You are on page 1of 8

Washington’un Orta Doğu Politikası Yeni

mi?
Prof. Dr. Tayyar ARI

ABD’nin bölgeye yönelik politikası 1920’lerde


bölgede petrolün varlığının fark edilmesiyle ve buna
paralel olarak Amerikan petrol şirketlerinin bölgedeki
petrol ayrıcalıklarından pay kapma yarışına dahil
olmalarıyla beraber başlamıştır. Ancak ABD’nin bölgeyle
askerî angajmanı esas olarak II. Dünya Savaşı sonrası
yıllara, yani Soğuk Savaş yıllarına rastlamaktadır.
Başkan Eisenhower 1951’de Batı Asya’nın dünyanın en
önemli stratejik bölgesi olduğunu ifade etmekteydi.
Yirmi yıl sonra iktidara gelen Başkan Nixon da, aynı
şekilde aynı şeyi söylemiştir. Aslında ondan sonra gelen
bütün başkanlar bu geleneği sürdürerek bölgenin
stratejik ve ekonomik önemine dikkat çekmiştir. Batı
Asya’nın önemi, ucuz ve kesintisiz bir şekilde petrolün
dünya pazarına ulaştırılmasını sağlayarak, ABD’nin ve
müttefiklerinin bundan olumsuz etkilenmesinin
önlenmesiyle ilgiliydi. Hatırlanacağı üzere, 1970’li yıllar
bölge açısından oldukça hareketli yıllar olmuştur: Arap-
İsrail Savaşı, petrol ambargosu, bölgenin denetimi
uğruna ABD ve SSCB arasındaki rekabetin doruk
noktaya ulaşması, İngiltere’nin bölgeden çekilmesi ve
İran Devrimi. Nitekim dünyanın başka yerlerinde olduğu
gibi, Batı Asya’da da İngiliz askerî varlığının bölgeden
ayrılması üzerine, onların yerini yavaş yavaş Amerikan
askerî varlığı aldı. Bu durum bölgede ABD’yi oldukça
etkin hale getirmiştir. Bu arada Başkan Nixon’ın iki
ayaklı politikası çerçevesinde İran ve Suudi Arabistan,
Amerikan politikasının odağına yerleştirilmişti. Soğuk
Savaş’ın en çetin geçtiği yıllarda Amerikan yönetimi,
olası Sovyet tehlikesine karşı Hint Okyanusu ve
Akdeniz’deki askerî varlığını arttırmaktaydı. Aynı yıllarda
Suriye ile ilişkilerini geliştiren ve ardından Irak’la
ilişkileri sayesinde Umm Kasr limanına yerleşme imkânı
bulmuş olan SSCB de böylece İran ve Türkiye’yi
çevreleme olanağına kavuşmuştu. Aynı dönemde Basra
Körfezi’nin biraz güneyinde de Güney Yemen’le ilişkileri
dolayısıyla bu ülkeden de üs ve liman kolaylıkları elde
etmişti.
1970’lerin başına kadar ABD’nin Körfez’e yönelik
politikası genelde Orta Doğu politikasının bir parçası gibi
görünse de, tarihsel süreç içinde ilişkilerin seyrine
bakıldığında bölgeye ayrı bir önem verildiği
anlaşılmaktadır. Bununla beraber, 1971’de Körfez
bölgesinden çekilinceye kadar askerî anlamda Batı’nın
bölgedeki çıkarlarını koruma görevinin İngiltere’ye ait
olduğu düşünülmekteydi. İngiltere’nin bölgeden
ayrılmasıyla birlikte harekete geçen ABD, Vietnam’la
başı dertte olduğu için doğrudan askerî angajmanlara
girmese de, İran ve Suudi Arabistan’a dayalı iki ayaklı
politikayı geliştirerek, bölge ülkelerine askerî ve
ekonomik desteğini arttırmıştı. İleride ayrıntılı bir
şekilde üzerinde durulacak olan 1979’daki gelişmeler
(İran Devrimi ve Afganistan’ın işgali) ile birlikte ABD’nin
iki ayaklı politikası çökmüştü. Zira ABD, bu politikada en
temel unsur olan İran’ı kaybetmişti. Daha sonra ABD,
1980-88 İran-Irak Savaşı boyunca Irak ve İran
arasındaki dengenin özellikle İran lehine bozulmasının
bölgeye olumsuz yansımaları olabileceğini düşünerek
Irak’ı desteklemeyi çıkarlarına daha uygun bulmuştu. Bu
noktada, Irak bir anlamda İran’ın bölgeye yönelik
yayılmacı eğilimlerini engelleyebilecek bir tampon ülke
olarak görülmüştü. Dolayısıyla Irak’ın savaş
yeteneklerini destekleyen ABD, Körfez ülkelerinin de
aynı yönde davranmasını sağlamıştır.
Ancak İran’ı durdurmak ve dengelemek için
kullanılacak bir araç iken, Kuveyt’i işgal ederek bir anda
tehlike haline gelen Irak’a karşı girişilen Çöl Fırtınası
Operasyonu’nun arkasından, Clinton yönetimi
tarafından İran ve Irak’ı tecrit etmeyi amaçlayan çifte
kuşatma (dual containment) politikası devreye
sokulmuştur. 1990’lı yılların sonuna kadar geçerli olan

