You are on page 1of 201

Tasavvufi Ahlak Cilt 5

MEHMED ZAHİD KOTKU

SEHA NEŞRİYAT

İÇİNDEKİLER

İhlâs........................................................................1

Uzlet ve halvet............................................................2

Halvetin şartları........................................................24

Zikrullah.................................................................30

Müstağrakât-ı selâse...................................................36

Halvetlerin lüzumu....................................................42

Halvetin kitap ve sünnetteki yeri..................................50

Halvetin nevileri.......................................................54

Zikrin ve halvetin faydaları.........................................58

Kötü huy ve mezmûm ahlâklar....................................70

Tevbenin kabulünün şartları.........................................73

Günahları irtikâb......................................................84

Tevbeyi terk..............................................................85

Farz, vâcib ve sünnetleri bilmemek...............................86

Tenbellik...................................................................88

Ucüb......................................................................89

Kibir..92

Kin.....99
Hased..,101

Adavet ve küslük.....................................................107

Riyaset sevgisi..........................................................111

Riya ve süm'a..........................................................117

Gazab....................................................................125

Övünme (İftihar).....................................................128

Hayaller.................................................................130

Güzelliği ile iftihar etmek (Mübâhât)...........................131

Mekir, hiyle, hıyanet.................................................132

İki yüzlülük (Müdâhaneji...........................................134

Cimrilik (Buhl)........................................................135

Hırs ve tama...........................................................138

Nefis ve şehvetin arzularına meyletmek........................143

Çalgı dinlemek ve günahı mucip olan yasak

yerlerde bulunmak.............'.......................................146

Hırsızlık..................................................................147

İftira, bühtan, kazf (Namuslu bir kişiye zina iftirasında

bulunmak)........................................................•.....150

Seb ve şet m (Sövüp saymak, kerîh ve kabîh söz

söylemek)...............................................................152

Gıybet (Başkalarını çekiştirmek).................................155

Nemîme (Lâf götürüp getirmek).................................160

Kizb (Yalancılık) ve ahde vefa ,..................................165

Yalanın caiz olduğu yerler..........................................167


Bühtan (İftira etmek)................................................169

Yalan şahitliği.........................................................171

İstihza -alay ve eğlenme........................................1...172

Tahkîr (Hakaret etme ve hakîr görme).........................174

Razı ve hoşnûd olmamak, gücenmek, darılmak ve gazab. 175

Hümeze ve lümeze...................................................177

Buğz,- gayz, mukâtaât...............................................179

Mukâtaa (Ayrılma, darılma).......................................183

Cidal, mira, imtihan.................................................185

Helû, ve cezû..........................................................189

Şireh (Boğazına düşkün olmak).................................191

Baial (Tcnbellik ve vaktini boş yere geçirmek)................192

Şiddet ve cebir........................................................193

Bağy ve zulüm (Zulmetmek ve haddi tecâvüz etmek).......194

Dünyayı sevmek...............................,,......................200

İsraf"......................................................................213

herâh, mizah ve tezyin ..............................................216

Rüşvet almak ve vermek, müdârâ ve müdâhane.............218

Fitne ve fuhuş sevgisi.............•...................................219

Te s v i ye............................>.......................................220

Temenni.................................................................221

Tûl-i emel..............................................................222

Tedbîr....................................................................225

Hayâ azlığı.............................................................226
Korkaklık...............................................................228

Gayretsizlik............................................................230

Hıyanet.................................................................233

Çok muhterem ve aziz kardeşim.................................235

f Ahlâk-ı hamîdelerin kısaca tekrarları

ilim ve zikrullahın kemâli devamladır".!!...................

insanlarla ünsiyet ve dervişlik..................................

Zikir şekilleri ve mertebeler.......... ............ ........."

Ömrün kıymeti................... " .........................".....

Erbâb-ı sülük hakkında onuncü'daml'aüüüüüüüüüüüü.256

IHLÂS

13

İhlâs

İhlasın ehemmiyeti ve lüzumu hakkında Kur'ân âyetleri ve hadîs-i şerîfler


pek çoktur. Bunların hepsi, amellerin, yalnız Allâh-ü teâlâ Hazretlerinin
rızâsı için yapılmasını, insanlardan medh ve sena beklenmemesini ve
ibâdet ve amellerimize başka birşey karıştırılmamasını bildirmektedirler.
Bazı insanların, kendilerinde gördükleri üstün meziyyetlerden nâşî
kendilerini, bilgi, amel ve kuvvetçe kendisinden geri olanlara karşı üstün
görmeleri yüzünden büyük bir hatâya düşdükleri çokça görülen
hallerdendir. Halbuki, bu tutumlarının doğru bir şey olmadığı, bilakis
cem'iyyetlerin bir çok muvaffakiyetlerinin Hak'dan gördükleri yardımların
ancak bu zuafânın duaları, ihlâslan ve namazları yüzünden olduğunun
unutulmaması bildirilmiştir. Haddi-

TASAVVUF! AHLÂK V

zâtında ihlâs, Cenâb-ı Hak'kın sırlarından bir sırdır. "Kullaxım«_ dan


sevdiğim kulun kalbine tevdi ederim" buyurması şâyân-ı dik--fcaTTîr.
Binâenaleyh, Hak^kmlîevgîsîne mazhar olamadan, ihlâs sahibi olabilmek
çok güçtür. Hattâ mümkün bile değildir. Kulda ihlâs olunca, ameli az da
olsa ona kifayet eder. Meselâ, bir pırlanta veya yakut, ne kadar küçük de
olsa, kıymeti çok yüksektir. Öyle bir kaç yakut insanın ömrünç ve
silsilesine nasıl yeterse, ihlâs da tıpkı böyledir. Az da olsa kıymeti çok
yüksektir. Amellerin az veya çok olması mühim değildir. Yalmz yapılan
amelin ind-i ilâhîde kabule şâyân olması gerektir. Ma'lûmdur ki, ihlâsdan
hâlî olan ameller ind-i ilâhîde makbul değildir. Öyle ise - ihlâsı elde
edebilmek için, Kur'ân'da ve hadîsde vârid olan işaretlere mebnî, hiç
olmazsa kırk gün ihlâs jlejmel etmek üzere çahşıhrsa^onun
hj^e^ıejıb^arıkalbdeıriisjnilzâhipekır. Bu ¦seBepten~büyüklerimiz, kırkar
gün halvetler tertip edip, sâlikle-rini çeşitli zikir ve riyâzatlarla bu ihlâsa
muvaffak kılmaya çalışmışlardır. Zîrâ, ihlâsdan ârî olan amellerin
sahiplerine hiç bir fajdası olmadığı bildirilmiştir. Meselâ ilminden nâşî
övünen ve övülmesini isteyen, verdiği hayırlardan naşî övünen ve
övülmesini isteyen harbde gösterdiği kahramanlıktan dolayı övünen ve
övülmesini istiyenlerin ve böylece şehîd olanların bu gösterişçilikleri
sebebiyle, ellerine birşey geçmediği ve geçmiyeceği müte-addid eserlerde
bildirilmiştir.

Ve yine vaktiyle, İslâm'dan evvelki devirlerde, halkın taptığı bir ağacı


kesmek ve halkı bu kötü ve bâtıl âdetten kurtarmak istiyen bir âbid,
baltasını almış yola çıkmış. Yolda şeytan aley^ hillâne karşısına çıkıp, bu
ağacın kesilmesine manî olmaya çalışmışsa da bir türlü muvaffak
olamamış. En nihayet kavga etmişler, sonunda âbid şeytanı yenerek altına
almış. Çaresiz kalan şeytan, bu sefer sulh yoluna giderek demiş ki, "Yahu
sen fakir bir adamsın, idareni ancak güçlükle te'min edebiliyorsun. Ben
sana hergün iki dînar vereyim de, hem yersin, hem de yedi-rirsin,
muhtaçların yardımına da koşarsın. Böylece sevablar alır, herkes
tarafından sevilir medh-ü sena edilirsin!' diyerek çeşitli hiyleli ve câzib
sözlerle âbidi kandırıp, sulh olmuşlar. Hakîkaten bir kaç gün getirip parayı
vermiş. Âbid de halinden memnun. Fakat bir müddet sonra paralar gelmez
olmuş. Âbid tekrar

İHLÂS

baltasını alıp ağacı kesmeye gitmiş. Yine yolda şeytanla karşılaşmışlar. Bir
sürü münâkaşa ve münazaalardan sonra iş yine dövüşe varmış. Lâkin bu
sefer âbid şeytana yenilmiş. Çaresiz kalınca şeytana sormuş "Geçen defa
ben seni pek kolay haklamış-tım. Şimdi neden sana mağlub oldum?"
demesine, cevaben şeytan "Evvelce gidişin Hak için, Allah içindi, şimdi ise
paralar için, dünya için gidiyorsun, aradaki fark budur!? işte bu kıssa
benim de çok hoşuma gittiği için sizlere nâklini münâsip gördüm. Cenâb-ı
Hak, hemen hepimizi muhlis kullarından eylesin, âmîn...

Bu şeytanın şerrinden ancak muhlis kullar kurtulabilirler. Bu sebepden,


Ma'rûf-u Kerhî (k.s.) Hazretleri, kendi kendisini döver ve kendisine "İhlâs
sahibi ol ki halâs olasın" derlermiş. / ' Ya'küb'ül-Mekfûf (k.s.) Hazretleri
de, "Muhlis olan kişi sey-C yiâtını sakladığı gibi, hasenatını da, iyiliklerini
de öylece saklar", «emişlerdir.

Ömer ibn'il-Hattâb (r.a.) Hazretleri de, Ebû Mûsa'l-Eş'arî (r.a.)


Hazretlerine yazdığı mektupta, "Niyyeti hâlis olan kişiye, kendisi ile
insanlar arasında olan her işte, Allâh-ü teâlâ yeter ve kâfidir" buyurduğu
gibi, bazı Allah'ın velîleri, dostlarına yazdıkları mektuplarda, "Amellerinizde
niyyetlerinizi hâlis kılınız. Nafile amelin az da olsa, o sana kâfidir.
Niyyetlerin hâlis olarak muhafazası çok ehemmiyetlidir. Amellerin en zor
ve şiddetlisi, niyyetlerin hâlis olmasıdır" demişlerdir. Niyyeti hâlis olanın
işleri hâlis olduğu gibi, niyyetleri bozuk ve katıklı olanların da işleri öylece
bozuk olur.

Yahya ibn-i Muâz (r.a.) Hazretleri buyururlar ki: "İhlâs, amellerin


ayıplardan salim ve temiz olması demektir!' Sütün kan ve pisliklerden
salim, temiz ve katıksız olduğu gibi. Hattâ bazir larınca, hâlî bir yerde ihlâs
ile kılınan iki rek'at namaz, senetleri beraber yazılan 70 ve 700 hadîsden
sana daha hayırlıdır. İlim, tohum; amel, ekmek; ihâs da onların suyudur.
Cenâb-ı Hak, bir kulunu sevmez ve ona buğz ederse, üç şey verip, üç
şeyden onu men eder:

1- Sâlihlerle muhabbet eder, fakat onlar tarafından kabul olunmaz.

2- İyi ameller nasîb eder de, ihlâsdan mahrum kılar.

3- Kendisine hikmet verilir de, onda sadâkati olmaz.

TASAVVUF! AHLÂK V

Binâenaleyh, Allâh-ü teâlâ'nın, mahlûklarının ibâdetinden muradı ise ancak


ihlâslarrdır. Çünkü ihlâslar muhakkak surette sahiblerini en iyi hayırlara
çeker, götürür. Bütün işleri iki asla dayanır. Birisi Hak'kın sana verdiği
bütün ni'metler, birisi de senin Hak'ka karşı yaptıklarındır. Eğer
yaptıklarından Hak sübhâne-hû ve teâlâ razı ise, muhakkak yaptığın
amellerdeki ihlâsının se-meresidir. İki cihanda saîd ve azîz oluşun bu ikiye
bağlıdır.

İhlasın hakikati, hayvanın kan ve pisliklerinden süzülerek tertemiz ve


katıksız olarak çıkan süt gibidir ki, buna hâlis süt denir. Eğer içine birşey
katılırsa hâlislikten çıkar. Şâir şeyler de böyledir. Meselâ, yağlar da böyle
değil midir? İbâdetler de böyledir. Herhangi bir ibâdet ki, sırf Allah-ü
teâlâ'ya tekarrüb kas-dıyla, rızâsına muvafık bir şekilde yapılırsa, ona hâlis
ibâdet denir. Yoksa, bu ibâdetleri yaparken mahlûkundan da bir medh-ü
sena bekleyerek veya kendini mahlûka beğendirmek kasdıyla yapılırsa,
hem ihlâsdan çıkmış ve hem de riyâkârâne bir iş yapmış olur ki kat'iyyen
makbul değildir. İnsanın yapacağı ibâdetin insanlık ve İslâmiyetle
bağdaşması gerektir. Allah rızâsından gayrı şunun bunun gözüne girmek
için yapılan ibâdetlerde hayır olmaz. Zîrâ, Allâh-ü teâlâ Hazretleri, iç ve dış
hareketlerimizin hepsinden haberdardır ve bilicidir. Kendisinden gayrisinin
gözüne hoş görünmek için yapılan ibâdetler ve şâir hayırlar, ameller
şâyân-ı kabul olamaz. Bunlara kitap dilinde riyakar derler ki, dört adları
vardır. Yarın kıyamet gününde bu adlarla çağırılacaklardır. Yâ mürâı, yâ
muhâdî, yâ müşrik, yâ kâfir. Allâh-ü teâlâ muhafaza buyursun, âmîn.
Meselâ yaptığımız amellerde başka niyyetler ve kasdlar olursa, tabiî o da
riyadır. İhlâsdan ârîdir. Midesinin ıslahı için oruç tutan, uykusunu gidermek
için namaz kılan, sıhhatini muhafaza için hacca giden, kötü huylu kölesinin
şerrinden kurtulmak için onu âzâd eden, mal talebi için ilim tahsil eden,
emsali arasında azîz ve üstün olmasını istiyerek veya mal ve mülkünün
ilim sayesinde muhafazasını murad ederek ameller işleyen, âlim ve
meşâyıhın indinde kıymetli olmak kasdıyla onlara hizmet eden, serinlemek
kasdıyla gusül eden veya abdest alan yahut kendisini de ziyaret etsinler
kasdıyla hasta ziyaretine ve aynı maksatla cenazeye gidenin, kendisine ne
iyi insan desinler diye yapılan bu

İHLÂS

ve bu çeşit şâir amellerin hiç birisinde matlûb olan ihlâsı bulmak mümkün
değildir. Herhangi bir haz ve nasîb ki, ister dünya, ister âhiret olsun, az
veya çok nefsi ondan hoşlanıyorsa, ihlâsdan uzaktır. İnsan ise, muhakkak
bir hazdan ve belki de bir çok hazlardan hâlî olamaz. Bu sebeple, bir ân bu
haz ve garazlardan hâlî olarak, livechillah yapılan ameller, insanın necatına
sebep olur buyurulmuştur. Bu da ancak Allâh-ü teâlâ'nın sevgisinin, o
kişideki galebesine bağlıdır. Zîrâ, bu sevgi ona Allah'dan gelmiştir. Allâh-ü
teâlâ onu sevince, elbette o da Allah'ı sevecektir. İşte bu sevgi ne kadarsa,
ihlâsı da o kadardır. Binâenaleyh, Allah'ı çok sev ki, amellerin ihlâsh olsun.
İnsanın yemesinde, uyumasında ve şâir istirahat hallerindeki niyyeti,
(ihtiyaç ve zaruret miktarı, ibâdete kuvvet hasıl olması için yemesi ve yine
ibâdete takatini temin için uyuması ve istirahatları) niyyetine göre hep
ibâdet sayılır. Allah ve âhiret sevgisi kendilerinde galip olan bahtiyarların
bütün hareketleri ve ibâdetleri ihlâsla olur. Ve bil'akis dünya sevgisi girip
ve makam düşkünü olan kimselerin de ihlâsları pek nâdirâttandır.

Şu halde ihlâs, nefsin nazlarını ve dünya hırs ve tamâmı kesip, Allah ve


âhiret sevgisi ile âhiretteki müşahedeleri ve huzûr-u maallâh'ı göz önünde
tutup, şâir fânt hazlardan tamamiyle geçmekle mümkün olabilir. İhlasın,
haddi zâtında pek incelikleri vardır. Misal ile anlatmak daha kolay olacağını
zannederim. Zîrâ, bir çok insanlar kendilerini ve amellerini tecrübe
etmeden hemen hâlis zannediverirler. Bakın, bir zât otuz sene bir mescidin
cemâati olarak, hep ilk safta namaz kılmış. Fakat, nasılsa bir gün biraz geç
kalmış olacak ki, birinci safta yer bulamamış, mecburî olarak ikinci safta
namaza katılmış. Bu sırada kendisine bir utanç, bir sıkılma gelmiş ve "Beni
cemâat bugün ikinci safda gördüler" diye üzülmüş. Bunun üzerine birinci
saftaki namazlarının, kalbinin meserreti ve sebeb-i istirâhati olduğunu ve
bunun gizlice ihlâsına manî olduğunu anlayınca, bu otuz senelik namazını
kaza ettiği hikâye olunur. Yânî insanlar, bir çok defalar yaptıkları ibâdet ve
iyiliklerin, farkına bile varmadan, ihlâsdan ârî ve sevabdan mahrum
olduğunu, yarın kıyamet gününde karşılarına çıktığı vakit anlayacaklardır.

Bu fitnelerin en çoğu avam-ı halktan ziyâde, ulemâlarda görülür ki, bunlar


dünya âlimleridirler. Çünkü bunların, ilimleri-
TASAVVUF! AHLÂK V

ni neşirde, kendilerinin üstünlük lezzeti vardır ki, kendi rahle-i


tedrislerinde oturanların çokluğuyla veya daha münevver tabakaya
hitabından nâşî, hem gurura kapılırlar ve hem de izzet ve şereflerine ve
halk tarafından kendilerine gösterilen teveccühe aldanarak ve bilerek veya
bilmiyerek şeytan aleyhillânenin tuzağına düşerler. Kendilerini tecrübe
etmeden, ihlâslı kimselerden sayarlar. Halbuki, kendi yerlerine bir başka
âlim gelip ders yapmak istese kat'iyyen razı olmazlar. Hattâ kavga ve
gürültü dahî yaparlar. Zîrâ şeytan onlara der ki "Bu adam senin sevablarını
elinden alacak, çünkü bu kadar cemâat senden şöyle böyle istifâde
ediyordu. Tabiî bunların sevabları senin defterine geçecekti. Şimdi ise
mahrum kalıyorsun" diye iğvâ edip aldatmaya çalışır. Eğer bu zâtın gayesi
hemen Hak'ka ve halka hizmet ise, işte bu hizmeti şimdi bu zât yapacak
ve beni de dinlendirmiş olacaktır, diye teşekkür etmesi lâzım gelirken
kavga, kıyamet kopar. Hased, kin, hırs, tama', ortalığı alt üst eder. Bazı
mukabeleci hafız efendilerde bu çirkin hareketler çokça görülmektedir.
Eğer bizler ilim tahsil ederken ve daha sonraları da, gayemiz Hak'kın rızâsı
olsa ve halkın teveccüh ve iltifatında gözümüz olmasa, o zaman kim
okutursa okutsun, kim va'z ederse etsin, hiç müteessir olmayız, kavga,
gürültü çıkarmak değil, bilâkis memnun ve mesrur olarak teşekkür bile
ederiz. Heyhat, gerek hafızlığa çalışırken ve gerekse fıkıh tahsil ederken,
dünyevî menfaatler gözetilerek yapılırsa, artık ondan âhiret menfaatleri
beklemek şöyle dursun, dünyâya bile faydalan dokunmaz. Hemen bütün
gayeleri şahsî menfaatleridir. Her ne kadar millet için uğraşıyoruz deseler
de sakın böyle laflara kulak asma. Kişinin aynası işdir vesselam...

Kişinin, kendi amelini ve ihlâsını görmesi, ucübüne delâlet eder ki,


afatlardan biridir. İhlâs ise, bütün afatlardan salim oldukta tezahür eder.
Süheyl (r.a.) ihlâs hakkında "Kulun hareket ve sükûneti, ancak Allâh-ü
teâlâ Hazretleri için olmalıdır" buyurmuşlardır.

İbrâhîm Edhem (k.s.) Hazretleri de "İhlâs kulun Allah'a olan sadâkatidir ve


nefsine en zor, en şiddetli ve en güç gelen şey de ihlâstır" buyurmuşlardır.

Rüveym (k.s.) Hazretleri de "Sahibinin, dünyâ ve âhiretten, yaptığı iş ve


amel için bir isteği ve bir arzusu olmamalıdır" bu-

yurmuştur. Yani ne Cennet sevgisi ve ne de Cehennem korkusu olmamalı


ve bunların yerine Hak'kın rızâsı gözetilmelidir. Zîrâ Cennet'te bir takım
şehevânî arzulara nail olmak hevesi vardır. Cehennem'de de kezâlik azap
korkuları vardır. Halbuki en büyük azap, Hak'tan uzak ve mahrum
olmaktır. İnsanların bütün hareketleri ise, bir haz ve nasîp üzeredir. Yani
boşuna hareket etmezler; mutlaka sevimli bir arzuları vardır da, ya çabuk
veya sonra, onun için hareket ederler. Binâenaleyh senin de arzu ve
nasîbin ancak Hak'kın r/ızâsı olmalıdır. Ma'rifet-i ilâhiyye ile te-lezziiz ve
Hak sübhânehû ve teâlâ'nm cemâline nazardan ilaha a'lâ bir arzu ve nasîb
olabilir mi? Onun için bu büyük bahtiyar
"insanlar tâatlerindeki» münâcâTlanndaki ve huzûr-u Rab'bil-âlemîndeki
şühûd ve devamlarını, emîn olunuz ne dünyânın, ne de âhiretin hiç bir
lezzetine değişmezler. Bu sebeptendir ki, Cen-net'in bütün nimetlerini
hakîr görüp, iltifat etmezler. Zîrâ bütün hareketleri ve tâatleri birer hazza
bağlıdır. Lâkin bütün hazz. lan yalnız ma'budlandır ve ancak onun rızâsıdır.
Başka hiç bir dilek ve arzulaTTyoktur. ÇuhTcû~Helrarzu ve dileğin bir
haddi, bir hududu vardır. Fakat Hak sübhânehû ve teâlâ'nm huzurundaki
şühûd, yüzüne bakamasa bile, hiç bir şeyle değişilemez ve eşi de
bulunamaz. Cenâb-ı Hak bizleri de fazl-ı keremiyle ve ih-sânıyla bu huzur
ve şühûd lezzetleriyle nimetlendirdiği bahtiyar kullarının arasına kabul
buyursun, Jimîn...

İhlâsla amel odur ki, Şeytan onu bilmeye ve ifsâd edemeye, hattâ melek
de bilmesin ki yazamasın. Bu hususta denilmiş ki, "Her kimde kjriyâset
sevgisi ve arzusu_vardır, onun ubudiyetin^ de ihlâş olmaz"

__ cTTneycTOc.s.) der ki, "İhlâs, amellerin hederlerden ve bulanıklıktan


tasfiyesidir!' ^ ~ —~~—_. Fudayl (k.s.) de,
"insanlardan çekinerek amellerin terki riya ve insanlar için amel ise-
şirktirTBunların ikisinden de kurtulmadıkça ihlâs elde edilemez" demiş ve
en son sözleri de "İhlâs, bütün hazları unutarak, devamlı bir murakabedir"
demiştirfves-selam. (5/2) ' ~~~~

5/2 Bkz. Bu mevzuda etraflıca bilgi için İmâm-ı Gazali, İhyâ'ul-Ulûm, IV,
İhlâs bahsi.

TASAVVUtl AHLAK V

Et-Tergîb ve't-Terhîb adlı hadîs kitabının birinci cildinin ilk hadîsinin konusu
ihlâsa dâirdir.. Orada, Buhârî ve Müslim başta olmak üzere Neseî ve
sâirenin de, Ebû Hüreyre (r.a.) den rivayet ettikleri bir hadîs vardır ki,
epeyce uzundur. Belki hatâ olacak amma ben onu şöyle kısaltarak îzâh
etmeye çalışacağım:

Vaktiyle, eski bir zamanda üç arkadaş herhangi bir sebepten dolayı


yolculuğa çıkmışlar. Fakat gayet şiddetli bir fırtınaya tutulmuşlar, o civarda
bulunan bir mağaraya korunmak kasdıyla iltica etmişler. Lâkin fırtınanın
şiddetinden kocaman bir kaya parçası seller vasıtasıyla yuvarlanıp gelerek
mağaranın ağzını kapatmış. Zavallılar bu durum karşısında kurtuluştan
ümidlerini keserek Allah'a yalvarmaya başlamışlar. İçlerinden biri şöyle bir
teklifte bulunmuş ve demiş ki, "Artık kurtuluşumuz Allah'ımızın lütuf ve
keremine kalmıştır. Bunun için her birimiz geçmişte, Hak'kın rızâsına
uygun olarak işlediği bir iyiliği vesile ederek Allah'ımıza yalvarsın.
İnşâallah Rabbimiz bu iyi niyyetleri-mizi mükâfatsız bırakmaz ve bizi bu
belâdan kurtarır." Bu teklif ötekilerce de makbul görülerek işe başlamışlar.

Bir tanesi şöyle bir vak'asını zikr etmiş: "Yâ Rab sana ma1 lum, benim bir
ihtiyar anamla babam vardı. Ben hergün evvelâ onları doyurur, yataklarına
yatırır, sonra da çocuklarımı doyurmaya bakardım. Birgün bir ağacı
kesmek için uğraşırken biraz geç kalmıştım. Geldim, gördüm ki annem ve
babam uyumuşlar. Onları uyandırmaya kıyamadım. Elimdeki süt tası ile
sabaha kadar yanlarında ayakta bekledim. Bu sırada çocuklarım da
açlıklarından ayaklarımın ucunda sızlanıp duruyorlar, sütlerini istiyorlardı.
Fakat âdetim veçhile, anamla babamı doyurmadan onları doyurmak
istemedim. Onlar kendiliklerinden uyanıp sütlerini içirinceye kadar
çocukların feryadlarına kulak asmadım. Nihayet uyandılar. Sütlerini içip
karınlarını doyurdular. Yâ Rab eğer benim bu hareketim sence makbul
olup, razı oldunsa, bizi buradan kurtar" demiş. Makbul olan bu duâ
hürmetine olacak ki, koca kaya biraz açılmışsa da, yine çıkmak mümkün
değildir.

İkinci yolcu şöyle söylemiş: "Yâ Rab benim amcamın bir kızı vardı. Ben de
onu çok seviyordum. Müteaddid defalar kendisinden muâmele-i zevciyye
talep ettimse de her defasında reddedildim. Senelerden bir sene şiddetli
bir kıtlık oldu. Bunlar bana muhtaç oldular. Ben de ona, nefsini bana
teslim etmek şartıyla

IHLAS

yüz yirmi dînar verdim. Kararımızı tam tatbik edeceğimiz esnada,


amcamın kızı bana döndü ve "Bu mührü nikâhsız bozman sana helâl
olmaz. Ancak nikâhla olur" deyince, ben de böyle bir günaha düşmekten
sırf senin rızânı düşünerek çekindim. Verdiğim paraları da ona
bağışlayarak, bu günah işi terk ettim. Yâ Rab, ben bu hareketimi senin
rızâ-yı şerîfini talep için işledim-se, bizi bulunduğumuz bu darlıktan kurtar"
demiş. Bunun üzerine koca kaya biraz daha açılmış fakat yine çıkmaya
imkân vermemiştir. Bunun üzerine üçüncü arkadaşları duaya başlamış. "Yâ
Rab ben bir çok işçi çalıştırır ve ücretlerini de hergün verirdim. Birgün her
ne sebebdense bir amele bana darılıp parasını almadan gitti. Ben de onun
parasını ayırdım. Almaya gelir diye beş on gün bekledim. Gelmediğini
görünce onun parasıyla bir koyun aldım. Benim koyunlarımla birlikte
sürüye gönderdim. Derken aradan seneler geçti. Bu koyun yavruladı.
Yavruları büyüdü. Onlar da yavruladı. Velhasıl seneler sonra, bir sürü
koyunu, ineği, devesi olmuştu ki, birgün o amele çıkageldi. Benden o
kalan gündeliğini istedi. Ben de ona ait olan koyun, inek, deve nesi varsa
bir araya toplattım ve "İşte senin bendeki alacağın bunlardır, al götür."
dedim. Adam tereddütle yüzüme baktı. Kendisiyle alay ediyorum sanarak,
benimle eğleniyor musun? Dedi. Ben de olup biteni anlattım. İşte bütün
bunlar, senin o gün alamadan gittiğin emeğinin ürünleridir, al deyince,
hepsini toparlayıp aldı, götürdü. Eğer ben bunu senin rızân için yaptıysam,
bizi şu içinde bulunduğumuz felâketten kurtar" der demez koca kaya
yuvarlanıp gitti. Onlar da oradan çıkıp yollarına devam ettiler." Bu hâdise
hepimiz için şâyân-ı dikkattir.

Beyhakî (k.s.) beyân ettiği bir hadîs-i şerîfde, bir adam, Efen* dimiz
(s.a.v.) Hazretlerinden "îmân nedir?" diye sormuş, cevaben, "İlhâsdır"
buyurmuşlar. '^Vejhlâ^ıjaJ]ftnâh.ı Hqk, swdj-jiinjtujhırunjnjçajbjnejlkâ
ederim buyuruyor" deyince o zât, "Demek ki bizim için ancak bir yol
kalıyor, oda kendimizi Cenâb-ı Hak'ka sevdirebilmek" deyip ayrılmıştır.
Bunun için İslâm makinesinin beş esası vardır ki, bunları muntazam olarak
çalıştırmak gerektir:

1- İtikâdât.

2- Ibâdât.

3- Muamelât.

10

TASAVVUtl AHLAK V

4- Münâkehât.

5- Ukûbâttır.

Bunlardan herhangi birisi bozuk olur işlemezse, tıpkı bir saat gibi, bir
makine, bir tren ve bir tayyarenin esaslarından biri bozulunca akıbet ne
ise, İslâm da böyledir. Lafda, sözde müslü-man çoktur, fakat hakîkate,
ihlâsa ve sadâkata ulaşan pek azdır. Felaha, saadete ve selâmete nail
olacak bahtiyarlar şöyle zik-redilmişdir: Kalbde îmânları hâlis olanlar,
kalbleri selîm olanlar yani, riya, süm'a, ucüb, kibir, hased, hırs, kin,
gıybet, şirk, tıifâk, gazap ve şâire gibi kötü ahlâklardan ve iç ve dış
hastalıklardan salim olan kalbler, sözlerinde sâdık olan lisanlar, kat'iy-yen
doğrulukdan ve Hak'dan ayrılmazlar. Nefisleri mutmeinne mertebesine
ulaşan ve mekârim-i ahlâka sâhib olan, dâima Hak sözleri dinleyip âyât-ı
ilâhiyeye ibret nazarıyla bakanlar,duydukları hayırlı sözleri belleyip onunla
amel eden kulaklar, âyât-ı ilâ-hiyeyi müşahede ile bunları gönlüne indiren
ve nasihatini alıp faydalanan gözler, felah ve necata nail olmuşlardır. O kul
ki, kalbini hafız kıla yani kalb muhafazakâr olduğu takdirde, sâlih ve
afatlardan salim kalb olur. Zîrâ kalb iyi olunca, cesedin de iyi olacağı
ma'lumdur. Binâenaleyh, İhlasın yeri kalbdir. Kalb ne zaman krgüzel olur,
her şey de güzel olur. İşte bizim evliya dediğimiz o mümtaz ve bahtiyar
zâtlar, ancak İslâm'ın beş esasını kalb-lerinde ihlâsîa muhafaza
edebildiklerinin mükâfatı olarak velî olmuşlardır. Bu takdirde bütün
kerametler onların emir ve arzularına amadedir. Zorlanmaya lüzum
yoktur. İş, esâsat-ı İslâ-miyeyi güzel bilip, onu muhafaza edebilmektir.
Cenâb-ı Hak cümlemizi fazl-u keremiyle af ve mağfiret buyurup, muhhs
kullarımın arasına kabul buyursun, âmîn. V'el-hamdü lillâhi Rabb'il-âlemîn
ve's-salâtü ve'sselâmü âlâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî
ecmâin... Fî külli lemhatin ve nefesin bi adedi külli ma'lûmin lek...

ÖZLET VE HALVE1
Uzlet ve Halvet

Erzurumlu merhum İbrahim Hakkı Hazretlerinin, uzlet ve halvet hakkında


beyan ettiği altı esasdan dördüncüsü uzlet hakkındadır ve on nevi'
üzerinedir.

Birinci nevi': Âyât-i Kur'âniye ve ehâdîs-i Nebeviyelerdir. Âyet-i


kerîmelerden birisinde şöyle buyurulmaktadır: Meâlen "Zâlimlere hiç bir
surette müzahir olmayın, muavenet etmeyin ve hattâ en ufak bir şekilde
muhabbete meyil bile etmeyin." Bu emr-i ilâhî ne kadar güzel bir
düstûrdur! Herhangi bir zâlim, ne kadar gaddar, ne kadar kuvvetli ve
kudretli olursa olsun, etrafından yardım görmedikçe, işlerinde muvaffak
olmasına imkân yoktur. Onu işlerinde muvaffak kılan, etrafına toplanan
dalkavuklardır. İnsanlar içinde insan kılığında, öyle kör ve öyle sağır ve
düşünce kudretinden mahrum, hayvanlardan bile çok aşağı, âdî kimseler
vardır ki, belki hayvanlar, onlardan daha iyi ve makbuldür. Çünkü
hayvanın etinden, yününden, derisinden, kemiğinden istifade edilir fakat,
bu şuursuz dalkavuk, menfaatperest insanların kendi insanlığını unutup,
zâlimlere destekçi, yardımcı ve müzahir oluşları, bir türlü insanlık
mefhumuyla kâbil-i kı-âs olmamaktadır.
^

Yine "Allah-ü teâlâ'nın ism-i şeriflerini mescidlerde anılmak- ] / tan men'


eden ve onların harâbiyetine sebep olanlardan daha7 i "zâlim kim olabilir?"
buyurulmuştur. Şöyle bir düşünecek olur^ sak, evet mescidlerimiz açık ve
herkese de serbesttir. Fakat suyun başı kesilince, akışı ne kadar
dayanabilir? Camilerde namaz kıldıracak imamları,-va'z ve nasihat edecek
âlim kişileri yetiş-tirmezsek, bu ihtiyacımızı nereden ve nasıl te'min
edebiliriz? Bu vazifeler, lâyıkıyla din bilgisine vâkıf olmayan kimselerin
elinde kalınca, hâlimiz nice olur? Bugünkü imam-hatîp mekteplerimiz

12

tasavvuf! ahlâk v

UZLET VE HALVET

13

bu ihtiyaca kâfî gelmemektedir ve gelemiyecektir de. 30-40 se-nedenberi


kurutulan din menbâları olan medreselerin kapatılması, dini yıkmak için
kâfi değil midir?

Ma'lumdur ki din, nasîhatla kâimdir. Nasîhatsiz bir dinin yaşayamayacağını


herkes bilir. Papazların envâ-ı çeşit bilgileri öğrenmeleri ve birkaç
fakülteden mezun oluşlarına özenerek bizim de din adamlarımızın böyle
olmasını isteyen kişiler iyi bilmelidirler ki bu memlekette bulunan ma'hûd
zihniyet, onlara iki fakülte bitirme imkânı şöyle dursun, birini bile çok
görmektedirler. Yetişenlerin de kendi zihniyetlerine hizmet edecek
karakterde yetişmelerini temin hususunda büyük çaba göstermektedirler.
Samîmi olarak mescidlerimizin, ibadethanelerimizin yaşamasını istiyorsak,
bunların dış saltanatlarına değil, asıl ruhu olan imam ve vaiz gibi
kimselerin, hem dînen, hem ahlâkan yüksek bilgi ve seviyye sahihleri
olmalarının teminine el birliğiyle çalışmamız gerektir.

Âyet-i kerîme, hayât-ı dünyâdan başka murâd ve gayeleri olmayan ve


Allâh-u teâlâ'nın zikrinden i'râz edenlerden uzak kalmamızı ve onlarla hiç
bir şekilde teşrîk-i mesaî etmememizi tavsiye etmektedir ki, Allâh-ü
teâlâ'nın zikrinden irâz edenlerden, yüz çevirenlerden daha zâlim kim
olabilir? İşte bu gibi zâlimlerin destekçilerinin de o zâlimlerden
sayılacağında şüphe yoktur. Allâh-ü teâlâ Hazretlerinin zikrine ve ibâdetine
devamla birlikte, ibâdete manî olacak herhangi bir hareketten tevakkî ve
uzak olarak, Hak'km zikrine devam tavsiye edilmekte ve bütün varlıkların
ve kâinatın sahibi olan Allâh-ü teâlâ ve tekaddes Hazretlerini vekil ittihâz
etmenin ve din düşmanlarının her çeşit propaganda ve ezalarına da
sabrederek, hicr-i cemîl ile onları terk etmenin gerekli ve lüzumlu olduğu
bildirilmektedir.

Bunlar bize apaçık anlatıyor ki, selâmeti köşe-yi vahdette aramak lâzımdır.
İlk bakışda bu, bize çok yabancı ve gayr-ı mümkün gibi görünürse de,
nefislerimizin alışageldiği çirkin âdât ve an'anelerin terkinin, öyle kolayca
ve lâflarla olacak birşey olmadığını pek a'lâ bilirsiniz. Bu sebepdendir ki,
bir müddet-i muvakkate de olsa, kâmil kimselerin kontrolü altında bu
uzleti ve halveti ihtiyar etmek mecburiyetindeyiz. Tıpkı bir hastanın
tedavisi için hastahanede yatmaya mecbur olması gibi. Hastaha-nede
yatmak hiç bir zaman ölmek için değildir. Uzletler de, hal-

vetler de böyledir. Kötü ve çirkin huylan bırakıp, onların yerlerine iyisini,


güzelini alıp, kâmil, olgun ve etrafına dâima faydalı bir mü'min ve
muvahhid olmayı kim istemez?

Bir hadîs-i kudsîde "Yalnız başına kabre gireceğini yakînen bilen âdem
oğlunun, insanlarla nasıl ünsiyet edebildiğine taaccüb" buyurulmuştur.
Yine "Ey âdem oğlu! İnsanları aydınlatmak için kendisini yakan mum gibi
olma. Ey âdem oğlu! Benimle ünsiyyeti nasıl umarsın; insanlarla ünsiyyet
ettiğin halde? (Yâni insanlarla ünsiyyetin neticesi, Hak ile ünsiyyetin
mümkün olamayacağını beyan ve Hak'ka mülâkî olmayı uzlette aramayı
tavsiye buyurmuştur.) Ey âdem oğlu! Eğer senin ihvanların, se- "\ l'nin
günahlarının kokusunu koklasalar, senin yanına sokulup \ oturmazlar bile.
Halbuki, Ben Azîmüş-şân , bunların hepsini bil- I diğim halde mimimle,
settarlığımla kabahatlerini örtüyor ve yü- i züne vurmuyorum. Nimetleri
de bol bol vermekte devam ediyo- / rum. Ey âdem oğlu! Eğer insanlar
senin günahlarından benim / bildiklerimi bilmiş olsalar, halkımdan hiç
birisi seninle konuş- / mazdı. Görüyorsunuz ki, ben nasıl Gafurum,
Rahîmim. Senin / bu kadar isyanına karşı, ne sıhhatine ve ne de rızkına bir
eksik-1 lik yapmıyor, ve senin tevbekâr olup bana bir an evvel dönmeni/
Vbekliyorum" buyurulmuştur. '

Cenâb-ı Hak cümlemizi, kusur ve kabahatlerini görüp, bir an evvel Hak'ka


tam ma'nâsıyla dönen ve rızây-ı şerifini kazanmaya çalışan kullarından
eylesin, âmîn.

Uzletin ikinci kısmı: Uzlet eden kimselerin, halkın hürmetine mazhar


olduklarına dâirdir.

Ey azîz: Ehlullah demişler ki, nâsın âfâtı ancak nâsdır. Yâni insanlara belâ,
yine insanlardan gelir demektir. Mü'minin hayırlı malı koyundur ki, onunla
dağlarda, derelerde bulunup, dînîyle fitnelerden emîn olur. Hükümdarlarla
oturanlar, fitneye dû-çâr olurlar. Ulemâ, hükümdarlarla ihtilât etmeyip,
dünyâya karışmamışlardır. Onlar insanlar üzerine rüsül-ü emindirler. Ne
zaman ki, hükümdarlarla ihtilât edip, düşüp kalkarlar, o zaman onlardan
uzak olunuz. Zîrâ onlar, rüsül-ü hâindirler. Yâni hükümdarlardan uzak
kaldıkları müddetçe, dinlerinin ve Peygamberlerinin yolunda emîn
kimselerdir. Onlardan kimseye zarar gelmez. Fakat hükümdarlarla,
idarecilerle iş birliği yapmak isteyenler, iyi bilmelidirler ki, bu halleriyle
hem Allah yolundan hem

14

TASAVVUF! AHLÂK V

de Peygamber yolundan ayrılacaklarından ve zararlı kimselerden


olacaklarından nâşî, o gibi insanlardan uzak kalmak tavsiye ve tenbih
edilmektedir. Halbuki, bugünün insanı da idarecilerin nasıl gözüne
girebilirim gayretindedir ki, ne kadar taban tabana zıttır. Kim ki zâlime,,
zulmünde yardımcı olarak bir söz söylerse, muhakkak Allâh-ü teâlâ o
zâlimi ona musallat eder.

Ve buyurmuştur ki, "Benden sonra hâkimler gelse gerektir. Kim ki onların


kapısına gider ve kendilerini tasdik eder, zulümlerine yardımcı olur, o
kimse benden değildir."

Köşe-yi vahdette uzlet kılmak, kötü arkadaş ile oturmaktan ve ona yakın
olmaktan eşlem ve elyaktır. Ve buyrulmuştur ki, riyaset sevgisi içinde olan
kimse iflah olmaz. Ve tâlib-i hükümet rahat bulmaz. Cahil kendi nefsinin
düşmanı olunca başkasına nasıl dost olur? Akıllı düşman, ahmak dosttan
yeğdir. Kadınlar tayfası ise, şeytanın ağıdır. Din ve akılları noksandır.
Bazılarının akıllı olması kaideyi bozmaz. Bundan bize üç ders çıkmaktadır:
Birisi fitne zamanlarında fitnelere karışmamak için tenha yerlerde iaşesinin
teminine çalışmak, ikincisi, her zaman idarecilerle, gerek fikren ve gerekse
hâlen onlardan herhalde uzak olmak, üçüncüsü de, hanımların hallerini
beyandır ki, şâyân-ı dikkattir.
Üçüncü nevî: Nâsdan uzletin, Hak'ka kurbiyete vesiyle olduğunu bildirir.

Ey azîz! Ehlullah demişE^^^glkdan uzak olan, Hak'ka yakın olur. Nâsdan


korku «zere olan, Rabbiyle ünsiyet peyda eder. Âlem-i melekûte muttali'
olmak, nâsdan ayrılmaktadır. Nâsa tazarru' etmekten daha hayırlısı,
onlardan ümidini kesmektir. Gezmekte rahatlık, yalnızlıkta da selâmet
vardır. Yalnızlığın semeresi, faydası, Allâh-ü teâlâya ünsiyyettir. Dünyâyı
bilen zühd eder. Nâsı anlayan onlardan ayrılır. Kim ki nâsdan uzak kalır,
huzur ile saîd olur. Müjde o kimseye ki, nâsdan ayrıdır ve kalbiyle meşgul
olmaktadır. Ahmaktan uzak ol, her hâl-ü kârda zarardır. Ahmakla dostluk
etme, asla hayır gelmez. Sana fayda veriyorum zannıyla, büyük zararlar
eder. Câhillerle sohbet azâb-dır. Ahmakla geçinmek belây-ı azîmdir.
Akılsıza yakın dost olma, yalancı ve hâinden emîn olma, ancak müttakî,
zekî ve akıllı âlimlerle sohbet eyle. Halika isyanda mahlûka îtâat caiz değil-

UZLET VE HALVET

15

dir. Kadınlarla halvet ve yalnız kalmak, gönüldeki dostlukları giderir. Avret


yılandır, ondan sakınmak lâzımdır. Nâmahrem olan avrete bakmamak için
gözlerini yumanlar, kalblerinde îmân tadını bulurlar.

Dördüncü nevi': Uzletin huzûr-u tâm olduğunu bildirir.

Ey azîz! Ehlullah demişler ki, uzlet ibâdettir, izzet ve selâmettir. Halka


bakmak âfettir. Bakmayan rahattır. Dünyâ kardeşliği ateş gibidir. Azı
fayda verir, çoğu zarardır. Nâs ile ünsiy-yet, iflâs alâmetidir, vesveseleri
çoğaltır. Nâsı anlayan onlara i-timâd eylemez ve her bildiğini herkese
söylemez. Halka ihtiyacını duyuran, mahrum ve zelildir. Halkdan müstağnî
olanın rızkı cezîl ve kadri cemîldir. Nâsdan müstağnî olan, Hak ile ganî
olur. Nâsdan uzak olan, Mevlâ'yı bulur. Dünyâ adamlarına boyun eğen,
takvadan uzak kalır. Halktan ve kendisinden haya eden, Hak teâlâ'dan
haya etmiş olur. Ehl-i dünyâ ile görüşme, işlerine hiç karışma. Dostunun
düşmanına gitme ve ona hürmetle, dostunu incitme. Melikler kapısına
katiyyen gitme; gidersen onlara müdâhale etme. Ateşe yakın olduğun
kadar, nâsa yakın ol. Ne çok yakın, ne de çok uzak ol. Sev seni seveni,
sorma seni sormayanı. Kendi kadrini bilen, halk arasına düşmez. Hak ile
ün-siyyeti bulunanın halk ile işi olmaz. Gönül ehli, nâsa ancak cesediyle
yakın, gönlü, ahlâkı ve kalbi ile cümleden uzaktır. İbrâ-hîm Edhem
Hazretlerine demişler ki; "Niçin nâs ile ünsiyyet etmezsin?" cevaben
"Kendimden büyüklerin kibrinden, küçüklerin ahmaklığından, akranımın da
hasedinden firar edelidenberi içim rahat olup, onların beni rahatsız
etmelerinden halâs oldum!' Hiylekârlar insan suretinde şeytandırlar.
Gençlik, delilikden bir şu'bedir. Gençlerle sohbet, fitne ve felâkettir.

Beşinci nevi': Uzletin havas menzillerinden olduğunu bildirir.


Ey azîz: Ehlullah demişler ki, Mevlâ'nın ma'rifetini tâlib olana lâzımdır ki,
dünyâ adamlarından uzlet kılsın. Tâki onların hâline muttali' olmayıp gün
be gün terakkî bulsun ve onlardan birşey istemesin ve kapılarına gitmesin.
Onlarla vakitlerini ve ömrünü zâyî etmesiii ve onlara boyun bükmesin ve
mücâdele etmesin. Amellerinden ve hâlinden onlara birşey bildirmesin.
Halka iltifat ile Hak'kın gözünden düşmesin. Ma'rifet ve muhabbetten
düşmesin. Zîrâ, her an kendisini gözleyen ve ona şah dama-

16

TASAVVUF! AHLÂK V

rından daha yakın olan ve her sırrını pek iyi bilen Hâlık-ı zü'l-Celâli
mülâhaza etmeyip, halkın nazarını mülâhaza etmek, en büyük gaflet ve
cehalettir. Onun için halk ile değil, Hak 41e olmanın çâresini aramak ve
uzleti ihtiyar edip, kimsenin medh ü senasına veya zemmetmesine iltifat
etmemelidir. Eğer iltifat ederse, ind-i ilâhîde bir mertebeye nail olamaz.
Halkın rızasıyla mesrur olan, Hak'kın rızâsından mahrum olur.

Beyit

Halktan ı'râz edib, Ol dostu tenhâ bul.

Sana senden yakın, Ol Vâhid-i Kahhâr yetmez mi?

İnsan hâlini kapalı tutup, ne iyiliğini izhâr eyleye ki, nâs ona i'tibâr edeler
ve ne de bir utanılacak iş veya bir fenalık işlemeye ki, bu sefer nâsın ta'n
ve zemmine duçar olmaya ve nâs ile ömrünü ve vakitlerini zayi etmeye.
Uzleti ihtiyar edip, tenhâ bir mekânda zikr ve fikirle meşgul olup, ancak
cuma ve cemâat için çıka. Tâ ârifi-billâh oluncaya kadar böyle ola. Ne
zaman ki ma'rifete talip olan insan meramına nail olur, artık onun indinde,
kesret, vahdet, uzlet, ülfet cümlesi müsâvî olur. Sonra uzlete lüzum
kalmaz. Zîrâ heryerde o Mevlâsıyladır. Uzlet, nefsinden kalbe hicret
etmektir ve kalbden içeri ruha gitmektir. Ruhundan sırrına, sırrından da
Mevlâ'sına yetmektir. Öyle ise, insanın nefsi îslâm yoludur. Kalbi îmân
yeridir. Ruhu irfan mekânıdır. Sırrı da tevhîd-i ilâhî yeridir.

Beyit

Muvahhid çünkü yektadır, katında halk mevtadır. O bulmuş Hay-yu


Kayyûmu, yönelmiş gönlü Mevlâya

Uzlet hakikatte, beşerî sıfatlardan müfârakattır, ayrılıktır. Beşeriyyetten


geçen kimse, kâmil gönül ehlidir. Sohbet-i nâs ona manî değildir. O
zahirîyle, halk ile olursa da, bâtınıyla Hak iledir. Mâsivâ ile işi yoktur.
Halkın giydiği gibi giyer, yediklerini yer, akılları miktarınca konuşur. Şâir
âdetlerine de muvafakat eyler. Lâkin bâtınıyla, Mevlâsından bir an
ayrılmaz ve rızâ' m-dan dışarı çıkmaz.
1

UZLET VE HALVET

17

Beyit

Etme yılandan firar, görmeyesin ejderhâ. Eyle birlikte karâr, hâline sabr
eyle hâ.

Altıncı nevi': Uzletin faydalarından biri de, meramına nail

olduğuna dâirdir.

Ey azîz! Ehlullah demişler ki, zamane kardeşleri insanların ayıplarım ve


kusurlarım ararlar. Hünerlerine-hasededîp!, kusur, ve ayıplarını sorarlar.
Nitekim, Şeyh Sa'dî demiş k^rHafcteâR kll kl bildii hld

kullarının ayıp ve kusurlarını bildiği haldesörterOge^ insahla^ i il


İ E^T&

bilmeden ve görmeden söylerler!' İbrâhîm ffi

leri, bir vakitler Lübnan dağlarında bir takım eWullah ile buluşmuşlar;
cümlesinin nasihati şu olmuş: "Dünyâ insanlarına söyle, kim ki yemeği çok
yer, o kimse ibâdetin tadım bulmaz. Çok uyuyan kimseler de ömürlerinin
bereketini bulmazlar. Çok ko-nuşanlarsa, kalbleri ölür, hayât-ı hakîkîyi
bulmazlar, Kim ki halkın rızâsını ararsa, o kimse Mevlâ'sının rızâsını
bulamaz!' Bir kâmilden sormuşlar ki, "Niçin bizimle oturup konuşmazsın?"
Cevaben demiştir ki "Sizden bize lezzet gelmez, benden de sizlere fayda
ve safa olmaz. Siz dersiniz ki, yiyelim, içelim, zevk-ü safa edelim, ben
derim ki, bir çeşit yemekten beş on lokma yemek kâfidir. Siz dersiniz ki,
uyku bedene sıhhattir. Ben derim ki, uyku vakti zâyî eder. Siz dersiniz ki,
işle! Ben derim ki, terk eyle. Siz dersiniz ki, bil. Ben derim ki, unut. İmdi
sizin hâliniz sizin olsun, bizim hâlimiz bizim. Hemen bana mâni' olmayınız.
Tâki Rabbimle huzur edeyim. Huşu ve huzû ile hizmetine gideyim!' Zîrâ,
kendi arzusuyla Mevlâ'ya kulluk etmiyen kimseyi, Hâlık-ı zü'1-Celâl kerhen
onu mahlûkuna hizmetkâr eder. Şirkin cümlesi, kapıdan dışarıdadır. Öğle
ise kapıdan dışarı çıkan, hicâb ve fitneye girer ve sohbet-i nâs ile nice
rezâile düşer. Nitekim, azîz olan ekmek, yemek, su ve meyveler, insana
bir gece yakın olmakla yâni, midesinde kalmakla nasıl tebdîl olup, kötü
hale düşmektedir.

18
TASAVVUF! AHLÂK V

Nazım

Şefkat et, şehveti koy, ânı sana huy etme.

Aşık, pâk ola, herşeye gönül verme.

Hak için söyle sözün, yoksa sözün hemen sükût ol.

Dilde dildârı bul, etrafa bakıb aldanma.

Ariyettir, emânettir herşey, gerek güzellik ve gerek zenginlik.

Sakın aldanıb Mevlâyı unutanlardan olma.

Yedinci nevi': Uzletin nevileri hakkında:

Ey azîz! Ehlullah demişler ki, tâlib-i irfana uzlet, iki emir için lâzımdır. Birisi
şudur ki, insanlar, bu irfan talibini meşgul edip, zikir ve fikrinden alıkorlar.
Nitekim bir arif nakleder ve der ki; "Bir meydanda bir cemâat gördüm. Ok
atıyorlardı; yâni hedefe, nişana, silâh ve ok atıyorlardı. Birisi uzakta
oturmuştu. Onunla konuşmak istedim. Bana, "Senin sözlerinden bana zik-
rullah, daha çok lezzetli ve mübarektir!' dedi. Ben de ona, "Sen burada
yalnız kalmışsın" dedim. "Rabbim benimle" diye cevap verdi. Ona sordum
ki, "Bu cemâatin hangisi muvaffak olmuş ve kazanmışdır?" "Ol kimse ki,
halkı terk edip, Hak ile huzura yetmiştir!' diyerek kalkıp gitti.

Resûl-ü Ekrem (s.a.s.) Efendimiz Hazretleri, "Uzlet zamanını, ehil ve


erbabını beyan edip, o zamanda yalnız kalmayı ferman buyurmuştur!'
Şimdi, onun beyan ettiği zaman gelmiştir.1 Yine buyurmuştur ki, "Halkı
görürsünüz ki ahidlerinde, sözle-rinde durmazlar, emânetlere hıyanet
edgier ve by1)irj£ririe düş-mSnfik ederler^Suhâkkak-o-zamaikJitne
zamanıdır". —~^srrâb*Tlcîrâmsormuşlar ki, "Ol zamanHa Hılunan mü'-
min neylesin?" Cevaben buyurmuş ki, "O zamanda ehl-i îmân,
nâsımjşjejine_kaii5inayıp dilini tutsun veMnesînde otursun. Hâ^
yTrTanTsîeyJük.^^

Ten_cjksın!!jGeçmişteki büyüklerimiz, evlât ve dostlarına


nasî-"nütedipTuzletle emir ve vasiyyet etmişlerdir. Hiç şüphe yoktur ki,
onlar bizden daha ziyâde hayır ve basîret sahihleridir ve zaman ise
onlardan sonra daha çok şerli ve zararlı olmuştur.

Hazreti Ömer (r.a.) buyurmuştur ki, "Uzlette kötü kimselerden rahat


bulmak vardır. Mümkün oldukça nâs ile muhabbet

UZLET VE HALVET
19

ve tanışmayı, az etmelidir. Zîrâ nâsdan kurtulmak müşküldür!' Bir kâmil


demiştir ki, "Bu zaman dilini tutma ve bulunduğu yeri gizleme zamanıdır
ve arslandan kaçar gibi insanlardan kaçma zamanıdır. Evlerinde oturup,
geçmiş kusurlarını telâfiye çalışmaktır!'

Diğer bir kâmil demiştir ki, "Allah hakkı için bu zamanda nâsdan uzlet
helâl olmuştur. Öyle ise bu zamanda vâcib mertebesini bulmuştur!' Hele
bu zamanımızda ise, uzlet adetâ bir farzdır.

Uzletin ikinci sebebi de, insanlar, tâlib-i irfanın hâl ve huzurlarını ifsâd
ederler. Nitekim, nâsa görünmek, riyanın yatağıdır, yâni riyaya yol olur
demektir. Bir cemâat, bir arifin kapısına gidip, onu ziyaret ve onunla
görüşmek istemişler. O arif kapıya gelenlere içeriden cevap vermiş;
"Ziyaret ve mülakattan daha faydalı olan şey, gâibâne duâ ile size ikram
ederiz. Zîrâ, ziyaret ve likadan riya hâsıl olur. Gâibâne duâ ise, ıhlâsa daha
yakın olmakla, kabul olur!' Ekserî geçmiş büyükler ve sâlih kimseler, riya
korkusundan ziyaret ve mülakatı bırakıp, nâsdan uzlette selâmet
bulmuşlardır. Kanâat ile vakitlerini geçirmişler, gönülleri cemiyyetle e
huzûr-u Mevlâ ile dolup, Allah'ın sevgili kullarından olmuşlardır.

20

TASAVVUF! AHLAK V

Nazım

Kadr-ü fakri bil fena ol, yâr-i sultân olma hiç. Fakr imiş cem'iyet-i hatır,
perişan olma hiç. Halkı avlamak içindir, bu güleç yüz, tatlı söz. Çünkü
sayyâd olmadan, gûyân ve handan olma hiç. Terk-i zevk ve lezzet-i
cismânî asandır velî. Merd isen lezzet-i nefsânîde gûyân olma hiç. Hırkayı,
seccadeyi, imame ve tesbîhi koy. Sahre-i evham ve teshîlât-ı şeytân olma
hiç. Hıfz-ı zahir, mûcib-i ihmâl-i bâtındır hemen. Hıfz-ı hüsn-i hulk edib,
cismi nigâhbân olma hiç. İzzet-ü rağbette olsan, çok olur hâsid sana. Misl-i
Yûsuf mübtelây-ı mekr-i ihvan olma hiç. Ger saâdet-mend isen, tenhâya
gel halkı unut. Hak ile üns, Hakkı bul, setr et pişman olma hiç.

Şu beyitler nasihat olarak hepimize kâfidir. Güleç yüz ve tatlı sözlerle halkı
başına toplamağa çalışanlar, bundan çok güzel dersler alırlar. Zahirî
kıyafetlerine kıymet verenlerin bu hali, içlerinin ihmal edildiğinin
alâmetidir. Ahlâkı güzel etmenin gerektiğini, cesedinin güzelliğiyle
uğraşmanın akıllı insanlara yaraşan birşey olmadığını, saadeti istiyenlerin
ise, tenhâ bir yerde halkı unutup, Hak ile meşgul olan ve ayıplarını dâima
örtmeye çalışan kimseler olduğunu açıklamaktadır.

Sekizinci nevi': Nâsdan uzlet eden ariflerin iki sınıf olduğunu bildirir.
Ey azîz! Ehlullah demişler ki; uzlet eden arife, nâsın ilim hususunda bir
ihtiyaçları yoksa da, bu arife uzlet, yalnızlık hâli a'lâ ve güzeldir. Zikir ve
fikriyle meşgul olup, hacetten gayri şey için evinden çıkmaz. Yalnız cuma
ve cemâate devam ile ilim meclislerinde hazır olur. Başka birşeye
karışmaz. İkinci kısım arif ise, ilminde halk ona muhtaçtır. Binâenaleyh,
uzlet afiyeti ona müyesser olmaz. Belki ilmini neşretmek, va'z ve nasîhat
etmek ve dîne hizmet hususunda neşr-i ilim etmeye devam etmek
mecburiyetinde kalır. Lâkin ona, nâsa sohbet için iki emir (iş) lâ-

UZLET VE HALVET

21

zımdır. Biri uzun bir sabır, büyük bir ilim ve gayet güzel bir ahlâktır.
İkincisi, nâs ile sohbet esnasında, kalbiyle gönlü ile onlardan münferid ve
ayrı olmaktır.

Konuştukları vakit akıllarının ereceği kadar konuşmaktır. Göreceği cefâlara


ve eziyetlere de sabır ve sükût ile mukabele edip, kat'iyyen mücâdele
etmeye ve mahzun olmaya. Eğer ondan uzaklaşırlarsa, bunu da ganimet
bile ve memnun ola ve terbiyelerinde mülâyemet ve yumuşaklık eyleye.
Zahiriyle onlara muvafakat, eyleye. Eziyetlerine sabreyleye ve ihtiyaçlarını
sakla-ya. Onların hizmetlerini ücretsiz yapıp, hacetlerini de minnetsiz îfâ
ede, yâni başlarına kakmaya. Her hususta rıfk ve lütuf ile müsamaha edip,
halk ile Hâlık için hüsn-ü muamele ede. Neşr-i ilim etmek mecburiyetinde
olmayan ve bilinmeyen arife, uzleti kolaylaştıran üç şey lâzımdır:

Birincisi, ibâdetlerini gece gündüz saatlerine taksim edip, cemi' vakitlerini


ibâdette geçirmektir. Zîrâ, ibâdetle iştigâl, âfetlerden selâmettir. Nâs ile
istînâs yâni ünsiyet iflâs alâmetidir.

Mûsâ aleyhisselâm bile Tûr-u Sînâ'da, Hak sübhânehû ve teâlâ


Hazretleriyle tekellümden sonra halkın seslerini duymamak için kulaklarını
tıkardı ve uzaklara gidip, tenhâ kalmayı arzu ederlerdi.

İkinci emir ise, halktan ümidini tamamıyla kesip, cümle insanlar onun
yanında taş veya ağaç gibi olur ve lâşey menzilesinde fânî olur. Zîrâ fayda
ve mazarratı olmayan şey yok hükmündedir.

Beyit

Hakkî, cemi' halkdan müstağniyim billâh. Hallâk-ı âlem vâr iken halk-ı
zamanı neylerim.

Üçüncü emir ise, basîretle, ahvâl, ahlâk ve tavırlarını dâima tefekkür ve


tezekkürle kontrolü altında bulundurmaktır. İmdi, arif uzlet haliyle bu üç
emre devam ederse, nâs ile sohbeti bırakıp, dergâh-ı Hüdâ olan Mevlâ'nın
nazargâhı olan kalbine gelir. Üns, huzur ve sürûru dâim olur. Hak'tan
inayet ve tevfik, ne güzel sâhibtir ve ne güzel refiktir. Zîrâ nâsdan uzak
olan sıd-dîk, uzaklığı kadar Hak'ka yakın olur. Hak teâlâ kendi huzuru-

TASAVVUF!

na da'vet eylediği kula, nâsın ezâ ve cefâsını musallat eder ki, o halka
meyi eder olmasm ve her nesneden ayrılıp, Allah'dan başkasıyla kalmasın
ve kalbinden dışarı hiç bir kimseye i'timad ve i'tibar kılmasın. Öyle ise,
nâsın ona ezası devlet ve ganimettir. Zîrâ, nâsdan i'râz edip, nâsın Rabbi
olan Allah-ü teâlâ'ya ikbâl etmesine sebep olur. Hak teâlâ'nın evliyasına
âdeti, ilk demirlerinde halkı onlara musallat kılmak olmu$tUf. Z/ıra
düşmanın sözü, Hüdâ'nınTcâmçîsTdır. Gayre meyFedelTgonulleri onunla
vurup, mâsivâdan döMürürT kendi huzuruna gönderir.

Dokuzuncu nevi': Uzletin kısımları ve halleri.

Ey azîz! Ehlullah demişler ki: Uzlet, lisânın sükûtuna se-bebtir. Zîrâ


konuşacak kimse bulamaz, tenhâ kalır. Bu da onun sükûtuna sebeb olur.
Uzlet iki kısımdır. Biri mürîdlerin uzleti, biri de muhakkikinin uzletidir.
Mürîdlerin uzleti, ağyar ile ihti-lâttan cisimleriyle ayrı ve uzak olmalarıdır.
Muhakkikinin uzleti ise, kâinata iltifattan kalbleriyle ayrı olmalarıdır. İmdi,
muhakkikinin kalbleri ma'rifet-i Mevlâ'dan gayri bir nesne ile meşgul
olmazlar. Kalbleri de Mevlâ'dan gayriye mahal değildir.

Uzletin niyyeti üçtür. Biri, halkın şer ve fitnesinden necat bulmak içindir.
Biri de, kendisinin şerrinden halkın selâmeti içindir ki bu niyyet, evvelki
niyyetten daha hayırlı ve mu'teberdir. Zîrâ, evvelki niyyette halka sû-izan,
bunda ise nefse sû-izan vardır. Nefse sû-izan etmek ise lâyıktır. Zîrâ,
büyüklerin âdetleri hep böyle olmuştur. Üçüncüsü ise sohbet-i Mevlâ'yı
nefse tercih etmektir. Uzletin a'lâsı nefsinden uzlet edendir. Sohbet-i
Mevlâ'yı tercih edip, huzuruna gidendir. Kim ki, uzleti, ülfet-i nâs üzere
tercih edip, nefsinden kalbine içeri gelir, muhakkak o kimse Mevlâ'sını
şâirler üzerine tercih etmiş olur ve o kimse Hak teâlâ'nın i'tâ eylediği
mevâhib-i esrarı ancak kendi bilir. Gerçi uzlet-i nâs ile lisânın sükûtu lâzım
ve melzûmdur. Lâkin gönlün sükûtu yine mümkün olmaz. Çünkü ekseriya
yalnız insanlar mâsivâyı, mâ-sivâ ile söylerler. Onun için sükût altı
esasdan başlı başına bir -rükündür, bir esasdır. Kim ki uzlete devam ile
nâs ve nefsinden tenhâ kalır, o kimse, vahdâniyyet-i ilâhiyye sırrına vâkıf
olur. Uzletin a'lâsı halvettir. Halvetin neticesi, irfan ve esrâr-ı ehadiyyet-
tir. Uzletin bir hassası da budur ki, dünyâyı bilmeye vesiyledir.

İmdi kişi, yemeğinden ve cismin gıdalarından irâz edip, nâs uyurken o


uyanık olsa, zikrullah ile kendisinde sükût hâsıl olsa, nefis ve insanlardan
uzlet eylese ve bu dört huy onda cem' olsa, Jreşeriyyeti melekiyyete,
ubûdıyyeti seyyidliğe, gâibliği şehâdete, bâtını zahire ve aka nısse~~tebdîl
olun. Abdal "olan velilere flshü~ olup makâm-ı mukarrebîn devletince
ma'rifetine nail, saadet ve muhabbete vâsıl olur.
Nazım

Ünsiyyet-i nâs eden gönüldür nâsı. Sohbetleri gafletiyle olur kâsi.

İflâs alâmeti bil isti'nâsı.

Koy nâsı, hoş eyle yâd, Rabbi'n-nâsı.

Hak ile huzur eden gönül gülşendir. Gaflette kalan gönül değil, külhandır.

Çü gaflete gönlümü salan düşmanıdır. Pes düşman ve dostum bana


rûşendir.

Hakkı ânı fikir lıl ki, ülfet olur. Nâsı ko kitaba bak ki, sohbet olur.

Az ye, az iç, az uyu ki ı.i'met oldur. Benliğinden uzak otur ki, uzlet oldur.

Meyi etme, karışma halka, uzlet oldur. Tenhâda kitaba bak ki uzlet oldur.

Hakkı bu cihanı halka ver, uzlet kıl. Müstağni olup bu nâsdan uzlet kıl.

Yârana bedel kitâbla hoş sohbet kıl. Hikmetle gönülden dembedem ülfet
kıl.

24

TASAVVUF! AHLÂK V

Hattâ sana dost olan, olur hem düşman. Su misillü seni içen, eder bevl o
zaman.

Yay gerçi oku eder dergaş hemen. Kendinden ırağa atar oku, o keman.

Hakkı sana dost ol Mevlâdır.

Hem atadan hem anadan sana evlâdır.

Mecnûndur o dil ki kıblesi Leylâ'dır. Mevlâya teveccüh etse dil a'lâdır.

Hakkı iki cihanda cana Rahman besdir. Koy nâsı hemen oku ki, Kur'ân
besdir.

Tenhâda kütüb seninle yârân besdir. Olmazsa kütüb gönülde cânân besdir.

Onuncu nevi': Uzletin sonunun halvet olduğu ve onun şartları, erkânı ve


halvetin neticesi olan varidat ve esrar ve vusulün, keyfiyet, keşif ve
husulünü bildirir.
Ey azîz! Ehlullah demişler ki, sülük ve irfan yolcuları, Hazret-i Yezdan'ın
huzuruna gidenler ve yakîn ehli, insanlardan ve hattâ nefsinden uzlet edip,
karanlık ve dar bir ev içinde yalnız olarak kalırlar. Bütün insanlardan zahir
ve bâtınıyla uzak olduğu kadar Mevlâ'sına yakın olur. Halvete
girmenirr*şartlan, erkânı, usûlü, vâridât-ı esrar ve vusulü vardır ki, halvet
sahible-ri için bunlar yardımcı, mürşid ve mûnis-i karîn yâhî yakîn bir
ünsiyetci ve bir dost olur.

Halvetin Şartları

Tashîh-i akâid-i îmân (ümmetin ehl-i sünnet mezhebi üzerine imânını


tashîh etmesi), abdest ve namaz, usûl ve âdâb erkânını bilip, öylece îfâ
etmesi ve dünyâ lezzetlerini terk etmesi ve hattâ âhiret lezzetlerini dahî
unutması ve tam bir gönülle Haz-reti Hak'ka teveccüh edip, gönül ve canın
hakikatini bilmeye gay-

HALVETÎN ŞARTLARI

25

ret etmesi gerektir. Bunlar olmadıkça halvete girmek tehlikelidir. Amma


halvetin rükünleri, esasları, tam ma'nâsıyla irfan yolcularının esaslarıdır ki,
az yemek, az uyumak ve az konuşmak, nâsdan uzlet, devamlı zikrullah ve
tam bir tefekkürden ibarettir. Bu altı esas bulunmadıkça halvet bir
hapishane ve zindan misâlidir. Amma halvetin usûlü, usûl-ü makâmât-ı
insandır ki, tevekkül, tefvîz, sabır ve rızây-ı tamdır. Bu dört usûl gönülde
bulunmadıkça, halvete girmek haram ve tehlikelidir. Zîrâ, vehimlerin esîri
ve mahkûmu olan kimse için kâmil bir mürşidsiz halvete girmek, akla
ziyandır ve amansız bir tehlikedir. Lâkin her kimde şartlar, rükünler ve zikr
olunan usûller bulunursa, o ehl-i yakîn, her korku ve tehlikeden emîn olur.
Bu gibi ehl-i irfan, halvet ve çile murad ettiklerinde, evvelâ ona lâzım olan
evinin kapısını kilitleyip, yalnız kalsın. Tâki, hariçden, dışarıdan bir haberi
olmasın. Sonra evdeki insanlara kendi odasının kapısını kapayıp tek ve
tenhâ kalsın. Yanma kimse gelmesin. Kıbleye karşı aks-i teverrük yâni,
sağ inciği üzerine oturup, ayaklarını sol taraftan çıkara veya bağdaş kurup
kıbleye karşı otura. Aldığı dersine gece ve gündüz hiç durmadan devam
ede. Hem de oruçlu ola. İftarda bir mercimek çorbası, biraz ekmek; sabah
vakti ise 21 adet kuru üzümle biraz ekmekle iktifa ederek orucunu tuta.
Soğuk su dahî içmeye.

Eğer halveti yalnız başına yapıyorsa, Cuma ve cemâti kat'iyyen terk


etmiye ve dışarıda hiç bir surette eğlenmiye ve fâsid hallerden sakına. Zîrâ
zikir ve fikirden kendisini alıkoymasın. Gıdasında, yeme ve içmesinde ifrat
ve tefritten pek sakına. Zîrâ fazla açlık hayâlâta, fazla tokluk da kasavete
sebep olur. Hayvânî et ve yağlardan yemesin. İ'tidâle, orta hâle riâyet
etsin. Midesinin ancak yarısını doldursun. Kalbine gelen varidatı ganîmet
bilsin. Melekî varidatlardan nasibini alsın ve rûhânî, nûrânî, melekî vâ-ridât
ile, şeytanî varidatın farkını idrâk eylesin. Bunlar ancak varidatın
arkasından hâsıl olan tat ve lezzetle bilinir. Şeytanî olan kısmı ise, elem ve
hayretle bilinir. Vâridât-ı melekîde hayret olmaz ve suret tağyîr etmez.
Gönülde ilim ve hikmet kalır, mâsivâ kalmaz. Vâridât-ı şeytanîde ise, a'zâ-
yı bedeni kışkırtıp, birbirine düşürmek, elem, zahmet ve hayretlere dûçâr
edip, gönülde fesad ve tenbellik hasıl olur. Bunlardan çok sakınıp, zikir ve
fi-

vurı

kirle meşgul ola, tâki kalbi ondan temizleyip rahat bula. Ve iki şeye çok
dikkat ede. Allah-ü teâlâyı, ne zât ve ne de sıfatında hiç birşeye
benzetmeye ve halvette ancak Hak'kı talep eyleye. Mâ-sivâya meyi
etmeye. Cemi' kâinat sana bahş edilip verilse, kat'-iyyen iltifat etmiyesin.
Zikir ve fikirden ayrılmayasın. Zîrâ bunlar imtihandır. Eğer bunlara iltifat
edersen herşeyden mahrum kalırsın. Bu halvet esnasında mî'râc-ı rûhânî
hasıl olup, nâsı unuttuğu kadar huzûr-u Hak'kı bulur. Eğer halvete giren
zât, sıdk ve yakîn ile teveccüh-ü tam kıldıysa, esrar ve ahvâl ve keşfiyât-
tan hiç birisi ona münkeşif olmayıp, fitne Ve belâlara mübtelâ olmadan,
cümlesinden geçerek, Hak teâlâ'nın avn ve inâyetiyle ve cezebât-ı
muhabbetle, emniyet ve sür'atle, tecelliyât-ı ef al ve esma ve sıfat
mertebelerine gider. İmdi mürîd ve meczûb olan huzûr-u ünsü tez bulur.
Mürîd ve sâlik olan ise, keramet ile her hayırdan mahrum olup, âtıl ve
matrûd olarak insanlarla ünsi-yette kalır, maazallah.

ILI H\ ŞSİK1 L/İKI

Nazım

Hak var ezelîdir, bu nâs ve sen mevhumsun. Emvâte alâka eylesen


mezmûmsun.

Hacet dilesen kimseden mahrumsun. Bağlarsan eğer Huda'ya dil


memdûhsun.

Hakkı, Hak ve halk arasına dâhilsin. Hor oldun, eğer halâyıka mâilsen.

Müflissin, eğer bu nâsdan sâilsen. Verdinse vurup nâsa dil, nailsin.

Halkın nesi rar ki meyi edersin ey dil. Kendin gibi âcizi nidersin ey dil.

Her bî-haber izine gidersin ey dil. Gel Hak'ka ki halkı nidersin ey dil.

Mahlûk-u Huda'ya şefkat et, rahmet bul. Eblehlere hilm ve hürmet et,
rahat bul.
Sen herkese rıfk ve rağbet et, rif'at bul. Ger edemedinse, uzlet et, izzet
bul.

Ver Hâlık'a halkı, sen aradan çık git.

Her işde zulüm ve şer, adl-ü hayrı fehm et.

Niçin deyib, i'tirâz oduna yanma. Teslim ile seyir kıl Cenneti, hoş beyt.

Rıfk ile kamuya ol, halîm, settâr. Bil kadri ni halka çok açılma zinhar.

Mahlûku yok anla, Hâlık'ı bul ey yâr. Her dosta bu söz vasiyyetimdir hey
yâr.

28

TASAVVUF! AHLÂK V

Uzlet hakkında merhum İbrahim Hakkı Hazretlerinin nasihatlerini hep


beraber okumuş oluyoruz. Bugünkü bizim de bulunduğumuz dünya
âleminin içinde bizlerin, gerek bulunduğumuz İslâm camiasına, gerekse
insanlık camiasına ve kendi nefsimize faydalı olabilmemiz için, bu uzleti
çok görmemek lâzımdır. Evet bugün bir çok ilimlerin hemen hemen son
noktasına erişmiş gibi görünüyorsak da, hakikatte bu bizim gurur, kibir ve
ucübümüze sebep olarak, bizleri yaratanımızdan uzak kılmakta ve ibâdet
ve tâatimizden alıkoymakta olduğu pek aşikâr bir şekilde
görülegelmektedir. Şu halde bu ilim, matlûb olan ve insanların Hak
sübhânehû ve teâlâ'mn rızâsını elde etmesine sebep olan ilim
olmadığından, bundan fayda beklemek mümkün değildir. Bunlar dünya
insanlarına nazaran birer ziynetten ibarettir. Binâenaleyh, hakîkî ilim,
gönüllere yerleşen ve hiç bir suretle tebdil ve tağyire uğramıyan ve o
gönüllerden, istenilen tarafa ve seçilmiş gönüllere verilen ilimdir ki
sahibine de, etrafındakilere de, fâide-i tâmmesi dokunur ve İslâm'ın
ruhuna uygun bir şekilde saadet ve selâmetle hayatlarını geçirmelerine
sebeptir. Onlar, ilmin ve ömürlerinin kıymetini bilip, onun bir saniyesini
bile boşa geçirmekten son derece sakınırlar. Bugünün biz müslümanları
ise, halimiz açıkça meydandadır. İlmimizin ne kendimize ve ne de
başkalarına faydası olmadığı görülmektedir. İşte canlı bir misal:

Ashâb-ı kiram zamanındaki fütuhatlarda, feth olunan memleket halkının


müslümanlığa girmeleri ve Kafkas, Afgan, Buhara, Özbekistan, Türkistan
ve Çin Türkistanı halkının ve hattâ Hindistan, Pakistan, Endonezya ve
Filipin'lerde bulunan müs-lümanların hep o devrin hakîkî müslümanlarınin
ticaret ve se-yahatleriyle müslümanlığı kabul ettiklerine ve bunların
çoğunun belki de okuma-yazmadan da mahrum oldukları halde, bu
muvaffakiyetlerine ne dersiniz? Bizim İstanbul beşyüz küsur sene-denberi
elimiz altında olduğu halde, bugünkü bilgilerimiz şâyân-ı hayret bir
derecede.. Camilerimizde, kürsülerimizde ve şâir yerlerdeki
konferanslarımız gözümüzün önüne gelince, aradaki farkın ne kadar derin
olduğu meydana çıkmaktadır. Bizim, gayr-ı müslimlere değil, belki onların
bizlere bütün hal ve ahlâklarını, giyim ve âdetlerini aşılamış bulundukları
da gözlerimizin önündedir; hattâ mezarlıklarımıza varıncaya kadar.
Derdimizin ne ka-

HALVETÎN ŞARTLARI

29

dar büyük, yaramızın ne kadar acı olduğu, bu devirde bunların tedavisi


için, az yemenin, az uyumanın, az konuşmanın, uzlet ve halvetin
lüzumuna ihtiyaç meydandadır. Doktor bir hastasını nasıl yemeklerden
men eder, perhiz verir ve çeşitli zehir gibi ilâçları yuttururken, ona birşey
diyemiyoruz da, müslüman ruhunun tekâmülü ve yükselmesi, terakkî ve
teâlîsi için bunları yapmak neden zor veya lüzumsuz görülsün. Bunları
lüzumsuz görmek veya fazla taassup addetmek kadar cahillik olmaz.
Hastayı tedavi altına almamak ve onu ölümle baş başa bırakmak demek
değil midir? Bazan hastanın elini ve ayağını kestikleri de görülmektedir.
Sırf vücudun kurtarılması için bunların feda edilmesi caiz oluyor da, bir
noksan müslümanın iyi olabilmesi, kemâle ulaşabilmesi için gösterilen
hizmetleri yapmak, elbette en güzel bir harekettir. Zîrâ ondan hem
beşeriyet, hem islâmiyet, hem efrâd-ı ailesi ve hem de kendisi, dünyada
ve âhırette faydalanarak ve ömrünün kadir ve kıymetini bilerek saâdet-i
dünyâ ve saâdet-i ukbâyı kazanmış olacaktır. Binâenaleyh, bundan daha
bahtiyar kim olabilir?

Bizler bil'akis, henüz ne zamaun ve ne de ömrün kıymetini bilmiş değiliz


de onun için vakitlerimiz, yemekler, uykular ve bol bol boş laflarla geçer
de biz de ondan adetâ zevk alırız. Bu ise bizim sebeb-i hilkatimiz olan
ma'rifet-i İlâhiyyeye ve ibâdetlerimizin gayesine muhaliftir. Ma'lûm ya
herşeyde matlûb olan kemâldir ve bu kemâli insanda aramak ise en doğru
bir şeydir. Bir'meyvenin bile hamının, olmamışının çöplüğe döküldüğü
malûmdur. İnsan ise eti yenmez. Onun şerefinden nâşî ölünce açıkta
bırakmaz, toprağın altına saklarız. Artık orada ameliyle baş başa kalmış
olacağından, kabrini yâ Cennet bahçesi veya Cehennem çukuru olarak
bulacaktır. Bu iyilik, işte bulunduğumuz bu muvakkat hayatın iyiye
kullanılması ile elde edileceğindendir ki, büyüklerimiz bizleri dâima
uyandırmaya çalışarak, bu âhiret saadetini kazanmak için neler yapmamız
lâzım geldiğini kitabları-na yazmışlar; onların yazdıkları da bugüne kadar
gelip, elimize geçmiş bulunuyor. Tezkiretü'l-Evliyâ kitabında okuduğumuz
o büyük zevat ve İbrîz kitabında gördüğünüz fevkalâdelikler, hep
insanoğlunun kemâle ulaşmış bahtiyarları ve onlardan zuhur eden
harikuladeliklerdir. Cenâb-ı Hak, bizleri de sevgilileri hürmetine af ve
mağfiret buyurup, onların yollarından ve izlerinden ayırmasın, âmîn.
30

TASAVVUF! AHLÂK V

Zikrullah

Şimdi de Ma'rifetnâmede, kemâle ulaşmanın beşinci esâsı olan zikrullah


hakkında, İbrahim Hakkı Hazretlerinin yazdıklarından hulasaten dokuz
nevi' ile beyân edilir ki, birinci nevi' âyât-ı kerîmeler ve ehâdîs-i şeriflerdir.
İkinci nevi' ise, devamlı zikrullahın, Hazret-i Rabbi'l-âlemîn ile ünsiyete
sebep olduğunu hadîs-i şeriflerle bildirir.

