Professional Documents
Culture Documents
Ortaklaşa Yayıncılık
Yönetim Yeri
Katip Mustafa Çelebi Mahallesi Tel Sok.
No:28 Kat:3 Beyoğlu / İSTANBUL
Tel: 0 (212) 2936220
Kapak Tasarım
Harman Şaner
Mizanpaj
Mustafa Horuş
Basım Yeri
Ezgi Matbaacılık
Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sk.
No: 10 - A Blok Yenibosna / İSTANBUL
Tel: 0 (212) 452 23 02
25.03.2010
● İÇİNDEKİLER ●
Eleştirel Bakış............................................................................................................ 5
Toplumsal Proletarya.............................................................................................. 39
Haluk Yurtsever
3
Eleştirel Bakış
1 Tonak, E. Ahmet. “Sağlık Reformu ve Piyasa’nın Görünmez Eli”, Ekmek ve Özgürlük, sayı:2, Ekim 2009, s.36.
2 Agm, s.37.
3 Marx, Karl. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev. Sevim Belli, Sol, Ankara, 1993, s.23.
4 Lukács, György. Tarih ve Sınıf Bilinci, çev. Yılmaz Öner, Belge, İstanbul, 1998, s.117.
5
Yaşayan Marksizm
rarlara karşı ilgisiz davranacak ve sınıf mücadelesinde kimi zaman o yanda kimi
zaman bu yanda (...), sadece kendi bilincinde yer alan asıl hedefleri, giderek içi
boşalmış, toplumsal davranışlardan gitgide kopuk, salt ‘ideolojik’ biçimler hali-
ne gelmek zorundadır. Ancak bu hedefler, kapitalizmin gerçeklikteki ekonomik
sınıf çıkarlarıyla çakıştığı sürece, (...) küçük burjuvazi tarihsel yönde aktif bir rol
oynayabilir.”5
İşte ABD’de kapitalist ütopyaya pür bir şekilde sahip çıkan ya da tüm Orta Doğu
ve Asya’daki Müslüman toplumlarda Muhammed’in savaşçısı imiş görüntüsüne
bürünerek, kadınların üzerine kabus gibi çöken diktatörlükleri mümkün kılan,
sermayenin bu kriz ve geçiş çağında sermayenin faşosu olarak özgül bir biçimde
yeniden konumlanan küçük burjuvazidir.
Lukács, kapitalizm koşullarında, ekonomik alanda olduğu gibi, ideoloji alanında
da burjuvazi ile proletaryanın birbirleriyle ister istemez yüzleşen sınıflar olduğu
kanaatindeydi. Bu bakımdan, “burjuvaziye bir çözüşme süreci, kesintisiz bir bu-
nalım olarak görünen süreç, elbette proletarya açısından da bunalım biçiminde
ortaya çıkıyor (...), ideolojik bakımdan bu durum, toplumun iç yapısına yönelik
giderek artan kavrama gücü,burjuvazinin ölüm kalım mücadelesi paralelinde
proletarya açısından sürekli bir güç artışını temsil ediyor” diye yazarken, Büyük
Ekim Devrimi’nin yarattığı iyimserlik içindeyse de, “proletarya açısından zafere
ulaştıracak silah gerçeğin kendisidir, ne kadar acımasız ise zafere o denli ulaşır”
diye yazarken haklıydı6. Gerçekten de “gerçek”, proletarya açısından, kapitalist
sistemin kendi sınıf bilinci üzerinde yaptığı yıkıcı ve aşağılayıcı etkilerle7 müca-
delesinde, bilinç ve iradesinin güçlenmesini sağlıyordu.
Burjuvazinin tarihsel bilincinin sınırları sermayenin tarihsel sınırları tarafından
çizildiğine8 göre, kapitalizmin sonunda varacağı kaçınılmaz ekonomi bunalımı
gelip çattığında devrimin (ve onunla birlikte insanlığın) kaderi proletaryanın ide-
olojik olgunluğuna, onun sınıf bilincine bağlanıyordu9.
Tekel işçilerinin direnişi
Türkiye’de ülke gündemini kuşatan son on hatta yirmi yılın en önemli işçi dire-
nişi iki aydan fazla sürdü: Tekel işçileri, Ankara’da kentin merkezi bir yeri olan
Türk-İş Genel Merkez binasının da bulunduğu Sakarya bölgesinde bir çadır kent
kurdular. Her direniş gibi kendi özgüllükleri olan bu direniş, Türkiye işçi sınıfı
hareketi bakımından bir çok bakımdan önem taşıyordu. Tümüyle sönümlenmiş
sayılamayacağına göre, hâla da taşıdığı söylenebilir.
Bir kere kendine özgülükleri hayli fazlaydı: Bir grev biçiminde gelişmedi ama işçi
sınıfını sürekli olarak genel greve çağırdı. Bir kitle gösterisi olarak sınırlanmaya
5 Age, s.129-30.
6 Age, s.139.
7 Age, s.154.
8 “Kapitalist üretimin nesnel sınırları, burjuvazinin sınıf bilincinin sınırları halini almaktadır” age, s.134.
9 Age, s.142.
6
Eleştirel Bakış
10 Kürkçü, Ertuğrul. “Sınıftan Kaçış Bitti”, Ekmek ve Özgürlük, sayı: 6, Şubat 2010, s. 1- 2.
7
Yaşayan Marksizm
8
Eleştirel Bakış
9
Yaşayan Marksizm
15 Liberal sol, gerçekte direniş karşısında kafa bulandırmak amacıyla, epeydir varlığından şüphe duyduğumuz beyninin
sol yanını Tekel işçileri sayesinde nihayet çalıştırarak, direnişin artçı karakterini tespit etme maharetini gösterdi ve
buradan bir eleştiri çıkarmaya çalıştı. İddia oydu ki, bu direniş, çalışanların kazanılmış haklarını korumayı aşan bir
perspektifi içermiyordu ve “sosyal devlet çağının bakiyesi olan istihdam statülerini ‘tutan’ savunmacı tutum; üç otuz
paraya geçici veya yarını belirsiz haksız- hukuksuz işlere muhtaç edilen işsiz kitlesini gözeten bir politik kaygıyla
birleşemedikçe, loncavârî bir imtiyaz talebine dönüşerek yalıtılacaktı”, “giderek esnekleşen, güvencesizleşen emek
rejiminin dışladığı, “lüzumsuzlaştırdığı” nüfusu gözetmeyen bir politika, bir dil, muhafazakâr kalacaktı”. Bu sözlerin
Tekel direnişi karşısında edilebilmesi için, uzun süre emek hareketinden bihaber kalmak gerektiği açıksa da, bir so-
yutluk düzeyinde gerçeklik payını teslim etmeliyiz. Somutluk düzeyinde ise, Tekel direnişi artçı bir direniştir ama artçı
direnişlerin “muhafazakâr” olduğunu ileri sürmek, söz cambazlığı değilse eğer, liberal bir buluştur. Genç sivillerin biz
4-c’ye razıyız diye eylem yapmak istemesi ile bu ideolojik amaçlı eleştirinin ilgisi bizce tartışmasızdır. Tanıl Bora’nın
yazısı için bkz. http://tinyurl.com/yfl4z9n, indirilme tarihi: 10.03.2010.
16 Agy.
17 Bu konuda, bkz. Mısır, Mustafa Bayram. “Ergenekon Davaları ve Solun Tutumu Üzerine Bazı Gözlem ve Değiniler”,
Praksis, sayı: 21 (2009/3), ss. 77- 111.
10
Eleştirel Bakış
le, AKP orada dururken işçi direnişlerini bile “muhafazakâr” diye yaftalamaya
hevesli hegemonyacı bir ideolojinin yayıcısı olma konumuna hızla sıçramıştır.
Tekel direnişi de bunu açıkça görünür kılan bir eşikti.
Yapılan eleştiri ise, açık ki tamamen temelsizdi. Hepimiz oradaydık ve bir kere,
direnişin hiçbir günü örneğin Ergenekon için böyle bir sahte gündem ilanı yapıl-
madığı gibi, yapılsa bile bu ortamda bunu “gericilikle” suçlamanın kendisi, aynı
metodoloji içinden yazarsak, açıkça burjuva ideologluğuna ve AKP ajanlığına
vararak gericileşir. Elbette ben, Tanıl Bora gibi “niyet okuyarak” aynı hatayı yap-
mayacağım -şizofrenik sonuçlarıyla baş edebildiği müddetçe kendisini bir tür
solcu sanmaya devam edebilir!18
Somut durumda, sözü uzatmadan Ali Özgür Özkarcı’nın “liberallerden nefreti-
min birkaç kısa nedeni” şiirinden bir kısa bölümle bitireyim bu bölümü, başka
söze gerek bırakmıyor:
Kabul ediyorum en çok üstdilinize bayılıyorum
Kıkır kıkır kıkırdaklarınıza da
Çok esnek çok fit kıvraklığınıza
Okuru aşağılamanıza bayılıyorum
Öyleyse niçin yazıyorsunuz bakın bunu anlamıyorum
Bunlar biliyoruz didaktik kaçıyor
Didaktik vantrologlara göre
Taktik diye de okunabilir
Zaten yazarınız ölmüştü değil mi?
Başınız sapolsun kaybınız yok demek ki.19
Tekel işçilerinin konuştuğu konjonktürde, sınıftan kaçışın nihayet, şiirde de bit-
tiğini görüyoruz20. Şimdi görevimiz, yeniden moda olmasını engellemek ve siya-
sal işçi hareketinin yeniden kuruluşu için her alanda var güçle çalışmak olmalı...
Güvenlik projesinin seyri
Tekel direnişinde, Adıyamanlılarla Trabzonlular nesnel çıkarları üzerinden kar-
deşleşmekle kalmadılar, kardeşleşmenin tarihsel olarak nesnel çıkarları olduğu-
nu da gördüler. Elbette bu, “26 yıldır silahlı bir isyan ve çatışma biçiminde süre
18 Ama Tanıl Bora dahil, bunların değil devrimci ve Marksist işçi sınıfının haklarını savunmak anlamında solcu dahi
olmadıklarının artık kavranması ve mevcut kuramsal tutumlarına değil -bu olsa olsa polemik konusu olurdu- ama
politik tutumlarına dair gerçek bir öz eleştiri yaparak konumlarını değiştirmedikçe yol arkadaşı bile olunamayacağının
bilinmesi gerekir. Şundan ötürü, solda durmayı aşağı yukarı bizim gibi içeriklendirdiklerini sandığımız kimi, özellikle
Devrimci Yol kökenli bazı çevreler, bu zatlara hâla akıl hocası muamelesi yapıyorlar ve bu artık trajik bile değil, bas-
bayağı komik oluyor: Direnen Tekel işçileri ellerine kalem alıp bir de Birikim eleştirisi yapacak değiller ya!..
19 Özkarcı, Ali Özgür. Yamuk, Pan-Heves Kitaplığı, İstanbul, 2009, s. 41.
20 Altın Portakal şiir ödülü geçen yıl işçi sınıfı şairi Kemal Özer’e verilmişti; bu yıl ödülü “tüm devrimciler adına” Emirhan
Oğuz aldı. Çok umutlanmayalım, toplumda gerçek bir karşılık bulması mücadelelere bağlıdır ama en azından solda
ve kısmen de sola açık olan kültürel ortamımızda sanki “hava döndü, işçiden işçiden esiyor yel”.
11
Yaşayan Marksizm
giden Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı mücadelesinin barışçı bir biçimde
sonuçlanması bu hakkın Türkiye Cumhuriyeti tarafından tanınmasına ve Kürt
halkının kendi geleceğine özgür koşullarda karar vermesine bağlı” olduğunun
programatik olarak kavrandığı anlamına gelmiyor.
AKP Hükûmeti Kürt Sorununu hem iç hem de bölgesel bir güvenlik projesi ek-
seninde “çözmeye”(!) kararlı görünüyor. Bunun savaşın daha da derinleşmesi
anlamına gelebileceği açık. Kürt Özgürlük Hareketi her düzeyde bir savunma
pozisyonunu muhafaza etse de, gerek ülke içinde KCK operasyonları ile gerekse
de Batı Avrupa’daki operasyonlarla yoğunlaşan saldırılar karşısında bu savunma
pozisyonunun “barış için nefes alınan bir ortam oluşmadıkça” sürdürülmesi ol-
dukça zor. Bunu sözcüleri de açıkça ifade ediyor.
AKP hükûmetinin 2009 ortalarından bu yana söylem ve tavır değişiklikleriy-
le sürdürdüğü “açılım” siyaseti, esas olarak, radikal bir kurtuluş perspektifiyle
mücadele eden Kürt Özgürlük Hareketini saf dışı etmeyi, kalan sağ eğilimlerle
de güvenlik projesi olarak açılımı ilerletmeyi öngörüyor. ABD’nin desteğiyle,
Güney Kürdistan liderliğinin onayıyla sürdürülen bu “açılım”, Kürt sorununun
çözülmesini gözeten bir özgürlük girişimi değil bir bölgesel egemenlik projesi;
bir bölgesel istikrarsızlık dinamiği olarak görülen PKK’nin saf dışı edilmesini
gözeten bir güvenlik hamlesidir.
Bu güvenlik hamlesi karşısında, geçen sayımızda da vurguladığımız üzere, bu
güvenlik projesine karşı aşağıdan kurulacak bir barış mücadelesi görevi bütün
aciliyeti ile önümüzde duruyor: “Kürt sorununun barışçı ve demokratik bir bi-
çimde çözüm yolunun açılabilmesi süre giden çatışmanın sonlandırmasını ön
gerektirir. Çatışmanın sonlandırılması savaş sebeplerinin giderilmeye başlandı-
ğına dair somut göstergelerin görünür kılınmasıyla yakından ilgilidir. Bu bağ-
lamda Kürtlerin kimlik ve varlıklarının tanındığının tescil edilmesi; ilk elde ‘ba-
ğımsızlığın teminatı’ kabul edilen Lozan Antlaşması’nın, Türkçeden gayrı anadil
sahiplerinin hak ve özgürlüklerini güvenceye alan bütün hükümlerinin ayrımsız
ve şartsız uygulanması; savaş ve insanlığa karşı suçları dışarıda bırakan bir Ge-
nel Af ilanı; operasyonların karşılıklı olarak durdurulması; PKK silahlı güçlerini
Türkiye sınırı dışına çıkartırken, devletin de “terörle mücadele” amacıyla bölge-
ye sevk ettiği güçleri asıl yerlerine döndürmesi; koruculuğun tasfiyesi ve taraflar
arasında çok yönlü müzakerelerin başlatılması çatışmanın çözümü açısından ya-
şamsal önemdedir.”
Beşinci Enternasyonal
Bu sayıda Tekel direnişi vesilesiyle işçi sınıfının oluşumu tartışmalarına odak-
landığımızdan ötürü, dünyadaki ve bölgedeki gelişmeleri, yukarıda değindiğimiz
Kürt Sorunu’nun aciliyet bağlamı ve yanda bir kutu içinde Reuven Kaminer’in
değerlendirdiği Beşinci Enternasyonal girişimi ile sınırladık.
12
Eleştirel Bakış
13
Yaşayan Marksizm
14
Eleştirel Bakış
15
Yaşayan Marksizm
Sınıflar21
“Siyasal işçi hareketinin yeniden kuruluşu ile sosyalist hareketin yeniden kuru-
luşu arasında bir yazgı birliği”nden söz edenler açısından, işçi sınıfının kapsam
ve bileşimine dair tartışmalar, proletaryanın halklaşması, toplumsal proletarya,
halklaşan işçi sınıfı gibi birbirini andıran kavramlarla ifade ediliyor. Bu kavram-
ların bir ve aynı muhtevaya sahip olup olmadığı, elbette bir dizi kuramsal tartış-
maya işaret ediyor ve bu tartışmayı yeniden çağırıyor ama bu, sadece kuramsal
bir sorun değil. Bu tartışma, bizi, kuramsal olduğu kadar bizatihi işçi hareketinin
siyasal temelde yeniden kuruluş eşiklerinin neler olabileceğini gözlememize ya-
rayacak pratik bir soruna taşıyor22.
Bugüne dek Marksistler arasında, genel olarak sınıflar bahsinde ekonomik in-
dirgemeciliği aşmaya yönelen bazı görüşler savunulmuştu. Bu görüşler, altyapı
ve üstyapı süreçlerini toplumsal bütünlük olarak görerek toplumsal temel fikrini
savunan (E. P. Thompson) ya da altyapı ve üstyapı bölünmesini benimseyen (E.
Mandel) ama üstyapıyı altyapının basit bir yeniden üretimi saymayan, birbirle-
rine telif edilebilir Marksist yaklaşımlardan büyük ölçüde farklılaştı. Bunlardan
bir kısmı Marksizm içi eleştirel düşünmeyi kışkırtmayı sürdürse de, diğerleri
Marksizmden açıkça koptu.
21 Bundan sonraki “sınıf tartışmalarıyla” ilgili bölümler esas olarak, Praksis’in 1. sayısında yayınlanan “Tarihsel ve Top-
lumsal Çerçeveler Olarak Sınıflar” (Mısır, Mustafa B. Praksis, sayı: 1, Kış 2001, ss. 120- 135) adlı makaleye dayan-
maktadır.
22 Özel olarak işçi sınıfı üzerine odaklandığımız bu sayımızdaki, Haluk Yurtsever’in “Toplumsal Proletarya”, Muhsin
Dalfidan’ın “Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri” yazılarına bakılabileceği gibi, ayrıca bkz. Kalyon,
Kenan. Bir Çağ Dönümün Eşiğinde, Çalışanlar, İstanbul, 2004, ss. 95- 120.
16
Eleştirel Bakış
17
Yaşayan Marksizm
18
Eleştirel Bakış
37 Sınıf çıkarlarının nesnelliğinin siyasal stratejilere etkisi vardır: “nesnel sınıf çıkarları, sınıf mücadelesi açısından üzerinde
önemle durulması gereken bir konudur. Çünkü karar alma ve eyleme geçme süreçlerinin biçimlenmesi, sınıf çıkarlarının
gerçek kabul edilip edilmemesine göre değişmektedir. Eğer işçi sınıfının kolektif hareketinin gerisinde nesnel çıkarların
olduğu kabul edilirse, bu çıkarlara dayanarak harekete geçecek toplumsal öznelere (sınıflara) dayanan stratejilere; yok
eğer sınıf çıkarları ancak eylemden veya söylemden sonra gerçeklik kazanan bir olgu ise, bu kez ortak gereksinimler
doğrultusunda birlik oluşturma kapasitesine sahip bazı toplumsal gruplara dayanan stratejilere (örneğin kadın hareketle-
rini, çevrecileri, marjinalleri de içine alan halk hareketlerine, popüler cephelere) öncelik verilecektir” Öngen, age, s.212.
38 Mandel, Ernest. Marx’ın Kapital’i, çev. Osman S. Binatlı, Yazın, İstanbul, 2008, s. 181- 82. Bu konudaki tartışmalar
için ayrıca bu sayıda Haluk Yurtsever’in makalesine bkz.
39 Lenin’in tanımını “meşhur” sayıyorum zira, bu sayımızdaki üç ayrı yazıda tekrar ediliyor. Bu sayıda Haluk Yurtsever,
Muhsin Dalfidan ve A. Hakan Güvenir yazılarına bakılabilir.
19
Yaşayan Marksizm
bu bütünlük içinde belli bir toplumsal formasyonda açığa çıkan, oluşan, kurulan
sınıfın “nesnel çıkarlarının” önemli bir rolü vardı. Ama bu rol, zamanla ortaya
çıkan tarihsel bütünlük içinde, kimi zaman çok zayıf bir bağ haline de dönüşe-
bilirdi. Böyle bir anda ve mekanda bile sınıf, nesnel olarak sınıf olma niteliğini
yitirmediği gibi, bu niteliğin tarihsel olarak nesnel sınıf çıkarlarına dayanmadığı
ileri sürülemez.
1 Mayısların anlamı
Sorunu açıklamak için, dünya tarihsel bir sistem olarak kapitalizmin kuruluşun-
da işçi sınıfının oluşumuna -elbette, çok kısa ve kısa olduğu ölçüde de kabaca-
bakabiliriz: İşçi sınıfının, öncelikle sermaye ilişkisi olarak, bir iktisadi ilişki ola-
rak doğduğunda bir tartışma yoktur. Fakat bu aynı sınıf, ekonomik mücadelesi
içinde -sendikalizm- sonuç alamayınca siyasal olarak da örgütlenme becerisini
objektif olarak göstermiştir, büyük kitle partileri inşa etmiş, siyasal devrimlere
kalkışmış, -sovyetler, fabrika komiteleri, işçi komiteleri vb. özyönetsel meclisler
tarzı- kendine has siyasal organlar yaratarak kendi kendisini iktidar olarak ör-
gütlemeye yönelmiş ve “devrimler yapmış”tır.
Başlangıçta daha çok ekonomik olan çıkara dayanır gibi görünen bu sürecin, za-
manla siyasal mücadelesi içinde kaynaşan ve kurulan daha büyük bir toplumsal
bütünlük yarattığında tartışma yoktur. İşçi sınıfı siyasal mücadelesi içinde bazı
gelenekler ve kurumlar yarattıkça toplumsal bütünlük olarak sınıf da artık ekono-
mik olan çıkarlarından öteye bir varlık -ontolojik bütünlük- haline dönüşmüştür.
Böylece, ekonomik olan çıkarları işçi sınıfı için ilk baştaki kurucu rolünü her yeni
deneyim için korumakla birlikte, siyasal mücadelesi içinde edindiği deneyimler,
verdiği ölüler ve edindiği tarihsel çıkarlar -özgürlük, eşitlik ve kardeşlik idealleri,
genel olarak sosyalizm- bu bütünlüğün yeniden üretimi için toplumsal temel de-
ğil ama vazgeçilmez koşullar, tarihsel belirleyiciler haline dönüşmüştür.
Buna 1 Mayıs gösterileri ve bunun kazanılması için verilen mücadeleler örnek
gösterilebilir. 1 Mayıs bir kez kazanılmakla artık, sınıfı yeniden üreten bir tarih-
sel temsil haline dönüşür. Türkiye’de de devrimci politik hareketlerin 1 Mayıs’ın
yasal ya da meşru bir biçimde kutlanamadığı bundan kısa süre öncesine kadar,
her şeyleri pahasına bu gün için mücadele etmeleri gayet anlaşılır bir işçi sınıfını
“oluşturma” mücadelesiydi. Keza birkaç yıldır devam eden Taksim ısrarının ar-
dında da büyük oranda bu aynı neden vardır.
Ekonomik indirgemecilerle uvriyeristler40, işçi sınıfını bütünselliği içinde bir ta-
rihsel fail olarak anlamakta güçlük çektikleri için; bir yanda sömürülen bir sınıf
diğer yanda ise onu kendisi için sınıf yapacak işçi sınıfı partisi vardır. Halbuki,
varsayımsal olarak “işçi sınıfı partileri” de sözünü ettiğimiz bütünlüğün tarihsel
taşıyıcılığı üstlenen siyasal olarak kurucu toplumsal birimdir.
40 “Ekonomik indirgemecilerin göz ardı ettiği şey, toplumsal kurum ya da olayların bir kez oluştuktan sonra, gelecek top-
lumsal (bir gün ya da bir ay ya da on yıl sonra vs.) yapıyı etkileyebilecek bir içerik kazanabilecekleridir. Enternasyonal
kurulduktan sonra, işçi sınıfı artık bir daha ekonomik olana indirgenemeyeceği gibi, sadece onunla da tanımlanamaz.
Enternasyonal, artık onun ontolojik bir parçası haline dönüşür. Bu burjuva sınıfı içinde öyledir; burjuva devleti, burjuva
sınıfını toplumsal bir bütünlük haline getirir.” Mısır, agm, s.129.
20
Eleştirel Bakış
İşçi sınıfı bir kez örgütlerini yaratmakla, bu türlü -sınıf olarak yani, bu artık tarih-
sel ve toplumsal çıkarlarını bütünlüklü talepler manzumesi olarak ifade edebilen
yani yeni bir dünya isteyen bir tarihsel- toplumsal özne olarak- varlığına tarih-
sel bir süreklilik kazandırır. Şu halde, ekonomik olanın “genişletilmiş” yeniden
üretimi ancak sömürü ilişkisinin yeniden üretimidir ama buna bağlı olarak sınıf
mücadelesinde işçi sınıfının edindiği deneyimlerin ideolojik- politik- kültürel ve
sair toplumsal süreç ve ilişkiler içinde, özetle sınıf mücadeleleri içinde yeniden
üretimi -sınıfın bizzat kendiliğinden varlığı ya da örgütlü varlığı aracılığıyla- “işçi
sınıfının tarihsel ve toplumsal bir fail olarak yeniden üretimi”dir. Böyle bir çer-
çeve, bizi ekonomik olanla siyasal alan karşıtlığından da Tekel işçilerinin tarihsel
direnişinin önemini taleplerinin sınırlılığıyla ölçmekten de kurtarır.
Eski ama bitmeyen tartışma
Marx’ın kendinde, yapısal yerler olarak sınıflardan söz ettiğini iddia etmek güç-
tür. Bu yüzden Cohen, “proleter, kendi yaşam araçlarını elde etmek için kendi
emek gücünü satması gereken bağımlı üreticidir”41 diye bir tanımlamaya girişti-
ğinde sınıfın ontolojik bütünlüğünün anlaşılması yolunda sadece küçük bir adım
atmış olmaktadır. Bu adım, sınıfı yapısal bir yer olarak tanımlamak eğilimini
sonraki adımlarda iyice belirginleştirdiğinde, düpedüz yanlış bir adım olarak
kalmakla yüzleşir. Bu yol yerine önerdiğimiz yeni yol, yani sınıfların sömürüdeki
kökenleri sayesinde zorunlu olarak birbirleri ile ilişki içinde görüldüğü Marksist
sınıf kuramı, Callinicos’un tarifi ile, “toplumsal derecelenmeleri tanımlamakla
değil, toplumsal değişimi açıklamakla ilgilenir”42.
Thompson’a hak verilmesi gereken yer, işçi sınıfının oluşumunda deneyimin
oynadığı önemli rolle ilgilidir. Burada deneyimden anladığımız, bir bütün ola-
rak, sınıf oluşumu sürecinin bir yandan ekonomik ve siyasal mücadelelere, diğer
yandan da bu mücadelelere doğrudan bağlı olmaksızın -örneğin, gündelik çalış-
ma vd. ilişkileri içinde- sınıfı oluşturan bireylerin kendinde varlığına bağlanan
kültürel yeniden üretimlerine sıkı sıkıya bağlı olduğudur. Deneyim kavramı, sı-
nıf oluşumu sürecinin işçi sınıfı kurumları ile bağlantısını kurmamıza, işçi sınıfı
partilerinin işlevini kavramamıza ve hatta organik aydınlarının siyasal önemini
anlamamıza da yardımcı olur.
Thompson’la sınıf mücadelesini açıklamak konusunda anlaşmak ise daha zor-
dur. Bir sınıf, elbette, ekonomik olandan ibaret değildir ama sınıf mücadelesi ile
sömürüyü denkleştirerek Ste Croix kadar43 ileri gitmesek bile, sömürünün sınıf
mücadelesini açıkladığını söylemek, sınıf mücadelesinin, savaşan taraflar arasın-
da sınıf bilinci olmasa dahi gerçek çatışmalardan oluştuğunu vurgulamak ge-
rekir. Burada benimsenen içeriğiyle sınıfın bütünsel bir açıklaması Ste Croix’in
önerisini daha çok anlaşılır bulacaktır:
41 Cohen, G. A. Karl Marx’ın Tarih Teorisi, çev. Ahmet Fethi, Toplumsal Dönüşüm, 1998, s.94.
42 Callinicos, Alex. Tarih Yapmak: Toplum Kuramında Etkinlik Yapı ve Değişim, çev. Nermin Saatçioğlu, Özne, İstanbul,
1998, s.71.
43 Age, s.70.
21
Yaşayan Marksizm
22
Eleştirel Bakış
bir zaman ve mekanda onun uygunluğunun garantisi olamaz -eğer öyle olsaydı,
dünya devrimi çok uzun zaman önce başarıya ulaşırdı. Burası, örgütün önem-
li olduğu noktayı gösterir; örgüt kurumsal olarak deneyimleri kendi hafızasında
saklar ve bu bakımdan sınıf bilincinin kurulmasında belirleyici bir işlev görür.
Kendiliğinden hareket, devrimci kalkışmalara dahi girebilir ama yenilgi dönem-
lerinde bunu taşıyamaz; elbette gericilik dönemlerinde örgüt de karşı devrimci
ideolojik saldırılara karşı bağışık değildir yani örgüt de etkilenir ama örgüt, te-
orinin yani sınıf bilincinin dile getirildiği bir biçim sağlamakla, geçmişin dene-
yimlerinin öneminin bugünün ve geleceğin sorunlarına ilişkin olarak değerlen-
dirilebileceği bir çevre sağlar: işçi sınıfı kendiliğinden, kendi tarihinin farkında
değildir -bu farkına varış, parti çevresi aracılığıyla canlı tutulur.
Burada, işçi sınıfının -bir üretim tarzından, öteki üretim tarzına geçene dek, de-
neyimlerin sürekliliği esasında- sürekli bir oluşum içinde olduğunu benimseme-
miz, proletaryanın tarihsel bir özne olarak nihai teşekkülünün sınıf bilinci edin-
mesi yoluyla olacağını vurgulamayı özellikle gerektirir. Sınıf bilinci sorununun
sınırlarının, toplumun varolan çatışma içindeki durumu tarafından çizileceği
açıktır. Bu durumda, sorunun entelektüel bir çözümü, yani “model-inşacı” bir
bilgisi yoktur. Yalnızca bireysel ve rastgele olarak değil kolektif bir şekilde parti
aracılığıyla eyleme geçme imkanı eyleme bilinçli bir yön verebilir ve sınıf onun
sonuçlarını özümseyebilir.
Proletaryanın halklaşması mı?
Kapitalizmin bir uzun dalga krizinin çöküş evresinde bulunduğu genel kabul
görüyor45. Ama bu tersten işçi hareketinin de kriz içinde olmadığı anlamına
gelmemeli. Kriziyle cebelleşen sermaye, yeni bir birikim tarzı için işçi sınıfının
geleneksel örgütlerine ve konumlarına karşı saldırıya geçti46, örgütlü kapitalizm
döneminin sosyal uzlaşması bozuldu ve sınıf sistem dışına sürüldü47, sınıf olu-
şumu süreçleri sekteye uğrayarak işçi sınıfı şekilsizleşti48 ve parçalandı49, bunlar
yanında sınıfa katılımın da çeşitlenmesi ile önceki döneme nazaran işçi sınıfının
heterejonleşmesi arttı50.
Tüm bunlar işçi sınıfının ortadan kalktığını ya da niteliksel bir dönüşüm geçirdi-
ğini göstermiyor elbette. Aksine işçi sınıfı son otuz yıl içinde sayıca çok büyüdü
ve proleterleşme görülmemiş bir hız kazandı. Ama hem siyasal hem de sendikal
düzeydeki örgütlenme düzeyleri bunun tersine geriledi.51 Bu çerçevede proletar-
yanın halklaşmasından çok, tersinden halkın kitleler halinde proletaryaya katıl-
masından söz etmek daha doğrudur.
45 Bu konuda, Yaşayan Marksizm’in 1. sayısındaki “Eleştirel Bakış” yanında dergide yer alan yazılara bakılabilir.
46 Kalyon, Kenan. Bir Çağ Dönümünün Eşiğinde, Çalışanlar, İstanbul, 2004, s.102.
47 Age, s.106.
48 Age, s.107.
49 Age, s.108.
50 Age, s.109.
51 Age, s.104.
23
Yaşayan Marksizm
Sorun, daha fazla kozmopolit bir görünüm edinen ve daha fazla kadınlaşan
sınıfın bu dönemdeki oluşum sürecinin, ırkçılığa ve patriyarkaya -erkek ege-
menliğine- karşı mücadelelerle, özellikle kapitalizmin doğal sınırlarına dayan-
masının doğurduğu ekolojik krizin yarattığı mücadelelerle çok daha ilgili hale
gelmesidir.
Bugün işçi sınıfının oluşumunda özellikle ekolojik krize verilen tepki eko-
sosyalist temelde özgül bir rol oynayabilir ve oynamaktadır da. Sadece kırsal
proletarya ile küçük köylülüğü bütünleştiren bir dizi çevreci taban hareketi-
ni yeniden ve yeniden üretmesi bakımından değil; her tikel hak mücadelesini
evrensel eşitlik ve özgürlüğe, her farklılığı özgüllüğü içinde kapitalizm karşıtı
bütüne, üretim sürecindeki mücadeleleri dünyaya -köye, kente ve hatta top-
rağa- bağlayarak, bugünün daha fazla kozmopolitleşme gereği duyan yeni işçi
sınıfı enternasyonalizminin değerlerini bu mücadeleler içinde kurmayı başar-
masından ötürü de...
Burada kabaca betimlense de, bugün ırkçılığa, patriyarkaya ve ekolojik krize kar-
şı mücadele etmeyen bir işçi hareketinin kendini kurabilmesi mümkün görün-
memektedir. Ama bu proletaryanın halklaşmasından öte bir anlam taşır; Istvan
Mészáros’un belirttiği gibi, “gerçekten de toplumsal metabolizmayı denetleme-
nin alternatif yolunu çizebilecek tek uygun güç emektir; emeğin belli kesimleri
değil, sermayenin uzlaşmaz karşıtı olarak emeğin bütünü”52.
Çıt çıt
Kapitalizmde yurttaş, burjuva kültürünün ve değerlerinin sembolüdür. Ayrıca
kapitalist devlet de, egemen sınıfları egemen sınıf olarak -gerektiğinde egemen
sınıflar arası çelişkileri de zor yoluyla gidererek- kuran, oluşturan bir tarihsel
kurumdur. Özel olarak kapitalist devlet, işçi sınıfı bilincini “bastıran” ve egemen
sınıf bilincini “kuran” bir aygıttır. Bunu hem yalın devlet aygıtı (zor-yasallık:
“zor kullanma tekeli”), hem siyasal toplum (meşruiyet), hem de ideolojik aygıtlar
(ikna ve meşruiyet üretimi) aracılığıyla yapar.
Sınıfları yurttaşlar olarak eşitleyen yasalar, işçi sınıfının her tür kalkışmasını
“toplumsal barışı” bozmakla itham eder. Yurttaş olarak işçi, toplumsal barışın
kurucu öznesi oldukça, devrimci eylemin öz deneyiminden uzaklaşır; çoğu kez,
ideolojik aygıt -bu bakımdan devlet oluşumunun kontrolünde- olan sendika-
lar tarafından yürütülen direnişler, onun yurttaş olarak kuruculuğunu sınıfının
üyesi olarak terk etme noktasına çıkmasını -başka bir sınıf olduğunun farkına
varmasından bağımsız olarak- çoğu kez sağlayamaz; çünkü “zor” ve “aldatmaca”
ile partinin ona sağladığı çevreye, yani deneyiminin sınıf bilinci düzeyine çıka-
bileceği tek çevreye ulaşamaz. Ama en geri eylem bile yankı bulacak materyali
sağlar ve örgüt -parti- daha ileri bir eylem için bir biçim oluşturarak bu yankının
üzerine oturur.
52 Mészáros, Istvan. Ya Sosyalizm Ya Barbarlık, çev. İrfan Mehmetoğlu, Epos, Ankara, 2004, s.100.
24
Eleştirel Bakış
Sonuç olarak, işçi sınıfı, bir, toplumsal -kapitalist üretim tarzında toplumun ser-
maye ilişkisi ile içsel bölünmesinden doğan- ve tarihsel -fail olarak toplumu dö-
nüştüren- bir ilişkidir; iki, bu ilişki maddidir ve maddi bir temele dayanır ki bu
maddi temel doğrudan ya da dolaylı sömürü ilişkisidir; üç, işçi sınıfı sürekli bir
oluşum halindedir. İşçi sınıfının sürekli bir oluşum halinde olması, onun bağım-
sız olarak hareket edemeyeceği anlamına gelmez, aksine, oluşumunun bu özel
tarihsel evresinde, bir kez partisine kavuşmuş ve tarihsel programını (sosyalizmi)
ilan etmişken, bu süreklilik sadece onun devrimci bir tarihsel fail olarak gücünü
ve olanaklarını gösterir.
Tekel işçilerinin direnişi bütün bu tarihsel çelişkileri içererek, sınıf bilincinin
edinilmesi yolunda, önemli bir deneyim bırakmıştır. Ötesi mi? Mücadele henüz
bitmedi ve sürüyor...
Karamsar olanlara diyebileceğimiz ise Ali Özgür’ün şiirindeki şu dizeden ibaret:
Çıt çıt...
Kozmik Keramet(*)
Ali Özgür Özkarcı
I
Ayçekirdekleri olmadan olmuyor.
Şimdi ayrıntılı bir bilgi veremeyeceğiz.
Halk ayçekirdeklerini çıtlatırken
ve halkın sakince kabukları yere atmasını
Üç artı bir konforlu kozmikliğe tercih edeceğiz
Şimdi ayrıntılarla didişmeyeceğiz.
En önemlisi: Herkes seyredecek
ve hiçkimse bilet parası vermeyecek.
Nasılsa Ahmet unutmak tercih sebebi diye geçecek
Ahmet geçecek, feministler bizi bir seferliğine affedecek
Çıt çıt sesi ile popcorn yerken çıkarılan ses değiştirilmeyecek
Bir de ayçekirdekleri sembol muamelesi görmeyecek.
25
Yaşayan Marksizm
II
Ahmet ayakkabıları parlatıyor
Bu sefer Köyceğiz’e resim yapan paşa ihtmalleri konuşuluyor
Ahmet moloz döküyor
TEKEL meselesinde sadece bütçeler konuşuluyor
Ahmet çöp topluyor
Aileyle okunacak kitap listeleri hazırlanıyor
Ahmet porno film satıyor
Tüsiad gerilimin piyasalara faydası yok diyor
Ahmet sadece parklarda sosyalleşebiliyor
Nail Koç yat kazası geçiriyor
Ahmet karısını gündeliğe gönderiyor
Anayasa kısmi değiştiriliyor
Ahmet korsan kitap satıyor
Büyükelçilerin anıları çok satıyor
Ahmet çok çocuk yapıyor
ÇYD raporları nüfusun kontrol altına alınmasını istiyor
Ahmet: Ammına Kodduklarım diyor
Ahmet siyasi bir tespit yapıyor.
Çıt Çıt.
(*) Ali Özgür Özkarcı, Heves Dergisi çevresinde öne çıkan 2000’li yıllar deneysel şiirinin, kendisi öyle nitelemese de, şiiri
öyle nitelenmeyi hak eden “yeni binyıl toplumculuğunun” öncü şairlerindendir: Özkarcı’nın bu şiiri, Tekel işçilerinin di-
renişi ile ilgili olmasının ötesinde, 2000’li yılların deneysel şiirinin güncel işlevsel bağlamda da politikleşme olanaklarını
göstermesi bakımından ayrıca övgüyü ve ilgiyi hak eder.
26
12 Eylül Sonrasında
Türkiye Sosyalist Hareketi Üzerine(*) 1
Ertuğrul Kürkçü
Herkese merhaba. Önce, geciktiğim için özür dilerim. Biraz zor oldu buraya ulaş-
mak. Umarım bir şey aksatmadım. Aydın’ın konuşmasının ortasından itibaren
dinliyorum ama biz Aydın’la birlikte çok uzun zaman geçirdiğimiz için az çok
ne söyleyeceğini tahmin ediyorum. Fakat ne söylersek söyleyelim bence bugün
bu problemi masada çözebileceğimizi sanmıyorum. Çünkü çözebilecek olsaydık
hepimizin kendince temsil etmeye yeltendiği hareketlerin durumları bugün ol-
duğundan farklı olurdu. Bu durumun ne olduğunu bildiğinizi sanıyorum.
Gene de bunların böyle olmuş olması, doğru bir fikri temsil etmediğimiz ya da
doğru bir fikre erişemeyeceğimiz anlamına gelmez. Her zaman madde fikre doğ-
ru hareket etmeyebilir. Fikrin sağlamlığı bakımından bu bir [aleyhte] kanıt teşkil
etmeyebilir. Ama yine de ortada bir problem olduğu apaşikar.
Türkiye solu dediğimiz zaman ben genel olarak bundan sosyalist hareketi anlıyo-
rum -sosyal demokrasiyi özellikle son on yıldır sol içinde mütalaa edemiyorum,
onun bir protofaşist harekete dönüşmüş olduğu kanaatindeyim- bu nedenle ben
bir bütün olarak [Türkiye’de] solu, sosyalizmi Türkiye İşçi Partisi’nden (TİP)
başlayan geleneğin çeşitli kurumlarının etkisinde olan, bu [geleneğin] etkilediği
* Bu metin, Ertuğrul Kürkçü’nün 2009 yılı Karaburun Sosyal Bilimler Kongresi’nde 12 Eylül Sonrasında Sol başlıklı bir
oturumda yaptığı konuşmanın bant çözümüdür. (I) başlıklı bölüm birinci tur çözümünü, (II) başlıklı bölüm ikinci tur
çözümünü, (III) başlıklı bölüm ise sorulara verilen yanıtların çözümünü içermektedir. Köşeli parantez içindeki tamam-
layıcı sözcükler bizzat Ertuğrul Kürkçü tarafından eklenmiştir.
27
Yaşayan Marksizm
kimi sosyal demokratları da kapsayan nispeten alacalı bir yapı olarak düşünü-
yorum. Ama Cumhuriyet Halk Partisi’nin [CHP] merkezinde bir sol olduğunu,
dolayısıyla bu partinin bu tahlilin konusu olabileceğini düşünmüyorum.
Bir bütün olarak Türkiye’de sol dediğimizde, sol tartışmasının aslında doğrudan
doğruya TİP’in ortaya çıkışıyla doğmuş olduğunu, devlet partisinin [CHP] ona
göre yön tayin ederek kendisini “ortanın solunda” [diye] tanımladığını, dola-
yısıyla sol teriminin gündelik siyasi hayata, sosyalistlerin bir odak, politik odak
olarak siyasi gündeme müdahaleleriyle birlikte ortaya çıkmış olduğunu hatırlar-
sak burada bir bencillik, kendini önemseme, bir şey sanmanın [sözkonusu ol-
madığını], tarihi hakikatleri terminolojik tartışmalarla aşma diye bir şeyden yola
çıkmadığımızı, olgusal bir şeye temas ettiğimizi söyleyebiliriz. Terimi böyle biraz
aydınlatmalıyız.
Bugün için çarpıcı bir özet verebilecek nedir Türkiye’de sosyalist hareketin du-
rumu bakımından? Bence “sol” Türkiye’nin sosyal ve siyasi tarihi bakımından
gelmiş olabileceği en kötü durumdadır. Bundan daha kötü bir durum ben hatır-
lamıyorum. 12 Eylül döneminin bile daha kötü olduğunu düşünmüyorum. Şun-
dan ötürü: Bugün Türkiye’de sosyalist hareket, var olan kutuplaşmayı aşmaya
çalışan eğilimleri bir kenara bırakacak olursak, esas olarak Ergenekon davası-
nın iki ucundan birindedir. Ya savcının ya sanıkların yanında yer almaktadır.
Türkiye’de sol büyük kitlesi itibariyle buraya iteklenmiştir, bu rolü neredeyse be-
nimsemiş durumdadır. Ve bu solun, bu durumda, Türkiye’nin geleceğini, onun
kurtuluşunu onun emekçi kitlelerinin ümidini ifade etmesi bence hemen hemen
imkânsızdır. O yüzden buradan nasıl çıkacağımıza dair bir meseleyle yüz yüze-
yiz. Kiminiz [buna] mukabil olarak durumun bu kadar da korkunç olmadığını
söyleyebilir. Ama ben böyle söyleyeyim, daha iyi bir tablo varsa [sizin müdahale-
lerinizle] bunu hep beraber görelim.
Ben bu [durumun] çok büyük ölçüde iki büyük temel süreçle ilgili olduğunu
düşünüyorum. Bunlardan biri 12 Eylül darbesi ve onu izleyen dönemde karşı
karşıya kalınan yenilgi; ikincisi sosyalizmin dünya- tarihsel planda kapitalizm
karşısında uğramış olduğu yenilgi. Bu iki yenilgi, bence, başka yerlerde olduğu
gibi Türkiye’de de tabloyu çok büyük ölçüde vahimleştirdi. Aydın hatırlayacak-
tır, Malatya cezaevinin hücrelerinde, hücreden hücreye bağırarak durum tahlili
yapmaya çalışırken, meseleleri daha böyle, nasıl desem, daha özet, daha basitçe
ifade etmeyi seven bir arkadaşımız şöyle demişti: “Ya, bu 12 Eylül bütün dünyaya
geldi galiba.” Bence bu çok doğru bir saptamaydı, yani, yeni sağın dünya ölçe-
ğinde taarruza geçmesiyle birlikte her bir ülkenin sınıf mücadelesinde yer alan
sosyalist hareketler kendi güçlerine, tarihsel yerleşikliklerine, ezilen kitlelerle ve
işçi hareketiyle olan bağlarına, teorik ve politik olgunluklarına, içinde mücadele
ettikleri toplumun gelenek ve imkânlarına bağlı olarak bununla şöyle ya da böyle
yüzleştiler. Dolayısıyla sadece biz karşı karşıya kalmadık bu darbeler ve bu yenil-
gi süreçleriyle. Fakat Türkiye’deki ötekilere çok benzemeyen bir sonuç verdi.
28
12 Eylül Sonrasında Türkiye Sosyalist Hareketi Üzerine
İki örnekten bahsedebiliriz dünyanın iki ucundan. Biri güney doğu Asya, öbürü
Latin Amerika. [Aynı dönemlerde] Türkiye’dekinden çok daha saldırgan askeri
darbelerle, askeri diktatörlüklerle, dinci diktatörlüklerle karşı karşıya kalmaları-
na rağmen bu kıtalarda sosyalistler yenilgi günlerini arkada bırakıp yeniden top-
lumsal kurtuluşun merkezi gücü haline yükselebildiler. Latin Amerika’yı bir uç-
tan bir uca kat eden dalgayı hepimiz biliyoruz ama Endonezya’da, Filipinler’de,
Kore’de, Japonya’da, Çin hariç neredeyse bütün Asya’da sosyalistler, devrimci
Marksizmin şu ya da bu şekilde yorumlanışına sahip politikalarla kendine yön
veren devrimci hareketler, reformcu hareketler kapitalizm eleştirisiyle yol alan
güçler aşağı yukarı her yerde mevzilerini yeniden sağlamlaştırdılar ve kapitalist
küreselleşmeye karşı muhalefetin, alternatif politikaların, [kapitalizme] karşı
yeni örgütlenme biçimlerinin yaratıcıları olabildiler. Fakat Türkiye’de aynı yol-
dan geçmedik. Peki, fark nerede? Ben açıkçası bütün mesaimi bu farkın nerede
olduğunu anlamaya ve dolayısıyla farka uygun politik örgütsel ideolojik teorik
felsefi ve başka türlü tercihlerin nasıl yapılabileceğini görmeye ayırıyorum. Hala
da çok fazla çözdüğümü söyleyemem.
Ama yine de çok esaslı bir farktan söz edebiliriz. Birincisi [bunun] Türkiye’nin
devrimci sosyalist hareketinin -tıpkı gecikmiş kapitalizmi gibi- çok geç bir ha-
reket olmasıyla ilgisi olduğunu düşünüyorum. Latin Amerika’ya baktığımızda,
aslında Amerika Birleşik Devletleri’ne, kuzey ve güney Amerika’ya birarada bak-
tığımız zaman 1. enternasyonalin dağılmasından sonra oraya artan göçlerle bir-
likte [Avrupa’nın] komünist hareketlerinin de aktığını, kendilerine hem taraftar
[bulduklarını], hem de bir yığınsal zemin üzerinden [kendilerini] kurduğunu
görebiliriz.
1. Dünya Savaşı öncesinde sömürgeciliğe karşı savaşın başını çeken komünist-
lerin Komintern’in bu ülkelerde [süregiden mücadelelere ilgisi] dolayısıyla da
güneydoğu Asya’da Kore’de, Hint alt kıtasında çok güçlü yeniden kuruluşlara
yol açtığını görebiliriz.
Fakat Türkiye için bu böyle olmadı. Türkiye [komünist] hareketi Sovyetler
Birliği’nin, yıkılmış olan Sovyetler Birliği’nin komşusu olmanın faturasını öde-
miştir diye düşünüyorum. Türkiye, komünist hareketin kendisi henüz doğ-
madan, liderleri Karadeniz’de boğdurulurken devletin kendisinin bir komü-
nist partisi kurmuş olduğu tek ülkedir herhalde. Mustafa Kemal’in “komünist
parti”sinin Suphi’ler boğdurulduktan hemen sonra üye olmak için Komintern’e
başvurduğunu, bu partinin başına İktisat Vekili Celal Bayar’ın geçirilmiş olduğu-
nu hatırlayalım. Türkiye’de anti- komünizm ve devrimle savaş daima devrimin
gücünden ve devrimin ima ettiği sosyal çalkantıdan önde gitmiştir. Böylesine
bastırılmış bir süreçten geçtik. Türkiye kitlesel ölçekte sol ve sosyalizmle temasa
ilk kez 1960 sonrasında geldi. 1960’a gelinceye kadar Türkiye’de ne günlük ter-
minolojide, ne edebiyatta, ne felsefede kimi istisnai anları bir kenara bırakacak
olur isek solun, sosyalizmin, devrimci Marksizmin felsefede, politikada, estetik-
29
Yaşayan Marksizm
30
12 Eylül Sonrasında Türkiye Sosyalist Hareketi Üzerine
31
Yaşayan Marksizm
çünkü [davalarının] sosyalizmle çözüleceğine -tam değilse bile, çünkü artık kuş-
kulanmaya başlamışlardı bundan- dair bir kanaatleri vardı. Devrimci hareketin
şehitler galerisine, listesine bakın, bunların yüzde doksanının Aleviler ve Kürtler
olduklarını göreceksiniz. Bir tesadüf değil bu. En çok ezilen, en tutkuyla sarılan,
en öne fırlayan en önde hayatını kaybeder; bunda şaşılacak hiçbir şey yok. Ama
bu enerji kaynağı bu güçlü bileşen bence Kürt savaşı başladıktan sonra yüzünü
Ankara’ya, İstanbul’a değil, Diyarbakır’a döndü. Denklemini farklılaştırdı, prog-
ramını farklılaştırdı. Türkiye sosyalist hareketinden ayrıldı ve yine şaka değil
binlerce on binlerce insanı kendi etrafında toparladı. Seferber etti, başka bir işçi
partisi kurdu. Biz ona PKK diyoruz [ne anlama geldiğini çoğu kez düşünme-
den] ama o Partiya Karkeran Kürdistan (Kürdistan İşçi Partisi). Bu parti kendi-
sini sosyalizm, sınıf mücadelesi, Marksizm- Leninizm ekseninde oluşturdu. Biz
onların Marksizm’ini beğenmeyebiliriz. Ama bir total kurtuluş arayan, geleceği
sınıfsız toplumda arayan Kürt gençliği için artık bizim hareket değil, bu hareket
başlıca çekim merkezi haline geldi. İkincisi Kürt hareketinin yarattığı tüketil-
memiş, doyurulmamış, karşılanmamış tüm demokratik taleplerin özneleri kendi
başlarının çaresine bakmak için harekete geçince, Alevi gençliği de kendi ilgisini
sosyalist hareketten uzaklaştırdı. Dolayısıyla Türkiye’de devrimci hareketin eski-
den var saydığı potansiyellerin çok büyük bir bölümü başka sorunsallar ve başka
bağlamlarla ondan uzaklaşırken, bizim eski hareket alanımız kalmadığı halde biz
hala o hareket alanımız varmış gibi düşünmeye ve konuşmaya devam ediyoruz.
