Professional Documents
Culture Documents
SEHA NEŞRİYAT
İÇİNDEKİLER
İhlâs........................................................................1
Uzlet ve halvet............................................................2
Halvetin şartları........................................................24
Zikrullah.................................................................30
Müstağrakât-ı selâse...................................................36
Halvetlerin lüzumu....................................................42
Halvetin nevileri.......................................................54
Günahları irtikâb......................................................84
Tevbeyi terk..............................................................85
Tenbellik...................................................................88
Ucüb......................................................................89
Kibir..92
Kin.....99
Hased..,101
Adavet ve küslük.....................................................107
Riyaset sevgisi..........................................................111
Riya ve süm'a..........................................................117
Gazab....................................................................125
Övünme (İftihar).....................................................128
Hayaller.................................................................130
Cimrilik (Buhl)........................................................135
Hırs ve tama...........................................................138
yerlerde bulunmak.............'.......................................146
Hırsızlık..................................................................147
bulunmak)........................................................•.....150
söylemek)...............................................................152
Yalan şahitliği.........................................................171
Hümeze ve lümeze...................................................177
Helû, ve cezû..........................................................189
Şiddet ve cebir........................................................193
Dünyayı sevmek...............................,,......................200
İsraf"......................................................................213
Te s v i ye............................>.......................................220
Temenni.................................................................221
Tûl-i emel..............................................................222
Tedbîr....................................................................225
Hayâ azlığı.............................................................226
Korkaklık...............................................................228
Gayretsizlik............................................................230
Hıyanet.................................................................233
IHLÂS
13
İhlâs
TASAVVUF! AHLÂK V
İHLÂS
baltasını alıp ağacı kesmeye gitmiş. Yine yolda şeytanla karşılaşmışlar. Bir
sürü münâkaşa ve münazaalardan sonra iş yine dövüşe varmış. Lâkin bu
sefer âbid şeytana yenilmiş. Çaresiz kalınca şeytana sormuş "Geçen defa
ben seni pek kolay haklamış-tım. Şimdi neden sana mağlub oldum?"
demesine, cevaben şeytan "Evvelce gidişin Hak için, Allah içindi, şimdi ise
paralar için, dünya için gidiyorsun, aradaki fark budur!? işte bu kıssa
benim de çok hoşuma gittiği için sizlere nâklini münâsip gördüm. Cenâb-ı
Hak, hemen hepimizi muhlis kullarından eylesin, âmîn...
TASAVVUF! AHLÂK V
İHLÂS
ve bu çeşit şâir amellerin hiç birisinde matlûb olan ihlâsı bulmak mümkün
değildir. Herhangi bir haz ve nasîb ki, ister dünya, ister âhiret olsun, az
veya çok nefsi ondan hoşlanıyorsa, ihlâsdan uzaktır. İnsan ise, muhakkak
bir hazdan ve belki de bir çok hazlardan hâlî olamaz. Bu sebeple, bir ân bu
haz ve garazlardan hâlî olarak, livechillah yapılan ameller, insanın necatına
sebep olur buyurulmuştur. Bu da ancak Allâh-ü teâlâ'nın sevgisinin, o
kişideki galebesine bağlıdır. Zîrâ, bu sevgi ona Allah'dan gelmiştir. Allâh-ü
teâlâ onu sevince, elbette o da Allah'ı sevecektir. İşte bu sevgi ne kadarsa,
ihlâsı da o kadardır. Binâenaleyh, Allah'ı çok sev ki, amellerin ihlâsh olsun.
İnsanın yemesinde, uyumasında ve şâir istirahat hallerindeki niyyeti,
(ihtiyaç ve zaruret miktarı, ibâdete kuvvet hasıl olması için yemesi ve yine
ibâdete takatini temin için uyuması ve istirahatları) niyyetine göre hep
ibâdet sayılır. Allah ve âhiret sevgisi kendilerinde galip olan bahtiyarların
bütün hareketleri ve ibâdetleri ihlâsla olur. Ve bil'akis dünya sevgisi girip
ve makam düşkünü olan kimselerin de ihlâsları pek nâdirâttandır.
İhlâsla amel odur ki, Şeytan onu bilmeye ve ifsâd edemeye, hattâ melek
de bilmesin ki yazamasın. Bu hususta denilmiş ki, "Her kimde kjriyâset
sevgisi ve arzusu_vardır, onun ubudiyetin^ de ihlâş olmaz"
5/2 Bkz. Bu mevzuda etraflıca bilgi için İmâm-ı Gazali, İhyâ'ul-Ulûm, IV,
İhlâs bahsi.
TASAVVUtl AHLAK V
Et-Tergîb ve't-Terhîb adlı hadîs kitabının birinci cildinin ilk hadîsinin konusu
ihlâsa dâirdir.. Orada, Buhârî ve Müslim başta olmak üzere Neseî ve
sâirenin de, Ebû Hüreyre (r.a.) den rivayet ettikleri bir hadîs vardır ki,
epeyce uzundur. Belki hatâ olacak amma ben onu şöyle kısaltarak îzâh
etmeye çalışacağım:
Bir tanesi şöyle bir vak'asını zikr etmiş: "Yâ Rab sana ma1 lum, benim bir
ihtiyar anamla babam vardı. Ben hergün evvelâ onları doyurur, yataklarına
yatırır, sonra da çocuklarımı doyurmaya bakardım. Birgün bir ağacı
kesmek için uğraşırken biraz geç kalmıştım. Geldim, gördüm ki annem ve
babam uyumuşlar. Onları uyandırmaya kıyamadım. Elimdeki süt tası ile
sabaha kadar yanlarında ayakta bekledim. Bu sırada çocuklarım da
açlıklarından ayaklarımın ucunda sızlanıp duruyorlar, sütlerini istiyorlardı.
Fakat âdetim veçhile, anamla babamı doyurmadan onları doyurmak
istemedim. Onlar kendiliklerinden uyanıp sütlerini içirinceye kadar
çocukların feryadlarına kulak asmadım. Nihayet uyandılar. Sütlerini içip
karınlarını doyurdular. Yâ Rab eğer benim bu hareketim sence makbul
olup, razı oldunsa, bizi buradan kurtar" demiş. Makbul olan bu duâ
hürmetine olacak ki, koca kaya biraz açılmışsa da, yine çıkmak mümkün
değildir.
İkinci yolcu şöyle söylemiş: "Yâ Rab benim amcamın bir kızı vardı. Ben de
onu çok seviyordum. Müteaddid defalar kendisinden muâmele-i zevciyye
talep ettimse de her defasında reddedildim. Senelerden bir sene şiddetli
bir kıtlık oldu. Bunlar bana muhtaç oldular. Ben de ona, nefsini bana
teslim etmek şartıyla
IHLAS
Beyhakî (k.s.) beyân ettiği bir hadîs-i şerîfde, bir adam, Efen* dimiz
(s.a.v.) Hazretlerinden "îmân nedir?" diye sormuş, cevaben, "İlhâsdır"
buyurmuşlar. '^Vejhlâ^ıjaJ]ftnâh.ı Hqk, swdj-jiinjtujhırunjnjçajbjnejlkâ
ederim buyuruyor" deyince o zât, "Demek ki bizim için ancak bir yol
kalıyor, oda kendimizi Cenâb-ı Hak'ka sevdirebilmek" deyip ayrılmıştır.
Bunun için İslâm makinesinin beş esası vardır ki, bunları muntazam olarak
çalıştırmak gerektir:
1- İtikâdât.
2- Ibâdât.
3- Muamelât.
10
TASAVVUtl AHLAK V
4- Münâkehât.
5- Ukûbâttır.
Bunlardan herhangi birisi bozuk olur işlemezse, tıpkı bir saat gibi, bir
makine, bir tren ve bir tayyarenin esaslarından biri bozulunca akıbet ne
ise, İslâm da böyledir. Lafda, sözde müslü-man çoktur, fakat hakîkate,
ihlâsa ve sadâkata ulaşan pek azdır. Felaha, saadete ve selâmete nail
olacak bahtiyarlar şöyle zik-redilmişdir: Kalbde îmânları hâlis olanlar,
kalbleri selîm olanlar yani, riya, süm'a, ucüb, kibir, hased, hırs, kin,
gıybet, şirk, tıifâk, gazap ve şâire gibi kötü ahlâklardan ve iç ve dış
hastalıklardan salim olan kalbler, sözlerinde sâdık olan lisanlar, kat'iy-yen
doğrulukdan ve Hak'dan ayrılmazlar. Nefisleri mutmeinne mertebesine
ulaşan ve mekârim-i ahlâka sâhib olan, dâima Hak sözleri dinleyip âyât-ı
ilâhiyeye ibret nazarıyla bakanlar,duydukları hayırlı sözleri belleyip onunla
amel eden kulaklar, âyât-ı ilâ-hiyeyi müşahede ile bunları gönlüne indiren
ve nasihatini alıp faydalanan gözler, felah ve necata nail olmuşlardır. O kul
ki, kalbini hafız kıla yani kalb muhafazakâr olduğu takdirde, sâlih ve
afatlardan salim kalb olur. Zîrâ kalb iyi olunca, cesedin de iyi olacağı
ma'lumdur. Binâenaleyh, İhlasın yeri kalbdir. Kalb ne zaman krgüzel olur,
her şey de güzel olur. İşte bizim evliya dediğimiz o mümtaz ve bahtiyar
zâtlar, ancak İslâm'ın beş esasını kalb-lerinde ihlâsîa muhafaza
edebildiklerinin mükâfatı olarak velî olmuşlardır. Bu takdirde bütün
kerametler onların emir ve arzularına amadedir. Zorlanmaya lüzum
yoktur. İş, esâsat-ı İslâ-miyeyi güzel bilip, onu muhafaza edebilmektir.
Cenâb-ı Hak cümlemizi fazl-u keremiyle af ve mağfiret buyurup, muhhs
kullarımın arasına kabul buyursun, âmîn. V'el-hamdü lillâhi Rabb'il-âlemîn
ve's-salâtü ve'sselâmü âlâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî
ecmâin... Fî külli lemhatin ve nefesin bi adedi külli ma'lûmin lek...
ÖZLET VE HALVE1
Uzlet ve Halvet
12
tasavvuf! ahlâk v
UZLET VE HALVET
13
Bunlar bize apaçık anlatıyor ki, selâmeti köşe-yi vahdette aramak lâzımdır.
İlk bakışda bu, bize çok yabancı ve gayr-ı mümkün gibi görünürse de,
nefislerimizin alışageldiği çirkin âdât ve an'anelerin terkinin, öyle kolayca
ve lâflarla olacak birşey olmadığını pek a'lâ bilirsiniz. Bu sebepdendir ki,
bir müddet-i muvakkate de olsa, kâmil kimselerin kontrolü altında bu
uzleti ve halveti ihtiyar etmek mecburiyetindeyiz. Tıpkı bir hastanın
tedavisi için hastahanede yatmaya mecbur olması gibi. Hastaha-nede
yatmak hiç bir zaman ölmek için değildir. Uzletler de, hal-
Bir hadîs-i kudsîde "Yalnız başına kabre gireceğini yakînen bilen âdem
oğlunun, insanlarla nasıl ünsiyet edebildiğine taaccüb" buyurulmuştur.
Yine "Ey âdem oğlu! İnsanları aydınlatmak için kendisini yakan mum gibi
olma. Ey âdem oğlu! Benimle ünsiyyeti nasıl umarsın; insanlarla ünsiyyet
ettiğin halde? (Yâni insanlarla ünsiyyetin neticesi, Hak ile ünsiyyetin
mümkün olamayacağını beyan ve Hak'ka mülâkî olmayı uzlette aramayı
tavsiye buyurmuştur.) Ey âdem oğlu! Eğer senin ihvanların, se- "\ l'nin
günahlarının kokusunu koklasalar, senin yanına sokulup \ oturmazlar bile.
Halbuki, Ben Azîmüş-şân , bunların hepsini bil- I diğim halde mimimle,
settarlığımla kabahatlerini örtüyor ve yü- i züne vurmuyorum. Nimetleri
de bol bol vermekte devam ediyo- / rum. Ey âdem oğlu! Eğer insanlar
senin günahlarından benim / bildiklerimi bilmiş olsalar, halkımdan hiç
birisi seninle konuş- / mazdı. Görüyorsunuz ki, ben nasıl Gafurum,
Rahîmim. Senin / bu kadar isyanına karşı, ne sıhhatine ve ne de rızkına bir
eksik-1 lik yapmıyor, ve senin tevbekâr olup bana bir an evvel dönmeni/
Vbekliyorum" buyurulmuştur. '
Ey azîz: Ehlullah demişler ki, nâsın âfâtı ancak nâsdır. Yâni insanlara belâ,
yine insanlardan gelir demektir. Mü'minin hayırlı malı koyundur ki, onunla
dağlarda, derelerde bulunup, dînîyle fitnelerden emîn olur. Hükümdarlarla
oturanlar, fitneye dû-çâr olurlar. Ulemâ, hükümdarlarla ihtilât etmeyip,
dünyâya karışmamışlardır. Onlar insanlar üzerine rüsül-ü emindirler. Ne
zaman ki, hükümdarlarla ihtilât edip, düşüp kalkarlar, o zaman onlardan
uzak olunuz. Zîrâ onlar, rüsül-ü hâindirler. Yâni hükümdarlardan uzak
kaldıkları müddetçe, dinlerinin ve Peygamberlerinin yolunda emîn
kimselerdir. Onlardan kimseye zarar gelmez. Fakat hükümdarlarla,
idarecilerle iş birliği yapmak isteyenler, iyi bilmelidirler ki, bu halleriyle
hem Allah yolundan hem
14
TASAVVUF! AHLÂK V
Köşe-yi vahdette uzlet kılmak, kötü arkadaş ile oturmaktan ve ona yakın
olmaktan eşlem ve elyaktır. Ve buyrulmuştur ki, riyaset sevgisi içinde olan
kimse iflah olmaz. Ve tâlib-i hükümet rahat bulmaz. Cahil kendi nefsinin
düşmanı olunca başkasına nasıl dost olur? Akıllı düşman, ahmak dosttan
yeğdir. Kadınlar tayfası ise, şeytanın ağıdır. Din ve akılları noksandır.
Bazılarının akıllı olması kaideyi bozmaz. Bundan bize üç ders çıkmaktadır:
Birisi fitne zamanlarında fitnelere karışmamak için tenha yerlerde iaşesinin
teminine çalışmak, ikincisi, her zaman idarecilerle, gerek fikren ve gerekse
hâlen onlardan herhalde uzak olmak, üçüncüsü de, hanımların hallerini
beyandır ki, şâyân-ı dikkattir.
Üçüncü nevî: Nâsdan uzletin, Hak'ka kurbiyete vesiyle olduğunu bildirir.
UZLET VE HALVET
15
16
TASAVVUF! AHLÂK V
rından daha yakın olan ve her sırrını pek iyi bilen Hâlık-ı zü'l-Celâli
mülâhaza etmeyip, halkın nazarını mülâhaza etmek, en büyük gaflet ve
cehalettir. Onun için halk ile değil, Hak 41e olmanın çâresini aramak ve
uzleti ihtiyar edip, kimsenin medh ü senasına veya zemmetmesine iltifat
etmemelidir. Eğer iltifat ederse, ind-i ilâhîde bir mertebeye nail olamaz.
Halkın rızasıyla mesrur olan, Hak'kın rızâsından mahrum olur.
Beyit
İnsan hâlini kapalı tutup, ne iyiliğini izhâr eyleye ki, nâs ona i'tibâr edeler
ve ne de bir utanılacak iş veya bir fenalık işlemeye ki, bu sefer nâsın ta'n
ve zemmine duçar olmaya ve nâs ile ömrünü ve vakitlerini zayi etmeye.
Uzleti ihtiyar edip, tenhâ bir mekânda zikr ve fikirle meşgul olup, ancak
cuma ve cemâat için çıka. Tâ ârifi-billâh oluncaya kadar böyle ola. Ne
zaman ki ma'rifete talip olan insan meramına nail olur, artık onun indinde,
kesret, vahdet, uzlet, ülfet cümlesi müsâvî olur. Sonra uzlete lüzum
kalmaz. Zîrâ heryerde o Mevlâsıyladır. Uzlet, nefsinden kalbe hicret
etmektir ve kalbden içeri ruha gitmektir. Ruhundan sırrına, sırrından da
Mevlâ'sına yetmektir. Öyle ise, insanın nefsi îslâm yoludur. Kalbi îmân
yeridir. Ruhu irfan mekânıdır. Sırrı da tevhîd-i ilâhî yeridir.
Beyit
UZLET VE HALVET
17
Beyit
Etme yılandan firar, görmeyesin ejderhâ. Eyle birlikte karâr, hâline sabr
eyle hâ.
olduğuna dâirdir.
leri, bir vakitler Lübnan dağlarında bir takım eWullah ile buluşmuşlar;
cümlesinin nasihati şu olmuş: "Dünyâ insanlarına söyle, kim ki yemeği çok
yer, o kimse ibâdetin tadım bulmaz. Çok uyuyan kimseler de ömürlerinin
bereketini bulmazlar. Çok ko-nuşanlarsa, kalbleri ölür, hayât-ı hakîkîyi
bulmazlar, Kim ki halkın rızâsını ararsa, o kimse Mevlâ'sının rızâsını
bulamaz!' Bir kâmilden sormuşlar ki, "Niçin bizimle oturup konuşmazsın?"
Cevaben demiştir ki "Sizden bize lezzet gelmez, benden de sizlere fayda
ve safa olmaz. Siz dersiniz ki, yiyelim, içelim, zevk-ü safa edelim, ben
derim ki, bir çeşit yemekten beş on lokma yemek kâfidir. Siz dersiniz ki,
uyku bedene sıhhattir. Ben derim ki, uyku vakti zâyî eder. Siz dersiniz ki,
işle! Ben derim ki, terk eyle. Siz dersiniz ki, bil. Ben derim ki, unut. İmdi
sizin hâliniz sizin olsun, bizim hâlimiz bizim. Hemen bana mâni' olmayınız.
Tâki Rabbimle huzur edeyim. Huşu ve huzû ile hizmetine gideyim!' Zîrâ,
kendi arzusuyla Mevlâ'ya kulluk etmiyen kimseyi, Hâlık-ı zü'1-Celâl kerhen
onu mahlûkuna hizmetkâr eder. Şirkin cümlesi, kapıdan dışarıdadır. Öğle
ise kapıdan dışarı çıkan, hicâb ve fitneye girer ve sohbet-i nâs ile nice
rezâile düşer. Nitekim, azîz olan ekmek, yemek, su ve meyveler, insana
bir gece yakın olmakla yâni, midesinde kalmakla nasıl tebdîl olup, kötü
hale düşmektedir.
18
TASAVVUF! AHLÂK V
Nazım
Ey azîz! Ehlullah demişler ki, tâlib-i irfana uzlet, iki emir için lâzımdır. Birisi
şudur ki, insanlar, bu irfan talibini meşgul edip, zikir ve fikrinden alıkorlar.
Nitekim bir arif nakleder ve der ki; "Bir meydanda bir cemâat gördüm. Ok
atıyorlardı; yâni hedefe, nişana, silâh ve ok atıyorlardı. Birisi uzakta
oturmuştu. Onunla konuşmak istedim. Bana, "Senin sözlerinden bana zik-
rullah, daha çok lezzetli ve mübarektir!' dedi. Ben de ona, "Sen burada
yalnız kalmışsın" dedim. "Rabbim benimle" diye cevap verdi. Ona sordum
ki, "Bu cemâatin hangisi muvaffak olmuş ve kazanmışdır?" "Ol kimse ki,
halkı terk edip, Hak ile huzura yetmiştir!' diyerek kalkıp gitti.
UZLET VE HALVET
19
Diğer bir kâmil demiştir ki, "Allah hakkı için bu zamanda nâsdan uzlet
helâl olmuştur. Öyle ise bu zamanda vâcib mertebesini bulmuştur!' Hele
bu zamanımızda ise, uzlet adetâ bir farzdır.
Uzletin ikinci sebebi de, insanlar, tâlib-i irfanın hâl ve huzurlarını ifsâd
ederler. Nitekim, nâsa görünmek, riyanın yatağıdır, yâni riyaya yol olur
demektir. Bir cemâat, bir arifin kapısına gidip, onu ziyaret ve onunla
görüşmek istemişler. O arif kapıya gelenlere içeriden cevap vermiş;
"Ziyaret ve mülakattan daha faydalı olan şey, gâibâne duâ ile size ikram
ederiz. Zîrâ, ziyaret ve likadan riya hâsıl olur. Gâibâne duâ ise, ıhlâsa daha
yakın olmakla, kabul olur!' Ekserî geçmiş büyükler ve sâlih kimseler, riya
korkusundan ziyaret ve mülakatı bırakıp, nâsdan uzlette selâmet
bulmuşlardır. Kanâat ile vakitlerini geçirmişler, gönülleri cemiyyetle e
huzûr-u Mevlâ ile dolup, Allah'ın sevgili kullarından olmuşlardır.
20
TASAVVUF! AHLAK V
Nazım
Kadr-ü fakri bil fena ol, yâr-i sultân olma hiç. Fakr imiş cem'iyet-i hatır,
perişan olma hiç. Halkı avlamak içindir, bu güleç yüz, tatlı söz. Çünkü
sayyâd olmadan, gûyân ve handan olma hiç. Terk-i zevk ve lezzet-i
cismânî asandır velî. Merd isen lezzet-i nefsânîde gûyân olma hiç. Hırkayı,
seccadeyi, imame ve tesbîhi koy. Sahre-i evham ve teshîlât-ı şeytân olma
hiç. Hıfz-ı zahir, mûcib-i ihmâl-i bâtındır hemen. Hıfz-ı hüsn-i hulk edib,
cismi nigâhbân olma hiç. İzzet-ü rağbette olsan, çok olur hâsid sana. Misl-i
Yûsuf mübtelây-ı mekr-i ihvan olma hiç. Ger saâdet-mend isen, tenhâya
gel halkı unut. Hak ile üns, Hakkı bul, setr et pişman olma hiç.
Şu beyitler nasihat olarak hepimize kâfidir. Güleç yüz ve tatlı sözlerle halkı
başına toplamağa çalışanlar, bundan çok güzel dersler alırlar. Zahirî
kıyafetlerine kıymet verenlerin bu hali, içlerinin ihmal edildiğinin
alâmetidir. Ahlâkı güzel etmenin gerektiğini, cesedinin güzelliğiyle
uğraşmanın akıllı insanlara yaraşan birşey olmadığını, saadeti istiyenlerin
ise, tenhâ bir yerde halkı unutup, Hak ile meşgul olan ve ayıplarını dâima
örtmeye çalışan kimseler olduğunu açıklamaktadır.
Sekizinci nevi': Nâsdan uzlet eden ariflerin iki sınıf olduğunu bildirir.
Ey azîz! Ehlullah demişler ki; uzlet eden arife, nâsın ilim hususunda bir
ihtiyaçları yoksa da, bu arife uzlet, yalnızlık hâli a'lâ ve güzeldir. Zikir ve
fikriyle meşgul olup, hacetten gayri şey için evinden çıkmaz. Yalnız cuma
ve cemâate devam ile ilim meclislerinde hazır olur. Başka birşeye
karışmaz. İkinci kısım arif ise, ilminde halk ona muhtaçtır. Binâenaleyh,
uzlet afiyeti ona müyesser olmaz. Belki ilmini neşretmek, va'z ve nasîhat
etmek ve dîne hizmet hususunda neşr-i ilim etmeye devam etmek
mecburiyetinde kalır. Lâkin ona, nâsa sohbet için iki emir (iş) lâ-
UZLET VE HALVET
21
zımdır. Biri uzun bir sabır, büyük bir ilim ve gayet güzel bir ahlâktır.
İkincisi, nâs ile sohbet esnasında, kalbiyle gönlü ile onlardan münferid ve
ayrı olmaktır.
İkinci emir ise, halktan ümidini tamamıyla kesip, cümle insanlar onun
yanında taş veya ağaç gibi olur ve lâşey menzilesinde fânî olur. Zîrâ fayda
ve mazarratı olmayan şey yok hükmündedir.
Beyit
Hakkî, cemi' halkdan müstağniyim billâh. Hallâk-ı âlem vâr iken halk-ı
zamanı neylerim.
TASAVVUF!
na da'vet eylediği kula, nâsın ezâ ve cefâsını musallat eder ki, o halka
meyi eder olmasm ve her nesneden ayrılıp, Allah'dan başkasıyla kalmasın
ve kalbinden dışarı hiç bir kimseye i'timad ve i'tibar kılmasın. Öyle ise,
nâsın ona ezası devlet ve ganimettir. Zîrâ, nâsdan i'râz edip, nâsın Rabbi
olan Allah-ü teâlâ'ya ikbâl etmesine sebep olur. Hak teâlâ'nın evliyasına
âdeti, ilk demirlerinde halkı onlara musallat kılmak olmu$tUf. Z/ıra
düşmanın sözü, Hüdâ'nınTcâmçîsTdır. Gayre meyFedelTgonulleri onunla
vurup, mâsivâdan döMürürT kendi huzuruna gönderir.
Uzletin niyyeti üçtür. Biri, halkın şer ve fitnesinden necat bulmak içindir.
Biri de, kendisinin şerrinden halkın selâmeti içindir ki bu niyyet, evvelki
niyyetten daha hayırlı ve mu'teberdir. Zîrâ, evvelki niyyette halka sû-izan,
bunda ise nefse sû-izan vardır. Nefse sû-izan etmek ise lâyıktır. Zîrâ,
büyüklerin âdetleri hep böyle olmuştur. Üçüncüsü ise sohbet-i Mevlâ'yı
nefse tercih etmektir. Uzletin a'lâsı nefsinden uzlet edendir. Sohbet-i
Mevlâ'yı tercih edip, huzuruna gidendir. Kim ki, uzleti, ülfet-i nâs üzere
tercih edip, nefsinden kalbine içeri gelir, muhakkak o kimse Mevlâ'sını
şâirler üzerine tercih etmiş olur ve o kimse Hak teâlâ'nın i'tâ eylediği
mevâhib-i esrarı ancak kendi bilir. Gerçi uzlet-i nâs ile lisânın sükûtu lâzım
ve melzûmdur. Lâkin gönlün sükûtu yine mümkün olmaz. Çünkü ekseriya
yalnız insanlar mâsivâyı, mâ-sivâ ile söylerler. Onun için sükût altı
esasdan başlı başına bir -rükündür, bir esasdır. Kim ki uzlete devam ile
nâs ve nefsinden tenhâ kalır, o kimse, vahdâniyyet-i ilâhiyye sırrına vâkıf
olur. Uzletin a'lâsı halvettir. Halvetin neticesi, irfan ve esrâr-ı ehadiyyet-
tir. Uzletin bir hassası da budur ki, dünyâyı bilmeye vesiyledir.
Hak ile huzur eden gönül gülşendir. Gaflette kalan gönül değil, külhandır.
Hakkı ânı fikir lıl ki, ülfet olur. Nâsı ko kitaba bak ki, sohbet olur.
Az ye, az iç, az uyu ki ı.i'met oldur. Benliğinden uzak otur ki, uzlet oldur.
Meyi etme, karışma halka, uzlet oldur. Tenhâda kitaba bak ki uzlet oldur.
Hakkı bu cihanı halka ver, uzlet kıl. Müstağni olup bu nâsdan uzlet kıl.
Yârana bedel kitâbla hoş sohbet kıl. Hikmetle gönülden dembedem ülfet
kıl.
24
TASAVVUF! AHLÂK V
Hattâ sana dost olan, olur hem düşman. Su misillü seni içen, eder bevl o
zaman.
Yay gerçi oku eder dergaş hemen. Kendinden ırağa atar oku, o keman.
Hakkı iki cihanda cana Rahman besdir. Koy nâsı hemen oku ki, Kur'ân
besdir.
Tenhâda kütüb seninle yârân besdir. Olmazsa kütüb gönülde cânân besdir.
Halvetin Şartları
HALVETÎN ŞARTLARI
25
vurı
kirle meşgul ola, tâki kalbi ondan temizleyip rahat bula. Ve iki şeye çok
dikkat ede. Allah-ü teâlâyı, ne zât ve ne de sıfatında hiç birşeye
benzetmeye ve halvette ancak Hak'kı talep eyleye. Mâ-sivâya meyi
etmeye. Cemi' kâinat sana bahş edilip verilse, kat'-iyyen iltifat etmiyesin.
Zikir ve fikirden ayrılmayasın. Zîrâ bunlar imtihandır. Eğer bunlara iltifat
edersen herşeyden mahrum kalırsın. Bu halvet esnasında mî'râc-ı rûhânî
hasıl olup, nâsı unuttuğu kadar huzûr-u Hak'kı bulur. Eğer halvete giren
zât, sıdk ve yakîn ile teveccüh-ü tam kıldıysa, esrar ve ahvâl ve keşfiyât-
tan hiç birisi ona münkeşif olmayıp, fitne Ve belâlara mübtelâ olmadan,
cümlesinden geçerek, Hak teâlâ'nın avn ve inâyetiyle ve cezebât-ı
muhabbetle, emniyet ve sür'atle, tecelliyât-ı ef al ve esma ve sıfat
mertebelerine gider. İmdi mürîd ve meczûb olan huzûr-u ünsü tez bulur.
Mürîd ve sâlik olan ise, keramet ile her hayırdan mahrum olup, âtıl ve
matrûd olarak insanlarla ünsi-yette kalır, maazallah.
