You are on page 1of 529

RAYMOND E.

FEIST

G ü n e y Kaliforniya'da doğdu ve büyüdü. Kaliforniya Üni-


versitesi'nde İletişim Bilimleri eğitimi aldı. Çok satan ve övgü
toplayan Gediksavaşları Efsanesi (Riftwar Saga) kitaplarının,
T h e Serpentwar Saga dizisinin ilk kitabının yazarıdır. Daugh­
ter of the Empire, Servent of the Empire ve Mistress of the Em­
pire kitaplarını J a n n y Wurts ile birlikte kaleme almıştır.
Feist, R a n c h o Santa F e , Kaliforniya'da eşi, roman yazan
Kathlyn Starbuck ve kızıyla yaşamaktadır.
Raymond E. Feist
Özgün Adı: Riftwar Saga 1 /Magician -Apprentice-
Gediksavaşları Efsanesi 1. Cilt / Büyücü-Çırah-
İngilizceden Çeviren: Gamze San

İthaki Yayınları - 151


Edebiyat - 139
ISBN 975-8607-97-9

2. Baskı, Ekim 2007, İstanbul

© Raymond E. Feist 1982, 1992


©İthaki, 2002

Bu eserin tüm haklan Akçalı Telif Haklan Ajansı aracılığıyla satın alınmıştır.
Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz.
\
\

Sanat Yönetmeni: Murat Özgül


Kapak Uygulama: Cemile Öz
Kapak, Iç Baskı: İdil Matbaacılık
Emintaş Kazım Dinçol Sanayi Sitesi No: 8 1 / 1 9
Topkapı-lstanbul Tel: (0212) 674 66 78

İthaki™ Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.'nin yan kuruluşudur.
Mühürdar Cad. liter Ertüzün Sok. 4/6 3 4 7 1 0 Kadıköy İstanbul
Tel: (0216) 3 3 0 93 08 - 3 4 8 36 97 Faks: ( 0 2 1 6 ) 4 4 9 98 34
ithaki@ithaki.com.tr - www.ithaki.com.tr - www.ilknokta.com
GEDİKSAVAŞLARI EFSANESİ
1. CİLT

BUYUCU
-Çırak-

RAYMOND E. FEIST

Çeviren: GAMZE SARI

53
* | Büyük K i ^ e y D a g W i ^ V KUZEY ELLERİ '
fiiksekşato 4 ı

Dağı"
1
Kor-joı-ni'in .
ı ' l I jGökyüzünüıj
.Gökvüzü

i t * »olth Rodez
ft * i EuperA.
^Romney *S
Tibum
Bas-Tyra9
brma , Sadara

SONU "^H^^jrsSftio»^ Sethanon


Koca Velî
. Kar-—' SRoldem
OLMAYAN ftlaıö^ , C. \ KRALLIK DENİZİ /Kraiuğı
DENIZKaranlık B o ğ a r t aj/ C
S» *^ p IPalanque
f n ^ ^ » ™ » * KKİ
^
A d a g Ç >
m e t l l Q
( % ^ J ^ * ™ ™ t . Karanına
ACı DENIZ
>erin 1
Durbin »Shamata^V<Jgen^ijl ^ | |
w
T
» ""O DÜŞLER • Büyükk Işil Eller.
Ebegümeci İğne Ucu
' a L - ^ R "ob/uvasiRanom VADİSİ j p l d ı z Gölü
Limanı
(Tahmini
1 I):lölan Sınır ^
[A-PUR ÇÖLÜ A UUJL& j

Direkleri jjf*i
YÜCE KESH İMPARATORLUĞU

MIDKEMİA
Birinci kitap:
ÇIRAK
FIRTINA

Fırtına dinmişti.
Pug kayaların kenarında sekiyor, gelgit birikintileri arasında
dolaşırken zorlukla basacak yer bulabiliyordu. Gözleri fıldır fıl­
dır dönerek yamacın altındaki her birikintiyi inceliyor, henüz
sona ermiş fırtınanın etkisiyle bu göletlere sürüklenmiş kılçıklı
yaratıkları arıyordu. Bu su b a h ç e s i n d e n topladığı kum b ö c e k ­
leri, kaya sürüngenleri ve yengeçlerle dolu çuvalını taşırken
genç kasları ince gömleğinin altında şişiyordu.
Öğlen güneşi, çevresinde kıpırdaşan denizi pırıl pırıl aydın­
latırken, batı rüzgarı güneşten yol yol açılmış kestane rengi
saçlarını dalgalandırıyordu. Pug çuvalını yere bıraktı, ağzının
sıkıca bağlı olup olmadığını kontrol etti ve açık bir kumluğa
oturdu. Çuvalı dolu sayılmazdı, ama Pug önündeki fazladan bir
saatlik zamanı dinlenmeye ayıracaktı. Aşçı Megar, çuval dolu­
ya yakın olduğu sürece başını ağrıtmazdı. Sırtını büyük bir ka­
yaya dayadı, az sonra sıcak güneşin altında uykuya dalmıştı.
Saatler sonra, serin bir su serpintisiyle uyandı. İrkilerek göz­
lerini açtı, gereğinden fazla kaldığını anlamıştı. Batıda, denizin
üzerinde, ufuktaki altı küçük ada olan Altı Kız Kardeş'in karan­
lık siluetinin üzerinde kara fırtına bulutları toplanmaya başla­
mıştı. Y a ğ m u a ı n isli bir tül gibi peşinden sürüklendiği bulanık,
dalgalanarak yaklaşan bulutlar, yazın başlarında sahilin bu ta­
rafında olağan sayılan ani fırtınalardan birini haber veriyordu.
Güneyde, Denizcinin Kederi'nin sarp yamaçları gökyüzüne
d o ğ a ı uzanıyor, dalgalar o kayalık kulenin dibini dövüyordu.
Şiddetli dalgaların ardında köpükler kabarmaya başladı, fırtına­
nın az sonra vuracağının kesin bir işaretiydi bu. Pug tehlikede
olduğunu biliyordu, yaz fırtınaları kumsallardaki, hattâ ç o k şid­
detliyse ilerideki alçak bölgelerdeki herkesi boğabilirdi.
Çuvalını kapıp kuzeye, kaleye doğru ilerlemeye başladı. B i ­
rikintilerin arasından g e ç e r k e n rüzgarın serinliğinin daha derin
ve nemli bir soğuğa döndüğünü hissetti. İlk bulutlar güneşin
önünden geçip parlak renkleri gri tonlarına dönüştürürken, ya­
malı bir bohçayı andıran gölgeler günü b ö l m e y e başlıyorlardı.
Açıklarda, bulutların karanlığını delen yıldırımlar düşüyor, şim­
şeklerin boğuk gümbürtüsü dalgaların sesini bastırıyordu.
Pug kumsaldaki ilk açıklığa gelince hızını arttırdı. Fırtına um­
duğundan daha hızlı yaklaşıyor, önünde yükselen gelgiti de hız­
landırıyordu. İkinci gelgit birikintisi bölgesine ulaştığında, suyun
kıyısıyla yamaçlar arasında ancak on adımlık kuru kum kalmıştı.
Pug kayaların arasında hızla, bir o kadar da dikkatle ilerle­
di, iki kez neredeyse tökezliyordu. Bir sonraki kumluğa vardı­
ğında, son taşın üzerinden atlayışını ayarlayamayıp yere, kötü
bir şekilde indi. Ayak bileğini tutarak kumların içine atladı.
Gelgit de, sanki bunu bekliyormuşcasına kabarıp, bir an üze­
rini tamamen kapladı. G ö r m e d e n elini uzatınca, çuvalının sü­
rüklenip gittiğini hissetti. Çılgınca ileri atılarak onu tutmaya ça­
lıştı, ama ayak bileğini kullanamıyordu. Yuvarlandı, su da yut­
muştu. Öksürüp tükürükler saçarak başını kaldırdı. Doğrulma­
ya başlamıştı ki, ilkinden de büyük ikinci bir dalga göğsüne
çarpıp onu sırtüstü devirdi.
Pug dalgalar arasında oynayarak yetişmişti ve tecrübeli bir
yüzücüydü, ama bileğinin acısı ve dalgaların çarpışları onu gi­
derek paniğe doğru sürüklüyordu. B u n u üzerinden atıp, dalga
çekilirken hava almak için yüzeye çıktı. Yarı yüzerek, yarı çır­
pınarak yamaca doğru ilerledi, suyun orada sadece birkaç san­
tim derinliğinde olacağını biliyordu. Pug yamaçlara ulaşıp yas­
landı, ağırlığını elinden geldiğince yaralı bileğine v e r m e m e y e
çalışıyordu. Kayalık duvar b o y u n c a ağır ağır ilerledi, sular da
her dalga ile birlikte yükseliyordu. Nihayet yukarıya çıkabile­
ceği bir yere ulaştığında, sular beline kadar yükselmişti. K e n ­
dini yola kadar ç e k m e k için tüm gücünü kullanması gerekti.
Bir an d u m p soluklandı, sonra tırmanmaya başladı, taşlı ze­
minde yürümeye direnen bileğine yüklenmek de istemiyordu.

Dizlerini ve bacaklarını taşların üzerinde yara b e r e içinde


bırakarak zorlukla tırmanıp, nihayet kayalıkların tepesindeki
çimenliğe ulaştığında yağmurun ilk damlaları da düşmeye baş­
lamıştı. Pug tırmanışın verdiği yorgunluktan nefes nefese, bitap
düşmüş bir halde kendini yere bıraktı. Seyrek damlalar hafif,
ama aralıksız bir yağmura dönüşmüştü.
Soluklandıktan sonra doğralup, şişmiş bileğini inceledi. D o ­
kunmaya karşı hassastı, ama oynatabilince içi rahatladı: D e m e k
ki kırılmamıştı. D ö n ü ş yolunu topallayarak kat etmek gereke­
cekti, ama kumsalda boğulma tehlikesini atlattığı için de rahat­
tı. Kasabaya vardığında Pug sırılsıklam ve üşümüş olacaktı. Ka­
lenin kapıları g e c e kapanacaktı, hassas bileğiyle ahırların arka­
sındaki duvara tırmanmayı da g ö z e alamayacağı için, orada ka­
lacak bir yer bulması gerekecekti. H e m bekleyip kaleye ertesi
gün dönerse, yalnızca Megar'ın o n a söyleyecekleri olurdu, ama
duvardan atlarken yakalanacak olursa, Kılıçustası Fannon ya da
Atustası Algon, onu sözlerden ç o k daha fazlasıyla karşılarlardı.
O dinlenirken, yağmur şiddetlendi ve ikindi güneşi fırtına
bulutlarının ardında tamamen gözden yi tince gökyüzü karardı.
Bir anlık rahatlaması, k u m böcekleriyle dolu çuvalını yitirdiği
için kendine duyduğu bir kızgınlığa dönüştü. Uyumamış olsa,
dönüş yolculuğunu sakin sakin yapabilir, bileğini burkmamış
olur, ayrıca kayalıkların yukansındaki akarsu yatağında da, fır­
latmak için o ç o k değer verdiği dümdüz taşlardan aramaya za­
manı kalmış olurdu. Şimdi ise taşlar yoktu, geriye dönmesi de
en az bir hafta sonra olacaktı. Tabii Megar o n u n yerine başka
bir ç o c u k yollamazsa, ki eli b o ş döndüğüne göre bu pekala
mümkündü.

Pug yağmurda oturmanın p e k rahatsız edici olduğunu ha­


tırladı ve yola koyulma zamanının geldiğine karar verdi. Aya­
ğa kalkıp bileğini yokladı. Y o k l a n m a y a itiraz ediyordu, ama
idare ederdi. Çimenlerin üzerinde topallayarak eşyalarını bırak­
tığı yere gidip heybesini, değneğini ve sapanını aldı. Heybesi­
nin yırtılmış, e k m e k ve peynirinin de kayıp olduğunu görün­
c e , kaledeki askerlerden duyduğu bir küfürü savurdu. Rakun-
lar, daha büyük olasılıkla k u m kertenkeleleri, diye düşündü.
Artık bir işe yaramayan çuvalı atıp, şanssızlığına hayret etti.
Derin bir nefes alıp değneğine dayanarak, yarları yoldan
ayıran alçak tepelere doğru yola koyuldu. Etrafta yer yer basık
ağaç kümeleri vardı, Pug civarda daha uygun bir barınak ol­
mayışına hayıflandı, kayalıklarda hiçbir yer yoktu çünkü. Bir
ağacın altında da beklese, ağır adımlarla kasabaya da gitse, ay­
nı miktarda ıslanacaktı.
Rüzgar şiddetlendi ve Pug, ıslak sırtında soğuğun ilk ısırışı­
nı hissetti. Titreyerek, hızını elinden geldiğince arttırdı. Küçük
ağaçlar rüzgarın önünde eğilmeye başlamıştı, Pug da adeta dev
bir el sırtından itiyormuş gibi hissediyordu. Y o l a varınca kuze-
ye saptı. Doğudaki büyük ormanın ürkütücü seslerini duyuyor­
du, yıllanmış meşelerin dallarının arasında ıslık çalan rüzgar da
uğursuz havayı güçlendiriyordu. Ormanın karanlık açıklıkları
Kral Yolu'ndan daha tehlikeli değildi kuşkusuz, ama kanun ka­
çakları ve diğer, daha az insan olan suçlular hakkında anımsa­
dığı hikayeler, gencin tüylerini diken diken ediyordu.
Kral Y o l u ' n a sapan Pug, yol b o y u n c a devam eden h e n d e k
sayesinde biraz daha korunmuş oluyordu. Rüzgar güçlenip,
yağmur gözlerine batmaya, zaten ıslak olan yanaklarını göz­
yaşlarına boğmaya başlamıştı. Sert bir rüzgar onu yakaladı ve
bir an için dengesini yitirdi. Y o l kenarındaki hendekte su bi­
rikmeye başlamıştı ve beklenmedik derinlikteki birikintilere
düşmemek için adımlarını dikkatle atmak zomndaydı.
Bir saate yakın bir süre boyunca, durmaksızın şiddetlenen
fırtınada yol aldı. Y o l kuzeybatıya dönmüş, uluyan rüzgarı n e ­
redeyse tam karşısına almıştı. Pug rüzgar karşısında eğildi,
gömleği arkasında dalgalanıyordu. Sık sık yutkunuyor, içinde
kabaran paniği bastırıyordu. Artık tehlikede olduğunun farkın­
daydı, fırtına yılın bu zamanı için normal olanın ç o k ötesinde
bir şiddetle güçleniyordu. Müthiş yıldırımlar karanlık manzara­
yı aydınlatıyor, parlak beyaz ve mat siyah renklerle anlık ola­
rak ağaçların ve yolun siluetini çiziyorlardı. Ardından, tersine
dönmüş renkleriyle bir süre gözlerinin ö n ü n d e kalan, baş dön­
dürücü görüntüler algılarını şaşırtıyordu. Yukarıdan gelen müt­
hiş şimşek gümbürtüleri b e d e n s e l birer darbe gibiydi. Fırtına­
ya karşı duyduğu korku, hayal ürünü haydut ve goblinlere
duyduğu korkuyu bastırmıştı. Y o l u n kenarındaki ağaçların ara­
sından yürümeye karar verdi; meşelerin gövdeleri rüzgarı biraz
olsun keserdi.
Ormana yaklaşırken bir kırılma sesi duyunca durdu. Fırtma-
nın karanlığında, çalıların arasından fırlayan kara orman yaban
domuzunu zorlukla fark edebilmişti. D o m u z çalılardan çıktı,
dengesini kaybetti, sonra birkaç metre ileride tekrar doğruldu.
Pug orada dikilmiş, başını bir o yana bir bu yana sallayarak
kendisini süzen hayvanı a ç ı k ç a görebiliyordu. Uçlarından sular
damlayan iki büyük dişi loş ışıkta parlıyor gibiydiler. Korkudan
gözleri büyümüş, ayaklarını yere vuruyordu. O r m a n domuzla­
rı öfkeli hayvanlardılar, ama normalde insanlardan uzak durur­
lardı. Bu domuz ise fırtına yüzünden paniğe kapılmıştı, Pug da
kendisine saldıracak olursa ağır yaralanacağının, hattâ ölebile-
ceğinin farkındaydı.
Taş kesilmiş bir halde b e k l e r k e n değneğini savurmaya ha­
zırlandı, a m a domuzun ormana dönmesini umuyordu. Hayvan
başını kaldırarak ç o c u ğ u n havadaki kokusunu inceledi. Karar­
sızlık içinde titrerken p e m b e gözleri pırıl pırıldı. Bir ses duyun­
ca bir an için ormana doğru döndü, sonra başını eğip saldırdı.
Pug değneğini savurdu, domuzun başının yan tarafına sıkı
bir darbe indirerek dengesini bozdu. D o m u z çamurlu zeminde
yana doğru kayıp, Pug'ın bacaklarına çarptı. D o m u z kayarak
g e ç e r k e n o da düştü. Pug yerde yatarken, domuzun dönüp
tekrar saldırmaya hazırlandığını gördü. D o m u z yaklaşıyordu ve
Pug'ın kalkacak kadar zamanı yoktu. Hayvanı tekrar savuştur­
mak için değneğini çaresizce salladı. D o m u z değneği savuştur­
du, Pug da yuvarlanarak uzaklaşmaya çalıştı, ama b e d e n i n e bir
ağırlık çöktü. Elleriyle yüzünü, kollarıyla da göğsünü kapata­
rak hayvanın darbesini bekledi.
Bir an sonra ise, domuzun hareket etmediğini fark etti. Y ü ­
zünü açınca domuzun, yan tarafına siyah tüylü, bir metrelik bir
ok yemiş bir halde yattığını gördü. Pug ormana doğru baktı.
Kahverengi deri giysiler giymiş bir adam ağaçların başladığı
yerde duruyor, elindeki çiftçi yayını özenle bir muşamba kılıfa
sarıyordu. Değerli silah havanın kötü etkisine karşı korunma­
ya alındıktan sonra, adam yaklaşıp çocukla hayvanın başında
dikildi. Cüppesi ve pelerini vardı, yüzü görünmüyordu. Pug'ın
yanında diz çöküp, yaban domuzunun leşini çocuğun b a c a k ­
larının üzerinden kolayca kaldırırken rüzgarın uğultusuna kar­
şı, "İyi misin, evlat?" diye bağırdı. "Bir yerin kırıldı mı?"
"Sanmıyorum," diye bağırdı Pug, kendini toparlamıştı. Sağ
tarafı sancıyordu, her iki bacağı da fena yaralanmıştı. Bileği de
hâlâ hassastı ve bugün şanslı gününde değildi, ama kırık ya da
kalıcı bir yaralanma y o k gibiydi. İri, etli eller onu tutup ayağa
kaldırdı. Adam o n a değneğini ve yayı uzatarak, "Al," diye bu­
yurdu. Pug onları alınca adam k o c a bir avcı bıçağıyla h e m e n
domuzu k e s m e y e koyuldu, işini bitirince Pug'a döndü. " B e ­
nimle gel, evlat. En iyisi benim ve efendimin yanında g e c e l e ­
men. Yeri uzak değil, ama a c e l e etsek iyi olur. Bu fırtına bitin­
ce daha da kötüleşecek. Yürüyebilir misin?".
Dengesizce bir adım atan Pug, başıyla onayladı. Adam tek
kelime etmeden domuzu omuzuna vurdu ve yayını aldı. Orma­
na doğru dönerek, "Gel," dedi. Pug'ın zorlukla yetişebildiği bir
hızla yürümeye başladı.
Orman, fırtınanın gümbürtüsünü ç o k az kesebildiği için k o ­
nuşmak m ü m k ü n değildi. Bir şimşek bir an için ortalığı aydın­
lattı ve Pug adamın yüzünü görebildi. Yabancıyı daha ö n c e g ö ­
rüp görmediğini anımsamaya çalıştı. Crydee ormanında yaşa­
yan avcı ve ormancılar arasında sık rastlanan bir görünüşü var­
dı: Geniş omuzlu, uzun boylu, sağlam yapılıydı. Siyah saçlarıy­
la sakalı ve zamanının çoğunu dışarıda geçirenlere özgü, hava
şartlarından yıpranmış bir görünümü vardı.
Çocuk bir an hayal gücüne kapılıp, adamın ormanda sakla-
nan bir haydut çetesinin elemanlarından olup olmadığını dü­
şündü. Sonra bu fikirden vazgeçti, hiçbir haydut b e ş parasız ol­
duğu apaçık olan bir kale ç o c u ğ u için başına dert almazdı.
Adamın bir efendisi olduğunu söylediğini hatırlayan Pug,
o n u n bir arazi sahibinin mülkünde yaşayan bir toprak ağası
olabileceğinden kuşkulandı. O zaman efendisinin hizmetinde
olur, ama kefalet ödeyenler gibi o n a bağlı olmazdı. T o p r a k er­
leri doğuştan özgür olurlar, toprağı işlemelerinin karşılığında
ekin ya da hayvanlarının bir kısmını verirlerdi. O da doğuştan
özgür olmalıydı. Kefalet ödeyenlerin uzun yay taşımalarına izin
verilmezdi, zira bu silahlar ç o k değerli ve tehlikeliydiler. Y i n e
de, Pug ormanda b ö y l e bir arazi olduğunu hatırlamıyordu. Bu
iş ç o c u k için bir merak konusu olmuştu, ama gün b o y u n c a b a ­
şına gelenler, her türlü merakı aklından uzaklaştırıyordu.

Saatler gibi gelen bir süre sonra, adam bir grup sık ağacın
arasına daldı. Güneş battığı ve fırtınanın izin verdiği o azıcık
aydınlığı da götürdüğü için, Pug karanlıkta neredeyse onu göz­
den yitirecekti. Adamı görmekten ziyade, ayak seslerini dinle­
yerek ve varlığını hissederek takip edebiliyordu. Pug ağaçların
arasında bir patika üzerinde olduklarını sezmişti, ayaklarına di­
renen sürtünmeler ya da taşlar yoktu. Yeri ö n c e d e n bilinmiyor­
sa, az ö n c e bulundukları yerden bu patikayı bulmak gün ışı­
ğında bile ç o k zor, g e c e ise imkansız olurdu. Bir süre sonra,
ortasında küçük, taştan bir kulübenin bulunduğu bir açıklığa
geldiler. T e k p e n c e r e d e n ışık sızıyor, b a c a d a n da duman tütü­
yordu. Açıklığı geçerlerken Pug, fırtınanın ormanın bu kesi­
minde nasıl olup da daha hafif olduğuna hayret etti.
Kapının ö n ü n e geldiklerinde adam kenara çekilip, "Sen gir,
evlat. B e n i m domuzu temizlemem gerek," dedi.
Pug b o ş b o ş başını sallayarak ahşap kapıyı açtı ve içeri gir­
di.
"Kapat şu kapıyı, evlat. Üşütüp ö l m e m e neden olacaksın."
Pug söyleneni yapmak için atıldı ve kapıyı düşündüğünden
biraz daha sertçe çarparak kapattı.
D ö n ü p karşısındaki sahneyi inceledi. Kulübenin içi tek bir
küçük odadan ibaretti. Bir duvarda, hayli büyük bir ocağı olan
bir şömine vardı. Parlak, canlı ateş sıcak bir ışık veriyordu. Ş ö ­
minenin yanında bir masa, onun arkasında da bir sedire uzan­
mış iri yarı, sarı cüppeli biri duruyordu. Kır saçları ve sakalı,
ateş ışığında kırpışan bir çift parlak mavi göz dışında neredey­
se tüm yüzünü kaplıyordu. Sakalın içinden çıkan uzun bir pi­
po donuk, görkemli bir duman çıkarıyordu. Pug adamı tanı­
mıştı. "Efendi Kulgan..." Dük'ün büyücüsü ve danışmanı, şato­
nun kalesi çevresinde tanıdık bir simaydı. Kulgan gözlerini kal­
dırıp Pug'a bir baktı ve derin, yankılanan ve güçlü bir tondaki
sesiyle, " D e m e k beni tanıyorsun?" dedi.
"Evet, efendim. Kaleden."
"Adın nedir, kaleden gelen çocuk?"
"Pug, Efendi Kulgan."
"Şimdi hatırladım seni." Büyücü umursamazca elini salladı.
Gözlerini keyifle kısarak, "Sanatımda ustayım, ama yine de ba­
na 'Efendi' d e m e , Pug," dedi. "Doğuştan senden asalet yönün­
den üstün olduğum doğnı, ama ç o k da farklı değiliz. Gel, ate­
şin yanında bir battaniye var, sen de sırılsıklam olmuşsun. El­
biselerini as da kurusunlar, sonra otur oraya." Karşısındaki s e ­
diri gösterdi.
Pug söyleneni yaptı, bu arada gözlerini de bir an olsun bü­
yücüden ayırmıyordu. Dük'ün sarayının bir üyesi olsa da, o bir
büyücüydü, sıradan insanların hor gördüğü, kuşkulanılacak bi-
risiydi. Bir çiftçinin ineği bir canavar doğuracak olsa ya da
ekinler harap olsa, köylüler bunu yakındaki gölgelerde gizle­
n e n bir büyücüye mâl e t m e y e hazırdılar. D a h a kısa bir süre
öncesine kadar, Kulgan'ı Crydee'den taşlayarak kovdukları da
olurdu. Dük'ün yanındaki k o n u m u sayesinde artık kasaba hal­
kının hoşgörüsünü kazanmıştı, ama eski korkular k o l a y kolay
ölmezdi. Pug giysilerini astıktan sonra oturdu. B ü y ü c ü n ü n ma­
sasının h e m e n yanından kendisini süzen bir çift kızıl gözü g ö ­
rünce irkildi. Pullu bir kafa masanın üzerine doğru yükselip
çocuğu inceledi.
Kulgan ç o c u ğ u n huzursuzluğu karşısında güldü. "Gel evlat.
Fantus seni yemez." Elini sedirinin yanına ç ö k e n yaratığın ba­
şına koyup, gözlerinin üzerindeki çıkıntıları okşadı. Gözlerini
kapatıp yumuşak bir hırıltı çıkardı; bir kedinin mırıldanmasına
benziyordu. Pug şaşkınlıktan açılmış ağzını kapatıp, "O ger­
çekten bir ejderha mı, efendim?" diye sordu.
Büyücü güldü, tok, candan bir sesi vardı. "Kendisi de öyle
sanıyor, evlat. Fantus bir ateş ejderi, ejderhanın kuzeni sayılır,
ama boyutları daha küçük." Yaratık bir gözünü açıp büyücüye
dikti. "Ama onlar kadar gözüpek," diye h e m e n ekledi Kulgan
ve ejder gözünü yine kapadı. Kulgan yumuşak, ölçülü bir ton­
la konuşuyordu. "Çok zekidir, o n a söylediklerine dikkat et.
Hayli hassas bir yaratıktır o."
Pug başıyla onayladı. Merakla büyümüş gözleriyle, "Ağzın­
dan ateş saçabilir mi?" diye sordu. On üç yaşında bir ç o c u k
için, ejderhanın kuzeni bile müthiş bir şeydi.
"Havasında olduğu zaman geğirdiğinde bir iki alev çıkarır,
ama nadiren havasındadır. B e n c e n e d e n i de o n a uyguladığım
zengin perhiz. Yıllardır avlanmadı bile, yani bir ateş ejderi için
biraz formsuz. Doğrusu onu fena halde şımartıyorum."
Pug bu fikir karşısında rahatladı. Büyücü bu yaratığı şımar­
tacak kadar seviyorsa, ne kadar yabancı da olsa, artık gözüne
daha insancıl, daha az esrarengiz görünüyordu. Fantus'u ince­
ledi, ateşin zümrüt rengi pullarını altın gibi parlatışına hayran
olmuştu. Ufak bir tazı boyundaki ejderin uzun, kıvrımlı bir
boynu ve timsahı andıran bir başı vardı. Kanatları sırtında top­
lanmıştı ve ö n ü n d e uzanan iki pençeli ayağı amaçsızca boşluk­
ta esniyor, bu arada Kulgan da kemikli göz çıkıntılarının arka­
sını kaşıyordu. Uzun kuyruğu yerden birkaç santim yukarıda
ileri geri savrulup duruyordu.
Kapı açıldı ve iri yarı okçu, elinde temizlenmiş ve parçalan­
mış bir domuz filetosu taşıyarak içeri girdi. Bir şey söylemeden
şömineye geçip eti pişirmeye başladı. Fantus başını kaldırıp,
uzun boynunun verdiği avantajı kullanarak masanın üzerinden
bir göz attı. Ejder çatal dilini şapırdatarak aşağı atladı ve ağır
ağır, soylu bir havayla o c a ğ a d o ğ m ilerledi. Ateşin önünde sı­
cak bir yer b e ğ e n i p , akşam y e m e ğ i n e kadar kestirmeye koyul­
du. Toprak ağası pelerinini çıkarıp kapıdaki bir kancaya astı.
"Bana kalırsa fırtına şafağa kalmadan dinecek." Ateşe dönüp,
domuz için şarap ve otlardan bir karışım hazırladı. Pug adamın
yüzünün sol tarafından aşağı d o ğ m inen, ateş ışığında kızıl ve
korkunç görünen yara izini görünce irkildi. Kulgan piposuyla
toprak beyini işaret etti.
"Ağzı sıkı adamımı tanıyorsam, henüz onunla uygun şekil­
de tanışmamışsındır. Meecham, bu delikanlı Pug, Crydee Şato­
su kalesinden." M e e c h a m bir an başıyla selamlayıp, tekrar kı­
zaran butla ilgilenmeye koyuldu. Pug selamına karşılık verdi,
ama M e e c h a m onu görmedi bile. "Beni domuzdan kurtardığı­
nız için size teşekkür edemedim."
Meecham, "Teşekküre gerek yok, evlat," diye cevap verdi.
"Ben hayvanı ürkütmesem, m u h t e m e l e n sana saldırmazdı."
Ocağın başından kalkıp odanın başka bir k ö ş e s i n e giderek
üzeri örtülü bir kovadan biraz kahverengi hamur aldı ve yo­
ğurmaya başladı.
"Şey, efendim," dedi Pug Kulgan'a dönerek, "domuzu öldü­
ren onun okuydu. Hayvanı takip ediyor olması gerçekten bü­
yük şans."
Kulgan güldü. "Akşam yemeğimizin şeref konuğu olan bu
zavallı yaratık da en az senin kadar şartların kurbanı olmuş."
Pug'ın aklı karışmıştı. "Anlayamadım, efendim."
Kulgan ayağa kalkıp, kitaplığının en üst rafından bir şey
alarak ç o c u ğ u n önündeki masaya koydu. Lacivert kadifeden
bir örtüye sarılmıştı, Pug'a onu sarmak için bile böyle pahalı
bir m a l z e m e kullanılmasından, ç o k değerli bir şey olduğunu
h e m e n anlamıştı. Kulgan kadifeyi açıp, ateş ışığında parlayan,
kristal bir küre çıkardı. Pug kürenin güzelliği karşısında b e ğ e ­
niyle iç çekti, çünkü görünüşte hiçbir kusuru yoktu ve biçimin­
deki yalınlık muhteşemdi.
Kulgan camdan küreye işaret etti. "Bu aygıt Carselı Althafa-
in adında, kendisine geçmişte bir iki iyilik yaptığım için - a m a
bunların p e k ö n e m i y o k - beni böylesine değerli bir armağana
layık gören, son d e r e c e kudretli bir büyü sanatkarı tarafından
bir hediye olarak yapılmıştı. Bugün Althafain Usta'nın yanın­
dan dönmüş olduğumdan, andacını sınıyordum. Kürenin de­
rinlerine bak, Pug."
Pug gözlerini küreye dikti ve yapısının derinlerinde oynaşır
gibi görünen titrek şömine ışığını izlemeye çalıştı. Gözleri kü­
renin içindeki her bir yüze odaklanmaya çalışırken odanın yüz
k e z yinelenen yansımaları, birbirinin içine g e ç i p dans ediyor­
du. Akıyor ve birbirine karışıyor, sonra da dumanlı ve belirsiz
bir hal alıyorlardı. T o p u n merkezindeki hafif beyaz ışıltı, ateş­
ten gelen kırmızı ışığın yerini aldı ve Pug bakışlarının bu yeni
ışığın hoşnutluk verici sıcaklığına kapıldığını hissetti. Kaledeki
mutfağın sıcaklığı gibi, diye düşündü dalgınlıkla.
Aniden topun içindeki süt beyazı renk kayboldu ve Pug
gözlerinin ö n ü n d e mutfağı gördü. Aşçı Şişko Alfan pasta yapı­
yor, bir taraftan da parmaklarındaki tatlı kırıntıları yalıyordu.
B ö y l e yaparak da aşçıbaşı Megar'ın gazabını üzerine çekmiş ol­
du, zira Megar bunu tiksinti veren bir alışkanlık olarak görü­
yordu. Pug daha ö n c e p e k ç o k kez tanık olduğu bu sahneye
güldü ve görüntü kayboldu. Birden kendini yorgun hissetti.
Kulgan kristali kumaşa sarıp kaldırdı. "İyi iş çıkardın, evlat,"
dedi düşünceli bir şekilde. Bir an ç o c u ğ u bir şey düşünüyor-
muşçasına süzdü, sonra da oturdu. "İlk d e n e m e d e böylesine
berrak bir görüntü oluşturabileceğini tahmin etmezdim, ama
anlaşılan sende en başta görünenden fazlası var."
"Efendim?"
"Boş ver, Pug." Bir an durdu ve sonra, "Bu oyuncağı ilk de­
fa kullanıyor, görümü ne kadar uzağa yollayabileceğimi sını­
yordum ki, yola ulaşmaya çalıştığını gördüm. Aksak ve yara b e ­
re içindeki halinden kasabaya asla yetişemeyeceğine karar ver­
dim, bu yüzden seni getirsin diye M e e c h a m ' ı yolladım," dedi.
Pug kendisine gösterilen olağanüstü ilgiden m a h c u p görü­
nüyor, yanaklarına al basıyordu. On üç yaşındaki birinden
b e k l e n e b i l e c e k bir şekilde kendi yeteneklerini olduğundan
fazla tahmin ederek, "Bunu yapmanıza gerek yoktu, efendim.
Kasabaya zamanında yetişirdim," dedi.
Kulgan gülümsedi. "Belki ama, belki de değil. Fırtına mev­
sime aykırı düşen bir şiddete sahip ve yolculuk etmeyi tehlike­
li hale getiriyor."
Pug yağmurun kulübenin damını hafiften dövüşünü dinle­
di. Fırtına hızını kesmiş gibiydi ve Pug büyücünün sözlerinden
kuşku duydu. Kulgan çocuğun düşüncelerini okumuş gibi,
"Sözlerimden şüphe duyma, Pug. Bu açıklığı koruyan sırf bü­
yük ağaç gövdeleri değil. Mülkümün sınırını işaret e d e n m e ş e ­
lerden çemberi aşarsan, fırtınanın öfkesini hissedersin. M e e c -
ham, bu rüzgarın şiddetini nasıl tahmin ediyorsun?" dedi.
M e e c h a m yoğurmakta olduğu e k m e k hamurunu bıraktı ve
bir an düşündü. "Neredeyse üç yıl kadar ö n c e altı gemiyi par­
çalayan fırtına kadar kötü." Bir an tahminini kafasında evirip
çevirir gibi durdu, sonra başını sallayarak teyit etti. "Evet, ne­
redeyse onun kadar kötü, ancak onun kadar uzun süre e s ­
mez."
Pug üç yıl ö n c e s i n d e Crydee'ye gitmekte olan bir Q u e g a ti­
caret filosunu Denizcinin Kederi'ne savuran fırtınayı düşündü.
Fırtınanın doruğunda, kale duvarlarındaki muhafızlar, rüzgarla
aşağıya u ç m a m a k için kulelerin içine saklanmak zorunda kal­
mışlardı. Bu fırtına da o kadar şiddetliyse, Kulgan'ın büyüsü
muazzam olsa gerekti, zira kulübenin dışındaki bahar yağmu­
rundan kötü gelmiyordu kulağa.
Kulgan sıranın üzerinde arkasına yaslandı, sönmüş piposu­
nu yakmaya çalışmakla meşguldü. Tatlı, b e y a z dumandan k o ­
caman bir bulut çıkardığında, Pug'ın dikkati büyücünün arka­
sında duran bir sandık dolusu kitaba kaydı. Ciltlerin üzerinde
yazılanları s e ç m e y e çalışırken dudakları sessizce kıpırdandı,
ama bunu başaramadı.
Kulgan kaşlarından birini kaldırıp, " D e m e k okuyabiliyor­
sun, öyle mi?" dedi.
Pug, çalışma alanına izinsiz burnunu sokarak büyücüyü gü­
cendirdiği düşüncesiyle telaşlanarak irkildi. O n u n mahcubiye-
tini sezen Kulgan, "Soran değil, evlat. O k u m a yazma bilmek
suç değil," dedi.
Pug duyduğu huzursuzluğun dağıldığını hissetti. "Biraz
okuyabiliyorum, efendim. Aşçı Megar bana mahzenlerdeki
mutfak için ayrılmış erzakların fişlerini nasıl okuyacağımı gös­
terdi. Bazı sayılan da biliyorum."
"Sayıları da demek," diye imledi büyücü iyi huylulukla. "Eh,
nadir bulunan birisin." Arkasına uzandı ve raftan kızıl-kahve
ciltli bir kitap çekti. Kitabı açtı, gözlerini kısarak sayfaları birbi­
ri ardına inceledi ve nihayet istediği gibi bir sayfa buldu. Açık
durumdaki kitabı çevirdi ve masaya, Pug'ın önüne koydu. Kul­
gan, sol üst k ö ş e d e k i bir harfin çevresinde yılanlar, çiçekler ve
birbirine dolaşık asmalardan oluşan renkli bir çizimle süslen­
miş bir sayfayı işaret etti. "Oku bunu, evlat."
Pug buna uzaktan yakından b e n z e y e n bir şeyi hiç görme­
mişti. Derslerini Megar'ın kaba el yazısıyla şekillenmiş harfler­
le düz parşömen üzerinde, mangal kömüründen bir çubukla
yapmıştı. Yapıtın ayrıntılarıyla büyülenerek oturmaya devam
etti, sonra büyücünün kendisini izlemekte olduğunu fark etti.
Aklını başına devşirerek okumaya başladı.
"Derken bir çağ... çağrı geldi..." O n u n için yeni olan karma­
şık birleşimlerde bocalayarak sözcüğe baktı. "Zacara'dan."
Durdu ve d o ğ m okuyup okumadığını görmek üzere Kulgan'a
baktı. B ü y ü c ü devam etmesi için başını salladı. "Çünkü Kuzey
un... unutulacaktı, olmaya ki, imparatorluğun yüreği çü.. çürü-
sün ve her şey yitirilsin. Ve doğuştan Bosanialı olsalar da, o as­
kerler hâlâ Y ü c e K e s h ' e hizmetlerinde sadıktılar. Bu yüzden,
onun büyük müşkülü nedeniyle silahlarını aldılar, zırhlarını
kuşandılar ve Bosania'dan aynlıp gemiyle güneye, her şeyi yı­
kılmaktan kurtarmak üzere gemiyle yola çıktılar."
Kulgan, "Bu kadarı yeterli," dedi ve kitabın kapağını usul­
ca kapadı. "Bir kale çocuğuna göre harfler konusunda olduk­
ça yeteneklisin, oğlum."
"Efendim, bu kitap nedir?" diye sordu Pug, Kulgan kitabı
ondan alırken. "Hiç benzerini görmemiştim."
Kulgan bir an Pug'a o n u yeniden huzursuz eden bir bakış­
la baktı ve gülümseyerek gerginliği dağıttı. Kitabı yerine geri
koyarken, "Bu ülkenin tarihidir, evlat," dedi. "Bir Ishapia ma­
nastırı baş rahibi tarafından armağan olarak verilmişti. Y ü z yıl­
dan eski bir Keshia metninin çevirisidir."
Pug başını salladı ve, "Hepsi ç o k tuhaf geliyordu. Neyi an­
latıyor?" dedi.
Kulgan bir kez daha Pug'a içinde bir şey g ö r m e y e çalışıyor-
muşçasına baktı, sonra, "Uzun zaman ö n c e , Pug, Sonu Olma­
yan Deniz'den Gri Kule Dağları b o y u n c a Acı Deniz'e uzanan
tüm bu topraklar Y ü c e Kesh İmparatorluğu'nun parçasıydı,"
dedi. "Doğuda, uzakta Rillanon adlı tek bir küçük ada üzerin­
de, küçük bir krallık bulunuyordu. Büyüyerek kendisine k o m ­
şu ada krallıklarını yuttu ve Adalar Krallığı oldu. Daha sonra
ana karaya doğru tekrar genişledi ve hâlâ Adalar Krallığı olma­
sına rağmen, ç o ğ u m u z o n a sadece 'Krallık' diyoruz. Crydee'de
yaşayan bizler, Krallığın bir parçasıyız, o n u n sınırları içinde
olup da Rillanon'dan ne kadar uzak olunabiliyorsa, o kadar
uzakta yaşamamıza rağmen.
"Bir defasında, uzun yıllar ö n c e , Y ü c e Kesh İmparatorluğu
bu toprakları terk etti, zira güneydeki komşuları olan Keshia
Konfederasyonu ile uzun süren ve kanlı bir savaşa girdi."
Pug yitik imparatorlukların ihtişamına kapılmıştı, ama M e -
echam'ın fırına birkaç s o m u n kara e k m e k yerleştirmekte oldu­
ğunu fark e d e c e k kadar da açtı. Dikkatini yeniden büyücüye
verdi. "Kimdi bu Keshia Kon-..."
"Keshia Konfederasyonu," diye tamamladı Kulgan ç o c u ğ u n
yerine. "Yüzyıllarca Y ü c e K e s h ' e vergi vererek varlığını sürdü­
ren bir grup küçük millettir bunlar. Kitabın yazılmasından on
iki yıl ö n c e , kendilerine zulmedene karşı birleştiler. Hiçbiri
kendi başına B ü y ü k Kesh ile çatışacak güçte değildi, a n c a k bir
araya geldiklerinde onun gözüne denk oldular. Fazlasıyla
denk, zira savaş yılları birbirini izledi. İmparatorluk lejyonları­
nı kuzey illerinden çekip onları güneye göndermek zorunda
kaldı ve böylelikle kuzeyi yeni, daha g e n ç olan Krallığın saldı­
rılarına karşı savunmasız bıraktı.
"Orduyu batıya sürerek Batı Krallığı'nı genişleten, D ü k B o r -
ric'in büyük babası, Kral'ın en küçük oğluydu. O günden b e ­
ri, bir zamanlar imparatorluğa ait Bosania ili, Özgür Natal Ş e ­
hirleri dışında, Crydee Dukalığı olarak bilinir."
Pug bir an düşündükten sonra, "Sanırım bir gün bu Y ü c e
Kesh'e yolculuk etmek isterim," dedi.
M e e c h a m burnundan soludu, kahkahayı andıran bir şeydi.
"Ya ne sıfatla yolculuk ederdin, çapulcu olarak mı?"
Pug yüzünün kızardığını hissetti. Çapulcular yurtsuz adam­
lar, para karşılığında savaşan paralı askerlerdi ve haydutlardan
ancak bir g ö m l e k üstün kabul edilirlerdi.
Kulgan, "Belki bir gün edersin, Pug," dedi. "Yol uzundur ve
tehlikelerle doludur, ancak gözüpek ve dinç birinin yolculuk­
tan sağ çıktığı duyulmamış şey değildir. Bundan daha tuhaf
şeylerin olduğu bilinir."
Masadaki sohbet daha genel konulara döndü, zira büyücü
bir ayı aşkın süredir Carse'taki g ü n e y kalesindeydi ve Crydee
dedikodularını öğrenmek istiyordu. E k m e k piştiğinde M e e c ­
ham onu sıcak sıcak servis etti, domuz filetosunu dilimledi ve
tabaklar dolusu peynirle yeşillik çıkardı. Pug daha ö n c e hiç bu
kadar iyi bir y e m e k yememişti. Mutfakta çalıştığı zaman bile,
kale çocuğu olarak konumu, anca kıt kanaat geçinmesine yet­
mişti. Y e m e k sırasında Pug iki k e z büyücünün kendisini dik­
katle izlemekte olduğunu fark etti.
Y e m e k sona erdiğinde, M e e c h a m masayı topladı, sonra da
Kulgan ile Pug oturup konuşurken bulaşıkları temiz kum ve
tatlı suyla yıkamaya koyuldu. Masada tek bir et parçası duru­
yordu; Kulgan bunu ateşin ö n ü n d e yatmakta olan Fantus'a at­
tı. Ateş ejderi gözlerinden birini açarak y i y e c e k parçasına bak­
tı. B i r an rahat dinlenme yeri ile sulu et parçası arasında seçim
yapmaya çalıştı, sonra ödülü midesine indirmek için gereken
on b e ş santimi aştı ve gözlerini yeniden kapadı.
Kulgan piposunu yaktı ve çıkardığı dumandan m e m n u n
olunca, "Yetişkinliğe eriştiğin zaman neler yapmayı planlıyor­
sun, oğlum?" dedi.
Pug uykuyu savuşturmaya çalışıyordu, ama Kulgan'ın soru­
su üzerine yeniden dikkat kesildi. Kasaba ve kaledeki delikan­
lıların çırak olarak alındığı Seçim zamanı yaklaşmıştı ve Pug
heyecanlanarak, "Bu Y a z Ortası Günü Kılıç Ustası Fannon'ın
yanında Dük'ün hizmetine girmek istiyoaım," dedi.
Kulgan narin konuğunu süzdü. "Senin çırak olmana daha
bir iki yıl olduğunu sanıyordum, Pug," dedi.
M e e c h a m kahkaha ile homurtu arasında bir ses çıkardı. "Kı­
lıçla kalkanı sağa sola sürüklemek için biraz ufak tefek sayıl­
maz mısın, evlat?"
Pug kızardı. Kaledeki yaşıtları arasındaki en ufak tefek erkek
çocuğu oydu. "Aşçı Megar geç serpilebileceğimi söyledi," dedi
belli belirsiz bir asilikle. "Kimse anne babamın kim olduğunu
bilmiyor; bu yüzden de ne bekleyeceklerini hiç bilmiyorlar."
"Öksüz müsün?" diye sordu M e e c h a m o ana kadar yaptığı
en manalı hareketi yapıp tek kaşını kaldırarak.
Pug başını salladı. "Beni yolda bulduğunu iddia e d e n bir
kadın tarafından dağ manastırındaki Dala Rahipleri'ne bırakıl­
mışım. B a n a bakmalarının imkanı olmadığından beni kaleye
getirmişler."
"Evet," diye ekledi Kulgan, "Zayıfın Kalkanı'na tapanların
seni kaleye ilk getirdiği zamanı hatırlıyorum. Sütten yeni kesil­
miş bir b e b e k t e n büyük değildin. Bugün özgür biri olman sa­
d e c e Dük'ün iyiliği sayesindedir. Bir kölenin oğlunu azat etme­
nin özgür birinin oğlunu k ö l e yapmaktan daha az kötü oldu­
ğunu düşünüyordu. Herhangi bir kanıt olmadığından, seni k ö ­
le ilan etmek hakkıydı."
M e e c h a m tarafsız bir ses tonuyla, "İyi bir adam, şu Dük,"
dedi.
Pug kendi k ö k e n i n e dair hikayeyi kaledeki mutfakta Mag-
ya'dan yüzlerce k e z dinlemişti. Kendini tamamen bitkin hisse­
diyor ve gözlerini güçbela açık tutabiliyordu. Kulgan bunu fark
etti ve M e e c h a m ' a işaret etti. Uzun boylu toprak ağası rafların
birinden birkaç battaniye aldı ve bir yer yatağı yaptı. İşi bitti­
ğinde Pug başı masanın üzerinde, uykuya dalmıştı. İri yarı ada­
mın elleri onu tabureden nazikçe kaldırıp battaniyelerin üzeri­
ne yerleştirdi, sonra da üzerini örttü.
Fantus gözlerini açtı ve uyuyan ç o c u ğ a baktı. Kurdu hatır­
latan bir e s n e m e y l e sürünerek Pug'ın yanına geldi ve o n a so­
kuldu. Pug uykusunda ağırlığını öteki tarafına verdi ve bir k o ­
lunu ateş ejderinin boynuna sardı, ateş ejderi, gırtlağının derin­
lerinden onaylar bir gürleme çıkardıktan sonra gözlerini yeni­
den kapadı.
2

ÇIRAK

Ormana sessizlik hakimdi.


Hafif ikindi yeli uzun meşeleri sallıyor ve yapraklan sade­
ce biraz sallarken gündüzün sıcağını kesiyordu. G ü n doğumu
ve gün batınımda kulakları tırmalayan bir k o r o oluşturan kuş­
lar, sabahın bü saatinde büyük ö l ç ü d e sessizdi. Deniz tuzunun
belli belirsiz kokusu, çiçeklerin tatlı rayihası ve çürüyen yap­
rakların acılığıyla karışıyordu.
Pug ile T o m a s , gidecek özel bir yeri olmayan ve oraya va­
racak bol bol zamanı olan e r k e k çocuklarına özgü, amaçsız,
rastgele adımlarla yolda yürüyorlardı. Pug küçük bir kayayı
hayali bir hedefe gönderdi, sonra dönüp yol arkadaşına bak­
tı. "Annen kızmamıştır, değil mi?"
T o m a s gülümsedi. "Hayır, işlerin nasıl olduğunu anlıyor.
S e ç i m gününde diğer çocukların da nasıl olduğunu gördü. Üs­
telik doğrusunu istersen, bugün mutfakta işe yaramaktan ç o k
ayak bağı oluyorduk."
Pug başını salladı. Pastacı Alfan'a taşırken bir çanak kıy­
metli balı yere dökmüştü. Sonra da taze e k m e k somunlarından
bir tepsi dolusunu fırından çıkarırken düşürmüştü. "Bugün
kendimi biraz aptal durumuna düşürdüm, T o m a s . "
T o m a s güldü. Kum rengi saçları ve parlak mavi gözleri
olan, uzun boylu bir çocuktu. Erkek çocuklarına özgü başına
bela açma eğilimine rağmen, güler yüzü nedeniyle k a l e d e ç o k
sevilirdi. Pug'ın en yakın arkadaşı, arkadaştan ç o k kardeşiydi
ve bu n e d e n l e Pug, Tomas'ı resmi olmayan liderleri olarak ka­
bul e d e n diğer çocuklardan da bir ölçüde kabul görmüştü.
Tomas, " B e n d e n fazla değil. Hiç değilse, sığır böğürlerini
yukanya asmayı unutmadın," dedi. Pug sırıttı. "Her halükarda,
Dük'ün tazıları mutlu oldu." Kıs kıs güldü, sonra bir k a h k a h a
attı. "Annen kızdı, değil mi?"
T o m a s arkadaşıyla birlikte güldü. "Öfkeden deliye döndü.
Yine de onları uzaklaştırana kadar k ö p e k l e r etten biraz yedi­
ler. Ayrıca, kızgınlığı daha ç o k b a b a m a . Seçim'in tüm Zana-
atustalarının bütün gün sağda solda oturup pipo tüttürmeleri,
bira içmeleri ve hikaye alışverişinde bulunmaları için bir m a ­
zeretten fazlası olmadığını iddia ediyor. Kimin hangi ç o c u ğ u
seçeceğini zaten bildiklerini düşünüyor."
Pug, "Diğer kadınların söylediklerine bakılırsa, b ö y l e düşü­
nen sadece o da değil." Sonra T o m a s ' a gülümsedi. "Muhteme­
len yanılmıyor da."
T o m a s ' m gülümsemesi soldu. " B a b a m ı n ortada olup da iş­
lere nezaret e t m e m e s i n d e n g e r ç e k t e n hoşlanmıyor. Sanırım
bunu biliyor, bizi sabahı dışarıda g e ç i r m e k üzere kaleden kış
kışlaması bu yüzden, sinirini bizden çıkarmasın diye. Ya da en
azından senden," diye ekledi s o m dolu bir gülümsemeyle. "En
ç o k seni sevdiğine yemin edebilirim."
Pug'ın gülümsemesi geri geldi ve yeniden k a h k a h a attı.
"Eh, b e n daha az b e l a çıkarıyorum."
T o m a s arkadaşının koluna şakadan bir yumruk atarak, " Y a ­
ni daha az yakalanıyorum, d e m e k istiyorsun," dedi.
Pug gömleğinin içinden sapanını çıkardı. "Bir tel dolusu
keklik veya bıldırcınla dönersek, sinirleri bir parça düzelebilir."
T o m a s gülümsedi. Kendi sapanını da çıkararak, "Olabilir,"
diye onayladı. Patikadan aynlıp ç o k uzakta olmadığını bildikle­
ri sulama gölüne yönelirken T o m a s başı çekti. Kazayla önlerine
çıkmadıkları sürece günün o saatinde av bulmaları pek muhte­
mel değildi, ama bulacaklarsa da, bu en büyük olasılıkla gölün
yakınında olurdu. Crydee şehrinin kuzeydoğusundaki ormanlar
güneydeki büyük ormandan daha az ürkütücüydü. Ağaçların
yıllardır kereste elde etmek için kesilmesi, ormanlardaki yeşil
açıklıklara güney ormanlarının derin yataklarında bulunmayan,
güneşli ve havadar bir hal vermişti. Kale ç o c u k l a n g e ç e n yıllar­
da burada pek ç o k kez oynamıştı. Biraz hayal gücüyle orman
harikulade bir yere, büyük maceralarla dolu, yeşil bir aleme dö­
nüşürdü. Bilinen en büyük serüvenlerden biri burada gerçekleş­
mişti. Çocuklar yaklaşan erkeklik üzerine gençlik riiyalannı açı­
ğa vururken suskun ağaçlar cüretkar kaçışlar, berbat maceralar
ve büyük çatışmalara sahne olan savaşlara tanıklık etmişti. İğ­
renç yaratıklar, k o c a canavarlar ve sefil haydutların hepsiyle sa­
vaşılmış ve hepsine galebe çalınmıştı; buna çoğu zaman büyük
bir kahramanın, yas içindeki yoldaşlanna münasip son sözleri­
ni ederek ölüşü eşlik etmiş, tüm bunlar da kaledeki y e m e ğ e ye­
tişmelerine imkan verecek kadar kısa zamanda başanlmıştı.
T o m a s k ö r p e kayın fidanlarıyla p e r d e l e n e n g ö l e t e p e d e n
bakan, küçük bir yükseltiye erişti ve g ö z l e m e y e başlayabilme­
leri için çalılardan bir b ö l ü m ü n ü yana çekti. Hayranlık içinde
durdu ve usulca, "Pug, bak!" dedi. G ö l ü n kıyısında bir erkek
geyik durayordu; su içerken kendisini rahatsız e d e n şeyin
kaynağını ararken başını havaya kaldırmıştı. Yaşlı bir hayvan­
dı, burnunun çevresindeki tüyler neredeyse beyazdı ve başı
m u h t e ş e m boynuzlarla taçlanmıştı.
Pug hızla saydı. "On dört dalı var."
T o m a s başıyla onayladı. "Ormandaki en yaşlı erkek geyik
olsa gerek." Geyik dikkatini çocukların olduğu yana verdi, bir
kulağı huzursuzca seğiriyordu. Bu denli güzel bir yaratığı kor­
kutup kaçırmak istemediklerinden oldukları yerde d o n u p kal­
dılar. Uzun, sessiz bir an b o y u n c a e r k e k geyik burun delikle­
ri açılıp kapanarak yükseltiyi izledi, sonra da başını ağır ağır
suya indirdi ve içti.
T o m a s Pug'ın omzunu kavradı ve başını yana eğdi. Pug
T o m a s ' m baş hareketini izledi ve bir şeklin sessizce açıklığa
yaklaşmakta olduğunu gördü. O r m a n yeşiline boyanmış, deri
giysiler içindeki, uzun boylu bir adamdı bu. Gri cüppesinin
başlığı arkaya atılmıştı ve sakin, düzenli adımlarla geyiğe yak­
laşıyordu. T o m a s , "Martin bu," dedi.
Pug da D ü k ' ü n Avcıustası'nı tanımıştı. Pug gibi ö k s ü z olan
Martin, bu silahı kullanmakta dengi az olduğundan, kaledeki-
1
ler tarafından L o n g b o w olarak tanınır olmuştu. Biraz esrarlı
biri olan Martin L o n g b o w yine de çocuklarca ç o k sevilirdi, zi­
ra kaledeki yetişkinlere karşı mesafeli olmasına rağmen, ç o ­
cuklara karşı her zaman arkadaş canlısı ve samimi davranırdı.
Avcıustası sıfatıyla, aynı zamanda Dük'ün Ormancısıydı da. İz
sürücülerine izinsiz avlananlar, olası yangın tehlikeleri, g ö ç
eden goblinler ya da ormanda k a m p yapan haydutların izleri­
ni aratırken görevleri onu kaleden zaman zaman günlerce, ba­
zen haftalarca uzak tutuyordu. A n c a k k a l e d e y k e n ve D ü k için
bir av d ü z e n l e m e k l e meşgul olmadığı zamanlarda, her zaman
çocuklara ayıracak zamanı olurdu. O n u a ğ a ç irfanıyla ilgili so­
mlarla sıkıştırır ya da Crydee sınırlarının kıyısındaki toprakla-
nı dair öyküler anlatmaya zorladıklarında, kara gözleri her za-

I) Longbow: Büyük bir tür yay. (Ç.N.)


m a n neşeyle dolu olurdu. Sonu g e l m e z bir sabrı vardı sanki,
bu da onu şehirde ve kaledeki Zanaamstalarınm çoğundan
farklı kılıyordu.
Martin geyiğin yanma yanaştı, usulca uzandı ve hayvanın
b o y n u n a dokundu. K o c a kafa yukarı döndü ve geyik burnu­
nu Martin'in koluna sürttü. Martin alçak sesle, "Konuşmadan
yavaş yavaş yürürseniz, yaklaşmanıza izin verebilir," dedi.
Pug ve T o m a s irkilerek birbirlerine baktılar ve açıklığa
adım attılar. Y a v a ş ç a gölün etrafından dolaştılar, geyik onların
hareketini başıyla izliyor, hafifçe titriyordu. Martin onu yatıştı­
rıcı bir hareketle okşadı ve hayvan sakinleşti. T o m a s ile Pug
gelip avcının yanında durdular ve Martin, "Uzanıp o n a doku­
nun, ama ağırdan alın ki, korkmasın," dedi.
Ö n c e T o m a s elini uzattı ve geyik parmaklarının arasında
titredi. Pug elini uzatmaya başladı ve geyik bir adım geriledi.
Martin geyiğe Pug'ın daha ö n c e duymadığı bir dilde bir şeyler
mırıldandı ve hayvan kımıldamadan durdu. Pug o n a dokundu
ve postunun dokusuna hayret etti - d a h a ö n c e dokunduğu iş­
lenmiş derilere öylesine b e n z e m e s i n e rağmen, parmak uçları­
nın altında atan yaşamı hissettiği için, o kadar farklıydı ki.
Geyik birden geriledi ve arkasını döndü. D e r k e n tek bir ani
sıçrayışla ağaçların arasında kaybolmuştu. Martin L o n g b o w kı­
kırdadı ve, "İyi de oldu. İnsanlarla dostluk kurması iyi olmaz­
dı. O boynuzlar ç a b u c a k izinsiz bir avcının şöminesinin üzeri­
ni süslerdi," dedi.
T o m a s , "O ç o k güzel, Martin," diye mırıldandı.
L o n g b o w , gözlerini geyiğin ormanda yittiği noktadan ayır­
m a d a n başını salladı. "Öyle, T o m a s . "
Pug, "Senin e r k e k geyikleri avladığını sanıyordum, Martin.
Nasıl oluyor da-" dedi.
Martin, "İhtiyar Aksakal'la aramızda bir çeşit anlaşma var,
Pug," dedi. " B e n yalnızca dişisi olmayan b e k a r erkek geyikle­
ri ya da buzağılama çağını geçmiş dişileri avlıyorum. B i r gün
gelip de Aksakal haremini g e n ç bir e r k e ğ e kaptırdığında, onu
alabilirim. Şimdiyse, ikimiz de diğerini kendi haline bırakıyor.
O n a bir okun ucundan bakacağım gün de gelecek." Çocukla­
ra gülümsedi. "Okun uçmasına izin verip vermeyeceğimi o
una kadar b i l e m e m . Belki veririm, belki de vermem." Aksa-
kal'ın yaşlanmasını düşünmek o n a hüzün veriyormuş gibi, bir
»Üre suskun kaldı, sonra hafif bir esinti dallan hışırdattığında,
"Şimdi, b ö y l e iki g ö z ü p e k avcıyı sabahın köründe D ü k ' ü n or­
manına getiren nedir? Bu ö ğ l e d e n sonra Y a z Ortası festivali
varken, yapılacak bin tane şey olmalı," dedi.
T o m a s yanıt verdi. "Annem bizi mutfaktan attı. Yaptığımız­
dan fazlasını bozuyorduk. B u g ü n S e ç i m olduğundan..." Sesi
kesildi ve birden utandı. Martin'in gizemli ünü büyük ö l ç ü d e
Crydee'ye ilk geldiği zamanlardan kalmaydı. Seçim zamanı
geldiğinde kendi yaşındaki diğer e r k e k çocuklanyla birlikte,
bir araya toplanmış Zanaatustalannın huzunına çıkmak yerine
Dük tarafından doğrudan eski Avcıustası'nm yanma yerleştiril­
mişti. Bilinen en eski geleneklerden birinin çiğnenmesi şehir­
deki birçok kişiyi gücendirmiş, a n c a k hiçbiri bu duygulanın
Lord Borric'e açıktan açığa ifade e t m e y e cesaret edememişti.
Doğal olduğu üzere, öfkeleri D ü k ' e değil Martin'e yöneldi. Yıl­
lar geçtikçe Martin Dük'ün kararını fazlasıyla haklı çıkarmıştı,
uncak yine de halkın ç o ğ u Dük'ün o n a o gün özel m u a m e l e
etmesinden rahatsızdı. On iki yıl geçtikten sonra bile, bazılan
lıfllâ Martin L o n g b o w ' u farkh, dolayısıyla da şüphe edilmesi
gereken biri olarak görüyordu.
Tomas, "Affedersin, Martin," dedi.
Martin özrü kabul ettiğini belirten bir şekilde başını salladı,
ama neşesizce. "Anlıyorum, T o m a s . Sizin katlandığınız belir­
sizliğe katlanmak zorunda kalmamış olabilirim, a n c a k diğer
p e k çoklarının S e ç i m gününü bekleyişini gördüm. Dört yıldır
b e n de diğer Zanaatustalannın yanında durduğumdan, endişe­
lerinizi biraz biliyorum."
Pug'ın aklına bir düşünce geldi ve düşünmeden, "Ama şu
anda diğer Zanaatustalannın yanında değilsin," dedi.
Martin başını iki yana salladı; düzgün yüz hatlarında keder­
li bir ifade dolaştı. "Duyduğunuz endişe yüzünden apaçık or­
tada olanı göremeyebileceğinizi düşünmüştüm. Ama keskin
bir zekan var, Pug."
T o m a s bir an ne dediklerini anlayamadı, sonra da aydı. "O
zaman çırak seçmeyeceksin!"
Martin parmağını dudağına götürdü. "Bununla ilgili tek k e ­
lime etmek yok, delikanlı. Y o , g e ç e n yıl seçilen Garret'la bir­
likte, iz sürücü takımım tamamlandı."
T o m a s hayal kırıklığına uğramıştı. Kılıçustası Fannon'un
yanında görev almayı her şeyden ç o k istiyordu, a n c a k asker
olarak s e ç i l m e y e c e k s e , Martin'in yanında ormancı olarak yaşa­
mayı yeğlerdi. Şimdi ikinci s e ç e n e ğ i elinden alınmıştı. Bir an
kara kara düşündükten sonra neşelendi: B e l k i de Martin'in
onu s e ç m e m e s i n i n nedeni, Fannon'un daha ö n c e seçmiş ol­
masıydı.
Arkadaşının tüm olasılıkları dikkate alırken bir n e ş e ve m o ­
ral bozukluğu döngüsüne girdiğini gören Pug, "Neredeyse bir
aydır kalede yoktun, Martin," dedi. Hâlâ elinde duran sapanı
yerine koydu v e , "Nerelerde saklanıyordun?" diye sordu.
Martin Pug'a b a k a r k e n ç o c u k sorduğu sorudan anında piş­
m a n oldu. Martin ne kadar cana yakın olursa olsun, yine de
Avcıustası, Dük'ün hanesinden biriydi ve kale çocukları
Dük'ün çalışanlannın nereden gelip n e r e y e gittiklerini sorma­
yı alışkanlık haline getirmemeliydi.
Martin, Pug'ın mahcubiyetini hafif bir gülümsemeyle dağıt­
tı, "Elvandar'daydım. Kraliçe Aglarrana eşi, Elf Kralı'nın ölü­
münün üzerine tuttuğu yirmi yıllık yası sona erdirdi. B ü y ü k bir
kutlama oldu."
Pug bu yanıt karşısında şaşırmıştı. Crydee'deki insanlann
çoğu gibi, o n u n için de Elfler efsaneden p e k öte değildi. An­
cak Martin gençliğini elf ormanlarının yakınında geçirmişti ve
kuzeydeki o ormanlardan dilediğince g e ç i p giden sayılı insan­
dan biriydi. B u , Martin Longbow'u diğerlerinden ayıran şeyler­
den bir diğeriydi. Martin elf irfanını çocuklarla daha ö n c e pay-
laştıysa da, Pug'ın hatırladığı kadarıyla bu elflerle olan ilişki­
sinden ilk bahsedişiydi. Pug, "Elf Kraliçesi'yle ş ö l e n e mi katıl­
dın?" diye kekeledi.
Martin alçakgönüllü bir önemsizlik tavrı takındı. "Eh, taht­
tan en uzakta duran masada oturdum, ama evet; oradaydım."
Gözlerindeki sorulmamış soruları g ö r e r e k devam etti. "Bildiği­
niz gibi ç o c u k k e n , elf ormanının yakınlanndaki Silban Manas­
tırı keşişleri tarafından büyütülmüştüm. Elf çocuklanyla oynar­
dım ve buraya g e l m e d e n ö n c e , Prens Calin ile kuzeni Galain
İle birlikte avlandım."
Tomas h e y e c a n d a n neredeyse zıplıyordu. Elfler o n u n özel­
likle ilgisini ç e k e n bir konuydu. "Kral Aidam'ı tanır miydin?"
Martin'in gözleri bulutlandı, kısıldı ve tavrı aniden sertleşti.
Tomas Martin'in tepkisini gördü ve, "Özür dilerim, Martin.
Yanlış bir ş e y mi söyledim?" diye sordu.
Martin özrü elini sallayarak savuşturdu. "Senin bir k a b a h a ­
tin yok, T o m a s , " dedi tavrı bir parça yumuşayarak. "Elfler Kut-
lu Adalar'a göçenlerin, özellikle de zamansız ölenlerin adları­
nı zikretmez. B u n u n sözü edilenleri oraya yaptıkları yolculuk­
tan geri çağırarak, onları s o n istirahatlerinden m a h r u m bırak­
tığına inanırlar. Onların inançlanna saygı duyuyorum.
"Eh, soruna c e v a p v e r m e m gerekirse, hayır, onunla hiç ta­
nışmadım. B e n daha küçük bir ç o c u k k e n öldürüldü. Ama
o n u n yaptığı işlerin hikayelerini duydum ve h e r koşulda iyi ve
bilge bir Kraldı." Martin çevresine baktı. "Öğle vakti yaklaşı­
yor. Kaleye d ö n m e m i z gerek."
Y o l a doğru yürümeye başladı ve ç o c u k l a r da o n a ayak uy­
durdular.
"Şölen nasıldı, Martin?" diye sordu T o m a s .
Avcı Elvandar'ın harikalarından b a h s e t m e y e başlarken Pug
içini çekti. Elflerin öyküleri o n u da büyülüyordu, ama ilgisi T o -
mas'ınkinin yanına bile yaklaşmıyordu. T o m a s elf ormanlarının
halkını anlatan masallara, anlatanın inanılırlığına hiç b a k m a ­
dan, saatlerce katlanabilirdi. En azından, diye düşündü Pug,
Avcıustası güvenilir bir tanıktı. Martin'in konuşması tekdüze bir
tonda sürüp gitti; Pug'ın dikkati dağıldı ve kendisini yeniden
Seçim'i düşünür buldu. Kendisine endişelenmemesini ne kadar
da söylese, faydasızdı: Endişeliydi. Ö ğ l e d e n sonranın yaklaş­
masını dehşete yakın bir duyguyla karşıladığını fark etti.

Çocuklar avluda duruyorlardı. Y a z Ortası, bir yılın sonunu,


y e n i bir yılın da başlangıcını imleyen gündü. O gün şatodaki
h e r k e s bir yıl daha yaşlı sayılacaktı. T o p l a n m ı ş çocuklar için,
bu önemliydi, ç ü n k ü çocukluklarının s o n günüydü. B u g ü n S e ­
ç i m günüydü.
Pug yeni tuniğinin yakasını çekiştirdi. T o m a s ' m eskilerin­
d e n biri olduğundan, tam olarak yeni sayılmazdı, ama Pug'ın
sahip oldukları arasında en yenisiydi. Tomas'ın annesi Magya
onu küçük ç o c u k için, D ü k ile maiyetinin ö n ü n e çıkarken der-
11 toplu görünsün diye almıştı. Magya ile kocası Aşçı Megar ök­
süze anne b a b a olmaya kaledeki herkesten ç o k yakındı. O n a
huşlayken bakıyorlar, o n u doyuruyorlar ve h a k ettiğinde ku­
laklarını çekiyorlardı. Aynı zamanda onu Tomas'ın kardeşiy-
ınljf gibi seviyorlardı.
Pug etrafına bakındı. Diğer çocukların tümü de en iyi giy­
silerini giymişti, çünkü bu g e n ç y a ş a m l a n n m en ö n e m l i gün­
lerinden biriydi. Her biri toplanmış Zanaatustaları ve D ü k ' ü n
kurmaylarının ö n ü n d e ayakta duracak ve her biri bir çıraklık
konumu için değerlendirilecekti. Kökenleri zaman içinde yit­
miş, olan bir törendi bu, çünkü seçimler zaten yapılmıştı. Za-
nual ustaları ve D ü k ' ü n memurları h e r bir ç o c u ğ u n erdemleri­
ni birbirleriyle tartışarak birçok saat geçirmişlerdi ve hangi ç o ­
cuklun çağıracaklannı biliyorlardı.
Sekiz ila on üç yaş arasındaki e r k e k çocukları zanaat ve as­
kerlik hizmetinde çalıştırma uygulamasının, her zanaate en uy-
jjun olan kişileri s e ç m e k için en uygun y ö n t e m olduğu zaman
İyinde anlaşılmıştı. Bu ayrıca, gereksinim doğması durumunda,
/ dlftcr zanaatlarda yarı yarıya ustalık sahibi bireylerden oluşan
bir havuzun var olmasını sağlıyordu. Sistemin dezavantajı, b a -
XI çocuklann bir zanaat ya da askerlik k o n u m u n a s e ç i l m e m e -
»lydl. Ara sıra tek bir k o n u m için g e r e k e n d e n fazla ç o c u k olur
v e y a bir boşluk olmasına rağmen, çocuklardan hiçbiri uygun
olarak değerlendirilmezdi. Çocuklarla b o ş kadro sayılarının bir­
birine denk göründüğü zamanlarda bile, herhangi bir garanti
yoktu. Şüphe içinde olanlar için, kaygı verici bir zamandı bu.
Pug ayaklarını dalgınlıkla toza sürüdü. Denediği her ş e y d e
l)HfUrılı görünen T o m a s ' ı n aksine Pug'ın kabahati ç o ğ u z a m a n
fazla uğraşmak ve görevlerini yüzüne g ö z ü n e bulaştırmak
olurdu. Çevresine baktı ve diğer çocuklardan birkaçının da
gerginlik alametleri gösterdiklerini fark etti. Bazılan k a b a şaka­
lar yapıyor, seçilip seçilmemelerini hiç umursamıyor gibi dav­
ranıyorlardı. Başkaları Pug gibi kendi düşüncelerine kapılmış,
dikiliyor, seçilmemeleri d u m m u n d a ne yapacaklarına kafaları­
nı takmamaya çalışıyorlardı.
Seçilmemesi d u m m u n d a Pug -diğerleri g i b i - bir b a ş k a ka­
saba ya da şehirde bir zanaat aramak üzere serbest kalacaktı.
Kalırsa, ya Dük'ün topraklarını bir toprak ağası sıfatıyla işleye­
c e k ya da kasabanın birkaç balıkçı teknesinden birini çalıştıra­
caktı. Her iki olasılık da eşit d e r e c e d e sevimsizdi, ama
Crydee'den ayrılmayı hayal edemiyordu.
Pug Megar'ın o n a ö n c e k i g e c e söylediklerini hatırladı. Y a ş ­
lı aşçı onu S e ç i m yüzünden kendini fazla yıpratmaması için
uyarmıştı. Ne de olsa, diye belirtmişti, kalfa rütbesine asla eriş­
m e y e n birçok çırak vardı ve her şey h e s a b a katıldığında,
Crydee dışında, içinde olduğundan daha fazla zanaatsız adam
bulunuyordu. Megar b i r ç o k balıkçı ve çiftçi oğlunun b a b a
mesleğini s e ç e r e k s e ç i m e girmekten feragat ettiği gerçeğini
örtbas etmişti. Pug Megar'n kendi S e ç i m gününün, seçilmeyen
çocukların toplanmış Zanaatustaları, ev hanesi ve yeni seçilen
çırakların bakışlannın altında, son isim s ö y l e n e n e ve utanç
içinde azat edilene d e k dikildiklerini hatırlamayacak kadar g e ­
ride kalıp kalmadığını m e r a k etti.
Pug alt dudağını ısırarak gerginliğini gizlemeye çalıştı. S e ­
çilmemesi halinde geçmişte bazılannın yaptığı gibi kendini
Denizcinin Kederi'nin yüksek yerlerinden atacak türden biri
değildi, ama seçilmiş olanlarla yüzleşme fikrine tahammül
edemiyordu.
Kendisinden daha kısa boylu olan arkadaşının yanında du­
ran T o m a s , Pug'a gülümsedi. Pug'ın kaygılı olduğunu biliyor­
du, ama kendi h e y e c a n ı da doruğa vardığından, o n a fazla ya­
kınlık hissedemiyordu. B a b a s ı onun Kılıçustası F a n n o n tarafın­
dan çağnlacak ilk kişi olduğunu itiraf etmişti. Üstelik, Kılıçus­
tası, Tomas'ın eğitimde başanlı olması durumunda, Dük'ün
galisi muhafızları arasında bir yer bulacağını da çıtlatmıştı. Bu
fevkalade bir onurdu ve Tomas'ın ilerleme şansını artırır, hattâ
muhafız birliğinde on b e ş ya da yirmi yıl geçirdikten sonra
ona subay rütbesi dahi kazandırırdı.
Pug'ı dirseğiyle dürttü, zira Dük'ün habercisi avluya tepe­
den bakan b a l k o n a çıkmıştı. Haberci muhafızlardan birine işa­
ret etti, muhafız büyük kapıdaki k ü ç ü k kapıyı açtı ve Zana-
atustaları içeri girdiler. Karşıya g e ç i p kalenin geniş merdiven­
lerinde durdular. G e l e n e k l e r e uygun bir biçimde, sırtlarını ç o ­
cuklara vererek Dük'ü beklediler.
Kalenin geniş, m e ş e duvarlan hantal bir biçimde açılmaya
buşladı ve Dük'ün kahve ve altın renklerini taşıyan birkaç mu­
hafız basamaklardaki yerlerini almak üzere fırladılar. Kısa pe­
lerinlerin h e r birine altın Crydee martısı, onun üzerinde de
/ Dük'ün kraliyet ailesinin bir üyesi olarak k o n u m u n u gösteren
küçük, altın taç işlenmişti.
Haberci bağırdı, " B a n a kulak verin! Ü ç ü n c ü Crydee Dükü,
Krallık Prensi; Crydee, Carse ve Tulan Lordu; Batının Valisi;
Kral'ın Ordularının Şövalye-Generali; Rillanon tahtının muhte­
melen vârisi, Borric c o n D o i n hazretleri." D ü k unvan listesi ta­
mamlanana kadar bekledi, sonra da gün ışığına adımını attı.
Elli yaşını g e ç m e s i n e rağmen, Crydee D ü k ü hâlâ doğuştan
»avaşçı olan birinin akıcı zarafeti ve güçlü adımlarıyla hareket
BCİlyordu. Koyu kumral saçlarının şakaklanndaki beyazlara
rağmen, hâlâ yaşından yirmi yıl g e n ç gösteriyordu. S o n yedi
yıldır olduğu gibi, boynundan çizmesine kadar siyahlara bü­
rünmüştü, zira hâlâ sevgili eşi Catherine'in yasını tutmaktaydı.
Y a n tarafında gümüş kabzalı, siyah kınlı bir kılıç asılıydı, par­
mağında ise dukalık mühür yüzüğü, kendisine taşıma izni ver­
diği y e g a n e süs vardı.
Haberci sesini yükseltti. "Majesteleri, Prensler Lyam c o n D o -
in ve Arutha c o n D o i n , Crydee soyunun vârisleri; Kral'ın Batı
Ordusunun Şövalye-Yüzbaşıları; Rillannon kraliyet soyunun
prensleri."
Her iki oğul da ö n e çıkarak babalannın arkasında durdu­
lar. D ü k g e ç yaşta evlendiğinden iki g e n ç adam çıraklardan al­
tı ve dört yaş büyüktü, ama bu sıkılgan ç ö m e z namzetleriyle
Dük'ün oğulları arasındaki fark, birkaç yıllık yaş farkından ç o k
daha fazlaydı. Her iki prens de sakin ve kendisine hakim g ö ­
rünüyordu.
Y a ş ç a daha b ü y ü k olan Lyam babasının sağ tarafında du-
aıyordu; sansın, yapısı güçlü bir adamdı. İçten gülümsemesi
annesinin eşiydi ve h e r zaman kahkahanın eşiğinde görünür­
dü. Parlak mavi bir tunikle bacaklarına yapışan, san bir pan­
tolon giymişti ve omuzlarına gelen saçlan kadar sarı, kısa k e ­
silmiş bir sakalı vardı.
Lyam ışık ve günse, Arutha gölgeler ve geceydi. B o y u n e ­
redeyse ağabeyi ve b a b a s ı kadar uzundu, a m a o n l a n n yapısı
güçlüyken, Arutha sıska d e n e c e k kadar uzun bacaklıydı. Kah­
verengi bir tunik ve k u m yaprak renginde bir pantolon giy­
mişti. Saçları koyu, yüzü ise tıraşlıydı. A m t h a ile ilgili her şey,
insana çabukluk hissi veriyordu. G ü c ü hızındaydi: m e ç kullan­
maktaki hızında, aklını çalıştırmaktaki hızında. Mizah anlayışı
yavan ve ç o ğ u zaman keskindi. Lyam D ü k ' ü n tebaası tarafın-
dttn açıktan açığa sevilirken, Arutha halk tarafından yeteneği
yüzünden saygı ve takdir görür, a n c a k o n a sıcaklık b e s l e n -
mezdi.
İki oğul bir arada babalarının karmaşık karakterini b ü y ü k
ölçüde temsil e d e r gibiydi, zira Dük'te h e m Lyam'ın teklifsiz
llll/.ah anlayışı, h e m de Arutha'nın karanlık ruh halleri vardı.
Kardeşler mizaç olarak birbirlerine n e r e d e y s e taban tabana zıt
olmalarına karşın, ikisi de g e l e c e k yıllarda Dukalık ve Krallık'a
fuyda sağlayacak yetenekli adamlardı. D ü k her iki oğlunu da
çok seviyordu.
Haberci yeniden konuştu. "Kraliyet soyunun kız evladı,
Prenses Carline."
İçeri giren narin ve zarif kız, aşağıda dikilen çocuklarla ay­
nı yaşta olmasına rağmen, daha şimdiden h ü k m e t m e k üzere
doftmuş birine özgü duruşla zerafeti ve m e r h u m annesinin gü­
zelliğini belli e t m e y e başlamıştı. Y u m u ş a k , sarı giysisi, siyaha
yakın saçlarıyla keskin bir karşıtlık oluşturuyordu. Gözleri an-
nclcrininki gibi Lyam'ın gözleriyle aynı mavi renkteydi ve kız
kardeşi babasının koluna girdiğinde Lyam gülümsedi. Arutha
bile nadir görülen y a n m gülümsemelerinden birini lütfetti, zi­
ra o da kız kardeşini ç o k severdi.
Kaledeki birçok delikanlı P r e n s e s ' e gizliden gizliye âşıktı;
ortalıkta bir haylazlık döndüğünde Prenses'in ç o ğ u z a m a n
kendi yararına kullandığı bir gerçekti bu. Ancak onun varlığı
hile o günkü m e s e l e y i çocukların kafasından uzaklaştırmaya
yelmcdi.
Daha sonra Dük'ün maiyeti içeri girdi. Pug ve T o m a s
Dük'ün m e m u r kadrosundaki herkesin, Kulgan dahil, orada
olduftunu görebiliyordu. Pug onu fırtınalı g e c e d e n sonra k a l e ­
de birkaç kez görmüştü ve bir defasında birkaç laf etmişler,
Kulgan o n u n sağlığını sormuştu, a n c a k ç o ğ u zaman büyücü
göz ö n ü n d e değildi. Pug büyücüyü gördüğünde biraz şaşırdı,
çünkü Kulgan tam olarak Dük'ün maiyetinin bir üyesi değil,
zaman zaman danışmanlık görevini üstlenen biri sayılıyordu.
Kulgan ç o ğ u zaman kulesine kurulur, gözlerden uzakta, büyü­
cüler bu türden yerlerde ne yaparsa, o n u yapardı.
Büyücü, bir Y a p ı c ı Astalon rahibi ve D ü k ' ü n en ihtiyar yar­
dımcılarından biri olan Rahip Tully ile derin bir s o h b e t e dal­
mıştı. Tully Dük'ün babasına danışmanlık yapmıştı ve o zaman
dahi ihtiyar görünüyordu. Şimdi ise kadim bir hali vardı - e n
azından Pug'ın g e n ç bakış a ç ı s ı n d a n - ama gözlerinde hiçbir
bunaklık emaresi okunmuyordu. O berrak gri gözlerin bakış­
ları birçok kale ç o c u ğ u n a saplanmıştı. Zekası ve dili de bir o
kadar gençti ve bir kale ç o c u ğ u n u n Rahip Tully'den zılgıt y e -
m e k t e n s e Atustası Algon'ın deri kayısıyla bir celse yaşamayı
yeğlediği p e k ç o k k e z görülmüştü. Ak saçlı rahip dağlayıcı
sözcükleriyle kötülük yapan kişinin sırtındaki deriyi sıyırabilir-
di neredeyse. Yakınlarda bir yerde, zaman zaman Tully'nin ga­
zabına uğramış olan, Tulan Baronu, D ü k ' ü n vasatlarından T o l -
burt'un oğlu ve T o p r a k B e y i Roland duruyordu. Kalede asil
doğumlu y e g a n e diğer erkek ç o c u ğ u olduğundan, her iki
Prensin de arkadaşıydı. B a b a s ı Dukalık yönetimi ve Dük'ün
sarayı hakkında bir şeyler öğrensin diye onu ö n c e k i yıl
Crydee'ye göndermişti. Hayli sıkıntılı bir yer olan sınır sarayın­
da Rolan evinden uzak bir ev keşfetti. Oraya vardığında zaten
bir parça haylazdı, a n c a k bulaşıcı mizah anlayışı ve hazırce­
vaplığı çoğunlukla yaptığı e ş e k şakalarının doğurduğu öfkeyi
dağıtıyordu. Yaptığı herhangi bir haylazlıkta çoğu zaman
Prenses Carline'e suç ortaklığı e d e n kişi Roland'dı. Açık kum­
ral saçlan ve mavi gözleriyle Roland yaşına g ö r e uzun boylu
dururdu. Oraya toplanmış çocuklardan bir yaş büyüktü ve
Lyam ile Arutha ç o ğ u zaman saray görevleriyle meşgul olduk­
larından, g e ç e n yıl sık sık onlarla birlikte oynamıştı. T o m a s ile
başta rakip, sonra sıkı dost olmuşlar ve T o m a s neredeyse, Pug
da orada olacağından Pug ile de doğrudan arkadaş olmuşlar­
dı. Pttg hafifçe gülümsedi, çünkü Roland'in e ş e k şakalarının
kurbanı herkesten ç o k kendisi de olsa, yine de bu vahşi g e n ç
Toprak B e y i n d e n hoşlanıyordu.
Maiyeti tam kadro yerine yerleştikten sonra Dük konuştu.
"Dün Lord ve Kralımız Dördüncü Rodric'in hükümranlığının
onblrinci yılının s o n günüydü. B u g ü n Banapis Festivali var.
lîrtesi gün, burada toplanmış olan ç o c u k l a r Crydee'nin erkek­
leri arasında sayılacak, artık birer ç o c u k değil, çıraklar ve öz­
gür insanlar olacaklar. Bu anda, aranızdan herhangi birinin
Dukalık hizmetinden azat edilmeyi isteyip istemediğini sorma­
mın yeridir. Aranızda bunu isteyen biri var mı?" Bu formalite
gereği sorulan bir soruydu ve birinin Crydee'den ayrılmayı is­
lemesi nadir görüldüğünden, cevabı beklenmezdi. Ama ç o ­
cuklardan biri ö n e çıktı.
Haberci, "Hizmetinden azat edilmeyi isteyen kim?"
Çocuk yere baktı, gergin olduğu belliydi. Genzini temizle­
yerek, " B e n Hugen oğlu Robert," dedi. Pug onu tanıyordu,
ama yakından değil. Ağ onarıcılarından birinin oğlu, bir kasa­
ba çocuğuydu ve onlar kale çocuklarıyla nadiren kaynaşırdı.
Pug onunla birkaç kez birlikte oynamıştı ve ç o c u ğ u n sayılan
biri olduğu düşüncesindeydi. Hizmeti reddetmek nadir olan
bir şeydi ve Pug da bunun nedenlerini diğerleri kadar m e r a k
ediyordu.
Dük s e v e c e n bir sesle konuştu. "Amacın nedir, Hugen oğ­
lu Robert?"
"Efendimiz, b a b a m b e n i zanaatına alamıyor, çünkü dört er­
k e k kardeşim, birçok ağ onarıcının oğulları gibi, o n u n ardın­
dan kalfa ve usta olarak zanaate y ü k s e l m e y e t e n e ğ i n e fazlasıy­
la sahip. En büyük ağabeyim artık evli ve o n u n da bir oğlu
var; bu yüzden ailemin evinde artık b a n a y e t e c e k kadar yer
yok. Ailemle kalıp b a b a m ı n zanaatını sürdüremeyeceksem,
denizci olarak çalışmak üzere efendimizin iznini rica ediyo­
rum."
D ü k bu meseleyi düşündü. Robert denizin çağrısına kapı­
lan k ö y çocuklarının ilki değildi. "Seni yanına almaya razı olan
bir usta buldun mu?"
"Evet, Efendimiz. Margrave Limanı'ndan Yeşil Derinlikler
adlı geminin ustası olan Kaptan G r e g s o n razı."
"Bu adamı tanıyorum," dedi Dük. Hafifçe gülümseyerek,
"İyi ve adil bir adamdır. Hizmetine girmeni tavsiye eder ve yol­
culuklarında talihin senden yana olmasını dilerim. Geminle bir­
likte ne zaman dönersen, Crydee'de hoş karşılanacaksın," dedi.
Robert biraz resmi bir tavırla eğildi ve S e ç i m ' d e payına dü­
ş e n kısım bitmiş olduğundan, avludan ayrıldı. Pug Robert'ın
maceraperest s e ç i m i n e hayret etmişti. Bir dakikadan kısa bir
sürede ç o c u k ailesi ve eviyle olan bağlarını koparmıştı ve ar­
tık hiç görmediği bir şehrin vatandaşıydı. Bir denizcinin gemi­
sinin limanına sadakat b o r ç l u olması gelenektendi. Margrave
Limanı, Acı Deniz üzerindeki B e ş Özgür Natal Şehri'nden bi­
riydi ve artık Robert'ın eviydi.
D ü k haberciye d e v a m etmesini işaret etti.
Haberci Zanaatustalarından ilki olan Y e l k e n c i Holm'u çağır­
dı, o da üç çocuğun adını söyledi. Her üçü de hizmete girdiler
ve hiçbiri bundan m e m n u n olmamış görünmedi. Çocuklardan
hiçbiri hizmeti reddetmediğinden seçim sorunsuz ilerliyordu.
Her ç o c u k yeni ustasının yanına gidip orada duruyordu.
Ö ğ l e d e n sonra ilerleyip çocukların sayısı azaldıkça Pug gi­
derek daha huzursuz olmaya başladı. Çok g e ç m e d e n avlunun
ortasında duran Pug ile Tomas'ın dışında yalnızca iki ç o c u k
kalmıştı. Zanaatustalarından tümü çıraklannı çağırmıştı ve ya­
lızca Dük'ün kurmaylarından Kılıçustası'nın yanında duran iki­
si konuşmamıştı. Pug basamakların üzerinde duran grubu in­
celedi, kalbi kaygıyla atıyordu. İki prens ç o c u k l a n süzüyordu,
Lyam dostça bir gülümsemeyle, Arutha ise bir şeyleri kara ka­
ra düşünerek. Bu olan biten Prenses Carline'in canını hepten
sıkıyordu ve Roland'a bir şeyler fısıldamasına bakılırsa, bunu
gizlemek için p e k ç a b a sarf etmiyordu. B u , mürebbiyesi olan
Leydi Marna'nın o n a kınayan bir bakış atmasına yol açtı.
Atustası Algon ö n e çıktı, kahve-altın renkli kısa pelerinin­
de sol göğsünün üzerine işlenmiş, küçük bir at başı vardı. At
ustası D i c k oğlu Rulf ın adını söyledi ve Dük'ün seyisinin oğ­
lu ustasının yanında durmaya gitti. Arkasını döndüğünde
Pug'a k ü ç ü m s e y e n bir bakış attı. İki ç o c u k birbiriyle hiç anla­
şamazdı, ç i ç e k b o z u ğ u yüzlü ç o c u k Pug'la alay ve eziyet e d e ­
rek saatler geçirirdi. Her ikisinin de Dick idaresinde ahırlarda
çalıştığı süre içinde, adam oğlu ne zaman Pug'a bir tuzak kur­
sa başını öte yana çevirir ve çıkan herhangi bir aksaklıktan ök­
süz sorumlu tutulurdu. Pug için berbat bir dönemdi ve ç o c u k
yaşamının geri kalanında Rulf ile birlikte çalışmaktansa, hiz­
meti reddetmeye ant içmişti.
Kralın şahsi muhafızı S a m u e l kalenin asker kadrosunun bir
üyesi o l a c a k olan diğer ç o c u ğ u çağınnca, Pug ile T o m a s bir
başlarına kaldılar. B u n d a n sonra Kılıçustası F a n n o n ö n e çıktı
ve ihtiyar asker, "Megar oğlu T o m a s , " diye seslenirken kalbi­
nin durduğunu hissetti.
Bir duraklama oldu ve Pug kendi isminin çağırıldığını duy­
mayı bekledi, a n c a k F a n n o n geri adım attı ve T o m a s avluyu
aşıp o n u n yanında durdu. Pug üzerindeki tüm bakışların altın­
da küçüldüğünü hissediyordu. Avlu artık hiç hatırlamadığı ka­
dar büyük görünüyordu o n a ve kendisini uygunsuz ve kötü
giyimli hissediyordu. Çırak almamış herhangi bir Zanaatustası
ya da kurmay kalmadığını anladığında yüreği karardı. Çağrıl­
mayan tek ç o c u k kendisi olacaktı. Ağlamamak için m ü c a d e l e
e d e r e k Dük'ün topluluğu dağıtmasını bekledi.
D ü k gözlerinde ç o c u ğ a duyduğu şefkatle k o n u ş m a y a baş­
larken, sesi bir başkası tarafından kesildi. "Efendimiz, lütfeder­
seniz."
T ü m gözler ö n e çıkan büyücü Kulgan'a çevrildi. "Bir çıra­
ğa ihtiyacım var ve kalenin öksüzü Pug'ı hizmete çağırmak is­
tiyorum."
Toplaşmış Zanaatustalarının arasından bir fısıltı dalgası
geçti. Birkaç kişinin bir b ü y ü c ü n ü n S e ç i m ' e katılmasının doğ­
al bir şey olmadığını söyledikleri duyulabiliyordu. D ü k onları
bakışlarıyla susturdu, yüzünde sert bir ifade vardı. Hiçbir Za­
naatustası Crydee D ü k ü ' n e , Krallık'taki en asil ü ç ü n c ü kişiye,
bir ç o c u ğ u n durumu k o n u s u n d a m e y d a n okumazdı. Y a v a ş ya­
vaş tüm gözler ç o c u ğ a çevrildi.
Dük, "Kulgan kendi zanaatında kabul g ö r e n bir usta oldu­
ğundan, s e ç m e k o n u n hakkıdır. Kale öksüzü Pug, hizmeti ka­
bul ediyor musun?" dedi. Pug kaskatı duruyordu. Kendisini bir
Şövalye-Teğmen olarak kralın askerlerinin başında, onları sa­
vaşa götürürken düşlemiş ya da bir gün gelip de asil birinin
kayıp oğlu olduğunu öğreneceğini hayal etmişti. Ç o c u k ç a ha­
yallerinde gemilerle y e l k e n açmış, b ü y ü k canavarları avlamış
ve yurdu kurtarmıştı. D a h a sakin düşünceler içinde olduğu an-
larda, yaşamını gemi inşa ederek, ç a n a k ç ö m l e k yaparak ya da
ticaret ö ğ r e n e r e k geçirip geçirmeyeceğini merak etmiş ve bu
zanaatlerden her birinde ne kadar başarılı olacağı konusunda
yorumlar yapmıştı. Ama asla düşünmediği, hayallerini hiçbir
zaman süslememiş olan şey, bir büyücü olmaktı.
Dük'ün sabırla kendisinden bir yanıt beklediğini anlayarak
aniden şoktan sıynldı. Ö n ü n d e duranların yüzlerine baktı. Ra­
hip Tully, Prens Arutha gibi o n a nadir gülümsemelerinden bi­
rini gönderdi. Prens Lyam başıyla hafifçe evetledi ve Kulgan
onu dikkatle izledi. B ü y ü c ü n ü n yüzünde kaygı belirtileri var­
dı ve Pug aniden kararını verdi. Bütünüyle yerinde bir çağrı
olmayabilirdi, ancak her zanaat hiç olmamasından iyiydi. Ö n e
adım attığında kendi ayağına takıldı ve yüzükoyun tozun içi­
ne düştü. Kendini toplayarak büyücünün yanına yarı sürüne­
rek, yarı koşarak vardı. T ö k e z l e m e etraftaki gerilimi dağıttı ve
D ü k ' ü n gür kahkahası avluyu doldurdu. Utançla kızaran Pug,
Kulgan'ın yanında duruyordu. Y e n i ustasının geniş göbeğinin
etrafından b a k a n Pug, Dük'ün onu izlediğini, yüz ifadesinin
Pug'a s e v e c e n bir kafa sallayışıyla yumuşadığını gördü. D ü k
arkasına, Seçim'in bitmesini b e k l e y e n l e r e doğru döndü.
"Burada bulunan her ç o c u ğ u n artık ustasının emri altında
olduğunu, Krallık yasaları çerçevesinde, her k o n u d a o n a itaat
edeceğini ve her birinin g e r ç e k ve asil bir Crydee erkeği ola­
rak kabul edileceğini ilan ederim. Çıraklar ustalarına eşlik et­
sin. Ziyafete kadar, hepinize iyi bir gün dilerim." Arkasını dö­
n e r e k sol kolunu kızına sundu. Kız elini babasının koluna ha­
fifçe koydu ve birlikte kendilerine yol a ç a n saray mensupları­
nın saflannı yararak geçtiler. İki Prens ve saray halkının geri
kalanı da onları izledi. Pug Tomas'ın F a n n o n Usta'nın peşin­
den muhafız kışlalarına yöneldiğini gördü.
Dikkatini yeniden düşüncelere kapılmış görünen Kulgan'a
çevirdi. Bir an sonra büyücü, "Bugün ikimizin de hata yapma­
dığını ümit ederim," dedi.
B ü y ü c ü n ü n ne d e m e k istediğini anlayamayan Pug, "Efen­
dim?" dedi. Kulgan bir elini dalgınlıkla sallayarak san c ü p p e ­
sinin denizde çırpışan dalgalar gibi devinmesine n e d e n oldu.
"Zararı yok, evlat. Olan oldu. Elimizdekini en iyi şekilde de­
ğerlendirmeye çalışalım."
Elini ç o c u ğ u n omzuna koydu. "Gel, oturduğum kuleye ç e ­
kilelim. Benimkinin altında, senin işini g ö r e c e k bir oda var.
O n u bir proje için düşünmüştüm, ama hazırlayacak zamanı hiç
bulamadım."
Pug hayret içinde durdu. "Kendime ait bir o d a mı?" Bir çı­
rak için bu duyulmuş şey değildi. Çoğu çırak ustasının çalış­
ma odasında uyur ya da sürüleri korur veya b u n u n gibi şeyler
yapardı. Bir çırağın kendisine ait bir m e k a n ı olması, a n c a k kal­
fa mertebesine yükseldiğinde olağan olan bir şeydi.
Kulgan çalı gibi kaşlarından birini kaldırdı. "Elbette. Her
dakika ayak altında o l m a n a g ö z yumamam. Hiçbir iş yapa­
m a m yoksa. Üstelik büyü, d ü ş ü n m e k için bir başına kalmayı
gerektirir. B e n i m kadar, hattâ belki b e n d e n ç o k gereksinim
duyacaksın rahatsız edilmemeye." Cüppesinin katlannın için­
den uzun, ince piposunu çıkardı ve yine c ü p p e n i n içinden
çıkmış olan bir k e s e d e n aldığı tütünle doldurmaya koyuldu.
"Görevleri filan tartışmakla uğraşmayalım, evlat. Çünkü,
doğrusunu istersen, senin için hazırlıklı değilim. Ama ç o k g e ç ­
m e d e n işleri toparlarım. O güne kadar zamanı birbirimizi tanı­
m a k için değerlendirebiliriz. Anlaşıldı mı?" Pug şaşırmıştı. Haf­
talar ö n c e Kulgan'la geçirdiği a k ş a m a r a ğ m e n b ü y ü c ü n ü n ne
iş yaptığı konusunda ç o k az bilgisi vardı, a n c a k Zanaatustala-
rının nasıl olduğunu pekala biliyordu ve onlardan hiçbiri bir
çırağın planlarına razı olup olmadığını sormayı düşünmezdi.
Ne diyeceğini b i l e m e y e n Pug başını sallamakla yetindi.
"İyi o zaman," dedi Kulgan, "kuleye gidip sana yeni giysi­
ler bulalım, sonra da günün geri kalanını şölenle geçiririz. Da­
ha sonra ustayla çırak olmayı ö ğ r e n m e k için b o l b o l zamanı­
mız olacak." İri yarı büyücü Pug'a gülümseyerek onu döndür­
dü ve uzaklaştırdı.

G e ç ikindi zamanı hava açık ve parlaktı, denizden gelen


bir esinti yaz sıcağını kesiyordu. Crydee Kalesi'nin kale içinin
ve aşağıdaki kasabanın dört bir yanında, Banapis Festivali'nin
hazırlıklan sürmekteydi.
K ö k e n i eski zamanlarda kaybolmuş olan Banapis, bilinen
en eski bayramdı. Her yıl Y a z Ortası Günü'nde, ne geçmişe,
ne de g e l e c e k yıla ait olmayan bu günde düzenlenirdi.
B a ş k a uluslarca farklı isimlerle bilinen Banapis, efsaneye
göre Midkemia gezegeninin bütününde kutlanmaktaydı. Bazı­
ları festivalin elfler ve cücelerden alındığına inanırdı, zira ö m ­
rü uzun olan ırkların Y a z Ortası şölenini iki ırkın hatırlayabil­
diği en eski çağlardan beri kutladığı söylenirdi. K o n u d a uz­
m a n kişilerden çoğu, insanların elf ve c ü c e halklarından her­
hangi bir şey almalarının düşük bir olasılık oluşundan b a ş k a
bir n e d e n göstermeden bu söylentiyi reddederdi. Kuzey ülke­
lerinin sakinleri, goblin kabileleri ve Kara Y o l Kardeşliği klan­
larının dahi Banapis'i kutladığı rivayet edilirdi, a n c a k hiç kim­
se böylesi bir kutlamaya tanık olduğunu söylememişti.
Avlu cıvıl cıvıldı. Bir haftayı aşkın süredir hazırlanmakta
olan çeşitli yiyecekleri yerleştirmek üzere devasa masalar ku­
rulmuştu. Taş Dağı'ndan getirtilen k o c a k o c a c ü c e birası fıçıla-
rı mahzenlerden güçbela çıkarılmış, üzerilerindeki ağırlığı pro­
testo eden, aşırı yüklenmiş tahta iskelelerin üzerinde duruyor­
du. Fıçı sehpalarının narin görünümünden telaşa kapılan birta­
kım işçiler, fıçıların içindekileri hızlı tarafından boşaltmaktaydı­
lar. Megar mutfaktan çıktı ve onlan ç a b u c a k kovaladı. "Toz
olun, b ö y l e giderse akşam y e m e ğ i n e hiç kalmayacak! Mutfağa
geri dönün, ahmaklar sizi! D a h a yapılacak bir alay iş var."
İşçiler homurdanarak uzaklaştılar; Megar da biranın doğru
sıcaklıkta olup olmadığından emin olmak için kendisine bir
maşrapa doldurdu. O n u n dibini bulduktan ve her şeyin yolun­
da olduğundan e m i n olduktan sonra, mutfağa geri döndü.
Ziyafet için herhangi bir resmi başlangıç yapılmazdı. G e l e ­
n e k l e r e göre, insanlar, yiyecekler, şarap ve bira, belirli bir y o ­
ğunluğa erişene d e k birikir, sonra da şölen aniden tüm yoğun­
luğuyla başlardı.
Pug mutfaktan koşarak çıktı. En kuzeydeki, büyücü kulesi
olarak bilinen kuledeki odası o n a kale içinin ana kapılarına
tercih ettiği, mutfaktan g e ç e n bir kestirme yol sağlamıştı. Y e n i
tuniğiyle pantolonunun içinde avluyu g e ç e r k e n ağzı kulakla­
rındaydı. Hiç b ö y l e güzel şeyler giymemişti ve b u n l a n arkada­
şı T o m a s ' a göstermek için sabırsızlanıyordu.
Tomas'ı bulduğunda arkadaşı askerlerin kışlasından çık­
maktaydı; o n u n da neredeyse Pug kadar acelesi vardı. Karşı­
laştıklarında s ö z e aynı anda başladılar.
"Yeni tuniğe b a k - " dedi Pug.
"Asker pelerinime b a k - " dedi T o m a s .
İkisi de durdular ve kahkahalara boğuldular.
Kendini ilk toplayan T o m a s oldu. "Bunlar ç o k güzel giysi­
ler, Pug," dedi Pug'ın kırmızı tuniğinin pahalı kumaşına doku­
narak. "Bu renk de seni açmış."
T o m a s da kahve-altın renkli cüppesiyle havalı bir figür yap-
üğmdan, Pug bu iltifata aynen karşılık verdi. Tomas'ın cüppesi­
nin altında her zamanki ev dokuması tuniğiyle pantolonunu
giymiş olması önemli değildi. Fannon Usta asker olarak liyaka­
tinden m e m n u n kalana dek bir asker üniforması almayacakü.
İki arkadaş yüklü masaların birinden diğerine gezip durdu­
lar. Havadaki leziz kokular Pug'ın ağzını sulandırıyordu. G e n ç
bir aşçı yamağı elinde bir sinek kovucusu ile masanın başına
dikilmişti. Görevi, ister b ö c e k cinsinden, ister her daim aç çı­
rak cinsinden olsun, haşereleri yiyeceklerden uzak tutmaktı.
Çocukların rol aldığı diğer b i r ç o k durumda olduğu gibi, bu şö­
len muhafızı ile yaşça daha büyük çıraklar arasındaki ilişki,
b ü y ü k ölçüde g e l e n e k l e r c e belirleniyordu. Ç o c u ğ u tehditle ya
da zorbalıkla yiyeceklerden ş ö l e n d e n ö n c e ayrılmaya zorla­
mak, görgü kurallanna aykırı ve k a b a bir davranış sayılırdı.
A n c a k masadan bir ödül k a p m a k için hile, gizlilik ya da elça-
bukluğundan yararlanmak, adil bir davranış olarak görülürdü.
Pug ile T o m a s , J o n adındaki ç o c u ğ u n turtalardan birini
aşırmaya çalışan bir ufaklığın eline feci bir şaplak indirişini il­
giyle izlediler. T o m a s başının bir hareketiyle Pug'ı masanın
uzak u c u n a yolladı. Pug, J o n ' u n görüş alanında salınarak g e ­
ziniyor, ç o c u k da onu dikkatle izliyordu. Pug ani bir hareket­
le masaya d o ğ m hamle eder gibi yaptı ve J o n o n a d o ğ m eğil­
di. Sonra T o m a s birdenbire masadan bir b ö r e k kaptı ve sinek
k o v a n kayışın inmesine fırsat v e r m e d e n kirişi kırdı. Masadan
koşarak uzaklaşırlarken Pug ile T o m a s , masasını yağmaladık­
ları ç o c u ğ u n öfkeli bağırışlarını duyabiliyorlardı.
Güvenli bir uzaklığa eriştiklerinde T o m a s Pug'a böreğin
yarısını verdi ve Pug güldü. "Kalıbımı basarım k a l e d e eli sen­
den ç a b u k olan yoktur."
"Genç J ö n ü m ü z ü n sana b a k a n gözleri de p e k yavaş kaldı."
B e r a b e r c e güldüler. Pug böreğin kendi payına düşen yarı­
sını ağzına attı. Baharatı azdı ve içindeki tuzlu d o m u z etiyle
tatlı çıtır hamurun arasındaki karşıtlık lezizdi.
Dük'ün müzisyenleri ana avluya yaklaşırken borular ve da­
vulların sesi geldi. K a l e içinde göründüklerinde kalabalık ara­
sında sessiz bir h a b e r dolaşmış gibi oldu. Bir an sonra aşçı ya­
makları ş ö l e n e katılanların yiyecekleri yığmaları için tahta ta­
baklar dağıtmakla meşguldü ve fıçılardan maşrapalar dolusu
bira ve şarap çekilmekteydi.
Çocuklar fırlayarak ilk masanın ö n ü n d e sıraya girdiler. Pug
ile T o m a s cüsselerini ve çevikliklerini kullanarak kalabalığı ok
gibi yardılar ve her türden y i y e c e k l e birer k o c a maşrapa dolu­
su köpüklü bira kaptılar.
Nispeten sakin bir k ö ş e bulup yiyecekleri aç kurtlar gibi­
mi dey e indirmeye başladılar. Pug hayatında ilk k e z bira içti ve
sert, hafif acı tadına şaştı. Midesine inerken o n u ısıtır gibiydi
ve ikinci bir deneysel yudum aldıktan sonra biradan hoşlandı­
ğına karar verdi.
Pug, Dük'ün ailesinin de halkın arasına karıştığını görebili­
yordu. Dük'ün maiyetindeki başka kişilerin de masaların
ö n ü n d e sırada beklediği görülebiliyordu. B u g ü n hiçbir tören,
ayin ya da rütbeye kulak aşılmayacaktı. H e r k e s e sırası geldi­
ğinde servis yapılıyordu, çünkü Y a z Ortası Günü, herkesin ha­
sadın zenginliğini eşit olarak paylaştığı zamandı.
Pug'ın gözü Prenses'e ilişti ve göğsünün biraz sıkıştığını
hissetti. Avludaki çocuklardan ç o ğ u güzelliğine iltifatlar yağ­
dırdığından, p e k mutlu bir hali vardı. Koyu mavi renkte güzel
bir elbise ile aynı renkte, geniş kenarlı bir şapka giymişti. Övü­
cü sözlerin sahiplerine ayn ayrı teşekkür etti, ve koyu renkli
kirpikleriyle pırıltılı gülümsemesini kullanarak ardında bir alay
aşk sarhoşu delikanlı bıraktı.
Festival için kasabaya g e l e n birçok gezici oyuncu grubu­
nun ilkini teşkil e d e n jonglör ve palyaçolar avluda arzı e n d a m
ettiler. Bir başka kumpanyanın aktörleri de k a s a b a meydanın­
da bir s a h n e kurmuştu ve akşama bir gösteri sunacaklardı. Eğ­
l e n c e l e r ertesi günün ilk saatlerine kadar sürecekti. Pug g e ç e n
yıl çocuklardan birçoğunun, kafalarının ve midelerinin doğru
düzgün çalışacak halde olmaması nedeniyle Banapis'i izleyen
gün işten m u a f tutulmak zorunda kaldıklarını biliyordu. Aynı
sahnenin y a n n da y i n e l e n e c e ğ i n d e n hiç şüphesi yoktu.
Y e n i çıraklann kasabadaki evlerden ç o ğ u n u ziyaret edip,
tebriklerle maşrapalar dolusu bira almaları âdetten sayıldığın­
dan, Pug akşamı iple çekiyordu. Bu aynı zamanda kasabada­
ki kızlarla tanışmak için de elverişli bir zamandı. Flört hiç rast­
lanmayan bir şey olmasa da, h o ş karşılanmazdı. A n c a k a n n e ­
ler B a n a p i s sırasında daha az tetikte o l m a eğilimindeydi. Deli­
kanlılar artık birer zanaat sahibi olduklarından, rahatsızlık ve­
ren haşerelerden ç o k , birer damat namzedi olarak görülürdü
ve kızı g e n ç ' b i r kocayı k a f e s l e m e k için doğal yeteneklerini
kullanırken annesinin başını öte yana çevirdiği ç o k görülmüş­
tü. Yapısı ufak tefek, görünümü de ç o c u k s u olduğundan Pug,
kaledeki kızlardan p e k rağbet görmezdi. A n c a k T o m a s , b o y u
p o s u ve yakışıklılığı artarken kızların ç o c u k s u cilvelerine gide­
rek daha ç o k h e d e f olmaya başlamıştı ve Pug arkadaşının ka­
ledeki kızlardan bir ikisi tarafından değerlendirmeye tabi tutul­
duğunun farkındaydı. Pug tüm bu işlerin aptalca olduğunu
d ü ş ü n e c e k kadar küçük, a n c a k bunlardan e t k i l e n e c e k kadar
da büyüktü.
Pug, ağzına sığması olasılık dışı olan bir lokmayı ç i ğ n e r k e n
etrafına bakındı. Kasaba ve kalede yaşayan insanlar geçiyor,
çocukları çırak olmaları nedeniyle tebrik ediyor ve onlara mut­
lu bir yeni yıl diliyorlardı. Pug her şeyin olması gerektiği gibi
olduğunu derinden hissediyordu. Kulgan onunla ne yapacağı­
na hiç emin g ö r ü n m e s e de, bir çıraktı. İyi y e m e k yemişti ve
hafiften kafayı b u l m a k üzereydi - b u da hoşluk duygusuna kat­
kıda bulunuyordu. Ve en önemlisi, dostlar arasındaydı. Y a ­
şamda b u n d a n p e k fazlası olamaz, diye düşündü.
KALE İÇİ

Pug şiltesinin üzerinde asık suratla oturuyordu.


Ateş ejderi Fantus başını ö n e iterek Pug'ı gözlerinin çevre­
sindeki kabartıların arkasını kaşımaya davet etti. P e k ilgi gör­
m e y e c e ğ i n i anlayan ejder kule p e n c e r e s i n e yöneldi ve küçük
bir siyah duman bulutuyla tamamlanan bir hoşnutsuzluk h o -
murtusuyla birlikte uçuşa kalkt. Pug kendi sıkıntılarına öyle
gömülmüştü ki, yaratığın gittiğini fark etmedi. On dört ay ön­
ce Kulgan'ın çıraklığı görevini üstlendiğinden beri yaptığı h e r
şey ters gitmişti sanki.
Şilteye arka üstü uzanarak gözlerini koluyla kapattı; p e n c e ­
reden e s e n tuzlu deniz melteminin kokusunu alıyor, bacakla­
rında güneşin sıcaklığını hissedebiliyordu. Çıraklığından beri
yaşamındaki her şey iyiye gitmeye başlamıştı, en önemlisi olan
şey, çalışmaları dışında.
Aylardır Kulgan o n a büyücülük sanatının temel bilgilerini
öğretmeye çalışıyor, ama her n e d e n s e h e p çabalannın b o ş a
çıkmasına yol açan bir şey oluyordu. B ü y ü yapma kuramların­
da Pug ç a b u k öğreniyor, temel kavramlan anlamakta güçlük
çekmiyordu. Ancak ne zaman bilgisini kullanmaya kalksa, bir
şey onu engelliyordu. Âdeta zihninin bir parçası büyüyü ta­
mamlamayı redediyor gibiydi; büyüde belirli bir noktayı g e ç -
meşini ö n l e y e n bir engel vardı sanki. Ne zaman denese, bu
noktaya yaklaştığını hissediyor ve inatçı bir atın süvarisi gibi,
k e n d i n e engeli aşırtamıyordu sanki.
Kulgan h e r şeyin zamanla kendiliğinden düzeleceğini söy­
leyerek kaygılarını dağıtıyordu. Tıknaz büyücü ç o c u ğ a karşı
her zaman anlayışlı davranıyor, ç a b a gösterdiğini bildiğinden,
daha başarılı olmadığı için onu hiç paylamıyordu.
Pug daldığı düşüncelerden, birinin kapıyı açısıyla sıyrıldı.
Başını kaldırdığında Rahip Tully'nin kolunun altında iri bir ki­
tapla içeri girdiğini gördü. Din adamı kapıyı kapatırken b e y a z
cüppesi hışırdadı. Pug doğrulup oturdu.
"Pug, yazı dersinin vakti geldi-" Çocuğun yüzündeki yılgın
ifadeyi görerek durdu. "Sorun nedir, evlat?"
Pug zamanla ihtiyar Astalon rahibini sevmişti. Sert, ama
adil bir ustaydı. Çocuğu başarısızlıkları yüzünden ne kadar
azarlarsa, başarıları yüzünden de bir o kadar överdi. Hızlı ça­
lışan bir aklı ve mizah anlayışı vardı ve Pug kulağa ne kadar
aptalca geleceğini düşünürse düşünsün, sorulara açıktı.
Ayağa kalkan Pug içini çekti ve, "Bilmiyorum, Peder," de­
di. "İşler doğru yürümüyor gibi. Neyi d e n e n e s e m y ü z ü m e g ö ­
züme bulaştırmayı beceriyorum."
"Pug, her şey kapkara olamaz," dedi Rahip bir elini Pug'ın
o m z u n a koyarak. "Neden b a n a canını sıkan şeyi anlatmıyor­
sun; yazı alıştırmasını başka zaman yapabiliriz." Pencerenin
yanında duran bir tabureye gitti ve otururken cüppesini dü­
zeltti. Büyük kitabı ayağının dibine yerleştirirken ç o c u ğ u ince­
ledi.
Pug g e ç e n bir yılda büyümüştü, ama hâlâ ufak tefekti.
O m u z l a n bir parça g e n i ş l e m e y e başlamıştı ve gözlerinde bir
zamanlar olacağı erkeğin izleri görülüyordu. Ev dokuması tu-
niği ve pantolonuyla kederli bir figürdü; ruh hali de üzerinde­
ki kumaş kadar griydi. Çoğunlukla derli toplu ve düzenli olan
odası artık aklındaki kargaşayı yansıtan bir tomarlar ve kitap­
lar karmaşası içindeydi.
Pug bir an sessizce oturdu, ama rahip bir şey söylemeyin-
c e , konuşmaya başladı. "Sana Kulgan'ın b a n a efsunların ger­
ginlik olmadan uygulanabilmesi için zihni sakinleştiren üç te­
mel efsun öğrettiğini anlatmıştım, hatırlıyor musun? Eh, doğru­
su bu egzersizlerde aylar ö n c e ustalaştım ve artık ç o k az çaba
sarf ederek zihnimi birkaç saniyede sakinleştirebiliyorum. Ama
iş daha ileriye gitmiyor. O noktadan sonra, her şey dağılıyor."
"Ne d e m e k istiyorsun?"
"Öğrenilecek bir sonraki şey, zihni doğasına aykın düşen
eylemleri, örneğin diğer şeylerin tümünü dışlayarak tek bir şe­
yi düşünmeyi ya da tek bir şeyi düşünmemeyi - k i bu şeyin ne
olduğunu bilirken bu hayli zor bir i ş - y a p m a k üzere terbiye
etmek. Bunları ç o ğ u zaman yapabiliyorum, ama ara sıra kafa­
mın içinde birbiriyle çatışan, işleri farklı şekillerde y a p m a m d a
ayak direyen güçler varmış gibi hissediyomm. Sanki kafamın
içinde Kulgan'ın b e k l e m e m i söylediğinden farklı bir şeyler
oluyor.
"Ne zaman Kulgan'ın öğrettiği basit büyülerden birini de­
n e s e m , bir nesneyi hareket ettirmek ya da kendimi yerden ha­
valandırmak gibi, kafamdaki bu şeyler konsantrasyonumu ele
geçiriyor ve kontrolümü k a y b e d i y o m m . En basit efsunun bile
üstesinden gelemiyorum."
Pug titrediğini hissetti, b u n d a n Kulgan dışında birine bah­
setme fırsatını ilk kez bulmuştu. "Kulgan d e n e m e y e d e v a m et­
m e m i ve e n d i ş e l e n m e m e m i s ö y l e m e k l e yetiniyor." Gözyaşları­
nın eşiğinde, sözlerine devam etti. "Yeteneğim var. Kulgan bu-
nu ilk andan, kristali kullandığımdan beri bildiğini söylüyor.
Sen de b a n a yeteneğim olduğunu söyledin. Ama bir türlü bü­
yülerin olması gerektiği gibi işlemelerini sağlayamıyorum.
T ü m bunlar kafamı o kadar karıştırıyor ki."
"Pug," dedi rahip, "büyünün birçok özelliği vardır ve onu
kullanan bizler bile, nasıl işlediği hakkında ç o k az şeyi anla­
rız. Tapmaklarda bize büyünün tanrıların bir armağam olduğu
öğretilir; biz de b u n u inancımız yüzünden kabul ederiz. B u ­
nun nasıl b ö y l e olabileceğini anlamamamıza rağmen sorgula­
mayız. Her tarikatın kendi büyü sahası vardır, iki saha da asla
birbirine b e n z e m e z . Kendi tarikatlarının izinden giden bazıla­
rının yapamayacağı büyüleri yapabilirim. Ama kimse bunun
n e d e n olduğunu anlayamıyor.
"Büyücüler farklı türden bir büyüyle uğraşır ve onların uy­
gulamaları bizim tapmaklarda yaptıklanmızdan ç o k farklıdır.
Onların yaptıklarının ç o ğ u n u bizler yapamayız. B ü y ü sanatını
inceleyen, büyünün doğasını ve işleme şekillerini ö ğ r e n m e y e
çalışan onlardır, a n c a k onlar dahi büyünün nasıl işlediğini
açıklayamaz. Yalnızca büyüyü işletmeyi bilir ve bu bilgiyi öğ­
rencileri ne aktarırlar, Kulgan'ın sana yaptığı gibi."
"Bana yapmaya çalıştığı gibi, Peder. B e n i yanlış değerlen­
dirmiş olabileceğini düşünüyorum."
"Sanmıyorum, Pug. Bu işleri biraz bilirim ve Kulgan'ın öğ­
rencisi oluşundan beri sendeki erkin b ü y ü m e k t e olduğunu
hissedebiliyorum. Belki de başkaları gibi b u n a g e ç erişecek­
sin, ama doğru yolu bulacağına eminim."
Pug'ın içi rahatlamamıştı. Rahip'in bilgeliğinden ya da fikir­
lerinden şüphe etmiyordu, a n c a k onun yanılmış olabileceğini
de hissediyordu. "Umarım, haklısınızdır, Peder. B e n d e ne ha­
ta olduğunu anlamıyorum, o kadar."
"Sanırım b e n biliyorum," dedi kapının yanından bir ses. İr-
kilen Pug ve Rahip Tully başlarını çevirip kapı boşluğunda du­
ran Kulgan'ı gördüler. B ü y ü c ü n ü n mavi gözlerinde kaygı çiz­
gileri vardı ve kalın, gri kaşları burnunun üzerinde bir V şekli
oluşturuyordu. Ne Pug ne de Tully kapının açıldığını duyma­
mıştı. Kulgan uzun, yeşil cüppesini topladı ve kapıyı açık bı­
rakarak odaya adım attı.
"Gel buraya, Pug," dedi büyücü elini hafifçe sallayarak.
Pug büyücünün yanına gitti, o da her iki elini Pug'ın omuzla­
rına koydu. "Günbegün odalarında o t u m p işlerin n e d e n y o ­
lunda gitmediğini düşünerek kaygılanan çocuklar işlerin yo­
lunda gitmesini sağlayamazlar. Bugünü dilediğince geçirmen
için sana veriyorum. Altıncı G ü n olduğundan, çocukların bu­
labildiği türden belalarda sana yardımcı e d e c e k bir sürü ç o c u k
bulabilirsin." Gülümsedi ve öğrencisinin içi ferahlıkla doldu.
"Çalışmaya ara verip biraz dinlenmeye ihtiyacın var. Şimdi git
haydi." B u n u derken ç o c u ğ u n kafasına şakadan hafif bir dar­
be vurdu ve onu koşaradım merdivenlerden aşağı yolladı. Kul­
gan şiltenin yanına giderek ağır cüssesini buraya serdi ve ra­
hibe baktı. "Çocuklar," dedi Kulgan başını iki yana sallayarak.
"Bir festival düzenler, onlara bir zanaat arması verir ve birden
ç o c u k değil, e r k e k olmayı beklerler. Ancak hâlâ birer ç o c u k ­
tur onlar ve ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, hâlâ e r k e k gibi
değil, ç o c u k gibi davranırlar." Piposunu çıkarıp doldurmaya
koyuldu. "Büyücüler otuz yaşında g e n ç ve deneyimsiz sayılır,
a n c a k diğer zanaatların tümünde otuz yaşındaki bir adam kal­
fa ya da usta, büyük olasılıkla da kendi oğlunu S e ç i m ' e hazır­
lamakta olur." Pug'ın ateş çömleğinde hâlâ için için yanmakta
olan közlere bir ince çıra koydu ve piposunu yaktı.
Tully başını salladı. "Anlıyorum, Kulgan. Rahiplik de yaşlı
bir adamın mesleğidir. Pug'ın yaşındayken, rahip yardımcısı
olmama daha on üç yılım vardı." İhtiyar rahip ö n e doğru eğil­
di. "Kulgan, ç o c u ğ u n sorunu n e , peki?"
"Çocukta yanlış bir şey y o k , biliyorsun," diye bildirdi Kul­
gan sakin bir sesle. "Ona ö ğ r e t m e y e çalıştıklanmı uygulaya-
mayışının bir açıklaması y o k . Tomarlar ve aygıtlarla yapabil­
dikleri beni hayrete düşürüyor. Ç o c u ğ u n böylesi şeylere öyle­
sine büyük bir yeteneği var ki, y ü c e sanatlarla uğraşan bir bü­
yücünün hamuruna sahip olduğuna kalıbımı basabilirim. Gel
gör ki, içsel gücünü kullanamaması..."
"Bir ç ö z ü m bulabileceğini düşünüyor musun?"
"Ümit ederim, ö y l e olur. O n u çıraklıktan azletmek zorunda
kalmaktan nefret e d e c e ğ i m . O n u hiç s e ç m e m i ş olmamdan da­
ha ç o k yıkar bu." Y ü z ü duyduğu içten kaygıyı e l e veriyordu.
"İnsanın kafası karışıyor, Tully. S a n ı n m sen de o n d a b ü y ü k bir
potansiyel olduğunu kabul edersin. O g e c e k u l ü b e m d e krista­
li kullanışını gördüğüm an, yıllardır ilk defa çırağımı bulmuş
olabileceğimi düşündüm. Hiçbir usta onu s e ç m e y i n c e , yazgı­
nın yollanmızın kesişmesini sağladığını anladım, ama o ç o c u ­
ğun kafasının içinde başka bir şey daha var, daha ö n c e hiç
karşılaşmadığım bir şey, güçlü bir şey. B u n u n ne olduğunu
bilmiyorum, Tully, ama b e n i m alıştırmalarımı reddediyor, san­
ki her nasılsa... yanlış ya da... o n a aykırıymışlar gibi. Pug'da
karşılaştığım şeyi b u n d a n daha iyi açıklayabilir miyim, bilmi­
yorum. B u n u n herhangi bir basit açıklaması yok."
"Çocuğun dediğini düşündün mü?" diye sordu rahip yü­
zünde düşünceli bir kaygı ifadesiyle.
" B e n i m yanılmış o l m a m konusundakini mi?"
Tully başını salladı. Kulgan soruyu elinin bir hareketiyle sa­
vuşturdu. "Tully, sen de b ü y ü n ü n doğasını b e n i m kadar, hat-
tâ belki b e n d e n iyi bilirsin. Tanrınıza D ü z e n Getiren Tanrı, di­
ye b o ş u n a denmemiş. Mezhebiniz bu evrene dirlik düzen g e ­
tiren şey hakkında p e k ç o k şeyi açığa çıkarmıştır. Bir an bile
ç o c u ğ u n yeteneğinden kuşku duyuyor musun?"
"Yeteneğinden, hayır. Ama şu an k o n u m u z yeteneği değil."
"Her zamanki gibi, iyi dedin. Eh, o Zaman herhangi bir fik­
rin var mı? Çocuğu din adamı mı yapsak, mesela?"
Tully yüzünde onaylamayan bir ifadeyle arkasına yaslandı.
"Rahipliğin bir çağrı olduğunu bilirsin, Kulgan," dedi kaskatı
bir tavırla.
"Rahatla, Tully. Şaka yapıyordum." İçini çekti. "Yine de on­
da rahip olma arzusu ya da büyücünün zanaatı üzerine doğal
bir b e c e r i yoksa, ondaki bu doğal yeteneği nasıl değerlendire­
biliriz ki?"
Tully bir an sessizlik içinde düşündü, sonra, "Yitik sanatı
düşündün mü?" diye sordu.
Kulgan'ın gözleri faltaşı gibi açıldı. "Şu eski efsane mi?"
Tully başını salladı. "Yaşamının bir anında yitik sanat efsanesi
üzerinde düşüncelere dalmamış olan tek bir büyücü olduğu­
nu sanmam. Yitik sanat var olsaydı, zanaatımızın eksik kaldı­
ğı birçok noktayı gün ışığına kavuştururdu." Sonra Tully'yi
onaylamadığını gösteren kısılmış gözlerinin hapsine aldı.
"Ama efsaneler hayli yaygındır. Sahildeki hangi taşı kaldırsan,
altından efsane çıkar. B e n ş a h s e n kadim batıl inançlara yık-
maktansa, kusurlanmıza g e r ç e k yanıtlar aramayı yeğlerim."
Tully'nin ifadesi ciddi, ses tonu azarlar bir hal aldı. "Tapı­
naktaki bizler onu efsane saymayız, Kulgan! İlk insanlara tan­
rılar tarafından öğretilen, açığa çıkmış hakikatin bir parçası
olarak kabul edilir."
Tully'nin ses tonuna sinirlenen Kulgan tersledi, "Dünyanın
düz olduğu inanışı da öyleydi, ta ki Rolendrik -hatırlatayım ki,
o da bir b ü y ü c ü y d ü - büyülü görüsünü ufkun, dünyanın bir
küre olduğunu açıkça kanıtlayan eğimini ortaya çıkaracak ka­
dar yukarıya g ö n d e r e n e dek! B u , zamanın başlangıcından b e ­
ri ufukta bir geminin geri kalanından ö n c e yelkeninin belirdi­
ğini gören neredeyse her denizci ve balıkçı tarafından bilinen
bir gerçekti!" Neredeyse bağırıyordu.
Tully'nin uzun zaman ö n c e terk edilen eski kilise nizamı­
nın hatırlatılmasından gücendiğini g ö r e n Kulgan, ses tonunu
yumuşattı. "Sana saygısızlık e t m e k istemem, Tully. Ama eski
bir hırsıza nasıl çalacağını öğretmeye kalkma. Tarikatının iş
mantığa gelince, en iyileriyle aşık attığını biliyorum, din ada­
mı kardeşlerinden yarısının o ö l ü m ü n e ciddi rahip yardımcıla­
rının yüz yıl ö n c e bir kenara atılan teolojik meseleleri müna­
zara ettiklerini g ö r ü n c e k a h k a h a krizlerine tutulduklannı da.
Üstelik, yitik sanat söyleni bir Ishapia dogması değil miydi?"
Şimdi Kulgan'a tasvip e t m e y e n bakışlarını dikme sırası
Tully'ye gelmişti. Nükteli bir çaresizlik havası içinde, "Tarika­
tımın iç işleyişi konusunda bir n e b z e merhametsiz bir sezgiye
sahip olmana rağmen, din eğitimin hâlâ eksik, Kulgan," dedi.
Biraz gülümsedi. "Gerçi münazaralı hakikat m a h k e m e l e r i k o ­
nusunda haklısın. Çoğumuzun bunları bu kadar k o m i k bulma­
sının nedeni, bizler de birer rahip yardımcısı olduğumuz za­
m a n bunlar konusunda ne denli acı verici d e r e c e d e ciddi ol­
duğumuzu hatırlamamız." Sonra ciddileşerek, "Ama din eğiti­
minin eksik olduğunu söylerken ciddiydim," dedi. "Ishapialı-
larm birtakım tuhaf inanışları olduğu doğru ve dar fikirli bir
grupturlar, ama aynı zamanda bilinen en eski tarikattırlar ve
m e z h e p l e r arasındaki farklılıklara ilişkin m e s e l e l e r d e en yük­
sek düzeyli kilise olarak kabul edilirler."
"Din savaşlarında, dernek istiyorsun," dedi Kulgan neşeli
bir homurtuyla.
Tully bunu duymazlıktan geldi. "Ishapialılar, Krallık'taki en
eski irfan ve tarihin muhafızlarıdır ve Krallık'taki en geniş kü­
tüphane onlarınkidir. Krondor'daki tapınaklarında bulunan ki­
taplığı ziyaret ettim ve ç o k etkileyiciydi."
Kulgan gülümsedi ve hafif bir k ü ç ü m s e m e edasıyla, " B e n
de öyle, Tully, aynı zamanda da Sarth Kilisesi'ndeki ondan on
kat büyük olan raflara da göz gezdirdim. Ne olmuş?" dedi.
Tully ö n e eğilerek, "Şu ki, Ishapialılar hakkında ne istersen
söyleyebilirsin, a n c a k irfan yerine tarih gibi bir şeyi ortaya
koyduklarında, çoğunlukla iddialarını destekleyen kadim ki­
taplar sunabilirler," dedi.
Kulgan Tully'nin söylediklerini elini sallayarak savuşturur­
ken, "Hayır," dedi. "Senin ya da bir başkasının inançlarını ha­
fife almıyorum, a n c a k yitik sanatlar hakkındaki bu saçmalıkla­
rı kabul e d e m e m . Pug'ın büyünün b e n i m bilmediğim bir ya­
nında, belki ruhların çağrılması ya da yanılsama - ç o k az şey
bildiğimi seve seve itiraf e d e c e ğ i m - sahasına daha yatkın ola­
b i l e c e ğ i n e inanmaya razı olabilirim, a n c a k uzun süre ö n c e or­
tadan kaybolan büyü tanrısı Kaos Savaşları'nda öldü diye sa­
natında asla ustalaşamayacağını kabul e d e m e m ! Hayır, bilin­
m e y e n irfanın var olduğunu kabul ederim. Büyüyü anlayışımı­
zın uzaktan yakından tamamlanmış oldğunu düşünmeye baş­
lamak için dahi ç o k fazla kusur var zanaatımızda. Ama Pug
büyü ö ğ r e n e m e z s e , bu s a d e c e b e n öğretmen olarak başarısız
olduğum içindir."
B ü y ü c ü n ü n Pug'ın muhtemel kusurlarını değil kendininki-
leri düşünmekte olduğunu birden anlayan Tully artık Kulgan'a
öfkeyle bakıyordu. "Şimdi ahmaklık ediyorsun işte. S e n yete-
nekli bir adamsın ve Pug'ın yeteneğini k e ş f e d e n kişi b e n ol­
saydım, onu yanına yerleştirecek s e n d e n iyi bir öğretmen dü­
şünemezdim." Kulgan bir itiraz g e v e l e m e y e kalktı, ama Tully
lafını kesti. " Y o , bırak devam edeyim. B i z d e eksik olan şey an­
layış. Pug gibi, yetilerine hakim olamayan yabani yeteneklerin,
rahip ve b ü y ü c ü olarak başarısızlığa uğrayanların varlığını
unutmuş gibisin."
Kulgan piposundan bir nefes çekti, konsantre olmaktan
kaşlan çatılmıştı. Birden kıkırdamaya, sonra da kahkahalarla
gülmeye başladı. Tully. büyücüye sert sert baktı. Kulgan pipo­
sunu dalgınlıkla salladı. "Düşündüm de, domuz çobanının bi­
ri oğluna aile mesleğini öğretmeyi başaramasa, b u n u n suçunu
domuz tanrılarının vefatına atabilirdi."
Bu küfre yakın düşünce karşısında Tully'nin gözleri faltaşı
gibi açıldı, sonra o da güldü, kısa bir kahkahaydı. "İşte bu mü­
nazara m a h k e m e l e r i n e göre bir şey!" İki adam da b u n u n üze­
rine, uzun, gerginlikleri gideren bir kahkaha kopardılar. Tully
içini ç e k i p ayağa kalktı. "Yine de zihnini söylediklerime tama­
m e n kapama, Kulgan. Pug o yabani yeteneklerden biri olabi­
lir. S e n de onu salıverme düşüncesine kendini alıştırmak zo-
m n d a kalabilirsin."
Kulgan bu düşünce karşısında başını hüzünle iki yana sal­
ladı. "O diğer başarısızlıklann basit bir açıklaması olduğuna
inanmayı reddediyorum, Tully. Veya Pug'ın çektiği güçlükler
için de. Hata evrenin doğasında değil, her e r k e k ya da kadı­
nın kendi içindeydi. Çoğu zaman Pug konusunda başarısız ol­
duğumuz anın, o n a nasıl ulaşabileceğimizi anlamadığımız an
olduğunu düşünüyorum. B e l k i de o n a yeni bir usta arasam,
onu yeteneklerini daha iyi kullanabilecek birinin yanına yer-
leştirsem iyi olacak."
Tully içini çekti. "Bu k o n u d a düşüncemi söyledim, Kulgan.
Sana söylemiş olduklanmın dışında bir nasihat v e r e m e m . Y i n e
de, dedikleri gibi, kötü bir usta, hiç olmamasından evladır. Hiç
kimse onu eğitmek üzere seçmeseydi, ç o c u ğ u n hali nice olur­
du?"
Kulgan oturduğu yerden irkilerek doğruldu. "Ne dedin?"
"Dedim ki, hiç kimse onu eğitmek üzere seçmeseydi, ç o ­
cuğun hali nice olurdu?"
Kulgan boşluğa b a k a r k e n gözleri odaklarını yitirir gibi ol­
du. Piposundan bir hışımla nefesler ç e k m e y e koyuldu. Onu
bir an izledikten sonra Tully, "Ne oluyor, Kulgan?" dedi.
Kulgan, "Emin değilim," dedi, "ama b a n a bir fikir vermiş
olabilirsin."
"Ne gibi bir fikir?"
Kulgan bu soruyu elini sallayarak savuşturdu. "Tam olarak
emin değilim. B a n a düşünmek için zaman ver. Ama sorduğun
s o m üzerine düşün ve k e n d i n e bunu sor: İlk büyücüler güç­
lerini kullanmayı nasıl öğrendi?"
Tully yeniden arkasına yaslandı ve her iki adam da bu so­
ruyu sessizlik içinde kafalarında evirip çevirmeye başladılar.
P e n c e r e d e n oyun oynayan ç o c u k l a n n , kale içinin avlusunu
dolduran seslerini duyabiliyorlardı.

