You are on page 1of 13

OZMOS KRONOS- Adam ŞENEL

Derleyen: Halit YILDIRIM 28 Mayıs 2010


ORGANİK DEVRİM
Organik devrim, canlı araç gereçlerin yapılmasıyla doruğuna erdi. Canlı araçlar, çoğu
yerde cansızlarının yerini aldı. Örneğin, cansız, soğuk evin yerine sıcak “hücre” geldi.
Hücre, yıpranınca kendisini onarabiliyordu. İstenince çoğalabiliyordu. Giysilerin yerine
“Gılgamış gömleği” yerleşti. İnsanlar, deri üstüne deri yapma, eskiyip yıpranınca da
Gılgamış'ın (ölümsüzlük otunu yutan) yılanı gibi deri dökme yoluna gitti.
İnsanlık, nereden nereye gelmişti. Toplumun birlik ve bütünlüğü adına, bireyleri,
grupları, halkları harcayan yönetimler geçmişte kaldı. Çoğu örnekte, birlik ve bütünlük
sözünün ardında sınıf çıkarları, hatta birey çıkarları yatmaktaydı. Bu yolda başvurulan
idamlar, işkenceler adına savaş denen toplu adam öldürmeler, tarihte kalmıştı. Atalarımız
yapmış bunları! İnanılacak şey mi? Doğrusu, utanılacak bir şeydi. Bugün ise, toplumda
kimse kimsenin yok olmasını istemezdi.
Ozmos Kronos, çorba sözcüğünün yaptırdığı çağrışımla korkunç çorbacı olayını
anımsadı. Bu olay, ilk canlının, cansız maddeden ölümsüz insana uzanan serüvenini
başlatmıştı. İnorganikten organiğe geçiş, görünüşe bakılırsa, onunla başlamıştı. Çorbacı ile
birlikte, varlığın cansız ve canlı olarak iki görünümü arasındaki bitimsiz gerilim de
başlayacaktı.
Bu ilk canlı, DNA parçacığından başka bir şey değildi. Bir virüsten de ilkeldi.
İnsanı doğaya tutsaklıktan evrenin efendiliğine yükselten aracın, beyinden çok eller
olduğunu nasıl anlayamamış olabilirlerdi? Anlayamamışlardı ki, insanı Homo sapiens olarak
adlandırmışlardı. Daha uzak geçmişin aynı kafadaki düşünürleri, buna yakın bir anlamla,
insanı, düşünen hayvan olarak tanımlamışlardı. Doğru, insan, aynı zamanda düşünen bir
hayvandı. Ancak, beyinleri bulunduğuna göre, beynin işlevi olan düşünce, öteki birçok
hayvanda da bulunmalıydı. Köpek, ileride kendisini besleyeceğini düşünmese, sahibinin
sopasından kaçmaz mıydı? Onu ısırmaya kalkmaz mıydı? Az buçuk düşünce hayvanlarda da
vardı. Ama eller kimde? İnsan, beyni ile araçları yaratmışsa, elleriyle ve araçlarıyla da
deneyimini artırmadı mı? Bilgi birikimini sağlayıp düşünceyi yaratmadı mı?
Bu düşünürler, insanı öteki hayvanlardan ayıran en büyük özelliğinin elleri olduğunu
neden görememişlerdi? İnsanı insan yapan niteliğin, elleriyle araç yapıp kullanması
olduğunu neden düşünememişlerdi? Belki, ellerini pek kullanmadıklarından. Ya da ellerini
kullanmayan sınıfların adamları olduklarından. Başkalarının ellerini kullanmanın bir yolunu
bulduklarından. İşleri güçleri kimi, neyi, nasıl yaptırabilirim? Diye düşünmek olduğundan.
Böyle olunca, ellerden çok kafaya önem vermelerine şaşmamalı.
Haksızlık yapmamalı. Geçmişte insanı Homo sapiens diye adlandıranların yanı sıra,
onu Homo faber olarak tanımlayan düşünürler de çıkmıştı. Bu düşünürlere göre, sistemli
olarak araç kullanan hayvan insandan başkası olamazdı. Öyleyse insan, araç kullanan
hayvandı. Ya onlar bu düşünceye nasıl varabilmişlerdi? İnsanlığın gidişini anlamak için,
önce araçların evrimini kavramalıyım. Amaç-araç ilişkisini kavramak için de, düşüncenin
gelişmesinden önce, araçların gelişmesine bakmalıyım sonucuna vardı Ozmos Kronos.

www.altinicizdiklerim.com 1
ARAÇLARIN EVRİMİ
Maddesel araçların geliştirilmesiyle, insan-doğa ilişkisinin sorunları bir bir
çözülmeye başlamıştı. Ne var ki insanlığın sorunları bir türlü azalmamakta. Tutturulan toplu
yaşama yolu, insan-insan ilişkilerinde doğan sorunları giderek artırmakta. İnsanlar,
karşılarına çıkan bu sorunları da çözmek zorunda. Çözümleri yolunda, öteden beri, görünen
araçların yanında, görünmeyen araçlar da yontulmakta.
Sesler, sözcükler, yüzyıllardır işlene işlene, sonunda dil biçimlendi. İnsanlar, bu kez
de, dilin çekiciliğine kapıldılar. Soğuktan dişleri takırdarmışcasına, gerekli gereksiz
konuşmaya daldılar. Bu görünmeyen araçlarla, görünür dış dünyanın yanında, görünmez bir
iç dünya yarattılar. Bazen dış dünya ile çakışan, bazen çakışmayan, bazen de çatışan bir
dünya. Bu dünya bazen insanlara sığınak oldu. Bazen yıkıldı, altında kaldılar. Dil de
çözdüğü sorunlar kadar, belki daha fazla sorun yarattı.
Buldukları her aracı olduğu gibi, bu aracı da, silah gibi kullanmanın bir yolunu
buldular. Üstelik bu silahı, daha çok birbirlerine karşı kullanmaktaydılar. Sözcüklerle
birbirlerini vurdular. Sözlerle, birbirlerinin içinde onmaz yaralar oydular. Birbirlerinin
üzerinde, bu görünmez silahlarla, baskı, egemenlik kurdular.
Dilciler bu görüşte değildi. Kendisine “görünür silahların baskısı daha mı iyi? Silah
olarak bile olsa, dilin kullanılması, bir ilerleme değil mi?” diyeceklerdi. Diyeceklerdi ki,
“maddesel baskı yerine sözel baskı, daha uygar bir yöntem sayılmaz mı?”
Dil, doğayla ve toplumla ilişkiler alanında karşılaşılan pek çok sorunu çözmüştü. Bu
yönde özgürleştirici bir etkisi olmuştu.
Dil ve dilin beyne döllediği düşünce, insan yaşamına anlam kazandırmıştı. Dil,
insanın önüne, yaşamı yaşanmaya değer gösterecek değerler ve amaçlar koymaya başladı.
İş bölümü toplumunda, hayvanlarla insanların yaptıkları işler arasındaki uğraşlar,
kölelere bırakıldı. Bu duruma bakarak kimi düşünürler, köleleri, varlıklar sıra düzeninde,
hayvanlarla insanlar arasında bir yere yerleştirdi. Hatta onların en ünlülerinden biri,
“kölelerle hayvanlar aynı işe yarar, ikisi de amaçlarımıza hizmet eden araçlar” dedi. Bu
düşünür, kölenin canlı bir araç, aracın cansız bir köle olduğunu söyledi? Böylece insanlığa,
amaç araç konusunda, yüzyıllarca izleyeceği, unutulmaz bir ders (!) verdi.
Köleler güvertede, siyah tespih taneleri gibiydi. Bir farkla ki ip yerine zincire
dizilmişlerdi. Yerlerinden kalkmaksızın, bir iki ay içinde okyanusu geçeceklerdi. Ağızlarına
çorba akıtılacaktı. Altlarına oturak tutulmayacaktı. İçlerinden şanslıları, Amerika'ya ayak
basma mutluluğuna (!) erebilecekti. Daha şanslıları, köle gemisinin kokusunu onlarca mil
uzaktan alabilen korsanların saldırısında (zincirleri çözülüp kendilerine verilen korsanlara
direnme buyruğuna uymaktansa kendini koyuvererek) yaşamını yitirecekti. Saldırıdan
kurtulanların yarısını hastalıklar bitirecekti. Ve gözlerinin önünden, tıp tarihi kitaplarından
alınan bir resim geçti. Beyaz bir efendiye kangrenli bacağı yerine, sağlıklı bir bacağın takılıp
takılamayacağını sınamak için girişilen bir operasyonun resmi. Zenci gencin kaslı bacağının
testereyle kesilişi. Yanında yatan solgun yüzlü, efendi takımından olsa gerekti.
Canlı araçların sahipleri, hayvanlarını besledikleri gibi, kölelerini de besliyorlarmış
gerçi. Kim kimi besliyor, insan bir düşünmeli. Kölelerini, “fazla beslenirlerse, zincirlerini
koparabilirler” diye, hayvanlarından biraz daha az besliyorlarmış. Sözgelimi, harmanda
düven süren öküzün, başakları yemesine aldırmazlarmış. Gemide, kölelerin altına
tutmadıkları çanağı, öküzün arkasına tutarlarmış. Ne var ki, mutfakta hamur yoğuran
kölenin, hamurdan yemesine çok bozulurlarmış. Yemesin diye boynuna özel bir boyunduruk
takarlarmış.