Nazım
Hakkı, Hak ve halk arasına dâhilsin. Hor oldun, eğer halâyıka mâilsen.
Halkın nesi rar ki meyi edersin ey dil. Kendin gibi âcizi nidersin ey dil.
Her bî-haber izine gidersin ey dil. Gel Hak'ka ki halkı nidersin ey dil.
Mahlûk-u Huda'ya şefkat et, rahmet bul. Eblehlere hilm ve hürmet et,
rahat bul.
Sen herkese rıfk ve rağbet et, rif'at bul. Ger edemedinse, uzlet et, izzet
bul.
Niçin deyib, i'tirâz oduna yanma. Teslim ile seyir kıl Cenneti, hoş beyt.
Rıfk ile kamuya ol, halîm, settâr. Bil kadri ni halka çok açılma zinhar.
Mahlûku yok anla, Hâlık'ı bul ey yâr. Her dosta bu söz vasiyyetimdir hey
yâr.
28
TASAVVUF! AHLÂK V
HALVETÎN ŞARTLARI
29
TASAVVUF! AHLÂK V
Zikrullah
ZÎKRULLAH
31
32
TASAVVUF! AHLÂK V
Nazım
Eğer cihanı gönülden uzak edersen sen. Huzur ve zevk ile zikr-i Hüdâ
edersin sen.
Bu kavga ve gürültüden geçersen eğer. Visal gülşeni içre safa edersin sen.
Safa bulursan eğer nûr-u aşk-ı bakîden. Derün-u sineni, bâğ-ı beka
edersin sen.
Riyâzat âb-u hayâtı, safâsın bulsan. Gönül kudretini hep cila edersin sen.
ve hallerin de en güzelidir. Eğer görürsen ki, Hak teâlâ seni zikir ve fikrile
meşgul etmiş ve alıştırmıştır, müjde olsun sana ki, o seni sevmiştir.
Zikrulîah gönülde sürür, semeresi, mansuıu üe7 ünsiyet ve huzurdur.
Zikrullaha devam, gönül ve canın nurudur. Kalbe sükût bahş eder.
Zikrulîah enîsdir ve pek güzel bir arkadaştır. Zikrulîah çesedlerin güzel
kokusu, ruhların da kuvvetidir. Zikrulîah iç gözlerinin nuru ve içlerin de
munisidir. Zikrulîah ile gönül, her pislikten tâhir olub Hak'kın rızâsı, yüzü
ona zahir olur. Zikrullaha devamla kalbi ma'mûr olanın efal ve ahlâkı
cemîl_ve ruhu mesrur olur. Zikrulîah kalbe nûr ve inayettir ve
rühajîidâyettir. Zikrulîah her derde devadır. Allah'dan gayriyi zikir, belâ ve
derttir. Kim ki Hak'ki zikr eder, Hak sübhâne-hû ve teâlâ da onu zikr eder.
Zikrulîah iç gözlerine nûr ve ruhlara ganimettir. Zikrulîah ile iştigâl,
hallerin en güzelidir. Kim ki Hak'kı unutur, onun kalbi katı olur. Kim ki
Hak'kı çok zikr edex b
bnun kalbinde
Qİ1ır
7ikrj_Hwarnlı olanınkalhi
uyumaz. Zikri Allah olanın, fikri de Allah olup^ cânıdiTSfâlr olur. Zikrullaha
devam ehlullahın âdet ve yoludur. Zikrulîah, canlar a kuvvet, âgâhlık ve
uyanıklığa sebebtir. Hak'kı unutup, leh-viyâta düşme. Zikredersen,
unutanlardan, gafletle zikr edenlerden olma. Kalbin lisânmauygun^olarak
zikr et. Tâki zikrulîah sende kemâl bulsun. T^akfîcâl>î zikrTMevlâ, nefsini
vejnâsivâyı unutmaktır. Zikrullah" sermaye-i ma'rifet ve muhabbettir,
kirnyây-ı devlet ve saadettir. Zikrullaha devamla muhabbet-i ilâhî, galip"
olur. Gönül başkalarını bırakıp, Hak'ka tâlib olur. Zikrullah herkese,
herhalde lâzımdır ve ehlullah, zikrullaha mülâzimdir. Arifin cezası, zikr-i
Hak'tan münkatı' olmasıdır. Yâni zikirden hâ-lî kalmasıdır. K»l, 7jkrullah
ile_memnrrl^r İH, h^- yaman
Nazım
Haddim değil ki hamd ü sena eyleyim sana. Lâyıktır eylesen yine sen
kendine sena.
Haddim ne, ben kimim, kesl-i tâatim nedir? Sensin hemîşe mu'temed ve
müttekâ bana.
Feth et cihân-ı aşka, bu dil beyti babını. Cezb eyle Hakkı bendeni, kıl ıska
âşinâ.
Ey azîz! Ehlullah demişler ki, eğer zikrullaha devam eden hafif bir nefesle
ve kalbine teveccüh ederek, "Allah" veya "Lâ, ilahe illallah" zikrine devam
eylese, ol zâkir, zikr-i lisan ile zikr-i kalbiyi cem' etmiş olur. Böylece hassa
ve te'sîrâtını çabuk bulur. Zîrâ lisân ile zikirde hararet vardır ye yakıcıdır.
Kalb ile olan _zikirde qûr ve ziya vardır. Bu zikrin, saf bir ateşi vardır ki,
zâkf-rın göğsünde ve içinde hiç birşey bırakmaz yakar, gider. Meselâ bir
haneye ateş düşse, eğer orada odun varsa, önlün" da yakıp nâr eder ve
onda zulmet varsa, onları giderip, nûr eder. Eğer orada nûr yarsa, nurun
alâ nûr olur. jiunun gibi, gönül evinde zikrul-lah mâsivâyı bulsa, onu yakıp
nâr eder. Eğer zulmet ve cehjl varsa, onu da nûr-u ma'rifet eder. Eğer nûr
bulduysa, nurun alâ nûr olur. Zikir, zâkir ve mezkûr olur. Öyle ise,
zikrullah haktır ve sıfatı öyle haktır ki, hatâları yok eder. Hakları bakî kılar.
Zîrâ, zikrullah ile nefsin haklan arasında zıddiyet yoktur. Lâkin nef-
ZİKRULLAH
35
sin hatâlarının vücud eczalarında fazla olması, iç âlemi için bir israftır. Bu
da haram lokmalardandır. İmdi, zikrullahın nuru ve ateşi bu eczalara
erişip, onları yok eder. Ve sultân-ı zikr-i Hak gelip, zâkirin vücudundan her
bâtıl mahv olur. Bu suretle yapılan zikirler, zikr edenlerin dillerinden
kalblerine sirayet edib onu uj^n^ıriL.Basîreti^jç gözleri açılıp, zikruOahJle
ünsiyet bulur,' lezzetlenir, lıyrümâlTıstemez^ Ancak zarurî hacetleri
içirTmüs: tesfıâ olarak~"dışarı çıkar ve üemen evine halvet hanesine
dönmeye çalışır. Dış âlem ona pek garip gelir, durmak ve eğlenmek
istemez, gece gündüz evinde zikrullah ile meşgul olur. Zikrulla-hınjıûru
onu ihâtaedip, yakmağa başlar ve o nûr onun içindir bir sultan olur
ki,~o7iunlâTcalbii^Tıiçbirşey kalmaz, hepsTmâTîv olur, yalnız AJjaJ] fc-
C*) kalîr7Z3kirin kalhf Hak'ları zikrine mekân olunca, aşk ve muhabbet
ateşleri birer şerare misâli ona nazil olup, o kadar yanar ki, vücûdu
muzmahil olur. O anda onun kalbine Hak'kın nuru tecellî eder ve bu nûr ile
diğer bütün nurlar fena bulup, zâkirin kalbi mezkûr ile Hak sübhânehû ve
teâlâ ile müteselli olur. Zîrâ insanın vücûdu kalb ile, o kalbi çeviren Allâh-ü
zü'1-Celâl arasında hâil, hicâb ve manî olmuştur. İmdi, vücûd benliğinden
kurtulup, safî olunca, dostunu bulur. Üns-ü huzuru, nurun alâ nûr olur.
Bulıûrlar âna Hak'kın cezbelerin-den gelir. Lâkin bu nurlar ile meşgul
olmak doğru değildir. Zâ-kiri yolundan alıkoyar. Çok kere erbâb-ı yakın bu
nurları asla görmeyip, ancak hepsini muhît olan nûr, onlara tecellî eder ve
bununla müteselli olurlar.
Nazım
Ey gönül hiç etme fikir eyn-ü ân. Olsa zikrin hak, olursun câvidân Mâsivâyı
çün ferâmüş eyledin. Zâkir oldun ânı bî-nutk-i lisân. Hoş bulunmaz dilde
zevk-i zikr-i Hak. Sende benlik olsa yâ sûd-ü zeban. Fariğ olsa kendi
kendinden gönül. Şâhid-i mezkûru buldu bî-gümân. Dilde kalmazj zikr-i
esma ve sıfat.
36
TASAVVUF! AHLÂK V
Zât-ı mezkûr olsa cân içre ayan. Kalbe müstevli olunca zikr-i zât. Hâtıra
gelmez dil ü cân ve revân. Vâlehii medhûş eder canı müdâm. Ol cemâl-ü
lâ yezâl-ü bî nişan. / Ne dilersen Hak verir ânı velî. Sen seni istemezsin
ol zaman. Hakkı, Hak'dan iste böyle devleti. Kime fikr-i cân ü mâl ü
hâniimân.
Ey azîz! Ehlullah demişler ki, zâkirin nefsinin kötü arzuları, onu hasîs
şehvetlere sürüklemese ve zikrullah ile meşgul olup, gece gündüz evinden
dışarıya zarûretsiz çıkmasa ve bu hâl üzere bir müddet devam eylese,
orMn^^a^oj^xmj^^ygas^i-yıp bir şimşek misâli gelip geçer. Zikrine
devam ettikçe, bunlar tekjar_g£İipJjirjmk^a£jdjıha_k^hj, zîkrüllaha
devaTnla~rJurseteT o nûr onda bâM^aju^önjil^de öndanTezzef
"fMuTrSon7a~bTi nurdan ruha sesler geHp, rûh hikmeflerâlîrrSIIâfi'Sân
başkası-rr. unutup, Hak'ta .müstağrak olup kalır.
Müstağrakât-ı Selâse
Zikr-i hafiye devam etmekle zâkirde, üç netice, haslet hâsıl olur. Bunlara
"müstağrakâH selâse" derler. Ririnri ifljfirflK- zâkirin vücudununzikrullah
ile müstağrak_olmasıdır ve bu istiğrak o zaman hâsîT olur ki, zikrullahnı
ateşiyle vücuddaki habîs eczalar, şeyler kamilen mahv olup, eczây-ı
tayyibe-i lâtîfe kalır. İşte o zaman onun vücudunun herbir parçasından
zikrin sadâlan işitilir. Hem_de pek aşikâr bir şekilde. Zîrâ zikrullah'la
vücûdun eczaları arasında mutabakat hasıl olmuştur. Bu sesler, arı
uğultusu gibi mülayim bir uğultu ile başlar. Çünkü zikrullahîn ateşi, evvelâ
zâkirin başından gelmeye başlar ve sultân-ı zikrul-
atvekydretiylejoıhûreder: ZâkîHrTr5i31îrâ"çok~ gaflef ve vehmine gâlib
olarak buna alışması
d lâ
toetnToîrnasTve gaf g
MUSTAGRAKAI-l S
İkinci iştigrakda, ise, zâkirin bütün vücudu basdan aşağı emn-ü emân
içinde, rağbet-i îmân, yakîn-i irfan ve zikr-i Mevlâ ile dopdolu olur. Gönül
ve cân, zevk ve sürür, neş'e ve şevk, üns ve huzur ile dolup, kemâl-i
rağbetle zü'1-Celâl ve'1-kemâl Hazretlerine, tam meyi ile meyi eder ve
istiğrakı safâdan zikrullah dahî kalbinde müstağrak olup kalır. O zaman
kalbinde öyle hisseder" ki, güya gönül derin bir kuyudur, kovası da
zikrullahdır. Ondan su çeker, bulur ve bu halde a'zâsına bir titreme gelir.
Zik-rullahı birakınca derhal içinden, kalbinden zikrullahı taleb eder. Tıpkı
ana karnındaki çocuğun hareketi gibi hareket eyler. Zikr-i kalbinin arı
âvâzı gibi sesi gelir. Bu ses ne gizli ve ne de kuvvetlidir. Ekseriya zâkirler
kalbinin zikrini işitirler. Zikrullahın kalb£ intikalinin alâmeti odur ki, zâkir
kendi içinde nurdan bir men7 bâ müsâlıede eder ve kalbi onunla mutmeîn
olup, onu kendisine arkadaş ittihâz eder. /\lL-Ah ~~ ~
AtlLAIS. V
Beyitler
MÜSTAĞRAKÂT-I SELÂSE
39
yolunu şimşek sür'atiyle geçip gider. Eğer zikrullahı ihmal ederse, onu
nefsâniyet-i beşeriyeye döndürüp, Hak yolundan alıkoyan Üç günlük yolu
otuz yılda bile ancak gider. Zikrullaha de-vamîa zâkirin kalbinde ve
şaıFa'zâlarında bîrTakım yanmalar hâsıl olur. Bundan zâkirin aldığı zevk ve
safâyı ancak kendisi bilir.
*'
İJL*
I "Yâ Rab bizleri çok lezîz olan şeylerden mahrum etme ve / bizleri bu
nimetlerin üzerine lâyık-ı veçhile şükr etmiye muvaf-
" devam ettiği müddetçe, bâdemâ zikrullah isr-i rûhdan sırra vâsıl olup,
zâkir arif ve kâmil olur. Şayet zâkir bu mertebelere eriştikten sonra
zikrrterk edecek olursa, bir mertebe tere::zül edip düşer ki, ta'rifi ve
tavsifi mümkün olmaz. Mevlâ ona ^ahr edip, eşed-di belâya giriftar
eylediği gibi, bu zikrullahdan i'râzı, zikr-
1 Mevlâ'ya başlamadan evvel olan gaflet günlerindeki ı'râzından ve
imtinâından daha kabîh ve daha büyüktür. Evliyâullah indinde, o
zikrullahdan kalan kimse mürted hükmündedir. Yâni dinden dönenlerin hâli
neyse, bunun da hâli odur, demek istemişlerdir. Binâenaleyh, zâkirlere
vâcibdir ki, bu tehlike-i azîrrie-yi gözleri önünde bulundurup, her ne
bahasına olursa olsun, zikr-i İlâhîden kalmak gafletine düşmeye. Öyle ki,
nefeslerinden hiçbirini bile zikr-i Hak'dan hâli kılmaya. Halbuki, efdâl-i
a'mâl
40
tasavvuf!ahlâk v
Nazım
Allah Allah ismini zikr eyle candan bir zaman. Tâ müsemmâ aşkı nurundan
dola leyl-ii nehâr. Bulsa dil sultân-ı aşkı, rehzen-i dînden ne gam. Rehber
dünden ganîdir, yok anınçiin intizâr. Aşkı söyle, aşkı iste, aşkı oku, aşkı bil.
Aşkı gûş ol, aşkı pûş ol, aşkı hâr. Tâki aşk olsun vücûdun sende benlik
kalmasın. Çünkü benlik kalmaz ol dek aynı aşk-ı şehriyâr.
MÜSTAĞRAKÂT-1 SELÂSE
41
Geniş bilgilere sâhib olur. Eğer cezbe-i Hak erişmezse, o ilimle kalır. Lâkin
Hak teâlâ, sâdık ve zâkirlere hidâyet edip, onu o ilimlerden alır ve kendi
muhabbetine çeker. Böylece bu zâkir, bu devlet-i uzmâya nail olunca,
o7lm-ı ledünnî ile de iştigâli terk eder. Muhabbet-i ilâhiye yolundan
ayrılmayıp huzura gider. Zâkir, devamlı zikr ile öyle makama erişir ki, o
zaman ona şöyle denilir, "Sen artık zikr eyleme, tâki şenin zikrettiğin Hâlık
süb-hânehû ve teâlâ Hazretlerinin seni nasıl zikr ettiğini göresin. Zîrâ sen
zâkir değilsin, ebedâ mezkûrsun, zikrolunmaktasın. Lâkin vücûdun
hicabından ötürü mezkûr olduğunu bilmezdin!' Vaktaki zâkir, devamlı
zikirle zikruUahda müstağrak olur, vücûdunda fena bulur, o zaman zikr-i
lisâiıîyi bırakıp, kalbiyle huzûr-u dâim içinde müstağrak olur. Böylece ö
zâkirin kalbi, zikr-i lisân ile müşevveş olduğundan, o zikr-i lisânîden
imtina' eder, nice ay ve seneler onun lisânından zikrullah gelmez, ancak,
namaz içinde gelir. Zâkirin bu makama vusulünün alâmeti budur ki,
zikrullah onun_sxttma vâsıl olur. Onun sırrına zikrullah ol zaman vâsıl olur
ki, o zikr etmekten sâkit olunca, zikrullah onun lisânına iğne uçları gibi
bâtâr. Veya yuzüjüml'e lisân olup on-~3ân~~hûr taşar olduğu halde
zTlcnıİTârıeder bulunur. Her ne ziP man zâkirin vakti safî olur, kalbinde bir
himmeT eli bulur ki, onunla gâibden nesneler alabilir. Bundan ma'lûmdur
ki, Hakkın ma'rifetine_en yakın yol zikrullaha devamdır. Zîrâ isim mü-
semmâsı iledin~Müfârakat eylemeT~ZaklrTisân veya kalbiyle o kadar
zikrullah eder ki, kalbinden hicâb, perde ref olup, şühû-du bulur. Ve kalbi
müşâhede-i mezkûr ile, zikr-i lisânîden müstağni olur. Çünkü kul huzûr-u
Mevlâ'da iken onu zikr etmek münâsip olmaz. Onun için İsmullahm
tekrarı, âdâb-ı huzura mü-nâfîdir. Nitekim, sultânın huzuruna dahil olan
kimsenin onun yanında ismini tekrar tekrar anması iktizâ etmez. Zîrâ, onu
mecnûn zannedip huzûr-u hümâyundan kovarlar. İmdi, zikrullah delildir.
Delâlet olunanı bulunca, delîle lüzum kalmadığı gibi. Fakat sen bunu
hemen kolay birşey sanıp, ben de Mevlâ'yı buldum diye sakın zikrullahdan
kalma. Sonra bektâşîlerden olursun hâ...
42
TASAVVUF! AHLÂK V
Halvetlerin Lüzumu
Azîz kardeş; hepimizce ma'lûmdur ki, bir cemiyet içerisinde çok muhtelif
fikirler ve akidelere sahip, çok çeşitli insanlar bulunagelmektedir. Bir kısmı
mü'min, bir kısmı fâsık, bir kısmı fâcir, bir kısmı münafık, mason,
komünist, bir kısmı da inançsız, akîdesiz, kâfir ve müşriktir. Bunların
arasında yaşayan insan, elbette bunlardan birine takılacak ve o zümrenin
malı olacaktır. Bugünkü maârif sistemi de buna çok müsait olduğundan,
gerek yetişenin ve gerekse evlâtlarını yetiştirmek isteyen ebeveynin, ne
kadar uyanık olmaları lâzım geldiği pek aşikârdır. Dünyâ saltanatını ve
midelerini düşünenlere sözümüz yoktur. Buna binâen, kendilerinde kemâl
olmayan ve olgunlaşmamış olan ana ve babaların kendileri de evlâtları da
dâima tehlike içerisindedirler. Dünyevî ilimlerin yanı sıra, çocuklarına iyi
bir din bilgisi ve terbiyesi vermiyen ana ve babalan, dünyada da âhirette
de hüsran ve pişmanlık beklemektedir. Dünyevî ilimleri ne derece yüksek
olursa olsun, din bilgisinden mahrum bırakılan evlâtlar dâima ana ve
babalarını müâhaze edeceklerdir. Bu kanaatimize canlı bir misal olarak
şahidi olduğumuz bir vakıayı zikretmeden geçemiyeceğim:
HALVETIN LÜZUMU
43
İşte bunun içindir ki, gerek dünyâ bilgileri ve gerekse âhi-ret ilmi olan dîn
bilgileri bakımından kemâl, herkes için matlûp ve lâzımdır. Kemâle
erişmeyen herşey hamdır. Hattâ meyveler, mahsûller bile birşeye
yaramazlar. Meselâ, aldığınız bir kavun veya karpuzu yorula yorula evinize
getirirsiniz, akşam yemek vakti keserler, bir de bakarsınız ki ham,
olmamış, kemâle ermemiştir. Çöplüğe atılmaktan başka birşeye yaramaz.
İnsanların da olgun ve kâmil olmayanları tıpkı bu kavun, karpuz gibidirler.
Bunun için sakın kardeş sen böyle olma.
44
TASAVVUF! AHLÂK V
HALVETİN LÜZUMU
45
kadar kötü de olsa bırakması kolay olmuyor. İşte en basîti sigara; vücuda
zarar, keseye zarar, fakat ne olursa olsun kolayca bı-rakılamıyor. Şâir
şeyleri de buna kıyas ediniz. Meselâ,^kahvehâ-ne, gazino ve sinemaya,
içkiye alışan kimselerin hâli ma'lûm. Hele kumara alışanların hâli ise
berbad. Bu sebepden nâşî iyilere de kötülere de, halvet lâzımdır. İyilerin
iyiliği artar, kötülerin de kötü huylarını bırakmasına sebeb olur. Bir de
bakarsınız ki, o kötü zannettiğiniz adam ne kadar güzel olmuştur: Bunların
örnekleri de pek çoktur. Ondan dolayıdır ki, halvet yalnız ehl-i sülûke değil
bütün ehl-i îmâna da adetâ şarttır. Bahusus ehl-i tarîkate muhakkak
şarttır. Bu da Hak yolunda mücâhedenin başlangıcıdır. Çünkü nefsine esîr
ve mahkûrrf olan kimselerden tam bir mücâhede beklenemez. Mücâhede
ehline Cenâb-ı Hak'kın lütuf ve ihsanı ve hidâyeti çok ve mebzûlen verilir.
Zîrâ insan hakîkaten nefs-i emmârenin elinden kurtulamadıkça rahat yüzü
görmesine imkân yoktur.
46
TASAVVUF! AHLÂK V
LÜZUMU
47
2- İstikâmetten ayrılmamak.
Halvette en ziyâde dikkat edilmesi lâzım olan birşey de, kendisine verilen
zikirden başka birşeyle meşgul olmamasıdır. Bütün nefsinin arzularından
sıyrılıp, Hak'kın rızâsına tâlib olma-
48
sidir. Böyle olmadığı takdirde halvetten çok zarar görür ve fitnelere uğrar.
Halvetlerde çok hoşluk ve iyilikler vardır. Fakat, halvette ünsiyet, halvet ile
oluyorsa, o halvetten çıkınca, onda birşey kalmaz. Eğer halvetteki ünsiyeti
Cenâb-ı Hak ile ise, onun için şehir de bir, çöl de birdir. Yâni her yer ona
müsâvîdir. Kalabalık, tenhalık, onun için fark etmez. Halk ile olmakta bir
takım hayırlar olduğu inkâr edilemez. Fakat, uzlette, halvette selâmet
vardır. Bazı büyükler şöyle demişler "Dostun halvet, yemeğin açlık,
sözlerin de Hak'ka münâcât olsun". Yalnızlık sıd-dîklerin sevdiği bir haldir.
Şeyh Şiblî, "Nâs ile ünsiyet iflâsdır" demiştir. Ebû Bekir isminde bir zâta
sormuşlar: "İflâsın alâmeti nedir?"O da Şeyh Şiblî gibi "Nâs ile ünsiyettir"
demiştir.
Mâlik ibn-i Mes'ûd (r.a.) evinde dâim yalnız başına otururmuş. Ona, "Böyle
yalnız başına oturmaya korkmuyor musun?" demişler. Cevaben "Allah ile
olan bir kimsenin korktuğu hiç görülmemiştir!' buyurmuştur.
verilmiş demektir.
Sûre-i Arâfın 142. âyetinde beyân olunduğu gibi, halvet 30 gün olarak zikr
edilmiş, sonra 10 gün daha ilâve olunarak 40'a iblâğ edilmiştir. 10 gün, 20
gün olarak da yapılabilirse de, efdali iki sene, kırkar gün devam etmektir.
v un m i
İlimlerle meşgul olan âlim, fâzıl ve kâmil zevât-ı muhtere-meye ise, halvet
herkesten daha fazla lâzımdır. Zîrâ dünya işleriyle meşgul zevât-ı
muhteremlerin kafaları nasıl dolu ve meşgul ise, tabiî ehl-i ilmin de kafası
böylece çeşitli bilgilerle meşgul olduğu cihetle, onun da kendisini Hak'ka
lâyıkıyla verebilmesi için herkesden daha çok halvete muhtaçtırlar.
Binâenaleyh her mü'min ve muvahhide, bu halvetler muhakkak lâzımdır.
Hiç olmazsa hergün ya sabah veya akşamları muvakkat bir zaman,
ibâdetlerinin arkasından meselâ, yatmazdan evvel biraz da olsa, Hak ile
baş başa kalabilmeğe çalışmalıdır. Yoksa bu dünyanın ne işi biter, ne de
gücü.
52
TASAVVUFÎ AHLÂK V
insanlara taaccüb olunur ki, Resûl-ü Ekrem (s.a.s.) Efendimizin hiç terk
etmedikleri itikâfı, nasıl terk ediyorlar. (5/3)
İmâm-ı Nevevî (rh.a.) bu hadîsin şerhinde (halâ) kelimesini, halvet ile
şerh etmiş ve "Sâlihlerin sânı ve ariflerin ibâdeti bununla kâimdir"
demiştir.
vurt
Kâmûs sahibi, Muhammed İbn-i Ya'kûb el-Firûz-i Âbâdî bu hususda der ki,
Resûlullah (s.a.s.) Hazretlerine vahiy gelmezden evvel kendisi halvet ve
yalnızlığı severlerdi. Hirâ dağına çıkar ve oradaki mahalde yalnız başına
Cenâb-ı Hak'ka ibâdet ederlerdi. Hirâ Dağı Mekke-i Mükerreme'ye üç mil
mesafede, uzunluğu 4, genişliği de 3 zira' (arşın) kadar ufak bir
mağaradır. Halvet için burasını seçmişlerdi. Ulemâ-yı Kiramın halvetteki
ibâdeti hakkında iki kavil vardır. Bazısı "İbâdeti tefekkür idi" dediler.
Bazıları da, "Zikrullah idi" dediler ki, doğru olan budur.
Birinci Nev'i: Halvetler, Hak'tan, Hak ilminin ziyâdeliğini talebdir ki, bu ehl-
i Hak'kın asıl maksad ve gayesidir. Yoksa, halvetlerde boş tefekkür, boş
düşünceler, halvet haline münâsip değildir. Bu gibiler halvetten
sayılmazlar. Çünkü bazı büyüklere, halvetlerinde bizleri de duadan
unutmayınız efendim demişler de, cevaben "Ben seni düşünüp, seninle
meşgul olduğum takdirde, Allâhımla halvette olmuş olmam" demiştir. Bu
sözden, "Ben beni zikr edenin yanındayım, onun celîs ve yakınıyım, beni
zikr ettiği müddetçe ben onunlayım", ma'nâsı çıkar. Bu devlet kadar acaba
başka bir devlet bulunur mu? Bu halvetin şartlarından biri de "Allah-ü
teâlâ'yı nefsi ve ruhu ile zikretmektir.
HALVETİN NEVİLERİ
55
Dördüncü nevî: Bir de dördüncü nevî' halvet vardır ki, halvette bulunan
lezzetlerin zlyâdeliğini taleb ile yapılan halvetlerdir. Bu da matlûb olan
halvetlerden değildir. Asıl halvet, birinci kısmın halvetidir ki, her çeşit
muhâlatâttan, hattâ çoluk, çocuk, mal mülk ve her türlü tefekkür ve
meşguliyetten hâlî olarak, yalnız kalbin zikrine dalmış, zikrullahın bütün
zıddı olan neler varsa hepsinden bil-külliyye ayrılmış ve halvet ettiği Zât-ı
ecel-li âlânın zikriyle ünsiyet hâsıl etmiş olur da artık bir türlü bu zikrul-
lahdan ve halvette kalmaktan ayrılamaz. Bu ünsiyet sayesinde kendisine
hakîkî ilhamlar artırılır. Gönlünün safa ve cilâsı ziyâ-deleştikçe ziyâdeleşir:
Bu sebeble de kemâlâtın en yüksek noktasına erişir (5/7).
İşte şu bir miktar ulemâ ve efâzılın kavillerinden bizlere aşikâr bir şekilde
beyân olunuyor ki halvet, sünnet-i Resûlullahın amelî bir yoludur ki,
insanlar îmânlarını takviye etsinler, nefis-
56
TASAVVUF! AHLÂK V
HALVET
57
Kalbini yak, yık; gözlerinden, ömürlerini boşa zayi ettiğin için, lehiv ve
lağviyatla vakitlerini yok ettiğin için gece gündüz yaşlar akıt, ağla.