Her Altmcıgün, kaledeki e r k e k ve kız çocuklarının ö ğ l e d e n


sonrayı kendi uygun gördükleri şekilde geçirmelerine izin ve­
rilirdi. Çıraklık yaşma gelmiş ve daha küçük e r k e k çocukları,
patırtıcı ve gürültülü bir ahaliydi. Kızlar ise kaledeki hanımla­
rın hizmetinde çalışarak temizlik, dikiş gibi işlerin yanı sıra
mutfak işlerine yardımcı oluyorlardı. Her gün şafaktan günba-
tımma ve daha sonrasına kadar bir haftaya y e t e c e k kadar ça-
lışıyorlardı, ama -haftanın altıncı gününde kaledeki avluda,
Prenses'in bahçesinin yakınında toplanıyorlardı. Çocukların
çoğu, pırtık kumaşlarla sertleşene kadar doldurulmuş deri bir
topla, itip kakmalar ve haykırışlar, tekmeler ve ara sıra yum­
ruklaşmalarla k a b a bir elim s e n d e oyunu oynuyordu. Yırtılma­
lar, kan ve çamur lekeleri yaygın olduğundan hepsi de en e s ­
ki giysilerini giyiyordu.
Kızlar Prenses'in bahçesinin yanındaki alçak duvarın üzeri­
ne oturur ve kendilerini Dük'ün maiyetindeki hanımlar hak­
kında dedikodularla oyalarlardı. H e m e n her z a m a n en iyi etek
ve bluzlarını giyerler, saçları işe yıkanmaktan ve fırçalanmak­
tan pırıl pırıl parlardı. Her iki grup da gösterişli bir tavırla bir­
birlerini görmezlikten gelirmiş gibi yapar, a n c a k ikna edici ol­
ma konusunda eşit d e r e d e c e başarısız olurdu.
Pug oyunun sürmekte olduğu yere d o ğ m koştu. Her za­
m a n olduğu gibi T o m a s arbedenin tam odasındaydı, k u m ren­
gi saçları bayrak gibi uçuşuyor, bağırışları ve kahkahası gürül­
tüyü bastmyordu. Dirsekler ile tekmelerin arasında v a h ş i c e n e ­
şeli bir hali vardı, sanki dıştan gelen acı, yarışmayı daha de­
ğerli kılıyor gibiydi. Sürünün içinden koşarak geçti ve o n a çel­
me takmaya çalışanların ayaklarından uzak durmaya çalışarak
topu bir tekmeyle y ü k s e ğ e fırlattı. Kimse bu o y u n u n nereden
çıktığını ya da kuralların tam olarak ne olduğunu bilmiyordu,
ama ç o c u k l a r oyunu babalarının yıllar ö n c e yapmış olduğu gi­
bi, savaş m e y d a n l a n n a yaraşan bir şiddetle oynuyorlardı.
Pug oyun sahasına koştu ve tam o anda T o m a s ' a arkadan
vurmak üzere olan Rulf'a ç e l m e taktı. Rulf gövdelerden oluşan
bir düğüm içinde yere indi ve T o m a s kendini kurtardı. Gol
noktasına d o ğ m koşarak topu ö n ü n e bıraktı, bir t e k m e y l e ters
çevrilmiş bir fıçının içine yollayarak kendi takımına sayı ka-
zandırdı. Diğer çocuklar golü bağırarak kutlarken Rulf ayağa
fırladı ve bir başka ç o c u ğ u iterek doğrudan Pug'ın ö n ü n e gel­
di. Kalın kaşlannın altından öfke dolu gözlerle bakarak, "Bu­
nu bir daha denersen, bacaklarını kırarım, k u m tavuğu," dedi.
Kum tavuğu, adı çıkmış, kötü alışkanlara sahip bir kuştu - b u n ­
lar arasında yumurtalarını b a ş k a kuşların yuvalarına bırakarak
yavrularını b a ş k a kuşlara büyüttürmek de vardı. Pug R u l f m
herhangi bir hakaretini yanına bırakacak değildi. S o n birkaç
ayda yaşadığı sinir bozuklukları yüzeyin h e m e n altında oldu­
ğundan, Pug o gün kendisini özellikle alıngan hissetmekteydi.
Bir sıçramayla R u l f ın kafasına doğnı uçarak hamle yaptı ve
sol kolunu kendisinden daha iri yarı olan ç o c u ğ u n b o y n u n a
sardı. Sağ yumruğunu Rulfın yüzüne gömdü ve R u l f m burnu­
nun ilk darbenin altında ezildiğini hissetti. Bir anda iki ç o c u k
da yerlerde yuvarlanıyordu. Rulfın daha ağır oluşu etkisini
göstermeye başladı ve ç o k g e ç m e d e n Pug'ın g ö ğ s ü n e oturarak
şişman yumruklarını kendisinden daha ufak tefek olan ç o c u ­
ğun yüzüne indirmeye başladı.
T o m a s bir kenarda çaresizlik içinde duruyordu, çünkü ar­
kadaşına ne kadar yardım e t m e k isterse istesin, çocukların
onur yasası tüm asillerinki kadar kesin ve çiğnenemezdi. Ar­
kadaşının lehine araya girmeye kalksa, Pug bu utancı üzerin­
d e n asla atamazdı. T o m a s zıplayıp duruyor, Pug'ı cesaretlen­
diriyor, Pug'ın yediği her yumrukta, darbeleri hissediyormuş
gibi yüzünü buruşturuyordu.
Pug kıvranarak iri kıyım ç o c u ğ u n altından sıynlmaya çalışı­
yor, yumruklarından çoğunun kendi yüzüne değil, toprağa in­
mesine n e d e n oluyordu. Ancak yeterli sayıda yumruk hedefini
buluyordu, öyle ki, ç o k g e ç m e d e n Pug sürecin tamamından tu­
haf bir kopukluk hissetmeye başladı. Herkesin sesinin o kadar
uzaktan gelmesini ve Rulf ın yumruklarının acı vermiyor gibi
olmasını tuhaf buluyordu. Görüşü kırmızı ve san renklerle dol­
maya başlamıştı ki, ağırlığın göğsünden kalktığını hissetti.
Kısa bir anın sonunda her şey yerli yerine oturdu ve Pug
Prens Arutha'nın eliyle Rulf ın yakasını sıkıca tutarak başında
durduğunu gördü. Ağabeyi ya da babası kadar güçlü bir yapı­
sı olmasa da, R u l f ı seyis yamağının parmaklan y e r e anca de­
ğ e c e k kadar havada tutabiliyordu. Prens gülümsedi, a m a n e ­
şesi yoktu. "Sanırım bu kadarı yeter," dedi sessizce, gözleri öf­
keyle yanarak. "Sen de aynı fikirde değil misin?" Sesindeki b u z
gibi ton, fikir sormadığını açıkça gösteriyordu. Rulf, Prens'in
o n a m a olarak kabul ettiği bir sesi boğulurcasına çıkarırken,
Pug'ın ilk darbesi nedeniyle hâlâ yüzünden o l u k oluk k a n akı­
yordu. Arutha Rulfın yakasını koyverdi ve seyis yamağı izle­
yenlerin kahkahaları eşliğinde arkası üstü düştü. Prens aşağı
uzandı ve Pug'ın ayağa kalkmasına yardımcı oldu.
Anıtha dizleri titreyen ç o c u ğ u düz tutarak, "Cecaretini tak­
dir ediyorum, delikanlı, ama Dukalığın g e n ç büyücülerinden
en iyisinin dayaktan beyninin sulanmasına izin veremeyiz, de­
ğil mi?" dedi. Sesinde yalnızca hafif bir alay vardı ve Pug ora­
da d u m p Dük'ün küçük oğluna aval aval b a k m a k t a n b a ş k a bir
şey y a p a m a y a c a k kadar sersemlemişti. Prens o n a hafifçe gü­
lümsedi ve onu elinde ıslak bir b e z l e Pug'ın y a n m a gelmiş
olan T o m a s ' a devretti.
T o m a s yüzünü b e z l e ovuştururken Pug içinde bulunduğu
sisten çıktı ve Amtha yanlarına d ö n e r k e n Prenses ile Roland'ın
yalnızca birkaç metre ötede durmakta olduğunu g ö r ü n c e k e n ­
dini daha da kötü hissetti. Kaledeki kızların ö n ü n d e dayak y e ­
m e k yeterince kötüydü; Rulf gibi bir budala tarafından Pren­
ses'in ö n ü n d e cezalandırılmak ise bir felaketti.
B e d e n s e l durumuyla p e k az ilgisi olan bir iniltiyle Pug elin­
den geldiğince başka birisine b e n z e m e y e başladı. T o m a s onu
sertçe kavradı. "O kadar kıvranmamaya çalış. O kadar da ber­
bat dunımda değilsin. Bu kanın çoğu zaten Rulfın. Yarına
burnu, öfkeli bir kırmızı kabağa b e n z e y e c e k . "
" B e n i m kafam da öyle."
"O kadar kötü bir şey y o k . Bir ya da belki iki morarmış göz
ile yanında bir de şiş yanak. Toplamda e p e y iyiydin, ama bir
dahaki sefere Rulf a bulaşmak istediğinde, biraz daha kilo ala­
na kadar b e k l e , olur mu?" Pug Prens'in kız kardeşini savaş
meydanından uzaklaştırmasını izledi. Roland o n a sırıttı ve Pug
ölmüş olmayı diledi.

Pug ile T o m a s ellerinde y e m e k tabaklarıyla mutfaktan çık


tılar. Ilık bir geceydi ve serinletici okyanus meltemini mutfa­
ğın sıcağına yeğlemişlerdi. Verandada oturdular ve Pug ç e n e ­
sini sağa sola hareket ettirdiğinde, yerinden oynadığını hisset­
ti. Bir parça kuzu eti ısırarak d e n e y yaptı ve tabağını bir kena­
ra koydu.
T o m a s onu izliyordu. "Yiyemiyor musun?"
Pug başını salladı. "Çenem ç o k ağnyor." Ö n e eğilerek dir­
seklerini dizlerine, çenesini de yumruklarına dayadı. "Sinirime
hakim o l m a m gerekirdi. O zaman daha iyi dövüşürdüm."
T o m a s bir ağız dolusu yiyeceğin arasından konuştu. "Fan-
non Usta askerin her zaman sakin olmasını, y o k s a k a y b e d e c e ­
ğini söylüyor."
Pug içini çekti. "Kulgan da bunun gibi bir şey söylemişti.
B e n i rahatlatan bazı alıştırmalarım var. Onları kullanmam ge­
rekirdi."
T o m a s y e m e ğ i n d e n bir bölümü yuttu. "Odanda alıştırma
yapmak başka, bu türden bir işi birisi sana yüzüne karşı haka­
ret e d e r k e n kullanmak ise bambaşka. Sanırım b e n de olsam,
aynısını yapardım."
"Ama sen olsan, kazanırdın."
"Muhtemelen. Ki bu yüzden Rulf asla bana saldırmazdı."
Tavrından kendini ö v m e y e çalışmadığını, yalnızca meseleyi
olduğu gibi ifade ettiği anlaşılıyordu. "Yine de iyiydin. K a b a k
burunlu herif bir daha sana sataşmadan ö n c e iki k e r e düşünür
ve zaten en önemlisi de bu."
Pug, "Ne d e m e k istiyorsun?" dedi.
T o m a s tabağını bıraktı ve geğirdi. Bu sesten m e m n u n ol­
muş görünerek, "Zorbalar her zaman aynıdır: Onları yenip y e -
n e m e m e n i n ö n e m i yoktur," dedi. "Asıl önemli olan, onlara ka­
fa tutup tutamamandır. Rulf iri yarı olabilir, a n c a k tüm o yay­
garanın altında korkağın biridir. Artık ilgisini daha k ü ç ü k ç o ­
cuklara y ö n e l t e c e k , onları bir süre itip kakacaktır. Artık senin­
le işi olmasını isteyeceğini sanmam. Bedelini ö d e m e k t e n h o ş ­
lanmaz." T o m a s Pug'a geniş ve sıcak bir gülümsemeyle baktı.
"Ona attığın ilk yumruk nefisti. T a m gagasının ortasına."
Pug kendisini biraz daha iyi hissediyordu. T o m a s Pug'ın el
sürülmemiş akşam y e m e ğ i n e gözünü dikmişti. "Onu y i y e c e k
misin?"
Pug tabağına baktı. Sıcak kuzu eti, sebzeler ve patateslerle
doluydu. Leziz k o k u s u n a rağmen, Pug'm hiç iştahı yoktu. "Ha­
yır, sen alabilirsin."
T o m a s tabağı kaptı ve yiyecekleri ağzına tıkmaya başladı.
Pug gülümsedi. Tomas'ın y e m e k t e sınır tanıdığı görülmüş şey
değildi.
Pug bakışlarını yeniden kale duvanna dikti. "Kendimi öyle
aptal hissediyorum ki."
T o m a s bir avuç yiyeceği y a n yarıya ağzına götürmüşken
durdu. Bir an Pug'ı inceledi. "Sen de mi?"
" B e n de mi, ne?"
T o m a s güldü. "Prenses Rulfın seni patakladığını gördü di­
ye utandın."
Pug itiraz etti. "Pataklama değildi. Yediğim kadarını da vur­
dum!"
T o m a s bağırdı. "İşte! Biliyordum! Prenses yüzünden."
Pug teslimiyet içinde arkasına yaslandı. "Sanırım öyle."
T o m a s hiçbir şey söylemedi ve Pug o n a baktı. Pug'ın ye­
meğini bitirmekle meşguldü. Neden sonra, "Sanırım o n d a n
sen de hoşlanıyorsun, öyle mi?" dedi.
T o m a s omuzlannı silkti. İki ısırık arasında, "Leydimiz Car-
line yeterince güzel, ama b e n haddimi bilirim. Zaten g ö z ü m e
başkasını kestirdim."
Pug dikilip oturdu. "Kim?" diye sordu, merakı depreşerek.
"Söylemem," dedi T o m a s kurnaz bir gülümsemeyle.
Pug güldü. "Neela, değil mi?"
Tomas'ın ağzı açık kaldı. "Nereden bildin?"
Pug esrarengiz görünmeye çalıştı. "Biz büyücülerin kendi­
mize özgü yöntemlerimiz vardır."
T o m a s horuldadı. "Amma da büyücüsün hani. B e n ne ka­
dar Kral'ın ordusunda Şövalye-Yüzbaşıysam, s e n de o kadar
büyücüsün. Söyle bana, n e r e d e n bildin?"
Pug güldü. "Esrarlı bir şey değil. O n u ne zaman görsen şu
pelerinini havalandınyor ve horoz gibi şişiniyorsun."
T o m a s sıkıntılı görünüyordu. "Onun b e n d e n haberdar ol­
duğunu düşünmüyorsun, değil mi?"
Pug besili bir kedi gibi gülümsedi. "Senden haberdar olma­
dığına eminim." Durdu. "Şayet korse ve de kaledeki kızlar o n a
bunu şimdiden yüz k e z belirtmemişse."
Tomas'ın yüzünden e l e m dolu bir ifade geçti. "Kızlar ne
düşünüyordur acaba."
Pug, "Kızların ne düşündüğünü kim bilir ki? Anlayabildiğim
kadarıyla, m u h t e m e l e n b u n d a n hoşlanıyor," dedi.
T o m a s düşünceli bir şekilde tabağına baktı. "Hiç, bir eş al­
mayı düşündüğün oluyor mu?"
Pug parlak ışığa yakalanmış baykuş gibi gözlerini kırpıştır­
dı. "Ben... b e n b u n u hiç düşünmemiştim. Büyücülerin evlenip
evlenmediğini bilmiyorum. Evlendiklerini sanmam."
"Genellikle askerler de öyle. Ama F a n n o n Usta ailesini dü­
şünen bir askerin işini düşünmeyen bir asker olduğunu söylü­
yor." T o m a s bir dakika sessiz kaldı.
Pug, "Bu Çavuş Gardan'ı ya da diğer askerlerden bazıları­
nı engelliyor gibi görünmüyor."
Bu istisnalar s a d e c e savını kanıtlamaya yarıyormuş gibi T o ­
mas homurdandı. "Bazen bir aileye sahip olmanın nasıl bir şey
olduğunu hayalimde canlandırmaya çalışıyorum."
"Senin ailen var, aptal. Burada öksüz olan benim."
"Bir eş, d e m e k istiyorum, taş kafalı." T o m a s Pug'a en iyi
"yaşayamayacak kadar aptalsın" bakışını attı. "Ve bir gün ç o ­
cuklar, a n n e ve baba değil."
Pug omuzlarını silkti. S o h b e t o n u rahatsız e d e n alanlara ka­
yıyordu. B ü y ü m e y e T o m a s ' t a n daha az meraklı olduğundan,
bu şeyleri hiç düşünmezdi. "Sanırım, yapmamız g e r e k e n buy­
sa, evlenir ve çoluk ç o c u ğ a karışırız," dedi.
Pug k o n u y u hafife almasın diye T o m a s ona b ü y ü k bir cid­
diyetle baktı. "Kalenin bir yerlerinde ufak bir oda hayal ettim
ve... kızın kim olabileceğini d ü ş ü n e m i y o m m . " Y i y e c e ğ i n i çiğ­
nedi. "Sanırım bunda bir yanlışlık var."
"Yanlışlık mı?"
"Sanki anlamadığım b a ş k a bir şey vannış gibi... bilmiyo­
rum."
Pug, "Eh, sen anlamazsan, b e n nasıl anlayacağım ki?" dedi.
T o m a s birden konuyu değiştirdi. "Bizler dostuz, değil mi?"
Pug şaşırmıştı. "Elbette dostuz. Sen kardeşim gibisin. An­
n e n l e b a b a n bana kendi oğulları gibi baktılar. Neden b ö y l e bir
şey sonıyorsun ki?"
T o m a s sıkıntılı bir şekilde tabağını yerine koydu. "Bilmiyo­
rum. S a d e c e b a z e n bütün bunların bir gün değişeceğini düşü-
n ü y o m m . Sen bir büyücü olacak, belki dünyayı dolaşacak,
uzak ülkelerde diğer büyücüler göreceksin. B e n s e lordumun
buyruğu altındaki bir asker olacağım. Muhtemelen Krallığın
ancak ufak bir bölümünü, onu da şanslıysam D ü k ' ü n şahsi
muhafız g ü c ü n d e bir refakatçi olarak göreceğim."
Pug telaşlandı. Tomas'ın hiçbir konuda bu kadar ciddi ol­
duğuna tanık olmamıştı. Y a ş ç a b ü y ü k olan ç o c u k her zaman
ilk kahkahayı patlatan olur ve hiçbir zaman kaygılı görünmez­
di. "Ne düşündüğün umurumda değil, T o m a s , " dedi Pug. "Hiç­
bir şey değişmeyecek. Ne olursa olsun, bizler dost olacağız."
T o m a s b u n a gülümsedi. "Umanm haklısmdır." Arkasına
yaslandı ve iki ç o c u k denizin üzerindeki yıldızları ve ç e r ç e v e ­
sini kale kapısının oluşturduğu bir resmi andıran k a s a b a ışık­
larını izlediler.

Pug ertesi sabah yüzünü yıkamaya çalıştı, a n c a k bu işi ta-


m a m l a n a m a y a c a k kadar çetin buldu. Sol gözü şişerek tama­
m e n kapatmıştı, sağ gözü ise a n c a k yarı açıktı. Y ü z ü büyük,
morumsu şişliklerle bezenmişti ve ç e n e s i ne zaman sağa sola
hareket ettirse yerinden çıkıyordu. Fantus Pug'ın şiltesinde ya-
tıyor, sabah güneşi kule p e n c e r e s i n d e n içeri dolarken kızıl
gözleri alazlanıyordu.
Çocuğun odasının kapısı ardına kadar açıldı ve tıknaz cüs­
sesini yeşil bir cüppenin örttüğü Kulgan içeri adım attı. Bir an
d u m p çocuğu izledikten sonra şiltenin üzerine oturdu ve ej­
derin göz kenarlarının arkasını kaşıyarak Fantus'ın gırtlağının
derinlerinden hoşnut bir gümbürtü çıkarttı. "Görüyorum ki,
dünü b o ş b o ş oturarak geçirmemişsin," dedi.
"Başım bir parça belaya girdi, efendim."
"Eh, d ö v ü ş m e k yetişkin erkeklerin olduğu gibi, delikanlıla­
rın alanına da girer, a n c a k öteki ç o c u ğ u n da en az bu kadar
berbat göründüğüne eminim. Aldığın kadar da verme hazzını
hiç tatmamak ç o k yazık olurdu."
"Benimle eğleniyorsunuz."
"Birazcık, Pug. İşin doğrusu b e n de gençliğimde hırgürden
payıma düşeni aldım, ama ç o c u k ç a dövüşlerin zamanı geçti.
Enerjini daha iyi kullanman gerekiyor."
"Biliyorum, Kulgan, a m a s o n zamanlarda c a n ı m o kadar
sıkkındı ki, Rulf öksüz olmamla ilgili o şeyleri söylediğinde,
tüm öfkem kaynayarak içimden taştı."
"Eh, bundaki kendi payını b i l m e k bir yetişkin o l m a yolun­
da olduğuna dair iyi bir işaret. Çoğu ç o c u k suçu başkasına ata­
rak veya dövüşmesini gerektiren ahlaki bir n e d e n olduğunu
iddia e d e r e k davranışını haklı çıkarmaya çalışırdı."
Pug tabureyi çekti ve yüzü b ü y ü c ü y e dönük o l a c a k şekil­
de oturdu. Kulgan piposunu çıkarıp doldurmaya başladı.
"Pug, senin durumunda, eğitimini yanlış yoldan yürütüyor ola­
bileceğimizi düşünüyorum." G e c e d e n kalma bir ç ö m l e k t e yan­
makta olan k ü ç ü k ateşte y a k m a k üzere bir çıra arayıp bulama­
dığında Kulgan'ın yüzü bir an bulutlandı; sonra büyücünün
sağ elinin işaret parmağının ucundan ufak bir alev fışkırdı.
Alevle piposunu yakarak ç o k g e ç m e d e n odayı b ü y ü k b e y a z
duman bulutlarıyla yarı yarıya doldurmuştu. Elini salladığında
alev kayboldu. "Pipodan hoşlanıyorsan, kullanışlı bir numara."
"Bu kadarını yapabilmek için bile her şeyimi verirdim," de­
di Pug bıkkınlıkla.
"Söylediğim gibi, bu işte yanlış yoldan ilerliyor olabiliriz.
Belki de eğitimine farklı bir yaklaşım benimsemeliyiz."
"Nasıl yani?"
"Pug, uzun zaman ö n c e k i ilk büyücülerin onlara büyü sa­
natını öğretecek öğretmenleri yoktu. Bugün öğrendiğimiz hü­
nerleri onlar geliştirdiler. Havadaki değişimlerin kokusunu al­
m a k ya da bir değnek yardımıyla su bulmak gibi eski hüner­
lerden bazıları, en eski başlangıçlarımıza kadar dayanır. Bir sü­
re seni kendi haline bırakmayı düşünüyonım. B e n d e k i kitap­
lardan istediğini çalış. Öteki çalışmalarını devam ettir, Tully'den
yazı sanatını öğren, ancak seni bir süre derslerle sıkmayacağım.
Elbette, sorabileceğin sorulara yanıt vereceğim. Ama şimdilik
kendi kendini bir hal yoluna sokmaya ihtiyacın var."
Damdan düşmüş gibi olan Pug, "Umutsuz bir vaka mıyım?"
diye sordu.
Kulgan yatıştırıcı bir şekilde gülümsedi. "Hiç de değil. Da­
ha ö n c e de başlangıçta ağır aksak giden büyücüler olmuştu.
Unutma, çıraklığın daha dokuz yıl sürecek. S o n birkaç aydaki
başansızlıklarm şevkini kırmasına izin verme.
"Bu arada, ata binmeyi ö ğ r e n m e k ister misin?"
Pug'ın Ruh hali birden tamamen değişti ve, "Ah, evet! Ö ğ ­
renebilir miyim?" diye haykırdı.
"Dük bir delikanlının zaman zaman P r e n s e s l e birlikte at
binmesini istediğine karar verdi. Büyüdükleri için oğullarının
artık birçok görevleri var ve D ü k onlar Prenses'e eşlik e d e m e ­
y e c e k kadar meşgul oldukları zamanlar için senin iyi bir s e ç i m
olduğunu düşünüyor."
Pug'ın başı fırıl fırıl dönüyordu. Genellikle asillere özgü bir
hüner olan biniciliği ö ğ r e n m e k l e kalmayacak, Prenses'le bir­
likte de olacaktı! "Ne zaman başlıyoram?"
"Bugün. Sabah şapeli neredeyse bitti." Birinci gün oldu­
ğundan, bu eğilimde olanlar Kale'nin şapelinde ya da aşağı
kasabadaki küçük tapınağa ibadete giderdi. G ü n ü n geri kala­
nı, s a d e c e Dük'ün sofrasına y i y e c e k k o y m a k için g e r e k e n ha­
fif işlere ayrılırdı. Kız ve e r k e k ç o c u k l a r Altıncıgün fazladan bir
yarım gün izinli olabilirlerdi, a n c a k büyükleri yalnızca Birinci-
gün dinlenirdi. "Atustası Algon'a git. Dük'ten talimat aldı ve
derslerine h e m e n başlayacak."
Pug tek kelime daha e t m e d e n ayağa fırladı ve ahırlara doğ-
ru koştu.
4

SALDIRI

Pug atını sessizlik içinde sürüyordu. Atı denize t e p e d e n ba­


k a n kayalıkların üzerinden ağır adımlarla ilerliyordu. Ilık mel­
t e m çiçeklerin kokusunu taşıyor ve doğuda ormanın ağaçları,
rüzgarda hafifçe salınıyordu. Y a z güneşi okyanusun üzerine
sıcak bir parıltı vuruyordu. Dalgaların üzerinde martıların ha­
vada asılı durduğu, sonra da yiyecek arayarak suya dalış yap­
tığı görülebiliyordu. Başlarının üzerinde iri, b e y a z bulutlar sü­
rükleniyordu.
Cins b e y a z b i n e k atının üzerindeki Prenses'in sırtını izler­
k e n aynı günün sabahını hatırladı. Prenses babasıyla birlikte
ortada g ö r ü n e n e d e k ahırlarda neredeyse iki saat beklemişti.
Dük, Pug'a kalenin leydisine karşı sorumlulukları üzerine
uzun uzadıya vaaz vermişti. Dük ö n c e k i g e c e Atustası Al-
gon'un verdiği talimatların tümünü yinelerken Pug hiç sesini
çıkarmadan dinlemişti. Ahırlann ustası o n a bir haftadır o n a
ders veriyordu ve P r e n s e s l e birlikte at sürebilmeye hazır - k ı l -
p a y ı y l a - olduğuna karar vermişti.
Pug kapıdan çıkan Prenses'in ardından giderken b e k l e n ­
medik şansına hâlâ hayret etmekteydi. Ö n c e k i geceyi yatakta
d ö n ü p durarak geçirmesine, sonra da kahvaltı e t m e m e s i n e
rağmen, içi içine sığmıyordu.
Şimdiyse ruh hali ç o c u k ç a bir n e ş e d e n düpedüz sinir b o ­
zukluğuna dönüşmekteydi. Prenses o n a emir yağdırmak dışın­
da, Pug'ın tüm nazik sohbet girişimlerini yanıtsız bırakmıştı.
Ses tonu buyurgan ve kabaydı ve isminin Pug olduğunu o n a
birkaç kez nazikçe hatırlatan Pug'ı y o k sayıp o n a "çocuk" di­
ye hitap etmekte ısrar ediyordu. Şimdi biraz sarayın vakur ha­
nımları gibi davranıyor, her şeyden ç o k da şımarık, huysuz bir
çocuğu andırıyordu.
Pug, kendi b e c e r i düzeyine sahip birisi için yeterli olduğu
h ü k m ü n e varılan ihtiyar, gri yük atının üzerinde otururken
başta kendini tuhaf hissetmişti. Katırın sakin bir tabiatı vardı ve
mutlak bir biçimde gerekli olandan hızlı gitmek y ö n ü n d e hiç­
bir eğilim göstermiyordu.
Pug, Kulgan'm o n a verdiği parlak kırmızı tuniğini giymişti,
a n c a k yine de Prenses'in yanında kötü giyimli kalıyordu. Pren­
ses yalın, a n c a k kusursuz, siyah biyeli sarı bir binici elbisesi ile
o n a uygun bir şapka giymişti. Eyere yan otururken dahi Carli-
ne doğuştan at b i n m e k için yaratılmış biri gibi görünüyordu;
oysa Pug kendi katırının arkasında, aralarına bir saban koşa­
rak yürümesi gerekirmiş gibi hissediyordu. Pug'ın katırında,
her dört yüz m e t r e d e bir d u m p , Prenses'in kusursuz bir eği­
tim almış atı o n u n kırbacının en ufak dokunuşuna anında ya­
nıt verirken, Pug'ın sağrısına attığı çılgınca tekmeleri duymaz­
lıktan gelerek otlanmak ya da çalıları didiklemek gibi sinir b o ­
zucu bir eğilim vardı. Prenses arkasından gelen, serkeş b i n e ­
ğini hareket halinde tutmaya çalışırken binicilik hüneri kadar
irade gücünü kullanan çocuğun aşırı zorlanmaktan homurda­
nışını duymazdan gelerek sessizlik içinde yoluna devam edi­
yordu.
Pug açlığın ilk kıpırdanışlarını hissettiğinde, romantik düş-
leri yerlerini on b e ş yaşındaki normal bir delikanlının iştahına
bıraktı. At üzerinde ilerlemeye devam ederlerken, düşünceleri
eyer kaşındaki y i y e c e k sepetine daha ç o k d ö n m e y e başladı.
Pug'a sonsuzluk gibi gelen bir sürenin sonunda Prenses ona
döndü. "Senin zanaatın n e , çocuk?"
Uzun sessizliğin ardından g e l e n s o m yüzünden irkilen Pug
yanıtını verirken kekeledi. "Ben... Kulgan Usta'nın çırağıyım."
Ona, y e m e k tabağında dolaşan bir sinek görmüş olması
dunımunda uygun d ü ş e c e k bir bakışla baktı "Ah. Sen o ç o ­
cuksun." Var olan minik ilgi kıvılcımı da sönüp gitti ve Pren­
ses başını o n d a n öte yana çevirdi. Bir süre daha yola devam
ettikten sonra, "Çocuk, burada duracağız," dedi.
Pug katırını durdurdu ve daha Prenses'in yanına varama-
dan kız Algon Usta'nın yapacağını söylediği gibi elini verme­
sini b e k l e m e d e n çevik bir hareketle aşağı atlamıştı. Pug'a atı­
nın koşumlarını verdi ve uçurumun kenarına doğru yürüdü.
Bir dakika b o y u n c a denize baktıktan sonra Pug'a b a k m a ­
dan, " S e n c e b e n güzel miyim?" dedi.
Pug ne diyeceğini bilemeden, sessizlik içinde durdu. Pren­
ses başını çevirip o n a baktı. "Ee?"
Pug, "Evet, Majesteleri," dedi.
"Çok mu güzel?"
"Evet, Majesteleri. Ç o k güzel."
Prenses bir an bunu düşünür gibi göründükten sonra dik­
katini aşağıdaki manzaraya çevirdi. "Güzel o l m a m önemli, ç o ­
cuk. Leydi Marna'mn dediğine göre, Krallık'taki en güzel ley­
di o l m a m gerekirmiş, çünkü bir gün nüfuz sahibi bir k o c a bul­
malıyım ve yalnızca Krallık'taki en güzel leydiler s e ç i m yapa-
bilirmiş. Çirkin olanlar, kendilerine talip olan her kimse, razı
olmak z o m n d a kalırlarmış. B a b a m ç o k önemli biri olduğu için
p e k ç o k talibimin olacağını söylüyor." D ö n d ü ve Pug bir an
için güzel yüz hatlarından bir endişe gölgesinin geçtiğini gör­
dü. "Senin ç o k arkadaşın var mı, çocuk?"
Pug omuzlarını silkti. "Birkaç tane, Majesteleri."
Prenses onu bir an inceledikten sonra, geniş kenarlı binici
şapkasının altından kurtulmuş bir perçemi dalgınlıkla yana ite­
rek, "Bu güzel olmalı," dedi. O an o kadar yaralı ve yalnız gö­
rünüyordu ki, Pug yüreğinin y e n i d e n ağzına geldiğini hissetti.
Y ü z ifadesi Prenses'e bir şeyleri belli etmiş olmalıydı, zira bir­
den kızın gözleri kısıldı ve ruh hali düşünceliyken birdenbire
asil oluverdi. En buyurgan sesiyle, "Şimdi y e m e k yiyeceğiz,"
diye duyurdu. Pug atlan ç a b u c a k kızağa bağladı ve sepeti in­
dirdi. Y e r e koydu ve açtı.
Carline yanma yaklaştı ve, "Yemeği b e n hazırlayacağım,
çocuk," dedi. " B e n i m ellerim sakarlık e d e r e k tabakları devirip
şarabı dökmez." Prenses ö n e eğilip y e m e k paketlerini açarken
Pug geriye d o ğ m bir adım attı. Leziz peynir ve e k m e k koku­
ları burnuna geldi ve Pug ağzının sulandığını hissetti.
Prenses başını kaldırıp o n a baktı. "Atları tepenin üzerinden
çaya götürüp sula. Geri dönüş yolunda yiyebilirsin. B e n y e m e ­
ğimi bitirdiğimde seni çağırırım." Pug içinden gelen iniltiyi
bastırarak atların koşumlarını aldı ve yürümeye başladı. Bazı
boştaki taşları tekmeleyerek atları yürütürken içinde çelişik
duygular vardı. Kızın yanından ayrılmaması gerektiğini biliyor­
du, ama o n a itaatsizlik de edemezdi. Görünürde başka kimse
yoktu ve ormanın bu kadar uzağında bela çıkması düşük bir
olasılıktı. Üstelik bir süre Carline'den uzakta olmaktan m e m ­
nundu.
Çaya ulaştı ve bineklerin eyerlerini çıkardı; nemli eyer ve
kolan izlerini fırçalayarak giderdikten sonra koşumları yere bı-
raktı. At olduğu yerde kalacak şekilde eğitilmişti, yük atının da
uzaklaşmaya niyeti y o k gibiydi. Pug kendine oturacak rahat
bir yer bulurken otlandılar. Pug hâlâ içinde bulunduğu duru­
mu kafasında evirip çeviriyordu ve kafası karıştı. Carline hâlâ
gördüğü kızların en güzeliydi, ama tavırları büyüyü ç a b u c a k
bozuyordu. Hali hazırda midesi onun için hayallerindeki kız­
dan daha önemliydi. Bu aşk meselesinin tahmin ettiğinden öte
bir ş e y olduğunu düşündü.
Bir süre bunu düşünerek kendini oyaladı. Sıkıldığında su­
da taş aramaya gitti. S o n zamanlarda sapanıyla alıştırma yap­
maya p e k fırsatı olmamıştı ve bu iyi bir zamandı. Birkaç düz­
gün taş buldu ve sapanını çıkardı. Biraz uzakta bulunan kü­
çük ağaçların arasından hedefler seçip oradaki kuşları korku­
tarak alıştırma yaptı. Birkaç acı böğürtlen kümesini vurarak,
altı hedeften yalnızca bir tanesini ıskaladı. Nişancılığının h e r
zamanki kadar iyi oluşundan m e m n u n olarak, sapanı kemeri­
ne tıktı. Özellikle umut vaat eder görünen birkaç taş daha bul­
du ve k e s e s i n e yerleştirdi. Kızın işinin neredeyse bitmiş oldu­
ğuna karar verdi ve o kendisini çağırdığı zaman hazır olmak
için atları eyerlemeye gitti.
Prenses'in atının yanma vardığında, tepenin öteki yanından
bir çığlık duyuldu. Prenses'in eyerini bırakıp t e p e y e koştu ve
duvarı aştığında donakaldı. B o y n u ve kollarındaki tüyler diken
dikendi.
Prenses koşuyor, bir çift trol de onu yakından takip ediyor­
du. Troller çoğunlukla ormandan bu kadar uzaklaşmaya c e s a ­
ret etmediğinden Pug onları g ö r m e y e hazırlıklı değildi. İnsana
benziyorlardı, a n c a k kısa boylu ve enliydiler ve neredeyse y e ­
re kadar gelen, uzun, kalın kolları vardı. Çoğu zaman dört
ayak üzerinde koşar, bir tür kozmik m a y m u n parodisine b e n -
zerlerdi; bedenleri kalın, gri postla kaplıydı ve geri çekilmiş
dudakları uzun dişlerini gözler ö n ü n e seriyordu. Bu çirkin ya­
ratıklar nadiren bir insan grubunu rahatsız ederdi, a n c a k za­
m a n zaman yalnız yolculuk edenlere saldırdıkları olurdu.
Pug bir an durarak sapanını kemerinden çekti ve içine bir
taş yerleştirdi; sonra da sapanını başının üzerinde döndürerek
t e p e d e n aşağı koşturdu. İlk taşı fırlattığında yaratıklar Pren-
ses'e neredeyse yetişmişti. Taş en öndeki trolü başının tam ya­
nından vurarak tam bir parende atmasına n e d e n oldu. İkinci
trol de birinciye takılıp düştü ve her ikisi de bir düğüm halin­
de yere indiler. Troller yeniden ayaklanırken Pug durdu; dik­
katleri Carline'den kendilerine saldırana yönelmişti. Pug'a
kükrediler, sonra da saldırıya geçtiler. Pug gerisin geri tepeye
doğru koştu. Atlara ulaşabilirse trolleri geride bırakabileceğini,
ç e m b e r çizerek kızı alabileceğini, sonra da güvenli bir şekilde
uzaklaşabileceğini biliyordu. O m z u n u n üzerinden baktı ve
yaklaştıklarını gördü - o r t a y a serilmiş devasa k ö p e k dişleri,
toprağı yırtan uzun ön pençeler. Rüzgarın estiği y ö n d e oldu­
ğundan, yaydıkları ağır çürük et kokusunu alabiliyordu.
T e p e n i n üstünü aştı, kesik kesik ve zorlanarak nefes alabi­
liyordu. Atların çay b o y u n c a uzaklaştığını ve ö n c e k i n d e n yir­
mi metre ö t e d e olduklarını görünce kalbi durur gibi oldu. T e ­
p e d e n aşağı d o ğ m atılırken bu farkın sonunda ö l ü m ü n e mal
olmamasını diledi.
Koşarak çaya daldığında peşindeki trollerin sesini duyabi­
liyordu. Burada su sığdı, ama yine de o n u yavaşlatmıştı.
Çayın içinde suları sağa sola fışkırtarak ilerlerken ayağı bir
taşa takıldı ve düştü. Kollannı ö n e itti ve başını suyun üzerin­
de tutarak elleriyle düşüşünün hızını kesti. Yeniden ayağa
kalkmaya çalışırken sarsıntı kollarından b e d e n i n e yükseldi. Y e -
niden tökezledi ve troller suyun kenarına yaklaşırken arkasını
döndü. Kendilerine eziyet edenin suda debelendiğini gördük­
lerinde böğürdüler ve bir an durdular. Pug hissiz parmaklarıy­
la sapanına bir taş yerleştirmeye çalışırken kör bir dehşet için­
deydi. B e c e r e m e y i p sapanı düşürdü ve çay sapanı alıp götür­
dü. Pug gırtlağında bir çığlığın büyüdüğünü hissedebiliyordu.
Troller suya girerken Pug'ın gözlerinin ardında bir ışık çak­
tı. Kavuran bir acı alnını yırtarken zihninde gri harfler belirdi.
Pug bunları Kulgan'ın o n a birkaç kez gösterdiği bir eh/azma­
sından tanıyordu. D ü ş ü n m e d e n büyüyü söyledi, o konuştuk­
ça sözcükler birer birer zihninin gözü ö n ü n d e n siliniyordu.
S o n s ö z c ü ğ e eriştiğinde acı durdu ve ö n ü n d e n gürültülü
bir k ü k r e m e koptu. Gözlerini açtı ve iki trolün suda kıvrandı­
ğını gördü; çaresizce kendilerini sağdan sola atar, çığlık çığlı­
ğa bağırır ve inlerken gözlerinde ızdırap vardı.
Pug kendini sudan sürükleyerek çıkartırken yaratıkların
debelenmesini izledi. Artık çırpınırken boğulma sesleri çıkarı­
yor ve tükürük saçıyorlardı. Bir saniye sonra biri sarsıldı ve su­
da yüzüstü yatarak hareketsiz kaldı. Berikinin ölmesi bir iki sa­
niye daha aldı, ama yoldaşı gibi o da kafasını sığ suyun üze­
rinde tutamayarak boğuldu.
Başı d ö n e n ve kendisini halsiz hisseden Pug çayı yeniden
aştı. Zihni donuklaşmıştı ve h e r şey dumanlı ve parçalara ay­
rılmış görünüyordu. Birkaç adım attıktan sonra atları hatırlaya­
rak durdu. Etrafına baktı ve hayvanlardan e s e r göremedi. Trol­
leri gördüklerinde kaçmış ve güvenli çayırlara doğru yolda ol­
malıydılar.
Pug Prenses'in ö n c e d e n olduğu yere doğru yürüdü. T e p e ­
ciğin üzerine çıktı ve çevresine bakındı. Prenses görünürde ol­
madığından ters çevrilmiş y i y e c e k sepetinin olduğu yere y ö -
neldi. Düşünürken güçlük çekiyordu ve kurt gibi açtı. B i r şey­
ler yapıyor ya da bir şeyleri düşünüyor olması gerektiğini bi­
liyordu, ama düşüncelerinin çiçekdürbününden tek çıkarabil­
diği yemekti.
Dizlerinin üzerine ç ö k e r e k bir dilim peynir aldı ve ağzına
tıktı. Yakınlarda yarısı dökülmüş bir şişe şarap duruyordu,
onunla peyniri mideye indirdi. Leziz peynirle keskin şarap
onu k e n d i n e getirdi ve zihninin berraklaştığını hissetti. Bir so­
m u n d a n b ü y ü k bir parça e k m e k kopardı ve düşüncelerini y o ­
la s o k m a y a çalışırken o n u çiğnedi. Pug olayları hatırlarken bir
şey belirginleşiyordu. Her nasılsa bir büyü yapmayı başarmış­
tı. Üstelik b u n u bir kitap, tomar ya da aygıtın yardımı olmadan
yapmıştı. Emin değildi, ama bu her n e d e n s e tuhaf geliyordu.
Düşünceleri yeniden bulanıklaştı. Her şeyden ç o k uzanıp yat­
m a k istiyordu, ama yiyeceklerini çiğnerken izlenimlerinin çıl­
gın desenini bir düşünce böldü. Prenses!
Ayağa fırladı ve başı döndü. Dengesini sağlayarak bir par­
ça e k m e k l e şarabı kaptı ve onu en s o n k o ş a r k e n gördüğü y ö ­
ne d o ğ m yola koyuldu. Kendisini zorla iteliyor, ilerlemeye ça­
lışırken ayaklarını sürüyordu. Birkaç dakika sonra düşünme
yetisinin arttığını ve üzerindeki bitkinliğin dağılmakta olduğu­
nu hisetti. Prenses'in adını s e s l e n m e y e başladı, sonra da bir
çalı k ü m e s i n d e n sessiz hıçkırıkların geldiğini duydu. İterek
kendine yol açtığında, Carline'i çalıların arkasında çömelmiş,
yummklarını karnına yapıştırmış halde buldu. Kızın gözleri
dehşetle faltaşı gibi açılmıştı, giysisi kirlenmiş ve yırtık pırtıktı.
Pug görüş alanına girince irkilerek ayağa fırladı ve Pug'ın b o y ­
nuna atılarak başını o n u n g ö ğ s ü n e gömdü. Elleriyle Pug'ın
gömleğinin kumaşına asılıyken, b e d e n i şiddetli, acılı hıçkırık­
larla sarsılıyordu. Kolları ö n e uzanmış, elleri hâlâ peynir ve şa-
rapla dolu olan Pug ne yapacağını h e p t e n şaşırmıştı. Kolunu
dehşet içindeki kıza çekingenlikle sardı ve, "Her şey yolunda.
Gittiler. Güvendesiniz," dedi.
Kız o n a bir süre daha tutundu, sonra da, gözyaşları dindi­
ğinde, uzaklaştı. Burnunu ç e k e r e k , "Seni öldürdüklerini ve b e ­
ni almak için geri geldiklerini sandım," dedi.
Pug bu durumu bildiği tüm durumlardan daha kafa karış­
tırıcı buluyordu. G e n ç yaşamının en asap b o z u c u deneyimin­
den yeni çıkmışken, zihnini farklı türden bir kafa karışıklığıy-
la s e r s e m e çeviren başka bir deneyimle karşı karşıya kalmıştı.
D ü ş ü n m e d e n Prenses'i kollarına aldı ve artık aralarındaki te­
masın ve kızın yumuşak, ılık çekiciliğinin farkındaydı. İçinde
koruyucu, erkeksi bir duygu kabardı ve kıza yaklaşmaya baş­
ladı.
Carline o n u n ruh halindeki değişikliği hissetmiş gibi, geri
çekildi. T ü m saraya uygun tavırlarına ve eğitimine rağmen, da­
ha on b e ş yaşında bir kızdı ve Pug o n a sarılmışken yaşadığı
duygu seli onu rahatsız etmişti. Bildiği tek role, kalenin Pren­
sesi rolüne sığındı. Sesinin buyurgan çıkmasına çalışarak, "Ya­
ralı olmadığını gördüğüme m e m n u n oldum, ç o c u k , " dedi. Pug
b u n u n üzerine gözle görülür bir biçimde sıkıntıyla kasıldı.
Garline Aristokratlara özgü tavırlarına tekrar b ü r ü n m e y e çalış­
tı, ama kızarmış burnuyla gözyaşlarının yol yol olduğu yüzü
bu çabasını zayıflatıyordu. "Atımı bul da kaleye dönelim."
Pug'a sinirleri çıplakmış gibi geldi. Sesinin üzerinde sıkı bir
denetim sağlayarak, "Özür dilerim, Majesteleri, ama atlar kaç­
tı. Korkarım yürümek zonındayız," dedi.
Carline kendini incinmiş ve kötü m u a m e l e görmüş hissedi­
yordu. O günkü olayların hiçbiri Pug'ın suçu değildi, ama ç o ­
ğu zaman p o h p o h l a n a n asabiyeti el altındaki en yakın hedefi
kavradı. "Yürümekmiş! Ta kaleye kadar yürüyemem," diye
tersledi, Pug'a bu k o n u d a sorgusuz sualsiz ve h e m e n bir şey­
ler yapması gerekiyormuş gibi bakarak.
Pug o günün tüm öfkesi, kafa karışıklığı, yürek acısı ve c a n
sıkıntısının içinde kabardığını hissetti. "O zaman ortada olma­
dığınızı fark edip de sizi almaya birini göndermelerine kadar
bu kahrolası yerde oturursunuz," dedi. Artık bağırıyordu.
"Herhalde bu g ü n e ş battıktan iki saat sonra filan olur."
Carline geri çekildi, yüzü kül gibiydi, biri suratına bir tokat
atmış gibiydi. Alt dudağı titredi ve bir k e z daha gözyaşlarının
eşiğinde göründü. "Benimle bu tarzda konuşulmasına izin ve­
remem, çocuk," dedi.
Pug'ın gözleri büyüdü ve elindeki şarap şişesini sallayarak
o n a yaklaştı. "Senin hayatını kurtarmaya çalışırken n e r e d e y s e
canımı verecektim," diye bağırdı. "Tek bir teşekkür sözcüğü
duydum mu? Y o ! T e k duyduğum 'kaleye yürüyerek döne­
mem,' diye ağlamaklı bir şikayet. Biz kaleliler asil d o ğ m u ş ol­
mayabiliriz, a n c a k bir insana h a k ettiğinde teşekkür e d e c e k
kadar görgülüyüzdür." Konuşurken içindeki öfkenin taştığını
hissedebiliyordu. "Sen istersen burada kal, ama ben..." Birden
şişeyi başının üzerinde y ü k s e ğ e kaldırmış, gülünç bir pozda
duruyor olduğunu fark etti. Prenses'in gözleri e k m e k somu-
nundaydı ve o n u başparmağına geçirmiş, k e m e r i n d e tuttuğu­
nu fark etti, bu da zaten tuhaf olan görünümünü daha bir aca-
yipleştiriyordu. B i r an dili dolaştı, sonra da öfkesinin u ç u p git­
tiğini hissederek şişeyi indirdi. Prenses iri gözleriyle, yüzüne
tuttuğu yumruklarının üzerinden o n a bakıyordu. Pug o n u n
kendisinden korktuğunu düşünerek bir şey söyleyecekti ki, kı­
zın gülmekte olduğunu gördü. Sıcak, m e l o d i k bir sesti, içinde
alay yoktu. "Kusuruma b a k m a , Pug," dedi, "ama orada öyle
dururken o kadar şapşal bir halin var ki. Krondor'da diktikle­
ri o berbat heykellere benziyorsun, sadece havada tuttuğun kı­
lıç yerine şişe."
Pug başını iki yana salladı. "Kusuruna bakılmaması gere­
k e n benim, Majesteleri," dedi. "Size öyle bağırmaya hiç hak­
kım yoktu. Lütfen beni affedin."
Carline'in yüz ifadesi birden değişerek kaygıyla doldu.
"Hayır, Pug. Söylediklerinin her kelimesinde haklıydın. Sana
gerçekten de hayatımı borçluyum ve berbat davrandım." O n a
yaklaştı ve elini Pug'ın koluna koydu. "Teşekkür ederim."
Pug o n u n yüzüne kapılıp gitmişti. O n u n üzerine kurduğu
tüm ç o c u k ç a düşlerden arınmak yolunda aldığı tüm kararlar
artık deniz meltemine kapılıp gitmişti. B ü y ü kullanmış olması
mucizesinin yerini daha acil ve temel kaygılar almıştı. Elini
o n a doğru uzatacak oldu, sonra kızın konumu aklına geldi ve
o n a şişeyi ikram etti. "Şarap?"
Kız Pug'ın düşüncelerindeki ani değişikliği hissederek gül­
dü. İkisi de geçirdikleri büyük sıkıntıdan dolayı bitkin, biraz
da sersem haldeydi, ama Carline hâlâ aklını başında tutmaya
çabalıyordu ve Pug üzerinde yarattığı etkiyi anlıyordu. Başını
sallayarak şişeyi aldı ve bir yudum içti. Dengesini bir parça
toplayan Pug, "Acele etsek iyi olur. G e c e i n m e d e n kaleye va­
rabiliriz," dedi.
Carline gözlerini o n d a n ayırmadan başını salladı ve gülüm­
sedi. Pug kızın bakışlan üzerindeyken kendini rahat hissetmi­
yordu ve kale yoluna d o ğ m döndü. "İyi, o zaman. Y o l a çık-
sak iyi olacak."
Kız da onun yanında yürümeye başladı. B i r an sonra, "Ben
de biraz e k m e k alabilir miyim, Pug?" diye sordu.
Pug yarlarla kale arasındaki mesafeyi p e k ç o k k e z koşmuş­
tu, a n c a k Prenses yürümeye alışkın değildi ve yumuşak binici
çizmeleri bü tür bir girişime uygun değildi. Kale ufukta görün­
düğü zaman, bir kolunu Pug'ın omzuna atmıştı ve fena topal­
lıyordu.
Kapı kulesinden bir haykırış yükseldi ve muhafızlar koşa­
rak onlara yaklaşmaya başladılar. Onların arkasında da kızın
mürebbiyesi Leydi Marna geliyordu, Prenses'e d o ğ m tabana
kuvvet k o ş a r k e n kırmızı elbisesini ö n ü n d e toplamıştı. Sarayda­
ki hanımların - v e birkaç muhafızın- iki katı c ü s s e y e sahip ol­
masına rağmen, hepsine nal toplattı. Yavrusuna saldırılan bir
dişi ayı gibi geliyordu. Ufak tefek kıza yetişip onu t a m a m e n
nefessiz bırakmakla tehdit e d e n bir kucaklamayla kavradığın­
da, k o c a göğsü sarf ettiği çabayla körük gibi inip kalkıyordu.
Ç o k g e ç m e d e n saraydaki hanımlar Prenses'in etrafında topla­
narak o n u sorularıyla boğdular. Kargaşa yatışmadan Leydi
Marna döndü ve Pug'ın gırtlağına, bir dişi ayı gibi çöktü."
Prenses'in b ö y l e bir hale gelmesine nasıl cüret edersin! T o p a l ­
lıyor, giysisi pislik, yırtık içinde. Seni kalenin bir duvarından
diğerine kadar kırbaçlatacağım. Seninle işim bittiğinde gün ışı­
ğını gördüğün g ü n e lanet edeceksin." Bu saldırı karşısında g e ­
rileyen Pug h e n g a m e d e boğulmuş, tek kelime edemiyordu.
Prenses'in durumundan bir şekilde Pug'ın sorumlu olduğunu
hisseden bir muhafız Pug'ın yanına yanaştı ve o n u kolundan
kavradı.
"Onu rahat bırak!"
Carline m ü r e b b i y e ile Pug'ın arasına zorla girerken sessiz­
lik çöktü. K ü ç ü k yumrukların darbeleri altında kalınca muha-
fız Pug'ı bıraktı ve yüzünde bir hayret ifadesiyle geriye çekil­
di. "O b e n i m hayatımı kurtardı. B e n i kurtaracağım diye nere­
deyse ölüyordu." Gözyaşları yüzünden oluk oluk akıyordu. "O
yanlış hiçbir şey yapmadı. Ve hiçbirinizin onu itip kakmasına
izin vermeyeceğim." Kalabalık Pug'a yeni bir saygıyla bakarak
etraflarını sardı. Dört bir yandan fısıltılar geliyordu ve muha­
fızlardan biri haberi kaleye iletmek için koştu. Prenses kolunu
bir k e z daha Pug'ın omzuna doladı ve kapıya doğru yürüme­
ye başladı. Kalabalık ikiye ayrıldı ve iki yorgun gezgin duvar­
larda yakılan meşale ve lambaları görebildi.
Avlu kapısına ulaştıklarında, Prenses hanımlarından ikisi­
nin kendisine yardım etmesine izin vererek Pug'ı fena halde
rahatlattı. B ö y l e ufak tefek bir kızın insana b u n c a yük olabile­
c e ğ i n e inanamazdı. Carline'in d ö n ü ş ü n d e n haberdar edilmiş
olan D ü k aceleyle kızına doğru geldi. Prenses'e sanldı, sonra
da onunla konuşmaya başladı. Meraklı, sorular soran izleyici­
ler etrafını sararken Pug onları gözden kaybetti. İterek büyü­
cü kulesine doğru k e n d i n e yol açmaya çalıştı, ama insanların
baskısı onu olduğu yerde kalmaya zorladı.
"Yapılacak işiniz y o k mu?" diye kükredi bir ses.
Kafalar Kılıçustası Fannon'u ve onu yakından izleyen T o -
mas'ı görmek üzere döndü. T ü m kale halkı ç a b u c a k çekilerek
Pug'ı Fannon, T o m a s ile Dük'ün maiyetindekiler arasından,
F a n n o n ' u n sözünü kulak ardı e d e b i l e c e k kadar yüksek düzey­
li olanların önünde durur halde bıraktı. Pug Prenses'in babası,
Lyam, Arutha ve Toprak B e y i Roland ile konuştuğunu görebi­
liyordu. Fannon, "Ne oldu, evlat?" dedi.
Pug konuşmaya çalıştı, ama D ü k ile oğullarının yaklaşmak­
ta olduğunu görünce durdu. Avludaki g e n e l toplaşmadan te­
laşa kapılan Kulgan da a c e l e y l e Dük'ün peşinden geliyordu.
D ü k yaklaştığında herkes eğilerek selam verdi ve Pug Carli-
ne'in Roland'ın ricalarına rağmen kendisinin yanında durmak
üzere babasının peşinden geldiğini gördü. Leydi Marna gökle­
re doğru, tedirgin bir bakış attı ve Roland yüzünde bariz bir
hayret ifadesiyle kızın peşinden gitti.Prenses Pug'ın elini tuttu­
ğunda Roland'ın yüz ifadesi kara bir kıskançlığa dönüştü.
Dük, "Kızım seninle ilgili bazı olağanüstü şeyler anlattı, ev­
lat. Olanları bir de senin ağzından dinlemek isterim," dedi.
Pug aniden utandı ve elini nazikçe Carline'in elinden ayırdı.
Carline'in hevesle yaptığı süslemeler eşliğinde, günün olayla­
rını aktardı. İkisinin arasında D ü k olayların nasıl gerçekleştiği­
ne dair g e r ç e ğ e yakın bir bilgi sahibi oldu. Pug sözlerini bitir­
diğinde, Lord Borric, "Troller nasıl oldu da çayda boğuldu,
Pug?" diye sordu.
Pug rahatsız görünüyordu. "Onlara bir büyü yaptım ve kı­
yıya ulaşamadılar," dedi usulca. Hâlâ bu başarısı yüzünden ka­
fası karışıktı ve Prenses diğer her şeyi bir kenara ittiğinden, bu
konuda p e k düşünmemişti. Kulgan'ın yüzündeki şaşkınlığı gö­
rebiliyordu. Pug bir şey s ö y l e y e c e k oldu, ama Dük'ün bir son­
raki sözleri yüzünden sustu.
"Pug, aileme yaptığın hizmetin karşılığını ne kadar ö d e m e ­
ye çalışsam az. A n c a k cesaretine yaraşan bir ödül bulacağım."
Carline bir h e v e s patlaması içinde Pug'ın b o y n u n a atılarak o n a
şiddetle sarıldı. Pug mahcubiyet içinde dikiliyor, çılgınca etra­
fına bakmıyordu, bu yakınlığın kendi eseri olmadığını anlat­
maya çalışır gibi bir hali vardı.
Leydi Marna bayılacakmış gibi görünüyordu ve Dük mana­
lı manalı öksürerek kızına eliyle çekilmesini işaret etti. Carline
Leydi Marna'yla birlikte çekilirken Kulgan ile Fannon, tıpkı
Lyam ile Arutha gibi, bundan eğlendiklerini belli etmekle y e -
tindiler. Roland Pug'a öfkeli, haset bir bakiş attıktan sonra
döndü ve kendi dairesine yöneldi. Lord Borric Kulgan'a, " B u
ç o c u ğ u odasına götür. Bitkin görünüyor. O n a y i y e c e k g ö n d e ­
rilmesini emredeceğim. Y a n n kahvaltıdan sonra b ü y ü k salona
gelmesini sağla," dedi. Pug'a döndü. "Tekrar, sana teşekkür
ederim." D ü k oğullarına kendisini izlemelerini işaret etti ve
yürüyerek uzaklaştı. F a n n o n Tomas'ın koluna yapıştı, zira sa­
rışın ç o c u k arkadaşıyla konuşmaya başlamıştı. Yaşlı Kılıçusta-
sı başıyla ç o c u ğ a kendisiyle gelip Pug'ı rahat bırakmasını işa­
ret etti. B i n l e r c e soruyla yanıp tutuşmasına rağmen T o m a s ba­
şını salladı.
Herkes gittiğinde Kulgan kolunu ç o c u ğ u n o m z u n a attı.
"Gel, Pug. Y o r g u n s u n ve konuşulacak ç o k şey var."

Pug şiltesine uzanmıştı, y e m e ğ i n d e n artakalanlar yakının­


daki bir tabakta duruyordu. D a h a ö n c e hiç bu kadar yorgun
olduğunu haurlamıyordu. Kulgan odada bir ileri bir geri volta
atıyordu. "Kesinlikle inanılmaz." Elini havada salladığında kır­
mızı cüppesi iri cüssesinin üzerinden bir kayanın üzerinden
akan sular gibi dökülüyordu. "Gözlerini kapıyorsun ve hafta­
lar ö n c e gördüğün bir eh/azmasının görüntüsü gözlerinin önü­
ne geliyor. Elyazmasını elinde tutuyormuşçasma büyüyü oku­
yorsun ve troller düşüyor. Kesinlikle inanılmaz." P e n c e r e n i n
yanındaki tabureye oturarak devam etti. "Pug, b u n u n gibi bir
şey daha ö n c e hiç yapılmamıştı. Ne yaptığını biliyor musun?"
Pug ılık, yumuşacık bir uykunun kıyısındayken irkildi ve
b ü y ü c ü y e baktı. "Yalnızca yaptığımı söylediğim şeyi yaptım,
Kulgan."
"Evet, ama bunun ne anlama geldiğine dair herhangi bir
fikrin var mı?"
"Hayır."
"Benim de yok." Heyecanı y o k olup yerini tam bir karar­
sızlığa bırakırken büyücü içten i ç e ç ö k e r gibi oldu. "Bunun ne
anlama geldiğine dair en ufak bir fikrim dahi yok. Büyücüler
büyüleri öyle kafalanndan atmaz. Din adamlan b u n u yapabi­
lir, ama onların odağı ve büyü türleri farklıdır. Sana odaklar
hakkında öğrettiklerimi hatırlıyor musun, Pug?"
Ders tekrarlayacak havada olmayan Pug yüzünü buruştur­
du, ama kendisini doğrulup oturmaya zorladı. "Büyüyü haya­
ta geçiren herkesin, kullandığı erk için bir odağı olmalıdır. Ra­
hiplerin büyülerini dua yoluyla odaklama gücü vardır; onların
okuduğu büyüler bir tür duadır. B ü y ü c ü l e r bedenlerini, aygıt­
ları ya da kitaplarla elyazmalarını kullanır."
"Doğru," dedi Kulgan, a n c a k az ö n c e h e r k e s ç e bilinen bu
gerçeği çiğnedin." Uzun piposunu çıkardı ve çanağının içine
dalgınlıkla tütün doldurdu. "Okuduğun büyü, o d a k olarak bü­
yüyü yapan kişinin bedenini kullanamaz. Bir b a ş k a kişiye kor­
kunç bir acı v e r m e k için geliştirilmiştir. K o r k u n ç bir silah ola­
bilir. Ancak yalnızca üzerinde yazılı olduğu bir elyazmasından,
büyünün yapıldığı sırada okunarak yapılabilir. Bunun nedeni
nedir?"
Pug kurşundan gözkapaklarını açılmaya zorladı. "Büyü el-
yazmasının kendisidir."
" D o ğ m . B a z ı büyüler büyücüde yaradılıştan vardır, bir hay­
vanın biçimine b ü r ü n m e k ya da hava koşullarını k o k u yoluy­
la anlamak gibi. Ancak bedenin dışında, bir b a ş k a şeyin üze­
rinde büyüler y a p m a k için harici bir o d a k gerekir. Ezberden
okuduğun büyüyü okumaya çalışmanın sonucunda, büyü iş­
lese dahi, trollerin değil senin üzerinde k o r k u n ç bir acı ortaya
çıkması gerekirdi. Büyücülerin bu türden büyüleri, büyüyü ya-
pan kişiye zarar v e r m e y e c e k bir biçimde odaklamak için el­
yazmalarını, kitapları ve diğer aygıtları geliştirmesinin nedeni
de budur işte. Ve b u g ü n e kadar, yaşayan hiç kimsenin elinde
elyazması olmadan bu büyüyü yapamayacağına y e m i n edebi­
lirdim."
P e n c e r e pervazına dayanan Kulgan bir an gözlerini boşlu­
ğa dikerek piposundan nefesler çekti. "Sanki büsbütün yeni
bir büyü biçimi geliştirmiş gibisin," dedi usulca. Bir yanıt gel­
m e y i n c e Kulgan ç o c u ğ a baktı, Pug derin bir uykuya dalmıştı.
Kulgan başını hayretle iki yana sallayarak bitkin ç o c u ğ u n üze­
rini örttü. Duvarda asılı lambayı söndürdü ve dışarı çıktı. B a ­
samaklardan kendi odasına çıkarken başını iki yana sallıyor­
du. "Kesinlikle inanılmaz."

Pug, Dük'ün maiyetini topladığı büyük salonda bekliyordu.


K a l e d e ve kasabadaki, bir yolunu bulup toplantıya girebilen
h e r k e s oradaydı. Gösterişli giysiler içindeki Zanaatustaları, ta­
cirler ve ikinci d e r e c e d e n soylular da oradaydı. Çocuğa m e ­
rakla inanmazlık arasında değişen ifadelerle bakarak duruyor-
lardı. Çocuğun yaptığı işe dair söylentiler kasabada yayılmış ve
anlatılırken büyümüştü.
Pug uyandığı zaman odasında bulduğu yeni giysileri giy­
mişti. Y e n i kavuştuğu ihtişamı içinde kendisini m a h c u p ve
a c e m i hissediyordu. Tuniği en pahalı ipekten parlak sarı bir
şey, pantolonu ise pastel maviydi. Pug parmaklarını çizmele­
rin içinde oynatmaya çalıştı, yaşamında ilk defa çizme giyiyor­
du. O n l a n n içinde yürümek insana tuhaf ve rahatsız geliyor­
du. Y a n tarafında mücevherli bir hançer, u ç a n martı biçimin­
de altın bir tokası olan siyah, deri bir k e m e r d e n asılı duruyor­
du. Pug bu giysilerin bir zamanlar Dük'ün oğullarından birinin
küçülünce bir yana bırakılan, ancak hâlâ yeni ve güzel görü­
n e n giysileri olduğu olduğundan şüpheleniyordu.
D ü k sabahki işlerini tamamlıyordu: Tersane işçilerinin biri,
büyük ormana yapılacak bir kereste toplama keşif gezisinde
ona eşlik e d e c e k muhafızlar rica etmişti. Borric her zamanki
gibi siyahlara bürünmüştü, a n c a k oğulları ile kızı en iyi saray
giysileri içindeydi. Lyam babasının önündeki işleri c a n kula­
ğıyla dinliyordu. G e l e n e k uyarınca, Roland onun arkasında
dumyordu. Arutha nadir görülen neşeli hallerinden birinde,
yukarı kaldırdığı elinin arkasından Rahip Tully'nin az ö n c e
yaptığı bir şakaya gülüyordu. Carline sessizce duruyordu; yü­
zünde sıcak bir gülümseme vardı ve doğrudan Pug'a bakarak
onun rahatsızlığını - v e Roland'ın ö f k e s i n i - artırıyordu.
Dük bir b ö l ü k muhafızın zanaatkarlara ormana yolculukla­
rında eşlik etmesine izin verdi. Zanaatustası şükranlarını su­
nup eğilerek selam verdikten sonra kalabalığın arasına döne­
rek Pug'ı Dük'ün ö n ü n d e bir başına bıraktı. Çocuk, Kulgan'ın
yapmasını öğütlediği gibi ö n e çıktı ve Crydee Lordu'nun
önünde, biraz kaskatı da olsa, g e r e k e n şekilde eğildi. Borric
ç o c u ğ a gülümsedi ve Rahip Tully'ye işaret etti. Rahip hacimli
cüppesinin y e n i n d e n bir b e l g e çıkardı ve bir çığırtkana uzattı.
Çığırtkan ö n e çıktı ve tomarı açtı.
Y ü k s e k bir sesle şunlan okudu: "Miri arazimiz içindeki her­
kesin dikkatine: Crydee kalesinden g e n ç Pug, majesteleri
Prenses Carline'i savunmak uğruna yaşamını tehlikeye atarken
örnek bir cesaret örneği sergilemiş olduğundan ve; genç
Crydeeli Pug'a sonsuza dek borçlu kalacağımızdan; dileğim,
memleketteki h e r k e s tarafından sevgili ve sadık hizmetkarımız
olarak bilinmesidir; b u n a ilaveten, Crydee sarayında Toprak
Beyi sıfatı ve bu sıfatla ilgili tüm haklar ve ayncalıklarla birlik-
te o n a bir yer verilmesi de dileğimizdir. Bunlara ilaveten her­
k e s ç e biline ki, Derin O r m a n mülküne ait unvanın o n a ve zür-
riyetine, hayatta oldukları sürece, sahip olmak ve elinde tut­
m a k üzere, tüm hizmetkarları ve mülkleriyle birlikte ihsan
edilmiştir. Bu m ü l k e ait unvan rüştünü ispat ettiği güne kadar
hükümdarın elinde tutulacaktır. Bugün itibariyle elim ve müh­
rümle belirlenmiştir. Borric ConDoin, üçüncü Crydee Dükü;
Krallık Prensi; Crydee, Carse ve Tulan Lordu; Batının Valisi;
Kral'ın Ordulannın Şövalye-Generali; Rillanon tahtının muhte­
mel vârisi."
Pug dizlerinin boşandığını hissetti, ama d ü ş m e d e n ö n c e
kendisine hakim oldu. Odada bir alkış patlaması oldu. İnsan­
lar çevresini sarmış, onu tebrik ediyor ve sırtına şaplaklar atı­
yorlardı. Toprak erleri, bir evi ve hayvanları olan bir Toprak
Beyiydi. Zengindi. Ya da üç yıl sonra rüştünü ispat ettiğinde
öyle olacaktı. On dört yaşında Krallığın bir adamı olarak ka­
bul edilmesine rağmen, toprak ve unvan ihsanları on sekiz ya­
şına ulaşana kadar yapılmazdı. Dük arkasında ailesi ve Roland
ile birlikte yaklaşırken kalabalık geriledi. İki Prens de Pug'a
gülümsediler, Prenses ise mutlulukla ışıl ısıldı. Roland olanla­
ra inanamıyormuş gibi alaylı bir gülümsemeyle baktı Pug'a.
Pug, "Onur duydum, Majesteleri," diye kekeledi. "Ne diye­
ceğimi bilmiyorum."
"O zaman hiçbir şey s ö y l e m e , Pug. Herkes abuk subuk ko­
nuşurken bu bilge görünmeni sağlar. Gel, seninle konuşalım."
Dük kolunu ç o c u ğ u n o m z u n a atıp onunla birlikte kalabalığın
içinden g e ç e r k e n kendi koltuğunun yanına bir k o l m k yerleş­
tirilmesini işaret etti. Oturarak, "Şimdi hepiniz yanımızdan ay­
rılabilirsiniz. T o p r a k Beyi'yle k o n u ş m a k istiyorum," dedi. Etra­
fa toplanmış olan kalabalık hayal kırıklığıyla mırıldandı, ancak
salondan çıkmaya başladılar. Dük, Kulgan ile Tully'yi işaret
ederek, "Siz ikiniz dışında," diye ekledi.
Carline tereddüt içindeki Roland i l e birlikte babasının kol­
tuğunun yanında duruyordu. "Sen de gitsen iyi olur, ç o c u ­
ğum," dedi Dük.
Carline itiraz e d e c e k oldu, ama b a b a s ı n ı n sert çıkışmasıyla
sustu. "Pug'ın başını daha sonra da ağrıtabilirsin, Carline." İki
Prens kapıda dumyordu, kızın çıkardığı rezaleti k o m i k bul-
duklan belliydi; Roland kolunu P r e n s e s ' e sunmaya çalıştı, ama
Carline kendisini çekti ve sırıtan ağabeylerinin arasından bir
hışımla geçti. M a h c u p olan Roland onlara katıldığında Lyam
Toprak Beyi'nin o m z u n a bir şaplak attı. Roland o n a kötü kö­
tü baktığında Pug öfkenin suratına b i r tokat gibi indiğini his­
setti.
Kapılar çınlayarak kapandığında ve salon b o ş kaldığında
Dük, "Roland'a kulak asma, Pug," dedi. "Kızım onu iyiden iyi­
ye büyüsü altına almış durumda; R o l a n d kendisini o n a âşık sa­
yıyor ve bir gün onunla evlenmeyi r i c a etmeyi planlıyor." B a ­
kışı kapanan kapıya takılı kalarak, n e r e d e y s e dalgınlıkla e k l e ­
di. "Ama onayımı almak istiyorsa, o l m a y a başladığı hovarda­
dan fazla bir şey olduğunu kanıtlaması g e r e k e c e k . "
Dük bu konuyu elinin bir hareketiyle savuşturdu. "Şimdi,
diğer m e s e l e l e r e g e l e c e k olursak, Pug, sana bir armağanım d a r

ha var, ama öncelikle sana bir şeyi a ç ı k l a m a k istiyomm.


"Soyum Krallık'taki en eski soylardan biridir. B e n kendim
de bir Kralın soyundan geldim, zira Crydee'nin ilk Kralı olan
B ü y ü k b a b a m , Kral'ın üçüncü oğluydu. Kraliyet kanından gel­
diğimizden, vazife ve onur konularıyla ç o k ilgiliyizdir. Şimdi
sen de maiyetimin bir üyesi ve Kulgan'ın çırağısın. Görev k o -
nulannda o n a karşı sorumlusun. O n u r konularında ise b a n a
karşı sorumlusun. Bu odada kazandığımız başarıların andaçla­
rı ve sancakları asılıdır. İster bizi y o k e t m e k için hiç ara ver­
m e d e n çalışan Kara Kardeşlik'e direniyor, ister korsanlarla çar­
pışıyor olalım, her zaman cesurca savaştık. Bizimki asla bir
onursuzluk lekesinin düşmediği, onurlu bir mirastır. Sarayımı­
zın hiçbir üyesi bu salona asla utanç vermemiştir ve s e n d e n de
aynısını bekliyorum."
Pug başını salladı; çocukluğundan hatırladığı zafer ve onur
öyküleri başında dönüp dumyordu. Dük gülümsedi. "Şimdi,
diğer armağanına gelelim. Rahip Tully'nin elinde, dün g e c e or­
taya çıkarmasını rica ettiğim bir b e l g e var. Sana vermeyi uy­
gun gördüğü ana kadar o n d a n bu belgeyi saklamasını rica
e d e c e ğ i m . Bu k o n u d a b a ş k a bir şey s ö y l e m e y e c e ğ i m , onu sa­
na verdiğinde bugünü hatırlamanı ve b e l g e d e söylenenler
üzerinde uzun uzun düşünmeni ümit ettiğim dışında."
"Bunu yapacağım, Majesteleri." Pug D ü k ' ü n ç o k önemli bir
şey söylemekte olduğundan emindi, ama s o n yarım saatte
olup biten tüm olaylardan sonra, bunlar aklında p e k yer etmi­
yordu.
"Seni y e m e ğ e b e k l e y e c e ğ i m , Pug. Sarayın bir üyesi olarak,
artık yemeklerini mutfakta yemeyeceksin." D ü k o n a gülümse­
di. "Senden g e n ç bir beyefendi çıkaracağız, evlat. Ve bir gün
Kral'ın Rillanon şehrine gittiğinde, hiç k i m s e Crydee sarayın­
dan gelenlerin görgüsünde bir kusur bulamayacak."
5
GEMİ ENKAZI

Esen meltem serindi.


Y a z ı n son günleri de geçip gitmişti ve ç o k g e ç m e d e n güz
yağmurları gelecekti. Birkaç hafta sonra da onlan kışın ilk ka­
rı izleyecekti. Pug odasında oturmuş, zihni büyü yapmaya ha­
zırlamak için tasarlanmış kadim alıştırmaların bulunduğu bir
kitabı inceliyordu. D ü k ' ü n maiyetine yükselmesinin heyecanı
geçtiğinde eski düzenine dönüş yapmıştı.
Trollere karşı kazandığı harikulade başarı Kulgan ile Rahip
Tully'nin yorumlarına k o n u olmayı sürdürüyordu. Pug bir çı­
raktan b e k l e n e n şeylerin ç o ğ u n u hâlâ yapamadığını görmüş­
tü, a n c a k başka başarılar elde etmeye başlıyordu. Artık bazı
tomarları kullanmak daha kolaydı ve bir defasında, yaptığı işi
gizlice tekrarlamaya çalışmıştı.
Kitaplann birinden, nesneleri havalandırmak için kullanılan
bir büyü ezberlemişti. Büyüyü ezberden okumaya çalıştığında
her zamanki engellerin zihninde var olduğunu hissetmişti. Nes­
neyi, şamdanı, kımıldatmayı başaramamıştı, ancak şamdan bir­
kaç saniye titremiş ve Pug kısa bir süre, nesneye zihninin bir
parçasıyla dokunmuş gibi hissetmişti. Bir tür ilerleme kazandığı
için mutlu olduğundan eski bungunluğundan büyük ölçüde sıy-
nldı ve çalışmalarına kaldığı yerden şevkle başladı.
Kulgan hâlâ hendi hızım bulması için onu yalnız bırakıyor­
du. Büyünün doğası üzerine birçok uzun sohbetleri olmuştu,
a n c a k Pug ç o ğ u zaman tek başına çalışıyordu.
Aşağıdaki avludan bağmşlar geldi. Pug penceresine yürüdü.
Tanıdık bir siluet görerek dışarı uzandı ve, "Selam, Tomas! Ne­
ler oluyor?" diye bağırdı. T o m a s başını kaldınp yukarı baktı.
"Selam, Pug! G e c e bir gemi batmış. Enkaz Denizcinin K e -
deri'nin altında karaya vurmuş. Gel de bak."
"Hemen aşağı geliyorum."
Pug kapıya doğru k o ş m a d a n ö n c e bir c ü p p e aldı, çünkü
güneşli bir gün olmasına rağmen, kıyıda hava sert olurdu. S o n
hızla merdivenlerden inerken az kaldı pastacı Alfan'ı deviri­
yordu. Mermi gibi kapıya d o ğ m giderken tıknaz pastacının,
"Gittiğin yere bakmazsan, T o p r a k B e y i filan dinlemem, ç e k e ­
rim kulaklarını, evlat!" diye bağırdığını duydu. Mutfak perso­
neli kendilerinden saydıkları ç o c u ğ a karşı tavırlarını, başarısın­
dan gurur duymak dışında değiştirmemişlerdi.
Pug sesinde kahkahayla geriye seslendi, "Özür dilerim, Aş­
çıbaşı!"
Pug dış kapının dışında ve Tomas'ın b e k l e m e k t e olduğu
köşenin ardında kaybolurken Alfan o n a iyi huylulukla el sal­
ladı. T o m a s arkadaşını görür görmez yüzünü kapıya çevirdi.
Pug Tomas'ın koluna yapıştı. "Bekle. Saraydan herhangi bi­
rine h a b e r verildi mi?"
"Bilmiyorum. Balıkçı köyünden az ö n c e h a b e r geldi," dedi
T o m a s sabırsızlıkla. "Gel hadi, yoksa köylüler enkazı soyup
soğana çevirir."
Dük'ün sarayından herhangi biri g e l m e d e n ö n c e kazadan
kurtarılan malların alınması yasal sayılırdı. B u n u n sonucunda,
köylüler ve kasabalıların bu tür olayları yetkililere h a b e r ver-
m e k t e işi ağırdan alırlardı. Kıyıya vuran gemide, denizcilik ik­
ramiyelerini almak için ustalannın kargosuna el değdirmeme-
ye kararlı denizcilerin bulunması durumunda, k a n dökülmesi
ihtimali de olurdu. Bu türden çekişmelerin şiddetli çarpışma­
lar, hattâ ölümle sonlandığı görülmüştü. Halktan herhangi bi­
rinin gemide kalmış olabilen denizcilerden zarar görmemesini
sağlamak a n c a k askerlerin orada olması sayesinde m ü m k ü n
olabilirdi.
"Ah, hayır," dedi Pug. "Orada herhangi bir s o r a n varsa,
D ü k de b a ş k a k i m s e y e h a b e r vermediğimi öğrenirse, başım
dertte, demektir."
"Baksana, Pug. Etrafta koşuşturup duran b u n c a insan var­
ken, s e n c e D ü k ' ü n duyması uzun sürer mi?" T o m a s ellerini
saçlarının içinden geçirdi. "Birileri m u h t e m e l e n şu anda b ü y ü k
salonda, o n a haberi veriyordur. F a n n o n Usta devriyede ve
Kulgan daha bir süre d ö n m e y e c e k . " Kulgan o gün ilerleyen
saatlerde M e e c h a m ile birlikte, bir hatfadır kaldığı, ormandaki
kulübesinden dönecekti. "Gemi enkazı g ö r m e k için tek şansı­
mız bu olabilir." Aniden bir ilham geldi. "Pug, buldum! S e n ar­
tık bir saray m e n s u b u s u n . Gel, oraya vardığımızda da D ü k na­
mına açıklama yaparsın." Y ü z ü n d e h e s a p ç ı bir ifade belirdi.
"İyi birkaç şey bulursak da, kim bilecek?"
" B e n bileceğim." Pug bir an düşündü. "Dük namına açık­
lama yapıp da bir şeyi k e n d i m e saklamam doğru olmaz..." T ö -
mas'a onaylamayan bir bakışla baktı... "askerlerinden birinin
bir şey almasına izin v e r m e m de öyle." T o m a s ' ı n mahcubiyeti
yüzünden belli olduğundan, Pug, "Ama hâlâ enkazı görebili­
riz! Haydi gel!" dedi.
Pug birden y e n i mevkiini kullanma ve ç o k fazla şey alın­
madan ya da biri zarar g ö r m e d e n oraya varabilirse, Dük'ün
o n d a n m e m n u n olabileceği fikrine kapılmıştı. "Pekala," dedi.
"Atlardan birini eyerlerim ve her şey çalınmadan ö n c e oraya
varabiliriz." Pug döndü ve ahırlara doğru koştu. O geniş tahta
kapıları a ç a r k e n T o m a s o n a yetişti. "Ama, Pug, b e n daha ön­
ce hiç ata binmedim. Nasıl yapılır, bilmem."
"Çok basit," dedi Pug koşumların durduğu odadan bir ko­
şum takımı ile eyer alarak. P r e n s e s l e gezintiye çıktıklan gün
bindiği gri atı g ö z ü n e kestirdi. " B e n sürerim, s e n de arkamda
oturursun. Kollarını b e l i m e sarman yeter, düşmezsin."
T o m a s kuşkulu görünüyordu. "Sana mı yaslanayım?" Başı­
nı iki yana salladı. " B u n c a yıldır sana b a k a n kimdi?"
Pug o n a kötü kötü gülümsedi. "Annen. Şimdi bir sorun
olursa diye silah deposundan bir kılıç al, bakalım. Hâlâ asker­
cilik o y n a m a şansın var."
T o m a s bu ihtimal karşısında sevinmiş görünerek kapıdan
hızla çıktı. Birkaç dakika sonra gri renkli at, sırtında iki ç o c u k
olduğu halde ana kapıdan hantalca çıkmış, Denizcinin K e d e -
ri'ne doğru yol alıyordu.

Enkaz ç o c u k l a n n g ö z erimine girdiğinde, k ö p ü k l ü dalgalar


kıyıyı dövüyordu. B ö l g e y e yaklaşan yalnızca bir iki köylü var­
dı, onlar da bir atla süvarisinin yaklaştığını g ö r ü n c e anında da­
ğıldılar, ç ü n k ü bu s a d e c e enkazdan kurtanlanlara D ü k namı­
na sahip çıkmaya gelmiş, saraydan bir asil olabilirdi. Pug diz­
ginleri ç e k i p durduğunda, etrafta hiç kimse yoktu.
Pug, "Haydi gel," dedi, "birileri buraya g e l m e d e n etrafa
b a k m a k için bir iki dakikamız var."
İki ç o c u k attan inerek atı kayaların a n c a k elli metre uzağm-
daki k ü ç ü k bir çimenlikte otlanmaya bıraktılar. Kumlarda gü­
lerek koşarlarken T o m a s kılıcını havaya kaldırmış, kahraman-
lık destanlarından öğrendiği eski savaş naralarını atarken sesi­
nin vahşi çıkmasına çalışıyordu. Kılıcı kullanmaktaki hüneri
konusunda olmayacak hayallere kapılmış değildi gerçi, ama
bu birilerinin onlara saldırmadan ö n c e iki k e z - e n azından ka­
le muhafızları oraya varana k a d a r - düşünmesine n e d e n olabi­
lirdi.
Enkaza yaklaştıklarında T o m a s hafifçe ıslık çaldı. "Bu gemi
sırf ö y l e c e kayalara bindirmemiş, Pug. Bir fırtınayla buraya sü­
rülmüş gibi görünüyor."
Pug, "Geriye kalan pek bir şey yok, değil mi?" dedi.
T o m a s sağ kulağının arkasını kaşıdı. "Hayır, s a d e c e p m v a -
nın bir parçası. Anlamıyonım. D ü n g e c e fırtına yoktu, s a d e c e
sert bir rüzgar vardı. G e m i nasıl olup da b ö y l e paramparça ol­
muş?"
"Bilmiyorum." Aniden Pug'ın g ö z ü n e bir şey çarptı. "Pruva­
ya baksana. Nasıl boyandığına bak."
Pruva kayaların üzerindeydi, gelgit y ü k s e l e n e kadar orada
kalacaktı. Pruva güverte çizgisinden dibine kadar parlak bir
yeşil renge boyanmıştı ve üzerinden cila geçilmiş gibi, güneş
ışığını yansıtıyordu. G e m i aslanı yerine d o n u k siyah renkteki
su çizgisine kadar parlak sarıdan girift desenler vardı. Pruva-
nın bir metre aşağısına mavi beyaz renklerde bir göz çizilmiş­
ti ve görebildikleri tüm güverte üstü parmaklıları beyaza b o ­
yanmıştı.
Pug Tomas'ın koluna yapıştı. "Bak!" Pruvanın ardındaki su­
yu işaret etti ve T o m a s kabaran köpüklerin arasında parçalara
ayrılmış, b e y a z gemi direğini görebildi.
T o m a s bir adım yaklaştı. "Bir Krallık gemisi değil, orası k e ­
sin." Pug'a döndü. "Belki de Q u e g ' d e n gelmişlerdir."
"Hayır," diye yanıtladı Pug. "Sen de b e n i m kadar Q u e g g e -
misi gördün. Bu Q u e g ya da Özgür Şehirler'den g e l m e bir şey
değil. Şimdiye kadar bu sulardan buna b e n z e r bir geminin
geçtiğini sanmam. Etrafa bir göz atalım."
T o m a s aniden ürkek göründü. "Dikkatli ol, Pug. Burada bir
tuhaflık var; içimde de kötü bir his var. Etrafta hâlâ birileri ola­
bilir."
Her iki ç o c u k da bir dakika etraflarına bakındılar, sonunda
Pug, "Sanmam," diye kararını belirtti, "o sereni k m p da gemi­
yi böyle fena parçalayacak kadar hızla kıyıya süren her neyse,
üzerinde durmaya çalışan herkesi de öldürmüş olmalı."
Daha yakına gelen çocuklar etrafta yatan, dalgalarla kaya­
ların arasına saçılmış, ufak tefek eşyalar gördüler. Kırık çanak
ç ö m l e k ve tahtalar, yırtılmış kırmızı y e l k e n bezi parçaları ve
ipler vardı. Pug durdu ve tanımadığı bir m a d d e d e n yapılmış,
tuhaf görünümlü bir hançeri yerden aldı. Donuk, gri renkte ve
çelikten hafifti, a n c a k yine de oldukça keskindi.
T o m a s kendini parmaklıklara doğru ç e k m e y e çalıştı, a n c a k
kaygan zeminde ayağını sağlam basacak yer bulamadı. Pug
çizmelerinin gelgitle yıkanması tehlikesiyle karşılaşana kadar
geminin teknesinde ilerledi; denizde yürürlerse gemi enkazına
binebilirlerdi, ama Pug güzel giysilerini m a h v e t m e y e isteksiz­
di. Tomas'ın geride, enkazı incelemekte olduğu yere d o ğ m
yürüdü.
T o m a s Pug'ın arkasını işaret etti. "O kaya çıkıntısına tırma­
nırsak, güverteye inebiliriz."
Pug kayayı gördü; altı metre kadar sol taraflarında başlayan
ve yukarıya doğru genişleyerek gemi bodoslamasının üzerin­
de asılı duran tek bir taş çıkıntısı. Tırmanması kolay görünü­
yordu ve Pug kabul etti. Kendilerini yukarı çektiler ve sırtları­
nı yarların tabanına dümdüz yaslayarak kaya çıkıntısı üzerin-
de santim santim ilerlediler. Y o l dardı, ama dikkatli adım at­
tıklarında, düşme riski azdı. T e k n e n i n üzerinde bir noktaya
ulaştılar. T o m a s işaret etti. "Bak. Cesetler!"
Güvertede yatan iki adam vardı, ikisi de tanımadıkları açık
mavi zırhlara bürünmüştü. Birinin başını düşen bir mızrak par­
çalamıştı, ama yüzüstü yatan diğerinde, hareketsizliğinden
başka bir yaralanma belirtisi yoktu. Adamın sırtına kayışla tut­
turulmuş, yabancı görünen, tuhaf testere gibi dişleri olan bir
kılıç vardı. Başı da aynı d e r e c e d e yabancı görünümlü, çanağa
benzer, yanlarında ve arkasında ç a n biçiminde genişleyen,
mavi bir miğferle gizlenmişti. T o m a s k ö p ü r e n dalgaların sesi­
ni bastırmak için bağırdı, "Kendimi aşağı salacağım. Güverte­
ye çıktıktan sonra b a n a kılıcı ver, sonra da kendini indir ki, se­
ni tutabileyim."
T o m a s kılıcı Pug'a verdikten sonra ağır ağır döndü. Yüzü­
nü yar duvarına vererek çömeldi. Arkaya doğru kayarak ken­
disini neredeyse serbest kalana kadar aşağıya saldı. Kendini
ö n e iterek kalan bir b u ç u k metreyi de aşıp güvenli bir iniş
yaptı. Pug kılıcı ters çevirdi ve T o m a s ' a uzattıktan sonra arka­
daşının yaptıklarını yineledi; bir an sonra ikisi de güvertede
duruyordu. Ön güverte endişe verici bir şekilde ö n e meyletti
ve geminin ayaklarının altında kımıldadığını hissettiler.
"Gelgit yükseliyor," diye bağırdı T o m a s . "Gemiden artaka­
lanları havalandırıp kayalarda parçalayacak. Her şey kaybola­
cak."
"Etrafına bak," diye bağırarak yanıt verdi Pug. "Kurtarılma­
ya değer ne varsa kaya çıkıntısına fırlatmaya çalışabiliriz."
T o m a s başını salladı ve çocuklar güverteyi aramaya başla­
dılar. Pug bedenlerin yanından geçtiğinde onlarla arasında
olabildiğince ç o k mesafe bırakmaya ö z e n gösterdi. Güvertenin
dört bir yanında, döküntüler gözlere karmaşık bir sahne sunu­
yordu. Neyin değerli çıkıp neyin çıkmayacağına karar v e r m e k
kolay değildi. Güvertenin arka tarafında, aşağıdaki ana güver­
tenin arta kalan kısmına - s u y u n üzerinde kalmış, yaklaşık iki
b u ç u k metre b o y u n d a k a l a s l a r - inen bir merdivenin iki tara­
fında parçalanmış parmaklıklar vardı. Pug suyun altında kalan
kısmın birkaç metreden fazla olamayacağından emindi, yoksa
gemi kayalarda daha yukarıda olurdu. Geminin kıçı gelgitle
çoktan sürüklenmiş olmalıydı.
Pug güverteye uzandı ve başını yandan sarkıttı. Merdivenin
sağ tarafında bir kapı gördü. T o m a s ' a ona katılmasını seslene­
rek, merdivenden dikkatle indi. Altındaki dayanaklar çöktü­
ğünden alt güverte bel vermişti. D e s t e k almak için merdivenin
tırabzanına tutundu. Bir an sonra, T o m a s da yanına gelmişti,
Pug'ın etrafından dolandı ve kapıya doğru ilerledi. Kapı yarı
açık duruyordu ve Pug'ın bir adım önünde, kapıdan sıkışarak
geçti. Kapının yakınındaki b ö l m e duvarında tek bir kapı oldu­
ğundan, kamara karanlıktı. Loşlukta birçok zengin görünümlü
kumaş parçasıyla darmadağın olmuş bir masadan artakalanları
görebiliyorlardı. Bir k ö ş e d e h a m a k ya da alçak karyolaya ben­
zer bir şey tepe taklak dumyordu. Birkaç küçük sandık da g ö ­
rülebiliyordu, içindekileri sanki dev bir el sağa sola saçmıştı.
T o m a s bu karışıklığın içinde bir şeyler bulmaya çalıştı, an­
cak hiçbir şeyin önemli ya da değerli olduğundan emin ola­
madı. Yanlarında parlak renkli şekiller olan, alışılmadık tasa­
rımda bir küçük çanak buldu ve tuniğinin içine yerleştirdi.
Kamaradaki bir şey dikkatini çektiğinden Pug sessizce du­
myordu. İçeri adım atmasıyla birlikte tuhaf, o n u sıkıştıran bir
duyguya kapılmıştı.
Enkaz sallanarak T o m a s ' ı n dengesini bozdu. T o m a s kılıcı-
nı düşürerek bir sandığa tutundu. "Gemi havalanıyor. Gitsek
iyi olur."
Pug cevap vermedi, dikkatini tuhaf izlenimlere odaklamış-
tı. T o m a s koluna yapıştı. "Haydi gel. G e m i bir dakika içinde
parçalanacak."
Pug silkinerek Tomas'ın elinden kurtuldu. "Bir saniye. Bir
ş e y var..." Sesi kesildi. Ani bir hareketle dağınık odayı aştı ve
mandalla tutturulmuş bir sandıktaki bir ç e k m e c e y i ç e k e r e k aç­
tı. Boştu. Bir ikincisini, sonra da üçüncüsünü açtı. Aradığı ş e y
buradaydı. Üzerinde siyah bir kurdele ile siyah bir mühür
olan, tomar halindeki bir parşömeni aldı ve gömleğinin içine
tıktı.
"Haydi gel," diye bağırdı T o m a s ' ı n yanından geçerek. B a ­
samaklardan koşarak çıktılar ve sürünerek güverteye tırmandı­
lar. Gelgit gemiyi havalandırdığından kendilerini kaya çıkıntı­
sına kolayca attılar ve d ö n ü p oturdular.
G e m i artık gelgitte sürükleniyor, dalgalar çocukların yüzü­
ne ıslak sular püskürtürken, ö n e arkaya sallanıyordu. P a ı -
va'nın kayarak kayalardan kurtulmasını, kaburgasındaki kalas­
ların, bir ölüm iniltisini andıran y ü k s e k ve derin yırtılma ses­
leriyle kopmasını izlediler. Pruva y ü k s e ğ e kalktı ve çocuklar
kaya çıkıntısının altındaki yarlara çarpan dalgalarla ıslandılar.
Enkaz hafifçe iskele tarafına m e y l e d e r e k açık denize doğ­
ru sürüklendi, onu dışarıya doğru iten gelgit durana dek.
Hantalca geriye, kayalara doğru ilerlemeye başladı. T o m a s
Pug'ın koluna yapışarak ona kendisini izlemesini işaret etti.
Ayağa kalktılar ve yeniden sahilin yolunu tuttular. Kayanın ku­
m u n üzerinde asılı durduğu yere geldiklerinde aşağı atladılar.
Y ü k s e k bir gıcırtı üzerine başlannı çevirip enkazın kayala­
ra sürüldüğünü gördüler. Kaburgalar paramparça oldu ve acı
bir feryatla ayrıldı. Enkaz sancak tarafına kaykıldı ve döküntü­
ler güverteden denize d ö k ü l m e y e başladı.
T o m a s birden uzanıp Pug'ın koluna yapıştı. "Bak." Gelgit­
te geriye doğru kayan enkazı işaret etti.
Pug o n u n neyi işaret ettiğini anlamamıştı. "Nedir?"
"Bir an güvertede tek bir ceset var, sandım."
Pug o n a baktı. T o m a s ' ı n yüzünde bir kaygı ifadesi vardı.
Bu ifade birden öfkeye dönüştü. "Kahretsin!"
"Ne?"
"Kamarada düştüğüm zaman kılıcı düşürdüm. F a n n o n ku­
laklarımı koparacak."
Gelgit, enkazı uçurum c e p h e s i n d e parçalarken g ö k gürül­
tüsünü andıran bir ses geminin y o k oluşunu haber verdi. Ar­
tık bir zamanlar yabancı, ancak güzel olan geminin parçaları
denize sürüklenecek, birkaç gün b o y u n c a millerce güneyde
sahile vuracaktı.
Keskin bir haykırışla sona eren alçak sesli bir inilti ç o c u k ­
ların arkalarını dönmelerine yol açtı. Arkalarında, gemiden
kaybolmuş olan adam, palasını sol elinde g e v ş e k ç e tutmuş,
kumda sürükleyerek yaklaşıyordu. Sağ kolunu yan tarafına sı­
kıca yapıştırmıştı; mavi göğüslüğüyle miğferinin altından kan
sızdığı görülüyordu. Ö n e doğru yalpalayarak bir adım attı. Y ü ­
zü kül renginde, gözleri acı ve şaşkınlıkla açılmıştı. Çocuklara
anlayamadıkları bir şeyler haykırdı. Silahsız olduklarını göster­
m e k için ellerini havaya kaldırarak ağır ağır gerilediler.
Adam onlara doğru bir adım daha attı ve dizleri kırıldı.
S e n d e l e y e r e k kendini dikleştirdi ve bir anlığına gözlerini ka­
padı. Kısa ve tıknazdı, kollarıyla bacaklarında güçlü kaslar var­
dı. Göğüslüğünün altına mavi b e z d e n kısa bir etek giymişti.
Kollarında kolluklar vardı, bacaklarınıysa sırımla bağlanmış
sandalların üzerine deriyi andıran baldır zırhları kaplıyordu.
Elini yüzüne götürdü ve başını iki yana salladı. Gözleri açıldı
ve yeniden çocuklara baktı. Bir kez daha yabancı lisanla k o ­
nuştu. Çocuklar hiçbir ş e y söylemeyince, öfkelenir gibi görün­
dü ve ses tonuna bakılırsa s o m olan bir dizi yabancı s ö z c ü k
daha söyledi.
Pug dar kumsal şeridini geçmelerini ö n l e y e n adamın ya­
nından koşarak g e ç m e k için g e r e k e n mesafeyi tarttı. Adamın
o korkunç görünümlü kılıcı kullanacak durumda olup olmadı­
ğını d e n e m e riskine değer olmadığına karar verdi. Asker ç o ­
cuğun düşüncelerini sezmiş gibi, sağma doğru yalpalayarak
birkaç adım atıp tüm k a ç m a şanslannı y o k etti. Y e n i d e n göz­
lerini kapadı ve yüzünde kalan az bir renk de solup gitti. G ö z ­
leri kaymaya başladı ve kılıç elinden düştü. Artık adamdan bir
zarar gelmeyeceği belli olduğundan Pug o n a d o ğ m ilerleme­
ye başladı.
Adama yaklaştığında kumsalın yukarı tarafından bağınşlar
duyuldu. Pug ile T o m a s Prens Amtha'nın bir b ö l ü k süvarinin
başını çektiğini gördüler. Yaralı asker başını güçlükle yaklaşan
atların sesine çevirdi ve gözleri irileşti. Y ü z ü n d e n katışıksız bir
dehşet ifadesi geçti ve kaçmaya çalıştı. Suya d o ğ m sendeleye­
rek birkaç adım attı ve yüzüstü kumlara yığıldı.

Pug Dük'ün k o n s e y salonunun kapısına yakın bir yerde


dumyordu. Birkaç metre ö t e d e D ü k Borric'in yuvarlak toplan­
tı masasında kaygılı bir topluluk oturmaktaydı. D ü k ile oğul­
larının yanı sıra, Rahip Tully, ancak bir saat ö n c e d ö n m ü ş olan
Kulgan, Kılıçustası F a n n o n ve Atustası Algon toplanmış, otur­
maktaydı. Ciddiydiler, zira yabancı geminin gelişi Krallık için
potansiyel bir tehlike sayılıyordu.
Pug kapının öteki tarafında duran T o m a s ' a hızlı bir bakış
attı. T o m a s y e m e k salonunda servis yaptığı zamanlar dışında
hiç asillerin huzurunda bulunmamıştı ve Dük'ün toplantı salo­
nunda olmak sinirlerini bozuyordu. F a n n o n Usta konuştu ve
Pug dikkatini yeniden masaya çevirdi.
"Bildiklerimizi y e n i d e n ö z e t l e m e k gerekirse," dedi yaşlı Kı-
lıçustası, "bu insanların bize tamamen yabancı oldukları açık."
Tomas'ın gemiden aldığı çanağı aldı. "Bu çanak, Çömlekçius-
tamızca bilinmeyen bir tarzda üretilmiş. Başta b u n u n s a d e c e
fırınlanıp sırlanmış kilden olduğunu düşünüyordu, a n c a k da­
ha yakından incelediğinde b ö y l e olmadığı anlaşıldı. Bir tür de­
riden, bir kalıbın - b e l k i de a h ş a p - etrafına sarılmış, sonra da
bir tür reçineyle kaplanmış p a r ş ö m e n inceliğindeki derilerden
yapılmış. Bildiğimiz her ş e y d e n ç o k daha dayanıklı."
B u n u kanıtlamak için çanağı masaya sertçe çarptı. Kilden
yapılma bir ç a n a k gibi tuzla buz olmak yerine t o k bir ses çı­
kardı. "Şimdi, bu silahlarla zırh daha da zihin kanştırıcı." Mavi
göğüslük, miğfer, kılıç ve hançeri işaret etti. " B e n z e r bir tarz­
da üretilmiş gibi görünüyorlar." Hançeri kaldırdı ve yere bırak­
tı. Çanakla aynı tok sesi çıkardı. "Tüm hafifliğine rağmen, ne­
redeyse en iyi çeliğimiz kadar sağlam."
Borric başını salladı. "Tully, sen hepimizden daha eskisin.
B u n a b e n z e r şekilde inşa edilmiş bir gemi duydun mu hiç?"
"Hayır." Tully sakalsız çenesini dalgınlıkla kaşıdı. "Acı D e -
niz'den, Krallık Denizi'nden, hattâ Y ü c e Kesh'ten dahi b ö y l e
bir geminin geldiğini duymamıştım. Krondor'daki Ishap Tapı-
nağı'na h a b e r gönderebilirim. En eskiye dayanan kanıdar on­
lardadır. Belki de bu insanlar hakkında bilgileri vardır."
D ü k başını salladı. "Lütfen b u n u yap. Elfler ve c ü c e l e r e de
h a b e r göndermemiz gerekiyor. Burada bizden yüzyıllar ö n c e
bulunuyorlardı ve onların bilgeliğine başvurmamız iyi bir şey
olur."
Tully aynı fikirde olduğunu belirtti. "Sonu Olmayan D e -
niz'den gelen gezginler iseler Kraliçe Aglaranna'nın bu insan­
lar hakkında bilgisi olabilir. Belki de bu kıyılan daha ö n c e de
ziyaret etmişlerdir."
"Abes," diye homurdandı Atustası Algon. "Sonu Olmayan
Deniz'in öteki kıyısında hiçbir ulus yoktur. Aksi halde bir s o ­
nu olurdu."
Kulgan hoşgörülü bir ifade takındı. "Sonu Olmayan D e ­
niz'in öteki kıyısında b a ş k a ülkelerin var olduğuna dair ku­
ramlar vardır. S a d e c e bizim bu kadar uzun bir yolculuğu ger­
çekleştirebilecek çapta gemilerimiz yok."
Algon'un tek dediği, "Kuramlar," oldu.
" B u yabancılar kim olursa olsun," dedi Arutha, "onlar hak­
kında elimizden gelen her şeyi öğrendiğimizden emin olsak
iyi olur."
Algon ile Lyam o n a soran gözlerle, Kulgan ile Tully ise ifa­
desiz bir yüzle baktılar. Amtha devam e d e r k e n Borric ile Fan­
n o n başlarını salladılar. "Çocukların tarifine göre, geminin bir
savaş gemisi olduğu açık. Cıdavralı ağır p m v a , m a h m u z u n d a n
diğer gemilere toslamak için tasarlanmıştır ve yüksek ön gü­
vertenin okçular için m ü k e m m e l bir yer olduğu gibi, alçak or­
ta güverte de filika demiriyle kavranan diğer gemilere b i n m e k
için elverişlidir.. Kıçtaki güvertenin de y ü k s e k olduğunu tah­
min ederim. T e k n e n i n daha büyük bir b ö l ü m ü sağlam kalmış
olsaydı, sanırım kürekçi sıraları da bulurduk."
"Bir savaş kalyonu mu?" diye sordu Algon.
Fannon sabırsız görünüyordu. "Elbette, seni avanak." İki us­
ta arasında, zaman zaman hasmane atışmalara dönüşen dostça
bir rekabet vardı. "Konuğumuzun silahına bir baksana." Geniş
kılıcı işaret etti. "Bu oyuncağı elinde döndüren azimli bir adamın
üzerine atınla hücum etmek ister miydin? Bacaklarının altından
atını doğrayıp kesiverirdi. O zırh hafif ve tüm o zevksiz renkle­
rine rağmen maharetli bir el tarafından yapılmış. Ben, adamın pi­
yade olduğunu tahmin ediyorum. Güçlü yapısına bakılırsa, ya­
rım gün koştuktan sonra hâlâ savaşabiliyordu." Bıyığını dalgın­
lıkla ovuşturdu. "Bu insanların arasında yaman savaşçılar var."
Algon yavaşça başını salladı. Arutha koltuğunda arkasına
yaslandı, parmaklarını esneterek ellerini çadır gibi birleştirmiş­
ti. "Benim anlayamadığım şey," dedi Dük'ün k ü ç ü k oğlu, "ne­
den k a ç m a y a çalıştığı. O n a çekilmiş hiç silahımız yoktu ve hü­
c u m etmiyorduk. Kaçması için hiçbir n e d e n yoktu."
Borric ihtiyar rahibe baktı. "Bunu ö ğ r e n e b i l e c e k miyiz?"
Tully'nin kaşları çatılmışü; kaygılı bir hali vardı. "Sağ tarafı­
na, göğüslüğünün altına gömülmüş uzun bir tahta parçasının
yanı sıra, başına da kötü bir darbe almıştı. O miğfer kafatasmı
kırılmaktan korumuş. Ateşi yüksek ve e p e y kan kaybetmiş. Sağ
çıkmayabilir. Zihin temasına başvurmak z o m n d a kalabilirim,
tabii bilincini buna imkan v e r e c e k ölçüde geri kazanabilirse."
Pug zihin temasını biliyordu; Tully bunu o n a daha ö n c e açık­
lamıştı. Yalnızca birkaç din adamının uygulayabildiği bir yön­
temdi ve h e m özne, h e m de uygulayan kişi için s o n derece teh­
likeliydi. B u n a kalkıştığına göre ihtiyar rahip yaralı adamdan
bilgi almak için büyük gereksinim duyuyor olmalıydı.
Borric dikkatini Kulgan'a çevirdi. "Ya çocukların bulduğu
tomar?"
Kulgan dalgınlıkla elini salladı. "Bir ön ve bir kısa i n c e l e m e
yaptım. Büyülü özellikleri olduğuna kuşku yok. Sanınm Pug'ın
kamarayı ve o sandığı i n c e l e m e k için bir dürtü hissetmesi de
bu yüzdendi. B ü y ü y e karşı o n u n kadar duyarlı olan herkes
onu fark ederdi." Doğrudan Dük'e baktı. "Ancak ben, amacını
daha iyi belirlemek üzere daha ayrıntılı bir inceleme yapmadan
ö n c e mührü kırmaya isteksizim. Büyülü mühürlerin kırılması,
gerektiğince yapılmadığında, tehlikeli olabilir. Mühür üzerinde
oynanmışsa tomar kendi kendisini ya da daha kötüsü, onu kır­
maya çalışanları y o k edebilir. B u , büyük g ü c e sahip bir tomar­
da gördüğüm b u n a b e n z e r ilk tuzak olmazdı."
Dük bir an parmaklarıyla masada davul çaldı. "Pekala. Bu
toplantıyı b a ş k a bir g ü n e bırakacağız. T o m a r d a n ya da yaralı
adamdan yeni bir şey öğrenilir öğrenilmez, yeniden bir araya
geleceğiz." Tully'ye döndü. "Adamın nasıl olduğuna b a k ve
uyanırsa, elinden geldiği kadarını toparlamak için sanatını kul­
lan." Ayağa kalktı ve diğerleri de o n u izlediler. "Lyam, Elf Kra-
liçesi'ne ve Taş Dağı ile Gri Kuleler'deki c ü c e l e r e olanların ha­
berini yolla. Onlardan fikir iste."
Pug kapıyı açtı. Dük kapıdan çıktı ve diğerleri de ardından
geldiler. En s o n çıkanlar Pug ile T o m a s oldu ve salonda yü­
rürlerken T o m a s Pug'ın üzerine d o ğ m eğildi.
"Gerçekten de bir şeyleri başlattık."
Pug başını iki yana salladı. "Adamı ilk bulan biz olduk, o
kadar. Biz olmasak, başkası olurdu."
T o m a s odadan ve Dük'ün inceleyen bakışlarından uzaklaş-
üğına m e m n u n görünüyordu. "Bunun s o n u kötüye varırsa,
umarım bunu hatırlarlar."
Tully yaralı adamın yardımcıları tarafından bakıldığı kendi
dairesine yönelirken Kulgan da merdivenlerden kuledeki oda­
sına çıktı. Dük ile oğulları bir kapıdan g e ç i p kendi özel daire­
lerine g e ç e r e k çocukları holde yalnız bıraktılar.
Pug ile T o m a s bir d e p o odasından g e ç e r e k mutfağa gitti-
ler. Megar durmuş, birkaçı çocuklara ellerini sallayarak selam
veren mutfak çalışanlarına nezaret ediyordu. Oğlunu ve evlat­
lığını gördüğünde gülümsedi ve, "Eh, bu defa burnunuzu ne
gibi bir belaya soktunuz, bakalım?" dedi. Megar kum rengi
saçları ve içten bir çehresi olan, e s n e k bir adamdı. T o m a s ' a
kabataslak bir çizimin tamamlanmış bir tabloya b e n z e m e s i gi­
bi benziyordu. Orta yaşlarını süren, hoş görünümlü bir adam­
dı, a n c a k Tomas'ı diğerlerinden ayıran zarif yüz hatları o n d a
yoktu.
Megar sıntarak, "Herkese Tully'nin dairesindeki o adam
konusunda ağızlarını tutmaları söyleniyor ve haberciler oradan
oraya, bir yerden bir yere koşuşturup duruyor. Krondor Pren-
si'nin yedi yıl ö n c e k i ziyaretinden beri böyle patırtı görme­
dim!" dedi.
T o m a s tabakların birinden bir elma kaptı ve zıplayarak bir
masanın üzerine oturdu. İki ısırık arasında babasına olan bite­
ni anlattı.
Pug onları tezgaha dayanarak dinledi. T o m a s öyküyü mi­
nimum düzeyde süsleyerek aktarmıştı. Bitirdiğinde Megar ba­
şını iki yana salladı. "Eh, eh. Yabancılar, öyle mi? U m a n m yağ­
macı korsanlar değildirler. S o n zamanlarda oldukça huzurlu
zamanlar geçirdik. Kara Y o l Kardeşliği'nin," -tükürerek bir işa­
ret y a p t ı - "katil ruhlarına lanet olsun, goblinlerle o belalan
başlattığı zamandan beri on yıldır. O türden bir kargaşayı ye­
niden hoş karşılayacağımı sanmam, tüm erzakları sınır boyla­
rındaki köylere g ö n d e r m e k filan. Neyin en ç a b u k bozulacağı­
na ve neyin en uzun dayanacağına göre y e m e k pişirmek. Bir
ay d o ğ m dürüst bir y e m e k pişiremedimdi."
Pug gülümsedi. Megar'ın en zor olasılıkları dahi alıp, temel
öğelerine b ö l m e k gibi bir yeteneği vardı: durumun mutfak
personeline ne kadar rahatsızlık vermesinin b e k l e n e b i l e c e ğ i n i
h e s a p e t m e yeteneği.
T o m a s tezgahtan aşağı atladı. " B e n en iyisi askerlerin ye­
m e k h a n e s i n e gidip F a n n o n Usta'yı bekleyeyim. Yakında görü­
şürüz." Mutfaktan koşarak çıktı.
Megar, "Durum ciddi mi, Pug?" diye sordu.
Pug başını iki yana salladı. "Biliyorum, diyemem. Bilmiyo-
m m . Tully'yle Kulgan'ın endişeli olduğunu ve Dük'ün sorunu
elfler ve c ü c e l e r ile k o n u ş a c a k kadar önemsediğini biliyomm.
Olabilir."
Megar Tomas'ın çıktığı kapıya baktı. "Savaş ve katliam için
kötü bir zaman olurdu." Pug Megar'ın yüzündeki gizleyemedi-
ği kaygıyı görebiliyor ve yeni asker olmuş bir oğlun babasına
s ö y l e y e c e k hiçbir ş e y bulamıyordu.
Pug kendisini tezgahtan iterek uzaklaştırdı. " B e n de gitsem
iyi olacak, Megar." Mutfaktaki diğerlerine el sallayarak veda
etti ve mutfaktan çıkıp avluya yürüdü. Dük'ün dairesindeki
toplantının ciddi havası onu endişelendirdiğinden, p e k ders
çalışacak durumda değildi. Hiç kimse ortaya çıkıp da fazla bir
şey söylememişti, a n c a k y a b a n c ı geminin bir işgal filosunun
ö n c ü s ü olması olasılığını değerlendirmekte oldukları açıktı.
Pug dolanarak kalenin yan tarafına gitti ve Prenses'in ufak
ç i ç e k b a h ç e s i n e çıkan üç basamağı tırmandı. T a ş bir b a n k a
oturdu, çitler ve dizi dizi gül ağaçları avlunun büyük bölümü­
nü gözlerden gizliyordu. Hâlâ muhafızların siperlerde devriye
gezdiği y ü k s e k surların tepelerini görebiliyordu. B u n u n kendi
düş gücünün bir ürünü mü olduğunu, yoksa askerlerin o gün
özellikle mi dikkatli olduğunu merak etti.
Kibar bir öksürük d ö n m e s i n e n e d e n oldu. B a h ç e n i n öteki
tarafında Prenses Carline, T o p r a k Beyi Roland ve küçük nedi-
melerinden ikisiyle birlikte duruyordu. Pug k a l e d e hâlâ şöhret
sahibi biri sayıldığından, kızlar gülümsemelerini gizlediler.
Carline onları, "Toprak B e y i Pug ile özel olarak k o n u ş m a k is­
tiyorum," diyerek kovaladı. Roland ö n c e tereddüt etti, sonra
da kaskatı bir şekilde eğildi.
İki g e n ç hanım omuzlarının üzerinden kıkırdayarak Pug ile
Carline'e bakıyorlar, bu da Roland'ın sinir bozukluğunu daha
da artırıyor gibi görünüyordu.
Pug Carline yaklaşırken ayağa kalktı ve a c e m i c e eğildi.
Carline ters bir tavırla, "Ah, otur haydi. Bu budalalıklar bana
bıkkınlık veriyor ve ihtiyacım olanın tümünü Roland'dan gö-
rüyomm," dedi.
Pug oturdu. Kız onun yanında yerini aldı ve ikisi de bir an
sessiz kaldılar. Neden sonra Carline, "Seni bir haftadan uzun
zamandır görmedim. Meşgul müydün?" dedi.
Kız ve onun değişken ruh halleri kafasını karıştırdığından
Pug kendini rahatsız hissetti. Pug'a sadece üç hafta ö n c e , onu
trollerden kurtararak kale personeli arasında bir dedikodu ka­
sırgası yarattığı zamandan beri sıcak davranıyordu. Ancak diğer­
lerine, özellikle de Toprak Beyi Roland'a karşı hâlâ asabiydi.
"Derslerimle meşguldüm."
"Pof! O berbat kulede ç o k fazla zaman geçiriyorsun."
Pug kule odasını hiç de berbat saymıyordu - b i r a z rutubet­
li olması dışında. Orası onundu ve kendini orada rahat hisse­
diyordu.
"İsterseniz atla gezintiye gidebiliriz, Majesteleri."
Kız gülümsedi. "Bu h o ş u m a giderdi. Ancak korkarım, Ley­
di Marna b u n a izin vermez."
Pug şaşırmıştı. Prenses'i koruma şeklinden sonra, kızın
analığının bile kendisinin nezih bir refakatçi olduğunu kabul
edeceğini düşünmüştü. "Neden vermesin ki?"
Carline gülümsedi. "Düşüncesine göre, halktan biri oldu­
ğun zamanlarda haddini bilinmişsin. Artık bir saraylı olduğun­
dan, bazı emellerin olacağından kuşkulanıyor." Dudaklannda
hafif bir g ü l ü m s e m e dolaştı.
"Emeller mi?" dedi Pug anlamayarak.
Carline utangaç bir tavırla, "Daha üst bir m e v k i y e kavuş­
m a k yolunda hırsların olduğunu düşünüyor. B e n i bazı yönler­
den etkilemeye çalıştığını düşünüyor," dedi.
Pug Carline'e b o ş b o ş baktı. Aniden kafasında bir şimşek
çaktı ve ö n c e , "Ah," sonra da, "Ah! Majesteleri," dedi. Ayağa
kalktı. " B ö y l e bir şeyi asla yapmam. D e m e k istediğim asla ak­
lımdan bile geçmez... yani..."
Carline birden ayağa kalktı ve Pug'a dargın bir bakış attı.
"Oğlanlar! Hepiniz ahmaksınız." Uzun, yeşil giysisinin etekle­
rini toplayarak bir hışımla oradan uzaklaştı.
Pug oturdu, kız kafasını ö n c e k i n d e n de ç o k kanştırmıştı.
Öyle görünüyordu ki adeta... D ü ş ü n c e n i n kesilip gitmesine
izin verdi. Kızın kendisine karşı bir şeyler hissetmesi ihtimali
ne kadar yüksek görünürse, bu olasılık onu o kadar endişeye
sevk ediyordu. Carline kısa bir süre ö n c e düşlerinde hayal et­
tiği masal prensesinden e p e y fazlaydı. Küçük ayaklarından bi­
rini yere vurarak bir kaşık suda tüm kaleyi sarsabilecek bir fır­
tına koparabilirdi. Prenses çapraşık bir zihne sahipti, çelişkili
tabiatı da cabası.
Derin düşüncelerini sürdürmesine yandan ok gibi g e ç e n
T o m a s engel oldu. Arkadaşı g ö z ü n e ilişince üç basamağı bir
sıçrayışta çıktı ve o n u n ö n ü n d e nefes nefese durdu. "Dük bi­
zi istiyor. Gemideki adam öldü."
D ü k ' ü n toplantı odasında aceleyle toplandılar; bir haberci
kapısını vurduğunda c e v a p v e r m e y e n Kulgan dışında. Büyülü
tomar sorununa kendisini derinden kaptırdığı düşünüldü.
Peder Tully solgun ve süzgün görünüyordu. Pug o n u n g ö ­
rünüşü karşısında hayrete düşmüştü. Aradan bir saatten biraz
fazla z a m a n g e ç m e s i n e rağmen, ihtiyar rahip bu arada birkaç
uykusuz g e c e geçirmiş gibi görünüyordu. Gözleri kızarmıştı ve
çevresinde derin, m o r halkalar vardı. Y ü z ü kül gibiydi ve al­
nında hafif bir ter panltısı görülüyordu.
Borric rahibe bir rafta duran sürahiden bir kadeh şarap dol­
durup verdi. Tully perhiz yapan biri olduğundan tereddüt et­
ti, sonra da kana kana içti. Diğerleri masanın çevresinde ön­
c e k i konumlarını aldılar.
Borric Tully'ye baktı ve, "Ee?" dedi.
"Kumsaldaki asker bilincini yalnızca birkaç dakikalığına
y e n i d e n kazandı, ö l m e d e n ö n c e s o n bir çırpınışla. Bu zaman
zarfında onunla temas kurmak amacıyla zihnine sızabilme fır­
satını buldum. En s o n hummalı düşleri b o y u n c a onunla birlik­
te kalarak o n u n hakkında elimden gelebildiğince ç o k ş e y öğ­
r e n m e y e çalıştım. Teması neredeyse zamanında koparamaya-
caktım."
Pug'ın beti benzi attı. Zihin teması süresince rahip ile öz­
nenin zihni bir olurdu. Adam öldüğünde Tully teması kopar-
mamış olsaydı, ölebilir ya da aklını yitirebilirdi, zira iki adam
düşüncelerinin yanında duygularını, korkularını ve duyu izle­
nimlerini de paylaşırdı. Tully'nin bitkin halini anlıyordu artık:
İhtiyar rahip işbirliği yapmayan bir özneyle bağlantıyı sürdür­
m e k için büyük bir enerji harcamış ve c a n ç e k i ş e n adamın acı­
sı ve dehşetinden payına düşeni almıştı.
Tully biraz daha şarap içtikten sonra devam etti. "Bu ada-
mm ölüm döşeğindeki düşleri hummalı sanıların ürünü değil­
se, korkarım ortaya çıkışı endişe verici bir durumun haberci­
si." Tully şaraptan bir yudum daha aldı ve kadehi yana itti.
"Adamın adı X o m i c h idi. Tsuranuanni İmparatorluğu adlı bir
yönetimin altındaki Honshoni ulusunun basit bir askeriydi."
Borric, "Ne bu ulusun, ne de o İmparatorluğun adını hiç
duymadım," dedi.
Tully başıyla onayladı ve, "Duymuş olsanız, şaşırırdım,"de­
di. "O adamın gemisi Midkemia'daki hiçbir denizden gelmi­
yordu." Pug ile T o m a s birbirlerine baktılar ve Pug tüylerinin
ürperdiğini hissetti; Tomas'ın yüzünün solmasına bakılırsa, o
da aynı şeyi hissetmişti.
Tully sözlerine devam etti. "Bu işin nasıl başarıldığı konu­
sunda fikir yürütmekten fazlasını yapamayız, a n c a k bu gemi­
nin kendi zamanımız ve mekanımızdan ayrı, b a ş k a bir dünya­
dan geldiğine eminim." Somların sorulmasına fırsat vermeden,
"Bırakın, açıklayayım," dedi.
"Bu adam hummaya tutulmuştu ve aklı dalıp gidiyordu."
Tully'nin yüzünden hatırladığı acının ürpertisi geçti. "Yalnızca
' Y ü c e ' olarak düşündüğü birinin onur muhafızlarından biriydi.
Birbiriyle çelişen görüntüler vardı ve emin olamıyorum, ancak
çıktıkları yolculuğun tuhaf kabul edildiği anlaşılıyor, h e m bu
Y ü c e ' n i n varlığı, h e m de görevin niteliği yüzünden. Elde ede­
bildiğim tek düşünce, Y ü c e ' n i n gemiyle yolculuk etmeye ihti­
yaç duymadığı. B u n u n ötesinde küçük, ama hızlı ve birbiriyle
bağlantısız izlenimler aldım. Y a n k o r a olarak bildiği bir şehir
vardı, derken korkunç bir fırtına ve ani, kör e d e n bir parlak­
lık vardı, bu gemiye düşen yıldırım olabilir, ama b e n öyle ol­
duğunu sanmam. Kaptanı ve yoldaşlarının sulara kapılıp deni­
ze düştüğüne dair bir düşünce vardı. Sonra kayalara çarpma."
Bir an durdu. "Bu görüntülerin o sırada gerçekleştiğinden
emin değilim, çünkü mürettebatın kör e d e n ışıktan ö n c e kay­
bolmasını muhtemel buluyorum."
"Neden?" diye sordu Borric.
"Kendimin ilerisine geçtim," dedi Tully. "Öncelikle n e d e n
bu adamın başka bir dünyadan geldiğini sandığımı açıklamak
istiyorum.
"Bu X o m i c h yetişkinlik çağına büyük ordularla yönetilen
bir ülkede erişmişti. Gemileri denizlerde hüküm süren, savaş­
çı bir ırk onlarınki. Ama hangi denizlerde? Bildiğim kadarıyla
bu halkla temas kurulduğundan b a h s e d e n hiç olmamıştı. Da­
ha da ikna edici başka görüntüler de var. Kesh'in merkezinde­
ki, bizim bildiklerimizin en büyükleri olanlardan ç o k daha g e ­
niş, k o c a şehirler. B ü y ü k bir bayramda geçit resmindeki, bir
tribününün önünden g e ç e n ordular; Kral'ın Batı Ordusu'ndan
daha b ü y ü k şehir garnizonları."
Algon, "Yine de, onların," - b u n u kabul etmekte güçlük çeki­
yormuş gibi durdu, "-Sonu Olmayan Deniz'in öteki kıyısından
gelmediğini gösteren hiçbir kanıt yok." Bu olasılık onu o dünya­
da olmayan bir yer düşüncesinden daha az rahatsız eder gibiydi.
Tully sözünün kesilmesine kızmış gibiydi. "Daha, ç o k da­
ha fazlası var. O n u çoğu yurdu hakkındaki düşlerinde izledim.
Duyup gördüklerime hiç b e n z e m e y e n yaratıkları, öküz gibi
arabaları ç e k e n , altı bacaklı şeyleri ve b ö c e k l e r e ya da sürün­
genlere b e n z e y e n , ama insanlar gibi konuşan başka yaratıkla­
rı hatırlıyor. Ülkesi sıcaktı ve hatırladığı güneş bizimkinden da­
ha iri ve yeşil renkteydi. Bu adam bizim dünyamızdan değil­
di." Bu son sözler kesin bir ifadeyle söylenerek odadaki her­
kesin şüphelerine bir son vermişti. Tully emin olmadıkça böy­
le bir ifadede asla bulunmazdı.
Herkes söylenenler üzerinde düşünürken oda sessizdi. Ço­
cuklar da olanları izliyor ve bu duyguyu paylaşıyordu. K i m s e
k o n u ş m a k istemiyor gibiydi, sanki konuşmak, rahibin verdiği
bilgileri bir hakikat olarak sonsuza kadar mühürleyecek, ses­
siz kalmak ise bir kabus misali gelip geçmesini sağlayabilecek­
ti. Borric ayağa kalkıp p e n c e r e y e d o ğ m yürüdü. P e n c e r e ka­
lenin arka taraftaki b o ş bir duvarına bakmasına rağmen, sanki
orada başında d ö n ü p duran somlara bir yanıt sağlayacak bir
şeyler ararcasına gözünü dikmiş, bakıyordu oraya. Hızla arka­
sını döndü ve, "Buraya nasıl gelmişler, Tully?" dedi.
Rahip omuzlarını silkti. "Belki de Kulgan'ın kullandıklan
y ö n t e m konusunda bir kuramı vardır. B e n i m k e n d i m c e kurgu­
ladığım en muhtemel olaylar dizisi şöyle: G e m i fırtınada delin­
di; geminin kaptanı ve mürettebatının b ü y ü k bölümü kaybol­
du. S o n çare olarak bu Y ü c e , h e r kimse, gemiyi fırtınadan çı­
karmak, hava koşullarını değiştirmek ya da b a ş k a bir büyük iş
gerçekleştirmek üzere bir büyü yaptı. B u n u n sonucunda gemi
kendi dünyasından bizimkine savmlarak Denizcinin Kederi
sahili açıklarında ortaya çıktı. G e m i kendi dünyasında hızla
hareket ediyorduysa, buraya da aynı hareketi sürdürerek var­
mış ve batı rüzgarı sert estiğinden, y o k d e n e c e k kadar az mü­
rettebatı kalmış olan gemi d o ğ m d a n kayalara sürülmüş olabi­
lir. Ya da s a d e c e kayaların üzerinde ortaya çıkmış, buraya var­
dığı anda parçalanmış olabilir."
F a n n o n başını iki yana salladı. "Başka bir dünyadan. Bu
nasıl m ü m k ü n olabilir?"
İhtiyar rahip ellerini kaldırarak şaşkınlık belirten bir hare­
ket yaptı. "Elimizden g e l e n tek şey, fikir yürütmek. Ishapialı-
lann tapınaklarında eski tomarları vardır. Bunlardan bazıları­
nın, kendileri de daha eski tomarların birer kopyası olan, eski
tomarlann birer kopyası olduğu rivayet edilir. Orijinallerin ke­
sintisiz bir zincir halinde K a o s Savaşları zamanına dayandığını
savunurlar. Bunların arasında 'başka düzlemler', 'başka boyut­
lar' ve bizim unuttuğumuz kavramlardan bahsedilir. Ancak
açık olan bir şey vardır. Bilinmeyen ülkeler ve halklardan bah­
sederler ve insanoğlunun bir zamanlar başka dünyalara ya da
b a ş k a dünyalardan Midkemia'ya yolculuk ettikleri fikrini ö n e
sürerler. Bu kavramlar yüzyıllar b o y u n c a dini tartışmaların
merkezinde yer almıştır ve hiç kimse bunların herhangi birin­
de gerçeklik payı olup olmadığını kesin bir şekilde ifade e d e ­
memiştir." Durdu, sonra, "Şimdiye kadar," dedi. "Xomich'in
zihnindekileri görmemiş olsam, bugünkü olayları açıklayan
böylesi bir kuramı kabul etmezdim. Ama şimdi..."
Borric odayı geçerek koltuğunun arkasına geldi, elleriyle
yüksek arkalığın iki yanını kavramıştı. "Bu olanaksız görünüyor."
"Geminin ve adamın burada olduğu bir gerçek, B a b a , " de­
di Lyam.
Arutha kardeşinin sözlerine kendi sözlerini ekledi. "Bizim
de bu işin tekrarlanması olasılığının ne kadar olduğuna karar
vermemiz gerekiyor."
Borric Tully'ye, "Bunun ciddi bir durumun habercisi olabi­
leceğini söylediğinde haklıydın," dedi. "Büyük bir İmparator­
luk dikkatini Crydee ile Krallık'a çevirecek olursa..."
Tully başını iki yana salladı. "Borric, seni eğittiğim zaman­
ların üzerinden o kadar mı zaman geçti ki, k o n u n u n c a n alıcı
noktasını tamamen kaçırıyorsun?" D ü k itiraz e d e c e k olunca
kemikli elini kaldırdı. " B e n i affedin, lordum. Yaşlı ve yorgu­
num, görgü kurallarını unutuyorum. Ama hakikat yine de ha­
kikattir. Kudretli bir ulus ya da daha doğrusu uluslar impara­
torluğu onlar ve bize ulaşmak için bir yollan varsa, b u n u n so-
nuçları feci olabilir, a n c a k en kötüsü bu Y ü c e ' n i n sanatında
güçlü bir b ü y ü c ü ya da din adamı olması ihtimalidir. Zira o tü­
rünün tek örneği değilse, bu İmparatorluk içinde o n u n gibi
başkaları da varsa ve gerçekten de bu dünyaya büyü marife­
tiyle ulaşmaya çalıştıiarsa, o zaman bizim için gerçekten de
buhranlı zamanlar yolda, demektir."
Masadaki herkes hâlâ onun n e d e n bahsettiğini anlamıyor
gibi göründüğünden Tully, ümit vaat eden, a n c a k ara sıra ka­
faları çalışmayan bir öğrenci g m b u n a ders veren sabırlı bir ho­
ca gibi sözlerine devam etti. "Geminin ortaya çıkışı şans eseri
olabilir ve eğer öyleyse, bu sadece merak uyandıran bir şey
olur. Ancak buraya gelişi ö n c e d e n tasarlanmış bir şeyse, tehli­
k e d e olabiliriz, çünkü bir gemiyi başka bir dünyaya taşımak
b e n i m havsalamın almadığı ölçekte bir büyüdür. Bu insanlar,
kendilerine verdikleri adla Tsuraniler, bizim burada olduğumu­
zu biliyorlarsa ve bize ulaşmak için bir yöntemleri varsa, o za­
m a n sadece gücünün dorağunda olan rakibimiz, eli dünyanın
bu ücra köşesine kadar uzandığı zamanlarda Y ü c e Kesh'in sa­
hip olduğuna denk ordulardan korkmakla kalmayıp, bildiğimiz
tüm büyülerden daha büyük büyüyle yüzleşmemiz gerekir."
Borric başını salladı, çünkü bu sonuç, bir k e z ifade edildi­
ğinde apaçık ortadaydı. "Bu konuda h e m e n Kulgan'ın görüşü­
ne başvurmalıyız."
"Bir şey daha, Arutha," dedi Tully. Prens düşüncelere dalmış
olduğundan, sandalyesinden başını kaldırdı. "Xomich'in senden
ve adamlanndan neden kaçmaya çalıştığını biliyonım. Sizlerin
kendi dünyasından tanıdığı, T h û n adında, Tsuranilerin korktu­
ğu insan başlı at biçimindeki yaratıklar olduğunuzu sandı."
"Neden böyle sansın ki?" diye sordu şaşırmış g ö ı i i n e n
Lyam.
"Daha ö n c e hiç at ya da o n a uzaktan yakından b e n z e y e n
bir şey görmemişti. Bu insanlarda hiç at bulunmadığım sanı­
yorum."
Dük yeniden oturdu. Parmaklarıyla masada davul çalarak,
"Rahip Tully'nin dedikleri doğruysa, bazı kararlar vermemiz ve
bunu ç a b u k yapmamız gerekir. Bu insanları kıyılarımıza geti­
ren s a d e c e bir kazaysa, k o r k a c a k p e k bir şey olmayabilir. An­
cak, buraya gelişleri ö n c e d e n planlanmış bir şeyse, ciddi bir
tehlikeyle karşı karşıya olduğumuzu düşünmeliyiz. Bizler Kral-
lık'taki garnizonlar arasında sayıca en az olanıyız ve buraya
güçlerini toplayıp gelmeleri durumunda işimiz hayli zor ola­
caktır," dedi.
Diğerleri mırıldanarak onunla hemfikir olduklarını belirtti­
ler ve Dük, "Çoğu noktada Rahip Tully'yle aynı fikirde olma­
ya meyilli de olsam, burada söylenmiş olan şeylerin hâlâ spe­
külasyon olduğunu anlamaya çalışmamız iyi olur. Bu halk ko­
nusunda Kulgan'ın düşüncelerini almalıyız," dedi. Pug'a dön­
dü. " B a k bakalım, ustan bize katılacak durumda mı."
Pug başını sallayıp kapıyı açtıktan sonra kaleden koşarak
geçti. Kule merdivenlerine d o ğ m koştu ve onları ikişer ikişer çık­
tı. Kapıyı vurmak üzere elini kaldırdığında, bir yıldırımın yakı-
nındaymış gibi, kollan ve kafasındaki tüylerin dikilmesine yol
açan tiıhaf bir hisse kapıldı. Üzerine aniden bir terslik olduğu
duygusu çöktü ve kapıyı yumrukladı. "Kulgan! Kulgan! İyi mi­
sin?" diye bağırdı, ama hiçbir cevap gelmiyordu. Kapı kolunu
denedi ve kilitli olduğunu gördü. Omzunu dayayarak kapıyı zor­
lamaya çalıştı, ancak yerinden oynamıyordu. Tuhaf duygu geç­
mişti, ama Kulgan'ın sessizliği karşısında içi korkuyla doldu. Et­
rafında kapıyı zorlayarak açmakta kullanabileceği bir şeyler ara­
dı ve hiçbir şey bulamayınca merdivenlerden gerisin geri koştu.
Uzun salona koştu. Burada Crydee üniforması içindeki mu­
hafızlar n ö b e t tutuyordu. En yakındaki ikisine, "Siz ikiniz, b e ­
nimle gelin. Ustamın başı dertte," diye bağırdı. Tereddüt e t m e ­
den ç o c u ğ u n peşinden, çizmeleriyle taş basamakları çınlatarak
çıktılar.
B ü y ü c ü n ü n kapısına vardıklannda Pug, "Kırın kapıyı!" de­
di. Çabucak mızraklarıyla kalkanlarını bir yana bıraktılar ve
omuzlarını kapıya dayadılar. Bir, iki, üç kez asıldılar ve kilit
plağının etrafındaki kalaslar itiraz e d e r gibi inleyerek çatladı­
lar. Son k e z o m u z verdikten sonra kapı savrularak açıldı. Mu­
hafızlar kendilerini kapının arkasına düşmekten s o n anda kur­
tardılar ve yüzlerinde hayret ve şaşkınlıkla geriye adım attılar.
Pug bir o m u z darbesiyle aralarında k e n d i n e yer açtı ve odanın
içine baktı.
Kulgan yerde, baygın yatıyordu. Mavi cüppesi perişan hal­
deydi ve bir kolunu korumak istermiş gibi yüzünün üzerine
kapamıştı. Y a n m metre uzağında, çalışma masasının durması
g e r e k e n yerde, panldayan bir b o ş l u k havada asılı dumyordu.
Pug havadaki bu noktaya baktı. T a m da gri sayılamayacak, g e ­
niş bir gri kürede kırılmış bir ışık tayfının izleri panldıyordu.
Pug ardını göremiyordu, ama içinde katı bir ş e y yoktu. Gri
mekandan, büyücüye uzanmakta olan bir çift insan kolu çıkı­
yordu. Kollar Kulgan'ın cüppesinin kumaşına dokundukların­
da d u m p kumaşı yokladılar. Bir karar verilmiş gibi, Kulgan'ın
kolunu bulana kadar b e d e n i n d e gezindiler. Eller onu kavradı
ve kolunu boşluğa d o ğ m kaldırmaya çalıştılar. Pug dehşet
içinde kalakalmıştı, ç ü n k ü boşluğun öte yanındaki her kim ya
da her ne ise, tıknaz büyücüyü yukarı ve içeri ç e k m e y e çalışı­
yordu. Bir çift el daha b ü y ü c ü n ü n kolunu birinci çiftin tuttuğu
yerin yakınından kavradı; Kulgan boşluğa d o ğ m çekiliyordu.
Pug döndü ve mızraklardan birini, hayret içindeki muhafız­
ların yasladığı duvardan aldı. Askerlerden ikisi de bir hamle
yapamadan, gri noktaya nişan aldı ve mızrağı fırlattı.
Mızrak onlarla Kulgan'ı ayıran üç metreyi uçarak aştı ve
boşluğun içinde kayboldu. Kısa bir an sonra, kollar Kulgan'ı
bırakıp çekildiler. Gri b o ş l u k aniden titreşerek ortadan kaybol­
du; yerini bir şaklamayla hava doldurdu. Pug Kulgan'ın yanı­
na koştu ve ustasının başında eğildi.
B ü y ü c ü nefes alıyordu, ama yüzü b e m b e y a z d ı ve ter dam-
lalarıyla kaplıydı. Teni s o ğ u k ve yapışkandı. Pug Kulgan'ın şil­
tesine koştu ve bir battaniye çekti. B ü y ü c ü n ü n üzerini örter­
k e n muhafızlara, "Rahip Tully'yi bulun," diye bağırdı.

Pug ile T o m a s o g e c e uyuyamayıp sabaha kadar oturdular.