Ey azîz! Ma'lûm olsun ki, Hazret-i Habîb-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz,


ümmetine şefkat edip, Hazreti Allah'ın zikrinin en azîz ve en lezîz şey
olduğunu duyurmuştur. Nitekim, bir hadîs-i şeriflerinde buyurmuşlardır ki,
"Bir cemâat bir meclisde Hak teâlâ'yı zikr etmezler, illâ ki onları melekler
tavaf eder. Yâni Hak teâlâ'yı zikr edenleri melekler tavaf edip, hepsini
rahmet-i ilâhiye istîlâ eder ve gönüllere sükûnet nazil olur. OnlarıHak teâlâ
kendi yanında olan melekler arasında zikreder!' Zikrullah ile beraber
Kur'ân-ı kerîm'i güzel okumaya devam eyle ki, onlar sana yer yüzünde
gayet açık bir nurdur. Göklerde güzel bir şekilde anılmana sebeptir. Kim ki
zikrullah sevgisi bulmuştur, bu, Hak teâlâ'nm onu sevdiğinin alâmetidir.
Mevlâ'nın kuluna sadakası, ona zikri ilham buyurmasıdır. Kim ki (Lâ ilahe
illallah) derse, kalbinden hicabı ref eder. Herşeyin bir parlatıcısı,
temizleyicisi vardır. Gönlün parlatıcısı ve temizleyicisi de zikrullahdır.
Zikrullah herşeyden büyüktür. Gerek Al(âh-ü teâlâ'nın kulunu zikri ve
gerekse kulun Allâh-ü teâlâ'yı zikri olsun. Zîrâ, sizin onu zikr etmenizden,
onun sizi zikr etmesi, daha büyük ve daha güzeldir. Şeytan, kulağını
âdemoğlunun yüreğine koyar ve dinler, eğer o kul Allâh-ü teâlâ'yı
zikrediyorsa, geriye kaçar ve eğer zikrul-lahı unutursa, yüreğini lokma gibi
yutar. Sizden biriniz o kadar çok zikrullah etsin ki, nâs onu deli zannetsin.
Zikrullahdan da-

ZÎKRULLAH

31

ha efdal sadaka olmaz. Altın ve gümüş sadakasından, infâkın-dan, düşman


boyunlarını vurmaktan ve bütün sâlih amellerden daha faydalı olan,
derecelerinizi artıran ve yükselten şey, zikrullahdır. Rab'bini zikr edenle
etmiyenin misâli, ölü ile diri misâlidir. Bir kimse sâlih bir amel işlemez ki,
zikrullahdan daha ziyâde ona necat verir ola. Bir kimse ceblerine para
doldurup, fukaraya dağıtsa ve bir başka kimse de zikrullah ile meşgul olsa,
Allah katında fukaraya tasadduk edenden, zikrullahla meşgul olan efdaldir
buyurulmuştur. "Eğer Cennet bahçelerine tesadüf ederseniz, onlarla
mütene'im olunuz" buyruğundaki bahçeler, zikrullah meclisleridir,
buyurulmuştur. Bir kavim bir meclisde oturup, zikrullah etmeden
kalkarlarsa, güya bir merkep cifesinden dağılmış olurlar've o meclis için,
onlar kıyamet gününde pişmanlık ve hüsranhk çekerler. Ehl-i Cennet hiç
birşey için hüs-ranlık çekmezler, ancak o saate mütehassir olurlar ki, onda
zikrullah etmeyip, o saat boş geçmiştir. Kim ki sabah namazını cemâatle
edâ edip, işrâk vaktine kadar zikrullah ile meşgul olsa ve sonra iki rek'at
işrâk namazı kılsa, onun için nafile bir hac ve bir umre sevabı tamâmıyle
hâsıldır. Buyurmuştur ki, sabah namazını edadan sonra işrâk vaktine
kadar zikrullah ile meşgul olmaklığım, dünya ve dünyâ içinde bulunan,
bütün zî-kıymet cevahir ve eşyalardan^ bana daha ziyade sevgilidir. İkindi
namazını edadan sonra, güneş batmaya kadar zikrullah ile meşgul
olduğum ve olmaklığım, dünya ve dünya içindekilerden, bana ziyâde
sevgilidir. Hak sübhânehû ve teâlâ'yı zikredenin* misâli o kişidir ki, onu
öldürmeye kasd eden düşman, onun arkasından koşup erişecek saatte
hemen o zâkir metin bir kaleye girer ve o düşmandan halâs olur,
kurtulur." Bunun gibi mü'min bir kul, kendi nefsini şeytandan koruyamaz,
ancak zikrullah ile muhafaza edebilir. Kelime-i tayyibe olan (Lâ ilahe
illallah) Mevlâ'nın kalesidir. Onu can ve gönülden tekrar edip ve gizlice çok
çok söyle ki, ondan mâsivâ gafleti gidip, meclis-i üns ve muhabbeti
bulmuş olasın.

32

TASAVVUF! AHLÂK V

Nazım

Eğer cihanı gönülden uzak edersen sen. Huzur ve zevk ile zikr-i Hüdâ
edersin sen.

Bu kavga ve gürültüden geçersen eğer. Visal gülşeni içre safa edersin sen.

Safa bulursan eğer nûr-u aşk-ı bakîden. Derün-u sineni, bâğ-ı beka
edersin sen.

Derûn-u bahr-i meânîde cevherin bilsen. Cihanda kıymetine hoş bahâ


edersin sen.

Riyâzat âb-u hayâtı, safâsın bulsan. Gönül kudretini hep cila edersin sen.

Menâzil-i heves olduysa, kat' eğer Hakkı. Makamını harem-i Kibriya


edersin sen.

Üçüncü nevi': Devamlı zikrin fezâili hakkında.

Ey azîz! Ehlullah demişler ki, zikrullah umde-i ehl-i irfandır. Ve mûcib-i


üns-i Yezdan'dır. Ve mûris-i visâl-i dîl ve candır. Zikrullah amellerin en
şiddetlisidir. Ve sözlerin en şiddetlisidir. Hak teâlâ Hazretlerinin kapısının
bekçisi ve çalıcısıdır. Zikrullah kalbin sıfatı ve îmânın alâmetidir'
Ibâdetlerirnesâsı, kökü, iliği ve irfan kapısının anahtarıdır. Zikrin efdali,
gizli olanı ve huzûr-u kalb ile tekrar tekrar edilen (Allah veya Lâilâhe
illallah) kelimeleridir. Zikrullah kalbin nuru verûhlarınhuzurudur. Zikrullah
vücudlara yerûhlara kuvvettirTzîk~rullah"gözkre cila ve iclerejujriiux.
Zikruîlah canın ünsiyeti ve irfanın husulüne se--be^HEZikrullah ariflerin
âdeti ve Allah'dan gayrisini unutmaktır.

_akılların nurudur, Zikrullah kalble-

£flgi_^lsLj£^ ikrulîah kalble

rin hayâtı ve sevdiğine müfâkTolmâktır. Zikrulîah lisânın ve fikrin resmi,


değil belki söylemesidir. Evvelâ zikr olunan hâlinden son-
ra^ikx^dgtîdenjîâsıldır. Zikrulîah ilelştigâFasîl, için ve gönlün salâhıdır.
Zikrulîah ile geceleri meşgul olmak, amellerin efdali

ve hallerin de en güzelidir. Eğer görürsen ki, Hak teâlâ seni zikir ve fikrile
meşgul etmiş ve alıştırmıştır, müjde olsun sana ki, o seni sevmiştir.
Zikrulîah gönülde sürür, semeresi, mansuıu üe7 ünsiyet ve huzurdur.
Zikrullaha devam, gönül ve canın nurudur. Kalbe sükût bahş eder.
Zikrulîah enîsdir ve pek güzel bir arkadaştır. Zikrulîah çesedlerin güzel
kokusu, ruhların da kuvvetidir. Zikrulîah iç gözlerinin nuru ve içlerin de
munisidir. Zikrulîah ile gönül, her pislikten tâhir olub Hak'kın rızâsı, yüzü
ona zahir olur. Zikrullaha devamla kalbi ma'mûr olanın efal ve ahlâkı
cemîl_ve ruhu mesrur olur. Zikrulîah kalbe nûr ve inayettir ve
rühajîidâyettir. Zikrulîah her derde devadır. Allah'dan gayriyi zikir, belâ ve
derttir. Kim ki Hak'ki zikr eder, Hak sübhâne-hû ve teâlâ da onu zikr eder.
Zikrulîah iç gözlerine nûr ve ruhlara ganimettir. Zikrulîah ile iştigâl,
hallerin en güzelidir. Kim ki Hak'kı unutur, onun kalbi katı olur. Kim ki
Hak'kı çok zikr edex b

bnun kalbinde

Qİ1ır

7ikrj_Hwarnlı olanınkalhi

bnun kalbi â y Qİ1ır n j_

uyumaz. Zikri Allah olanın, fikri de Allah olup^ cânıdiTSfâlr olur. Zikrullaha
devam ehlullahın âdet ve yoludur. Zikrulîah, canlar a kuvvet, âgâhlık ve
uyanıklığa sebebtir. Hak'kı unutup, leh-viyâta düşme. Zikredersen,
unutanlardan, gafletle zikr edenlerden olma. Kalbin lisânmauygun^olarak
zikr et. Tâki zikrulîah sende kemâl bulsun. T^akfîcâl>î zikrTMevlâ, nefsini
vejnâsivâyı unutmaktır. Zikrullah" sermaye-i ma'rifet ve muhabbettir,
kirnyây-ı devlet ve saadettir. Zikrullaha devamla muhabbet-i ilâhî, galip"
olur. Gönül başkalarını bırakıp, Hak'ka tâlib olur. Zikrullah herkese,
herhalde lâzımdır ve ehlullah, zikrullaha mülâzimdir. Arifin cezası, zikr-i
Hak'tan münkatı' olmasıdır. Yâni zikirden hâ-lî kalmasıdır. K»l, 7jkrullah
ile_memnrrl^r İH, h^- yaman

lî kalmasıdır. K, jkrullah ile_m^r , ^ m ggj_ ola. Zikrullah, yâ


lisân, yâ kalb, veya ruh_üe_hâsıl olur. Zikrul-al"^S kalbe ve
oradan ruha vâsıl olunca, o kimse

hayâs-sı_evliyâ olupT cemi! a'zâsıvla^zîkre devamla^Hak sübhâ-aehû ve


teâlâ ile ünsiyet kılarak ehas-sı havas olur. Zikrullah" lisandan kalbe
müntekil olunca, bedendeki bütün a'zâlar müte-nebbih olup rahat bulurlar.
Zikrullah, ganîmet-i evliyadır. "Lâ ilahe illallah" Mevlâyı tevhîddir.
Zikrullahın efdali, gizli ve huzur ile tekrar tekrar kelime-i (Allah) veya (Lâ
ilahe illallâh)'ı söylemektir. Zikrin efdali, "Lâ ilahe illallâh"dır. Ona devam
eden,

Mevlâ'nın kalesine, hıfz-ı himayesine dâhil olmuştur ve iki cihanda korku


ve tehlikelerden azaplardan necat bulmuştur. Bu suretle de, devlet-i
ebediyeye ve saâdet-i sermediyeye nail olmuştur. Kim ki bu zikir ve
tevhidden mahrum kaldıysa, o kimse şekâvet-i ebediyye ve azâb-ı
sermediyye yoluna gitmiştir. Allahım bizi en muhkem kalene dâhil et.
~

Nazım

Haddim değil ki hamd ü sena eyleyim sana. Lâyıktır eylesen yine sen
kendine sena.

Haddim ne, ben kimim, kesl-i tâatim nedir? Sensin hemîşe mu'temed ve
müttekâ bana.

Benlikte koyma, hayâldan halâs kıl.

Tâ hiç senden olmaya dil bir nefes cüda.

Feth et cihân-ı aşka, bu dil beyti babını. Cezb eyle Hakkı bendeni, kıl ıska
âşinâ.

Dördüncü nevi': Devamlı zikrin hassaları ve te'sîrâtını bildirir.

Ey azîz! Ehlullah demişler ki, eğer zikrullaha devam eden hafif bir nefesle
ve kalbine teveccüh ederek, "Allah" veya "Lâ, ilahe illallah" zikrine devam
eylese, ol zâkir, zikr-i lisan ile zikr-i kalbiyi cem' etmiş olur. Böylece hassa
ve te'sîrâtını çabuk bulur. Zîrâ lisân ile zikirde hararet vardır ye yakıcıdır.
Kalb ile olan _zikirde qûr ve ziya vardır. Bu zikrin, saf bir ateşi vardır ki,
zâkf-rın göğsünde ve içinde hiç birşey bırakmaz yakar, gider. Meselâ bir
haneye ateş düşse, eğer orada odun varsa, önlün" da yakıp nâr eder ve
onda zulmet varsa, onları giderip, nûr eder. Eğer orada nûr yarsa, nurun
alâ nûr olur. jiunun gibi, gönül evinde zikrul-lah mâsivâyı bulsa, onu yakıp
nâr eder. Eğer zulmet ve cehjl varsa, onu da nûr-u ma'rifet eder. Eğer nûr
bulduysa, nurun alâ nûr olur. Zikir, zâkir ve mezkûr olur. Öyle ise,
zikrullah haktır ve sıfatı öyle haktır ki, hatâları yok eder. Hakları bakî kılar.
Zîrâ, zikrullah ile nefsin haklan arasında zıddiyet yoktur. Lâkin nef-

ZİKRULLAH

35

sin hatâlarının vücud eczalarında fazla olması, iç âlemi için bir israftır. Bu
da haram lokmalardandır. İmdi, zikrullahın nuru ve ateşi bu eczalara
erişip, onları yok eder. Ve sultân-ı zikr-i Hak gelip, zâkirin vücudundan her
bâtıl mahv olur. Bu suretle yapılan zikirler, zikr edenlerin dillerinden
kalblerine sirayet edib onu uj^n^ıriL.Basîreti^jç gözleri açılıp, zikruOahJle
ünsiyet bulur,' lezzetlenir, lıyrümâlTıstemez^ Ancak zarurî hacetleri
içirTmüs: tesfıâ olarak~"dışarı çıkar ve üemen evine halvet hanesine
dönmeye çalışır. Dış âlem ona pek garip gelir, durmak ve eğlenmek
istemez, gece gündüz evinde zikrullah ile meşgul olur. Zikrulla-hınjıûru
onu ihâtaedip, yakmağa başlar ve o nûr onun içindir bir sultan olur
ki,~o7iunlâTcalbii^Tıiçbirşey kalmaz, hepsTmâTîv olur, yalnız AJjaJ] fc-
C*) kalîr7Z3kirin kalhf Hak'ları zikrine mekân olunca, aşk ve muhabbet
ateşleri birer şerare misâli ona nazil olup, o kadar yanar ki, vücûdu
muzmahil olur. O anda onun kalbine Hak'kın nuru tecellî eder ve bu nûr ile
diğer bütün nurlar fena bulup, zâkirin kalbi mezkûr ile Hak sübhânehû ve
teâlâ ile müteselli olur. Zîrâ insanın vücûdu kalb ile, o kalbi çeviren Allâh-ü
zü'1-Celâl arasında hâil, hicâb ve manî olmuştur. İmdi, vücûd benliğinden
kurtulup, safî olunca, dostunu bulur. Üns-ü huzuru, nurun alâ nûr olur.
Bulıûrlar âna Hak'kın cezbelerin-den gelir. Lâkin bu nurlar ile meşgul
olmak doğru değildir. Zâ-kiri yolundan alıkoyar. Çok kere erbâb-ı yakın bu
nurları asla görmeyip, ancak hepsini muhît olan nûr, onlara tecellî eder ve
bununla müteselli olurlar.

Nazım

Ey gönül hiç etme fikir eyn-ü ân. Olsa zikrin hak, olursun câvidân Mâsivâyı
çün ferâmüş eyledin. Zâkir oldun ânı bî-nutk-i lisân. Hoş bulunmaz dilde
zevk-i zikr-i Hak. Sende benlik olsa yâ sûd-ü zeban. Fariğ olsa kendi
kendinden gönül. Şâhid-i mezkûru buldu bî-gümân. Dilde kalmazj zikr-i
esma ve sıfat.

36

TASAVVUF! AHLÂK V

Zât-ı mezkûr olsa cân içre ayan. Kalbe müstevli olunca zikr-i zât. Hâtıra
gelmez dil ü cân ve revân. Vâlehii medhûş eder canı müdâm. Ol cemâl-ü
lâ yezâl-ü bî nişan. / Ne dilersen Hak verir ânı velî. Sen seni istemezsin
ol zaman. Hakkı, Hak'dan iste böyle devleti. Kime fikr-i cân ü mâl ü
hâniimân.

Beşinci nevi': Devamlı zikrin hâlât ve kerametlerini bildirir.

Ey azîz! Ehlullah demişler ki, zâkirin nefsinin kötü arzuları, onu hasîs
şehvetlere sürüklemese ve zikrullah ile meşgul olup, gece gündüz evinden
dışarıya zarûretsiz çıkmasa ve bu hâl üzere bir müddet devam eylese,
orMn^^a^oj^xmj^^ygas^i-yıp bir şimşek misâli gelip geçer. Zikrine
devam ettikçe, bunlar tekjar_g£İipJjirjmk^a£jdjıha_k^hj, zîkrüllaha
devaTnla~rJurseteT o nûr onda bâM^aju^önjil^de öndanTezzef
"fMuTrSon7a~bTi nurdan ruha sesler geHp, rûh hikmeflerâlîrrSIIâfi'Sân
başkası-rr. unutup, Hak'ta .müstağrak olup kalır.

Müstağrakât-ı Selâse

Zikr-i hafiye devam etmekle zâkirde, üç netice, haslet hâsıl olur. Bunlara
"müstağrakâH selâse" derler. Ririnri ifljfirflK- zâkirin vücudununzikrullah
ile müstağrak_olmasıdır ve bu istiğrak o zaman hâsîT olur ki, zikrullahnı
ateşiyle vücuddaki habîs eczalar, şeyler kamilen mahv olup, eczây-ı
tayyibe-i lâtîfe kalır. İşte o zaman onun vücudunun herbir parçasından
zikrin sadâlan işitilir. Hem_de pek aşikâr bir şekilde. Zîrâ zikrullah'la
vücûdun eczaları arasında mutabakat hasıl olmuştur. Bu sesler, arı
uğultusu gibi mülayim bir uğultu ile başlar. Çünkü zikrullahîn ateşi, evvelâ
zâkirin başından gelmeye başlar ve sultân-ı zikrul-
atvekydretiylejoıhûreder: ZâkîHrTr5i31îrâ"çok~ gaflef ve vehmine gâlib
olarak buna alışması

d lâ

toetnToîrnasTve gaf g

lâzımdır. Sabır ve tahammül edip, korkmaması ve dayanması lâzımdır.


Zîrâ ne bu nurdan ve dhâidti

MUSTAGRAKAI-l S

^dgrrvejeslgrindcn hic bir^zarar gelmesijçatMyjjgnJasavv^r n1n-_


jıamazJBelki, zevk ve neş'esini bile artırır. O şiddetli sadâların sırrı budur
ki, zikrullah mâsivânın zıddjLbulunmuştur. Şimdi, bfr mevkîye ve mevzîye
gelir ki, onda zıddı olan mâsivâyı gidermeye çalışır. Nitekim, su ile ateş,
birleşince nefiy sadâsı işitilir, bunun gibi zikrullahîn ateşiyle o zâkirin
vücûdundan mahv, nefy ve ihrâkın sadâları gelir. Böylece zikrullahîn ateşi
şâir a'zâlara eriştikçe, ona kendi vücûd-u a'zâsından değirmen sadâları
veya deniz dalgalan gibi veya şarıldayarak hızla akan veya yükseklerden
dökülerek gelen derelerin gürültüleri gibi gürültüler veya şimşek sadâları
gibi gelen seslerin herbirinden nice bin zevk ve safa bulur. Bu seslerin sırrı
şudur ki, insanın vücudu yerde ve gökde bulunan kesîf ve latîf
cevherlerden terkib olunmuştur. İşte bu seslerde mezkûr cevherlerin zikir
ve teşbihleri bulunmuştur. Herkim o zikirleri kendi vücûdunda bulur,
muhakkak o kimse, Hak teâlâ'yı her lisân ile zikr etmiş olur.

İkinci iştigrakda, ise, zâkirin bütün vücudu basdan aşağı emn-ü emân
içinde, rağbet-i îmân, yakîn-i irfan ve zikr-i Mevlâ ile dopdolu olur. Gönül
ve cân, zevk ve sürür, neş'e ve şevk, üns ve huzur ile dolup, kemâl-i
rağbetle zü'1-Celâl ve'1-kemâl Hazretlerine, tam meyi ile meyi eder ve
istiğrakı safâdan zikrullah dahî kalbinde müstağrak olup kalır. O zaman
kalbinde öyle hisseder" ki, güya gönül derin bir kuyudur, kovası da
zikrullahdır. Ondan su çeker, bulur ve bu halde a'zâsına bir titreme gelir.
Zik-rullahı birakınca derhal içinden, kalbinden zikrullahı taleb eder. Tıpkı
ana karnındaki çocuğun hareketi gibi hareket eyler. Zikr-i kalbinin arı
âvâzı gibi sesi gelir. Bu ses ne gizli ve ne de kuvvetlidir. Ekseriya zâkirler
kalbinin zikrini işitirler. Zikrullahın kalb£ intikalinin alâmeti odur ki, zâkir
kendi içinde nurdan bir men7 bâ müsâlıede eder ve kalbi onunla mutmeîn
olup, onu kendisine arkadaş ittihâz eder. /\lL-Ah ~~ ~

Üçüncü istiğrak iseVZıkrullah gönülden sırra vâkî olup, zikirden,


^zâkm^^^j^ge kaybolmasıdır. Bunun alâmeti, eğer zikrullahdah fârıl
olsa, zikrullah onu terk etmeyip, onun için-de bir kuş gibi çırpınır ki, bnu
gafletten îkâz eder ve huzura gö-"turür. Bunun alâmeti de şudur ki,
zikrullah. onun a^zâlarun-öv-îe sağlam bağlar ki, güya zincirlerle
bağlanmış ve kapatılmıştır.

AtlLAIS. V

Bunun alâmeti de şudur ki-zikrullahm ateşi onda sönmez ve nuru kat'iyyen


gitmez. Belki o zâkirin etrafında ebedivven sâf nurlar
bulunur^Kalbindenjıûrlann inip çıktığını görür. Kalbden çıkan nura (Sâide)
ve kalbe nazil olana da (Ârşîyerderler. İç gözler yâni basiretinin açılması,
evvelâ zâfıir olan dış gözlerden başlar. Sonra yüzünden, sonra da
göğsünden, daha sonra da cemf bedeninden feth olunur. Yâni vücudun her
a'zâsı göz ve kulak kesilir. Bunu sakın muhal görme. Gözde
görmeyjujculakta işitme-^ yi halk eden AJlahJccJ_HjizjeÜeri^^ "gibi
SürnTrle? a'zâda yapabilir, vesselam.

Beyitler

Seninle olduğum an içre pür-safâ olurum. Benimle çiin olurum, zevkden


cüda olurum. Seninle Cennet olur dil, benimle düzahdır. Seninle cümle
devayım, beuimle dâ olurum.

Altıncı nevi': Zikrin üç mertebesini bildirir.

Ey azîz! Ehlullah demişler ki; zikirjisânın zikir harflerini söylemesidir. Ve


huzurun ne olduğunu biime'z","b'u ilk" mertebesj-_cuj. Sonra gönül lisana
muvafakat edip, zikrullah lisândan kal-beintikaLfidexjvejjrada huzuru bulur
ki, bu da zikrin üsİöSUUgr-NIeb*isıdIr; Daha sonra o_h.ıı?iîrHqrı jnezkûre,
yâni Hak'ka_gâib plup, zikr-i sırrî olur. Bu o zikr-i gaybdir ki, devamlı
zikrin üçüncü mertebesidjn, VaktâFı zikrullah kalbi istîlâ eder, o birlıûr-
öTazîm-dır ki, zâkirin üzerine yâ başından veya ayağından veya ön veya
arkasından vâki olur.'O zaman zâkirde titremeler hâsıl olup, is-temiyerek
"Allah" diye sayha edip kendinden geçer. Bu, zikrin birinci mertebesi olan
ve gafletle huzursuz olarak yapılan zikrullah ile başlar, terakki ede ede,
nihayet kalbe, huzura ve en son da sırra erişerek, devlet-i azîmeye nail
olur ki, bu^da sırf Allah "M'nınfazj-ü-keiemidijr, İrfan sahihlerinin esas
yoîlârından~bıri olanzikreclevam olundukça zâkirinrûhâniyeti kuvvet
bulup, nef-sâniyetin elinden ve hükmünden kurtularak rûh-u hayvani
üzerine galip olur ve ma'rifet-i Mevlâ'ya tâlib olur. Eğer zâkir gece gündüz
bütün vakitlerini, zikrullah ile ihya ederek geçirirse, Hak

MÜSTAĞRAKÂT-I SELÂSE

39

yolunu şimşek sür'atiyle geçip gider. Eğer zikrullahı ihmal ederse, onu
nefsâniyet-i beşeriyeye döndürüp, Hak yolundan alıkoyan Üç günlük yolu
otuz yılda bile ancak gider. Zikrullaha de-vamîa zâkirin kalbinde ve
şaıFa'zâlarında bîrTakım yanmalar hâsıl olur. Bundan zâkirin aldığı zevk ve
safâyı ancak kendisi bilir.

*'

İJL*

I "Yâ Rab bizleri çok lezîz olan şeylerden mahrum etme ve / bizleri bu
nimetlerin üzerine lâyık-ı veçhile şükr etmiye muvaf-

l fak kıl yâ Azîz" demektir. Bu yanma ve acıların husulünün sebebi ve sırrı


şudur: Zâkirin evvelce gafletle geçirdiği günlerde vücudunda ve
a'zâlarında birleşen lezzet ve-nazları, zikrullahın te'siriyle yakıp, yok
etmesidir ki, kalbe, zikr-i Hak'kın ilk hüfû-zu ve te'sîri budur. Zikir devam
ettikçe gönülden_rûha_vâsıl olur.

0 zaman rûh zikretmeye başlar ve hilâfetle gönül tahtında oturup, havâs-sı


batine ve zahireyi hükmü altına alıp, mâhirâne bir şekilde Hak'kın rızâsı
yollarında sahibinin idaresini te'min ederek, bir daha nefsin eline ve
oyunlarına terk etmez. Zikrullaha

" devam ettiği müddetçe, bâdemâ zikrullah isr-i rûhdan sırra vâsıl olup,
zâkir arif ve kâmil olur. Şayet zâkir bu mertebelere eriştikten sonra
zikrrterk edecek olursa, bir mertebe tere::zül edip düşer ki, ta'rifi ve
tavsifi mümkün olmaz. Mevlâ ona ^ahr edip, eşed-di belâya giriftar
eylediği gibi, bu zikrullahdan i'râzı, zikr-
1 Mevlâ'ya başlamadan evvel olan gaflet günlerindeki ı'râzından ve
imtinâından daha kabîh ve daha büyüktür. Evliyâullah indinde, o
zikrullahdan kalan kimse mürted hükmündedir. Yâni dinden dönenlerin hâli
neyse, bunun da hâli odur, demek istemişlerdir. Binâenaleyh, zâkirlere
vâcibdir ki, bu tehlike-i azîrrie-yi gözleri önünde bulundurup, her ne
bahasına olursa olsun, zikr-i İlâhîden kalmak gafletine düşmeye. Öyle ki,
nefeslerinden hiçbirini bile zikr-i Hak'dan hâli kılmaya. Halbuki, efdâl-i
a'mâl

, ve eşref-i ahvâl ve ekmel-i sıfat ve vakitlerin en mes'ud olduğu V zaman


o zamandır ki, zâkir kendini zikr-i Hak'ka teslim ede. ' Tâ ki zikrullahda
fâni olup, mâsivâdan geçe ve kendi nefsinden

40

tasavvuf!ahlâk v

gide ve tâ zikrullahdan gâib oluncaya kadar bir an bile fariğ olmayıp,


zikrine devam eyleye.

Nazım

Allah Allah ismini zikr eyle candan bir zaman. Tâ müsemmâ aşkı nurundan
dola leyl-ii nehâr. Bulsa dil sultân-ı aşkı, rehzen-i dînden ne gam. Rehber
dünden ganîdir, yok anınçiin intizâr. Aşkı söyle, aşkı iste, aşkı oku, aşkı bil.
Aşkı gûş ol, aşkı pûş ol, aşkı hâr. Tâki aşk olsun vücûdun sende benlik
kalmasın. Çünkü benlik kalmaz ol dek aynı aşk-ı şehriyâr.

Yedinci nevi': Zikr-i lisânın nihayetinin alâmetlerini bildirir.

Ey azîz! Ehlullah demişler ki, zikre devam, meletfût âleminin acâiblerini


görmenin anahtarıdır. Ve kurb-ü Hazreti Lâhut-tur. Devamlı zikir, yalnız
lisân ve kalb ile yapılan zikir değildir. Belki, dâima zâkir kendi kalbine
mülâzim olmak lâzımdır. Tâki, kalbi halka meyil ve adavetten, mâzî ve
müstakbeli düşünmekten, işlerini tedbir ve tefekkürden mahfuz ve hâlî,
sâde ve safî ola, dâima Hak teâlâ'yı murakabe edip, onunla hazır olarak,
zikir ve fikriyle dola, zâkir bütün hâtıralarını yok edib, zik-rullah ile kalbine
cila vere. Kalbin tasfiyesine başlamadan evvel îtikâd ve ibâdet ilimlerini
öğrenip, şâir ilimlerle meşgul olmaya. Ve nefy-i havâtırla huzur ve
murakabeye gitmeli ve ermelidir. Zîrâ bir kimse bütün ilimleri tahsil etmiş
olsa dahî son nefesinde, âhir ömründe hiç birinin faydası olmayıp, bütün
ilimler müdrikesinden, dimağından, içinden silinip mahv olsa gerektir. Eğer
bir kimse meleke-i huzura mâlik olup, dâire-i vahdete ayak basmışsa, ol
huzûr-u vahdettir ki, hâlet-i nezîde, yâni ölüm halinde, onunla kalıp, onun
yardımcısı olsa gerektir. Öyle ise, vukûf-u kalbîye mülâzım olmak, her
zaman, herkese lâzımdır. Zîrâ, huzûr-u ünsü bulmak her arife lâzımdır.
Devamlı zikir sayesinde zâkir bir makama erişir ki, kalbine ulûm-ü
ledünniye denilen (Hızır aleyhis-selâmın nail olduğu ve ancak
Peygamberlere ve velîlere verilen bir ilimdir) ilim ona münkeşif olui_ye
onlardan hesapsız lezzetler alır.

MÜSTAĞRAKÂT-1 SELÂSE

41

Geniş bilgilere sâhib olur. Eğer cezbe-i Hak erişmezse, o ilimle kalır. Lâkin
Hak teâlâ, sâdık ve zâkirlere hidâyet edip, onu o ilimlerden alır ve kendi
muhabbetine çeker. Böylece bu zâkir, bu devlet-i uzmâya nail olunca,
o7lm-ı ledünnî ile de iştigâli terk eder. Muhabbet-i ilâhiye yolundan
ayrılmayıp huzura gider. Zâkir, devamlı zikr ile öyle makama erişir ki, o
zaman ona şöyle denilir, "Sen artık zikr eyleme, tâki şenin zikrettiğin Hâlık
süb-hânehû ve teâlâ Hazretlerinin seni nasıl zikr ettiğini göresin. Zîrâ sen
zâkir değilsin, ebedâ mezkûrsun, zikrolunmaktasın. Lâkin vücûdun
hicabından ötürü mezkûr olduğunu bilmezdin!' Vaktaki zâkir, devamlı
zikirle zikruUahda müstağrak olur, vücûdunda fena bulur, o zaman zikr-i
lisâiıîyi bırakıp, kalbiyle huzûr-u dâim içinde müstağrak olur. Böylece ö
zâkirin kalbi, zikr-i lisân ile müşevveş olduğundan, o zikr-i lisânîden
imtina' eder, nice ay ve seneler onun lisânından zikrullah gelmez, ancak,
namaz içinde gelir. Zâkirin bu makama vusulünün alâmeti budur ki,
zikrullah onun_sxttma vâsıl olur. Onun sırrına zikrullah ol zaman vâsıl olur
ki, o zikr etmekten sâkit olunca, zikrullah onun lisânına iğne uçları gibi
bâtâr. Veya yuzüjüml'e lisân olup on-~3ân~~hûr taşar olduğu halde
zTlcnıİTârıeder bulunur. Her ne ziP man zâkirin vakti safî olur, kalbinde bir
himmeT eli bulur ki, onunla gâibden nesneler alabilir. Bundan ma'lûmdur
ki, Hakkın ma'rifetine_en yakın yol zikrullaha devamdır. Zîrâ isim mü-
semmâsı iledin~Müfârakat eylemeT~ZaklrTisân veya kalbiyle o kadar
zikrullah eder ki, kalbinden hicâb, perde ref olup, şühû-du bulur. Ve kalbi
müşâhede-i mezkûr ile, zikr-i lisânîden müstağni olur. Çünkü kul huzûr-u
Mevlâ'da iken onu zikr etmek münâsip olmaz. Onun için İsmullahm
tekrarı, âdâb-ı huzura mü-nâfîdir. Nitekim, sultânın huzuruna dahil olan
kimsenin onun yanında ismini tekrar tekrar anması iktizâ etmez. Zîrâ, onu
mecnûn zannedip huzûr-u hümâyundan kovarlar. İmdi, zikrullah delildir.
Delâlet olunanı bulunca, delîle lüzum kalmadığı gibi. Fakat sen bunu
hemen kolay birşey sanıp, ben de Mevlâ'yı buldum diye sakın zikrullahdan
kalma. Sonra bektâşîlerden olursun hâ...

42

TASAVVUF! AHLÂK V

Halvetlerin Lüzumu

Azîz kardeş; hepimizce ma'lûmdur ki, bir cemiyet içerisinde çok muhtelif
fikirler ve akidelere sahip, çok çeşitli insanlar bulunagelmektedir. Bir kısmı
mü'min, bir kısmı fâsık, bir kısmı fâcir, bir kısmı münafık, mason,
komünist, bir kısmı da inançsız, akîdesiz, kâfir ve müşriktir. Bunların
arasında yaşayan insan, elbette bunlardan birine takılacak ve o zümrenin
malı olacaktır. Bugünkü maârif sistemi de buna çok müsait olduğundan,
gerek yetişenin ve gerekse evlâtlarını yetiştirmek isteyen ebeveynin, ne
kadar uyanık olmaları lâzım geldiği pek aşikârdır. Dünyâ saltanatını ve
midelerini düşünenlere sözümüz yoktur. Buna binâen, kendilerinde kemâl
olmayan ve olgunlaşmamış olan ana ve babaların kendileri de evlâtları da
dâima tehlike içerisindedirler. Dünyevî ilimlerin yanı sıra, çocuklarına iyi
bir din bilgisi ve terbiyesi vermiyen ana ve babalan, dünyada da âhirette
de hüsran ve pişmanlık beklemektedir. Dünyevî ilimleri ne derece yüksek
olursa olsun, din bilgisinden mahrum bırakılan evlâtlar dâima ana ve
babalarını müâhaze edeceklerdir. Bu kanaatimize canlı bir misal olarak
şahidi olduğumuz bir vakıayı zikretmeden geçemiyeceğim:

İngiltere'de birincilikle diplomasını alan bir Türk çocuğuna, bir İngiliz


arkadaşı kasden bir İncil, bir de Tevrat getirmiş. Çocuk tabiî bunlar bizim
kitabımız değildir diyerek onları reddedince, o zaman bir Kur'ân-ı kerîm
getirerek biraz okumasını istemiş. Fakat ne yazık ki, çocuk okumasını
bilmediği için İngiliz arkadaşının, yanında çok mahçûp duruma düşmüştür.
Bunun üzerine İngiliz genci, islâm dînine âit sorular sormaya başlamış. Bu
sorulara da tatmin edici ve bilgiye dayanan cevapları veremeyince çocuk
arkadaşının yanında berbad bir duruma düş-

HALVETIN LÜZUMU

43

müştür. Memleketine gelince ilk iş olarak ana ve babasına, ken^ dişini


böyle küçültecek bir duruma düşürdükleri için darılmış ve onlara şöyle
demiştir: "Ne yazık, dünyevî bilgilerden birincilikle diploma aldım amâ,
kendi dînimi bilmiyorum" diyerek ağlamıştır.

İşte bunun içindir ki, gerek dünyâ bilgileri ve gerekse âhi-ret ilmi olan dîn
bilgileri bakımından kemâl, herkes için matlûp ve lâzımdır. Kemâle
erişmeyen herşey hamdır. Hattâ meyveler, mahsûller bile birşeye
yaramazlar. Meselâ, aldığınız bir kavun veya karpuzu yorula yorula evinize
getirirsiniz, akşam yemek vakti keserler, bir de bakarsınız ki ham,
olmamış, kemâle ermemiştir. Çöplüğe atılmaktan başka birşeye yaramaz.
İnsanların da olgun ve kâmil olmayanları tıpkı bu kavun, karpuz gibidirler.
Bunun için sakın kardeş sen böyle olma.

Bütün kâinat ve kâinattaki herşey senin için yaratılmış ve senin emrine


verilmiştir. Yerdekilerden başka, gökteki ay, güneş ve bütün yıldızlar hep
senin hizmetindedirler. Artık sen kendinin ne büyük ve ne kıymetli bir
yaratık olduğunu düşün de, öyle işe yaramaz ham bir halde kalma. Bunun
en güzel yolu_Pey-gamberimiz (s.a.s.) Hazretlerinin gösterdiği yoldur
velînin tat-Kkettiğidmjnnelna'lumdur ki riefisrdâimâ fena da olsa, glP *nah
dâfolsa, hep kendi arzularının meydana gelmesini ister. Buna mâni olmak
kolay bir iş değildir. Hele bir kere alıştıysa, artık o kudurmuşdan beterdir
derler yâ, öylelerini ancak teneşir temizler dedikleri ne kadar acı da olsa
bir hakikattir. Artık o baş-dan aşağı kendine de cemiyyete de zararlıdır. Bu
hale düşmemek, iyi, olgun ve kâmil, kendine ve cemiyyetine faydalı bir
insan olabilmek için, Peygamberimiz (s.a.s.) Hazretlerinin yaptığı gibi, hiç
olmazsa her sene bir ay bir köşe-i vahdete çekilip, inziva dedikleri,
kimsenin olmadığı bir yerde kendini Hak'ka verip,, gönül aynasını
temizlemeye ve parlatmaya ve Hak'dan gelecek envâr-ı İlâhiyye ve
kudsiyye ile içini ve dışını pâk etmek ve Peygamberimiz (s.a.s.>
Hazretlerinin huzûr-u ma'nevîlerinde bulunarak, feyz-i iria'nevîlerinden
istifâde ile, Cenâb-ı feyyâz-ı mutlak Hazretlerine geceli gündüzlü ilticada
bulunmak suretiyle biraz kanâatkârâne bir çorbaya razı olarak, hem de
oruçlu olarak geçirmek lâzımdır. îcab ederse bunu istediği kadar da
uzatmak mümkündür. Yalnız şu varki, ilk defalarında muhakkak bir mü-

44

TASAVVUF! AHLÂK V

rebbînin, bir mürşidin taht-ı idaresinde yapmak, bilâhare kendi kendine


yapmak mümkünse de, yine tenezzül ve tevâzuan bir mü-rebbî ve bir
mürşidin huzurunda yapmak daha lâyık ve evlâdır. Halvet, güzîde ve hâlis
insanların sıfatıdır. Onlar dâima yalnızlıktan hoşlanırlar. Çünkü yalnızlık
halinde, murakabe ve tefekkür daha güzel ve daha a'lâ olacağından
hemen halveti ihtiyar ederler. Mümkün oldukça da halktan kaçarlar. Uzlet
haliyle vakit geçirmeye çalışırlar. Zîrâ uzlet, vuslat alâmetidir. Her sülük
sahibi için, bahusus iptida hallerinde uzlet şarttır. Alışageldiği kötü ve
çirkin huy ve âdetlerin terki de başka türlü mümkün olmaz. Hak ile ünsiyet
peyda edebilmek için muhakkak halvet ve uzlet gerektir. Görmez misin?
Yabanî kuşları avlayan doğan, atmaca dedikleri kuşlar bile, insanların
onları tutup, karanlık bir yerde hapsetmeleri ve akşam, sabah sahiplerinin
onlara et ve sularını vermeleri suretiyle bir ay veya kırk günde, eski yabanî
hayatını unutup, kendisini besleyen sahibine mutî' olurlar ve onunla
ünsiyet peyda ederler. Artık onların emirlerinden dışarı çıkmazlar.
Sahiplerinin omuzlarında kırlara giderler ve kendilerine gösterilen kuşların
üzerine hücum edip onları yakalarlar Av köpekleri gibi yemeden sahibine
getirip teslim ederler. Halbuki, bu kuşlar evvelce insanlardan kaçarlar ve
yakaladıkları avlarını da hemen parçalayıp yerlerdi. Bak bir halvette nasıl
mutî' oldular. İnsan şüphesiz bir hayvanla hiç kıyâs edilemez. O da kemâle
ulaşmak ve ma'nevî lezâiz ve feyze nail olmak için, kâmil insanların
idaresindeki halvetlere muhtaçtır. Bâzı kimseler bunda şöhret vardır diye
itiraz etmek istemişlerse de bu iddiaları, Resûlullah (s.a.s.) Efendimizin
fiilleriyle red olunur. Biz Resûl-ü Ekrem'e uymaya mecburuz. Şöhret afattır
ve lâkin Resûlullâhm sünnetlerinde değil. O zaman sakal da, bıyık da,
kisve-i ulemâ da, va'z ve nasî-hatlerdeki edebî ifâdeler, belagat ve
fesahatler de, evlerdeki mobilyalar, süsler, atlar, arabalar, otomobiller ve
daha şâir nice şeyler var ki, hep şöhreti mûcibdirler. Bunlara i'tirâz
edilmeyip te insanların kemâline vesiyle olacak ve bahusus Resûl-ü Ekrem
(s.a.s.) Efendimizin sünneti olması hasebiyle buna dil uzatmak, elbette iyi
bir netice vermez. Halbuki İbrahim Hakkı Hazretleri de bir beyitlerinde
"İnsanlarla ünsiyet, iflâs alâmetidir" demişdir ki, pek doğru bir sözdür.
Görüyoruz ki, insan bir şeye alıştı mı ne

HALVETİN LÜZUMU

45

kadar kötü de olsa bırakması kolay olmuyor. İşte en basîti sigara; vücuda
zarar, keseye zarar, fakat ne olursa olsun kolayca bı-rakılamıyor. Şâir
şeyleri de buna kıyas ediniz. Meselâ,^kahvehâ-ne, gazino ve sinemaya,
içkiye alışan kimselerin hâli ma'lûm. Hele kumara alışanların hâli ise
berbad. Bu sebepden nâşî iyilere de kötülere de, halvet lâzımdır. İyilerin
iyiliği artar, kötülerin de kötü huylarını bırakmasına sebeb olur. Bir de
bakarsınız ki, o kötü zannettiğiniz adam ne kadar güzel olmuştur: Bunların
örnekleri de pek çoktur. Ondan dolayıdır ki, halvet yalnız ehl-i sülûke değil
bütün ehl-i îmâna da adetâ şarttır. Bahusus ehl-i tarîkate muhakkak
şarttır. Bu da Hak yolunda mücâhedenin başlangıcıdır. Çünkü nefsine esîr
ve mahkûrrf olan kimselerden tam bir mücâhede beklenemez. Mücâhede
ehline Cenâb-ı Hak'kın lütuf ve ihsanı ve hidâyeti çok ve mebzûlen verilir.
Zîrâ insan hakîkaten nefs-i emmârenin elinden kurtulamadıkça rahat yüzü
görmesine imkân yoktur.

Bundan dolayı, iptida hallerinde mücâhede-i nefs edemi-yen zavallıların


son zamanlarında tarîkate girmekle birşeyler elde etmesi muhaldir. Yâni
hâlini tebdil ve tağyîr etmesi, ma'nevî feyizlere nail olması ve hakîkî bir
ehl-i tarîk olması, adetâ mümkün olamaz denilebilir.

Bâyezîd-i Bestârnî (k.s.) Hazretlerinin ve emsallerinin mü-câhedelerine


bakınca insan hayretlere düşüyor. Risâle-i Kuşey-rî'nin 57. sayfasında
şöyle anlatılır: Tam on iki sene nefsiyle mü-câhededen sonra ancak dışını
ıslah edebilmiş; bir de bakmış ki nefsiyle ruhu arasında, koca bir zünnâr
(yâni nefsin iç arzulan) duruyor ki bunun için de beş sene çalışmış, bir
sene de mütemadiyen içini gözetlemiş, bir de ne görsün, yine iç âleminde
Hak'kın rızâsına mugayir puta benzer hevây-ı hevesler dipdiri durmuyor
mu? Onların da yok olması için tam on iki sene daha, ayrıca içindeki
pisliklerin ve fenalıkların gitmesi için de, bir on iki sene daha
mücâhededen sonra hakikatlere âşinâ oluyor ki (12+5 + 1 + 12+12)
cem'an 42 sene nefsiyle mücâhede ederek öm-' rünü geçirmiş demektir.
İnsanın ömrü ise re's'ül-mâli (sermâyeydin Onu boş yere zayi' etmek gibi
cahillik olmaz. Maazallah, bir de günah yerlerde zayi' ederse, ona ne
demek lâzım bilmem?.

46

TASAVVUF! AHLÂK V

LÜZUMU
47

Yine büyükler demişler ki: Bu tarîk üç esas üzere kurulmuştur. Yemeğini


ancak ihtiyacı kadar ve zaruret miktarı yer, uykuyu ancak uykusu galebe
edince uyur, konuşmayı da ancak lüzumu halinde konuşur. Bilir ki, sözleri
amelînden addedilecek ve defterine geçecektir. Mücâhedenin asıl kökü ve
gayesi, nefsini alışmış olduğu makbul olmayan âdetlerden kesmek ve
kurtarmaktır. Dâima onun arzularının hilâfına hareket etmektir. İnsanların
avam kısmı çok amel işlemeyi arzu ederler. Havas ise, hallerinin, içlerinin
tasfiyesini kasdederler. Aç durmak ve geceleri uyumamak zor birşey
değildir. Alışınca kolay olur. Fakat hallerin tasfiyesi, iyi ahlâk sahibi olmak,
kötü huyları bırakmak, dâima Hak'kın rızâsını gözetmek ve hareketlerini
ona göre tanzim etmek ne kadar makbul ve medh ü senaya şâyeste ve
lâyıktır. Zîrâ diyanet, lügat ma'nâsında şu üç şeyden ibarettir:

1- Emânete riayetkar olmak.

2- İstikâmetten ayrılmamak.

3- Tâat-i İlâhiye ve ubudiyete devam. İnsan kendisini şöyle bir yoklayınca,


kendi değerini kendisi pek a'lâ biçebilir. Hele îmân bahsinde zikr olunduğu
gibi, îmânı kâmil olan mü'minleri, îmânları hatâ ve günahlardan men' eder
ve korur. Günah işlemelerine manî olur ve dâima hayra sevk eder. İbâdet
ve tâate son derece riayetkar olmakla beraber, hak ve hukuka da o kadar
dikkatlidir. Günahlardan da çok korkar ve kaçar. Maazallah, haram bir
lokmayı ağzına almasına kat'iyyen ihtimal verilmez. Sözlerine de çok
sâdıktır. Kat'iyyen boş ve fuzûlî bir sözü ağzına almaz. Hatır yıkmak, gönül
kırmaktan son derece kaçınır. Kimsenin arkasından gıybetini yapmaz ve
söz götürüp getirmek gibi adîlikleri irtikâb etmezler. Sabırlı, mütehammil,
gayretli, metanetli ve cömert olup dâima Hak'kın rızâsını gözetir, yâni
yaptığı bütün işleri Hak sübhânehû ve teâlâ'nın razı olacağı veçhile yapar.
Bütün iyi ahlâkları elde etmeğe ve kötü huylardan da uzak kalmaya gayret
eder. İşte böyle olgun ve kâmil bir müslüman olmak hepimizin sevdiği ve
istediği bir şeydir. Lâkin, iyi bir meyveyi elde etmek için ne kadar
çalışmalar oluyor. Öyle hemen istemekle olmadığı da ma'lûmdur. Öyle ise
o güzel ahlâk ve kâmil bir îmânın da, öyle istemekle olamayacağı
bedîhîdir. En kısa ve güzel yolu da, Peygamberimizin (s.a.s.) rehberlik
ettiği ve bilfiil gösterdiği yoldur. Halbuki, Peygamberimiz (s.a.s.) Efen-

dimiz, böyle halvetlere uzletlere muhtaç ta değildir. Fakat bizlere örnek ve


nümûne olmak, bizim de öylece hareket etmemizi anlatmak için haliyle
bizlere göstermekte ve söylemektedir.

Yalnız halvete girecek olan insanın, "İnsanlar benim şerrimden halâs


olsunlar" diye niyyet etmesi gerektir. Bu hâli onun tevâzuuna delîldir. Bu
takdirde, (Refe'a-hullah) sırrına mazhar olur. Eğer "Şuinsanların_jerrinden
kurtulayım, emîn olavırn^ diye düşünerek halvete glrerşeTbu da onun
kibrine alâmettir. Bir kTmseTbTr diğer kimseye karşı kendisinde
bîr~meziyyet görürse; bu tekebbürden ileri gelmiştir; denilmiştir. Bazı
halvetlerde olan râhiblere sormuşlar ki, "Sen râhib misin, yâni Hak'dan
korkak mısın ki böyle köşe-i vahdete çekilmişsin? Halka karışmıyorsun!'
Cevaben "Hayır ben râhib değilim, belki köpeğimin bekçisiyim; benim
azgın, herkesi ısıran, köpek gibi bir nefsim var, onun için böyle bir kenara
çekilip, halkın benden emîn ve rahat olmasını arzu ettiğim için halvete
girdim" demesi şâyân-ı dikkattir. Uzlet ve halvetin şartlarından biri de,
kişinin akâid-i dîniyyesini iyi bil-mesidir. Onun için evvelâ tahsîl-i ilim ve
fıkh yapmalıdır ki, halvette hatâlara düşmeye.

Hakikatte uzlet ve halvetten gaye, ahlâk-ı mezmûmelerini terk etmesidir.


Yoksa memleketi terk edip hâlî yerlerde kalmak kâfî değildir. Asıl hüner
cismiyle, cesediyle halk arasında olup, ruh ve gönlü ile Hâlık ile
olabilmesidir. Fakat bunu herkes söyler de, muvaffak olabilen pek nâdirdir.
Bu hususta büyüklerimiz, "Halkın giydiğini giy, yediğini ye, lâkin iç âlemi
olan sırrınla onlardan ayrı ol" demişlerdir. Bazı uzak yerlerden ziyaret
kasdıyla gelip, "Efendim çok uzak yerlerden ziyaretinize geldim" diye
ricada bulunanlara, "Nefsinden ayrıl, maksadına nail olursun" demişlerdir.

Hikâye olunur ki, Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, rüyasında Cenâb-ı


Hak'kı görmüş. "Yâ Rab sana nasıl geleyim?" demiş. Cevaben "Nefsinden
ayrıldığın zaman bana gelirsin ve beni bulursun" buyrulmuş. Ne kadar
gü,zel ve değerli bir söz. Aman yâ Rab, sen bizleri şu nefsin elinden halâs
eyle!

Halvette en ziyâde dikkat edilmesi lâzım olan birşey de, kendisine verilen
zikirden başka birşeyle meşgul olmamasıdır. Bütün nefsinin arzularından
sıyrılıp, Hak'kın rızâsına tâlib olma-

48

sidir. Böyle olmadığı takdirde halvetten çok zarar görür ve fitnelere uğrar.
Halvetlerde çok hoşluk ve iyilikler vardır. Fakat, halvette ünsiyet, halvet ile
oluyorsa, o halvetten çıkınca, onda birşey kalmaz. Eğer halvetteki ünsiyeti
Cenâb-ı Hak ile ise, onun için şehir de bir, çöl de birdir. Yâni her yer ona
müsâvîdir. Kalabalık, tenhalık, onun için fark etmez. Halk ile olmakta bir
takım hayırlar olduğu inkâr edilemez. Fakat, uzlette, halvette selâmet
vardır. Bazı büyükler şöyle demişler "Dostun halvet, yemeğin açlık,
sözlerin de Hak'ka münâcât olsun". Yalnızlık sıd-dîklerin sevdiği bir haldir.

Şeyh Şiblî, "Nâs ile ünsiyet iflâsdır" demiştir. Ebû Bekir isminde bir zâta
sormuşlar: "İflâsın alâmeti nedir?"O da Şeyh Şiblî gibi "Nâs ile ünsiyettir"
demiştir.
Mâlik ibn-i Mes'ûd (r.a.) evinde dâim yalnız başına otururmuş. Ona, "Böyle
yalnız başına oturmaya korkmuyor musun?" demişler. Cevaben "Allah ile
olan bir kimsenin korktuğu hiç görülmemiştir!' buyurmuştur.

Cüneyd-i Bağdadî (k.s.) Hazretleri de, "Dîninde selâmet, beden ve


kalbinde rahat isteyen, uzleti ihtiyar etsin" demiştir. Bahusus fitne
zamanlarında mutlaka vahdet ve uzlet iyidir. Hattâ bazı büyüklere Hızır
aleyhisselâm arkadaş olmak istemişse de, "Tevekkülüme manî olur" diye
Hızır'la bile arkadaşlığı kabul etmemişler. Fakat bunlar tabiî herkesin harcı
değildir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak bir kuluna hayır murad ederse, onu
ma'siyet zilletinden kurtarıp, tâat ve ibâdetlerle ve yalnızlıkla azîz eder.
Kanâatle zengin edip, kendi nefsinin ayıplarını kendisine gösterir ve bunlar
kime verilirse, dünyâ ve âhiret ni'metleri kendisine

verilmiş demektir.

Halvetî Abdülkâdir îsâ'nın Hakâyık ani't-Tasavvuf adlı eserinin 128.


sayfasından 148. sayfasına kadar geniş tafsilât verilmiştir. Halvet bir
bakımdan bir nevi' i'tikâfdır. Yalnız şu var ki, i'tikâf, mutlaka beş vakit
namaz kılman mescidlerde olur. Ef-dali Kâ'be-i muazzama, Mescid-i
Nebevî ve Kuds-ü Şerîfdeki Mescid-i Aksâ'da olanlarıdır. Bununla beraber,
her beş vakit namaz kılınan mescidlere de müsâade edilmiştir. Fakat
halvette böyle şartlar yoktur. Sakin ve hâlî yerler halvetlere müsaittir. İ'ti-
kâfda oruç nasıl şartsa, halvetlerde de oruç öylece şarttır. Hattâ

daha mühimmi, biraz da hem kanaatkar ve hem de riyâzât nev-inden,


meselâ, sabah sahurunda ancak 21 kuru üzümle biraz ekmek, akşam
iftarında da kezâlik biraz ekmekle biraz da mercimek çorbası ihtiyar
edilmiştir ki, çok muvafıktır. Yalnız 20 gün-^ den sonra bir akşam
yemeğinde etli pilâvla biraz da yoğurt verilir ki, riyâzât sahihlerine
benzememek içindir.

Sûre-i Arâfın 142. âyetinde beyân olunduğu gibi, halvet 30 gün olarak zikr
edilmiş, sonra 10 gün daha ilâve olunarak 40'a iblâğ edilmiştir. 10 gün, 20
gün olarak da yapılabilirse de, efdali iki sene, kırkar gün devam etmektir.

Merhum üstadımız hacı Mustafa Feyzî Efendi Hazretleri, 24 halvet yaptığını


söylemişti. İlk ve gençlik devirlerinde yapılan halvetler, teberrüken hakîkî
halvetlere hazırlıktır. Zîrâ halvette hemen kapanıp zikirle meşgul olmak
kâfî değildir. İnsanın dış ile alâkasının tamâmiyle kesilmesi ve gönlünde
Hak'dan başka birşey kalmaması gerekir. Bu halvet, kâmil ve olgun
insanlar için hallerinin ziyadeleşmesine derecelerinin de terakkisine sebep
olur.

Halvetten maksat ise, kalbi tamâmiyle bütün çirkinlik ve kusurlardan,


ma'nevî pisliklerden temizleyip, kalp aynasını güzelce cilâlandırmak ve
vâhid-i hakîkî olan Allâh-ü celle ve alâL nın zikriyle meşgul etmektir. Bu
suretle Hak ile ünsiyetini artırmak, halvetten çıkdıktan sonra da bu hâli
muhafaza edebilecek hale gelmektir. Bu noktaya bilhassa dikkat edile.

Halvet, insanlardan ve kendini meşgul eden her amelden bir müddet


kendini ayırarak, bitmek tükenmek bilmeyen dünya kaygılarından
sıyrılarak, kalbi dünya meşguliyetlerinden kurtarıp, huzur ve huşu içinde
Cenâb-ı Hak'kın çeşitli nimetlerini tefekkür ile, şeyhinin vereceği zikre ve
murakabelere dikkat ve ihtimamla devam etmek ve hiç bir dakikasını,
hattâ hiç bir nefesini bile boşa geçirmeden verilen zikre devam etmektir.
Yoksa halvetlere kapanıp, envâ-ı çeşit hayâlât ile veya "Ben de şeyh
olacağım" diye yapılan halvetler, zayiattandır. Onun için evvelâ niyyetlerini
güzelce tashîh edip, kendisinin ıslâh-ı nefs edebilmesi ve bil'umum kötü ve
mezmûm huyları terk ederek, adetâ bir kuzu, insan kılığında bir melek
olabilmeyi azm ve kasd etmelidir. Zikrullaha o kadar devam etmelidir ki,
ancak ve yalnız

v un m i

kalbde zikrin hakîkati kalmalıdır. Artık kalbden herşey çıkmış, silinmiş ve


yok olmuş, yalnız hakîkat-i zikir ve ma'nâsı kalmıştır. Şüphesiz ki, kalb
birşeyle meşgul olunca diğer şeylerle meşgul olamaz. Binâenaleyh,
zikrullah ile meşgul olduğu vakitlerde, tabiî başka birşeyle meşgul
olmasına imkân yoktur. Dünya ve hattâ âhiret hâtıralarıyla meşgul olduğu
anda velev bir lahza da olsa, zikrullahdan mahrum kalmış olur. Zîrâ bir
anda hem zikrullah hem dünya ve âhiret havâtırı cem' olamaz. Bu bir
noksanlıktır. Dikkat edip her havâtırdan gönlünü muhafaza ile ve yalnız
zikrullah ile meşgul olmaya çalışmalıdır. Gerek nefsin ve gerek şeytanın
getirdiği bütün vesvese ve hâtıralara hiç kulak asmayarak hemen
zîkrullaha devam etmelidir. Çünkü onların vesvese ve hâtıralarıyla meşgul
olunursa, bitmez tükenmez hayâlât ile insanın ömr-ü azizini mahvederler.
Adetâ esrarkeşlerin hayâlâtı gibi. Binâenaleyh, feyz veya varidat diye
böyle hayallere kendini kaptırmak çok tehlikelidir. Artık sen oldun,
kâmilsin, senin gibisi bulunmaz yollu daha nice aldatıcı söz ve hayaller ve
yakaza halinde gördükleri rü'yâlar, hep insanı zikrullahdan alıkoymak için
nefsin ve şeytanın hiylelerinden ibarettir. Bunlara hiç ehemmiyet ve
kıymet vermeden ve bunlarla kat'iyyen bir an bile meşgul olmadan zikrine
devam etmelidir. Bazan parlak nurlar göstermek suretiyle aldatmağa ve
meşgul etmeğe çalışırlar. Bunlar hiç bir zaman matlûb ve maksûd
değildirler. Bunlara aldanan-lar ancak çocuklardır. İçine gelen bu gibi
hayâlât ve vesveseleri, şeyhinden gayri kimseye söylememelidir.

Halvetin Kitap ve Sünnetteki Yeri

Halvet sofular tarafından îcâd edilmiş birşey değildir. Belki, Allâh-ü


teâlâ'nın emirlerine imtisal ve Resûl-ü Ekrem (s.a.s.) Hazretlerinin ef âline
iktidâdır. Ma'lûmdur ki, Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz, Hirâ dağındaki
mağarada, ma'lûm olan günler ve gecelerde tâ kendisine vahiy gelinceye
kadar orada halvetler yapar, ibâdetle meşgul olurlardı.
Sûre-i Müzzemmil'deki sekizinci âyet-i kerîme de halvete de-lîldir. Yüce
Rabbimiz bu âyet-i kerîmesinde şöyle buyurmaktadır:

"Rabbinin adını an. (İbâdetinde ondan başka herşeyden kesilerek) yalnız


O'na yönel"

HALVETİN KİTAP VE SÜNNETTEKİ YERİ

Allâh-ü teâlâ'nın ism-i şerifini zikirde, Ebü's-Suûd Efendi gece gündüz


zikrullaha devamla şöyle dermiş: "Şüphesiz bu da dünyâdan ilgiyi
kesmeden ve Hak'ka tam ma'n asıyla dönmeden mümkün olmaz. Öyle ise,
hiç olmazsa muayyen bir zaman, herşeyden alâkayı keserek, nefsin ıslâhı
ve gönlün açılması için halvetlere devam etmelidir. Bu halvetler, hemen ve
yalnız dervişlere veya ehl-i tarîkate has olmayıp, her mü'min ve muvahhi-
din kendisini yetiştirmesi ve Hak sübhânehû ve teâlâ'nın kendisinden razı
olacağı bir kul olmasına dikkat ve gayret göstermesi, hem müslümanhk ve
hem de insanlık bakımından muhakkak lâzımdır. İhmâlinden dolayı elbetde
mes'ûl olunacaktır. Zîrâ bu âlem boşuna yaratılmamıştır. İnsanlar halk
olunsun, büyüsün, okusun, birbirleriyle canavarlar gibi boğuşsun, zevk ve
safa âlemlerinde ve günah vadilerinde ömürlerini tükedip, gitsinler diye
yaratılmamıştır!'

Elbette bu hilkatte pek büyük hikmetler ve gayeler vardır. Peygamberlerin


gelmesi, kitabların inzali, evliyaların yaratılışı, bizlere bir çok şeyler
öğretmekte ve duyurmaktadır. O çeşitli mucizeler, mi'râc, şak-kı kamer,
kerametler bize bu âlemin dışındaki âlem-i âhireti, ebediyyet âlemini ve bu
âlemden daha mükemmel Cennet ve Cemâlullâhj müşahede âleminin
varlığını ve mevcudiyetini haber vermekte ve ona göre hazırlanmanın
lüzumunu bildirmektedir. Bunun için her ne bahasına olursa olsun bu
dünyaya öyle bağlanıp, o ebediyyet âlemini ihmal etmenin caiz
olamayacağını her akl-ı selîm sahibi idrâk eder.

İlimlerle meşgul olan âlim, fâzıl ve kâmil zevât-ı muhtere-meye ise, halvet
herkesten daha fazla lâzımdır. Zîrâ dünya işleriyle meşgul zevât-ı
muhteremlerin kafaları nasıl dolu ve meşgul ise, tabiî ehl-i ilmin de kafası
böylece çeşitli bilgilerle meşgul olduğu cihetle, onun da kendisini Hak'ka
lâyıkıyla verebilmesi için herkesden daha çok halvete muhtaçtırlar.
Binâenaleyh her mü'min ve muvahhide, bu halvetler muhakkak lâzımdır.
Hiç olmazsa hergün ya sabah veya akşamları muvakkat bir zaman,
ibâdetlerinin arkasından meselâ, yatmazdan evvel biraz da olsa, Hak ile
baş başa kalabilmeğe çalışmalıdır. Yoksa bu dünyanın ne işi biter, ne de
gücü.

Onun için azîz kardeşim, sen peygamberlerin izinden ayrılma. Onların


dediklerine dikkat et. İbâdet vakitlerini kat'iyyen

52
TASAVVUFÎ AHLÂK V

kaçırma. Hele zikrullahı gizlice ve hâlî, kimsesiz yerlerde çokça yapmaya


bak. Herşeyin fânî olacağını unutma ve Hak'ka iyi sarıl.

Hazreti Âişe validemiz (r.a.) Resûlullah (s.a.s.) Efendimize ilk gelen


Vahyin, rü'yây-ı sâliha ile başlamış olduğunu, sonra da kendilerine
yalnızlık hâlinin sevdirildiğini bildirmiştir. Fahr-i kâinat (s.a.s.) Efendimiz
de Hirâ dağındaki mağaraya çekilir ve orada ibâdetle meşgul olurlardı ve
bunun için hazırlanırlardı. Azıkları bittikçe Hazreti Hatîce (r.a.) validemizin
yanına giderler, yine hazırlık yaparak, mağarasına dönerlerdi. Bu hâle
nihayet kendilerine vahiy gelinceye kadar devam ettikleri bildirilmiştir.

Bu rivayette halvetin, insanların ibâdet edebilmelerine ve salâh-ı hal sahibi


olmalarına yardımcı olduğuna dâir delil vardır. Kim Resûlullah (s.a.s.)
Efendimizin haline, ef âline imtisal ederse, makâm-ı velayetten kendisine
bir nasîb verilir. Bunda yine bir delil vardır. Mübtedîlere muhakkak surette
halvet ve uzlet lâzımdır. Bidayet hallerinde bunlardan mahrum olanlar, son
zamanlarında bunun lüzumunu anlasalar da, artık tatbik edebilmek ve
yapabilmek imkânını bulamazlar. Zîrâ azim, sabır ve metanetleri buna
müsait değildir. Bu sebepten ehl-i tasavvuf derler ki; insan bir makama
nail olduktan sonra, ona edeb dâiresinde devam ederse, ondan daha
a'lâsına nail olur. Bak, Peygamber (.va.s.) Efendimiz, o Hirâ dağındaki
ibâdetine devam neticesi olarak makamdan makama terakkî ede ede
nihayet nübüvvet makamına, oradan da (kâb-i kavseyn ev ednâ)
tecellîsine mazhar olmuştur. Ona tabî olan ümmeti de makâm-ı velayette
Allâh-ü teâlâ'nın dilediği yüksek makamlara nail olurlar ve kendilerine
hikmetler ihsan olunur. Ancak makâm-ı nübüvvet müstesna. Çünkü bu
makam çalışmakla elde edilemez. Allah (c.c.) dilediği kulunu seçer.
.

Halvet, kendisinden gayri insanlardan hâlî olmaktır. Belki, Rabbi ile


meşguliyetten kendisini de unutmahdır. îşte o zaman vâridât-ı ilâhiyeye ve
ulûm-u gaybiyeye müsteîd olur ve kalbi bunlara mahal olur.

Resûl-ü Ekrem (s.a.s.) Hazretleri bu halveti, peygamberliğinden sonra da


bırakmamıştır. Ramazân-ı şerîfdeki, son on günlük i'tikâfmı kat'iyyen
bırakmamıştır. Hattâ Ramazân-ı şerîfte bazı esbâbdan nâşî itikâfını
bırakmış ve bunu Şevval ayında kaza buyurmuşlardı. Bu itikâf ile halvetler
birbirine yakındır. Bu

HALVETİN KİTAP VE SÜNNETTEKİ YERİ

insanlara taaccüb olunur ki, Resûl-ü Ekrem (s.a.s.) Efendimizin hiç terk
etmedikleri itikâfı, nasıl terk ediyorlar. (5/3)
İmâm-ı Nevevî (rh.a.) bu hadîsin şerhinde (halâ) kelimesini, halvet ile
şerh etmiş ve "Sâlihlerin sânı ve ariflerin ibâdeti bununla kâimdir"
demiştir.

Süleymâni'l-Hattâbî (rh.a.) de, "Uzletin, Resûlullah (s.a.s.) Efendimize


sevdirilmesinde, kalbin dünyadan fariğ olması ve tefekküre muîn ve zâhîr
ve yardımcı olması ve alışılan beşeriyet hallerinden ayrılması, kalbin huzû'
ve huşû'a kavuşması vardır!' demiştir.

Şehâbüddin Ahmed bin Hacerü'l-Askalânî (rh.a.)da bu hadîsin şerhinde


(halâ) kelimesini, halvet ile îzâh etmiş ve "Bundaki sır; teveccüh olunan
şeye kalbin ferağı vardır ve halvetin aslı bilindiği gibi bir aydır, o da
Ramazan ayıdır demiştir!Y5/^

Allâmetü'l-Kebîr, bu hadîsin şerhinde "Testinin suyunu boşaltmak gibi


halvette dahî kalbin boşalması vardır. Kalb boş olunca içine herşey
konabilir. Dolu kaba birşey koymak mümkün olamaz. Boş kalble tefekkür
ve düşünceye imkân hâsıl olur. Bir de beşeriyet iktizâsı alışılan
tabiatlardan ancak bu gibi riy azatlarla kurtulmak mümkün olur ve eski
kötü huylar unutulur" demiştir.

Kirmânî Hazretleri de Buhârî'nin şerhinde bu hadîsi aynı şekilde şerh


buyurmuşlardır. (Cild 1, sayfa 32) Selef-i sâlihînin halvete olan itinâlarına
bunlar hep delildirler. Artık itiraz etmek isteyenler, istedikleri kadar itiraz
etsinler, vesselam.

Muhammed ibn-i Ahmed Büneysî, İbn-i İshak'dan ve gayrilerinden,


"Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri, Hirâ dağındaki mağaraya her sene bir ay
gider ve orada ibâdetle meşgul olurlardı" rivayetinde bulunmuştur.

Menâvî Hazretleri de, Efendimiz (s.a.s.) Hazretlerinin bu halvetleri


hakkında, Cenâb-ı Peygamberin herşeyden ayrılıb, Cenâb-ı feyyâz-ı
mutlak'ın zikrine gark oluşu ve buna manî olan herşeyden ayrılıp uzak
kalması ve dâima halvet ile ünsiyetirii artırarak, kalb aynasının gayet
parlak ve cilâlı bir ayna haline geldi-

5/3 Bkz. Merâk'ıl-Felâh üzerine yazılmış Haşiyetü't-Tahtâvî, 463. 5/4 Bkz.


Feth'ul-Bârî, I, 18.

vurt

ğini, kemâl derecelerinin en yükseğine eriştiğini ve bu suretle saadet


ışıklarının yüzlerinde belirdiğini ve hattâ bütün taşlar ve ağaçların
Efendimiz (s.a.s.) geçerken gayet açık bir lisanla "Es-selâmü aleyke yâ
Resûlallah" dediklerini beyân etmiştir. (5/5)

Süleyman Cemel ismindeki zât-ı muhterem de: Efendimiz (s.a.s.)


Hazretleri, Hirâ dağında her sene bir ay ibâdetle meşgul olurlardı. Oradan
indikleri vakit Kâ'be-i Muazzamayı tavaf etmeden hâne-i saadetlerine
girmezlerdi. Hırâ'daki ibâdetleri, zik-rullah ve tefekkür idi. Kezâlik Hirâ'dan
gayri zamanlarında da yine halvetlerini çok yaparlardı demiştir (5/6).

Kâmûs sahibi, Muhammed İbn-i Ya'kûb el-Firûz-i Âbâdî bu hususda der ki,
Resûlullah (s.a.s.) Hazretlerine vahiy gelmezden evvel kendisi halvet ve
yalnızlığı severlerdi. Hirâ dağına çıkar ve oradaki mahalde yalnız başına
Cenâb-ı Hak'ka ibâdet ederlerdi. Hirâ Dağı Mekke-i Mükerreme'ye üç mil
mesafede, uzunluğu 4, genişliği de 3 zira' (arşın) kadar ufak bir
mağaradır. Halvet için burasını seçmişlerdi. Ulemâ-yı Kiramın halvetteki
ibâdeti hakkında iki kavil vardır. Bazısı "İbâdeti tefekkür idi" dediler.
Bazıları da, "Zikrullah idi" dediler ki, doğru olan budur.

Halvetin Nev îieri

Birinci Nev'i: Halvetler, Hak'tan, Hak ilminin ziyâdeliğini talebdir ki, bu ehl-
i Hak'kın asıl maksad ve gayesidir. Yoksa, halvetlerde boş tefekkür, boş
düşünceler, halvet haline münâsip değildir. Bu gibiler halvetten
sayılmazlar. Çünkü bazı büyüklere, halvetlerinde bizleri de duadan
unutmayınız efendim demişler de, cevaben "Ben seni düşünüp, seninle
meşgul olduğum takdirde, Allâhımla halvette olmuş olmam" demiştir. Bu
sözden, "Ben beni zikr edenin yanındayım, onun celîs ve yakınıyım, beni
zikr ettiği müddetçe ben onunlayım", ma'nâsı çıkar. Bu devlet kadar acaba
başka bir devlet bulunur mu? Bu halvetin şartlarından biri de "Allah-ü
teâlâ'yı nefsi ve ruhu ile zikretmektir.

5/5 Bkz. Levâmi'ul-Kevâkib, 48, 49. 5/6 Bkz. El-Fütûhat'ül-Ahmediyye,


31.

HALVETİN NEVİLERİ

55

Yoksa, nefes ve lisanıyla değildir" demişlerdir. Onun için halvete giren


insanların öyle birbirlerini kontrol edip, onların halleriyle meşgul olması ve
onlara ders ve akıl vermeye kalkması, edeb öğretmesi, hiç olacak
şeylerden değildir. Ders ve edebler evvelce öğrenilmelidir. Halvette
herşeyi unutup, yalnız Hazreti Allah celle ve alâ'nın zikrinin bakî kalması
velev bir an dahî olsa, zikrullah-dan hâlî kalmamaya dikkat edilmesi
gerekir. İkinci nevî: ikinci nevî' halvet de fikirlerin safâsı içindir ki, bazı
ma'lûmatları elde etmek için yaparlar. Bu ise ehl-i Hak'ka hiç yakışmaz.
Ehl-i Hak, bu gibi halvetlere tenezzül etmezler. Onların gayeleri, hemen
zikrullahdır. Halvetlerde tefekkürle vakit geçirenler, ehl-i halvetten
sayılmazlar. Binâenaleyh, sahîh bir ilme sahip ve gayeye uygun olmadığı
için halvetten çıkmaları veya itikadlarını tashîh ile yalnız ve yalnız şeyhinin
emri olan zikrullah ve murakabelerle meşgul olmaları gerekir. Üçüncü
nevî': Üçüncü nevî' halvet de, halkdan gördükleri korkunç şeylerden nâşî
ve halkı gördükçe kendilerinde inkıbaz, darlık ve sıkıntı olur ki işte o
zaman, evde halveti ihtiyar eder. Lâkin bu da matlûb olan halvetten
değildir.

Dördüncü nevî: Bir de dördüncü nevî' halvet vardır ki, halvette bulunan
lezzetlerin zlyâdeliğini taleb ile yapılan halvetlerdir. Bu da matlûb olan
halvetlerden değildir. Asıl halvet, birinci kısmın halvetidir ki, her çeşit
muhâlatâttan, hattâ çoluk, çocuk, mal mülk ve her türlü tefekkür ve
meşguliyetten hâlî olarak, yalnız kalbin zikrine dalmış, zikrullahın bütün
zıddı olan neler varsa hepsinden bil-külliyye ayrılmış ve halvet ettiği Zât-ı
ecel-li âlânın zikriyle ünsiyet hâsıl etmiş olur da artık bir türlü bu zikrul-
lahdan ve halvette kalmaktan ayrılamaz. Bu ünsiyet sayesinde kendisine
hakîkî ilhamlar artırılır. Gönlünün safa ve cilâsı ziyâ-deleştikçe ziyâdeleşir:
Bu sebeble de kemâlâtın en yüksek noktasına erişir (5/7).

İşte şu bir miktar ulemâ ve efâzılın kavillerinden bizlere aşikâr bir şekilde
beyân olunuyor ki halvet, sünnet-i Resûlullahın amelî bir yoludur ki,
insanlar îmânlarını takviye etsinler, nefis-

5/7 Bkz. Sâhib'ül-Kâmûs, Seferi's-Saâde, sh. 3, 4.

56

TASAVVUF! AHLÂK V

HALVET

57

lerini ıslâh ve saf kılsınlar, ruhlarını kuvvetlendirsinler, kalble-rini de


temizleyip tecelliyât-ı ilâhiyeye mazhar olabilecek hale gelsinler içindir.
Yine bu halvet, Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz Hazretleri tarafından yer ve
gökleri ve bütün varlıkları yaratan Hâlık-ı zü'1-Celâl'in bilinmesi için bizlere
tevcih olunmuştur. Bütün zevklere, vecdlere, keşif ve kerametlere,
feyizlere esas olmuştur. İmâm-ı Buhârî (rh.a.) Hazretlerinin de bildirdiği
yedi tabaka kimse ki, hiç bir gölgeliğin olmadığı o âhiret âleminde, arşın
gölgesi altında gölgeleneceklerdir. Bunlardan birisinin de, hâlî bir yerde
Allâh-ü teâlâ'nın zikriyle meşgul olup, gözlerinden yaşlar akıtan kimseler
olduğu zikr edilmiştir. Bunların hepsi, zikrullah için halvetin meşrûiyyetine
delil değil midir? Bu halvetlerde sofular, Allâh-ü teaWyi zikr edip, Hak'kın
nuruna gark olurlar, içleri de dışları da nûr olur, nurun alâ nûr olurlar.

İmâm-ı Ahmed (rh.a.) Hazretlerinin Müsned'inde, uzunca bir hadîsden


ihraç olunan "Ehl-i zikir, benim meclisimin ehlidir" buyurulmuştur. Bu taife
Allâh-ü teâlâ'nın zikriyle o kadar meş- . gül olurlar ki, Hazretn Allah'ın
huzûr-u âlîsinde kendilerini bile unuturlar. Ömer ibni'l-Fârız'ın bu hâli
bildiren beyitleri ne güzeldir:

"Ey ömrünü gafletle geçiren zavallı!


Sen de bu gibi bahtiyar, kâmil ve zâkirlere uymak ve yetişmek istersen, şu
seni envâ-ı çeşit günahlara ve Hak'dan uzak kalmana sebep olan nefs-i
emmâreni artık bırak da, onu ayıpla.

Sen bunun için mi yaratıldın? de nefsine.

Ve Rabbine dön, koş, git.

Kalbini yak, yık; gözlerinden, ömürlerini boşa zayi ettiğin için, lehiv ve
lağviyatla vakitlerini yok ettiğin için gece gündüz yaşlar akıt, ağla.

Hem durmadan ağla ki, zaman çok kısalmıştır.

Geçmişlerini telâfi etmeye çalış.

Sonraki nedamet ve hüsran kimseye fayda vermemiştir."

Muhakkak sen Hak'ka döndüğün an, Hak sana kollarım açıp "Gel tevbekâr
kulum gel" diye sana daha çok yakınlık ve alâka gösterecektir. Seni
kıyametin dehşet ve harareti ânında arşının gölgesinde gölgelendirip,
mes'ûd ve bahtiyarlar arasına il-

hak edecektir. Aman yâ Rab, sen bizleri af ve mağfiretinle, hidâyet ve


tevfîkınla rahmet, ihsan ve ikramınla arşının gölgesinde gölgelenecek
bahtiyarların arasına ilhak eyle. Dünyada iken de o bahtiyar kullarından
eyle. Halvetlerde ve aşikâr hallerinde de dâima senin zikrinle rahat ve
sükûn bulan kimselerden de ayırma yâ Rab!

58

TASAVVUF! AHLÂK V

Zikrin ve Halvetin Faydaları

Hiç şüphesiz ki halk ile ihtilât, bazı dünyevî ve uhrevî faydalardan hâlî
değilse de bahusus, harîs ve tamahkâr kimseler için bir çok zararları da
vardır. Bir kere insan hem zikrullahdan kalır ve hem de günahları irtikâba
sürüklenebilir. Bir kere de alışıldı mı, artık ayrılmak ve kurtulmak pek zor
ve güç olur. Lâkin halvetlerde bunlar olmadığı gibi, yâni böyle günahlara
sürüklenmek ve günahları irtikâb mümkün olmadığı gibi, dâima huzû' ve
huşu, rahat ve sükûnet içinde, Allâh-ü zü'1-Celâl ve ve'1-Cemâl
Hazretlerine ibâdetlerini daha güzel bir şekilde yapmaya muvaffak olurlar.
Hak sübhânehû ve teâlâ Hazretleriyle de ünsiyetleri o nisbette kuvvetli ve
sağlam olur. Bunu müdrik olan insanlar ve bu tadı tadanlar, artık kovsanız
da çıkmak istemezler. Bir çok büyüklerimiz bu halvetler esnasında
kendilerine verilen, sayılmakla bitmez nimetleri, anlatmakla bitiremezler.
Bahusus, İmâm-ı Gazâlî (k.s.) Hazretleri, halvetteki istifâdesini şu suretle
hülâsa etmektedir. "Ben muhakkak ve kat'î olarak anladım ve bildim ki,
Allâh-ü teâlâ'nın yoluna sâlik olanlar, hassaten ehl-i tasavvuftur. Huyları,
gidişleri ve hareketleri en güzel olan kimseler bunlardır. Yolları en doğru
yoldur. Ahlâkları en güzel ve temiz, takdire lâyık olanlar da bunlardır.
Belki, bütün akıllıların akıllısı ve ulemânın hikmetlerine ve şerî'atm
esrarına vâkıf olan bahtiyarlar ancak bunlardır. Bunlardaki hareketlerin hiç
birinin, daha iyisi budur diye tebdil veya tağyiri mümkün değildir. Çünkü
bütün iç ve dış harekâtları, nûr-u nübüvvetten ve onun ışığından iktibas
olunmuştur. Kâinatta ise, nûr-u

/l.,ı\ı\iı\ vt, HALVETİN FAYDALARİ

59

nübüvvetten başka faydalanacak bir nûr yoktur vesselam. (5/8)

Halvetin faydalarındandır ki, nefsi kötü âdetlerden kurtarıp, tertemiz ve


çok yüksek meziyetlere sahip bir bale gelmesine çalışıp; emmârelikten,
levvâmelikden, mülhimelikden nefs-i mut-meinneye getirmek (ki,
kemâlâtın başlangıcıdır). Oradan râzı-ye, merzıye, sırrına ve devlete
ulaştırmaktır ki, sebep ancak halvettir. Halvetsiz bunlar ancak bazı ekâbire
nasîb olur ki, onlara (uveysî) derler. Bu mahzâ bir lütf-u ilâhîdir. Bizler için
ise, muhakkak mücâdele ve halvetlere, uzletlere devam ile mümkün
olabilir. Bahusus, âhir zamanın fitne devirlerinde bu gibi fitnelere
karışmamak için insanların dillerini tutup, ekşi, tatlı bir şeye karışmadan
evlerinde oturmalarının en efdal olduğu bildirilmiştir. Zîrâ nefisler dâima
hemcins insanlarla sohbet ve muhabbeti ister. Eğlence ve oyunları arar ve
sever. Onları, oralardan çekip halvetlere sokamazsınız. Çünkü yalnızlıkdan
korkar ve nefret ederler, kaçarlar. Halbuki, saadetleri, selâmetleri
oradadır.

Lâkin bir mücâhede-i nefs ederek onları bu halvetlere alıştırmak mümkün


olsa, evvelâ nefse zor gelen ve hoşlanmadığı bu halvetten aldığı lezzetler
sebebiyle dâima Hak ile ünsiyetten nâşî, halvetleri kendileri aramaya
başlarlar. Çocuklar da böyle değil midir? Annelerinin memelerini hiç bir
zaman kolaylıkla bırakmak istemezler. Fakat çeşitli yemeklerin lezzetlerini
almaya başladılar mı, artık memeyi verseniz de almazlar. İmâm-ı Busayrî
Hazretleri ne güzel söylemiştir: "Nefisler dâima arzularına nail olmak için
hep istediklerî-ni yapmağa çalışırlar ve bırakmak da istemezler. Fakat aynı
zamanda nefis bir çocuğa benzetilmiş; onu küçük iken memeden kesince
nasıl kesiliyorsa tıpkı bunun gibi günahlardan da kesilmedikçe,
kendiliğinden vaz geçmez. Onun için muhakkak onunla mücâdele şarttır.
Yoksa kendi hâline bırakırsanız sizi de, cemiyeti de felâkete sürükler.
Hâlık-ı zül-Celâl ve'1-Cemâl'e inkıyadı kat'iyyen istemez. Hep istediği,
şehevânî ve nefsânî, nevalarında yaşamaktır". Onun için <2enâb-ı Hak,
Kur'ân-ı Kerîm'inde; "Nefsin nevasına tâbi' olma. Zîrâ seni tarîk-i Hak'tan
izlâl eder" yâni şaşırtıp, helake götürür, buyurmuştur. Bugün dünya
yüzün-

5/8 El-Münkızıı nıme'd-DııluL v. 1,2.