Bu gerçekle nihayet son on yıldır yüzleşiyoruz. Fakat bu sefer de benim gör-
düğüm kadarıyla bizim esas olarak işçi hareketinden kendi gücünü devşirmek,
devralmak bunun içerisinde kendisini kurmak bakımından ihtiyacımız olan po-
litik güç ve bağımsızlık da çoktan elimizden gitmiş. 12 Eylül’den hemen sonra
Türkiye’de sosyalist hareketin tablosuna bakın, eğer hapishaneye girmemişlerse
devrimci hareketin militanları CHP’ye girdiler. Şimdi bu Türkiye devrimci ha-
reketine, sosyalist harekete hem muazzam bir kadro kaybı hem de bir zihniyet
kayması olarak kendisini geri ödetti. Bunların toplamı içersinden bugünkü du-
ruma baktığımda, “aslında” diyorum “bu kadarı bile hiç fena değil, bir yerinden
tutabiliriz, devam edebiliriz,” fakat tüm bu aleyhte koşulları anlamak, kavramak
ve açıklamak kaydıyla. Eski sosyalizmin, Sovyetler Birliğinin merkezinde oldu-
ğu sosyalizmin niçin çöktüğü, niçin bir kere daha o ırmakta yıkanılamayacağı,
niçin yapacağımız şeyin daha başka olması gerektiğini eğer açıklayamazsak ben,
üzerlerine hiçbir şey yazılmamış beyaz birer kâğıt sayfası gibi insanlarla karşı-
laşmadığınıza göre bunların hepsinin, [herkesin] zihninde aslında şu ya da bu
şekilde izler ve sorular olacağını biliyorum. O zaman bu sorulara yanıtlarımız
var mı yok mu? Bu yanıtları çıkarabilir miyiz ve bunun etrafında ortaklaşabilir
miyiz ortaklaşamaz mıyız sorusuna hepimizin bir ortak cevap vermesi lazım. Fa-
kat soru sormak eninde sonunda bir akıl işi bilgi işi. Bence 12 Eylül’ün devrimci
hareketin Türkiye sosyalist hareketin karşısında kazandığı en büyük zafer, işçiyi
aydından, aydını işçiden ayırmış olmasıdır. Ben Özal rejiminin, 12 Eylül askeri
32
12 Eylül Sonrasında Türkiye Sosyalist Hareketi Üzerine
33
Yaşayan Marksizm
II
Şimdi ben aslında hem iyimserlere hem kötümserlere hak veriyorum ama orta
yolu bulmak için değil. Bu içinden geçmekte olduğumuz küresel krizin kaçınıl-
maz tezahürleri ile ilgili. Şimdi bilmiyorum, bunun etrafında yeterince konuş-
madığımızı görüyorum ama ben kapitalizmin, 20. Yüzyılda karşılaşmış olduğu
krizlere benzer, büyük bir uzun dalga kriziyle yüzyüze olduğunu söylüyorum ve
bu uzun dalga krizinin belki de kapitalizmin varlık yokluk krizlerinden biri ola-
bileceğini düşünmemizi gerektiren pek çok olguyla yüz yüze olduğumuz kanısın-
dayım. Böyle olduğu için hem iyimser olabiliriz çünkü aslında kriz, devrimci dö-
nüşüm için pek çok imkânın varlığını [içeren] -Lenin’in bize verdiği, benim çok
hoşuma giden betimlemeyle “doğmakta olanın henüz doğmadığı, ölmekte olanın
ise henüz ölmediği” her ikisinin de olabileceği, her ikisine de kapının açık olduğu
bir aralık. Bu aralıkta iyimser olmak için de pek çok neden var ama bence şunu da
aklımızın bir kenarına koymalıyız: Komünizm insanlık tarihinin mukadder bir
evresi değil, eğer yaparsanız olur, yapabilirseniz olur. Kapitalizm yıkabilirseniz
yıkılır. Belki de -eğer bunu başaramayacak olursa- insanlığın kapitalizm ile bir-
likte kendi varlığı da son bulabilir. Böylesi bir risk, böylesi bir ağır risk barındıran
bir krizle yüz yüzeyiz. Pekala, bu bize gidişat bakımından bir dizi karamsarlığı
yükleyebilir. Fakat arkadaşlarımız daha çok Türkiye solunun durumundan doğan
bir nikbinlik ya da bedbinlik yani iyimserlik ya da karamsarlıktan söz ettiler ama
bence bugün Türkiye’de bütün bunları aşabilecek miktarda, ölçekte iyimserlik ya
da kötümserlik potansiyeli bu krizin içinde var. Şimdi beni iyimser kılan ve [kriz-
den] görev çıkarmama yol açan şey ikisini birden çözmezsek hiçbir şeyi çözeme-
yeceğimiz [ikili bir krizle] yüz yüze olmamız: Yani işçi hareketinin krizi ve sosya-
list hareketin krizi. Her ikisi birbirini besleyerek geliyor ve kapitalizm karşısında
bir seçenek oluşturmak ikisinin de birbirine bağlı olarak çözülmesini gerektiriyor.
Bu, iradeye muazzam bir rol tanıyan, çözümlemeleri bizzat eylemin kendisi ka-
dar önemli kılan bir durum. Ben bu durumdan Türkiye sosyalist hareketinin de
Türkiye işçi hareketinin de beslenebileceğini düşünüyorum. Çünkü üç aşağı beş
yukarı Türkiye, kendi batısından ve kendi doğusundan gelen dalgaları üçer be-
şer yıllık ya da onar yıllık fasılalarla yansıtan bir ülke. Genel olarak dünyada çok
partililik ya da çoğulculuk dalgası estikten on yıl sonra Türkiye çok partili rejime
geçer, dünyada Keynesçi reçeteler önem kazandıktan bir süre sonra Türkiye bu
Keynesçi reçeteleri benimser. [Türkiye] bir bütün olarak özetle uluslar arası alem-
den gelen dalgalara her zaman hakim sınıfları açısından açıktır. Ezilen sınıfların
reaksiyonu da ister istemez bu mekanizma içerisinde kendisine yer bulur.
Şimdi bu büyük kriz başladığından beri, yani bir, Sovyetler birliğinin çökmesi
ikincisi kapitalizmin küresel krizi -öncelikle mali kriz olarak tezahür eden ama
şimdi bütün bünyede bir buhran olarak kendisini açığa vuran durum- ortaya
çıktığından beri önemli bir göstergeyle karşı karşıyayız.
Düşünen zihinlerin nelerle uğraştığına bakacaksak, mesela Amerika Birleşik
Devletleri’nde bu büyük mali kriz başladığından beri Google arama motorunda
34
12 Eylül Sonrasında Türkiye Sosyalist Hareketi Üzerine
en çok aranan söz “sosyalizm”. Sovyetler birliği yıkıldıktan sonra, 2000 yılı, yani
milenyum biterken BBC’nin yaptığı soruşturmada “bin yılın düşünürü kimdir”
sorusuna BBC izleyicileri Karl Marx diye yanıt verdi. Şimdi bunların hepsi birer
gösterge. Bu gösterge bize şunu söylüyor; insanlar kısmi değil total kurtuluş pe-
şindeler, bunu arıyorlar çünkü şartlar bunu dayatıyor. Bu total kurtuluşun sos-
yalizm olacağına dair pek çok, ne diyelim, müktesebat var. Ama aynı zamanda
bunun rakipleri de var. Siyasi İslam da bunun [sosyalizmin] bir rakibi olarak özel-
likle sömürülen ülkelerde, geri ülkelerde, eskiden 3. dünya diye tanımlanan yerde
sosyalizmin en önemli rakiplerinden birisi olarak, bu dünyayı kazanmak değil
bu dünyayı gömüp öbür dünyayı kazanmak iddiasıyla, bir programdan yoksun,
umutsuz mazlum kitlelerin karşısında. Şimdi aslında bu ülkelerde, geçmişte Che
Guevera’nın bayrağını yükseltmeye çalışan bütün Asya ülkelerinde, Müslüman
nüfusun olduğu ülkelerde aşağı yukarı benzer bir arzu ile insanları bunun peşine
takıyorlar. Demek ki total kurtuluş ihtiyacı eğer bu dünyadan cevaplanmayacak
olursa, kısmi cevaplarla karşılanacak olursa, total bir öte dünya arayışıyla pekâlâ
sonuçlanabilir ve şimdiden bazı kitleler bunun peşine takılmış durumdalar. Fakat
hakikaten bence bu kriz bu kadar ağır bir şeyi, varlık-yokluk sorusunu insanların
karşısına dikmiş durumda. Çünkü kapitalizmin krizi, sadece kapitalizmin tarihsel
sınırlarına ulaşmasından doğmuyor. Aynı zamanda yaşadığımız ağır, derin bir
[ekolojik kriz]. Aslında, kendi haline bırakılırsa mesela 40 yıl sonra yaşam olup
olmayacağını bilemeyeceğimiz bir küre üzerinde yaşamımızı sürdürmeye çalışı-
yoruz. Eğer iklim değişikliği bugünkü gibi sürüp gider ise Türkiye 40 yıl sonra
bugünkü ekvator kuşağının kuzeye ve güneye genişlemesi dolayısıyla hiç daha
önce bilmediği tanımadığı bir coğrafyada yaşamak zorunda kalacak ve hakim
söylemdeki “cennet vatanımız”ın belki de “cehennem vatanımız” ile yer değiştir-
mesi gerekecek. Şimdi tüm bunların, insanlığın büyük sorunlarıyla karşılaşmaksı-
zın cevaplanması mümkün değil. O yüzden ben diyorumki aslında bütün insanlık
kapitalizmle karşı karşıya. Bütün bu bedbinlik içersinden [böylece] bir iyimserlik
doğabilir. Yaşamak için devrim yapmak gerekir eğer 40 yıllık bir aralıktan baka-
cak olursanız, gelecek kuşakların bakması mümkün olan bir yerden bakarsanız.
O zaman sadece işçi sınıfıyla burjuvazi üzerinden değil, insanlık ile kapitalizm
arasında doğmuş olan bir gerilim üzerinden konuşmamız gerekiyor. Şimdi bura-
dan baktığımız zaman kapitalizme karşı seferber edebileceğimiz, seferber edilecek
güçlerin çokluğu ve çeşitliliği içerisinden süreci okuduğumuz zaman iyimser ola-
bilmemiz için [de] pek çok sebeple karşı karşıya kaldığımız görülebilecektir.
Bunun bize getirdiği en önemli sonuçlardan bir tanesi gelecekteki kurtuluş mü-
cadelelerinin, sosyalizm mücadelesinin bir yeni enternasyonal gerektireceğidir.
Ama bu enternasyonal 3. Enternasyonalin bugünkü koşullarda yeniden üretil-
mesi olmayacaktır. Daha çok parçalı, daha çok çoğulcu, daha katmanlı bir enter-
nasyonal söz konusudur. İkincisi ben bu sürecin bu küresel krizin ulus-devlet öl-
çeğinde düşünmemizi zorunlu kılmadığını hatta tam tersinin zorunlu olduğunu
düşünmemiz gerektiğini düşünüyorum.
35
Yaşayan Marksizm
Bütün öteki krizlere, bütün büyük dönüşümlerin olduğu çığırlara bakalım: 1848
Devrimi, Ekim devrimi ve sonrası, 2. dünya savaşı ve sonrası, bütün bunlara bak-
tığımızda gördüğümüz şey bütün sınırların sınıfsal iktidar sınırları içerisinde
bütün sınırların topyekûn değiştiği çığırlar bunlar. Devrim mücadelelerinin bir
memlekette başlayıp öbür memlekette tamamlandığı 1789 için de bunları söyle-
yebiliriz. Büyük devrim çığırları asla ulus-devlet kalıplarına, tek bir ülke sınırına
sığmayacağına göre, eğer böyleyse tarihin işleyiş mekanizması, biz gelecekte ol-
masını tasavvur ettiğimiz bir devrimin bugünün sınırları içerisinde başlayıp bite-
ceğini düşünerek doğru düşünmüş olmayız. Kaldı ki, Türkiye bu açıdan buna çok
uygun da değil. Çok kimlikli, çok kültürlü, çok uluslu bir ülkede aslında bugün
süren mücadelede de bunu görüyoruz. Biliyorsunuz Türkiye’de Kürt muhalefeti
kendi domain’i, faaliyet alanı olarak kendisini Türkiye sınırlarıyla sınırlamadı-
ğı gibi hükümet de onunla mücadele etmek için kendisini sınırlamadı. Herkes
aslında mücadelesini yaşadığı gerçek alanlar, toplumsal zeminlerde kuruyor. O
yüzden bütün insanların kurtuluşu bakımından bir devrimin bir parçası olma-
yı tasarlıyorsanız kendinizi var olan sınırlarla asla sınırlı göremezsiniz. Ama şu
var: Kaçınılmaz ve vazgeçilmez bir devrim kendisini yaşatabilmek için her şeyden
önce bir siyasi kerteyi kazanmalı. Çünkü bu, bir toplumun başına geçmek onu
başka bir topluma taşımak için önemli. Dolayısıyla bütün önceki alet edevat ve
tasavvurlar geçerli ama asla burada sonuçlanmayacak bir şeyle karşı karşıyayız. O
zaman kendimizi besbelli ki yeni bir enternasyonalle ikincisi bunun içeriye doğru
bir yansıması olan yeni bir örgütlenme şekliyle tanıştırmamız gerekiyor. Buradan
bakarak şimdiden bakarak mesela bir işçi hareketinin mutlaka çoğul, çok parçalı
çok biçimli olması gerekliliğini içimize sindirmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Belki de hepimizi hüsrana uğratan ÖDP deneyiminin başarısızlıkla sonuçlanma-
sının en önemli nedenlerinden birisi bir partide bulunmaları [değil] ama aynı
mücadele hattı üzerinde birleşmiş olmaları gerekenlerin zorunluymuş gibi aynı
partiye tıkılmalarıydı. Bunun yol açtığı kimi sonuçlarla yüz yüzeyiz. Bugün bu
masanın bu yanında bulunanlar da sosyalist hareketin ve işçi hareketinin yeniden
kuruluşu için eğer yan yana geleceklerse -ki gelmelerinin kaçınılmaz olduğunu
söylüyoruz- bunun niçin ta 19. Yüzyıldan beri bizi takip edegelen ve aslında bu-
gün artık çok büyük ölçüde aşılmış olan örgüt formlarıyla ilişkilenmesi gerekiyor.
Pekala bunun yerini alan ya da bununla tamamlanan, bunu aşan, bununla kaim
olmayan bir şekil ortaya çıkıyorsa bu şekli tanımak ve bunlarla birlikte ilerlemek
durumundayız. Ben bu yüzden, bu açıdan da mutlaka ve mutlaka işte merkezi bir
parti, ulus-devlet içerisinde cereyan eden bir savaş ve bu savaşın sonucunda elde
edilecek bir sosyalizm, bu sosyalizmin bir kalkınma programıyla kendisini kur-
maya girişmesi gibi aslında kendi çağında bile hiçbir zaman tam olarak öyle ger-
çekleşmemiş olan bir kurgu ile kendimizi kurmamız gerekmediğini düşünüyo-
rum. Krizler bize bu açıdan yeniden düşünme, hayal etme ve ortada sürüp giden
mücadeleyi bir başka evreye taşıma bakımından imkânlar sunuyor. Benim burada
sözümün de bitmesi gerekiyor. Fakat sözü ortada da bırakmak istemiyorum.
36
12 Eylül Sonrasında Türkiye Sosyalist Hareketi Üzerine
III
Şimdi ağız tadıyla buradan kalkacakken biraz ağzımızı bozalım. Bazı yanlış an-
lamaları düzeltelim. Arkadaşlar söylediler ama [ben de söyleyeyim] şimdi ben
kendim bir politik harekete mensubum, onun yayınlarını çıkartıyorum, bunun
için çalışıyorum, ama buraya gelirken ne konuşacağımı kimseye sormadım, kim-
seyi temsil etmiyorum. Kendimden başka kimseyi temsil etmiyorum. Kendim
de kendim olarak her şeyi konuşma hakkını kendimde görüyorum. Bu hak için
mücadele ederim, bu hakkı kimseye teslim etmem. Canım ne istiyorsa, aklım
neye eriyorsa konuşurum. Burada bundan daha önemli bir şey yok. Konuşma
hakkını kullanmaktan daha kıymetli hiçbir şey yok. Şimdi bu yüzden bu hakkı iyi
mi kullanıyoruz kötü mü kullanıyoruz, bu başka bir şey ama hepimiz kendimiz
adına konuşuyoruz. Bu yüzden bu masadakiler kendilerinden başka bir şeyi tem-
sil etmezler ya da dışarıdan bakanlar onların hayatına bakarak bazı şeyleri temsil
ettiklerini varsayabilirler ama bu kadar. Bu nedenle bu rahatlıkla, bu serbestlikle
biz burada konuşacağımızı düşünerek buraya geldik. Hakikaten sosyalist hareke-
tin yeniden inşası durumuna gelmiş olsaydık o çok başka evrelerden, mekaniz-
malarından geçerdi ister istemez. Birincisi bu.
İkincisi ben kendi adıma en azından söyleyeyim ama diğer arkadaşlarımı da dinle-
dim ne söylediklerini biliyorum, bazılarına katılmıyorum, katılmadıklarımı zaten
benim söylediklerimden anlıyorsunuz. Ama hiç kimse burada Türkiye sosyalist
hareketinin bir dönemini yüceltip başkalarını zem etmedi. Aslında büyük insan
bloklarıyla ilgili konuştular. İşçiler, köylüler, kadınlar, sosyalist hareketin işte
1940’ları 50’leri vs. Ve bunların içerisinde bunu dedikleri zaman da bence hiçbir
eğilimi dışlamadılar. Dışlamazlar, dışlamaları mümkün değil. Çünkü aslında son
37
Yaşayan Marksizm
15-20 yıl Türkiye’de meşruiyet bakımından çok önemli derslerle geçti. Herkesin
yekdiğerini nasıl meşru görebileceğine dair birçok deneyim ve dersle geçti. Dola-
yısıyla bu meşruiyetin yeniden üretildiği yerlerden birisi olmalıydı burası. Burada
sınıf düşmanı, birbirlerinin düşmanı olan insanlar değil, birbirlerinden farklı dü-
şünen ama hepsi kapitalizm karşısında bir başka projesi olan insanlar olarak ko-
nuşuyorlar. O yüzden kimsenin birbirlerini ne dışladığını ben görüyorum, ne de
dışlamaya hakkımız olduğunu düşünüyorum. Üçüncü nokta şudur; bu da benden
çıktı. Ben Türkiye sosyalist hareketinin tamamını belli kesitlerle gözümün önüne
getirdiğimde gördüğüm şeyi söyledim. Esas olarak da 1980’e kadar taşıdım [bu
gözlemimi]. 1980’e dönüp baktığımızda Türkiye devrimci hareketi esas olarak
Kürtlerden, Alevilerden çok önemli destek gördü. Bu dinamikler Türkiye dev-
rimci hareketinin dışına çıkınca Türkiye devrimci hareketi bu enerjiden yoksun
kaldı. Ben bu yoksunluğu şimdi bir kere daha nasıl dönüştürebiliriz derdindeyim.
Bu yaklaşımı paylaşmayabiliriz. Ama bu mücadele içerisinde hayatlarını veren-
leri gözümüzün önüne getirdiğimiz zaman ya da bugüne kadarkini gözümüzün
önüne getirdiğimizde Türkiye’deki mücadele tarihinin toplam kayıp sayısı 45 bin
civarında ve bunların 35 bini geçtiğimiz 10-15 yıl içersinde hayatlarını kaybettiler.
Ve bunların yüzde 90dan fazlasının Kürtler olduğunu biliyoruz. Bence sosyalistin
etnik skalası tutulmaz ama bu hareketin verdiği kayıpları, mücadeleleri tanıma-
dan, onları bizden kabul etmeden ben, Türkiye’nin geleceği hakkında cümle ku-
rulabileceğini düşünmüyorum. Buna dayanarak konuşuyorum.
Retorik soruları [retorik olarak anlamak gerek]. Nasıl diyelim, eleştirisini kendine
yönelterek, aslında karşısındakine değil de kendisine yönelterek kendini anlat-
maya çalışan arkadaşların bir belagat tarzı tutturduklarını düşünmek lazım. Na-
sıl mesela şöyle bir soru sorulabilir, “madem korkuyorsun da ne konuşuyosun?”
diye. Şimdi mevzu bu mu? İnsanların söylediği şey bambaşka bir şey. Yanlış anla-
şılma korkuların en büyüğü. O yanlış anlaşılmaktan korktuğunu söylüyor…
Şimdi bütün bunları derleyip topladığımız zaman aslında burada gösterilen ça-
baya hep birlikte katılmamız lazım. Anlamaya çalışmamız lazım. Ne kadar çok
anlayabilirsek, ne kadar çok farklı bakış açısı olduğunu görebilirsek o kadar ko-
lay hareket ederiz. Şöyle bir eşitsizlik olduğunu kabul ediyorum; biz buraya ge-
liyoruz oturuyoruz, insanlar da oraya oturuyorlar, biz yarım saat konuşuyoruz,
insanların beş dakika bile konuşmaya hakkı olmuyor. Ve çoğu kez de aslında
söylenenlerin tamamına katılmıyorlar. Ama ne yapalım ki daha iyi bir biçim bu-
lunmadığı için bu böyle. Şimdi bu çelişki hep var. Bence en kestirme yolu bu-
nun konuşanların yerlerini durmaksızın değiştirerek çok daha yaygın bir tartış-
ma için uygun usuller bulmak. Buralara gelirken aşağıdan başlayan bir tartışma
içerisinde herkesin burada söyleyeceği lafa katkıda bulunduğunu görebilmesini
sağlamak. Yani tartışma alanını demokratikleştirmek, çoğulculaştırmak ancak
bu şekilde yardımcı olabiliriz. Ama eleştiri hakkı da tıpkı görüşlerini ifade etme
hakkı kadar baki. Ne kadar sert de olsa eleştiri eleştiridir. Duyduk, anladık, gere-
ğini yapacağız. Merak etmeyin.
38
Toplumsal Proletarya
Haluk Yurtsever
Giriş
“Sınıf” bir yanıyla çıplak gözle görülebilir somutlukta bir toplumsal gerçeklik,
bir yanıyla ancak farklı soyutlama düzeylerinde tanımlanıp anlamlandırılabile-
cek çok yönlü, çok boyutlu, karmaşık bir kategoridir.
Marksizmin hareket noktası, sınıf varlığı ile sınıf mücadelesi arasındaki ilişkiyi
toplumsal kurtuluş mücadelesi bağlamında kurmak olarak özetlenebilir. Bu, bir-
den çok soyutlama düzeyinin ve somutluğun, karşılıklı ilişkileri ve bir üst bütün-
sellik içinde ele alınmasını gerektirir.
Marksizmde sınıf, belli bir üretim biçimi içinde var olan bir yapı, bir ilişki, ama
aynı zamanda tarih yapan toplumsal öznedir. Toplumsal ilişkilerin özünü ya da
öznesini ampirik olarak görmek ve göstermek olanaksızdır. Ancak soyutlama
yöntemiyle, teorik olarak tanımlanabiliyorlar. İkincisi, bir sınıfın “özne” ya da
aktör olarak davranabilmesi nesnel varlık ve konumunun doğrudan ve otomatik
olarak üretmeyeceği dolayım ve araçları gerektiriyor.
Marksizmin temel önermelerinden biri, “sınıflar mücadele içinde oluşurlar” bi-
çimindedir. Sınıf mücadelesi ise soyut/teorik bir model üzerinde değil, somut
bir toplumda, verili toplumsal formasyon içinde gerçekleşiyor. Somut toplumsal
formasyon ise, her zaman teorik modelden daha karmaşık ve bulaşıktır.
Bir sınıfın, toplum içinde ortak sorunları, çıkarları ve geleceği olan bir topluluk
olarak davranabilmesi, kendisi ve karşıt sınıf hakkında belirli bir bilinç edinme-
sine bağlıdır. Varlık-bilinç ilişkisi bu nedenle sorunun kritik ve birçok açıdan
sorunlu bir yönünü oluşturuyor.
Nihayet, sınıf mücadelesi nasıl tanımlanırsa tanımlansın siyasal mücadeledir;
başka bir anlatımla tarihsel toplumsal öznenin öngörülen devrimci rolü oyna-
39
Yaşayan Marksizm
yabilmesi pratik eleştirel ama aynı zamanda siyasal bir etkinliğin eseri olabilir.
Bu noktada, ekonomi ile siyaset, ekonomik mücadele ile siyasal mücadelenin ve
aralarındaki ilişkilerin doğası, içeriği, tanımı noktasında hem teorik, hem pratik
sorunlarımız var.
Sermaye birikim rejimlerindeki, üretim ve emek süreçlerindeki, işçi sınıfının
kapsam ve bileşimindeki değişiklikler yukarıdaki tüm sorun alanlarına yeni
konu ve girdiler ekliyor.
Bunlara, Marksist sınıf teorisinin zamanla ortaya ve bilince çıkan, sınıf oluşu-
munda ve mücadelesinde kültürel yön, “ev içi emek” kategorisi gibi kimi kör ya
da azgelişmiş noktalarının yarattığı sorunları ekleyebiliriz.
Yukarıda özetlenmeye çalışılan başlıkların tümünü ele almak türünden bir amacı
olmayan bu yazıyı, iki bölümlü bir yazının ilk parçası olarak okumak gerekiyor.
Bu ilk parçada esas olarak nesnel sınıf konumu ve sınıf tanımı sorunlarını top-
lumsallık boyutunu öne çıkaran bir yöntemle ele almaya çalıştım.
Sınıfları ve işçi sınıfını yalnızca üretimdeki yeri üzerinden tanımlamak ve orada
bırakmak eksik, eksik olduğu için de yanlış bir yaklaşım olur. Kapitalizm altında
işçi, belli bir zaman ve mekanda yaşayan, çalışan, başka insanlarla ilişki içinde
olan bir birey olarak, burjuvaziyle “paylaştığı” kendi yaşamsal varlığının içinde
hapsolmuş durumdadır. Bireyin sınıf mensubu, topluluğun sınıf karakteri ka-
zanması çok yönlü bir oluşum sürecidir. İşçi toplulukları ancak, belli bir toplum-
sal rolü üstlendikleri, kendilerini öteki sınıflardan farklı siyasal ve kültürel ortak
özellikler taşıyan bir taraf olarak algılayıp davrandıkları zaman bir sınıf olurlar.
Bu son boyut, ikinci parçaya, gelecek sayıya kadı. O yazıda, proletaryayı sınıf
mücadelesi, bilinç ve ekonomi- siyaset ilişkisi ekseninde incelemeyi, kimi tezler
öne sürmeyi deneyeceğim.
I
TEORİK OLUŞUM
Sınıf ve sınıf mücadelesi kavramlarının Marx’tan önce bulunduğunu ve kullanıl-
dığını biliyoruz.Latince classis kökünden türeyen sınıf sözcüğünün, eski Roma’da
yurttaşları servetlerine göre bölen kategorileri tanımlayan bir kavram olarak kul-
lanıldığı biliniyor. 14. Yüzyılda Fransızca’ya, 16. Yüzyılda İngilizce’ye giriyor.
1656’da Thomas Blount adlı bir dilbilimcinin hazırladığı İngilizce bir sözlükte,
sınıfın “insanların çeşitli hiyerarşik derecelere göre dağılımını ya da sıralanması-
nı” anlatan bir kavram olarak kullanıldığı bilgisi var.1
Latince proles (ürün, döl, evlat) kökünden gelen proleter, yine eski Roma’da top-
lumun en alt kesimi,“kendi dölünden başka hiçbir şeyi olmayan kişi” anlamında
kullanılıyor. Proleter mülksüz insandır.
1 Tülin Öngen, Prometheus’un Sönmeyen Ateşi, Alan Yayıncılık, Kasım 1994, İstanbul, s. 29
40
Toplumsal Proletarya
41
Yaşayan Marksizm
bir yerde Adam Smith için şunları yazdı: “Adam Smith’in çelişkileri önemlidir;
çünkü bu çelişkiler, o çözmese de bazı sorunları kapsamaktadır; kendisiyle çeliş-
kiye düşerek o bu sorunları açığa vurmaktadır.”4 Marx, üretken emeği sermayey-
le doğrudan değiştirilen emek olarak tanımlamasını, Smith’in “büyük bilimsel
başarısı” olarak selamladı.5
Gerçekten de Smith’de, emek değer, ücret- kâr, sermayenin denetim ve gözetim
işlevi, emekgücünün değeri ve yeniden üretimi vb. türünden sonradan Marx’ta
eleştirel bir temelde, inkarın inkarı olarak yeniden tanımlanacak kavramların ilk,
eksik çoğu zamanda gerçek ilişkileri perdeleyen formülasyonlarını buluyoruz.
Adam Smith “…her ülkenin toprağının ve emek gücünün yıllık ürününün tümü,
ya da bir başka deyimle, bu bir yıllık ürünün tüm bedeli, doğal olarak üçe ayrılır;
toprak rantı, emek ücretleri ve sermaye kârı; bunlar, rantla geçinen, ücretle geçi-
nen, kârla geçinen üç ayrı halk katmanının gelirini oluşturur.”6 derken Marksist
sınıf ölçütlerinden birini veriyordu: “Kullanmak ya da tüketmek istediği ve diğer
metalarla değiştirmeyi tasarladığı herhangi bir metaın, sahibi için değeri, sahi-
binin, satın almasını ya da yönetmesini mümkün kıldığı emek miktarına eşittir.
Bu yüzden emek, tüm metaların mübadele değerinin gerçek ölçütüdür”7. Smith,
işçinin “malzemeye” kattığı değerin ücret ve kâr olarak ikiye ayrıştığı8 saptama-
sıyla birlikte, özel türde bir “emek olduğu varsayılan” “denetleme ve yönetme”
işine yapılan ödemenin emekgücüne ödenen ücretten tamamen farklı olduğunu
da yazdı. “Emekgücünün yeniden üretimi”, aynı anlama gelmek üzere “emekü-
cünün değeri” de, “emekgücü” kavramına sahip olmayan Smith’de bir tohum
düşünce olarak vardı: “Bir insan her zaman işi ile geçinmek zorundadır ve aldığı
ücret en azından onu geçindirmeye yetmelidir. Hatta çoğu durumda bundan bi-
raz da fazla olmalıdır; yoksa bir aile geçindirmesi mümkün olmaz; böylece işçile-
rin soyu da bir nesilden öteye geçemezdi.”9
Smith, kendisine “işbölümünün teorisyeni ve savunucusu” diyenleri haklı çıkarır
biçimde, bir yandan ayrıntılı teknik işbölümü betimlemeleri yapar, işbölümünün
üretime uygulandığı ve alt dallara ayrılabildiği ölçüde “emeğin üretim gücünü”
artırdığını öne sürer, işbölümünün her bir işçinin becerisini artırdığını, zaman
tasarrufu sağladığını söylerken, bir yandan da teknik işbölümünün emekgücü
üzerindeki zararlı etkilerini sıralıyordu:
İşbölümü ilerledikçe emeğiyle geçinenlerin pek çoğunun, yani halkın bü-
yük bölümünün çalışması, çok basit birkaç işlemi -çoğu kez bir veya iki
işlemi- yerine getirmekle sınırlı olmaya başlar. Ne ki, insanların büyük
bir kısmında anlayış yetisi, zorunlu olarak, alıştıkları işler sayesinde olu-
4 Karl Marx, Artı-Değer Teorileri, Birinci Kitap, Sol Yayınları, 1998, Ankara, s. 141
5 Age.s. 147
6 Adam Smith, Ulusların Zenginliği, Çevirenler: Ayşe Yunus-Mehmet Bakırcı, Alan Yayıncılık, Şubat 1985, İstanbul,
s.211
7 Age. s. 37
8 Age. s. 51
9 Age. s. 65
42
Toplumsal Proletarya
şur. Bütün ömrü, sonuçları belki de hep aynı olan ya da hemen hemen
aynı sonucu veren birkaç basit işlemi yapmakla geçen bir adamın, hiçbir
zaman gerçekleşmeyen zorlukları ortadan kaldırmanın yollarını bulmak
için anlayış gücünü kullanma ya da yaratıcılığını uygulama imkanı olmaz.
Böylelikle, bu türden bir çaba gösterme alışkanlığını doğal olarak yitirir
ve genellikle, bir insan ne denli ahmak ve cahil olabilirse o denli ahmak
ve cahil olur. Ülkesinin büyük ve geniş çıkarları üzerinde hüküm vermek
hiç elinden gelmez. Onu başka bir kalıba sokmak için çok zorlu uğraşlar
verilmedikçe, savaşta ülkesini savunmakta da aynı şekilde yetersiz kalır…
Gelgelelim, hükümet bunu önlemek için kendisini biraz zora sokmadıkça,
her gelişmiş ve uygar toplumda yoksul emekçilerin, yani halkın büyük bö-
lümünün ister istemez karşılaşacağı durum budur.10
Marx’ın sonradan “ortalama kâr oranlarının düşmesi eğilimi yasası” olarak for-
müle edeceği, sermaye birikiminin zamanla kâr oranını aşağı çekeceğine ilişkin
önermenin tohumlarına da Smith’de rastlıyoruz: “Bir ülkede sermayeler art-
tıkça, o sermayelerin işletilmesiyle elde edilebilecek kârlar da ister istemez aza-
lır. Ülke içerisinde yeni bir sermayeyi işletecek kârlı bir metot bulmak gittikçe
güçleşir.”11
Bu çok kısa döküm, sınıf kavramında Marx’tan önce epeyce mesafe katedildiğini,
Adam Smith ve öteki ekonomi politikçilerin çalışmalarıyla birlikte düşünüldü-
ğünde eldeki malzemenin oldukça gelişkin olduğunu gösteriyor. Marx bunların
üzerine geliyor; müthiş bir eleştiri gücüyle, uzun, zahmetli araştırma ve çalış-
malarla kapitalizmin hareket yasalarını, sınıfları, sınıf mücadelesini inceleyerek
teorisini kuruyor.
Bu teorik oluşum süreci, baştan sona düz ve kesintisiz bir yol izlemiyor.
Marksistler arasında da çok tartışmalı bir konu olmakla birlikte, Marx’ı maddi
nesnel temel ve ilişkileri, hareketi ve mücadelesiyle yetkin bir sınıf anlayışına
ulaştıran güdülerin, başlangıç sorularının önemli olduğunu düşünüyorum.
Marx başlangıçta sınıfı ekonomi-politik değil, felsefi bir kategori olarak ele alıyor.
Sınıf sorunsalıyla toplum ve devlette varolan güçleri anlamak ve çözümlemek
türünden sınırlı bir çerçevede değil, toplumsal gelişmenin yasalarını, bir sürece
karışan güçleri çözümlemek amacıyla ilgileniyor. Bunu yaparken henüz Hegelci
kategorilere bağlı ancak bunlardan tatminsizdir. Bunları sorgulayarak, yeniden
tanımlayarak bir kopuşa hazırlanıyor. Henüz sınıf mücadelesi, proletarya dikta-
törlüğü, devlet, sınıfsız devletsiz komünist toplum vb. konuları, bilimsel bakışı
devrimcileştiren dehasıyla çalışıp geliştirmediği bir dönemde yazdıkları Marksist
sınıf teorisinin yetkinleşmiş biçimini değil, başlangıç ve kalkış önermelerini oluş-
turuyor. Bu başlangıç önermelerinin ve Marx’ı bunlara ulaştıran güdülerin yalnız
10 A. Smith An Inguiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations, c. II, Londra, Methuen, 1961, s. 302
11 Aktaran Giovanni Arrighi, Adam Smith Pekin’de, 21. Yüzyılın Soykütüğü, Çeviren İbrahim Yıldız, Yordam Kitap, 2009,
İstanbul, s. 58
43
Yaşayan Marksizm
12 K. Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Önsöz, Marx-Engels Werke (MEW) cilt 1, s. 388
13 Age.s. 390
14 Agy.
44
Toplumsal Proletarya
45
Yaşayan Marksizm
Önsöz’ü yazdığı dönemde Marx proletaryayı devrimin pasif öğesi olarak görü-
yor. Bu sonradan değişecek, Marx proletaryayı aktifleştirecek, bazı noktalarda bu
ilk formülasyondan uzaklaşacaktır.
“Evrensel sınıf” ise sınıf teorisinin kilit kavramı olma özelliğini hep koruyacaktır.
Yabancılaşma, yabancılaşmış emek
Marksist sınıf teorisinin oluşumunda ikinci dev adım Marx’ın esas olarak 1844
Ekonomi Politik ve Felsefi El Yazmaları’nda işlediği yabancılaşma ve yabancılaş-
mış emek kavramlarıdır. Bundan sonra, Marx için kapitalizm koşullarında emek,
hep yabancılaşmış emektir.
Marx burjuva ekonomi politiğin, işçi ile üretim arasındaki doğrudan ilişkiyi dik-
kate almayarak, emeğin doğasındaki yabancılaşmayı gizlediğinden yola çıktı. Te-
oriye büyük katkısını ekonomi politiğin eleştirisi üzerinden yaptı.
Toplumun sınıflara bölünmesiyle çakışan bir olgu olan kafa ve kol emeği ara-
sındaki işbölümü, üretici insanın bölünmesiydi; yabancılaşmanın ilk adımıydı.
Yabancılaşma, beyinle elin, kafa emeğiyle kol emeğinin birbirinden ayrıldığı, en
insani edim olan üretme etkinliğinin bu biçimde bölündüğü noktada başladı.
“Elin ve beynin birbirinden ayrılması işbölümünde kapitalist üretim tarzı tara-
fından yaratılmış olan en belirleyici adımdır.”18
Yabancılaşma, yaşamın bütün alanlarına işleyen, sızan bir ilişki, bir sonuçtur.
Ama yalnızca sonuç değil, Marx’ın sözleriyle “üretim eylemi içinde, üretici etkin-
liğin kendi içinde ortaya çıkan” bir durumdur.
“Peki, emeğin yabancılaşması neye dayanır?” Marx, kendisinin sorduğu bu so-
ruyu şöyle yanıtladı:
Birincisi, emeğin işçiye dışsal olmasına, yani işçinin içsel doğasına ait ol-
mamasına dayanır. Bu nedenle, işçi, çalışırken kendini onaylamaz, fakat
reddeder, kendinden hoşnut olmaz, fakat mutsuz olur, fiziksel ve zihinsel
enerjisini özgürce geliştirmez, fakat bedenini eskitir, zihnini köreltir. So-
nuç olarak, işçi, ancak çalışmanın dışında kendini kendinde hisseder, çalı-
şırken kendini kendi dışında hisseder. Çalışmadığı zaman kendini evinde
hisseder, çalışırken kendini evinde hissetmez. Bundan ötürü, çalışması
gönüllü değil, cebri, zora dayalı çalışmadır. Öyleyse çalışması bir ihtiyacın
karşılanması değildir. Çalışması, çalışma ihtiyacının dışındaki ihtiyaçları
karşılamanın bir aracıdır. Emeğin yabancı karakteri, fiziksel ya da başka
bir zorlama ortadan kalkar kalkmaz, çalışmaktan veba gibi kaçılması ol-
gusunda açıkça görünür. Dışsal emek, yani insanın kendine yabancılaştığı
emek, bir kendini kurban etme, bir çile çekmedir. Son olarak, emeğin iş-
çiye dışsal karakteri, emeğin işçinin kendisine değil, fakat bir başkasına ait
olmasında, işçinin çalışırken kendisine değil, fakat bir başkasına ait olma-
18 Harry Braverman, Emek ve Tekelci Sermaye, Türkçesi Çiğdem Çidamlı, Kalkedon Yayınları, Ekim 2008, İstanbul, s. 137.
46
Toplumsal Proletarya
47
Yaşayan Marksizm
devrim yapacağı bir kudret haline gelmesi için insanlığın büyük yığınını ‘mülksüz’
bırakmış olması, aynı zamanda, mevcut zenginlik ve kültür dünyasının çelişkilerini
üretmiş olması gerekir. Her iki koşul da, üretici güçlerde büyük bir artışı, yani üre-
tici güçlerde yüksek bir gelişme derecesini varsayar.
Öte yandan, üretici güçlerin bu düzeydeki gelişmesi, (ki bizatihi bu gelişme, insan-
ların güncel ampirik varoluşlarının, yerel değil de dünya tarihsel bağlamda belir-
diğini ima eder) mutlaka gerekli bir pratik koşuldur. Çünkü bu gerçekleşmeden,
yokluk sadece genelleştirilmiş olur. Yoksunlukla birlikte ihtiyaçlar için mücadele ve
bütün o eski iğrençlikler zorunlu olarak yeniden üretilir. Dahası, ancak üretici güç-
lerin bu evrensel gelişmesi sayesindedir ki, insanlar arasında evrensel bir ilişki ku-
rulabilir. İnsanlar arasındaki evrensel ilişki, bütün uluslarda aynı anda “mülksüz”
yığınlar olgusunu (evrensel rekabet) yaratır, her ulusu öteki ulusların devrimlerine
bağımlı kılar ve yerel bireylerin yerine dünya tarihsel bireyleri, ampirik olarak ev-
rensel bireyleri koyar.
Bu gerçekleşmeksizin, birincisi, komünizm ancak yerel bir olgu olarak varlık bula-
bilir. İkincisi, bizatihi ilişki güçleri, evrensel, dolayısıyla “tahammül edilemez” kud-
ret olarak gelişemeyip hurafelerle çevrili yerli “koşullar” olarak kalır. Üçüncüsü,
ilişkinin her yayılması, yerel komünizmi ortadan kaldırır.”23
Alman İdeolojisi’nde o güne dek faaliyet tarzına hiç dokunmayan devrimler-
den farklı olarak, “komünist devrim” in yabancılaşmış emeği ortadan kaldıracağı
belirtilir.24
Bu alt bölümü bitirirken, yabancılaşmış emek konusunun Marx’ın sonraki çalışmala-
rında El Yazmaları’ndaki anahtar önemini sürdürüp sürdürmediğine ilişkin bir not
gerekiyor: Kanımca, Marx’ı yıllar alan dev eseri Kapital’i yazmaya, ekonomi politiğin
eleştirisine iten temel güdü, yabancılaşmış emeği ve yabancılaşmayı açıklamak, insa-
nın parçalanmışlığını bu eleştiri üzerinden en ince noktasına kadar gözden geçirerek
ortaya koymaktı. Ekonomi politik, Marx’a göre yabancılaşmış emek yasalarından
başka bir şey değildi. Kapital’in ana metninde yabancılaşma terimine pek az başvu-
rulduğu doğru olmakla birlikte yabancılaşmış emek nosyonu tüm metne sinmiştir.
Kapital’deki “meta fetişizmi” çözümlemesi yabancılaşma düşüncesinin devamından
başka bir şey değildir. Kapital’in üçüncü cildinde faiz getiren sermayeyi “kapitalist
ilişkinin yabancılaşmış biçimi olarak “ adlandırıp açıklanması kavramın Marx’taki
sürekliliğini gösteren başka bir örnektir. Ayrıca, Marx bu kavramı Kapital’in birinci
cildinin 7. bölümü olarak düşündüğü, büyük olasılıkla 1862’de yazdığı, sonradan
birinci cilde ek olarak yayımlanan Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları’nda sıkça ve
geliştirerek kullanmış, örneğin “makinenin sunduğu kolaylıkların, bilimin, icatların
yabancılaşmış biçimler içinde düşünüldüğünü”25, “zenginlikler dünyasının” işçinin
karşısına “yabancı bir dünya olarak dikildiğini”26 vb. yazmıştır.
48
Toplumsal Proletarya
II
NESNEL VARLIK VE OLUŞUM OLARAK PROLETARYA
Sınıfın, hem maddi-nesnel bir varlık, hem de toplumsal-siyasal bir özne olarak
ele alınması, bu iki belirlemeye başvurularak tanımlanması gelişkin bir sınıf kav-
ramına ulaşmaya hizmet ediyor. Bu iki yönden birine aşırı vurgu ise sınıf kavram
ve tanımında iki uç yaklaşımın kaynağı oluyor.
Marx’ın Alman İdeolojisi’nde altını çizdiği gibi, “Tek tek bireyler ancak baş-
ka bir sınıfa karşı ortak bir savaş yürütmek zorunda oldukları zaman bir sınıf
oluştururlar.”28 Sınıfların “mücadele içinde”, “ deneyim yordamıyla”, “sınıfın
sınıfa karşı siyasal mücadelesiyle” oluştukları, varlıklarını ancak ortak amaçlar
çizgisindeki ortak eylem ve mücadelelerle duyurdukları doğrudur.
Bu doğrudan, mücadele içindeki oluşumdan önce “sınıf yoktur” sonucuna var-
mak ise yanlıştır. “Oluşum”u, mücadele ve deneyimle edinilen, işin içine bilinç
ögelerinin girdiği bir yetişim (formasyon) ve kültürleşme süreci olarak tanımla-
yabiliriz. Ama sınıflar, bu tanımıyla “oluşmadan” önce de vardırlar.
Ayrıca sınıf mücadelesini en gelişmiş biçimiyle, siyasallaşmış, sermaye sınıfına
karşı örgütlü/sürekli biçimler kazanmış bir mücadele olarak tanımlamak son de-
rece dar, idealize edilmiş ve gerçeklikten uzaklaşmış bir sınıf mücadelesi yaklaşı-
mı olur. Somut bir toplumsal formasyonda sınıf mücadelesi çok çeşitli düzey ve
biçimlerde sürer. Sermaye sınıfı, üretim ve bölüşüm süreçlerinin her kertesinde
sınıf mücadelesini sürdürür. İşçi sınıfının başvurduğu her tür savunma, korun-
ma, direnme, eylem geliştirme vb. davranışları sınıf mücadelesi kavramının için-
dedir. Sınıf mücadelesi, “… iki tarafın da açık bir sınıf bilincinin, keskin bir siyasi
çatışmanın, hatta çatışmanın herhangi bir şekline dair pek bir bilincin olmadığı
durumlarda bile” vardır.29
Sınıflar gibi, sınıf mücadelesinin de kaynağı maddi üretim ve emek süreçleridir.
Bir soyutlama düzeyinde, kapitalist toplumun iki temel özelliğinin ücretli emek
sömürüsü ve rekabetçi sermaye birikimi olduğu söylenebilir. Birincisi, sermaye
ile emek arasındaki, ikincisi sermayenin kendi arasındaki ilişkiye denk düşer.
27 Bir örnek olmak üzere, Harry Cleaver, Kapital’i Politik Olarak Okumak, İngilizceden çeviren: Münevver Çelik, Otonom
Yayıncılık, İstanbul, Mayıs 2008’e bakılabilir.
28 K. Marx-F.Engels, Seçme Yapıtlar, İng. c.1, s. 65
29 Geoffrey de Ste. Croix, The Class Struggle in the Ancient Grek World, Aktaran, Perry Anderson, Tarihten Siyasete
Eleştiri Yazıları, İletişim, İstanbul, 2003, s. 27
49
Yaşayan Marksizm
Kapitalistin toplam kârını yükseltmesinin iki yolundan biri, işçi sınıfına ödediği
“emekgücü değerini” olabilecek en az düzeye indirmek, ikincisi emek üretkenli-
ğini artırmaktır. Sınıf mücadelesinin emek sürecindeki nesnel temeli budur.
Marx’ta emek sürecinin, “sınıf mücadelesinin başlangıç noktası olarak düşünül-
mesinin en önemli nedeni, emek sürecinin, artıdeğer üretiminin ve aynı zaman-
da egemenlik ilişkilerinin de başlangıcını oluşturmasıdır”30 Altını çizelim: Yalnız
artıdeğer üretiminin değil, aynı zamanda egemenlik ilişkilerinin.
“Varlık” ile “oluşum” arasındaki ilişkiyi bu eksende kurmak gerekiyor.
Tanım ve tartışma
Lenin’in sınıf tanımı şöyle:
Sınıflar, tarihsel olarak belirlenmiş toplumsal üretim sistemi içinde tuttukları
yere, çoğu kez yasayla belirlenen ve formüle edilen üretim araçlarıyla ilişki-
lerine, emeğin toplumsal örgütlenmesinde oynadıkları role, toplumsal zen-
ginlikten aldıkları payın miktarına ve alış biçimine göre birbirinden ayrılan
geniş insan gruplarıdır. Sınıflar, her biri belirli bir toplumsal ekonomi sistemi
içinde tuttukları farklı yerler nedeniyle ötekinin emeğine sahip olabilen insan
gruplarıdır. Açıktır ki, sınıfları tümüyle yok etmek için sömürücüleri, toprak
sahiplerini ve kapitalistleri devirmek, onların mülkiyet hakkını ortadan kal-
dırmak yetmez; bunlarla birlikte üretim araçları üzerindeki tüm özel mülki-
yeti ortadan kaldırmak gerekir.31
Verili üretim biçimi, üretim süreci içindeki yer ve üretim araçları karşısındaki
konum, sınıf belirlemesinin en önemli üç ölçütüdür. Çünkü bu üç ölçüt, kapi-
talizmde emek gücünün yarattığı artı değere el koymayı olanaklı kılan üç temel
koşuldur.
Sınıflar ve sınıf ilişkileri toplumsal işbölümü sürecinde var oldular. Toplumsal
işbölümü, artı ürüne, giderek artıdeğere el koyma ilişkisi biçimini alarak, mülk
sahipliğini ve sınıfları var etti. Sınıflar, verili üretim ilişkileri içindeki ortak ko-
numlar olarak biçimlendiler. Emek ile sermaye arasındaki uzlaşmaz karşıtlık
(antagonizma) meta üretiminden başlayarak gelişti.
Kapitalizm, yalnız meta üretimi ile değil, aynı zamanda artıdeğer üretimi ile be-
lirlenen bir üretim biçimidir.
Bir olguyu anlamanın en iyi yöntemlerinden biri onun köküne, doğuşuna bak-
maktır.
İşçi sınıfı, aynı anlamda proletarya kapitalist ilkel birikim süreci içinde oluştu.
İlkel birikim süreci, doğrudan üreticinin üretim araçlarından kopma sürecidir ve
işçi sınıfına tanımını veren temel ölçüt bu noktada ortaya çıkmaktadır: Üretim
30 Gamze Yücesan-Özdemir/Ali Murat Özdemir, Sermayenin Adaleti Türkiye’de Emek ve Sosyal Politika, Dipnot Yayın-
ları, Ankara, 2008, s. 24
31 Lenin, Toplu Yapıtlar, İng. c .29, s. 421
50
Toplumsal Proletarya
32 K. Marx, Kapital, I. Cilt, Çeviren Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, 1975. s. 615
33 Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, Almanca’dan çeviren Erkin Özalp, NK Yayınları, İstanbul
Mart 2003, s.11
51
Yaşayan Marksizm
52
Toplumsal Proletarya
III
ÜRETKEN EMEK-ÜRETKEN OLMAYAN EMEK
Üretken emek ve üretken olmayan emek kavramları çeşitli açılardan tartışıl-
maktadır. Son söyleyeceğimi en baştan kaydedersem, üretken emeğin, doğrudan
maddi/yararlı bir meta üreten emekle, işçi sınıfının da üretken emekçiyle sınır-
landırılmasının, siyasal sonuçları da son derece önemli olan sorunlu bir yaklaşım
olduğunu düşünüyorum.
Sorunun belli ölçülerde Marx’taki değişik vurgu ve formülasyonlardan kaynak-
landığı saptamasında belli bir doğruluk payı var. “Kapitalizmde üretken emek
artıdeğer üreten emektir” formülasyonu böyle bırakılıp yinelendiğinde, kanıtı
kendisinden menkul bir önerme olmanın, bir tür totolojinin ötesine geçmiyor.
İkincisi, Marx’ın üretken emek kavramını Adam Smith’le tartıştığı Artı Değer
Teorileri’nde ve Kapital’in ikinci cildindeki iki farklı tanım arasında gidip gel-
diği34 de tümüyle yabana atılacak bir görüş değil. Bu tanımlardan birine göre
“yalnızca doğrudan meta üretimine katılan emek”, ötekine göre ise “sermaye
ile mübadele edilen emek” üretken emektir. Kanımca sorun bu iki tanımın
farklı referanslara göre yapılmasından kaynaklanıyor. “Genel olarak üretken
emek” ile “kapitalizmde üretken emek” arasındaki fark genel- özel ilişkisinden
kaynaklanıyor.
Doğa ile girişilen ilişki aracılığıyla insan toplumunun varlığını sürdürmesinin
vazgeçilmez maddi ihtiyaçlarını sağlayan başlıca etkinlik üretimdir. Üretim, her
toplumun temel etkinliğidir. Bu çerçevede maddi yaşam nesnelerini üretme et-
kinliği “genel olarak üretken emek” olarak nitelenebilir. Ancak bu genel tanım
kendi başına konumuza açıklık getirmez. Çünkü, kapitalizm söz konusu oldu-
ğunda, yanıtlaması gereken soru genel olarak değil, kapitalizm ve sermaye açı-
sından üretken emeğin ne olduğu sorusudur. Öte yandan, genel olarak üretken
olmayan emeğin, yalnızca sermaye ile mübadele edilme özelliğiyle üretken emek
niteliği kazandığını düşünmek de kavramın kendisini gereksizleştirerek başka
karışıklıklara yol açar.
34 Ernest Mandel, Geç Kapitalizm, İngilizceden Çeviren: Candan Badem, Versus Kitap, İstanbul, Şubat 2008, Age. s.
535
53
Yaşayan Marksizm
Kapitalist üretim süreci, yalnızca kullanım değeri değil, aynı zamanda değişim
değeri ve artıdeğer üretim sürecidir demiştik. Marx, “Dolaysız Üretim Sürecinin
Sonuçları” çalışmasında şunları yazdı: “Yalnızca, üretim sırasında, sermayenin
değerinin genişlemesi amacıyla tüketilen emek üretkendir.”35 İşin özünü veren
bu cümleye göre sermaye açısından, “üretken olan tek emek, sermaye üreten
emektir.” Ya da, “emek ancak kendi karşıtını ürettiği ölçüde üretkendir.”36 Yani
sermayeyi.
