You are on page 1of 39

Von der Goltz Paşa

Devlet-i Alîye’nin Zaaf ve


Kuvveti

Mütercimi

Zaim zâde Hasan Fehmi

Yazı Çevrimi :M. Gürhan BAŞARAN


Wilhelm Leopold Colmar Freiherr von der Goltz
12 Ağustos 1843-19 Nisan 1916
Memleketimize pek büyük hizmet etmiş olan von der Goltz Paşa Yunan
Muharebesi'ni müteakkip, Berlin'de intişar eden <Doyçe Rondşau>
mecmua-ı şehriyesinde (1897 teşrinevvel nüshası) "Devlet-i Aliye'nin Zaaf
ve Kuvveti" ünvanı altında uzun bir makale neşrederek irad ettiği efkâr-ı
sâibe1 ve malumat-ı amika ile umumun nazar-ı dikkatini celp etmişti.
Makale-i mezkureyi evvelce lisanımıza nakletmiş ve ancak bundan üç sene
evvel burada haftada bir çıkarken tatil edilen "Türk"de tefrika suretinde
meşretmeye muvaffak olmuştum.
Devr-i hazır-ı hürriyetten bilistifade ayrıca risale şeklinde tab' ettirerek bütün
Osmanlılar'ın nazar-gâh-ı vukûfuna arz etmeyi münasip gördüm. Muhterem
generalin hayırhahlığına ve alicenabane bir hüccet-i belge teşkil eden şu
makaleyi okurken hakkında derin bir hiss-i şükran duymamak kabil değildir.
Pek derin düşünen bu zat bizi de düşünmeye davet ediyor. O halde biz de iyi
düşünelim.

Teşrin-i sani 1325- Mısr-el'kahire


Zaimzade Hüseyin Fehmi
DEVLET-İ ALİYE'NİN ZAAF ve KUVVETİ

Memalik-i Osmaniye'de terakiyat-ı ciddiyenin müstehîl2 olduğuna ve


İslam'ın düşman-ı ta'lim ve tenvir bulunduğuna dair etrafa yayılan efkarın ne
mertebe sathî olduğunu, Hıristiyan Alemi'nde şarkı bugün en iyi
tanıyanlardan Vambery bir sıra asâr-ı mergûbesinde3 ispat etti. Kendisinin
mülâhazâtı kırk senelik, benimki ise on dört senelik bir devri ihtivâ ediyor.
Mehâfil-i muhtelifenin hayat-ı hâne-gî4 ve ictimâiyesine nüfûz etmeye o
muvaffak olduğu halde ben ber-müktezâ-ı meslek dış yüzeyini görüp
münhasıran meslektaşlarla ülfette bulundum. Ama on iki seneden fazla bir
müddet faaliyet esnasında gözümün önünden geçen alaim-i der-pîş-i5
mülâhaza edince ben de aynı netâyice destres oluyorum. Türk Kavmi'nin
tabakat-ı bâlâsında, ezcümle gençleri meyânında tekmil ile suret-i halisanede
medeniyet-i garbiyeye iltihak etmek ve istifadede bulunmak şevk ve gayreti
hükümran idi. Garba imtisâlen6 maddi ve manevi tekmil cidâl-i avâlim-
şumûlüne iştirak etmek arzu-u ateşini kendileriyle münasebâtım olan
gençlerin hemen hepsine nefh-i7 rûh ediyordu. Nezaret-i müşterekeme tevdî'
edilen mekâtib-i askeriyenin 1 gördüğü rağbet-i şedide sırf harici bir nişane
olmak üzere telekki edilebilir. 1885-95 senelerinde mû'essesât-ı mezkûre
şakirdanı adedinin 4 binden 14 bine bâliğ olması husule gelen terakkiyât
zemininin hayli vâsi' olduğunu gösterir. Her ne kadar vatan ve millet sözleri
bâlanın hedef-i kin ve zülmü olmakta idiyse de yine uyanmış olan habb-ı
vatanın husus-u mezkûrede dahl-i küllisi vardı. Pek ziyade dal ve budak
salan bu intibahın son sebeblerini keşf etmek intibah-ı marabayanın
mevcudiyetini tastikden daha güçtür.Evvel-bâ-evvel Kemal Bey gibi
pîşvâyân-ı8 fikretin bunda hisse-i iştirakleri vardı. Sonra da Rusya
Muharebesi'nin hitâm-ı felâket encâmı gönülleri pek amîk surette
zedelemişti. Düşmanın İstanbul kapılarında zuhûru gözü görenlerin
kaffesine hakimiyet-i Osmaniye'nin izmihlâl-i tammı tehlikesini yakından
göstermişti. İşte bu ihtar, devletin halâsı için ne lâzımsa yapılsın arzularını
tevlîd etti. Aynı fikir genç, ihtiyar zabitan ile görüştüğümde "bizim bir kere
daha mukavemet edebileceğimizi zanneder misiniz?" diye bana tevcih
ettikleri pür havf su'alden tezâhür ediyordu. "Yirmi milyondan fazla hadd-ı
1
1883 senesinde hzimet-i Devlet-i Aliye'ye dahil olduğum zaman tedrisat-ı askeriye
nazır-ı umumiliğine tayin olunmuştum.
zatında bir olan bir kavmin büyük milletleri ribka-i9 hakimiyetine geçirecek
kuvveti hâiz olmasa bile düvel-i mezkûrenin en kuvve-el-şekimesine kendi
topraklarında yine galibane mukavemet etmek için kâfî dercede kuvveti
olduğu" yolunda verdiğim cevap pek çok def'a bedbinlikle telakki edilmekle
beraber memnuniyetle dinlenirdi. "Bugünkü efendi ve paşaların hamiyet-i
Osmaniye'den vâye-dârdırlar10. vatanlarının ma'rûz olduğu hatarı11 biliyorlar.
Esna-i müsâhabâtımda evvelki meskenet ve uyuşukluk yerine candan,
gönülden hürriyet ve zamana muvâfık bir tarz-ı hükümete nailiyet arzuları
kaim olduğuna bir kanaat-i kalbiye hasıl ettim. Vambery'nin sözlerini
benimseyeceğim. Hiç şüphe yoktur ki şu son on sene devletin dahilen
takviyesine ve haricen şan ve itibarının iade ve teşyîdine - belki de bu ana
kadar emsali görülmemiş surette- muvâfık bir devir teşkîl etmiştir.

Henüz hitam bulan Teselya Muharebesi bundan bir nebzedir. Burada


meydana çıkan kuvvet al'el-ekser yeni olarak gösterilmek isteniliyorsa da
mukârin-i12 sıhhat değildir. Bilcümle mâfevk amirler eski zaman ve eski
mektep mahsulu idi. İntizarın hilafına olarak pek çok şeyin eskisinden daha
iyi çıkması esasen bir miktar gencin el birliğiyle işe karışmaları neticesidir
ki muhârebenin devam ettiği müddetçe bunun tesiri görülmüştür.

Yunanistan ilan-ı harp etmeksizin arazi-i Osmaniye'yi, Girit'i istilâ ile devlet
her mersideyi cane-kâr eder bir surette sarakaya alınca -ki bu hukuk-u
umumiye nokta-i nazarından cây-i tefekkürdür- hükümet tekalîfine bütün
halkın suret-i icabatı biraz intibâh-ı milliye delâlet eder. Son senelerde
yerlerinden yurtlarından çok def'a cuda edilip işlerinden mahrûm bırakılan
bu müdâfiin, bilâ cebir ve tazyîk yeniden halifenin emrine itâat ettiler.
Ahalinin her tabakası ordunun techîzine, neferâtın it'âmina, yaralıların
müdâvâtına13 yardım ettiği gibi Bâb-ı Seraskerî de masârifât-ı seferberîyi
kısmen hususi sandıklarından tesviye edebildi. Bu hususi sandıkları padişah
zaptettirince hiç bir taraftan ses çıkarılmamıştı. Zabitan ve neferat maaşsız,
ailelerine medâr-ı istinâd olacak bir şey bırakmadan harbe gittiler. Lakin
devletin bulunduğu hal karşısında herkes bunu tabii bularak kimse
sızlanmadı. Ahiren bir silâh tecrübesi yapmak iktizâ edince ahalinin her
tabakası fedâ edilebilecek ne varsa etti. Bu bâbda şâyân-ı zikir bir
mukavemet ve muhalefet kimsenin mesmûu olmadı.

Bu husus ile tâ'kip eden hidemât-ı cengâverâne ile ihtimâl ki bir zaman-ı
muvakkat için "hasta adam" ta'birini hükümden iskât ile Avrupa
gazetecilerinin vâhimesi kanatlarını kırpar. Bunlar ahîren Memleket-i
Osmaniye'nin taksimi planlarıyla uğraşıp Afrika'ya heyet-i seferiye-i
askeriyenin gönderilmesi gibi mümkünâttan imişcesine bilhassa
Almanya'ya bol keseden Anadolu'nun bir kısmını işgal etmeyi tavsîye
ediyorlardı.

Fakat evvelce de göze çarpan su'i-ahvâli harici tereddüt ve zaaf, dahili


uyuşukluk alaimini görerek yine mu'âheze uyanacak ve Türkiye'nin
yaşamağa kabiliyeti, bekâsı imkânını zâhiren reddi nâkâbil bir takım
edilleye14 istinaden yeniden nefy edecektir.

Çok def'a tekerrür edecek olan bu tebâyün-ü15 ahkâm ma'lum Vambery'nin


ta'rîz ettiği millet ile hükümet-i hâzırası beynindeki farkı anlamaktan aciz
olan "esas mes'eleden bî-haber muâhezelerden" sâdır oluyor.

Ma'lûm Vambery'nin ispat ettiği vechile eğilmez, bükülmez bir mutlakiyet,


keyf, ve istibdat ve teceddütat-ı ciddiye ve hayriyeye karşı adâvât asârı -ki
fırsat düştükçe Avrupa'da bihakk16 tezyîf edilip layık olduğu hiddeti celp
etmiştir.- bizde olduğu gibi Türk alem-i arifânında da aynı suretle düçar-ı
takbîh oluyor. "Alman ve Fransız matbuatının padişahın lehinde olan
beyanatı sarayın hoşuna gider. Osmanlı Milleti'nin değil. Necîp, müsta'id
lakin bedbaht olan bu milletin iyiliğini isteyen, millet ile bugünkü hakimini
birbirinden iyice ayırmalıdır." İşte koca müşteşrik efkârını bu suretle
topluyor. Efkâr-ı mezkûre benimkinden daha iyi olduktan başka herkese
daha ziyade bitarafane görünecektir. Çünkü hissiyat ve cûy-ı hakikatte alim-i
müşâr-il'leyhi ızlâl17 edecek hiç bir sebeb-i zâhirî yoktur.

Şimdi padişahın büyük ve pâk bir habb-ı vatan ile meşhun18 olup
muvaffakiyete yeniden o derece yardım eden harekete nasıl mukabele
ettiğini gözönüne getirelim. Gazeteler birçok tevkifattan, hususi muhakemin
teşkilinden, maznunların nefyinden yâhûd gaib oluşundan bahsediyorlar.
Bunda biraz mübalağa bulunsa bile hususi mektuplar sıhhatini kafi derecede
tasdik ediyor. Bütün bunlar haricen azıcık bir sebeb keşf edilemeden vuku
buluyor. Daha hiçbir suikast, hiçbir isyan görülmedi. Şevketmeab'a ve
irâdâtına kimse karşı koymadı ve yâhûd hiddetini mûcib olacak bir şey
yapmadı. Esas mesele sözüm ona "Genç-Türk Entrikaları"ndan ibâret ki
hadsiz hesapsız hafiyeler ve jurnalciliği san'at ittihaz edenler için bir
me'kül19 oldu. Meydanda olan faaliyet değil, belki temenniyat, âmâl, hayâl
daha fenası hükümet alehinde cesaret-i muhterizâne ile serdedilen
mu'âhezâttır. Harbin telaşlı günlerinde mübâhasâtın20 daha serbest yol alması
tabiidir. Bu yüzden o zamanki casusuluk ve raporculuk semerâtı artık
şebânı21 ta'zîb22 edenler tarafından iktitâf23 ediliyor.
Bilhassa payitaht ahalisine edilen nezaret, vesayet, dikkat bir "fuşe"ye şan
verecek bir asar-ı üstâdânedir.Daha bu bir çok yıl evvel o kadar şiddetli idi
ki Türk umerasından birinin: "Aleme tekmil bir millet-i usera temaşa-i
acaibini gösteriyoruz." yolundaki ifadatına medar-ı tasdik oluyordu.