Muhakkak sen Hak'ka döndüğün an, Hak sana kollarım açıp "Gel tevbekâr
kulum gel" diye sana daha çok yakınlık ve alâka gösterecektir. Seni
kıyametin dehşet ve harareti ânında arşının gölgesinde gölgelendirip,
mes'ûd ve bahtiyarlar arasına il-
58
TASAVVUF! AHLÂK V
Hiç şüphesiz ki halk ile ihtilât, bazı dünyevî ve uhrevî faydalardan hâlî
değilse de bahusus, harîs ve tamahkâr kimseler için bir çok zararları da
vardır. Bir kere insan hem zikrullahdan kalır ve hem de günahları irtikâba
sürüklenebilir. Bir kere de alışıldı mı, artık ayrılmak ve kurtulmak pek zor
ve güç olur. Lâkin halvetlerde bunlar olmadığı gibi, yâni böyle günahlara
sürüklenmek ve günahları irtikâb mümkün olmadığı gibi, dâima huzû' ve
huşu, rahat ve sükûnet içinde, Allâh-ü zü'1-Celâl ve ve'1-Cemâl
Hazretlerine ibâdetlerini daha güzel bir şekilde yapmaya muvaffak olurlar.
Hak sübhânehû ve teâlâ Hazretleriyle de ünsiyetleri o nisbette kuvvetli ve
sağlam olur. Bunu müdrik olan insanlar ve bu tadı tadanlar, artık kovsanız
da çıkmak istemezler. Bir çok büyüklerimiz bu halvetler esnasında
kendilerine verilen, sayılmakla bitmez nimetleri, anlatmakla bitiremezler.
Bahusus, İmâm-ı Gazâlî (k.s.) Hazretleri, halvetteki istifâdesini şu suretle
hülâsa etmektedir. "Ben muhakkak ve kat'î olarak anladım ve bildim ki,
Allâh-ü teâlâ'nın yoluna sâlik olanlar, hassaten ehl-i tasavvuftur. Huyları,
gidişleri ve hareketleri en güzel olan kimseler bunlardır. Yolları en doğru
yoldur. Ahlâkları en güzel ve temiz, takdire lâyık olanlar da bunlardır.
Belki, bütün akıllıların akıllısı ve ulemânın hikmetlerine ve şerî'atm
esrarına vâkıf olan bahtiyarlar ancak bunlardır. Bunlardaki hareketlerin hiç
birinin, daha iyisi budur diye tebdil veya tağyiri mümkün değildir. Çünkü
bütün iç ve dış harekâtları, nûr-u nübüvvetten ve onun ışığından iktibas
olunmuştur. Kâinatta ise, nûr-u
59
60
TASAVVUF! AHLÂK V
İmâm-ı Şafii (rh.a) Hazretleri buyurur ki, herkim Allâh-ü teâlâ'dan kalbinin
açılmasını istiyorsa ve ilmin hakikatlerine nail olmayı murad ediyorsa,
halvete devam etsin. Az yesin, fâsıklar meclisinden uzaklaşsm, ahlâk ve
edebden ârî ilim meclislerine bile gitmesin.
62
TASAVVUF! AHLÂK V
Muhyiddîn-i Arabî (k.s.) Hazretleri ki, Şeyh'ul-Ekber diye yâd olunur, şöyle
der: "Allâh-ü teâlâ Hazretlerinin nimetlerinin ziyâdeliğini isteyen esrâr-ı
ilâhiyenin, Hak'kın cömertlik hazînelerinden gelecek olan mevcudattaki
nâmütenâhî esrarların kendisinde tecellî etmesine tâlib olan kimsenin
halvet ve zikrullaha mülâzemet etmesi lâzımdır:' Zîrâ bu sebeple gönül
tamâmiyle dünya işlerinden, fikirlerinden boşalmış olduğu halde Hak
kapısında hiç bir şeye mâlik olmayan boynu bükük bir fakir gibi otursa,
diliyle demese bile haliyle, "Yâ Rab! İşte ben senin kapına geldim, hem de
eli boş, yüzü kara, lütuf, kerem ve ihsanını ummaktayım" dese, artık
Cenâb-ı Hak, hazîne-i ilâhiyesinden o kuluna kim bilir neler lütfetmez. İlim
deryası olur. Azîz kardeşim, muhterem evlâdım, esrâr-ı ilâhiye ve maârif-i
rabbâniye-ye mazhar, ârif-i billâh bir kul olmak istersen, halvetlere devam
et. Nefsini yen. Nefsine kul değil, Allah'a kul ol ki, Hızır aley-hisselâma
verdiği ilmi sana da versin. Çünkü o müttekî kullarına kendinden,
mektebsiz ilim verir. Yine onlara hem basîret, hem feraset, hem
görülmemiş nûr verir. Onunla dünyada da âhirette de rahat bulur.
Karanlıkta kalmaz, tehlikelere düşmez.
63
İbn-i Uceybe (k.s.) İbn-i Atâullah'ın (k.s.) "Kalbe uzletten başka birşeyin
fayda vermediği" sözünü şerh ederken der ki; "Uzlet, kalbin Allah teâlâ ile
yalnız, başbaşa kalmasıdır!' Bâzan bu yalnızlıktan halvet murad olunur ki,
cismin de, kalıbın da, Allah ile yalnız başına kalmasıdır. Zîrâ kalblerin Allah
ile yalnız kalması mümkün değildir. Ancak kalıbın, cesedinden ayrılmasıyla
mümkün olabilir. Tefekkür ise, kalbin Hazret-i Allah'a seyridir, gidişidir. Bu
gidiş de iki kısımdir^JBinTjmânj/e tasdîk hususundaki tefekkürdür. Birisi
de, şühûd ve a^ânjgfekkürüdür. Binâenaleyh, kalbe en faydalı şey, bu
tefekkürle beraber olan uzleF ve halvettir. Zîra uzlet ve halvet, adetâ
perhiz gibidir. Tefekkürler de bunun ilâcıdır. Perhiz olmadan ilâçlar fayda
vermiyece-ğinden ötürü, doktorlar evvelâ hastalığın nev'ine göre, şunu
veya bunu ve falan şeyleri kat'iyyen yemiyeceksin derler. Sonra da ilâçları
verirler. Perhizlere dikkat edilmediği zaman nasıl ilâçlar fayda vermezse,
tefekkürsüz, düşüncesiz halvetler de fayda vermezler. Onun için halvet
perhiz, tefekkür de ilâç mesabesindedir. Biz bunlara murakabe deriz. Bir
halvette on murakabe vardır ve 40 makam üzeredir. 40 günde tamam
olur. 20 veya on günde olanlar kâfî değildir. Halvetten maksad, kalbin
içindeki pislik-
64
TASAVVUFI AHLAK V
Öyle ise azîz ve muhterem kardeş, imdi sen hiç olmazsa her-gün akşam
olup da evine çekildiğin zaman yatmazdan evvel bir saatçik olsun kendini
murakabeye çek. Kendini bir yokla, hattâ bu yoklamayı her an yap,
kendini daimî kontrol altında bulundur. Bak bakalım nefeslerin ve ömrün
Hak'km rızâsı yolunda mı? Yoksa rızâsı haricinde mi geçmektedir? Eğer
rızâsı yolunda isen buna şükr etmek gerektir. Yok, rızâsı hâricinde isen ki,
gazabı mûcibdir, bundan derhal dönüp, tevbe ve istiğfarla, nedamet ve
pişmanlıklarla bir daha yapmamağa çalışmalıdır. Kendisini kontrol altına
almıyan insan ise, ebedî hüsrandadır.
66
TASAVVUF! AHLÂK V
jja dörttür:
2 - Göz afatından emîn ve salim olur. Çünkü bakmak istese de, göreceği
ve kendisini günaha sokacak kimse yoktur.
3 - Aynı zamanda kalbin riya ve gösterişten masun ve mahfuz kalmasına
sebeptir.
8 - Halvette, hem kalbin hem de bedenin rahatı vardır. Dış hayatta ise,
hem bedenin yorgunluğu hem de kalbin üzgünlüğü vardır.
Halveti en çok medh edenlerden biri olan, Muhammed Si-fâr ibn-i Hanbelî
(k.s.) der ki: "Yalnızlığa alıştım. Vâhıd-i mutlak olan Hazret-i Allah ile
ünsiyet eyledim. Ünsiyetim devam etti. Zevk ve sürürüm arttıkça arttı!'
Yâni bizi de böyle Hak celle ve alâ ile ünsiyete teşvîk ve tergîb etmektedir.
Doktor Mustafa Sıbâî der ki: "Allah aşkıyla gönülleri yanan kimselere
vâcibdir ki, hergün ve her zaman, saat be'saat, yâni her fırsat bulduğu ve
boş kaldığı zaman derhal ruhunu Allah celle ve alâ canibine seyr ettire.
Seyr-i billâh ede. Nefsini ahlâk-ı mezmümelerden sâf, temiz ve katkısız
kıla. Ahlâk-ı mezmû-melerden tamamiyle sıyrıla. Üzerinde kötü huy ve
ahlâklardan birisi olmaya. Ahlâk kitaplarını okuyup, iyi ve kötü ahlâkları
öğrene. İnsanları ızdıraplara düşüren hayattan uzak kala!'
70
TASAVVUF! AHLÂK V
Gerek günahlar (ister ufak, ister büyük olsun) gerekse fena ve çirkin huy
ve i'tiyâdlar, hep insanın ma'neviyâtını mahvedip öldüren, kalbini perişan
eden, ruhunu ve iç âlemini tamâmiyle yok eden birer zehirdir. Büyük ve
küçük günahlar ile kötü huy ve itiyâdlar çeşitli fıkıh, ahlâk ve tasavvuf
kitaplarında birer birer yazılmıştır. Bizler ne yazık ki, ne bunları okuyor ve
ne de bunların kötü âkibetlerini düşünüp, kaçınabiliyoruz. Tabiî bu bizim
dindeki ihmalkârlığımızın, dünyaya fazlasıyla kıymet verip onun için
çalışmamızın ve bir de şu dinsiz garbı taklîd edip onların her hareketini pek
iyi bir şeymiş gibi benimsememizin neticesidir. Bu ise yine dîn ve îmândaki
za'fımızın alâmetidir.
Bid'at ehli olan mezheblerin hiç birisinde hayır yoktur. Çünkü hepsinin
temeli çürüktür. Çürük temel üzerine kurulan binalar gibi göçmeğe
mahkûmdur. Şimdiye kadar hiç bir ehl-i bid1 attan evliya gelmemiştir.
Bütün evliyalar, hep ehl-i sünnet olanlardır.
Tevbe etmemek te büyük bir günahtır. Tevbenin kabulü için gerekli bazı
şartları vardır:
Sehl'in oğlu Muhammed der ki: "Bütün işlerin başı, farz olan bu tevbedir.
En büyük ukûbât ve ceza da, bu tevbeyi unutup gaflete düşmektir.
Binâenaleyh, Hâlık sübhânehû ve teâlâ Hazretlerinin rızâsını ve sevgisini
isteyen ve gayb ilimlerine muttali olmak isteyen ilk önce tevbeye
sarılmalıdır!' Gayb ilmi, Hızır aley-hisselâma, Hak sübhânehû ve teâlâ
tarafından verilen ve bildirilen ilimdir ki, mektepsiz, medresesiz ve
kitabsız, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hak'kın sevdiği ve dilediği kullarının
kalbine bahş ve lütfettiği bir ihsân-ı sübhânîdir. İşte insan, ancak böyle bir
ilme eriştikten sonra hakîkî mü'min ve hakîkî bir insân-ı kâmil olur. Artık
onun değerini ölçecek bir kuvvet ve kudretimiz kal-
76
TASAVVUF! AHLAK V
İşte bugün bizim hâlimiz ma'lûm, utanmadan bir de kendimizi bir şey
sanarak, ne büyük lâflar ederiz. Ne onların sabırla-
Tevbelerin kabû*»i için üçüncü şart: Bütün işlerinde sünneti seniyyeye son
derece riayetkar olmaktır. Zaruret olmadıkça sünnetlerden hiç birini terk
etmemektir. Gerek yemekte, gerek giyimde ve gerek görüşüp konuşmada
ve bahusus namazlardaki sünnetlere, abdestteki, taharetteki sünnetlere ve
bir de âdâb-ı muaşerete çok dikkat etmek ister. Bunları evvelce yazmış
o.Juğu-muzdan tekrarına lüzum görmüyorum. Meselâ, yemekten evvel
elleri yıkamayı ve yemekten sonra gene el ve ağzımızı yıkamayı, yatarken
abdestli olmak ve namaz kılıp öyle yatmayı alışkanlık hâline getirmek ve
bahusus gece namazlarını kılmaya çalışmak, hep bunlar sünnetlerin
iktizâsıdır. Günde bir öğün yemek, mümkün olmazsa ikiyi geçirmemek,
ekseriyyetle bir kap yemekle iktifa etmek, yemeği yer sofrasında ve sağ
dizini dikerek oturduğu halde yemek, çatıl, kaşık yerine eliyle yemeyi
tercih etmek, erken yatıp, gece yarısından sonra kalkarak teheccüd
namazı kılmak, sabah namazının cemâatini kaçırmamak, işrâk vaktine
kadar camide oturup Kur'ân okumak, zikrullah ile meşgul olmak,
evrâdlarını okuyup dualarını yapmak, sonra işrâk namazını kılıp huzurla
evine veya işine gitmek ve her yaptığı ve yapacağı işi kontrol edip sünnet-i
seniyyeye uygun olup olmadığını araştırdıktan sonra işlemek lâzımdır. Bu
sünnetleri daha iyi bilmek için (siyer) kitaplarını ve Peygamberimizin
sünnetlerini bildiren Şemâil-i Şerif gibi kitapları çok okumak gerekir. Bir de
nefs-i hevâsına uyarak hiç bir şey yapmamalıdır. Çünkü nefs-i hevâsı-na
uymak, her bakımdan çok fena ve tehlikelidir. Onun için bütün işlerinde
"Ruhsatı" terk edip (azîmetle) amel etmek gerekir. Hattâ dört mezhebe de
uygun olmalıdır. Yânî bir mezheble değil, yaptığın ameller dört mezhebde
de makbul olmalıdır. Meselâ, Şafiî olan kimse, vücudundan kan çıkınca
derhal abdestini tazelemelidir. Çünkü İmâm-ı Azam'a göre kan abdesti
bozar. Ve keza bir Hanefî mezheblinin bir kadına eli değerse abdestini ta-
78
TASAVVUF! AHLÂK V
zelemelidir. Çünkü İmâm-ı Şafiî'ye göre abdesti bozulmuştur. Her
hareketimiz böyle olmalıdır. Zîrâ saadet ve selâmetin hepsi sünnet-i
seniyyelerdedir. Sünnetlere uyup bid'atlardan kaçan kimseler,
Peygamberimiz (s.a.s.) tarafından övülmüştür. Övülmeye de lâyıktırlar.
Halkın gözüne güzel görünmek, bir iş ve hüner değildir. Asıl hüner, Hak
sübhânehû ve teâlâ'mn gözüne girmektir. Onun için halkın bakmasına ve
beğenmesine değil, Hak'kın beğenmesine dikkat etmelidir. Bu da yalnız ve
yalnız sünriet-i se-niyyelere tam ma'nâsıyla uymakla olur.
79
80
TASAVVUF! AHLÂK V
Bir de Vehhâbîlik vardır ki, ibâdete çok dikkat ederler. Fakat akideleri çok
hatalıdır. Bu sebepden bunların arkasında namaz kılmamayı veya kılana
namazını yeniden kılmayı tavsiye etmektedirler.
Mezmûm olan sıfatların ve hakîkatta rezil ve habîs olan bu fikrin başında
ise akâid-i faside gelmektedir. Bunun en kolayı her zaman
okumakta olduğumuz:
î İiı
âl
82
TASAVVUF! AHLÂK V
Allah vardır ve birdir. Evveli olmadığı gibi âhiri ve sonu da yoktur. Nef siyle
kâim olup, başka bir yere, mekâna, zamana ihtiyâcı yoktur. Arş mekânı
değil, Zât-ı ecel ve a'lâsı Arş'ı da mu-hîtdir. Asıl hayat onundur ve
ebedîdir. Bizim hayatımız ise hem muvakkattir, hem de bir sürü dert ve
meşakkatle, iptilâlarla doludur. İlim de böyledir. Çünkü ilim Cenâb-ı
Hak'kın sıfatıdır. Bize bu sıfatından bir nebzecik ihsan etmiştir. İşte bu
günkü ve yarınki bütün îcatlar, ihtirâ'lar ve hünerler hep Cenâb-ı Hakkın
lütfettiği ilmin eserleridir Yoksa bizim değil. Cenâb-ı Hak herşeyi hem
görür, hem de işitir. Ne kadar saklı, gizli de olsa görür ve işitir ve bilir.
Hattâ insanların içlerinden geçirdikleri düşünceleri ve kuruntuları dahî bilir
ve duyar ve hem de ufak ve gizli şeyleri görür ve bilir. Onun irâdesi
hâricinde hiç birşey olmaz. O ne murâd ederse öyle olur. Kelâm; onun
söylemesi ve konuşmasıdır. Fakat bunların hiç biri bizimkilere benzemez
ve kıyâs olunmaz. Kur'ân-ı azîmü'ş-şân onun kelâmıdır. Tevrat, Zebur,
İncîl de aslında onun kitabıdır. Ayrıca yüz adet de suhûf denilen küçük
kitaplar var ki, hepsi Cenâb-ı Hak'kın kelâmıdır. Kur'ân-ı azîmü'ş-şân bizim
kitabımız olduğundan hükmü kıyamete kadar bakîdir. Son derece hürmet
ve saygı ile beraber ab-destsiz ele bile almak caiz değildir. Onun
emirleriyle amel etmek, men'ettikleri yasakları terk etmek, yapmamak ve
onlardan son derece sakınmak gerektir. İnsanın aklının ermediği şeye
karışmaması lâzımdır. Bir kere îmân edip inandıktan sonra gerek emirlerin
ve gerekse yasakların hikmetlerini aramağa hiç lüzum yoktur. Lâkin
herbirinin yâni gerek emirlerin ve gerekse yasak-
Bir de Allah'ımızın yaratmak sıfatı vardır ki, heran bilip bilmediğimiz nice
mahlûkları yaratır, ihya eder. Hak sübhânehû ve teâlâ Hazretlerinin
sıfatlarını, esmasını, tecellîsini saymağa ve bilmeye kimsenin gücü yetmez.
Hemen bize bildirilenlerle iktifa edip, her zaman emirlerine münkâd,
yasaklarından tamamıyla sakınıp kaçmaya çalışmak başlıca
vazifelerimizden olsa gerektir.
Akaide âit eserleri iyice okuyup, güzelce öğrenmek dînin temelidir. Temel
sağlam olmazsa yapılan binaların yıkılacağını herkes bilir. İbâdetlerin
kabulü bu i'tikâdlara bağlıdır. Binâenaleyh, i'tikâda müteallik kitabları alıp
okuyunuz. Burada yazılanlar pek kısa ve muhtasardır. Halbuki akâid
ilminin teferruatı çok geniştir. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri manzum
olarak oldukça uzun ve saf türkçe ile yazmıştır. (Emâlî) şerhi vardır.
Türkçedir. Ramazan efendinin ve başkalarının da Türkçe yazılmış eski
mekteplerde okutulan akâid kitabları da vardır. Onları bilmek faydadan
hâlî değildir. Bizim bu kitabımızın mevzuu ahlâktır. Onun için burada fazla
ma'lûmât vermeye lüzum görmedik.
Günahları İrtikâb
TEV BE Yİ TERK
85
Tevbeyi Terk
86
TASAVVUF! AHLÂK V
87
Zekâtın farzı da ikidir. Her sene malının kırkta birini hesap edip fukaraya
vermek, verirken niyyet etmektir. 36+2= 38. Her ne kadar bunlar 32 farz
diye bellenmiş ise de, bu hesaba göre 38 olduğu anlaşılmaktadır. Bunları
hem bilmek ve hem de yapmakla islâmiyyetin dış kısmı yani binanın dışı
meydana gelir. İç kısmı da ahlâklardır. Dış olmayınca için olmasına imkân
olmadığı gibi, bu farzları yapmadan "Sen benim içime bak" demenin ne
kadar yanlış ve gülünç olduğu meydandadır. Cenâb-ı Hak cümlemize ve
cümle ümmet-i Mıîhammede saadet ve selâmet ihsan buyursun, âmîn..
Çünkü duadan başka bir diyeceğimiz kalmadı, vesselam...
/
88
TASAVVUF! AHLÂK V
Tenbellik
UCUB
89
Ucüb
Yedinci mezmûm huy ise ucübdür. Ucüb çok fena bir huydur. Ma'nâsı
kendini çok beğenmektir. Güzelliği, bilgisi, hünerleri, kuvveti, kudreti,
şecaati, cömertliği, zühdü, takvası, âbid-liği, sofuluğu, dervişliği, şeyhliği
ve şâir ne kadar meziyyet varsa hepsini kendine mâl edip, başkalarını
cahillikle itham veya küçük ve hakîr görmesi, beğenmemesi ne kadar kötü
birşeydir. Bu gibi insanlar hayatlarında da muvaffak olamazlar. Ucübleri
sebebiyle onları kimse sevmez. Kimse ile de dostluk edemezler. Dost gibi
görünseler dahî arkalarından onları zem edenler çok olur. Bu zemleri de
onlara duyuranlar olacaktır. Tabiatiyle o zaman o da kendini zemmedenleri
zemmedecektir. Bu suretle de aradaki dostluklar kaybolacak, belki de
adavet, dostluğun yerini alacaktır. Onun için ucüb, insanların tevfîkât-ı
sübhâniyeye nail olmalarına manîdir buyurulmuştur. Cenâb-ı Hak'kın tev-
fîkine erişemeyen kimse hangi işinde muvaffak olabilir dersiniz? Ucübden
dâima kibir doğar. Kibifin belâsı hemen herkesçe mazlumdur. Ucüb sahibi,
kendini çok beğendiği için başkasının iyi, doğru ve güzel taraflarını görse
de beğenmez, ille de kendi dediği olsun ister. Ucüb sahibi verdiği sadakayı
çok görüp dâima başa kakar ve amellerini beğenir durur. Geçmiş
günahlarım unutur. Mekr-i İlâhiden ve azâpdan kendini emîn sayar. Dâima
kendini sena edip, her noksanlıktan tezkiye eder. îlim meclislerine gidip
oturmaktan, kendinden küçük, fakat ilmen üstün insanların meclislerinden,
nasîhatlarını dinlemekten kaçar, büyüklenir. Başkalarıyla istişare etmez,
bilmediğim bilenlerden sormaz. Nâşının nasihatini, vaizin va'zım dinlemek
istemez. Hemen kaçar ve dedikodu edip ortalığı bulandırır.
90
TASAVVUF! AHLÂK V
UCÜB
91
Şimdi bu hayât-ı daimî, fânî olan dünyâ hayâtına değişilir mi? Bunlar
hakkında müteaddid tafsilât verilse azdır. Fakat herhalde anlayana bu
kadar kâfidir. (5/12)
5/12 Fazla bilgi için bkz. İmâm-ı Gazâlî'nin İhyâ-ul Ulûmi'd-Dîn isimli eseri
ile; et-Tergîb ve't-Terhîb isimli hadîs kitabına c3 sn. 557-578.
92
TASAVVUF! AHLÂK V
Kibir
bu sözlerine hiç kulak asmadan, ona lâzım gelen cevâbı vermiştir. "Yâ
Ubeyde, Allâh-ü teâlâ bizi İslâm ile azîz kıldı. Artık İslâm'dan başka
birşeyden izzet beklemek bize yakışmaz. İslâm-dan başkasından izzet
bekleyenleri de Allâh-ü teâlâ Hazretleri zelîl eder" buyurmuştur ki, ne
kadar kıymetli bir nasihattir.
Yine buyuruluyor ki, "Cenâb-ı Hak herkese bir hikmet vermiştir. Bu hikmet
onun başında ve bir meleğin elindedir. Herkim nıütevâziyâne hareket
edecek olursa, meleğe denir ki, bunun hikmetini yücelt ve yükselt. Yine
herkim tekebbür eder, gu-
İAÜAVVUH
rurlanırsa, müvekkil olan meleğe denir ki, bunun hikmetini indir." Yânî
tevâzû edenler Hak'km sevdiği ve halkın hürmet, tazim ve saygı gösterdiği
kimselerden olurlar. Bilakis kibir ve gurura mübtelâ ise, o da hor, hakîr ve
zelîl olur, demektir.
olurlar.
KİBİR
Kibir de öyle değil midir? İnsana varlığı, kuvveti, kudreti, serveti, güzelliği
daha istenen neler varsa hepsini veren Allâh-ü teâlâ'dır. Bu hakikati
unutup ta insanın kendisine ayrı bir kıymet vermesi ve böylece
böbürlenmesi, çalım satması, üstünlük taslaması, akıl ve idrâki olan kişiye
yakışır mı? Çok değil, yarın denecek kadar bir müddet sonra gireceği
mezarı ve oradaki soğuk manzarayı, nasıl çürüyüp yok olacağım,
kendinden hasıl olan haşerâtın yine kendisini yiyip bitireceğini
düşünmeyen insanoğlunun, üç günlük .denecek kadar kısa ömründe sanki
dünyayı kendisi yaratmış gibi kimseyi beğenmeyip, kibir, gurur içinde
canlarını verenlerin yerinin de yine Cehennem olacağı bildirilmiş-dir.
Efendimiz (s.a.s.) Hazretlerinin ümmetine en mühim ve başlıca tavsiyesi
de, bu gibi kötü ahlâklardan sakınsınlar da birbirlerine kardeşçe ve
samimiyetle sarılsınlar, birbirlerini sayıp, sevsinler ve dâima karşılıklı
yardımlaşıp, muhtaç ve düşkünlerin ellerinden tutarak kalkınmalarına
vesîyle olsunlar; bu suretle de bulundukları İslâm camiasına şevket, satvet
ve kudret kazandırarak, her zaman üstünlüklerini dünya milletlerine
gösterip, onlara da örnek olsunlar da, İslâmiyetin bu güzel hallerine
imrenerek, onların müslüman olmalarına sebep olsunlar gayesi
güdülmektedir.
96
VUtI
Diğer bir ta'bîr ile şöyle buyurulmaktadır: "Kulların şerlisi; gazaplı, sert
tabiatlı, kibir ve gurur sahibidir". Ye yine Allah teâlâ'nın hayırlı kulları da
insanların yanında pek kıymetli olmayıp, hor ve hakîr görülen, kapılardan
kovulan zuafây-ı müs-limîndir ki, elbiseleri çok eski olduğundan kimse
onlara itibar etmez. Fakat her zaman onlar Cenâb-ı Hak'tan birşey iste
seler derhal verilir. Bulutsuz bir havada onlar isteseler, Cenâb-ı Hak derhal
yağmur verir. Onların dualarını reddetmez. İnsanların yanında her ne
kadar kıymetleri yoksa da Allah-ü teâlânın yanında kıymetleri çok
yüksektir. Çünkü bu zayıflıkları ve fakırlikle-riyle beraber Allah'ın
emirlerine mutî, günahlardan kaçar ve ibâdetleri sırf Hak'km rızâsı için
yaparlar. İçleri, Allah korkusu ile dolu, havf ve haşyetten vücûtları et
tutmaz; bu yüzden de zayıf kalmışlardır. Bizler ise bu kadar sayısız
nimetlere gark olmuş bulunduğumuz halde ne hak tanırız ne de hukuk.
Zîrâ gayemiz dünyadır. Binâenaleyh onlarla kıyas olunacak bir hâlimiz bile
yoktur. Vessçlâm.
KIU1K
Hazreti Ömer (na.)'ın oğlu Abdullah ile, Amr ibn-i Âs (na.)'ın oğlu
Abdullah^ Merve denilen yerde karşılaşmışlar ve konuşmuşlar. Sonra Amr
(r.a.)'ın oğlu Abdullah ayrılıp gitmiş. Hazret-i Ömer (r.a.)ın oğlu ise ağlaya
ağlaya orada kalmış, orada olan başkaları sormuşlar:
r urı f\nL,S\T^ V
Kibir iç âlemde veya zahir görünüşte de olur. İçde olan kısım, nefsin huyu
ve ahlâkıdır. Tebdil ve tağyiri çok zordur. Zahirî yâni dışda olan kısmı ise
daha kolayryâni iç kısmındakine göre nisbeten ıslâhı mümkündür. Bu,
yaptığımız işlerde, bilgilerimizde, hareketlerimizde, yürüyüş ve
konuşmalarımızda belli olur, kendini gösterir. Meselâ, bazı âlimler hemen
kendilerini beğenirler. Bu yargı her sınıftan âlime şâmildir. İster mülkî,
ister askerî ve ister ilmiye sınıfından olsun. Bu da üçe bölünmüştür. Bir
kısmı doğrudan doğruya Allah'a karşı tekebbür edip, ibâdet falan
tanımazlar. Zamanın Fir'avunları, Şeddâtları, Nemrutları gibi. Bir kısmı da,
Peygamberleri beğenmezler ve onlara itaat etmezler, kendilerini daha
üstün görürler. Efendimiz (s.a.s.)in zamanındaki imansızlar gibi. Ebû Cehil
ve benzerleri bunlardandır. Üçüncüsü de, halkı beğenmezler, onları hakîr
görüp eğlenirler, fakîr fukara ile alay ve istihza ederler. Bunların hepsi
kibirden doğan felâketlerdir. Cenâb-ı Hak cümlemizin muîni olsun da bu
kibir âfetinden bizleri muhafaza buyursun, âmîn...