60

TASAVVUF! AHLÂK V

deki bütün hapishanelerde inleyen zavallıların çektikleri, hep nefislerine


uyma yüzündendir. Öyle ise azîz kardeş, sen de bu nefsin arzularına uyma
da, onun ıslâhı için halvetleri ihtiyar eyle ve o nefsi kemâle doğru sevk
eyle. İşte sana güzel bir misal: İnsanlardan kaçan, yabanî kuşları tutup
yiyen doğan dedikleri kuş vardır ki, tutulup bir yere kapatılır ve gözleri de
bağlanır. Ancak sahibinin sesini duyar ve onun elinden beslendiği için,
yalnız onunla ünsiyet eder. 30-40 gün içinde sahibine öylesine alışır ki,
artık kovsanız da gitmez hale gelir. Sahibinin omuzlarında gezer,
avlanmak istenilen kuş gösterilince derhal fırlayıp, o kuşu tutar ve getirir,
sahibine teslim eder. Her ne zaman çağrıl-sa hemen icabet eder, kendi
arzusuna göre hareket etmez. Bakın bu bizim için ne güzel bir ders-i
ibrettir. Bir kuş bile bir halvette nasıl munis oluyor. Cenâb-ı Hak cümlemizi
baktıklarından ibret alıp, Hak'ka dönen ve ona tam ma'nâsıyla teslim olan
kullarından eylesin, âmîn. Eşref-i Rûmî Hazretlerinin şu beyitleri de bizlere
ne güzel bir derstir:

Bir göz ki ibret olmaya nazarında

Ol düşmanıdır sahibinin baş üzerinde.

Halvet; kalbi, fikri, aklı, bedeni, bitmez tükenmez dünya kaygılarından,


kederlerinden, dertlerinden kurtarır. Bu hal üzere sebat neticesinde kişi,
îmânın tadını tadar. Nefsinde kemâl-i itminan hâsıl olur. Hem dünyası,
hem âhireti ma'mûr olur.

İmâm-ı Şafii (rh.a) Hazretleri buyurur ki, herkim Allâh-ü teâlâ'dan kalbinin
açılmasını istiyorsa ve ilmin hakikatlerine nail olmayı murad ediyorsa,
halvete devam etsin. Az yesin, fâsıklar meclisinden uzaklaşsm, ahlâk ve
edebden ârî ilim meclislerine bile gitmesin.

İmâm-ı Gazâlî (k.s.) Hazretleri de, halvetin faydaları hakkında şöyle


buyurmuşlardır: Halvet, meşguliyetlerin yok olmasına, göz ve kulağın
muhafazasına müsait en güzel bir yerdir. Çünkü göz, kulak ve diğer
havaslar, hepsi kalbin yollan ve yurd-larıdır. Kalbe inen şeyler hep bunlar
vasıtasıyla girer. Kalb bir havuz gibidir. Bahusus, göz, kulak vasıtasıyla
bütün günahlar ve fena olan şeyler kalbe vâsıl olur. Kalb bir havuza
benzetildi-ğine göre oraya akan sular, pis ve nahoş sular ise, artık bu
havuzu siz tasavvur ediniz. Hem pis pis kokar ve hem de içindeki su-
ZİKRİN VE HALVETİN FAYDALARİ

lardan kat'iyyen istifâde edilmediği gibi etrafındakileri de mutazarrır


edeceği aşikârdır. İşte halvetlerden maksad, bu havuzlarda biriken pis ve
kokmuş suları boşaltıp, asıl havuzun, kuyunun içinden fışkıran temiz,
berrak, tatlı suları çıkarıp akıtmaktır. Halbuki, kuyuya hâriçten
mütemadiyen gelen pis sular ak-dıkça, fena, kötü şeyler onun içine
atıldıkça, onu temizlemeye imkân olmaz. Yâni gerek göz ve kulak ve
gerekse şâir havaslar dolayısıyla gönüle gelen günah ve yaramaz
hareketler, kuyuya veya havuza akıtılan pis sulara benzetilmiş olmakla
kuyunun veya havuzun temizlenmesi için evvelâ gelen su yollarının
kapanmasının şart olduğu cümlece malûmdur. Bu ise, halvetten gayri
yerlerde mümkün olmaz. Çünkü dışarıda bulunduğunuz müddetçe her ne
kadar kapasanız da hakkından gelemezsiniz. Zîrâ ar-*kası gelen bir suyu
zabtetmek pek kolay bir şey değildir. Bunun en kolayı halvetlerdir. İşte
kalb, her ne zaman ki kendini meşgul eden bu gibi uygunsuz hallerden ve
vesveselerden, şeytanın hâtıralarından, gözlerin günah şeylere
bakmasından, kulakların günah şeyler işitmesinden ve diğer hastalıklardan
kurtulduğu zaman, Cenâb-ı Hak'kın, kendisine bahşetmiş olduğu ezelî
nimetleri, hikmetleri, ilm-i îedünnîsi, feraseti ve kemâlâtı birer birer
meydana çıkararak, hem kendi gönlünün Hak'kın tecellîsine maz-har
olmasına ve hem de bu sebeple etrafındaki cemiyet efradına son derece
faydalı olmağa başlar ki yegâne sebebi, gönlün temizlenmesi ve
cilâlanmasıdır. Zîrâ bu sayılan nimetler, hikmetler, ilimler zâten gönülde
mevcut idi. Gönüle akan pislikler ile kapanmış bulunuyordu. Temizlenince
tabiatiyle hepsi meydana çıkacaktır. Onun için böyle kırkar gün halvet
usûllerine riâyetle yapılan halvetler, bu cevahirin meydana çıkmasına
sebep olur. Kurbet-i ilâhiyeye, ilm-i ledünnînin telâkkisine, esrâr-ı
Rabbâniye nurlarının gönüle inmesine rnüstehak olur, istihkak kesbeder.
Yâni çalışan bir adam akşam üzeri gündeliğini alrnaya nasıl hak
kazandıysa, bu halvetler sebebiyle de, gönüllerin nurlanmasına ve Hak'kın
tecellîlerine mazhar olmasına hak kazanılır. Halvette; "Yâ Rab! Senin rızâ-
yı şerifine tâlib bir kulum. Gınâ-i Ru-bûbiyetine merbut bir miskinim. Bâb-ı
merhametinin etrafında bir sâilim. Hazîne-i keremine boyun bükmüş bir
fakîrim. Senin kapının kölesiyim. Yüzüm kara, elim boş geldim kapına,
beni

62

TASAVVUF! AHLÂK V

kapından boş çevirme yâ Rabbî!" diyenlerin duaları muhakkak


reddolunmaz.

Muhyiddîn-i Arabî (k.s.) Hazretleri ki, Şeyh'ul-Ekber diye yâd olunur, şöyle
der: "Allâh-ü teâlâ Hazretlerinin nimetlerinin ziyâdeliğini isteyen esrâr-ı
ilâhiyenin, Hak'kın cömertlik hazînelerinden gelecek olan mevcudattaki
nâmütenâhî esrarların kendisinde tecellî etmesine tâlib olan kimsenin
halvet ve zikrullaha mülâzemet etmesi lâzımdır:' Zîrâ bu sebeple gönül
tamâmiyle dünya işlerinden, fikirlerinden boşalmış olduğu halde Hak
kapısında hiç bir şeye mâlik olmayan boynu bükük bir fakir gibi otursa,
diliyle demese bile haliyle, "Yâ Rab! İşte ben senin kapına geldim, hem de
eli boş, yüzü kara, lütuf, kerem ve ihsanını ummaktayım" dese, artık
Cenâb-ı Hak, hazîne-i ilâhiyesinden o kuluna kim bilir neler lütfetmez. İlim
deryası olur. Azîz kardeşim, muhterem evlâdım, esrâr-ı ilâhiye ve maârif-i
rabbâniye-ye mazhar, ârif-i billâh bir kul olmak istersen, halvetlere devam
et. Nefsini yen. Nefsine kul değil, Allah'a kul ol ki, Hızır aley-hisselâma
verdiği ilmi sana da versin. Çünkü o müttekî kullarına kendinden,
mektebsiz ilim verir. Yine onlara hem basîret, hem feraset, hem
görülmemiş nûr verir. Onunla dünyada da âhirette de rahat bulur.
Karanlıkta kalmaz, tehlikelere düşmez.

Cüneydi Bağdadî (k.s.) Hazretlerine sormuşlar: "Sen bu derecelere nasıl


nail oldun?" Cevaben: "otuz seneden beri devam etmekte olduğu nefis
mücâhedesinin bereketiyle eriştiğini" söylemiştir. Fakat öyle iken kendisi
de ticâret erbabı olduğu halde, dörtyüz rek'at namaz kılmadan dükkânını
açmazmış. Bir onun hâline bak, bir de bizim hâlimize...

Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretlerinin şu sözü de ne kadar ehemmiyetlidir:


"Siz ilmi ölenlerden alıyorsunuz. Biz ise ilmi, kendisine ölüm erişmeyen
Hay-yu Kayyûm olan Zât-ı ecel-li âı fidan alıyoruz. Onun için aradaki farkı
bulmak mümkün olmaz.

Binâenaleyh, hizmet sahiplerinin Allah rızası için yaptıkları halvetlerde Hak


sübhânehû ve teâlâ'nın onlara olan ihsan, ikram ve i'zâzını ta'rife bile
gücümüz yetmez. Hepimizin meçhulü olan, envâ-ı çeşit ilimler ki bunlar
herkese nasîb olmaz. O gönülün bir cevheri, dünyanın bütün cevherlerinin
üstündedir. Ne yâkûta benzer, ne de incilere. Bunlar gönül incileridir ki,
Allâh-

ZtKRİN VE HALVETİN FAYDALARI

63

ü teâlâ insanı yaratırken vermiş olduğu; "Andolsun ki biz âde-moğullarını


üstün bir izzet ve şerefe mazhar (almışızdır" (5/9) buyurduğu gibi, o
nâmütenâhî kerametler, hikmetler, ilimler, hep bu gönülde, Hakkın ezelde
koymuş olduğu cevherlerdir. İşte, Peygamberân-ı ızâm Hazerâtı, işte
evliyâ-yı kiram, bunların ilimleri, hikmetleri, mucizeleri-, kerametleri,
kemâlleri hep Hak'kın ezeldeki ihsanının kuldaki tecellîsinden başka nedir?
Sen de o Allah'ın kulusun. Sende de kim bilir ne cevherler var? Fakat üstü
örtülmüş, gömülmüş, kararmış, senin himmetini bekliyor. Artık uyuma
devri geçti. Kalk halvete gir, Hak'ka yalvar. Zîrâ sen bu âlemin malı
değilsin. Burada misafirsin. Senin yerin Cennet ve Cemâl-i ilâhiyenin
müşâhedesidir. Bunu, bu fânî âlemin on para etmez zevk-u safâsına ve
saltanatına feda etme. Kendine yazık edersin. Günahlara dalıp, Hak'kın
rızâsını, fırsat elde iken sakın kaçırma.

İbn-i Uceybe (k.s.) İbn-i Atâullah'ın (k.s.) "Kalbe uzletten başka birşeyin
fayda vermediği" sözünü şerh ederken der ki; "Uzlet, kalbin Allah teâlâ ile
yalnız, başbaşa kalmasıdır!' Bâzan bu yalnızlıktan halvet murad olunur ki,
cismin de, kalıbın da, Allah ile yalnız başına kalmasıdır. Zîrâ kalblerin Allah
ile yalnız kalması mümkün değildir. Ancak kalıbın, cesedinden ayrılmasıyla
mümkün olabilir. Tefekkür ise, kalbin Hazret-i Allah'a seyridir, gidişidir. Bu
gidiş de iki kısımdir^JBinTjmânj/e tasdîk hususundaki tefekkürdür. Birisi
de, şühûd ve a^ânjgfekkürüdür. Binâenaleyh, kalbe en faydalı şey, bu
tefekkürle beraber olan uzleF ve halvettir. Zîra uzlet ve halvet, adetâ
perhiz gibidir. Tefekkürler de bunun ilâcıdır. Perhiz olmadan ilâçlar fayda
vermiyece-ğinden ötürü, doktorlar evvelâ hastalığın nev'ine göre, şunu
veya bunu ve falan şeyleri kat'iyyen yemiyeceksin derler. Sonra da ilâçları
verirler. Perhizlere dikkat edilmediği zaman nasıl ilâçlar fayda vermezse,
tefekkürsüz, düşüncesiz halvetler de fayda vermezler. Onun için halvet
perhiz, tefekkür de ilâç mesabesindedir. Biz bunlara murakabe deriz. Bir
halvette on murakabe vardır ve 40 makam üzeredir. 40 günde tamam
olur. 20 veya on günde olanlar kâfî değildir. Halvetten maksad, kalbin
içindeki pislik-

5/9 îsrâ, 70.

64

TASAVVUFI AHLAK V

ZİKRİN VE HALVETİN FAYDALARI

lerin boşaltılmasıdır. Kalbdeki pisliklerin boşaltılıp, kalbin


temizlenmesinden maksat da, kalbin mülk ve melekût ve ceberut
âlemlerinde dolaşmasıyla ve oralardan alabildikleri ma'lûmat-ları, feyizleri,
nurları, ilimleri, esrarları, âlem-i mülke dönünce etrafındaki kabiliyetli
kimselere duyurması ve bildirmesidir. Bu tefekkür Ve murakabelerin
meşguliyetlerinden maksat, tahsil olunan ilmin kalbde yerleşmesidir. îlm-i
ledünnî denilen, ilm-i bil-lâhın kalbde yerleşmesi, kalbin en güzel bir
devası ve ilâcıdır. Aynı zamanda kalbin sıhhat ve selâmetidir. Allâh-ü teâlâ
Hazretleri, böyle kalblgre, kalb-i selim diye ad vermiştir. Kıyamet gününde
mal, mülk, evlât, ıyâl gibi hiçbir şeyin fayda vermeyeceği, ancak böyle bir
kalb-i selîm ile gelenlerin müstesna oldukları buyurulmuştur.

Öyle ise azîz ve muhterem kardeş, imdi sen hiç olmazsa her-gün akşam
olup da evine çekildiğin zaman yatmazdan evvel bir saatçik olsun kendini
murakabeye çek. Kendini bir yokla, hattâ bu yoklamayı her an yap,
kendini daimî kontrol altında bulundur. Bak bakalım nefeslerin ve ömrün
Hak'km rızâsı yolunda mı? Yoksa rızâsı haricinde mi geçmektedir? Eğer
rızâsı yolunda isen buna şükr etmek gerektir. Yok, rızâsı hâricinde isen ki,
gazabı mûcibdir, bundan derhal dönüp, tevbe ve istiğfarla, nedamet ve
pişmanlıklarla bir daha yapmamağa çalışmalıdır. Kendisini kontrol altına
almıyan insan ise, ebedî hüsrandadır.

Yine kalbi bir mideye benzetmişler. Nasıl ki mide, haddinden fazla ve


çeşitli şeyleri yiyince, tabiî olarak bunları hazımda çok güçlük çeker ve
fesada uğrar. Artık yediklerini hazmedemez hale gelir ve yediklerini
çıkarmağa başlar. Derken zayıflayıp yataklara ve ameliyatlara muhtaç
olur. Bunun en kolay çâresi, için-dekilerini çıkarıp, perhiz etmek ve bir
daha böyle fazla şeyler yememektir. Midelerin doluşu hastalıkların başı,
perhizler de ilâçların başıdır. Kalb de bir bakımdan tıpkı mide gibidir.
Hâtıralar, meşguliyetler, hayaller, vesveseler, çok işler sebebiyle mide gibi
hasta olur. Bâzan da ölümle neticelenir. Midenin ameliyatı ve
temizlenmesi, bir dereceye kadar kolaydır, kalbe benzemez. Kalb
ameliyatları daha zor ve güçtür; bahusus, ma'nevî hastalıklar ve
ameliyatlar... Binâenaleyh, en güzel ve en kolay çâre bu gibi hâtıralarla,
meşguliyetlerle kalbi doldurmamak, hayal, ves-

vese ve şeytanî kuruntulara yer vermemektir. Çünkü bunlar neticesinde


insandaki ma'neviyat; bakarsınız ki ölmüştür. Cesedi yaşasa bile artık ona
va'z ve nasîhat kâr etmez. Kendisi de düşünüp tevbe edemez. Zîrâ
hepinizin ma'lûmudur ki dolu olan bir kaba, içindekiler boşaltılmadıkça
başka birşey koymak mümkün olmaz. Gönül de böyle dünya sevgisi ve
meşguliyeti ile dolu olunca, artık böyle gönül sahipleri için, Hak sevgisi,
âhiret sevgisi, kitab sevgisi, Peygamber sevgisi denilen şeyler hep
dillerdedir; içeride ise birşey yoktur. Mutlaka terazi gibi iki tarafı denk
olursa, o adam rahat eder. Onun için muhakkak lâzım olan şey bir mü-
rebbî ve mürşid bularak, onun terbiyesi altında halvetlere devamdır. Öyle
hemen bir iki halvette işi oldu zannetmek de büyük bir hatâ ve
noksanlıktır.

Eşref-i Rûmî (k.s.) Hazretlerinin 18 halvet yaptığı ve şeyhi-miziriıde 24


halvet yaptığı, Gümüşhaneli (k.s.) Hazretlerinin ise, hemen hemen bütün
ömürlerini riyâzâtla geçirdikleri, geceleri uyumayıp, ancak öğle
namazından biraz evvel, oturduğu yerde bir miktar uyudukları
bilinmektedir.

İmâm-ı A'zam (rh.a.) Hazretleri de öyle değil mi? Bu riyâ-zât sahiplerinin


sayılarını ancak Allâh-ü teâlâ bilir, demek daha doğru olur zannederim.

Üftâde. (k.s.) Hazretlerinin çilehânesi ve bahusus hacı Bayram Velî (k.s.)


Hazretlerinin, Ankara'daki câmiinin altındaki çi-lehânesindeki ufacık,
daracık çilehâneler, hep ma'nen bu hasta kimselerin tedavileri için yapılmış
ameliyathanelerdir. İşte, buralarda yetişen o zevât-ı muhteremelerin her
birisi bir dünyâya bedel, eşi emsali pek nâdir kimselerdir. Sebebi de,
muvakkat bir zaman halkdan kaçıb, Hak ile baş başa (ta'birde hatâ olmaz
in-şâallah) kalmalarının neticesinde ve Hak'kın lütuflarına maz-har
olduklarının alâmetidir ve semeresidir. Halvetler birer has-tahaneye
benzetilebilir. Hastahaneye girmek, ölmek için değil, muvakkat bir zaman
tedavi olup, daha sağlam ve daha sıhhatli olarak vazifesini yapabilmek
içindir.

Hasta oldukları vakitte, bahusus ameliyata muhtaç olunduğu zaman,


hastahanelere gitmeyen ve kendini tedavî ettirmeyen kimselerin akıbetleri
çok defa nasıl ölümle neticelenirse, ma1 nen ve fikirleri, gönülleri, elleri
işlerle dolu iş sahipleri de, teda-

66

TASAVVUF! AHLÂK V

vi olmak için ma'nevî hastahaneler olan halvetlere girmezlerse, bunlar da


ma'nevî ölümlerle neticelenirler ki bu ölüm, öteki ölümden daha
tehlikelidir. Zîrâ maddî ölümde, kolera veya iç hastalıkları gibi
hastalıklardan biriyle ölenlerin îmânları olduğu takdirde hükmen şehid
sayıldığı da mervîdir. Fakat ma'nen, gönül hastası, kalb hastası, rûh
hastası olanların hiç de böyle bir mazhariyetleri yoktur.

Bu hususda Cüneyd (k.s.) buyururlar ki "En şerefli meclis, tevhîd


meydanlarında tefekkür ve murakabe ile oturmaktır"

Ebül'-Hasen (k.s.) der ki: "Halvet ve uzletlerin meyveleri, Cenâb-ı Hak'kın


ihsan ve ikramına mazhar olmalarıdır ki^bu

jja dörttür:

f 1 - Gözlerinden perdeler kaldırılıp, ehl-i basîret sahibi oluf\ Hazret-i Ömer


(r.a.)ın Medîne-i Münevvere'den, Acemistan'daki ordusunu ve
kumandanını görüp sesini duyurduğu gibi.

2 - Rahmet-i ilâhiyenin inmesine nail olur.

3 - Hakîkî muhabbet-i ilâhiyeye kavuşur.

^4 - Dilinde bundan sonra doğruluktan başka birşey bulun^ maz.


Peygamberimiz (s.a.s.) Hazretlerine herkesin (Muhammed'ül-Emîn)
dediği gibi, bu da sadâkatiyle şöhret bulur. Halvetteki faydalar ise, on
adettir diye zikr olunmuştur:

1 - Lisan afatından emîn ve sâlimolur. Çünkü yalnız olan kimse konuşmak


istese de, konuşacak kimse bulamaz.

2 - Göz afatından emîn ve salim olur. Çünkü bakmak istese de, göreceği
ve kendisini günaha sokacak kimse yoktur.
3 - Aynı zamanda kalbin riya ve gösterişten masun ve mahfuz kalmasına
sebeptir.

4 - Dünyâda zühd denilen nimete mazhar olmasına ve tükenmez hazîne


olan kanâate nail olmasına vesîle olur. Zühd ve kanâatte ise, kulun şeref
ve kemâli vardır.

5 - Şerli kimselerin sohbetinden selâmet bulur, rezil ve âdî kimselerle


görüşüp konuşmaktan ve bunlarla sohbetten kurtulur. Çünkü bunlarda
büyük fitneler vardır.

6 - Zikre ve ibâdete meydan kalır. İyilik ve takvaya azim ve

sebat hâsıl olur.

7 - İçinin, sırrının ve gönlünün başka şeylerle meşgul olmayıp, tamamiyle


Hak'ka teveccüh edişinden nâşî, ibâdetin ve mü-

ZİKRİN VE HALVtllN tAYUALAKI

nâcâtının lezzetini, tadım duyar da artık o halden ayrılmak istemez. İyi


şeylerin tadını alanlar gibi.

• Ebû Tâlib'il-Mekkî (rh.a) Hazretleri, on-seneden fazla şehre inmemiş ve


Mekke dağlarında ot yemek suretiyle yaşamış. Fakat vücudu da yeşile
dönmüştü. Ondan sonra şehre gelmiş (Kût'ül-Kulûb) adlı eserini yazmıştır.
Onda der ki; "Kişi halvetteki ibâdetinin halâvet, tad ve lezzetini, kuvvet ve
kudretini, hem de neş'esini duymadıkça ve artırmadıkça sadık bir mürîd
olamaz" Yâni dış âleminde iken duymadığı lezzet ve neşâtı, halvet halinde
mutlaka duyması lâzımdır.

8 - Halvette, hem kalbin hem de bedenin rahatı vardır. Dış hayatta ise,
hem bedenin yorgunluğu hem de kalbin üzgünlüğü vardır.

9 - Halvette, hem nefsini ve hem de dînini sıyânet ve muhafaza vardır.


Aynı zamanda şerlilerin şerrinden ve husûmetlerinden emniyet ve selâmet
vardır.

10 - Halvette, tefekkür, murakabeler ve ibretlere imkân hâsıl olur ki,


halvetteki en büyük maksat ve faydayı elde etmiş olur.

Halveti en çok medh edenlerden biri olan, Muhammed Si-fâr ibn-i Hanbelî
(k.s.) der ki: "Yalnızlığa alıştım. Vâhıd-i mutlak olan Hazret-i Allah ile
ünsiyet eyledim. Ünsiyetim devam etti. Zevk ve sürürüm arttıkça arttı!'
Yâni bizi de böyle Hak celle ve alâ ile ünsiyete teşvîk ve tergîb etmektedir.

Doktor Mustafa Sıbâî der ki: "Allah aşkıyla gönülleri yanan kimselere
vâcibdir ki, hergün ve her zaman, saat be'saat, yâni her fırsat bulduğu ve
boş kaldığı zaman derhal ruhunu Allah celle ve alâ canibine seyr ettire.
Seyr-i billâh ede. Nefsini ahlâk-ı mezmümelerden sâf, temiz ve katkısız
kıla. Ahlâk-ı mezmû-melerden tamamiyle sıyrıla. Üzerinde kötü huy ve
ahlâklardan birisi olmaya. Ahlâk kitaplarını okuyup, iyi ve kötü ahlâkları
öğrene. İnsanları ızdıraplara düşüren hayattan uzak kala!'

Bu halvetler insanı muhâsebe-i nefse sevk eder de, gerek ibâ-detlerdeki


noksanlarını ve gerek hayırlara iştirak edemediğinin hesabını, va'z, nasîhat
ve hikmet meclislerinden mahrum kaldığını veya yapmış olduğu hatâlarını
ve insanlarla münâkaşalarını (ki, hepsi gönlü hasta eden veya ölümüne
sebep olan şeylerdir.) düşündürür ve bütün bunlardan kurtulmasına sebep
olur.

ZİKRİN VE HALVETİN FAYDALARI

Allah'ını hatırlatarak, onunla ünsiyeti te'min eder. Hem de Cennet ve


Cehennem'i, mîzânı, ölüm hâlini, ölümün ızdıraplarım, ölümden sonraki
kabir hâlini, sorgu, suallerini ve cevaplarını düşünmeğe fırsat verir ki,
bunların en selâmetli yeri muhakkak halvetlerdir. Bu sebebden Cenâb-ı
zü'1-Celâl ve tekaddes Hazretleri, Peygamberimiz (s.a.s.) Hazretlerine
teheccüdü farz kılmıştır. Çünkü herkes uykuya dalmış, ses şada kesilmiş
olduğu bir sırada Mevlâ ile bulunabilmek, ona ibâdet edebilmek ve onu zikr
etmek, bulunabilir birşey değildir. Binâenaleyh, biz ümmetlerine de
yakışan, tıpkı onun yaptığı gibi erkenden yatıp, geceleri kalkarak, teheccüd
namazını kılmak ve zikrullah ile meşgul olup, kendimizi de şöyle bir
teraziye koyarak tarttıktan sonra, hayırlı işlerimize şükreder, yaramaz ve
kusurlu ve rızâ-yı ilahîyyeye muhalif bulduğumuz hareketlerimizi de, tevbe
edip ıslâhına çalışmak mecburiyetinde kalırız zan ederim. £îrâ bu gece
tâatlerin-de ve zikirlerinde, Hak'ka vuslata imkân daha kolaydır. Bu suretle
de serî 'at-i garrâ-yı Ahmediye'ye daha sıkı sarılır ve Cennete de daha
ziyâde liyâkat kesbeder. Halvetlerde ve bahusus gece namazlarında ve
zikirlerinde öyle lezzetler vardır ki, bunu ancak erbabı ve Hak'kın ikram
ettiği kullan bilir. Gündüz akşama kadar zirâat, ticâret ve san'at gibi işlerle
yorulup, kafası şişen ve hemen uyuyup kendisini dinlendirmeye çalışan
kimselerin tabiî olarak bu lezzetlerden hiç haberi bile olmaz. Söylerseniz
kulağına da girmez. Çünkü gönül kabı dünya ile doludur. Dolu destiyi
boşaltmak kolaydır. Fakat öyle dünya işleriyle dolan bir gönlü boşaltmak
pek de kolay birşey değildir. Seneler-denberi kafasına yerleşmiş olan
dünyanın fânî de olsa, bitmek ve tükenmek bilmiyen meşguliyetleri hemen
bir anda gönülden çıksın da, zikrini, fikrini lâyıkıyla yapabilsin, elbette bu
olacak şey değildir. Testideki veya herhangi bir kaptaki suyu veya bir
mayii boşaltmak kolaydır ama bazan koyu ve bulaşık şeyler vardır ki, bir
türlü kabı temizleyemezsiniz. Ne kadar uğraşsanız yine bakarsınız ki, ya
kokusu duruyor veya içindeki yerleşmiş ve pas-lanmıştır. Artık o kabı
atmaktan başka çâre yoktur. Temizleneceğine ümidiniz kalmamıştır.
Bunun gibi paslanmış, sertleşmiş, kararmış kalblerin, gönüllerin cilâsı da,
temizlenmesi,de böyle zordur. Bundan dolayı, İbrâhîm Edhem (k.s.)
Hazretleri ibâdet
ve teheccüd namazlarının arkasından dermiş ki: "Eğer melikler,
hükümdarlar hattâ servet sahihleri beyler, paşalar bizim nâ-ıl olduğumuz
lezzetleri bilmiş olsalar, bizim elimizden almak için bizimle mücâdeleye,
muharebeye kalkışırlardı!' (5/10)

5/10 Bkz. Müzekkerât fî Fıkhı's-Sîret, sh, 18.

70

TASAVVUF! AHLÂK V

Kötü Huy ye Mezmûm Ahlâklar

Ahlâk-ı hamîdeyi, mümkün mertebe elimizden geldiği, dilimizin döndüğü


ve aklımızın erebildiği kadar îzâh etmeğe çalıştık. Şüphesiz bunlar her
mü'min ve muvahhid için ve hattâ her akl-ı selîm sahibi için memdüh ve
mergüb şeylerdir. Fakat bunların, insanın içerisine yerleşmesi ve
mucibince amel edilmesi bir meseledir. Çünkü bilmek başka, yapabilmek
yine başkadır. İnsanın bildiği iyi şeyleri her zaman ve her yerde
yapabilmesi pek büyük bir muvaffakıyyet olup ancak Cenâb-ı Hak'km o
kimseye karşı aşikâr olan bir sevgisinin ve tevfîkinin alâmetidir. Buna
mazhariyyet, her bakımdan tebrike şayandır. Bizim gibi zua-fânın ise, bu
gibi, herkesin sevip beğendiği güzel ahlâk ile ah-lâklanması pek çok
mücâdele ve mücâhedelerdeki muvaffakiyetine bağlıdır.

İnsanın, mücâhededeki ihlâsı nisbetinde ve Cenâb-ı Hakkın tevfîk ve


yardımı neticesinde bu güzel huylara, ahlâka sahip olabilmesi için, bir de
bu iyi ahlâkın tam zıddı olan ve herkesin nefret edip sevmediği, istemediği,
hattâ bu kötü huylara mübte-lâ olan zavallıların bile hoşlanmadıklar! ve
istemeye istemeye her nasılsa tutulmuş oldukları kötü huyların neler
olduğunu ve bunlardan nasıl kurtulunacağını bilmesi lâzımdır. Bazı
bedbahtlar istedikleri ve çırpındıkları halde, bir türlü kötü huylarından
kurtulamazlar. Bunun başlıca sebeplerinden biri de kötü itiyâd ve
alışkanlıkların küçükten beri köklü âdetler hâline gelmesidir. İşte o canım,
herkesin sevip bayıldığı; Hak'kın da, halkın da istediği o güzel ahlâk ve
huylar, bu kötü, çirkin ve hiç kimsenin de istemediği kötü huylardan, kötü
ahlâk ve âdetlerden kurtulmadıkça mümkün olamıyacaktır.

O hâlde bunları yazmak, söylemek ve bildirmek de hemen her bilgi sahibi


müsİümamn başlıca vazifelerinden biri olsa gerektir. Çünkü batağa düşen
ve boğulmak tehlikesinde bulunan veya yangın veya enkaz altında kalan
kişileri kurtarmak nasıl her kuvvet ve kudret sahibinin vazîfesi ise, böyle
ma'nevî pisliklere düşen ve akıbetleri yanarak veya boğularak ölenlerden
çok daha fecî olan ve aynı zamanda âhıretin ma'nevî ni'metlerinden de
mahrum olarak dünya hayatına gözlerini yumanları kurtarmak borcumuz
ve vazifemiz olmaz mı dersiniz?
Bu sebepten, kusurlarla dolu olan bu fakir kardeşiniz, kendisi de günahlara
gark olmuş olduğu halde, yine kardeşleri için faydalı olmağa çalışmayı bir
vazîfe saymaktadır. Bu tarz hareketim, "Ben kurtulmuşum, kendim olgun
ve kâmil bir adamım, şimdi sizleri de kurtarmaya çalışıyorum" demek
değildir. Böyle bir şeyi hatırıma getirmek bile benim için büyük bir kusur
olurdu. Mevlâ cümlemizi fazl-ı keremiyle sevmediği ve hoşlanmadığı
bilcümle kötü huy ve ahlâktan ve fena i'tiyâtlardan muhafaza buyursun,
âmîn.

Gerek günahlar (ister ufak, ister büyük olsun) gerekse fena ve çirkin huy
ve i'tiyâdlar, hep insanın ma'neviyâtını mahvedip öldüren, kalbini perişan
eden, ruhunu ve iç âlemini tamâmiyle yok eden birer zehirdir. Büyük ve
küçük günahlar ile kötü huy ve itiyâdlar çeşitli fıkıh, ahlâk ve tasavvuf
kitaplarında birer birer yazılmıştır. Bizler ne yazık ki, ne bunları okuyor ve
ne de bunların kötü âkibetlerini düşünüp, kaçınabiliyoruz. Tabiî bu bizim
dindeki ihmalkârlığımızın, dünyaya fazlasıyla kıymet verip onun için
çalışmamızın ve bir de şu dinsiz garbı taklîd edip onların her hareketini pek
iyi bir şeymiş gibi benimsememizin neticesidir. Bu ise yine dîn ve îmândaki
za'fımızın alâmetidir.

Bu yazacağımız günahları ve ma'nen istenmeyen kötü huyları bilmek,


zehirli ilâçları, tehirli mikropları bilmek gibidir. Artık bunlardan kurtulup
kaçınmak elbette okuyucuya aittir. Bunun misâli şudur: Bir doktor gelir,
zehirler ve mikroplar hakkında bilgiler verir ve bunlardan korunmak için ne
lazımsa bildirir. Sonra isteyen dikkat eder, korunur. Korunmayan hem
kendisinin, hem de birçok kimselerin, kendisi gibi fena akıbetlere
düşmesine sebep olur. Hayra delâlet edenler daimî sevablara nail
oluyorlar-

sa, günahlara ve kötülüklere sebep olanlar da kendilerine uyanların


günahları misilli günahlara müstehak olurlar. Bu günahlar işlendiği
müddetçe, hayatında da, hayâtından sonraki âhiret hayâtında da defterine
geçirilir. Bu ne kadar acı bir akıbettir. (Cenâb-ı Hak cümlemizi böyle acı
akıbetlere düşmekten muhafaza buyursun, âmîn.) Bu çirkin ve acı
akıbetten kurtulmak için birinci çâre, i'tikâdı düzeltmek ve ehl-i sünnet
v'el-cemâat mezhebini kabul edip ona göre hareket etmektir ki, bunun
îzâhı akâid kitablarından ve hoca efendilerden öğrenilebilir.

Bid'at ehli olan mezheblerin hiç birisinde hayır yoktur. Çünkü hepsinin
temeli çürüktür. Çürük temel üzerine kurulan binalar gibi göçmeğe
mahkûmdur. Şimdiye kadar hiç bir ehl-i bid1 attan evliya gelmemiştir.
Bütün evliyalar, hep ehl-i sünnet olanlardır.

İkincisi: Mutlaka içten gelen bir anlayışla kusurlarını anlayıp, bunların


terkinin lüzumuna kail olan her bahtiyar, şartlarına riâyetle, tevbe-i nasûh
denilen ve bir daha bozulmayan tevbe-yi etmelidir.

ıcyocJ\n\ H/itfULU/\(JtV ŞARTLARI


Tevbenin Kabulünün Şartları

Tevbe etmemek te büyük bir günahtır. Tevbenin kabulü için gerekli bazı
şartları vardır:

Birincisi: Ömründen ibâdetsiz ve tâatsiz geçirmiş olduğu günlerle,


şehvetine uyduğu anlara nedamet duymaktır. İbâdet-sizlik ve şehvetlere
uymak Allâh-ü teâlâ'ya tekarrübe manîdir. Bunları derhal söküp atmak, bir
daha ısyân ve ibâdetsizlik ve şâire gibi gafletlere düşmemeye çalışmak
lâzımdır. Tevbeye niyet eden kişi, ömrünü böyle gaflet ve günah ile
geçirmekten son derece sakınmalıdır. Bunun için en kolay çâre, eskiden
edindiği ve kendisini günaha sokan, ibâdetlerden ayıran bütün
arkadaşlarından ayrılıp, Hak yolcusu, ibâdet ve tâatte müdavim olan temiz
ve sâlih arkadaşlar temin etmek, hattâ îcâb ederse memleketi de
değiştirmektir. İşte bu tevbe bütün hayırların başı ve anahtarıdır. Böyle
olmadıkça hakîkî bir tevbe ve tam bir dönüş olamaz. Bu tevbe, bütün
muamelelerin de esâsıdır. Haller bu tevbe ile açılır. Keşifler, kerametler,
devletler, saadetler hep bu tevbe-den sonra hâsıl olur. Herkesin bilmesi
lâzımdır ki, bu tevbe herkes için farz-ı ayındır. Bunu bilmemek kadar
yanlış birşey yoktur. Herkim bu tevbeye farz-ı ayın değildir derse,
küfründen korkulur.

Sehl'in oğlu Muhammed der ki: "Bütün işlerin başı, farz olan bu tevbedir.
En büyük ukûbât ve ceza da, bu tevbeyi unutup gaflete düşmektir.
Binâenaleyh, Hâlık sübhânehû ve teâlâ Hazretlerinin rızâsını ve sevgisini
isteyen ve gayb ilimlerine muttali olmak isteyen ilk önce tevbeye
sarılmalıdır!' Gayb ilmi, Hızır aley-hisselâma, Hak sübhânehû ve teâlâ
tarafından verilen ve bildirilen ilimdir ki, mektepsiz, medresesiz ve
kitabsız, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hak'kın sevdiği ve dilediği kullarının
kalbine bahş ve lütfettiği bir ihsân-ı sübhânîdir. İşte insan, ancak böyle bir
ilme eriştikten sonra hakîkî mü'min ve hakîkî bir insân-ı kâmil olur. Artık
onun değerini ölçecek bir kuvvet ve kudretimiz kal-

maz. Bu gibi muhterem ve mübarek insanları görmek ve bilmek de pek


kolay olamaz. Zîrâ dış âlemleri pek acâibdir. Maalesef bazan onlardan
ürküp, nefretle kaçanlar da bulunur. Çünkü onu da kendisi gibi dünyayı
sevmiş, süslenmiş, giyinmiş, kuşanmış bir kimse olarak görmek ister. Öyle
yakası paçası dağınık, tozlu, topraklı görünce, tabiî kaçacaktır.
Binâenaleyh, bunları lâyıkıyla bilmek herkese nasîb olmaz. Zîrâ bunlar da
kendilerini halkdan saklarlar. Peygamberler gibi me'mur olmadıklarından,
kendilerini halka tanıtmış olsalar, elbette rahatları kaçar, Hak ile olmağa
artık vakit bulamaz olurlar. Onun için dâima hallerinin örtülü ve kapalı
kalmasını isterler.

İşte, azabın en şiddetlisi, insanları böyle bir kemâle ulaşmaktan alıkoyan


tevbeyi, istiğfarı bırakıp, gafletle ömürleri zâ-yî etmektir. Tevbeyle beraber
insanın Hâlık sübhânehû ve teâlâ-nm sevgi ve rızâsına manî olan bütün
günahları da bırakması şarttır. Çünkü günahlar, insanları Hak'ka hiçbir
zaman yaklaştırmazlar ve sevdiremezler. Zîrâ günahların hepsi ma'nevî
pisliklerdir. Hâlık ise, tevbekâr ve her bakımdan temiz olanları sever.

Mûsâ aleyhisselâm, Hızır aleyhisselâma şöyle bir suâl sormuş: j'Allâh-ü


teâlâ Hazretleri seni hiç bir kimsenin bilmediği gayb ilmine ne sebeble
muttalî kıldı?" O da; "İsyan ve günahları terk sebebiyle" cevabını vermiş.
Zîrâ Allâh-ü teâlâ'nın haram kıldığı şeylerden en ufak bir zerreyi bile terk
etmek, pek çok nafile ibâdetlerden hayırlı olduğu da ayrıca bildirilmiştir.
Çünkü alıştıktan sonra ibâdet kolaydır. Fakat alışılmış ve artık kendisine
mal edilmiş bir âdeti, bir huyu, bir günahı terk etmek pek zor ve
müşküldür. Binâenaleyh, onu terk, elbette pek büyük se-vabla
mükâfatlandınlacaktır.

Tevbe-i nasûhun ikinci şartı:

Günahlardan kaçmaya muvaffak olduktan sonra mühim bir nokta daha


vardır ki, o da, vurduğu, dövdüğü, sövüp sayarak şerefini kırdığı, ırz ve
namusunu haleldar ettiği kimselerle he-lâllaşmaktır. Bu helâllik
alınmadıkça tevbe sahîh olmaz. Aynı zamanda helâllik ile beraber,
gasbettiği, üzerine geçirmiş olduğu şeyleri sahiplerine iade ve red etmek
de şarttır. Şayet, aldığı şeyler kaybolmuş veya yenilmiş ise bedellerini
ödemek lâzımdır. Hattâ büyüklerimiz bu hususta çok titiz davranmışlar ve
rehin

TEV BEN İN KABULÜNÜN ŞARTLARI

olarak verdikleri kıymetli şeyleri, borçlarını ödedikten sonra almaları îcâb


ederken, belki başkalarının mallarıyla karışmıştır da benimki değildir diye,
geri almadıkları rivayet olunur. Zîrâ kul hakkı pek büyük, vebali çok,
tehlikesi büyüktür. Üç beş kuruş dünya metâı için bu kadar günaha
girmeye ne lüzum var? Binâenaleyh, mücâdele ettiği veya haksız olarak
buğzedip tahkîr ettiği kimselerle helâllaşmak ve onların rızâlarını almak
gerekir. Çünkü müslüman, müslümanın kardeşi olduğu gibi, ona
zulmetmesi veya hıyanet etmesi tabiatiyle hiç yakışmayan bir şeydir.
Zâten insana bir müslüman kardeşini tahkîr etmesi şer olarak kâ-fîdir. Zîrâ
her müslümanın üzerine, müslüman kardeşinin kanı, malı, ırzı haramdır,
artık gerisini biz düşünelim.

Müslümanların birbirlerine ikramlar ve ihsanlarda bulunmaları, sevgi ve


saygı göstermeleri iktizâ ederken, aksine birbirlerine karşı, insanlığa da,
İslâm'lığa da yakışmaz bir şekilde tecâvüzde bulunmak, karşısındakini
küçük görüp ona karşı gayr-i insanî hareketlerde bulunmak, elbette
affolunmaz kabahatlerden ve günahlardandır. Onun için bu hatânın
tashîhi, yalnız öyle "Tevbe ettim; bir daha yapmıyacağım" demekle tamam
olmaz. Mutlaka o kardeşinin gönlünü almak ve hatırını hoş etmek ve bir de
ondan helâllik almak lâzımdır. Arkadan yapılan gıybetler de böyledir.
Yalnız tevbe kâfî değildir. O kardeşden özür dilemekle helâllik almak
mutlaka lâzımdır. Zîrâ müslümanın kıymeti ind-i ilâhîde pek büyük ve
kıymetlidir. Onun rencide edilmesini kat'iyyen istemez. Bundan dolayı
Cenâb-ı Hak tekaddes ve teâlâ Hazretleri bu hususta kullarına: "Benim
seni affetmem için evvelâ o kardeşinle helâllaş ve ondan af dile, özür
beyân et, sonra bana gel, bana dön ve benden af dile, yoksa başka türlü
affın mümkün değildir" diye buyurur. Böyle olmazsa yarın kıyamet
gününde, o hakaret eden ve hürmetsizlik gösteren kişi, dövüp, sövdüğü
veya arkasından gıybetini yaptığı kimseye verilmek üzere sevaplarının
alınıp hakaret gören müslümana verildiğini görecektir. Daha yetmezse bu
sefer de o hakîr görüp dö-ğülen, söğülen kimsenin günahları alınıp, döven,
söven, ırz, namus, şeref ve haysiyyetini pâyimal eden kimsenin üzerine
yüklenir. Aman Allahım ne büyük facia! Bu felâketler hep müslü-manların
birbirlerinin hukukuna riâyet etmemeleri ve dilleri ile

76

TASAVVUF! AHLAK V

tecâvüzde bulunmaları sebebiyledir. Cenâb-ı Hak cümlemizi bu gibi


akıbetlere düşmekten korusun, âmîn.

Bu akşam, Medîne-i Münevvere'de Harem-i Şerîf kütüphaneleri müdürü ve


aslen Konya'lı^aynı zamanda hafız, âlim ve şâir olan bir zât, bize yatsı
namazını kıldırdı ve yapılan ricalar üzerine bize küçük ve kısa bir menkıbe
zikretti. Şöyle ki; Uhud muharebesinde ahidlerini bozan, (Benî Nadîr)
denilen bir Yahûdî kabîlesi vardır. Uhud muharebesi neticelenince, ordu bu
kabileyi muhasara etti. Bunlar mallarını bırakıp başka bir diyara sürüldüler.
Şimdi bu kalan ganimet mâlları, o zamanın usûlüne göre İslâm askerleri
arasında taksim olunurdu.

O zaman Resûl-ü Ekrem (s.a.s.) Efendimiz Hazretleri ehl-i Medine'ye


hitaben -ki, bunlara (Ensâr) denilir- "Siz bu ganimetten hakkınıza isabet
edecek olan kısmı almayın da, Mekke-i Mii-kerreme'den mallarını
mülklerini terk edip, hicret eden ve dört buçuk seneden beri sizlerin
evlerinde ve himayelerinizde bulunan bu kardeşlerinize verelim, ben de
sağdığımda onların birer mülk sahibi olduklarını görmek isterim" demesi
üzerine, Medi-ne'li ensâr zev'il-ihtirâm Hazretleri hep birden:

"Yâ Resûlallah biz hakkımızdan feragat ederiz. Ganimetin hepsi onların


olsun; ancak bir şartımız var. Onlar bizim has mi-sâfirlerimizdir. Onların
evlerimizden ayrılmalarına ve bizi bu şereften mahrum etmelerine
kat'iyyen razı olmayız. Onlar bizim medâr-ı iftiharımız kardeşlerimizdir.
Onların bizim evlerimizi terk edip, yeni evlerine gitmelerine gönlümüz
kat'iyyen razı olmaz'' diyerek, kardeşlerine karşı içlerinde duydukları sevgi
ve saygıyı açıklamakla, İslâmiyetin nasıl erişilmez, ne büyük ve ulvî bir din
olduğunu ve aynı zamanda o günkü ashâb dediğimiz müslüman-ların
mertebesine erişecek kimselerin kıyamete kadar bir daha bulunmasına
imkân olmadığını, dünyâya bilfiil duyurmuş ve göstermişlerdir. Eşi
bulunmayan bir devir ve bir ümmet!
Evet, insan çok bilgi ve çok servet sahibi olur, hattâ çok da âbid, zâhid ve
sofu olabilir. Gündüzleri oruçlu, geceleri de sabahlara kadar ibâdet edebilir
ve pek büyük bir evliyadır da, fakat hiç bir zaman bir sahâbî olamayacağı
gibi, onların mevkiine erişmek te kimsenin elinden gelmez.

İşte bugün bizim hâlimiz ma'lûm, utanmadan bir de kendimizi bir şey
sanarak, ne büyük lâflar ederiz. Ne onların sabırla-

iL.votıi\ıı\ KAtSULUMUN ŞARTLARI

rı, ne takvaları, ne de mücâhedeleri ve ne de ibâdetleri gibi ibâdetlerimiz


var. Aynı zamanda onlar, Resûl-ü Ekrem (s.a.v.) Efendimizin etrafında
nasıl pervane gibi dönüp dolaşırlardı. Onun emirlerini yerine getirebilmek
için ne mallarını ve ne de canlarını gözleri görmüyordu. Şehitlik onlar için
bulunmaz bir nimet ve tükenmez bir hazîne idi. Cenâb-ı Hak kusurlarımızı
affetsin de onların şefaatlerine bizleri de nail buyursun, âmîn.

Tevbelerin kabû*»i için üçüncü şart: Bütün işlerinde sünneti seniyyeye son
derece riayetkar olmaktır. Zaruret olmadıkça sünnetlerden hiç birini terk
etmemektir. Gerek yemekte, gerek giyimde ve gerek görüşüp konuşmada
ve bahusus namazlardaki sünnetlere, abdestteki, taharetteki sünnetlere ve
bir de âdâb-ı muaşerete çok dikkat etmek ister. Bunları evvelce yazmış
o.Juğu-muzdan tekrarına lüzum görmüyorum. Meselâ, yemekten evvel
elleri yıkamayı ve yemekten sonra gene el ve ağzımızı yıkamayı, yatarken
abdestli olmak ve namaz kılıp öyle yatmayı alışkanlık hâline getirmek ve
bahusus gece namazlarını kılmaya çalışmak, hep bunlar sünnetlerin
iktizâsıdır. Günde bir öğün yemek, mümkün olmazsa ikiyi geçirmemek,
ekseriyyetle bir kap yemekle iktifa etmek, yemeği yer sofrasında ve sağ
dizini dikerek oturduğu halde yemek, çatıl, kaşık yerine eliyle yemeyi
tercih etmek, erken yatıp, gece yarısından sonra kalkarak teheccüd
namazı kılmak, sabah namazının cemâatini kaçırmamak, işrâk vaktine
kadar camide oturup Kur'ân okumak, zikrullah ile meşgul olmak,
evrâdlarını okuyup dualarını yapmak, sonra işrâk namazını kılıp huzurla
evine veya işine gitmek ve her yaptığı ve yapacağı işi kontrol edip sünnet-i
seniyyeye uygun olup olmadığını araştırdıktan sonra işlemek lâzımdır. Bu
sünnetleri daha iyi bilmek için (siyer) kitaplarını ve Peygamberimizin
sünnetlerini bildiren Şemâil-i Şerif gibi kitapları çok okumak gerekir. Bir de
nefs-i hevâsına uyarak hiç bir şey yapmamalıdır. Çünkü nefs-i hevâsı-na
uymak, her bakımdan çok fena ve tehlikelidir. Onun için bütün işlerinde
"Ruhsatı" terk edip (azîmetle) amel etmek gerekir. Hattâ dört mezhebe de
uygun olmalıdır. Yânî bir mezheble değil, yaptığın ameller dört mezhebde
de makbul olmalıdır. Meselâ, Şafiî olan kimse, vücudundan kan çıkınca
derhal abdestini tazelemelidir. Çünkü İmâm-ı Azam'a göre kan abdesti
bozar. Ve keza bir Hanefî mezheblinin bir kadına eli değerse abdestini ta-

78

TASAVVUF! AHLÂK V
zelemelidir. Çünkü İmâm-ı Şafiî'ye göre abdesti bozulmuştur. Her
hareketimiz böyle olmalıdır. Zîrâ saadet ve selâmetin hepsi sünnet-i
seniyyelerdedir. Sünnetlere uyup bid'atlardan kaçan kimseler,
Peygamberimiz (s.a.s.) tarafından övülmüştür. Övülmeye de lâyıktırlar.
Halkın gözüne güzel görünmek, bir iş ve hüner değildir. Asıl hüner, Hak
sübhânehû ve teâlâ'mn gözüne girmektir. Onun için halkın bakmasına ve
beğenmesine değil, Hak'kın beğenmesine dikkat etmelidir. Bu da yalnız ve
yalnız sünriet-i se-niyyelere tam ma'nâsıyla uymakla olur.

Bişr-i Hafî (k.s.) Hazretlerine Resûl-ü Ekrem (s.a.s.) Efendimiz Hazretleri


sormuşlar:

"Yâ Bişr, Cehâb-ı Hak'km seni emsalin arasında ne sebeple yükselttiğini


biliyor musun?" deyince,

"Hayır yâ Resûlallah" demişler.

O zaman Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri de:

" Benim sünenime ittibâın sebebiyledir" buyurmuşlardır. Nitekim bir şâir


bunu şöyle ifâde etmektedir: "Eğer sen doğru yol üzerinde dâim olmak
istersen Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz Hazretlerine tam manâsıyla itaat
edip sünnet-i seniyyelerine it-tibâ etmen ve onu, seni Hak'ka vâsıl edecek,
eriştirecek bir delil kılman gerekir. Çünkü Hak'ka delilsiz vuslat mümkün
değildir.

Tevbenin dördüncü şartı da şudur: Bütün işlerinde (azîmet)le amel edip


(ruhsat)ı terk etmektir. (Azîmet)le amel, bütün tarî-katlerde ilk şarttır.
Zîrâ bu tarikatların arifleri, Hak'ka vuslatı ancak (azîmet)le amel ve
mücâhede-i nefisde bulmuşlardır. Farz, vâcib ve sünnetlere muhalif olan
her şeyden son derece sakınmalıdır.

Tevbenin beşinci şartı da şöyledir: Bütün münkirât ve bit1 atlerden


sakınmayı tavsiye eder. Peygamberimizin bildirmiş olduğu haramlar,
mekruhlar ve şüpheli şeylerin hepsini terk etmeli ve bilhassa bid'atlerin,
gerek âdetlere âit olsun ve gerekse ibâdetlere âit olsun terki vâcibdir. Zîrâ
tarîkat ehline (ruhsat)la amel haram gibidir. Halkın gidişatına bakıp da
onlara uymak kat'iy-yen doğru olmaz. Bid'atler ki, Resûl-ü ekrem (s.a.v.)
Hazretlerinden sonra ve ashâb-ı kiram Hazretlerinin devirlerinden sonra
ihdas olunan ve meydana gelen bid'atlerdir ki, ne Kur'ân'da, ne hadîs-i
şeriflerde ve ne de icmâ-ı ümmet ve kıyâs-ı fukahâ-

TEVBENİN KABULÜNÜN ŞARTLARI

79

larda yeri ve ruhsatı vardır. Bid'at-i haseneler ise, yâ hadîs-i şe-rîflerde


işaret veya kıyâs-ı fukahâ ile ruhsat verilen bid'atlerdir. Minareler ve câmi-
i şeriflerin halılarla ve kandillerle tezyîni, medreselerin ihdası, hep bu kabil
bid'atlerdir ki, bunlara bid'at-i ha-sene derler. Bir de bid'at-ı seyyie vardır
ki, onlar da sinema, tiyatro, dans, balo, deniz kıyafetleri ve şâire gibi
insanın insanla ğını bile elinden alan ve kendisini çırılçıplak bırakan bir
âfettir. Binâenaleyh, bunlardan ve benzerleri bütün bid'atlerden, arslan-
dan ve yılandan kaçar gibi kaçmak lâzımdır. Her mü'min içip bunlardan
sakınmak, korunmak ve kaçmak ve efrâd-ı ailesini de aynı şekilde
korumak farz ve vâcibdir.

Tevbenin şartlarından altıncısı da şöyledir: Mezmûm olan nefs-i hevâsına


uymaya sebep olabilecek her şeyden de kaçmak ve sakınmak her mü'min
ve muvahhide vâcibdir. Tarîkat ehline ise böyle şeyler ne yakışır, ne de
caizdir. Bunlar mübâh dahî olsalar, yâni işlemesinde günah ve sevap
olmayan şeyler dahî olsalar ehl-i tarîka kat'iyyen yakışır şeyler değildir.
Mutlaka terki gerektir. Herkim ki bu mezmûm, kabîh ve hakîr görülen
şeyleri yaparsa, tabiat zindanlarında mahpus kalıp, süflî ve zulmânî
unsurların içinden çıkıp ulvîyâta hiç bir suretle terakki edip çıkamaz. Ne
Cenâb-ı Hak'ka yakınlık kazanabilir, ne ilâhî nura gark olabilir. Herşeyden
mahrumdur. Böyle bataklıklar içinde zulmet ve karanlıklara boğulmuş bir
halde, bunaltı ve iç sıkıntısı, huzursuzluk ve rahatsızlıklara mübtelâ. olarak
o azîz ömrü zâyî olup gider. Bu da ona yeter ve artar, insanın, başka
azaba lüzum yok diyeceği geliyor. Çünkü insanın en kıymetli, azîz ve bir
daha ele geçmesine imkân olmayan ömrünü böyle süflî bir hayat içerisinde
mahvetmesi kadar acı bir felâket tasavvur olunamaz. Hattâ bir ikindi
namazının vaktinin kaçırılması, onun mal, mülk, evlât ve ıyâlinin mahviyle
denk tutulmuş olması, buna güzel bir misâl olabilir. Onun için sâlike, yâni
kemâle doğru yükselmek azminde olan her kişiye lâyık olan, her amelin
azîmetle îfasına sa'y ve gayret göstermesidir. Meselâ namaz vakitlerinden
gayri zamanlarda abdestsiz gezmeye ruhsat vardır. Fakat (azîmet)le ^mel
eden kimseye abdestsiz gezmek caiz ve lâyık değildir. Bir misâl daha, gece
sabaha kadar uyumaya ruhsat vardır. Fakat ta-rîRat erbabına ise mutlaka
gece yarısından sonra kalkıp tehec-

80

TASAVVUF! AHLÂK V

cüd namazını kılması ve biraz da zikrullah, tefekkür ve murakabede


bulunması şarttır. Bir misâl daha, ayaklara mest vermeye ruhsat vardır.
Fakat her abdestde ayakları yıkamak (azîmet)dir. Hanefî mezhebinde,
abdestte sıra, tertip şart değildir. Yani başına mesh etmeyi unutan kimse,
abdestini tamamladıktan sonra, aklına unuttuğu gelince, hemen başına
mesh eder, abdesti tamam olur. Fakat diğer mezheblerde ise sıra ve tertib
şarttır. Binâenaleyh, Hanefî mezhebinde olan kişinin, diğer mezheblerle
ihtilâfa meydan vermemek için, bu durumda abdestini yeniden alması
daha iyi olur. Zîrâ Mâlikî mezhebine göre bu adam abdestsiz-dir. Buna
kıyâsen dört mezhebin ihtilâflarını bilmek ve ona göre amel etmek
lâzımdır. Yâni hiç bir mezhebce, senin abdestin veya namazın olmadı
denmesin. Bu sebeptendir ki (azîmet)le ameli kat'iyyen terk etmemelidir.
Çünkü Hak'ka vuslat ve tekarrüb-ü ilâhî ancak mücâhede ve (azîmet)le
amele bağlıdır. Zîrâ (ruhsatla amel, îmânın za'fına alâmettir. Zayıf îmânla
tekarrub-u ilâhî mümkün değildir. Ruhsat, âcizler içindir. Akviyâ yani ka-
vîler ve yakîn sahipleri ruhsata rağbet etmezler. Çünkü onları yoldan
alıkor. Bu sebepten bir çok akviyâ dediğimiz kuvvetli îmâna sahip olan
kimselerin çoğu, gece uykusunu terk ederek sabahlara kadar zikir, tesbîh,
namaz ve tefekkürle vakitlerini geçirirler, buna mukabil gündüzleri de
oruçtan hâlî kalmazlardı. Bununla beraber yemeleri ve içmeleri de çok
azdı.

Bu zevât-ı muhteremlerden biri olan Abdullah Tüsterî (k.s.) Hazretleri, bu


azîmet yolunda önde gitmiş bahtiyarlardan olsa gerektir ki, gençliğinde elli
günde bir kere iftar etmek suretiyle senelerce riyâzâtla nefsini terbiye
etmiş, en nihayet ihtiyarlığında ise, ancak yirmibeş günde bir kere yemek
suretiyle hayatını böylece geçirmiştir. Onun için ehl-i tarîka yakışan ve
lâyık olan nefsin, tabiatın, beşeriyyetin îcâblarını terk edip, ruhsatlan da
bırakıp dâima (azîmet)le zorluklan yenmeye çalışmak ve Resû-lullahın
sünnetlerine son derece ittibâ ederek, gerek ibâdetler ve gerekse
muamelelerinde, alış verişinde ve halk ile olan muamelelerinde en doğruyu
ve en güzeli yapmağa çalışmak lâzımdır. Âdet ve görenekleri tamamiyle
terk edip, dünyâya aldanan gafillerin yolundan uzak kalmak gerektir.

Tevbenin yedinci şartı şudur ki, pek mühimdir. Fâsid akidelerden


korunmaktır. Ehl-i sünnet ve'1-cemâat mezhepleri dörttür. İmâm-ı A'zam
Ebû Hanîfe, İmâm-ı Şafiî, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Ahmed ibn-i Hanbel (rh,a)
Hazretlerinin mezhebleridir ki amelde en doğru ve makbul olanı bunlardır.
İmâm-ı Ebû Man-sûr Mâtürîdî ile İmâm-ı Ebu'l-Hasen'il Eş'arî Hazretleri de
îti-kâdda imâmlarımızdır. Bunlardan başka gerek amelde ve gerekse
itikâdda uyulacak kimseler yoktur. Meselâ bir çok kimseler CaL ferî'yiz
derler, namaz da kılarlar. Fakat vakitlere dikkat etmezler. Öğle namazını
ikindi vaktinde, ikindi namazıyla beraber kılarlar. Bazan da, öğlenin hemen
arkasından ikindiyi, akşamın arkasından yatsı namazını kılarak işin kolay
tarafına kaçarlar. Ramazân-ı Şerîf de oruç tutmayıb, Muharrem'de ongun
oruç tutarlar. Bu âdeti Ca'fer-i Sâdık Hazretlerine isnâd ederler. Şüphesiz
ki bu da ona bir iftiradır. Hiç aklım kabul etmez ki, Kurân-ı Kerîm'de
orucun Ramazan ayında ve bir ay olarak tutulması era-rolunurken, ne
sahâbî ve ne de tabiînden bir kimse buna muhalefet etsin de, Muharrem
ayında on gün oruçla işi kapasın; bu olacak şey değildir. Fakat insanoğlu
çok zayıf ve dâima işin kolayına kaçmayı adetâ bir hüner saymış ve bu
yola doğru kaymıştır. Allâh-ü celle ve alâ Hazretleri bizleri Hak'dan ve
hakî-katten ayırmasın, âmîn.

Bir de Vehhâbîlik vardır ki, ibâdete çok dikkat ederler. Fakat akideleri çok
hatalıdır. Bu sebepden bunların arkasında namaz kılmamayı veya kılana
namazını yeniden kılmayı tavsiye etmektedirler.
Mezmûm olan sıfatların ve hakîkatta rezil ve habîs olan bu fikrin başında
ise akâid-i faside gelmektedir. Bunun en kolayı her zaman
okumakta olduğumuz:

î İiı

âl

82

TASAVVUF! AHLÂK V

"Âmentü billahi ve melâiketihî ve kütübihî ve rüsülihî vel-yevm'il-âhiri ve


bil-kaderi hayrihî ve şerrihî min-Allâhi teâlâ vel-ba'sü ba'd'el-mevti hakkun
eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve
Resûlühû" dur. Yalnız, Allah'a îmânda, sıfât-ı zâtiye ve sübûtiyyesini de
bilmek gerektir. Bunlar (Kıdem, Beka, Vahdaniyet, Muhâlefetün-lilhavâdis,
Kıyâm-binefsihî)dir. Sıfât-ı Sübûtiyesi de Hayât, İlim, Semi', Basar, İrâde,
Kudret, Kelâm ve Tekvîn'dir. Bunların delâlet ettiği ma'nâlar şunlardır:

Allah vardır ve birdir. Evveli olmadığı gibi âhiri ve sonu da yoktur. Nef siyle
kâim olup, başka bir yere, mekâna, zamana ihtiyâcı yoktur. Arş mekânı
değil, Zât-ı ecel ve a'lâsı Arş'ı da mu-hîtdir. Asıl hayat onundur ve
ebedîdir. Bizim hayatımız ise hem muvakkattir, hem de bir sürü dert ve
meşakkatle, iptilâlarla doludur. İlim de böyledir. Çünkü ilim Cenâb-ı
Hak'kın sıfatıdır. Bize bu sıfatından bir nebzecik ihsan etmiştir. İşte bu
günkü ve yarınki bütün îcatlar, ihtirâ'lar ve hünerler hep Cenâb-ı Hakkın
lütfettiği ilmin eserleridir Yoksa bizim değil. Cenâb-ı Hak herşeyi hem
görür, hem de işitir. Ne kadar saklı, gizli de olsa görür ve işitir ve bilir.
Hattâ insanların içlerinden geçirdikleri düşünceleri ve kuruntuları dahî bilir
ve duyar ve hem de ufak ve gizli şeyleri görür ve bilir. Onun irâdesi
hâricinde hiç birşey olmaz. O ne murâd ederse öyle olur. Kelâm; onun
söylemesi ve konuşmasıdır. Fakat bunların hiç biri bizimkilere benzemez
ve kıyâs olunmaz. Kur'ân-ı azîmü'ş-şân onun kelâmıdır. Tevrat, Zebur,
İncîl de aslında onun kitabıdır. Ayrıca yüz adet de suhûf denilen küçük
kitaplar var ki, hepsi Cenâb-ı Hak'kın kelâmıdır. Kur'ân-ı azîmü'ş-şân bizim
kitabımız olduğundan hükmü kıyamete kadar bakîdir. Son derece hürmet
ve saygı ile beraber ab-destsiz ele bile almak caiz değildir. Onun
emirleriyle amel etmek, men'ettikleri yasakları terk etmek, yapmamak ve
onlardan son derece sakınmak gerektir. İnsanın aklının ermediği şeye
karışmaması lâzımdır. Bir kere îmân edip inandıktan sonra gerek emirlerin
ve gerekse yasakların hikmetlerini aramağa hiç lüzum yoktur. Lâkin
herbirinin yâni gerek emirlerin ve gerekse yasak-

ların, nehiylerin sayılamayacak kadar hikmetleri vardır. Bunların bâzılarını


kitablara yazmışlarsa da pek çoğu henüz meçhû-lümüzdür. Hiç bilmesek
bile yine birşey lâzım gelmez. Çünkü biz bunları yaparken şu veya bu
hikmete mebnî yapmayız. Belki Allah'ımızın emridir diye yaparız.

Bir de Allah'ımızın yaratmak sıfatı vardır ki, heran bilip bilmediğimiz nice
mahlûkları yaratır, ihya eder. Hak sübhânehû ve teâlâ Hazretlerinin
sıfatlarını, esmasını, tecellîsini saymağa ve bilmeye kimsenin gücü yetmez.
Hemen bize bildirilenlerle iktifa edip, her zaman emirlerine münkâd,
yasaklarından tamamıyla sakınıp kaçmaya çalışmak başlıca
vazifelerimizden olsa gerektir.

Akaide âit eserleri iyice okuyup, güzelce öğrenmek dînin temelidir. Temel
sağlam olmazsa yapılan binaların yıkılacağını herkes bilir. İbâdetlerin
kabulü bu i'tikâdlara bağlıdır. Binâenaleyh, i'tikâda müteallik kitabları alıp
okuyunuz. Burada yazılanlar pek kısa ve muhtasardır. Halbuki akâid
ilminin teferruatı çok geniştir. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri manzum
olarak oldukça uzun ve saf türkçe ile yazmıştır. (Emâlî) şerhi vardır.
Türkçedir. Ramazan efendinin ve başkalarının da Türkçe yazılmış eski
mekteplerde okutulan akâid kitabları da vardır. Onları bilmek faydadan
hâlî değildir. Bizim bu kitabımızın mevzuu ahlâktır. Onun için burada fazla
ma'lûmât vermeye lüzum görmedik.

Günahları İrtikâb

Ahlâk-ı mezmûmelerin üçüncüsü günahları irtikâb etmektir, bu günahlar,


günah kitaplarında üçyüzü mütecaviz olarak zikredilmektedir. Bunların
yüzyirmi küsuru büyük günahlardır ki, affı ancak makbul olan bir tevbe-i
sâdıkaya muhtaçtır. Küçük günahlarla mekruh olanlar da yine tevbeye
muhtaç iseler de, yaptığımız ibâdetler, câmi-i şerîflere gidip gelmeler,
abdest almalar, namazlar, oruçlar, zekâtlar, sadakalar ve hacların îfâ-sıyla
"hasenatlar seyyiâtları mahv eder" (5/11) emr-i Sübhânî-yesiyle, inşâallah
silinirler. Bu günahların içinde bir de insan hakları vardır ki, bunların affı
ancak sahiplerinden helâllik almakla mümkündür. Bir de zulümle,
hakaretle olan günahlar var ki, işte bunların affı çok müşküldür. Çünkü bu
zulümleri irtikâb edip, hakaret edenler mağrur kimselerdir. Kendilerini
beğendikleri içindir ki, özür dileyip helâllik istemeve tenezzül etmezler.

Böylece günahların bir kısmını mümkün mertebe açıklamaya çalıştımsa da


hepsini yazamadım. Onları da günahları sayan kitaplardan okuyup
öğrenmek lâzımdır. Zîrâ bu günahlar bir ze-hire benzer ki, insan ne kadar
kuvvetli olursa olsun dayanamaz, ölür veya bir ateşe benzer ki, ortalığı
yakıb kül eder. Bâzan ufak bir kıvılcımın dahî bir evin, bir mahallenin, bir
çarşının yanıp kül olmasına kâfî geldiği görülegelmektedir> Elektrik
kontakları da böyle değil mi? Onun için günahın küçüğüne büyüğüne
bakmadan, onlardan uzak kalmaya çalışmalıdır. Meselâ, bir ev yaparsınız;
tam içine girip oturacağınız zaman bir çok masraf ve zahmetlerle meydana
getirdiğiniz ev yıkılsa veya yanıp kül olsa ne kadar acır ve üzülürsünüz
değil mi? İşte günahlar da tıpkı böyledir. Hele hatır yıkma, gönül kırma
yok mu yâ, hiç insanlıkla, islâmlıkla ilgisi, alâkası yok deseniz yerindedir.
Fakat biraz servet sahibi ve biraz da bilgi ve mevkî sahibi iseniz, bunları
yapmak başlıca bir hünerdir. Allah cümlemizi muhafaza buyursun, âmîn.

S/11 Hûd, U4.

TEV BE Yİ TERK

85

Tevbeyi Terk

Kötü, fena ve mezmûm huylardan, ahlâklardan biri de tevbeyi terk etmek


ve onu ihtiyarlığa bırakmaktır. Bu ise çok yanlış bir harekettir. Çünkü
insanın ömrünün ne zaman son bulacağı belli değildir. Ne zaman öleceğini
hiç kimse bilemez. Hiç ummadığınız ve beklemediğiniz bir anda bakarsınız
ki ölüm gelivermiştir. Hele zamanımızda, siz ne kadar ihtiyatlı olursanız
olunuz, karşınıza anîden çıkan bir vâsıta o anda ölümünüze sebep olur
gider. Onun için insana yakışan dâima ölüme hazırlıklı yânf, tevbeli,
abdestli, namazlı, hak ve hukuka son derece de riayetkar olmalıdır. Böyle
olabilen bahtiyarlar için ölüm ne zaman gelirse gelsin, kayıpları yoktur.
Çünkü Hak'kın huzuruna çıkmaya hazırdırlar. Zîrâ onlar gayet iyi bilir ve
inanırlar ki, rahatlık, selâmet ve huzur ancak Hak'ka kavuşmakla olur.
Binâenaleyh, tevbenin terki veya onu yarına bırakmak müslümanın işi
değildir. Müslüman her zaman tevbekârdır. Hattâ hergün yüz kere tevbe
etmesini de vazîfe sayar. Zîrâ Peygamber (s.a.s.) Efendimiz Hazretleri de
çok istiğfar ederlerdi. Elbette ki, bunu bizlere ta'lîm için yaparlardı.

86

TASAVVUF! AHLÂK V

Farz, Vâcib ve Sünnetleri Bilmemek

Cenâb-ı Hak'km emirleri olan farz ve vâciblerin, Peygamber (s.a.s.)


Efendimizin sünnetlerinin neler olduğunu ve mekruh olan şeylerin hangileri
olduğunu bilmemek de çok fenadır. Allah'ın emirlerinden 54 farz vardır ki,
bunlardan 32'si ibâdete müteallik amellerde, diğerleri ise dünya işlerine ait
davranışlarımızda nasıl hareket etmemiz lâzım geldiğini bize
göstermektedir.

Her mü'minin harekâtı şu sekiz şeyden hâlî kalmaz. Onlara ef âl-i


mükellefin derler ki, şunlardır: Farz, vâcib, sünnet, müs-tahab, mübâh,
haram, mekruh ve müfsiddir. Bunlar bilinmedikçe insanın harekâtını
istikâmet üzere bulundurması mümkün olmaz. 32 farz evvelce de
bildirilmişti. Burada muhtasaran bir daha tekrar edelim, faydadan hâlî
değildir. Evvelâ îmânın şartı altıdır. O da biraz önce yazdığımız (Âmentü
billahi) dir.
İslâmın şartı da beştir. Namaz, oruç, hac, zekât bir de kelime-i şehâdettir
ki 32 farzın 11 i zikredilmiş oldu.

Namazın farzları da on ikidir. Allâh-ü ekber diyerek namaza başlamak,


ayakta durmak, Kur'ân-ı kerîm'den bir miktar okumak, rükû etmek, secde
etmek, namazın sonunda (Ettehiyyâtü) duasını okuyacak kadar oturmak,
abdestli olmak, necasetten hem kendi, hem elbisesi, hem de namaz
kılacağı yer temiz olmak,av-ret yerleri örtülü olmak (Bu erkek için
göbekten dizlerin altına kadardır. Kadınlar için yüz ve ellerinden başka her
yerlerinin örtülmesi ye içi görünecek kadar ince örtü ile olmaması şarttır),
namaz kılarken kıbleye dönmek, namazı vakti içinde kılmak (yani
takvimlerden namaz vakitlerini ta'kîb etmek),bir de en mühim olan
niyyettir. Her vaktin namazına göre niyyet lâzımdır. Niy-yetsiz ibâbet
olmadığı gibi, diğer ameller de, sevaplar da niyyet-lere göredir. Yukarıda
dilimize çevirerek yazdığımız, namazın on

FARZ, VACIB VE SÜNNETLERİ BİLMEMEK

87

iki farzının eski dildeki karşılıklarını da zikredelim. Iftitâh tekbîri, kıyam,


kıraat, rükû, sücûd, ka'de-i ahîrede teşehhüd miktarı oturmak, hadesden
taharet, necasetten taharet, setr-i avret, istikbâl-i kıble, vakit ve niyyettir.
11 + 12=23 eder.

Abdestin farzları da dörttür. Yüzü yıkamak, kollan dirseklere kadar


yıkamak, başa mesh etmek, ayakları topuklarla bir-likde yıkamak. 23 + 4
= 27.

Guslün farzları da üçdür. Ağzının içini güzelce yıkamak, burnuna iyice su


çekmek, bütün vücudunu hiç bir kuru yer kalmamak üzere güzelce
yıkamak. 27 + 3= 30.

Orucun farzı da üçdür. Niyyet etmek, evvel ve âhir vakitlerini bilmek,


yemek ve içmekten ve muâmele-i cinsiyyeden ve me-nînin hurucundan
kendini korumak.

Haccın farzı da üçdür.

1- İhrama girerken hacca niyyet etmek, 2- Arafâtta bir müddet bulunmak,


3- Ziyaret tavafını yapmak, yâni Arafat'tan indikten ve şeytanı taşladıktan
sonra Beytullahı tavaf etmek, evvelce sa'y etmediyse bir de sa'y yapmak.
30+3 + 3= 36

Zekâtın farzı da ikidir. Her sene malının kırkta birini hesap edip fukaraya
vermek, verirken niyyet etmektir. 36+2= 38. Her ne kadar bunlar 32 farz
diye bellenmiş ise de, bu hesaba göre 38 olduğu anlaşılmaktadır. Bunları
hem bilmek ve hem de yapmakla islâmiyyetin dış kısmı yani binanın dışı
meydana gelir. İç kısmı da ahlâklardır. Dış olmayınca için olmasına imkân
olmadığı gibi, bu farzları yapmadan "Sen benim içime bak" demenin ne
kadar yanlış ve gülünç olduğu meydandadır. Cenâb-ı Hak cümlemize ve
cümle ümmet-i Mıîhammede saadet ve selâmet ihsan buyursun, âmîn..
Çünkü duadan başka bir diyeceğimiz kalmadı, vesselam...
/

88

TASAVVUF! AHLÂK V

Tenbellik

Mezmûm olan ahlâk, huy ve amellerde, ibâdetlerde, hayırlarda, hayırlı


işlerde tenbellik etmek, ağır davranmak, aldırış etmemektir ki, islâmın
hattâ insanlığın sevmediği fena bir huydur. Bu huya mübtelâ olanlar
şüphesiz hiç bir işlerinde muvaffak olamadıkları gibi, cemiyetleri için de
faydalı olamazlar. Bilakis bunları^ halleri bazı zayıf müslümanlara da te'sir
edip, onların da tenbellik etmelerine ve ağır davranmalarına sebep olurlar.
Halbuki bu muvakkat olan dünyâdaki nefeslerimiz bile sayılı ve mahduttur.
Binâenaleyh, tenbeller en kıymetli ömürlerini de bu suretle zâyî etmiş
olacaklarından mes'ûliyetleri pek ağır olacaktır.

UCUB

89

Ucüb

Yedinci mezmûm huy ise ucübdür. Ucüb çok fena bir huydur. Ma'nâsı
kendini çok beğenmektir. Güzelliği, bilgisi, hünerleri, kuvveti, kudreti,
şecaati, cömertliği, zühdü, takvası, âbid-liği, sofuluğu, dervişliği, şeyhliği
ve şâir ne kadar meziyyet varsa hepsini kendine mâl edip, başkalarını
cahillikle itham veya küçük ve hakîr görmesi, beğenmemesi ne kadar kötü
birşeydir. Bu gibi insanlar hayatlarında da muvaffak olamazlar. Ucübleri
sebebiyle onları kimse sevmez. Kimse ile de dostluk edemezler. Dost gibi
görünseler dahî arkalarından onları zem edenler çok olur. Bu zemleri de
onlara duyuranlar olacaktır. Tabiatiyle o zaman o da kendini zemmedenleri
zemmedecektir. Bu suretle de aradaki dostluklar kaybolacak, belki de
adavet, dostluğun yerini alacaktır. Onun için ucüb, insanların tevfîkât-ı
sübhâniyeye nail olmalarına manîdir buyurulmuştur. Cenâb-ı Hak'kın tev-
fîkine erişemeyen kimse hangi işinde muvaffak olabilir dersiniz? Ucübden
dâima kibir doğar. Kibifin belâsı hemen herkesçe mazlumdur. Ucüb sahibi,
kendini çok beğendiği için başkasının iyi, doğru ve güzel taraflarını görse
de beğenmez, ille de kendi dediği olsun ister. Ucüb sahibi verdiği sadakayı
çok görüp dâima başa kakar ve amellerini beğenir durur. Geçmiş
günahlarım unutur. Mekr-i İlâhiden ve azâpdan kendini emîn sayar. Dâima
kendini sena edip, her noksanlıktan tezkiye eder. îlim meclislerine gidip
oturmaktan, kendinden küçük, fakat ilmen üstün insanların meclislerinden,
nasîhatlarını dinlemekten kaçar, büyüklenir. Başkalarıyla istişare etmez,
bilmediğim bilenlerden sormaz. Nâşının nasihatini, vaizin va'zım dinlemek
istemez. Hemen kaçar ve dedikodu edip ortalığı bulandırır.

İnsanın kendi kuvvetine, kudretine, bilgisine, ameline güvenmesi de hep


ucübden ileri gelir. Hele çalımı seven erkek veya kadınların elbiseleriyle ve
servetleriyle övünmeleri hep ucüb alâmetidir.

90

TASAVVUF! AHLÂK V

Efendimiz (s.a.s.) Hazretlerinin bir devesi vardı. Bu deve yürüyüşte hep


develeri geçerdi. Birgün bir Arab bedevisinin ufak ve zayıf bir devesi,
Peygamber Efendimizin devesini nasılsa geçiverdi. Ashâb-ı kiram hep
galeyana geldiler. Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri onları teskîn edip
buyurdular ki; "Dünyâda hiç bir-şey yoktur ki, büyüklük taslasın ve
kendini çok beğensin, muhakkak onu Allâh-ü teâlâ Hazretleri düşürür."
Bunda işaret vardır ki, büyüklenme yerine tevazu' edilmesi ve alçak
gönüllü olmaya alışılmanın lüzumu bildirilmektedir.

Tevâzû'da, din ve dünyâ maslahatında pek mühim faydalar vardır. Hele


dünyâda tevâzû ile insanlar amel etseler, hiç bir zaman aralarında ne
dargınlık ve ne de kavga, gürültü olur. Tevâzû ile amel eden ve dünya
işlerini gören insanlar, Cenâb-ı Hakkın sonsuz nimetlerine mazhar olurlar
ve çok da rahat ederler. İşte bu nimetlere manî olan ucübdür. Bu huy ve
hilkatler, insana yâ hilkaten verilmiştir veya kendisi bunu kazanmıştır.
Alışılan âdetler insanda bir tabiat-ı saniye halinde yerleşir ve köklesin
Gerek hilkaten ve gerekse sonradan ânz olanların çıkarılması yalnız
bilgilerle olamaz; muhakkak devamlı olarak büyük bir mü-câhede ve
mücâdele ile, zikr-i ilâhîde yüksek mertebelere ulaşıp, hakîkî
müslümanhğa nail olduktan sonra kurtulabilirler. Onun için tasavvuf ilmi
herkese lâzımdır ve farzdır. Nasıl necâsetli elbiselerle namaz sahîh
olmazsa, ahlâk bozukluğu denilen manevî necasetlerle de Hak'ka
yaklaşmak mümkün değildir. Dünyâda rahat yüzü görmeden âhirete
göçer. Artık oradaki hâli kim bilir ne olur? İnsan her yıl biraz dinleneyim
diye şuraya veya buraya gider amma, hem günah kazanır, hem de birçok
masraflara dûçâr olur. Halbuki bu müddet içinde biraz riyâzât ile meşgul
olup nefsini kırsa ve zikrullah ile meşgul olsa, görmediği ve bilmediği
birçok hakikatlere nail olmakla beraber bu gibi kötü ve mezmûm olan
huyları birer birer terk eder. Bakarsınız ki birgün Allah'ın sevdiği ve razı
olduğu güzel bir kul olmuş ve evliyalar arasına karışmış, hem dünyası ve
hem de âhireti aliyyü'l-âlâ olmuş olur.

Dünyâ paralarını kazanmak için insan ne kadar yoruluyor ma'lûm. Âhireti


için de biraz yorulsa olmaz mı? Dünyayı ne kadar ele geçirirse geçirsin,
dünyanın bütün servetleri isterse onun olsun, birgün hepsini bırakıp
dünyaya gözlerini yumacak ve mezar

UCÜB

91

denilen toprağın altında ma'lûm olduğu veçhile çürüyüp mahvolacaktır.


Halbuki âhireti kazananların hâli hiç de böyle değildir. Onlar dünyaya
gözlerini yumar yummaz, hakîkî gözlerinin açıldığını ve mezarı da adetâ bir
Cennet bahçesi gibi envâ-ı çeşit nimetlere gark olmuş olduğu halde
görürler. Dünyâdan âhirete geçiş bile bir devlet-i uzmâ dır ki, meleklerin
istikbaliyle başlayan bu saltanatta Cemâl-i İlâhiyeyi müşahede edinceye
kadar hergün ve hattâ her saat ve dakika da ayrı ayrı tecellilere müs-
tağrak olur.

Şimdi bu hayât-ı daimî, fânî olan dünyâ hayâtına değişilir mi? Bunlar
hakkında müteaddid tafsilât verilse azdır. Fakat herhalde anlayana bu
kadar kâfidir. (5/12)

5/12 Fazla bilgi için bkz. İmâm-ı Gazâlî'nin İhyâ-ul Ulûmi'd-Dîn isimli eseri
ile; et-Tergîb ve't-Terhîb isimli hadîs kitabına c3 sn. 557-578.

92

TASAVVUF! AHLÂK V

Kibir

Mezmûm huyların, necasetlerin sekizincisi kibirdir. Kibir, en büyük dert ve


ma'nevî necasettir. Ucüb, bu kibrin anası mesabesindedir. Fakat kibir
ondan da büyük bir belâ, büyüklen-mek, gurur ve azamet taslamaktır.
Kâinatın medâr-ı iftiharı olan iki cihan serveri sevgili Peygamberimiz
(s.a.s.) Efendimize Cenâb-ı Hak vahye#p buyuruyor ki: "Tevâzû ediniz,
hattâ kimsenin kimseye karşı iftihar etmesine mahal kalmasın ve kimse
kimseye zulüm etmesin." Bu ilâhî emir bizler için ne kadar kıymetli bir na-
sîhattır. Bir Peygamber ki, kâinat onun için yaratılmış ve Allâh-ü teâlâ'nın
en sevgilisi iken, Cenâb-ı Hak ona tevazuu tavsiye etmektedir. Çünkü
kibir, büyüklenmek, yalnız Allah sübhâne-hû ve teâlâya mahsustur.
Herkim büyüklenmek isterse Cenâb-ı Hak onu zelîl eder, hor ve hakîr olur.
Zîrâ Hak'ka mahsus olan sıfatlara tecavüz edenler elbette cezalarını
bulacaklardır.

