You are on page 1of 12

TİP DOKUZ: TEMBEL EGO (ATALETE DÜŞEN EGO)

9, bütün tiplerin “ana”sıdır. 9 özümüzle bağlantımızın kopuşunu simgeler ve bu


yabancılaşma diğer bütün egolar için ortak bir durum olduğundan bütün tipler bu kişiliğin asli
arketipinin değişik varyasyonlarıdırlar. Başka bir deyişle bu kişilik tipi “gerçek benimizi”
unutma ve en derindeki yapımıza karşı gafil olma ile ilgili olarak meselenin tam anlamıyla
içinde yer alan kişilik tipidir ve diğer tipler egonun kalbinde bulunan bu temel prensibin
değişik oluşumlarıdırlar.
Bu tipin özelliklerini kısaca özetlemek gerekirse dokuzlar “kişisel ilgi” çekmekten
sakınırlar. Büyük kişilikler gibi görünmez ve kendilerini ortaya koymazlar, kolay tarif
edilemezler veya belirsiz görünebilirler. Başkalarını kendilerine tercih ederler ve kendilerinin
ve başkalarının önceliklerinde birinci olmakta zorlanırlar. Başkalarına alaka göstermeyi tercih
ederler. Kendilerini daha önemsiz ve değersiz görürler ve arka planda kalmayı tercih ederler.
Nadiren iddiacı davranırlar. Çevresiyle uyumlu olmayı ve onları hoş tutmayı severler.
Başkalarının “saldırgan”, “rahatsız edici” bulacağı veya karşı çıkıp eleştireceği, dikkate
almayacağı şeyleri söylemekte veya yapmakta zorlanırlar. Bu yüzden çatışmaktan kaçınırlar,
olumsuz duygu ve düşüncelerini nadiren ifade ederler. Genellikle olumluya odaklanırlar.
Mükemmel arabuluculardır. Olayları herkesin bakış açısından görebilirler, fakat kendi bakış
açılarını belirlemek, tanımlamak ve ifade etmekte zorlanırlar. Kendileri için gerçekten önemli
olanı hesaplamakta ve buna dikkat etmekte zorlanırlar. Bu da onları içsel yaşamlarını ihmal
etmeye, duygularını ve düşüncelerine dikkat etmemeye, yaşamlarında ihtiyaç duydukları
şeyleri önemsememeye kadar götürebilir.
Dışarıdan yönlendirildiklerinde veya kendilerini iyi motive edebildiklerinde çok aktif
olabilirler. Aksi durumlarda tembelliğe meyillidirler. Fakat her iki durumda da kendilerini ve
kişisel ihtiyaçlarını resmin dışında bırakırlar. Hayatın ayrıntıları içinde kaybolma eğilimi
gösterirler ve asıl ilgilenmeleri gereken şeyin ne olduğunu ayırt etmekte sorun yaşarlar.
Atalete meylettiklerinde harekete geçmekte zorlanırlar ve harekete geçtiler mi de yönlerini
değiştirmekte ve durmakta zorlanırlar. Uyuşukluğa meyilli olup biraz kaotik (düzene
girmemiş belirsiz, amorf) bir iç dünyaları olabilir. Fakat hoş ve sevimlidirler, kaygılı ve
saldırgan bir görünüm arz etmezler. Değersizlik, önemsizlik ve yetersizlik duyguları eksiklik
duygusunun merkezini oluşturur ve kendilerini bu acı verici duygulara karşı uyuşturmak için
duyumsal keyiflerle ve oyalanmalarla vakit geçirirler. Ancak motive olmuş-motive edilmiş
enerjik dokuzlar katı ve kararlıdırlar.
9 ile ilgili kişiliğin ana sapması –kendimizi unutma- çok asli olduğu gibi, bu tipin
aradığı kutsalda aynı derecede aslidir. Girişte anlattığımız gibi her tipin aradığı kutsal hakikat,
o tipin bütün öznel perdeler olmaksızın müşahede edilen gerçeği idrak etme şeklidir. Her
Kutsal Hakikat hakikatin doğasını değişik bir açıdan - bir yoldan görmedir ki bütün bu
görmeler aydınlık bakış açılarıdır ve eşit olarak doğrudurlar. Her tip kendisiyle ilgili Kutsal
Hakikate hassastır. Bu da onun en kararsız olduğu noktadır ve her bir tip “Mutlak Varlık”la
bağlantısını kaybettiğinde Kutsal Hakikati’de gider. Her tipte ayrıntılı bir şekilde göreceğimiz
gibi Kutsal Hakikat’in kaybedilmesi her tipte bir kör nokta oluşturur.
9’un hakikatle özel münasebetinde –Kutsal Hakikat- özellikle hassas olduğu asli yön
Kutsal (İlahi) aşktır. İlahi aşk egonun perdelenmesi olmaksızın hakikatin idrakidir ve hakikat
tabii olarak sevgi dolu, hoş, latif, harikulade ve harikalarla doludur. İlahi aşk Varlık’ın hem
aşkın kendisi hem de aşkın kaynağı olduğu gerçeğine işaret eder ve bütün mevcudat aşkın
tezahürü ve vücut bulmasıdır. İlahi aşk sadece aşk duygusuna işaret etmez. Daha çok varlığın
veya gerçek tabiatın fıtri olarak olumlu (pozitif) olduğu ve bizi lütufkâr bir şekilde etkilediği
anlayışına işaret eder. Almaas bunu “kavramsal olmayan (kelimeler ötesi) olumluluk” diye
adlandırıyor ve bu bizim günlük olumlu-olumsuz, iyi-kötü kıyaslamalarımızın ötesinde bir
şey olduğu içinde bunu ifade etmenin çok zor olduğunu söylüyor. Bu; olan her şeyin olumlu
olduğu anlamına gelmiyor. Fakat daha çok bu hakikatin işaret ettiği şey; yaratılan her şeyin