Artıdeğer, ancak emekgücü bir meta olarak satın alınır ve emekgücü alıcısı bu
metanın kullanım değerinden, yani içerdiğinden daha fazla değer üretme kapa-
sitesini tüketirse üretilebilir. Küçük meta üreticisi, üretici üretim aracı sahibi ol-
duğu ve emekgücünü bir meta olarak satmadığı için “üretken” değildir. Karşılığı
gelirle ödenen köylünün ya da hizmetçinin maddi anlamda en üretken emeği
bile kapitalizmde üretken emek sayılmaz.
Sonuç olarak, sermaye ile doğrudan değiştirilen emek üretken emektir. Sermaye
ile değil, ücret, kâr, faiz, rant biçimlerindeki “gelir”le değiştirilen emek üretken
olmayan emektir.37
Örneğin bir aktör, hatta bir palyaço, ücret olarak aldığından daha fazla
emeği geri döndürdüğü bir kapitalistin (girişimcinin) hizmetinde çalışı-
yorsa, bu tanıma göre, üretken emekçidir; ama buna karşılık kapitalistin
evine giden ve pantalonunu onaran gündelikçi bir terzi, kapitalist için yal-
nızca basit bir kullanım değeri ürettiği için üretken olmayan emektir. Bi-
rincinin emeği sermayeyle değiştirilmiştir, ikincininki gelirle. Birincinin
emeği bir artı değer üretir, ikincisinde gelir harcanır.38 [Ya da bir yazar]
fikir ürettiği ölçüde değil, ama çalışmalarını yayımlayan yayıncıyı zengin
ettiği ölçüde ya da bir kapitalistin ücretli işçisiyse üretken emekçidir.39
Demek ki, “emeğin ve dolayısıyla ürününün, maddi özellikleri, kendi için-
de üretken emek ve üretken olmayan emek ayrımı bakımından hiçbir anlam
taşımamaktadır.”40 Emeği üretken yapan şey, ne emeğin özel türü ne de ortaya
çıkan “ürünün” kendisidir. “Aynı emek, ben onu bir kapitalist, bir üretici olarak
daha fazla değer üretmek üzere satın alıyorsam üretken olabiliyor, onu bir tü-
ketici olarak, bir gelir harcayıcı olarak, kullanım değerini tüketmek üzere satın
alıyorsam üretken olmuyor.”41
Serbest mesleklerden mülk sahipleri, çiftçiler, zanaatkârlar, esnaf, diğer serbest
meslek sahiplerinin tümü, bu tanıma göre üretken işçi değillerdir. Çünkü emek-
leri sermaye ile mübadele edilmez ve sermaye artışına dolaysız biçimde katkıda
35 Karl Marx, Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, Çeviren: Mustafa Topal, Ceylan Yayınları, İkinci Baskı Eylül 2008,
İstanbul, s. 105
36 Karl Marx, Grundrisse, Çeviren Sevan Nişanyan, BirikimYayıncılık, Ekim 1979, Ankara, s. 392
37 Karl Marx, Artı-Değer Teorileri Birinci Kitap, Çeviren Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, Ankara, 1998, s. 147
38 Agy.
39 Age, s. 148
40 Agy.
41 Age. s. 154
54
Toplumsal Proletarya
bulunmazlar. Dahası, bunlar kapitalist üretim tarzının dışındaki bir ilişki içinde
olduklarından üretken ve üretken olmayan emek tanımlarının dışına düşerler.
Peki sermaye ile değiştirilen her emekgücü üretken emek midir? Değildir. Çünkü
etkinliğin kendisi “genel olarak” üretken değilse, yani maddi yaşam nesnelerinin
doğrudan ya da dolaylı üretiminde tüketilmiyorsa üretken emek değildir.
Bu çerçevede, meta değere katkıda bulunan, paketleme, depolama, taşıma türün-
den etkinlikler üretken emek içinde sayılırlar. Bunlar üretimin zorunlu ögeleridir.
Ticaret, finans, bankacılık, sigortacılık vb. sermayenin yeniden üretiminin dola-
şım alanındaki işlevlerini yerine getirmek için çalıştırılan ücretli işçiler üretken
emekçi değildir. Çünkü buradaki durum üretim içinde ortaya çıkan artıdeğere,
üretken olmayan bir alandan el konulmasıdır. Bu emek türü, artıdeğeri bir gram
bile çoğaltmamaktadır.
Konunun az anlaşılan yönlerinden biri, yukarıdaki tanımlar çerçevesinde “üret-
ken“ bir işte çalışan, ancak somut olarak maddi üretim yapmayan ücretli işçilerin
durumudur.
Marx, üretken emeğin ne olduğunu, yalnız emek süreci açısından belirlemeye
yarayan yöntemin, hiçbir zaman kapitalist üretim sürecine doğrudan doğruya
uygulanamayacağını bir dipnotta belirttikten sonra42 şunları yazmıştı:
Emek süreci tamamen bireysel olduğu sürece, bir ve aynı emekçi, sonra-
dan ayrılacak olan bütün işlevleri kendisinde birleştirir. Kişi doğal nes-
neleri kendi yaşaması için elde ediyorsa, kendisini hiç kimse değil yalnız
kendisi denetliyor demektir. Daha sonra başkalarının denetimi altına gi-
rer. Tek bir insan, kendi beyninin denetimi altında yine kendi kaslarını
harekete geçirmeksizin doğa üzerinde bir iş yapamaz. Doğal bir bedende
kafa ile elin birbirine bağımlılığı gibi, emek süreci de el emeği ile kafa eme-
ğini birleştirir. Sonraları bunlar birbirinden ayrılırlar, hatta can düşmanı
olurlar. Ürün bireyin dolaysız ürünü olmaktan çıkar ve kolektif emekçi-
nin ürettiği toplumsal bir ürün, yani her biri, emeklerinin konusu üze-
rindeki işlemlerin az ya da çok bir parçasını yapan bir işçi topluluğunun
ortak ürünü halini alır. Emek sürecinin bu ortaklaşa (co-operative) karak-
teri, gitgide daha belirli bir hale geldikçe, bunun zorunlu sonucu olarak,
bizdeki üretken emek ve bunu sağlayan üretken emekçi kavramı genişler.
Üretken biçimde emek harcamanız için artık kendinizin el ile çalışması da
gerekmez, kolektif işçinin bir organı olmanız ve onun yerine getireceği alt
işlevlerden birini yapmanız yeterlidir. Üretken emeğin yukarıda verilen
ilk tanımı, yani maddi nesnelerin üretiminin asıl doğasından çıkartılan
tanımı, tümüyle alındığında, kolektif işçi için de hâlâ doğrudur. Ama onu
oluşturan üyeler teker teker alındığında artık geçerliliğini yitirir.
55
Yaşayan Marksizm
Bununla birlikte, öte yandan, bizim üretken emek kavramımız daralır. Kapi-
talist üretim, yalnızca meta üretimi değil, esas olarak artık değer üretimidir.
Emekçi kendisi için değil, sermaye için üretir. Bu nedenle, artık yalnızca üret-
mesi yetmez, artık değer üretmelidir. Şimdi artık, kapitalist için artık değer
üreten böylece sermayenin kendisini yeniden genişletmesi için çalışan emek-
çi, üretken emekçidir. Maddi nesneler üretiminin dışında kalan bir alandan
örnek alırsak, bir öğretmen, öğrencilerin kafaları üzerinde emek harcama-
sının yanı sıra eğer okul sahibini zenginleştirmek için de at gibi çalışıyorsa,
üretken emekçidir. Okul sahibinin, sermayesini, sosis fabrikası yerine öğre-
tim fabrikasına yatırmış olması ilişkiyi değiştirmez. Demek oluyor ki, üretken
emekçi kavramı, yalnızca iş ile yararlı etki arasındaki, emek ile emek ürünü
arasındaki bir ilişkiyi anlatmakla kalmıyor; aynı zamanda, tarihsel gelişmeden
doğan ve işçiye, doğrudan doğruya artık değer yaratma aracı damgası vuran
özgül bir toplumsal üretim ilişkisini de anlatıyor.43
Bu alıntıdan çıkarılabilecek üç sonuç var. Birincisi, üretken emek kavramı geniş-
liyor; çünkü maddi üretimin yapıldığı bir iş kolundaki doğrudan maddi değer
üretmeyen tek tek işçiler de kolektif işçinin bir parçası olarak üretken emekçile-
re eklemlenmiş oluyorlar. İkincisi, üretken emek kavramı daralıyor; çünkü artı
değer yaratmayan (sermaye ile değiştirilmeyen) ama fiilen maddi üretim yapan
emek, üretken emek sayılmıyor. Üçüncüsü, üretken emek kavramı emek ile ya-
rarlı etki, emek ile somut ürün arasındaki ilişkinin ötesine geçen bir anlam edini-
yor; işçiyi artı değer üreticisi yapan toplumsal üretim ilişkisinin kendisi belirleyici
bir işlev kazanıyor.
İki zıt eğilim
Kapitalist üretim, üretken olan/olmayan emek konusunda da iki zıt tarihsel eği-
limi bir arada geliştiriyor.
Kapitalist üretimin tarihsel eğilimlerinden biri, önceki üretim biçimlerinin kimi
geleneksel ekonomik etkinliklerini meta ve artı değer üretecek biçimde dönüş-
türmesidir. Üretken olan ve olmayan emek ayrımını toplumsal ilişki ve biçim
üzerinden yapmak, kapitalizmi çözümlemenin Marksist yöntemsel anahtarla-
rından birini verir. Sermaye emekle artı değere el koymak üzere değiştirildiği
her durumda toplumsal bir ilişki yaratır ve bu ilişki genelleştiği ölçüde toplumsal
sınıfları yeniden üretir. “O halde, üretken olmayan emeğin, kapitalistin artı değer
elde etme amacı açısından üretken olan emek biçimine dönüşmesi, kapitalist top-
lumun yaratılması sürecinin kendisidir.”44 (Vurgu benim- HY)
Braverman’ın verdiği terzi örneğinde olduğu gibi, müşterilerinin siparişleri üze-
rine elbise diken ve emeğinin karşılığını müşterisinin gelirinden alan tek tek ter-
zilerin yerini, takım elbiseler dikmeleri için bir kapitalist tarafından kiralanan
56
Toplumsal Proletarya
bir oda dolusu terzi aldığı zaman, elbise dikme işi üretken bir emek etkinliği bi-
çimini almakta, terzi üretken emekçiye dönüşmektedir. Demek ki kapitalizmin
tarihsel eğilimlerinden biri, bu yoldan üretken emekçileri çoğaltmasıdır. Birinci
ve kronolojik olarak da önce gelen eğilim budur.
Öte yandan, kapitalizmle birlikte üretken olmayan emek kitlesi de büyümek-
tedir. Çünkü, artı değerin realize edilmesi ve artı değere sermaye tarafından el
konulması kapsamlı bir ekonomik etkinlik gerektirmekte, devasa boyutlar ka-
zanan bankacılık, sigortacılık, reklam, spekülasyon vb. etkinlikler büyük ölçüde
emekgücü çekmektedir. Bu emek türü, kapitalist üretim tarzı açısından gerekli
olmakla birlikte maddi üretimin zorunlu bir halkası değildir. Kısacası, üretken
olmayan emek de kapitalist nitelik kazanıyor:
… emek basit bir biçimde kapitalist üretim biçiminin dışında olması ya da
içinde olmakla birlikte, kapitalist tarafından, birikim güdüsü ile üretken
görevlerden ziyade üretken olmayan görevler için kullanılması nedeniy-
le üretken olmayan emektir. Artık, sermayenin kontrolü dışında bulunan
üretken olmayan emek gerilerken, sermayenin çeperi dahilinde duran üret-
ken olmayan emeğin çoğaldığı açıktır. Sermaye için çalışmaması yüzünden
üretken olmayan emek olarak addedilmiş olan büyük bir emek kitlesi ar-
tık sermaye için çalıştığı ve sermayenin üretken olmayan emeğe yönelik
ihtiyacı böylesine belirgin bir biçimde arttığı için, üretken olmayan emek
kitlesine dönüşmüştür. Kapitalist sanayi ne kadar üretken hale gelirse;
yani artı değer kitlesinin ne kadar büyük bir bölümünü üretken nüfustan
çekip alırsa, bu artık içinde kendi payını arayan sanayi kitlesi de o kadar
geniş olacaktır. Sermaye kitlesi ne kadar büyükse, sadece bu artığın yolu-
nu değiştirme ve onu çeşitli sermayeler arasında dağıtmaya hizmet eden
üretken olmayan faaliyetler kitlesi de o kadar büyük olacaktır.45
Demek ki, aynı sürecin iki yüzü olarak, kapitalist meta üretiminin gelişmesi gele-
neksel bireysel-serbest üretim etkinliklerini üretken emek haline dönüştürmek-
te, dolaşım ve finans-spekülasyon etkinliklerinin büyümesi ise üretken olmayan
emek kitlesini büyütmektedir.
Kapitalizmin bir başka tarihsel ve günümüzde belirgin biçimde şiddetlenen eği-
limi, emek üretkenliğindeki muazzam artışın sonucu olarak sermayenin canlı
emeğe bağımlılığının azalması, maddi üretimin giderek daha az canlı emek kul-
lanılarak gerçekleştirilmesidir.
Üretken ve üretken olmayan emeği somut bir etkinlik biçimi olarak değil, top-
lumsal bir biçim olarak ele almak, Marksist çözümleme yönteminin, toplumsal
biçimlerin maddi nesnelerin ve süreçlerin içeriğini nasıl belirleyip dönüştürdü-
ğünü gösteren üstünlüğüdür.
45 Age. s. 377
57
Yaşayan Marksizm
46 Mehmet Yılmazer, Kapitalizmde Yapısal Dönüşüm, Alaz Yayıncılık, İstanbul, Şubat 2007, s. 457
58
Toplumsal Proletarya
çapında bakıldığında maddi üretim azalıp yok olmadığı gibi, ekonomi de hiç-
bir yerde maddesizleşmiyor.47 Artıdeğer üretimi durmuyor. Maddi üretim alanı
ve üretken emek, sanayi devrimi döneminden farklı bir içerikte olmakla birlik-
te sınıfsal konumlar ve sınıf mücadelesi açısından kritik önemlerini koruyorlar.
Kapitalist ekonomideki malileşme ve asalaklaşma eğilimlerini sanayinin, sanayi
işçisinin sonunun geldiği biçiminde okumamak, tersine bu işçi sınıf öbeğinin
yeni koşullardaki konumunu, sorunlarını, çelişkilerini hak ettiği önemi vererek
çözümlemek gerekiyor. Dahası, hizmetler alanındaki devasa büyümenin maddi
üretimdeki büyümenin, toplumsal zenginleşmenin sonucu olduğunu unutma-
mak gerekiyor. Bu alandaki bir daralmanın, hemen olmasa da “hizmet” alanın-
daki istihdamda da daralma getirmesi kaçınılmazdır.
“Hizmet sektörü”
Özel sektörde ve devlette maaş- ücret karşılığı çalışanların, genel olarak “hizmet”
alanında istihdam edilenlerin üretken emek- üretken olmayan emek açısından
durumları nedir?
Marx’ın yukarıdaki “öğretim fabrikası” ile ilgili yazdıkları hizmetler alanıyla ilgili
sorunun bir yönünü aydınlatmaktadır. Genel olarak üretim zincirinde yer alan
ve sermaye ile mübadele edilen emek üretken emek içindedir. İşletmeler düzeyin-
de de, üretici bir işlev içinde, onunla ilişkili olanlar aynı durumdadır. Yukarıda
üretken emekle ilgili olarak söylenenlerin tümünü, insanın kendi ihtiyaçlarını
karşılamak üzere doğa ile giriştiği karşılıklı ilişkinin doğrudan gerekli bir koşulu
olan “genel olarak üretken emek” kategorisi içinde, onun bir alt kategorisi olarak
anlamak gerekir. Bu noktada üretim ve dolaşım alanları ayırımı belirleyicidir.
Tüketicinin tüketim nesnesine erişmesini sağlayan sürecin zorunlu bir bileşe-
ni olan her türden etkinlik üretkendir.48 Üretim sürecinin zorunlu bir halkası
olmayan ve zaten üretilmiş olan toplumsal ürünün farklı bölümlerinin müba-
delesinden ibaret olan dolaşım alanı etkinlikleri üretken değildir. “Dolaşım ala-
nında harcanan emeğin üretken olmayan emek olarak nitelendirmesi, üretim ile
dolaşım alanları arasında Marksistlerce yapılan ayrımın mantıksal uzantısından
başka bir şey değildir.”49
Eğitim, sağlık, yeme içme, giyinme, eğlence vb. türünden “hizmetler”deki emek-
gücü kapitalist tarafından istihdam ediliyor ve artı değer üretiliyorsa bu etkin-
likler üretkendir. Öte yandan, tekrar olacak, finans, sigorta, mali spekülasyon,
reklam, pazarlama vb. “hizmetler” ne doğrudan, ne de dolaylı biçimde artı değer
yaratmadıkları, tersine maddi alandaki üretimin bir bölümüne el koydukları için
üretken olmayan emek içinde yer alırlar. Sonuç olarak, yukarıdaki ayrımlar ya-
pılmadan kullanılacak genel ve soyut bir “hizmetliler sektörü” kavramı açıklayı-
47 Ursula Huws’un, Socialist Register’in 1999 yıllığında yayımlanan “The Myth of the ‘Weightless Economy?’ makalesi
bu konuya ilişkin güçlü kanıt ve veriler içeriyor.
48 Sungur Savran- E. Ahmet Tonak, “Üretken Emek ve Üretken Olmayan Emek: Açıklığa Kavuşturma ve Sınıflandırma
Denemesi”, Praksis, Sayı:16, 2006 Güz, s. 41
49 Age. s. 43
59
Yaşayan Marksizm
50 Emine Engin, Marksizm’de İşçi Sınıfının Kapsamı ve Türkiye, Alev Yayınları, İstanbul, Eylül 1990, s. 83
51 Karl Marx, Artı-Değer Teorileri, age, c. 1, s. 285
52 Agy.
53 Karl Marx, Marx-Engels, Selected Works, c. 2. s. 218
60
Toplumsal Proletarya
61
Yaşayan Marksizm
Bir maddi ürün üreten işçinin emeği kapitaliste sunduğu metada cisimleşir. Ge-
nel olarak hizmeti tanımlayan ise, üretim ile tüketimin eş zamanlılığıdır. Soru
şudur: Emeğin yararlı etkileri nesnede cisimleşmezse ne olur? Bu durumda eme-
ğin yararlı etkisinin kendisi meta haline gelir. “İşçi bu emeği dolaysız olarak ya-
rattığı etkileri kullanan kimselere sunmak yerine, bu etkileri meta piyasasında
yeniden satacak olan bir kapitaliste sattığı zaman, hizmetler alanındaki kapitalist
üretim biçimine ulaşmış oluruz.”57
19 yüzyılda özel hizmetler sektörü esas olarak “hizmet” satıcıları ile kapitalist ge-
lirler arasındaki mübadele biçimi üzerinde biçimleniyordu.58 Bu etkinlik toplam
artıdeğer kitlesinde hiçbir değişiklik yaratmıyordu. Yapılan zaten yaratılmış olan
değerin yeniden dağıtımıydı. Yirminci yüzyıl kapitalizminde dolaşım alanındaki
hizmet sektörü, toplumsal sermayenin üretken olmayan biçimde tüketilen belli
bir bölümünün sahibi ile hem sermaye, hem ücret gelirlerinin sahipleri arasın-
daki mübadeledir. Bu mübadele bir öncekinden farklı olarak bu kez dolaşım-
daki sermayenin devir zamanını kısaltarak artıdeğer kitlesini artırmaya yardım
etmektedir. 59
Sermayenin dolaşım ve hizmetler alanına yoğun nüfuzu, üretken olarak yatırıla-
mayan sermayeye hiç olmazsa tekelleşmemiş sektörlerin ortalama kârından pay
alma olanağı sağladığı için üretken olmayan biçimde istihdam edilen ücretlilerin
sayısında artışa yol açar.60
Hizmetler alanındaki kapitalist üretim süreci giderek bu alanın tüm emekgücü
sahiplerini proleterleştirme eğilimi taşır. Kapitalizm, bir toplumsal ilişki ve biçim
olarak çeşitli emek türlerini sürekli olarak metalaştıran bir sistemdir.
Kapıcıların, gündelikçi kadının, temizlik işçilerinin ya da bulaşıkçıların
temizlik işlerini fabrikada hazırlanan yeni mallarda ya da ilk kullanıma
yönelik inşaat sitelerinde değil de, sürekli olarak yeniden kullanılan bi-
nalar ve kap kacak üzerinde yerine getiriyor olmaları gerçeği, bu işçilerin
emeklerini, ilkesel olarak, fabrikaların nihai temizliğini, parlatma, paket-
leme ve benzeri işlerini yapan işçilerin emeğinden farklı ve daha az elle
tutulabilir hale getirir mi? Bu yalnızca kapitalizm açısından, emeğin belirli
bir biçiminin değil, toplumsal biçiminin yani, ücretli emek olarak kapita-
list için kar üretme yeteneğinin önemli olduğu ilkesine işaret eder. 61
Bu ilke de bizi doğruca üretken emek kavramı içine girmeyen emekgücünün
proleter karakterine götürür.
Bütün ürünleri meta, bütün emeği ücretli emekçiye dönüştüren kapitalizm
“hizmet”i ve hizmet emeğini de metalaştırır.
62
Toplumsal Proletarya
“Üretim daha fazla meta üretimi karakteri aldıkça, herkes metaların alım sa-
tımıyla daha fazla uğraşmaya zorlanır ve bunu arzular. Bundan dolayı, herkes
daha fazla para elde etmeyi arzular; ya bir üründen ya da (eğer ürünü yalnızca
doğal hizmet biçimindeyse) hizmetten. Böylece para elde etmek, her türden et-
kinliğin nihai amacı durumuna gelir. Bütün ürünlerin meta, bütün emeğinse
ücretli-emekçi olma eğilimi, kapitalist üretimde mutlak bir biçim kazanır.”62
Bu alandaki emekgücü yoğunluğu, belli ölçülerde “iş”in doğasından geliyor. Ki-
şiden kişiye hizmet esas, bu nedenle de canlı emeğe ihtiyaç yüksektir.
Toparlarsak, hizmet emekgücü kapitalist hizmet üretimi içinde yer alan bir me-
tadır; bu alanda çalışan ücretli işçiler üretken emekçidir; gerçekte üretici olmayan
alanlarda çalışan ücretli proleterler ise işçi sınıfının üretken olmayan parçasıdırlar.
Proleterleşme, zihinsel emek, yönetim-organizasyon
“Proleterleşme”, birden fazla anlamı, açılımı olan bir kavramdır.
Kapitalizmin başlangıç ve ilkel birikim dönemlerinde proleterleşme, emekçinin
üretim araçlarından koparak “özgür emekçi” haline dönüşmesini anlatıyordu.
Proleterleşme, ikinci olarak, yalnızca ilkel birikimle sınırlı olmayan bir sürekli-
lik olarak küçük üretici köylü, zanaatkâr, avukat, doktor, mühendis ve benzeri
esnaf, aydın, büro çalışanı ve serbest meslek sahiplerinin üretim araçları üze-
rindeki mülkiyetlerini, bağımsız meslek sahibi olma inisiyatiflerini yitirerek,
“emekgücünü” satmaya mecbur hale gelmelerini, bunlarla birlikte maddi yaşam
ve çalışma koşullarındaki gerilemeyi anlatıyor.
Üçüncüsü, proleterleşme emekgücünün niteliksizleşmesi, değersizleşmesi ve
yabancılaşması süreci anlamında da kullanılıyor. Bu tanımıyla proleterleşme,
emekçinin üretim araçlarından sonra, emek denetim süreçlerinden de dışlanma-
sı demektir. Buradan bakıldığında, “kökeninde kolektif işçinin gelişmesine yol
açan beyin ile iki elin ayrılması olgusunun bulunduğu ‘proleterleşme’ süreci ile
‘proleterleşmeye karşı koyan’ süreçlerin bir arada gelişmesi, günümüz sınıf iliş-
kilerini…” karmaşıklaştırıyor.63
Bizi burada ilgilendiren, bir çekinceyle proleterleşmenin ikinci anlamıdır. Çekin-
ce şudur: Proleterleşme “ücretli işçileşme”yle özdeş bir kavram değildir. Üretim
araçlarından kopan her doğrudan üretici fiilen ücretli işçi olmuyor.
Kimi zaman “beyaz yakalılar”, kimi zaman “entelektüel emek”, kimi zaman
“büro çalışanları” olarak adlandırılan, üretim ve dolaşım alanındaki mühendis ve
teknisyenlerin, tasarımcıların, bilgi işlem programcılarının, çeşitli düzeydeki yö-
netici ve denetleyicilerin sınıfsal konumları büyük bir tartışmanın konusudur.
“Beyaz yakalılar” zihinsel emeği, büro etkinliklerini, sermaye ve emek işlevleri
arasındaki ara ve kimi zaman çelişkili konumları içine alan kaygan ve belirsiz bir
63
Yaşayan Marksizm
64
Toplumsal Proletarya
İkincisi, biraz önce geçerken değindiğim gibi, her türlü bilgi ve maddi olmayan/
düşünsel üretim ve buluş üzerindeki mülkiyet hakkı patent düzeneğiyle koru-
nuyor. Patent masum bir şey değil, tekelci sömürü düzeneğinin son derece etkili
dişlilerinden biridir. Tekel mülkiyeti, AİDS tedavisinde kullanılan ilaçlarla ilgili
olarak mülkiyet/patent tekeline sahip büyük ilaç firmalarına karşı Afrika ülkele-
rinin, Brezilya ve Hindistan’ın yürüttüğü mücadelelerin gösterdiği gibi artık bu
mülkiyet/patent hakkını tanımayan fiili sorgulamalar biçimini alıyor. Başka bir
anlatımla patentle korum altına alınmış tekel ancak zorla, fiilen kırılabiliyor.
Üçüncüsü, internetin sağladığı erişilebilirlik ve çoğaltılabilirlik olanaklarının bil-
gi alanındaki mülkiyetin korunmasına ve sürdürülmesine kimi zorluklar getir-
diği, bilginin karşılıksız kopyalanıp çoğaltılabilmesinin onun mülkiyet nesnesi
olma özelliğini belli ölçülerde tehdit ettiği doğru olmakla birlikte, kapitalizmin
bu tehdide karşı da hızla önlemler geliştirdiğini, “bilginin mülkiyetsizleşmesi”,
“özgür yazılım” düşlerinin özel mülkiyet duvarına çarpıp tuzla buz olduğunu
unutmamak gerekiyor. “Elektronik mülklerin ortaklığı” savı ve sermayenin
internette giriştiği “çitleme” hareketine karşı mücadele çağrıları kapitalist özel
mülkiyetin meşruiyet temelinin bu alanda da somut olarak daraldığını gösterme-
si bakımından önemlidir. Egemen eğilim, elektronik ortak mülklerin kapitalist
anlamda özelleştirilmesidir. İnternetin ilk dönemlerinde özgürlük ve yaratıcılığa
daha fazla alan tanıdığı açıktır. Ne var ki, bu alan hızla denetim altına alınmış,
yaratıcılarının hiçbir zaman kâr amacı taşımadıkları program ve yazılımlar da
bin bir yoldan metalaştırılmıştır.
Yılmazer’in şu saptaması yerindedir:
‘Ortak payda’ veya ‘ortak bilgimiz’ her yeni bilgi üretiminin temelidir. An-
cak bu ortak bilginin mülkiyeti ‘ortak’ değil özeldir. Bu konuda ‘informatik
çağı’nın yarattığı illüzyonlardan kaynaklanan köklü yanılgılar gelişmiştir.
Nasıl ki, ‘bilgi işçileri’ sermayeden bağımsız değilse ve dolayısıyla sermaye-
den bağımsız üretim yapma şansına sahip değillerse, tıpkı onun gibi temeli
tarihsel olarak insanlığın ortak mirası olsa da, her bilgi ‘ortak’ ve her insanın
kullanımına açık değildir.64
“Büro” ve büro emekçileri
“Büro” alanına gelirsek, “büro” etkinliklerinin ve çalışanlarının kapsamı, bileşi-
mi zaman içinde önemli değişikliklere uğradı. 19. yüzyılın bürosu, patronun özel
görevlisi, yakını, yardımcısı, vekili, sırdaşı, kalfası, kâhyası, damat adayı vb. özel-
likleriyle tanımlanabilecek sınırlı sayıda kişiden oluşan bir yönetim karargâhıydı.
20. yüzyılda kişisel bağlılıkların yerini disiplin almaya, düşünme ve planlama iş-
levleri küçük bir merkeze doğru süzülmeye, büro fabrikaya benzemeye başladı.
Teknik işbölümü, Taylorizm büro alanına da girdi. Kadın emeği büro emeğinin
ağır basan öğesi oldu:
65
Yaşayan Marksizm
66
Toplumsal Proletarya
Dolayısıyla sınıfsal konum belirlemede yönetim ve kullanım yetkisi bir mülk sa-
hipliği işlevi olarak öne çıkmaktadır.
Bu çerçevede, sınıf ölçütlerini eski deyimle terditli* bir düşünme yöntemiyle, bir-
birleriyle ilişkisi içinde değerlendirerek şunları sıralayabiliriz:
Bir: Hisse senedi sahibi olanlar, bu hisse onlara emekgücünü satmadan yaşama
olanağı sağlıyorsa tartışmasız biçimde, başka bir koşul aranmadan burjuvadırlar.
İki: Kapitalist şirketlerin, başta CEO’lar ve yardımcıları olmak üzere karar, yöne-
tim, denetim, gözetim vb. sermaye işlevlerini yerine getiren üst yöneticiler, hem
bu işlevleri nedeniyle; hem gelirlerinin ağırlıklı bölümünü emekgücü değeri ücret
olarak değil artıdeğerden pay biçiminde (kâr ortaklığı, prim, bonus vs.) aldıkları
için, hem de gelirlerinin miktarı, verili toplumsal koşullardaki emekgücü değeri-
nin çok üstünde olduğu için sermaye sınıfının içindedirler. Bu üst yöneticilerle,
hiyerarşinin daha alt kademelerindekiler arasında yalnız gelir uçurumu değil,
sınıf farkı vardır.66 Yukarıdaki özellikleri taşıyan üst yöneticiler tüm kapitalist
dünyada kendi içinde hiyerarşik ama ayrıcalıklı bir katman olarak nesnel konum
ve yer olarak tartışmasız biçimde burjuvazinin içinde yer alıyorlar. “Üretim araç-
ları üzerinde mülk sahipliği”ni mutlak bir ölçüt sayıp, takılanlar için eklemek
gerek, kapitalist işletmelerin sözünü ettiğimiz üst yöneticilerinin çok önemli bir
çoğunluğunun şirket ortaklıkları vb. bir yana, zikredilen gelirleriyle gayrimenkul
rantına, faiz gelirlerine sahip olmaları eşyanın doğası gereğidir.
Üç: Üretim araçlarından ve üretimi bir bütün olarak algılama, denetleme hakkın-
dan yoksun, emekgücünden başka geçim aracı olmayan, toplumsal zenginlikten
kendi ürettiklerinin ancak bir bölümünü ücret olarak alan emekçiler tartıştığı-
mız kesimin ezici çoğunluğunu, “yeni” proletaryanın bir parçasını oluşturuyor-
lar. Bu yeni proletarya iki kaynaktan besleniyor. Birincisi, üretim araçlarını ve
bir anlamda kendi kendini sömüren küçük burjuva serbest meslek konumlarını
kaybederek proleterleşenlerdir (küçük üretici, küçük esnaf, avukat, hekim, mali
müşavir, mimar, mühendis vb.) Bu geleneksel küçük burjuva katmanların küçük
bir bölümü çeşitli biçim ve yollardan sınıf atlayarak burjuvalaşıyor. Çok büyük
çoğunluğu ise proleterleşerek ücretli emekçiler ordusuna katılıyor. İkincisi, kapi-
talizmin, emeği üretken olmayandan üretken olana doğru dönüştüren, üretken
olmayan emekçiler yığınını büyüten tarihsel eğilimi büro, bilgi ve hizmet sektör-
lerinin yeni emekgücünün en baştan ücretli emekçi olarak istihdam edilmesine
yol açıyor.
Dört: En tartışmalı kesim, üretim aracı sahibi olmayan, yaşamak için emekgücü-
nü satmak zorunda olan, ancak üretim ve dolaşım alanındaki alt düzey denetim
*
“Terdid” bir düşünceyi olasılıklara göre anlatma anlamına geliyor. Mustafa Nihat Özön, Osmanlıca Türkçe Sözlük.
66 Krizden önce General Motors CEO’sunun yıllık maaşı 14.4 milyar dolardı. Equilar firmasının yaptığı araştırmaya göre
ABD’deki 198 halka açık şirketin tepesindeki 200 CEO`nun yıllık gelirleri 6.3 milyar dolar, her bir CEO için ortalama 30
milyon dolar gibi devasa bir rakama varıyordu. Krizden sonra CEO’lara ödenen ortalama yıllık miktar 8 milyon 4 bin
dolara “geriledi” http://www.tumgazeteler.com/?a=4913511
67
Yaşayan Marksizm
67 Nicos Poulantzas, Classes in Contemporary Capitalism, Fransızcadan İngilizceye çeviren, David Fernbach, Verso
Edition, 1979, London.
68 Erik Olin Wright, Class, Crisis and the State, NLB, 1978, s. 55
68
Toplumsal Proletarya
69
Yaşayan Marksizm
Maddeci anlayışa göre, tarihteki egemen faktör, son tahlilde, maddi ha-
yatın üretimi ve yeniden-üretimidir. Ama bu üretim ikili bir tabiata sa-
hiptir. Bir yandan, yaşama araçlarının, beslenmeye, giyinmeye, barınma-
ya yarayan şeylerle bunların gerektirdiği aletlerin üretimi; öbür yandan
bizzat insanların üretimi, türün üremesi. Belli bir tarihsel dönem ve belli
bir ülkedeki insanların içinde yaşadıkları toplumsal kurumlar, bu iki türlü
üretim tarafından, bir yandan çalışmanın, öbür yandan da ailenin erişmiş
bulunduğu gelişme aşaması tarafından belirlenir.72
Burada, Engels açıkça üretimi ve türün devamı anlamında “yeniden üretim”i ta-
rihteki tüm toplumlar için geçerli bir ilişki olarak tanımlıyor.
Maddi yaşamın kapitalizm altındaki yeniden üretimi, aynı zamanda “emekgücü-
nün yeniden üretimi” dir. Marx’ta ve Marksizmde bunlar var. Ancak, “yeniden
üretim”, Marx’ta esas olarak kapitalist üretim sürecinde işçi sınıfıyla burjuvazi-
nin, bu ikisi arasındaki ilişkiler temelinde de tüm toplumsal yaşamın yeniden
üretilmesidir. Emekgücünün yeniden üretimi bu ilişkiler içinde kuşku yok, çok
önemli bir yer tutmakta, ama konunun aile ve erkek egemen toplumsallıkla iliş-
kisi sorunu ikincil ve flu kalmakta, Gülnur Acar Savran’ın deyişiyle, “…işçilerin
… ücretleriyle aldıkları geçimlik malların tüketilebilir hale gelmesi için harcanan
emek”73 çoğunlukla çözümlemeye girmemektedir. Ekonomi politik eleştirisiyle,
üretim ve yeniden üretim ilişkilerini didik didik eden, bu ilişkilerdeki gizem ve
fetişleri bir bir kaldıran Marx’ın, kendine özgü bir yabancılaşmış emek türü olan
aile içindeki kadın emeği konusunda aynı şeyi yapmamış olmasının çeşitli neden-
leri olmalıdır. Bunu hakkıyla ortaya çıkarmak zahmetli ve dikkatli bir araştırmayı
gerektirir. Burada böyle çabaya girişmeden, birkaç noktaya kısaca değineceğim.
Birincisi, “burjuvazinin tarihte oynadığı devrimci rolün” derinlik ve hız bakı-
mından abartılmasıyla ilgilidir. Komünist Manifesto’dan74 şu pasajları okuyalım:
“Burjuvazi hakimiyeti ele geçirdiği her yerde bütün feodal, ataerkil, kır yaşamı-
na özgü ilişkilere son vermiştir”; “Burjuvazi aile ilişkisinin dokunaklı-duygusal
örtüsünü yırtıp atmış”tır75; “Cinsiyet ve yaş farklılıklarının işçi sınıfı için hiçbir
ayırt edici toplumsal gerçekliği kalmamıştır artık. Bütün işçiler yaş ve cinsiyet-
lerine göre maliyetleri değişik olan birer emek aracıdırlar.”76 Kısacası, kapitaliz-
min, başka şeyleri olduğu gibi ataerkil ilişkileri ve bu temelde oluşmuş aileyi hızla
dönüştürdüğü, proleterleşmenin cinsiyet ve yaş farklılıklarını ortadan kaldırdığı,
kaldırmakta olduğu düşünülmüştür. Öngörü doğrudur. Sürecin hızı ve kökten-
ciliği için aynı şeyi söylemek ise mümkün görünmüyor. Kapitalizm egemenliğini
kurarken kendisinden önceki tüm ilişki ve kurumlardan yararlanmıştır.
72 Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Çeviren Kenan Somer, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı,
Ankara, Eylül 1974, s.14
73 Gülnur Acar-Savran, Beden Emek Tarih Diyalektik Bir Feminizm İçin, Kanat Yayınları, İstanbul, Nisan 2009, s. 29
74 Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılar, Çeviri: Nail Satlıgan, Tektaş Ağaoğlu, Olcay
Göçmen, Şükrü Alpagut, Yordam Kitap, İstanbul, Nisan 2008
75 Age. s. 24
76 Age. s. 28
70
Toplumsal Proletarya
77 Karl Marx, Kapital, Birinci Cilt, Çeviren : Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, Temmuz 1975, s. 610
78 Komünist Manifesto, Age. s. 31
79 Age. s. 37
80 Gülnur Acar-Savran, Beden Emek Tarih, Kanat Kitap, İkinci Baskı, İstanbul. Nisan 2009, s.30
71
Yaşayan Marksizm
81 Age.s. 31
82 Ernest Mandel, Geç Kapitalizm, Age. s. 521
72
Toplumsal Proletarya
olup olmadığını somut duruma bakarak belirlemektir. Kaldı ki, çocuk doğurmak
ve belli bir yaşa kadar büyütmek burjuva ailede bile hala ağırlıklı olarak kadın
işidir. Doğal olarak aynı kolaylaştırıcı düzenekler burada da söz konusudur.
Sosyalist ve maddeci feministlerin, birazdan aktaracağım biçimde tanımlayıp
kullandıkları “patriyarka” kavramı “ev içi karşılıksız emek” analizinin önemli
bir kavramıdır. Burada tartışmasına girmeden, patriyarkayı “kadınlarla erkek-
ler arasındaki üretim ilişkisi”, bir “üretim tarzı” olarak tanımlayan, kadınların
erkekler karşısında ayrı bir sınıf oluşturduğunu iddia eden, “patriyarkal sömürü,
kadınların ortak, özgül ve birincil ezilme biçimidir” diyen yaklaşımları paylaş-
madığımı, ihtiyaç olursa tartışmaya açık olduğumu kaydedip geçiyorum.83
“Patriyarka”, eski Yunancadan gelen, sözlük karşılığı “baba otoritesi“ olan, zaman
içinde “erkek otoritesi” anlamı kazanan bir kavram.84 Yalnızca kişisel ve ideolojik
durumları değil, kendisini yeniden üreten bir ilişkiyi, yani bir sistemi ifade ettiği
belirtilmek koşuluyla “erkek egemenliği”, “erkek egemen sistem”le eşanlamlıdır.
Sorunun özünde, kapitalizmin, ataerkil aile ilişki, kurum ve alışkanlıklarını,
daha önceki toplumlardan devraldığı erkek egemen kültürü kendine benzeterek
yaşatması, dönüştürmesi ve kendisine eklemlemesi var. Patriyarka, kapitalizm-
den soyutlanması mümkün olmayan, ama yalnızca kapitalist ilişkilerin ürünü
de olmayan bir ilişkiyi anlatıyor. Patriyarka, kendini yeniden üretebilen, “siste-
matik eğilimleri ve dinamikleri olan, tarihsel olarak kapitalizm tarafından dev-
ralınmış, dönüştürülmüş ve onun maddi temeliyle eklemlenmiş bir”85 ilişki ve
kurumlaşma olarak tanımlandığı zaman işlevseldir. Böyle tanımlanmazsa işlev-
selliğini yitirir, çünkü belirli bir zaman ve mekanda geçerli bir erkek egemenliği
sistemini evrenselleştirmiş olur.
Sonuç olarak, proleter ailede ev içi ve aile içi emek harcayan kadın kesin olarak
toplumsal proletaryanın bir parçasıdır.
Kapitalizm bir yandan kapitalizm öncesi ilişki ve biçimleri asimile ederek, dö-
nüştürerek kendisine katarken bir yandan da geleneksel ilişkileri tasfiye etme-
den yapamaz.
Sermaye, evde kadınların yaptıkları işleri kapitalist hizmetlere dönüştürerek, on-
ların yerine metalaşmış hizmeti ve kapitalizmin ürettiği metaları koyarak proleter
aileyi bir üretim birimi olmaktan çıkarıyor. Bu süreç işliyor. Hazır yemekler, kon-
serve yiyecekler, hazır giyim, her türlü ev işini kolaylaştıran beyaz eşyalar, elektrik-
li araç gereçler, daha önce erkek işçinin eşi, kızı, ya da annesi tarafından üretilen
kullanım değerleri toplamında önemli düşüşlere yol açıyor. Emekgücünün yeni-
den üretimi giderek daha çok kapitalist meta ve hizmet üretimiyle karşılanıyor.
Kapitalizmin konumuz açısından en önemli tarihsel eğilimlerinden biri evli ka-
dınları ücretli emek gücüne katmasıdır. Geleneksel hane içi üretim kalemleri bu
83 Bu yaklaşımın en bilinen sözcüsü Christine Delpy’dir. Bakınız:. “Baş Düşman” makalesi, Gülnur Acar-Savran ve Nes-
rin Tuna Demiryontan’ın derledikleri Kadının Görünmeyen Emeği, Yordam Kitap, İstanbul, Ekim 2008 içinde.
84 Eleştirel Feminizm Sözlüğü, Çeviren Gülnur Acar-Savran, Kanat Yayınları, İstanbul, Haziran 2009, s. 278-279
85 Gülnur Acar-Savran, Beden Emek Tarih, Age.s.40
73
Yaşayan Marksizm
kez hane dışında, kapitalist pazarın kârlı işkolları olarak örgütleniyor. İlginç olan,
bu işkollarında da ağırlıklı olarak kadınların istihdam edilmesidir. Bu durumda
milyonlarca kadın şimdi konserve imalathanelerinde, restoranlarda, fastfood bü-
felerinde, otellerde, motellerde, ticari çamaşırhanelerde çalışıyor.
Evli kadının yığınsal biçimde ücretli emek saflarına çekilmesi süreci, aynı za-
manda geleneksel ataerkil ailenin dağılması sürecidir. Ancak bu süreç, hele de
dünyanın tamamını dikkate aldığımızda sancılı, bulaşık, eşitsiz ve eşzamansız bir
karakter taşıyor; her yerde aynı hızla ilerlemiyor.
Emekgücü “piyasasında” kadın emeğinin bin bir türlü düzenlemeyle erkek iş-
çinin emeğine eşit sayılmadığı, ücretli emeğin “aşağı”, özel bir kategorisi işlemi
gördüğü açıktır. Ev ve bakım işleri ücretli emekçi tarafından yerine getirildiği za-
man da düşük ücret ödenen, “saygın” olmayan meslekler arasında sayılıyor. Ço-
cuk, hasta ve yaşlı bakımı işleri eğitimi, nitelikli emeği gerektirdiği halde, bu hiz-
metler niteliksiz, eğitimsiz, düşük ücretli kadın işçilere gördürülüyor. İlk bakışta
kadın emekçinin yararına gibi görünen part-time çalışma, bir yandan günümüz
kapitalizminin “esnek istihdam” yönelişine yanıt verirken, bir yandan da bu kez
çalışan kadını ev işlerine mahkûm etmenin “modern” bir gerekçesi oluyor.
Özetle, bu gelişmeler genel olarak kadın emeği alanındaki negatif ayrımcılığı,
özel olarak da ev içi emeğin karşılıksız kalması sorununu ortadan kaldırmıyor.
Toplumsal işbölümünün, ataerkil ailenin, kadın erkek ilişkilerinin toplum yaşa-
mında yer etmiş kalıplarının, erkek egemen kültürün bizzat kadınların bilinç ve
davranışlarında yol açtığı bozulmaların yok edilmesi bilinçli, amaçlı, örgütlü ve
eylemli çabaları gerektiriyor.
Yine de, ataerkil ailenin çözülmesi sürecinin kadın ve emekçi kadın mücadelesi açı-
sından olanaklar yarattığını da görmemiz gerekiyor. Braverman’ın feminist hare-
ketin gelişmesiyle bu süreç arasında kurduğu ilişki ve çözümlemeyi kadınların gele-
nekselden kopma dinamiklerine dayandırma önermesi bana da isabetli geliyor.
Şöyle diyor Braverman:
…günümüzün feminist hareketini yaratan, geleneksel ev ekonomisinin
parçalanmasıdır. Bu hareket, modern biçimi altında, neredeyse bütünüyle
sermaye birikimi sürecinin gerekleri tarafından evin dışına atılan ve çeşitli
sosyal düzenlemeler kapsamında, ev içi emeğinin bundan önceki binlerce
yıllık tarihi boyunca bilinmeyen denetim ve basınçlara tabi kılınan kadın-
ların ürünüdür. Bu nedenle benim zihnimde modern feminizm teorisinde
birincil öneme sahip olan konumu işgal eden de bu yeni durumun analizidir.
(…) Yani ev içi çalışma dahil olmak üzere feminist hareketin kapsadığı so-
runlar ve meseleler toplamına, binlerce yıldır yaşanmakta olan ev içi çalışma
biçimlerini değil, bunların zayıflamasını ve son birkaç on yılda artan sayı-
da kadının bunlardan kopmasını hareket noktası haline getiren bir analizin
daha fazla ışık tutacağı hissiyatına sahibim.86
74
Toplumsal Proletarya
75
Yaşayan Marksizm
76
Kapsam ve Bileşim Olarak
İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri
Muhsin Dalfidan
Giriş
Emperyalizmin dünya ölçeğinde nüfuz etmediği alanın kalmadığı, teknolojik ge-
lişmelerinde olanaklarından yararlanarak sermaye birikiminin sürekliliğini sağ-
lamak için üretim süreçlerinin örgütlenişini sürekli değiştirdiği, bu değişimlerin
işçi sınıfının yapısında köklü değişimler meydana getirdiği, yeni proleterleşme
1 Marx, K ve F. Engels, Komünist Parti Manifestosu, Tohum, 2001. Komünist Manifesto’nun Türkçe’de birden çok
çevirisi vardır.
77
Yaşayan Marksizm
I
Sınıf ve işçi sınıfı
Sınıf kavramına giriş
Sınıfları kısaca tarihsel olarak belirlenmiş bir üretim düzeni içindeki konumla-
rına ve üretim araçlarıyla olan ilişkilerine, toplum içindeki iş örgütlenmesinde
oynadıkları rollere ve dolayısıyla toplumsal gelirden paylarını alma biçimlerine
ve elde ettikleri payın büyüklüğüne göre birbirinden ayrılan geniş insan grup-
ları olarak tanımlayabiliriz. Sınıf kavramı, Marksizm’in bilimsel olarak ortaya
koyduğu en önemli kavramlardan biridir. Sınıf, tarihsel bir olgudur ve üretim
araçları özel mülkiyetiyle birlikte ortaya çıkmıştır. İlkel komünal toplumda sı-
nıflar yoktu. Varlık koşulu bulunan üretim araçları özel mülkiyetinin ortadan
kaldırıldığı komünist toplumda da sınıflar yok olacaktır. Tarihsel süreçte sınıflı
toplum çeşitli sosyo-ekonomik yapılar, üretim tarzları içinde; ATÜT benzeri for-
78
Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri
Sınıf tanımı
İnsanlar arasındaki zenginlik, fakirlik farkını her yerde görebilmekteyiz. Örne-
ğin; okullarda parasal gücü farklı çocukların arasındaki farklılık hiçbirimizin
gözünden kaçmaz. Okul idareleri maddi olanakları farklı çocuklara genellikle
farklı muamele ederler. Çocuklar arasındaki oyunlarda; oyuncağı çok olan çocuk
diğerlerine yön verir. Bu ayrıcalıkları her yerde görürüz. “Neden bu farklılık var-
dır” sorusuna, bunun zengin fakir ayrımından kaynaklandığı cevabı verilir. Evet,
doğrudur. Ancak insanlar neden zengin ve fakir olarak farklılaşmışlardır? Ger-
çek soru budur. Zenginlik ve fakirlik insanlar arası farklılaşmanın nedeni değil
görünen sonucudur. Bu zenginlik fakirlik farklılığının nedeni sınıf olgusudur.
Lenin “toplumsal üretimin tarihi olarak belirlenmiş bir sistem içindeki konum-
larına göre, üretim araçlarıyla (büyük ölçüde yasalarla saptanıp formüle edilmiş)
ilişkilerine göre, emeğin toplumsal örgütlenmesindeki rollerine göre ve dolayı-
sıyla toplumsal servetten tasarruflarında bulunan payın kapsamına ve bu payı
79
Yaşayan Marksizm
elde ediş tarzına göre birbirinden ayrılan büyük insan gruplarına sınıf denir”2
şeklindeki tanımında sınıf olmanın kriterlerini de belirtmiştir.
Toplumsal sınıfları sınıflı bir toplumda üretimdeki yerlerine göre tanımlayabili-
riz. Üretim araçlarıyla ilişki/üretim araçlarının sahibi olup olmama, emeğin top-
lumsal örgütlenmesindeki rol/emeği örgütleyen ya da örgütlenen olma durumu;
toplumsal zenginlikten payına düşenin ne olduğu en önemlisi de bu payı elde
ediş tarzının ne olduğuna göre sınıflar belirlenmektedir.
Görülüyor ki, bir insanın hangi sınıftan olduğu, üretim araçlarıyla olan ilişki-
siyle belirlenmektedir. Üretim araçlarının sahibi olanlar egemen sınıftır. Üretim
araçlarından yoksun olanlar ise ezilen, sömürülen sınıflardır. Daha açık ifadeyle,
sınıflar insan emeğinin gasbı üzerinde şekillenir. Emeğin gasbı ise üretim araç-
larının mülkiyeti tarafından belirlenmektedir. Üretim araçlarının mülkiyetine
sahip olanlar olmayanların emeğini gasp eder.
İşçi sınıfı tanımı
Marksizm, sınıf tahlillerinin nesnel ölçütlerini ayrıntılarıyla açıklamasına karşın,
bu gün işçi sınıfı üzerine kafa karışıklığı alabildiğine artmış durumdadır. Öncelik-
le, toplumda sınıfların hangi nesnel ölçütlere göre birbirinden ayrıldığını, Lenin’in
ifadeleriyle özetledik. Şimdi ise, işçi sınıfından ne anlaşılması gerektiğine dair açık-
lamalarla günümüzdeki farklı sınıf tahlillerinin yarattığı bulanıklığı gidereceğiz.
Bu tanımlamalara karşı; sınıf mücadelesinin bir boyutu olan ideolojik mücadele-
de burjuvazi, bilimi kendi güdümüne alarak hizmetlisi haline getirmekte ustadır.
Bunu kendini bilim insanı diyen aydınlar sayesinde yapar. Emperyalist ülkeler-
deki burjuva eğitim kurumlarında Marksizm’e katkı ve bilimsellik adına bu tür
üretimler yapılmaktadır. Bizim gibi ülkelerin burjuva aydınları da bunlardan
geri durmamaktadır.
Sınıf ve işçi sınıfı gerçeğini üretim ilişkilerinden kopararak, üretimi teknik bir süreç
olarak sunan ve meslek, gelir düzeyi, sosyal yaşam tarzı vb. kıstaslara göre ayrımlar
yapan burjuva “bilim insanları”; farklı sınıfsallıkları “çalışanlar”, “maaşlılar”, “orta
sınıf”, “hizmetliler” vb. sosyolojik kategorilere indirgemektedir. Bu çabaların hepsi
Marksizm’e karşı sürdürülen ideolojik mücadelenin birer parçasıdır.
Doğrudan karşı saldırı niteliğindeki bu çalışmaların yanında; Marksizm alanı
içinde olduğunu söyleyen kesimlerden de, kapitalist üretimin -teknolojik, eğitim
vb.- birçok nedenle gelişiminden, işçi sınıfının giderek yok olduğu sonucunu çı-
karanlar; işçi sınıfını sanayi işçisiyle özdeşleştirenler, hizmet sektöründe çalışan-
ları işçi kabul etmeyenler çoğalmaktadır.