Tully büyücüye bakarak olumlu bir tahminde bulunmuştu.
Kulgan ş o k geçiriyordu, ama birkaç gün içinde kendini toplar­
dı.
D ü k Borric, Pug ile muhafızlan tanık oldukları ş e y hakkın­
da sorguya çekmişti ve kale galeyan halindeydi. T ü m muha­
fızlar yataktan kaldırılmış, Dükalık'ın sınır boylarındaki devri­
yeler iki misline çıkarılmıştı. D ü k hâlâ geminin ortaya çıkışıy­
la büyücünün odasındaki olay arasında ne gibi bir bağlantı ol­
duğunu bilmiyordu, ama hakimiyet bölgesinin güvenliği k o ­
nusunda hiçbir şeyi şansa bırakmıyordu. Kalenin duvarları b o ­
y u n c a meşaleler yanıyordu ve Uzunburun fenerine ve aşağı-
sındaki kasabaya muhafızlar gönderilmişti.
T o m a s , kaledeki az sayıda sakin yer olan Prenses Carline'in
b a h ç e s i n d e k i bir parkta Pug'la y a n yana oturuyordu. T o m a s
Pug'a düşünceli bir şekilde baktı. "Sanırım bu Tsuraniler geli­
yor."
Pug elini saçlarının arasından geçirdi. "Bunu kesin olarak
bilmiyoruz."
Tomas'ın sesi yorgun geliyordu. "Sadece içimde öyle bir
his var."
Pug başıyla onayladı. "Yarın olup Kulgan bize neler oldu­
ğunu anlatabildiğinde öğreneceğiz."
T o m a s dışarı, sura doğru baktı. "Buraları hiç b ö y l e tuhaf
görmemiştim. Kara Kardeşlik ile goblinlerin bizim küçüklüğü-
müzdeki saldınsından beri; o zamanları hatırlıyorsun değil
mi?"
Pug bir an sessizce başını salladı sonra, "O zaman neyle
karşı karşıya olduğumuzu biliyorduk," dedi. "Kara elfler kale­
lere herkesin hatırlayabildiği en eski zamanlardan beri saldırı­
yor. Goblinler de... eh, onlar goblin işte."
Uzun süre k o n u ş m a d a n oturdular-, derken taş d ö ş e m e d e k i
ayak sesleri birinin gelmekte olduğunu h a b e r verdi. Zincir zır­
hı ile cüppesi içindeki Kılıçustası F a n n o n önlerinde durdu.
"Ne? Bu saatte daha ayakta mısınız? İkinizin de yatakta olma­
sı lazım." İhtiyar savaşçı kale surlannı i n c e l e m e k üzere başını
çevirdi. "Bu g e c e uyuyamayan birçok adam var." Dikkatini ye­
niden çocuklara verdi. "Tomas, bir askerin bulabildiği her fır­
satta uyuyabilme hünerini kazanması gerekir, çünkü hiç uyu­
maya fırsat bulamadığı birçok üzün gün olur. Ve T o p r a k Beyi
Pug, senin de uyuyor olman gerekirdi. Şimdi, n e d e n gidip din­
l e n m e y e çalışmıyorsunuz?"
Çocuklar başlarını salladılar, Kılıçustasına iyi g e c e l e r dile­
yip gittiler. Dük'ün muhafız alayının kır saçlı kumandanı onla­
rı giderken izledi ve k ü ç ü k b a h ç e d e bir süre, kendi huzursuz
edici düşünceleriyle baş başa, bekledi.
Pug kapısının yanından g e ç e n ayak seslerine uyandı. Ça­
b u c a k pantolonuyla tuniğini çekti ve basamaklardan koşarak
Kulgan'ın odasına çıktı. Aceleyle yerine takılan kapıyı ittiğin­
de D ü k ile Rahip Tully'yi Kulgan'ın şiltesinin yamnda ayakta
duaır buldu. Pug ustasının, cılız çıkan, zorla yatakta tutulmak­
tan yakınan sesini duydu. "Size söylüyorum, iyiyim ben," diye
ayak diredi Kulgan. "Sadece bırakın biraz dolanayım, göz açıp
kapayıncaya kadar eskisi gibi olurum."
Sesi hâlâ yorgun çıkan Tully, "Eskisi gibi yerle yeksan hal­
de, d e m e k istiyorsun. Tehlikeli bir sarsıntı geçirdin, Kulgan.
Seni bayıltan her neyse, seni e p e y bir marizlemiş. Şansın var­
mış, ç o k daha kötüsü olabilirdi."
Kulgan, hiç kimseyi rahatsız etmek istemediğinden kapıda
sessizce duran Pug'ı fark etti. "Ha, Pug," dedi, sesi alışılmış gü­
cünü biraz kazanarak. "Gel, gel. Anladığım kadarıyla, tanıma­
dığım yoldaşlarla b e k l e n m e d i k bir yolculuğa çıkmak z o m n d a
kalmayışımı sana borçluymuşum."
Pug gülümsedi, zira bitkin haline rağmen Kulgan her za­
manki gibi neşeli görünüyordu. "Gerçekten hiçbir şey yapma­
dım, efendim. S a d e c e bir şeylerin yanlış olduğunu hissettim ve
harekete geçtim."
"Çabuk ve d o ğ m şekilde davrandın," dedi D ü k gülümseye­
rek. "Çocuk bir kez daha h a n e m d e n birinin sağ salim oluşun­
dan sorumlu. B ö y l e giderse o n a Dukalık Hanesinin Koruyucu­
su unvanını vermek z o m n d a kalacağım."
Dük'ün övgüsünden m e m n u n olan Pug gülümsedi. Borric
büyücüye döndü. "Seni b ö y l e ateşli gördüğümüze göre, sanı­
nın dün hakkında konuşsak iyi olacak. Y e t e r i n c e iyi misin?"
Bu s o m Kulgan'ın sinirli sinirli bakmasına n e d e n oldu. "El­
bette, yeterince iyiyim. On dakikadır anlatmaya çalıştığım da
bu zaten." Kulgan yataktan kalmaya davrandı, ama başı dön­
m e y e başladığında, Tully omzuna elini k o y u p onu engelleye­
rek onu yeniden dinlenmekte olduğu büyük yastık yığınına
yönlendirdi.
"Oradan da pekala konuşabilirsin, sağol. Şimdi, yatakta
kal."
Kulgan itiraz etmedi. Çok g e ç m e d e n kendini daha iyi his­
sederek, "Tamam, a m a pipomu uzatır mısın, lütfen?" dedi.
Pug Kulgan'ın piposuyla tütününü getirdi, büyücü pipoyu
sıkıştırırken de ateş çanağından yanan, uzun bir çıra getirdi.
Kulgan piposunu yaktı ve istediği gibi yanmaya başlayınca yü­
zünde m e m n u n bir ifadeyle geriye yaslandı. "Şimdi," dedi,
"nereden başlayalım?"
D ü k ç a b u c a k onu Tully'nin ortaya çıkardıkları konusunda
bilgilendirirken rahip de Dük'ün g ö z ü n d e n k a ç a n birkaç ay-
nntıyı ekledi. Sözlerini bitirdiklerinde Kulgan başını salladı.
"Bu insanların k ö k e n i konusundaki tahminin büyük ihtimalle
d o ğ m . G e m i d e n getirilen eşyaları gördüğümde bu olasılıktan
kuşkulanmıştım ve dün bu odada olup bitenler düşüncelerimi
doğruladı." B i r an durarak düşüncelerini topladı. "Tomar bu
halkın, Tsurani halkının bir büyücüsünün karısına yazdığı bir
mektuptu, ama s a d e c e b u n d a n ibaret değildi. Mühür okuyanı
m e k t u b u n sonunda bulunan bir büyüyü yapmaya zorlayacak
şekilde büyüyle donatılmıştı. B u , normalde okumayı bilsin,
bilmesin, herkesin tomarı okumasını sağlayan, olağanüstü bir
büyü."
Dük, "Bu tuhaf bir şey," dedi.
Tully, "Hayret verici," dedi.
"Bunlar b e n i m için tamamıyla yeni kavramlar," diye itiraf
etti Kulgan. "Her neyse, m e k t u b u büyücüler tarafından yazılan
mektuplarda sıkça görülen büyülü tuzaklardan korkmadan
okuyabilmek üzere o büyüyü etkisiz hale getirmiştim. Lisan,
elbette yabancıydı ve tercüme etmek için b a ş k a bir tomardaki
büyüyü kullandım. Lisanı bu büyü sayesinde anladıktan sonra
bile, bahsedilen her şeyi tam olarak anlamadım.
"Fanatha adlı bir büyücü gemi yoluyla kendi dünyasındaki
bir şehre yolculuk ediyordu. D e n i z e açıldıktan birkaç gün son­
ra, şiddetli bir fırtınaya kapıldılar. G e m i direğini kaybetti ve
mürettebatın büyük b ö l ü m ü denize düştü. B ü y ü c ü tomarı yaz­
m a k için az bir zaman ayırdı - a c e l e y l e yazılmıştı- ve üzerine
büyüleri yaptı. Ö y l e anlaşılıyor ki, bu adam g e m i d e n istediği
zaman aynlıp evine ya da b a ş k a bir yere güvenlik içinde dö-
nebilirmiş, ama gemi ve taşıdığı yük konusundaki kaygıları
bunu yapmasını engellemiş. Bu k o n u d a emin değilim, ama
m e k t u b u n üslubundan, yaşamını gemideki diğerleri için tehli­
k e y e atmasının alışılan bir şey olmadığı anlaşılıyordu. Kafa ka-
nştıran b a ş k a bir şey de, 'Savaş Lordu' olarak andığı birine kar­
şı görevinden bahsetmesiydi. Çok ufak şeylerden bir sonuç çı­
karmaya çalışıyor olabilirim, a n c a k mektuptaki hava b a n a bu­
nun kişisel bir görevden ç o k bir onur meselesi ya da verilmiş
bir söz yüzünden olduğunu düşündürüyor. Her halükarda n o ­
tu k a l e m e aldı, mühürledi, sonra da gemiyi büyü marifetiyle
hareket ettirme işine kalkışacaktı."
Tully başını hayretle iki yana salladı. "İnanılır gibi değil."
Kulgan, "Ve bizim büyüden anladığımız kadanyla, olanak­
sız," diye ekledi heyecanla.
Pug b ü y ü c ü n ü n mesleki ilgisinin, düpedüz kaygılı g ö r ü n e n
Dük tarafından paylaşılmadığını fark etti. Ç o c u k Tully'nin, bu
insanların Krallığı işgal etmeleri durumunda, bu ö l ç e k t e büyü­
nün ne anlama g e l e c e ğ i n e dair söylediklerini hatırladı. B ü y ü -
cü, "Bu insanlar bizim yalnızca üzerinde fikir yürütebileceği­
miz güçlere sahip," diye devam etti. "Büyücü bazı konularda
son d e r e c e açıktı - bu kadar kısa bir mesaja b u n c a ç o k fikri
sıkıştırma yeteneği, olağanüstü düzenlilikte bir zihne delalet
ediyor.
"Karısını, geriye d ö n m e k için elinden geleni ardına koyma­
yacağına dair ikna etmeye s o n d e r e c e ö z e n göstermişti. 'Yeni
dünya'ya bir gedik açmaktan bahsediyordu, zira - v e bunu tam
olarak a n l a m a d ı m - bir köprü zaten kurulmuştu ve sahip oldu­
ğu bir aygıt gemiyi kendi dünyasında hareket ettirecek... bir
çeşit yetiden yoksundu. T ü m belirtilere göre, bu umutsuz bir
kumardı. Tomara ikinci bir büyü yerleştirdi - b e n i sonunda ya­
kalayan da bu oldu. İlk büyüyü etkisiz hale getirdiğimde ikin­
ciyi de saf dışı bıraktığımı sanmıştım, ama yanılmışım. İkinci
büyü, birisi tomarı yüksek sesle okumayı tamamlar tamamla­
m a z harekete g e ç e c e k şekilde tasarlanmıştı, büyü sanatının
duyulmadık bir örneği daha. B ü y ü bu gediklerden yeni bir ta­
nesinin açılmasını sağlayacaktı, b ö y l e c e mesaj ö n c e 'Meclis'
adı verilen bir yere, oradan da b ü y ü c ü n ü n karısına aktarıla­
caktı. Neredeyse mesajla birlikte gediğe kapılacaktım."
Pug ö n e d o ğ m bir adım attı. D ü ş ü n m e d e n , "O zaman o el­
ler o n u bulmaya çalışan arkadaşlarının elleri olabilirdi," deyi­
verdi.
Kulgan çırağına baktı ve başıyla onayladı. " B u da bir olası­
lık. Her halükarda, bu olaydan ç o k şey çıkarabiliriz. Bu Tsu-
raniler büyüyü d e n e t l e m e k konusunda, bizlerin düşünceleri­
mizde ancak ucundan kıyısından kavrayabileceğimiz ölçüde
denetleme y e t e n e ğ i n e sahipler. Gedikler konusunda ç o k az,
özellikleri konusunda da hiç bilgimiz yok."
D ü k şaşırmış görünüyordu. "Lütfen açıkla."
Kulgan piposundan bir nefes aldı, sonra, "Büyü, doğası g e ­
reği, kararsızdır," dedi. "Zaman zaman bir büyü öylesine çar­
pılır ki - b u n u n n e d e n olduğunu b i l e m i y o r u z - ...dünyanın do­
kusunu yırtar. Kısa bir süreliğine bir gedik açılır ve... bir yer­
lere açılan bir geçit oluşur. Böylesi olaylar konusunda bundan
öte p e k bir şey bilinmez, muazzam enerji boşalımlarına yol aç­
tıkları dışında."
Tully, "Bunlar teoriden ibarettir, a n c a k hiç k i m s e zaman za­
m a n bir büyü ya da büyü aygıtının aniden bu şekilde patlama­
sının ve gerçeklikteki bu kararsızlığın ortaya çıkışının nedeni­
ni anlamıyor. B u n u n gibi birkaç vaka oldu, a n c a k elimizde sa­
d e c e ikinci elden gözlemler var. Bu gediklerin oluşumuna ta­
nıklık edenler ya öldüler ya da ortadan kayboldular," dedi.
Kulgan yeniden söze girdi. "Kabul edilen varsayıma göre,
bu kişiler gediğin birkaç metre uzağındaki her şeyle birlikte
y o k oldular." Bir an düşünceli göründü. "Bu durumda o gedik
çalışma odamda belirdiği zaman ö l m e m gerekirdi."
Dük araya girdi. "Tarifinize bakılırsa, gedik dediğiniz bu
şeyler tehlikeli."
Kulgan başıyla onayladı. "Aynı zamanda tahmin edilemez.
Keşfedilen tüm güçler arasında en d e n e t l e n e m e z olanlar ara­
sındadırlar. Bu insanlar onların nasıl üretildiğini ve dünyalar
arasında bir geçit olarak kullanmak üzere nasıl denetlenebil-
diklerini biliyorlar ve onlardan güvenli bir biçimde geçiyorlar­
sa, sanatları en muktedir cinsinden, demektir."
Tully, "Bunun ö n c e s i n d e gediklerin tabiatım biraz tahmin
ediyorduk, a n c a k somut delillerle uzaktan yakından ilgili bir
şeye sahip olmamız, ilk defa oluyor," dedi.
Kulgan, "Peh!" dedi. " Y a b a n c ı halklar ve bilinmeyen nes­
nelerin g e ç e n yıllar içinde zaman zaman aniden ortaya çıktığı
görülmemiş şey değil, Tully. Bu şüphesiz onların n e r e d e n gel­
diğini açıklardı," dedi.
Tully bunu onaylamak konusunda gönüllü değil gibiydi.
"Yalnızca teori, Kulgan; kanıt değil. Bu insanlar h e p ölüydü;
aygıtlar da... hiç kimse tanınmayacak kadar yanmış ve biçim-
sizleşmiş olmayanlann ne olduğunu anlayamadı."
Kulgan gülümsedi. "Gerçekten mi? Ya yirmi yıl ö n c e Sala-
dor'da ortaya çıkan adama ne demeli?" D ü k ' e dönerek, "Bu
adam bilinen hiçbir lisanı konuşmuyordu ve s o n d e r e c e tuhaf
bir tarzda giyinmişti," dedi.
Tully burnunun üzerinden Kulgan'a baktı. "Aynı zamanda
tamamen kaçıktı ve anlaşılır tek kelime edememişti. T a p m a k ­
lar o n a ç o k zaman ayırmıştı-"
Borric'in rengi soldu. "Tannlar adına! Orduları bizimkiler­
den kat kat büyük, dünyamıza istedikleri zaman ulaşabilen bir
savaşçılar ulusu. Ümit edelim, gözlerini Krallık'a çevirmemiş
olsunlar."
Kulgan başını salladı ve bir duman bulutu üfledi. "Şimdiye
kadar bu insanların görüldüğünü duymadık ve onlardan kork­
m a m ı z şart olmayabilir, ama içimde bir his..." Bir an düşünce­
sini tamamlamadan bıraktı. Hafif bir rahatsızlığı gidermek için
bir yana eğilerek, "Bir şey olmayabilir, ama mesajda bir k ö p ­
rüden bahsedilmiş olması canımı sıkıyor. Dünyalar arasında
kalıcı bir yolun zaten var olduğunu düşündürüyor. Umarım,
yanılıyorumdur," dedi. Merdivenlerden gürültüyle çıkan ayak­
ların seslerini duyunca döndüler. Bir muhafız içeri aceleyle
girdi ve Dük'ün ö n ü n d e hazır ola g e ç e r e k o n a k ü ç ü k bir ka­
ğıt verdi.
D ü k adamı gönderdi ve katlanmış kağıdı açtı. Hızla o k u ­
duktan sonra Tully'ye verdi. "Elflerle cücelere, yanıtları taşıya-
cak güvercinlerle birlikte hızlı süvariler yollamıştım. Elf Krali­
çesi Crydee'ye doğru yola çıktığını ve iki gün içinde buraya
varmış olacağını h a b e r veriyor."
Tully başını iki yana salladı. "Yaşadığım süre boyunca, Ley­
di Aglaranna'nın Elvandar'dan çıktığını hiç duymamıştım. Bu
b e n i iliklerime kadar donduruyor."
Kulgan, "Buraya geldiğine göre, işler ciddi bir hal alıyor ol­
malı. Umarım yanılıyorumdur, ama sanırım bu Tsuranilerden
haberdar olan bir tek bizler değiliz," dedi.
Odaya sessizlik çöktü ve Pug'ı bir çaresizlik duygusu kap­
ladı. Silkinerek kendini bu duygudan kurtardı, ama yankılan
daha günlerce onu izleyecekti.
ELF MECLİSİ

Pug p e n c e r e d e n dışarı sarktı.


Sabahın e r k e n saatlerinde bastıran şiddetli yağmura rağ­
men, avluda bir k e ş m e k e ş h ü k ü m sürüyordu. Her önemli zi­
yaret için yapılan gerekli hazırlıklara, bu ziyaretçilerin elf ol­
masının alışılmamışlığı eklenmişti. Kraliçe Aglaranna'dan ara
sıra gelen ziyaretçiler dahi k a l e d e b o y gösterdiğinde merak
konusu olurdu, çünkü elflerin Crydee nehrinin güneyine g e ç ­
tiği p e k görülen bir şey değildi. Elfler insan topluluklarından
uzak yaşardı ve görenekleri tuhaf ve büyülü kabul edilirdi. Bu
topraklarda insanların Batı'ya gelmesinden ç o k uzun zaman
ö n c e s i n d e n beri yaşıyorlardı ve Krallığın tüm h a k iddia etme­
lerine karşın, özgür bir halk olduklanna dair, s ö z e dökülme­
miş bir anlaşma vardı.
Bir öksürük Pug'ın d ö n m e s i n e ve büyük bir kitabın üzerin­
de oturan Kulgan'ı görmesine n e d e n oldu. B ü y ü c ü bir bakışıy­
la ç o c u ğ u n derslerine geri d ö n m e s i gerektiğini belirtti. Pug ke­
penkleri kapatıp şiltesine oturdu. Kulgan, "Birkaç saat içinde
elflere alık alık b a k m a k için b o l b o l zamanın olacak, evlat,"
dedi. "O zaman derslere ayıracak ç o k az zamanın kalacak.
Elinde olan zamanı en iyi şekilde değerlendirmeyi ö ğ r e n m e n
gerek."
Fantus kafasını ç o c u ğ u n kucağına yerleştirmek üzere sen­
deleyerek yaklaştı. Pug bir kitap alıp okumaya başlarken göz
kabartılarından birinin arkasını dalgınlıkla kaşıdı. Kulgan,
Pug'a büyünün doğasını daha derinden kavramasına yardımcı
olacağı umuduyla, farklı büyücüler tarafından anlatılan büyü­
lerdeki ortak nitelikleri b u l u p çıkarmak görevini vermişti.
Kulgan, Pug'ın trollere yaptığı büyünün o sırada üzerinde
bulunan muazzam baskının sonucunda olduğu düşüncesin-
deydi. B a ş k a büyücülerin yaptıkları araştırmaları incelemenin
çocuğa, derslerinde ilerlemesini ö n l e y e n engelleri aşmasında
yardımcı olabileceğini ümit ediyordu. Kitap Pug'a da ç o k da
ilginç gelmiş ve o k u m a yazması e p e y ilerlemişti.
Pug uzun piposundan büyük duman bulutları üflerken bir
taraftan da okumakta olan ustasına göz attı. Kulgan'da ö n c e k i
günkü zayıflığından eser yoktu ve ç o c u ğ u n bu saatleri Elf Kra­
liçesi ile maiyetinin gelişini b o ş b o ş b e k l e m e k yerine ders ça­
lışarak geçirmesinde ısrar etmişti.
Birkaç dakika sonra Pug'ın gözleri keskin dumandan yaşar­
maya başladı ve yeniden p e n c e r e y e d ö n ü p kepenkleri açtı.
"Kulgan?"
"Evet, Pug?"
"Sıcaklık için ateşi yanar tutsak, ama bir şekilde dumanı dı-
şan taşısak seninle çalışmak ç o k daha iyi olurdu." Dumanı tü­
ten ateş çömleğiyle büyücünün piposu arasında kalan oda, ka­
lın, mavi-beyaz bir sisle dolmuşta.
B ü y ü c ü gürültülü bir k a h k a h a kopardı. "Haldısın." Bir an
gözlerini kapadı, elleri hızlı bir hareketle havada uçtu ve alçak
sesle bir dizi büyülü söz söyledi. Ç o k g e ç m e d e n elinde, gri ve
b e y a z renkte dumandan, iri bir küre tutuyordu ve o n u dışarı
attığında odanın havası temiz ve berrak oluverdi.
Pug gülerek başını iki yana salladı. "Eksik olma, Kulgan,
ama b e n i m kafamda daha dünyevi bir ç ö z ü m vardı. Ateş ça­
nağı için bir b a c a yapmaya ne dersin?"
"Bu m ü m k ü n değil, Pug," dedi Kulgan oturarak. Duvarı
işaret etti. "Kule inşa edilirken bir b a c a yapılmış olsa, tamam­
dı. Ama taşları buradan başlayıp, b e n i m o d a m d a n g e ç e r e k ta
çatıya kadar s ö k m e k zor, üstelik de pahalı olurdu."
" B e n duvarda bir b a c a düşünüyordum, Kulgan. Demircinin
tav fırmındaki, ısıyı ve dumanı çatıdan ç e k i p alan taş körüğü
biliyor musun?" B ü y ü c ü başıyla evetledi. "Eh, demirciye metal
bir körükle körükten çıkıp dumanı ç e k e c e k metal bir b a c a
yaptırabilsem, aynı işi yapardı, değil mi?"
Kulgan bunu bir an düşündü. "Yapmaması için bir n e d e n
göremiyorum. Ama bu bacayı nereye yerleştireceksin?"
"Şuraya." Pug pencerenin sol üst tarafındaki iki taşı işaret
etti. Bunlar kule yapılırken yerlerine iyi yerleştirilmemişlerdi
ve artık aralarında rüzgarın içeri uğuldayarak e s m e s i n e yol
açan, geniş bir aralık vardı. Soldakini işaret ederek, "Bu taş y e ­
rinden çıkarılabilir," dedi. "Denedim, yerinden oynuyor. B a c a
ateş çanağının üzerinden gelip, şurada kavislenebilir" - ç a n a ­
ğın üzerinde, taşla aynı seviyede bir noktayı işaret e t t i - "ve bu­
radan dışarı çıkabilir. Etrafındaki boşluğu kapatırsak, rüzgarı
dışarıda tutar."
Kulgan etkilenmiş görünüyordu. "Bu alışılmamış bir dü­
şünce, Pug. İşe yarayabilir. Sabah demirciyle k o n u ş u p onun
bu k o n u d a k i fikrini alırım. A c a b a bu daha ö n c e n e d e n kimse­
nin aklına gelmedi."
B a c a y ı düşündüğü için kendisiyle gurur duyan Pug dersle­
rine geri döndü. G ö z ü n e daha ö n c e de takılan ve bir belirsiz­
lik nedeniyle kafasını karıştıran bir pasajı yeniden okudu. Ne-
den sonra başmı kaldırıp büyücüye baktı ve, "Kulgan," dedi.
Kulgan başını kitabından kaldırarak, "Evet, Pug?" dedi.
"İşte yine karşıma çıktı. B ü y ü c ü Lewton burada büyünün,
onu yapan kişi üzerindeki etkisini b o z m a k ve onu harici bir
hedefe yöneltmek için Marsus'un kullandığı efsunun aynını
kullanıyor." Yerini k a y b e t m e m e k için kitabı yere ters koyduk­
tan sonra bir b a ş k a kitabı eline aldı. "Ancak D o r c a s burada bu
efsunun kullanılmasının büyüyü körleterek işe yaramama ola­
sılığını artırdığım yazıyor. Bu tek yapının tabiatı üzerinde na­
sıl bu kadar ç o k anlaşmazlık olabiliyor?"
Kulgan öğrencisine b a k a r k e n bir an gözlerini kıstı. Sonra
arkasına yaslandı ve piposundan uzun bir nefes ç e k e r e k bir
mavi duman bulutu üfledi. "Bu daha ö n c e söylediğim şeyi ka­
nıtlıyor, evlat. B i z büyücüler zanaatımız konusunda ne kadar
kibirli olursak olalım, bu işte bilimin yönü gerçekte ç o k az.
Büyü, zamanın başlangıcından beri ustadan çırağına g e ç e n
halk sanatları ve hünerleri birikiminden ibaret. D e n e m e yanıl­
ma, d e n e m e yanılma, y ö n t e m bu işte. Asla iyi anlaşılan ve her­
k e s ç e kabul gören yasaları, kuralları ve belitleri olan bir büyü
sistemi yaratılmasına çalışılmadı." Pug'a düşünceli bir şekilde
baktı. "Her birimiz bir masa yapan, a n c a k her biri farklı ağaç­
lar, farklı türden testereler s e ç e n , bazıları ağaç çivisiyle takoz
kullanan, bazıları kullanmayan marangozlar gibiyiz... sonunda
ortaya bir masa çıkıyor, ama her durumda masanın yapılma
yöntemi aynı değil.
"Burada karşı karşıya olduğumuz, en büyük olasılıkla, her­
hangi bir büyü reçetesinden ç o k , incelediğin bu saygıdeğer
büyücülerin sınırları hakkında bir kavrayış. Lewton ve Marsus
için efsun büyünün örülmesine yardımcı olmuş; D o r c a s içinse
buna bir e n g e l teşkil etmişti."
"Verdiğin örneği anlıyorum, Kulgan, ama bu büyücülerin
tümünün aynı şeyi bu kadar ç o k ve farklı şekilde yapabilece­
ğini asla anlayamayacağım. Hepsinin de kendi amacına ulaş­
m a k istediğini ve b u n u n için farklı bir y ö n t e m bulduğunu an­
lıyorum, ama bunu yapma tarzlarında eksik olan bir şey var."
Kulgan meraklanmış görünüyordu. "Eksik olan nedir,
Pug?"
Çocuğun düşünceli bir hali vardı. "Ben... bilmiyorum. Sanki
bana, 'İşte b ö y l e yapılmalı, tek yolu bu,' ya da onun gibi bir şey
söyleyecek bir şeyler arıyorum. Bu bir anlam ifade ediyor mu?"
Kulgan başıyla onayladı. "Seni anlayacak kadar iyi tanıyo­
rum. Senin düzenli bir zihnin var, Pug. İşin mantığını birçok­
larından, yaşça senden ç o k daha b ü y ü k olanlardan ç o k daha
iyi anlıyorsun. Meseleleri rastgele bir olaylar topluluğundan
ç o k bir sistem olarak görüyorsun. Belki de sorununun bir par­
çası da bu."
Pug'ın yüz ifadesinden büyücünün söylediklerine ilgi duy­
duğu anlaşılıyordu. Kulgan sözlerine devam etti. "Öğretmeye
çalıştığım şeylerin büyük b ö l ü m ü bir mantık sistemine, n e d e n
sonuç ilişkisine dayansa da, birçokları dayanmıyor. Birisine
lavta çalmayı öğretmeye çalışmak gibi bir şey bu. Onlara tel­
lere nasıl basılacağını gösterebilirsin, ama bu bilgi insanı bü­
yük bir ozan yapmaya yetmez. Sana güçlük çıkaran öğrencilik
değil, sanat."
"Anladığımı sanıyorum, Kulgan." Cesareti kırılmış gibiydi.
Kulgan ayağa kalktı. "Buna kafayı takma; hâlâ gençsin ve
daha s e n d e n umudu kesmedim." Ses tonu ciddi değildi ve Pug
şaka yaptığını hissetti.
"O zaman hepten kayıp vaka değilim, öyle mi?" dedi gü­
lümseyerek.
"Gerçekten de değilsin." Kulgan öğrencisine düşünceli bir
şekilde baktı. "Aslını istersen, bir gün o mantıklı kafanı büyü­
nün iyileştirilmesi yolunda kullanacağına dair bir his var içim­
de."
Pug biraz şaşırmıştı. Kendisini büyük işler başaracak biri
olarak görmüyordu.
P e n c e r e d e n bağırtılar geldi ve Pug b a k m a k için oraya doğ­
ru seğirtti. Bir bölük muhafız ön kapıya doğru koşuyordu. Pug
Kulgan'a döndü. "Elfler geliyor olmalı! Muhafız alayı çıktı."
Kulgan, "Pekala," dedi. "Bugünlük dersle işimiz bitti. Elfle-
re bir b a k m a d a n seni zaptetmeye imkan y o k . Git bakalım."
Pug kapıdan koşarak çıktı ve merdivenlere yöneldi. B a s a ­
makları ikişer ikişer indi, s o n dört b a s a m a ğ a gelince kule ze­
minine atladı ve koşmaya devam etti. Mutfaktan ve kapıdan
ok gibi geçti. Kaleyi geçip ön avluya vardığında, T o m a s ' ı bir
saman arabasının üzerinde dikilir halde buldu. Pug gelenleri
etrafa toplanmış meraklı kale ahalisinin başlarının üzerinden
daha iyi görebilmek için o n u n yanına tırmandı.
T o m a s , "Senin gelmeyeceğini sandım, bütün gün kitapla­
rınla birlikte tıkılıp kalacağını düşünmüştüm," dedi.
Pug, "Bunu dünyada kaçırmam. Elfler!" dedi.
T o m a s dirseğini şakadan Pug'ın yan tarafına gömdü. "Bu
hafta yeterince h e y e c a n yaşamadın mı?"
Pug o n a karanlık bir bakış fırlattı. "Bu kadar kayıtsızsan,
nasıl oluyor da bu yağmurda bu arabanın tepesinde dikiliyor­
sun?"
T o m a s cevap vermedi. O n u n yerine işaret etti. "Bak!"
Pug başını çevirince yeşil c ü p p e l e r içindeki süvariler kapı­
dan girerken muhafız bölüğünün hazır ola geçtiğini gördü. Sü­
variler atlannı Dük'ün onları b e k l e m e k t e olduğu, ana kale ka-
pılarına sürdüler. Pug ile T o m a s hayranlık içinde seyrediyor­
lardı, çünkü süvariler çocukların gördüğü en kusursuz adarı,
hiç eyer ya da k o ş u m kullanmadan sürüyorlardı. Atlara su
değmemiş gibiydi ve posüarı, büyü marifetiyle veya gri ikindi
ışığının bir hilesi yüzünden hafifçe ışıldıyordu sanki, Pug han­
gisi olduğundan e m i n olamadı. Liderleri, on yedi karış boyun­
da, uzun, dalgalı bir yelesi ve sorguca b e n z e r bir kuyruğu
olan, özellikle iri bir hayvana binmişti. Süvariler bineklerinin
başını havaya kaldırarak selam verdiler ve kalabalıktakiler du­
yulur bir tarzda nefeslerini tuttular.
"Elf küheylanları," dedi T o m a s alçak sesle. Bu atlar, elfle-
rin efsanevi b i n e k hayvanlarıydı. Martin L o n g b o w çocuklara
bir defasında onların Elvandar yakınlarında gizli, derin orman
açıklıklarında yaşadıklarını anlatmıştı. Zekaya ve büyülü bir ta­
biata sahip oldukları ve hiçbir insanın sırtlarında oturamayaca-
ğı söylenirdi. Onları sırtlanna binici almaya yalnızca soylu elf
kanından birinin ikna edebileceği de söylenirdi.
Seyisler atlan almak üzere ö n e atıldılar, a m a ahenkli bir
ses, "Buna g e r e k yok," dedi. En büyük küheylanın sırtındaki
ilk süvariden geliyordu. Yardım almadan çevik bir hareketle
aşağı atlayarak ayaklarını yere hafifçe bastı ve kukuletasını g e ­
riye atarak yele gibi gür, kızıl saçlarını ortaya serdi. İkindi yağ­
murunun kasvetinde bile, içinden altın gölgeler geçiyor gibiy­
di. Kadın uzun boylu, n e r e d e y s e b o y c a Borric'e denkti. D ü k
onun yanına gelirken basamakları çıktı.
Borric ellerini uzattı ve kadını selamlayarak o n u n ellerini
kendi ellerine aldı. "Hoş geldiniz, leydim; b a n a ve h a n e m e bü­
yük bir onur bahşettiniz."
Elf Kraliçesi, "Çok naziksiniz, Lord Borric," dedi. Sesi tok ve
şaşırtıcı derecede berraktı, kalabalığın üzerinden aşıp kendini
avludaki herkese duyurabiliyordu. Pug, Tomas'ın elinin omzu­
nu kavradığını hissetti. Başını çevirdiğinde Tomas'ın yüzünde
esrik bir ifade gördü. "O ç o k güzel," dedi uzun boylu çocuk.
Pug dikkatini yeniden karşılamaya çevirdi. Elflerin Kraliçe-
si'nin tam anlamıyla insan ölçüsüne göre olmasa da, gerçek­
ten güzel olduğunu kabul e t m e k zorundaydı. Kraliçe'nin göz­
leri iri ve soluk mavi renkteydi, loş ışıkta n e r e d e y s e ışık saçı­
yordu. Y ü z hatları zarifti, belirgin elmacık kemikleri ve kuvvet­
li, ama erkeksi olmayan bir ç e n e s i vardı. Gülümsemesi güçlüy­
dü ve ala çalan dudaklarının arasından b e y a z dişleri parlıyor­
du. Alnında, saçlarını geride tutan ve ırkının alameti farikası
olan memesiz, sivri kulaklarını ortaya çıkaran, altından sade
bir halka vardı.
Kafilesinin, tümü de zengin giysiler içindeki diğer üyeleri
de atlarından indiler. Her biri parlak ve altlarına giydikleri ba­
caklarına yapışan pantolonlarla karşıt renklerde birer tunik
giymişti. Birinin tuniği koyu kızıl kahve renginde, diğerininki
ise soluk sanydı ve üzerinde parlak yeşilden bir c ü p p e vardı.
Bazılan eflatun o m u z atkıları, bazılanysa koyu kırmızı kısa
pantolonlar giymişti. Parlak renklerine rağmen bunlar ö z e n l e
hazırlanmış, hiçbir şekilde inceliksiz ya da aşırı süslü olmayan
kıyafetlerdi. Kraliçe'nin yanında h e r biri görünüş olarak birbi­
rine b e n z e y e n , uzun boylu, g e n ç ve kıvrak hareketfi, on bir
süvari vardı.
Kraliçe b a ş ı m Dük'ten öte yana çevirdi ve ahenkli lisanın­
da bir şey söyledi. Elf küheylanlan ön ayaklarını havaya kal­
dırarak o n u selamladılar, sonra da şaşkın bakışların arasında
kapıdan koşarak çıktılar. D ü k k o n u k l a n n ı içeriye aldı ve ç o k
g e ç m e d e n kalabalık dağıldı. T o m a s ile Pug yağmurda sessizce
oturdular.
T o m a s , "Yüz yaşına bile gelsem, onun gibi bir şey g ö r e c e ­
ğimi sanmam," dedi.
Pug şaşırmıştı, çünkü arkadaşı b ö y l e duygularını nadiren
belli ederdi. B i r an içinden T o m a s ' ı ç o c u k ç a hayranlığı yüzün­
den azarlamak geldi, ama arkadaşının yüzündeki ifade b u n u n
uygun düşmeyeceğini gösteriyordu. "Haydi gel," dedi, "sırıl­
sıklam oluyoruz."
T o m a s arabadan i n e n Pug'ı izledi. Pug, "Üzerini değiştirip
kuru bir şeyler giysen iyi olacak, bir de b a k bakalım birinden
kuru bir c ü p p e ö d ü n ç alabilecek misin," dedi.
T o m a s , "Neden?" diye sordu.
Pug hain bir gülümsemeyle, "Ha? Sana söylememiş miydim?
D ü k senin de saray ahalisiyle birlikte y e m e k y e m e n i istiyor. Elf
Kraliçesi'ne gemide gördüklerini anlatmanı istiyor," dedi.
T o m a s ' ı n kendini kaybedip k a ç a c a k gibi bir hali vardı.
" B e n mi? Büyük salonda y e m e k y e m e k mi?" Y ü z ü b e m b e y a z
oldu. "Konuşmak mı? Kraliçe'yle mi?"
Pug keyifle güldü. "Zor bir şey değil. Ağzını açıyorsun, söz­
cükler çıkıyor."
T o m a s Pug'a ani bir yumruk savurdu, o da başını e ğ i p
yumruğu savuşturduktan sonra d ö n e r e k tam bir devir yapan
arkadaşını arkadan yakaladı. T o m a s kadar iri yarı olmasa da
Pug'ın güçlü kolları vardı ve arkadaşının ayaklarını yerden
kesmesi zor olmadı. T o m a s debelendi v e ç o k g e ç m e d e n k e n ­
dilerini kontrol e d e m e d e n gülüyorlardı. "Pug, indir beni."
"Sakinleşene kadar olmaz."
"İyiyim."
Pug onu yere bıraktı. " B u nedendi şimdi?"
"Kendini b e ğ e n m i ş hallerin ve bana son âna kadar söyle­
mediğin için."
"Pekala. Sana s ö y l e m e d e n ö n c e beklediğim için özür dile­
rim, o zaman. Şimdi dahası nedir?"
T o m a s yağmur nedeniyle anlaşılır olandan daha rahatsız
görünüyordu. "Yüksek tabakadan insanlarla nasıl y e m e k yeni­
leceğini bilmiyorum. Aptalca bir şey yapacağımdan korkuyo­
rum."
"Zor bir ş e y değil. S a d e c e b e n i izle ve yapüklarımı yap. Ça­
talı sol elinle tut ve yiyecekleri bıçakla kes. Su çanaklanndan
içme, onlar el yıkamak için ve onları sık sık kullan, çünkü el­
lerin kaburgalar yüzünden sık sık yağlanacaktır. Kemikleri
Dük'ün masasımn ö n ü n d e k i z e m i n e değil, o m z u n u n üzerin­
den k ö p e k l e r e atmayı da unutma. Bir de ağzını kol yenlerine
silme, m a s a örtüsünü kullan, o bu işe yarıyor."
Askerlerin y e m e k h a n e s i n e d o ğ m yürürlerken Pug arkada­
şına saraya özgü görgü kurallannıri püf noktaları konusunda
bilgi veriyordu. T o m a s Pug'ın bilgi dağarcığının zenginliğin­
den etkilenmişti.

T o m a s hasta ve acılı g ö r ü n m e k arasında gidip geliyordu.


Ne zaman biri o n a baksa, en vahim görgüsüzlükten m a h k u m
olmuş gibi hissediyor ve hasta görünüyordu. Bakışı ne zaman
baş masaya d ö n s e ve Elf Kraliçesi'ni görse, midesi düğüm dü­
ğüm oluyor ve acılı görünüyordu.
Pug T o m a s ' ı n kendi yanında, D ü k ' ü n masasının biraz uza-
ğmdaki masalardan birinde oturmasını ayarlamıştı. Pug'ın her
zamanki yeri D ü k Borric'in masasında, Prenses'in yanıydı. Pug
Prenses'ten uzak kalma fırsatını memnuniyetle karşılamıştı,
çünkü kız hâlâ o n a karşı hoşnutsuzluğunu ifade etmeyi sürdü­
rüyordu. Normalde o n a saraydaki hanımların pek ilginç bul­
duğu, yüzlerce minik dedikoduyu yetiştirirken, ö n c e k i g e c e
onu imalı bir şekilde y o k saymış ve tüm ilgisini b u n a şaşıran
ve besbelli sevinen Roland'a bahsetmişti. Pug kendisinin b u n a
verdiği, yüksek dozda sinir bozukluğuyla kanşık rahatlama
tepkisini akıl karıştırıcı bulmuştu. Kızın gazabından azat oldu­
ğu için ferahlamış da olsa, Roland'ın o n u n üzerine titremesi­
nin, gideremediği, onu tedirgin e d e n bir kaşıntı olup çıktığını
fark etmişti.
Roland'ın o n a s o n zamanlarda gösterdiği, yapmacıklı bir
kibarlığın arkasına gizlenmiş düşmanlık, Pug'ın canını sıkıyor­
du. Hiçbir zaman Roland'a T o m a s kadar yakın değildi, ama
daha ö n c e hiçbir zaman birbirlerine kızmak için bir nedenleri
olmamıştı. Roland h e r zaman Pug'ın yaşındaki çocuklar kala­
balığının bir ferdi olmuştu. Halktan çocuklarla zıtlaştığında
hiçbir zaman rütbesinin arkasına saklanmamış, her zaman m e ­
seleyi g e r e k e n her türlü yoldan ç ö z m e y e hazırlıklı olmuştu.
Crydee'ye vardığında çoktan deneyimli bir dövüşçü olduğu
için de, anlaşmaları çoğu zaman barışçıl olarak çözülmüştü.
Pug ile Roland arasında bu koyu gerginlik varken Pug dövüş­
te T o m a s ' ı n dengi olmayı diliyordu; T o m a s , Roland'ın yum-
ruklarıyla üstesinden gelemediği tek çocuktu, y e g a n e dövüş­
leri, ç a b u c a k Roland'ın temiz bir dayak yemesiyle sonuçlan­
mıştı. G ü n e ş şafakta nasıl doğuyorsa, Pug da öfkeli g e n ç T o p ­
rak Beyi'yle olan yüzleşmesinin hızla yaklaştığından o kadar
emindi. B u n d a n ödü kopuyordu, a m a gelip çattığında da ra­
hatlayacağını biliyordu.
Pug T o m a s ' a bir göz atarak arkadaşının kendi derdine düş­
müş olduğunu gördü. Pug dikkatini yeniden Carline'e çevirdi.
Prenses tüm benliğini etkisine almıştı, ancak Pug'ın o n a ne za­
m a n yakın olsa hissettiği tuhaf bir huzursuzluk kızın çekiciliği­
ne gölge düşürüyordu. O n u ne kadar güzel bulursa bulsun - s i -
yah bukleleri ve mavi gözleri bazı, son d e r e c e huzursuz edici
hayalleri alevlendiriyordu- her nedense bu imgeler daima bi­
raz boş, yüreğinde renksiz ve Carline uzak, yanına yanaşılmaz
ve tanınmayan bir kişiyken kurduğu düşlerde var olan al kor­
lardan yoksun oluyordu. O n u son zamanlarda fırsat bulduğu
kadar kısa bir süre gözlemlemek dahi, böylesine idealize edil­
miş düşünceleri imkansız hale getirmişti. Kız sade gündüz düş­
lerine sığmayacak kadar karmaşık olduğunu kanıtlıyordu. T o ­
mas bütünde Prenses meselesini sıkıntı verici buluyordu, ancak
onu Roland'la birlikte görmek ona kız hakkındaki içsel çelişki­
lerini unutturmuş, daha az düşünsel, daha temel bir duygunun
ön plana çıkmasına n e d e n olmuştu. Kıskanmaya başlıyordu.
Pug o anda Tomas'ı y o k farz edip kendi berbat durumunu
düşünerek içini çekti. Hiç değilse, diye düşündü Pug, yalnız
değilim. Carline Roland'ı bariz bir şekilde sıkıntıya sevk e d e ­
rek, Aglaranna'nın oğlu Elvandar Prensi Calin'le derin bir soh­
bete dalmıştı. Prens Arutha ya da Lyam ile aynı yaşta gösteri­
yordu, a m a o n a bakılırsa, yirmili y a ş l a n n m başında görünen
annesi de öyleydi. Kraliçe'nin en kıdemli danışmanı, Tathar dı­
şında elflerin tümü de hayli g e n ç görünüyordu, Tathar ise
Dük'ten yaşlı göstemıiyordu.
Y e m e k s o n a erdiğinde, Dük'ün maiyetinin büyük bir bölü­
mü dinlenmeye çekildi. Dük ayağa kalkıp kolunu Aglaran-
na'ya sundu ve onlara katılmaları buyrulmuş olanları k o n s e y
salonuna yönlendirdi.
İki gün içinde üçüncü k e z Pug ile T o m a s kendilerini
Dük'ün k o n s e y salonunda buldular. Pug, büyük oranda yedi­
ği ağır y e m e ğ i n etkisiyle, orada olmaktan eskisi kadar rahatsız
değildi, a m a T o m a s her zamankinden sıkıntılı görünüyordu.
Uzun boylu ç o c u k y e m e k t e n ö n c e k i bir saati Elf Kraliçesi'ne
gözünü dikip bakarak geçirmiş olmasına rağmen, bu dar m e ­
kanda o n d a n başka her yere bakıyor gibi bir hali vardı. Pug
Aglaranna'nın Tomas'ın davranışlarını fark ettiğini ve hafifçe
gülümsediğini sandı, ama emin olamadı.
Kraliçe'yle birlikte gelen iki elf, Calin ile Tathar, h e m e n ç a ­
nağın ve Tsurani askerinden alman eşyalann durduğu y a n ma­
saya yöneldiler. Her bir ayrıntı karşısında büyülenerek, bunla­
rı yakından incelediler.
Dük toplantıyı usulünce açtığında iki elf Kraliçe'nin iki ya­
nındaki koltuklara oturdular. Pug ile T o m a s her zamanki gibi
kapının yanında ayakta duruyorlardı.
Dük, "Sizlere olup bitenleri bildiğimiz kadarıyla anlattık ve
artık delilleri kendi gözlerinizle gördünüz. Yardımcı olacağını
düşünüyorsanız, çocuklar gemide olanları aktarabilirler," dedi.
Kraliçe başını yana eğdi, a m a k o n u ş a n Tathar oldu. "Öykü­
yü ilk elden duymak isterim, Majesteleri."
Borric çocuklara yaklaşmalannı işaret etti. Ö n e çıktılar ve
Tathar, "Bu dış dünyalıyı hanginiz buldu?" dedi.
T o m a s Pug'a k o n u ş m a işini o n u n üstlenmesi gerektiğini
gösteren bir bakış attı. Pug, elfe nasıl hitap etmesi gerektiğini
bilmediğinden, "İkimiz birlikte bulduk, efendim," dedi. Tathar
bu g e n e l saygı ifadesinden hoşnut göründü. Pug o gün olan­
ları, hatırlayabildiği hiçbir şeyi atlamadan aktardı. Sözlerini bi­
tirdiğinde, Tathar ona her biri Pug'ın belleğini canlandıran,
unuttuğu küçük ayrıntıları ortaya çıkaran bir dizi s o m sordu.
Bitirdiğinde Pug geri çekildi ve Tathar bu işlemi T o m a s
üzerinde de yineledi. T o m a s besbelli altüst olmuş bir halde,
tekleyerek başladı ve Elf Kraliçesi o n a rahatlatıcı bir gülümse­
me bahşetti. Bu ancak o n u daha da tedirgin e t m e y e yaradı ve
ç o k g e ç m e d e n g i t m e s i n e izin verildi.
Tathar'ın sorulan g e m i hakkında daha fazla aynntmın, ç o -
cuklarca unutulmuş k ü ç ü k şeylerin ortaya çıkmasını sağlamış­
tı: güvertede sağa sola savrulmuş, kum dolu ateş kovaları,
Arutha'nın bunun bir savaş gemisi olduğu yönündeki tahmin­
lerini doğrulayan, b o ş mızrak askıları.
Tathar arkasına yaslandı. "Hiç b ö y l e bir gemi duymamıştık.
B i r ç o k bakımdan b a ş k a gemilere benziyor, ama her bakımdan
değil. İkna olmuş durumdayız."
Carlin, sessiz bir sinyal almış gibi konuştu. "Kral-Babamın
ö l ü m ü n d e n beri Elvandar Savaşönderi olarak hizmet veriyo­
rum. Ormanlardaki yuvalarımızın muhafızlığını yapan gözcü
ve devriyelere nezaret e t m e k b e n i m görevim. Bir süredir b ü ­
yük ormanda, Crydee nehrinin güneyinde tuhaf şeyler oldu­
ğunun farkındayız. Birkaç kez ulaklarımız ormanın el d e ğ m e ­
miş bölümlerinde insanların ayaklarının bıraktığı izleri buldu­
lar. Bunlar, Elvandar sınırları ile Taş Dağı'nın yakınındaki Ku­
zey Geçidi'nin arasındaki b ö l g e d e görüldüler.
"Gözcülerimiz haftalardır bu adamlan bulmaya çalışıyorlar,
ancak yalnızca izleri görülebiliyor. Bir keşif ya da yağmacı
grabundan b e k l e n e c e k olağan şeylerden hiçbiri yoktu. Bu in­
sanlar kendilerini gizlemeye b ü y ü k ö z e n gösteriyordu. Elvan-
dar'ın bu denli yakınından g e ç m e m i ş olsalardı, görülmeden
geçip gidebilirlerdi, ama hiç k i m s e yuvamızın yakınına davet­
siz gelip de g ö z e çarpmadan gidemez.
"Birkaç gün ö n c e , gözcülerimizden biri nehri, ormanlarımı­
za yakın bir yerden, Kuzey Geçidi y ö n ü n d e g e ç e n yabancı bir
kafile gördü. Yarım günlük yürüyüş b o y u n c a onları izledi,
sonra da kaybetti."
F a n n o n kaşlannı kaldırdı. "Bir elf iz sürücüsü onları kayıp
mı etti?"
Calin başını hafifçe yana eğdi. "Maharet eksikliğinden de­
ğil. Sık bir orman parçasına girdiler ve öteki taraftan çıkmadı-
lar. Kayboldukları noktaya kadar izlerini sürmüş."
Lyam, "Sanırım artık nereye gittiklerini biliyoruz," dedi. Alı­
şılmadık d e r e c e d e ciddi haliyle b a b a s ı n a her zamankinden
ç o k benziyordu.
Calin sözlerine devam etti. "Mesajınız geldikten dört gün
ö n c e , en s o n görüldükleri yerin yakınında bir grup gören bir
devriyeye önderlik ettim. Sakalları olmayan kısa ve tıknaz
adamlardı. Bazılan açık tenli, bazıları esmerdi. On kişiydiler ve
ormandan g e ç e r k e n huzursuzdular, en k ü ç ü k seste dahi dik­
kat kesiliyorlardı. Ama o n c a ihtiyatlarına rağmen, izlendikleri­
ne dair en ufak fikirleri yoktu.
"Tümü de parlak renklerde, kırmızı ve mavi, kimi yeşil, ki­
mi sarı zırhlar giymişti, siyah c ü p p e içindeki bir tanesi dışın­
da. Masanın üzerindekine b e n z e r kılıçlar ve çentikli olmayan
kılıçlar, yuvarlak kalkanlar ile kısa ve tuhaf, iki b ü k l ü m eğil­
miş tuhaf yaylar taşıyorlardı."
Algon oturduğu yerde ö n e eğildi. "Bunlar, Keshialı k ö p e k
askerlerce kullanılan geriye d o ğ m eğimli yaylar."
Calin ellerini iki yana açtı. "Kesh bu topraklardan uzun za­
man ö n c e ayrıldı ve bizim tanıdığımız zamanlarda İmparator-
luk'ta porsukağacı ya da dişbudaktan yapılma, basit yaylar
kullanılırdı."
Algon heyecanla araya girdi. "Kendilerine sakladıkları, giz­
li bir yöntemleri var; bu tür yayları tahta ve hayvan boynuzla­
rından yapıyorlar. Bu yaylar küçük, ama uzun yay kadar ol­
masa da, büyük bir g ü c e sahipler. Menzilleri şaşırtıcı d e r e c e ­
de..."
Borric, Atustası'nın kendini silah merakına kaptırmasını is-
temeyerek manalı manalı gırtlağını temizledi. "Majesteleri lüt­
fen devam edebilir mi?"
Algon şiddetle kızararak geriye yaslandı ve Calin, "Onları
iki gün b o y u n c a izledim," dedi. " G e c e olunca d u m p ateş yak­
m a d a n k a m p kurdular ve geride geçişlerine dair bir iz bırak­
m a m a k için büyük ö z e n gösterdiler. T ü m y i y e c e k artıkları ve
b e d e n s e l atıklar bir torbada toplandı ve kafileden biri tarafın­
dan taşındı. Dikkatle ilerliyorlardı, ama onları izlemek bizim
için zor olmadı.
"Ormanın kıyısına; Kuzey Geçidi'nin ağzının yakınlarına
geldiklerinde, yolculukları b o y u n c a birkaç kez daha yaptıkla­
rı gibi, bir p a r ş ö m e n üzerine bazı işaretler koydular. D e r k e n
siyahlar içindeki, bir aygıtı çalıştırdı ve ortadan kayboldular."
Dük'ün halkı arasında bir kıpırdanma oldu. Özellikle de Kul­
gan kaygılı görünüyordu.
Calin durdu. "Ancak en tuhaf olan şey lisanlarıydı, çünkü
konuşmaları bildiğimiz hiçbir ş e y e benzemiyordu. Alçak sesle
konuşuyorlardı, a n c a k onları duyabiliyorduk ve sözcükleri bir
anlam ifade etmiyordu."
Sonra Kraliçe konuştu. "Bunu duyunca telaşlandım, zira bu
dış dünyalıların, büyük ormanda, Taş Dağı'nın tepelerinde,
şimdi de Krallığın kıyılarında özgürce gezinerek Batı'nın hari­
tasını çıkarmakta oldukları açıktı. Size haber yollamaya hazır­
lanırken, bu dış dünyalılara dair raporlar sıklaşmaya başladı.
Kuzey Geçidi bölgesinde birkaç kafile daha görüldü."
Arutha kollarını masaya dayayarak ö n e eğildi. "Kuzey G e -
çidi'ni geçerlerse Y a b o n ' a ve Özgür Şehirler'e giden yolu öğ­
renirler. Karlar dağlara düşmüş olacaktır ve kış mevsiminde
yardım alamayacağımızı keşfedebilirler."
Bir an Dük'ün yüzünden bir telaş gölgesi g e ç e r e k metin ta-
vırlarına ihanet etti. Kendini yeniden topladı ve, "Hâlâ G ü n e y
Geçidi var ve oranın haritasını daha çıkaramamış olabilirler.
Eğer bu bölgelerde olsalardı, Gri Kuleler köyleri Taş Dağı köy­
lerinden daha geniş bir alana dağılmış olduğundan, c ü c e l e r
büyük olasılıkla onların varlığına dair işaretleri görmüş olurlar­
dı," dedi.
"Lord Borric," dedi Aglaranna, "Durumun kritik olduğunu
düşünmeseydim, asla Elvandar'dan ayrılmayı g ö z e almazdım.
B i z e dış dünyalı İmparatorluğu hakkında anlattıklarınıza bakı­
lırsa, şayet anlattığınız kadar güçlülerse, Batı'nın tüm halklan
namına korkarım. Elfler Krallık'a p e k sevgi b e s l e m e s e de,
Crydeelilere saygı duyarız, çünkü sizler her zaman onurlu in­
sanlar oldunuz ve hakimiyet bölgenizi genişleterek bizim b ö l ­
gelerimize tecavüz etmeye hiçbir zaman kalkışmadınız. Bu dış
dünyalıların fetih amacıyla buraya gelmeleri durumunda, si­
zinle ittifak kurmaya hazırız."
Borric bir an ses çıkarmadan oturdu. "Elvandar Leydisi'ne
savaş çıkması durumunda elflerin yardımı için teşekkür e d e ­
rim. B i z e verdiğiniz tavsiyeler için de minnettarız, ç ü n k ü artık
harekete geçebiliriz. B ü y ü k ormanlarda olup bitenlerden ha­
berdar olmasaydık, m u h t e m e l e n bu yabancılara başımıza aç­
maya hazırlandıkları belalar için daha fazla zaman tanımış
olurduk." B u n d a n sonra söyleyeceklerini düşünüyormuş gibi
yeniden durdu. "Ve bu Tsuranilerin bizim kötülüğümüzü iste­
diklerinden hiç kuşkum yok. Y a b a n c ı bir ülkede keşif y a p m a ­
yı, oradaki halkın tabiatını ve mizacını kestirmeye çalışmayı
anlayabilirim, ama savaşçılar tarafından yapılan kapsamlı hari­
ta çıkarma çalışmalan yalnızca bir işgal hazırlığı olabilir."
"Muhtemelen büyük bir orduyla geleceklerdir," derken
Kulgan'ın sesi yorgun çıkıyordu.
Tully başım iki yana salladı. "Belki de öyle olmaz." Konuş­
maya devam ederken tüm gözler o n a çevrildi; " B e n o kadar
emin değilim. X o m i c h ' i n zihninde okuduklarımın çoğu karma-
kanşıktı, ama bu Tsuranuanni İmparatorluğu hakkında, o n u
bildiğimiz tüm uluslardan farklı kılan bir şey var; görev ve güç
birliği anlayışlarında s o n d e r e c e yabancı bir şeyler var. Size
nereden bildiğimi s ö y l e y e m e m , ama tahminime göre, güçleri­
nin ufak bir bölümüyle ö n c e bizi sınamayı seçebilirler. Sanki
dikkatleri başka bir yere yönelik, biz de akıllanna sonradan
gelen bir fikir gibiyiz." Kendinin de inkar etmediği kafa karı-
şıklığıyla başını iki yana salladı. "İçimde b ö y l e bir his var, o
kadar."
Dük doğrulup oturdu, sesi buyurgan bir hal aldı. "Hareke­
te g e ç e c e ğ i z . Y a b o n Dükü Brucal'a ve Taş Dağı ite Gri Kule-
ler'e h a b e r göndereceğim."
Aglaranna, "Cüce halkının bildiklerini ö ğ r e n m e k iyi olacak­
tır," dedi.
Borric, "Şimdiye kadar h a b e r almayı ümit etmiştim, ama ne
habercilerimiz, ne de taşıdıkları güvercinler daha dönmedi,"
dedi.
Lyam, "Belki şahinler yüzündendir," dedi. "Güvercinler her
zaman güvenilir olmaz ya da belki haberciler cücelere hiç ula­
şamamıştır."
Borric Calin'e döndü. "Carse kuşatmasının üzerinden kırk
yıl geçti ve o zamandan beri cücelerle p e k fazla alışverişimiz
olmadı. Bugünlerde c ü c e klanlarına kim komuta ediyor?"
Elf Prensi, "O zamankiyle aynı kişi," dedi. "Taş Dağı, Del-
moria köyünden, Hogar soyundan Harthorn sancağı altında
yönetiliyor. Gri Kuleler ise Caldara köyünden, Tholin soyun­
dan D o l g a n ' m sancağının altında toplanıyor," dedi.
"Kara Kardeşlik'in Carse kuşatmasını kaldırdıkları zaman
daha ç o c u k o l m a m a rağmen, ikisini de tanıyorum," dedi B o r ­
ric. "Müşkül bir durum çıkarsa, y a m a n birer müttefik olacak­
lardır."
Arutha, "Ya Özgür Şehirler ve Krondor Prensi?" dedi.
Borric arkasına yaslandı. "Bunu d ü ş ü n m e m gerekiyor, çün­
kü Doğu'da soranlar olduğunu duydum. Bu konuyu bu g e c e
düşüneceğim," dedi. "Hepinize bu görüşme için teşekkür e d e ­
rim. Meskeninize d ö n ü p dinlenme ve y e m e k i ç m e k l e meşgul
olun. Gelmeleri durumunda işgalcilerle başa ç ı k m a k üzerine
planlar tasarlamanızı rica e d e c e ğ i m ve yarın yeniden toplana­
cağız."
Ayağa kalkan Elf Kraliçesi'ne kolunu sundu, sonra da o n u
Pug ile Tomas'ın açık tuttuğu kapılardan geçirdi. En s o n çıkan
Pug ile T o m a s oldu. F a n n o n Tomas'ı y e d e ğ e alarak o n u asker­
lerin y e m e k h a n e s i n e yönlendirirken Kulgan da Tully ve iki e l f
danışman ile salonun dışında ayakta durdu.
B ü y ü c ü çırağına döndü. "Pug, Prens Calin büyü kitapların­
dan oluşan küçük kitaplığınla ilgilendiğini b e y a n etti. Lütfen
kitaplarını o n a gösterir misin?"
Pug bunu yapacağını söyledi ve Prens'i merdivenlerden çı­
kararak odasının kapısına götürdü ve o n a kapıyı açtı. Calin
içeri girdi, Pug da onu izledi. Uyumakta olan Fantus irkilerek
uyandı. Elfe güvensiz bir bakış attı.
Calin yavaşça ejderin yanına gitti ve Pug'ın anlamadığı dil­
de birkaç yumuşak kelime etti. Fantus gerginliğini kaybetti ve
Prens'in başını kaşımasına izin v e r m e k için b o y n u n u ö n e uzat­
tı.
Bir an sonra ejder Pug'a beklenti dolu gözlerle baktı. Pug,
"Evet, y e m e k bitti. Mutfak artıklarla doludur," dedi. Fantus
kurdumsu bir sırıtışla p e n c e r e y e yaklaştı ve burnuyla iterek
açtı. Bir kanat şaklamasıyla dışarıya çıkmış, mutfağa doğru ka­
yarak ilerliyordu.
Pug Calin'e bir tabure önerdi, ama Prens, "Teşekkür ederim,
ama kolaıklarınız ve tabureleriniz b e n i m soyum için p e k rahat
sayılmaz. İzin verirsen, yerde oturmakla yetineceğim. Hayli alı­
şılmamış bir evcil hayvanın var, Toprak Beyi Pug," dedi. Pug'a
hafifçe gülümsedi. Pug Elf Prensi'ni yoksul odasında ağırlamak­
tan biraz rahatsızdı, ama elfin tavırlan çocuğu rahatlattı.
"Fantus bir evcil hayvandan ç o k daimi bir k o n u k sayılır.
Kendisine ait bir zihni vardır. Ara sıra haftalarca ortadan kay­
bolduğu görülmemiş şey değildir, ama ç o ğ u zaman burada ka­
lır. M e e c h a m gittiğinden yemeğini mutfağın dışında yemesi
gerekiyor."
Calin M e e c h a m ' ı n kim olduğunu sordu. Pug açıkladıktan
sonra ekledi; "Kulgan onu Kuzey Geçidi karla k a p a n m a d a n
ö n c e Dük'ün adamlarından bazılarıyla dağlar üzerinden B o r -
don'a gönderdi. Neden gittiğini söylemedi, Majesteleri."
Calin ç o c u ğ u n kitaplarından birine baktı. "Bana Calin den­
mesini tercih ederim, Pug."
Pug başını salladı, m e m n u n olmuştu. "Calin, s e n c e Dük'ün
aklında ne var?"
Elf o n a esrarlı bir tavırla gülümsedi. "Dük kendi planlarını
açıklayacaktır, sanırım. B e n i m tahminim, M e e c h a m D ü k doğu­
ya yolculuk etmeyi düşünürse diye yolu hazırlıyordun Muhte­
m e l e n yarın öğrenirsin." Baktığı kitabı havaya kaldırdı. "Bunu
ilginç buldun mu?"
Pug uzanıp kitabın adını okudu. Dorcas'ın Nesnelerin Can­
landırılması Üzerine Risale'sini mi? Evet, ama bana biraz muğ­
lak geldi."
"Haklı bir hüküm. D o r c a s da muğlak bir adamdı, en azın­
dan b e n öyle olduğunu düşünürdüm."
Pug irkildi. "Ama D o r c a s otuz yıl ö n c e ölmüştü."
Calin düzgün b e y a z dişlerini göstererek gülümsedi. Soluk
gözleri lambanın ışığında parlıyordu. "O zaman e l f irfanı hak­
kında p e k az şey biliyorsun, öyle mi?"
"Çok az," diye kabul etti Pug. "Sen konuştuğum ilk elfsin,
gerçi ç o k k ü ç ü k k e n bir defasında b a ş k a bir elf görmüş olabi­
lirim. Emin değilim." Calin kitabı bir yana bıraktı. "Yalnızca
Martin L o n g b o w ' u n anlattıklannı, her nasılsa hayvanlarla ve
bazı ruhlarla konuşabildiğinizi biliyorum. Elvandar'da ve o n u
çevreleyen elf ormanlannda yaşadığınızı ve çoğunlukla kendi
türünüzle zaman geçirdiğinizi."
Elf kahkaha attı, yumuşak, ahenkli bir sesti. "Neredeyse
hepsi doğru. L o n g b o w dostumu iyi tanıdığımdan, bazı öykü­
lerin e p e y renklendirilmiş olduğunu söyleyebilirim, zira baş­
kalarını kandıran türden bir adam olmamasına rağmen, bir el­
fin mizah anlayışına sahiptir." Pug'ın yüz ifadesinden b u n u an­
lamadığı belliydi. "Sizin ölçülerinize göre ç o k uzun süre yaşa­
rız. Dünyadaki mizahtan keyif almayı öğrenir, insanların bul­
madığı ç o ğ u yerde eğlenceli bir şey buluruz. Ya da b u n a sa­
d e c e yaşama farklı bir bakış açısı, diyebilirsin. Sanırım Martin
bunu bizlerden öğrendi."
Pug başıyla onayladı. "Alaycı gözler."
Calin kaşlarından birini soru soran bir ifadeyle kaldırdı.
Pug açıkladı, "Buradaki insanların ç o ğ u Martin'i geçimsiz bu­
lur. Bir nevi, farklı. Bir defasında bir askerin onda alaycı göz­
ler olduğunu söylediğini duymuştum."
Calin içini çekti. "Martin için y a ş a m kolay olmadı. K ü ç ü k
yaşta kendi başına bırakıldı. Silban Keşişleri iyi yürekli adam-
lardır, ama bir ç o c u ğ u yetiştirmek için donanımlı değildirler.
Martin öğretmenlerinden kaçabildiğinde yabani bir şey gibi or­
manda yaşadı. O n u bir gün bizim çocuklarımızdan ikisiyle dö­
vüşürken yakaladım - ç o k k ü ç ü k k e n insanlardan p e k farklı de-
ğilizdir. Yıllar g e ç t i k ç e Elvandar'a dilediği zaman gelebilen az
sayıda insandan biri oldu. O değer verdiğimiz bir dosttur. Ama
tam olarak ne e l f ne de insanların dünyasında var olamadığın­
dan, ikisinde de bir parça bulunduğundan, özel bir yalnızlık
yükü taşıyor, sanırım."
Pug Martin'i yeni bir bakış açısından gördü ve Avcıustası'nı
daha iyi tammayı d e n e m e y e karar verdi. Asıl konuya dönerek,
"Söyledikleri doğru mu?" dedi.
Calin başını salladı. "Bazı yönlerden. Hayvanlara yalnızca
insanların yaptığı gibi, onlan rahatlatacak, huzur verici bir ses
tonuyla konuşabiliriz, a n c a k varlıkların ruh hallerini daha k o ­
lay okuyabildiğimizden, bu k o n u d a insanlardan daha başarılı­
yızdır. Martin'de de bu ustalık bir parça var. Ancak, ruhlarla
konuşmayız. İnsanların n ı h saydığı varlıklar vardır - o r m a n p e ­
rileri, cinler, p e r i l e r - ama bunlar bizim büyümüzün yakınında
yaşayan doğal varlıklardır."
Pug'ın merakı uyanmıştı. "Sizin büyünüz mü?"
"Bizimki varlığımızın bir parçası, en ç o k Elvandar'da güçlü
olan büyüdür. Çağlarca ö n c e s i n d e n beri var olan, bizim or­
manlarımızla barış içinde yaşamamıza olanak sağlayan bir mi­
rastır. Orada başkaları gibi çalışır, avlanır, bahçelerimize b a ­
kar, mutluluklarımızı kutlar, çocuklarımızı eğitiriz. Elvandar'da
zaman yavaş geçer, çünkü orası yaşı olmayan bir yerdir. Dor-
cas'la konuştuğumu hatırlamam ondan, zira g e n ç görünümü­
me rağmen, yaşım yüzü aşkındır."
"Yüz..." Pug başını iki yana salladı. "Zavallı T o m a s , Krali-
çe'nin oğlu olduğunu duyduğunda üzülmüştü. Şimdi m a h v o ­
lacak."
Calin başını yana eğdi, yüzünden yarım bir gülümsemenin
gölgesi geçti. "Bizimle birlikte k o n s e y salonunda olan delikan­
lı mı?"
Pug başını salladı. Calin, "Kraliçe-Annemin bir insan üze­
rinde bu etkiyi uyandırması ilk defa olmuyor, ama yaşça daha
büyük erkekler bu etkiyi daha kolay gizleyebiliyor," dedi.
< Pug dostunu koruma duygusuyla, "Senin için sorun değil
ya?" diye sordu.
"Hayır, Pug, elbette değil. Elvandar'daki herkes Kraliçe'yi
sever ve güzelliğinin eşsiz olduğu h e r k e s ç e kabul edilir. D o s ­
tunun o n a tutulmasına şaşırmadım. Kral-Babam vefat edeli b e ­
ri, sizin ırkınızdan birden ç o k cüretli asilzade Aglaranna'yı iz­
divaca razı e t m e k için geldi. Y a s süresi artık bittiğine göre, di­
lerse bir başkasıyla evlenebilir. B u n u n sizin ırkınızdan biri ol­
ması p e k muhtemel değildir, çünkü b u n u n gibi birkaç evlilik
yapılmış da olsa, bunlar ç o k nadirdir ve sizin ırkınızdan ola­
nın yaşamı sona erince genellikle hüzünlü bir hal alırlar. An­
nem Tanrıların rızasıyla daha birçok insan ömrü sürecektir."
Calin gözlerini odada gezdirdi ve ekledi, "Dostumuz T o ­
mas'ın elflerin y ü c e hanımına duyduğu hisleri büyüyünce kay­
betmesi muhtemel. Sanırım, Prensesinizin sana olan duygula­
rının değişeceği gibi."
Pug kendisini m a h c u p hissetti. Carline ile Elf Prensi'nin y e ­
m e k t e ne konuştuğunu merak etmesine rağmen, kendini rahat
hissetmediği için soramamıştı. "Onunla uzun uzun konuştuğu­
nuzu fark ettim."
"Omuzlarında yıldırımlar uçuşan, iki metrelik bir kahra­
manla karşılaşmayı beklemiştim. Anlaşılan elinin bir hareketiy-
le yirmi kadar trolü haklamışsın."
Pug kızardı. "Sadece iki taneydiler ve büyük oranda kazay­
la oldu."
Calin'in kaşları havaya kalktı. "İki tanesi bile bir başarı. Kı­
zın hayal kurduğunu sanmıştım. Öyküyü duymak isterdim."
Pug o n a olanlan anlattı. Bitirdiğinde Calin, " B u olağandışı
bir öykü, Pug," dedi. "İnsan büyüleri hakkında ç o k az bilgim
var, a m a yaptığının Kulgan'ın dediği gibi tuhaf olduğunu dü­
ş ü n e c e k kadarını biliyorum. Elf büyüsü insanlarmkinden ç o k
farklıdır, ama biz kendi büyümüzü sizin kendinizinkini anladı­
ğınızdan daha iyi anlarız. Asla b ö y l e bir olayın benzerini duy­
mamıştım, ama seninle şunu paylaşabilirim: Zaman .zaman,
büyük ihtiyaç anında, bir içsel çağrı yapılarak derinlerde yatan
gizli güçler ortaya çıkarılabilir."
Pug, " B e n de b ö y l e düşünmüştüm, ama olanları biraz da­
ha iyi anlasam fena olmazdı."
"Bu zamanla gerçekleşebilir."
Pug konuğuna baktı ve derinden içini çekti. "Keşke Carli-
ne'i de anlayabilseydim."
Calin omuzlarını silkip gülümsedi. "Kim bir başkasının zih-
nindekileri anlayabilir? Sanırım daha bir süre onun ilgi odağı
olmaya devam edeceksin. D a h a sonra belki de bir başkası dik­
katini dağıtır, belki de g e n ç T o p r a k Beyi Roland. Kızın esiri ol­
muş gibi bir hali var."
Pug bir homurtu çıkardı. "Şu... b a ş belası."
Calin anlayışla gülümsedi. "O zaman Prenses'ten hoşlanı­
yorsun, öyle mi?"
Pug âli bir kaynaktan o n a yol göstermesini beklercesine
.yukarıya baktı. "Ondan hoşlanıyorum," diye kabul etti, derin
derin içini ç e k e r e k . "Ama onu o özel anlamda sevdiğimden
emin değilim. B a z e n sevdiğimi sanıyorum - ö z e l l i k l e de R o ­
land'ın o n a yaltaklandığını g ö r d ü ğ ü m d e - ama b a z e n de sev­
mediğimi düşünüyorum. Açık seçik düşünmemi çok zorlaştırı­
yor ve her zaman o n a sanki yanlış şeyler söylüyorum."
"Toprak B e y i Roland'ın aksine," diye sufle verdi Calin.
Pug başını salladı. "O sarayda doğup yetişmiş. S ö y l e n e c e k
doğru şeylerin hepsini biliyor." Pug dirseklerinin üzerinde g e ­
riye yaslandı ve özlemle içini çekti. "Herhalde o n d a n rahatsız
oluşumun nedeni, her şeyden ç o k haset. B a n a kendimi el y e ­
rine k o c a taş yumruları, ayak yerine de ağaç kütükleri taşıyan
biri gibi hissettiriyor."
Calin anlayışlı bir tavırla başını salladı. "Kendimi halkının
alışkanlıkları konusunda uzman saymıyorum, Pug, ama insan­
lar arasında, hissettiğiniz şeyi kendinizin seçtiğini b i l e c e k ka­
dar zaman geçirdim; Roland sana kendini sakar hissettiriyorsa
bu, o n a izin verdiğin içindir.
"Tahmin ederim ki, konumlarınız tersine d ö n m ü ş olsa,
g e n ç Roland da kendisini senin gibi hissederdi. Başkalarında
gördüğümüz kusurlar asla kendimizde gördüklerimiz kadar
korkunç g e l m e z bize. Roland dolaysız k o n u ş m a n a ve dürüst
tavrına gıpta ediyor olabilir.
"Her halükarda, Prenses kendi burnunun dikine gitmeye
azimli olduğu sürece, senin ya da Roland'ın yapacağı herhan­
gi bir şeyin onun üzerinde p e k bir etkisi olmayacaktır. Seni,
dostunun Kraliçemizi değerlendirdiği kadar abartılı değerlen­
dirmiş. Umutsuz bir h ö d ü ğ e dönüşmediğin sürece, hazır ola­
na onun d e k bu tavrını k i m s e değiştiremez. Sanırım g e l e c e k ­
teki eşi olarak seni kafasına koymuş."
Pug bir an ağzı açık bakakaldı, sonra da "Eşi mi?" dedi.
Calin gülümsedi. "Gençler ç o ğ u zaman daha sonraki yıllar-
da açıklığa kavuşturulacak meselelerle fazlasıyla ilgilenir. Sa­
nırım bu konudaki azmi, g e r ç e k değerini anlamasından ç o k ,
senin gönülsüzlüğünden kaynaklanıyor. Çocukların ç o ğ u gibi
o da sahip olamadığı şeyi istiyor." Dostça bir sesle, "Zaman
bunu açıklığa kavuşturacaktır," dedi.
Pug yüzünde endişeli bir ifadeyle ö n e eğildi. "Vay canına,
işleri amma karıştırmışım. Kaledeki çocukların çoğu Prenses'e
âşık olduğunu sanıyor. B u n u n g e r ç e k t e ne kadar dehşet veri­
ci bir şey olduğunu bir bilseler." Gözlerini bir an sıkarak ka­
pattı. "Başım ağrıyor. Sanmıştım ki, o ve Roland..."
Calin, "O s a d e c e sende ilgi uyandırmak için bir araç olabi­
lir. Maalesef, bu ikinizin arasında n a h o ş duygulann doğması­
na n e d e n olmuş," dedi.
Pug ağır ağır başını salladı. "Öyle sanırım. Roland bütünde
iyi biridir aslında; çoğunlukla arkadaştık. Ama b e n i m rütbem
artırıldığından beri, açıktan açığa düşmanca davranıyor bana.
B u n u görmezden g e l m e y e çalışıyorum, ama bir süre sonra ka­
nıma dokunuyor. Belki de onunla konuşmayı d e n e s e m iyi ola­
cak."
"Sanırım, bu akıllı bir hareket olacaktır. Ama sözcüklerine
karşı anlayışlı davranmazsa, şaşırma. Prenses'in büyüsüne ka­
pılmış olduğu kesin."
Bu k o n u Pug'ın başını ağrıtmaya başlamıştı ve büyülerden
söz g e ç i n c e , "Bana elf büyüsü hakkında b a ş k a bir şeyler anla­
tır mısın?" diye sordu.
"Bizim büyümüz kadimdir. Bizim varlığımızın ve yarattığı­
mız şeylerin parçasıdır. Elf çizmeleri yürürken bir insanın bile
sessiz olmasını sağlar ve elf yayları hedefi daha iyi vurur, çün­
kü büyümüzün doğası böyledir. Bizi, ormanlarımızı, yaratıları­
mızı donatır. Zaman zaman, onu t a m a m e n anlayan kişilerce
incelikle yönlendirilebilir. Tathar gibi Efsunörücüler tarafın­
dan. Ama b u n u yapmak kolay değildir, çünkü büyümüz idare
edilmeye karşı direnç gösterir. Her şeyden çok, rüzgar estiğin­
de hissedilebilen, özdeği olan havaya benzer. İnsanlar orman­
larımızın büyülü olduğunu söyler, zira orayı o kadar uzun za­
mandır m e s k e n edindik ki, büyümüz Elvandar gizemini yarat­
tı. Orada yaşayan herkes barış içindedir. Hiç kimse, b ü y ü k sa­
natlar yardımı olmadan Elvandar'a davetsiz giremez ve elf or­
manlarının uzak sınırları dahil oraya kötü niyetle girenlerde te­
dirginlik yaratır. Bu her zaman b ö y l e değildi; geçmiş çağlarda
topraklarımızı moredhel ile, sizin Kara Y o l Kardeşliği adını
verdiğiniz kimselerle paylaşıyorduk. Onları ormanlarımızdan
sürdüğümüz büyük kopuştan beridir, Elvandar değişmekte,
daha ç o k bizim mekanımız, yuvamız, özümüz olmakta."
Pug, "Kara Y o l Kardeşleri gerçekten de elflerle akraba mı?"
dedi.
Calin'in gözleri perdelendi. Bir an durduktan sonra, "Bu
konularda p e k konuşmayız, çünkü k e ş k e doğru olmasaydı,
dediğimiz ç o k fazla şey var. Sana şu kadarını söyleyebilirim:
Sizlerin Kardeşlik adını verdiğiniz moredhel ile halkım arasın­
da, kadim zamanlardan kalma ve uzun süre ö n c e saptırılmış
da olsa, bir bağ vardır. B ö y l e olmamasını dilerdik, ama onlar
gerçekten de bize akrabadır. Çok uzun aralıklarla birisi bize
geri gelir, b u n a da D ö n ü ş deriz." Bu konuda konuşmaktan
ç o k rahatsız oluyormuş gibi bir hali vardı.
Pug, "Özür dilerim, e ğ e r ben..." dedi.
Calin özrü eliyle savuşturdu. "Merak bir öğrencide utanıla­
cak şey değildir, Pug. Bu konuda daha fazla konuşmamayı ter­
cih ederim, o kadar."
G e c e n i n g e ç saatlerine kadar b i r ç o k konuda konuştular.
Pug Elf Prensi'nden büyülenmişti ve söylediği p e k ç o k şey Ca-
lin'in ilgisini çektiğinden, koltukları kabarmıştı.
Calin nihayet, " B e n yatmaya çekilsem iyi olacak," dedi.
"Fazla istirahate ihtiyacım olmasa da, şimdi biraz dinlenmem
gerek. B e n c e sen de aynını yapsan iyi olacak."
Pug ayağa kalktı ve, "Bana bu kadar ç o k şey anlattığın için
teşekkür ederim," dedi. Sonra da biraz m a h c u p bir tavırla gü­
lümsedi. "Benimle Prenses hakkında konuştuğun için de."
"Konuşmaya ihtiyacın vardı."
Pug Calin'i, o n a kalacağı yeri gösterecek bir hizmetkarın
beklediği uzun salona kadar eşlik etti. Pug odasına döndü ve
yağmurda u ç m a k zorunda kaldığı için öfkeyle homurdanan ıs­
lak Fantus eşliğinde uyumak üzere uzandı. Fantus ç o k g e ç m e ­
den uyuyakaldı. Ancak Pug uyuyamadan, ateş çanağında titre­
şen ışıkların tavanda dans e d e n ışıklarına bakarak yattı. Y a ­
bancı savaşçılara dair anlatılanları kafasından çıkarmaya çalış­
tı, ama batı ellerindeki ormanlarda sinsice dolaşan, parlak giy­
sili savaşçılann görüntüleri uyumayı imkansızlaştırıyordu.

Ertesi sabah Crydee Kalesi'ne kasvetli bir hava hakimdi.


Tsurani hakkındaki haberler hizmetçilerin dedikodularıyla ya­
yılmıştı, a n c a k ayrıntılar eksikti. Herkes işine b a k a r k e n bir ta­
raftan da D ü k ' ü n ne yapacağına dair bir tahmin kırıntısı duy­
mak umuduyla kulak kesilmişti. Herkes bir k o n u d a hemfikir­
di: Crydee Dükü, Borric c o n D o i n , b o ş b o ş oturap b e k l e y e c e k
biri değildi. Bir şey yapılacak ve bu kısa zamanda olacaktı.
Pug bir saman balyasının üzerine oturmuş, Tomas'ın kılıcı­
nı bir direğe savurup ö n c e ters, sonra düz vuruşlarla çenterek
alıştırma yapmasını izliyordu. Darbeleri isteksizdi ve nihayet
kılıcını tiksintiyle yere fırlattı. "Bir şey beceremiyorum." Yürü-
yüp Pug'ın yanına oturdu. "Acaba n e d e n bahsediyorlar."
Pug omuzlarını silkti. "Onlar" D ü k ' ü n konseyiydi; o gün
çocuklardan k o n s e y e katılmalan istenmemiş ve s o n dört saat
yavaş geçmişti.
Hizmetkarlar ön kapıya doğru seğirtirken avlu birden do-
luverdi. "Haydi gel," dedi T o m a s . Pug balyamn üzerinden at­
layarak indi ve arkadaşını izledi.
Kaleyi dolaşıp geçtiklerinde muhafızlar ö n c e k i gün olduğu
gibi sıraya giriyordu. Hava dünden daha soğuktu, ama yağmur
yoktu. Çocuklar aynı arabaya tırmandılar ve T o m a s ürperdi.
" B e n c e bu yıl kar erken g e l e c e k . Belki de yarın."
"Gelirse hatırlanan en erken kar olacaktır. Cüppeni giymen
gerekirdi. Talim yüzünden terlisin ye hava seni donduruyor."
Tomas'ın canı sıkkın görünüyordu. "Tanrılar adına, a n n e m
gibi konuşuyorsun."
Pug yalandan öfkelenmiş gibi yaptı. İ n c e ve burundan g e ­
len bir sesle, "Soğuk alıp m o s m o r kesildiğinde ve öksürüp tık-
sırıp, teselli aradığında koşa k o ş a b a n a gelme, T o m a s Megar-
son, çünkü burada onu bulamazsın," dedi.
T o m a s sırıttı. "Şimdi a y n e n o n u n gibi konuştun."
B ü y ü k kapılann açılma sesine döndüler. D ü k ile Elf Krali­
çesi kale içinden ayrılan diğer konukların başını ç e k e r k e n
Dük dostça bir veda jestiyle Kraliçe'nin elini tutmuştu. Sonra
Kraliçe elini ağzına götürdü ve y ü k s e k olmamasına rağmen
kalabalığın gürültüsünü bastıran bir dizi ahenkli sözcüğü şar­
kı gibi söyledi. Avluda duran hizmetkarlar sustular ve ç o k g e ç ­
m e d e n kalenin dışından toynak sesleri duyuldu.
On iki b e y a z at kapılardan koşarak geçti ve Elf Kraliçesi'ni
şahlanarak selamladılar. Elflerin h e r biri yardım almadan bir
elf küheylanının sırtına sıçrayarak bindiler. Ellerini kaldırarak
Dük'ü selamladılar, sonra da arkalarını d ö n e r e k s o n hızla ka­
pıdan çıktılar.
Onlar gittikten sonra kalabalık birkaç dakika boyunca, elf-
leri s o n kez, belki bu ömürlerinde s o n defa gördüklerini ka­
bul e t m e k istemeden ö y l e c e durdular. Ağır ağır işlerine geri
döndüler.
T o m a s uzaklara bakıyordu ve Pug o n a döndü. "Ne oldu?"
T o m a s usulca, "Bir gün Elvandar'ı görebilmeyi dilerdim,"
dedi.
Pug onu anladı. "Belki görürsün." Ama daha şakacı bir ton­
la ekledi, "Gerçi b u n d a n kuşkuluyum. Çünkü b e n bir büyücü
olacağım, s e n de bir asker olacaksın ve Kraliçe biz öldükten
ç o k sonra bile Elvandar'da h ü k ü m sürüyor olacak."
T o m a s şakacı bir şekilde arkadaşının tepesine atlayarak,
onu samanların arasına bastırdı. "Ya! D e m e k öyle. Eh, b e n de
bir gün Elvandar'a gideceğim." Pug'ı altında kıstırarak göğsü­
ne oturdu. "Gittiğim zaman da Tsurani üzerinde onlarca zafer
kazanmış, büyük bir kahraman olacağım. Kraliçe beni bir onur
konuğu olarak karşılayacak."
Pug arkadaşını iterek uzaklaştırmaya çalışarak güldü. " B e n
de ülkedeki en b ü y ü k büyücü olacağım."
İkisi de güldüler. Bir ses oyunlarını böldü. "Pug! Buradasın
demek."
T o m a s kalktı ve Pug d o ğ m l u p oturdu. Demirci Gardell'in
tıknaz cüssesi onlara yaklaşmaktaydı. G ö ğ s ü fıçıyı andıran, sa­
çı az, ama gür ve siyah bir sakalı olan bir adamdı. Kolları du­
mandan işlenmişti ve önlüğü b i r ç o k ufak yerinden yanarak
delinmişti. Arabanın yanına yanaştı ve yumruklarını beline
koydu. "Her yerde seni aradım. Kulgan'ın ateş çanağın için
yapmamı istediği şu kapağı hazırladım."
Pug arkasında Tomas'la arabadan güçlükle indi. Gardell'in
ardından kale ortasındaki demirci dükkanına yürüdüler. Sağ­
lam yapılı demirci, "Hayli akıllıca bir fikir, şu kapak. Neredey­
se otuz yıldır demirci ocağında çalışıyorum, ama ateş çanağı­
na kapak takmak hiç aklıma gelmemişti. Kulgan b a n a planını
anlatır anlatmaz bir tane y a p m a m şart oldu," dedi.
Bir büyük, bir de küçük tav fırını ile farklı boyda birkaç ör­
sün bulunduğu, geniş bir baraka olan demirci dükkanına gir­
diler. Etrafta her türde eşya onarılmayı bekliyordu: zırhlar,
üzengi demirleri ve mutfak eşyaları. Gardell daha büyük olan
tav fırınına yürüdü ve kapağı aldı. Bir kenarı ile yüksekliği bi­
rer metre kadardı ve üzerinde bir deliği olan bir koni oluştu­
ruyordu. Yakınlarda, özellikle ince olarak hazırlanmış, uzun,
yuvarlak borular duruyordu.
Gardell yaratısını incelemeleri için havaya kaldırdı. "Onu
oldukça ince yaptım, hafif olsun diye e p e y t e n e k e kullandım,
çünkü ağır olsa, çökerdi." Ayak başparmağıyla birkaç b o y ma­
deni çubuğu işaret etti. "Zeminde birkaç delik açıp destek için
bunları kullanacağız. Düzeltmek biraz zaman alabilir, ama sa­
nırım senin bu şey çalışacak."
Pug sırıttı. Fikirlerinden birinin somut bir b i ç i m aldığını
görmekten büyük bir haz duyuyordu. Bu yeni ve memnuniyet
verici bir histi. "Ne zaman kurabiliriz?"
"İstersen, h e m e n şimdi. İtiraf edeyim, çalıştığını görmeyi
b e n de isterim."
Pug borulardan birazını, T o m a s ise geri kalanıyla çubukla­
rı aldı. T u h a f yüklerini d e n g e d e tutmaya çalışarak, arkalarında
kıkırdayan demirciyle birlikte büyücü kulesine doğru yola çık­
tılar.
Kulgan odasına giden merdivenleri çıkmaya başlarken de-
rin düşünceler içindeydi. Birden yukarıdan bir ses geldi: "Dik­
kat et!" Kulgan tam zamanında başını kaldırarak bir taş bloğu­
nun merdivenden aşağı, sarhoş bir çılgınlık krizindeymişçesi-
ne basamaklardan s e k e r e k indiğini gördü. Hava alçı tozuyla
doldu ve Kulgan hapşırdı.
T o m a s ile Pug yüzlerinde kaygılı ifadelerle merdivenden
koşarak indiler. Kimsenin canının yanmadığını gördüklerinde,
ikisi de rahatlamış göründü.
Kulgan ikisine m e ş u m bir bakış attı ve, "Nedir bütün bun­
lar?" dedi.
T o m a s duvarla bir olmaya çalışırken Pug da sıkılgan gö­
ründü. İlk konuşan Pug oldu. "Taşı b a h ç e y e indirmeye çalışı­
yorduk ve elimizden kaydı gibi oldu."
"Kaydı gibi mi oldu? B a n a daha ç o k özgürlüğüne kavuş­
m a k için delice depar atmış gibi geldi. Şimdi, n e d e n taşı taşı­
yordunuz ve n e r e d e n geldi?"
"Benim duvarımdaki sağlam olmayan taştı," dedi Pug.
"Gardell son boruyu yerine yerleştirebilsin diye çıkarmıştık."
Kulgan hâlâ anlamamış göründüğünden, "Ateş çanağım için,
hatırladın mı?" dedi.
"Ah," dedi Kulgan, "evet. Şimdi hatırladım." Sesin n e r e d e n
geldiğini ö ğ r e n m e k için bir hizmetkar geldi ve Kulgan o n d a n
taş bloğu taşımaları için birkaç işçi getirmesini rica etti. Hiz­
metkar gitti, Kulgan da çocuklara, "Sanırım o taşı biraz daha
iri birinin nakletmesine izin v e r m e k daha iyi olacak. Şimdi, gi­
dip bu harika şeyi görelim."
Merdivenleri çıkıp ç o c u ğ u n odasına girdiler ve GardeU'i
son b o r a parçasını takar buldular. Demirci onlar girince dön­
dü ve, "Eh, ne düşünüyorsunuz?" dedi.
Çanak duvara biraz yaklaştırılmıştı ve k a p a k çanağın üze-
rindeki eşit uzunlukta dört madeni ç u b u ğ u n üzerinde duru­
yordu. Dumanın tamamı kapakta tutuluyor ve hafif madeni
borudan g e ç e r e k uzaklaşıyordu. Ne yazık ki, taşın eksik oldu­
ğu yerdeki delik borudan hayli büyüktü ve rüzgar dumanın
büyük b ö l ü m ü n ü gerisingeri odanın içine üflüyordu.
"Kulgan, ne düşünüyorsun?" dedi Pug.
"Eh, evlat. Hayli etkileyici görünüyor, ama buradaki atmos­
ferde p e k bir düzelme göremiyorum."
Gardell kapağa elinin tersiyle sağlam bir darbe indirerek
onu tenekemsi bir sesle çınlattı. Kalın nasırları yüzünden eli
yanmıyordu. " B e n o deliği tıkar tıkamaz, işini görecektir, büyü­
cü. Atlılar için kalkan yapmakta kullandığım b o ğ a derilerinden
biraz getirip, bir parçasının ortasında bir delik açar ve borunun
etrafına geçirdikten sonra duvara çivilerim. Üzerine bir iki kat
tabaklama sıvısı sürdüm müydü, sıcaklık onu iyice bir kurutup
sertleştirir. Sıcaklığı alır ve dumanın yanında rüzgarla yağmuru
da odadan uzak tutar." Demirci el işinden m e m n u n görünüyor­
du. "Eh, b e n gidip deriyi getireyim. H e m e n dönerim."
Pug icadını ö n ü n d e g ö r m e k t e n dolayı gururdan patlayacak
gibiydi, T o m a s da Pug'ın zaferini yansıtıyordu. Kulgan bir an
bıyık altından güldü. Pug birden Kulgan'ın günü n e r e d e geçir­
diğini hatırlayarak büyücüye döndü. "Konsey'den ne haberler
var?"
"Dük Batı'nın tüm asilzadelerine mesajlar g ö n d e r e r e k olan­
ları ayrıntılı olarak anlaüyor ve Batı ordularının hazırlanmasını
talep ediyor. K o r k a n m Tully'nin yazıcılarını çetin günler b e k ­
liyor, ç ü n k ü D ü k mesajlann m ü m k ü n olduğunca ç a b u k bitiril­
mesini istiyor. Tully'nin tepesi atmış durumda, ç ü n k ü D ü k ' ü n
yokluğunda geride kalıp F a n n o n ve Algon ile birlikte Lyam'a
danışmanlık yapması buyruldu."
"Lyam'a danışmanlık mı? Y o k l u ğ u mu?" diye sordu Pug an­
layamadan.
"Evet, Dük, Arutha ve b e n , Özgür Şehirler'e, oradan da
Prens Erland'la görüşmek için Krondor'a yolculuk edeceğiz.
Bu g e c e , becerebilirsem bir meslektaşıma bir rüya mesajı gön­
dereceğim. Belgan, Bordon'ın kuzeyinde yaşıyor. Artık oraya
varmış olması muhtemel olan M e e c h a m ' a bir gemi bulması
için h a b e r yollayacak. D ü k haberi bizzat iletmesinin en iyisi
olacağını düşünüyor."
Pug ile T o m a s heyecanlı görünüyordu. Kulgan ikisinin de
gelmek istediğini biliyordu. Krondor'a gitmek g e n ç yaşamları­
nın en büyük serüveni olacaktı. Kulgan kır sakalını ovuşturdu.
"Derslerine devam etmen kolay olmayacak, ama Tully sana
birkaç hile öğretebilir."
Pug'ın patlayacak gibi bir hali vardı. "Lütfen, Kulgan, b e n
de gelebilir miyim?"
Kulgan şaşırmış gibi yaptı. "Sen mi, g e l m e k mi? B u n u hiç
düşünmemiştim." Gerilim artarken bir an düşündü. "Eh..." Pug
gözleriyle yalvarıyordu. "...sanınm sorun olmaz." Pug bir vi­
yaklama koyuverip havaya sıçradı.
Tomas düş kınklığını gizlemek için mücadele veriyordu. Zor­
la inceden gülümsedi ve Pug adına sevinmiş görünmeye çalıştı.
Kulgan kapıya doğru yürüdü. Pug Tomas'ın mahzun ifade­
sini fark etti. "Kulgan?" dedi. B ü y ü c ü dudaklannda hafif bir
gülümsemeyle döndü.
"Evet, Pug?"
"Tomas da gelebilir mi?"
T o m a s başını iki yana salladı, ç ü n k ü ne saray halkındandı
ne de b ü y ü c ü n ü n sorumluluğundaydı, ama gözleri Kulgan'a
yakararak bakıyordu.
Kulgan geniş geniş gülümsedi. "Herhalde ikinizi bir arada
tutsak iyi olacak, bu sayede belayı tek bir yerde arayabiliriz.
T o m a s da gelebilir. Fannon'la işleri ayarlarım."
T o m a s haykırdı ve iki ç o c u k birbirlerinin sırtına şaplaklar
attılar.
Pug, "Ne zaman gidiyoruz?" dedi.
Kulgan güldü. " B e ş gün içinde. Ya da D ü k cücelerden ha­
ber alırsa, daha ö n c e . Koşucular açık olup olmadığına b a k m a k
için K u z e y Geçidi'ne gönderiliyor. Değilse, Güney Geçi-
di'nden g e ç e c e ğ i z . "
Kulgan kol kola girip dans e d e n ve h e y e c a n nidaları atan
çocukları bırakarak oradan ayrıldı.
ANLAYIŞ

Pug avludan a c e l e y l e geçti.


Prenses Carline ona bir not g ö n d e r e r e k kendisiyle ç i ç e k
bahçesinde buluşmasını istemişti. Prenses'in s o n buluşmala­
rından hışımla ayrılmasından sonra kızdan ilk defa h a b e r alı­
yordu ve endişeliydi. Hissettiği çelişkiler ne olursa olsun, Car-
line'le arasının b o z u k olmasını istemiyordu. Calin'le iki gün
ö n c e k i kısa konuşmalarından sonra Rahip Tully'yi bulmuş ve
onunla uzun uzadıya konuşmuştu.
İhtiyar rahip Dük'ün personeline yaptığı taleplere rağmen,
çocukla k o n u ş m a k için zaman ayırmaya istekli davranmıştı.
Bu Pug için iyi bir s o h b e t olmuş, özgüvenini artırmıştı. İhtiyar
din adamının son mesajı şu olmuştu: Prenses'in ne hissettiği­
ni ve ne düşündüğünü kafana takmaktan vazgeç ve Pug'ın ne
hissettiğini ve ne düşündüğünü keşfetmeye başla.
Rahibin tavsiyesine uymuştu ve artık Carline'in aralarında
herhangi bir "anlayış"tan bahsetmesi durumunda ne s ö y l e m e ­
si gerektiğini biliyordu. Haftalardır ilk k e z bir yön duygusuna
b e n z e r bir şey hissediyordu - böylesi bir yolda ilerleyerek so­
nunda n e r e y e varacağını bilmiyor da olsa.
Prenses'in b a h ç e s i n e vardığında bir köşeyi döndü, sonra
durdu, ç ü n k ü basamaklarda Carline yerine T o p r a k Beyi R o -
land duruyordu. Roland hafif bir g ü l ü m s e m e y l e b a ş ı m salla­
dı. "İyi günler, Pug."
"İyi günler, Roland." Pug etrafına bakındı.
"Birini mi bekliyorsun?" dedi R o l a n d kavgacı ses tonunu
gizlemekte p e k başarılı olmayan bir kayıtsızlığı zorla takına­
rak. Sol elini kılıcının kabzasına gelişigüzel yaslamıştı. Kılıcı
sayılmazsa, renkli pantolon, yeşil ve altın renklerinde tunik ve
uzun, binici çizmeleriyle her zamanki gibi giyinmişti.
"Eh, aslına bakarsan Prenses'i görmeyi bekliyordum," de­
di Pug bir parça dikbaşlılıkla.
Roland şaşırmış gibi yaptı. "Öyle mi? Leydi Glynis bir not
hakkında bir şeyler söylemişti, ama ikiniz arasında işlerin bi­
raz gergin durumda olduğunu sanıyordum..."
Pug s o n birkaç gündür Roland'ın durumuna anlayışla yak­
laşmaya çalışmıştı çalışmasına, ama Roland'ın nezaketsiz, üs­
tünlük taslar tavırları ve müzmin husumeti elbirliği edip
Pug'ın sinirini bozuyordu. Öfkesine hakim olamayarak, "Bir
Toprak Beyinden diğerine konuşmak gerekirse, Roland, sana
şöyle anlatayım: Carline ile b e n i m aramda işlerin nasıl oldu­
ğu, seni hiç ilgilendirmek."
Roland'ın yüzünde açıktan açığa düşmanca bir ifade belir­
di. Ö n e doğru adım atarak kendisinden kısa boylu o l a n ç o c u ­
ğa baktı. " D e m e k ilgilendirmez, öyle mi, kahrolası! Ne yap­
maya çalıştığını bilmiyorum, Pug, a m a o n u incitecek bir şey
yaparsan ben..."
" B e n mi o n u incitecekmişim!" diye sözünü kesti Pug. R o ­
land'ın öfkesinin yoğunluğu onu sarsmış, tehdidi ise ç i l e d e n
çıkarmıştı. "Bizi birbirimize düşüren o zaten..."
Pug birden ayaklarının altındaki zeminin eğildiğini ve ar­
kadan o n a çarptığını hissetti. Gözlerinin ö n ü n d e ışıklar patla-
dı ve kulaklarında çana b e n z e r bir çınlama oldu. Roland'ın
o n a vurmuş olduğunu anlayana kadar uzun bir an geçti. Pug
başını iki yana salladı ve gözleri y e n i d e n odaklandı. Kendi­
sinden yaş ve c ü s s e bakımından büyük olan toprak beyinin
her iki elini yumruk yapmış, tepesinde dikildiğini gördü. R o ­
land sözcükleri sımsıkı kenetlenmiş dişlerinin arasından tükü-
rürcesine söyledi. "Onun hakkında bir dajıa kötü bir ş e y söy­
lersen, bayılana kadar döverim seni."
Pug'ın içinde her an yükselen öfkesi alevleniyordu. G ö z ­
lerini d ö v ü ş m e y e hazır bir pozda b e k l e y e n Roland'dan ayır­
m a d a n dikkatlice ayağa kalktı. Ağzında öfkenin acı tadını his­
s e d e n Pug, "Onu k a z a n m a k için iki yıldan uzun zamanın var­
dı, Roland. Bırak gitsin," dedi.
Roland'ın yüzü öfkeden b e m b e y a z kesildi ve Pug'a saldıra­
rak o n u yere yuvarladı. Bir düğüm halinde yere indiler; R o ­
land Pug'ın omuzlan ve kollarına, hasar v e r m e y e n yumruklar
indiriyordu. Her ikisi de yerde yuvarlanır, doğru dürüst nefes
alamazken, birbirine p e k zarar veremiyordu. Pug kolunu R o ­
land'ın b o y n u n a sardı ve b ü y ü k toprak beyi delice yumruklar
savururken o n a asılı kaldı. Roland birden bir dizini Pug'ın
g ö ğ s ü n e g ö m ü p o n u iterek uzaklaştırdı. Pug yerde yuvarlandı
ve ayağa kalktı. Roland da bir saniye sonra ayağa kalkmıştı ve
karşılıklı durdular. Aralarındaki mesafeyi ö l ç e r k e n Roland'ın
yüz ifadesi öfkeden, soğuk, hesapçı bir kızgınlığa dönüşmüş­
tü. Sol kolunu kıvınp ö n e doğru uzatarak ve sağ yumruğunu
yüzünün ö n ü n d e hazır tutarak ağır ağır ilerledi. Pug'ın, para
için gezici gösterilerde yapıldığını görmüş olmasına rağmen,
yumruk dövüşü adı verilen bu dövüş tarzı konusunda hiç de­
neyimi yoktu. Roland birkaç vesileyle bu spor konusunda g e ­
çici bir ilgiden öte bilgisi olduğunu kanıtlamıştı.
Pug avantajı eline almaya çalıştı ve Roland'ın kafasına yan­
dan vahşi bir yumruk savurdu. Roland geriye çekilip yumru­
ğu savuştururken Pug tam bir tur döndü; sonra Roland ö n e
sıçrayarak sol eliyle Pug'ın yanağına sert bir darbe indirerek
ç o c u ğ u n başını acı veren bir darbeyle geriye doğru salladı.
Pug s e n d e l e y e r e k uzaklaştı ve Roland'ın sağ eli Pug'ın ç e n e ­
sini kıl payıyla kaçırdı.
Pug yeni bir darbeden k o r u n m a k için ellerini havaya kal­
dırdı ve başını sağa sola sallayarak görüşünü kaplayan, dans
e d e n ışıkları dağıttı ve Roland'ın bir sonraki yumruğunun al­
tından eğilmeyi s o n anda başardı. Pug Roland'ın gardı altında
ö n e hamle etti ve omzuyla diğer ç o c u ğ u n karnına vurarak
onu yeniden yere yıktı. Pug o n u n üzerine atladı ve Roland'ın
kollarını yanında tutmak için çabaladı. Roland bir dirseğiyle
Pug'ın şakağına bir darbe indirdi ve afallayan büyücü çırağı
bir an s e r s e m l e y e r e k geriye doğru düştü.
Y e n i d e n ayağa kalkarken yüzünde acı patladı ve dünya
yeniden kaykıldı. Y ö n ü n ü şaşıran, kendisini korumaktan aciz
kalan Pug, Roland'ın indirdiği darbeleri sersemlemiş duyula­
rının tam olarak tanımadığı, boğulmuş, uzak olaylar gibi algı­
lıyordu. Pug'ın zihninin bir b ö l ü m ü n d e belli belirsiz bir alarm
duyuldu. Acı yüzünden kararan bilinç düzeyinin altında bir
yerlerde bazı süreçler hiçbir uyarı v e r m e d e n işlemeye başla­
dı. T e m e l , hayvani içgüdüler denetimi ele geçirdi ve k o p u k ,
d o ğ m dürüst anlayamadığı bir bilincin içinden, yeni bir güç
ortaya çıktı. Trollerle olan karşılaşmasında olduğu gibi, k ö r
edici parlaklıkta ışık ve ateşten s ö z c ü k l e r zihin g ö z ü n d e b e ­
lirdi ve onları s e s s i z c e okudu.
Pug'ın varlığı ilkel bir hal aldı. Arta kalan bilincinde, aklı­
nda öldürme düşüncesiyle hayatta k a l m a k için savaşan, ilkel
bir yaratıktı. Düşünebildiği tek şey, hasmını b o ğ a r a k canını
çıkarmaktı.
Pug'ın zihninde birden bir alarm duyuldu. B u n u n yanlış,
kötü olduğuna dair derin bir duyguyla sarsıldı. Aylar süren
eğitimi yüzeye çıktı ve tek duyabildiği Kulgan'ın, "Güç b ö y l e
kullanılmamalı!" diye haykıran sesiydi. O n u örten zihinsel ör­
tüyü yırtıp atarak gözlerini açtı.
Bulanık görüşünde parıldayan ışıklara rağmen Pug R o ­
land'ın s a d e c e bir metre ö n ü n d e diz çöktüğünü, faltaşı gibi
açılmış gözlerle boynundaki g ö r ü n m e z parmaklarla m ü c a d e ­
le ettiğini görebildi. Pug gördüğü şeylerle kendi arasında her­
hangi bir bağlantı hissetmiyordu ve zihninin y e n i d e n berrak-
laşmasıyla birlikte ne olduğunu anladı. Ö n e eğilerek R o ­
land'ın bileklerini kavradı. "Kes şunu, Roland! Dur! G e r ç e k
değil. Boğazını sıkan kendininkinden b a ş k a el yok." Panikten
körleşmiş olan Roland, Pug'ın haykırışlarını duymuyor gibiy­
di. Pug kalan tüm gücünü toplayarak Roland'ın ellerini uzak­
laştırdı, sonra da yüzüne sert bir tokat attı. Roland'ın gözlerin­
d e n yaş geldi ve birden boğulur gibi bir sesle nefes aldı.
Hâlâ nefes nefese olan Pug, "Bu bir yanılsama. Kendi ken­
dini boğuyordun," dedi.
Roland güçlükle nefes aldı ve yüzünde bariz bir korkuyla
kendisini iterek Pug'dan uzaklaştırdı. Bitkinlikle kılıcını ç e k ­
m e y e çabaladı. Pug ö n e eğildi ve Roland'ın bileğini sıkıca
kavradı. G ü ç b e l a konuşarak başını iki yana salladı ve, "Neden
yok," dedi.
Roland Pug'ın gözlerinin içine baktı ve kendi gözlerinde­
ki korku silinmeye başladı. Y a ş ç a b ü y ü k toprak beyinin için­
deki bir şeyler çatırdar gibi oldu ve geriye yerde oturan, bit­
kin, süzgün bir g e n ç adam kaldı yalnızca. Roland nefes nefe-
se, gözlerinde toplanan yaşlarla gerisin geri oturdu ve sordu,
"Neden?"
Pug da bitkinlikle arkasına yaslanarak ellerinden destek
aldı. Ö n ü n d e duran, kuşkuyla paramparça olmuş, yakışıklı
çehreyi inceledi. "Çünkü b e n i m y a p a b i l e c e ğ i m tüm büyüler­
den daha etkili bir büyünün etkisi altındasın." Roland'ın göz­
lerinin içine baktı. "Onu g e r ç e k t e n de seviyorsun, değil mi?"
Roland'ın öfkesinin son zerresi de uçup gitti; gözlerinde ha­
fif bir korku hâlâ kendisini gösteriyordu, ama bir yaş yanağına
düşerken Pug onda derin bir acı ve ızdırap gördü. Roland'ın
omuzları çöktü ve başını salladı; konuşmaya çalışırken nefesi
kesik kesikti. Bir an ağlamanın eşiğinde gibiydi, ama m ü c a d e ­
le ederek acısını uzaklaştırdı ve kendine yeniden hakim oldu.
Derin bir nefes alarak gözyaşlannı sildi ve derin bir nefes da­
ha aldı. Doğrudan Pug'a baktı ve ihtiyada sordu," Ya sen?"
Pug g ü c ü n ü n biraz geri geldiğini hissederek y e r e uzandı.
"Ben... b e n e m i n değilim. B e n i k e n d i m d e n ş ü p h e y e düşürü­
yor. Bilmiyorum. B a z e n b a ş k a hiç kimseyi düşünmüyorum,
b a z e n de o n d a n olabildiğimce uzak olsam, diyorum."
Roland anladığını belirtti, s o n korku izi de silinip gitmişti.
"O söz konusu olduğunda bir zerre z e k a kalmıyor b e n d e . "
Pug kıkırdadı. Roland ona baktı, sonra o da g ü l m e y e b a ş ­
ladı. "Neden bilmem," dedi Pug, "ama her n e d e n s e söyledi­
ğin şey b a n a fena halde k o m i k geldi." Roland başını salladı
ve o da gülmeye başladı. Ç o k g e ç m e d e n öfkenin geride bı­
raktığı duygusal boşluğu uçanlık doldururken, ikisi de g ö z l e ­
rinden yaşlar gelerek oturuyorlardı.
Roland biraz kendini toplamış, kahkahalarını kontrol altı­
na almıştı ki, Pug o n a bakıp, "Bir zerre zeka!" dedi ve bu iki­
sini de yeni bir kahkaha krizine soktu.
"Eh!" dedi bir ses sertçe. D ö n d ü l e r ve iki nedimesiyle bir­
likte durmuş, ö n ü n d e k i sahneyi i n c e l e m e k t e olan Carline'le
karşılaştılar. Y e r d e yatan ikiliye kınayan bir bakış atarak, "Bir­
birinizden bu kadar hoşlanmış göründüğünüze göre, b e n ara­
ya girmeyeyim," dedi.
Pug ile Roland bakıştılar ve birden gürültülü birer kahka­
ha kopardılar. Roland arkaya yuvarlanırken Pug ise bacakla­
rını ö n ü n e uzatıp kahkahalarını yüzünü g ö m d ü ğ ü ellerine
gizledi. Carline öfkeyle kızardı ve gözleri irileşti. Sesinde b u z
gibi bir öfkeyle, " B e n i mazur görün!" dedi ve nedimelerinin
yanından bir hışımla g e ç i p gitti. Uzaklaşırken y ü k s e k sesle,
"Oğlanlar!" diye ünlediğini duyabiliyorlardı.
Pug ile Roland, bir dakika oturarak isteriye yaklaşan kah­
kaha krizinin g e ç m e s i n i beklediler; sonra Roland ayağa kal­
kıp elini Pug'a uzattı. Pug kendisine uzatılan eli aldı ve R o ­
land o n u n ayağa kalkmasına yardım etti. "Kusuruma b a k m a ,
Pug. Sana kızmaya hakkım yoktu." Sesi yumuşadı. "Geceleri
onu düşünmekten uyuyamıyonım. Her gün birlikte olduğu­
muz sayılı saniyeyi iple çekiyorum. Ama sen onu kurtardığın­
dan beri, tek duyduğum senin adın." R o l a n d acıyan b o y n u n a
dokunarak, "O kadar kızdım ki, seni öldüreceğimi sandım.
O n u n yerine n e r e d e y s e kendimi öldürtecektim," dedi.
Pug Prenses'in ardında kaybolduğu k ö ş e y e bakarak başıy­
la onayladığını belirtti. " B e n de özür dilerim, Roland. D a h a
büyüyü kontrol e t m e konusunda p e k iyi değilim ve sinirlen­
diğim zamanlarda türlü türlü k o r k u n ç şey olabiliyor sanki.
Trollerle olduğu gibi." Pug Roland'ın o n u n artık bir büyücü­
nün çırağı olmasına rağmen, hâlâ Pug olduğunu anlamasını
istiyordu. "Asla b ö y l e bir şeyi kasten y a p m a z d ı m - ö z e l l i k l e de
bir arkadaşıma."
Roland bir an Pug'ın yüzünü inceledi ve yarı alaylı, yarı
m a h c u p gülümsedi. "Anlıyomm. Kötü davrandım. Sen haklıy­
dın: Bizi yalnızca birbirimize düşürüyor. Aptal olan b e n i m . İl­
gilendiği sensin."
Pug'ın yılgın bir hali vardı. "İnan bana, Roland. Gıpta edi­
l e c e k durumda olduğumdan p e k emin değilim."
Roland'ın gülümsemesi genişledi. "O inatçı bir kız, orası
kesin." Bariz k e n d i n e acımayla yalandan kabadayılık karışımı
bir tavır arasından, Roland ikincisini seçmişti.
Pug başını iki yana salladı. "Ne yapılmalı, Roland?"
Roland şaşkın göründü, sonra da y ü k s e k sesle güldü.
"Tavsiye almak için b a n a gelme, Pug. B e n i herkesten ç o k par­
mağının u c u n d a oynatıyor. Ama atasözünde dendiği gibi, 'Bir
g e n ç kızın kalbi d ö n e k rüzgarlar kadar ç o k değişir.' Carline'in
yaptıkları için seni suçlamayacağım." Pug'a gizli bir k o m p l o ­
daki suç ortağıymış gibi gözünü kırptı. " Y i n e de, havada bir
değişiklik olursa diye gözlerimi açık tutarsam, rahatsız olmaz­
sın ya?"
Pug bitkinliğine rağmen güldü. "Verdiğin ödünlerde biraz
fazla c ö m e r t davrandığını fark etmiştim zaten." Y ü z ü n e dü­
şünceli bir bakış yerleşti. "Biliyorsun ya, Roland, sonsuza ka­
dar beni g ö r m e z d e n gelse işler daha basit - d a h a iyi değil, da­
ha b a s i t - olurdu. Bütün bunlar hakkında ne düşüneceğimi
bilmiyorum. Çıraklığımı t a m a m l a m a m gerekiyor. Bir gün ida­
re e d e c e ğ i m mülklerim olacak. Sonra bir de Tsurani m e s e l e ­
si var. Her şey o kadar çabuk oldu ki, ne yapacağımı bilmi­
yorum."
Roland Pug'a bir parça halden anlayarak baktı. Elini Pug'ın
o m z u n a koydu. "Bu çırak ve asilzade o l m a meselesinin senin
için yeni olduğunu unutmuştum. Y i n e de, b e n i m payıma dü-
şenlerin daha b e n d o ğ m a d a n kararlaştırılmış olmasına rağ­
m e n , b ö y l e ağır düşüncelere p e k zaman ayırmadığımı itiraf
e t m e m gerek. B u g e l e c e k hakkında kaygılanma meselesi
kupkuru bir iş. Bir maşrapa sert birayla ıslatılırsa, faydası olur,
kanaatindeyim."
Ağrıları ve eziklerini hisseden Pug başıyla onayladığını b e ­
lirtti. "Keşke b u n u yapabilseydik. Ama korkarım, Megar aynı
fikirde olmayacaktır."
Roland parmağını burnunun y a n m a götürdü. "O zaman
biz de Aşçıbaşı'nm k o k u m u z u almasına izin vermeyiz. Haydi
gel, bira barakasının tahtalarının gevşek olduğu bir yer biliyo­
rum. Gizlice bir iki kupa içebiliriz."
Roland yürüyerek uzaklaşmaya başladı ama Pug onu, "Ro­
land, dövüştüğümüz için üzülüyorum," diyerek durdurdu.
Roland d u m p bir an Pug'ı inceledi, sonra sırıttı. " B e n de
öyle." Elini uzattı. "Barış yapalım."
Pug Roland'ın elini kavradı. "Barış yapalım."
Köşeyi dönüp Prenses'in b a h ç e s i n i arkalarında bıraktılar
ve durdular. Önlerinde katışıksız bir sefalet tablosu vardı. T o ­
mas askerlerin y e m e k h a n e s i n d e n yan kapıya kadar kaleyi
b o y d a n boya, t a m a m e n zırhlı - k ı s a pelerin üzerinde ö r m e
zırh, miğfer ve dizine kadar g e l e n çizmelerin üzerine ağır ma­
deni baldır zırhları- bir şekilde yürüyordu. B i r kolunda bir
kalkan, ötekinde ise dört metre uzunluğunda ve demirden bir
ucu olan, sağ o m z u n a acımasızca y ü k l e n m e k t e olan, ağır bir
mızrak taşıyordu. Mızrak, biraz sağa m e y l e t m e s i n e ve uygun
adım yürürken o n u d e n g e d e tutmaya çalıştıkça biraz yalpala­
masına n e d e n olduğundan, ona k o m i k bir görünüş de veri­
yordu.
Dük'ün Muhafız Alayının çavuşu durmuş, T o m a s için sa-
yarak ritim tutuyordu. Pug çavuşu tanıyordu, Gardan adında
uzun boylu, dost canlısı bir adamdı. Keshialı k ö k e n i k o y u te­
ninden anlaşılıyordu. Pug ile Roland'ı gördüğünde b e y a z diş­
leri koyu renkli, sert sakalını ikiye böldü. Omuzları neredey­
se M e e c h a m ' ı n k i l e r kadar geniş görünüyordu, o da M e e c h a m
gibi askerlere özgü, rahat, g e v ş e k hareketlerle yürüyordu. Si­
yah saçlarının arasına hafif aklar düşmüş de olsa, otuz yıldır
askerlik yapıyor olmasına karşın, yüzü g e n ç görünümlü ve kı­
rışıksızdı. Pug ile Roland'a g ö z kırparak, "Dur!" diye bağırdı
ve T o m a s durdu.
Pug ile Roland aralarındaki mesafeyi kapatırken, Gardan,
"Sağa dön!" diye bağırdı. T o m a s itaat etti. "Saray halkı m e n ­
supları yaklaşıyor. S e l a m dur!" T o m a s sağ kolunu uzattı ve s e ­
lam verirken mızrağı yere d o ğ m eğildi. Mızrağın u c u n u n bi­
raz fazla alçağa inmesine izin verdiğinden, onu geri ç e k m e k
için n e r e d e y s e esas duruşunu bozacaktı.
Pug ile Roland gelip Gardan'ın yanında durdular ve iri ya-
n asker onları teklifsiz bir selam ve sıcak bir g ü l ü m s e m e y l e
karşıladı. "İyi günler, T o p r a k Beyleri." B i r an T o m a s ' a döndü.
"Silahlar omza! Hedefe düzgün adım... yürü!" T o m a s yürüme­
ye başlayarak o n a atanan "hedefe", hali hazırda kışlanın
önündeki b a h ç e y e d o ğ m yürüdü.
Roland gülerek, "Bu nedir? Ö z e l talim mi?" dedi.
Gardan b i r eli kılıcında, öteki T o m a s ' ı işaret e d e r e k durdu.
"Kılıçustası F a n n o n birinin burada d u m p taliminin bitkinlik ya
da b a ş k a bir ufak rahatsızlık y ü z ü n d e n yarım yamalak yapıl­
madığından e m i n olmasının g e n ç savaşçımız için faydalı ola­
bileceğini düşündü." Sesini biraz alçaltarak, "O sağlam yapılı
bir delikanlı; biraz y o m l m a k t a n b a ş k a bir zarar görmez," d e ­
di.
Roland, " B u özel talim neden?" diye sordu. Gardan onlara
söylerken Pug başını iki yana salladı.
" G e n ç kahramanımız iki kılıç kaybetti. İlki anlaşılabilirdi,
ç ü n k ü gemi meselesi hayati ö n e m d e y d i ve o ânın h e y e c a n ı
içinde böylesi bir dikkatsizlik affedilebilirdi. Ama ikinci kılı.
Elf Kraliçesi ile kafilesinin gittiği gün talim direğinin yakınla-
nnda, ıslak z e m i n d e yatar halde bulundu ve g e n ç T o m a s da
görünürde yoktu." Pug, Gardell'in ateş ç ö m l e ğ i için yaptığı
kapakla birlikte geldiğinde T o m a s ' ı n talimini h e p t e n unuttu­
ğunu biliyordu.
T o m a s kendisi için belirlenen yolun s o n u n a geldi ve geri­
ye d ö n m e y e koyuldu. Gardan yara b e r e ve kir içindeki iki ç o ­
cuğa baktı ve, "Siz iki g e n ç beyefendi ne karıştırıyordunuz?"
diye sordu.
Roland teatral bir tavırla gırtlağını temizledi ve, "Ah...
Pug'a ilk b o k s dersini veriyordum," dedi.
Gardan tızanıp Pug'ın çenesini eline aldı ve ç o c u ğ u n yü­
zünü çevirerek inceledi. Hasarı değerlendirdikten sonra, "Ro­
land, b a n a hatırlat da adamlanma kılıç kullanma k o n u s u n d a
ders vermeni asla istemeyeyim -yaralı sayısına dayanamaz­
dık." Pug'ın yüzünü bırakarak, " Y a n n gözün p e k güzel ola­
cak, T o p r a k B e y i , " dedi.
Pug konuyu değiştirerek, "Oğulların nasıl, Gardan?" dedi.
"İyiler, Pug. Zanaatlerini öğreniyor ve kendilerini zengin
etmeyi düşlüyorlar-, g e l e c e k S e ç i m ' d e asker olmaya hâlâ ni­
yetli olan F a x o n dışında. Geriye kalanlar kardeşim JeheiPin
öğretmenliğinde u z m a n at arabası ustaları oluyorlar." Hüzün­
le gülümsedi. "Yalnızca F a x o n varken ev ç o k b o ş kaldı, an­
c a k karım sessizlikten m e m n u n görünüyor." Sonra sırıttı; b u ­
laşıcı gülümsemesini görüp de paylaşmamak zordu. "Yine de
büyük oğlanlar ç o k g e ç m e d e n evlenir; o zaman da zaman za­
m a n ayak altında dolaşan torunlar ve b o l b o l neşeli gürültü­
ler olur."
T o m a s yaklaşırken Pug, "Hükümlüyle k o n u ş m a m a izin var
mı?" diye sordu.
Gardan kısa sakalını ovuşturarak güldü. "Herhalde bir da­
kika başımı ö t e y e çevirebilirim, a m a elini ç a b u k tut, T o p r a k
B e y i . " Pug Gardan'ı Roland'la k o n u ş m a y a bırakarak avlunun
karşı u c u n a gitmek üzere yanından g e ç e n T o m a s ' ı n yanında
yürümeye başladı. Pug, "Nasıl gidiyor?" diye sordu.
T o m a s ağzının kıyısından, "Ah, ç o k iyi. B u n u iki saat da­
ha sürdürürsem mezara girmeye hazır olurum," dedi.
" D i n l e n e m e z misin?"
"Yarım saatte bir b e ş dakika hazır olda duruyorum." Y o l u ­
nun sonuna ulaştı ve oldukça k e s k i n bir dönüş yaparak yeni­
den Gardan ile Roland'a d o ğ m yürümeye başladı. "Ateş çana­
ğının kapağı tamamlandıktan sonra, talim kazığının yanına
geldim ve kılıcın kayıp olduğunu gördüm. Kalbim duracak
sandım. Her yeri aradım. B a n a inat olsun diye sakladığını dü­
şünüp n e r e d e y s e R u l f ı pataklayacaktım. Askerlerin yatakha­
nesine d ö n d ü ğ ü m zaman, F a n n o n yatağımda oturmuş, bıçağı
yağlıyordu. D i ğ e r askerlerin k a h k a h a l a n n ı zaptetmeye çalışır­
k e n kendilerini yaralayacaklarını düşünüyordum ki, 'Kendini
kılıç k o n u s u n d a yeterince hünerli buluyorsan, belki de zama­
nını kesik bir kolla yürümenin yolunu ö ğ r e n e r e k h a r c a m a k
istersin,' dedi. T ü m gün yürüme cezası," diye ekledi kederle.
"Şuracıkta c a n vereceğim."
Roland ile Gardan'ın yanından geçtiler ve Pug kendisini
arkadaşının halini anlamaya zorladı. Diğerleri gibi o da bu
durumu k o m i k buluyordu. Eğlendiğini gizleyerek sesini suç
ortaklığı belirten alçak bir tona getirdi ve, " B e n gitsem iyi ola­
cak. Kılıçustası gelirse fazladan bir günlük yürüyüş e k l e y e b i ­
lir," dedi.
Tomas bunu düşünerek inledi. "Tanrılar b e n i korusun.
Uzaklaş, Pug."
Pug fısıldadı; "İşin bittiğinde, g e l e c e k haldeysen bira bara­
kasında bize katıl." Pug Tomas'ın yanından ayrıldı ve yeniden
Gardan ile Roland'a katıldı. Çavuşa, "Teşekkür ederim, Gar­
dan," dedi.
"Bir şey değil, Pug. Şimdi kendisini saldırıya uğramış da
hissetse, g e n ç şövalye adayımız iyi olacaktır. O n u izleyenler
olduğu için de rahatsız oluyor."
Roland başını salladı. "Eh, bu yakınlarda kılıç kaybetmez,
sanırım."
Gardan güldü. " D o ğ m . F a n n o n Usta ilkini affedebilirdi,
ama ikincisini değil. T o m a s ' ı n bunu alışkanlık haline getirme­
diğinden emin olmanın iyi olacağını düşündü. Arkadaşın Kı-
lıçustası'nın Prens Arutha'dan sonra gördüğü en iyi öğrenci,
a m a bunu T o m a s ' a s ö y l e m e . F a n n o n her zaman en fazla p o ­
tansiyel gördüklerine en zorlu davranır. Eh, ikinize de iyi
günler, T o p r a k Beyleri. Ve çocuklar," - d u r d u l a r - "şu 'ilk b o k s
dersi'nden de k i m s e y e bahsetmem."
Çavuşa nezaketi için teşekkür ettiler ve Gardan'ın sesinin
ölçülü kadansı avluyu doldururken bira barakasına doğru yü­
rüdüler.

Tomas gevşek tahtaların ardından göründüğünde Pug


ikinci birasını yarılamış, Roland ise dördüncünün dibini bul­
maya yakındı. T o m a s kir pas içinde ve terliydi, zırhından kur-
uılmuştu. B ü y ü k bir bitkinlik gösterisiyle, "Dünyanın sonu ge-
liyor olacak; F a n n o n b e n i c e z a d a n e r k e n azletti," dedi.
Pug, "Neden?" diye sordu.
Roland kısa süre içinde bira yapımında kullanılacak bir ar­
pa çuvalının üzerinde oturduğu yerin yakınındaki bir rafa
tembel t e m b e l uzandı ve yığınlann birinden bir maşrapa aldı.
Maşrapayı T o m a s ' a fırlattı, o da yakalayıp Roland'ın ayaklan-
nı üzerine dayadığı büyük bira fıçısından doldurdu.
T o m a s b ü y ü k bir yudum aldıktan sonra ağzını elinin ter­
siyle sildi ve, "Bir şeyler oluyor. F a n n o n aniden baskın yaptı,
b a n a oyuncaklarımı kaldırmamı söyledi ve ö y l e acelesi vardı
ki, Gardan'ı n e r e d e y s e sürükleyerek götürdü."
Pug, "Belki de D ü k D o ğ u ' y a doğru yola çıkmaya hazırla-
nıyordur," dedi.
T o m a s , "Belki de," dedi. İki arkadaşını i n c e l e y e r e k taze
morluklarla dolu çehrelerini fark etti. "Pekala. Neler oldu?"
Pug Roland'a bakarak acınası görünümlerini açıklaması
gerekenin o olduğunu belirtti. R o l a n d T o m a s ' a çarpık bir gü­
lümsemeyle baktı ve, "Dük'ün b o k s turnuvasına alıştırma ol­
sun diye bir hazırlık maçı yaptık," dedi.
Birası b o ğ a z ı n a k a ç a n Pug b o ğ u l a c a k gibi oldu, sonra da
güldü. T o m a s başını iki yana salladı. "İkinizin de birbiriniz­
den farkı y o k . Prenses yüzünden k a v g a mı ediyordunuz?"
Pug ile R o l a n d bakıştılar; d e r k e n bir anda T o m a s ' ı n üzeri­
ne çullandılar ve birleşen ağırlıklarının altında onu yere yıktı­
lar. Roland T o m a s ' ı yere yapıştırdı, sonra Pug o n u tutarken
birayla yarı dolu bir maşrapa alıp havaya kaldırdı. R o l a n d ya­
landan bir ciddiyetle, "Seni bu vesile ile Crydee'nin İlk Kahi­
ni T o m a s olarak kutsuyorum," dedi. B u n u derken de maşra­
panın içindekileri m ü c a d e l e e d e n ç o c u ğ u n suratına döktü.
Pug ö n c e geğirdi, sonra, "Al b e n d e n de o kadar," dedi.
Maşrapasında kalan birayı arkadaşının üzerine b o c a etti.
T o m a s bira tükürüp gülerek, "Peki! Haklıymışım!" dedi.
Üzerindeki ağırlığı atmaya çabalayarak, "Şimdi kalkın üzerim­
den! Y o k s a sana burnunu en s o n kimin kanattığını hatırlat­
m a m mı gerekiyor, Roland?" dedi.
Roland s o n d e r e c e yavaş uzaklaştı, sarhoş haldeki vakarı
o n u keskin bir hassasiyetle hareket e t m e y e zorluyordu. "Pek
haklısın." Kendisi de T o m a s ' ı n üzerinden yuvarlanarak inmiş
olan Pug'a dönerek, "Yine de açık seçik ifade e t m e k gerekir
ki, o esnada, T o m a s ' ı n burnumu kanatmayı başarmasının ye­
gane nedeni, dövüşümüz sırasında adil o l m a y a n bir avantaja
sahip oluşuydu."
Pug Roland'a m a h m u r gözlerle baktı ve, "Ne adil olmayan
avantajıymış bu?" dedi.
Roland parmağını dudaklanna götürüp bunların aralarında
kalmasını işaret ederek, "O kazanıyordu," dedi.
Roland yeniden arkası üstü arpa çuvalına yığıldı ve Pug ile
T o m a s kahkahalara boğuldular. Pug bu lafı o kadar k o m i k
bulmuştu ki, bir türlü susamıyordu; T o m a s ' ı n kahkahasını
duymak da a n c a k kendinin iki kat gülmesine n e d e n oluyor­
du. Nihayet ağrıyan yan taraflarını tutarak doğrulup oturdu.
Pug nefesini toplayarak, "O dövüşü kaçırdım. B a ş k a bir
şey yapıyordum, a m a ne olduğunu hatırlamıyorum," dedi.
"Roland buraya Tulan'dan ilk geldiğinde, yanlış hatırlamı­
yorsam k ö y d e ağları tamir etmeyi öğreniyordun."
Roland çarpık bir gülümsemeyle, "Birisiyle bir ağız dalaşı­
na girmiştim - k i m d i , hatırlıyor musun?" dedi. T o m a s başını iki
yana salladı. "Her n e y s e , bir ağız dalaşına girdim ve T o m a s
yaklaşıp bizi ayırmaya çalıştı. Bu sıska ç o c u ğ u n - " T o m a s iti­
raz e t m e y e kalktı, a m a T o m a s parmağından birini havaya kal-
dırıp kımıldatarak sözünü kesti. "Evet, öyleydin. Çok sıska.
Bu sıska ç o c u ğ u n - b u sıska halktan ç o c u ğ u n - ne cüretle ba­
na - D ü k ' ü n maiyetinin yeni atanmış bir üyesi ve eklemeliyim
ki, bir centilmen olan ş a h s ı m a - nasıl davranacağımı öğretme­
ye kalkışabildiğim bir türlü anlamıyordum. B e n de bu durum­
da nezih bir centilmenin yapabileceği tek şeyi yaptım."
Pug, "Ne?" diye sordu.
"Ağzına bir tane çaktım." Üçü y e n i d e n kahkahalara b o ğ u l ­
dular.
T o m a s olanları hatırlayıp başını iki yana sallarken Roland,
"Sonra o da b u n u m ü t e a k i b e n b a n a b a b a m ı n bir ayıbımı en
son ortaya çıkarışından beri yediğim en kötü dayağı attı.
"İşte o zaman b o k s konusunda ciddileştim."
T o m a s yalandan bir ciddiyetle, "Eh, o zamanlar küçük­
tük," dedi.
Pug maşrapaları y e n i d e n doldurdu. Çenesini güçlükle o y ­
natarak, "Eh, şu anda kendimi yaklaşık yüz yaşında hissedi­
yorum," dedi.
T o m a s bir an ikisini süzdü. "Cidden, kavganın nedeni ney­
di?" dedi.
Roland ş a k a ve üzüntü karışımıyla, "Lordumuzun, tarifsiz
bir çekiciliğe sahip kızı..."
"Tarifsiz ne demek?" diye soru T o m a s .
Roland o n a sarhoş bir k ü ç ü m s e m e y l e baktı. "Anlatılamaz,
budala!"
T o m a s başını iki yana salladı. "Prenses'in anlaülamaz bir
budala olduğunu düşünmüyorum-" Roland'ın maşrapası biraz
ö n c e kafasının bulunduğu noktadan g e ç e r k e n eğildi. P u g y e ­
niden gülerek arka üstü yuvarlandı.
T o m a s , b ü y ü k bir törensellikle raftan b a ş k a bir maşrapa
alan Roland'a sırıttı. Roland, "Söylediğim gibi," diye başladı
maşrapayı fıçıdan doldurarak, "tarifsiz çekiciliğe sahip —ancak
belki m u h a k e m e s i biraz zayıf- olan leydimiz, kafasına - a n c a k
tanrılarca tam olarak anlaşılabilen n e d e n l e r d e n d o l a y ı - ilgisi­
ni burada bulunan g e n ç b ü y ü c ü m ü z e bahşetmeyi takmış du-
m m d a . B u n u niçin - b e n i m l e zaman g e ç i r e b i l e c e k k e n - yaptı­
ğını tahmin edemiyorum." Bir ara vererek geğirdi. "Her halü­
karda, bu türden bir ihsanın ne şekilde kabul edilmesinin uy­
gun düşeceğini tartışıyorduk."
T o m a s yüzünde k o c a m a n bir g ü l ü m s e m e y l e Pug'a baktı.
"Senin halinden anlıyorum, Pug. Kesinlikle elin kolun dolu."
Pug kızardığını hissetti. Sonra şeytani bir gülümsemeyle,
"Öyle mi?" dedi. "Peki ya buralarda iyi tanınan g e n ç bir asker
çırağının mutfakta çalışan bir kızla gizlice kilere sızmasına ne
demeli?" Y ü z ü n d e yalandan bir endişe ifadesiyle geriye yas­
landı ve, "Neela'nın b u n u öğrenmesi durumunda olacakları
düşünmek bile istemiyorum..." diye ekledi.
Tomas'ın ağzı açık kaldı. "Yapmazsın... yapamazsın!"
Roland yan taraflarını tutarak geriye yattı. "Asla bu kadar
başarılı bir sudan çıkmış balık taklidi görmemiştim!" Doğru­
lup oturdu, gözlerini şaşılaştırdı ve ağzını ç a b u k ç a b u k açıp
kapadı. Üçü de bir k e z daha onulmaz bir n e ş e y e boğuldular.
Bardaklar y e n i d e n dolduruldu ve R o l a n d maşrapasını kal­
dırdı. "Beyler, şerefe içmeyi öneriyorum!"
Pug ile T o m a s maşrapalarını havaya kaldırdılar.
Roland'ın sesi ciddileşti ve, "Geçmişte aramızda ne türden
anlaşmazlıklar yaşanmış olursa olsun, sizler memnuniyetle
dostum sayacağım iki adamsınız," dedi. Maşrapasını daha
y ü k s e ğ e kaldırdı ve, "Dostluğa!" dedi.
Üçü de bardaklarını dibine kadar içtiler ve yeniden dol-
durdular. Roland, "Elinizi üzerine koyun," dedi.
Üç ç o c u k ellerini birleştirdiler ve Roland, "Nereye gidersek
gidelim, aradan k a ç yıl g e ç e r s e geçsin, asla dostsuz kalmaya­
cağız," dedi.
Pug andın ani ciddiyetine şaşırdı ve, "Dostuz!" dedi.
T o m a s da Pug'ın sözlerini tekrarladı ve ü ç ü bir o n a m a ha­
reketiyle birbirlerinin ellerini sıktılar.
Maşrapalar yeniden boşaltıldı ve ç o c u k l a r dostluğun ve bi­
ranın gül rengi alazında zamanı unuturken ikindi güneşi ç a ­
b u c a k ufkun ö t e s i n e kaçtı.