2
bu politika, aynı zamanda Irak’ın dağılmasına veya
çökmesine engel olarak, gerek Irak’ta gerekse bölge
genelinde İran tarafından maniple edilecek bir
atmosferin ortaya çıkmasına yol açmamayı
amaçlamaktaydı. 1990’ların son çeyreğinde, özellikle
Hatemi’nin iktidara gelmesinden sonra, İran’ın bölgeye
yönelik politikasında bir yumuşama söz konusu olsa da,
yine de İran’daki İslâmi yönetimin nükleer programa
ağırlık vererek uzun menzilli füze geliştirme
programlarına yönelmesi, bu ülkenin gerek ABD
gerekse bölge ülkeleri tarafından bir tehdit olarak
algılanmaya devam etmesine yol açmıştır.
İran ve Irak’ın kuşatılması politikasının yanında,
petrolün güvenliği ve petrol kaynakları üzerindeki
denetimin sürdürülmesi, ABD açısından 1990’lı yıllar
boyunca da temel bir politika olmaya devam etti. Ancak
bu dönemde, Reagan ve Bush döneminde gelişen
ilişkilerin aksine, Suudi Arabistan ile ilişkilerde bir
gerileme söz konusu olmuştur. Özellikle Arap-İsrail barış
sürecinde söz konusu olan tıkanma ve Suudi
Arabistan’ın Dünya Ticaret Örgütü’ne üyeliğine ABD’nin
destek vermemesi, iki ülke arasındaki ilişkileri olumsuz
yönde etkilemiştir. Bütün bunların yanında, özellikle
1990’lı yılların ortalarından itibaren bir Suudi petrol
milyarderi olan Usame bin Ladin’in liderliğindeki el-
Kaide örgütünün Amerikan hedeflerine saldırılar
düzenlemesi ilişkilerin gerginleşmesinde katalizör rolü
oynamıştır. Suudi Arabistan’ın 1998’de Irak’a
düzenlenen Çöl Tilkisi Operasyonu sırasında ve 2001’de
Afganistan’a düzenlenen “Sınırsız Özgürlük” operasyonu
esnasında topraklarının kullanılmasına izin vermemesi
ABD’yi yeni alternatifler bulmak zorunda bırakmıştır. Bu
süreçte, 1990’ların sonuna doğru devreye giren Katar’ın
el-Udeid hava üssünü özellikle belirtmekte yarar var.
Bilindiği gibi, ABD’nin Irak’a düzenlediği saldırı
esnasında Katar’ın sağladığı bu üssün, karargâh ve
harekât merkezi olarak kullanılması söz konusu
olmuştur.