İşçi sınıfı, ücretli emekçiler sınıfıdır
Engels Manifesto’nun 1888 İngilizce baskısına, yaptığı ekte; burjuvazi ile, mo-
dern kapitalistler sınıfı, toplumsal üretim araçlarının sahipleri ve ücretli emek
80
Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri
kullananlar kastedildiğini; proletarya ile ise kendilerine ait hiçbir üretim aracına
sahip olmadıklarından yaşamak için iş güçlerini satmak durumunda kalan mo-
dern ücretli emekçiler sınıfının kastedildiğini yazdı. Buradaki tanım, net olarak
hiçbir üretim aracına sahip olmayan ücretli emekçilerin tümünü işçi sınıfı kap-
samı içinde görmektedir.
Ücretleri gelirden ya da değişen sermayeden ödenen emekçiler işçi sınıfının
farklı bileşenleridir
Ücretin gelirden ödenmesi veya sermayeden ödenmesi iş gücünü satan kişinin
işçi olma durumunu değiştirmemektedir. Ev temizliği yapan kadın hizmetçide
iş gücünü satmaktadır ve işçidir. Hizmetçi kadının ücreti sermayeden değil, ge-
lirden ödenmektedir ve hizmetçi artı-değer üretmemektedir. Dolayısıyla işgü-
cünün değeri olan ücret karşılığı çalışan, üretken emek sahibi olmayan ve ücreti
gelirden ödenen işçidir.
Marx, “Nihayet modern sanayinin olağanüstü üretkenliği, diğer bütün üretim
alanlarında işgücünün daha geniş ve yoğun bir şekilde sömürülmesiyle el ele vere-
rek, işçi sınıfının büyük bir kesimimin üretken olmayan bir biçimde çalıştırılması-
na ve böylece eskiden ev işlerini yapan kölelerin şimdi de, erkek ve kadın hizmetçi,
uşak. vb. gibi adlar altında bir hizmetkarlar sınıfı olarak tekrar ortaya çıkmasına
izin vermiş olur”3 ifadeleriyle ücreti sermayeden değil gelirden ödenen hizmetkar-
ların işçi sınıfının üretken olmayan kesimi içinde olduğunu belirtmektedir. Bu;
üretken- olmayan ve hizmeti doğrudan gelirden ödenen işçiler, çoğunlukla
kişisel hizmetleri görecekler ve yalnızca pek azı -aşçı, dikişçi, gündelikçi
terzi gibi- maddi kullanım değeri üreteceklerdir. Onların meta üretmeyişi
işin doğası gereğidir. Bundan ötürüdür ki, kapitalist üretim tarzı geliştikten
sonra, üretken- olmayan bu işçilerin yalnızca pek önemsiz bir kısmı maddi
üretimde doğrudan rol sahibi olabilir. (...) Üretken emekçinin emek- gücü,
emekçinin kendisi için bir metadır. Üretken olmayan emekçininki de öyle.
Ne var ki, üretken emekçi, onun emek- gücünü satın alan için meta üretir.
Üretken- olmayan emekçi ise, onun için meta değil, yalnızca bir kullanım-
değeri, hayali ya da gerçek bir kullanım- değeri üretir.4
Dolayısıyla, ücreti gelirden ödenende, sermayeden ödenende işçidir ve her ikisi-
nin de işgücü metadır.
Üretken emek/üretken olmayan emek, maddi meta üreten/hizmet üreten,
kafa/kol emeği ayrımları işçi sınıfının kendi içindeki farklılıkları/farklı bile-
şenleri ifade eder
Üretken emek tartışması esas olarak sermaye birikimi tahlilinin konusudur. Bu
nedenle burada üretken emek- üretken olmayan emek ayrımına bu yönüyle değil
sadece sınıf tanımlaması ile ilişkisi yönüyle değineceğiz. Marx’ın belirttiği üzere;
81
Yaşayan Marksizm
82
Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri
II
Kapitalist üretim, emek süreçleri ve iş örgütleme biçimleri
Kapitalist üretim tarzı tarihi içindeki temel kapitalist üterim organizasyonu ve
emek süreçlerini işçi sınıfının yapısına etkilerini göstermekle sınırlı olarak ana-
cağım. Emek sürecinin üç temel öğesi vardır: “1. İnsanın kişisel etkinliği, yani
işin kendisi; 2. İşin konusu ve 3. İşin araçları”12. Üretimin nesnel koşullarını be-
lirleyen ikinci ve üçüncü ögelerdir. Birinci öge ise, üretimin öznel koşulunu be-
lirlemektedir.
Emek süreci öncelikle insanla doğa arasında bir ilişkidir. İnsanlar yaşamak için,
kendileri için gerekli kullanım değerlerini üretmek zorundadırlar. Üretim süre-
cini doğayla ilişki içinde yürütürler. İnsan üretim sürecini önceden planlar ve
yönetir. İnsanlar üretim süreci içinde bir kullanım değeri yaratmakla kalmaz.
Bu süreçte bir yandan doğayı da değiştirirken, kendi yeteneklerini ,kişiliğini ve
bilincini de dönüştürerek gelişir. Üretim sürecinin tasarlanan bir süreç olması
ve belirtilen üç ögenin birliği ile gerçekleştirilmesi üretim güçlerinin gelişmiş-
lik düzeyine göre belirlenen bir ilişki olmasını doğurmaktadır. Bunun içindir ki,
kapitalist emek süreçlerinde meydana gelen değişimi sadece üretim araçlarının
teknik gelişim düzeyi ile açıklayamayız. Teknolojik gelişimi emeğin üç ögesini
göz önünde tutarak değerlendirmeliyiz. Yani üretici insanın bilgi ve yetenekle-
83
Yaşayan Marksizm
84
Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri
85
Yaşayan Marksizm
Taylorizm’de parçalara bölünmüş işler sıraya dizilerek işçilerin iş alma vb. ne-
denlerle hareket ederek verimliliklerinin azalması önlenmektedir. İşçiler yerine
işin nesnesinin hareket ettiği montaj hattı/ bant sistemi oluşturulmaktadır.
Fordist üretimin çıkışı kitle üretimini gerektiren pazar genişlemesinin olduğu
yıllara denk gelmektedir. Esnekliğin olmadığı Fordist üretimde seri hareket, iş-
bölümü ve süreklilik temeldir. Büyük miktarda üretimle kârlılık oluşmaktadır.
Aksi durumda üretim araçlarının maliyeti yüksek olmakta ve kârlılık düşmek-
tedir. Fordizmde üretim kitlesel ve standart özelliklerde yapılmakta kalite ve
ürün çeşitliliği maliyetleri yükseltmektedir. Fordizm’de rekabet tamamen düşük
maliyetlere dayanmaktadır. Fordist üretim özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası
vasıflı işçi gerektirmemesi ve emek tasarrufu sağlaması nedeniyle yaygın olarak
uygulanmıştır.
Üretim örgütlenme biçimlerine ve emek süreçlerine sadece artı- değer oranı/
emek sömürü düzeyini artırma kısıtıyla bakmamak gerekiyor. Gerek Taylorist,
gerek Fordist gerekse bugünkü post- Fordist denilen esnek emek süreçlerinde
artı- değeri artırmak kapitalist için hep önemlidir. İşçi sınıfı mücadelesi açısın-
dan emek süreçlerinin değerlendirilmesi artı- değer sömürüsü yanında, özgürleş-
me mücadelesi ve işe yabancılaşma yönleriyle de yapılmak durumundadır. Emek
süreçlerinin örgütlenişine müdahale sadece artı- değer sömürüsünü kısıtlamak
ve ücret mücadelesi olarak ele alınmamalıdır. İşçi sınıfının özgürleşme mücade-
lesinin bu günden başlanacak bir dönüşümü gerektirdiğini de gören bir yerden
mücadele alanı genişletilmelidir. Şimdi, analiz üzerinden uygun mücadele biçim,
örgüt ve yöntemlerinin geliştirileceği günümüzün esnek üretim süreçlerinin in-
celenmesine geçebiliriz.
Post-Fordist esnek emek süreçlerine geçiş
1970’li yıllara gelindiğinde Fordist üretim örgütlenmesinin değişen koşullara
ayak uyduramadığı görülmektedir. Yaşanan ekonomik kriz ve dünya paza-
rındaki belirsizlikler yeni üretim tekniklerini gerekli kıldı. Sermaye ihracının
yoğunlaşması, üretimin ucuz iş gücüne yönelerek coğrafya değiştirmelerinin
artması ve üretimin pazara göre parçalanarak yapılması gereklilikleri öne çıkar
oldu. Üretimin uluslararasılaşmasının yoğunlaşması ile birlikte dünya paza-
rındaki oynaklıkları görmeden üretim yapmak büyük belirsizlikler içermeye
başladı. Fordist üretim sisteminin kitle üretimine dayanması ve katı yapısı de-
ğişen dünya pazarının gerektirdiği esnekliğe uygun değildi. Pazarın esneklile-
rine göre standart dışı küçük parçalar halinde kalite farklılıkları olan üretim
gerekir oldu. Bu nedenle kapitalizm içinde bulunduğu krizi yeni iş örgütlenme
biçimlerini yaşama geçirip, Fordizm’i daha esnek kılacak biçimde emek sü-
reçlerinde değişime giderek aşmaya yöneldi. Böylece son otuz yıldır kapitalist
üretim süreçlerine damgasını vuran esnek üretim biçimleri geliştirilerek uygu-
lanmaktadır. Her gün post- Fordist denilen esnek üretim biçimlerine bir yenisi
eklenmektedir
86
Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri
Post-Fordist/esnek üretim
Fordizm’den esnek üretim biçimlerine geçiş dünya ölçeğinde bir anda olan bir
dönüşüm olmamıştır. Farklı coğrafyalarda kapitalizmin eşitsiz gelişiminin gereği
farklılıklar süre gelmektedir. Hala bugün Fordist ilkelerin uygulandığı üretim
birimleri vardır. Bu farklılıklar karşın esnek üretim biçimlerinin ortaya çıkışı ve
giderek yaygınlaşması 1960’ların sonu ve 70’lerin başlarında İtalya’da yaşanan
güçlü bir işçi sınıfı mücadelesi döneminde başlamıştır. Gelişen işçi sınıfı mü-
cadelesine İtalyan sermayesinin cevabı adem-i merkeziyetçi bir üretimi uygu-
lamaya koymak ve üretimin farklı aşamalarını taşeronlara devretmek olmuştur.
Böylece bir yandan fason üretimle maliyetler düşürülürken, diğer yandan da işçi
sınıfının örgütlü gücü ile doğrudan çatışmaya girmekten kurtulunmuştur. İşçi
sınıfının güçleri bölünmüş ve işçi sınıfının karşısında yek vücut somut bir kapi-
talist sınıfı görmesi zorlaşmıştır. Sermaye; süreci hızlandırmak için işçilere mali
destek yaparak bağımlı fason atölyelerin açılmasını yaygınlaştırmıştır.
Esnek üretim süreçlerinin yaygınlaştığı 1970’lerden itibaren dünya kapitalizmi-
nin yeniden yapılanmasında küçük ölçekli firmaların rolü artmıştır. Ancak bu
durum büyük şirketlerin egemenliklerinin aşındığını göstermemektedir. Bunun
içindir ki, firmaların ölçek küçültmesi ve taşeronlaşmadan başka, büyük firmala-
rın esneklik kazanma konusunda neler yaptıkları, emek sürecinde ne gibi farklı
uygulamaları devreye soktukları üzerinde durulmalıdır.
Esnekleşme süreci emek piyasasında ikili bir yapının ortaya çıkmasına neden
olmaktadır. Büyük merkezdeki şirketler kendi çevrelerinde oluşturdukları esnek,
parçalı bir emek piyasası ile dünya pazarında sürekli değişen arz- talep ilişkisine
uygun esneklik oluşturmaktadırlar. İkinci yapı olarak küçük şirketler yaygınlaş-
maktadır. Küçük üretim birimleri olan şirketlerin yanı sıra evde genellikle parça
başı ücretle çalışan tekil işçiler yaygınlaşmaktadır. Üretim süreçlerinin esnek-
leştirilmesinin temel biçimlerini ve işçi sınıfı için ne anlam geldiğini şu şekilde
özetlemek mümkündür:
1- Sayısal esneklik
Şirketlerin kullanacakları işgücü miktarını ve niteliğini belirleyebilme serbestli-
ğinin oluşturulmasıdır. Bu, şirketlerin işçi alma ve çıkarmadaki serbestliklerini
engelleyen yasal düzenlemelerin azaltılması veya tümüyle kaldırılmasını gerekti-
rir. Kısacası, sermayeye tek yanlı işten atma hakkının tanınmasıdır.
İşçi sınıfı için anlamı; iş güvencesinin ve sosyal güvencenin olmadığı, örgütsüz-
lüğün geliştiği ve sınıf içi rekabetin arttığı bir durumun genelleşmesidir. İşçilerin
sıklıkla iş değiştirmek zorunluluğunun ve işçi sınıfının işsiz kitlesinin artmasıdır.
2- Zamana göre esneklik
Günlük ve haftalık çalışma sürelerinin esnekleştirilmesi ve kayganlaştırılmasıdır.
Örneğin, ülkemizdeki 4857 sayılı iş yasasındaki telafi edici çalışma, yoğunlaştırıl-
mış iş haftası, vardiyalı çalışma günlük iş sürelerinin kayganlaştırılarak zamana
87
Yaşayan Marksizm
88
Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri
kesen farklı gruplaşmaların artarak daha belirgin hale gelmesine yol açmakta-
dır. Bu durum her bileşenin kendi içinde de heterojenleşmenin artmasına doğru
bir değişimi beraberinde getirmektedir. Örneğin üretken emek harcayan maddi
meta üretiminde kol emeğiyle çalışan işçiler işçi sınıfı içinde bir bileşeni oluş-
tururlar. İşte bu ve bunun gibi sınıf bileşenlerinin iç yapılanması ( yaş, cinsiyet,
kültürel değerler, ulusal köken, sosyal güvence vb. yönleriyle) altüst olmakta ve
değişimlere uğramaktadır. İşçi sınıfının farklı bileşenlerinin içindeki değişimler
ve farklılaşmaların sonucu genel olarak işçi sınıfı bileşiminde de bu anlamıyla de-
ğişimler yaratan işçi kategorilerinin belirginleşmesiyle yüz yüzeyiz. Belirginleş-
me diyorum çünkü; bu farklılıklar kapitalizmin her döneminde dönemin özgün-
lükleri çerçevesinde vardı. Bu kategorileri şu şekilde sıralamak mümkündür.
1. Sosyal güvenliği, iş güvencesi ve ücretleri görece yüksek tam gün çalışan işçiler.
Bu işçiler esas olarak merkez şirketlerde çalışmakta ve vasıflı işçiler grubuna gir-
mektedirler
2. Yine genellikle merkez firmalarda ve tam gün çalışmalarına karşın, daha düşük
vasıfta olan standart işlerde çalışan işçiler. Bu işçiler yaptıkları işler nedeniyle
kolayca atılabilmekte ve yerlerine yenileri alınabilmektedir.
3. Esas olarak taşeron ya da küçük firmalarda çalışan kısmi süreli, geçici ve belirli
süreli iş sözleşmeleriyle yada tümüyle kayıt dışı çalıştırılan işçiler.
4. Merkez, taşeron ya da “bağımsız” küçük firmalara iş yapan tümüyle kayıt dışı
evde çalışan işçiler. Bunlar, yarı- zamanlı, geçici, sabit süreli sözleşme kapsamın-
da, esnek uzmanlık modelinde çevre ya da taşeron firmalarda, veya evde parça
başı iş üzerinden çalışan, iş güvencesinin düşük olduğu ya da hiç olmadığı, dola-
yısıyla sayısal esnekliğin en yoğun olduğu işçi grubudurlar.
5. İş güvencesinin kalmadığı, yarı zamanlı çalıştırma, evde çalışma, taşeronlaşmay-
la çocuk işçi çalıştırmanın yaygınlaşması vb. esnek çalıştırmanın sonuçları, işsiz
işçileri kapitalizmin temel yasalarının gereği olarak yedek sanayi ordusu olmanın
ötesinde artan bir işçi kesimi haline getirmiştir. İşsiz işçiler sınıf mücadelesinin
önemli bir bileşeni olmuşlardır.
Esnekleşme sonucu işçi sınıfı bileşenlerinin farklılıklarına aynı bileşen içinde yer
almasına karşın esnek çalışma biçimleriyle ciddi farklılaşmalar yaşayan işçi grup-
ları gerçeği işçi sınıfı mücadelesini zorlaştırmaktadır. Buna karşın, sermayenin
işini ise kolaylaştırmaktadır.
III
Emek süreçlerindeki değişimin işçi sınıfı yapısına etkileri
Kapsam ve bileşim
İşçi sınıfındaki değişimi anlamak için öncelikle işçi sınıfının kapsamı ve bileşimi
kavramlaştırmalarını açmak gerekiyor. Bu işçi sınıfının kapsam ve bileşim olarak
çok ciddi değişimler geçirdiği/ geçirmekte olduğu belirlemesini sorgulayabilmek
89
Yaşayan Marksizm
90
Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri
91
Yaşayan Marksizm
Bir toplumda; üretim tarzının (üretim ilişkileri ile üretim güçlerinin gelişimi ve
mücadelesinin) iç dinamikleriyle gelişimi tipik olana ne kadar yakınsa sınıf mü-
cadelelerinin deneyim ve yoğunluğu da o denli gelişkin olur. Sınıf mücadelesi
geleneğinin ekonomik alt yapının özellikleriyle böylesine bir ilişkisi vardır. Tabi
ki burada iradi faktörü ve bilinç unsurunu göz ardı ederek bu durumu mekanik-
leştirmemek gerekir.
Dünyada ve ülkemizde işçi sınıfının bileşimi, siyasal eğilimleri, örgütlenme ko-
şulları, bilinç ve mücadele durumu vb. yönleriyle irdelenmesi; sınıf mücadelesini
özgür gelecekle taçlandırmak için gerekli. Bunu yapabilmek için öncelikle işçi
sınıfının durumunu tespit etmek gereklidir. Sınıf mücadelesinin ve örgütlenme
dinamiklerinin ortaya konulabilmesini sağlayacak ön tespitlerden biri de tekno-
lojik gelişmeler ve buna bağlı olarak iş ve emek örgütlenme süreçlerindeki deği-
şimlerin işçi sınıfına etkileridir.
Teknolojik gelişmelerin devasa boyutlara ulaşması, işçi sınıfının varlığı ve öncü
rolü üzerine tartışmalarında yoğunlaşmasının zemini oluşturmuştur. İşçi sınıfı-
nın yok oluşa doğru gittiği, çalışanlar kavramıyla ifadelendirilen ara sınıfların ge-
liştiği, işçi sınıfının devrimci öncülüğünün kalmadığı türünden burjuva savunu-
lar; Marksizm ekseninden gelen birçok kişi ve örgütlenme için de referans kabul
edilir hale gelmiştir. Tarihsel materyalizm soyutlaması içerisinde kapitalizmin
gelişimi, komünist topluma geçişin zemini olarak görülür. Bu durum bilimin
dolayısıyla teknolojinin kapitalizmin çıkarları doğrultusunda kullanılmasını ve
işçi sınıfı üzerindeki sömürüyü katmerleştirmenin araçlarına dönüştürülmesini
göz ardı etmemizi gerektirmez. Bu nedenle teknolojik gelişmelerin etkilerini işçi
sınıfının yapısı, öncü rolü ve sınıf mücadelesinin dinamikleri açısından irdele-
mek kaçınılmaz olarak önümüzde durmaktadır.
Teknolojik gelişim, emek süreçlerinin esnekleşmesi ve işçi sınıfı
“Burjuvazi, üretim araçlarını, dolayısıyla üretim ilişkilerini ve onlarla birlikte
bütün toplum ilişkilerini sürekli değişikliğe uğratmaksızın var olamaz”13. Burju-
vazinin sermaye birikiminin sürekliliğini sağlamak için zorunlu gördüğü sürekli
değişimin bir boyutu da teknolojik değişimdir. Teknolojik değişimler iş ve emek
süreçlerinin örgütlenmesindeki değişimlere imkan tanımaktadır.
Sermayenin temel hedefi kâr oranlarını artırmak, hiç olmazsa korumak merkez-
lidir. Bunu için üzerinde oynayabileceği değişkenler;
• Teknolojik gelişim ve yenilenme üzerine yoğunlaşmak,
• Sürekli yeni ve ucuz hammadde kaynaklarına sahip olma mücadelesi vermek,
• Kapitalist üretime hep daha fazla talep yaratmak için, yeni pazarlar aramak. Bu
durum karşısında emperyalist- kapitalist sistemin doğası gereği siyasi, ekonomik
ve askeri işgallere ve pazar paylaşım savaşlarına hız kazandırmak,
92
Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri
93
Yaşayan Marksizm
94
Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri
artı değerden pay alma olarak nasıl bütünleşmişler ve işçi olmaktan çıkmışlarsa;
bahsedilen bu sektörlerdeki işçi aristokrasisinin de bir kısmı işçi olmaktan çıka-
rak sınıf atlamaktadırlar. Bunlar sadece iş güçlerinin karşılığını değil emeklerinin
karşılığın ve artı- değerden çeşitli biçimlerde paylarını almaktadırlar. Meşhur
CEO’lar bunların en tipik örneklerini oluşturmaktadırlar.
c- İşçi sınıfının heterojenleşmesinin ve iç rekabetinin artması
Marx işçi sınıfının kendi arasındaki rekabetin, iş bölümü ve -bu gün için bunu
teknolojik yenilenme olarak da anabileceğimiz- makineleşme ile ilişkisini “üret-
ken sermaye ne denli büyürse, işbölümü ve makine kullanımı da o denli genişler.
İşbölümü ve makine kullanımı ne denli genişlerse işçiler arasındaki rekabet de o
denli genişler ve ücretleri de o denli kısılır”16 ifadeleriyle özetlemektedir.
Teknolojik gelişmeyi küreselleşme denilen sermayenin uluslararasılaşması ve sö-
mürüyü katmerleştirme, kâr marjlarını yükseltme yöntemleri olarak dayatılan es-
nek çalışma biçimleriyle birlikte düşünmek zorundayız. Bu durum, iş güvencele-
rinin kaldırılması, yarı zamanlı çalıştırma, ödünç işçi verme, sözleşmeli personel
istihdamı, performansa dayalı ücretlendirme vb. yöntemlerle birlikte işçi sınıfının
iç farklılıklarını artırmaktadır. İşçi sınıfı içinde sendikalı/ sendikasız, daimi işçi/
mevsimlik işçi, kadrolu/ sözleşmeli, çalışan/ işsiz gibi farklılaşmalar hızla artmak-
tadır. Yine yukarıdaki nedenlerle sınıf bileşenlerinin iç yapısı cinsiyet, yaş, ulusal
köken, kültürel şekillenme vb. yönleriyle hızlı bir altüst oluş ve değişim içindedir.
Sınıf içi bu farklılaşmalar kendi içinde rekabeti artırmaktadır. Kendiliğinden iş-
çiden kendi için işçi sınıfına sıçrayış bu iç rekabetin yerine sınıf dayanışmasının
geçmesi ve kapitalistlere karşı mücadelenin örülmesiyle mümkündür. İşçi sınıfı-
nın kendi için sınıf olması sermayeye karşı mücadele etmesiyle olur. Salt üretim
sürecindeki yeri itibariyle ekonomik ve sosyolojik bir tanım olarak işçi sınıfının
sınıf mücadelesi için anlamı bir hiçtir. İşçi sınıfı ancak diğer sınıflarla (burjuvaziy-
le) karşı karşıya geldiği andan itibaren kendisi için sınıf (gerçek anlamıyla sınıf) ol-
maya başlar. Kendi arasındaki rekabetin yerini dayanışma alır. Yukarıda belirtilen
olgular işçi sınıfının kendi için sınıf olmasının ön koşullarını zorlaştırmaktadır.
d- Teknolojik gelişme, istihdam, ücret ve işsizlik
Teknolojik gelişme sonucu işçi istihdamının artıp artmadığını sayısal olarak tar-
tışmak yanıltıcı olacaktır. Kapitalizmin ekonomik yasalarını göz ardı eden böy-
lesi bir tartışma son tahlilde burjuvaziye hizmet eden akademik bir tartışmadan
öteye gitmez. Öyleyse tartışmayı istihdam sayısından çıkarıp, artı- değer sömü-
rüsündeki değişime, ücretlerdeki değişime ve işçi sınıfının üretim sürecindeki
konumlanışına yönlendirmeliyiz.
Mikro (işletme- sektör) düzeyde teknolojik yenilenme işçi istihdamındaki azalışı
beraberinde getirir. Bu azalış Makro düzeyde teknoloji ve yukarıda belirtilen di-
ğer nedenler sonucu oluşan yeni iş kollarındaki istihdamla dengelenme yoluna
95
Yaşayan Marksizm
96
Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri
juvazi, köylülük, (köylülük tek bir sınıf olarak ele alınmamalıdır) emekçiler (iş
gücünü başkasına satmayan ve başkasının işgücünü satın almayan; basit üretim
araçlarına sahip ve bununla prekapitalist üretim yapan) vb. ara sınıflar kapita-
lizm geliştikçe nitel ve nicel olarak varlıklarını yitirmeye doğru yol alırlar.
Bu genel önermeye rağmen bugün ara sınıf tartışması alevlenmişse bunda baş-
ka saikler aramak gerekir. Öncelikle bu önermeyi mutlak bir yok oluşun ifadesi
olarak almamalıyız. Ara sınıflar nicelik ve nitelik değiştirse de her zaman var
olacaktır. İşsizlik kapitalizmin bilinçli bir tercihidir. Salt bu olgu bile emekçi sı-
nıfların ve küçük burjuva sınıfların var olma kaynağıdır. Yine arz talep ilişkisi ve
pazar yaratma, paylaşma olgusu artı- değerin bölüşüm sürecindeki taşıyıcısı ara
sınıfları, artı değerin taşıyıcısı sadece ara sınıflar olmamakla birlikte, kaçınılmaz
kılmaktadır.
Ancak tartışmanın alevlenmesindeki temel neden bunlar değildir. Teknolojik
gelişmeler sonucu hizmet sektörünün payının artığı, kafa emeği sahibi olanla-
rın görece arttığı ve bunların içerisinde hatırı sayılır kısmının yine görece iyi
refah seviyesinde olduklarından hareketle işçi olarak görülemeyecekleri; işçi sı-
nıfının yok oluşa doğru gittiği yanılsaması yatmaktadır. Devlette çalışan işçilerin
bile kendilerini işçi olarak kabul etmeyip, kamu emekçisi olarak adlandırmaları
yanılsamanın boyutlarının nerelere vardığını gösteren bir örnektir. Bir yönüyle
Weber’ci sınıf anlayışı burjuva ideolojik hegemonyanın da etkisiyle tekrar taraf-
tar bulmaktadır. Mesleğe göre “sınıflaşma” tanımları sahiplenilmektedir.
IV
“Elveda proletarya” çığırtkanlığına inat proletarya büyüyor
İşçi sınıfı hareketinin yenildiği dönemlerin tipik olgularından biri de, işçi sınıfı-
nın siyasal işlevini yitirdiği hatta yok oluş sürecine girdiği tespiti olagelmiştir. Bu
yaklaşım özellikle son yirmi yılda daha bir yaygınlaşmıştır. Bunu kapitalizmin
küreselleşmesi, demokratikleşmenin yaygınlaşması ve kapitalist büyümenin is-
tikrarı gibi yalanlarla beslenen, işçilerin gelir düzeyinin yükseldiğine ve yeni bir
orta sınıfın doğuşuna bağlıyorlar. İşçi sınıfının yenilgi koşullarında işçi sınıfın-
dan kopuk akademik alandaki Marksolog aydınlarca çıkış yolları aramak adına
yapılan çalışmaların ağırlığını bu savın kanıtlanması çabaları oluşturmaktadır.
Bu anlayış, işçi sınıfının maddi varlığı ile politik etkinliği/ varlığı arasındaki bağı
görememektedir. Politik etkinliğin çözülmesinden maddi varlığının da yok ol-
ması sonucuna varmaktadır. Bu klasik ekonomi politikçi yaklaşıma karşı, tarih-
sel materyalist ilkeler ve diyalektik yöntem ışığında konuya bakmak işçi sınıfının
yok olmak şöyle dursun gittikçe büyüdüğünü görmemizi sağlayacaktır.
“Kapitalist üretim tarzının sürekli eğilimi ve gelişme yasası, üretim araçları-
nı gitgide emekten ayırarak, dağınık üretim araçlarını büyük kitleler halinde
bir araya toplar ve böylece, emeği ücretli- emeğe, üretim araçlarını sermayeye
97
Yaşayan Marksizm
dönüştürür”18. Kapitalist üretim tarzının gereği olarak işçi sınıfı sürekli olarak
çoğalmaktadır. Farklılık üretimin mekansal değişimleri ve üretim örgütlenmele-
rindeki/emek süreçlerindeki değişim sonucu işçi sınıfının coğrafyaya göre kay-
malar göstermesi bileşenlerinin kendi içindeki değişimlerdir. Teknolojik gelişme-
ler sonucu mevcut sanayideki çalışan işçi sayısı azalırken, yeni sanayi kollarının
üretime dahil olmasıyla işçi ihtiyacı oluşmaktadır. Hiç şüphesiz bu denge tam
oluşmamakta ve işçi sınıfının işsiz işçiler kesimi sürekli büyümektedir. İşsizlik
kapitalist üretim tarzının doğal yedek sanayi ordusu sınırlarını aşmış bulunmak-
tadır. Dolayısıyla işsiz işçilerin sınıf bileşimi içindeki konumları giderek daha
fazla önem kazanmaktadır. Sermaye birikimi düzeni kapitalizm aynı zamanda
bunalım düzenidir; “her bunalım da sermayenin merkezileşmesini hızlandırır ve
proletaryaya katılmalar yaratır”19.
Kapitalizmin içinde bulunduğumuz bunalım sürecinde de yeni proleterleşme
dalgalarıyla işçi sınıfı büyümektedir. İşçi sınıfının varlığı ve büyüklüğü tartışma-
sı bu gerçeklerin üzerinden atlanarak yürütüldüğünde sonuç “elveda proletarya”
olmaktadır. Dolayısıyla “elveda proletarya” tespiti hizmet sektöründe çalışanları,
devlette çalışanları ve işsizleri işçi sınıfı dışında görmenin sonucudur.
İşçi sınıfının yok olduğu iddiasının bir diğer gerekçesi, işçilerin mal, mülk sa-
hibi olduklarıdır. Bu Weber’ci anlayış sınıfların üretim araçları karşısındaki
konumlarını göz ardı etmektedir İşçiler üretim araçları sahibi değildirler ve
üretim araçlarının sahibi olan kapitalistlere işgüçlerini satmak zorundadırlar.
İşçinin aldığı ücret ne kadar yüksek olursa olsun işçinin bu konumu değiş-
memektedir. İşçi sınıfının edindiği mülk ve zenginlik ancak geçim araçlarına
ulaşma düzeyini belirler. Üretim araçlarının karşısındaki durumunu değiştir-
mez. Üretim araçlarının mülkiyeti ile geçim araçlarının mülkiyeti dolayısıyla
işçinin kendi yaşamını sürdürmek üzere “zenginleşmesi”, mülk edinmesi ile
sermaye sahibi olunması arasında temel fark vardır. Ücretli emekçinin kendi
emeği aracılığı ile mülk edindiği şey, yalnızca salt kendi varlığını sürdürmeye
ve yeniden üretmeye yeter. Biz emek ürünlerinin bu kişisel mülk edinilmesini,
insan yaşamının devamı ve yeniden- üretimi için yapılan ve geriye başkalarının
emeğine komuta edecek hiçbir fazlalık bırakmayan bu mülk edinmeyi hiçbir
biçimde kaldırmak niyetinde değiliz. Tam tersine, zenginliğin tüm insanlığın
özgürce kullanımına sunulacak biçimde sürekli gelişiminden yanayız. İşçi sını-
fını yoksullukla özdeşleştiren bu anlayış, değer teorisini dolayısıyla sömürüyü
kavramaktan uzaktır.
Kendiliğinden sınıf/ kendisi için sınıf ya da tarihsel ve siyasal özne olarak işçi
sınıfı
İşçi sınıfının maddi, sosyal varlığında bir gerileme ve çözülme yok. Ancak politik
mücadele kapasitesini belirleyen kendi için sınıf olma boyutunda çözülme ve da-
ğılma var. İşçi sınıfının kendiliğinden sınıf olma hali maddi, toplumsal varlığını
98
Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri
ifade etmektedir. Kendi için sınıf olma hali ise, maddi, toplumsal özne olmanın
yanında politik özne olduğunu ifade eder. Maddi, sosyal varlık olarak işçi sınıfı
sermaye birikim süreci boyunca sürekli büyümektedir. Üretim araçlarıyla sınırlı-
da olsa mülkiyet ilişkisi içindeki halk kesimlerinin emeği kapitalist gelişim yasası
gereği gittikçe büyüyen oranda ücretli emeğe dönüşür. Bu dönüşüm işçi sınıfının
kendi için sınıf olmasının maddi koşullarını büyütür. Ama işçi sınıfı hala kendi
için sınıf değildir. Marx’ın vurguladığı üzere, kendiliğinden sınıftan kendi için
sınıf olmaya geçişin yolu sermayeye karşı savaşımdır:
“Ekonomik koşullar ülkenin halk yığınlarını ilkin işçi haline getirir. Ser-
mayenin dayanışması, bu yığın için ortak bir durum, ortak çıkarlar yarat-
mıştır. Bu yığın, böylece, daha şimdiden sermaye karşısında bir sınıftır,
ama henüz kendisi için değil. Ancak birkaç evresini belirtmiş bulundu-
ğumuz bu savaşım içinde, bu yığın birleşir, ve kendisini kendisi için bir
sınıf olarak oluşturur. Savunduğu çıkarlar, sınıf çıkarları olur. Ama sınıfın
sınıfa karşı savaşımı, politik bir savaşımdır.20
Kendiliğinden sınıf olarak işçi sınıfını dayanışma içinde ortak hareket eden bir
sınıf olarak göremeyiz. İşçi sınıfı toplumsal bir varlık olarak diğer sınıflarla çok
yönlü bir ilişki içinde sosyal ve tarihsel bir varlık olarak gelişir ve sermaye ile
karşı karşıya geldiği ölçüde politik özne haline gelir. “Tek tek bireyler, ancak
başka bir sınıfa karşı ortak savaşım yürütmek zorunda oldukça bir sınıf meyda-
na getirirler; bunun dışında rekabet içinde birbirlerine düşmandırlar”21. Ortak
düşmana karşı birlikte mücadeleye giriştikleri ölçüsünde aralarındaki rekabet
dayanışmaya kişisel çıkarlar ise sınıf çıkarına dönüşür. Bu çok yönlü somut ya-
şam pratiği sınıf bilincini ve politik özne olmayı besler: “Maddi üretimlerini ve
karşılıklı maddi ilişkilerini geliştiren insanlar, kendilerine özgü olan bu gerçek
ile birlikte hem düşüncelerini, hem de düşüncelerinin ürünlerini değiştirirler.
(...) Yaşamı belirleyen bilinç değil, tersine, bilinci belirleyen yaşamdır”22.
İşçi sınıfının sermayeye karşı mücadele içinde politik özne haline gelmesi, sınıf
bilinciyle donanımı ve örgütlülüğü kapitalizmi alt edecek güçtür. Bu güç olma-
dan kapitalizmin kendiliğinden tarihin çöplüğündeki yerini alacağını beklemek
boşuna olacaktır. Bunalımlar kendiliğinden kapitalizmin sonu olmayacaktır. El-
bette kriz sınıf mücadelesi açısından yeni olanaklar yaratır. Ama yeterli değildir.
Eğer toptan bir altüst oluşun bu maddi ögeleri, bir yandan mevcut üretici güçler,
ve öte yandan da, yalnızca o güne kadarki toplumun tekil koşullarına karşı de-
ğil, bu tekil koşulları yaratan o güne kadarki ‘yaşamın üretimi’nin kendisine, bu
“bütünselliğe karşı başkaldıran devrimci bir yığın yoksa, bu altüst oluş Fikri’nin
daha önce binlerce kez dile getirilmiş olması, pratik gelişme açısından, komü-
nizm tarihinin tanıtladığı gibi, hiçbir önem taşımaz”23. İşçi sınıfı uzlaşmaz emek
99
Yaşayan Marksizm
100
Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri
Sonuç yerine
• İşçi sınıfı ücretli emekçiler sınıfıdır. Bütün işçiler emekçidir ama bütün emek-
çiler işçi değildir. Sadece ücretli emekçiler işçidir. Marksizm’de tek bir işçi ta-
nımı vardır. O da bu tanımdır. Dar anlamıyla ve geniş anlamıyla işçi tanımları
Marx’da yoktur.
• Üretken emek sadece işçi sınıfı içindeki bir bileşeni ifade eder. Kaldı ki, sermaye
için üretken emekten söz edildiğinde Marx’ın kolektif işçi tanımından hareketle
toplumsal emek bileşenlerini anlamak gerekir. Bu anlamıyla toplumsal proletar-
yadan söz edilir. Aksi tanımlama, işçi sınıfını salt ekonomik ve türdeş bir katman
olarak alıp, bunun dışında daha geniş bir anlam yükleyerek çok katmanlı, kendi
içinde bölünmüş ayrı bir işçi sınıfı tanımı yapmak olur ki, bu gerçeği yansıtmaz.
Çünkü bu tanım örtük de olsa işçi sınıfının dar ve geniş anlamıyla iki tanımı
olduğundan hareket etmek anlamını taşımaktadır.
• Kapitalizmin sermaye birikimi yasası halkı işçileştirir. İşçileri halklaştırmaz. An-
cak halkın çeşitli kesimlerinin her geçen gün artan bir proleterleşme dalgasıyla
işçileşmesi, işçilerin gittikçe halkın daha büyük kısmını kapsamasını sağlar. El-
bette kapitalizmde hiçbir zaman halkın tümü proleterleşmeyecektir. Fakat bu
proleterleşme dalgasını ifade etmek için, halkın gittikçe büyüyen bir biçimde
proleterleşmesi anlamıyla proletaryanın halklaşmakta olduğu söylenebilir.
• Kapitalist üretim organizasyonlarının ve emek süreçlerinin değişimi işçi sınıfı
yapısında da değişimlere yol açar. Bu Kapitalizmin tarihi boyunca hep böyle ol-
muş ve olacaktır. Ancak, son otuz yıldır uygulanan esnek üretim biçimleri işçi
sınıfı yapısında çok daha yoğun değişimleri beraberinde getirmiştir. Değişimin
iki boyutu vardır. Birinci boyutu işçi sınıfı bileşenlerinin kendi içlerindeki hete-
rojenleşmenin hat safhaya gelmesidir. Her bileşen içindeki, yaş, cinsiyet, ulusal
köken, kültür farklılığı vb. yönleriyle heterojenleşmesi artmaktadır. İkinci boyu-
tu ise, işçi sınıfının üretim süreçlerindeki konumunun zaman ve mekan yönüyle
parçalanmasının had safhaya ulaşmış olmasıdır. Bu anlamıyla işçi sınıfının bi-
leşimi değişmektedir. Yoksa işçi sınıfına yeni bir bileşen (örneğin yarı üretken
emek gibi ) dahil olmamaktadır.
• Emek süreçlerindeki değişimin sınıfın yapısındaki ve işçi sınıfı ile burjuvazi ve
diğer sınıfların ilişkilerinde yarattığı değişimleri analiz etmeden işçi sınıfının si-
yasallaşmasının kanalları açılamaz. Bu analize başlanmıştır ama yeterli değildir.
Ne sendikalar, ne ara örgütler ne de siyasal örgütler bu değişime uygun bir ör-
gütlenme ve mücadele biçimlerini geliştirememektedirler.
• İşçi sınıfının yok olduğu tezi tümüyle boştur. Bunun boşluğu her geçen gün bir
kez daha kanıtlanmaktadır. Ancak büyüyen işçi sınıfının kendi için sınıf olması-
nın önündeki sorun alanları çözüm beklemeye devam etmektedir.
101
Öznenin Diyalektiği
Mehmet Ortakaya
Proletaryanın özneliği, hiç kuşkusuz, tarihsel bir sorundur, ancak bir o kadar da
güncel.
Öyledir; çünkü, Komünist Parti Manifestosu’nun (Manifesto) doğum haberini
verdiği, Ekim Devrimi’ninse olanca görkemiyle kanıtladığı bu öznelik, reel sos-
yalizmin tarihsel hezimetiyle birlikte, eski sözcüklerle söyleyecek olursak, tekem-
mül edemeden akamete uğramıştır. Ancak sorunu gündeme getiren tarihsel ko-
şullar, yani bir nesnellik olarak kapitalizm hiç de akim kalmamıştır. Tam tersine;
proletaryanın tarih sahnesinden bir özne olarak geri çekilmesi, sermayeyi kendi
tarihsel sınırlarına doğru ölümcül bir esrime içinde ve dizginsiz biçimde ilerle-
meye adeta mahkûm etmiştir.
Görünen o ki, mevcut konjonktürün aynı zamanda birer parçası da olan farklı
muhalefet biçimlerinin hiçbirisi, bu çılgın ve kötücül gidişi alaşağı etmek bir
yana, durdurabilecek durumda bile değildir. Gelip içerisine girdiğimiz ikinci
büyük bunalımsa, süreci, daha önce yaşanmış benzerlerinde olduğu gibi daha
da çetrefil ve tehlikeli aşamalara doğru sürüklemekten başka bir sonuç vere-
meyecektir.
Kısacası devrimci bir sınıf siyasetinin yeniden kuruluşuna duyulan ve “bütün
icatların anası olan ihtiyaç,”1 modern tarihin herhangi bir dönemindekinden
büsbütün farklı boyutlarıyla bir kez daha gündemdedir. Artık söz konusu olan
yalnızca daha insanca bir yaşama duyulan ihtiyaç değildir; buna ek olarak insa-
1 Thomas Hobbes, Leviathan, çev. Semih Lim, Yapı Kredi, İstanbul, 1994, s. 34.
103
Yaşayan Marksizm
nın maddi-fiziksel varlığını güvence altına alacak, geleceği olan yeni bir yaşam
biçiminin de kurulabilmesidir.
Eğer siyasal mücadeleyi, iktisadi-toplumsal olgu ve süreçlerin kendiliğinden açı-
ğa çıkardığı bir sonuç olarak değil, bilinçli ve iradi insani etkinliğin bir aşaması
olarak görüyorsak; eğer onun nesnellik karşısında kendine özgü bir özerkliğinin
ve öznel kökenlerinin de olduğunu kabul ediyorsak, sınıf siyasetinin kuruluşu-
na ve yükselişine ilişkin her adımımızda özne sorunuyla yüz yüzeyiz ve giderek
onun tam da içerisindeyiz demektir.
O halde, ister politik, ister tarihsel sıfatlarını taşısın, Marksist teoride özne kav-
ramın genel olarak nasıl konduğunu açıklamayı deneyerek başlamak yerinde
olacaktır. Çünkü her şeyden önce pratik bir sorun olan proletaryanın özneliği
konusu, ancak böyle bütünsel ve teorik bir bağlamın içerisine yerleştirilebildiği
ölçüde anlam ve netlik kazanacaktır.
***
İlk bakışta, sorun oldukça açık ve yalındır. Kutsal Aile’de şöyle yazar Engels:
Tarih hiçbir şey yapmaz, “engin zenginliğe sahip değildir” o, “savaşımlara
girişmez.” Tersine, bütün bunları yapan, bütün bunlara sahip olan ve bü-
tün bu savaşımlara girişen, insandır, gerçek ve yaşayan insan; hiç kuşku-
nuz olmasın, insanı kendi ereklerini gerçekleştirmek için kullanan —san-
ki kendi başına bir kişiymiş gibi— tarih değildir; tarih, kendi öz erekleri
ardından koşan insanın etkinliğinden başka bir şey değildir.2
Şu satırlar da Marx’ın Feuerbach Üzerine Tezler’inden (III. Tez):
İnsanlar koşulların ürünüdür ve yetiştirilirler ve bu nedenle, farklı insan-
lar farklı koşulların ve farklı yetiştirme tarzlarının ürünleridirler şeklinde-
ki materyalist öğreti, koşulları değiştirenlerin insanlar olduğunu ve bizzat
eğiticinin de eğitilmesi gerektiğini unutur.3
Erken dönem çalışmalarından alınmış bu ve benzeri pasajlara bakıldığında,
Marksizmin bir tür olarak insanı, kendi tarihinin öznesi olarak gördüğü, üzerin-
de uzun boylu tartışmayı gerektirmeyecek kadar açık gibidir.
Ancak, Marksizmi bir praksis teorisi olarak okumak isteyenlerin işi, hiç de ilk
bakışta gözüktüğü kadar kolay değil. Örneğin, şu satırları yazan da Marx’tır:
Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi
iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar… Maddi hayatın üretim
tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşul-
landırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine,
onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.4
2 K. Marx, F. Engels, Kutsal Aile, çev. Kenan Somer, Sol, Ankara, 1976, s. 129.
3 K. Marx, Feuerbach Üzerine Tezler, Felsefe Yazıları içinde, çev. Ahmet Fethi, Hil, İstanbul, 1985,
s. 104.
4 K. Marx,Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz, K.Marx ve F. Engels, Seçme Eserler, Cilt
104
Öznenin Diyalektiği
Eğer bilinç, önündeki verili nesnelliğin yansıtıcısı olmaktan öte bir şey değilse,
içeriği maddi üretim tarzından oluşan toplumsal varlık, yani nesnellik asıl belir-
leyense, o zaman öznenin ve öznelliğin tarihin akışı içindeki yeri nerede ve nasıl
gösterilecektir?
Tartışmayı gerektirmeyecek kadar açık dediğimiz alıntılarla sonuncusunu kıyas-
landığında, sorun kapsayıcı ve yalın bir biçimde şöyle de konabilir: Klasik metin-
lerde hem nesnelliğin, yani tarihin belirlenimi altındaki insandan, hem de koşul-
ları, yani nesnelliği ve tarihi değiştiren insandan söz ediliyorsa, teorinin bütünü
içinde, örneğin “genç Marx” ile “olgun Marx” arasında, bir gerilim mi vardır?
Yukarıdaki soruların ve sorun alanlarının üstesinden gelemeyen bir praksis sa-
vunusunun yeterince ikna edici olma şansı yoktur.
Yöntem üzerine birkaç söz
Bu aşamada, Marksizmin yöntemi ve epistemolojisi üzerine birkaç söz söyle-
mekte yarar var. Alman İdeolojisi’nden bir alıntıyla başlayalım:
Bizim hareket noktamızı oluşturan öncüller, keyfi öncüller değil, doğ-
malar değil, kendilerinden soyutlamanın ancak imgelemde yapılabildiği
gerçek öncüllerdir. Gerçek bireylerdir, onların etkinlikleridir, hem ha-
zır buldukları hem kendi etkinlikleriyle yarattıkları ve içinde yaşadıkları
maddi koşullardır. Bu öncüller, bu nedenle, saf ampirik bir şekilde ayırt
edilebilirler.5
Ancak Marksizm duyusal-empirik bilgiye verdiği bu büyük değerin yanında,
onun tarihselliğini de kabul etmeyi ihmal etmez; “bilginin ve toplumun geliş-
mesinin belli aşamalarının kendi çağlarına ve kendi koşullarına göre meşrulu-
ğunu kabul eder.”6 Marksizme göre bilgi, empiristlerin “tabula rasa”sına (boş
levhasına) değil, tarihin sayfalarına yazılır. Ancak bu bilgi, idealist felsefelerden
farklı olarak bu dünyadaki, “duyulur dünyadaki,” yani materyalizme göre biricik
gerçek olan dünyadaki somutluklarla doğrulanmalı, orada yaşanan deneyimlerle
edinilmeli ve yine karşılıkları da aynı yerde, aynı somutlukla ve deneyimin içeri-
sinde gösterilmelidir. Kısacası Marksizmde bilgi meşruluğunu soyut kavramının
gelip içine yerleştiği akılsal bir tutarlılıktan değil, somut nesnesinin pratik doğ-
rulanışından alır. O kadar ki, teorinin olması gerekene ilişkin son derece güçlü
vurguları bile, şimdi ve burada bulunanın içinde, öncülleriyle ve koşullarıyla bir-
likte gösterilmelidir.
O halde, “bilim insanının zihninin dış dünyadan alınan verilerle bir etkileşim
yoluyla uyarıldığını savunmak yerine, bilimi bütünüyle kavramın diyalektik
mantığı içinden ilerleme olarak”7 gören bir epistemolojik zeminden esinlenen
105
Yaşayan Marksizm
8 Age, s. 394.
9 Nilgün Toker Kılınç, “İnsanın Kurtuluş Hikâyesi Olarak Marx’ın Felsefesi”, Felsefe Yazıları içinde,
Hil, İstanbul, 2005, s. 9.
10 Metin Özbek, Dünden Bugüne İnsan, İmge, Ankara, 2000, s. 22.
106
Öznenin Diyalektiği
107
Yaşayan Marksizm
108
Öznenin Diyalektiği
17 K. Marx, Kapital, I. Cilt, çev. Alaattin Bilgi, Sol, Ankara, 1976, s. 194.
18 M. Özbek, Dünden Bugüne İnsan, age, s. 101.
19 Alan Wood ve Ted Grant, Aklın İsyanı, çev. Ömer Gemici ve Ufuk Demirsoy, Tarih Bilinci, İstan-
bul, 2001, s. 29.
20 F. Engels, Doğanın Diyalektiği, çev. Arif Gelen, Sol, Ankara, 2002, s. 186.
21 Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi, Remzi, İstanbul, 1995, s. 15-16.
109
Yaşayan Marksizm
Bir tanıma göre özne; “kendini ben- olmayanın, nesnenin karşısında bulan, kar-
şısına koyan; ya da karşısına konduğu, kendini karşısında bulduğu nesneye bil-
me ve eyleme ereği ile yönelen”dir.22
İnsan, doğanın ve onun bir parçası olan kendi doğasının verili durumunu emek
yoluyla yadsıyarak nesnellikten ayrılır, kendisini nesnelliğin karşısına koyar.
Ama emek aynı zamanda eyleme ve bilme ereğiyle nesnelliğe yönelme olduğuna
göre, insan yadsıyıcı edimiyle yeniden nesnelliğe yönelmiş olur
Öyleyse, türsel- antropolojik varoluşu içinde insan, öznedir ve onun yaptıkları-
nın toplamına biz “tarih” diyorsak, tarih, kendini yine kendi emeğiyle, etkinliğiy-
le yaratan insanın, yani praksisin tarihidir.
Buraya kadar anlatılanlardan çıkarılması gereken önemli sonuçlar var; birkaçına
işaret edelim:
Bunlardan ilki bilinçle ilgilidir. Marksizmde bilinç nesnelliği yalnızca yansıtmaz,
onun dönüştürülmesine yönelik insani etkinliğin kuruluşuna da katılır, onun bir
aşaması olarak belirir. Yukarıda gördüğümüz gibi, emek- bilinç ilişkisinde du-
rum böyledir. Ama Engels’in şu sözleri, bilincin emeğin de ötesinde, bir bütün
olarak tarihin kendisi için de bir kurucu koşul olduğuna vurgu yapar:
İnsan ile birlikte tarihe gireriz. Hayvanların da bir tarihi, kökenlerinin ve
bugünkü durumlarına kadar geçirdikleri evrimin tarihi vardır. Ama bu
tarihi onlar yapmazlar, ve bu tarihe, bilgileri ve iradeleri dışında katılırlar.
Buna karşılık insanlar, dar anlamda hayvandan uzaklaştıkları ölçüde, ken-
di tarihlerini, bizzat, bilinçle yaparlar.23
Bilincin Marksizmdeki belirleyici önemini anlamak için, yukarıda anlatılanla-
ra, işçi sınıfının farklı bilinç düzeylerine ve politik bilincin edinilme koşullarına
bakarak bir örgütlenme teorisi ortaya koyan Lenin’in yaklaşımı da eklenmelidir.
Diğer bir sonuç, buraya kadar anlatılanların, Marksist teorideki, üzerine çok ko-
nuşulan “altyapı-üstyapı” ayrımını bir kez daha pekiştirip doğruladığıdır. Konu
aslında farklı insani etkinlik biçimleri arasında maddi üretimin, yani emeğin özel
bir önceliğe ve belirleyiciliğe sahip olup olmadığıyla ilgilidir ve bu yönüyle özne-
insanın varoluş koşullarıyla doğrudan ilgilidir.
Colletti’nin naklettiğine göre, Schumpeter şöyle yazar:
Marxçı düşüncede, sosyoloji ve ekonominin birbirlerine nasıl nüfuz ettik-
lerini görmüş bulunuyoruz. Düşüncede ve bir dereceye kadar da gerçek
uygulamada onlar birdir. Bu yüzden tüm temel kavramlar ve önermeler,
eğer bakış açımızdan dolayı hala iki farklı düzlemden söz edebiliyorsak,
hem ekonomik, hem de sosyolojiktir ve her iki düzlemde de aynı anlamı
sürdürürler.24
22 www.felsefeforumu.com
23 F. Engels, Doğanın Diyalektiği, age, s. 45-46.
24 L. Colletti, From Rousseau to Lenin, Lowe & Brydone (Printers) Ltd, 1979, s. 13.
110
Öznenin Diyalektiği
Somut bir örnek vermek gerekirse, “modern emekçiyi, sözleşmenin tarafı olmakta
‘özgür’ kılan hukuksal-politik biçimler göz önünde tutulmadıkça sermaye kavra-
nılamaz olur.”25
İnsani etkinliğin bütünsel kavranışı adına, bu türden yaklaşımlarla Marksizmin
emeğe ve maddi üretime verdiği belirleyici öncelikten, dolayısıyla da altyapı- üst-
yapı ayrımından “kurtulmak” mümkün müdür?