Pug uyandı, m a h m u r ve sersemdi. Neredeyse s ö n m ü ş du­


rumdaki ateş çanağının ışığı odayı hafif p e m b e ve siyah ton­
lara boyuyordu. Kapısı hafif ama ısrarlı bir şekilde çalınıyor­
du. Y a v a ş ç a ayağa kalktı, sonra da içki nöbetinin etkisinden
hâlâ sıyrılamamış olduğundan düşeyazdı. T o m a s ve Roland
ile kiler odasında bütün akşam ve g e c e n i n bir b ö l ü m ü n d e
kalmış, a k ş a m y e m e ğ i n i kaçırmıştı. Roland'ın tanımladığı şek­
liyle kalenin bira stoğunda "hatırı sayılır bir gedik" açmışlar­
dı. B ü y ü k bir miktar tüketmemişlerdi, a m a içkiye dayanıklılık­
ları az olduğundan, bu onlara k a h r a m a n c a bir serüven gibi
gelmişti.
Pug pantolonunu çekti ve sarsak bacaklarla kapıya gitti.
G ö z kapakları k u m gibi geliyordu ve ağzının içi kupkuruydu.
G e c e n i n ortasında içeri girmeyi talep e d e n i n kim olduğunu
merak e d e r e k kapıyı açtı.
Y a n ı n d a n biri hayal meyal geçti ve arkasını döndüğünde
Carline'in kalın bir c ü p p e y e sarınmış halde odasının ortasında
durmakta olduğunu gördü. Kız, "Kapıyı kapat!" diye tısladı.
"Birisi kulenin dibinden geçip merdivenlerde ışık görebilir."
Pug itaat etti, hâlâ s e r s e m gibiydi. D o n u k zihnine işleyen
tek şey, kömürlerin saçtığı hafif ışığın merdiven sahanlığını
aydınlatmasının k ü ç ü k bir olasılık oluşuydu. Başını sağa sola
sallayarak aklını başına toplamaya çalıştı ve ateş çömleğinin
yanına gitti. Bir çırayı közlerden tutuşturdu ve lambasını yak­
tı. O d a parlak bir aydınlığa büründü.
Carline odayı inceler, sedirin yakınındaki dağınık kitap ve
tomar yığınını süzerken Pug düşüncelerini biraz toparlamaya
başladı. Carline o d a n ı n her k ö ş e s i n e baktıktan sonra, " B e s l e ­
diğin o ejder şeysi nerede?" diye sordu.
Pug'ın gözleri biraz odaklandı ve o n a k e r e s t e d e n yapılmış
gibi gelen diline hakim olarak, "Fantus mu? Ateş ejderleri n e ­
ler yaparsa onları y a p m a k üzere bir yerlerde," dedi.
Carline cüppesini çıkararak, "İyi. B e n i korkutuyor," dedi.
Pug'ın dağınık sedirine oturdu ve o n a sert sert baktı. "Senin­
le k o n u ş m a k istiyorum." Pug'ın gözleri irileşti ve bakakaldı,
ç ü n k ü Carline'in üzerinde yalnızca i n c e bir g e c e l i k vardı. O n u
b o y n u n d a n ayak bileklerine kadar örtmesine rağmen, b e d e ­
nine Pug'ı telaşlandıran bir şekilde yapışıyordu. Pug birden
üzerinde yalmızca p a n t o l o n olduğunu fark etti ve tuniğini at­
tığı yerden aceleyle alıp başından geçirdi. G ö m l e ğ i y l e m ü c a ­
dele e d e r k e n alkolden kaynaklanan sisin s o n zerreleri de da­
ğıldı. "Tanrılar adına!" dedi acılı bir fısıltıyla. " B a b a n b u n u öğ­
renirse, kafamı kopanr."
"Sesini alçak tutacak kadar aklın varsa öğrenmez," diye
yanıtladı kız şımarık bir edayla.
Pug sedirinin yanındaki tabureye gitti, yeni kapıldığı dehşet
onu sarhoşluk yüzünden sendelemekten kurtarmıştı. Carline
o n u n darmadağın halini inceledi ve kınayan bir sesle, "İçki iç­
mişsin," dedi. Pug inkar etmediğinde de, ekledi, "Roland'la sen
yemekte ortaya çıkmadığınızda nereye kaybolduğunuzu merak
ettim B a b a m ı n da saray halkıyla yiyeceği y e m e ğ e g e l e m e m e s i
iyi oldu; yoksa sizi bulması için birilerini gönderirdi."
Asil doğumlu kadınlara âşık olan soylu olmayan adamları
b e k l e y e n k o r k u n ç kader hakkındaki öyküler başına birer bi­
rer üşüşürken Pug'ın rahatsızlığı endişe verici bir hızla artıyor­
du. Carline'in davetsiz bir misafir oluşu ve uygunsuz bir şeyin
yaşanmamış oluşu, Dük'ün p e k bağışlatıcı bulacağını sanma­
dığı birer ayrıntıydı. Paniğini yutmaya çalışarak, "Carline, bu­
rada kalamazsın. İkimizin başını da hayal bile e d e m e y e c e ğ i m
kadar büyük belaya sokacaksın," dedi.
Kızın yüzünde kararlı bir ifade belirdi. "Sana s ö y l e m e k
için geldiğim şeyi s ö y l e y e n e kadar bir yere gitmiyorum."
Pug tartışmanın faydasız olduğunu biliyordu. D a h a ö n c e
bu bakışı p e k ç o k kez görmüştü. Teslimiyetle içini ç e k e r e k ,
"Pekala, o zaman, nedir?" dedi.
Ses tonunu duyan Carline'in gözleri irileşti. "Eh, b ö y l e
davranacaksan, s ö y l e m e m olur biter!"
Pug iniltisini bastırdı ve gözlerini kapatarak arkasına yas­
landı. Başını ağır ağır sallayarak, "Pekala. Özür dilerim. Lüt­
fen, ne yapmamı istiyorsun?" dedi.
Kız yanına, sedirin üzerine vurdu. "Gel, buraya otur."
Kaderinin - s o n d e r e c e kısa bir y a ş a m s ü r m e k - b u kapris­
li kız tarafından kararlaştırıldığı hissini g ö r m e z d e n g e l m e y e
çalışarak itaat etti. Kızın yanına oturmaktan ç o k kendini fırlat­
tı. Carline Pug'ın çıkardığı iniltiye kıkırdadı. "Sarhoş olmuş­
sun! Nasıl bir şey?"
"Şu anda p e k eğlenceli sayılmaz. Kendimi kullanılmış bir
mutfak bezi gibi hissediyorum."
Carline anlayışlı g ö r ü n m e y e çalıştı, ama mavi gözleri n e -
şeyle parlıyordu. Teatral bir tavırla dudaklarını büzerek, "Kı­
lıç kullanmak ve okçuluk gibi bütün ilginç şeyleri siz oğlan­
lar yapıyorsunuz. Nezih bir leydi olmak o kadar sıkıcı ki. Y e ­
m e k t e bir bardak sulu şaraptan fazlasını i ç s e m b a b a m krize
girer," dedi.
Pug sesinde giderek artan bir çaresizlikle, "Burada bulun­
m a n durumunda gireceği krizin yanında lafı bile olmaz. Car­
line buraya n e d e n geldin?" dedi.
Kız soruyu duymazdan geldi. "Bu ö ğ l e d e n sonra Roland
ile ne yapıyordunuz, dövüşüyor muydunuz?" Pug evet anla­
mında başını salladı. " B e n i m yüzümden mi?" diye sordu göz­
lerinde bir parıltıyla.
Pug içini çekti. "Evet, senin yüzünden." Bu yanıt üzerine
kızın yüzünde beliren hoşnut ifade sinirine dokundu ve sesi
kızgın bir hal aldı. "Carline, o n a o l d u k ç a kötü davrandım"
Kız, "O yüreksiz a h m a ğ ı n biri!" diye tersledi. "Ona duvar­
dan atla desem, h e m e n yapardı."
Pug, "Carline," diye n e r e d e y s e mızıldandı, "neden-"
Kız ö n e eğilip ağzını kendi ağzıyla örttüğünde sorusu ya­
rım kaldı. Pug karşılık v e r e m e y e c e k kadar sersemlemiş oldu­
ğundan ö p ü c ü k tek taraflı oldu. Kız ç a b u c a k çekilip oturarak
onu ağzı açık halde bıraktı ve, "Ee?" dedi.
Ö z g ü n bir yanıt bulamayan Pug, "Ne?" dedi.
Kızın gözlerinde ateşler çaktı. "Öpücük, seni budala."
"Ah!" dedi hâlâ şokta olan Pug. ""Şey... güzeldi."
Carline ayağa kalktı ve gözleri öfke ve utanç karışımıyla
irileşerek o n a baktı. Kollarını kavuşturdu ve ayağını yere vu­
rup yaz zamanı p e n c e r e l e r i d ö v e n doluyu andıran bir ses çı­
kararak ayakta durdu. Ses tonu alçak ve keskindi. "Güzel! T e k
söyleyeceğin bu mu?"
Pug içinde yükselen, birbiriyle çelişkili türlü türlü duyguy­
la o n u izliyordu. O anda panik, lambanın loş ışığında yüzü­
nün etrafına salınmış kara saçlarıyla ve kollarını kavuşturan­
ca i n c e kumaşın göğsünün üzerinde gergin dururken ne ka­
dar güzel, yüz haüarınm ne kadar canlı göründüğünün n e r e ­
deyse acı v e r e n bilinciyle çatışıyordu. Pug'ın kendi m a h c u b i ­
yeti de tavrının rahat g ö r ü n m e s i n e n e d e n oluyor, bu da kızı
daha da öfkelendiriyordu. "Sen öptüğüm ilk - b a b a m ı ve ağa­
beylerimi s a y m a z s a n - erkeksin ve tek söyleyebildiğin 'güzel'
oluyor."
Pug kendisini bir türlü toplayamıyordu. Hâlâ duygu setle­
riyle boğuşarak, "Çok güzel," deyiverdi.
Carline ellerini b e l i n e k o y d u - b u da geceliğini rahatsız
edici yeni y ö n l e r e ç e k m i ş t i - ve yüzünde bariz bir inanmazlık­
la Pug'a b a k m a y ı sürdürdü. Sesini kontrol ederek, "Buraya
gelip kendimi senin kollarına atıyonım. Kendimi ö m ü r b o y u
bir manastıra sürülme tehlikesiyle b a ş b a ş a bırakıyorum!" de­
di. Pug kızın kendi olası kaderinden bahsetmediğini fark etti.
"Batı'daki h e r iki ç o c u k t a n biri - a z ı m s a n m a y a c a k sayıda da
yaşça daha büyük a s i l z a d e - dikkatimi ç e k m e k için divane
oluyor. Senin tek yaptığınsa b a n a alelade bir aşçı yamağı,
g e n ç lord için gelip geçici bir e ğ l e n c e gibi davranmak."
Pug'ın aklı başına geldi; kendiliğinden değil de, Carline'in
davasını g e r e k e n d e n biraz daha ateşli bir şekilde savunduğu­
nu fark ettiğinden. Aniden kızın g e r ç e k öfkesine tiyatrovari
davranışlann b o l c a karıştığını anlayarak, "Carline, b e k l e . B a ­
na bir saniye ver," dedi.
"Bir saniye mi! Sana haftalar verdim. Düşünmüştüm ki...
birbirimizi anladığımızı düşünmüştüm."
Pug zihni arı gibi çalışırken anlayışlı g ö r ü n m e y e çabaladı.
"Lütfen otur. Bırak da açıklamaya çalışayım."
Carline tereddüt etti, sonra da Pug'ın yanındaki yerine dö­
nüp oturdu. Pug bir parça acemilikle kızın ellerini kendi elle­
rinin içine aldı. Bir anda kızın yakınlığı, sıcaklığı, saçının ve
teninin kokusu onu çarptı. Yarlarda hissettiği tutku sersemle-
tici bir şiddetle geri döndü ve zihnini s ö y l e m e k istedikleri
üzerinde odaklamak için savaş v e r m e k zorunda kaldı.
Düşüncelerini yaşamakta olduğu sıcak dalgadan uzaklaş­
maya zorlayarak, "Carline, s e n d e n hoşlanıyorum," dedi. "Hem
de ç o k . Zaman zaman seni Roland kadar ç o k sevdiğimi dü­
şünüyorum, ama ç o ğ u zaman sen yakınlarda olduğun zaman
s a d e c e aklım karışıyor. Sorun da bu-. İçim o kadar karışık ki.
Çoğu zaman ne hissettiğimi anlamıyorum."
Kızın gözleri kısıldı, beklediği c e v a b ı n bu olmadığı belliy­
di. "Ne d e m e k istediğini anlamıyorum. Asla olayları anlama­
ya kafasını bu kadar takmış bir ç o c u k tanımamıştım," d e r k e n
sesi sertti.
Pug zoraki gülümsemeyi başardı. "Büyücüler açıklamalar
aramak için eğitilir. Meseleleri anlamak bizim için ç o k ö n e m ­
lidir." B u n u n üzerine kızın gözlerinde bir ışık gördü ve üste­
ledi. "Artık iki görevim var, ikisi de b e n i m için yeni. Kulgan'ın
b e n i büyücü yapma yolundaki çabalarına r a ğ m e n bir büyücü
olamayabilirim, çünkü derslerimin ç o ğ u n d a zorluklar yaşıyo­
rum. S e n d e n g e r ç e k t e kaçıyor değilim, anlıyor musun, ama
çektiğim bütün bu sıkıntılar yüzünden, derslerime olabildiğin­
ce ç o k zaman ayırmam gerekiyor."
Bu açıklamasının p e k sempatiyle karşılanmadığını göre­
rek, taktik değiştirdi. "Her halükarda, diğer görevimi düşüne­
c e k az zamanım var. Sonuçta b a b a n ı n maiyetindeki asillerden
biri olarak kalıp, mülklerimi - k ü ç ü k de o l s a l a r - idare etmem,
kiracı çiftçilerimle ilgilenmem, silah çağrılarına karşılık ver­
m e m ve b u n u n gibi şeyler y a p m a m mümkün. Ama bu diğer
meseleyi, büyü derslerimi bir ç ö z ü m e kavuşturmadan ö n c e
b u n u d ü ş ü n e m e m bile. Yanlış seçimi yaptığımdan emin ola­
n a d e k d e n e m e y e d e v a m e t m e m gerekiyor. Y a d a Kulgan b e ­
ni azledene dek," diye ekledi sessizce.
Durdu ve kızın yüzünü inceledi. Carline'in mavi gözleri
onu dikkatle izliyordu. "Krallık'ta büyücüler p e k önemli kişi­
ler sayılmaz. D e m e m o ki, usta bir büyücü olsam bile... Eh,
kendini rütbesi ne olursa olsun, bir büyücüyle evlenmiş ola­
rak tahayyül edebiliyor musun?"
Kızın biraz telaşa kapılmış bir hali vardı. Çabucak eğildi ve
Pug'ı yeniden ö p e r e k zaten yıpranmış olan dinginliğini parça­
ladı. "Zavallı Pug," dedi, biraz çekilerek. Tatlı sesi Pug'ın ku­
laklarında çınlıyordu. "Olman gerekmiyor ki. Yani büyücü ol­
man, d e m e k istiyorum. Toprağın ve unvanın var ve eminim
ki, zamanı g e l i n c e B a b a m onlara yenilerini ekleyebilir."
"Soran b e n i m ne istediğimle ilgili değil, anlamıyor musun?
Mesele b e n i m ne olduğumla ilgili. Sorunun bir parçası kendi­
mi işime tam olarak v e r m e m e m olabilir. Bildiğin gibi Kul­
gan'ın b e n i çırak olarak alması g e r e k s i n i m d e n ç o k m e r h a m e t
yüzündendi. Onunla Tully'nin dediklerine rağmen de, asla
özel bir y e t e n e ğ i m olduğuna g e r ç e k t e n ikna olamadım. Ama
belki de kendimi vakfetmem, kendimi bir büyücü olmaya
adamam gerekiyordur." Bir nefes aldı. "Mülklerimle ve görev­
lerimle ilgilenirken b u n u nasıl yapabilirim? Ya yenilerini edin­
mekle?" Durdu. " Y a seninle?"
Carline alt dudağını hafifçe ısırdı ve Pug onu kollarına al­
m a k ve her şeyin yoluna gireceğini s ö y l e m e arzusuyla savaş­
tı. B u n u bir k e z yaptıktan sonra, işlerin ç a b u c a k kontrolün-
den çıkacağından hiç şüphesi yoktu. Kısıtlı deneyimleri çer­
ç e v e s i n d e tanıdığı hiçbir kız, kasabadaki güzel kızlar bile, o n ­
da bu denli güçlü duygular uyandırmamıştı.
Carline aşağı d o ğ m b a k a r k e n kirpiklerini biraz indirerek
hafifçe, "Ne dersen yapacağım, Pug," dedi. Pug bir an ferah­
ladı, sonra kızın az ö n c e söylediği şeyin anlamı tam olarak
kafasına dank etti. Ah, Tanrılar aşkına! diye düşündü. Hiçbir
büyücü hilesi gençlik tutkusu karşısında aklını başında tutma­
ya yaramazdı. Çaresizlikle arzudan sıyrılmak için bir y ö n t e m
aradı ve kızın babası aklına geldi. Darağacının ö n ü n d e dur­
muş, kaşlarını çatar haldeki Crdee D ü k ü ' n ü n görüntüsü şeh­
vetini b ü y ü k ö l ç ü d e giderdi.
Pug derin bir nefes alarak, "Kendimce seni seviyorum,
Carline," dedi. Kızın yüzü ışık saçmaya başladı ve felaketi sa­
vuşturmaya çabalayan Pug azimle devam etti. "Ama geri ka­
lan şeyler hakkında kararımı v e r m e d e n ö n c e k e n d i m hakkın­
da bilgi e d i n m e y e çalışmam gerektiğini düşünüyorum." Kız
söylediklerini kulak ardı e d e r görünüp yüzünü ö p ü c ü k l e r e
b o ğ a r k e n konsantrasyonu e p e y zorlu bir sınavdan geçti.
Sonra Carline durdu ve geriye çekildi. Doğasındaki zeka
istediği her şeyi elde e t m e k yolundaki ç o c u k ç a gereksinimi­
ne baskın çıkınca yüzündeki mutluluğun yerini düşünceli bir
ifade aldı. Pug, "Şimdi s e ç i m yaparsam, Carline, her zaman
yaptığım s e ç i m d e n kuşku duyabilirim. Zamanla yaptığım se­
çim yüzünden sana kızmam ihtimaliyle karşı karşıya kalmak
ister miydin?" derken gözlerinde idrak ışığı belirdi.
Bir süre hiçbir şey söylemedi, sonra sessizce, "Hayır. B u ­
na dayanabileceğimi sanmıyorum, Pug," dedi.
Pug gerginliğin süzülüp gittiğini hissederken ferahlayarak
içini çekti. Birden o d a soğumuş gibi oldu ve ikisi de ürperdi-
ler. Carline Pug'ın ellerini şaşırtıcı bir güçle kavradı. Gülüm­
semeyi b e c e r d i ve kendisini sakin olmaya zorlayarak, "Anlı­
yorum, Pug," dedi. "Derin bir nefes aldıktan sonra usulca e k ­
ledi, "İşte seni bu yüzden sevdiğimi sanıyorum. Asla k i m s e y e
yalan söyleyemiyorsun. Özellikle de kendine."
"Sana da, Carline." Kızın gözleri yaşardı, ama g ü l ü m s e m e ­
si silinmedi. Kıza karşı hissettikleriyle b o ğ u ş a n Pug, " B u k o ­
lay değil," dedi. "Lütfen, lütfen, inan bana, bu k o l a y değil."
Birden gerginlik çözüldü ve Carline Pug'ın kulaklarına
müzik gibi g e l e n bir sesle, hafifçe güldü. Gözyaşlarıyla kah­
kaha arasında kalarak, "Zavallı Pug. Seni üzdüm," dedi.
Pug'ın yüzünden, kızın gösterdiği anlayış karşısında ferah­
ladığı anlaşılıyordu. Kıza duyduğu sevgi yüzünden kendisini
mutlu hissediyordu. Gerginlik dağıldığı için y ü z ü n e biraz şap­
şal bir ifade v e r e n bir g ü l ü m s e m e y l e başını ağır ağır iki yana
sallayarak, "En ufak bir fikrin yok, Carline. En ufak bir fikrin,"
dedi. Uzanıp Carline'in yüzüne sevgiye dokundu. "Zamanı­
mız var. Hiçbir y e r e gittiğim yok."
Yarıya inmiş kirpiklerin arasından mavi gözler o n a kaygıy­
la baktı. "Yakında babamla birlikte gideceksin."
"Döndüğümde, d e m e k istedim. D a h a yıllarca burada ola­
cağım." Kızı yanağından hafifçe öptü. Sesini daha neşeli çı­
karmaya çabalayarak, "Üç yıl daha mülk devralamam, yasa
böyle," dedi. " B a b a n ı n da s e n d e n daha yıllarca ayrılabileceği­
ni sanmam." Çarpık bir şekilde g ü l ü m s e m e y e çalışarak e k l e ­
di, "Üç yıl sonra b e n i g ö r m e y e dahi katlanamıyor olabilirsin."
Carline usulca Pug'ın kollannın arasına sokulup, yüzünü
omzuna g ö m e r e k o n a sıkı sıkı sarıldı. "Asla, Pug. Asla bir baş­
kasını s e v e m e m . " Pug'ın elinden kıza d o k u n m a n ı n verdiği
hisse hayran o l m a k t a n b a ş k a bir ş e y gelmiyordu. "Sözcükler-
le anlatamıyorum, Pug. S e n beni... anlamaya çalışan tek kişi­
sin. Herkesten fazlasını görüyorsun," derken Carline'in göv­
desi titriyordu. Pug kendini usulca biraz geri çekti ve kızın
yüzünü eliyle kaldırdı. Kızı bir k e z daha öptüğünde dudakla-
rındaki tuzlu gözyaşlarının tadını aldı. Carline birden karşılık
vererek Pug'a daha sıkı sarıldı ve onu tutkuyla öptü. Pug ge­
celiğinin i n c e kumaşının ardından kızın b e d e n i n i n sıcaklığını
duyumsar ve kulaklarında hafif iç ç e k i ş sesleri duyarken, k e n ­
di b e d e n i de karşılık v e r m e y e başladı ve bir k e z daha akla
sığmayan bir tutkunun içine sürüklendiğini hissetti. Kararlılı­
ğını pekiştirerek, kendini Carline'in kollarından nazikçe ayır­
dı. Kendini yavaş yavaş ve zorla o n d a n uzaklaştırdı ve sesin­
de üzüntüyle, "Sanırım odana d ö n m e n gerekiyor, Carline,"
dedi.
Carline başını kaldırıp Pug'a baktı; yanaklarına al basmış,
dudakları hafifçe aralanmıştı. Kesik kesik nefes alıyordu ve
Pug bu durumda kendisini ve durumu kontrol altında tutmak
için muazzam bir savaş veriyordu. D a h a kararlı bir sesle,
"Odana d ö n m e n en iyisi, h e m e n şimdi," dedi.
Her biri diğerinin varlığının y o ğ u n bir b i ç i m d e farkında
olarak ağır ağır sedirden kalktılar. Pug kızın elini bir an daha
tuttu, sonra bıraktı. Eğilip Carline'in cüppesini aldı ve giyme­
si için tuttu. O n a kapıya kadar eşlik ettikten sonra kapıyı aç­
tı ve kulenin basamaklarından aşağı baktı. Yakınlarda kimse­
nin izine rastlamadığından, kapıyı ardına kadar açtı. Carline
kapıdan geçti ve arkasını döndü. Usulca, "Zaman zaman b e ­
nim budala ve kibirli bir kız olduğumu düşündüğünü biliyo­
rum ve öyle olduğum zamanlar da oluyor, Pug. Ama seni ger­
ç e k t e n seviyorum," dedi.
Pug tek k e l i m e e d e m e d e n , cüppesinin hafif hışırtısı karan-
lıkta yankılanarak basamaklarda kayboldu. Pug kapıyı sessiz­
ce kapadı ve lambayı söndürdü. Sedirine uzanıp gözlerini ka­
ranlığa dikti. Etrafındaki havada Carline'in taze k o k u s u n u du­
yabiliyordu ve yumuşak b e d e n i n i n anısı ellerinin karıncalan­
masına n e d e n oluyordu. Kız gittiğinden ve kendini kontrol et­
m e s i n e artık g e r e k kalmadığından, özlemin b e d e n i n e h ü c u m
e t m e s i n e izin verdi. Carline'in kendisine duyduğu tutkuyla
capcanlı yüzünü görebiliyordu. Gözlerini önkoluyla örterek,
kendi kendisine hafifçe inledi ve, "Yarın k e n d i m d e n nefret
edeceğim," dedi.

Pug kapının sert vuruluşuna uyandı. Kapıya d o ğ m seğir­


tirken aklına ilk g e l e n d ü ş ü n c e D ü k ' ü n Carline'in ziyaretini
öğrenmiş olmasıydı. T e k düşünebildiği, Buraya beni asmaya
geldi! idi. Dışarısı hâlâ karanlık olduğundan Pug kapıyı en k ö ­
tüsünü b e k l e y e r e k açtı. Kapının dışında kızın kale muhafızla­
rından bir b ö l ü ğ ü n başını ç e k e n öfkeli b a b a s ı yerine k a l e ka­
pıcılarından biri dumyordu.
"Uyandırdığım için kusura b a k m a , T o p r a k Beyi, a m a Kul­
gan Usta o n a h e m e n katılmanı istiyor," dedi yukan, Kulgan'ın
odasını işaret e d e r e k . Pug'ın yüzündeki rahatlama ifadesini
uyku mahmurluğuyla karıştırarak, "Hemen," diye ekledi. Pug
başını salladı ve kapıyı kapadı.
Pug bir durum değerlendirmesi yaptı. S o y u n m a d a n tekrar
uykuya daldığından hâlâ giyinikti. G ü m g ü m atan kalbinin
durulmasını bekledi. Gözleri kumla dolu gibiydi ve b o z u k mi­
desi yüzünden ağzında fena bir tat vardı. K ü ç ü k masasına gi­
dip yüzüne s o ğ u k su çarparken asla bir y u d u m daha bira iç­
m e y e c e ğ i n i mırıldandı.
Pug Kulgan'ın odasına ulaştı ve büyücüyü şahsi eşyalar ve
kitaplardan oluşan bir yığının üzerinde ayakta durur buldu.
B ü y ü c ü n ü n sedirinin yanında bir taburede Rahip Tully otur­
maktaydı. Rahip b ü y ü c ü n ü n düzenli olarak b ü y ü m e k t e olan
yığına e k l e m e l e r yapmasını izledi ve, "Kulgan bütün bu kitap­
ları yanına alamazsın. Bunları taşımak için iki ^oik katırına ih­
tiyacın olur ve işine hiç yaramayacakları halde onları geminin
neresinde tutacağını havsalam almıyor," dedi.
Kulgan elindeki iki kitabı b e b e k l e r i n e b a k a n bir a n n e gi­
bi süzdü. "Ama ç o c u ğ u n eğitimine d e v a m e t m e k için bunları
almam şart."
"Pöh! D a h a doğrusu, k a m p ateşlerinin etrafında ve gemi­
de kafa yoracağın bir şeyler olsun diye. Mazeretleri b o ş ver.
G ü n e y Geçidi'ni karla k a p a n m a d a n ö n c e aşmak için hızla
ilerlemeniz g e r e k e c e k . H e m kışın Acı Deniz'i g e ç e n bir gemi­
de kim kitap okuyabilir ki? Ç o c u k derslerinden a n c a k bir iki
ay geri kalacak. O n d a n sonra çalışacak sekiz yıldan fazla za­
manı olacak. O n u biraz rahat bırak."
K o n u ş m a Pug'ı şaşırtmıştı ve bir soru sormaya çalıştı, a m a
atışan iki ihtiyar arkadaş o n u duymazdan geldiler. Tully'den
g e l e n birkaç yeni itirazdan sonra Kulgan teslim oldu. Kitapla­
rı sedirine fırlatarak, "Galiba haklısın," dedi. Pug'ın kapının
yanında beklediğini gördü ve, "Ne? D a h a burada mısın?" de­
di.
Pug, "Daha b e n i n e d e n çağırttığını söylemedin, Kulgan,"
dedi.
Kulgan gözlerini parlak bir ışığa yakalanmış çiftlik bayku­
şu gibi k o c a k o c a kırparak, "Öyle mi?" dedi. "Söylemedim
mi?" Pug başını salladı. "İyi, o zaman. D ü k günün ilk ışığıyla
birlikte yola çıkmaya hazır olmamızı emrediyor. Cücelerden
yanıt gelmedi, a m a b e k l e m e k istemiyor. K u z e y Geçidi'nin ka-
pah olduğu n e r e d e y s e kesin ve G ü n e y G e ç i d i ' n d e de kar ol­
masından korkuyor." Kulgan kendi k e n d i n e , "Korkmakta da
haklı," dedi. "Havayı koklayan burnum 'kar yağdı yağacak,'
diyor. Erken ve çetin bir kış b e k l i y o r bizi."
Tully ayağa kalkarken başını iki yana salladı " B u n u da, y e ­
di yıl ö n c e hatırlanan en berbat seli yaşadığımız zaman kıtlık
olacağı tahmininde bulunan adam söylüyor. Büyücüler! T o ­
punuz şarlatansınız." Ağır ağır kapıya yürüdü, sonra da yalan­
dan öfkesinin yerini g e r ç e k bir endişe alarak durup Kulgan'a
baktı. "Gerçi bu defa haklısın, Kulgan. Kemiklerimde derin sı­
zılar var. Kış kapımızda."
Tully gitti ve Pug, "Gidiyor muyuz?" diye sordu.
S a b n taşan Kulgan, "Evet! Ö y l e dedim, değil mi? Eşyalan-
nı topla ve elini ç a b u k tut. Şafağa bir saatten az var," dedi.
Pug gitmek üzere dönmüştü ki Kulgan, "Ah, bir dakika,
Pug," dedi.
B ü y ü c ü kapıya gitti ve dışarı bakarak Tully'nin merdiven­
lerden indiğine ve kulak eriminin dışında olduğuna e m i n ol­
du. Pug'a döndü ve, "Davranışlarında herhangi bir kusur bul­
muyorum... ama g e l e c e k t e kendini y e n i d e n bir g e c e misafi-
riyle karşı karşıya bulursan, kendini daha fazla... sınamamanı
öneririm. İkinci k e z bu denli başarılı olacağından e m i n deği­
lim," dedi.
Pug'ın beti benzi attı. "Duydun mu?"
Kulgan z e m i n l e duvarın birleştiği bir noktayı işaret etti.
"Senin şu ateş çanağı şeysin duvarın buradan otuz santim aşa­
ğısında dışarı açılıyor ve sesi inanılmaz bir şekilde iletiyor."
Dalgınlıkla, "Döndüğümüz zaman nasıl o l u p da sesi bu kadar
iyi ilettiğine b a k m a m g e r e k e c e k , " dedi. Y e n i d e n ç o c u ğ a d ö ­
nerek, "Her halükarda, g e ç saatlere kadar çalışmıştım ve ni-
yetim kulak misafiri olmak değildi, ama her kelimesini duy­
dum," dedi. Pug kızardı. Kulgan, "Niyetim seni utandırmak
değil, Pug. D o ğ m davrandın ve şaşırtıcı bir bilgelik göster­
din," dedi. Elini Pug'ın o m z u n a koyarak, "Sana bu konularda
akıl v e r m e y e uygun biri değilim, korkarım, zira b ö y l e g e n ç ve
kafasının dikine gidenlerini bırak, kadınlarla g e n e l d e ç o k az
deneyimim oldu," dedi. Pug'ın gözlerinin içine bakarak, "Ama
şu kadarını b i l i y o m m ki, o anın sıcaklığı içinde uzun vadede­
ki sonuçları anlamak n e r e d e y s e imkansız. B u n u yapabildiğin
için seninle gurur duyuyomm,"dedi.
Pug m a h c u b i y e t l e gülümsedi. "Hiç zor olmadı, Kulgan. Sa­
d e c e zihnimi bir k o n u y a odakladım."
"Neye?"
"İdam cezasına."
Kulgan keskin bir k a h k a h a attı, sonra, "Peki, ama felaket
potansiyeli P r e n s e s için de s o n d e r e c e y ü k s e k olurdu, Pug,"
dedi. "Doğu saraylarındaki şehirli bir soylu kadın gizliliğini
koruduğu sürece h e r rütbeden istediği kadar sevgili edinebi­
lir, ama kralla bu denli yakın akraba olan bir sınır dükünün
y e g a n e kızının b ö y l e bir lüksü olamaz. Her k o n u d a şüpheden
arınmış olması gerekir. Şüphenin bile Carline'e zararı dokuna­
bilir. O n u seven biri b u n u dikkate alır. Anlıyor musun?"
Pug başını salladı; ö n c e k i g e c e direnip baştan çıkmadığı
için artık h e p t e n rahatlamıştı.
"İyi, g e l e c e k t e daha dikkatli olacağını biliyomm." Kulgan
gülümsedi. "İhtiyar Tully'ye de b a k m a . S a d e c e D ü k geride
kalmasını buyurdu diye aksilik ediyor. Kendisini hâlâ yardım­
cıları kadar g e n ç sanıyor. Şimdi git de eşyalarını hazırla.
Şafağa bir saatten az kaldı."
Pug başını salladı ve Kulgan'ı önündeki kitap yığınlarına
bakar halde bıraktı. Kulgan üzüntüyle en yakınındaki kitabı
aldı ve bir rafa yerleştirdi. Bir saniye sonra bir b a ş k a kitabı
alıp çuvala tıku. "Bir taneden zarar gelmez," dedi Tully'nin
başını kınayarak iki yana sallayan görünmez hayaletine.
Kitaplann geri kalanını rafa yerleştirdi, çuvala tıktığı sonun­
cusu hariç. "Pekala, o zaman," dedi asice, "iki!"
YOLCULUK

Hafif, sulu bir kar yağıyordu.


Pug atının üzerinde otururken kalın cüppesinin altında tit­
riyordu. On dakikadır eyerin üzerinde, Dük'ün kafilesinin g e ­
ri kalanının hazırlanmasını bekliyordu.
Avlu acele eden, bağıran, yük katarındaki tıknaz katırların
üzerine malzemeleri yığan adamlarla doldu. Şafak yeni sökü­
yor, avluya, kuleden indiği anda Pug'ı selamlayan siyah ve gri
tonlar yerine biraz renk katıyordu. Kapıcılar çoktan bavulunu
aşağı taşımıştı ve yanlarında getirdikleri diğer eşyalarla birlik­
te katırlara bağlıyorlardı.
Pug'ın arkasında panik dolu bir "Ho!" haykırışı duyuldu ve
Pug döndüğünde T o m a s ' ı n şahlanan heyecanlı bir atın dizgin­
lerini çılgınca çekiştirdiğini gördü. Pug'ın parlak, hafif savaş atı
gibi, Tomas'ın atının da g e m i enkazına giderken bindikleri
yaşlı, k a b a hayvanla ilgisi yoktu. Pug, "O kadar ç e k m e , " diye
bağırdı. "Ağzım kesip onu kızdıracaksın. B i r k a ç defa hafifçe
asılıp dizginleri sal."
T o m a s buna uydu ve at sakinleşerek Pug'mkinin yanına
geldi. T o m a s eyerin üzerinde çiviler varmış gibi oturuyordu.
Atın bir sonraki hareketini tahmin e t m e y e çalışırken yüzü bir
konsantrasyon timsaliydi.
"Dün düzgün adım yürüyor olmasaydın, at b i n m e y e gidip
biraz alıştırma yapabilirdin. Şimdi seni giderken eğitmem ge­
rekecek."
T o m a s yardım vaadine minnettar görünüyordu. Pug gü­
lümsedi. "Bordon'a vardığımızda, Kral'ın Mızraklı Süvarileri gi­
bi at biniyor olursun."
"Delik deşik bir kız kurusu gibi de yürüyor olurum." T o ­
mas eyerde ağırlığını yana kaydırdı. "Daha şimdiden taş bir
bloğun üzerinde saatlerdir oturuyormuşum gibi geliyor. Eyer­
leme yerinden bu kadar az uzaklaşmışken."
Pug atından aşağı atladı ve eyer kapakçığının altına b a k a ­
bilmek için T o m a s ' ı n bacağını çekmesini söyledi ve eyeri in­
celedi, sonra, "Bu atı senin için kim eyerledi?" diye sordu.
"Rulf. Neden sordun?"
" B e n de öyle düşünmüştüm. O kılıç yüzünden onu tehdit
ettiğin ya da b e n i m dostum olduğun için s e n d e n öç alıyor. Ar­
tık Toprak B e y i olduğum için beni tehdit etmeye cesareti yok,
ama üzengi kayışlarını düğümlemeyi kolay sayıyor. B ö y l e bir­
k a ç saat at bindikten sonra, kafanı yere çarpıp ölmezsen bile,
aylarca yemekleri ayakta yersin. Haydi, aşağı in de sana gös­
tereyim."
T o m a s y a n sıçrayıp yarı düşerek attan indi. Pug o n a dü­
ğümleri gösterdi. "Gün bitmeden baldırlarının iç tarafına sür-
tünüp yara etmiş olurdu. Uzun da değiller ayrıca." Pug dü­
ğümleri aldı ve kayışları d o ğ m uzunluğa ayarladı. "Bir süre
ç o k tuhaf g e l e c e k , ama topuklannı aşağıda tutman gerekiyor.
Duymaktan bıkana kadar sana hatırlatacağım, a m a düşünme­
den yaptığın zaman başını belaya girmekten kurtarır. Ve diz­
lerinle kavramaya da çalışma; bu yanlıştır ve bacaklarını ağrı­
tır, yarın d o ğ m dürüst yürüyemez hale gelirsin." Birkaç temel
talimat daha verdi ve kolanı kontrol etti, boldu. Sıkılaştırmayı
denedi ve at nefes aldı. Pug hayvanın sağrısına bir şaplak attı
ve at keskin bir nefes verdi. Pug kolan kayışını ç a b u c a k çekti
ve, "Bugün ilerleyen saatlerde m u h t e m e l e n kendini bir yana
meyleder durumda bulurdun, son d e r e c e rahatsız edici bir ko­
numda."
"Şu Rulf!" T o m a s ahıra doğru döndü "Onu canı çıkasıya ka­
dar döveceğim!"
Pug arkadaşının koluna yapıştı. " B e k l e . Hırgüre vaktimiz
yok."
T o m a s sıkılmış yumruklanyla durdu, sonra rahatlayarak içi­
ni çekti. "Zaten d ö v ü ş e c e k dımımda da değilim. Atı inceleyen
Pug'a b a k m a k için döndü.
Pug başını iki yana salladı, sonra da yüzünü bunışturdu.
" B e n de." Eyeri ve dizginleri i n c e l e m e işini bitirdi ve at ürktü.
Pug atı yatıştırdı. "Rulf sana aynı zamanda ç a b u k kızan bir at
vermiş. Bu arkadaş seni m u h t e m e l e n ö ğ l e d e n ö n c e sırtından
atar, sen yere çarpmadan da ahırın yolunu yarılamış olurdu.
Yaralı bacaklar ve kısa üzengi kayışlarıyla hiç şansın olmazdı.
Seninle atları değişirim." T o m a s rahatlamış göründü ve diğer
atın eyerine çabalayarak çıktı. Pug dizginleri ikisi için ayarla­
dı. "Öğle yemeğimizi yerken yolculuk kayıtlarımızı değiştirebi­
liriz." Pug bundan sonra yay gibi gerilmiş olan savaş atım ya­
tıştırdı ve çevik bir hareketle eyere tırmandı. Dizginlerde ken­
disiden daha emin ellerin, iki yanda da sağlam duran bacak­
ların olduğunu hisseden at sakinleşti.
"Hey! Martin," diye bağırdı T o m a s , Dük'ün Avcıustası yürü­
yerek görüş menziline girerken. "Bizimle birlikte mi yolculuk
ediyorsun?"
Ormancılara özgü deri giysilerinin üzerine kalın yeşil cüp-
peşini almış olan avcının yüzünü çarpık bir g ü l ü m s e m e böldü.
"Kısa bir süreliğine, T o m a s . Bazı iz sürücüleri Crydee sınırla­
rından dolaştırmam gerekiyor. Nehrin g ü n e y koluna vardığı­
mızda y ö n ü m ü doğuya vereceğim. İz sürücülerimden ikisi bir
saat ö n c e yola çıktı, Dük için yol açıyorlar."
Pug, " B u Tsurani meselesi konusunda ne düşünüyorsun,
Martin?" diye sordu.
Avcıustasının hâlâ g e n ç olan yüzü bulutlandı. "Elfler ken­
dilerini endişeye bırakmışsa, e n d i ş e l e n e c e k bir şey var, de­
mektir." Toplantı hattının ön tarafına döndü. "Bana müsaade,
adamlarıma talimat v e r m e m gerekiyor." Çocukları kendi baş­
larına oturur halde bıraktı.
Pug T o m a s ' a , " B u sabah başın nasıl?" diye sordu.
T o m a s yüzünü bunışturdu. "Uyandığım zamandan beri
yaklaşık iki b e d e n küçüldü." Y ü z ü biraz aydınlandı. "Yine de
heyecan içerideki zonklamayı durdurmuş gibi görünüyor.
Kendimi neredeyse iyi hissediyorum."
Pug kaleye d o ğ m baktı. D ü n g e c e k i karşılaşmanın anısı ak­
lına gelip dumyordu ve birden Dük'le yolculuk e t m e k zorun­
da olmasından üzüntü duydu.
T o m a s arkadaşının kederli halini fark etti ve, "Suratın n e ­
den b ö y l e asık? Gittiğin için heyecanlı değil misin?" dedi.
"Bir şey yok. S a d e c e düşünüyordum."
T o m a s bir an Pug'ı inceledi. "Galiba anlıyomm." Derin bir
iç çekişle eyerinde geriye yaslandı ve atı ayağını yere vurup
huysuzlandı. "Kendi hesabıma b e n gitmekten m e m n u n u m .
Galiba dün konuştuğumuz ufak m e s e l e Neela'nın kulağına git­
miş."
Pug güldü. " B u sana kilerlerde kimlere eşlik ettiğine dikkat
etmeyi öğretir."
T o m a s mahcubiyetle güldü.
Kale kapıları açıldı ve D ü k ile Arutha, yanlarında Kulgan,
Tully, Lyam ve Roland ile birlikte çıktılar. Carline arkasında
Leydi Marna'yla birlikte onları izledi. D ü k ile yoldaşları sütu­
nun başına doğru yürüdüler, ama Carline Pug ile Tomas'ın
oturduğu yere seğirtti. Yanlarından g e ç e r k e n muhafızlar onu
selamladılar, ama o b u n a kulak asmadı. Pug'ın yanına geldi ve
Pug kibarca eğilerek selam verince, "Ah, insene şu salak at­
tan," dedi.
Pug attan indi ve Carline kollarını o n u n b o y n u n a dolaya­
rak o n a bir an sıkı sıkı sanldı. "Kendine dikkat et ve iyi ol,"
dedi. "Başına bir şey gelmesine izin verme." Geri çekildi, son­
ra da onu hafifçe öptü. "Ve e v e dön." Gözyaşlarına hakim ol­
maya çalışarak babasıyla ağabeyinin hoşçakal d e m e k için b e k ­
ledikleri sıra başına doğra seğirtti.
Pug yeniden atına b i n e r k e n T o m a s teatral bir şekilde ök-
sürdü ve güldü; yakınlardaki askerler de g ü l m e m e y e çalışıyor­
lardı. T o m a s , "Öyle görünüyor ki, Prenses sizin için birtakım
planlar yapmış, lordum," diye dalga geçti. Pug o n a elinin ter­
siyle vurmak üzere hamle e d e r k e n eğildi. Hareket atının ö n e
atılmasına n e d e n oldu ve T o m a s bir an sonra atını yeniden sı­
raya sokmaya çabalıyordu. At T o m a s ' ı n istediği dışında her­
hangi bir y ö n e gitmeye kararlı görünüyordu; şimdi gülme sı­
rası Pug'a geçmişti. Nihayet kendi atını Tomas'ınkinin yanma
getirdi ve huysuz atı güderek yeniden sıraya soktu. Kısrak ku­
laklarını düzleştirdi ve Pug'ın atını ısırmak üzere döndü ve
Pug, "İkimizin de Rulf la g ö r ü l e c e k davası var; b i z e birbirini de
s e v m e y e n iki at vermiş. Senin bineğini askerlerden birininkiy-
le değiştiririz," dedi.
T o m a s rahatlayarak attan yarı indi, y a n düştü ve Pug sıra-
nın ilerisindeki bir askerle değiş tokuşu gerçekleştirdi. Atlar de­
ğiştirildi ve T o m a s yerine d ö n e r k e n Roland, Pug ile Tomas'ın
durdukları yere gelip ikisine de elini uzattı. "Siz ikiniz kendini­
ze dikkat edin. Siz aramadan da orada hayli fazla bela var."
B u n u y a p a c a k l a n n a s ö z verdiler ve Roland Pug'a, "Senin
için işlere g ö z kulak olurum," dedi.
Pug Roland'ı çarpık gülümsemesini fark etti ve Carline'in
babasıyla birlikte durduğu yere bir göz atarak, "Ona ş ü p h e m
yok," dedi, sonra ekledi, "Roland, ne olursa olsun, sana da iyi
şanslar."
Roland, "Teşekkür ederim. Samimiyetine inanıyorum," de­
di. T o m a s ' a da, "Ve sen etrafta y o k k e n etraf gerçekten sıkıcı
olacak," dedi.
T o m a s , "Olup bitenlere bakarsan, sıkıcı olsa ö p ü p de başı­
mıza koysak gerektir," dedi.
Roland, "Fazla sıkıcı olmasın da, değil mi? Kendinize iyi b a ­
kın! Can sıkıcı bir ikilisiniz, ama sizi kaybetmeyi hiç istemem."
Roland dostça bir el sallayışla yürüyerek uzaklaşırken T o ­
mas güldü. T o p r a k Beyi'nin Dük'ün kafilesine gitmesini izle­
yince ve b a b a s ı m n yanında duran Carline'i g ö r ü n c e Pug T o ­
mas'a döndü. "Buraya kadar. Gittiğime m e m n u n u m . Kafamı
dinlemeye ihtiyacım var."
Çavuş Gardan sıranın ilerlemesi buyruğunu getirdi ve yola
çıktılar. D ü k ile Arutha, arkalarında Kulgan ve Gardan ile ba­
şı çekiyorlardı. Martin L o n g b o w ve iz sürücüleri Dük'ün atının
yanında koşarak ilerliyorlardı. Onları yirmi çift süvari, araları­
na T o m a s ile Pug, arkalarında ise b e ş çift muhafız eşliğinde
yük katarı olduğu halde izliyordu. Başta yavaşça, sonra gide­
rek artan bir hızla, kalenin kapılarından geçtiler ve güney y o ­
luna ayak bastılar.
Son iki günü sık ormanlık arazi içinden olmak üzere üç
gündür yoldaydılar. Martin L o n g b o w ile adamları o sabah
Crydee nehrinin Sınır nehri adını alan güney kolunu geçtikle­
rinde doğuya sapmışlardı. Sınır nehri, Crydee ile Lord Borric'in
uyruk illerinden biri olan Carse Baronluğu'nun arasındaki sı­
nırı belirliyordu.
Erken inen kışın aniden bastıran karları gelmiş ve güz man­
zarasını b e y a z renkle sarmalamıştı. O r m a n sakinlerinin ç o ğ u
aniden bastıran kışa hazırlıksız yakalanmıştı; postları hâlâ b e ­
yazdan ç o k b o z renkteki tavşanlar ve yarı d o n m u ş göletlerin
üzerinden aceleyle g e ç e n , güneye g ö ç e d e r k e n dinlenen ör­
dekler ve kazlar. Kar ağır sulu tanelerle tipi halinde yağıyor,
gündüz hafif eriyor, g e c e yeniden donarak buzdan ince bir ka­
b u k oluşturuyordu. B u z atların ve katırlann toynaklarının al­
tında kırılırken, durgun kış havasında alttaki yaprakların çatır­
tısı duyulabiliyordu.
Ö ğ l e d e n sonra Kulgan uzakta pike yapan, ağaçların arasın­
da güçbela görünen bir ateş ejderi filosu gördü. Kırmızı, altın,
yeşil ve mavi, rengarenk hayvanlar ağaç tepelerinin üzerinde
uçuşuyor, sonra haykırışlar ve ufak ateş püskürmeleriyle sar­
mallar çizerek yükseliyorlardı. Katar g e ç e r k e n Kulgan dizgin­
lere asıldı ve Pug ile T o m a s ' ı n o n a yetişmesini bekledi. Y a n
yana geldiklerinde, görüntüyü işaret ederek, "Çiftleşme uçuşu­
na benziyor. Bakın, erkekler ne kadar saldırgan davranırsa, di­
şiler de onlarla o kadar fazla karşılık veriyor. Ah, k e ş k e bunu
daha yakından i n c e l e y e c e k zamanımız olsaydı," dedi.
Bir açıklığı geçerlerken Pug yaratıkları gözleriyle izledi,
sonra da biraz şaşırarak, "Kulgan, orada, kenara yakın bir yer-
de uçan Fantus değil mi?" dedi.
Kulgan'ın gözleri irileşti. "Tanrılar adına! Sanınm öyle."
Pug, "Onu çağırayım mı?" diye sordu.
Büyücü kıkırdadı. "O dişilerden gördüğü ilgiye bakılırsa,
bunun p e k yararı olacağını sanmam." D ü k ' ü n katarının ardın­
dan giderken ateş ejderi topluluğunu gözden yitirdiler. Kul­
gan, "Çoğu yaratığın aksine, ateş ejderleri ilk kar yağışında
çiftleşir," dedi. "Dişiler yumurtalarını yuvalara bırakır, sonra
kış b o y u n c a uyuyarak onları bedenleriyle ısıtırlar. Baharda
yavmlar yumurtadan çıkar ve anneleri onlara bakar. Fantus
büyük olasılıkla sonraki birkaç günü., ö h ö m , bir kuluçkaya
babalık e d e r e k geçirecektir. Sonra kaleye geri d ö n ü p kışın g e ­
ri kalanında Megar'ın ve diğer mutfak personelinin asabını b o ­
zar."
T o m a s ile Pug güldüler. T o m a s ' ı n babası oyunbaz ejderi
tannların tertipli mutfağına gönderdiği bir b e l a saydığını belli
etmek için hayli ç a b a harcıyordu, a m a birkaç k e z iki ç o c u k da
Megar'ı hayvana en kıymetli mutfak artıklarını verirken gör­
müştü. Pug'ın Kulgan'ın çırağı olduğu on b e ş aydan beri, Fan­
tus Dük'ün personelinin ç o ğ u için kanatlı, pullu bir evcil hay­
van olup çıkmıştı; a n c a k Fantus'ın ejderi andıran görünümünü
huzursuz edici bulan, Prenses gibi birkaç kişi daha vardı.
Arazinin izin verdiği ölçüde hızlı bir şekilde güneydoğuya
ilerlemeye devam ettiler. D ü k G ü n e y G e ç i d i ' n e karlarla kapa­
nıp bahara kadar doğuyla bağlantılarını k o p a r m a d a n ö n c e
ulaşmak konusunda kaygılıydı. Kulgan'ın hava duyusu, her­
hangi bir büyük fırtınaya yakalanmadan oraya varma şansları
olduğunu söylemişti. Çok g e ç m e d e n büyük güney ormanları­
nın en derin bölgesi olan Yeşil Yürek'in kıyısına vardılar.
Ormandaki açıklıklann derinlerinde, Carse'daki kaleden
g e l m e iki b ö l ü k muhafız dinlenmiş atlarla birlikte onları b e k ­
liyordu. D ü k Borric güneye B a r o n Bellamy'ye güvercinlerle ta­
limatlar göndermiş, B a r o n da aynı yöntemi kullanarak atların
onları b e k l e m e k t e olacağım bildirmişti. Y e n i b i n e k ve muha­
fızlar toplantı yerine Bellamy ve Tulanlı Tolburt tarafından ida­
re edilen, büyük ormanların kenarına yakın Jonril garnizonun­
dan aceleyle gelecekti. Dük b i n e k değiştirmek suretiyle B o r -
don'a yapacağı üç, belki de dört günlük yolculuktan tasarruf
etmiş olacaktı. Longbow'un iz sürücüleri Dük'ün izlemesi için
bariz işaretler bırakmıştı ve o günün ilerleyen saatlerinde ilk
buluşma yerine ulaşmaları bekleniyordu.
Pug T o m a s ' a döndü. Uzun boylu ç o c u k atında biraz daha
iyi oturuyordu, a n c a k tırısa kalkmak zorunda kaldıklarında hâ­
lâ kollarını uçmaya çalışan bir tavuk gibi sallıyordu. Gardan
geriye, çocukların yük muhafızlarıyla birlikte at sürdüğü yere
geldi. "Dikkadi olun," diye bağırdı. "Burasıyla Gri Kuleler'in
arası Yeşil Yürek'in en karanlık kısmıdır. Elfler bile buradan
ç a b u k ve kalabalık olarak geçer." Dük'ün Muhafız Alayı çavu­
şu atını yüz geri etti ve dört nala sıranın başına döndü.
G ü n ü n geri kalanını, her göz ormanda bela alameti ararken
yolculuk ederek geçirdiler. T o m a s ile Pug havadan sudan ko­
nuşuyor, T o m a s iyi bir dövüş çıkma ihtimali konusunda y o -
ramlar yapıyordu. İki ç o c u ğ u n sohbeti de çevrelerindeki, ses­
siz ve tetikte görünen askerlere b o ş geliyordu. Buluşma yeri­
ne gün batımından h e m e n ö n c e ulaştılar. Hayli geniş bir açık­
lıktı, karı delip g e ç e n alçak dallan olan birkaç ağaç kütüğü,
ağaçların uzun zaman ö n c e kesildiğini gösteriyordu.
Y e n i atlar etrafı kazıklarla çevrili bir alanda duruyordu, her
biri uzun bir iple bağlanmıştı ve altı muhafız etraflarında dik­
katle n ö b e t tutuyordu. D ü k ' ü n kafilesi yaklaştığında, silahları
hazırdı. Tanıdık Crydee sancağını gördüklerinde silahlarını in­
dirdiler. Bunlar B a r o n Bellamy'nin altın renkli bir haçla dörde
bölünmüş kırmızı cüppesini giymiş, yüreklerinin üzerinde şah­
lanmış bir savaş atı simgesi taşıyan Carselı adamlardı. T ü m
adamların kalkanlarının üzerinde aynı simge vardı.
Altı muhafızın çavuşu selam verdi. "Hoş geldiniz, lordum."
Borric selamı kabul etti. "Atlar?" dedi basitçe.
"Zindeler, lordum ve b e k l e m e k t e n sabırsızlar. Adamlar da
öyle."
Borric atından indi; bir b a ş k a Carse askeri atının koşumla­
rını aldı.
"Sorun var mı?"
"Yok, lordum, ama bu yer dürüst adamlara uygun değil.
D ü n gecenin tamamında ikişer ikişer n ö b e t tuttuk ve üzerimiz­
de gözler hissettik." Çavuş zamanında goblinler ve haydutlar­
la savaşmış, yüzünde yara izleri taşıyan bir askerdi. Hayal
mahsulü şeylere inanıp kapılacak türden biri değildi ve Dük
bunu kabullendi. " B u g e c e nöbeti ikiye katlayın. Yarın atları
garnizonunuza götürürsünüz. Onların bir gün dinlenmesini
yeğlerdim, ama burası iyi bir yer değil."
Prens Amtha ö n e çıktı. " B e n de s o n birkaç saattir birtakım
gözlerin üzerimizde olduğunu hissettim, B a b a . "
Borric çavuşa döndü. "Kafilemizi tartmaya çalışan bir hara­
mi çetesi tarafından gölge gibi izleniyor olabiliriz. Sizinle bir­
likte iki adamımı geri göndereceğim, çünkü elli adamla kırk
sekiz adam arasında p e k fark yoktur, ama sekiz, altıdan ç o k
daha iyi bir sayıdır." Çavuş bunun üzerine bir rahatlama duy-
duysa da p e k belli etmeyerek, "Teşekkür ederim, lordum," de­
m e k l e yetindi.
Borric adamı huzurundan gönderdi ve Arutha'yla birlikte
kampın ortasına, büyük bir ateşin yanmakta olduğu yere doğ­
ru yürüdü. Askerler yolculuk b o y u n c a her g e c e yaptıkları gibi
rüzgara karşı k a b a barınaklar kuruyorlardı. Borric atların ya­
nında iki de katır gördü ve saman balyalarının da getirilmiş ol­
duğunu fark etti. Arutha onun gözlerinin baktığı yeri izledi.
"Bellamy öngörülü bir adam; Majestelerinize iyi hizmet edi­
yor."
Kulgan, Gardan ve çocuklar kendilerini ateşin ö n ü n d e ısı­
tan iki soyluya yaklaştılar. Karanlık hızla çöküyordu; öğle vak­
tinde bile karla kaplı ormanda p e k az ışık oluyordu. Borric et­
rafına baktı ve titredi, sırf soğuktan da değildi. "Burası uğur­
suz bir yer. Ne kadar ç a b u k uzaklaşsak, o kadar iyi."
Hızlı tarafından bir y e m e k yiyip uyumaya çekildiler. Pug
ile T o m a s birbirlerine yakın yattılar ve yorgunluk onları uyu­
tana d e k her yabancı sesle irkilip durdular.

Dük'ün kafilesi, iz sürücülerin bile yollarını değiştirmesine,


gerisin geri dönüp atlar için b a ş k a bir yol ararken geçtikleri
yolları işaretlemesine n e d e n olacak kadar sık ağaçların arasın­
dan ormanın derinliklerine girdiler. Ormanın ç o ğ u yeri karan­
lık ve çapraşıktı, yolculuklarını güçleştiren, b o ğ u c u sık çalılık­
larla doluydu.
Pug Tomas'a, "Burada güneşin parladığmdan kuşkulu­
yum," dedi. Alçak sesle konuşuyordu. Carselı adamların ya­
nından üç gün ö n c e ayrıldıklarından beri, her g e ç e n gün his­
settikleri gerilim artmıştı. Ağaçların derinlerinde ilerlerken or­
manın sesleri giderek azalmıştı, artık sessizlik içinde at sürü­
yorlardı. Sanki hayvanlar ile kuşlar bile o m ı a n ı n bu bölümün­
d e n uzak duruyordu. Pug b u n u n nedeninin g ü n e y e g ö ç etme­
y e n ya da kış uykusuna yatmayan ç o k az hayvan kalması ol-
duğunu bilse de, bunu bilmek kendisinin ve T o m a s ' ı n hisset­
tiği ürküntüyü azaltmıyordu.
T o m a s yavaşladı. "Korkunç bir şeyin olacağını hissediyo­
rum."
Pug, "İki gündür b ö y l e diyorsun," dedi. Bir dakika sonra
ekledi, "Umarım dövüşmek zorunda kalmayız. B a n a gösterme­
ye çalıştıklarına rağmen, bu kılıcı nasıl kullanacağımı bilmiyo­
rum."
"İşte," dedi T o m a s o n a bir ş e y uzatarak. Pug uzatılan şeyi
aldı ve içinde küçük, düzgün taşlarla bir sapan olan küçük bir
k e s e buldu. "Bir sapanla kendini daha rahat hissedebileceğini
düşündüm. K e n d i m e de bir tane getirdim."
Bir saat daha yol aldılar, sonra atları dinlendirmek ve s o ­
ğuk bir y e m e k y e m e k üzere durdular. S a b a h ortasıydı ve Gar­
dan atlan birer birer m u a y e n e e d e r e k iyi durumda oldukların­
dan emin oldu. Hiçbir askere olası en k ü ç ü k yaralanma ya da
hastalığı g ö r m e z d e n gelme şansı verilmiyordu. Bir atın tekle­
mesi durumunda, binicisi bir başkasının terkisine b i n m e k zo-
nında kalırdı ve D ü k böylesi bir g e c i k m e y i kaldıramayacağın­
dan bu ikisinin bir yolunu bulup geri dönmeleri gerekirdi.
Herhangi bir güvenli barınaktan bu denli uzak bir yerde bu
kimsenin düşünmeyi ya da dile getirmeyi istemediği bir şeydi.
İkindi ortasında ikinci at birliğiyle buluşacaklardı. Y o l c u ­
luklarının ilk dört günündeki tehlikeli b i ç i m d e hızlı gidişleri
kendisini temkinli bir yürüyüşe bırakmıştı, zira ağaçlar arasın­
dan g e ç e r k e n a c e l e e t m e k tehlikeli olabilirdi. Her halükarda
bu hızla giderlerse, buluşmaya vaktinde yetişeceklerdi. Y i n e
de Dük ağır gittiklerinden yakmıyordu.
Zaman zaman durup muhafızların kılıçlarını ç e k i p önlerine
çıkan çalıları, iz sürücülerin bıraktığı dar patikayı izlerken or-
manın durgunluğunu b ö l e n kılıç darbeleriyle kesmelerini b e k ­
leyerek ilerlemeye d e v a m ediyorlardı.
Pug Carline hakkında düşüncelere dalmıştı ki, sütunun ç o ­
cukların g ö z erimi dışındaki ucundan bağırışlar koptu. Pug ile
Tomas'ın yakınındaki süvariler bir an sonra, çevrelerini saran
sık çalılıklara kulak asmadan, alçaktaki dallardan içgüdüyle
sakınarak h ü c u m ediyorlardı.
Pug ile T o m a s da atlannı diğerlerinin p e ş i n d e n mahmuzla-
dılar ve ç o k g e ç m e d e n karla örtülü ağaçlar yanlanndan g e ç i p
giderken duyuları kahve b e y a z renklerde bir bulanıklık kay­
detti. Kafalarını eğip, bineklerinden d ü ş m e m e y e çabalayarak
atlannın boyunlarına yaklaşıp ağaç dallarının ç o ğ u n d a n sakın­
mayı başardılar. Pug o m z u n u n üzerinden baktığında Tomas'ın
geride kaldığım gördü. Pug ormandan çatırtıyla bir açıklığa çı­
karken c ü p p e s i n e dallar ve sürgünler takılıyordu. Kulağına sa­
vaş sesleri geldi ve ç o c u k çarpışmalann d e v a m e t m e k t e oldu­
ğunu gördü. Etraflannda savaş k o p a r k e n y e d e k b i n e k aüan
kazıklarını yerden kurtarmaya çalışıyordu. Pug saldırganların
biçimlerini a n c a k hayal meyal seçebiliyordu; kılıçlarını yukarı,
atlılara doğru savuran, karanlık, cüppeli şekiller.
Biri diğerlerinden ayrılıp Pug'ın birkaç metre ö n ü n d e k i bir
muhafızın kılıç darbesine kulak asmadan koşarak o n a doğru
geldi. Y a b a n c ı savaşçı ö n ü n d e yalnızca bir ç o c u k olduğunu
g ö r e r e k Pug'a h a i n c e gülümsedi. Savaşçı kılıcını bir darbe in­
dirmek üzere havaya kaldırırken bir çığlık attı ve yüzüne ka­
padığı parmaklarının arasından k a n süzüldü. T o m a s Pug'ın ar­
kasında atını dizginlemiş ve haykırarak bir taş daha yollamış­
tı. "Başını belaya sokacağını düşünmüştüm," diye bağırdı. Atı­
nı mahmuzladı ve düşen adamı çiğneyip geçti. Pug bir an ol­
duğu yere çakılıp kaldıktan sonra o da atını mahmuzladı. Sa-
panını çıkararak birkaç hedefe atış yaptı, ama taşların hedefi
bulup bulmadığından emin olamadı.
Pug kendini aniden savaşın ortasındaki sakin bir yerde bul­
du. Dört yanında koyu gri c ü p p e l e r ve deriden zırhlar içinde­
ki şekillerin ormandan sökün ettiğini görebiliyordu. Elflere
b e n z e m e l e r i n e rağmen saçları daha koyu renkteydi ve Pug'ın
kulaklarına nahoş gelen bir lisanda bir şeyler haykırıyorlardı.
Ağaçların arasından uçan oklar Crydee süvarilerinin eyerleri­
nin boşalmasına n e d e n oluyordu.
Etrafta h e m saldırganların h e m de askerlerin cesetleri yatı­
yordu. Pug on iki kadar Carselı adamın yanında L o n g b o w ' u n
iki ö n c ü izcisinin cansız bedenlerinin k a m p ateşinin etrafında­
ki kazıklara, canlı olduklarım düşündüren bir pozda bağlan­
mış olduklarını gördü. Yanlarındaki karın üzerinde kızıl k a n
lekeleri vardı. Hile işe yaramıştı, zira D ü k atını doğrudan açık­
lığa sürmüş ve artık tuzak kapanmıştı.
Lord Borric'in sesi h e n g a m e y i bastırdı. "Bana gelin! B a n a
gelin! Etrafımız sarıldı."
Pug atını D ü k ' e ve toplanmakta olan adamlarına doğru de­
lice mahmuzlarken etrafta Tomas'ı arandı. Havayı oklar dol­
durdu ve ölenlerin çığlıkları ormanda yankılandı. Borric, " B u
taraftan!" diye bağırdı ve hayatta kalanlar o n u n peşinden gitti.
Kendilerine saldıran okçuları çiğneyip önlerine g e l e n ne varsa
ezerek ormana girdiler. Atlarının boyunlarına yapışıp oklardan
ve alçaktaki dallardan sakınarak pusu yerinden dört nala
uzaklaşırlarken haykırışlar onları izliyordu.
Pug büyük bir ağaçtan korunarak atını telaş içinde yana
çekti. Çevresine bakındı, ama T o m a s ' ı göremedi. Gözlerini
başka bir atlının sırtına dikerek tek bir şeye, adamın sırtım
gözden k a y b e t m e m e y e yoğunlaşmaya çalıştı. Arkalarından ya-
bancı, yüksek sesli haykırışlar duyulabiliyordu ve onlara bir ta­
raflarından gelen b a ş k a sesler yanıt veriyordu. Pug'ın ağzı
kupkuruydu ve giydiği kalın eldivenlerin içinde elleri terliyor­
du.
Etraflarında yankılanan haykırışlar ve çığlıkların arasında
ormanda s o n hızla ilerlediler. Pug kat ettikleri mesafenin izini
kaybetti, ama kesinlikle bir mil ya da fazlasını geçtiklerini dü­
şünüyordu. Sesler hâlâ ormanda yankılanıyor, diğerlerine
Dük'ün kaçış yönünü bildiriyordu.
Pug birden kendini sık çalılıkları ezerek teri köpüklenmiş,
nefes nefese kalmış atını kısa, ama dik bir yokuşa sürerken
buldu. Dört bir yanında griler ve yeşillerden, yalnızca b e y a z
lekelerle b ö l ü n e n kasvetli bir görüntü vardı. Y o k u ş u n tepesin­
de D ü k kılıcını çekmiş, diğerlerinin yanında durmasını bekli­
yordu. Arutha babasının yanında oturuyordu, yüzü soğuğa
rağmen terle kaplıydı. Başlarına nefes nefese atlar ve bitkin
muhafızlar toplanıyordu. Tomas'ın Kulgan ile Gardan'm y a n ı n r

da durduğunu gören Pug rahatladı.


S o n süvari de yaklaşınca, Lord Borric, "Kaç kişi?" dedi.
Gardan sağ kalanlara g ö z gezdirdi ve, "On sekiz adam kay­
bettik, sekiz yaralımız var ve tüm yüklerle katırlan aldılar," de­
di.
Borric başını salladı. "Atları bir an dinlendirin. G e l e c e k l e r ­
dir."
Arutha, "Karşı k o y a c a k mıyız, Baba?" dedi.
Borric başını iki yana salladı. "Sayıları ç o k fazla. Açıklığa
en az yüz tanesi saldırdı." Tükürdü. "O pusuya tuzağa yürü­
y e n tavşan gibi düştük." Etrafına bir g ö z attı. "Kafilemizin ne­
redeyse yarısını kaybettik."
Pug yanında oturan bir askere, "Kimdi onlar?" diye sordu.
Asker Pug'a baktı. "Kara Y o l Kardeşliği, Toprak Beyi, Ka-
hooli o piçlerin her birinin başına belalar versin," diye yanıtla­
dı intikam tanrısının adını anarak. Asker eliyle etraflarında bir
çemberi işaret etti. "Çoğunlukla buranın doğusundaki dağlarda
ve Kuzey Elleri'nin yukarı bölgelerinde yaşamalanna rağmen,
küçük çeteler halinde Yeşil Yürek'ten geçerler. Etrafta olduğu­
nu tahmin e d e c e ğ i m d e n fazlasıydı bu, kahrolası talih."
Arka taraflanndan bağınşlar duyuldu ve Dük, "Geliyorlar!
Yürüyün!" dedi.
Sağ kalanlar harekete geçtiler ve bir kez daha ağaçların
arasından dört nala ilerleyerek kendilerini izleyenlerin ö n ü n e
geçtiler. Sık orman içindeki tehlikeli rotalarını düşünürken za­
m a n Pug için bir an dondu. İki defasında adamlar çığlık attı­
lar; Pug b u n u n çarpan dallardan mı, oklardan mı olduğunu bi­
lemedi.
Y e n i d e n bir açıklığa ulaştılar ve D ü k durmalarını işaret et­
ti. Garden, "Majesteleri, atlarımız b u n a daha fazla dayanamaz,"
dedi.
Borric hüsranla eyer kaşına vurdu, yüzü öfkeyle kararmış­
tı. "Kahrolasıcalar! Ya biz neredeyiz?"
Pug çevresine bakındı. Saldırının yapıldığı asıl yere göre
n e r e d e olduklarına dair en ufak bir fikri yoktu ve etrafındaki-
lerin yüzündeki ifadelerden anladığı kadanyla, b a ş k a kimse­
nin de yoktu.
Arutha, "Doğuya doğru yola çıkmamız ve dağlara y ö n e l ­
m e m i z gerekiyor, B a b a , " dedi.
Borric başıyla onayladı. "Ama doğu ne tarafta kalıyor?"
Uzun boylu ağaçlar ve s ö n ü k güneş ışığıyla kasvetli gökyüzü
elbirliği etmiş, onlara referans alacaklan herhangi bir işaret
vermeyi reddediyordu.
Kulgan, "Bir saniye, Majesteleri," dedi ve gözlerini kapadı.
Ağaçlar arasından izlendiklerini gösteren bağmşlar duyuldu ve
Kulgan gözlerini açıp işaret etti. "Şu tarafta. D o ğ u orası." D ü k
tek bir soru sormadan ya da tek bir kelime e t m e d e n atını b e ­
lirtilen y ö n e doğru mahmuzlayarak diğerlerinin de onu izle­
mesini işaret etti. Pug tanıdık birinin yanında olmak için bü­
yük bir istek duydu ve Tomas'la yeniden birleşmeye çalıştı,
ama süvariler arasından kendisine yol açamadı. Güçlükle yut­
kundu ve kendi kendisine fena halde korkmuş olduğunu iti­
raf etti. Yakınlardaki askerlerin karamsar yüzleri bu k o n u d a
tek başına olmadığını gösteriyordu.
Yeşil Yürek'in karanlık dehlizlerinden g e ç e r k e n zaman
akıp gitti. Kaçış rotası üzerinde attıkları her adım birbirlerine
kaçakların izlediği yolu h a b e r veren Kara Y o l Kardeşleri'nin
haykırışlanyla yankılanıyordu. Pug'ın g ö z ü n e zaman zaman
uzakta uzun ve hızlı adımlarla ilerleyen, onlarınkine paralel bir
yol izlerken ç a b u c a k ağaçların karanlığında yiten bir şekil ta­
kılıyordu. Onlara eşlik e d e n koşucular yollarını k e s m e y e çalış­
mıyorlardı, ama daima yakınlardaydılar.
D ü k bir kez daha durmalannı emretti. Gardan'a dönerek,
"Gözcüler! Bizi ne kadar yakından izlediklerini öğrenin. Din­
lenmemiz gerekiyor." Gardan ç a b u c a k atlarından aşağı sıçra­
yan ve kaçış yollannda gerisin geri koşmaya başlayan üç ada­
ma işaret etti. T e k bir çeliğin çeliğe çarpma sesi ve b o ğ u k bir
haykırış en yakındaki Kara Kardeşlik iz sürücüsüyle karşılaştı­
ğım h a b e r verdi.
"Kahrolasıcalar!" dedi Dük. "Bizi bir ç e m b e r içine sürüyor,
bizi asıl kuvvetlerinin içine ç e k m e y e çalışıyorlar. Daha şimdi­
den doğudan ç o k kuzeye ilerliyoruz."
Pug bu fırsatı T o m a s ' ı n yanına g e ç m e k için kullandı. Atlar
kesik kesik nefes alıyor, gövdelerindeki ter soğukta buharla­
şırken titriyorlardı. T o m a s cılız bir şekilde gülümsemeyi b e c e r ­
di, ama hiçbir şey söylemedi.
Adamlar ç a b u c a k atların arasında dolaşıp herhangi bir ya­
ralanma olup olmadığına baktılar. Birkaç dakika sonra G ö z c ü ­
ler koşarak döndüler. Biri nefes nefese, "Lordum, bizi yakın­
dan izliyorlar, en azından elli, altmış kadarlar," dedi.
"Ne kadar zamanımız var?"
Adam yüzünden terler boşanarak durdu ve yanıtladı, " B e ş
dakika, lordum." Neşesizce gülümseyerek, "Öldürdüğümüz iki
tanesi duraklamalannı sağlar, ama o kadar."
Borric kafileye, "Bir dakika dinlendikten sonra yola çıkıyo-
raz," dedi.
Anıtha, "Bir dakika, bir saat, ne fark eder ki? Atların işi bi­
tik. Kardeşlerden daha fazlası çağrıya g e l m e d e n karşı k o y m a ­
mız gerek," dedi.
Borric başını iki yana salladı. "Erland'a ulaşmam gerekiyor.
Tsuranilerin gelişinden haberdar edilmeli."
Yakınlardaki araçlardan bir ok, h e m e n ardından da bir
ikincisi geldi ve süvarilerden biri daha yıkıldı. Borric, "İleri!"
dedi.
Bitkin atları eşkin hızda ormanın derinliklerine sürdüler,
sonra da yaklaşan saldırıya karşı etrafı gözlediler. Dük el işa­
retlerini kullanarak iki yana açılmaları ve buyruğu üzerine ha­
rekete geçmeleri için asker hattını yaydı. Atlar şişen burun de­
liklerinden k ö p ü k üflüyorlardı ve Pug yere yıkılmalarına az
kaldığını biliyordu.
T o m a s , "Neden saldırmıyorlar?" diye sordu.
Pug, "Bilmiyorum," diye c e v a p verdi. "Sadece bizi yanlar­
dan ve arkadan taciz ediyorlar."
Dük elini kaldırdı ve sütun durdu. İzlendiklerine dair hiç­
bir ses duyulmuyordu. D ö n d ü ve alçak sesle konuştu. "İzimi­
zi kaybetmiş olabilirler. Bineklerinizin kontrol edilmesi h a b e ­
rini kulaktan kulağa geçirin-" Başının yanından g e ç e n bir ok
onu birkaç santimle ıskaladı. "İleri!" diye bağırdı ve izlemekte
oldukları rota üzerinde sarsak bir tınsa kaldırdılar.
Gardan, "Lordum, görünüşe bakılırsa, bizim hareket etme­
mizi istiyorlar," diye bağırdı.
Dük haşin bir fısıltıyla küfretti, sonra, "Kulgan, doğu ne ta­
rafa düşüyor?" diye sordu.
B ü y ü c ü gözlerini yeniden kapadı ve Pug onun kendisini
bu büyüyle yormakta olduğunu anladı. Sakince duran biri için
zor olmamasına rağmen, bu koşullar altında onu bitkin d ü ş ü ­
rüyor olmalıydı. Kulgan'ın gözleri açıldı ve sağ tarafı işaret et­
ti. Sütunun yönü kuzeye doğru çevriliydi.
Arutha, "Bizi yeniden ağır ağır döndürüyorlar, B a b a , asıl
güçlerinin olduğu yere doğm," dedi.
Borric sesini yükselterek, "Yalnızca ahmaklar ve çocuklar
bu yolu izler. Buyruğum üzerine sağa dönün ve h ü c u m edin,"
dedi. Adamlardan her biri silahlarını hazır eder ve atların dört
nala gidişe biraz dayanabilmeleri için tanrılarına sessizce du­
alar e d e r k e n bekledi. Sonra Dük, "Şimdi!" diye bağırdı. Sütun
tek bir b e d e n gibi yönünü sağa çevirdi ve süvariler dermansız
kalmış atlarını mahmuzladılar. Ağaçların arasından oklar aka­
rak geldi ve adamlar ile atlar çığlıklar attılar.
Pug bir dalın altında eğildi ve bir kılıç ve kalkanla boğu­
şurken dizginlere çaresizce tutundu. Kalkanın kaydığını fark
etti ve onunla mücadele e d e r k e n atının yavaşlamakta olduğu­
nu hissetti. Aynı anda h e m hayvanın üzerinde g e r e k e n d e n e ­
timi sağlayıp h e m de silahlanyla b a ş edemiyordu.
Pug alet edevatını d ü z e n l e m e k için bir an durmayı g ö z e
alarak atını dizginledi. Bir ses üzerine sağa döndü. Kara Y o l
Kardeşliği okçularından biri en ç o k b e ş metre uzağında duru­
yordu. Pug bir an olduğu yere çakılıp kaldı, o k ç u da öyle. Pug
o n u n Elf Prensi Calin'e olan benzerliği karşısında hayrete düş­
müştü. Aşağı yukarı aynı en ve b o y d a olan iki ırkı birbirinden
ayıran saçlar ve gözler dışında p e k az fark vardı. Yaratığın yay
kirişi kopmuştu ve yayına yeniden ip gererken karanlık gözle­
rini Pug'a dikmiş, duruyordu.
Pug'ın Kara Kardeş'i bu kadar yakında durur g ö r m e k t e n
duyduğu şaşkınlık ona atını n e d e n durdurduğunu unuttur­
muştu. Kara elfin sakin ve hünerli tavrından büyülenerek, his­
siz bir şekilde oturmuş, o k ç u n u n silahını onarmasını izliyordu.
D e r k e n o k ç u akıcı bir hareketle sadağından bir ok ç e k i p
yayına yerleştirdi. Aniden bastıran telaş Pug'ın harekete g e ç ­
m e s i n e yol açtı. S e n d e l e y e n atı çılgınca attığı t e k m e l e r e yanıt
verdi ve yeniden harekete geçti. O k ç u n u n okunu görmedi,
ama kulağının yanından geçtiğini hissetti, sonra da Pug dört
nala ilerleyerek D ü k ' ü n kafilesine yetişirken o k ç u gerilerde
kayboldu.
Ö n ü n d e n gelen gürültüler Pug'ın elinden geldiğince hızlı
gittiğine dair her türlü belirtiyi gösteren atını hızlanmaya zor­
lamasına n e d e n oldu. Pug karanlık yüzünden y o l u n u s e ç m e ­
ye zorlandığından, ormandan dolanarak geçiyordu.
Birden kendisini D ü k ' ü n renklerinde giyinmiş bir süvarinin
arkasında buldu ve Pug'ın atı daha hafif bir biniciyi taşımak­
tan dolayı daha az yorgun olduğundan adamı geçti. Arazi da­
ha inişli çıkışlı bir hal aldı ve Pug Gri Kuleler'in eteklerindeki
tepelik b ö l g e y e girip girmediklerini merak etti.
Bir atın çığlığı Pug'ın geriye dönüp b a k m a s ı n a n e d e n oldu.
Yanından geçtiği askerin, bineği burnundan köpüklü kan ku­
sarak yıkılırken yere düştüğünü gördü. Pug ile bir b a ş k a bini­
ci durdular ve asker arkasını dönerek atını ilk askerin durdu­
ğu yere sürdü. D ü ş e n adama elini uzatarak onu terkisine al­
mayı önerdi. D ü ş e n asker hâlâ ayakta olan atın sağrısına bir
şaplak atıp onu yeniden ileri gönderirken başını iki yana sal­
lamakla yetindi. Pug ikinci adamın atının tek süvariyi bile güç-
bela taşıdığını, iki kişiyi asla taşıyamayacağını biliyordu. Dü­
şen asker kılıcını çıkarıp yaralı atı öldürdü ve peşlerindeki Ka­
ra Kardeşler'i b e k l e m e k için döndü. Pug adamın cesareti kar­
şısında gözlerinin yaşlarla dolduğunu hissetti. Diğer asker o m ­
zunun üzerinden ç o c u ğ u n duymadığı bir şey haykırdı, sonra
birden yanında ilerlemeye başlamıştı. "Hareket et, T o p r a k B e ­
yi!" diye bağırdı.
Pug topuklarını atının yanlanna gömdü ve hayvan s e n d e ­
leyerek tırısa kalktı.
Kaçış halindeki asker sütunu tökezleyerek, bitkinlikle iler­
lemeyi sürdürürken Pug da süvari kafilesinin arasından
D ü k ' ü n yakınındaki bir yere ilerledi. Birkaç dakika sonra Lord
Borric yavaşlamalannı işaret etti. B a ş k a bir açıklığa girdiler.
Borric kafilesini gözleriyle inceledi. Y ü z ü n d e n çaresiz bir öfke
geçti ve yerini şaşkınlığa bıraktı. Elini havada tuttu ve süvari­
ler etrafta dolanıp durmayı kestiler. Ormanda bağırışlar vardı,
ama bu defa uzaktan geliyorlardı.
Gözleri fal taşı gibi açılan Arutha, "Onları kayıp mı ettik?"
dedi.
D ü k ağır ağır başım salladı; dikkatini uzaktan gelen bağı-
nşlara odaklamıştı. "Şimdilik. Okçuları yarıp geçtiğimizde, ar­
kalarından dolaşmış olmalıyız. B u n u fark etmeleri ve yüz geri
etmeleri uzun sürmez. En iyi ihtimalle on, on b e ş dakikamız
var." Hırpalanmış durumdaki kafilesine göz gezdirdi. "Sakla­
n a c a k bir yer bulabilseydik k e ş k e . "
Kulgan s e n d e l e y e n atını D ü k ' ü n yanına sürdü. "Lordum,
b u n a bir ç ö z ü m bulabilirim, a n c a k riskli ve sonu ölümcül ola­
bilir."
Borric, "Gelip bizi haklamalarını b e k l e m e k kadar ölümcül
olamaz. Planın nedir?"
"Elimde hava koşullarını kontrol e d e b i l e n bir tılsım var.
Kullanımı kısıtlı olduğundan ontı denizdeki olası fırtınalara
karşı kullanmayı planlıyordum. Onunla yerimizi gizlemeyi ba­
şarabilirim. Herkes atını açıklığın uzak ucunda, şu kaya çıkın­
tısının yanında toplasın. Hayvanları sustursunlar."
Borric bunun yapılmasını emretti ve hayvanlar açıklığın
karşı ucuna götürüldüler. Müşfik eller bitkin ve heyecanlı olan
atları okşayarak uzun kaçışlarının ertesinde onları sakinleştir-
di.
Dar bir açıklığın en y ü k s e k ucunda, sırtlarını başlarının yu­
karısında gri bir yumruk gibi yükselen bir kaya çıkıntısına ve­
rerek toplanmışlardı. Üç taraflarında zemin hafifçe meyledi­
yordu. Kulgan dar bir alana toplanmış grubun çevresinde yü­
rümeye başladı.
Alçak sesle bir şeyler okuyarak tılsımı kamnaşık bir d e s e n
oluşturacak şekilde sallıyordu. İkindi ışığı ağır ağır soldu ve
çevresinde bir sis toplanmaya başladı. Başlarda yalnızca yakın­
larda ince duman tutamları belirdi, derken daha başka, büyük
rutubet bulutlan ortaya çıkarak hafif bir sise dönüştü.
Ç o k g e ç m e d e n Dük'ün kafilesi ile ağaçların oluşturduğu
hat arasında kalan hava puslu bir hal almıştı. Kulgan hareket­
lerini hızlandırdı ve sis koyulaşarak açıklığı, b ü y ü c ü d e n çıkıp
dört y ö n d e ağaçlara d o ğ m ilerleyen beyazlıkla doldurdu. Bir-
kaç dakika içinde birkaç metre ötesini görmek imkansız hale
gelmişti.
Kulgan yürümeye devam ediyor, ağaçlardaki zaten loş olan
ışığı gizlemek için daha kalın pus tabakaları gönderiyordu.
B ü y ü c ü n ü n okuduğu her sözcükle birlikte kasvetli sis derin­
leştikçe açıklık ağır ağır kararıyordu.
Sonra Kulgan durdu ve D ü k ' e dönerek, "Herkesin sessiz
olması gerekiyor. Kara elfler g ö r m e d e n sisin içine dalarsa,
ümit ediyorum ki, eğimli toprak onların sağdan ya da soldan
geçip kayaların etrafından dolanmasına yol açacaktır. Ama
kimse kıpırdamasın. Herhangi bir ses yenilgimiz olacaktır," di­
ye fısıldadı.
Herkes hızla yaklaşan tehlikeyi anlayarak başını salladı.
Kara Kardeşler'in yanlarından g e ç i p gitmesi ve D ü k ile adam­
larını yeniden arkalarında bırakması umuduyla bu derin sisin
merkezinde duracaklardı. B u . h e p ya da hiç türünden bir ku­
mardı, zira özgür kalmaları durumunda, Kardeşler bir kez da­
ha geri döndüklerinde bu noktadan hayli uzaklaşmış olma
şansları yüksekti.
Pug T o m a s ' a baktı ve, "Buralann kayalık olması iyi, yoksa
bazı güzel izler bırakırdık," dedi.
K o n u ş a m a y a c a k kadar korkan T o m a s başını salladı. Yakın­
lardaki bir muhafız Pug'a sessiz olmasını işaret etti ve g e n ç
Toprak Beyi başını salladı.
Gardan ve birkaç muhafız, D ü k ve Arutha ile birlikte, hile­
nin başarısızlığa uğraması olasılığına karşı silahlarını hazır
edip kafilenin ön tarafında konumlarını aldılar. Kara Kardeşler
yolları üzerinde geriye d ö n e r k e n haykırışlar daha yüksek bir
hal aldı. Kulgan Dük'ün yanında duruyor, sessizce büyü yapı­
yor, çevresinde daha fazla sis toplayıp ö n e d o ğ m gönderiyor-
du. Pug sisin hızla genişliyor olacağını, Kulgan o k u m a y a de­
vam e d e r k e n giderek daha geniş bir alanı örteceğini biliyordu.
Fazladan g e ç e n her dakika, Yeşil Yürek'in daha büyük bir b ö ­
lümünü sisle kaplayacak, saldırganların onları bulmasını gide­
rek zorlaştıracaktı.
Pug yanağında bir ıslaklık hissetti ve başını kaldırıp baktı.
Kar yağmaya başlamıştı. Sise yeni yağan karın o n u etkileyip
etkilemediğini görmek için korkuyla baktı. Gergin g e ç e n bir
dakika b o y u n c a izledi ve sonra rahatlayarak içini çekti, zira
kar onu dağıtmak şöyle dursun, sisin p e r d e l e m e etkisini artırı­
yordu.
Yakınlarda hafif bir ayak sesi duyuldu. Yakınındaki adam­
ların her biri gibi, Pug da donup kaldı. Kardeşlik'in yabancı li­
sanında k o n u ş a n bir ses duyuldu.
Pug omuzlarının arasında bir kaşıntı hissetti, ama sırtında­
ki ısrarcı hissi y o k saymaya çalışarak, hareket etmeyi reddetti.
T o m a s ' a yan bir bakış attı. T o m a s eli atının burnunda, taş gi­
bi hareketsiz durmuş, siste bir h e y k e l e benziyordu. Geriye ka­
lan tüm atlar gibi, Tomas'ın bineği de yüzündeki elin sessiz
kalması için bir buyruk olduğunu biliyordu.
Sisin içinden bir başka ses duyuldu ve Pug neredeyse sıçra­
yacaktı. Seslenen kişi doğrudan önünde duruyor gibiydi. Ona
yanıt veren ses bir kez daha, bu defa daha uzaktan geldi.
Gardan Pug'ın h e m e n ö n ü n d e dumyordu. Pug çavuşun sır­
tının seğirdiğini gördü. Gardan ağır ağır ç ö m e l e r e k kılıcıyla
kalkanını yere bıraktı. Ağır hareket etmeyi sürdürerek ayağa
kalktı ve kemerindeki bıçağı çıkardı. D e r k e n birden, gecenin
içinde kaybolan bir kedi kadar hızlı ve akıcı hareketlerle sisin
içine adım attı. Hafif bir ses oldu ve Gardan yeniden ortaya
çıktı.
Ö n ü n d e Kara Kardeşler'den biri debeleniyordu; Gardan'ın
k o c a kara ellerinden biri yaratığın ağzının üzerinde sıkıca ka­
panmıştı. Gardan öteki koluyla hasmının boğazını sıkıyordu.
Pug çavuşun yaratığı sırtına bıçağı saplamak için ihtiyaç duy­
duğu bir saniye kadar bile serbest bırakmayı göze alamadığı­
nı görebiliyordu. Yaratık çavuşun koluna tırmığa b e n z e r tır­
naklarıyla dalarken Gardan dişlerini acıyla kenetledi. Nefes al­
maya çalışan yaratığın gözleri yuvalarından uğradı. Gardan ol­
duğu yerde çakılı kalmış, kendini kurtarmak için d e b e l e n e n
Kara Kardeş'i acı kuvvetle yerden yukanda tutuyordu. Gardan
onu b o ğ a r a k canını çıkarırken yaratığın yüzü ö n c e kızardı,
sonra da morardı. Yaratığın etini dalan tırnaklarının ucundan
süzülen k a n Gardan'ın kolundan oluk oluk akıyordu; ama
kudretli asker neredeyse kıpırtısızdı. Sonra Kara Kardeş ken­
disini saldı ve Gardan koluyla son bir defa sıkarak b o y n u n u
kırıp yaratığı sessizce yere süzülmeye bıraktı.
Gardan'ın gözleri sarf ettiği çaba yüzünden irileşmişti ve
nefesini yeniden toplarken ciğerleri sessizce körük gibi kalkıp
iniyordu. Yavaşça döndü, diz çöktü, bıçağını yerine koydu. Kı­
lıcıyla kalkanını alarak sisin içindeki nöbetine kaldığı yerden
devam etti.
Pug'ın çavuşa karşı hissettiği tek şey hayranlık ile takdirdi,
ancak diğerleri gibi sessizce izlemekten başka bir şey yapamı­
yordu. Zaman geçti ve sesler öfkeli sorularını birbirlerine yö­
neltir, kaçakların gizlendikleri yeri ararken daha uzaklardan
gelir oldular. Sesler uzaklaştı ve sonra, açıklıktaki herkes aynı
anda rahatlayarak iç ç e k m i ş gibi, etraf sessizleşti. Dük, "Önü­
müze geçtiler. Atları getirin. D o ğ u y a gidiyoruz," diye fısıldadı.
Pug loşluğun içinde etrafına bakındı. Ö n ü n d e D ü k Borric
ile Prens Arutha yolu gösteriyordu. Gardan büyü girişiminden
dolayı hâlâ bitkin durumda olan Kulgan'tn yakınındaydı. T o ­
mas arkadaşının yanında sessizce yürüyordu. D ü k l e birlikte
Crydee'den yola çıkan elli muhafızdan geriye on üç kişi kal­
mıştı. O g ü n d e n sağ çıkan atların sayısı yalnızca altıydı. Öteki
atlar ilerleyemez duruma geldikçe sessiz, dudaklarını g e r e n
muhafızlar tarafından ç a b u c a k öldürülmüştü.
Ağır adımlarla ilerleyerek tepeleri çıkmaya devam ettiler. Gü­
neş batmış, ama peşindekilerin geri dönmesinden endişe eden
Dük ilerlemelerini emretmişti. Adamlar adımlarını dikkatle atı­
yor, gece vakti engebeli arazide yol aldıklanndan temkinli dav­
ranıyordu. Adamların ayaklan buzlu kayalarda zaman zaman
kaydıkça karanlık alçak sesle edilen küfürlerle bölünüyordu.
Pug yorgunluk ve soğuktan hissizleşmiş bedeniyle, güç b e ­
la yürüyordu. Günün sonu hiç g e l m e y e c e k gibiydi ve en s o n
ne zaman m o l a verdiğini ya da y e m e k yediğini hatırlayamıyor-
du. Bir defasında askerlerden biri o n a bir matara vermişti, ama
içtiği o y e g a n e zaman loş bir anı olmuştu artık. Bir avuç kar
alıp ağzına attı, ama eriyen b u z onu p e k rahatlatmadı. Kar şid­
detini artırmıştı ya da Pug'a öyle geliyordu; yağışını göremi-
yordu, ama yüzüne daha sık ve daha b ü y ü k bir kuvvetle çar­
pıyordu. Acı bir soğuk vardı ve cüppesinin içinde titriyordu.
Dük'ün fısıltısı bungunluğun içinde çınlayan bir çağrı gibi
kulaklarına vardı. "Durun. Karanlıkta etrafta dolaştıklarından
kuşkuluyum. Burada dinleneceğiz."
Arufha'nın fısıltısı ö n ü n d e bir yerden duyuldu: "Yağan kar
sabaha kadar izlerimizi örtecektir."
Pug dizlerinin üzerine çöktü ve c ü p p e s i n e sarındı. Yakın­
dan Tomas'ın sesi geldi. "Pug?"
Usulca, "Buradayım," diye yanıt verdi.
T o m a s kendini yakınında bir yere attı. "Galiba..." dedi ke­
sik kesik aldığı nefeslerin arasından, "bir daha asla hareket
edemeyeceğim."
Pug'ın elinden gelen tek şey başını sallamaktı. Dük'ün se­
si kısa bir mesafeden geldi. "Ateş yok."
Gardan, "Ateşsiz k a m p kurmak için çetin bir g e c e , Majes­
teleri," diye yanıt verdi.
Borric, "Öyle, ama o c e h e n n e m evlatları yakınlardaysa,
ateş onların uluyarak üzerimize saldırmalarına yol açar. Isın­
mak için bir araya toplasın ki, kimse donmasın. Nöbetçiler di­
kin ve geri kalanlara uyumalarını söyleyin. Şafak söktüğünde
onlarla aramıza olabildiğince fazla mesafe k o y m a k istiyorum."
Pug gövdelerin o n a etraftan baskı yaptığını hissetti ve sıcaklık
uğruna rahatsızlığı göz ardı etti. Çok g e ç m e d e n huzursuz bir
uykuya dalarak g e c e b o y u n c a sık sık sıçrayarak uyandı. Son­
ra birden şafak olmuştu.

G e c e sırasında üç at daha ölmüştü, d o n m u ş bedenleri ka­


rın üzerinde açıkta yatıyordu. Pug kendini halsiz ve kaskatı
hissederek ayağa kalktı. Ayaklarını yere vurup, donmuş, ağrı­
yan b e d e n i n i biraz canlandırmaya çalışırken kontrolsüz bir şe­
kilde titriyordu. T o m a s kımıldadı, sonra sıçrayarak uyandı ve
ne olduğuna baktı. Sakar hareketlerle ayağa kalktı, sonra
ayaklannı yere vurmak ve kollarını sallamak işinde Pug'a ka­
tıldı. Takırdayan dişlerinin arasından, "Hayatımda hiç bu kadar
üşümemiştim," dedi.
Pug çevresine bakındı. Arkalarında on metre havaya yük­
selerek yukandaki bir dağ sırtıyla birleşen, hâlâ yer yer çıplak
ve gri olan geniş granit çıkıntılar arasındaki bir oyuktaydılar.
Zemin yürüdükleri yolun üzerinde meyilliydi ve Pug ağaçların
burada daha seyrek olduğunu fark etti. Kayalara tırmanmaya
başlarken T o m a s ' a "Benimle gel," dedi.
Arkalarından bir ses, "Lanet olsun!" dedi ve Pug ile T o m a s
arkalannı d ö n e r e k Gardan'ın bir muhafızın hareketsiz b e d e n i ­
nin başında çömeldiğini gördüler. Çavuş D ü k ' e baktı v e , " G e ­
ce ölmüş, Majesteleri," dedi. Başını iki yana sallayarak, "Yara­
lanmış ve b u n d a n hiç söz etmemiş," diye ekledi.
Pug saydı; kendisi, T o m a s , Kulgan, D ü k ve oğlu dışında ar­
tık on iki asker kalmıştı. T o m a s başını kaldırıp daha yukarı tır­
manmış olan Pug'a baktı ve, "Nereye gidiyoruz?" diye sordu.
Pug o n u n fısıldadığını fark etti. Başını e ğ e r e k yukarıyı gös­
terdi ve, "Orada ne olduğunu görmeye," dedi.
T o m a s başını salladı ve tırmanmaya d e v a m ettiler. Kaskatı
olmuş parmakları sert kayaları kavrama gereksinimine direni­
yordu, ama sarf ettiği efor b e d e n i n i ısıtırken Pug artık ü ş ü m e ­
diğini fark etti. T e p e y e ulaştı ve yukarıdaki dağ sırtının k e n a ­
rını kavradı. Kendisini yukarı çekti ve T o m a s ' ı bekledi.
T o m a s nefes nefese dağ sırtının üzerine çıktı, Pug'ın ileri­
sine baktı ve, "Hay canına!" dedi.
Önlerinde Gri Kuleler'in y ü c e dorukları azametle yükseli­
yordu. Arkalarından doğan güneş dağların k u z e y sırtlarına gül
ve altın renkli şavkını vururken batı sırtları hâlâ çivit renginde
karanlıkla örtülüydü. G ö k açıktı, kar durmuştu. Nereye baksa-
lar, manzara beyazla donanmıştı.
Pug Gardan'a el salladı. Çavuş kayaların dibine yürüdü, bi­
raz tırmandı ve, "Nedir?" dedi. Pug, "Gri Kuleler! En ç o k b e ş
mil uzakta," dedi.
Gardan elini sallayarak çocuklara dönmelerini işaret etti ve
aceleyle inerek son metreleri sıçrayarak aştılar. Hedefleri göz
eriminde olduğundan, kendilerini yeniden hayat bulmuş his­
sediyorlardı. Gardan'm durmuş Dük, Arutha ve Kulgan ile g ö ­
rüş alışverişi yaptığı yere geldiler. Borric alçak sesle konuşu­
yor, sesi taze sabah havasında açıkça duyuluyordu. "Ölen hay­
vanların üzerinde ne varsa alın ve adamların arasında paylaş-
tmn. Geriye kalan atları getirin, ama k i m s e at b i n m e y e c e k .
Hayvanları örtmeye çalışmanın da anlamı yok, zira zaten g e ­
niş izler bırakacağız."
Gardan selam verdi ve askerlerin arasında dolaşmaya baş­
ladı. Askerle çiftler halinde ya da tek tek, gözleriyle takip edil­
diklerine dair belirtiler arıyorlardı.
Borric Kulgan'a, "Güney Geçidi'nin n e r e d e olduğu hakkın­
da bir fikrin var mı?" dedi.
"Büyülü görümü kullanmaya çalışacağım, lordum." Kulgan
konsantre oldu ve Pug onu yakından izledi, zira zihin gözüy­
le g ö r m e k derslerinde başaramadığı işlerden biriydi. Kristali
kullanmaya benziyordu, ama daha az resimsiydi, daha ziyade
bir şeyin büyüyü yapan kişiye göreli olarak n e r e d e bulundu­
ğu hakkında bir izlenimdi. Kulgan birkaç dakikalık sessizlik­
ten sonra, "Bilemiyonım, Efendim," dedi. "Buraya daha ö n c e
gelmiş olsaydım, o zaman belki anlardım, ama geçidin n e r e d e
olabileceğine dair hiçbir izlenim alamıyorum."
Borric başıyla onayladı. "Keşke L o n g b o w burada olsaydı.
Bu b ö l g e d e k i nirengi noktalarını bilir." Aradaki dağ sırtının ar­
dından Gri Kuleler'i görebiliyormuş gibi doğuya döndü. " B a ­
na dağların her biri diğerinin aynı gibi geliyor."
Arutha, " B a b a , kuzeye mi?" dedi.
Borric Amfha'nın kurduğu mantık karşısında biraz gülüm­
sedi. "Evet. Geçit kuzeydeyse, hâlâ geçilmez olmadan ö n c e aş­
ma şansımız olabilir. Dağları bir kez aştıktan sonra, hava do-
ğuda daha ılıman olacaktır - e n azından yılın bu mevsiminde
kural budur. B o r d o n ' a yürüyerek ulaşabilsek gerektir. Zaten
geçidin kuzeyindeysek ise, eninde sonunda c ü c e l e r e varınz.
Onlar bize barınak sağlar ve belki de doğuya giden b a ş k a bir
yol bilirler." Bitkin haldeki kafilesini yokladı. "Üç atımız, iç­
m e k için de erimiş kar suyumuz olduğu sürece, bir hafta da­
ha dayanabiliriz." Gökyüzünü inceleyerek etrafına bakındı.
"Hava b ö y l e giderse."
Kulgan, "İki, bilemedin üç gün sonra kötü hava koşulların­
dan kurtulmuş oluruz. D a h a uzak bir geleceği bilemiyomm,"
dedi. Aşağılarındaki ormanın derinlerinden gelen uzak bir çığ­
lık ağaçların üzerinden yankılandı. Herkes birden hareketsiz
kaldı. Borric Gardan'a baktı. "Çavuş, s e n c e ne kadar uzaktalar?"
Gardan kulak kabarttı. "Söylemek zor, lordum. B i r mil, iki,
belki de daha ç o k . Ses ormanda tuhaf şekillerde taşınır, hava
bu kadar soğuk olduğu zaman daha da tuhaf." Borric başım
salladı. "Adamlan topla. H e m e n yola çıkıyonız."

Pug'ın parmak uçları yırtılmış eldivenlerinin arasından ka­


nıyordu. D ü k gün içinde her fırsatta Kara Kardeşlik iz sürücü­
lerinin peşlerine düşmesini ö n l e m e k için adamları kayalar
üzerinden yüıiitmüştü. Saat başı muhafızlar kendi izlerinin
üzerinde yanıltıcı izler a ç m a k için gönderilmiş, atlardan aldık­
ları battaniyeleri arkalarından sürükleyerek izlerini ellerinden
geldiğince silmişlerdi.
Dört yandan çamlar ve titrek kavaklarla çevrili çıplak kaya­
lardan bir açıklığın kenarında duruyorlardı. İzlenme riskine
atılmak yerine daha engebeli, yüksek arazide kalmayı yeğle­
y e r e k dağa tırmanırken ağaçlar giderek seyrelmişti. Şafaktan
beri Gri Kuleler'e d o ğ m uzanan tepelerden bir dağ sırtını izle-
yerek kuzeydoğu y ö n ü n d e ilerliyorlardı, ama dağların yaklaşı­
yor gibi görünmeyişi Pug'ın cesaretini kırıyordu.
G ü n e ş tepedeydi, ama Gri Kuleler'in yücelerinden soğuk
bir rüzgar estiğinden Pug onun sıcaklığını p e k az hissedebili­
yordu. Biraz arkadan Kulgan'ın sesini duydu. "Rüzgar kuzey­
doğudan estikçe kar yağmaz, çünkü olan n e m doruklara yağ­
mış olur. Rüzgar y ö n değiştirip batıdan ya da kuzeybatından,
Sonu Olmayan Deniz'den eserse, daha fazla kar yağar."
Pug kaygan zeminde dengesini sağlayarak kayalara nefes
nefese tırmandı. "Kulgan, bütün bunların yanında bir de ders
görmemiz şart mı?"
Birkaç adam güldü ve s o n iki günün gerginliği bir anlığına
azaldı. Bir b a ş k a yokuşun dibindeki geniş bir düzlüğe ulaştı­
lar ve D ü k durmalarını emretti. "Bir ateş yakın ve hayvanlar­
dan birini kesin. Burada s o n geri muhafızları bekleyeceğiz."
Gardan ç a b u c a k ormandan y a k a c a k odun toplamaları için
adamlar gönderdi ve birine uzaklaştırması için atlardan ikisi
verildi. Gösterişli hayvanlar yürümekten yorgun düşmüş, acık­
mıştı ve eğitimlerine rağmen Gardan onların kan kokusundan
uzağa götürülmelerini istiyordu.
Seçilen at çığlık attı, sonra aniden sessizleşti ve ateşler ha­
zır olduğunda askerler alevlerin üzerine k e b a p şişleri yerleştir­
diler. Çok g e ç m e d e n kızaran et k o k u s u havayı doldurdu. Pug
lezzetten hoşlanmayacağını tahmin etmesine rağmen, k o k u ­
nun ağzını sulandırdığını gördü. Bir süre sonra eline kızarmış
ciğer geçirilmiş bir ç u b u k tutuşturuldu, o da ciğeri mideye in­
dirdi. Yakınlarda bir yerde T o m a s da cızırdayan bir porsiyon
buta aynı muameleyi yapmaktaydı.
Y e m e y i bitirdiklerinde, artan hâlâ sıcak olan etler at batta­
niyelerinden yırtılan şeriüere ve yırtık cüppelere sarıldı ve
adamlar arasında paylaştırıldı.
Adamlar kampı toplar, ateşleri söndürür, geçişlerine dair
işaretleri örter ve yürüyüşe yeniden başlamak üzere hazırlanır­
ken Pug ile T o m a s Kulgan'ın yanında oturdular.
Gardan D ü k ' ü n yanına geldi. "Lordum, arkadaki muhafız­
lar gecikti."
Borric başıyla onayladı. "Biliyorum. Yarım saat ö n c e dön­
meleri gerekiyordu." T e p e n i n aşağısına, uzaklarda sisle örtül­
müş büyü ormana baktı. " B e ş dakika daha bekleyelim, sonra
yola çıkarız."
Sessizlik içinde beklediler, ama muhafızlar dönmedi. N e ­
den sonra Gardan emri verdi. "Pekala, çocuklar. Gidiyoruz."
Adamlar D ü k ile Kulgan'ın arkasında dizildiler ve ç o c u k l a r
arkalarda yerlerini aldılar. Pug saydı. Geriye yalnızca on a s k e r
kalmıştı.

İki gün sonra uluyan rüzgarlar gelerek, derinin açıkta ka­


lan kısımlarına buzdan bıçaklar saplamaya başladı. Rüzgara
doğru eğilerek ağır ağır kuzeye yürüyen adamların her biri
c ü p p e s i n e sıkı sıkı sarınmıştı. Soğuk ısırmasını ö n l e m e k için
cılız bir çabayla çaputlar koparılmış ve çizmelerin etrafına sa­
rılmıştı. Pug b o ş yere kirpiklerinin donmasını ö n l e m e y e çalışı­
yor, ama keskin rüzgar gözlerini ağrıtıyor ve damlalar ç a b u c a k
donarak görüşünü bulanıklaştınyordu.
Pug Kulgan'ın rüzgarı bastıran sesini duydu. "Lordum, fır­
tına yaklaşıyor. Barınak bulmalıyız, yoksa ölürüz." Dük başını
salladı ve öndeki iki adamına barınak aramalarını işaret etti.
İkisi tökezleyerek koşmaya başladılar, diğerlerinden s a d e c e
biraz hızlı gidiyorlar, ama kalan azıcık güçlerini de cesaretle
yaptıkları işe veriyorlardı.
Kuzeybatıdan bulutlar g e l m e y e başladı ve g ö k l e r karardı.
Dük çığlıklar atan rüzgarı bastıran bir sesle, "Ne kadar zaman
kaldı, Kulgan?" diye bağırdı.
Büyücü, rüzgar saçını ve sakalını yüzünden uçurup açık al­
nını ortaya sererken elini başının üzerinde salladı. "En fazla bir
saat." D ü k yeniden başını salladı ve adamlarını ilerlemeye teş­
vik etti.
Acıklı b i r ses, bir k i ş n e m e rüzgarın sesini böldü ve bir as­
ker s e s l e n e r e k en son atın da yıkıldığını söyledi. Borric durdu
ve küfrederek atın olabildiğince ç a b u k kesilmesini emretti. As­
kerler hayvanı kestiler ve dumanı tüten et parçalarını sarma­
dan ö n c e karda soğumaya bıraktılar. İşleri bittiğinde, et asker­
ler arasında bölüştürüldü.
Dük, "Barınak bulabilirsek ateş yakıp eti pişirebiliriz," diye
seslendi.
Pug içinden barınak bulamazlarsa, etin p e k işlerine yara­
mayacağını ekledi. Yürüyüşlerine yeniden başladılar.
Çok g e ç m e d e n iki muhafız çeyrek milden az bir uzaklıkta
bir mağaranın olduğu haberiyle birlikte döndüler. D ü k onlara
yolu göstermelerini emretti.
Sert rüzgarın kamçıladığı bir kar yağmaya başladı. Gökyü­
zü artık karanlık olduğundan görüş mesafesi otuz kırk metrey­
le sınırlıydı. Pug'ın başı dönüyordu ve ayaklarını kendisine di­
renen k a r d a n ç e k m e k için m ü c a d e l e vermek zorunda kalıyor­
du. İki e l i de hissizleşmişti ve donup donmadığını m e r a k etti.
T o m a s yapı itibariyle daha dayanıklı olduğundan biraz da­
ha iyi görünüyordu, ama o da k o n u ş a m a y a c a k kadar yorgun­
du. S a d e c e arkadaşının yanında zahmetle ilerliyordu.
Pug b i r d e n karın üzerine yüz üstü yattı, kendisini şaşırtıcı
bir ş e k i l d e ısınmış ve uykulu hissediyordu. T o m a s düşen bü-
yücü çırağının yanına diz çöktü. Pug'ı salladı ve n e r e d e y s e bi­
lincini yitirmiş olan ç o c u k inledi.
T o m a s , "Kalk," diye bağırdı. "Az bir yol kaldı."
Pug T o m a s ve askerlerden birinin yardımıyla güç bela doğ­
ruldu. Ayağa kalktığında T o m a s askere, arkadaşıyla ilgilenebi­
leceğini işaret etti. Asker başını salladı, ama uzaklaşmadı. T o ­
mas etrafına sardığı ç o k sayıda battaniye şeridinin birini ç ö z ­
dü, bir ucunu Pug'ın k e m e r i n e bağladı ve karın üzerinde ona
yarı yol göstererek, yarı çekiştirerek yürüttü.
Çocuklar bir kaya çıkıntısının etrafından dolaşmalarına yar­
dım e d e n muhafızı izlediler ve kendilerini bir mağaranın ağ­
zında buldular. Korunaklı karanlığın içine s e n d e l e y e r e k birkaç
adım attıktan sonra taş z e m i n e düşüp kaldılar. Dışarıdaki teni
ısıran rüzgara rağmen mağara sıcak geliyordu ve bir bitkinlik
uykusuna daldılar.

Pug pişen at etinin k o k u s u n a uyandı. Kendisini kalkmaya


zorladı ve ateşin ardında dışarısının karanlık olduğunu gördü.
Yakınında yığınlar halinde dallar ve yakacak odun duruyordu
ve adamlar ateşi ö z e n l e besliyordu. Başkaları yakınlarda dur­
muş, et parçaları kızartıyorlardı. Pug parmaklarını esnetti ve
acıdıklarını gördü, a m a lime lime olmuş eldivenlerini çıkardı­
ğında herhangi bir soğuk ısırığı belirtisine rastlamadı. Tomas'ı
dürterek uyandırdı ve ç o c u k dirseklerinin üzerinde doğrularak
ateşin ışığına bakıp gözlerini kırpıştırdı.
Gardan ateşin öte tarafına durmuş, bir muhafızla konuşu­
yordu. Dük yakında bir yerde oturmuş, oğlu ve Kulgan'la ses­
siz bir konuşmaya dalmıştı. Gardan ile muhafızın ardında
Pug'ın tek görebildiği karanlıktı. Mağarayı buldukları zaman
saatin k a ç olduğunu hatırlamıyordu, ama o ile T o m a s saatler-
ce uyumuş olmalıydı.
Kulgan onların kıpırdandığını gördü ve yanlarına geldi.
Y ü z ü n d e kaygılı bir ifadeyle, "Kendinizi nasıl hissediyorsu­
nuz?" diye sordu. Çocuklar koşullara göre kendilerini iyi his­
settiklerini belirttiler. Pug ile T o m a s Kulgan'ın buyruğu üzeri­
ne çizmelerini çıkardılar ve Kulgan memnuniyetle soğuk ısırı­
ğından muzdarip olmadıklarını duyurdu, gerçi dediğine göre,
askerlerden bir tanesi onlar kadar şanslı değildi.
"Ne kadardır uyuyoruz?" diye sordu Pug.
"Dün g e c e ve b u g ü n ü n tamamı boyunca," dedi büyücü içi­
ni ç e k e r e k .
Sonra Pug ç o k çalışılmış olduğunu gösteren bazı işaretler
fark etti. Çalı çırpıların kesilmiş olmasının yanında, o ve T o ­
mas battaniyelerin bazılarıyla örtülmüştü. Mağara ağzının ya­
kınında ateşin yanındaki yeni doldurulmuş bir dizi mataranın
yanında bir çift tavşan asılıydı. Pug sesinde endişeyle, "Bizi
uyandırabilirdin," dedi.
Kulgan başını iki yana salladı. "Dük fırtına g e ç e n e kadar
hareket etmezdi, bu da s a d e c e birkaç saat ö n c e oldu. Her ha­
lükarda, buradaki y e g a n e yorgun kişiler sen ve T o m a s değil­
diniz. Buradaki yılmaz çavuşun dahi sadece bir gecelik dinlen­
meyle birkaç mil daha yürüyebileceğinden kuşkuluyum. D ü k
yarın gidişata bakacak. O zaman hava iyi olursa yola çıkaca­
ğımızı tahmin ediyoram."
Kulgan ayağa kalktı ve küçük bir el hareketiyle çocukların
m ü m k ü n s e uykuya dönmelerini işaret ederek gidip D ü k ' ü n
yanında durdu. Pug bütün gün uyumuş olmasına rağmen hâ­
lâ yorgun olmasına şaştı, a n c a k daha fazla uyumaya çalışma­
dan ö n c e midesini dolduracağını düşündü. T o m a s onun dile
getirmediği s o m y a karşılık olarak başını salladı ve ikisi soluğu
ateşin yanında aldılar. Askerlerden biri et kızartmakla
meşguldü ve onlara sıcak et verdi.
Çocuklar y e m e ğ i mideye indirdiler, bitirdiklerinde de sırt­
larını geniş mağaranın bir duvarına yaslayarak oturdular. Pug
Tomas'la k o n u ş m a y a başladı, ama g ö z ü n e mağaranın ağzında­
ki muhafız ilişince dikkati dağıldı. Çavuş Gardan'la k o n u ş m a k ­
ta olan adamın yüzünden tuhaf bir ifade geçti, sonra dizleri
büküldü. Gardan uzanıp o n u yakaladı ve yere yatırdı. Adamın
yan tarafından çıkan oku gördüğünde iri yarı çavuşun gözleri
faltaşı gibi açıldı.
Zaman bir an durmuş gibi oldu, sonra Gardan bağırdı,
"Hücum!"
Mağaranın ağzının h e m e n dışından bir uluma duyuldu ve bir
şekil ö n c e atlayarak ışığa çıkıp ö n c e çalıların, sonra da ateşin
üzerinden sıçrayarak et pişiren askeri devirdi. Çocuklann biraz
uzağına indi ve yanlanndan sıçrayarak geçtiği adamlarla yüzleş­
m e k için döndü. Hayvan postlarından yapılma bir pantolona ve
paltoya sannmıştı. Bir kolunda savaş izleri taşıyan, küçük bir
kalkan vardı, diğer eliyle de kıvnk bir kılıcı havaya kaldırmıştı.
İnsanınkine b e n z e m e y e n dudaklarında pis bir sırıtışla, kes­
kin dişlerini gösteren yaratık mağaradaki kafileyi ateş ışığını
yansıtan gözlerle süzerken Pug hareket e d e m e d e n durdu. T o ­
mas'ın gördüğü eğitim kendini gösterdi ve uzun yürüyüşleri
b o y u n c a sahip çıktığı kılıcı bir anda kınından çıktı. Yaratık
göstere göstere kendisini Pug'ın üzerine attı, Pug da yana yu­
varlanarak darbeyi savuşturdu. Kılıç yere çarparak çınladı ve
T o m a s dengesiz bir hücuma kalkarak yaratığın g ö ğ s ü n e a c e ­
mi bir darbe indirdi. Yaratık dizlerinin üzerine çöktü ve ciğer­
leri kanla dolarken gırtlağından bir lıkırdama sesi geldi; sonra
da yüz üstü düştü.
B a ş k a saldırganlar da mağaranın içine atlıyor ve ç a b u c a k
Crydeeli adamlar tarafından karşılanıyordu. Kılıçlar dar mağa­
rada çınlarken küfürler duyuluyordu. Muhafızlarla saldırganlar
yüz yüze çarpışıyor, birkaç metreden fazla hareket edemiyor-
lardı. Dük'ün adamlarından birkaçı kılıçlarını bırakıp k e m e r l e ­
rinden yakın dövüşe daha elverişli olan hançerlerini çektiler.
Pug kılıcını kavradı ve etrafında bir saldırgan aradı, ama
bulamadı. Ateşin titreşen ışığında saldırganların artakalan mu­
hafızlardan sayıca az olduğunu ve her saldırganla b o ğ u ş a n iki
ya da üç Crydeeli olduğundan, yaratığın çabucak öldürüldü­
ğünü gördü.
Mağara birden askerlerin kesik kesik nefes alışları dışında
sessizleşti. Pug etrafına baktı ve yerde yalnızca bir adam oldu­
ğunu gördü; o k a h e d e f olan askerdi. Diğerlerinden birkaçı ha­
fif yaralar almıştı. Kulgan adamların arasında aceleyle dolaşıp
yaralara baktı, sonra da D ü k ' e , "Lordum, başka ciddi yara
yok," dedi.
Pug ölü yaratıklara baktı. Altı tanesi mağara zeminine seril­
miş, yatıyordu. Cüsseleri adamlardan ufaktı, ama aradaki fark
p e k fazla değildi. Kalın kaş çizgilerinin üzerinde, eğimli alın­
ları gür, siyah saçlarla son buluyordu. Mavi-yeşil renkteki de­
rileri pürüzsüzdü, yanaklarında yeni y e t m e sakalını andıran bir
şey bulunan bir tanesi hariç. Ölü hallerinde açık olan gözleri,
devasa ve yuvarlaktı, irisleri sarı üzerine siyah renkteydi. T ü ­
mü de iğrenç yüzlerindeki vahşi hayvanlarınkini andıran uzun
dişlerini göstererek ölmüştü.
Pug yaratıklardan başka iz olup olmadığını g ö r m e k için g e ­
ce karanlığını gözleyen Gardan'ın yanma geldi. "Nedir onlar,
Çavuş?"
"Goblinler, Pug. Gerçi normal bölgelerinin bu kadar uza-
ğında ne işleri olabilir, bilemiyorum."
D ü k o n u n yanına geldi ve, "Sadece yarım düzine, Gardan.
Goblinlerin avantaj kendilerinde olduğu zamanlar dışında si­
lahlı adamlara saldırdığını hiç duymamıştım. Bu intihardı," de­
di.
Goblinlerden birinin başında ç ö m e l m i ş olan Kulgan'ın,
"Lordum, buraya bakın," diye seslendiği duyuldu. Yaratığın
üzerindeki kirli kürk ceketi çıkarmıştı ve göğsündeki uzun, gi­
rintili çıkıntılı bir yarayı işaret ediyordu. "Bunu biz yapmadık.
Üç ya da dört günlük ve kötü bir şekilde iyileşiyormuş."
Muhafızlar diğer bedenleri de incelediler ve üç goblinde
daha bu dövüşte alınmamış yaralar olduğunu rapor ettiler. B i ­
rinin kolu kırıktı ve kalkansız dövüşmüştü.
Gardan, "Efendim, zırh giymiyorlarmış. Yalnızca ellerinde­
ki silahlar varmış." Sırtına bir yay asılı ve k e m e r i n d e b o ş bir
sadak olan ölü bir goblini işaret etti. "Tek bir okları varmış,
onu da Daniel'i yaralamakta kullanmışlar."
Arutha katliam sahnesine baktı. "Bu çılgınlıktı. Umarsız bir
çılgınlık."
Kulgan, "Evet, Majesteleri, çılgınlık," dedi. "Savaş yorgunu,
d o n m a k ve açlıktan ö l m e k üzereymişler. Kızaran etin kokusu
onları çıldırtmış olmalı. Görünüşlerine bakılırsa uzun süredir
aç olduklarını söyleyebilirim. Kendileri donarak ölürken bizim
y e m e k yememizi seyretmek yerine tüm umutlarını son, delice
bir saldırıya bağlamayı yeğlemişler."
Borric yeniden goblinlere baktı, sonra adamlara cesetleri
mağaranın dışına çıkarmalarını emretti. "Ama kiminle savaşı­
yorlardı?" diye ortaya sordu.
Pug, "Kardeşlik'le mi acaba?" dedi.
Borric başını iki yana salladı. "Onlar Kardeşlik'e ait yaratık-
lardır ya da birbirleriyle bize karşı ittifak halinde olmadıkları
zamanlarda birbirlerini rahat bırakırlar. Hayır, b a ş k a biriydi."
T o m a s giriştekilere katılırken etrafına baktı. Dük'le konu­
şurken Pug kadar rahat değildi, ama nihayet, "Lordum, c ü c e ­
ler olabilir mi?" diye sordu.
Borric başıyla onayladı. "Yakınlardaki bir goblin k ö y ü n e
bir c ü c e akını olmuşsa, bu neden zırhsız ve erzaksız oldukla­
rını açıklardı. En yakınlarındaki silahları kapıp yollarını sava­
şarak açmış ve ilk fırsatta kaçmış olurlardı. Evet, belki de cü­
celerdi."
Cesetleri dışarıya taşıyan muhafızlar koşarak mağaraya
döndüler. "Majesteleri," dedi biri, "ağaçlarda hareket sesleri
duyuyoruz."
Borric diğerlerine döndü. "Hazır olun!"
Mağaradaki herkes çabucak silahlarını hazırladı. Çok g e ç ­
m e d e n hepsi buzlu karı çıtırdatarak ilerleyen ayakların sesini
duyabiliyordu. Onlar beklerken sesler yükseldi ve yakınlaştı.
Pug kılıcını tutuyor, içinin bulantısını bastırmaya çalışarak ger­
ginlikle bekliyordu.
Dışarıdakiler durduğunda ayak sesleri aniden kesildi. Der­
ken yaklaşan tek bir çift çizmenin sesi duyuldu. Bir şekil ka­
ranlıktan çıkıp doğnıdan mağaraya geldi. Pug askerlerin ardı­
nı g ö r m e k için kafasını uzattı ve Dük, "Bu g e c e yakınlardan
g e ç e n kimdir?" dedi.
Bir b u ç u k metreden uzun olmayan, kısa boylu bir şekil,
cüppesinin kukuletasını geri iterek bir kafa dolusu kalın kah­
ve rengi saçın üzerinde duran m a d e n i bir miğferi ortaya serdi.
Parıldayan bir çift yeşil göz ateşin ışığını yansıtıyordu. Kızıl-
kahve renkte kalın kaşlar iri, kancalı bir burnun üzerindeki bir
noktada birleşiyordu. Şekil d u m p kafileyi inceledikten sonra
arkadakilere işaret verdi. G e c e n i n içinden başka şekiller belir­
di ve Pug yanında Tomas'la birlikte daha iyi görebilmek için
kendisine iterek yol açtı. Arkada gelenlerin birkaçının katırla­
rı yürüttüğünü görebiliyorlardı.
Dük ile askerler gözle görülür bir biçimde rahatladılar ve
T o m a s , "Cüce bunlar!" dedi.
Muhafızlardan birkaçı ve en yakındaki c ü c e güldüler. Cü­
ce T o m a s ' a alaycı bir bakış atarak, "Ne bekliyordun, evlat? Si­
zi alıp götürecek güzel bir orman perisi filan mı?" dedi.
Baştaki c ü c e ateş ışığının ç e m b e r i n e adımım attı. Dük'ün
ö n ü n d e durdu ve, "Cüppenize bakarak Crydeeli adamlar oldu­
ğunuzu anlıyomm," dedi. G ö ğ s ü n e vurdu ve, "Bana Caldara
köyünün şefi ve Gri Kuleler c ü c e halkının Savaşönderi, Dol-
gan derler," dedi. Cüppesinden, kemerinin altına kadar iner
gibi görünen, uzun bir sakalın altından piposunu çıkarırken
mağaradaki diğerlerini süzdü. Sonra daha az resmi bir dille,
"Peki, tanrılar adına, uzun ahaliden b ö y l e zavallı görünümlü
bir kafileyi bu soğuk ve ıssız yere getiren nedir?" dedi.
MAC M ORDAIN CAD AL

Cüceler n ö b e t tutuyordu.
Pug ile diğer Cıydeeliler ateşin çevresinde oturmuş, Dol-
gan'ın adamlarının hazırladığı y e m e ğ i açlıkla mideye indiri­
yorlardı. Ateşin yakınında bir t e n c e r e yahni fokurduyordu.
Koparılmca sert kabuğunun içindeki ballı, kara, tatlı hamuru
ortaya çıkan sıcak yol e k m e ğ i somunları ç a b u c a k mideye in­
dirilmekteydi. Cücelerin yük hayvanlarının taşıdığı tütsülen­
miş balık s o n birkaç günkü at eti perhizlerinden sonra h o ş bir
değişiklik oluyordu.
Pug ü ç ü n c ü porsiyon e k m e k ve yahnisini tüketmekle m e ş ­
gul olan T o m a s ' ı n yanında oturduğu yerden baktı. Cücelerin
kampın çevresinde ustalıkla çalışmalarım seyretti. Cücelerin
çoğu mağara ağzının dışındaydı, zira soğuk onları insanlardan
daha az rahatsız ediyor gibiydi. İkisi yaşayacak olan yaralı
adamla ilgilenirken ikisi de D ü k ' ü n adamlarına sıcak y e m e k
servis ediyordu, bir tanesi ise bu kabarcıklı kahverengi sıvıy­
la dolu b ü y ü k bir hayvan postundan bira bardaklarım doldu-
ruyordu.
D o l g a n ' m yanında kırk c ü c e vardı. Cüce şefinin iki yanın­
da iki oğlu, yaşça daha b ü y ü k o l a n Weylin ile Udell vardı. Her
ikisi de babalarına şaşırtıcı bir şekilde benziyordu, a n c a k saç-
lan kızıl-kara yerine siyah olan Udell esmerliğe meyilliydi. Her
ikisi de bir elinde piposu, diğerinde bir maşrapa birayla
Dük'le konuşurken eliyle geniş hareketler yapan babalarına
kıyasla sessiz görünüyordu.
Cüceler ormanın kıyısında bir nevi devriye gezmekteydi,
ancak Pug köylerinden bu kadar uzakta devriye gezmelerinin
pek alışılmamış bir şey olduğu izlenimine kapılmıştı. İzlerine
rastladıkları goblinler onlara birkaç dakika ö n c e saldırmış ol­
masa onları yakından takip e t m e y e c e k ve g e c e k i fırtına Cryde-
eli adamların geçişine ait tüm izleri sildiğinden, Dük'ün kafi­
lesini ıskalayacaklardı.
"Seni hatırlıyorum, Lord Borric," dedi Dolgan birasından
bir yudum alarak, "gerçi Crydee'ye en son geldiğimde sen b e ­
b e k t e n biraz halliceydin. B a b a n l a birlikte y e m e k yemiştim. İyi
bir sofra kurmuştu."
"Crydee'ye yeniden g e l e c e k olursan da, Dolgan, umarım
b e n i m soframı da aynı ö l ç ü d e tatminkar bulursun." Dük'ün
amacından bahsetmişler ve Dolgan yemeğin hazırlanma süre­
si b o y u n c a , büyük ö l ç ü d e sessiz kalıp, düşüncelere dalmıştı.
Birden s ö n m ü ş olan piposuna baktı. Onu kaldırarak kederle
içini çekti, ta ki Kulgan'ın kendi piposunu çıkardığını ve tak­
dire şayan duman bulutları çıkarmakta olduğunu fark e d e n e
kadar. G ö z l e görülür bir canlanmayla, "Üzerinizde fazladan
bir pipoya y e t e c e k kadar tütün bulunur mu a c a b a , büyücü us­
ta?" dedi. Cücelerin Kral Lisanı'nı k o n u ş u r k e n çıkardığı derin,
inişli çıkışlı mırıltılarla konuşuyordu.
Kulgan tütün kesesini çıkardı ve c ü c e y e uzattı. "Bereket
versin ki," dedi, "pipomla tütün k e s e m her zaman üzerimde
taşıdığım iki şeydir. Diğer eşyalarımın kaybolmasına katlana­
bilirim - g e r ç i iki kitabımı yitirmiş olmak b e n i derinden üzü-
y o r - a n c a k pipomdan aldığım avuntu olmadan herhangi bir
koşula katlanmayı düşünemiyorum."
"Öyle," dedi c ü c e piposunu yakarken, "hakkın var. Güz bi­
rası - y a da elbette sevgi dolu karımın arkadaşlığı veya iyi bir
d ö v ü ş - dışında, su katılmamış haz vermekte pipoyla aşık ata­
cak ç o k az şey vardır." Konuyu vurgulamak için uzun bir ne­
fes çekti ve büyük bir duman bulutu üfledi. Haşin yüzünden
düşünceli bir ifade geçti ve, "Şimdi, getirdiğiniz haberlere g e ­
lelim," dedi. ""Bunlar tuhaf haberler, a n c a k bir süredir b o ğ u ş ­
makta olduğumuz bazı gizemleri açıklamaya yarıyorlar."
Borric, "Hangi gizemleri?" dedi.
Dolgan mağara ağzının dışını işaret etti. "Size söylediğimiz
gibi, bu civarlarda devriye g e z m e k z o n ı n d a kaldık. Bu yeni
bir şey, zira g e ç e n yıllarda madenlerimiz ve çiftliklerimizin ci­
varındaki bölgelerde s o m n olmazdı." Gülümsedi. "Ara sıra
fazlasıyla gözü p e k bir eşkıya ya da moredhel - s i z i n deyimi­
nizde Karanlık K a r d e ş l e r - çetesinin ya da her zamankinden
daha a k m a k bir goblin kabilesinin bizi bir süre rahatsız ettiği
olur. Ama ç o ğ u zaman asayiş berkemaldir.
"Ama s o n zamanlarda her şey altüst oldu. Yaklaşık bir ay
veya biraz daha uzun bir zaman ö n c e , kendi köylerinden bi­
zim köylerimizin kuzeyine doğru büyük m o r e d h e l ve goblin
hareketleri g ö r m e y e başladık. Araştırmak için bazı gençleri
gönderdik. H e m goblin, h e m de m o r e d h e l e ait, bütün bütün
terk edilmiş köyler buldular. Köylerin bazıları yağmalanmıştı,
ama çoğu herhangi bir çatışma izi olmadan boşaltılmıştı.
"Söylemeye g e r e k y o k ki, bu vicdansızlann yerlerini değiş­
tirmesi bizim problemlerimizin artmasına n e d e n oldu. Köyle­
rimiz nispeten yüksek çayır ve platolarda olduğundan, saldır­
maya cesaret edemiyorlar, a n c a k geçerlerken alçaktaki vadi-
lerde otlayan sürülerimizi yağmalıyorlar -artık dağ sırtında
devriye gezmemizin n e d e n i de bu. Kış gelip çattığından, sü­
rülerimiz en alçaklardaki çayırlarda ve teyakkuzda olmamız
şart.
"Habercilerinizin köylerimize ulaşamamasının nedeni bü­
yük ihtimalle dağlardan aşağı, ormanlara doğru k a ç a n ç o k sa­
yıda m o r e d h e l ile goblinin varlığıdır. Şimdi, hiç değilse bu gö­
çe neyin n e d e n olduğu konusunda bir fikir sahibiyiz."
D ü k başını salladı. "Tsuraniler."
D o l g a n bir an düşünceli görünürken Arutha, "O zaman
orada kuvvetliler," dedi.
Borric oğluna soran bakışlarla b a k a r k e n D o l g a n kıs kıs
güldü ve, "Şu senin oğlun e p e y akıllı, Lord Borric," dedi. Dü­
şünceli bir şekilde kafa salladıktan sonra, "Evet, Prens. Orada­
lar ve kuvvetliler. B a ş k a konulardaki tehlikeli kusurlarına rağ­
m e n , m o r e d h e l savaş sanatları k o n u s u n d a hünerlidir," dedi.
Sonra piposundaki tütün artığını dökerek, "Cüce ahalisine b o ş
yere Batıdaki en iyi savaşçılar, denilmemiştir, ama sayımız da­
ha usandırıcı komşularımızdan kurtulmaya yetmiyor. G e ç m e k ­
te olan gibi büyük bir orduyu yerinden sürmek için yeterince
silah ve erzakla donanmış adamlardan oluşan, b ü y ü k bir kuv­
vet gerekir," dedi.
Kulgan, "Bu dağlara nasıl ulaştıklarını ö ğ r e n m e k için her
şeyimi verirdim," dedi.
Dük, " B e n sayılarının k a ç olduğunu ö ğ r e n m e y i yeğler­
dim," dedi.
D o l g a n piposunu y e n i d e n doldurdu ve yaktıktan sonra,
gözlerini düşünceli bir şekilde ateşe dikti. Weylin ile Udell bir­
birlerine bakıp başlannı salladılar, sonra Weylin, "Lord Borric,
sayılan b e ş b i n kadar olabilir," dedi.
İrkilen D ü k bir yanıt v e r e m e d e n D o l g a n daldığı düşünce­
lerden sıyrıldı. Küfrederek, "Hattâ on b i n e yakın!" dedi. B a ş ı ­
nı çevirip yüz ifadesinden söylenenleri anlamadığı aşikar olan
D ü k ' e baktı. Dolgan, "Bu göçü işgal dışında her türlü ş e y e
yormuştuk. Salgın hastalık, çeteler arası savaşlar, mahsullerine
dadanıp kıtlık çıkaran zararlılar, a n c a k dış dünyalılardan bir
işgal ordusu bunların arasında yoktu.
" B o ş kasabaların sayısına bakılırsa, birkaç bin goblin ile
moredhelin Yeşil Y ü r e k ' e indiğini tahmin ediyoruz. Bu köy­
lerden bazıları iki oğlumun dahi yardım almadan üstesinden
gelebilecekleri bir avuç k u l ü b e d e n oluşuyor. A n c a k diğerleri
kazıklı çitleri k o m y a n yüz iki yüz savaşçının bulunduğu, sur­
larla çevrili t e p e kaleleri. Bunlar gibi on iki tanesini bir aydan
biraz fazla zaman içinde silip süpürdüler. B ö y l e s i bir işi başar­
m a k için s e n c e k a ç adama ihtiyacın olur, Lord Borric?"
Pug yaşamında ilk defa k o r k u n u n Dük'ün yüzüne açıkça
kazınmış olduğunu gördü. Borric kolunu dizinin üzerine yas­
layarak ö n e eğildi ve, "Hudut boyundaki sınır garnizonların-
dakileri de sayarsak, Crydee'ye bağlı bin b e ş yüz adamım var.
Carse ve Tulan'daki garnizonlardan biner kişi daha çağırabili­
rim, gerçi b u n u yaparsam onların elinde hiç adam kalmaz.
Köylerle kasabalardan toplayabileceğim askerlerin sayısı en
iyi ihtimalle bin kadardır ve bunların ç o ğ u Carse'taki kuşatma­
nın gazileri ya da eğitimsiz g e n ç l e r olur," dedi.
Arutha, "Üçte biri d e n e n m e m i ş , en ç o k dört bin b e ş yüz ki­
şi on binlik bir orduya karşı," d e r k e n babası kadar ciddi gö­
rünüyordu.
Udell ö n c e babasına sonra da Lord Borric'e baktı. " B a b a m
ne bizim, ne de moredhelin hünerlerini mübalağa etmiyor,
Majesteleri," dedi. "İster b e ş bin, ister on bin kişi olsun, soyu-
muza düşman olanları s ü r e c e k yavuz, deneyimli savaşçılar
olacaktır."
" B e n i m d ü ş ü n c e m e göre," dedi Dolgan, "en iyisi b ü y ü k
oğluna ve tabii baronlarına h a b e r g ö n d e r e r e k onlara kaleleri­
nizin surlarının ardında g ü v e n d e kalmalarını söyle ve kendini
Krondor'da gizle. Y e n i g e l e n l e r e bu baharda karşı k o y m a k
için Batının Orduları'nm tamamı gerekli olacak."
T o m a s birden, "Durum g e r ç e k t e n bu kadar kötü mü?" de­
di, sonra da konseyi böldüğü için m a h c u p oldu. "Özür dile­
rim, lordum."
Borric özrü eliyle savuşturdu. "Belki de tüm korku iplikle­
rini alıp var olandan büyük bir halı örüyoruz, ama iyi bir as­
ker en kötüsüne hazırlanır, T o m a s . Dolgan hakli; Prens'in yar­
dımını almam gerekiyor." D o l g a n ' a baktı. "Ama Batı Ordula-
rı'nı silah altına çağırmak için, Krondor'a u l a ş m a m şart."
Dolgan, "Güney Geçidi kapalı; siz insanların gemilerinde­
ki ustalar da kışın Karanlık Boğazlar'ı g e ç m e y e kalkışmayacak
kadar aklı selim sahibi," dedi. "Ama zor da olsa, b a ş k a bir yol
da var. Bu dağların içinden g e ç e n , Gri Kuleler'in altında bulu­
nan kadim tüneller vardır. B i r ç o ğ u halkın tarafından demir ve
altın çıkarmaya çalışırken kazılmıştı. Bazıları doğaldır; dağlar
doğduğu zaman oluşmuştur. Y i n e bazıları, halkım bu dağlara
ilk geldiğinde de vardı, kimler tarafından kazıldıklarını a n c a k
tanrılar bilir. Dağların altından boydan boya g e ç e r e k dağ sıra­
sının öteki tarafından, B o r d o n ' u n yalnızca bir günlük yürüyüş
uzaklığında bir noktadan çıkan tek bir tünel vardır. G e ç m e s i
iki gün sürer ve tehlikeler olabilir."
C ü c e kardeşler babalarına baktılar ve Weylin, "Baba, Mac
Mordain Cadal mi?" dedi.
D o l g a n başıyla onayladı. "Evet, büyük b a b a m ve onun ba-
basının terk ettikleri madenler." Dük'e, "Dağın altında miller-
ce uzanan tüneller kazdık ve bunlardan bazılan sözünü etti­
ğim kadim tünellerle bağlantılı. Bu eski geçitlerle bağlantılı ol­
duğu için Mac Mordain Cadal hakkında karanlık ve tuhaf öy­
küler vardır. Eski madenlerin derinlerine inerek efsanevi hazi­
neleri arayan birçok c ü c e olmuş, bunlardan ç o ğ u da geri dön­
müştür. Ama birkaçı ortadan kayboldu. Cüce bir yola ayağını
bastığında, artık kaybolması m ü m k ü n değildir, bu yüzden ara­
yışları sırasında yollarını kaybetmiş olamazlar. Başlarına bir
şey gelmiş olmalı. Sana bunu aramızda herhangi bir yanlış an­
laşma olmasın diye söylüyomm, zira atalarımca kazılan geçit­
lerden ayrılmadığımız sürece, karşılaştığımız risk k ü ç ü k ola­
caktır."
"'Biz' mi dedin, dost cüce?" dedi Dük.
D o l g a n sırıttı. "Sizi yolun üzerine bırakmakla yerinirsem,
bir saat içinde umutsuz bir biçimde kaybolmuş olursunuz. Y o ,
Rilannon'a gidip Kral'a iyi Düklerinden birini kaybetmeyi b e ­
cerdiğimi anlatmak zorunda kalmak istemem. Size seve seve
rehberlik ederim, Lord Borric, küçük bir bedel karşılığında."
S o n sözleri söylerken Pug ile T o m a s ' a g ö z kırpmıştı. "Örneğin,
bir k e s e tütün ve Crydee'de iyi bir yemek."
Dük'ün neşesi biraz yerine geldi. Gülümseyerek, "Oldu bil
ve sağol, Dolgan," dedi.
C ü c e oğullarına döndü. "Udell, sen kafilenin yarısıyla ka­
tırları ve D ü k ' ü n yola devam e d e m e y e c e k kadar hasta ya da
yaralı olan adamlarını al. Crydee kalesine d o ğ m yola çık. B a ­
vullarımızın arasında bir yerde p a r ş ö m e n e sarılı bir m ü r e k k e p
hokkasıyla tüy kalem olacak; onu majesteleri için bul ki,
adamlarına talimatlarını yazabilsin. Weylin, bizimkilerden ge­
riye kalanları Caldara'ya geri götür, sonra da kışın tipileri ge-
lip çatmadan diğer köylere h a b e r uçur. İlkyaz geldiğinde, Gri
Kuleler'deki c ü c e l e r savaşa gidecek."
D o l g a n B o r r i c ' e baktı. "Cüce halkının ç o k ö n c e l e r e daya­
nan belleğinde, hiç kimse yaylalardaki köylerimizi fethedeme-
miştir. Ama birilerinin b u n u d e n e m e s i sinir b o z u c u olabilir.
Cüceler Krallığın yanında yer alacaktır, Lordum. Uzun zaman­
dır dostumuz oldunuz, ticarette adil davranıp, istendiğinde
yardımınızı esirgemediniz. Bizler de çağrıldığımız zaman asla
savaştan kaçmadık."
Arutha, "Ya Taş Dağı?" dedi.
Dolgan güldü. "Majesteleri'ne b a n a hatırlattığı için teşek­
kür ederim. İyi bir dövüş çıksa da kendilerine h a b e r verilme-
se, İhtiyar Harthorn ile klanları fena halde gücenirdi. Taş Da-
ğı'na da ulaklar göndereceğim."
Pug ile T o m a s Dük'ün Lyam ve F a n n o n ' a mesajlar yazma­
sını izlediler, sonra da çektikleri uzun uykuya r a ğ m e n dolu
mideleri ve yorgunlukları uykularını getirmeye başladı. Cüce­
lerin onlara ö d ü n ç verdiği kalın cüppeleri ç a m sürgünlerinin
etrafına sararak rahat şilteler yaptılar. Pug geceleyin birkaç
kez d ö n e r e k derin uykusundan uyandı ve alçak sesle konuş­
malar duydu. Mac Mordain Cadal ismini birden fazla kere
duydu.

Dolgan Dük'ün kafilesini Gri Kuleler'in eteklerindeki kaya­


lık tepelerden geçirdi. G ü n ü n ilk ışığıyla oradan ayrılmışlar,
c ü c e şefinin oğulları ise yanlarına kendi adamlarını alarak
kendi hedeflerine d o ğ m yola çıkmıştı. Dolgan D ü k ile oğlu­
nun ö n ü n d e yürüyor, onun arkasından ise oflayıp puflayan
Kulgan ile çocuklar geliyordu. Hâlâ yola d e v a m e d e b i l e c e k
durumda olan b e ş Crydeeli asker, iki katırın başını ç e k e r e k ,
Çavuş Gardan gözetiminde arkadan geliyorlardı, Çabalayan
büyücünün arkasında yürüyen Pug, "Kulgan, bir mola iste.
İşin bitik," dedi.
Büyücü, "Hayır, evlat. İdare ederim. Madenlere girdiğimiz­
de yavaşlarız, oraya varmamız da ç o k sürmez," dedi.
T o m a s kafilenin başında yürüyen Dolgan'ın tıknaz bedeni­
ne baktı, kısa bacakları geniş adımlarla hızlı bir tempoyla iler­
liyordu. "O hiç yorulmaz mı?"
Kulgan başını iki yana salladı. "Cüce ahalisi güçlü yapıla­
rıyla tanınır. Carse Kalesi savaşında, kalenin Kara Kardeşler ta­
rafından alınmasına ramak kalmışken, Taş Dağı ile Gri Kule-
ler'den gelen c ü c e l e r kuşatma altındakilere yardım e t m e k üze­
re yürüyüşe kalkmışlardı. Bir haberci kalenin düşmesinin ya­
kın olduğu mesajını getirince c ü c e l e r bir g e c e ve yarım gün
b o y u n c a koşarak Kara Kardeşler'e arkadan saldırdıklarında sa­
vaşma kapasitelerinden hiçbir şey eksilmemişti. Kardeşlik b ö ­
lünerek bir daha asla tek bir lider yönetiminde toplanamadı."
Bir süre kesik kesik nefes aldı. "Dolgan'ın cücelerden gelen
yardımı övüşünde hiç b ö b ü r l e n m e yoktu, zira onlar kuşkusuz
Batıdaki en iyi savaşçılardır. İnsanlara kıyasla sayıları az da ol­
sa, dağ dövüşçüleri olarak a n c a k Hadati tepelileri onlara denk
olmaya yakındır."
Pug ile T o m a s uzun adımlarla ilerleyen c ü c e y e yeni bir
saygıyla baktılar. T e m p o hızlı olmasına rağmen, ö n c e k i g e c e
ve o s a b a h yedikleri öğünler çocukların t ü k e n m e k t e olan
enerjilerini yenilemişti ve ayak uydurmakta zorlanmıyorlardı.
B ü y ü y e n çalılarla kapanmış m a d e n girişine geldiler. Asker­
ler geçidi açarak geniş, alçak bir tüneli gözler ö n ü n e serdiler.
Dolgan kafileye döndü. "Ara sıra başınızı eğmeniz gerekebilir,
ama c ü c e madenciler buradan p e k ç o k at geçirmiştir. B o l bol
y e t e c e k kadar yer olsa gerektir."
Pug gülümsedi. Cücelerin bir metre kırk santim ile bir bu­
çuk metre arasındaki boyları anlatılan öykülerden bildiğinden
daha uzundu. Kısa bacaklı ve geniş omuzlu olmaları dışında,
insanlara hayli benziyorlardı. D ü k ile Gardan g e ç e r k e n zorla­
nacaktı, ama Pug c ü c e d e n anca sekiz on santim uzun oldu­
ğundan, idare ederdi.
Gardan meşalelerin yakılmasını buyurdu ve kafile hazır ol­
duğunda Dolgan onları m a d e n e soktu. Tünelin karanlığına
adım attıklarında, c ü c e , "Uyanık olun, zira bu tünellerde nele­
rin yaşadığını ancak tanrılar bilebilir. Rahatsız edilmesek ge­
rektir, a n c a k dikkatli olmak en iyisi," dedi.
Pug içeri girdi ve karanlık o n u sarmalarken, o m z u n u n üze­
rinden geriye baktı. Giderek geride kalan ışıkta Gardan'm si­
luetini gördü. Kısa bir an Carline'i ve Roland'ı düşündü ve kı­
zın bu kadar kısa bir zamanda kendisine ne kadar uzak g ö ­
ründüğüne, rakibinin o n a gösterdiği ilgiye karşı kendisini ne
kadar kayıtsız hissettiğine şaştı. Başını iki yana salladı ve ba­
kışları ö n ü n d e uzanan karanlık tünele döndü.