1
asli yapısının faydalı, aydınlık, sevinç dolu ve mükemmel dengede olduğudur. Hinduizm bu
temel gerçeğe “ananda (vecd, ezeli sevinç)” veya “cömertlik, sonsuz vericilik” demektedir.
İlah Aşk ne bir duygudur nede kelimelerle tanımlanabilecek bir durumdur. Bu belki
kavranması biraz zor bir durum; fakat Allmaas’ın çeşitli asli Kutsal hikmetlerdeki veya bilinç
seviyelerindeki İlahi Aşk idrakiyle ilgili aşağıdaki yazısıyla biraz netleşebilir;
“İlahi aşk; özün açık ve her şeyden farklı niteliğidir ve her bir asli oluşumun kutsal
bilincidir. İlahi aşk olumlu, yükselten ve lütufkâr tesirin içinde ve her bir oluşumun tesirinde
görülür. O, aşkın içinde tatlılık ve yumuşaklıktır. Sevincin içindeki aydınlık ve neşedir. Aklın
ve zekânın içinde incelik ve değerliliktir. İradenin içindeki saflık ve güvendir. Güç olgusunun
içindeki canlılık ve heyecandır. Barış olgusunun içindeki gizem ve ipeksiliktir. Kişisel özün
içindeki bütünlük ve istikamettir. Kâinatın tazeliği ve yeniliğidir. Hakikatin derinliği, sarıp
sarmalayan derin sıcaklığı ve tatminkâr gerçekliğidir.”
İlahi aşk asli doğamızın fıtri olarak güzel olduğu ve onun tecrübesinin her zaman
olumlu bir tecrübe olduğu idrakidir. Bu yüzden de kişisel olarak asli-fıtri doğamız
varlığımızın çekirdeğini oluşturduğu için İlahi aşk bize asli olarak güzel ve sevimli
olduğumuzu ve bunu da “Mutlak Varlık”tan ayrı bir şey olmayışımız hakikatinde yattığını
anlatıyor. Başka bir deyişle Hakiki Varlık; ruhlarımızı ve bedenlerimizi güzellik ve sevgiyle
boyuyor; bizi güzel ve sevgili yapanda budur.
Bu tatmin hali; Mutlak Varlık’ı kavramsal zihnimizin perdesi olmaksızın tecrübe
ettiğimizde üzerimizdeki anlam, değer, hayır ve tatmin duygusunun tesiridir. Ruhlarımız
rahatlar, kalplerimiz açılır, böylesi alanlarda kendimizi çok iyi hissederiz. İlahi aşkın idrakiyle
hayata ve insanlara “hakikatin fıtri özellikleriyle” –onun saf pozitifliğiyle- cevap veririz.
Almaas’ın dediği gibi;
“Hakikati objektif olarak idrak ettiğimizde ona karşı pozitiflik hissetmekten kendini
alamazsın. Bu tecrübede zihnin kategorize ettiği anlamda pozitif ve negatifler yoktur.
Kavramsal olmayan bu pozitiflik bütün kutuplaşmaların ötesindedir. Hakikatin doğası şudur
ki; o bütünüyle kalbine temas eder. Kalbin o kadar çok mutmain olur ki iyi-kötü yargılamaları
olmaksızın kendini mutlu ve tam hissedersin.”
Bu yüzden de derinliklerimize ne kadar çok yaklaşırsak kendimizi o kadar dengede ve
ahenkli hissederiz. Çünkü İlahi Aşk açısından “Varlık” asli olarak pozitiftir ve bizi de öyle
etkiler. Bu da bize tecrübemizin hakikatiyle yüzleşmemizin ve olduğumuz gibi ifşa
edilmemizin neden bizi iyi hissettirdiğini açıklıyor. Yüzleştiğimiz veya ifade ettiğimiz şey,
görmeyi istemediğimiz veya ortaya çıkmasını istemediğimiz bir şey olsa bile. Çünkü bu
durumda “daha çok derinlerimize” doğru gidiyoruz ve ruhlarımız hakikatin iyiliğine daha
yakın ve daha iç içe olmaktadır. Kendimizle daha derinden yüzleşmek, bizi hiç
yüzleşmemekten daha iyi hissettiriyor.
İlahi Aşk’ın bu özelliği olmasa hiçbir manevi yola girmeye motive olamazdık. Mutlak
Varlıkla temas halinde olmak bizi kabul edilebilir, faydalı ve yapıcı bir şekilde etkiler. Daha
bilinçli olmak için yapılan mücadeleler ve zorluklar, zamanımıza, enerjimize ve
adanmışlığımıza değer.
Kendimiz üzerinde çalışma sürecimizde zamanla şunu öğreniriz ki; kendimizin
yüzeyinde kaldığımızda yani dış kabuğumuzla-kişiliğimizle özdeşleştiğimizde ve buna göre iş
gördüğümüzde acı çekeriz. Kabuğumuzun altındaki hakikatten ne kadar gaflette isek hayatın
tatminkâr, anlamlı ve hoş olduğunu o kadar az hissederiz veya bir başka ifadeyle ne kadar
katılaşmış isek hakikatin aşka bakan yüzünden o kadar az nasibimiz olur. Çünkü İlahi Aşkla
bağlantımızı koparmışızdır. Acı çekmemiz “yalnız” olduğumuz için değil veya yanlış bir
ilişkide olduğumuz içinde değil veya yeterli paramız olmadığı için veya bazı şeyler çok fazla
olduğu içinde değil veya herhangi böyle bir sebepten de değil. Ya da dış görünüşümüz
olmasını istediğimiz kadar sevimli olmadığı için veya kişiliğimizin olmasını beklediğimiz
kadar hoş olmaması yüzünden de değil. Acı çekiyoruz çünkü “derinliklerimizden” uzak

2
yaşıyoruz, bu kadar basit. Ruhlarımız ne kadar çok “Mutlak Varlık”la hemhal olursa
kendimizi o kadar iyi hissederiz. O zaman dışımızdaki şartların ne olduğu önemli olmaksızın,
yaşam bize daha iyi gözükür.
Bu bizi İlahi Aşk ile ilgili anlayışımızdaki onun evrenselliği ile ilgili başka bir nuansa
getiriyor. Hakikatin fıtri iyiliği belli bir şeye-olguya-duruma münhasır ve bağlı değildir. O
“mükemmel iyilik ve güzellik” bütün mevcudatın yapısında gizlenmiştir. O belli bir yerde
onunla temasımızı bekleyen bir eşya değildir. Belli bir insanda mevcut veya belli bir duruma
bağlı değildir. Bizim dışımızda ayrı bir şeyde değildir. Bu varolan her şeyin doğasında vardır
ve kişilik perdemizin arkasına doğru “yaşamı” tecrübe etmedikçe bunu göremeyiz.
Hakikatteki iyilik veya hayır (ihsan) gelen ve giden bir şeymiş gibi görünebilir. Bir an sahip
olduğumuz başka bir an kaybettiğimiz bir şey, belli şartlarda bize ulaşabilen ve belli
durumlarla ilgili bir şey gibi görünebilir. Mesela yaşamın iyiliğini, biri bizi sevdiğinde veya
biri bizimle ilgilendiğinde veya bir ödül veya bir terfi aldığımızda hissederiz gibi görülebilir
ya da manevi bir yolculuğun başlarında asli doğamızla bir an temasa geçebiliriz ve
meditasyon yaparken veya bir ruhsal öğreticinin karşısındayken kendimizi harika ve sevgi
dolu hissedebiliriz. Bu durumda doğamızın pozitifliği geçici bir şeymiş gibi görünür. Bu bir
aşamadır; –nihayette göreceğiz ki varlığın güzelliği ve harikalığı “başka birinde” yer alan bir
şey değildir veya sadece bizim içimizde bir yerde de değildir. Fakat daha ziyade her şeyin
doğasıdır ve her yerdedir. Bu açıdan görürüz ki aslında “Varlıktan” başka bir şey yoktur. Bu
bizim kazanmak zorunda olduğumuz veya belli bir noktada iletişim kurmamız gereken bir şey
değildir. Onun oradan oraya hareket eden bir şey olmadığını anladığımızda ve varlığın iyilik
ve ihtişamını tanıdığımızda ve ONDA kaldığımızda yolculuk başka bir şeye dönüşür.
Bu bakış açısı olmadan da evrende iyilik/rahmet olduğu idrakinde olabiliriz. Fakat
bunun bizde dahil olmak üzere her şeyin doğası olduğunu görmeliyiz. İlahi aşkla rabıtamızı
kopardığımızda onun sınırsızlığıyla da bağlantımızı koparırız ve bize hakikatin iyiliği bir
yerde olurken başka bir yerde olamazmış gibi görünür. Bu durumda pozitif olan, şartlı ve
çabuk geçer hale gelir. Belli durumlarda ortaya çıkan ve biran burada iken diğer biran giden
bir şey. Bunun gibi bir kişi sevimli görünürken diğer bir kişi sevimli görünmeyebilir.
Bu sınırlılık duygusu ve hayattaki iyiliğin şartlara bağlı oluşu hissi; 9’un vehmini
mümkün kılar (oluşmasına neden olur) ki o vehimde; kişide sevgiden yapılmış olduğu ve bu
yüzden de fıtri olarak sevilen olduğu idrakinin kaybolmasıdır. Bu haldeyken “dokuza”
diğerleri sevimli ve yaşamın ihsanına iştirak ediyor görünürken kendisi bunun dışındaymış
gibi görünür. 9’un asli algısal sapması budur ve bütün kişisel özellikleri bunun üzerine bina
edilmiştir. Eğer vücutlarımızın ve bilinçlerimizin özünün her halükarda mutlak varlığın
tecellisi ve vücut bulması olduğunu düşünürsek ki olumluluk (ve saf sevinç) onun ana
özelliğidir; fıtri olarak sevilenden başka ne olabiliriz ki? Nasıl olurda bizim sevilen olmamızı
bedenlerimizin nasıl göründüğü, bizi kimin sevdiği veya neye sahip olduğumuz belirler?
Özle bağlantının kopmasıyla -ki bu daha önce gördüğümüz gibi yaşamımızın ilk üç
veya dört yılında aşama aşama meydana gelir- 9; İlahi Aşk algısını kaybeder. Dokuzun
içindeki asli doğasıyla bağlantısının kopmasıyla kim olduğuna dair inancı zedelenir. –
katılaşmış bilişsel algı veya katılaşma nedeniyle- fıtri olarak “sevilen, değerli, fark edilir,
anlamlı” olmadığını düşünür. Böylece Öz’le bağlantısının kopması veya O’ndan yüzünü
çevirmesi aynı zamanda kendini değerli ve yaşamın sunduğu bütün olumlu şeylere layık
görme tecrübesini yaşamakla da bağının kopması demektir. Kendisini hayatın iyiliğinin
dışında görür ve artık hayatın bütüncül yapısının bir parçası değildir. Bu asli katılaşmış bilinç,
oluşan bütün zihinsel yapının, duygusal tesirlerin ve bu tipin davranış tarzının temelini
oluşturur.
Hayatın ilk yıllarında dokuzun psişesini ve psikodinamiklerini şekillendiren güçler
açısından bakıldığında; bebekliğinde hakiki doğasının anlaşılmasının ve yansıtılmasının
eksikliği onda bir arada olunmaya ve ilgilenilmeye değer olmadığını düşünme şekline