3
Soğuk Savaş’ın sonuna kadar hatta 2000’li yıllara
kadar Orta Doğu’ya yönelik geleneksel Amerikan
politikasının ana hedefleri, petrolün (ABD
denetiminde) düzenli bir şekilde sevkinin
sürekliliğini sağlamak, bölgenin ve bölgedeki
petrol kaynaklarının içeriden veya dışardan bir
başka gücün* kontrolüne girmesini önlemek veya
üretici ülkeler üzerinde denetim kurarak petrolün
sevkini engellemek veyahut petrolü ve petrol
üreticisi ülkeler üzerinde sağladıkları denetimi
Batı dünyasına karşı kullanmaya çalışmalarını
engellemek; Körfez’deki Amerikan müttefiki olan
geleneksel rejimleri iç ve dış tehditlere karşı
koruyarak mevcut istikrarı sürdürmek; İsrail’in
güvenliğine, egemenliğine ve toprak
bütünlüğüne yönelik gerçek ve olası tehditleri
önlemek ve tüm bu amaçları gerçekleştirmek için
gerekirse askerî güç kullanmaktı.1
Sovyet imparatorluğunun çökmesi ve Soğuk
Savaş’ın sona ermesiyle ortaya çıkan güç boşluğu
,yeni Amerikan yönetimi ve onun Siyonist ekibi
tarafından ABD’nin söz konusu amaçlarına dünya
liderliği amacını eklemesine ve en temel politika
haline getirmesine yol açmıştır. Artık Amerikan
yönetimlerinin öncelikli hedefi hegemonik bir güç
haline gelmek ve bu pozisyonlarını sürdürmek
için gerekli finansal, politik, askeri ve coğrafi
koşulları yerine getirmektir. Diğer bir ifadeyle
doların dünya ticaretindeki merkezi kınumunu ve
ABD’nin mali piyasalardaki egemenliğini
sürdürmek ve bunun için olası rakiplerin rekabet
edebileceği alanlarda avantajlı hale gelmek ve
bunu korumak;, özellikle petrol üzerindeki
denetimi elinde bulundurarak rakiplerin rekabet
güçlerini zayıflatmak; hatta onları rekabet
edemez hale getirmek; ayrıca olabildiğince daha
geniş bir coğrafyada kontrolü sağlamak; özellikle
stratejik noktaları denetim altında bulundurmak;

4
uluslararası siyasal karar organlarında
rakiplerine insiyatif kullandırmamak; bu
çerçevede BM’yi Amerikan çıkarları dışında karar
alamaz hale getirmek; Amerikan politikaları için
tehdit oluşturan İran ve Suriye gibi ülkeleri
terörist devletler olarak niteleyip uluslararası
toplumun dışına atarak cezalandırmak; hatta boy
hedefi haline getirmek, tüm bu amaçları
gerçekleştirmek için askeri harcamaları
olabildiğince arttırmak ve bu çerçevede
dünyanın en büyük askeri gücünü elinde
bulundurmaya devam etmektir.
Bunlar arasında bazen bir öncelik sıralaması yapmak
neredeyse olanaksız. Yukarıdaki küresel amaçların
gerçekleştirilmesi bile İsrail’in güvenliği sorununun bir
tarafa bırakılmasını gerektirmiyor. Zira İsrail’in
güvenliği, George W. Bush’la beraber Amerika’nın daha
öncelikli bir sorunu haline gelmiştir. Dolayısıyla İsrail’in
güvenliği, bölgedeki ekonomik çıkarların güvenliği ve
dünya liderliği politikaları birbiriyle bağlantılı hale
gelmiştir. ABD’nin bölge ülkelerindeki siyasal istikrara
önem vermesini de bu amaç bağlamında düşünmek
gerekir. ABD bu bağlamda bölgedeki Amerikan müttefiki
ülkelerdeki Amerikan ve İsrail aleyhtarı çıkışları denetim
altında bulundurmak için söz konusu rejimleri sözde
terörist haraketlere karşı işbirliğine zorlamaktadır. Orta
Doğu’daki bölgesel sorunların İsrail çıkarlarına uygun
şekilde çözülmesini sağlamak isteyen Amerikan
yönetimi İsrail’in nükleer güçle desteklenmiş askeri
gücüyle komşularını tehdit etmesine, Lübnan’ı işgal
etmesine ve Filistin’de ölçüsüz güç kullanmasına göz
yummaktadır. Ancak ABD’nin İsrail politikası yeni
değildir. ABD, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde İngiliz
manda yönetiminin sona ermesiyle beraber yahudilerin
bir numaralı koruyucusu durumuna gelmiş ve bu
doğrultuda İngiltere’nin bıraktığı boşluğu onu
aratmayacak şekilde; hatta fazlasıyla doldurmuştur.
Aralarında önemli kültürel ve siyasal bağlar bulunan