Öncelikle şunu görmeli: Marksizmde insanın doğayla- eşyayla kurduğu her iliş-
ki, aynı zamanda diğer insanlarla da kurduğu bir ilişkiyle dolayımlanır. Önümde
duran gömleğin bir meta mı, yoksa kişisel giyim eşyam mı olduğu, onun üzerin-
den diğer insanlarla kurduğum ilişkinin belirlenimi altındadır. Eğer onu müba-
dele amacıyla birine sunarsam metadır; poşetinden çıkarıp sırtıma geçirirsem,
ki bu da ancak diğer insanların böyle yapmama ilişkin onamalarıyla olanaklıdır,
kişisel giyim eşyam olur.
Bir adada tek başına yaşadığı dönemde Rabinson Crusoe’nun mülkiyeti de yok-
tur; onun mülkiyeti ancak Cuma’yla karşılaştığı an başlayabilir.
Bu durumda, teorinin öznel etkenini açıkça belirtmediği pek çok nesnel yapı ve
kategoriye, aslında, özne- nesne- özne ilişkisi içkindir ve onların insan yaşamı
üzerindeki belirleyici, koşullandırıcı etkileri bu içkinlikle ilişkilidir. “Ekonomik
kavram ve önermelerin aynı zamanda sosyolojik olmaları”, bu anlamda anlaşılır
bir durumdur. Ancak, buradan kalkarak emeğin diğer insani pratiklere önceli-
ğini ya da maddi üretim tarzının, yani altyapının belirleyiciliğini çürütmeye kal-
kışmak yanlıştır.
Yanlıştır; çünkü maddi üretim yoluyla doğayı kendine mal etmek, Alman
İdeolojisi’ndeki demeyle, her gün ve her saat yerine getirilmesi gereken, tarihin
temel koşuludur; politikadan hukuka, felsefeden sanata ve dinden ahlaka vara-
na kadar tüm diğer insani etkinlik ve ilişki biçimlerinin önceleyicisidir. Mağa-
ra duvarlarında gördüğümüz hayranlık uyandıracak derecede güzel ve gerçekçi
resimleri, her halde açlıktan ölmek üzere olan atalarımız çizmiş olamaz. Bugün
bir üniversite, diyelim, “eleştirel teoride çalışma etkinliği modelinden iletişimsel
eyleme geçişi”26 konu alan akademik bir toplantı düzenlese neler olur? İlk iş bir
toplantı salonu ayarlamak olacaktır; dışarıdan geleceklerin yeme- içme ve ba-
rınma yerleri hazırlanmalıdır; keza ulaşım son derece önemlidir. Bu konularda
güven vermeyen bir organizasyona kimse itibar etmeyecektir. Kısacası “iletişim-
sel eylemsellik,” ancak üretilmiş maddi şeylerin uygun nicelik ve biçimde elde
bulundurulması ön koşuluyla gerçekleşebilecektir.
Altyapı- üstyapı ilişkisine tarihin belli bir kesitiyle sınırlı biçimde bakıldığında
görünen, yukarıdaki sermaye örneğinde olduğu gibi, bu ikisinin yeniden üre-
timlerinde birbirlerini dolayımlamak zorunda olduklarıdır. Aradaki ilişkiyi “ta-
25 Age, s. 18.
26 Şeyla Benhabib, Eleştiri, Norm ve Ütopya, age, s. 13.
111
Yaşayan Marksizm
27 F. Engels, “Joseph Bloch’a Mektup”, K. Marx ve F. Engels, Seçme Eserler, III. Cilt içinde, Sol,
Ankara, 1979, s. 591.
28 G. W. F. Hegel, Hukuk Felsefesinin Prensipleri, çev. Cenap Karakaya, Sosyal, İstanbul, 1991, s.
135.
29 Nilgün Toker, age, s. 14.
112
Öznenin Diyalektiği
113
Yaşayan Marksizm
Öyledir; çünkü emek gücünü elinde bulunduran, onu fiilen kullanan ve yeniden
üretilmesinden sorumlu olan, Sanayi Devrimi’yle birlikte, dünyanın hem doğası-
nı, hem de antropolojik doğasını geriye dönüşü olmayacak ölçülerde değiştiren,
en yeni, en belirleyici tüm maddi zenginliklerin gerçek yaratıcısı olan sınıf prole-
taryadır. Yukarıda gördüğümüz gibi, insani etkinliğin tüm biçimlerini önceleyen
ve insanı insan kılan emek olduğuna göre, teorinin daha işin başında proletarya-
yı “tarihin öznesi” ilan edip işin içinden çıkması beklenebilir.
Ancak, Marksist teori işe böyle başlamaz. Manifesto bizlere uzun uzadıya burju-
vazinin devrimci tarihsel eylemini, üstelik son derece görkemli bir biçimde anla-
tarak başlar. Şu satırları okuruz orada:
Burjuvazi tarihsel olarak en devrimci rolü oynamıştır. Burjuvazi üstünlü-
ğü ele geçirdiği her yerde bütün feodal, ataerkil ve kırsal ilişkilere son ver-
di. İnsanı “doğal üstlerr”ine bağlayan bütün bağları acımasızca kopardı ve
insanla insan arasında, çıplak öz-çıkardan, duygusuz “nakit ödeme”den
başka hiçbir bağ bırakmadı… Burjuvazi, sadece yüzyılı bulan egemenliği
sırasında, daha önceki bütün kuşakların birlikte yaratmış olduklarından
daha fazla kütlesel ve daha büyük üretken güçler yarattı.32
Kısacası, Manifesto’ya göre karşımızdaki, burjuvazinin “kendi imgesine göre
yarat”tığı “bir dünya”dır.33 Yani, Manifesto’nun, yazılışından önceki son yüzyıl-
lık tarih dilimi için burjuvaziyi tarihsel özne olarak kabul ettiği açıktır.
Gerçekte, Manifesto’nun sözleriyle, Mısır piramitlerini ve gotik katedralleri kat
be kat aşan şaheserleri, yani 1844 Elyazmaları’nın tabiriyle “katılaşan emek” de-
mek olan bu maddi nesneleri yaratan burjuvazi değil, proletaryadır. Ancak bun-
ların hepsi de bizzat Manifesto tarafından burjuvaziye mal edilir. Çünkü, “işçi
yaşamını nesneye katar; fakat artık yaşamı kendisine değil, nesneye aittir;”34 nes-
ne ise kesinlikle burjuvazinindir. O yüzden de, “işçi ne kadar çok nesne üretirse
o kadar az nesneye sahip olabilir ve o kadar çok kendi ürününün, sermayenin
egemenliği altına girer.” 35
Bu durumda, burjuvazinin özneliği, Marx’ın 1843’te kaleme aldığı “Hegel’in
Hukuk Felsefesinin Eleştirisi” adlı çalışmasında gösterdiğine benzer bir biçimde
gerçekleşmektedir. Marx, şöyle yazar orada: “Önemli olan şudur ki, Hegel her
yerde İdeayı özne ve “siyasal düşünüş” gibi gerçek anlamıyla özneyi, gerçek öz-
neyi de yüklem durumuna getiriyor. Ama gelişme her zaman yüklemden (yani
gerçek özneden M.O.) yana gerçekleşiyor.”36
Marx’ın ne dediği açıktır: Hegel özne-yüklem ilişkisini baş aşağı çevirerek kur-
maktadır; ancak gerçek yaşam öznelerin üzerinden ilerlemektedir.
32 K. Marx ve F. Engels, Komünist Parti Manifestosu, Siyasi Yazılar içinde, çev. Ahmet Fethi, Hil,
İstanbul, 2004, s. 25 ve 28.
33 Age, s. 27.
34 K. Marx,1844 İktisadi ve Felsefi Elyazmaları, Felsefe Yazıları içinde, age, s. 26.
35 Age.
36 K. Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, çev. Kenan Somer, Sol, Ankara, 1997, s. 20.
114
Öznenin Diyalektiği
115
Yaşayan Marksizm
116
Öznenin Diyalektiği
ğiyle değil, sermayenin nesnelliğiyle ilgili bir sorundur bu, ancak tüm bunalımla-
rın kaynağı olan sermayeye son noktayı koyacak olan, her halde onunla uyumlu
bir yabancılaşmayı yaşayan burjuvazi olmayacaktır:
Varlıklı sınıf ile proleter sınıf, aynı insanal yabancılaşmayı temsil eder-
ler. Ama birincisi kendini bu yabancılaşma içinde kendi yerinde duyar;
bu yabancılaşmada bir doğrulama bulur, kendinin bu yabancılaşmasında
kendi öz erkliğini görür ve onda insanal bir varoluş görünüşüne kavuşur;
ikincisi, kendini bu yabancılaşma içinde yıkıma uğramış duyar, bu yaban-
cılaşmada kendi erksizliğini ve insan dışı bir varoluş gerçekliğini görür.43
Burjuvazi verili nesnelliğin içerisine mıhlanıp kalmıştır; burjuva bireyler ola-
rak değil ama, bir toplumsal sınıf olarak gidebileceği bir yer yoktur. Bu sınıfın
nesnelliği, yani kapitalizmi yadsıması, kendi varoluşunu da yadsıması demektir.
Oysa onun buna ihtiyacı yoktur, Yapabildiği ve yapabileceği en fazla, itibar ve
rant sahibi şürekasının, yani muazzam bir bürokrat- teknokrat ordusunun da
yardımıyla, sermaye mantığını ve egemenliğini büsbütün pekiştirip yaygınlaş-
tırmaktan ibarettir. Bu yüzden o, kendi nesnelliğinin içerisine gömülüp yitmiş,
karşıtına dönüşmüş öznelliktir; yani proletaryanın yadsıyıcı tarihsel eyleminin
yalnızca bir nesnesidir.
Bu noktada Engels’in Doğanın Diyalektiği’nde yazdıklarını anımsamamız iyi
olur. Ona göre, insan tarihini kendisi yapar, ancak yapıp ettiklerinin istenmeyen
ve denetlenemeyen sonuçlarıyla birlikte. İnsanın insanlaşma süreci geliştikçe, bu
alandaki yetkinliği de gelişir; kendi tasavvur ve erekleriyle, elde ettiği pratik so-
nuçlar arasındaki uyum artar. Buna karşılık insanın kendi elleriyle yarattığı nes-
nelliğin içinde ve onun istenmeyen, baş edilemez görünen sonuçları nedeniyle
sıkışıp kalması tek kelimeyle insanca olmayan bir durumdur.
En gelişmiş sanayi ülkelerinde, doğa kuvvetlerini irademiz altına aldık ve
insanların hizmetine verdik; böylece üretimi sınırsız olarak artırdık, öyle
ki, bir çocuk, şimdi, eskiden yüz yetişkinin ürettiğinden fazla üretiyor. So-
nuç ne oldu? Daima artan aşırı-çalışma ve yığınların gitgide daha fazla
yoksulluğu ile her on yılda bir, büyük bir çöküntü. Darwin, serbest re-
kabetin, varolma savaşımının, iktisatçıların en yüce tarihsel başarı diye
kutladıkları savaşımın hayvanlar dünyasının normal durumu olduğunu
tanıtlarken, insanlar konusunda, özellikle kendi yurttaşları konusunda ne
kadar acıklı bir yergi yazdığını bilmiyordu.44
O yüzden, gençlik çalışmalarında doğrudan insana ve onun özneliğine yaptığı
vurguya karşın, Marx’ın ilerleyen yıllarda, örneğin bir Kapital’de, daha çok doğ-
rudan sermaye üzerinde, yani nesnellik üzerinde yoğunlaşmasında şaşılacak bir
yan yoktur.
117
Yaşayan Marksizm
45 Lenin, Ne Yapmalı, Seçme Eserler II. Cilt içinde, çev. İsmail Yarkın, İnter, İstanbul, 1993, s. 85.
46 Age, s. 85.
118
Öznenin Diyalektiği
119
Yaşayan Marksizm
120
Öznenin Diyalektiği
tına koymaktır; kendisi için sınıf durumuna gelmiş proletarya olarak toplumun
bütünü adına konuşmak ve insanlığın varoluşuna yepyeni boyutlar eklemektir.
Lenin’in ünlü “trade-unionizm”i yani sendikalizm-ekonomizm-sosyal refor-
mizm üçlüsü ise en fazla burjuva toplumunun “sol kolu” olabilir. Nasıl ki, eko-
nomik düzlemde en gelişmiş sosyal haklarla donatılmış olsa da, işçinin yarattığı
değer sonuçta sermayeye mal olursa, politik düzlemde yaratılanlar da sonuçta
adına “Batı demokrasisi” denen burjuva diktatörlüğünün hesabına yazılmaktan
kurtulamaz. Bu saptama, işçi sınıfı ve diğer ezilenler adına kazanımların küçüm-
senmesini gerektirmez. Tam tersine, sermayenin elinin ve dilinin uzandığı her
yerde gerçek birer mücadele zeminidir onlar. Anlatılmak istenen, politik ufku-
muzun yalnızca bu kazanımlarla sınırlandırılamayacağıdır; hele de onların ko-
runması adına ve uğruna sermaye egemenliğine rıza göstermenin hiç mümkün
olmadığıdır. “Trade-unionizm”in yaptığıysa tam olarak budur. Ve bu kapitaliz-
min sol kolu olma durumunun, yani toplumsal devrimdeki gecikmişliğin işçi
sınıfının ve insan soyunun uzun erimli tarihsel çıkarları bakımından ne kadar
pahalıya mal olduğu, burjuva dünyasının gelip içine girdiği şu aşamada çok daha
iyi görülebilmektedir.
Öznesini arayan tarih
Son yıllarda sıkça işittiğimiz bir kavram var: “Uygarlık krizi.” Dilerseniz buna,
tarihin akışının öznesiz kalması da diyebilirsiniz. Gelinen aşamada sermaye
egemenliği, yalnızca insanın türsel varoluşunun ta kendisi demek olan praksi-
si engellemekle kalmamakta, aynı zamanda onun biyolojik temelini oluşturan
doğayı da mahvetmektedir. Ancak, büyük tarihsel boşluğun proletarya tarafın-
dan doldurulamadığı da bir o kadar açıktır. Bu koşullar altında insanlık, çoğu
yerde tehlikeli bir sürüklenişin içindeymiş görüntüsünü vermektedir. Wood ve
Grant’a göre:
Felsefi idealizmin önyargısının aksine, insan bilinci genelde olağanüstü
tutucudur ve daima toplumun, teknolojinin ve üretici güçlerin gelişimi-
nin çok gerisinde kalma eğilimindedir.50
Kuşkusuz, burada kastedilen tarih bilincidir; yani yaratılmasına bilincin de etkin
olarak katıldığı bir nesnelliğin, bütünsel-tarihsel gerçekliğinin kavranışıdır.
Bilinç bu anlamda gerçekten de gecikmelidir. Antik site, üzerinde hala konuşma-
mızı olanaklı kılan en büyük filozoflarını ancak çöküşünün eşiğindeyken yetişti-
rebilir. Feodalizmin ne olduğu, yerini kapitalizme bıraktıktan sonra anlaşılmaya
başlanır. Tarihin çok daha hızlı aktığı bir dönemde bile, proletaryanın Ludizmi
aşıp, sistemli ve örgütlü mücadeleye doğru yönelmesi zaman alacaktır.
Ancak anılan yazarlar, aynı çalışmalarında Fransız Devrimi’yle birlikte doruğu-
na tırmanacak olan bir uyanış ve aydınlanma döneminin tasvirini de verirler.
121
Yaşayan Marksizm
Bilincin atağa kalktığı ve adeta gecikmesinin rövanşını alırcasına öne geçtiği bir
dönemdir bu. Bundan böyle, bilinç yalnızca maddi şeylerin üretilmesine katıl-
mayla ve yaşanmış bir tarihin anlatılmasıyla yetinmeyecek, geleceğin tarihinin
kuruluşunda da etkin rol oynama hakkını kendinde görecektir. Minerva’nın
baykuşu yalnızca akşamları uçabilir; ancak modern zamanların devrimci müca-
deleleri daha çok, gün doğmadan uyanıp kısmetini aramak için kanat çırpmaya
başlayan gündüz kuşlarına benzeyecektir.
Wood ve Grant’ın demesiyle, burjuvazinin iktidara gelir gelmez denize fırlattığı
gençlik dönemi çantasının içi işte bunlarla doludur ve belli ki süreç ilerledikçe
maksatları ciddi ölçülerde hasıl olmuştur. Günümüz dünyasında bilinç nesnelliği
yakalamada, her halde modern tarihin bilinen en büyük açıklarını vermektedir.
Ve bu durum proletaryanın sınıf mücadelesinin yeniden yükselişinin önündeki
en büyük engel olarak görünmektedir.
Ancak, bilinç her zaman için bir şeyin bilinci ve ideoloji de yaşamın bir anlatı-
mıysa, karşımızda nesnellikle de ilgili sorun alanlarının uzandığını kabul etme-
miz gerekir.
Eğer Ekim Devrimi proletaryanın hatırı sayılır bir bölümüne tarih sahnesine çı-
kıp orada kendi tarihlerini yazma cesaretini verdiyse, Berlin Duvarı’nın yıkılma-
sının, ya da aslında zamanında böyle bir duvarın örülmüş olmasının ve elbet Sov-
yetlerin çöküşünün tam tersi bir etki yaratmasından daha doğal bir şey olamaz.
Eğer zamanında devrimci burjuvazinin elindeki matbaa, Aydınlanmanın koşul-
larından biri idiyse, karşı devrimci burjuvazinin elindeki medyanın günümüz
modern “Ortaçağının” bir kurucusu olmasında şaşılacak bir yan yoktur. Eğer
Sanayi Devrimi’nin fabrikası, emeğin sert ve zorlu okulu olduysa, üretken ser-
mayenin uluslararasılaşmasıyla başlayan yeni emek rejiminin, işçilere gündelik
deneyimlerinden yola çıkarak sınıf bilinçlerini geliştirmede hatırı sayılır engeller
çıkarması anlaşılır bir durumdur. Eğer sınıf bilincinin önemli ölçüde gerilediği
ve alanı boş bıraktığı doğruysa, bu boşluğun toplumsal formasyonun çözümsüz
kalmış diğer sorun alanlarınca ve giderek geçmişin geçmişle hesaplaşmalarıyla
doldurulduğu da bir o kadar doğrudur.
Ne var ki, devrimci sınıf siyaseti kendi etkisizliğini ve başarısızlığını böylesi bir
nesnelliğe göndermede bulunarak haklılaştıramaz. İnsani etkinliğin özü bir yad-
sıyarak aşma edimiyse ve eğer bu süreç sayesinde, daha önce karşımıza yoksun-
luk ve güçsüzlük olarak dikilen nesnellik, şimdi bir fırsata ve büyük bir gücün
kaynağına dönüşebiliyorsa, bu etkinliği en yetkin düzeyde temsil etmek duru-
munda olan devrimci sınıf siyaseti de aynı yolu izleyecektir.
Ve nasıl ki, ilk insan kendisini doğadan emek eylemi dolayımıyla ayırıp aşama
aşama türsel- tarihsel özneliğini yarattıysa, işçi sınıfı da kendisini politik eylem do-
layımıyla verili nesnellikten, yani sermaye boyunduruğundan ve o nesnelliğin bir
devamı olan kendi güçsüzlüğünden öyle ayıracaktır. Yöntemli ve kolektif bir kafa-
nın, sabırla ve bedel ödeyerek adım adım öreceği mücadele süreci, şu an için pek
122
Öznenin Diyalektiği
karanlık ve umarsız görünen bir dünyanın, aslında bir yenisinin kurulması için
gereken her şeyi cömertçe bağrında sakladığını bizlere bir kez daha gösterecektir.
Tarihsel özne olarak proletarya, dışına itilmiş göründüğü tarih sahnesine yeni-
den dönmeye çalışırken, ki buna ilişkin ipuçları giderek çoğalmaktadır, eğer o
sahneden tekrar yuvarlanmak istemiyorsa, kendisini bir kez daha “evrensel bir
sınıf” olarak koymak zorundadır. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Prensipleri’nde ta-
lihsiz biçimde Prusya bürokrasisi için kullandığı bu sıfat gerçek içeriğini ancak
devrimci proletaryanın ellerinde kazanabilir.
Manifesto’dan beri biliyoruz; tarihsel özne olmak tüm toplum ve giderek insanlık
adına konuşabilmektir. Bunun günümüz dünyasındaki anlamı; devrimci prole-
tarya siyasetinin, kapitalist sömürünün yanında, hepsi de insani yabancılaşmanın
ve mutsuzluğun kaynakları olan ulusal, cinsel ve diğer baskı ve eşitsizlik biçimle-
rini de ortadan kaldırmayı kendi asli tarihsel görevi olarak görüp içine sindirebil-
mesidir. Bunun anlamı; iyice çığırından çıkmış olan yoksulluğu ve yoksunluğu,
insan soyunun gerçek ihtiyaçları üzerinden çözecek bir maddi üretim düzeyinin,
doğayı mahvetmeden nasıl tutturulabileceğinin daha şimdiden gösterilebilme-
sidir. Bunun anlamı; insani etkinliğin bütün biçimleriyle korkudan arındırılıp
adım adım özgürleştirilmesinin yöntem ve araçlarının bulunabilmesidir.
Ve bu işlerin üstesinden, sonuna kadar profesyonel ve sonuna kadar örgütlü bir
düşmanın karşısında; ama çok daha önemlisi, kendi celladına aşık olma salgın
hastalığına yakalanmış, manevi düşkünlük içindeki kalabalıkların orta yerinde
gelinecektir!
Bu koşullar altında amatörlüğün mazur görülecek bir yanı yoktur. Kendi içeri-
sinde alabildiğine heterojenleşmiş, çalışanı kadar işsizi de olan, geleneksel yaşam
alanlarından hızla sürülüp toplumun her köşe bucağına dağılan, kısacası “halk-
laşan” bir proletaryanın içerisinde iş görülecekse, daha da önemlisi yukarıda an-
dığımız farklı baskı ve eşitsizlik biçimlerine karşı da etkili bir mücadele yürütü-
lecekse, çokluk içinde birlik ve değişim içinde süreklilik mutlaka sağlanmalıdır.
Bunun anlamı, Lenin’i ve özellikle de onun Ne Yapmalı’sını tekrar tekrar oku-
mak ve eğer becerebiliyorsak, güncelleştirerek yeniden yazmaktır.
***
Lenin, Ne Yapmalı’da, düş kurma yeteneğinin yaratıcı gücü üzerine pek önemli
bir alıntıyı aktarır:
Ayrılık vardır, ayrılık vardır — diye yazıyor Pissarev, düş ile gerçeklik
arasındaki ayrılık üzerine.— Düşlerim olayların doğal akışını geçebilir, ya
da olayların doğal akışının hiçbir zaman giremeyeceği bambaşka yollara
sapabilir. Birinci durumda, düş görmek zararlı değildir; hatta çalışan insa-
nın enerjisini geliştirip güçlendirebilir... Bu tür düşlerde çalışma gücünü
bozan ya da ortadan kaldıran hiçbir şey yoktur. Tam tersine. Eğer insan
bu tarzda düş görme yeteneğinden tamamen yoksun olsaydı, ellerinde
123
Yaşayan Marksizm
124
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım
“Kültürleşme”
Ali İleri
Gleb, Fabrikanın neden çalışmadığını nasıl bu hale geldiğini sorar. Fabrika ko-
mitesinden Loçak yanıtlar:
İşte, Çumalov yoldaş! Önce gör sonra söyle söyleyeceğini. Fabrikayı kendi
kontrolümüze aldık, doğrudur. Ama ne duruma geldiğini de biliyorsun.
Patronları kovduk. Heriflerle birlikte her şey gitti. Bizimkiler dersen kimi
kazan kapağını yürütüyor, kimi de bakırları… Fabrikaya sahip çıktık, ba-
şımıza gelmeyen kalmadı.2
Ekim Devrimi sonrası yaşanan üç yıllık iç savaştan dönen Gleb, Gladkov’un
1925’te yazdığı ve yaşanılan dönemi sıcağı sıcağına anlattığı Fabrika romanının
kahramanıdır. Gleb’in Devrim öncesinde çalıştığı fabrika artık çalışmıyordur.
Çünkü işçiler patronsuz ve müdürsüz kalan işletmeyi onlarsız çalıştıramıyor; na-
sıl çalıştıracaklarını da bilemiyorlardı.
125
Yaşayan Marksizm
İktidarı ele geçirmişler, ama sonrasına dair daha önce üzerine hiç konuşmadık-
ları, Lenin’in “Sovyet devlet mekanizmasını kurduğumuzda somut olarak karşı-
laştığımız zorluk”3 dediği o sorunla karşılaşmışlardı. Yönetemiyorlardı. İktidarı
aldıkları sınıfın karşı-devrimci saldırılarına boyun eğmemiş, cesaret ve özveriyle
savaşmışlar, onları yenmiş geri püskürtmüşler, ama alışkanlıklar üzerindeki ege-
menliklerine karşı çaresiz kalmışlardı. Yönetilenler, yönetme işini devraldıkla-
rında önceki alışkanlıklar dizgesinin, yani eski yöneticilerin kültürünün onları
yeniden yönetmeye başlaması uzun sürmemişti:
Kim kimi yönetiyor? Bu yığını komünistlerin yönettiğinin söylenmesinin
doğru olduğundan hiç de emin değilim. Doğrusu onlar yönetmiyor yö-
netiliyorlar. Burada çocukken gördüğümüz tarih derslerinde söylenenlere
benzer şeyler olmuştur: Bazen bir ulus diğerini ele geçirir; ele geçiren ulus
yenen ve ele geçirilen de yenilen ulustur. Bu basit ve herkesçe anlaşılabi-
lir bir şeydir. Fakat bu ulusların kültürlerine ne olur? Bu noktada işler o
kadar basit değildir. Yenen ulus yenilenden daha kültürlü ise kendi kültü-
rünü yendiği ulusa dayatır; fakat tersi durumda yenilen ulus kendi kültü-
rünü yenen tarafa kabule zorlar… Onların kültürü çok berbat, dikkate
değmez olsa da, bizimkinden daha yüksek bir düzeyde.4
Lenin, bu saptamasını yaptığı sırada devrimin üstünden beş, karşılaştıkları zor-
luğu işçi komiserlerinin gözetiminde, burjuva uzmanları sosyalizmin hizmetine
koşarak aşabilecekleri düşüncesinin üstünden ise üç yıl geçmişti.
Yönetmek kendinden menkul bir yetenek değil. İşçi sınıfı yönetme gücünü, top-
lumsal devrimin komünizme geçiş süreci boyunca ilerlemesinin de bir güvencesi
olacak kurucu etkinliğinden, yaşamı dünyayı yorumladığı biçimde yeniden üre-
tebilme yetkinliğinden alır. İşçi sınıfı bu niteliğini kapitalist toplumun bağrında
bilinçli bir “çıraklığı” da içeren ama salt bununla yetinmeyen, iktidar için verdiği
mücadelede fiili öncüllere dayalı somut tasarılarıyla yeni toplumu şimdiden gö-
rünür kılan bir programı uygulayarak kazanabilir.
Elbette bu programın, Lenin’in “her zaman gülüp geçtik”5 dediği ütopik sosya-
listlerin sosyalizmin iyi, saf ve çok iyi eğitilmiş yeni tip insanlarla kurulabileceği
hayaliyle ortak bir yanı, beklentisi olamaz. Örneğin Perry Anderson’un “mütte-
fik sınıflara proleter hegemonyasının gerektirdiği kültürel üstünlüğü 1917 öncesi
her Rus Marksistinden daha etkili vurguladığını”6 söylediği Gramsci’nin böyle
bir programdan beklentisi hem oldukça yerinde, hem de alçakgönüllüydü:
Politik ve ekonomik iktidarı almak sorunuyla birlikte, proletarya ente-
lektüel iktidarı kazanmak sorununu da önüne koymalıdır… (Proletarya)
3 V. İ. Lenin, “Sovyet Hükümetinin Başarıları ve Zorlukları”, Marx-Engels Lenin, Sanat ve Edebiyat, Ekim Yayınları,
birinci baskı, Ocak 1990, s. 309.
4 V. İ. Lenin, Lenin’in Son Kavgası, Öteki Yayınevi, “XI. Parti kongresine sunulan politik rapor, 27 Mart, 1922”, s. 57-58.
(Vurgu bana ait)
5 V. İ. Lenin, “Sovyet Hükümetinin Başarıları ve Zorlukları”, a.g.e., s. 308.
6 Perry Anderson, “GRAMSCI Hegemonya Doğu/Batı Sorunu ve Strateji”, Alan Yayıncılık, birinci basım, Mart 1988, s.
37.
126
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
7 Antonio Gramsci, “Selections from Cultural Writings”, 1985 London. Aktaran Akif Kurtuluş, “Politika ve Sanat Ekim
Devrimi (1917-1932)”, Avesta Yayınları, birinci baskı, Nisan 1996, s. 32. (Vurgu bana ait)
8 Antonio Gramsci, “Hapishane Defterleri”, Belge Yayınları, beşinci baskı, Mart 2007, s. 193. Betrand Russel, “Batı
Felsefesi Tarihi” adlı yapıtında bu konuya şöyle değinmiştir: “Romalılar hiç bir sanat biçimi, özgün felsefe sistemi
bulmuş, hiç bir bilimsel buluş yapmış değillerdir. Onlar iyi yollar, sistemli yasa derlemeleri, etkili ordular yaratmaya
yönelmiş, gerisini de Yunanistan’dan beklemişlerdir.” “Batı Felsefesi Tarihi”, Say Yayınları, üçüncü baskı, Eylül 1983,
s. 279-280.
9 Leon Troçki, “Edebiyat ve Devrim”, Kabalcı Yayınları, ikinci basım, Eylül 1989, s. 166. (Vurgu bana ait).
127
Yaşayan Marksizm
128
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
13 Kemal Okuyan, “Sovyetler Birliği’nin Çözülüşü Üzerine Anti-Tezler”, Nazım Kitaplığı Yayınları, birinci baskı, Kasım
2005, s. 103.
14 V. İ. Lenin, “26 Mayıs 1918’de Rusya Ulusal İktisat Konseyleri I. Kongresinde Yapılan Konuşma”, “Ekim Devrimi
Dosyası” içinde, Sol Yayınları, birinci basım, Ankara 1999, s. 286. (Vurgu bana ait)
129
Yaşayan Marksizm
şeyi kapsayan bir kavram alanıyla, engin kavramlarda sıkça başvurulan “uçsuz
bucaksız bir okyanus” anıştırmasını fazlasıyla hak ediyor. İlk bakışta bu geniş-
lik, kavramın 200’e yakın15 değişik tanımına ve sonuçta ortaya çıkan karmaşaya
haklılık kazandırıyor gibi görünebilir. Williams’a göre bu doğaldır ve kullanım
değişkenliklerinin gösterdiği sorunların kendisinden kaynaklanan bu karmaşa
karşısında kolay olanı “bir tek “doğru”, “uygun” ya da “bilimsel” anlam seçip di-
ğerlerini belirsiz ya da karışık diye bir yana bırakarak tepki göstermektir.”16 Ama
sıkı bir elemeyle işin öyle göründüğü gibi olmadığı anlaşılır; yaratılan karmaşa-
nın faili, sermayenin tarihsel çıkarlarına başka türlü ayak uyduramayan tarihsel
pozitivizm “sosyolojik” yüzü ve yaman “üretkenliği” ile yakayı ele verir. Sosyo-
lojinin niceliğin niteliğe dönüşmesi olayını içinde taşıyan diyalektikten habersiz
kaba evrimciliği17, bir kez de bu örnekle sırıtır.
Bu yüzden, “kültürleşme” bağlamıyla kendini sınırlayan bu yazıya “kültür” kav-
ramına değinerek başlamak, basılacak zemini belirgin kılarak sözkonusu “sosyo-
lojik” karmaşadan sıyrılmak için zorunlu görünüyor.
Kavramın çevresinde yaratılan karmaşanın tersine, sözcüğün kökü üzerinde eti-
molojik bir uzlaşma olduğu anlaşılıyor. Buna göre18 “kültür”:
• İşlemek, yetiştirmek, inşa etmek, ikamet etmek, ekip-biçmek, eğitmek, tapmak,
korumak anlamında Latince colere kökünden gelmektedir.
• Aynı kökten türemiş colonus ile koloni ve kolonyalizmi, cultus ile inanç ve tapın-
ma anlamına gelen “kült”ü içerir.
• İngilizce’de “saban kulağı”, “saban bıçağı” anlamına gelen coulter ile aynı kökten
geliyor. Romalılar yakınkök cultura terimini doğada kendiliğinden yetişen ile
insan eliyle yetiştirileni ayırt etmek için tarımsal etkinlikleri nitelemekte kullan-
mışlar; “toprağı işlemek”, agri-cultura terimi buradan türemiştir. “Agriculture”,
İngilizce’de “tarım, ziraat, çiftçilik” karşılığında kullanılmaktadır.
• “Bir işleme süreci’nin adı olarak başlangıçta –ürün yetiştirimi (cultivation)
ya da hayvan yetiştirimi (çobanlık ve besicilik) ve zihin yetiştirimine (etkin
cultivation’a) doğru anlamını genişleterek- özellikle Almanca ve İngilizce’de 17.
Yüzyılın sonlarında belirli bir halkın «bütün bir yaşam biçimi» demek olan bir
«tin» konfigürasyonunun ya da genellenmesinin adı oldu.”19
• Eski dilde, Arapça’da “tarla sürmek” anlamına gelen “hars” sözcüğü ile karşılık
bulmuştur. Şimdiki haliyle Türkçe karşılığı “ekin”dir.
Yukarıda aktarılan içeriğin belirgin bir ortak paydası olduğu görülüyor: Toprak
ve ona yönelmiş insan etkinliği. Toprak başlangıçta doğaya ait iken, en temel
15 İoanna Kuçuradi, “Uludağ Konuşmaları, Özgürlük Ahlak Kültür Kavramları”, Türkiye Felsefe Kurumu, dördüncü basım,
Ankara, 2009, s. 53.
16 Raymond Williams, “Anahtar Sözcükler”, İletişim Yayınları, üçüncü baskı, İstanbul, 2007, s. 110.
17 Antonio Gramsci, a.g.e., s. 146.
18 Terry Eagleton, “ Kültür Yorumları”, Ayrıntı Yayınları, birinci basım, İstanbul 2005, s. 9-10. Umut Omay, “Emeğin Kül-
tür ve Manipülasyon Teorisi”, Beta Basım, birinci basım, Ağustos 2009, s. 8. Doğan Özlem, “Kültür Bilimleri ve Kültür
Felsefesi”, Doğu Batı Yayınları, beşinci basım, Ekim 2008, s.153-154. Vadim Mejuyev, “Kültür ve Tarih”, Toplumsal
Dönüşüm Yayınları, ikinci baskı, Ekim 1998, s. 29-30., Raymond Williams, a.g.e., s. 105-106
19 Raymond Williams, “Kültür”, İmge Kitabevi, birinci basım, Nisan 1993, s. 8-9.
130
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
131
Yaşayan Marksizm
referansla, bir cümlede onu şöyle özetler: “Karl Marx’a göre kültür, doğanın ya-
rattıklarına karşı insanoğlunun yarattığı herşeydir..”23 Bu yazıda “kültürleşme”
tezinin ana çerçevesini oluştururken temel alınacak bu tanımı, Nermi Uygur
şöyle ayrıntılandırır:
Kuşbakışı bir yaklaşımla, “kültür”: insanın ortaya koyduğu, içinde insa-
nın varolduğu tüm gerçeklik demektir. Öyleyse “kültür” deyimiyle insan
dünyasını taşıyan, yani insan varlığını gördüğümüz herşey anlaşılabilir.
Kültür, doğanın insanlaştırılma biçimi, bu insanlaştırmaya özgü süreç
ve verimdir… İnsanın ne tür bir yaşama-biçemi, ne tür bir varolma prog-
ramı, ne tür bir eylem-kalıbı benimsediği kültürdür hep. Teknik, ekono-
mi, hukuk, estetik, bilim, devlet, yöntem – insanın meydana getirdiği her-
şey kültüre girer. Örgütler, dernekler, kurumlar, okullar, tüm kendilerine
ilişkin şeylerle birlikte kültürden sayılırlar. İnsanlar arasındaki her çeşit
karşılıklı etkileşmelere, her türlü yapıp yaratma alışkanlıklarına bütün
“manevi” ve “maddesel” yapıt ve ürünlere kültür denir… İnsan bir kültür
varlığıdır; onu hayvandan ayıran bu kültürlülüktür.24
Böylece dağılan sis perdesinin altında, resmi olanla olmayan arasında -yaratılan
karmaşanın kaynağını da oluşturan- üç temel ayrım noktası dikkat çeker. Resmi
onay görmüş kültür kavramında:
1. Doğanın insanileştirilmesine ve dolayısıyla kültürü oluşturan asıl kaynağa,
“ebedi ve doğal zorunluluk” olarak yararlı insan emeğine doğrudan yer yoktur.
2. İnsanın bir kültür varlığı olarak kendisini yarattığı gerçeği, içinde bulunulan
tarihsel dönemde son ifadesini bulduğu koşuluyla kısmen kabul görür.
3. Vurgu miras alınmış kültürün aktarılmasına yapılır; değişim sistemin sürek-
liliğinin sağlanmasıyla sınırlıdır.
Bu sadeleştirmenin ardından, kültürleşmeyi devrimci eleştirinin kurucu pratiği
olarak yeniden tanımlarken referans alınabilecek bir kavramsal çerçeve çatılabilir.
Kültürleşmenin referansı komünist kültür ve komünist devrimdir
Kültür insanının yaşamsal etkinliğidir. Bu etkinlik, “evrensel olan herşeyin “toplan-
ma yeri” ve dünyanın nesnel sonsuzluğunu “aşma” aracı olarak ortaya çıkmaktadır.”25
İnsan emeği onun ön koşuludur: “kullanım-değerinin yaratıcısı olarak emek, ya-
rarlı emektir, bütün toplum biçimlerinden bağımsız olarak, insanoğlunun varlığı
için zorunlu bir koşuldur; bu ezeli ve ebedi doğal zorunluluk olmaksızın insan ile
doğa arasında madde alışverişi ve dolayısıyla da yaşam olamazdı.”26
Kültür insan türüne özgüdür. İnsanın toplumsal evrimine aracılık eder: “İnsan,
insanın, kültürün, tarihin bir ürünüdür.”27 İnsan, doğal evriminin bir evresinde
132
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
133
Yaşayan Marksizm
34 V. İ. Lenin, “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkı, Şubat-Mayıs 1914”, Ulusların Kaderini Tayin Hakkı, Sol
Yayınları, dokuzuncu baskı, Ankara 1998, s. 53.
35 “Sosyalist Cumhuriyet İçin Tezler”, Ağustos 2008, s. 67-68.
36 V. İ. Lenin, “RSDİP’nin Ulusal Programı”, a.g.y., s. 9-10.
37 K. Marx-F. Engels, a.g.e., s. 128.
38 K. Marx-F. Engels, a.g.e., s. 79.
134
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
135
Yaşayan Marksizm
42 Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, Sol Yayınları, birinci baskı, Ekim 1997, s. 48. (Vurgu bana ait)
43 K. Marx-F. Engels, a.g.e., s. 70.
44 V. İ. Lenin,” Ulusal Sorun Üzerine Eleştirel Notlar”, a.g.y., s. 21.
*
“Toplumsal birey”, genel üretici güç-“general intellect” ile birlikte, “Evrensel Yeni Bir Kültürün Maddi Öncülleri” bağla-
mında başka bir yazıda ele almayı gerektiriyor. Çünkü bu kavram, daha ileride bu yazıda da değinileceği gibi, Marx’ın
burjuva toplumu eleştirisinin aynı zamanda yeni toplumun tasavvuru olduğuna iyi bir örnektir.
136
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
137
Yaşayan Marksizm
emeği olarak sermaye giderek insanı daha fazla kendi emeğinin kölesi yapar. İn-
sanın türsel özelliği51 özgür ve bilinçli etkinlik, öz varlığını tüketen zorunlu ça-
lışma olarak ona dayatılır. Ürün insanın kendisini gerçekleştirmesinin bir aracı
olmaktan çıkar, özgürlüğünün prangasına dönüşür. Bütün bunlar devrimci eleş-
tirinin hedefidir ve devrimci eleştirinin yıkıcılığı, gücünü geçmişte olduğundan
daha fazla kendi kuruculuğundan almak zorundadır.
Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Almanya’da basımı için mektup-
laştığı Lassalle’a çalışmasını özetlerken 2 Şubat 1858’de şunları yazar: “İlk ola-
rak ele alınması sözkonusu olan çalışma, iktisadi kategorilerin eleştirisidir ya da,
başka bir ifadeyi daha uygun bulursan, burjuva ekonomik sisteminin eleştirel
açıklamasıdır. Bu, hem sistemin açıklamasıdır ve hem de açıklama bahanesiyle,
sistemin eleştirisidir.”52
Hiç şüphesiz Marx eleştiri üzerine yazarken, sözkonusu kendi çalışması oldu-
ğundan alçakgönüllülük göstermekte, kapitalizm eleştirisinin aynı zamanda
yeniyi kurmaya yönelik pratik bir faaliyet anlamına geldiğine değinmemekte-
dir. Oysa Marx’ın eserlerinin neredeyse tamamı, burjuva toplumunun eleştirisi
üzerinden aynı zamanda ufukta görünmekte olan yeni toplumun mutlaklıktan
uzak, kuramsal bir betimlemesidir de. O daha sonra Ricardo’nun ardıllarından
Richard Jones’u eleştirirken bunu şöyle belirtecektir:
Fakat burjuva üretim tarzının ve ona tekabül eden üretim ve dağıtım
koşullarının tarihsel olduğunu kabul ettiğiniz andan itibaren, onları üre-
timin doğal yasaları gibi görme hayali yiter ve kapitalizmin bir geçişten
ibaret olduğu yeni bir toplumun, [yeni bir] ekonomik sosyal formasyonun
manzarası gözler önüne serilir.53
Kapitalizmin devrimci eleştirisi kesin kalıplar içinde olmasa da, yeni toplumun
fiilen varolan öncüllerinden hareketle yapılan bir tasavvuru da olabilmeyi başar-
malı, toplumun zihninde onun manzarasını canlandırabilmelidir. Sosyalizm ku-
ruculuğu sınamalarının başarısızlığının ardından, geleceği bugüne izdüşüren54 iş-
levsel araçlar yaratarak, devrimci eleştirel pratiğe kurucu bir nitelik kazandırmak,
günümüzde komünistlerin güncel ve zorunlu bir ödevidir. Günceldir, çünkü ka-
pitalizm tarihsel sınırlarına dayanmış, hayat insanlığı sosyalizme çağırmaktadır.
Zorunludur, çünkü yığınlarda varolana hücum ederek onu değiştirecek enerjiyi
yaratmak öncelikle geçmiş sosyalizm kuruculuğu sınamalarının zihinlerde yarat-
tığı travmanın üstesinden gelmeyi şart koşar. Bu görevleri yerine getirebilmek 20
yy. sosyalizm kuruculuğu sınamalarından, özellikle de ilk ve tarihteki en uzun sü-
reli sınama olan Sovyetler Birliği deneyiminden çıkarılmış dersler temelinde gele-
138
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
ceği bugüne izdüşüren, bir başka deyişle geçmiş deneyimin derslerini akıp giden
hayatın içindeki gelecekle buluşturan işlevsel bir araç yaratmakla mümkündür.
Bu araç yığınların deneysel bilincinde giderek nesnel bir gereksinim olarak ken-
disini duyuran yeni toplumun öznesine bugünden kurucu bir nitelik kazandır-
mayı, böylece ona atfedileni görünür bir güce dönüştürmeyi ve yalnızca devrimci
eleştirel faaliyetin ruhu olmakla yetinmeyip, şimdiden bütün toplumu kuşatmayı
amaçlayan bir kültürleşme pratiği değilse, başka ne olabilir?
“Reel sosyalizm” sürecinde Sovyetler Birliği’nin kendi gerçekliğini teorileştir-
dikten başka, bunu komünist harekete Marksizm olarak dayatan resmi eğilimi,
iktidarın alınmasından sonra sosyalizme doğru atılan ilk adımı sosyalizmle öz-
deştirmekle eleştirir ve görevin “kendilerini kendi öz eylemleriyle adım adım dö-
nüştüren birbiri peşi sıra gelen kuşakları gerekli kılan yepyeni bir kültürü inşa
etmek”55 olduğunu söylerken Samir Amin de aynı ihtiyaca işaret etmektedir.
Bu yazının tezi olarak kültürleşme kavramı, Amin’den farklı olarak, iktidara yö-
nelik yürütülecek mücadeleyi de anılan görevin kapsamına dâhil eder ve bunu
devrim sonrası görevin gerçekleştirilmesinin bir önkoşulu görür.
Bu içeriğiyle kültürleşme geleneksel komünist harekete uzunca bir dönem ege-
men olmuş müzminleşmiş ekonomizmin katkısıyla sınıf savaşımının oldukça
ihmal edilmiş bir alanında, köpeksiz köyde değneksiz gezen sermayenin resmi
olarak icra ettiği kültürleşmenin tam karşısına düşer. Hedefi sermaye egemenli-
ğinin zihinlerde kurduğu egemenliktir.
Kapitalizmin zihinlerdeki sultasına saldırmak56, örgütlü mücadelenin daha kapi-
talizmin bağrındayken başlatılması zorunlu, öncelikli işidir. Bu iş şimdiden kül-
türleşmeyi bir program disipliniyle benimsemeyi, sınıfın yönetme yetisini ona
şimdiden mücadele içinde kazandırma perspektifiyle bütün olanakları seferber
etmeyi, çıkan her fırsatı bu gözle değerlendirmeyi gerektirir. Zor ve kelimenin
tam anlamıyla bir “iğneyle kuyu kazma” işidir. Devrimci siyasetin erk ele alın-
madan önce kurucu bir pratikle kültürleşmesi, sosyalist kuruculuğun çağımızın
yaşanmış deneyimlerince kanıtlanmış olmazsa olmazıdır. Kültürleşme işçi sınıfı-
nın kurtuluşçu misyonunun bugünden toplumun gözünde ete kemiğe bürünme-
si, bu bağlamda “İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” sözünün hakkının
gerçekten teslim edilmesidir.
Yaşamın içinde üzerinde kök salınacak nesnel bir zemin oldukça, bu zemin ge-
lişmemiş de olsa bize demokratik ve sosyalist bir kültürün embriyolarını suna-
caktır. Yapılması gereken onları keşfetmek ve gelişebilmeleri için bilinçli örgütlü
müdahalede bulunmaktır. Kültürleşme toplumsal devrimin zorunlu bir gereği
olduğu ölçüde, üstesinden gelinmesi zorunlu bir hedeftir.
55 Samir Amin, “Emperyalizm ve Küreselleşme”, Monthly Review, Türkçe baskı, Temmuz 2006, Sayı 7, s.74. (Vurgu
bana ait)
56 Haluk Yurtsever, “Sınıf Savaşları ve Devlet”, Yordam Yayınları Birinci Baskı, İstanbul Kasım 2006, s. 272.
139
Yaşayan Marksizm
Lenin’in Ekim Devrimi’nden beş yıl sonra sorduğu, “Yenilenler kültürlerini ye-
nenlere kabul ettirecekler mi?” sorusuna, bugünün iktidarı almaya kararlı devrim-
cilerinin devrim öncesinden vereceği ikircimsiz olumsuz yanıttır kültürleşme.
Kültürleşme neden bir zorunluluktur?
Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü yüz binler
Ve tek başınalıklarını sürdürdüler57
Sermayenin egemenliği “rıza” kisvesi içinde de olsa, temelde zora dayanır. Eko-
nomist eğilim zorun görünür, kaba biçimlerini algılamakla malul olduğundan,
sadece aysbergin görünen yüzüyle ilgilenir. Oysa sermayeye asıl gücünü veren
onun zihinlerde kurduğu egemenliktir ve bu egemenlik sayesindedir ki insanlar
kendi öz varlıklarına karşı işleyen bir toplumsal ağa, yine kendi “rızalarıyla” bağ-
lanmakla kalmaz, işleyişinde de rol alırlar. Bu egemenlik sermayenin salt ekono-
mik kategorilerle açıklanıp kavranamayacak bir toplumsal ilişkiler ağı olduğu-
nun en açık kanıtıdır. Sermaye bu ağı ve egemenliği bile isteye değil, başka türlü
yapamayacağı, evrensel hareketini başka türlü sürdüremeyeceği için kendi doğal
hareketinin bir ürünü olarak yaratır.
Onun bu doğal hareketi insanı doğasından uzaklaştırır. Sermayenin daha fazla
kendisi olabilmesi insanın öz varlığından daha fazla uzaklaşması, kendi hayatına
daha fazla yabancılaşmasıyla mümkündür. Bu egemenlik o yüzden dayandığı gö-
rünür kaba şiddetten daha fazla, nesnesi insan zihni olan daha rafine ve görünür
olmayan bir zora dayanır. Umut Omay, “psikolojik açıdan kültür insan beyninin
yazılımıdır”58 derken haklıdır. Sermaye kültürü insan zihnini işlemlediği bir ara-
ca dönüştürmüştür. İnsan zihni onun bir yapboz tahtasıdır. Sermaye egemenliği-
nin sürekliliği, egemenlik alanındaki herşeyin süreksizliğine bağlıdır:
Kendini sürekli kılmak isteyen kapitalizmin, kendisinden başka bir şeyin
sürekli olmasına tahammülü yoktur. Bunun nedeni, kapitalizmin kendi
sürekliliğini, manipüle ettiği şeylerin süreksizliği, gelip geçiciliği üzerine
kurmuş olmasıdır. Kapitalizmde sürekli olan tek şey, manipülasyonun
kendisidir.59
Bu işlemleme o denli hızlı gerçekleştirilir ki hiçbir şey yerinde kalmaz, zaman
hızlanır ve tümüyle insana ait olmaktan çıkar. Aradığını aradık, koyduğunu
koyduk yerde bulamayan, enformasyon bombardımanına uğramış insan beyni
karanlıkta fener ışığına yakalanmış tavşan gibi felç olur. Düşünemeyen acı da
duymaz. Serol Teber’in deyimiyle, insan sanki bir tür “moral anestezi”ye60 ma-
ruz kalır; şairin sözünü ettiği korkunç yalnızlık içinde ve tarif edilmiş yapay bir
140
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
“mutluluk” haliyle, tıpkı diğerleri gibi kendisine ait olmayan bir hayatın içinde
yaşamayı kabullenir.
Tahribat ve ele geçirilme o kadar büyüktür ki, şeyleşme61 sürecinde kendi eme-
ğinin kölesine dönüşen insan, ait olduğu toplumsal sınıftan koparılmış ve eti-
ket değeri, tüketimle ölçülen farklı sosyal statülerin içine savrularak “kişisel
özgürlüklerine”62 kavuşturulmuştur:
Piyasa insanları birbirleri arasındaki sınırları belirlemede kullandıkları
mallardan oluşan bir bariyer üretir. Kişinin kendini tüketim ile ifade et-
mesi, kapitalist toplumun merkezi kültürel pratiği haline gelir. Burjuva
sosyolojisi, insanların sosyal sınıf olarak düşündükleri şeyin statü grubu
olduğuna dair detaylı ölçümler geliştirmiştir.63
Burjuvazi insan bilincine kişisel özgürlüğü gerçek özgürlük, kendi toplumunu da
“özgür” bireylerin gönüllü birliği olarak nakşetmeyi becermiştir. Oysa kişisel öz-
gürlük belli koşullar altında rastlantısallıktan rahatça yararlanma hakkından başka
bir şey değildir. Burjuva toplumu ise, Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’nde anlat-
tığı gibi, “ödevin sesine” yönelmiş, “birtakım ilkelere uygun biçimde davranmak: ve
usuna başvurmak zorunda olduğunu”64 gören insanların isteyerek özgürce kurmuş
oldukları bir birlik değil, kapitalist üretim ilişkilerinin zorunlu bir ürünüdür.65
Lukacs burjuvazinin zihinlerde kurduğu bu üstünlük karşısında, proletaryanın
üstünlüğünü onun sınıf olarak sahip olduğu gizilgüçte görür:
…proletaryanın sonuç alıcı silahı, biricik ve etkili üstünlüğü, onun top-
lumun bütününü somut bir tarihsel bütün olarak görme yeteneğidir; şey-
leşmiş biçimleri insanlar arası birer süreç olarak kavrama becerisidir; yani
tarihsel gelişmenin, kendi bağrında yatan, ama soyut biçimlerin çelişkile-
rinde ancak negatif olarak ortaya çıkan anlamını görebilmek ve bu anla-
mın pozitif yanını bilinç düzeyine çıkarmak ve de pratiğe aktarmak.66
Ama tam da sorun burada değil midir? Nasıl olacaktır bu? Biliyoruz ki tüm top-
lumsal ilişkiler zihinlere doğrudan değil, tıpkı insan gözünde olduğu gibi yoğun-
laştırıcı bir mercekten, egemen sınıfın ideolojik prizmasından geçerek dolaylı
yansıyor ve imgeyi ayakları üstüne oturtacak sinir sistemi burada yok.67 Eksikli-
ği “dışarıdan taşınacak” bilince havale etmek ne kadar yeterli oldu ve şimdiden
sonra olacaktır? Yeterli olmadığını dünya komünist hareketinin tarihi söylüyor.