Vukuat pek sathî olmayan bir müşâhidin enzârına yine hükümet-i hâzıranın
ahkâm ve desâtîr-i mer'iyesi ile Türk alem-i arifânı beynindeki uçurumu arz
ve ifşâ ediyordu. Vukuat-ı mezkûre hal-i hazır-ı resmîye nazaran milletin
kıymet-i bâtıniyyesi ile tenvîre kâbiliyeti yâhût adem-i kâbilîyeti hakkında
verilecek hükmün çürük olacağını ispat ediyor. Evvelâ memleketteki batn-ı
hâzırın amâl-i necîbesi ve ulviyesini unutturarak irtidâda24 ve bittekerrür
manevî uyuşukluk ile hükümete bilâ mukavemet inkiyâda sevk edilip
edilemeyeceği takarrür edinceye kadar işin sonu beklenilmek ve hüküm tehîr
edilmek lâzımdır.

-1-

Bir milletin kıymet-i batıniyyesini hakkıyla tahlil ederek bu vechiyle


istikbaldeki tekamül-ü irfan payelerinden hangisini ihrâz edeceğini istinbât25
ve istidlâl26 etmek bir müdekkik için en güç vezâiftendir. Hadde-i tetkikten
geçirilecek alaim o kadar çoktur ki işin içinden şıkmak usul ve mümârese27
ile kâbil olur. Binâberîn ben bu cihete az yanaşarak mütehassısının hükmüne
istinâd ettim. Bir emniyet-i kâmile ile Devlet-i Osmaniye'nin devam ve
bekâsı hatta hâricen (.......)si sualine cevap verebileceğimi ve elde kalan ve
yâhûd da elde edilecek olan vesait-i kudret ve şevket hakkında oldukça tam
bir fikir peydâ ettireceğimi zan eylerim. Bu bâbda kabl'el-vukû' bir şey de
söylenilemez. Çünkü hayat-ı milelde tesadüfat bir rol oynadığı gibi ekserisi
değilse de çok şey re's-i kârda bulunan eşhâsın, bilhassa gelecek padişahların
elindedir.

Tesadüften ne kasdolunğunu izah için bir misal irad edelim: Boğaziçi hala
Karadeniz'e karşı açık bulunur2, hâlbuki Çanakkale Boğazı tedabir-i
müessire sayesinde müdafaa edilebilir bir hale vaz' olunmuştur. Bunu
İstanbul'da herkes biliyor. Boğazlar'ın bîtaraflığı diplomasi hayallerinden
biridir. O halde Türk Donanması sene-be-sene takviye edilen Rus
donanmasının - vakıa-i ahire ile bütün cihana ma'lûm olduğu üzere-
2
Mevcut olan birkaç sahil bataryası bir mukâbele-i ciddiyeye karşı herhalde pek
zayıftır.
geçemeyeceğinden Çar'ın bir emri üzerine Rus Donanması İstanbul'un
önünde lenger-endâz olabilir.

Binâenaleyh ahvâl-i hâzıraya göre hükümet ve devlet artık Rusya'nın eline


geçer ve şâyet düvel-i sâire müdâhalesi vuku' bulmazsa Rusya istediği gibi
mes'eleyi halleder.

Sultan Abdulhamid-i sânî yaşadığı müddetçe bu hâl devam edecek


görünüyor. Çünkü bunun kendi usul-i siyaseti ile irtibât-ı kâmili vardır.

Fakat şevket-penâh fikrini değiştirir ve yâhûd mümkünâttan olduğu veçhile


ehlâfından biri kimseye meçhul olmayan bu su'i-hâle atf-ı enzâr ederse
bunun bertaraf edilmesi hatt-ı zâtında kolaydır. Devletin mukavemete
kâbiliyeti o halde yalnız tezaif etmekle kalmayıp eskisi ile nâkâbil-i kıyâs bir
dereceye gelir. O zamana kadar bekâ veya inkırâz kaziyesi bir cümlede
bunca mesai-i necîbiyeyi akîm bırakacak bir istilâ-i nâgihâniyenin28 vukuuna
vâbestedir.

Bu gibi hesaba gelmez nâgihâni tecavüzattan bittabi mesrûdât-ı29


atiyyemizde sarf-ı nazar edilip vukuatın ağır ve rabıtalı olarak cereyan
edeceği farzolunmuştur.

26 Kânûnevvel 1699 da mün'akid olup Macaristan, Podolya, Ukranya ve


Azofi'yi galip ettiren Karlovic muâhdesinden itibaren devletin ahval-i
hariciyesinde asâr-ı tedennî30 rû-numâ oldu. Bundan sonra açılan her
muhârebe Bâb-ı Alî'nin arazi kaybetmesi ile neticelendi. Şevket-i
hariciyenin bu inhitâtı bazı def'a hâl-i tevkife getirildi ise de son 1878
darbesi hepsinden vahim çıktı, zira Avrupa Kıtası'ndaki hudûd devleti
payitahta hayli yaklaştırıp Balkan Şibe-Ceziresi'nde devletin elinde kalan
mülke öyle bir şekil verdi ki bâdî-i emirde bir istimlâk muvakkat gibi
göründüğünden komşuların sair hücûmlarına sebebiyet veriyor. Önüne
geçilemeyen bu tedennî en yektâ31 erbâb-ı hamiyetin kulûbünü bir hiss-i
nûmîdî32 ile meşhûn ederek zebûn hükmü eylemiş ve öyle bir bedbînlık
husule getirmiştir ki bu hal ihyâ-i devlet emr-i mühiminin adetâ düşman-ı
cânı kesilmiştir. Hakikatte mahvolmuş addedilebilen ancak bir teslimiyet-i
tamı gösterendir. "Koçyoşku" nun kendine isnâd edilen "Polonya bitti"
sözüne karşı bihakk protesto etmesi gibi Türkiye'nin bekâsını arzu eden de
herşeyden evvel İstanbul'da ale-l-ekser işitilen "Türkiye bitti" sözünü
şiddetle reddetmelidir.
Vakıa son iki asırlık zâyiât adeta nâkâbil-i itirâz bir hüccet kuvvetini haiz
olup "Bir zaman Viyana kapılarına Rusya bilâd-i33 baîdesine34 kadar tevsi'
eden ve ma’azelik35 düşmanlarının hücümlarına mukavemet edememiş olan
Türkiye, yarı arazisinin elinden çıktığı bugünkü günde mukâvemete nasıl
kâdir olur" kaziyesi pek sade ve doğru görünüyor. Lakin bunda bir hata
vardır.

Bunu anlatmakiçin kısaca devlet ve şevket-i Osmaniye'nin menşeine rücû


etmek taht'el-lazımiyettedir. Münakaşasına girişmeden tarihte müessir-i
azime ibrâz etmiş, sonra da kendi hatası ile, vahn-ı36 tedricisi ile, su'i idaresi
ile inkirâza yüz tutmuş bir millet-i azimeyi bütün mahiyeti ile gözümüzün
önünde zannediyoruz. Mekteplerimizde coğrafyanın Türkiye kısmı mütalaa
edilince, matbuatımızda "hasta adam"dan bahis geçince bunun aynını
isitiyoruz "tarih uydurulmuş bir masaldır". Bizden uzak olan memleketin
ahvâl-i sâbıkâsı hakkında da bir düstûr sarf ederek işin içinden çıkıyoruz.
Lakin yakından tetkîk edilince bunu sahîh bir yeri kalmaz.

Devlet-i Osmaniye'yi tesis eden toplu bir kavim, hatta büyük bir kabile bile
değildi, belki kaybedecek birşeyleri bulunmayıp çok şeyler kazanacak olan
küçük, cengâver, üteşebbis aşiretin başına geçmiş bir fâtih, Asya-i vüsta'lı
bir Ferdinand Kortez idi3.

Bu menşe daima unutuluyor. Halbuki istikbâl-i devlet bununla nasîbe-dâr


olmuştur.

Cengiz Han on üçüncü asrın bidayetinde Devlet-i Harzemşye'yi istilâ ile


münkariz ettiği zaman Oğuz-Tatar Kabilesi Reisi Kay-han Süleyman Şah
Moğol zulmünden kurtulmak üzere Horasan'daki me'vâlarını37 terk ile garbe
çekilip 1224 de Fırat'ın yukarı tarafında Erzincan Ahlât havali-i
münbitesinde tevettûn38 etti. Lakin reis ile aşiret daüssılaya müptelâ olarak
yedi sene mürûrundan sonra me’vâ-i kadîmelerine ric'at ettiler. Süleyman
Şah Fırat'ı geçerken düşüp gark olduğundan ıtbâyii ayrılıp oraya buraya
dağıldı.

Dört yüz çadır halkı Süleyman Şah'ın küçük oğullarından Ertuğrul Bey'in
idaresinde tekrar garba teveccüh etti. Bahtı yaver çıktı. Bîhude öteye beriye
dolaştıktan sonra Selçuklular'dan Alaeddin'e rast geldiler. Alaeddin müstakil
bir takım derebeyleri ile harbe tutuşmuş ve fakat düşmanın kesreti sebebiyle
3
Meşhur İspanyol kaptanlarından olup, Meksika'nın fâtihidir. (1470-1548)
fena bir mevkiide kalmış idi. Bunu görmesi üzerine Ertuğrul zayıf tarafa
geçerek dilâver bir bir cengâver olduğundan muharebeyi Aleaddin'in
muzafferiyetiyle hitâma erdirdi. Buna mükâfâten kendisine Aleaddin zapt
olunan beyliklerden Olimp Silsilesi'nin şarkında Domaniç, (......) ve Söğüt
dahil olduğu halde Karacadağ havâli-i mürtefiasını39 bahş etti. İşte (......-dâr)
olan bu mülk Al-i Osman'ın menşei ve Ertuğrul da bânisi olmuştur. Alelade
bir çadıra beş kişi hesap edilir. İki katı farz olunduğu takdirde bile dört bin
kişi çıkar ki bunlar şevket-i Osmaniye'nin tohumudurlar. Ertuğrul ve ve
hususiyle oğlu Osman sürâtle tarîk-i fütühatta hatve40-zen oldular. Selçuk ile
Bizans devletleri hududunda hüküm süren keşâkeş esnasında Ertuğrul ile
Osman'ın fiilen müdahaleleri ve rasîn bir hükümet-i cedîdenin te'sisi halk
tarafından bir nimet olarak hissedilmiş gibi görünüyor. Müşâr’il-leyhuma
gerek hristiyanlar ve gerek müslümanlar miyânında kendilerine müttefik
buldular. Bu ilk muharebâtta dinin tefrikaya bâis olacak bir sûrette hiç bir
gûnâ dahli yoktu. Vaktâ ki 1300 de Devlet-i Selçukiye yeni bir Moğol
istilâsına uğrayıp Sultan Aleaddin serkeş ümerası tarafından terk edilerek
Mihail Paleogolos'un sarayına kaçtı. Osman evvel gözden nihân olan
derebeylerin başına geçip şevket ve satvetleri enkazını zîr-i41 asâsında tevhîd
etmek zamanının hulûl ettiğini derk42 etti. Ama saltanat-ı kadimeyi yeniden
tesis etmeyerek Padişah-ı Al-i Osman namını aldı ve bu sûretle meydana
yeni bir fikir çıkardı. İşte o andan itibaren teşekkül üzere olan devlet için
İslamiyeti bir râbıta-i ittihâd ittihâz ile civâr Rum Beyleri'ni kabul-u İslam
etmek, cizye-güzâr olmak yâhûd mağlubiyete katlanmak beyninde
muhayyer43 bıraktı. Kendi muhibi ve kadîm silah arkadaşı Köse Mihal bütün
tevâbi' ile44 birlikte Hristiyanlık'ı terk etmek misalini gösterdi. Evrenos gibi
sair ekâbir de kendisine imtisâl ettiler yâhût cizye-güzâr oldular. Bu sûretle
sülâle-i cedîde hayli kudret ve satvet ihrâz etti. Daha Osman berhayat iken
1326 da oğlu Orhan Anadolunun en kuvvetli mahallerinden olan müstahkem
Bursa'yı zaptedip pâyitaht ittihâz etti. Moğollar çekildikten sonra Şelçuk
bakâyâsı olarak birtakım derebeylikler türemişti. Ez-ân cümle45 Konya şehr-i
atîki de müzâfâtından46 olup devlet-i kadîmenin devamı mesabesinde
bulunan Karaman, Germiyan, Karasi, Saruhan, Aydın, Sinop ile birlikte
Kastamonu, Sivas ve Sivas, Hamid, Menteşe, Likye ve Teke. Osmanlı
padişahları bütün bu derebeyliklerini bir miras ve meşrû bir şikâr diye
telakkî ettiler. Binaenaleyh müşâr’il-leyhum ancak istilâ ile kendilerini
bunlara karşı emniyet almağa ve birinin arkasından öbürünü harben itaate
getirmeye mecbûr idiler. Görüldüğü veçhile Devlet-i Osmaniye şarka doğru,
Şelçukîler'in mirasına konarak tevsî etmemiştir. Devlet-i müşâr’il-leyha
kendi kendine küçükten büyüyen bir mahsûl-u cedîd idi ki istinâd edebilecek
mütecanis bir kavme bile rast gelmedi. Bilakis birçok istilâdan sonra
Anadolu'da kalmış bir takım akvâm-ı sagîre kâr-âzmâ47 padişahların dest-i
himmetiyle bir hamur edilip bunlardan mütecânis bir hey'et husûle getirmek
lâzım idi.