Tüneller rutubetliydi. Ara sıra ikiye ayrılan bir tünelle kar­


şılaşıyorlardı. Pug g e ç e r k e n bunların hepsine bakıyordu, ama
tüneller karanlıkta ç a b u c a k yutulup gidiyorlardı. Meşaleler du­
varlarda dans eden titreşen, birbirlerine yaklaştıkça v e y a bir­
birlerinden uzaklaştıkça ya da tavan yükselip alçaldıkça geniş­
leyen ve daralan gölgeler bırakıyordu. Birkaç noktada katırla­
rın başını e ğ m e k z o n m d a kaldılar, ama geçişlerinin ç o ğ u n d a
yeterli yer vardı.
Pug ö n ü n d e yürümekte olan Tomas'ın, "Burada başıboş
d o l a n m a k istemezdim; y ö n duygumu tümden yitirdim," diye
mırıldandığını duydu. Pug hiçbir şey söylemedi, çünkü tünel­
lerde o n a b o ğ u c u gelen bir yan vardı.
Bir zaman sonra birkaç tünelin çıktığı, geniş bir mağaraya
çıktılar. Sütun durdu ve Dük nöbetçiler dikilmesini buyurdu.
Meşaleler kayalara sıkıştırıldı ve katırlara su verildi. Pug ile
T o m a s s o n n ö b e t l e birlikte durdular ve Pug yüz kez ateşin ışı­
ğının h e m e n dışında bazı şekillerin gezindiğini sandı. Ç o k
g e ç m e d e n muhafızlar gelip onların yerini aldı ve çocuklar y e ­
m e k y e m e k t e olan diğerlerine katıldılar. Onlara yemeleri için,
kurutulmuş et ve bisküvi verildi. T o m a s Dolgan'a, "Burası ne­
resi?" diye sordu.
C ü c e piposundan bir nefes çekti. "Burası bir şan deliği, ev­
lat. Halkım buralarda m a d e n çıkarırken b u n a b e n z e r p e k ç o k
yer yapmıştı. B ü y ü k demir, altın, gümüş ve diğer metal da­
marları bir araya gelince, birçok tünel birbiriyle birleşirdi. Me­
taller çıkarılırken de, bu mağaralar oluşurdu. Burada bunlar
kadar b ü y ü k olan doğal mağaralar da var, ama onların görü­
nümü farklıdır. Onlarda burasının aksine, yerden yükselen ve
tavandan aşağı uzanan büyük taş külahlar bulunur. G e ç e r k e n
bunlardan birini göreceksin."
T o m a s yukarı baktı. "Ne kadar y ü k s e ğ e çıkıyor?"
D o l g a n başını kaldırıp baktı. "Tam olarak bilmiyomm. B e l ­
ki otuz metre, belki de o n u n iki ya da üç katı. Bu dağlar hâ­
lâ madenler açısından zengin, ama dedemin dedesinin bura-
lan ilk kazdığı zamanlarda, m a d e n zenginliği hayal dahi edi­
l e m e y e c e k kadardı. Bu dağların içinden g e ç e n , buranın yuka­
rısında ve aşağısında p e k ç o k katmanda, yüzlerce tünel var­
dır. Gerçi şuradaki tünelin içinden" - ş a n deliğinin zeminiyle
aynı kottaki b a ş k a bir tüneli işaret etti- "bir tünel g e ç e r ve
başka bir tünelle, o da bir başkasıyla birleşir. Onu izlersen
kendini sonunda b a ş k a bir terk edilmiş m a d e n o l a n Mac B r o -
nin Alroth'ta bulursun. Oradan da M a c O w y n Dur'a çıkabilir­
sin, orada da halkımdan birkaç kişi nasıl olup da onların altın
m a d e n i n e girebildiğini soracaklardır sana." Güldü. "Gerçi cü­
ce soyundan olmadıkça yolu bulabileceğini sanmam."
Piposundan bir nefes çekti ve değişen muhafız n ö b e t i n d e -
kiler y e m e k y e m e y e geldiler. Dolgan, "Eh, yola koyulsa iyi
olacak," dedi.
T o m a s şaşırmış görünüyordu. "Geceyi g e ç i r m e k üzere m o ­
la verdiğimizi sanmıştım."
"Güneş daha tepede, delikanlı. Uyumamıza daha yarım
gün var."
"Ama b e n sanmıştım ki..."
"Biliyorum. Bu b e c e r i y e sahip değilsen, burada zamanın
izini k a y b e t m e k kolaydır."
Alet edevatlarını topladılar ve y e n i d e n yola düştüler. Biraz
daha yürüdükten sonra,-aşağı m e y l e d e r gibi g ö r ü n e n bir dizi
kıvrımlı, dönüşlü tünele girdiler. D o l g a n dağların sağ tarafın­
daki girişin batıdakinden yüz metre kadar alçakta olduğunu
ve yolculuğun büyük b ö l ü m ü n d e aşağı ineceklerini açıkladı.
D a h a sonra en s o n u n c u d a n daha ufak da olsa, içinden çı­
kan tünellerin çokluğu bakımından etkileyici olan bir b a ş k a
şan deliğinden geçtiler. Dolgan bu tünellerden birini durakla­
m a d a n seçti ve onları oradan geçirdi.
Çok g e ç m e d e n önlerinden g e l e n su sesini duyabiliyorlar­
dı. D o l g a n o m z u n u n üzerinden, "Kısa bir süre sonra yaşayan
hiçbir insan ve ç o k az c ü c e n i n gördüğü bir manzaraya tanık
olacaksınız," dedi.
Onlar yürüdükçe a k a n suyun sesi fazlalaştı. Bu defaki do­
ğal ve ilkinden birkaç kat b ü y ü k olan b a ş k a bir mağaraya gir-
diler. İçinde yürüdükleri tünel, mağaranın sağ tarafı b o y u n c a
uzanan, altı metre genişliğinde çıkıntılı bir yüzeye dönüştü.
Hepsi kenarından aşağı baktılar, ama aşağıya uzanan karan­
lıktan b a ş k a bir şey göremediler.
Y o l duvarda bir kavis çiziyordu ve onu geçtiklerinde h e p ­
sinin soluklarını tutmalarına n e d e n olan bir manzarayla karşı­
laştılar. Mağaranın karşı ucunda, devasa bir kaya çıkıntısının
üzerinden dökülen, görkemli bir cavlan vardı. Bulundukları
noktanın d o k s a n metre yukarısından mağara zeminine dökü­
lürken karşı duvarın taş c e p h e s i n e çarparak geçiyor ve aşağı­
daki karanlıkta kayboluyordu. Mağarayı, yere çarpışını duya­
rak şelalenin yüksekliği hakkında bir tahmin yürütmeyi im­
kansız kılan yankılarla dolduruyordu. Cavlanın içinde, kendi
ışığıyla şavkıyan, ışık saçan renkler dans ediyordu. Kırmızılar,
altın rengi ışıklar, yeşiller, maviler ve sarılar b e y a z köpüklerin
arasında oynaşıyor, duvardan dökülüyor, suyun yara vurduğu
yerlerde bir an süren keskin ışık patlamalarıyla alazlanıyor,
karanlığın içinde perilere yaraşan bir resim çiziyordu.
D o l g a n gürültüyü bastıran bir sesle, "Çağlar ö n c e Wynn-
Ula nehri Gri Kuleler'den ta Acı D e n i z ' e kadar akardı. B ü y ü k
bir d e p r e m nehrin altında bir yarık açtığından, artık aşağıdaki
muazzam bir yeraltı gölüne dökülüyor. Kayaların arasından
akarken o n a için için yanan renklerini veren mineralleri top­
luyor," diye bağırdı. Bir süre sessizce durarak Mac Mordain
Cadal çavlanlarını hayranlıkla izlediler.
D ü k yürüyüşün yeniden başlamasını işaret etti ve yola de­
vam ettiler. Çavlanların görülmeye değer manzarasının yanın­
da, saçtıkları su püskürtüsü ve serin rüzgar onlan tazelemişti;
zira mağaralar rutubetli ve k ü f kokuluydu. Yollarına devam
ederek, sayısız tünel ve geçitten g e ç e r e k , madenlerin daha da
içlerine ilerlediler. Bir süre sonra Gardan çocuklara nasıl ol­
duklarını sordu. Pug da T o m a s da biraz yorgun olmalarına
rağmen, iyi oldukları yanıtını verdiler.
D a h a sonra b a ş k a bir mağaraya geldiler ve D o l g a n g e c e l e ­
me zamanının geldiğini söyledi. Y e n i meşaleler yakıldı ve
Dük, "Umarım elimizde bunlardan yolculuğa y e t e c e k kadar
vardır. Çabuk yanıyorlar," dedi.
Dolgan, " B a n a birkaç adam verin de ateş yakmak için es­
ki o d u n parçaları getireyim. Tavanı başına yıkmadan n e r e d e
bulacağını bildiğin sürece etrafta bunlardan e p e y bulunur,"
dedi.
Gardan ile iki adam c ü c e n i n peşinden yandaki bir tünele
girerken diğerleri katırların sırtlarındaki yükleri indirdi ve hay­
vanları kazığa bağladı. Katırlara su postlarından su ve otlaya-
mayacakları zamanlar için taşman tahıldan bir miktar verildi.
Borric Kulgan'ın y a n m a oturdu. "Son birkaç saattir içimde
kötü bir his var. B e n i m hayal g ü c ü m d e n mi, yoksa burada k ö ­
tüye alamet bir şeyler mi var?"
Arutha onlara katılırken Kulgan başıyla onayladı. " B e n de
bir şey hissettim, ama duygu bir gelip bir gidiyor. Adını k o y a ­
bildiğim bir şey değil."
Arutha y e r e çömeldi ve hançeriyle toprakta bir şeyler çi-
ziktirmeye koyuldu. "Bu yer herkesin tüylerini diken diken
eder. B e l k i de hepimiz aynı şeyi hissediyomzdur: insanların
ait olmadığı yerde bulunmaktan duyulan korku."
Dük, "Umarım bundan ibarettir," dedi. "Burası dövüşmek"
- d u r d u - "ya da k a ç m a k için kötü bir yer olurdu." Mağarada
hiç k i m s e konuşmadığından ve ses iyi taşındığından ç o c u k l a r
n ö b e t t e olmalarına rağmen, adamların geri kalanı gibi k o n u ­
şulanları duyabiliyordu. Pug alçak sesle, " B e n de bu m a d e n l e
işim bittiğinde m e m n u n olacağım," dedi.
T o m a s meşalenin ışığında sırıttı, yüzünde şeytani bir ifade
vardı. "Karanlıktan korktun mu, ufaklık?"
Pug bir homurtu çıkardı. "Senden ç o k değil, itiraf e t m e s e n
de. Y o l u n u bulup dışarı çıkabilir miydin, sence?"
Tomas'ın gülümsemesi kayboldu. Konuşmaları D o l g a n ile
yanındakilerin gelişiyle kesintiye uğradı. G e ç m i ş günlerde ge­
çitlerde destek olarak kullanılan kırık kerestelerden b o l c a ta­
şıyorlardı. Eski, k u m odunlardan ç a b u c a k bir ateş yakıldı ve
ç o k g e ç m e d e n mağara parlak bir ışıkla aydınlandı.
Çocuklar nöbetten azledilip y e m e k yediler. Y e m e k l e r i n i
bitirir bitirmez cüppelerini yere serdiler. Pug sert toprak zemi­
ni rahatsız buldu, ama ç o k yorgundu ve ç o k g e ç m e d e n uyku
onu teslim aldı.

Katırları madenlerin daha derinlerine sürdüler, hayvanların


toynaklarının taşlarda çıkardığı takırtılar karanlık tünellerde
yankılanıyordu. Yalnızca ö ğ l e yemeği için durmuş, o n u n dı­
şında bütün gün yürümüşlerdi. Şimdi Dolgan'ın ikinci g e c e l e ­
rini geçireceklerini söylediği mağaraya yaklaşıyorlardı. Pug'ın
içinde tuhaf bir his vardı, soğuk bir havayı hatırlar gibi. S o n
bir saat içinde bu hisse birkaç kez kapılmıştı ve endişeliydi.
Her defasında d ö n ü p arkaya bakıyordu. Bu kez Gardan, " B e n
de hissediyorum, evlat, sanki yakında bir ş e y var," dedi.
B a ş k a bir geniş şan deliğine girdiler ve Dolgan elini hava­
ya kaldırarak durdu. Cüce bir şeylere kulak kabartırken tüm
hareketler durdu. Pug ile T o m a s da dikkatle dinlediler, a m a
hiçbir ses duyamadılar. Neden sonra c ü c e , "Bir an duyduğu­
mu sandım... ama, duymadım galiba. Burada k a m p kuruyo-
mz," dedi. Yanlarında taşıdıkları y e d e k odunu ateş yakmakta
kullandılar.
Pug ile T o m a s nöbetlerini bitirdiklerinde ateşin çevresinde­
ki grubu durgun buldular. Dolgan, "Mac Mordain Cadal'in bu
b ö l ü m ü daha derindeki, kadim tünellere yakındır. Varacağı­
mız bir sonraki mağarada doğrudan eski m a d e n l e r e açılan bir­
k a ç tünel olacak. O mağarayı da geçtikten sonra, yüzeye hız­
la çıkabileceğiz. Yarın öğle vakti m a d e n d e n çıkarız," diyordu.
Borric etrafına bakındı. "Burası senin tabiatına uygun ola­
bilir, c ü c e , ama b e n burayı geride bırakınca m e m n u n olaca­
ğım," dedi.
D o l g a n güldü; gür, içten kahkahası mağara duvarlarında
yankılandı. "Bu yerin tabiatıma uymasından ç o k , b e n i m tabi­
atım bu yere uyuyor, Lord Borric. Dağların altında kolaylıkla
yolculuk edebilirim ve halkım kendini bildi bileli madencidir.
Ama s e ç e n e ğ i m olsa, zamanımı yükseklerdeki Caldara otlak­
larında sürümü otlatarak geçirmeyi ya da uzun salonda kar­
deşlerimle oturup bira içip baladlar söylemeyi yeğlerim."
Pug, "Balad söyleyerek e p e y zaman geçiriyor musunuz?"
diye sordu.
D o l g a n o n a dostça bir gülümsemeyle baktı; gözleri ateşin
ışığında parlıyordu. "Evet. Çünkü dağlarda kışlar uzun ve ç e ­
tin geçer. Sürüler bir k e z kışlık meralara alındığında y a p a c a k
az iş kalır, biz de şarkılarımızı söyler, güz birasını içer ve ba­
harı bekleriz. B u , iyi bir yaşamdır."
Pug başıyla, onayladı. "Bir gün köyünü g ö r m e k isterdim,
Dolgan."
D o l g a n her zaman hazır ve nazır olan piposundan bir n e ­
fes aldı. "Belki de bir gün görürsün, delikanlı."
G e c e yatmaya çekildiler ve Pug uykuya d o ğ m sürüklendi.
Bir defasında, gecenin köründe, ateş s ö n m e y e yüz tutmuşken
daha ö n c e ona musallat olan dondurucu hisse kapılarak uyan­
dı. B e d e n i n d e n soğuk terler süzülerek doğrulup oturdu ve et­
rafına bakındı. Görevleri başındaki muhafızların meşalelerinin
yanında ayakta durduğunu görebiliyordu. Çevresinde, uyuyan
adamların siluetleri vardı. Bir an, his yoğunlaştı, sanki kor­
kunç bir ş e y onlara d o ğ m yaklaşıyordu ve tam Tomas'ı uyan­
dıracaktı ki, geçti ve onu yorgun ve bitkin bıraktı. Y e n i d e n
yattı ve ç o k g e ç m e d e n rüyasız bir uykuda kayboldu.

Üşümüş ve kaskatı bir halde uyandı. Muhafızlar katırları


hazırlamaktaydı ve kısa bir süre içinde h e p birlikte yola çıka­
caklardı. Pug uykusundan çekilip alınmaya itiraz e d e n T o ­
mas'ı uyandırdı. "Evde mutfaktaydım, A n n e m de k o c a bir ta­
b a k dolusu sosisle üzerinden bal damlayan mısır kekleri ha­
zırlıyordu," dedi uykulu bir sesle.
Pug o n a bir peksimet fırlattı. "Bordon'a kadar bununla ida­
re etmen g e r e k e c e k . Sonra y e m e k yiyeceğiz."
Az sayıdaki eşyalarını toplayıp katırlara yükledikten sonra
yola düştüler. Y o l a devam ederlerken Pug ö n c e k i g e c e k i buz
gibi duyguyu yeniden hissetmeye başladı. His birkaç kez ge­
lip geçti. Saatler geçti ve en s o n büyük mağaraya geldiler. B u ­
rada D o l g a n onlan kısa süre için durdurarak karanlığın içine
baktı. Pug onun, "Bir an sandım ki..." dediğini duydu.
Birden Pug'ın ensesindeki tüyler diken diken oldu ve don­
durucu dehşet hissi ö n c e k i n d e n de korkunç bir şekilde onu
p e n ç e s i n e aldı. "Dolgan, Lord Borric!" diye haykırdı. "Korkunç
bir şeyler oluyor!"
Dolgan bir taş kadar hareketsiz durarak kulak kabarttı.
B a ş k a bir tünelden hafif bir i n l e m e yankılandı.
Kulgan, " B e n de bir şey hissediyorum," diye bağırdı.
Aniden ses daha yakından yine geldi, kemerli tavandan
yansıyarak n e r e d e n geldiğinin anlaşılmasını zorlaştıran, insa­
nın iliğini donduran bir iniltiydi.
"Tanrılar adına!" diye bağırdı c ü c e . "Bu bir tayf! A c e l e edin!
Bir ç e m b e r oluşturun, y o k s a üzerimize ç ö k e r ve mahvoluruz."
Gardan çocukları ö n e itti, muhafızlar da katırları mağara­
nın ortasına sürdüler. İki katırı ç a b u c a k kazıklara bağladılar ve
çılgına d ö n m ü ş hayvanların etrafında bir ç e m b e r oluşturdular.
Silahlar çekildi. Gardan kendisini iki ç o c u ğ u n arasına yerleşti­
rerek onları geriye, katırlara doğru gitmeye zorladı. İkisi de si­
lahını çekmişti, ama ellerinde kararsızlıkla tutuyordu. T o m a s
kalbinin küt küt attığını hissediyordu, Pug da s o ğ u k terle sırıl­
sıklam olmuştu. O n u p e n ç e s i n e alan dehşet, D o l g a n o n a bir
ad koyalı beri artmamıştı, ama azalmamıştı da.
Keskin bir nefes alma sesi duydular ve sağ taraflarına bak­
tılar. Bir şekil, sesi çıkaran askerin ö n ü n d e karanlığın içinden
beliriverdi: değişen bir insan silueti, siyah z e m i n d e n daha ko­
yu, gözlerinin olması g e r e k e n yerde için için yanan, k o r ışık.
Dolgan, "Birbirinize yakın durun ve yanınızdakini koru­
yun. O n u öldüremezsiniz, ama s o ğ u k demirin dokunuşundan
hoşlanmazlar. Size dokunmasına izin vermeyin, zira bedeni­
nizden yaşamınızı e m i p alır. B ö y l e beslenirler," dedi.
Yaratık a c e l e etmeye ihtiyacı y o k m u ş gibi onlara yavaşça
yaklaştı. B i r an önündeki savunmayı yoklarmışçasma durdu.
T a y f dünyadaki tüm dehşet ve çaresizliğin s e s e bürünmüş
halini andıran, başka bir alçak ve uzun inilti koyuverdi. Mu­
hafızlardan biri aniden aşağı d o ğ m bir darbe indirerek kılıcıy­
la tayfa vurdu. Kılıç değdiğinde yaratıktan tiz bir inilti koptu
ve kılıcın üzerinde bir an soğuk, mavi alevler oynaştı. Yaratık
geri çekildi, sonra muhafıza ani ve hızlı bir darbe indirdi. Göv-
desinden kolu andıran bir gölge çıktı ve muhafız bir çığlık ko­
pararak yere yığıldı.
Tayfın varlığından dehşete d ü ş e n katırlar kazıklarını ç e k e ­
rek kendilerini kurtardılar. Muhafızlar yere yıkıldı ve etrafa
kargaşa hakim oldu. Pug u ç a n toynaklarla daha fazla ilgilen­
diğinden bir anlığına tayfı g ö z d e n kaybetti. Katırlar tepişirken
Pug kendisini h e n g a m e n i n i ç i n d e n ö n ü n e geleni iterek yol
açarken buldu. Arkasından K u l g a n ' ı n sesini duydu ve büyücü­
nün Prens Arutha'nın yanında d u r d u ğ u n u gördü. "Hepiniz bir
arada durun," diye buyurdu b ü y ü c ü . Büyücüye itaat eden
Pug, b a ş k a bir muhafızın çığlığı da galeride yankılanırken di­
ğerleriyle birlikte Kulgan'ın ç e v r e s i n i sardı. Bir an sonra çev­
relerinde, Kulgan'ın b e d e n i n d e n yayılan, büyük bir beyaz du­
man bulutu belirmeye başladı. B ü y ü c ü , "Katırları geride bırak­
mamız gerek," dedi. "Yaşayan ö l ü dumanın içine girmez, ama
dumanı uzun süre bir arada t u t a m a m ve yürüyerek uzaklaşa-
mam. Şimdi kaçmamız şart!"
Dolgan mağaranın girdikleri tarafının tam karşısındaki bir
tüneli işaret etti. "Gitmemiz g e r e k e n y ö n orası." Kafile bir ara­
da durmaya ö z e n göstererek t ü n e l e doğru ilerlemeye başla­
mıştı ki, dehşet dolu bir anırtı k o p t u . Y e r d e b e d e n l e r yatıyor­
du: ölen muhafızların yanı sıra iki katır. Siyah şekil kafileye
yaklaşırken, yere düşen m e ş a l e l e r titreşiyor, sahneye bir ka­
bus havası katıyordu. D u m a n ı n kıyısına varan tayf dumana
d o k u n u n c a geriledi. B e y a z d u m a n a giremeyerek ya da girmek
istemeyerek, sınırında dolanıyordu.
Pug yaratığın arkasına baktı ve içi bulandı.
Yaratığın arkasında, elinde tuttuğu meşalenin ışığında T o ­
mas durmaktaydı. T o m a s yaratığın ötesindeki Pug'a ve kaçan
kafileye çaresizlikle baktı. Pug'ın gırtlağından "Tomas!" sözcü-
ğü, ardından da bir hıçkırık koptu.
Kafile kısa bir an durdu ve Dolgan, "Duramayız. Ç o c u k uğ­
runa hepimiz ölürüz. Y o l u m u z a d e v a m etmeliyiz," dedi. Arka­
daşına yardım e t m e k için ö n e d o ğ m hamle e d e n Pug'ın o m ­
zunu bir el kararlılıkla kavradı. Arkasına baktı ve o n u tutanın
Gardan olduğunu gördü. "Onu bırakmak zorundayız, Pug,"
dedi a b a n o z yüzünde ciddi bir ifadeyle. " T o m a s bir asker. B u ­
nu anlıyor." Pug çaresizce sürüklendi. Tayfın bir an arkaların­
dan geldiğini, sonra da d u m p T o m a s ' a döndüğünü gördü.
Artık Pug'ın haykırışlarından mı, kötücül bir histen mi ha­
b e r aldığı bilinmez, yaşayan ölü yaratık T o m a s ' a d o ğ m yürü­
m e y e başlayarak o n a ağır ağır yaklaştı. Ç o c u k tereddüt etti,
sonra da arkasını d ö n ü p b a ş k a bir tünele d o ğ m koştu. T a y f
bir çığlık atarken o n u n p e ş i n e düştü. Pug T o m a s ' ı n meşalesi­
nin ışığının tünelde kaybolduğunu, sonra da titreyerek karan­
lığa karıştığını gördü.

T o m a s , Gardan Pug'ı ç e k e r e k uzaklaştırırken arkadaşının


yüzündeki acı dolu ifadeyi gördü. Katırlar kazıklarından kur­
tulduğunda diğerlerinden uzaklaşmıştı ve onlardan ayrı düş­
müş olduğunu fark etti. Tayfın etrafından dolaşmak için bir
yol aradı, ama yoldaşlarının girdiği g e ç i d e ç o k yakındı. Kul­
gan ile diğerleri tünele k a ç a r k e n T o m a s tayfın o n a d o ğ m dön­
düğünü gördü. Yaratık o n a yaklaşmaya başladı ve T o m a s bir
an tereddüt ettikten sonra b a ş k a bir tünele d o ğ m koştu.
T o m a s geçitte k a ç a r k e n gölgeler ve ışık duvarlarda çılgın
danslar ediyor, ayak sesleri karanlıkta yankılanıyordu. Meşale­
sini sol elinde sıkı sıkı tutmuş, sağ eliyle kılıcını kavramıştı.
O m z u n u n üzerinden geriye baktı ve yanan iki kırmızı g ö z ü n
onu izlediğini gördü, a n c a k arayı kapatıyor gibi bir halleri
yoktu. B o y u n e ğ m e z bir azimle, Beni yakalarsa, Crydee'deki
en hızlı koşucuyu yakalamış olur, diye düşündü. Uzun, e s n e k
adımlarla koşmaya başlayarak gücünden ve nefesinden tasar-
ruf yaptı. Arkasını d ö n ü p yaratıkla yüz yüze kalırsa, kesinlik­
le öleceğini biliyordu. İlk baştaki korkusu azaldı ve zihnine
soğuk bir berraklığın, m ü c a d e l e etmenin faydasız olduğunu
bilen avın kurnaz mantığının, hakim olduğunu hissetti. T ü m
enerjisi k a ç m a y a yönelmişti. Yaratıktan m ü m k ü n olan h e r yol­
la kurtulmaya çalışacaktı.
Bir yan koridora girip koşarak ilerledi, bir taraftan da tay­
fın onu izleyip izlemediğini kontrol ediyordu. Y a n a n kırmızı
gözler döndüğü tünelin ucunda durdular ve tekrar peşine
düştüler. Yaratıkla aralarındaki mesafe artmış gibiydi. T o ­
mas'ın aklından, p e k çoklarının yaratığın elinde, k a ç a m a y a c a k
kadar korktukları için ölmüş olabilecekleri düşüncesi geçti.
Tayfın gücü doğurduğu, insanı hissiz bırakan dehşette yatıyor­
du.
B a ş k a bir koridor ve b a ş k a bir d ö n e m e ç . T a y f hâlâ arka-
sındaydı. Ö n ü n d e b ü y ü k bir mağara vardı ve T o m a s tayfın ka­
fileye saldırdığı mağaraya girdiğini fark etti. Etrafından dolaş­
mış ve b a ş k a bir tünelden girmişti. Zeminde seğirtirken yolu­
nun üzerinde yatan katırlar ve muhafızların cesetlerini gördü.
Y e n i bir m e ş a l e kapmaya y e t e c e k kadar kısa bir süre durdu,
çünkü kendi meşalesi s ö n m e y e yüz tutmuştu ve ateşi diğeri­
ne aktardı.
Arkasına baktığında yaşayan ölü yaratığın aralarındaki m e ­
safeyi kapattığını gördü ve yeniden k o ş m a y a başladı. G ö ğ s ü n ­
de bir umut kıvılcımı vardı, ç ü n k ü D o l g a n bu mağaradan yü­
zeye çıkan yolun düz olduğunu söylemişti. Y ö n ü n ü şaşırmış
olmasına ve e m i n olamamasına rağmen, doğru olduğunu dü-
şündüğü tünele saptı.
Avını elinden bir kez daha kaçıran tayf öfkeyle inledi ve
o n u n peşine düştü. T o m a s , uzun bacakları açılır, ö n ü n d e k i
mesafeyi yutarken dehşetinin c o ş k u n u n kıyısında dolaştığını
hissetti. Eski gücünü yeniden topladı ve kendisine sabit bir
t e m p o belirledi. Hayatında hiç bu denli hızlı koşmamıştı, ama
hiç b ö y l e bir n e d e n i de olmamıştı.
O n a sonsuzluk gibi gelen bir süre koştuktan sonra, birbi­
rine yakın, bir dizi yan tünele yaklaştığını gördü. Umudunun
söndüğünü hissetti, çünkü bu c ü c e n i n bahsettiği düz yol de­
ğildi. Tünellerden birini rast gele s e ç e r e k bir geçide saptı ve
yakında başka tünellerin de olduğunu gördü. Birkaç tüneli da­
ha aştıktan sonra, elinden geldiğince ç a b u k d ö n e r e k geçitler
labirentinin içinden d ö n e d ö n e ilerledi. B u n u n gibi iki tünelin
arasında oluşan duvarın altından başını e ğ e r e k g e ç e r k e n bir
an durdu ve nefesini topladı. Kulak kabarttığında tek duyabil­
diği kendi küt küt atan kalbinin sesi oldu. Buraya gelirken ar­
kaya b a k a m a y a c a k kadar meşguldü ve tayfın n e r e d e olduğun­
dan e m i n olamıyordu.
Birden koridorların aşağısında, uzaktan gelen, tiz bir öfke
çığlığı belli belirsiz yankılandı. T o m a s tünelin zeminine çöktü
ve b e d e n i n i n halsizleştiğini hissetti. D a h a da hafif bir çığlık
yankılandı ve T o m a s tayfın izini kaybettiğine ve b a ş k a bir
y ö n d e hareket ettiğine emin oldu.
Bir rahatlama duygusu tüm gövdesini kapladı, n e r e d e y s e
gülecekti. Bu hissin h e m e n ardından, durumunu kavradı.
Doğrulup oturdu ve durum değerlendirmesi yaptı. Y o l u n u bu­
lup gerideki ölü hayvanlara ulaşabilirse, hiç değilse yiyeceği
ve suyu olurdu. Ama ayağa kalkarken mağaranın n e r e d e ol­
duğu k o n u s u n d a hiçbir fikri olmadığını fark etti. Geçtiği dö-
nemeçleri saymadığı için kendisine küfrederek g e n e l d e izledi­
ği yolu hatırlamaya çalıştı. Kendisine daha ç o k sağa döndüğü­
nü hatırlattı, adımlannı daha ç o k sola doğru izlerse, şan deli­
ğine açılan ç o k sayıda tünelden birini bulması gerekirdi. İlk
d ö n e m e c i n ardına ihtiyatla b a k a n T o m a s , geçitler labirentinde
yolunu arayarak ilerlemeye başladı.

B i l i n m e y e n bir sürenin sonunda T o m a s durdu ve tayftan


kaçtıktan sonra geldiği ikinci b ü y ü k mağarada d u m p etrafına
bakındı. İlk mağara gibi bunda da katırlar ve adamlar - v e
ümit ettiği y i y e c e k ile s u - yoktu. T o m a s kesesini açtı ve yü­
rürken k e m i r m e k üzere sakladığı küçük peksimeti çıkardı. B u ,
açlığını gidermeye p e k yaramadı.
Bitirdiğinde yeniden yola düşerek çıkış yoluna dair bir ipu­
cu aramaya başladı. Meşalesinin s ö n m e s i n e az bir zaman kal­
dığım biliyor, ama ö y l e c e oturup karanlıkta adsız bir ölümü
beklemeyi reddediyordu.
Bir süre sonra T o m a s tünelde yankılanan su sesi duydu.
Açlığının kırşkırtmasıyla aceleyle ilerlerken, büyük bir mağa­
raya, tahminince en büyük olanına girdi. Uzaklardan Mac
Mordain Cadal çavlanlarınm belli belirsiz kükreyişini duyabi­
liyordu, a n c a k hangi y ö n d e n geldiğine emin olamıyordu. Ka­
ranlığın içinde, yukarılarda bir yerde, iki gün ö n c e tuttukları
yol uzanıyordu. T o m a s içinin burkulduğunu hissetti, toprakta
düşündüğünden de derine batmıştı.
T ü n e l genişleyerek bir çeşit merdiven sahanlığına açıldı ve
sürekli mağaranın duvarlarına çarpıp durarak etrafı alçak yan­
kılarla dolduran, görünüşte b ü y ü k bir gölün ardında kaybol­
du. T o m a s ç a b u c a k dizlerinin üzerine ç ö k ü p içti. Suda zengin
bir mineral tadı vardı, ama berrak ve tatlıydı.
Uyluklarının üzerine oturarak çevresine bakındı. Merdiven
sahanlığının zemini sıkıştırılmış toprak ile kumdu ve doğaldan
ziyade biçimlendirilmiş gibiydi. T o m a s cücelerin yeraltı gölü­
nü g e ç m e k için tekneler kullanmış olabileceğini tahmin etti,
ancak öteki kıyıda ne olduğunu a n c a k merak edebiliyordu.
Sonra aklına gölün karşı kıyısına g e ç m e k için t e k n e kullanan­
ların c ü c e l e r d e n başkası olabileceği düşüncesi geldi ve yeni­
den korktu.
Sol tarafında, merdiven sahanlığı ile mağara duvarının bir­
leştiği bir noktaya yaslanmış bir odun yığını fark etti. Y a n m a
giderek birkaç parça çekti ve bir ateş yaktı. Odunlar daha çok,
tünelleri dayaklamakta kullanılan kereste parçalarından oluşu­
yordu, ama araya karışmış birkaç dal ve sürgün vardı. B u n l a ­
rı çavlanlar yukarıdan, nehrin dağa girdiği y e r d e n getirmiş ol­
malı, diye düşündü. Yığının altında bazı lif biçimli otların y e ­
tiştiğini gördü. Bitkilerin güneş ışığı olmadan büyüyebilmele­
rine hayret e d e n ç o c u k , yine de haline şükrediyordu, zira on­
ları kılıcıyla kestikten sonra, odun parçalarının etrafına otları
sararak k a b a saba meşaleler yapabildi. Kılıç kemerini kullana­
rak bunları bir demet halinde bağladığından kınından v a z g e ç ­
m e k zorunda kaldı. Nihayet, diye düşündü, biraz daha ışık
bulacağım. Nereye gittiğini g ö r m e k için fazladan z a m a n ka­
z a n m a k içini rahatlatıyordu.
K ü ç ü k ateşine daha b ü y ü k kereste parçaları attı ve ç o k
g e ç m e d e n ateş kükreyerek harlandı. Mağara aniden aydınlan­
dı ve T o m a s arkasını döndü. Bir tür mineral ışığı yakalayıp y e ­
niden yansıttığı, sonra da y e n i d e n yakaladığından, mağaranın
tamamı parıltılı bir ışıkla alazlanıyordu. Duvarlar ve tavandan
çağlayan gibi dökülen, mağaranın tümüne g ö z alabildiğine
perimsi bir nitelik katan, parıltılı bir gökkuşağıydı bu.
T o m a s bir dakika b o y u n c a huşu içinde durarak manzarayı
doya doya seyretti, çünkü g ö r m e k t e olduğu şeyi asla sözcük­
lerle betimleyemeyeceğini biliyordu. Aklına bu görüntüye ta­
nık olan y e g a n e insanın kendisi olabileceği düşüncesi geldi.
Gözlerini manzaranın ihtişamından ayırmak zordu, ama
T o m a s kendisini zorladı. Fazladan aydınlığı içinde bulunduğu
bölgeyi i n c e l e m e k için kullandı. Merdiven sahanlığının ötesin­
de hiçbir şey yoktu, ama sol tarafta, kumluğun uzak u c u n d a
mağaradan ayrılan b a ş k a bir tünel fark etti.
Meşalelerini bir araya topladı ve merdiven sahanlığında
yürüyerek ilerledi. T ü n e l e ulaştığında, k u m keresteler ç a b u ­
cak yanıp bittiğinden, ateşi söndü. B a ş k a bir m u h t e ş e m gö­
rüntü duyularına hücum etti, zira mücevheri andıran duvarlar
ve tavan ışıldamaya devam ediyordu. Pırıltılar ağır ağır sola­
rak, mağara meşalesi ile hızla s ö n e n ateşinin kızıl şavkı dışın­
da bir kez daha karanlığa gömüldü.
Diğer tünele ulaşmak için uzanması gerekiyordu, ama bu­
nu kılıcını veya meşalelerini düşürmeden ya da çizmelerini ıs­
latmadan becerdi. Sırtını mağaraya v e r e r e k yolculuğuna kaldı­
ğı yerden yeniden başladı.
Meşalesinin ışığı giderek azalırken saatlerce yolculuk etti.
Yeni meşalelerden birini yaktı ve verdiği ışığın tatminkar ol­
duğunu gördü. Hâlâ korkuyordu, ama bu koşullarda soğuk­
kanlılığını koruduğu için kendisiyle gurur duyuyordu ve Kılı-
çustası F a n n o n ' u n da yaptıklarını onaylayacağından emindi.
Bir süre yürüdükten sonra bir yolağzına geldi. T o z d a bir
yaratığın kemiklerini buldu, kaderinin ne olduğunu b i l m e k
imkansızdı. Oradan uzaklaşan b a ş k a bir yaratığın izlerini fark
etti, ama bunlar eskilikten silinmişti. Net bir yol bulma ihtiya­
cından b a ş k a bir şey d ü ş ü n m e d e n T o m a s bunları izledi. Ç o k
g e ç m e d e n onlar da tozda kayboldular.
Zamanı anlamasının hiçbir yolu yoktu, ama artık g e c e n i n
ilerleyen saatlerinde olması gerektiğini düşündü. Bu geçitler­
de bir zamansızlık hissi vardı ve ç o k g e ç m e d e n kendini geri
dönüşü olmayan bir şekilde k a y b o l m u ş hissetti. Panik tohum­
ları olduğunu hissettiği duyguyu bastırmaya çabalayarak yürü­
m e y e d e v a m etti. Zihnini e v e dair hoş anılarla ve g e l e c e k düş­
leriyle oyaladı. Bir çıkış yolu bulacak ve yaklaşan savaşta bü­
yük bir kahraman olacaktı. Ve en aziz tuttuğu düşü de, Elvan-
dar'a yolculuk e t m e k ve elflerin güzel hanımını y e n i d e n gör­
mekti.
Aşağı doğru inen tüneli izledi. Bu b ö l g e diğer mağaralar ve
tünellerden farklı gibiydi; biçimlendirilişi diğerlerine b e n z e m i ­
yordu. Dolgan'ın b u n u n böyle olup olmadığını ve bu işi ya­
panın kim olduğunu söyleyebileceğini düşündü.
B a ş k a bir mağaraya girdi ve etrafına bakındı. Mağaraya açı­
lan tünellerden bazıları bir adamın dik yürüyerek g e ç e b i l e c e ­
ği yüksekliğe anca sahipti. Diğerleri bir bölük askerin, omuz­
larında uzun mızraklarıyla, y a n yana on kişi yürüyebileceği
genişlikteydi. B u n u n küçük tünelleri cücelerin inşa ettiği ve
bunlardan birini izleyerek yukarı, y ü z e y e çıkabileceği anlamı­
na geldiğini ümit etti.
Etrafına bakınarak, sıçrama mesafesinde, dinlenebileceği
bir kaya çıkıntısı gördü. Y a n m a gitti ve kılıcıyla m e ş a l e d e m e ­
tini üzerine fırlattı. D a h a sonra meşalesini s ö n d ü r m e m e k için
usulca yukarı attı ve kendisini de yukarı çekti. D ü ş m e d e n üze­
rinde u y u n a b i l e c e k kadar genişti. Duvarın iki metre yukarısın­
da, çapı yaklaşık bir metre olan, k ü ç ü k bir delik vardı. Delik­
ten aşağı b a k a n T o m a s ç a b u c a k içinde ayakta durabileceği ka­
dar genişlediğini ve karanlığa doğru uzandığını gördü.
H e m e n yukarısında pusuya yatmış hiçbir şey olmadığına,
aşağıdan gelen herhangi bir şeyin de onu uyandıracağına
emin olduğundan, T o m a s cüppesine sarındı, başını eline yas­
ladı ve meşaleyi söndürdü. Korkuyordu, ama günün bitkinliği
onu ç a b u c a k uyuttu. İçin için yanan kırmızı gözlerin onu so­
nu gelmeyen koridorlar b o y u n c a izlediği huzursuz rüyalar gö­
rerek ve dehşete boğularak uyudu. Rüyasında dinlenebilece­
ği, kızıl-altm rengi saçları ve soluk mavi gözleri olan bir kadı­
nın bakışları altında, kendini güvende hissettiği, yeşil bir yere
g e l e n e kadar koştu.
Adı konulamayan bir s e s e irkilerek uyandı. Ne kadar uyu­
duğu konusunda hiçbir fikri yokUı, ama bedeninin gerekirse
yeniden koşabilmesine y e t e c e k kadar uyumuş gibi hissediyor­
du. Karanlıkta etrafını yoklayarak meşalesini buldu ve k e s e ­
sinden çakmaktaşıyla çelik çıkardı. Meşalenin dolgusuna kıvıl­
cımlar çakıp tutuşturdu. Meşaleyi ç a b u c a k kendisine yanaştır­
dı ve kıvılcımı üfleyerek aleve dönüştürdü. Etrafına baktığına
mağaranın değişmemiş olduğunu gördü. T e k duyduğu, kendi
hareketlerinin belli belirsiz yankısıydı.
Hayatta kalma şansı bulmasının, a n c a k ilerlemeye devam
etmesi ve yukarıya d o ğ m yolunu bulması durumunda müm­
kün olduğunu anladı. Ayağa kalktı ve kaya çıkıntısından aşa­
ğı inecekti ki, yukarıdaki delikten hafif bir gürültü geldi.
Delikten aşağı baktı, ama hiçbir şey göremedi. Tekrar ha­
fif bir ses geldi ve T o m a s kendisini zorlayarak b u n u n ne ol­
duğunu duymaya çalıştı. Neredeyse ayak sesine benziyordu,
ama emin olamadı. Az kaldı seslenecekti, ama kendisini tuttu,
zira b u n u n kendisini b u l m a k için geri d ö n m ü ş arkadaşları ol­
duğunun bir garantisi yoktu. Hayal gücü o n a diğer p e k ç o k
olasılık sunuyordu ve bunların hepsi de n a h o ş şeylerdi.
Bir an düşündü, sonra kararını verdi. Sesi çıkaran her ney­
se, o n u m a d e n l e r d e n çıkarabilirdi, sırf takip e d e c e ğ i bir iz bı­
rakarak bile olsa. O n a daha çekici gelen başka bir s e ç e n e k ol­
madığından, kendisini ufak deliğe ç e k e r e k yeni tünele girdi.
KURTARMA

Madenden çıkan kafile keyifsizdi.


Hayatta kalanlar bitkin bir halde yere çöktüler. Pug, T o ­
mas'ın kaçmasından beridir saatlerce gözyaşlarıyla m ü c a d e l e
etmişti, a n c a k artık ıslak toprağa uzandı ve kendisini kaskatı
hissederek gri gökyüzüne baktı. Tayfı uzaklaştırmak için kul­
landığı büyü yüzünden enerjisi tamamen tükenmiş olan Kul­
gan'ın durumu en kötüsüydü. Y o l u n büyük b ö l ü m ü n d e omuz­
larda taşınmıştı ve onu taşıyanların da yüklerinin bedelini ö d e ­
diği belliydi. Bir ateş yakıp n ö b e t b e k l e y e n Dolgan dışında
hepsi de bitkinlik içinde uykuya daldılar.
Pug konuşanların sesine ve berrak, yıldızlı bir g e c e y e
uyandı. Pişen y e m e k kokusu onu selamladı. Gardan ile geriye
kalan üç muhafız uyandığında, Dolgan diğerlerine göz kulak
olma işini onlara devretmiş ve kapan kurarak bir tel dolusu
tavşan yakalamıştı. Bunlar bir ateşin üzerinde kızarıyordu. D e ­
rinden horlamakta olan Kulgan dışındakiler uyandılar.
Arutha ile Dük ç o c u ğ u n uyandığını gördüler ve Prens
o n u n oturmakta olduğu yere geldi. Dük'ün küçük oğlu, kara
kulak asmayarak yere, c ü p p e s i n e sarınmış olan Pug'ın yanına
oturdu. "Kendini nasıl hissediyorsun, Pug?" diye sordu Arutha,
gözlerinden duyduğu ilgi okunuyordu.
Pug Arutha'nın müşfik yanını ilk kez görüyordu. Konuşma­
ya çalıştı ve yaşların gözlerine dolduğunu hissetti. T o m a s ken­
dini bildi bileli dostu, dosttan ç o k kardeşi olmuştu. K o n u ş m a ­
ya çalışınca, gırtlağından onu sarsan, k o c a hıçkırıklar koptu ve
sıcak, tuzlu gözyaşlarının ağzına aktığını hissetti.
Anıtha kolunu Pug'ın o m z u n a sararak ç o c u ğ u n omzunda
ağlamasına izin verdi. İlk üzüntü dalgası geçtiğinde Prens, "Bir
dostu k a y b e t m e n i n yasını tutmakta yanlış bir şey yok, Pug.
B a b a m da, b e n de acını paylaşıyoruz," dedi.
D o l g a n da gelip Prens'in yanında durdu. " B e n de öyle,
Pug, çünkü o sempatik bir delikanlıydı. Hepimiz kaybını pay­
laşıyoruz," dedi. C ü c e aklından bir şey geçirir gibi göründü,
sonra da D ü k l e konuştu.
Kulgan yeni uyanmış, kış uykusundan kalkan bir ayı gibi
doğrulup oturmuştu. Etrafta olup bitenleri anladı ve Amtha'yı
Pug'ın yanında görünce, ağrıyan mafsallarını ç a b u c a k unutup
yanlarına gitti.
Söyleyebilecekleri p e k bir şey yoktu, ama gösterdikleri ya­
kınlık Pug'ın içini rahatlatıyordu. Nihayet toparlandı ve kendi­
sini Prens'ten ç e k e r e k uzaklaştırdı. "Teşekkür ederim, Majeste­
leri," dedi burnunu ç e k e r e k . "İdare ederim."
Ateşin yanındaki Dolgan, Gardan ile D ü k ' e katıldılar. B o r ­
ric c ü c e n i n söylediği bir şey üzerine kafasını iki yana sallıyor­
du. "Cesaretin için teşekkür ederim, Dolgan, ama b u n a izin
veremem."
D o l g a n piposundan bir nefes çekti, sakalını dostça bir gü­
l ü m s e m e böldü. "Ya b e n i nasıl engellemeyi düşünüyorsunuz,
Majesteleri? G ü ç kullanarak değil, herhalde."
Borric başını iki yana salladı. "Hayır, elbette değil. Ama git­
m e k aptallığın en büyüğü olur."
Kulgan ile Arutha birbirlerine soran bakışlar attılar. Soğuk,
hissiz bir dünyada kaybolduğundan, Pug onlara p e k dikkat et­
miyordu. D a h a yeni uyanmış olmasına rağmen, kendini yeni­
den uyumaya hazır hissediyor, uykunun verdiği ılık, yumuşak
rahatlamayı arıyordu.
Borric onlara, "Bu çılgın c ü c e madenlere geri d ö n m e y e ni­
yetleniyor," dedi.
Kulgan ile Arutha itirazlarını dile getiremeden Dolgan, "Bu­
nun cılız bir ümit olduğunu biliyorum, ama ç o c u k kötü ruhtan
kaçabilmişse, kaybolmuş ve yalnız dolanıyor olacaktır. Orada
bir çocuğunki şöyle dursun, bir c ü c e n i n ayaklarının bile hiç
basmadığı tüneller vardır. Bir g e ç i d e girdiğimde, dönüş yolu­
nu bulmakta zorlanmam, ama Tomas'ta böyle bir doğal his
yok. İzini bulabilirsem, onu da bulabilirim. Madenlerden kaç­
ma şansı olacaksa, b e n i m rehberliğime ihtiyaç duyacaktır.
Eğer yaşıyorsa ç o c u ğ u e v e getireceğim, b u n a Caldara köyü­
nün şefi, Dolgan Tagarson söz veriyor. D e n e m e d i k ç e bu kış
uzun salonumda dinlenemem," dedi.
Cücenin sözleri Pug'ı uyuşukluğundan sıyırmıştı. "Onu bu­
labileceğini düşünüyor musun, Dolgan?"
"Bulabilirsem bulabilirim," dedi. Eğilerek Pug'a yaklaştı.
"Fazla umutlanma, çünkü Tomas'ın tayftan kaçmış olması kü­
çük bir ihtimal. Aksini söylersem, sana kötülük etmiş olurdum,
oğlum." Pug'ın gözlerinde yaşların yeniden toplandığını gö­
rünce ç a b u c a k ekledi, "Ama bir yolu varsa, onu bulacağım."
Keder ile yenilenen umut arasında bir orta yol bulmaya ça­
lışan Pug başıyla onayladı. Uyarıyı anlıyordu, ama yine de
Dolgan'ın girişiminin sunduğu ufak umut kıvılcımından vazge-
çemiyordu.
Dolgan kalkanıyla baltasının durduğu yere gidip onları eli-
ne aldı. "Gün doğduğunda tepelerden inip ağaçların arasından
g e ç e n yolda hızla ilerleyin. Yeşil Y ü r e k gibi olmasa da, bu yer­
de küçük bir kafile için b o l b o l tehlike bulunur. Yolunuzu
kaybederseniz, yönünüzü doğuya çevirin. B o r d o n ' a giden yo­
lu bulursunuz. Oradan itibaren iş üç günlük yürüyüşe kalır.
Tanrılar sizi korusun."
Borric başıyla onayladı ve Kulgan gitmeye hazırlanan cü­
cenin yanına gitti. Dolgan'a bir k e s e uzattı. "Kasabada tütün
bulabilirim, c ü c e dostum. Lütfen bunu al."
Dolgan aldı ve Kulgan'a gülümsedi. "Teşekkür ederim, bü­
yücü. Sana borçluyum."
Borric gelip cücenin ö n ü n d e durdu ve elini o m z u n a koy­
du. "Sana borçlu olan bizleriz, Dolgan. Crydee'ye yolun düşer­
se sana vaat ettiğimiz yemeği yiyeceğiz. Daha fazlası da ola­
cak. Talih senden yana olsun."
"Teşekkür ederim, Lord Cenaplan. D ö n gözle b e k l e y e c e ­
ğim." D o l g a n başka tek kelime e t m e d e n Mac Mordan Cadal'in
karanlığına yürüdü.

D o l g a n ölü katırların yanında, yiyecek, su ve bir m e ş a l e al­


maya y e t e c e k kadar durdu. Cücenin yeraltında yolunu bulmak
için ışığa ihtiyacı yoktu - h a l k ı uzun zaman ö n c e b a ş k a duyu­
larını karanlığa uyumlulaştırmıştı. A n c a k istenmeyen yaratıkla­
rın ilgisini üzerine ç e k m e n i n riski ne kadar büyük olursa ol­
sun, ç o c u k ışığı görebilirse, T o m a s ' ı bulma şansını artırır, diye
düşünüyordu. Hâlâ hayatta olduğunu varsayarsak, diye için­
den ekledi keyifsizce.
T o m a s ' ı en s o n gördüğü tünele giren Dolgan, ç o c u ğ u n ge­
çişinin izlerini aradı. T o z inceydi, ama yer yer ufak bir düzen­
sizlik, belki bir ayak izi olabilecek bir şeyi çıkarabiliyordu. Y o -
la devam e d e n c ü c e , ç o c u ğ u n ayak izlerinin açıkça belirli ol­
duğu, daha tozlu geçitlere geldi. Aceleyle bunları izledi.
Dolgan birkaç dakika sonra aynı mağaraya geldi ve küfret­
ti.
Tayfla yapılan dövüşün n e d e n olduğu tüm karışıklıklar ara­
sında ç o c u ğ u n ayak izlerini yeniden bulma konusunda p e k
ümidi yoktu. Kısa bir süre durduktan sonra, mağaradan çıkan
tüm tünellerde işaret aramaya koyuldu. Bir saat sonra mağara­
dan çıkan, ilk girdiği yerin sağındaki bir tünelden g e ç e n tek
bir ayak izi gördü. İzi takip ettiğinde geniş aralıklarla birkaç
ayak izi daha buldu ve ç o c u ğ u n koşuyor olması gerektiğine
karar verdi. Aceleyle yoluna devam etti ve geçit daha tozlu bir
hal aldığında daha b a ş k a izler de gördü.
Dolgan göldeki mağaraya geldi ve izi neredeyse yeniden
kaybedecekti ki, merdiven sahanlığının yakınındaki tüneli gör­
dü. Suyun içinde bin bir zahmetle yürüyerek kendini geçide
doğru çekti ve Tomas'ın izlerini gördü. Meşalesinden yayılan
hafif ışık mağaradaki kristalleri aydınlatmak için yeterli değil­
di. Ama dikkatini ç o c u ğ u bulmaya öylesine vermişti ki, öyle
bile olsa d u m p manzarayı hayranlıkla izlemezdi.
Aşağıya inen geçidi izledi, hiç d u m p dinlenmeden. T o ­
mas'ın tayfı çoktan geride bıraktığım biliyordu. Yolculuğunun
büyük b ö l ü m ü n d e daha ağır bir t e m p o izlediğine dair işaret­
ler vardı: Tozdaki ayak izleri yürüdüğünü, soğuk k a m p ateşi
ise mola verdiğini gösteriyordu. Ama burada tayf dışında,
o n u n kadar dehşet verici başka tehlikeler de vardı.
Dolgan son mağarada izi bir kez daha kaybetti ve ancak iz­
lerin sona erdiği yerin yukarısındaki kaya çıkıntısını gördüğün­
de bulabildi. Buraya tırmanmakta zorlandı, ama başardığında,
çocuğun meşalesini söndürdüğü yerdeki isi gördü. T o m a s bu-
rada dinlenmiş olmalıydı. Dolgan etrafındaki b o ş mağaraya
baktı. Dağlann bu kadar aşağısında hava hareket etmiyordu.
Bu tür şeylere alışık olan c ü c e için bile burası insanın sinirleri­
ni b o z a n bir yerdi. Kaya çıkıntısının üzerindeki-siyah ize bak­
tı. Ama T o m a s burada ne kadar kalmıştı ve nereye gitmişti?
Dolgan duvardaki deliği gördü ve çıkıntıdan uzaklaşan
ayak izi olmadığından, Tomas'ın gittiği yerin burası olduğuna
karar verdi. Tırmanarak delikten geçti ve aşağı, dağın iç kısım­
larına açılan daha büyük bir g e ç i d e açılana kadar ilerledi.
Dolgan bir g n ı p ayak izine b e n z e y e n bir şeyi izledi, sanki
bir grup adam bu tarafa gelmiş gibiydi. Tomas'ın ayak izleri de
bunlara karışmıştı ve endişelendi, zira ç o c u k bu yoldan diğer­
lerinden ö n c e ya da sonra ya da onlarla birlikte geçmiş olabi­
lirdi. Ç o c u k birisinin elinde tutsaksa, Dolgan her saniyenin ha­
yati ö n e m taşıdığını biliyordu.
Tünel d ö n e r e k aşağı indi ve ç o k g e ç m e d e n sıkıca bir ara­
ya getirilmiş ve pürüzsüz bir hal alana d e k parlatılmış, b ü y ü k
taş bloklardan yapılmış bir salona dönüştü. T ü m yaşamı b o ­
yunca b u n u n bir benzerini görmemişti. Geçit düzleşti ve Dol­
gan sessizce yürüdü. Taş sert ve tozsuz olduğundan izler kay­
bolmuştu. Başının ç o k üzerinde Dolgan tavandan zincirlerle
sarkıtılmış birkaç kristal şamdanın birincisini seçebildi. Mum­
ların yakılabilmesi için bir palangayla indirilebiliyorlardı. Çiz­
melerinin sesi yüksek tavandan b o ş bir yankıyla döndü.
Geçidin uzak ucunda tahtadan yapılmış, demirden şeritleri
ve büyük bir kilidi olan bir kapı g ö z ü n e çarpu. Kapının kanat­
ları açıktı ve içeriden ışığın geçtiği görülüyordu.
Dolgan hiç ses çıkarmadan kapının yanına süzüldü ve i ç e ­
ri baktı. Gördükleri karşısında ağzı açık kaldı, kalkanı ile bal­
tasını gayn ihtiyari çekti.
Altın paralardan ve bir insanın yumruğu büyüklüğündeki
mücevherlerden oluşan bir yığının üzerinde T o m a s oturuyor,
balığa b e n z e y e n bir şey yiyordu. Karşısında Dolgan'ın gözle­
rine inanamamasma yol a ç a n bir şekil ç ö m e l e r e k oturmuştu.
Ufak bir at arabası boyutundaki bir kafa yerde duruyordu.
Koyu altın rengindeki, her biri bir kalkan büyüklüğündeki
pullar üzerini kaplamıştı ve uzun, kıvrak b o y n u devasa salo­
nun loşluğuna d o ğ m uzanan k o c a m a n bir g ö v d e d e son bulu­
yordu. Sırtında sarkan uçları yere değen dev kanatlar kapalı
duruyordu. Başında, narin görünümlü, gümüşi beneklerle
kaplı bir sorguçla ayrılan, iki sivri kulak duruyordu. Yaratığın
uzun ağız b ö l ü m ü n d e , her biri bir kılıç boyundaki keskin diş­
lerini ortaya seren, kurdumsu bir gülümseme vardı ve uzun di­
li ani bir hareketle saklayarak dışarı çıktı.
Dolgan kendisini esir alan k a ç m a isteğini bastırdı, zira T o ­
m a s oturuyor ve görünüşe bakılırsa c ü c e ahalisinin en korku­
lan ve eski düşmanıyla yemeğini paylaşıyordu-, büyük bir ej­
derhayla. Ö n e adım attı ve çizmeleri taş zeminde çatırdadı.
T o m a s sese döndü ve ejderin k o c a başı yerden kalktı. Y a ­
kut renkli devasa gözleri küçük davetsiz misafiri süzdü. T o m a s
yüzünde bir mutluluk ifadesiyle ayağa fırladı. "Dolgan!" Hazi­
ne yığınından aşağı indi ve c ü c e y e doğru seğirtti.
Ejderin sesi b ü y ü k salonda gümbürdeyerek, vadideki g ö k
gürültüsü gibi yankılandı. "Hoş geldin, c ü c e . Arkadaşın b a n a
onu terk etmeyeceğini söylemişti."
T o m a s c ü c e n i n ö n ü n d e d u m p bir düzine soruyu sıralarken
Dolgan'ın duyuları sersemlemiş bir haldeydi. Çocuğun arka­
sında tüm ejderlerin prensi sessizce oturmuş, konuşmayı göz­
lemliyordu ve c ü c e her zamanki soğukkanlılığım korumakta
güçlük çekiyordu. T o m a s ' ı n somlarından p e k bir ş e y anlama-
yan D o l g a n ejderi daha iyi görebilmek için ç o c u ğ u nazikçe ya­
na itti. "Yalnız geldim," dedi ç o c u ğ a usulca. "Diğerleri arama­
yı b a n a bırakmaya isteksizdi, ama görev ç o k önemli olduğun­
dan, yola devam etmeleri gerekti."
T o m a s , "Anlıyomm," dedi.
"Bu ne sihirbazlıktır?" diye sordu D o l g a n alçak sesle.
Ejder kıkırdadı ve ses odada gümbürdedi. "Yuvama gel de
sana söyleyeyim, c ü c e , " dedi. B ü y ü k ejderin kafası yere çev­
rildi, gözleri hâlâ D o l g a n ' m başının üzerine dikilmişti. C ü c e
kalkanıyla baltasını gayrı ihtiyari hazır tutarak, ağır ağır yaklaş­
tı. Ejder derin, yankılanan bir k a h k a h a attı, bir k a n y o n d a n dö­
külen şelale gibi. "Kendini tut, ufak savaşçı, sana ya da arka­
daşına zarar vermeyeceğim."
Dolgan kalkanını indirdi ve baltasını k e m e r i n e astı. Etrafı­
na bakındı ve dağın yaşayan kayalarından oluşturulmuş, deva­
sa bir salonda durduklarını gördü. Salonun tüm duvarlarında
solmuş ve yırtılmış, büyük duvar halıları ve bayraklar görüle­
biliyordu; görünümlerindeki bir şey Dolgan'ı iğrendirdi, zira
bunlar eski oldukları kadar yabancıydı da -tanıdığı hiçbir ya­
ratık, insan, elf ya da goblin bu flamaları yapmazdı. Tavanda­
ki kalaslardan b a ş k a kristal şamdanlar asılıydı. Salonun uzak
ucunda bir platformun üzerinde duran bir taht ile ö n ü n d e p e k
ç o k kişinin y e m e k yiyebileceği uzun masalar görülebiliyordu.
Masalarda kristal sürahilerle altın tabaklar duruyordu. Bütün
bunlar da çağların tozuyla kaplanmıştı.
Salonun b a ş k a yerlerinde yığmlarca hazine yatıyordu: altın,
mücevherler, taçlar, gümüşler, gösterişli zırhlar, rulolarca na­
dir kumaş ve kıymetli ağaçlardan kazınmış, b ü y ü k bir zanaat
ile kakılmış mineli sandıklar.
Dolgan bir ömürlük zenginliğin üzerine ç ö k e r e k , olabildi-
ğince rahat oturmak için nesneleri dalgınlıkla sağa sola itti.
Cüce piposunu çıkarırken T o m a s yanına oturdu. Dolgan belli
e t m e s e de sakinleşmeye ihtiyaç duyuyordu ve piposu her za­
m a n sinirlerini yatıştırırdı. Meşalesinden bir ince çıra yakıp pi­
posunu tutuşturdu. Ejder o n u izledikten sonra, "Artık ateşle
duman mı soluyabiliyorsun, cüce? S e n yeni ejder misin? Hiç
b ö y l e k ü ç ü k bir ejder olmuş muydu?" dedi.
D o l g a n başını iki yana salladı. " B u s a d e c e b e n i m pipom."
Tütünün nasıl kullanıldığım açıkladı.
Ejder, " B u tuhaf bir şey, ama senin halkın, g e r ç e k t e n de tu­
h a f bir halk," dedi.
D o l g a n b u n u n üzerine bir kaşım kaldırdı, ama hiçbir şey
demedi. "Tomas, buraya nasıl geldin?"
T o m a s ' ı n ejdere kulak asar gibi bir hali yoktu, bu da Dol-
gan'ı rahatlatmıştı. K o c a canavar onlara zarar vermek istesey­
di, b u n u ç o k az bir gayret sarf e d e r e k yapabilirdi. Ejderler su
götürmez bir şekilde, Midkemia'daki en haşmetli yaratıklardı.
Gençliğinde dövüştüğü ejderlerin iki katı olan bu ejder de
Dolgan'ın duyduğu ejderler arasında en haşmetlisiydi.
T o m a s y e m e k t e olduğu balığı bitirdi ve, "Uzun zaman do­
laştım ve uyuyabileceğim bir yere geldim," dedi.
"Evet, orayı buldum."
"Bir s e s e uyandım ve buraya varan izler buldum."
"Onları da gördüm. Senin esir alındığından korktum."
"Alınmamıştım. Buraya gelen bir goblin ve Kara Kardeşlik
kafilesiydi. Önlerinde yatan şey onları fazlasıyla endişelendir­
diği için arkalarından g e l e n e dikkat etmediklerinden, onları
hayli yakından izleyebildim."
"Bu tehlikeli bir şey."
"Biliyorum, ama bir çıkış yolu b u l m a m şarttı. B a n a yüzeye
çıkan yolu gösterebileceklerini ve onlar ilerlerken b e k l e y e b i ­
leceğimi, sonra da gizlice dışarı çıkabileceğimi düşündüm. Ma­
denlerden çıkabilirsem, kuzeye, senin k ö y ü n e doğru gidebilir­
dim."
" G ö z ü p e k bir plan, Tomas," dedi D o l g a n gözlerinde onay­
layan bir ifadeyle.
"Buraya geldiler, b e n de peşlerinden."
"Onlara ne oldu?"
Ejder konuştu. "Onları uzaklara gönderdim, c ü c e , çünkü
onlar b e n i m birlikte olmayı s e ç e c e ğ i m türden kişiler değildi­
ler."
"Uzaklara mı gönderdin? Nasıl?"
Ejder başını biraz kaldırdı ve D o l g a n onun pullarının yer
yer solmuş ve donuklaşmış olduğunu gördü. Kızıl gözlerinin
üzerinde hafif bir perde vardı ve D o l g a n aniden ejderin k ö r ol­
duğunu anladı.
"Ejderler uzun zamandır büyü g ü c ü n e sahiptir, bu büyü di­
ğerlerine b e n z e m e z . Seni sanatım sayesinde görebiliyonım,
c ü c e , çünkü uzun zamandır ışıktan mahrumum. Hain yaratık­
ları aldım ve kuzeyde uzaklara yolladım. Oraya nasıl vardıkla­
rını bilmiyor, bu yeri de hatırlamıyorlar."
Dolgan piposundan bir nefes ç e k e r e k duyduklarını düşün­
dü. "Benim halkımın öykülerinde, büyücü ejderleri anlatan ef­
saneler vardır, a n c a k gördüğüm ilk b ü y ü c ü ejder sensin."
Ejder başını adeta yorgunlukla yere bıraktı. "Çünkü b e n al­
tın ejderlerin sonuncusuyum, c ü c e ve daha küçük olan ejder­
lerin hiçbiri sihir sanatına malik değildir. Asla bir can almama­
ya yeminliyim, ama onların türünden kimselerin dinlenme y e ­
rimi istila etmesine izin vermem."
T o m a s konuştu. "Rhuagh b a n a iyi davrandı, Dolgan. S e n
beni bulana kadar burada kalmama izin verdi, zira birinin ge­
leceğini biliyordu."
Dolgan ejdere bakarak önsezisine hayret etti.
T o m a s devam etti, "Bana y e m e k için tütsülenmiş balık ve
dinlenecek yer verdi."
"Tütsülenmiş balık mı?"
1
Ejder, "Sizin g n o m olarak bildiğiniz koboldlar , beni tanrı
sayıp b a n a tapınır ve b a n a adaklar getirirler, derin gölde tutu­
lan ve tütsülenen balıkla derinlerdeki salonlardan toplanan
hazineler," dedi.
"Evet," dedi Dolgan, "gnomlar hiçbir zaman zekalarıyla ta­
nınmamışlardır."
Ejder kıkırdadı. "Doğru. Koboldlar utangaçtır ve yalnızca
derin tünellerinde huzurlarını kaçıranlara zarar verirler. Sade
bir ahalidir onlar ve bir tanrıya sahip olmak hoşlarına gidiyor.
B e n avlanamadığım için de, bu münasip bir anlaşma."
Dolgan soracağı bir sonraki soruyu aklında evirip çevirdi.
"Saygısızlık e t m e k istemem, Rhuagh, ama ejderlerle olan de­
neyimlerimde kendi türünüz dışındakilere p e k sevgi b e s l e m e ­
diğinize tanık oldum. N e d e n ç o c u ğ a yardım ettin?"
Ejder bir an gözlerini kapadı, sonra da açıp c ü c e y e b o ş b o ş
baktı. "Şunu bil ki, c ü c e , bu her zaman b ö y l e değildi. Senin
halkın eskidir, ama b e n i m halkım halkların biri hariç en eski-
sidir. Bizler elflerden ve m o r e d h e l d e n ö n c e buradaydık. Biz­
ler adı anılamayacak olanlara hizmet ederdik ve mutlu bir
halktık."
"Ejder Lordları'na mı?"
"Sizin efsaneleriniz onlara böyle der. Onlar bizlerin efendi-

1) Kobold: Almanya'da yeraltındaki değerli madenleri korumakla görev­


li olduğu sanılan cin. (Ç.N.)
siydi, bizler de elfler ve m o r e d h e l gibi, onların kullarıydık. T a ­
hayyül e d i l e m e y e c e k bir yolculuğa çıkarak bu diyarları terk et­
tiklerinde, cücelerin veya insanların bu topraklara gelmelerin­
den ö n c e bizler özgür halkların en güçlüsü olduk. Bizlerin
egemenliği gökler ve her şeyin üzerindeydi, zira bizler herkes­
ten daha kudretliydik.
"Çağlar ö n c e , insanlar ve c ü c e l e r dağlarımıza geldiler ve bir
zaman barış içinde yaşadık. Ama g e l e n e k l e r değişir ve ç o k
g e ç m e d e n anlaşmazlıklar başladı. Elfler moredheli b u g ü n El­
vandar adı verilen ormandan sürdüler ve insanlarla c ü c e l e r e j ­
derlerle savaşa tutuştular.
"Bizler güçlüydük, ama insanlar ormandaki ağaçlar gibidir,
sayılamayacak kadar çokturlar. Halkım yavaş yavaş g ü n e y e
kaçtı ve bu dağlarda son kalan b e n i m . Burada çağlardır yaşa­
dım, çünkü yuvamdan ayrılmak istemedim.
"Büyü yoluyla bu hazineyi arayanları döndürebiliyor, sa­
natları yüzünden zihinlerini bulandıramadıklarımı ise öldürü­
yordum. Öldürmekten usandım ve daha fazla c a n almamaya
yemin ettim, moredhel gibi menfur olanlan bile. Bu yüzden
onları uzaklara gönderdim ve bu yüzden ç o c u ğ a yardım ettim,
zira o zarar görmeyi hak etmiyordu."
Dolgan ejderhayı inceledi. "Sana teşekkür ederim, Rhu­
agh."
"Teşekkürünü hoşnutlukla karşılıyorum, Gri Kuleler diya­
rından Dolgan. G e l m e n d e n de mutluyum. Çocuğu a n c a k kısa
bir süre daha barındırabilirdim, zira T o m a s ' ı yanıma büyü sa­
natını kullanarak, ölüm nöbetimi tutsun diye çağırdım."
"Ne?" diye bağırdı Tomas.
"Ejderhalara ölecekleri ânı b i l m e yetisi bahşedilmiştir, T o ­
mas. B e n i m ölümüm yaklaşıyor. Kendi halkımın ö l ç ü s ü n e g ö -
re bile yaşlıyım ve dolu dolu yaşadım. B ö y l e olmasından hoş-
nutum. Bizim yolumuz böyledir."
Dolgan sıkıntılı görünüyordu. "Yine de burada oturup bun­
lar söylemeni dinlemek bana tuhaf geliyor."
"Neden, cüce? Senin halkından biri öldüğünde ne kadar
uzun değil, ne kadar iyi yaşadığına bakıldığı doğru değil mi­
dir?"
"Bu dediğin doğm."
"Öyleyse ölüm anının bilinmesi ya da bilinmemesi niye
önemli olsun ki? İkisi de aynı şeydir. Türümdekilerin ümit
edebileceği her ş e y e sahip oldum: sağlığa, eşlere, çocuklara,
zenginliklere ve saire. İstediğim h e r şey bunlardan ibaretti ve
onlara sahip oldum."
"Neyi istediğini bilmek bilgelik ifadesidir, istediğini elde et­
tiğin zamanı bilmek de daha da büyük bir bilgeliktir," dedi
Dolgan.
" D o ğ m . Elde edilemez olduğu zamanı b i l m e k ondan da
büyük bir bilgeliktir, zira o zaman ç a b a l a m a k ahmaklıktır.
Ölüm nöbeti tutmak halkımın geleneğidir, ama çağırabilece­
ğim kadar yakında, kendi halkımdan kimse y o k . Gitmeden
ö n c e ölümü b e k l e m e n i rica ediyorum. B u n u yapar mısın?"
Dolgan T o m a s ' a baktı, o da kabul ettiğini belirtir bir şekil­
de başını aşağı yukarı salladı. "Pekala, ejder, bunu yapacağız,
yüreğimize mutluluk veren bir şey olmasa da."
Ejder gözlerini kapadı; T o m a s ile D o l g a n gözlerin şişerek
kapanmakta olduklarını görebiliyordu. "Sağol, Dolgan ve s e n
de, Tomas."
Ejderha yattı ve onlara yaşamını anlattı, Midkemia göklerin­
de uçuşlarını, kaplanların şehirlerde yaşadığı uzak ülkeleri ve
kartalların konuşabildiği dağları. G e c e n i n ilerleyen saatlerine
kadar hayret ve hayranlık verici öyküler anlatıldı.
Sesi çatallanmaya başlayınca Rhuagh, "Bir defasında bu y e ­
re bir insan, sanatı kudretli bir büyücü gelmişti. Buradan bü­
yü yoluyla uzaklaştırılamıyordu, onu öldüremiyordum da.
T a m üç gün savaştık, onun sanatı b e n i m k i n e karşıydı ve bitti­
ğinde b a n a g a l e b e çalmıştı. B e n i öldüreceğini ve hazinelerimi
yanında götüreceğini sandım, ama b u n u n yerine yanımda kal­
dı, zira tek düşüncesi büyümü öğrenmekti, b e n öldüğümde yi­
tip gitmesin diye."
T o m a s hayretler içinde oturuyordu, zira Pug'dan büyü hak­
kında öğrendiği p e k az şey olmasına rağmen, bunun muhte­
ş e m bir şey olduğunu düşünüyordu. Zihninin gözünde devle­
rin savaşını ve iş başındaki b ü y ü k erkleri görebiliyordu.
"Yanında tuhaf bir yaratık vardı, bu yaratık gobline ç o k
b e n z e m e s i n e rağmen dik duruyordu ve hatlan daha inceydi.
Üç yıl b e n i m l e kaldı, hizmetkarı ise gelip gitti. Ö ğ r e t e b i l e c e ­
ğim ne varsa öğrendi, çünkü o n d a n bir şeyi esirgeyemedim.
Ama o b e n i eğitti de ve bilgeliği b e n i avuttu. Ne kadar baya­
ğı olursa olsun yaşama saygı duymayı ondan öğrendim ve ba­
na gelen tüm canlan bağışlamaya yemin ettim. O da başkala-
nnın elinde acı çekmişti, b e n i m de insanlarla olan savaşlarım­
da değer verdiğim p e k ç o k şeyi k a y b e d e r e k çektiğim gibi. Bu
adam yürekteki ve zihindeki yaraları iyileştirme sanatına maz-
hardı ve yanımdan ayrıldığında kendimi yenik değil, muzaffer
hissettim." Durup yutkundu; T o m a s kelimelerinin artık güç­
lükle çıktığını görebiliyordu. "Ölüm nöbetimi bir ejderha tuta-
mayacaksa, onun burada oturmasını yeğlerdim, çocuğum,
çünkü o senin türünden dost sayacağım ilk kişiydi."
"O kimdi, Rhuagh?" diye sordu T o m a s .
"Adına Macros deniyordu."
Dolgan'ın düşünceli bir hali vardı. "Adını duydum, sanatı
son d e r e c e kudretli bir büyücü. D o ğ u d a bir yerlerde yaşamış,
neredeyse bir efsane."
"O bir efsane değil, Dolgan," dedi Rhuagh b o ğ u k bir ses­
le. "Ancak ölmüş olabilir, çünkü b e n i m l e yaşadığı zamanın
üzerinden çağlar geçti." Ejderha durdu. "Zamanım artık yakla­
şıyor, bu yüzden bitirmem gerek. S e n d e n bir ricam var, cüce."
Başını hafifçe oynattı ve, "Şuradaki kutuda büyücünün bu an
kullanılmak üzere verdiği bir armağan var. Büyüyle biçimlen­
dirilmiş bir çubuk. Macros bunu öldüğümde ardımda leş yi­
yenlerin didikleyeceği kemikler kalmasın diye bıraktı. O n u
buraya getirir misin?" dedi.
Dolgan işaret edilen sandığın yanma gitti. Açtığında mavi
kadife kumaşın üzerinde duran siyah, madeni bir ç u b u k bul­
du. Çubuğu eline aldı ve b o y u n a göre şaşırtıcı d e r e c e d e ağır
olduğunu gördü. Çubuğu ejderhaya taşıdı.
Ejderha konuştuğunda, dili şişmiş olduğundan, sözcükleri
güçlükle anlaşılıyordu. "Bir an sonra çubuğu b a n a değdir,
Dolgan, çünkü s o n u m gelmiş olacak."
"Peki," dedi Dolgan, "ancak sonunu g ö r m e k b a n a hiç mut­
luluk v e r m e y e c e k , ejderha."
"Bundan ö n c e söyleyeceğim son bir şey var. Diğer kutu­
nun yanında senin için bir hediye var, c ü c e . Burada canının
çektiği diğer her şeyi alabilirsin, zira hiçbiri işime yaramaz.
Ama bu salonda bulunanlar arasında, senin almanı istediğim
şey kutunun içindeki." Başını T o m a s ' a çevirmeye çalıştı, ama
başaramadı. "Tomas, s o n anlarımı b e n i m l e paylaştığın için sa­
na teşekkür ederim. Kutuda cücenin hediyesinin yamnda s e ­
nin için de bir hediye var. Sen de b a ş k a ne istersen al, çünkü
yüreğinde iyilik var." Derin bir nefes aldı ve T o m a s bu nefe-
sin ejderhanın gırtlağında hmldadığını duydu. "Şimdi, D o l ­
gan."
Dolgan çubuğu uzattı ve ejderin kafasına hafifçe dokun­
durdu. Ö n c e hiçbir ş e y olmadı. Rhuagh usulca, "Macros'un
s o n armağanıydı," dedi.
Birden ejderhanın çevresinde yumuşak, altın renkli bir ışık
oluşmaya başladı. Ö l ü m ezgisi salonun duvarlarında yankıla­
nırken hafif bir uğultu duyuldu. Işık giderek parlak bir hal alır
ve enerji kazanarak nabız gibi atmaya başlarken ses yükseldi.
T o m a s ile D o l g a n Rhuagh'm pullarındaki solgun lekelerin si­
linmesini izlediler. Postu altın ışıklarla panldıyordu ve gözle­
rindeki perde kalkmaya başladı. Başını ağır ağır kaldırdı ve et­
rafındaki salonu yeniden görebildiğini anladılar. G ö ğ s ü dim­
dikti ve kanatları havalanarak altındaki gümüşî parıltıyı ortaya
serdi. Sararmış dişleri parlak b e y a z bir renge hüründüler ve
dimdik doğrulup, başım havaya kaldırırken rengi atmış siyah
renkteki pençeleri cilalanmış a b a n o z gibi parıldadı.
Dolgan usulca, "Bu b e n i m gördüğüm en m u h t e ş e m man­
zara," dedi.
Rhuagh gençliğindeki gücünün görüntüsüne y e n i d e n bü­
rünürken ışığın yoğunluğu yavaşça arttı. Tüm, ihtişamlı b o ­
yunca dimdik doğruldu, sorgucunda gümüş ışıklar oynaşıyor­
du. Ejderha g e n ç , çevik bir hareketle başını geriye attı ve bir
haykmşla yüksek, kemerli tavana doğru güçlü bir ateş rüzgan
savurdu. Y ü z trompeti andıran bir kükremeyle, "Sağol, Mac­
ros. G e r ç e k t e n de prenslere yaraşır bir armağan bu," diye b a ­
ğırdı.
D e r k e n tuhaf bir biçimde tınılı olan g ü m l e m e n i n tonu de­
ğişerek daha sürekli, daha y ü k s e k bir hal aldı. Bir an h e m Dol­
gan h e m de T o m a s nabız gibi atan tonların arasından bir se-
sin, derin, uğuldayan bir yankıyla, "Bir şey değil, dostum," de­
diğini duyduklarını sandılar.
T o m a s yüzünde ıslaklık hissederek dokundu. Ejderhanın
saf güzelliğinin karşısında dökülüveren mutluluk gözyaşları
yüzünden oluk oluk akıyordu. Ejderhanın k o c a , altın kanatla-
n, havaya atılarak uçmaya başlayacakmış gibi açıldı. Titreşen
ışık o kadar parlak bir hal aldı ki, T o m a s ile Dolgan, gözleri­
ni görüntüden ayıramasalar da, bakmaya dayanamaz oldular.
Odadaki ses öyle tiz bir notaya ulaşmıştı ki, tavandan başları­
na toz iniyordu ve zeminin sallandığını hissedebiliyorlardı. Ej­
derha kanatlarını açarak kendisini havaya attı, sonra kör edici
bir soğuk ışık çakışıyla ortadan kayboldu. O d a birden eskisi
gibiydi ve ses y o k olmuştu.
Ejderin kaybolmasından sonra mağaranın boşluğu rahatsız
edici geliyordu ve T o m a s c ü c e y e baktı. "Gidelim, Dolgan. Kal­
m a k istemiyorum."
D o l g a n düşünceli görünüyordu. "Peki. B e n de kalmayı is-
temiyoram. Y i n e de ejderhanın armağanları meselesi var hâ­
lâ." Ejderhanın belirttiği kutuya gidip açtı.
Dolgan'ın gözleri, içeri uzanıp bir c ü c e tokmağı ç e k e r k e n
faltaşı gibi açıldı. T o k m a ğ ı gözlerinin ö n ü n d e tuttu ve saygıy­
la inceledi. T o k m a ğ ı n başı meşale aydınlığında mavimsi ışık­
larla parlayan gümüşî bir m a d e n d e n yapılmıştı. Y a n tarafına
c ü c e simgeleri kazınmıştı. Sapı, kakmalı m e ş e ağacmdandı ve
üzerinde boylu b o y u n c a şerit testeresiyle yapılmış süsler var­
dı. Parlatılmıştı ve cilanın altından ahşabın derin, zengin da­
m a d a n görülebiliyordu. Dolgan usulca," Bu Tholin'in Şahmer­
danı. Uzun zaman ö n c e halkımdan alınmıştı. D ö n ü ş ü Batı'nın
dört bir yanındaki c ü c e salonlarını n e ş e y e b o ğ a c a k . Bu çağlar
ö n c e yitirdiğimiz, son kralımızın simgesidir," dedi.
T o m a s b a k m a k için yakma geldi ve kutuda b a ş k a bir şey
daha olduğunu gördü. Dolgan'ın yanından uzandı ve beyaz
kumaştan büyük bir b o h ç a y ı çekti. B o h ç a y ı açtı ve kumaşın
ön tarafında altın bir ejderha süslemesi olan b e y a z bir kısa pe­
lerin olduğunu gördü. İçinde, aynı armayı taşıyan bir kalkan­
la altın bir miğfer vardı. En muhteşemiyse b e y a z bir kabzası
olan altın bir kılıçtı. Kını fildişini andıran, ancak metal gibi, da­
ha güçlü olan pürüzsüz, b e y a z bir m a d d e d e n yapılmıştı. B o h ­
çanın altında, hayranlık dolu bir "Ah!" nidasıyla çıkardığı, al­
tından bir zincir zırh yatıyordu.
Dolgan onu izledi ve, "Al onları, evlat. Ejder senin armağa­
nın olduğunu söylemişti," dedi.
"Bunlar b a n a göre fazlasıyla değerli, Dolgan. Bunlar bir
prense ya da krala ait."
"Önceki sahiplerinin işine p e k yaramayacaklannı düşünü-
yonım, delikanlı. Gönül nzasıyla verildiler ve sen istediğini ya­
pabilirsin, ancak onlarda özel bir yan olmalı, aksi halde şah­
merdanın yanında kutuya konulmazlardı. Tholin'in şahmerda­
nı, bu dağlardaki en eski m a d e n olan kadim Mac Cadman Ala-
ir ocaklarında tavlanmış bir erk silahıdır. Varaklı zırh ile kılıcın
da öyle olması muhtemel. Sana gelmelerinin bir amacı olabilir."
T o m a s bir an düşündü, sonra dış cüppesini hızla çekti. T u ­
niği c e p k e n sayılmazdı, ama altın zırh o n d a n daha iri yarı bi­
ri için yapıldığından, üzerinden kolaylıkla geçti. Kısa pelerini
üzerine çekti ve miğferi başına yerleştirdi. Kılıçla kalkanı eline
alarak Dolgan'ın ö n ü n e dikildi, "Aptal görünüyor muyum?"
Cüce onu yakından inceledi. "Biraz büyükler, ama büyü­
y ü n c e sana tam olurlar, şüphesiz." Ç o c u ğ u n bir elinde kılıcı,
diğerinde kalkanı tutarak duruşunda bir şey gördüğünü sandı.
" Y o , T o m a s , aptal görünmüyorsun. B e l k i rahat değilsin, ama
aptal da değilsin. Bunlar ihtişamlı şeyler ve sanırım, zamanla
onları giyilmeleri amaçlanan şekilde giyeceksin."
T o m a s başıyla onayladı, cüppesini aldı ve kılıcını kaldıra­
rak kapıya doğm döndü. Zırh şaşırtıcı derecede hafif,
Crydee'de giydiğinden ç o k daha hafifti. Çocuk, "Başka bir şey
almak içimden gelmiyor, Dolgan. Sanırım bu kulağa tuhaf g e ­
liyor," dedi.
Dolgan yürüyerek yanına geldi. " Y o , evlat, b e n de ejderha­
nın hazinesinden başka bir şey almak istemiyorum." Gerisin­
deki salona bir bakış attıktan sonra, "Gerçi ileriki g e c e l e r d e
bunun akıllıca bir şey olduğundan kuşku duyacağım. Bir gün
dönebilirim, ama bundan şüpheliyim. Şimdi, eve giden bir yol
bulalım," diye ekledi. Y o l a çıktılar ve ç o k g e ç m e d e n Dolgan'ın
iyi tanıdığı, onları yüzeye çıkaran tünellerdeydiler.

Dolgan sessiz bir uyarıyla Tomas'ın kolunu kavradı. Ç o c u k


konuşmamayı akıl etti. Aynı zamanda tayfın ö n c e k i günkü sal­
dırısından ö n c e hissettiği telaşı hissediyordu. Ama bu defakini
neredeyse b e d e n e n hissedebiliyordu. Yaşayan ölü yaratık ya­
kınlardaydı. T o m a s meşaleyi yere koyarak söndürdü. Gözleri
hayretle büyüdü, zira beklediği karanlığı görmek yerine, c ü c e ­
nin ö n e ağır ağır ilerleyen siluetini hayal meyal görebiliyordu.
Düşünmeden, "Dolgan-" dedi.
C ü c e arkasını döndü ve sırtında aniden siyah bir şekil b e ­
lirdi. T o m a s , "Arkanda!" diye bağırdı.
Dolgan tayfla yüzleşmek üzere d ö n e r k e n kalkanıyla T h o -
lin'in şahmerdanını gayrı ihtiyari çekti. Yaşayan ölü yaratık cü­
c e y e bir darbe indirdi ve Dolgan'ı kurtaran yalnızca savaşta
pişmiş refleksleri ile cücelere özgü, karanlıkta hareketi sezme
yetisi oldu, zira darbeyi demirle kaplanmış kalkanıyla karşıla-
mıştı. Yaratık demire d e ğ i n c e öfkeyle uludu. D e r k e n Dolgan
atalarının efsanevi silahıyla ö n e atıldı ve t o k m a k gövdesine
d e ğ e r k e n yaratık bir çığlık attı. T o k m a ğ ı n ucundan mavi-yeşil
ışık fışkırdı ve yaratık ızdırap içinde inleyerek geriledi.
Dolgan, "Arkamda kal," diye bağırdı. "Demir o n u n sinirini
bozuyorsa, Tholin'in şahmerdanı acı veriyor. O n u uzaklaştır­
mayı başarabilirim."
T o m a s c ü c e y e itaat e t m e y e hazırlandı, derken sağ elinin
uzanıp kılıcı sol tarafındaki kından kurtardığını hissetti. Üzeri­
ne uymayan zırh birden omuzlarına daha rahatça yerleşti ve
kalkan kolunda, onu yıllardır taşıyormuşçasına dengelendi.
T o m a s istemsiz bir şekilde Dolgan'ın arkasına ilerledi, sonra
altın kılıcı hazırda tutarak yanından geçti.
Yaratık duraklar gibi oldu, sonra da T o m a s ' a doğru hare­
ket etti. T o m a s kılıcını indirmeye hazırlanarak havaya kaldır­
dı. Tayf katışıksız dehşet ifade e d e n bir ses çıkararak arkasını
döndü ve kaçtı. D o l g a n T o m a s ' a bir göz attı ve gördüğü bir
şey, T o m a s kendine gelir gibi olur ve kılıcını yerine kaldırır­
ken tereddüt etmesine n e d e n oldu.
Dolgan meşalenin yanma döndü ve, "Bunu n e d e n yaptın,
delikanlı?" dedi.
"Tomas, "Ben... bilmiyorum," dedi. Bir an c ü c e n i n talimat­
larına itaat etmediği için utanarak, "Ama işe yaradı. Yaratık
kaçtı," dedi.
"Evet, işe yaradı," diye kabul etti Dolgan meşalenin kapa­
ğını kaldırarak. Işıkta ç o c u ğ u inceledi.
T o m a s , "Sanırım atalarının tokmağı ona fazla geldi," dedi.
Dolgan hiçbir şey demedi, ama bunun doğru olmadığını
biliyordu. Yaratık Tomas'ı b e y a z ve altın renkli zırhının içinde
görünce korkarak kaçmıştı. D e r k e n cücenin aklına b a ş k a bir
düşünce geldi. "Oğlum, yaratığın arkamda olduğunu nasıl bi­
lip de b e n i uyardın?"
"Onu gördüm."
D o l g a n dönüp T o m a s ' a bariz bir hayretle baktı. "Gördün
mü? Nasıl? Meşalenin kapağını kapamıştın."
"Bilmiyorum. Gördüm, sadece."
D o l g a n meşalenin kapağını yeniden kapadı ve ayağa kalk­
tı. Birkaç metre ileri giderek, "Şimdi neredeyim, delikanlı?" de­
di.
T o m a s hiç tereddüt etmeden yanma gelip durarak bir elini
omzuna koydu. "Buradasın."
"Ne-?" dedi c ü c e .
T o m a s ö n c e miğfere, sonra da kalkana dokundu. "Onların
özel olduğunu sen söylemiştin."
"Evet, delikanlı. Ama o kadarda özel olduklarım düşünme­
miştim."
Endişelenen çocuk, "Onları çıkarsam mı?" diye sordu.
" Y o , yo." D o l g a n meşaleyi yere bırakarak, "Senin neyi gö­
rüp neyi g ö r e m e y e c e ğ i n i düşünüp kaygılanmak zorunda kal­
mazsam daha hızlı hareket edebiliriz," dedi. Sesini neşeli çı­
karmaya zorladı. "Ve diyarda bizden iyi iki savaşçı bulunamaz
da olsa, o ışıkla varlığımızı ilan etmezsek daha iyi olacak. Ej­
derhanın moredhelin madenlerimizdeki varlığından bahsetme­
si içimi rahatlatmıyor. Bir ç e t e halkımın gazabıyla karşılaşma
riskine atılacak kadar cesursa, başkaları da olabilir. Oradaki
tayf senin altın kılıcınla b e n i m kadim tokmağım karşısında
dehşete kapılmış olabilir, ama yirmi küsur moredhel bu kadar
kolay etkilenmeyebilir."
T o m a s s ö y l e y e c e k hiçbir şey bulamadığından, karanlığın
içinde ilerlemeye başladılar.
**+

Aceleyle ilerleyen goblin ve Karan Kardeşlik grupları yan­


larından g e ç e r k e n üç k e z durup gizlendiler. Karanlık gözlem
noktalarından, geçenlerin ç o ğ u n u n yaralı olduğunu ya da to­
pallarken soydaşlarından yardım aldıklarını görebiliyorlardı.
S o n grap da gittikten sonra Dolgan T o m a s ' a döndü ve, "Tarih­
te hiçbir zaman goblinler ile moredhel madenlerimize bu den­
li kalabalık gruplar halinde girmeye cesaret edememişti. Hal­
kımdan, bu riske atılamayacak kadar korkarlar," dedi.
T o m a s , "Hayli hırpalanmış bir halleri var, Dolgan ve yanla­
rında dişiler ve çocuklar var, üstelik büyük çıkınlar taşıyorlar.
Bir şeylerden kaçıyorlar," dedi.
Cüce başıyla onayladı. "Hepsi de Gri Kuleler'deki kuzey
vadisi y ö n ü n d e n kaçıp Yeşil Y ü r e k ' e doğru ilerliyorlar. Bir şey
onları hâlâ g ü n e y e doğru sürüyor."
"Tsuraniler mi?"
Dolgan başıyla evetledi. " B e n i m d ü ş ü n c e m de o şekilde.
Haydi gel. En iyisi Caldara'ya elimizden geldiğince ç a b u k dön­
mek." Y o l a çıktılar ve ç o k g e ç m e d e n Dolgan'ın iyi bildiği, on­
ları yüzeye ve e v e götüren tünellerdeydiler.

B e ş gün sonra Caldara'ya vardıklarında ikisi de bitkin hal­


deydi. Dağlarda kar yoğundu ve ilerleyişleri yavaştı. K ö y e yak­
laştıklarında muhafızlar tarafından görüldüler ve ç o k g e ç m e ­
den k ö y ü n tamamı onları karşılamaya geldi.
Köyün uzun salonuna götürüldüler ve Tomas'a bir oda veril­
di. O kadar yorgundu ki, h e m e n uykuya daldı; tıknaz c ü c e bile
yorulmuştu. Cüceler ertesi gün köyün büyüklerini meclise top­
lamayı ve vadiye ulaşan son haberleri tartışmayı kararlaştırdılar.
T o m a s uyandığında kurt gibi açtı. Ayağa kalkarak gerindi
ve hiçbir tarafının tutulmadığını görerek şaşırdı. Altın zırhı çı­
karmadan uykuya dalmıştı ve uyandığında mafsallarıyla kasla­
rının isyan bayrağını ç e k m e s i gerekirdi. Kapıyı açtı ve adımını
bir salona attı. Uzun salonun merkezindeki odaya g e l e n e ka­
dar hiç kimseyi görmedi. B ü y ü k masanın etrafında oturan bir­
kaç c ü c e vardı, masanın başında da Dolgan oturuyordu. T o ­
m a s bunlardan birinin Dolgan'ın oğlu Weylin olduğunu gör­
dü. Dolgan ç o c u ğ a bir sandalyeye oturmasını işaret etti ve onu
g r a b a tanıştırdı.
Cücelerin hepsi de Tomas'ı selamladılar, o da nazik yanıtlar
verdi. D a h a ç o k masadaki büyük yiyecek şölenine bakıyordu.
D o l g a n güldü ve, "Buyur ye, delikanlı; masa doluyken aç
durman için bir n e d e n yok," dedi. T o m a s bir tabağı sığır eti,
peynir ve e k m e k l e t e p e l e m e doldurdu ve p e k kaldıracak gibi
olmamasına ve günün daha e r k e n bir saati olmasına rağmen
bir maşrapa bira aldı. Tabaktakileri ç a b u c a k bitirdi ve onu tas­
vip e t m e y e n biri var mı diye etrafına bakınarak ikinci bir por­
siyon aldı. Cücelerin çoğu T o m a s ' ı n bilmediği türden, b ö l g e ­
deki çeşitli köylere kışlık stokların tahsisiyle ilgili bir konuda
tartışmaya dalmışlardı.
D o l g a n konuşmayı durdurdu ve, "Tomas aramızda olduğu­
na göre, b e n c e en iyisi şu Tsuranilerden bahsedelim," dedi.
B u n u duyan Tomas'ın kulakları dikildi ve ilgisini tamamen
söylenenlere verdi. Dolgan, " B e n devriyeye çıktıktan sonra,
Elvandar'dan ve T a ş Dağı'ndan ulaklar aldık. Kuzey Geçidi ya-
kınlannda bu yabancılar p e k ç o k gez görülmüş. T a ş Dağı'nın
güneyindeki tepelerde k a m p kurmuşlar," diye devam etti.
Cücelerden biri, "Bizi silah altına çağırmadıkları sürece bu
T a ş Dağı'nın sorunu," dedi.
Dolgan, "Bu doğru, Orwin, ama geçidin h e m e n güneyin­
deki vadiye girip çıktıklarına dair haberler de var. G e l e n e k l e r
gereği bizim olan arazilere tecavüz ettiler ve bu Gri Kuleler'in
sorunudur," dedi.
Kendisine Orwin olarak hitap edilen c ü c e başıyla onayla­
dı. "Gerçekten de öyle, ama bahara kadar yapabileceğimiz
hiçbir şey yok."
D o l g a n ayaklarını masaya dayayarak piposunu yaktı. "Bu
da doğru. Ama Tsuranilerin de bahara kadar bir şey yapama­
yacağına şükredebiliriz."
T o m a s elinde tutmakta olduğu bir sığır pirzolasını bıraktı.
"Tipi vurdu mu?"
D o l g a n ona baktı. "Evet, delikanlı, geçitlerin tümü de kar­
la kapandı, zira kışın ilk tipisi dün g e c e geldi. Buradan hiçbir
şey çıkamaz, özellikle de bir ordu..."
T o m a s Dolgan'a baktı. "O zaman..."
"Evet. Bu kış süresince bizim konuğumuz olacaksın, zira
en dayanıklı ulağımız bile dağlardan g e ç i p Crydee'ye vara­
maz."
T o m a s arkasına yaslandı, zira cücelerin salonunun konfo-
n m a rağmen, daha bildik bir ortamda olmayı yeğliyordu. Y i n e
de yapılabilecek hiçbir şey yoktu. B u n u kabullendi ve dik­
katini yeniden y e m e ğ i n e verdi.
EFSUNCUNUN ADASI

Bitkin haldeki kafile ayaklarını sürüyerek B o r d o n ' a girdi.


Çevrelerinde geleneksel gri tunikleri, pantolonları ve cüp­
peleri içindeki Natal Korucuları'ndan bir b ö l ü k at sürüyordu.
Korucular devriye gezerken şehrin bir mil dışında yolcularla
karşılaşmış, hali hazırda da onlara eşlik etmekteydiler. Borric
korucuların, bitkin durumdaki yolcuları atlarının terkisine al­
mayı teklif etmemelerine içerlemişti, ama bunu başarıyla giz­
ledi. Bu baldırı çıplak takımının Crydee D ü k ü ile kafilesi oldu­
ğunu anlamak için p e k nedenleri yoktu ve d e b d e b e l i bir giriş
dahi yapsa, Özgür Natal Şehirleri ile Krallık arasındaki ilişkiler
p e k sıcak sayılmazdı.
Pug B o r d o n ' a hayretle baktı. Krallık standartlarına göre kü­
ç ü k bir şehir, bir liman kasabasından az hallice olmasına rağ­
m e n Crydee'den ç o k daha büyüktü. Nereye baksa, insanlar
bilmediği işlerin peşinde koşuşturuyordu, meşgul ve dalgındı­
lar. Bir esnafın ya da pazardaki bir kadının ara sıra attığı ba­
kışlar dışında yolculara p e k kulak asan yoktu. Ç o c u k daha ön­
ce hiç bu kadar ç o k insanı, atı, katırı ve arabayı bir arada gör­
memişti. Duyularını istila e d e n bir renk ve ses kargaşasıydı.
Koruculann atlarının arkasında havlayan k ö p e k l e r koşuyor, si­
nirlenen bineklerin tekmelerinden çevik hareketlerle kaçıyor-
lardı. Birkaç s o k a k ç o c u ğ u kafileye bağırarak küfür etti, görü­
nüşlerinden anlaşıldığı kadarıyla hepsi de oralara yabancıydı
ve yanlarındaki muhafızlara bakılırsa tutsaklardı. Pug bu küs­
tahlıktan biraz rahatsız oldu, ama şehrin yeniliği dikkatini ça­
b u c a k dağıttı.
B ö l g e d e k i diğer şehirler gibi Bordon'ın da daimi bir ordu­
su yoktu, b u n u n yerine efsanevi K e s h Muhafızları'nın soyun­
dan gelen ve batıdaki en iyi biniciler ve iz sürücülerden sayı­
lan Natal Korucuları'ndan oluşan bir sınır karakolunu geçindi­
riyorlardı. Korucular belanın yaklaştığını ö n c e d e n h a b e r vere­
biliyor ve civardaki milislere oraya varmalan için zaman ka­
zandırıyordu. İ s m e n bağımsız olan korucular, haydutları ve
asileri gördükleri yerde öldürme yetkisine sahipti, ama Dük'ün
öyküsünü dinledikten ve Martin L o n g b o w ' u n - i y i tanıdıkları-
admı duyduktan sonra devriyenin lideri bu m e s e l e n i n yerel
valilere devredilmesi gerektiğine karar verdi.
Şehir meydanının yakınındaki ufak bir binada bulunan y e ­
rel valinin bürosuna götürüldüler. Gözetimi valiye devreder­
k e n korucuların tutsaklardan kurtulduklarına ve devriyelerine
döndüklerine m e m n u n olmuş gibi bir halleri vardı.
Vali, geniş gövdesini parlak renklerdeki kuşaklarla sarma­
ya ve parmaklarına iri altın yüzükler takmaya düşkün, tıknaz,
e s m e r bir adamdı. Korucu yüzbaşısı b ö l ü ğ ü n ü n D ü k ' ü n adam­
larıyla karşılaşmasını anlatırken siyah, yağlanmış sakalını sı­
vazladı. Korucular atlarına binip uzaklaşırken vali, Borric'e s o ­
ğuk bir selam verdi. D ü k şehirdeki en b ü y ü k gemi simsan ve
Borric'in Özgür Şehirler'deki ticaret vekili olan Talbott Kilrane
tarafından beklendiklerini açıkça ifade ettiğinde valinin tavrı
aniden değişti. B ü r o d a n valinin şahsi m e s k e n i n e götürüldüler
ve onlara siyah, koyu kahve ikram edildi. Vali hizmetkarlann-
dan birini bir mesajla Kilrane'in evine gönderdi ve Dük'le ara
sıra havadan sudan sohbetler ettiği zamanlar dışında, sessizce
bekledi.
Kulgan Pug'a doğru eğilip, "Ev sahibimiz kararını verme­
den ö n c e rüzgarın ne y ö n d e n estiğine b a k a n cinsten biri; biz­
lerin tutsak mı, k o n u k mu olduğumuza karar v e r m e d e n ö n c e
tacirden h a b e r bekliyor," dedi. Büyücü kıkırdadı. "Büyüdü­
ğünde ufak görevlerdeki memurların dünyanın dört bir yanın­
da aynı olduğunu göreceksin."
M e e c h a m şahsında öfkeli bir fırtına kısa bir süre sonra va­
linin odasında aniden belirdi, yanında Kilrane'in üst düzey
memurlarından biri vardı. Memur hızla bunun gerçekten de
Crydee D ü k ü olduğunu ve evet, Talbott Kilrane tarafından
beklendiğini açıkladı. Vali rezilce özür dilemelere koyuldu ve
Dük'ün maruz kaldığı rahatsızlığı affedeceğini ümit ettiğini b e ­
lirtti, ama bu koşullarda a c a b a anlayış gösterebilir miydi? Tav­
rı dalkavukçaydı ve gülümsemesi içtenlikten yoksundu.
Borric, evet, ç o k iyi anladığını belirttti. D a h a fazla g e c i k m e
olmadan valinin yanından aynldılar ve bir grup seyisin atlarla
birlikte beklediği dışarıya çıktılar. Çabucak atlara bindiler ve
M e e c h a m ile m e m u r onları kasabadan geçirip büyük, gösteriş­
li evlerin bulunduğu, tepe yamacındaki bir topluluğa götürdü­
ler.
Talbott Kilrane'in evi, şehre t e p e d e n b a k a n en yüksek te­
penin üzerine kondurulmuştu. Pug yoldan baktığında demir
atmış durumdaki gemileri görebiliyordu. Bunlardan direkleri
çıkarılmış, çetin kış mevsiminde kullanılmadıkları açık olan
onlarcası orada yatıyordu. Özgür Şehirler'in kuzeyindeki
Ylith'e giden birkaç kıyıya yakın seyreden g e m i limana tem­
kinlice girip çıkıyordu, ama etraf g e n e l d e sessizdi.
Eve vardılar ve alçak bir duvardaki, hizmetkarların k o ş u p
atlarını aldıkları açık bir kapıdan girdiler. Atlarından inerlerken
ev sahipleri evin geniş kapısından çıkarak yanlarına geldi.
"Hoş geldiniz, Lord Borric, h o ş geldiniz," dedi sıska yüzü­
nü b ö l e n sıcak bir gülümsemeyle. Talbott Kilrane, kel kafası,
keskin yüz hatları ve ufak, kara gözleriyle insan biçiminde y e ­
niden doğmuş bir akbabaya benziyordu. B o l giysileri sıskalı­
ğını gizlemeyi p e k başaramıyordu, ama tavrındaki rahatlık ile
gözlerindeki ilgi, çirkin çehresini yumuşatıyordu.
Pug adamın görünüşüne rağmen onu sempatik buldu.
Adam hizmetkarları, kafile için odalar ile sıcak y e m e k hazırla­
maları için kovaladı. Görevi açıklamaya çalışan Dük'ü dinle­
medi. Bir elini kaldırarak, "Daha sonra, Majesteleri. Siz dinlen­
dikten ve y e m e k yedikten sonra uzun uzadıya konuşabiliriz.
Bu g e c e sizi y e m e ğ e b e k l e y e c e ğ i m , ama şimdi kafileniz için
sıcak banyolar ve temiz yataklar var. Odalarınıza sıcak y e m e k
göndereceğim. İyi bir y e m e k , dinlenme ve temiz giysiler saye­
sinde kendinizi yeni bir adam gibi hissedeceksiniz. O zaman
konuşabiliriz," dedi.
Ellerini çırptı ve onlara odalarını göstermek üzere bir mu­
hafız geldi. D ü k ile oğluna ayn odalar tahsis edilirken Pug ile
Kulgan aynı odayı paylaşacaktı. Gardan'a M e e c h a m ' m odası
gösterildi ve Dük'ün askerleri hizmetkarların m e s k e n i n e götü­
rüldü.
Kulgan kendisi bir süre hizmetkarıyla konuşurken Pug'a
b a n y o y a ö n c e o n u n girmesini söyledi. M e e c h a m ile Kulgan
toprak ağasının odasına gidince Pug kirli giysilerinden soyun­
du. Odanın ortasında sıcak ve buharları tüten h o ş kokulu suy­
la dolu, geniş, madeni bir küvet vardı. Küvete ayağını soktu
ve ç a b u c a k geri çekti. Karda üç gün b o y u n c a yürüdükten son-
ra, su ona kaynar gelmişti. Ayağını yavaşça yeniden suya sok­
tu ve sıcaklığa alıştığında ağır ağır suya girdi.
Küvetin eğimli sırtından destek alarak arkasına yaslandı.
Küvetin iç tarafı sırlıydı ve evindeki tahta küvetlerden sonra
bu pürüzsüz, kaygan doku Pug'a yabancı geldi. Tatlı bir sa­
bunla sabunlandı ve saçındaki pisliği yıkadı, s o m a da küvetin
içinde ayağa kalktı ve durulanmak için başından aşağı bir ko­
va soğuk su döktü.
Kurulandı ve onun için bırakılan temiz gecelik entariyi giy­
di. Saatin e r k e n olmasına b a k m a d a n kendini sıcak yatağa attı.
Son düşüncesi güler yüzlü, kum rengi saçlı ç o c u k üzerineydi.
Pug uykuya dalarken Dolgan'ın arkadaşını bulup bulamadığı­
nı merak etti.
Gün içinde bir defa, Kulgan iri bedenini sabunlarken su­
yun büyük bir hevesle etrafa sıçratılışma eşlik e d e n isimsiz bir
ezginin mırıldanılışına uyandı. Pug gözlerini kapadı ve çabu­
cak yeniden uykuya daldı.
Kulgan onu akşam y e m e ğ i için uyandırdığında derin uyku­
daydı. Tuniği ile pantolonu yıkanmış, gömleğindeki ufak yır­
tık da onarılmıştı. Çizmeleri parlatılmıştı ve siyah bir ışıltıyla
parlıyorlardı. D u m p kendisini bir aynada incelerken ilk defa
yanaklarında hafif, siyah bir gölge fark etti. Daha da yaklaştı
ve bir sakalın ilk belirtilerini gördü.
Kulgan onu izledi ve, "Eh, Pug. Prens Arutha gibi tıraşlı do­
laşman için bir ustura getirmelerini söyleyeyim mi? Y o k s a
m u h t e ş e m bir sakal salmak mı istersin?" dedi. Kendi ak saka­
lını abartılı bir hareketle sıvazladı.
Pug Mac Mordain Cadal'den aynlışından beri ilk kez gü­
lümsedi. "Sanırım bu konuda endişelenmeyi daha bir süre er­
teleyebilirim."
Çocuğun moralinin düzelmekte olduğunu görerek m e m ­
nun olan Kulgan k a h k a h a attı. Pug'ın T o m a s için duyduğu
üzüntünün derinliği büyücüyü endişelendirmişti ve ç o c u ğ u n
dayanıklı mizacının y e n i d e n kendisini gösterdiğini gördüğü
için rahatlamıştı. Kulgan kapıyı açık tuttu. "Gidelim mi?"
Pug başını e ğ e r e k saray reveransı taklidi yaptı ve, "Elbette,
usta büyücü. Ö n c e siz?" dedi ve kahkahaya boğuldu.
Crydee kalesindekinin yanında lafı e d i l e m e y e c e k de olsa,
geniş ve aydınlık bir salon olan y e m e k odasına gittiler. D ü k ile
Prens Arutha ç o k t a n oturmuştu, Kulgan ile Pug da ç a b u c a k
masadaki yerlerini aldılar.
Pug ile Kulgan oturduğunda Borric tam da Crydee'deki ve
büyük ormandaki olayları anlatmayı bitiriyordu. " B ö y l e c e , "
dedi, "haberin o kadar önemli olduğuna i n a n ı y o m m ki, şah­
sen iletmeyi tercih ettim."
Hizmetkarlar y e m e k masasının başındakiler için ç o k çeşitli
y e m e k l e r getirirken tüccar sandalyesinde arkaya yaslandı.
"Lord Borric," dedi Talbott, "adamınız M e e c h a m ' ı n yanıma ilk
gelişinde, sizin namınıza yaptığı istek, sanırım bilginin aktarıl­
ma tarzı nedeniyle, biraz muğlaktı." Kulgan'ın Belgan'la temas
kurmak için kullanılan büyüden, B e l g a n ' ı n da mesajı M e e c -
ham'a aktarışından bahsediyordu. "Krondor'a ulaşma arzunu­
zun kendi halkım için, şu anda olduğunu idrak ettiğim denli
hayati ö n e m d e olduğunu hiç tahmin etmiyordum." Durdu,
sonra devam etti. "Elbette, getirdiğiniz haberler beni telaşlan­
dırdı. Size bir gemi bulmak üzere g e m i komisyoncusu görevi­
ni yerine getirmeye istekliydim, a n c a k şimdi sizi kendi gemi­
lerimden biriyle göndermeyi üzerime alacağım." Elinin yanın­
daki ufak bir çanı alarak çaldı. Bir saniye sonra o m u z başında
bir hizmetkar dumyordu. "Kaptan Abram'a h a b e r gönderi, Fır-
tına Kraliçesini hazır etsin. Y a n n ikindi vakti sular yükseldi­
ğinde Krondor'a hareket e d e c e k . Sonra daha aynntılı talimat­
lar göndereceğim."
Hizmetkar eğilerek selam verdikten sonra gitti. "Teşekkür
ederim Kilrane Usta. Sizin anlayacağınızı ümit etmiştim, ama
bu kadar kısa zamanda bir gemi bulmanızı beklemiyordum."
Tacir doğrudan Borric'e baktı. "Dük Borric, açık konuşa­
yım. Özgür Şehirler ile Krallık arasında p e k sevgi yoktur. Ve
daha da açık k o n u ş m a k gerekirse, c o n D o i n ismi daha da az
sevilir. Walinor'u yakıp yıkan ve Natal'i kuşatan sizin büyük-
babanızdı. Anca bu şehrin on mil kuzeyinde durdurulabildi ve
b u n u n anısı hâlâ p e k ç o ğ u m u z u n içini sızlatmaktadır. Ataları­
mız Keshialıdır, ancak doğuştan özgürüz ve fatihlere p e k az
sevgi besleriz." Dük sandalyesinde kaskatı bir biçimde otunır-
k e n Kilrane sözlerine devam etti. "Yine de, daha sonra b a b a ­
nızın ve şimdi sizin iyi birer k o m ş u olduğunuzu, Özgür Şehir-
ler'le ticarette adil, hattâ zaman zaman cömert davrandığınızı
kabul e t m e k zorundayız. Sizin onurlu bir adam olduğunuza
inanıyor ve bu Tsuranilerin m u h t e m e l e n aym sizin söylediği­
niz gibi olduğunu anlıyoruz. D ü ş ü n c e m e göre siz mübalağaya
düşkün bir adam değilsiniz."
D ü k b u n u duyunca biraz gevşedi. Talbott bir yudum şarap
içtikten sonra konuşmasına devam etti. "Çıkarlanmızın Kral-
lık'tan yana olduğunu anlamazsak aptallık etmiş oluruz, zira
tek başımıza çaresiz durumdayız. Sizler gittikten sonra Lonca­
lar ve Tacirler Meclisi'ni toplantıya çağıracak ve bu konuda
Krallık'a destek verilmesi gerektiği tezini savunacağım." Gü­
lümsedi ve masadaki h e r k e s gördü ki, o da nüfuzuna ve yet­
kisine D ü k kadar güvenen bir adamdı. "Sanırım meclisin bu­
nun akıllıca olduğunu görmesini sağlamakta güçlük ç e k m e m .
Tsurani savaş kadırgasının lafını ettikten ve bizim gemilerimi­
zin böylesi gemilerden oluşan bir filo karşısında ne duruma
düşeceği üzerine ufak bir tahmin yürüttükten sonra, ikna olsa­
lar gerektir."
Borric güldü ve elini masaya vurdu. "Usta tacir, servetini
kaderin talihli bir aşık oyunuyla kazanmadığın anlaşılıyor.
Kurnaz zihnin b e n i m Rahip Tully'ninkinden aşağı kalmaz. Bil­
geliğin de öyle. Sana teşekkür ediyorum."
Dük ile tüccar g e c e n i n ilerleyen saatlerine kadar k o n u ş m a ­
ya devam ettiler, ama Pug hâlâ yorgundu ve yatağına döndü.
Kulgan saatler sonra odaya geldiğinde, ç o c u ğ u y ü z ü n d e hu­
zurlu bir ifadeyle yatarken buldu.

FIRTINA KRALİÇESİ rüzgarı arkasına almış, yardlarıyla g ö k


yelkenleri gazaba gelmiş, denizde saklayarak ilerliyordu. D ö ­
nen, insanın tenine batan yağmur g e c e y i öyle karartmıştı ki,
uzun direklerinin uçları puslu bir karanlık içinde güvertesinde
duranların gözlerinden gizlenmişti.
Kıç güvertesinde insanlar k o c a , kürk astarlı cüppelerin al­
tında toplaşmış, acı, ıslak soğukta ü ş ü m e m e y e çalışıyorlardı.
S o n iki hafta zarfında iki k e z açık denizlerde yolculuk etmiş­
lerdi, ancak bu uzun süredir karşılaştıkları en kötü havaydı.
G e m i armasından bir çığlık yükseldi ve kaptana iki adamın s e ­
renden düştüğü haberi yollandı. Dük Borric Kaptan Abram'a,
"Yapılabilecek bir şey y o k mu?" diye bağırdı.
"Hayır, lordum. Onlar ölü ve aramak m ü m k ü n olsa bile, ki
değil, aptallık olurdu," diye seslenerek yanıt verdi kaptan, s e ­
si fırtınanın gümbürtüsünü bastırarak.
Yukarıda, tehlikeli gemi armasında, tayfalar n ö b e t tutuyor,
serende toplanan, yaptıkları fazladan ağırlıkla sereni kırma ve
gemiyi iş g ö r e m e z hale getirme tehlikesi yaratan buzlan kırı­
yorlardı. Kaptan Abram bir eliyle küpeşteye tutunmuş, her­
hangi bir s o n ı n belirtisi arıyordu, tüm gövdesi gemisiyle uyum
halindeydi. Y a n ı n d a baş vuran güvertede yere o n u n kadar
sağlam basamayan Dük ile Kulgan vardı. Alt taraftan yüksek
bir gıcırdama, bir çatırtı geldi ve kaptan küfretti.
Birkaç saniye sonra bir denizci önlerinde belirdi. "Kaptan,
kalaslarımızdan biri çatladı ve gemi su alıyor."
Kaptan ana güvertede duran ikinci kaptanlardan birine el
salladı. "Aşağıya bir ekip gönderip hasar tespiti yap, sonra da
rapor ver."
İkinci kaptan ç a b u c a k onunla birlikte aşağı i n m e k üzere
dört adam seçti. Kulgan bir dakika kadar transa girdikten son­
ra, "Kaptan, bu fırtına üç gün daha sürecek," dedi.
Kaptan tanrıların o n a verdiği talihe küfretti ve D ü k ' e , "Ge­
miyi fırtınada su alırken üç gün daha yürütemem. Demir atıp
gövdeyi tamir e d e c e k bir y e r b u l m a m gerekiyor," dedi.
D ü k başıyla onayladı ve fırtınanın sesini bastırmak için ba­
ğırarak, "Queg'e mi dönüyorsun?" dedi.
Kaptan başını iki yana sallayarak siyah sakalmdaki karlan
ve damlayan suları silkeledi. "Gemiyi rüzgara karşı Q u e g ' e
döndüremem. Efsuncunun Adası açıklarında demir atmamız
gerekecek."
Kulgan başını iki yana salladı, ancak bu hareketi diğerleri
tarafından fark edilmedi. B ü y ü c ü , "Sığınabileceğimiz başka bir
yer y o k mu?" diye sordu.
Kaptan b ü y ü c ü y e ve D ü k ' e baktı. "Bu kadar yakında baş­
ka bir yer yok. Serenlerden birini k a y b e t m e riskine gireriz. O
zaman da, suyla dolup batmasak bile, üç yerine altı gün kay­
bederiz. Denizler giderek dalgalı bir hal alıyor ve daha fazla
adam k a y b e d e b i l e c e ğ i m d e n korkuyorum." G e m i direğindeki-
lere ve dümencilere bağırarak emirler verdi, onlar da rotayı
güneye, Efsuncunun Adası'na doğru çevirdiler.
Kulgan D ü k ile birlikte aşağı indi. Sallanan, yükselip alça­
lan geminin hareketi, merdivenden ve dar koridordan geçişi
güçleştiriyordu ve kamaralara doğru giderlerken tıknaz büyü­
cü sağa sola yalpa vumyordu. D ü k oğluyla paylaştığı kamara­
sına, Kulgan da kendisininkine girdi. Çarpmalar sırasında Gar­
dan, M e e c h a m ile Pug ranzalarında d i n l e n m e y e çalışıyordu.
İlk iki gün deniz tuttuğundan, ç o c u k zorluk çekiyordu. Fırtı­
nalı havalarda güvertede dolaşabilme yeteneğini bir parça
edinmişti, ama yine de tüketmek zorunda kaldıkları tuzlanmış
domuz etiyle peksimeti bir türlü yiyemiyordu. Denizin taşkın­
lığı yüzünden, geminin aşçısı her zamanki görevini yerine g e ­
tirememişti.
Geminin kalasları vuran dalgalara itiraz e d e r e k gıcırdıyor­
du ve ileriden çalışma ekibinin gövdedeki gediği tamir e t m e ­
ye çalışırken çıkardığı ç e k i ç seslerini duyabiliyorlardı.
Pug yatağında yuvarlanarak döndü ve Kulgan'a baktı. "Fır­
tına ne âlemde?"
M e e c h a m bir dirseğinin üzerine yaslanarak doğruldu ve us­
tasına baktı. Gardan da aynısını yaptı. Kulgan, "Üç gün daha
e s e c e k . Bir adanın rüzgar altı tarafına ç e k e c e k ve etkisi azala­
na kadar orada bekleyeceğiz," dedi.
"Ne adası?" diye sordu Pug.
"Efsuncunun Adası."
M e e c h a m ranzasından fırlayarak başını alçak tavana çarptı.
Gardan kahkahasını bastırırken M e e c h a m küfretti ve, "Kara
Macros'un adası mı?" diye bağırdı.
Kulgan gemi y ü k s e k bir dalga tepesini aşıp tekrar inişe g e -
ç e r k e n kendisini doğrultmak için bir elini kullanarak başıyla
onayladı. "Ta kendisi. Bu fikir b e n i m de p e k hoşuma gitmedi,
ama kaptan gemi için endişeleniyor." Konuyu işaretle sağlam­
laştırmak istercesine, gemi gövdesi bir an kaygı verici bir bi­
çimde inleyip gıcırdadı.
"Macros kim?" diye sordu Pug.
Kulgan bir an ç o c u ğ u n sonısu yüzünden olduğu kadar,
ambardaki ekibi dinlediği için bir an düşünceli durdu, sonra
da, "Macros büyük bir efsuncudur, Pug. Belki de dünyanın
gördüğü en büyük efsuncu," dedi.
"Evet," diye ekledi M e e c h a m , "ve c e h e n n e m i n en derin
muhitinden g e l e n bir iblisin tohumudur. Sanatları en karaşın­
dandır ve Lims-Kragma'nın eli kanlı Rahipleri bile adasına
ayak basmaya korkar."
Gardan güldü. "Ölüm tanrıçasının rahiplerinin gözünü kor­
kutacak bir sihirbaz görmedim daha. Kudretli bir bilgin arif ol­
malı."
"Bunlar s a d e c e birer öykü, Pug," dedi Kulgan. "Onun hak­
kında asıl bildiğimiz şey, Krallık'ta büyücülerin gördüğü zu­
lüm d o m ğ a ulaştığında, Macros'un bu adaya kaçtığıdır. O gün­
den beri hiç kimse buraya gelip gitmemiştir."
Duyduklarıyla ilgilenen Pug, fırtınanın k o r k u n ç gürültüsü­
nü unutarak ranzasında doğruldu. Kulgan'ın yüzü geminin her
yalpa vuruşuyla birlikte çılgınca sallanan meşalenin düşürdü­
ğü dans e d e n gölgeler ve yarı ışıklarla yıkanan yüzünü izledi.
Kulgan, "Macros ç o k yaşlıdır," diye d e v a m etti. "Hangi hü­
nerle hayatta kaldığını bir kendi bilir, a m a üç yüz yıldan uzun
süredir hayatta."
Gardan, "Ya da orada aynı adı taşıyan birkaç adam yaşa­
dı," diye b u n ı n kıvırdı.
Kulgan başını salladı. "Belki de. Her halükarda, o n u n hak­
kında g e r ç e k t e bilinen hiçbir şey yok, denizcilerin anlattığı
k o r k u n ç öyküler dışında. Macros büyünün karanlık yanını ic­
ra ediyor bile olsa, şöhretinin belki de yalnız kalmasını sağla­
yan bir tedbir olarak büyük ö l ç ü d e şişirilmiş olduğundan kuş-
kulanıyonım."
G ö v d e d e k i bir kalasın daha ayrıldığını düşündüren yüksek
bir çatırtı onları susturdu. Kamara fırtınayla savruluyordu ve
M e e c h a m hepsinin aklında olan şeyi dile getirdi: " B e n de Ef­
suncunun Adası'na ayak basabileceğimizi ümit ediyoram."

Gemi adanın güney koyuna ağır aksak yanaştı. G ö v d e d e k i


hasan tespit etmek üzere yan tarafa dalgıç indirmek için fırtı­
nanın dinmesini b e k l e m e k zomndaydılar.
Kulgan, Pug, Gardan ve M e e c h a m güverteye çıktılar. Yar­
lar fırtınanın hızını kestiğinden, hava biraz daha yumuşaktı.
Pug kaptanla Kulgan'ın durmakta olduğu yere doğru yürüdü.
Onların bakışlarını yarların tepesine kadar izledi.
Koyun yükseğinde, günün gri ışığında uzun kulelerinin si­
lueti gökyüzüne vurmuş bir şato duruyordu. Kuleleri g ö ğ e bir
p e n ç e gibi uzanan, tuhaf bir yerdi. Şato, yüksekte mavi, nabız
gibi atan bir ışıkla, yıldırıma yakalanmış ve şato sakinlerince
işe koşulmuş gibi parlayan tek bir p e n c e r e dışında karanlıktı.
Pug Meecham'ın, "Orada, uçurumun üzerinde. Macros,"
dediğini duydu.