Kibrin aslı, Hak'kı kabul etmemektir. Bununla beraber kibirlenen kimse,


gerek fakîr ve gerek zengin, herkim olursa olsun, Cenâb-ı Hak böylelerini
sevmez. Bu belâ ise ona yeter de artar bile. Büyükler, kibirlerini kırmak
için meşakkatli ve âdî işleri severek, istiyerek yaparlardı. Meselâ, Hazreti
Ömer (r.a.)'ın, hilâfeti zamanında bir dul kadının ihtiyacı olan un ve yağı
sırtına alıp götürmesi ve önüne geçip o yükü almak isteyenlere vermeyip,
"Bunun mes'ûlü ben'im; benim taşımam lâzımdır" demesi ve hele halifeliği
zamanında Şam'a giderken Şam'a yakın bir yerde, bir dereye rastlayınca,
devesinden inmiş ve ayakkabılarını çıkarıp omuzuna atarak, devenin
ipinden tutup suya dalınca, kendisini karşılamaya gelmiş bulunan Şam
vâlîsi ve kumandanı Ebû Ubeyde (r.a.) dayanamamış, "Yâ Emîr'el-
Mü'minîn Şam halkı sizi istikbâle gelmişler, karşı tarafta beklemekteler,
sizin bu hâlinizi görürler, bu hal bizim şân ve şerefimize yakışmaz" diye
itiraz etmek istemişse de, Hazreti Ömer (na.) Hazretleri onun

bu sözlerine hiç kulak asmadan, ona lâzım gelen cevâbı vermiştir. "Yâ
Ubeyde, Allâh-ü teâlâ bizi İslâm ile azîz kıldı. Artık İslâm'dan başka
birşeyden izzet beklemek bize yakışmaz. İslâm-dan başkasından izzet
bekleyenleri de Allâh-ü teâlâ Hazretleri zelîl eder" buyurmuştur ki, ne
kadar kıymetli bir nasihattir.

Kibirlilerin cennete giremeyeceğine dâir birçok hadîsler vardır. Tabiî bu,


ebediyyen Cennete girmeyecekler ma'nâsında değildir. Belki Cehennemde
bir müddet kibir ateşleri yok edilecek kadar kalacaklar, sonra inşâallah
Cennet'e tertemiz olarak gireceklerdir. Çünkü Cennet gayet temiz, sâf ve
parlak bir yerdir.

Elbette oraya kirli ve paslı, günahlarla kirlenmiş kimseleri koymazlar.


Zâten Cennet'e de Cehennem'in üstünden, sırat köprüsünden geçilerek
gidileceği için, Cennet'e gidenler orada temizlenip öyle gideceklerdir.
Yalnız Cehennem'i görmeden giden bahtiyarlar vardır ki, onlar, kudret
uçaklarıyla doğrudan doğruya Cennet'e gideceklerdir. Onlar da herhalde
Allah deyip istikâmet üzere hareket edenler ve biribirlerine dâima Hak'kı
ve Hak uğrunda sabrıJavşiye edenler ve AsjcSûresinde medh olunan
müminler ve bunlara.benz.eyen muvahhidler olsa gerektir. Bunlarla
beraber sabırlılar, gerek musibetlere ve gerek fakirlik halindeki acılara ve
bilhassa gazâlardaki büyük meşakkatlere sabredip şehâdet mertebesine
erişen bahtiyarlar olsa gerektir. İster serveti ile; ister ilmi ile; ister,kudret
ve haşmetiyle; ister giydiği elbiselerle iki tarafına bakınarak çalım
satanların elbetde Cehen-nem'de temizlenmeden o güzel Cennet'e
girmeleri mümkün olmayacaktır.

Şimdi sizlere birkaç da hadîs meali yazayım:

"Herkim kibirden kurtulur, ganîmet malından çalmadan, hırsızlık


yapmadan ve kimseye borcu olmadan ölürse Cennet'e dâhil olur"
buyrulmuştur. Bu demektir ki, kibir, hırsızlık, borçlu olmak, borcunu
ödememek, çok çirkin bir şeydir. İnsanlar arasında ülfet ve muhabbeti yok
eden cemiyet yaşayamaz. Binâenaleyh bunlardan kurtulmak da Cennet'e
girmeye sebep oluyor demektir.

Yine buyuruluyor ki, "Cenâb-ı Hak herkese bir hikmet vermiştir. Bu hikmet
onun başında ve bir meleğin elindedir. Herkim nıütevâziyâne hareket
edecek olursa, meleğe denir ki, bunun hikmetini yücelt ve yükselt. Yine
herkim tekebbür eder, gu-

İAÜAVVUH

rurlanırsa, müvekkil olan meleğe denir ki, bunun hikmetini indir." Yânî
tevâzû edenler Hak'km sevdiği ve halkın hürmet, tazim ve saygı gösterdiği
kimselerden olurlar. Bilakis kibir ve gurura mübtelâ ise, o da hor, hakîr ve
zelîl olur, demektir.

Yine buyruluyor ki: "Kibirden sakınınız. Muhakkak^ biliniz ki, herkimde


giydiği elbiseden dolayı gururlanma ve ona bakıp iftihar eseri görülürse
onun bu hâli kibirden ileri gelir." Böyle süslü ve kıymetlfkumaşlardan
iftihar vesilesi olarak yapılan elbiselerden sakınılması tavsiye edilmektedir.
Çok dikkate şâyân bir tavsiyedir. Zira bir kere fuzûlî israflara yol açar.
Sonra da kendisinden aşağı gördüğü kimselere hem iltifat etmez, tenezzül
etmez, hem de çalımından, gururundan yanına yaklaşılmak mümkün
olmaz ve böylelikle cem'iyyetlerin yıkılmasına sebep

olurlar.

Şu da şâyân-ı dikkattir ki, Cehennem ehli olarak haber verilen üç kimse


açıklanmıştır. Bunlardan birincisi; çok şişman olan, ikincisi; paralan
toplayıp saklayan ve onu hayırlardan men'eden, Üçüncüsü; kibirli, mağrur,
kendini beğenen ve hakkı kabul etmeyendir,, buyurulmuştur. Malûmdur ki,
şişmanlık, gamsızlık alâmetidir. Onun bütün düşüncesi boğazı ve iyi
yaşamasıdır. Eğer biraz Allah korkusu, dînine bağlılığı ve zuafây-ı
müslimîne karşı acıması, merhameti, şefkati olsaydı, yalnız kendi boğazım
düşünmez, biraz da yediklerinden bir kısmını onlara, muhtaçlara ayırır,
kendisi de öylesine şişmanlamazdı. Binâenaleyh, boğazına düşkünlük, öyle
makbul birşey değildir. Dâima hemcinsini ve bahusus müslüman kardeşini
ve dînin terakkî ve teâlîsini düşünüp, onlara faydalı olmağa çalışır ve bu
sayede şişmanlaya-maz, normal bir kimse olurdu. Aynı zamanada
şişmanlık birçok hastalıklara sebep olabilir. Bu sefer paralar doktorlara ve
ilâçlara harcanmak suretiyle bilâ fâide, boş yere elden çıkar gider ve
birşeye de yaramaz. Onun için onları Cehennem ehlinden addetmişlerdir.

Paralan toplayıp saklayanlar da böyledir. Çünkü Cenâb-ı Hak o serveti


boşuna yaratmamıştır. Cemiyyetlerin kalkınması, hep o paralara bağlıdır.
Binâenaleyh, onları toplayıp saklayanlar, demek oluyor ki İslâm'ın terakkî
ve tealisini istemeyen bedbaht kişilerdir. Hal böyle olunca elbette ki
onların yerleri Cehennem olacaktır.

KİBİR

Kibir de öyle değil midir? İnsana varlığı, kuvveti, kudreti, serveti, güzelliği
daha istenen neler varsa hepsini veren Allâh-ü teâlâ'dır. Bu hakikati
unutup ta insanın kendisine ayrı bir kıymet vermesi ve böylece
böbürlenmesi, çalım satması, üstünlük taslaması, akıl ve idrâki olan kişiye
yakışır mı? Çok değil, yarın denecek kadar bir müddet sonra gireceği
mezarı ve oradaki soğuk manzarayı, nasıl çürüyüp yok olacağım,
kendinden hasıl olan haşerâtın yine kendisini yiyip bitireceğini
düşünmeyen insanoğlunun, üç günlük .denecek kadar kısa ömründe sanki
dünyayı kendisi yaratmış gibi kimseyi beğenmeyip, kibir, gurur içinde
canlarını verenlerin yerinin de yine Cehennem olacağı bildirilmiş-dir.
Efendimiz (s.a.s.) Hazretlerinin ümmetine en mühim ve başlıca tavsiyesi
de, bu gibi kötü ahlâklardan sakınsınlar da birbirlerine kardeşçe ve
samimiyetle sarılsınlar, birbirlerini sayıp, sevsinler ve dâima karşılıklı
yardımlaşıp, muhtaç ve düşkünlerin ellerinden tutarak kalkınmalarına
vesîyle olsunlar; bu suretle de bulundukları İslâm camiasına şevket, satvet
ve kudret kazandırarak, her zaman üstünlüklerini dünya milletlerine
gösterip, onlara da örnek olsunlar da, İslâmiyetin bu güzel hallerine
imrenerek, onların müslüman olmalarına sebep olsunlar gayesi
güdülmektedir.

Bizim bugün Avrupa'yı taklid edişimizin sebeplerinden biri de, onların


yaşayışlarını, hayatlarını ve bilgilerini kendi yaşayışımızdan ve bilgimizden
üstün, daha iyi görüp beğendiğimizden olsa gerek. Fakat bilgiyi asıl onlar
bizden çalmışlardır. Burada gaflete düşüp, bilgiler sanki onların
ecdadlarından mîrâs malları imiş gibi, hep oraya hücuma başlamış, yaşayış
ve hayatlarını, giyim, kuşamlarını da taklîde davranmışız. Bu ise, doğrudan
doğruya cehlimizden olsa gerektir, başka birşeyden değildir.

Bir de Cennet'e ve Cehennem'e kimlerin gireceklerini dinleyelim.


Cehennem ehli, yukarıda yazdığımız üç kişi (Cevvâzîn, Ca'zariyyîn,
Müstekbirîn) bunlardan (Cevvâzîn); mal toplayıp hayırlara vermeyen ve
yürürken kibir, gurur ile ve iftihârâne bir edâ ile yürüyen, tabiatı sert, re'yi
fasit, edebi noksan, süse, saltanata düşkün, giyimine, boğazına yânî
midesine bağlı, ne Allah'ın ve ne de insanların haklarına saygı
göstermeyen, şefkatsiz, merhametsiz, çok bencil, şehvet ve şöhreti seven,
riyakâr kimseler demektir.

96

VUtI

(Ca'zarrî)ye gelince; bu vasıfla vasıflanan kimseler de, ha-şîn, gazaplı,


konuşduğu zaman acı söyler, sözü gibi özü de acı, kendinde mevcut
olmayan iyi sıfatlarla övünen, şişkinlik yapan bir kimsedir ki, cemiyet için
de, kendisi için de baştan başa zarardır.

(Müstekbir) ise, o da kibirlinin tâ kendisidir. İşte şu üç kişinin Cehennem'e


müstahak kişiler oldukları bildirilmiş olmakla bunlardan ve bu sıfata sahip
olanlardan sakınılması istenilmektedir.

Cennet ehline gelince, onlar da şu vasıflarla bize bildirilmektedir:


Herkes tarafından beğenilmeyip, itilip, kakılan bîçâreler, zayıflar; fakat
amelleriyle ancak Allûh-ü teâlâ'nın emirlerini icra edip, yasaklarından
kaçan ve rızây-ı ilâhîyi arayan bahtiyarlardır. Bundan anlaşılıyor ki,
Cennet'e girmek de pek kolay birşey değildir. Hem dünya saltanatı, hem
de Cennet birlikte olamaz. Cenâb-ı Hak cümlemizi affetsin de bu kısacık
ömrümüzde sözlerini dinleyip, günahlardan ve kötü göreneklerden, kötü
ahlâklardan muhafaza buyursun ve bizleri kendi nefsimizin eline
bırakmasın, âmîn.

Diğer bir ta'bîr ile şöyle buyurulmaktadır: "Kulların şerlisi; gazaplı, sert
tabiatlı, kibir ve gurur sahibidir". Ye yine Allah teâlâ'nın hayırlı kulları da
insanların yanında pek kıymetli olmayıp, hor ve hakîr görülen, kapılardan
kovulan zuafây-ı müs-limîndir ki, elbiseleri çok eski olduğundan kimse
onlara itibar etmez. Fakat her zaman onlar Cenâb-ı Hak'tan birşey iste
seler derhal verilir. Bulutsuz bir havada onlar isteseler, Cenâb-ı Hak derhal
yağmur verir. Onların dualarını reddetmez. İnsanların yanında her ne
kadar kıymetleri yoksa da Allah-ü teâlânın yanında kıymetleri çok
yüksektir. Çünkü bu zayıflıkları ve fakırlikle-riyle beraber Allah'ın
emirlerine mutî, günahlardan kaçar ve ibâdetleri sırf Hak'km rızâsı için
yaparlar. İçleri, Allah korkusu ile dolu, havf ve haşyetten vücûtları et
tutmaz; bu yüzden de zayıf kalmışlardır. Bizler ise bu kadar sayısız
nimetlere gark olmuş bulunduğumuz halde ne hak tanırız ne de hukuk.
Zîrâ gayemiz dünyadır. Binâenaleyh onlarla kıyas olunacak bir hâlimiz bile
yoktur. Vessçlâm.

KIU1K

Şunları da yazmadan geçemeyeceğim. Bakın, yarın kıyamet gününde


Cenâb-ı Hak üç sınıf kimseye rahmet nazarıyla bakmayacak, onları
mağfiret etmeyecek ve o güzel Cennet'ine koymayacaktır. Aynı zamanda
onlara elem verici bir azap da vardır. Bu üç sınıfdan biri ihtiyarladığı halde
zina eden, ikincisi hükümdar veya melîk olduğu halde yalan söyleyen,
üçüncüsü de fakir olduğu halde kibirlenendir. Bâzı rivayetlerde de yemin
ederek mal satanlardır. Zâlim hükümdarlar da bunlara ilhak edilmiştir.
Yine bir rivayette de, halka musallat bir emîr, servet sahibi oldukları halde
zekât vermeyen ve hayır hasenat yapmayan zengin^rle^ fakîr oldukları
halde kibir ve iftihar edenlerdir. Yine bir rivâyetde Cennet'e girmelerine
müsâade edilmeyecek kimseler zikrolunurken, zoru zoruna başkalarına
karşı kibir ve azamet taslayan miskin ve fakîr kimse, ihtiyarladığı halde
zina eden bedbaht, verdiklerini başa kakan (mennân) dedikleri
kimselerdir, buyurulmuştur. Bir de şu çok dikkate şâyân bir hâdisedir:

Hazreti Ömer (na.)'ın oğlu Abdullah ile, Amr ibn-i Âs (na.)'ın oğlu
Abdullah^ Merve denilen yerde karşılaşmışlar ve konuşmuşlar. Sonra Amr
(r.a.)'ın oğlu Abdullah ayrılıp gitmiş. Hazret-i Ömer (r.a.)ın oğlu ise ağlaya
ağlaya orada kalmış, orada olan başkaları sormuşlar:

"Hayır ola, neye ağlıyorsun?"


Cevaben:

- "Şu görüşdüğümüz Âs'ın oğlu Abdullah dedi ki; "Ben Peygamber


(s.a.v.)'den işittim, "Az birşey (miskâle zerre diyorlar) bir kimsede kibir
bulunursa, Allâh-ü teâlâ onu yüz üstü cehenne- / me atar"
buyurmuştur.^Diğer rivayetlerde ise, bir insan öldüğü zaman kalbinde bir
habbe, bir miskâl kadar kibir olursa, Cen-net'in ne kokusunu duyar ne de
Cennet'e girer buyurulmuştur. Bütün bunlar bizlere anlatıyor ki, kibir had-
di zâtında çok fena bir huydur ki bunun pek azına bile Cenâb-ı Hak razı
olmuyor. Bu sebepten böylelerini ancak Cehennem temizleyecektir. Kibir
aslında güzel giyinmek, temizliği ve güzelliği sevmek değil, asıl kibir,
Hak'kı kabul etmemek ve halkı da beğenmeyip hakîr görmektir. Yoksa,
Allâh-ü teâlânın verdiği nimetlerini izhâr edip şükretmek elbette kibir
olamaz. Yalmz4)u nimetlerin Allâh-ü teâlâ'nın ihsanı, ikramı ve lütfü
olduğunu unutup, şükür yerine

r urı f\nL,S\T^ V

küfrân-ı nimetle, bir de övünme, gururlanma, tekebbür, üstünlük taslamak


ve Hak'ka boyun bükeceği yerde çalım satmayı Allah teâlâ Hazretleri
elbette sevmez ve sevmediği kimseleri de Cennetine koymaz. Cennet
sevdiklerinin yeri, Cehennem de sevmediği, sevilmeğe şâyeste ve lâyık
olmayan kullarının yeri olduğu ve olacağı herkesçe ma'lûm olan bir
hakikattir.

Kibir iç âlemde veya zahir görünüşte de olur. İçde olan kısım, nefsin huyu
ve ahlâkıdır. Tebdil ve tağyiri çok zordur. Zahirî yâni dışda olan kısmı ise
daha kolayryâni iç kısmındakine göre nisbeten ıslâhı mümkündür. Bu,
yaptığımız işlerde, bilgilerimizde, hareketlerimizde, yürüyüş ve
konuşmalarımızda belli olur, kendini gösterir. Meselâ, bazı âlimler hemen
kendilerini beğenirler. Bu yargı her sınıftan âlime şâmildir. İster mülkî,
ister askerî ve ister ilmiye sınıfından olsun. Bu da üçe bölünmüştür. Bir
kısmı doğrudan doğruya Allah'a karşı tekebbür edip, ibâdet falan
tanımazlar. Zamanın Fir'avunları, Şeddâtları, Nemrutları gibi. Bir kısmı da,
Peygamberleri beğenmezler ve onlara itaat etmezler, kendilerini daha
üstün görürler. Efendimiz (s.a.s.)in zamanındaki imansızlar gibi. Ebû Cehil
ve benzerleri bunlardandır. Üçüncüsü de, halkı beğenmezler, onları hakîr
görüp eğlenirler, fakîr fukara ile alay ve istihza ederler. Bunların hepsi
kibirden doğan felâketlerdir. Cenâb-ı Hak cümlemizin muîni olsun da bu
kibir âfetinden bizleri muhafaza buyursun, âmîn...

Zîra çok kere insan kendini bilmez, pek iyiyim, benden daha iyisi olur
mu?" der ve öyle zanneder. Bu da, âbidlerde, zâhid-lerde, sofularda, hattâ
meşâyıh arasında dahî görüle gelen şeylerdendir. Cenâb-ı Hak'ka
sığınmaktan başka çâremiz yoktur, vesselam.

O kul ne kötü kuldur ki, kibir ve gururla büyüklenir de, büyük olan Allah'ı
unutur.
O kul ne kötü kuldur ki, zulmedip haddi aşar da, Cebbâr-i a'lâ olan Allah'ı
unutur.

O kul ne kötü kuldur ki, Hak'kullahdan gafil olup, oyunlara ve günahlara


dalar da, yarın gireceği mezarı ve çürümeyi -unutur!

O kul ne kötü kuldur ki, tuğyan edip kibirlenir de, mebdei-ni ve


müntehâsım unutur, geldiği ve gideceği yeri düşünmez!

KIN

Kin

Mezmûm ahlâklardan ve necâset-i ma'neviyelerden biri de kindir. Kin,


ancak deveye yakışır. Çünkü hayvandır, faydayı ve zararı, sevabı ve
günahı bilemez. İnsanlardan buna mübtelâ olanlara, "Deve kini gibi kini
vardır" derler. Halbuki deve bir hayvandır. O huyla birlikte yaratılmıştır.
Mes'ûliyyet nedir bilmez ve zâten mes'ûliyyeti de yoktur. Lâkin insan,
eşref-i mahlûkât olarak yaratılmıştır ve mevcudatın en şereflisidir. Ona kin
neden ve nasıl yaraşsın? Ma'lûmdur ki kin hasetten doğar. Bu demektir ki,
Hak'kın taksimatına razı olmamak ve bu sebeple de kardeşinin nail olduğu
herhangi bir nimeti kıskanmak ve elinden gitmesini istemektir. Başka
türlüsüne de razı olucu değildir. Siz ne kadar nasihat etseniz de faydası
yoktur. O yine bildiğini okur. İçine yerleşmiş olan o çirkin huy, ona
hükmetmekte ve onu kininden bir türlü vaz geçirmemektedir. Halbuki, bu
kötü huyun sahibi, kendi eliyle şerefini, mevkîini zâyî etmekle beraber,
ma'neviyâtı da o kadar bozulur ki hırsından, gazabından, kininden ne
huzuru, ne rahatı ne de uykusu kalır. Huzûrsuz,perîşan bir halde rü'yâları
ve hayalleri hep korkunç olur. Bunun terki için insan, sebeplerini arayıp,
kendisinin haksız olduğunu anlaması gerektir. Bu da mümkün olmaz. Zîrâ
o, dâima kendini haklı jşöryijD zaman iş kuvvetli bir riyazete ve kuvvetli
bîr mürebbî veyajhürside ihtiyaç gösterir. Eğer bu kanâate erişmeye
muvaffak olur ye ojexbjyjciye^JlLlibijeslim olursa, (Allâhü a'lem bi-
murâdihî) insâallah tedricî suTeTtelalrTûTmâsî mümkündür.

Yoksa artık iş teneşire kalır. "^

Bu sebepledir ki, insana yakışan ve yaraşan, kendini daimî bir şekilde


kontrol altında tutup, bütün nimetlerin sahibi, mâliki ve-halikının Allâhü
teâlâ olduğunu unutmamaktır. O kimîne

100

TASAVVUF! AHLÂK V

güzellik verir, kimine de çirkinlik. Kimine zenginlik verir, kimine de fakirlik.


Kimine şeref, izzet verip kıyamete kadar adı hürmetle anılıp, ruhuna
fatihalar gönderilir ve kendisinden şefaatler beklenip kimisinin firavunlar,
nemrutlar ve şeddâtlar gibi adlan la'netle yâd olunup, şerlerinden Allah'a
sığınılır. Bütün bunlar Cenâb-ı Hak'kın hikmetlerindendir. Biz kulların bu
hikmetlerin çözümüne kadir olmamıza izin verilmemiştir.

Bu huylarla ahlâklanmış insanlarla ülfet ve ünsiyet edip, günaha


girmektense, onlardan uzak kalmak daha hayırlı bir harekettir
zannederim. Herhalde bu gibi huysuzlardan nâşî Abd'ül-hâlık Gücdüvânî
(k.s.) Hazretlerinin oğluna yazdığı nasîhatnâ-mede "İnsanlardan arslandan
kaçar gibi kaç" demesi de, şâyânı dikkattir. Zîrâ huylar -bilhassa kötüleri-
sârîdir.Tlpkı sârî hastalıklar, kolera, veba gibi. Şundan korkulur ki, bu gibi
huysuz ve ahlâksız insanlarla düşüp kalkarken bir de bakarsınız ki, sizde
de aynı hastalıklar ve aym huylar belirmeye başlar. Huyların teb-dîli ise
çok zordur. Dağların yer değiştirmesi mümkündür. Hattâ yokedilmesi de
mümkündür. Fakat huylara gelince, hayır demişlerdir. Nitekim atalarımız
boşuna "Can çıkar, huy çıkmaz" dejmemişler midir?

Onun için azîz evlât, sevgili kardeş, sen dâima temiz kalbli, güzel ahlâklı,
âlim ve fâzıl, âbid ve mütevâzî; zâhid ve dünyâya iltifatı olmayanları ve
insân-ı kâmil olanları ara -bul ve onlara kul köle ol. M?llen ve bedenen
hizmetlerinde kusur etme; yaramazlardan' da dâima kaç, vesselam.

HASZLJ

ıvı

Hased

Mezmûm huyların onuncusu haseddir. Hased her ne kadar kinin anası ise
de, aralarında epeyce fark vardır. Bir kere hased, insanın sevaplarını,
hasenatlarım, iyiliklerini yıkıb yakan, mahveden ve kendisini müflis bir
halde sevâpsız bırakan bir dert, bir belâ ve bir felâkettir. Bu hususta bizleri
irşâd için sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) ne kadar uğraşmış ve ne kadar
güzel nasî-hatlarda bulunmuştur. Hemen hemen her hadîs kitabında
yazılıdır. Bize düşen bunları okuyup amel etmektir. Ma'lûmdur ki, haramlar
ateş gibidir; düştüğü ve gediği yeri yakıp nasıl kül ederse, bu ma'nevî
dertler, hastalıklar ve huylar da sahibini böylece yakıp kül eder. Fakat
bunu sen göremezsin. Çünkü bu baş gözleri onları göremez. Canım şu
mikrop denilen şeyi bile görebiliyor muyuz? Nerede kaldı iç âleminin
yangınını görelim. Mikropların ancak mikroskop denilen âletlerle
görülebilmekte olduğu gibi, bu ma'nevî hastalıklarla bunların yaptığı
tahribatı da gönül gözleri olan kâmiller, arifler, sâdıklar görebilirler. Öyle
ise hasta olunca nasıl doktora teslim olup, ilâçlarına devamla perhizlere
dikkat ediyorsak, bu kâmillere de öylece teslim olup tavsiyelerine
ehemmiyetle riâyet etmek lâzımdır. Bu gönül temizliği ve kalb temizliği
denilen şey, öyle herkesin diline dolayıp dedikleri gibi "Sen benim içime
bak, ben namaz filan kılmam amma içim çok temizdir" diyerek kendini
aldatanlara kulak asma. Bunlar boş ve saçma sözlerdir. Selâmet-i sadır
denilen o devleti, Cenâb-ı Hak ancak sevdiği ve rızâsını tahsîle çalışan
kullarına verir. Onun için evvelâ Hak'kın sevgi ve rızâsını kazanmak için
îmân ve İslâm'ın emrettiği yoldan çıkmamak ve Allah celle ve âlânın
emirlerini tutup, yasaklarından kaçmak ve Peygamberimiz (s.a.s.)
Efendimizin de sünnet-i seniyyelerine bütünüyle uymak gerektir. Başka
türlü olmaz.

102

TASAVVUF! AHLÂK V

Bak güzel Peygamberimizin şu güzel nasihatine. Bunlar incilerden daha


çok kıymetli sözlerdir. Ama ne yazık ki, insan dünyanın fânî olan bu
boncuklarını boynuna takıp çalımlanır ve onu sandıklarda saklar da, ebedî
saadetine sebep olacak nasihatleri kulağında bile tutmaz. Ne yazık! Bak
dikkatle dinle:

Zan denilen, hakikati bilinmeyen ve şüphe üzerine karar verilen şeylerden


sakınınız. Çünkü bu zan denilen şüpheli sözler yalanın en fenası sözlerdir.
Vakıaya mutabık olmayan bu zan üzerine konuşulan sözler, sözlerin en
yalanıdır. (Ekzeb'Ul-hadîsdir.)

İnsanların konuştuklarını gizlice dinlemek, ne suretle olursa olsun kötü bir


şeydir. Bâzan insanların yanma sokularak on-lardanmış gibi görünüp
içlerine girmek ve onların ahvallerini ve konuşmalarını ister teyble, ister
kulağıyla dinlemekten ve bunları başkalarına nakletmekten sakınınız. Bu
dinleme, ister kendisi için olsun, ister başkası için olsun ayıptır, günahtır,
ahlâksızlıktır, sakınılması gerektir. Bu tecessüstür. Cenâb-ı Hak Kur'an-ı
azîmü'ş-şân'da "Zandan sakınınız, tecessüs ve gıybet etmeyiniz" (5/13)
buyurmuyor mu? Vakıa casusluk da tecessüstür. Ancak casusluk denilen
iş, bir devletin kendi varlığını koruma hususunda, başka devletlerin kendi
aleyhinde ne yapmak istediklerini ve buna ait çalışma plânlarının neler
olduğunu öğrenmesi için lüzumlu ve meşru' bir teşkilattır. Büyük harbde
İngiliz casusu albay Lavrens çok güzel Arapça öğrenmiş ve Osmanlı
İmparatorluğu hududları içindeki Araplar arasına girerek, bir şeyh
kıyafetinde faaliyete başlamış, bilhassa çöl Arablarım aleyhimize
kışkırtarak, isyan çıkarmak suretiyle, bizim her santimine bir altın lira sarf
ederek meydana getirdiğimiz Hicaz demiryollarını onlara tahrip ettirerek,
Medîne-i Münevvere deki askerlerimizle irtibatımızın kesilmesi ve onların
bize karşı isyan ederek ayrılmaları, bu casus sayesinde olmuştur. İnsanın
dost ve düşmanını tanımaması kadar da fena birşey olur mu dersiniz?

Yine birbirlerinize sakın nefsâniyet yapıp da hased etmeyiniz. Biribirinize


zahmet vermeyiniz. Hayırlı işlerde biribiriniz-den ayrılmayınız. Biribirinize
karşı üstünlük taslamayınız. Biri-birinizin zarar ve ziyânını kat'iyyen
istemeyiniz. Biribirlerine ha-

5/13 Hucurât, 12. .


HASED

103

sedlik yapmak, kendi nail olmadığı dînî ve dünyevî nimetler için, bir din
kardeşinizin elinden gitmesini istemek, müslümana değil, bir kâfire bile
yakışmaz bir harekettir. Nasıl olur da bir müs-lüman, hem müslümanhk
da'vâsındadır, hem de kardeşinin nail olduğu bir ni'meti çekemeyip,
zevalini ister?

Bir de gıbta vardır ki, onun gibi kendisinin de olmasını ister. Yâni kendisi
de ilim ve hikmet sahibi olsun, herkese faydalı olabilsin veya zengin olsun
da fakîr fukaraya bol bol versin. Bu düşüncelere gıbta denir ki, bu hased
gibi mezmûm değil, bil'a-kis mendûb sayılabilir. Ancak bu ikisi iyidir,
başkası değil. Bir de biribirinize karşı sakın şikâk, nifak ve nefreti mûcib
şeyleri de işlemekten sakınınız. Biribirinizden kesilmeyin, ayrılmayın,
düşmanlık yapmayın. Allâh-ü teâlâ'nın emrettiği gibi kardeş olunuz ve
kardeşçe yaşayınız.

Bunları yâni, yukarıda sayılan zan, araştırma, dinleme, casusluk,


nefsâniyet, hased, buğzetme, küsüp ayrılma gibi biribirinize arka çevirme
ve biribirinizle alâkasızlık olmadığı takdirde kardeş gibi olursunuz. Yâni
neseben, ana baba bir kardeş gibi olunuz. Sevgi, yardım, muhabbet,
şefkat ve ortaklıkta bir vücût gibi olun. Zîrâ, zâten müslüman müslümanın
kardeşidir. Elbette neseben kardeşini nasıl sever ve yardımına koşar, onu
bağrına basarsa, tıpkı müslüman kardeşlerinizle de öyle olmak lâzımdır.
Onun için, ona zulüm etmek değil, belki zulmü aklına bile getirmez. Ne
malında ne canında ona en küçük bir ziyan ve eziyyeti reva göremez.
Çünkü has kardeşidir. Ona yardım ve muavenetini her ne şekilde olursa
olsun kesmez. Çünkü öz kardeşidir. Ona hakaret kat'iyyen yapamaz ve
onu hiç bir cihetten ayıplamaz. Zîrâ kendi aybını görmekten başkasının
aybını görmeye vakit kalmaz. Sonra ayıpları olsa dahî müslümanhk ve
kardeşlik hasebiyle onu örtmek ve onu müdâfaa etmek başlıca va-
zîfelerinden biridir.

Sonra takva denilen şey ne dildedir ne de boyun büküp, göz yumup


kendini aldatmaktır. Efendimiz (s.a.v.); (Takva hâhünâ) ta'birini üç kere
tekrar edip, göğüslerine yâni gönüllerine ve kalbine işaret buyurmuştur.
Yâni takvanın yeri, havfullahın, haş-yetullahın bulunduğu mevkî olan
kalbdir, gönüldür. Havfullah ve haşyetullahı eğer gönüllerinize
indiremediyseniz, kendi ken-

104

TASAVVUF! AHLÂK V

dinizi aldatıyorsunuz demektir. Bunu da zaman gösterecek ve


öğretecektir. Sevap almak, ecir kazanmak çok kolaydır. İşte aldığımız
abdestler, kıldığımız namazlar, ister farz, ister nafile olsun, tuttuğumuz
oruçlar, verdiğimiz zekâtlar ve sadakalarımız, bahusus hac esnasında
ibâdet ve hasenatımız, camilere, va'zla-ra, mekteb ve medreselere
giderken attığımız adımlar bile sevap ve ecir kazanmamıza vesiledir. Fakat
çok dikkat edilmesi lâzım gelen birşey vardır ki, o da, yasakların ve
günahların her türlüsünü terk edebilmektir. Bunun başı, dünya sevgisi
olmakla beraber, halkın seni medhetmesini istemek arzularından vaz
geçmeye bağlıdır. Bu da herkesin yapabileceği birşey değildir. Bak insan
gayet güzel gıdalarla beslenir, sıhhatine çok titizdir, bununla beraber
kuvvet ve kudreti, kilosu falan hep yerinde olduğu halde en ufak bir zehir
parçası, o canım vücudu bir anda yok ediverin O kadar bakım ve masraflar
havaya gider. Hiç bir faydası bile olmaz, onun yeri artık kara topraktır,
bunu hepimiz

biliriz.

Demek ki tehlikelerden korunmak, beslenmekten daha evlâdır. Evet


beslen, fakat tehlikelerden hem kendini hem de çocuklarını korumasını bil.
Sıhhatli olmak, hastalıklardan salim bulunmak, mikroplardan korunmaya
bağlıdır. Allah esirgesin bir mikrop aldın mı, ondan kurtulmanın ne kadar
zor olduğunu, hele mikropların nev'ine göre çok müşkil olduğunu artık
bilmeyen yoktur. Maazallah, kanser mikrobu da ayrı bir felâkettir. Bunları
yazmaktan maksadım, ibadetlerin, sevapların, hasenatların muhafaza
edilip, zâyî edilmemesi içindir. Yoksa bunları herkes benden daha iyi ve
daha a'lâ bilir. Fakat tatbîkat olmadıkça bilgi de kat'iyyen fayda etmiyor.
Evvelce de yazmıştım, yine kısaca bahsedeyim. Kablarımızı, kalaycının
nasıl ovup temizlediğini herhalde görmüşünüzdür. Acaba niçin o ameliyatı
yapmadan kalaylamıyor? Yine bilirsiniz ki, o pislikler mevcut iken kaplar
ka-laylanamaz, yânî kalay tutmaz. Gönül de böyledir. Günahlarla, ma'nevî
ve mezmûm huylarla dolu oldukça oraya ne nûr girer, ne de rahmet.
Kasvet-i kalb demek, kalbin taş gibi katı, hissiz, merhamet, şefkat ve
insaniyetten mahrum oluşu demektir.

Bu kadar va'z ve nasîhatlar dinliyoruz, hiç bir faydası olmuyor. Çünkü va'z
edenler de sözleriyle amel etmedikleri için

HASED

105

müessir olamıyorlar diye kabahati vaizlere yüklerler. Halbuki vâ-û, yağan


bir yağmura benzer, bu bulutlar kapkaradır. Fakat içlerinden o güzel billur
gibi su tanecikleri dökülür. Şimdi bu rahmet dediğimiz su, bir beton
üzerine veya bir kaya üzerine düşerse ne faydası olur? Akar gider. Fakat
hazırlanmış, sürülmüş bir tarlaya, yumuşacık toprağa düşerse, ne nimet
ve ne devlettir. Köylü kardeş ne kadar sevinse yerindedir. Çünkü mahsûlü
bereket kazanacaktır, arttıkça artacaktır. Eğer sürülmemiş, kupkuru
kaskatı bir toprak ise hiç bir faydası olmıyacağı aşikârdır. Ancak yabanî
otların bitmesiyle tarlanın kuvvetini alır ve zayıflamasına sebep olur. İşte
bunlar bize bildiriyor ki kötü huylar, kalble-rin katılaşmasına, dolayısıyla
rahmet, şefkat, hamiyyet, şecaat, salâbet-i dîniyye ve emsali nimetlerin
birer birer gönülden silinip, İslâm'lık değil, insanlığın bile kalmamasına
sebep olur; kötü huylu kimse kendi kendini aldatır. Yine buyuruluyor ki
"Ha-sedden sakınınız." Zîrâ hased, muhakkak surette hasenatı, sevapları,
iyilikleri yer bitirir. Mahvedip yok eder. Yânî akşama kadar alın teriyle
kazandığınız paralan düşürüp zâyî etmeniz veya çaldırmanız ne kadar acı
ise; hasedin hasenatı mahvetmesi daha çok acıdır. "Hasedciler, lâf getirip
götürenler (Nemmâmlar) kâhinler, benim hakîkî ümmetimden değildir."
buyrulması ne kadar ma'nâhdır.

Bundan dolayıdır ki îmân ile hased bir arada birleşemez. Hakîkî îmân
sahipleri Allâh-ü teâlâ'nın taksimine dâima razıdırlar. Kendisinin hiç birşeyi
olmasa bile, diğer mü'min kardeşinin hesapsız malı, mülkü olsa, zerre
kadar onda gözü olmaz ve onun elinden çıkmasını kat'iyyen istemez. Allah
için gazalara giden gazilerin ayak tozlarıyla Cehennem dumanının
birleşme-yeceği gibi,îmân ile hased de birleşemez. Hasedin on çeşit
zararını saymışlardır:

Birincisi: Allâh-ü teâlâ'nın ve Resûl'ünün (Hased etmeyin) emirlerine


muhalefettir.

İkincisi: Kalbinde hakîkî îmân bulunmaz, îmânla hased birleşmez. Ne


büyük zarar!

Üçüncüsü: Ateşin odunu yediği gibi; hasenat, defterinden silinir.

Dördüncüsü: Hasedin zararından başka hiç kârı yoktur.

106

TASAVVUF! AHLÂK V

Beşincisi: Hased sahibi kâmil, îmânlı müslüman değildir.

Altıncısı: Hasedinden nâşî uykusu kaçar, rahat ve huzur bulamaz, dâima


başı derttedir.

Yedincisi: Sahibinin cehlinin en bariz delilidir.

Sekizincisi: Hasedsizlik, sahibinin istikâmet ve hidâyet üzere olduğuna


alâmettir. Hased ise bil'akis o kimsenin dalâlette olduğuna işarettir.

Dokuzuncusu: Hasedin terki, sahibinin Cennet'e girmesine sebep olur.


Fakat hasedci mahrumdur.
Onuncusu: Hasedden kaçınmak, ahlâk ve tabiat güzelliğine, soy, sop ve
neslinin pâk ve temiz olduğuna işarettir. Hâsid ise bil'akis, huyu ve tabiatı
bozuk, belki nesli de bozuk olacağına işarettir. (5/14)

Cenâb-ı feyyâz-ı mutlak Hazretleri cümlemizi bu ma'nevî necasetlerden


emîn ve muhafaza buyursun, âmîn. Bi hürmeti Seyyid'il-mürselîn ve
sallallâhü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.

ADAVET VE KUŞLUK

107

5/14 Bkz. et-Tergîb ve't-Terhîb, d, sh. 544.

Adavet ve Küslük

Mezmûm ahlâkların onbir ve onikincisi, ma'nevî necaset olan düşmanlık


beslemek ve dargınlıkta devamdır. Bu küsme illeti, biribirlerine arka
çevirme ve yüzüne bakmamakla tezahür eder. Halbuki, müslümanlık
denince ilk akla gelen şey kardeşliktir. Çünkü müslümanlığı bizlere ta'lîm
edip, öğreten büyüklerimizden ve okuduklarımızdan anladığımıza göre,
mü'min olan mutlaka müslümandır. Hiç şüphe yok ki, müslüman olan da
mümindir. Bunlar biribirinden ayrılmayan ikizler, yani can ile ceset
gibidirler veya iç ile dış gibidirler. Binâenaleyh, müslüman dâima
biribirleriyie kardeş gibi geçinen ve biribirlerine her zaman her işte maddî,
ma'nevî yardımda bulunan, elinden tutan ve onun dâima iyiliğini ve
kemâlini isteyen kimse demektir. Böyle olunca artık darılmak, küsmek,
arka çevirmek, buğz etmek, hased etmek, çekememek, insanın aklı ve
hayâline bile gelmez. Nerede kaldı, aleyhinde bulunmak ve onun zararına
en ufak bir teşebbüste bulunmak ve şâire gibi kötü işler yapsın. Fakat
hilkat-i insanda, bâzan kızmak, ve gazab etmek gibi çirkin huyların
bulunması sebebiyle, şayet böyle bir dargınlık olursa, en çok üç günü
geçmemesi lâzımdır. Eğer biribirlerine rast gelip karşılaştıkları zaman önce
hangisi selâm verirse, hayırlısı odur ve bu selâmla dargınlık ve küslük
kalkmış olur. Eğer üç günden sonra dargın olarak ölürlerse, Cehennem'e
müstehak olacakları açıklanmıştır.

Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî (rh.a.) Hazretleri müt-tefikan beyân


ederler. Bu sebepten hiç bir mü'mine lâyık ve helâl olmaz ki, müslüman
kardeşiyle üç günden fazla küs dursun. MaaPesef bâzı akrabây-ı
taallukâtta da görülegelen halattandır ki, hiç ehemmiyeti olmayan ufak
tefek şeylerden nâşî ve bâhu-sûs mîrâs meselelerinden dolayı, artık
biribirleriyle ölünceye kadar darılanlar, küsenler bulunmaktadır. Bu ise sırf
cehlin doğurduğu bir belâdır. Mîrâs denilen şey, biraz da sende emânet
olup,

108
tasavvuf! ahlâk v

başkasından sana nasıl geçtiyse, senden de yine başkalarının ellerine


geçeceği unutulmamalıdır. Bu iş olsa olsa kısa bir müddet emanetçiliktir.
Bunun için kavgaya, gürültüye ne lüzum var? "Sen çok aldın, bana az
verdin, veya iyisini sen aldın, bana kötüsünü verdin" gibi cahilane sözler
söyleyip, bir emânet için küsmek, darılmak hiç olur mu? Fakat insanlar çok
çeşit huylu, ayrı tabiatlı olduklarından, kıymetsiz şeyler için gürültü
çıkarmaktan adetâ lezzet alırlar. Ne ahmaklar vardır ki, bunlara va'z ve
nasîhat da para etmez. Hattâ dayak veya hapis bile fayda etmez. Çünkü
kalb kararınca ve katılaşınca, merhametten, şefkatten, yardım
duygusundan mahrum, menfaatinden gayri birşey bilmeyen ve ancak
kendi aklını beğenen bir zavallı halini alır. Bu gibilere ne derseniz boşuna
nefes tüketmiş olursunuz. İlm ü irfan nimetinden mahrum olan bu
zavallılar, İslâm'ın kadir ve kıymetini bilmeden, dünyâdan göçüp giderler
ki, en büyük felâkettir. Yine müslümanlık da'vâsında bulunan hiç bir
kimseye lâyık olmaz ki, bir müslüman kardeşiyle üç günden fazla küssün.
Eğer bu üç gün içinde veya daha sonra karşılaştıkları zaman, hangisi önce
selâm verirse, diğeri de "aleyküm selâm" diye cevap verecek olursa,
ecirde, sevapta ikisi de müşterek olurlar. Eğer karşı taraf selâma cevap
vermezse, yâni "aleyküm selâm" demezse, vebali ona olmakla beraber o
selâmı melekler cevaplar. Yânî melekler "aleyküm selâm" diyerek, selâmın
karşılığını size verirler. Selâmı almayana da şeytan karşılık verir. Bu
küslük üzere şayet barışmadan ölürlerse, Cennet'e giremiyecekleri, bir
rivayette de girseler bile, artık biribirlerini göremeyecekleri bildirilmiştir.
Hattâ, küslük ancak üç gün olur derler de barışırlarsa, ne a'lâ! Şayet
barışmazlarsa, Cenâb-ı Hak sübhânehû ve teâlâ Hazretleri onlar
barışıncaya kadar onlardan yüz çevirir, yânî rahmetini ihsan buyurmaz.

Yine buyuruluyor ki, eğer bir kimse bir sene küs duracak olursa, onu
öldürmüş gibidir. Yânî, katile verilen ceza gibi cezaya müstehak olur. Her
Pazartesi-Perşembe günleri kulların hesapları, yer meleklerinden gökdeki
meleklere verilir. Diğer bir rivayette ise, her Pazartesi-Perşembe günleri
Cennet kapıları açılır da şirk edenlerden mâada hepsi affolur. Yalnız küsler
kalır. Bunların mağfiret olunması barışmalarına kadar bırakılır. İslâm'da üç
günden fazla küslük yoktur. Eğer küslüklejinijdevaffl^tirir-

ADAVET VE KÜSLÜK

109

lerse, barışıncay^jçajd^rjsjârn^danffjcarlar. Aman yâ Rabbi, bunlar ne acı


şeylerdir! Sen müslüman kullarını bu gibi felâketlerden koru yâ Rab.

Bu arada tevbe edenlerin tevbelerini, Allâh-ü teâlâ kabul edip mağfiret


eder de, yalnızjçüslenn tevbelerinin kabulü, barışmalarına kadar kalır.
Bakınız, önümüzdeki Şa'bân ayının onbeşinci günü berât kandilidir. Cenâb-
ı Hak o'gece kullarına nazar edip, tevbe eden, mağfiret isteyen
(müşriklerden gayri) bütün kullarını mağfiret eder de, küs, dargın, buğz ve
adaveti kavî, cemâati terk eden ve bid'atleri işleyenler, yine af olunmadan
kalırlar. O gece af olunmayan beş kişi daha vardır, ama onlardan burada
bahse lüzum yoktur. Yalnız şu var ki, verdiklerini her ne sebeple olursa
olsun başa kakanlarla, ana ve babalarına itaat etmeyenler ve bir de içki
mübtelâlarının da af olunmayacaklar arasında olduklarını da unutma.
Adam öldürenlerle, intihar edenler de o mübarek berâet gecesinde af
olunmayanların arasındadır. Bunların arasında bir de sihir yapanlarla, kin
güdenleri ilâve edebilirsiniz. Şâbân-ı şerîfin onbeşinci günü gelen Berâet
gecesinde Efendi7 miz (s.a.s.) Hazretlerinin secdede okudukları duâ da
şudur:

Bu duayı iyi belle, ezberine al. Sonra her zaman gece namazlarının
secdelerinde çok oku ve ağla.

Üç kimse vardır ki, kıldığı namazlar Allah'a ref olunmazlar. Yâni kabule
şayan değildirler. Bunlardan birisi: Bir kavim jmu istemediği haldejnılara
imâm olan kimse. İkincisi: Kocasını kızdırıp,
yatağjnH^j^in^^ımhlriamâzT. Üçüncüsü deTBi-lîbTrlermTdâTfğTn, küs,
nefretüderTve arkalarını dönenler. Gö' rtlyörsun~ya^^ârğînTik"ne"kadar
çirkıiı bL^vdîr. Şu var ki, buğzu-fillâh denilen (yâni sırf Allah rızâsı için
buğz etmek ve küsmek) dir ki, Allâh-ü celle ve alâ'ya ve Resulüne isyan
eden-

110

TASAVVUF! AHLÂK V

lere veya kendilerinden müslümanlara, İslâm'lığa bir zarar gelme ihtimâli


olan kimselerle konuşulmamasına ruhsat vardır.

Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri de, ezvâc-i tâhirât validelerimize karşı bir ay


dargın durdukları gibi, Hazret-i Ömer (r.a.)'ın oğluyla dargınlığı da, bu gibi
sebeplere dayanır. Bu cümledendir ki, Tebük gazasında özürleri olmadığı
halde bu gazaya iştirak edemeyen üç kişiyle de müslümanlar
konuşmamaları için hassaten tenbîh edilmişlerdi. Bunlardan birisi Kâ'b ibn-
i Mâlik (r.a.) Hazretleri idi ki, tam elli gün kimse bunlarla görüşmemişti.
Tafsilâtı hadîs kitablarında uzun uzadıya yazılıdır. Hattâ son on günde
hanımlarından da ayrı kalmaları kendilerine bildirildi. Onlar da
hanımlarından ayrılıp yapayalnız kalmıştı. İçlerinden biri fazla ihtiyar
olduğundan, onun hanımının yanında kalmasına izin verilmişti. Bu hâdise,
özür yokken, sırf ağır davranmaları yüzünden, gazaya iştirak edememenin
cezası idi. Bak şu müslümanlara da, ibret al. Mevlâ cümlemize geçmiş
büyüklerimizin davranışlarından ibret almayı nasîp buyursun, âmîn.
Bilhassa akrabâ-yı teallukât ile dargınlıkta, onların her ne kadar kusurları
olsa dahî, onu sen Mevlâ'ya bırak. Herkesle ve bahusus akraba-yı teallukât
ile iyi geçinmeye bak. Eğer biz bu günkü hâlimizle şunun şu kusuru var,
bunun da bu kusuru var deyip, kırılacak ve ayrılacak olursak, kimsenin
kimse ile görüşmemesi lâzımdır. Büyük bir zararın vukuu melhuz olmadığı
takdirde, selâmlaşmak ve biraz resmî olmak kâfidir. Kendilerinden zarar
geleceği umulan kimselerle ise, "Giöiüşjnekten görüşme-
^mesi_daha_evlâdır" demişlerdir. (5/15) ~~

5/15 Bkz. et-Tergîb ve't-Terhîb, 1/454-462.

Ki r/i^t, ı

ııı

Riyaset Sevgisi

Ma'lûmdur ki, insanları Hak'tan alıkoyan çok çeşit sevgiler vardır. Kadın
sevgisi, çocuk sevgisi, mal, mülk sevgisi, baş olma (riyaset, iktidar)
sevgisi; bir de Hak sevgisi vardır. Bu sevgilerin yerleri hep ayrıdır. Fakat
reislik, baş olma sevdası, hüküm ve kumanda sahibi olma sevgisi, ayrı bir
sevda ve ayrı bir derttir. Bakarsınız, bunun için ne yüz suları dökülür, ne
tabasbuslar, yaltaklıklar yapılır da, bir kere emeline nail oldu mu, artık
yanına yanaşmaya imkân olmaz. Kendisine o makamı veya mansıbı te'min
için uğraşanları bile çoktan unutmuştur. O şimdi kavuştuğu mevkiin
sarhoşluğu içinde mest-ü hayran bir haldedir. Halbuki bilmez ki, bunların
hepsi muvakkat şeylerdir. Akıllı kimseler bunlara ne iltifat ederler, ne de
böyle dünya işleriyle vakitlerini zâyî ederler. Bu baş olma sevdası, tabiîdir
ki, dünyâyı sevmekten ileri gelmektedir. Halbuki dünyâ sevgisi bütün
günahların başıdır. Çünkü bütün haksızlıklar, kötülükler, hattâ
merhametsizlikler, hep bu dünyâyı sevmekten doğmaktadır. Kavgalar,
kıyametler yine bu dünyâ sevgisinin neticesidir. İnsanların huzurunu
kaçırıp onları çeşitli ızdıraplara sevk eden, o muharebe dedikleri afatlar,
hep bu dünya sevgisinin mahsûlüdür. Bu uğurda zavallı insanoğlu, aç kalır,
çıplak kalır, soğuktan donar, çok kere de malını mülkünü, hattâ vatanını
kaybeder, perîşân olarak ölür, cân-ı azizini istemese de verir. Hele
topların, tayyarelerin sinir bozucu gürültüsü, ne rahat bırakır, ne de uyku.
Bütün bunların sebebi hep dünya sevgisi değil de nedir?

Evet dünyada bulunduğumuz müddetçe yemek, içmek, giyinmek, ev,


bark, odun, kömür ve şâire gibi zarurî ihtiyaçlardan vareste kalamayız.
Ancak bunların te'mîni için çalışmanın da farz olduğunu bilmek lâzımdır.
Sonra evlenmek de ayrı bir ihtiyaçtır. Şüphesiz bütün bunlar varlık ve
paraya dayanır. Ama bunları sanma ki dünyadandır. Bunlar, niyyetlerimiz
hâlis olduğu

112
TASAVVUFİ AHLAK V

takdirde, hep sevap plan işlerdir. Fakat insanın bazı günahları vardır ki, ne
yapsa affolunmaz. Lâkin maîşet hususundaki zahmetlere, sıkıntılara,
zorluklara dûçâr olması;" insanın en büyük günahlarının affına başlıca
sebeptir.

Şu halde bunlar dünyadan değil, dünyada iken ahiretimizi kazanabilmek


için vesilelerdir. Elbette yemeden, içmeden yaşamak mümkün olmaz. O
zaman ibâdeti ne ile ve nasıl yapacağız? Öyle ise bunlar dünya sevgisi
değil belki âhiret ve Hak sevgisi için gereklidir. Şu halde bunlar da âhiret
amellerinden sayılırlar.

Riyaset sevgisi denilen belâ hiç de böyle değildir. Onda ne Hak rızâsı
vardır, ne de amel. O yalnız baş olsun ister. Halbuki reisliğin mes'ûliyetini
birazcık olsun idrâk etmiş olsa, İmâm-ı A1 zam (rh.a.) gibi ölümü tercih
eder de o mes'uliyetli işin içine girmek istemezdi. Bu konuda bizler
kendimizi korumaktan, hattâ çocuklarımızı bile korumaktan âciz
olduğumuzu her zaman görmekteyiz. Reîs olunca tabîî olarak birçok
hizmetler sırtımıza yüklenecek ve Hazret-i Ömer (r.a.), "Köprüden geçen
bir hayvanın ayağı oradaki çukura düşüp kırılsa, mes'ûlü Ömerdir"
buyurmuştur ki, bu mes'ûliyeti müdrik olmayanların böyle işlere atılması
elbette çok tehlikeli bir şeydir. Herhalde bundan dolayıdır ki, şeyhlerin reîsi
Abdülhâlık Gucdüvânî (k.s.) Hazretleri, "İmâm ve müezzin olmamak
şartıyla cemâati terketme" buyurmuştur. Bak o büyükler, reislikte ne
büyük felâket ve musibet olduğuna kânidirler ki, bizim imâm ve müezzin
olmamızı bile istemiyorlar. Vay o riyaset makamlarında oturanların hâline!
Çünkü on kişinin başına emir olan kimselerin, yarın kıyamet gününde elleri
boyunlarına bağlı olarak haşrolunacakları ve bunların kurtulmaları, ancak
yaptıkları adalet ve iyiliklere bağlı olacağı gibi, haksızlıkları ve günahları da
öylece Cehennem'e atılmalarına sebep olacaktır. Onun içindir ki,
me'muriyetin ve riyasetin evveli melâmet, ortası nedamet, sonu da
Cehennem azabıdır. Adalet etmek pek kolay birşey değildir. Bahusus
akraba ve dostlarına karşı insan dâima yardımı sever. Onlara ağır cezalar
vermekten kaçınır. Bu ise haksızlık olarak onu Cehennem'e götürmeye
yetecektir, vesselam.

Bakınız, Hazreti Osmân-ı zinnûreyn (r.a.) Hazretleri halîfe olunca, Hazreti


Ömer (r.a.)'ın oğlunu kadı yapmak için emir ve-

11J

rince, Hazreti Abdullah (r.a.) özür beyan ederek affını ister. Fakat Hazreti
Osman (r.a.) Hazretleri de emrinde ısrar ederek mutlaka vazifesi başına
gitmesini ister. Bu durumda dahî Hazreti Abdullah kadılığı kabul
etmemekte ısrar eder ve hep affını diler. Nihayet yakasını kurtarır. Buna
benzer bir diğer vak'a da, Hazreti Ömer (r.a.) Hazretlerinin hilâfeti
zamanında geçer. Bişr ibn-i Âsim (r.a.) isminde bir zât, Havâzin
kabilelerinin zekâtlarım toplamaya me'mur edilmiş fakat Bişr (r.a.) bunu
kabul etmemiştir. Bunun üzerine Hazreti Ömer (r.a.), "Size düşen itaat
değil midir, niçin gitmiyorsun?" deyince "Evet bize düsen itâat-tır, fakat
ben Resûlullah'tan işittim ki; |(Her kim müslümanla-rın işlerinden bir işe
memur olursa, kıyamet gününde Cehennem köprüsünün üzerine getirilip
orada durdurulur. Eğer muh-sin ise, kurtulur. Eğer müsî (günahkâr) ise
yâni kötü işler işlemişse, köprü yarılır ve yetmiş sene derinliği olan
Cehennemin dibini boylar) {Sonra bu hadîs-i şerifi Ebûzer (r.a.) Hazretleri
de te'yît etmişlerdir. Bu suretle Bişr (r.a.) da yakasını kurtarmıştır.

Hele şu, ne kadar ibret vericidir. Hazret-i Hamza (r.a.) Hazretleri, birgün
Efendimiz (s.a.s.) Hazretlerinden bir iş, bir memuriyet istemişler, Resûl-ü
Ekrem (s.a.s.) Hazretleri de bakın ne buyurmuşlar. "Yâ Hamza, bir nefsi
ihya etmek mi yoksa öldürmek mi daha sevgilidir?" Cevaben "Elbette
ihyâsı daha sevgilidir" deyince, "Öyle ise nefsinin kemâle ulaşmasına bak,
âdâb-ı şerî-ata riâyetle sâlih ameller işle" buyurmuşlardır.

Şimdi birlikte düşünelim. Hazret-i Hamza gibi cesur ve muktedir, bir


mübarek zâta vazife vermeyip, ona "Nefsinle meşgul ol" demesi, bizler için
en büyük bir ders değil midir?.. Her önümüze gelen kimseyi birer vazifeye
ta'yîn etmek doğru mudur? Herhalde bunların idare işlerinde yapacakları
kuvvetle melhuz aksaklıkların vebali, onları ehil olmadıkları işlere
getirenlere âit değil midir? Elbette böyledir. Çünkü onların, o işlerin başına
gelmelerine sebep olan odur. Rüşvet ve irtikâbın sebeplerinden biri de
böyle ne idüğü belirsizler değil midir? Gözleri doymayan ve ömürlerim
sefahat, kumar, içki ve kadın peşinde geçirenlere ne para dayanır, ne de
başka birşey. O takdirde, herhalde baş vuracağı en kolay çâre rüşvet ve
irtikâptır. Sonra da bu işe bir kere alıştı mı artık bir san'at veya vazife
telakki edilerek, rüş-vetsiz iş yapmak veya yaptırmak imkânı
kalmayacaktır. O za-

man tabiî olarak, rüşvet vermeyenlerin işleri bir çok zorluklarla


karşılaşacaktır. İşte bütün bunlara sebep olan memurları ta'yîn edenler de
aynı günaha ve belki de daha fazlasına müstahak olacaklardır. Fakat iş bu
kadarla da kalmaz. Netice itibariyle, devletin îtibârı sarsılır, zayıflar ve
belki de yıkılmasına ve sonra da tarihte ismi kalıp, haritadan silinmesine
kadar gider. Bu hususta son derece titiz ve uyanık olmak lâzımdır. Hiç bir
bilgi, görgü ve tecrübeliliğe bakılmadan, elindeki diplomaya göre vazîfe
vermenin ne kadar yanlış olduğunu zaman gösterecektir. Bugün iş
başlarında ne kadar uygunsuz, devlet nizâmını bozmaya gayret eden
kimseler mevcut olduğu görülmekte ve bilinmektedir ki, bunların mes'ûlleri
hep onları ta'yîn edip oralara getirenlerdir. Sâdık, namuslu, vatansever,
adalete, Hak'ka ve nizamlara riâyet edecek kimseleri arayıp bulmak,
başlıca bir vatan borcudur. Bununla beraber eski müslümanların me'mur
olmaktan ne kadar korkar ve kaçar oldukları da bizler için çok mühimdir.
Bu devirde me'mur olmak kolay, kolay ama eğer âmirler zâlim kişilerse,
onların zulümlerine yardımcı olmak ne kadar tehlikeli bir iştir! Cenâb-ı Hak
Kur'ân-ı kerîm'inde hassaten zâlimlere yardımcı olmaktan bizleri men'
etmiş ve onlara (Ve lâ terkenû) nehyi ile meyil ve muhabbeti bile
yasaklamıştır. Nerede kaldı onlara hizmet ve yardımda bulunmak! Cenâb-ı
Hak'kın çok çeşitli helâl kazanç yollarını bırakıp ta devlet kapılarına
koşmak, bana kalırsa pek akıllı bir iş değildir. Belki insanın karnı rahat
doyar, lâkin ind-i ilâhîdeki mes'ûliyeti çok ağırdır. Bu mes'ûliyeti müdrik
olanlar, büyüklerin dedikleri gibi "Bir güzel Arap atı görmüşler de, (Bu
neye yarar?) diye sormuşlar. Cevaben binip me'muri-yetten kaçmaya
yarar" diyerek felâketi bizlere göstermişlerdir. Fakat yine bizim gözlerimiz
hep me'muriyettedir. Çalışmaktan her nedense pek hoşlanmıyoruz. Hele
hanımlarımızın gözleri hep me'muriyettedir. Veya me'murlardadır. Çünkü
bütün düşünceleri, kocaları öldüğü zaman kalacak maaştadır. Bu suretle,
sözde istikballerini garantiye alarak, rahat bir hayata kavuşacaklarını
zannederler. Halbuki kimin ölüp kimin kalacağını Allah-tan başka kim
bilebilir?

San'at ve ticâret çok iyi bir devlettir. Kanâat hepsinden daha büyük bir
nîmettir. Hazır maaşlara göz dikmektense, Allâh-ü teâlâ'nın tükenmez
hazînelerine bel bağlamak daha uygun ol-

sa gerektir. Şu hayvanlardan da bir ibret almak lâzım, hepsi, karınlarını


doyurmak için nasıl çalışırlar. Hele arılar, üstelik bizlere ne güzel bal
verirler. Eğer bu hayvancıklar da başkalarına hizmetkâr olsalardı, ancak
kendilerini doyururlar, bizlere birşey kalmazdı, değil mi?

Felah ve kurtuluşu ta'rîf ederken ne güzel buyurmuşlar: Elinden gelirse


emîr olma, kâtib de olma, arif de olma.. Arifin ta'rî-finde; cemâatin işlerine
bakanlar, kabîle reisleri ve emîrler diye şerh edilmiştir. Bugün bu iş,
muhtarlardan tutun da, en üst kademeye kadar her memura şâmildir.
Askerde de onbaşıdan başlar. Bu memuriyet sınıfına giren hâkim ve
savcılarda daha büyük tehlike arz eder. Binâenaleyh, velev iki kişi
arasında dahî olsa, hüküm vermemek, yetim mallarına vasî olmamak,
emâneti kabul etmemek lâzımdır. İnsanlar hilkaten emir olmaya ha-
rîsdirler. Fakat bunun sonu, yarınki kıyamet gününde nedamet, husrân ve
pişmanlık olduğunu da unutmamak gerektir. Zîrâ "Son pişmanlık fayda
vermez" olduğu hepimizin bildiği aşikâr bir şeydir.

İnsanlar akıbetlerini pek iyi bilemedikleri için, me'muriye-ti ve bahusus


emir verici bir âmir olmayı çok severler. Severler ama bunun sonu,
dünyada ve âhirette bir azap, bir felâkettir. Bu işi şuna benzetmişlerdir:
Çocuk meme emmesini pek sever. Onun bütün yaygaralarını ancak meme
teskin eder ve susturur. Memeyi ağzına alınca, neşe ile emmeye başlar.
Gerek o anda ve gerekse vakti gelip büyüdüğü zaman, memeden kesilme
zamanı gelince, anasına çok sıkıntı çektirir. Çocuk alıştığı bu tatlı memeyi
bir türlü bırakmak istemez. İstemez ama, böyle devama da imkân yoktur.
Nihayet birgün zorla memeden keserler. Tabiî o da, ağlar, bağırır, çağırır,
velhâsıl pek kolay olmaz.
İşte me'muriyet de tatlı bir memeye benzer. Fakat bir gün gelir azlederler,
bir kulpunu bulup atarlar veya kovarlarsa ne kadar acı olur! İzmir'in Fâtihi,
düşmanı denize döken Bursa'lı Nu-reddin Paşa, birgün geldi ki, bütün
me'muriyet hizmetlerinden mahrum edilerek, vazifeden atıldı. Biz bunun
sebebini burada yazacak değiliz. Sen istiyorsan ara bul. Herkes
dalkavukluk yapamaz. Esasen dalkavukluk aslında çok mezmûm ve
adîliktir. Dokuz köyden kovsalar dahî sen yine sakın doğruluktan ayrıl-

116

TASAVVUF! AHLAK V

ma, doğrunun yardımcısı Hazreti Allah'tır. O elbette seni utandırmaz.

"İnsanlar arasında hükmetmek isteyen hâkim veya me'mu-riyet için ta'yîn


olunan kimse, bıçaksız kesilen hayvan gibidir" denilmiştir. Çünkü bıçakla
kesilen, daha az acı çekerek daha çabuk öleceğinden, bu ta'bîr
kullanılmıştır. Fakat bıçaksız kesilme ta'bîri, çok çeşitli tefsirlere yol açmış,
bazıları buna, "Dininin helakidir" demişlerdir. Çünkü kesme ameliyesi
mutlaka bıçakla olur. Resûlullah (s.a.s.) Efendimizin bunu bırakıp da
bıçaksız demesi, buna delâlet eder demişlerdir.

Şuna da dikkatinizi çekerim: Yarın insanlar, temennî edip isteyecekler ki


saçlarından Süreyya yıldızına —gökle yer arasında— asılı kalsalardı da,
böyle bir me'muriyet, vazîfe veya reislik yapmasalardı. İnsanların işlerine
karışıp, onlara âmir olmanın böyle bir felâket olarak gösterilmesi, hep bu
işlerde sadıkane, âdilâne ve ihlâs ile amel edememenin korkusudur. Tabiî
bu işler, hep olacak birer vazifedirler. Fakat bu vazifeleri âdilâne ve
sadâkatle, dürüst bir şekilde yapabilecek adamlar lâzımdır. Böyle kimseleri
yetiştirmek de yine millete düşen en mühim bir vazifedir. Aksaklıkları
görüp de neme lâzım deyip geçmek, hiç bir müslümana yakışmazken,
bilmem neden susup kalınır? Böyle olunca da meydanı boş bulan tilkiler de
arslan kesilip, istediklerini yaparlar. Bunun için milletin dâima uyanık ve,
şuurlu olması ve Allah'ın yasak ettiği şeylerden kaçarak, emirlerine sımsıkı
sarılmasının sırrı ve hikmeti meydana çıkar. Eğer bir memuriyeti, sen
istemeden seni çağırıp verirlerse, Allâh-ü teâlâ senin her işinde sana
yardımcı olur. Eğer kendin tâlib olursan, o işin üstesinden gelmen için seni
kendi kendine bırakırlar. O zaman çok kere sen de âciz kalıp, işin içinden
istenildiği gibi, lâyı-kı veçhile başarıp çıkamazsın. Ayağım ona göre denk
al, vesselam.

RtYÂ VE SUMA

117

Riyâ ve Süm'a
Riya pek büyük bir derttir. İnsanın kendisini bu âfetten kurtarabilmesi bir
lütf-u ilâhî olmakla beraber, kuvvetli bir ilim ve ilmiyle beraber ihlâs ile
amel etmeğe vabestedir. Bununla beraber bir de nefsiyle mücâhededen de
hâli kalmamak îcâbeder. Çünkü nefisler, dünyâ lezzetlerine, makamlarına
karşı meyyaldir. \ânî onlara meyledicidir ve sevip hoşlanıcıdır. İlim onu her
ne kadar bu kötü meylinden men etmeğe çalışırsa da, bâzı cazip haller
karşısında âciz kalır. O zaman nefsin, seninle mücâdele ve mü-câhedeye
alışmış; usta, mahir bir asker gibi seni yenecek şekilde hazırdır. Böyle bir
mücâhedeye alışmamış insanlar, hiç harp görmemiş, tatbikatını da
bilmeyen acemi bir asker gibidir. İnsan eğer bu harbe kendini
hazırlamamışsa, düşmanın tecâvüzüne karşı hemen âciz kalıp, ya teslim
olur veya kaçar. Halbuki bugün kaçmak, hiç bir fayda vermez. Çünkü
düşman, seni teslim alıncaya kadar peşini bırakmaz. Nihayet ya ölürsün
veya esir olursun. "Ölürsen şehîd olursun" demek de bu konuda biraz
zordur. Zî-râ kaçıyorsun, mücâhedeye yüzün yok. Sebebi de, vaktiyle harp
usullerine vâkıf olmamış olmandır. Fakat ruhun zayıf olduğu için düşman
karşısında tutunamadın. Düşmanın topu var, güllesi var, kal'ası varsa,
Hak'kın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır, deyip sebat edemedin.

İşte Filistin'deki Arapların hâli de budur. Binâenaleyh insanın, her


yaptığını, gerek ibâdet ve gerek hayırlar olsun, insanlardan hiç bir medh U
sena beklemeden ve mükâfat da istemeden, sırf Allah-ü teâlâ'nın rızâ-yı
şerifi için yapması gerektir. Eğer ibâdetinde ve yaptığı hayır işlerinde veya
verdiği sadaka ve ihsanlarda, yedirip, içirdiklerinde, şayet insanlardan
bir^jVlâşâal-lah ne gayretli ve ne çaüşkan insan" desinler gibi veya buna
benzer birşey bekliyorsa, bulûtneUere hep riyjt girmiştir. Hayrından çok
şerri vardır. Halkın zemminden korkarak yapılan işler de böyle-

118

TASAVVUF! AHLÂK V

RİYA VE SÜM'A

119

dir. İlk hesaba çekilecek üç kimsenin hâli bizlere ibret olmak üzere

r anlatılmaktadır: "Bunlardan biri: Mücâhit asker, şehîd olmuş, hak istiyor,


rütbe, derece istiyor. Birisi de; cömert, verdiği sadakaların mükâfatını
istiyor. Üçüncüsü de; âlim, o da yaptığı irşatların, nasîhatların sevabını
istiyorlarsa da, bunlara yaptıkları bu pek büyük fedâkârlıkların, sırf Allah
rızâsı için olmayıp, \ belki asker, "Ne şecâatli ve cesur adam" desinler
diye dövüştü-\ ğü Cenâb-ı Hak'kın ma'lûmu olduğu için ameli
reddolunmuş-\ tur. Cömert de keza bunun gibi, halkın kendisini medh ü
sena / etmesi, "Ne cömert adam" desinler diye yaptığını Allâh-ü teâlâ )
bildiği için bu da red olunmuştur. Âlim de aynı akıbete uğra-/ mıştır.
Bütün bunlardan anlıyoruz ki, yapılan herhangi bir amel [ (hangisi olursa
olsun), muhakkak Hak sübhânehû ve teâlânın 1 rızâsından başka birşey
beklemeden yapılmalıdır. Sizlerin bun-\ dan sonra müşrik olmanızdan
korkmam ve lâkin şirk-i hafiden V korkarım" buyurulmuştur. "Bu şirk-i hafî
nedir?" denilince, "Bunun riya olduğu" bildirilmiştir. Evet riyakârlık gizli bir
şirktir ve çok korkunç bir tehlikedir. Riyakârlara hiç bir sevap
verilmeyeceğinden, o gün çok fena bir duruma düşeceklerdir.
Cehennemde bir dere vardır ki, bu azâb çukuru, mürâî âlim ve hafızlar için
hazırlanmıştır.

/" îsâ aleyhisselâm buyururlar ki: "Sizler oruçlu olduğunuz / günler, oruçlu
olduğunuzu kimseye bildirmemek için başınızı ve V sakallarınızı yağlayın
ve ara sıra ağızlarınızı yemekten kalkan ) insanların yaptıkları gibi siliniz
ki, halk sizin oruçlu olduğunu-7 zu anlamasın. Zîrâ en az bir mikdar da
olsa riyali ameli, Allâh-Vji teâlâ kabul etmez" buyurmuştur.

Peygamberimiz (s.a.s.) Efendimizin de bizim amellerimizden en çok


korktuğu şey riya ve şöhret-i hafidir ki bu da riyanın gizli olanıdır. "Yarın
kıyamet gününde hiç bir yerde gölge yokken, Arş-ı a'lânın altındaki
gölgeliklerde kemâl-i saltanatla oturacak olanlardan birisi de, sağ elinin
verdiği sadakayı sol eli bile duymamış olanlardır." Yâni, son derece saklı
olarak sadaka verenler olacağı anlatılmış oluyor. Diğer ameller de böyledir.
Amellerin en efdali, gizli olanıdır. Açıkça yapılan amellere nisbeten yetmiş
derece üstünlüğü vardır. Melekler dağların yaratılışını görünce taaccüp
edip, "Yâ Rab bunlardan daha kuvvetli bir mah-

lûkun var mı?" diye sormuşlar veya ön kuvvetli mahlûk olarak dağlan
gördükleri için, "Bundan dah|a kuvvetli ve şiddetli birşey olmaz" demişler
de, bunun üzerine Cenâb-ı Hak demiri yaratmış, onunla dağlar delinmiş,
ateşi yaratmış, demiri eritmiş, suyu halk etmiş, ateşi söndürmüş, rüzgârı
yaratmış, yağmur taşıyan bulutlan dağıtmış, bunlar karşısında âciz ve
hayran kalan melekler, rahmet-i ilâhiyeye sığınıp sormuşlar: "Yâ Rab senin
mahlûkâtının içinde en şedidi, kuvvetlisi hangisidir?" Cevaben Cenâb-ı Hak
buyurmuş ki "Sağ eliyle verdiği sadakayı sol elinden bile saklayan kulumun
kalbinden daha şedîd birşey yaratmadım." İşte bu cevâbın büyük ve geniş
ma'nâsını çok düşünmek lâzımdır. Fakat ihlâs denilen ni'mete mazhar
olamayan insan, hiç bir zaman kendini bu riyadan kurtaramaz. Yağmurdan
kaçarken doluya tutulan zavaiiılar gibi. Yalnız kuvvetli bir îmân, kuvvetli
bir ihlâs, yılmaz bir mücâhede, tam ve kâmil bir takvaya sahip olan
müslüman müstesna.

Cenâb-ı Hak yerleri ve gökleri yaratmazdan önce yedi melek yaratmış,


sonra yeri ve gökleri yaratınca, bu yedi meleği yedi kat göklerin herbirine
bir eş, birer me'mur etmiş, vazîfelen-dirmiştir ve, "Kullarımın hafaza
melekleri tarafından getirilecek olan amellerini kontrol etsinler ve eğer o
amellerin içinde gıybet, dünyâ sevgisi, kibir, ucüb, hased, zulüm, riya ve
Hakkın rızâsından gayri birşey beklemek suretiyle yapılan ameller varsa,
sahiplerinin amel defterlerine işaret koysunlar" buyurmuştur. İşte bu
sıfatlarla mevsûf olan kimselerin yapmış oldukları, gerek mâlî, gerek
bedenî ve gerekse hac gibi hem mâlî hem de bedenî ibâdetlerle namaz,
oruç ve sadakalardan hiç birisi makbûl-ü İlâhî olmıyacağı gibi, melekler
tarafından da geri çevirilip, sahibinin yüzüne çarpılacağı beyan
olunmuştur. (5/16)

Hazret-i Ömer (r.a.) Hazretleri, boynunu bükmüş, başını eğmiş olarak


gördüğü bir kimseye demiş ki, "Huşu' orada değil, belki onun yeri kalbdir.
Başını kaldır da başkalarını ve kendini aldatma.!' Mescidde secde halinde
ağlayan birisine de, "Ağlaya-caksan evinde ağla" buyurmuşlardır.

5/16 Tafsilatlı bilgi için bkz. İmâm-ı Gazali, İhyâ-ul Ulûm 111/257-261.

120

tasavvuf!ahlâk v

Hazreti Alî (r.a.) Efendimiz de, "Mürâînin üç alâmeti vardır: Birincisi; yalnız
olduğu zaman tenbelleşir, kalabalık içinde çok gayretli görünür ve amelini
artırır. Medh olunduğu vakit sevinir, zemmolunduğu vakit amelini
noksanlaştınr ve yerinip kederlenir. Halbuki insan, -kâmil olunca zem ile
medh onun yanında müsavidir. Hiç fark etmez. Binâenaleyh, insanları
görünce hareketlerini değiştirenler, sofu, zâhid, müttekî gibi göriuiT mek
isteyenlerin hâli hep riya mahsûlüdür. Meselâ, namaz kılarken uzun
süreler okuyarak kıyamda çok durmak, rükû' ve secdelerde gene fazla
kalmak, insanların yanında gayet teennî ve vakarla hareket edip, yalnız
kalınca bunların hiç birisine riâyet etmemek ve kezâ^ insanlarla beraber
yemek yerken gayet az yemesi, kendi başına kalınca istediği gibi karnını
tıka basa doyurması; konuşurken de böyle, giyiminde de böyle yapması
riyadan ileri gelir. .

Onun için yalnız Cenâb-ı Hak'kın rızâsını gözetip, başkalarının sözlerine


iltifat etmiyerek, olduğu gibi görünmek veya göründüğü gibi olmak
lâzımdır ki en doğrusu da budur. Riya, gösteriş için veya Allâh-ü teâlâ'nın
rızâsından gayriyi kastla yapılan amel olup, süm'a da bunun gibi, yine Hak
rızâsından gayri başkalarının duyması veya görmesi için yapılan amellerdir
ki sahibine hiç bir suretle ne sevap, ne ecir, ne de mükâfat verilir. Bu
suretle de Cennet'ten mahrum olup, bir de Cehennem'e atılmasına sebep
olur ki ne büyük bir felâkettir. Allah cümlemizi bu gibi âfetlerden muhafaza
buyursun, âmîn.

Şeddât isminde bir zât, birgün Resûlullah (s.a.s.) Efendimizi ağlarken


görünce, uYâ Resûlallah niçin ağlıyorsunuz?" diye sormuşlar. Efendimiz
"Ümmetimin şirke düşmesi korkusundan dolayı ağlıyorum. Fakat,
ümmetim putlara, güneşe, aya, taşlara tapmazlar, lâkin amelleriyle riya
ederler" diye korkularım izhar buyurmuşlardır. Evet putlara, taşlara
tapılmaz ama, bu sözleriyle riyanın ne büyük bir felâket olduğunu bizlere
duyurmuş olmaktadır. Onun için yarın kıyamet gününde mürâîleri "Yâ
gadir, yâ hâsir, yâ fâcir" diye çağıracakları gibi onlara, "Amellerini kimin
için ve ne maksatla yaptınsa, sevabım da git ondan iste" diyeceklerdir. Bu
sebeptendir ki riyanın en ufağı bile şirkten sayılmıştır. Bu husustaki
korkudan dolayı bir çok büyüklerimiz, amel-

RİYÂ VE SÜM'A

121

lerini halkdan saklamak mecburiyetini hissetmişlerdir. Yine bâzı büyük


âlimler ki, sözleri çok tesirli, kendi halleri de pek mükemmel olduğu halde
va'z ve nasîhat edip halkı başına toplamaktan sakınmış ve kaçınmışlardır.
Bu ise o nurlu devrin kâmillerinin halleridir. Vay bu devirde bizim başımıza
gelenlere vay! Va'z esnasında kendimi halka beğendireceğim diye çeşit
çeşit pozlar, tavırlar, haller, kollarıyla hattâ bedenleriyle -Allah esirgesin-
bâzan çok mu çok çirkin hareketlerle va'z ve nasîhata kalkışanlara
sorarsanız, insanların yola gelmesini temin için nefes tükettiklerini
söylerler. Fakat asıl içlerinde saklı olan gaye -hani çakmak taşının içindeki
ateş gibidir. Ne zaman ki çakmağı çakarsınız, ateş meydana çıkar.
Bunların da içlerinde saklı olan amelleri halkın teveccühü ile dünyalık elde
etmektir. Halkın tevüccühü-nü kazanmak ta kolay birşey değildir. Onun
için bu gibi lâyık olmayan halleri ve sözleri irtikâp edip, Hak'kın gözünden
düşerler. Fakat bu onlar için o kadar mühim değildir. Yalnız isterler ki
halkın gözünden düşmesinler, onun için buna çok dikkat ederler. Halbuki
eskiler bâzan, gayr-i meşru gibi görülen hareketlerde bulunurlardı ki, sırf
halk başlarına toplanmasınlar diye bunu yaparlardı. Bugün ise tam tersine,
kimseye birşey diyecek tarafımız yok. Çünkü insanoğlu bildiğinden şaşar
değildir. Yalnız bizim diyeceğimiz birşey varsa o da, Allah celle ve alâ
cümlemize dünyâ ve âhiret iyilikleri ihsan buyursun, âmîn. (5/17)

Bugün mütâlâa etmekte olduğum Râmûz-ü Şerifin 254'üncü sayfasının son


satırlarındaki hadîs-i şeriften de bahs etmeden geçemeyeceğim. Mamâfîh,
bunları bilmeyenler de yok değil, ama herkes kendi bildiğinden de geçici
değildir. Bizim gayemiz ise ancak tebliğdir, duyurmaktır. Kimsenin üzerine
Cenâb-ı Hak bizi musallat kılmamıştır. Bizden söylemek, okuyandan
anlamak ve tatbîk etmektir. Bakınız, bunu Buhârî garîb olarak, İbn-i Mâce
de Ebû Hureyre (na.)'dan nakil buyurmuşlardır.

Cenâb-ı Peygamber (s.a.s.) efendimiz buyururlar ki: "Cüb-bü hüzünden


Allah'a sığınınız" Ashâb-ı kiram da sorarlar: "Yâ Resûlallah, bu Cüb-bü
hüzün dediğiniz nedir?" Cevaben buyu-

5/17 Bu hususta fazla malûmat isteyenler İhyâ-ul ulûm'un 3. cildindeki


"Riya ve Süm'a" bahsine başvursunlar.

122

TASAVVUF! AHLÂK V
ruyorlar ki "Bu Cehennem'de bir kuyudur ki, Cehennem dahî hergün
bunun şerrinden 400 kere Allâh-ü teâlâ'ya sığınır. Bu kuyuya ulemânın
amelleriyle mürâîlik edenlerini idhâl eder. Bu âlimlerin Cenâb-ı Hak'ka en
buğuzlusu, ümerâları ziyaret edenleridir." Yirmi kelime kadar olan bu
hadîs, bir çok sayfalarla ve yine birçok adlar ve namlar altında yazılan
yüzlerce, hattâ binlerce kitaba bedeldir. Çünkü bütün kitablann delâlet
edeceği gaye, kullan Hak'kın gazabından ve gazap evi olan Cehen-
nem'den kurtarıp Cennet'e sokmaktır. Halbuki insanların Ce-hennem'e
girmesine sebep olan ve Cehennem'in bile günde 400 kere Allah'a sığındığı
bu kuyuya atılmak ne demektir? Burada her ne kadar bahis konusu olan
âlimler -ki o zaman da onlara "Kurrâ" denilirdi. Kurrâ" kelimesinin kökü
de, okumaktan gelir-mürâîlik yaparak, mevkiler elde etmek için ümerâ
kapılarına gidip, yaltaklanarak bir vazîfe almağa çalışan herkese şâmil olsa
gerektir. Doğrusunu Cenâb-ı Hak bilir.