Yeterli olamayacağı ise uğradığı işlemleme sonucu insan zihninde meydana ge-
len hasarın büyüklüğünden anlaşılıyor.
61 György Lukacs, “Tarih ve Sınıf Bilinci”, Belge Yayınları, birinci baskı, Mart 1998, s. 179.
62 K. Marx-F. Engels, “Alman İdeolojisi”, Sol Yayınları, ikinci baskı, Kasım 1987, s. 111.
63 D.E.Foley, a.g.m., s. 271.
64 J.J. Rousseau, “Toplum Sözleşmesi”, Öteki Yayınevi, üçüncü basım, Kasım 1999, s. 52.
65 K. Marx-F. Engels, a.g.e., s. 111.
66 György Lukacs, “Tarih ve Sınıf Bilinci”, Belge Yayınları, birinci baskı, Mart 1998, s. 308.
67 K. Marx-F. Engels, Seçme Mektuplar, “Engels’ten Berlin’deki C. Schmidt’e (Londra, 27 Ekim 1890)”, Evrensel Basım
yayın, birinci baskı, Ekim 1996, s. 104.
141
Yaşayan Marksizm
Bilinçlerde yaratılan bu tahribat insanı amaç edinen yeni bir kültürün, sermaye
egemenliğinin bıçakla kesilip atılacağı bir milattan sonraya neden bırakılama-
yacağını, onun neden “yukarıdan aşağıya” girişilecek bir kültürleşme çabasının
ürünü de olamayacağını, daha ötesi sözkonusu işlemleme asgari düzeyde kırı-
lamadığı koşullarda iktidarı alma düşüncesinin kendisinin bile neden bir hayal
olacağını açıklar. Sermayenin kendini gerçekleştirirken tükettiği günümüz insanı
işbölümünün henüz yeterince tutsağı olmamış Rönesans kahramanlarından68 ya
da üretimin bilgisini henüz yitirmemiş dik başlı manifaktür işçilerinden artık ol-
dukça uzaktadır. Kültürleşme bu yüzden, hem kapitalizmin devrimci eleştirisiyle
birlikte başlayan iktidar mücadelesinin bir ürünü, hem de onun sürekliliğinin
ve hedefine ulaşmasının güvencesi, önkoşulu olmak, günümüz kahramanlarını
zafere ulaştıracak “karakter gücünü” açığa çıkarmak zorundadır.
İşçi sınıfının eleştirel faaliyetini daha kapitalizm koşullarında iken düzenden ba-
ğımsız olarak kültürleştirememesinin doğuracağı sonuçlar en açık biçimde sınıf
mücadelesinin yaşanmış tarihi üzerinden kavranabilir. Bu eksikliğin en çarpı-
cı sonucu gelişmiş kapitalist ülkelerde başlangıçta düzenden bağımsız başlayan
isyanların egemen kültür tarafından özümsenerek ehlileştirilmesi, devrimci he-
deflerinden uzaklaştırılmasıdır. Ehlileştirme egemen kültürün pratik ifadesin-
den başka bir şey olmayan biçim ve usul aracı kılınarak gerçekleştirilir. Genel oy
hakkı için yapılan mücadele ve sendikaların geçirdiği evrim söz konusu süreci
anlatan iyi örneklerdir:
Genel oya dayanan parlamenter temsili sistem ve sendikalar, başlangıçta
ikisi de emekçi sınıfların mücadeleleri açısından önemli olan bu mekaniz-
malar çok geçmeden burjuva sınıf egemenliğini pekiştiren ve sağladıkları
meşrulaştırıcı etkiyle kolaylaştıran ortamlara dönüştüler. Soru, bunun na-
sıl olduğudur.
Kapitalist sınıf, karşıtını, işçi sınıfını kurallarını ve sınırlarını kendisinin
belirlediği bir “oyuna” ortak etti. Karşı taraf açısından, düzenin kuralla-
rı içinde oynamanın ilk ve kaçınılmaz sonucu, içerik ne kadar devrimci
ve köktenci olursa olsun dayatılan düzlemin meşruluğunu ve bağlayıcı-
lığını önce bir biçim ve usul koşulu olarak kabul etmek demektir. Başka
türlü söylemek gerekirse, burjuva demokrasisi genel oy ve benzeri me-
kanizmalarla, en başta “mezar kazıcısı”nı mücadele araç ve yöntemleri
bakımından düzenin uzlaşmaz karşıt ucu olmaktan, o bilinçle örgütlen-
mekten ve davranmaktan de facto olarak, fiilen uzaklaştırmayı başar-
mıştır. İşçi sınıfının 1848 devrimleriyle sahnede bir sınıf tarafı, bağımsız
bir güç olarak göründüğü ilk andan itibaren burjuvazi bunu yapmıştır.
…işçi sınıfı Avrupa’da genel oy ve sendikal mücadeleler yolundan hiç
azımsanmayacak toplumsal hak ve avantajlar elde etmiştir. Ne pahası-
na? Kilit soru budur. Avrupa komünist ve işçi hareketinin bu kazanımlar
68 Friedrich Engels, “Doğanın Diyalektiği”, Sol Yayınları, yedinci baskı, Ankara 2002, s.33.
142
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
143
Yaşayan Marksizm
72 V. İ. Lenin, Ekim Devrimi Dosyası: II, Ekim Yayınları, Şubat 1990, birinci baskı, s. 115-117. (Vurgu bana ait)
144
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
• İktisadi yaşamın örgütlenmesi -o zaman kabul gördüğü gibi, yeni bir toplumun
kuruculuğu- planı yalnızca aşağıdan yapıldığında başarıya ulaşabilir.
Başlangıçta Lenin, burjuva iktidarı deviren işçi sınıfının, egemen sınıf olduğunu
da kanıtlayacağından, devleti ve fabrikaları yönetmek için zorunlu bilgilere sa-
hip olduğundan, üretimin planlamasına aşağıdan katılımın sağlanacağından çok
emindi. Ancak bunun işçi sınıfının tarihsel misyonunu yerine getireceğine duyu-
lan samimi, ikircimsiz bir güvenden ibaret olduğunu, devrim öncesinden prole-
taryanın asgari kurucu-yönetici bir güç olarak örgütlenmesine yönelik bir hazır-
lığa dayanmadığını Lenin’in hemen Ekim Devrimi’nin arifesinde Eylül 1917’de
yazdığı “Bolşevikler İktidarı Koruyabilecekler mi?” başlıklı makalesinden, “pro-
letaryanın iktidarı ele geçirmesi halinde onu koruyamayacağını, devleti yönete-
meyeceğini” ileri süren politik muarızlarına verdiği yanıttan öğreniyoruz:
Bizler ütopyacı değiliz. Herhangi bir düz işçi ya da herhangi bir aşçı kadı-
nın hemen devlet yönetimine katılmaya yetenekli olmadıklarını biliyoruz.
Bu noktada kadetlerle de, Breşkovskaya’yla da, Tsereteliy’le de aynı kanı-
dayız. Ama bizi bu yurttaşlardan ayırt eden şey şudur ki biz yalnızca zen-
gin ya da zengin ailelerden gelen memurların devleti yönetecek, alışılmış
günlük yönetim işini yerine getirecek durumda oldukları yolundaki ön-
yargıdan hemen kurtulunmasını istiyoruz. Biz bilinçli işçiler ve askerler
tarafından devlet yönetimi konusunda çıraklık yapılmasını ve geç kalma-
dan buna başlanmasını, yani bütün emekçileri, bütün yoksul yurttaşları
bu çıraklığa katmaya geç kalmadan başlanmasını istiyoruz.73
Lenin’in altını çizdiği çıraklık için vaktin bir hayli geç olduğu bir ay sonra gerçek-
leşecek devrimle belli olacaktı. İlginç olan Lenin’in devrim sonrasında hayli meş-
gul edecek bu soruna ilk defa politik muarızlarının işçi sınıfının iktidarı alsa bile
koruyamayacağını ileri sürmeleri üzerine değinmiş olması ve bunu tek başına ele
alındığında resmi kültür kavramı kapsamı içinde değerlendirilebilecek somut bir
kültürleşme örneği olan çıraklıkla ilişkilendirmiş olmasıdır.
Lenin işçi sınıfının yönetici-kurucu bir güç olarak egemen sınıf konumuna yük-
selmesinin Rusya için yaşamsal önemini yeniden vurgularken, gelecekte fabrika
yönetiminde tek tek kapitalistlere ve devlet yönetiminde tek tek bürokratlara ih-
tiyaç duyulduğunda benimsenecek ve bir hayli revaç görecek bir tutumun ipuç-
larını vererek devam eder:
İşte muzaffer proletaryanın nasıl davranacağı: Muzaffer proletarya iktisat-
çıları, mühendisleri, tarım bilimcileri, vb., bir “plan” hazırlamak, onu de-
netlemek, merkeziyetçilik araçlarıyla emek tasarrufu yollarını araştırmak,
en basit, en ucuz, en pratik ve en genel denetleme araçlarını bulmak ere-
ğiyle, işçi örgütlerinin denetimi altına koyacaktır. İktisatçılara istatistik-
çilere, teknisyenlere, bu iş için iyi ücretler vereceğiz, ama (…) eğer bu işi
145
Yaşayan Marksizm
74 A.g.e., s. 85.
75 A.g.e., s. 139. (Vurgu bana ait)
146
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
147
Yaşayan Marksizm
78 Henri Lefebvre, “Modern Dünyada Gündelik Hayat”, Metis Yayınları, birinci basım, Mayıs 1998, s. 193.
79 V.İ. Lenin, “Rusya Komünist Gençlik Birliği III. Kongresindeki Konuşma, 2 Ekim 1920”, Proletarya Kültürü, Yar Yayın-
ları, birinci baskı, Haziran 1979, s. 59.
80 V. İ. Lenin, Lenin’in Son Kavgası, Öteki Yayınevi, “XI. Parti kongresine sunulan politik rapor, 27 Mart, 1922”, s. 57-66.
(Vurgu bana ait)
148
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
81 V. İ. Lenin, a.g.e., “Az Olsun Öz Olsun, 2 Mart 1923”, s. 256-257. (Vurgu bana ait)
149
Yaşayan Marksizm
Kronolojik bir sırayı izleyerek yukarıya aktarılmış yazılarında sonuç olarak kül-
türü temel sorun olarak saptarken, Lenin’in kastının genel olarak burjuva kül-
tür olduğu anlaşılıyor. Geri kalmış, nüfusun kahır çoğunluğunun köylülerden
oluştuğu bir ülkede burjuva kültürden alınarak ileri taşınacak öğelerin hemen
hiç yaygınlaşmadığı bir ülkede bu elbette doğaldı. Vurgunun buraya yapılması,
önceliğin bu öğelerin işçi sınıfından başlayarak topluma kazandırılıp yaygınlaş-
tırılmasına verilmesi değildi sorun.
Sorun, henüz bu burjuva anlamda oldukça zorlu iş üstesinden gelinmeyi bek-
lerken, aynı zamanda sosyalist kuruculuğun temeli olacak yeni bir kültür nasıl
inşa edilecekti? Ama daha önce sorulması gereken bir başka soru vardı: Yeni bir
toplumun inşasının aslında yeni bir kültürün inşası anlamına geldiği acaba ne
kadar bilince yansımıştı?
Her ne kadar Lenin, daha önce mevcut ulusal kültürün içinde embriyo olarak
yeni kültürün nesnel zemininin varlığından söz etmişse de, Bolşevik hareketin
bütününde bu zeminin iktidara yönelik faaliyetin ayrılmaz bir parçası olarak,
özneyi iktidara hazırlayacak bir kültürleşme pratiğinin olanağı olarak kavrandığı
söylenemez. Konuya en fazla zaman ve çaba ayıran Lenin için bile yeni kültür,
burjuva kültürün toptan bir eleştirisinin değil, onun mantıksal uzantısının bir
ürünü olmalıydı. 1920 sonlarında, aksi görüşleri savunan Proletkült’ün oldukça
güçlendiği sıralarda, Rusya Komünist gençlik Birliği’nin III. Kongresinde yaptığı
bir konuşmada bu görüşünü şöyle özetleyecekti:
Proletarya kültürü insanlığın, kapitalist toplumun, toprak sahipleri ve bü-
rokratlar toplumunun boyunduruğu altında biriktirmiş olduğu bilgilerin
tümünün akla uygun gelişimi olmalıdır.82
O gün de eleştiriye açık olan bu görüş bugün, “her toplumun kendisine denk
düşen bir doğa imgesinin” açıklık kazandığı ve bu yüzden “doğayla ilişki tarzında
köktenci bir değişiklik yapma zorunluluğu” işin içine katılmadan yeni bir top-
lum tasavvuru ve tanımının yapılamayacağı koşullarda daha çok sorgulanma-
ya muhtaçtır. Çünkü sermayenin doğrusal gelişim mantığı geçen zaman içinde
kuşkuya yer bırakmayacak berraklıkta kanıtlamıştır ki: “Komünist toplum, kapi-
talizmin mülkiyet ilişkileri değiştirilmiş doğrusal uzantısı olamaz. Uygarlık hat
değiştirmeden ilerleyemez.” Bugün yeni bir toplum yaratmak demek, herşeyden
önce yeni bir uygarlık, dolayısıyla yeni ve evrensel bir kültür yaratmak olduğunu
da söylemek anlamına gelecektir. Doğrusal gelişim yaklaşımında “burjuva çağın
açılışında eski doğa ve evren kavrayışlarını yıkan hamlelerin öneminin yeterin-
ce takdir edilmemiş olmasının” payını da ayrıca not etmek gerekiyor.83 Yeni bir
uygarlık, insan-insan ilişkilerinin yanında, doğa-insan ilişkilerinde de yerleşik
olanı alaşağı edecek yeni bir Rönesans’ı zorunlu kılıyor.
82 V.İ. Lenin, “Rusya Komünist Gençlik Birliği III. Kongresindeki Konuşma, 2 Ekim 1920”, a.g.e., s. 64. (Vurgu bana
ait).
83 Kenan Kalyon, a.g.e., s. 29-30.
150
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
Lenin’in devrim öncesinde mevcut kültürün içinde var olduğunu söylediği zemi-
nin, yeni bir kültürü daha devrim öncesinden amaç edinen bir kültürleşme prati-
ğinin olanağı olarak kavranamamasında yukarıda özetlenen doğrusal yaklaşımın
yanında başka tarihsel, özgül nedenler de rol oynadı.
Bir kez hiç unutmamak gerekir; RSDİP’in kuruluşu için ikinci kongresi esas alı-
nırsa Rusya’da herşey on beş yıl gibi olağanüstü kısa bir zaman dilimi içinde
olmuş bitmiştir. Bu süre içinde kültürleşme gereksiniminin bütün yönleriyle
kendisini biçimlendirip, diğer sorunların arasından sıyrılarak Bolşeviklerin zih-
ninde ön sırayı işgal etmesi beklenemezdi. Bunun için maddi ve zihinsel öncüller
yetersizdi.
Rusya’da burjuvazi görece güçsüzdü ve yabancılaşmanın sonuçları işçi sınıfının
iktidara yönelik faaliyetinde aşılmaz, somut bir engel olarak henüz kendisini du-
yurmamıştı. Gerçekte kültürleşmenin somut bir gereksinim ve tartışma başlığı
olarak konu edilmemiş olması, o dönem salt Rusya’ya özgü bir durum da değildi.
Avrupa’da başını Alman işçi sınıfının çektiği yükselen bir sınıf hareketi vardı
ve burjuvazinin yığınlar üzerindeki denetiminin zayıfladığı devrimci durumlarla
birlikte yükseliş dönemleri yabancılaşmanın yığınlar üzerinde etkilerinin de en
aza indiği dönemlerdi.
Yabancılaşma kavramının komünist hareketin gündemine hakkıyla girememiş
olmasında etken olan bir diğer unsur da Marksizmin yabancılaşma kuramının
yer aldığı temel eserlerinin komünist harekete geç ulaşmış olmasıdır. Örnek ver-
mek gerekirse: Marx’ın “1844 Felsefe El Yazmaları” ve Marx ile Engels’in ortak
yapıtı “Alman İdeolojisi” ilk kez 1932 yılında basılmıştır. Marx’ın “Feuerbach
Üzerine Tezler”i gün ışığını 1924’te görmüş; Marx’ın metodolojisini oldukça öz-
gün biçimde yansıtan “Grundrisse”in ilk basımı, o da akademisyenler için sınırlı
sayıda 1939 da Rusça gerçekleşmiş, yaygın okuyucu kitlesine 1953’teki Almanca
baskısıyla kavuşmuştur.
Sosyalizmin maddi teknik temeli kapitalizm tarafından yaratılan büyük ölçekli
üretimdir. Bu temel Ekim Devrimi gerçekleştiğinde Rusya’da henüz oluşmamış,
onu yaratma görevi işçi sınıfına kalmıştı. İki sonucu oldu.
İlk olarak bu zorunluluk yabancılaşma kuramının bilgisinin komünistler ara-
sında yeterince yaygınlaşmamış olmasıyla da birleşerek, III. Enternasyonalin
II. Enternasyonalin ekonomizmle malul sosyalizm anlayışı ile kuramsal bir he-
saplaşmaya girmesini önledi. Geleneksel komünist hareket dağılıncaya kadar bu
eksikliğin etkisinden kurtulamadı. Sınıflı ve devletli sosyalizm teori katına bu
ekonomist anlayışın sırtına basarak yükseldi.
Sosyalizmin ekonomizmle malul yorumu başlangıçta burjuvazinin üretici güç-
lerde neden olduğu devrimci sıçramadan etkilenmiş, ama sonraki temel gıda-
sını da Lenin’in birçok tarihsel zorunluluğun bileşkesi olan o ünlü formülün-
den almıştı:
151
Yaşayan Marksizm
152
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
87 V. İ. Lenin, “29 Mayıs 1918’de Rusya Ulusal İktisat Konseyleri I. Kongresinde Yapılan Konuşma”, Ekim Devrimi Dos-
yası, Sol Yayınları, birinci basım, Ankara, 1999, s. 285.
88 V. İ. Lenin, “Geri Hizmetteki İşçilerin Kahramanlığı ve «Komünist Cumartesiler» Üzerine”, Proletarya Kültürü, Yar
Yayınları, birinci baskı, Haziran 1979, s. 48.
89 V. İ. Lenin, “Sol” Çocukluk ve Küçük-burjuva Düşünceler Üzerine 9-11 Mayıs 1918”, a.g.y., s. 478.
90 http://www.marxists.org/archive/lenin/works/1914/mar/13.htm. (10.02.2010). “The Taylor System—Man’s Enslave-
ment by the Machine”
91 V. İ. Lenin, “Rusya Merkez Yürütme Komitesi İle Halk Komiserleri Konseyinin Merkez Yürütme Komitesi VII. Yasama
Yılı Birinci Oturumunda Sunulan Etkinlik Raporu, 2 Şubat 1920”, Ekim Devrimi Dosyası, Sol Yayınları, birinci basım,
Ankara, 1999, s.560. (Vurgu bana ait).
153
Yaşayan Marksizm
92 V.İ. Lenin, “Sovyet Hükümetinin İvedi Görevleri”, “Halkın Devlet Yönetimine Katılımı Üzerine” içinde, NK Yayınları,
birinci baskı, Nisan 2003, s. 94.
93 Nermi Uygur, “Çağdaş Ortamda Teknik”, YKY, birinci baskı, Şubat 2002, s. 91.
94 A.g.e., s. 87.
154
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
rensel bir kültürün yaratılmasının yegâne aracı olarak değil de ironik biçimde ya-
bancılaşmanın bir tezahürü olan devletin hizmetine koşulabilecek bir araç olarak
görülmesi hiç yadırganmadı:
Bence, kültürün, toplumsal ideolojideki önemli bir egemenlik öğesi oldu-
ğunu, onun her zaman sınıfsal olduğunu ve egemen sınıfın kültürü çıkar-
ları için kullandığını, kültürü bizim için çalışanların çıkarlarını, proletarya
diktatörlüğünün çıkarlarını korumak için kullanmak gerektiğini anlama-
nın ve içselleştirmenin zamanı gelmiştir.95
Tarihteki ilk sosyalist kuruculuk denemesi böylece daha en başından yabancı-
laşmanın etkilerine açık biçimde yola çıkacaktı. Yabancılaşma sürecinin zamana
yayılan etkileri ise birikerek Sovyet işçi sınıfı üzerindeki yıkıcı sonuçlarını tam
olarak yetmiş yıl sonra gösterecekti.
Ekim devrimi ve işçi sınıfının kurucu etkinliği
Sovyetler ve fabrika komiteleri
Burjuvazinin ideolojik hegemonyasının ve yabancılaşmanın işçi sınıfı üzerindeki
etkilerinin tarihsel olarak günümüze oranla daha zayıf olduğu 1917 Rusya’sında
işçi sınıfı yeni bir toplumun kuruculuğu için gerekli, asgari bir kurucu kültürü
neden oluşturamamıştı? Çok yönlü bir araştırmayı gerektiren bu soru yanıtlan-
madan kültürleşme sorunsalının bütün yönleriyle kavranması ve kültürleşmenin
iktidara yönelik devrimci eleştirel kurucu bir pratiğin vazgeçilmez aracı olabil-
mesi zor görünüyor.
Bu yazının amacıyla sınırlı kalarak konuya yaklaşıldığında 1917 Rusya’sında işçi
sınıfının kültürleşme pratiği içinde değerlendirilebilecek etkinlikler olarak ilk
haliyle 1905’de uç veren Sovyetler, daha eski bir geçmişi olan Fabrika Komiteleri
ve Proletkült hareketi göze çarpar.
Sovyetler devrim öncesi kendiliğinden doğmuş ve gelişmiş yeni tipte iktidar ay-
gıtlarıydılar. Ne var ki bu aygıtlar özgün niteliklerini güvence altına alamadan
hemen devrim sonrasının zorlu ekonomik sorunlarıyla ve iç ayaklanmalarla dı-
şardan kuşatmaların oluşturduğu karşı-devrimci tehditle karşı karşıya kaldılar.
Bu durum dağınık ve kendiliğinden bir görünüm içinde olan bu yeni tipte yapı-
ların merkezileştirilmesini zorunlu kılıyordu. Bu amaçla ama geçici bir anlayışla
yapılan düzenlemelerin, bu yapıların hem mali bağımsızlıklarını yitirmelerine
neden olması, hem de kalıcılaşması, yeni bir toplumun tomurcuklarını eskinin
bağrından devrim sonrasına taşımış Sovyetler için oldukça talihsiz bir başlangıç
oldu. Yığınların yerel inisiyatifi kalıcı olarak Merkezi Halk Komiserleri Konse-
yine geçecekti. Yine bir başka etken, burjuva anayasaları ile Sovyet Anayasasının
doğumunda oluşan -kuruluş sürecinin başında devrimden yana çalışan- bir fark,
eski ve yeninin bir arada bulunduğu devrimci dönüşüm süreci boyunca aynı za-
155
Yaşayan Marksizm
96 E. H. Carr, “Bolşevik Devrimi I”, Metis Yayınları, Birinci Basım, Kasım 1989, s. 136-137.
* Burada daha sonra bir başka yazıda ele alınmak üzere, bir not düşmek gerekiyor. Başta Lenin, Bolşevikler tamamen
umut kesinceye kadar, hazırlıklarını yakın bir Dünya Devrimi beklentisine göre yapmışlardı. Aksi olasılık hiç gündem
edinilmemişti.
156
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
157
Yaşayan Marksizm
101 Marcel Liebman, “Lenin Döneminde Leninizm” cilt II, Belge Yayınları, birinci baskı, Mayıs 1992, s.179.
158
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
159
Yaşayan Marksizm
160
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
rı, Bilimsel Sosyalizmin yepyeni bir dünya görüşü ve dünya duygusu oldu-
ğunu kavramasa da, bu onların bir eksikliğidir.107
O dönem, devrim öncesinden işçi sınıfının kurucu yönetici yeteneklerini bir kül-
türleşme pratiğiyle geliştirmek Sosyal Demokrasinin gündeminde olmadığı ve
özel olarak da Lunaçarski’nin, görüşlerini Lenin’in burjuva kampta gördüğü bir
grup içinden dillendirdiği için partinin aynı zamanda bir kültür hareketi olması
gerektiği yolundaki bu görüşler hiç ilgi görmedi.
Proletkült’ün temeli Bogdanov, Lunaçarski ve Gorki tarafından 1909’da atılmıştı
ama gerçek anlamda 1917 yazında faaliyete geçti. Devrimden sonra özerk bir
kuruluş olarak Kültür Bakanlığı bünyesi içine alındı. 1920 sonlarına doğru 400
binden fazla işçiyi kapsayan bir eğitim ağını kurmuştu.108 Kıyaslamak yönünden
değil ama oluşan potansiyelin gücü hakkında bir fikir vermesi için Bolşeviklerin
üye sayısının 1920’de 431 bin109 olduğunu anımsamak yerinde olacaktır.
Belli ki bu hareket tarih sahnesine ilk çıkan her hareketin yakalandığı çocuk-
luk hastalığının işareti sayılabilecek hatalı, eksik görüşleri savunuyordu. Ancak,
aynı hareket hiçte uygun olmayan iç savaş koşullarında konusu kültür olan özerk
kurucu bir faaliyete işçi sınıfı içinde hatırı sayılır bir yığını kazanarak önemli
bir potansiyele de işaret ediyordu. Ne var ki bu potansiyelin değerlendirilece-
ği, destekleneceği yerde daha önce anılan nedenlerle, hayatın içinde sınanarak
düzelebilecek hatalı görüşler gerekçe gösterilerek enerji kaynağı kesiliyor, yeni
toplumun başka birçok alanda gereksinme duyacağı, örnek alınması gereken
otonomisine son veriliyordu. Marx bir kez daha haklı çıkıyordu:
…insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar,
çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendi-
si, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya
da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar.110
Toplumsal devrimin öncülleri yani onu utkuya ya da yenilgiye götürecek koşul-
lar toplamı verili kapitalist toplumun bağrından doğar. Bu öncüllerin bir ürünü
olması beklenen ve devrimci sınıf bilincinin özü olan işçi sınıfının kurucu ni-
teliği, aynı zamanda kapitalizmden sosyalizme geçiş sürecini tersinmez kılacak
temel öğedir. Bu niteliğin zorunlu üretim süreci içinde ve sermayenin boyundu-
ruğuna rağmen şimdiden kazanılması, ortaya çıkarılması işçi sınıfının tarihsel
misyonunu yerine getirebilmesi için bir zorunluluktur. Bu nitelikten yoksun bir
sınıf hareketi belki yıkmaya yetebilir ama tarihsel deneyimin bizlere öğrettiği gibi
kurmaya yetmemektedir.
Elimizde ne var?
Buraya kadar kültür, kültürleşme kavramları üzerinde duruldu; tarihsel dene-
yimden hareketle kültürleşmenin neden bir zorunluluk olarak iktidar mücadele-
161
Yaşayan Marksizm
sinin kurucu öğesi olması gerektiği anlatıldı. Bu zorunluluğu daha önceki kültür
aşamasını değiştiren, kültürü, daha önceki düzeyden daha üstün bir düzeyde
bütünleştiren tarihsel bir ödev111 olarak bilince çıkaranlar, attıkları her pratik
adımda bu işi kaygı edinen bir tutkuyla ancak bu görevin üstesinden gelebilirler.
Çünkü Gramsci’nin çok yerinde deyişiyle, “yalnız tutku, zekâyı bileyerek sezgiyi
daha berraklaştırır” ve “İnsan bir şeyi kuvvetle isterse ancak o zaman, isteğinin
gerçekleşmesi için gerekli olan öğeleri görüp tanıyabilir.”112
Bu tutkuyla sosyalizm savaşımında ısrar edenler için eldeki en büyük hazinenin
tarihteki ilk sosyalizm kuruculuğu deneyimi ve ondan çıkarılacak dersler olacağı
muhakkaktır. Bugün verilmekte olan sosyalizm savaşımı, tarihsel olarak verilmiş
geçmiş mücadelelerin, sosyalizm kuruculuğu sınamalarının doğal olduğu kadar
eleştirel mirasçısıdır. Bu durum elbette toplum karşısında sözkonusu tarihin so-
rumluluğunu da açık yüreklilikle sırtlanmayı gerektirir. Aksi bir bakış, toptan
inkârcı yaklaşımlar veya aynı mirası kısmen sahiplenerek tarihsel sorumluluktan
sıyrılma çabaları, verildiği söylenen mücadelenin içtenliğine kuşku düşürecektir.
Eldeki hazine böyle bir sorumlulukla ele alınıp “her türlü geri çekilişi sonunda
olanaksız kılan durum yaratılıncaya”113 kadar kıyasıya eleştirilmeyi, verilmekte
olan mücadeleyi muzaffer kılacak dersler çıkarılmayı bekliyor.
Bu bölümün devamında, “sosyalizmi kapitalist düzenin karşıt devrimci kut-
bu olarak yeniden var etmenin biricik yolu olan siyasallaşmış bir proletarya
hareketi”114 yaratmayı amaç edinenlerin tarihsel ödev bağlamında kültürleşme
sorununu nasıl ortaya koydukları, ortaklaşma sürecinin ve sürecin bileşenlerin
ne tür somut çözüm yolları önerdikleri ele alınacaktır.
“Ekmek, Gül ve Hürriyet Günleri İçin” yapılan “Çağrı”nın “siyasal ortaklaşma
zemini” bölümünde 14. Madde tamamen konuya ayrılmıştır. Üretici güçlerin ge-
lişmesiyle doğan yeni toplumun olası kültürünün üzerinde serpileceği boş zama-
na yönelik sermayenin işlemlemesine dikkat çekiliyor ve yeni bir kültür yaratma
bilinci bugünden verilecek mücadelenin vazgeçilmez koşulu görülüyor:
Bu koşullarda işçi sınıfının çeşitli türden mücadelelerinin bir karşı-kültür zar-
fıyla sarmalanmasının yeni bir toplum kuruculuğunun vazgeçilmez bir koşulu
olduğunu düşünüyor, kültürel alanın önemli bir mücadele cephesi haline gel-
diğini, proleter ve siyasal öncülüğün, geleneksel yaklaşım ve deneylerden farklı
olarak, bugünden yürütülecek devrimci eleştirel pratik faaliyet içinde, yeni bir
kültür yaratma bilinciyle oluşturulabileceğini kabul ediyoruz.115
Metnin farklı bölümlerinde de bu koşulun sürekli akılda tutulduğu, sosyalist ye-
niden kuruluş sürecinde atılması düşünülen her pratik adıma bir kaygı olarak
162
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
163
Yaşayan Marksizm
123 “Sosyalist Cumhuriyet İçin Tezler”, Ağustos 2008. (Bundan sonra kısaca “Tezler” olarak anılacak.)
164
İktidar Yürüyüşünde Zorunlu Bir Adım “Kültürleşme”
165
Yaşayan Marksizm
124 V.İ. Lenin, “Sovyet Hükümetinin Başarıları ve Zorlukları, 17 Nisan 1919”, Marx-Engels-Lenin, Sanat ve Edebiyat, Ekim
Yayınları, birinci basım, Ocak 1990, s. 309.
166
Ekonomik ve Siyasal Alanların Ayrımı Ekseninde
İşçi sınıfı ve sınıf eylemi dendiğinde, ilk akla gelenlerdendir “üretimden gelen
güç” ve bu gücün “kullanılması”.
İşçilerin makineleri, fabrikaları bütün üretim araçlarını durdurması, kapitalist
pazar için mal ve hizmet üretmemesi, toprağın işlenmemesi, madenlerin çıka-
rılmaması, fabrikalarda mal üretilmemesi, taşıtların işlememesi, bütün hizmet-
lerin durdurulması, hayatın felç olması, işçi sınıfının üretimden gelen gücünü
kullanması olarak ele alınır. Bu eylem türü, sadece dilimizde değil pek çok dilde,
Fransızcadan alınmış ve kalıcılaşmış olan “grev” kavramı ile tanımlanır.
Eski Roma’da egemen sınıf köle sahiplerine (Patriciler) karşı, Roma halkının
(Plepler) 12 Levha Yasaları’nın1 yapılması ve Halk meclisinin kurulması ile so-
nuçlanan mücadelesi (MÖ 494-451), tarihin ilk grev eylemi ve mücadelesi olarak
kabul görüyor. Elbette ki bu kabul o dönemin değil yakın dönemin hukukçuları-
nın ve tarihçilerinin kabulü ve günümüzde aynı kavramla anılan mücadelelerle,
üzerinde yükseldiği sınıf dinamikleri ya da mülkiyet ve siyasal iktidar ekseninde-
ki hedefleri bakımından önemli farklar bulunuyor. Bu nedenle burjuva hukukçu-
larının ve tarihçilerin tasniflerini bir yana bırakarak, bugünkü anlamıyla grevin
1 Medeni hukukun temelini oluşturan eski roma hukukudur. Eski Roma’da plebler soya ve asalete dayalı sınıflar arası
ayrıma son verilmesi ve kendilerine de siyasi haklar tanınarak sınıfların tabi olduğu kanunların yazılması isteğiyle
ayaklandılar. Ayaklanmanın başarıya ulaşmasının ardından yazılan bu kanuna göre toprak el değiştirilebilir nitelik
kazanmış, asalet hukukunun ve rejiminin yerini, mülkiyet hukuku ve rejimi almıştır.
167
Yaşayan Marksizm
işçi sınıfı mücadelesindeki yerini almasının 18. yüzyılda başlayan işçi mücadele-
lerine dayandığını söylemek gerekiyor. Bu eylem türünün Fransızcada çakıl taşı
ve bir çeşit kum anlamına sahip “grev” kelimesiyle tanımlanmaya başlanması ise
bir sonraki yüzyılda, Fransa’daki 1848 devrim dönemiyle gerçekleşiyor.
Bugünkü Paris Belediyesi’nin bulunduğu ve 18. yüzyılda amele pazarı olarak
kullanılan Grève Meydanı, 1848 Şubat devrim günlerinde, işçilerin toplanma
ve eylem merkezi olarak tercih edilmesinden itibaren, işçilerin iş bırakmayı da
içeren eylemlerine “grev” denilmeye başlandı. “Greve çıkmak”, sadece iş bırak-
mayı değil, Grev Meydanı’nda toplanmayı ve bu eksendeki sokak gösterilerini
anlatan bir kavramdı. İş bırakmak, eylemliliğin doğal bir boyutu yahut yan so-
nucu olarak gerçekleşiyordu. Kavramın bir eylem türü olarak sınıf mücadelesine
içerildiği, monarşinin yıkılıp geçici hükümetin kurulmasını beraberinde getiren
1848 Şubat Devrimi ve devrim sürecinde de ne eylem zemini ne talepler, işyeri
ve çalışma koşulları ile tanımlanamaz zaten. Bugün de bir sınıf mücadelesi aracı
olarak grevi, iş bırakmayla sınırlı olmayan sokak gösterileri, açık alan toplantısı
gibi boyutları bulunan ve kendisini ne talepleri ne mücadele alanı olarak işyeri
ile sınırlamayıp yaşamın tüm alanlarına taşan, yaşamın tüm alan ve sorunlarına
dair mücadele hedeflerini içeren eylemlilik olarak anlamak gerekiyor.
Grevi “üretimi durdurmak” olarak ele alan ve neredeyse bununla sınırlayan yak-
laşımın, grevi “kaybedilen iş saatleri” olarak ele alan patronların, iktisatçıların ve
muhasebecilerin bakışından türetildiği söylenebilir. Grev kelimesinin değil ancak,
kelimenin İngilizce karşılığı olan “strike”ın, “çarpmak, vurmak, darbe indirmek,
etkilemek” gibi anlamlarının yanında, “saat çalmak” gibi bir anlam karşılığının
daha bulunuyor olması, bu yanılsamalı bakışın, dünyanın sınırlı bir coğrafyasına
ait olmadığına ve sınıf mücadelesi ölçeğinde yayıldığına bir örnek sayılabilir. Bu
yaklaşım açısından da grev, sınıf mücadelesinin temel bir aracı olabilir pekâlâ.
Grev sayesinde, üretimi durdurup patronlara ciddi sıkıntılar yaşatmak, onları zor
duruma düşürerek taleplere ulaşabilmek fazlasıyla mümkündür ve bu eylem bi-
çimi, düşmana zarar verecek bir muharebe türü olarak gerekli ve temel eylem
biçimidir. Sınıf mücadelesi de bütünüyle iktisadi bir mücadele olarak değil, hem
iktisadi hem siyasal boyutları olan bir mücadele olarak ele alınabilir. Ancak, bu-
rada işçi sınıfı ve hareketi ile siyasal parti ya da hareket arasında niteliksel ve ka-
tegorik bir ayrım yapılır; işçi sınıfı hareketi, üretimden gelen gücünü kullanması
çerçevesinde iktisadi bir hareket olarak tanımlanıp sınırlanır ve siyasal mücadele
işçi sınıfı dışı güçler eliyle yapılır.
Bu yaklaşım açısından işçi hareketi ve mücadelesi, burjuvazinin iktisadi yönden
sıkıştırılması ya da çökertilmesini ve bu eksende bir siyasal gücün iktidara sıç-
rayabilmesini olanaklı kılacak bir toplumsal kuvvet, muhalefet odağı olabilir en
fazlasından. İşçi sınıfına, üreten bir figür olmaktan öte anlamlar yüklemeyen-
lerin, sınıf savaşı zemininde de işçi sınıfına uygun gördükleri eylem biçimi, her
zaman yaptığı ve yaparak burjuvazinin değirmenine su taşıdığı işi yapmaktan
vazgeçmesi oluyor elbet.
168
Üretimden Gelen Güç ve Siyasal Güç Olarak İşçi Sınıfı
2 Marx, emek süreçlerini, sadece artı-değer üretmenin değil, egemenlik ilişkilerinin de zemini olarak ele aldığından
dolayı, ekonomik ve siyasal alanlar arasında ardıllarının kurduğu türden bir ayrılık ilişkisi kurmaz. Bu noktayı ilerleyen
bölümlerde ele alacağız.
169
Yaşayan Marksizm
3 Bu önermeyi, toplumun sınıflara bölünmesinden günümüze uzanan ve sınıfların ortadan kaldırılması ile sona erecek
olan insanlık tarihi ile sınırlı saymak ve bu bağlamda okuyup kullanmak gerekiyor.
170
Üretimden Gelen Güç ve Siyasal Güç Olarak İşçi Sınıfı
171
Yaşayan Marksizm
emeği de ona ait değildir ve artı-emek, onu yaratan köle emeğiyle birlikte kölenin
tutsak edilmesinden itibaren köle sahibinin mülkiyetindedir. Ekonomi-dışı zor,
artı-ürüne el koyma aşamasında değil, üretim sürecinin daha başında kurulmuş
bulunan sahiplik ilişkisi ile devrede ve belirleyicidir.
Her iki durumda da artı-ürüne el koyan kişi, doğrudan üreticinin karşısına, aynı
zamanda bir siyasi lider, askeri şef, sahip ya da efendi olarak çıkmaktadır. Artı-
emeğin gerçekleşme süreci (üretim süreci), artı-emeğin doğrudan üreticiden
çekilip alındığı bir süreç olarak örgütlenmemiştir ve artı-emeğe el konulabilme-
si, ancak ekonomi-dışı bir müdahale ile mümkündür. “Burada artı-emeğin elde
edilmesi, değişim aracılığı ile olur, ama bu elde edişin temelinde toplumun bir ke-
siminin öteki kesimi üzerinde zora dayanan tahakkümü yatar. Doğrudan doğruya
kölelik ya da siyasal bağımlılık ilişkisi buradan gelmektedir.”5
Ekonomi-dışı zor olgusunun, kapitalizm öncesi sömürücü toplumlarda ne an-
lama geldiği ve nasıl işlediği, tartışma götürmez bir açıklıkla görülebilmekte.
Ancak mülkiyet ilişkisinin aynı zamanda doğrudan doğruya bir siyasal bağımlı-
lık ilişkisi olarak ortaya çıkmadığı kapitalist üretim tarzı ve burjuva toplum söz
konusu olduğunda, aynı başarının sürdürülebildiğini söylemek mümkün değil.
Mülkiyet ilişkisinin aynı zamanda doğrudan doğruya bir siyasal bağımlılık ilişki-
si olarak ortaya çıkmadığı ve genel olarak artı-emeğe el konulmasının ekonomi-
içi süreçlerde örgütlendiği kapitalist üretim tarzında sömürü ilişkisinin siyasal
alan ve ilişkilerinden bağışık, salt ekonomik bir ilişki olarak algılanması, yaygın
bir yanılgı. Bu yanılgının, burjuva toplumda sınıfların iktisadi kategoriler olarak
algılanmasıyla dolaysız bir ilişkisi bulunuyor.
Sömürü ilişkisi burjuva toplumda da salt iktisadi bir ilişki değildir
Özgür emekçi ve sermaye arasındaki serbest sözleşmenin imzalanması yolu ile artı-
emeği doğrudan üreticiden üretim sürecinin içerisinde çekip alıveren gelişkinlikte
örgütlenmiş olan burjuva toplumda, artı-emeğe el koymak için ekonomi-dışı zora
gereksinim olmadığı, burjuva toplumda zorun yalnızca tehlikeye düşen düzeni sa-
vunmak için ya da sermaye zeminindeki rekabetin gereği olarak egemen sınıfın
kullandığı bir araç olduğu sanıları, bu alanda yaşanan yanılgıların başındadır. Bu
yanılsamanın, kapitalist üretim tarzı ve burjuva toplumun iktisadi süreçlerdeki
değişimin-gelişimin bir sonucu olarak ortaya çıktığı ve toplumun siyasal üstyapısı-
nı da, tek yönlü bir belirleyicilik çerçevesinde ama evrimle, ama devrimle kendisine
uydurduğu şeklindeki tarih yorumuyla da kapitalist toplumun sınıflarının ortaya
çıkışını ve sınıflar arasındaki ilişkileri, iktisadi zeminde başlayıp biten gerçeklikler
olarak ele alan toplum ve siyaset kurgusuyla da sıkı bağları bulunuyor.
Üretimin dolaysız amacı ve belirleyici dürtüsü olarak artı-değer üretiminin ger-
çekleştiği
kapitalist üretim tarzında, doğrudan üretici kitlesi kendi üretimlerinin top-
lumsal karakteri ile, sıkı bir otorite ve tam bir hiyerarşi halinde düzenlen-
5 K. Marx, Artı Değer Üzerine Teoriler - Kapitalizm Öncesi Üretim Biçimleri, Sol Yayınları, 3.Baskı s.219
172
Üretimden Gelen Güç ve Siyasal Güç Olarak İşçi Sınıfı
miş toplumsal emek süreci mekanizması halinde karşı karşıya gelirler, ama
bu otoriteye onlar, yalnızca emeğin karşısında yer alan, emek araçlarının
kişileşmesi şeklinde sahiptirler, yoksa daha önceki üretim tarzlarında oldu-
ğu gibi, politik ya da dinsel liderler olarak değil.6
Kapitalist toplumda, mülkiyet ilişkisinin, aynı zamanda doğrudan doğruya bir si-
yasal egemenlik ilişkisi olarak ortaya çıkmadığı açıktır. Kapitalist üretim tarzında
sömürü, genel olarak, doğrudan üreticilerin dolaysız biçimde siyasal bağımlılı-
ğına değil de üretim araçlarından kopartılmalarına ve mülksüzleştirilmesine da-
yanır. Burjuva toplumda sömürünün zora dayalı niteliği, tek tek doğrudan üre-
ticiler ve artı-ürüne el koyanlar arasındaki siyasal bağımlılık veya ekonomi-dışı
zor ilişkisinde değil genel olarak burjuva toplum ve bunun merkezinde bulunan
devlet örgütlenmesinde içerilmiştir ve bu nedenle artı-emeğin zora dayalı niteli-
ği, kapitalist üretim tarzında da süregelmektedir:
Biz ayrıca sermayenin... kendisine tekabül eden toplumsal üretim sürecin-
de doğrudan üreticilerden ya da emekçilerden belirli miktarda artı-emek
sızdırdığını da görmüş bulunuyoruz; sermaye bu artı-emeği, bir eşdeğer
vermeksizin elde eder ve aslında her ne kadar karşılıklı serbest sözleşmeden
doğuyormuş gibi görünürse görünsün, bu emek daima zora dayanan emek
olarak kalır.7
Kapitalist üretim tarzında artı-ürüne el koyma işinin zora dayalı olmadığı yanıl-
gısı, kapitalist ilksel birikim sürecine, doğrudan üreticilerin üretim araçlarından
kopartılması ve işçi sınıfının ortaya çıkışı dönemine dair ekonomist bakışın do-
ğal uzantısıdır. Bu noktada, ilksel birikimin sağlanması ve kapitalist gelişmenin,
bu eksende işçi sınıfının ortaya çıkışının, sonuçları siyasal düzeye yansıyan ikti-
sadi bir gelişme (gelişmeler) olduğu düşüncelerinin büsbütün Marksizm dışında
üretilmiş hurafeler olmadıklarını belirtmek gerekiyor. Engels’in kimi saptama-
larının bu alanlarda yaşanan ekonomist-determinist yanılsamaları besleyecek
ve hatta bunlara kaynaklık edebilecek nitelikte olması kayda değerdir. Engels’in,
daha ziyade, Dühring ya da paralel bir zeminde zoru, devleti tüm kötülüklerin
anası ilan eden anarşizan akım ve eğilimlerle tartışma içerisinde, ekonomik ge-
lişme ve süreçlerin son kertede siyasal süreçler üzerindeki belirleyiciliğini ortaya
koymak maksatlı yaptığı vurguların bir kısmı, marksist diyalektiğin sınırlarını
zorlayan ve kaba ekonomist determinizme kapı açan bir yan taşıyor:
Tüm burjuva üretimi, bu üretimin -yalnızca manifaktürün değil, el sa-
natı sanayiinin bile- çoktan aşmış olduğu ortaçağların feodal siyasal
biçimleri içinde kısılıp kalmıştı; üretimin salt angaryaları ve köstekleri
haline dönüşmüş olan binlerce lonca ayrıcalıklarının ve yerel ve bölgesel
gümrük engellerinin içinde sıkışıp kalmıştı. Burjuva devrim buna bir son
verdi. Ama bay Dühring’in buyruğuna uygun olarak, ekonomik durumu,
politik koşullara uyacak biçimde ayarlayarak değil -soyluların ve kral-
173
Yaşayan Marksizm
lığın yıllardan beri boş yere yapmaya çalıştıkları şey işte buydu- tersini
yaparak, eski çürümüş siyasal saçmalıkları bir yana atarak ve yeni ‘ik-
tisadi durumun’ içinde varlığını sürdüreceği siyasal koşulları yaratarak.
(...) burjuvazi, giderek daha çok, yalnızca toplumsal bakımdan gereksiz
hale gelmekle kalmıyor, toplumsal bir engel haline de geliyor; üretken fa-
aliyetten giderek daha çok ayrılıyor ve geçmişteki soyluluk gibi, gitgide
daha çok, gelirini cebe indirmekten başka bir şey yapmayan bir sınıf ha-
line geliyor, ve kendi konumundaki bu devrimi ve yeni bir sınıfın, prole-
taryanın yaratılmasını, herhangi bir zor hokkabazlığı olmaksızın, salt
ekonomik bir biçimde gerçekleştirmiş bulunuyor.(v.b.a.)”8 ve bunun
yanında: “Her sosyalist işçi, milliyeti ne olursa olsun, zorun sömürüye
yalnızca yardımcı olduğunu, ama onun nedeni olmadığını; sermaye ile
ücretli emek arasındaki ilişkinin, sömürülmesinin nedeni olduğunu ve
bu ilişkinin de zor yolundan değil, salt ekonomik biçimde doğmuş bulun-
duğunu çok iyi bilir.”9
Oysa, kapitalist gelişmenin, ilksel birikimin, işçi sınıfının ortaya çıkışının ve
sınıfsal sömürü ilişkisinin kurulup süreklileştirilmesinin bu tarz kavranışının
“marksizm” olarak ele alınması karşısında başka (ve sahici) bir marksist bakış
açısı ortaya koymak fazlasıyla mümkün.
Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor; ilksel birikim yöntemleri ne salt iktisadi ze-
minle sınırlıdır ne de ekonomi-dışı zordan bağımsızdır:
“Eğer para, Augier’in dediği gibi, ‘dünyaya, bir yanağında doğuştan kan
lekesiyle geliyor’sa, sermaye tepeden tırnağa her gözeneğinden kan ve
pislik damlayarak geliyor.”10
Siyasal iktidarın-devletin ve bu anlamıyla ekonomi-dışı zorun, ilksel birikiminin
gerçekleşme sürecinde belirleyici önemleri var:
Demek oluyor ki, üreticiyi ücretli-işçi haline getiren tarihsel hareket, bir
yandan bunların kölelikten ve loncaların koydukları bağlardan kurtulma-
ları olarak görünüyor; ve işte, burjuva tarihçilerimiz için, işin yalnızca bu
yönü söz konusudur. Ama öte yandan, bu yeni özgürleşmiş kimseler, sa-
hip oldukları bütün üretim araçları ile, eski feodal düzenlemelerin sağladı-
ğı her türlü güvenceler ellerinden alındıktan sonra, ancak kendi kendileri-
nin satıcısı haline geliyorlar. Ve onların mülksüzleştirilmesini anlatan bu
öykü, insanlık tarihinde, kandan ve ateşten harflerle yazılmıştır.11
Kapitalist gelişmenin, ilksel birikimin, özgür emekçinin oluşmasının temelinde,
iktisadi yaşamın siyasal zordan yalıtık sihirli ilişkilerinden ziyade, “yasa-dışı bir
proletarya sınıfının zorla yaratılması(nı), onları ücretli emekçilere dönüştüren
kanlı disiplin(i); emeğin sömürülme derecesini arttırmak suretiyle sermaye biriki-
8 F. Engels, Anti-Dühring, ayrıca bakınız, Tarihte Zorun Rolü, Sol Yayınları, s.29-30
9 Age, s.234
10 K. Marx, Kapital, Cilt 1, Sol Yayınları, 3. Baskı, s.779
11 Age,, s. s.731
174
Üretimden Gelen Güç ve Siyasal Güç Olarak İşçi Sınıfı
mini hızlandırmak için polisi harekete geçiren devletin utanç verici eylemi”12 yat-
maktadır. Bu konudaki örnekler13 çoğaltılabilir:
Ücretli emek ile ilgili yasal kurallar (daha baştan beri emekçinin sömü-
rülmesini amaçlamış ve geliştikçe de hep ona karşı düşmanca bir tutum
içerisinde olmuştu), İngiltere’de 1349 yılında III: Edward zamanında
Emekçiler Yasası ile başlamıştır. Fransa’da 1350 tarihinde Kral John adına
yayımlanan buyruk da bunun benzeridir. İngiliz ve Fransız yönetmelik-
leri paralel giderler ve amaçları da özdeştir... işgününün zorunlu olarak
uzatılması ...14
Yükseliş halindeki burjuvazi, ücretleri ‘düzenlemek’, yani bunu artı-değer
yapımına uygun sınırlar içinde tutmak, işgününü uzatmak ve emekçinin
kendisini normal bir bağımlılık durumuna sokmak için, devletin gücünü
daima kullanır. Bu ilkel birikim denilen şeyin esas öğelerinden biridir.15
“Henüz çekirdek halindeki sermayenin gelişmeye başladığı sıralarda, artı-emeğin
bir quantum suffict’ini (yeterli nicelik) emme hakkını sırf ekonomik ilişkilerin
gücüyle değil de, devletin yardımıyla sağlama aldığı”16 hesaba katıldığında, kapi-
talist ile özgür emekçi arasındaki karşılıklı serbest sözleşmenin siyasal zeminin
müdahaleleri ile olanaklı olduğu açıklık kazanacağı gibi, bu bağlamda işçi sınıfı-
nın (oluşum sürecinden itibaren) iktisadi bir kategori olarak tanımlanamayacağı
da anlaşılacaktır.
Tüm tarih boyunca, birbirlerinden, temel olarak, artı-emeğin doğrudan üreticiden
alınma biçimi ile ayrılan üretim tarzlarının hiçbirisinde, sömürü olgusu, salt eko-
nomik bir süreç olarak ortala çıkıp varolmamış ve ancak ekonomi-dışı bir alana
(alanlara) yaslanabildiği sürece olanaklı olabilmiş, sürekliliğini sağlayabilmiştir.