5
İsrail ile ilişkileri, ABD’nin bölge ülkeleriyle ilişkilerini
geliştirmesi bakımından zaman zaman önemli bir
handikap oluşturmuşsa da bunu Amerikan yönetimleri
fazla sorun etmemişlerdir. Maalesef ABD’nin İsrail’e olan
bu sınırsız desteği geçmişte olduğu gibi günümüzde de
Filistin sorununun çözümünü zorlaştırmıştır. İsrail
bağımsız bir devlet olarak tarih sahnesine çıkarken
Amerikan yönetiminin eşsiz desteğini zikretmek gerekir.
11 Ekim 1947’de Truman’ın emirleri üzerine ABD
delegasyonu Filistin’in taksimi plânına resmen destek
vermekteydi. Hatta Amerikan yönetimi daha da öteye geçmiş
ve işi diğer ulusların da taksimi desteklemeleri için baskı
yapılmasına kadar vardırmıştı. Örneğin Taksim plânına
muhalefet etmiş olan Haiti, Liberya, Filipinler, Çin, Etiyopya ve
Yunanistan en yoğun ABD-Siyonist ortaklığın baskısı karşısında
kalan ülkeler olmuştur. Siyonistler altı hedef ülkenin
yönetimleriyle doğrudan temasa geçmeleri için Kongre
üzerinde yoğun bir baskı uyguladılar. Liberya’da bir şubesi
bulunan Firestone Lastik ve Kauçuk Şirketi’ne, Liberya
hükümetini taksim lehinde oy kullanmaya ikna etmesi için
telefonlar edildi ve zorlandı. Başka yöntemlerle Filipinler
delegesiyle ilişki kurularak taksimi desteklemesi için
zorlanmıştı. Ancak tasarı aleyhinde olan delegenin Filipin
hükümetince alınarak Avrupa’ya tayin edilmesiyle bu devletin
de Yahudiler lehine tarafsızlığı sağlandı. Dışişleri
Bakanlığı’ndan Lovetti’yi Beyaz Saray’a çağıran Başkan
Truman, genellikle ABD’yi destekleyen ulusların Filistin
konusunda da böyle hareket etmedikleri takdirde kendilerinden
hesap sorulacağını bildirmekteydi. Bunlar Birleşmiş
Milletler’deki Siyonist manevraların karakterini gösteren
önemli olaylardan sadece birkaçıydı. Son an geldiğinde
Yunanistan dışında bütün hedef ülkeler ya taksim plânına
olumlu oy vermeyi ya da çekimser kalmayı kabul etmişlerdi.1
Türkiye de taksim kararı aleyhine oy kullanan devletler
arasında yer almıştı.2