Zâten me'muriyet denilen şey, milletin yükünü almak ve karşılığında rahat


bir geçim temin etmek için istenilen bir hizmettir. Fakat çok kere bu iş
tersine işleyerek, millete yük olunduğu da unutulmamalıdır. Sonra hangi iş
olursa olsun hepsinin kendisine göre ağır veya hafif mes'ûliyetleri vardır.
Bu mes'üliyetle-ri müdrik olmayan zavallıların bu gibi tehlikeli işlere
atılmaları ne kadar gariptir. Bugün tahsil çağında olan, yüzbinlerin
üstündeki talebelerin de hemen tek gayeleri, biran evvel diplomalarını alıp,
devlet işlerinden bir işin başına geçmek ve bu suretle de maişet derdinden
kurtulmaktır. Bunun için, yânî şu lokmacık için her boyaya girmek ve
katlanmak mecburiyetini de hisseder. Yaptığı işin doğru birşey olup
olmadığını da tetkike bile lüzum görmez. Helâl ve haramı da bilmez. Yalnız
o alacağı paraya bakar. Fakat şunu iyi bilmeli ki, iyi veya kötü yapılan
şeylerin hiç birisi boşa gitmez. İyi şeyler için sevap ve mükâfatlar
verileceği gibi kötü işlerin de cezası olacaktır. Bu bizim dünya
kaidelerimizde carî olan hâdiselerdendir. Hapishaneler, zindanlar,
sürgünler, idamlar, hep bu kötü işlerin sonucu değil midir? İster inan ister
inanma; işte sana dünyadaki örneği. Binâenaleyh böyle tehlikeli işlere
atılmak, ancak bu işleri lâyıkı veçhile ve tam bir adalet ölçüsü içerisinde,
kimsenin menfaatini ve kendi çıkarını

RİYA VE SÜM'A

123

düşünmeyerek, Hak'dan kıl kadar dahî ayrılmadan vazifesini


yapabileceğine kanâati tam ise ne a'lâ. Zîrâ devletin bir me'muriyet
kadrosu vardır. Buraya lâyık olanları bulup koymak onun vazifesidir. Her
isteyene istediği yeri vermek elbette doğru olmaz. Çünkü iş ehliyetsiz
ellere verilince tabiî olarak işler aksar, millet de sıkıntıya düşer. Zîrâ böyle
ehliyetsiz insanların içlerinde öyle kimseler vardır ki, Allah'tan korkmaz,
israfdan kaçmaz, milletin malını yerli yersiz savurur, günah, sevâb nedir
onun lügatın-da yoktur, rüşvetsiz iş yapmamaya alışmıştır. Çünkü başka
türlü geçinemez (!) Bu ise devletin şan ve şerefine halel verdiği gibi, işleri
de çıkmaza kadar götürür. Bunun vebali de, böyleleri-nin ta'yinlerini
yapanların sırtlarına yüklenir. Sonra bu me'muriyet denilen hizmet,
muayyen bir para mukâbilindedir. Halbuki ticâret, san'at ve zirâatle
uğraşmak belki biraz zordur, yorucudur. Hele çiftçilerin akıbetleri biraz
meçhuldür. Bâzan yağmur yağmaz, güneş lüzumu kadar olmaz, çeşitli
haşerât ve âfetler mahsûlü helak edebilir. Bu sebeplerledir ki bu işlerle
uğraşmak kolay birşey değildir. Ama bugünkü teknik usullerle işler hem
kolaylaşmış, hem de tehlikeler oldukça azalmıştır. Yeraltı sularından ve
barajlardan istifâde mümkün olduğu gibi, mahsûlü gübrelemek ve
ilaçlamak suretiyle çok güzel mahsuller alınmaktadır. Eğer biraz da bilgi ile
çalışmasını becerebiliyorsa bir memurun on veya yirmi senede alabileceği
maaşı, o bakarsın bir senede fazlasıyla almıştır. Ticâret erbabı da
gözümüzün önünde. Koca konaklar, kâşaneler, villalar, saltanat, debdebe,
hizmetkârlar emrinde. Bununla beraber bugün ferdî çalışmalar istenilen
derecede kazanç elde etmekten uzaktır.

Dünyâ günden güne değişmektedir. Artık müslümanların gafleti bırakıp,


elbirliği yapmaları ve böylelikle her sahada geniş işler tutmaya çalışmaları
lâzımdır. Bakınız bugün üç buçuk Yahudi memleketimizin ticâretine hâkim
durumdadırlar. Bunların hakkından teker teker gelmek mümkün değildir.
Bunun için toplanmak, birbirinizin elinden tutarak, sağlam temellere dayalı
büyük şirketler kurmak mecburiyetindeyiz. Yalnız şunu da unutmamak
gerekir ki, şirket kurmak kolaydır. Fakat yine oyuna gelip, bunları
Yahudilere kaptırmaktan sakınmalıdır. Sakın zannetme ki Yahûdî gelip, bu
fabrikayı bana satın veya beni de

124

TASAVVUF/AHLÂK V

ortak alın desin. Hayır, Yahûdînin oyunu çok örtülüdür. Kendisi perde
arkasında saklanır. Fakat Yahûdî emellerine hizmet edecek, para
sevdalıları, ahmaklar, aptallar, vatan, din ve millet sevgisinin ne olduğunu
bilmeyen zavallılar vardınJci bilerek veya bilmeyerek Yahûdîye hizmet
ederler. Onun için sen kendi vatanında, kendinin ve çocuklarının rahat ve
emîn olarak yaşamasını istiyorsan, behemehal bir bina halinde, birbirimizle
adetâ kaynaşıp birleşmemiz lâzımdır. Yoksa başka türlü varlığımızı
sürdürmeye imkân bulamayız.

Bak bugünkü Yahûdîye, tâ Amerika'lardan kendi devletlerinin ve


milletlerinin muvaffak olması ve yaşaması için İsrail'e milyonlar, hattâ
milyarlar yağdırmaktadırlar. Bundan müslüman-lık nâmına hepimizin
utanıp, ibret almamız lâzımdır. Artık mü-râîlik devri çoktan geçmiştir.
Şimdi elbirliğiyle başbaşa verip, canla başla çalışmak gerektir.

Cenâb-ı Hak cümlemizin muîni olsun da, İslâm'hktan, dinden, îmândan


ayırmasın. Dosta düşmana da muhtaç etmesin, vesselam. Bi hürmeti
Seyyidil-Mürselîn, vel-hamdü lillâhi Rabb-il-âlemîn.
GAZAB

125

Gazab

Kibir, riya, hased, kin ve emsali ne kadar çirkin, günah, fena ise; gazab
da, dinimizde günahtır ve dünyamızda bizi felâketlere sürükleyen bir
âfettir. İnsanların ve bahusus müslüman-ların kemâle ulaşmalarına engel
olan başlıca manîlerdir. Allah-ü teâlâ gazabı, kullarına, haklarjna tecavüz
eden dinsizlere karşı kendilerini müdafaa edebilsinler, düşmanlarına karşı
çok şe-did, yılmaz bir bahâdır gibi mücadele ve mücâhedede kafiyen
gözlerini kırpmasınlar diye vermiştir. Aynı zamanda bunlar, birbirlerine
karşı da son derece saygılı, merhametli, şefkatli kimselerdir. Gazapsız
insan olmaz. Fakat onu yerinde kullanmasını bilmek gerekir. Yerinde
kullanmasını bilmeyenler, hem kendine hem de cemiyetine dâima zararlı
olabilir. Şeytan gazablı insanı çok sever. Çünkü onunla bir çocuğun topu
ile oynadığı gibi oynar. Gazabın, mezmûmjcötü olan ahlâkların hemen
hemen başı olacağına..dikkatleri çekerek, Efendimiz^(sla.*s.)Hâizretlen,
fiâ-smatjsteyen kimselere, dâima gazabı terk etifleyTtâvsiye
buyurmuşlardır. CöSeflsteyen kişiye de, yine^azabfterk etmesini emir
buyurmuşlardır. Cehennem'den kurtulmak için de, yine gazabın terki lâzım
geldiği, gazabın mezmûm, kötü, fena bir huy olması sebebiyle, onun
terkinin lüzumu hakkında müteaddit hadîslerde fazlaca üzerinde
durulmuştur ki, bu da onun ehemmiyetine kâfî ve vâfîdir.

Evet, gazab ma'lûm olduğu üzere ateşin mahsûlüdür. Şeytan da ateşten


yaratıldığı için, gazablı insanı çok sever. Aralarındaki müşabehetten nâşî
olsa gerekir. Binâenaleyh kızıldığı zaman, hemen bir abdest almalı veya
soğuk su ile yıkanmalı ve burnuna su çekmeli, ayakta ise oturmalı,
oturuyorsa yatmak suretiyle gazabım söndürüp, şerrinden kurtulmaya
çalışmalıdır. Bâ-husûs Allah-ü teâlâ'nın gazabı, hiçbir zaman kulların
gazabına benzemez. Azabı çok şedîddir. İntikamı dehşetlidir. Elinden kur-

v urı /i/ii//ia r

tulmaya kat'iyyen imkân yoktur. Bununla beraber şunu da unutmamalıdır


ki: "Gazabını yenip, af edenler, kıyamet gününde pek büyük mükâfatlara
nail olacaklardır" buyurulmuştur.

Bu sebepden Hazret-i Ebû Bekir (r.a.), Hazret-i Ömer (r.a.) Hazretleri ve


emsali bir çok büyükler, kendilerine dil uzatanlara karşı vakarlarını
muhafaza edip gazaplarını yenmişler, onlara ceza vermek gerekirken,
üstelik onları affetmişlerdir. Bazan da kendilerini bolca hediyelerle taltif
ederek, kinlerinin sevgiye tebd î line sebep olmuşlardır. Zîrâ birbirlerinize
vereceğiniz hediyeler, aranızdaki sevgiyi artıran, içlerdeki ateşin, kinin,
hasedin sönmesine sebep olan başlıca âmillerdendir. Hased, kibir, ucüb,
kin, iftihar, gurur, alay hep gazabın yavrularıdır. Yânî bunlar gazabdan ileri
gelir buyurulmuştur. Aynı zamanda en büyük zararlarından birisi de
gazabın îmâm ifsad etmesidir ki, çok korkunç bir tehlikedir. Maazallah,
insanın îmânsız olarak âhirete göçmesine de sebep olabilir. Bir anlık
gazabını yenemiyerek bir-TMrlerini vûrüp~öîdürenler, katledenler, hiç
Allah'dan korkmazlar mı ki, bu adiliği işlerler. Neticesinde de yâ
hapishaneye veya mezarlığa giderler ki, ölen de öldüren de
cehennemlikdirler. Zîrâ ölen de, öldüreni öldürmek için çalışıyordu,
yapamadı; fakat niyeti öyle olduğu için cehennemlik olacaktır. Onun için
pehlivan veya başpehlivan, insanları güreşte yenen kimse değil, belki
gazab halinde nefsine hâkim olup hilmini gösterebilendir. Câhiller hilimden
pek hoşlanmazlar. Zîrâ, kıymetini bilmezler. Hilim insan için bir ziynettir
ki, kendisine bahâ biçmek elden gelmez. Ahmak adam hemen kızar. Akıllı
olan da, sabreder, affeder, mukabele etmez. Çünkü "Câhüejrerilecek__en
müessir cevap sükûttur" buyurulmuştur" Şu halde gazabdan korkmak" ve
sakınmak lâzımdır. Zîrâ gazab imâm ifsâd eder, fesada sevkeder. îmânın
tadı tuzu kalmaz. Acı biber gibi bir ot vardır. Arabistan'da olur. O ot bala
karıştırılınca nasıl balın tadı tuzu kalmazsa; fesada uğrar yenilmez, nihayet
atılırsa, îmân da böyle işe yaramaz olur. Onun için ahlâkın düzelmesine
çok dikkat lâzımdır. Öyle herşeye kızıp, bağırıp, çağırmak veya vurup,
kırmak hiç bir zaman akıllıca bir iş değildir. Şu da var ki, İmâm-ı
Şâfiî(rh.a.) Hazretleri "Kızılması lâzım olan yerde kızmamak hayvan işidir"
buyurmuştur. Meselâ hayvanı döversin, söversin, hayvan oldu-

(J/1Z./1Ö

İZ/

ğu için aldırmaz. Fakat asıl kızılması lâzım gelen yerler, dinine, namusa
zarar gelen yerlerdir. Hanımını, kızını çıplak gezdirip iftihar eden kimsenin,
şunun bunun sözlerine kızması, ahmaklıktan başka birşey değilriirj"fo7ah
aHın Hiişmnnıdir

Hazret-i Ömer (r.a.) Hazretleri birgün hutbesinde, "tama-dan, hevây-ı


nefisden ve gazabdan kendisini muhafaza eden kimsenin felah bulacağını"
bildirmiştir. Müslümanlık alâmeti olarak söylenen çok nasihat yardır. Bu da
onlardan birisidir. Müslüman dâima mazluma yardımcıdır. Zayıfa acır ve
himaye eder. Sıkı ve hasîs değildir. İsraf etmez, haram ve günah yoluna
verilen paralara acır. Harama yardım etmez, para da vermez. Eğer bir
zulüm yapsa, derhal Hâlık'ından mağfiret diler. Zulmettiği kimseden de
özür diler. Câhili affeder. Kendisi insanların ezalarına tahammül eder.
Bundan nâşî çok sıkıntı içindedir. Lâkin halk ondan rahatsız olmaz. Zîrâ
kimseyi incitmez.

Abdullah ibn-i Mübarek (k.s.) Hazretlerine, "Hüsn-ü ahlâkı bize bir kelime
ile ta'rif eder misiniz?" diye ricada bulunmuşlar; o da, "Gazabın terkidir!'
diye cevap vermiştir. Demek ki, gazab ne kadar fena bir şeydir. Onun terki
de kolay birşey olamaz. Çok uzun mücâdele ve riyâzâtlara, katlanmak ve
devam etmek lâzımdır ki, yumuşaklık kendisinde bir tabiat haline
gelebilsin. Bu da her babayiğitin kârı değildir. Onun içindir ki büyüklerimiz
"Fena huyları ancak teneşir temizler" demişlerdir. Yânî bu demektir ki,
ölümüne kadar bu kötü huydan vazgeçmek, kendini kurtarmak mümkün
olmaz. Ancak Hak rızasına âşık olan âşıklar müstesna. Velîlerin
kİtablannda bâzan çok câzib hâdiselere, kerametlere rast gelinir de insan
adetâ mestolur. Amma o kerametlerin nasıl tahakkuk edebildiğini bir
düşünecek olursak görürüz ki, o mübareklerin hep nefisleriyle mücâhede
ve mücâdeledeki muvaffakiyetlerinin neticesidir. Cenâb-ı Hak cümlemizin
muîni olsun da nefsin ve şeytanın şerlerinden kurtarsın, âmin. Bi-hürmeti
Seyyid'il-mürselîn, ve'1-hamdü lîllâhi Rabb'il-âlemîn.

12$

TASAVVUFI AHLAK v

ÖVÜNME

129

¦ı

Övünme (İftihar)

Bu da ayrı bir hastalık ve mezmûm bir huydur. İnsan gerek geçmişleriyle,


gerekse bâzı meziyyetlerini sayarak kendisine bir kıymet verir, daha
doğrusu başkalarının kendisine bir kıymet ve paye vermesini arzu eder. Bu
meziyyetlerini hemen her yerde, her fırsatta ve her topluluk arasında
ortaya atarak, herkesi bıktırın-caya kadar söyleyerek övünen, bir nevi
aşağılık duygusuna sahip zavallılar vardır. Bunlar böyle davranışlarıyla
hem kendi ömürlerini boş yere zâyî ederler, hem de farkına bile varmadan
cemâatin nefretini kazanırlar. Onu dinleyenler nezâketen yüzüne karşı
birşey söylemeseler bile, arkasından .dedikodusunu yaparak, gıybet
ederler. Böylece bir çok kimselerin günaha girmelerine de sebep olurlar.
Elbette bu günahlar ona sebep olan adamın defterine de aynen geçirilir.
Bunlara tevbe edip vazgeçmek te, diğer günahlardan kendini
kurtarmaktan daha zorcadır. Bu hususda, Elmalüı merhum Küçük Hamdi
Efendi'nin dokuz ciltlik Kur'ân tefsirinde Tekâsür SÛJgsTnm^^unda çok
güzel nasîhatlar vardır. (5/18) İnsanlar IffrTcanş toprak vermemek için ne
kavgalar, ne muharebeler, ne felâketlere katlanırlar da, nefsinin ıslahı için
hiç bir fedâkârlık yapmak akıllarına bile gelmez, tşte bu hal ne kadar acı
bir şeydir. Ham gelip ham gitmek, hiç insan olan birine yakışır mı dersiniz?
Dünyâsı iyi olursa ne â'la,^eğer iyi olmazsa onu düzeltmek için gece
gündüz harıl harıl nasıl çalışıldığını görmekteyiz amma ne fayda, neticede
hepsi bırakılıp gidilmektedir.
Ebediyyet âleminin güzelliği için nedense bir gayret sarfet-mek mümkün
olmuyor. Bu ise bizler için en büyük bir kayıptır, övünmek, aynı zamanda
bir benlik ve varlık alâmetidir. Halbuki bgnjjklgoıkılrrıadıkça yarUk_denilen
saadete ulaşılmaz. Bak

5/İ8 Elmalüı Hamdi Yazır, IX, 6039-6065. ¦

buğday toprağa gömülmedikçe ve orada çürüyüp yok olmadıkça, yeşerip


başak çıkaramaz. Halbuki gereği gibi mahsûl verince, yerine göre bire on,
yirmi, otuz, elli hattâ yüz bile alanlar olmuştur. Bu bizim için bir ibret dersi
olamaz mı dersiniz? Cenâb-ı Hak tevfîkini cümlemize refik buyursun da,
kötü ahlâklarımızı mahvedip, yerlerine güzel ahlâkları ihsan buyursun,
âmîn.

< o

CK

;\

130

TASAVVUF! AHLÂK V

Hayaller

Gerek hayallerle vakit geçirmek ve gerekse yalnız zihninde mevhum olup


vücûdu olmayan boş şeylerle meşgul olmak, bir bakımdan da kibir ve
gururun bir parçası olan haliyle ve malıyla veya bilgisiyle yahut makam ve
rütbeleriyle gururlanıp, büyüklük taslamakdır ki bu da, kibir bahsinde zikr
olunduğu gibi pek mezmûm huylardan biridir. Hayalperest insanları kimse
sevmediği gibi, mağrur olanları da yine kimse sevmez. Elbette kimsenin,
yânî insanların sevmediği kulu Allah da sevmez. Allah-ü celle ve alâ'nın
sevmediği kul ise dünyada da âhirette de mahv ve perişan olur. Bu çirkin
ve yaramaz huydan da Cenâb-ı Hak cümlemizi muhafaza buyursun, âmîn.

Şu insanoğlunun büyüklenmesi kadar yanlış ve çirkin ne var ki, bunu


idrâkten âciz olduğu için, kendisine ne çok paye ve ne çok kıymet verir.
Sanki bu dünyâyı kendisinden başka idare edecek bir idareci bulmak
mümkün değilmiş gibi, tıpkı esrarkeşlerin zevk aldıkları hayaller gibi bir
sürü hayal peşinde zihnini yorar durur. Halbuki esrarkeş, bu gibi
insanlardan bir bakıma daha iyidir; hattâ daha normaldir. Çünkü içtikleri
esrarın hükmü geçince akılları başlarına gelir, işine gider. Bunun ise bütün
işi gücü hep hayal ve gurur içerisinde olduğu için, kendini aidata aidata,
birgün nihayet perişan olarak yokolur gider. Onun varlıklı günlerinde
etrafında dönüp dolaşan dalkavuk güruhundan başka birşey olmayan
zavallıları da, hattâ belki de yakınlarından daha geniş bir kitleyi de mahv
ve perişan edeceğinden, bu mezmûm huydan korunmak ve Allah-ü
teâlâ'ya sığınmak gereklidir.

GÜZELLİĞİ İLE İFTİHAR ETMEK

Güzelliği İle İftihar Etmek (Mübâhât)

Güzellik Cenâb-ı Hak'kın verdiği bir lütuf ve ihsandır. İnsan kendiliğinden


güzel olamaz. Mâmâf îh Cenâb-ı Hak herkesi güzel olarak yaratmıştır.
Fakat birbirlerinden farklı, daha güzel, daha a'lâ, daha yakışıklı, daha
zekâlı, bilgili, becerikli, hünerli, cesaretli, maharetli, daha cömert insanlar
olduğu gibi; gözlerinin, endamının, renginin, letafetinin, kibarlığının,
fesahat ve belagatının güzelliği, bazı müstesna vasıflarla birbirlerinden ayrı
oldukları da şüphe götürmez bir hakikattir. Kambur bir adam veya topal,
çolak, kör, sağır, dilsiz kimseler ne kadar güzel olsalar da, bu noksan
sıfatları, kendilerinin herkes tarafından beğenilmesine manîdir. Fakat bu
kusurlarından dolayı boyunları bükük olan bu zavallıların Hak sübhânehû
ve teâlâya karşı tazarrû ve niyazlarıyla makbûl-ü ilâhî olmalarına hiç bir
manî yoktur. Şübhesiz ki gönül güzelliği, vücut güzelliğinden çok daha a'lâ
ve efdaldır. Allah esirgesin, gönlü bozuk, ahlâkı bozuk, terbiyesi kıt, bir de
zekâ ve akh eksikse vay insanların haline, onun elinden neler çekmezler.
Yüzü güzel, gözü güzel, boyu poşu güzel, bilgisi de güzel ama, ahlâk
olmayınca, ancak etrafındakilere çalım satma gururu içerisinde azîz
ömrünü zâyî eder ki, ne büyük bir felâkettir. Bu güzelliği ile, bir de
gönlünü güzelleştirip, bu güzelliği kendisine veren Allâh-ü teâlâ'ya
şükredip, fenalıklardan, günahlardan kendini koruyabilir, bir de ibâdet ve
tâatini vaktinde güzelce yaparsa, bunun da kıymeti o nisbette yüksek
olacağından şüphe yoktur. Binâenaleyh mübâhât denilen güzelliğinden
nâşî iftihar ederek, güzellik müsabakalarına çıkmaya heveskâr olmak,
sevilmeyen ve mezmûm olan ahlâklardan birisidir.

Cenâb-ı Hak cümlemizi bu gibi âfetlerden muhafaza buyursun, âmîn.

Mekir, Hiyle, Hıyanet

Bu üç sıfat birbirlerinin tamamlayıcısı ve birbirlerinin eşidir. Mekir; hıyle,


hud'a, dubara, düzen ve sihir mânâlarını taşıyan bir kelimedir. Bir adamı
hiyle ile aldatmak mânâsına da gelir. Bir adamı hiyle ile maksadından
çevirmektir ki, bu da iki nevîdir. Biri kötülükden iyiliğe çevirmek, biri de
maazallah aldatarak iyilikten kötülüğe çevirmektir ki, bu çok mezmûmdur.
Hiylekârlığm nevileri pek çoktur. Meselâ, esnaf olan bir satıcı, her ne
satarsa satsın, satın alanı hiyle ile aldatmak isterse, ya parasını fazla alır,
ya malım çok medhederek alıcıyı kandırır, veya sattığı malın ayıplanm
alıcımn gözünden saklar, meyva falan gibi şeylerde malın iyisini, güzelini
üstüne koyarak, çürük çarığını arkalara veya kağıtların altına saklamak
suretiyle alıcıya göstermeden onları doldurur. Daha kötüsü, tartıda hiyle
yapar, kantarda hiyle yapar, ölçüde hiyle yapar, halbuki siz hiç farkına bile
varamazsınız, 900 gramı bir kilo diye alıp gidersiniz. 90 santimi bir metre
diye verir. İyiyi gösterip çürüğü, bozuğu verir. Sen farkına varmadan
kantara dirseğini dayar, istediği gibi tartar, sen de görürsün, çok güzel
dersin. Fakat muhakkak eksiktir. Böyle kazandığı hiyleli paralarla etrafına
çalım satar, apartmanlarım, bankalarda paralarım ye şu kadar servetim
var diye övünür durur. Çoluk çocuk o haram paralarla yetişirler. Bak sen
işin sonuna ki ne anasına, ne babasına, ne de milletine faydası olamadığı
gibi, kimbilir etrafına ne kadar zararı olacaktır?

Cenâb-ı Hak cümlemizi böyle hiyle, hud'a ve hiyânetlerle geçinmekten


muhafaza buyursun, âmîn.

Hıyanet ise, ayrı bir cibilliyetsizliktir. Hele kendisinden faydalandığı


kimselere karşı hıyanet edenlerin, milletin işlerinde, köprü, yol vesâir
inşaatlarda ve bütün teahhütlerinde hiyleye kaçarak, fazla kazanç
ümidiyle, işin tam hakkını vermeden noksan yapmak, parasım almak ve
vazifelerinde sû-i isti'mal yaparak

MEKİR, HİYLE, HIYANET

133

iş görmek, rüşvet almak, vazifesine vaktinde devam etmemek, vatana


hıyanet, devlete hıyanet, partiye hıyanet, gayelere hıyanet gibi, belki de
sayısı pek çok hainlikler vardır. Allâh-ü celle ve alâ Hazretleri hâinleri
sevmez, hâinlere yardımcıları da sevmez, sevmediklerini de o güzel
Cennet'ine koymaz.

Cenâb-ı Hak cümlemizi hainlikten, hâinlere uşak olmak-dan ve hâinlere


yardımcı olmaktan muhafaza buyursun, âmin.

134

TASAVVUF! AHLÂK V

İki Yüzlülük (Müdâhane)

Müdâhane de mezmûm olan ahlâklardan biridir. Nasıl mez-mûm olmasın


ki, hem yalancılık var, hem de dalkavukluk. Halk dilinde kavuk sallamak
diye de isimlendirilir. "Salla başıni,al maaşını" deyimi de bunun bir delilidir.
Bu ahlâkın sahipleri aynı zamanda münafıklar gibi, içindeki husûmeti
saklayıp, samimiyet izhar eder ve hakikaten seviyormuş gibi sun'î bir sevgi
gös^ termek suretiyle karşısındakini hem aldatır hem de fırsattan istifâde
ederek ondan faydalanmasını bilirler, İki yüzlülük gibi birçok kötülükleri
kendisinde toplayan adam, âdî bir insan demektir ki, şerlerinden çok
korkulur. Çünkü birdenbire onları anlamak müşküldür. Samîmi sanırsınız,
içinizi dökersiniz, o da bundan istifâde ile sizin canınıza okur, veya
samimiyetine aldanarak kendisine mühimce işler, vazifeler verir, ikram ve
ihsanlarda bulunursunuz, o da bi'1-mukâbele iyiliklerinize karşı elinden
gelen her kötülüğü yapmaktan kaçınmaz. Tam bir nankörlüktür.
Alçaklıkların en âdîsidir.

Bu kötülükleri yapan insan Cenâb-ı Vâcibül-vücûd Hazretlerinin vermiş


olduğu namütenahi nimetlere karşı teşekkür edeceği yerde, hem isyankâr
hem de nankörlüğün tâ kendisini yapmış oluyor ki affolunmaz bir-
kabahattir. Cenâb-ı Hak bizleri hıfz-u himayesinden zerre kadar ayırmasın,
âmîn.

Bundan kurtulmanın en güzel çâresi, dilinden Allâh-ü teâ-lâ'nın zikrini


bırakmadığı gibi, gönlünden de Hak'kı çıkarmamaktır. Her hâl ü kârda,
"Rabbim Allâh-ü teâlâdır, beni her-yerde görür, her şeyimi bilir ve her
şeyime şâhiddir" demeli ve bunu kat'iyyen hatırından çıkarmamağa
çalışmalıdır. Bu sayede bu mezmûm huylardan kurtulup, Hak'kın sevdiği
kullar arasına girebilirsin. O zaman dünyâda da bahtiyar, âhirette de
mes'ûd ve mutlu bir kimse olarak Cenâb-ı Hak'kın sevdiklerine tahsis ettiği
Cennet evinde Cemâlullahın müşâhedesiyle müstağrak olarak kalırsın.

Cenâb-ı Hak cümlemize o güzel Cennet evini müyesser eylesin. ?.mîn.

Cimrilik (Bıihl)

Bahîllik mezmûm bir ahlâktır. Bahîl kimseyi, kullar sevmediği gibi Allah
(c.c.) de sevmez. Bahîllik, insanın Allah-ü teâlâ-yı bilmemesinden ileri
gelir. Hernekadar herkes gibi bahîl de: "Ben Allah-ü teâlâyı bilirim" derse
de, ona kulak asma. Eğer Allah-u teâlâ'yı hakîkaten bilmiş olsaydı bahîllik
yapmasına imkân olmazdı. Çünkü Allah-ü teâlâ Hazretleri hem rızıkları
verendir, hem de çok cömerttir. Atâ ve ihsan sahibidir. En aşağı mükâfatı
bire ondur. İhsanının sonu yoktur. Çok verir, hesabsız verir. Lütuf ve
ihsanı sayıya gelmez derecede olduğundan, hesapsız verir denilmiştir.
Bunun numuneleri de pek çoktur. Şimdi bir insan, birine bir lira verib de
on lira alacağını bilirse, hiç o lirayı vermekten sakımr mı? Elbette
sakınmaz. Demek ki, bu bahîl kimse Allahı bilmediğinden nâşî, elindeki
serveti kaçırmak korkusuyla, ne kendi yer ve giyer ve ne de yedirir ve
giydirir. Onun için, bunların Cennette de yerleri yoktur. Fakat ne olursa
olsun bu mezmûm ahlâk sahipleri, huylarından bir türlü vaz geçemezler.
Eğer bütün insanlar bu huylarla huylanacak olurlarsa paralarını sevip,
hayırlara can ve gönülden iştirak edemezlerse, şüphe yok ki, o cemiyetler
pek çabuk çöküp izmihlale düşerler ve sıkılıklarının cezasını bulurlar. İşte o
zaman başkalarının ya esîri veya kölesi olmaktan başka çâreleri kalmaz.

Bu sebeptendir ki, iki cihan serveri sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)


Efendimiz Hazretleri, bahîllikten, tenbellikten, erzel-i ömür dedikleri (çok
yaşayıp kendi işini kendi göremez hâle gelip, etrafındakilere yük olarak,
kendisinden nefret etmelerine sebep olan marazlı uzun bir ömür) âfetten,
azâb-ı kabirden dünyâ ve âhiret fitnelerinden Cenâb-ı Hak'ka
sığınmışlardır.
Binâenaleyh, insanoğlunun en mühlik dertlerinden biri de sıkılıktır.
Ma'lûmdur ki, cesedin hastalıkları çok kere çabuk iyi

i JO

* nun r

olur, geçer ve sahibi de zamanla onu unutur. Nihayet ölüm mukadder ise
ölür. Fakat îmânı ve amel-i sâlihleri ve sehâsı sayesinde Cennet'teki yerini
bulur. Lâkin bu cimri ve bahîl, zavallı bir kimsedir ki, bu dertten kendisini
kurtaramaz. Aynı kanser hastalığına tutulanlar gibi, huyu ile birlikte ölür
gider, o huyundan vaz geçemez. Kanserli de ölür, ölür amma şayet varsa
îmânı ve güzel ahlâkı sayesinde yeri Cennettir. Şimdi bak bakalım, ikisi bir
olur mu? "Gazinin ayağının tozuyla Cehennem ateşi birleşmez"
buyurulması, yânî fî sebîlillâh mücâhidlerin Cehen-nem'e girmesi nasıl
mümkün olmazsa, sıkılık ile îmân da bir yerde olamazlar. Hem de
ebediyyen...

Cimrilik bir belâdır ki, telâfisi mümkün değildir. Bahîl adam, cimri kişi,
zâlimlerden daha gaddardır. Onlar zâlimin yapamadığını daha güzel
yaparlar. Baksana, hiylekârlarla beraber, bir de verdiklerini başa kakanlar
da, aynı zamanda cimri, bahîl ve sıkı kimseler gibi, Cennet'e giremezler
buyurulmuştur.

Helâkî mûcib olan sebepleri üç sınıfta toplamışlardır:

Biri, kendisine uyulan bahîllik

İkincisi nefsinin arzu ve hevesine uymak.

Üçüncüsü de; kendini beğenmek, gururlanmak, medh ve senasını istemek


gibi şeylerdir ki, hem kendisine, hem de beşeriyete en çok zararı dokunan
kimseler demektir. Halbuki, bugünün insanı, tamâmiyle nefs-i nevasına
uyup dâima kendini beğenerek, Övünmekten hâlî kalmıyorlar. Fakat
Cenâb-ı Hak'kın sevmediği ve buğzettiği üç sınıf vardır ki onlar da,
yaşlandıkları halde, hâlâ zina peşinde koşanlarla sıkı ve bahîl kimselerdir.
Üçüncüsü de, mütekebbir, mağrur kimselerdir ki, Hak sübhânehû ve teâlâ
bunları hiç sevmez. Sevmediği için de Cennet'ine koymaz.

Binaenaleyh, bahîllik ile diğer kötü ahlâklar hiç bir zaman bir mü'minde
bulunamazlar. Mü'min,en evvel iyi ahlâk sahibidir, sonra âbiddir, zâhiddir,
sahîdir; çünkü, "Cömert insan ma1 lıîm olduğu üzere hem Allah'a yakın,
hem Cennet'e yakın, hem de insanlara yakındır. Aynı zamanda
Cehennem'den de uzaktadır. Bahîl ise bü'akis Allah'tan uzak, Cennet'ten
uzak, hem de insanlardan uzaktır ve Cehennem'e yakındır"
buyurulmuştur. Onun için cömert kişi câhil dahî olsa, bahîl olan âlimden,
âbid-den daha makbul ve daha Hak'ka sevgilidir. Cennet'in cömert-
137

ler evi olduğunu da unutmamalıdır.

İbrahim aleyhissalâtü ve's-selâm'm, Allâh-ü teâlâ'nın haıî-li oluşunun


sebeplerinden birisi de» onun çok cömert ve sahî olduğudur denilmiştir.
Sahî insanların azıklarının pek çabuk ve süratle geleceğinde kat'iyyen
şüphe yoktur. Hem de Cenâb-ı Hak sahîleri dâima hıfz-u himayesinde
bulunduracağından, onların aleyhinde bulunmaması da ayrıca tavsiye
buyurulmaktadır. Cömert, Hak'kullaha ve insanların haklarına hürmet ve
riâyet edip, malını hattâ canını Hak yolunda feda etmekten çekinmez
olduğu gibi, bahîl adam da Allah'ın ve insanların haklarına riâyet etmediği
gibi, malını da infâk etmekten korkan ve kaçınan kişidir. Yoksa haramdan
kazanıp, haram yerlerde parasını israf eden kimseye cömert denemez
olduğunu da bilmek gerektir. Bunun tedâvîsi de, ancak ilim ve îmân
kuvvetine ve bir de amelce cömertliğe doğru atılan adımların, ikram ve
ihsanların mürüvvet îcâbı sadakaların bol bol verilmesine, bunun için de,
cömert kimselerle dost olup onlarm hareketlerini taklit ve tatbik etmekle
veya bunlara benzer amellerle mümkün olacağını ümid ederiz.

138

Hırs ve Tama

4İ Ij^Sl yAİ & efe» j p

/ "Âdemoğlu için iki vâdî dolusu altın olsaydı,bir üçüncüsü-[ nü isterdi.


Âdemoğlunun karnını topraktan başkası doyuramaz. \ Allah tevbe eden
kullarının tevbelerini de kabul eder." (5/19) İnsanoğlu yaratılışı itibariyle
malı ve parayı sevmekten hâ-lî kalmaz. Hele bugünün insanı, dünyanın
bitmez tükenmez, yeni yeni ve câzib îcâtları karşısında, zayıf ve âciz kalır,
bunlara imrenir. Bilhassa etrafının tesiri altında kalıp ezilerek, kendisini
ağır ve tahammülsüz yüklerin altına sokar ve cemiyete ayak uydurma,
kendisinden yükseklerin gidişine benzeme yarışına kalkar. Fakat bu sefer
ya gücü yetmez veya ömrü. Böylece birçok borçlar altında, kendisini de,
mirasçı aile ve çocuklarını da inletir. Halbuki ^kajrâjjyüjken^
derler. Bir insanda

kanâat olduktan sonra ne dünyada ne de âhirette hiç bir müşki-lâta dûçâr


olmaz. Mal ve mülk, bu bedenin sağlık ve selâmetini temin edip, namaz,
oruç, hac, zekât gibi, mâlî ve bedenî ibâdetleri yapabilmek ve hemcinsine
de yardımda bulunması ıçm verilmiştir. Hac ile zekât ve yardım, ancak
zengin olanlara borçtur. İbâdetini yapabilmek için sağlık, kudret ve
kuvvetle birlikte, barınabileceği bir mesken, zarurî ihtiyaçlardan sayılır.
Bun-larsız hayat mümkün olmaz; ibâdet de yapılamaz. Öyle ise bu

5/19 Keşf-ül Hafâ, II, 2118. hadîs, (Şeyhân, Tirmizî).


HIRS VE TAMA

zarurî ihtiyaçların dışına çıkmamak gerektir. Bunların dışına çıkıldığı


takdirde, insanoğlunun gözünü doyurmaya imkân olmadığı
görülegelmektedir.

Lâkin bugünün cemiyeti içerisinde yaşamak mecburiyetini duyan her kişide


bu hırs, tama ve nisbeten ihtiyaç mevcuttur. Çocukların tahsili,
yetiştirilmesi, evlendirilmesi, ev bark yapabilmeleri için zaruret miktarı da
olsa bir mükellefiyet içerisinde bulunmak mecburiyeti vardır. Bütün bunlar
ibâdet edebilmek niyyetiyle yapıldığı takdirde, ecir ve mükâfatı da çok
olur. Hem de maîşet derdi için külfetlere katlanan, gam ve kederlere
düşen zavallıların başka birşeyle affolunmayan büyük günahlarının bile
affolunacağı bildirilmektedir ki, hem Lütf-u ilâhî olduğu, hem de işin
ehemmiyeti anlaşılmaktadır. Bunda da yine, îmân, sâlih amel, ibâdet ve
tâatle beraber, âhiret sevgisi ve Hak sevgisinin bulunması şarttır. Çünkü
insan bunlarsız ne kadar yorulursa yorulsun eline birşey geçmeyeceği gibi,
o azîz ve kıymetli ömrünü de boşuna harcayıp, zâyî ettiği için mes'ûl
olacaktır ki, bu mes-ûliyyetten kendisini kurtarması da çok müşküldür.

İki kişi vardır ki kat'iyyen gözleri doymaz. Çok harîstirler. Bunlardan biri
ilme, birisi de mala haristir. İlme harîs olan, ilmiyle kendisine ve insanlara
faydalı olabiliyorsa ne mutlu ona! Mala harîs olan da böyledir. Fakat
ekseriyetle, mal ve zenginliğin insanları tuğyana sevk etmekte olduğu çok
görülegelen ve inkârı mümkün olmayan hâdiselerdendir. İnsanoğlu
yaşlanır, ihtiyarlar, iş göremez hale gelir; fakat emel ve dünya sevgisi
kat'iyyen ihtiyarlamaz. O, hâlâ gençliğindeki emellerinin peşindedir.
İnsandaki bu cibilliyetten nâşî, Cenâb-ı Hak sübhânehû ve teâlâ Hazretleri,
Peygamberimiz (s.a.s.) Efendimize, kanâati medh y& sena
buyurmuşlardır. Bu sebepten hiç bir zengin veya fakir olmayacak ki,
yarınki kıyamet gününde: "Keşke bizlere günlük rızıklar verilseydi" diye
temennide bulunmasın. Ma'lûmdur ki zenginlik, mutlaka mal ve paranın
çokluğu ile değil, ancak zenginlik, nefsin zenginliği, gönlün zenginliğidir. O
nefis ki, Allâh-ü teâlâ'ya sarsılmaz itimâdı vardır. Hem verdiğinin karşılığım
çok fazlasıyla vereceğini bilir ve inanır. Hem de Rezzâk-ı âlem olduğuna,
kimseyi aç bırakmayacağına kanidir. Böyle bir inanca sahip olan kimse için
de zenginliğin ölçüsü, ancak Allâh-ü teâlâ-

140

TASAVVUF! AHLÂK V

mn verdiğine kanâat edip, razı olmaktır. Kanâat eden kimse, hiç bir zaman
başkasına muhtaç olmaz. Sonra Allah-ü teâlâ'nın verdiği nimetlere
şükretmesini gayet güzel bilir.
Va'z ve nasîhat isteyen kimselere şöyle buyurulmuştur: "Namaz kıldığın
zaman son namazınmış gibi kıl, sonra pişman olacağın sözü söyleme ve
insanların elindekilere sakın göz dikme!'

Diğer bir nasihatte de şöyle buyurulmuştur: "Allâh-ü teâ-lâ'ya hiç bir


suretle şirk koşmayınız. Beş vakit namazınızı kılıp, âmirlerinize de itaat
ederek, sözlerini dinleyiniz. İnsanlardan zinhar birşey istemeyiniz!' Bu
nasihati tutan o zamanın müslüma-nı, at veya deve üstünde iken yere
düşen kamçısını bile "Şunu bana alıverir misiniz?" demekten çekinerek,
bineğinden inip kamçısını veya başka birşeyini kendileri alırlarmış.
Böylelikle başkalarına külfet ve yük olmamağa ne kadar dikkat ettiklerini
göstermesi bakımından ne güzel bir derstir. Bugünün dilencilerinin ve
halka yük olmaktan çekinmeyen kimselerin kulakları çınlasın. Müslümanlık
hemen, "Aman efendim, versinler" diye, halka yük olmak değil, bil'akis
halkın yükünü almak ve onu yükten kurtarmaktır. Yoksa, halka yük olmak
kat'iyyen doğru değildir ve çok sakınmak gerektir.

Tama' fakirlik; insanların elindekilerden ümîd kesmek, müstağni olmak, en


büyük zenginliktir. Hergün bir melek, "Yâ âdemoğlu, sana yeter olan az,
seni tuğyana sevk eden çokdan hayırlıdır" diye nida edermiş. Halbuki
bütün dünya bizim, olsa, onun içinden yiyeceğimiz ancak rızkımızdır. Geri
kalanın hesabı ise "Nereden kazandın, nerelere harcadın?" denince,
hesabın ne demek olduğu pek güzel anlaşılır. Kazanırken haram
karıştırmamak, sonra da onu Hak'kın rızâsı olmayan hiç bir yere, israflara
harcamamak, pek de kolay birşey değildir. Helâlinin hesabı olduğu gibi,
haramının da cezası çok büyük ve neticesi de Cehennem olduğu aşikârdır.
Binâenaleyh, bu hususta en güzel yol kanâattir. Onun için, emelini bir
aydan fazlasına uzatmamak lâzımdır. Kalbini de bir aydan fazlası için
meşgul etmemelidir. Daha doğrusu, olduğu günden başka günleri
düşünmemek ve nihayet üç günden fazlasıyla ne kendini ne de gönlünü
meşgul etmemek daha evlâdır. Zîrâ, emel uzayınca kanâatteki izzet ve
fazîletden eser kalmaz, kuru bir lâftan ibaret kalır. Bu yüzden gönül de
kirlenir. Bu da insanı tabiî olarak hırs ve ta-

HIKS VE TAMA

141

mâa sürükler. Sonunda da tama', tabiat halini alır. Buna tabiat-ı saniye
derler ki insanda ikinci bir huy olarak kökleşir kalır; bir daha da ondan
kurtulmak imkânı olnu - Dostlarla arayı açar, günahlara katlanır ve bir çok
zilletlere ma'rûz kalıp, onlara da tahammül etmek mecburiyetinde kalır ki
çok kötü ve çirkin bir akıbettir. İzzetin yerine zillete düşmekle beraber,
ahlâkı da o nis-bette kötüleşir. İşçilerine karşı bağırıp çağırmak, icâbında
sövüp saymak ve dövmek gibi çirkin hareketlere muztar olur. Bakarsın ki
bu sefer de sana karşı bağırıp, sövmeler ve belki de dövüp, öldürmeye
kadar yeltenenler olur ki elbette bütün bunlar insan olana yakışan şeyler
değildir. Sebebi ise hep tama ve hırstır. Yâni, kanaatsizliğin neticesidir.
İbn-ü Semmâk (r.a.) der ki, uzun emeller, ümidler. kajbi ve ayağı
jjağlayan birer iptir. Yâni, kulun Hak'ka yol bulmasına manîdirler, lama' ve
hırs, -Allah esirgesin- insanın elinden dîninin gitmesine de sebeb olur.
İnsanın ihtiyaçları dâima birbirini kovalamaktadır. Eğer, bunları elde
edeceğim diye uğraşırken günler geçer aklını başına toplayamazsan, bir de
bakarsın ki Hazret-i Azrail (a.s.) kapıya gelmiştir. Artık herşey sona
ermiştir. O da muradına ermeden bırakıp gitmiştir. Evet gitti amma ne
yazık ki eli de boş, cebi de. Artık âhiret âleminde hâli nice olur bilinmez.
Tama insanın burnuna geçirilen bir ipe benzetilmiştir. Onu istediği tarafa
çekip sürükler. Bu da dünyâ sevgisinin alâmetidir. İşte bu emellere ve
tamâ'lara ihtiyaç duymadığın zaman, yânî kanâate razı olduğun vakit,
hayat senin için çok hayırlıdır. Ömrünün ve vaktinin değerini vermiş
olursun. İşte bu nasîhat sana çok va'z ve nasîhat dinlemekten daha
hayırlıdır.

Hırsın ilâcı da şu üç şeye bağlıdır: Sabır, ilim, amel. Birinci ameldir ki,
herşeyde yeme, içme, giyme ve mesken gibi zarurî ihtiyaçlarda dahî
iktisâda son derece riâyet lâzımchr. İktisâda riâyet eden hiç bir zaman
fakîr olmaz. Zenginlik ve fakirlik hâlinde bile kanâat, rızâ; gazap hâlinde
de adalet; gizli ve aşikâr hallerinde de, Allah korkusu (Haşyetullah), necat,
saadet ve selâmet alâmetidir. Hem de iktisâda riâyet edenleri, Hak
sübhâne-hû ve teâlâ Hazretleri zengin eder. İsraf edenleri de fakîr kılar.
Allâh-ü teâlâ Hazretleri kendini dâima zjkrgdenleri sever.

İkincisi; Allâh-ü teâlâ'ya sağlam bir ıtimâd gerektir ki bütün mahrukatın


rızıklarını veren O'dur. Allah'dan korkanların

142

TASAVVUF! AHLÂK V

nzıklan daha bol ve umulmadık yerlerden kendilerine ihsan edilir. Sıkırıtı


ve meşakkatlerinden de çabuk kurtarılır. Kanâatte hem hürriyet ve hem de
izzet vardır. Tama' da ise zillet ve hakaret vardır. Onun için demişler ki,
istediğin kimseye muhtaç olursan, onun esîri olursun. İstediğine de ihsan
ile verirsen, onun emîri olursun vesselam.

Üçüncüsü; İyi düşün, hıristiyanlar gibi mi yaşamak istersin, yoksa


Peygamberlerin hayâtı gibi mi? Öyle ise dünya işlerinde dâima kendinden
aşağısını gör ve hâline şükret. Âhiret işlerinde ise kendinden yüksekleri
gör, sen de onları geçmeye çalış. Zîrâ dünya fânî, âhiret ise bakîdir. Hiç bir
aMh insan bakî olan âhireti, fânî olan dünyaya değişmez. Cenâb-ı Hak
cümlemize uyanıklık nasîb eylesin, âmîn.

NE/İS VE ŞEHVETİN ARZULARINA MEYL

143
Nefis ve Şehvetin Arzularına Meyletmek

Haram olan şeylerden kaçmak, tabiatiyle her müslümanın başlıca


vazîfelerindendir. İbâdetten lezzet almak, feyzlerinden istifâde etmek ve
islâm'da yükselmek için; ibâdetlerin yanı, sıra haram olan, günah
sayılabilecek her türlü hareketlerden, işlerden, kazançlardan sakınmak,
korkmak ve kaçmak şarttır. Haram ve günah olan herşeyden ve hattâ
mekruhlardan bile son derece korkup kaçmak lâzımdır. Zîrâ bu, günah,
haram ve mekruh olan yasaklar, adetâ bir değirmeni çevirecek suyun
çarklara gelmesine manî olan deliklerdir ki, suların kaçmasına sebep
olurlar da, değirmenin işlemesine; yânî taşların dönmesine engel olurlar.
Bunu evinizdeki elektriğe de tatbîk edersiniz, hattın herhangi bir yerindeki
kesiklik veya kopukluk veya kontak yapması, evimizdeki lâmbalara veya
araçlara cereyanın gelmesine nasıl manî olursa, ibâdetlerimiz de aynı
şekilde susuz kalan değirmen veya karınlıkta kalan bir eve benzetilmiştir ki
çok doğrudur. Çünkü İslâmiyet bizden yalnız ibâdet istemiyor. Hem ibâdeti
yapacak, hem de günahlardan kaçınmaya son derece dikkat edeceğiz.
Bunun için günahları ve kerahetleri iyice bilmek ve onlardan uzak kalmak
gerektir. Bu da kâfî değildir; aynı zamanda zâlimlerin, dinsiz ve kâfirlerin
bütün hareketlerinden, yeme, içme, giyme ve şâire gibi âdet ve
hareketlerine benzememeye çalışmak ve kaçınmak çok mühimdir. Zîrâ
gerek kâfirlerin ve gerekse zâlimlerin hat ve hareketlerini beğenmemek ve
onlara kat'iyyen meyletmemek lâzımdır ve şarttır. Meyletmek netîce
i'tibâriyle onlara uymayı ve onlarla beraber olmayı îcâb ettirir. Ma'lûmdur
ki, eğilen bir şeyin yıkılması mukadderdir. Binaların, minarelerin bir tarafa
meyledip eğilmesi, onların yıkılacağına alâmet değil midir? Bu da kâfî
değildir. Helâl veya mubah olan yânî, yenmesinde, giyilmesinde günah
bulunmayan şeyleri de helâl olduğu halde, ara sıra terk ederek, nefsin
arzularına manî olmak ve he-

144

TASAVVUF! AHLAK V

lâl dahî olsa, her isteğini vermemek suretiyle nefsi terbiye ve ıslaha
çalışmak ta vazifelerimizden ma'dût değil midir? Fakat bu da kâfî değildir.
Bir de hamiyyet, mürüvvet ve sehâvet icâbı hayırlara sevk edip,
bahîllikten, sıkılıktan, cimrilikten de nefsi kurtarmak ve bi'1-fiil hayır
işlerinde çalışmağa cân-ü gönülden atılmak lâzımdır. Ne utanmak, ne
sıkılmak ve ne de, zorla değil yalnızca Allah rızâsı için aşkla çalışmaktır.
Çünkü her kim kendini, kime benzetirse, onlardan sayılacağı ma'lûmdur.
Haramlar sebebiyle alışılan, israf, nefs-i hevâ ve şehvetlerin esîri olup,
canlarının her istediğini yapan, harama, helâla, mekruha, müfside
bakmadan, hemen dünyasını elde etmeye çalışan insanlarla düşüp kalkan
kimsenin, netice itibariyle, tıpkı onlar gibi olacağı ve belki de onları bile
geçeceği me'mûldür. Onun için kötü kimselerle düşüp kalkanların sonunun
kötü olacağı, iyi insanlarla düşüp kalkanların sonunun iyi olacağından
şüphe edilemez. İyi kimseler Allah-ü teâlâ'ya tam ma'nâsıyla mutî,
günahlardan da son derece korkup kaçan ve Resûlullah'ın (s.a.s.) sünnet-i
seniy-yelerine de sımsıkı bağlı olan kimselerdir. Bunun mukabili olan
itaatsiz kişi de, hem kötü ve hem de Hak sübhânehû ve teâlâ-nın
sevmeyip buğzettiğidir.

Fenalıkların, tehlikelerin başı üç şeyde toplanır. Birisi: Tam bir cimrilik ki,
bunun fenalığını söylemeye lüzum yoktur sanırım. Çünkü cimriyi şimdiye
kadar kimse sevmemiştir. İkincisi: Nefs ü hevâsına uymaktır. Nefs ü
hevâlarına uyanların akıbetleri de her zaman görülmektedir ki, çıkmaz bir
yoldadırlar ve son durakları Cehennem olsa gerektir. Zîrâ nefs ü
nevalarının arzularına uyanlar, nihayet Allah-ü teâlâ'nın emirlerini
dinlemez ve yasaklarından da kaçamaz olurlar. Sonunda bakarsınız ki
maazallah dinden ve îmândan çıkmıştır da haberi bile yoktur. İnsanlar,
hayvanlar gibi hür değildir. Nefs ü hevâ ise, her istediğini yaptırmak ister.
O zaman da hayvanlar mertebesine düşürür ki bunun da, tabiatiyle insan
olana yakışmaz olduğu her akl-ı selîm sahibine malûmdur. Binaenaleyh
nefs ü nevaya uymak, her günahın her fenalığın başıdır. Netîcesi de
vehâmettir. Üçüncüsü: Kendini beğenmektir ki bu da, nefs ü hevâya
uymanın bir eşidir. Yânî şu üç şey, bahîllik, nefs ü hevâya uymak, bir de
kendini, kendi rey ve hareketlerini beğenmektir ki bundan da, baş-

kalarını dâima aşağı görmek ve onların hiç bir hareketlerini beğenmemek


çıkar. Bu suretle de cemiyette ahenk ve nizâm olamaz. O isterki hep
benim dediğim olsun. Halbuki bunu Peygamber (s.a.s.) bile yapmamıştır.
Uhud muharebesinde kendi re'yi, müdâfaa iken, cemâat düşmana karşı
çıkış yapmayı istediler-o da ekseriyetin re'yine hürmetle "pekiy" deyip
harp elbiselerini giydi ve onlara muvafakat etti. Yoksa, ben Peygamberim,
beni dinleyiniz de evlerimizden müdâfaa ederek düşmam zararsız hale
getirelim diyebilirdi; fakat bunu yapmadı. Hem bize müşavere yapmayı
öğretti, hem de cemâate uymayı. Binâenaleyh şehvetinin ve nefsinin
arzularına meyletmek, helâl şeylerde dahî olsa, birçok israflara ve
fenalıklara yol açar ki ne biter, ne de tükenir. İnsanın o azîz ye kıymetli
ömrü de boş yere zâyî olur gider, önün için büyüklerin sözlerini dinleyip,
Allâh-ü teâlâ'nın istediği gibi itaat edip, dünyasını da, âhiretini de mâmur
ederek ve öylece temiz, pâk bir halde bu fânî dünyâdan ayrılmak gerekir
vesselam.

Baksanıza, büyüklerimiz bize bu dünyâyı nasıl ta'rif ediyorlar. Dünyadaki


hayatımız için îsâ aleyhisselâm "Üç gündür" demiş. Bunun da birisi geçti,
birisi de gelecektir ki erişilip erişile-meyeceği meçhuldür. Biri de
bugünümüzdür ki bunu ganîmet bilmek gerektir!'

Sahâbe-i kirâmm ileri gelenlerinden Ebû Zer-i Gıfârî (r.a.) Hazretleri de:
"Dünya üç saatten ibarettir. Biri geçti, bir daha ele geçmez; biri de
gelecek, kavuşup kavuşmayacağını bilmezsin. Biri de içinde bulunduğun
saattir ki ancak onun kıymetini bil. Çünkü ölüm her saat gelebiliri'
Bir büyük de demiştir ki, "Dünyâ üç nefesden ibarettir. Birini aldık, gitti.
Birisi de alacağımız nefesdir ki, henüz alıp ala-maycağımızı bilemeyiz.
Belki onu almaya fırsat bulmadan ecelimiz gelip, o nefesi almadan bizi alır
gider. Binâenaleyh elindeki nefesin kıymetini bil de, onu Hak'km tâatine
sarf eyle!' ölmezden evvel eğer akıllı isen, Hak'tan ve Allah'tan zerre kadar
ayrılma. Hak'kı bulursan her isteğine nail olursun. Eğer Hak'kı
bulamazsan, herşeyden mahrum kalırsın vesselam.

IHO

tsi&sxr r \jı ı

Çalgı Dinlemek ve Günahı Mûcib Olan Yasak Yerlerde Bulunmak.

Çalgının her nev'i insanın ömrünü zâyî eder. Hem de zevkti safa âlemlerine
daldırıp, küçük, büyük günahların hepsini işletir. Çünkü çalgıların
bulunduğu yerlerde ekseriyetle içki de bulunur. İçki ile çalgı birleşti mi
artık herşey ve her günah işlenir, düşünme filân kalmaz. Bugünkü
çalgıcıların hâli meydanda. Onların yanlarında, Allah'tan ve Peygamberden
bahs etmek adetâ çılgınlıktır. Bunların yanlarında bulunup çaldıklarını
dinlemek, nefsin azmasına sebeb olur. Sonra bir daha hakkından
gelemezsin. Seni zikrullahdan ve ibâdetlerden alıkoyar ve şeytana arkadaş
eder. Hattâ onların yüzlerini bile görmeden, radyolarda ve televizyonlarda
seyredip dinlemek de günah olarak kâfidir. In-sanın vakitlerinin ve
ömrünün ziyama ve hem de günaha girmesine sebeb olurlar. Çünkü bu
zevk-ü safa âletleri, kalbleri karartır, katılaştırır ve içerisinde münafıklık
bitirir. Tlpkı yağmurların, otların ve ekinlerin bitmesine sebep olduğu gibi.
Bu çalgıyı çalmak veya dinlemek de, böylece gönüllerde nifak, yani
münafıklık yaratır. Münafık ise, insanların en fenâsıdır. Münafıklık gizli,
görünmez bir zehirdir. Ağına düşenleri de, kendisini de öldürür.
Cehennem'deki yeri de en aşağıdadır. Dans, balo, plaj ve deniz âlemleri,
çalgılı ve içkili yerlerde bulunmak ve oralarda oturmak, yemek yemek,
çıplak ve hayâsız kadınların yanlarında bulunmak, ahlâk-ı mezmûmelerin
en büyüklerindendir. Bu gibi yerlerden, oraların müdavimlerinden son
derece sakınmak ve onların yanlarına kat'iyyen sokulmamak gerektir. Zîrâ,
müs-lümanlığa yakışmaz. Hem ayıptır, hem günahtır, hem de insan onlara
baka baka birgün görürsün ki onlara benzemiştir. Onun için; "Üzüm üzüme
baka baka kararır" diye atalarımızın söylemiş oldukları hikmet dolu
vecîzeyi sakın yabana atma. İyilerle konuşmak, onlarla oturup kalkmak,
insanı iyiliğe, bunun aksine zevk-ü safâsına düşkünlerle, günah yolunu
tutanlarla düşüp kalkmak, maazallah inşam nihayet helake götürür. Onun
için aman kardeşim kulağına küpe olsun; sakın günahkârların yanına
sokulma ve dâima iyi kimseleri bul ve onlarla düş kalk, selâmet ancak
bundadır, vesselam...

147

Hırsızlık
Hırsızlık, herkesin nefret ettiği bir huydur. Hırsızlık ufaktan, yânî, ufak
şeylerden başlar. Çocuğun çaldığı bir yumurta hikâyesi meşhurdur.
Çalman şey kıymetli veya kıymetsiz olabilir. Maksat o işin istenmesindeki
fenalıktır. Yankesicilik de hırsızlığın bir nev'idir. Bunların fenalığı hakkında
uzun boylu yazmaya lüzum yoktur. Yalnız insanları üç sınıfa bölmüşlerdir:

Birincisi; Âbid, zâhid, sofu, kimseye zararı dokunmaz, bilakis herkese


elinden geldiği kadar maddî ve ma'nevî yardımda bulunur kimseler ki,
bunları meleklere benzetmişlerdir.

İkincisi; bu kısma dahil kimselerin, kimseye faydaları olmasa bile, zararları


da yoktur. Bunları da cemâdâta, yânî taş, toprak gibi zararsız olanlarla,
dağlarda, ormanlarda kendi başlarına geçinen hayvanlara ve kuşlara
benzetmişler ki, bunlar da ibâdet ve tâat bilmeyen ve günahlardan
kendilerini koruyamayanlardır.

Üçüncüsü de; Akrep, yılan, fare ve bunlara benzeyen şâir canavarlar ve


zararlı hayvanlardır ki, işte insanların yaramazlarını da bunlara
benzetmişlerdir.

Şimdi bize düşen iş, melekler gibi olamasak bile, hiç olmazsa insanlara
zararı dokunmayan hayvanlar kadar zararsız olmayı, yılan, akrep gibi
zararlı hayvanlar seviyesine düşmemeyi bilmektir ki, tavsiye edilen de
budur.

Bana kalırsa, bu hırsızların daha bir kötüsü vardır. O da, insanların en azîz
ve bir daha ele geçirmesi mümkün olmayan vakitlerini çalmaktır. Onun
için büyüklerimiz çok konuşmaktan bile bizleri men' etmişlerdir. Zîrâ
çalınan mal ve paraların tekrar kazanılması ve telâfisi mümkündür. Eğer
parası çoksa, çalmana pek önem vermez ve müteessir de olmaz. Fakat,
"Vakit nakiddirî' diyen bir atalar sözü vardır ki, geçen, yânî zâyî olan
vakitlerin bir daha ele geçemiyeceğinin ifâdesi bakımından çok

148

yerindedir. İşte insanın vakitlerini çalan hırsız ise, çok zararlı bildiğimiz
yılan ve akrepten çok daha fenadır. Zîrâ yılan ve akrep, insanı sokup,
zehirleyip de öldürseler, nihayet eceli gelmiş, çatmış, va'de yerini
bulmuştur. Fakat, bu dünyâya gelmekten mu-rad ise, ma'rifetullahın kesbi
ve kulluk vazifelerini, ibâdât ve tâ-atım yapıp, melekler gibi Hak'kın
rızâsını kazanmak ve Cennetteki yerini bulmaktır. Bu ma'nevî hırsız ise, bir
daha ele geçmesine imkân olmayan bu hayatı, kahvehane, gazino,
sinema, radyo, televizyon başlarında, çalgı dinlemek, oyun oynamak
suretiyle zâyî etmekte; kendisine sayısız nimetler veren, bu mülkün hakîkî
sahibi olan Allâh-ü teâlâ'yı tanımadan ve ona kulluk ve şükran vazifelerini
yapmadan, yılanlar gibi herkesi sokarak, köpekler gibi ısırarak, yırtıcı
canavarlar gibi önüne gelenle kavga gürültü çıkararak yaşamak, hiç insana
ve bahusus müslümanım diyen kimseye yakışır mı? Elbette yakışmaz.
öyle ise azîz kardeş, hilkatten maksad, Hâlık'ı tanıyıp, O'na kulluk
etmektir. O'nu tanımak ve kulluğunu yapabilmek için de, dînî bilgilerini
artırmak gerektir. Yoksa kahve, sinema köşelerinde, zevk ve safa peşinde
dolaşmak çok yanlıştır, tnsan kendini dinsiz kâfirlere veya hayvanlara
benzetmektense, Peygamberler yolunu, sâlihler, âbidler izini seçip,
dünyâdan tertemiz olarak, göz yumup göçmesi ne büyük bahtiyarlıktır.

Cenâb-ı Hak cümlemizi muzır hayvanlar gibi değil, belki melekler gibi olan
kullarından eylesin, âmîn.

Hırsızlar para kazanmasını bilmedikleri için veya aç kaldıklarından dolayı


hırsızlık yapmazlar. Bu huy onlarda bir san'at ve bir alışkanlık hâlini
almıştır ki tehlikesi çok büyüktür. Fakat bu adamlar, bunların hiç birine
kulak asmadan yine yapacaklarım yapmaya çalışırlar. Nihayet
yakalanırlarsa, bir müddet hapishanede yatıp çıkarlar. Zâten çok kere
böyle bir barınacak yere de ihtiyaçları olduğundan dolayıdır ki, pek çoğu
hapis olmaktan korkmazlar. Orası onlara adetâ bir misafirhane veya bir
barınak gibidir. Hattâ, bilhassa soğuk kış günlerini daha sıcak ve daha
rahat bir yerde geçirmeyi hesaplayarak, kaç aylık bir hapis cezası
giyeceklerini de bir hukukçudan daha iyi bilirler ve ona göre cürümlerini
işlerler. Çıkınca yapacağı iş tevbekâr olmak değil, yeniden kimin canım
yakacağım tasarlamak ve çalışmaya baş-

HIRSIZLIK

149

lamaktır. Bilgisiz de değildirler. Bu sahada seni de beni de okuturlar. Fakat


"Can çıkmayınca huy çikmaz" derler ya... Binâenaleyh bunları hırsızlıktan
menetmek için ellerini kesmekten başka çâre yoktur. Hele bu cezayı bir
tatbik edin bakın, bir daha hırsızlık vak'ası duyulur mu? O zaman hem
diğerlerine ibret-i müessire olur, hem de insanlar bunların şerlerinden
kurtulmuş olurlar. Üç beş hırsızın elini kesmekle bütün insanların
selâmetini temîn etmek,her akl-ı selîm sahibi için en doğru yoldur. Onları
hapishanelerde bir müddet saklamanın ve boş yere doyurup beslemenin
hiç bir faydası olmadığı görülegelen hâdiselerdendir. Bir de bu gibi
insanları mecburî hizmet cezasına tabî tutarak kamu işlerinde çalıştırmak
ve oradan dışarı çıkarmamak lâzımdır. Meselâ, adalardan birinde, bunlara
böyle bir yer hazırlayıp, yakalananları hemen oraya sürüp, çalıştırmak,
gerek sanâyî işlerinde ve gerek zirâat işlerinde, bunlardan faydalanmak
mümkündür. Cenâb-ı hak cümlemize iyi huylar ve ahlâklar nasîb eylesin,
âmîn.'

Bir de işçi çalmak, talebe çalmak, derviş çalmak gibi çirkin huylar vardır ki
sahiplerine çok ağır bir lekedir. Bir şeyhin gözünden düşen derviş, bütün
şeyhlerin gözünden de düşeceği gibi, Allah her yerde o AUah'dır. Öteki
şeyhin Allah'ının başka olmadığı ma'lûmdur. Bu hem enâniyet, benlik,
varlık iddiasıdır, hem de başkasının evlâdına göz dikmektir. Kendi
meziyetlerini sayarak, zavallı dervişi kandırmanın, bir kızı kandırıp
kaçırmaktan daha fena olduğunu bilmek gerektir. Hiç bir fakîr çocuğuna
rast gelinmemişdir ki, zengin bir adama kaçıp onun çocuğu olsun.
Herkesin kendi ocağı kendisine gül gülistandır. Bunu böyle bilmeyip de,
babasını, ailesini bırakarak, başka baba arayan ve kaçan kimseye, artık
bilmem ne dersiniz?

150

TASAVVUF! AHLÂK V

İFTİRA, BÜHTAN, KAZF

151

İftira, Bühtan, Kazf (Namuslu Bir Kişiye Zina İftirasında Bulunmak)

<

öy).

j ıi;ı hı#

"Namuslu ve hür kadınlara (zina isnâdıyla) iftira atan sonra (bu babda)
dört şahit getirmeyen kimseler (in her birine) de seksen değnek vurun.
Onların ebedî şahitliklerini kabul etmeyin. Onlar fâsikların tâ
kendileridirler." (5/20)

İnsanın, hakikatini gözüyle görmediği halde, bazan şek ve şüphe üzerine


hüküm vererek şöyledir, b jyîcdir diye bir kimsenin aleyhinde söz
söylemesi, şer'an da, dînen üe, aiıiâkan da zem-medilmiştir. Bir de bu
hareketi, iffet, namus, şeref ve haysiyyete taalluk ederse, günah, kötülük,
fenalık da o kadar şi:i letli ve mezmûm olur. Kat'iyyen insana yakışan bir
tutum debidir. İnsanlar hiç bir zaman ayıp ve kusurlardan hâlî olamazlar
ama, bu gibi kusurların ifşası ve açıklanması ne kadar ayıp ve çirkin ise,
bir de gözüyle görmeden ve bilmeden kuru bir zan üzerine konuşulan
sözlere iftira derler ki, ayıpların ve hatâların en büyüğüdür. Halbuki,
insana ve bahusus müslümana yakışan en güzel yol, hatâ, kusur ve
kabahatleri, mümkün olduğu kadar örtmek, görmemezlikten ve
bilmemezlikten gelerek, o kusurun ve kabahatin örtülü kalmasına
çalışmaktır. Meselâ, uyuyan bir kim-

5/20 Nûı Sûre j ¦¦

senin üstü açılıp da, bazı edep yerleri meydana çıkmış olsa, onu gören
insana yakışan şey derhal onun üstünü örtüp, hem üşümesini önlemek,
hem de ayıplarının örtülmesine yardım etmektir. Hal böyle iken bunu
yapmayıp da, uyuyan kimsenin üstünü açmak, edeb yerlerinin
görünmesine sebep olmak, tabiatıyla daha çok çirkin bir hareket ise, bir
müslüman kardeşinin ayıplarını meydana çıkarmak da, ondan daha çok
affolunmaz bir hatâdır, kabahattir,

Bir de bu yetmiyormuş gibi, görmeden, bilmeden, başkalarının sözlerine


bakıp da, iftirada bulunmak, acaba ne demektir? İftiraların çeşitleri pek
çoktur. Ama, en çirkini namus ve iffet hakkındaki iftiralardır. İnsan bir
kere düşünse ki, birisi kendisinin yapmadığı birşeyi, yaptı diye iftira edip
söylese, ne kadar üzülür ve rahatsız olur. Elinden gelse o adamı öldüreceği
gelir de, sonra bu çirkin işi nasıl olur da başka bir din kardeşine yapmaya,
söylemeye cesaret edebilir?

Demek ki insanların içinde insan kılığında çok kötü kimselerin


bulunabileceğini unutmamalıdır. Bunların şerlerinden dâima Cenâb-ı
Hak'ka sığınmayı vazife bilmelidir. Bu müfteriler hakkında Cenâb-ı Hak'kın
cezası çok ağırdır. Her da'vâya iki şâhid kâfi olduğu halde, zina
dâ'vâsındakî fi'li dört şâhidle is-bât etmek mecburiyyeti vardır ki, bunların
dördünün de zina fiilini bizzat görmüş olmaları şarttır. Böyle dört şâhid ile
isbât edilemediği takdirde, müfteri durumuna düşen kimseye seksen
değnek (Had) ceza sopası vurulması ve bir de hiç bir yerde, hiç bir zaman,
ölünceye kadar şâhidliğinin kabul olunmaması emredil-mektedir ki, iftira
fi'li nin ne kadar çirkin ve mezmûm olduğunu düşünün artık!

Müslümanın dâima ağır başlı, sakin ve temkinli olup, her söze ehemmiyet
vermemesi ve bahusus bu gibi rivayetleri yayardan elinden geidifc kadar
menetmeğe çalışması ve böylelerine nasihatle bu yoldaKi hareketlerinin
doğru olmadığını onlara bildirmesi lâzımdır. Onun için müslüman dâima
nefsiyle, şeytanıyla mücâdele ve muharebe hâlinde olduğunu bilmeli ve
onların oyunlarına gelmemeye gayret etmelidir.

Cenb 1 H-k .-iimlcrnıVi fena ve mezmûm huylardan, ahlâklardan ve


bâhusû= ifıirâ denilen bu adîlikten muhafaza buyursun, âmîn. Bi-hürrnet-i
sc yid'il-mürselîn...

152

TASAVVUF! AHLÂK V

Seb ve Şetm

(Sövüp Saymak, Kerih ve Kabîh Söz Söylemek)

Sövüp saymanın fenalığını bilmeyen yoktur. Çok cahilane bir harekettir. Bu


gibi hareketlerle övünmek de ayrıca cahilliğin en fenâsıdır. Birakis böyle
bir hareketin veya âdetin sahibi utanıp bir daha onu yapmamağa gayret
etmelidir. Meselâ, biri size sövüp sayarsa hiç buna razı olmanız mümkün
müdür? O zaman kavga dövüş başlar, sonunda da ölüme veya zindana
gitmekten biri ortaya çıkar. Yazık değil mi? Bu sövüp sayan kimseye "Mâ-
şâallah, ne iyi ettin" diyen olmaz. Bahşiş veya mükâfat da vermezler;
hattâ bu hareketimizi kimse beğenmez. Belki de çok çok ayıplarlar ve
şerrinden Allah'a sığınırlar. Şimdi size sorarım, insanlık bu mudur? Onun
için müslüman kat'iyyen sövücü, sayıcı, bağırıp çağına olamaz ve edebe
mugayir, çirkin sözler söyleyemez. Hattâ, Bedir muharebesinde ölen
küffârın leşleri bir kuyuya atıldıkları vakit, ashâbdan bazı kimseler, onların
aleyhlerinde sebbetmişlerdi. Bunu duyan Resul-ü Ekrem (s.a.s.) Efendimiz
Hazretlerinin onları bu sözlerden menetmiş olduklarını, İmâm-ı Gazâlî
(k.s.) Hazretleri, İhyâ-ü Ulûm'ün üçüncü cildinde seb bahsinde
zikretmektedir.

Ayrıca büyük zâtlardan biri kölesine, yaptığı hatâlardan nâşî darılırken aynı
zaman da sövüvermiş. Bunu duyan Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri ona, "Bir
daha böyle yapmayın" diye tenbih-de bulunmuştur. O zât da, bu
hareketine pişman olarak hemen o köleyi âzâd etmiştir.

Görülüyor ki sövmek pek çirkin bir şeydir. Efendi insan, hiç bir zaman kötü
sözü ağzına almaz. Zîrâ bunlar hep gönüllere zarar veren hallerdir,
hâdiselerdir. Onun için bu gibi çirkin, lâyıksız sözleri ağzına almamak en
doğru yoldur. Bu kötü sözlerin efrâd-ı aile, bahusus yeni yetişen çocuklar
üzerinde çok büyük te'sirleri vardır. Dolayısıyle onlar da büyüklerinden
görüp,

SEB VE ŞETM

153

duydukları bu çirkin şeyleri, tabiî bir halmiş gibi kabul eder ve alışırlar.
Çocukların terbiyesinde ana ve babanın hal ve hareketlerinin pek büyük
te'sirleri olduğu unutulmamalıdır. Temiz, ne-zîh, kibar, edîb ailelerin
çocukları da, mekteb, medrese görmeseler bile yine edîb, nezâh, kibar ve
temizdirler. Sebebi ise malûm. Binâenaleyh, ebeveynin bu hususta çok
dikkatli olmaları ve hattâ, eğer çocuk dışarıdan bazı uygunsuz şeyler
öğreniyorsa, derhal önüne geçici sıkı tedbirler almak da lâzımdır. Kötü
arkadaşlardan son derece sakınması ve korunması hususunda uyarmak
çok mühimdir. Bunun ihmâli, çok acı neticeler vereceği şüphesizdir. Bu gibi
çirkin sözlere, edebe mugayir, ahlâk-ı is-lâmiyeye muhalif şeylere
alışanların, bunu kolayca terkedeme-dikleri de hep gözlerimizin önündedir.
Kendimiz dahî alışageldiğimiz şeyleri hemen bırakabiliyor muyuz? Meselâ,
en kolay olan sigara, kahve ve emsali gibi lüzumsuz hattâ zararlı şeyleri;
hattâ gayr-i islâmî gazeteleri okumaya alışmış bir insan bile onları bir türlü
bırakabiliyor mu? Halbuki zararlarım bizden daha iyi bilmektedirler; çünkü
zararını bi'1-fiil görmektedirler. Öksürük, nefes darlığı, uykusuzluk hep bu
kötü alışkanlıkların cezaları değil midir? Fakat gel de anlat.

En fenası, göz, kulak ve bahusus ağız yollan hep kalbin yollarıdır. Kalbe
iyilik veya kötülük bu yollardan girer. Bunlar muhafaza olunmadıkça,
kalbin, gönlün muhafazası mümkün değildir. Halbuki, Cenâb-ı Hak'kın
nazarı, kulunun ne kılığına, ne kıyafetine ve ne de bilgi ve servetinedir.
Hak'km nazargâhı ancak kulun kalbidir. Binâenaleyh onu muhafaza etmek
herşey-den daha mühim ve evlâdır. Zîrâ kirlenen bir gönlü temizlemek pek
kolay birşey olmadığı erbabınca ma'lûmdur. Onun temizlenmesi, uzun
mücâhedelere, ağır riyâzâtlara, açlıklara ve uzlet denilen yalnızlıklara,
halvetlere devam ve tahammülle mümkündür. Bugün ise bu gibi
meşakkatlere tahammül edecek kimseler pek nâdirdir. Bazı kimseler
halvetlere girerler ama, ekserisinin maksadı hemen şeyh olmak, başına
derviş toplayabilmeye bir vesiyle olur diyedir. Yoksa doğrudan doğruya,
yalnız ıslâh-ı nefs ve ıslâh-ı hal için girenler pek seyrektir. Sonra bu
riyâzâtlann ve .halvetlerin neticesinde muvaffak olabilmek te biraz
şüphelidir. Zîrâ üstadım hacı Mustafa Feyzî Efendi Hazretleri: "24 defa
halvete girdiğim halde ancak dört tanesinden istifâde

154

TASAVVUF! AHLÂK V

edebildim" demişti. Eşref-i Rûmî (k.s.) Hazretleri de, buna yakın bir
lisanda bulunmuştur. Binâenaleyh, kalbin selâmetini isteyen ve Hak'kın
rızâsını gözleyen her kişiye lâyık olan elini, dilini, gözünü, kulağını bütün
yaramaz ve lâyıksız şeylerden muhafaza etmesidir. İnsanlığın ve bahusus
müslümanlığın kemâle ulaşmasına yegâne sebebtir. Cenâb-ı Hak
cümlemize uyanıklıklar nasîb etsin de dâima Hak'kın rızâsını gözleyen ve
bunun için de gönlünün bekçisi olup, oraya Hak'kın razı olmayacağı hiç
birşeyi sokmamaya çalışan ve dâima zikrini dilinden düşürmeyen,
gönlünden çıkarmayan kullarından eylesin, âmîn...

GIYBET

155

Gıybet

(Başkalarını Çekiştirmek)

i # }ji >JJ V \p\

p\ ^ÂJI ı# i; : Juj jlî

^Jlı ijjJî Sıj ^ ı

&j
"Ey îmân edenler, bir kavim diğer bir kavim ile alay etmesin. Olur ki (alay
edilenler Allah indinde) kendilerinden (yânî alay edenlerden) daha
hayırlıdır. Kadınlar da kadınları (eğlenceye almasın); olur ki onlar
(eğlenceye alınanlar) kendilerinden daha hayırlıdır. Kendi kendinizi
ayıplamayın. Birbirinizi kötü lâ-kablarla çağırmayın. îmândan sonra fâsıklık
ne kötü addır! Kim (Allah'ın yasak ettiği şeylerden) tevbe etmezse onlar
zâlimlerin tâ kendileridir." (5/21)

Gıybet müslümaniarın büyük dertlerinden biridir. Ma'lûm-dur ki


müslümanlık, kardeşliği emreder. Bununla beraber birleşme, kaynaşma,
sanlışmayı adetâ bir vücut gi'ui olmayı, bir bina gibi birbirlerine
bağlanmayı ve bu suretle uzun müddet hayatla-

*: 21 Hııaırât, 49/11.

156

TASAVVUF! AHLÂK V

UlYUtl

nnda birbirlerinin yardımcısı, destekçisi olarak, saadet ve selâmetle


hürriyetlerini, cemiyyetlerini, dinlerini muhafaza ve îcâ-bında müdâfaa
edip, o uğurda can ve mal kaybına bakmadan, ölünceye kadar dövüşmeyi
yüce dînimiz bize tavsiye eder. Gıybet denilen yânî kardeşinin arkasından
onun hoşuna gitmeyecek bazı kusurlarını, kabahatlerini eksikliklerim şuna
buna söylemek, çok kötü ve fena bir huydur. Çok kere de "Ben yalan
söylemiyorum ki! Onun yaptıklarını söylüyorum" diye, gûyâ söylediği bir
kabahat değilmiş gibi kendini aldatır. Evet, belki doğru söylüyorsun; fakat
asıl gıybet de yapılanı söylemektir. Olmayan birşeyi söylemek yalancılık ve
iftiranın tâ kendisidir.

Halbuki ayıpsız, kusursuz kul yoktur. İnsanın evvelâ kendi kusurlarını


görüp, onları düzeltmesi lâzım gelirken başkasının ayıp ve kusurlarım ifşa
etmeye kalkması elbette affolunmaz bir kabahattir. İnsan kendi hatâ ve
kusurlarının başkaları tarafından duyulmasını ve bilinmesini istemediği
halde, hem de kardeşim dediği bir din kardeşinin kusur, kabahat ve
noksanlarım etrafa yayması, ne insanlığa, ne de İslâmlığa yakışır birşey
olmadığı ma'lûmdur. Hattâ müslümanın, bir kardeşinin, vücût bakımından
veya giyim yönünden noksanlığını söylemesinin bile caiz olmadığı
bildirilmektedir. Meselâ, uzun veya kısa boyluluğunu ' veya şaşılığını,
sağırlığını, kamburluğunu, elbisesininin biçimini, yakışıp yakışmadığım ele
alıp bahsetmenin bile lâyık olmadığı açıklanmaktadır ki; bu gibi haller,
tabiatiyle kardeşler arasındaki sevgi ve saygıyı giderir. Aradaki rabıtayı,
birliği, bağlılığı bozar; yerine düşmanlık, buğz tohumlan saçılarak, biribir-
lerinin aleyhlerinde konuşmalar ve nihayet kavga, gürültünün kopmasına,
belki de ölüme kadar süren hâdiselerin zuhuruna sebep olabilir. Bu
bakımdan daha nice mahzurlardan dolayı Cenâb-ı Hak bizzat Kur'ân-ı
azîmüşşân'ında bunu yasaklamış ve bunu irtikâb edenlerin hâlini de ölü
kardeşinin etini yemeye benzetmiştir ki ne kadar iğrenç ve çok çirkin bir
hal olduğu anlaşılmaktadır.

Şüphesiz ki Cenâb-ı Hak'kın yasakladığı, menettiği şeylerde daha


bilmediğimiz nice hikmetler vardır ki bunlara aklımızı erdirmeye imkân da
yoktur. Şu halde bize düşen vazife. Hak süb-hânehû ve teâlâ Hazretlerinin
yasakladığı şeylerden, hikmetle-

rini sebeplerini aramadan kaçmaktır; yapmamaktır. Her ne kadar nefisler


bu gibi şeylerden hoşlanırlarsa da bunlar, insanların ma'neviyâtlarını
mahveder, hem eldekiler gider, hem de yükselmek yerine düşmeler,
yıkılmalar ve belki de yok olup gitmeler yer alır. Bunun da, artık telâfisi
mümkün olmayan bir dert ve bir belâ olduğu anlaşılır amma, o zaman da
iş işten geçmiş olur. Son pişmanlık fayda vermez derler ya; işte onun gibi.
En kötü insanın bile bazı iyi huylan ve iyilikleri olduğu görülege-len
şeylerdendir. Binâenaleyh insana yakışan şey; dâima iyilikleri görüp, onları
söylemek, daha lâyık ve evlâdır.