Zîra çok kere insan kendini bilmez, pek iyiyim, benden daha iyisi olur
mu?" der ve öyle zanneder. Bu da, âbidlerde, zâhid-lerde, sofularda, hattâ
meşâyıh arasında dahî görüle gelen şeylerdendir. Cenâb-ı Hak'ka
sığınmaktan başka çâremiz yoktur, vesselam.
O kul ne kötü kuldur ki, kibir ve gururla büyüklenir de, büyük olan Allah'ı
unutur.
O kul ne kötü kuldur ki, zulmedip haddi aşar da, Cebbâr-i a'lâ olan Allah'ı
unutur.
KIN
Kin
100
TASAVVUF! AHLÂK V
Onun için azîz evlât, sevgili kardeş, sen dâima temiz kalbli, güzel ahlâklı,
âlim ve fâzıl, âbid ve mütevâzî; zâhid ve dünyâya iltifatı olmayanları ve
insân-ı kâmil olanları ara -bul ve onlara kul köle ol. M?llen ve bedenen
hizmetlerinde kusur etme; yaramazlardan' da dâima kaç, vesselam.
HASZLJ
ıvı
Hased
Mezmûm huyların onuncusu haseddir. Hased her ne kadar kinin anası ise
de, aralarında epeyce fark vardır. Bir kere hased, insanın sevaplarını,
hasenatlarım, iyiliklerini yıkıb yakan, mahveden ve kendisini müflis bir
halde sevâpsız bırakan bir dert, bir belâ ve bir felâkettir. Bu hususta bizleri
irşâd için sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) ne kadar uğraşmış ve ne kadar
güzel nasî-hatlarda bulunmuştur. Hemen hemen her hadîs kitabında
yazılıdır. Bize düşen bunları okuyup amel etmektir. Ma'lûmdur ki, haramlar
ateş gibidir; düştüğü ve gediği yeri yakıp nasıl kül ederse, bu ma'nevî
dertler, hastalıklar ve huylar da sahibini böylece yakıp kül eder. Fakat
bunu sen göremezsin. Çünkü bu baş gözleri onları göremez. Canım şu
mikrop denilen şeyi bile görebiliyor muyuz? Nerede kaldı iç âleminin
yangınını görelim. Mikropların ancak mikroskop denilen âletlerle
görülebilmekte olduğu gibi, bu ma'nevî hastalıklarla bunların yaptığı
tahribatı da gönül gözleri olan kâmiller, arifler, sâdıklar görebilirler. Öyle
ise hasta olunca nasıl doktora teslim olup, ilâçlarına devamla perhizlere
dikkat ediyorsak, bu kâmillere de öylece teslim olup tavsiyelerine
ehemmiyetle riâyet etmek lâzımdır. Bu gönül temizliği ve kalb temizliği
denilen şey, öyle herkesin diline dolayıp dedikleri gibi "Sen benim içime
bak, ben namaz filan kılmam amma içim çok temizdir" diyerek kendini
aldatanlara kulak asma. Bunlar boş ve saçma sözlerdir. Selâmet-i sadır
denilen o devleti, Cenâb-ı Hak ancak sevdiği ve rızâsını tahsîle çalışan
kullarına verir. Onun için evvelâ Hak'kın sevgi ve rızâsını kazanmak için
îmân ve İslâm'ın emrettiği yoldan çıkmamak ve Allah celle ve âlânın
emirlerini tutup, yasaklarından kaçmak ve Peygamberimiz (s.a.s.)
Efendimizin de sünnet-i seniyyelerine bütünüyle uymak gerektir. Başka
türlü olmaz.
102
TASAVVUF! AHLÂK V
103
sedlik yapmak, kendi nail olmadığı dînî ve dünyevî nimetler için, bir din
kardeşinizin elinden gitmesini istemek, müslümana değil, bir kâfire bile
yakışmaz bir harekettir. Nasıl olur da bir müs-lüman, hem müslümanhk
da'vâsındadır, hem de kardeşinin nail olduğu bir ni'meti çekemeyip,
zevalini ister?
Bir de gıbta vardır ki, onun gibi kendisinin de olmasını ister. Yâni kendisi
de ilim ve hikmet sahibi olsun, herkese faydalı olabilsin veya zengin olsun
da fakîr fukaraya bol bol versin. Bu düşüncelere gıbta denir ki, bu hased
gibi mezmûm değil, bil'a-kis mendûb sayılabilir. Ancak bu ikisi iyidir,
başkası değil. Bir de biribirinize karşı sakın şikâk, nifak ve nefreti mûcib
şeyleri de işlemekten sakınınız. Biribirinizden kesilmeyin, ayrılmayın,
düşmanlık yapmayın. Allâh-ü teâlâ'nın emrettiği gibi kardeş olunuz ve
kardeşçe yaşayınız.
104
TASAVVUF! AHLÂK V
biliriz.
Bu kadar va'z ve nasîhatlar dinliyoruz, hiç bir faydası olmuyor. Çünkü va'z
edenler de sözleriyle amel etmedikleri için
HASED
105
Bundan dolayıdır ki îmân ile hased bir arada birleşemez. Hakîkî îmân
sahipleri Allâh-ü teâlâ'nın taksimine dâima razıdırlar. Kendisinin hiç birşeyi
olmasa bile, diğer mü'min kardeşinin hesapsız malı, mülkü olsa, zerre
kadar onda gözü olmaz ve onun elinden çıkmasını kat'iyyen istemez. Allah
için gazalara giden gazilerin ayak tozlarıyla Cehennem dumanının
birleşme-yeceği gibi,îmân ile hased de birleşemez. Hasedin on çeşit
zararını saymışlardır:
106
TASAVVUF! AHLÂK V
ADAVET VE KUŞLUK
107
Adavet ve Küslük
108
tasavvuf! ahlâk v
Yine buyuruluyor ki, eğer bir kimse bir sene küs duracak olursa, onu
öldürmüş gibidir. Yânî, katile verilen ceza gibi cezaya müstehak olur. Her
Pazartesi-Perşembe günleri kulların hesapları, yer meleklerinden gökdeki
meleklere verilir. Diğer bir rivayette ise, her Pazartesi-Perşembe günleri
Cennet kapıları açılır da şirk edenlerden mâada hepsi affolur. Yalnız küsler
kalır. Bunların mağfiret olunması barışmalarına kadar bırakılır. İslâm'da üç
günden fazla küslük yoktur. Eğer küslüklejinijdevaffl^tirir-
ADAVET VE KÜSLÜK
109
Bu duayı iyi belle, ezberine al. Sonra her zaman gece namazlarının
secdelerinde çok oku ve ağla.
Üç kimse vardır ki, kıldığı namazlar Allah'a ref olunmazlar. Yâni kabule
şayan değildirler. Bunlardan birisi: Bir kavim jmu istemediği haldejnılara
imâm olan kimse. İkincisi: Kocasını kızdırıp,
yatağjnH^j^in^^ımhlriamâzT. Üçüncüsü deTBi-lîbTrlermTdâTfğTn, küs,
nefretüderTve arkalarını dönenler. Gö' rtlyörsun~ya^^ârğînTik"ne"kadar
çirkıiı bL^vdîr. Şu var ki, buğzu-fillâh denilen (yâni sırf Allah rızâsı için
buğz etmek ve küsmek) dir ki, Allâh-ü celle ve alâ'ya ve Resulüne isyan
eden-
110
TASAVVUF! AHLÂK V
Ki r/i^t, ı
ııı
Riyaset Sevgisi
Ma'lûmdur ki, insanları Hak'tan alıkoyan çok çeşit sevgiler vardır. Kadın
sevgisi, çocuk sevgisi, mal, mülk sevgisi, baş olma (riyaset, iktidar)
sevgisi; bir de Hak sevgisi vardır. Bu sevgilerin yerleri hep ayrıdır. Fakat
reislik, baş olma sevdası, hüküm ve kumanda sahibi olma sevgisi, ayrı bir
sevda ve ayrı bir derttir. Bakarsınız, bunun için ne yüz suları dökülür, ne
tabasbuslar, yaltaklıklar yapılır da, bir kere emeline nail oldu mu, artık
yanına yanaşmaya imkân olmaz. Kendisine o makamı veya mansıbı te'min
için uğraşanları bile çoktan unutmuştur. O şimdi kavuştuğu mevkiin
sarhoşluğu içinde mest-ü hayran bir haldedir. Halbuki bilmez ki, bunların
hepsi muvakkat şeylerdir. Akıllı kimseler bunlara ne iltifat ederler, ne de
böyle dünya işleriyle vakitlerini zâyî ederler. Bu baş olma sevdası, tabiîdir
ki, dünyâyı sevmekten ileri gelmektedir. Halbuki dünyâ sevgisi bütün
günahların başıdır. Çünkü bütün haksızlıklar, kötülükler, hattâ
merhametsizlikler, hep bu dünyâyı sevmekten doğmaktadır. Kavgalar,
kıyametler yine bu dünyâ sevgisinin neticesidir. İnsanların huzurunu
kaçırıp onları çeşitli ızdıraplara sevk eden, o muharebe dedikleri afatlar,
hep bu dünya sevgisinin mahsûlüdür. Bu uğurda zavallı insanoğlu, aç kalır,
çıplak kalır, soğuktan donar, çok kere de malını mülkünü, hattâ vatanını
kaybeder, perîşân olarak ölür, cân-ı azizini istemese de verir. Hele
topların, tayyarelerin sinir bozucu gürültüsü, ne rahat bırakır, ne de uyku.
Bütün bunların sebebi hep dünya sevgisi değil de nedir?
112
TASAVVUFİ AHLAK V
takdirde, hep sevap plan işlerdir. Fakat insanın bazı günahları vardır ki, ne
yapsa affolunmaz. Lâkin maîşet hususundaki zahmetlere, sıkıntılara,
zorluklara dûçâr olması;" insanın en büyük günahlarının affına başlıca
sebeptir.
Riyaset sevgisi denilen belâ hiç de böyle değildir. Onda ne Hak rızâsı
vardır, ne de amel. O yalnız baş olsun ister. Halbuki reisliğin mes'ûliyetini
birazcık olsun idrâk etmiş olsa, İmâm-ı A1 zam (rh.a.) gibi ölümü tercih
eder de o mes'uliyetli işin içine girmek istemezdi. Bu konuda bizler
kendimizi korumaktan, hattâ çocuklarımızı bile korumaktan âciz
olduğumuzu her zaman görmekteyiz. Reîs olunca tabîî olarak birçok
hizmetler sırtımıza yüklenecek ve Hazret-i Ömer (r.a.), "Köprüden geçen
bir hayvanın ayağı oradaki çukura düşüp kırılsa, mes'ûlü Ömerdir"
buyurmuştur ki, bu mes'ûliyeti müdrik olmayanların böyle işlere atılması
elbette çok tehlikeli bir şeydir. Herhalde bundan dolayıdır ki, şeyhlerin reîsi
Abdülhâlık Gucdüvânî (k.s.) Hazretleri, "İmâm ve müezzin olmamak
şartıyla cemâati terketme" buyurmuştur. Bak o büyükler, reislikte ne
büyük felâket ve musibet olduğuna kânidirler ki, bizim imâm ve müezzin
olmamızı bile istemiyorlar. Vay o riyaset makamlarında oturanların hâline!
Çünkü on kişinin başına emir olan kimselerin, yarın kıyamet gününde elleri
boyunlarına bağlı olarak haşrolunacakları ve bunların kurtulmaları, ancak
yaptıkları adalet ve iyiliklere bağlı olacağı gibi, haksızlıkları ve günahları da
öylece Cehennem'e atılmalarına sebep olacaktır. Onun içindir ki,
me'muriyetin ve riyasetin evveli melâmet, ortası nedamet, sonu da
Cehennem azabıdır. Adalet etmek pek kolay birşey değildir. Bahusus
akraba ve dostlarına karşı insan dâima yardımı sever. Onlara ağır cezalar
vermekten kaçınır. Bu ise haksızlık olarak onu Cehennem'e götürmeye
yetecektir, vesselam.
11J
rince, Hazreti Abdullah (r.a.) özür beyan ederek affını ister. Fakat Hazreti
Osman (r.a.) Hazretleri de emrinde ısrar ederek mutlaka vazifesi başına
gitmesini ister. Bu durumda dahî Hazreti Abdullah kadılığı kabul
etmemekte ısrar eder ve hep affını diler. Nihayet yakasını kurtarır. Buna
benzer bir diğer vak'a da, Hazreti Ömer (r.a.) Hazretlerinin hilâfeti
zamanında geçer. Bişr ibn-i Âsim (r.a.) isminde bir zât, Havâzin
kabilelerinin zekâtlarım toplamaya me'mur edilmiş fakat Bişr (r.a.) bunu
kabul etmemiştir. Bunun üzerine Hazreti Ömer (r.a.), "Size düşen itaat
değil midir, niçin gitmiyorsun?" deyince "Evet bize düsen itâat-tır, fakat
ben Resûlullah'tan işittim ki; |(Her kim müslümanla-rın işlerinden bir işe
memur olursa, kıyamet gününde Cehennem köprüsünün üzerine getirilip
orada durdurulur. Eğer muh-sin ise, kurtulur. Eğer müsî (günahkâr) ise
yâni kötü işler işlemişse, köprü yarılır ve yetmiş sene derinliği olan
Cehennemin dibini boylar) {Sonra bu hadîs-i şerifi Ebûzer (r.a.) Hazretleri
de te'yît etmişlerdir. Bu suretle Bişr (r.a.) da yakasını kurtarmıştır.
Hele şu, ne kadar ibret vericidir. Hazret-i Hamza (r.a.) Hazretleri, birgün
Efendimiz (s.a.s.) Hazretlerinden bir iş, bir memuriyet istemişler, Resûl-ü
Ekrem (s.a.s.) Hazretleri de bakın ne buyurmuşlar. "Yâ Hamza, bir nefsi
ihya etmek mi yoksa öldürmek mi daha sevgilidir?" Cevaben "Elbette
ihyâsı daha sevgilidir" deyince, "Öyle ise nefsinin kemâle ulaşmasına bak,
âdâb-ı şerî-ata riâyetle sâlih ameller işle" buyurmuşlardır.
San'at ve ticâret çok iyi bir devlettir. Kanâat hepsinden daha büyük bir
nîmettir. Hazır maaşlara göz dikmektense, Allâh-ü teâlâ'nın tükenmez
hazînelerine bel bağlamak daha uygun ol-
116
TASAVVUF! AHLAK V
RtYÂ VE SUMA
117
Riyâ ve Süm'a
Riya pek büyük bir derttir. İnsanın kendisini bu âfetten kurtarabilmesi bir
lütf-u ilâhî olmakla beraber, kuvvetli bir ilim ve ilmiyle beraber ihlâs ile
amel etmeğe vabestedir. Bununla beraber bir de nefsiyle mücâhededen de
hâli kalmamak îcâbeder. Çünkü nefisler, dünyâ lezzetlerine, makamlarına
karşı meyyaldir. \ânî onlara meyledicidir ve sevip hoşlanıcıdır. İlim onu her
ne kadar bu kötü meylinden men etmeğe çalışırsa da, bâzı cazip haller
karşısında âciz kalır. O zaman nefsin, seninle mücâdele ve mü-câhedeye
alışmış; usta, mahir bir asker gibi seni yenecek şekilde hazırdır. Böyle bir
mücâhedeye alışmamış insanlar, hiç harp görmemiş, tatbikatını da
bilmeyen acemi bir asker gibidir. İnsan eğer bu harbe kendini
hazırlamamışsa, düşmanın tecâvüzüne karşı hemen âciz kalıp, ya teslim
olur veya kaçar. Halbuki bugün kaçmak, hiç bir fayda vermez. Çünkü
düşman, seni teslim alıncaya kadar peşini bırakmaz. Nihayet ya ölürsün
veya esir olursun. "Ölürsen şehîd olursun" demek de bu konuda biraz
zordur. Zî-râ kaçıyorsun, mücâhedeye yüzün yok. Sebebi de, vaktiyle harp
usullerine vâkıf olmamış olmandır. Fakat ruhun zayıf olduğu için düşman
karşısında tutunamadın. Düşmanın topu var, güllesi var, kal'ası varsa,
Hak'kın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır, deyip sebat edemedin.
118
TASAVVUF! AHLÂK V
RİYA VE SÜM'A
119
dir. İlk hesaba çekilecek üç kimsenin hâli bizlere ibret olmak üzere
/" îsâ aleyhisselâm buyururlar ki: "Sizler oruçlu olduğunuz / günler, oruçlu
olduğunuzu kimseye bildirmemek için başınızı ve V sakallarınızı yağlayın
ve ara sıra ağızlarınızı yemekten kalkan ) insanların yaptıkları gibi siliniz
ki, halk sizin oruçlu olduğunu-7 zu anlamasın. Zîrâ en az bir mikdar da
olsa riyali ameli, Allâh-Vji teâlâ kabul etmez" buyurmuştur.
lûkun var mı?" diye sormuşlar veya ön kuvvetli mahlûk olarak dağlan
gördükleri için, "Bundan dah|a kuvvetli ve şiddetli birşey olmaz" demişler
de, bunun üzerine Cenâb-ı Hak demiri yaratmış, onunla dağlar delinmiş,
ateşi yaratmış, demiri eritmiş, suyu halk etmiş, ateşi söndürmüş, rüzgârı
yaratmış, yağmur taşıyan bulutlan dağıtmış, bunlar karşısında âciz ve
hayran kalan melekler, rahmet-i ilâhiyeye sığınıp sormuşlar: "Yâ Rab senin
mahlûkâtının içinde en şedidi, kuvvetlisi hangisidir?" Cevaben Cenâb-ı Hak
buyurmuş ki "Sağ eliyle verdiği sadakayı sol elinden bile saklayan kulumun
kalbinden daha şedîd birşey yaratmadım." İşte bu cevâbın büyük ve geniş
ma'nâsını çok düşünmek lâzımdır. Fakat ihlâs denilen ni'mete mazhar
olamayan insan, hiç bir zaman kendini bu riyadan kurtaramaz. Yağmurdan
kaçarken doluya tutulan zavaiiılar gibi. Yalnız kuvvetli bir îmân, kuvvetli
bir ihlâs, yılmaz bir mücâhede, tam ve kâmil bir takvaya sahip olan
müslüman müstesna.
5/16 Tafsilatlı bilgi için bkz. İmâm-ı Gazali, İhyâ-ul Ulûm 111/257-261.
120
tasavvuf!ahlâk v
Hazreti Alî (r.a.) Efendimiz de, "Mürâînin üç alâmeti vardır: Birincisi; yalnız
olduğu zaman tenbelleşir, kalabalık içinde çok gayretli görünür ve amelini
artırır. Medh olunduğu vakit sevinir, zemmolunduğu vakit amelini
noksanlaştınr ve yerinip kederlenir. Halbuki insan, -kâmil olunca zem ile
medh onun yanında müsavidir. Hiç fark etmez. Binâenaleyh, insanları
görünce hareketlerini değiştirenler, sofu, zâhid, müttekî gibi göriuiT mek
isteyenlerin hâli hep riya mahsûlüdür. Meselâ, namaz kılarken uzun
süreler okuyarak kıyamda çok durmak, rükû' ve secdelerde gene fazla
kalmak, insanların yanında gayet teennî ve vakarla hareket edip, yalnız
kalınca bunların hiç birisine riâyet etmemek ve kezâ^ insanlarla beraber
yemek yerken gayet az yemesi, kendi başına kalınca istediği gibi karnını
tıka basa doyurması; konuşurken de böyle, giyiminde de böyle yapması
riyadan ileri gelir. .
RİYÂ VE SÜM'A
121
122
TASAVVUF! AHLÂK V
ruyorlar ki "Bu Cehennem'de bir kuyudur ki, Cehennem dahî hergün
bunun şerrinden 400 kere Allâh-ü teâlâ'ya sığınır. Bu kuyuya ulemânın
amelleriyle mürâîlik edenlerini idhâl eder. Bu âlimlerin Cenâb-ı Hak'ka en
buğuzlusu, ümerâları ziyaret edenleridir." Yirmi kelime kadar olan bu
hadîs, bir çok sayfalarla ve yine birçok adlar ve namlar altında yazılan
yüzlerce, hattâ binlerce kitaba bedeldir. Çünkü bütün kitablann delâlet
edeceği gaye, kullan Hak'kın gazabından ve gazap evi olan Cehen-
nem'den kurtarıp Cennet'e sokmaktır. Halbuki insanların Ce-hennem'e
girmesine sebep olan ve Cehennem'in bile günde 400 kere Allah'a sığındığı
bu kuyuya atılmak ne demektir? Burada her ne kadar bahis konusu olan
âlimler -ki o zaman da onlara "Kurrâ" denilirdi. Kurrâ" kelimesinin kökü
de, okumaktan gelir-mürâîlik yaparak, mevkiler elde etmek için ümerâ
kapılarına gidip, yaltaklanarak bir vazîfe almağa çalışan herkese şâmil olsa
gerektir. Doğrusunu Cenâb-ı Hak bilir.
RİYA VE SÜM'A
123
124
TASAVVUF/AHLÂK V
ortak alın desin. Hayır, Yahûdînin oyunu çok örtülüdür. Kendisi perde
arkasında saklanır. Fakat Yahûdî emellerine hizmet edecek, para
sevdalıları, ahmaklar, aptallar, vatan, din ve millet sevgisinin ne olduğunu
bilmeyen zavallılar vardınJci bilerek veya bilmeyerek Yahûdîye hizmet
ederler. Onun için sen kendi vatanında, kendinin ve çocuklarının rahat ve
emîn olarak yaşamasını istiyorsan, behemehal bir bina halinde, birbirimizle
adetâ kaynaşıp birleşmemiz lâzımdır. Yoksa başka türlü varlığımızı
sürdürmeye imkân bulamayız.
125
Gazab
Kibir, riya, hased, kin ve emsali ne kadar çirkin, günah, fena ise; gazab
da, dinimizde günahtır ve dünyamızda bizi felâketlere sürükleyen bir
âfettir. İnsanların ve bahusus müslüman-ların kemâle ulaşmalarına engel
olan başlıca manîlerdir. Allah-ü teâlâ gazabı, kullarına, haklarjna tecavüz
eden dinsizlere karşı kendilerini müdafaa edebilsinler, düşmanlarına karşı
çok şe-did, yılmaz bir bahâdır gibi mücadele ve mücâhedede kafiyen
gözlerini kırpmasınlar diye vermiştir. Aynı zamanda bunlar, birbirlerine
karşı da son derece saygılı, merhametli, şefkatli kimselerdir. Gazapsız
insan olmaz. Fakat onu yerinde kullanmasını bilmek gerekir. Yerinde
kullanmasını bilmeyenler, hem kendine hem de cemiyetine dâima zararlı
olabilir. Şeytan gazablı insanı çok sever. Çünkü onunla bir çocuğun topu
ile oynadığı gibi oynar. Gazabın, mezmûmjcötü olan ahlâkların hemen
hemen başı olacağına..dikkatleri çekerek, Efendimiz^(sla.*s.)Hâizretlen,
fiâ-smatjsteyen kimselere, dâima gazabı terk etifleyTtâvsiye
buyurmuşlardır. CöSeflsteyen kişiye de, yine^azabfterk etmesini emir
buyurmuşlardır. Cehennem'den kurtulmak için de, yine gazabın terki lâzım
geldiği, gazabın mezmûm, kötü, fena bir huy olması sebebiyle, onun
terkinin lüzumu hakkında müteaddit hadîslerde fazlaca üzerinde
durulmuştur ki, bu da onun ehemmiyetine kâfî ve vâfîdir.
v urı /i/ii//ia r
(J/1Z./1Ö
İZ/
ğu için aldırmaz. Fakat asıl kızılması lâzım gelen yerler, dinine, namusa
zarar gelen yerlerdir. Hanımını, kızını çıplak gezdirip iftihar eden kimsenin,
şunun bunun sözlerine kızması, ahmaklıktan başka birşey değilriirj"fo7ah
aHın Hiişmnnıdir
Abdullah ibn-i Mübarek (k.s.) Hazretlerine, "Hüsn-ü ahlâkı bize bir kelime
ile ta'rif eder misiniz?" diye ricada bulunmuşlar; o da, "Gazabın terkidir!'
diye cevap vermiştir. Demek ki, gazab ne kadar fena bir şeydir. Onun terki
de kolay birşey olamaz. Çok uzun mücâdele ve riyâzâtlara, katlanmak ve
devam etmek lâzımdır ki, yumuşaklık kendisinde bir tabiat haline
gelebilsin. Bu da her babayiğitin kârı değildir. Onun içindir ki büyüklerimiz
"Fena huyları ancak teneşir temizler" demişlerdir. Yânî bu demektir ki,
ölümüne kadar bu kötü huydan vazgeçmek, kendini kurtarmak mümkün
olmaz. Ancak Hak rızasına âşık olan âşıklar müstesna. Velîlerin
kİtablannda bâzan çok câzib hâdiselere, kerametlere rast gelinir de insan
adetâ mestolur. Amma o kerametlerin nasıl tahakkuk edebildiğini bir
düşünecek olursak görürüz ki, o mübareklerin hep nefisleriyle mücâhede
ve mücâdeledeki muvaffakiyetlerinin neticesidir. Cenâb-ı Hak cümlemizin
muîni olsun da nefsin ve şeytanın şerlerinden kurtarsın, âmin. Bi-hürmeti
Seyyid'il-mürselîn, ve'1-hamdü lîllâhi Rabb'il-âlemîn.
12$
TASAVVUFI AHLAK v
ÖVÜNME
129
¦ı
Övünme (İftihar)
< o
CK
;\
130
TASAVVUF! AHLÂK V
Hayaller
133
134
TASAVVUF! AHLÂK V
Cimrilik (Bıihl)
Bahîllik mezmûm bir ahlâktır. Bahîl kimseyi, kullar sevmediği gibi Allah
(c.c.) de sevmez. Bahîllik, insanın Allah-ü teâlâ-yı bilmemesinden ileri
gelir. Hernekadar herkes gibi bahîl de: "Ben Allah-ü teâlâyı bilirim" derse
de, ona kulak asma. Eğer Allah-u teâlâ'yı hakîkaten bilmiş olsaydı bahîllik
yapmasına imkân olmazdı. Çünkü Allah-ü teâlâ Hazretleri hem rızıkları
verendir, hem de çok cömerttir. Atâ ve ihsan sahibidir. En aşağı mükâfatı
bire ondur. İhsanının sonu yoktur. Çok verir, hesabsız verir. Lütuf ve
ihsanı sayıya gelmez derecede olduğundan, hesapsız verir denilmiştir.
Bunun numuneleri de pek çoktur. Şimdi bir insan, birine bir lira verib de
on lira alacağını bilirse, hiç o lirayı vermekten sakımr mı? Elbette
sakınmaz. Demek ki, bu bahîl kimse Allahı bilmediğinden nâşî, elindeki
serveti kaçırmak korkusuyla, ne kendi yer ve giyer ve ne de yedirir ve
giydirir. Onun için, bunların Cennette de yerleri yoktur. Fakat ne olursa
olsun bu mezmûm ahlâk sahipleri, huylarından bir türlü vaz geçemezler.
Eğer bütün insanlar bu huylarla huylanacak olurlarsa paralarını sevip,
hayırlara can ve gönülden iştirak edemezlerse, şüphe yok ki, o cemiyetler
pek çabuk çöküp izmihlale düşerler ve sıkılıklarının cezasını bulurlar. İşte o
zaman başkalarının ya esîri veya kölesi olmaktan başka çâreleri kalmaz.
i JO
* nun r
olur, geçer ve sahibi de zamanla onu unutur. Nihayet ölüm mukadder ise
ölür. Fakat îmânı ve amel-i sâlihleri ve sehâsı sayesinde Cennet'teki yerini
bulur. Lâkin bu cimri ve bahîl, zavallı bir kimsedir ki, bu dertten kendisini
kurtaramaz. Aynı kanser hastalığına tutulanlar gibi, huyu ile birlikte ölür
gider, o huyundan vaz geçemez. Kanserli de ölür, ölür amma şayet varsa
îmânı ve güzel ahlâkı sayesinde yeri Cennettir. Şimdi bak bakalım, ikisi bir
olur mu? "Gazinin ayağının tozuyla Cehennem ateşi birleşmez"
buyurulması, yânî fî sebîlillâh mücâhidlerin Cehen-nem'e girmesi nasıl
mümkün olmazsa, sıkılık ile îmân da bir yerde olamazlar. Hem de
ebediyyen...
Cimrilik bir belâdır ki, telâfisi mümkün değildir. Bahîl adam, cimri kişi,
zâlimlerden daha gaddardır. Onlar zâlimin yapamadığını daha güzel
yaparlar. Baksana, hiylekârlarla beraber, bir de verdiklerini başa kakanlar
da, aynı zamanda cimri, bahîl ve sıkı kimseler gibi, Cennet'e giremezler
buyurulmuştur.