3
dönmüştür. Bu netice ruhumuzun tabiatında mevcut bulunan “bütünlük şuurunun” şu
şekildeki dönüşümünden dolayı ortaya çıkıyor; eğer asli olarak ne olduğumuzla ilgili hakikat
anlaşılmaz ve takdir edilmezse biz bunu değersiz, sevilmeyen, bir arada olmaya değmeyen
biri olduğumuz şeklinde yorumlarız. Dokuz; İlahi Aşka karşı körlüğün oluşturduğu yanlış bir
bilinç ile çocukluğuna ait idrak ve tecrübesini değerlendirdiğinde yeterince “koşulsuz sevgi,
dikkat ve ilgi” görmediği yönünde algılar geliştirir. Gerçekten fiziksel veya duygusal olarak
ihmal edilmiş ya da edilmemiş olsun her dokuzun ruhunda kişisel olarak ilgilenilmiyor olma
izlenimi büyük tesir bırakır. Aslında en önemli gerçek “onun asli doğasına” yeterince ilgi
gösterilmediği gerçeğidir. Hemen hemen tamamen evrensel olan bir şey – çevrenin (aile,
ebeveyn, arkadaş vs.), kişinin asli hakiki yapısına uyum eksikliği- dokuzlar tarafından kişisel
algılanmıştır. Asla kelimelere dökülmemesine rağmen şu sonuca varırlar “annem ve babam
benim kim olduğum ile ilgili derinliklerime uyum gösteremediklerine göre, önemli biri
değilim ve bu yüzden şu çok açık ki ben aslında değersiz biriyim.”
Dokuzlar neticede içsel derinliklerinden vazgeçerler, bilinçlerini mutlak varlıktan
uzaklaştırırlar ve ebeveynlerini taklit ederler. Şunu önemle not etmeliyiz ki; mutlak varlık bir
yere gitmez, basitçe bilinçdışına kayar. Böylece dokuzlar aşama aşama kendilerine karşı sağır
olmaya başlarlar ve dünyanın da böyle olacağını düşünürler. İlginçtir ki kulak vücudun bu
tiple alakalı bölümüdür ve dokuzlar sadece kendi içseslerine karşı sağır olmakla kalmazlar
bazı şeyleri kaçırdıkları gibi söylenen sözlere karşı da duyarsız kalırlar.
Dokuzların sağırlığı gördüğümüz gibi “Öz’ün krallığıyla” uyumunun (bağlantısının)
kaybolmasıdır. Böylece çeşitli derecelere kadar ihmal edilebilir ve unutulabilir olduklarına
inandıkları için Öz’le bağlantıyı da koparınca kendilerini unuturlar. Bu unutma kişiliğin
derinliklerinden dış yüzeyine kadar kendini gösterir. Özü unutmaktan günlük işlerdeki basit
unutkanlığa kadar. Kendini unutma dokuzun kendiyle ilişkisini de açıklar.
Derinliklerinin unutulmasıyla “kendimle ilgilenmem için ne sebep var? Buna değecek
hiçbir şey yok” şeklinde bilinçaltı anlayışı dokuzların davranışlarına, düşüncelerine ve
duygularına nüfuz eder. Hiçbir şekilde özel olmadıklarının ve onlarda belirgin fark edilebilir-
değerli hiçbir şeyin olmadığı hissine ulaşırlar. İç, ihmal edilmiş ve unutulmuştur. Dikkat
etmeye değer tek şey dıştır. Dış görünüm ve tecrübe, daha değersiz ve önemsiz addedilen
içsellikten daha önemli duruma gelir. İçten ziyade dıştan yönlendirilmeye başlar. İç
isteklerinden ziyade çevrenin ve diğerlerinin ihtiyaçlarına uyumlu ve cevap verir hale gelir.
Diğerlerinin ihtiyaçları kendisininkileri bastırır, kendininkileri daha az önemli ve önceliksiz
hisseder. Kendine önem verme giderek başkalarına cevap verme ve hizmet etme temeline
oturur.
Zamanla bizim dış görünüm ve fonksiyonlarımıza “anlam ve değer” katan ruhsal
zemin kaybolur. Böylece yaşamın dış kabuğu, “gölge” ve “hayatsız bir kabuk” haline gelir.
Bu kendi manevi boyutumuzla, asli doğamızla bağlantımızın kopması, kişilikleriyle
özdeşleşmiş kişilerin düştüğü bir durumdur ve bu da insanlığın %99’u demektir. Kabuktan
daha fazla bir yaşam yaşamak birçok insanın gündemi dışındadır. Bu yüzden de hayatı
kabukta yaşamak ve bundan daha fazlası olduğunu unutmak yaygın bir durumdur. Öyle ki
medeni bir insan haline gelmek diğer insanlar gibi olmaktır. Yani derinliklerimizle
bağlantılarımızın kopmasıdır. İnsanın adaptasyonu veya şartlara uyması manevi açıdan bir
uykuya dalmaktır ve kendini unutmadır ki bu 9 tarafından örneklendirilmektedir.
Hakiki fıtrata tutunulmadığında (anlaşılıp yaşanmadığında) ve bize geri
yansıtılmadığında ona yüzümüzü dönmekle kalmıyoruz, taklidi bir ilişki içinde bunun nasıl
olduğuna dair spekülatif yorumlar yapıyoruz. Bu fikirler bilinçli ve tasarlanmış değildir.
Çünkü düşünme kapasitesine sahip olmadan oluştular. Fakat bununla beraber bizim
kendimizle olan bütün ilişkimize renk ve tat veriyorlar.
Daha kognitif (bilişsel) olan inançlar, kendimizle ve içinde bulunduğumuz dünya ile
ilgili sonradan gelişen anlayışlar olup bu bilinçdışı “yorumlara” dayanır. Dokuzlar için en

