You are on page 1of 15

Yazar : Robin George Collingwood

Eser : Tarih Tasarımı


Bu çalışmada, R.G. Collingwood1 tarafından yazılan ve bir çok defa basılan
Tarih Tasarımı adlı kitabın ikinci bölümünü oluşturan “Hristiyanlığın Etkisi” başlıklı
bölüm konu edinilmiştir.

II. Bölüm Hıristiyanlığın Etkisi

HIRISTIYAN TASARIMLARININ MAYASI


Avrupa tarih yazımının geçmişinde üç büyük önemli bunalım olmuştur. İlki
bir bilim ve araştırma biçimi olarak tarih tasarımının ortaya çıktığı sırada, İ.Ö beşinci
yüzyılın bunalımıydı. Bu tarihlerde Yunan halkı Perslere karşı oldukça güç
mücadeleler vermişlerdi. İkinci büyük bunalım ise tarih tasarımının Hıristiyan
düşüncesinin etkisiyle yeniden biçimlendiği sırada I.S dördüncü ve beşinci
yüzyıllarda meydana gelen olaylardı ki bunlar da Kavimler göçü ile Avrupa'da
taşların yer değiştirmesi ve Roma İmparatorluğu'nun ikiye ayrıldıktan sonraki Batı
kesiminin tarihe karışmasıdır. Bu belirtilen süreçte meydana gelen olaylar
Hıristiyanlığın Yunan-Roma tarih yazımındaki öncüleri olmuşlardır.
Hıristiyanlığın dile getirdiği ahlak yaşantısı, insanın eylemdeki körlüğünü
içeriyordu. Bu rastlantısal değil zorunlu bir körlüktür. Hıristiyan öğretisine göre,
insanın yaptığı işten ne çıkacağını bilmeden karanlıkta yapması kaçınılmazdır.
Önceden tasarlanan hedefleri gerçekleştirememek anlamında kullanılan ve
Yunanca'da hamartia olarak bilinen ıskalamak terimi, artık insan doğasındaki
rastlantısal bir öğe olarak değil de insanın insan olma durumundan gelen kalıcı bir
öğe olduğu görülür. St Augustinus'a2 göre insan, eylemi aklın önceden tasarladığı
hedeflerin karşısına geçip planlamaz, dolaysız ve kör bir arzu ile gelişigüzel
gerçekleştirir. Platon'a göre arzu, dizginlenemeyen bir attır ve onun bizi götürdüğü
günah, işlemeyi düşünerek seçtiğimiz bir günahtır. Roma'nın dünyayı fethetmesi gibi
insan eylemiyle gerçekleşrilen planlar, insanların onları tasarladığı, iyi olduklarına
karar verdiği için değil Tanrı'nın amaçlarını gerçekleştirdikleri için gerçekleşir.
Yunan-Roma felsefesindeki metafizik töz öğretisine Hıristiyanlığın yaratı
öğretisince karşı çıkılmıştır. Bu öğretiye göre Tanrı'dan başka hiç birşey öncesiz
sonrasız değildir ve başka herşeyi Tanrı yaratmıştır. İnsan ruhu öncesiz-sonrasız
değildir ve ölümsüzlüğü yadsınır. Her ruh yeni bir yaratıdır. Bununla birlikte halklar
ve uluslar da öncesiz sonrasız varlıklar değildir, onları da Tanrı yaratmıştır. İnsan
ruhu bir tözdür fakat Tanrı'nın belli bir zamanda yarattığı bir töz olarak tasarlanır ve
sürekli varoluşu için Tanrı'ya bağımlıdır. Tanrı hakkındaki bütün bilebildiklerimiz,
Onun etkinlikleridir. Yavaş yavaş, hıristiyanlığın mayası tuttukça yarı tözler yok

1 Robin George Collingwood (1889-1943), Felsefe ve tarih disiplinlerinin bütünleştirilmesi yönündeki çalışmaların
öncüsü sayılan Collingwood, 20. yüzyılın en önemli düşünürlerindendir.
2 Saint Augustinus (354-430), Kuzey Afrika'da doğmuş önemli bir Hıristiyan düşünürüdür.

1
olmaya başlamıştır. St. Thomas Aquinas3 13. yüzyılda tanrısal töz kavramını terk
ederek Tanrı'yı etkinlik aracı salt edim olarak tanımladı.
George Berkeley, 18. yüzyılda maddi töz kavramını, David Hume ise ruhsal töz
kavramını felsefeden attı. Böylece Avrupa tarih yazımının ve tarihin bir bilim olarak
girişine zemin hazırlanmış oldu.
Hıristiyan tasarımlarının tarihin tasarlanışına üçlü etkisi olmuştur.
a) Tarih karşısında yeni bir tutum gelişti. Buna göre tarihi süreç insanların
isteklerinin değil Tanrı'nın isteklerinin eseridir. Her insan ne istediğini bilir ve onun
peşinden koşar fakat neden istediğini bilmez. İstemesinin nedeni, Tanrı'nın kendi
amacını gerçekleştirmek için onun istemesine neden olmasıdır. Bir anlamda insan,
tarihsel olayların uğruna olup bittiği hedeftir. Tanrı insanı yalnızca insan yaşamı
içinde kendi amacını gerçekleştirsin diye yaratmıştır.

b) Bu yeni tarih görüşü eylemcilerin Tanrı'nın muradının gerçekleşmesi için aracı


olduklarını ve geçici olduklarını görmeyi olanaklı hale getirir. Nasıl bireysel ruh
Tanrı'nın amacını yerine getirmek için gerektiği şekilde zamanında yaratıldıysa da
Roma İmparatorluğu gibi devletler veya uluslar da belli bir işlevi yerine getirmek ve
işlevi yerine getirdiği zaman da çekip gitmek üzerine tarihteki müsait bir zaman
diliminde ortaya çıkmış geçiçi bir şeydir. Bu önceden varolan bir maddeden dünyayı
biçimlendiren salt bir işçi olarak değil, dünyayı hiçten vareden bir yaratıcı olarak
Hıristiyan tanrı anlayışının tarihe uygulanmasıdır.

c) Tarih anlayışındaki bu iki değişiklik görüldüğü üzere doğuştan günah, inayet ve


yaratıya ilişkin Hıristiyan öğretilerinden çıkmıştır. Üçüncü değişiklik ise Hıristiyan
tutumunun evrenselciliğine dayanır. Hıristiyan için, Tanrı gözünden bütün insanlar
eşittir. Kaderleri başkalarının kaderlerinden daha önemli olan hiçbir topluluk yoktur.
Hıristiyan, Roma tarihiyle, Yahudilik tarihiyle ya da herhangi bir başkasının tarihi
ile yetinmez; Tanrı'nın insan yaşamı için amaçlarının genel gelişmesi olacak bir
dünya tarihi, evrensel bir tarih ister. Hıristiyan tasarımları, Yunan-Roma tarihinin
kendine özgülüğünü ve tekçiliğini yener.

HIRiSTiYAN TARiH YAZIMININ ANA ÖZELLiKLERi


Hıristiyan ilkelerle yazılmış her tarih zorunlu olarak evrensel, kayralı,vahiyli
ve dönemli olacaktır.
a) İnsanın köküne gidnen evrensel bir tarih ya da dünya tarihi olacaktır. Çeşitli insan
ırklarının nasıl ortaya çıktığını ve bulundukları bölgeleri nasıl şenlettiklerini
betimleyecektir. Yunan-Roma evrensel tarihi bu anlamda evrensel değildir, çünkü
tekçi bir ağırlık merkezi vardır. Çevresinde döndüğü merkez Yunanistan ya da
Roma'dır.
b) Olayları insan eylemcilerinin bilgeliğine değil, onların akışını önceden düzenleyen
Kayra'nın işleyişine bağlar. Yakın Doğu'nun teokratik tarihi bu anlamda kayralı
değildir, çünkü tekçidir. Teokratik tarih tek bir toplumun olayları ile ilgilenir. Tanrı, o
3 Saint Thomas Aquinas ( 1225–1274 ) 13. yüzyılda yaşayan Orta Çağ Batı düşüncesinin en önemli isimlerindendir.