Binaenaleyh, bahîllik ile diğer kötü ahlâklar hiç bir zaman bir mü'minde
bulunamazlar. Mü'min,en evvel iyi ahlâk sahibidir, sonra âbiddir, zâhiddir,
sahîdir; çünkü, "Cömert insan ma1 lıîm olduğu üzere hem Allah'a yakın,
hem Cennet'e yakın, hem de insanlara yakındır. Aynı zamanda
Cehennem'den de uzaktadır. Bahîl ise bü'akis Allah'tan uzak, Cennet'ten
uzak, hem de insanlardan uzaktır ve Cehennem'e yakındır"
buyurulmuştur. Onun için cömert kişi câhil dahî olsa, bahîl olan âlimden,
âbid-den daha makbul ve daha Hak'ka sevgilidir. Cennet'in cömert-
137
138
Hırs ve Tama
İki kişi vardır ki kat'iyyen gözleri doymaz. Çok harîstirler. Bunlardan biri
ilme, birisi de mala haristir. İlme harîs olan, ilmiyle kendisine ve insanlara
faydalı olabiliyorsa ne mutlu ona! Mala harîs olan da böyledir. Fakat
ekseriyetle, mal ve zenginliğin insanları tuğyana sevk etmekte olduğu çok
görülegelen ve inkârı mümkün olmayan hâdiselerdendir. İnsanoğlu
yaşlanır, ihtiyarlar, iş göremez hale gelir; fakat emel ve dünya sevgisi
kat'iyyen ihtiyarlamaz. O, hâlâ gençliğindeki emellerinin peşindedir.
İnsandaki bu cibilliyetten nâşî, Cenâb-ı Hak sübhânehû ve teâlâ Hazretleri,
Peygamberimiz (s.a.s.) Efendimize, kanâati medh y& sena
buyurmuşlardır. Bu sebepten hiç bir zengin veya fakir olmayacak ki,
yarınki kıyamet gününde: "Keşke bizlere günlük rızıklar verilseydi" diye
temennide bulunmasın. Ma'lûmdur ki zenginlik, mutlaka mal ve paranın
çokluğu ile değil, ancak zenginlik, nefsin zenginliği, gönlün zenginliğidir. O
nefis ki, Allâh-ü teâlâ'ya sarsılmaz itimâdı vardır. Hem verdiğinin karşılığım
çok fazlasıyla vereceğini bilir ve inanır. Hem de Rezzâk-ı âlem olduğuna,
kimseyi aç bırakmayacağına kanidir. Böyle bir inanca sahip olan kimse için
de zenginliğin ölçüsü, ancak Allâh-ü teâlâ-
140
TASAVVUF! AHLÂK V
mn verdiğine kanâat edip, razı olmaktır. Kanâat eden kimse, hiç bir zaman
başkasına muhtaç olmaz. Sonra Allah-ü teâlâ'nın verdiği nimetlere
şükretmesini gayet güzel bilir.
Va'z ve nasîhat isteyen kimselere şöyle buyurulmuştur: "Namaz kıldığın
zaman son namazınmış gibi kıl, sonra pişman olacağın sözü söyleme ve
insanların elindekilere sakın göz dikme!'
HIKS VE TAMA
141
mâa sürükler. Sonunda da tama', tabiat halini alır. Buna tabiat-ı saniye
derler ki insanda ikinci bir huy olarak kökleşir kalır; bir daha da ondan
kurtulmak imkânı olnu - Dostlarla arayı açar, günahlara katlanır ve bir çok
zilletlere ma'rûz kalıp, onlara da tahammül etmek mecburiyetinde kalır ki
çok kötü ve çirkin bir akıbettir. İzzetin yerine zillete düşmekle beraber,
ahlâkı da o nis-bette kötüleşir. İşçilerine karşı bağırıp çağırmak, icâbında
sövüp saymak ve dövmek gibi çirkin hareketlere muztar olur. Bakarsın ki
bu sefer de sana karşı bağırıp, sövmeler ve belki de dövüp, öldürmeye
kadar yeltenenler olur ki elbette bütün bunlar insan olana yakışan şeyler
değildir. Sebebi ise hep tama ve hırstır. Yâni, kanaatsizliğin neticesidir.
İbn-ü Semmâk (r.a.) der ki, uzun emeller, ümidler. kajbi ve ayağı
jjağlayan birer iptir. Yâni, kulun Hak'ka yol bulmasına manîdirler, lama' ve
hırs, -Allah esirgesin- insanın elinden dîninin gitmesine de sebeb olur.
İnsanın ihtiyaçları dâima birbirini kovalamaktadır. Eğer, bunları elde
edeceğim diye uğraşırken günler geçer aklını başına toplayamazsan, bir de
bakarsın ki Hazret-i Azrail (a.s.) kapıya gelmiştir. Artık herşey sona
ermiştir. O da muradına ermeden bırakıp gitmiştir. Evet gitti amma ne
yazık ki eli de boş, cebi de. Artık âhiret âleminde hâli nice olur bilinmez.
Tama insanın burnuna geçirilen bir ipe benzetilmiştir. Onu istediği tarafa
çekip sürükler. Bu da dünyâ sevgisinin alâmetidir. İşte bu emellere ve
tamâ'lara ihtiyaç duymadığın zaman, yânî kanâate razı olduğun vakit,
hayat senin için çok hayırlıdır. Ömrünün ve vaktinin değerini vermiş
olursun. İşte bu nasîhat sana çok va'z ve nasîhat dinlemekten daha
hayırlıdır.
Hırsın ilâcı da şu üç şeye bağlıdır: Sabır, ilim, amel. Birinci ameldir ki,
herşeyde yeme, içme, giyme ve mesken gibi zarurî ihtiyaçlarda dahî
iktisâda son derece riâyet lâzımchr. İktisâda riâyet eden hiç bir zaman
fakîr olmaz. Zenginlik ve fakirlik hâlinde bile kanâat, rızâ; gazap hâlinde
de adalet; gizli ve aşikâr hallerinde de, Allah korkusu (Haşyetullah), necat,
saadet ve selâmet alâmetidir. Hem de iktisâda riâyet edenleri, Hak
sübhâne-hû ve teâlâ Hazretleri zengin eder. İsraf edenleri de fakîr kılar.
Allâh-ü teâlâ Hazretleri kendini dâima zjkrgdenleri sever.
142
TASAVVUF! AHLÂK V
143
Nefis ve Şehvetin Arzularına Meyletmek
144
TASAVVUF! AHLAK V
lâl dahî olsa, her isteğini vermemek suretiyle nefsi terbiye ve ıslaha
çalışmak ta vazifelerimizden ma'dût değil midir? Fakat bu da kâfî değildir.
Bir de hamiyyet, mürüvvet ve sehâvet icâbı hayırlara sevk edip,
bahîllikten, sıkılıktan, cimrilikten de nefsi kurtarmak ve bi'1-fiil hayır
işlerinde çalışmağa cân-ü gönülden atılmak lâzımdır. Ne utanmak, ne
sıkılmak ve ne de, zorla değil yalnızca Allah rızâsı için aşkla çalışmaktır.
Çünkü her kim kendini, kime benzetirse, onlardan sayılacağı ma'lûmdur.
Haramlar sebebiyle alışılan, israf, nefs-i hevâ ve şehvetlerin esîri olup,
canlarının her istediğini yapan, harama, helâla, mekruha, müfside
bakmadan, hemen dünyasını elde etmeye çalışan insanlarla düşüp kalkan
kimsenin, netice itibariyle, tıpkı onlar gibi olacağı ve belki de onları bile
geçeceği me'mûldür. Onun için kötü kimselerle düşüp kalkanların sonunun
kötü olacağı, iyi insanlarla düşüp kalkanların sonunun iyi olacağından
şüphe edilemez. İyi kimseler Allah-ü teâlâ'ya tam ma'nâsıyla mutî,
günahlardan da son derece korkup kaçan ve Resûlullah'ın (s.a.s.) sünnet-i
seniy-yelerine de sımsıkı bağlı olan kimselerdir. Bunun mukabili olan
itaatsiz kişi de, hem kötü ve hem de Hak sübhânehû ve teâlâ-nın
sevmeyip buğzettiğidir.
Fenalıkların, tehlikelerin başı üç şeyde toplanır. Birisi: Tam bir cimrilik ki,
bunun fenalığını söylemeye lüzum yoktur sanırım. Çünkü cimriyi şimdiye
kadar kimse sevmemiştir. İkincisi: Nefs ü hevâsına uymaktır. Nefs ü
hevâlarına uyanların akıbetleri de her zaman görülmektedir ki, çıkmaz bir
yoldadırlar ve son durakları Cehennem olsa gerektir. Zîrâ nefs ü
nevalarının arzularına uyanlar, nihayet Allah-ü teâlâ'nın emirlerini
dinlemez ve yasaklarından da kaçamaz olurlar. Sonunda bakarsınız ki
maazallah dinden ve îmândan çıkmıştır da haberi bile yoktur. İnsanlar,
hayvanlar gibi hür değildir. Nefs ü hevâ ise, her istediğini yaptırmak ister.
O zaman da hayvanlar mertebesine düşürür ki bunun da, tabiatiyle insan
olana yakışmaz olduğu her akl-ı selîm sahibine malûmdur. Binaenaleyh
nefs ü nevaya uymak, her günahın her fenalığın başıdır. Netîcesi de
vehâmettir. Üçüncüsü: Kendini beğenmektir ki bu da, nefs ü hevâya
uymanın bir eşidir. Yânî şu üç şey, bahîllik, nefs ü hevâya uymak, bir de
kendini, kendi rey ve hareketlerini beğenmektir ki bundan da, baş-
Sahâbe-i kirâmm ileri gelenlerinden Ebû Zer-i Gıfârî (r.a.) Hazretleri de:
"Dünya üç saatten ibarettir. Biri geçti, bir daha ele geçmez; biri de
gelecek, kavuşup kavuşmayacağını bilmezsin. Biri de içinde bulunduğun
saattir ki ancak onun kıymetini bil. Çünkü ölüm her saat gelebiliri'
Bir büyük de demiştir ki, "Dünyâ üç nefesden ibarettir. Birini aldık, gitti.
Birisi de alacağımız nefesdir ki, henüz alıp ala-maycağımızı bilemeyiz.
Belki onu almaya fırsat bulmadan ecelimiz gelip, o nefesi almadan bizi alır
gider. Binâenaleyh elindeki nefesin kıymetini bil de, onu Hak'km tâatine
sarf eyle!' ölmezden evvel eğer akıllı isen, Hak'tan ve Allah'tan zerre kadar
ayrılma. Hak'kı bulursan her isteğine nail olursun. Eğer Hak'kı
bulamazsan, herşeyden mahrum kalırsın vesselam.
IHO
tsi&sxr r \jı ı
Çalgının her nev'i insanın ömrünü zâyî eder. Hem de zevkti safa âlemlerine
daldırıp, küçük, büyük günahların hepsini işletir. Çünkü çalgıların
bulunduğu yerlerde ekseriyetle içki de bulunur. İçki ile çalgı birleşti mi
artık herşey ve her günah işlenir, düşünme filân kalmaz. Bugünkü
çalgıcıların hâli meydanda. Onların yanlarında, Allah'tan ve Peygamberden
bahs etmek adetâ çılgınlıktır. Bunların yanlarında bulunup çaldıklarını
dinlemek, nefsin azmasına sebeb olur. Sonra bir daha hakkından
gelemezsin. Seni zikrullahdan ve ibâdetlerden alıkoyar ve şeytana arkadaş
eder. Hattâ onların yüzlerini bile görmeden, radyolarda ve televizyonlarda
seyredip dinlemek de günah olarak kâfidir. In-sanın vakitlerinin ve
ömrünün ziyama ve hem de günaha girmesine sebeb olurlar. Çünkü bu
zevk-ü safa âletleri, kalbleri karartır, katılaştırır ve içerisinde münafıklık
bitirir. Tlpkı yağmurların, otların ve ekinlerin bitmesine sebep olduğu gibi.
Bu çalgıyı çalmak veya dinlemek de, böylece gönüllerde nifak, yani
münafıklık yaratır. Münafık ise, insanların en fenâsıdır. Münafıklık gizli,
görünmez bir zehirdir. Ağına düşenleri de, kendisini de öldürür.
Cehennem'deki yeri de en aşağıdadır. Dans, balo, plaj ve deniz âlemleri,
çalgılı ve içkili yerlerde bulunmak ve oralarda oturmak, yemek yemek,
çıplak ve hayâsız kadınların yanlarında bulunmak, ahlâk-ı mezmûmelerin
en büyüklerindendir. Bu gibi yerlerden, oraların müdavimlerinden son
derece sakınmak ve onların yanlarına kat'iyyen sokulmamak gerektir. Zîrâ,
müs-lümanlığa yakışmaz. Hem ayıptır, hem günahtır, hem de insan onlara
baka baka birgün görürsün ki onlara benzemiştir. Onun için; "Üzüm üzüme
baka baka kararır" diye atalarımızın söylemiş oldukları hikmet dolu
vecîzeyi sakın yabana atma. İyilerle konuşmak, onlarla oturup kalkmak,
insanı iyiliğe, bunun aksine zevk-ü safâsına düşkünlerle, günah yolunu
tutanlarla düşüp kalkmak, maazallah inşam nihayet helake götürür. Onun
için aman kardeşim kulağına küpe olsun; sakın günahkârların yanına
sokulma ve dâima iyi kimseleri bul ve onlarla düş kalk, selâmet ancak
bundadır, vesselam...
147
Hırsızlık
Hırsızlık, herkesin nefret ettiği bir huydur. Hırsızlık ufaktan, yânî, ufak
şeylerden başlar. Çocuğun çaldığı bir yumurta hikâyesi meşhurdur.
Çalman şey kıymetli veya kıymetsiz olabilir. Maksat o işin istenmesindeki
fenalıktır. Yankesicilik de hırsızlığın bir nev'idir. Bunların fenalığı hakkında
uzun boylu yazmaya lüzum yoktur. Yalnız insanları üç sınıfa bölmüşlerdir:
Şimdi bize düşen iş, melekler gibi olamasak bile, hiç olmazsa insanlara
zararı dokunmayan hayvanlar kadar zararsız olmayı, yılan, akrep gibi
zararlı hayvanlar seviyesine düşmemeyi bilmektir ki, tavsiye edilen de
budur.
Bana kalırsa, bu hırsızların daha bir kötüsü vardır. O da, insanların en azîz
ve bir daha ele geçirmesi mümkün olmayan vakitlerini çalmaktır. Onun
için büyüklerimiz çok konuşmaktan bile bizleri men' etmişlerdir. Zîrâ
çalınan mal ve paraların tekrar kazanılması ve telâfisi mümkündür. Eğer
parası çoksa, çalmana pek önem vermez ve müteessir de olmaz. Fakat,
"Vakit nakiddirî' diyen bir atalar sözü vardır ki, geçen, yânî zâyî olan
vakitlerin bir daha ele geçemiyeceğinin ifâdesi bakımından çok
148
yerindedir. İşte insanın vakitlerini çalan hırsız ise, çok zararlı bildiğimiz
yılan ve akrepten çok daha fenadır. Zîrâ yılan ve akrep, insanı sokup,
zehirleyip de öldürseler, nihayet eceli gelmiş, çatmış, va'de yerini
bulmuştur. Fakat, bu dünyâya gelmekten mu-rad ise, ma'rifetullahın kesbi
ve kulluk vazifelerini, ibâdât ve tâ-atım yapıp, melekler gibi Hak'kın
rızâsını kazanmak ve Cennetteki yerini bulmaktır. Bu ma'nevî hırsız ise, bir
daha ele geçmesine imkân olmayan bu hayatı, kahvehane, gazino,
sinema, radyo, televizyon başlarında, çalgı dinlemek, oyun oynamak
suretiyle zâyî etmekte; kendisine sayısız nimetler veren, bu mülkün hakîkî
sahibi olan Allâh-ü teâlâ'yı tanımadan ve ona kulluk ve şükran vazifelerini
yapmadan, yılanlar gibi herkesi sokarak, köpekler gibi ısırarak, yırtıcı
canavarlar gibi önüne gelenle kavga gürültü çıkararak yaşamak, hiç insana
ve bahusus müslümanım diyen kimseye yakışır mı? Elbette yakışmaz.
öyle ise azîz kardeş, hilkatten maksad, Hâlık'ı tanıyıp, O'na kulluk
etmektir. O'nu tanımak ve kulluğunu yapabilmek için de, dînî bilgilerini
artırmak gerektir. Yoksa kahve, sinema köşelerinde, zevk ve safa peşinde
dolaşmak çok yanlıştır, tnsan kendini dinsiz kâfirlere veya hayvanlara
benzetmektense, Peygamberler yolunu, sâlihler, âbidler izini seçip,
dünyâdan tertemiz olarak, göz yumup göçmesi ne büyük bahtiyarlıktır.
Cenâb-ı Hak cümlemizi muzır hayvanlar gibi değil, belki melekler gibi olan
kullarından eylesin, âmîn.
HIRSIZLIK
149
Bir de işçi çalmak, talebe çalmak, derviş çalmak gibi çirkin huylar vardır ki
sahiplerine çok ağır bir lekedir. Bir şeyhin gözünden düşen derviş, bütün
şeyhlerin gözünden de düşeceği gibi, Allah her yerde o AUah'dır. Öteki
şeyhin Allah'ının başka olmadığı ma'lûmdur. Bu hem enâniyet, benlik,
varlık iddiasıdır, hem de başkasının evlâdına göz dikmektir. Kendi
meziyetlerini sayarak, zavallı dervişi kandırmanın, bir kızı kandırıp
kaçırmaktan daha fena olduğunu bilmek gerektir. Hiç bir fakîr çocuğuna
rast gelinmemişdir ki, zengin bir adama kaçıp onun çocuğu olsun.
Herkesin kendi ocağı kendisine gül gülistandır. Bunu böyle bilmeyip de,
babasını, ailesini bırakarak, başka baba arayan ve kaçan kimseye, artık
bilmem ne dersiniz?
150
TASAVVUF! AHLÂK V
151
<
öy).
j ıi;ı hı#
"Namuslu ve hür kadınlara (zina isnâdıyla) iftira atan sonra (bu babda)
dört şahit getirmeyen kimseler (in her birine) de seksen değnek vurun.
Onların ebedî şahitliklerini kabul etmeyin. Onlar fâsikların tâ
kendileridirler." (5/20)
senin üstü açılıp da, bazı edep yerleri meydana çıkmış olsa, onu gören
insana yakışan şey derhal onun üstünü örtüp, hem üşümesini önlemek,
hem de ayıplarının örtülmesine yardım etmektir. Hal böyle iken bunu
yapmayıp da, uyuyan kimsenin üstünü açmak, edeb yerlerinin
görünmesine sebep olmak, tabiatıyla daha çok çirkin bir hareket ise, bir
müslüman kardeşinin ayıplarını meydana çıkarmak da, ondan daha çok
affolunmaz bir hatâdır, kabahattir,
Müslümanın dâima ağır başlı, sakin ve temkinli olup, her söze ehemmiyet
vermemesi ve bahusus bu gibi rivayetleri yayardan elinden geidifc kadar
menetmeğe çalışması ve böylelerine nasihatle bu yoldaKi hareketlerinin
doğru olmadığını onlara bildirmesi lâzımdır. Onun için müslüman dâima
nefsiyle, şeytanıyla mücâdele ve muharebe hâlinde olduğunu bilmeli ve
onların oyunlarına gelmemeye gayret etmelidir.
152
TASAVVUF! AHLÂK V
Seb ve Şetm
Ayrıca büyük zâtlardan biri kölesine, yaptığı hatâlardan nâşî darılırken aynı
zaman da sövüvermiş. Bunu duyan Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri ona, "Bir
daha böyle yapmayın" diye tenbih-de bulunmuştur. O zât da, bu
hareketine pişman olarak hemen o köleyi âzâd etmiştir.
Görülüyor ki sövmek pek çirkin bir şeydir. Efendi insan, hiç bir zaman kötü
sözü ağzına almaz. Zîrâ bunlar hep gönüllere zarar veren hallerdir,
hâdiselerdir. Onun için bu gibi çirkin, lâyıksız sözleri ağzına almamak en
doğru yoldur. Bu kötü sözlerin efrâd-ı aile, bahusus yeni yetişen çocuklar
üzerinde çok büyük te'sirleri vardır. Dolayısıyle onlar da büyüklerinden
görüp,
SEB VE ŞETM
153
duydukları bu çirkin şeyleri, tabiî bir halmiş gibi kabul eder ve alışırlar.
Çocukların terbiyesinde ana ve babanın hal ve hareketlerinin pek büyük
te'sirleri olduğu unutulmamalıdır. Temiz, ne-zîh, kibar, edîb ailelerin
çocukları da, mekteb, medrese görmeseler bile yine edîb, nezâh, kibar ve
temizdirler. Sebebi ise malûm. Binâenaleyh, ebeveynin bu hususta çok
dikkatli olmaları ve hattâ, eğer çocuk dışarıdan bazı uygunsuz şeyler
öğreniyorsa, derhal önüne geçici sıkı tedbirler almak da lâzımdır. Kötü
arkadaşlardan son derece sakınması ve korunması hususunda uyarmak
çok mühimdir. Bunun ihmâli, çok acı neticeler vereceği şüphesizdir. Bu gibi
çirkin sözlere, edebe mugayir, ahlâk-ı is-lâmiyeye muhalif şeylere
alışanların, bunu kolayca terkedeme-dikleri de hep gözlerimizin önündedir.
Kendimiz dahî alışageldiğimiz şeyleri hemen bırakabiliyor muyuz? Meselâ,
en kolay olan sigara, kahve ve emsali gibi lüzumsuz hattâ zararlı şeyleri;
hattâ gayr-i islâmî gazeteleri okumaya alışmış bir insan bile onları bir türlü
bırakabiliyor mu? Halbuki zararlarım bizden daha iyi bilmektedirler; çünkü
zararını bi'1-fiil görmektedirler. Öksürük, nefes darlığı, uykusuzluk hep bu
kötü alışkanlıkların cezaları değil midir? Fakat gel de anlat.
En fenası, göz, kulak ve bahusus ağız yollan hep kalbin yollarıdır. Kalbe
iyilik veya kötülük bu yollardan girer. Bunlar muhafaza olunmadıkça,
kalbin, gönlün muhafazası mümkün değildir. Halbuki, Cenâb-ı Hak'kın
nazarı, kulunun ne kılığına, ne kıyafetine ve ne de bilgi ve servetinedir.
Hak'km nazargâhı ancak kulun kalbidir. Binâenaleyh onu muhafaza etmek
herşey-den daha mühim ve evlâdır. Zîrâ kirlenen bir gönlü temizlemek pek
kolay birşey olmadığı erbabınca ma'lûmdur. Onun temizlenmesi, uzun
mücâhedelere, ağır riyâzâtlara, açlıklara ve uzlet denilen yalnızlıklara,
halvetlere devam ve tahammülle mümkündür. Bugün ise bu gibi
meşakkatlere tahammül edecek kimseler pek nâdirdir. Bazı kimseler
halvetlere girerler ama, ekserisinin maksadı hemen şeyh olmak, başına
derviş toplayabilmeye bir vesiyle olur diyedir. Yoksa doğrudan doğruya,
yalnız ıslâh-ı nefs ve ıslâh-ı hal için girenler pek seyrektir. Sonra bu
riyâzâtlann ve .halvetlerin neticesinde muvaffak olabilmek te biraz
şüphelidir. Zîrâ üstadım hacı Mustafa Feyzî Efendi Hazretleri: "24 defa
halvete girdiğim halde ancak dört tanesinden istifâde
154
TASAVVUF! AHLÂK V
edebildim" demişti. Eşref-i Rûmî (k.s.) Hazretleri de, buna yakın bir
lisanda bulunmuştur. Binâenaleyh, kalbin selâmetini isteyen ve Hak'kın
rızâsını gözleyen her kişiye lâyık olan elini, dilini, gözünü, kulağını bütün
yaramaz ve lâyıksız şeylerden muhafaza etmesidir. İnsanlığın ve bahusus
müslümanlığın kemâle ulaşmasına yegâne sebebtir. Cenâb-ı Hak
cümlemize uyanıklıklar nasîb etsin de dâima Hak'kın rızâsını gözleyen ve
bunun için de gönlünün bekçisi olup, oraya Hak'kın razı olmayacağı hiç
birşeyi sokmamaya çalışan ve dâima zikrini dilinden düşürmeyen,
gönlünden çıkarmayan kullarından eylesin, âmîn...
GIYBET
155
Gıybet
(Başkalarını Çekiştirmek)
&j
"Ey îmân edenler, bir kavim diğer bir kavim ile alay etmesin. Olur ki (alay
edilenler Allah indinde) kendilerinden (yânî alay edenlerden) daha
hayırlıdır. Kadınlar da kadınları (eğlenceye almasın); olur ki onlar
(eğlenceye alınanlar) kendilerinden daha hayırlıdır. Kendi kendinizi
ayıplamayın. Birbirinizi kötü lâ-kablarla çağırmayın. îmândan sonra fâsıklık
ne kötü addır! Kim (Allah'ın yasak ettiği şeylerden) tevbe etmezse onlar
zâlimlerin tâ kendileridir." (5/21)
*: 21 Hııaırât, 49/11.
156
TASAVVUF! AHLÂK V
UlYUtl
Dikkat ederseniz, bizde büyük günahlardan biri de faizdir. Faiz ağır bir
yüktür. İnsan onu faydalı birşey zanneder. Fakat evlerin yıkılmasına,
ocakların sönmesine ve insanların büyük günahları yüklenmesine ve
malların pahalılaşmasına yegâne sebeb faizdir. Çünkü faizi veren, o
vereceği meblâğı sattığı maldan çıkarmaya çalışacaktır. Bundan ötürü de
100 kuruşa satacağı malı 11.0 kuruşa satmaya kalkacaktır. Fakat ne kadar
pahalı satarsa-satsın, sonu yine iflâs tır. Sakın bâzı günahdan korkmayan
158
TASAVVUtJ
tüccarlara bakıp da aldanma! Ne kadar parlamış olsa dahî, faizle kazanılan
servet, ticâret ve fabrika devamlı yaşamaz. Hele torunlarına hiç birşey
kalmaz. Kâfirlere bakıp da onları birşey sanma! Allâh-ü zü'1-Celâl'in
emirlerine ve Peygamberlerin sözlerine bak ta, ona göre hareket et.
Bak gıybet için ne diyorlar: Bir faizin günahı ile 36 kere zina etmiş gibi
günahkâr olunurken, gıybetin günahı bundan daha büyüktür. Çünkü gıybet
günahının zina günahından daha şiddetli olduğu beyan buyurulmuştur.
Artık buna dikat et de, kimsenin aleyhinde konuşma. Maamâfîh fâsıkların,
hırsız veya yankesicilerin arkalarından konuşmak gıybet sayılmasa da, şu
hâdiseye dikkat ediniz:
okuyunuz.)
Onun için dâima istiğfar etmek, gerek kendisi için ve gerek gıybet ettiği
insan için "Yâ Rab! Beni ve benim gıybet ettiğim kimseyi mağfiret eyle"
demeli ve bir daha da yapmamağa çalışmalıdır.
İOU
Nemîme
j Jli
"Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı (el, kaş ve göz işaretleri ile) eğlenmeyi
ve ayıplamayı âdet edinen her kişinin vay haline!"
(5/23) .
5/23 Hüıneze, 1. .
karşı da ta'n eden kimsedir. "Lümeze" ise onun aynıdır. Gerek yüzüne
karşı, gerek arkasından ayıplarını, noksanlarını zikretmek, söylemek
elbette ki insana yakışır birşey değildir. Arkasından söylemeye nasıl gıybet
deniyorsa, yüzüne karşı söylemek ve söylenen sözleri hem yaymak ve
hem de öte tarafa yetiştirmek de tabiatiyle o kadar çirkin, fena ve
günahtır.
Evet; hırsızlık yapmadım, şarap içmedim, kumar oynamadım, zina da
yapmadım diye insan övünebilir ve hattâ acaba benden daha iyisi var mı
diye de aklına birşeyler de gelebilir. Fakat hiç farkına bile varmadan
ettiğimiz gıybetler bizim için büyük günahlardandır (5/24). Bizler, bu gibi
dedikoduların ve iki taraf arasında söz naklinin fenalığını ve her işittiğimiz
sözü de hemen ölçüp biçmeden diğer tarafa veya başkalarına
nakledivermenin ne kadar mânâsız ve ne kadar büyük günah olduğunun
farkında bile değiliz dersek belki de hatâ etmiş olmayız. Gıybetin
günahının, zina günahından daha büyük ve şiddetli olduğunu bir evvelki
fasılda okumuştuk. Bugünkü bahsimiz olan nemmâm-lık yânî söz
nakletmenin aleyhinde bakın ne deniliyor:
5/24 Etraflıca bilgi için bkz. Hak Dini Kur'ân Dili, Hüıneze Sûresinin tefsiri.
VUri /iniksin, v
hakîkî tevbeler herşeyi yok eder. Yalnız insanlara taalluk eden hususlar da
istisnalar arasındadır:
Birincisi: Şarap içmeğe devam edenlerdir ki; içki deyince insanı sarhoş
eden her nevi keyf verici şeyler dâhildir; hattâ sigara bile diyeceğim.
Çünkü bunların haram veya yasak oluşları ve günahlardan sayılmaları,
insanın hem bizzat kendisine ve hem de cemiyete zararlı olmasından
dolayıdır. Halbuki, bugün sigaranın insan sıhhatine karşı ne büyük zararı
olduğu artık tahakkuk etmiştir. Hattâ Amerika'da sigara paketlerinin
üzerlerine, sigaranın çok zararlı ve tehlikeli olduğuna dâir meşhur
doktorların söyledikleri sözler resmen ve mecburen yazılmaktadır. Bâzı
hastahânelerin duvarlarında, sigara içenlerin tedâvî için müracaat
etmemeleri, ederlerse müracaatlarının kabul olunmayacağı yolunda afişler
asılmaktadır. Kanser denilen menhus derdin yüzde sekseni sigaradan
olduğu da defalarca yazılmıştır. Bütün bunlardan başka bir de ayrıca fuzûlî
bir masraftır ki bizim gibi fakîr bir millete kat'iyyen yakışmaz. Geçen
Ramazan ayında, hava ve deniz kuvvetleri vakıfları için paralar toplandı.