4
derin fıtratlarının tecrübesi çevre tarafından anlaşılmadığında bu onlar tarafından iletişim
kurmaya değer biri olmadıkları, özünde değerli ve sevilebilen olmadıkları ve tamamen
unutulabilir oldukları şeklinde yorumlanmakla kalmaz, onlarla ilgili birşeyin eksik olduğu
duygusunu da geliştirir. Bu çok acı “eksiklik duygusu” bir şeylerin kayıp olduğu, kendilerinde
oluşması gereken bir şeylerin oluşmadığı veya gelişmediği, kendilerindeki bir şeyin kusurlu
veya olgunlaşmamış olduğu hissini beraberinde getirir. Dokuzlar için bu “hakiki fıtratla
bağlantının kopmasıyla oluşan” açığı dolduran duygudur ve onların asli yetersizlik duygusunu
oluşturur. Her tip, kişiliklerinin üzerine kurulduğu karakteristik bir yetersizlik (eksiklik)
haline sahiptir. Fakat hepsi dokuzun şu noktasının türevleridir; kişinin “kendisiyle ilgili bir
şeyin yetersiz veya eksik olduğu” şeklindeki temel iç duygusu.
Bütün tiplerdeki bu “yetersizlik duygusu” hayat boyu kendimizle tecrübemizi
şekillendirecek olan bizim iç resmimizin bilinçsizce oluşmuş temelidir. Bir dokuz kendini aslı
itibariyle bazı bölümleri eksik, ihtiyacı olan her şeyle doğmamış, çok vahim bir eksikliği olan,
bodur kalmış veya eksik olmuş biri gibi, sanki temel bir şeyi mükemmelen gelişmemiş veya
zaten hiç yokmuş gibi görür ve hisseder. Hatta ruhunun ölü doğduğu veya öldüğü duygusuna
bile sahip olabilir. Açıktır ki bu “derin acı veren yetersizlik duygusu” aslında çok vahim
birşeyi kaçırdığı gerçeğinin sonucu ve yansımasıdır. Asıl kaybettiği ve kaçırdığı şey;
yetersizlik üzerine bina edilmiş bu benlik imajının arkasındaki “gerçekten kim olduğunun”
bağlantısıdır.
Bebeklikte oluşmaya başlayan ve bedenle bağlantılı olarak gelişen “ben duygusu”
sadece içsel duygularımızın üzerine bina olmaz. Aynı zamanda derimizin dış yüzüyle, dış
dünyayla (çevreyle) kurduğumuz bağlantıyla da gelişir. Kim olduğumuza dair idrakimiz her
zaman bizden başka olanlarla mesela bedenimizin sınırları dışında olanlarla olan ilişkimizden
ortaya çıkar. Ben-tasavvuru veya ben bilinci nesne-imajın, “öteki”nin kavramsal resminin
tamamlayıcısı olarak varlık gösterir. Dokuzlar için ötekiler onların sahip olmadığına
sahiptirler. Diğerlerinin bütün parçaları tam olarak gelişmiştir ve tabii olarak sevilebilir ve
değerlidirler. Dokuzlar zihnen kendilerini yetersizmiş gibi hissederler. Onlar kadar iyi, tam ve
değerli değilmiş gibi. Bu duygu dokuza özel görünen ve bazı yönlerden artıları olan bir
ebeveyni olmamasından veya ebeveynin hissen - zihnen kararsız veya çok dışa dönük
olmamasından dolayısıyla dokuzun ruhsal dünyasında fazla yer kaplamamış olmasından
dolayı olabilir. Böylece 9; ebeveynle ilişkisinde arka planda kalmış olabilir. Girişte
açıkladığımız gibi tekrar hatırlayalım ki bu ebeveynin ana karakteri olmayabilir. Fakat
ebeveynin bu tanımı dokuzun “özel hassasiyeti” ve “seçici algısı” dolayısıyla onun
ebeveyninde birçok özellik arasından seçtiği, tanımladığı ve yanıt verdiği niteliğidir.
Ailede çok baskın ve merkezde olan, daha iddiacı veya özel nitelikleri olan veya özel
problemleri olan bir kardeşe sahip olmak sorun oluşturucu bir durumdur. Bir diğer sebep ise
kalabalık bir ortamda büyümek. Birçok çocuktan veya birçok akrabadan biri olmak
sonucunda dokuz kendini karışıklığın içinde kaybolmuş hisseder. Ailede onun rolü veya
fonksiyonu önemsiz görülebilir ve dokuzla ilgili “şahsi bir durum” önemsiz veya unutulmuş
görülebilir. Sebep kim (veya kimler) olursa olsun “ben duygusu bu ilişkiye” bağlı olarak
gelişir. Bu “ana ilişki” benin ve diğerlerinin sonradan gelen tecrübelerinin, hayatının-algısının
zeminini ve tanımını belirler. Bir kabuğun içinde diğerlerine göre dokuz kendini hem aşağıda
hem de yetersiz hisseder.
Bu durumda dokuz “görünmezlik” duygusu geliştirir. “Merkezi” ve sevilen olmaktan
veya başkaları tarafından ve dahi kendi bilincinde değerli olmaktan uzaklaşıp derin bir
“çekilme” yaşar, kendi isteklerine karşı ilgisiz bir hale gelirler. Dokuzlar sevilmeyeceklerini
ve dikkat edilmeyeceklerini ve kendi doğal değer verilme duygularını kaybettikleri için bunu
hak etmediklerini düşünürler. Bu kabul edilmiş kendini alçatma çeşitli şekillerde ortaya çıkar.
Kendi üzerlerine odaklanan ilgiden rahatsızlık duyar, başkalarının vaktini almakta, fark
edilmeyi veya işitilmeyi istemekte, büyük zorluk çekerler ve onları önplana çıkaracak veya

5
dikkatleri üzerlerine çekecek şeylerden kaçma eğilimi gösterirler. Arkalara geçerler, nadiren
bir grupta kendilerini ifade ederler.
Unutmayalım ki; gerçek ona inandığımız şekliyle kendini ortaya koyar. Dokuzlarda ne
zaman bir şey iddia etseler ve konuşsalar kabul görmeyeceklerine dair zanları, genellikle teyit
edilir ve gerçekten kabul görmezler. Çevrelerinde sanki şöyle diyen bir hava yaratırlar “bana
ve sorunlarıma önem vermeyin-ben önemli değilim.” Bu yüzden başkaları tarafından
kolaylıkla gözden kaçarlar ve dikkate alınmazlar. Bu da onların kendileri hakkındaki zanlarını
“geri yansıtır” ve kuvvetlendirir. İroniktiktir ki birçok dokuz fiziksel olarak iridir, mesomorfik
bir vücut yapısına sahiptir. Geniş, yuvarlak ve saf görünüşlüdür.
Her kişilik tipi yetersizlik halini tecrübe etmeye karşı direnç gösterir, bu çok acı
vericidir, çünkü kişinin dip noktasıdır. Aynı zamanda bu o kişi için hakkındaki son ve
değiştirilemez gerçektir. Bizimle ilgili birşeyin asli olarak eksik veya yanlış olduğu şeklindeki
anlayış kişiliğimizi şekillendiren bütün kanaatler de olduğu gibi sadece zihni bir fikir değildir.
Bu hissedilmiş bir tecrübedir ve bu yüzden de doğru görünür. Bu algı kendini o kadar doğru
hissettirir ki bunun sadece bir önerme-iddia olduğunu söylemek gülünç olur. Bu algı gerçek
göründüğü için kişiliğin enerjisi kişinin bilincini bu acı veren yetersizlik duygusundan uzak
tutmaya harcanır ve kişi kullandığı bütün savunmaları gerekli ve haklı hisseder. Onu tecrübe
etmekle onu doğrulayacak gibi görünür. Bütün savunma mekanizmaları ve stratejileri temelde
algıladığı bu yetersizlik hissine karşı düzenlenmektedir.
Dokuzlar bu “yetersiz ve sevilemez” olma duygusuna çok kestirme bir yolla savunma
oluştururlar. Onu basitçe bilinçten uzağa iterler. İçsel farkındalıklarını uyuşturmak veya
öldürmek, dikkatlerini içten ziyade dışa yöneltmek, içsel acılarını dondurmak için en iyi
yollar olarak görülmektedir. Kendisini sakinleştirerek psişik uykuya geçmek dokuzun
savunma mekanizmasıdır ki buna uyuşturma (narkotizasyon) denir. Maalesef içsel
tecrübelerimizin hangilerini bilinçdışına göndereceğimizi hangilerini de bırakacağımızı doğru
olarak seçemiyoruz. Bu yüzden de dokuzun içsel yaşamının çoğu belki de tümü bilinçdışına
gömülür. Kendini uyuşturma fiziksel olarak da ortaya çıkar. Dokuzun gözleri donuk, ölü veya
perdeli gibi görünür. Ayrıca bu durum; davranışlarında da bilinci kendisinden uzağa çevirmek
için “dağılmalara” meyilli olma şeklinde ortaya çıkar. Bildiğim bir dokuz TV veya radyoyu
bütün zamanlarında hatta geceleri uykuya daldığında bile açık tutardı ve dışarıda yürürken
volkmen kullanırdı. Dokuzun kendi yetersizlik ve eksikliğini doldurmak için kullandığı diğer
şeyler; kendini bulmacalara gömmek, oyunlar oynamak, talk showlar, gazete, boş romanlarda
kaybolma vs’dir.
Bunun sonucu da kendini; bataklıkta, yoğun sisli bir durumda, hiçbir şeyin belirgin
olmadığı, her şeyin bulutlu ve dağınık olduğu bir durumda hissetme halidir. Onu bir cansızlık,
uyuşukluk, sıkıntı, atalet ve ağırlık hissi kaplar. Naranjo dokuz bayanları tanımlamak için
“durgun-içine çeken kraliçeler” tabirini kullanır. Bu “gerçek ve durgun” içsel manzarayı
tanımlayan bir kelime. Bu ayrıca bu tipin zaafını da ifade eder. Bu içsel “var ama durgun”
alanın karakteristiği tembelliktir. Bir çeşit uyuşukluk ve hareketsizlik ki bu tip için amansız
bir çekim gücü oluşturur.
Erteleme ve atalet; önündeki bir işi yapmak için kendini canlandırmada zorluk veya
gerçekten yapılması gereken bir şey dışında her şeyi yapmak şeklinde ortaya çıkabilir.
Dokuzun içsel alandaki donukluğu genellikle hangi yöne gideceğini anlayamama veya
hangi hareketin yapılması gerektiğini bilememe şeklindedir. Bu karanlıkta çevreye çarpmak,
en uygun rotayı anlayıp onu izlemek yerine en kolayı seçerek amaçsızca ortalarda
dolaşmaktır. Bu içsel halin en güzel sonucu, dışa “düzensizlik ve dağınıklık” olarak yansıyan
içsel kaos ve karmaşadır. Başkalarına erteleme gibi görünen şey aslında dokuzun önündeki işe
odaklanmadan önce “kaotik-belirsiz içsel hissedişini” düzene koymak ve çevresine açıklık
getirmek için duyduğu ihtiyaçtır. İçsel düzensizliği ile baş etme girişimini yansıtır. Çünkü
9’da sadece kendi özüyle bağlantılı olmanın sağlayabileceği “rehberlik, yönelim ve anında