Bakınız; îsâ aleyhisseiâm birgün Havâriyyûn denilen taıe-beleriyle birlikte


bir yerden geçerlerken ölmüş bir köpek leşine rastlamışlar. Herkes onun
çirkinliğinden, pis kokusundan nefret ederken, îsâ aleyhisseîâm da onun
dişlerinin beyazlığım medh etmiş ki, bununla bizlere de bir ders vermekte
ve iyi tarafları görüp söylememizi işaret etmektedir. Gıybet o kadar kötü
bir sev dir ki, mübarek Ramazan günlerindeki farz ve şâir günlerdeki nafile
oruçlarımızın sevabını giderir; ruhsuz bir ceset gibi bırakır. Her ne kadar
oruçlarımızı bozmazsa da, sevabını gidereceğinde ittifak vardır. Maamâfih,
orucu da bozar diyenler de olmuştur. Onun için çok dikkatle sakınılması
gerektir. İbâdet yalnız farzları yapmakla tamam olmaz; belki farzların
kabulü ve mükâfatı, ancak günahları ve mekruhları bıraktıktan sonra
mümkün olur. İnsanların kemâle ulaşıp velîler mertebesine erişmesine ve-
siyle olur. Gıybet ise melekiyet derecesinden hayvâniyet mertebesine
düşmesine sebeb olur. Onun için büyükler çok konuşmaktan bile bizleri
menetmişlerdir. Zîrâ hem vaktimizi boşuna zâyî etmiş oluruz, hem de,
neticede gıybetlere sebeb oluruz. Bu suretle de büyük günahları irtikâb
etmiş oluruz.

Dikkat ederseniz, bizde büyük günahlardan biri de faizdir. Faiz ağır bir
yüktür. İnsan onu faydalı birşey zanneder. Fakat evlerin yıkılmasına,
ocakların sönmesine ve insanların büyük günahları yüklenmesine ve
malların pahalılaşmasına yegâne sebeb faizdir. Çünkü faizi veren, o
vereceği meblâğı sattığı maldan çıkarmaya çalışacaktır. Bundan ötürü de
100 kuruşa satacağı malı 11.0 kuruşa satmaya kalkacaktır. Fakat ne kadar
pahalı satarsa-satsın, sonu yine iflâs tır. Sakın bâzı günahdan korkmayan

158

TASAVVUtJ
tüccarlara bakıp da aldanma! Ne kadar parlamış olsa dahî, faizle kazanılan
servet, ticâret ve fabrika devamlı yaşamaz. Hele torunlarına hiç birşey
kalmaz. Kâfirlere bakıp da onları birşey sanma! Allâh-ü zü'1-Celâl'in
emirlerine ve Peygamberlerin sözlerine bak ta, ona göre hareket et.

Bak gıybet için ne diyorlar: Bir faizin günahı ile 36 kere zina etmiş gibi
günahkâr olunurken, gıybetin günahı bundan daha büyüktür. Çünkü gıybet
günahının zina günahından daha şiddetli olduğu beyan buyurulmuştur.
Artık buna dikat et de, kimsenin aleyhinde konuşma. Maamâfîh fâsıkların,
hırsız veya yankesicilerin arkalarından konuşmak gıybet sayılmasa da, şu
hâdiseye dikkat ediniz:

Birgün Avf isminde biri, İbn-i Şîrîn (rh.a.) Hazretlerinin huzurlarında


Haccâc-ı Zâlim'in aleyhinde konuşmaya başlamış. Bak, İbn-i Şîrîn
Hazretleri ne diyor: "Ey Avf! Şimdi senin şu Haccâc hakkındaki gıybetinin
ne kadar fena olduğunu bir bil-sen? Allâh-ü teâlâ hakimdir, âdildir. Nasıl
ki, Haccâc'ın zulmettiği kimseler nâmına Haccâc*dan onların intikamım
aldığı gibi, Hac-câc'ı gıybet edenlerden de Haccâc nâmına intikamını alır"
diye beyan buyurmuştur ki hepimize bir ibret dersidir. Zîrâ Haccâc'-dan
daha zâlim kimse yok iken, onun gıybetine razı olmayınca, artık ne desen
boştur.

Gıybetin bu büyük vebalinden kurtulmak için çok istiğfar etmek ve


yaptığına nadim olmak gerektir. Zîrâ nedâmetsiz is-tiğfâ m faydası
olmayacağı aşikârdır. Bir de helâllaşmak lâzımdır demişlerdir. Nedâmetsiz
olarak "Hakkını helâl et" demek te kâfi değildir. Buna da mürailik ve
münafıklık diyorlar. Bir de o gıybet ettiği kimsenin her yerde medh ve
senasını yapıp, dostluğunda mübalağa göstermesi lâzımdır ki, evvelce
yaptığı hatâları karşılamış olsun.

Bir de hiç farkına bile varamadığımız gıybetler vardır ki onlar da çok


mühimdir. Meselâ bir insanın sıkılığından, namaza gelmekte ağır
davrandığından, camiden çabuk çıktığından hayırlara iştirak etmediğinden
veya az hayır yaptığından v.s. den bahsetmek, bir de insanların giydiği
elbiselerin iyi olmadığından, uzun veya kısa olduğundan bile bahs etmenin
caiz olmadığı bildirilmiştir. (İhyâ-ui Ulûm'un 3. cildinde, gıybet bahsini

okuyunuz.)

Onun için dâima istiğfar etmek, gerek kendisi için ve gerek gıybet ettiği
insan için "Yâ Rab! Beni ve benim gıybet ettiğim kimseyi mağfiret eyle"
demeli ve bir daha da yapmamağa çalışmalıdır.

Ey azîz kardeş! Beni dinlersen bir toplantıdan ayrılırken:

duasını üç kere demeyi unutma!


Namaz kılmak, teşbih çekmek Hak'kın rızâsını nasıl celb ederse, müslüman
kardeşinin hatırını yıkmak, onu hor ve hakîr görüp tahkir etmek ve bir de
arkasından gıybet denilen dedikodusunu yapmak ta Hak'kın rızâsı
bulunmayan fiillerden olup; üstelik de, Hak'kın gazabına yânî sana gazab
etmesine sebep olur. O zaman da şüphesiz helak olanlardan olursun. Onun
için Hak1 kın rızâsı olmayan yerlere ve dedikodu olan yerlere sakın
sokulma. Bir kere öyle yerlere devama alışırsan, sonra kendini kurtarmak
çok zor olur. Cenâb-ı Hak cümlemizin yardımcısı olsun da, bizleri bu gibi
günahları işlemekten muhafaza buyursun, âmîn. Bi-hürmeti seyyid'il-
mürselîn, ve'1-hamdü lillâhi Rab'bil-âlemîn.

İOU

Nemîme

(Lâf Götürüp, Getirmek)

j Jli

"(Ötekini berikini) dâima ayıplayan, (gammazlıkla) lâf getirip götürmeye


koşan..."(5/22)

I yi ly* j& JkJ : JW Jlİ

"Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı (el, kaş ve göz işaretleri ile) eğlenmeyi
ve ayıplamayı âdet edinen her kişinin vay haline!"

(5/23) .

Büyük belâlardan biri de, hiç ehemmiyet vermediğimiz ve hiçe saydığımız


günahlardan birisi de bu nemîmedir. Nemîme; bizim halk dilinde
kovuculuk dediğimiz, fesatçı ve ara bozucu, kötü bir huydur. Bunu
yapanlar, bilerek veya bilmeyerek söylenilen sözleri hemen gidip diğer
tarafa yetiştirmek, bâzan da bir-şeyleri ilâve ederek iki tarafı biribirine
düşürmek için, taraflar arasında koşturan kimse demektir. "Hemmâz'da,
kovuculukla dolaşan, ayıp ve kusurları kişinin arkasından söyleyen, yüzüne

5/22 Kalem, 11.

5/23 Hüıneze, 1. .

karşı da ta'n eden kimsedir. "Lümeze" ise onun aynıdır. Gerek yüzüne
karşı, gerek arkasından ayıplarını, noksanlarını zikretmek, söylemek
elbette ki insana yakışır birşey değildir. Arkasından söylemeye nasıl gıybet
deniyorsa, yüzüne karşı söylemek ve söylenen sözleri hem yaymak ve
hem de öte tarafa yetiştirmek de tabiatiyle o kadar çirkin, fena ve
günahtır.
Evet; hırsızlık yapmadım, şarap içmedim, kumar oynamadım, zina da
yapmadım diye insan övünebilir ve hattâ acaba benden daha iyisi var mı
diye de aklına birşeyler de gelebilir. Fakat hiç farkına bile varmadan
ettiğimiz gıybetler bizim için büyük günahlardandır (5/24). Bizler, bu gibi
dedikoduların ve iki taraf arasında söz naklinin fenalığını ve her işittiğimiz
sözü de hemen ölçüp biçmeden diğer tarafa veya başkalarına
nakledivermenin ne kadar mânâsız ve ne kadar büyük günah olduğunun
farkında bile değiliz dersek belki de hatâ etmiş olmayız. Gıybetin
günahının, zina günahından daha büyük ve şiddetli olduğunu bir evvelki
fasılda okumuştuk. Bugünkü bahsimiz olan nemmâm-lık yânî söz
nakletmenin aleyhinde bakın ne deniliyor:

Bir kere bu gibi insanların şuursuzluğu yüzünden yaptıkları fenalıkları


göremeyip, müslümanlar arasında, belki de menfaatleri îcâbı bilerek veya
bilmeyerek söz taşımaları, kendilerinin nikâh-ı sahîh ile nikâhlı aileden
olmadıklarına delâlet eder, buyrulmuştur. Bunun mânâsı, veled-i zina
denilen kimselerden olduğunu ve gayr-i meşru olarak dünyaya geldiklerini
beyan ediyorlar ki, ne kadar acıdır. Çünkü bu gibi fenalıklar meşru bir
şekilde doğan evlâtlardan tasavvur olunamaz. Gayr-i meşru evlâtlar,
şeytanî akıllar ve şeytanî işlerle meşgul olurlar; Hak yoluna yönelemezler.
Dâima işleri güçleri fenalık, kötülük, günahı mucip hareketlerdir. Bunun
için, evlenirken dindar ve namuslu kimseleri seçmeli, muâmele-i zevciye
esnasında âdâb-ı islâmiye-ye uygun olarak davranmalı ve Cenâb-ı Hak'tan
hayırlı, temiz, dürüst ve sâlih evlâtlar istemelidir. Yoksa netîceleri
hepimize zararlı olagelmektedir. Binâenaleyh, aşağıda sayacağımız kötü
huylara mübtelâ günahkârlardan sekiz kişinin Cennete girmesi de
muhaldir. Ancak tevbekâr oldukları takdirde müstesna. Tabiî,

5/24 Etraflıca bilgi için bkz. Hak Dini Kur'ân Dili, Hüıneze Sûresinin tefsiri.

VUri /iniksin, v

hakîkî tevbeler herşeyi yok eder. Yalnız insanlara taalluk eden hususlar da
istisnalar arasındadır:

Birincisi: Şarap içmeğe devam edenlerdir ki; içki deyince insanı sarhoş
eden her nevi keyf verici şeyler dâhildir; hattâ sigara bile diyeceğim.
Çünkü bunların haram veya yasak oluşları ve günahlardan sayılmaları,
insanın hem bizzat kendisine ve hem de cemiyete zararlı olmasından
dolayıdır. Halbuki, bugün sigaranın insan sıhhatine karşı ne büyük zararı
olduğu artık tahakkuk etmiştir. Hattâ Amerika'da sigara paketlerinin
üzerlerine, sigaranın çok zararlı ve tehlikeli olduğuna dâir meşhur
doktorların söyledikleri sözler resmen ve mecburen yazılmaktadır. Bâzı
hastahânelerin duvarlarında, sigara içenlerin tedâvî için müracaat
etmemeleri, ederlerse müracaatlarının kabul olunmayacağı yolunda afişler
asılmaktadır. Kanser denilen menhus derdin yüzde sekseni sigaradan
olduğu da defalarca yazılmıştır. Bütün bunlardan başka bir de ayrıca fuzûlî
bir masraftır ki bizim gibi fakîr bir millete kat'iyyen yakışmaz. Geçen
Ramazan ayında, hava ve deniz kuvvetleri vakıfları için paralar toplandı.
Ancak devede kulak denecek kadar az birşey olduğu meydanda. Halbuki,
sigara paketi ortalama beş lira olsa ve 40 milyondan 10 milyonu bunu
içiyorsa -ki bugünkü durumda bu muhakkak- günde 50 milyon liramız
havaya gidiyor; yânî duman oluyor demektir. Bu 50 milyonun on günlüğü
500 milyon, yüz günlüğü beş milyar eder ki bir senede tam 18 milyar 300
milyon millî servet duman olup gitmektedir.

Bu israfı, milletçe tasarruf edebilsek on senede 183 milyar gibi bir yekûne
baliğ olmaktadır ki, bununla denizlerimizin muazzam donanmalara,
havalarımızın da yüzlerce filolara sahip ve mâlik olacakları pek açık bir
şekilde görülmektedir.

Bunları yazarken bir arkadaşımız elime bir kitap verdi; tütünün zararları
hakkında. Tavşanlı müftüsü Arapça bir kitab-tan tercüme etmiş, biraz da
kendi ma'lûmatını ekleyerek 95 sa-hifelik bir eser meydana getirmiştir.
Tütünün zararları hakkında geniş ma'lûmat vardır. Cenâb-ı Hak hemen
te'sirini halk etsin, âmîn.

Buna mukabil, maal'esef idarecilerimizin büyük bir kısmının, hem şahsî ve


hem de âmmeye taalluk eden şeref, süs, salta-

nat uğrunda ne büyük masraflara, zayiatlara, israflara düştükleri


görülegelmektedir. Meselâ, evvelki idarecilerin saraylara harcadıklara
paralara bugün bizler gözyaşı döküp ağlamaktayız. İslâm hiç böyle
israflara, saltanatlara razı olur mu? Ama, dîni iyi bilen ve ona göre hareket
eden kim var ki? Onlar ilk devirlerde gelip geçmişler; geçmişler ama,
İslâmiyeti de bütün dünyaya yaymışlardır. Bugünkü dokuzyüz milyon
insanın müslüman olmasına onlar sebep olmuşlardır. Biz ise bugün bil'akis
insanları müs-lümanlıktan adetâ soğutmakta ve kaçar duruma
getirmekteyiz. Bu da elbette affolunmaz bir kabahattir.

İkincisi: Faize alışan ve devamlı surette faizle iş görenlerdir. Bunlar


hakkında evvelki dersde beyân-ı mütâlâa edildiğinden tekrarına lüzum
görülmemektedir. Şu kadar ki, Hak'kın ve Resûl'ünün yasaklan hiç bir
zaman hikmetsiz ve faydasız değildir. Anlamayanlara ne diyebiliriz? Ancak
Allâh-ü zü'1-Celâl onlara da anlayış ve idrâk ihsan buyursun, âmîn.

Üçüncüsü: Nemmâmlık, yâni söz hamalları, söz taşıyanlardır ki yukarıda


izahatı geçti.

Dördüncü: Deyyustuk denilen ahlâksızlıktır.

Beşincisi: (Surta)dır. Bunun türkçesini yazamıyorum, lügat-lara bakıp


öğrenebilirsiniz. Alçak ve leîm kimselere denir.

Altıncısı: Muhannes, kadın ahlâklı kimselerdir ki, lûtîlere belini büktürdüğü


için böyle denilmiştir.
Yedincisi: Kâtî-ı rahîm, yânî akrabasıyla alâkasını kesen kimseye denir.

Sekizincisi: Allâh-ü teâlâ'ya söz verip, ahdinde, sözünde durmayanlara


denir ki, bu sekiz sıfatın sahibi insan, her yerde ve her zaman insanların
ve cemiyetin dâima nefretine uğramış kimselerdir.

Hülâsa, bu söz taşıyan kimseler de Cennet'e giremeyecekler arasında


oldukları gibi, Cenâb-ı Hak'kın en sevmediği kullardan oldukları da
açıklanmaktadır. Bunların yüzünden muhitlerinde bulunan diğer insanlara
bile rahmet-i ilâhî yağmaz olduğu da ayrıca bildirilmektedjr.

Bu konuda bir de şu var ki; müslüman bir kardeşin için katL iyyen sû-i zan
da bulunma. Lâf getirip, söz taşıyanların sözlerine sakın inanma. Çünkü bu
gibi lâf taşıyanlar hiç bir zaman sâ-

dik değildirler. Onlara asla aldanma ve onların sözlerinin doğru olup


olmadığım da araştırma ki, onların sözlerine ehemmiyet vermiş olmayasın.
Sen de onlardan duyduklarım başkalarına kat'iyyen söyleme ki sen de
nemmâm olmaktan kurullasın. Zîrâ bunlar yol kesip, eşkiyâlık yapanlardan
daha adîdirler, tşte size nasîhatcı büyük bir adamın nasîhati: "Senin
etrafım bir takım kimseler çevirmiştir ki bunlar, dinlerini satıp senin
tarafından dünyalığa nail olmağa çalışırlar!' Yânî dünya menfaatleri için
dinlerini feda ederler. Bir takım şuursuz kimseler vardır. Allâh-ü teâlâ'nın
gazabına, seni memnun etmek için razı olurlar. Senden korkarlar da, sana
karşı yaptıkları nâsezâ hareketlerinden nâşî Allah'dan korkmazlar.
Binâenaleyh, sakın bunlara îtimâd edip, emânet-i İlâhiyeyi zâyî etme.
Çünkü kıyametin, işlerin ehli olmayanlara verildiği zaman kopacağım
bilirsiniz. Onların yaptığı her yanlış hareketten mes'ûl olduğunu da
unutma. İnsanların akılsızının, başkasının dünyâsı için kendi âhiretini satan
veya zâyî eden kimse olduğunu da unutmamalıdır. Bu gibi zararlar pek
çoktur; fakat en mühim zararı, Allâh-ü teâlâ'nın bizlere lütfetmiş olduğu
ömrün kaybıdır ki, bunu boşuna geçirmek kadar büyük ve acıklı bir zâyiât
yoktur. Bu ömür de nefeslerimizle mukayyeddir. Yânî bir nefesin ziyâ'ı,
ömürden bir parçanın kaybı gibidir.

Ey azîz kardeşim, onun için çok uyanık ve müteyakkız olmak gerekir.


Nefesleri boşa geçirme, hevây-ı hevesine kapılma. Bir gün va'de gelip de,
"Haydi gel" denilince, artık durmak mümkün değildir. Sonra bu hayatın
mes'ûliyet sorguları var. Sakın bunlara inanmamazlık etme. tslâm dîninin
esaslarından biri de ölümden sonraki âhiret günlerinde olması mukadder
hesap ve mîzândır ki; amellerimizin tartılmasıdır. Sevabı çok olanlar
kurtulur; Cennet'e giderler. Günahı çok olanlar da Cehennem'e sev-
kedilirler. Buna göre sevabı çoğaltmak için ibâdet ve hayırlara sür'atle ve
ihtimamla devam etmekle beraber, günahı mûcib ve mes'uliyeti îcâb eden
her türlü şeyden kaçınmak gerekir. Bâhu-sûs aldığımız nefesleri boşa
geçirmek kadar gaflet ve vebal olmasa gerektir. Cenâb-ı Hak cümlemizi af
ve mağfiret eylesin ve rızâsını kazanmaya gayret eden bahtiyar kullarına
bizleri de ilhak buyursun, âmîn.
KİZB VE AHDE VEFA

165

Kizb (Yalancılık) ve Ahde Vefa

JU

"Ey îmân edenler, bağlandığınız ahidleri yerine getirin."

(5/25) Allah (ac.) böyle buyurdu.

Resûlullah (s.a.s.) da:

"Şüphesiz ki yalan, nifak kapılarından bir kapıdır." diye buyurdular.

Yalan hakkında yazı yazmak bile fazladır diyeceği geliyor insanın. Yalanın
kötülüğü ve fenalığı bütün din ve milletlerde yazılmış, okunmuş ve hattâ
tatbîk edilmiş olduğu biline ve gö-rülegelmektedir. Hattâ bâzı
memleketlerde otobüs ve tramvaylarda, biletçi ve kontrol da yokmuş.
Çünkü herkes vazifesini bilmekte ve yapmaktadır. Kontrola ihtiyaç
görülmemektedir. Zîrâ oralarda oturan insanlar kendi menfaatlerinden
daha ziyâde cemiyetin faydasım düşünerek, bugibi cinayetleri irtikâba
vicdanları razı olmamaktadır. Şu halde yalan, kendi menfaatini, çıkarım
cemiyetin aleyhinde kullanmak oluyor ki bu da, ancak şuurunu kaybetmiş,
akılsız, ahmak, budala, hattâ, dinsiz veya dîni bilmeyen serserilerin işi olsa
gerek. Kendini bilen insan hiç bir zaman yalana tenezzül ve iltifat etmez ve
bilir ki, yalan bir yüz karasıdır; er veya geç meydana çıkacaktır, bir
müslüman ise çok nezîh ve kibardır. Kendisine bir leke gelmesini
kat'iyyen istemez. Bunun için yalana yaklaşmaz ve bilir ki, yalan
münafıklık alâmetidir. Allah sübhânehû ve teâlâ Hazretleri yalan söyleyeni
kat-iyyen sevmez. Allâh-ü celle ve alâ'nın sevmediğini elbette Resûlullah
(s.a.s.) Efendimiz de sevmez. Allâh-ü celle ve alâ'nın ve onun Resulünün
sevmediğim, tabiî insanların da, meleklerin de sevmesine imkân yoktur.
Şu halde yalancı; herkesin menfuru, mezmûm, ahlâksız, seviyesiz ve
kıymetsiz bir kimse demektir. Dünyâda da, âhirette de hâli haraptır. Sonra
yalan, mert kişilerin değil, âdî ve daha doğrusu alçak kişilerin işidir. Mert
insan, müslüman olsun da sonra işine gelmediği vakit yalan söylesin,

5/25 Mâide, 1.

166

TASAVVUF! AHLÂK V

hiç olacak şey değildir. Onun için müslüman, her zaman mert ve
dürüsttür. Yalana kat'iyyen tenezzül etmez.
Verdiği sözlerde ve va'dlerde durmak ta ve va'dini yerine getirmemek de
yalancılıktır. Bol keseden va'd eder de sonra va'dini yapmazsa, buna da
yalancılık damgası vurulur. Yaptığı va'di, sözleşirken yapmamak üzere bir
fikri varsa, yalancılık iki kat olur. Bir de var ki, va'dini yapmak ister de
imkânı olmazsa, özür dilemek suretiyle belki ma'zûr görülebilir. Onun için
bu gibi va-dlerde bulunurken insanlar inşâallah demeyi unutmamalıdırlar.
Tüccarlara fâcir denilmesinin bir sebebi de -Allâh-ü a'lem- ticaretlerinde
mallarını istedikleri gibi ve pahalı satabilmek için irtikap ettikleri yalan ve
yalana benzer kaçamak sözlerinden ve bir de, bu hususda hiç te
düşünmeden yemin ettiklerinden nâşî olsa gerektir ki, ne kadar fena bir
duruma düşmektedirler. Halbuki ticâret hem meşru', hem makbul ve hem
de bir vazîfedir. Atalet; tenbellik, meskenet, zillet ve hakîrlik getirir.
Ticâret; şeref, saltanat, izzet, şöhret ve şeref verirken, fâcirler, fâsıklar
defterine kayd olmak ve yarınki kıyamet gününde onlarla beraber haşr
olmak ne kadar acıdır. Elbette ki bu gibi insanlar dünyâlarını, âhiretlerine
tercih etmiş zavallı kimselerdir. Erbâb-ı ticâretin herhalde bunlara çok
dikkat etmesi gerektir. Hele mallarını hiyle ve ihtikâr karıştırıp, fırsatlardan
istifâde ederek para kazanmaya kalkmaları adetâ bir cinnet alâmetidir. O
ne kadar düşük ve seviyesiz bir kişidir ki, hemcinsi olan din kardeşlerini
sıkıntı ve darlıklara düşürüp kendi çıkarını, rahat ve zevkini
düşünmektedir. Bundan dolayı da mallarını saklayıp bahaya çıkmasını
beklemesi şaşılacak kadar kötü, acı ve yaramaz bir şeydir, tnsan demek;
icâbında lokmasını bile kardeşine verebilecek seviyeye yükselmiş kimse
demektir. Bu ise ancak hakîkî bir müs-lümamn sıfatı, huyu ve ahlâkıdır ki,
tarihte numuneleri pek çoktur. Her ne kadar onların seviyesine erişmeye
imkânımız yoksa da, yine onları sever ve onlar gibi olmaya gayret ederiz.
Hak süb-hânehû ve teâlâ bizleri de sevdiği ve razı olduğu amellerle ve
Allah deyip, istikâmetle hareket eden kullarından eylesin, âmîn.

Cenâb-ı Hak Meryem sûresinde İsmâîl aleyhisselâmı "Va1 dinde sâdık"


olduğunu beyânla medh ve sena buyurmuştur. İsmâîl aleyhisselâm, bir
kimseye falan yerde buluşmak üzere va1

KİZB (YALÂNCILIK)VE AHDE VEFA

167

dde bulunmuş, o adam, nasılsa bu va'd gününü unutmuş olduğundan


gelmemiş, tsmâîl aleyhisselâm o mekânda tam 22 gün beklemiştir. Verilen
sözde durmak ne kadar mühimdir (5/26).

Binâenaleyh insanın kişiliği, efendiliği, müslümanlığı, o hiçe saydığımız


sözlerle ölçüleceğinden, bu hususta pek dikkatli ve titiz olmak iktizâ eder.

Peygamberimiz (s.a.s.) Efendimiz Hazretleri de, daha Peygamber


olmazdan evvel Abdullah adında birisiyle belirli bir yerde buluşmak üzere
sözleşmişlerse de, Abdullah verdiği sözü tutmamış veya unutmuş, bu
yüzden iki veya üç gün sonra aklına gelmiş, koşup oraya gitmiş, bir de
bakmış ki Peygamber (s.a.s.) Hazretleri hâlâ orada beklemiyor mu? O
zaman ona: "Ey genç, bana meşakkat verdiniz!' buyurmuşlardır. Belki de
gelmeseydi daha ne kadar zaman bekleyeceklerdi. Verilen sözün ne kadar
mühim olduğunu bizlere bu hâdiseler bil-fiil göstermiyorlar mı?

Yalanın Caiz Olduğu Yerler

Yalan had-di zâtında çok kötü, mezmûm ve her ne kadar menfur birşey ise
de, bazı zarurî hallerde caiz görülmüştür:

1- Bir müslümanı tehlikeden ve zarardan korumak.

2- Bir müslümana faydalı olacağı sırada,

3- Harblerde düşmana karşı hiyle, hud'ada,

4- İki müslüman kardeşi barıştırmak için, 5/Hanımına, ailesine karşı bâzı


zaruret hallerinde, -her zaman değil- ancak büyük zararların doğma
tehlikesine karşı idâre-i maslahat babında zaruret miktarına ce%âz
verilmişse de, bu hususta çok uyanık olmak lâzım gelir. Zîrâ nefis hemen
fırsat bekler. Bunlar çok mühimdir.

Meselâ, bir cânî, katil kişi birisini öldürmek üzere kovalarken, mazlum
zavallı sizin evinize iltica etse, arkadan katil gelip bu adamı sizden sorsa,
burada doğruyu söylemek kat'iyyen caiz değildir. Hattâ yalan söylemek
vclptir derler. Zîrâ bir müslüman kardeşinin kurtulmasına sebep
olduğundan dolayı büyük bir ecir

5/26 Bu mevzuda etraflıca bilgi için bkz. İhyâ-ul Ulûm, c.3, sh.118.

168

TASAVVUF! AHLÂK V

ve mükâfata da nail olacaktır. Bir de zâlim bir kişi, malınızı elinizden almak
için, malınızın, paranızın yerini sorsa, onu söylememek, bildirmemek için
yalan söylemek te caizdir demişlerdir. Çünkü müslümana canını, malım ve
ırzını muhafaza etmek borçtur. Binâenaleyh, bunlara tasallut edene karşı
mümkün oldukça ellerinden kurtulmak için yalan söylemeyi tecviz
etmişlerdir. • fakat yukarıda da arz olunduğu gibi mümkün mertebe insan
yalan söylemekten kendini kurtarmaya çalışmalıdır. Zîrâ nefisler dâima
menfaatlerini, mallarını ve mevkilerini çok severler. Bunların ellerinden
çıkmaması için yalana baş vurmaları ta-biatiyle lâyık olan birşey değildir.
Yalan ancak bir cam ölümden kurtarmak için başka çâre bulunmadığı
takdirde tecviz edilmiştir. Yoksa yalan hem haramdır, hem de büyük
günahlardandır. Son derece sakınmak lâzımdır. Zîrâ yalan insanı nihayet
Cehen-nem'e sürükleyen bir âfettir. Nasıl ki, sadâkat insanı Cennet'e
götürürse, yalan da Cehennem'e götürür. Onun için yalandan hem
korkmak hem de kaçmak lâzımdır. Bahusus çocuklarına karşı çok daha
dikkatli ve uyanık olmak lâzımdır. Çünkü, sonra çocukların da yalancı
olmalarına sebep olabilirler. Yalana ta'rizle de olsa tenezzül etmemek
lâzımdır. Meselâ, evde olan bir kimseyi sordukları zaman, güya yalan
söylememiş olmak için burada yoktur diye cevap vermek te yalandan
sayılır. "Efendim, evdedir ama burada yoktur, söylediğim yalan değil" gibi
mazeret göstermek boşunadır. Çünkü gelen kimse onun evde olup
olmadığını soruyor. Binâenaleyh evdeki bir kimse sorulduğunda, burada
yoktur diye cevap vermek kat'iyyen lâyık değildir.

BÜHTAN

169

Bühtan

(İftira etmek)

AÜ\

ıs'A

"O halde Allah'a karşı (demediğini söyledi diye) yalan uydurup atandan,
yahut O'nun âyetlerini yalan sayandan daha zâlim kimdir?'Y5/27>.

îftirâ; bir kardeşini lekelemek veya karı kocanın arasına açmak,


kardeşlerin arasını bozmak veya birini gözden düşürmek veya onu cezaya
çarptırmak için söylenen katmerli yalana denir ki bunun ne kadar fena
birşey olduğunu ifâdeye lüzum bile yoktur, iftirada hem yalan vardır, hem
de yalanın günahı yüklüdür. İnsanoğlu hem yalan söylesin hem de bir
mü'min kardeşine her ne sebeple olursa olsun iftirada bulunsun, doğrusu
çok şaşılacak bir şeydir. Demek ki, insanoğlu ahlaken temizlenmemiş ve
güzelleşmemiş ise, doğrusu ona insan demeye de insanın adetâ "dilinin
varmıyacağı geliyor. Evet insan kusursuz olmaz; ama bir müslüman
kardeşine, olmamış ve görmediği birşeyi isnâd etmesi kadar abes ve hatalı
"birşey yoktur. Ma'lûmya, başkalarından duyduğu sözleri bile, insanın
yaymaya hakkı yoktur. Çünkü duyulan sözlerin muhakkak doğru olması
lâzım gelmez. Belki nakleden de yanlış nakletmiş olabilir. Bunları
araştırmaya va tahkik etmeye de lüzum yoktur. Bizim vazifemiz de
değildir. İnsan, ilm-i hakîkî denilen faydalı ilimlerle ne zaman mücehhez
olursa, o zaman ne yalana ne de iftiraya cesaret edemez. Bilir ki ikisi de
büyük günahlardandır. Fakat ne yazık ki nefislerini ıslâh edememiş
zavallılar, ufak tefek menfaatler için dünyasını da mahveder, âhiretini de.
Cenâb-ı Hak cümlemize hakîkî İslâm şuuru, nasîb ve müyesser eylesin,
âmîn.

5/27 A'raf, 37.


170

TASAVVUF! AHLÂK V

Bir iftira daha vardır ki, o daha büyük bir günah olmakla beraber mağfiret-
i İlâhiyeden de mahrum olmaya sebeb olur ki bunun neticesi Cehennem
olacağı aşikârdır. Cenâb-ı Hak için hıristiyanların iki ve üç demeleri, îsâ
aleyhisselâm için Allah'ın oğlu isnadında bulunmaları, melekler için de
münasebetsiz sözler söylemeleri, hem şirk, hem de affolunmaz büyük
günahlardandır. Sonra, bu insanoğlu çok acâib bir mahlûktur. Ufak tefek
menfaatleri için istediği yalanı ve iftiraları irtikâb etmeKten hiç de
kaçınmaz olduğu pek çok görülegelen şeylerdendir. Bu gibi kötü ve çirkin
ahlâklardan kurtulmak isteyenin kuvvetli bir îmâna sahip olması, bir de
tam ma'nâsıyla Allâh-ü teâlâ'dan korkup, yasaklarından kaçması ve emr
ettiklerini de yapması lâzımdır ki, bu gibi fenalıklara cesaret edemesin.
Halbuki, namaz kılmayan, oruç tutmayan, zekâtını vermeyen kimsenin,
elbette ki diğer günahları da işlemeğe, kendisinde cesaret bulacağında hiç
şüphe yoktur. Bu tabiî bir haldir. Kendisine bu gibi isnâdlar yapılınca
kimbilir nasıl kızacak ve küplere binecektir? Fakat hiç düşünmez ki o da
kendisi gibi bir insandır; o da kızacak ve bağırıp çağıracaktır. Bununla
beraber kimbilir maddî, ma'nevî ne kadar zararlara girecektir. Onun için
lâfı gayet tartılı ve ölçülü konuşmak lâzımdır. Hattâ çok konuşmamağa
alışmalıdır. Buda hep çocukluktan başlayan, devamlı bir terbiyeye
muhtaçtır. Canım efendim, gâvur gâvurluğuyla yalan ve iftirayı sevmez ve
korkarken, bir müslüman nasıl olur da bunu yapabilir? Asıl insanı
düşündüren budur. Demek ki müslümanlık, hemen öylelerin dil-lerindedir;
içlerine birşey işlememiştir. Böyle olunca da herşey

olur.

Mevlâ cümlemize kâmil îmân ile, olgun ve dürüst bir ahlâk ihsan buyursun
da saadet ve selâmetle âhirete göçen bahtiyarlar zümresine ilhak eylesin,
âmîn.

YALAN ŞAHİTLİĞİ

171

Yalan Şahitliği

Bu da yalanın en büyüklerindendir. Bu kelimede cebir ve zor kullanmak


ma'nâları da mevcûd olduğundan, öteki yalandan daha şiddetlidir.
Binâenaleyh, müslüman hiç bir zaman yalana teşebbüs etmediği gibi,
yalan olan yerlere bile uğramazlar. Bu suretle de hem kendilerim
günahlardan korumuş olurlar hem de çocukların, babanın evde
oturmayışından istifâde ederek, kötü ve günah işlere alışmalarına manî
olurlar. Onun için iyi ana ve baba, ne yapıp yapmalı evlâdlarına sahip
olmalıdır. Çünkü şefkatin evvelâ insanın kendisine, sonra da çocuklarına
karşı olması gerektir. Kendine acımayanın başkalarına acıması elbette
muhaldir. Öylelerinden herşey umulabilir. Yukarıdaki âyet-i kerime1 nin
mânâsı çok açıktır. Meâlen: "Onlar ki yalancı şahitlik etmezler ve boş söz
konuşanlara rastladıkları zaman, onlara bulaşmadan iyi bir şekilde yüz
çevirir, geçerler." (5/28)

İşte mü'minin huyu, ahlâkı böyledir: ne yalan yere şahidlik yapar, ne de


yalanı irtikâb eder. Boş ve faydasız sözler söylemediği gibi, söyleyenlere
de karışmaz. Tertemiz bir ahlâka sahiptir. Nurun alâ nurdur. İşte
müslüman böyle olur, vesselam.

5/28 Furkân sûresi.

172

TASAVVUF! AHLÂK V

İstihza—Alay ve Eğlenme

îî

"Ey imân edenler, bir kavim diğer bir kavim ile alay etmesin. Olur ki (alay
edilenler Allah indinde) kendilerinden (yani alay edenlerden) daha
hayırlıdır. Kadınlar da kadınları (eğlenceye almasın) Olur ki onlar
(eğlenceye alınanlar) kendilerinden daha hayırlıdır. (Kendi) kendinizi
ayıplamayın. Birbirinizi kötü lâkablarla çağırmayın. îmândan sonra fâsıklık
ne kötü addır! Kim (Allah'ın yasak ettiği şeylerden) tevbe etmezse onlar
zâlimlerin tâ kendileridir." (5/29)

İstihza; bizde alay etmek ma'nâsına gelir ki, karşısındakini hor ve hakir
görmekten, ona kıymet vermemekten ileri gelir. Belki insan, bilgisiz, aklı
zayıf, düşüncesi kıt, belki de vücût bakımından çelimsiz, güçsüz,
kuvvetsiz, noksan a'zâlı da olabilir. Muhakkak, çok iyi düşünmek lâzımdır
ki, bizler de, bilgi, kuvvet, akıl, zekâ, vücuttaki tenâsüb ü endam ve
noksansız bir vücuda

sahip isek, bunu biz istedikte öyle mi oldu diyeceğiz, bu mümkün müdür?
Asla. İyi bilmeliyiz ki, Hâlık-ı zül-Celâl öyle istemiş ve öyle de yaratmıştır.
Onları da öyle istemiş ve öyle yaratmıştır. Bu ilâhî takdirlerde hiç bir kulun
arzu ve irâdesinin rolü yoktur. Binâenaleyh onları, o kusurlarından dolayı
ayıplamak ve onlarla alay etmek, eğlenmek, elbetteki Hak teâlâ'nın
gücüne gider. Çünkü o öyle yaratmıştır. Kimbilir ne hikmetleri vardır. Seni
böyle güzel bir surette yaratırken, onları öyle yaratması elbette bir
hikmete müsteniddir. Onun için sakın kimsenin kusuru ile eğlenmeye
kalkma. Sonra maazallah senin ve çocuklarının da öyle bir noksanlıkları
olursa ne yaparsın? îyi düşün; hoppalığı bırak, biraz sakin ol ve ma'kûl
olmağa çalış. Malına, sağlığına ve şâir övünülecek şeylerin hepsine bak da,
bunları sana bahşeden lütfedip veren Allah-ü teâlâ ve tekaddes
Hazretlerine şükret, emirlerini tut ve yasaklarından kaç. Verdiği nimetlere
de ayrıca şükret. Allah-ü teâlâ'nın işlerine karışma. Bak Cenâb-ı Hak bu
âyet-i kerîmede, kısa fakat ne kadar güzel olarak bizleri îkâz ediyor.
Meâlen: "Ey îmân edenler, yâni mü'minler, bir kavm diğer bir kavmle alay
etmesinler, olur ki alay ettikleri, kendilerinden daha hayırlı olurlar"
Kadınlar için de aynı ifâdeden sonra "Kötü lâkablarla atışmayın, hem
birbirinizi de ayıplamayın" bu-yurulmuştur. Bu ne kadar açık bir düstûr ve
ne güzel bir derstir. "Sözden anlayana sivrisinek saz, anlamayan beyinsize
de davul zurna az gelir" dedikleri çok doğrudur.

İstihza: Kardeşini noksan ve zayıf görerek onunla alay etmek ve eğlenceye


almak, onun noksan hallerine karşı gülmek, alaylı bir şekilde tebessüm
etmek, sırıtmak hem günahdir, hem de ayıptır. Bunlar ekseriya insanın
kendini beğenmesi, ucüb, kibir hallerinden neş'et eder. Bu bakımdan çok
uyanık olmak gerekir. Belki o gülüp eğlendiğin ve beğenmediğin insan,
senden daha çok hayırlı olabilir. Kıyamet gününde yaptıklarına pişman ve
ona karşı da mahcûb olursun. Onda gördüğün kusurları ayıpladığın için,
mutlaka ölmezden evvel senin de başına geleceğini hiç bir zaman unutma.

Cenâb-ı Hak cümlemizi iyi, güzel ahlâklarla ahlâklanan kullarından eylesin,


âmîn, bi-hürmeti-Seyyid'il-mürselin ve sallal-lâhü alâ seyyidinâ
Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî eemaîn.

5/29 Hucurât, İL

Tahkîr

(Hakaret etme ve hakîr görme)

İstahzâya sebep olan, büyük günahlardan sayılan kötü bir huy da tahkirdir
ki, kendini bilmemek demektir. Ya servetine veya mevkiine veya bilgisine
güvenerek, bunlardan mahrum olanları küçümsemek, onlara lâzım gelen
önem ve değeri vermemek, bir nevi görgüsüzlük alâmetidir. Hani
sonradan görme derler ya; işte bu gibi insanlardır ki, kendisini yükseklerde
görüp, zuaf â ve bîçârelerle gerek alay ve istihzalar ve gerekse hakaretler
etmesi, hep kendini bilmemezlikten ileri gelir. Şu vücudumuzda göz,
kulak, ağız, burun, kalb, akıl, fikir, zekâ, gibi kıymetli ve kuvvetli a-zâlar
mevcut olmakla beraber, mide dediğimiz işkembe ki, yediğimiz nimetlerin
orada ne hale geldiği, sonra bağırsaklar yoluyla nasıl dışarı çıkardığımız
ma'lûmdur. Fakat o kıymetli a'zâla-rın değerleri ancak bu gördüğü işler
sebebiyle bilinirler. Eğer üç beş günlük yediklerimizi çıkaramazsak,
hâlimizin ne kadar acı olacağı da ma'lûmdur. îşte o zaman senin o kıymetli
aklın ve zekân, göz ve kulakların hep birden feryada başlarlar. Hani sen o
işkembeyi ve bağırsakları hiçe sayıyordun da, ancak varsa benim gözüm,
kulağım, aklım, fikrim var diyordun. Haydi bakalım şimdi ne yapacaksan
yap ta görelim?.

Öyle ise aziz kardeşim; sakın kimseyi hakîr ve hor görme. Sakın kimseyle
istihza etme ve bu gibi hallere ne alış, ne de çoluk çocuğunu alıştır.
Çünkü, bu alışılan şeyleri terk etmek kadar zor birşey yoktur. Bak, en
muzır olan sigarayı bırakabiliyor musun? Herkes de biliyor ki hem bedene
hem de keseye zarardır. Zarardır ama, yine herkes anasının memesi gibi
bir türlü ağzından bırakamıyor. Onun için sen Hak yolundan ayrılma,
Hak'kı sev ve Hak'ka riâyet et. Bil ki herkes, o Hâlık-ı zül-Celâl'in kuludur.
Hepsine hürmet ve saygı göster ki Hak'kın rızâsına nail olasın, vesselam.

Razı ve Hoşnûd Olmamak, Gücenmek, Darılmak ve Gazab

İyi ahlâkların en başı, hâline razı olmaktır ki, bu da, Hakkın kazasına,
hükmüne ve kaderine razı olmağa dayanır; en güzel bir huydur. Aksi
olarak, hâline razı olmamak ve hâlinden hoşnûd ve memnun olmamak da,
o kadar kötü ve mezmûm bir huydur. Hırs, hased, kin, gazab gibi kötü
haller, hep bu hâline razı olmamaktan doğar. Bugünkü komünizm fikri de
zannedersem bundan doğmadır. însan tabiatiyle hâline razı olmayınca,
gücenecek, darılacak, küsecek, kızacak ve bir çok sayısız fenalıklar
doğacaktır. Onun için mezmûm olan ahlâklardan birisi de, işte bu (Suht)
denilen rızâsızlıktır. Hâline razı olan kişinin, kimsenin rie malında, ne de
başka bh şeyinde gözü olmayacağı ma1 lûmdur. Demek ki, hırsızlık,
yankesicilik, kaçakçılık ve daha ne kadar fena şeyler varsa hep bunlar,
rızâsızlıktan neş'et etmektedir. Rüşvetler de böyle değil midir? Şu halde
gerek ana ve babalar ve gerekse mekteb mürebbi'leri, çocuklara dünya
bilgilerini sunarken, yanı başında bu ahlâk derslerini de vermeleri
gereklidir. Yoksa çocuk, bunları kendi kendine öğrenmeye kalırsa, buna bir
ömür kâfi gelmez. En kolayı ve en iyisi, çocuk daha küçük yaşta bunları
öğrenip, ona göre yetişirse, çocuk da, genç de, cemiyet de rahat eder. Bu
olmazsa, kendisi de, cemiyet de her zaman sıkıntı ve meşakkat içerisinde
bunalır; rahat yüzü görmezler. Bu ise -Allah korusun- cemiyetlerin
yıkılmasına sebep olabilir. Hak sübhânehû ve teâlâ cümlemizi halinden razı
olan kullarından eylesin, âmîn.

Sakın bunu yanlış anlama! Hâline razı olmak çalışmayıp, yan gelip yatmak
değildir. Herkes elinden geldiği kadar çalışacak, fakat neticede Hak'kın
takdirine razı ve hâlini ıslâh çârelerini arayacaktır, labiî bu arayış meşru ve
helâl yollardan olmak şartıyla. Yoksa, şu niçin zengin, bu neden rahat ta
ben değilim

1/0
diyerek kendini boş yere yormamak ve onları hasedle değil, gıpta ile
karşılamalıdır. "Kadere inanan kişi her kederden emîn olur"

buyurulmuştur ki çok doğru ve yerindedir. Birçok umulmayan hâdiseler,


intiharlar, hep kadere imansızlığın alâmetidir. Cenâb-ı Hak cümlemize
hakîkî îmân ve hakîkî rızâsına mukârin ameller nasîb ve müyesser eylesin,
âmîn; ve'1-hamdü lillâhi Rab'bil-âlemîn.

HÜMEZE VE LÜMEZE

III

Hümeze ve Lümeze

"Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı (el, kaş ve göz işaretleri ile) eğlenmeyi
ve ayıplamayı âdet edinen her kişinin vay haline!"

(5/30)

Hümeze ile lümeze denilen, bu iki çirkin huy, ahlâk-ı mez-mûmeden olup,
insanların tekemmülüne ve olgunlaşmasına manî olan en kötü
huylardandır.

Hümeze: lügatta bir kişinin arkasından aybını söyleyen ve gıybetim yapan,


yüzüne karşı da ta'n eden kişiye denir. Bazılarına göre aksi olup, yalnız
yüzüne karşı ta'n edene hümeze, arkasından gıybetini yapanlara da
lümeze demişler ki bu, gerek sözle, gerek gözle,gerek ef âl ve hareketlerle
de olur. Maksat o kimseyi incitmektir. Hümeze ile lümeze şu hâle göre
aynı ma'nâya geliyorlar demektir. Hümeze; insanların nefislerine müteallik
ayıplarını ve kusurlarını zikreder durur. Lümeze ise, nesebine müteallik
haller cihetiyle ta'n ve teşnî edene denildiği gibi, göz ile işaret etmek
suretiyle birinin ayıbını bir başkasına ulaştırana hümeze, bilfiil diliyle ta'n
edene de lümeze denilmiştir. Bunun aksini söyleyenler de olmuştur. Yâni
göz işaretiyle yapılana lümeze, dil ile olan ta'n ve teşnî'a da hümeze
denilmiştir. Hepsi hemen hemen aynı yola çıkar. Maksat mü'min kardeşini
ayıplamak, onun ayıp ve kusurlarını teşhir etmektir. Nasıl ederse etsin, o
kardeşini hiçe saymak kadar ayıp birşey yoktur. Çünkü onu öyle yaratan
Allâh-ü celle ve âlâdır. Ona bakıp da ibret almak, hâline şükretmek ve
Hak'kın buyuruklarına riâyet etmek

5/30 Hümeze, L

178

TASAVVUF! AHLÂK V

gerekir, (Mahmuz) diye, süvari askerlerin çizmelerinin topuklarında ki bir


demir parçasına derler ki, ata vurdukça onu koşturur. Çünkü hayvanın
cam yanar, koşmaya mecbur olur. Hüme-ze işte buradan geliyor. Yânî
incitici demektir; ama nasıl incitirse incitsin, tncitmek mutlaka sopa ile
veya silâhla olması lâzım gelmez. Bazı bakışlar vardır ki, adamın ciğerini
yakar, adetâ canını alır. İşte bu gibi mezmûm huylardan sakınmak,
üzerimize düşen bir borçtur. Teşbihler, zikirler, Kur'ân'lar, hayırlar hep
güzel şeylerdir. Fakat onların fayda verebilmesi için kötü huylardan
sakınmak şarttır. Ayağında ne kadar mikrop vardır diye soframıza konan
bir sineğe bile razı olmuyoruz. Günahlar ise en büyük ve mühlik
mikroplardan daha fena ve tehlikelidir. Binâenaleyh dîninin kemâle
ulaşmasını isteyen kişi, herhalde kötü huylan bilip, onlardan kaçması
lâzımdır, vesselam.

Cenâb-ı Hak, cümlemizi kardeşlerimizin arkasından, onların hoşlarına


gitmeyecek şeyleri söylemekten muhafaza buyursun, âmîn.

BUGZ, GAYZ, MUKÂTAÂT

179

Buğz, Gayz, Mukâtaât

Buğz: mezmûm olan ahlâklardan biridir ki düşmanlık etmek, sevmemek,


nefret etmek ve nefsâniyet beslemek gibi, bir «çok ma'nâları da
kendisinde toplayan kötü bir huydur. Halbuki:

"Hubbu fillâh ve buğzu filîâh; Allah için sevmek, Allah için buğzetmek"
İslâm'da esastır.

Cenâb-ı Hak Mûsâ aleyhisselâma sormuştur:

"Yâ Mûsâ, benim için ne yaptın?"

Mûsâ aleyhisselâm da, yaptığı güzel amelleri saymış, dökmüş, fakat


Cenâb-ı Hak;

"Yâ Mûsâ, banlar hep senin içindir. Meselâ namazlar, oruçlar ve bütün
hayırlar hep senin içindir. Kimisi kabrinde, kimisi ise âhirette senin için nûr
ve burhan ve ziya olurlar. Ya benim için ne yaptın?" deyince,

Mûsâ aleyhisseîâm:

"Yâ Rab, bana bildir, onlar nelerdir?" diye niyazda bulunmuş. O zaman
bunların "Hubbu fillâh ve buğzu filîâh" olduğu beyan buyurulmuştur. Yânî,
sevdiğini yalnız Allah için sevmek, sevmediğini yine yalnız Allah için
sevmemektir.

Halbuki bizim gerek sevdiğimiz ve gerekse sevmediğimiz hepsi nefsimizin


işidir. Allah için sevmek ve yine Allah için sevme-yip buğzetmek, İslâm'ın
kemâlinin alâmetidir. Kemâle erişemeyen bizim gibilerin hâli ise,
nefsimizin meyil ve arzusuna bakarak, menfaatimize uygun geleni
sevmektir. Menfaatimiz yoksa ve biraz da zarar melhuz ise, derhal buğz
ederiz. Bunun adına da sıkılmadan "hubbu fillâh" veya "buğzu fillâh"
deyiveririz. Bütün gün dinsizlerle hattâ din düşmanlarıyla düşer, kalkar,
onlara çeşitli dalkavukluklar, tebessümler, yüze gülmeler, pekiy efen-
dimlerle sohbet eder, sonra da kızdığı bir müslümana karşı "Ben buna
Allah rızası için buğz ediyorum" der, işin içinden çıkarlar. Evet bir
müslüman kardeşinin bir hatâsından dolayı, belki de ona kızmış olabilirsin
ama, o dinsizle, münafıklarla, mürâiler-

PP

180

TASAVVUFÎ AHLÂK V

le, ibâdet ve tâatten mahrum, her türlü imkânı olduğu halde, kendisi
hacca gitmediği gibi, hacca gidenlere de manî olmağa çalışan, namaz
kılmayan, fakat namaz talanlarla alay ve istihza edip, onlan da
menetmeğe çalışan, hele orucu hiç bilmeyen, çünkü nefsinin kölesi ve esîri
olan, tutardan da "Allah'ın açlara ihtiyâcı mı var?" diyerek zavallı
müslümanlan yolundan çıkarmaya çalışanlarla dost olup ta, müslümamn
bazı kusurlanndan nâşî küsmek, konuşmamak ve ona yardımı kesmek
bilmem ne kadar doğrudur?

Onun için iyi düşünmek ve afv sahibi olup müsamaha ile hareket etmek,
müslümanların kusurlannı değil, asıl kendi kusur ve kabahatini görerek
düzeltmeğe çalışmak en doğru bir harekettir, vesselam.

Gayz ise, hışım, gazap ve dargınlığa derler ki bu da, buğz gibi mezmûm
olan huylardan ma'duddur. Cenâb-ı Hak zü'1-Celâl Hazretleri, medh
makamında:

BUUZ, (J

buyurmuştur ki "Gazab halinde gayzını, kinini, hiddetim yenip, afv ile


muamele edenlerin" (5/31) makbûl-ü îlâhî olduklarını bizlere beyân
buyurmaktadır. Hattâ gücü yettiği ve kadir olduğu halde cezâlandırmayıp
affedenleri kıyamet gününde Allah süb-hânehû ve teâlâ, onun kalbini
rızasıyla doldurur.

Bir rivayette ise, "Allah-ü teâlâ Hazretleri onun kalbini emn-ü emânla
doldurur" buyurulması ne kadar büyük bir müjdedir. Fakat kızmış,
köpürmüş bir adamın gazabını, öfkesini yenmesi, öyle kolay birşey olmasa
gerek. Bir kere kuvvetli bir îmân ve yüksek ahlâk seviyelerine ulaşamamış,
âhiret mükâfatının ne demek olduğunu bilmeyen zavallı mı kinini, gazabım
yutacak, gayzım ve öfkesini yenecek? Bu, muhal derecesinde güç bir iştir.
Bunun için evvel emirde güzel ahlâkları iyice öğrenip, ona namzet olmak
ve sonra kudretleri yettiği halde gayzını ve gazabını yenenleri görmek ve
hikâyelerim işitmek, kendisini ona göre yetiştir-

5/31 Âl-i İmrân, 134.

mek, daha sonra da başına gelince, artık affetmek ve ihsanet-mek, pek de


zor olmaz. O zaman bol bol mükâfat almağa çalışır. Bunlar da, Cennet'in
anahtan ve yolu olur.

îmânın kemâli şu üç şeye bağlıdır: Razı olduğu halde, rızâsı onu bâtıla
götürmez ve bâtıla sokmaz. Kızdığı vakitte, gazabı onu Hak'tan ayıramaz.
Eline fırsat geçince, hakkı olmayan şeye elini uzatmaz. Onun için hüim
sıfatı öyle güzel bir huy ve ahlâktır ki, kızdığı zaman gazabını yenmekten
efdaldir. Halbuki, gazabı yenmek, büyük bir külfete ve zorlanmaya
muhtaçtır. Hı-lim ise, tabiî bir yumuşaklıktır, öyle külfete ve zorlamaya
muhtaç değildir. Bütün Peygamberler hılim sıfatlarıyla övülmüşlerdir. Hılim
sıfatı aynı zamanda Cenâb-ı Hak'tan'99 esmasından birisidir. Allah-ü celle
ve âlâyı bilip, ondan korkan kimse, elbette gayzını yutmaya mecbur olur.
Allah'dan korkan, Allah-ü celle ve âlânın rızâsından başka birşey istemez.
Kısa bir müddet bile hılim sıfatım takınmak, kişinin birçok hayırlara nail
olmasına sebep olur. Ulemâ ve fudalâ toplanmışlar ve en efdal amelin
hılim olduğuna karar vermişlerdir. Yânî, gazap halinde gayzını yutup, hılim
sıfatıyla muttasıf olmanın efdal-i a'mâl olduğunu beyan buyurmuşlardır.

Cenâb-ı Hak cümlemizi halîm, selîm, olgun kimselerden eylesin, âmîn.

Eski kölelik devirlerinde bir beyin verdiği yemeğe, davetlileri gelmiş. Kölesi
de yemekleri taşırken, gayet sıcak bir çorba kâsesini her nasılsa, ayağımn
bir yere takılmasıyla sendelemiş ve orada bulunan efendisinin küçük
oğlunun üstüne devirmiş. Çocuk çorbanın çok sıcak olmasından ötürü
hemen yanmış, neticede de ölmüş. Zavallı köle korkusundan sararmış
solmuş, başına gelecekleri düşünürken, beklediğinin aksine efendisi onu
âzâd etmiş. Üstelik bir de bolca bahşiş ve ihsanda bulunmuş. Sûre-i Âli
îmrân'daki 134'üncü âyet-i kerîmenin sırrı zuhur etmiştir. Âyeti kerîmenin
meali şöyledir: "O (takva sahibi ola)nlar bollukta ve darlıkta Allah için
harcarlar, öfke(lerin)i yutkunurlar, insanları affederler. Allah'da iyi
davrananları sever." tşte gayz ve gazabım yenmenin ne demek olduğunu
pek güzel açıklayan bir misâldir.

Diğer bir misâl de şöyledir; gayet güzel sesli bir köle, efendisinin ticâret
develerini bir yere naklederken, çok uzak, iki üç

II

182

TASAVVUFI AHLAK V
günlük yolu, güzel sesiyle söylediği kasideler sayesinde, develeri aşka
getirerek, bir günden kısa bir zamanda, yerlerine erişmiştir. Ama,
develerde de mecal kalmamış, vardıkları yerde ölmüşler. Bunu gören
efendisi, köleye büyük bir ceza vermek isterken, bir misafirin tavassutuyla
kölenin hem cezasını affetmiş, hem de onu âzâd etmiştir. Bu kadar zarara
karşı elbette ki bu aflar pek büyük mükâfatları mûcib olacaktır.

Hılim bahsinde ise, Hazret-i Osman Zinnûreyn (r.a.), bunun pek büyük bir
timsâlidir. Şâkîler kendisini muhasara ettikleri vakit, ehl-i Medîne
kendilerine müracaatla o şakileri dağıtmak üzere, her ne kadar ısrarla izin
istemişlerse de, mübarek "Benim hayatım için başka müslümanlarm
kanlarının dökülmesini kat'iyyen istemem" diyerek, kendisini kurtarmaya
gelecek olanları da reddetmiştir. "Ben yaşayayım da başkaları ölsün!' Buna
hangi müslümanın vicdanı razı olur. Zâten mukadder olan ölümden
kurtulmak kimsenin elinden gelecek bir iş olmadığı cümlece ma'lûmdur.
Onun için Hazret-i Osman (r.a.) Hazretleri, Hakkın hüküm ve fermanına
teslim olmayı daha uygun bularak, müslümanlarm çarpışmalarım,
dövüşmelerini istememiştir ki bu da, o'nun hılminin ne derece yüksek
olduğuna yegâne delildir. Yoksa bir emir verseydi, bir anda İslâm orduları
o şakileri mahvetmeye kâfî idi. İşte bu kudret elinde iken yapmaması,
mimin ik-tizâsıdır.

Cenâb-ı Hak cümlemize ve cümle ümmet-i Muhammed'e, bahusus bizlere


de hılim sıfatını ihsan buyursun, âmîn.

Mukâtaa

(Ayrılma, Darılma)

Müslümanlık tam bir kardeşliktir. Hem de ana baba bir kardeşlikten daha
üstün ve a'lâ bir kardeşliktir. Yalnız ana baba bir kardeşler birbirlerinin ve
babalarının mirasına sahiptirler. Din kardeşlerinde ise, böyle bir menfaat
mülâhaza edilemez. Fakat birbirlerinin hakîkî hâmisi ve hakîkî
muhafızıdırlar. Birbirleri Jçin adetâ canlarını feda ederler. Bütün
yaptıklarım hiç bir menfaat beklemeden, yalnız Allah rızâsı için yaparlar.
Bir vücut gibi ve bir bina gibi birbirlerinin destekçisi ve koruyucusudurlar.
Şarkta veya garpta rahatsız olan bir mü'min kardeşi için müteessir olurlar,
üzülürler. Ona yardım için çâreler ararlar ve bulurlar. Birbirlerinin dâima
yardımcısıdırlar. Birbirlerini kat'iyyen bırakmazlar. Hernegibi ihtiyâçları
olursa ellerinden geldiği kadar yapmaya çalışırlar. Onu aç, çıplak ve
muhtaç bırakmazlar. Eğer babalan ölürse, çocuklarına karşı tam bir
şefkatle hâ-mî olurlar. Babalarının öldüğünü bile hissettirmezler.

Eski müslümanlardaki, altın kalemlerle yazılmaya şâyeste olan kardeşlik


misallerim oku ve dinle. Bakalım bizim halimizle kâbil-i te'lîf mi? Heyhat,
biz müslümanlarm bugünkü hâli, acınacak, ağlanacak durumdadır.
İşte bugünkü bu mukâtaa denilen, müslüman kişilerin şu veya bu
sebepten birbirlerinden kesilmeleri, kopmaları, ayrılmaları, darılıp veya
ihmal yüzünden alâkalarım kesmeleri adeta kardeşliklerini unutmaları
haram olan ma'nevî günahlardır. İnsanın Hak'ka vuslatına manî olan ve
inşam tekemmülden, kemâle ulaşmaktan alakoyan, hakîkî insan ve hakîkî
müslüman olmasına engel olan bir dert, bir belâdır. Hem haram, hem
günah, hem de cemiyetleri perîşan eden, toptan, tüfekten, atomdan daha
korkunç bir zehirdir ki Cenâb-ı Hak ve Cenâb-ı Peygamber (s.a.s.)
Efendimiz bu ayrılmaları kat'iyyen sevmediklerinden, dâima biz-

184

TASAVVUFI AHLAK V

lere birliği, elbirliğini tavsiye etmektedirler. Bu ayrılık, tabiî bu emr-i


İlâhîye ve emr-i Peygamberîye muhalif olduğundan ötürü, birbirlerinden
ayırmak kadar fena bir huy tasavvur olunamaz. Baksanıza, bütün kandil
günlerinde, Mîrâc gecelerinde, Berât, Kadir, bayram ve arefe gecelerinde,
Cenâb-ı Hak'kın bol rahmeti sayesinde, bütün mü'minler ve müslümanlar
affolunurken, ana ve babaya âsîjonlarlar, katil ve içkiye devam edenler,
bir^e birbirlerind^^ bu

umûmî afdanve ihsandan mahrum kalacakları açıklanrmşfirTaT ne büyük


bir felâkettirTÇünkü bu ayrîîma ve dargınlık her ne kadar iki kişi arasında
gibi görünürse de, zararları umûmîdir. Bilhassa sirayeti bakımından çok
tehlikelidir. Cenâb-ı Hak cümlemizi affetsin de, kardeşçe elele ve başbaşa
bir vücut gibi yaşamak nasîb ve müyesser eylesin, âmîn.

ClUAL, MİKA, İM I IHAN

185

Cidal, Mira, İmhitân

VI ^i j* J^ vi yup JJLÎ

1>.ı

14İ1J

"İçlerinden zulmedenler müstesna olmak üzere ebl-i kitâb ile en güzel


(savaştan) başka bir suretle mücâdele etmeyin ki: "Bize indirilene de, size
indirilene de inandık. Bizim Allfihımız da, sizin Allanınız da birdir. (Şu kadar
ki) biz (ancak) O'na teslim olanlarız. (Biz O'nun samimî müslümanlarıyız)"
(5/32)

Ci dâl yânî mücâdele; bir kimse ile şiddetle muhaseme eylemek, kavga
etmektir. Bunlar evvelâ fikir ayrılığı ile, senin dediğin/yanlış, benim ki
doğru ile başlar. Sonunda kavgalara, dö-ğüşlere, küsüşmelere yol açar.
Müslümanlığın hiç istemediği ayrılıkların doğmasına sebep olacağından,
mücâdelede haklı dahî olsan, susmak ve mücâdeleyi durdurmak en güzel
ve salim yoldur. Sen haklı olsan, bilginliğinle meşhur olsan ne olacak?
Karşı tarafı kırmak, yıkmak, perîşân etmek bir hüner mi sanki? Yoksa
susup kardeşliği muhafaza etmek mi daha iyidir? Gönül bir sırça saraydır,
kırılınca tamiri mümkün olmaz. Onun için Allah-ü teâlâ Hazretleri de,
Peygamberimiz (s.a.s.) Efendimiz de, mücâdeleyi menetmişler ve Kur'ân-ı
kerîm'de:

5/32 Ankebııt, 46. Bu âyetin Allah'ı bırakıp da, hahamları ve papazları Rab
ittihâz edenleri bir ta'zir olduğu unutulmamalıdır. (Beyzâvî).

186

TASAVVUF! AHLAK v

CİDAL, MİRA, İMTİHAN

187

"Ehl-i Kitâb ile, en güzel savaştan başka bir suretle mücâdele etmeyin"
diye buyurmuşlardır.

Fitnelerden biri de, fikir ve reylerin ayrılığıdır. Mutlaka ben doğruyum, sen
yanlışsın demek de ayrılıkların çoğalmasına sebep olur. Onun için olsa
gerekir ki, Abdülhâlık Gücdüvânî (k.s.) Hazretleri, oğluna nasîhatında,
insanlardan arslandan kaçar gibi kaçmasını tavsiye etmiştir ki, hiç de
boşuna bir tavsiye değildir. Bin sene evvelki bir büyüğün nasîhatı böyle
olunca, bugün nasıl olmalıdır bilmem? Dâvûdu't-Tâî (k.s.) Hazretleri de,
evinde oturur dışarıya çıkmazmış, hattâ gelenler evde yok sansınlar diye
kapıya dışarıdan kilit taktmrmış. Birgün tmâm-ı A'zam (rh.a.) Hazretleri,
kendilerini ziyaret ederek? niçin dışarı çıkmadığını sormuş. O'da;
"Mücâdeleden kendimi kurtaramıyorum, onun için evde oturmaya mecbur
oldum" buyurmuştur. O zaman İmâm-ı A'zam (rh.a.) Hazretleri, cemâate
karışıp, işlerine karışmamayı ve mücâdelelere kat'iyyen iltihâk etmemeyi
ve yalnız dinlemeyi emretmiştir.

(Mira') da aynı ma'nâyı taşır. Lâfzında veya ma'nâsında halel vardır diye
başkasının sözlerine i'tirâz edip, mücâdele ve nizâa yol açmak ve münazaa
etmektir. Bunların her ikisi de meşru değildir. Ekseriyetle nefsâniyetm
doğurduğu hiylelerle üstünlük taslamak ve üstün çıkmak için bir çok yalan
ve dolambaçlı sözleri irtikâb etmek ve neticede iki tarafın birbirlerine
darılmalarına ve küsmelerine sebep olacağından, haklı dahî olsan,
mücâdele ve mirâ'ı terk edip, Cennet'in yolunu kazanmak herhalde daha
evlâdır. Bakınız ne güzel ve ne mühim bir müjdedir. Haklı olduğu halde
mücâdeleyi terk edenlere Cennet va'd edilmiştir.

Bu demektir ki, kardeşler arasında ayrılığa sebep olacak her-şeyden son


derece sakınmak lâzımdır. Zirâ mücadelede haklı dahf olsan, diğer
kardeşinin kırılması ve mahcup olmasının vebali sana yeter. Fakat tezkiye
ve terbiye olmayan nefisler dâima mağrur olur. Üstün olup altta kalmamak
için her çâreye baş vurmaya mecbur olur. Buna da siz sebep olacağınızdan
dolayı, iki taraf ta hem günahkâr olur hem de birbirlerinden kopar. Hak'kın
sev-

mediği bir akıbete düşerler. Bu sebeplerdendir ki, ne olursa olsun


büyüklerimizin sözlerine ve nasîhatlarına cân ü gönülden kulak verip,
nefsin arzularına uymamak gerekir. Herkim nefsin arzu ve isteklerine,
hevâ-yı hevesine uyarsa ve o uyduğu nefsin arzu ve hevâ-yı hevesine
ma'bûda itaat edermiş gibi itaat eder, Hak'kı arayıp ona uymazsa, artık
onun hâlinin nasıl olacağını bir düşünmelidir. Böyleleri hiç bir suretle ne
felah ve saadet, ne de selâmet bulabilirler. Çünkü Allah-ü zü'1-Celâl
Hazretleri ve yüce Resul (s.a.s.) Hazretleri, bunların yardımcısı olmazlar. O
zaman da kendi başlarına kalıp helak olurlar.

Azîz ve muhterem kardeş; bu çok basit ve ehemmiyetsiz gördüğün şeyler,


senin bildiğin gibi değildirler. "Sinek te ufak ama mide bulandırır" derler.
Görmüyor musun bugün ufacık bir sineğin, bacağında mikrop taşır
korkusuyla evlerimizi, yemeklerimizi ne kadar titizlikle, onlardan
korumaya çalışıyoruz. Bu hiçe saydığın mücâdeleler, sözler, itirazlar,
sözlerde kusur görmeler, ma'nâsı öyle değil, böyledir diye uzun uzun
münâkaşalardan hasıl olan kibir, gurur, ucûb gibi mikroplar, emin ol
sineğin taşıdığı mikroplar, bunların yanında bir hiç mesabesinde kalır. O
mikrop, senin nasıl olsa fânî olan cesedini yok edebilir. Lâkin mücâdele
mikropları, sende bir hastalık haline gelince, senin mâ-neviyyâtım,
ebediyyetini mahvetmekle beraber, kemâl-i insaniyet ve İslâmiyete
ulaşmamana en büyük âmil ve nihayet insaniyet mertebesinden,
hayvanivet mertebesine kadar düşmene sebep o-lur. Artık bu da, kişiye
yetmez mi?

Bak bu günkü fen diyor ki, cesetler ne kadar dikkatle ve titizlikle


beslenirse beslensin, ma'neviyâtla da beslenmedikçe, me-lekiyyet o
nisbette za'fa düşer. Onun için üç şeyi sevmek kasâvet-i kalbi mûcibdir.
Kasvet-i kaîb demek, hayrı ve şerri farkedemez bir hale gelmek demektir.
Artık mücâdele bunun yanında hiç kalır. Çünkü insanlar hep canlarını değil,
cesetlerini beslemekle vakit geçirmektedirler. Yemekleri sevmek ve onlar
için en kıy-metii vakitlerini zâyî etmek, uykuyu sevmek, bunun için de o
güzel ve baha biçilmez zamanları yok etmek demektir. Bir de rahatını
sevmektir. Mücâdele yerine mücâhedeye alışmak ve hazırlanmayı terk
edip, rahat rahat yatsın, uyusun, gezsin, eğlensin. İşte o zaman kasvet-i
kalb tabiatiyle hasıl olur. Nasıl güzel yemeklerle beslenen insanların içleri
yağ bağlar ve kan damar-

\y

188

TASAVVUFI AHLAK V

lan tıkanır, kalb hastalığı ve şâir benzerleri hasıl olup, aman yerinden
kımıldama, konuşma, aman abdest alıp namaz filân kılmaya kalkma, filân
diye çeşitli tavsiyelerde bulunurlar ama, bir kere o hastalıklara tutulduktan
sonra bakarsınız ki, birgün an-sıznı dünyadan göçüp gitmiştir.

İşte bu maddî hastalıklar nasıl helak edici ise, ma'nevî hastalıklar da


böyledir. Öyle ise sakın kimse ile mücâdele etmeye kalkma. Bak Dâvud'u-t
Tâî (k.s.) Hazretleri, sırf bu mücâdele yüzünden âhiretini kaybetmeyeyim
diye nasıl evine çekilmiş. Sonra o tebe-i tabiîn devri, yâni evliyalar devrine
karşılık, şimdi bir kere de bizim bugünkü devrimizi düşünün. Her türlü
şeytanlık serbest ve dopdolu. Binâenaleyh, Abdülhâlık Gucdüvânî (k.s.)
Hazretlerinin oğluna olan nasihatim sakın boşa atma. Onlar hep ev-
liyâullahdırlar. Evlâtlarım da kendileri gibi sever, onların da kemâle
ulaşmasını istediklerinde, dünyâ pisliklerine düşmemeleri için, evinde ilim
ile meşgul olup, cemâat işlerine karışmamayı daha uygun görmüştür.

Cenâb-ı Hak, cümlemizi kemâl-i insaniyet ve İslâmiyetle muttasıf olan


sevgili kullarından eylesin, âmîn.

îmtihân da böyledir. İmtihan diye, sınamak ve kabiliyetini anlamak için


bazı müşkül meseleleri sormak veya lüzumsuz sorular sormak, onun
veremeyeceği ince ve derin meselelerin cevabını isteyerek onu mahcûb
etmek veya mahcûb duruma düşürmek, bu da mücâdele gibi aynı akıbeti
doğuran münasebetsiz hallerdir ki, Şeriatta da, tarikatta da mezmûmdur.
Birşey ancak öğrenmek için lazımsa sorulur. Yoksa fuzûlî, bildiği şeyleri
tekrar tekrar şuna buna sormak, hem akılsızlık ve hem de vakitleri zâyî
etmekten başka birşeye yaramazv Bilmezse sana ne, bilirse sana ne? Sen
bildiklerinle amel edebiliyor musun ki daha çok bilmeye çalışıyorsun?
Halbuki, eğer sen bildiklerinle amel etsen, Cenâb-ı Hak celle ve alâ
Hazretleri sana bilmediklerini de kalbine ilham etmek suretiyle öğretir.
Onun için sen kimseyi imtihan kastıyla sorguya çekme, sonra sen de
sorguya çekilir ve nihayet mahcup olursun, vesselam.

HELÛ VE CEZÛ

189
Helû ve Cezû

Z^ bl Ipjii jU SCJ^r "İl : JU; jli

>* -

"Hakikat inşan, hırsına düşkün (ve sabrı kıt) yaratılmıştır. Kendisine şer
dokundu mu feryadı basandır. Ona hayır dokununca da çok cimridir".
(5/33)

Helû': Lügatte şer ve giryenin vukuundan, cezi' ve feza' edip, mal


toplamaya harîs ve aynı zamanda bahîl olan kimseye denilir. Veya musîbet
ve belâ zamanında kalbi sıkılıp sabırsızlık eden adama denilir. Murad, belâ
ve musibet zuhurunda telâş ve ızdı-raba düşüp insanlara sıkıntı ve
mihnetten her zaman şikâyetde bulunan kimseye denilir.

Cezû': de böyledir. Sabırsızlık edip, hüzün ve kederini izhâr ile telâşa


düşüp, ıztırabını açıklamaktır. Âyet-i kerîmede şöyle denilmektedir:
"Gerçekten insan harîs ve cimri yaratılmıştır. Kendisine bir zarar dokundu
mu feryadı basar" etrafını rahatsız eder, telâşa düşürür. Önüne gelene,
hemen şikâyette bulunur. Çünkü sabrı yoktur. Fakat her insan böyle
değildir. Devamlı namaz kılan, mallarından fukarây-ı müslimînin hakkım
kendiliğinden ayırıp veren, âhiretin hesap gününü tasdik edenler, Allah'ın
azabından korkanlar, avret yerlerini, edeblerini muhafaza edenler,
emânete riâyet edenler, va'dlerini, verdikleri sözü tutanlar, şâ-hidlik
yapacağında, anası, babası dahî olsa doğruluktan şaşma- , yanlar, namaz
vakitlerini gözetip duranlardır ki işte, bu gibiler Helû' ve Cezû' değillerdir.
Çünkü îmânlarının kemâliyle, kazayı ilâhiyyeye ve hükm-ü ilâhiyyeye ve
kadere teslim olmuşlardır.

5/33 Meâric, 19, 20, 21.

190

TASAVVUF! AHLÂK V ¦

Haklarına da razıdırlar; hallerine de. Gelenin Mevlâ'dan geldiğine


inanmışlardır. Onun için feryâd ve figâna meydan kalmaz. Sonra namaz ve
hayırları, onların kalplerini muhkem kılmıştır. Bağırıp çağırmaya tenezzül
etmezler, bilirler ki şikâyetlerin hiç bir faydası yoktur. "Veren Allâh'dır.
Ancak ona yalvarmak lâzımdır" derler. Gerek namazlarında ve gerek şâir
zamanlarında dâima Hak'ka boyun büküp, tazarrû ve niyazda bulunurlar.
Hak'ka teslim olup neticeye sabırla ve saygıyla intizâr ederler. Cenâb-ı Hak
sübhânehû ve teâlâ Hazretleri bizleri de sabırlı, sâlih kullarından eylesin,
âmîn.

ŞIREH
191

Şireh

(Boğazına düşkün olmak)

Herhangi birşeye ve bahusus yemek yemeye karşı harîs ve boğazına


düşkün olan, hırsı galip kimseye denir ki, kalbin katılaşmasına sebep olan
çirkin bir huydur. Kötü ve çok zararlı bir alışkanlıktır. Halbuki, müslüman,
öyle boğazına düşkün, üstüne başına haddinden fazla kıymet veren, şan
ve şöhret peşinde koşan bir kimse değildir. Paralarını boş yere, nefsinin
arzularına harcamaz. Belki onlarla âhiretini kazanmak ve öldükten sonra
da defter-i a'mâlinin işlemesi için hayırlara, îslâmî vakıflara terk eder. Hiç
bir zaman harîs ve cimri değildir. Ancak israfı da sevmez. Paralarını boş
yere harcamıyacak kadar da şuurludur. Nefsinin esîri ve kölesi de değildir.
Yemeklere harîs olmak da, ahlâk-ı mezmûmedendir. Ma'neviyâtı
mahveder. İnsana ve bahusus müs-lümana, ibâdetine kuvvet temin
edecek kadar bir parça ekmek kâfidir. Yoksa şu olmamış, bu da yok diye
günde üç kere tıka basa yemek, elbette insanı bir çok hastalıklara, mide
ve bağırsakların bozulmasına, hattâ günün birinde ameliyatlara bile yol
açar. Bunların sonunda insan, çok yaşasa bile yarım kalır. Binâenaleyh,
müslüman hem kanaatkar, hem mütevâzî, hem tok gözlüdür ve kimsenin
ne yemeğinde ne malında, ne ırzında ve namusunda gözü yoktur. Hâk'kın
verdiğine şükreden ve rızâsını kazanmağa çalışan bir bahtiyar kişidir
vesselam. Ve sallalla-hü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî
ecmaîn ve'1-hamdü lillâhi Rab'bil-âlemîn.

192

TASAVVUF! AHLÂK V

Batal

(Tenbellik ve Vaktini Boş Yere Geçirmek)

Boş, abes ve faydasız sözlerle vakit geçirmek, tenbel, işsiz dolaşmak ve


boşu boşuna vakitlerini zâyî etmek de hem günah, hem de mezmûm
ahlâklardandır. İşsizlik ve boş gezmek, hem tenbellik, hem de cemiyete
belâ olmak demektir. Çünkü insan, melek değildir. Yemeye, giymeye,
barınacak eve, bunların bakımına ve tedârikine muhtaçtır. Tenbellik ise,
binnetice sefalet ve meskenettir. Hor ve hakîr olur; cemiyet içinde itibarsız
ve kıymetsiz kalıp, herkesin hakaretine ma'ruz kalır. Onun için insan,
çalışmak mecburiyetindedir. Cenâb-ı Peygamber (s.a.s.) Efendimizin de
çalışma hakkındaki tavsiyeleri pek değerlidir. Çalışmayan insandan her
fenalık beklenir. Zîrâ ihtiyaçlar bitmez ve tükenmez. Binâenaleyh,
çalışmayan kimse, evvelâ cemiyetin başına belâdır ve jrüktür. Halbuki
insana yakışan, başkasına yük olmak değil, bilakis başkalarının
ihtiyaçlarının giderilmesine çalışmaktır. Onun için kişi, sa'y ve gayreti
nisbetinde insandır. Tenbellik, atâlet, miskinlik çalışmamanın cezasıdır. Bu
sebepten ana ve babalar çocuklarım behemehal hem bilgi, hem de sanat
sahibi yapmalıdır. Zîrâ servet biter, yok olur. Mal mülk te öyle. Fakat
san'at, elde bir altın bileziktir. Her zaman her yerde geçer ve sahibini hiç
kimseye muhtaç etmez. Şerefiyle ve helâldan kazandığı paralarla, Hak'kın
verdiği nimetleri yer, ona şükran vazifesini de elinden geldiği kadar
yapmaya çalışır. Bu suretle de etrafındaki muhtaçlara yardımda bulunur.
Hak'kın rızâsını ka-, 1 zanmaya çalışır. Cenâb-ı Hak cümlemizi böyle
kullarından ey- j leşin, âmîn.

Şiddet ve Cebir

"Keskin sirke küpüne zarar" dedikleri gibi, şiddet ve sertlik te tıpkı


böyledir. Tatlı dil, güler yüz dâima makbul ve memdüh-dur. Zor
kullanmak, cebren iş yaptırmağa kalkmak, bil'akis yanlış düşüncenin
neticesidir. Evet, bazı kimseler zor görmedikçe çalışmazlar. Fakat bunlar
nâdirâttandır. Asıl olan nfkdır. Rıfkın olmadığı yerde hayır yoktur. Rıfk
sahibi olmayan kimseler dâima zarardadırlar. Şiddet ve zorla insanların
hürriyetlerini tahdit etmek de böyledir. Tarihte Fir'avunlar devri
meşhurdur. İnsanları cebren ve zorla çalıştırmışlar ve büyük eserler
meydana getirmişlerdir. Fakat sonlan hep felâkettir. Âhiret azapları da
ayrı.

Bu günkü komünistlik de böyledir. İnsan haklarını ve hürriyetlerini ayaklar


altına alıp, kendileri istedikleri gibi yaşarlar. Bunun adını da terakki
koymuşlar. Ben hayvanlar gibi, insanlık hak ve hürriyetinden mahrum
olayım da, sonra o yaşamamn adım da hürriyet koyayım... İnsan ancak
hürriyeti sayesinde yaşar. Hürriyetin olmadığı yerde insanlık ta yoktur.
Binâenaleyh şiddet ve sertlik yerine rıfk ile muamele edilirse daha iyi olur
zannederim. Ana ve babalar da çocuklarına ve aile fertlerine karşı son
derece şefkatli ve merhametli olmalı dolayısıyla rıfk ile muameleyi elden
bırakmamalı; çocuklarına da rıfkı bilfiil öğretmeli, onlara nümûne
olmalıdırlar.

Hak sübhânehû ve teâlâ Hazretleri cümlemizi yumuşak tabiatlı, dâima


suhulet ve kolaylık gösteren "Ey Rabbim kolaylaş-tır, zorlaştırma" diyen
kullarından eylesin, âmîn.

i i

Bağy ve Zulüm

(Zulmetmek ve Haddi Tecâvüz Etmek)

Bağy: azgınlık etmek, zulmetmek ve haddi tecavüz etmek ma'nâlarım


taşımaktadır. Serkeşlik de buna dâhildir.
Haddi tecâvüz; hudûd-u İlâhf dediğimiz kânûn-u İlâhîye, ahkâm-ı
Kur'ân'a, yânî Kur'ân-ı azîmü'ş-şân'ın hükümlerine uymamaktır. Bu suretle
yapılan her günah şey buna dâhil olmaktadır. Zulmün mukabili adalettir.
Şu halde adaletin dışına çıkmak zulümdür. Adaletin ölçüsü, mîzânı, Kur'ân-
ı kerîm'dir, Sünnet-i nebeviyyedir. Zulmün kendisi başlı başına büyük bir
günahtır. Bununla beraber herhangi bir zâlime yardımda bulunmak ve
yardım için onunla işbirliği yapmak, onunla beraber bir zulme yardımcı
olmak ta, bu günahların içine girer. Yânî insan kendisi zâlim olmasa bile,
zâlimlere yardımcı oluşu, ona kâfidir. Bu gibi zâlimlere yardımcı, destekçi,
himayeci olan kimselerin çoğu cahillerle, dünyaya tapan, para diye can
veren, zavallı kişilerdir. Elinin emeğiyle geçinen kimselerden, zâlimlere
yardımcı olanlar, ekseriyetle ne yaptıklarını bilmeyen câhillerdir. Aklı
başında olan insanın, ekmeğini de çalışarak kazandığı takdirde zâlime
yardımcı olması nâdirâttandır. Zâlime yardımcı olmayı bırak; bir zâlim bir
mazlumu döverken ve gücü de yeterken, o mazluma yardım etmeden
geçip giden kimsenin bile azabı çok va-hîmdir. Şöyle naklolunur ki,
sağlığında namazlı niyazlı bir müs-lümanı kabrinde melekler döverken
"Beni niçin dövüyorsunuz? Ben namazımı kılar, orucumu da tutardım,
günahlardan da kaçan bir kişiydim" deyince, melekler de cevaben, "Evet
senin o tarafın iyi ama, filan vakitte dövülen bir mazluma yardım etmeden,
onu o zâlimin elinden kurtarmadan geçip gittin" diyerek kabahatini
açıklamışlardır. Şu halde zâlimin hali kimbilir nasıl olacaktır? Zâlim ne
kadar zâlim olursa olsun onun zulmünü arttıran, ancak o zâlimin
yardımcılarıdır. Eğer o zâlimin yardımcı-

BAGY VE ZULÜM

195

lan olmasa, zulmünü ne devam ettirebilir, ne de arttırabilir. Maalesef,


zâlimler kendi zulümlerine yardımcı bir çok kimseler bulabilmekte hiç
müşkülât çekmezler. Hattâ parasız, pulsuz pek çok yardımcıların ve
fedaîlerin çıkmakta oldukları görülegelmek-tedir. Tkrih bunlann yegâne
şahididir. Bununla beraber Hak yolun yardımcıları ise pek nâdirdir. İşte
bütün Peygamberlerin hayatları meydandadır. Hele Nûh aleyhisselâmın
950 senelik peygamberliği esnasında, îmân ile müşerref olan pek az kimse
olmuştur. Zâlimlerin en büyük hünerleri de, müslüman olmak isteyen
kimselere karşı "Ecdadınız deli mi idiler, yoksa akılsız, bilgisiz kişiler
miydiler, onların yollarını bırakıp da yeni din mi arıyorsunuz? " gibi lâflar la
onları tehdid ederek İslâmiyetten uzaklaştırmaya çalışırlar ve muvaffak da
olurlardı. Halbuki, bugünkü müslüman neslinden gelen müslüman yavrusu,
babasından anasından gördüğü dini bile -ki bulunmaz, emsalsiz bir dindir-
onu da bilmez ve ona da adetâ düşman kesilmiş ve müslüman-larla alay
ve istihza ederek, onların dînî inançlarına engel olmayı da vazife edinen
kimselerdir.