www.altinicizdiklerim.com 2
Doğada, üretimi bilmeyen akılsız hayvanlar arasında, o da aç kaldıklarında, kavgaya
başvurulabiliyordu. Başka beslenme yolları yoksa öldürücü kavgalar olabiliyordu. Ama
hayvanlıktan insanlığa geçişle, bu nedenler büyük ölçüde ortadan kalkmıştı. Öldürmeye
yönelik kavga, nesnel temellerini büyük ölçüde yitirmişti. İnsan bitkiyle beslenebiliyorsa,
etten vazgeçebilirdi. Bitkileri üretebiliyorsa, başkalarının ambarını yağmalamaya
kalkmamalıydı.
Savaş, tarihsel dayanaklarının yitmesiyle ortadan kalkmalıydı ama kalkmamıştı.
Hatta nesnel dayanaklarının büyük ölçüde ortadan kalkmasından sonra da varlığını
şiddetlenerek sürdürebilmişti.
Üretmeden tüketmenin yollarını aramak, kurnazlık değil, aptallıktı. Çünkü,
karşılığında ödenecek bedel, insanca ilişkileri, dinginliği ve yaşamı riske atmaktı. Öte
yandan üretim, kolektif bir eylemdi. Dolayısıyla, üretim çağından önce “insan insanın
kurdudur” denebilirse de üretimden sonrası için denmemeliydi. Ancak, “insan insanın
koludur” denmeliydi. Ve gerçekten de öyle idi. Oysa sınıflı toplumlarda “insan insanın
kurdudur” deyişinini “uygarlaştırılmış” biçimi olan “insan insanın kuludur” ilkesine
dayanan uygulamalara geçildiğini görüyoruz. Egemen sınıflar ve onların ideologları, bu
durumu “insan insan kuludur” biçiminde çarpıtarak yansıtmışlardı. Amaç, insanları kul
kavramına alıştırmaktı. Çalışan sınıfın yandaşı olan aydınlar, bu oyunu kavradı. İnsan,
insanın kulu olmaması için, tanrının bile kulu olmamalıydı. Kulluğa alışmamalıydı. Onlara
göre kul kavramı, tümden ortadan kaldırılmalıydı. Bunun için, çalışmayan sınıfla birlikte,
tanrı kavramı ve dahi ilahiye dersleri de kaldırılmalıydı. Ve bunun için gerekli savaş
verilmeliydi. Bu, insanlığın, savaşı ortadan kaldıran son savaşı olacaktı.
Savaşlar, bir yandan insanları ve araçları yok eder. Öte yandan, yenilerini yaratacak
tohumları eker. Bu bakımdan, savaşın teknolojiyi kamçıladığı yadsınamaz. Ama savaşların
daha çok “kirli teknolojiler” yarattıkları da unutulmamalı. Ayrıca, yeni teknolojiler
geliştirmenin tek yolu, temiz olup olmadıklarına bakmadan, eldeki araçları parçalamak
değildi. Ve onları, yaşlı mı, genç mi, kadın mı, çocuk mu bakmadan, insanları harcayarak
yaratmak olmasa gerekti.
Gelişimden Bilişime
Makinelerin gelişine dek, araçlar gibi toplumlar da oldukça durağandı. Toplumlar,
tekerlekle kıpırdanmıştı. Toplumsal değişme, makinelerle hızlandı. Motorlarla ivme kazandı.
Kimi tarihçilerin kafası, makinelerden sonra toplumsal gelişmenin kazandığı hıza takıldı.
Makinelerin getirdiği hızlı değişikliklere bakılarak, makinelerin gelişine “Gelişim Devrimi”
adı takıldı. Gelişim devrimiyle makineler, insanların ağır kol işlerini üstlenmişti. Sıra, ağır
kafa işlerini üstlenecek makinelerin geliştirilmesine gelmişti. Teknolojik ve bilimsel alanda
görülen tüm bu gelişmeler “Bilgilik” denen koca bir yapıtta derlendi. Onun etkisi,
bilgilenmede bir patlama demekti. Bunun yol açtığı toplumsal gelişmelere ise “Bilgilik
Devrimi” dendi. “Bilişim Devrimi” bilgilik devriminin bir uzantısı olarak geldi.
İnsanlar ve Araçlar
İnsanlar, saymadıkları şeyleri bol bol harcayan canlılardır. Saymaya başladıkları
zaman satmaya başlamalarıyla, öteki hayvanlardan ayrılırlar. İnsanlığın ortak birikimi olan
bilgiler, önceleri onların ortak malıydı. İnsanlığın, elle tutulmaz, gözle görülmez araçlarıydı.
Bilgiler bilgisayarlarla sayılmaya başlanınca, alınıp satılmaya başlandı. Burası Ozmos
Kronos'a incelediği sorun bakımından pek önemli görünmedi. Önemli olan, bilgisayarların
bilgiyi bölüp parçalamaları değildi. İzlemekte olduğu konusu bakımından, bilgileri tek tek
veya toptan satmaya başlamaları önemliydi. Satmak için saydıkları bilgileri biriktirip
belleklerinde tutmaları ise çok önemliydi. Çünkü bellemek, o tarihe dek, hiçbir cansız aracın