6
intibak” tavırları kişilik düzeyinde devre dışı olmuştur. Bir dokuzun içsel bilgisi ya bilincin
kabuğunu kıramıyor ya da inkâr ediliyordur.
Üşengeçlik ve düşüncesizlik diye tanımlanan bu tembellik atmosferinin çeşitli
dereceleri ve nüansları vardır. Tembellik kendini yapılması veya dikkat edilmesi gereken bir
şeye karşı unutkanlık şeklinde veya eğer yapılması gereken bir şey olduğu düşünülüyorsa
onun ne olduğunu ayırt etmede veya karar vermede zorluk şeklinde önem derecesine göre
öncelik verme güçlüğü ve/veya işin ayrıntılarında kendisi üzerindeki dikkati veya bağlantıyı
kaybetmek veya istemeyerek bir işin yerine başka bir işi geçirmek şeklinde gösterir.
Çok acil yetiştirilmesi gereken bir projesi olan bir “dokuz”, kendisini bütün evi
temizlerken veya bütün dosyalarını düzenlerken bulabilir. Çünkü işe gerçekten konsantre
olabilmek için öncelikle bunu yapması gerektiğini düşünüp-taşınıp (bu arada doğal olarak
gereksiz şeylerle oyalanmaktadırlar) kendini-zihnini-duygularını düzene sokmalıdır. Ancak
konsantre olma ve kendini düzene sokma sürecinde o derece oyalanır ve o derece “meşgul”
olur ki asıl projeyi tamamen unutur ve oyalandığı için daha da yapacak vakti kalmaz. Onun
“öncelikleri sıralamadaki” zorluğu, ayırt etme ve organize etmekteki karakteristik sorununu
yansıtır. Kısaca neyin yapılmasına ve hangi sırada yapılması gerektiğine karar vermede zorluk
çeker. Eğer yapılması gereken açık ise tembellik kendini o işi yapacak enerjiyi kendinde
bulamama veya yapamama şeklinde gösterir.
Dokuzlarda tembellik; görünümüne, diyete ve egzersizlere önem vermeme şeklinde
olduğu gibi diğer yönlerden de kendini ihmal etme şeklinde dışa yansır. Fiziksel ve psişik
sınırlarına dikkat etmeme sonucu bazı dokuzlar başkalarının ihtiyaçlarını giderme konusunda
kendilerini çökertecek kadar ileri giderler. Bazı dokuzlar harekete geçmek yerine rahatı ve
göz yummayı tercih ederek kendilerini iyice daraltırlar veya bir dokuz sağlığını korumak için
tek bir noktaya takıntı derecesinde odaklanırken mesela gıda takviyesi almak gibi; ancak diğer
yandan gerçekten zayıf beslenir ve egzersizleri ihmal eder. Sebebinden ziyade semptoma
odaklanır. Dikkatini fazlasıyla ağrıyan bir bileğe harcarken bunu fazla kiloyla ya da uygun
olmayan ayakkabılarla ilişkilendirmez.
Nihayette dokuzun tembelliğinin ana niteliği; yaptıklarıyla veya fiziksel ihmalleriyle
ilgili değildir. Bu anlaşılması gereken çok önemli bir nokta. Çünkü bu; neden bazı dokuzların
işkolik olurken, diğer dokuzların hiçbir şey yapmadıklarını açıklıyor. Kişisel olarak önemli
olan dokuz tarafından neyin ihmal edildiğidir ve nihayette onun tembelliği, içindeki en gerçek
şeye dikkat edip etmemesi ve onunla bağlantı kurmamasıyla alakalı olup özünde bu tembellik
onun asli doğasına karşı bilinçsiz olmak ve bilinçsiz olmaya devam etmektir.
Daha önce bahsettiğimiz gibi dokuzun karakteristik unutkanlığı sadece derinliklerine
gerçek doğasına bakışı kaybetmek şeklinde değil, ayrıca daha yüzeysel bir dalgınlık şeklinde
ortaya çıkar. Dokuzlar kısaca unutkan olma eğilimi gösterirler. Hatırlamazlar, yapmaları
gerekenler akıllarından çıkıp gider ve yersiz şeylerle kolayca zihinleri dağılarak yöneldikleri
şeyden uzaklaşırlar. “Unutma” aslında; değersiz, ihmal edilebilir ve sevilemez şeklindeki içsel
duygusuna karşı dokuzun kendini uyuşturma çabasıdır. Bu aslında problematik görünmekle
birlikte nihayetteki “temel tavrı” olup tahammül edilemez olan benliğine-görünümüne karşı
bir savunmadır. Bu unutkanlık ve intibaksızlık (yönelememe, odaklanamama); içsel bataklıkta
kaybolmuşluk duygusunu artırır ve netice olarak çakılıp kalmışlık ve felce uğramışlık
duygusunu büyütür ki dokuzlar bu konuda kendilerini genellikle çaresiz hissederler.
Ayakları ıslak çimentoya gömülmüş veya kuma batıyor gibi hissedilen çakılmışlık;
dokuzların karakteristik ataletiyle (inertia) bağlantılıdır. Fizikte inertia: bir şeyin, etkiye karşı
direnç gösterme eğilimi, yani bir şeyin dışsal bir güce maruz kalıncaya kadar duruyorsa
durmaya devam etme, hareket ediyorsa da harekete devam etme eğilimi şeklinde ifade edilir.
inertia (atalet) sadece dokuzların meselesi değildir. Kişinin tipine bakılmaksızın kişiliğe ait
olan bir durumdur. Şartlandırılmış düşüncelerimizin, duygularımızın ve davranışlarımızın
devam ettirilmesi ruhtaki uzak geçmişimize ait asli tecrübelerin bıraktığı izlerin korunmasıdır.