Artık bunlara ne demek lâzım olduğunun takdiri sizlere kalıyor. Zulüm,


zulümâttan, karanlıktan ibarettir. Yânî kendisinde ne selâmet ne de saadet
vardır. Ancak yarasa kuşu gibi karanlıktan hoşlanır. Zîrâ gözlerinin
güneşin, gündüzün ışığına tahammülü yoktur. Onun için bütün hareketleri
gecenin karanlı-ğındadır. Gündüzleri de, yuvasına çekilip istirahat eder.
Zâlimler de tıpkı böyledir. Dünyada hüsranda, âhirette elîm bir azap
içerisindedirler. Şâirin dediği gibi; "Zulmün topu var, kal'ası var, güllesi
varsa; Hak'kın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır"

Zulmün nevi'leri sayılamayacak kadar çoktur:

1- Hâhk'a karşı zulüm yardır ki, pek iğrenç, pek de fena bir şeydir. Meselâ,
Allâh-ü teâlâ'nın şân-ı ulûhiyetine sözler söylemek, şirk koşmak, Hak'ka
ortak tanımak, kızı veya oğlu, evlâdı vardır demek, heykeller yapıp, onlara
Allah-u teâlânın adını vermek, hep affolunmaz büyük bir günahlardan
ma'dûd ve pek büyük bir haksızlıktır.

Zîrâ Allâh-ü teâlâ Hazretleri birdir. Eşi, ortağı, yardımcısı, vezîri, oğlu, kızı
yoktur. Bunların hiç birine de muhtaç değildir. Çünkü muhtaç olan zâten
Allah olmaz. Allâh-ü teâla'ya mekân

19b

göstermek, arşın üzerinde oturuyor demek te, böyle bir büyük günah ve
şirktir. Vehhâbiler de bu hususta aldanmışlardır. Zîrâ Arş ta mahlûktur.
Hâlık hiç mahlûka muhtaç olur mu? O'nun kuvvet ve kudreti hepsini şâmil
ve hepsine mâliktir, hâkimdir.

2- Hâhk-ı zü'1-Celâl'e, yalan yere iftirada bulunmak, bu da zulümdür.

3- "Bir de, Hâlık-ı zü'1-Celâl'in kitabı ile, Hak üzere nasî-hatlar yapıldığı
halde İslâm'a ve İslâmiyetin istediği şekilde yaşamaları için kendilerine
nasîhat yapılınca, İslâm'ı yaşamaktan yüz çevirenlerden daha zâlim kim
vardır?" (5/34)

4- "Bir de Allâh-ü teâlâ'ya ibâdet için yapılmış mescidlere, ibâdet ve


zikrullah için girmekten men edip, o mescidlerin ha-râbiyetine sebep
olanlardan daha zâlim kim olabilir?" (5/35)

Mescidlerden men etmenin bir çok nevi'leri olabilir. Mutlaka kapısını


kapamak veya kapıya polis, jandarma, bekçi koymak şart değildir.
İslâmiyeti öğretmemek, İslâm'ın aleyhinde propaganda yapmak, cami ehli
olan imâmı, müezzini, nasîhat edici vaizi, lâyıkıyla yetiştirmemek veya
olanların da ehil olmamaları, Islâmî usûllere uymamaları, en sonra da
müslümanların camilere gelmelerini önlemek ve men etmek değil midir?
Caminin ve mescidlerin harâbiyeti de öyle onları topla, tüfekle yıkmak
demek değildir. Zîrâ mescidlerin i'mân; ma'mûr olmaları, Allâh-ü teâlâ'ya
îmân eden ve âhirete inananların devâmıyladır. imansızların ellerinue
kahrsa, o zaman altundan da yapsalar yine harap sayılırlar. Çr nkü
mescidler ancak ibâdet için yapılmışlardır. İçlerinde ibâciet edilmekten
mahrum bırakılınca tabiatiyle harap sayılacaklardır. Onların harâbiyetine
çalışanlar, işte dinsiz ve îmânsız olan zâlimlerdir ki bunlardan daha fena ve
çirkin zâlim bulunmaz. Bunlara çok dikkat etmelidir. Allâh-ü teâlâ
Hazretleri zâlimleri hiç bir suretle sevmez olduğunu, kitabında pek açıkça
oeyân buyurmaktadır. Sevmeyince de, yardım etmeyeceği tabiîdir. O
zaman helak, hüsran, azâb ve felâketle karşı karşıya kalınacağı da
şüphesizdir. Şu halde küfür, şirk, münafıklık; Hâlık ile mahlûku arasında
olan zulümdür.

5/34 Kehf, 57. 5/35 Bakara, 114.

BAĞY VE ZULÜM

197

Bir de, insanlar arasında, birbirlerine karşı yaptıkları haksızlıklar vardır ki


bu da zulümdür. Bu zulmün affı, kulların bi-ribirleriyle helâllaşmasına,
haklarım affedip, bağışlamasına bağlıdır. Bu haklar üzerinde durdukça,
Hâlık-ı zü'1-Celâl'in kulunu affetmesi nâdirattandır. Pek sevdiği bir kul olur
da, hakkı olan alacaklıya hazîne-i ilâhîsinden lütfedeceği ihsanlar
mukabilinde, alacaklı kul hakkından vaz geçer ve bu suretle, o da
borcundan kurtulmuş olur. Arkadan yapılan dedikodular ve gıybetler de bu
muameleye tâbîdir.

Bir de, insanın kendi nefsine karşı zulmü vardır ki, bu da çok acıklıdır.
Meselâ, müslümanlığa riâyet etmemesi, müsîüman olduğu halde, müsl
limanlığın istemediği şekilde yaşaması, günahları irtikâb etmesine
Peygamberimizin gösterdiği yoldan ayrılması hep zulümdür. Yalan, gıybet,
nemîme (lâf taşımak), iftira, fakirleri hor ve hakîr görüp, haklarına riâyet
etmemek hattâ, hayvanâtın da hakkına riâyet etmeyip haddinden fazla
yük vurmak veya fazla çalıştırmak, yemini ve tımarını hakkıyla vermemek
ve hattâ kedisine ve köpeğinin bile haklarına riayetsizlik etmek zulümdür.
Böyle olunca, kendi hakkının ne kadar mühim olduğunu anlamak
mümkündür. Mîzân; Allâh-ü teâlâ'nın emrine itaat, mahlûkuna şefkattir.
Hangisi eksik olursa, adaletsizlik olur. Zulüm meydana gelir. Binâenaleyh,
kul evvelâ Hâ-lık'ının emirlerini tutmakla ve onu bilmekle mükelleftir.
İkinci olarak, bu vazifeleri yapabilmek için sağlık ve sıhhate muhtaçtır.
Sağlık ve sıhhatin muhafazası için lâzım olan herşeyi yerli-yerinde
yapmakla mükelleftir. Bu hususta Selmân-i Farîsî (r.a.) Hazretlerinin
hikâyesi meşhurdur:

Resulü Ekrem (s.a.s.) Efendimiz Hazretleri, Mekke'li mü-hâcir


müslümanlarla yerli Medîne halkı arasında, ikişer ikişer kardeşlik
kurmuştur. Selmân (r.a.) Hazretleri de, Ebü'd-Derdâ (r.a.) Hazretleriyle
kardeş olmuşlar ve bu sebeple Selmân-i Fârisî Hazretleri, birgün kardeşliği
olan Ebü'd-Derdâ (r.a.) Hazretlerini ziyaret için evine gitmiş; bakmış ki
anasının üstü başı pe-rîşanca. Ebü'd-Derdâ Hazretleri de evde olmadığı
için biraz beklemiş ve Ebü'd-Derdâ (r.a.) de o sırada gelmişler, misafirini
görünce tabiatiyle pek sevinmiş ve hemen kendisine yemek ikram etmiş.
Selmân-i Fârisî Hazretleri "Sen de otur beraber yiyelim"

198

TASAVVUF! AHLÂK V

(ft

deyince "Ben oruçluyum" demesi üzerine, Selmân Hazretleri ısrar etmiş,


vakit te erken olduğu için, yemeği beraberce yemişler. Gece yatmak
zamanı gelmiş, misafirine yatağını hazırlamış ve "Buyurun yatın" demiş.
Bunun üzerine, Selmân-i Fârisî (r.a.) Hazretleri sormuş, sen ne
yapacaksın? deyince yatmayacağım ve gece ibâdetleri yapacağım söylemiş
ise de, Selmân (r.a.): "Hayır olmaz, sen de yat bakalım" diyerek onu da
yatırmış. Fakat Ebü'd-Derdâ (r.a.) gece uyumayıp, ibâdet etmeye alışkın
olduğundan, hatır için biraz yatıp kalkmak istemişse de her defasında,
Selmân (r.a) Hazretleri onu yatırmıştır. Gece yarısı geçtikten sonra,
Selmân (r.a.) kalkmış ve onun da kalkmasına izin vermiş, fakat Ebü'd-
Derdâ Hazretleri bu hâdiseden çok üzgün olarak hemen sabahı
bekliyormuş. Sabah olmuş, beraberce Resûlullah (s.a.s.) Efendimizin
huzurlarına gitmişler. Sabah namazından sonra, Ebü'd-Derdâ Hazretleri
hemen vak'ayı; geceki hâdiseyi, şikâyet tarzında Efendimize nakledince,
Resulü Ekrem (s.a.s.) Efendimiz Hazretleri, "Selmân haklıdır" demesin mi?
Çünkü, vü-cûd bizim bineğimizdir. Ona bakarsak bizi taşır, bakmadığımız
takdirde bizi yolda bırakır. Değil kendi vücûdumuza, evimizde beslediğimiz
hayvanlara da iyi bakmak zorundayız. O hayvanın bile bizde hakkı vardır.
Her ne kadar söyleyecek bir dili yoksa da Hazreti Allah bunları bilmektedir.

Hattâ bir Arabî devesini uzun müddet kullanmış, sonra da, deve işe
yaramaz hâle gelmiş; ihtiyarlamış. Bu sefer de kesmeye kalkmış. Her
nasılsa Efendimiz (s.a.s.) oradan geçerken veya deve kaçıp Efendimize
gelmiş, lisân-ı hal ile sahibinin kendisini kesmeye karar verdiğini şikâyet
etmiş. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri, deveyi satın alıp
serbest bırakmıştır.

Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak gecelerini vücûtlarımızın istirâ-hati ve


dinlenmesi için yaratmış, onu uykusundan alakoymak haksızlıktır ve
vücûda zulümdür. Bundan nâşî, Selmân Hazretleri, bizlere güzel bir ders
vermiştir. Böylece de hakikatlerin duyulmasına sebep olmuştur.
Vücûdumuzun hakkı olduğu gibi, çocuklarımızın da, ailemizin fertlerinin de,
ebeveynimizin de, komşularımızın da üzerimizde geniş hakları olduğunu
unutmamak lâzımdır. Hattâ komşu hakkımn pek mühim olduğunu daha
önce belirtmiştik. Komşu velevki Hıristiyan dahî olsa, komşuluk ba-

BAĞY VE ZULÜM

199
kımından bir hakka sahiptir. Muhtaç olduğu takdirde ona bakmak,
gözetmek, müslüman komşunun vazifesidir. Kur'ân-ı azîmü'ş-şân'da:
"Kur'ân Rabbinizden gelen bir haktır. Artık dileyen îmân etsin, dileyen kâfir
olsun. Çünkü biz zâlimler için öyle bir ateş hazırladık ki onun kalın
duvarları, kendilerini kuşatmaktadır. Onlar susuzlukdan imdat istedikçe,
erimiş ma'den tortusu gibi kaynar su ile imdat edilir ki o yüzleri kavurur. O
ne fena içkidir ve o ateş de. ne kadar kötü konuklama yeridir." (5/36) diye
buyrulur.

Mâide Sûresi'nde ise 44, 45, 47 nci âyetlerin mâbâdinde, "Kim Allâh-ü
teâlâ'nın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse işte bunlar kâfirlerdir,
zâlimlerdir, fâsıklardır" diye beyan edilmekte ve Insân Sûresi'nih son
âyetinde şöyle buyurulmaktadır: "Dilediği inşam, rahmeti içine koyar,
zâlimlere ise acıklı bir azâb hazırlanmıştır". Hattâ Cenâb-ı Hak zâlimlere
meyil ve muhabbet etmemek yolunda bir âyeti kerîmede:

•^ CA& J\ ^)

"Bir de zâlimlere (sevgi beslemek, yağcılık yapmak veya yaptıkları işlere


rızâ göstermek suretiyle) meyletmeyin? (5/37) buyurmuş ve katT suretle
zâlimlere meyil ve muhabbeti yasaklamıştır. Bunların îzâhları evvelki
derslerde de yapıldığı için tekrarına lüzum görülmemektedir. Cenâb-ı Hak
cümlemizi zulümden ve zulme yardımcı olmaktan muhafaza buyursun,
âmîn.

5/36 Kehf, 29. 5/37 HM, 113.

200

TASAVVUF! AHLÂK V

DÜNYAYI SEVMEK

201

Dünya'yı Sevmek

Dünya, şu içinde bulunduğumuz ve yaşadığımız âlemin adıdır. Bu âlem,


bundan sonraki âhiret âleminin yoludur. Burası, ancak âhirete gidecek
yolun başıdır ki, buraya gelmeden âhirete gitmek mümkün değildir.
Âhirette ise, bu dünyâdaki kazançlara göre, ya Cennet veya Cehennem
vardır. Cennet ve Cehennem burada kazanılır. Cennet, Cenâb-ı Hak'kın
rızâ evidir. Orada her istenilen ve akl-ü hayâle gelmeyen her nîmet, zevk
ve safâlar vardır. Keder, gam, rahatsızlık denilen hiç bir şey de yoktur.
Aynı zamanda hiç zahmet çekmeksizin Hakkın Celâl ve Cemâlini de
müşâhade vardır. Herkes olduğu yerden pek güzel ve rahatça görecektir.
Her görüşte, güzellik üstüne güzellik vardır. Yaşlanmak, ihtiyarlamak ta
yoktur. Dâima genç ve gayet güzel bir surette kalmak vardır. Kimsenin
kimseyle ne kavgası ve ne de gürültüsü vardır. Bulunmaz bir saadet evidir
ki, işte bunun adına Cennet diyorlar. Güzelliğini ve nimetlerini saymaya hiç
kimsenin gücü yetmez.

Şimdi bu Cennet evini hak kazanmak ve oraya girebilmek için, bu dünya


evine uğramak mecburiyetindeyiz. Burasının uğrak bir yer olduğunu bilip,
Hak celle alâ'nın emirlerini dinleyip, Peygamber (s.a.s.) Efendimizin de
gösterdiği yoldan ayrılmamak şartıyla, rahmet-i ilâhiye ve lütf-u ilâhiye ile
bu Cennet'e girilecektir. Onun için buraya geldik; adına dünya dediler.

Eğer burada bizi o Cennet'ten ve rıdvân-ı ilâhî den alıkoyacak nefsin,


şehvetin, şeytanın ve şeytan kılığındaki insanların yanlış hareketlerine
kapılır da, mülkün hakî kî sahibi olan Allâh-ü celle ve alâ'dan ve onun
kitabı olan Kur'ân-ı Azîmüş-şân'ın yolundan ve peygamberimiz (s.a.s.)
Efendimizin de izinden ayrılır-sak, o zaman da Cennet'in tam zıddı,
nimetlerin yerini envâ-ı çeşit azaplar, korkunç hayvanlar, iğrenç
hadiselerle; buz gibi sular yerine, insanın içini kavuran kızgın kaynar sular;
o nefis yemeklerin yerine, gayet acı zehir gibi yiyecekler verilecek, rahatlık
ye-

rine zahmetler, meşakkatler; uyku yerine korkularla dolu iğrenç vak'alarla


birlikte, ya dondurucu soğuk veya kavurucu sıcakla karşılaşacağız. İnsan
yaptıklarına yüzbinlerce pişman haldedir. Evet pişmandır amma, ne
buradan çıkmak ve ne de kurtulmak vardır. Ölüm de yok ki, insanın
imdadına yetişsin de ölsün ve kurtulsun. Yalnız îmân ehli, kabahat ve
günahlarından dolayı Cehennem'e girmişlerse, onlar ceza müddetlerini
bitirince çıkarılıp, yine Cennet'e konacaklardır. Bunun aksine imansızlar
ise, orada ebediyen kalacaklardır.

Bu, Cenâb-ı Hak'km bir hükmü ve bir hikmetidir. Onun" işine karışmak
kimsenin haddi değildir.

Binâenaleyh, bu dünyâya gelip te, burada temelli kalmak, şimdiye kadar


kimsenin elinden gelmemiş ve gelmeyecektir. Herkes buradaki imtihan
müddetim bitirince, ölüm yoluyla yine geldiği yere dönecektir. Gelirken
ana vasıtasıyla gelmiştir. Giderken de kabir vasıtasıyla gidecektir. Kabir,
çürüme ve mahvolup, yok olma yeri değildir. Belki orada melekiyyet
sıfatına bürünüp, ruhlar âleminde, âlemlerin seyircisi ve Hak sübhânehû ve
teâlâ-nın zikriyle, tesbîhâtıyla meşgul olacaktır.

Kâfirlerle münafıklar da, mahbûs olarak kıyameti bekleyeceklerdir.


Kıyamet gününde herkes ameline göre, âhiretteki yerini bulacaktır. Buna
göre dünya, ya saadet ve selâmete veya helak ve felâketlere müncer
olacak bir yerdir. Akılsız o adamdır ki, bu dünyada, o saadet ve selâmet
evini gaybedip, helak ve hüsrana müstehâk olur. Şöyle ki, bu dünyanın
cîfe makamında olan, aldatıcı, sihirbaz ve sonu felâket olan, zehirlerle dolu
cazibelerine aldanıp ta dinden, îmândan ve îmânın, İslâm'ın îcâbı olan
güzel amellerden, ibâdet ve tâatten mahrum olmakla beraber bir de, isyan
ve günahlarla ve mezmûm ahlâklarla mülevves bir şekilde azîz canını
Cehennem'e sürüklemek, işte bu dünyaya neye geldiğini bilmeden ve
buradaki misafirlik müddetince yapılacak vazifelerini yapmadan, dinsiz,
îmânsız göçüp gitmenin cezasıdır. Şu halde dünya iyiler için çok iyi,
bulunmaz bir yerdir. Kötüler ve imansızlar için de çok kötü bir uğrak
olduğu anlaşılmaktadır. Fakat hakikatte dünyanın hiç kabahati yoktur. Asıl
kabahat, dünyaya gelen bizlerindir. Biz iyi olursak, dünya iyidir. Eğer biz
kötü olursak, dünyanın ne kabahati var? Hak sübhânehû ve teâlâ bizleri
göz, kulak, akıl, zekâ ve bir de gönül ni-

il

202

TASAVVUF! AHLÂK V

metleriyle tezyîn etmiştir ki; eğer göz, gökleri, yerleri ve bu arada


mahlûkât ve mevcudatı görüp de sahibini göremezse, o göze göz demek
mümkün müdür? Çünkü Eşref-i Rûmî (K.S.) Hazretleri der ki:

"Bir göz ki ibret olmaya nazarında,

Ol düşmanıdır sahibinin baş üzerinde"

Gözün göz olması, ondaki ibretli bakışlara bağlıdır. Malum ya, bütün ufak
büyük her hayvanın, görecek bir gözü vardır. Hele arının ki, şâyân-ı
hayrettir. Fakat bizlere ne güzel ballar veriyor. Bizim gözler eğer,
Cehenneme girmemize vesiyle olurlarsa, ne kadar acıdır. Binâenaleyh,
Cenâb-ı Hak bizleri yaratmış, fakat bizi de öyle kendi başımıza
bırakmamıştır. Hem Peygamberlerle ve hem de kitaplarla bizleri irşâd
etmekte ve doğru yolu, Hak yolunu göstermektedir. Bizim de sözde
gözümüz, kulağımız, bir de aklımız var. Hiç gözü, kulağı, aklı olan insan bu
fânî dünyâya aldanır mı? Çünkü hergün bir çok dostlarımızı ölmüş görüyor;
onların cenazelerini taşıyor ve onları derin toprakların altına tamamen
kapıyoruz da, bir müddet sonra da bunların nasıl cîfe haline gelip çürüyüp,
koktuklarını, kemiklerinin bile dağılıp, daha sonra toz toprağa karıştığını,
adlarının bile unutulduğunu görüp durmaktayız.

tster inan, ister inanma, iş ve hakîkat meydandadır. Bu kadar uçsuz,


bucaksız âlemi yaratan, hiç boşuna mı yaratmıştır? Sakın şaşırıp da
kâfirlerin dediği gibi, bu da tabiatın bir eseridir deyip işin içinden çıkma.
Allâh-ü teâlâyı tanımaktan ve ona kulluk etmekten alıkoyan herşey
dünyadır. Binâenaleyh, bizi inançtan ve kulluk vazifelerini yapmaktan
alıkoyanları sevmeye de (hubb'üd-dünya-dünya sevgisi) diyorlar.

Bu sebeptendir ki, Allah rızâsı için yapılan her bir amel, dünyadan değil,
belki dünyada iken yapılan âhiret amelleridir. Bunlarla Hak'kın rızâsı ve
Cennet kazanılır. Aynı zamanda Cemâl-ullah müşahede olunur. Bil'akis
dünyanın süs ve ziynetlerine aldanıp da, para toplayarak, bu paralarla
nefsânî ve şehvanî arzularını yerine getirerek ve istediği gibi, günahlardan
korkmaz olduğu halde şeytanî emellerine âlet edip de, azîz ömrünü bu
suretle zâyî ederek, birgün ansızın Hazret-i Azrail aleyhisse-lâmın eline
düşünce, yaptıklarına kimbilir nasıl pişman ve nadim olacaktır. Numuneleri
de pek çoktur.

DÜNYAYI SEVMEK

203

Onun için, insan denilen bizlerin önünde iki yol vardır: Birisi, fir'avunların
yolu, nemfudların, şeddâtların tuttukları yoldur ki tam Cehennem yoludur.
Birisi de, Peygamberlerin tuttuğu yoldur ki tam Cennet yoludur. Şimdi sen
iyi düşün. Cenâb-ı Hak'kın en sevgili ve bahtiyar kulları olan
Peygamberlerin, evliyaların, velîlerin yolunu tut. Bak onların yolları ne
güzel; dünyâya hiç bir veçhile iltifat etmemişler; kanâat onların en büyük
sermâyeleri, ibâdet ve tâat de şiarları olmuştur.

Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri, o kadar yokluk içinde, bâzan karınları üç-beş


gün aç kalırlardı da, mübarek midelerinin üstüne taş bağlarlardı. Bununla
beraber geceleri sabahlara kadar ibâdet ederlerdi. Hattâ mübarek ayakları
da, fazla ayakta durmaktan mütevellit şişerlerdi. Buna (Tâ-hâ) sûresi
şâhiddir. Ashâb-ı kiramın halleri de böyle idi. Hazret-i Ebû-Bekir (r.a.)
kendisine bir bal şerbeti ikram olunduğu zaman ne kadar ağlamıştı. Hele
Hazret-i Ömer (r.a.)ın, Acemistan'dan geleri ganimetlerden kendisine
gönderilmiş olmasına pek çok kızmış ve onlara iltifat etmeyip, fukaralara
dağıtılmasını emretmişler ve kendisi her zamanki mu'tâdı olan ekmeğini
yemiştir. Halbuki o gün, üzerindeki giydiği elbisesinin on küsur yerinde
yırtık ve yaması olduğunu rivayet ederler ki, bu zât o günün Halîfesi
bugünkü tabiriyle cumhurbaşkanıydı.

Hele o Selmân-ı Fârisî (r.a.)ki acem beylerinden bir beyin oğlu olduğu
halde, babasının bütün mal, mülkünü ve herşeyini bırakıp, uzun bir takım
hâdiselerden sonra Medîne-i Münevve-re'ye gelerek, Hazret-i Peygamber'e
îmân edip, İslâm'la müşerref olmuştur. Nihayet İslâm'ın büyüyüp
genişlemesiyle, Bağdat şehri de müslümanların eline geçince, Selmân
Hazretleri Bağdat'a vali olmuş amma, ne saray istemiş ne de mükellef bir
köşk. Ancak bir ihtiyar kadının ufak bir evini kiralamış; devlet işlerini
oradan idare eder, kendisi de sırtındaki abasıyla çarşı pazarı gezerdi.
Uykusu galebe edince, abasının yarısını altına yarısını da üstüne çekip
uyurdu. Kendilerinin ne muhafızları ne de hizmetçileri vardı. Yedikleri de,
ancak açlıklarını giderecek kadar birşey, onlara kâfî idi.

Süs, saltanat, ziynet gibi fuzûlî hiç birşeye ne iltifat eder ve ne de


akıllarına gelirdi. Bütün gayeleri, Hak'kın rızâsını tah-sîl ile İslâmiyeti
dünyâya yaymak ve duyurmaktı. Onun için fü-

204

TASAVVUF! AHLÂK V

DÜNYAYI

tûhatları, pek az bir za.T»;jıda şark ile garp arasına yayılmıştır. O zamanın
en kuvvetli ve muhteşem ordularına sahip olan Acem ve Rum orduları bile,
bu fakîr, herşeyden yoksul Arap ordularının önünde dayanamamışlardır.
Halbuki bugün, en mükemmel ve mücehhez kuvvetlere sahip olan ve sayı
itibariyle Yahudilerden üstün, hem de çok üstün olan Araplar, neticede pek
kısa zamanda Yahûdüere mağlûp olmuşlardır. Kaç senedenberi de bir türlü
toplanıp düşmanlarına karşı bir varlık gösterememişlerdir. Göstereceğe de
benzemiyorlar.

Cenâb-ı Hak cümlemize tevfîk ihsan buyursun. Bunun en birinci ve başlıca


sebebi de müslümaniığa karşı olan zafiyetimiz ve gevşek tutumumuzdur.
Çünkü müslümanlıkta, cihâd ve şe-hâdet hakkında çok geniş talimat ve
tavsiyeler vardır.

Topun, tüfeğin çokluğu ve güzelliği fayda vermiyor; onları kullanabilecek


cesur, metîn, arslan yürekli ve îmânlı kimselere ihtiyâç vardır. Bu îmânlı
cesur kimseler olmadıkça hiçbir şey fayda vermez. Sonu mağlûbiyettir ve
esarettir.

Binâenaleyh, dünyayı sevmek, dünyada âhireti kazanmak için çalışmamak


demek değildir. Zîrâ hürriyet, insanların zarurî ihtiyaçlarından mâdût olan
ekmek, su ve hava gibi, zarurî bir ihtiyaçtır. Ekmek ve elbise zaruretlerini
temîn için çalışmak nasıl şartsa, memleketin, vatanın müdâfaası için daha
fazla çalışarak ve niyyetini hâlis kılıp, bütün yaptıklarını fî-sebîlillâh
yaparsa, kazandığı sevabın takdîri elimizden gelmez. Bunların hiç biri
dünyadan, dünya sevgisinden değil, bil'akis âhiretten ve âhiret
amellerinden olan namaz ve oruç gibidirler. Zîrâ bunlarsız müs-lümanlık
payidar olamaz.

Müslümanlığın bekası cihâda münhasırdır. Binâenaleyh, her zamanın cihâdı


da gününe göredir. Zaman neyi îcâb ettiriyorsa, onları hazırlamak
mecburiyetindeyiz. Hazreti Hâlık-ı zü'1-Celâl, Kur'ân-ı kerîm'inde:

- .'i
üîi

i ^U! J^ Jt

"Ey mii'minler! Siz düşmanlarınıza karşı gücünüz yettiği kadar, her türlü
kuvvet ve cihâd için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki, bununla Allah
düşmanlarını, kendi düşmanlarınızı ve bunlardan başka sizin bilmeyip de
Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız
onun sevabı size eksiksiz verilir." (5/38)

Şimdi şu âyetteki emre bak; bir de bizim hâlimize bak. Topu, tüfeği ve
herşeyi vaktiyle ecdadımız yaparken, bugün biz bak ne haldeyiz? Bütün
cihâd vâsıtalarını kendi elimizle, kimseye muhtaç olmadan yapıp, hem de
onları korkutacak bir seviyede olmamız lâzım gelirken, hâlimiz ne
ağlanacak bir durumdadır. İsraflar, fuzûlî masraflar, zevk ü safâlar ve
çeşitli günahlar, içkiler, ibâdet ve tâatden uzaklaşma, elbette bizi
zayıflatacak, düşmanların ellerine bakmaya mecbur kılacaktır. Şimdi
sorarım size; buna hürriyet der misiniz? Heyhat...

Dünyâyı sevmek, işte bu günahlara müptelâ olarak, zevk u safa âlemlerine


dalmak demektir. Yine aldanıp da kâfirlere bakıp özenme. Peygamberlere
bak ta, Hak'tan ve Hak yolundan ayrılma. Çalış amma yalnız Hak için çalış.
Nefsin için değil, Allah için çalış. Düşmanların elinde hor ve hakîr olup da
âleme rüs-vây olma. Dîninin şerefini, ecdadının şerefini muhafaza et.
Dînini ve İslâmiyeti hiçbir şeye değişme ve feda etme. ölürsen şe-hîd,
kalırsan şanlı bir gâzî olursun. Dünyâda mes'ûd, âhirette mes'ûd olursun.
Yolun, örneğin, Peygamberimiz (s.a.s.) Efendimizin ve onun bize bıraktığı
ashabının yoludur. Sakın bu yoldan ayrılma.

Dünyanın çok çeşit misâlleri vardır. Fakat en kısası bizim uyku hâlimizdir.
Ne zaman uykudan ayrılırsak, o zaman gör-

5/38 Enfâl, 60.

206

TASAVVUF! AHLÂK V
düklerimizin rü'yâ olduğunu anlarız. İşte tıpkı bunun gibi "în-san ancak
öldüğü vakit uyanacaktır." Bir de bizim yediklerimizin, o güzel ve nefis
yemeklerin neticede ne olduğu ma'lûmdur. Ma'lûm amma, o gıdaların bir
kısmı canımızın sağlığına ve hayatımızın idâmesine yarar, bir kısmı da
hiçbir şeye yaramadan posa olarak dışarı atılır. İşte dünya, tıpkı dışarı
atılan fazlalıklar gibidir. Faydalı olan kısım, âhiretten, faydasız olanlar da
dünyadan ma'dûddur. Binâenaleyh, Allâh-ü teâlâ'nın rızâsı için yapılan her
hareket, âhiretten, bundan gerisi de dünyadan sayılabilir. Şimdi şunu iyi
dinle ve dikkat et:

Bir adam Hasan Basrî (k.s.) Hazretlerine sormuş. Zengin bir kişi
sadakasını verir, sıla-yı rahim yapar ve birçok hayırlarda bulunur da, bu
adam servetinden ne kadar istifâde eder ve ne kadar harcayabilir?
Cevaben:

"Ancak yemesi, giymesi ve şâir ihtiyaçları, zaruret ve kâfi miktarı


geçmemelidir" buyurmuştur. (5/39)

Şimdi şu ölçüye uyan kaç kişi bulabilirsiniz? Evet bizim başımıza gelen
bütün felâketler bu ölçüsüz hareketlerimizden ileri gelmektedir. Belki
plânsız hareketlerden diyeceksin; ne dersen de. Evlerimizdeki eşyaya,
bahusus zengin ailelerin evlerine bakın; bir de fakir ailelerin evine bakın;
dolayısıyla zenginlerin hâlini görüp özenenlerin hâli meydandadır. Bu
kadar fuzûlî masraflara mazeret olarak, hep ihtiyaç efendim, zaruret
efendim, diye kendi kendimizi aldatmaktayız. Bundan dolayı nihayet
kâfirlerin ellerine bakmaktan ve onlardan yardım beklemekten de, bir
utanç duymamaktayız. İşte (Hub'büd-dünya) dünya sevgisi, ne-tîcede bizi
bu hâle düşürmüştür. Saadet ve selâmet, zengin olmakta değil, asıl olan
Allâh-ü celle ve âlâya lâyık bir kul olmaktır. Ona lâyık kul olunca, dünyâda
ve âhirette mes'ûd ve bahtiyar olursun. Fakat Allah'a değil de, şayet
dünyaya kul olursan, her ne kadar zengin olursan ol, ne kadar şâhâne
konakların hizmetkârların olursa olsun, yine bedbahtsın. Dışarıdan
görünüşünün adı saadet, aslı felâket; bu zenginliğin adı selâmet, fakat
kendi tam öldürücü bir zehirdir.

5/39 Bkz- daha fazla bilgi için İmâm-ı Gazâlî İhyâ-ul Ulûm, c.3, sh. 181.

207

Bakınız Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı azîmü'ş-şân'ında dünya hayatını bize şöyle


tasvîr etmektedir:

>^i **jj # j C-J Cii kfis lJî i Jj^

£ ^ h$\; jı/vı j j&i p*


"Biliniz ki, Allâh-ü teâlfi'ya tfiat ve fihiret kazancına sarfe-dilmeyen dünya
hayatı, bir oyun, bir eğlence, bir ziynet, aranızda öğünme vesilesi, mal ve
evlâtta bir çoğalıştır ki, nihayet hepsi yok olur gider. Bu ise bir yağmurun
hâline benzer ki onun bitirdiği nebat, çiftçilerin hoşuna gider. Sonra yeşil
rengi değişir. Bir de onu sararmış görürsün. Sonra da çör-çöp olmuştur.
(İşte dünya da böyledir. Kuruyup yok olan bu nebat gibi bekası yoktur).
İşte hayâtı bu şekilde olan kimse için, âhirette şiddetli azâb vardır.
Mü'minler için ise, AUahdan mağfiret ve bir nzâ vardır. Âhireti
istemeyenler için dünyâ hayâtı ancak bir aldanış metfi'ıdır." (5/40)

Meta' diye, dünyada faydalı olan ve menfaat ma'nâsına gelen ve satılık


kumaşa derler. Ayrıca kullanılan âlât ve edevata da denilir. (Bey' ve şirâ)
yâni alım, satım ve ticâret eşyası ma'nâ-sınadır. Kazanç metâ'ı değil, zarar
metâ'ıdır. Yâni dünya hayatı, insanları aldatıp, fânî olan dünyâya bağlayan
ve saâdet-i ebediye olan, âhiretten alıkoyan bir şeydir. Onun için sizler bu
rüya misâli olan, çok çabuk geçici dünyaya aldanıp da, ebedî olan âhiret
saadetini zâyî etmeyin. Bunun kadar acı birşey olmadığını herkes pek iyi
bilir zannındayım.

5/40 Hadîd, 20.

ZU8

Dünya hayatı tasvîr edilirken diğer bir âyette de şöyle denilmektedir:

p*

vlu

"İnsanlara kadınlar, oğullar, altın ve gümüşden istiflenmiş yığınlar,


yaylıma salınmış atlar, davarlar, ekinlerden yana nefsin isteklerine
muhabbet, süslenip bezendi. Fakat bunlar dünya hayatının geçici
menfaatidir. Halbuki güzel akıbet, Allah katın-dadır". Âyet-i kerîmenin
devamı olan diğer bir âyet-ı kerîmede de:

"Resulüm de ki: Size bunlardan daha hayırlısını haber ve reyim mi? O


nefisleri imrendiren süslerden korunanlar için Rab lan katında, ağaçları,
alündan ırmaklar akan Cennetler vardırj Onlar, orada daimî kalacaklardır.
Ve yine orada pâk, tertemid zevcelerle en büyük nîmet olan Allâh-ü
teâlâ'nın rızâsı vardıri AUâh-ü celle ve alfl, kullanmn hal ve işlerini hakkıyla
görücü-j dür." (S/41) Evet, Habîr, Basîr, Alîm sıfatlarını çok iyi bilmek

5/41 Âl-i İmrân, 14, 15.

UU1V I/il I JC V IV1C1\


ve düşünmek gerekir. "Görücüdür, Bilicidir" deyip geçmek, hep gafletin
iktizâsıdır.

Eğer biz müslümanlar, Hâlık-ı zü'1-Celâl'in bizimle olan yakınlığını, bizim


her hal ve harekâtımızı görüp bildiğini lâyıkıyla idrâk edebilsek, elbette
melekleri de geçen bir ümmet olacağımıza şüphe yoktur. Zîrâ o zaman, hiç
birgünahı işlemeye cesaretimiz olmıyacağı gibi, verdiği sayısız ni'metlere
karşı da, içimizden ona karşı öyle bir sevgi, öyle bir aşk, öyle bir zevk ve
şevk hâsıl olur ki ta'rîfineimkân olmaz. O zaman dünyadan son derece
soğur, bütün gücümüzle Hâlık-ı zü'1-Celâl'e sarılır, içimiz, dışımız ve bütün
a'zâlarımızla zikri-i ilâhîyi kendimize şiar ediniriz. Artık O'nun rızâsı dışına
çıkmamıza da imkân bulunmaz. Şu halde, bizim ve bütün varlıkların sahibi
olan ve her muhtaç olduğumuz şeyi bize lütfeden, Allâh-ü teâlâ
Hazretlerine ibâdet ve kulluktan alıkoyan herşey dünyâdan ma'dûd olup,
bil'akis âhiret için, Hak sübhânehû ve teâlâ'nın rızâsı için yapılan herşey
de, dünyadan değil, âhiretten sayılagelmiştir. Bu hususta İmâm-ı Gazâlî
(k.s.) Hazretleri, çok geniş tafsîlât vermiştir. Hülâsa; dünya için yapılan
herşey fânî ve dünyadandır; âhiret için yapılan ilim, amel, cihâdlar ve
cihâdlar için yapılan bütün hazırlıklar ise, âhiretten ma'dûd olup sahibi,
dünyâ ve âhirette me'cûr olur; mükâfatlara nail olur. Nasıl bütün
günahların başı da, dünya sevgisine bağlı ise, bütün ibâdetlerin başı da,
dünya sevgisinin terkine bağlıdır. Dünya sevgisiyle yapılan ameller, nasıl
dünyadan ma'dûd ise, dünyada iken Allah sübhânehû ve teâlânın rızâsı
için yapılan ameller, ilimler ve düşünceler, tahsiller, okuma ve okutmalar,
cihâdlar, nefisle mücâdeleler, hülâsa; Peygamberimiz (s.a.s.) Efendimizin
ve ashabının tuttuğu yol, hep dünyada kazanılan âhiret yoludur, Cennet
yoludur; rızâ-yı ilâhî yoludur.

Ebû Hüreyre ve Ebû Saîd (r.a.)den rivayet edilen bir hadîs-i şerîfde
görüyoruz ki, üç kişinin yaptıkları ameller niyetlerine aittir. Biri, dünya
evinde Kur'ân okumasını öğrenip Hak rızâsı için dâima okuyandır. İşte bu
okuma dünyadan değil, âhirettendir. Zîrâ sırf Allah-ü teâlâ'nın rızâsını
kazanmak için okumuştur. Biri de aynı Kur'ân-ı öğrenmiş, fakat dünyâ
menfaatlerini temin için okumaktadır. O zaman ne kadar sesi güzel, edası
güzel, kıraati güzel olsa, gayet yanık ve hazîn bir sesle (ki yürekleri yakar
ve herkesi ağlatabilir) okusa da, âhiret için hiç birşey yoktur. Hep-

210

TASAVVUFI AHLAK V

si fânî dünyada olup biter. İmâm efendi de tıpkı böyle; müezzin efendi de,
köle de hep aynı. Maksat, gaye, niyyet âhirettir; ikisi birden olsun dersek,
buna iki yüzlülük derler.

Abdullah İbn-i Ömer (r.a.) Hazretlerinin rivayet ettiği Tir-mizî Hazretlerinin


de naklettikleri daha da açıktır. Bu üç kişi, kıyamet gününde büyük devlete
mazhar olacaklarından dolayı, öncekiler ve sonrakiler, onlara gıbta
edeceklerdir. Fakat bu ilimden murâd; kendisini halka tanıtmak ve
onlardan menfaat sağlamak ise, bu tamâmiyle dünyâya âlet etmiştir. Bak
(Üveys-i Kar-nî) Veyse'l-Karânî Hazretlerinden bir hadîs naklini rica
ettikleri zaman; "Ben şöhret sahibi olmak istemem. Kadılık ve müftülükte
de gözüm yok" buyurmuştur. Yine Veyse'l-Karânî Hazretlerinin:

"Âdem aleyhisselâm, Havva validemiz, bütün Peygamberler ve bugüne


kadar dünyâya gelen herkes ölmüştür; sen de, ben de öleceğiz. Bunu
böyle bil de, Hak'kın rızâsı yollarından kat'-iyyen ayrılma ve cemâati de
terketme" diye de uzun bir nasihati vardır. Kendisi dünyâya kat'iyyen
iltifat etmemiş, süse ve ziynete özenmemiş, karnım da; ancak topladığı
hurma çekirdeklerini satarak te'min ettiği iaşe ile doyurur ve kimseye
minnet etmezdi. Bunun için Resûl-ü Ekrem (s.a.s.) Efendimiz kendilerini
medh ve sena buyurmuşlardır. Halbuki, Resûl-ü Ekrem Efendimizin
devrinde olduğu halde, sahâbîden sayılamamıştır. Ama efdal-i ümmettir.
Bu efdaliyyeti, onun dünyaya rağbeti olmadığı içindir. Şunu da yazayım da
burada bu bahsi bitirelim:

îbn-i Abbâs (r.a.) dan rivayet edilen bir hadîs-i şerîf ise, pek açık bir
şekilde, Allâh-ü celle ve alâ'nın rızâsı için çalışan şu üç kişiyi bizlere
nümûne ve ibret olmak üzere, gözlerimizin önüne sermektedir. Yer ve
gök, yerde ve gökte olan herşey, gece ile gündüz ve bir de sayısını ancak
kendisinden başkasının bilmesine imkân olmayan melekler ki, her türlü
günah ve kusurdan ârî;bun-lar hep şu üç sınıf insan için istiğfar
etmektedirler: Dînini iyi öğrenmiş âlim ile yine dînini iyi öğrenmeye çalışan
öğrenci, biri de helâldan kazandığı parayı Allah rızâsı için cihâd ve şâir
hayırlara harcayan cömert kişi; tabiîdir ki bunlar da, dünyada tahsîl
olunur; fakat âhiret için tahsîl etmiştir. Onun içindir ki, meleklerin bile
istiğfar etmesine sebep olmaktadır. Aynı ilim ve servet, dünyâ gayeleri için
tahsil olunsa, faydası ancak, dünyâya göz-

DÜNYAYI SEVMEK

211

lerini yumuncaya kadardır. Sonra âhirette Hak'kın verdiği bu kuvvet ve


kudretVHat yolunda harcamadığından dolayı ağır mesuliyeti olup elîm bir
azâb içinde kıvranacaktır. Çünkü inşam Allâh-ü teâlâ'ya götüren en güzel,
kısa ve emîn yol; ilim yoludur. Servet de bunun yardımcısıdır. Onun için
Sevgili Peygamberimiz "Fayda vermeyen ilimden, yânı kişiyi Hak'ka
götürmeyen ilimden" Allah'a sığınmışlardır.

Bu ne büyük devlet ve saadettir ki insan yer, içer, yatar, uyur da yine


meleklerin dualarına mazhar olur. Fakat ne acı birşey-dir ki bugün,
yüzbinlerce genç müsbet ilim diye adetâ tapılan ve bütün faydası ancak ve
ancak dünyaya münhasır olan ilme rağbet etmektedirler. Bunun için de
büyük masraflara katlanabiliyorlar. Hattâ Avrupa'lara, Amerika'lara gidip,
tahsillerim oralarda tamamlamağa çalışıyorlar. Sonra alt tarafı, dînlerinden
bile haberleri olmayarak, bil'akis bir dej dindarların başına musallat
oluşları var ki, doğrusu affolunmaz bir hatâdır. Halbuki âhiret ilmi, dünya
ilminin tahsîline hiç de manî değildir. Dindarlar, dünya ilmini daha iyi
öğrenebilmişlerdir.

Kur'ân-ı azîmü'ş-şân'da Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"Arşı yüklenen melekler ve onun etrafındakiler, Rablannı hamd ile tesbîh


ederler ve ona îmân ederler. îmân eden kimseler için de, şöyle mağfiret
dilerler: Ey Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin herşeyi kuşatmıştır. Bunun
için tevbe edenleri ve senin yoluna koyulanları bağışla, mağfiret et ye
onları Cehennem azabından koru." (5/42)

5/42 Mü'min, 7.

212

TASAVVUF! AHLÂK V

Bu dualar ne kadar dikkate ve hayrete şayandır. Ne mutlu mü'min ve


müslüman olan kişilere ki Cenâb-ı Hak bizleri yaratmış, yerleri ve gökleri
de bizlere müsahhar kılmış, yânî emrimize âmâde etmiş, bir de üstelik
kâinatla beraber meleklerini de bizlere duacı, istiğfara, bizim için af ve
mağfiret dileyici kılmıştır. Bundan anlıyoruz ki Cenâb-ı Hak bizleri çok
seviyor ve bizler için de dünya nimetlerini başımızdan aşağı yağdırıyor.
Âhi-rette ise nâmütenâhî, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, akıl ve
havsalamızın bile almıyacağı sayısız ni'metleriyle per-verde edeceğini
bildiriyor. Her ni'metin fevkinde bir de Cemâ-lullah'ı müşahede yok mu?
Bunun zevkine doymak imkânı da yoktur. Binâenaleyh, şu hem f ânî, hem
muvakkat, hem gam, keder, gussa, elem, ızdırâp ve çeşitli hastalıklarla
dolu olan dünyanın, bilmem ki insan nesine aldanmaktadır? İşte buna
gaflet diyorlar ki, insan, ebediyyet âlemini bu fânî dünyaya değişmektedir.

Cenâb-ı Vâcib'ül-vücûd cümlemizin muîni olsun da, gaflete düşüp âhireti


unutmaktan bizleri muhafaza buyursun. Ve bütün amellerimizi rızây-ı
ilâhîsine muvaffak kılsın, âmîn, bihürmeti seyyid'il-mürselîn.

İSRAF

213

İsraf

"Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmtz"
(5/43)

İsraf; gerek ferdlerin ve gerekse cemiyetlerin mahvına ve inkırazına, hattâ


esaretine müncer olan bir felâket kaynağıdır. Müsrifleri, Allah-ü celle ve
alâ sevmediğini bu âyet-i kerîmesinde pek açık bir şekilde belirtmektedir.
Hepimizce ma'lûmdur ki Hak celle, ve alâ'nın sevmediği hiçbirşey, gerek
kullarından ve gerek ef âl ve harekâtımızdan ve gerekse şâir mevcudattan
dahî sevilmeyen şey, hiç bir zaman felah bulmaz. Bundan nâşîdir ki bütün
Peygamberlerin ve hattâ velîlerin hepsi muktesid, kanaatkar ve israftan
son derece sakınır, kaçınır olduklarından, bu suretle zamanlarındaki
ümmetlere nümûne olmağa çalışmışlardır. Peygamberlerin izlerinde
gidenler, dünyâ ve âhiret saadetini elde etmişlerdir.

Hazret-i Ömer (r.a.) Şam-ı şerife geldiği zaman, ordu kumandanı onu
evine misafir götürmüş. Hazret-i Ömer, kumandanın evini şöyle bir gözden
geçirmiş, bir kılınç, bir ok, bir de atından başka birşey görememiştir.
Salâhaddin-i Eyyûbî de öyle değil miydi? Acemistan'ın fethi üzerine gelen
ganimetlerden Hazret-i Ömer, sofrasına getirilip konulan yiyeceklere
tenezzül bile etmeyip, geri göndermiş ve fukaralara dağıttırmıştı. Kendisi
zamanında fütuhatın çokluğu üzerine, gelecek elçiler için bir misafirhane
yapılmasını rica edenlere: "Ben Peygamberimin bıraktığı yoldan ayrılmam"
diye, onları da israftan sayarak hâline razı olmuş ve kanâati elden
bırakmamıştır.

Osmanlı İmparatorluğunun son devirlerindeki israflar haddi tecâvüz


eylediğinden dolayıdır ki, 600 senelik saltanat ta inkırâ-

5/43 A'rcıj: 31.

214

vurı s\n.L/\fi. v

za uğramıştır. Bu da tabiî olarak evvelki harblerde kazamlan


muvaffakiyetler onları şımartmış ve bu yüzden israfa kaçmışlar, sonra da
Avrupa'yı örnek alalım derken, koca saltanat ellerinden çıkıp gitmiştir.
Çünkü o saraylara harcanan paralar ve şahsî men-faatlar için yapılan
israflara karşı, ordu, donanma, hava, teçhizat ve şâir ihtiyâçlar ihmâl
edilmemiş olsaydı, elbette mağlûp olmazdık. Saltanat da, memleketin bir
çok parçalan da elimizden gitmezdi. Bunlar dâima görülegelen
hâdiselerden olduğu için ileride gelecek insan, hiç olmazsa geçenlerden
ibret alabilseler de, hallerini ona göre düzeltseler ne iyi olur amma gaflet,
insanları hep dünyaya bağlayıp, Avrupalılarla aşık atmaya zorluyor.
Halbuki, Resûl-ü Ekrem (s.a.s.) Efendimiz, acıkmadıkça yemek yemeyi ve
hattâ fazla yemek yemeyi ve çeşitli yemek ve şerbetleri hoş görmemişler,
ümmetine de bu yolda çok nasîhatlar-da bulunmuşlardır. Ebû Bekir (r.a.)
Hazretleri, kendisine ikram olunan bal şerbetini görünce, çok
ağlamışlardır. Hazret-i Ömer (r.a.) da çok ağlarlardı. İnsanın canının
istediği herşeyi yemesi ve giymesi de israftan sayılmıştır. însan ne kadar
zengin olursa olsun iktisâddan ayrılmaması ve hattâ zaruret ve kifayet
miktarıyla idare edip, fazlasını Hak yoluna ve Hak'km müdâfaası için
harcamasının lüzumunu beyân buyurmuşlardır.
Şu halde israf, lüzumsuz yere parasını ve malını sarf etmektir. (Şeref)
kelimesinin lügat ma'nâsı şöyledir: Bir nesnede, hadd-i i'tidâli tecâvüze
denir. Masrafta had, lüzumundan fazla nesne sarfetmek israftır. Buna göre
bütün içkiler, sigaralar, köşkler, konaklar, yazlık adı verilen sayfiyeler, ev
içindeki şeref, süs, ziynet ve saltanata taalluk eden herşey israf değil de
ya nedir? Peyga-berimizin ve onun bize bıraktığı ashabının hayâtına
hangimizin hayatı benzemektedir?

O yemeklerdeki israflarımız; belki bizim gibi bir milleti daha besler. Çöp
tenekesine atılan ekmekler, bayatlatılıp dökülen yemekler, arabalar dolusu
ekmeklerin hayvanların önüne dökülmesi, biz müslümanlar için ne kadar
teessüf edilecek şeylerdendir. Zenginliğin en kötü tarafı, hem şımarık
olmaları, hem de israftan kaçınmamalarıdır. İnsanlar zannederler ki,
saadet zenginliktedir. Hayır, hayır!.. Saadet ancak Allâh-ü celle ve âlânın
rızâsını kazanmakla elde edilir. Yoksa paraları kazanmakla ve onları keyfî
ve günah yerlere harcamakla değildir. Binâenaleyh,

İSRAF

215

günah yoluna bir para dahî harcanmış olsa, bu da israftır. Hak yoluna
yüzbinler harcansa, bu da israftan sayılmaz.

Bir de zaman israfı ve nefes israfı vardır ki bunlar, mal ve para israfından
daha mühim ve daha korkunçtur. İsraf olunan mal, zayiattandır; fakat
telâfisi mümkündür. Zâyî olan mal, bakarsınız ki, az zamanda, belki daha
fazlasıyla elde edilmiştir; fakat giden zamanın ve çıkan nefesin yerini
tutmak mümkün değildir. Akan su dâima akar amma giden su, o akan su
değildir. Giden gitti, gelen yenisidir. Hiç olmazsa kalan günlerimizin ve
nefeslerimizin kıymetini bilebilsek! İnsan yaşlandıkça kemâle erişmesi
lâzım gelirken, gençliğinde nasıl alıştıysa öyle gitmektedir. Belki de daha
fena oluyorlar. Bu da bizim âhiretteki mevkîmi-zin ne olacağım açık bir
şekilde göstermektedir. Allah rızâsı için kullanılmayan zamanlar ve
nefesler hep israftandır. Allah-ü te-âlâ da müsrifleri sevmez, sonra hâlimiz
nice olur? Bu israf ise, Allah korkusunun içimize tam ma'nâsıyla
işlemediğinin alâmetidir. Zîrâ Allah'tan korkan insan, israftan ve
günahlardan korkar ve kaçar. Sigarayı içmek değil, dumanından bile
kaçar. Kahvehanelere, gazinolara uğrayıp ta, ne parasını, ne ömrünü ve
ne de sıhhatini zâyî edemez. Cenâb-ı Hak cümlemize hidâyet ve tev-fik
ihsan buyursun da, istikâmetten ayırmasın, âmîn. Bi-hürmeti Seyyid'il-
mürselîn.

216

TASAVVUF! AHLÂK V

Ferah, Mizah ve Tezyîn


jr

"Her şey yazıldı ve tesbit edildi ki (dünya nimetlerinden) elde


edemediğinize üzülmeyiniz ve (Allah'ın) size verdiğine güvenip
sevinmiyesiniz. Allah çok öğünüp gurûrlananlann hiç birisini sevmez."
(5/44)

Mizah; latîfeli, bir de şaka dediğimiz sözlerdir ki, nadiren bir hakîkat olmak
üzere mübâh sayılırsa da, çokça olursa ve alı-şılırsa, o zaman makbul
olmaz. Buna alışmak neticede insanın ahlâksız olmasına sebep olur. Şaka
ve latifeler, karşısındaki insanı hafif görmekten neş'et eder. Çünkü insan,
kendisinden büyüğü ile latîfe veya şaka yapmağa cesaret edemez. Ederse
de ağzının payını çabucak verirler. Kendi kıymetini ve heybetini, şeref ve
vakarını kaybeder. Kimsenin yanında kıymeti kalmaz. Onun için ağırbaşlılık
her zaman iyidir.

Ferah ta makbul bir şey değildir. Çünkü Allâh-ü teâlâ Hazretleri çok
sevinenleri sevmez. Sevinmek, dünyanın fâniliğini unutmak demektir.
Sağlık, afiyet, servet, rahatlık, bol'uk ne varsa hepsi fânidir. Bir varmış bir
yokmuş gibi... '

Lokman aleyhisselâm da Lokman Sûresi'nde oğluna böylece nasihat


etmiştir. Ferahlık ancak Cennet'e girdikten sonra olabilir. Çünkü oradaki
nimetler hep daimîdir. Zâten orada gam ve gussa denilen şey yoktur.
İnsanın ödünç ve ariyet olan bir-şeyle övünmesi kadar tuhaf birşey olmaz.
Takva ve verâ sahiplerine hiç te yakışmaz. îbâdetleriyle de övünmek doğru
değildir.

5/44 Haclîcl, 23.

FERAH MİZAH VE TEZYİN

217

Bu da tevâzû'a muhaliftir, övünmek gurur alâmetidir. Bunların hiç birisini


Hâlık-ı zül-Celâl Hazretleri sevmez. Onun için bunlardan sakınmak
gerektir.

Ziynet, yânî süslenmek de böyledir. Müslümanın ziyneti takva ve verâ'dır.


Yoksa, elbiselerin çeşitlisi ve güzelleri değildir. Takva ve verâ'dan ârî olan,
hâlî olan insan, saraylarda da otursa yine kıymeti yoktur. Zîrâ kazanılan
şeylerin en hayırlısı takvadır. Takva sahipleri ise, süse, ziynete ve
saltanata kat'iyyen iltifat etmezler.

îşte bunlardan birisi, îbrâhîm Edhem (k.s.) Hazretleridir ki, Belh şehri
sultanlığı elinde iken, bu dünya saltanatım terkedip dervişliğe razı olarak,
Hak'kın rızâsını kazanmağa çalışmıştı. Çünkü dünya ziynetleriyle birlikte
âhiret sultanlığını elde etmek mümkün değildir.
Baksanıza, bütün Peygamberler, dünya ziynetlerini terke-degelmişlerdir.
Süleyman aleyhisselâm bile o kadar saltanatı ile, kendisi yemeğini fakîr bir
şekilde yer, başkalarına ikramda ise mübalağa ederdi. Mûsâ
aleyhisselâmın, Peygamber (s.a.s.) Efendimizin halleri ise ma'lûmdur.
Bizlere düşen en mühim vazîfe, Peygamber Efendimizin yolunu tutmaktır.

Cenâb-ı feyyâz-ı mutlak Hazretleri cümlemizi razı ve hoş-nud olduğu


kullarından kılsın, âmîn.

218

TASAVVUF! AHLÂK V

vt, tu HUŞ SEVGİSİ

219

Rüşvet Almak ve Vermek, Müdârâ ve Müdâhene

Rüşvet almak ne kadar fena bir şey, bir haksızlık, bir günah ise, rüşvet
vermek te böylece günahtır. Bahusus başkasının hakkını gasbetmek için
verilen rüşvette iki günah vardır. Birisi rüşveti verdiği için, birisi de
haksızlığa, başkasına boyun büküp, mütezellilâne hareketlerde bulunmak,
yalandan dost gibi görünüp, yaltaklık yapmak, münafıkça bir harekettir.
Bu hal müslü-man değil, dinsizlere bile yakışmayan bir harekettir. Rüşvet
bahsinde lâzım gelen tafsilât verildiği için tekrarına lüzum
görülmemektedir.

Müdârâda ise, dalkavukluk dediğimiz bir ma'nâ dahî mevcut olduğundan,


oldukça mühim bir mevkîi vardır. Bizlerin, ekseriyetle etrafımızdaki
insanlara iyi görünebilmek için yapagel-diğimiz adîliklerdir. Dalkavukluk,
hemen münafıklığa benzer. İki yüzlülüktür. Hak sübhânehû ve teâlâ
Hazretleri bu gibi adîliklerden cümlemizi muhafaza buyursun* âmîn.

Fitne ve Fuhuş Sevgisi

Fitne, hiç de sevilir ve istenir birşey değildir. Ferdlerin de, cemâatlerin de,
milletlerin de rahatlarını selbeden, uykularım kaçıran, insanları birbirine
düşüren, fesadlıklar çıkaran azgınlıklar, tabiatıyla ne istenir, ne de hoş
görülür. Fitnenin başı, Hazre-ti Osman (r.a.)ın şehâdeti ile başlamış,
Hazret-i Ali (r.a.) Efendimiz ve Hazret-i Muâviye'nin devirlerinden
zamanımıza kadar sayısız fitneler zuhur etmiştir. En nihayet Deccal fitnesi
olacaktır. Fakat ondan önce bir çok deccalların fitneleri ortalığı alt üst
edecektir.

Bu fitnelerden korunmak için en güzel ve kısa yol, Hâlık-ı zül'Celâl'ın


emirlerine imtisal edip, mümkün olduğu kadar halkın işine karışmadan,
zikriyle, fikriyle, tesbîhiyle meşgul olmaktır. Yoksa bu fitnelerin ne sonu ve
ne de biteceği vardır. "Fitne uykudadır, onu uyandıran kimseye Allah la'net
etsin" buyurulmuş-tur. Bu da bize büyük bir dersdir.

Fevâhiş ise, her yaramaz ve kabîh olan fiil ve kavi vasıtasıyla haddi
mütecaviz olan nesnelerdir. Hertürlü kebâir günahlarla beraber, yaramaz,
çirkin, herkesin kabîh gördüğü söz ve hareketler, işler hep fuhuş
kelimesinin hududuna girer. Günahlar, günah kitaplarında ayrı ayrı
yazılmış ve beyân edilmiştir. Bizim bu dersimizin haricindedir. Günahlar iç
günahlar ve dış günahlar olmak üzere ikiye ayrılır. Bizim bu
kitabımızdakiler iç günahlardır. Biz içki, kumar, gibi günahları yazmıyoruz.
Zîrâ onlar görünen, bilinen günahlardır. Fakat iç günahlarının dışarıda bir
alâmeti yoktur. Meselâ kibir, ucüb ve riya gibi ameller dışarıdan
bilinmezler. Ruhî hastalıklardır. Bu kitab da bunlardan bahsetmektedir.

Fitnenin nev'i çoktur. Kadın fitnesi, evlâd fitnesi, mal fitnesi, para, at,
araba ve sâire-câh (Mevkî)fitnesi gibi. İnsan oğlu, göze gireyim, mevkî
alayım diye neler neler yapmıyor? İftiralar, yalanlar hep bu fitnelerin
mahsûlüdür vesselam...

220

TASAVVUF! AHLÂK V

Tesviye

Müsavat dediğimiz, insanları bir vasata getirmek demektir. Bu iş, insanı


aldatan çok yanlış bir yoldur. Adetâ hür olan insanı Fir'avunlar gibi, köle
gibi kullanmak için serveti tek elde tutmak ve başa geçenlerin istedikleri
gibi yaşayarak, diğer zavallıları köle gibi bir lokma ekmeğe esîrler gibi
çalıştırmaktır ki bugün buna komünizm diyorlar. Bunun için, bugün, bu
düzeni kurmak için can verenler bile olduğu görülegelmektedir. Daha
doğrusu zengini kıskanarak, herkes bir olsun, niçin zengin daha iyi yaşasın
da, fakir darlık ve zorluk içinde kıvransın, bu hiç olur mu? Onların mallarını
ellerinden alalım; onlar da bizim gibi hizmetkâr olsunlar, arazîler müsavat
üzere dağıtılsın, evler herkesin malı olsun, evsiz kimse kalmasın, paralar
beraberce dağıtılsın. Yiyecekler de kezâlik, herkese müsâvî verilsin, derler.

Eski büyüklerimiz ne kadar derin görüşlü imişler. Bu gibi düşünce ve


hareketlere müsâade etmemişlerdir. Bunu, ruhî ve ma1 nevî günahlardan
saymışlardır. Bu fikir, Hak sübhânehû ve teâ-lânın kanununa muhaliftir.
Bu kadar yaratılmış eşya var, hepsi ayrı ayrı ve çeşit çeşit huy ve tabiatta,
renk, güzellik, çirkinlik, uzun, kısa, siyah, beyaz, zayıf, şişman herbiri bir
âlemde, rengârenk güzellikler hep Cenâb-ı Hak'km hikmetinin iktizâsıdırlar
Vaktiyle Fir'avunlar da insanlar üzerinde hüküm sürmüşler, zavallı
insanlara yapmadıkları kalmamış, fakat nihayet kendileri de, kavimleri de
tarihe karışmış, yok olup gitmişlerdir. Cenâb-ı Hak insanı hür yaratmıştır.
însan da bu hürriyetin âşıkıdır. Köle olarak yaşamak istemez. Elbette bir
gün bu kölelikten kurtulmak şerefine nail olacaktır.
Hak sübhânehû ve teâlâ Hazretleri cümlemize hürriyet nimetlerinden
müstefîd olarak yaşamak nasîb eylesin âmîn.

TEMENNİ

221

Temenni

Günah yollarında olduğu halde, Hak'dan saadet ve selâmet temennî etmek


ve yalandan düzme lakırdı çıkarmak demektir. Ayrıca temennî; ümid ve
rica ma'nâlarını da hâvî olduğundan, makbul gibi ise de, buradaki mâ'nâ,
günah yollarında, haksızlık peşinde, zulüm ile ortalığı kavuran ve
zâlimlerin yardımcısı olduğu halde Cenâb-ı Hak'tan, evliyalar, enbiyâlar
makamını rica etmek, tabiatıyle bir ahmaklıktan başka birşey değildir. Bu
yalvarış boşuna bir yalvarmadır; boşuna bir ümid beslemektir. İnsan
evvelâ Hak'kın yoluna gider, sonra da Hak'dan haddine, hâline göre af ve
mağfiret; tevfik, hidâyet; saadet ve selâmet beklemeye ve istemeye hak
kazanır. Böyle olmadan kuru temenniler hiç fayda vermez. Hem de
ma'nevî bir hastalığın alâmetidir.

Bugün bu gibi insanlara çokça rastlanmaktadır. Cenâb-ı Hak cümlemizi


gafletden muhafaza buyursun, âmîn. insanın en güzel temennisi, kişiyi
Cenâb-ı Hak'kın rızâsına götürecek yolu bulmasıdır. Diğer yollar, boşuna
emek çekmekten başka bir işe yaramaz.

222

TASAVVUF! AHLÂK V

Tûl-i Emel

Tûl-i emel; uzun ümidler beslemektir. İnsan yaratılış itibariyle işe yarar
30-40 senelik bir ömre sahiptir. Bu müddet içinde yapacağı şeyler ve
düşündükleri işler, belki de binlerce seneye sığmaz. Halbuki bu kısa
hayatın müddeti de belli değildir, ölümün saati ve dakîkası yoktur. Ölmek
için mutlaka hasta olmak veya aç kalmak ta şart değildir. Çünkü hastalar
dururken* nice sağlamların, açlar dururken nice tokların öldükleri
görülegelen şeylerdendir. Bununla beraber insan, yaşamak için çalışmak
mecburiyetindedir. Yoksa hayvanlar gibi dağlarda hüdâ-yı nâbit otları yiyib
yaşamak zorunda kalır ki, bunun da insanlık sıfatıyla bağdaşması mümkün
değildir.

Şu halde, dünyâ da hep bir düzen üzere değildir. Bazı yerler çok soğuk,
bazı yerler çok sıcaktır. İnsanın mevsimlere göre hazırlıklı ve tedarikli
olmak mecburiyeti vardır. Fakat bu da kâ-fî değildir. Çünkü dünyada,
muhtelif milletler, yine muhtelif akî-de, fikir ve dinler vardır, bunların
hepsi, "Biz doğruyuz, siz yanlış yoldasınız" da'vâsında olduklarından
ekseriya biribirlerini rahatsız edip, taarruz ve tecâvüz ederler. Gerek
maddî ve gerek manevî bakımdan büyük büyük muharebelere sebep
olurlar. Tabiî buna karşı vaktiyle hazırlanmamış toplumlar, bakarsınız ki,
mahv ve perîşân olurlar.

Bu insanoğlunun merhameti de o kadar azdır ki, karşısındaki hasmını yok


etmek için elinden gelen herşeyi yapmaktan kendini bir türlü alamaz.
Binâenaleyh bu canilerin ellerinden kurtulmak için Hâlık-ı züTCelâl'in
buyurduğu gibi, düşmanları korkutacak kadar kuvvetli olmanın muhakkak
lâzım olduğunu anlamak devri çoktan gelmiş ve geçmiştir. Uyumak ve
oynamak, zevk-ü sefa peşinde koşmak, netice itibariyle kölelik, ve
esaretin kucağına atılmaktan başka nedir! Bu çalışma tam ma'nâsıyla
Kur'an-ı Kerîm'in emrine uymak demektir. Fî-sebîlillâh onu oku-

1 UL-l hMhL

223

yup, cemâatine imâm olan kimse, âhiretde nasıl mümtaz bir makama nail
olmuş, korkudan emîn olmuş, hesabı yok, bahtiyarlar zümresine nasıl
katılmış ise, Allah rızâsı için ve müslüman milletin teâlîsi uğrunda çalışan
her kişinin aynı mükâfata maz-har olması, ümîd edilir bir mazhariyyetdir.

Tûl-i emel, tasavvufta mühim bir mevkî'yi işgal etmektedir. Çünkü tûl-i
emel sahibi, uzun düşünceli, uzun ömürlere muhtaç bir kimse demektir.
Fakat insan kendisi itibariyle muvakkat bir mahlûktur. Ölümünü gözünün
önünden kaçırmaması çok doğrudur. Çünkü ölümünü gözü önünde hazır
bilen, âhiretine çok daha güzel ve dikkatli hazırlanır. Haramlardan korkar
ve ibâdetlerine son derece harîs olur. Bu sayede âhiret saadetine nail olur,
buna kimse birşey diyemez. Fakat millet nâmına düşünürsek, tûl-i emelin
bir günah değil belki bir ni'met hattâ bir farîza olduğu meydana çıkar. Evet
dünyanın îmânna uğraşmak bir gaflet alâmeti ise de, esaret ve kölelik
daha büyük bir gaflettir. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, taş üstüne taş
koymamış ve bazen de, mübarek karınlarına, karnının açlığından dolayı taş
bağladıkları da olmuştur amma, bugünün şartları karşısında milletler uzun
ve plânlı, hesaplı emeller beslemeye ve kendilerini savunma ve , milletçe
hayatlarını sürdürme bakımından uzun emelli plânlar ve tedbirler
düşünmeye mecburdurlar.

Ma'lûm ya, bir vakitler insanlar yurtlarını ve dolayısıyla kendilerini


korumak için memleketlerin etraflarına ne büyük kal'a-lar yapmışlardır.
İstanbul, Diyarbakır, Bursa kal'aları meşhurdur. Sonra toplar icâdolmuş,
bugün bunların da büyük bir kıymeti kalmamıştır. Şimdi ise, hava kal'aları
olan uçaklar çıkmıştır ki, istersen uyu, istersen çalış. Biz düşmanlara para
verip te uçak alıp, sonra bu uçaklarla harb edeceğiz; harb uzadı; uçaklar
da işgöremez hale geldiler; azaldılar. O zaman hâlimiz ne olacak?
Binâenaleyh, tûl-i emel hususî işlerde mezmûm ise de, umûmî işler için bir
plân dâhilinde lâzımdır ve mecburîdir. Umûmî işlerde tûl-i emel şartdır. Bu
günkü dünyânın çalışmasına bak da ibret al. Komünist devletlerin hayâtını
gör veya dinle de, hürriyetin kıymetini bil. Cihanda yalnız başına da olsan
Allah'ı unutma ve ondan ayrılma. Dünya hayatım gözünün önünden bir
güzelce geçir. Bak bakalım, ne kadar dostların, komşuların, akra- \

224

TASAVVUF! AHLAK V

ba ve teallukâtın hep âhirete göçüp gitmişler. O canım servetleri, malları,


mülkleri nasıl dağılmış yokolmuş, o güzel cesedler, gözler, kulaklar, yüzler,
ne hâle gelmiş, kurtlara, kuşlara yem olmuş, o kemikler çürümüş, toz
hâline gelmiş; parça parça olmuş. Görüyorsun ya,şu insanın hâli ne kadar
acâib! Dünyada iken kabına sığmaz fakat, en nihayet o toprakların içinde
aslı olan toprağa inkılâb etmekte olduğu görülmektedir.

Onun için azîz kardeş, kişi şahsî hayâtında gayet mütevâzi-âne ve oldukça
kanaatkar bir hayât ile her türlü cefâlara, açlıklara karşı sabırlı, metin
olmalı ve ölümünü gözünün önünden ayırmamahdır. İbâdetlerine son
derece düşkün ol. Gece vakti yumuşak yatağını ve hanımını bırakıp da
Allâh-ü teâlâ'ya kulluk yapmak, zikir ve Kur'ân ile meşgul olmak en büyük
bir zevk-i ma'nevîdir. Düşman ile çarpışmaktan hiç korkma, Allâh-ü teâ-lâ
seninledir. ölürsen şehîdsin. Âhiretin bütün ni'metleri sana müştak.
Kalırsan gâzîsin. Hak Sübhânehû ve teâlâ Hazretleri meleklerine, seninle
övünür. Bakın şu kuluma der ve seni sever, Sen de ni'metlerini ve rızâsını
kazanırsın. Ev, mal, mülk, mobilya ve eşya hesabsızdır; yânî pek çoktur.
Bunların hiç birisi tam müs-lüman olan kimseye yakışmaz. Japonlardan
ibret al. Peygamberini ve ashâb-ı kiramı gözünün önünden ayırma. Târihi
iyi oku. Dünyaya dalma, âhireti de unutma. Her yaptığını Allah rızâsı için
yap. Niyetini ve hulûsunu pâk eyle. Gönlünü Allah-ü celle ve âlâdan hiç
ayırma. Dâima günahlardan kaçıp rızâsına uygun ameller işlemeğe çalış.
Böylece dünyâdan âhirete selâmetle geçer, kabrini de bir Cennet bahçesi
olarak bulursun. Âhirette de inşâallah o mükâfat evi olan Cennet'le tebşîr
olunur, orada Peygamberlerin başı Muhammed (s.a.s.) Efendimizle
beraber Cemâl-ullahı müşahede devletine nail olursun.

Cenâb-ı Hak cümlemizi bu ni'metlere mazhar olan kullarından eylesin,


âmîn...

ItDBIR

225

Tedbîr
Tedbîri bizler iyi birşey zannederiz. Halbuki tedbîrin önünde bir takdîr
vardır. Takdirin ise tedbîri bozar olduğunda şüphemiz yoktur. Tedbîr ise
hiç bir takdîri bozamaz. Onun için "Kadere îmân edenler her kederden
emîn olurlar" buyurulmuştur.

Binâenaleyh, sen yine tedbîri elden bırakmamakla beraber, takdire de


bühtan etme. Tedbîr tevekküle de manî değildir. Devesini kaybeden kişiye
"Evvelâ deveni bağla, sonra Hak'ka tevekkül eyle" denilmiştir. Burada
tedbîrin mezmûm ahlâklar arasında yer almasında bazı incelikler vardır ki,
buna herkesin aklı eremez. Böyle olunca hemen îtirâza kalkanlar da pek
çoktur. Meselâ, o mütevekkiller ki, çöllere çıktıkları vakit yanlarına ekmek,
katık, su ve şâir zarurî ihtiyaçlardan hiç birisini almazlar. Bâ-zan da üç beş
gün hiç bir nafakaya rastlamadan yollarına devam edegelmişler ve
kimseye de hallerini arzetmemişlerdir. Bütün bu tedbirleri terk ederek
Hak'ka tam teslim olmuş bahtiyarlardır. Bunlara göre tedbir, abes ve boş
birşeydir.

226

TASAVVUF!AHLÂK V

Haya Azlığı

Haya azlığı ise, hayâsızlıktan kinayedir. Haya ne kadar kıymetli ise,


hayâsızlık da o kadar fenadır. "Haya îmândandır". Hayâsızlık da
imansızlıktan gelir. Haya ile îmân kardeşdirler. Hayanın olduğu yerde îmân
var demektir. Haya yoksa îmân da yok demektir. Veya çok zayıf bir
îmândır ki insanı utanmaktan ve günahlardan korkup kaçmaktan
koruyamıyor. Onun için "Utanç ve hayadan mahrum olan kimse isen, ne
istersen işle" denilmiştir ki büyük, hem de çok büyük bir tehdiddir. Biz de
birisine kızdığımız zaman, "Haydi defol karşımdan, nasıl istersen öyle yap"
deriz ya, işte tıpkı bunun gibi. Haya perdelerini kaldıran kişi öylece gözden
düşer. Haydi ne istersen öyle yap denir. Cenâb-ı Hak cümlemizi utanan,
sıkılan, haya eden, hakkıyla haya eden kullarından eylesin âmîn.

Haya denince hemen kızların utandığı bir utanma hatıra gelir. Utanmak,
bizleri yaratan Allâh-ü celle ve alâ Hazretlerine verdiği her ni'metin
şükrünü, hiç eksiksiz ve pek yerinde güzelce olarak yapmaktır. Bazen
sakat, gözsüz, kulaksız, sağır, topal, çolak, hastalıklı Allah esirgesin bir de
deliler vardır ki, bunların hiç birisi boşuna değildir.

Bunlara bakıp hâline hamd ü sena ederek, verilen ni'metle-rin kadir ve


kıymetini bilsinler diye, her birisi bir ibret levhası-dır. Maazallah, başımıza
böyle bir hal gelse hâlimiz nice olur? Bizler de onlar gibi âleme gülünç
olurduk.

Şimdi çok şükürler olsun ki sıhhatimiz tam, her şeyimiz yerli yerinde, hiç
bir noksanımız yok, ni'metler de bol mu bol. Artık bunların şükrünü îfâ
etmesek bize ne demek lâzım bilmem? Cenâb-ı Hak cümlemize temiz akıl,
temiz bir düşünce ihsan buyursun da, Kur'ân-ı kerîm'in yolundan ve
Peygamberimiz (s.a.s.) Efendimizin sünnetinden ayırmasın.

Bu ni'metlerin şükrü de, bu kitabda yazılan kötü huyları

HAYA AZLIĞI

227

terk edip, onların yerlerine iyi huy ve ahlâkları kazanmak suretiyle


mümkün olabilir. Hayâsız bir insanda hiç bir zaman bu güzel huylar
beliremez. Haya, başımızdaki bütün a'zâlarımızla göz, kulak, ağız, burun,
mide teferruatı, el, ayak, hepsi, yani vücûdumuzun bütün a'zâlarını haram
ve günah şeylerden tamamıyla korumak ve muhafaza etmekle mümkün
olabilir. Gözler haramlara bakdıkça, kulaklarla haram şeyler dinlendikçe,
mideye haram şeyler girdikçe, ellerle haram şeyler alıp kullandıkça,
ayaklarla Hak sübhânehû ve teâlâ'nın razı olmadığı yerlere gittikçe, o
kimseye haya sahibi demek doğru olmaz. Bunun için Cenâb-ı Hak'kın
lütfuna da çok ihtiyacımız vardır. Zîrâ onun yardımı olmadan bizim hiç
birşeyde muvaffak olmamıza imkân yoktur. Bu yardımı bize sağlayacak en
birinci âmil, ibâdet ve tâatten sonra zikrullaha devam ile, ölümü de göz
önünde tutarak/evvelce, ölenlerle mezarlıklarda yatanları düşünerek,
akıbetin, âhirete selâmetle göçüş olduğunu idrâk eyleyerek murakabe
âyetlerini tefekkürle, Hâlık-ı zü'1-Celâl benim Rab'bimdir, beni heryerde ve
her-zaman görür ve işitir, iç ve dış, geçmiş ve gelecek, bilcümle
hallerimize vâkıf ve âlim, bizi her bakımdan muhît, herşeye kadir ve
Rezzâk-ı âlem olduğuna tam ma'nâsıyla inanarak, kulluk vazifesine
ölünceye kadar devam ile mümkün olur.

Cenâb-ı Feyyâz-ı mutlak Hazretleri cümlemizi hayâsızlıktan korusun ve


hakîkî hayalarla tahalluk eylemeyi nasîp buyursun âmîn.

228

VUri AHLAK V

Korkaklık

Korkaklık; hadd-i zâtında, başlı başına mezmûm bir ahlâktır. Korkaklıktan


hemen hemen her fenalık doğar. Veya birçok fenalıkların baş ve başlıca
sebebi korkaklıktır. Korkaklık da haya gibi îmân zayıflığından ileri gelen bir
dertdir. Düşmandan korkmak, işsizlikten korkmak, açlıktan korkmak,
fakirlikten, hastalıktan korkmak, buna benzer şâir şeylerden korkmak.hep
cahillik alâmetidir.

Hâlık-ı zü'1-Celâl Hazretlerinin takdirine razı olmamaktır. Fakirlik


korkulacak birşey değildir. Bil'akis fakirlik insanin Allah-ü teâlâ
Hazretlerine daha yakın olmasına en büyük vesîyledir. Aynı zamanda
zenginlerin düştüğü kibir ve gururdan, israflardan faizlerden, haramdan
kazanıp, haram yerlerde harcamalardan da korunmuş olması ayrıca bir
devlettir.

İkincisi; Cenâb-ı Hak'kın aç olarak, yâni açlıktan ölen kulu yoktur. Fakat
tokluktan ölen pek çoktur. Sonra issizlik diye birşey yoktur, tnsan sıhhati
yerinde, aklı da başında olduktan sonra, her yerde ekmek parasını
çıkarmağa muktedir olabilir. Hastalıktan korkmak da boşdur. Çünkü
hastalık bir taraftan tehlikeli birşey ise de, bir taraftan da o kişiyi intibaha
da'vet eder. Hem günahların affına ve hem de yeni bir kan, yeni bir vücûd
meydana gelmesine sebep olur. Daha mühimi gafletten uyandırır. Allâh-ü
celle ve âlâya dönmesine vesiyle olur.

Düşmandan korkmak ise, adetâ bir budalalıktır desem hatâ etmiş olmam
sanırım. Yalmz düşmanın karınca da olsa, yânî karınca gibi âciz ve zayıf
dahî olsa, onu mühimsemezlik yapmamalıdır. Düşmana karşı dâima uyanık
ve hazırlıklı bulunmamn şart olduğunu hepimiz de biliriz.

ölüm korkusuna gelince; ölüm, korkulacak birşey değildir ki: ölüm, kulu
Hâlık'ına, yaradanına kavuşturan bir vâsıtadır ve muhakkak olacaktır. Çok
yaşayıp da bir sürü günahlarla ya-radanın huzuruna çıkmaktansa,
günahsız veya az günahla gitmenin arasında çok fark vardır. Sonra burası
bizim ebedî karargâhımız değildir ki; gidiyoruz diye üzülelim. Meselâ,
hac"ca giden bir insan hac vazifesini yaptıktan soma memleketine dön
meye nasıl müştâksa, bizim de aynı şekilde bu dünyadan asıl va-

KORKAKLIK

229

tanımız olan âhirete dönmemiz de böyledir. Hac*dan gelirken nasıl birçok


hediyeler getiriyorsak, âhiret için hediyelerimiz de, ibâdet ve tâatlerimizle
beraber gideceğiz ki, bunların en mühimi takvadır. İbâdeti yapmak aslında
bir takva alâmetidir. Bununla beraber günahlardan korunup kaçınmak da
takvadan ileri gelir. Günahları işleyenlerde ise takva noksan ve zayıfdır.
Onu kuvvetlendirmek gerekir. Bir işçi veya me'mur, "Müslümanlığın
İcâplarını yaparsam beni işimden çıkarırlar veya rne'muriyetimden atarlar"
diye korkarsa, bu da îmânın zayıflığındandır. Çünkü, rızıkları verenin ancak
Allâh-ü celle ve alâ Hazretleri olduğunu bilmemektir veya oha inancı
zayıftır. Müslümanlığından nâşî çıkarılırsa,, hiç şüphesi olmasın ki, daha
güzel ve daha a'lâ bir işi Hak celle ve alâ Hazretleri ona hazırlamıştır. Veya
sana bir darlık erişirse bu da Allah'tandır. Buna da sabredip, mükâfatına
maz-har olmak gerekir. Bu korkaklık sebebiyle, insan bir sürü zulümlere
âlet olabilir. Çünkü zulme yardımcı olmanın ne kadar büyük günah
olduğunu birazcık idrâk edebilse, yüzbinlerce lira verseler, yine onlara
hizmet etmekten kaçar. Kuru bir ekmeğe razı olup hür olmasını daha evlâ
bulur.
Binâenaleyh, korkaklık insanın hem dünyada hem de âhi-rette zelîl ve
hakîr olmasına sebep olan mezmûm bir ahlâktır. Cenâb-ı Hak cümlemizi
korkaklıktan korusun, âmîn.