www.altinicizdiklerim.com 3
yapamadığı bir şeydi. Canlı varlıklar içinde de, yanızca insanlara özgüydü. Kimi düşünürlere
göre insanları hayvanlardan ayıran özellikti. Bilgisayarlarla, insanı hayvandan ayıran ölçüt,
onu hayvandan geçtik, makinelerden ayırt edemez duruma düştü. Düşünce de işler karıştı.
Bilginler için, insanı tanımlamak, sınıflandırmak güçleşti. Karşılaşılan sorunun bir boyutu
buydu.
Geçmişte, kol işlerini üstlenen makineler ortaya çıktığında bile, işsiz kalmaktan
korkan işçiler, sopalarla makinelerle saldırmışlardı ya. Benzeri bir biçimde, kafaların yerini
makinelerin almasıyla bu kez de işlevsiz kalmaktan korkanlar, bilgisayarlara karşı saldırıya
geçtiler. Onların tellerini kestiler. İçlerine mıknatıslı toplu iğne serptiler. Kısa devre
yapmalarına neden oldular. Sistemlerine virüs gönderdiler. Bunun üzerine, Makinekırıcıların
üzerine İnsanvurucular gönderildi.
Bir önceki ayaklanmada olduğu gibi, makinekırıcılar gene ezildi. Bir önceki
ayaklanmadan farklı olarak, geride kalanlar, önlerine birer kemik fırlatılarak susturulmak
istendi. Bu sus payına “işsizlik sigortası” dendi. Oysa, bu kez, yetkililerden istedikleri et
değil, işlevdi. Gene de, alınan önlemler az çok etkili oldu. Bilişim Devrimi yerleşti.
Bilişim Devrimi İle İletişim Çevrimi
İletişim Çevrimi'nin amacı, sözde baş döndürücü bir toplumsal gelişim çağına uygun
bir iletişim ağı kurmaktı. Altında başka amaçlar yatmaktaydı. Bunlardan biri
“başdöndürmek”di. Bu yolla, insanların düşünmelerini engellemekti. Bir başkası, insanları
görünmez ağlarla bağlamaktı. Bu amaç, bir gizli toplantıda şöyle dile getirilmişti: “Düzeni
sağlamak için, düzeni sağlamlamak için; herkesi herkese, herkesi merkeze bağla”. Öteki
amaçlardan biri, yatak odalarına dek insanların içine dalmaktı. Grupların içinde, dinleyici
olarak bulunmaktı. Olanaklıysa, konuşmacı olarak yer almaktı. Değilse, daha önceki
dolduruşlarla, konuşmaların gündemini saptamaktı. Gündemi saptarken gündemini
saptamaktı. Gündemi saptarken gündemi saptırmaktı. İnsanları umutlandırarak oyalamaktı.
Hazır yemek gibi hazır bilgi sunup, onları düşünce hazırlama çabasından kurtarmaktı. Kitap
okumalarına, araştırma yapmalarına, zaman bırakmamaktı. Kendilerine “yaşama sevinci” ve
“tüketme tutkusu” aşılamaktı. Kredili satışları kışkırtıp, onları borçlandırmaktı. Gelecek beş,
on yıllarına ambargo koymaktı. Böylece tüm insanlar, dört bir yandan düzene sımsıkı
bağlanmış olacaktı. İletişim Çevrimi içinde, tam bir kuşatma altında tutulacaklardı. Ecco
media!
İlk biçimleriyle birer fabrika büyüklüğünde olan bilgisayarlar, hızla küçüldü: Bir ev,
bir oda, bir dolap, bir çekmece, bir kitap, bir kibrit kutusu, bir gözbebeği boyutlarına
indirildiler.
İşçilere Karşı Robotlar
İşçilerden robotlara geçmek pek zor olmadı. Nicedir, işçiler makinelere, makineler
işçilere doğru evrimleştirilmekteydi. Bir yanda işçiler, öte yanda makineler “robotlaşma”
sürecine girmiş bulunuyorlardı. İşçilerden robotlara geçiş, makineler insanlara, insanlar
makinelere iyici benzeştirilerek gerçekleştirildi. Yerine göre, cansız robotlar alınıp, yerine
canlıları kondu. Ya da tersine, canlılar alınıp, yerine cansızları. Canlı robotlar daha çok
denetim ve kolluk işlerinde; cansızlar, daha çok üretim sürecinde kullanıldı.
Robotların gelişmesi bu noktada durmadı. Bir işçi, bir anda ancak bir makineyi
yönetebiliyordu. Yerine, on makineyi birden kullanan, on parmağında on beceri sahibi
“emekçi robotlar” kondu. Canlı robotlara bırakılan işlerde, onları denetleyen “denetçi
robotlar” satışa çıkarıldı. Eskiden, onbaşı, on insanı; yüzbaşı yüz insanı; binbaşı, denetlese
denetlese bin insanı denetlemekteydi. Denetçi robotlar, binlerce insanı denetleyebiliyorlardı.

www.altinicizdiklerim.com 4
Bilginler, insan aklının yerini alan bilgisayarlar çaktığında, insanı tanımlamada
bocalamışlardı. Daha bilgisayarların yarattığı o tanımlama sorunu çözülememişken,
robotların yarattığı sorunlarla karşı karşıya kalındı. İnsan gibi makineleri yönetmekle
kalmayıp, insanları da yöneten makinelerin çıkmasıyla, insan-madde ilişkisi tepetakla
edilmişti. Şimdi insanı nasıl tanımlayıp, nasıl sınıflandıracaklardı?
O sıralarda, genetik mühendisliğinde tritonite karşı savaşım verilirken, birçok yan
ürün elde edilmişti.
Organik Devrim zamanla rayına oturuyordu. Önce, bitkilere ve hayvanlara, sınırsız
büyüme gücü verildi. Sonra “dur” denildi. Birçok çok hücreli canlı, akıl alamayacak
ölçülerde küçültüldü. İstenmeyen nitelikler atıldı. Örneğin, ineklerin boynuzları, tekelerin
kokuları genomlarından çıkarıldı. İstenenler eklendi. Bitkilere et tadı, hayvanlara ot kokusu
katıldı. Sevilmeyen bitkilerin ve hayvanların üremeleri sınırlandırıldı. Sevilenlerin,
yararlanılanların çılgınca üremeleri sağlandı.
Nuh Tufanı öyküsünün kaynağı olan Sümer Utnapiştim Destanı içinde, egemenliği
ele geçirmiş olan yeni tanrılardan söz edilmektedir. Onlar, kurban sunmaktan vazgeçerek
buyruklarını dinlemez olan insanları cezalandırmamışlar mıydı? Onları bir tufanla yok etme
kararı almamışlar mıydı? Bunu, bentlerin kapaklarını çekerek gönderdikleri bir tufan ile
yapmamışlar mıydı? Bentlerin kapaklarını çeker çekmez, akılları başlarına gelmemiş miydi?
Yaptıklarına pişman olmamışlar mıydı? İçlerinden biri sormamış mıydı? “İnsanları yok
edersek, tanrıları kim besleyecek?” Bu, tarih diline çevrilirse şu demekti: Çalışan sınıflar
ayaklanmış da olsa, tümü yok edilirse, yöneten sınıf aç kalır. Utnapiştim (ya da Nuh)
tanrılardan birinin kollaması, ötekilerinin göz yummasıyla, bir çift insan tohumunu
kurtarmamış mıydı? Türdaşları yok edilmiş, kendileri bağışlanarak “can borcu” altına
sokulmamış mıydı? Böylece geride, “imana getirilmiş” bir çift bırakılmamış mıydı? Bu çift,
uysal bir kul kalabalığı oluşturana dek yeniden çoğalmamış mıydı? Tektanrılı dinlerde ise,
tanrı ikide birde kullarını “kıyameti koparmak” ile tehdit etmemiş miydi?
AMAÇLARIN EVRİMİ
“Amaç nedir?” diye düşündü Ozmos Kronos. Amaçların evrimini irdelemeye
geçmeden önce, onu tanımlamalıydı. Olasılıkla, yüzbinlerce kuşakta milyarlarca kişi
yaşamaktan amacının ne olduğunu düşünmeden yaşamıştı. Milyonlarca insan, amaçlarını
tanımlamadan yaşıyordu. Amaçsız bir varoluşun selinde sürüklenmekten, kendilerini nasıl
kurtaracaklardı? Anlaşılan insanlar, günlük hedefler için çabalamış durmuşlardı. Yemek,
üremek, barınmak ve bunlar gibileri. Bunları küçümsüyor değildi. Hayvanlarla ortak
doğalarının gereği, elbette böyle hedefleri olacaktı. Ama bunların ötesinde, bunların üstünde
amaçları da olmalıydı. Yoksa hayvanlardan farkları olmazdı.
Amaç bir istek midir? Küçük büyük her istek, ulaşılması gereken bir amaç mıdır?
İsteklerin dışında amaçlar var mıdır? Yoksa amaçlar, daha yoğun, daha yeğin, daha baskın
isteklerden başka şeyler değil mi? Ya da çeşitli isteklerin bir uzlaşması mıdır amaç denen
şey. Olabildiğince fazla isteğin gerçekleştirilebilmesi yolunda, aklın rehberliği midir?
İstek-amaç ilişkisi, neden-sonuç ilişkisine inebilir mi? Ya, isteklerin bilincini de
içeren bir amaçtan söz edilebilir mi hayvanlarda? Peki ya bitkilerde, cansız nesnelerde amaç
var mı?
Bir an için amacın, bir hedefe, varılmak istenen bir noktaya yönelme eğilimi
olduğunu kabul edelim. Böyle bir eğilim ancak eyleme döküldüğünde gözlemlenebilir.
Ancak bu durumda varlığından söz edilebilir. O zaman, evrensel hareketin başlatıcısı
“Büyük Patlama” olayını da amaçlı bir eylem mi saymalıyız? Evrensel gidiş bir entropiye
doğru yol aldığına göre, amacının, devinimin sona ermesi olduğunu kabul edebilir miyiz?