7
Bu kalıplar kişiliğin yapısını oluşturur ve bunları besleyen inertia (süren durum) bağlantılı
olduğumuzda bizi aşağıya çeken ve duygularımızı uyuşturan bir ağırlık hissi verir.
(Dokuzlarda bu inertia (atalet/süren durum) tipik olarak harekete başlamada veya
başladıktan sonra da yönünü değiştirmede zorluk çekme şeklinde ortaya çıkar.)
Fil, 9 ile ilişkilendirilen hayvandır. Filler hareket etmekte ağırdırlar ve hareket
halindeyken durmakta çok zorlanırlar. Diğer bir deyişle yönleri iyice oturduktan yani rutin
yaptıkları şeyler alışkanlık haline geldikten sonra bu kalıplar kolaylıkla değişmez ve dokuzlar
bunlara inatla yapışırlar. Çok inatçı olabilirler, sanki “topuklarını çakarlar” ve fikirlerini veya
hareket tarzlarını değiştirmeyi reddederler. Bu da çok acıdır ki kendilerini aşağı ve değersiz
hissetmelerine sebep olarak (çünkü çevrelerine karşı kendilerini yalıtırlar.) o algılarına daha
sağlam yapışmalarına sebep olur. Genellikle bu “gömülü ve çakılmış” 9’u yerinden çıkarmayı
mümkün kılacak bir çözüm görünmemektedir.
Dokuzun süperegosu onun bu yetersizlik duygusunu pekiştirir. Dokuzun içsel
dünyasının sesi çoğunlukla olduğu gibi belirsiz, açıkça ayırt edilemeyen, netleşmeyen bir
içsestir. Bu; başlangıçta bastırıcı ancak aynı zamanda fark edilmek istemeyen, pasif olmakla
beraber iddiacı, görünmez olmaya ve daha az yer kaplamaya çalışan ancak farkına varılmak
isteyen bir ses olarak hissedilebilir. Süperegosunun işareti olarak, zorlukları ve ihtiyaçları
olduğunu –ki orada olmamaları gerekiyor- hissettiğinde veya öfke saldırganlık hissettiğinde
duyduğu utanç görülebilir. Süperegosu, belirsiz ve açık olmayan bir şekilde çevresini mutlu
ve güvenli tutmakla sorumlu kılar ve bu onu başkalarına dikkat etmeye iter.
Çocukluğunda okula yeni gelmiş veya diğer çocukların dışladığı hasta bir çocukla
arkadaş olmak için içinden bir zorlanma hisseder. Genellikle başkasının acısını hafifletmek,
sevilmeyen veya “sevilemeyen duygusuyla” başbaşa kalmamanın bir yoludur. Süperegosu
onu hiç kimseyi üzmemeye, orta yolda durmaya iter, öyle ki asi bir ergenken bile herkesin
onun hakkında iyi şeyler düşünmesini sağlamaya çalışır.
Ör; 9’lar için değişiklikler zor ve risklidir. Bu yüzden dokuzlar “ilişkilerinde, işlerinde,
hayatlarında” değişiklik yapmaktan kaçınırlar. Kişilikte, “alışılmışa yapışma” diye
tanımlayacağımız evrensel özellik burada çok açıkça görülebilir. Sabitliği severler ve
statükoyu desteklerler. Değişime ve yeniliğe direnç gösterirler. Altmışlarda kurumsal
bütünlüğü muhafaza dediğimiz hâkim sosyopolitik düzen, (olanı muhafaza etme) dokuzlarda
baskındır. Muhafazakâr ve Ortodoks olma eğilimi gösterirler. Geleneğin, âdetlerin arkasına
sığınırlar ve değişime direnirler. Bu demek değildir ki dokuzlar hiçbir zaman yenilikçi
olamazlar fakat yenilikçi olduklarında da bu yeni tutumlarında kuralcı olurlar ve onu
muhafazakâr bir radikallikle desteklerler.
Genellikle 9’ların hangi şahsi değerlere sahip olduklarını ayırt etmek zordur.
Kültürlerine veya alt kültürlerine uyum sağlarken en az dirençli yolu seçerler. Bu yüzden
dokuzlarda mekanik uyum ortaya çıkar. Dokuzun zahiri görünümü daha önce söylediğimiz
gibi hâkim duruma mekanik olarak uyum göstermedir. Bu eğilim sebebiyle “dokuzluk”
bürokratik ve robotik davranışla ve kurumlarla ilişkilendirilmiştir. Hareketler çok az şahsi bir
çabayla devam etmektedir. Dalgalar oluşturmamak için dokuzlar kendilerine verilen role
uyum göstererek ve programı takip ederek “uygun ve uyumlu” davranırlar.
Büyük bir tekerleğin çarkları gibi herhangi bir cızırdamada bilinci kapatarak yağlama
yapar ve hiçbir şikâyette bulunmadan kendi işine bakar bir hale gelirler. İçsel dünyasına
kendini kapatan dokuzlar için yaşam; “kurumsallaşmış”, “mekanik ve robotik” bir hale gelir.
Çok keskin bir örnek verecek olursak, kırmızı şeridin arkasına gömülü ve kâğıt işleriyle
meşgul olan, hiçbir anlamı olmasa bile protokole uyan, gerçek ve gerekli hiçbir şey
başaramamış, isimsiz ve kimliksiz bir bürokrat tipi bu duruma bir örnek teşkil eder. İlk
bakışta böyle bir tabloyla bu kişiliğin karakteristik özellikleri olarak daha önce belirttiğimiz
“tembellik ve organizasyonsuzluk” yan yana olmaz gibi görünüyor. Daha yakından
incelediğimizde dokuzun hayatının bir alanında, detayda çok titiz olup, işini eksiksiz yaparken

8
hayatının kalan kısmında bir düzensizlik olabilir veya bahsetmeye değer hayatının kalan bir
kısmı olmayabilir de. 9’un hayatında herhangi şahsi veya bireysel bir şey ihmal edilmiş veya
önemsiz diye uzak durulmuş olabilir. Eski Sovyetlerde ve Çin’de oluşan komünizm modelleri
bu makinevari yaşama örnektir. Kişinin değeri sistem içinde ne kadar uyumlu iş gördüğüyle
orantılıdır ve kişisel fikirler ve istekler, kollektif hareket içinde yok sayılmıştır.
Fikirsel olarak dokuzun ataleti, bildiği ve alıştığı şeylere inatçı bir şekilde yapışmak ve
dogmatik ve sabit fikirli olmak şeklinde ortaya çıkar. Kavramsal bir alana bir kere
yerleştiklerinde etkiye kapalı ve dirençli hale gelirler. Onların zihinsel tembelliği, sıkıcılık ve
heyecansızlık şeklinde olup olgulara derinlemesine inmek yerine yüzeysel değerleriyle yer
almak şeklinde kendini gösterir. Ayrıca bir hareketin, prosedürün veya tutumun içindeki fikri
(teoriyi) kaybetme ve basitçe onu otomatik bir şekilde yerine getirmek şeklinde görülebilir.
Kendi yollarında inatçı ve katı olan dokuzlar başkaları tarafından yavaş, heyecansız ve
dinamik olmama şeklinde değerlendirilebilirken, diğer taraftan da katı ve kaya gibi sağlam
görülebilirler. Nadiren kararsız ve dışa patlayan tavırlar gösteren dokuzlar diğer tiplerden
daha sabittirler ve her zaman güvenilebilecekleri imajını verirler ve öyledirler de.
Değişmezlikleri ve güvenilirlikleri kendilerini öncelemedikleri ve dışsal aktiviteden değer ve
anlam devşirdikleri için bu en iyi şekilde dokuzda bulunmaktadır.
Dokuzun ataleti ile çok yakından alakalı olan şey rahatsızlıktan kaçınmalarıdır. Onlar
için “rahat” çok önemlidir, fiziksel ve duygusal olarak rahat etmek için fazlaca zaman ve
enerji harcarlar. Hayatı daha hoş hale getirmek için birçok şey toplama eğilimindedirler.
İşlerin “rahat ve kolay” işlemesini sağlamakla ilgilenirler. Fiziksel çabayı ve dolayısıyla
rahatsızlığı azaltan, rahatlık vadeden hünerler ve icatlar ilgi alanlarının bir parçasıdır ki bu
dokuzların karakteristik özelliğidir.
Nihayette bütün bu rahatlık arayışı ve hoş (sorunsuz, sıkıntısız, zorluksuz) vakit
geçirme eğilimi onların sevilebilir olmama ve değersizlik duygusundan duydukları acıdan
kaçma çabalarıdır. Bu acı; “oyalanmalarla ve kolaylıklarla” uyuşturulması gereken bir acıdır.
Nadiren kayığı salladıkları (rahat bir ortamı bozdukları) ve başkalarını kendileri nasıl
seviyorsa o şekilde rahat ettirmeye çalıştıkları için dokuzlarla olmak güzeldir. (Fakat bu arada
fena halde acıkıp nerde kaldı bu yemek diyebilirsiniz.) Huzurlu, sorunsuz ve sıcak görünürler.
Uysal, dostane, samimi ve güler yüzlüdürler ve bu yüzden onlarla birlikte olmak kolaydır
(eğer sizinle inatlaşmıyorlarsa). Onlarla iken onların içlerinde gerçekten neler olup bittiğini
anlamadığınız halde, ilgilenildiğinizi ve sakinleştirildiğinizi hissedersiniz. Bir kısım
dokuzların rutin çalışkanlıkları dokuzların tembellikleriyle tezat gözükse de dokuzların
tembelliklerinin daha derinde yatan bir şey olduğu unutulmamalıdır. Görünürde bir işi yapmış
olsunlar ya da olmasınlar.
Bir dokuz için en rahatsız edici şey çatışmadır. Bir şeylerin genel akışını bozmak veya
bundan dolayı oluşacak eksiklik çok rahatsız edici olabilir ve bu yüzden böylesi durumlardan
kesinlikle kaçınılmalıdır. Başkalarıyla çatışmak yerine bunu bastırırlar ve teskin ederler.
Başkalarına karşı durmakta zorluk yaşarlar. Özellikle görmemezlikten gelinme, dikkate
alınmama, dinlenmeme durumlarında karmaşık duygularını açıkça ifade etmek yerine
genellikle bu durumlarda kendi kendileriyle konuşarak durumu ortaya koyarlar, bir sorunu
ortaya koyarak birine toslamaktansa incinmiş olmamak için kafalarını dağıtmaya çalışırlar.
9’lar için huzuru korumak çok önemli olduğu için çok iyi arabulucu ve barışçıdırlar.
İşlerini düzeltecek, yoluna koyacak çözümleri bulurlar. Bir şeyleri uyum içinde tutma
motivasyonunun ötesinde olayları birçok açıdan görme ve herkesin bakış açısından bakabilme
yeteneğine sahiptirler.
Örneğin; “Eisenhower’in gözden uzak geçen uzun bir askeri kariyerden sonraki hızlı
ilerleyişin sebebi sadece askeri stratejiye ait bilgisi ve organizasyon yeteneği değil aynı
zamanda ikna etme, arabulma ve kendini kabul ettirebilme yeteneğidir. Çeşitli alanlardan ve