Üç gün sonra dalgıçlar yüzeye çıktılar ve kaptana hasar tes­


pit raporlannı sundular. Pug, M e e c h a m , Gardan ve Kulgan'la
birlikte güvertedeydi. Prens Arutha ile babası kaptanın yanın­
da durmuş, geminin durumu konusundaki h ü k m ü bekliyorlar-
dı. Y u k a n d a deniz kuşları pike yapıyor, bu sulardaki bir gemi­
nin müjdelediği artık ve çöpleri arıyordu. Kış fırtınaları kuşla­
rın yetersiz beslenmesini bütünlemeye yaramıyordu ve bir ge­
mi hoş karşılanan bir y e m e k y e m e aracıydı.
Aratha diğerlerinin b e k l e m e k t e olduğu ana güverteye indi.
"Hasarı gidermek bugünün tamamını ve yarının yarısını ala­
cak, ama kaptan geminin Krondor'a varana kadar idare e d e ­
ceğini düşünüyor. Buradan sonra p e k zorluk çekmeyiz, her­
halde."
M e e c h a m ile Gardan birbirlerine manalı bakışlar attılar. Bu
fırsatı kaçırmak istemeyen Kulgan, "Kıyıya çıkma fırsatımız
olacak mı, Majesteleri?" dedi.
Arutha tıraşlı çenesini eldivenli eliyle sıvazladı. "Evet, ama
bizi taşımak için bir sandal çıkaracak tek denizci bile yok."
"Bizi mi?" diye sordu büyücü.
Arutha çarpık gülümsemesiyle gülümsedi. "Kamaralar canı­
ma yetti, Kulgan. Bacaklarımı sağlam toprakta açmaya ihtiya­
cım var. Üstelik, size göz kulak olacak biri olmazsa, günü hiç
işiniz olmayan yerlerde dolanarak geçirirsiniz." Pug'ın başını
kaldırıp kaleye d o ğ m bakışı büyücünün gözünden kaçmadı.
"O şatodan ve sahilden oraya çıkan yoldan uzak duracağız,
kesinlikle. Bu adaya dair öyküler efsuncunun salonlarına gir­
m e y e çalışanların başına a n c a k kötü şeyler geldiğinden b a h s e ­
diyor."
Arutha denizcilerden birine işaret etti. Bir sandal hazırlan­
dı ve dört adamla ç o c u k sandala bindiler. Sandal y a n tarafa çı­
karıldı ve fırtınanın s o m a s ı n d a hâlâ e s m e y e devam e d e n serin
rüzgara r a ğ m e n ter d ö k e n bir e k i p tarafından suya indirildi.
Pug uçurumun tepesine atıp durdukları bakışlardan adamların
işten ya da hava koşullarından dolayı terlemediklerini anladı.
Arutha o n u n düşüncelerini o k u m u ş gibi, "Midkemia'da de­
nizcilerden daha b o ş inançlı bir tür olabilir, ama bunların kim
olduğunu sana söyleyemem," dedi.
G e m i suya indiğinde M e e c h a m ile Gardan mataforalardan
sarkan ipleri attılar. İki adam hantal hareketlerle kürekleri al­
dılar ve sahile d o ğ a ı kürek ç e k m e y e başladılar. Başta kesik
kesik, tekleyerek kürek çekiyorlardı, ama Prens'in kınayan ba­
kışları ve birtakım şahısların bir sahil kasabasında yaşamaları­
na rağmen nasıl kürek çekileceğini bilmemeleri üzerine yaptı­
ğı birkaç yorumun üzerine, nihayet sandalın doğru dürüst iler­
lemesini sağlamayı başardılar.
Kumlu bir sahile, küçük körfezin yarlarını b ö l e n ufak bir
k o y a çıktılar. Kaleye çıkan, adanın öte taraflanna giden bir
başkasıyla birleşen bir patika vardı.
Pug aşağı atladı ve sandalı kıyıya ç e k m e l e r i n e yardım etti.
Sandal sahile çıktığında diğerleri de indiler ve bacaklarını aç­
tılar.
Pug'a izleniyorlarmış gibi geldi, ama etrafına h e r bakışında,
tek görebildiği kayalar ve kışı uçurum yüzündeki yarıklarda
geçiren birkaç deniz kuşu oldu.
Kulgan ile Prens sahilden yukarı çıkan iki patikayı incele­
diler. Büyücü efsuncunun kalesinden uzağa çıkan diğer pati­
kaya baktı ve, "Öteki yolu incelemenin p e k zararı olmasa g e ­
rek. Gidelim mi?" dedi.
Günlerin sıkıntısı ve kapalı kalmışlığı hissettikleri kaygıya
baskın çıktı. Arutha başını sertçe salladıktan sonra, patikada
önlerine düştü.
Pug M e e c h a m ' ı n arkasında, en sonda geliyordu. G e n i ş
omuzlu toprak ağası, elini üzerinden ayırmadığı uzun bir kı­
lıçla silahlanmıştı. Pug sapanını hazırda tutuyordu, zira Gar-
dan'ın fırsat bulduğu zaman verdiği derslere rağmen, kılıç kul­
lanmak konusunda kendisini hâlâ rahat hissetmiyordu. Ç o c u k
gözleriyle önlerindeki manzarayı h a z m e d e r k e n dalgınlıkla sa­
panla oynuyordu.
Y o l u n üzerinde, kafile yaklaştığı zaman k a ç a n birkaç su
kuşu ve yağmur kuşu kolonisi vardı. Kuşlar viyaklayarak şika­
yetlerini belirttiler ve yürüyüşçüler g e ç e n e kadar yuvalannın
yanında dolandılar, sonra da t e p e yamacının kıt konforuna g e ­
ri döndüler.
Bir tepe sırasının ilkine çıktılar ve kaleden uzağa giden pa­
tikanın b a ş k a bir tepenin arkasında inişe geçtiği görüldü. Kul­
gan, "Bu bir yere varıyor olmalı. D e v a m edelim mi?" dedi.
Arutha başıyla onayladı, diğerleri ise hiçbir şey söylemediler.
İki alçak tepe sırasının arasında bulunan bir kuytuluktan az
hallice olan, küçük bir vadiye g e l e n e d e k yolculuklarına de­
vam ettiler. Vadinin tabanında bazı binalar vardı.
Arutha usulca, "Ne diyorsun, Kulgan? Bunlarda birileri ya­
şıyor mu?" dedi.
Kulgan binaları bir an inceledikten sonra M e e c h a m ' a dön­
dü, o da ö n e çıktı. T o p r a k eri bakışlarını vadinin tabanından
çevredeki tepelere gezdirerek aşağıdaki manzarayı inceledi.
"Sanmam. Y e m e k pişirmek için yakılan ateşlerden çıkan du­
m a n veya çalışan insanların sesi yok."
Arutha vadinin tabanına doğru yürüyüşüne y e n i d e n başla­
dı, diğerleri de onu izledi. M e e c h a m bir an d ö n ü p Pug'a bak­
tı, sonra da ç o c u ğ u n sapanından başka silah taşımadığını fark
etti. T o p r a k ağası k e m e r i n d e n uzun bir avcı bıçağı çıkardı ve
bir şey s ö y l e m e d e n ç o c u ğ a verdi. Pug başını kabul anlamında
bir kez salladı ve bıçağı sessizlik içinde aldı.
B i n a l a n n üzerindeki bir platoya vardıklarında Pug yabancı
görünümlü bir ev gördü; ortadaki binanın çevresi geniş bir av­
lu ve birkaç ek binayla sarılmıştı. Arazinin tamamının çevre­
sinde bir b u ç u k m e t r e d e n uzun olmayan, alçak bir duvar var­
dı.
T e p e n i n yamacından inerek duvardaki bir kapıya vardılar.
Avluda birkaç verimsiz m e y v e ağacı ve yabani otların sardığı
bir b a h ç e vardı. Ortadaki binanın ön tarafına yakın bir yerde,
üzerine üçlü bir yunus heykelinin kondurulduğu bir ç e ş m e
bulunuyordu. Ç e ş m e y e yaklaştılar ve heykelin etrafını saran
sığ havuzun içinin, eskilikten solmuş ve rengini kaybetmiş çi­
nilerle kaplı olduğunu gördüler. Kulgan ç e ş m e n i n yapım üslu­
bunu inceledi. "Bu z e k i c e tasarlanmış. Suyun yunusların ağ­
zından çıkması gerekiyor, sanırım."
Arutha onunla hemfikir oldu. "Kral'ın Rillanon'da gördü­
ğ ü m çeşmeleri b u n a benziyor, a n c a k bundaki zarafet onlarda
yok."
Y e r d e p e k az kar vardı, zira anlaşılan korunaklı vadiyle
adanın tamamı, en çetin kışlarda bile az kar alıyordu. Ama yi­
ne de soğuktu. Pug biraz uzaklaştı ve evi inceledi. Duvarlann-
da her üç metrede bir pencereleri olan, tek bir kattan oluşu­
yordu. Karşısında durduğu duvarda iki kanatlı bir kapıya g ö r e
bir açıklık olmasına rağmen, kapılar uzun zaman ö n c e m e n t e ­
şelerinden çıkarılmıştı.
"Burada her kim yaşamışsa, belayla karşılaşmayı b e k l e m i -
yormuş."
Pug d ö n ü p arkasında duran Gardan'ın da e v e bakmakta ol­
duğunu gördü. " G ö z e t l e m e kulesi yok," diye devam etti Ça­
vuş. "Alçak duvar da savunmadan ç o k hayvanları b a h ç e l e r d e n
uzak tutmaya yararmış gibi görünüyor."
Onlara katılan M e e c h a m Gardan'ın s o n söylediğini duydu.
"Evet, burada savunma pek düşünülmemiş. Burası adadaki en
alçak nokta, t e p e d e n aşağı inerken evin arkasından görülen şu
ufak pınar dışında." Arkasını dönüp başını kaldırdı ve kulele­
ri vadiden hâlâ görülebilen kaleye baktı. "Belayı düşünerek in­
şa ettiğin yer orası. Burası ise," dedi elinin bir hareketiyle al­
çak binaları işaret ederek, "mücadeleyi bilmeyenler tarafından
yapılmış."
Pug uzaklaşırken başıyla onayladı. Gardan ile M e e c h a m
farklı bir y ö n e , terk edilmiş bir ahıra doğru gittiler.
Pug evin arka tarafına geçti ve daha küçük birkaç bina bul­
du. Bıçağını sağ eliyle kavradı ve en y a k m d a k i n e girdi. Çatısı
ç ö k m ü ş olduğundan, tavanı g ö ğ e açılıyordu. Üç duvarında
tahtadan geniş rafları olan ve görünüşte bir d e p o y a b e n z e y e n
m e k a n ı n zeminine parçalanmış ve solmuş kırmızı kiremitler
saçılmıştı. Pug binadaki diğer odalan inceleyip onların da b e n ­
zer görünümde olduğunu gördü. Binanın tamamı bir tür ardi­
yeydi.
Y a n d a k i binaya geçti ve geniş bir mutfak buldu. Bir duva­
ra yaslanmış duran, üzerinde aynı anda birkaç tencereyi ısıta­
c a k kadar geniş bir taş fırın vardı, ateşin üzerinde arka tarafta­
ki bir açıklığın üzerinden sarkan bir şiş, bir sığır böğrünü ya
da bir kuzuyu taşıyacak kadar büyüktü. Odanın ortasında, sa­
yısız satır ve b ı ç a k darbesinin izlerini taşıyan, devasa bir kasap
tezgahı vardı.
Pug k ö ş e d e duran, toz ve ö r ü m c e k ağlarıyla kaplanmış, tu­
h a f görünümlü bir tunç tencereyi inceledi. T e n c e r e y i çevirdi
ve tahta bir kaşık buldu. B a ş ı m kaldırdığında, bir an mutfağın
dışında birini gördüğünü sandı.
Ağır ağır kapıya yaklaşarak, "Meecham? Gardan?" diye ses­
lendi. Dışan adımım attığında, ortalıkta kimse yoktu, ama asıl
binanın arka kapısının yakınlarında hareket e d e n bir şey g ö ­
züne ilişti.
Arkadaşlarının binaya ö n c e d e n girmiş olduğunu farz e d e ­
rek kapıya doğru seğirtti. Asıl binaya girdiğinde, y a n koridor­
lardan birinde ufak bir hareket yakaladı. Bir an durup bu tu­
h a f eve göz gezdirdi.
Ö n ü n d e k i kapı açık duruyordu, bir zamanlar onu tutan
raylarından kurtulmuş bir kapıydı. Kapının arkasında g ö ğ e açı­
lan büyük bir orta avluyu görebiliyordu. Ev aslında içi b o ş , ka­
re şeklindeki bir alandı, kısmi çatının iç tarafı sütunların üze­
rinde yükseliyordu. Avlunun tam ortasında b a ş k a bir ç e ş m e y ­
le küçük bir b a h ç e vardı. Dışarıdaki gibi bu ç e ş m e de bakım­
sız durumdaydı ve bu b a h ç e y i de y a b a n otları bürümüştü.
Pug hareket gördüğü h o l e baktı. Yandaki alçak bir kapıdan
g e ç e r e k loş bir koridora çıktı. Çatıda yer yer birkaç kiremidin
eksik olduğundan ara sıra yukarıdan ışık süzülüyor, ç o c u ğ u n
yolunu bulmasını kolaylaştırıyordu. İki b o ş odanın yanından
geçti, bunların yatak odalan olduğundan şüpheleniyordu.
Bir köşeyi d ö n ü p kendisini tuhaf görünümlü bir odaya açı­
lan kapının ö n ü n d e buldu ve içeri girdi. Duvarlar, köpüklerde
yarı çıplak kadınlar ve erkeklerle oynaşan deniz yaratıklannın
resmedildiği çini mozaiklerle kaplıydı. Bu sanat üslubu Pug
için yeniydi. Dük'ün salonlarındaki az sayıda duvar halısı ve
o n d a n da az sayıdaki tabloların tümü de g e r ç e ğ e s o n d e r e c e
yakındı, yumuşak renkler ve ayrıntılarla resmedilmişti. Bu m o ­
zaikler ise insanlar ve hayvanlan, ayrıntıları v e r m e d e n temsil
ediyordu.
Y e r d e havuza b e n z e y e n geniş bir çökelti vardı, önündeki
basamaklar aşağı iniyordu. Karşı taraftaki duvardan, havuzun
üzerinden sarkan pirinçten bir balık kafası çıkmıştı. Pug oda-
nın n e y e yaradığını anlayamadı.
Birisi düşüncelerini o k u m u ş gibi, arkasından bir ses, "Bu­
rası bir ılıklık," dedi.
Pug döndü ve arkasında duran bir adam gördü. B o y u va­
sat uzunlukta olan adamın geniş bir alnı ve çukurda, siyah
gözleri vardı. Koyu renkli saçlarının şakak kısımlarında aklar
olsa da, sakalı g e c e kadar siyahtı. Sade kumaştan kahverengi
bir c ü p p e giymiş, beline bir urgan bağlamıştı. Sol elinde m e ­
şeden, sağlam bir asa tutuyordu. Pug gardım alarak uzun avcı
bıçağını çekti.
" Y o , delikanlı, bıçağını indir, sana zarar v e r m e y e niyetim
yok." Pug'ı rahatlatan bir b i ç i m d e gülümsedi.
Pug bıçağını indirdi ve, " B u odaya ne dediniz?" dedi.
Adam odaya girerek, "Bir ılıklık," dedi. "Burada havuza b o ­
rularla ılık su taşınıyordu ve yıkananlar giysilerini ç ı k a n p şu
raflara koyuyordu." Arkadaki duvarda bulunan birtakım rafla­
rı işaret etti.
" Y e m e ğ e gelen konuklar burada yıkanırken, hizmetkarlar
da onların giysilerini temizleyip kuruturdu."
Pug birine y e m e ğ e gelen konukların o n u n evinde yıkan­
ması düşüncesini alışılmadık buldu, ama bir ş e y söylemedi.
Adam sözlerine devam etti, "Şu kapının ardında" - h a v u z u n ya­
nındaki bir kapıyı işaret e t t i - "çok sıcak suyla dolu bir havuz
vardı, sıcaklık adı verilen bir odanın içinde. O n u n arkasında
da adına soğukluk adı verilen bir odada, soğuk suyla dolu bir
havuz bulunurdu. Y u n a k d e n e n dördüncü bir odadaysa, hiz­
metkarlar yıkananları kokulu yağlarla ovardı. Tenlerini de tah­
tadan sopalarla keselerdi. O zamanlar sabun kullanmıyorlar­
dı."
Bütün bu farklı yıkanma odaları Pug'ın aklını kanştırmıştı.
"Temizlenmek için e p e y zaman harcıyorlarmış gibi geliyor.
Bütün bunlar ç o k tuhaf."
Adam asasına yaslandı. "Sana öyle geliyor olmalı, Pug. An­
cak sanırım bu evi inşa edenler de senin kalendeki salonları
tuhaf bulurdu."
Pug irkildi. "Adımı n e r e d e n bildiniz?"
Adam yeniden gülümsedi. "Binaya yaklaşırken uzun boylu
askerin sana isminle hitap ettiğini duydum. Eski hazineleri ara­
maya gelmiş korsanlar olmadığınızdan e m i n olana d e k sakla­
nıp sizi izledim. Korsanların ç o k azı senin kadar g e n ç oldu­
ğundan, seninle konuşmanın güvenli olduğuna karar verdim."
Pug adamı inceledi. Adamda sözlerinde gizli anlamlar ol­
duğunu düşündüren bir şey vardı. "Neden b e n i m l e konuştu­
nuz?"
Adam b o ş havuzun kenarına oturdu. Cüppesinin eteği g e ­
ri çekilmiş, sağlam yapılı çapraz askılı sandallarını ortaya ser­
mişti. "Çoğu zaman yalnızım ve yabancılarla konuşma şansı
nadiren sahip olduğum bir şey. Bu yüzden g e m i n e d ö n m e d e n
ö n c e , b e n i hiç değilse birkaç dakika ziyaret edip e t m e y e c e ğ i ­
ne bir b a k m a k istedim."
Pug da oturdu, ama yabancıyla arasına rahat edeceği kadar
mesafe koymayı ihmal etmeden. "Burada mı yaşıyorsunuz?"
Adam çevresindeki odaya bakındı. " Y o , a n c a k uzun zaman
ö n c e öyleydi." Sesinde düşünceli bir ton vardı, bu itiraf uzun
zaman ö n c e gömdüğü anıları canlandırmış gibi.
"Siz kimsiniz?"
Adam yeniden gülümsedi ve Pug gerginliğinin y o k olduğu­
nu hissetti. Tavrında güven veren bir şeyler vardı ve Pug ada­
mın o n a zarar v e r m e y e niyetli olmadığını görebiliyordu. " B a ­
na ç o ğ u zaman seyyah, derler, zira ç o k diyarlar görmüşümdür.
Buralarda zaman zaman münzevi olarak tanınırım, b ö y l e yaşa­
dığım için. B e n i nasıl istersen öyle çağırabilirsin. Hepsi aynı."
Pug o n a yakından baktı. "Doğru dürüst bir adınız y o k mu?"
"Çok, o kadar ç o k ki, birkaçını unuttum. D o ğ d u ğ u m za­
m a n b a n a da, sana olduğu gibi bir ad verilmişti, ama kabilem-
dekiler arasında bu yalnızca b a b a ve ârif-rahip tarafından bili­
n e n bir addır."
Pug b u n u düşündü. "Bütün bunlar ç o k tuhaf, bu ev gibi.
Sizin halkınız kimlerdir?"
Seyyah denilen adam güldü, bu iyi huylu bir kıkırdamaydı.
"Meraklı bir zihnin var, Pug, sorularla dolu." Bir an durduktan
sonra, "Sen ve yol arkadaşların nereden geliyorsunuz? Koyda­
ki gemide B o r d o n ' u n Natal bayrağı dalgalanıyor, ama senin
aksanın ve giysilerin Krallık'takilere uygun," dedi.
Pug, "Bizler Crydeeliyiz," dedi ve adama yolculuğun kısa
bir açıklamasını yaptı. Adam birkaç basit s o m sordu ve Pug
farkına varmadan onları adaya getiren olaylan ve yolculuğun
geri kalan kısmı için planlarını tamamıyla anlatmış olduğunu
gördü.
Sözlerini bitirdiğinde seyyah, "Bu gerçekten de fevkalade
bir hikaye. Dünyalar arasındaki bu buluşma s o n a e r m e d e n ön­
ce daha şaşılacak p e k ç o k şey olacağını sanıyorum," dedi.
Pug o n a soran bakışlarla baktı. "Anlamıyorum."
Seyyah başını iki yana salladı. "Anlamanı beklemiyorum,
Pug. Diyelim ki, a n c a k olayın sonradan tetkikiyle, katılanları
katıldıkları durumdan ayıran bir zaman mesafesi olduğunda
anlaşılabilecek bir şeyler oluyor."
Pug dizini kaşıdı. "Kulgan'ın büyünün nasıl işlediğini anlat­
maya çalışırkenki hali gibi konuşuyorsunuz."
Seyyah başıyla onayladı. "Yerinde bir kıyaslama. Gerçi ba-
zen büyünün nasıl işlediğini anlamanın y e g a n e yolu büyüyü
işlemektir."
Pug canlandı. "Siz de mi büyücüsünüz?"
Seyyah uzun, siyah sakalını sıvazladı. "Bazılan b e n i m öyle
olduğumu düşünmüştür, ama bu konularda Kulgan ile aynı
anlayışa sahip olduğumuzdan kuşkuluyum."
Pug'ın yüzünden, s ö y l e m e s e de, b u n u yetersiz bir açıkla­
ma olarak gördüğü anlaşılıyordu. Seyyah ö n e eğildi. "Bir iki
büyü yapabiliyorum, eğer bu sorunu yanıtlıyorsa, g e n ç Pug."
Pug avludan birinin o n a adıyla seslendiğini duydu. "Gel,"
dedi seyyah. "Arkadaşların seni çağırıyor. Gidip onları senin
iyi olduğuna dair temin etsek iyi olacak."
B a n y o odasından çıktılar ve içteki b a h ç e n i n açık avlusunu
geçtiler. B a h ç e y i evin ön tarafından geniş bir b e k l e m e odası
ayırıyordu ve buradan g e ç e r e k dışanya çıktılar. Diğerleri
Pug'ın yanında seyyahı görünce, ç a b u c a k silahlarını ç e k e r e k
etraflarına bakındılar. Kulgan ile Prens avluyu g e ç e r e k önle­
rinde durdular. Seyyah silahsız olduğunu belirten evrensel işa­
reti yaparak havaya kaldırdı.
İlk konuşan Prens oldu. "Yanındaki kim, Pug?"
Pug seyyahı tanıttı. "Bize zarar v e r m e k niyetinde değil. B i ­
zim korsan olmadığımıza e m i n olana kadar gizlenmiş." Bıçağı
M e e c h a m ' a verdi.
Bu açıklamayı yetersiz bulmuş bile olsa, Arutha bir şey b e l ­
li etmedi. "Buradaki işin nedir?"
Seyyah asayı sol kolunun b ü k l ü m ü n e alarak ellerini iki ya­
na açtı. " B e n burada ikamet ediyorum, Crydee Prensi. Bu s o ­
runun b a n a daha uygun olduğunu düşünüyorum."
Prens kendisine b ö y l e hitap edildiği için biraz sertleşti, ama
gergin g e ç e n bir andan sonra gevşedi. "Öyleyse, haklısın, zira
bizler davetsiz misafirleriz. Geminin kasvetli kapalı alanların­
dan sıkıldığımız için biraz ferahlamak amacıyla buraya geldik.
D a h a b a ş k a bir amacımız yok."
Seyyah başıyla onayladı. "O halde Villa Beata'ya hoş geldi­
niz."
Kulgan, "Villa B e a t a nedir?" dedi.
Gezgin sağ eliyle kapsayıcı bir hareket yaptı. "Bu yuvanın
adı Villa Beata'dır. Burayı inşa edenlerin lisanında, 'kutlu yu­
va' anlamına gelir ve uzun yıllardır da öyleydi. Görebildiğiniz
gibi, daha iyi günler görmüştü."
Herkes seyyahın yanında rahatlıyordu, zira onlar da adamın
rahat tavırlarına ve dostça gülümsemesine güven duyuyorlardı.
Kulgan, "Ya bu tuhaf yeri inşa edenlere ne oldu?" dedi.
"Öldüler... ya da gittiler. Buraya ilk geldiğinde burasının In­
sula B e a t a ya da Kutlu Ada olduğunu sanıyorlardı. Dünyaları­
nın tarihini değiştiren korkunç bir savaştan kaçmışlardı." Ha­
tırlamanın verdiği acı ç o k büyükmüş gibi, kara gözleri bulut­
landı. "Büyük bir kral öldü... ya da öldüğü sanıldı, zira bazıla-
n onun dönebileceğini söylüyor. Korkunç ve hazin bir zaman­
dı. Burada huzur içinde yaşamak istediler."
"Onlara ne oldu?" dedi Pug.
Seyyah omuzlannı silkti. "Korsanlar ya da goblinler mi?
Hastalık ya da çılgınlık mı? Kim bilebilir ki? Bu yuvayı sizin
şimdi gördüğünüz haliyle gördüm ve burada yaşayanlar uzun
zaman ö n c e gitmişti."
Arutha, "Tuhaf şeylerden bahsediyorsun seyyah dost. B u n ­
lar hakkında p e k bilgim yoktur, a m a bu yer uzun zaman ön­
ce terk edilmiş görünüyor. Nasıl oluyor da burada yaşayanla-
n tanıyorsun?" dedi.
Seyyah gülümsedi. "Senin tahmin ettiğin kadar uzun za-
m a n ö n c e değildi, Crydee Prensi. B e n de göründüğümden da­
ha yaşlıyım. İyi b e s l e n m e k t e n ve düzenli b a n y o yapmaktan
geliyor."
M e e c h a m tüm bu süre zarfında yabancıyı inceliyordu, zira
kıyıya çıkanlar arasında en kuşkucu mizaca sahip olan oydu.
"Ya Kara Kişi? Seni rahatsız etmiyor mu?"
Seyyah o m z u n u n üzerinden kalenin tepesine baktı. "Kara
Macros mu? Büyücüyle b e n i m zıtlaşmak için p e k az s e b e b i m i z
var. İşlerine karışmadığım sürece adayı idare e t m e m e g ö z yu­
muyor."
Pug'ın aklından bir şüphe geçti, ama seyyah sözlerine de­
v a m e d e r k e n bir şey söylemedi. "Böylesine kudretli ve dehşet­
li bir büyücünün basit bir münzeviden korkması için p e k bir
n e d e n olmadığını eminim siz de kabul edersiniz." Ö n e eğildi
ve bir sırrı açarmış gibi bir ses tonuyla ekledi, "Üstelik, şöhre­
tinin büyük ölçüde şişirildiğini ve abartıldığını düşünüyorum,
davetsiz misafirleri uzak tutmak için. O n a atfedilen hünerlere
sahip olduğundan kuşkuluyum."
Arutha, "O zaman belki de bu efsuncuyu ziyaret etmeliyiz,"
dedi.
Münzevi Prens'e baktı. "Şatoda hoş karşılanacağınızı san­
mam. Efsuncu ç o ğ u zaman işiyle meşguldür ve işinin bölün­
mesini p e k sevmez. Bazılarının hayalinde canlandırdığı gibi
dünyadaki tüm kötülüklerin efsanevi mimarı olmayabilir, a m a
yine de insanı ziyaret ettiğine pişman e d e c e k kadar sorun çı­
karabilir. G e n e l d e arkadaşlığı p e k iyi sayılmaz." Sözcüklerinde
hafif, alaylı bir nüktedanlık vardı.
Arutha etrafına bakındı ve, "Sanırım görüp görebileceğimiz
tüm ilginç şeyleri gördük. Belki de g e m i y e d ö n s e k iyi olacak,"
dedi.
Hiç k i m s e karşı çıkmayınca Prens, "Ya sen, seyyah dost?"
dedi.
Y a b a n c ı ellerini yana açtı. " B e n yalmz kalma alışkanlığımı
devam ettireceğim, Majesteleri. Bu ufak ziyaretten keyif aldım,
ç o c u ğ u n dışarıdaki dünyada olup bitenlere dair verdiği haber­
lerden de, a n c a k b e n i y a n n burada aramanız durumunda, bu­
lacağınızdan şüpheliyim."
O n d a n daha fazla bilgi çıkmayacağı belliydi ve Arutha ada­
mın muğlak yanıtları karşısında sinirlendiğini fark etmişti. "O
zaman sana hoşçakal, diyoruz, seyyah. Tanrılar seni esirgesin."
"Sizi de, Crydee Prensi."
Oradan gitmek üzere döndüklerinde Pug bileğine bir şeyin
dolandığını hissetti ve Kulgan'ın üzerine kapaklandı. İkisi de
düğüm halinde yere indiler ve seyyah ç o c u ğ u n ayağa kalkma­
sına yardım etti. M e e c h a m ile Gardan tıknaz büyücüye destek
verip onu ayağa kaldırdılar. Kulgan ağırlığını ayağına verdi ve
d ü ş e c e k gibi oldu. Arutha ile M e e c h a m onu kavradılar. Sey­
yah, "Anlaşılan bileğin burkulmuş, büyücü dostum. Al," dedi.
Asasını uzattı. "Asam dayanıklı m e ş e odunundan yapılmadır
ve g e m i y e dönerken ağırlığına dayanacaktır."
Kulgan kendisine sunulan asayı aldı ve ağırlığını o n a ver­
di. D e n e y kabilinden bir adım attı ve asa yardımıyla yolu gi­
debileceğini gördü. "Teşekkür ederim, ama ya sen?"
Y a b a n c ı omuzlarını silkti. "Basit bir asa, yerine kolaylıkla
yenisi konulabilir, büyücü dostum. B e l k i bir gün onu geri al­
ma fırsatına sahip olurum."
"Onu o gün için saklayacağım."
Seyyah, "İyi. Öyleyse, o z a m a n a dek, tekrar hoşçakalın,"
diyerek arkasını döndü.
D ö n ü p binaya girmesini izledikten sonra yüzlerinde şaş-
kınlık ifadeleriyle birbirlerine baktılar. İlk konuşan Arutha ol­
du. "Tuhaf bir adam bu seyyah."
Kulgan başıyla onayladı. "Bildiğinizden daha tuhaf, Pren­
sim. Yanımızdan ayrıldığında bir efsunun etkisini kaybettiğini
hissettim, adeta çevresindeki herkesin o n a güvenmesini sağla­
yan bir büyü taşıyor."
Pug Kulgan'a döndü. "Ona bir sürü soru sormak istedim,
a m a bir türlü soramadım."
M e e c h a m , "Evet, b e n de b ö y l e hissettim," dedi.
Gardan, "Aklımda bir düşünce var. Sanırım efsuncunun
kendisiyle konuştuk," dedi.
Pug, " B e n i m d ü ş ü n c e m de öyle," dedi.
Kulgan asaya yaslandı v e , "Belki de. Ö y l e ise, kimliğini giz­
l e m e k için kendisine özgü nedenleri olmalı," dedi. Yukarı çı­
karak villadan uzaklaşan patikada ağır ağır yürürken bunu k o ­
nuştular.
T e k n e n i n demirli olduğu k o y a vardıklarında Pug bir şeyin
g ö ğ s ü n e süründüğünü hissetti. Elini tuniğinin içine uzattı ve
ufak bir katlanmış p a r ş ö m e n parçası buldu. Bulduğu şeyi şa­
şırarak çekti. Hatırladığı kadarıyla bunu almamıştı. Ayağa kalk­
masına yardım e d e r k e n seyyah bunu Pug'ın gömleğinin içine
atmış olmalıydı.
Kulgan t e k n e y e doğru ilerlemeye başlarken arkasına baktı
ve Pug'ın yüzündeki ifadeyi görerek, "Elinde ne var?" dedi.
Pug parşömeni o n a uzatırken diğerleri de b ü y ü c ü n ü n etra­
fını sardılar. Kulgan parşömeni açtı. O k u d u ve yüzünden hay­
ret dolu bir ifade geçti. Bir k e z daha, yüksek sesle okudu. "Yü­
reklerinde kötülük taşımadan gelenlere k u c a k açarım. G e l e c e k
günlerde karşılaşmamızın tesadüf olmadığını anlayacaksınız.
Tekrar görüşene dek, münzevinin asasını bir dostluk ve iyi ni-
yet nişanesi olarak saklayın. Belirlenen güne kadar b e n i ara­
mayın, zira bu da ö n c e d e n taktir edilmiştir. Macros."
Kulgan mesajı Pug'a geri verdi, o da okudu. "O zaman
münzevi Macros'muş!"
M e e c h a m sakalını sıvazladı. " B u b e n i m kavrayışımı aşan
bir şey."
Kulgan başını kaldırıp, ışıkların hâlâ bir penceresinde
yanıp söndüğü kaleye baktı. "Benimkini de aşıyor, eski dos­
tum. Ama her ne anlama geliyor olursa olsun, efsuncunun
bizim iyiliğimizi istediğini düşünüyorum ve b e n c e bu iyi bir
şey."
G e m i y e döndüler ve kamaralarına çekildiler. G e c e boyun­
ca dinlendikten sonra, geminin ö ğ l e vakti sular yükselince
hareket e t m e y e hazır olduğunu öğrendiler. Yelkenlerini açtık­
larında onları, mevsime göre ç o k hafif esen, doğrudan Kron-
dor'a götüren meltemler selamladı.
MECLİSLER

Pug huzursuzdu.
Oturmuş, Prens'in Krondor'daki sarayının pencerelerinin
birinden dışan bakıyordu. Dışarıda, üç gündür olduğu gibi,
kar yağıyordu. D ü k ile Anıtha, Krondor Prensi'yle her gün gö­
rüşüyordu. İlk gün Pug Tsurani gemisini buluşu hakkındaki
öyküsünü anlatmış, sonra salıverilmişti. Bu sıkıntılı görüşmeyi
hatırlıyordu.
Prens'in g e n ç , canlı ve sağlıklı bir adam olmasa da, otuzlu
yaşlarını süren biri olduğunu görerek şaşırmıştı. Krondorlu Er-
land, Pug'ın anlattıklannı sabırla dinleyerek, ç o c u ğ u n Kral'm
tahtının yasal vârisinin huzuruna çıkarkenki huzursuzluğunu
azaltan, düşünceli bir adamdı. Gözleri Pug'a güven vererek,
anlayışla bakıyordu, ç e k i n g e n çocukların huzuruna çıkması
sık sık olan bir şeymiş gibi. Pug'ın anlatısını dinledikten sonra
kısa bir süre Pug'la, dersleri ve tesadüfen asalet mertebesine
yükselişi gibi ufak konular üzerine, bunlar ülkesi için önemli
konularmışçasına s o h b e t etmişti.
Pug Prens Erland'dan hoşlandığına karar verdi. Krallık'taki
ikinci en kudretli, Batı'daki tek ve en güçlü adam olan Prens,
içten ve dost canlısı biriydi ve önemsiz k o n u ğ u n u n rahatıyla
ilgileniyordu.
Sarayın ihtişamına hâlâ alışamamış olan Pug odaya g ö z
gezdirdi. Bu ufak oda bile zengin bir şekilde döşenmişti, uy­
ku minderi yerine direkli bir yatak vardı. Pug daha ö n c e hiç
yatakta uyumamıştı ve derin, yumuşak, kuş tüyü şiltede rahat
etmek o n a z o r geldi. Odanın köşesinde, içinde tüm hayatı b o ­
yunca giyebileceğini sandığından ç o k giysi bulunan bir dolap
vardı; giysilerin tümü de pahalı bir d o k u m a ve iyi terzilik e s e ­
riydi ve tümü de görünürde o n u n b e d e n i n e uygundu. Kulgan
bunun Prens'ten bir armağan olduğunu söylemişti.
Bu odanın sessizliği Pug'a Kulgan ile diğerlerini ne kadar
az gördüğünü hatırlattı. Gardan ile askerleri o sabah babasının
Prens Lyam'a gönderdiği bir yığın mesajla birlikte yola çıkmış­
lar, M e e c h a m ise saray muhafızlannm yanma yerleştirilmişti.
Kulgan çoğu zaman toplantılara dahil olduğundan Pug'ın ken­
di başına kalacak bir sürü zamanı oluyordu. Y a n ı n d a kitapla­
rı olmasını diliyordu, zira o zaman hiç değilse bu zamanı y e ­
rinde kullanabilirdi. Krondor'a varışından beri y a p a c a k p e k az
işi olmuştu.
Pug en az bir kez T o m a s ' ı n bu yerin - g ö r ü n ü ş t e taştan ç o k
c a m ve büyüden inşa edilmiş g i b i y d i - ve içindeki insanların
yeniliğine ne kadar bayılacağını düşünmüştü. Kaybettiği arka­
daşını düşünüyor, Dolgan'ın her nasılsa o n u bulduğunu ümit
ediyor, ama buna inanmıyordu. O n u yitirmenin acısı artık do­
nuk bir sızıydı, ama yine de ağrılıydı. G e ç e n aydan sonra bile
kendisini Tomas'ı yakınlarda görmeyi ümit e d e r e k d ö n e r k e n
yakalıyordu.
Daha fazla b o ş b o ş oturmak istemeyen Pug kapıyı açtı ve
Prens'in sarayının doğu kanadı b o y u n c a uzanan h o l e baktı.
Yeknesaklığı b ö l e c e k tanıdık bir yüz görmek umuduyla a c e ­
leyle h o l d e ilerledi.
Aksi y ö n e giden bir muhafız yanından geçti ve o n u selam­
ladı. Pug hâlâ ne zaman yanından bir muhafız g e ç s e selamlan­
ma fikrine alışamamıştı, a n c a k Dük'ün kafilesinin bir üyesi sı­
fatıyla ve T o p r a k B e y i unvanı nedeniyle ev personeli tarafın­
dan şeref payesinin gerektirdiği saygıyı görüyordu.
D a h a ufak bir h o l e ulaştığında, keşfe çıkmaya karar verdi.
İki yön de diğerinin aynı, diye düşündü. Prens o n a sarayda
dolaşabileceğini bizzat kendisi söylemişti, ama Pug haddini aş­
m a k konusunda ç e k i n g e n davranıyordu. Şimdiyse sıkıntı onu
serüvene ya da bu koşullar altında olabildiği kadarıyla serüven
aramaya yöneltmişti.
Pug saray b a h ç e s i n i farklı bir açıdan g ö r e n bir p e n c e r e n i n
yanında ufak bir girinti buldu. Pug p e n c e r e n i n pervazına otur­
du. Saray duvarlarının ardında Krondor limanı aşağıda, beyaz
bir örtüye bürünmüş o y u n c a k bir şehir gibi görünüyordu. B i ­
naların ç o ğ u n u n bacasından tüten duman, şehirdeki y e g a n e
yaşam belirtisiydi. Limandaki gemiler birer minyatüre benzi­
yor, demir atmış, y e l k e n açabilecekleri daha elverişli hava k o ­
şullarını bekliyorlardı.
Arkasından gelen hafif bir ses Pug'ı daldığı düşüncelerden
kopardı. "Sen Prens Arutha mısın?"
Arkasında altı yedi yaşlarında, iri, yeşil gözleri ve gümüş
rengi bir fileye toplanmış koyu, kızıl k a h v e saçları olan bir kız
ç o c u ğ u duruyordu. Elbisesi sade, ama güzeldi, kollarına beyaz
danteller dikilmiş kırmızı kumaştan dikilmişti. Y ü z ü sevimliy­
di, ama o n a k o m i k bir ciddiyet katan derin bir konsantrasyon
ifadesi taşıyordu.
Pug bir an durakladı, sonra, "Hayır, b e n i m adım Pug.
P r e n s l e birlikte geldim," dedi.
Kız hayal kırıklığım gizlemeye çalışmadı. Omuzlarını silke-
rek gelip Pug'ın yanına oturdu. Başını kaldırıp Pug'a aynı cid­
di ifadeyle baktı ve, "Senin Prens olmanı ümit ediyordum,
çünkü siz Salador'a gitmek üzere buradan aynlmadan ö n c e
onu bir g ö r m e k istiyordum," dedi.
Pug d o n u k bir sesle, "Salador," dedi. Yolculuğun Prens'e
yapılan ziyareüe sona ereceğini ümit etmişti. S o n zamanlarda
Carline'i düşünür olmuştu.
"Evet. B a b a m hepinizin h e m e n Salador'a gitmek üzere y o ­
la çıkacağınızı, oradan da bir gemiye binip Kral'ı g ö r m e y e gi­
deceğinizi söylüyor."
"Senin b a b a n kim?"
"Prens, şapşal. Sen hiçbir şey bilmez misin?"
"Bilmiyorum galiba." Pug kıza baktı ve eli kulağında bir
b a ş k a Carline gördü. "Sen Prenses Anita olmalısın."
"Elbette. Üstelik b e n g e r ç e k bir prensesim. B i r dükün kızı
değil, bir prensin kızıyım. B a b a m istese kral olurdu, ama iste­
medi. Olsaydı, b e n de bir gün kraliçe olurdum. Ama olmaya­
cağım. S e n ne iş yapıyorsun?"
Herhangi bir girizgah olmadan aniden gelen soru Pug'ı ha­
zırlıksız yakaladı. Çocuğun gevezelikleri ç o k usandırıcı değil­
di ve p e n c e r e n i n dışındaki manzarayla daha ç o k ilgilendiğin­
den o n u p e k dinlemiyordu.
Tereddüt ettikten sonra, "Dük'ün büyücüsünün yanında çı­
rağım," dedi.
Prenses'in gözleri yusyuvarlak oldu ve, "Gerçek bir büyü­
cü mü?" dedi.
"Yeterince gerçek."
Kızın ufak yüzü keyifle aydınlandı. "İnsanları kurbağaya
çevirebiliyor mu? A n n e m dedi ki, büyücüler kötü davranan in­
sanları kurbağaya çevirirmiş."
"Bilmiyorum. O n u gördüğüm zaman sorarım - o n u görür­
sem, tabii," diye ekledi alçak sesle.
"Ah, sorar mısın? B u n u öğrenmeyi o kadar ç o k isterim ki."
Bu hikayenin doğru olup olmadığını ö ğ r e n m e ihtimalinden ta­
m a m e n büyülenmiş görünüyordu. "Bir de lütfen b a n a Prens
Arutha'yı n e r e d e görebileceğimi söyler misin?"
"Bilmiyorum. B e n kendim de onu iki gündür görmedim.
O n u n e d e n görmek istiyorsun ki?"
"Annem bir gün onunla evlenebileceğimi söylüyor. İyi biri
olup olmadığını g ö r m e k istiyorum."
Bu ç o c u ğ u n D ü k ' ü n küçük oğluyla evlenmesi olasılığı bir
an Pug'ı afallattı. Soyluların çocuklarını reşit olmalarından yıl­
lar ö n c e birbirleriyle nişanlamaları görülmemiş bir şey değildi.
On yıl sonra Prenses bir kadın, Prens ise hâlâ g e n ç bir adam,
Krallık'taki ikinci d e r e c e d e n bir kalenin kontu olacaktı. Y i n e
de Pug bu olasılığı ilginç buldu.
Pug, "Bir kontla yaşamayı sever misin, dersin?" diye sordu,
sorar sormaz da b u n u n aptalca bir s o m olduğunu anladı.
Prenses de bu görüşü Rahip Tully'nin takdir e d e c e ğ i bir bakış­
la onayladı.
Kız, "Şapşal! A n n e m l e B a b a m ı n b e n i kiminle evlendirece­
ğini bilmezken bunu nasıl bilebilirim?" dedi.
Çocuk ayağa sıçradı. "Eh, geri d ö n m e m lazım. Burada ol­
m a m a m gerekiyor. B e n i odamın dışında bulurlarsa, cezalandı­
rırlar. Umarım Salador ve Rillanon'a iyi bir yolculuk yaparsı­
nız."
"Teşekkür ederim."
Kız ani bir endişe ifadesiyle, "Kimseye burada olduğumu
söylemezsin, değil mi?" dedi.
Pug ona suç ortaklığını belirtir bir biçimde gülümsedi. "Ha-
yır. Sırrın güvende." Kız rahatlayarak gülümsedi ve holün iki
y ö n ü n e de bakındı. Gitmeye hazırlanırken Pug, "O iyi bir
adam," dedi.
Prenses durdu. "Kim?"
"Prens. O iyi bir adamdır. B a z e n derin düşünür ve keyifsiz
olur, ama g e n e l d e iyi biridir."
Prenses bu bilgiyi h a z m e d e r k e n bir an kaşlarını çattı. "Bu
iyi. İyi olmayan biriyle e v l e n m e k istemezdim." Kıkırdayarak
köşeyi döndü ve gitti.
Pug biraz daha oturup karın yağışını izledi ve çocukların
devlet meseleleriyle ilgilenmesi ve iri, ciddi, yeşil gözleri olan
bir ç o c u k üzerine derin düşüncelere daldı.

O g e c e kafilenin tamamı Prens tarafından bir şölenle ağır­


landı. Saraydaki soyluların tamamı ile Krondor'un avam taba­
kasından zenginlerin çoğu galaya katılmıştı. Y e m e k t e yüzü aş­
kın kişi vardı ve Pug kendisini, giysilerinin kalitesine ve sırf
orada oluşu gerçeğine duydukları saygıdan dolayı, nazikçe
y o k sayan yabancılarla aynı masada buldu. D ü k ile Prens Arut-
ha, Prens Erland ve eşi, Prenses Alicia ve Krondor Prenslik
Şansölyesi ve Şövalye-Mareşal D ü k Dulanic ile birlikte baş ma­
sada oturuyorlardı. Erland'ın b o z u k sağlığı yüzünden, Krondor
ordusunu y ö n e t m e işi Dulanic'e ve derin bir s o h b e t e dalmış
olduğu, Erland'ın Krondor filosu Lord-Amirali Lord Barry'ye
kalmıştı. Diğer kraliyet nazırları da yakında oturuyordu, k o ­
nukların geri kalanıysa daha ufak masalardaydı. Pug, kraliyet
masasından en uzakta bulunan masada oturuyordu.
Hizmetkarlar koşuşturarak salona girip çıkıyor, y i y e c e k do­
lu b ü y ü k tabaklarla şarap sürahileri taşıyorlardı. Salonda saz
şairleri dolaşıyor, en yeni baladlarla şarkıları söylüyorlardı.
H o k k a b a z ve akrobatlar masaların arasında sanatlarını icra
ediyor, konuklarca g e n e l d e göz ardı edilmelerine rağmen, el­
lerinden geleni ortaya koyuyorlardı, zira gösterdikleri ç a b a l a n
eksik bulursa T ö r e n l e r Ustası onları yeniden çağırmayabilirdi.
Duvarlar geniş sancaklar ve gösterişli duvar haklarıyla k a p ­
lıydı. Sancaklar Krallık'taki tüm soylara aitti, batıdaki en uzak
noktada yer alan Crydee'nin k a h v e ve altın renklerinden, do­
ğudaki uzak Ran'ın b e y a z ve yeşiline kadar. Kraliyet masası­
nın arkasında. Krallık sancağı asılıydı, üzerinde m o r zemin
üzerine, c o n D o i n krallarının kadim arması olan, kılıç tutan,
başının üzerinde bir kılıç olan şahlanmış akın bir aslan işlen­
mişti. B u n u n yanında, bir dağ zirvesinin üzerinden uçan, kra­
liyet morunun üzerine gümüş renkte işlenmiş bir kartal simge­
sini taşıyan Krondor sancağı asılıydı. Kraliyet rengini s a d e c e
Prens ve Rillanon'daki Kral giyebilirdi. Borric ile Arutha tunik­
lerinin üzerine, krallığın prenslerinden, kraliyet ailesiyle akra­
ba olduklarını belirten kırmızı renkte örtüler giymişlerdi. Pug
daha ö n c e ikisinin de konumlarına özgü resmi nişanlara b ü -
ründüklerini daha ö n c e görmemişti.
Her yerde neşeli görüntüler ve sesler vardı, ama odanın
karşı tarafından bile Pug, Prens'in masasındaki sohbetin alçak
sesle yapıldığını görebiliyordu. Borric ile Erland y e m e ğ i n bü­
yük b ö l ü m ü n ü kafa kafaya verip, kendi aralannda konuşarak
geçirdiler.
Pug birinin omzuna dokunmasıyla irkildi ve arkasını dön­
düğünde y a n m metre arkasındaki geniş perdelerin arasından
o n a bakan, oyuncak b e b e ğ e b e n z e r bir yüz gördü. Prenses
Anita parmağını dudaklanna götürdü ve o n a yanına gelmesini
işaret etti. Pug masadaki diğerlerinin odadaki büyük ve b ü y ü k
sayılabilecek şahıslara baktıklarını ve adı sanı belli olmayan bir
çocuğun ortadan kayboluşunu fark etmeyeceklerini gördü.
Ayağa kalktı ve perdelerin arasından g e ç e r e k kendisini hizmet­
karlara ait ufak bir girintide buldu. Ö n ü n d e mutfağa giden baş­
ka bir perde vardı, Pug'ın tahminine göre minik kaçak yatağın­
dan bunu kullanarak kaçmışü. Pug Anita'nın beklediği yere
ilerleyerek mutfak ile büyük salonu birbirine bağlayan uzun bir
koridorun gerçekten de var olduğunu gördü. Bir duvar boyun­
ca tabak çanak ve kadehlerle dolu bir masa uzanıyordu.
Pug, "Burada ne işin var?" diye sordu.
Kız y ü k s e k bir fısıltıyla, "Şşt!" dedi. "Burada o l m a m a m g e ­
rekiyor."
Pug ç o c u ğ a gülümsedi. "Birinin seni duymasından endişe­
l e n m e n e gerek olduğunu sanmam, ç o k fazla gürültü var."
"Prens'i g ö r m e y e geldim. Hangisi o?"
Pug o n a küçük girintiye gelmesini işaret etti, sonra da per­
deyi biraz yana çekti. B a ş masaya doğru işaret ederek, "Baba­
nın iki yanındaki, siyah ve gümüş rengi tunik ve kırmızı kol­
suz m a n t o giymiş olan," dedi.
Ç o c u k parmaklarının üzerine yükseldi ve, "Göremiyorum,"
dedi.
Pug kızı bir an havaya kaldırdı. Kız o n a gülümsedi. "Sana
borçluyum."
Pug yalandan bir ciddiyetle, "Hiç de değil," dedi. İkisi de
kıkırdadılar.
Perdenin yakınında biri k o n u ş u n c a Prenses irkildi. "Kaç­
m a m lazım!" Girintiyi koşarak aştı, ikinci p e r d e d e n geçti ve
mutfağa ve kaçış yerine doğru g ö z d e n kayboldu.
Ziyafet salonuna açılan perde aralandı ve şaşkın bir hiz­
m e t k a r Pug'la göz g ö z e geldi. Ne diyeceğini b i l e m e y e n hiz­
metkar başıyla selam verdi. Ç o c u ğ u n orada olmaması gerekir-
di, ama giysisine bakılırsa m ü h i m biri olduğu kesindi.
Pug etrafına baktı ve p e k ikna edici olmayan bir sesle ni­
hayet, "Odamın yolunu bulmaya çalışıyordum. Yanlış y ö n e gi­
diyor olmalıyım," dedi.
"Konukların kaldığı b ö l ü m e y e m e k salonunun sol tarafın­
daki ilk kapıdan geçiliyor, g e n ç efendi. Ah... bu tarafta mutfak
var. Size yolu göstermemi ister miydiniz?" Hizmetkarın b u n u
istemediği gayet açıktı, Pug da bir rehber e d i n m e konusunda
onun kadar isteksizdi. " Y o , teşekkür ederim, kendim bulabili­
rim," dedi.
Pug diğer konuklar tarafından fark edilmeden masasına ge­
ri döndü. Y e m e ğ i n geri kalanı, hizmetkarlardan birinin arada
sırada attığı tuhaf bakışlar dışında olaysız geçti.

Pug yemekten sonra zamanını bir tacirin oğluyla konuşarak


geçirdi. îki g e n ç adam birbirlerini Prens'in y e m e k sonrası dave­
tinin verildiği kalabalık odada buldular. Birbirlerine kibar dav­
ranarak sıkıntılı bir saat geçirdikten sonra çocuğun babası geldi
ve onu ardına katarak götürdü. Pug bir süre kendisi orada yok­
muş gibi davranan Prens'in diğer konuklannın arasında durduk­
tan sonra kimseyi gücendirmeden kendi odasına kaçabileceği­
ne karar verdi - k i m s e yokluğunu fark etmeyecekti. Üstelik, ye­
m e k masasından kalktıktan sonra Prens'i, Lord Borric'i ya da
Kulgan'ı görmemişti. Davet büyük ölçüde yirmi kadar hane gö­
revlisiyle davet sırasından geçerken Pug'a nazik bir şeyler söy­
leyen, alımlı bir kadın olan Prenses Alicia'nın gözetimindeydi.
Pug odasına d ö n d ü ğ ü n d e orada kendisini b e k l e y e n Kul­
gan'ı buldu. Kulgan herhangi bir girizgah yapmadan, "Günün
ilk ışığıyla birlikte yola çıkıyoraz, Pug. Prens Erland bizi Kral'ı
g ö r m e k için Rillanon'a gönderiyor," dedi.
Pug, "Prens n e d e n bizi gönderiyor ki?" dedi. Fena halde sı­
la özlemi çektiğinden, sesi aksiydi.
Kulgan daha yanıt v e r e m e d e n kapı savrularak açıldı ve
Prens Amtha bir hışımla içeri daldı. Pug A m t h a ' n m yüzünde­
ki zapt edilmemiş öfke ifadesine şaşırdı.
"Kulgan! Buradasın," dedi Arutha kapıyı çarparak. "Soylu
kuzenimizin Tsurani istilası hakkında ne yaptığını biliyor mu­
sun?"
Kulgan konuşamadan Prens cevabı verdi. "Hiçbir şey! B a ­
b a m Kral'ı g ö r e n e dek Crydee'ye yardım g ö n d e m ı e k için par­
mağını bile kımıldatmayacak. Bu en iyi ihtimalle daha iki ay
sürer."
Kulgan elini kaldırdı. Amtha Dük'ün danışmanlarından bi­
ri yerine çocukluğundaki öğretmenlerinden birini gördü. Tully
gibi Kulgan da gerektiği zaman Dük'ün iki oğluna da buyrak
verebiliyordu. "Sessiz, Amtha."
Amtha bir koltuk ç e k e r k e n başını iki yana salladı. "Özür
dilerim, Kulgan. Sinirlerime hakim olmam gerekirdi." Pug'ın
kafa karışıklığını fark etti. "Senden de özür dilemeliyim, Pug.
Burada bilmediğin ç o k fazla şey söz konusu. B e l k i de..." Kul-
gan'a soran gözlerle baktı.
Kulga piposunu çıkardı. "Ona söylesen iyi olur, o da yol­
culuğa geliyor. Yakında ö ğ r e n e c e k nasılsa."
Amtha bir an parmaklarıyla koltuğun kolçağında davul çal­
dıktan sonra oturduğu yerde ö n e eğilerek, "Babamla Erland
günlerdir gelmeleri d u m m u n d a bu dış dünyalıları karşılama­
nın en iyi yönteminin ne olacağı konusunu görüşüyor. Prens
gelmelerinin muhtemel olduğunu kabul bile ediyor," dedi.
Durdu. "Ancak Kral'dan izin alana d e k Batı Orduları'nı topla­
m a k için hiçbir şey yapmayacak."
"Anlamıyorum," dedi Pug. "Batı Ordulan Prens'in komuta­
sında değil mi?"
Arutha neredeyse yüzünü buruşturarak, "Artık değil," dedi.
"Kral bir yıldan kısa bir süre ö n c e , orduların kendi izni olma­
dan toplanamayacağına dair haber gönderdi." Kulgan bir du­
m a n bulutu üflerken Arutha koltuğunda arkaya yaslandı. "Bu
g e l e n e ğ e aykırı bir şey. Batı Orduları'nın hiçbir zaman Kron­
dor Prensi dışında bir komutanı olmamıştı, D o ğ u Orduları'nın
Kral'a ait olması gibi."
Bütün b u n l a n n ne anlama geldiği Pug'ın kafasında hâlâ
açık değildi. Kulgan, "Prens Kral'ın Batıdaki Lord-Mareşali,
Kral dışında D ü k Borric ile diğer Şövalye-Generallere komuta
e d e b i l e c e k y e g a n e kişi. O n u n bir çağrı yapması dummunda,
Malac's Cross'tan Crydee'ye kadar her Dük, sınır karakolları ve
sipahileriyle birlikte çağrıya yanıt verecektir. K e n d i n e özgü
nedenlerle Kral Rodric, kimsenin kendi izni olmadan orduları
toplayamayacağına karar verdi."
Arutha, " B a b a m b u n a b a k m a d a n Prens'in çağrısına uyardı,
Düklerin geri kalanı gibi," dedi.
Kulgan başıyla onayladı. "Kral'ın korktuğu da bu olabilir,
zira Batı Orduları uzun zamandır Kral'dan ç o k Prens'in ordu­
ları sayılır. B a b a n çağınrsa ç o ğ u toplanır, zira o n a neredeyse
Prens Erland'a olduğu kadar saygılan vardır. Kral 'hayır' derse
de..." Cümleyi yarıda bıraktı.
Arutha başını salladı. "Krallık içinde nifak çıkar."
Kulgan piposuna baktı. "Hattâ belki iç savaş."
Bu tartışma Pug'ın rahatını kaçırmıştı. Y e n i edindiği unva­
nına rağmen hâlâ bir kale çocuğuydu. "Krallığın savunması
için olsa bile mi?"
Kulgan başını ağır ağır iki yana salladı. "Öyle bile olsa. B a -
zı insanlar için, b u n a krallar da dahil, işlerin nasıl yapıldığı, ya­
pılıp yapılmamaları kadar önemlidir." Kulgan durakladı. "Dük
Borric b u n d a n bahsetmiyor, a m a uzun süredir kendisiyle bazı
doğulu dükler, özellikle de kuzeni Guy du Bas-Tyra arasında
anlaşmazlık var. Prens ile Kral arasındaki bu sorun da yalnız­
ca Batı ile D o ğ u arasındaki gerilimi artırmaya yarayacak."
Pug koltuğunda geriye yaslandı. B u n u n anladığından daha
önemli olduğunu anlıyordu, ama meseleleri kavrayışında b o ş ­
luklar vardı. Kral, Prens'in orduları Krallığı savunmak üzere
toplamasından nasıl rahatsızlık duyabilirdi? Kulgan'ın açıkla­
masına rağmen bu ona mantıklı gelmiyordu. Ya Doğu'da Dük
Borric'in b a h s e t m e k istemediği ne türden bir sorun vardı?
Büyücü ayağa kalktı. " Y a n n erken kalkacağımız için, biraz
uyusak iyi olacak. Salador'a at üstünde uzun bir yolculuk ola­
cak, sonra da gemiyle Rillanon'a başka bir uzun yol kat e d e ­
ceğiz. Kral'a ulaştığımızda, Crydee'de karlar ç ö z ü l m e y e başla­
mış olacak."

Prens Erland sarayın avlusunda atlarının üzerindeki kafile­


ye iyi yolculuklar diledi. Onlara iyi dileklerde bulunurken sol­
gun ve derinden kaygılı görünüyordu.
Ufak Prenses üst katlardaki pencerelerden birinde durmuş,
Pug'a minik bir mendil sallıyordu. Pug başka bir Prenses'i ha­
tırladı ve Anka'nın büyüyünce Carline gibi mi, y o k s a daha
ılımlı mı olacağını merak etti.
Avludan, onlara Salador'a kadar eşlik etmek üzere hazır­
lanmış Kraliyet Krondor Mızraklılarından bir muhafız takımı­
nın beklediği dışarıya çıktılar. Dağlara ve Karaavlak bataklık­
larından, Malac's Cross'tan - b a t ı ve doğu ellerinin b ö l ü n m e
n o k t a s ı - g e ç i p Salador'a gitmek için üç hafta at süreceklerdi.
Oradan gemiye binecekler, iki hafta sonra da Rillanon'a vara­
caklardı.
Mızraklılar gri renkte kalın cüppelere bürünmüştü, a n c a k
cüppelerinin altından Krondor Prensi'nin mor ve gümüş rengi
pelerinleri görülebiliyordu ve kalkanları Krondor kral soyunun
armasını taşıyordu. Dük'ün onuruna, şehir garnizonundan bir
müfreze yerine Prens'in kendi muhafız alayından bir takım
tahsis edilmişti.
Onlar şehirden ayrılırken bir kez daha kar yağmaya başla­
dı ve Pug Crydee'de baharı bir daha görüp g ö r e m e y e c e ğ i n i
merak etti. D o ğ u y a giden yolda ağır ağır yürüyen atının sırtın­
da sessizce oturarak son birkaç haftada edindiği izlenimleri
tasnif etmeye çalıştı, sonra da kendisini olacaklara teslim e d e ­
rek vazgeçti.

Salador'a olan at yolculuğu üç yerine dört hafta sürdü, zi­


ra Karaavlak'm batısındaki dağlarda olağanüstü şiddette bir fır­
tına olmuştu. Adını bataklıklardan alan köyün dışındaki bir
handa konaklamak zorunda kalmışlardı. Burası küçük bir han­
dı ve birkaç gün b o y u n c a hepsi birden rütbelerinden bağım­
sız olarak bir araya sıkışmak zorunda kalmışlardı. Y i y e c e k l e r
sade, biraysa berbattı ve fırtına geçtiğinde, hepsi de Karaav-
lak'ı geride bıraktığına m e m n u n olmuştu.
Eşkiyaların rahat vermediği bir k ö y e rastladıklarında bir
gün daha kaybetmişlerdi. Yaklaşan atlı askerler haydutları ka­
çırmıştı, ama Dük askerler gider gitmez geri dönmediklerin­
d e n emin olmak için b ö l g e n i n taranmasını buyurmuştu. Köy­
lüler kapılarını Dük'ün kafilesine açmış, onları hoş karşılamış
ve onlara en iyi yiyecekleriyle sıcak yataklarını sunmuşlardı.
Dük'ün ölçüsüne göre bu sunulanlar p e k zengin sayılmazdı,
ancak Dük, köylülerin sahip oldukları y e g a n e şeyin bunlar ol­
duğunu bildiğinden, konukseverliklerini yakınlıkla karşıladı.
Pug yalın yiyeceklerden ve insanların arkadaşlığından keyif al­
dı, Crydee'den ayrılmasından beridir ilk defa evde olmaya bu
kadar yakındı.
Salador'a varmalanna yarım gün kaldığında, şehir muhafız­
larından bir devriye birliğiyle karşılaştılar. Muhafız yüzbaşısı
atını sürerek ö n e çıktı. Atının dizginlerini ç e k e r e k , "Prens'in
muhafızlarını Salador topraklarına getiren nedir?" diye bağırdı.
İki şehir arasında p e k sempati yoktu ve Krondorlular yanların­
da hanedan sancağı olmadan yolculuk ediyordu. Adamın ses
tonu, onların varlığını bölgesine bir tecavüz olarak gördüğü
konusunda kuşkuya yer bırakmıyordu.
Dük Borric cüppesini geriye atarak pelerinini ortaya serdi.
"Efendine Crydee Dükü, D ü k Borric'in şehre yaklaşmakta ol­
duğu ve Lord Kerus'un konukseverliğini istediği haberini g ö ­
tür."
Muhafız yüzbaşısı şaşaladı. "Özür dilerim, Majesteleri. Hiç­
bir fikrim yoktu... s a n c a k yoktu..." diye kekeledi.
Anıtha sert bir sesle, "Bir süre ö n c e bir ormanda yitirdik,"
dedi.
Yüzbaşının kafası karışmış gibiydi. "Lordum?"
Borric, " B o ş ver, Yüzbaşı. S a d e c e efendine h a b e r yolla,"
dedi.
Yüzbaşı selam verdi. "Hemen, Majesteleri." Atını çevirdi ve
binicilerden birine ö n e çıkmasını işaret etti. Adama talimatlar
verdi, o da atını mahmuzlayarak şehre yöneldi ve ç o k g e ç m e ­
den dört nala ilerleyerek g ö z d e n kayboldu.
Yüzbaşı D ü k ' e döndü. "Majestelerinin izni olursa, adamla-
nm hizmetinizdedir."
Dük, tümü de yüzbaşının mahcubiyetinden keyif alırmış
gibi görünen, yolculuktan yorgun düşmüş Krondorlulara bak-
ü. "Sanırım otuz asker yeterli, Yüzbaşı Salador şehri muhafız
alayı, şehrin civarında haydutlan barındırmamasıyla meşhur­
dur."
Kendisiyle alay edildiğini anlamayan yüzbaşı b u n u duyun­
ca şişinir gibi oldu. "Teşekkür ederim, Majesteleri."
Dük, "Sen ve adamların, devriye görevinize devam edebi­
lirsiniz," dedi.
Yüzbaşı y e n i d e n selam verdi ve adamlarının yanına dön­
dü. Bağırarak ilerleme emrini verdi ve muhafız sırası Dük'ün
kafilesinin yanından geçti. Onlar g e ç e r k e n yüzbaşı selam ver­
melerini emretti ve mızraklar D ü k ' e doğru indirildi. Borric se­
lama elini t e m b e l c e sallayarak karşılık verdi ve muhafızlar g e ç ­
tikten sonra, " B u kadar ahmaklık yeter, Salador'a gidelim," de­
di.
Arutha güldü ve, " B a b a , b ö y l e adamlara Batı'da ihtiyacımız
var," dedi.
Borric döndü ve, "Öyle mi? Nedenmiş?" dedi.
Atlar ilerlerken Arutha, "Kalkanları ve çizmeleri parlatmak
için," dedi.
D ü k gülümsedi, Krondorlular ise kahkahayla güldüler. B a ­
tılı askerler Doğudakileri p e k b e ğ e n m e z d i . D o ğ u , Batı'nın
Krallığın genişlemesine maruz kalmasından ç o k ö n c e sulh
yapmışü ve D o ğ u Elleri'nde savaş sanatları konusunda g e r ç e k
bir hüner isteyen türden sorunlar p e k olmazdı. Krondor Pren-
si'nin muhafızları savaşta kendilerini kanıtlamış gazilerden
oluşuyordu, Salador'unkiler ise Batılı muhafızlarca askerlik gö­
revlerini en iyi geçit resminde yerine getiren kişiler olarak gö­
rülüyordu.
Çok g e ç m e d e n şehre yaklaştıklannı gösteren alametlerle
karşılaştılar: işlenmiş tarım arazisi, köyler, yol kenarındaki
m e y h a n e l e r ve ticaret mallarıyla yüklü at arabaları. Günbatı­
mında Salador'un surlarını uzaktan görebiliyorlardı.
Şehre girerlerken D ü k Kerus'un şahsi muhafız alayından
tam bir b ö l ü k dolusu asker, saraya giden s o k a k l a n n iki yanını
tuttular. Krondor'da olduğu gibi, burada da bir kale yoktu, zi­
ra çevredeki topraklar uygarlaşınca, ufak, kolaylıkla savunula-
bilen bir kaleye duyulan gereksinim ortadan kalkmıştı.
Sokaklar b o y u n c a dizilen vatandaşlar Uzak Sahil'in vahşi
sınırından gelen batılı D ü k ' e alık alık bakıyorlardı. Olanları bir
geçit törenine b e n z e t e n bazıları tezahürat yaptılar, ama çoğu
Dük ile kafilesinin kana bulanmış barbarlar değil de sıradan
insanlar gibi görünmesinden hayal kınklığına uğrayarak ses­
sizce duruyorlardı.
Sarayın avlusuna vardıklannda, h a n e hizmetkarları atlarını
almak üzere koştular. Hane muhafızlarından biri, Krondorlu
askerleri Prens'in şehrine d ö n m e d e n ö n c e dinlenecekleri kış­
lalara götürdüler. Tuniğinde yüzbaşı nişanı olan bir başkası,
Borric'in kafilesini binanın basamaklarından çıkardı.
Pug hayretle baktı, zira bu saray Prens'in Krondor'daki sa­
rayından bile büyüktü. Birkaç dış odadan geçtikten sonra bir
iç avluya ulaştılar. Burada ç e ş m e l e r ve ağaçlar arkasında asıl
sarayın bulunduğu bir b a h ç e y i süslüyordu. Pug içinden g e ç ­
miş oldukları binanın Dük'ün m e s k e n i n i çevreleyen binalar­
dan biri olduğunu anladı. Lord Kerus'un bu kadar ç o k binay­
la ve b ö y l e s i n e geniş bir kadroyla ne yaptığım m e r a k etti.
Avludaki bahçeyi geçtiler ve bir merdivenden daha çıkarak
asıl sarayın kapısında duran bir karşılama komitesine yaklaştı­
lar. Bu bina belki bir zamanlar çevresindeki şehri koruyan bir
kaleydi, ama Pug onu yüzyıllar ö n c e k i haliyle tasavvur edemi­
yordu, zira yıllar içinde yapılan sayısız yenileme kadim bir ka­
leyi c a m ve mermerden yapılma parıltılı bir ş e y e dönüştürmüş­
tü.
D ü k Kerus'un gözü keskin, ihtiyar, gurka gibi bir adam
olan mabeyincisi, dikkate değer tüm soyluları - g ü n e y d e K e s h
sınırlarından kuzeyde Tyr-Sog'a k a d a r - tanırdı. Yüzler ve va­
kalar konusundaki belleği D ü k Kerus'u sık sık m a h c u p duru­
ma düşmekten kurtarırdı. Borric avludaki geniş basamaklar­
dan çıktığında, mabeyinci Kerus'a çoktan birkaç şahsi bilgiyle
g e r e k e n dalkavukluk miktarı konusunda ç a b u k bir değerlen­
dirme sunmuştu.
D ü k Kerus Borric'in elini tuttu. "Ah, Lord Borric, bu b e k ­
lenmedik ziyaretle b a n a b ü y ü k bir onur verdiniz. K e ş k e g e l e ­
ceğinizi ö n c e d e n h a b e r verseydiniz, daha münasip bir karşıla­
ma hazırlardım."
Dükler önde, sarayın b e k l e m e odasına girdiler. Borric, "Si­
ze zahmet verdiysem, özür dilerim, Lord K e a ı s , ama korkarım
görevimiz ç a b u k olmamıza bağlı ve resmi n e z a k e t gösterileri­
nin bir yana bırakılması gerekiyor. Kral'a mesajlar getirdim ve
denizden Rillanon'a d o ğ m olabildiğince ç a b u k yola çıkmam
gerekiyor," dedi.
"Elbette, Lord Borric, ama şüphesiz kısa bir süre burada ka­
labilirsiniz, değil mi, belki birkaç hafta?"
"Korkarım ki, kalamam. M ü m k ü n olsa bu g e c e denize açı­
lırdım."
"Bu gerçekten de üzücü bir haber. Sizi bir süre k o n u k e d e ­
bilmeyi o kadar istiyordum ki."
Kafile Dük'ün mülakat odasına ulaştı; m a b e y i n c i burada bir
alay h a n e hizmetkarına bazı talimatlar verdi, onlar da konuk-
ların odasını hazırlamak üzere fırladılar. Y ü k s e k , kemerli tava­
nı, devasa şamdanları, kavisli c a m pencereleri olan muazzam
salona giren Pug kendisini c ü c e gibi hissetti. O d a gördükleri­
nin en büyüğüydü, Krondor Prensininkinden bile büyüktü.
Meyveler ve şarapla birlikte büyük bir masa kurulmuştu ve
yolcular masanın başına iştahla oturdular. B e d e n i n i n tamamı
ağrılar sızılarla dolu olan Pug güçlükle oturdu. Sırf at üstünde
uzun saatler geçirmekten usta bir biniciye dönüşüyordu, ama
bu gerçek, yorgun kaslarını rahatlatmıyordu.
Lord K e r a s Dük'ü a c e l e yolculuğunun nedenini söylemesi
için sıkıştırdı ve m e y v e lokmaları ve şarap yudumlarının ara­
sında Borric o n a son üç ayda olanları anlattı. Bitirdiğinde K e -
nıs üzüntülü görünüyordu. "Bunlar gerçekten de kötü haber­
ler, Lord Borric. Krallık'ta ortalık sütliman değil. Prens'in size
Doğu'ya son gelişinizden sonra çıkan soranlardan biraz bah­
settiğine eminim."
"Evet, bahsetti. Ama gönülsüzce ve gelişigüzel bir biçimde.
Unutmayın, Rodric'in taç giyme töreni olduğu zaman, vasallı-
ğımı y e n i l e m e k üzere başkente yaptığım son yolculuğun üze­
rinden on üç yıl geçti. O zamanlar hükmetmeyi ö ğ r e n m e ko­
nusunda yetenekli görünen, hayli zeki bir g e n ç adama benzi­
yordu. Ama Krondor'da duyduklarıma bakılırsa, bir değişiklik
olmuş gibi görünüyor."
Kerus odaya göz gezdirdikten sonra elini sallayarak hiz­
metkarlarını gönderdi. Borric'in yoldaşlarına manalı manalı ba­
karak bir kaşını soran bir ifadeyle kaldırdı.
Lord Borric, "Buradakilere güvenirim ve bir sırra ihanet et­
mezler," dedi.
Kerus başıyla onayladı. Y ü k s e k sesle, "Dinlenmeye çekil­
m e d e n ö n c e bacaklarınızı a ç m a k için belki b a h ç e m i g ö r m e k
isteyebilirsiniz," dedi.
Borric kaşlarını çattı ve tam konuşacaktı ki, Arutha elini ba­
basının koluna koyarak başıyla onayladı.
Borric, "Bu kulağa ilginç geliyor. Soğuğa rağmen kısa bir
yürüyüş b a n a iyi gelebilir," dedi.
D ü k Kulgan, M e e c h a m ve Gardan'a kalmalarını işaret etti,
ama Lord Kerus Pug'ın onlara katılması gerektiğini belirtti.
Borric şaşkın görünüyordu, ama başıyla kabul ettiğini belirtti.
Bir dizi küçük kapıdan b a h ç e y e geçtiler ve dışarıya çıktıkların­
da Kerus, "Çocuk bizimle gelirse daha az kuşkulu görünür. Ar­
tık kendi hizmetkarlarıma bile güvenemiyorum. Kral'ın her
yerde ajanları var," diye fısıldadı.
Borric'in siniri tepesine fırlamış gibiydi. "Kral sizin haneni­
ze ajanlar mı yerleştirdi?"
"Evet, Lord Borric, Kralımızda büyük bir değişiklik oldu.
Erland'ın size hikayenin tamamını anlatmadığını biliyorum,
ama bu bilmeniz g e r e k e n bir öykü."
Dük ile yoldaşları rahatsız görünen D ü k Kerus'u izliyorlar­
dı. D ü k Kerus karla kaplı b a h ç e y e b a k a r k e n genzini temizle­
di. Sarayın pencerelerinden ve yukarıdaki dolunaydan yayılan
ışıkla aydınlanan b a h ç e , ayak izlerinin bozmadığı, beyaz ve
mavi kristallerden bir manzaraydı.
Kerus kardaki bir dizi ayak izine işaret ederek, "Bunları bu
ö ğ l e d e n sonra size neyi s ö y l e m e m i n güvenli olacağını düşün­
m e k için buraya geldiğimde b e n yaptım," dedi. Etrafına bir
kez daha göz atıp, kimsenin konuşmalarına kulak misafiri
olup olamayacağına baküktan sonra devam etti. "Üçüncü Rod-
ric öldüğünde, herkes tacı Erland'ın almasını bekliyordu. Res­
mi yas süresinin bitiminde, Ishap Rahipleri tüm muhtemel vâ­
risleri iddialarını sunmaya çağırdılar. Sizin de onlardan biri ol-
manız bekleniyordu."
Borric başıyla onayladı. "Geleneği biliyorum. Ş e h r e g e ç
geldim. Her halükarda hakkımdan feragat e d e c e ğ i m için, ora­
da olmamamın bir ö n e m i yoktu."
Kerus başıyla onayladı. "Burada olsaydınız, tarih b a ş k a tür­
lü olabilirdi, Borric." Sesini alçaktı. "Bunu söyleyerek kellemi
tehlikeye atıyorum, ama birçokları, hattâ Doğu'daki bizler bi­
le, size tacı almanız için ısrar ederdik."
Borric'in yüz ifadesinden b u n u duymaktan hoşlanmadığı
belli oluyordu, ama Kerus diretti. "Buraya vardığınızda, tüm
kulis çalışmaları bitmişti -lordların ç o ğ u tacı Erland'a v e r m e y e
razıydı- ama bu k o n u üzerindeki kuşkular dağılana kadar ger­
gin bir b u ç u k gün geçti. Neden b ü y ü k Rodric'in bir vâris b e ­
lirlemediğini bilmiyorum. A n c a k rahipler g e r ç e k bir hakka sa­
hip olmayan uzak akrabaların tümünü kovaladıktan sonra, ön­
lerinde üç a d a m duruyordu, Erland, g e n ç Rodric ve G u y du
Bas-Tyra. Rahipler onlardan yasal savlarını istedi ve h e r biri sı­
rayla b u n u sundu. H e m Rodric, h e m de Erland'ın geçerli hak­
lan vardı, G u y ise orada şekil gereği bulunuyordu, zamanında
buraya varmış olsanız, sizin de olacağınız gibi."
Arutha sert bir sesle araya girdi, "Yas dönemi batılı Lord-
lardari hiçbirinin Kral olmayacağını garanti ediyor."
Borric oğluna onaylamayan bir bakış attı, ama Kerus, "Tam
olarak değil. Veraset haklan üzerinde herhangi bir kuşku ol­
saydı, rahip töreni babanızın gelişine kadar ertelerdi, Arutha.
Bu daha ö n c e yapılmıştır," dedi.
Borric'e baktı ve sesini alçaktı. "Dediğim gibi, Erland'ın ta­
cı alması bekleniyordu. Ama taç o n a sunulduğunda, hakkım
Rodric'e devrederek bunu reddetti. O zamanlarda kimse Er­
land'ın sağlığının b o z u k olduğunu bilmediğinden, lordların ç o -
ğu bu kararı kralın y e g a n e oğul sıfatıyla Rodric'in hakkının c ö ­
mertlikle tasdik edilişine yordular. G u y du Bas-Tyra'nm ç o c u ­
ğu desteklemesiyle, toplanan Lordlar kongresi o n u n ardıllığım
onayladı. D e r k e n gerçek anlamda iç çekişmeler başladı, ta ki
m e r k u m eşinizin amcası Kral Naibi olarak adlandırılana dek."
Borric başıyla onayladı. Kimin o zamanlar bir ç o c u k olan
Kral'ın Naibi olarak belirleneceği üzerine yapılan savaşları ha­
tırlıyordu. Nefret ettiği kuzeni G u y n e r e d e y s e bu mevkii ka­
zanacaktı, ama Borric'in zamanında oraya varışı ve Rillanonlu
Caldric'e arka çıkması ile Y a b o n l u D ü k Brocal'ın ve Prens Er­
land'ın verdiği destek sayesinde, kongredeki oyların çoğunlu­
ğu Guy'm aleyhine kaymıştı.
"Bunu izleyen b e ş yıl yalnızca Kesh'le tek tük sınır çatışma­
ları oldu yalnızca. Etraf sakindi. Sekiz yıl ö n c e - " Kerus tekrar
susup etrafına bir göz attı- "Rodric kendi deyimiyle bir kamu­
sal iyileştirme programına başlayarak, yolları ve köprüleri y e ­
niledi, barajlar ve saire inşa etti. Başlarda bunlar p e k az yük
oluyordu, a n c a k vergiler her yıl arttı, artık köylüler ve özgür
adamlar, hattâ ikinci d e r e c e d e n soyluların dahi kanları s o n
damlasına kadar akıtılıyor. Kral programlarını öyle bir radde­
ye getirdi ki, artık başkentin tamamını yeniden inşa ederek
onu, dediğine göre, insanlık tarihinde bilinen en büyük şehir
haline getirmeyi amaçlıyor.
"İki yıl ö n c e asillerden oluşan küçük bir heyet Kral'a geldi ve
ondan bu aşın harcamalanndan vazgeçmesini ve halkın sırtında­
ki yükü azaltmasını istedi. Kral bir öfke nöbetine kapıldı, asille­
ri vatan haini olmakla suçladı ve onları h e m e n idam ettirdi."
Borric'in gözleri irileşti. Aniden d ö n e r k e n çizmelerinin al­
tındaki kar çatırdadı. "Batı'da b u n u n hakkında hiçbir şey duy­
madık!"
"Erland bu haberi duyduğunda, h e m e n Kral'a gitti ve idam
edilen soyluların aileleri için tazminat ve vergilerin azaltılma­
sını talep etti. Kral - s ö y l e n t i y e g ö r e - amcasını tutuklamaya ha­
zırmış, a n c a k hâlâ güvendiği birkaç danışmanı bunu yapması­
nı e n g e l l e m i ş . Majesteleri'ne Krallık'ta eşi benzeri görülmemiş
böylesi bir davranışın şüphesiz batılı lordların Kral'a karşı is­
yan etmesine n e d e n olacağı tavsiyesinde bulunmuşlar."
Borric'in yüzü karardı. "Hakları varmış. O ç o c u k Erland'ı
assaydı, Krallık geriye dönüşü olmayan bir biçimde ikiye b ö ­
lünürdü."
"O g ü n d e n beridir Prens Rillanon'a ayak basmadı ve iki
adam birbiriyle konuşmadığından Krallık meseleleri yardımcı­
lar tarafından yürütülüyor."
Dük bakışlarını g ö ğ e çevirdi ve sesi sıkıntılı bir hal aldı.
"Bu duyduklarımdan ç o k daha kötü. Erland b a n a vergilerden
ve onları Batı'da uygulamayı reddetmesinden bahsetmişti.
Kral'ın da Kuzey ve Batı'daki sınır karakollannm geçiminin
sağlanması gereğini anladığından bunu kabul ettiğini söyle­
mişti."
Kerus başını ağır ağır hayır anlamında salladı. "Kral a n c a k
yardımcıları Kuzey Elleri'nden akın akın gelen ve Krallığında-
ki şehirleri yağmalayan goblin tabloları çizdiğinde kabul etti."
"Erland yeğeniyle arasındaki gerginlikten bahsetmişti, ama
taşıdığım haberlerin ışığında dahi, Majesteleri'nin eylemleri
konusunda bir şey söylemedi."
Kerus derin bir nefes aldı ve yeniden yürümeye başladı.
"Borric, Kral'ın sarayındaki ç a n a k yalayıcıların arasında o ka­
dar zaman geçiriyomm ki, siz Batılıların sade k o n u ş m a y a ne
kadar düşkün olduğunuzu unutuyorum." K e m s bir an sessiz
kaldıktan sonra, "Kralımız bir zamanlar olduğu kişi değil. Za-
m a n zaman eski hali gibi, gülen ve açık yürekli, Krallık için
büyük planlarla dolu biriyken b a z e n de... b a ş k a biri o l u p çıkı­
yor, yüreğine karanlık bir ruh sahip olmuş gibi," dedi.
"Dikkatli olun, Borric, zira tahta sizde yakın duran bir tek
Erland var. Kralımız bu gerçeğin pekala farkında - s i z b u n u hiç
düşünmüyor da o l s a n ı z - ve hançerler ve zehirler görüyor,
b ö y l e şeylerin olmadığı yerde."
Gruba sessizlik çöktü ve Pug Borric'in açıktan açığa sıkın­
tılı olduğunu gördü. Kerus sözlerine devam etti. "Rodric baş­
kalarının tacına göz dikmiş olduğundan korkuyor. Bu doğru
olabilir, ancak bunlar Kral'ın şüphelendiği kişiler değil.
Kral'dan b a ş k a yalnızca dört c o n D o i n erkeği var, tümü de
onurlu adamlar." Borric bu iltifat karşısında başını eğdi. "An­
c a k Kral'ın annesi ve onun halkı aracılığıyla tahtla bağı oldu­
ğunu ö n e sürmeye hakkı olan on kadar kişi daha var. T ü m ü
de doğulu lordlar ve Lordlar Kongresi'nin ö n ü n d e taht üzerin­
de hak iddia etme fırsatından geri durmayacak kişiler."
Borric kızgın görünüyordu. "Hıyanetten bahsediyorsunuz."
"Adamların edimlerinde olmasa da yüreklerinde hıyanet...
şimdilik."
"Doğu'da işler böylesi bir hale biz Batıdakilerin haberi ol­
m a d a n mı geldi?"
B a h ç e n i n uzak u c u n a vardıklarında Kerus başıyla onayla­
dı. "Erland onurlu bir adam, bu yüzden de mesnetsiz söylen­
tileri tebaasından, hattâ sizden dahi gizleyecektir. Sizin de söy­
lemiş olduğunuz gibi, Rillanon'a en s o n gidişinizin üzerinden
on üç yıl geçti. Kral'dan g e l e n tüm ilam ve mektuplar hâlâ
Prens'in sarayından geçiyor. Nereden bilecektiniz ki?
"Korkarım Kral'ın danışmanlardan biri ya da diğerinin ken­
dini bizim gibi, soyluların ulusun refahının bekçisi olduğu
inancına sahip çıkanlann kesik başlarının üzerinde yükseltme­
si artık bir zaman meselesi."
Borric, "Öyleyse açık konuşarak p e k ç o k şeyi riske ediyor­
sunuz," dedi.
D ü k Kerus omuzlarını silkerek saraya dönmeleri gerektiği­
ni işaret etti. " B e n her zaman aklımdakileri söyleyen bir insan
olmadım, Lord Borric, a n c a k bunlar zor zamanlar. B a ş k a her­
hangi biri gelmiş olsaydı, yalnızca kibar sohbetler olurdu. Siz
benzersiz bir konumdasınız, zira Prens ile yeğeninin arası açık
olduğundan, Krallık'ta Kral'ı etkilemesine imkan v e r e c e k den­
li g ü c e ve rütbeye sahip olan bir tek siz varsınız. Ağırlığı olan
konumunuza gıpta etmiyorum, dostum.
"Üçüncü Rodric'in kral olduğu zamanlarda, b e n Doğu'daki
en güçlü asiller arasındaydım, a n c a k Dördüncü Rodric'in sara­
yında hali hazırdaki nüfuzuma bakılırsa, toprağı olmayan bir
çapulcu olsam da bir şey fark etmezmiş." Kerus durdu. "Kara
yürekli kuzeniniz G u y artık Kral'a en yakın olan kişi ve B a s -
Tyra D ü k ü ile aramda p e k sevgi yoktur. Birbirimizden hoşlan­
m a m a sebeplerimiz, sizin aranızda olanlar kadar şahsidir. An­
cak o n u n yıldızı parladıkça benimki daha da sönüyor."
Kerus soğuğun işlemeye başladığı ellerini şaklattı. "Ama iyi
bir h a b e r var. G u y kışı Pointer's H e a d yakınlarındaki kalesin­
de g e ç i r m e k t e olduğundan, Kral şu anda onun çevirdiği do­
laplardan m u a f durumda." Kerus Borric'in kolunu kavradı.
"Kral'ın fevri tabiatının ö n ü n e bir set ç e k m e k için sahip oldu­
ğunuz tüm nüfuzu kullanın, Lord Borric, zira haberini getirdi­
ğiniz bu istila karşısında birleşmemiz gerekiyor. Uzun süren
bir savaş bizi sahip olduğumuz az sayıdaki y e d e k askerden de
mahrum bırakır ve Krallık sınanacak olursa, dayanıp dayana­
mayacağını bilemem."
Borric hiçbir şey demedi, zira Kerus'un söyledikleri
Prens'in yanından ayrılışından beri duyduğu tüm korkulardan
beter çıkmıştı. Salador Dükü, "Son bir şey daha, Borric. Erland
on üç yıl ö n c e tacı reddetmiş olduğundan ve sağlığının bozul­
duğuna dair söylentiler nedeniyle, Lordlar Kongresi azalarının
çoğu onlara yol göstermen için sizden m e d e t umacaktır. Sizin
önderlik ettiğiniz yerde p e k çokları, hattâ Doğu'daki bizlerden
bazıları dahi ardınızdan gelecektir," dedi.
Borric soğuk bir tavırla, "İç savaştan mı bahsediyorsunuz?"
dedi.
Y ü z ü n d e n acılı bir ifade g e ç e n Kerus bir elini salladı. G ö z ­
leri nemli, neredeyse ağlayacak gibiydi. " B e n daima taca sadı-
ğımdır, Borric, a n c a k işlerin doğrusunu s ö y l e m e k gerekirse,
Krallığın ö n c e gelmesi şarttır. Hiçbir adam tek başına Kral-
lık'tan önemli değildir."
Borric sıktığı dişlerinin arasından, "Kral d e m e k Krallık de­
mektir," dedi.
Kerus, "Sizin gibi birinden de başka bir ş e y söylemesi b e k ­
lenmezdi. Kral'ın enerjisini Batı'daki bu sorunlara yöneltebile­
ceğinizi ümit ederim, zira Krallık tehlikeye düşerse, başkaları
b ö y l e y ü c e inanışlara sadık kalmayacaktır," dedi.
B a h ç e d e n uzaklaşan basamaklara yöneldiklerinde Borric'in
ses tonu bir parça yumuşadı. "Niyetinizin iyi olduğunu ve yü­
reğinizde yalnızca ülke sevgisi olduğunu biliyorum, Lord K e ­
rus. İnancınızı kaybetmeyip dua edin, zira Krallığın devamı
için elimden geleni ardıma koymayacağım."
Kerus saraya giden kapının ö n ü n d e durdu. "Korkarım he­
pimiz ç o k yakında derin sulara dalacağız, lordum Borric. Sö­
zünü ettiğiniz bu istilanın bizi b o ğ a c a k dalga olmamasına dua
ediyorum. Size y a p a b i l e c e ğ i m her türlü yardımı yapmaya ha-
zınm." Bir hizmetkarın açtığı kapıya d o ğ m döndü. Y ü k s e k
sesle, "Size iyi g e c e l e r diliyorum, zira hepinizin yorgun oldu­
ğunu görebiliyorum," dedi.
Borric, Arutha ve Pug y e n i d e n içeri girdiğinde odada ger­
gin bir hava vardı ve D ü k kara kara düşünüyordu. Hizmetkar­
lar konuklara odalarını g ö s t e r m e k üzere geldiler ve Pug aşağı
yukarı kendi yaşında, Dük'ün uşaklarının giysisine bürünmüş
bir ç o c u ğ u izledi. Salondan çıkarlarken Pug o m z u n u n arkasın­
dan bakıp Dük ile oğlunun birlikte d u m p Kulgan'la konuştu­
ğunu gördü.
Pug ufak, ancak zarif bir odaya götürüldü ve yatak örtüle­
rinin zenginliğine b a k m a d a n t a m a m e n giyinik bir halde ken­
dini yatağa attı. Hizmetkar ç o c u k , "Soyunurken yardıma ihti­
yacınız var mı, T o p r a k Beyi?" dedi.
Pug d o ğ m l u p çocuğa öyle samimi bir hayret ifadesiyle
baktı ki, hizmetkar bir adım geriledi. Bariz bir rahatsızlıkla,
"Hepsi bu kadar mı, T o p r a k Beyi?" diye sordu.
Pug'ın tek yaptığı bir k a h k a h a atmak oldu. Ç o c u k bir an
kararsız kaldıktan sonra eğilerek selam verdi ve o d a d a n a c e ­
leyle çıktı. Pug doğulu asillere ve soyunmalarına yardım et­
m e k z o m n d a kalan hizmetkarlara şaşarak giysilerini ç e k i p çı­
kardı. Elbiselerini katlayamayacak kadar yorgun olduğundan,
onları bir yığın halinde yere bırakmakla yetindi.
Yatağının yanındaki m u m u üfledikten sonra, akşamki k o ­
nuşma yüzünden sıkıntılı olan Pug bir süre karanlıkta yattı. Sa­
ray entrikaları hakkında p e k az bilgisi vardı, a n c a k Borric'in
onurlu bir adam olarak şöhretine rağmen, Kerus'un yabancıla­
rın ö n ü n d e b ö y l e konuşması için derinden endişeleniyor ol­
ması gerektiğini biliyordu.
Pug s o n aylarda olup biten h e r şeyi düşündü ve Kral'ın
Crydee'nin çağrısına uçuşan sancaklarla yanıt vermesi üzerine
kurduğu düşlerin, gerçeklerin sert kayalarında parçalanan baş­
ka bir ç o c u k ç a hayalden ibaret olduğunu anladı.
RILLANON

G e m i limana girdi.
Krallık Denizi'nin iklimi, Acı Deniz'den daha ılımandı ve
Salador'dan oraya yaptıkları yolculuk olaysız geçmişti. Y o l u n
büyük b ö l ü m ü n d e sürekli kuzeybatı y ö n ü n d e e s e n bir rüzgar­
la b o ğ u ş m a k zorunda kaldıklarından, iki yerine üç hafta g e ç ­
mişti.
Pug geminin ön güvertesinde durmuş, cüppesine sıkıca sa-
rınmıştı. Kış rüzgannın sertliği yerini daha yumuşak bir serin­
liğe bırakmıştı, sanki baharın gelmesine sadece birkaç gün
vardı.
Fdllanon'a Krallığın Mücevheri deniyordu ve Pug b u n u n
hak edilmiş bir isim olduğuna karar verdi. Batı'nın yayvan şe­
hirlerinin aksine Rillanon, e n g e b e l i tepelerin üzerine h o ş bir
karmaşa halinde saçılmış uzun kuleler, zarif kemerli köprüler
ve hafifçe bükülen yollardan oluşan bir kütleydi. Görkemli ku­
lelerin üzerinde sancak ve flamalar rüzgarda çırpınıyordu, şe­
hir, varlığını kutluyormuş gibi. Pug'a, limana demir atmış g e ­
milere gidip gelen mavnalarda çalışan gemiciler bile Rilla-
non'da olmanın büyüsü yüzünden daha renkli geldi.
Salador Dükü Borric için bir dukalık bayrağı dikilmesini
buyurmuştu ve bu sancak şimdi geminin ana direğinin t e p e -
sinde dalgalanıyor, kraliyet şehrinin memurlarına Crydee Dü-
kü'nün geldiğini h a b e r veriyordu. Borric'in gemisine limanda­
ki gemi kılavuzu tarafından iskeleye y a n a ş m a önceliği tanındı
ve gemi ç a b u c a k kraliyet rıhtımına bağlandı. Kafile gemiden
indi ve Kraliyet H a n e Muhafızlan'ndan bir b ö l ü k tarafından
karşılandı. Muhafızların başında ihtiyar, ak saçlı, a n c a k yine de
dimdik duran bir a d a m vardı ve Borric'i sıcak bir şekilde se­
lamladı.
İki adam birbiriyle kucaklaştılar ve muhafızlara özgü, kra­
liyet renkleri olan m o r ve altın giysiler içinde, a n c a k kalbinin
üzerinde bir dukalık nişanı taşıyan yaşlı adam, "Borric, seni
yeniden g ö r m e k güzel. Ne kadar oldu? On... on bir yıl mı?" de­
di.
"Caldric, eski dostum. On üç yıl oldu." Borric ona sevgiyle
baktı. Adamın berrak, mavi gözleri ve kısa, akçıl bir sakalı var­
dı.
Adam başını iki yana sallayıp gülümsedi. "Çok uzun zaman
oldu." Diğerlerine baktı. Pug'ı fark ederek, "Bu senin küçük
oğlun mu?" dedi.
Borric güldü. "Hayır, gerçi olsa da beni utandırmazdı."
Uzun, ince Anıtha'ya işaret etti. "Oğlum bu. Amtha, gel de bü­
yük dayınla tanış."
A m t h a ö n e çıktı ve ikisi kucaklaştılar. Rillanon Lordu, Kral
H a n e Muhafızları Alayı'mn Şövalye-Generali ve Kraliyet Şan­
sölyesi, D ü k Caldric, Amtha'yı itti ve onu bir kol boyu uzaklı­
ğından inceledi. "Seni s o n gördüğümde daha ufak bir ç o c u k ­
tun. Seni tanımam gerekirdi, zira babanın yakışıklılığından pa­
yını almış da olsan, sevgili kardeşime - a n n e n i n b a b a s ı n a - da
ç o k benziyorsun. Aileme onur verdin."
Borric, "Eh, ihtiyar savaş atı, şehrin nasıl?" dedi.
Caldric, "Konuşulacak ç o k şey var, ama burada değil. Sizi
Kral'ın sarayına getirip rahat ettireceğiz. Ziyaret için ç o k zama­
nımız olacak. Sizi buraya, Rillanon'a getiren nedir?" dedi.
"Majesteleri'yle görüşmem gereken ç o k önemli bir m e s e l e
var, ama sokaklarda konuşulacak türden bir şey değil. Saraya
gidelim."
D ü k ile kafilesine binekler verildi ve şehrin içinden atlarıy­
la geçerlerken bir muhafız takımı caddeleri boşalttı. Pug Kron­
dor ile Salador ihtişamlanyla etkilenmişse de, Rillanon karşı­
sında nutku tutulmuştu.
Ada şehri aralarından denize akan birkaç ufak nehrin aktı­
ğı ç o k sayıda tepenin üzerine inşa edilmişti. Kuleler kadar
köprüler ve kanallardan oluşan bir şehre benziyordu. Binalar­
dan çoğu yeni görünüyordu ve Pug bunun Kral'ın şehri yeni­
den inşa e t m e planının bir parçası olduğunu düşündü. Y o l
üzerinde birkaç noktada işçilerin eski bir binadan taşları çıkar­
dıklarını ya da yeni duvarlar ve çatılar diktiklerini gördü. Y e ­
ni binaların cephesi renkli taşlarla, çoğu onlara beyaz, mavi ya
da p e m b e renk veren mermer ve kuvarsla kaplanmıştı. Cadde­
lerdeki kaldırım taşları temiz, h e n d e k l e r Pug'ın diğer şehirler­
de gördüğü tıkanıklıklar ve pislikten yoksundu. Başka ne ya­
pıyor olursa olsun, diye düşündü çocuk, Kral şehre muhteşem
bir şekilde bakıyor.
Sarayın ö n ü n d e n akan bir nehir olduğundan, giriş, suyun
üzerinden ana avluya g e ç e n kemerli bir köprüyle sağlanıyor­
du. Saray, şehrin merkezindeki bir t e p e yamacının üzerine ya­
yılmış uzun koridorlarla birbirlerine bağlanan b ü y ü k binalar
toplamıydı. C e p h e s i n e kaplanmış p e k ç o k renkte taşlar ona
gökkuşağı gibi bir görünüm veriyordu.
Avluya girerlerken duvarlardan trompet sesleri duyuldu ve
muhafızlar hazır ola geçtiler. Atları almak için kapıcılar ö n e çı­
karken saray girişinin yanında bir grup saray asilzadesiyle m e ­
muru onları karşılamak üzere bekliyordu.
Pug onlara yaklaştığında bu adamlar tarafından verilen s e ­
lamların resmi olduğunu ve D ü k Caldric'in karşılamasının sı­
caklığından y o k s u n olduğunu fark etti. Kulgan ile M e e c h a m ' ı n
arkasında dururken, Caldric'in sesini duyabiliyordu. "Lordum
Borric, Crydee Lordu, size Kraliyet Hanesinin Vekilharcı B a r o n
Gray'i takdim edeyim." B u , üzerine sıkı sıkıya oturmuş, kırmı­
zı ipekten bir tunik ve dizlerinde torba gibi şişen soluk griden
bir pantolon giymiş, kısa boylu, tıknaz bir adamdı. "Kont Sle-
vec, Kraliyet D o n a n m a s ı Birinci Lordu." İ n c e , yağlı bir bıyığı
olan, uzun boylu, sıska bir adam eğilerek selam verdi. Hepsi
de Lord Borric'in gelişinden duydukları memnuniyeti kısaca
ifade ettiler, ama Pug onların söylediklerinde p e k içten olma­
dıklarını hissetti.
Kalacakları yerlere götürüldüler. Kulgan'ın M e e c h a m ' ı ya­
nında tutmak için ortalığı ayağa kaldırması gerekti, zira B a r o n
Gray o n u saraydaki hizmetkarlar kanadına g ö n d e r m e k istemiş,
a n c a k Caldric Kraliyet Şansölyesi olarak nüfuzunu kullanınca
b u n d a n vazgeçmişti.
Pug'a gösterilen oda, ihtişam bakımından o ana kadar g ö r - .
düklerinin tümünü fena halde aşmıştı. Zemin cilalı mermer­
dendi, duvarlar da aynı malzemeyle kaplanmıştı, ama üzerin­
de yer yer altına b e n z e y e n lekeler vardı. Y a t a k odasının bir ta­
rafındaki, büyük, altın varaklı bir küvetin bulunduğu, ufak bir
odada büyük bir ayna asılıydı. Kahyalardan biri tek tük eşya­
sını - k e n d i bavulları ormanda kaybolduğundan beri yolda
topladıkları birkaç ş e y i - Pug'ın tüm sahip olduklarının on ka­
tının sığabileceği, devasa bir dolaba yerleştirdi. Adam işi bit-
tikten sonra, "Banyonuzu hazırlayayım mı, efendim?" diye sor­
du.
Pug başıyla onayladı, çünkü gemide geçirdiği üç haftanın
sonunda giysileri üzerine yapışmış gibi geliyordu. B a n y o hazır
olduğunda, kahya, "Lord Caldric, dört saat sonra D ü k Borric'in
kafilesini a k ş a m y e m e ğ i n e bekliyor, efendim. O zaman geri
geleyim mi?" dedi.
Adamın diplomatikliğine hayran kalan Pug "evet," dedi.
Adamın tek bildiği Pug'ın Dük'le birlikte gelmiş olduğuydu ve
y e m e k davetine dahil olup o l m a m a karannı Pug'a bırakmıştı.
Pug ılık suya dalarken rahatlayarak uzun uzun iç çekti. Ka­
lede ç o c u k k e n b a n y o seven biri değildi, kir pasını denizde ve
kalenin yakınındaki çaylarda yıkamayı yeğlerdi. Şimdiyse ban­
yodan keyif almayı öğrenebilirdi. Tomas'ın bu k o n u d a ne dü­
ş ü n e c e ğ i n e kafa yordu. Siyah saçlı, güzel bir prenses ile mut­
lu ve kum rengi saçlı bir ç o c u k üzerine hüzünlü amlardan ılık
bir sisin içine süzüldü.

Ö n c e k i g e c e yedikleri, D ü k Caldric'in Lord Borric'in kafile­


sini ağırladığı y e m e k dostça bir buluşmaydı. Şimdiyse taht
odasında, Kral'ın huzuruna kabul edilmeyi bekliyorlardı. Salon
yüksek, kemerli bir tavanı olan, k o c a m a n bir şeydi, güneyde­
ki duvarının tamamı ise ş e h r e t e p e d e n b a k a n yerden tavana
kadar pencerelerle kaplıydı. Dük'ün kafilesi izleyenlerin ara­
sından, merkezi bir koridordan geçirilirken yüzlerce soylu et­
rafta bekliyordu.
Pug, D ü k Borric'i kötü giyimli saymasının m ü m k ü n olama­
yacağını düşünmüştü, zira çocukları gibi o da her zaman
Crydee'deki en iyi giysileri giyerdi. Ancak odanın dört bir ya­
nındaki süslü giysilerin arasında, Borric tavus kuşu sürüsü ara-
sında kalmış bir kuzgunu andınyordu. Şurada inci işlemeli bir
c e p k e n , burada altın iplikle işlenmiş bir tunik - h e r bir asilza­
de diğeriyle yarışıyor gibiydi. Kadınlardan tümü en pahalısın­
dan ipek ve brokarlara bürünmüşlerdi, a n c a k erkekleri parlak­
lıkta yalnızca biraz aşıyorlardı.
Tahtın ö n ü n d e durdular ve Caldric Dük'ü takdim etti. Kral
gülümsedi ve Pug onun Arutha'yı biraz andırdığını fark etti,
ancak Kral'ın tavırları daha rahattı. Tahtında ö n e eğildi ve,
"Şehrimize hoş geldin, kuzen. B u n c a yıldan sonra bu salonda
Crydee'yi g ö r m e k güzel," dedi.
Borric ö n e adım attı ve Adalar Kralı Dördüncü Rodric'in
ö n ü n d e diz çöktü. "Majestelerini iyi bulduğum için mutlu­
yum."
Hükümdarın yüzünden bir gölge geçti, sonra Kral yeniden
gülümsedi. "Bize yoldaşlarını takdim et."
Dük oğlunu takdim etti ve Kral, "Eh, c o n D o i n soyundan
bizim dışımızda birinin a n n e tarafımızın kanını taşıdığı doğ-
ruymuş," dedi. Arutha eğilerek selam verdi ve geriledi. Dük'ün
danışmanlarından biri sıfatıyla sıra Kulgan'daydı. Dük'ün sara­
yında herhangi bir rütbesi olmayan M e e c h a m odasında kal­
mıştı. Kral nazik bir şeyler söyledi ve Pug tanıtıldı. "Crydee
Toprak Beyi Pug, Majesteleri, Derin O r m a n Efendisi ve maiye­
timin azası."
Kral ellerini şaklattı ve güldü. "Trolleri öldüren ç o c u k . Ne
kadar harika. Seyyahlar bu öyküyü uzak Crydee sahillerinden
buraya getirdi ve bunu cesur eylemi gerçekleştiren kişinin ağ­
zından duymayı isteriz. D a h a sonra bir araya gelelim de bize
bu mucizeyi anlat."
B i n gözün kendisini izlediğini hisseden Pug eğilerek a c e ­
m i c e selam verdi. D a h a ö n c e de trol hikayesinin yayılmamış
olmasını dilediği zamanlar olmuştu, a m a b u n u hiçbir zaman
şimdiki kadar istememişti.
Pug geriledi ve Kral, "Bu g e c e kuzenimiz Borric'in gelişi
o n u r a n a bir b a l o düzenleyeceğiz," dedi.
Ayağa kalkarak m o r cüppesini düzeltti ve altın m a k a m zin­
cirini çıkardı. Bir iç oğlanı zinciri kadifeden m o r bir yastığın
üzerine yerleştirdi. Kral daha sonra altın tacını siyah bukleli
saçlannın üzerinden aldı ve b a ş k a bir iç oğlanına verdi.
O tahtından inerken kalabalıktakiler eğildiler. "Gel, ku­
zen," dedi Borric'e, "tüm bu m a k a m kasıntılıkları olmadan k o ­
nuşabileceğimiz, şahsi b a l k o n u m a çekilelim. Bu tantana beni
bıktırıyor," dedi.
Borric başıyla onayladı ve Pug ile diğerlerine beklemeleri­
ni işaret e d e r e k Kral'ın yanında yürümeye başladı. D ü k Cald-
ric o günkü toplantının sona erdiğini ve Kral'a ricaları olanla­
rın ertesi gün yeniden gelmeleri gerektiğini duyurdu.
Kalabalık salonun ucundaki iki b ü y ü k kapıdan ağır ağır
boşalırken Amtha, Kulgan ve Pug beklediler. Caldric onlara
yaklaştı ve, "Size bekleyebileceğiniz bir oda göstereyim. Ma-
jesteleri'nin sizi huzuruna çağırması ihtimaline karşı yakınlar­
da bir yerde bulunmanız iyi olur," dedi.
Bir saray vekilharcı onları Kral'ın Borric'i geçirdiği kapının
yakınındaki ufak bir kapıdan geçirdi. Ortasında meyveler,
peynir, e k m e k ve şarapla dolu, uzun bir m a s a m n bulunduğu
geniş, rahat bir odaya girdiler. Masanın etrafında ç o k sayıda
sandalye, odanın duvarlan b o y u n c a da üzerlerine şişkin yas­
tıklar yığılmış birkaç divan vardı.
Arutha geniş camdan kapıların yanına gitti ve dışarıya bak­
tı. "Babamla Kral'ın kraliyet b a l k o n u n d a oturduğunu görebili­
yorum."
Kulgan ile Pug da ona katılıp işaret ettiği yere baktılar. İki
adam şehre ve ötesindeki denize t e p e d e n b a k a n bir masanın
başına oturmuştu. Kral taşkın el hareketleriyle konuşuyor,
Borric de onu dinlerken başıyla onaylıyordu.
Pug, "Ekselanslan'nın bu kadar genç görünmesini b e k l e m i ­
yordum, Majesteleri," dedi.
Arutha onu alaylı bir gülümsemeyle yanıtladı. "Babamın
o n u n babasının kuzeni, dolayısıyla annemin de annesinin ku­
zeni olduğunu düşündüğün zaman, p e k şaşırtıcı değil."
Kulgan elini Pug'ın o m z u n a köydü. "Soylu ailelerin arasın­
da ç o ğ u zaman birden ç o k bağ vardır, Pug. Dört ya da beşin­
ci g ö b e k t e n kuzenler politik nedenlerle evlenir ve aileleri y e ­
niden birbirine yaklaştırır. D o ğ u ' d a tahtla arasında, uzak da ol­
sa ve çarpık bir yoldan da ilerlese, şöyle ya da b ö y l e bir akra­
balık bağı olduğunu iddia e d e m e y e c e k tek bir aile dahi oldu­
ğunu sanmam."
Masaya döndüler ve Pug bir peynir parçasını k e m i r m e y e
başladı. "Kral'ın keyfi yerindeymiş gibi görünüyor," dedi tü­
m ü n ü n de aklında olan konuya temkinlice yaklaşarak.
Kulgan ç o c u ğ u n bunu dolambaçlı bir şekilde ifade edişin­
den m e m n u n olmuşa benziyordu, zira Salador'dan ayrıldıktan
sonra Borric hepsini de Dük Kerus'un söyledikleri konusunda
dikkatii olmaları için uyarmıştı. İhtarını, "İktidar salonlarında
sır olmaz ve sağırlar bile duyabilir," atasözüyle bitirmişti.
Amtha, "Hükümdarımız değişken ruh hallerine sahip biri­
dir; umalım da B a b a m ' ı n haberlerini duyduktan s o m a keyfi
kaçmasın," dedi.
Dük'ten g e l e c e k haberi beklerlerken ikindi ağır ağır geçti.
Dışarıdaki gölgeler uzadığında Borric aniden bir kapıda g ö ­
ründü. Y ü z ü n d e sıkıntılı bir ifadeyle yanlarına geldi. "Majeste-
leri ö ğ l e d e n sonranın büyük b ö l ü m ü n ü Krallığın yeniden do­
ğumu üzerine planlarını anlatarak geçirdi."
Arutha, "Ona Tsurani'yi anlattın mı?" dedi.
D ü k başıyla onayladı. "Beni dinledi ve sakin bir tavırla ba­
na bu meseleyi düşüneceğini belirtti. Yaklaşık bir gün sonra
yeniden görüşeceğimizden b a ş k a bir şey demedi."
Kulgan, "Hiç değilse keyfi yerinde gibiydi," dedi.
Borric yaşlı danışmanına baktı. "Korkarım, fazla keyifli. Bir
tür telaş alameti bekliyordum. Krallığı önemsiz bir n e d e n l e
boydan b o y a geçmiş değilim, a n c a k söylediklerim onu heye­
canlandırmış gibi görünmedi."
Kulgan endişeli görünüyordu. "Bu yolculukta zaten fazla
zaman harcadık. Umalım da Majesteleri'nin bir hareket planı­
na karar vermesi uzun zaman almasın."
Borric kendisini bir sandalyeye attı ve bir şarap bardağına
uzandı. "Umalım."

Pug Kral'ın şahsi m e s k e n i n e doğru yürürken sezdikleri yü­


zünden ağzı kurumuştu. Birkaç dakika içinde Kral Rodric'le
görüşecekti ve Krallığın hükümdarıyla yalnız kalma düşünce­
si onu huzursuz ediyordu. D a h a ö n c e diğer güç sahibi soylu­
ların huzurunda ne zaman bulunsa, Dük'ün ya da oğlunun
gölgesine saklanmış, Tsuraniler hakkında bildiği az bir şeyi
anlatmak üzere ö n e çıktıktan sonra tekrar ç a b u c a k arka plan­
la karışmıştı. Şimdiyse Büyük K e s h İmparatorluğu'nun kuze­
yindeki en kudretli adamın y e g a n e konuğu olacaktı.
H a n e vekilharçlarından biri o n u Kral'ı şahsi b a l k o n u n a açı­
lan kapıdan geçirdi. Geniş, açık verandanın kenarı b o y u n c a
birkaç hizmetkar ayakta duruyordu ve Kral da geniş bir tente­
nin altındaki oyulmuş m e r m e r d e n yapılma bir masanın başın-
da oturuyordu.
Güneşli bir gündü. O n d a n ö n c e kışın yaptığı gibi, bahar da
e r k e n geliyordu ve e s e n havada bir ılıklık vardı. B a l k o n u n al­
tında, sınınnı çizen çalı ve taş duvarların ötesinde, Pug Rilla-
n o n şehrini ve ötesindeki denizi görebiliyordu. Renkli çatılar
öğle güneşinde pırıl pırıl parlıyordu ve s o n dört gün içinde
s o n karlar da tamamıyla erimişti. Gemiler limana girip çıkıyor,
sokaklar da vatandaşlarla dolup taşıyordu. Tacirlerin ve seyyar
satıcılann belli belirsiz duyulan bağırışları Kral'ın oturmuş, öğ­
le yemeğini yediği yere hafif bir uğultu halinde yükseliyordu.
Pug masaya yaklaşırken hizmetkarlardan biri bir sandalye
çekti. Kral döndü ve, "Ah! T o p r a k Beyi Pug, lütfen otur," de­
di. Pug eğilerek selam v e r e c e k oldu, ama Kral, "Yeter. B i r ar­
kadaşımla y e m e k yerken formalitelere tahammül e d e m e m , "
dedi.
Pug tereddüt ettikten sonra, otururken, "Majesteleri b e n i
onurlandırıyor," dedi.
Rodric bu sözü eliyle savuşturdu. "Erkeklerin arasında bir
ç o c u k olmak nasıl şeydir, hatırlıyorum. Tacı aldığımda s e n d e n
az büyüktüm. O zamana kadar b e n s a d e c e b a b a m ı n oğluy­
dum." Gözlerinde bir an uzak bir ifade belirdi. "Prens'tim,
doğru, ama yine de yalnızca bir çocuktum. B e n i m fikrimin
hiçbir kıymeti yoktu ve b a b a m ı n beklentilerini bir türlü karşı-
layamıyordum, ne avcılıkta, ne yelkencilikte ne de kılıç kul­
lanmada. Caldric'in de aralarında bulunduğu öğretmenlerim­
den bir sürü azar işitirdim. Kral olduğumda bütün bunlar de­
ğişti, a n c a k nasıl olduğunu hâlâ hatırlıyorum." Pug'a döndü ve
gülümserken uzak ifade kayboldu. "Ve arkadaş olmamızı ger­
ç e k t e n istiyorum." Ö t e yana bir bakış attı ve ifadesi yeniden
uzak bir hal aldı. "Şimdilerde insan fazla arkadaş edinemiyor,
değil mi? Kral olduğumdan dolayı da arkadaşım olduğunu id­
dia eden, a n c a k öyle olmayan p e k çokları çıkıyor." Bir an sus­
kun kaldıktan sonra düşünceli halinden yeniden sıyrıldı. "Şeh­
rimi nasıl buldun?"
Pug, "Hiç b ö y l e bir şey görmemiştim, Majesteleri. Muhte­
şem," dedi.
Rodric önlerinde uzanan manzaraya baktı. "Evet, öyle, de­
ğil mi?" Elini salladı ve bir hizmetkar kristal kadehlere şarap
doldurdu. Pug şaraptan bir yudum aldı; hâlâ şaraptan zevk al­
mayı öğrenememişti, a n c a k bu şarabın ç o k iyi olduğunu dü­
şündü, hafifti, içinde m e y v e ve hafif baharat tadı vardı. Rod­
ric, "Rillanon'u burada yaşayanlar için m u h t e ş e m bir yer hali­
ne getirmek için ç o k çalıştım. Bir gün gelip Krallık'taki tüm şe­
hirlerin burası kadar m u h t e ş e m olmasını, gözün baktığı her
yerde güzelliğin bulunmasını isterdim. B u n u y a p m a k için yüz
ömür g e r e k e c e ğ i n d e n , tek yapabildiğim i z l e n e c e k yolu göster­
mek, ö y k ü n m e k isteyenler için bir örnek oluşturmak. A n c a k
tuğla bulduğum yerde m e r m e r bırakıyoaım. Ve bunu görenler
ne olduğunu anlayacaklar -mirasım."
Kral bir an sayıklar gibi olmuştu ve Pug Kral'ın binalardan,
b a h ç e l e r d e n v e çirkinlikleri g ö z ö n ü n d e n ç e k m e k t e n b a h s e ­
derken söylediklerinin hepsinden e m i n olamadı. Kral aniden
konuyu değiştirdi. " B a n a trolleri nasıl öldürdüğünü anlat."
Pug o n a anlattı ve Kral o n u n her sözcüğünü dikkatle din­
ler gibiydi. Ç o c u k bitirdiğinde Kral, "Bu fevkalade bir öykü.
Saraya ulaşan anlatışlardan daha iyi, zira onların yansı kadar
kahramanca olmasa da, g e r ç e k olduğu için onlardan iki kat et­
kileyici. Cesur bir yüreğin var, T o p r a k B e y i Pug," dedi.
Pug, "Teşekkür ederim, Majesteleri," dedi.
Rodric, "Öykünde Prenses Carline'den bahsettin," dedi.
"Evet, Majesteleri?"
"Onu annesinin kucağında küçük bir b e b e k olduğu za­
m a n d a n beri görmedim. Nasıl bir kadın oldu?"
Pug bu k o n u değişikliğini şaşırtıcı bulmasına rağmen, "Çok
güzel bir kadın oldu, Majesteleri, annesine ç o k benziyor. B i ­
raz öfkeli de olsa, akıllı ve zeki," dedi.
Kral başıyla onayladı. "Annesi ç o k güzel bir kadındı. Kızı
o n u n yarısı kadar bile güzel olsa, gerçekten de ç o k güzel de­
mektir. Akıl yürütebiliyor mu?"
Pug'ın kafası karışmış gibiydi. "Majesteleri?"
"Akıl, mantık için uygun bir kafası var mı? Tartışabiliyor
mu?"
Pug şiddetle kafa salladı. "Evet, Majesteleri. Prenses bu k o ­
nuda ç o k iyidir."
Kral ellerini ovuşturdu. "İyi. Borric'in o n u buraya ziyarete
yollamasını sağlamalıyım. Bu doğulu kadınlann ç o ğ u içi boş,
yavan kimseler. Borric'in kıza bir eğitim vermiş olduğunu ümit
ediyordum. Mantık ve felsefe bilen, tartışıp konuşmayı bilen
g e n ç bir kadınla tanışmak isterim."
Pug birden Kral'ın tartışmaktan b a h s e d e r k e n kendi düşün­
düğü şeyi kastetmediğini anladı. Bu uyuşmazlıktan b a h s e t m e ­
m e n i n en iyi olacağına karar verdi.
Kral devam etti. "Bakanlarım b e n i bir eş b u l m a m ve Kral-
lık'a bir vâris v e r m e m için sıkıştırıyor. Meşguldüm ve açık k o ­
n u ş m a k gerekirse, saraydaki kadınlarda ilgimi ç e k e c e k p e k az
şey bulabildim - a h , ay ışığında bir yürüyüş ve... b a ş k a şeyler
için iyiler. Ama ya vârislerimin annesi olmak için? Sanmıyo­
rum. A n c a k kraliçe arama konusunda ciddileşmem gerekiyor.
B e l k i de c o n D o i n soyundan gelen y e g a n e kız evlat iyi bir baş­
langıç noktası olurdu."
Pug conDoin'lerin b a ş k a bir kız ç o c u ğ u olduğundan bah­
s e d e c e k k e n Kral ile Anita'nın babası arasındaki gerginliği ha­
tırlayarak bu güdüsünü bastırdı. Üstelik, kız daha yedi yaşın­
daydı.
Kral yeniden k o n u değiştirdi. "Kuzen Borric dört gündür
yabancılar, şu Tsuraniler hakkında anlattıklarıyla gözlerimi
doldurayor. Bütün bu işler hakkında sen ne düşünüyorsun?"
Pug ürkmüş görünüyordu. Kral'ın ona, Krallığın güvenliği
gibi önemli bir m e s e l e şöyle dursun, herhangi bir konudaki
fikrini sorabileceğini düşünmemişti. Bir an düşünerek yanıtım
elinden geldiğince iyi ifade e t m e y e çalıştı, s o m a , "Tüm görüp
duyduklarımdan hareketle, Majesteleri, bu Tsuranilerin salt is­
tila etmeyi planlamakla kalmadıklarını, şimdiden burada ol-
duklannı düşünüyorum," dedi.
Kral bir kaşını kaldırdı. "Ya? Kanıtlarını duymak isterim."
Pug söyleyeceklerini dikkatle düşündü. "Bu halkın koru­
dukları" gizlilik dikkate alındığında, Majesteleri, bildiğimiz ka­
dar ç o k görüldülerse, geliş gidişlerinin sayısının bildiğimizden
ç o k daha fazla olması mantıklı değil midir?"
Kral başıyla onayladı. "İyi bir sav. D e v a m et."
"Dolayısıyla, karlar yağdıktan sonra, uzak bölgelerden ay-
nlmamaları nedeniyle, onların izlerini bulma olasılığımızın
azalması da muhtemel değil midir?"
Rodric başıyla onayladı ve Pug d e v a m etti. "Dük ile diğer­
lerinin söyledikleri kadar dövüşken iseler, baharda h ü c u m a
g e ç m e k üzere askerlerini kış mevsiminde getirecekleri iyi bir
yer b u l m a k üzere Batı'mn haritasını çıkardıklanm sanıyorum."
Kral elini masaya vurdu. "Mantığını iyi işletmişsin, Pug."
Hizmetkarlara y e m e k getirmelerini işaret ederek, "Şimdi, y e ­
m e k yiyelim," dedi.
Hayret veren çeşitlilikte ve iki kişi oldukları düşünüldüğün­
de şaşırtıcı bir miktarda y i y e c e k getirildi ve Pug Kral'ın c ö ­
mertliğine karşı kaygısız g ö r ü n m e m e k için p e k ç o k şeyden
azar azar aldı. Y e m e k yerlerken Rodric o n a birkaç soru sordu,
Pug da elinden geldiğince yanıtladı.
Pug yemeğini, bitirirken Kral dirseğini masaya dayadı ve
sakalsız çenesini ovuşturdu. Uzun süre boşluğa baktı ve Pug
düşüncelere dalmış bir krala nasıl davranmak gerektiğini bil­
mediğinden kendini m a h c u p hissetmeye başladı. Sessizce
oturmayı seçti.
B i r süre sonra Rodric düşüncelerinden sıyrıldı. Pug'a bakıp,
"Neden bu insanlar gelip başımıza bela oluyor şimdi? Yapıla­
c a k o kadar ç o k şey var ki. Savaşın planlanmı kesintiye uğrat­
masına izin veremem," derken sesinde sıkıntılı bir ton vardı.
Ayağa kalkıp bir süre b a l k o n d a volta attı, Pug da Kral'la bir­
likte ayağa kalktığından, orada ö y l e c e dikildi. Rodric Pug'a
döndü. "Dük Guy'a h a b e r g ö n d e r m e m lazım. O b a n a yol gös­
terir. Kafası bu işlere yatkındır."
Kral birkaç dakika daha şehre bakarak volta atarken Pug
da o n u n sandalyesinin yanında durdu. Kral'ın kendi kendisine
b ö l ü n m e m e s i g e r e k e n büyük yapıtlardan bahsettiğini duydu,
sonra kolunun çekildiğini hissetti. D ö n d ü ve saray vekilharç­
larından birinin yanında sessizce durduğunu gördü. Vekilharç
gülümseyerek ve kapıya d o ğ m bir işaret yaparak görüşmenin
sona erdiğini belirtti. Pug adamı kapıya kadar izlerken, perso­
nelin Kral'ın ruh hallerini tanımak konusundaki y e t e n e ğ i n e
hayret etti.
Pug odasına geri götürüldü ve hizmetkardan Lord Borric'e
meşgul değilse, Pug'ın o n u g ö r m e k istediği mesajını iletmesi­
ni istedi. Odasına gitti ve oturup düşünmeye başladı. Kısa bir
süre sonra kapı tıklatıldığında düşüncelerinden sıyrıldı. Kapıyı
çalanın girmesine izin verdi ve D ü k ' e mesajı taşıyan hizmetkar
Borric'in Pug'ı h e m e n göreceği mesajıyla birlikte içeri girdi.
Pug adamın ardından odasından çıktı ve Dük'ün odasını
yardım" almadan bulabileceğini söyleyerek o n u yolladı. D ü k ' e
ne söyleyeceğini düşünerek ağır ağır yürüdü. İki şey ç o c u k
için ç o k açıktı: Kral, Tsuranilerin krallığı için potansiyel bir
tehdit olmasından hoşlanmamıştı ve Lord Borric, G u y du B a s -
Tyra'nın Rillanon'a çağrılmakta olduğunu duyunca aynı dere­
c e d e rahatsız olacaktı.

S o n birkaç günkü tüm y e m e k l e r d e olduğu gibi, masada bir


sessizlik vardı. Crydeeli b e ş adam Dük'ün odasında oturmuş,
y e m e k yiyor, tümü de koyu renkli tuniklerinin üzerinde
Kral'ın m o r ve altın renkli armasını taşıyan saray hizmetkarla­
rı yakınlarda dolanıyordu.
Dük Rillanon'dan ayrılıp Batı'ya d ö n m e k için c a n atıyordu.
Crydee'den ayrılmalannın üzerinden neredeyse dört ay g e ç ­
mişti: kışın tamamı. İlkbahar kapıdaydı ve tümü de Tsurani
saldırısının artık birkaç gün içinde g e r ç e k l e ş e c e ğ i n e inanıyor­
du. Amtha'nın huzursuzluğu da babasınmkinden aşağı kalmı­
yordu. Kulgan dahi bekleyişin olumsuz etkilerini belli ediyor­
du. Yalnızca duygularını hiç belli e t m e y e n M e e c h a m , b e k l e ­
m e k t e n rahatsız değilmiş gibi görünüyordu.
Pug sıla özlemi de duyuyordu. Sarayda sıkılmıştı. Kulesine
ve derslerine d ö n m e k istiyordu. Kimseye b u n d a n b a h s e t m e s e
de Carline'i de yeniden görmek istiyordu. S o n zamanlarda o n u
daha yumuşak bir ışıkla hatırladığını, bir zamanlar sinirini b o ­
zan özelliklerini affettiğini görüyordu. Aynı zamanda, karışık
duygularla T o m a s ' ı n kaderini öğrenebileceğini de hissediyor-
du. Dağlarda karlar erken erirse Dolgan bu yakınlarda
Crydee'ye h a b e r gönderirdi.
Borric s o n bir hafta zarfında K r a l l a kendi açısından hiçbi­
ri tatminkar g e ç m e y e n birkaç görüşmeye daha katlanmıştı.
Bunlardan sonuncusu birkaç saat ö n c e olmuştu, ama odadaki
hizmetkarlar çıkmadan ö n c e bu konuda hiçbir şey söylemeye­
cekti.
S o n tabaklar da toplanır ve hizmetkarlar Kral'ın en iyi K e s ­
hia konyağını bardaklara boşaltırken kapı çalındı ve Dük
Caldric içeri girerek hizmetkarları elini sallayarak dışarı çıkar­
dı. O d a boşaldığında D ü k ' e döndü.
"Borric, yemeğini böldüğüm için özür dilerim, ama haber­
lerim var."
Borric ayağa kalktı, diğerleri de öyle. "Lütfen bize katıl. İş­
te, bir bardak al."
Caldric kendisine sunulan konyağı aldı ve Pug b a ş k a bir
sandalye ç e k e r k e n ç o c u ğ u n sandalyesine oturdu. Rillanon Dü­
kü konyağından bir yudum aldı ve, "Bir saatten kısa bir süre
ö n c e Bas-Tyra D ü k ü ' n d e n ulaklar geldi. Guy, Kral'ın Batı'daki
bu sorun 'söylentileri' nedeniyle 'gereksiz yere' üzülmesi ola­
sılığı üzerine duyduğu endişeyi dile getiriyor."
Borric ayağa kalkıp bardağını odanın karşı tarafına fırlata­
rak paramparça etti. Crydee Dükü öfkeyle n e r e d e y s e kükrer­
ken duvardan a m b e r renkli sıvı süzüldü. "Guy ne dolap çevi­
riyor? Bu söylentiler ve gereksiz yere üzülmeler meselesi ne­
dir!"
Caldric bir elini kaldırdı ve Borric biraz sakinleşerek yeni­
den oturdu. Yaşlı Dük, "Kral'ın Guy'a yaptığı çağrıyı b e n şah­
sen k a l e m e aldım. Anlattığın her şey, her bilgi kırıntısı ve her
kanı m e k t u b a dahildi. T e k düşünebildiğim Guy'm kendisi sa-
raya varana dek Kral'ın hiçbir karara varmamasını sağladığı,"
dedi.
Borric parmaklarıyla masada davul çaldı ve Caldric'e öfke­
den Çakmak ç a k m a k gözleriyle baktı. "Bas-Tyra ne yapıyor?
Savaş gelirse Crydee'ye ve Y a b o n ' a gelir. Halkım acı çeker.
Topraklarım yakılıp yıkılır."
Caldric başını ağır ağır iki yana salladı. "Açık konuşacağım,
eski dostum. Kral ile amcası, Erland'ın arası açılalı beri, Guy
Krallık'ta kendi sancağına öncelik vermek üzere oynuyor. Sa­
nıyorum ki, Erland'ın sağlığının iyice bozulması durumunda,
Guy kendisinin Krondor'un m o r rengini giyeceğini düşünü­
yor."
Borric sıkılmış dişlerinin arasından, "O zaman beni iyi din­
le, Caldric," dedi. "Bu yükü k e n d i m e ya da b e n d e n olanlara
ancak davaların en yücesi için yüklerim. Ancak Erland düşün­
düğüm kadar hastaysa, G u y ne iddia ederse etsin, Krondor'da-
ki tahta oturan Kara Guy değil, Anita olur. Batı Orduları'nı
Krondor'a sürmem ve krallığı üzerime almam gerekirse, bunu
yaparım, Rodric b a ş k a türlüsünü istese bile. Batı tahtına b a ş k a
biri a n c a k Kral'ın tebliği üzerine oturabilir."
Caldric Borric'e sakince baktı. "Ve tahta hıyanetle damga­
lanmak mı istiyorsun?"
Borric masaya eliyle vurdu. "O alçağın doğduğu güne la­
net olsun. O n u n akrabam olduğunu kabul etmek zorunda ol­
duğuma üzülüyorum."
Caldric bir dakika Borric'n sakinleşmesini bekledi, sonra,
"Seni s e n d e n iyi tanırım, Borric. Batı'nın savaş sancağını Kral'a
karşı kaldırmazsın, kuzenin Guy'ın gırtlağını seve seve sıkacak
olsan bile. Krallığın en iyi iki generalinin birbirinden böylesi­
ne nefret etmesi b e n i her zaman üzmüştür," dedi.
"Öyle ve nedensiz de değil. Ne zaman Batı'ya yardım için
bir çağrı yapılsa, muhalefet e d e n h e p kuzen G u y olur. Ne za­
m a n bir entrika çevrilse ve bir unvan yitirilse, onu kazanan
Guy'ın gözdelerinden biri olur. Nasıl göremiyorsun? Kong-
re'nin Rodric'in ilk üç yılı için Guy'ı kral naibi olarak s e ç m e ­
mesi s a d e c e senin, Y a b o n l u Brucal'ın ve b e n i m baskılarımız
sonucu oldu. Krallık'taki her dükün ö n ü n d e durdu ve senin
Kral'ın adıyla h ü k m e t m e y e uygun olmayan, yorgun, ihtiyar bir
adam olduğunu söyledi. B u n u hasıl unutabiliyorsun?"
Caldric sandalyede oturur, o d a fazlasıyla aydınlık olduğun­
dan bir eliyle gözlerini perdelerken g e r ç e k t e n de yorgun g ö ­
rünüyordu. Usulca, "Görüyorum ve unutmadım. Ama o aynı
zamanda evlilik bağıyla akrabam ve b e n burada olmasam
Rodric üzerinde daha ne kadar nüfuzu olurdu sence? Kral ç o ­
c u k k e n onu taparcasına seviyor, o n d a atılgan bir kahraman,
birinci d e r e c e d e n bir savaşçı, Krallığı savunan biri görüyordu,"
dedi.
Borric sandalyesinde geriye yaslandı. "Özür dilerim, Cald­
ric," derken sesi sertliğini kaybetmişti. "Hepimizin iyiliği için
çalıştığını biliyorum. Ve o n c a yıl ö n c e G u y gerçekten de kah­
raman rolü oynayıp Derin Taunton'da K e s h Ordusu'nu püs-
kürtmüştü. Birinci elden tanık olmadığım m e s e l e l e r d e n bah-
setmemeliyim."
Arutha bütün bunlar konuşulurken sessizce oturmuştu, an­
cak gözlerinden babasıyla aynı öfkeyi duyduğu belli oluyor­
du. Sandalyesinde ö n e eğildi ve dükler o n a baktı " S ö y l e y e c e k
bir şeyin mi var, oğlum?"
Arutha ellerini iki yana açtı. "Bütün bunları dinlerken beni
rahatsız e d e n bir düşünce vardı: Tsuraniler gelirse, Kral'ın te­
reddüt etmesi Guy'a ne kazandıracak?"
Borric parmaklarıyla masada davul çaldı. " B i l m e c e bu, zira
çevirdiği tüm dolaplara r a ğ m e n G u y b a n a beslediği garez uğ­
runa Krallığı tehlikeye atmaz."
"Mesele h e n ü z kuşkulu bir durumdayken Batı'nın biraz acı
ç e k m e s i n e izin vermek, s o m a d a n da D o ğ u Orduları'nın başın­
da, Derin Taunton'da olduğu gibi fatih ve kahraman olarak
gelmek işine gelmez miydi?" dedi Arutha.
Caldric bunu düşündü. "Ümit ediyorum ki, G u y bile bu ya­
bancıları bu denli hafife alamaz."
Arutha odada volta attı. "Ama bildiklerini bir düşün. Can
ç e k i ş e n bir adamın sayıklamaları. Yalnızca buradaki Pug'ın
gördüğü, b e n i m de denize doğru sürüklenirken göz ucuyla
gördüğüm bir geminin tabiatı üzerine tahfninler. Bir rahip ile
bir büyücünün varsayımlan, ki bu iki m e s l e k de Guy'ın gö­
zünde p e k az d e ğ e r taşır. G ö ç e d e n Karan Kardeşler. Bu tür
haberlerin doğruluğundan ş ü p h e ediyor olabilir."
"Ama her şey ortada," diye itiraz etti Borric.
Caldric g e n ç Prens'in odada volta atmasını izledi. "Beki de
s e n haklısın. Eksik olan şey sözlerindeki ivedilik, m ü r e k k e p l e
p a r ş ö m e n e yazılmış kuru bir mektupta eksik olan ivedilik. B u ­
raya vardığında, o n u ikna etmeliyiz."
Borric sözlerini neredeyse tükürerek söyledi. "Buna karar
vermek Kral'a kalmış, Guy'a değil."
Caldric, "Ama Kral Guy'ın verdiği nasihatlere ç o k ö n e m at­
fediyor. Batı Ordulan'nın komutasını eline geçireceksen, ikna
edilmesi g e r e k e n kişi Guy," dedi.
Borric sarsılmış görünüyordu. " B e n mi? B e n orduların san­
cağını taşımak istemiyorum. T e k istediğim gerekirse Erland'ın
bana yardım etmekte serbest olması."
Caldric iki elini de masanın üzerine koydu. "Borric, bütün
bilgeliğine rağmen, taşralı bir asilzadeden p e k farklı değilsin.
Erland ordulara önderlik e d e m e z . Sağlığı iyi değil. Y a p a b i l e ­
c e k olsaydı bile, Kral b u n a izin vermezdi. S o n zamanlarda
Rodric'i en iyi halinde gördün. Karanlık ruh hallerine bürün-
düğü zaman, yaşamından endişe duyuyor. Hiç kimsenin b u n u
s ö y l e y e c e k cesareti yok, ama Kral amcasının tacı elde e t m e k
üzere entrika çevirdiğinden kuşkulanıyor."
"Gülünç!" diye bağırdı Borric. "On üç yıl ö n c e istese Erland
tacı alabilirdi. Açık bir ardıllık durumu yoktu. Rodric'in b a b a ­
sı daha onu yasal mirasçısı olarak belirlememişti ve Erland'ın
hakkı Kral'ınki kadar açıktı, belki daha da açık. Rodric'in iddi­
asını yalnızca G u y ile ç o c u ğ u kullanmak isteyenler destekledi­
ler. Kongrenin büyük b ö l ü m ü Kral olarak Erland'ı destekler­
di."
"Biliyorum, ama devir değişti ve ç o c u k artık ç o c u k değil.
Artık korkudan içi bulanan, ürkmüş bir g e n ç adam. B u n u n
G u y ile diğerlerinin etkisinden mi, bir akıl hastalığından mı ol­
duğunu bilmiyorum. Kral b a ş k a insanlar gibi düşünmüyor.
Hiçbir kral başkalannı düşünmez, Rodric ise ç o ğ u n d a n daha
az yapıyor bunu. Ne kadar gülünç görünürse görünsün, B a -
tı'nın Orduları'nı amcasına vermeyecektir. G u y o n u n kulağına
fısıldamaya başladıktan sonra, onları sana da v e r m e y e c e ğ i n ­
den korkuyorum."
Borric bir şey söylemek üzere ağzını açtı, ama Kulgan ara­
ya girdi. "Kusuruma bakmayın, Majesteleri, ama bir öneride
bulunabilir miyim?"
Caldric Borric'e baktı, o da başıyla onayladı. Kulgan b o ğ a ­
zım temizledi ve, "Kral Batı Orduları'nı Y a b o n l u D ü k Brocal'a
verir miydi?" dedi.
Borric ile Caldric'in yüzlerinde idrak kıvılcımı ağır ağır ışı-
dı ve nihayet Crydee Dükü başını arkaya atıp güldü. Yumru­
ğunu masaya vurup n e r e d e y s e bağırarak, "Kulgan! Seni tanıdı­
ğım bütün bu yıllar b o y u n c a bana iyi hizmet etmemiş olsay­
dın bile, bu g e c e yaptığınla etmiş olurdun," dedi. Caldric'e
döndü. "Ne dersin?"
Caldric odaya gireli beri ilk kez gülümsedi. "Brucal mı? O
ihtiyar savaş köpeği mi? Krallık'ta daha dürüst bir adam yok­
tur. Üstelik veraset sırasında da değil. Guy'ın g ö z d e n düşürme
çabalarından bile m u a f olacaktır. Orduların komutasını alır­
sa..."
Amtha düşüncenin sonunu getirdi. "Babamı b a ş danışma­
nı olmak üzere çağırır. B a b a m ı n Batı'daki en iyi komutan ol­
duğunu biliyor." /
Caldric yüzünde h e y e c a n l a sandalyesinde d o ğ m l u p otur­
du. "Yabon'un ordularının komutası bile s e n d e olurdu."
"Evet," dedi Amtha, "ve laMut, Zun, Ylith ve diğerleri."
Caldric ayağa kalktı. "Bunun işe yarayacağını sanıyomm.
Yarın Kral'a hiçbir şey söyleme. Bu 'öneriyi' yapmanın uygun
zamanını kollayacağım. Dua edin de Majesteleri o n a y l a s ı n "
Caldric oradan ayrıldı ve Pug bu yolculuğun iyi bir sona er­
mesi için ilk defa bir umut olduğunu gördü. Bütün hafta b o ­
y u n c a kara yıldırımlar gibi tüten Amtha bile neredeyse mutlu
görünüyordu.

Pug kapısının yumruklanmasına uyandı. Uykulu uykulu dı­


şarıda olan her kimse, içeri girmesini söyledi ve kapı açıldı.
Kraliyet vekilharçlanndan biri içeri baktı. "Efendim, Kral
Dük'ün kafilesindeki herkesin o n a taht odasında katılmasını
buyuruyor. Hemen." Pug'ın rahat etmesi için bir meşale tuttu.
Pug h e m e n geleceğini söyledi ve a c e l e y l e giyindi. Dışarısı
hâlâ karanlıktı ve bu sürpriz çağnya neyin n e d e n olduğunu
düşünerek kaygılanıyordu. Ö n c e k i g e c e , Caldric gittikten son­
raki umut duygusunun yerini, ne yapacağı tahmin e d i l e m e y e n
Kral'ın bir şekilde Bas-Tyra Dükü'nün oraya gelişini engelle­
me planını öğrenmiş olduğuna dair, içini k e m i r e n bir kaygı al­
mıştı.
Odasından çıktığında hâlâ tuniğini saran kemerinin tokası­
nı ilikliyordu. Y a n ı n d a akşamlan genellikle yakılan fener ve
mumlar söndürülmüş olduğundan karanlığa karşı bir meşale
tutan vekilharçla birlikte salondan aceleyle geçti.
Taht odasına ulaştıklannda, Dük, Arutha ile Kulgan oraya
geliyor, hepsi de hâlâ uyku kıyafetleri içinde tahtının yanında
volta atmakta olan Rodric'i endişeli bakışlarla süzüyorlardı.
D ü k Caldric bir kenarda, yüzünde ciddi bir ifadeyle duruyor­
du. Oda, meşaleleri taşıyan vekilharçlar dışında boştu.
Tahtın ö n ü n d e toplanmalarından h e m e n sonra, Rodric bir
öfke fırtınasına tutuldu. "Kuzen! Elimde ne var, biliyor mu­
sun?" diye çığlık attı bir p a r ş ö m e n destesi tutarak.
Borric bilmediğini söyledi. Rodric'in sesi yalnızca biraz al-
çaldı. "Yabon'dan bir mesaj! O ihtiyar a h m a k Brocal şu Tsura-
ni yabancılarının sınır karakollarından birine saldırıp y o k et­
melerine izin vermiş! Şunlara bir bak!" diye n e r e d e y s e çığlık
atarak p a r ş ö m e n destesini B o r r i c ' e doğru fırlattı. Kulgan par­
şömenleri yerden alıp B o r r i c ' e uzattı. " B o ş ver," dedi Kral s e ­
si yeniden neredeyse normal bir hal alarak. "Sana ne yazdığı­
nı söyleyeyim.
" B u istilacılar Özgür Şehirler'e, Walinor yakınında h ü c u m
etmişler. Elf ormanlarının içine kadar saldırmışlar. Taş Dağı'na
saldırmışlar. Crydee'ye saldırmışlar."
Borric düşünmeden, "Crydee'den ne haberler var?" dedi.
Kral bir ileri bir geri yürümeyi kesti. Borric'e baktı ve bir
an Pug onun gözlerinde deliliği gördü. Kral gözlerini kısa bir
süre kapattı, s o m a yeniden açtı ve Pug Kral'ın yeniden kendi­
si olduğunu görebildi. Başını hafifçe iki yana salladı ve elini
şakağına götürdü. "Yalnızca Brucal'dan ikinci elden aldığım
haberler var. Altı hafta ö n c e bu mesajlar yola çıktığında,
Crydee'ye tek bir saldırı olmuştu. Oğlun Lyam zaferin tam ol­
duğunu, yabancıların ormanın derinliklerine sürüldüklerini ra­
por ediyor."
Caldric ö n e adım attı. "Tüm raporlar aynı şeyi söylüyor.
Ağır silahlarla donanmış piyade bölükleri karlar erimeden ön­
ce g e c e vakti saldırarak sınır karakollarını hazırlıksız yakala­
mış. Taş Dağı'nın yakınlarındaki LaMut adındaki bir sınır kara­
kolunun işgal edildiği dışında p e k az şey biliniyor." Borric'e
manalı manalı baktı. "Tsuranilerin süvari kullandığına dair hiç
h a b e r yok."
Borric, "O zaman belki de Tully haklıdır ve atları yoktur,"
dedi.
Kral'ın başı dönüyor gibiydi, sendeleyerek geri adım attı ve
tahtına oturdu. Bir elini yeniden şakağına koydu ve, "Bu atlar
meselesi nedir? Krallığım istila edildi. Bu yaratıklar askerlerime
saldırmaya cüret etti," dedi.
Borric Kral'a baktı. "Majesteleri ne yapmamı ister?"
Kral sesini yükseltti. "Yapmak mı? Bir karar v e r m e d e n ön­
ce sadık Bas-Tyra D ü k ü m ü n gelmesini b e k l e y e c e k t i m . Ama
artık harekete g e ç m e m gerekiyor."
Durdu ve kara gözleri m e ş a l e ışığında parlarken yüzünde
kurnaz bir ifade belirdi. "Batı Orduları'nı Brucal'a vermeyi dü­
şünüyordum, ama o ihtiyar a h m a k kendi sınır karakollarını bi­
le korumaktan aciz."
Borric, Brucal namına itiraz e d e c e k oldu, ama babasını ta­
nıyan Arutha koluna yapışınca D ü k sessiz kaldı.
Kral, "Borric, Crydee'yi oğluna bırakman gerekiyor. Sanı-
rim o başının çaresine bakabilir yetenekte. B i z e şimdiye ka-
darki y e g a n e zaferimizi kazandırdı." Gözleri daldı ve kıkırda­
dı. Bir an başını iki yana salladı ve sesindeki çılgınlık kaybol­
du. "Ah, tanrılar adına, bu ağrılar y o k mu. B a ş ı m patlayacak
gibi sanki." Gözlerini bir an kapattı. "Borric, Crydee'yi Lyam
ile Arutha'ya bırak; sana Batı Orduları'nın sancağını veriyo­
rum; Y a b o n ' a git. Brucal büyük baskı altında, zira yabancıla­
rın ordusunun büyük b ö l ü m ü LaMut ile Zûn'a d o ğ m h ü c u m
ediyor. Oraya vardığında, ihtiyacın olanları iste. Bu istilacıların
topraklarımızdan sürülmesi lazım."
Kral'ın yüzü solgundu ve alnında ter damlaları parlıyordu.
"Bu başlamak için iyi bir saat değil, ama limana bir g e m i ha­
zırlanması için h a b e r yolladım. H e m e n yola ç ı k m a n gerekiyor.
Şimdi git."
D ü k eğilerek selam verdi ve döndü. Caldric, "Majesteleri'ni
odasına götüreyim. Hazır olduğunuzda size rıhtıma kadar e ş ­
lik ederim," dedi.
Yaşlı Şansölye, Kral'ın tahttan inmesine yardım etti ve
Dük'ün kafilesi salondan aynldı. Odalarına koştular ve vekil­
harçların ç o k t a n eşyalarını toplamakta olduklarını gördüler.
Pug etrafta heyacanla bekliyordu, zira nihayet e v e dönecekti.

Rıhtımın kenarında durarak Caldric'e veda ettiler. Pug ile


M e e c h a m bekliyordu ve uzun boylu toprak ağası, "Eh, deli­
kanlı. Bu savaşa girdiğimize göre evi yeniden g ö r e n e dek
e p e y zaman g e ç e c e k , " dedi.
Pug başını kaldırıp o n u fırtınada bulmuş olan adamın ya-
ralı y ü z ü n e baktı. "Neden? Eve gitmiyor muyuz?"
M e e c h a m başını iki yana salladı. "Prens Krondor'dan ge­
miyle yola çıkıp Karanlık Boğazları'ndan g e ç e r e k kardeşinin
y a n m a gidecek, ama D ü k gemiyle ö n c e Ylith'e oradan da Bru-
cal'ın LaMut yakınlarındaki kampına g e ç e c e k . Lord Borric ne­
reye giderse, Kulgan da oraya gider. Ve ustam n e r e y e giderse,
b e n de oraya giderim. Ya sen?"
Pug midesinin büzüldüğünü lıissetti. T o p r a k ağasının söy­
lediği doğruydu. Yeri Crydee'dekilerin değil Kulgan'ın yanıy­
dı, gerçi isterse Prens'le birlikte eve d ö n m e s i n e izin verilece­
ğini biliyordu. Kendini çocukluğunun sona ermekte olduğu­
nun b a ş k a bir belirtisine teslim etti. "Kulgan n e r e y e giderse,
b e n de oraya giderim."
M e e c h a m omzuna bir şaplak attı ve, "Eh, hiç değilse balık­
çı karısının süpürgesi gibi salladığın o kahrolası kılıcın nasıl
kullanılacağım öğretebilirim sana," dedi.
Bu ihtimal karşısında p e k de n e ş e l e n m e y e n Pug hafifçe
gülümsedi. Çok g e ç m e d e n gemiye binip Salador'a d o ğ m yol
almaya ve batıya yapacakları uzun yolculuğun ilk ayağına baş­
ladılar.
İSTİLA

O yıl b a h a r yağmurları şiddetliydi.


Savaş etkinlikleri her daim var olan ç a m u r yüzünden kesin­
tiye uğruyordu. Kısa süreli, sıcak yaz g e l m e d e n ö n c e hava n e ­
redeyse bir ay d a h a ıslak ve soğuk kalacaktı.
Y a b o n l u D ü k B r u c a l ile Lord Borric haritalarla kaplı bir
masanın başında durmuş, bakıyorlardı. Y a ğ m u r k u m a n d a n ça­
dırının merkezi parçası olan tentenin damını dövüyordu. T e n ­
tenin iki tarafına, iki soyluya uyku alam sağlamak üzere iki ça­
dır daha eklenmişti. Çadır m e ş a l e l e r ve Kulgan'ın piposu yü­
zünden dumanla doluydu. B ü y ü c ü soylular için iyi bir danış­
man, büyü marifetiyle yaptığı yardımlar ise yararlı olmuştu.
Havadaki değişimleri fark edebiliyor ve büyücü görüşüyle sık
sık olmasa da Tsurani askerlerinin hareketlerinden bazılannı
algılayabiliyordu. Karşılaştığı, savaş anlatıları da dahil her kita­
bı okuyarak geçirdiği yıllar nedeniyle hatırı sayılır bir taktik ve
strateji uzmanı olmuştu.
Brucal masanın üzerindeki en yeni haritayı işaret etti. "Bu­
radaki bir noktayı ve şuradaki b a ş k a bir noktayı aldılar. Onla­
rı oradan atmak için gösterdiğimiz tüm çabalara rağmen bu
noktayı" -haritadaki b a ş k a bir noktayı işaret e t t i - "ellerinde tu­
tuyorlar. Aynı zamanda şuradan buraya doğru bir hat üzerin-
de ilerliyor gibi görünüyorlar." Gri Kuleler'in doğu c e p h e s i b o ­
y u n c a uzanan bir çizgiyi eliyle kat etti. "Burada planlı bir
hareket izliyorlar, ama bundan sonra n e r e y e gideceğini tah­
min edebilirsem ne olayım." İhtiyar D ü k yorgun görünüyordu.
Çatışmalar iki aydır kesintili olarak devam ediyordu ve iki ta­
rafta da bariz bir avantaj yoktu.
Borric haritayı inceledi. Kırmızı noktalar bilinen Tsurani
kalelerinin bulunduğu yerleri imliyordu: elle kazılmış, en az
iki yüz asker tarafından korunan, kerpiç göğüs siperleri. Aynı
zamanda takviye bölüklerinin varlığından da şüphe ediliyor­
du, bunların yaklaşık k o n u m u ise sarı noktalarla belirtilmişti.
Saldınlan herhangi bir k o n u m a çabucak, b a z e n birkaç dakika
içinde takviye yapıldığı biliniyordu. Mavi noktalar Krallık or­
dugahlarını yerini belirtiyordu, ancak Brucal'ın askerlerinin
ç o ğ u kumandanlann çadırının bulunduğu tepenin etrafına yer­
leştirilmişti.
Ylith ve Tyr-Song'dan gelen ağır piyade ve mühendisler sa­
bit istihkam bölgelerini doldurmak ve yaratmak üzere oraya
varana dek, Krallık temelde devingen bir savaş sürdürüyordu,
zira toplanan birliklerden ç o ğ u süvariydi. Crydee Dükü diğer
adamın tahliliyle hemfikirdi. "Taktikleri değişmiyor gibi görü­
nüyor: ufak bir kuvvet getir, siper kaz ve müdafaa et. Birlikle­
rimizin oralara girmesini engelliyorlar, ama biz geri çekildiği­
mizde peşimizden gelmeyi reddediyorlar. Burada y i n e l e n e n
bir biçim var. Ama b e n de bir türlü bunun ne olduğunu göre­
miyorum."
İçeri bir muhafız girdi. "Lordlarım, dışarıda bir elf var, i ç e ­
ri girmek istiyor."
B n ı c a l , "Onu içeri al," dedi.
Muhafız ç a d m n kanadım açtı ve elf içeri girdi. Kızıl-kahve
saçları başına yapışıktı ve cüppesinden çadırın zeminine su
damlıyordu. Düklere hafifçe eğilerek selam verdi.
Borric, "Elvandar'dan ne haberler var?" diye sordu.
"Kraliçem size selamlarını gönderiyor." Çabucak haritaya
döndü. G ü n e y d e Gri Kuleler ile kuzeyde Taş Dağı'nın arasın­
daki, Borric'in kuvvetlerinin doğu ucundan kapattığı geçide
işaret etti. "Dış dünyalılar bu geçitten p e k ç o k asker geçiriyor.
Elf ormanlarının kıyısına kadar ilerlediler, ama içeri girmeye
çalışmıyorlar. Geçişi zorlaştırdılar." Sırıttı. "Birkaç tanesini ya­
rım gün b o y u n c a p e ş i m d e n neşeli bir şekilde koşturdum. Ne­
redeyse cüceler kadar iyi koşuyorlar. Ama ormanda b a n a ayak
uy duramadılar." Dikkatini yeniden haritaya verdi. "Crydee'den
dışarıda g e z e n devriyelerle hafif çarpışmaların olduğu haberi
geldi, ancak kalenin yakınlarında bir şey olmamış. Gri Kuleler,
Carse ya da Tulan'dan herhangi bir hareket haberi yok. Bu g e ­
çit b o y u n c a siper kazmakla yetiniyor gibiler. Batıdaki kuvvet­
leriniz size katılamayacaklar, çünkü artık geçemezler."
B a ı c a l , "Yabancılar ne kadar güçlü görünüyor?" diye sor­
du.
"Bu bilinmiyor, ama b e n bu yol üzerinde birkaç bin asker
gördüm." Parmağıyla geçidin kuzey kenarına paralel, elf or­
manlarından Krallık kampına uzanan bir yolu işaret etti. "Taş
Dağı cüceleri yalnız kaldı, g ü n e y e gitmeye kalkışmadıkları sü­
rece. Dış dünyalılar onların da geçişini engelliyor."
Borric elfe, "Tsuranilerin süvari getirdiklerine dair herhan­
gi bir h a b e r var mı?" diye sordu.
"Hiç yok. Raporların hepsi s a d e c e piyadelerden bahsedi­
yor."
Kulgan, "Rahip Tully'nin atsız olduklarına dair tahmini
doğru çıkmış gibi görünüyor," dedi.
Brucal eline fırçayla m ü r e k k e p aldı ve bilgileri haritaya iş­
ledi. Kulgan arkasında durmuş, omzunun üzerinden bakıyor­
du.
Borric elfe, "Dinlendikten sonra hanımına selamlarımı ve
sağlık ile refah dileklerimi götür. Batıya ulak g ö n d e r e c e k olur­
sanız, lütfen aynı mesajı oğullarıma da taşıyın," dedi.
Elf eğilerek selam verdi. "Lordum nasıl isterse. Elvandar'a
h e m e n döneceğim." D ö n d ü ve çadırdan çıktı.
Kulgan, "Sanırım görüyorum." Haritadaki yeni kırmızı n o k ­
talara işaret etti. K a b a c a , geçidin içinden g e ç e n bir yarım da­
ire oluşturuyorlardı. "Tsurani buradaki alanı tutmaya çalışıyor.
Çemberin ortasında şu vadi var. Kimsenin yaklaşmamasını
sağlamaya çalıştıklarını tahmin ediyonım."
Düklerin ikisinin de kafası karışmış gibiydi. Borric, "Ama
ne amaçla? Orada askeri açıdan herhangi bir değer taşıyan bir
şey y o k ki. Âdeta onları o vadide sıkıştırmak üzere bizi davet
etmeye çalışıyorlar," dedi.
Brucal'ın birden nefesi kesildi. "Bu bir köprübaşı mevzii.
Bir nehri aşmak gibi düşün. Büyücünün verdiği adla gediğin
bu tarafında iyi koruduklan bir köprübaşları var. Yalnızca
adamlarının taşıyabileceği kadar m a l z e m e y e sahipler. B ö l g e
üzerinde baskın y a p a c a k kadar denetim sahibi olmadıkların­
dan, h ü c u m a g e ç m e d e n ö n c e kontrol ettikleri alanı genişlet­
m e k ve m a l z e m e biriktirmek zorundalar."
Brucal b ü y ü c ü y e döndü. "Kulgan, ne düşünüyorsun? Bu
daha ç o k senin alanına giriyor."
Büyücü haritaya, içinde gizlenmiş bilgileri s e z m e k istermiş­
çesine baktı. "Burada söz konusu olan büyü hakkında hiçbir
şey bilmiyoruz. M a l z e m e ve adamları ne kadar çabuk geçire­
bileceklerini bilmiyonız, çünkü hiç kimse daha ö n c e bir belir-
meye şahit olmadı. B ü y ü k bir alana gereksinimleri olabilir, bu
vadi de onlara bunu sağlar. Ya da birlikleri g e ç i r m e k için bir
süre kısıtlamasına tabi olabilirler."
Dük Borric bunu düşündü. "O zaman yapılacak tek bir şey
var. Vadiye bir grup gönderip ne yaptıklarına b a k m a m ı z gere­
kiyor."
Kulgan gülümsedi. "Majesteleri izin verirse, b e n de gitmek
isterim. Büyü söz konusuysa askerleriniz gördüklerinin ne ol­
duğu hakkında en ufak fikre dahi sahip olmayabilir."
B r a c a l gözleriyle büyücünün iri cüssesini tartarak itiraz
e d e c e k oldu, ama Borric sözünü kesti. "Görünüşüne aldanma.
Bir süvari eri gibi at biner." Kulgan'a döndü. "Pug'ı da yanına
alsan iyi olur, çünkü biriniz düşerse, diğeri haberi taşıyabilir."
Kulgan bunu duyunca mutsuz göründü, ama b u n u n akıllı­
ca olduğunu görebiliyordu. Y a b o n Dükü, "Kuzey Geçidi'ne,
sonradan da bu vadiye saldırıp kuvvetlerini şuraya çekersek,
ufak, hızlı bir kafile buradan geçebilir." Vadinin g ü n e y u c u n a
doğudan açılan ufak bir geçidi işaret etti.
Borric, "Bu oldukça cesur bir plan. Tsuranilerle o kadar
uzun zamandır dans ediyoruz ki, b u n u bekleyeceklerini san­
mam." Ertesi gün uzun olacağından büyücü akşamın geri ka­
lanını dinlenerek geçirmelerini önerdi. Gözlerini kısa bir süre
kapattıktan sonra iki lidere yağmurun dineceğini ve ertesi gü­
nün güneşli g e ç e c e ğ i n i bildirdi.