www.altinicizdiklerim.com 5
Edemezsek, başka görüşlere mi kulak vermeliyiz? Devinim-eylem ayrımı mı yapmalıyız?
Böyle bir ayrım yapılamazsa, şu soruyu sorabiliriz: “Evrenin, evrimin amacı insan mı?”
Evrensel devinim, dörtnala entropiye yani devinimsizliğe doğru koşuyor görünmektedir.
Devinimsizlik ölüme denk olduğuna göre, canlıların ve insanların ölümden kaçma
amaçlarıyla, evrenin devinimsizliğe koşma amacı nasıl uzlaştırılabilir?
Ozmos Kronos, kafasında cirit atan bu sorular karşısında, amacı tanımlayabilecek
durumda bulunmadığını anladı.
Nerede nitelikten, nerede “tin” denen şeyden söz ediliyorsa, yanında onun yapışık
bulunduğu, türeten, onun varlığını yansıtan bir madde de vardı, bildiği kadar. Diyelim ki,
bilmediğimiz bir “salt tin” var. En küçük nitelikleri, örneğin sayıları, renkleri bile
kavrayabilen beynimiz, bu “büyük” niteliği de kavrayabilmeliydi. Ama onun yalnızca o ya
da bu kişinin değil, renklerde, sayılarda olduğu gibi, herkesin beyni kavrayabilmeliydi. Her
beyin sahibinin, öğretilerek ya da öğretilmeden, akı, karayı bilişi gibi, herkes onu da
“aracısız” bilmeliydi. Herkesin, iki kere ikinin dört ettiğini kavrayabilişi gibi, her bir kişi onu
da doğrudan kavrayabilmeliydi. Tersinden alınırsa, onun varlığını hiçbir beyin
yadsıyamamalıydı.
Tek, gerçek bir tanrı olsaydı, insanlık boyunca bazı kafalarda totemler, tanrıaltı tinsel
düşler, bazı kafalarda yığınla tanrılar cirit atamazdı. Tektanrıcılık evresinde bile, çeşitli
toplumlarda, çeşitli niteliklerde tanrılar düşünülmezdi. Başta, Tanrı buna izin vermezdi.
İmparator, yanında başka imparatorlar ister mi? Onaylamadığı yasaların tanrı yasaları olarak
sunulup, duyurulup, uygulanmasına izin verir mi? Adına, hayvan kurbanları bir yana insan
kurbanı sunulmasını hoş karşılayan bir tanrı olur muydu? İki yanında onun adına
savaşmasına göz yumup onları ve günahsızların kıyımını durdurmayacak, durduramayacak
bir “yetkin ve gücü her şeye yeten” tanrının varlığı düşünülebilir miydi?
Ya, Büyük Patlama'nın dışında ve bugüne dek bildiğimiz ilahiyelerin
tanımladıklarının dışında bir amaçlı yaratıcı var mıydı? Bilmiyoruz. Metodolojik olarak
“bilmiyoruz” yargısından kalkılarak “ya varsa” üzerinde geliştirilen sonuçlara sıçramak
doğru olmaz. Kısacası, bilinmeyeni formüle sokup ondan çıkarsamalarda bulunmak, sonucu
bulandırmaktan, anlamsızlaştırmaktan öte bir sonuç vermez. Dolayısıyla “baloncu”
Laplace'ın yaptığı gibi1 formülden çıkarılmalıdır, diye düşündü Ozmos Kronos. Bilgi
edinme alanında ilerlemek için yapı “bilinen” taşlarla atılan sağlam temeller üzerinde
yükseltilmeli. Davranış söz konusu oldukça, etik, “var olan” ilişkilere dayandırılmalı.
Kısacası, Ozmos Kronos'a göre, “baloncu” gibi “balon” da formüle sokulmamalıydı.
“Gerçi Büyük Patlama'nın doğrudan kendisini olmasa da “ürünü” (sonucu) olan 'evrensel
devinim' olgusunu biliyoruz” diye sürdürdü Ozmos Kronos düşüncelerini. “Evrensel
devinim evrensel okyanusta bir damla kadarlık yer tutan canlıların devinimi dışında, cansız
maddelerin devinim yasalarıyla anlaşılıp anlatılabilmekte; daha ne?” “Amaç” için, en
azından geçici olarak, “canlı varlıkların önceden bilinebilen belirli hedeflere yönelmesi”
biçiminde bir tanımlamaya gidilebilir.
Gerçekten, erkek dişi organlar kanalıyla eşeysel üreme düzeyindeki bitkilerin amaçlı
üredikleri söylenebilir mi? Hayvanların çiftleşirken yavru edinmeyi amaçladıkları ileri
sürülebilir mi? Hatta bilinçli varlıklar olan insanların cinsel üremeye yönelik eylemlerinde,
onları sevişmeye iten amacın her zaman “üremek” olduğunu kim söyleyebilir?
Öyleyse, ilk canlı da, ürerken, amaçlı değil nedenli davranıyordu. Üremeye varan
değişmelerin, devinimlerin temelinde biyokimyasal nedenler vardı. Ancak, bir canlının
nedenselliğe dayanan devinimleri yanı sıra gösterdiği başka “davranışları” gözardı
edilmemeli.