9
milletlerden kişiler onun dost canlılığından, insanlığından ve iyimserliğinden etkilendiler, onu
sevdiler ve ona güvendiler.”
Bütün tipler içinde en objektif algıya dokuzların sahip olduğu söylenebilir. Her türlü
kişisel meyli bir tarafa koyabildikleri ve çevrelerinde neler olup bittiğini açıkça görebildikleri
için bu böyledir. Bu da başka bir çelişkili nimettir. Çünkü kendini unutma temeline
oturmaktadır. Onlar için zor olan kendilerinin nerede durduğunu ve kendilerinin ne
hissettiğini bilmektir. Çünkü içe bakışlı olmaktan ziyade dışa bakan bir eğilim gösterirler. Sert
ve kırıcı olacağını düşündükleri için kanaatlerini –özellikle başkaları hakkındaki eleştirilerini-
başkalarına karşı kırıcı olmayacak şekilde belirsiz ve donuk tutarlar. Düşüncelerinin ve
hislerinin farkında olsalar bile bir çatışmaya girme riskinden dolayı düşüncelerini ve hislerini
nadiren ortaya koyarlar. Bu çatışmadan kaçınmanın kökleri, ilgisi yetersiz bir ebeveyni
üzmeyi veya gösterdiği az bir sevgiyi ve ilgiyi de kaybetme korkusundan dolayı ona karşı
durmayı istememekte yatıyor olabilir.
Girişte anlatıldığı gibi her tipin kişilik yapısı ve davranış kalıpları “Varlık”ın belli bir
yönünü veya ideal yön dediğimiz aslî bilinç halini taklit eder. Bu yansıma, ruhun; kaybolan
İlahi İsmin tecessümü şeklinde şekil alma çabası olarak görülebilir. Ruh asli kökleriyle
bağlantısını kaybettiği için bu tecessüm zaruri olarak bir taklittir. Bu taklit vasıtasıyla ruh
kaybolan ilahi ismi yeniden kazanmaya çalışır. Dokuzda bu evrenin tabii olarak sevildiği
(evrendeki hakim duygunun sevgi olduğu ve dolayısıyla kendinin de bu sevgiye dahil olduğu)
ve dolayısıyla kendisinin de tabii olarak sevildiği şeklindeki idraktir. Dokuzun taklit ettiği
varlık yönü Canlı Günışığı (kucaklayan ışık ve sıcaklık) şeklinde adlandırılmaktadır. Çünkü
bu özel oluşuma temas ettiğimizde hissettirdiği şey “sıcak ve hayat veren güneş ışığıdır.” Bu
haldeyken tamamen sevgi dolu, şefkatli ve hayata güzel bir şekilde yönelmiş olarak, tatlı ve
kibar bir varoluşun içinde olduğumuzu hissediyoruz. Rahatlayacağımızı, hayatı akışına
bırakacağımızı, iyilikle dolu ve tabii olarak latif ve hayat veren bir evrenle kuşatıldığımızı ve
desteklendiğimizi hissederiz. O bütün varlıkları içine alan ve destekleyen bazı geleneklerde
kozmik veya İlahi Aşk kavramıyla ifade edilen yumuşak ve sevgi dolu bir varoluştur.
“Canlı Günışığı” yansıması; 9’un bütün hallerinde rahatlıkla görülebilir. Bir bütün
olarak bu tipin bilişsel, duygusal, davranışsal sitili; seven, bağrına basan, destekleyen, kibar
ve yumuşak olan ve bunu sıkıntı vermeden ve dikkati çekmeden yapan bir insan olma gayreti
şeklindedir. Bu tipin karakteristik özellikleri olan sabitlik ve katılık, tarafsızlık ve uyumluluk,
rahata ve ahenge düşkünlük, tümüyle gerçeğin bu boyutunun kişilik seviyesindeki
taklitleridir. Canlı Günışığı, Mutlak Varlığın bir yönü olan “derinde ve görünmez olma” hali
olarak dokuzda sıkıntı vermeden gölgede kalma şeklinde yansır.
Kişilik sadece ideal olanı taklit etmeye gayret etmez ayrıca varlığın bu özelliği kişinin
sorunlarına ve yetersizliğine çözüm olabilecek bir idealliğe sahiptir. Bu yüzden her tipin
çabası ideal duruma sahip olma ve aynı zamanda ideal duruma gelebilme gayreti olarak
görülebilir. Kişi bilincin bu ideal özel durumunu ya direkt olarak veya onu tecessüm ettiren
oluşumlar vasıtasıyla ya bir insanda veya bir objede görebilir. Böylece dokuzlar sadece
kendilerini Canlı Günışığı’nın suretine sokmaya ve onun gibi görünmeye çalışmakla kalmaz,
aynı zamanda sevilir ve kabul görürlerse ve bütünün önemli bir parçası gibi davranırlarsa,
bütün problemlerinin çözüleceğine inanırlar. Sevgi ve kabul görme arayışı sosyal ilişkilerde
rahat ve kolay bir hayata sahip olmakta, hoş-masum eğlenceler ve oyalanmalarda görülebilir.
Gerçek çözüm her halükarda bu yerlerde bulunmayacaktır. Gerçek çözüm kişilikle
özdeşlemenin ötesine geçmekte ve Mutlak Varlığın alanıyla bağlantı kurmakta yatmaktadır.
Dokuz için, bu noktayla ilgili erdem, “eylemi beslemek”tir. Girişte bahsedildiği gibi bu
erdem, sadece kişinin kişiliğiyle özdeşleşmekten kurtulduğu zaman ortaya çıkmaz. Aynı
zamanda bu özdeşlemeden kurtulmanın gerçekleşmesi için bu erdem gereklidir. Aşağıda
Ichazo’nun eylemin erdemiyle ilgili tanımını göreceksiniz;