2
tek toplumu seçilmiş bir halk diye gören bir Tanrı'dır. Kayralı tarih, tarihi Tanrı'nın
yazdığı oyun olarak görür ama bu oyunda hiç bir karakter yazarın gözdesi değildir.
c) Olayların bu genel akışı içindeki anlaşılır bir durumu ortaya çıkarmaya girişecek
ve bu durumda özellikle, durumun önceden düzenlenmiş baş simalarından biri olan
İsa'nın tarihsel yaşama merkezine anlam yükleyecektir.
d) Geçmiş ikiye ayrılınca doğal olarak alt bölümlere eğilimi, İsa'nın doğumu kadar
önemli olmayan ama kendi içinde önemli olan, kendilerinden sonraki her şeyi daha
önce olup bitmiş olanlardan nitelik bakımından farklı kılan başka olayları ayırma
eğilimi doğacaktır.. Böylece tarih her biri kendine özgü özellikleri olan ve her birinin
kendisinden öncekiyle sınırı bu çeşit tarih yazımının dilinde çağ açan olay denen bir
olayla çizilen çağlara ya da dönemlere ayırır.
Bu dört ögenin hepsi de aslında Hıristiyanlarca tarihsel düşünceye bilinçli
olarak sokulmuştu. Caesarealı Eusebius bütün dünyayı içine alan evrensel bir tarih
yazma girişiminde bulundu. Eusebius, “Kronik”inde Yunanistan'da olimpiyatlarda
tarihlenen olayları, Roma'da konsüllerle tarihlenen olayları vb. Bulunduracak yerde,
bütün olayların tek bir kronolojik çerçeve içine sokmaya çalıştı.
Eusebius, Hıristiyan insan anlayışının sonuçlarını ayrıntılı olarak ortaya
koymaya çalışan çok sayıda insandan yalnızca biriydi; Jerome, Ambrose, Augustinus
gibi birçok rahibin çoktanrılılığın öğretisi ile yazını hakkında küçümseme ve
düşmanlıkla konuştuklarını gördüğümüz zaman, bu küçümsemenin eğitim
eksikliğinden ya da o bilgi karşısındaki barbarca bir kayıtsızlıktan değil, bu insanların
yeni bir bilgi ülküsünün peşinden koşmaktaki, insan düşüncesinin tüm yapısını
yeniden yönlendirmek için muhalefete karşı çalışmalarındaki içgüdüden ileri
geldiğini aklımıza getirmemiz gerekir.
Yunan-Pers ya da Roma-Kartaca arasındaki savaşlara tarafsız bir gözle
bakılan, savaşanlardan birinin başarısına değil, savaşın sonrakiler bakımından
sonucuna bakılan dünya tarihi olarak tarih anlayışı beylik haline geldi. 7. yüzyılda
Sevillalı Isıdore'nin icat ettiği, Ulu Baeda'nın yaygınlaştırdığı, her şeyi İsa'nın
doğuşunun ilerisine ve gerisine tarihleyen tek evrensel kronoloji de tasarımın nereden
geldiğini gösterir.
Kayralı tasarım beylik haline gelmiştir. Örneğin bize okul kitaplarımızda
18. yüzyılda İngilizlerin bir dalgınlık anında kendilerine imparatorluk kurdukları
öğretilir, yani o zaman onların kafasında öyle bir plan olmasa da geriye dönüp
bakınca bize plan gibi görünen şeyi başarmışlardır.
Tarihçiler vahiy anını çeşitli zamanlara, Rönesans'a, matbaanın icadına, 17.
yüzyıl aydınlanmasına, Fransız Devrimi'ne, 19. yüzyıl liberalizmine, hatta Marxçı
tarihçilerde olduğu gibi gelecekte bir yere yerleştirmiş olmasalar da vahiy tasarımı
beylik haline geldi.
Çağ açan olaylar tasarımı da beylik haline gelmiştir; onunla da tarihin her
biri kendine özgü karakteri olan dönemlere ayrılışı beylik haline gelmiştir.
Modern tarihsel düşüncede pek tanıdık olan bütün bu öğretiler Yunan-
Roma tarih yazımında hiç yoktu; ilk Hıristiyanlarca bilinçli olarak ve zahmetle ortaya
kondu.

3
ORTA ÇAĞ TARİH YAZIMI

Kendini bu kavramları geliştirmeye adayan Orta Çağ Tarih yazımı bir


bakıma Helen ve Roma tarih yazımının bir devamıdır. Orta Çağ tarihçisininde
yöntem değişmemiştir, hala olgular konusunda rivayete bağımlıdır ve rivayeti
eleştirecek bir silahı yoktur.
Livius'un4 tersine Orta Çağ tarihçisi bu malzemeyi evrenselci bir bakış
açısıyla ele alır. Orta Çağ'da bile ulusçuluk gerçek bir şeydi, ulusal rekabeti övüp
ulusal gururu okşayan bir tarihçi yanlış yaptığının farkındadır. Onun işi İngiltere,
Fransa değil Tanrı'nın işi'ni anlatmaktır.
Orta Çağ tarih yazımının büyük işi bu nesnel ya da tanrısal planı keşfedip
ortaya koyma işiydi. Zaman içinde ve dolayısıyla belirli bir aşamalar dizisiyle
gelişmiş bir plandı bu; her biri çağ açan olayla başlayan tarihsel çağlar anlayışını
doğuran da bu olgunun üzerinde düşünmekti. Orta Çağ tarihçilerinin dönemleyişine
örnek olarak 12. yüzyılda Florisli Joachim'i verebiliriz. O tarihi üç döneme
bölmüştür: Babanın ya da cisimleşmemiş Tanrı'nın egemenliği, yani Hıristiyanlık
öncesi çağ, Oğul'un egemenliği ya da Hıristiyanlık çağı, gelecekte başlayacak olan
Kutsal Ruh'un egemenliği. Bu gelecek bir çağa gönderiş, Orta Çağ tarih yazımının
önemli bir özelliğidir.
Öte dünya bilgisi tarihe her zaman davetsiz giren bir öğedir. Tarihçinin işi
geçmişi bilmektir geleceği değil. Tarihçiler ne zaman geleceği olup bitmesinden önce
belirleyebileceklerini ileri sürseler, temel tarih anlayışlarında bir şeylerin yanlış
olduğunu bilebiliriz.
Düşünce sarkacının Yunan-Roma tarih yazımındaki soyut ve tek taraflı
olan tanrımerkezli bir görüşe doğru kayma durumu vardır. Tarihte kayranın işleri,
insana yapacak bir şey bırakmayacak bir biçimde kabul edilir. Bunun sonucunda
tarihçiler gelecekle ilgili düşünme hatasına düşebiliyorlar. Başka bir sonuç ise, tarihin
genel planını ortaya çıkarma kaygısıyla ve bu planın insanın değil Tanrı'nın planı
olduğu inancıyla, Tanrı'nın planını ortaya çıkarmak için insan eylemlerine sırt
çevirerek, tarihin özünü tarih dışında aramaya girişmeleridir.
Genel olarak tarihin yapısına ilişkin salt bilimsel bir görüşü benimsemiş
olan 19. yüzyıl tarihçileri ona son derece soğuk bakmışlardır. Orta Çağ tarih görüşüne
o kadar kendimizi kaptırmışız ki, ulusların ve uygarlıkların onları oluşturan insanların
amaçlarıyla pek ilgisi olmayan bir yasaya boyun eğerek yükselip düştüklerini
düşünüyoruz. Kendimizi bütün hatalarıyla birlikte Orta Çağ tarih anlayışına
kaptırırsak, uygarlığı kimi tarihçilerce belki de zamanı gelmeden ilan edilen çöküşüne
örnek oluşturur, onu çabuklaştırırız.