www.altinicizdiklerim.com 6
DNA'nın deviniminin, içinde özdeşini yaratma ereği varmış gibi görünmesine
aldanmamalıydı. Ozmos Kronos “çorbacı” dediği ilk tekhücreli canlının geçirdiği üreme
sonucuna varan değişmeleri bir ereğe yönelme olarak görmüyordu. “Çorbacı” benzeri
yapılara sahip olan öteki tekhücreli canlıların ve çokhücreli canlıların tekhücrelik
tohumlarının, üreme sonucuna yönelen devinimlerini de ereksel bulmuyordu. Belli
maddelerle tepkimeye açık, ötekilerle tepkimeye oldukça kapalı yapılara sahip karmaşık
örgütlü maddeler olarak görüyordu.
Çorbacı'nın ya da onun torununun torunu olan zigotun bir ereğe yöneldiği varsayılsa
bile, bu onun amaçlı bir varlık olduğu anlamına gelmezdi. Erek ile amaç aynı şey değildi.
Amaç, ereğin bilincine ermekti. Yani, “bilinçli ereklilik” idi. Ya da amaç “neden-sonuç
ilişkilerinin bilinçli olarak istenilen bir noktaya yönlendirilmesi” veya o noktaya gidişinin
engellenmesi biçiminde tanımlanabilirdi. DNA'da ve tohum hücrelerinde erekten söz
edilemezdi. Ama tohum açılıp, organlar oluşunca edilebilir miydi? Organlar arasındaki iş
bölümü gelişine, amaçtan söz edilebilir mi?
Cinsel farklılaşmayla, amaç erkeğe mi geçti, dişiye mi? Kim kimin amacıydı, kim
kimin aracı? Bin hücre üretip, ancak birini başgöz edebilen erkek mi? Bir hücre alıp,
karşılığında yüzbinlerce hücre üretip veren kadın mı araç idi? Cinsel ilişki bir amaç mıydı,
araç mıydı?
İki küçük hücrenin birleşmesi için harekete geçirilen koskoca organlar, küçüklerin
aracı mıydılar? Koca ana, koca baba, çocuğun araçları mı? Yoksa tersine, doğacak yavru, iki
yetişkinin bir anlık hazlarının aracı mı?
Organik farklılaşma gelişip “duyu” organları oluşunca, doymak mı amaçtı duymak
mı? Duygular ve düşünceler oluşunca, duyguları doyurmak mı, düşünceleri duyurmak mı
amaç olmuştu? Yoksa istekleri, düşleri düşünceleri gerçekleştirmek mi? Düşünce,
duyguların yarattığı gereksinimlerin nasıl doyurulabileceğini araştıran bir araç mıydı? Yoksa
amaç düşüncede miydi? Amaç, “düşünsel” bir nitelik miydi? Ve sürü yaşamına geçilince,
sürü mü amaç, biri mi amaç? Yaşayan kuşaklar mı, gelecek uşaklar mı?
İlk Araç İlk Amaç mı?
İlk insanın ölçütü ilk araçtır. Bilginler, ilk aracı yontan canlıya insan adını taktı.
Ozmos Kronos, ilk insan ile ilk araç ilişkisine eğilince, kafasında şimşekler çaktı. Sonunda
“amaç” denen şeyi, araç yapan ilk canlıda, ilk insanda yakalamıştı. Ya da yakaladığını sandı.
İlk aracı yapan canlı, maddeyi olmasını istediği yönde biçimlendirmeye kalkmıştı. Asıl
amaç, araçla avı vurmaktı. Ya da altında, sivriltilmiş sopayla, toprağın altından yumruları
çıkarak yemek gibi başka amaç yatmaktaydı.
Amaçtan söz edebilmek için bilinç ögesi aranmalı. Erkek, doğal bir zorunluluğun
zoruyla kadınla çiftleşirken, amacı çocuk doğurtmak değildi. Dolayısıyla doğan sonuçtan
sorumlu değildi. Amaçla sorumluluk birbirine sıkı sıkıya bağlantılıdır. Amaç varsa
sorumluluk da vardır. Amaç (kasıt) yoksa, sorumluluktan söz etmek biraz haksızlık olmaz
mı?
Nesnel sonuçları açısından bakılırsa, çocuğun da anayı araç gibi kullandığı
söylenebilirdi. Buna başka örnekler de verilebilirdi: Sürüde geçmiş kuşakların bin bir acılarla
biriktirdikleri deneyim, geleceğin kuşaklarına aktarılmaktaydı. Sıkıntılarını geçmiş kuşaklar
çekmişlerdi. Ürünlerinden gelecek kuşaklar yararlanacaklardı. Aynı mantıkla, geçmiş
kuşakların, gelecek kuşakların aracı oldukları söylenebilirdi.
Kimilerinin “ilkel sürü” dediği sınıfsız toplumda, insanların amacı neydi? O
amaçlarının araçları nelerdi? Amaç, sürü müydü, biri miydi? Sürü daha çok içlerinden

www.altinicizdiklerim.com 7
birilerinin amaçlarına hizmet edecek biçimde örgütlenmiş olabilir miydi? Elleri vardı, kolları
vardı. Bacakları, ayakları ve elinde el baltası. Bu araçlarla öldürdüğü hayvanlar da araçları
sayılırdı. Ayrıca, zaman zaman öteki toplulukların insanlarını da yenebilen araçlar gibi
gördüğü olabiliyordu. Demek ki, kendisi ve kendi topluluğu amaç, bunun dışında kalan her
şey araç idi. Bunun gibi, öteki toplulukların insanları da kendisini araç olarak görmüş olmalı.
Bundan çıkarılacak bazı sonuçlar vardı: İnsan başkalarınca araç olarak görülmek
istemiyorsa, başkalarına araç işlemi göstermemeliydi. İnsanlar, amaç anlayışlarını
“genişletmeli” ve “yükseltmeli” idi.
Tüm bu mitoslara bakılırsa “yaratma” denilen şey, yoktan var etme değildi. Bir
amaca ulaştıracak araçların kafada canlandırılmasıydı. Sonra elde yapılıp, ortaya
konmasıydı. Ya insanın ilah biçiminde yaratıldığı yolundaki sözler ne anlama gelmekteydi?
Ozmos Kronos'a göre bu sözler, insanın asıl yaratıcı olduğunu göstermekteydi. Bu yorumu
Ozmos Kronos'dan çok önceleri, kimi tarihçiler de yapmışlardı. Kimi bilginler de
söylemişlerdi. Kimi filozoflar da görebilmişlerdi? Organik Devrim'in ilk günlerinde bile, bir
ilahçı filozof şunları söyleyebilecekti:
“Her zaman ve çoğu kez yürekten inanmaksızın, ilah suretinde yaratıldığımızı
söyledik durduk. Bu, insanın, doğası gereği, yaratıcısı gibi bir yaratıcı olduğu anlamına
gelir. Öyleyse bugün ya da yakında, geleceğin insanını yaratabileceğimizi öğrenince, neden
ürperiyoruz? Bize düşen görev, daha tamamlanmamış, hala evrim göstermekte bulunan
insan doğasını yaratadurmaktır”.

Görünmez araçlardan biri olan inanç boyunduruğu, insanın kafasını iğdiş ediyordu.
Birine bir kez geçirilince, o kimse buyruklara, boyunduruğa gerek olmadan boyun eğiyordu.
Bu inançlar, şöyle bir mantığa dayanmaktaydı: İlahlar insanları kulları olarak
yarattılar. Kendilerine, yaradanlarını şükran borcu olarak kurbanlarla, adaklarla besleme
görevi yüklendi. Ayrıca, tanrıların her türlü ayak işlerini göreceklerdi. Görevlerini yerine
getirmeleri gerekti. Getirmezlerse, onları nasıl yaratmışlarsa, öylece yok edebilirdi.
Ecelleriyle ölseler bile, kendilerinden, öldükten sonra da, hesap sorulabilecekti. Görevlerini
hakkıyla yerine getirenleri ise, bu dünyada bol ürün ve bol çocukla ödüllendireceklerdi. Ne
bol ürün alabilip ne bol oğul edinebilenleri ise öte dünyada ödüllendirileceklerdi. Bu
yöntemlerle, insanlara bir de ölüm korkusu anımsatılmış, ölümsüzlük umudu sunulmuş
olmaktaydı. Özetle: ölüm korkusu, ölümsüzlük umudu, ödül umudu, ceza korkusu. Bunun da
özeti: “umut ve korku”. Romalı bir “çoban” olan Polybios dememiş miydi: “Sürüler
korkuyla ve umutla güdülür”.
Efendi – Kul İlişkisi
İlahçıların “ilah-kul”, “insan-insan” ilişkilerinde ileri sürdükleri düşünceler, şöylece
özetlenebilirdi: “Tüm insanlar tek bir yaratıcının kulu olurlarsa, kullukta birbirlerine eşit
olurlar. Kulun kulu olamayacağına göre, kimse kimsenin kulu olmaz”.
Ozmos Kronos öfkelenmişti. Kanıtlarını ardarda diziyordu: “Ya bu dünya-öte dünya
ilişkisindeki çarpık anlayışınıza ne demeli? İnsanlara, avutmak için bu dünya yaşamının bir
sınav olduğu düşüncesini veriyorsunuz. Bu dünyayı bir “sınav aracı” durumuna
indiriyorsunuz. Böylece insanı, kendisine “araç” işlemi çekilince, bunu yadırgamamaya
hazırlamış oluyorsunuz. İnsanların hayvan gibi kullanılmalarına göz yumup “bu da bir
sınav” diye boyun eğmelerini sağlamış olmuyor musunuz? Mutluluk manada diyor, insanları
maddeyle sınıyorsunuz. Bu dünya cehennemi yaşattığınız uşağınızı, öte dünya cenneti ile
avutuyorsunuz. İyi bir insan neden her iki dünyada birden mutlu olmasın? Sonra, sınavın,
yaşam boyu sürmesine gerek var mı? Bu dünyada insanlara zorbalık eden birçok kimse

