Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü olarak 1923 yılında
kurulan Frankfurt Okulu’nun kurulma sürecinde dönemin üç entelektüeli etkili olmuştur. Bu sosyalist entelektüeller, Felix Weil, Friedrich Pollock ve 1930 yılından sonra enstitü yöneticiliği yapacak olan Max Horkheimer’dır. Bu üç entelektüelin enstitüyü kurmakla, Marksist teori ve pratiği tartışmak, ileri kapitalist toplumların analizini ortaya koymak, SSCB’deki bürokratik yapıyı eleştirmek gibi birçok ekonomik, siyasal ve sosyal konuda görüş ortaya koymayı amaçladığını söyleyebiliriz Enstitünün çalışmaları sosyal bilimciler tarafından dört dönemde sınıflandırılmaktadır
Birinci Dönem (Grunberg Dönemi 1923-
1933 İkinci Dönem (Horkheimer ve Adorno Dönemi 1933-1950), Üçüncü Dönem ( Marcuse Dönemi 1950- 1970), Dördüncü Dönem ( Habermas Dönemi 1970 ve sonrası) İlk dönem ve sonrasındaki bütün dönemler arasıdaki temel ayrım, bu dönemdeki çalışmaların daha ekonomik ve politik bir alana yoğunlaşmasıdır.
tarih (yabanıl dönem dışında) kendini sınıf savaşımlarının tarihi olarak ortaya koymaktadır” cümlesi enstitünün bu dönemdeki çalışma alanın ekonomi-politik sınırlarını göstermektedir Grünberg, üretim sürecinin düşünsel üst yapının nihai belirleyicisi olduğu görüşüyle bu ilk dönem çalışmalarının ekonomik-politik Marksist yaklaşımla açıklandığını anlatmaktadır.
Özellikle enstitünün psikolojik boyuta ilişkin ilgisizliği
bize Enstitünün birinci ve ikinci dönem çalışmaları arasındaki farklılığın anlaşılmasını daha net bir şekilde gösterir. Bu farklılığın 1930 yılında Enstitü yöneticiliğine Max Horkheirmer’ın getirilmesi ve bu dönemde enstitüye Theodor Adorno ve Herbert Marcuse’un katılmasıyla derinleştiğini görüyoruz.
Bu yeni dönemde enstitünün çalışma ilgisinin,
ekonomi ve tarihten koparak daha çok felsefe ve psikanalize yoğunlaştığını söyleyebiliriz. Yani bu yeni dönemle enstitünün çalışma alanını, bir bütün olarak insanlığın tüm maddi ve manevi kültürünü kapsayan toplumsal ilişkilerin oluşturduğunu görüyoruz.Bu nedenle Enstitünün çalışmalarını ekonomi- politik ve kültürel olarak iki farklı dönemde açıklamak ta mümkün gözükmektedir.
Ancak günümüzde adından söz ettiren Frankfurt Okulu
Çalışmalarının özellikle Horkheirmer döneminde başladığını söyleyebiliriz. Fordizm Fordizm, seri üretim yöntemlerinin Henri Ford tarafından kitlesel bir tüketime yönelik yeniden şekillendirildiği bir dönemi tanımlamaktadır. Amerikalı otomobil üreticisi Henri Ford, önceleri işçilerin otomobillere göre hareket ettiği yöntemi değiştirmiş ve sabit montaj hattını geliştirerek işçilerin kısa sürede daha fazla üretim yapmasını sağlamıştır. Özellikle 1930’lu yıllarla birlikte fordizmin amacı kitlesel üretimin karşılığında kitlesel tüketimin sağlanmasıdır. Üretimin standartlaşmasına yönelik kitlesel üretimi kolaylaştıran yeni çalışma şeklinin örgütlendiği bu dönem beraberinde işçinin emeğinin daha verimli hale getirildiği görülmektedir. Bu dönemin önemli özellikleri arasında ücretli emeğin kalifiye olmaktan çıktığını ve ucuzladığını, işçinin emeğine yabancılaştığını ve karın arttırılması amacıyla emek sermaye çelişkisine dayalı sömürünün arttığını söyleyebiliriz. Gramschi bu dönemi, hegemonik bir biçime, yada bir düzenleme tarzına karşılık geldiğini vurgulamaktadır. Kitle ve Kitle Toplumu Kitle toplumuna yönelik tartışmaların, kitle toplumunun sanayileşme sonrası ortaya çıkan bir toplumsal formasyon noktasında ortaklaştığı görülmektedir. Kitle ve kile toplumu kavramlaştırmalarının yoğunlaştığı dönem, kitlesel üretim ve tüketimin yaşandığı fordist üretimin örgütlendiği dönem olarak sınırlayabiliriz.