4 Titus Livius, (yaklaşık M.Ö 59- M.S 17) Ünlü bir Roma tarihi kitabı olan Ab Urbe Condita(= Şehrin Kuruluşundan
İtibaren)'yı yazmıştır.

4
RÖNESANS TARİHÇİLERİ
Orta Çağ'ın kapanışıyla, Avrupa düşüncesinin başlıca işlerinden biri
tarihsel incelemelerin yeniden yönlendirilmesi oldu. Rönesans ile birlikte eskilere
dayalı insancı bir tarih görüşüne dönüldü. Titiz bilim adamlığı önem kazandı, çünkü
insan eylemleri artık tanrısal bir plana oranla küçük görülmüyordu. Yunan-Roma
düşüncesine duyulan yeni ilgiye karşın, Rönesans'ın insan anlayışı Yunan-Roma
anlayışından derinlemesine farklıydı. Machiavelli gibi bir yazar 16. yüzyılda,
Livius'un ilk on kitabı üzerine bir açıklama biçiminde görüşlerini dile getirdiğinde
Livius'un tarih görüşünü yeniden inşa etmiyordu. Rönesans tarihçisi için insan Eski
Çağ felsefesince resimlenen, zekasının işleyişiyle eylemlerini denetleyip kendi
yazgısını yaratan insan değil, Hıristiyan düşüncesince resimlenen bir tutku ve itki
yaratığı olan insandı. Böylece tarih insan tutkularının da tarihi haline geldi.
Bu yeni hareketin olumlu meyveleri her şeyden önce uyduruk ve asılsız
Orta Çağ tarih yazımındaki büyük temizlikte alındı. Jean Bodin, 16. yüzılın ortasında,
kabul edilen dönemler şemasının, yani Dört İmparatorluk şemasının olguların doğru
yorumlanmasına dayanmadığını Daniel'in Kitabı'ndan alınma keyfi bir şema ile
gösterdi. Çoğu İtalyan kökenli bilim adamları da çeşitli ülkelerin kendi kökenleri
hakkındaki bilgisizliklerini gizledikleri efsaneleri yıkmaya giriştiler.
17. yüzyılın başında Bacon, kendi bilgi haritasını şiir, tarih ve felsefe
olarak üç büyük alana böldü. Bacon, tarihin herşeyden önce geçmişe kendisi için ilgi
duymak olduğunu vurgulamaktadır. Bu, tarihçinin geleceği önceden bilebileceği
iddiasının yadsınışıdır.
Tarih Orta Çağ anlayışından kendisini sıyırmıştı ama daha kendi işlevini
bulması gerekiyordu. Belirli bir taslağı vardı, geçmişi yeniden keşfetmekti bu fakat
bu taslağı yürütebileceği yöntemleri ya da ilkeleri yoktu. Aslında Bacon'un belleği
alanı olarak tarih tanımı yanlıştı, çünkü geçmiş ancak anımsanmadığı zaman tarihsel
soruşturmayı gerektirir. Anımsanabilseydi tarihçiye gerek kalmazdı.
DESCARTES
17.yüzyılın yaratıcı hareketi kendini doğa biliminin sorunlarına verdi ve
tarih sorunlarını bir yana bıraktı. Bacon gibi Descartes da şiiri, tarihi ve felsefeyi
birbirinden ayırıyor ve buna bir dördüncüsü olan ilahiyatı ekiyordu. Fakat yeni
yöntemi güvenilir ve kesin bilgiye ulaşmayı umduğu felsefeye uyguladı. Descartes,
kesin konuşarak, tarihin bir bilgi dalı olduğuna inanmıyordu.
Descartes'in ilk dönem eserlerinden olan “Yöntem Üzerine Konuşma”'nın
ilk bölümündeki tarihe ilişkin yazdığı bir paragrafa bakılacak olursa; Descartes
burada birbirinden ayrılması yerinde olan dört noktayı vurguluyor. Bu dört noktalar
şunlardır:
1) Tarihsel Kaçaklık: Tarihçi, yurdundan uzakta yaşayarak kendi Çağ'ına
yabancılaşan bir gezgindir.
2) Tarihsel Pyrrhonculuk: Tarihsel anlatılar geçmişe ilişkin güvenilir açıklamalar
değildir.
3) Faydacılığa Karşı Tarih Tasarımı: Güvenilmez anlatılar gerçekte neyin olanaklı
olduğunu anlamamıza ve etkin bir biçimde eylememize yardımcı olamaz.

5
4) Düş Kurma Olarak Tarih: En iyi tarihçilerin bile geçmişi olduğundan daha
görkemli olarak çarpıtmasıdır.
DESCARTESÇI TARİH YAZIMI
Gerçekte Descartes'ın kuşkuculuğu tarihçilerin cesaretini kesinlikle
kıramamıştır. Hatta tarihçiler onu bir meydan okuma, eleştirel tarihin olanaklı
olduğundan emin bir biçimde kendi işine bakmaa ve kendi yöntemlerini ortaya
koymaya, sonra da ellerinde yeni bir bilgi dünyasıyla yeniden filozofların karşısına
çıkmaya bir çağrı olarak görmüşlerdir. 17. yüzyıl ikinci yarısı boyunca ifadedeki
aykırılığa karşı Descartesçı tarih yazımı denebilecek yeni bir tarihsel düşünce okulu
ortaya çıktı. Bu yeni okulun ana düşüncessi, yazılı yetkelerin tanıklığının en azından
üç yöntem kuralına dayalı bir eleştiri sürecinden geçirmeden kabul edilmemesi
gerektiğiydi.
Tillamont5 ile Bollandistler6 bu okulun örneklerindendir. Tillemont'un
Roma İmparatorlar Tarihi, farklı yetkelerin ifadelerin uzlaştırmak için önemli bir
dikkat göstererek Roma Tarihi yazmaya yönelik ilk girişimdi. Tarihi aktaran aracının
onu çarpıtmasını hesaba katarak, bir rivayeti çözümleme ve böylece onu bütünüyle en
doğru kabul etme ya da yanlış diye reddetme ikileminden kurtulma düşüncesini
Bollandist'lere borçluyuz. Northumberland'da Morpethli John Horsley, Britanya'daki
Roma yazıtlarının ilk düzenli koleksiyonunu, İtalyan, Fransız ve Alman bilginlerin
öncülüğünü izleyerek bu dönemde yaptı.
Bu hareket filozoflarca pek önemsenmedi. Ondan çok etkilenen kişi, tarih
bilginliğinin yeni yöntemlerini önemli sonuçlar olarak felsefe tarihine uygulayan
Leibniz'dir.7 Leibniz, Eski ve Orta Çağ felsefi düşüncesine ilişkin bilgiler yapıtının
her yanına yayılmıştır; yepyeni ve devrimci tasarımlar getirerek değil, her zaman
bilinmiş olan kalıcı ve değişmez gerçekleri koruyup geliştirerek yeni ilerlemenin
sağlandığı sürekli bir tarihsel gelenek anlamındaki felsefe anlayışına sahipti. Bu
anlayış kalıcılığa fazla değişime daha az önem verir.
Leibniz'deki güçlü tarihsel eğilime ve Spinoza'yı İncil eleştirisinin
kurucusu yapan parlak yapıta karşın, Descartesçı okulun genel eğilimi keskin bir
biçimde tarih dışıydı. Descartesçılığın genel çöküşüne ve gözden düşüşüne götüren
de kesinlikle bu olguydu. Bir bakıma, felsefenin yasağı altında olgunlaşan yeni güçlü
tarihsel düşünce hareketi, varlığıyla bile o felsefenin çürütülüşünü oluşturuyordu;
onun ilkelerine kesin saldırı zaman gelince de o saldırıya girişen kişiler pek doğal
olarak ana yaratıcı ilgileri tarihte olan kişilerdi.
DESCARTESÇILIĞA KARŞI: VİCO
İlki 18. yüzyılda Napoli'de yapıt veren Vico'nun8 saldırısıydı. Vico'nun
yapıtının ilginçliği ilk olarak onun, Bacon'un bilimsel yöntemin ilkelerini dile