www.altinicizdiklerim.com 8
neden hem zorbalıklarını sürdürebiliyor hem de yaşamı boyunca rahat içinde yaşayabiliyor?
Neden bu kimselerin cezaları “tecil” edilip, öte dünyaya erteleniyor. Başkalarınınki bu
dünyada kesiliyor, neden? Böylece insanlarda “ilahi adalet” denen şeye olan inanç neden
sarsılıyor? Hem bu dünyada hem öteki dünyada mutlu olmak yasak mı değil mi? Yasak
olmadığına göre, her iki dünyada mutlu olma olanağı neden yalnızca varsıl dindarlara
tanınıyor? Çifte mutluluk, yoksul sofulardan neden esirgeniyor?”
İlahın kulu olurlarsa, bütün insanların birbirlerine eşit olacakları savı da işin
safsatasıydı. İlahiye düzenin uygulandığı toplumlarda da, birileri birilerini köleliğe
düşürmüştü. İlah (öyle biri varsa) bu durumda “benim anayasamı nasıl çiğnersiniz?” diye
niçin küplere binmemişti? “Benim kullarıma nasıl el koyabilirsiniz?”dememişti. “Benim
kitabımı nasıl çiğnersiniz” diye onları kitabının üzerinden itmemişti. Onları, ne engellemiş
ne çengellemişti. Geçmişte, tanrının vekili olduğunu söyleyenlerin vekillerinin bile köleleri
vardı. Sözde onlara iyi davranıyorlardı. Peki ya köle gemileri Amerika'ya hayvan taşır gibi
köle taşırken, yelkenlerini şişiren yelleri niçin esirgememişti. Esirgeseydi, gemileri
gidemezdi. Tacirler de korkar, köleleri salıverirlerdi. Zarar etmektense kölecilikten
vazgeçebilirlerdi. Ne var ki köle tacirlerini ve köle gemilerini engelleyen hiçbir “takdiri
ilahi” görülmemişti. Görülmeyince de köle gemilerinin ardı arkası kesilmemişti. Ne de olsa
taşıdıkları dinsizdi (!) Kimilerinin gözünde insan bile değildi (!) Amerika, Hiroşima'ya
bomba atarken ilah neredeydi? Sahi, Ozmos Kronos, tarih dergilerinden birinde karşılaşmıştı
bu düşünceyle. Belgeliğini karıştırdı ve buldu. Yazının başlığı “Hiroşima Bombalanırken
Tanrı neredeydi?” Bildi bileli bu soruya hiçbir ilahçı, doğru dürüst bir yanıt verememişti.
Haydi, ders olsun diye, Hiroşima'ya atılanın düşmesine izin verdi diyelim. Nagasaki'ye
atılanı, yerden sözgelimi 100 metre yükseklikte durduramaz mıydı?

Özetle, ilahiye düzenine göre, ilah (Rabb) “efendi” bütün insanlar, ilahın önünde
“köle” (kul) idi. Efendi, amaçtı; kullar bir bakıma onun araçları.
Tek İlah Tek Silah
Her sınıfsız topluluğun bir totemi vardı. Çok halklı, sınıflı topluma geçilirken
buyrukçuluğa yükselen topluluğun totemi, daha sonra ilahlığa yükseltiliyordu.
İlk sınıflı toplum olan kent devletlerinde, her ilahın bir kenti vardı. Zamanla, öteki
kentlerin de koruyucu ilahlarının bulunduğu anlaşıldı.
Gerçekten, ilahçılar, nicelikten ödün vere vere, ellerinde tek ilah kalacak noktaya dek
geriletilmişti. Bu durum kendilerine her iyiliğin ondan bilinmesi gibi bir üstünlük sağlıyordu.
İlahlaştırma, totemlikten ilahlığa yükseltilen hayvanlarla başlamıştı. İnsanların
ilahlaştırılmasıyla sürmüştü. İlahların insanlaştırılması noktasına dek gelmişti. Bu yollarda
ilahlar, çok zengin niteliklerle donatılmıştı. Bu nedenle, mitoslar, ilk Kutsal Kitaplar, birer
edebiyat başyapıtıydı. Tarihi, tepe takla da olsa yansıtmaktaydılar. Okumasını bilenler için,
tarih demektiler. İnsan-doğa, insan-insan ilişkilerinin ipuçları izlenebiliyordu.
Son Nebi, son Kitap savlarına gelince: Dünyanın sonu gelmedi ki Son Nebi gelmiş
olsun. İnsanlığın daha sonraki reformcularına, Nebi değil, başka sıfatlar verildiğinde ses
çıkarmamaktasınız. “Nebi” dendiğinde “yalancı nebi” olarak suçlamaktasınız. Nebilerin
sonuncusunun Son Nebi olup olmadığı, gelecek yaşanmadan kanıtlanamaz. Oluşum
sürüyorsa, değişme, tarihte kalmış bir Kitap ile durdurulamaz.
Ama insanların amaçları ve araçları konusunda şu sözler onun sözleri: “Ey
İsrailoğulları... Sizi herkesin üstüne geçirdiğimi hatırlayın”. “Biz sizi korku, açlık ve mahsul
kıtlığı ile imtihan ederiz”. “Kadınlar sizin tarlalarınızdır, tarlanızı dilediğiniz gibi ekin”.