10
“Bu zihin karışmaksızın vücudun çevresiyle uyum içinde hareket etme ihtiyacından
doğal olarak ortaya çıkan asli (öze ait) bir harekettir. Eylem; bir bireyin kendi enerjisi ve
alemin enerjisiyle bir ahenk içinde oluşunun doğal bir dışavurumudur.”
Hakiki ahenge dayanan gerçek eylem, dokuzu radikal bir değişime mecbur bırakır. İlk
olarak ve daha sonrasında bu; içinde ne olup bittiğinin farkına varmak ve bilincinde olmak
anlamına gelir. Bu şu demektir; dikkatini hareketlerinden ve dış tesirlerden çok;
fonksiyonların çıktığı kaynağına –ruhuna ve bilincine- yönlendirmelidir. İç tecrübemiz olan
ruhumuza karşı farkındalığımız ne kadar artarsa ve onu şekillendireni ne kadar çok
keşfetmeye başlarsak kişiliğin kabuğu o kadar incelir. Nihayet o kadar incelir ki biz bizden
daha yakın olan Mutlak Varlığın sahasını tecrübe edebiliriz. Bu; gaflet (bilinçsizlik)
uykusundan uyanma ve dokuzun unuttuğu derinliklerini hatırlamadır. Bu gerçek eylemdir,
kelimenin her iki anlamında da hayati olan eylemdir.
Burada kullanıldığı anlamıyla eylem, tembellik hissinin tam tersidir. Gereksiz işlerle
oyalanmaktan–oyalayıcı ve önemsiz şeyler yapmaktan- ve tam anlamıyla hiçbir şey
yapmamaktan ziyade, gerçek eylem; gerçekten yapılması gerekeni ayırt edebilmek ve
yapmaktır. Dokuz kişilikle özdeşleşme kıskacından ne kadar kurtulabilirse o kadar çok önemli
olanı yapabilir hale gelecektir. Bu basitçe kendi fiziksel veya duygusal ihtiyaçlarına dikkat
etmek de olabilir veya daha derin seviyede bilinçdışında olanı –özü de dahil- bilince çıkarmak
için ne gerekiyorsa onu yapmak da olabilir.
Daha önce bahsettiğimiz gibi bu tiple ilişkilendirilen hayvan olan fil, eylem hasletiyle
münasebettardır. Budist ikonografisinde şefkatle ilgili manevi eğitimi temsil eden Bodhisattva
veya Fugen bir fil tahtında oturmaktadır. Bu kişinin kendisine karşı gerçek yumuşaklığını;
kendisini adamışlığını ve kararlı bir şekilde çalışmak için sabitlik, katılık, sabır ve içsel gücü
–fil gibi- barındırdığını sembolize eder.
Dokuzun odaklanmasındaki bu radikal değişiklik –dışındaki hareketten içinde ne olup
bittiğini anlamaya dönmek- büyük bir adım ve kendini düzeltmek için bir anahtardır. Bu
adımı atmak kendisiyle ilgili temel inançlarını özellikle dikkate alınmaya ve ilgilenilmeye
değer olmadığı şeklindeki kanaatini, sorgulamayı gerektirecektir. Dokuz için kendini gözardı
etmek ve başkalarının isteklerinin, tercihlerinin ve hareketlerinin akışına göre gitmek
otomatik bir davranıştır. Kendisi üzerinde çalıştıkça bu kendini yok sayma ve görmezlikten
gelme eğilimi daha da ince yollarla ortaya çıkacak ve tekrar tekrar onu fark etme ve neden
yaptığını anlama ihtiyacı duyacaktır.
Bu içsel değişikliği yapmak – ki bu kişiliğin sebep olduğu farkındalığını içsel
yaşamından uzak tutmaya çalışan atalet hissinin tam tersine davranışta bulunmaktır- kendini
oyalama eğilimiyle yüzleşmesini gerektirecektir. Gereksiz şeylerle uğraşmasına sebep olan ve
böylece onun kendisine dikkat etmesini engelleyen şeyler, sona ermeyen krizler ve çevreden
gelen bitmeyen talepler olabilir. Bu durumda kendi bilincinde öncelikli olmak için
döndürdüğü bütün tabakların düşmesine izin vermeyi istemesi gerekecektir. Hayatındaki
zorluklardan dolayı başkalarını ve hayatı suçlamanın ve dışsal öğelerden tatmin aramaya
çalışmanın bir sapma, yanılgı olduğunun görülmesi gerekecektir. “Kendisi dışında”
memnuniyet ve cevap arama eğilimiyle (huzuru dışında arayan) yüzleşmesi gerekecektir.
Tuzaklar her tipin dikkatlerini ana temadan uzaklaştırma yollarıdır. Dışarıda ne olup bittiğine
odaklanmak yerine dikkatini içinde ne olup bittiğine vermesi gerekecektir. Her ne kadar
topları havada tutmak cazip gelse de.
Süperegosu uyanık bir şekilde “dikkatindeki bu değişikliği” engellemek ister. Bu
yüzden kendisine dikkat edebilecek fırsatı bulabilmek için içsel ataklara karşı savunma
geliştirmelidir. Süperegosu onu başkalarıyla çatışmaya girmenin zararlarından korumak ister.
Kendi isteklerine, duygularına ve içsel hareketlerine dikkat ederse böyle bir çatışmaya
girecekmiş gibi görünür. Süperegosu onu azarlar ve iyi olmasını ve olağan süreç içinde büyük
dalgalanmalar oluşturmamasını söyler. Kendisini çokça (hatta hiç) ortaya koymaması

11
konusunda ona nasihat eder ve çok “yer kaplamanın” tehlikeli olacağı konusunda onu uyarır.
Bu ataklara karşı koyabilmek için atalet kabuğunun ötesinde kim olduğunu öğrenme isteği,
keyif alma (rahatını kaçırmama) isteğinden güçlü olmalıdır. Bu karşılıklı bir gelişmedir.
Özüyle yüzleşmesi arttıkça içsel gücü ruhu savunmak için o derece yeniden canlanacaktır.
Gerçek kolaylığın ve rahatın Mutlak Varlığın içinde olduğunu ve gerçek huzurun-dinginliğin
tembellikle ve kendini unutmakta olmadığını keşfedecektir.
Gerçekten “kendini görmezden gelme ve ihmal etme” eğilimiyle mücadele etmek ve
süperegosuna karşı savunmaya geçmek dokuzu hızla değersizlik ve sevgisizlik şeklindeki
derin duygusuyla karşı karşıya getirecektir. Daha da derinde aslen eksik ve yetersiz olduğu
duygusuyla kişiliğinin merkezindeki yetersizlik haliyle mücadele edecektir. Kendisi hakkında
neden böyle inandığına ve bu inancın nasıl olup da kendisi hakkındaki “esas” haline geldiğini
anlamaya çalışması, incelemesi ve açığa çıkarması gerekecektir. Buna izin verdiğinde ve
“yetersizlik ve arka planda kalmanın acı duygusunu” hissettiğinde buna sebep veren ve bunu
destekleyen anılar su yüzüne çıkacaktır ve sindirilmeleri gerekecektir. Ortaya çıkan görünür
ilişkiler –ben ve öteki duygusu- dışarıdan görülmeye ihtiyaç duyar ve kişinin, bu içsel yapıları
bilince getirmesi gerekecektir.
Gerçek eyleme geçmek vücutla bağlantı kurmak ve tamamen onu kullanmak anlamına
gelecektir. İçsel duygularının üstünden atlamak ve onları en aza indirmek değil onlarla uyum
içinde olması ve onlara dikkat etmesi gerekecektir. Vücuduyla derin tecrübî bir bağlantı
kurmak bütün yılların ihmalini su yüzüne çıkaracak ve büyük olasılıkla çok fazla acı tecrübe
edilecektir. Zihni daha keskin ve açık hale gelecektir. Kendisini daha canlı ve hayatın bir
parçası hissetmeye başlayacaktır. Nihayet içindeki uyanıklığa odaklanmaya devam ettikçe
hissedeceği şey ruhunun bütünlüğü olacaktır.
Daha hazır oldukça ruhunda büyük bir boşluk olarak hissedilen “asli doğasıyla temas
eksikliğinin” daha çok farkında olacaktır. Kendisini bu boşluğu hissetmeye bıraktıkça;
kendini gaflet veya oyalanmaya vererek ondan kaçmak yerine onu merak ettikçe büyük bir
boşluk olarak hissettiği şeyin değiştiğini görecektir. Ona doğru yöneldikçe ve nasıl bir şey
olduğunu keşfettikçe negatiflik ve eksiklik duygusu dönüşecektir. Boşluk bir genişlik haline
gelecektir ve zamanla bu içsel keşifleri tekrar tekrar yaptıkça “Varlığın” bütün nitelikleri
bilincinde aşama aşama ortaya çıkacaktır. Uzun bir süre “Varlık” bir gelip bir gidiyormuş gibi
gelecektir, ta ki ruhunda kritik bir eşiğe ulaşıncaya ve “kimliği”, “kişilikten Mutlak Varlığa”
dönüşünceye kadar. O zaman Varlığın onun tecrübesinin zemini (toprağı) olduğunu
hissedecek ve her zaman orda olanın bilincini kazanarak, gelen ve gidenin kendisi olduğunu
görecektir.
Nihayet kişiliğinin kabuğu, “Varlığa” karşı daha şeffaf hale gelecek ve bu olunca
kendisini taklit etmeye çalıştığı “Varlığın” niteliklerini tecrübe ederken, tecessüm ettirirken ve
ortaya koyarken bulacaktır. İçsel tecrübesi, kendini değersiz, sevilmeyen, önemsiz ve gözardı
edilen olarak hissetmekten çıkıp; “desteklenmiş, ihtimam gösterilmiş, sevgi ve şefkatle dolu
evrenin” bir parçası şeklinde hissetmeye dönecektir. Bu olduğunda uzun bir süre sonunda
kendisinin İlahi Aşkın tam bir tezahürü ve tecessümü olduğunu tamamen bilecektir.

12

You might also like