Ancak devede kulak denecek kadar az birşey olduğu meydanda. Halbuki,
sigara paketi ortalama beş lira olsa ve 40 milyondan 10 milyonu bunu
içiyorsa -ki bugünkü durumda bu muhakkak- günde 50 milyon liramız
havaya gidiyor; yânî duman oluyor demektir. Bu 50 milyonun on günlüğü
500 milyon, yüz günlüğü beş milyar eder ki bir senede tam 18 milyar 300
milyon millî servet duman olup gitmektedir.
Bu israfı, milletçe tasarruf edebilsek on senede 183 milyar gibi bir yekûne
baliğ olmaktadır ki, bununla denizlerimizin muazzam donanmalara,
havalarımızın da yüzlerce filolara sahip ve mâlik olacakları pek açık bir
şekilde görülmektedir.
Bunları yazarken bir arkadaşımız elime bir kitap verdi; tütünün zararları
hakkında. Tavşanlı müftüsü Arapça bir kitab-tan tercüme etmiş, biraz da
kendi ma'lûmatını ekleyerek 95 sa-hifelik bir eser meydana getirmiştir.
Tütünün zararları hakkında geniş ma'lûmat vardır. Cenâb-ı Hak hemen
te'sirini halk etsin, âmîn.
Bu konuda bir de şu var ki; müslüman bir kardeşin için katL iyyen sû-i zan
da bulunma. Lâf getirip, söz taşıyanların sözlerine sakın inanma. Çünkü bu
gibi lâf taşıyanlar hiç bir zaman sâ-
165
JU
Yalan hakkında yazı yazmak bile fazladır diyeceği geliyor insanın. Yalanın
kötülüğü ve fenalığı bütün din ve milletlerde yazılmış, okunmuş ve hattâ
tatbîk edilmiş olduğu biline ve gö-rülegelmektedir. Hattâ bâzı
memleketlerde otobüs ve tramvaylarda, biletçi ve kontrol da yokmuş.
Çünkü herkes vazifesini bilmekte ve yapmaktadır. Kontrola ihtiyaç
görülmemektedir. Zîrâ oralarda oturan insanlar kendi menfaatlerinden
daha ziyâde cemiyetin faydasım düşünerek, bugibi cinayetleri irtikâba
vicdanları razı olmamaktadır. Şu halde yalan, kendi menfaatini, çıkarım
cemiyetin aleyhinde kullanmak oluyor ki bu da, ancak şuurunu kaybetmiş,
akılsız, ahmak, budala, hattâ, dinsiz veya dîni bilmeyen serserilerin işi olsa
gerek. Kendini bilen insan hiç bir zaman yalana tenezzül ve iltifat etmez ve
bilir ki, yalan bir yüz karasıdır; er veya geç meydana çıkacaktır, bir
müslüman ise çok nezîh ve kibardır. Kendisine bir leke gelmesini
kat'iyyen istemez. Bunun için yalana yaklaşmaz ve bilir ki, yalan
münafıklık alâmetidir. Allah sübhânehû ve teâlâ Hazretleri yalan söyleyeni
kat-iyyen sevmez. Allâh-ü celle ve alâ'nın sevmediğini elbette Resûlullah
(s.a.s.) Efendimiz de sevmez. Allâh-ü celle ve alâ'nın ve onun Resulünün
sevmediğim, tabiî insanların da, meleklerin de sevmesine imkân yoktur.
Şu halde yalancı; herkesin menfuru, mezmûm, ahlâksız, seviyesiz ve
kıymetsiz bir kimse demektir. Dünyâda da, âhirette de hâli haraptır. Sonra
yalan, mert kişilerin değil, âdî ve daha doğrusu alçak kişilerin işidir. Mert
insan, müslüman olsun da sonra işine gelmediği vakit yalan söylesin,
5/25 Mâide, 1.
166
TASAVVUF! AHLÂK V
hiç olacak şey değildir. Onun için müslüman, her zaman mert ve
dürüsttür. Yalana kat'iyyen tenezzül etmez.
Verdiği sözlerde ve va'dlerde durmak ta ve va'dini yerine getirmemek de
yalancılıktır. Bol keseden va'd eder de sonra va'dini yapmazsa, buna da
yalancılık damgası vurulur. Yaptığı va'di, sözleşirken yapmamak üzere bir
fikri varsa, yalancılık iki kat olur. Bir de var ki, va'dini yapmak ister de
imkânı olmazsa, özür dilemek suretiyle belki ma'zûr görülebilir. Onun için
bu gibi va-dlerde bulunurken insanlar inşâallah demeyi unutmamalıdırlar.
Tüccarlara fâcir denilmesinin bir sebebi de -Allâh-ü a'lem- ticaretlerinde
mallarını istedikleri gibi ve pahalı satabilmek için irtikap ettikleri yalan ve
yalana benzer kaçamak sözlerinden ve bir de, bu hususda hiç te
düşünmeden yemin ettiklerinden nâşî olsa gerektir ki, ne kadar fena bir
duruma düşmektedirler. Halbuki ticâret hem meşru', hem makbul ve hem
de bir vazîfedir. Atalet; tenbellik, meskenet, zillet ve hakîrlik getirir.
Ticâret; şeref, saltanat, izzet, şöhret ve şeref verirken, fâcirler, fâsıklar
defterine kayd olmak ve yarınki kıyamet gününde onlarla beraber haşr
olmak ne kadar acıdır. Elbette ki bu gibi insanlar dünyâlarını, âhiretlerine
tercih etmiş zavallı kimselerdir. Erbâb-ı ticâretin herhalde bunlara çok
dikkat etmesi gerektir. Hele mallarını hiyle ve ihtikâr karıştırıp, fırsatlardan
istifâde ederek para kazanmaya kalkmaları adetâ bir cinnet alâmetidir. O
ne kadar düşük ve seviyesiz bir kişidir ki, hemcinsi olan din kardeşlerini
sıkıntı ve darlıklara düşürüp kendi çıkarını, rahat ve zevkini
düşünmektedir. Bundan dolayı da mallarını saklayıp bahaya çıkmasını
beklemesi şaşılacak kadar kötü, acı ve yaramaz bir şeydir, tnsan demek;
icâbında lokmasını bile kardeşine verebilecek seviyeye yükselmiş kimse
demektir. Bu ise ancak hakîkî bir müs-lümamn sıfatı, huyu ve ahlâkıdır ki,
tarihte numuneleri pek çoktur. Her ne kadar onların seviyesine erişmeye
imkânımız yoksa da, yine onları sever ve onlar gibi olmaya gayret ederiz.
Hak süb-hânehû ve teâlâ bizleri de sevdiği ve razı olduğu amellerle ve
Allah deyip, istikâmetle hareket eden kullarından eylesin, âmîn.
167
Yalan had-di zâtında çok kötü, mezmûm ve her ne kadar menfur birşey ise
de, bazı zarurî hallerde caiz görülmüştür:
Meselâ, bir cânî, katil kişi birisini öldürmek üzere kovalarken, mazlum
zavallı sizin evinize iltica etse, arkadan katil gelip bu adamı sizden sorsa,
burada doğruyu söylemek kat'iyyen caiz değildir. Hattâ yalan söylemek
vclptir derler. Zîrâ bir müslüman kardeşinin kurtulmasına sebep
olduğundan dolayı büyük bir ecir
5/26 Bu mevzuda etraflıca bilgi için bkz. İhyâ-ul Ulûm, c.3, sh.118.
168
TASAVVUF! AHLÂK V
ve mükâfata da nail olacaktır. Bir de zâlim bir kişi, malınızı elinizden almak
için, malınızın, paranızın yerini sorsa, onu söylememek, bildirmemek için
yalan söylemek te caizdir demişlerdir. Çünkü müslümana canını, malım ve
ırzını muhafaza etmek borçtur. Binâenaleyh, bunlara tasallut edene karşı
mümkün oldukça ellerinden kurtulmak için yalan söylemeyi tecviz
etmişlerdir. • fakat yukarıda da arz olunduğu gibi mümkün mertebe insan
yalan söylemekten kendini kurtarmaya çalışmalıdır. Zîrâ nefisler dâima
menfaatlerini, mallarını ve mevkilerini çok severler. Bunların ellerinden
çıkmaması için yalana baş vurmaları ta-biatiyle lâyık olan birşey değildir.
Yalan ancak bir cam ölümden kurtarmak için başka çâre bulunmadığı
takdirde tecviz edilmiştir. Yoksa yalan hem haramdır, hem de büyük
günahlardandır. Son derece sakınmak lâzımdır. Zîrâ yalan insanı nihayet
Cehen-nem'e sürükleyen bir âfettir. Nasıl ki, sadâkat insanı Cennet'e
götürürse, yalan da Cehennem'e götürür. Onun için yalandan hem
korkmak hem de kaçmak lâzımdır. Bahusus çocuklarına karşı çok daha
dikkatli ve uyanık olmak lâzımdır. Çünkü, sonra çocukların da yalancı
olmalarına sebep olabilirler. Yalana ta'rizle de olsa tenezzül etmemek
lâzımdır. Meselâ, evde olan bir kimseyi sordukları zaman, güya yalan
söylememiş olmak için burada yoktur diye cevap vermek te yalandan
sayılır. "Efendim, evdedir ama burada yoktur, söylediğim yalan değil" gibi
mazeret göstermek boşunadır. Çünkü gelen kimse onun evde olup
olmadığını soruyor. Binâenaleyh evdeki bir kimse sorulduğunda, burada
yoktur diye cevap vermek kat'iyyen lâyık değildir.
BÜHTAN
169
Bühtan
(İftira etmek)
AÜ\
ıs'A
"O halde Allah'a karşı (demediğini söyledi diye) yalan uydurup atandan,
yahut O'nun âyetlerini yalan sayandan daha zâlim kimdir?'Y5/27>.
TASAVVUF! AHLÂK V
Bir iftira daha vardır ki, o daha büyük bir günah olmakla beraber mağfiret-
i İlâhiyeden de mahrum olmaya sebeb olur ki bunun neticesi Cehennem
olacağı aşikârdır. Cenâb-ı Hak için hıristiyanların iki ve üç demeleri, îsâ
aleyhisselâm için Allah'ın oğlu isnadında bulunmaları, melekler için de
münasebetsiz sözler söylemeleri, hem şirk, hem de affolunmaz büyük
günahlardandır. Sonra, bu insanoğlu çok acâib bir mahlûktur. Ufak tefek
menfaatleri için istediği yalanı ve iftiraları irtikâb etmeKten hiç de
kaçınmaz olduğu pek çok görülegelen şeylerdendir. Bu gibi kötü ve çirkin
ahlâklardan kurtulmak isteyenin kuvvetli bir îmâna sahip olması, bir de
tam ma'nâsıyla Allâh-ü teâlâ'dan korkup, yasaklarından kaçması ve emr
ettiklerini de yapması lâzımdır ki, bu gibi fenalıklara cesaret edemesin.
Halbuki, namaz kılmayan, oruç tutmayan, zekâtını vermeyen kimsenin,
elbette ki diğer günahları da işlemeğe, kendisinde cesaret bulacağında hiç
şüphe yoktur. Bu tabiî bir haldir. Kendisine bu gibi isnâdlar yapılınca
kimbilir nasıl kızacak ve küplere binecektir? Fakat hiç düşünmez ki o da
kendisi gibi bir insandır; o da kızacak ve bağırıp çağıracaktır. Bununla
beraber kimbilir maddî, ma'nevî ne kadar zararlara girecektir. Onun için
lâfı gayet tartılı ve ölçülü konuşmak lâzımdır. Hattâ çok konuşmamağa
alışmalıdır. Buda hep çocukluktan başlayan, devamlı bir terbiyeye
muhtaçtır. Canım efendim, gâvur gâvurluğuyla yalan ve iftirayı sevmez ve
korkarken, bir müslüman nasıl olur da bunu yapabilir? Asıl insanı
düşündüren budur. Demek ki müslümanlık, hemen öylelerin dil-lerindedir;
içlerine birşey işlememiştir. Böyle olunca da herşey
olur.
Mevlâ cümlemize kâmil îmân ile, olgun ve dürüst bir ahlâk ihsan buyursun
da saadet ve selâmetle âhirete göçen bahtiyarlar zümresine ilhak eylesin,
âmîn.
YALAN ŞAHİTLİĞİ
171
Yalan Şahitliği
172
TASAVVUF! AHLÂK V
İstihza—Alay ve Eğlenme
îî
"Ey imân edenler, bir kavim diğer bir kavim ile alay etmesin. Olur ki (alay
edilenler Allah indinde) kendilerinden (yani alay edenlerden) daha
hayırlıdır. Kadınlar da kadınları (eğlenceye almasın) Olur ki onlar
(eğlenceye alınanlar) kendilerinden daha hayırlıdır. (Kendi) kendinizi
ayıplamayın. Birbirinizi kötü lâkablarla çağırmayın. îmândan sonra fâsıklık
ne kötü addır! Kim (Allah'ın yasak ettiği şeylerden) tevbe etmezse onlar
zâlimlerin tâ kendileridir." (5/29)
İstihza; bizde alay etmek ma'nâsına gelir ki, karşısındakini hor ve hakir
görmekten, ona kıymet vermemekten ileri gelir. Belki insan, bilgisiz, aklı
zayıf, düşüncesi kıt, belki de vücût bakımından çelimsiz, güçsüz,
kuvvetsiz, noksan a'zâlı da olabilir. Muhakkak, çok iyi düşünmek lâzımdır
ki, bizler de, bilgi, kuvvet, akıl, zekâ, vücuttaki tenâsüb ü endam ve
noksansız bir vücuda
sahip isek, bunu biz istedikte öyle mi oldu diyeceğiz, bu mümkün müdür?
Asla. İyi bilmeliyiz ki, Hâlık-ı zül-Celâl öyle istemiş ve öyle de yaratmıştır.
Onları da öyle istemiş ve öyle yaratmıştır. Bu ilâhî takdirlerde hiç bir kulun
arzu ve irâdesinin rolü yoktur. Binâenaleyh onları, o kusurlarından dolayı
ayıplamak ve onlarla alay etmek, eğlenmek, elbetteki Hak teâlâ'nın
gücüne gider. Çünkü o öyle yaratmıştır. Kimbilir ne hikmetleri vardır. Seni
böyle güzel bir surette yaratırken, onları öyle yaratması elbette bir
hikmete müsteniddir. Onun için sakın kimsenin kusuru ile eğlenmeye
kalkma. Sonra maazallah senin ve çocuklarının da öyle bir noksanlıkları
olursa ne yaparsın? îyi düşün; hoppalığı bırak, biraz sakin ol ve ma'kûl
olmağa çalış. Malına, sağlığına ve şâir övünülecek şeylerin hepsine bak da,
bunları sana bahşeden lütfedip veren Allah-ü teâlâ ve tekaddes
Hazretlerine şükret, emirlerini tut ve yasaklarından kaç. Verdiği nimetlere
de ayrıca şükret. Allah-ü teâlâ'nın işlerine karışma. Bak Cenâb-ı Hak bu
âyet-i kerîmede, kısa fakat ne kadar güzel olarak bizleri îkâz ediyor.
Meâlen: "Ey îmân edenler, yâni mü'minler, bir kavm diğer bir kavmle alay
etmesinler, olur ki alay ettikleri, kendilerinden daha hayırlı olurlar"
Kadınlar için de aynı ifâdeden sonra "Kötü lâkablarla atışmayın, hem
birbirinizi de ayıplamayın" bu-yurulmuştur. Bu ne kadar açık bir düstûr ve
ne güzel bir derstir. "Sözden anlayana sivrisinek saz, anlamayan beyinsize
de davul zurna az gelir" dedikleri çok doğrudur.
5/29 Hucurât, İL
Tahkîr
İstahzâya sebep olan, büyük günahlardan sayılan kötü bir huy da tahkirdir
ki, kendini bilmemek demektir. Ya servetine veya mevkiine veya bilgisine
güvenerek, bunlardan mahrum olanları küçümsemek, onlara lâzım gelen
önem ve değeri vermemek, bir nevi görgüsüzlük alâmetidir. Hani
sonradan görme derler ya; işte bu gibi insanlardır ki, kendisini yükseklerde
görüp, zuaf â ve bîçârelerle gerek alay ve istihzalar ve gerekse hakaretler
etmesi, hep kendini bilmemezlikten ileri gelir. Şu vücudumuzda göz,
kulak, ağız, burun, kalb, akıl, fikir, zekâ, gibi kıymetli ve kuvvetli a-zâlar
mevcut olmakla beraber, mide dediğimiz işkembe ki, yediğimiz nimetlerin
orada ne hale geldiği, sonra bağırsaklar yoluyla nasıl dışarı çıkardığımız
ma'lûmdur. Fakat o kıymetli a'zâla-rın değerleri ancak bu gördüğü işler
sebebiyle bilinirler. Eğer üç beş günlük yediklerimizi çıkaramazsak,
hâlimizin ne kadar acı olacağı da ma'lûmdur. îşte o zaman senin o kıymetli
aklın ve zekân, göz ve kulakların hep birden feryada başlarlar. Hani sen o
işkembeyi ve bağırsakları hiçe sayıyordun da, ancak varsa benim gözüm,
kulağım, aklım, fikrim var diyordun. Haydi bakalım şimdi ne yapacaksan
yap ta görelim?.
Öyle ise aziz kardeşim; sakın kimseyi hakîr ve hor görme. Sakın kimseyle
istihza etme ve bu gibi hallere ne alış, ne de çoluk çocuğunu alıştır.
Çünkü, bu alışılan şeyleri terk etmek kadar zor birşey yoktur. Bak, en
muzır olan sigarayı bırakabiliyor musun? Herkes de biliyor ki hem bedene
hem de keseye zarardır. Zarardır ama, yine herkes anasının memesi gibi
bir türlü ağzından bırakamıyor. Onun için sen Hak yolundan ayrılma,
Hak'kı sev ve Hak'ka riâyet et. Bil ki herkes, o Hâlık-ı zül-Celâl'in kuludur.
Hepsine hürmet ve saygı göster ki Hak'kın rızâsına nail olasın, vesselam.
İyi ahlâkların en başı, hâline razı olmaktır ki, bu da, Hakkın kazasına,
hükmüne ve kaderine razı olmağa dayanır; en güzel bir huydur. Aksi
olarak, hâline razı olmamak ve hâlinden hoşnûd ve memnun olmamak da,
o kadar kötü ve mezmûm bir huydur. Hırs, hased, kin, gazab gibi kötü
haller, hep bu hâline razı olmamaktan doğar. Bugünkü komünizm fikri de
zannedersem bundan doğmadır. însan tabiatiyle hâline razı olmayınca,
gücenecek, darılacak, küsecek, kızacak ve bir çok sayısız fenalıklar
doğacaktır. Onun için mezmûm olan ahlâklardan birisi de, işte bu (Suht)
denilen rızâsızlıktır. Hâline razı olan kişinin, kimsenin rie malında, ne de
başka bh şeyinde gözü olmayacağı ma1 lûmdur. Demek ki, hırsızlık,
yankesicilik, kaçakçılık ve daha ne kadar fena şeyler varsa hep bunlar,
rızâsızlıktan neş'et etmektedir. Rüşvetler de böyle değil midir? Şu halde
gerek ana ve babalar ve gerekse mekteb mürebbi'leri, çocuklara dünya
bilgilerini sunarken, yanı başında bu ahlâk derslerini de vermeleri
gereklidir. Yoksa çocuk, bunları kendi kendine öğrenmeye kalırsa, buna bir
ömür kâfi gelmez. En kolayı ve en iyisi, çocuk daha küçük yaşta bunları
öğrenip, ona göre yetişirse, çocuk da, genç de, cemiyet de rahat eder. Bu
olmazsa, kendisi de, cemiyet de her zaman sıkıntı ve meşakkat içerisinde
bunalır; rahat yüzü görmezler. Bu ise -Allah korusun- cemiyetlerin
yıkılmasına sebep olabilir. Hak sübhânehû ve teâlâ cümlemizi halinden razı
olan kullarından eylesin, âmîn.
Sakın bunu yanlış anlama! Hâline razı olmak çalışmayıp, yan gelip yatmak
değildir. Herkes elinden geldiği kadar çalışacak, fakat neticede Hak'kın
takdirine razı ve hâlini ıslâh çârelerini arayacaktır, labiî bu arayış meşru ve
helâl yollardan olmak şartıyla. Yoksa, şu niçin zengin, bu neden rahat ta
ben değilim
1/0
diyerek kendini boş yere yormamak ve onları hasedle değil, gıpta ile
karşılamalıdır. "Kadere inanan kişi her kederden emîn olur"
HÜMEZE VE LÜMEZE
III
Hümeze ve Lümeze
"Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı (el, kaş ve göz işaretleri ile) eğlenmeyi
ve ayıplamayı âdet edinen her kişinin vay haline!"
(5/30)
Hümeze ile lümeze denilen, bu iki çirkin huy, ahlâk-ı mez-mûmeden olup,
insanların tekemmülüne ve olgunlaşmasına manî olan en kötü
huylardandır.
5/30 Hümeze, L
178
TASAVVUF! AHLÂK V
179
"Hubbu fillâh ve buğzu filîâh; Allah için sevmek, Allah için buğzetmek"
İslâm'da esastır.
"Yâ Mûsâ, banlar hep senin içindir. Meselâ namazlar, oruçlar ve bütün
hayırlar hep senin içindir. Kimisi kabrinde, kimisi ise âhirette senin için nûr
ve burhan ve ziya olurlar. Ya benim için ne yaptın?" deyince,
Mûsâ aleyhisseîâm:
"Yâ Rab, bana bildir, onlar nelerdir?" diye niyazda bulunmuş. O zaman
bunların "Hubbu fillâh ve buğzu filîâh" olduğu beyan buyurulmuştur. Yânî,
sevdiğini yalnız Allah için sevmek, sevmediğini yine yalnız Allah için
sevmemektir.
PP
180
TASAVVUFÎ AHLÂK V
le, ibâdet ve tâatten mahrum, her türlü imkânı olduğu halde, kendisi
hacca gitmediği gibi, hacca gidenlere de manî olmağa çalışan, namaz
kılmayan, fakat namaz talanlarla alay ve istihza edip, onlan da
menetmeğe çalışan, hele orucu hiç bilmeyen, çünkü nefsinin kölesi ve esîri
olan, tutardan da "Allah'ın açlara ihtiyâcı mı var?" diyerek zavallı
müslümanlan yolundan çıkarmaya çalışanlarla dost olup ta, müslümamn
bazı kusurlanndan nâşî küsmek, konuşmamak ve ona yardımı kesmek
bilmem ne kadar doğrudur?
Onun için iyi düşünmek ve afv sahibi olup müsamaha ile hareket etmek,
müslümanların kusurlannı değil, asıl kendi kusur ve kabahatini görerek
düzeltmeğe çalışmak en doğru bir harekettir, vesselam.
Gayz ise, hışım, gazap ve dargınlığa derler ki bu da, buğz gibi mezmûm
olan huylardan ma'duddur. Cenâb-ı Hak zü'1-Celâl Hazretleri, medh
makamında:
BUUZ, (J
Bir rivayette ise, "Allah-ü teâlâ Hazretleri onun kalbini emn-ü emânla
doldurur" buyurulması ne kadar büyük bir müjdedir. Fakat kızmış,
köpürmüş bir adamın gazabını, öfkesini yenmesi, öyle kolay birşey olmasa
gerek. Bir kere kuvvetli bir îmân ve yüksek ahlâk seviyelerine ulaşamamış,
âhiret mükâfatının ne demek olduğunu bilmeyen zavallı mı kinini, gazabım
yutacak, gayzım ve öfkesini yenecek? Bu, muhal derecesinde güç bir iştir.
Bunun için evvel emirde güzel ahlâkları iyice öğrenip, ona namzet olmak
ve sonra kudretleri yettiği halde gayzını ve gazabını yenenleri görmek ve
hikâyelerim işitmek, kendisini ona göre yetiştir-
îmânın kemâli şu üç şeye bağlıdır: Razı olduğu halde, rızâsı onu bâtıla
götürmez ve bâtıla sokmaz. Kızdığı vakitte, gazabı onu Hak'tan ayıramaz.
Eline fırsat geçince, hakkı olmayan şeye elini uzatmaz. Onun için hüim
sıfatı öyle güzel bir huy ve ahlâktır ki, kızdığı zaman gazabını yenmekten
efdaldir. Halbuki, gazabı yenmek, büyük bir külfete ve zorlanmaya
muhtaçtır. Hı-lim ise, tabiî bir yumuşaklıktır, öyle külfete ve zorlamaya
muhtaç değildir. Bütün Peygamberler hılim sıfatlarıyla övülmüşlerdir. Hılim
sıfatı aynı zamanda Cenâb-ı Hak'tan'99 esmasından birisidir. Allah-ü celle
ve âlâyı bilip, ondan korkan kimse, elbette gayzını yutmaya mecbur olur.
Allah'dan korkan, Allah-ü celle ve âlânın rızâsından başka birşey istemez.
Kısa bir müddet bile hılim sıfatım takınmak, kişinin birçok hayırlara nail
olmasına sebep olur. Ulemâ ve fudalâ toplanmışlar ve en efdal amelin
hılim olduğuna karar vermişlerdir. Yânî, gazap halinde gayzını yutup, hılim
sıfatıyla muttasıf olmanın efdal-i a'mâl olduğunu beyan buyurmuşlardır.
Eski kölelik devirlerinde bir beyin verdiği yemeğe, davetlileri gelmiş. Kölesi
de yemekleri taşırken, gayet sıcak bir çorba kâsesini her nasılsa, ayağımn
bir yere takılmasıyla sendelemiş ve orada bulunan efendisinin küçük
oğlunun üstüne devirmiş. Çocuk çorbanın çok sıcak olmasından ötürü
hemen yanmış, neticede de ölmüş. Zavallı köle korkusundan sararmış
solmuş, başına gelecekleri düşünürken, beklediğinin aksine efendisi onu
âzâd etmiş. Üstelik bir de bolca bahşiş ve ihsanda bulunmuş. Sûre-i Âli
îmrân'daki 134'üncü âyet-i kerîmenin sırrı zuhur etmiştir. Âyeti kerîmenin
meali şöyledir: "O (takva sahibi ola)nlar bollukta ve darlıkta Allah için
harcarlar, öfke(lerin)i yutkunurlar, insanları affederler. Allah'da iyi
davrananları sever." tşte gayz ve gazabım yenmenin ne demek olduğunu
pek güzel açıklayan bir misâldir.
Diğer bir misâl de şöyledir; gayet güzel sesli bir köle, efendisinin ticâret
develerini bir yere naklederken, çok uzak, iki üç
II
182
TASAVVUFI AHLAK V
günlük yolu, güzel sesiyle söylediği kasideler sayesinde, develeri aşka
getirerek, bir günden kısa bir zamanda, yerlerine erişmiştir. Ama,
develerde de mecal kalmamış, vardıkları yerde ölmüşler. Bunu gören
efendisi, köleye büyük bir ceza vermek isterken, bir misafirin tavassutuyla
kölenin hem cezasını affetmiş, hem de onu âzâd etmiştir. Bu kadar zarara
karşı elbette ki bu aflar pek büyük mükâfatları mûcib olacaktır.
Hılim bahsinde ise, Hazret-i Osman Zinnûreyn (r.a.), bunun pek büyük bir
timsâlidir. Şâkîler kendisini muhasara ettikleri vakit, ehl-i Medîne
kendilerine müracaatla o şakileri dağıtmak üzere, her ne kadar ısrarla izin
istemişlerse de, mübarek "Benim hayatım için başka müslümanlarm
kanlarının dökülmesini kat'iyyen istemem" diyerek, kendisini kurtarmaya
gelecek olanları da reddetmiştir. "Ben yaşayayım da başkaları ölsün!' Buna
hangi müslümanın vicdanı razı olur. Zâten mukadder olan ölümden
kurtulmak kimsenin elinden gelecek bir iş olmadığı cümlece ma'lûmdur.
Onun için Hazret-i Osman (r.a.) Hazretleri, Hakkın hüküm ve fermanına
teslim olmayı daha uygun bularak, müslümanlarm çarpışmalarım,
dövüşmelerini istememiştir ki bu da, o'nun hılminin ne derece yüksek
olduğuna yegâne delildir. Yoksa bir emir verseydi, bir anda İslâm orduları
o şakileri mahvetmeye kâfî idi. İşte bu kudret elinde iken yapmaması,
mimin ik-tizâsıdır.
Mukâtaa
(Ayrılma, Darılma)
Müslümanlık tam bir kardeşliktir. Hem de ana baba bir kardeşlikten daha
üstün ve a'lâ bir kardeşliktir. Yalnız ana baba bir kardeşler birbirlerinin ve
babalarının mirasına sahiptirler. Din kardeşlerinde ise, böyle bir menfaat
mülâhaza edilemez. Fakat birbirlerinin hakîkî hâmisi ve hakîkî
muhafızıdırlar. Birbirleri Jçin adetâ canlarını feda ederler. Bütün
yaptıklarım hiç bir menfaat beklemeden, yalnız Allah rızâsı için yaparlar.