Devlet-i cedîdenin mâ-bih-il-temyîzini48 nazarlarda daha ziyâde ayân etmek


için Sultan Orhan'ın cülûsu ile yeniçerilerin ihdâsı husûslarını zikir edelim.
Orhan, Osman'ın ekber evlâdı değildi, kendisinden büyük daha bir kardeşi
vardı. Ama Aleaddin alim olup evsâf ve temayülât-ı harbiyeden bî-behre idi.
Bekâsı muhârebât-ı mütemâdîye ile kâbil olan ve teşekkül etmek üzere
bulunan bir devlet-i cedîdenin serkârına geçmek böyle bir adam için imkân
dâhilinde değildi. Binaenaleyh kendi rızası ile padişah muharip Orhan'ı halef
tayîn edip Aleaddin de ve Osmanlı vâz-ı kanûnu oldu ki ilk nizâmât-ı
müessese-i devlet kendi mahsûlüdür. Bu sûretle doğrudan doğruya tevârüs-ü
saltanat usûlü ilga edilmişti. Husûs-u mezkûre filhakika fütûhâtın devam
ettiği ve halkın akıncı ordu ile hem-hüvviyet olduğu müddetçe gayrı
münâsip idi. Ordunun başına bir çocuğu geçirmek mümkün değildi. Halbuki
padişahlar da adi muharipler gibi her türlü tehlikeye marûz olarakk birlikte
muharebe ettiklerinden bu hal pek kolaylıkla vaki olabilirdi.

Alaeddin Paşa kezâlik muntazam ve ulûfeli bir ordu vücûda getirmek


tecrübe-i evveliyesinde bulunmuştu. Fakat bu eser bizzat eshâb-ı ulûfenin
cür'et ve adem-i itaati üzerine semere-dâr olmadı. Hem de o anda Orhan
tarafından mutasavver büyük mikyâsta seferler için kâfi derecede nüfus-u
zaide yoktu. Eski kabile tevâbiiyle Bizans'tan gelip kendisine iltihâk edenler
ile bu kadar askeri meydana getiremezdi. Umerâdan Çandarlı Kara Halil'in
tavsiyesi üzerine Sultan Orhan cıvâr kıt'âatın Hristiyan çocuklarını askere
almak usûlünü vâz etti. Bu çocuklar kendi nezareti altında terbiye olunup
harp ve darba kadar bir hâle getirilerek Müslüman edilirdi. Ailelerinden
ayrılan bu çocuklar devletin en mutemed istinât-gâhı olacaklardı. Çok
geçmeden bunlar büyükve yek vücûd yegâne bir cemaat halinde padişahın
nüfûz-u şahsiyesine karşı bir kuvve-i muvâzene teşkîl ettiler. İşe evvelâ
ufaktan başlanılmıştı. Hacı Bektaş-ı Veli'nin daisiyle ihdâs olunan Yniçeri
Alayı bidâyette bin neferden ibaret olup devşirmeye her sene devam edilmiş
ve mürûr-u zaman ile sene başında toplanılan neferâtın mecmûu kırk bine
bâliğ olmuştu ki o zaman yeryüzünde hiç bir devletin bu kadar kuvvetli bir
ordusu yoktu.

Bu sûretle Devlet-i Osmaniye bir devlet-i askeriye-i fâtiha sûretine girmiştir


ve bu hâli, gerçi sâha-i fütühât çoktan kapandı ise de, asr-ı hâzırın bidâyetine
kadar muhâfaza etmiştir. Fütühât-ı mezkûrenin yeniçerilerin ihdâsından
sonra ne azim sür'at ile ilerleyeceğini münâkaşaya hâcet yoktur. Ma'lûm
olduğu üzere daha Orhan berhayât iken büyük oğlu Süleyman Paşa 1358 de
Avrupa toprağına kadem-nihâde olup henüz hareket-i arz ile sûrları yıkılmış
olan Gelibolu'yu bil-hücûm zaptetti. İslâm taht-ı itaâte alınan akvâmı
nevamâ49 ülkeye rabt ediyordu. Fakat fâtihînin mehd-i50 şevket ve
azametlerinden yani hemen tamamen İslamiyete mütekalîb olan Anadolu
kıt'âatından Hristiyan Avrupa memalikine doğru uzaklaştıkları ve çiğneyip
geçtikleri arâzinin tevsii nispetinde bu râbıta-ı ittihâdın al'el-devâm
gevşeyeceği aşikâr idi. Şimâlî ve garbî Balkan Memâliki'nde ise yalnız bazı
çiflik sahipleri hâkimiyet-i cedîde devrinde mevki-i mümtâzlarını hıfz
edebilmek için maiyetleriyle birlikte şerîat-ı ahmedîyeye dehâlet ettiler.
Bulgarlar, Sırplar, Ulahlar ve Arnavutlar'ın kısm-ı azamına bir şey olmadı.
Tuna'nın berisindeki yerlere ise müstemlekât-ı askeriye nazarıyla bakılabilir
ki bunlar ordunun müfârekatıyla51 ortadan kalkardı. Bizans İmparatorları
tarafından kabl-el istilâ Teselya'nın şimâlinde Serfiçe ile Kozana iskân ve
tevettün edilen Konya'lı Selçuk Türkleri İslâm'ın en parlak zamanında
Avrupa toprağında yaşayan birkaç milyon Müslüman'ın erkân-ı
mühimmesinden idi.

Balkan şebh-ceziresinde fâtihlerin kendilerine karâbeti olup kolaylıkla temsîl


edebilecekleri bir ark ve ordulara muhâcirîni pey-rev52
ettirecekleri bereketli bir kuvve-i milliye menba'ı mefkûd53 idi. "Anadolu'da
hâkimiyet Selçukiye'nin varisleri olan asıl Türk anasırı yabancı milletler
yanında daima ekalliyetde kalmış ve anasır-ı mezkûr altı asır harp ve cenk
ederek asla tezâyid edememesinden bidâyette sûret-i hasanede mevki-i
icraya vaz' edilen Türkleştirmek husûsu müsmir olamayarak bir hükümet-i
vahîdeye elzem olan ekseriyet-i milliye husûle gelememiştir."4 Binüfsa
fâtihler Türkmenler'den, Selçuklar'dan, Çerkesler'den, Gürcüler'den,
Lazlar'dan Ermeniler'den, Kürtler'den, Araplar'dan , Rumlar'dan,
Arnavutlar'dan ve İslavlar'dan mürekkep bir halîta teşkîl etmişler ve
İslamiyet de bu halîtaya "Osmanlı" damgasını yapıştırmıştır. Binaenaleyh
önüne geçilemez olan fütühât ile bunu velî54 eden inhitât-ı seri basit bir
sûrette izâh edilebilir. Bir istilâ-ı galibânenin verdiği sermestî ile sun'i olarak
vücûda getirilen heyet-i milliye çok ileri varmıştı. Heyet-i mezkûre Avrupa
toprağında kaybedilmiş olan eyalâtı iyi temellük etmemiş nüfûz-u kavmi ve
içtimâiyesi altında bulundurmayarak yalnız hâricen hükümete rabt ile
zamîme-i55 memâlik eylemişti. Bu hâl Besarabya'da, Tuna Prenslikleri'nde,
Bulgaristan'da, Bosna'da, Yunanistan'da, bittabi daha büyük mikyâsta
Cenûbî Rusya'daki Memâlik-i Osmaniye'de Transilvanya'da ve
4
Vambery’den
Macaristan'da meşhûddur. Pek mükemmel olan Osmanlı askere alma usûlu
muhassımların karşı çıkarmak istedikleri perişan devşirme ve gönüllü
usûlune teşkîlâtca pek fâik idi. Türk orduları fütühâtın devam ettiği
müddetçe hemen her tarafta adeden pek fâik olarak harp ettiler. Galebeleri
toplu efrâdın kemâl-i mahâretle ve müttehiden isti'mâli sâyesindedir. Fakat
muhassımların aynı vesaite mürâcaat ettikleri zaman hâl değişti. Son
muhârebât-ı azîme hayırsız çıktı diye artık millette hisâil-i cengâverânenin
müntefî56 olduğundan bahsetmek câiz değildir. Adeden tefevvuk keyfiyetinin
ber-akis57 olduğu hatırdan çıkarılmasın. Bazı mertebe son Rus
Muhârebesi'nde Plevne, Lofça müdâfaâtı, Zevin, Delibaba muhârebeleri
şimdiye kadar Türk Orduları'nın ifâ ettikleri hidemâtın en ber-
güzîdelerindendir58. Bir de iki şey asrımızdaki hâl ve mevkii kâmilen tebdîl
etti. Umumi hizmet-i askeriye usûlünün vaz'ı Devlet-i Osmaniye
komşularının kuvve-i tabiiye-i fâikasını bil-külliye59 meydana çıkardı. 1848
den beri uyanan milliyet kaidesi toplu bulunan yabancı milletleri memûrîn-i
mükiye ve askeriye ma'rifetiyle taht-ı hükümde bulundurayı nihayetsiz
derecede güçleştirmişti.

İşte şimâl vilâyetleriin ziyâı ahvâl-i tabiiye sâikasıyla vücûda gelmiş bir
alâmet olup tekâmül-i tarihî tecellîyâtındandır.İyi tetkîk edilince bu zayî'
mucîb-i mey’ûsiyet bir hâl olmadığı gibi inkırâz-ı devletin zarûriyât-ı
kat'îyeden bulunduğuna dair bir delîl de teşkîl etmez.

İngiltere bir vakit Louvre (?) a kadar istilâ ettiği kıt'âyı muhafaza edemediği,
Fransa 1816 senesinden evvel Birinci Napoleon'un bıraktığı hudûddan
vazgeçtiği, İsveç Şimâl Denizi vilâyâtını terke mecbûr olduğu ve Almanya
şovalyelerin fütûhâtından ferâgat ettiği için ızâa-ı60 istiklâl etmedikleri gibi
bir kere zaptedilmiş olan Tuna Memâliki'ni tekrâr kayıp etmesi Devlet-i
Osmaniye'nin bekâ ve devama kâbilîyeti olmadığı da iddia edilemez. Her
kavim edvâr-ı müteâhire-i tekâmülünde daha dar bir dairede kendine
metanet vermek ve daha küçük fakat kavi muhassemenin tahâccümüne karşı
daha mûttemin bir hâkimiyet tesis etmek üzere zaman zaman şiddetli
hamlelerle ileri atılıp kuvve-i hakîkiyesi hududunu tecâvüz etmiştir,
Türkiye'nin istikbâli dâhilen kendini toplayıp kesb-i kuvvet edebilmesine
mütevakkıftır. Bu vâsi' devlet-i kişver-güşâdan daha küçük, ma'mâfîh hatt-ı
zâtında daha kuvvetli bir medenî devlet zuhûra gelmelidir. Şarkta rû-numâ
olan yâhûd öyle olması lâzım gelen işte bu istihâledir.
Daha ziyâde dikkatle mütâlaa edilirse görülür ki bugün Bâb-ı Alî'nin vesâit-i
hâzıra-i kudret ve şevketine nispeten mutasarrıf olduğu memâlik kuvve-i
dâhiliye için pek çok vâsi'dir. Arabistan ve Traslusgarp istisnâ edilince,
evvelce beyân olunduğu vechile arâzi-i mücâverede sâkin olan nüfusun
adedi 21, 22 milyona iblâğ edilebilir. Ama tamâmî-i devletin müdâfaası
husûnda bu ahâliden kemâliyetle istifâde edilmiyor, orduya, donanmaya hâlâ
yalnız müslümanlardan asker alınıyor.Hem de sarfiyat-ı kuvvete bunlar da
tamamiyle muâvenet etmiyor. Pâyitah ile cihân-ı muhtelife hizmet-i
askeriyeden muâf tutulduğu gibi sair mahaller de elyevm hâl-i isyandadır,
harp ve sulh zamanında orduya bilfiil ihtiyât hizmeti ifâ edecek ahalinin
miktarı 16 milyornu pek tecâvüz etmez5 . Balkan şebh-i cezîresi ile
Anadolu'dan başka vâsi' Arabistân, Hicâz, Mısır (?), Yemen vilâyetlerinin ve
ayrıca Trablusgarp ve Bingazi'nin temellük ve müdâfaasına lâzım olan
kuvvetin menbaı işte odur. Girit de bu ana kadar bunlar adedinde idi. Bu
memâlik orduya hiçbir nefer vermedikten başka hâkimiyet-i Osmaniye’nin
idâmesi için muhafız sıfatıyla birçok asker gönderilmesini istilzâm ediyor.