5 Le Nain De Tillemond (1637-1698), İlk Altı Asrın Kilise Tarihine Hizmet İçin Anılar isimli büyük bir tarih eserine
sahiptir.
6 Jean Bolland, Belçikalı bir Cizvittir. Azizlerin hayatından bölümler nakleden sistematik bir yayın teşebbüsü olan
Bollandist'ler Cemiyeti'ne adını vermiştir.
7 Gottfried Leibniz ( 1646-1716), Ünlü bir Alman filozofudur. Bilim dünyasının en önemli sistemci
düşünürlerindendir.
8 Giambattista Vico (1668-1744) Özgün tarih anlayışı geliştirmiş olan ünlü İtalyan düşünür.

6
getirmiş olması gibi tarihsel yöntemin ilkelerini dile getirme işine kendini vermiş,
bilgili ve parlak bir tarihçi olmasındadır ve bu yaratıcı çalışma sırasında da kendini
kalem kavgasına girilmesi gereken bir şey olarak Descartesçı felsefeyle karşı karşıya
bulmuştur. Matematiksel bilginin geçerliliğini yalanlamamış ama başka hiçbir bilgi
türünün olanaklı olmadığını öngören Descartesçı bilgi kuramını yalanlamıştır.
Bunun için hakikatin ölçütünün açık ve seçik tasarım olduğu yollu Descartesçı ilkeye
saldırdı. Vico, inancın algılarımızın canlılığından başka bir şey olmadığı konusunda
Hume ile uyuşuyordu aslında. Vico, bir tasarım ne kadar yanlış olursa olsun apaçık
görünmesiyle bizi inandırabilir, der. Vico, bize gereken şeyin bilinebileni
bilinemeyenden ayıracak ilke, insan bilgisinin zorunlu sınırlarına ilişkin bir öğreti
olduğunu ileri sürer ve bu noktada Locke ile aynı çizgide birleşir.
Vico bu ilkeyi olgu ile hakikatin birbirine dönüştürülebilir olduğunu
belirten öğretisinde bulur. Yani bir şeyi doğru olarak bilmenin ve onu yalnızca
algılamanın tersine, anlayabilmenin koşulu, onu bilenin kendisinin yapmış olmasıdır.
Buna göre doğayı ancak Tanrı kavrayabilir ama matematiği insan kavrayabilir.
Verum-factum9 ilkesinden kesinlikle insan aklınca yapılmış bir şey olan
tarihin insan bilgisinin bir nesnesi olmaya özellikle uygun olduğu sonucu çıkar. Vico,
tarihsel süreci insanların dil, gelenek, hukuk, hükümet vb. Dizgeleri kurup geliştirdiği
bir süreç olarak görür. Yani, tarihi insan topluluklarının ve onların kurumlarının tarihi
olarak düşünür. Burada ilk kez tarihin konusunun ne olduğuna ilişkin modern bir
tasarıma ulaşıyoruz. İnsan topluluğunun dokusu içten yaratılır ve bundan ötürü bu
dokunan her ayrıntısı insan aklınca fazlasıyla bilinebilir olan bir insan factum'udur.
Vico burada hukuk ve dil gibi şeylerin tarihindeki uzun ve verimli
araştırmalarının sonuçlarını, Descartes'in matematiksel ve fiziksel araştırmanın
sonuçlarına yüklediği bilgi kadar kesin bilgiye götürmeye yatkın bulmuştur. Tarihçini
zihni ile incelemeye giriştiği nesne arasında birçeşit önceden kurulmuş uyum vardır
ama bu uyum Leibniz'inkinin tersine bir mucizeye dayanmaz, tarihçiyi yapıp
etmelerini incelediği insanlarla birleştiren ortak insan doğasına dayanır.
Tarih karşısındaki bu yeni tutum Descartesçılığa derinden karşıydı, çünkü
Descartesçı dizgenin tüm yapısı tarih dünyasında görülmeyen bir sorunla
belirleniyordu. Doğa biliminin yöntemi konusunda o zaman Fransa'da yaygın olan
kuşkucu bakışla yola çıkan Descartes'in, gerçekten maddi dünya diye bir şey
varolduğundan emin olması gerekiyordu. Vico'nun tasarladığı tarih için böyle bir
sorun olamazdı. Kuşkucu bakış olanaksızdı. Vico'ya göre tarih geçmiş olarak
geçmişle ilgili değildir. Her şeyden önce içinde yaşadığımız hali hazır toplumla,
çevremizdeki insanlarla paylaştığımız adetlerle ve geleneklerle ilgilidir.
Vico'nun felsefi bakımdan temellendirilebilir bir bilgi biçimi olarak tarih
anlayışıyla birlikte daha fazla gelişmeye yatkın bir tarihsel bilgi anlayışı ortaya
çıkmıştır. Tarihçi genel olarak tarihsel bilginin nasıl olanaklı olduğu sorusunu
yanıtladı mı, o zamana dek çözülemeyen tarihsel sorunların çözümüne girişebilir.
Vico uzak ve karanlık dönemlerin tarihi dediği şeyle, yani tarihsel bilginin
genişletilmesiyle özellikle ilgileniyordu. Bu bağlamda da bir bakım yöntem kuralları
9 Verum-Fectum: Doğru oldu, gerçek delil.