Bir vücut gibi ve bir bina gibi birbirlerinin destekçisi ve koruyucusudurlar.
Şarkta veya garpta rahatsız olan bir mü'min kardeşi için müteessir olurlar,
üzülürler. Ona yardım için çâreler ararlar ve bulurlar. Birbirlerinin dâima
yardımcısıdırlar. Birbirlerini kat'iyyen bırakmazlar. Hernegibi ihtiyâçları
olursa ellerinden geldiği kadar yapmaya çalışırlar. Onu aç, çıplak ve
muhtaç bırakmazlar. Eğer babalan ölürse, çocuklarına karşı tam bir
şefkatle hâ-mî olurlar. Babalarının öldüğünü bile hissettirmezler.
184
TASAVVUFI AHLAK V
185
VI ^i j* J^ vi yup JJLÎ
iî
1>.ı
14İ1J
Ci dâl yânî mücâdele; bir kimse ile şiddetle muhaseme eylemek, kavga
etmektir. Bunlar evvelâ fikir ayrılığı ile, senin dediğin/yanlış, benim ki
doğru ile başlar. Sonunda kavgalara, dö-ğüşlere, küsüşmelere yol açar.
Müslümanlığın hiç istemediği ayrılıkların doğmasına sebep olacağından,
mücâdelede haklı dahî olsan, susmak ve mücâdeleyi durdurmak en güzel
ve salim yoldur. Sen haklı olsan, bilginliğinle meşhur olsan ne olacak?
Karşı tarafı kırmak, yıkmak, perîşân etmek bir hüner mi sanki? Yoksa
susup kardeşliği muhafaza etmek mi daha iyidir? Gönül bir sırça saraydır,
kırılınca tamiri mümkün olmaz. Onun için Allah-ü teâlâ Hazretleri de,
Peygamberimiz (s.a.s.) Efendimiz de, mücâdeleyi menetmişler ve Kur'ân-ı
kerîm'de:
5/32 Ankebııt, 46. Bu âyetin Allah'ı bırakıp da, hahamları ve papazları Rab
ittihâz edenleri bir ta'zir olduğu unutulmamalıdır. (Beyzâvî).
186
TASAVVUF! AHLAK v
187
N»
"Ehl-i Kitâb ile, en güzel savaştan başka bir suretle mücâdele etmeyin"
diye buyurmuşlardır.
Fitnelerden biri de, fikir ve reylerin ayrılığıdır. Mutlaka ben doğruyum, sen
yanlışsın demek de ayrılıkların çoğalmasına sebep olur. Onun için olsa
gerekir ki, Abdülhâlık Gücdüvânî (k.s.) Hazretleri, oğluna nasîhatında,
insanlardan arslandan kaçar gibi kaçmasını tavsiye etmiştir ki, hiç de
boşuna bir tavsiye değildir. Bin sene evvelki bir büyüğün nasîhatı böyle
olunca, bugün nasıl olmalıdır bilmem? Dâvûdu't-Tâî (k.s.) Hazretleri de,
evinde oturur dışarıya çıkmazmış, hattâ gelenler evde yok sansınlar diye
kapıya dışarıdan kilit taktmrmış. Birgün tmâm-ı A'zam (rh.a.) Hazretleri,
kendilerini ziyaret ederek? niçin dışarı çıkmadığını sormuş. O'da;
"Mücâdeleden kendimi kurtaramıyorum, onun için evde oturmaya mecbur
oldum" buyurmuştur. O zaman İmâm-ı A'zam (rh.a.) Hazretleri, cemâate
karışıp, işlerine karışmamayı ve mücâdelelere kat'iyyen iltihâk etmemeyi
ve yalnız dinlemeyi emretmiştir.
(Mira') da aynı ma'nâyı taşır. Lâfzında veya ma'nâsında halel vardır diye
başkasının sözlerine i'tirâz edip, mücâdele ve nizâa yol açmak ve münazaa
etmektir. Bunların her ikisi de meşru değildir. Ekseriyetle nefsâniyetm
doğurduğu hiylelerle üstünlük taslamak ve üstün çıkmak için bir çok yalan
ve dolambaçlı sözleri irtikâb etmek ve neticede iki tarafın birbirlerine
darılmalarına ve küsmelerine sebep olacağından, haklı dahî olsan,
mücâdele ve mirâ'ı terk edip, Cennet'in yolunu kazanmak herhalde daha
evlâdır. Bakınız ne güzel ve ne mühim bir müjdedir. Haklı olduğu halde
mücâdeleyi terk edenlere Cennet va'd edilmiştir.
\y
188
TASAVVUFI AHLAK V
lan tıkanır, kalb hastalığı ve şâir benzerleri hasıl olup, aman yerinden
kımıldama, konuşma, aman abdest alıp namaz filân kılmaya kalkma, filân
diye çeşitli tavsiyelerde bulunurlar ama, bir kere o hastalıklara tutulduktan
sonra bakarsınız ki, birgün an-sıznı dünyadan göçüp gitmiştir.
HELÛ VE CEZÛ
189
Helû ve Cezû
>* -
"Hakikat inşan, hırsına düşkün (ve sabrı kıt) yaratılmıştır. Kendisine şer
dokundu mu feryadı basandır. Ona hayır dokununca da çok cimridir".
(5/33)
190
TASAVVUF! AHLÂK V ¦
ŞIREH
191
Şireh
192
TASAVVUF! AHLÂK V
Batal
Şiddet ve Cebir
i i
Bağy ve Zulüm
BAGY VE ZULÜM
195
1- Hâhk'a karşı zulüm yardır ki, pek iğrenç, pek de fena bir şeydir. Meselâ,
Allâh-ü teâlâ'nın şân-ı ulûhiyetine sözler söylemek, şirk koşmak, Hak'ka
ortak tanımak, kızı veya oğlu, evlâdı vardır demek, heykeller yapıp, onlara
Allah-u teâlânın adını vermek, hep affolunmaz büyük bir günahlardan
ma'dûd ve pek büyük bir haksızlıktır.
Zîrâ Allâh-ü teâlâ Hazretleri birdir. Eşi, ortağı, yardımcısı, vezîri, oğlu, kızı
yoktur. Bunların hiç birine de muhtaç değildir. Çünkü muhtaç olan zâten
Allah olmaz. Allâh-ü teâla'ya mekân
19b
göstermek, arşın üzerinde oturuyor demek te, böyle bir büyük günah ve
şirktir. Vehhâbiler de bu hususta aldanmışlardır. Zîrâ Arş ta mahlûktur.
Hâlık hiç mahlûka muhtaç olur mu? O'nun kuvvet ve kudreti hepsini şâmil
ve hepsine mâliktir, hâkimdir.
3- "Bir de, Hâlık-ı zü'1-Celâl'in kitabı ile, Hak üzere nasî-hatlar yapıldığı
halde İslâm'a ve İslâmiyetin istediği şekilde yaşamaları için kendilerine
nasîhat yapılınca, İslâm'ı yaşamaktan yüz çevirenlerden daha zâlim kim
vardır?" (5/34)
BAĞY VE ZULÜM
197
Bir de, insanın kendi nefsine karşı zulmü vardır ki, bu da çok acıklıdır.
Meselâ, müslümanlığa riâyet etmemesi, müsîüman olduğu halde, müsl
limanlığın istemediği şekilde yaşaması, günahları irtikâb etmesine
Peygamberimizin gösterdiği yoldan ayrılması hep zulümdür. Yalan, gıybet,
nemîme (lâf taşımak), iftira, fakirleri hor ve hakîr görüp, haklarına riâyet
etmemek hattâ, hayvanâtın da hakkına riâyet etmeyip haddinden fazla
yük vurmak veya fazla çalıştırmak, yemini ve tımarını hakkıyla vermemek
ve hattâ kedisine ve köpeğinin bile haklarına riayetsizlik etmek zulümdür.
Böyle olunca, kendi hakkının ne kadar mühim olduğunu anlamak
mümkündür. Mîzân; Allâh-ü teâlâ'nın emrine itaat, mahlûkuna şefkattir.
Hangisi eksik olursa, adaletsizlik olur. Zulüm meydana gelir. Binâenaleyh,
kul evvelâ Hâ-lık'ının emirlerini tutmakla ve onu bilmekle mükelleftir.
İkinci olarak, bu vazifeleri yapabilmek için sağlık ve sıhhate muhtaçtır.
Sağlık ve sıhhatin muhafazası için lâzım olan herşeyi yerli-yerinde
yapmakla mükelleftir. Bu hususta Selmân-i Farîsî (r.a.) Hazretlerinin
hikâyesi meşhurdur:
198
TASAVVUF! AHLÂK V
(ft
Hattâ bir Arabî devesini uzun müddet kullanmış, sonra da, deve işe
yaramaz hâle gelmiş; ihtiyarlamış. Bu sefer de kesmeye kalkmış. Her
nasılsa Efendimiz (s.a.s.) oradan geçerken veya deve kaçıp Efendimize
gelmiş, lisân-ı hal ile sahibinin kendisini kesmeye karar verdiğini şikâyet
etmiş. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri, deveyi satın alıp
serbest bırakmıştır.
BAĞY VE ZULÜM
199
kımından bir hakka sahiptir. Muhtaç olduğu takdirde ona bakmak,
gözetmek, müslüman komşunun vazifesidir. Kur'ân-ı azîmü'ş-şân'da:
"Kur'ân Rabbinizden gelen bir haktır. Artık dileyen îmân etsin, dileyen kâfir
olsun. Çünkü biz zâlimler için öyle bir ateş hazırladık ki onun kalın
duvarları, kendilerini kuşatmaktadır. Onlar susuzlukdan imdat istedikçe,
erimiş ma'den tortusu gibi kaynar su ile imdat edilir ki o yüzleri kavurur. O
ne fena içkidir ve o ateş de. ne kadar kötü konuklama yeridir." (5/36) diye
buyrulur.
Mâide Sûresi'nde ise 44, 45, 47 nci âyetlerin mâbâdinde, "Kim Allâh-ü
teâlâ'nın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse işte bunlar kâfirlerdir,
zâlimlerdir, fâsıklardır" diye beyan edilmekte ve Insân Sûresi'nih son
âyetinde şöyle buyurulmaktadır: "Dilediği inşam, rahmeti içine koyar,
zâlimlere ise acıklı bir azâb hazırlanmıştır". Hattâ Cenâb-ı Hak zâlimlere
meyil ve muhabbet etmemek yolunda bir âyeti kerîmede:
•^ CA& J\ ^)
,ı
200
TASAVVUF! AHLÂK V
DÜNYAYI SEVMEK
201
Dünya'yı Sevmek
Bu, Cenâb-ı Hak'km bir hükmü ve bir hikmetidir. Onun" işine karışmak
kimsenin haddi değildir.
il
202
TASAVVUF! AHLÂK V
Gözün göz olması, ondaki ibretli bakışlara bağlıdır. Malum ya, bütün ufak
büyük her hayvanın, görecek bir gözü vardır. Hele arının ki, şâyân-ı
hayrettir. Fakat bizlere ne güzel ballar veriyor. Bizim gözler eğer,
Cehenneme girmemize vesiyle olurlarsa, ne kadar acıdır. Binâenaleyh,
Cenâb-ı Hak bizleri yaratmış, fakat bizi de öyle kendi başımıza
bırakmamıştır. Hem Peygamberlerle ve hem de kitaplarla bizleri irşâd
etmekte ve doğru yolu, Hak yolunu göstermektedir. Bizim de sözde
gözümüz, kulağımız, bir de aklımız var. Hiç gözü, kulağı, aklı olan insan bu
fânî dünyâya aldanır mı? Çünkü hergün bir çok dostlarımızı ölmüş görüyor;
onların cenazelerini taşıyor ve onları derin toprakların altına tamamen
kapıyoruz da, bir müddet sonra da bunların nasıl cîfe haline gelip çürüyüp,
koktuklarını, kemiklerinin bile dağılıp, daha sonra toz toprağa karıştığını,
adlarının bile unutulduğunu görüp durmaktayız.
Bu sebeptendir ki, Allah rızâsı için yapılan her bir amel, dünyadan değil,
belki dünyada iken yapılan âhiret amelleridir. Bunlarla Hak'kın rızâsı ve
Cennet kazanılır. Aynı zamanda Cemâl-ullah müşahede olunur. Bil'akis
dünyanın süs ve ziynetlerine aldanıp da, para toplayarak, bu paralarla
nefsânî ve şehvanî arzularını yerine getirerek ve istediği gibi, günahlardan
korkmaz olduğu halde şeytanî emellerine âlet edip de, azîz ömrünü bu
suretle zâyî ederek, birgün ansızın Hazret-i Azrail aleyhisse-lâmın eline
düşünce, yaptıklarına kimbilir nasıl pişman ve nadim olacaktır. Numuneleri
de pek çoktur.
DÜNYAYI SEVMEK
203
Onun için, insan denilen bizlerin önünde iki yol vardır: Birisi, fir'avunların
yolu, nemfudların, şeddâtların tuttukları yoldur ki tam Cehennem yoludur.
Birisi de, Peygamberlerin tuttuğu yoldur ki tam Cennet yoludur. Şimdi sen
iyi düşün. Cenâb-ı Hak'kın en sevgili ve bahtiyar kulları olan
Peygamberlerin, evliyaların, velîlerin yolunu tut. Bak onların yolları ne
güzel; dünyâya hiç bir veçhile iltifat etmemişler; kanâat onların en büyük
sermâyeleri, ibâdet ve tâat de şiarları olmuştur.
Hele o Selmân-ı Fârisî (r.a.)ki acem beylerinden bir beyin oğlu olduğu
halde, babasının bütün mal, mülkünü ve herşeyini bırakıp, uzun bir takım
hâdiselerden sonra Medîne-i Münevve-re'ye gelerek, Hazret-i Peygamber'e
îmân edip, İslâm'la müşerref olmuştur. Nihayet İslâm'ın büyüyüp
genişlemesiyle, Bağdat şehri de müslümanların eline geçince, Selmân
Hazretleri Bağdat'a vali olmuş amma, ne saray istemiş ne de mükellef bir
köşk. Ancak bir ihtiyar kadının ufak bir evini kiralamış; devlet işlerini
oradan idare eder, kendisi de sırtındaki abasıyla çarşı pazarı gezerdi.
Uykusu galebe edince, abasının yarısını altına yarısını da üstüne çekip
uyurdu. Kendilerinin ne muhafızları ne de hizmetçileri vardı. Yedikleri de,
ancak açlıklarını giderecek kadar birşey, onlara kâfî idi.
204
TASAVVUF! AHLÂK V
DÜNYAYI
tûhatları, pek az bir za.T»;jıda şark ile garp arasına yayılmıştır. O zamanın
en kuvvetli ve muhteşem ordularına sahip olan Acem ve Rum orduları bile,
bu fakîr, herşeyden yoksul Arap ordularının önünde dayanamamışlardır.
Halbuki bugün, en mükemmel ve mücehhez kuvvetlere sahip olan ve sayı
itibariyle Yahudilerden üstün, hem de çok üstün olan Araplar, neticede pek
kısa zamanda Yahûdüere mağlûp olmuşlardır. Kaç senedenberi de bir türlü
toplanıp düşmanlarına karşı bir varlık gösterememişlerdir. Göstereceğe de
benzemiyorlar.
- .'i
üîi
i ^U! J^ Jt
"Ey mii'minler! Siz düşmanlarınıza karşı gücünüz yettiği kadar, her türlü
kuvvet ve cihâd için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki, bununla Allah
düşmanlarını, kendi düşmanlarınızı ve bunlardan başka sizin bilmeyip de
Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız
onun sevabı size eksiksiz verilir." (5/38)
Şimdi şu âyetteki emre bak; bir de bizim hâlimize bak. Topu, tüfeği ve
herşeyi vaktiyle ecdadımız yaparken, bugün biz bak ne haldeyiz? Bütün
cihâd vâsıtalarını kendi elimizle, kimseye muhtaç olmadan yapıp, hem de
onları korkutacak bir seviyede olmamız lâzım gelirken, hâlimiz ne
ağlanacak bir durumdadır. İsraflar, fuzûlî masraflar, zevk ü safâlar ve
çeşitli günahlar, içkiler, ibâdet ve tâatden uzaklaşma, elbette bizi
zayıflatacak, düşmanların ellerine bakmaya mecbur kılacaktır. Şimdi
sorarım size; buna hürriyet der misiniz? Heyhat...
Dünyanın çok çeşit misâlleri vardır. Fakat en kısası bizim uyku hâlimizdir.
Ne zaman uykudan ayrılırsak, o zaman gör-
206
TASAVVUF! AHLÂK V
düklerimizin rü'yâ olduğunu anlarız. İşte tıpkı bunun gibi "în-san ancak
öldüğü vakit uyanacaktır." Bir de bizim yediklerimizin, o güzel ve nefis
yemeklerin neticede ne olduğu ma'lûmdur. Ma'lûm amma, o gıdaların bir
kısmı canımızın sağlığına ve hayatımızın idâmesine yarar, bir kısmı da
hiçbir şeye yaramadan posa olarak dışarı atılır. İşte dünya, tıpkı dışarı
atılan fazlalıklar gibidir. Faydalı olan kısım, âhiretten, faydasız olanlar da
dünyadan ma'dûddur. Binâenaleyh, Allâh-ü teâlâ'nın rızâsı için yapılan her
hareket, âhiretten, bundan gerisi de dünyadan sayılabilir. Şimdi şunu iyi
dinle ve dikkat et:
Bir adam Hasan Basrî (k.s.) Hazretlerine sormuş. Zengin bir kişi
sadakasını verir, sıla-yı rahim yapar ve birçok hayırlarda bulunur da, bu
adam servetinden ne kadar istifâde eder ve ne kadar harcayabilir?
Cevaben:
Şimdi şu ölçüye uyan kaç kişi bulabilirsiniz? Evet bizim başımıza gelen
bütün felâketler bu ölçüsüz hareketlerimizden ileri gelmektedir. Belki
plânsız hareketlerden diyeceksin; ne dersen de. Evlerimizdeki eşyaya,
bahusus zengin ailelerin evlerine bakın; bir de fakir ailelerin evine bakın;
dolayısıyla zenginlerin hâlini görüp özenenlerin hâli meydandadır. Bu
kadar fuzûlî masraflara mazeret olarak, hep ihtiyaç efendim, zaruret
efendim, diye kendi kendimizi aldatmaktayız. Bundan dolayı nihayet
kâfirlerin ellerine bakmaktan ve onlardan yardım beklemekten de, bir
utanç duymamaktayız. İşte (Hub'büd-dünya) dünya sevgisi, ne-tîcede bizi
bu hâle düşürmüştür. Saadet ve selâmet, zengin olmakta değil, asıl olan
Allâh-ü celle ve âlâya lâyık bir kul olmaktır. Ona lâyık kul olunca, dünyâda
ve âhirette mes'ûd ve bahtiyar olursun. Fakat Allah'a değil de, şayet
dünyaya kul olursan, her ne kadar zengin olursan ol, ne kadar şâhâne
konakların hizmetkârların olursa olsun, yine bedbahtsın. Dışarıdan
görünüşünün adı saadet, aslı felâket; bu zenginliğin adı selâmet, fakat
kendi tam öldürücü bir zehirdir.
5/39 Bkz- daha fazla bilgi için İmâm-ı Gazâlî İhyâ-ul Ulûm, c.3, sh. 181.
207
ZU8
p*
vlu
Ebû Hüreyre ve Ebû Saîd (r.a.)den rivayet edilen bir hadîs-i şerîfde
görüyoruz ki, üç kişinin yaptıkları ameller niyetlerine aittir. Biri, dünya
evinde Kur'ân okumasını öğrenip Hak rızâsı için dâima okuyandır. İşte bu
okuma dünyadan değil, âhirettendir. Zîrâ sırf Allah-ü teâlâ'nın rızâsını
kazanmak için okumuştur. Biri de aynı Kur'ân-ı öğrenmiş, fakat dünyâ
menfaatlerini temin için okumaktadır. O zaman ne kadar sesi güzel, edası
güzel, kıraati güzel olsa, gayet yanık ve hazîn bir sesle (ki yürekleri yakar
ve herkesi ağlatabilir) okusa da, âhiret için hiç birşey yoktur. Hep-
210
TASAVVUFI AHLAK V
si fânî dünyada olup biter. İmâm efendi de tıpkı böyle; müezzin efendi de,
köle de hep aynı. Maksat, gaye, niyyet âhirettir; ikisi birden olsun dersek,
buna iki yüzlülük derler.
îbn-i Abbâs (r.a.) dan rivayet edilen bir hadîs-i şerîf ise, pek açık bir
şekilde, Allâh-ü celle ve alâ'nın rızâsı için çalışan şu üç kişiyi bizlere
nümûne ve ibret olmak üzere, gözlerimizin önüne sermektedir. Yer ve
gök, yerde ve gökte olan herşey, gece ile gündüz ve bir de sayısını ancak
kendisinden başkasının bilmesine imkân olmayan melekler ki, her türlü
günah ve kusurdan ârî;bun-lar hep şu üç sınıf insan için istiğfar
etmektedirler: Dînini iyi öğrenmiş âlim ile yine dînini iyi öğrenmeye çalışan
öğrenci, biri de helâldan kazandığı parayı Allah rızâsı için cihâd ve şâir
hayırlara harcayan cömert kişi; tabiîdir ki bunlar da, dünyada tahsîl
olunur; fakat âhiret için tahsîl etmiştir. Onun içindir ki, meleklerin bile
istiğfar etmesine sebep olmaktadır. Aynı ilim ve servet, dünyâ gayeleri için
tahsil olunsa, faydası ancak, dünyâya göz-
DÜNYAYI SEVMEK
211
5/42 Mü'min, 7.
212
TASAVVUF! AHLÂK V
İSRAF
213
İsraf
"Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmtz"
(5/43)
Hazret-i Ömer (r.a.) Şam-ı şerife geldiği zaman, ordu kumandanı onu
evine misafir götürmüş. Hazret-i Ömer, kumandanın evini şöyle bir gözden
geçirmiş, bir kılınç, bir ok, bir de atından başka birşey görememiştir.
Salâhaddin-i Eyyûbî de öyle değil miydi? Acemistan'ın fethi üzerine gelen
ganimetlerden Hazret-i Ömer, sofrasına getirilip konulan yiyeceklere
tenezzül bile etmeyip, geri göndermiş ve fukaralara dağıttırmıştı. Kendisi
zamanında fütuhatın çokluğu üzerine, gelecek elçiler için bir misafirhane
yapılmasını rica edenlere: "Ben Peygamberimin bıraktığı yoldan ayrılmam"
diye, onları da israftan sayarak hâline razı olmuş ve kanâati elden
bırakmamıştır.
214
vurı s\n.L/\fi. v
O yemeklerdeki israflarımız; belki bizim gibi bir milleti daha besler. Çöp
tenekesine atılan ekmekler, bayatlatılıp dökülen yemekler, arabalar dolusu
ekmeklerin hayvanların önüne dökülmesi, biz müslümanlar için ne kadar
teessüf edilecek şeylerdendir. Zenginliğin en kötü tarafı, hem şımarık
olmaları, hem de israftan kaçınmamalarıdır. İnsanlar zannederler ki,
saadet zenginliktedir. Hayır, hayır!.. Saadet ancak Allâh-ü celle ve âlânın
rızâsını kazanmakla elde edilir. Yoksa paraları kazanmakla ve onları keyfî
ve günah yerlere harcamakla değildir. Binâenaleyh,
İSRAF
215
günah yoluna bir para dahî harcanmış olsa, bu da israftır. Hak yoluna
yüzbinler harcansa, bu da israftan sayılmaz.
Bir de zaman israfı ve nefes israfı vardır ki bunlar, mal ve para israfından
daha mühim ve daha korkunçtur. İsraf olunan mal, zayiattandır; fakat
telâfisi mümkündür. Zâyî olan mal, bakarsınız ki, az zamanda, belki daha
fazlasıyla elde edilmiştir; fakat giden zamanın ve çıkan nefesin yerini
tutmak mümkün değildir. Akan su dâima akar amma giden su, o akan su
değildir. Giden gitti, gelen yenisidir. Hiç olmazsa kalan günlerimizin ve
nefeslerimizin kıymetini bilebilsek! İnsan yaşlandıkça kemâle erişmesi
lâzım gelirken, gençliğinde nasıl alıştıysa öyle gitmektedir. Belki de daha
fena oluyorlar. Bu da bizim âhiretteki mevkîmi-zin ne olacağım açık bir
şekilde göstermektedir. Allah rızâsı için kullanılmayan zamanlar ve
nefesler hep israftandır. Allah-ü te-âlâ da müsrifleri sevmez, sonra hâlimiz
nice olur? Bu israf ise, Allah korkusunun içimize tam ma'nâsıyla
işlemediğinin alâmetidir. Zîrâ Allah'tan korkan insan, israftan ve
günahlardan korkar ve kaçar. Sigarayı içmek değil, dumanından bile
kaçar. Kahvehanelere, gazinolara uğrayıp ta, ne parasını, ne ömrünü ve
ne de sıhhatini zâyî edemez. Cenâb-ı Hak cümlemize hidâyet ve tev-fik
ihsan buyursun da, istikâmetten ayırmasın, âmîn. Bi-hürmeti Seyyid'il-
mürselîn.
216
TASAVVUF! AHLÂK V
Mizah; latîfeli, bir de şaka dediğimiz sözlerdir ki, nadiren bir hakîkat olmak
üzere mübâh sayılırsa da, çokça olursa ve alı-şılırsa, o zaman makbul
olmaz. Buna alışmak neticede insanın ahlâksız olmasına sebep olur. Şaka
ve latifeler, karşısındaki insanı hafif görmekten neş'et eder. Çünkü insan,
kendisinden büyüğü ile latîfe veya şaka yapmağa cesaret edemez. Ederse
de ağzının payını çabucak verirler. Kendi kıymetini ve heybetini, şeref ve
vakarını kaybeder. Kimsenin yanında kıymeti kalmaz. Onun için ağırbaşlılık
her zaman iyidir.
Ferah ta makbul bir şey değildir. Çünkü Allâh-ü teâlâ Hazretleri çok
sevinenleri sevmez. Sevinmek, dünyanın fâniliğini unutmak demektir.
Sağlık, afiyet, servet, rahatlık, bol'uk ne varsa hepsi fânidir. Bir varmış bir
yokmuş gibi... '
217
îşte bunlardan birisi, îbrâhîm Edhem (k.s.) Hazretleridir ki, Belh şehri
sultanlığı elinde iken, bu dünya saltanatım terkedip dervişliğe razı olarak,
Hak'kın rızâsını kazanmağa çalışmıştı. Çünkü dünya ziynetleriyle birlikte
âhiret sultanlığını elde etmek mümkün değildir.
Baksanıza, bütün Peygamberler, dünya ziynetlerini terke-degelmişlerdir.
Süleyman aleyhisselâm bile o kadar saltanatı ile, kendisi yemeğini fakîr bir
şekilde yer, başkalarına ikramda ise mübalağa ederdi. Mûsâ
aleyhisselâmın, Peygamber (s.a.s.) Efendimizin halleri ise ma'lûmdur.
Bizlere düşen en mühim vazîfe, Peygamber Efendimizin yolunu tutmaktır.
218
TASAVVUF! AHLÂK V
219
Rüşvet almak ne kadar fena bir şey, bir haksızlık, bir günah ise, rüşvet
vermek te böylece günahtır. Bahusus başkasının hakkını gasbetmek için
verilen rüşvette iki günah vardır. Birisi rüşveti verdiği için, birisi de
haksızlığa, başkasına boyun büküp, mütezellilâne hareketlerde bulunmak,
yalandan dost gibi görünüp, yaltaklık yapmak, münafıkça bir harekettir.
Bu hal müslü-man değil, dinsizlere bile yakışmayan bir harekettir. Rüşvet
bahsinde lâzım gelen tafsilât verildiği için tekrarına lüzum
görülmemektedir.
Fitne, hiç de sevilir ve istenir birşey değildir. Ferdlerin de, cemâatlerin de,
milletlerin de rahatlarını selbeden, uykularım kaçıran, insanları birbirine
düşüren, fesadlıklar çıkaran azgınlıklar, tabiatıyla ne istenir, ne de hoş
görülür. Fitnenin başı, Hazre-ti Osman (r.a.)ın şehâdeti ile başlamış,
Hazret-i Ali (r.a.) Efendimiz ve Hazret-i Muâviye'nin devirlerinden
zamanımıza kadar sayısız fitneler zuhur etmiştir. En nihayet Deccal fitnesi
olacaktır. Fakat ondan önce bir çok deccalların fitneleri ortalığı alt üst
edecektir.
Fevâhiş ise, her yaramaz ve kabîh olan fiil ve kavi vasıtasıyla haddi
mütecaviz olan nesnelerdir. Hertürlü kebâir günahlarla beraber, yaramaz,
çirkin, herkesin kabîh gördüğü söz ve hareketler, işler hep fuhuş
kelimesinin hududuna girer. Günahlar, günah kitaplarında ayrı ayrı
yazılmış ve beyân edilmiştir. Bizim bu dersimizin haricindedir. Günahlar iç
günahlar ve dış günahlar olmak üzere ikiye ayrılır. Bizim bu
kitabımızdakiler iç günahlardır. Biz içki, kumar, gibi günahları yazmıyoruz.