Burjuva toplum, sermaye egemenliği zemininde ekonomik alan ile siyasal alan
arasındaki bu karşılıklı, çok yönlü ilişkinin ve etkileşimin her gün ve her an ye-
niden üretildiği bir gerçeklik olmasına karşın, aynı zamanda sömürülen-ezilen
sınıflar ve mücadeleleri zemininde bu iki alan arasındaki her türlü geçişkenliği
baskılamaya kodlanmıştır. Ekonomik alana ait yapı ve ilişkilerin bu alanda sınır-
landırılması ve siyasal bağlamlarından (bu bağlamlara henüz kavuşamadan) ko-
partılması uğraşı, burjuva devletin, kendinden önceki sınıflı toplumlardan dev-
raldığı, sınıf savaşını kontrol altında tutma görevinin ve refleksinin sonucudur.
Kapitalist üretim tarzında sınıflar sadece iktisadi kategoriler midirler?
Marksist hareket içerisinde en bilinen ve genel olarak da benimsenen sınıf ta-
nımlamalarının başında, herhalde Lenin’in yapmış olduğu ve esas olarak da sınıf
saptamasındaki ekonomik ölçütlere işaret eden sınıf tanımlaması geliyor:
12 Age,, s.760
13 Bu konuda ayrıntılı bilgi için, Kapital’in Birinci Cildinde “Tarımsal nüfusun topraksızlaştırılması” başlıklı 27. bölüme ve
“Onbeşinci yüzyılın sonundan başlayarak mülksüzleştirilenlere karşı kanlı yasalar. Ücretlerin, parlamento yasalarıyla
düşürülmeye zorlanması” başlıklı 28. bölüme bakılması faydalı olacaktır.
14 K. Marx, Kapital, Cilt 1, Sol Yayınları, 3. Baskı, s.755
15 Age, s.760
16 Age, s.284
175
Yaşayan Marksizm
17 V.I. Lenin, Büyük Bir Başlangıç… Komünist Subotnikler, Ütopik ve Bilimsel sosyalizm, Bilim ve sosyalizm Yayınları, 2.
Baskı, s.182
18 Komünist Parti Manifestosu 1888 ingilizce baskısında “1. Burjuvalar ve Proleterler” bölüm başlığına Engels’in notu.
Engels ayrıca, bu noktadaki bir düzeltmeyi “Ücretli Emek ve Sermaye”nin 1891 baskısına yazdığı önsözde de şöyle
anlatır: “Benim yaptığım değişikliklerin tümü, bir tek nokta etrafında toplanıyor. Asıl metne göre, işçi, kapitaliste,
ücret karşılığında emeğini satmaktadır; bu metne göre ise, işçi, işgücünü satmaktadır. Bu değişiklik için bir açıklama
yapmam gerekir. Bu açıklamayı, bu sorunun basit bir sözcük oyunu değil, tersine, bütün ekonomi politiğin en önemli
noktalarından biri olduğunu görsünler diye yapmalıyım.”
19 K. Marx, Ücretli Emek ve Sermaye Bölüm 2, Seçme Yapıtlar, Cilt: I, Sol Yayınları 1. Baskı, s. 189
20 Age, s. 194
176
Üretimden Gelen Güç ve Siyasal Güç Olarak İşçi Sınıfı
tespitlerine bağlı olarak dile getirilen “işçi sınıfının yeniden tanımlanması” ihtiya-
cına da yanıt verebilecek nitelik ve esneklikte saydığım için, bu güne dek yapılmış
en özlü tanımlama olarak ele alıyorum: işçi sınıfı; üretim araçlarının mülkiyetine
sahip olmayan ve yaşamak için emek-gücünü bir ücret karşılığı satmaktan başka
olanağı bulunmayan büyük insan grubu, toplumsal kesimdir. Engels’in bu özet
tanımı da sınıf saptamasındaki ekonomik ölçütlere işaret etmekte ve üretim ilişki-
leri içerisindeki yapısal konumu itibariyle işçi sınıfını betimlemekte.
Marks eğer Kapital’in “Sınıflar” bölümünü bitirebilseydi işçi sınıfını üretim iliş-
kileri içerisindeki yapısal konumu itibarıyla böylesi bir netlikte tanımlama ihti-
yacı duyar mıydı, böyle bir tanımlama yapar mıydı, bilemiyorum. Nesnel sınıf
ölçütleri ya da toplumsal sınıfların üretim ilişkileri içerisindeki yapısal konumla-
rıyla tanımlanmaları, sınıfların varoluş koşullarını burada bulmalarından ve bu
zeminin hem sınıf tanımının hem de sınıf mücadelesinin zemini ve başlangıcı
olması bakımından belirleyici önemde. Bu noktaya Marks’ın da en az bizim ka-
dar önem verdiği açık. Fakat öte yandan, Marks’ın dikkatinin yoğunlaştığı asıl
noktanın, kendinden önceki sınıf tanımlamalarının karşısına yeni ve farklı bir
sınıf tanımı çıkartma, üretim ilişkileri içerisindeki yapısal konumları itibarı ile
toplumsal sınıfları (ya da işçi sınıfını) yeniden tanımlama uğraşı değil, tarihin
motoru olan sınıf savaşımlarının (“Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi sı-
nıf savaşımları tarihidir”) öznesi olan sınıf niteliğinin kazanılması ve bu manada
“sınıf olma durumu”olduğunu düşünüyorum.
Tüm toplumsal sınıflar olduğu gibi işçi sınıfı da varoluş koşullarını iktisadi düzey-
de bulur; dahası bu düzeyde, diğer toplumsal sınıflarla karşılıklı ilişki içerisinde
oluşur. Marks’ta bu durum “kendinde sınıf” halidir ve çalışmalarında, “kendinde
sınıfın ne olduğu”na dair bir özel bir tanımlamaya rastlanmaz. Marks’ın çalışmala-
rında “kendinde sınıf”, ancak daha kapsamlı ele alınabilecek “sınıf olma durumu”
çerçevesinde bir anlama sahiptir. Bu nedenle bu kavramlaştırmayı, bu sınıf duru-
munun analizi ve anlaşılabilmesi için değil; “kendisi için sınıf” gerçekliği ile bir
“karşıtlık” ilişkisi içinde, toplumsal devrim süreçlerinin, bu eksende sınıf savaşının
ve “kendisi için sınıf” durumunun anlaşılabilmesi için nesnel bir zemin ve kalkış
noktası olarak kullanmıştır:
Tam bir sivil savaş demek olan bu savaşın içinde, gelecekteki muharebe-
lerin gerektireceği bütün unsurlar gelişir ve birleşirler. Bu noktaya vardı-
ğında örgütlenme siyasal bir karakter kazanır. Ekonomik koşullar önce
ülkedeki yığınları emekçiler haline getirmişti. Sermayenin egemenliği bu
yığına ortak bir konum ve ortak çıkarlar yarattı. Böylece bu yığın daha bu
noktadan itibaren sermaye ile ilişkisi bakımından bir sınıf oluşturur, ama
henüz kendisi için bir sınıf olmaz. Sadece bir kaç evresine işaret ettiğimiz
bu savaşın içinde bu yığın birleşir ve kendini kendisi için bir sınıf olarak
oluşturur. Savunduğu çıkarlar sınıf çıkarları haline gelir.”21
177
Yaşayan Marksizm
Dahası, bu noktada Marx açısından asıl önemli olanın, işçi sınıfının nesnel ta-
nımı ve durumundan ziyade, öznel durumu olduğunu söylemek mümkündür:
“Tek tek bireyler, ancak başka bir sınıfa karşı ortak bir savaşım yürütmek zorun-
da oldukça bir sınıf meydana getirirler; bunun dışında rekabet içinde birbirlerine
düşmandırlar.22
Fakat Marks buradan, işçi sınıfının varolup olmadığını yahut kapsamını tanım-
lamak için bu sınıfın ideolojik ve siyasal alanlardaki görüngülerini ölçü alan bir
yerlere uzanıp, yirminci yüzyıl kuramcılarının arasına karışmaz. Marks’ın, me-
seleye bu şekilde yaklaşıyor olmasının ve işçi sınıfının öznel konumuna verdiği
önemin temelinde, dünyayı altüst edecek olan tarihsel öznenin yaratılması so-
runsalı ve hedefi yatmaktadır:
Yine, tarihte dönemsel olarak meydana gelen devrimci sarsıntının, mev-
cut her şeyin temelini devirmeye yetecek güçte olup olmayacağını belir-
leyen şey, çeşitli kuşakların hazır olarak buldukları yaşam koşullarıdır;
ve eğer toptan bir altüst oluşun bu maddi öğeleri, bir yandan mevcut
üretici güçler, ve öte yandan da, yalnızca o güne kadarki toplumun tekil
koşullarına karşı değil, bu tekil koşulları yaratan o güne kadarki “yaşamın
üretimi”nin kendisine, bu “bütünselliğe” karşı başkaldıran devrimci bir
yığın yoksa, bu altüst oluş Fikri’nin daha önce binlerce kez dile getirilmiş
olması, pratik gelişme açısından, komünizm tarihinin tanıtladığı gibi,
hiçbir önem taşımaz.23
Kendinden - kendisi için ayrımı ve ekonomik alan - siyasal alan
Kendinde ve kendisi için sınıf ayrımı, sınıfların oluşumunda ve birbirleriyle iliş-
kilerinde iki ayrı düzey tanımıdır: Üretim ilişkileri içerisindeki yapısal konumla-
rıyla sınıfların tanımlanabileceği ekonomik düzey/alan ve sınıf savaşının özneleri
ve tarafları olarak sınıfların tanımlanabileceği siyasal düzey/alan. Bu alan ayrım-
ları bütünüyle sanal ayrımlar değildir. Sınıfların ve sınıfsal egemenlik aygıtının
ortaya çıkması ile birlikte toplumsal yaşam bu eksende parçalanmış ve devlet,
varolan sınıflar arasındaki savaşı egemen olan lehine baskılayarak, sömürülen
sınıfların varoluşu ve hareketinin ekonomik düzeyde sınırlandırılmasının başlıca
aracı olarak yükselmiştir. Bu durum, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Köke-
ni adlı çalışmada şu biçimde ortaya konuyor:
Böyle bir toplum, ancak, ya bu sınıfların kendi aralarındaki sürekli ve
açık bir savaşım içinde ya da görünüşte uzlaşmaz-karşıt sınıfların üstün-
de yer alan, onların açık çatışmasını önleyen ve sınıflar savaşımına, olsa
olsa, iktisadi alanda, yasal bir biçim altında izin veren bir üçüncü gücün
egemenliği altında varlığını sürdürebilirdi; gentilce örgütlenmenin ömrü
dolmuştu... yerine devlet geçti.24
178
Üretimden Gelen Güç ve Siyasal Güç Olarak İşçi Sınıfı
Ancak sınıf savaşının iktisadi alanda sınırlanarak sürdürülmesi, tek yönlü bir “sı-
nırlamadır” ve egemen sınıf açısından ne varoluşunun ne de boyunduruk altında
tuttuğu sınıflarla ilişkisinin ve mücadelesinin ekonomik alanla sınırlı olduğu an-
lamına gelmez; bu anlamıyla, sömürülen ve ezilen yığınların zihninde yaratılan
bir yanılsamadır aynı zamanda.
Devlet burada egemen sınıfın, karşıtı ile savaşımı içerisinde kullandığı en temel
savaş aracıdır:
Devlet özel bir iktidar örgütüdür: belirli bir sınıfın sırtını yere getirmeye
yönelik bir zor örgütü ... Sömürücü sınıfların siyasal egemenliğe olan ge-
reksinimleri sömürüyü sürdürmek, yani halkın büyük çoğunluğuna karşı,
çok küçük bir azınlığın bencil çıkarlarını savunmak içindir.25
Devletin bu anlamıyla sınıf mücadelesinin odağındaki belirleyici güç olarak bu-
lunması, toplumun bütün alanlarının egemen sınıfın çıkarları ve ihtiyaçları do-
rultusunda yeniden tanımlanıp örgütlenmesi sonucunu beraberinde getirir:
Şu halde, devlet egemen bir sınıfın bireylerinin onun aracılığıyla kendi or-
tak çıkarlarını üstün kıldıkları bir biçim, içinde bir çağın bütün sivil top-
lumunun özetlendiği bir biçim olduğundan, bunun sonucu olarak, bütün
kamusal kurumlar, devlet aracılığından geçer ve siyasal bir biçim alırlar.26
Siyaset, sadece iktidar, hükümet, yasalar ve parlamento düzeyinde değil, yaşamın
tüm alan ve düzeylerindedir; bu eksende, ekonomik alan da siyasal bir bağlam
kazanır. Ancak burada söz konusu olan siyasal bağlam, açık biçimde egemen
sınıfın çıkar ve ihtiyaçlarınca belirlenmektedir. Bu ne anlama gelir?
Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka
bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen
zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı za-
manda, zihinsel üretimin araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar
birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları
verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.
Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir
şey değildir, egemen düşünceler, fikirler biçiminde kavranan maddi, ege-
men ilişkilerdir, şu halde bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerin ifadesidir-
ler; başka bir deyişle, bu düşünceler, onun egemenliğinin fikirleridirler.”27
Burjuva toplumda, “ekonomik alana” ait sayılan emek süreçlerinin örgütlenme
biçimlerinin, üretim süreci içerisinde gözle görülür, elle tutulur bir siyasal zor
yahut bağımlılık ilişkisi kurulmaksızın işçi sınıfı açısından boyun eğme biçimle-
rinin her gün, her saat yeniden ve yeniden üretilmesinin, işçi sınıfının emeğinin
ürünlerine ve sonuçlarına olduğu gibi kapasitesine de yabancılaşmasının temel
zemini olması, tam da bu sebepledir.
179
Yaşayan Marksizm
Sınıfların günübirlik maddi çıkarları ile siyasal hedefleri arasında mutlak bir
tekâbüliyet ilişkisi bulunmuyor. Bu ilişki ancak siyaset dolayımıyla kurulabiliyor.
Boyunduruk altındaki sınıflar, kendi bağımsız çıkarlarının ifadesi olan siyasal bir
niteliği açığa çıkartamadıkları durumda, toplamsal yaşamın tüm alanlarına siya-
sal bağlam kazandıran ve bu manada siyasallaştıran da, egemen sınıfın siyaseti
oluyor. Dolayısıyla burjuva devletin kapsayıp içerdiği kurumları ve ilişkileriyle
bir bütün olarak, işçi sınıfının, burjuvazinin çıkarları ve ihtiyaçları ekseninde
örgütlendirilebilmesinin başlıca aracı olarak yükseldiği sermaye egemenliğinde,
ekonomik ve siyasal alanlar arasındaki ayrımın, işçi sınıfının gündelik maddi
çıkarları ile siyasal/tarihsel hedefleri arasındaki bağın kopukluğunun ifadesi ol-
maktan ve bu kopukluğun sürdürülmesinden öte bir anlamı bulunmuyor.
Siyasal bir güç olarak işçi sınıfı
Marks, Felsefenin Sefaleti adlı çalışmasında, sınıf savaşının politik niteliğine
işaret ediyor: “Sınıfa karşı sınıf savaşımı bir siyasal savaşımdır… Proletarya
ile burjuvazi arasındaki çelişki bir sınıfa karşı sınıf savaşımdır; ki bu savaşım
en yüksek ifadesine kavuştuğunda bütünsel bir devrim haline gelir.”28Tek tek
bireylerin, ancak başka bir sınıfa karşı ortak bir savaşım yürütmek zorunda
oldukça bir sınıf meydana getirebilecekleri hesaba katılırsa, bir toplumsal for-
masyonun ekonomik-siyasal ve ideolojik düzeylerinde bir bütün olarak yaşa-
nan ve ekseninde siyasal iktidar bulunan sınıf savaşı, burjuvaziye karşı vermiş
olduğu savaşım içerisinde işçi sınıfının kendisini bir sınıf olarak örgütlemesi
pratiğinin bizzat kendisidir. Bunu, işçi sınıfının üretim ilişkileri içerisindeki
yapısal konumunun ötesinde, bir siyasal güç olarak örgütlenebilmesi olarak
anlamak gerekiyor. İşçi sınıfının günübirlik maddi çıkarları ile siyasal, tarih-
sel hedefleri arasındaki bağın kurulması olarak da tanımlanabilecek bu süreç,
marksist hareket içerisinde, işçi hareketinin yahut işçi sınıfının siyasallaşması
biçiminde tanımlanıyor. İşçilerin bir işyerinde işverene karşı verdikleri mü-
cadelenin ötesine geçip, eylemleri ve talepleri ile ülke çapında bir sınıf olarak
burjuvaziyi karşısına alan, yasalarda kimi değişiklikler yapılmasını somut ola-
rak önüne koyan bir zeminde kendisi için sınıf olarak ortaya çıkması anlatılır
bu kavramlaştırma ile. İşçi hareketi, işçi sınıfının kendisi için sınıf niteliğine
yükseleceği o belirleyici eşik noktasına kadar ekonomik alanda ortaya çıkıp de-
vinen bir gerçeklik olarak ele alındığı için, politikleş(tiril)miş işçi hareketidir
burada söz konusu olan.
“İşçi sınıfının egemen sınıflara karşı bir sınıf olarak ortaya çıktığı ve on-
lara dışarıdan baskıyla boyun eğdirmeye çalıştığı her hareket, bir siyasal
harekettir. Örneğin belli bir fabrikada, hatta belli bir işkolunda grevler,
vb. yoluyla tek tek kapitalistleri daha kısa bir işgününe zorlama girişi-
mi, salt iktisadi harekettir. Öte yandan sekiz saat, vb. yasasını zorlama
hareketi bir siyasal harekettir. Ve bu şekilde, işçilerin tek tek iktisadi ha-
180
Üretimden Gelen Güç ve Siyasal Güç Olarak İşçi Sınıfı
reketlerinden her yerde bir siyasal hareket, yani kendi çıkarlarını genel
bir biçim içerisinde dayatmayı amaçlayan bir sınıf hareketi doğar.”29
Marks’ın örneklemesi de bu örneklemeye dayanan değindiğimiz bakış açısı da
“yanlış” değildir. Ancak bunun, doğrunun sadece bir boyutuna işaret ettiğini ve
meselenin bu boyuta indirgenmesinin ciddi sorunlar yaratacağını ifade etmek ge-
rekiyor. Bu noktada sergilenen indirgemeci yaklaşımların temel kusuru, siyasal
mücadeleyi ve hareketin siyasallaşmasını, ancak siyasal iktidar, hükümet, parla-
mento ve yasalar zemininde bir varoluşla sınırlaması veya eşitlemesidir. Meseleye
böyle yaklaşıldığında, işçi hareketinin siyasallaşmasının tek mümkün biçimi de;
mücadeleyi siyasal bir bağlama kavuşturmak üzere hükümet, parlamento ya da
siyasal iktidar düzleminde talepler veya mücadele hedefleri formüle ederek, bu
düzlemde formüle edilen taleplerin veya mücadele hedeflerinin işçi sınıfı içerisin-
de kabul görüp sahiplenilmesi yolunda ısrarlı bir çaba içerisinde olmaya indirge-
nebiliyor. Bu indirgemeci bakış, ekonomizmin tek panzehirini siyasal ajitasyon
olarak görür. İşçi sınıfı ve hareketi, özel bir müdahale ya da durum olmadığı sü-
rece, ekonomik alana ait gerçeklikler olarak kurgulandığı ve bu kurguya uygun
pozisyonlar alındığı içindir ki, hareketin daha başından politik bir zeminde kuru-
labileceği olasılık dahilinde görülmez. Oysa, işçi hareketi ve mücadelesi burjuvazi
ile siyasal iktidar veya yasalar zemininde o an için karşı karşıya gelmeseler dahi,
üretim sürecinin ve alanının tümüne dair söz söyleme, denetleme, karar verme,
yönetme hakkının, tarihsel ve vakti geldiğinde kullanılacak bir hak olarak değil,
güncel, somut, meşru ve kazanılabilir bir hak olarak öne çıkartılması işçi hareke-
tinin siyasal bir bağlama kavuşturulabilmesi yoluda belirleyici önemde.
İşçi hareketi ve mücadelesini, işçi sınıfının boyun eğme biçimlerinin yaratıldığı,
yabancılaşmanın fışkırdığı üretim sürecinin bizzat içerisinde siyasal bir bağlama
kavuşturmayı hedeflemeyen bir zeminde, işçi sınıfının burjuva siyaset tarzının
ötesinde iktidara aday bir sınıf olarak örgütlendirilmesi başarılamaz. Bu yola bir
kez girildiğinde, hem (devrimci durum koşullarında ortaya çıktıklarından olsa
gerek) bir iktidar fethi ve sonrasına has örgütler olarak algılanan işyeri komite-
si, konsey, sovyet niteliğindeki örgütler, siyasal mücadelenin gündemine somut
olarak girecek, hem de böylesi örgütlülükler oluşup yaşadıkları oranda, işçi hare-
ketinin siyasallaşma sürecine inanılmaz ivme katacaklardır. Bu noktadaki tarih-
sel deneyim de, sınıfın somut ihtiyaçlarına mevcut örgütlerin yanıt veremediği
durumlarda, her durumda meşruiyetin üzerinde kendisini var etme özelliklerine
sahip bu tip örgütlerin gerçek ve yakıcı sorunlara devrimci çözümler üreten iş-
levli örgüt formları olarak, bunları oluşturmaya dönük herhangi bir özel çaba ol-
madığı halde bile, bir anda bütün haşmetleriyle ortaya çıkabildiklerini, işçi sınıfı-
nın yönetici ve kurucu niteliklerini öne çıkartarak, işçi sınıfının farklı kesimlerini
mücadele içerisinde ortaklaştırdıklarını gösteriyor. İşçi sınıfının kurtuluşu kendi
eseri olacaktır belgisini ve bu eksende işçi sınıfının birliği sorununu böylesi bir
somutluk üzerinden ele almak gerekiyor:
181
Yaşayan Marksizm
182
Türkiye İşçi Sınıfının
Üç Eyleminin
Karşılaştırmalı Değerlendirilmesi(*)1
Haluk Yurtsever
15-16 Haziran 1970, Şubat 1980 Tariş ve 1990-91 Zonguldak maden işçileri ey-
lemleri, Türkiye işçi sınıfının on yıllık aralarla birbirini izleyen üç eylem tepesidir.
Bu işçi çıkışları, gerçekleştikleri zaman, mayalandıkları toplumsal-siyasal ortam
bakımından olduğu kadar, yöntemleri, gelişmeleri ve sonuçlarıyla da farklılıklar
gösteriyorlar. Gerçekleştikleri dönemlerin en ileri eylemleri olmaları, kendilerini
başlatan nedenlerin ötesine geçen gelişimleri ve yol açtıkları sonuçların benzer-
liği ise ortak yönler olarak sayılabilir. Daha önemlisi, bu eylemler, Türkiye’nin
toplumsal siyasal ortamı; sol, sosyalist ve sendikal hareketin durumu; işçi sını-
fının bunlara tepki ve refleksleri arasındaki karşılıklı ilişkiyi çözümlemek bakı-
mından değerli ve zengin malzeme sunuyorlar.
Bu tebliğde, her biri sayfalar ve kitaplar dolusu yazıyı hakeden bu üç eylemin
ayrıntılı döküm ve analizlerini yapmaya girişmeyeceğim. Yapmaya çalışaca-
ğım, en temel, karakteristik özelliklerini öne çıkararak bu üç eylemle ilgili ola-
rak belleklerimizi yenilememize, bugünkü görevler için dersler çıkarmamıza
yardımcı olacak bilgi ve değerlendirmeleri belli bir yöntem çerçevesinde sun-
maktan ibarettir.
* Haluk Yurtsever’in 15 Haziran 2003’te İstanbul’da yapılan İşçi Konseyi Birinci Emek Sempozyumuna sunduğu tebliğ.
183
Yaşayan Marksizm
Önce, eylemleri teker teker ele alıp kısaca inceleyen, sonra karşılaştıran, en so-
nunda da, sentezleştirmeyi deneyen bir yöntem izleyeceğim.
I
15-16 Haziran 1970
15-16 Haziran’ın Türkiye işçi sınıfının en ileri, en görkemli kalkışması olduğu
noktasında bir tartışma yoktur.
15-16 Haziran çıkışını tetikleyen görünürdeki neden, Süleyman Demirel hükü-
metinin, “DİSK’in çanına ot çıkamayı” amaçladığı bir hükümet üyesi tarafından
açıkça dile getirilen yasa tasarılarını meclise getirmesiydi. DİSK, tasarının yasa-
laşmasını önlemek için, Süleyman Demirel’e mektup yazmaktan, DİSK üyele-
rini “anayasal direniş hakkını” kullanmaya çağırmaya kadar çeşitli girişimlerde
bulundu ve 17 Haziran’da miting yapmak üzere İstanbul Valiliği’ne başvurdu;
ancak valilik mitinge izin vermedi. 14 Haziran günü, Lastik İş sendikasında binin
üzerinde sendika temsilcisinin katıldığı bir toplantı yapıldı. Toplantının amacı
somut eylem kararının belirlenmesiydi. Toplantıya katılan işçilerin kararlılığına
rağmen, DİSK yönetiminin ikircikli tutumu nedeniyle eylemin biçimi ve zamanı
konusunda karar alınamadı. Bu noktadan itibaren, inisiyatif, çok büyük çoğun-
luğu işyeri temsilcisi olan öncü işçi aktivistlerine geçti. Bir gece içinde eylem ko-
miteleri oluşturuldu; 15 Haziran’da Otasan fabrikası işçilerinin işbaşı yapmayıp
yürüyüşe geçmeleriyle eylem başladı. Bunu, İstanbul’un her yerindeki fabrika-
lardan işçilerin yürüyüşe geçmesi izledi. Yürüyüşlere, İstanbul’un 200’ye yakın
fabrikasında çalışan onbinlerce işçi katıldı. 16 Haziran günü yürüyüşler daha ka-
labalık sayılarla, daha militan biçimler alarak devam etti. Bu kez, onbinlerce işçi
Avrupa ve Anadolu yakasındaki kollardan kent merkezlerine akmaya başladı.
Galata köprüsü açılarak, vapur seferleri iptal edilerek iki yakadan gelen iki bü-
yük kolun buluşması önlendi. Kadıköy Kurbağalıdere’deki çatışmalarda üç işçi
öldürüldü. Olaylar sürerken DİSK Başkanı Kemal Türkler, radyodan anayasal
haklar için yapılan direnişlerin silahsız ve saldırısız olması gerektiğini söyleyen
bir konuşma yaptı.
Hükümet 16 Haziran akşam saatlerinden sonra inisiyatifi ele almaya başladı.
Fabrikalar askeri birliklerce kuşatıldı; sendikalar basıldı; yüzlerce işçi gözaltına
alındı; İstanbul ve Kocaeli’nde sıkıyönetim ilan edildi. İzleyen günlerde 5 binden
fazla işçi işten atıldı. Yasa meclisten geçti; ancak 9 Şubat 1971’de TİP’in açtığı
dava üzerine Anayasa Mahkemesi’nce iptal edildi.
15-16 Haziran büyük kalkışmasının temel çizgileri
Bir: Çıkış nedeninden belli ölçülerde bağımsız olarak 15-16 Haziran, ekonomik-
sendikal hedefleri aşan, işçi sınıfının meclisi ve hükümeti, yöneten sınıfı açıkça
karşısına alan siyasal içerikli bir ayaklanmaydı.
184
Türkiye İşçi Sınıfının Üç Eyleminin Karşılaştırmalı Değerlendirilmesi
185
Yaşayan Marksizm
DİSK’in rolü
DİSK’in, daha doğrusu DİSK yönetiminin 15-16 Haziran’ın örgütlenmesine, yü-
rütülmesine önderlik etmediği açıktır. Ancak, DİSK yöneticilerini soldan, sosya-
list pozisyonlardan daha ilerisini yapmadıkları için eleştirenleri tutarlı bulmak
da mümkün görünmüyor. DİSK’e ve DİSK’in 15-16 Haziran’a etkisine daha ge-
niş bir çerçeveden bakmak gerekiyor.
1967-80 dönemi DİSK’i Türkiye işçi sınıfının mücadelesinde dönemlere göre de-
ğişen doğrultu ve içerikte olmakla birlikte önemli bir yer tutmaktadır. DİSK, işçi
sınıfının daha nitelikli, endüstriyel yoğun işkollarına dayanan bir kesimini örgüt-
leyerek yola çıkmış, TİP’le yöneticileri düzeyinde ilişki kurmuş, daha da önemlisi
sendikal gelişmesini, işçi sınıfının ekonomik koşullarını iyileştirme eksenli “sınıf
sendikacılığı” anlayışı üzerinden sağlamıştır. İncelediğimiz konu açısından çok
daha önemlisi, DİSK’li sendikalar işyerlerini militan işçi eylemlilikleriyle kazan-
mış ve korumuşlardır. DİSK, “referandum hakkımız, söke söke alırız!” bayra-
ğı altında girişilen fabrika işgalleri ve direnişleri yolundan büyümüştür. Derby,
Kavel, Roche, Singer, Krom Magnezit, Türk Demir Döküm işgalleriyle ortaya
konulan militan işçi sahiplenmesini dikkate almadan 15-16 Haziran’ı yerli yeri-
ne oturtmak da, DİSK’i tanımak da, sonraki gelişme ve çelişkilerini anlamak ve
açıklamak da mümkün değildir. Bu eylemlerin 15-16 Haziran’a birikim sağlayan
prova işlevi gördüğü kesindir. Uzatmadan söylemek gerekirse, 15-16 Haziran’a
kuluçkalık yapan, eyleme ilk itilimini veren özne DİSK’tir.
TİP ise, DİSK yöneticilerinin önemli bir bölüm TİP üyesi ve yöneticisi olduğu
halde 15-16 Haziran’da yoktur. Parti yöneticileri, sonradan partili sendikacıları
eleştirirken eylemlerden haberleri olmadığını söyleyerek bunu açıkça itiraf et-
mişlerdir.
1960-70 dönemi sınıf mücadelesi ve sol yükseliş bakımından başlı başına ele alın-
ması gereken bir dönemdir. Dönemin, konumuz bakımından önemi bu yıllarda
toplumun bütün sınıf ve katmanlarının büyük bir hareketlilik ve siyasallaşma
içine girmiş olması Türkiye emekçilerinin tüm cumhuriyet tarihi boyunca ilk
kez bu ölçüde geniş demokratik hak ve özgürlükleri yığınsal ölçekte kullanma-
ya başlamasıydı. 15-16 Haziran eylemini başlatan öncü işçi kuşağı ve eylemlere
katılan yüzbinlerce işçinin bu eylemli ortamdan doğrudan ve dolaylı biçimde
etkilendiği kesindir.
1968-70 dönemi, 1960 sonrası sol yükselişin, sağladığı toplumsal etkiye rağmen,
iç mücadele ve bölünmelerle güçten düştüğü bir zaman kesitiydi. 1965’de kayda
değer bir seçim başarısı gösteren TİP, hem toplumsal etki ve örgütlülük bakı-
mından zayıflamış, hem de programatik-ideolojik birliğini, netliğini yitirmişti.
MDD hareketi TİP’e muhalefet ve TİP’ten kopma sürecini siyasal-örgütsel bir
senteze ulaştıramıyordu. TİP’e muhalefet temelinde 5-6 yılda oluşan, gençlik
ve sosyalist aydınlar üzerinde etkinlik kazanan MDD hareketi, 1970 Dev-Genç
kongresini izleyen çok kısa bir süre içinde, pratik siyasal tutumlardan başlayan
186
Türkiye İşçi Sınıfının Üç Eyleminin Karşılaştırmalı Değerlendirilmesi
II
1980 Ocak Tariş
Tariş direnişi, İzmir’de gerçekleşmesine rağmen 12 Eylül’e yaklaşan Türkiye’nin
dönemin kimi temel özelliklerini de açığa çıkaran önemli bir eylemiydi.
Ege bölgesinin tarımsal ürünlerine dayalı iplik, üzüm, zeytinyağı, kolonya, in-
cir gibi sanayi birimlerinden oluşan Tariş kompleksi, hukuken binlerce üretici
ortağa dayanan bir kooperatif olmakla birlikte, yönetimi büyük toprak sahip-
leriyle tarım kapitalistlerinin eliydeydi ve fabrika yöneticileri de sanayi bakan-
lığınca atanıyorlardı. 8000 civarında işçinin çalıştığı Tarişe bağlı işletmeler 1.
ve 2. MC hükümetleri döneminde yoğun faşist kadrolaşmaya sahne olmuş,
CHP’nin iktidara gelmesinden sonra sol ve sosyalist işçi gruplarının da katkı-
sıyla faşistler tasfiye edilmiş, ancak 3. MC’nin kurulmasıyla birlikte bu kez sol
vesosyalist eğilimli işçilerin atılarak, kadroların yeniden faşistlerle doldurulma-
sı gündeme gelmişti. Bakanlık ilk etapta 300 işçinin işten çıkarılması talimatı-
nı uygulamayan genel müdürü görevden aldı. İçişleri Bakanlığı’nın 14 Ocak
1980’de İzmir Valiliğine Tariş’te “suç odaklarının ortaya çıkarmak” ve yakala-
mak için 22 Ocak’ta operasyon başlatılması direktifini vermesiyle sabahın er-
ken saatlerinde yüzlerce polis ve jandarma arama yapmak üzere iş araçları ve
polis panzerleriyle fabrikalara saldırdı. İplik fabrikası işçileri polisi fabrikaya
sokmayarak direnişe geçtiler.
Direniş kısa zamanda, tüm Tariş işletmelerine yayıldı; orada da kalmayıp İzmir’in
emekçi semtlerinde sokak ve barikat çatışmalarına ilerledi. İlk anda polis ve jan-
darmanın girdiği fabrikalarda da barikatlar kuruldu. Bayraklı, Soğukkuyu, Nal-
döken, Alaybey, Darağacı, Karabağlar, Altındağ, Kahramanlar ve daha birçok
semtte barikatlar kuruldu. Gültepe halkı, polis ve ordu kuşatmasına karşı direndi.
Çiğli’de kurulan barikatlar ancak, uzun çatışmalardan sonra aşıldı. Öğrenciler ve
yukarıda bir bölümü sayılan emekçi semtlerin emekçileri kadın erkek işçileri des-
teklediler. Direnişler, ancak çevre illerden getirilen takviyelerde geriletilebildi.
DİSK yöneticilerinin pasif ve eylemleri durdurmak isteyen tutumu nedeniyle,
Tariş eylemine, tüm Türkiye çapında işçi tabanından gelen isteklere rağmen
Türkiye’nin başka yerlerinden destek gelmedi.
187
Yaşayan Marksizm
DİSK’in bu eylemdeki tutumu olumsuz anlamda ibret verici oldu. Aradan ge-
çen yıllarda DİSK’in CHP’lileştirilme süreci tamamlanmıştı. DİSK, yeni bir CHP
hükümetine zemin hazırlayıcı bir faaliyet içindeydi ve Tariş olaylarının başlama-
sından önce, çeşitli illerde yeni hükümeti protesto amacıyla “demokrasi” miting-
leri” düzenlemeye başlamıştı. Bu mitinglerden biri 27 Ocak’ta, Tariş direnişinin
sürmekte olduğu İzmir’de yapıldı. DİSK Başkanı, aynı zamanda CHP milletve-
kili olan Abdullah Baştürk, bu mitingte yaptığı konuşmada işçilere “provakas-
yona” gelmeme uyarısı yaptı. DİSK, eylemin durdurulması için elinden gelen
her şeyi yaptı. DİSK’in görevlendirdiği, Tekstil-İş başkanı Rıdvan Budak, DİSK
Başkanvekili Rıza Güven ve Gıda-İş Başkanı Mehmet Mıhlacı’dan oluşan bir
heyet fabrikaları dolaşarak işçileri eylemden vazgeçirmeye çalıştılar. İşçiler, bu
sendikacıları, “direnişi kıranın kafasını kırarız” diye karşıladılar. Ne var ki, bu
heyetten Rıdvan Budak, önce Tekstil-İş Çiğli yöneticilerini görevden aldı ve dire-
nişin odağı iplik fabrikasında yapılan toplantıda, “DİSK ilkesini benimseyenler,
benimsemeyenler”, “genel grev isteyenler, istemeyenler” biçimindeki danışıklı
ve son derece şaibeli bir oylamanın sonunda, bu oylama sonuçlarının direni-
şin sona ermesi anlamına geldiği yorumunu yaptı. Bu olup bitti üzerine, yalnız
ve öndersiz kalan işçiler daha fazla direnemediler. 31 Ocak’ta direniş sona erdi.
Yüzlerce işçi işten atıldı, gözaltına alındı.
Tariş direnişinin karakteristik çizgileri
Bir: Direnişe katılan işçi sayısı bakımından (7500 işçi) Tariş çıkışının, 15-16
Haziran’la kıyaslanacak bir boyut taşımadığı açıktır. Yalnız İzmir’le ve Tariş iş-
yerleriyle sınırlı kalması bakımından değil, ülke çapındaki sınıf mücadelesi açı-
sından 15-16 Haziran’a göre “yerel” kaldı.
İki: Bunlara rağmen Tariş’i önemli yapan etmenlerden biri, bu direnişin sokak
ve barikat çatışmaları biçimini alması, İzmir’in işçi emekçi yataklarından aktif
militan destek görmesidir.
Üç: Eylem, ekonomik-sendikal bir hak talebi, grev vb. türünden önceden belli bir
hazırlık ve örgütlülüğün direniş boyutları kazanması değildi. Direnişi ateşleyen
olay, Demirel hükümetinin çoğu solcu, devrimci olan 300 işçiyi işten çıkarmak
istemesiydi. İlk gün, iplik fabrikasını işgal eden işçiler üç talep ileri sürdüler:
Olayda polisin sorumluluk ve yasa dışı davranışının kabulü, gözaltına alınan iş-
çilerin salınması, iş ve can güvenliğinin sağlanması.
Dört: Tariş çıkışına “direniş” denmesinin nedeni bu taleplerin içeriğidir. Müca-
delenin kazandığı boyut ve biçimler esas alındığında Tariş çıkışının yerel bir kal-
kışma olduğu rahatlıkla söylenebilir. Önderliği zayıf, hazırlığı olmayan, hedefleri
ve sonuçları iyi düşünülmemiş bir kalkışma.
Beş: Bu direnişe de, belli bir siyasal örgüt, sendika önderlik etmedi. DİSK yukarı-
da değinilen nedenlerle mücadeleci işçi tabanından kopmuştu. DİSK yöneticile-
ri, kaldığı kadarıyla da DİSK adını ve prestijini eylemi kırmak için kullandılar.
188
Türkiye İşçi Sınıfının Üç Eyleminin Karşılaştırmalı Değerlendirilmesi
Altı: Dönemin öne çıkan, ülke çapında örgütlenmesi olan siyasal örgütleri de, tı-
kanıklık ve bocalama içindeydiler. 1977 1 Mayıs’ından sonra inişe geçen devrim-
ci sosyalist hareket, azımsanmayacak güç ve örgütlülüğüne, desteklerine rağmen
siyasal insiyatif ve etkinliğini yitirmişti.
Yedi: Direnişi başlatan, örgütleyen ve en önde dövüşenler, farklı sosyalist, dev-
rimci örgüt ve hareketlere mensup işçiler, onların oluşturduğu fabrika temelli
eylem birlikleriydi. Bu, Tariş direnişinin, o günkü siyasal ortamın yansıması da
olan bir özelliği, özgünlüğüdür. Özelliğidir, çünkü 1980 Türkiye’sinde sosyalist
ve devrimci hareket, güçleri ve siyasal etkileri birbirine yakın çok sayıda örgütten
oluşuyordu ve Tariş işyerlerindeki öncü işçiler de neredeyse istisnasız biçimde
bu örgütlerden birinin ya da ötekinin üyesi, sempatizanıydı. Özgünlüktür, çünkü
o günün Türkiye’sinde sosyalist ve devrimci örgütler arasındaki ilişkilerin ege-
men karakteri, zaman zaman düşmanlık boyutları da alan rekabet ve yabancılaş-
maydı. Tariş direnişi, işyerleri düzeyinde bu siyasal örgütlerin öğelerini yan yana
getirdi; eylem komiteleri direnişin başını çekti. Bu 12 Eylül’e doğru hızlanarak
koşan Türkiye’de, solda sözü çok edilen “birlik”in aşağıdan ve işçi sınıfından ge-
len, özendirici, emsal alınacak bir pratiğiydi. Onlarca görüşmenin, müzakerenin,
faşizmin ayak seslerinin birleştiremediği güçleri proleter eylem birleştirmişti. Ne
var ki, eylem birliği Tariş işyerlerinin tümünü kapsayan bir üst örgütlülüğe bü-
yüyemedi. Tariş direnişi yalnız sendikaları değil, siyasal örgütleri de aştı.
Sekiz: Yine 15-16 Haziran’dan önemli bir fark olarak, Tariş kalkışması, fabrika-
lardan semtlere taştığı, sokak ve barikat çatışmaları biçiminleri kazanarak kente
yayıldığı ölçüde halkçı, hatta plebiyen bir sınıf profili gösterdi.
Yukarıda kısaca belirtilen, 1980 Ocak ayının genel Türkiye ve sol hareket ortamı,
Tariş direnişinin yükselişinin ve kırılışının koşullarının genel çerçevesini oluştur-
muştur: Demirel başkanlığındaki 3. MC’nin kuruluşunun getirdiği faşist-anti fa-
şist kamplaşma, devlet içindeki faşist kadrolaşma ve bunun doğurduğu tepkiler,
sosyalist ve devrimci hareketin, şiddetli ve yer yer yığınsal sınıf mücadelelerinin
yaşandığı on yıllık bir dönemin sonunda düşünsel, siyasal ve örgütsel bakımdan
yorgun ve ne yapacağını bilemez bir durumda olması vb… Bu koşullarda, Tariş
direnişinin daha farklı bir sonuca varması neredeyse olanaksızdı.
III
1990 Zonguldak Maden İşçileri Eylemi
Tariş’ten on yıl sonra sökün eden Zonguldak maden işçileri çıkışı da gerçekleşti-
ği Türkiye, siyaset ve sol ortamının çizgilerini yansıttı.
Ondan önce 1989 “bahar eylemleri” var.
12 Eylül ve sonrasında burjuvazi sistematik bir ekonomik/siyasal şiddet eşliğinde
işçi sınıfını siyasetsizleştirme, örgütsüzleştirme, eylemsizleştirme hedefli büyük
189
Yaşayan Marksizm
bir saldırı örgütledi. 1989 bahar eylemleri, Eylül statükosunu zorlayan, ama ha-
reketin zaaflarının izlerini belirgin biçimde taşıyan bir hareketliliktir.
Kamu kesiminde çalışan yaklaşık 500 bin işçi için sürdürülen toplu sözleşmele-
rin tıkanması üzerine başlayan protesto hareketleri 1989 baharında yaygınlaş-
maya başladı. Eylem türleri şunlardı: Topluca viziteye çıkma, vizite kağıtlarıyla
hastahaneler yürüme, sessiz yürüyüş, alkışlama, telgraf çekme, sakal uzatma, saç
kazıtma, işçi araçlarına binmeyi reddetme, işe geç gitme, fazla mesaiye katılma-
ma, karayollarını trafiğe kapama, yalınayak yürüme, konuşmama, işyerini ter-
ketmeme, boşanma davaları açma…
Siyasal iktidar bu eylemlere genel olarak “hoşgörülü” davrandı. ANAP’lı İçişle-
ri Bakanı, eylemlerle ilgili olarak şunları söylüyordu: “ İşçinin yürüyüşü eyleme
dönüşmediği sürece polis müdahale etmiyor. Yolun kenarından yürür, slogan
atmazlarsa bir şey olmaz. Mesele tamamen ekonomik. Toplu sözleşmeler imza-
lansın da bu iş bitsin diye bekliyoruz. İşçinin kışkırtıldığına ilişkin bir istihbarat
bize ulaşmadı.”
Karışık hesaplamalardan sonra, işçilere % 127-142 oranında ücret artışı veril-
mesiyle eylemler de sona erdi. Yaygın, belli merkezlerde yoğunlaşma oranı ve
militanlık derecesi düşük, esas olarak ekonomik taleplerle sınırlı bahar eylemleri
ile işçilerin 12 Eylül sonrasında ilk kez bu oranlarda zam aldıkları bir gerçektir.
Ancak, egemen rengi apolitizm, protesto biçimleri edilgen (hatta mazoist- rica-
cı), ana sloganı “Çankaya’nın şişmanı, işçilerin düşmanı”, aktivistleri ve sendikal
önderliği uzlaşmacı eğilimli solcular olan bu eylemlerin kendisinden sonrasına
önemli bir deneyim taşıdığı söylenemez.
Zonguldak maden işçileri eylemini önceleyen bir işçi protestosuna daha kısaca
değinmek gerekiyor. O da, Yeniçeltek maden ocağındaki grizu patlaması sonucu
yaşamlarını yitiren 68 maden işçisinin ölümünü protesto amacıyla Zonguldak’ta
25 Şubat 1990’da yapılan miting ve yürüyüştür. İşçilerin zorlamasıyla Genel Ma-
den İşçileri Sendikası tarafından düzenlenen bu eyleme 35 bin kişi katıldı. “İş
güvenliğinin sağlanması”, iş cinayetlerinin önlenmesi”, maden ocaklarının ka-
patılması girişimlerinin engellenmesi”, “sömürüye, haksızlığa son verilmesi” ta-
lepleriyle yapılan mitinge Zonguldak halkı da destek verdi. Bu eylem, Zonguldak
maden işçilerindeki birikmiş öfkenin göstergesiydi.
30 Kasım 1990’da Genel Maden İş Sendikasına üye 42 bin madenci ve Maden
Tetkik Arama işyerindeki 6 bin işçi greve çıktılar. 30 Kasımda greve çıkılmasın-
dan sonra Zonguldak madencileri her gün yürüyüş ve miting yapmaya başladı-
lar. İktidar bu giderek büyüyen eylemli greve, zarar ettiği gerekçesiyle maden
ocaklarının kapatılmasını gündeme getirerek yanıt verdi.
4 Ocak 1991 günü maden işçilerinin Ankara hedefli yürüyüşü başladı. Onbinler-
ce işçi 7 saatte 23 kilometre yürüyerek Devrek’e ulaştılar. Devrek halkı yaklaşık
50 bin işçiyi konuk etti. Yürüyüş kolu Devrek’ten çoğalarak 80 bin kişilik bir
190
Türkiye İşçi Sınıfının Üç Eyleminin Karşılaştırmalı Değerlendirilmesi
kortej halinde yoluna devam etti. 5 Ocak’ta yürüyüş kolu bir moladan yararlanan
jandarma tarafından bölündü. Başbakanın çağrısı üzerine sendika yöneticile-
riyle hükümet arasında yapılan görüşmelerden bir sonuç alınamadı. Yürüyüşün
70. Kilometresinde işçiler Mengen’de konaklamaya karar verdiler. 6 Ocak’ta
Ankara’ya doğru yürüyüş yeniden başladı. 12 kilometre yol aldıktan sonra, yürü-
yüş kolu jandarma ve çevik kuvvetin oluşturduğu barikatla yüz yüze geldi. İşçiler
10 kilometrelik bir alana yayılarak beklemeye başladılar. Bu arada 200 işçi gözal-
tına alındı. Hükümetle yeniden görüşmeler yapıldı. 4 Ocak’ta yürüyüşe devam
edildi, yeniden barikatla karşılaşıldı. İki gece daha dışarda geçirildi ve 8 Ocak’ta
hükümetin talepleri kabul edeceği yolundaki “umut” ların iyice yaygınlık kazan-
masıyla yürüyüş sona erdi. Görüşmelerdense sonuç alınamadı, Bakanlar Kurulu
bütün grevlerle birlikte madenciler grevini de erteledi. 6 Şubat 1991 de Yüksek
Hakem Kurulu’nun dayatmasıyla toplu iş sözleşmesi imzalandı.
Zonguldak maden işçilerinin yürüyüşünün başlamasıyla bitişi arasında, 3 Ocak
“genel eylemi” var. Türk-İş Başkanlar Kurulu, genel grevin kod adı olan “genel
eylem” kararını 1988 Şubat’ında almıştı. 20 Aralık 1990’da toplanan Türk-İş Ge-
nişletilmiş Başkanlar Kurulu genel eylem gününü 3 Ocak 1991 olarak belirledi.
Türk-İş’e ve Hak-İş’e bağlı sendikalarla birlikte, bağımsız sendikalara üye işçile-
rin de iş bırakmasıyla “genel eylem” gerçekleştirildi. Genel grev, işe gitmeyerek
evde oturma biçiminde uygulandı. Yeterli hazırlık yapılmadan, amaç ve hedefleri
açıkça belirlenip kamuya anlatılmadan yapılan bu genel grev, her şeye rağmen
işçi sınıfının üretimden gelen gücünü topluma hissettirdi. Bu sonuç, eylemin,
onu “yasak savar” mantığıyla başlatan Türk-İş yönetimine rağmen gerçekleşen
en olumlu sonucuydu.
Uzun süre askıda tutulan genel grevin Zonguldak yürüyüşünden bir gün önce uy-
gulamaya sokulması ilginçtir ve genel grevin bu zamanda yapılmasının işçi sınıfın-
da birikmiş öfkeyi buharlaştırma işlevi gördüğü yönündeki eleştiriler doğrudur.
Bu eylemle yalnız genel bir buhar alma işlemi gerçekleştirilmemiş Zonguldak
maden işçileriyle dayanışma görevi de geçiştirilmiştir. Türk-İş yönetimi tersine
3 Ocak eylemini Genel Maden İşçileri Sendikası’nı soyutlamak için kullanmıştır.
Türkiye’nin her yerinde işçi tabanından gelen Zonguldak işçilerini destekleyen
eylem önerileri böylece, “en büyüğünü yaptık ya!” pişkinliğiyle yatıştırılmıştır.
Maden işçileri grevinin karakteristik çizgileri
Bir: Zonguldak maden işçileri çıkışı, 15-16 Haziran’dan ve Tariş’ten farklı olarak
militan eylem biçimleriyle sürdürülen bir grevdir. Genel Maden İşçileri sendikası
eliyle ve sendikal önderlik altında yürütülmüştür.
İki: Eylemli grev hareketi, ekonomik taleplerle, “ ne sağcıyız, ne solcu, madenci-
yiz madenci!”, “başkan seninle ölüme de gideriz!”, “Çankaya’nın şişmanı işçile-
rin düşmanı” türünden geri belgilerle başlamış, süreç içinde hükümeti karşısına
alan, devletin siyasal, yönetsel ve kolluk kurum ve kurallarına uymayı reddeden
191
Yaşayan Marksizm
bir fiili durum yaratma noktasına ilerlemiştir. Zonguldak eylemcileri, öznel bir
seçim ve devrimci bir bilinçle devleti karşılarına almadıkları, sorunu en ileri dü-
zeyde bir hükümet sorunu olarak kavradıkları halde, pratik olarak devletle karşı
karşıya geldiklerini algılamışlardır.
Üç: Grev, en başta Zonguldak ve çevre halkından, giderek de Türkiye ölçüsünde
anlamlı bir destek ve dayanışma kazanmıştır. Bunun en önemli nedeni, Zongul-
dak eyleminin yeni ve yeni türden bir işçi sınıfı hareketliliğinin ve toplumsal çap-
ta bir kutuplaşmanın habercisi olmasıdır. Kim ne derse desin, bu eylemli grev,
geçici bir süre için burjuvazi için korku, emekçi sınıflar ve dostları için umut
kaynağı olmuştur. Eylem, karmaşık bir sınıf bileşiminin ifadesi olan kesimler
üzerinde hem ayrıştırıcı, hem birleştirici bir işlev görmüştür.
Dört: Eylemli grev, kritik noktada, Türk-İş, GMİS yöneticilerinin, sosyal demok-
ratların ihanetiyle durdurulmuş, böylece ülke çapında yeni bir işçi hareketliliği-
nin başlangıç noktası olması önlenmiştir.
Beş: Grevin başlamasından sonra hemen her gün yapılan miting ve yürüyüşler,
daha önemlisi, kışın en soğuk zamanında 80-100 bin insanın 100 kilometreden
fazla yolu yürüdüğü, Devrek’te ve açık havada gece geçirdiği Ankara yürüyüşü
azımsanmayacak bir organizasyon yeteneğini ortaya koymuştur.
Altı: Yukarıda belirtildiği gibi, Türk-İş yöneticilerinin grev üzerindeki etkisi
ancak “satış” ve ihanet sözcükleriyle anlatılacak biçimde olmuş; Türk-İşe bağlı
sendikalardan direnişe anlamlı bir destek gelmemiştir. Başta genel başkan Şemsi
Denizer olmak üzere GMİS yöneticileri ise bu eylemi başlatıp yürütmekle ka-
zandıkları prestiji bir sonraki kongrede Türk-İş yönetim katlarına tırmanarak
değerlendirmişlerdir.