7
ortaya koydu.
İlkin kimi tarih dönemlerinin başka dönemlerde yeniden ortaya çıkan her
ayrıntısını renklendiren genel bir özelliği olduğunu savunuyordu; öyle ki, iki farklı
dönem aynı genel özelliği taşıyabilirdi ve benzeşim yoluyla birinden ötekine
çıkarımda bulunmak olanaklıydı. İkisini de kahramanlardönemi diye bir tür adıyla
andığı Yunan tarihinin Homeros dönemi ile Avrupa Orta Çağı arasındaki genel
benzerliği buna örnek gösteriyordu. Bunların ortak özellikleri savaşçı bir aristokrasi
ile yönetilmeleri, tarım ekonomisi, türkü yazını, yiğitlik, ahlak vb. İdi.
İkinci olarak bu benzer dönemlerin aynı sırayla yeniden olma eğilimi
taşıdığını gösteriyordu. Her kahramanlık döneminin düşüncenin imgeleme,
düzyazının şiire, sanayinin tarıma ve barışa dayalı bir ahlakın savaşa dayalı bir ahlaka
üstün geldiği bir klasik dönem izler.
Üçüncü olarak bu döngülü hareket, tarihin değişmez aşamalar döngüsü
içinde dönüp durması değildir; bir daire değil bir sarmaldır; çünkü tarih hiçbir zaman
kendini yinelemez ama her yeni döneme, daha önce geldiğinden farklı bir biçimde
döner dolaşır yine gelir. Bunun için, Orta Çağ'ın Hıristiyan ruhunun bir ifadesi yapan
her şey bakımından, Homeros Çağı'nın çoktanrılı barbarlığından farklıdır. Bu nedenle
tarih her zaman yenilikler yarattığı için, döngü yasası geleceği önceden sezmemizi
sağlamaz, bu da Vico'nun döngüyü kullanışını tarihte tam bir döngüsel hareket gören
Yunan-Roma tasarımından ayırır ve çok önemli olduğunu, tarihçinin hiçbir zaman
kehanette bulunmadığı ilkesiyle aynı çizgiye gelir.
Ardından, Bacon'un Novum Organum'undaki ilkeler gibi, Vico, tarihçinin
her zaman kendini koruması gereken birtakım önyargıları sayarak devam eder. Bu
hata kaynaklarından beşini seçip ayırır:
1) Eski Çağ'a ilişkin ululaştırıcı görüşler, yani tarihçinin incelediği çağın refahını,
gücünü, ululuğunu vs. abartmaya yönelik önyargılar; Vico'nun burada olumsuz
olarak dile getirdiği ilke, geçmiş bir tarih dönemini incelemeye değer kılan şeyin,
kendi başına alınan yapıp etmelerin iç değeri olmayıp, tarihin genel akışıyla ilişkisi
olduğu ilkedir.
2) Ulusların kendini beğenmişliği; kendi geçmiş tarihiyle uğraşırken her ulusun onu
en hoş renklerle boyamaktan yana bir önyargısı vardır. İngilizler için İngilizce
yazılmış İngiltere tarihleri, askeri başarısızlıkları konusunda ayrıntıya girmezler.
3) Bilginin kendini beğenmişliği; bu, Vico'nun yorumladığı gibi, tarihçiye hakkında
düşündüğü insanların bilim adamı, öğrenci ve genel olarak kendine dönük zekası olan
insanlar olmaları bakımından kendisi gibi olduğunu varsaydıran özel bir önyargı
biçimini alır. Akademik kafa ilgilendiği kişilerin de akademik kişiler olması
gerektiğini sanır. Aslında Vico, tarihteki en etkili adamlarınen azından akademik
kafalı olduklarını savunur.
4) Kökenler konusundaki ya da Vico'nun ulusların skolastik ardıllığı dediği şey
konusundaki yanılgı; bu hata, iki ulusun birbirine benzer bir tasarımı ya da kurumu
olduğu zaman birinin bunu ötekinden öğrenmiş olması gerektiğini düşünmekten
başka bir şey değildir ve Vico bunun, insan aklının tasarımları başkasından
öğrenmeksizin kendi kendine keşfedebilen özgür yaratıcı gücünü yadsımaya

8
dayandığını gösterir.
5) Son olarak eskilerin kendilerine daha yakın olan çağlar hakkında bizden daha
bilgili olduğunu düşünme önyargısı var. Gerçekten, Vico'ya ait olmayan bir örnek ele
alınırsa, Kral Alfred çağının bilginleri Anglo-Sakson kaynakları hakkında bizim
bildiğimizden daha az şey biliyorlardı. Vico'nun bu önyargıya karşı uyarısı çok
önemlidir. Zira, olumlu yanından geliştirildiği zaman, tarihçinin bilgisi için kesiksiz
bir geleneğe bağlı olmadığı, ne olursa olsun bir gelenekten çıkarmadığı geçmiş bir
çağın resmini bilimsel yöntemlerle yeniden kurulabileceği ilkesi haline gelir.
Vico olumsuz uyarılarl yetinmez, olumlu olarak, tarihçilerin salt
yetkilerinin ifadelerine güvenmeyi aşabilecekleri bir takım yöntemler göstererek
devam eder. Gözlemleri bugünün tarihçisi için beylik gözlemlerdir ama onun çağında
devrim niteliğindeydi:
1) Dilsel incelemenin tarihe nasıl ışık tutabileceğini gösterir. Etimoloji, bir halkın,
dili oluştururken ne çeşit bir yaşam sürdüğünü gösterebilir. Tarihçi incelediği halkın
tinsel yaşamını, tasarımlarını yeniden kurmayı amaçlar.
2) Mitolojiyi de benzer biçimde kullanır. İlkel dinin Tanrıları onları icat eden halkın
toplumsal yapısını dile getirmenin yarı şiirsel biçimini temsil eder.
3) Rivayeti kullanma konusunda yeni bir yöntem önerir: Rivayeti harfi harfine
saymak yerine, kırılma açısını bir ölçüde saptayabileceğimiz bir ortamdan geçerek
çarpıtılmış olguların karmakarışık bir anısı sayma yöntemi. Bütün rivayetler doğrudur
ama hiçbiri söylediği şeyi söylemek istemez.
4) Bu yeniden yorumlamanın anahtarını bulmak için belli bir gelişme aşamasındaki
kafaların aynı tür ürünler yaratma eğiliminde olacaklarını aklımızda tutmak gerekir.
Vico'nun kısa bir özetini yapacak olursak onun iki önemli şey yaptığını
görürüz. İlk olarak 17. yüzyıl sonu tarihçilerince eleştirel yöntemde gerçekleştirilen,
ilerlemeyi sonuna kadar kullanmış, tarihsel düşünceyi yazılı yetkelere bağımlılıktan
kurtarıp, sahiden özgün, bağımsız, bilimsel veri çözümlemesiyle tamamen unutulmuş
hakikatleri yeniden ele geçirilebilir hale getirmiş, böylece onun nasıl eleştirel olduğu
kadar yaratıcı da olabileceğini göstererek bu süreci daha ileri bir aşamaya
götürmüştür. İkinci olarak, tarihsel yapıtındaki örtük felsefi ilkeleri, bilgi kuramına
daha geniş bir yer isteyerek ve yaygın felsefi kanının darlığı ile soyutluğunu
eleştirerek, Descartesçılığın bilimsel ve metefizik felsefesi üzerine misillemeye
girişebileceği bir noktaya kadar gelmiştir. İki kuşak sonra Alman düşüncesi 18.
yüzyıl sonunda Almanya'da yapılan tarihsel incelemelerin çiçeklenmesi sayesinde
kendi hesabına onunkine benzer bir noktaya ulaşncaya kadar, yapıtının olağanüstü
değeri tanınmadı. Alman bilginleri Vico'yu yeniden keşfettiler ve düşüncenin ticaret
malları gibi “sızma” ile değil, her ulusun gelişmesindeki belli bir aşamada kendisine
gereken şeyi bağımsız olarak keşfetmesiyle yayıldığı konusunda onun öğretisini
örnek alarak, kendisine büyük bir değer yüklediler.