1
Bölünme lehinde oy kullanan devletler: Avustralya,
Belçika, Bolivya, Beyaz Rusya, Ukrayna, SSCB, Kanada, Kosta
Rika, Çekoslovakya, Danimarka, Dominik Cumhuriyeti, Ekvator,
Fransa, Guatemala, Haiti, İzlanda, Liberya, Lüxemburg, Hollanda,
Yeni Zelanda, Nikaragua, Norveç, Panama, Paraguay, Peru,
Filipinler, Polonya, İsveç, Güney Afrika Birliği, ABD, Uruguay,
Venezüella. Bölünme aleyhinde oy kullanan devletler:
Afganistan, Küba, Mısır, Yunanistan, Hindistan, İran, Irak, Lübnan,
Pakistan, Suudi Arabistan, Suriye, Türkiye, Yemen.

6
Genel Kurul’da alınan ve hiçbir yaptırım gücü
olmayan söz konusu 181 sayılı kararla o güne kadar
İngiltere’nin manda yönetimi sayesinde nüfusun ancak
yüzde 30’unu ve toprakların yüzde 6-7’sine sahip
olabilmiş olan Yahudilere Filistin topraklarının yüzde 55’i
verilmiştir. İsrail, daha sonraki süreçte bununla da
yetinmemiş; ABD’den aldığı bu eşsiz destek sayesinde
1948-49 savaşı sonunda söz konusu toprakları yüzde
78’e, 1967’de ise tam dört katına çıkarmıştır. İsrail bu
toprakların özellikle Mısır’a ait olan kısmından yani Sina
yarımadasından 1982’de çekilmiş olmakla beraber -ki
bunun karşılığında Mısır’ın Orta Doğu politikasından
dışlanması ve İsrail için bir tehdit olmaktan çıkarılması
söz konusu olmuştur-geri kalan topraklardaki işgalini
sürdürmektedir. Ayrıca ABD, 14 Mayıs 1948’de
kurulduğu ilan edilen İsrail’i ilk tanıyan devlet olmuştur.3
1950’ye gelindiğinde ise İsrail’in Amerikan dış yardım
programından en fazla yararlandığı (tahsis edilen
miktarın üçte biri İsrail’e verilmektedir) bir döneme
girilmiştir.4
Yukarıda özetlenmeye çalışılan tüm bu nedenlerden
dolayı, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana hemen hemen
her ABD Başkanı, Orta Doğu’nun ve Körfez’in Amerika
için hem ekonomik, hem siyasal hem de stratejik olarak
önemli olduğunu vurgulamıştır. Bu doğrultuda Truman
Doktrini, Eisenhower Doktrini, Nixon Doktrini, Carter
Doktrini ve Reagan, Bush, Clinton ve sonrasında II. Bush
döneminde ABD’nin bölgeye yönelik doğrudan veya
dolaylı askerî müdahaleleri bu politikanın somut
ifadeleri olmuştur.

7
*

1
James A. Russell, “Searching for a Post-Saddam Regional Security Architecture,” Middle East Review of
International Affairs, Vol. 7, No. 1 (March 2003)
2
Alan R. Taylor, İsrailin Doğuşu: 1897-1947 Siyonist Diplomasinin Analizi, çev. Mesut Karaşahan (İstanbul :Pınar
Yay., 2000), ss. 127-28; Ataöv, Türkkaya Ataöv, “Filistin Sorununun Ardındaki Gerçek:İsrail’in Kuruluşuna Kadar,” Ankara
Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt: 25, No: 3 (Eylül 1970), s. 60.
3
Ayrıntılı bilgi için bkz. Tayyar Arı, Geçmişten Günümüze Orta Doğu: Siyaset, Savaş ve Diplomasi, 2. Baskı (İstanbul;
Alfa, 2005), ss. 200-240.
4
William Stivers, America’s Confrontation with Revolutionary Change in the Middle East, 1948-83 (New York: St.
Martin’s Press, 1986), s. 9.

You might also like