Yedi: Zonguldak maden işçilerinin eylemli grev hareketi, bir yandan, Eylül depo-
litizasyonunun sürmekte olan etkilerini, öte yandan aynı dönemde işçi sınıfının
ekonomik koşullarındaki kötüleşmeye karşı biriken toplumsal tepkiyi yansıt-
mıştır. Zayıf siyasal içerikle, birikmiş öfkenin açığa çıkardığı enerji arasındaki
gerilim eylemin yönünü ve sonucunu belirlemiştir.
Zonguldak grevinin gerçekleştiği 1990’lı yıllarda dünya ve Türkiye’nin siyasal
koşulları, Türkiye solunun durumu ise doğrudan ve dolaylı olarak, o dönemin
bütün süreçleri üzerinde olduğu gibi Zonguldak eylemi üzerinde de olumsuz
etkiler yaratmıştır. Kısaca anımsatmak gerekirse, dönem, Sovyetler Birliği’nde
Gorbaçov eliyle çözülüşün düşünsel ve siyasal altyapısının hazırlandığı, dünya
komünist hareketinin “yeni düşünce” yaftası altında ideolojik ve siyasal açıdan
sağcılaştırıldığı bir dönemdir. Dönemin Türkiye soluna yansıması yalnız, Sov-
yetler Birliği’nden ve dünya komünist hareketinden daha doğrudan etkilenen
geleneksel sol öğeler üzerinde değil, glasnost sürecinin sonuçlarını bir tür “rolan-
ti” konumunda bekleyen tüm Türkiye solu üzerinde olmuştur.
192
Türkiye İşçi Sınıfının Üç Eyleminin Karşılaştırmalı Değerlendirilmesi
IV
Değerlendirme ve tezler
Türkiye işçi sınıfının onar yıl arayla gerçekleşen üç önemli eyleminden çıkarıla-
cak dersleri; bu derslerin yardımıyla bugün için önerilecek yaklaşımları tartışma
tezleri biçiminde özetlemeye çalışırsam:
Bir: Kanımca, evrensel geçerliliği olan bir yasa, incelediğimiz üç işçi yükselişinde
de doğrulanmıştır: Kapsam ve nitelik bakımından anlam ifade eden bütün işçi
kalkışmaları, ülke çapındaki devrimci bir mayalanmayla birleşmediği, devrim ve
sosyalizm yönünde gelişmelere yol açmadıkları durumda, egemen sınıfların ikti-
darını pekiştirmektedirler.
İki: Daha somut düzeyde ele alındığında, üç eylem de Türkiye işçi sınıfının an-
lamlı militan çıkışlarının patlamalı ve spazmatik bir karakter taşıdığını göster-
mektedir. Eylemler, öncesi ve sonrasıyla süreklilikten, amaçlılıktan, gideceği, du-
racağı ve geri çekileceği noktayı bilen bir ortak akıl ve kurmaylıktan yoksundur.
Bu, elbette, eylemlerin bir başka genel özelliği olan ve hep tekrarladığımız, işçi
sınıfının öncü devrimci partisinin eksikliği ile doğrudan ilgilidir. Ancak, aynı
zamanda eylemlerin kendi içsel mantığı açısından, dışarıdan bir bakışla değer-
lendirilmesi gereken bir özelliğidir de.
Üç: Üç eylem de, içinde gerçekleştikleri toplumsal ortam ve koşulların ana çizgi-
lerini yansıtmaktadır. İşçi sınıfının bilinç durumu, toplumsal psikolojisi, hem bu
koşulların, hem de sol-sosyalist hareketin toplumsal etkisinin izlerini kaçınılmaz
olarak taşımaktadır. 15-16 Haziran’ın siyasal nitelik bakımından da daha ileri
bir nokta olmasının en önemli nedeni, 1970’ler Türkiye’sinde sosyalizmin bü-
tün eksikliklerine rağmen işçi sınıfıyla ilişkisini toplumsal formasyonun bütünü
üzerinden kurabilmiş olmasında aranmalıdır. “Toplumsal formasyonun bütü-
nünden işçi sınıfına” tezinin doğruluğunu işçi hareketimizin devrimci geleneği
de desteklemektedir.
Dört: Türkiye’nin sosyalist ve devrimcileri, artık, sosyalist devrimci öznelerin bu
önemli işçi çıkışlarındaki işlevsizliğinden uvriyerizm ve suçluluk duygusu üret-
meyi, dövünmeyi bırakmalıdırlar. Evet, Türkiye sosyalist hareketi bu tebliğde
ele aldığımız 20 yıllık zaman kesitinde ideolojik, siyasal ve örgütsel bütünlüğün
bileşkesi olan bir öncü-komünist parti oluşturamamış, işçi sınıfı hareketinin
kendisine en çok gereksinim duyduğu, devrimci olanaklar sunduğu dönemler-
de doğrudan müdahale gücü olamamıştır. Ama şu nokta da açık olmalıdır ki,
ele aldığımız eylemlere öncülük eden işyeri aktivistleri, sendikacılar, eylemlere
kararlılıkla, militanca katılan işçiler başka her şeyden çok, Türkiye sosyalist ve
devrimci hareketinin çocuklarıdır.
Beş: İçinden geçmekte olduğumuz dönem, ne işçi sınıfı, ne de öteki sınıf ve kat-
manların kendiliğinden hareketinin fışkırdığı bir dönemdir. Siyasetsizleşme, ör-
gütlülükten kaçış egemen eğilim olarak sürmekte, bu durumun işçi sınıfı üzerin-
193
deki pasifize edici etkisi de sürmektedir. Sosyalistlerin bu nesnellikten can alıcı
önemde bir “vazife” çıkarması gerekiyor: Ancak siyasal müdahalelerle yeniden
canlanacak, kendine içkin potansiyelini ancak o zaman dönüştücü bir enerji
olarak ortaya çıkartabilecek yeni ve devrimci bir işçi hareketini oluşturma işine
yoğunlaşmak. Çünkü bugünkü sınıf nesnelliği, ancak kendisine müdahale ede-
bilenlere yanıt veren bir özellik gösteriyor ve bu, paradoksal biçimde, burada
incelemeye çalıştığım eylemlerdeki zaafları aşan bütünsel ve devrimci bir işçi ha-
reketi yaratmanın koşullarının var olduğu anlamına geliyor.
İşçi Hareketinin Krizi ve Çıkış Yolları
Öznur Ağırbaşlı
Giriş
Reel sosyalist sistemin çöküşünden sonra tek kutuplu hale gelen dünyada “tari-
hin sonu”nu ve kapitalizmin insanlık için tek seçenek olduğunu ilan eden kapi-
talist- emperyalist sistem, egemenliğini hem fiziki olarak hem de ideolojik olarak
gün geçtikçe daha çok pekiştiriyor. Sosyal adalet, eşitlik, kardeşlik, barış, özgür-
lük ve demokrasi gibi insanı insan yapan kavramlar ya tamamen hafızalardan
siliniyor ya da içleri boşaltılıyor. Sermaye sınıfının ve onun güdümündeki med-
yanın göklere çıkardığı “küreselleşme”nin açlığı, sefaleti, savaşı, işsizliği, insanın
insan tarafından sömürüsünü yaygınlaştırmaktan başka bir şey olmadığı iyice
açığa çıkıyor. Sahte özgürlük ve demokrasi nutukları atan emperyalistler bütün
dünyada gericiliği, askeri darbeleri ve militarist rejimleri yaygınlaştırıyor. Pom-
palanan bireysel kurtuluş ve tüketim ideolojisi insanlığı hızla yok oluşa sürüklü-
yor. Dünyanın her yerinde özelleştirmeler, işten çıkarmalar, krizi bahane ederek
ücretleri kısmalar, sendikal mücadelenin önüne yeni engellerin dikilmesi dalga
dalga yayılmaktadır.
Yeni bir “Pax Romana” olarak ilan edilen Yeni Dünya Düzeni, tam aksine savaşları
arttıran ve yaygınlaştıran bir yönelim olarak insan uygarlığını tehdit ediyor. Reel
sosyalizmin çözülmesinden sonra yağmaya açık hale gelen bölgeler emperyalist
odakların sömürü iştahını kabartıyor. Bunun sonucu Balkanlarda, Ortadoğu’da,
Kafkaslarda yeni rekabetler ve paylaşım savaşlarının önünü açıyor.
1980’lerden itibaren büyük bir yapısal değişiklik içine giren Türkiye, büyük bir
pazar olması, enerji kaynakları, bölgesine göre yüksek düzeyde vasıflı iş gücü
potansiyelleri, sanayi alt yapısı ve jeopolitik konumu gibi etkenlerle uluslararası
195
Yaşayan Marksizm
196
İşçi Hareketinin Krizi ve Çıkış Yolları
sürdürülen soğuk savaşta önemli bir üstünlüğü ele geçirmesinde ve reel sosyaliz-
min çöküşünde çok etkili olmuştur.
Fordist üretim biçimi işçilerin on binlercesinin aynı fabrika ve tesis çatısı altın-
da bir arada çalışmalarını ve ortak bir yaşamı paylaşmalarını sağladı. On bin-
lerce emekçinin aynı vardiya saatlerinde işe başlaması, aynı yemekhanelerde
ve aynı zamanda yemek yemesi, aynı alanlarda dinlenmesi, aynı zamanlarda
yıllık izne çıkması gibi birçok alandaki birliktelik, sorunları da aynılaştırdı ve
ortaklaştırdı. Üretim sürecindeki bu ortaklaşma emekçilerin sendikalarda ör-
gütlenmelerini kolaylaştırdı ve sınıfsal bilince ulaşma olanaklarını da arttırdı.
Bu aşamada sendikalar, büyük karlarla çalışan işverenlerle anlaşmakta zorluk
çekmemiş, ücret sendikacılığının en iyi dönemini yaşamışlardır. Sınıf işbirliği-
nin ve uzlaşmanın gözde olduğu ve gerçek ücretlerin de belirli ölçülerde yüksel-
me gösterdiği bu dönemde büyük, hantal ve bürokratik sendikal yapılanmalar
doğru dürüst bir mücadele yürütmeden, kapitalist sistem içerisinde güçlü bir yer
edinmişlerdir.
Ancak seri üretimin hem ucuz hem de fazla yapılması, ürünlerin aynı yoğun-
lukta tüketilmesine bağlıdır. 70’li yılların başında, fordist üretim sistemi gelişme
olanaklarının sınırlarına dayanıp sistem tıkanmaya başlayınca, kapitalizm yeni
bir krize sürüklenmiştir. O tarihten itibaren arası sürekli kısalmaya başlayan
krizlerden kurtulmak için yapılması gereken, krize yol açan nedenleri ortadan
kaldırmak, yani kar oranlarının düşüşünü engellemektir. Bunun için geliştirilen
sistem ise neoliberalizm, yani esnek üretim sistemidir.
Neoliberalizm ile devletin ekonomik yaşamdaki etkinliği özel sektöre devredi-
lerek sıfırlandırılacak, tarıma ve hayvancılığa verilen krediler ve sübvansiyonlar
kaldırılacak, bütçe açıklarını ve karları olumsuz etkileyen ücret politikaları terk
edilecek, böylece krize neden olan kar düşüşlerinin önüne geçilecektir. Küresel-
leşme adıyla uluslararası şirketlerin ihtiyacına göre ucuz iş gücü ve hammadde
olanakları gözetilerek, üretimin her aşaması farklı ülkelerde/mekanlarda ger-
çekleştirilecektir. Nitekim üretim sistemlerinin esnekleştirilmesi ile ortaya çıkan
emek sürecinin esnekliğinin üç boyutu söz konusudur; işçilerin farklı işlerde
kullanılabildiği işlevsel esneklik, çalışma süresinin ve işçi sayısının istendiği gibi
düzenlendiği sayısal esneklik ve işçi ücretlerinin karlılığa bağlı olarak düzenlen-
diği ücret esnekliği.
Kapitalizm, devleti küçültme politikalarıyla sosyal- devlet anlayışından vazge-
çerken, emekçilerin kazanımlarını budamakta; özelleştirmeler ile onları düşük
ücrete, işsizliğe ve açlığa mahkûm etmekte; sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma,
“part time” çalışma, ücretlerde, çalışma suresi ve çalışma koşullarında esneklikle
sendikaları adım adım tasfiye etmeyi ve sendikal mücadelenin yarattığı engeller-
den kurtulmayı hedeflemiştir. Ancak başvurulan tüm emek düşmanı politikalara
karşın, krizlerin sonu gelmediği gibi aralarındaki süre giderek kısalmıştır. Daha
2001 krizinin etkileri geçmeden ABD’den başlayan mali kriz kısa sürede dünyaya
197
Yaşayan Marksizm
yayılarak tüm sermaye merkezlerini gittikçe derinleşen yeni bir krize sokmuştur.
Emperyalist-kapitalist sistemin krizlerden kurtulmak için aldığı önlemler artık sa-
dece emekçileri değil; doğayı ve insanlığın geleceğini de tehdit eder hale gelmiştir.
Kapitalizm, kriz koşullarında sosyal harcamalardan, yüksek ücret politikaların-
dan vazgeçerken, kendilerini sistemin uyumlu bir aygıtı olarak kurmuş uzlaşma-
cı sendikaların bu yeni durumda üstlenebilecekleri olumlu bir işlev söz konusu
olamazdı. Kapitalizmin krizi, işçi hareketine de kriz olarak yansımıştır. Fordist
üretim biçiminde her hangi bir metanın üretimi için gerekli olan büyük üretim
tesisleri ve on binlerce işçi yerine, esnek üretim biçiminde parçalı üretim tesisle-
ri, taşeron işletmeler ve bunun sonucunda da az sayıda işçiyi bir arada barındıran
merkez ve çevre işletmeler ortaya çıktı. Ana üretim tesisi dışına çıkarılan üretim-
lerin ülke sınırları dışına taşınması ise küreselleşme söylemini yaratan en önem-
li unsur olmuştur. Bir başka anlatımla kapitalistler ana üretim merkezlerinde
-teknolojik gelişme olanaklarına rağmen- giderek azalan karlarını arttırmak için
emekçileri ve işi parçalayarak, üretimin büyük bölümünü merkez dışına çıkarıp,
tüm dünyaya yayarak krizini aşmaya çalışmaktadır. Sermaye bütün bu gelişme-
leri tanımlarken adına küreselleşme, Yeni Dünya Düzeni gibi kulağa hoş gelen
kavramlar kullansa da bu onun emperyalizm olduğu gerçeğini değiştirmez.
Bu yeni üretim biçimi ile ana fabrikalar ağırlıkla montaj işlerinin, ambalajların,
ürün geliştirme faaliyetlerinin yapıldığı tesisler haline dönüştü ve bunlar serma-
yenin tekelindeki teknolojik gelişme olanakları ile birleşince de ana fabrikalarda-
ki işçi sayısının on binlerden, binlere ve hatta yüzlere inmesi sonucunu doğurdu.
Tüm bu gelişmeler fordist üretim biçiminin sağladığı olanaklarla örgütlenmeleri
çok kolay olan sendikal yapıların hızla üye sayılarının düşmesine ve güç olarak
zayıflamalarına yol açtı. Sendikaların bu gerilemeyi yaşamalarının nedeni, üre-
timdeki değişimler olmakla birlikte, yönetimlerinin bu süreci kavrayamamala-
rından ve merkez üretim tesisinin dışına çıkan işçileri örgütleyememelerinden
ya da örgütleyebilecek çabayı gösterememelerinden kaynaklandığı da ortadadır.
Örgütlenmelerini sermayenin giderek küçülttüğü merkezde korumaya çalıştı-
lar ve hemen hemen bütün toplu sözleşmelerde ağırlıkla ekonomik taleplerini
yükselttiler. Çevreye çıkarılan işçi sayısının merkezde kalanların onlarca katı bü-
yüklüğüne ulaştığını ve bu alandaki işçilerin örgütlenmesinin yaşamsal önemde
olduğunu fark edemediler, etmediler ya da bunu başaracak örgütlenme anlayı-
şından yoksundular.
Sosyalizmin krizi ve işçi hareketi
Sosyalizmin krizinin işçi hareketine etkisini iki başlık altında incelemek gerekir.
Birincisi; reel sosyalist sistem teoriden bütün sapmalarına karşın kapitalizm kar-
şısında bir alternatif oluşturuyordu ve kapitalistlerin hareketlerini sınırlandırı-
yordu. Reel sosyalist ülkelerin teknolojik, bilimsel, sportif vb. başarıları dünya-
nın geri kalanındaki işçileri ve ezilen halklarını umutlandırıyordu. Bu sistemin
çökmesiyle birlikte burjuva ideologları hemen harekete geçerek tarihin sonunu
198
İşçi Hareketinin Krizi ve Çıkış Yolları
ilan ettiler ve kapitalist üretim sisteminden daha gelişmiş bir üretim sisteminin
olamayacağını, sınıf çatışmalarının yerini artık dinler ve kültürler arası çatışma-
ların aldığını “kanıtlamış” oldular. Bu ideolojik bombardıman altında “özgürlük,
eşitlik isteminin karşılığı kapitalist sistemin içinde aranmalıdır” anlayışını güç-
lendirdiler. Bu sayede Kapitalist-emperyalist sistem artık eskisine oranla daha
rahat hareket etmekte, emek karşıtı politikaları daha pervasız uygulamaktadır.
Eskiden sosyalizm düşüncesinin etkisinde olan sendikalar da giderek daha faz-
la burjuva ideolojisinin etkisi altına girdiler. Bunun sonucunda yeni kazanımlar
için mücadele yerini, var olan hakların korunması mücadelesine bıraktı.
Sosyalizmin krizinin ikinci etkisi yine ideolojik mücadeleyle ilgilidir. Ekim dev-
riminden beri Marksist düşüncede yeni koşullara uyarlanmış geniş kapsamlı bir
açılım sağlanamadı. Kimi denemeler olduysa da bunlar dünya sosyalist hareke-
tini etkisi altına alacak boyutta açılımlar olmadı. Reel sosyalist ülkelerde egemen
olan Marksizm’in bürokratik, ekonomist ve dogmatik versiyonu emekçilerin gö-
zünde sosyalizmi temsil eden yegane akım olarak görüldüğünden, bu versiyonun
ortadan kalkması, sosyalizmin yenilgisi olarak algılandı. 3. Enternasyonalin dağı-
tılmasından beri dünya sosyalist hareketi, ulus devletlerin sınırlarına hapsolmuş
bir şekilde, birbirinden habersiz sektörler haline geldi. Bu durum Marksizm’e
içkin olan enternasyonalizmi de zayıflattı. Her sosyalist hareket kendi ülkesinin
sorunlarıyla baş etmeye çalışırken diğer ülkelerin sorunlarına duyarsız kaldı.
Ancak Diyalektik Materyalizm bize her olumsuz gelişmede bir olumlu yan oldu-
ğunu da öğretmiştir. Reel sosyalizmin yıkılması, onu sınıfsız ve sömürüsüz bir
dünya mücadelesi verenlerin sırtında bir yük olmaktan çıkarmıştır. Şimdi dünya
sosyalist hareketinin çoğulcu, enternasyonalist ve emekçilerin taleplerine öncelik
veren bir dünyayı kurgulayabilmesinin önü açılmıştır. Devrimci ve enternasyo-
nalist bir sosyalizmin, çöken sosyalizm ile farkının anlatılması, dünya emekçileri
ve ezilen halkları için yeni bir umudun da adı olacaktır.
İşçi hareketinde yapısal sorunlar
a) Sendikal demokrasi
Marksizm özellikle 20. yüzyılda burjuva işbirlikçisi sarı sendikaları bir yana bı-
rakırsak bütün dünyada sendikal hareketleri şu ya da bu düzeyde etkisi altına
almıştı. Ancak belirli bir sosyalizm anlayışından beslenen her sendikal anlayış,
nasıl bir sosyalizmden beslenirse ona uygun şekillenecektir. Bu dönemde Mark-
sizmin ekonomist ve dogmatik yorumu başat konumda olduğu için sosyalist-
lerin etkin olduğu sendikalar da buna göre şekillenmişti. Reel sosyalizmin ege-
men olduğu ülkelerde sendikalar, iktidardaki komünist partilerin doğrudan bir
uzantısı olmaktan ileri gidememişler ve bir tür devlet aygıtı haline gelmişlerdi.
Bu resmi sendikaların, işçilerin haklarını, “kendi devletlerine” karşı koruma ve
savunma gibi bir perspektife sahip olmadıkları açıktır. Bürokratik çarpılmanın
yarattığı sorunlar üzerinden iktidar partilerine ve devlete yabancılaşan işçilerin
resmi sendikalara yaklaşımı da esas olarak bu eksende gelişmiştir.
199
Yaşayan Marksizm
Bu anlayışa göre sendikalar volan kayışları olarak tarif edilirken, örgütsel bağım-
sızlıkları gerçekte ortadan kaldırılmış, ideolojik ve siyasi bağımlılık ise doğrudan
doğruya siyasi parti veya örgütlerin uzantısı, organik bir parçası olarak kavran-
mıştır. İşçilerin iradesi bir yana konularak sendika ile ilgili kararlar parti büro-
larında alınmıştır. Reel sosyalist ülkelerdeki bürokratlaşma, sosyalist olmayan
ülkelerdeki sendikalarda da aynen ortaya çıkmıştır. Yukarıda anlatılan fordist
üretimin yarattığı uygun koşullardan yararlanan bu sendikalar elde ettikleri hak-
larla işçiler arasında iyi bir prestije sahip olmuşlardı. Bu nedenle sahip oldukları
ekonomist ve dogmatik anlayışları fazla sorgulanmadı. Sorgulayanlar da zaten
anında tasfiye ediliyordu.
Sendikaların bu ekonomist ve dogmatik anlayışları onların kapitalist üretim
biçimindeki gelişmeleri kavramasını ve buna göre önlem almalarını engelledi.
Büyümelerini sağlayan eski uygun koşullar ortadan kalkınca hızla prestij kaybet-
meye başladılar. Bu arada sosyalizmin krizine bağlı olarak sosyalistler de sendi-
kalardaki eski etkilerini yitirmeye başladılar. Öyle ki, birçok ülkede yerlerini ya
sarı sendikacılara terk ettiler ya da kendileri kapitalist sisteme ayak uydurdular.
Bu nedenle geçmiş yıllarda mücadelenin sıcaklığı içinde yeşermiş olan sendikal
demokrasinin bugün kırıntıları dahi kalmamıştır. Günümüzde bütün dünyada
bürokratik ve uzlaşmacı sendikacılık başat konumdadır. Sendikalarda hala var
olan sosyalistler ise artık bu genel yönelimi değiştirecek güçte değillerdir.
Bugün işçi hareketinin yeniden yapılandırılması tartışmalarında en önemli baş-
lıklardan biri sendikal demokrasi olmalıdır. Bürokratik merkeziyetçi, ücret sen-
dikacılığının geldiği yer ortadadır. Bu nedenle sendikal demokrasi başlığı altında
yürütülecek bir tartışma eskisinden farklı bir sendikal işleyişin ipuçlarını verme-
lidir. Sendikal demokrasi, sosyalist demokrasiyi temel alan bir anlayıştan beslen-
meli, kendisini onun temel özelliklerine uygun olarak inşa etmelidir.
Sendikal demokrasinin en önemli özelliklerinden biri sendikaların çoğulcu yapı-
sına uygun olarak azınlık haklarının güvence altına alınması ve azınlığın çoğun-
luk olma olanaklarının gerçekten hayat bulması için önlemler alınmasıdır. Bunu
sağlamak için sendikanın olanaklarından her üyenin eşit olarak yararlanmasının
önü açılmalıdır. Seçimlerde nispi temsilin uygulanması anlamlı bir çoğunluk
oluşturan her düşüncenin yönetimlerde temsil edilmesini sağlar. Böylece her
kongreden sonra yaşanan temsil edilmemeden kaynaklı kırılmalar giderilebilir.
Sendikal demokrasinin olmazsa olmazlarından biri de bürokrasinin ortadan kal-
dırılmasıdır. Mevcut işleyişteki birkaç kişinin bütün üyeler adına karar alması,
işçileri sendikaya yabancılaştırmaktadır. Bu aynı zamanda kapitalist toplumdaki
yöneten-yönetilen ilişkisini sendikalarda yeniden üretmektir. Bürokrasiyi engel-
lemenin yolu bütün üyeleri kararların alınmasında özne yapmak ve yetkiyi pay-
laştırmaktır. Temsili kararlar dışında bütün önemli konularda taban tam bir söz
ve karar sahibi olmalıdır. Yöneticilerin tüzük ve programa aykırı hareket edip
etmediklerini denetleyecek mekanizmalar oluşturulmalı, aykırı hareket eden yö-
200
İşçi Hareketinin Krizi ve Çıkış Yolları
201
Yaşayan Marksizm
202
İşçi Hareketinin Krizi ve Çıkış Yolları
203
Yaşayan Marksizm
204
İşçi Hareketinin Krizi ve Çıkış Yolları
Musevi milleti vb. Bu sınıflandırma doğal olarak ortaya çıkışından sonra işçi ha-
reketine de yansımıştı. Osmanlı topraklarındaki sermaye sahiplerinin çoğu gibi
vasıflı işçilerin de büyük kısmı Rum, Ermeni ve Yahudilerden oluşuyordu. 1915
sanayi sayımı sonuçlarına göre vasıflı işçilerin %60’ı Rum, %15’i Ermeni, %10’u
Yahudi ve ancak %15’i Müslüman idi. Nitekim Avrupa’dan yayılan sosyalizm
fikri önce bu Müslüman olmayan işçiler arasında yayıldı. Dini ayrılıklar işçile-
rin birlikte örgütlenmesinin önündeki en büyük engeli oluşturuyordu. Yine de
1920’li yıllara doğru değişik dinlerden işçilerin birlikte örgütlendiği dernekler or-
taya çıkmaya başlamıştı. Ancak bu süreç işgaller ve sonrasında gelişen Kurtuluş
Savaşı ile kesildi. Sermaye sahiplerinin kendi dinlerinden kişileri tercih etmesi,
Türk işçilerinin sermayeye karşı mücadelesi ile işgallere karşı mücadelesi birbiri
içine girdi. Dolayısıyla Türk işçi sınıfı daha oluşma aşamasında milliyetçilik ile
zehirlenmiş oldu. Buna bir de dünya savaşı sürerken uygulanan Ermeni tehciri
ile Cumhuriyet öncesi ve sonrası Rumların Yunanistan’a zorla göç ettirilmesi
eklenince Türkiye’de ne doğru dürüst vasıflı işçi kaldı ne de ortak örgütlenmenin
muhatapları. Sosyalistlerin bir görevinin de işçiler arasında şovenizmin etkilerini
kırmak olduğu düşünüldüğünde bunun kaynaklarını doğru tespit etmek görev-
lerin yerine getirilmesi açısından daha bir önem kazanmaktadır.
e) İşçi hareketi ve demokrasi mücadelesi
Sendikaların ekonomik mücadele araçları olduğu ve esas olarak ekonomik mü-
cadele yürütmeleri gerektiği sık sık söylenir. Ekonomik mücadele, işçilerin eko-
nomik hak ve çıkarlarını savunmak ve geliştirmek, daha yüksek ücret ve daha iyi
sosyal haklar elde ederek günlük yaşamı biraz daha katlanır duruma getirmek
için verilen mücadeledir. Her türlü sendika bunu yapmak zorundadır ve baş-
ka türlü varlık şartı ortadan kalkar. Bu noktada ortaya çıkan sorun, ekonomik
mücadeleye nasıl bakıldığı ve diğer mücadele biçimleriyle arasındaki ilişkinin
nasıl kavrandığındadır. Sınıfsal bir bakış açısına sahip olanlar, ekonomik müca-
delenin kısmiliğini bilirler, onu küçümsemezler, ama sendikaların işlevinin de
bundan ibaret olmadığını bilerek hareket ederler.
Ekonomik mücadelenin kapitalizm koşullarında sömürünün sınırlandırılması
mücadelesi olduğunu, bu sömürü var oldukça ekonomik mücadelenin kazanım-
larının da kalıcı olamayacağını bilen sınıfsal kavrayış, sendikal mücadeleyi bu
alanla sınırlamaz. Ekonomik mücadelenin ideolojik ve demokratik mücadele ile
olan ilişkilerini ve bağlarını da göz önüne alan bir perspektife sahiptir.
Her ekonomik mücadelenin demokrasi mücadelesine doğrudan bağlanması
mümkün değildir, kısmi ve günlük taleplerle yetinmek durumu sık sık ortaya
çıkabilir. Çünkü ekonomik mücadele tek tek işverenlere veya en fazla bir işveren
kesimine karşı yürütülür ve yine sınıfın ve ezilenlerin bir kesimi için talep ettik-
leriyle sınırlı kalır. Kendisini bu sınırlar içine hapseden bir anlayışın, gerçekte o
sendikanın üyelerinin ekonomik hak ve çıkarlarını da en iyi bir şekilde savun-
ması ve geliştirmesi mümkün değildir. Oysa sendikaları ve diğer kitle örgütlerini,
205
Yaşayan Marksizm
206
İşçi Hareketinin Krizi ve Çıkış Yolları
207
Marksizmin Doğuşu
Sait Almış
209
Yaşayan Marksizm
Eklektik bir Marksist teori anlayışı egemen olmuştu, devrimci hareket içinde.
Teori, onu doğuran zaman ve koşulları göz önüne alınmaksızın, şablon halinde
alınıyor ve sözde ideolojik mücadelenin doneleri olarak kullanılıyordu.
O yılların pratiğini yaşamış olan yazar, şimdiki ve gelecek nesillerin de aynı so-
runları yaşamaması için kendine görev edinmiş ve elimizdeki kılavuz kitabı or-
taya çıkarmış.
***
Marksizmin Doğuşu, Marx ve Engels’in Marksist dünya görüşünü hangi koşul-
larda, düşünsel ve pratik yaşamda hangi sorunları çözerek oluşturduklarını göz-
ler önüne seriyor.
Marx ve Engels’in eserleri; dönemin koşulları göz önüne alınarak ve yazanların
düşünsel gelişiminin izleri sürülerek tek tek ele alınmış. O eserin hem yazılış
nedenini ve işlediği konuyu öne çıkarmış, hem de Marx ve Engels’in düşünsel
gelişim sürecindeki yerini göstermeye çalışmış.
Yazar zor bir işi başarmış. Marx ve Engels’in makaleleri ve kitaplarında ortaya
koydukları felsefi, ekonomik ve siyasal görüşlerin nasıl oluştuğunu, süreç için-
de eksiklikleri ve yanlışlıkları giderilerek nasıl geliştiğini gözler önüne sermiş ve
böylelikle Marksist dünya görüşünün nasıl biçimlendiğini başarıyla göstermiş.
Üzerinde yılların emeği ve bilgi birikiminin yoğunlaştığı bu eseri; Marx’ı ve
Engels’i doğru okuma ve anlama kılavuzu olarak adlandırabiliriz.
“Marksizm hem pratikten çıkmış bir bilgi bütünüdür, hem de bir yöntemdir.
Marksizm ancak onun yöntemiyle öğrenilirse doğru Marksist sonuçlara varılabi-
lir. Marksizmin gelişim tarihini, embriyon halinden olgunlaştığı, doruk noktasına
çıktığı noktaya kadar diyalektik yöntemle izlemek gerekir,” diyen yazar, Marksist
analiz yöntemini yani diyalektik çözümleme yöntemini Marksizme uyguluyor.
Salt bu yönüyle bile ilginç bir çalışma ile karşı karşıyayız. Evreni, toplumsal iliş-
kileri ve insanı anlamada ve sonuçlar çıkarmadaki başarısını dosta düşmana
kanıtlamış olan Marksist çözümleme yönteminin bu kez Marksizmin kendisine
uygulanması, örneği olmayan bir çalışmadır.
“‘Marksizmin Doğuşu’ Marksizmin doğumunu, Marksizmin yönteminden yola
çıkarak inceliyor; Marx ve Engels’in doğumsal süreçteki görüşlerini, olgunlaşmış
Marksizmle karşılaştırarak, hataları saptayarak, hâlâ gerçeği yansıtan fikirleri
öne çıkararak bir teorik kazı yapıyor.”
***
Yazar kazısına Marx’ın doktora tezi ile başlıyor. Marx o dönemde sol Hegelciler-
le birliktedir, Lenin’in deyimiyle “Hegelci bir idealisttir.”
“Demokritos ve Epikurus’da Doğa Felsefesinin Ayrımı” adlı bitirme tezinde, bu iki
materyalist filozofun görüşlerini analiz eder.Ulaştığı sonuç Hegel’den farklıdır.
Daha o dönemde Hegel’in idealist felsefesinden kopmaya başlamıştır.Kitabın bi-
210
Marksizmin Doğuşu
211
Yaşayan Marksizm
212
Marksizmin Doğuşu
Marx bu çalışmasında ekonomi politiği hem maddi temelde hem de insan üze-
rine etkileri ile inceleme altına alır. Yabancılaşmanın maddi temellerini ortaya
koyması eserin büyüklüğünün göstergesi olarak not edilir.
Yazar eserin Marx’ın Hegelci idealizmden kurtuluşunun izlerini, ve komünizme
sıçrayışını gösterdiğini belirtirken, henüz ele almadığı, eksik kalan noktaları da
sıralar:
“Sözgelimi üretim ilişkilerini kavramsal olarak inceleyemez. Sınıf mücadelesini
ortaya koyar; ancak onu tarihin motor gücü olarak formüle edemez. Toplumsal
devrimin bilimsel içeriğini çözümleyemez. Ne var ki bu durum komünizme yeni
sıçrama yapmış Marx için doğal karşılanmalıdır.”
***
“Engels 1844 Ağustos ayının sonunda Paris’e gelir, on gün Marx’ın misafiri olur.
Bu karşılaşma yıllarca sürecek siyasal ortaklığın ve dostluğun ilk adımıdır. İlk iş
olarak Bauer ve arkadaşlarına karşı Eleştirel Eleştiri isimli bir broşür yazmanın
kararını alırlar, uygulamaya girişirler. Engels broşürün bir kısmını yazar, Marx’a
bırakır. Geri kalan kısımlar Marx tarafından yazılacaktır.
Marx, üç ay içinde Genel Edebiyat Gazetesi’nin yayınlanmış sayılarını ayrıntılı
biçimde inceler ve eleştirililerini yazar. Ortaya bir broşür değil, bir kitap çıkar.
İsmi Kutsal Aile ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi olacak kitap,1845 Şubat son-
larında yayımlanır.”
Yazarın sekizinci bölümde ele aldığı bu kitabın Marksizmin doğuşundaki özel
yeri kapitalizmin bilimsel incelemesine doğru atılmış önemli bir adım olmasıdır.
Yazar kitabın iki önemli yanından birini hem tarihe hem de toplumsal yaşama
maddeci açıdan bakması olarak tanımlar. Kitapta üretim ilişkileri, henüz kavram
olarak geliştirilmemiş olsa da maddeci gözle incelenir.
İkinci önemli yan ise, Marx’ın diyalektik yöntemi toplumsal sınıfların çözümlen-
mesinde kullanması ve aşırı Feuerbach övgüsüne karşın idealizme karşı materya-
lizmi Hegelci üslup ve terminolojiden koparak savunmasıdır.
***
Marx Kutsal Aile kitabını yazarken Engels de İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu
adlı bir kitap yazar. Amacı İngiltere burjuvazisi üzerinden Alman Burjuvazisini
eleştirmektir.
Bu kitap Ekonomi Politiğin Bir Eleştiri Denemesi makalesinde teorisini ortaya
koyduğu görüşlerin geçerliliğini pratik hayatta göstermektir
Engels bu kitapta Marx’ın çok sonraları söylediği gibi İngiltere emekçilerinin du-
rumunu çok canlı, tutkulu ve yürekli bir şekilde ortaya koyar.
Engels kitabındaki genel ahlâkçı tutumunu, ücret tanımı ve kapitalizmin peri-
yodik bunalımlarının süresi gibi öngörülerinin tutmamasını değerlendirirken,
213
Yaşayan Marksizm
o engin alçak gönüllüğü ile “Marx’ın çabalarıyla bir bilim olarak gelişen modern
enternasyonal sosyalizm, 1844’te henüz ortalarda yoktu. Benim kitabım, onun
embriyon olarak gelişiminin aşamalarından birine işaret eder,” diyerek çalışma-
sını Marksizmin doğuş sürecindeki yerine yerleştirir.
Marx 1863 yılında Engels’in bu çalışmasına verdiği değeri şöyle dile getirir:
“İngiliz işçilerinin kendilerini burjuva enfeksiyonundan ne zaman kurtaracakları-
nı gelecek gösterecek. Aklıma gelmişken, senin kitabındaki ana noktalar, 1844’ten
bu yana görülen gelişmelerle virgülüne kadar doğrulandı.”
Yazar 9.Bölümde incelediği, Engels’in deyimi ile Marksizmin embriyonik geli-
şim aşamalarından birini gösteren bu çalışmanın en önemli yanı olarak devlet
konusuna getirmeye çalıştığı çözümlemeyi gösterir.
“Kitabın belki de en değerli yönü, burjuva devlete bakışa yepyeni bir açılım getir-
miş olmasıdır. Bu açılım Marksizmin devlet anlayışının hepsi değildir; ama kesin-
likle ilk başlangıcıdır.”
***
Marx 1845 de Paris’i terk etmek zorunda kalır. Brüksel’e geçer. Muhtemelen
Mart 1845 de Feuerbach Üzerine Tezler’i not eder. 11 adet tezden oluşan iki-üç
sayfalık bu notlar 1888 de Engels tarafından yayınlanır.
10. bölümde yer alan Feuerbach Üzerine Tezler irdelenmesinden yazarın not et-
tiği dört ana sonuç şöyledir:
1) İnsanın düşünceleri, yaşadığı toplumsal ortam aracılığıyla belirlenir; ama in-
san bu ortamın kölesi değildir. Koşullara boyun eğmek kaderciliktir. İnsan
yaşadığı koşulları, toplumu değiştirme yeteneğine sahiptir.
2) İnsanın özü, yaşadığı toplumsal ilişkilerin bütünüdür. Her insana verilmiş
genel insan doğası yoktur. Koşulları, pratik eylemiyle değiştiren insan kendi
doğasını da değiştirir.
3) Hakikatin mihenk taşı pratiktir; bir düşüncenin doğruluğu veya yanlışlığı an-
cak yaşam içinde sınanarak anlaşılabilir.
4) Yaşamı yorumlamak yetmez; yaşamı değiştirmek gerekir.
***
Marx ve Engels Kasım 1845- Ağustos 1846 tarihleri arasında Brüksel’de Alman
felsefesi üzerine bir çalışma yaparlar. İki ciltlik bu çalışmanın birinci cildinde
Genç Hegelcilerin ve Feuerbach’ın görüşlerini, ikinci cildinde ise bu iki akımı
birleştirmeye çalışan, “Hakiki Sosyalistler” adıyla anılan grubun görüşlerini eleş-
tiri bombardımanına tutarlar.
Amaçları Marx’ın deyişi ile Alman felsefesi karşısında kendi bakış açılarını oluş-
214
Marksizmin Doğuşu
215
Yaşayan Marksizm
Böylece bir yandan komünizmin teorisini kurarken, bir yandan da onu gerçek-
leştirecek örgütlenme arayışına girerler. Proudhon’u komünist saflara kazanma-
yı düşünen Marx, bir mektup yazarak onu Fransa’da örgütlenme için işbirliğine
çağırır.
Ancak Proudhon Marx ve Engels’in geliştirdiği komünist devrim fikrine
katılmadığını,amacının kapitalizmi reformlarla düzeltmek olduğunu söyler. Ve
baskısı tamamlanmak üzere olan Sefaletin Felsefesi adlı eserinde görüşlerini yaz-
dığını ekler.
Paris’te yaşayan Pavel Annenkov, 1 Kasım 1846’da Marx’a mektup yazarak
Proudhon’un kitabı hakkında ne düşündüğünü sorar. Marx henüz kitabı oku-
mamıştır. Proudhon’un kitabı Aralık ayında Marx’ın eline geçer ve iki gün içinde
okuyarak P.V. Annenkov’a yanıt verir.
Yazar kitabın 11. Bölümünde “Proudhon Üzerine Tezler” adının verilebileceğini
söylediği broşür kapsamındaki bu mektubu ele alır.
Mektup Proudhon’un görüşlerini madde madde ele alıp yanıtlar ve onu küçük
burjuvazinin düşünürü olarak ilân eder:
“Bay Proudhon, tepeden tırnağa, küçük burjuvazinin filozofu ve iktisatçısıdır.”
***
Ocak 1847’de Marx, Proudhon’un görüşlerini eleştiren ve bu arada kendi gö-
rüşlerini de açıklayan Felsefenin Sefaleti’ni Fransızca yazmaya başlar. Büyük bir
ihtimalle Nisan 1847’de kitabı bitirir. Felsefenin Sefaleti, Haziran ayında Marx’ın
yazmış olduğu önsözle birlikte Temmuz 1847’de yayımlanır.
Marksizmim Doğuşu 12. Bölümde Marx’ın bu çalışması mercek altına alınır. Ya-
zara göre Felsefenin Sefaleti’nin en önemli yanı, bu polemiğin Marx’ın gündemi-
ne ekonomi politiğin sorunlarını taşımasıdır. Bu kitapla Marx karşımıza iktisatçı
olarak çıkar.
Marx bu eserinde ekonomik kategorileri tek tek ele alarak hem Proudhon’u eleş-
tirir, hem de kendi görüşlerini ortaya koyar.Ortaya koyduğu görüşler daha ilerde
Grundrisse ve Kapital’de bilimsel nitelik kazanacak olan ekonomi politik eleşti-
rinin nüvelerini taşır.
Marx’ın Felsefenin Sefaleti’nde dile getirdiği ekonomi alanındaki görüşleri henüz
eksiklikler, hatta yanlışlıklar içermektedir.
Bu kitapta henüz emek-emek gücü ayırımı yoktur. Ücret yani emek gücünün de-
ğerinin hesaplanması sadece işçinin yaşaması için gereken asgari parayla sınırlı
kalır. Bu hesabın içinde henüz “geleneksel yaşam düzeyi” ölçütü yoktur.
Marx Felsefenin Sefaleti’nde henüz artı-değerin mekanizmasını çözmüş değildir.
Ancak artı-emek adıyla aslında artı-değerin kavram olarak saptamasını yapmış
olur:
216
Marksizmin Doğuşu
“Artı–emeğin elde edilebilmesi için, kâr eden sınıfların ve çöken sınıfların varol-
maları zorunluydu.”
Felsefenin Sefaleti’ni değerli kılan diğer konu başlıkları; “Kendinde sınıf – Kendi-
si için sınıf”, “Proletaryanın teorisyenleri”, “Devletin sınıfsız bir toplumla uyuş-
mayacağı”, “Geçiş toplumu fikrine ilk adım” sayılabilir.
***
Ara bir saptama yapmak gerekirse, Alman ideolojisi ve Felsefenin Sefaleti çalış-
maları ile Marksizm artık embriyon olmaktan çıkmış,1846-47 yılarında artık do-
ğuma yakın bir cenin haline gelmiştir diyebiliriz.
Marksizmin üç ana aşılma (eleştiri) kolunda yani Felsefe, Ekonomi ve Siyaset
alanında, temel düşüncelerinin temelleri atılmış, eksiklikleri ve yanlışlarına kar-
şın Marksist dünya görüşü bir beden halini almaya başlamıştır. Sacayağının en
zayıf ayağı örgütlenme ve siyaset alanıdır.
***
Komünizmi bir dünya sistemi olarak düşünen, mücadele alanını ve komünist
devrimi ulusal devlet sınırları ötesinde öngören Marx ve Engels Brüksel’de baş-
lattıkları örgütlenme çabalarını yayma fırsatı bulur. İngiltere’deki “Doğrular Bir-
liği” isimli örgütle ilişki kurulur. Katılım çağrısı alırlar.
Bu örgütün sınıfsal bakış açısı yoktur. Onlara görüşlerini kabul ettirebilecekle-
rini düşünürler. 1847 yılında Engels Londra’ya gider ve örgütün Haziran ayında
yapılan birinci kongresine katılır.
Engels teorik birikimini ve ikna yeteneğini gösterir. Sınıf gerçeğinden habersiz,
hümanist bir örgütün komünist bir örgüt haline dönüşmesini sağlar.
Birliğin adı “Komünistler Birliği” adını alır. Tüzüğü değiştirilir. Yeni tüzüğün
birinci maddesi şöyledir:
“Birliğin ereği, burjuvazinin devrilmesi, proletaryanın egemenliği, sınıf karşıtlık-
ları üzerine kurulu eski burjuva toplumun ortadan kaldırılması ve sınıfsız ve özel
mülkiyetsiz yeni bir toplumun kurulmasıdır.”
Daha önceki “ Bütün insanlar kardeştir!” sloganın yerini de “ Bütün ülkelerin
işçileri birleşiniz!” sloganı alır.
Engels Kasım ayının sonunda yapılacak Komünistler Birliği’nin ikinci kongresi-
ne sunmak için, parti politikasını halka açıklamayı amaçlayan bir broşür kaleme
alır. Komünizmin İlkeleri adını verdiği bu broşür, Engels’in ölümünden sonra
1914-15 yıllarında yayımlanır.
İkinci kongreye Marx da katılır. Kongreye damgalarını vururlar. Kongre Komü-
nistler Birliği parti programını halka açıklayacak, Komünist Parti Manifestosu
adlı bir bildiri yazmak için Marx ve Engels’e görev verir.
Brüksel’e dönerler. Marx, Engels’in Komünizmin İlkeleri broşüründen yaralana-
217
Yaşayan Marksizm
rak Komünist Manifesto’yu yazar. 1848 Şubat ayı sonlarında, Komünist Manifes-
to parti programı olarak yayımlanır.
Marksizm klasik Alman felsefesinin ve klasik İngiliz ekonomi politiğin eleştirisi
ve aşılması ile genel olarak Fransa’da biçimlenen sosyalizm pratiğinin sentezlen-
mesi sonucu oluşan bir öğretidir.
Daha önceki bölümlerde Marx ve Engels’in idealist Alman felsefesi ve İngiltere
de ortaya çıkan ekonomi politik ile hesaplaşarak Marksizmin iki ayağının yani
felsefe ve ekonomi alanındaki görüşlerinin nasıl bir süreç içinde oluştuğunu gös-
teren yazar, kitabın son bölümlerinde Marksizmin üçüncü ayağı yani devrimci
pratiğinin gelişimini gözler önüne seriyor.
Bu amaçla öncelikle Engels’in Komünistler Birliğinin ikinci kongresine sunmak
için hazırladığı, Komünizmin İlkeleri adlı broşürü irdeliyor.
***
Komünizmin İlkeleri Engels tarafından yığınlara komünizmi anlatmak için ya-
zılmıştır. Yani bir eğitim ve propaganda broşürüdür. Yazı soru cevap şeklinde ve
basit bir dille yazılmıştır. Bir iç tartışma havası taşır.
Ancak bu broşür sırdan bir propaganda broşürü değildir. Engels bu yazı ile
Marksizmin o zamana dek vardığı noktayı eksiklikleri ve yanlışları da içinde
özetlemekle kalmamış, komünizm teorisini daha ileri noktalara taşıyan yeni dü-
şüncelerini de bu broşürle ifade etme olanağı bulmuştur.
Engels’in bu yazısında cenin halindeki Marksizmi geliştiren en önemli katkıla-
rından biri daha önceki “mal ortaklığı” kavramının yerine “üretim araçlarının
ortak mülkiyeti” kavramını koymasıdır.Bu tanım komünist toplumun tarifi için
önem taşıyan bir yeniliktir.
Engels bu tanımı ile komünist toplumda bilinen işbölümü ve sınıfların ortadan
kalkacağını, komünist toplumda devletin,dinin, ailenin ve milliyetlerin varlık
nedenlerinin ortadan kalkacağının teorik temelini ortaya koyar.
Engels Komünizmin İlkeleri’nde komünist devrim ve komünist topluma geçiş ve
komünist toplum hakkında ilerde Marx’la beraber geliştirecekleri düşüncelerin
ip uçlarını da verir.
En önemli ip uçları “proletaryanın siyasal egemenliği” tanımlaması ile proletar-
ya diktatörlüğünün; “proleter devrim, mevcut toplumu ancak yavaş yavaş değiş-
tirecek ve özel mülkiyeti ancak gerekli miktarda üretim aracı yaratıldığı zaman
kaldıracaktır,” sözleriyle de kapitalizm ile komünizm arasında geçiş aşamasının
zorunluluğu fikrinin ilk tohumlarının atılmasıdır.
Komünizmin İlkeleri “ komünist dünya devrimi” konusunda çok doğru çözüm-
lemeler getirmesine karşın, Alman devriminde liberal burjuvaziye biçtiği misyon
ve verdiği görev konusunda yanılır. Aslında bu yanılgı o dönemde Marx’da da
vardır.
218
Marksizmin Doğuşu
Aslında “Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesine Eleştirisine Katkı’da başka bir tutum
takınır; Almanya’da gündemdeki devrimde proletaryaya devrimci görevi verir.
Almanya’da burjuva kurtuluşun (burjuva siyasal devrimin) hayal olduğunu, in-
sanal kurtuluşun (proleter devrimin) Almanya’yı kurtaracağını söyler.”
Alman devrimi konusundaki bu yanlış, geriye düşüş daha sonra giderilecektir.
***
Marksizmin Doğuşu, 15.Bölümde Komünist Manifesto’nun Marksizmin oluşu-
mundaki yerini inceler.
Daha önce belirttiğimiz gibi Komünist Manifesto, Marx tarafından Engels’in
yazdığı Komünizmin İlkeleri broşüründen yararlanarak, Komünistler Birliği’nin
parti programı olarak kaleme alınmıştır.
Komünist Manifesto, Marx ve Engels’in gelişmiş Avrupa ülkelerini kapsayacak
bir devrimin arifesinde olduklarını varsayıyorlardı. Nitekim Manifesto’nun yayı-
nından birkaç gün sonra 1848 Avrupa devrimleri patlak vermiştir.
Marx ve Engels 1882 de Rusça baskıya yazdıkları önsözde Komünist Manifesto’nun
amacını açıklarken bu varsayımlarını dile getirirler:
“Komünist Manifesto’nun amacı; modern burjuva mülkiyetinin yaklaşmakta olan
kaçınılmaz çözülüşünü ilân etmekti.”
Manifesto bu koşullar göz önüne alınarak okunmalı ve anlaşılmalıdır.
***
Yazar bu bölümde Komünist Manifesto’yu Marksizmin doğum süreci açısından,
Marksizme kattığı yeni düşüncelerle birlikte süren eksiklikleri de masa üstüne
koyuyor. Ve Komünist Manifesto’nun Marksist dünya görüşünün oluşmasında-
ki önem ve yerini şöyle özetliyor:
- Sınıflı toplumların tarihinin sınıf savaşımı olduğunu göstermesi.
- Dünya pazarının ortaya çıkışının sonuçlarını tahlil edebilmesi.
- Dünya pazarından ve uluslararası işbölümünden yola çıkarak komünizm’in
kuruluşunu bir ülkenin sınırlarının dışına taşıması.
- Modern devlet iktidarının, bütün burjuva sınıfının ortak işlerini gören bir
komite olduğunu söylemesi.
- Burjuvazinin tarihte oynadığı devrimci rolü, “komünist büyüklüğe” kapılarak
küçük görmemesi.
- Tarihte büyük işler gören bu burjuvazinin insani ilişkileri yok ettiğini net şe-
kilde tespit etmesi.
- Burjuvazinin hâkimiyetinin sonsuza kadar sürmeyeceğini, mezar kazıcısı
proletarya tarafından yıkılacağını ilân etmesi.
- Burjuvazi ile proletarya arasında kalan tabakalarının ikili yanını vurgulaması
219
Yaşayan Marksizm
220
Marksizmin Doğuşu
221
Yaşayan Marksizm
tir. Burjuvazinin büyük iktisatçılarının karşısına bugün bile yıkılmayan dev gö-
rüşleriyle dikilecektir. Ama Marksizmin ilk ışıklarının ne kadar önemli olduğunu
anlamak için şu gözleri kör edilmiş dünyaya bakmak yeter. Karanlıkta yaşayan
dünyanın gözlerini iyileştirmeye, onu “insanlığı” görür hale getirmeye Marksiz-
min ilk ışıkları bile yeter.”
***
Marksizmin Doğuşu’nu okuduğumda bende uyandırdığı duygu Marx ve Engels’in
yazılarını yeniden okuma isteği oldu.
Marksizmin Doğuşu, Marksizme ilgi duyanların Marx ve Engels’in yazıları-
nı okuma ve Marksizmi doğru ve bütünlüklü yapısı içinde öğrenmesinde çok
önemli işlevler görecektir.
Mehmet İnanç Turan’ın bu çalışmasını sürdüreceğini umuyor ve doğumunu an-
lattığı Marksizmin gelişmesini anlatacağı “Gelişmiş Marksizm” çalışmasını heye-
canla beklediğimi belirtmek istiyorum.
222