www.altinicizdiklerim.com 9
(Anlayamadım, kadınlar burada amaç mı araç mı?) “Erkekler kadınların koruyucusudur
(demek amaç kadınmış) çünkü Allah onları (kadınları değil erkekleri) üstün kılmıştır”. (Yok,
kadın amaç değilmiş, “onlar”dan amaç erkeklermiş.)
“O size sizden misal verir, size rızk olarak verdiklerimize köle ve cariyeleriniz ortak
olur mu? Birbirinizden korktuğunuz kadar onlarla müsavi olur ve onlardan korkar mısınız?”
“Orada nefsinizin dilediğini bulacaksınız, dilediğiniz her şeye kavuşacaksınız” (Amaçlar öte
dünyaya ertelenmiş) “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etmeleri için yarattım”
Sınıflı toplum “ilahiye”, “silahiye”, “ticariye” olmak üzere üç dönemi yaşamıştı. Her
dönemde amaç-araç ilişkisi farklı görünümler almıştı. Bu farklılığın altında, üretim ve
yönetim düzenlerindeki değişiklikler yatıyordu.
Sınıflı toplumun, “sap saman” üretildiği döneminde, tüm “ilahiye” katmanı, birlikte
buyrukçuydu. Toplumda sap saman üretilip, din iman tüketiliyordu. İlahlar efendi, insanlar
ilahların kullarıydı. Demek ki, ilah amaç, insan araç idi.
Ticariye, ilahı ve silahı tahttan indirip para denen putu tahta çıkarmıştı. Para, görünür
araçlar kadar görünmez araçlar yerine kullanılabilen bir niteliğe sahipti. Sessiz araçlar kadar
çok sesli araçlar yerine konabiliyordu. Böylece, kölelik kaldırılmış, ama köle gibi adam
çalıştırma olanağı alıkonmuş oluyordu. Köleliğin kaldırılmasından önce bir silahçı, yaşamı
boyunca, kullansa kullansa, on, yirmi, bilemedin yüz köle kullanabiliyordu. Bir ticariye ise,
çok daha fazla emekçiden yararlanabilecekti. Kendisine “özgür emekçi” deniyordu. Buna
bakıp özgür olduğunu sanıyordu. Arada sırada yaptığı kaçamakları, arada bir aldığı izinleri,
özgürlüğünün kanıtı sayıyordu. Ufak tefek amaçlarına ulaşmasına yetecek olanaklar
sağlanınca “araç” olduğunu unutabiliyordu. Edinmesine izin verilen bazı araçlara dayanarak,
kendisinin “amaç” olduğuna inanıyordu. “Amacın ne?” denince, ufak tefek hedeflerinden
söz ediyordu. Ya da boyundan büyük düşlerini, amaçları olarak gösteriyordu. “Bu amaçlara
ulaştıracak araçların nerede?” diye sorulunca “bir gün bana da çıkabilir” diyordu. Ve de “gün
gelir, ben de canlı araçlar kullanabilirim” diye kendini avutabiliyordu. “Düzen yıkılırsa, bu
şansını yitirirsin” dendiğinde, korkuyordu.
Umutlarını yitirmemek için, düzene dört elle sarılıyordu. Böylece “düzen düşmanı”
olarak gösterilen eski arkadaşlarına karşı silaha sarılabiliyordu.
Sınıflı toplum, bazı katmanlar için de olsa, araçlarda ve amaçlarda görülmedik bolluk
yarattı. Ama hiçbir katmanda araçlara ve amaçlara oranlı mutluluk yaratamadı. Bolluğun
insana mutluluk getirip getirmediği sorgulanmaya başlandı.
Sonuç olarak, sınıflı bolluk toplumunda, sınırsız amaçlar için, onursuz bir yarışa
girişildi. Amaca ulaşmak için her araç geçerli sayılınca, gerisi geldi: İnsanlar, ister istemez,
daha fazla üretmek zorunda kaldı. Ellerindeki araçlar buna yetmeyince, birbirlerinin
araçlarını ellerinden almaya kalkacaklardı. Özür hazır: “ben onunkini almasaydım, o
benimkini alacaktı”. Bir kimsenin araçlarını elinden alırken, o kimseyi amaçlarına
ulaştıracak olanakları da alınmış oluyordu. Bu onları, ister istemez, amaçlarından yoksun
bırakıyorlardı. O kimseler ise, amaçlarını vermektense, canlarını vermekten
kaçınmayabiliyorlardı.
Gereksinimler Gırtlaksızdır
Bu yarışa bir de ad konmuştu: “Gırtlak gırtlağa yarışma” (İng. Cut throat
competition). Bu, Lat. Homo homini lupus (insan insanın kurdudur) deyişine ne kadar
benziyordu. Nasıl olur? Bu deyişi ortaya atan düşünür, onu, ilkel insan sürüsünün yapısını
betimlemek için kullanmıştı. Deyiş, ilkel sürüyü kurt sürüsüne benzetmeye dayanıyordu.

www.altinicizdiklerim.com 10
İnsanların, ilahlardan ve ilahçılardan kurtulmaları farklı toplumlarda farklı
dönemlerde gerçekleşti.
Ellerinden ilahları alınan insanlar, oyuncakları alınan çocuklar gibi hüzünleniyordu.
Silahları teslim alınan silahçılar gibi, ortalıkta şaşkın şaşkın dolaşıyorlardı. Şaşkınlaşacak ne
var? Yazgılarını ilahın elinden kurtardıklarına göre, kendi ellerine alabilirlerdi. Peki ama
yazgılarını hangi amaçlara ulaşmayı hedef alarak yazacaklardı? İşte bunu bilmiyorlardı.
İlahiye döneminde, işleri bir bakıma kolaydı. Kendilerine “amaç şu, sana düşen görev bu.
Şunları şunları yap, şunları şunları yapma, deniyordu. Örneğin, günde beş vakit ye iç, çök
kalk. Görevini yaptın, amacına ulaştın. Git huzur içinde yat” deniyordu. Şimdi ise,
sorumluluklarını üstlenip, amaçlarını kendileri saptayacaklardı. Neleri yapıp neleri
yapmayacaklarını, kendileri kararlaştıracaktı. Önceleri, herkes ayrı ayrı, çeşitli amaçlar
ardına düştü. Daha sonra amaçlar birleştirilmeye başlandı. Gene de, kimileri amaç insandır,
kimileri birey, kimileri toplum, kimileri sınıf, kimileri ırk, kimileri ümmet, kimileri millet,
kimileri amaç, insanlık dedi.

SONUÇ
Büyük Patlama'nın öncesini bilemiyoruz. Büyük Patlama olayının ise, ipuçlarını
yakalayabiliyoruz. Onun ürünü olan madde, enerji ve devinim ortada. Ve bunlar ereksel
değil, nedensel bir nitelik göstermekte. Tanrı öyle istedi diye bir madde yoktan var
olmamakta. Ne de var olan yok olmakta. Cansız doğanın kendisinin ereği olmayacağı gibi,
insan dışında, onu ereğe yönelten bir yaratıcı da görülmüyor ortalıkta diye düşünüyordu
Ozmos Kronos.
Canlı doğaya gelince, şunlar söylenebilir: Maddenin karmaşıklaşarak evrimi, bir
“gizilgüç” bir “olanaklılık”.
Yaşam, bir bakıma rastlantıyla oluşmuştu. Bunun bir sonucu olarak belki, canlılık,
maddenin geçici bir konumu olagelecekti. Elverişli rastlantılar birleşimi bozulunca, canlı
madde de bozulacaktı. Karmaşık örgütlü bileşikler organik dünyadan inorganik dünyaya geri
dönmek durumunda kalacaktı. Canlılığın mayasında, zorunluluk ve rastlantı ilişkileri vardı,
Ozmos Kronos'a göre. Gerisinde, amaçlı bir yaradan; yapısında ereklilik arama.

“Canlılık bir tutsaklık mı?” diye sordu Ozmos Kronos, kendi kendine. Kendi
yanıtladı: “Daha önceki düşüncelerimi açıklarken çoğu kez yaptığım gibi, alegorik alınmak
koşuluyla, diyebilirim ki 'canlılık bir tutsaklık' konumu idi ve hep öyle kaldı: “Yaşama
tutsaklık”. Bunun böyle olduğu, bilinçli varlıklar oluştuktan sonra daha iyi anlaşılacaktı.
Cansız doğada olduğu gibi canlı doğada da neden-sonuç ilişkisi geçerliydi. Hatta
bilinçli doğada, yani insanda bile oluşum, neden-sonuç ilişkileriyle işlemekteydi. Bir başka
deyişle, determinizm rayı üzerinde gidip gelmekteydi. Bu durumda, yaşamımız,
zorunluluktan başka bir şey olarak görülebilir mi? Özgürlükten söz edilebilir mi? Amacımızı
seçmemizi sağlayacak özgürlüğümüz yoksa; neyimiz var? Bize küçük küçük de olsa amaçlar
(ya da görevler) dağıtan bir büyük amaçlı yaradan da bulunmadığına göre! İnsanın,
toplumun, insanlığın amacından söz edilebilir mi?
Yanıt, insanın neden-sonuç ilişkilerinin bilincine ermesinden gidilerek
geliştirilebilirdi. İnsan “çoklu” neden-sonuç ilişkileri dünyasında yaşıyordu. Birçok tarihsel
nedenin “belirlediği” oldukça “ağır bir sonuç” idi.