Zîrâ onlar görünen, bilinen günahlardır. Fakat iç günahlarının dışarıda bir
alâmeti yoktur. Meselâ kibir, ucüb ve riya gibi ameller dışarıdan
bilinmezler. Ruhî hastalıklardır. Bu kitab da bunlardan bahsetmektedir.
Fitnenin nev'i çoktur. Kadın fitnesi, evlâd fitnesi, mal fitnesi, para, at,
araba ve sâire-câh (Mevkî)fitnesi gibi. İnsan oğlu, göze gireyim, mevkî
alayım diye neler neler yapmıyor? İftiralar, yalanlar hep bu fitnelerin
mahsûlüdür vesselam...
220
TASAVVUF! AHLÂK V
Tesviye
TEMENNİ
221
Temenni
222
TASAVVUF! AHLÂK V
Tûl-i Emel
Tûl-i emel; uzun ümidler beslemektir. İnsan yaratılış itibariyle işe yarar
30-40 senelik bir ömre sahiptir. Bu müddet içinde yapacağı şeyler ve
düşündükleri işler, belki de binlerce seneye sığmaz. Halbuki bu kısa
hayatın müddeti de belli değildir, ölümün saati ve dakîkası yoktur. Ölmek
için mutlaka hasta olmak veya aç kalmak ta şart değildir. Çünkü hastalar
dururken* nice sağlamların, açlar dururken nice tokların öldükleri
görülegelen şeylerdendir. Bununla beraber insan, yaşamak için çalışmak
mecburiyetindedir. Yoksa hayvanlar gibi dağlarda hüdâ-yı nâbit otları yiyib
yaşamak zorunda kalır ki, bunun da insanlık sıfatıyla bağdaşması mümkün
değildir.
Şu halde, dünyâ da hep bir düzen üzere değildir. Bazı yerler çok soğuk,
bazı yerler çok sıcaktır. İnsanın mevsimlere göre hazırlıklı ve tedarikli
olmak mecburiyeti vardır. Fakat bu da kâ-fî değildir. Çünkü dünyada,
muhtelif milletler, yine muhtelif akî-de, fikir ve dinler vardır, bunların
hepsi, "Biz doğruyuz, siz yanlış yoldasınız" da'vâsında olduklarından
ekseriya biribirlerini rahatsız edip, taarruz ve tecâvüz ederler. Gerek
maddî ve gerek manevî bakımdan büyük büyük muharebelere sebep
olurlar. Tabiî buna karşı vaktiyle hazırlanmamış toplumlar, bakarsınız ki,
mahv ve perîşân olurlar.
1 UL-l hMhL
223
yup, cemâatine imâm olan kimse, âhiretde nasıl mümtaz bir makama nail
olmuş, korkudan emîn olmuş, hesabı yok, bahtiyarlar zümresine nasıl
katılmış ise, Allah rızâsı için ve müslüman milletin teâlîsi uğrunda çalışan
her kişinin aynı mükâfata maz-har olması, ümîd edilir bir mazhariyyetdir.
Tûl-i emel, tasavvufta mühim bir mevkî'yi işgal etmektedir. Çünkü tûl-i
emel sahibi, uzun düşünceli, uzun ömürlere muhtaç bir kimse demektir.
Fakat insan kendisi itibariyle muvakkat bir mahlûktur. Ölümünü gözünün
önünden kaçırmaması çok doğrudur. Çünkü ölümünü gözü önünde hazır
bilen, âhiretine çok daha güzel ve dikkatli hazırlanır. Haramlardan korkar
ve ibâdetlerine son derece harîs olur. Bu sayede âhiret saadetine nail olur,
buna kimse birşey diyemez. Fakat millet nâmına düşünürsek, tûl-i emelin
bir günah değil belki bir ni'met hattâ bir farîza olduğu meydana çıkar. Evet
dünyanın îmânna uğraşmak bir gaflet alâmeti ise de, esaret ve kölelik
daha büyük bir gaflettir. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, taş üstüne taş
koymamış ve bazen de, mübarek karınlarına, karnının açlığından dolayı taş
bağladıkları da olmuştur amma, bugünün şartları karşısında milletler uzun
ve plânlı, hesaplı emeller beslemeye ve kendilerini savunma ve , milletçe
hayatlarını sürdürme bakımından uzun emelli plânlar ve tedbirler
düşünmeye mecburdurlar.
224
TASAVVUF! AHLAK V
Onun için azîz kardeş, kişi şahsî hayâtında gayet mütevâzi-âne ve oldukça
kanaatkar bir hayât ile her türlü cefâlara, açlıklara karşı sabırlı, metin
olmalı ve ölümünü gözünün önünden ayırmamahdır. İbâdetlerine son
derece düşkün ol. Gece vakti yumuşak yatağını ve hanımını bırakıp da
Allâh-ü teâlâ'ya kulluk yapmak, zikir ve Kur'ân ile meşgul olmak en büyük
bir zevk-i ma'nevîdir. Düşman ile çarpışmaktan hiç korkma, Allâh-ü teâ-lâ
seninledir. ölürsen şehîdsin. Âhiretin bütün ni'metleri sana müştak.
Kalırsan gâzîsin. Hak Sübhânehû ve teâlâ Hazretleri meleklerine, seninle
övünür. Bakın şu kuluma der ve seni sever, Sen de ni'metlerini ve rızâsını
kazanırsın. Ev, mal, mülk, mobilya ve eşya hesabsızdır; yânî pek çoktur.
Bunların hiç birisi tam müs-lüman olan kimseye yakışmaz. Japonlardan
ibret al. Peygamberini ve ashâb-ı kiramı gözünün önünden ayırma. Târihi
iyi oku. Dünyaya dalma, âhireti de unutma. Her yaptığını Allah rızâsı için
yap. Niyetini ve hulûsunu pâk eyle. Gönlünü Allah-ü celle ve âlâdan hiç
ayırma. Dâima günahlardan kaçıp rızâsına uygun ameller işlemeğe çalış.
Böylece dünyâdan âhirete selâmetle geçer, kabrini de bir Cennet bahçesi
olarak bulursun. Âhirette de inşâallah o mükâfat evi olan Cennet'le tebşîr
olunur, orada Peygamberlerin başı Muhammed (s.a.s.) Efendimizle
beraber Cemâl-ullahı müşahede devletine nail olursun.
ItDBIR
225
Tedbîr
Tedbîri bizler iyi birşey zannederiz. Halbuki tedbîrin önünde bir takdîr
vardır. Takdirin ise tedbîri bozar olduğunda şüphemiz yoktur. Tedbîr ise
hiç bir takdîri bozamaz. Onun için "Kadere îmân edenler her kederden
emîn olurlar" buyurulmuştur.
226
TASAVVUF!AHLÂK V
Haya Azlığı
Haya denince hemen kızların utandığı bir utanma hatıra gelir. Utanmak,
bizleri yaratan Allâh-ü celle ve alâ Hazretlerine verdiği her ni'metin
şükrünü, hiç eksiksiz ve pek yerinde güzelce olarak yapmaktır. Bazen
sakat, gözsüz, kulaksız, sağır, topal, çolak, hastalıklı Allah esirgesin bir de
deliler vardır ki, bunların hiç birisi boşuna değildir.
Şimdi çok şükürler olsun ki sıhhatimiz tam, her şeyimiz yerli yerinde, hiç
bir noksanımız yok, ni'metler de bol mu bol. Artık bunların şükrünü îfâ
etmesek bize ne demek lâzım bilmem? Cenâb-ı Hak cümlemize temiz akıl,
temiz bir düşünce ihsan buyursun da, Kur'ân-ı kerîm'in yolundan ve
Peygamberimiz (s.a.s.) Efendimizin sünnetinden ayırmasın.
HAYA AZLIĞI
227
228
VUri AHLAK V
Korkaklık
İkincisi; Cenâb-ı Hak'kın aç olarak, yâni açlıktan ölen kulu yoktur. Fakat
tokluktan ölen pek çoktur. Sonra issizlik diye birşey yoktur, tnsan sıhhati
yerinde, aklı da başında olduktan sonra, her yerde ekmek parasını
çıkarmağa muktedir olabilir. Hastalıktan korkmak da boşdur. Çünkü
hastalık bir taraftan tehlikeli birşey ise de, bir taraftan da o kişiyi intibaha
da'vet eder. Hem günahların affına ve hem de yeni bir kan, yeni bir vücûd
meydana gelmesine sebep olur. Daha mühimi gafletten uyandırır. Allâh-ü
celle ve âlâya dönmesine vesiyle olur.
Düşmandan korkmak ise, adetâ bir budalalıktır desem hatâ etmiş olmam
sanırım. Yalmz düşmanın karınca da olsa, yânî karınca gibi âciz ve zayıf
dahî olsa, onu mühimsemezlik yapmamalıdır. Düşmana karşı dâima uyanık
ve hazırlıklı bulunmamn şart olduğunu hepimiz de biliriz.
ölüm korkusuna gelince; ölüm, korkulacak birşey değildir ki: ölüm, kulu
Hâlık'ına, yaradanına kavuşturan bir vâsıtadır ve muhakkak olacaktır. Çok
yaşayıp da bir sürü günahlarla ya-radanın huzuruna çıkmaktansa,
günahsız veya az günahla gitmenin arasında çok fark vardır. Sonra burası
bizim ebedî karargâhımız değildir ki; gidiyoruz diye üzülelim. Meselâ,
hac"ca giden bir insan hac vazifesini yaptıktan soma memleketine dön
meye nasıl müştâksa, bizim de aynı şekilde bu dünyadan asıl va-
KORKAKLIK
229
230
1ASAVVUhi AHLAK V
IXC
Gayretsizlik
151
İAHAVVUFİAHLAK V
HIYANET
233
Cenâb-ı Hak bizlere böyle bulunmaz bir pırlanta lütfetmiş de biz onu bak
ne hale getirdik? Allâh-ü teâlâ Hazretleri hepimize hayırlı akıllar ve razı
olacağı hayırlı ameller lütfetsin, âmîn.
Hıyanet
Şâyân-ı eseftir ki, insanım deyib gezen, boyu poşu, gözü kaşı, endamı pek
düzgün olan adam, gerek bilgili ve gerek câhil, neler yapmıyorlar... Yol
kesip insanları soyan eşkiyâ ile yine insanları kendi emellerine uygun bir
şekilde yaşamaya zorlayanlar ve onların kazançlarını çeşitli hiyleli yollarla
ellerinden almağa ça-
Y'-
234
TASAVVUFIAhLAK V
oluyor demektir. . ,
235
236
TASAVVUF!AHLÂK V
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe (rh.a.) Hazretleri de, tam kırk sene yatsı
namazının abdestiyle sabah namazını edâ buyurmuşlardır. Bununla
beraber bütün ömrü tedrîsle, yânî talebe okutmakla geçmiştir. İmâm-ı
Yûsuf, İmâm-ı Züfer vesaire onun yetiştirdiği talebelerden değil midir? Ne
diyeceksin? Onların amelleri, o mübarek zâtları Allah-ü teâlâ'ya tekarrübe
hizmet etmiş ve işe yaramıştır. Bizim ilimlerimiz ise, şan ve şöhret
peşinde, lâf
238
TASAVVUFÎ AHLÂK V
Yânî cam var amma Allâh-ü teâlâ'ya yarar hiç bir ameli yoktur. Belki bütün
gün etrafındaki insanları incitip, eziyyet etmekten adetâ lezzet alan ve
zebânîler gibi, yaptıkları azâb ve işkenceden zerre miktarı müteessir
olmayan kimselere, ölü demek daha yakışır. Bunun arkasında şöyle diyor:
Bak hem de dikkatle bak. Onlar ibâdet ve tâatte nefislerine nasıl şiddet
gösterdiler, gece gündüz demeyip çalıştılar. Ey mis-kîn, senin ise hâlin
meydanda, nasıl ibâdeti terk edebiliyorsun? Yoksa sen onlardan daha mı
âlîsin. Yoksa başka bir tanrı mı buldun? Veya Peygamberimiz (s.a.s.)
Efendimizden daha güzel bir Peygamber mi buldun? Yoksa Cennet'e
girmek için enbiyâ ve mür-selîn Hazretlerinin yolundan daha kolay bir yol
mu buldun? Ey miskîn, muhakkak sen dalâlette kalmışsın. Yâ azâb-ı
Cehennem'i tattırdıkları zaman ne diyebileceksin? Binâenaleyh, kendine
acı ve bu gafletten uyan. Allâh-ü teâlâ'nın zikriyle meşgul ol ki, o
mü'minlere menfaat vericidir. O zikrullah senin enîsin, yoldaşın, dostun
olsun ki, öldükten sonra ancak seninle o kalacaktır vesselam...
Âyât-ı Kur'âniyenin hepsi şifâ, hepsi nâfî hepsi faydadır. Ifeter ki sen ona
lâyık olasın. Bu da mutlaka Cenâb-ı Hak'kın lütfu-na mazhariyetle beraber,
kötü, mezmûm olan, yukarıda yazılı bu huyları terk ile beraber, iyi ve
güzel huylara nail olabilmek için lâzım gelen sa'y ve gayreti elden
bırakmamak ve bu güzel huyları elde etmek için de, âlim, âbid, mücâhid,
ahlaken yüksek seviyeye erişmiş, Cüneyd-i Bağdadî, Bâyezîd-i Bestâmî,
İb-râhîm Edhem, Abdülkâdir-i Geylânî, Ahmed Rüfâî, Mehmed Bahâüddîn
Nakşibendî, Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddîn ve emsali zâtları, merdleri,
âşıkları bulup, dizleri dibinde onlara bir köle gibi hizmet et ki, onlar
sayesinde insanlık sana da nasîb olsun.
/1/1L/1A V
Bir demiri görürsün ki, soğuktur, serttir ve siyahtır. İşte o demir kırmızı ve
kuvvetli bir ateşin içine konduğu vakit, körüğü çekince, biraz sonra
bakarsın ki o siyah demir kıpkırmızı olmuş ve o sert demir yumuşamış,
tokmağı yeyince de, istenilen şekle sokmak mümkün olduğu gibi, o soğuk
demirdeki bu kabiliyet, ona hep ateşle olan birliğinden gelmiştir. Tipkı
bunun gibi insanda, ateşten daha kuvvetli bir ma'neviyât vardır ki, etrafına
toplananları kemâle ulaştırırlar. îşte Mevlânâ ve diğer tarikat pîr-leri;
etraflarındaki onlara uyanlar, demirin ateşte kızardığı gibi, onlara
benzerler, hallerine ve ihlâslannın derecesine göre, nasîbleri kadar kemâle
erişirler. Demirin kızarması için ateşe atılması nasıl şartsa, insanın kemâle
erişmesi için de mutlaka bir kâmil kimse ile hemhal olması ve ona tam
ma'nâsıyla teslim olmak şarttır. Aksi takdirde bütün meziyyetleri,
tamamıyla mestur olarak Hak1 ka gider. İşte o zaman mes'ûliyetin ne
demek olduğu anlaşılır.
241
değillerse de, Cenâb-ı Hak'kın sevgili kullarına ufak birer ihsan ve lûtfudur.
Binâenaleyh, kişinin Peygamberine karşı olan bağlılığı nisbetinde, ümmette
de aynı kerametlerin zuhura gelmesi, hiç te baîd görülemez. Fakat bu
kerametler matlûb değildir. Bu kerametleri istemek ve bunun için
çalışmak, doğrusu pek büyük kabahattir. İnsanın hadd-i zâtında baştan
aşağı herşeyi keramettir. Bunları görmeyip, bir de ayrıca keramet
talebinde bulunmak cehalet eseridir. Maksûd ve matlûb olan, Allâh-ü teâlâ
Hazretlerine lâyık bir kul olabilmektir. Bunun da sırrı, evvelâ Allâh-ü
teâlâ'nın emirlerine ve Resûlullah (s.a.s.) Efendimizin sünnet-i seniyyesine
tam ma'nâsıyla ittibâ' edip, Cenâb-ı zü'1-Celâl Hazretlerinin ve Resûl-ü
Ekrem (s.a.s.) Efendimizin yasak buyurdukları şeylerin kâffesinden son
derece ictinâbla sakındıktan sonra ki, bunların içinde bütün mezmûm olan
ahlâklar mevcuttur; bundan sonra da ahlâk-ı hamîdeleri kesbetmek için
elinden gelen sa'y ve gayretle mücâhedeleri sarfetmesi gerektir. Zîrâ
gerek mezmûm olan ahlâkların terki ve gerekse memdûh olan ahlâkların
kesbi, lâfla ve hayâlât ile olacak şeylerden değildir. Belki insan, bir zaman
için yaptığı bâzı mücâhedelerden nâşî kendini dev ay-nasında görebilir.
Fakat kuyumcunun hakîkî altını anlamak için kullandığı mihenk taşı vardır
yâ, altının ayarını bildirir. Bunun gibi insanın da mihengi, Allah'ın kitabına
ve sünnet-i seniyyeye uygunluğudur. Ne zamanki bu tahakkuk ederse, o
kimsenin gönül gözleri açılır, kalbi, ruhu, sırrı, hafisi, ahfâsı Hak'kın zikrine
başlar. Bu zikir, yanında olanlar tarafından bile rahatça işitilir. Zâkir ancak
bu hal kendisinde tahakkuk ettikten sonra zâ-kir olur. Bu hâli
kazanabilmek, şu sayılan mezmûm ahlâklardan kurtulup, iyi ve memdûh
olan ahlâkları kazanmakla mümkündür. Bu hal tahakkuk edince, insan
ancak o zaman insan olur. Binâenaleyh, maddî hayâtın idâmesi çekilen
zahmetler karşısında, acaba bu maneviyâtımız için ne kadar çalışmamız ve
gayretimiz vardır? Halbuki maddî hayâtımız çok muvakkattir; çabuk
geçicidir, arkası ma'lûm olan ölümdür.
Ma'nevî hayâtımızda ise, ölüm denilen şey yoktur. Yalnız dünyâdan âhirete
göçüş ve bir geçiş vardır. Yapılacak şey ise, bu ebedî hayat için lâzım
gelen gayreti sarf etmek ve buna engel Olan nefsi, şeytanı ve şehveti
mutlaka yenmek şarttır. Zîrâ öl-
242
TASAVVUFI AHLAK V
,[
244
TASAVVUFI AHLAK V
_*—s___._______---------------------------------------
Demek isteriz ki bu ihlâs olmadıkça birşey olmaz. Onun için ihlâs dersini
çok okumalı, thlâs sahibi olabilmek için çok çalışmalıdır. Bununla beraber
diğer bütün ahlâk-ı hamîdelerin sahibi olmağa gayret etmelidir ki, Allâh-ü
teâlâ'ya ve Resulüne te-karrüb hâsıl olsun. O zaman hiç şüphen olmasın
ki, dünya ve âhiret saadeti seninledir. Bu hususta "Sizin bana en sevgiliniz
ve kıyamette meclis cihetinden en yakınınız, ahlaken en güzelinizdir"
buyurulmuştur. Yine "Mîzâna yâni teraziye konulan
öyle ise ey kardeş: Nefsini her fena hareketlerden tezkiye ile, ahlâk-ı
mezmûmelerden uzak ol. Çünkü bütün hayır ve hasenat, ihlâs ile beraber
hepsi bütünüyle ahlâk-ı hamidedir.
v wn s\nı^s\Pt. V
sına manî olacak hiç birşey yoktur!' buyurmuştur. Zîrâ Allâh-ü teâlâ'nın
ism-i şerifinin zikr-i şerifi, Allâh-ü teâlânın şerefinden nâşîdir. İş böyle
olunca, tâatların eşrefi, ibâdetlerin efdali olan zikrullahı yapabilmek için,
yine Hak sübhânehû ve teâlâ Hazretlerinden istiâne etmek ve yardım
istemek mecburiyetindeyiz. Çünkü zikrullah ile iştigâl, ancak Allâh-ü teâlâ
Hazretlerinin yardımlarıyla müyesser olur. Bununla beraber Allâh-ü
teâlâ'nın zikrinden gafil olanlardan î'râzetmek, yânî yüz çevirmek gerekir.
Ehl-i tarîkati münkir olan gafillerle içtimâ etmek ve onlarla toplanmak pek
büyük zaraîlar doğurur.
i!
I\
ill
!ıı! :
250
JASAVVUFİ AHLAK V
Şimdi istersen dünyaya dal, istersen Allâh-ü celle ve âlâya dön. Biraz
evvel arzettiğimiz gibi, gönül bir tanedir. Hem dünyaya, hem de âhirete
dönmesi, ancak ilimde ve zikrullahda kemâle ulaştıktan sonra mümkün
olur. Çünkü zikrullaha devamla beraber, şartlarına ve usûllerine riâyet
edildiği takdirde büüin__ a'zâlarvezerrelerdaimîşyjgliie-
Hak^kı_zikretmeyebaşlarlar. Ondan sonra bu zâkirin Hak'tan ayrılmasına
imkân olmaz. Ticaret, alış-veriş ve şâir işler onun zikrine hiç de manî
değildir. Zîrâ zikrullah ile beraber Hak korkusu, mes'ûliyet korkusu
kendisini istîlâ etmiştir. Bu korkudur ki en kuvvetli ateşleri söndürür.
Zâten dünya ateştir. Biz de onun üstündeki tencere gibi. Fakat havfullah
olunca dünyanın ateşi onun yanında hiç kalır. O zaman o zâkir ki, içi Allah
korkusuyla doludur, dünyanın her nevi' fitnesinden selâmette kalır, öyle
ise yapılacak en güzel şey, Cenâb-ı Hak celle ve âlânın zikrine edep
dâhilinde devam etmektir.
TASAVVUFI AHLAK V
g*ZT3
s* a g:
gss
s a*
s.
SS
g-s
sili
es J5 a es o. o-&*# 3 §:
-o .O
"• a t» K
e-as* e
s: 3 .5 s. ş.s ffi
SrfgJSKS
a «s e g^-'&sf
D «ı 3 3 n a^ 3
& i ı» (1 ' W
E. ff a S co ö
5!S
sI
fl)
„ a a <t> 2-oo ff
sf s-s I
„' ?r 3 3 § s a a- . — tr er g- ^ -^
03
05 C
faş
er s
S*
Onuncu Damla
257
258
TASAVVUF/AHLÂK V
Eyle levh-i kalbini çikr-i mesâvîden beri. Kendine yâr eyle herdem merd-i
irfânperveri. Bil meârif ehlinin kadr-i şerifin her zemân. tim ü irfan dem
âdem ol hakîkî müşteri Arifin mikdârını derk eylemez câhil olan. Kadr-i zer
zerker şinâsed kadr-i gevher gevheri. Cûy-i gülden cihanda kimse ma'nâ
anlamaz. Bülbül idrâk eyler ancak sırr-ı verd-i ahmeri. Muhlisi takdîr ve
tahsîn eylemez ehl-i riya. Hazreti Haydar bilir kadr-i cenâb-ı kanberi.
Yârine rabt eylemiştir muhlis ancak kalbini. Şübhe yok ki hatırında olmaz
a'yârın yeri. Dâima Hak'kın rızâsı, matlab-i a'Iâsıdır. Bir zemân etmez
teveccüh gayra kalb-i enveri. Sen niçin çâk etmiyorsun sîneni ey bî-baber.
Gönlüne nakş eylemişsin peyker-i müstahkari. Etmiyorsun sabit ve
seyyare ibretle nazar. Hiç tefekkür etmiyorsun hevl-i rûz-i mahşeri. Nakd-i
vakti boş yere sarf eyliyorsun dem-bedem. Cân ü dilden tutmuyorsun
kavl-i pâk-i rehberi. Eyle ihlâsa mukârin kavi ü fi'Ii dâima. Şehr-i feyzin
çünkü ihlâs oldu miftâh-ı deri. Gayret eyle dildeki hâr-ü zân ihracına. Her
halelden eyle hâlî dâima bu kişveri. Zulme hâheşker olursa pâdişâh-ı dil
eğer. Şübhesiz a'zâ olur şer ve fesadın masdarı. Olmaz elbette bedende
meyil, sâlihât için. Âmir-i iklîm-i ten olsa sefîh ve serseri. Dil hükümrân
eğer âdil olursa her zemân. Cümle a'zâ cânib-i adle açar bâl-ü peri. Halika
isyan olur nefse itaat bilesin. Nefse galip oldu dehrin pehlivân-ı safderi.
İstirâhatle geçirmek istiyorsan ömrünü. Bir dakika olma nefsin bende-i
fermânberi. Sen hakîkat nurunu elbet de görmezsin bugün. Eylemiş çünkü
ihata gafletin mağz-ı seri. Emr-i nefse (emriyâ) etme itaat bir nefes.
Düşman nefis oldu zîrâ, düşme ânın esîri.
***
Ömrün sona erdikte söner şem-i hayâtın. Yoktur ebedî mekse bu menzilde
berâtın. Bakî olamazsın bu cihan merhalesinde. Herdem ecele doğru
atarsın hatavâtın. Birgün girecek hâk-i siyaha ten-i nermîn. Elbet olacak
lokması bazı haşerâtın. Nefsin sözüne aldanarak eyledin ısyân. Sed
çekmede şehrâh-ı hâbe gafelâtın. Her işlediğin zenbe hemân eyle
nedamet. Rühsâre akıt her iki gözden aberâtın. Merzât-ı Hüdâvendi ara
her amelinde, ihlâsa karin eyle demâdem hasenatın. Sarf etme melâhîye
sakın nakd-i hayâtı. Pür menfaat olsun harekâtın sekenâtın. Gafletle niçin
geçmededir ömr-ü azizin. Görmez mi gözün rıhietini bâzı zevatın. Bir
kimseyi kavlinle sakın etme elemnâk. İnsanlara pür fâide olsun kelimâtın.
Pâk style gönül hanesini çirk-i günâhtan. Pâk olsa gönül, pâk olur elbette
sıfatın. A'mâlini ıslâha eğer kadir olursan. Elbet yücelir dâr-ı bekada
derecâtın. Bir kerre bile uyma sakın düşmân-ı nefse. Artık yetişir gitme
peşinde şehevâtın. Hâlin ne kadar müşkül olur rûz-i cezada. Âhâdine gâlib
olamazsa aşeratın. Terk etmelisin tûl-ü emel semtini artık. Bilmem ne için
hâtıra gelmez sekerâtm. Cân tende iken etmelisin zâdını ihzar. Ukbâda
sana fâide vermez haşerâtın. Elbette revanın uçacak ten kafesinden. Sâkî-i
ecel sunduğu dem câm-i memâtin. Dergâh-ı Hûda'dan o zemân mağfiret
iste. Çoktur kerem ü lütfü mücîbü'd-da'vâtın. Haliâkına rabt eyle dil-i
pâkini her ân. Olsun bu güzel rabıtada hüsn-ü sebatın. Tahsîne çalış hâlini
(Emri) bu cihanda. Bir lâhza bırakma yolunu ehl-i necatın.
***
'"'"
'/
KAYNAKLAR \
9- MÂLİK b, ENES, Muvatta', M. Fuâd Abdülbâkî neşri, 1-2 cilt, Çağrı yay.
1st.
10- DÂRİMÎ, Sünen, Muhammed Ahmed Dehmân, 1-2 cilt, Beyrut, tarihsiz
1981-1401..
11- AHMED B. HANBEL, Müsned, 1-6 cilt, 1313, Beyrut, 12-Ve bihamişihî
MÜNTEHÂB'I KENZÜ'L UMMÂL FÎ SÜ-NEN'İLAKVÂLİ VEL'EF'ÂL, ALÂUDDÎN
ALÎ, 1-6, Müsned-i Ahmed'in kenarında.
20- ET'TÂCÜ'L CÂMlU LİL-USÛL, EŞ-ŞEYH Mansûr Alî Masif, 1-5 cilt, 1395-
1975, Beyrut
25- M.ÂSIM KOKSAL, İSLÂM TARİHİ, 1-11 cilt, 1981, Istanbul, Şâmil
Yayınevi.
26- HÂKİM-EL MÜSTEDREK'ÜALE'S SAHİHEYN, 1-5 cilt, 1335, Beyrut.
29- İMÂM A'ZAM EBÛ HANİFE, MÜSNED TERC. Muham-med Selim Köse,
Şâmil Yayınları, 1978, İstanbul.
2 — Cennet Yollan
3 — A. Ziyaüddin Gümüşhanevi
4 — Takva
5 — Makâlât
7 — Davet Metodu
8 — Tasavvuf ve Hadis
10 — Fıkıh Konuşmaları
YAZARI
M. Zahid Kotku
M. Zahid Kotku
İrfan Gündüz
Lütfullah Cebeci
Arif Aytekin
Şevki Saka
Abdullah Aydınlı
Faruk Beşer
H. Ahmed Özdemir
Prof. M. Bayrakdar
M. Zahid Kotku
M. Zahid Kotku
M. Zahid Kotku
M. Zahid Kotku
3 — Nefsin Terbiyesi
4 — Hadislerle Nasihatlar 1
Hadislerle Nasihatlar 2
5 — Mü'minlere Vaazlar 1
Mü'minlere Vaazlar 2
1 — Tarih şuuru
2 — Mühim Olaylar
D — DÜŞÜNCE SERİSİ
ıvl. zama Kotku M. Zahid Kotku M. Zahid Kotku M. Zahid Kotku M. Zahid
Kotku M. Zahid Kotku M. Zahid Kotku ö. Ziyaüddin Dağıstani