9
DESCARTESÇILIĞA KARŞI: LOCKE, BERKELEY VE HUME
Descartesçılığa yönelik ikinci ve tarihsel sonuçlar getirmesi bakımından
çok daha etkili bir saldırıya Hume'da10 doruğuna varan Locke okulunca girişildi. Bu
okulun deneyciliğinin başlangıçta tarihsel düşünce sorunlarıyla bilinçli bir ilişkisi
yoktu. Fakat okul geliştikçe ortaya koyduğu bakışın tarih yararına ama olumsuz bir
anlamda tarihi bilgi haritasından kovmuş olam Descartesçılığı yıkmak için
kullanılabileceği açık hale geldi. Locke11 ile Berkeley12 felsefi yazılarında tarihsel
düşüncenin sorunlarıyla ilgili özel bir kaygı göstermezler. Fransa'da ilgileri kesin
olarak tarihe yönelmiş Aydınlanma insanlarının, Voltarie ile Ansiklopedicilerin
Locke felsefesini şevkle benimsemiş olmaları, bu felsefenin önce kendini
savunurken, sonra da Descartes geleneğine karşı saldırıya geçerken tarihsel
düşünceye bir silah olarak hizmet etmek üzere bir bakıma özel olarak düzenlenmiş
olduğunu gösterir. Descartçılığa başkaldırı, aslında 18. yüzyılda Fransız
düşüncesinin başlıca olumsuz özelliğidir. Başlıca olumlu özellikleri ise artan tarihsel
niteliği ve Locke tipi felsefeyi benimsemesidir.
Locke felsefesinin ana sorunları kolayca sayılabilir. Eninde sonunda
durumun negatif olarak felsefenin tarih yönünde yeniden yönlendirilmesine bir katkı
olduğu açıktır.
1-) Doğuştan tasarımların yadsınışı ve bilginin deneyden geldiğinin vurgulanışı;
bütün bilgi doğuştan tasarımlarımızı belirtik kılmaktan ibaretse her olanaklı bilgi her
insan varlığınca yeniden üretilebilir. Böylece tarihin işi olan bilgi bütününün bir
araya getirilmesi işine gerek yoktur. Bütün bilgiler deneye dayalıysa bilgi tarihsel bir
ürün demektir.
2-) Tasarımlar ile şeyler arasında bulunduğu düşünülen uçuruma köprü kurmaya
yönelik her savın yadsınışı, bilginin tasarımlarımız dışında bir gerçeklikte değil
tasarımlarımızın kendilerinin uyuşup uyuşmamasıyla ilgili olduğu öğretisine dayalı
yadsıma.
3-) Soyut tasarımların yadsınışı ve bütün tasarımların somut olduğunun vurgulanışı;
bilginin yalnız soyut genellemelerden değil somut tasarımlardan da oluştuğu
düşüncesi, tarih hakkında düşünmenin doğal yoludur.
4-) Mutlak gerçek ile kesinliğe zorunlu olarak uzak kalan ama koşulumuzun
gerektirdiği kesinliğe ulaşabilen insan bilgisi anlayışı ya da Hume'un belirttiği gibi
aklın kuşku bulutlarını dağıtamaması ama doğanınkendisinin o amaca yetmesi ve
başka insanlar gibi yaşamak, konuşmak, eylemek için bize pratik yaşamımızda
mutlak bir zorunluluk saklamasıdır.
İngiliz okulu, bir bütün olarak bunu yaptığının farkında olmasa da
felsefeyi, tarih yönünde yeniden yönlendirir. Yine de Hume bu durum karşısında
öncellerinden daha az kördür. Hume gibi azimli ve derin bir düşünürün genç yaşında
tarih uğruna felsefe çalışmalarını bırakmış olmasının bir anlamı olması gerek.
Hume'un önemli iki özelliği vardır. İlki Hume'un felsefesinin ilkelerini, 17.
10 David Hume (1711-1776), İskoç filozof ve tarihçidir. Düşüncenin insanlıkta en önemli şey olduğunu söyler.
11 John Locke (1632-1704), Ünlü bir İngiliz filozoftur. Aydınlanma ve Akıl Çağı'nıın kurucusu sayılır.
12 George Berkeley (1685-1753), Dünyada yalnızca ruhların ve ruhların idealarının olduğunu, buna karşılık maddenin
var olmadığını öne süren İngiliz düşünür.

10
yüzyıl sonu bilginlerince ortaya konmuş yöntemlerin ruhuyla tasarlanan tarihsel bilgi
durumuna uygulamasıdır. İkinci olarak, Hume çağdaş felsefi düşüncesinin tarihsel
bilginin geçerliğine kuşku düşürdüğünün tamamen farkındaydı ve özellikle kendi
ilkeleriyle desteklenme hakkını iddia edebileceği için eldeki uslamlamayı çürütmek
için yolundan sapar.
Hume daha yirmisinde “İnsan Doğası Üzerine İnceleme”yi yazdığı zaman,
tarihsel düşüncenin sorunları üzerine düşünmüş, ona yöneltilen Descartesçı itirazların
geçersiz olduğuna karar vermiş ve kendi görüşüyle bu itirazları çürüttüğü, tarihi en
azından bir başka biliminki kadar sağlam bir taban üzerine yerleştirdiği bir felsefe
dizgesine ulaşmıştır. Hume, felsefesinin tarih üzerindeki tam etkisinin bilincinde
değildi ve bir tarih yazarı olarak, felsefi ilkeleriyle gerçekte tamamen tutarsız olan
insan doğasına ilişkin tözcü bir görüşten ötürü, Aydınlanma insanları gibi bilimsel
tarihten alıkonmuştur ve onlarla bir tutulur.

AYDINLANMA
Tarihsel yapıtıyla Hume ve onun bir parça daha yaşlı çağdaşı Voltaire yeni
bir tarihsel düşünce okulunun başında bulunuyorlardı. Onların ve onları izleyenlerin
yapıtı Aydınlanma'nın tarih yazımı diye tanımlanabilir. Aydınlanma'dan 18. yüzyıl
için çok kendine özgü olan, insan yaşamı ile düşüncesinin her yanını laikleştirme
çabası anlaşılır. Bu yalnızca kurumsal dinin gücüne değil dine karşı bir başkaldırıydı.
Voltaire13 kendini “Ecresez I'infame” mottosutla Hıristiyanlığa karşı açılan savaşın
önderi olaran görüyordu. Bu hareketin aldınta yatan felsefi kuram, birtakım zihinsel
etkinlik biçimlerinin, zihin olgunluğuna erdiği zaman yok olacak ilkel biçimler
olduğuydu.
Ne Voltaire ne Hume bilinçli olarak böyle bir kuram dile getirmemişti.
Böyle bir kuram dikkatlerine sunulsaydı kabul ederlerdi. Din karşısındaki polemikçi
tutumları insanlık tarihinde dinin yerine ilişkin böyle bir kuramdan destek alacak
ölçüde şiddetli ve tek yanlıydı. Onlar için din her türlü olumlu değerden yoksun bir
şeydi, onu insan kitlesi üzerindeki egemenliğine hizmet etsin diye icat etmiş olan ve
rahipler denen insanlar sınıfının ilkesiz ve çıkarcı riyakarlıklarından gelen tam bir
hataydı. Tarihteki bir aşamayı hepten akıl dışı diye nitelendirmek ve bu şekilde
düşünmek ona bir tarihçi gibi değili bir siyasetçi, polemikçi, bir risale yazarı gibi
bakmaktır. Bu bakımdan, Aydınlanma'nın tarihsel bakışı sahiden tarihsel değildi; ana
dürtüsü bakımından polemikçi ve tarih dışıydı.
Bu nedenle Voltaire ile Hume gibi yazarlar tarihsel araştırma yöntemlerini
geliştirmek için pek bir şey yapmadılar. Daha önceki kuşakta Tillemon ve
Bollandist'ler gibi adamlarca bulunan yöntemleri devraldılar ve bunları bile gerçek
bir bilimsel ruhla kullanmadılar. Voltaire, 15. yüzyılın kapanışından önceki olaylar
hakkında güvenle temellendirilmiş hiçbir tarihsel bilgiye ulaşılamayacağını açıkça
söylemiştir.
Dar anlamıyla Aydınlanma, temelde dine karşı polemikçi ve olumsuz bir
13 Voltaire (1694-1778) Asıl adı François Marie Arouet olan Voltaire ünlü Fransız yazar ve filozoftur. Fransız Devrimi
ve Aydınlanma'ya büyük katkıları olmuştur.