Makâmât-ı mukaddese ile birlikte Hicâz hazîne-i devlete bâr61 olup sair
Arabistan ve Afrika eyaletlerinin de varidatı yok ve yâhût hiç
mesâbesindedir. Oralarda istihdâm edilen neferât meyanında vefiyât ziyâde
olduğundan dâima acemî neferât irsâline mecbûriyet hâsıl olduğu ve iklim
nazar-ı itibâre alınarak hizmet-i askeriyenin iki seneye tenzîl edildiği
husûsâtı da buna bir zamîme teşkîl ediyor. Hizmet-i askeriye sair ordularda
nizâmen üç ve mevâkide dört senedir. İşte el-hâletü hâzihide62 Arabistan ve
Afrika'da bulunan 67 tabur, 12 suvari bölüğü ve 17 batarya iki misli kıt'aat-ı
askeriyenin istilzâm ettiği kadar acemi neferât irsâlini taht-ı vucûbede
bırakıyor. Hatta bunları memâlik-i mezkûrede iâşe etmek tamamen mümkün
olamıyor. Trablusgarp'ta asâkir-i Osmaniye'nin yediği pirinç İtalya'dan iştirâ
olunup İstanbul'a ve badema Afrika sahiline gidiyor. Kuvve-i müdâfaanın bu
kısmına müstemire63 ordusu nazarıyle bakmak zarûrî olup memleketin bu
yüzden tahammül ettiği yükün ne kadar ağır olduğu kolayca anlaşılır.

Zaman-ı asâyişte Girit'te ale-l-ekser 14 tabur, 4 bilahare 2 cebel bataryası


karışıklık esnasında - ki burada nadirattan değildir- 25 tabur bulunurdu. Bir
yerde bir muhârebe ve yâhûd vahîm bir karışıklık zuhûr etti mi, asâkir-i
mevcûdanın miktarı tezyîd edilirdi, zira hükümet Giritli’lerin de
ayaklanacaklarından emin idi.

İşte evân-ı64 hatarnâkta65 mülkün bu parçasında kuvvetli topçu ve hayli


suvari askeriyle beraber lâakal 90 tabur sabit kalırdı. Bu kuvve-i mühimme
hem cıvarber devlet-i muazzamaya karşı memleket müdâfaasına -bekâ ve
5
en fazla tahmînât 15 milyonu geçiyor
inkırâz mes'elesi bile olsa- azıcık olsun yardım edemezdi. Makedonya
-hizmet-i askeriye müslümanlarda kaldıkça- orada arâmsâz66 kıt'âat-
askeriyeye al'el-temâdî asker ilâve edilmek lâzım geliyor.

Hâl-i hazırda asâkirin adedi pek zîyade olup takrîben 250 bine bâliğdir ki
devletin mâliyesi için pek çok ve s’ab67-ül-mürûr dağlarla muhât68 olan
arazide temin-i emn ve asâyis için de pek azdır. Bir yerde isyan zuhûr
edince, yâhût kabâil beyninde arbede çıkınca daima redîf asâkiri toplanılır ve
bunlar ekseriye aylarca yıllarca vatanlarından, ailelerinden, kâr ve
kesblerinden uzak olarak silah altında kalırlar. Son zamanlarda efrâd-ı
mezkûre hemen rahat yüzü görmemişlerdir. Halbuki bunlar bilâ-istisnâ aile
babalarıdır.

Bu bir kan vergisidir ki bâr-ı sakîl-i harpten ikide birde o kadar şikâyet
ettiğimiz Almanya'da bizce külliyen meçhûldür. Bu vergiyi şevket-i
Osmaniye'nin çekirdeğini teşkîl eden Anadolu Türkleri tekrâr âl'el-tekrâr
vermeye mecbûrdurlar. Biz zaman hristiyan etfâlinin yeniçeri ordusuna
kabûlu ile ihdâs edilip kolayca anlaşılacağı vechile muhâfaza-i nefs için
mâhirâne bir tedbir olan takvîye-i saniye iki asırdan beri mevcût değildir.
Binaenaleyh icâb-ı tabiat ile al'el-tedrîc ahâli-i İslâmiye azalip bir gûnâ ser-
zede-i zuhûr olmadığı takdirde devlet-i Osmaniy'nin menba-i kuvveti zevâl-
pezîr olacaktır. Bunun asârı Anadolu'nun bazı cihetlerinde artık göze
çarpıyor. Köyler gözlerden nihân oluyor. Bir çok kıt'ât tenhâlaşıyor, yâhût
akın akın gayr-i müslim sekene ile doluyor.

Bu cihetten Türkiye'nin uğradığı hâl İskender-i Kebîr'in fütûhâtından sonra


türeyen devletlerin, hepsinden evvel kadîm Makedonya'nın dûçar olduğu
hâlin aynıdır. Daha Üçüncü Filip'in zîr-i hâkimiyetinde olup Anadolu
üzerinden Kilikya Sahili'ne kadar imtidâd diğer taraftan Atika ve
Pelopones'e kadar ittisâ'69 eden mülkün, gerçi İskender'in hâkimiyet-i
azimâsı ile mukâyese edilince çekile çekile dâhilî bir çekirdeğe münkalib
olmuş gibi idiyse de, yine bir zaafı varsı ki o da mehd-i zuhûr olan kıt'anın
kuvve-i tabiiyesine nispetle tekmîl ülkenin pek büyük olmasından ibâret idi.
Perse zamanındaki Makedonya ale-l-ıtlâk İskender'in hükümrân olduğu
Makedonya'dan başka sonradan gelme birtakım muhtelif ahâli-i muhâcere
ile meskûn nîm vahşi bir mülk idi. Ahâli-i mezkûreyi ancak kadîm
Makedonya teşkilât-ı askeriyesi sayesinde bir arada tutmak kâbil oldu. Daha
Pidna civarında eskiden olduğu gibi falanksların kalkanları, zırhları ve
kargıları parlayıp Romalı'ların bile endişe ile karışık hayretlerini
celbediyordu. Lakin bu eslihayı taşıyanlar büyük kralın kahramanlarına hiç
benzemiyorlar, müttehid bir Makedonya Halkı değildiler.

Hâkimiyet-i Osmaniye'nin istihlâf70 ettiği Bizans hâkimiyetinin bin sene


kadar inkırâz beliyyesinein71 mütehamil olması Romalı'lardan tevârus edilen
hayret-efzâ teşkîlât-ı idâriye, emsâlsiz marifet-i hükümet sâyesinde idi.
marifet-i mezkûre hasâisinden biri de ale-l-ekser içinde ferd-a-ferda
kalmayan mülkün barbarların celp ve tevettünü ile meskûn edilmesidir.

İşte Bâb-ı Alî'nin geçirdiği şu keş-â-keş tarihte emsâli olmayan ahvâlden


değildir. Aynı hâdiseye aynı mahalde çok kere tesâdüf ediyoruz. Hatta
tecârib-i isti'mâriyeyi72 taklîd bile nazarımıza çarpıyor. Bu tecârib asr-ı
sâbıkın evâhirine doğru Küçük Kaynarca Musâlehesi'nden sonra Türkiye'nin
satvet-i hariciyesinin tedennisiyle birlikte başladı. Kırım'lı Tatarlar,
Kafkasya'dan Çerkesler, Gürcüler, Lazlar ve kaybedilen eyâlâtın sekene-i
müslimesinin kısm-ı azamı ikâmetgâhlarını terk edip Devlet-i Alîye'ye hicret
ettiler. Bugün de muhacirlerin bu hâli berdevâmdır. Eksik olan bir şey varsa
Bizanslılar'ın tevettün husûsundaki mahâret ve dirâyetleridir. Yüzbinlerce
muhacir münasebetsiz tedâbir yüzünden mahvolmuş ve olmakta
bulunmuştur.Tevettün edenler kadîm anasır-ı sekene ile bir hamur olamayıp
misâl Çerkesler gibi devlet içinde bir nev'i devlet teşkîl ediyorlar ve hatta
askerlikten çekiniyorlar. Sekene-i müslimenin tenâkuz-u tedriciyesi seyyiası
bu sûretle ancak muvakkaten bertaraf olunuyor, sûret-i dâimide değil. Bu
husûsta da esaslı tedâbire ihtiyâc vardır.

-2-
Şimdi göründüğü gibi Girit evvelâ istiklâle nâiliyetle bilahare zuhûr edecek
bir büyük buhrân esnasında tamâmen elden çıkarsa Türkiye zâhir hâlde
mülkün küçülmesi ile yeni bir zaafa uğrar. Gerek ve sâir tekâlîfib ziyâı ile
fîlhakîka mâddî bir noksan hâsıl olursa da evvelce mütemâdiyen zuhûr eden
isyanların istilzam ettiği mesârifi o vâridatın kapadığı pek meşkûkdur.

Esâsen - bilhassa harp nokta-i nazarından- birşeyin terki tezyîd-i kuvvet-i


devlet eder. Hâl-i harpte bil-mecbûriye Girit'te bulundurulacak olan 25 tabur
mütebâkî mülkün müdâfaası için hazır bulunur. Müslüman Giritliler'in kısm-
ı azamının daha milyonlarca ahâliyi istî'âb edebilen Türkiye toprağına
muhaceret etmeleri de dâhil-i hesaptır. Yemen, Asir(?), Hicaz, Trablus ve
Bingazi Memâliki'nde emn ve asâyiş için yerli anâsırdan bir milis teşkîli
müyesser73 olarak oralarda artık asker-i Osmaniye'nin vücûduna hâcet
kalmayacağı faraziyesi de buna ilâve edersek bu sûretle büyük bir muharebe
zuhûrunda Balkan Şebh-i Cezire'sinde ve yâhût Kafkas hududunda
bugünkünden fazla tamam bir ordu bulunmuş olur. Hem de Arabistan
Savahında kolera ve tağun yatağı olan ve bunca telefâta sebebiyet veren
mahalin iklimine asker göndermek zarûreti ortadan kalkar.

Kuvve-i dâhiliye-i devletin cem' ve tevhîdini nazar-ı im'âna74 almakta


devam edersek kâbil-i istifâde daha bir takım menbaı keşfederiz. Darlaşan
mülkün dâhilinde yani Anadolu ve Rumeli'de daha birçok kıymettâr fütûhat
ihrâzı lâzımedendir. Yukarı Arnavutluk f'il-vakî kısmen müstakildir. Bazı
mahaller vardır ki buraların redif taburları, meselâ Hakova ve İpek redifleri
gibi, silah altına istedikleri zaman gelirler. son isyanlardan öğrendiğimiz
vechile yalnız Zeytun Ermeni Kıt'a'sının değil, belki Havran Dürzi
Cebeli'nde hâkimiyet-i devlete münkâd75 edilmesi muktezidir. Kürdistan'da,
bilhassa Dersim taraflarında, Hakkari'de, Musul, Bağdat Vilâyât-ı
cesîmesinin muhtelif cihetlerinde hâl böylecedir.

Fütûhât-ı dâhiliye husûsunda ahîren hayli netâyic-i haseneye destres


olunmuştur. Moltke'nin Sultan Mahmut'un vefâtında o kadar canlı bir sûrette
tasvîr ettiği ahvâl ile şimdiki ahvâl bir mukayese edilsin; muhârebe-i
ahireden terettüb76 eden zâiyâta rağmen, ahvâl-i mezkûre bugünkünden pk
ziyâde yeis-âver idi, mülkün yarısı hâl-i isyanda idi. Bir kere Bursa cıvarına
kadar hatve-zen-i galibiyet olan İbrahim Paşa Nizip Muharebesi'nden sonra
İstanbul yolunu açık gördü. Pederi Mehmet Ali Paşa'ya gönderdiği raporda
"düşmanı takip etmek istiyorum ama artık kimseyi bulamıyorum." diyordu.
Hazine tükenmiş ve ordu mevcût değil gibi idi. Ancak ittifâk-ı murabba' :
İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya tarafından inkırâzın önü alınmıştı.

Moltke'nin Kürdistan'da iştirâk ettiği muhârebelere mümâsil olarak bugün


müstakil yaşayan derebeyleri ile bayağı harp etmek falan yoktur. Ceddi
Sultan Mahmud'un Mısır'lı Mehmet Ali'den başka Tepedelenli Ali Paşa ve
İşkodra Paşası ile adeta harp etmek mecbûriyetinde kalması gibi padişahın
(?) asi tebaadan hiç bir korkusu yoktur. Mülkün en uzak köşesine varıncaya
kadar ricâl-i hükümetin itâat ve inkâdı tamdır. En zorlu bir vali adi bir
memur gibi telgrafla azledilebilir.Vahdet-i devletin tesisi husûsunda Sultan
Abdülhamid-i Sani'nin hidemât-ı müberra ibrâz ettiği kâbil-i inkâr değildir.
Bâb-ı Alî devâiri dâhilinde bir mahâret-i harikulade ile şahsî olarak hayli
kuvvet ve kudret ihrâz etmiştir ki bu kendinden evvelki padişahlara pek güç
nasîb olmuştur.
İşte mülkce zaiyat dâhilen izdiyâd-ı77 kuvvet ile telâfi edildi. Şurası
unutulmamalıdır ki Afrika'daki vasi' Trablus ve Bingazi ve Arabistan'daki
Yemen ve Asir arâzîsi ancak son zamanlarda sûret-i müteemminede tekrâr
mülke rabt olunmuştur. Halbuki evvelce mülke tâbiîyetleri pek meşkûk idi.