Kalabalıkları aşağılamak amacıyla kullanılan bu terimin
bireyi yığınlaşmış bir kitlenin parçası haline dönüştürdüğü düşünülmektedir. Kitle toplumunun belli başlı özellikleri şunlardır; Özgün düşünce ve fikirlerin ortadan kalktığı bu dönemde birey, kitle iletişim araçlarıyla şekillendirilmiş ve yığınsal bir kitlenin parçasına dönüşmüştür. İktidar çevreleri, toplumun, ekonomik ve düşünsel kaynaklarını kontrol ettikleri için kamuoyunun bir düşünce geliştirerek pratiğe dönüştürmesi mümkün değildir. İktidar kamuyu kitleleştirerek onları bağımsızlığını ortadan kaldırmıştır. Araçsal Akıl Sanayi Devriminin getirdiği en önemli değişimin insanın yaşamı aklıyla algılaması ve yorumlaması olmuştur. Ancak modern dönem kapitalizminin ekonomik örgütlenişi aklın araçlaşmasına ve var olan egemen güçlerin hizmetine giren bir köle haline dönüşmesine neden olacaktır. Çünkü kapitalist sistemde üretimin mantığı insan ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik değil, karın arttırılmasına ve buna bağlı sermaye birikiminin sağlanmasını amaçlamaktadır. Modern kapitalist sistemin devam etmesine hizmet eden akıl, süreç içerisinde bir mit haline dönüşerek özneyi düzenlenmiş bir sistemin kölesi haline getirmiştir. Araçsal aklın son noktası yükselen faşist ideolojiye hizmet ederek kitlesel yıkımın yaşanacağı dünya savaşlarının çıkmasına neden olmuştur. Bu dönemde görülmüştür ki kitleler hiçbir baskı altında kalkmaksızın Faşist bir ideolojinin yönetimini kendi rızalarıyla kabul etmiş ve bu ideolojinin uygulamalarına yönelik insan aklı devasa boyutta insanı yok etmeyi amaçlayan projeler geliştirmiştir. Kültür Endüstrisi Kültür endüstrisi, Frankfurt Okulu’nun kitle iletişimi alanına getirdikleri en önemli kavramlaştırmadır. İlk kez “Aydınlamanın Diyalektiği” eserinde 1947 yılında kullanılan kavramın kültür endüstrisi olarak tanımlanmasındaki gerekçeyi Adorno, kitlelerden kendiliğinden çıkan bir kültür olarak yanlış algılanmasının önüne geçmek amacıyla kavramı “kitle kültürü” olarak değil, “kültür endüstrisi” olarak tanımladıklarını vurgulamaktadır Kültür endüstrisi, Frankfurt Okulu’nun kitle iletişimi alanına getirdikleri en önemli kavramlaştırmadır. İlk kez “Aydınlamanın Diyalektiği” eserinde 1947 yılında kullanılan kavramın kültür endüstrisi olarak tanımlanmasındaki gerekçeyi Adorno, kitlelerden kendiliğinden çıkan bir kültür olarak yanlış algılanmasının önüne geçmek amacıyla kavramı “kitle kültürü” olarak değil, “kültür endüstrisi” olarak tanımladıklarını vurgulamaktadır Franfurt Okulu düşünürlerine göre kültür endüstrisin maruz kalan bireyi, aynen kültür endüstirileri gibi bir nesne olarak pasif bir tüketici konumuna dönüştürülmüştür. Bu durumu Adorno şu şekilde açıklamaktadır;
“Kültür endüstrisi yöneltilmiş olduğu milyonların bilicini ve
bilinç altını kuruyor olmasına rağmen, kitleler birincil değil, ikincil role düşerler ve hesaplanabilir nesneler, makinenin tali parçaları olurlar. Tüketici, kültür endüstrisinin bizi ikna etmeye çalıştığı gibi hükmedici ya da özne değil, aksine nesnedir.” Mülkiyet ilişkilerinin tek bir sınıfın elinde toplandığı kapitalist toplumlarda kültürün endüstrileşmesi düzenin devamlılığının sağlanmasına hizmet eder. Bu nedenle üretim ilişkilerinin yeniden yapılandırdığı kültür satılabilir, pazarlanabilir ve değiştirilebilir bir metadır.