Kulgan çadırlarına girdiğinde Pug bir battaniyeye sannmış,


yatıyordu. M e e c h a m y e m e k pişirdiği ateşin ö n ü n d e oturmuş,
akşam yemeğini hazırlıyor ve Fantus'un aç kursağından uzak
tutmaya çalışıyordu. Ateş ejderi ustasını bir hafta ö n c e bulmuş,
çadırlarının üzerinden geçtiği askerlerden ürkek bağırtılar
kopmasına n e d e n olmuştu. B i r o k ç u n u n oyunbaz ejdere bir
ok saplamasına yalnızca M e e c h a m ' ı n buyurgan bağırışları en­
gel olmuştu. Kulgan evcil hayvanını gördüğüne sevinmiş, an­
c a k hayvanın onları nasıl bulduğunu bir türlü açıklayamamış­
tı. Ejder doğrudan büyücünün çadırına taşınmış, Pug'ın yanın­
da uyumaktan ve M e e c h a m ' ı n dikkatli gözlerinin ö n ü n d e yi­
y e c e k çalmaktan mutlu bir şekilde yaşayıp gidiyordu.
B ü y ü c ü sırılsıklam cüppesini çıkarırken Pug doğrulup otur­
du. "Tsuranilerin elinde tuttuğu bölgenin derinlerine, ufak bir
vadinin çevresinde oluşturdukları ç e m b e r i k o p a r m a k ve ne
çevirdiklerini ö ğ r e n m e k için bir keşif gezisi yapılacak. Seninle
M e e c h a m bu yolculuğa b e n i m l e birlikte çıkacaksınız. Ardımda
ve yanımda dostlar olmasını istiyorum."
Bu haber Pug'ı heyecanlandırmıştı. M e e c h a m o n a uzun sa­
atler b o y u n c a kılıç ile kalkanın nasıl kullanılacağını öğretmiş
ve eski askerlik düşleri geri dönmüştü. "Kılıcımı keskin tuttum,
Kulgan."
M e e c h a m kahkaha yerine g e ç e n bir homurtu çıkardı ve bü­
yücü ona karanlık bir bakış attı. "Bu iyi, Pug. Ama şansımız var­
sa, dövüşmeyiz. Tsuranileri uzaklaştıracak büyük bir kuvvete
bağlı daha ufak bir kuvvetle birlikte gideceğiz. Bölgelerine hız­
la dalacak ve gizledikleri şey neyse, keşfedeceğiz. Daha sonra
elimizden geldiğince hızla d ö n e c e k ve geriye haber getireceğiz.
Tannlara şükrediyomm ki, atlan yok, yoksa böylesine cüretkar
bir işi başarmayı asla ümit edemezdik. Onlar darbemizi indirdi­
ğimizin farkına varamadan içlerinden atla geçeceğiz."
Çocuk umutla, "Belki bir esir alabiliriz," dedi.
"Bu bir değişiklik olurdu," dedi M e e c h a m . Tsuranilerin esir
düşmektense ölmeyi yeğleyen azılı savaşçılar olduğu ortaya
çıkmıştı.
"Belki o zaman n e d e n Midkemia'ya geldiklerini öğrenebi­
liriz," diye ileri sürdü Pug.
Kulgan düşünceli görünüyordu. "Bu Tsuraniler hakkında
anladığımız p e k az şey var. Geldikleri bu yer neresi? Kendi
dünyalanyla bizimkinin arasında nasıl geçiş yapıyorlar? Ve s e ­
nin de ifade ettiğin gibi, en can sıkıcı olan soru da, n e d e n g e ­
liyorlar? Neden topraklarımızı istila ediyorlar?"
"Metal."
Kulgan ile Pug başlarını çevirip bir gözünü Fantus'tan ayır­
m a d a n yahniyi kaşıkla tabaklara aktaran M e e c h a m ' a baktılar.
"Onlarda hiç metal y o k ve bizimkileri istiyorlar." Kulgan ile
Pug o n a b o ş bakışlarla baktıklannda da, başını iki yana salla­
dı. "Şimdiye kadar bunu ç ö z m ü ş olduğunuzu düşündüğüm­
den, g ü n d e m e getirmedim." Y a h n i dolu kaseleri yana koydu,
arkasına d o ğ m uzandı ve şiltesinin altından parlak kırmızı bir
ok çıkardı. İncelemeleri için ö n e tutarak, "Hediyelik," dedi.
"Ucuna bakın. Kılıçlarının yapıldığı malzemenin aynısı, çelik
gibi sertleştirilmiş bir tür ağaç. Askerler tarafından toplanan
p e k ç o k şeyi inceledim ve bu Tsuranilerin yaptığı, içinde ma­
den olan hiçbir ş e y e rastlamadım."
Kulgan afallamış görünüyordu. "Elbette! O kadar basit ki.
Kendi dünyalarından bizimkine g e ç m e n i n bir yolunu buldular,
öncüler gönderdiler ve y o k s u n oldukları metaller açısından
zengin bir toprak keşfettiler. Bu yüzden bir istila ordusu yol­
ladılar. Bu aynı zamanda n e d e n aşağıdaki ormanlar yerine
dağlardaki y ü k s e k bir vadiye dizildiklerini de açıklıyor. Ora­
dan rahatça ulaşabilirler... c ü c e madenlerine!" Ayağa fırladı.
"Düklere h e m e n bilgi versem iyi olacak. Cücelere madenleri­
ne d ü z e n l e n e b i l e c e k baskınlara karşı teyakkuz halinde olma-,
lan için h a b e r göndenrıemiz gerek."
Kulgan çadınn girişinde kaybolurken Pug düşünceli bir ş e ­
kilde oturdu. Bir an sonra, "Meecham, n e d e n ticareti denemi­
yorlar?" dedi.
M e e c h a m başını iki yana salladı. "Tsuraniler mi? Gördükle­
rime bakılırsa, evlat, iddiaya girerim ticaret akıllarından hiç
. geçmemiştir. Savaşçı tipler bunlar. Bu piç kuruları altı yüz de­
ğişik iblis gibi savaşıyor. Süvarileri olsaydı bütün bu adamları
LaMut'a kadar kovalar, sonra da m u h t e m e l e n şehri yakıp baş­
larına yıkarlardı. Ama onları bitkin düşürebilirsek, bir buldok
gibi, onlar yorulana d e k dayamrsak, bir süre sonra bu işi so­
nuca vardırabiliriz. K e s h ' e ne olduğuna baksana. Konfederas­
y o n İmparatorluk'u güneyde birbiri ardına isyanlarla yorduğu
için kuzeyde Bosania'nın yarısını Krallık'a kaptırdılar."
Bir süre sonra Pug Kulgan'ın yakında d ö n e c e ğ i n d e n umu­
du kesti, yemeğini tek başına yedi ve yatmaya hazırlandı. Me­
e c h a m büyücünün yemeğini ejderden korumaya çalışmayı bı­
rakıp kendisi de yattı.
Karanlıkta Pug uzanıp çadırın damına bakarak yağmurun
sesini ve ejderin yemeğini keyifle çiğneyişini dinledi. Ç o k g e ç ­
m e d e n uykuya daldı ve rüyasında karanlık bir tünel ve aşağı­
sında kaybolan titrek bir ışık gördü.

Askerlerin oluşturduğu sıra ormanın içinde ağır ağır ilerler­


ken, ağaçlar sıktı ve ağır bir sis havada asılıydı. Birkaç dakika­
da bir ö n c ü l e r gelip gidiyor, Tsuranilerin bir pusu hazırladığı­
na dair işaretler arıyorlardı. G ü n e ş tepedeki ağaçların yüksek­
lerinde kaybolmuştu ve manzaranın tamamına hakim olan
grimsi yeşillik birkaç metre önlerini görmelerini zorlaştırıyor-
du.
Sıranın başında LaMut ordusunun g e n ç bir yüzbaşısı olan,
ihtiyar LaMut Kontu'nun oğlu Vandros gidiyordu. Vandros ay­
nı zamanda Brucal'ın ordusundaki sağgörülü ve yetenekli
g e n ç subaylardan biriydi.
Çiftler halinde yolculuk ediyorlar, Pug Kulgan ile M e e c -
ham'ın arkasında, bir askerin yanında oturuyordu. Sıranın g e ­
risine durma emri geldi ve Pug atının dizginlerini ç e k i p aşağı
indi. Hafif bir tuniğin üzerine, iyice yağlanmış bir zincir zırh
giymişti. B u n u n üzerinde ortasında mavi bir daire üzerinde gri
kurt kafası olan LaMut kuvvetleri armasını taşıyan kısa bir cüp­
pe vardı. Uzun çizmelerinin içine kalın, yün pantolonunun pa-
çalanm sıkıştırmıştı. Sol elinde bir kalkan vardı ve kılıcı k e m e ­
rinden sarkıyordu; kendini g e r ç e k bir asker gibi hissediyordu.
T e k uyumstız nokta o n a biraz b ü y ü k g e l e n v e hafif k o m i k bir
görüntü veren miğferiydi.
Yüzbaşı Vandros Kulgan'ın b e k l e m e k t e olduğu y e r e geldi
ve atından indi. "Keşif erleri yaklaşık yarım mil ileride bir
k a m p buldular. Muhafızların onları görmediğini düşünüyor­
lar."
Yüzbaşı bir harita çıkardı. "Yaklaşık olarak buradayız. B e n
adamlarımın ö n ü n d e düşmanın bulunduğu noktaya saldıraca­
ğım. 2 u n ' d a n g e l e n süvariler bizi iki yandan destekleyecekler.
Birlikte at süreceğiniz sıraya T e ğ m e n Garth k o m u t a e d e c e k .
D ü ş m a n kampını g e ç e c e k v e dağlara d o ğ m yolunuza d e v a m
edeceksiniz. Yapabilirsek sizi izlemeye çalışacağız, a m a gün­
batımında size yetişmediysek, tek başınıza devam etmek zo­
rundasınız.
"Ağır da olsa, ilerlemeye devam edin. Atları zorlayın, ama
canlı tutmaya çalışın. At sırtındayken her zaman bu yabancı­
lardan daha hızlı gidebilirsiniz, ama yaya olduğunuz sürece
geri d ö n m e n i z e p e k ihtimal vermiyorum. İblis gibi koşuyorlar.
"Dağlara ulaştığınızda geçitten ilerleyin. G ü n e ş battıktan
bir saat sonra atlannızı vadiye sürün. Kuzey Geçidi'ne şafakta
saldırılacağı için, vadiye güvenli bir şekilde girerseniz, ümit
ediyorum ki, bulunduğunuz yerle Kuzey Geçidi arasında faz­
la bir e n g e l bulmayacaksınız. Vadiye girdiğinizde hiçbir ne­
denle durmayın. Bir adam düşerse, orada bırakılması gerekir.
G ö r e v kumandanlara bilgi getirmektir. Şimdi dinlenmeye çalı­
şın. Bir süre b u n a fırsatınız olmayabilir. Bir saat içinde saldıra-
cağız.
Atını tekrar sıranın başına sürdü. Kulgan, M e e c h a m ve Pug
k o n u ş m a d a n oturuyorlardı. Büyücü, büyü yapmasını engelle­
y e c e ğ i gerekçesiyle zırh giymemişti. Pug zırhın asıl onun hatı­
rı sayılır göbeğini engelleyeceği kanısındaydı. M e e c h a m ' ı n yan
tarafında diğerleri gibi bir kılıç vardı, ama elinde bir at oku tu­
tuyordu. Pug'ın onun tarafından uzun saatler b o y u n c a eğitildi­
ği için M e e c h a m ' ı n kılıca yabancı olmadığını bilmesine rağ­
men, okçuluğu yakın dövüşe yeğliyordu.
Saat ağır ağır geçti ve hâlâ ç o c u k ç a zafer düşlerinin p e n ç e ­
sinde olduğu için Pug giderek artan bir h e y e c a n hissetti. Gri
Kuleler'e ulaşmalarından ö n c e Kara K a r d e ş l e r l e savaşmanın
dehşetini unutmuştu.
Onlara h a b e r ulaştığında yeniden atlarına bindiler. Tsurani-
leri g ö r e n e d e k başta yavaş ilerlediler. Ağaçlar seyrekleşince
hızlandılar ve açıklığa ulaştıklarında atları dörtnala sürdüler.
Süvari hücumuna karşı savunma olarak topraktan geniş göğüs
siperleri inşa edilmişti. Pug kamplarını savunmaya k o ş a n Tsu­
ranilerin parlak renkli miğferlerini görebiliyordu. Süvariler hü­
c u m a geçince, Zûn birliklerinin diğer Tsurani kamplarına sal­
dırmasıyla birlikte ağaçların arasından yankılanan dövüş sesle­
ri duyuldu.
Atlarını gürleyen bir yıldırım dalgası gibi dosdoğru k a m p a
sürerlerken atların ayaklarının alünda zemin sarsılıyordu. Tsu-
rani askerleri göğüs siperlerinin gerisinde kalıp çoğu hedefine
ulaşmayan oklar fırlattılar. Sütunun ilk b ö l ü m ü göğüs siperle­
rine vurduğunda ikinci b ö l ü m sola dönüp k a m p a açı vererek
uzaklaştı. Burada göğüs siperlerinin dışında birkaç Tsurani as­
keri vardı ve bunlar bir tırpanın önündeki samanlar gibi çiğ­
nendiler. Bunlardan iki tanesi iki elleriyle kullandıkları k o c a
kılıçlarla süvarileri neredeyse vuracaktı, ama ıskaladılar. Atını
bacaklarıyla idare e d e n M e e c h a m ikisini birden hızlı oklanyla
yere serdi.
Pug arkadaki dövüş seslerinin arasında bir atın çığlığını
duydu, derken ormana girdiler ve birden kendini çalılann ara­
sından g e ç e r k e n buldu. Ağaçları yarıp alçak dalların altında
eğilerek olabildiğince hızla ilerlerken manzara yanlarından g e ­
ç e n yeşil ve kahverengiden bir ç i ç e k dürbünü görüntüsüydü.
Sıradakiler neredeyse yarım saat at sürdükten sonra atlar
yorulmaya başlayınca hız kestiler. Kulgan T e ğ m e n Garth'a ses­
lendi ve haritada konumlannı kontrol e t m e k üzere durdular.
G ü n ü n ve g e c e n i n geri kalanında yavaş hareket ederlerse, g e ­
çidin ağzına şafağa yakın bir saatte varabilirlerdi.
M e e c h a m yere eğilen t e ğ m e n ile Kulgan'ın başının üzerin­
den baktı. " B u yeri tanıyorum. Çocukluğumda Hûsh yakınla­
rında yaşarken burada avlanmıştım."
Pug irkildi. M e e c h a m ' ı n g e ç m i ş i n d e n bu ilk bahsedişiydi.
Pug M e e c h a m ' ı n Crydeeli olduğunu farz etmişti ve delikanlıy­
k e n Özgür Şehirler'de olduğunu duyunca şaşırmıştı. Ama M e -
echam'ı bir ç o c u k olarak düşünmekte zorlanıyordu.
Toprak ağası sözlerine d e v a m etti. "Dağların zirvesinden
g e ç e n bir yol var, iki daha k ü ç ü k doruğun arasından g e ç e n bir
patika. Keçiyolundan biraz hallice, ama bütün g e c e atlan sür-
sek, gündoğumunda vadiye varabiliriz. Nerede arayacağını bil­
miyorsan bu patikayı bu taraftan bulmak zordur. Vadi tarafın­
dan ise neredeyse imkansız. İddiaya girerim Tsuraniler bunun
hakkında hiçbir şey bilmiyorlardır."
T e ğ m e n Kulgan'a soran gözlerle baktı. Büyücü M e e c h a m ' a
baktıktan sonra, " D e n e m e y e değebilir. Vandros için yolumuza
işaret koyabiliriz. Ağır ilerlersek vadiye ulaşmadan ö n c e bize
yetişebilir," dedi.
T e ğ m e n , "Pekala," dedi, "en büyük avantajımız hareket y e ­
teneğimiz, bu yüzden ilerlemeye devam edelim. M e e c h a m ,
nereden çıkacağız?"
İri yarı adam teğmenin o m z u n u n üzerinden eğilerek hari­
tada, vadinin güney ucunun yakınlarındaki bir yeri işaret etti.
"Buradan. Yaklaşık bir mil b o y u n c a dosdoğru batıya gittikten
sonra kuzeye dönersek, vadinin ortasına ulaşabiliriz." Konu­
şurken parmağıyla işaret etti. "Bu vadi kuzey ve güney ucun­
da çoğunlukla ağaçlarla kaplıdır, ortada ise bir çayırlık vardır.
Büyük bir kampları varsa orada olacaklardır. Orası büyük öl­
çüde açıktır, zira yabancılar şaşırtıcı bir şey bulmamışlarsa, bi­
zi durdurmak üzere örgütlenemeden atlarımızı onların yanın­
dan doğruca sürebiliriz. İşin netameli kısmı, oraya askerler
yerleştirmiş olmaları durumunda kuzeydeki ağaçlann içinden
g e ç m e k olacaktır. Ama onları aşarsak Kuzey Geçidi'ne kadar
serbest kalırız."
"Herkes kabul ediyor mu?" diye sordu teğmen. K i m s e d e n
ses çıkmayınca adamlara atlan yürütmeleri emrini verdi ve
M e e c h a m rehber olarak başa geçti.
Geçidin ya da Pug'ın fikrine göre M e e c h a m ' ı n keçiyolu ola­
rak isabetli bir şekilde adlandırdığı yerin girişine, gün batımın-
dan bir saat ö n c e ulaştılar. Burada t e ğ m e n muhafızlar dikti ve
atlann eyerlerinin çıkarılmasını emretti. Pug atını avuç avuç çi­
m e n l e ovaladıktan sonra kazığa bağladı. Otuz asker atları ve
zırhlarıyla ilgilenmekle meşguldü. Pug havadaki gerginliği his­
sedebiliyordu. Tsurani kampının etrafındaki k o ş u askerleri hu­
zursuz etmişti ve d ö v ü ş m e k için c a n atıyorlardı.
M e e c h a m Pug'a kılıcıyla kalkanını asker battaniyelerinden
yırttığı paçavralarla nasıl saracağını gösterdi. "Bu g e c e bu şil­
teleri kullanmayacağız ve hiçbir şey tepelerde metalin metale
çarpma sesi gibi çınlayamaz, evlat. Nallann kayaya çarpışı
dışında." Pug o n u n atın nallarına özellikle bu iş için yapılan ve
eyer torbasında saklanan deriden çoraplar geçirmesini izledi.
Gün batmaya başlarken Pug dinlendi. Kısa süren, bahar alaca­
karanlığı süresince atları yeniden e y e r l e m e emrinin gelmesini
bekledi. İşini bitirdiğinde askerler atlarını sıraya sokmaya baş­
lamıştı.
M e e c h a m ile t e ğ m e n sıra b o y u n c a yürüyerek adamlara ta­
limatları yineliyorlardı. M e e c h a m önde, t e ğ m e n ikinci sırada,
s o n askere g e l e n e d e k tek sıra halinde ilerleyeceklerdi. Her
atın sol üzengisinden bir dizi ip geçirdiler ve adamların her bi­
ri kendi atını yürütürken bu ipe sıkı sıkı tutundu. Herkes ko­
numunu aldıktan sonra M e e c h a m yürümeye başladı.
Patika dik bir açıyla yükseliyordu ve atlar yer yer güçlükle
ilerliyordu. Karanlıkta ağır hareket ediyor, yoldan uzaklaşma­
maya ö z e n gösteriyorlardı. M e e c h a m zaman zaman sırayı dur-
durayor, ön tarafı kontrol ediyordu. B ö y l e birkaç k e z durduk­
tan sonra, yol derin, dar bir geçitte en y ü k s e k noktasına ulaş­
tı ve yokuş aşağı inmeye başladı. B i r saat sonra genişledi ve
dinlenmek üzere durdular. M e e c h a m ile birlikte iki asker y o ­
lu keşfetmek üzere ö n d e n yollanırken sırayı oluşturan bitkin
atlılardan geri kalanı kramp girmiş bacaklarını dinlendirmek
üzere yere yığıldı. Pug yorgunluğun tırmanmaktan olduğu ka­
dar sessiz geçisin gerginliğinden kaynaklandığını bilse de, bu
bacaklarını daha iyi hissetmesine n e d e n olmadı.
Onlara fazlasıyla kısa gelen bir moladan sonra yeniden yo­
la çıktılar. Pug ayaklarını sürüyerek ilerlerken yorgunluk zih­
nini hissizleştirerek dünyayı sonu g e l m e y e n bir adımlar silsile­
sine indirgedi. Birkaç defasında üzengisine bağlanmış ipe ya­
pıştığı at onu neredeyse peşinden sürükledi.
Pug birden sıranın durduğunun ve iki t e p e arasındaki, va­
di tabanına tepede b a k a n bir aralıkta durduklarının farkına
vardı. Buradan yokuşu atla inmek birkaç dakika sürerdi.
Kulgan ç o c u ğ u n hayvanının yanında durduğu yere yürüdü.
Tıknaz büyücü tırmanmadan p e k sıkıntı duymuyor gibiydi ve
Pug yağ katmanlarının altında yatıyor olması g e r e k e n kaslara
hayret etti. "Kendini nasıl hissediyorsun, Pug?"
"Yaşayacağımı sanıyoram, ama bir dahaki sefere, senin için
bir mahsuru yoksa, at üzerinde gitmeyi tercih ederim." Artık
alçak sesle konuşuyorlardı, ama büyücü yine de usulca kıkır­
dadı.
"Seni t a m a m e n anlıyorum. G ü n ü n ilk ışığına kadar burada
kalacağız. Ö n ü m ü z d e uzun ve zorlu bir at yolculuğu olduğun­
dan biraz uyumam öneririm."
Pug başıyla onayladı ve tek kelime e t m e d e n yattı. Kalkanı­
nı yastık niyetine kullandı ve büyücü bir adım atmadan uyu­
yakalmıştı. M e e c h a m gelip deri çoraplan atından çıkardığında
yerinden hiç kımıldamadı.

Pug birisinin kendisini nazikçe sarsmasıyla uyandı. Gözle­


rini daha bir saniye ö n c e kapamış gibiydi. M e e c h a m ö n ü n d e
bağdaş kurmuş, o n a bir şey uzatıyordu. "Al, evlat. B u n u ye."
Pug o n a ikram edilen yiyeceği aldı. Fındığı andıran bir ta­
dı olan, yumuşak bir ekmekti. İki lokma sonra kendisini daha
iyi hissetmeye başladı.
M e e c h a m , "Çabuk ye, birkaç dakika içinde yola çıkacağız,"
dedi. T e ğ m e n ile büyücünün atlannın yanında durdukları y e ­
re ilerledi. Pug e k m e ğ i bitirip atına bindi. Bacaklarındaki ağrı­
lar geçmişti ve atına bindikten sonra hareket e t m e k için c a n
atmaya başladı.
T e ğ m e n atının yüzünü adamlara çevirdi. "Batıya doğru at
süreceğiz - d a h a sona da, b e n i m k o m u t u m üzerine kuzeye gi­
deceğiz. Yalnızca size saldırırlarsa savaşın. Görevimiz Tsurani-
ler hakkında bilgilerle geri d ö n m e k . Adamlardan biri düşerse,
duramayız. Diğerlerinden ayrı düşerseniz, geri d ö n m e y e çalı­
şın. Gördükleriniz hakkında hatırlayabileceğiniz kadarını kafa­
nıza kazıyın, zira haberi düklere taşıyacak y e g a n e insan siz
olabilirsiniz. Tanrılar hepimizi korusun."
Askerlerden birkaçı çeşitli tanrılara, başta savaş tanrısı
Tith'e hızla dua mırıldandılar. Sıra t e p e yamacından indi ve va­
dinin düzlüğüne ulaştı. G ü n e ş arkalarındaki tepelerin doru-
ğundaydı ve manzara gül rengi bir aydınlıkla yıkamyordu. T e ­
pelerin eteğinde ufak bir çaydan geçtiler ve uzun çimenlerle
dolu bir ovaya girdiler. Önlerinde uzakta bir orman kıyısı var­
dı, kuzeyde de b a ş k a bir tane görülebiliyordu. Vadinin kuzey
ucunda k a m p ateşi dumanlarının sisi havada asılı duruyordu.
Pug düşmanın gerçekten de orada olduğunu düşündü ve du­
manın h a c m i n e bakılırsa, sayılan e p e y ç o k olmalıydı. M e e c ­
ham'ın haklı olduğunu ve hepsinin de Krallık askerlerinin on­
ları geride bırakma şansına sahip oldukları açıklıkta k o n u m ­
lanmış olduklarını ümit etti.
Bir süre sonra t e ğ m e n h a b e r yolladı ve sıra k u z e y e doğru
döndü. Tırısta ilerleyerek atlann gücünü hızın kuşkusuz g e ­
rekli olacağı zamana sakladılar.
Pug vadinin güneyindeki ağaçlara girerlerken önlerindeki
ağaçların arasında renkli bir şeyler gördüğünü sandı, ama
emin olamadı. Ağaçlara vardıklarında ağaçların içinde bir hay­
kırış yükseldi. T e ğ m e n , "Pekala, bizi gördüler. Atlarınızı hızlı
sürün ve birbirinizden ayrılmayın," diye bağırdı. Atını mah-
muzladı ve ç o k g e ç m e d e n kafilenin tamamı ormandan güm­
bürtüyle geçiyordu. Pug ön taraftaki atlann sola döndüğünü
gördü ve kendi atını da onları izlemek üzere çevirince ağaçla­
rın arasında bir açıklık gördü. İlk ağaçlar yanından hızla g e ­
ç e r k e n sesler yükseldi ve gözleri ormanın karanlığına alışma­
ya çalıştı. Atının kendisinden daha iyi görebildiğini ümit etti,
yoksa kendisini bir ağaca toslamış bulabilirdi.
Savaşa alışkın ve çevik olan at, ağaç gövdelerinin arasında
depar atıyordu ve Pug dallann arasında ç a k a n renkler görebil­
m e y e başlamıştı. Tsurani askerleri atlıların yolunu k e s m e k
üzere koşuşturuyordu, a m a ağaçların arasından dolaşmak zo­
runda kaldıklarından bu imkansızdı. Ormanda Tsuranilerin
birbirlerine haber ulaştırmalarına ve tepki vermelerine fırsat
v e r m e y e c e k kadar hızla ilerliyorlardı. Pug bu şaşırtma avanta­
jının uzun süre etkili olmayacağının farkındaydı; öyle b ü y ü k
bir gürültü çıkarıyorlardı ki, düşmanın neler olduğunu anla­
maması olanaksızdı.
Ağaçların arasına delice daldıktan sonra birkaç Tsurani as­
kerinin durmuş onları beklediği başka bir açıklığa girdiler. At­
lılar hücuma geçti ve savunuculann ç o ğ u e z i l m e m e k için da­
ğıldılar. Ancak bir tanesi, yüzüne kazınmış olan dehşete rağ­
m e n yerinde durdu ve iki elinde tuttuğu kılıcı savurdu. Atlar-
dan biri bir çığlık attı ve kılıç atın sağ bacağını k e s e r k e n atın
binicisi yere savruldu. Yanlarından hızla g e ç i n c e Pug dövüşü
gözden kaybetti.
Pug'ın o m z u n u n üzerinden öfkeli bir arı gibi vızıldayan bir
ok uçarak geçti. Arkasındaki okçulara olabildiğince ufak bir
h e d e f sunmak için atının yağırına kapandı. Ö n ü n d e bir asker,
eyerinden arkası üstü düştü, b o y n u n a kırmızı bir ok saplan­
mıştı.
Çok g e ç m e d e n ok menzilinin dışına çıktılar ve güneydeki
madenlerden çıkan eski bir yolun üzerine inşa edilmiş bir gö­
ğüs siperine doğru at sürmeye başladılar. Siperin arkasında
yüzlerce parlak renkli şekil sağa sola koşuşturuyordu. T e ğ m e n
binicilere siperin etrafından dolaşıp batıya yönelmelerini işaret
etti.
Sipere saldırmayıp yanından g e ç e c e k l e r i ortaya çıkar çık­
maz, Tsurani okçular tabyanın üzerinden kendilerini dışarı at­
tılar ve binicilerin yolunu k e s m e y e koştular. Ok atımı mesafe­
sine girmeleriyle birlikte, hava kırmızı ve mavi oklarla doldu.
Pug bir atın çığlık attığını duydu, ama vurulan hayvanı ya da
binicisini göremedi.
O k ç u safının ö n ü n d e n hızla at sürerek başka bir sık ağaç
dizisine girdiler. T e ğ m e n bir an atının dizginlerini çekti ve,
"Buradan d o s d o ğ m kuzeye yönelin. Neredeyse çayıra vardık,
bu yüzden gizlenemeyeceğiz ve tek yardımcınız hız olacak.
Ormanın içinde k u z e y e yöneldikten sonra, durmadan ilerle­
yin. Kuvvetlerimizin orayı yarıp g e ç m i ş olması lazım ve o
ağaçlığı geçebilirsek, durumumuz düzelecektir," diye bağırdı.
M e e c h a m ağaçlığın eninin iki ya da üç mil olduğunu söylemiş­
ti. Oradan itibaren tepelerin arasındaki Kuzey Geçidi'nin b a ş ­
langıcına kadar üç millik açık arazi vardı.
Atları olabildiğince dinlendirmek için yavaşlayarak tırısa
kaldırdılar. Ufacık görünen Tsuranilerin peşlerinden geldikleri­
ni görebiliyorlardı, ama atlar yeniden koşmaya başlamadan ön­
ce onlara asla yakalanmazlardı. Pug önlerinde ormanın her ge­
ç e n dakika büyüyen ağaçlarını görebiliyordu. Ormanda olması
gereken, onlan izleyen, b e k l e y e n gözleri hissedebiliyordu.
"Ok erimine girer girmez, elinizden geldiği kadar hızlı at
sürün," diye bağırdı teğmen. Pug askerlerin kılıçlarını ve yay­
larını çektiklerini gördü ve kendi kılıcını da çekti. Sağ eliyle
kavradığı silahla kendini rahat hissetmeden ağaçların arasında
tınsta ilerledi.
Hava birden oklarla doldu. Pug birinin miğferinden sekti­
ğini hissetti, ama ok yine de başını geri itip gözlerini ya­
şanmıştı. Gözlerini kırpıştırıp berrak g ö r m e y e çalışarak atını
körlemesine ilerlemeye zorladı. Sol elinde kalkan, sağında da
kılıç olduğundan, açık bir şekilde g ö r e b i l e c e k kadar gözlerini
kırpıştırdığında, kendisini ağaçların arasında buldu. Ormana
girerken altındaki savaş atı bacaklarıyla uyguladığı baskıya ya­
nıt verdi.
Sarı giyimli bir asker bir ağacın arkasından peydah oldu ve
ç o c u ğ a bir kılıç darbesi savurdu. Pug'ın kalkanıyla karşıladığı
darbe sol kolunu uyuşturdu. Kılıcını o m z u n u n üzerinden aşa­
ğı savurdu ve asker yana sıçrayınca darbesi b o ş a gitti. Asker
yeni bir kılıç darbesi vurmak üzere k o n u m u n u alamadan Pug
atını mahmuzladı. O r m a n dört bir yanında d ö v ü ş m e sesleriyle
çınlıyordu. Ağaçların arasındaki diğer atlıları hayal meyal se­
çebiliyordu.
Birkaç defa geçmesini e n g e l l e m e y e çalışan Tsurani asker­
lerini yere yıktı. Bir tanesi atın dizginlerini yakalamaya çalıştı,
ama Pug ç ö m l e ğ e b e n z e y e n miğferine indirdiği bir darbeyle
adamı sersemletti. Her ağacın arkasından fırlayan piyadeler
yüzünden Pug'a h e p birlikte çılgın bir s a k l a m b a ç oyunu oynu-
yorlarmış gibi geliyordu.
Pug sağ yanağında keskin bir acı hissetti. Ormanın içinden
sıçrayarak ilerlerken kılıcı tuttuğu eliyle yüzünü yoklayınca bir
ıslaklık hissetti ve elini çekince elinin b o ğ u m l a n n d a kan gördü.
Kayıtsız bir merak hissetti. Ona çarpan oku görmemişti bile.
İki kez daha askerleri savaş atıyla y a n a savurarak yere yık­
tı. Birden ormandan fırladı ve görüntülerden oluşan bir moza­
ik duyularına çarptı. Bir an atının dizginlerini çekti ve manza­
ranın zihnine işlemesine izin verdi. O r m a n d a n çıktığı yerin en
fazla yüz metre uzağında, boyu otuz metre kadar olan, iki
ucunda altı metre yüksekliğine direkler bulunan, k o c a bir ay­
gıt duruyordu. Çevresine birkaç adam toplanmıştı, Pug'ın gör­
düğü, zırh giymemiş ilk Tsuranilerdi bunlar. Bu adamlar uzun,
siyah c ü p p e l e r giymişti ve tamamıyla silahsızdılar. Direklerin
arasında Kulgan'ın odasında gördüklerini andıran, parıldayan
bir gri sis asılıydı ve tam arkasındaki b ö l g e y i gizliyordu. Pusun
içinden kırmızı zırh giymiş iki asker tarafından güdülen, iki kı­
sa gri, kısa boylu, altı bacaklı hayvan tarafından çekilen bir
araba ilerliyordu. Makinelerin arkasında birkaç araba daha
vardı ve arabaların ötesinde tuhaf hayvanlardan birkaç tanesi­
nin daha otladığı görülebiliyordu.
T u h a f aygıtın arkasında, çayırın üzerine Pug'ın sayamadığı
kadar çadırla devasa bir kamp kurulmuştu. Üzerlerinde tuhaf
bir tasarıma sahip ve cırtlak renklerde bayraklar rüzgarda dal­
galanıyordu ve k a m p ateşlerinden y ü k s e l e n duman esintide
taşındığından burnunu kekre bir keskinlikle yakıyordu.
Ağaçların arasından başka biniciler de geliyordu ve Pug tu­
haf aygıttan uzaklaşarak atını mahmuzladı. Altı bacaklı hay-
vanlar başlarını kaldırdılar ve sallanarak üzerlerine gelen adar­
dan uzaklaştılar, binicilerin önünden ç e k i l m e k için g e r e k e n
asgari ç a b a d a n fazlasını sarf edermiş gibi bir halleri yoktu.
Siyah cüppeli adamlardan biri binicilerin üzerine doğru
koştu. Yanlarından geçerlerken durdu ve bir yanda dikildi. Pug
adamın tıraşlı yüzünü bir an gördü, dudaklan kımıldıyordu ve
gözleri ç o c u ğ u n arka tarafındaki bir noktaya dikiliydi. Pug bir
çığlık duydu ve arkasına baktığında yerde bir binici gördü, atı
bir heykel gibi olduğu yerde kalakalmıştı. Çocuk başım çevir­
diğinde birkaç muhafız adamı sakinleştirmeye koşuyordu. T u ­
haf aygıtın yanından geçtikten sonra, sol tarafta bir dizi geniş,
parlak renkli çadır görebiliyordu. Önünde, yol açıktı.
Pug'ın g ö z ü n e Kulgan ilişti ve kendisini b ü y ü c ü y e yaklaş­
tırmak için atının dizginlerini çekti. D o k u z metre kadar sağ ta­
rafında Pug başka biniciler de görebiliyordu. Onlar fırlayarak
uzaklaştıklarında Kulgan ç o c u ğ a anlayamadığı bir şey haykır­
dı. Büyücü ö n c e yüzünün sağ tarafını, sonra da Pug'ı işaret et­
tikten sonra Pug âlimin o n u n iyi olup olmadığını sorduğunu
anladı. Pug kılıcını sallayıp gülümsedi, b ü y ü c ü de gülümseme­
sine karşılık verdi.
Aniden, yaklaşık yüz metre önlerinde, y ü k s e k bir uğultu
havayı doldurdu ve siyah cüppeli bir adam adeta yoktan var
oldu. Kulgan'ın atı doğrudan adamın üzerine h ü c u m etti, ama
adam elinde bulunan acayip görünümlü bir aleti büyücüye y ö ­
neltti.
Hava enerjiyle cızırdadı. Kulgan'ın atı kişnedi ve topuz ye­
miş gibi yere yıkıldı. Şişman büyücü atının başının üzerinden
ö n e fırladı ve yere çarparken omzunu altına aldı. Hayret veri­
ci bir çeviklik gösterisiyle yuvarlanarak ayağa fırladı ve siyah
cüppeli adama doğru koştu.
Pug durmama emrine rağmen atının dizginini çekti. Atının
yönünü çevirdi ve geri giderek büyücünün kendisinden ufak
tefek olan adamın göğsünün üzerine at biner gibi oturduğu­
nu, iki adamın da sağ eliyle berikinin sol bileğini kavradığını
gördü. Pug ikisinin bir irade savaşı içinde, gözlerini birbirleri­
ne kilitlediklerini görebiliyordu. Kulgan bu tuhaf zihinsel gü­
cü Pug'a daha ö n c e açıklamıştı. Bu bir b ü y ü c ü n ü n diğerinin
iradesini kendisi doğrultusunda değiştirme yöntemiydi. B ü y ü k
konsantrasyon gerektiriyordu ve son d e r e c e tehlikeliydi. Pug
kendi atından sıçrayarak indi ve iki adamın m ü c a d e l e içinde
birbirlerine kilitlendiği yere koştu. Kılıcının düz yeriyle siyah
cüppeli adamın şakağına vurdu. Adam bayılarak kendini bı­
raktı.
Kulgan sendeleyerek ayağa kalktı. "Teşekkür ederim, Pug.
O n a üstün geleceğimi sanmıyorum. Hiç böylesi bir zihinsel
güçle karşılaşmamıştım." Kulgan yerde yatarak titreyen atına
baktı. "İşe yaramaz halde." Pug'a dönerek, "İyi dinle, çünkü
Lord Borric'e h a b e r taşıman g e r e k e c e k . O arabanın gedikten
çıkış hızından hareketle, bir günde yüz kadar, belki ç o k daha
fazla adam getirebileceklerini tahmin ediyorum. D ü k ' e maki­
neyi ele geçirmeye çalışmanın intihar olacağını söyle. B ü y ü c ü ­
leri fazlasıyla kudretli. Gediği açık tutmakta kullandıkları ma­
kineyi y o k edebileceğimizi sanmıyorum. İ n c e l e y e b i l e c e k za­
manım olsaydı... Krondor'dan, belki de Doğu'dan takviye iste­
mesi şart," dedi.
Pug Kulgan'ın koluna yapıştı. "Bütün bunları hatırlaya-
mam. İkimiz aynı atı süreriz."
Kulgan itiraz e d e c e k oldu, ama ç o c u ğ u n onu atın durduğu
yere doğru ç e k m e s i n e d i r e n e m e y e c e k kadar mecalsizdi. Pug
Kulgan'ın itirazlarına kulak a s m a d a n ustasını kaba kuvvetle
eyere çıkarttı. Hayvanın yorgunluğunu fark edince bir an te­
reddüt etti, sonra da bir karara vardı. "İkimizi birden taşırsa as­
la yolun sonuna kadar dayanamaz, Kulgan," diye bağırdı hay­
vanın sağrısına vurarak. " B e n başka bir tane bulurum."
Kulgan'ı taşıyan at hızla uzaklaşırken Pug da bölgeyi tara­
dı. Altı metreden az bir uzaklıkta binicisi olmayan bir at gezi­
niyordu, ama o yaklaşırken hayvan kontrolden çıktı, Pug küf­
rederek arkasını döndü ve ayağa kalkan siyah cüppeli Tsura-
nilerden biriyle yüz yüze geldi. Adam sersemlemiş ve derman­
sız görünüyordu ve Pug adamın üzerine saldırdı. Kafasında
tek bir düşünce vardı: bir esir almak; ve adamın görünüşüne
bakılırsa, üstüne üstlük bir Tsurani büyücüsüydü bu. Pug bü­
yücüyü hazırlıksız yakalayarak yere yıktı.
Pug kılıcını tehditkar bir şekilde kaldırırken adam telaş
içinde geriye d o ğ m sendeledi. Adam eliyle Pug'ın teslim olma
ifadesi olarak yorduğu bir işaret yaptı ve ç o c u k tereddüt etti.
Birden gövdesinden bir acı dalgası geçti ve ayakta kalmak için
ç a b a sarf etmesi gerekti. Sağa sola sendeledi ve ızdırabının
arasından tanıdık bir şeklin adını seslenerek o n a doğru at sür­
düğünü gördü.
Pug başını iki yana salladı ve acı kayboldu. Meecham ona
d o ğ m hızla yaklaşıyordu ve Pug, Tsurani'nin kaçmasına engel
olabilirse, toprak ağasının adamı D ü k ' ü n kampına kadar taşı­
yabileceğini biliyordu. B ö y l e c e çektiği bütün acıyı unutarak
arkasını döndü ve hâlâ sırtüstü yatmakta olan Tsurani'nin üze­
rine d o ğ m yürüdü. Ç o c u ğ u n tekrar o n a d o ğ m yaklaştığını gö­
ren büyücünün yüzünden bir hayret ifadesi geçti. Pug arkadan
kendisine seslenen M e e c h a m ' ı duydu, a m a gözlerini Tsura-
ni'den ayırmadı.
D ü ş e n büyücülerine yardım e t m e k isteyen birkaç Tsurani
askeri çayırı koşarak aştı, ama Pug yalnızca birkaç m e t r e uzak­
ta duruyordu ve M e e c h a m onlara birkaç saniye içinde ulaşa­
caktı.
B ü y ü c ü ayağa fırladı ve cüppesinin içine uzandı. Ufak bir
aygıt çıkarıp çalıştırdı. N e s n e d e n yüksek bir uğultu çıktı. Pug
adamın elindeki aygıtı, her ne ise, düşürmek üzere adamın
üzerine h ü c u m etti. Aygıtın çıkardığı uğultu arttı ve Pug büyü­
cüye çarparak omzunu adamın karnına gömerken Meec­
ham'ın bir kez daha o n a seslendiğini duydu.
Aniden dünya beyaz ve mavi ışıklarla patladı ve Pug bir
gökkuşağının içinden karanlık bir çukura d o ğ m düştüğünü
hissetti.

Pug gözlerini açtı. B i r an onları odaklamaya çabaladı, zira


görüş alanındaki her şey titreşiyor gibiydi. D e r k e n t a m a m e n
ayıldı ve hâlâ g e c e olduğunu ve titreşen ışıkların, yattığı yerin
biraz uzağındaki k a m p ateşlerinden geldiğini anladı. D o ğ r u l u p
otunnaya çalıştı ve ellerinin arkadan bağlanmış olduğunu gör­
dü. Yanında bir inilti duydu. Loş ışıkta bir metre kadar uzağın­
da yatan bir LaMutlu süvarinin yüz hatlarını çıkarabiliyordu. O
da bağlıydı. Yüzü süzgündü ve saç çizgisinden e l m a c ı k kemi­
ğine kadar inen, kurumuş kanla k a b u k bağlamış, b e r b a t görü­
nümlü bir kesik vardı.
Arkasından gelen alçak sesli konuşmalar Pug'ın dikkatini
dağıttı. Yuvarlandı ve mavi zırhlı iki Tsurani askerinin n ö b e t
tutaığunu gördü. Ç o c u k ile tuhaf, melodik lisanlarında k o n u ­
şan iki yabancının arasında yatan birkaç esir daha vardı. Y a ­
bancılardan biri Pug'ın hareketini fark etti ve diğerine bir şey
söyledi, o da başım salladı ve hızla uzaklaştı.
Bir an sonra yanında b a ş k a bir askerle birlikte geri döndü,
bu defaki kırmızı ve sarı renklerde bir zırh giymişti, miğferin­
de iri bir sorguç vardı ve iki muhafıza Pug'ı ayağa kaldırmala­
rını emretti. Pug k a b a c a ayağa kaldırıldı ve yeni gelen, önün­
de durup onu gözleriyle tarttı. Bu adamın saçları siyahtı ve
Pug'ın savaş alanında Tsurani cesetlerinin bazılarında gördüğü
yukarı doğru çekik, aralıklı gözleri vardı. Elmacık kemikleri
yassıydı ve gür, koyu renkli saçlarla sonlanan, geniş bir alnı
vardı. Ateşten gelen loş ışıkta teni neredeyse altın rengi görü­
nüyordu.
Kısa boyları olmasa, Tsurani askerlerinin ç o ğ u Midkemia
uluslarının ç o ğ u n u n vatandaşlarından ayırt edilemezdi, ama
Pug'ın gördüğü şekliyle bu altın adamlar, Pug'ın yıllar ö n c e
Crydee'de gördüğü, uzak ticaret şehri Shing Lai'den gelen b a ­
zı Keshli tacirleri andırıyordu.
Subay ç o c u ğ u n giysilerini inceledi. D a h a sonra eğildi ve
Pug'ın ayaklarmdaki çizmeleri inceledi. Ayağa kalktı ve onu
getiren askere bağırarak bir emir verdi, asker de selam verip
Pug'a döndü. Bağlı dummdaki ç o c u ğ u kavradı ve Tsurani
kampının içinden dolaştırarak götürdü.
Kampın orta yerinde sancakların çapraz parçalanndan ge­
niş bayraklar asılıydı, hepsi de büyük bir çadırın etrafında bir
ç e m b e r halinde düzenlenmişti. T ü m ü n d e de tuhaf tasarımlar,
canlı renklerle resmedilmiş yabancı görünümlü yaratıklar var­
dı. Bazılarının üzerinde tanımadığı bir lisanda glifler vardı. Ses­
sizce oturmuş, deri zırhlannı parlatan ya da silahlanm onaran
yüzlerce Tsurani askerinin arasından Pug'ın yarı çekilerek, ya­
rı sürüklenerek götürüldüğü yer burasıydı. Askerlerden birka­
çı g e ç e r k e n o n u izlediler, ama kampta Pug'ın kendi ordusu­
nun kampından alışık olduğu olağan gürültü ve hareketlilik
yoktu. Bu yere yabancı bir hava veren s a d e c e yabancı ve
renkli bayraklar değildi. Pug kaçıp geri dönebilirse D ü k B o r ­
ric'e yararlı bir şeyler anlatabilmek için ayrıntılara dikkat etme­
ye çalıştı, ama tanıdık olmayan b u n c a görüntüyle karşılaşan
duyularının kendisine ihanet ettiğini gördü. Gördüklerinde
önemli olan şeyin ne olduğunu çıkaramıyordu.
Büyük çadırın girişinde, Pug'ı çekiştiren muhafıza, siyah ve
turuncu zırh giymiş iki muhafız tarafından kimliği soruldu.
Hızlı bir k o n u ş m a n ı n ardından çadır kapağı yana çekildi ve
Pug içeri itildi. Kalın bir hayvan postu ve d o k u m a halılar yığı­
nının üzerine yüz üstü düştü. Pug yattığı yerden çadırın duvar­
larında asılı b a ş k a bayraklar görebiliyordu. Çadır, ipeği andı­
ran perdeler ve kalın halılar ile yastıklarla zengin bir tarzda
döşenmişti.
Eller onu k a b a c a ayağa kaldırdı ve birkaç adamın o n a bak­
tığını gördü. İkisi dışında hepsi de Tsurani subaylarına özgü
cafcaflı zırhlar ve sorguçlu miğferler içindeydi. Yastıklarla kap­
lı bir platformun üzerinde oturuyorlardı. Birincisinin üzerinde
sade, siyah bir c ü p p e vardı, geriye atılmış kukuletası ince, sol­
gun bir çehreyi ve kel bir kafayı ortaya seriyordu: bir Tsurani
büyücüsü. Diğeri üzerinde siyah süslemeler olan, zengin gö­
rünümlü, turuncu bir c ü p p e giymişti; dizler ve dirseklerin al­
tından kesilmiş c ü p p e d e rahatlık için giyilen bir şey görünü­
mü vardı. Adamın sırım gibi, kaslı görünümü ve görülebilen
birkaç yara izinden Pug bu adamın zırhını o gecelik bir yana
koymuş bir savaşçı olduğunu varsaydı.
Siyahlar içindeki adam diğerlerine tiz, şarkı söyler gibi bir
lisanda bir şeyler söyledi. Diğer adamlardan hiçbiri bir şey
söylemedi, ama turuncu c ü p p e içindeki başıyla onayladı. K o ­
ca çadır iki cüppeli adamın oturduğu yerin yakınındaki tek bir
maltızla aydınlatılmıştı. Zayıf, siyah cüppeli olan oturduğu yer-
de ö n e eğildi ve maltızdan gelen ışık aşağıdan yüzüne vura­
rak o n a kesin bir şekilde şeytani bir hava verdi. Sözleri kesik
kesik, koyu bir aksanla çıktı.
"Konuşmanızı... sadece... biraz biliyorum. Anlıyor musun?"
Aklı delice işlerken kalbi küt küt atan Pug başıyla onayla­
dı. Kulgan'ın verdiği eğitim kendini göstermeye başlıyordu.
İşe kendini sakinleştirip zihnini kaplayan sisi dağıtarak başla­
dı. Sonra tüm duyularını otomatik olarak genişleterek her bil­
gi kırıntısını özümseyerek hayatta kalma şansını artırabilecek
bilgi parçalan aradı. Kapıya en yakın olan asker kendini rahat
bırakmış gibiydi; bir yastık yığınının üzerinde yatarken sol ko­
lunu başının altına almıştı, dikkatini tutsağa a n c a k yarı yarıya
odaklamıştı. Ama Pug adamın diğer elinin kemerinde asılı du­
ran korkunç görünümlü bir hançerin kabzasından asla birkaç
santimden fazla uzaklaşmadığını fark etti. Vernikli tahtadan bir
an yansıyan bir ışık, turuncular içindeki adamın sağ dirseğinin
altındaki bir yastıktan yarı yanya çıkan b a ş k a bir h a n ç e r k a b ­
zasının varlığını ortaya serdi.
Siyahlar içindeki adam ağır ağır, "Dinle, çünkü sana bir şey
söyleyeceğim. Sonra s o m s o m l a c a k sana. Y a l a n söylersen,
ölürsün. Y a v a ş yavaş. Anladın mı?" dedi. Pug başıyla onayla­
dı. Kafasında hiçbir şüphe yoktu. "Bu adam," dedi siyah cüp­
peli olan, kısa, turuncu c ü p p e giymiş adamı işaret ederek,
"bu... büyük adam. O... y ü k s e k adam. O..." Adam Pug'ın an­
lamadığı bir sözcük kullandı. Pug başını iki yana sallayınca
büyücü, "Ailesi büyük... Minwanabi. O sonra geliyor..." Bir k e ­
lime arandı, sonra da çadırdaki tüm adamları, m a ğ m r nişanla­
rı içindeki subayları işaret ederek eliyle bir ç e m b e r çizdi. "...
lider olan adamdan."
Pug başıyla onayladı ve usulca, "Lordunuzdan mı?" dedi.
B ü y ü c ü n ü n gözleri kısıldı, Pug'ın sırası g e l m e d e n konuş­
masına itiraz e d e c e k gibiydi, a m a b u n u n yerine tereddüt etti
ve, "Evet. Savaş Lordu. Burada o n u n isteğiyle bulunuyoruz.
Buradaki, Savaş Lordu'ndan sonra geliyor," dedi. Sakince
olanları izleyen turunculü adama işaret etti. "Bu adama hiçbir
şeysin." Adamın istediği şeyleri anlatamamaktan dolayı öfkeli
olduğu barizdi. Bu lordun kendi halkının g ö z ü n d e önemli bi­
ri olduğu açıktı ve çeviriyi yapan adam b u n u Pug'ın kafasına
kazımaya çalışıyordu.
Lord çevirmenin sözünü kesti ve birkaç şey söyledikten
sonra Pug'a doğru başını salladı. Kel b ü y ü c ü başıyla onayladı
ve dikkatini Pug'a çevirdi. "Lord gibi b e z giymişsin, değil mi?"
Pug başıyla onayladı. Tuniğinin kumaşı sıradan askerlerin
ev dokuması kumaşlarından daha kaliteliydi. Dük'ün maiyeti­
nin bir üyesi olarak k o n u m u n u açıklamaya çalıştı. Birkaç de­
n e m e d e n s o m a o n u n bir tür yüksek mevkili hizmetkar oldu­
ğu konusundaki varsayımlarına razı oldu.
B ü y ü c ü ufak bir aygıt alıp Pug'a uzattı. Ç o c u k bir an tered­
düt ettikten sonra uzanıp o n u aldı. İçinden p e m b e damarlar
g e ç e n , kristalimsi bir m a d d e d e n yapılmış bir küptü. Elinde bir
saniye durduktan sonra, açık p e m b e renkte ışıldamaya başla­
dı. Turuncular içindeki adam bir emir verdi ve büyücü tercü­
me etti. "Lord diyor ki, kaç a d a m var..." Tekledi ve işaret etti.
Pug'ın n e r e d e olduğu ya da hangi y ö n e doğru işaret edil­
m e k t e olduğu konusunda hiçbir fikri yoktu. "Nerede olduğu­
mu bilmiyorum," dedi. "Buraya getirildiğimde baygındım."
Büyücü bir an düşünceler içinde oturduktan sonra, "O ta­
rafta," dedi az ö n c e gösterdiği y ö n l e dik açı yapan bir y ö n e ,
"yüksek dağ var, ötekilerden büyük. O tarafta," elini biraz kı­
mıldattı, "gökte bir ateş var, şunun gibi." Elleriyle bir d e s e n
çizgi. Bir an sonra Pug anladı. Adam Taş Dağı'mn bulunduğu
ve g ö k t e B e ş Mücevher adlı takımyıldızın olduğu y ö n e işaret
etmişti. Akın düzenledikleri vadideydi. Gösterilen geçit, kaçış
yolu olarak kullandıkları geçitti.
"Ben... k a ç kişi olduklannı gerçekten bilmiyorum."
B ü y ü c ü Pug'ın elindeki k ü p e yakından baktı. Küp, açık
p e m b e tonlarda ışıldamayı sürdürdü. "İyi, doğruyu söylüyor­
sun."
Pug o an elinde, kendisini esir tutanlara, onları aldatıp al­
datmadığını gösteren bir tür aygıt tuttuğunu anladı. Kara bir
umarsızlığa boğulduğunu hissetti. Her türlü hayatta kalma
umudunun bir şekilde anayurduna ihanet etmesini gerektire­
ceğinin farkındaydı.
Büyücü vadinin dışındaki kuvvetin niteliğiyle ilgili birkaç
soru sordu. Sorulardan ç o ğ u Pug'ın strateji konularındaki top­
lantılarda bulunmaması nedeniyle yanıtsız kalınca, sorular
Midkemia'da günlük olan, a n c a k Tsuranilere ç o k ilginç gelir
gibi görünen şeyler hakkında, daha g e n e l bir y ö n e kaydı.
G ö r ü ş m e birkaç saat sürdü. Durumun baskısıyla g e n e l bit­
kinliği bir araya gelince birkaç k e z Pug'ın başı döndü. Bu de­
falardan birinde o n a enerjisini bir süreliğine geri getiren, ama
başını döndüren, sert bir içki verdiler.
T ü m somlarına yanıt verdi. Birkaç defasında istenen bilgi­
lerin yalnızca bir b ö l ü m ü n ü söyleyip, kendiliğinden bilgi ver­
m e y e r e k g e r ç e k aygıtını atlatmayı başardı. Bu defalardan bir­
kaçında h e m lord, h e m de büyücünün eksik ya da karmaşık
olan yanıtlarla başa çıkamamaktan duyduklan kızgınlığı gör­
dü. Neden sonra lord görüşmenin sona erdiğini işaret etti ve
Pug dışarıya sürüklendi. B ü y ü c ü de onu izledi.
Çadırın dışına çıktıklarında büyücü Pug'ın ö n ü n d e durdu.
"Lordum diyor ki, ' B e n c e bu kul,'" - P u g ' ı n göğsünü işaret et­
t i - '"o..."' Bir sözcük bulmak için çabaladı. '"O zeki.' Lordum
zeki kullardan rahatsız olmaz, çünkü iyi çalışırlar. Ama senin
fazla zeki olduğunu düşünüyor. Sana dikkatli ol, d e m e m i söy­
ledi, çünkü sen artık köle. Zeki k ö l e uzun zaman yaşayabilir.
Çok zeki k ö l e ç a b u c a k ölür eğer..." Y e n i d e n durdu. Sonra bü­
yücünün yüzünde geniş bir gülümseme belirdi. "Eğer tal... ta-
lihliyse. Evet... kelime bu." Sözcüğü ağzında bir k e z daha do­
laştırdı, tadından hoşlanıyormuş gibi. "Talihli."
Pug tutsaklann bulunduğu alana geri götürüldü ve kendi
düşüncelerine terk edildi. Etrafına baktı ve birkaç esirin daha
uyanık olduğunu gördü. Çoğu kafası kanşmış ve cesareti kırıl­
mış görünüyordu. B i r tanesi açıktan açığa ağlıyordu. Pug g ö z ­
lerini g ö ğ e çevirdi ve doğudaki dağların üzerinde uzanan,
gelen şafağı h a b e r veren pembeliği gördü.
ÇATIŞMALAR

Y a ğ m u r dinmek bilmiyordu.
Mağara ağzının yakınında, bir grup c ü c e , ufak bir y e m e k
ateşinin çevresinde toplanmıştı; günün kasveti yüzlerine yan­
sıyordu. Dolgan piposundan nefesler çekiyor, diğerleri de
zırhlarının üzerinde çalışarak derideki kesik ve yırtıkları ona­
rıyor, metalleri temizliyor ve yağlıyorlardı. Ateşin üzerinde bir
yahni tenceresi hafiften kaynıyordu.
T o m a s kılıcını dizlerinin üzerine yerleştirmiş, mağaranın ar­
ka tarafında oturuyordu. Diğerlerinin gerisine doğru b o ş b o ş
bakıyordu, gözleri altlarındaki, uzak bir noktaya sabitlenmişti.
Gri Kuleler mevkii cüceleri yedi kez istilacılara saldırmaya
t e ş e b b ü s etmiş, yedi k e z de ağır kayıplar almışlardı. A n c a k her
defasında Tsuranilerin sayılarının azalmadığı anlaşılmıştı. Artık
yaşamı düşmana büyük, a n c a k Gri Kuleler'deki ailelere daha
da büyük bir bedel ödetilerek yitirilen p e k ç o k c ü c e araların­
da yoktu. Uzun ömürlü cüceler, insanlardan daha az sayıda ve
daha aralıklı olarak ç o c u k sahibi olurdu. Her bir kaybın c ü c e
halkına, insanlarca tahayyül e d i l e m e y e c e k kadar zarar veren
bir faturası oluyordu.
Cücelerin toplanıp, madenlerden g e ç e r e k vadiye saldırdığı
her defada T o m a s da k e ş i f kolunun içinde yer almıştı. Altın
miğferi c ü c e l e r için bir işaret feneri olmuştu. Altın kılıcı sava­
şın üzerinde kavis çizer, sonra da aşağı inerek düşmandan ha­
racını alırdı. Savaşta kale delikanlısı bir güç timsaline, savaş
alanındaki varlığı Tsuranilerde huşu ve korku uyandıran bir
savaş kahramanına dönüşüyordu. Tayfı uzaklaştırmalarından
sonra silahlarıyla zırhının büyülü oluşundan bir şüphesi var-
dıysa bile, onlara savaşta ilk kez büründüğü zaman bu şüphe­
ler kaybolup gitmişti.
Caldara'dan otuz savaşçı c ü c e toplamış ve madenlerden
g e ç e r e k zapt edilmiş vadinin güney kısmındaki bir girişine çık­
mışlardı. Madenlerden p e k uzak olmayan bir Tsurani devriye
kuvvetini hazırlıksız yakalayıp katletmişlerdi. Ama savaş de­
vam ettiği sırada T o m a s üç Tsurani savaşçısı tarafından c ü c e ­
lerden ayrı düşürülmüştü. Tsuraniler başlarının üzerine kaldır­
dıkları kılıçlarıyla çevresini sararlarken, bir şeyin o n u ele g e ­
çirdiğini hissetti. Çıldırmış bir akrobat gibi aralarında m e k i k
dokuyarak ikisini de sağdan sola tek bir kılıç hareketiyle öl­
dürmüştü. Üçüncüsü ani hareketin ertesinde kendim daha to-
parlayamadan arkadan hızlı bir darbe almıştı.
T o m a s dövüşten sonra o n u n için yeni ve her n e d e n s e ay­
nı zamanda korkutucu olan bir coşkunlukla dolmuştu. Savaş­
tan dönerken, tüm yol b o y u n c a kendisini bilmediği bir ener­
jiyle dolu hissetmişti.
B u n u n ardından gelen her bir m u h a r e b e o n a aynı gücü ve
silah kullanma hünerini kazandırmıştı. Ama coşkunluk daha
y o ğ u n bir hal almış ve s o n iki savaşta görüntüler g e l m e y e baş­
lamıştı. Artık görüntüler ilk defa kendiliğinden geliyordu. Bir
resmin üzerine yerleştirilmiş b a ş k a bir resim gibi saydamdılar.
Görüntünün arkasından cüceleri ve ötedeki ormanı görebi­
liyordu. Ama üzerlerinde uzun zaman ö n c e ölmüş insanlardan
ve yaşayanların belleklerinden kaybolmuş yerlerden oluşan
bir s a h n e oynuyordu. Altın kumaşlarla donanmış salonlar, ma­
saların üzerine yerleştirilmiş kristallerde oynaşan ışıklar saçan
meşalelerle aydınlatılmıştı. İnsan elinin hiç değmediği kadeh­
ler, tanıdık olmayan gülümsemelerle bükülmüş dudaklara g ö ­
türülüyordu. Gözlerinin ö n ü n d e , uzun zaman ö n c e ölmüş bir
ırkın y ü c e lordlan y e m e k yiyordu. T u h a f olmalarına rağmen,
yine de tanıdık geliyorlardı ona. İnsana b e n z e m e l e r i n e rağ­
men, gözleri ve kulaklan elflerinki gibiydi. Elf ahalisi gibi uzun
boylulardı, ama omuzları daha geniş, kolları daha kalındı. Ka­
dınlar güzeldi, ama yabancı biçimlerde.
Rüya şekil ve m a d d e y e büründü, o ana kadar tecrübe et­
tiklerinden daha canlıydı. T o m a s kulağına belli belirsiz gelen
kahkahaları, yabancı müziği ve bu insanların konuştuklan söz­
leri duymak için kendini zorladı.
Dolgan'ın sesi onu düşüncelerinden kopardı. "Biraz y e m e k
ister misin, delikanlı?" Ayağa kalkıp kendisine ikram edilen et­
li yahni kasesini almak üzere onların yanına giderken bilinci­
nin yalnızca bir bölümüyle yanıt verebildi. Eli k a s e y e değdi­
ğinde, görüntü kayboldu ve ayılmak için kafasını sağa sola sal­
ladı.
"İyi misin, Tomas?"
T o m a s yavaşça otururken bir an arkadaşına baktı. "Emin
değilim," dedi tereddüde. "Bir şey var. B e n . . . b e n tam olarak
emin değilim. Sanırım, s a d e c e yorgunum."
Dolgan ç o c u ğ a baktı. Savaşın güçlükleri g e n ç yüzünden
okunuyordu. D a h a şimdiden ç o c u k t a n ç o k e r k e ğ e b e n z e m e ­
ye başlamıştı. Tomas'ta, savaş koşullarında normal karşılanabi­
l e c e k karakter sağlamlaşmasından öte bir şeyler oluyordu.
D o l g a n daha bu değişikliğin tamamen iyi ya da kötü olduğu-
na karar vermemişti - y a da iyi ya da kötü olarak düşünülebi­
leceğinden. T o m a s ' ı altı ay b o y u n c a izlemek herhangi bir so­
n u c a varmak için yeterli değildi.
Ejderin armağanı olan zırha bürüneli beri T o m a s efsanevi
yetenekleri olan bir dövüşçü olup çıkmıştı. Ve çocuk... y o ,
g e n ç adam kilo alıyordu, yiyeceğin ç o ğ u zaman kıt olmasına
rağmen. Âdeta bir şey onu zırhı dolduracak kadar büyütmeye
çalışıyordu. Y ü z hatları da tuhaf bir biçim almaktaydı. Burnu,
ö n c e k i n d e n daha zarif çizgilere sahip, hafif köşeli bir şekil al­
mıştı. Kaşları daha eğimli, gözleri daha çukur olmuştu. O hâ­
lâ Tomas'tı, a m a görünüşünde ufak bir değişiklikle birlikte,
sanki b a ş k a birinin yüz ifadesini taşıyormuş gibiydi.
Dolgan piposundan derin bir nefes çekti ve Tomas'ın üze­
rindeki b e y a z c ü p p e y e baktı. Savaşta birkaç k e z giyilmişti, an­
c a k üzerinde hiç l e k e yoktu. Toprak, k a n ve diğer tüm kirler,
kumaşında yer etmeyi reddediyordu. Altın ejder nişanı da, ilk
buldukları günkü gibi parlıyordu. T o m a s ' ı n savaşta taktığı kal­
k a n için de aynı şey geçerliydi. P e k ç o k darbe yemiş olması­
na rağmen, üzerinde herhangi bir iz yoktu. Cüceler bu k o n u ­
da sakıngandılar, zira ırkları uzun zaman ö n c e erk silahlannın
yapımında büyü kullanmıştı. Ama bu b a ş k a türlü bir şeydi. Bir
yargıya varmadan ö n c e bekleyip ne getirdiğini göreceklerdi.
Yavan yemeklerini bitirdiklerinde, kampın kıyısındaki mu­
hafızlardan biri mağaranın önündeki açıklığa geldi. "Birisi g e ­
liyor."
Cüceler h e m e n silahlandılar ve hazır b e k l e m e y e başladılar.
T u h a f zırhlar içindeki Tsurani askerlerinin yerine, bir Natal
Korucusu'nun k o y u gri cüppesi ve toniği içindeki tek bir adam
belirdi. Doğrudan açıklığın ortasına yürüdü ve ıslak ormanlar­
da günlerce k o ş m a k t a n b o ğ u k çıkan bir sesle, "Selam sana,
Gri Kuleler mevkiinden Dolgan," diye ilan etti.
D o l g a n ö n e çıktı. "Selam sana, Natalli Grimsworth."
İstilacılar Özgür Şehirler'den biri olan Walinor'u alalı beri­
dir, korucular izci ve ulak olarak hizmet veriyordu. Adam ma­
ğaranın ağzından içeri yürüdü ve oturdu. O n a bir k a s e yahni
verildi ve Dolgan, "Ne haberler var?" diye sordu.
Adam ağız dolusu yahninin arasından, "Korkarım iyi haber­
ler yok," dedi. "İstilacılar vadinin dışında, LaMut y ö n ü n d e ku­
zeydoğuda g e ç m e s i zor bir c e p h e oluşturmuşlar. Walinor'a
yurtlarından gelen yeni birliklerle takviye yapıldı ve burası Ö z ­
gür Şehirler ile Krallık arasında bir b ı ç a k gibi duruyor. İki haf­
ta ö n c e yola çıktığımda Krallık ordusunun ana kampına üç
akın düzenlemişlerdi, o zamandan sonra da akınlarını sürdür­
müş olmaları muhtemel. Crydee'den çıkan devriyeleri taciz
ediyorlar. Size kısa bir süre içinde b ö l g e n i z e girmeye başlaya­
caklarına inanıldığını s ö y l e m e m istendi."
Dolgan şaşırmış görünüyordu. "Neden dükler b ö y l e düşü­
nüyor ki? Bizim gözcüler yabancıların bu bölgelerdeki etkin­
liklerinde hiçbir artış görmedi. Gönderdikleri tüm devriyelere
saldırıyoruz. Aslına bakılırsa, bizi kendi halimize bırakıyor gi­
biler."
"Emin değilim. Duyduğuma göre büyücü Kulgan, Tsurani-
lerin madenlerinizden çıkarılan metallerin peşinde olduğunu
düşünüyormuş, a m a bilmiyorum. Her halükarda düklerin söy­
lediği bu. Vadideki m a d e n girişlerine bir saldırı yapılacağım
düşünüyorlar. Size vadinin güney u c u n a yeni Tsurani birlikle­
rinin geliyor olabileceğini s ö y l e m e m gerekiyor, zira kuzeyde
ufak baskınlar dışında, yeni ve önemli bir akın olmadı.
"Şimdi uygun gördüğünüz şeyi yapmanız gerekiyor." B ö y ­
le diyerek tüm dikkatini yahniye verdi.
Dolgan düşündü. "Söyle bana, Grimsworth, elf ahalisinden
ne haberler var?"
"Pek az h a b e r var. Yabancılar e l f ormanlarının güney b ö ­
lümünü istila edeli beridir, onlarla bağlantımız kesildi. S o n elf
ulağı b e n yola çıkmadan bir hafta ö n c e gelmişti. S o n h a b e r al­
dığımızda, barbarları Crydee nehrinin, ormanın içinden geçti­
ği yerdeki sığlıklannda durdurmuşlardı.
"İstilacılarla savaşan yabancı yaratıklara dair söylentiler de
var. Ama bildiğim kadanyla, bu yaratıkları yalnızca köyü ya­
kıp yıkılan birkaç kişi görmüş, bu yüzden b e n olsam söyledik­
lerine p e k inanmazdım.
"Gerçi ilginç bir h a b e r var. G ö r ü n ü ş e göre Y a b o n ' d a n g e ­
len bir devriye G ö k Nehri'nin kıyısına kadar uzanan, olağan­
dan geniş bir tarama yapmış. Kıyıda bazı Tsuraniler ile Kuzey
Elleri'nden g ü n e y e g ö ç e d e n bir goblin çetesinden artakalan­
ları bulmuşlar. Hiç değilse, k u z e y sınırlan konusunda endişe­
lenmemiz gerekmiyor. Belki de onların bir süre birbirleriyle
savaşıp bizi rahat bırakmalarını ayarlayabiliriz."
"Ya da bize karşı birlik olurlar," dedi Dolgan. "Yine de bu­
nun p e k m ü m k ü n olduğunu sanmam, zira goblinler ö n c e öl­
dürüp, daha s o m a görüşme yapma eğilimindedirler."
Grimsworth derinden kıkırdadı. " B u eli kanlı iki ırkın bir­
birlerinin yoluna çıkması münasip görünüyor."
Dolgan başıyla onayladı. Grimsworth'un yanılmadığım
ümit ediyordu, ama Kuzey Ulusları'nın - c ü c e l e r Kuzey Elleri'ni
b ö y l e g ö r ü r d ü - dövüşe katılması düşüncesi onu huzursuz edi­
yordu.
Grimsworth ağzını elinin tersiyle sildi. "Yalnızca bu g e c e
kalacağım, ç ü n k ü saflarının içinden güvenle g e ç e c e k s e m , eli­
mi ç a b u k tutmam şart. Kıyıda devriyelerini artırarak Crydee'ye
geçişi her defasında günlerce kesiyorlar. Orada biraz zaman
geçirecek, sonra da düklerin kampına uzun yolculuğuma baş­
layacağım."
"Geri d ö n e c e k misin?" diye sordu Dolgan.
Korucu gülümsedi; gülümsemesi e s m e r teninde parlak bir
karşıtlık oluşturuyordu. "Tanrıların lütfü olursa, belki. B e n ol­
m a s a m da, kardeşlerimden biri olur. B e l k i Uzun Leon'u görür­
sünüz, zira Elvandar'a gönderilmişti ve iyiyse, Leydi Aglaran-
na'dan gelen mektuplarla birlikte buraya doğru hareket ediyor
olabilir. Elf ahalisinin nasıl olduğunu bilmek iyi olurdu." Elf
Kraliçesi'nin adını duyunca T o m a s başını daldığı derin düşün­
celerden kaldırdı.
D o l g a n piposundan bir nefes alıp başıyla onayladı. Grims-
worth T o m a s ' a döndü ve ilk kez o n a doğrudan hitap etti. "Sa­
na Lord Borric'ten bir mesaj getirdim, Tomas." Cücelerin gön­
derdiği ilk mesajları, Tomas'ın sağ ve salim olduğu haberiyle
birlikte taşıyan Grimsworth olmuştu. T o m a s Grimsworth ile
birlikte Krallık kuvvetlerine d ö n m e k istemişti, ama Natal K o ­
rucusu hızlı ve sessiz yolculuk e t m e k zorunda olduğunu belir­
terek onu yanına almayı reddetmişti. Grimsworth mesajına de­
vam etti. "Dük iyi talihin ve sağlığının yerinde oluşu karşısın­
da büyük mutluluk duyuyor. Ancak kara haberler de gönderi­
yor. Arkadaşın Pug, Tsurani kampına yapılan ilk baskında
düştü ve onlar tarafından esir alındı. Lord Borric kaybını pay­
laşıyor."
T o m a s tek kelime e t m e d e n ayağa kalktı ve mağaranın de­
rinlerine çekildi. Birkaç saniye etrafındaki kayalar kadar hare­
ketsiz bir halde arkada oturdu, sonra omuzlarında hafif bir tit­
r e m e başladı. Titremesi artmaya devam etti, sonunda şiddetle
sarsılıyor, dişleri soğuktanmış gibi takırdıyordu. D e r k e n davet-
siz gözyaşları yanaklarından boşandı ve karnından boğazına
sıcak bir acının yükselerek göğsünü sıkıştırdığını hissetti. T e k
bir ses çıkarmadan boğulurcasma nefes aldı ve büyük, sessiz
hıçkırıklarla sarsıldı. Acı n e r e d e y s e dayanılmaz bir hal alırken,
varlığının merkezinde soğuk bir öfke tohumu oluşarak yüksel­
di ve sıcak hüzün sancısının yerini aldı.
T o m a s ateşin ışığına yeniden d ö n ü n c e Dolgan, Grims­
worth ve diğerleri başlarını kaldırıp baktılar. "Lütfen D ü k ' e
o n a b e n i düşündüğü için teşekkür ettiğimi söyler misin?" diye
sordu korucuya.
Grimsworth başıyla onayladı. "Evet, söylerim, delikanlı.
Eve d ö n m e k istiyorsan, Crydee'ye k o ş m a n ı n bir sakıncası ol­
maz, sanırım. Kılıcının Prens Lyam'ın işine yarayabileceğine
eminim."
T o m a s düşündü. Evi yeniden g ö r m e k iyi olurdu, ama ka­
lede silah da taşısa, çıraklardan biri olacaktı sadece. Kaleye
saldırılırsa dövüşmesine izin verirlerdi, ama akınlara katılması­
na izin vermeyecekleri açıktı.
"Teşekkür ederim, Grimsworth, ama burada kalacağım.
Burada hâlâ yapılacak ç o k şey var ve b u n u n bir parçası olmak
istiyomm. S e n d e n a n n e m e ve b a b a m a iyi olduğumu ve onla­
rı düşündüğümü iletmeni istiyomm." Oturarak, "Crydee'ye
d ö n m e k kaderimde varsa, dönerim," diye ekledi.
Grimsworth T o m a s ' a yakından baktı, bir şey s ö y l e y e c e k ol­
du, ama sonra Dolgan'ın başını hafifçe iki yana salladığını fark
etti. Natal Korucuları emerle cücelerin âdetlerine karşı Batıda­
ki tüm insanlardan daha duyarlıydı. Burada Dolgan'ın h e n ü z
somştumlmaması gerektiğini düşündüğü bir şey oluyordu ve
Grimsworth c ü c e şefinin bilgeliğinin ö n ü n d e eğilecekti.
Y e m e k biter bitmez muhafızlar dikildi ve geri kalam uyu-
maya hazırlandılar. Ateş s ö n m e y e yüz tutarken T o m a s insan­
larla bir ilgisi olmayan müziğin belli belirsiz seslerini duydu ve
yeniden gölgelerin dans ettiğini gördü. Uyku onu eline geçir­
m e d e n ö n c e , diğerlerinden ayrı duran bir şekli açıkça gördü,
uzun boylu bir savaşçıydı, yüzü zalim ve kudretliydi, üzerine
altın bir ejder işlenmiş, b e y a z bir tunik giymişti.

T o m a s sırtını geçidin duvarına yaslamış, ayakta duruyordu.


Gülümsedi, zalim ve korkunç bir gülümsemeydi bu. Gözleri
irileşmişti, mavi irislerin çevresindeki beyazlar canlıydı. Hare­
ketsiz dururken b e d e n i neredeyse kaskatıydı. Parmakları b e ­
yaz ve altın renkli kılıcının kabzasını kavrıyor ve yeniden açı­
lıyordu.
Gözlerinin ö n ü n d e imgeler titreşiyordu: ejderlerin sırtına
b i n e n ve toprağın derinlerindeki salonlarda yaşayan uzun
boylu, zarif insanlar. T u h a f dillerdeki müziği zihninde duyabi­
liyordu. Uzun zaman ö n c e ölmüş ırk asla insanların kullanıl­
ması için düşünülmemiş bu zırhı yapan m u h t e ş e m ırk, ona
sesleniyordu.
Görüntüler birbiri ardına geliyordu. Zihnini ç o ğ u zaman
onlardan arındırabiliyordu, ama şimdi olduğu gibi, savaş arzu­
sunun yükselmesine izin verdiğinde, görüntülere boyut, renk
ve ses ekleniyordu. Sözcükler duymak için kendini zorluyor­
du. Uzaktan geliyorlardı ve onları neredeyse anlayabiliyordu.
Başını iki yana sallayarak kendisini içinde bulunduğu âna
geri getirdi. Artık karanlıkta g ö r m e yetisine şaşırmadan geçitte
sağına soluna bakındı. Kesişen tünelin ötesinden adamları on
iki metre ötede sessizce b e k l e m e k t e olan Dolgan'a işaret etti,
Dolgan da elini sallayarak o n u gördüğünü belirtti. G e n i ş tüne­
lin iki tarafında, tuzağı h a r e k e t e geçirmeye hazır, altmış c ü c e
bekliyordu. Bir Tsurani kuvvetinin ö n ü n d e koşan, düşmanı tu­
zağa doğru ç e k e n bir avuç cüceyi bekliyorlardı.
T ü n e l d e n yaklaşan ayak sesleri üzerine dikkat kesildiler.
B i r an sonra ayak seslerine birbirine çarpan silahların gürültü­
sü eklendi. T o m a s gerildi. Arkaları dönük bir halde dövüşerek
gerileyen birkaç c ü c e görüş alanına girdi. Savaşan c ü c e l e r yan­
daki tünelleri g e ç e r k e n iki tarafta b e k l e y e n soydaşlarının var­
lığından haberdar olduklarına dair bir belirti göstermediler.
İlk Tsurani savaşçıları yanlarından g e ç e r g e ç m e z , T o m a s ,
"Şimdi!" diye bağırarak ö n e atladı. T ü n e l birden dönen, k e s e n
gövdelerle doldu. Tsuraniler çoğunlukla dar mekanlarda dö­
vüşmeye uygun olmayan palalar taşıyorlar, cüceler ise balta ve
tokmakları ustalıkla kullanıyorlardı. T o m a s sağma soluna sal­
dırdı ve birkaç b e d e n yere düştü. Tsuranilerin titreşen m e ş a l e ­
leri, geçit duvarlarına çılgın, dans e d e n gölgeler saçarak göz­
leri şaşırtıyordu.
Tsurani kuvvetlerinin arka tarafından bir bağırış geldi ve
yabancılar tünelin gerisine ç e k i l m e y e başladılar. Kalkanı olan­
lar ö n e gelerek kılıçlı adamların üzerinden darbelerini indire­
bilecekleri bir duvar oluşturdular. Cüceler herhangi bir hasar
v e r e c e k kadar yukanya uzanamıyordu. B i r c ü c e ne zaman sal­
dırıya g e ç s e , kalkan duvarı ayakta kalıyor ve saldırgana kalka­
nın arkasından kılıç darbeleriyle yanıt veriliyordu.
O n u n b o y u kılıç tutanlara vurabilecek kadar uzun oldu­
ğundan T o m a s ö n e ilerledi. İkisini yere serdi, ama daha biri
düşer düşmez yerini bir başkası alıyordu. Cüceler yine de on­
lara baskı yaptılar ve Tsuraniler geriledi.
Bir şan deliğine ulaşarak en alt düzeyden içeri girdiler ve
Tsuraniler ç a b u c a k geniş mağaranın ortasında konumlarını
alarak, kalkanlarıyla k a b a c a bir ç e m b e r oluşturdular. Cüceler
bir an tereddüt ettikten sonra, oraya saldırdılar.
Tomas'ın gözüne hafif bir hareket ilişti ve yukarıdaki kaya
çıkıntılarından birine baktı. Madenin karanlığında herhangi bir
şeyi açık seçik g ö r m e k m ü m k ü n değildi, a m a ani bir his onu
uyardı. "Arkaya bakın!" diye bağırdı.
Cücelerin çoğu kılıç duvannı yarmıştı ve o n u duyamayacak
kadar meşguldüler, ama yakınlardaki birkaçı hücumlarına ara
verip yukarı baktılar. Tomas'ın yanında duran bir tanesi, "Yu­
karıdan!" diye bağırdı.
Yukarıdan siyah şekiller akın akın geliyor, kayanın yüzün­
den e m e k l e y e r e k iniyor gibi görünüyorlardı. B a ş k a , insan şe­
killeri yukarıdaki katmanlardan aşağı inen yollardan koşarak
yaklaşıyorlardı. Üst düzeylerdeki Tsurani savaşçılan kapaklı
lambalan açar ve meşaleler yakarken yukarıda ışıklar ortaya
çıktı.
T o m a s hayret içinde durdu. Mağaranın ortasındaki sağ ka­
lan birkaç Tsuraninin arkasında, yukandaki h e r açıklıktan ç o k
benzedikleri karıncalardan bir sürü gibi b o ş a l a n yaratıkları g ö ­
rebiliyordu. Ancak karıncaların aksine, bunların b e l d e n yuka-
nsı dikti ve silah taşıyan insana b e n z e r kolları vardı. B ö c e ğ i
andıran yüzlerinde iri, ç o k façetalı gözler a n c a k insana ç o k
b e n z e y e n ağızlar vardı. İnanılmaz bir hızla ilerliyor, şaşkın ol­
malarına rağmen tereddüt e t m e d e n karşılık veren cücelere
vurmak üzere ö n e eğiliyorlardı ve savaş yeniden başladı.
Dövüşün yoğunluğu arttı ve birkaç k e z T o m a s Tsurani, ca­
navar ya da iki türden iki düşmanla birden karşı karşıya kaldı.
Yaratıkların zeki olduğu açıktı, zira bir düzen içinde savaşıyor­
lardı ve insanlıkdışı sesleriyle Tsurani lisanında haykırdıkları
duyulabiliyordu.
T o m a s yaratıklardan birini öldürdükten sonra başını kaldır-
dı ve yukarıdan gelen yeni bir savaşçı akını gördü. " B a n a ge­
lin! B a n a gelin!" diye bağırdı ve c ü c e l e r dövüşerek o n a yaklaş­
maya başladılar. Çoğu yaklaştığında, Dolgan'ın "Geriye, geri­
ye gelin! Sayıları ç o k fazla," diye seslendiği duyuldu.
Cüceler yavaşça içinden çıktıkları tünele ve g ö r e c e güven­
liğine doğru hareket e t m e y e başladılar. Orada daha az sayıda
yaratık ve Tsuraniyle karşılaşabilir ve ümitleri gerçekleşirse
onları madenlerde kaybedebilirlerdi. Cücelerin geri çekildiğini
gören Tsuraniler ve müttefikleri saldırılarını sertleştirdi. T o m a s
ç o k sayıda yaratığın kendilerini cücelerle kaçış yolunun arası­
na yerleştirdiğini gördü. Ö n e fırladı ve dudaklarından anlama­
dığı sözcüklerde, tuhaf bir savaş çığlığının koptuğunu duydu.
Altın kılıcı bir an parladı ve tuhaf yaratıklardan biri bir çığlık
atarak yere indi. Bir başkası ona bir pala doğrulttu ve T o m a s
kılıç darbesini kalkanıyla karşıladı. D a h a az kuvvetli bir varlı­
ğın kolu kırılırdı, ama darbe b e y a z kalkanın üzerinde çınladı
ve yaratık gerileyip yeniden saldırdı.
T o m a s saldırıyı bir kez daha engelledi ve başının üzerin­
den kavisli bir kılıç darbesiyle yaratığın b o y n u n u vurarak ba­
şını b e d e n i n d e n ayırdı. Yaratık bir an kasıldı, sonra ayakları­
nın dibine düştü. T o m a s düşen yaratığın bedeninin üzerinden
atladı ve şaşkın haldeki üç Tsurani savaşçısının ö n ü n e indi. B i ­
rinin elinde iki m e ş a l e vardı, diğerleri ise silahlıydı. Elinde m e ­
şaleleri tutan adam daha onları yere atamadan T o m a s ö n e at­
ladı ve iki adamı yere indirdi. Üçüncüsü kılıcını ç e k m e y e ça­
lışırken öldü.
T o m a s kalkanını koluna asarak aşağı uzandı ve meşaleler­
den birini kavradı. Arkasını döndü ve cücelerin öldürmüş ol­
duğu yaratıkların cesetlerinin üzerinden aksayarak geldiğini
gördü. Birkaçı yaralı yoldaşlarını taşıyordu. Başlarını Dolgan'ın
çektiği bir avuç c ü c e , diğerleri kaçışlarını gerçekleştirirken,
düşmanı oyalıyordu.
Dövüş sırasında tünelde kalanlardan biri, yoldaşlarının ge­
ri çekilmekte olduğu açıkça ortaya çıkınca ö n e seğirtti. Silah
yerine sıvıyla dolu iki tulum taşıyordu.
Arkadaki muhafız kaçış tüneline doğru gerilemek zorunda
kalmış ve askerler iki k e z onların arkalarını k e s m e k üzere et­
raflarından dolaşmaya çalışmıştı. İki defasında da T o m a s kılı­
cını indirmiş, onlar da düşmüştü. Dolgan ile savaşçıları düşen
canavarların cesetlerinin üzerinde durduğunda, T o m a s , "Atla­
maya hazır olun," diye seslendi.
Cüceden iki ağır tulumu aldı. "Şimdi!" diye bağırdı. Dolgan
ile diğerleri geriye doğru sıçradılar ve Tsuraniler cesetlerin di­
ğer tarafında kaldı. Cüceler tereddüt etmeksizin tünelde koşa­
rak ilerlerken T o m a s da tulumları cesetlere d o ğ m attı. Darbe
alınca delinecek şekilde yapıldıklarından dikkatle taşınmışlar­
dı. İkisi de cücelerin dağın altındaki derin, siyah havuzlardan
1
aldığı nafta ile doluydu. Petrolün aksine fitil olmadan da ya­
nardı.
T o m a s meşaleyi kaldırdı ve uçucu sıvı birikintilerinin orta­
sına çarptı. Ancak kısa bir süre tereddüt e d e n Tsuraniler, m e ­
şale patladığında ö n e d o ğ m ilerlemekteydi. Nafta alev alırken
tünelde beyaz bir ısı patlaması oldu. G ö r e m e z olan cüceler
ateşe yakalanan Tsuranilerin çığlıklarını duyabiliyordu. Görüş­
leri geri geldiğinde, tünelden aşağı ilerleyen tek bir şekil gör­
düler. T o m a s n e r e d e y s e b e y a z olan ateşlerin oluşturduğu fo­
n u n üzerinde siyah görünüyordu.
Onlara ulaştığında Dolgan, "Alevler söndüğünde üzerimize
gelecekler," dedi.

1) Nafta: Gazyağının hafif bir türü. (Ç.N.)


Bir dizi tünelden ç a b u c a k ilerlediler ve dağların batı c e p ­
hesindeki çıkışa doğru gerisin geri yol aldılar. Kısa bir mesafe
kat ettikten sonra D o l g a n kafileyi durdurdu. O ve diğer birkaç
kişi oldukları yerde hareketsiz durarak tünellerdeki sessizliği
dinlediler. Biri kendini yere atıp kulağını zemine dayadı, ama
h e m e n ayağa fırladı. "Geliyorlar! Seslere bakılırsa yüzlercesi
var, yaratıklar da öyle. B ü y ü k bir saldın düzenliyor olmalılar."
D o l g a n durumu tarttı. Pusuyu kuran yüz elli c ü c e d e n geri­
ye yetmiş kadarı kalmıştı, bunların da on ikisi yaralıydı. Diğer­
lerinin başka geçitlerden kaçtığı ümit edilebilirdi, ama hali ha­
zırda hepsi tehlikedeydi.
Dolgan ç a b u k hareket etti. "Ormana gitmemiz gerekiyor."
Diğerlerinin ö n ü n d e aceleyle yürümeye başladı.
T o m a s k o ş a r k e n zorlanmıyordu, ama zihninde görüntüler
dönüp duruyordu. Savaşın sıcağında bu görüntüler o n a ö n c e ­
kinden daha canlı ve berrak bir biçimde saldırmıştı. Ö l e n düş­
manlarının cesetlerini görebiliyordu, a m a bunlar Tsuranilere
hiç benzemiyordu. Düşenlerin k a n ı m n tadını alabiliyor, zafer
töreninde açık yaralanndan kanlarını içerken o n a gelen büyü­
lü enerjiyi hissedebiliyordu. Görüntülerden arındırmak için
başını iki yana salladı. Ne töreni, diye m e r a k etti.
Dolgan konuştu ve T o m a s dikkatini zorla cücenin söyle­
diklerine çevirdi. Koşarlarken Dolgan, "Başka bir sığınak bul­
mamız gerekiyor," dedi. "Belki de en iyisi T a ş Dağı'na ulaşma­
ya çalışmak olacak. Buradaki köylerimiz güvenli, ama savaş­
makta kullanacak bir üssümüz yok, zira yakında Tsuranilerin
bu madenlerin kontrolünü ellerine geçireceklerini düşünüyo­
rum. Şu yaraüklan karanlıkta iyi dövüşüyor ve ellerinde onlar­
dan ç o k varsa, bizi gizlendiğimiz derindeki geçitlerden bulup
çıkarabilirler."
T o m a s konuşamadan başıyla onayladı. Bu Tsuranilere duy­
duğu soğuk nefretin ateşiyle için için yanıyordu. Yurdunu yağ­
malamış, adı hariç her şeyiyle kardeşi olan kişiyi ellerinden al­
mışlardı ve onlar yüzünden dağın altında p e k ç o k c ü c e dostu öl­
müş, yatıyordu. Bedeli ne olursa olsun bu istilacılan yok etmek
için içinden yemin ederken yüzünde acımasız bir ifade vardı.

Ağaçların arasında ihtiyatla ilerlerken Tsuranilerden izler


aradılar. Altı gün zarfında üç kez ufak çatışmalara girmişlerdi
ve cücelerin sayısı artık elli ikiydi. Daha ciddi yaraları olanlar,
Tsuranilerin onları izlemesi ihtimalinin düşük olduğu, yüksek­
lerdeki köylerin g ö r e c e güvenliğine taşınmışlardı.
Şimdiyse elf ormanlarının g ü n e y b ö l ü m ü n e yaklaşıyorlardı.
Başlarda geçitten doğuya d ö n e r e k Taş Dağı'na bir yol bulma­
ya çalışmışlardı. Y o l Tsurani kampları ve devriyeleriyle doluy­
du ve sürekli yönlerini kuzeye çevirmek zorunda kalmışlardı.
Nihayet sürekli kaçmaktan vazgeçip bir süre dinlenebilecekle­
ri Elvandar'a gitmeyi d e n e m e y e karar verilmişti.
Bir ö n c ü altı metre öndeki k o n u m u n d a n döndü ve usulca,
"Akarsuyun sığlığında bir k a m p var," diye fısıldadı.
Dolgan bunu düşündü. Cüceler yüzmezdi ve akarsuyu bir
sığlıktan geçmeleri gerekirdi. Tsuranilerin bu yandaki tüm sığ­
lıkları tutmuş olması düşük bir ihtimaldi. Muhafızların olmadı­
ğı bir yer bulmak zorundaydılar, böyle bir yer varsa tabii.
T o m a s çevresine bakındı. Neredeyse a k ş a m olmuştu ve
nehri Tsurani saflarının bu denli yakımndan gizlice g e ç e c e k -
lerse, bunu karanlıkta y a p m a k en iyisi olacaktı. T o m a s bunu
Dolgan'a fısıldadı, o da başıyla onayladı. Muhafızın keşfettik­
leri kampın batısına yönelip saklanacak elverişli bir yer arama­
sını işaret etti.
Kısa bir bekleyişten sonra rehber g e c e n i n çökmesini b e k ­
leyebilecekleri, içi oyuk bir kayanın karşısındaki bir fundalık
bulduğu haberiyle birlikte geri döndü. Hızla buraya gittiler ve
yerden dört metre uzunluğunda, tabanında eni yedi buçuk, s e ­
kiz metreye kadar genişleyen, granit bir kaya buldular. Çalıla­
rı yana ç e k i n c e içine sıkışarak sığabilecekleri bir kovuk buldu­
lar. Hepsi de güvenli bir şekilde yuvalandıklarında, D o l g a n
gözlem yaparak, "Bir zamanlar nehrin altındaydı herhalde - a l t
tarafında ne kadar pürüzsüz olduğuna bakın. Sıkışık, ama bir
süre güvende olsak gerektir," dedi.
T o m a s onu hayal meyal duydu, zira bir kez daha görüntü­
lerle, ona göre uyanıkken gördüğü düşlerle m ü c a d e l e ediyor­
du. Gözlerini kapadı ve görüntüler y e n i d e n geldi, belli belir­
siz müzik de öyle.

Zafer ç a b u k gelmişti, ama Ashen-Shugar kara kara düşünü­


yordu. Kartalların Yurdu hükümdarının canını sıkan bir şey
vardı. Y e l Vadisi Tiranı A l g o n - K o k o o n ' u n kanının tuzu hâlâ
dudaklarındaydı ve cariyeleri artık o n a aitti. Y i n e de, eksik
olan bir şey vardı.
Onu eğlendirmek için müziğe kusursuz bir biçimde ayak
uyduran m o r e d h e l dansçıları inceledi. Bu olması gerektiği gi­
biydi. Y o , Ashen-Shugar eksikliği varlığının derinlerinde hisse­
diyordu.
Elflerin Prensesleri olarak bildiği ve son gözdesi olan
Alengwan, tahtımn yanında yerde oturmuş, onun keyfini b e k ­
liyordu. Kızın güzel yüzünü ve güzelliğini gizlemekten ç o k ,
vurgulamaya yarayan ipeklere bürünmüş e s n e k bedenini fark
etmiyordu bile.
"Sıkıntılı mısınız, efendim?" diye sordu usulca, o n d a n duy-
duğu korku, bedenini örten giysiler kadar ince bir perdeyle
gizlenmişti.
Ashen-Shugar bakışlarını kaçırdı. Alengwan onun kararsız­
lığını görmüştü; bu yüzden ö l ü m e layıktı, ama kızı daha son­
ra öldürecekti. Son zamanlarda tenin hazları, h e m yatakta,
h e m de öldürürken duyduğu keyif uçup gitmişti. Şimdiyse bu
isimsiz duyguyu, içinde, kendisine öylesine yabancı olan ha­
yalet duyguyu düşünüyordu. Ashen-Shugar elini kaldırdı ve
dansçılar kendilerini yere atarak yüzlerini taşa bastırdılar. Mü­
zisyenler notanın ortasında çalmayı bırakmış gibiydiler ve ma­
ğara sessizdi. Elini hafifçe sallayarak onları gönderdi ve efen­
disini sabırla b e k l e y e n y ü c e altın ejderin yanından koşarak sa­
londan kaçtılar...

"Tomas," dedi ses.


Tomas'ın gözleri birden açıldı. Dolgan'ın eli g e n ç adamın
kolundaydı. "Zamanı geldi. G e c e çöktü. Uyumuştun, delikan­
lı."
T o m a s ayılmak için kafasını sağa sola salladı ve artakalan
görüntüler silinip gittiler. B i r elf prensesinin kanlı bedeninin
başında ayakta duran, b e y a z ve altın renklere bürünmüş bir
savaşçının son görüntüsü silinirken midesinde bir çalkalanma
hissetti.
Diğerleriyle birlikte üzerlerinde asılı kayanın altından sürü­
nerek çıktı ve bir k e z daha nehre doğru yola koyuldular. Or­
m a n sessizdi, g e c e kuşları bile yerlerini belli e t m e m e y e ö z e n
gösterir gibiydi.
Yanlarından g e ç e n bir Tsurani devriyesi yüzünden yatıp
gizlenmek z o m n d a kalmaları dışında n e h r e olaysız vardılar.
İleride bir öncüyle nehri izlediler. Birkaç dakika sonra öncü
geri döndü. "Nehri g e ç e n bir kıyı dili var."
D o l g a n başıyla onayladı; cüceler sessizce ilerlediler ve tek
sıra halinde suya girdiler. Diğerleri karşıya g e ç e r k e n T o m a s
Dolgan'la birlikte bekledi. S o n c ü c e de suya girince kıyının
yukarısından soran bir haykırış yükseldi. Cüceler donup kaldı­
lar. T o m a s hızla ö n e yürüdü ve karanlığın arasından bakmaya
çalışan bir Tsurani muhafızını hazırlıksız yakaladı. Adam dü­
şerken haykırdı ve kısa bir mesafeden bağınşlar koptu.
T o m a s o n a hızla yaklaşan meşale ışığını gördü, döndü ve
koştu. Dolgan'ı kıyıda b e k l e r k e n buldu ve, "Kaçın! B i z e yetiş­
tiler," diye bağırdı.
T o m a s ile Dolgan sular sıçratarak nehre girerken birkaç cü­
ce kararsız bir biçimde durdular. Su soğuktu ve hızla kıyı dili­
nin üzerinden akıyordu. T o m a s yürürken dengesini yeniden
bulmak zorunda kaldı. Su o n u n yalnızca beline kadar geliyor­
du, ama cüceler n e r e d e y s e çenelerine kadar suya batmıştı. As­
la nehrin içinde savaşamazlardı.
İlk Tsurani muhafızları nehre atladığında, cüceler k a ç a r k e n
T o m a s onları tutmak üzere arkasını döndü. İki Tsurani ona
saldırdı ve T o m a s ikisini birden yere yıktı. Birkaç tanesi daha
nehre atladı ve cüceleri yalnızca kısa bir an görebildi. Karşı kı­
yıya neredeyse varmışlardı ve Tsurani meşalelerinin ışığında
yüzüne kazınmış çaresiz öfke açıkça görülebilen Dolgan'ı göz­
leriyle seçti.
T o m a s Tsurani askerlerine yeniden saldırdı. Dört ya da b e ş
tanesi etrafını sarmaya çalışıyordu ve elinden gelen en iyi şey
onları oldukları yerde tutmaktı. Ne zaman birini öldürmeyi de-
nese, farklı bir yönünü açıkta bırakıyordu.
Y e n i sesler o n a b a ş e d e m e y e c e ğ i kadar düşmanın arasında
kalmasının bir an meselesi olduğunu anlattı. Onlara canını pa-
halıya satmaya söz verdi ve adamlardan birine saldırarak ada­
mın kalkanını ikiye böldü ve kolunu kırdı. Adam haykırarak
yere yıkıldı.
T o m a s bir kılıç darbesini kalkanıyla tam yakalamıştı ki, ku­
lağının yanından bir vızıltı duyuldu ve Tsurani muhafızların­
dan biri g ö ğ s ü n e saplanmış bir okla çığlık atarak yere düştü.
Hava birden oklarla doldu. Birkaç Tsurani daha yere düştü ve
geri kalanları çekildiler. Sudaki askerlerin tümü kıyıya ulaşa­
madan öldüler.
Biri, "Çabuk ol, be adam. Aynı şekilde karşılık verecekler,"
diye seslendi. Uyarının gerçekliğini kanıtlamak istermiş gibi
öte yandan gelen bir ok Tomas'ın yüzünün yanından geçti.
Karşı kıyının güvenliğine koştu. Bir Tsurani oku miğferine
çarptı ve T o m a s sendeledi. Doğrulurken b a c a ğ ı n a b a ş k a bir
ok yedi. Kendini ö n e attı ve ayaklarının altında nehir kıyısının
kumlu toprağını hissetti. Eller uzandı ve o n u k a b a c a çekti.
Üzerine bir baş dönmesi çöktü ve bir sesin, "Oklarını ze­
hirliyorlar. Y a p m a m ı z gereken..." dediğini duydu. Gerisi siyah­
lığa g ö m ü l e r e k silindi.

T o m a s gözlerini açtı. Bir an nerede olduğunu çıkartamadı.


Başı dönüyordu ve ağzı kuruydu. Başının üzerinde bir surat
vardı ve dudaklarına su tutulurken bir el başını kaldırdı. Suyu
kana kana içtikten sonra kendisini daha iyi hissetti. Başını bi­
raz çevirdi ve yakınında oturan iki adam gördü. Bir an esir
düştüğünden korktu, ama bu adamların koyu yeşil renkte de­
ri tunikler giydiklerini gördü.
O n a su veren adam, "Çok hastaydın," dedi. D e r k e n T o m a s
bu adamların elf olduğunu anladı.
Çatlak bir sesle, "Dolgan?" dedi.
"Cüceler hanımımızla görüşmek üzere götürüldü. Zehrin
korkusundan seni yerinden oynatmaya cesaret edemedik. Dış
dünyalıların bizim tanımadığımız, hızla öldüren bir zehri var.
Elimizden geldiğince tedavi ediyoruz, ama yaralananlar çoğu
zaman ölüyor."
T o m a s gücünün ağır ağır yerine geldiğini hissetti. "Ne ka­
dar zamanda?"
"Üç gün. Seni nehirden tuttuğumuz zamandan beri ölümün
kıyısında dolanıyorsun. Seni cesaret edebildiğimiz kadar uza­
ğa taşıdık."
T o m a s etrafına bakındı ve giysilerinin çıkarılmış olduğunu
ve üzerinde bir battaniyeyle ağaç dallarından yapılmış bir ba­
rınağın altında yattığını gördü. Bir ateşin üzerinde pişen y e m e ­
ğin konusunu aldı ve leziz kokuların geldiği tencereyi gördü.
Ev sahibi bunu fark etti ve bir kase getirilmesini işaret etti.
T o m a s doğrulup oturanca bir an başı döndü. Ona büyük
bir e k m e k parçası verildi ve onu kaşık niyetine kullandı. Y e ­
m e k ç o k lezzetliydi ve her bir lokması onu giderek artan bir
güçle doldumyor gibiydi. Y e r k e n yakınında oturanları gözden
geçirdi. İki sessiz e l f o n a b o ş ifadelerle bakıyorlardı. Konuşa­
nın dışında hiçbiri herhangi bir konukseverlik alameti göster­
miyordu.
T o m a s ona baktı ve, "Düşman ne oldu?" dedi.
Elf gülümsedi. "Dış dünyalılar hâlâ nehri aşmaktan korku­
yor. Burada b ü y ü m ü z daha güçlü ve kendilerini kaybolmuş ve
kafaları karışmış h a l d e buluyorlar. Hiçbir dış dünyalı kıyıları­
mıza ulaşıp da diğer kıyıya dönemedi."
T o m a s başıyla onayladı. Y e m e ğ i n i bitirdiğinde kendisini
şaşırtıcı d e r e c e d e iyi hissediyordu. Ayağa kalkmaya çalıştı ve
bacaklarının s a d e c e biraz titrediğini gördü. Birkaç adım attık-
tan sonra, kol ve bacaklarına yeniden derman geldiğini ve ba­
cağının şimdiden iyileşmiş olduğunu hissetti. Gerinerek ve üç
gündür yerde yatmaktan kaynaklanan tutulmuşluğu atarak bir­
kaç dakika geçirdikten sonra giyindi.
"Sen Prens Calin'sin. Seni Dük'ün sarayından hatırlıyorum."
Calin o n a gülümseyerek yanıt verdi. " B e n de seni hatırlıyo­
rum, Crydeeli T o m a s , bir yıl içinde ç o k değişmiş olsan da. bu
diğerleri Galain ile Algavins. Kendini iyi hissediyorsan, Krali-
çe'nin sarayında diğerlerine katılabiliriz."
T o m a s gülümsedi. "Gidelim."
Kampı toplayıp yola koyuldular. Başta yavaş yürüyerek
T o m a s ' a nefesini toplaması için bol bol zaman verdiler, ama
bir süre sonra Tomas'ın kısa bir zaman ö n c e ölümün eşiğin­
den d ö n m e s i n e rağmen, şaşırtıcı d e r e c e d e zinde olduğu orta­
ya çıktı.
Çok g e ç m e d e n ağaçların arasında dört şekil koşuyordu.
T o m a s zırhına rağmen onlara a y a k uydurabiliyordu. Ev sahip­
leri birbirlerine soran bakışlarla baktılar.
Ö ğ l e d e n sonranın b ü y ü k bölümünü koşarak geçirdikten
sonra durdular. T o m a s ormanda çevresine bakındı ve, "Ne ka­
dar m u h t e ş e m bir yer," dedi.
Galain, "Irkından p e k ç o k kişi seninle aynı fikirde olmaz­
dı, insan. Ormanın korkutucu, tuhaf şekiller ve dehşetli sesler­
le dolu olduğunu düşünürlerdi," dedi.
T o m a s güldü. "Çoğu insanın hayal gücü kıttır ya da fazla­
sıyla gelişmiştir. O r m a n sessiz ve huzurlu. Buranın tanıdığım
en huzurlu yer olduğunu düşünüyorum."
Elfler hiçbir şey söylemediler, ama Calin'in yüzünden hafif
bir hayret ifadesi geçti. "Elvandar'a karanlık ç ö k m e d e n ulaşa­
caksak, yola çıksak iyi olacak."
G e c e ç ö k e r k e n dev bir açıklığa ulaştılar. T o m a s durdu ve
önündeki manzara karşısında yerine çakıldı. Açıklığın karşısın­
da ağaçlardan oluşan devasa bir şehir g ö ğ e uzanıyordu. T a ­
savvur e d e b i l e c e ğ i tüm meşelerin, yamnda c ü c e gibi kaldığı
muazzam ağaçlar, bir aradaydı. Birbirlerine zarif kavisler çi­
zen, elflerin ağaç kütükleri arasında geçiş yaparken görülebil­
diği üst tarafları düz köprülerle bağlanmışlardı. T o m a s başını
kaldırdı ve gövdelerin bir yaprak ve dal denizinde yitene dek
yükseldiğini gördü. Yapraklar koyu yeşildi, ama yer yer ışık­
larla parıldayan altın, gümüş hattâ b e y a z yapraklar görülebili­
yordu. B ö l g e n i n tamamına işleyen hafif bir ışıltı vardı ve T o ­
mas burasının hiç g e r ç e k anlamıyla karanlık olup olmadığını
merak etti.
Calin elini T o m a s ' ı n omzuna koydu ve s a d e c e , "Elvandar,"
dedi.
Açıklığı a c e l e y l e geçtiler ve T o m a s elflerin ağaç şehrinin
başta tahayyül ettiğinden de büyük olduğunu gördü. Dört bir
yanda uzanıyordu ve çapı bir milden fazla olmalıydı. T o m a s
bu büyülü yer karşısında bir hayret heyecanı, olağanüstü bir
coşku hissetti.
Bir ağacın yanına oyulmuş, dolanarak dalların içine d o ğ m
yükselen bir merdivene ulaştılar. Basamakları çıkmaya başla­
dılar ve T o m a s yeniden bir keyif hissetti, savaşta içine dolan
çılgınlığın daha müşfik ve uyumlu bir yanı vardı sanki.
Yukarı çıkmaya devam ettiler ve elfler için yol görevi g ö ­
ren geniş dallardan g e ç e r k e n T o m a s dört bir yanda elf e r k e k
ve kadınları gördü. Adamlardan ç o ğ u rehberleri gibi deriden
savaş giysileri giymişti, ama diğer birçoklarının üzerinde par­
lak ve canlı renklerde zarif c ü p p e ya da tunikler vardı. Saçla­
rı uzun ve Dük'ün sarayındakilerin aksine aşağı salınmış olan
kadınların hepsi de güzeldi. Çoğunun buklelerine erken par­
layan mücevherler örülmüştü. Hepsi de uzun boylu ve zarifti.
D e v bir dala varınca merdivenden ayrıldılar. Calin onu aşa­
ğı bakmaması için uyaracak oldu, zira insanların yüksek geçit­
lerde güçlük çektiğini biliyordu, ama T o m a s kenarda durup
herhangi bir rahatsızlık ya da baş dönmesi belirtisi göstermek­
sizin aşağı bakıyordu.
"Burası m u h t e ş e m bir yer," dedi. Üç e l f birbirlerine soran
gözlerle baktılar, ama hiçbir söz söylenmedi.
Y e n i d e n yola düştüler ve dalların kesiştiği bir yere vardık­
larında iki elf diğer yola saparak T o m a s ile Calin'i yalnız yol­
culuk etmeye bıraktılar. Geniş bir açıklığa varana dek daha da
derine ilerlerken dallardan oluşan yolun üzerine Tomas'ın
ayakları da elf kadar sağlam basıyordu. Burada ağaçlardan bir
ç e m b e r Elf Kraliçesi için merkezi bir saray oluşturmuştu. Y ü z
dal birleşmiş ve dev bir platformda bütünleşmişti. Aglaranna
maiyetinin arasında, ahşap bir tahtta oturuyordu. Kraliçe'nin
yanında Natal Korucuları'nın gri renklerine bürünmüş bir in­
san dunıyor, adamın kara teni gecenin aydınlığında parlıyor­
du. Tomas'ın gördüğü en uzun boylu adamdı ve Crydee'den
gelen g e n ç adam b u n u n Grimsworth'un sözünü ettiği Uzun
Leon adındaki k o a ı c u olması gerektiğini anladı.
Calin Tomas'ı açıklığın ortasına getirdi ve Kraliçe Aglaran-
na'ya takdim etti. Kraliçe beyaz ve altın renkler içindeki g e n ç
adamı görünce hafif bir şaşkınlık ifadesi gösterdi, ama çabu­
cak kendini topladı. Derin sesiyle Tomas'ın Elvandar'a h o ş
geldiğini ve orada istediği kadar kalabileceğini söyledi.
Hükümdar meclisi dağıldı ve Dolgan, Tomas'ın ayakta dur­
duğu yere geldi. "Eh, delikanlı, iyileştiğini gördüğüme m e m ­
nun oldum. Seni bıraktığımızda daha belli olmamıştı. Seni bı-
rakmaktan hiç mutlu olmadım, ama anlayacağını s a n ı y o m m .
Taş Dağı yakınlarındaki dövüş hakkında h a b e r götürmem g e ­
rekiyordu."
T o m a s başıyla onayladı. "Anlıyomm. Ne haberler var?"
Dolgan başını iki yana salladı. "Korkarım, haberler kötü.
Kardeşlerimizden ayrı düştük. Sanırım bir süre elf ahalisinin
yanında kalacağız ve b e n bu yüksekliklerden p e k haz etmiyo-
nım."
T o m a s bunun üzerine kahkahaya boğuldu. Dolgan gülüm­
sedi, zira ç o c u k ejderin zırhına bürüneli beridir bu sesi ilk defa
duyuyordu.
BASKIN

Arabalar ağır yüklerin altında gıcırdıyordu.


Kırbaçlar saklıyor ve hantal hantal yürüyen öküzler yükle­
rini sahile inen yolda çekiyorlardı. Arutha, F a n n o n ve Lyam
kaleyle sahil arasında yolculuk e d e n arabaları koruyan asker­
lerin ö n ü n d e at sürüyordu. Arabaların peşinden kasaba hal­
kından düzensiz bir kalabalık geliyordu. Çoğu çıkınlar taşıya­
rak ya da el arabalarını ç e k e r e k sahilde b e k l e y e n gemilere
d o ğ m Dük'ün oğullarının ardından gidiyorlardı.
Kasaba yolundan ayrılan yola saptılar ve Arutha'nın gözle­
ri yıkım işaretlerini taradı. Bir zamanlar müreffeh bir kasaba
olan Crydee artık k e k r e bir mavi sisle kaplıydı. İşçiler onara -
bildiklerini onarmaya çabalarken sabah havasında çekiç ve
testere sesleri çınlıyordu.
Tsuraniler iki gün ö n c e şafakta baskın yapmış, dehşet için­
deki kadınlar, ihtiyar adamlar ve çocuklar tarafından bir alarm
verilmeden ö n c e görev yerlerindeki birkaç muhafızı alaşağı
ederek kasabanın içinden hışımla geçmişlerdi. Y a b a n c ı l a r ka­
sabayı yerle bir etmiş, rıhtıma ulaşana kadar durmamış, oraya
vardıklarında da üç gemiye ateş açarak ikisine ağır hasar ver­
mişlerdi. Hasarlı gemiler Carse'a d o ğ m ağır aksak ilerlemeye
çoktan başlamışken, limandaki hasar görmemiş gemiler sahil
boyunca, Denizcinin Kederi'nin kuzeyindeki konumlarına iler­
lemişlerdi.
Tsuraniler rıhtımın yakınındaki binaların çoğunu ateşe ver­
mişlerdi, ancak binalar ağır hasar görmüş olmalarına rağmen
onarılabilir durumdaydı. Y a n g ı n kasabanın m e r k e z i n e yayıla­
rak orada en ağır kayıpların verilmesine n e d e n olmuştu. Zana-
atustalannm Salonu, iki han ve onlarca daha küçük bina artık
dumanı tüten birer harabeydi. Yerlerini kararmış keresteler,
çatlamış kiremitler ve yanık taşlar belirtiyordu. Y a n g ı n kontrol
altına almana kadar Crydee'nin üçte biri yanmıştı.
Amtha surun üzerinde durarak alevler yayılırken kasabanın
üzerinde yansıyan c e h e n n e m i kızıllığı izlemişti. Sonra ilk ışık­
la birlikte garnizonu çıkarmış ve Tsuranilerin çoktan ormanın
içinde kaybolduğunu görmüştü.
Amtha bunu hatırladığında hâlâ kızıyordu. F a n n o n Lyam'a
garnizonu şafağa kadar çıkarmamasını tembih etmişti - b u n u n
kale kapılarını açtırmak ya da garnizonu daha büyük bir kuv­
vetin onları pusuda beklediği ormana ç e k m e k için bir hile ol­
duğundan k o r k a r a k - ve Lyam ihtiyar Kılıçustası'nın isteğine
uymuştu. Arutha, Tsuranileri h e m e n püskürtmesine izin veril­
se, hasarın b ü y ü k b ö l ü m ü n ü engelleyebileceğinden emindi.
Amtha sahile inen yolda ilerlerken düşüncelere dalmıştı.
Önceki gün Lyam'ın Crydee'den ayrılması emri gelmişti.
Dük'ün yaveri ölmüştü ve savaş bu baharda üçüncü yılma gi­
rerken Lyam'ın Y a b o n ' d a k i kampında kendisine katılmasını is­
tiyordu. A m t h a ' m n anlamadığı n e d e n l e r d e n dolayı, D ü k B o r ­
ric beklendiği üzere komutayı ona vermemişti; bunun yerine
Dük Borric garnizon kumandanı olarak Kılıçustası'nın adını
vermişti. Ancak, diye düşündü g e n ç prens, Lyam'ın desteği ol­
madan Fannon hiç değilse bana emirler yağdırmaya eskisi
kadar hazır olmaz. Kızgınlığını gidermeye çalışarak başını ha­
fifçe iki yana salladı. Kardeşini seviyordu, ama Lyam'm hakkı­
nı savunmaya biraz daha istekli olmasını diliyordu. Savaşın
başlangıcından beri Crydee'de komuta Lyam'daydı, ama tüm
kararları veren F a n n o n olmuştu. Şimdiyse nüfuzla birlikte ma­
kam da Fannon'un olmuştu.
"Düşünceli misin, kardeşim?"
Lyam atını çekmişti ve artık başını iki yana sallayıp gülüm­
seyen Arutha'nın yanındaydı. "Seni kıskanıyorum, o kadar."
Lyam kardeşine en sıcak gülümsemesiyle baktı. "Gitmek is­
tediğini biliyorum, ama b a b a m ı n emirleri açıktı. Sana burada
ihtiyaç var."
"Yaptığım her öneri y o k sayılıyorsa, b a n a ne kadar ihtiyaç
olabilir ki?"
Lyam'ın yüz ifadesi yatıştırıcıydı. " B a b a m ı n Fannon'u gar­
nizon komutanı yapma kararı seni hâlâ rahatsız ediyor."
Aratha kardeşine dikkatle baktı. "Artık babamın seni
Crydee kumandanı yaptığı yaştayım. B a b a m b e n i m yaşımday­
k e n tam yetkili bir k u m a n d a n ve Batı'da Şövalye-Generaldi ve
Kral'ın Batı'daki Valisi olmasına sadece dört yıl kalmıştı. B ü ­
y ü k b a b a m o n a komutayı t a m a m e n d e v r e d e c e k kadar güveni­
yordu."
" B a b a m başka, B ü y ü k b a b a m başka, Arutha. Unutma, bü­
y ü k b a b a m Crydee'de hâlâ savaş olduğu, yeni fethedilen yerle­
re barış getirilen zamanlarda büyümüştü. Savaşta büyümüştü.
B a b a m öyle değil. O bütün savaş hünerlerini büyükbabamın
yaptığı gibi kendi yurdunu korurken değil, Düşler Vadisi'nde
K e s h ' e karşı savaşırken edinmişti. Devir değişiyor."
Arutha sıkkın bir biçimde, "Gerçekten de değişiyorlar, kar­
deşim," dedi. "Kendi babası gibi b ü y ü k b a b a m da güvenli sur-
ların arkasında oturmazdı. Savaşın başlamasından beri iki yıl­
dır Tsuranilere karşı büyük çaplı tek bir h ü c u m bile düzenle­
medik. Onların savaşın gidişatını belirlemelerine g ö z yumma­
ya devam edemeyiz, aksi halde kuşkusuz g a l e b e çalarlar."
Lyam kardeşine gözlerinden yansıyan endişeyle baktı.
"Amtha, düşmana saldırmak için sabırsızlandığını biliyomm,
ama F a n n o n garnizonu riske atmaya cesaret e d e m e y e c e ğ i m i z
konusunda haklı. Burada kalıp sahip olduklarımızı k o m m a m ı z
gerek."
Amtha gerideki örselenmiş kasabalılara baktı. "Arkadan g e ­
lenlere ne kadar iyi korunduklannı anlatırım."
Lyam Aratha'daki öfkeyi gördü. "Beni suçladığını biliyo­
m m , kardeşim. F a n n o n yerine senin tavsiyeni dinleseydim..."
Amtha'nm haşin tavrı kayboldu. "Bu senin yüzünden de­
ğil," diye teslim etti. "İhtiyar F a n n o n s a d e c e temkinli davranı­
yor. Aynı zamanda bir askerin değerinin sakalına düşmüş ak­
larla ölçüldüğü kanısında. B e n s a d e c e Dük'ün oğluyum. Kor­
karım bu andan itibaren fikirlerim baştan savılacaktır."
Lyam, "Sabırsızlığına ket vur, delikanlı," dedi yalandan bir
ciddiyetle. "Belki de senin cüretkarlığınla Fannon'ın temkinli-
liği arasında güvenli bir orta yol izlenebilir." Lyam güldü.
Amtha her zaman kardeşinin kahkahasının bulaşıcı oldu­
ğunu düşünmüştü ve kendini sırıtmaktan alamadı. "Belki de
öyle, Lyam," dedi bir kahkahayla.
Sandalların mültecileri kıyının açıklarında demirlemiş g e ­
milere götürmek üzere beklediği kumsala geldiler. Kaptanlar
gemilerinin bir k e z daha saldırıya uğramayacağı konusunda
kendilerine g ü v e n c e verilene dek rıhtıma yaklaşmayı reddetti­
ğinden, kaçmakta olan kasabalılar gemilere b i n m e k için kıyı­
ya vuran dalgaların arasından yürümek zorunda kaldılar. Er-
k e k ve kadınlar eşyalarını taşıdıkları çıkınları ve ç o c u k l a n n ı
güvenli bir biçimde başlarının üzerinde tutarak suyun içinden
sandallara doğru yürümeye başladılar. Daha büyük çocuklar
olayı bir e ğ l e n c e y e dönüştürerek neşeyle yüzüyordu. Birçok
kasabalı düklerin ordusunda sipahi olarak hizmet vermek üze­
re geride kalıp yakılan evlerini yeniden inşa edeceğinden, p e k
ç o k gözü yaşlı ayrılık oldu. Gitmekte olan kadınlar, çocuklar ve
yaşlı adamlar sahilden, Dükalık'm en güney noktasındaki ve o
zamana kadar ne Tsuranilerin ne de Yeşil Yürek'teki Kara Kar­
d e ş l e r i n tacizine uğramamış olan Tulan'a nakledilecekti.
Lyam ile Arutha atlarından indiler ve bir asker atlarını aldı.
Kardeşler askerlerin kumsala çekilen y e g a n e sandala haber
güvercinleriyle dikkatlice doldurulmuş sandıkları dikkatle
yüklemesini izlediler. Kuşlar Karanlık Boğazları'ndan gemiyle
düklerin kampına nakledilecekti. Kapma u ç m a k üzere eğitil­
miş güvercinler şu anda Crydee'ye d o ğ m yoldaydı ve onların
varışıyla birlikte düklerin kampına haber getirip götürme so­
rumluluğu Martin L o n g b o w ' u n iz sürücüleri ile Natal Korucu­
ları'run omzundan kısmen kalkacaktı. Bu kampta yetişen - b u
yuvalarını bulma içgüdüsünü geliştirmeleri için şarttı- olgun
güvercinlerin hazır olduğu ilk yıldı.
Ç o k g e ç m e d e n bagajlar ve mülteciler gemilere yüklenmiş
ve Lyam'm ayrılma zamanı gelmişti. F a n n o n o n a katı ve resmi
bir veda etti, a n c a k Kılıçustası'nın kontrollü tavrından, Dük'ün
oğlu için endişelendiği belliydi. Kendi ailesi olmayan Fannon,
b ü y ü m e çağlarında çocuklara bir nevi amca olmuş, onlara kı­
lıç kullanmayı, zırh bakımını ve savaş kuramiannı bizzat öğ­
retmişti. Resmi bir p o z takmıyordu, ama kardeşlerin ikisi de
ondaki g e r ç e k sevgiyi görebiliyordu.
F a n n o n gittiğinde kardeşler birbirlerine sarıldılar. Lyam,
"Fannon'a iyi bak," dedi. Arutha şaşırmış göründü. Lyam sırıt­
tı ve, "Babam'ın seni bir k e z daha atlayıp garnizonun kuman­
danlığını Algon'a vermesi durumunda olacakları düşünmek is­
temem," dedi.
Amtha inledi, sonra da kardeşiyle birlikte güldü. Atustası
sıfatıyla Algon, teknik olarak F a n n o n ' d a n sonra komutan yar­
dımcısıydı. Kaledeki herkesin adama g e r ç e k bir sevgi, atlar k o ­
nusundaki engin bilgilerine de saygı besliyordu, a n c a k h e r k e s
o n u n atlar dışındaki konularda g e n e l bilgi eksikliği konusun­
da hemfikirdi. İki yıllık savaştan sonra bile hâlâ istilacıların
başka bir dünyadan geldiği düşüncesine direniyor, bu da
Tully'ye sonsuz bir sinir bozukluğu vesilesi oluyordu.
Lyam iki gemicinin sandalı o n u n için tutmakta olduğu su­
ya d o ğ m ilerledi. O m z u n u n arkasından, "Kız kardeşimize de
iyi bak, Amtha," diye seslendi.
Amtha bakacağını söyledi. Lyam sandaldaki kıymetli gü­
vercinlerin yanma atladı ve sandal kumsaldan itilerek uzaklaş­
tırıldı. Amtha giderek küçülen sandalı izledi.
Amtha ağır ağır atını tutan askerin yanma yürüdü. D u m p
sahile baktı. G ü n e y d e sabah g ö ğ ü n e d o ğ m fırlamış duran D e ­
nizcinin Kederi'nin başını çektiği yüksek yarlar şaha kalkmış­
tı. İçinden Tsuranilerin o kayalara çarptığı g ü n e lanet etti.

Carline kalenin güney kulesinin üzerinde durmuş, deniz­


den e s e n m e l t e m yüzünden cüppesine sarınmıştı. Kumsala git­
m e k istemediğinden kalede kalmış, Lyam'a ö n c e d e n veda et­
mişti. Korkularının Lyam'ın düklerin kampında babasına katıl­
maktan duyduğu mutluluğu gölgelememesini yeğlemişti. Son
iki yıl boyunca p e k ç o k defa kendisini böylesi duygular yü­
zünden paylamıştı. Yaşamındaki erkekler, tümü de çocukluk-
larından beri savaş için eğitilmiş birer askerdi. Ancak
Crydee'ye Pug'ın esir düşmesinin haberi geleli beridir, onlar
için duyduğu korku g e ç m e k bilmemişti.
Bir kadının boğazını temizleme sesi Carline'in d ö n m e s i n e
n e d e n oldu. Prenses'e son dört yıldır yoldaşlık e d e n Leydi
Glynis hafifçe gülümsedi ve başının bir hareketiyle yerdeki,
kuleye i n e n kapıda beliren, yeni gelmiş kişiyi gösterdi.
Roland kapı aralığından yere çıktı. S o n iki yıldır daha da
büyümüştü ve artık Arutha kadar uzun boyluydu. Hâlâ zayıf­
tı, ama ç o c u k s u yüz hatları yerlerini bir erkeğin hatlarına bı­
rakmaktaydı.
Eğilerek selam verdi ve, "Majesteleri," dedi.
Carline onun selamını başım sallayarak kabul etti ve Leydi
Glynis'e kendilerini yalnız bırakmasını işaret etti. Glynis mer­
divenlerden koşarak kuleye indi.
Carline usulca, "Lyam'la birlikte sahile inmedin mi?" dedi.
"Hayır, Majesteleri."
"Gitmeden ö n c e onunla konuştun mu?"
Roland bakışlarım uzak ufuklara çevirdi. "Evet, Majesteleri,
a n c a k gitmesinden p e k m e m n u n olmadığımı itiraf e t m e m ge­
rekiyor."
Carline başım sallayarak anladığını belirtti. "Kalmak zorun­
da olduğun için."
Roland acı bir sesle, "Evet, Majesteleri," dedi.
Carline usulca, "Neden bu kadar resmisin, Roland?" dedi.
Roland bu Y a z Ortası günü on yedi yaşını dolduran Pren­
ses'e baktı. Bir zamanlar sinir patlamalarına meyilli, şımarık bir
küçük kız olan Carline, artık düşünceli ve içe dönük, güzel bir
g e n ç kadına dönüşüyordu. Kalede, Pug'ın haberi ulaştıktan
sonra Carline'in odasından g e c e l e r c e yükselen hıçkırıkların
farkında olmayan p e k az kişi vardı. Neredeyse bir haftalık yal­
nızlıktan sonra Carline değişmiş, daha mülayim, daha az inat­
çı biri olarak ortaya çıkmıştı. Dışta Carline'in hissettiklerini b e l ­
li eden p e k az şey vardı, ama Roland onun içinde bir yara ta­
şıdığını biliyordu.
Bir anlık sessizlikten sonra Roland, "Majesteleri..." dedi.
Durdu, sonra, "Önemi yok," dedi.
Carline elini onun koluna koydu. "Roland, başka ne olur­
sa olsun, her zaman dosttuk seninle."
"Bunun d o ğ m olduğunu düşünmek beni mutlu ediyor."
"Öyleyse, söyle bana, aramızda yükselen bu duvar niye?"
Roland içini çekti ve yanıtında her zamanki çapkınca şaka­
cılığından iz yoktu. "Bir duvar varsa bile, Carline, onu b e n in­
şa etmedim."
Kızın eski kişiliğinden bir kıvılcım ortaya çıktı ve Carline
sesinde asabi bir tonla, "Öyleyse bu küskünlüğün mimarı b e n
miyim?" dedi.
Roland'ın sesinde öfke patladı. "Evet, öyle, Carline!" Elini
dalgalı kumral saçlarının içinden geçirdi v e , "Pug'la dövüştü­
ğ ü m günü hatırlıyor musun?" dedi.
Carline Pug'ın adını duyunca gerildi. Katı bir tavırla, "Evet,
hatırlıyorum," dedi.
"Eh, o kavga aptalca, ç o c u k ç a bir kavgaydı. O n a seni üzer­
se onu pataklayacağımı söyledim. Sana b u n u söylemiş miydi?"
Carline'in gözleri davetsiz gözyaşlarıyla doldu. Usulca, " Y o ,
hiç sözünü etmedi," dedi.
Roland yıllardır âşık olduğu güzel yüze baktı ve, "Hiç de­
ğilse o zaman rakibimi biliyordum," dedi. Öfkesi uçup gider­
k e n sesini alçaktı. "O zaman, sonlara d o ğ m , onunla b e n i m iyi
arkadaş olduğumuzu düşünmek h o ş u m a gidiyor. Y i n e de, yü-
reğindekileri değiştirmeye çalışmaktan asla v a z g e ç m e y e c e ğ i ­
me y e m i n etmiştim."
Carline ürpererek c ü p p e s i n e sarındı, hava o kadar soğuk
olmamasına rağmen. İçinde birbiriyle çelişen, kafasını karıştı­
ran duygular vardı. Titreyerek, "Neden vazgeçtin, Roland?" de­
di.
Roland'ın içinde ani ve haşin bir öfke patladı. İlk defa
Prenses'in ö n ü n d e nüktecilik ve terbiye maskesini düşürdü.
"Çünkü bir hatırayla savaşamam, Carline." Kızın gözleri irileş-
ti ve gözyaşları gözpmarlarına dolup yanaklarından süzüldü.
"Etten kemikten başka bir adamla yüzleşebilirim, ama geçmiş­
ten gelen bu gölgeyle başa çıkamam." Sözlerinde sıcak bir öf­
ke patladı. "O öldü, Carline. K e ş k e b ö y l e olmasaydı; b e n i m
dostumdu ve onu özlüyonım, a m a bıraktım, gitsin. Pug öldü.
Bunun doğm olduğunu kabullenmediğin sürece, boş bir
umutla yaşıyorsun, demektir."
Carline ağzını elinin tersiyle örttü, gözleri o n a dile getiril­
m e y e n inkarla bakıyordu. Birden döndü ve merdivenlerden
koşarak indi.
T e k başına kalan Roland dirseklerini kule duvarının soğuk
taşlarına koydu. Başını ellerinin arasına alarak, "Ah, amma da
a h m a k biri oldum ben!" dedi.