İngilizler'in işgalinden evvel Urâbî Paşa tarafından Mısır'da çıkarılan


karışıklık esnasında bu mülk-ü tâbiî tekrâr ele geçirmek fırsatı hulûl ettiği
aşikârdır. Hidiv Yusuf Paşa bunun husûlu için kendiliğinden arz-ı hizmet
etmiştir. Asr-ı ahirin zaiyatı bir çırpıda bununla tazmîn edilebilirdi. Bilhassa
sinîn-i ahîre zarfında Sunusiler'in ittihâd-ı dindarânesi sâyesinde yeniden
hayat ve kuvvet kesbeden İslamiyet'in Afrika içerilerinde ihrâz ettiği
futûhât-ı azime ile irtibât tariki oradan itibaren açık idi. Fırsat istifâde
edilmeksizin fevt oldu ise de avdet edebilip tekrâr istignâm78 olunabilir.
Umumiyet itibarıyla Devlet-i Osmaniye şimâlden ve garbdan sarf-ı nazarla
cenûba ve şarka teveccüh ederse en tabii tarik-i tekâmülünü bulmuş olur.

İskenderun Körfezi'nden Van Gölü'nün cenûb müntehâsına79 kadar


resmedilen hattın cenûbundan itibâren Arap Alemi başlayıp cenûba doğru
mümtedd80 olundukça Türk Alemi'nden o nispette farkı artar. Arabistan'da
ve cenûbta Türk ile gavur hemen aynı mesâbededir. Şaşaa-i kadîmeyi tekrar
tesis edecek bir hilafet-i arabiye sâye-endaz-ı zuhûr olmaya başlayıp bir
rüya-i müstakbel tarzında tekmil cenûbu tayy81 etmektedir.

Ancak bu adâvet kuvve-i Osmaniye'nin zaafı ve idarenin keyfiliği ve


yolsuzluğu yüzünden husûle gelen hoşnutsuzluk neticesidir.İttihad-ı
dindârâne râbıta-i kaviyesinin mevcût olduğu yerlerde i'tilâf mümkûn-el-
husûldür. Devlet-i Osmaniye'nin bekâsı için bu i'tilâf taharri edilmelidir.
Arap Alemi'nin hilafet-i Osmaniye ile cidden i'tilâf etmesi Türkiye için
Makedonya, Yunanî yâhûd Teselya'nın bir kısmın zayi' edilmesinden pek
çok ehemmiyetlidir. Yalnız 6 bin alman mil-i murabbaı mesahati
sathiyesinde bulunan Yemen'in sırf müslüman olarak lâakal iki buçuk
milyon ahâlisi olduğu teemmül edilmelidir. Bu duruken on kere daha küçük
olan Balkan Şebh-i Ceziresi'nde hudûd tashihinden ne çıkar. Devletin zayıf
bir Bizans Devleti'nden kuvvetli bir Türk ve Arap devleti haline ifrâğ82
edilmesine ahkâm-ı muhtelife pek müsâittir.

Teselya Muharebesi -ki sırf askeri ehemmiyeti bittabi haddinden ziyâde


takdîr edilmelidir.- tekmîl alem-i islamda bir tesir-i azîm icrâsından hâlî
kalmayacaktır; çünkü Bâb-ı Alî'nin çoktan beri icrâ ettiği muhârebâtın
birinci def'a kat'i bir muvaffakiyetle netîce-pezîr olanıdır. Fi’l-hakîka Sırp
Muhârebesinde de galebe edildi ise de akabinde Rus beliyyesi zuhûr
etmiştir. Kırım Muhârebesi ise hesaba dahil değildir, çünkü Türkiye kuvvetli
müttefiklerinin gerisinde kalmıştır. Bu anda hilâfet tekrâr zîya-pâş-ı
galibiyettir ki bu hâl elbette nüfûz-u hâkimânesini takviye edecektir. Kırım
Muharebesi'nde mübtezîlinden83 henüz kurtulmuş olan ordu 1877 ve 78 de
mağlup olduysa da şimdi kuvvetini deneyip galebe çalabileceğini ispat
etmiştir.

Son zamanlarda Avrupa'da zannedildiğinden pek ziyâde zindelik iktisâb


eden islamiyet gayret-i taklîb84 hususunda müsâittir.Vambery son eserinin
hâtimesinde bu bâbda nazar-ı dikkati celbediyor, yani matbuat-ı islamiyenin
tezâyid eden nüfûzuna işaret ediyor ki bu hâl büsbütün yenidir. "Türkiye'de,
Hindistan'da, Acemistan'da, Asya-i Vusta'da Cava'da, Mısır'da ve Cezayir'de
yerli evrâk-ı yevmiye ve şehriye bir nüfûz-u amîk icrâ etmeye başlıyor.
Avrupa'nın İslam'a karşı düşünüp taşındığı şeyler bir ser'iat-ı berkiye ile
oralarda şayi olup pazarlar, kervanlar vasıtasıyle ta Çin'e, hattı üstüvâya
kadar gidiyor, hatta sûret-i acîbede tefsîr olunuyor. Kırım'daki Tercüman'ın
ifâdât-ı zımniyesi İkdam ve Tercüman-ı Hakikat tarafından tekrâr edilip
Kalkuta'daki "Müslim Kronikl" tarafından da daha vâzıh sûrette şerh
olunuyor." Zamanın bu ittihâd-ı İslam cereyanı, mahâretle istifâde olunduğu
takdirde, vahdet-i dâhiliye-i siyâsiyenin terakkisine ve husûsiyle Arap ve
Türk kavmini mezcine pek çok yardım edebilir; zaten tabiatı iktizasından
bilcümle müslüman milletlerinin ittihâdını dâiyyedir85.

-4-
Burada sûr-u istikbâl tarzında kabataslak tasvîr edilen husûsat dâire-I imkân
dahilindedir. Fazla söylemeye hâcet de yoktur.

Bunların mevki-i icrâya vaz'ına mevâni-i azime hail oluyor. Evvel-bâ-evvel


devlet-i atîkaya devlet-i cedîde, husûle gelmeden zorlu bir hücûm tehlikesi
mevcûttur. Hatta en ümid-bahş terakki ve tekemmül yarı yolda bir tazyîk-i
harici ile ilelebed sekte-dâr olabilir. Bir de devletin dahilen takvimi ile
merkez-i sikletin aynı zamanda cenûba naklini icâp eden vazîfe-i müşküle
için, vaktinden evvel ittihâd-ı islam saikasıyla öyle kazalı şeylere
girişmeyerek sûret-i kâr-şinâsânede86 bir siyaset-i milliye icrâ edebilecek
hakikaten büyük bir hükümdârın dest-i (...)nı lâzımdır.
Hâl-i ihtimârda87 bulunan, ileri atılmak isteyen kuvvetlere yer açmalı, faideli
yollar tahsîs edilebilir. Bu öyle kolay ve tehlikesiz değildir. Hükümet-i
hâzıra be kere şekl-i hâricisi itibarıyla bu gibi şeylere müstaid görünmüyor,
bu cihet meskût-anha kalmasın. Hükümet müşâr’il-leyha bir kabine-i
hükümettir ki, umur-u Osmaniye'nin hîn-i münâkaşasında ale-l-ekser
nazardan dûr kalıyor. Avrupa'da Bâb-ı Alî'den, istişârelerinden, sadr-ı
azamın efkâr ve mukarrerâtından bahsedilince mudîr-i umur bir heyet ile
padişah halifenin fail-i muhtâr bir vekili bulunduğu zehâbına varılır. Halbuki
bütün bunlara mukabîl bir kalem ile müdürü iş görür. Hatta en cüz'i umura
ait kararlar bile sarayda verilir. Nezaetleri,n bilcümle inhâları, bütün tekâlîf,
istidâlar, lâyihalar, tek bir mahal-i resmîden, başkatip dairesinden geçer.
İnanılmaz evrâk yığınları oraya akar. Öyle günler olur ki 1200 kadar tahrîrât
gelip birikir. Bunlardan husûle gelen bâr-ı girânı88 zâhiren olsun üzerinden
atan memur-u sadık en ziyâde mazhar-ı takdîrât olur. Herşey kayıt ve
tanzîm olunup bir ma'ruzât pusulası yapılır ve paketler temiz bezlere sarılı
olarak padişahın devairinde kaybolup gider. Avrupa'da Hünkâr'ın kendisine
vaki' olan ma'rûzâtdan haberdar olmayıp bunların tembel mabeynciler ve
vazîfe nâ-sinâs memurlar tarafından hasır altı edildiği fikri tamamiyle
yanlıştır. Devletin bu merkez kaleminde işler pek yolunda gider. Kalem-i
mezkûr müdürü Avrupa'nın vazîfesi en ağır ekâbirinden biridir. Günün yirmi
dört saatinden mutlak on üç, on dördünü yazı masası başında geçirir. Ma'lûm
olduğu üzere bizzat Sultan Hamid pek erken kalkar ve pek faaldir. Ama bu
gibi tertîbât, hükümete lâzım olan işi görebilecek hâlde değildir.

1806 muhârebe-i hüsrân-engîzine kadar Prusyanın kabine-i hükümeti vardı.


Klauzeviç'in o zamana dair olan tabsira-i89 üstâdanesinde bast90 ve temhîd
91
ettiği vechile gittikçe his olunan ihtiyacata bu da kifâyet etmiyordu.
Ma'mâfih harbiye, hariciye ve dahiliye için Klayst, Lombard ve Bayme gibi
üç reis vardı. fazla olarak bu kabine müşavirleri kral nezdinde doğrudan
doğruya ma'rûzatta bulunuyorlardı. Yıldız Kasrı'nda kabine-i hükümetde
bunun hiçbiri yok. Askerî, siyasî, bahrî, dinî, malî ve maarife ait husûsât,
umur-u şahsiye, kontratolar, imtiyaz hüccetleri, nizamnameler, şikayetler,
istidalar ve daha birçok şey tek bir kabine reisinin elinden çıkıyor. Faaliyet-i
rûz-merrenin92 bilcümle şa'bâtını (?) malumatıyla ihata etmesi için reis bir
dâhi-i allâme-gîr (?) olmalıdır Böyle olsa bile tesiri yoktur. Zira
çağırılmadıkça reis padişahın yanına doğrudan doğruya giremez. Başka bir
saray memuru, ale-l-ekser bir musahib yâhûd bir mutemed vürûd eden
evrâkı takdim edip ma'rûzât hülâsasından hünkârın arzu ettiklerini okur ve
ma'rûzâtın kenarına kararı kaydeder. Hepsini tetkîk etmek ne kadar kâmil
olursa olsun yalnız bir adam için imkân dairesinde değildir. İşte böylece sel
gelip dayanır; padişahın nazar-ı dikkati celbolunmak için de eshâb-ı hâcât
her türlü vasıtaya müracaat ederler ve mabeynciler, memurlar hatta aralık
aralık içeriye girebilen Yıldız hademe-i muazzafası ve iğvaatı (?) delaletiyle
iş görürler. Bu bâbda bir lüzûm-u mübrem93 hissediliyor. Ulya-i umurun ve
padişahın dirâyet-i fâikasına, mesâlih-i hükümeti bu tarzda temşiye94
etmeleriyle işlerin yine yüzüstü kalmaması bir delildir. Bu da gösteriyor ki
sabrı tükenmez, daima tenbihatta bulunur bir kimsenin teşkilata ait mesail-i
mühimmeyi senelerce sûret-nümâ95 bir neticeye isâl etmek üzere hal etmesi
hatta mümkünattandır.

Fakat bir iş görmek havahişinde96 bulunup târik-i resmîye merbût


olduklarından dolayı yollarını kapalı gören kâbil-i istifâde zevâta nispetle
böyle bir şeye muvaffak olacakların adedi dâima pek cüz'idir. Devlet
makinası yüzde doksan kuvvet kaybedererek işliyor.Avrupa uyuşukluk ve
meskenet var zehâbında bulunduğu halde ortada hiçbir menfez bulamayan,
adeta kaynatıcı, ileri atılmak ister bir hareket mevcûttur. Binlerce kimse
düşünür, çalışır, hazır eder, zahmetlere katlanır da yalnız bir kişi karar verir;
onun kararı olmaksızın birşey ilerlemez. Hakikat , on yirmi def'a yazan,
lâyihalar veren, ricâle teklifte bulunan ve bir kerecik olsun netice-i
hakikiyeye destres olamayan yelkenleri suya indirip bedbin olur ve "Türkiye
bitti" düstûr-u umumiyesinde karar kılar. Kabine-i hükümetin hidamâtı bazı
azasına şeref-bahş olsa bile netâyic-i müstahsile-i zamane hükümet için
büsbütün nâ-kâfîdir.