Bu süreç kültür ürünlerinin standartlaşması ve dağıtım
tekniklerinin rasyonelleşmesinin bir sonucudur. Reklâmlar ise kitlelerin bu kültürel metaları, tüketmelerini sağlayan araçlardır.Bu nedenle reklâmlar sadece ekonomik anlamda kültür endüstrilerini yaratmaz aynı zamanda teknik olarak ta kitleleri belli tüketim kalıplarına özendirir. Kültür endüstrileri tarafından toplumsal rızanın sağlandığını ve her türlü düşsel ve düşünsel özgünlüklerin yok edildiğini görüyoruz. Alt kültür-üst kültür arasındaki farklılığı ortadan kaldıran kültür endüstrileri, sanat ve kültür alanındaki eleştirelliğin de yok olmasına neden olmaktadır. Böylece, özgün olma özelliğini kaybeden insan yığınsal bir kitle toplumunun parçası haline dönüşmüş yani şeyleşerek her türlü anlamını yitirmiştir. Kültür endüstrilerinin insanı nasıl belli bir kalıba soktuğunu Herbert Marcuse, Tek Boyutlu İnsan başlıklı eserinde şu şekilde anlatmaktadır; reklamlar aracılığıyla insanlara yapay tüketim alışkanlıkları özendirilmekte ve eleştirel bakışını kaybetmiş olan tek boyutlu insan da bu kültür endüstrilerinin bize sunduğu bu yaşantıyı sorgulamadan kabul etmektedir. Okulun kültürel eleştirisinin dönemin toplumsal atmosferinden kaynaklı olarak karamsar olduğunu görüyoruz. Özellikle ikinci dünya savaşı öncesi döneme yönelik eleştirinin karamsarlığı mantıklı gözükmektedir ancak eleştirilerinin bu karamsar yönünün ikinci dünya savaşı sonrası dönemde de devam etmesi Marksist düşünürler tarafından eleştirilmektedir.
Özellikle 1960’lı yıllarla birlikte, dünyada sınıf
çatışmalarının arttığını, öğrenci hareketi, feminist hareket gibi alt kimliklerden toplumsal yapıya karşı örgütlenen bir direnişin başladığını görüyoruz. Sonuç Frankfurt Okulu belli dönemi kültürel boyutta eleştiren bir düşünce birlikteliğidir. Enstitünün eleştirileri günümüzde büyük ölçüde anlamını yitirmiş olsa da özellikle kapitalist toplumlarda biçimlenen kültür fenomenin anlaşılması açısından oldukça önem arz etmektedir. Kapitalizmdeki temel amaç üretimin devamlılığının sağlanması ve egemenlerin kar oranlarının sürekli olarak artmasıdır. Bu nedenle kapitalist toplumlarda üretilen her kültür bir metadır çünkü bu metaların üretilmesindeki temel amaç sahibine maddi bir kazanç sağlamaktır. Kitle iletişim araçlarının bu süreçteki rolü kültürün insanlara bir tüketim davranışı olarak aktarılmasını sağlamaktır. Belli tüketim eğrilerinin özendirilmesinin bir sonucu olarak insan, tek boyutlu insana dönüşmüştür. Bu da kültür endüstrilerinde üretilen her metayı tüketme görevini yerine getiren insan, artık şeyleşmiş, anlamsızlaşmış bir insandır. Bu kapitalist ideolojinin özneyi biçimlendirmede düşünüldüğü kadar güçlü olmadığı ve yeni dönemde mekanik, biçimlendirilmiş bir bireyin kültür endüstrileri tarafından yaratılamadığını söyleyebiliriz. Bu da bize Frankfurt Okulu eleştirisinin zaman içinde tek boyutlu bir eleştiriye dönüştüğünü göstermektedir.