11
hareket, bir savaş olarak hiçbir zaman kaynağından daha yukarı çıkmadı ve Voltaire
onun en iyi, en tipik anlatımı olarak kaldı. İnsan yaşamının aslında kör ve usdışı bir iş
olduğu halde içinde iki dolaysız gelişmenin tohumlarını taşıdığını düşünüyorlardı.
Geçmiş tarihi akıl dışı güçlerin oyunu olarak gösterecek olan bir geriye bakış ya da
daha tam bir tarihsel gelişme ve aklın egemenliğinin yerleştirilebileceği bir mutluluk
çağı yaratmayı uman, bunun için çabalayan bir ileriye bakış ya da daha pratik veya
siyasal bir gelişme.
a) İlk eğilimin öncüleri olarak Montesquieu14 ile Gibbon'u15 alabiliriz.
Montesquieu'nun başka başka uluslar ve başka kültürler arasındaki farklılıkları
kavrama becerisi vardı ama bu farklılıkların temel yapısını yanlış anlıyordu. İnsanı
doğanın bir parçası olarak görür ve tarihsel olayların açıklanması doğa dünyasının
olgularıyla aranıyor. Tipik bir Aydınlanma tarihçisi olan Gibbon, tarihi insan
bilgeliğinin sergilenişinden ibaret bir şey olarak tasarlayacak ölçüde, bütün bunlarla
uyuşuyordu ama Gibbon'un olumlu ilkesini Montesquieu için galiba insan
bilgeliğinin yerine geçen ve insanın kendi kendine yaratamadığı toplumsal
örgütlenmeleri onun için yaratan doğa yasalarında bulacak yerde, tarihin itici gücünü
insanın kendi akıldışılığında bulur ve anlatısı barbarlığın ve dinin zaferi dediği şeyi
sergiler. Geçmişteki bir altın çağ anlayışı, Gibbon'a Aydınlanma tarihçileri arasında
daha özel bir yer verir ve onu bir yandan öncellerine, Rönesans insancıllarına, bir
yandan da ardıllarına, 18. yüzyıll sonundaki Romantiklere benzetir.
b) Altın çağın yakın bir gelecekte bulunduğunun düşünüldüğü ileriye bakan
görünümü bakımından, bu hareket Condorcet'yle resmedilebilir. Condorcet'nin16
Fransız Devrimi sırasında hapiste infaz beklerken yazdığı “ İnsan Zekasının
İlerlemeleri Üzerine Tarihi Bir Tablo Taslağı” adlı eserinde, tiranlarla kölelerin,
rahiplerle alıklarının ortadan kalkacağı ve insanların yaşam ve özgürlük tadıyla,
mutluluk arayışıyla ussal bir biçimde davranacağı ütopya niteliğinde bir gelecek
sunar.
Aydınlanma'nın tarih yazımı, aydınlanma sözcüğünün düşündürdüğünü
aşacak ölçüde vahiylidir. Bu yazarlara göre, tarihin merkez noktası modern bilmsel
ruhun doğuşudur. Ondan önce her şey batıl inançtı, karanlık, hata ve sahtekarlıktı.
Aydınlanma'nın tarih yazımını betimlemenin belki de en kestirme yolu,
onun 17. yüzyıl sonu kilise tarihçilerince bulunmuş tarihsek araştırma anlayışı
devraldığını ve onu bile bile kiliseden yana kullanacak yerde, bilerek kiliseye karşı
bir ruhla kullanarak, asıl sahiplerine karşı yönelttiğini söylemektir. Montesquieu,
Volteire'in kafasız kişiler için yazan bir manastır tarihçisi olduğunu belirttiğinde taşı
gediğine koyuyordu. Bu dönemin tarihçileri birtakım önemli ilerlemeler de
gösteriyorlardı. Bir halkın ruhunun yaratıcı gücüne değerini vermeseler de yönetim
açısından değil uyruk açısından yazıyor ve dolayısıyla sanatların, bilimlerin,
sanayinin, ticaretin ve genel olarak kültürün tarihine hepten yeni bir önem
kazandırıyorlardı.
14 Montesquieu (1689-1755), kuvvetler ayrımı esasını ortaya atmış Fransız politik düşünürdür.
15 Edward Gibbon (1737-1794), İngiliz tarihçi ve milletvekilidir. Altı ciltlik Roma İmparatorluğu'nun Gerileyiş ve
Yükseliş Dönemi kitabı vardır.
16 Marquis de Condorcet (1743-1794), İnsanın sonsuzca ilerleyebileceğini düşünen Fransız düşünür.

12
İNSAN DOĞASININ BİLİMİ

Hume'un ruhsal töze saldırısının bilimsel tarihin felsefi habercisi olduğunu


çünkü Yunan-Roma düşüncesindeki tözcülüğün son izlerini yok ettiğinden
bahsetmiştim. Ayrıca Locke ve takipçilerinin farkında olmasalar da felsefeyi tarih
yönünde nasıl yönlendirdiklerini anlatmıştım. Eski Çağ tarihçilerinin Romalı
karakterini hiçbir zaman meydana gelmemiş, hep varolmuş ve hep aynı kalmış bir şey
olarak tasarlamaları gibi, bütün gerçek tarihin insanlık tarihi olduğunu kabul eden 18.
yüzyıl tarihçileri de insan doğasını dünyanın yaratılışından beri tam olarak
kendilerinde olduğu gibi varolmuş sayıyorlardı.
Descartes'in doğuştan tasarımları, insan zihni için her yerde ve her zaman
doğal düşünme biçimleridir. Locke'taki insan anlığı, çocuklarda, geri zekalılarda ve
yabanlarda az gelişmiş olsa da her yerde aynı olduğu varsayılan bir gerçektir. Hume
gibi kuşkucu bir düşünür, “ İnsan Doğası Üzerine İnceleme”nin Girişinde bütün
bilimlerin az ya da çok insan doğasıyla ilişkili olduğunu ve herhangi bir bilim ondan
ne kadar uzak görünürse görünsün eninde sonunda şu ya da bu yanıyla ona döner,
diyerek yapıtının tasarısını açıklar. Üç Descartesçı Bilim “Matematik, Fizik ve
Metafizil” bile bir ölçüde insan bilimine bağlıdır. Temelinde insanların bilgisi vardır.
Hume'un ruhsal tözü kaldırışı, bir zihnin ne olduğunu ne yaptığından hiç
ayırmamak gerektiği ve dolayısıyla bir zihnin doğasının onun düşünme ve eyleme
biçiminden başka bir şey olmadığı ilkesinin ortaya konması demek oluyordu. Zihinsel
töz kavramı böylece zihinsel süreç kavramı içerisinde çözeltiliyordu.
İnsan doğası biliminin tarihsel gelişmesi insan doğasının kendisinde bir
gelişme anlamına gelmesi, 18. yüzyıl filozoflarının gözünden kaçmıştı. Çünkü zihin
bilimi konusundaki izlenceleri yerleşik doğa bilimleri benzeşimine dayalıydı ve iki
durum arasında tam koşutluk bulunmadığını fark edememişlerdi. Bacon, doğaya
ilişkin gelişmiş bilgilerin bize doğa üzerinde gelişmiş bir güç vereceğini belirtmişti.
Berkeley'de bu düşünce şöyle yansır; doğayı olduğu şey yapan bizim düşüncemiz
değil, Tanrı'nın düşüncesidir. Doğayı bilmeye başlayınca yeni bir şey yaratmıyoruz,
yalnızca Tanrı'nın düşüncesini kendi kendimize yeniden düşünüyoruz. Doğanın
bilgisi; doğa. Zihnin bilgisi; zihin. Bu sayıltı tarih anlayışlarını şu iki biçimde
çarpıtıyordu:
1-) İnsan doğasını değişmez sayarak, insan doğasının kendisine ilişkin bir
tarih anlayışına ulaşmayı kendileri için olanaksız kıldılar. Çünkü böyle bir anlayış,
insan doğasının değişmez değil değişebilir olduğunu öngörür.
2-) Aynı hata onları yalnız geçmiş hakkında değil gelecek hakkında da
yanlış bir görüşe götürdü, çünkü onlara insan yaşamının bütün sorunlarının
çözüleceği bir Ütopya aratıyordu. Çünkü insan doğası onu daha iy anlamaya
başladığımız zaman hiçbir değişikliğe maruz kalmıyorsa, onun hakkındaki her yeni
keşfimiz, şimdi bilgisizliğimizden ötürü bizi şaşırtan sorunları çözecek ve yeni
sorunlar yaratmayacaktır. 18. yüzyıl ilerleme anlayışı, doğanın bilgisi ile zihnin
bilgisi arasındaki aynı yanlış benzeşime dayalıydı. İşin doğrusu insan zihni kendini
daha iyi anlamaya başlarsa, yeni ve farklı biçimlerde işlemeye başlayacaktır. 18.