Bu asrın bidayetinde küçük Prusya hükümetinin umur-u basitası ile kâbil-i


tevkîf olmayan birşey asr-ı mezkûrun nihâyetinde câlib-i nazar-ı dikkat
bunca kuvva ve temâyülât-ı muhtelifeyi ihtivâ eden Devlet-i Osmaniye'nin
daha pek çok vâsi' olan umur ve mesâlihi için elbette kâfî gelmez. Her gün
bir çok cüz'iyat-ı umuru düşünüp bunlarla iştigal eden ve ayrıca bir sürü
hafiyenin tevehhüm ve icât ettiği hesapsız jurnallerin lâ-inkat (?) tetkîkiyle
kuvveti hebâ olan bir hükümdar zîr-i idâresindeki akvâmın tarz-ı
taayüşünde97 bir inkılâb-ı azîm vücûda getirecek rahat ve kuvveti nasıl
bulabilir. Halbuki bu inkılâb Devlet-i Osmaniye'nin tebeddülü keyfiyenin
sâha-âra-ı husûl olmasını müstelzimdir.

Sultan Abdükhamid-i Sanî ittihât-ı İslâm daire-i fikrinden uzak bulunmuyor;


bilhassa aynı fikre hizmet eden müteveffâ Yusuf Rıza Paşa senelerce
müşâvir-i hâsı idi. Hünkâr bilhassa hocalar vasıtasıyla Alem-i İslâm'ın
aksâm-ı muhtelifesiyle türlü türlü râbıtâ tesis etmiştir. Ancak şimdiye kadar
ciddi, zâhirî bir netice zuhûr etmedi. İhtimal ki İngilizlaren musırrâne98
şikayet ettikleri vechile Hindistan hududundaki entrikaların buna taalluku
vardır.

Fakat bunun yerine nazar-ı im'âne alınacak şey seyr-i milliyi dâhile tevcîh
etmek, fî-yevminâ-hazâ99 zerre kadar terk etmek istenilmeyen Avrupa
devlet-i muazzaması rolunü hâtırlardan çıkarmak, Anadolu vilâyâtının
maddî ve manevî tekemmülüne sarf-ı zihin ile Bursa, Konya, Kayseri, Şam,
Musul ve Bağdat'ı ilh... civâr ahâlisinin hayat-ı maneviye ve gayret-i
ilmiyesinin merâkizi yapmak, Arabistan eyâlâtını kuvva-i mahalliye ile
idare ve müdâfaa eylemek6 , sekenesini İdâre-i Osmaniye ile kâmilen te'lîf
ederek göçebe halinde yaşayanları tevettün ve bunları her türlü memuriyet,
vezâif ve hukuktan müstefîd etmek husûslarıdır.

Bunlar o kabîl-i müsaîddendir ki mevkii icrâya va'zına bir batından ziyâde


bir müddet lâzımdır. Bu bahis bizi bir diğer mâ'nayı tetkîke sevkediyor.
Türkiye'de saltanatın ekber evlada intikâl usûlu cârîdir. Bizde büyük
ailelerde babadan ekber evlâda yâhûd azâ-i ailenin ekber ve erşadına intikâl
usûllerinin mazarratına dair nice sözler söylenip yazılmıştır da Devlet-i
Alîye ile padişahın tarz-ı hareketi hakkında bir hüküm verilirken bu husus-u
mühimme hemen daima unutuluyor. Çok def'a ahvâl-i Osmaniye hakkında
bir emniyet-i kâmile ile beyân-ı mutâlaat eden adamlara rastgeldim ki bu
bâbda kendilerine mâlûmât verince büsbütün mütehayyir kaldılar. Aleaddin
ve Orhan zamanında olduğu gibi bugün de padişahın yerine tahta oğlu değil
belki ailenin en büyüğü -nazariyede en liyâkatlısı- meselâ bir yeğen, bir
küçük kardeş geçer. kardeşler ekseriya başka bir anadan doğduklarından
tabîat-ı beşeriye iktizâsı valîdeler, sahîb-i zamânın nazarından yekdiğerine
düşürerek bu sûretle hiçbir vakit aralarında dirlik olamaz. Onların kini
kolayca çocuklara geçer. Esasen bakılısa yalnız başına icrâ-i saltanat eden
bir padişahın nazarında hâkimiyet-i şahsiyesi emniyetinin devletin
muş'aşaasından100 evvelâ olması beşeriyet icâbâtındandır. Devler ilerleyip
fütûhâtta bulunduğu, iş bazı serlerin, tebdîlât-ı hayriye-i siyâsiyenin sûret-i
hasanede tertîbinden ibâret kaldığı müddetçe sahib-i kuvvet adamların,
yakından karabetleri olmasa bile, istihlâf etmeleri belki en ziyâde hayırlıdır.
Fakat râhat ve sükûn devri başlayıp vezaif-i temadiniyenin icâp ettiği
zahmetli ve sürekli mesai arz-ı dîdâr edince temâdî keyfiyeti farz-ı ayn101
olur; o zaman oğul babanın yaşlandığını itmâm edebilmeli ve baba da kendi
ailesine terk edeceği cezm-i102 kavîsiyle bizzat bitiremeyeceği bir şeye
6
Trablus ve Bingazi'de 1885 den beri mahalli milis askeri teşkilât-ı ümit-bahşanesine
ibtidâr olunmuşsa da bu ordu da arâm-sâz on beşinci fırkanın yerini daha tutamadı
başlamalıdır. Türkiye kadîm devlet -i fâtiha sıfatını terk ile hakîkaten hami-i
ulûm ve kanun bir devlet ve islâmın kuvve-i evvelinin temdînkârîsi103 yerine
geçecek ise verâset-i saltanat kânûnunun tebdîli lâ-büdd'dür.

Pekala biliyorum ki bu meselenin ortaya çıkarılması ile şark aile hayatının


külliyen tebdîli meselesine temas olunuyor; ama sadedden pek çok harice
çıkmamak için bunu mevzu-u bahis edemem. Vambery bu hususta ne gibi
muvaffık-ı alem-i meşhûd olduğunu serd ve beyân ediyor.

Genç-Türk mahâfilinde Midhat Paşa Kânûn-u Esâsî'sinin tekrâr ihyâsına


seiyyât ve hasârât-ı idârîye için çâre-i yegâne nazarıyla bakılıyor. Şüphe yok
ki bu o anda gönüllere bir zülal-i104 hayâtbahşâ gibi icrâ-i tesir ederek kâffe-i
ahâliyi daha iyi bir istikbâl ümidi ile leb-rîz105 edecektir. Bundan beklenilen
şeyin devamlı olup olmayacağına karışmam. Türkiye'de Kânûn-u Esâsî'nin
en tatlı zamanlarını geçirmiş ciddi adamlar başlangıcın çık iyi olduğunu,
nice dirâyetli kimselerin ilk parlamentoda nazara çarptığını ve bilhassa
Suriye'li Arap me'bûsların fevkalade liyâkât ve ihlâs ibrâz ettiklerini temin
ediyorlar. Fakat herkes ve herşey hakkında karar verecek bir tek merciye
hacet bırakmamak ve " bekle, bekle-sabır" terâne-i edebîsine muhatap olan
müştak106 faaliyet kuvvetler için münbit sahalara doğru mikdâr-ı kâfî
menfezler açılmak husûsunda idârenin merkezden tefrîki ve bazı
nezâretlerin, devâir rüesasının daha ziyâde müstakil bulunmaları lâ-
budd'dur.

Dâhiliye, mezâhib, harbiye, bahriye, umur-u hariciye için müstakil şu'baâtı


bulunan vâsi' bir kabine-i hükümeti de, vükelânın itimâd-ı tamm-ı şâhâneyi
celb edip doğrudan doğruya ma'rûzât bulunabilmeleri ve derece-i tâliyedeki
mesâlihin tesviyesi hakkında selâhiyet-i kâfiyeyi hâiz olmaları şartıyla, ilk
bir terakki addedilebilir. Bu yalnız ahvâl-i mevcûdadan daha müstahsen107
ahvâle intikâl için bir devre teşkil edecektir.

Şimdi sıra başka bir mes'eleye, yani pâyitahtı iyi intihâb mes'elesine geliyor
ki bunun halli diğerlerinden sonraya kalacak. Bu fevk-âl-had hâiz-i
ehemmiyettir. İstanbul, cazibesine kapılanların cümlesini giriftâr-ı belâ eden
şark denizkızına benzer. İatanbul'a mâlikiyet her devlete bâis-i şeâmet
olagelmiştir. Genç İmparator Jan'ın sarayına Mihail Paleolog tarafından
İstanbul'un Latinler'in elinden istirdâd108 edilip tekrâr pâyitaht ittihâz edildiği
haberi vâsıl olduğu zaman a'kal109 bir mabeynci "öyle ise artık iş bitti!" diye
mey’usâne bağırmıştı. Fî'l-vaki Nise'deki hâkimiyetin o zorlu günleri
ebediyen zevâl-pezîr olmuştu. Şehrin mevki-i dil-nişîni, cıvârın letâfeti, mâi,
berrâk semâ, ılık, hevâ-i insanı büsbütün meshûr ederek al'el-tedrîc
faâliyetten bırakır. Küberanın emrâr-ı hayât ettikleri ve nazar-rübâ110
köşklerin dağınık bulunup yolların uzamasıyla pek çok vakit zâyi olur.
Bunlardan sarf-ı nazar olunsa bile bir takım câlib-i nazar-ı dikkat mehâzir
vardır. Türk donanması cıvâr denizlere hâkim olamayalıdan beri şehrin bir
hücûma ne kadar ma'rûz bulunduğu evvelce zikredilmemişti. Hükümet orada
oldukça daima bu tehlikenin taht-ı tazyîkinde kalacaktır. Bir de boğazların
muvâsala-i alem olması hasebiyle İstanbul tekmîl memâlik-i ecnebiye ile
münasebetdâr bulunması yüzünden beynelmilel bir şekil alıyor. İstanbul'da
ne olup ne bittiği bilinmiyor da Londra, Paris, Viyana, Berlin ve Petersburg
ahvâline kesb-i vukûf ediliyor. İstanbul'dan idâre edilen dâhil-i memlekete
diyâr-ı ecnebiyeden daha az ehemmiyet veriliyor. İşte mücerret pâyitahtın
karabeti hasebiyle bazı mesail menâfi-i devlet itibarıyla kat'â mühim
olmadığı halde bir ehemmiyet kesbediyor. Yeni Pazar, Yanya ve Teselya
gibi bir sancak parçası Asya'da binlerce mil-i murabba' mesahasında olan
arâziden daha ziyâde zihinleri işgal ediyor. Daha geçende Tesalya'da bir kaç
yüz kilometre murabba vüs'atinde bir yer için bir cidâl-i müthîş hüküm-
fermâ olup adeta yeniden bir muhârebe zuhûr etmek tehlikesi baş
göstermişti. Nizâmât-ı şedîde ve bir idâre-i müstakimane sâyesinde cenûbda
ve şarkta kazanılabilen kıtaata karşı bu gibi yerlere temellükden ne çıkar.
İstanbul nazarları memleketten çevirip Avrupa'ya atfettiriyor. Hükümet-i
Osmaniye'nin ef'âl ve harekâtını takîp eden al-el-ekser hükümet-i müşar-el-
leyhânın mesaîl-i hayâtiye-i Osmaniyeden ma'dûd111 olmayan bir takım
yabancı şeylerle iştigâl ettiğini derhal görür. Bunların başlıcası şimdi
ehemmiyeti azalmış olan boğazlar mes'elesidir.Türkiye için bu artık bir siper
değil bir bâr-ı sakîldir. Konya yâhûd Şam'ı makarr-ı hükümet ittihâz ile
İstanbul'un yalnız büyük, her iki kıt'a-i Osmaniye'yi rabt eder bir mevki-i
müstahkem haline girdiği anda kapitülasyonların ehemmiyeti, süferânın
bitmez tükenmez, akîm, mucîb-i teşevvüşat112 olan müdâhalâtı pek cüz'î
dereceye kadar tenzil edebilir. Ecnebi prenslerin yâhûd ekâbirin sık sık
mürûrları esnâsında tahaddüs edip Zat-ı Şahane'yi o derece işgâl eyleyen
teşrîfat mesaîli hemen tamamiyle ortadan kalkar. Bunlar hiç bir vechile
ehemmiyetsiz değildir. Çünkü devlet makinası bu yüzden alelâde işinden
kalıyor. Bu gibi vezâif-i içtimaiye padişahı işgâl ettiği sırada günlerce
saraydan karar istihsal etmek kâbil olmuyor.

İstanbul tabîr-i diğer ile Der-Saadet hem payitaht hem de ikâmet için bir
şehr-i müstesnâ olması hasebiyle bilcümle merâkiz-i vilâyâta o derece
tefavvuk ediyor ki tesirine kapılmamak elden gelemiyor. En hoş hâyat orada
geçiyor. En ziyade suhûletle113 mevkii, nüfûz, servet orada kazanılıyor;
bundan dolayı her asker, her memur kâffe-i vesaite mürâcaatla İstanbul'a
gelmeye gayret ediyor.Orada bulunanlardan kimse taşraya gitmek istemiyor
ve gitmemek için son derecede uğraşıyor. Ekâbir-i memurin bile vilâyâtta
istihdâma kendilerince muvakkat ve payitaht cennetinin ilk kademesi
nazarıyla bakıyorlar. Bu hâl vilâyâtı pîşvân-ı fikretten mahrûm ediyor; bu
nokta-i nazardan da merkezden tefrîk usûlü pek münâsip olur.