www.altinicizdiklerim.com 11
İnsan, neden-sonuç ilişkileri dünyasını kavrarsa, zaman zaman bir şeyin olmasını ya
da olmamasını sağlayabilir. Geçmişten gelişin ve geleceğe gidişin yönünü kavrayabilmişse,
eylem planlayabilir. Kendisine, günlük gereksinimlerini ve küçük isteklerini karşılamaktan
öte amaçlar edinebilir. Yeteneklerini geliştirecek “büyük amaçlar seçme” özgürlüğüne
erebilir. Sonuç olarak, insan kendi amacını yaratabilir. Öyleyse insan kendini yaratabilir.
Yaratmıştır, yaratmaktadır, yaratmalıdır. Ve insan bunu ancak, ne bir ilahın ne de başka
insanların aracı değilse başarabilir.
“İnsanın seçebileceği büyük amaçlar nelerdir?” diye düşündüğünde, bu parlak
düşüncelerini bulutlar kapladı. İnsanın amacı, Ozmos Kronos'a ilk elde doğasının önündeki
engelleri kaldırmak olarak göründü. Organik Devrim'e dek insan, doğasını kendi
seçemiyordu. Verili doğuyordu. Organik Devrim'den sonra bile insan, dünyaya gelirken,
doğup doğmamaya karar verme durumunda değildi. Bu durumda, varolmuşluğun tutsağı
değil miydi?
İnsanın bir amacı da “amaçlarını seçmede özgür olmak” olsa gerekti. Bir başka amacı
“mutlu olmak” gibi görünüyordu. Ama mutlulukla amaca ulaşma arasında, sanki ters bir
ilişki vardı. İnsan amacına ulaşırsa mutlu olacağına inanıyordu. O amaca ulaşmaya
çalışırken, az çok mutlu olduğunu sanıyordu. Amacına ulaşınca, sanki amacı sönüyordu.
Çekiciliği ölüyordu. O zaman yeni bir amaç ardına düşüyordu. Amaçlar tükenince yaşamın
bir serap olduğu mu anlaşılacaktı? Yoksa insanlığın her adımı, bir sorunu çözerken bir başka
sorun mu yaratmaktaydı?
İnsan konaktan konağa koşuşturan bir postacı atı mı? Ve her konakta, ancak bir
sonraki konağa koşmak için güç toplayacak kadar kalabilen sabırsız bir doğası mı var? Bu
soruların yanıtlarının aranması, insanı bir yerlere ulaştırabilirdi. Yaşam, amaçlardan çok,
amaçlar arasındaki yaşam parçalarından oluşuyorsa, ilgisini bu noktaya yöneltmeliydi.
Koşarken ne yapıyordu? Yani bir amaca ulaşmak için çabalarken yaptığı neydi?
Üretmek ve tüketmekti.
Yaratma eylemine gelince, Ozmos Kronos'a, insana en çok yaraşan amaç olarak
görünüyordu. Maddeyi düşünceye dönüştüren tek canlı oydu. Böyle bir canlıya yaratıcı
denebilirdi. Çünkü maddenin yanına yeni bir şey olarak düşünceyi koyuyordu. Dolayısıyla,
düşünen yaratan demekti. Ama burada da bir pürüz vardı. Kabul, bu varlık, bilinçli bir
yaratıcı tarafından yaratılmış değildi. Yani herhangi bir yaradanın kuklası sayılmazdı. Ama,
doğa tarafından var edilmişti. Bu durumda, insanın her yaratısı, bu varoluşun bir ürünü
olarak görülebilirdi.

Düşüncelerinde ne zaman yaratma konusuna yaklaşsa, karşısına insanın


varolmuşluğu gerçeği dikiliyordu. Yaratma ne kadar özgürlük kavramına yakınsa, yaratılma
da tutsaklık kavramına o kadar yakındı. İnsanı gerçekten bir tanrı yaratmış olsaydı, insan
onun mutlak kölesi olurdu. Yaratılış mitosu “Enuma Eliş” de de öyle denmiyor muydu?
Ozmos Kronos “acaba bütün insanlar yaşama tutsak mı?” dedi. “Dolayısıyla bütün
değerler, bütün amaçlar bu tutsaklık sınırları içinde mi?” diye ekledi. Öyle ise, ne tam bir
özgürlükten ne de tümüyle özgürce seçilmiş amaçlardan söz edilebilir mi? Yaşama gelişi
sırasında insana “kendi isteğinle mi geliyorsun?” diye sorma olanağı yoktu. Ama yaşamdan
gitme konusunda vardı. Kimileri, yaşamdan zorla ayrılıyordu. İstememelerine karşın,
yaşamdan ayrılmak zorunda kalıyor ya da zorunda bırakılıyordu. Onların yaşayıp yaşamama

www.altinicizdiklerim.com 12
kararında özgür oldukları söylenemezdi. Kimileri ise, yaşamak istememelerine karşın,
yaşamdan ayrılamıyorlardı. Onların da yaşam karşısında özgür oldukları söylenemezdi.
Yaşamayı amaçlamadığı halde, yaşamama seçimini yapamayan, yaşama tutsak
demekti. Çoğu insan da böyleydi. Ve tutsağın, bir özgürlüğü, olumlu bir amacı olamazdı.
KİM BU ADAM ŞENEL?
DOĞUMU, bir Rum evinde oldu. O doğarken babası, İkinci Dünya Savaşı nedeniyle
çağrıldığı yedek askerlik nöbetini tutmakta olduğu Çanakkale Boğazı sularında boğulmaktan
kıl payı kurtuluyordu. Bir hafta süreyle, anasının, sütü yanı sıra kan ve irin emdiği hasta
göğüslerine sülük gibi yapışarak yaşama tutunmaya çalıştı. Sonra, kan ve irinle birlikte insan
sütünü de burnunun tersiyle itti. Belki bu yüzden ilerde insanların sömürülmesine karşı
çıkacaktı. Kanlı yiyeceklere ağzını bile sürmeyecek, kurban kavramından ve kurban
bayramından hoşlanmayacaktı. Savaşa karşı savaş açacaktı. “Hiroşima Bombalanırken Tanrı
Neredeydi?” diye bir yazı yazacaktı. Emek sömürüsüne, sınıf devletine sol gözle, evliliğe,
çocuk edinmeye soğuk bakacaktı.
ÜNİVERSİTEDE, her gün cebine attığı yüz gramlık leblebi bitene kadar başkentin
gecekonduları arasında dolaşırken, kafasında iyi bir toplum projesi geliştirmeye başladı.
Ama geliştirdiği ütopyadan başka bir şey olmayacaktı.
YAŞLILIĞINDA, bazı sorunların “çözümsüz” olduğunu, bazı sorunları
“çözemeyeceğini”, bazılarının ise aslında “sorun olmadıklarını” anladı. Her şeyin hesabını
yapan insanların pek yanaşmadıkları “yaşamla ve düzenle toptan bir hesaplaşma” gibi çetin
bir soruna el attı. Kafasına, “yaşadığımız kendi yaşamımız mı, yoksa bize verilen rolü mü
oynamaktayız?” sorusuna taktı. Ardına, “yazgımızı kendimiz yazabilir miyiz?” ve de “insan
amaç mıdır araç mıdır?”, “amaç araç ilişkisi nedir?” gibi soruları takıldı. Elinizdeki kitap,
böyle bir adamın, böyle bir kafanın, bu tür sorulara yanıt arayan sabuklamaları.
ÖLÜMÜ yetmiş beşinden önce gelmezse, adını Pessimus Pessimismus koyacağı
“son” yapıtında, birikimini yaşam deneyiminin vargılarını ve düşün deneyiminin yargılarını
ekleyerek olduğu gibi gelecek kuşaklara aktarabilmek umuduyla YAŞAMAKTA.
KAYNAKÇA
OZMOS KRONOS-Adam ŞENEL
1. Baskı: Ayrıntı Yayınları, Ocak 1993
2. Baskı: İmge Kitabevi Yayınları, Eylül 2009

www.altinicizdiklerim.com 13

You might also like