13
yüzyıl düşünürlerinin amaçladığı kendinin bilgisini edinmiş bir insan ırkı o zamana
kadar bilinmeyen biçimlerde eyleyecek, bu yeni eyleme biçimleri yeni ahlaki,
toplumsal ve siyasal sorunlar doğuracak, mutluluk çağı da her zamankinden kat kat
uzak olacaktır.

JOHN LOCKE

John Locke, Bristol yakınlarında, Wrington'da doğdu. Kumaş ticareti ile


uğraşan bir aileden gelmektedir. Babası ticaretle uğraşmak yerine noterliği tercih
etmiştir, ibadetle sadelik isteyen Püriten mezhebinin koyu bir taraftarıydı. Locke'un
daha sonra öne sürdüğü öğrenim kuramlarında babasının büyük etkisi sezilir. Locke
yüksek öğrenimini Oxford Üniversitesi'nde yaptı, en çok tabiat bilimleriyle tıp okudu.
Hayata atıldıktan sonra hem yazar, hem de siyaset adamı olarak çalıştı. Önce
Brendenburg Dükalığı'nda İngiliz elçiliği katibi olarak bulundu. İngiltere'ye
döndükten sonra da 8 yıl Shaftsbury adında bir İngiliz aristokratının yanında özel
hekimlik yaptı. 1683'te Shaftsbury'nin Hollanda'ya kaçmak zorunda kalması üzerine
Locke da İngiltere'den ayrıldı. Ancak 1689'da İkinci İngiliz Devrimi Başarı kazanınca
İngiltere'ye dönebildi. Ancak tekrar Fransa'ya iltica etmek zorunda kaldı.

Rızaya Dayalı Hükümet

Locke, bütün eserlerinde gelenek ve otoritenin her çeşidinden kurtulmak


gerektiğini, insan hayatına ancak aklın kılavuzluk edebileceğini ileri sürer. Bu
düşünceleriyle Liberalizm'in, tabii bir din anlayışının, Rasyonel Pedagoji'nin öncüsü
olmuştur. Mutlakiyet yönetimlerini ilk sarsan kişi olarak tarihe geçmiştir, mutlakiyet
yönetimine açtığı sarsıntılar sonucunda zamanla derin yarıklar oluşmuştur ve üç
büyük devrimin temelleri oluşmuştur. İngiliz, Amerikan ve Fransız devrimlerinin
temelini oluşturan filozof olarak akıllara yer etmiştir. Doğal hukuk doktrinini
savunanlardan biridir (Diğerleri: Jean Jacques Rousseau ve Thomas Hobbes).
Locke için dünya ile ilişiği kesmek ve deneyim sayesinde kişi bir şeyler öğrenebilir.
İnsan sezgisel herhangi bir bilgiye sahip değildir. Dünyevi, deneye dayanan ve
sistemli bir düşünce biçimini benimsemiştir. Dini dogmaların bu düşünce sisteminde
yeri yoktur. İnsanın bu noktada görevi onun içinde yaşadığı dünya ile sınırlıdır.
Sadece insanda bulunan kendini sevme duygusu ve aklın işleyişi ahlakın doğuşunu
beraberinde getirmiştir. Rıza bu felsefi temellerle vardır. Bir yönetici, otoritesini
yönettiği insanların rızasına borçludur. Hükümetler niçin vardır? Bu sorunun cevabı
Locke'a göre “doğa durumu”ile açıklanabilir. Doğa durumu, yeryüzünde hiçbir siyasi
topluluğun olmadığı bir duruma karşılık gelmektedir. Üstünlüklerin ve karışıklıkların
artması yaşamı olumsuz etkiler ve insanlar bir araya gelerek siyasi toplulukları
oluştururlar. Hükümdarlara ve güçlü siyasi yöneticilere bu durumda itibar edilir.
İtimat bu noktada önemlidir. Yöneticinin otoritesi mutlak değildir ve karşılıklı itimat
ile toplumsal sözleşme oluşturulmuştur. İktidar, kaynağını buna ve bu sürece
borçludur. İnsanın hürriyeti ulusun rızası ile kurulmuştur. Yasalarla, bu güven kayıt

14
altına alınır. Rıza aynı zamanda bu güvene ihanet eden yöneticiyi görevden
uzaklaştırma hakkını da içerir.

İnsan hakları Locke'a göre yaşam, hürriyet ve mülkiyet olarak özetlenebilir.


Bu hakların uygulanması, korunması hem yasalarla hem de kurumlarla sağlanır.
Bağımsız bir yargı sistemi de bunların tümünü kapsar.

Hürriyet ile ilgili olarak ise, bir insanın özgürlüğü, başka bir insanın
özgürlüğüne zarar gelebilecek noktada sona erer. Siyasi bir toplumsa özgürlük
yasaların hükmüne bağlıdır. Mutlak değil, sınırları çizilmiş bir özgürlüktür.

İlk kitaplarını siyasi nedenlerden ötürü isimsiz yayınlamış ve hiçbir zaman


bu eserlerin kendisine ait olduğunu kabul etmemiştir. Descartes'tan etkilenmesine
rağmen ona hiçbir zaman benzememiş; zihnin özünün düşünme ve zihnin özünün yer
kaplama olduğu biçimindeki iki temel ilkesine karşı çıkmıştır.

Gassendi'nin görüşleri ile Deneme'nin birçok bölümü arasındaki


benzerlikler salt rastlantı olamayacak kadar büyüktür, öyle ki Leibniz, Locke için
Gassendici demiştir. İnsan zihninin başlangıçta bir Tabula Rasa17 oluşu, Locke'taki
"bütün niteliklerden yoksun ak kâğıt" ya da "boş oda" önermelerinin aynıdır.

John Locke'un Yönetim Sistemi Anlayışı

Yargılama ve cezalandırma hakkını kendi iradesiyle yargıçlara yani yargı


erkine bırakan toplum üyeleri, uygulanacak olan yasaların hazırlanması ve yürürlüğe
konması görevini de bir başka güce; parlamentoya vermiştir. Ancak bu da yeterli
değiildir, bir de yürütme erkine ihtiyaç vardır; yasamanın koyduğu pozitif yasaları
uygulayacak, ayrıca anlaşmaları yapacak, savaşa, barışa karar verecektir.

Eserleri

• 'An Essay Concerning Human Understanding' (İnsanın Anlama Yetisi Üzerine


Bir Deneme)
• Some Thoughts Concerning Education' (Eğitimle İlgili Bazı Düşünceler)
• A Letter Concerning Toleration' (Hoşgörü Üzerine Bir Mektup)
• 'Two Treatises of Government' (Yönetim Üzerine İki İnceleme)
• 'Hükümet Üzerine İki Deneme'

17 Tabula Rasa, David Hume tarafından ortaya atılan boş levha önermesidir. Zihinde doğuştan gelen bir fikrin
olmadığını belirtir.

15

You might also like