İstanbul şarka medeniyet-i garbiye miyâncısı olmak gibi büyük bir hizmet
ettiği gibi daha hayli zaman bu hizmetinde devam edecektir. Lakin bu
cihetce de bir istihâle-i külliye sûret-pezîr oluyor. Süveyş kanalı ticaret
alem-i tarîkini tebdîl ettiğinden dolayı İstanbul'un ehemmiyeti azalmıştır.
İzmir'den teşâ'ub114 eden şebeke-i cedîde dâhil ile karîb-i kesb-i irtibât edince
payitahtın ehemmiyetinin bir kısmı şehr-i mezkûra isabet edecektir.
Demiryolu şebekkesinin tevsii İstanbul'un medeniyet-i garbiye meyâncısı
olmasına hâcet bırakmayacaktır.Şimendifer muvâsalâtı müktesebât-ı hâzırâ-i
medeniyeyi akibet her tarafa isâl eder. Memleketin tahlîs ve taklîbini bir
ciddiyet-i ihlâs-perverâne ile arzu eden bir hükümdar payitahtı Türk ve garp
hududuna, meselâ Konya'ya yâhûd Kayseri'ye yâhûd daha ileriye, cenûba
nakletmelidir. Orada sâhib-i saltanat sekene-i memleketin her iki esaslı
kısmını gözüyle görür ve bunlarım ihtiyâcâtını mecz ve te'lîf eder. Aynı
zamanda Avrupa-i Osmaniye ta'alluk eden ve şahsı için umûr-u esâsiyeden
ma'dûd bulunan mesail ve teşevvüşat-i tâliye-i adiyeden(?) kurtulmuş olur.

İstanbul kaybeder ama devlet ve vilâyât kazanır.

Lakin Türkiye'ye bugünkü ehemmiyetini veren yalnız İstanbul'dur,


denilecek. Öyle ama bu, Türkiye'nin İstanbul'u Avrupa nazarında şâyân-ı
itibâr bir hâle getirmesi ile doğru olabilir.Bu "itinâ"nın bütün memlekete ve
sekenesine felâketten ziyâde selâmeti bâis olup olmayacağı ise başka bir
mes'eledir.

-5-
Cenevre'de emrâr-ı evkât eden hamiyet-perver-i ma'rûf Murat Bey
geçenlerde "Devlet-i Aliye'nin Zaaf ve Kudreti" ünvânı altında bazı cihetce
şâyân-ı dikkat bir risâle neşretti. İslam ve islamın tabîat-ı esâsiye ve
kâbiliyet-i ıslâhiyesi ile Türk kavminin istidât-ı bâtıniyesi hakkındaki efkârı
Vambery'nin mesrûdâtı ile tevâfuk ediyor. O da Türk kavmini genç, kavî,
kanâatkâr ve mu’tekid115 olarak tasvîr ve şöyle devam ediyor: "Millete doğru
yol gösteren yoktur. Her ne kadar bazı edâdîye116 körü körüne münkâd
olması ta'yîb117 edilebilirse de ahvâl-i muhtelifenin bu itâatı mukaddes bir
dereceye getirmesi hasebiyle bundan dolayı pek de dûçar-ı itâb edilemez.
Avrupa'lı kâriyinin ahvâl-i hüküm-fermâ hakkındaki şikâyet-i edideye karşı:
her kavim müstehak olduğu idâreye naîl olur diye tevcîh edeceği itâb
herhalde bu sûretle red ve cerh edilir. Fi'l-vâki Türk kavmi dediğimiz hâl-i
hâzır için ihtilâle sâlih118 değildir. Yalnız büyük ve adîl hükümdarlardan
yardım bekleyebilir. Müşâr’il-leyhüm milletin itâat-ı kat'îye müthedânesine
istinâden şâyân-ı hayret measir119 vücûda getirilebilir. Ekseriyâ mû'âhaze
edilen hataiyât-ı milliye ciddiyet ve sabır ile mukâbele edildiği takdîrde
ortadan kalkar. Hükümetin namus ve gayreti iltizâm ettipi bir kerre tahakkuk
edince şarka mahsûs olan melâ..miyet hârikalar izhâr eder.7 "

Murad Bey kitabının medhalinde esbak sadrazamlardan Fuad Paşa'nın bir


fıkrasını naklediyor ki bize daha muhtasar olarak ma'lûmdur. Ecnebi
diplomatları bir vakit ictimâ' edip herbiri sefiri olduğu memleketin hâricî
hücûmlara ve teşebbüsât-ı tahrikâraneye karşı kuvve-i dâhilîyesini ve
mukâvemete kâbiliyetini medh ve senâ ettiği esnada dokunaklı nükteleri ile
iştihâr eden dâhî diplomat sâkıtâne bir tarafa çekilmiş. Fakat hangi devletin
kuvve'el şekîme120 olduğunu söylemesi ilhâh121 ile talep edilince Fuad Paşa
şu cevabı vermiş: Devlet-i Alîye! Zîrâ biz Türkler asırlardan beri kendi
kendimizi mahvetmeye çalışıtığımız halde hâlâ buna muvaffak olamadık 8

Bu şekl-i ma'rûfta biraz bî-pervâ görünen bu latife Devlet-i Alîye'nin


kâbiliyet-i hâyatiyesine ve metânetine delildir. Devlet-i müşâr'il-leyhâ
bunları sair hesâis gibi Bizans Devleti'nden tevârüs etmiş gibi görünüyor.
Bunu 1877 de zaten ispât etti. Sene-i mezkûrede muhârebe başlayınca bütün
dünya hiç değilse Avrupa'da hâkimiyet-i Osmaniye'nin sonu geldiğine zâhib
olduğu halde gösterdiği mukâvemet her türlü intizârın fevkinde çıktı. Ahiren
7
Devlet-i Alîye'nin Zaaf ve Kuvveti sahife 58
8
Murad Bey'in ta'rîfine göre Fuad Paşa'nın cevabı ki buraya kamilen derc edilecek
derecede dikkate şâyestedir- şöyle imiş: Devlet-i Alîye'nin yerinde keyf mâ yeşâ bir
devlet farz ediniz, bu devleti aynı hırs ve tamâh dâhilen ve hâricen aynı yağmacılığa
ma'rûz bırakınız, o zaman Devlet-i Alîye'nin kıymet-i hakikiyesini takdîr etmiş
olursunuz. hemen yarım asırdan beri bütün dünya yere sermek istiyor, siz devletler
hâriçte çalışıyorsunuz biz dâhilde. Bununla berebar alabildiğine devam eden bu tahrîbât-ı
maddiye ve maneviyeye karşı yine mukâvemet ediyor. Yalnız mukavemetle kalmıyor,
hatta zaman zaman şâyan-ı hayret gençlik asâr-ı hâyatiyesini izhâr ediyor ve ben eminim
ki Devlet-i Alîye zâ'yiaya düçar olsa bile (.....) zuhuruna kadar daha müddet-i müebbedde
mukâvemet edecektir.
Teselya muhârebesi ile bunu te'yîd etti. Senelerce iğtişâşâttan ve emsâlsiz bir
izmihlâl-i malîden sonra devlet zâhiren artık muhârebe edemeyecek bir
halde iken her vakitkinden daha serî olarak hudûdda bir mehîb122 ordu
tahşîd123 ve bu sûretle ihrâz-ı galebe etmiştir.

Hasta adamın bu istidâd-ı mahsûsu bu hayret-engîz kâbiliyet-i hâyatiyesii


cidden nazar-ı dikkatimizi celb eden bu acaip devletin tabîatını tetkîke sevk
eder. Nitekim biz de buracıkta hiç olmazsa muayyen bir hatt-ı harekete
tab'en buna teşebbüs ettik.

Netâyic-i tetkîkâtımızı bir kerre daha hülâsa edelim.

Yine Devlet-i Alîye'nin kuvveti meziyet-i asliyesini kaybetmemiş yiğit,


kanâatkâr, basit ve rızâcı bir kavmin evsâf-ı tabiiyesinde, yine tâ bidâyette
mevcût olan iştirâk-ı menfaat hiss-i mahsûsunda, devr-i fütûhat an'ânatından
mütehassıl olan hâkimiyet hissiyâtında ve örf ve adet ile taayyüd124 eden
bilâ kayd-ü şart itâatında mündemicdir.

İki asırdan beri vukua gelen câlib-i nazar- dikkat zâiyât-ı mülkiye fesâd-ı
tabiata ve zaaf-ı kat'îye bürhân olamaz. Şerre alamet olabilecek birşey varsa
husûsât-ı mezkûrenin sathîce tetkîkinden tahassül ve zaten her türlü ümitten
tecrit eden bedbinliktir. Hâl-i teşekkülde bulunan bir millet-i fâtiha sıfatıyla
Türkler 17 inci asrın nihayetine kadar yatağından taşarak cıvar çayırları
basan ve fakat al-el-devam bir derin bir göle tahvîl edemeyen bir nehir gibi
kuvve-i hakikiyeleri hududunu tecâvüz ettiler. Böylelikle kuvva-i
tabiiyelerini uyandırdıkları komşularını tefavvuku ortaya çıktı, bundan
tahaddüs eden tedenni keyfiyeti şâzz125 değil ve izâhı kâbildir. Nitekim
tarihte de emsâli vardır.

Devlet-i Alîye'nin zaafı memleketin çok küçük olmasından değil, bilakis


muhâfazası için bu anda mevcûd olan kuvvete nispetle ülkenin bugün bile
pek vasi' bulunmasından münbaistir. Askere alınan halk ise hakikatte
Almanya-i Cenûbî hükümeti ile Toringr Prenslikleri nüfûsu kadardır.
Bundan çıkan erat Almanya, Fransa ve İspanya'nın birlikte teşkîl ettigi arazi
kadar büyük bir kıt'ayı işgâlden maada hududun bir kısminda bulunan
mahali asayiş ve yâhûd mütefevvik komşuları göz altında bukundurmak
mecburiyetindedir. Kuvve-i esasiye hatt-ı zâtında tenâküs etmemiştir.
Talimname-i cedide tevfîkan askere alınanların miktarı devr-i fütûhattaki en
azim miktardan yine 9 hayli fazladır. Fakat nispetsiz sûrette hizmet
gördürmek mahzûru hâlâ bertaraf edilememiştir.

Zaiyat-ı mülkiye min-cihet-i cenûbdaki tevsiât-ı ahire ve dâhil-i memâlikte


bulunan cihât-ı müstakilenin taht-ı inkiyâda alınması sâyesinde telâfi
edilmiştir. Dâhil-i memleketin takvîyesi, Anadolu'nun asıl ana vilâyetlerinin
maddi ve manevi tekamülü ve Arap mes'elesinin halli sayesinde zarar-ı
vâkinin tamamen karşılığı bulunmuş olur. Buna bir devlet-i müselme-i
mütemeddine halini iktisap keyfiyeti de inzimâm eder ve bu sûretle devletin
mekâsid-i hâyatiyesi feth ve istilâya ve yâhûd fütûhat-ı kadîmeyi
muannidâne ibkâya ma'tûf olmayıp belki nüfûsca fâikiyet-i müslimesi ve
bundan dolayı nâ-kâbil-i itirâz hukuku bulunan bir toprakta terakki ve
tekemmülden ibâret kalır. Memleketin hatta bugünkü hudûd-u vâs'isinin
al'el-ıtlâk fâideli olması şartıyla, hıfz ve idamesiyle tamamiyeti mülkiye için
bir takım teminata hâcet-ı mess etmeyecek sûrette teşyîd-i erkân-ı devlet
edebileceği şekk ve şüpheden vârestedir. Bir devlet-i muazzama-i islamiye
sıfatıyla Türkiye'nim bu şekl-i cedîdedine büyük bir siyasi rol icrâ edebilmek
için iktidârı bâki kalır ve Avrupa münâzaât ve mücâdelâtından uzak
kalmasının kendisine mücerret fâidesi dokunur. Kesb-i kuvvet etmek
neticesi olarak hristiyan mesêlesi de halledilmiş olur. Tebâ-i hristiyaniyeye
karşı vukua gelen son (...) ve tecâvüzât-ı müdhîş için, acz-i zâtiyeden
mütevellid gizli bir öfke az kuvvetli mihraklardan değildi. İstidâd-ı zaman
-ki kolaylıkla ahâliye teşmîl edilebilir- bir devlet-i mütemeddine vücûde
getirmek husûsuna müsâiddir. Hakikatte ne islam ne de taassubu dinî bu
inkilâb-ı hayre mâni değildir. Demiryolu, telgraf şebekelerinin tevsii gibi
kanun tatbîka-i müktesbâtı kezalik bunu mürevvecdir126.Buna mukâbil
saltanatın aza-ı hanedanın ekber ve erşâdına intikâli inkılâba mübâyin127 ve
temerküz usûl-u mer'iyesi ise bununla nâ-kâbil-i tevfîktir. Usûl-u temerküz
tek tük istisnâlarla beraber birçok kuvva-i mümtâzeyi kâbil-i istifâde bir hale
getirmeyip belki mahvediyor. Devlet-i Alîyenin zaafı buradadır,
muhâripliğin zevâl-yâb olması da, askerin yâhûd mesâha-i sathiyenin
noksanında değildir.