İnsanın asıl korkacağı, varlıkların hakîkî sahibi, Allâh-ü teâlâ ve tekaddes


Hazretleridir. O'nun emirlerini tutup yasaklarından korunmak için O'ndan
korkmak, gazabından korkmak, Cehennem'inden korkmak, Cemâlini
müşahede şerefinden mahrum olmaktan korkmak, O'nun gözünden
düşmekten korkmak gerekirken, bunları bırakıp, fânî hayâtın, muvakkat
bir yaşayışın bazı mahrumiyetlerinden korkmak ve bu suretle de itaatsizlik
etmek, ne kadar mezmûm derseniz o kadar mezmûmdur. Bunun yerini
ancak şecaat doldurur. İslâmın terakkî ve teâlîsi de, işte bu şecaatin
sayesinde olmuştur. Cömertlik nasıl memdûh ise, şecaat de öylece
memdûhtur. Cahillik ne kadar mezmûm ise, korkaklık da öylece
mezmûmdur. Şecaat, sehâvetle kardeştirler. Şecaatin yanında sehâvet,
cömertlik olursa, o kuvvet herşeyi ye-ner. Bahfllikle korkaklık, onlar da
ferdlerin ve cemâatlerin yıkılmasına başlıca âmildirler. Cenâb-ı Hak
cümlemizin muîni, yardımcısı olsun, âmîn ve selâmün ale'l-mürselîn...

230

1ASAVVUhi AHLAK V

IXC

Gayretsizlik

Gayretsizlik; gayret-i dîniyyenin bulunmaması, kızılması lâzım gelen yerde


kızmamak ve düşmanlara karşı gayretsizlik göstermek, efrâd-ı ailesinin
iffet ve namuslanyla alâkadar olmamak, onların îslâm dışı yaşamalarına
göz yummak, okuyacağım diye namaz, niyaz ve din bilgilerinden mahrum
olarak yaşamak, başka kadınlarla gâyr-ı meşru olarak yaşamak, hep
gayret-i dîniyyenin olmamasından ileri gelir.

İnsanın kendi karısı ve kızları ve şâir taallukâtının başka erkeklerle gayr-ı


meşru münâsebetlerine tahammül etmesi ve muhtaç olmadığı halde onları
okumak veya çalışmak için fabrikalara yollaması ve kazançlarına göz
dikmesi, yine dînî gayretsizliktendir. Fabrikalara kız ve kadınlarını
yollamak suretiyle onların kazancından istifâdeye kalkmak, hem
gayretsizlik, hem de akılsızlık alâmetidir. Bir kadın ancak bir erkek içindir.
Birçok erkeklerle görüşüp konuşmak mecburiyetinde kalan kadının
kocasına karşı sadâkati ne kadar olabilir? Saçı uzun aklı kısa ta-bîrini
unutmamak lâzımdır. Güneşin ve lodosun önünde eriyen kar gibi, kadının
da erkeğin karşısında dayanamaz olduğunu bilmek lâzımdır. Şehvet bir
ateştir. O ancak kocasıyla baş başa kalırsa, o zaman hanım olur. Yoksa
fabrikalara vesâir iş yerlerine gitsin gelsin de iffetini de muhafaza etsin;
çok acâyib!.. O zaman tesettürün de bir kıymeti kalmaz. Tesettür ise iffet
alâmetidir ve iffetin muhafazasında en büyük âmildir.
Bugünkü bizim aile anlayışımız da çok hatalıdır. Bir kere başımızda ince bir
örtü ile herkesin yanına pervasızca çıkmak, yabancı erkeklerle lâübâli
olarak görüşmek, gülüşmek, akrabây-ı taallukâtla karı koca gibi kaç-göç
olmadan toplanmak, kocaların bunları günah saymaması ve daha sonra,
kocanın karısını veya kızlarını işyerlerine göndermesi, hattâ damad
beylerin hanımlarını kıskanmaması, ağabeylere ve eniştelere karşı titiz
davranmaması, hep gayret-i dîniyyenin za'fiyetinin alâmetidir. Bu

hal ise, bektâşîliğin bir nev'idir diyeceği geliyor insamn. Tabiî,


hanımlarımız bunlardan çok sıkılır ve ıztırâp duyarlar. Bir vakitler, kafesler
arkasında saklandığımız yetmezmiş gibi, o çarşaflar, yüzlerimizdeki
peçeler, şimdi ise; "Hürriyet tam ma'nâ-sıyla elimizde, elbette
istediğimizle görüşmek ve konuşmak hakkımızdır" diyeceklerdir. Fakat bu
cihet bizim mevzuumuzun dışındadır. Biz müslümanlıktaki inceliklerden
bahsediyoruz. Yoksa herkesin giyinip kuşanması, gezip tozması ile bizim
alâkamız yoktur.

Yer yüzündeki milletlerin sayısı kimbilir ne kadardır? Bunların hepsi ayrı


ayrı görgü ve akidelere sahiptir. Hattâ bir kısım insanlar daha vardır ki,
Allah, Peygamber nedir bilmezler. Kitaptan falan da haberleri yoktur.
Onlarda, kaç-göç de bulunmaz. İstedikleri gibi yaşarlar. Fakat
müslümanlık denince, öyle hemen "Kadının hürriyetini engelliyor" diye
feryada başlama. Şunu iyi bilmek lâzımdır ki, dünya içinde en rahat, en
emîn, en mes'üd kadın yalnız müslüman kadınıdır. Bunu iyi düşün ve
incele. Muhakkak sen de buna hak vereceksin. Yalnız şu var ki, dîni
bilmeyen, ahlâk seviyesi düşük müslümanı düşünme. Bir de müslüman
erkekler birkaç kadın alıyorlar diye de üzülme. Bir memlekette birkaç
karısı olan erkek, ancak ve ancak üç-beş kişiden ibarettir. Fakat şimdi
karısından başka, kaç kadınla hayat süren erkeklerin sayısını bilmek bile
mümkün değildir. Sen söyle; meşru ve nikâhlı birkaç karısı olmak mı iyi,
yoksa nikâhsız kadınla mı yaşaması daha iyi? Papazlar, hıristiyan
kadınlarının müslüman olmalarını istemediklerinden, onların en çok
korktukları iki üç evlilikten bahsederler. Fakat gayr-i meşru' hayatlarını hiç
hesaba katan yoktur. İnsan hiç bir zaman melek değildir. Hele bugünün
insanı, her tarafı şehvetle sarılmış bir haldedir. Artık o, fırsat bulunca ne
yapmaz? Onun içindir ki müslümanlık tesettürü emreder. Bu zülüm değil;
belki o hanımefendileri başka çapkınların şerlerinden muhafaza içindir.
İnsan parasını kasada, kesede, bankada saklar da, kimse ayıplamaz, ama
acaba hanımlarımızın kıymeti, iffetleri o paralar kadar da mı kıymetsiz?
İnsanın şerefini, izzetini, namusunu, haysiyetini parayla ölçmek,
kıyaslamak mümkün müdür? Halbuki, iffetli hanımlarımız başlarımızın
tacıdır. Altınlar da, gümüşler de onlara feda olsun. Parasının kıymetini bilip
de saklayan, fakat hanımının kıymetini

151

İAHAVVUFİAHLAK V
HIYANET

233

ve onu saklamasını bilmeyen erkeğe "deyyus" denir. Ana ve babalara âsî


olanlarla birlikte deyyusların Cennete girmeyecekleri de hadîslerde
bildirilmiştir. Cenâb-ı Hak kadınları, erkekler için gayet nâdîde ve çok güzel
kokan emsalsiz bir çiçek gibj, göğüslerde taşınan ve başkalarının ellerinin
değmesine gönüllerin razı olmadığı bir ay parçası demeğe lâyık, aynı
zamanda neslimizin bekasına hizmet eden, her çocuk doğurdukça anadan
doğmuş gibi hiç günahı kalmayıp tertemiz olan, lohusa olarak ölürlerse,
şehîd mertebesini kazanan ve Cennet'in bile onların ayaklarının altında
olduğu müjdelenen, çocuklarımızın anaları, evlerimizin nûrlan, erkeklerin
sürûru, çocukların göz bebekleri olan kadını, sen bir işçi olarak fabrikaya,
bir köle gibi çarşı pazara veya bir memur olarak dâireye gönder, ne yazık;
hem de ne çok yazık...!

Bunu Avrupalı yapıyorsa, sen müslüman olduğunu ne çabuk unuttun?


Senin vicdanın buna nasıl razı olur?

Azîz kardeş, sen müslümansın, müslümanlığını hiç birşeye değişme. Bak


Cenâb-ı Hak, müslüman kuluna verdiği ni'metle-ri kimseye vermemiştir.
Dünyadan başka yerde, âhirette güzel bir Cennet yaratmış, içindeki
ni'metleri ta'rîfe kimsenin gücü yetmez. Müşahede de ayrı bir devlet.
Oradaki Cennet hûrîleri de senin için amma, onların bile yerleri evleri, ayrı
ayrıdır. Onları da başkalarının görmesi mümkün değildir. Bunlar hep senin
için, şimdi sen ne diye o kâfirlerin yaptıklarına aldanıyor ve onlar gibi
olmaya çalışıyorsun? Eski devirlerde çapkın, kendini bilmeyen sarhoşlar,
kaçak, gizlice kadın oynatırlarmış. Şimdi ise danslar alenî, herkesin gözü
önünde, kocasının, babasının, kardeşinin gözü önünde kadın, yabancı
erkeklerle sarmaş dolaş oynuyorlar da, kimsenin kılı bile kıpırdamıyor. Vay
müslüman vay!

Cenâb-ı Hak bizlere böyle bulunmaz bir pırlanta lütfetmiş de biz onu bak
ne hale getirdik? Allâh-ü teâlâ Hazretleri hepimize hayırlı akıllar ve razı
olacağı hayırlı ameller lütfetsin, âmîn.

Hıyanet

Hıyanet (Gıl-lu ğış): Bu kelime, gaynın fethıyle (gal) diye okunursa,


hıyanet veya ganîmet malından hırsızlık murâd olunur ki, Cenâb-ı Hak'kın
da hâinleri sevmez olduğu cümlece ma1 lûmdur. Hırsızlık zâten en çirkin
ve yaramaz bir huydur. Maazallah, bir de devlet malından, millet malından
çalmak, ne kadar adîlik dersek de, o çok şuursuz insanı ta'rif etmiş
olmayız. Bütün bir milletin hakkını üzerine geçirmek ne demektir? Bir
adamın, sattığı malın, mahsûlün, hayvanın aybını saklaması da hainliktir.
Hâinler dâima korkaktırlar. Satacağı ineği sütlü göstermek için birkaç gün
sağmaması veya onun sütünü çok gösterecek herhangi bir harekette
bulunmak, hainlik ve hıyanetliktir. Mahsûlün iyisini üstüne koyup, alt
tarafını ıslak veya yaramaz derecede ufak veya çürükleriyle doldurmak,
ağır çekmesi için arasına kum karıştırmak, çürük evi boyayarak,
yaldızlayarak göz boyamak, hep hainlik ve hıyanetten ileri gelir. Mahsûlün
veya malın bahaya çıkmasını beklemek ve bunun için malı bekletmek de
hıyanet ve aynı zamanda ihtikârdır.

Gayın harfinin kesresiyle (gıl) diye okuduğumuz takdirde mâ'nâ son


derece değişmektedir. Burada matlûb olan ma'nâ budur; kalbde kin
tutmak ve buğz bağlamak. Bu da hasedin eşi olan (hıkd)dır. Hıkd, hased,
gıl ve gış, kalbin efkâr-ı muhtelife üzere olarak kararsızlığı, hıyanet ve
adavet ma'nâlarmı da taşır ki, bunların hiç birisi hiç bir zaman bir
müslümana ve hattâ hiç bir insana bile yakışır şey değildir.

Şâyân-ı eseftir ki, insanım deyib gezen, boyu poşu, gözü kaşı, endamı pek
düzgün olan adam, gerek bilgili ve gerek câhil, neler yapmıyorlar... Yol
kesip insanları soyan eşkiyâ ile yine insanları kendi emellerine uygun bir
şekilde yaşamaya zorlayanlar ve onların kazançlarını çeşitli hiyleli yollarla
ellerinden almağa ça-

Y'-

234

TASAVVUFIAhLAK V

bganlar'da yine bu insanlar değil mıdır? O zaman anlıyoruz £ insanın iyisi


çok iyi, fenası da çok fena, hem ne kadar fena bir bilsen, ne kurt, ne ayı,
ne fil, ne arslan, ne de kaplan bunların hiç birisini yapamaz. Şu halde,
insanın kötüsü hayvandan da aşağı

oluyor demektir. . ,

Allâh-ü teâlâ cümlemizi hayırlı insan eyleyip, hayırlı amellerle meşgul


eylesin, âmîn...

MUHTEREM VE AZİZ KARDEŞİM

235

Çok muhterem ve azîz^kardeşim:

Gücümüzün yettiği kadar iyi ve fena ahlâkları açıklamaya çalıştık. Fakat


yine de tam bir açıklama değildir. Eksiğimiz yine çoktur. Bunları okumakla
ve bellemekle de dervişlik ve tasavvuf elde edilmiş olmaz. Bilmek bir
meziyyet ise, yapabilmek daha büyük bir meziyyet ve bir devlettir. Bunun
tatbiki de sanıldığı kadar kolay değildir. Herhalde daha genç yaşlarında,
mutlak ke-mâlâta ulaşmış ve yüksek ahlâk seviyelerine erişmiş bahtiyar
kimselerin himayesine ve hizmetine girip, onların göstereceği şekilde hem
dînî tahsîline, hem de tasavvuf derslerine hizmet ederek, Yûnus gibi günün
birinde sen de bir Yûnus ve benzeri olursun. Bu ahlâk-ı mezmûmelerin
hepsine necâset-i ma'neviyye derler ki, bunlarla hiç bir zaman takarrüb-ü
İlâhîye mümkün olmaz. Riyâzâtlar vasıtasıyla bazı mükâşefeler olsa dahî,
papazların haline benzer. Hazret-i Azrail'in görünmesiyle birlikte hepsi
mahvolur. Tıpkı çürük bir binanın üzerine vurulan yaldıza benzer. Bu
necâset-i mâ'neviyeler de tıpkı maddî necasetler gibi ve onlardan daha
mühimdir. Necâset-i maddiye ile namaza durmak nasıl caiz değilse,
necâset-i ma'neviye ile Hak sübhânehû ve teâ-lâ'ya takarrüb mümkün
değildir. Bunların başı, yenilen lokmanın helâl olmasına bağlıdır. Lokmalar
helâl olmadıkça ne olursan ol, emekler hep boşa gider. Bir de lokmalar
helâl olunca vücût, hem hafif ve hem de çok metîn olur.

Büyüklerimizden Saîd ibn'il-Müseyyeb Hazretleri tabiînin imâmı olup, fakîh,


muhaddis olarak son derece verâ' sahibi idi. Kendileri zeytin yağı ticareti
yaparlardı. Bununla beraber elli sene sabah namazını yatsı namazının
edası için aldığı abdestle kılmıştır. Bu elli sene zarfında hiç bir namazında
ikinci safa kalmamış, dâima erkenden camiye girer ve ilk safta yerini alırdı.
Bu müddet zarfında hiç bir namazının ilk tekbirini imâm efendi ile beraber
almaktan geri kalmamıştır ki, bunların ne kadar sevâb olduğunu bilmek ve
bildiğini de yapmakla mümkün olacağı ma'lûmdur.

236

TASAVVUF!AHLÂK V

Senin de öğreneceğin ilmin başında, fıkıh, hadîs ve tefsîr olmalıdır. Bunlar


bilinmedikçe diğer bilgiler fayda vermez. Faydasız iL^den de dâ'irâ za.-ar
olacağından, Peygamberimiz (s.a.s.) Efendimiz bile bizlere ta'lîm
sadedinde, faydasız ilimden Allah'a sığınmışlardır. Şimdi ise bizler, ruhların
yükselmesinden daha fazla, yarın ölüme mahkûm cesetlerimizi beslemekle
vakitlerimizi zâyî ediyoruz.

Bak, İmâm-ı Hanbel Hazretlerinin bütün gıdası ot ve sebzelerdi. Fakat


milyonlarca hadîs-i şerîf, zihinlerinde mahfuz bulunuyordu. Bu arada
altıyüzbin de sakat hadîs biliyorlardı. Bugün bizim gıdamız çok müreffeh ve
zengin, hergün etsiz yapamıyoruz. Onun için amellerimiz bozuk oluyor. Bu
sebepten midir nedir? "Hocanın dediğini tut da, yaptığını yapma" diye bir
söz vardır ya, bu da bizim aynamızdır. Demek ki, sözümüz amellerimize
uygun değildir. Bugün en basit olarak bahusus yeni yetişen din
adamlarından, gerek vaiz, müftü, imâm, murâkıblar-dan kaçta kaçını
sakallı bulabilirsiniz? Sonra sigara içmeyen acaba kaçta kaçıdır. Hattâ
sakalsızlardan birinin yazdığı (ilm-i hâl) kitabında, sakalın vücûb ve
sünnetini de kitabının 180'inci sayfasında yazmış, sonra da aslı yoktur diye
inkâra da cesaret gösterebilmiştir. Amma sofuluğu ve müslümanlığı
kimseye vermezler. Camilerimize girip namaz kılmazlar. Zîrâ imamları
beğenmezler. Kiminin altın dişi vardır, kiminin kravatı var veya dar elbisesi
var diye bahaneler ederler. Evet imâmın iyisini bulmak lâzımdır, fakat
cemâate devam ondan daha mühim ve terki de caiz değildir. Bu fitneler tâ
Âdem aleyhisselâmdan beri ardı arası kesilmeden devam eder. Elli senedir
cemâatin ilk safında yer alıp, yatsı namazının abdestiyle sabah namazını
kılan zâtların zamanlarındaki imamlar da melek değillerdi yâ.
Beğenmezsen bir defa da evinde kılarsın. Bunu ikinci defa neye kıldın diye
günaha da girmezsin. Binlerce rek'at namaz kılanları hiç duymadın mı?

İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe (rh.a.) Hazretleri de, tam kırk sene yatsı
namazının abdestiyle sabah namazını edâ buyurmuşlardır. Bununla
beraber bütün ömrü tedrîsle, yânî talebe okutmakla geçmiştir. İmâm-ı
Yûsuf, İmâm-ı Züfer vesaire onun yetiştirdiği talebelerden değil midir? Ne
diyeceksin? Onların amelleri, o mübarek zâtları Allah-ü teâlâ'ya tekarrübe
hizmet etmiş ve işe yaramıştır. Bizim ilimlerimiz ise, şan ve şöhret
peşinde, lâf

%.UK MUHTEREM VE AZİZ KARDEŞİM 237

ebeliğiyle dünyalık teminine yaramaktadır. Bakalım âhirette halimiz nasıl


olacaktır? Çünkü dışımız müslümana benzer; içimiz ise kurda. Bu sayılan
ahlâk-ı mezmûmelerin herbirisi bir hayvan sıfatıdır. Bazı kişilere arslan gibi
derler yâ. Arslanda, hem şecaat hem de mürüvvet vardır. Boynunu büküp
önünde duranlara kat'iyyen dokunmazmış, gerek insan ve gerekse hayvan
olsun. Saîd ibn-i Müseyyeb (r.a.) Hazretlerinin bu menkıbesini, Aliyy'ül-
Kârî (rh.a.) Hazretleri (Şifâ-i Şerîf) şerhinde beyân buyurmaktadır. Bunlar
gibi sâdât-ı kiramın seyyidi olan Hazret-i Alî (k.v.) Efendimizin torunları
olan Zeyn'el-Âbidîn (r.a.) Hazretlerinin hergün bin rek'at namaz kıldıkları
ve ibn-i Abbâs (na.)'ın torunları Alî (r.a.) Hazretlerinin de, günde bin rek'at
namaz kıldıkları bilinmektedir. Hanımların sultanı olan ve dünyaya zerre
kadar kıymet vermeyen Râbiat'ül Adeviye (rh.a.)Hazretleri -ki Hasan Basrî
(rh.a.)'in talebelerindendir. O- da günde bin rek'at namaz kılanlar
arasındadır. İmâm-ı Yûsuf ise, o günün devlet adamı, yânî kadı
bulunuyordu. Bu kadar işin arasında günde iki yüz rek'at namaz kılarlardı.
Ayrıca tedrîs ve te'liflerle de uğraştığı meşhurdur. îmâm-ı Muhammed
(rh.a.) Hazretleri de -ki, İmâm-ı Şafiî (rh.a.) Hazretleri, onun hazırlamış
olduğu eserlerden istifâde ederek İmâm-ı Şafiî olmuştur. Bu zât-ı
muhterem de- günde iki yüz rek'at namaz kılarlardı. Sakın haydi bunlar
hoca idiler de, o sebepten kılıyorlardı deme. Bak, Hârûn'ür-Reşîd ile Ömer
İbn-i Abdü'1-Azîz de hükümdar idiler, öyleyken her biri günde ikişer yüz
rek'at namaz kılarlardı. Cüneyd-i Bağdadî (k.s.) Hazretleri ise, hergün
dörtyüz rek'at namaz kılmadan dükkânının perdesini açmazlarmış.

Bunların sayışım bilmek mümkün değildir. Bir kısmı da çok gizli


kaldığından, onların hallerini ancak Cenâb-ı Hak bilmektedir. Bunlara
bakıp" da ibret almak lâzım. Bugün okuyup öğrendiği kısa bir ilimle,
bunlarla boy ölçüştürmeğe kalkanlara, ne demek lâzım geldiğini sen daha
iyi bilirsin. Birşeyi tenkîd etmek çok kolaydır. Zîrâ kendilerini çok
yüksekten uçar görüyorlar. Zâten tenkîd kendini bilen kimse için çok
ayıptır. Çünkü Hak yolu yalnız bilgi ile olmaz. Bilginin yanında amel de
şarttır. Amel denince, hemen farzlara takılıp kalmamalıdır. Yüzlerce,
binlerce rek'at namaz kılan zâtın, âlimin haliyle, sabah namazlarına bile
kalkmayan kalpazanların hâii bir oiur mu? Kendi kusuru-

238

TASAVVUFÎ AHLÂK V

nu görmeden müctehidlik da'vâsına kalkan zavallılara, Allâh-ü teâlâ


Hazretleri hidâyet buyursun, âmîn.

İmâm-ı Menâvî Hazretleri, Hasan Basrî Hazretlerinden naklen buyuruyorlar


ki, "Biz bir kavme eriştik ki bunlar sahâbî idiler. Yânî Resülullah (s.a.s.)
Efendimizin ashabından idiler. Hepsi ibâdette müstağrak, îmânlarının
zevalinden son derece korkan ve Hâlık-ı zü'l Celâl Hazretlerinin emirlerine
son derece mutî, Resülullah (s.a.s.) Efendimizin sünnet-i seniyyelerine
tam manâsıyla temessük etmiş bahtiyarlardı. Biz ise, bugün onların
yanında, hırsıza benzer bir haldeyiz. îrfân onlarla gitti, şimdi de münkirât
meydanda kaldı diye, o günden şikâyet edenler, şimdi gelsinler de bizim
hâlimizi bir görsünler, acaba ne derler? Bunun cevâbını şâir şöylece
açıklamıştır:

Öldükten sonra rahata kavuşan kimseye meyyit denilmez.

Asıl meyyit ve ölü o kimsedir ki, hayatta iken ölü misâlidir.

Yânî cam var amma Allâh-ü teâlâ'ya yarar hiç bir ameli yoktur. Belki bütün
gün etrafındaki insanları incitip, eziyyet etmekten adetâ lezzet alan ve
zebânîler gibi, yaptıkları azâb ve işkenceden zerre miktarı müteessir
olmayan kimselere, ölü demek daha yakışır. Bunun arkasında şöyle diyor:

Ey âlimler ve ey müderrisler, meşâyıh ve müftîler, kadılar, hâkimler ve


ümerâlar, ferâiz, vâcibât ve sünnetleri terk edenler; bakınız, dikkat ediniz
de bunlardan ibret alınız ve Allâh-ü teâ-lâ'nın emirlerine sim sıkı yapışınız.

Resülullah (s.a.s.) Efendimiz ve onun ashabının, müctehid-lerin ve


meşâyıh-ı îzâm (k.s.) Hazretlerinin hallerine bakıp utanmamız lâzım
gelirken, yine kendi bildiğimizden vazgeçemiyoruz. Bakıyoruz ki, onlar da
bizim gibi insan oldukları halde, ibâdetteki sa'y ve gayretleri, içtihâdları
adetâ fevk'al-beşerdir. Bununla beraber o gün onlar, bizim bugün nail
olduğumuz nîmetlerin yüzde birine bile zor mâlik olabilirlerdi. O halleri ile
bir taraftan, aşkla sonsuz bir ibâdet, diğer taraftan da dehşetli bir korku,
acaba ibâdetlerimiz kabul olacak mı, yoksa bir mekir ve hiy-leye uğrayıp
îmâmmıza bir zarar gelir mi? korkusundan, gözlerine uyku bile girmez,
ibâdetle ve göz yaşlarıyla sabahı bulurlardı. O yatsı namazının abdestiyle
sabah namazım kılıp, kimi ders okutmaya oturur, kimisi de bin rek'at
namaz kılmak için uğraşırdı.
ÇOK MUHTEREM VE AZİZ KARDEŞİM 239

Bak hem de dikkatle bak. Onlar ibâdet ve tâatte nefislerine nasıl şiddet
gösterdiler, gece gündüz demeyip çalıştılar. Ey mis-kîn, senin ise hâlin
meydanda, nasıl ibâdeti terk edebiliyorsun? Yoksa sen onlardan daha mı
âlîsin. Yoksa başka bir tanrı mı buldun? Veya Peygamberimiz (s.a.s.)
Efendimizden daha güzel bir Peygamber mi buldun? Yoksa Cennet'e
girmek için enbiyâ ve mür-selîn Hazretlerinin yolundan daha kolay bir yol
mu buldun? Ey miskîn, muhakkak sen dalâlette kalmışsın. Yâ azâb-ı
Cehennem'i tattırdıkları zaman ne diyebileceksin? Binâenaleyh, kendine
acı ve bu gafletten uyan. Allâh-ü teâlâ'nın zikriyle meşgul ol ki, o
mü'minlere menfaat vericidir. O zikrullah senin enîsin, yoldaşın, dostun
olsun ki, öldükten sonra ancak seninle o kalacaktır vesselam...

Esmâ-ü Hüsnâ'mn şerhinde ve bâzı kitablarda, şu kadar Allah denirse ve


şu kadar yâ Latîf veya, yâ Hâdî, yâ Vehhâb, yâ Ganî ve bunlara benzer
esmalarla, birçok mühim ni'metlere maz-har olunacağı hakkında yazılar
okumakta ve imrenmekteyiz. Fakat ne yazık ki bu gibi esmâ-ü ilâhiyeyi,
âyât ve süver-ü Kur'âni-yeyi, kendi menfaatlerimize vesiyle edip, kolay
tarafından, mü-câhedesiz ve ahlâklarımızı düzeltmeden büyük devletlere
nail olmak için uğraşmak ne kadar doğru olabilir? Bunları Türkçeye çevirip
âmmenin istifâdesine sunmak ne kadar caiz olur? Bazı havaslar ile
hastalara şifâ mümkün ise de, bunu okuyan herkes hemen muskacılığa
kalkıp, geçim âleti ettikleri de görülegelen şeylerdendir.

Âyât-ı Kur'âniyenin hepsi şifâ, hepsi nâfî hepsi faydadır. Ifeter ki sen ona
lâyık olasın. Bu da mutlaka Cenâb-ı Hak'kın lütfu-na mazhariyetle beraber,
kötü, mezmûm olan, yukarıda yazılı bu huyları terk ile beraber, iyi ve
güzel huylara nail olabilmek için lâzım gelen sa'y ve gayreti elden
bırakmamak ve bu güzel huyları elde etmek için de, âlim, âbid, mücâhid,
ahlaken yüksek seviyeye erişmiş, Cüneyd-i Bağdadî, Bâyezîd-i Bestâmî,
İb-râhîm Edhem, Abdülkâdir-i Geylânî, Ahmed Rüfâî, Mehmed Bahâüddîn
Nakşibendî, Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddîn ve emsali zâtları, merdleri,
âşıkları bulup, dizleri dibinde onlara bir köle gibi hizmet et ki, onlar
sayesinde insanlık sana da nasîb olsun.

/1/1L/1A V

Bir demiri görürsün ki, soğuktur, serttir ve siyahtır. İşte o demir kırmızı ve
kuvvetli bir ateşin içine konduğu vakit, körüğü çekince, biraz sonra
bakarsın ki o siyah demir kıpkırmızı olmuş ve o sert demir yumuşamış,
tokmağı yeyince de, istenilen şekle sokmak mümkün olduğu gibi, o soğuk
demirdeki bu kabiliyet, ona hep ateşle olan birliğinden gelmiştir. Tipkı
bunun gibi insanda, ateşten daha kuvvetli bir ma'neviyât vardır ki, etrafına
toplananları kemâle ulaştırırlar. îşte Mevlânâ ve diğer tarikat pîr-leri;
etraflarındaki onlara uyanlar, demirin ateşte kızardığı gibi, onlara
benzerler, hallerine ve ihlâslannın derecesine göre, nasîbleri kadar kemâle
erişirler. Demirin kızarması için ateşe atılması nasıl şartsa, insanın kemâle
erişmesi için de mutlaka bir kâmil kimse ile hemhal olması ve ona tam
ma'nâsıyla teslim olmak şarttır. Aksi takdirde bütün meziyyetleri,
tamamıyla mestur olarak Hak1 ka gider. İşte o zaman mes'ûliyetin ne
demek olduğu anlaşılır.

Bir insandaki maddî ve manevî meziyyetlerin, cevahirlerin sayısı


bilinmeyecek kadar çoktur. Yer altındaki hazîneler, insandaki hazînelerin
yanında hiç denecek kadar azdır. Öyle iken o hazîneleri, altunları,
gümüşleri, platinleri, elmasları, inci ve yakutları çıkarmak için nasıl
çalışıyoruz? Çıkan gaz ve petroller sayesinde, bugünkü medeniyet
âleminde, insanlığa ne büyük hizmetler edilmiş, her taraf elektriğe
kavuşmuş, pırıl pırıl gündüz gibi. İnsan da ma'nevî kemâlâta erişince, içi
dışı pırıl pırıl olur. O zaman rûhâniyetin galebesiyle bütün kerametler,
keşifler ve daha Peygamberlere verilen mu'cizelere benzer hâlât,
kendisinden zuhur etmeye başlar. Herkesin evindekini, cebindekini, hattâ
içinde sakladığı gizli hâtıralarım da bilmek, artık işten bile değildir.

Süleyman aleyhisselâmın, hayvanların dillerinden anlaması ve göklerde


kuşlar gibi uçuşları, îsâ aleyhisselâmın ölüleri diriltmesi, Mûsâ
aleyhisselâmın asası gibi, hatır ve hayâle gelmedik neler olmaz? Su
üzerinde yürümek, uzak mesafelere pek çabuk gitmek, gelmek; çeşitli
memleketlerde, evlerde bir anda bulunmak ve bunlara benzer sayısız
ni'metlere nail olurlar. Yerden başka, gökteki melekler de onları tanırlar ve
onlara duâ ederler.

Hele İbrâhîm aleyhisselâmı ateşin yakmayışı gibi, bugün bizim


Rufai'lerimizin de buna benzer şeyler yaptıklarını pek a'lâ gözlerimizle
görmekteyiz. Her ne kadar bunlar matlûb olan şeyler

munızKEM VE AZIZ KARDEŞİM

241

değillerse de, Cenâb-ı Hak'kın sevgili kullarına ufak birer ihsan ve lûtfudur.
Binâenaleyh, kişinin Peygamberine karşı olan bağlılığı nisbetinde, ümmette
de aynı kerametlerin zuhura gelmesi, hiç te baîd görülemez. Fakat bu
kerametler matlûb değildir. Bu kerametleri istemek ve bunun için
çalışmak, doğrusu pek büyük kabahattir. İnsanın hadd-i zâtında baştan
aşağı herşeyi keramettir. Bunları görmeyip, bir de ayrıca keramet
talebinde bulunmak cehalet eseridir. Maksûd ve matlûb olan, Allâh-ü teâlâ
Hazretlerine lâyık bir kul olabilmektir. Bunun da sırrı, evvelâ Allâh-ü
teâlâ'nın emirlerine ve Resûlullah (s.a.s.) Efendimizin sünnet-i seniyyesine
tam ma'nâsıyla ittibâ' edip, Cenâb-ı zü'1-Celâl Hazretlerinin ve Resûl-ü
Ekrem (s.a.s.) Efendimizin yasak buyurdukları şeylerin kâffesinden son
derece ictinâbla sakındıktan sonra ki, bunların içinde bütün mezmûm olan
ahlâklar mevcuttur; bundan sonra da ahlâk-ı hamîdeleri kesbetmek için
elinden gelen sa'y ve gayretle mücâhedeleri sarfetmesi gerektir. Zîrâ
gerek mezmûm olan ahlâkların terki ve gerekse memdûh olan ahlâkların
kesbi, lâfla ve hayâlât ile olacak şeylerden değildir. Belki insan, bir zaman
için yaptığı bâzı mücâhedelerden nâşî kendini dev ay-nasında görebilir.
Fakat kuyumcunun hakîkî altını anlamak için kullandığı mihenk taşı vardır
yâ, altının ayarını bildirir. Bunun gibi insanın da mihengi, Allah'ın kitabına
ve sünnet-i seniyyeye uygunluğudur. Ne zamanki bu tahakkuk ederse, o
kimsenin gönül gözleri açılır, kalbi, ruhu, sırrı, hafisi, ahfâsı Hak'kın zikrine
başlar. Bu zikir, yanında olanlar tarafından bile rahatça işitilir. Zâkir ancak
bu hal kendisinde tahakkuk ettikten sonra zâ-kir olur. Bu hâli
kazanabilmek, şu sayılan mezmûm ahlâklardan kurtulup, iyi ve memdûh
olan ahlâkları kazanmakla mümkündür. Bu hal tahakkuk edince, insan
ancak o zaman insan olur. Binâenaleyh, maddî hayâtın idâmesi çekilen
zahmetler karşısında, acaba bu maneviyâtımız için ne kadar çalışmamız ve
gayretimiz vardır? Halbuki maddî hayâtımız çok muvakkattir; çabuk
geçicidir, arkası ma'lûm olan ölümdür.

Ma'nevî hayâtımızda ise, ölüm denilen şey yoktur. Yalnız dünyâdan âhirete
göçüş ve bir geçiş vardır. Yapılacak şey ise, bu ebedî hayat için lâzım
gelen gayreti sarf etmek ve buna engel Olan nefsi, şeytanı ve şehveti
mutlaka yenmek şarttır. Zîrâ öl-

242

TASAVVUFI AHLAK V

AHLÂK-I HAMÎDELERİN KISACA TEKRARLARI 243

meyen nefisler, her zaman insanı kendi arzularına sürükleyebilirler. Bu


nefisler ölmedikçe de, o kötü huylar insandan ayrılmazlar ve yerlerine de
iyileri gelmezler. Bunu bilmek ve ona göre hareket etmek lâzımdır.

,[

Ahlâk-ı Hamîdelerin Kısaca Tekrarlan

İmdi, güzel ahlâkların başında hılim ve tevâzû' zikredilmiştir. Zîrâ bu iki


ahlâk, bütün ahlâk-ı hamîdelejf in menşei ve ehl-i ta-rîkat ahlâklarının
eşrefidir. Esasen tarîkatin sekizinci şartı da, âhlâk-ı hamîde ile tahalluktur.
O ahlâk-ı hamîde ki, bütün insanların makbulü ve Allâh-ü teâlâ'nın râzi
olduğu, meleklerin de hoşlandığı bir bir ahlâktır ki o ahlâklar, hazîne-i
ilâhîde mahfuz olup, hayır murâd ettiği kullarına lütuf ve ihsan etmektedir.
Binâenaleyh, her bir sâlike, bu güzel ahlâkların cümlesi ile ta-halluk edip,
muhalefetlerden ictinâb, felaha erişmek için şart kılınmıştır. O iyi ahlâkları
kısaca bir daha tekrarlayalım:

Hılim, tevazu', re'fet, liynet, beşâşet, güzel ve tatlı sohbet, zâlimlere ve


şâir zulümlere af ve ihsan ile mukabele etmek, mü1 min de olsa, kâfir de
olsa dosta ve düşmana karşı affedici olmak, dost ve ahbâblarına ve
akrabayı taallukâtına sıla-yı rahîm yapmak, bahusus sıla-yı rahîmi
kesenlere karşı daha şefîk olmak -bu da sıla-yı rahmin efdalıdır- bütün
nâsa ve bahusus zuafâya, fukara ve mesâkîne karşı çok rahmetli olmak,
meşâyih-i kiram Hazerâtına, üstâdlara ve ulemâya son derece hürmetkar
olmak, din kardeşlerine ve bütün kardeşlere hizmetde kusur etmemek
(bahusus bu hizmet, sulehâ-yı ümmete karşı olursa daha efdal-dir. Zîrâ
hizmetin faâleti, hizmet edilen kişilerin mevkilerine göredir.) Bunlara
benzer diğer ahlâk-ı hamîdelerdir ki sahîh ve sağlam bir îtikâd şarttır. Zîrâ
bu, temeldir. î'tikâd sağlam olmadıkça, diğer ahlâklar her ne kadar güzel
olsalar dahî kıymetleri kalmaz. Tevbe-i sahîha ile bilcümle ma'siyetlerden
uzak kalmak, ne-dâmetdir ki tevbenin şartıdır. Zîrâ nedâmetsiz tevbe
sayılmaz. Allâh-ü teâlâ'dan haya ve Allâh-ü teâlâ'ya inâbe, tâate devam,
sabır, gerek ibâdetlere karşı ve gerekse musibetlere karşı ve gerekse
günahlara girmemek için sabır şartdır. Günahları işlememek için sabır en
ziyâde fazîletlisidir. Verâ', zühd, kanâat, hâline razı olmak, hâline
şükretmek, ni'metlerini sena eylemek, dâ-

244

TASAVVUFI AHLAK V

AHLÂKI HAMÎDELERİN KISACA TEKRARLARI 245

_*—s___._______---------------------------------------

imâ doğru söylemek, sözünde durmak, emânetleri sahibine vermek,


hıyaneti terketmek, komşu kâfir dahî olsa, komşu haklarını muhafaza
etmek, yemek yedirmek, her müslümana ((ayırmadan) selâm vermek,
amellerini güzel etmek, âhiret sevgisinin güzel olması, dünyaya ve dünya
metâına buğzetmesi.-hasenâtı eksik veya tam yapamadım diye ıztırâp
duymak, a'zâlarını haramdan ve günahlardan muhafaza etmek, kimseye
eziyyet etmemek, belâ ve musibetlere tahammül etmek, dâima Hak'kı
gözetmek, Hak'tan gayrisinden îrâz etmek, kalbinde sükûnet hasıl olmak,
nefsi arzularından menetmek, nefsi lezzet ve şehvetlerden uzak tutmak,
Allah'dan korkmak, Allah'dan ümidini kesmemek, cömert olmak, affedici
olmak, haklarından fedâkârlık yapmak, dostluğu güzel yapmak, gayretli
olmak, yâni namus ve iffetini korumak, kardeşlerine yardımda, lütuf ve
ihsanda bulunmak, kardeşini nefsine tercih etmek, öğüt ve nasîhatçi
olmak, iffet sahibi olmak, ihsan sâhı ji olmak, vuslat ümidi, ayrılık korkusu
içinde edepli olmak, teslimiyet, tevekkül, şecaat, himmet, fütüvvet yâni
cömertlikte ileride olmak, muhabbet-ullah ve muhabbet-i Resûlullahı hiç
aklından çıkarmamak, akıllı, düşünceli, ağırbaşlı, teenni sahibi (aceleci
değil) olmak, dâima nefsini hesaba çekmek, insaf sahibi olup, adaletten
ayrılmamak, hüsn-ü zan sahibi olmak, mücâhedeyi hiç bir zaman elden
bırakmamak, münâkaşa ve mücâdeleyi terk etmek, ölümü gözünün
önünden ayırmamak, emelini kısaltmak, îmânını dâima yemlemek, dînini
güzel bilmek, dîninde fakîh olmak, Kur'ân-ı kerîm'in tefsiri bilgisinde
anlayışlı olmak, havâtırı defetmek, istemeyi terk etmek, Allah'dan başka
kimseden birşey istememek* fakirliğe giriftar olmak, tazarrû ve tevâzû
eylemek, dâima Allâh^ü teâlâ'ya iltica etmek, her zaman ve her işde ihlâs
sahibi olmak ki, güzel ahlâkların sonunu ihlâs getirdi.

Demek isteriz ki bu ihlâs olmadıkça birşey olmaz. Onun için ihlâs dersini
çok okumalı, thlâs sahibi olabilmek için çok çalışmalıdır. Bununla beraber
diğer bütün ahlâk-ı hamîdelerin sahibi olmağa gayret etmelidir ki, Allâh-ü
teâlâ'ya ve Resulüne te-karrüb hâsıl olsun. O zaman hiç şüphen olmasın
ki, dünya ve âhiret saadeti seninledir. Bu hususta "Sizin bana en sevgiliniz
ve kıyamette meclis cihetinden en yakınınız, ahlaken en güzelinizdir"
buyurulmuştur. Yine "Mîzâna yâni teraziye konulan

şeylerin en ağın, güzel ahlâktır" ve yine "Ahlâk-ı basene sahibi, derece


itibariyle, çok fazla oruç tutup, çok fazla namaz kılanların derecesine
erişir" buyurulmuştur.

öyle ise ey kardeş: Nefsini her fena hareketlerden tezkiye ile, ahlâk-ı
mezmûmelerden uzak ol. Çünkü bütün hayır ve hasenat, ihlâs ile beraber
hepsi bütünüyle ahlâk-ı hamidedir.

Bütün tarikatların gayesi; ibâdetlere devamdır. Bunu da şöyle îzâh


etmektedirler: Ubûdiyyete öyle devam ederler ki, gece gündüz bir
dakikalarım boş geçirmezler. Mutlaka o anda Mevlânın hizmetiyle
meşguldürler. Bunun da imkânı, ancak tâatların en şereflisi olan
namazdan, oruçdan, hacdan ve zekâttan hâlî kalmamakla beraber, mutlak
zikrullaha devam ile mümkündür.

Resûlullah (s.a.s.) Efendimizin de işaret buyurdukları gibi, İslâm'ın binası


beşdir. Birincisi; kelime-i şehâdet'tir. Sonra sırayla, namaz, oruç, zekât ve
hac zikredilmiştir. Amel'lerin efda-linden sorulduğu zaman buyurmuşlar ki,
"Ölürken bile lisânın Allâh-u celle ve âlânın zikriyle meşgul olduğu halde
Allah'ına kavuş."

Bunda tarikat büyüklerinin de ittifakı vardır. Tasavvuf ve hakikat ehli,


"Zikrullah bütün ibâdetlerin eşrefi ve efdalidir" demişlerdir. Zîrâ gerek
kalbin tasfiyesi ve gerek nefislerin temizlenip kemâle ulaşması, muhakkak
ve mutlaka zikrullah ile kâimdir. Çünkü şâir ibâdetlerle meşgul olan ve
gece gündüz kalbini tasfiyeye çalışan kimselerden pek az kimse, tasfiye-i
kalbe ve nefsin tezkiyesine erişebilirler. Diğer çokluk, oldukları hal üzere
âhirete giderler. Ne kalbleri tasfiye olunmuştur, ne de nefisleri
temizlenmiştir. Lâkin zâkirler, zikrullah ile meşgul olanlar, muhakkak
nasîbleri kadar kalblerini ve nefislerini temizlemeye muvaffak olurlar. Bu
suretle de, Cenâb-ı Hak'ka tekarrüb ve vusul hâsıl olur ve keşf-ü kerâmâta
erişirler. Zikrullah, ma'lûm olduğu veçhile, Cenâb-ı Hak'kın gayet
muhkem, yıkılmaz bir kal'a-sıdır. Elbette ki bu kal'aya sığınanlar her
taarruzdan emîn olurlar ve selâmette kalırlar. Hadîs-i kudsîde buna işaret
vardır. Yine Cenâb-ı Hak ve zül'Celâl Hazretleri meleklerine şöyle
buyurmuşlar: "Ey meleklerim (Lâ ilahe illallah) diyenleri benim rızâma
ulaştırınız, çünkü ben onları severim." Cenâb-ı Peygamber (s.a.s.)
Efendimiz de "(Lâ ilahe illallah) diyenlere, Hak'km rızâ-

v wn s\nı^s\Pt. V

AHLAKI HAM/DELERİN KISACA TEKRARLARI 247

sına manî olacak hiç birşey yoktur!' buyurmuştur. Zîrâ Allâh-ü teâlâ'nın
ism-i şerifinin zikr-i şerifi, Allâh-ü teâlânın şerefinden nâşîdir. İş böyle
olunca, tâatların eşrefi, ibâdetlerin efdali olan zikrullahı yapabilmek için,
yine Hak sübhânehû ve teâlâ Hazretlerinden istiâne etmek ve yardım
istemek mecburiyetindeyiz. Çünkü zikrullah ile iştigâl, ancak Allâh-ü teâlâ
Hazretlerinin yardımlarıyla müyesser olur. Bununla beraber Allâh-ü
teâlâ'nın zikrinden gafil olanlardan î'râzetmek, yânî yüz çevirmek gerekir.
Ehl-i tarîkati münkir olan gafillerle içtimâ etmek ve onlarla toplanmak pek
büyük zaraîlar doğurur.

Bunlar, Cenâb-î Hak'kın Kur'ân'ı mecîd'inde buyurduğu emirlere uygundur.


Bundan dolayı Allâh-ü teâlâ Hazretlerine ta-karrüb murad eden kimseye,
behemehal ehl-i gaflet ve münkirlerden uzak kalması şarttır demişlerdir.
Çünkü nefisler dâima kötülüğe meyyaldirler. Münkirlerden uzak olduğu
gibi, nefsin bütün arzularından da kaçıp uzak kalmalıdır.

Şehvet ve şâir lezzetlerden kaçmak ta böyledir. Zîrâ sâlikin nefsin ve


şehvetlerin arzularına ittibâ, sebebiyle; şeytan insanı aldatmaya yol bulur.
Hem zikrinden ve hem de sülûkünden alı-kor. Nefsin istedikleri şeylerin
hepsi nefsânîdir. Şehvetler, hazlar, lezzetler, eğlenceler, hepsi nefsin
dâ'vetine icabettir ki yasaktırlar, memn*udurlar. Bunları işleyenler hiç bir
zaman Hak'ka yakın olamazlar, rızâsını kazanamazlar, sonra da hüsranda
kalırlar. İyi bil ki, nefsin istediği şeyler, hep kalbde kasavet ve tabi-atda
zulmet peyda ederler. Nefsin istediğini -velevki ibâdet cinsinden olsun-
yapmak dahî caiz değildir. Çünkü bunun altında, yine nefsin çeşitli hiyleleri
vardır

Şâir bu hususta demiş ki:


"Nefsin seni birgün bir şehvete çağırırsa, sakın aldanıp ta yapma. Bütün
gücünü harekete getirip, nefsin bütün arzularına muhalefet eyle. Zîrâ
nefsin arzularına muhalefette senin için büyük ni'metler vardır!'

Kaçılması, yânî uzak olunması lâzımgelen kimselerden biri de, dünyaya


meyil ve muhabbet edip, ömürlerini dünya ziynetleri için zâyî eden, ehl-i
dünya denilen kimselerdir. Bunlardan kaçmak ve uzak olmak, ehl-i tarîk
için şarttır. Zîrâ mikroplar nasıl sârî ise, huylar da böylece sârîdir.
Bunlardan kaçmazsak, birgün bakarsınız ki siz de onlar gibi, dünya ehli
olmuşsunuz-

dur. Hastalıklardan nasıl kaçılırsa, bu gibi insanlardan daha ziyâde korkup


kaçmak îcâbeder. Çünkü onların nail oldukları dünya ni'metlerine tama'
eder ve onların ni'metlerinden ve paralarından birşey alırsa, onları
sevmeye ve ikrama mecbur olur. İşte o zaman da Cenâb-ı Hak'km
gözünden düşer. Buna dâir bir işaret te vardır ki, "Bir kimse zengin
birisine, zenginliğinden nâşî ikramda bulunursa, dîninin üçde ikisi gider"
buyurulmuştur. Bu ne demektir azîz kardeş! Zenginlik iyi birşey olsa, hiç
böyle denir mi? Sonra sâlik, dervîş, sofu, bu dünya adamlarına
meyledince, artık fakirliğe razı olmamağa başlar. Bu sefer de fukarâ-yı
sâbirîn arasindan kovulur. Artık dünya ile meşgul olmağa başlar. O zaman
da işler büsbütün tersine gider. Peygamber (s.a.s.) Efendimizin bu hususta
buyurdukları hadîs-i şerîfde geçen (ta-is) kelimesinin lügat ma'nâsı: helak
olsun, yok olsun, nâm-ü nişanı gayb olsun, ayakları kayıp, yüz üstüne
düşsün, hattâ ayaklarına batan dikenleri de çıkaramasın,-yâni azabını,
cezasını çeksin demektir. Cenâb-ı Hak cümlemizi böyle felâketlerden
korusun, âmîn...

Binâenaleyh, ehl-i dünyânın meylettiği, sevip bayıldığı çok mal mülk,


dünyaya meyil ve muhabbetin alâmetidir. Zîrâ bunlara muhabbet etmek,
pek büyük bir âfettir. Allâh-ü teâlâ'dan uzak kalmağa alâmettir. Bunları
isteyenleri Cenâb-ı Hak kendi başlarına bırakır, dalâlet vadilerinde, cehalet
çukurlarında* ten-bellik ve miskinlik içinde perîşan olup giderler. Onun için
insanların efdali, kifâf miktarı nasibini alan iffet sahihleridir buyurulmuştur.
Çünkü dünya belâ ve mihnet mahallidir. Orada ancak dünyadan uzak
olanlar selâmette kalırlar, buyurulmuştur.

Güzel ahlâkın en mühimlerinden biri de, ^llâh-ü teâlâ ve tekaddes


Hazretlerine tevbesine sadâkatle vefakâr olmaktır. Çünkü herşeyin sonu
Allâh-ü teâlâ'ya rücû'dur. Bundan nâşî dünyâya olan sa'y ve gayreti,
mümkün mertebe azaltıp, muhabbeti Allâh-ü teâlâ Hazretlerine hasretmek
ve Allâh-ü teâlâ Hazretlerinin zikrine devam üzere olmaktır. Mahlûkâtını
hâli üzere ter-kedip, dünyâ ve âhireti gözünden silip, bütün emellerini
unutmaktır. Dünya meşgalesine sebep olan bütün hâtıraları da, mümkün
mertebe terk ederek, istikâmet üzere oluncaya kadar sebat etmek, ibâdet
ve fikrinde kalmaktır. Kur'ân-ı mübîn'inde, Hak
TASAVVUFIAHLAK V

sübhânehû ve teâlâ Hazretleri buna işaret buyurarak, ölünceye kadar


ibâdette devam ve sebatı emir buyurmuşlardır. Peygamberimiz (s.a.s.)
Efendimiz ve sahâbe-i güzîn Hazretleri de ibâdet ve tâatlerine, ölünceye
kadar devam ve sebat etmişlerdir.

Birkaç sene ibâdete devam edip de sonra bırakmak, devam sayılmaz.


Hattâ ibâdet ve derslerini terk edenler hakkında çok ağır cezalar vardır.
Kendini dervîş zannetmek kolaydır; fakat aldığı derslere devam eden
acaba kaç dervîş bulunur? Binâenaleyh, sofu kimse ve dervîş odur ki,
zikrullah ile o kadar ünsiyet peyda eder ki zikrullah onun her zerresine
sirayet etmiş olmakla, o artık gece gündüz dâima her a'zâsıyla zâkirdir.
Buna muvaffak olunca, artık onun zikrine hiç birşey manî olamaz. Kur'ân-ı
azîm'üş-şânda beyân buyurulduğu veçhile, ne ticâret, ne alış veriş ve ne
de başka birşey onu, Allâh-ü teâlânın emirlerine uymaktan ve zikmUahdan
alıkoyamaz. 7îrâ Allah korkusu da, sevgisi de, içine güzelce yerleşmiş
olduğundan, âhiret mes'ûliyetini müdriktir. Onun için ömürlerini hiç boş
yere geçirmeye razı olmazlar. Zikrullahın ma'lûm olduğu üzere cehrî ve
hafî diye iki kısmı vardır ve teferruatları da çoktur. Çünkü Cenâb-ı Hak'kın
dok-sandokuz esmâ-ü hüsnâsı vardır; bilemediklerimiz de başka. Bunların
herbiriyle zikrullah mümkündür. Fakat Allah lafz-ı şerifi, ism-i a'zam'dır.
Doksandokuz ismin ma'nâları, Allah lafz-ı şerifinde mündemiçtir. Zîrâ
Allah-ü teâlâ Hazretleri, hem Rahîm, hem Rahman, Mâlik, Kuddûs, Selâm,
Mü'min, Müheymin, Gaffar Kahhâr, Afüv, Kerîm, Tevvâb, Cebbar, Settâr,
Rab, Ganî, Nûr, Hâdî'dir. Velhâsıl Allah deyince Cenâb-ı Hak'km bütün
sıfatlarıyla kendisini zikretmiş olursun. Herhangi bir isimle Cenâb-ı Hak
yâd olunursa olunsun, kulun gönlü Allah ile olmadıkça hiç bir fayda hâsıl
olmayacağı aşikâr bir şeydir. Gönül ise bir tanedir. O dünyânın bitmez
tükenmez işleriyle meşgul olduğu müddetçe, o gönlü Allâh-ü teâlâ'ya
çevirmek pek kolay birşey değildir. Hepimiz biliriz ki, şimdi (büyüteç)
dediğimiz (pertavsız) vardır ya, güneş tutulduğu zaman elimizi yöneltsek,
ışığının düştüğü yeri yakar. Kâğıt ve kav gibi şeyleri hemen ateşler. Daha
büyük pertavsızların daha büyük şeyleri de yaktığı görülmüştür. Bunun
hikmeti ma'lûm. Kendi sahasındaki güneş hararetini bir noktada teksîf
etmesidir. Binâenaleyh, bizdeki Hak'kın ihsâm olan gönül, güneşten çok
üstündür. Onu Hak'ka çevirip durduğumuz
AHLÂKI HAMİDELERIN KISACA TEKRARLARI 249

zaman neler olmaz? Fakat bir tencere, ateşin üstünde oldukça


kaynamaması mümkün değildir. İşte ateş dünyâdır. Onun içinde
bulunduğumuz müddetçe rahat olmaz, kaynar dururuz Ateşten ne kadar
uzak olursak o kadar selâmette oluruz. Ateşsiz hayat olmaz, ihtiyâç,
zaruret miktarı lâzımdır. Çünkü hayat onunla kâimdir, ihtiyâç ve
zaruretten fazlasının ise zarardan başka birşey olmadığı apaçıktır.

i!

I\

ill

!ıı! :

250

JASAVVUFİ AHLAK V

İlim ve Zikrullahın Kemâli Devamladır

Şimdi istersen dünyaya dal, istersen Allâh-ü celle ve âlâya dön. Biraz
evvel arzettiğimiz gibi, gönül bir tanedir. Hem dünyaya, hem de âhirete
dönmesi, ancak ilimde ve zikrullahda kemâle ulaştıktan sonra mümkün
olur. Çünkü zikrullaha devamla beraber, şartlarına ve usûllerine riâyet
edildiği takdirde büüin__ a'zâlarvezerrelerdaimîşyjgliie-
Hak^kı_zikretmeyebaşlarlar. Ondan sonra bu zâkirin Hak'tan ayrılmasına
imkân olmaz. Ticaret, alış-veriş ve şâir işler onun zikrine hiç de manî
değildir. Zîrâ zikrullah ile beraber Hak korkusu, mes'ûliyet korkusu
kendisini istîlâ etmiştir. Bu korkudur ki en kuvvetli ateşleri söndürür.
Zâten dünya ateştir. Biz de onun üstündeki tencere gibi. Fakat havfullah
olunca dünyanın ateşi onun yanında hiç kalır. O zaman o zâkir ki, içi Allah
korkusuyla doludur, dünyanın her nevi' fitnesinden selâmette kalır, öyle
ise yapılacak en güzel şey, Cenâb-ı Hak celle ve âlânın zikrine edep
dâhilinde devam etmektir.

Cenâb-ı Allah cümlemizi hakîkî zâkirler zümresine ilhak buyursun, âmîn.

Zikrullaha öyle devam lâzımdır ki, bütün vakitlerini zikrullah ile


geçirmelidir, öyle ki, kendini de, Hak'tan başka her-şeyi hattâ zikrini bile
unutmalıdır. O zaman tam ma'nâsıyla Hak1 ka yönelmiş olur. Birgün
Medîne-i Münevvere'de, Saatçi Osman Efendi denilmekle ma'rûf, aslen
Buhârâ'lı bilâhare Konya'da mekân tutmuş, şimdi de Medîne-i
Münevvere'de ikâmet etmekte olan zâtın ziyaretine gittiğim zaman, birçok
kitabların içerisine adetâ gömülmüş gibi mütâlâa ile meşgul gördüm. Bana
da bir ki-tab tavsiye etseniz de onunla meşgul olsam dedim. Cevaben,
"Teb-tîl yeter" buyurdular. Ben de bunun ne demek olduğunu birden bire
anlayamadım. O zaman Kur'ân-ı azîm'üş-şân'daki âyet-i kerîmeyi
okudular. Ma'nâsı, "Herşeyden alâkayı kes, yalnız zikrullaha devam et!'
demek istemişlerdi.

ILIM VE ZİKRULLAHIN KEMÂLl DEVAMLADIR 2^

Bizim de şimdi dersimiz bu noktaya gelmiş bulunuyor. Âyet-i kerîme


mucibince, Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz Hazretlerine, Cenâb-ı Kibriya
böyle emrediyor. Bu tebtîl emr-i celîli, hem zahir, hem bâtın olmak üzere
iki kısımdır. Zahir olan kısmı zâkir, hem mahlûkâttan, hem de dünyadan
tam ma'nâsıyla yüz çevirip Hak'ka yönelmektir. Bu da ancak, halvetlere
devam edip, ibâdetle meşgul olmakla olur. Cenâb-ı Peygamber (s.a.s.)
Efendimiz de ilk zamanlarında (Hirâ) denilen Nûr dağındaki mağaraya
çekilip, sessiz sadâsız orada Hâlık sübhânehû ve teâlâya ibâdet ederlerdi.
Medîne-i Münevvere'ye teşriflerine kadar bu hal devam edegelmişt|r.
Medîne-i Münevvere'de irtihâllerine kadar, her Ramazân-ı Şerîfte
î'tikâflarına devam buyurmuşlardır. Onun bu sünneti, biz ümmetlerine de
sünnet-i müekkede olarak intikâl etmiş, fakat cenaze namazı gibi, bir
beldede bazı kimselerin edâ etmeleriyle diğerlerinden sakıt olan bir
sünnettir.

Zübdet'ül-Buhârî mütercimi bu hususta bizleri şöylece ten-vîr


buyurmaktadırlar. "Eğer bir belde veya câmi-i şerîf cemâatinden bu î'tikâfı
yapacak kimse bulunmazsa, cami veya mahalle halkı, bazı kimseleri para
ile tutup bu vazifeyi yapmakla mükellef kılmalıdır ki, gelecek âfetler
bununla önlenmiş olur" demektedir.

İkinci tebtîl ise bâtınîdir. Bu da büyük evliyaların işidir ki Hak'tan başka


herşeyden kesilerek, tevbe, murakabe ve huzurdan ayrılmazlar. Zahirî
olan kesilmek ki, seni Allâh-ü teâlâ'dan ayıran ve meşgul eden herşeyden
kesilmek ve kurtulmaktır. Bâtınî olan tebtîlde, Allah-ü teâlâ Hazretlerinden
seni ayiran herşeyden ayrılıp, teveçcüh-ü tam ile murakabe ve huzur ilç,
huzûr-u İlâhîde kalmaktır. İç âleminde, Allâh-ü teâlâ'dan gayKi herşe-yi
terk eden kimse, zahirî haliyle, halk arasında bulunup halkı Hak'ka davet
etmek vazifesini uhdesine alır. Peygamberler de böyledir.
252

TASAVVUFI AHLAK V

İnsanlarla ünsiyet ve dervişlik

Cemâati en çok olan, Peygamberimiz (s a.s.) Efendimiz Hazretleridir.


Bunun için halk ile ülfet ve ünsiyet etmek Peygamberler huyudur.
Kendisiyle ülfet olunamayan kişilerde hayır olmadığı bildirilmiştir.
Kendisiyle güzel geçinilen veya kendisi başkalarıyla güzelce geçinen
insanlar hayırlı kimselerdir denilmektedir. Bu yol Cenâb-ı Hak'kin kullarına
tavsiye buyurduğu pek temiz ve nezîh bir yoldur. Bütün tarikat sahihleri,
dervişlerine hep bu güzel yolları tavsiye ederler. Yalnız şartları unutmamak
lâzımdır. •

Birincisi, sağlam bir îtikâd.

İkincisi, tevbe-i nasûh,

Üçüncüsü, Hak sahibleriyle helâllaşmak,

Dördüncüsü; şeriat amellerine ciddiyetle sa'y ve gayret gösterip, en


güzellerini yapmak.

Beşincisi; münkirâttan ve bid'atlardan uzak kalmak,

Altıncısı; her amelde azimetle amel edip, mezmûm şeylerden ve nefsin


arzularından uzak kalmak,

Yedincisi; nefsânî sıfatlardan, şeriatta mezmûm plan habis huylardan


tamâmiyle uzak kalmak,

Sekizincisi; tarikatta memdûh ve makbul olan 70 kadar güzel ahlâklarla


ahlâklanmak suretiyle tarikat sahibi olunur.

O derviş ki bunlardan uzaktır, ona dervîş adım vermek hatâdır. Zâten


beşyüz senedenberi, hattâ daha evvelleri dervişlik kalmamış, herkes yalnız
şeyhlik sevdasında olduklarından, bugünkü şeyhler de maal'esef kemâl
bakımından noksan kişilerdir. Bunlara şeyh deyip beşlerine takılmak bile
doğru değildir. Bizim gençlik zamanlarımızda küçük Hüseyin Efendi (k.s.)
nâmında 100 yaşım geçmiş keramet ehlinden bir şeyh efendi vardı.
Tekkesini ta'mîre çalışanlara, "Biz yıkılsın diye bakıyoruz, siz de yapmağa
çalışıyorsunuz" diye, gününün dervişlerinden her-

g*ZT3
s* a g:

gss

s a*

s.

SS

g-s

sili

es J5 a es o. o-&*# 3 §:

-o .O

"• a t» K

e-as* e

s: 3 .5 s. ş.s ffi

SrfgJSKS

3" 3 " K ^ fî *T<

a «s e g^-'&sf

D «ı 3 3 n a^ 3

¦g m* > E d^ 5" E Ei S- g I S E- s B- -^ 5" ST =!• w o » 5. c: a t= fes


«"S • jf g> d- «¦ o. 3. e; • *- » s ^ ¦ a sr *• a «2 a A : ja> w> _. f" cx
*-

& i ı» (1 ' W

E. ff a S co ö

5!S
sI

fl)

„ a a <t> 2-oo ff

c« l_03 <T> 0Q< <T> >İ CL

sf s-s I

gfİ'g'âl'g § S-erB g.g S.-

„' ?r 3 3 § s a a- . — tr er g- ^ -^

03

05 C

faş

er s

S*

Erbâb-ı Sülük Hakkında

Onuncu Damla

Bu makam, makâm-ı keşif ve şühûddur. Nail olmak isteyen bahtiyarlara


evvel emirde lâzım olan şey, Allâh-ü celle ve âlâya karşı olan muhabbeti,
diğer muhabbetlerin üstünde ve gayet hâlis • kılmaktır. Hâlis olmak için
ihlâs dersine bak. Hâlis, bütün kasd ve gayesini yalnız Allâh-ü teâlânın
rızâsına münhasır kılıb, keşif ve kerâmetden ârî olmaktır. Bütün amellerini
senate ve sünnet-i seniyyeye uygun bir şekilde tatbik etmeye çalışmaktır.
İbâdetlerini, sırf Allâh-ü teâlâ'nın rızâsı için yapıp, sevap kazanmak veya
Cehennem'den kurtulmak için olmamalıdır. Kalbini meşgul eden her türlü
havâtırdan mücerred kılmaktır. Nefsini emellerden ve bütün kirli, paslı ve
Hak sübhânehû ve teâlâ Hazretlerinin rızâsına muhalif ve mugayir
hareketlerden temizlemektir. Ruhunu cismânî kayıtlardan, bağlarından ve
hayvânî hislerden ta-mâmiyle kurtarmak ve rahat bırakmaktır. Aklını,
havâss-ı hamsenin hislerinden, bağlarından ve kayıdlarından hâlî kılmak,
ahlâkını da, rezâilden ve mezmûm olan 70 kötü huydan temizleyip pâk
etmek, zihnini de bedenin alâkalarından ve tabiatın âdetlerinden tecrîd
edip ale'd-devâm, dâima âlem-i rûhâniyeye müteveccih olarak,
muktaziyât-i beşeriyyeden uzak, melekî huy ve ahlâklara yaklaşıp,
dünyâyı ve dünyânın içindekileri de terk etmektir. Ehl-i dünyâdan ayrı ve
uzak olmalı ve mahlûkâta nazarını ve bakışlarını kesmeli, ancak ibret
nazarıyla bakmalıdır. Dünyâ ve içindekiler yok olmaya mahkûm
olduklarından, onlara mâ1 dûm gözüyle bakmalı ve bütün lezzetlerden,
hoş görülen süs ve saltanatı mûcib herşeyden îrâz etmeli.

Allâh-ü teâlâ Hazretlerinden gaflete düşüren herşeyden, son derece


sakına. Tevhîd, zikrullah ve şâir ibâdetlere ki -tevhidi mûcibdir- bunlara
mülâzemet eyleyip devam eyleye. Merâsim-i mahsûsları ve dünya
alâkalarını nefyedip, tam bir mahviyet sahibi olmağa gayret etmeli,
amelleriyle, kat'iyyen âhiret ecirleri ve sevâblar taleb etmeyerek, ancak
celle ve alâ Hazretlerinin rı-

ERBÂB-I SÜLÜK HAKKINDA

257

zâsını isteye ve tâatini yalnız farz, vâcib ve sünnetlere hasredip, sonra


tevhîd ve tekarrübü mûcib amellerle meşgul ola. Zfrâ Allâh-ü

teâlâ'ya vusul, ancak bunlarla mümkündür. Rahatlıkları, nefis ve şeytana


uymaları, ruhsatla amelleri, bid'atleri ve tenbelli-ği terk ederek, şehvet,
gazap, adavet ve bütün fena huylan terk edip, iffet, hılim ve ihsan gibi, 70
kadar iyi ve güzel huylara mülâzemet ve devam ile, mücâhedelere,
riyazetlere, sabırlı olup, ru-hâniyetine teveccüh ederek, salim bir fikir ile
düşünmeye ve tefekküre, sabırla devam eyleye. Açlık ve susuzluğa, az
uykuya, giyinip süslenmekten feragate devam ede ve herhalde fakr ve
zarureti ihtiyar eyleye. Zühd, vera' ve takvaya herhalde mülâzemet
eyleye. Hatırasını her nevî mahsûsât-ı nefsânîden ve şeytanî hâtıralardan
pâk ede. Yarını gam, keder ve düşünceleriyle meşgul olan kalblere, hikmet
denilen ni'metin dâhil olmayacağı yânî kalb-lere girmeyeceği bildirilmiş
olduğundan, yarının derdiyle meşgul olmaya. Allâh-ü teâlâ'ya mülâkî
olmak için muhabbet ve iştiyak üzere olup, sâlih ameller üzere Hak
sübhânehû ve teâlâ'ya mülâkî olmayı arzu ve ümîd eyleye. Hak celle ve
âlâya mülâkî olmayı isteyen herkese yakışan şey, amel-i sâlihtir.
Bu yazımız tamamlandığı sırada, Amasya'lı Hâcegândan Ahmed Emrî
efendiden gelen aşağıdaki manzumeyi siz muhterem okuyucularımızı
bundan mahrum etmemek için aynen dere ediyoruz:

258

TASAVVUF/AHLÂK V

Eyle levh-i kalbini çikr-i mesâvîden beri. Kendine yâr eyle herdem merd-i
irfânperveri. Bil meârif ehlinin kadr-i şerifin her zemân. tim ü irfan dem
âdem ol hakîkî müşteri Arifin mikdârını derk eylemez câhil olan. Kadr-i zer
zerker şinâsed kadr-i gevher gevheri. Cûy-i gülden cihanda kimse ma'nâ
anlamaz. Bülbül idrâk eyler ancak sırr-ı verd-i ahmeri. Muhlisi takdîr ve
tahsîn eylemez ehl-i riya. Hazreti Haydar bilir kadr-i cenâb-ı kanberi.
Yârine rabt eylemiştir muhlis ancak kalbini. Şübhe yok ki hatırında olmaz
a'yârın yeri. Dâima Hak'kın rızâsı, matlab-i a'Iâsıdır. Bir zemân etmez
teveccüh gayra kalb-i enveri. Sen niçin çâk etmiyorsun sîneni ey bî-baber.
Gönlüne nakş eylemişsin peyker-i müstahkari. Etmiyorsun sabit ve
seyyare ibretle nazar. Hiç tefekkür etmiyorsun hevl-i rûz-i mahşeri. Nakd-i
vakti boş yere sarf eyliyorsun dem-bedem. Cân ü dilden tutmuyorsun
kavl-i pâk-i rehberi. Eyle ihlâsa mukârin kavi ü fi'Ii dâima. Şehr-i feyzin
çünkü ihlâs oldu miftâh-ı deri. Gayret eyle dildeki hâr-ü zân ihracına. Her
halelden eyle hâlî dâima bu kişveri. Zulme hâheşker olursa pâdişâh-ı dil
eğer. Şübhesiz a'zâ olur şer ve fesadın masdarı. Olmaz elbette bedende
meyil, sâlihât için. Âmir-i iklîm-i ten olsa sefîh ve serseri. Dil hükümrân
eğer âdil olursa her zemân. Cümle a'zâ cânib-i adle açar bâl-ü peri. Halika
isyan olur nefse itaat bilesin. Nefse galip oldu dehrin pehlivân-ı safderi.
İstirâhatle geçirmek istiyorsan ömrünü. Bir dakika olma nefsin bende-i
fermânberi. Sen hakîkat nurunu elbet de görmezsin bugün. Eylemiş çünkü
ihata gafletin mağz-ı seri. Emr-i nefse (emriyâ) etme itaat bir nefes.
Düşman nefis oldu zîrâ, düşme ânın esîri.

***

Ömrün sona erdikte söner şem-i hayâtın. Yoktur ebedî mekse bu menzilde
berâtın. Bakî olamazsın bu cihan merhalesinde. Herdem ecele doğru
atarsın hatavâtın. Birgün girecek hâk-i siyaha ten-i nermîn. Elbet olacak
lokması bazı haşerâtın. Nefsin sözüne aldanarak eyledin ısyân. Sed
çekmede şehrâh-ı hâbe gafelâtın. Her işlediğin zenbe hemân eyle
nedamet. Rühsâre akıt her iki gözden aberâtın. Merzât-ı Hüdâvendi ara
her amelinde, ihlâsa karin eyle demâdem hasenatın. Sarf etme melâhîye
sakın nakd-i hayâtı. Pür menfaat olsun harekâtın sekenâtın. Gafletle niçin
geçmededir ömr-ü azizin. Görmez mi gözün rıhietini bâzı zevatın. Bir
kimseyi kavlinle sakın etme elemnâk. İnsanlara pür fâide olsun kelimâtın.
Pâk style gönül hanesini çirk-i günâhtan. Pâk olsa gönül, pâk olur elbette
sıfatın. A'mâlini ıslâha eğer kadir olursan. Elbet yücelir dâr-ı bekada
derecâtın. Bir kerre bile uyma sakın düşmân-ı nefse. Artık yetişir gitme
peşinde şehevâtın. Hâlin ne kadar müşkül olur rûz-i cezada. Âhâdine gâlib
olamazsa aşeratın. Terk etmelisin tûl-ü emel semtini artık. Bilmem ne için
hâtıra gelmez sekerâtm. Cân tende iken etmelisin zâdını ihzar. Ukbâda
sana fâide vermez haşerâtın. Elbette revanın uçacak ten kafesinden. Sâkî-i
ecel sunduğu dem câm-i memâtin. Dergâh-ı Hûda'dan o zemân mağfiret
iste. Çoktur kerem ü lütfü mücîbü'd-da'vâtın. Haliâkına rabt eyle dil-i
pâkini her ân. Olsun bu güzel rabıtada hüsn-ü sebatın. Tahsîne çalış hâlini
(Emri) bu cihanda. Bir lâhza bırakma yolunu ehl-i necatın.

***

(Melîk ve Vehhâb olan Allah'ın yardımıyla Tasavvufî Ahlâk kitabı


tamamlanmıştır.)

Cenâb-ı Hak cümlemizi, razı olmadığı bütün kötü ahlâklardan emîn ve


mahfuz eylesin ve razı olacağı bütün iyi ve güzel huyları, güzel ahlâkı
nasîb ve müyesser eylesin, âmîn. Bi hürmeti Seyyidi'l-mürselîn, ve'l
hamdülillâhi Rab'bi'l-âlemîn. Allâ-hiimme sallı ve sellim alâ seyyidinâ
Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.

'"'"

'/

KAYNAKLAR \

/- BUHARI, Câmiu's-Sahîh, 1-8 cilt, Men. Özdemir baskısı, 1979, İstanbul,

2- BUHAR!, TECRÎD-1SARÎH TERC. Ahmed Nairn, Kâmil Mîrâs, 1-12, 1976,


Ankara,

3- BUHÂRtEDEBÜ'L MÜFRED TERC. A. Fikri Yavuz. 2 cilt, Sönmez neşr.


1974, İst.

4- MÜSLİM, Câmiu's-Sahîh, M.Fuâd Abdül Bakî neşri, 1-5, 1375-1956,


Beyrut.

5- EBÛDÂVÛD, Sünen, 1-5 cilt, ta'lîk:izzet Ubeyd'üd-Deaas-Âdil Seyyid,


1388-1969, Humus-Suriye

6- TİRMİZÎ, Sünen, 1-5, AhmedMvhammedŞâkir, 1978, Mısır

7- NESEÎ, Sünen, Süyûtî şerhi, Sündî haşiyesi ile, 1-8,1348-1930, Beyrut.


8- İBN-l MÂCE, Sünen, M.Fuâd Abdülbâkî neşri, 1-2 cilt, 1395-1975

9- MÂLİK b, ENES, Muvatta', M. Fuâd Abdülbâkî neşri, 1-2 cilt, Çağrı yay.
1st.

10- DÂRİMÎ, Sünen, Muhammed Ahmed Dehmân, 1-2 cilt, Beyrut, tarihsiz
1981-1401..

11- AHMED B. HANBEL, Müsned, 1-6 cilt, 1313, Beyrut, 12-Ve bihamişihî
MÜNTEHÂB'I KENZÜ'L UMMÂL FÎ SÜ-NEN'İLAKVÂLİ VEL'EF'ÂL, ALÂUDDÎN
ALÎ, 1-6, Müsned-i Ahmed'in kenarında.

13- HAKÎM-t TİRMİZÎ, Nevâdiru'l Usûl, 1 cilt 1293, Beyrut,

14- HATÎB-1 TEBRİZ!, MİŞKÂTÜ'L MESÂBÎH, M.Nâsırud-dîn el-Elbânî neşri,


1-3 cilt, 1961, Dımeşk.

15- CELÂLEDDİN es-SÜYÛTf, Câmiu's-Sağîr Ft Ehâdîs'il-Beşîr'in Nezîr,


1321 Mısır.

16- İMÂM ABDÜRRAÛF EL-MÜNÂV!, Künûzü'l-Hakâik Fî Hadîsi Hayru'l


Halâik, 1-2 cilt, (Câmiu's-Sağîr'in kenarında) 1321, Mısır.

17- İMÂM ABDÜRRAÛFEL-MÜNÂVİ, Feyzü'l Kadîr, Şerhu'l Câmiu's-Sağîr, 1-


6 cilt, 1356-1938, Mısır...

18- MÜNZİRf, ET'TERĞÎB VET'TERHÎB, 1-4 cilt, 13881968, Beyrut-Lübnan,

19- ACLÜNÎ, Keşfü'l Hafâ, 1-2 cilt, 1351, Beyrut.

20- ET'TÂCÜ'L CÂMlU LİL-USÛL, EŞ-ŞEYH Mansûr Alî Masif, 1-5 cilt, 1395-
1975, Beyrut

21- RÂMÛZÜ'L-EHÂDÎS TERC. Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhâ-nevî, Abdül'azîz


Bekkîne, 1982, İstanbul, 1-2 cilt.

22- EL-MU'CEMÜ'L MÜFEHRES Ll ELFÂZI'L HADÎSİ'N NEBEVİ, A.J.


WENSINCK, 1-7 cilt, 1936-1969, Leiden baskısı.

23- TEFSÎR'ÜL-KUR'ÂNİL AZÎM (İbni Kesîr Tefsîri), 1-4 cilt, 1388-1969,


Beyrut.

24- M.MUHAMMED YÛSUF KANDEHLEVÎ, HAYÂTÜ'S SAHABE TERC. Ahmed


Meylânî, 1-4 cilt, İslâm!Neşriyat, 1983, Konya.

25- M.ÂSIM KOKSAL, İSLÂM TARİHİ, 1-11 cilt, 1981, Istanbul, Şâmil
Yayınevi.
26- HÂKİM-EL MÜSTEDREK'ÜALE'S SAHİHEYN, 1-5 cilt, 1335, Beyrut.

27-HEYSEM!, MECMAU'Z ZEVÂİD VE MENBEU'L-FEVÂİD, 1-10 cilt,


Mısır-Kahire.

28- İMÂMGAZÂLÎ, İHYÂU' ULÛMÜ'D-DÎN TERC. Ahmed Serdaroğlu 1-4 cilt,


1395-1975, Bedir Yayınevi, İstanbul.

29- İMÂM A'ZAM EBÛ HANİFE, MÜSNED TERC. Muham-med Selim Köse,
Şâmil Yayınları, 1978, İstanbul.

SEHA NEŞRİYAT ve TİC. A.Ş.'nin ESERLERİNİN LİSTESİ

KİTABIN ADI A — İLMİ ESERLER SERİSİ

1 — Ehli Sünnet Akaidi

2 — Cennet Yollan

3 — A. Ziyaüddin Gümüşhanevi

4 — Takva

5 — Makâlât

6 — Ehli Sünnet 1. Esasları

7 — Davet Metodu

8 — Tasavvuf ve Hadis

9 — İslâm'da Sosyal Güvenlik

10 — Fıkıh Konuşmaları

11 — Harp mi Sulh mü?

12 — Allah'ın Varlığının Delilleri

13 — Tasavvuf ve Modern Bilim

B — TASAVVUFİ VE AHLÂK! ESERLER SERİSİ

1 — Tasavvuf! Ahlâk 1 Tasavvuf! Ahlâk 2 Tasavvufî Ahlâk 3 Tasavvuf!


Ahlâk 4

YAZARI
M. Zahid Kotku

M. Zahid Kotku

İrfan Gündüz

Lütfullah Cebeci

Prof. Dr. M. Es'ad Coşan

Arif Aytekin

Şevki Saka

Abdullah Aydınlı

Faruk Beşer

H. Ahmed Özdemir

Ali Rıza Temel

Dr. M. Kenan Çığman

Prof. M. Bayrakdar

M. Zahid Kotku

M. Zahid Kotku

M. Zahid Kotku

M. Zahid Kotku

2 — Ana Baba Haklan

3 — Nefsin Terbiyesi

4 — Hadislerle Nasihatlar 1

Hadislerle Nasihatlar 2

5 — Mü'minlere Vaazlar 1

Mü'minlere Vaazlar 2

6 "— Fetvalar (Tasavvufla ilgili)


C — TARİH SERİSİ

1 — Tarih şuuru

2 — Mühim Olaylar

3 — Abdülhamid Kızıl Sultan mı

D — DÜŞÜNCE SERİSİ

ıvl. zama Kotku M. Zahid Kotku M. Zahid Kotku M. Zahid Kotku M. Zahid
Kotku M. Zahid Kotku M. Zahid Kotku ö. Ziyaüddin Dağıstani

İ. Süreyya Sırma Mustafa Müftüoğlu Mustafa Müftüoğlu

1 — Gayemiz Prof. Dr. M. Es'ad Coşan

2 — İslâm Dünyasından Kesitler Ahmet Varol

3 — Görünmeyen Üniversite Ersin Gürdoğan

4 — Filistin'de İslâmî Direniş Ahmet Varol

5 — Çağdaş Sömürge İmparatorluğu Kemal Kahraman

E — İSLÂM BÜYÜKLERİ SERİSİ

1 — İmam-ı Rabbani Ekrem Sarıoğlu

F — CEP KİTAPLARI SERİSİ

1 — lilim M. Zahid Kotku

2 — Mü'minlerin Vasıflan M. Zahid Kotku

3 — Cihad M. Zahid Kotku

4 — Namaz M. Zahid Kotku

5 — Zikrullahm Faydalan M. Zahid Kotku

6 — Yemek Adabı M. Zahid Kotku

7- — Sabır M. Zahid Kotku

8 — Tevbe M. Zahid Kotku

9 — İman M. Zahid Kotku


10 — Cömertlik M. Zahid Kotku

11 — Korku Ümit M. Zahid Kotku

SEHA NEŞRİYAT YAYIN NO: 1

SErfA NEŞRİYAT A.Ş.

MERKEZ: FEYZULLAH EFENDİ SOKAK NO: 6

FATİH-İSTANBUL TEL: 524 16 00

ŞUBE: HACIBAYRAM CADDESİ NO: 12

ULUS-ANKARA TEL: 312 65 28

İZİM AHLAKIMIZ, FİLOZOFLARIN ÇEŞİTLİ AHLÂK SİSTEMLERİ İÇİN .İLERİ


SÜRDÜKLERİ TENKİDLERDEN, AYIP VE ŞAİBELERDEN UZAK OLUP, YİNE •-
ONLARCA TEMMENNİ EDİLEN YÜKSEK MEZİYETLERE TAMAMEN SAHİP
BULUNMAKTADIR.

GERÇEKTEN DE AHLÂKIMIZ VİCDANA VE ^RFANA DAYANIR, KATI VE


RUHSUZ DEĞİLDİR; HER İŞTE İYİ NİYETİ ESAS ALIR, MÜFTÜLER FETVA
VERSELER DAHÎ GENE DE KALBE, VİCDANA DANIŞMAYI ÖĞÜTLER,
VAZİFELERİ KORKUYLA VEYA MENFAAT HİSSİYLE DEĞİL, SADECE ALLAH
RIZASI İÇİN YAPMAK GEREKTİĞİNİ SÖYLER, KİŞİYE SEÇME VE DÜŞÜNME
HÜRRİYETİ TANIR, KİMSENİN OLMADIĞI VE GÖRMEDİĞİ YERDE BİLE
AHLÂKLI | DAVRANMAYI SAĞLAYACAK MANEVÎ ." -KONTROL
SİSTEMİNE SAHİPTİR. İ

You might also like