Bu zaaf kâbil-i izâledir. Acaba iş oraya varacak mı; Fuad Paşa'nın haber
verdiği sahib-i himmet zuhûr edecek mi; bütün bunlar bir istikbâl-i
meşkûkun hafâyâsindedir. Niyetim gaibden haber verebilmeğe kalkışmak
değildir. Arzu ettiğim şey tahlîs ve ihyâ imkânını isbât ve kadîm ahibba ve
şakirdânı pek sathî bir bedbinlikten tehzîrdir128. Artık hükümet-i
9
40 bine karşı takriben 55 bin
Osmaniye'nin hâricen şan ve itibârı muzafferiyetten sonra eskisinden ziyâde
arttığından bu tehzîr kendilerine bu def'â daha ziyâde te'sîr edecek ve
vatanlarının istikbâl-i müteyemmini129 hakkındaki ümitler daha kolaylıkla
yerleşecektir
1
sâib : sevâb’dan
1-yanlışsız, doğru, hata yapmayan;
2-maksada, hedefe uygun,
3-hedefe doğru ulaşan
2
müstehîl:
1-mümkün ve kâbil olmayan;
2-manasız ve saçma
3
mergûb:
1-rağbet ve arzu olunan, istenilen, sevilen
2-Umumi rağbete mazhar, herkes tarafından rağbet olunacak sûrette güzel, makbul
4
hâne-gî:
Hanede, evde bulununanlardan, evde
5
der-pîş:
En önde, gözönünde bulunan
Der-pîş etmek: gözönünde bulundurmak
6
imtisâl: misl’den
1-icap edeni yapmak, bir örneğe gore hareket etmek
2-alınan emre boyun eğme
7
nefh:
1-üfürme
2-boru vs üfleme
8
pîşvâyân: pîşvân’ın çoğulu
Reisler, başkanlar
9
ribka:
Kemend bağı, boyna atılan halka, ilmik
10
vâye-dâr:
Nasibi olan, kısmetli
11
hatar: tehlike, muhatara, emniyetsizlik
12
mukârib: bitişik, erişmiş, yaklaşmış, bir yere gelmiş
13
müdâvât : deva arama, hastaya ilaç verme
14
edille : delil
15

tebâyün:
1-iki şey arasındaki tezat, birbirini cerh etme
2-müşterek bir rakamla taksimi kâbil olmayan iki rakam arasındaki münâsebet
16
bihakk: hakkıyla, layık
17
ıdlâl=ızlâl :delalete düşürme, doğru yoldan çıkarma, azdırma
18
meşhûn : doldurulmuş, dolu
19
me’kul :
1-yenecek şey, zahire, rızık
2-medar-ı istifade, irad
20
mübâhasât: mübâhase’nin çoğulu
1-bir iş hakkında iki ya dad aha çok kisi arasında edilen sözler, konuşmalar;
2-iddialı konuşmalar, bahse girmeler
21
şebân: şeb’in çogulu
geceler
22
ta’zîb : azap’tan
Eziyet etme, boşuna yorma
23
iktitâf :mevye toplam, devşirme, toplanma, devşirilme
24
irticâd: redd’den
Din-I İslâm’ı terk ile diğer bir dine intikâl

25
istinbât : bir söz veya işten gizli mana çıkarmak, zımnen ankamak
26
istidlâl : Bir delil ya da bürhâne istinâd ederek bir şeyden bir netice çıkarma, delil ile anlama
27
mümârese : tekrâr ve kesret-i iştigâl kuvvetiyle kesbolunan maharet, alışkanlık, el alışkanlığı
28
nâgihânî: Ansızın, ansızın vaki olan
29
mesrûd : serd’den
Serd ve beyân olunmuş, mezkûr, mestûr
30
tedennî : denaet’den
Aşağı inme, düşüş, gerileme
31
yektâ :
1-tek, yalnız, münferid
2-misal ve naziri olmayan
32
nûmîdî: ümitsizlik, mey’usiyet
33
bilâd : belde’nin çoğulu
34
baîd : uzak, ırak, dûr
35
ma’azelik: Bununla beraber
36
vahn: zaaf, gevşeklik, kuvvetsizlik
37
me’vâ: yurt, mesken, mahal, makam
38
tevettün : vatan’dan
Yerleşme, bir yeri vatan ittihâz etme
39
mürtefia: ref’den
Irtifâ eden, yükselen, yükselmiş, yüksek, yüce
40
hatve: adım, ölçü addedilen itibari adım
41
:zîr :altında, altına
42
derk: anlama, tefhîm
43
muhayyer : hayr’dan
Seçmeli, beğenmeye bağlı, beğenmece
44
tevâbi’ :
1-Bir adama tâbi olup, arkası sıra gidenler,
2-Bir adamın fakir ve dehasına tabi olanlar
3-hüdema, avane, yardaklar,
4-mülhakât, bir merkeze merbut ve tâbi olan yerler
45
ez-ân cümle: O cümleden olarak
46
müzâfât : birşeyin ilaveleri, ekleri; bir merkezin şubeleri, kolları (ilâvât, mülhakat)
47
kâr-âzmâ: tecrübeli, görgülü; iş bilen (kâr-âzmûde)
48
mâ-bih-il-temyîz::temyize sebeb olan
49
nevamâ: bir türlü, bir sûretle, bir vechi ile, bir bakmaya göre, bir dereceye kadar.
50
mehd: beşik
51
müfârekat::ayrılma, uzaklaşma
52
pey-rev: arkası sıra giden, izinden giden, uyan
53
mefkûd:kayıp, yok, olmayan, bilinmeyen
54
velî: Bir biri ardından gelme
55
zamîme: zam ve ilave olunmuş şey, sonradan arttırılıp ilhak olunmuş kısım,
56
müntefî:sönmüş, sönük, bastırılmış
57
ber-akis: tersine
58
ber-güzîde: seçme, seçkin
59

60
ızâa: mahrumiyet, kaybetme
61
bâr : yük
62
el-hâletu hazihi: henüz, şimdi, bugün, bugünkü günde, hâlâ, şimdik zamanda, şimdiye kadar
63
müstemire:muhacirin sevk ve iskanı ile mamur ve abad hale konmuş memleket
64
evân: vakit, zaman, hengâm
65
hatarnâk: korkulu, muhataralı, tehlikeli, emniyetsiz
66
arâmsâz: mukim, sakin
67
s’ab: (su'ûbet)ten
1-çetin, zor, müşkül;
2-kuvvetli, zorlu
68
muhât: çevrilmiş, kuşatılmış
69
ittisâ’: genişleme, boylanma, iktisab-ı vüs'at
70
istihlâf: Birinin yerine geçme
71
belliye: felâket, keder, kasâvet, tasa
72
isti'mâr:
1-imar etme
2-bir yerin imarını isteme
3-istimlak etme
73
müyesser: kolayı bulunup icra olunan, kolay gelen, asân
74
im'ân:
1-mübalağa etme; bir işte çok ileri varma
nazar-ı im'ânla bakma: dikkatle bakma;
2-cehd, dikkat, itina
75
münkâd: inkiyâd eden, mutî, tabi, râm
76
terettüb:
1-sıralanma, sırasında olma, sırası gelme
2-taalluk etme, ait olma, icâp ve iktizâ etme
77
izdiyâd: ziyâde'den
ziyadeleşme, artma, çoğalma
78
igtinâm:
1- ganimet suretiyle alma, yağma ve talan etme
2- zahmetsiz bir kazanç gözüyle bakma
79
müntehâ: nihayet'den
1-nihayet buluş, birşeyin varabileyeceği en uzak yer, son derece, son kerte
2-son uç
80
mümtedd: uzayan, imtidâd eden, zaman veya mekanda çok süren, sürekli, devamlı, mütemadi
81
tayy:
1-sarma, bükme, dürüp bükme
2-sarıp toplar gibi kat' etme, kesme
tayy-ı zaman, tayy-ı mekan etmek: zaman ve mekanı atlamak, bir kuvve-i hareke ile geçmek
3-çıkarma, hezf ve lağvetme, kaldırma
82
ifrâğ: ferağ'dan
1-bir kalıba dökme,
2-şekillendirme, bir şekle sokma
83
mübtezîl:
1-hor kullanılan, itibarsız, hakir, kepaze,
2-pek bol ve ucuz
84
taklîb: kalb'den
1-döndürme, çevirme, alt-üst etme
2-bir şeyin şekil ve kalıbını değiştirme
85
dâiyye: sebep, müsebbib, baîs
86
şinâs:
1-bilen, anlayan, tanıyan, haber ve malumatı olan
2-riayet eden, bakan
87
ihtimâr: hamr'dan mayalanma, kendiliğinden köpürüp kabarma, ekşiyip mayalanma
88
girân:
1-ağır, sakil
2-fena, kokmuş
3-bıktırıcı, usandırıcı
4-ser, katı
89
tabsıra: basr'den
insanın ferasetini artırıp mahiyet-i eşyayı anlamaya alet olan kuvvet
90
best:
yayma, serme, açma
uzun uzadıya anlatma
91
temhîd: medh'den
1-yayma döşetme
2 düzeltme, düzenleme
92
rûz-merre: her günkü
93
mübrem: kaçınılmaz, vazgeçilmez, önlenemez
94
temşiye:
1-yürütme, yürütülme
2-meydana gelmesini kolaylaştırma
95
sûret-numâ: şekil ve suretini gösteren, meydana gelen
96
havâhiş: isteyiş, arzu
97
taayyüş: ayş'den
yaşama, geçinme, maişet
98
musırr: ısrar'dan
ısrar eden, ayak basıp vazgeçmeyen, bir söz veya bir talepte mu'annutane sebat eden
99
fî-yevminâ hazâ: bugünkü günde, günümüzde, zamanımızda
100
muş'aşaa:
1-parlayan, parıldayan
2-şa'şaalı, debdebeli, tantanalı, sunturlu
101
farz-ı ayn: Allah'ın teker teker her müslümanın yerine getirmek zorunda olduğu emri
102
cezm: kesin karar, niyet (azm)
103
temdîn: medenileştirme
104
zülâl: saf, hafif, soğuk, tatlı su
105
leb-rîz : taşmak üzere olan, ağızına kadar dolmuş
106
müştâk: şevk'den
özleyen, arzu eden, göreceği gelmiş olan, can atan
107
müstahsen: güzel sayılmış, beğenilmiş, istahsân edilmiş
108
istirdâd:
1-geri alma, alınma
2-verlmiş veya gönderilmiş birşeyin geri gönderilmesini veya verilmesini isteme, geri isteme
109
a'kal: (daha, en, pk, çok) akıllı
110
rübâ: kapan, kapıcı dil-rübâ misal
111
ma'dûd: sayılı, sayılmış
112
Teşevvüş(ât) :karışma, karmakarışık olma, karışıklık.
"ye" muhtemelen baskı hatası
113
: suhûlet:
1-kolaylık, asanlık
2-kolaylığı mucib olan vesait
3-yavaşlık, usul, mülayimet, nazikane tavir ve muamele
114
teşâ'ub:şubelere ayrılma, dal budak peyda etme, dallanma, çatallaşma
115
mu'tekid: akd'den
inanan, dini bütün, itikad etmiş
116
edadî: adüvv'ün çoğulu
düşmanlar
117
ta'yîb: ayb'dan
ayıplama
118
sâlih:
1-yarar, elverişli, uygun, yakışır.
2-yetkisi ve hakkı olan
3-dinin emrettiği şeylere uygun harekette bulunan
119
meâsir: eslâfdan ahlâfa yâdigâr kalan büyük ve şanlı iş, bâis-i iftihâr fiil ve hareket
120
şekîme: sebat, kolay ram olmayan, mukavemet
kuvve'el şekîme: mukavemete muktedir, dayanır, sebatlı
121
ilhâh: üzerine düşme, zorlama
122
mehîb: (heybet'ten)
1-heybetli, azametli, korkunç
2-aslan
123
tahşîd: yığma, biriktirme, toplama
124
taayyüd: kuvvetlenme, sağlamlaşma
125
şâzz: kaide-i umumiyeye uymayan, haric-ez kaide
126
mürevvec: revac'dan
revaclandırılmış, itabar edilmiş, propagandası yapılmış
127
mübâyin:
1-başka türlü olan, diğerlerinden ayrı ve gayrı olan, muhalif
2-diğerinin zıddı ve aksi olan,
128
tehzîr: sakındırmak
129
müteyemmin: mübârek, kutlu, bereketli kademli

You might also like