Kale duvarındaki muhafız, "Devriye!" diye bağırdı. Amtha


ile Roland askerlerin sınır köylerinden gelen sipahilere talimat­
lar veren askerleri izlemeyi bırakarak döndüler.
Kapıya ulaştılar ve devriye grubu atları üzerine ağır ağır
içeri girdi; yanlarında Martin L o n g b o w ile diğer iki iz sürücü­
nün yürümekte olduğu, on iki kirli, bitkin süvariydiler. Amtha
Avcıustası'nı selamladı ve, "O yanınızdaki ne?" dedi.
Atlı sıralarının arasında duran, kısa gri cüppeler giymiş, üç
adamı kastediyordu. Avcı yayma yaslanarak, "Tutsaklar, Majes­
teleri," dedi.
Muhafızlar gelip esirlerin etrafındaki yerlerini alırken Arut­
ha yorgun süvarileri azletti. B e k l e m e k t e oldukları yere yürüdü
ve d o k u n m a mesafesine geldiğinde üçü de dizlerinin üzerine
ç ö k e r e k alınlarını toprağa bastırdılar.
Amtha bu gösteri karşısında hayretle kaşlarını kaldırdı.
"Hiç bunlar gibisini görmemiştim."
L o n g b o w başını sallayarak onayını belirtti. "Zırh giymemiş­
ler ve onları ormanda bulduğumuzda ne dövüştüler ne de
kaçtılar. Şimdi gördüğün gibi yaptılar, a n c a k o zaman balıkçı
karıları gibi zırvaladılar."
Amtha Roland'a, "Rahip Tully'yi bul. Lisanlanndan bir şey
anlayabilir," dedi. Roland rahibi bulmaya koştu. L o n g b o w iki
iz sürücüsünü salıverdi, onlar da mutfağa yöneldiler. Bir mu­
hafız Kılıçustası Fannon'u bulmaya ve o n a esirleri haber ver­
m e y e gönderildi.
Birkaç dakika sonra Roland Rahip Tully ile birlikte döndü.
İhtiyar Astalon Rahibi, lacivert, neredeyse siyah bir c ü p p e y e
bürünmüştü ve o n a bir göz atınca üç esir birbirlerine anlaşıl­
maz şeyler fısıldamaya koyuldular. Tully onlardan yana baktı­
ğında tamamen sessizleştiler. Amtha L o n g b o w ' a hayretle bak­
tı.
Tully, "Burada ne var?" dedi.
"Tutsaklar," deri Amtha. "Lisanlanyla bir ilgisi olan tek
adam sen olduğundan, onlardan bir şeyler öğrenebileceğini
düşündüm."
"Xomich adlı Tsurani'yle olan zihin temasımdan ç o k az şey
hatırlıyorum, ama deneyebilirim." Rahibin ettiği birkaç aksak
kelime üç esirin de bir ağızdan konuşmasıyla birlikte bir kar­
gaşayla sonuçlandı. En ortadaki arkadaşlarını tersleyince diğer
ikisi sustular. Diğerleri gibi, o da kısa boyluydu, ama yapısı
güçlüydü. Saçı kahverengiydi, teni esmerdi, ama gözleri şaşır­
tıcı bir yeşil renkteydi. Tully'yle ağır ağır konultu, tavrı yoldaş­
larından bir n e b z e daha az hürmetkardı.
Tully başını iki yana salladı. "Emin olamıyorum, ama sanı­
nın b e n i m bu dünyanın Yüceler'inden biri olup olmadığımı
merak ediyor."
"Yüce mi?" diye sordu Amtha.
"Can ç e k i ş e n asker gemideki, ' Y ü c e ' adını verdiği bir kişi­
ye hürmet duyuyordu. B u n u n belirli bir şahsın adı olmaktan
ziyade bir unvan olduğunu düşünüyorum. Belki de Arutha bu
insanların büyücülerine ya da rahiplerine büyük hürmet bes­
ledikleri konusundaki şüphesinde haklıydı."
" B u adamlar kim?" diye sordu Prens.
Tully adamlarla tekrar aksak sözcüklerle konuştu. Ortada­
ki adam ağır ağır konuşuyordu, ama Tully bir süre sonra elini
sallayarak adamın sözünü kesti. Arutha'ya, "Bunlar köle," de­
di.
"Köle mi?" O ana kadar Tsuranilerin yalnızca savaşçılarıyla
temas kurulmuştu. Köleliği uyguladıklarını ö ğ r e n m e k önemli
bir keşifti. Krallık'ta görülmedik bir şey olmamasına rağmen,
kölelik yaygın değildi ve h ü k ü m giymiş suçlularla sınırlıydı.
Uzak Sahil boyunda, y o k d e n e c e k kadar azdı. A m t h a bu fikri
yabancı ve nefret verici buluyordu. İnsanlar düşük bir sosyal
k o n u m d a doğmuş olabilirdi, a n c a k en alt düzeyden serfin bi­
le asillerin saygı duymak ve korumak mecburiyetinde olduğu
hakları vardı. Amtha ani bir tiksintiyle, "Onlara tanrılar aşkına
ayağa kalkmalarını söyle," dedi.
Tully konuştu ve yanlardaki iki kişi ürkmüş çocuklar gibi
etraflarını süzerken adamlar yavaşça ayağa kalktılar. Ortadaki
adam sakince dumyordu, gözlerini biraz indirmişti s a d e c e .
Tully adamı bir kez daha sorgularken lisanlarını yeniden anla­
maya başladığını fark etti.
En ortadaki adam uzun uzun konuştu ve sözlerini bitirdi­
ğinde Tully, "Nehrin yakmlanndaki kuşatılmış bölgelerde ça­
lışmakla görevlendirilmişler. K a m p l a n n m orman halkının - e l f -
leri kastettiğini s a n ı y o m m - ve kısa olanların baskınına uğradı­
ğını söylüyor," dedi.
Longbow bir gülümsemeyle, "Şüphesiz cüceler," diye ekledi.
Tully ona yakıcı bir bakış attı. Uzun bacaklı ormancı gü­
l ü m s e m e y e devam etti. Martin kaledeki, ihtiyar din adamından
hiç korkmayan sayılı g e n ç adamdan biriydi, Dük'ün persone­
line katılmadan ö n c e dahi.
"Dediğim gibi," diye devam etti rahip, "elfler ve c ü c e l e r
kamplarını basmış. Öldürüleceklerinden korkarak kaçmışlar.
Devriye bu sabah onları bulana kadar ormanda günlerce do­
laşmışlar."
Amtha, "Bu ortadakinin diğerlerinden biraz farklı bir hali
var. O n a b u n u n nedenini sorsana," dedi.
Tully adamla yavaşça konuştu, adam da sesinde pek ton­
lama olmaksızın yanıt verdi. Sözlerini bitirdiğinde Tully bir
parça şaşkınlıkla konuştu. "İsminin T c h a k a c h a k a l l a olduğunu
söylüyor. Eskiden bir Tsurani subayıymış!"
Amtha, "Bu ç o k talihli bir şey olabilir. İşbirliği yaparsa, ni­
hayet düşman hakkında biraz bilgi edinebiliriz," dedi.
Kılıçustası F a n n o n kaleden çıktı ve Arutha'nın esirleri sor­
guya ç e k m e k t e olduğu yere d o ğ m seğirtti. Crydee garnizonu­
nun komutanı, "Bunlar kim?" dedi.
Arutha esirler hakkında bildiği kadarını açıkladı ve bitirdi­
ğinde Fannon, "İyi, sorgulamaya d e v a m edin," dedi.
Amtha Tully'ye, "Nasıl k ö l e olduğunu sor," dedi.
Tchakachakalla herhangi bir mahcubiyet belirtisi göstenne-
den öyküsünü anlattı. Bitirdiğinde Tully başım iki yana salladı.
"O bir Hücum Önderi'ymiş. Rütbesinin bizim ordularımızda ne­
ye denk geldiğini ç ö z m e k biraz zaman alabilir, ama onun en
azından bir Şövalye-Teğmen olduğunu tahmin ediyorum. Adam­
larının ilk muhaberelerden birinde çözüldüğünü ve 'soyunun'
büyük onur kaybı yaşadığım söylüyor. Savaş Şefi dediği biri ona
kendi canını alma iznini vermemiş. Bunun yerine kumanda et­
tiklerinin utancının kefaretini ö d e m e k için köle yapmışlar onu."
Roland alçak bir ıslık kopardı. "Adamları kaçmış ve o n u so­
rumlu tutmuşlar."
L o n g b o w , "Kumandası altındakileri berbat e d e n ve Dükü
tarafından Kuzey Hudutları boyundaki Sınır B a r o n l a n ' n d a n bi­
rine hizmet etmesi emredilen birden ç o k kont olmuştu," dedi.
Tully Martin ve Roland'a karanlık bir bakış attı. "Bitirdiyse-
niz, devam edebilir miyim, acaba?" Arutha ile F a n n o n ' a hita­
ben, "Söylediklerinden her şeyin elinden alındığı anlaşılıyor.
Bizim işimize yarayabilir," dedi.
Fannon, "Bu bir hile olabilir. Tipinden hoşlanmadım," dedi.
Adam başını kaldırdı ve F a n n o n ' a gözlerini kısarak baktı.
Martin'in ağzı açık kaldı. "Kilian aşkına! Sanırım ne dediğini
anlıyor."
F a n n o n Tchakachakalla'nın tam önünde durdu. "Beni anlı­
yor musun?"
"Biraz, efendi." Aksanı koyuydu ve Kral Lisam'na yabancı,
ağır, şarkı söyler gibi bir tonda konuşuyordu. "Kelewan'da
pek ç o k Krallık kölesi var. Kral Lisanı'nı biraz biliyorum.'
Fannon, "Neden daha ö n c e konuşmadın?" dedi.
Adam yine herhangi bir duygu belirtisi göstermeksizin ya­
nıtladı, "Emir yoktu. K ö l e itaat eder. Yapmaz..." Tully'ye dö­
nüp birkaç kelime etti.
Tully, "İlk adımı atmak bir kölenin haddine düşmez, di­
yor," dedi.
Amtha, "Sence o n a güvenilebilir mi?" dedi.
"Bilmiyorum. Öyküsü tuhaf, ama bunlar bizim ölçülerimi­
ze göre tuhaf insanlar. Ölüm döşeğindeki askerle zihin tema­
sım bana hâlâ anlamadığım p e k ç o k şey gösterdi." Tully
adamla konuştu.
Tsurani Amtha'ya, "Tchakachakalla anlatır," dedi. Sözcük­
leri bulmaya çabalayarak, " B e n W e d e w a y o . Soyum, ailem.
Klanım Hunzan. Eski, ç o k onur. Şimdi köle. S o y y o k , klan
yok, Tsuranuanni yok. O n u r yok. K ö l e itaat eder," dedi.
Amtha, "Anladığımı sanıyomm. Tsuranilere geri d ö n s e n sa­
na ne olurdu?"
Tchakachakalla, "Köle olmak, belki. Öldürülmek, belki.
Aynı şey."
"Ya burada kalırsan?"
"Köle olmak, öldürülmek?" Pek bir ilgi g ö s t e r m e d e n o m u z ­
larını silkti.
Amtha ağır ağır, "Bizler k ö l e barındırmayız. Seni serbest bı­
raksak ne yapardın?" dedi.
Kölenin yüzünden bir duygu kıvılcımı geçti, adam Tully'ye
döndü ve ç a b u k ç a b u k konuştu. Tully tercüme etti, "Böyle bir
şey dünyasında m ü m k ü n değilmiş. B ö y l e bir şeyi yapabilir mi­
sin, diye sorayor."
Amtha başıyla onayladı. T c h a k a c h a k a l l a yoldaşlarını işaret
etti. "Onlar çalışır. Onlar h e p köle."
"Ya sen?" dedi Arutha.
Tchakachakalla Prens'e dik dik baktı ve gözlerini Arut-
ha'dan bir an bile ayırmadan Tully'yle konuştu. Tully, " Ş e c e ­
resini sayıp döküyor. Hunzan Klanı'ndan, W e d e w a y o ' n u n Hü­
c u m Önderi, Tchakachakalla olduğunu söylüyor. Babası bir
Erk Önderi, büyük büyükbabasıysa Hunzan Klanı'nm Savaş
Şefi imiş. Şimdi yalnızca bir köle, ailesi yok, klanı, ulusu ve
onuru yok. O n a onurunu geri vermeyi planlayıp planlamadı­
ğını soruyor," dedi.
Amtha, "Tsuraniler gelirse, ne yaparsın?" dedi.
Tchakachakalla yoldaşlarını gösterdi. "Bu adamlar köle.
Tsurani gelir, hiçbir şey yapmazlar. Beklerler. Birlikte gider­
ler..." Tully'yle birbirlerine kısaca bir şeyler söylediler ve Tully
o n a istediği sözcüğü söyledi. "... kazananlarla. Kazananlarla
birlikte giderler." Amtha'ya baktı ve gözleri canlandı. "Sen
Tchakachakalla serbest yap. Tchakachakalla senin adamın ol­
sun, lord. Senin onurun Tchakachakalla'nm o n u m . Dersen ya­
şam versin. D e r s e n Tsuranilerle savaşsın."
F a n n o n konuştu. "Akla yakın bir hikaye. Ama casus olma
ihtimali daha yüksek.."
Fıçı göğüslü Tsurani F a n n o n ' a dik dik baktı, sonra da ani
bir hareketle Kılıçustası'nın ö n ü n e vardı ve kimse karşılık ve­
r e m e d e n Fannon'un k e m e r i n d e n kılıcını çekti.
L o n g b o w bir saniye sonra kendi kılıcını çekmişti, Arut-
ha'nın kılıcı da aynı anda kınından çıkmaktaydı. Roland ile di­
ğer askerler onların yalnızca bir an gerisindeydi. Tsurani her­
hangi bir tehditkar hareket yapmadı, onun yerine bıçağı çevir­
di ve kabzasını Fannon'a d o ğ m uzattı. "Efendi T c h a k a c h a k a l ­
la düşman mı düşünüyor? Efendi öldürsün. Savaşçı ölümü ver­
sin, onur geri dönsün."
Amtha kılıcını kınına geri koydu ve bıçağı T c h a k a c h a k a l -
la'nm elinden aldı. Bıçağı F a n n o n ' a geri vererek, " Y o , seni öl­
dürmeyeceğiz," dedi. Tully'ye, "Bu adamın işimize yarayabile­
ceğini s a n ı y o m m . Şimdilik o n a inanmaya meyilliyim," dedi.
F a n n o n hiç de m e m n u n göriinmüyordu. "Çok kurnaz bir
casus olabilir, ama sen haklısın. O n u yakından izlersek, bir za­
rarı dokunmaz. Rahip Tully, bu adamları askerlerin kışlasına
götürüp onlardan ne ö ğ r e n e b i l e c e ğ i n e bakar mısın? B e n de kı­
sa bir süre sonra yanına gelirim."
Tully üç köleyle konuştu ve o n u izlemelerini işaret etti. İki
ürkek k ö l e h e m e n kıpırdadılar, ama T c h a k a c h a k a l l a Amt-
ha'nm ö n ü n d e dizlerinin üzerine çöktü. Tsurani lisanında ça­
buk çabuk konuştu, Tully de tercüme etti. "Az ö n c e onu ya öl­
dürmeni ya da adamı olarak almanı talep etti. Soyu, klanı ya
da o n u m olmayan bir adamın nasıl olup da özgür olabileceği­
ni anlamıyor. O n u n dünyasında b ö y l e adamlara gri savaşçılar
deniyormuş ve hiç onurları yokmuş."
Amtha, "Bizim geleneklerimiz sizinkilerden farklı. Burada
ailesi ya da klanı olmayan bir adam özgür ve de onurlu olabi­
lir," dedi.
T c h a k a c h a k a l l a onu dinlerken başını hafifçe yana eğdi,
sonra da başıyla onayladı. Ayağa kalktı ve, "Tchakachakalla
anladı," dedi. Sonra sırıtarak ekledi, "Yakında b e n senin ada­
mın olacak. İyi lord ihtiyacı var iyi savaşçıya. Tchakachakalla
iyi savaşçı."
"Tully, onları yanına al ve öğren bakalım Tchak... T c h a -
kal..." Amtha güldü. "Bu ağız dolusu ismi telaffuz edemiyo-
m m . " Köleye, "Burada hizmet v e r e c e k s e n , sana bir Krallık is­
mi lazım," dedi.
Köle etrafına bakındı, sonra da sertçe başıyla onayladı.
Longbow, "Ona Charles deyin," dedi. "Aklıma gelen en uy­
gun isim bu."
Amtha, "Diğerleri kadar uygun bir isim. Bu andan itibaren
Charles olarak anılacaksın," dedi.
Y e n i ad alan köle, "Tcharles mı?" dedi. Omuzlarını silkti ve
başıyla onayladı. B a ş k a tek kelime e t m e d e n köleleri askerle­
rin kışlasına götüren Rahip Tully'nin peşine düştü.
Üç k ö l e köşeyi dönerek g ö z d e n kaybolunca Roland, "Bu­
na ne diyorsunuz?" dedi.
Fannon, "Kandırılıp kandırılmadığımızı zaman gösterecek,"
dedi.
L o n g b o w güldü. " B e n Charles'a göz kulak olurum, Kılıçus-
tası. O sert bir ufaklık. Onları getirirken iyi bir tempoyla yol
aldı. Belki onu bir iz sürücüye çeviririm."
Amtha araya girdi. "Onu kale duvarlarının dışına gönül ra­
hatlığıyla gönderebilmem için zaman geçmesi gerek."
F a n n o n konuyu bıraktı. Longbow'a, "Onları nerede bul­
muştun?" dedi.
"Kuzeyde, nehrin Berrakpmar kolunun yakınlarında. Sahi­
le d o ğ m giden geniş bir savaşçılar kafilesinin izini sürüyor­
duk."
F a n n o n bunları düşündü. "Gardan oranın yakınlarına baş­
ka bir devriyeyi götürüyor. Belki de onları bir görür, biz de piç
kumlarının bu sene ne çevireceğini öğreniriz." B a ş k a tek keli­
m e e t m e d e n kaleye d o ğ m yürümeye başladı.
Martin güldü; onu duyan Amtha şaşırdı. "Bunda sana ko­
mik gelen nedir, Avcıustası?"
Martin başım iki yana salladı. "Ufak bir şey, Majesteleri. Kılı-
çustası'nın kendisi. Bunu kimseye açmaz, ama kumandanın ye­
niden babamzda olması için her şeyini vereceğine kalıbımı ba-
sarım. O iyi bir asker, ama sorumluluk almaktan hoşlanmıyor."
Amtha uzaklaşan Kılıçustası'nın sırtına baktı ve, "Haklı ol­
duğunu sanıyomm, Martin," dedi. Sesinde düşünceli bir ton
vardı. "Son zamanlarda Fannon'la o kadar ters düştüm ki, bu
görevi hiç istemediği gerçeğini g ö z d e n kaybettim."
Martin sesini alçaltarak, "Bir ö n e r i m var, Amtha," dedi.
Amtha başıyla onayladı. Martin Fannon'u işaret etti. "Fan-
n o n ' a bir şey olursa, ç a b u c a k yeni bir Kılıçustası ata; babanın
onayını b e k l e m e . Zira beklersen komutayı Algon alacaktır ve
o ahmağın biridir."
Avcıustası'nm küstahlığı karşısında Amtha kasılırken R o ­
land Martin'i uyaran bir bakışla susturmaya çalıştı. A m t h a so­
ğuk bir tavırla, "Senin Atustası'nm dostu olduğunu sanıyor­
dum," dedi.
Martin gülümserken gözlerinde tuhaf bir nüktenin izleri
vardı. "Evet, öyleyim, kaledeki herkes gibi. Ama kime sorsan
aynı şeyi söyler: Atlarını elinden alırsan, Algon berbat bir dü­
şünür olur."
Martin'in tavrına sinirlenen Amtha, "Ya o n u n yerini kim al­
malı? Avcıustası mı?" dedi.
Martin bu düşünce karşısında öyle açık, içten bir kahkaha
attı ki, Amtha o n u n önerisine eskisi kadar kızmadığını fark et­
ti.
" B e n mi?" dedi Avcıustası. "Tanrılar saklasın, Majesteleri.
B e n sadece basit bir avcıyım, fazlası değil. Y o , gereksinim du­
yulursa, Gardan'ı ata. O Crydee'deki açık arayla en yetenekli
askerdir."
Amtha Martin'in haklı olduğunu bilmesine rağmen, sabır­
sızlığına teslim oldu. "Yeter. F a n n o n iyi, b e n de o n u n öyle kal­
maya devam edeceğini sanıyomm."
Martin başıyla onayladı. "Tanrılar onu esirgesin... hepimizi
de. Lütfen beni mazur gör, ama bu gelip g e ç e n bir kaygıydı
sadece. Şimdi, Majesteleri'nin izni olursa, bir haftadır sıcak bir
y e m e k yemedim."
Arutha gidebileceğini işaret etti, Martin de mutfağa doğru
yürümeye başladı. Roland, "O bir konuda yanılıyor, Arutha,"
dedi.
Arutha kollarını göğsünde kavuşturup, köşeyi dönerek
g ö z d e n kaybolan Longbow'u izledi. "O nedir, Roland?"
"Adam göründüğü gibi basit bir avcı olmaktan ç o k daha
fazla birisi."
A m t h a bir an sessiz kaldı. "Öyle. Martin Longbow'daki bir
yan her zaman beni huzursuz etmiştir, ancak hiçbir zaman bir
kusurunu görmedim."
Roland güldü ve Amtha, "Şimdi de sana mı bir şey komik
geldi, Roland?" dedi.
Roland omuzlarını silkti. "Sadece p e k ç o k kişinin onunla
seni birbirinize ç o k benzettiği."
Amtha Roland'a karanlık bir bakışla baktı, Roland ise başı­
nı iki yana salladı. "Başkalarında en ç o k gücendiğimiz şeyle­
rin kendimizde gördüğümüz kusurlar olduğu söylenir çoğu
zaman. Bu doğrudur, Amtha. İkinizin de mizah anlayışında
aynı keskin, neredeyse alaycı yan var ve ikinizin de aptallığa
tahammülü yok." Roland'ın sesi ciddileşti. " B e n c e bunda es­
rarlı bir yan yok. Sen b a b a n a ç o k benziyorsun; Martin'in de ai­
lesi olmadığı için, kendisine Dük'ü örnek alması mantıklı."
Amtha düşünceli bir tavra büründü. "Belki de haklısın.
Ama bu adamda beni rahatsız e d e n başka bir şey daha var."
Roland düşünceli Prens'in yanında yürümeye başladı ve
haddini aşıp aşmadığını m e r a k etti.
G e c e g ö k gürültüleriyle doluydu. Batıdan yığınla bulut
yaklaşırken yıldırımlar karanlığı parçalıyordu. Roland g ü n e y
kulesinde durmuş, bu görüntüyü izliyordu. Akşam yemeğin­
den beri mh hali batıdaki gökler kadar karaydı. Günü iyi g e ç ­
memişti. Başta Anıtha'yla kapının yanında yaptığı konuşmaya
canı sıkılmıştı. D e r k e n Carline y e m e k t e o n u bu kulede iki haf­
ta ö n c e k i karşılaşmalarından beri benimsediği aynı taş gibi
sessiz tavra m a n ı z bırakmıştı. Carline her zamankinden de
durgun görünüyordu, ama Roland ne zaman ondan yana bir
bakış atma cesaretini kendinde bulsa, kendi kendisine duydu­
ğu öfke yüreğine saplanıyordu. Roland Prenses'in gözlerinde
hâlâ acıyı görebiliyordu. "Ne kadar akılsız bir ahmağım ben,"
dedi yüksek sesle.
"Ahmak değilsin, Roland."
Carline birkaç adım ötesinde durmuş, yaklaşan fırtınaya
bakıyordu. Havanın ılık olmasına rağmen, omuzlarına bir şal
atmıştı. G ö k gürültüsü ayak izlerini gizlemişti ve Roland, "Ku­
leye çıkmak için kötü bir g e c e , leydim," dedi.
Gelip onun yanında durdu ve, "Yağmur y a ğ a c a k mı? Bu sı­
c a k g e c e l e r g ö k gürültüsü ve yıldırım getiriyor, a m a genellik­
le p e k yağmur olmuyor," dedi.
"Yağmur yağacak. Leydileriniz nerede?"
Kule kapısını işaret etti. "Merdivende. Yıldırımdan korku­
yorlar, üstelik, seninle yalnız k o n u ş m a k istedim."
Roland hiçbir şey söylemedi, Carline de bir süre sessiz kal­
dı. G e c e gökleri yırtan vahşi enerji gösterileri ve onların ardın­
dan gelen çatırtılı g ö k gürültüsü patlamalanyla bölünüyordu.
Carline n e d e n sonra, " B e n küçükken," dedi, " B a b a m b ö y l e g e -
çelerde tanrıların g ö k t e oyun oynadığını söylerdi."
Roland o n u n duvarda asılı tek meşaleyle aydınlanan yüzü­
ne baktı. " B e n i m b a b a m b a n a savaştıklarını söylerdi."
Carline gülümsedi. "Roland, Lyam'm gittiği gün d o ğ a ı k o ­
nuştun. Kendi kederimde kaybolup gerçekleri göremedim.
Hiçbir şeyin sonsuza dek sürmeyeceğini bana en ö n c e söyle­
y e c e k Pug'ın kendisi olurdu. G e ç m i ş t e yaşamanın aptalca ol­
duğunu ve geleceği bizden çaldığını." Başını biraz indirdi.
"Belki de b u n u n B a b a m l a bir ilgisi vardır. Annem öldüğünde
asla kendini toparlayamadı. Çok küçüktüm ve hâlâ nasıl oldu­
ğunu hatırlıyorum. O ö l m e d e n ö n c e b a b a m ç o k gülerdi. O za­
manlar Lyam'a daha ç o k benzerdi. Sonra... eh, Arutha'ya daha
ç o k b e n z e r oldu. Gülüyordu, ama gülüşünde bir senlik, bir
acılık oluyordu."
"Sanki alaycı gibi mi?"
Carline düşünceli bir şekilde kafa salladı. "Evet, alaycı. Ne­
den b ö y l e dedin?"
"Fark ettiğim bir şey... bugün kardeşine söylediğim bir şey.
Martin L o n g b o w hakkında."
Kız içini çekti. "Evet, anlıyorum. L o n g b o w da öyle."
Roland usulca, "Yine de, buraya ağabeyinden ya da Mar-
tin'den s ö z etmek için gelmedin," dedi.
" Y o , sana davranışım için ne kadar üzgün olduğumu söy­
l e m e k için geldim. İki haftadır sana kızgındım, ama b u n a hiç
hakkım yoktu. S e n s a d e c e gerçeği söyledin. Sana kötü davran­
dım."
Roland şaşırmıştı. "Sen bana kötü davranmadm, Carline.
B e n hödüklük ettim."
" Y o , b a n a dostluktan gayrı bir şey göstermedin, Roland.
B a n a gerçeği söyledin, duymak istediklerimi değil. Bu zor ol-
mah... hislerini düşününce." Y a k l a ş a n fırtınaya baktı. "Pug'ın
esir düştüğünü ilk duyduğumda, dünyanın sonu geldi san­
dım."
Roland anlayışlı davranmaya çalışarak, '"İlk aşk en zor ola­
nıdır,'" diye alıntı yaptı.
Carline bu aforizmaya gülümsedi. "Böyle derler. Ya senin
için?"
Roland kaygısız görünmeyi başardı. "Öyle görünüyor,
Prensesim."
Carline ellerini Roland'ın koluna koydu. "İkimizin de elin­
den b a ş k a türlü hissetmek gelmez, Roland."
Roland'ın gülümsemesi daha hüzünlü bir hal aldı. "Gerçek
bu, Carline."
"Her zaman iyi dostum o l a c a k mısın?"
Sesinde g e n ç T o p r a k B e y i ' n e dokunan içten bir kaygı var­
dı. Aralarındaki sorunları ç ö z m e y e çalışıyor, ama b u n u yapar­
k e n eskiden kullandığı gibi kurnazlığa başvurmuyordu. Dü­
rüst çabaları Roland'ın duygularına tam bir karşılık bulmamak­
tan hissettiği tüm öfkeyi y o k etti. "Olacağım, Carline. Her za­
m a n senin iyi dostun olacağım."
Carline Roland'ın kollarına geldi ve Roland o n a sıkıca sa-
nldı, kızın başı göğsündeydi. Carline usulca, "Rahip Tully ba­
zı sevgilerin denizden e s e n meltemler gibi b e k l e n m e d e n gel­
diğini, diğerlerinin de dostluğun tohumlarından serpildiğini
söylüyor," dedi.
"Böylesi bir hasadı ümit e d i y o m m , Carline. Ama g e l m e z s e
de, senin iyi dostun olarak kalacağım."
Bir süre konuşmadan durarak birbirlerini farklı şeyler için
teselli ettiler, ama ikisinin de iki yıldır m a h m m kaldığı bir şef­
katle yaptılar bunu. İkisi de berikinin yakınlığının verdiği ra-
hatlıkta kaybolmuştu ve şimşeklerin kısa anlarla ortaya serdi­
ği şeyi görmedi. Ufukta, yalpalayarak limana yaklaşan bir g e ­
mi vardı.

Y a ğ m u r yağmaya başlarken rüzgarlar kale surlarındaki ka­


zıklı çitlere asılı bayrakları dalgalandırıyordu. Su ufak göllerde
toplanırken, meşalelerin birikintilerin yüzeyinden yansıyan sa­
rı ışığı surun üzerinde ayakta duran iki adama bu dünyadan
olmayan bir görüntü veriyordu.
Bir şimşek denizi aydınlattı ve asker, "İşte, Majesteleri, gör­
dünüz mü? Muhafız Kayaları'nın üç d e r e c e güneyinde," dedi.
Kolunu uzatarak y ö n ü belirtti.
Aaıtha karanlığın içine doğra bakarken alnında konsantre
olmaktan derin çizgiler oluşmuştu. "Bu karanlıkta hiçbir şey
göremiyorum. Orası bir Guis-wan rahibinin ruhundan bile da­
ha karanlık." Asker katil tanrının adı g e ç i n c e dalgın bir korun­
ma işareti yaptı. "Fener kulesinden bir haber var mı?"
" Y o k , Majesteleri. Ne ışıkla, ne de ulakla."
G e c e yeni bir şimşek çakışıyla aydınlandı ve A m t h a uzak­
ta geminin siluetini gördü. Küfretti. "Limana güven içinde ulaş­
m a k için Uzunbumn'daki işaret fenerine ihtiyacı olacak." B a ş ­
ka tek kelime etmeden avluya inen merdivenlere koştu. Kapı­
nın yanma gelince bir askere atını ve iki süvariyi alıp o n a eş­
lik etmesi talimatını verdi. Orada durmuş b e k l e r k e n yağmur
g e ç i p giderek geceyi temiz, ancak ılık, nemli bir hisle bıraktı.
Birkaç dakika sonra F a n n o n askerlerin kışlası y ö n ü n d e n orta­
ya çıktı. "Bu nedir? Atlar?"
Amtha, "Limana bir gemi yaklaşıyor ve Uzunburu'nda işa­
ret feneri yok."
Bir seyis Amtha'nın atını ve iki süvariyi getirirken, Fannon,
"O zaman yola çıksan iyi olacak. Ve fener kulesindeki o taş
kafalı miskinlere de görevleri bittiğinde onlara s ö y l e y e c e k la­
fım olduğunu söyle," dedi.
Amtha F a n n o n ' u n karşı çıkmasını beklemişti ve çıkmama­
sından dolayı rahatladı. Atma bindi ve kapılar açıldı. Kapıdan
g e ç i p kasabaya inen yola yöneldiler.
Kısa süren yağmur geceyi taze kokularla doldurmuştu: Y o ­
lun kenarındaki çiçekler ve denizden gelen tuz kokusu kasa­
baya yaklaştıklarında ç o k g e ç m e d e n yerini yıkık binaların kav­
rulmuş kalıntılarından yayılan, yanık odunun k e k r e kokusuna
bıraktı.
Sessiz kasabanın yanından g e ç e r e k liman yoluna saptılar.
Rıhtımın yanına yerleştirilmiş iki muhafız Prens'in yanlarından
uçarak geçtiğini görünce aceleyle selam verdiler. Limanın ya­
nındaki kepenkleri kapanmış binalar, baskından sonra kaçan­
lara sessizce tanıklık ediyordu.
Kasabadan ayrıldılar ve yoldaki bir sapağı izleyerek fener
kulesine d o ğ m gittiler. Kasabanın ilerisinde anakaraya taştan,
uzun bir ş o s e , üzerinde de sıkıştırılmış topraktan bir yolla bağ­
lanan, kayalık doğal bir adanın üzerinde yer alan fener kule­
sini ilk k e z gördüler. Çakan bir şimşek gökyüzünü aydınlattı
ve üç binici yelkenlerini fora etmiş haldeki geminin limana
yaklaştığını gördüler.
Amtha diğerlerine bağırarak, "Fenerin ışığı olmazsa kayala­
ra çakılırlar," dedi.
Muhafızlardan biri bağırarak yanıt verdi, "Bakın, Majestele­
ri. Birisi işaret veriyor!"
Atlarının dizginlerini çektiler ve kulenin dibinde bazı şekil­
ler gördüler. Siyahlar içindeki bir adam durmuş, elindeki lam­
bayı ileri geri sallıyordu. Gemidekiler tarafından açıkça görü-
lebiliyor, a n c a k kalede duvarlarındakiler o n u göremiyordu.
Loş ışıkta Arutha yerde yatan Crydee askerlerinin hareketsiz
bedenlerini gördü. Yüzlerini gizleyen b a ş örtüleriyle birlikte
siyah giysilere bürünmüş diğer dört adam, atlılara d o ğ m koş­
tular. Üçü sırtlarındaki kınlarından uzun kılıçlar çektiler, dör­
düncüsü ise okuyla nişan aldı. Amtha'nın sağındaki asker göğ­
süne bir ok yiyerek haykırdı. Amtha aünı etrafını saran üçü­
nün arasına sürerek kılıcıyla ikisini devirip, üçüncüsünün de
yüzünü biçti. Adam hiç ses çıkaramadan düştü.
Prens atını çevirdi ve diğer yoldaşının da o k ç u y a vurmak­
la meşgul olduğunu gördü. Kulenin içinden siyahlar içindeki
başka adamlar da çıkarak sessizce onlara d o ğ m koştular.
Amtha'nın atı çığlık attı. Atın sırtından çıkan bir ok görebi­
liyordu. Atı altında yıkılırken ayaklarını üzengilerden kurtardı
ve sol bacağını ö l m e k t e olan hayvanın sırtından kaldırarak
hayvan yere çarparken kendini atlayarak kurtardı. Y e r e çarpıp
yuvarlanarak iki eliyle uzun bir kılıcı başının üzerinde tutmuş,
siyahlar içindeki kısa boylu bir şeklin h e m e n ö n ü n d e ayağa
fırladı. Uzun kılıç aşağı indi ve A m t h a sola sıçrayarak kendi kı­
lıcıyla bir darbe indirdi. Kılıcını adamın g ö ğ s ü n e sapladı, son­
ra da kılıcını ç e k e r e k çıkarttı. Kendisinden ö n c e k i l e r gibi, si­
yahlar içindeki adam da çığlık atmadan yere düştü.
Çakan yeni bir şimşek kuleden Amtha'ya d o ğ m k o ş a n
adamları gösterdi. A m t h a geriye kalan biniciye gidip kaledeki-
leri uyarmasını e m r e t m e k üzere döndü, ama haykırdığı buy-
mk adamın üzerine üşüşen siyahlı şekiller tarafından eyerin­
den çekilip alındığını gördüğünde gırtlağında söndü. Amtha
o n a ulaşan ilk adamın darbesini savuşturdu ve sersemleyen üç
şeklin yanından koşarak geçti. Kılıcının kabzasıyla bir dördün­
cünün suratını dağıtarak adamı yere yıkmaya çalıştı. T e k dü-
şüncesi k o ş u p kaledekileri uyarabilmek için kendisine bir ka­
çış yolu açmaktı. Darbeyi yiyen a d a m geriye d o ğ m sendeledi
ve Amtha o n u sıçrayarak g e ç m e y i denedi. D ü ş e n adam bir
eliyle uzandı ve atlayan Aaıtha'nın bacağını yakaladı.
Amtha sert taşlara çarptı ve ellerin sağ çizmesine çılgınca
yapıştığını hissetti. Sol ayağıyla geriye d o ğ m t e k m e attı ve çiz-
mesiyle adamın b o ğ a z ı n a vurdu. Adamın nefes b o m s u n u n
ezilme sesini kasılmalar izledi.
Amtha yeni bir saldırgan o n a ulaşırken ayağa kalktı, diğer­
leri de a n c a k bir adım gerideydi. A m t h a geriye d o ğ m sıçraya­
rak biraz mesafe kazanmaya çalıştı. Çizmesinin topuğu bir ka­
yaya geldi ve aniden dünya t e p e taklak oldu. Kendini bir an
havada asılı hissetti, sonra şosenin yanından s e k e r k e n o m u z ­
ları kayayla buluştu. Birkaç kayaya daha çarptı ve buz gibi su­
lar üzerini sardı.
Suyun verdiği ş o k bayılmasını önledi. Başı dönerek, gayrı
ihtiyari nefesini tuttu, ama p e k nefesi kalmamıştı. D ü ş ü n m e ­
den kendini y u k a n itti ve yüksek, hırıltılı bir nefes alışla yüze­
ye çıktı. Hâlâ sersem d u m m d a olmasına rağmen, oklar yanın­
da suya inerken yüzeyin altına girecek kadar aklı vardı. Lima­
nın puslu karanlığında hiçbir şey göremiyordu, ama kayalara
yapıştı ve yüzmekten ç o k kendini ç e k e r e k ilerledi. Akıncıların
o n u n diğer y ö n e gitmesini beklemelerini ümit ederek, şosenin
fener tarafına yöneldi.
Sessizce yüzeye çıktı ve gözlerini kırpıştırarak tuzlu suyu
uzaklaştırdı. İri bir kayanın ardına sığınıp etrafı gözleyince ka­
ranlık suları araştıran siyah figürler gördü. A m t h a kendisini ka­
yaların arasına yerleştirerek sessizce ilerledi. İncinen kas ve
eklemleri hareket e d e r k e n acıyla yüzünü buruşRırmasına ne­
d e n oluyordu, ama görünüşte kınlmış bir şey yoktu.
Y e n i bir şimşek limanı aydınlattı. Arutha geminin Crydee li­
manına güvenli bir şekilde hızla ilerlediğini görebiliyordu. Bu
bir ticaret gemisiydi, ama hızını artırmak için yelkenler eklen­
miş ve savaş için teçhiz edilmişti. Gemiyi kim kumanda edi­
yorsa, çılgın bir dahi olmalıydı, zira kayaları kıl payıyla aşırta­
rak şosenin kavisli yerinin çevresinden dolaşıp d o ğ m d a n rıh­
tıma yöneltti. Güvertede siyah giysiler içindeki bir grup savaş­
çı, hazırda silahlarıyla bekliyordu.
Anıtha dikkatini şosedeki adamlara verdi ve bunlardan bi­
rinin diğerlerine sessiz bir işaret yaptığını gördü. Kasabaya
doğru koşup gittiler. Amtha bedenindeki acılara kulak asma­
dan, şosenin toprak yoluna yeniden ulaşmak için kaygan ka­
yalardan dikkatle g e ç e r e k kendisini yukarı çekti. Biraz sende­
leyerek ayağa kalktı ve kasabaya d o ğ m baktı. Hâlâ bir s o m n
belirtisi yoktu, ama kısa sürede patlayacağını biliyordu.
Amtha fener kulesine yarı sendeleyerek, yarı koşarak var­
dı ve kendisini basamakları çıkmaya zorladı. İki k e z neredey­
se bayılacaktı, ama kulenin tepesine ulaştı. G ö z c ü n ü n işaret
ateşinin yanında ölü yattığını gördü. Gazyağma batınlmış tah­
talar hava koşullanndan üzerinde asılı duran bir kapakla k o ­
nmuyordu. Soğuk rüzgar binanın dört yanındaki açık p e n c e ­
relerden içeri esiyordu.
A m t h a ölü nöbetçinin kesesini buldu ve içinden ç a k m a k ­
taşı, çelik ve çıra çıkardı. Metal kapağın yan tarafındaki ufak
kapıyı, tahtayı rüzgardan k o m m a k için gövdesini kullanarak
açtı. Çaktığı ikinci kıvılcım tahtayı tutuşturdu ve ufak bir alev
ortaya çıktı. Alev ç a b u c a k yayıldı ve tam yanmaya başladığın­
da A m t h a kapağı kaldıran zincirli palangayı çekti. Rüzgar ate­
şi b e s l e r k e n alevler duyulabilir bir vınlamayla tavana kadar
yükseldiler.
Duvarların birinin yanında Kulgan tarafından böylesi acil
durumlar için hazırlanmış bir k a v a n o z toz karışım vardı. Arut­
ha baş dönmesiyle m ü c a d e l e e d e r e k ölü nöbetçinin kemerin­
den bıçağını ç e k m e k üzere eğildi. Bıçağı kavanozun kapağını
kanırtarak a ç m a k için kullandıktan s o m a kavanozun içindeki­
lerin tamamını ateşe attı.
Alevler aniden parlak kırmızıya dönüştüler; kimsenin nor­
mal ışıkla karıştıramayacağı bir işaret ateşiydi bu. Arutha ışığın
önünü k e s m e m e k için p e n c e r e n i n uzağında durarak k a l e y e
doğru döndü. A m t h a zihninin yeniden bulandığını hisseder­
k e n alevlerin parlaklığı giderek artıyordu. Uzun bir an boyun­
ca g e c e d e sessizlik vardı, sonra kaleden bir alarm duyuldu.
Amtha ferahladı. Kızıl işaret ateşi limanda yağmacılar olduğu­
nu gösteren işaretti ve kale garnizonu b u n u n gibi akınlan kar­
şılamak için p e k ç o k tatbikat yapmıştı. F a n n o n g e c e vakti Tsu­
rani akıncılarını ormanda kovalamak k o n u s u n d a temkinli dav­
ranabilirdi, ama limanındaki bir korsan gemi, yanıt vermekte
tereddüt e d e c e ğ i türden bir ş e y değildi.
Arutha merdivenlerden s e n d e l e y e r e k inip kapıya yaslana­
rak destek almak için durdu. B e d e n i n i n tamamı acıyordu ve
b a ş dönmesi o n u neredeyse t a m a m e n avucuna almıştı. Derin
bir nefes aldı ve kasabaya yöneldi. Ölü atının yattığı yere gel­
diğinde, kılıcını arandı, sonra onu yanında limana taşıdığını
hatırladı. Siyah giysili bir o k ç u n u n yanında yatan süvarilerin­
den birinin y a n m a d o ğ m sendeledi. A m t h a düşen askerin kı­
lıcını almak için eğildikten sonra doğmlduğunda neredeyse
bayılacaktı. Hareket ederse bayılacağından k o r k u p bir an dik
durdu ve kafasındaki çınlamanın dinmesini bekledi. Y a v a ş ç a
uzanıp kafasına dokundu. Bir şişliğin kabarmakta olduğu,
özellikle ağrıyan bir noktadan ş o s e d e n düşerken kafasını en
az bir kez vurmuş olduğunu anladı. Parmaklan pıhtılaşan kan­
la yapış yapış halde aşağı indi.
Arutha kasabaya doğru yürümeye başladı ve hareket eder­
k e n başındaki çınlama yeniden başladı. Bir süre sendeledi, son­
ra kendisini koşmaya zorladı, ama üç sarsak adımdan soma,
hantal yürüyüşüne döndü. Elinden geldiğince acele ederek yol­
daki dönemeçten geçip kasabayı gördü. Uzaktan gelen dövüş
sesleri duydu. Uzaktan ateşe verilen binalardan g ö ğ e yükselen
ateşlerin kızıl ışığını görüyordu. Kadın ve erkeklerin çığlıklan
Arutha'nın kulaklanna tuhaf bir şekilde uzak ve sessiz geliyordu.
Kendisini hızlı yürümeye zorladı ve kasabaya yaklaştığın­
da, savaşma beklentisi zihnindeki sislerin büyük b ö l ü m ü n ü
dağıttı. Liman tarafına döndü; rıhtımın yanındaki binalar yan­
dığından etraf gün kadar aydınlıktı, ama ortalıkta kimse yok­
tu. Rıhtımın yanındaki sahada akıncıların gemisi duruyordu,
doka bir borda iskelesi indirilmişti. A m t h a gemiyi k o m m a k
için muhafızların geride bırakılmış olmasından korkarak ses­
sizce yaklaştı. Borda iskelesine ulaştığında, ortalık sessizdi. S ö ­
vüş sesleri uzaktan geliyordu, sanki akıncıların tümü kasaba­
nın içlerine saldırmış gibiydi.
Uzaklaşmaya başlarken g e m i d e n biri seslendi. "Merhamet
tannları adına! Orada biri mi var?" Ses derin ve güçlüydü, ama
denetim altında tutulan bir dehşet ifadesi taşıyordu.
Amtha kılıcını hazırda tutarak borda iskelesinden aceleyle
çıktı. T e p e y e ulaştığında durdu. Ö n d e k i lombar ağzı kapağın­
dan alt güvertede y a n a n harlı ateşleri görebiliyordu. Etrafına
bakındı: Gözlerinin değdiği her yerde, kendi kanlarının içinde
yatan denizciler gördü. Geminin kıç tarafından ses, "Sen,
adam. Krallığın içinde tanrı korkusu olan adamlanndan biriy­
sen, gel de b a n a yardım et," dedi.
Arutha kırımın arasından yolunu buldu ve sancak küpeşte­
sine yaslanıp oturmuş bir adam gördü. Adam iri yan, geniş
omuzluydu ve fıçı gibi göğsü vardı. Yirmi ile kırk arasında her­
hangi bir yaşta olabilirdi. Sağ eliyle hatırı sayılır göbeğinin sağ
tarafını tutuyor, parmaklarının arasından k a n sızıyordu. Açık
alnından geriye kıvırcık, koyu renkli saçlar uzanıyordu. Y a k ı n ­
larda yatan siyah giysili bir ş e k l e işaret ederken cılız bir şekil­
de gülümsemeyi başardı. "Piç kuruları mürettebatımı öldürüp
gemimi ateşe verdiler. Buradaki b e n i ilk darbesiyle öldürme­
me hatasını işledi." Bacaklarının üzerine düşmüş bir seren par­
çasını işaret etti. "Aynı anda şu kahrolası sereni yerinden oy­
natıp h e m de bağırsaklarımı içeride tutamıyonım. O n u biraz
kaldırırsan, sanırım kendimi kurtarabilirim."
Arutha sorunu gördü: Adam serenin kısa tarafının altında
kalmış, düğüm olmuş ipler ve makaraların arasında sıkışmıştı.
Serenin uzun tarafını kavradı ve yukarı ç e k e r e k birkaç santim
hareket ettirdi, ama yeterliydi. Yaralı adam yarı homurdanıp,
yarı inleyerek bacaklarım ç e k i p kurtardı. "Bacaklarımın kırıldı­
ğını sanmıyorum, delikanlı. B a n a el ver de bir görelim."
Arutha o n a elini verdi ve tıknaz denizciyi ayağa kaldırırken
neredeyse dengesini k a y b e d e c e k t i . "İşte," dedi yaralı adam.
"Kendin de p e k savaşacak durumda sayılmazsın, öyle değil
mi?"
Arutha bir bulantı dalgasıyla m ü c a d e l e edip bir taraftan da
adamı düzeltirken, "İdare ederim," dedi.
Denizci Arutha'ya yaslandı. "O zaman a c e l e etsek iyi ola­
cak. Y a n g ı n yayılıyor." Arutha'nın yardımıyla b o r d a iskelesin­
d e n inmeyi başardı. Nefes n e f e s e rıhtımın yanındaki sahaya
ulaştıklannda ısı yoğunlaşıyordu. Yaralı adam, "Durma!" diye
nefesini tuttu.
Arutha başıyla onayladı ve adamın kolunu kendi o m z u n a
attı. Kasabaya inmiş sarhoş denizciler gibi sendeleyerek iske­
lede yürüdüler.
Aniden bir gümbürtü oldu ve adamların ikisi de yere ka­
paklandı. Arutha d ö n e n başını iki yana salladı ve sırt üstü dön­
dü. Arkasında dev bir ateş kulesi g ö ğ e d o ğ m fırladı. G e m i gör
edici sarı ve beyaz ateş sütunun ortasında hayal meyal görü­
nen, siyah bir siluetti sadece. Üzerlerine ısı dalgaları çarptı,
sanki dev bir fırının kapısında duruyorlardı.
Amtha konuşmayı başardı, "Neydi bu?"
Yoldaşı o n a aynı d e r e c e d e cılız bir yanıt verdi: "İki yüz fıçı
dolusu Q u e g a ateş yağı."
Amtha duyduklarına inanamıyordu. "Gemideyken ateş
yağı hakkında bir şey söylemedin."
"Seni heyecanlandırmak istemedim. Çoktan yarı yarıya
g ö ç m ü ş bir halin vardı. Ya çıkarız ya da çıkamayız, diye
düşündüm."
Amtha ayağa kalkmaya çalıştı, ama gerisin geri düştü.
Aniden kendisini rıhtımın soğuk taşlarında dinlenirken ç o k
rahat hissetti. Ateşin gözlerinin ö n ü n d e kararmaya başladığını
gördü, sona her şey karardı.

A m t h a gözlerini açtı ve üzerine eğilmiş bulanık şekiller


gördü. Gözlerini kırpıştırdı ve şekiller berraklaştı. Carline şil­
tesinin başında dolanıyor, Rahip Tully'nin onu muayene
edişini endişeyle izliyordu. Carline'nin arkasında Fannon,
o n u n yanında da tanımadığı bir adam vardı. D e r k e n A m t h a
o n u hatırladı. "Gemideki adam."
Adam sırıttı. "Amos Trask, Sidonie'nin sabık kaptanı, ta ki
o pi-Prenses'ten özür d i l e r i m - o kahrolası toprak sıçanları onu
ateşe v e r e n e kadar. Burada Majesteleri sayesinde durmak­
tayım."
Tully araya girdi. "Kendini nasıl hissediyorsun?"
Arutha doğrulup oturarak bedeninin bir k ö r sızılar yığını
olduğunu hissetti. Carline ağabeyinin sırtına yastıklar yerleştir­
di. "Örselendim, ama yaşayacağım." Başında biraz sersemlik
vardı. "Biraz başım dönüyor."
Tully burnunun ucundan Arutha'nın kafasına baktı. "Pek
şaşırtıcı değil. Berbat bir darbe almışsın. Birkaç gün ara ara
başın dönebilir, ama ciddi bir durum olduğunu sanmam."
Arutha Kılıçustası'na baktı. "Ne kadar oldu?"
Fanon, "Seni dün g e c e bir devriye grubu getirdi. Şimdi
sabah."
"Akın?"
F a n n o n başını hüzünle iki yana salladı. "Kasaba tamtakır
oldu. Hepsini öldürmeyi becerdik, ama Crydee'de ayakta
kalan tek bir bina bile yok. Limanın güney ucundaki balıkçı
k ö y ü n e dokunulmamış, ama o n u n dışında her şey yitirildi."
Carline Arutha'nın etrafında dolanarak titizleniyor, yorgan­
ları sıkıştırıyor, yastıklarını kabartıyordu. "Dinlenmen gerekiy­
or."
Arutha, "Şu an açım," dedi.
Carline bir k a s e sıcak ç o r b a getirdi. Arutha katı y e m e k yer­
ine çorba i ç m e y e razı oldu, ama kardeşinin o n u yedirmesine
izin vermeyi reddetti. Lokmaların arasında, " B a n a olanları an­
latın," dedi.
F a n n o n rahatsız görünüyordu. "Tsuranilerdi."
Arutha'nın kaşığı tutan eli kaseyle ağzının arasında orta
yerde kalakaldı. "Tsuraniler mi? Olnarın Günbatımı
Adaları'ndan gelen yağmacılar olduğunu sanmıştım."
"Başta biz de öyle sandık, ama Kaptan Trask'le ve yanımız­
daki Tsurani k ö k l e r i y l e konuştuktan sonra, olanları birleş­
tirerek duramu anladık."
Tully sözü devraldı. "Kölelerin hikayesine bakılırsa, bu
adamlar özellikle seçilmiş. B u n a bir ölüm akını diyorlar.
Kasabaya girmek, ellerinden geldiği kadarını yakıp yıkmak,
sonra da kaçmadan ö l m e k üzere seçilmişler. Gemiyi bize
bırakmamak kadar adanmışlıklarınm bir simgesi olarak yak­
mışlar. Söylediklerinden b u n u n büyük onur atfedilen bir şey
olduğunu tahmin ediyorum."
Amtha Amos Trask'e baktı. "Geminizi ele geçirmeyi nasıl
başardılar, Kaptan?"
"Ah, bu acı bir hikaye, Majesteleri." Biraz sağ tarafına yas­
landı ve A m t h a onun yarasını hatırladı.
"Yan tarafın nasıl?"
Trask sırıttı, kara gözlerinde n e ş e vardı. "Pis bir yara, ama
ciddi değil. İyi yürekli peder onu eskisi gibi yaptı, Majesteleri."
Tully alaylı bir ses çıkardı. "O adamın yatakta olması
gerekir. S e n d e n daha ciddi bir yara almış. Senin iyi olduğunu
görene kadar başından ayrılmayı reddetti."
Trask b u n u duymazdan geldi. "Daha kötülerini almıştım.
Bir defasında korsan olmuş bir Q u e g a savaş kalyonuyla dalaşa
girmiştik ve - e h , bu b a ş k a bir hikaye. Siz gemimi sormuş­
tunuz." Topallayarak Amtha'nın şiltesine yaklaştı. "Palan-
que'den silah ve ateş yağı yüküyle yola çıktık. Buradaki duru­
mu düşünerek, hazır bir Pazar bulacağımı tahmin ettim.
Boğazları mevsimin başında g e ç e r e k başka gemileri atlattık ya
da öyle ümit ediyorduk.
"Ancak geçişi erken geçişimizin bedelini ödedik. Güney­
den muazzam bir fırtına esti ve bir hafta b o y u n c a sürüklendik.
Fırtına sona erdiğinde sahile varmayı amaçlayarak doğuya
yöneldik. Nirengi noktalarına bakarak k o n u m u m u z u çıkar­
makta zorlanacağımızı sanmıyordum. Kara göründüğünde
gemideki hiç kimse, karadaki tek bir işareti bile tanımadı. Hiç­
birimiz daha ö n c e Crydee'nin kuzeyine gitmediğinden, düşün­
düğümüzden fazla uzağa düştüğümüzü anladık.
"Gündüz vakti ilerledik, bilmediğim resif ve yarlarda
gemiyi tehlikeye atmak istemediğimden g e c e vakti demir attık.
Üçüncü g e c e Tsuraniler kıyıdan bir yunus sürüsü gibi yüzerek
geldiler. Dosdoğru geminin altına daldılar ve b e n güvertedeki
kargaşadan başımı kaldırdığımda, o pi - P r e n s e s ' t e n özür diliy-
orum-Tsuranilerden on iki tanesi t e p e m e üşüştü. G e m i m i ele
geçirmek anca birkaç dakikalarını aldı." Omuzları biraz çöktü.
"İnsanın gemisini kaybetmesi zor şey, Majesteleri."
Acıyla yüzünü buruşturdu ve Tully ayağa kalkarak Trask'i
Arutha'nın yanındaki bir tabureye oturttu. Trask ö y k ü s ü n e
devam etti. "Ne dediklerini anlamıyorduk; lisanları insanlar­
dan ç o k maymunlara uygun - b e n ş a h s e n b e ş uygar lisan bilir­
im ve daha on ikisinde derdimi anlatabilirim. Ama dediğim
gibi, zırvalarım anlamıyorduk, ama niyetlerini açıkça ortaya
koydular.
"Deniz haritalarımı incelediler." Hatırlayınca yüzünü buruş­
turdu. "Onları yasal ve dürüst yollardan, Durbin'deki emekli
bir kaptandan aidiydim. O haritalarda elli yılın tecrübesi var­
dı, Crydee'den Keshia Konfederasyonu'nun en uzak doğu
sahillerine kadar ve onları aradıklarını bulana kadar eski püs-
kü y e l k e n bezleri gibi sağa sola savurdular. Aralarında deniz­
ciler vardı, zira haritaları tanır tanımaz, planlarını b a n a bildir­
diler.
"Tatlı su balıkçısı diye küfredin bana, ama k e ş k e işaret kul-
enizin birkaç mil kuzeyindeki burunlara demirleseydik. Biraz
daha ilerlemiş olsaydık, iki gün ö n c e güvenli bir şekilde
Crydee limanında olacaktık."
Arutha ile diğerleri hiçbir şey söylemediler. Trask sözlerine
devam etti. "Kargo bölmelerimi aradılar ve ne olduğuna bak­
madan her şeyi suya fırlatmaya başladılar. B e ş yüzün üzerin­
de kaliteli Q u e g a kılıcı bir yana gitti. Kargılar, mızraklar, uzun
yaylar, her şey - sanırım bunlann bir şekilde Crydee'ye ulaş­
masını ö n l e m e k için. Q u e g a ateş yağıyla ne yapacaklarını
bilemediler -fıçıları b ö l m e d e n çıkarmak için bir rıhtım vinci
g e r e k e c e k t i - bu yüzden de onları olduğu gibi bıraktılar. Ama
gemide ellerine g e ç m e y e n tek bir silah dahi kalmadığından
emin oldular. D e r k e n siyah paçavralara bürünmüş ufak toprak
sıçanlarından bazıları kıyıya yüzdüler ve sahilden işaret kule­
sine d o ğ m gitmeye başladılar. Onlar giderken diğerleri, müret­
tebatımı izleyen birkaç tanesi dışında, dizlerinin üzerine
ç ö k ü p ileri geri sallanarak dua ediyordu. D e r k e n birdenbire,
güneşin batmasından yaklaşık üç saat sonra, ayağa fırlayıp
adamlarımı t e k m e l e m e y e ve haritadaki limanı işaret etmeye
başladılar.
" Y e l k e n açtık ve sahile yöneldik. Gerisini biliyorsunuz.
Sanırım deniz y ö n ü n d e n bir saldırı b e k l e m e y e c e ğ i n i z i tahmin
ediyorlardı."
Fannon, "Doğm tahmin etmişler. Son baskınlarından
beridir ormanlardaki devriyeleri sıklaştırdık. Crydee'ye bizim
haberimiz olmadan bir günlük yürüme mesafesinden daha
fazla yaklaşamazlardı. Bu yolla bizi hazırlıksız yakaladılar,"
dedi. İhtiyar Kılıçustası'nın sesi yorgun ve acı çıkıyordu. "Şim­
di k a s a b a y o k oldu ve avlumuz dehşet içindeki kasabalılarla
doldu."
Trask'in sesi de acıydı. "Adamlarının çoğunu çabucak
kıyıya çıkardılar, ama adamlarımı katletmek için geriye yirmi
kadarını bıraktılar" Y ü z ü n d e n bir acı ifadesi geçti. " B e n i m
delikanlılar zorlu tiplerdi, ancak g e n e l d e iyi adamlardı. Ç o c u k ­
larım gövdelerine saplanan, suya çarparken ufak bayraklar
gibi sallanan Tsurani oklarıyla serenlerden düşmeye başlayana
kadar ne olduğunu anlayamadık. Bizden onları yeniden
çıkartmamızı isteyeceklerini sandık. O zaman b e n i m ç o c u k l a r
iyice bir dövüştü. Ama yeterince hızlı davranmamışlardı. MAR-
LINSPIKE'lar ve halat b a ğ l a m a k için kullanılan şişler ellerinde
kılıç ve yaylar olan adamlara karşı koyamaz."
Trask derin bir iç geçirdi; yüzündeki acı yarasından olduğu
kadar öyküsünden de dolayıydı. "Otuz b e ş adam. İskele sıçan­
ları, caniler, katillerdi hepsi de, ama onlar benim müret-
tebatımdı. Onları öldürmeye gitme fırsatını bulan bir tek b e n ­
dim. Üzerime gelen ilk Tsuraninin kafasınıkırdım, onun
kılıcını alıp bir başkasını öldürdüm. Ama üçüncüsü kılıcı elim­
den aldı ve b e n i şişledi." Kısa, keskin bir k a h k a h a attı. " B o y ­
nunu kırdım. Bir süre kendimden geçtim. B e n i öldü sanmış ol­
malılar. Daha sonra hatırladığım ilk şey, ateşler yanıyordu ve
bağırmaya başladım. Sonra senin borda iskelesinden çıktığını
gördüm."
Arutha, "Sen g ö z ü p e k bir adamsın, Amos Trask," dedi.
İri yarı adamın yüzünden derin bir acı ifadesi geçti.
"Gemimi elimde tutacak kadar gozüpek değil, Majesteleri.
Şimdi sahile vurmuş bir gemiciden b a ş k a bir şey değilim."
Tully, "Şimdilik yeter. Amtha, dinlenmen gerekiyor," dedi.
Elini Amos Trask'in o m z u n a koydu. "Kaptan, sen de aynını
yapsan iyi olur. Y a r a n kabul ettiğinden daha ciddi. Seni din­
lenebileceğin bir odaya götüreyim."
Kaptan ayağa kalktı ve Anıtha, "Kaptan Trask," dedi.
"Evet, Majesteleri?"
"Burada, Crydee'de iyi adamlara ihtiyacımız var."
Denizcinin yüzünden bir mizah kıvılcımı geçti. "Teşekkür
ederim, Majesteleri. A n c a k bir gemi olmadan ne işe yararım,
bilmiyomm."
Arutha, "Fannon ile b e n seni meşgul ederiz, merak etme,"
dedi.
Adam yaralı tarafı yüzünden rahat hareket e d e m e y e r e k
hafifçe eğildi. Tully ile birlikte gitti. Carline Anıtha'yı yanağın­
dan öperek, "Şimdi dinlen," dedi. Çorbayı aldı ve odadan Fan­
n o n eşliğinde çıktı. Amtha kapı kapanmadan uykuya dalmıştı.
SALDIRI

Carline ö n e doğru bir h a m l e yaptı.


Kılıcının ucunu alçaktaki bir çizgiden iterek karna d o ğ m
öldürücü bir h a m l e y a p m a y a davrandı. Roland kılıcı kendi kı­
lıcının güçlü bir darbesiyle s o n anda iterek kızın kılıcını öte­
ye itti. Geriye d o ğ m sıçradı ve bir an dengesini kaybetti. Car­
line o n u n tereddüt ettiğini gördü ve yeniden ö n e d o ğ m ham­
le etti.
Roland aniden sıçrayıp uzaklaşarak kızın kılıcını bir kez
daha uzaklaştırdıktan, sonra da o n u n ulaşamayacağı bir yerde
d u m r k e n güldü. Kılıcını ç a b u c a k sağ elinden sol eline aktara­
rak uzandı ve kızın kılıç tutan elini bilekten kavrayarak o n u n
dengesini bozdu. O n u döndürerek arkasına geçti. Kılıcının ke­
sin tarafına dikkat e d e r e k sol kolunu kızın beline doladı ve
onu sıkıca kendisine d o ğ m çekti. Carline kendisinden güçlü
olmasına r a ğ m e n Roland'la m ü c a d e l e ediyordu, ama arkasın­
da olduğu sürece, o n a kızgın küfürler etmekten b a ş k a bir şey
yapamıyordu. "Bu bir hileydi! İğrenç bir hile," dedi tükürarce-
sine.

Roland gülerken Carline ç a r e s i z c e debelendi. "Rahatça öl-


dürebilecekmişsin gibi g ö r ü n s e bile kendini b ö y l e zorlama.
Hızın iyi, ama ç o k fazla bastırıyorsun. Sabırlı olmayı öğren.
Açık bir boşluk b e k l e , sonra saldır. D e n g e n i o kadarcık bile
kaybetsen, öldün demektir." Yanağına hızlı bir ö p ü c ü k kon­
durdu ve kızı k a b a c a itti.
Carline sendeleyerek ö n e gitti, dengesini yeniden buldu ve
döndü. "Serseri! Kraliyet şahsıyla laubalileşirsin ha!" Kılıcı ha­
zırda, yavaşça sola doğru ç e m b e r çizerek Roland'a yaklaştı.
Babasının yokluğunda Arutha'nın başına dert olup Roland'ın
ona kılıç kullanmayı öğretmesine izin verdirmişti. Ö n e sürdü­
ğü s o n sav, "Ya Tsuraniler kaleye girerse ne yapayım? Onlara
nakış iğneleriyle mi saldırayım?" Arutha o n u n silahı kullanmak
zorunda kalacağına inandığından ç o k bitmez tükenmez dırdı-
rından gına getirdiği için m e r h a m e t e gelmişti.
Carline birden yüksekten şiddetli bir saldırıya g e ç e r e k R o -
land'ı kalenin arka tarafındaki ufak avluda gerilemek zorunda
bıraktı. Roland sırtının alçak bir duvara dayandığını hissedin­
ce bekledi. Carline yeniden ö n e doğru hamle etti ve Roland
çevik bir hareketle yana adım atınca, kızın meçinin ucu duvar­
daki, Roland'ın bir saniye ö n c e olduğu noktaya saplandı. R o ­
land sıçrayarak yanından geçti ve arkasında yerini alırken kı­
zın butlanna kılıcın yassı tarafıyla şakadan bir darbe indirdi.
"Sinirlerine de hakim ol, yoksa kafan da elden gider."
Carline onunla yüz yüze g e l m e k üzere dönerken, "Ah!" di­
ye bağırdı. Y ü z ifadesi öfkeyle e ğ l e n m e n i n arasında kalmıştı.
"Seni canavar!"
Roland yüzünde yalandan bir pişmanlık ifadesiyle hazırda
bekledi. Carline aralarındaki mesafeyi ölçtü ve ağır ağır yak­
laşmaya başladı. Üzerinde dar bir e r k e k pantolonu - b u Leydi
Marma'yı d e h ş e t e düşürmekteydi- ve belinde kılıç kemeriyle
tutturulan bir e r k e k tuniği vardı. S o n bir yıl içinde vücut hat­
ları gelişmişti ve dar kostümü kepazeliğin sınırında gezinmek-
teydi. Artık on sekiz yaşında olan Carline'de ç o c u k s u hiçbir
yan kalmamıştı. Üzerindeki özel olarak yapılmış, siyah, bileğe
kadar g e l e n çizmeler, Carline Roland'la arasındaki mesafeyi
kapatırken y e r e dikkatle basıyordu ve uzun, gür, siyah saçları
omuzlarında serbestçe salınan tek bir belik halinde örülmüştü.
R o l a n d onunla geçirdiği bu saatleri seviyordu. Bu saatlerde
aralarında e s k i d e n olan eğlenceli oyunbazlığı büyük ö l ç ü d e
y e n i d e n keşfetmişlerdi ve Roland, Carline'in ona olan duygu­
larının dostluktan fazla bir ş e y e dönüştüğü konusundaki tem­
kinli u m u d u n d a n vazgeçmiyordu. Lyam'ın gidişiniz izleyen yıl
içinde birlikte alıştırma yapmış ya da güvenli olduğu düşünü­
len zamanlarda kalenin yakınlarında at gezintilerine çıkmışlar­
dı. Birlikte geçirdikleri zaman aralarında, Roland'ın daha ö n c e
yaratmayı başaramadığı bir arkadaşlık duygusunun gelişmesi­
ne yardımcı olmuştu. Carline daha ö n c e k i n d e n daha ciddi ol­
masına rağmen, canlılığına ve mizah anlayışına yeniden ka­
vuşmuştu.
R o l a n d bir an d u m p düşüncelere daldı. Şımarık ve canının
istediğini y a p a n küçük Prenses artık yoktu. Üstlendiği rolün sı-
kıcılığından inatçı ve yorucu bir hal alan ç o c u k artık geçmişte
kalmıştı. O n u n yerinde artık haşin derslerle mülayimleşmiş,
güçlü b i r zihni ve iradesi olan, g e n ç bir kadın vardı.
R o l a n d gözlerini kırpıştırdı ve kendisim boğazına dayanmış
kılıç ucuyla b a ş b a ş a buldu. Şakacı bir şekilde kendi kılıcını
yere attı ve, "Leydi, teslim oluyorum!" dedi.
Kız güldü. "Ne hayaller kuruyordun, Roland?"
R o l a n d Carline'in kılıcının ucunu nazikçe itti. "O kıyafetler
içinde ilk at sürmeye gittiğin ve geriye pislik içinde ve hanı­
m e f e n d i y e yakışmayan bir b i ç i m d e döndüğünde Leydi Mar-
na'nın nasıl çılgına döndüğünü hatırlıyordum."
Carline bunu hatırlayarak gülümsedi. "Bir hafta yataktan çı­
kamayacak, sandım." Kılıcını kaldırdı. "Keke bu kıyafetleri da­
ha sık giyebilmek için b a h a n e m olsa. O kadar rahatlar ki."
Roland genişçe gülümseyerek başıyla onayladı. "Çok da
alımlılar." Giysilerin Carline'in yuvarlak hatlı bedenini sarışına
şehvetle bakıyormuş gibi yaptı. "Gerçi sanırım bu giyenden
dolayı."
Carline o n u kınıyormuş gibi yaparak burnunu havaya dik­
ti. "Siz bir serseri ve dalkavuksunuz, efendim. Ve de bir şeh­
vet düşkünü."
Roland bir kıkırdamayla kılıcını aldı. "Sanırım bugünlük bu
kadarı yeter, Carline. Bu öğleden sonra yalnızca bir yenilgiye
katlanabilirim. Bir tanesi daha olursa, kaleyi utanç içinde terk
etmek zorunda kalırım."
Silahını ç e k e n Carline'in gözleri irileşti ve Roland attığı ta­
şın yerini bulduğunu anladı. "Ah! Hepi topu bir kız seni utan­
dırdı, öyle mi?" dedi hazırda tuttuğu kılıcıyla ilerlerken.
Roland gülerek kendi kılıcını da ç e k i p geriledi. "Bakın,
Leydi. Bu ç o k yakışıksız."
Carline kılıcını doğrultarak o n a öfkeyle baktı. "Terbiyemle
Leydi Marna ilgileniyor, Roland. Senin gibi bir soytarıdan ders
almama g e r e k yok."
Roland, "Soytan mı!" diye bağırarak ö n e sıçradı. Carline
onun kılıcını kendi kılıcıyla yakaladı ve RIPOST etti, neredey­
se de vuracaktı. Roland darbeyi kılıcıyla karşılayarak corps a
corps k o n u m u n a g e l e n e kadar kendi kılıcını berikinin kılıcının
üzerinde kaydırdı. Boştaki eliyle kızın kılıç tutan elinin bileği­
ni kavradı ve gülümsedi. "Asla kendini bu k o n u m d a bulmayı
istemezsin." Carline kendini kurtarmak için debelendi, ama
Roland o n u sıkı sıkı tutuyordu. "Tsuraniler bizim üzerimize
kadınlarım g ö n d e r m e y e başlamadığı sürece, dövüştüğün her­
kes s e n d e n daha güçlü olacak ve bu noktadan itibaren sana
ne isterse yapacaktır." B ö y l e diyerek onu kendisine doğru ç e ­
kip öptü.
Carline yüzünde bir hayret ifadesiyle geri çekildi. Kılıç bir­
den parmaklarının arasından düştü ve Roland'ı kavradı. Onu
şaşırtıcı bir güçle k e n d i n e doğru ç e k e r e k , o n u n tutkusuna kar­
şılık veren bir tutkuyla öptü.
Roland geri çekildiğinde o n a özlemle karışık bir hayret ifa­
desiyle baktı. Y ü z ü n e bir g ü l ü m s e m e yayıldı ve gözleri parıl-
dadı. Sessizce, "Roland, b e n - " dedi.
Kalede alarm sesi çınladı ve kalenin diğer tarafındaki du­
varlardan birinin, "Saldırı!" diye haykırdığı duyuldu.
Roland alçak sesle küfretti ve geriye d o ğ m adım attı. "Kah­
rolası, vakitsiz talih." Ana avluya çıkan salona yöneldi. B i r gü­
lümsemeyle döndü v e , "Ne söyleyeceğinizi unutmayın, Ley­
dim," dedi. Carline'in elinde kılıcıyla o n u izlediğini g ö r ü n c e
neşesi kayboldxi. Sesindeki tüm şakacılık kaybolarak, "Nereye
gidiyorsun?" diye sordu.
Kız asi bir tavırla, "Surlara. Mahzenlerde daha fazla oturma­
yacağım," dedi.
Roland kararlı bir sesle, "Hayır. G e r ç e k savaşta deneyimin
olmadı. Spor olarak, kılıç kullanmakta yeterince iyisin, ama
kan kokusunu ilk duyuşunda donakalman riskine atılamam.
Diğer leydilerle birlikte m a h z e n l e r e gidecek ve kendini güven­
li bir şekilde içeri kilitleyeceksin," dedi.
Roland daha önce- onunla hiç b ö y l e konuşmamıştı ve Car­
line hayrete düştü. O ana kadar h e p şakacı serseri ya da müş­
fik dost olmuştu. Şimdi, birdenbire farklı bir adam o l u p çık­
mıştı. Carline itiraz e d e c e k oldu, ama Roland sözünü kesti.
O n u kolundan tutup yarı yol gösterip, y a n sürükleyerek mah­
zen kapılanna doğru yürüdü. Carline, "Roland!" diye haykırdı.
"Bırak gideyim!"
Roland alçak sesle, "Sana emredilen yere gideceksin. B e n
de b a n a emredilen yere gideceğim. Tartışma olmayacak," de­
di.
Carline kendini ondan ç e k m e y e çalıştı, ama Roland'ın kav­
rayışı aman vermiyordu. "Roland! Ellerini üzerimden şu an
çek!" diye emir verdi.
Roland o n u n itirazlarını duymazlıktan g e l m e y e devam etti
ve onu salonda sürükledi. Mahzen kapısında şaşıran bir mu­
hafız o n a doğru yaklaşan çifti izliyordu. Roland durdu ve Car-
line'i kapıya doğru p e k de nazik olmayan bir şekilde itti. Car­
line gözlerini öfkeyle iri iri açarak muhafıza döndü. "Onu tu­
tukla! H e m e n şimdi! O" - ö f k e yüzünden sesi bir leydiye hiç de
yakışmayan bir yüksekliğe ulaşmıştı- "bana elini sürdü!"
Muhafız tereddüt ederek ö n c e birine, sonra diğerine baktı
ve T o p r a k B e y i ' n e doğru dikkatle yürümeye başladı. Roland
bir parmağını ikaz edercesine kaldırıp muhafızın burnunun
birkaç santim ötesinde tuttu. "Majesteleri'nin kendisi için belir­
lenen güvenli m e k a n a götüreceksin. İtirazlarına kulaklarını tı­
kayacaksın ve gitmeye kalkışırsa, onu engelleyeceksin. Anlı­
yor musun?" Sesi s o n d e r e c e ciddi olduğu konusundaki tüm
şüpheleri ortadan kaldırıyordu.
Muhafız başıyla onayladı, ama yine de Prenses'e dokunma­
ya gönülsüzdü. Roland gözlerini askerin yüzünden ayırmadan
Carline'i kapıya doğru hafifçe itti ve, "Her şeyin güvende ol­
duğu sinyali g e l m e d e n ö n c e m a h z e n d e n ayrıldığını öğrenir­
sem, Prens ile Kılıçustası'nm Prenses'in zarar görebileceği bir
yere gitmesine izin verdiğini öğrenmesini sağlanm," dedi.
Bu muhafız için yeterliydi. Saldırılar sırasında Prenses ile
Toprak B e y i ' n d e n hangisinin rütbece daha üstün olduğunu
anlayamayabilirdi, ama kafasında Kılıçustası'nın b ö y l e bir du-
ramda o n a ne yapacağı konusunda hiçbir kuşku yoktu. Carli­
ne geri d ö n e m e d e n m a h z e n kapısına döndü ve onu merdi­
v e n d e n i n m e y e zorlayarak, "Majesteleri, bu taraftan," dedi.
Carline burnundan soluyarak merdivenlerden geri geri in­
m e y e başladı. Roland kapıyı arkalarından kapadı. Geriye doğ-
nı bir b a s a m a k daha indikten sonra döndü ve mağrur bir
edayla aşağı d o ğ m yürüdü. Saldırı sırasında kale ve kasabada­
ki kadınlara ayrılmış odaya vardıklarında Carline diğer kadın­
ların dehşet içinde birbirlerine sokulmuş, beklediklerini gördü.
Muhafız özür kabilinden bir selam verdi ve, "Prenses'in af­
fını diliyomm, a n c a k Toprak B e y i s o n d e r e c e kararlı görünü­
yordu," dedi.
Carline'in kaş çatışı birden silindi ve yerini ufak bir gülüm­
s e m e aldı. "Öyleydi, değil mi?"

Süvariler hızla avluya girdiler, devasa kapılar arkalarından


kapandı. Amtha onları surların üzerinden izledi ve F a n n o n ' a
döndü.
Fannon, " B u kadar talihsizlik olmaz," dedi.
Amtha, "Talihin bununla bir ilgisi yok. Tsurani kesinlikle
avantaj bizdeyken saldıracak değildi," dedi. Her şey sakin g ö ­
rünüyordu, savaşı her daim hatırlatan, yakılmış k a s a b a dışın­
da. Ama aynı zamanda biliyordu ki, kasabanın ötesinde, ku­
zey ve kuzeydoğudaki ormanlarda, bir ordu toplanmaktaydı.
Ve tüm raporlara göre, iki bin kadar Tsurani, Crydee'ye doğ-
ru yürüyüşteydi.
"İçeri gir, seni sıçan ısırıklı, anasız köpek."
Arutha avlunun içine baktı ve Amos Trask'in paniğe kapıl­
mış bir balıkçıya bir t e k m e savurduğunu, adamın da güneye
gitmemiş kasabalılar arasından yerinden olanları barındırmak
için kale surlarının içine dikilmiş p e k ç o k uyduruk kulübeden
birine koşarak girdiğini gördü. Kasabalılardan ç o ğ u ölüm akı­
nının sonrasında gemiyle Carse'a gitmiş, ama birkaçı kışı g e ­
çirmek üzere geride kalmıştı. Garnizonu b e s l e m e k üzere geri­
de kalacak olan bazı balıkçılann dışındakiler, o yılın ilkbaha­
rında gemiyle Carse ile Tulan'm güneyine gönderilecekti. Ama
yaklaşan s e z o n u n ilk gemilerinin gelmesine daha haftalar var­
dı. Gemisi ö n c e k i yıl yandıktan sonra bu adamların sorumlu­
luğu Amos'a verilmişti, ayak altında dolaşmalarını ve kalede
işleri aksatmalarını engelliyordu. Sabık deniz kaptanı kasaba­
nın yanmasından sonraki ilk haftalarda yeteneğini ortaya çı­
karmıştı. Amos'ta komuta e t m e yetisi vardı ve sert, k a b a saba
ve başına buyruk balıkçıları hizada tutuyordu. Arutha onun
palavracı, yalancı ve m u h t e m e l e n bir korsan olmakla birlikte,
g e n e l d e sevimli biri olduğunu düşünüyordu.
Gardan avludan merdivenleri çıkarak, peşinde Roland ile
birlikte yanlanna geldi. Gardan Prens ile Kılıçustası'nı selam­
ladı ve, "Son devriye buydu, efendim," dedi.
"O zaman tek yapmamız g e r e k e n Longbow'u b e k l e m e k , "
dedi F a n n o n .
Gardan başım iki yana salladı. "Tek bir devriye bile onu
görmemiş; efendim."
" B u n u n nedeni Longbow'un Tsuranilere aklı selim sahibi
herhangi bir askerin yaklaşacağından şüphesiz daha yakın ol­
masındandır," diye önerdi Arutha. "Tsuranilerin geri kalanının
buraya varmasına ne kadar kaldı, dersin?"
Gardan kuzeydoğu yönünü işaret ederek, "Dosdoğru iler-
lerseler, bir saatten az," dedi. G ö ğ e doğru baktı. "Gün batma­
dan ö n c e dört saatten az zamanlan var. G e c e ç ö k m e d e n ö n c e
bir hücum bekleyebiliriz. Muhtemelen konumlarını alır, adam­
larını dinlendirir ve şafakla birlikte saldırırlar."
Anıtha Roland'a bir bakış attı. "Kadınlar güvende mi?"
Roland sınttı. "Hepsi de güvende, gerçi bu iş bittiğinde kız
kardeşin b a n a s ö y l e y e c e k birkaç haşin sözü olabilir."
Arutha o n u n sırıtışına karşılık verdi. "Bu iş bittiğinde, bu­
nunla b e n ilgilenirim." Etrafına bakındı. "Şimdi b e k l e y e c e ğ i z . "
Kılıçustası Fannon'un gözleri önlerindeki aldatıcı bir süku­
net içindeki manzarayı taradı. "Evet, şimdi bekliyoruz," derken
sesinde azimle kanşık bir kaygı vardı.

Martin elini kaldırdı. Üç iz sürücüsü durdu. O r m a n onlara


göre sessizdi, ama üçü de Martin'in onlardan daha k e s k i n du­
yulara sahip olduğunu biliyordu. B i r an sonra ilerleyerek, ö n e
geçti.
On saattir, şafağın ö n c e s i n d e n beri, Tsuranilerin yürüyüş
hattım işaretliyorlardı. Çıkarabildiği kadarıyla, Tsuraniler El-
vandar'dan Crydee nehrindeki sığ geçit yerlerinde bir k e z da­
ha püskürtülmüşlerdi ve şimdi dikkatlerini Crydee'deki kaleye
çeviriyorlardı. Üç yıldır Tsuraniler dört c e p h e d e yığılmıştı: do­
ğuda Dük'ün ordularına, kuzeyde elf ve cücelere, batıda
Crydee kalesinde, güneyde ise Kara Y o l Kardeşliği ve goblin-
lere karşı.
İz sürücüler Tsurani iz bozuculara yakın, zaman z a m a n ç o k
yakın durmuştu. İki kez saldırganlardan, Crydee Avcıustası ile
adamlarını izlemeye azimli Tsurani savaşçılarından k a ç m a k
zonında kalmışlardı. Bir defasında saldırganlar onlara yetişmiş
ve Martin dövüşte adamlarından birini kaybetmişti.
Martin kulak tırmalayıcı bir karga ötüşü koyverdi ve birkaç
dakika içinde geriye kalan üç iz sürücüsü o n a katıldılar. Biri,
Garret adındaki uzun yüzlü, g e n ç bir adam, "Dönecekleri ye­
rin hayli batısına gidiyorlar," dedi.
L o n g b o w b u n u düşündü. "Evet, kalenin etrafındaki tüm
topraklann etrafını sarmayı tasarlıyor olabilirler. Ya da s a d e c e
b e k l e n m e y e n bir c e p h e d e n saldırmak istiyor da olabilirler."
Sonra alaylı bir gülümsemeyle, "Ama en büyük olasılık, saldı­
rı başlamadan alanı tarayarak onlan arkalarından taciz e d e c e k
herhangi bir kuvvet bulunmadığından emin o l m a k istemeleri,"
dedi.

B a ş k a bir iz sürücü, "Mutlaka geçtikleri yerlere işaret koy­


duğumuzu biliyorlardır," dedi.
Longbow'un çarpık gülümsemesi daha da yayıldı. "Şüphe­
siz. Bizim gelip gidişimizle ilgilenmediklerini düşünüyorum."
Başını iki yana salladı. "Bu Tsuraniler kibirli bir güruh." Eliyle
işaret ederek, "Garret b e n i m l e g e l e c e k . Siz ikiniz, dosdoğru
kaleye dönün. Kılıçustası'na iki bin Tsurani'nin daha
Crydee'ye doğru yürüdüğünü h a b e r verin," dedi. İki adam tek
kelime e t m e d e n kaleye doğru hızlı bir tempoyla ilerlemeye
başladılar.
Martin geriye kalan yol arkadaşına kaygısız bir sesle, "Gel,
ilerlemekteki düşmana dönelim ve şimdi ne çevirdiğine baka­
lım," dedi.
Garret başını iki yana salladı. "Neşeli hallerin kaygılı zihni­
mi rahatlatmaya yaramıyor, Avcıustası."
L o n g b o w geldikleri y ö n e dönerek, "Ölüm için zamanın
p e k ö n e m i yoktur. Ne zaman isterse, o zaman gelir. Öyleyse,
n e d e n zihnini kaygıya teslim edesin ki?" dedi.
"Evet," dedi Garret; uzun yüzünden ikna olmadığı anlaşılı­
yordu. "Gerçekten, neden? B e n i kaygılandıran ölümün istedi­
ği zaman gelişi değil; tüylerimi ürperten senin o n u davet edi­
şin."
Martin usulca güldü. Garret'a kendisini izlemesini işaret et­
ti. T e m p o l u bir yürüyüşe kalkarak mesafeleri uzun, gevşek
adımlarla aştılar. O r m a n gün ışığıyla aydınlanmıştı, ama kaim
ağaç gövdelerinin arasında, dikkatli bir düşmanın pusuya yata­
bileceği, p e k ç o k karanlık yer vardı. Garret bu gizlenme nok­
talarından g e ç m e n i n güvenli olup olmadığını L o n g b o w ' u n sağ­
duyulu kararına bıraktı. Derken, iki adam aynı anda önlerinden
gelen hareket sesinin üzerine yerlerinde durdular. Hiç gürültü
çıkarmadan gölgeli bir çalının içinde kayboldular. D e r k e n on­
lara sözcükleri açıkça anlaşılmayan, hafif bir fısıltı ulaştı.
Görüş alanlarına, Martin'in izlediği yolu k e s e r e k k u z e y d e n
g ü n e y e doğru giden bir rotada dikkatle ilerleyen iki şekil gir­
di. İkisi de koyu gri renkte c ü p p e l e r giymişti, okları ellerinde
hazırdı. Durdular ve biri L o n g b o w ile iz sürücülerinin bıraktı­
ğı ayak izlerini i n c e l e m e k üzere diz çöktü. Aşağıdaki yolu işa­
ret etti ve yol arkadaşıyla konuştu, o da başıyla onayladı ve
geldikleri y ö n e d o ğ m döndü.
L o n g b o w Garret'ın nefesini içine çekişini duydu. B ö l g e y i
g ö z l e y e n Kara Y o l Kardeşliği'nin iz sürücülerinden biriydi. Bir
saniye daha aradıktan sonra, yoldaşına katıldı.
Garret kımıldanmaya başladı ve Martin o n u n k o l u n a yapış­
tı. Longbow, "Daha değil," diye fısıldadı.
Garret fısıldayarak, " B u kadar kuzeyde ne işleri var?" diye
yanıt verdi.
Martin başını iki yana salladı. "Tepelerin eteklerinde devri­
yelerimizin ardına sızmışlar. G ü n e y d e gevşedik, Garret. Dağ-
ların bu kadar batısında kuzeye geleceklerini hiç düşünme­
dik." Bir an sessizce bekledikten sonra, "Belki de Yeşil Y ü -
rek'ten bıktılar ve soydaşlarına katılmak için K u z e y Elleri'ne
gitmeye çalışıyorlar," diye fısıldadı.
Garret k o n u ş a c a k oldu, ama bir an ö n c e diğerlerinin b o ­
şalttığı noktaya başka bir Karanlık Kardeşi girince sustu. Ka­
ranlık Kardeşi etrafına baktı, sonra elini kaldırarak işaret ver­
di. Martin'in adamlarının izlediği yolu k e s e n patikanın üzerin­
de b a ş k a şekiller belirdi. Kara Kardeşler birli, ikili, üçlü grup­
lar halinde yolu g e ç e r e k ağaçların içinde kayboldular.
Garret nefesini tutarak oturdu. Martin'in görüş alanlarından
g e ç e n şekilleri alçak sesle saydığını duyabiliyordu: "...on, on
iki, on beş, on altı, on sekiz..."
Kara cüppeli şekillerin akım devam etti, Garret'a hiç bitme­
y e c e k l e r gibi gelmişti, "...otuz bir, otuz iki, otuz dört..."
Geçişleri sürerken daha büyük sayılarda Kardeşler ortaya
çıktı ve bir süre sonra Martin, "Sayıları yüzden fazla," dedi.
Hâlâ geliyorlardı, artık bazılarının sırtında ve omuzlarında
çıkınlar vardı. Çoğu koyu gri renkte dağ cüppeleri giymişti,
ancak diğerlerinin üzerinde yeşil, kahverengi ya da siyah giy­
siler vardı. Garret Martin'e yanaştı ve, "Haklısın. Bu kuzeye
göç. İki yüzden fazla saydım," diye fısıldadı.
Martin başıyla onayladı. "Hâlâ da geliyorlar."
Daha uzun dakikalar b o y u n c a Karanlık Kardeşler yolu g e ç ­
m e y e d e v a m etü, savaşçı selinin yerini hırpani görünümlü di­
şiler ve çocuklar alana dek. Onlar da geçtiğinde, yirmi savaş­
çıdan oluşan bir b ö l ü k yolu aştı ve b ö l g e sessizliğe gömüldü.
Bir an sessizlik içinde beklediler. Garret, - "Ormandan bu
kadar ç o k sayıda g e ç i p de bu kadar uzun süre fark edilmedik­
lerine göre, elflerle akraba olmalılar," dedi.
Martin gülümsedi. "Karşına çıkan ilk elfe bundan bahset­
m e m e n i tavsiye ederim." Y a v a ş ç a ayağa kalkarak çalıların ara­
sında uzun süre oturmaktan kramp giren kaslarını esnetti. D o ­
ğudan hafif bir ses yankılandı ve Martin'in yüzünde düşünce­
li bir bakış belirdi. "Kara Kardeşlerin yürüyüşü s e n c e yolun ne
kadar uzağına kadar gidiyor?"
Garret, "Arka tarafta, yüz metre; başta, belki de çeyrek mil
ya da daha az. Neden sordun?" dedi.
Martin sınttı ve Garret onun gözlerindeki alaycı n e ş e d e n
huzursuz oldu. "Gel, biraz eğlenebileceğimiz bir yer biliyo­
rum."
Garret usulca inledi. "Ah, Avcıustası, sen e ğ l e n c e d e n bah­
sedince tüylerim diken diken oluyor."
Martin elinin tersiye adamın g ö ğ s ü n e şöyle dostça vurdu.
"Gel, cesur dostum." Avcıustası arkasında Garret'la yoldan ay­
rıldı. Ağaçlann arasında uzun adımlarla, onlar kadar deneyim­
li olmayan ormancıların ayağına dolanacak engelleri kolaylık­
la aşarak ilerlediler.
Y o l u n kesintiye uğradığı bir y e r e geldiler ve iki adam da
durdu. Y o l u n h e m e n ilerisinde, ormanın loşluğunda görüş
alanlarının h e m e n kıyısından Tsurani iz silicilerinden bir b ö ­
lük geliyordu. Martin ile Garret ağaçların arasına karıştırlar ve
Avcıustası, "Asıl sütun h e m e n arkada. Kara K a r d e ş l e r i n geçti­
ği kesit yerine ulaştıklarında, onları takip etme riskine atılabi­
lirler," dedi.
Garret başını iki yana salladı. " Y a da atılmayabilirler, bu
yüzden de atılmalarını sağlayacağız." Derin bir nefes alarak,
"Peki, ne yapalım," diye ekledi, s o m a yaylarım omuzlarına
atarlarken Yeşil Sessizliklerin Şarkıcısı, Ormancıların Tanrıçası
Kilian'a içinden kısa bir dua etti.
Martin yola adımını attı ve nişan aldı, Garret da aynını yap­
tı. Tsurani iz bozucular görüntüye girdi, asıl gövdenin daha
kolay ilerleyebilmesi için yol üzerindeki sık çalılan kesiyorlar­
dı. Martin Tsuranilerin rahat bir yakınlığa gelmelerini bekledi,
sonra ilk iz b o z u c u onları fark eder fark etmez, ilk okunu sal­
dı. Adamlardan ilk ikisi düştü ve onlar daha y e r e düşmeden
iki ok daha atıldı. Martin ile Garret oklarım sırtlarındaki sadak­
lardan akıcı hareketlerle çekiyor, o k u kirişe takıyor ve olağan­
dışı bir çabukluk ve nişancılıkla gönderiyordu. Martin'in Gar-
ret'ı b e ş yıl ö n c e s e ç m e s i merhametten değildi. Fırtınanın tam
ortasındayken bile Garret sükunet içinde durur, kendisine e m ­
redileni, maharetle yapardı.
Sersemleyen on Tsurani alarm v e r e m e d e n yere düştüler.
Martin ile Garret oklannı sakince o m u z l a n n a atıp beklediler.
D e r k e n yolun üzerinde renkli zırhlardan hakiki bir duvar b e ­
lirdi. Ö n c ü birlikteki Tsuranili subaylar ölü iz bozucuları gö­
rünce donakaldılar. Sonra yolun ilerisinde sessizce duran iki
ormancıyı gördüler ve bağırarak bir ş e y söylediler. Sütunun ön
tarafındaki tüm askerler, silahlarım ç e k e r e k ö n e atladılar.
Martin yolun kuzey tarafındaki çalıların arasına sıçradı,
Garret da bir adım arkasındaydı. Arkalannda onları yakından
izleyen Tsuranilejle birlikte ağaçların arasından son hızla iler­
lediler.
Martin'in sesi ormanı vahşi bir avcı çığlığıyla doldurdu.
Garret korkudan olduğu kadar isimsiz, çılgın bir taşkınlıktan
haykınyordu. B i r Tsurani güruhu onları ağaçlann arasından iz­
lerken arkadan muazzam bir gürültü geliyordu.
Martin onlan, Kara Kardeşlik'in izlediği yola paralel bir yol­
dan kuzeye yönlendirdi. Bir süre sonra durdu ve kesik nefesle­
rinin arasından, "Yavaş ol, onlan kaybetmek istemeyiz," dedi.
Garret arkasına baktı ve Tsuranilerin görünürde olmadığı­
nı gördü. Bir ağaca yaslanıp beklediler. Bir an sonra ilk Tsu­
raniler görüntüye girdiler, kuzeybatıya doğru açı yapan bir ro­
tada aceleyle ilerliyorlardı.
Martin yüzünde bezgin bir ifadeyle, "Kahrolası dünyaları­
nın tamamındaki y e g a n e maharetli iz sürücülerini öldürdük
galiba," dedi. Kemerinden avcı borusunu çıkardı ve öyle yük­
s e k öttürdü ki, Tsurani askeri yüzünde Martin ile Garret'ın dur­
duğu yerden bile açıkça görülen hayretle dona kaldı.
Tsuraniler etraflarına bakınıp iki avcıyı gördüler. Martin eli­
ni sallayarak adama o n u izlemesini işaret etti ve onunla Gar­
ret yeniden yola koyuldular. Tsuraniler bağırarak arkadakileri
çağırdılar ve onların peşine düştüler. Çeyrek mil b o y u n c a Mar­
tin ile Garret Tsuranileri ormandan geçirdiler, sonra batıya
d o ğ m saptılar. Garret derin nefeslerin arasında bağırdı, "Kara
Kardeşler... bizim geldiğimizi... anlayacaklar."
Martin bağırarak yanıt verdi, "Aniden hepsi birden... sağır...
olmadıysa." Gülümsemeyi başardı. "Tsuranilerin altıya bir üs­
tünlüğü var. Sanırım... Kardeşlik'in... pusuya düşüren taraf ol­
ması... adil olur."
Garret nefesini ayırarak alçak sesle inledi ve ustasını izle­
m e y e devam etti. Bir çalıların arasından hızla çıktılar ve Mar­
tin Garret'ı tuniğinden yakalayarak durdu. B a ş ı m eğdi ve,
"İlerdeler," dedi.
Garret, "Anlamıyomm... arkadan gelen o kahrolası şamata­
da... nasıl bir şey duyabiliyorsun." Ormanın gürültüleri artırma­
sına ve nereden geldiğini anlamayı güçleştirmesine rağmen,
seslere bakılırsa, Tsurani sütununun çoğu onlan izlemiş gibiydi.
Martin, "Hâlâ o... gülünç kırmızı iç gömleği... giyiyor mu­
sun?"
"Evet, neden?"
"Bir şerit yırt." Garret soru sormadan bıçağını çıkardı ve y e ­
şil ormancı tuniğini kaldırdı. Altında cırtlak kırmızıdan bir iç
g ö m l e k vardı. Alt taraftan uzun bir şerit kesti, sonra da g ö m ­
leği aceleyle pantolonuna sıkıştırdı. Garret kendisine çeki dü­
zen verirken, Martin şeridi bir o k a bağladı. Çalıların içinde öl­
müş Tsuranilerin olduğu yere baktı. "Nedeni şu güdük b a c a k ­
ları olsa gerek. Bütün gün koşabiliyor olabilirler, ama orman­
larda koşuya ayak uyduramıyorlar." O k u Garret'a verdi. "Şu
ufak açıklığın karşı tarafındaki büyük karaağacı görüyor mu­
sun?"
Garret başıyla onayladı. "Arkasında, sol tarafındaki ufak
huş ağacını görüyor musun peki?" Garret tekrar başıyla onay­
ladı. "Onu okundan o paçavra sarkarken vurabilir misin, sen­
ce?"
Garret yayını çıkarırken sırıttı, oku kirişe taktı ve saldı. Ok
dümdüz uçarak ağacı vurdu. "Çarpık bacaklı dostlarımız bura­
ya vardıklarında, oradaki renk belirtisini görüp b o d o s l a m a
karşıya dalacaklar. Hazin bir şekilde yanılmıyorsam şayet, Kar­
deşler okunun diğer tarafında, yaklaşık on b e ş metre ötede-
ler." Garret yayını yeniden o m z u n a asarken borusunu çekti.
"Bir kez daha yola çıkıyoruz," dedi uzun, yüksek bir ses koy-
vererek.
Tsuraniler eşakanları gibi s ö k ü n ettiler, ama avcı borusu­
nun sesi hava dinmeden ö n c e L o n g b o w ile Garret güneybatı­
ya doğru uzaklaşmıştı. Tsuraniler onları görüp de aldatmaca
suya d ü ş m e d e n gitmek için a c e l e ettiler. Aniden bir çalılığın
içinden geçtiler ve etrafta dolaşan kadınlar ve çocuklardan
oluşan bir grupla karşılaştılar. Kardeşlik'ten bir g e n ç kadın ye­
re bir çıkın koyuyordu. İki adamı görünce durdu. Garret o n a
toslamamak için kendini kayarak durdurmak zorunda kaldı.
Kızın iri, kahverengi gözleri etrafından dolaşan Garret'ı in­
celedi. Garret düşünmeden, "Afedersiniz, hanımefendi," dedi
ve elini başına götürdü. D e r k e n arkalarından şaşkınlık ve öf­
ke sesleri k o p a r k e n Avcıustası'nın arkasından tekrar yola düş­
tü.
Martin bir çeyrek mil daha gittikten sonra durup etrafı din­
ledi. Kuzeydoğudan savaş sesleri, bağırışlar, çığlıklar ve birbi­
rine çarpan silahların çınlamaları geliyordu. Martin sırıttı. "İki
taraf ta bir süre meşgul olacak."
Garret bitkinlikle yere çöktü ve, "Bir dahaki sefere b e n i ka­
leye gönderin, olur mu, Avcıustası?"
Martin iz sürücünün yanına diz çöktü. " B u Tsuranilerin
Crydee'ye günbaümında ya da daha sonra ulaşmasını engeller.
Y a r m a kadar h ü c u m a geçemezler. Dört yüz Kara Kardeş, ar­
kalarında bırakıp da güvende olabilecekleri bir şey değil. B i ­
raz dinlendikten sonra Crydee'ye döneceğiz."
Garret bir ağaca yaslandı. "Güzel haber." Rahatlayarak
uzun uzun içini çekti. " B u uzu ucunaydı, Avcıustası."
Martin esrarlı bir biçimde gülümsedi. "Yaşamın tamamı ucu
uçunadır, Garret."
Garret başını ağır ağır iki yana salladı. "O kızı gördün mü?"
Martin başıyla onayladı. "Ne olmuş ona?"
Garret'ın kafası karışmış gibiydi. "Hoştu... yo, güzel d e m e k
daha d o ğ m , tuhaf bir tarzda, yani. Ama uzun, siyah saçları var­
dı ve gözleri su samurunun kürkü rengindeydi. Dudaklarım
büzmüştü ve şuh bir hali vardı. Çoğu erkeğin d ö n ü p ikinci kez
b a k m a s ı n a yeterdi. Kardeşlik'ten b e k l e y e c e ğ i m şey değil."
Martin başıyla onayladı. "Aslına bakılırsa m o r e d h e l güzel
bir soydur, elfler gibi. Ancak, unutma, Garret," dedi gülümse-
yerek, "kendini bir moredhel kadınıyla h o ş b e ş ederken bulur­
san, seni ö p m e k yerine kalbini kesip çıkarmakla daha ç o k il­
gilenecektir."
Kuzeydoğudan çığlıklar ve haykınşlar yankılanırken bir sü­
re dinlendiler. Sonra yavaşa ayağa kalkıp Crydee'ye dönüş yo­
luna çıktılar.

Savaşın başından beri, Tsuraniler etkinliklerini Gri Kule­


ler'deki vadinin h e m e n yakınındaki bölgelerle sınırlamışlardı.
Cüceler ve elflerden gelen raporlar, Gri Kuleler'de m a d e n çı­
karma etkinliklerinin gerçekleştirildiğini ortaya çıkarıyordu.
Vadinin dışında anklavlar oluşturmuşlar, buradan Krallık k o ­
numlarına baskınlar düzenliyorlardı. Yılda bir iki kez Düklerin
Batı Ordusu'na, Elvandar'daki elflere ya da Crydee'ye saldırı
düzenliyorlardı, a n c a k ç o ğ u zaman ele geçirdiklerini ellerinde
tutmakla yetiniyor gibiydiler.
Her yıl da ellerindeki bölgeleri genişletiyor, daha fazla ku-
şatık b ö l g e inşa ediyor, kontrolleri altındaki sahayı büyütüyor­
lar ve ertesi yılki hücumu idare edebilecekleri, daha güçlü bir
k o n u m a sahip oluyorlardı. Walinor düşeli beridir, Acı Deniz'in
doğusuna, b e k l e n e n saldırı gerçekleşmemiş, Tsuraniler Taş
Dağı'nın yakınındaki LaMut kalelerine de saldırmamıştı. Wali-
nor ile Cryde% kasabası yağmalanmış ve terk edilmişti, Tsura-
nilere herhangi bir kazanç sağlamaktan ç o k onları Krallık ve
Özgür Şehirler'e yar e t m e m e k için. Savaşın ü ç ü n c ü yılının ilk-
bahannda, Krallık kuvvetlerinin liderleri, açmazdan çıkılması­
nı sağlayacak, b ü y ü k bir saldırıdan umutlanm kesmişlerdi. Ve
bu saldırı mantıklı olan yere, müttefiklerin en zayıf c e p h e s i n e ,
Crydee'deki garnizona geldi.
Amtha surların üzerinden Tsurani ordusuna baktı. Gardan
ve Fannon'un yanında durmuştu, Martin de arkasındaydı. "Ne
kadar?" diye sordu, gözlerini toplanan ordudan ayırmadan.
Martin konuştu. "Bin b e ş yüz, iki bin... anlaması zor. D ü n
iki b i n d e n fazlası geliyordu, Kara K a r d e ş l e r i n kendileriyle bir­
likte götürdüklerini düş."
Uzaktaki ormandan işçilerin kestikleri ağaçların sesi geli­
yordu. Kılıçuatsaı'yla Avcıustası, Tsuranilerin ağaçları h ü c u m
merdiveni inşa e t m e k için kestiklerini düşünüyordu.
Martin, "Hiç b ö y l e diyeceğimi sanmazdım, ama k e ş k e dün
ormanda dört bin Kara Kardeş olsaydı," dedi.
Gardan duvarın aşağısına tükürdü. "Yine de iyi iş yaptın,
Avcıustası. Birbirleriyle çarpışmaları ç o k uygun düştü."
Martin n e ş e s i z c e güldü. "Kara K a r d e ş l e r i n gördüklerini öl­
dürmeleri iyi. B i z e olan sevgilerinden yapmadıklarından emin
olsam da, güney cephemizi koruyorlar."
Amtha, "Dünkü g ü m h münferit bir vaka değilse tabii. Kar­
deşlik Yeşil Yürek'i terk ediyorsa, ç o k g e ç m e d e n Tulan, Jonril
ve Carse için e n d i ş e l e n m e k zorunda kalabiliriz," dedi.
"Müzakere etmediklerine seviniyorum," dedi Fannon.
"Ateşkes ilan e d e c e k olsalar..."
Martin başını iki yana salladı. "Moredhel yalnızca kendile­
rine altın karşılığı hizmet veren silahlı ulaklar ve asilerle iş ya­
par. O n u n dışında, bizim işimize yaramazlar. Tsuranilerin de
fethi amaçladığı da açık. İhtiraslanndan m o r e d h e l de bizler ka­
dar nasiplerini alıyorlar."
F a n n o n tekrar, toplanmakta olan Tsurani ordusuna baktı.
Ordunun ön kıyısına çeşitli konumlara parlak renklerde, üzer­
lerinde tuhaf simgeler ve tasarımlar bulunan sancaklar yerleş­
tirilmişti. Farklı renklerde zırhlar giymiş, yüzlerce savaşçı, her
bir sancağın altında gruplar halinde dumyordu.
Bir boru sesi duyuldu ve Tsurani askerleri yüzlerini surlara
çevirdiler. Sancakların hepsi on adım ö n e getirildi ve yere sap­
landı. Krallık kuvvetlerinin subayları belirttiğini düşündüğü,
sorguçlu miğferleri giymiş bir avuç asker, ö n e çıktılar ve or­
duyla sancak tutanların arasındaki mesafenin yansında durdu­
lar. Parlak, mavi renkte zırh giyen biri, bağırarak bir şey söy­
ledi ve kaleyi işaret etti. Toplanmış Tsurani ordusundan bir
haykırış yükseldi, sonra parlak kırmızı zırh içindeki başka bir
subay, kaleye doğru yavaşça yürümeye başladı.
Arutha ile diğerleri adamın kapıya kadarki yolu kat etme­
sini sessizce izlediler. Ne sağma, soluna ne de surlardaki in­
sanlara baktı, b u n u n yerine kapıya ulaşana kadar d o s d o ğ m
ö n ü n e bakarak yürüdü. Burada geniş bir eli baltası alıp kapı­
ya sapıyla üç kez vurdu.
Basamaklardan yeni çıkmış olan Roland, "Ne yapıyor bu?"
diye sordu.
Tsurani bir kez daha kalenin kapısına vurdu. "Sanırım," de­
di Longbow, "bize kapıyı açıp kaleden çıkmamızı emrediyor."
Sonra Tsurani elini arkasına götürüp baltasını kapıya g ö ­
m e r e k onu kapının tahtasında titrer halde bıraktı. Acele e t m e ­
den, arkasını döndü ve onu izleyen Tsuranilerin tezahüratları
eşliğinde yürüyerek uzaklaşmaya başladı.
"Şimdi ne olScak?" diye sordu F a n n o n .
"Sanınm b e n biliyorum," dedi Martin yayını omzundan in­
direrek. Bir ok çıkardı ve kirişe taktı. Aniden ç e k e r e k oku fır­
lattı. Ok Tsurani subayının b a c a k l a n n m arasında toprağa sap­
landı ve a d a m durdu.
"Yabon'daki Hadati dağlılarının b u n a b e n z e r törenleri var­
dır," dedi Martin. "Düşmanın karşısında cesaret göstermeye
büyük ö n e m verirler. Birine dokunup da hayatta k a l m a k o n u
öldürmekten ç o k daha onurludur." Hareketsiz duran subaya
işaret etti. "Onu öldürürsem, hiç onurlu sayılmam, ç ü n k ü o
hepimize ne kadar cesaretli olduğunu göstermekte. Ama bu
oyunun nasıl oynanacağını bildiğimizi gösterebiliriz."
Tsurani subayı döndü ve o k u yerden alıp kırdı. Kırık o k u
havaya kaldırarak yüzünü kaleye döndü ve surlardakilere ba­
ğırarak kafa tuttu. L o n g b o w bir ok daha çıkarıp fırlattı. İkinci
ok hızla uçtu ve subayın miğferindeki tüyü ikiye böldü. Kuş
tüyleri yüzünün etrafında sürüklenmeye başlarken Tsurani
sustu.
Roland atışı bir çığlıkla karşıladı ve kalenin surlannda teza­
hüratlar patladı. Tsurani yavaşça miğferini çıkardı.
Martin, "Şimdi aramızdan birini ya onu öldürerek onursuz
olduğumuzu göstermeye ya da k a l e d e n çıkıp onunla yüzleş­
me cesaretini göstermeye davet ediyor," dedi.
Fannon, "Çocukça bir iddia için kapıları açtıracak değilim!"
dedi.
Longbow, "O zaman biz de kuralları değiştiririz," derken
sırıttı. Geçidin kenarından sarktı ve aşağıdaki avluya d o ğ m
seslendi. "Garret, kuş avı için olan oklardan!"
Aşağıdaki avluda bulunan Garret sadağından kuş avında
kullanılan oklardan birini ç e k i p yukarıdaki L o n g b o w ' a attı.
Martin diğerlerine okun u c u yerine g e ç e n ve keskin bir okun
onları y o k e d e c e ğ i durumlarda, kuşlan sersemletmekte kulla­
nılan ağır, demirden topu işaret e d e r e k oku yayına yerleştirdi.
Subayı g ö z ü n e kestirerek o k u fırlattı.
Ok Tsurani subayının karnına çarparak onu arkası üstü y e ­
re yıktı. Surlardaki herkes adamın nefesi kesilirken çıkardığı
sesi tahayyül edebiliyordu. Tsurani askerleri öfkeyle haykırdı­
lar, sonra besbelli sersemlemiş olan, a n c a k b a ş k a bir yarası
g ö z ü k m e y e n adam ayağa kalkınca sessizleştiler. Sonra adam
elleri dizlerinde iki büklüm oldu ve kustu.
Arutha katı bir sesle, "Subayın vakarı buraya kadarmış," de­
di.
"Eh," dedi Fannon. "Sanırım onlara Krallık usûlü harp üze­
rine b a ş k a bir ders vermenin zamanı geldi." Kolunu başının
üzerine kaldırdı. "Mancınıklar!" diye haykırdı.
Surların tepesinden ve kalenin üzerinden o n a c e v a b e n
bayraklar sallandı. Kolunu indirdi ve muazzam aletler ateşlen­
di. D a h a küçük kulelerde, dev arbaletleri andıran oklu mancı­
nıklar mızrağı andıran mermiler fırlatırken kalenin tepesinde
mancınıklar kovalar dolusu ağır taşlar fırlatıyordu. Taş ve mer­
mi yağmuru Tsuranilerin üzerine inerek kafalarını, kollarını,
bacaklarını eziyor, hatlarında dağınık delikler açıyordu. Man­
cınık ekibi hızla ölümcül aletlerini yeniden kurup yüklerken
yaralı adamlann çığlıkları kaleyi savunanlar tarafından duyula-
biliyordu.
Tsuraniler şaşkınlık içinde sürü halinde dönüp duruyorlar­
dı ve ikinci taş ve mermi dalgası üzerilerine indiğinde çözülüp
kaçtılar. Surların üzerindeki müdafaacılardan bir tezahürat
yükseldi, sonra Tsuraniler aletlerin menzili dışında düzenleri­
ni değiştirince söndü.
Gardan, "Kılıçustası, b e n c e bizi bekletmeyi planlıyorlar,"
dedi.
Arutha işaret ederek, " B e n c e yanılıyorsun," dedi. Diğeri
baktı: Ç o k sayıda Tsurani kendilerini ana g ö v d e d e n ayırmış,
mermi menzilinin h e m e n dışına kadar ilerlemişlerdi.
"Saldınya hazırlanır gibi bir halleri var," dedi Fannon, "ama
n e d e n kuvvetlerinin s a d e c e bir bölümüyle?"
Bir asker ortaya çıktı ve, "Majesteleri, diğer konumlarda
Tsuranilerden iz yok," dedi.
Amtha F a n n o n ' a baktı. "Ve n e d e n tek bir duvara saldırıyor­
lar?" Birkaç dakika sonra Amtha, " B e n bin kadar, diye tahmin
ediyorum," dedi.
"Bin iki yüz olması daha muhtemel," dedi Fannon. Saldır­
ganların arka taraflardan h ü c u m merdivenlerini ö n e getirdikle­
rini gördü. "Artık an meselesi."
Surların içinde bin müdafaacı bekliyordu. Dış garnizonlar­
da ve g ö z l e m noktalarında hâlâ b a ş k a Crydeeliler vardı, ama
Dükalık'ın kuvvetinin büyük bölümü buradaydı. Fannon,
"Surlar dayandığı sürece bu kuvvete direnebiliriz. O n a birlik
bir üstünlükleri olmadığı s ü r e c e onlarla b a ş a çıkabiliriz," dedi.
Dıştaki surlardan yeni haberciler geldi. "Hâlâ doğu, kuzey
ve güneyde hiçbir saldırı hazırlığı yapmıyorlar, Kılıçustası," di­
ye rapor etti biri.
"Bunu zor yoldan yapmaya kararlı gibiler." F a n n o n bir an
düşünceli göründü. "Gördüklerimizin p e k azı anlaşılabilir.
Ö l ü m ü n e baskınlar, mancınık menzilinin içinde dizilmeler, ş e ­
r e f oyunlarıyla vakit harcamalar. Y i n e de hünersiz değiller ve
hiçbir şeyi mutlak d o ğ m olarak kabul edemeyiz." Muhafıza,
"Diğer surlarda teyakkuzda olmalan ve bunun bir aldatmaca
olduğu ortaya çıkarsa savunmak üzere harekete g e ç m e y e ha­
zır olmalarını söyle," dedi.
Ulaklar oradan ayrıldı ve bekleyiş devam etti. G ü n e ş g ö k ­
yüzünde ilerledi ve gün batımının bir saat ö n c e s i n d e saldır­
ganların sırtlanna yansıdı. Birden b o m l a r ötürülüp davullar ça­
lındı ve Tsuraniler bir hışımla surlara h ü c u m ettiler. Mancınık­
lar çınladı ve saldırganlann saflarına k o c a boşluklar oluştu. Y i ­
ne de g e l m e y e devam ettiler, sabırla b e k l e y e n müdafaacılarm
ok menziline girene kadar. Saldırganların üzerine bir ok fırtı-
nasi indi ve öndeki saf bir adam kalana kadar çöktü, ama ar-
kadakiler surlara k o ş a r k e n parlak renkli kalkanlarını başlarının
üzerinde tutarak g e l m e y e devam ettiler. Altı k e z adamlar hü­
c u m merdivenlerini düşürerek yere indiler ve yerlerini diğer­
leri alıp merdivenleri kaptılar ve devam ettiler.
Surlardaki okçulara Tsurani okçuları kendi ok yağmurlarıy­
la karşılık verdi ve Crydeeeli adamlar kale burçlanndaki maz­
gallı siperlerden düştüler. Başının üzerinden oklar uçarken
Arutha kale surlannm altına sığındı, s o m a duvardaki mazgal­
ların arasından bakmayı g ö z e aldı. Görüş alanını bir saldırgan
sürücü doldurdu ve ö n ü n d e aniden bir merdiven tepesi belir­
di. Prens'in yakınındaki bir asker, elinde bir sink olan bir baş­
kasının yardımıyla merdiven tepesini tutup itti. Arutha Tsura­
nilerin merdivenden düşerken attıkları çığlıkları duyabiliyor­
du. D e r k e n m e r d i v e n e g e l e n ilk asker, g ö z ü n e saplanmış bir
Tsurani okuyla geriye düştü ve avluda kayboldu.
Aşağıdan ani bir haykırış yükseldi ve Arutha aşağı bakarak
bir ok y e m e y i g ö z e alıp ayağa fırladı. Duvarın dibinde Tsura­
ni savaşçıları geri çekiliyor, kendi hatlarının güvenliğine doğ­
ru koşuyorlardı.
Fannon, "Ne yapıyorlar?" diye merakını belirtti.
Tsuraniler mancınıklardan güvenli bir mesafeye kadar k o ş ­
tular, sonra durdular, döndüler ve saflarını oluşturdular. Su­
baylar adamların ö n ü n d e ileri geri yürüyor, o n l a n yüreklendi­
riyordu. B i r an sonra toplanan Tsuranilerden bir tezahürat
koptu.
Arutha'nın solundan biri, "Kahrolayım!" dedi ve Arutha
omzunun dibinde elinde bir denizci palasıyla duran A m o s
Trask'i gördü. "Manyaklar k ı n m a uğradıkları için kendi kendi­
lerini tebrik ediyor."
Aşağıdaki manzara tüyler ürperticiydi. Tsurani askerleri
yerde dikkatsiz bir dev yavrusunun sağa sola fırlattığı oyun­
caklar gibi yatıyordu. Birkaçı güçlükle hareket ediyor ve inli­
yordu, ama ç o ğ u ölmüştü.
Fannon, "İddiaya girerim, en az yüz kayıplan var. Bu hiç
mantıklı değil," dedi. Roland ile Martin'e, "Diğer surları kont­
rol edin," dedi. İkisi de aceleyle uzaklaştılar. Tsuranileri izler­
ken, "Şimdi ne yapıyorlar?" dedi. Kızıl gün batımı alazında,
adamlar meşaleler yakıp elden ele geçirirken onların hâlâ saf­
larını komduklarını görebiliyordu. "Güneş battıktan sonra b a ş ­
ka bir saldırı yapmaya niyetleri yoktur, değil mi? Karanlıkta
birbirlerine takılıp düşerler."
"Ne planladıklarını kim bilir?" dedi Arutha. "Hiç bu kadar
kötü düzenlenen bir saldırı duymamıştım."
Amos, "Prens'ten af dilerim, ama harp sanatı hakkında bi­
raz bilgim vardır - g e n ç l i k günlerimden k a l m a - ve b e n de bu­
nun benzerini hiç duymadım. D O G askerlerini sarhoş bir de­
nizcinin parasını saçması gibi savuran Keshialılar dahi b u n u n
gibi bir ön h ü c u m u d e n e m e z . B e n olsam dalavereye karşı göz­
lerimi açık tutardım," dedi.
"Evet," diye yanıtladı Arutha, "ama hangi türden dalavere­
ye?"

Tsuraniler bütün g e c e saldırmayı, dosdoğru surlara k o ş u p ,


surların dibinde ölmeyi sürdürdüler. B i r defasında birkaçı sur­
ların tepesine kadar vardılar, a m a ç a b u c a k öldürüldüler ve
merdivenleri geriye d o ğ m atıldı. Şafakla birlikte Tsuraniler g e ­
ri çekildiler.
Arutha, F a n n o n ile Gardan Tsuranilerin kendi saflarının gü­
venliğine, mancınık ve ok menzilinin dışına ulaşmalannı izle-
diler. G ü n e ş i n doğusuyla birlikte renkli çadırlardan bir deniz
ortaya çıktı ve Tsuraniler k a m p alanlanna çekildiler. Müdafa-
acılar kale surlannın dibinde ölü yatan Tsuranilerin sayısı kar­
şısında hayrete düştüler.
Birkaç saat sonra cesetlerin kokusu dayanılmaz bir hal al­
dı. F a n n o n o sırada gecikmiş bir uykuya hazırlanmakta olan,
bitkin haldeki Arutha'ya danıştı. "Tsuraniler ölülerini almak
için hiçbir d e n e m e d e bulunmadılar."
Amtha, "Müzakere edeceğimiz ortak bir lisan yok, Tully'yi
mütareke bayrağı altında göndermeyi planlamıyorsan şayet,"
dedi.
Fannon, "Elbette giderdi, ama onu riske atmak istemiyo-
m m . Y i n e de cesetler bir iki gün içinde s o m n haline gelebilir.
Leş kokusuyla sineklerin yanında, g ö m ü l m e y e n ölüler hastalık
getirir. Bu tannların ölülere g e r e k e n saygının gösterilmemesi
karşısındaki memnuniyetsizliklerini gösterme şeklidir."
"O zaman," dedi Amtha az ö n c e çıkardığı çizmesini yeni­
den ayağına geçirerek, "ne yapabileceğimize bir baksak iyi
olacak."
Kapıya döndü ve Gardan'ın cesetleri ortadan kaldırmak
için planlara çoktan başlamış olduğunu gördü. Kapının yanın­
da on kadar gönüllü, gidip bir c e n a z e ateşi y a k m a k üzere ölü­
leri toplamak için bekliyorlardı.
Gardan adamları kapıdan geçirirken Amtha ile F a n n o n sur­
lara vardılar. Adamlar gerekirse y e n i d e n surlara çekilirken on­
ları k o m m a k için surlara okçular dizilmişti, ama ç o k g e ç m e ­
den Tsuranilerin kafileyi rahatsız etmeyecekleri belli oldu. Bir­
kaçı saflarının kıyısına gelerek d u m p Krallık askerlerinin çalış­
masını izlediler.
Yarım saat s o m a Crydeeli adamların işi bitkin d ü ş m e d e n
tamamlayamayacaklan belli oldu. Arutha dışarıya daha fazla
adam göndermeyi tasarladı, ama F a n n o n b u n u n Tsuranilerin
beklediği şey olduğunu düşünerek reddetti. "Geniş bir grubu
kapılardan içeri s o k m a k z o m n d a kalırsak, bu felaketle sonuç­
lanabilir. Kapıyı kapatırsak, dışandaki adamları kaybederiz,
uzun süre açık bırakırsak da, Tsuraniler kaleye girer." Arutha
onunla hemfikir olmak zorunda kaldı ve Gardan'ın adamları­
nın sıcak sabahta çalışmasını izlemek için yerleştiler.
Derken, ö ğ l e n e doğru, silahsız on iki Tsurani askeri, safla-
n n d a n gelişigüzel çıktılar ve çalışan gruba yaklaştılar. Surlar-
dakiler onlan gerginlikle izledi, ama Tsuraniler Crydeeli adam­
ların çalıştığı noktaya ulaştığında, sessizce bedenleri yerden
alıp, c e n a z e ateşinin kurulmakta olduğu yere taşıdılar.
Tsuranilerin yardımıyla, b e d e n l e r dev odun yığınının üze­
rine yığıldı. Meşaleler yakıldı ve ok g e ç m e d e n ölenlerin b e ­
denleri ateşte kül oldu. B e d e n l e r i odun yığınına yerleştirmeye
yardım e d e n Tsuranilerden biri gönüllülerin başındaki askerin
yükselen ateşlerin ötesinde durmasını izledi. D e r k e n Tsurani­
lerden biri bir kelime söyledi ve o ile yanındakiler eğilerek
ateşte yananlara saygılarını ifade ettiler. Crydee askerlerinin
başındaki asker, "Ölüye son görevler!" dedi. On iki Crydeeli
esas duruşa g e ç i p selam verdiler. Sonra Tsuraniler yüzlerini
Krallık askerlerine çevirdiler ve onlar da selam verdi. Crydeee-
lilere komuta e d e n asker, "Selama karşılık verin!" diye seslen­
di ve on iki Crydeeli Tsuranilere selam verdiler.
Arutha birbirlerini öldürmeye çalışan adamların, dünyada­
ki en doğal şeymiş gibi omuz o m u z a çalışmasını, sonra da bir­
birlerini selamlamasını izleyerek başını iki yana salladı. " B a ­
b a m derdi ki, insanın tuhaf işlerinin arasında, savaşın en tuha­
fı olduğu kuşku götürmez."
Gün batımıyla birlikte yeniden geldiler, birbirini izleyen
dalgalar halinde h ü c u m edip, surlann dibinde öldüler. G e c e
b o y u n c a dört kez saldırdılar, dört k e z geri püskürtüldüler.
Şimdi yine geliyorlardı ve Arutha yeniden savaşmak üzere
bitkinliğini üzerinden attı. Kalenin önündeki Tsuranilere yeni­
lerinin katılmakta olduğunu, kuzeydeki ormandan gelen, m e ­
şale ateşlerinden uzun yılanları görebiliyorlardı. Son saldından
sonra, durumun Tsuranilerin lehine d ö n m e k t e olduğu orta­
daydı. Müdafaacılar iki gecedir savaşmaktan bitkin düşmüştü
ve Tsuraniler savaşa hâlâ taze birlikler sürmekteydi.
"Bedeli ne olursa olsun, bizi yıpratmak istiyorlar," dedi bit­
kin haldeki Fannon. Bir muhafıza bir şey söylemeye başlamış­
tı ki, yüzünde tuhaf bir ifade belirdi. Gözlerini kapadı ve yere
yıkıldı. Arutha onu yakaladı. Sırtına bir ok saplanmıştı. Öteki
tarafta duran, paniğe kapılmış gibi görünen bir asker Arutha'ya
baktı, gözleriyle, Şimdi ne yapacağız? diye sorduğu açıktı.
Amtha, "Onu kaleye, rahip Tully'ye götür," diye bağırdı ve
adamla b a ş k a bir asker baygın haldeki Kılıçustası'nı yerden
alıp aşağı taşıdılar. Bir üçüncü asker, "Emirleriniz nedir, Majes­
teleri?" dedi.
Arutha arkasını d ö n e r e k yakındaki Crydee askerlerinin yü­
zündeki endişeli ifadeleri gördü ve, "Eskisi gibi. S u m savu­
nun," dedi.
Savaş sertleşti. Amtha altı k e z kendini sura tırmanan Tsu­
rani askerleriyle dövüşürken buldu. Derken, sonsuz gibi görü­
nen çarpışmalann sonrasında, Tsuraniler geri çekildiler.
Amtha nefes nefese ayaktaydı, göğüs zırhının altında kıya­
fetleri terden sırılsıklam olmuştu. O n a su getirmeleri için ses-
lendi ve kale kapıcılarından biri su dolu bir kova getirdi. Etra­
fındaki diğerleri gibi içti ve Tsurani ordusunu g ö z l e m e k üzere
yeniden döndü.
Bir k e z daha mancınık menzilinin h e m e n dışında duruyor­
lardı ve meşalelerinin sayısı azalmış gibi değildi. Arkasından
bir ses, "Prens Amtha," dedi. Arkasını döndü. Atustası Algon
ö n ü n d e durmaktaydı. "Fannon'un yarasını yeni duydum."
Amtha, "Durumu nasıl?" dedi.
"Ucu u c u n a kurtulmuş. Yarası ciddi, ama henüz ölümcül
değil. Tully onun bir günü daha çıkarırsa, iyileşeceğini söylü­
yor. Ama daha bir hafta, belki daha uzun süre komuta e d e ­
mez."
Amtha Algon'un kendisinden bir karar beklediğini biliyor­
du. Prens Kral'ın ordusunda Şövalye-Genaraldi ve F a n n o n ' u n
yokluğunda garnizonun kumandanıydı. Aynı zamanda da de­
neyimsizdi ve komutayı Atustası'na devredebilirdi. Amtha et­
rafına bakındı. "Gardan nerede?"
D u v a n n biraz ilerisinden Gardan, "Buradayım, Majesteleri,"
diye seslendi. Amtha çavuşun haline şaştı. Adamın e s m e r teni
terden üzerine yapışan tozlardan n e r e d e y s e griydi. Tuniği ile
kısa pelerini, aynı zamanda kollarını dirseklerine kadar kapla­
yan kanla sırılsıklamdı.
Amtha kendi elleriyle kollarına baktı ve onların da aynı ş e ­
kilde kanla kaplı olduğunu gördü. "Daha fazla su getirin!" di­
ye bağırdı ve Algon'a, "Gardan b e n i m ikinci kumandanım gö­
revini üstlenecek. B a n a bir şey olursa garnizonun komutası
onda olacak. Gardan Kılıçustası vekilidir," dedi.
Algon bir an bir şey söyleyecekmiş gibi tereddüt etti, son­
ra yüzünden bir ferahlama ifadesi geçti. "Evet, Majesteleri.
Emirleriniz?"
Arutha yeniden Tsurani saflarına, sonra da doğuya baktı.
Yalancı şafağın ilk ışıkları geliyordu ve güneş iki saatten kısa
bir süre sonra dağların üzerinde yükselecekti. Bir süre kolla­
rıyla yüzündeki kanı yıkarken durumu tartar gibi göründü. Ne­
den sonra, "Longbow'u bulun," dedi.
Avcıustası çağırıldı ve birkaç dakika sonra, yüzünde geniş
bir gülümseme olan Amos Trask ile birlikte geldi. "Kahrola-
yım, ama adamlar harbi savaşıyorlar."
Arutha bunu duymazlıktan geldi. "Bizim üzerimizde sürek­
li bir baskı kurmak istedikleri açık. Kendi yaşamlarına bunca
az ö n e m verirken, bizi birkaç haftada bitkin düşürebilirler.
Adamlarının mutlak ö l ü m e gitmekteki istekliliği hesaba katma­
dığımız bir şeydi. Kuzey, güney ve doğudaki surlann tahliye
edilmesini istiyorum. Gözcülük etmeye ve takviye g e l e n e ka­
dar saldırganları uzakta tutmaya y e t e c e k kadar adamı geride
bırakın. Diğer surlardaki adamlan buraya getirip buradakilere
de rahat durumuna geçmeleri emrini verin. G ü n ü n geri kalan
bölümünde dönüşümlü, altı saatlik nöbetlerin tutulmasını isti­
yorum. Martin, Kara Kardeşlerin g ö ç ü n d e n yeni haberler var
mı?"
L o n g b o w omuzlarını silkti. "Biraz meşguldük, Majesteleri.
Adamlanmm tümü de son birkaç haftadır kuzeydeki ormanlar­
da."
Arutha, "İlk ışıktan ö n c e surların üzerinden birkaç iz sürü­
cüyü gizlice indirebilir misin?" dedi.
Longbow bunu düşündü. "Hemen yola çıkarlarsa ve
Tsuraniler doğu surunu fazlasıyla yakından izlemiyorsa, evet."
"Bunu yap. Kara Kardeşler bu kuvvete saldıracak kadar
budala değildir, ama üç gün önce gözüne çarpanlann
boyutunda birkaç grup bulur ve tuzağını yinelersen..."
Martin sırıttı. "Onları bizzat b e n p e ş i m e takarım. Şimdi
hava daha da aydınlanmadan yola çıksak iyi olacak." Arutha
onu gönderdi ve Martin merdivenleri koşarak indi. "Garret!"
diye bağırdı. "Haydi gel, delikanlı. Gidip biraz eğleneceğiz."
Martin iz sürücülerini etrafında toplarken surlardaki h e r k e s
tarafından duyulabilen bir inilti oldu.
Amtha Gardan'a, "Carse ile Tulan'a mesaj gönderilmesini
istiyomm. Her biri için b e ş e r güvercin kullanın. B a r o n B e l l a m y
ile Tolburt Baronlarının garnizonlarını tahliye edip h e m e n
gemiyle Crydee'ye d o ğ m yola çıkmalarını emredin," dedi.
Gardan, "Bu oradaki garnizonlan n e r e d e y s e savunmasız
bırakacaktır," dedi.
Algon itiraza katıldı. "Kara Kardeşler Kuzey Elleri'ne d o ğ m
ilerlerse, g e l e c e k yıl Tsuranilerin güneydeki kalelerle arasında
engel kalmayacaktır."
Amtha, "Kara Kardeşler kiüe halinde (EN MASSE) yolculuk
ediyorsa, ki olmayabilirler ve Tsuraniler onların Yeşil
Yürek'ten aynldığını öğrenirse, ki öğrenmeyebilirler. G e l e c e k
yılki muhtemel bir tehlike değil, şimdiki gerçek tehlike en­
dişelendiriyor beni. Bu sürekli baskıyı üzerimizden ç e k m e z l e r ­
se, ne kadar direnebiliriz?"
Gardan, "Birkaç hafta, belki bir ay. Daha fazla değil," dedi.
Amtha bir k e z daha Tsurani kampını inceledi. "Çadırlarım
korkusuzca kasabanın yakınına kumyorlar. Ormanlarımızda
cirit atıp şüphesiz merdivenler ve kuşatma silahları yapıyorlar.
Kuşatma içinden güçlü bir saldırı yapamayacağımızı biliyorlar.
Ama güney kalelerinden gelen bin sekiz yüz taze asker sahil
yolundan saldırır, garnizon da içten dışarı h ü c u m ederse o n ­
ları Crydee'den püskürtebiliriz. Kuşatma bir kez kırıldığında,
doğudaki anklavlarına çekilmek zomnda kalırlar. Onları
sürekli olarak atlılarla taciz edip yeniden gruplanmalarını en­
gelleyebiliriz. D a h a sonra o kuvvetleri güney kalelerine ger
yollarız, onlar da g e l e c e k bahar Carsa ya da Tulan'a yapılacak
saldınlara hazırlıklı olurlar."
Gardan, "Gözüpek bir plan, Majesteleri," dedi. Selam ver­
dikten sonra peşinde Algon'la sura yöneldi.
Amos Trask, "Kumandanlannız, ihtiyatlı adamlar, Majes­
teleri," dedi.
Arutha, "Sen b e n i m planıma katılıyor musun?" dedi.
"Crydee düşerse, Carse ya da Tulan'ın ne zaman düştüğü
neyi değiştirir ki? Bu yıl olmazsa, kesin g e l e c e k yıl. İki ya da
üç m u h a r e b e yerine bir m u h a r e b e d e olup bitmesi iyi olabilir.
Çavuşun dediği gibi, bu g ö z ü p e k bir plan. Ama hiçbir gemi,
güverteye çıkacak kadar yaklaşmadan alınmamıştır. Bir gün
Prens olmaktan bıkarsanız, iyi bir korsan olabilirsiniz, Majes­
teleri."
Arutha A m o s Trask'e şüpheci bir gülümsemeyle baktı.
"Korsan, ha? Senin dürüst bir tacir olduğunu iddia ettiğini
sanıyordum."
Amos biraz şaşkın göründü. Sonra içten bir kahkaha
kopardı. "Sadece Crydee'ye bir kargo getirdiğimi söyledim,
Majesteleri. O n u nasıl ele geçirdiğimi hiç söylemedim."
"Eh, şimdi senin korsanlık mazine ayıracak zamanımız
yok."
Amos alınmış görünüyordu. "Korsan değil, Efendimiz.
Sidonie, Y ü c e Kesh'ten Durbin valisince verilmiş MARQUE
mektuplarım taşımaktaydı."
Arutha güldü. "Elbette! Ve h e r k e s açık denizlerde Durbin
sahili kaptanlanndan daha nezih, yasalara daha saygılı bir
grup olmadığını bilir."
Amos omuzlarını silkti. "Haşin tiplerdir, doğru. Zaman
zaman da açık denizlerde serbest geçiş kavramına saygı g ö s ­
termezler, ama bizler düşman gemilerine saldırma iznine
sahip ticaret gemisi, demeyi tercih ederiz."
Borular öttü, davullar çalındı ve Tsuraniler savaş çığlıklarıy-
la geldiler. Müdafaacılar beklediler, sonra h ü c u m ordusu
kalenin savaş makinelerinin dış menziline geldiğinde,
Tsuranilerin üzerine ölüm yağdı. Y i n e geldiler.
Tsuraniler kalenin okçulannın dış menzilinin sınırını işaret
e d e n g ö r ü n m e z çizgiyi geçtiler ve onlarcası daha öldü. Y i n e
geldiler.
Saldırganlar surlara vardılar ve müdafaacılar üzerlerine taş­
lar attı, h ü c u m merdivenlerini itti, aşağıdakilere ölüm dağıttı.
Y i n e geldiler.
Arutha yedek kuvvetlerinin yeniden çatışma düzenine
sokulmasını e m r e d e r e k onları h ü c u m u n en ağır olduğu nok­
taların yakınına yönlendirdi. Adamlar buyruklarını yerine
getirmeye koştular.
Batı duvarının üzerinde, savaşın en yoğun noktasında
duran Arutha saldırıya saldırıyla karşılık vererek, sunin üstüne
varan savaşçıları birbiri ardına püskürttü. Savaşın ortasınday­
k e n bile, A m t h a etrafındaki sahnenin ayırdındaydi; bağırarak
emirler veriyor, kendisine verilen yanıtlan duyuyor, baş­
kalarının ne yaptıklarını görüyordu. Silahını k a y b e d e n A m o s
Trask'in bir Tsuraninin suratına yumruğuyla vurarak adamı
surdan aşağı yuvarladığını gördü. Trask daha sonra dikkatle
yere eğildi ve gemici palasın, duvarın üzerinde gezintiye çık­
mışken düşürmüşçesine yerden aldı. Gardan adamların arasın­
da dolaşarak müdafaacılara talimatlar veriyor, moralleri
bozulanlan yüreklendiriyor ve adamların normalde bitkinliğe
teslim olacakları noktanın ötesinde direnmelerini sağlıyordu.
Arutha iki askerin başka bir h ü c u m merdivenini itmesine
yardım ettikten sonra adamlardan biri yavaşça dönüp, göğsün­
deki Tsurani o k u n a hayretle bakıp Arutha'nın ayaklarının dib­
ine ç ö k ü n c e bir an kafası karışarak durdu. Adam sırtını duvara
yasladı ve bir süre uyumaya karar vermişçesine gözlerini
kapattı.
Arutha birinin o n a seslendiğini duydu. Gardan birkaç met­
re ötesinde durmuş, batı duvarının kuzey bölümünü işaret
ediyordu. "Sura çıktılar!"
Amtha Gardan'ın yanından koşarak g e ç e r k e n bir taraftan
da, " Y e d e k güçlerin peşimden gelmesini emret!" diye bağırdı.
Müdafaadaki gediğe ulaşana kadar s u m n üzerinde koştu. Sur
parçasının her iki tarafını on ikişer Tsurani tutmuş, yoldaş­
larının izlemesi için yol açmaya çalışıyorlardı. Amtha kendisini
bitkin ve şaşkın haldeki, siperde gerilemek z o a ı n d a kalan
muhafızların arasından ön safa attı. Arutha ilk Tsuraninin kal­
kanının üzerine bir kılıç darbesi indirerek adamın gırtlağım
kesti. Tsurani'nin yüzünde hayret belirdi, sonra devrilip
aşağıdaki avluya düştü. Amtha ilkinin yanındaki adama saldır­
dı ve, "Crydee için! Krallıkiçin!" diye bağırdı.
D e r k e n Gardan aralamadaydı, kara bir dev gibi tepelerin­
den bakıyor, ö n ü n e kim çıkarsa kırıp geçiriyordu. Birden
Crydeeli adamlar ö n e atıldılar; dar s u m n üzerinde et ve çelik­
ten bir dalgaydılar. Tsuraniler zorlukla açtıkları gediği kaybet­
meyi reddederek yerlerinden ayrılmadıklar ve son adama
kadar öldürüldüler.
Arutha bir Tsurani savaşçısını ince kılıcının BELL
GUARD'ıyla vurarak onu aşağıdaki toprağa yolladı ve d ö n e r e k
duvarın bir k e z daha müdafaacıların eline geçmiş olduğunu
gördü. Tsurani hatlarından b o m sesleri yükseldi ve saldırgan­
lar geri çekildiler.
Arutha güneşin doğudaki dağları aştığının farkına vardı.
Sabah nihayet gelmişti. Aşağıdaki manzarayı gözleriyle taradı
ve kendisini aniden daha ö n c e hiç hissetmediği kadar yorgun
hissetti. Y a v a ş ç a d ö n e r e k duvardaki h e r adamın onu izlemek­
te olduğunu gördü. D e r k e n adamlardan biri, "Selam sana,
Amtha! Selam sana, Crydee Prensi!" diye bağırdı.
Birden adamlar "Amtha! Amtha!" diye bağırırken, kale hay­
kırışlara çınlıyordu.
Amtha Gardan'a, "Neden?" diye sordu.
Çavuş m e m n u n bir ifadeyle, "Sizin Tsuranilerle bizzat
savaştığınızı gördüler, Majesteleri ya da bunu başkalarından
duydular. Onlar asker ve komutanlarından bazı şeyler b e k ­
liyor. Artık onlar g e r ç e k t e n sizin adamlarınız," diye yanıt ver­
di.
Tezahüratlar kaleyi d o l d u m r k e n Arutha sessizce durdu.
D e r k e n elini kaldırdı ve avluya sessizlik çöktü. "İyi bir iş
başardınız. Crydee'ye askerlerince layıkıyla hizmet ediliyor."
Gardan'la konuştu. "Surlardaki nöbetçileri değiştirin. Zaferin
tadını çıkarmak için p e k zamanımız olmayabilir."
Sözleri kötü bir alametmişçesine, en yakındaki kulenin
tepesinde bulunan bir muhafızdan bir haykırış koptu. "Majes­
teleri, savaş alanına bakın."
Amtha, Tsurani saflarının y e n i d e n oluşturulduğunu gördü.
Bitkinlikle, "Hiç sınırlan y o k mudur bunlann?" dedi.
B e k l e n e n saldırının yerine, Tsurani hattından tek bir a d a m
ö n e çıktı; sorguçlu miğferine bakılırsa bir subaydı. Surları
işaret etti ve Tsurani safının tümünde tezahürat koptu. D a h a
ileriye, ok menziline gelere birkaç k e z durup sum işaret etti.
Saldırganlar o n u n el işaretleri üzerine kaleye doğru tezahürat
yaparken mavi zırhı sabah güneşinde panldıyordu.
Adam şahsına yönelik tehlikeye kulak asmadan sırtım
açığa vererek kendi safına d o ğ m yürürken bu tuhaf manzarayı
izleyen Gardan, "Bu bir m e y d a n o k u m a mı?" dedi.
" Y o , " dedi gelip Gardan'ın yanında duran Amos Trask.
"Bence düşmanı cesaretinden dolayı selamlıyorlar." A m o s
başını hafifçe iki yana salladı. "Tuhaf bir halk."
Amtha, "Bunun gibi adamları hiç anlayabilecek miyiz?"
dedi.
Gardan elini Arutha'nın omzuna koydu. "Sanmam. B a k ,
savaş alanını terk ediyorlar."
Tsuraniler Crydee kentinden artakalanların önündeki
çadırlarına geri dönüyorlardı. Kaleyi g ö z l e m e k için birkaç
nöbetçi bırakıldı, ama asıl gücün bir k e z daha tahliye emri al­
dığı açıktı. Gardan, " B e n olsam yeni bir saldırı emri verirdim,"
dedi. Sesi şaşkınlığını ele veriyordu. "Bizim t ü k e n m e k üzere
olduğumuzu biliyor olmalılar. Neden saldırıya devam etmiyor­
lar ki?"
Amos, "Kim bilebilir ki? Belki onlar da yorulmuştur," dedi.
Amtha, " B u g e c e saldırmaların b e n i m çözemediğim bir an­
lamı var," dedi. Başını iki yana salladı. "Zamanla ne çevirdik­
lerini anlayacağız. Surlara nöbetçi dikin, ama adamlar avluda
dinlenmeye çekilsin. Gün içinde saldırmamayı yeğledikleri
giderek bariz bir hal alıyor. Mutfaktan y e m e k ve yıkanacak su
getirilmesini emredin." Buyruklar iletildi ve adamlar mev-
kilerinden ayrıldılar; merdivenlerden i n e m e y e c e k kadar yor­
gun olan bazıları s u m n aşağısındaki patikalara çöktü. Diğerleri
avluya ulaştılar ve silahlarını bir yana atarak kale kapıcıları tat­
lı suyla dolu kovaları birinden diğerine koştururken kale burç-
larının gölgesinde oturdular. Arutha duvara yaslandı. Kendi
kendisine, "Geri gelecekler," dedi.
O g e c e yeniden geldiler.
KUŞATMA

Şafak söktüğünde yaralı adamlar inliyordu.


Tsuraniler aralıksız on iki gecedir kaleye saldırıyor, şafakta
çekiliyordu. Gardan tehlikeli g e c e saldırıları için herhangi bir
n e d e n göremiyordu. Tsuranilerin ölülerini toplayıp çadırlarına
dönmesini izlerken, "Tuhaflar. Merdivenler dayandıktan sonra
o k ç u l a n kendi adamlarını vurmaktan korktuklarından ok atmı­
yor. Aşağıdaki herkesin düşman olduğunu bildiğimizden bi­
zim b ö y l e bir sorunumuz yok. Bu adamları anlamıyorum," de­
di.
Arutha hissiz bir biçimde oturmuş, etrafındaki manzaraya
kulak asmadan yüzündeki kan ve toprağı yıkıyordu. Gardan'a
yanıt bile v e r e m e y e c e k kadar yorgundu. Yakınlardan bir ses,
"Al," dedi ve nemli bezi yüzünden ç e k e r e k kendisine sunulan
bir maşrapa gördü. Maşrapayı aldı ve sert şarabın tadını çıka­
rarak, tek bir uzun yudumda bitirdi.
Tunik ve pantolon giymiş, kılıcı yan tarafından sarkan Car­
line ö n ü n d e dumyordu. Amtha, "Burada ne işin var?" diye sor­
du; yorgunluk yüzünden sesi kendi kulaklarına bile haşin g e ­
liyordu.
Carline'in tavırları canlıydı. "Birisinin su ve yiyecek taşıma­
sı gerekiyor. Adamların hepsi bütün g e c e surlardayken, s e n c e
kim sabahleyin görev y a p a c a k durumda? Savaşamayacak ka­
dar yaşlı olan o bir avuç dolusu zavallı kapıcı değil, o kesin."
Arutha etrafına bakındı ve b a ş k a kadınlar gördü; kale ley-
dilerinin yam sıra hizmetkarlar ve balıkçı k a n l a n da kendileri­
ne sunulan su ve yiyeceği minnettarlıkla alan adamlann ara­
sında dolaşıyordu. Çarpık gülümsemesiyle gülümsedi. "Ne du­
rumdasınız?"
"Oldukça iyi. Y i n e de, kendisine özgü biçimde, m a h z e n d e
oturmak da surun üzerinde olmak kadar zor, b e n c e . B i z e ula­
şan her savaş sesi leydilerden birini ya da ötekini gözyaşları­
na boğuyor." Sesinde hafif bir kınama seziliyordu. "Tavşanlar
gibi bir araya toplaşıyorlar. Ah, o kadar bıktırıcı ki." Bir an ses­
siz durdu, sonra, "Roland'ı gördün mü?" dedi.
Arutha etrafına bakındı. " G e ç e n g e c e bir ara gördüm." Y ü ­
zünü ferahlık veren nemli b e z l e örttü. B e z i bir saniye sonra
ç e k e r e k , "Ya da belki iki g e c e önceydi. İpin ucunu kaçırdım,"
dedi. Kaleye en yakın surun üzerini işaret etti. "Orada bir yer­
lerde olmalı. O n u uzak taraftaki nöbetçilerin başına getirmiş­
tim. Y a n taraftan gelen bir saldırıdan korunmakla sorumlu."
Carline gülümsedi. Roland'ın savaşa katılmaya c a n atıyor
olacağım biliyordu, ama o n u n üstlendiği sorumluluklarla, bu
Tsuraniler h e r yandan saldırmadığı sürece p e k muhtemel de­
ğildi. "Teşekkür ederim, Arutha."
Arutha anlamazlıktan geldi. "Ne için?"
Carline eğildi ve onu yanağından öptü. "Beni b a z e n b e n ­
den iyi tanıdığın için." Aaya kalıp yürüyerek uzaklaştı.

Roland kale burcundaki mazgallı siperler b o y u n c a yürüyor,


kelenin doğu duvanna paralel ızamam geniş açıklığın ötesin­
de, uzaktaki ormanı izliyordu. B i r alarm çanının yanında du-
ran bir muhafıza yaklaştı ve, "Bir şey var mı?" dedi.
"Hiçbir şey, Toprak Beyi."
Roland başıyla onayladı. "Gözünü açık tut. Bu surun önün­
deki en dar açıklık. İkinci bir c e p h e d e n saldıracak olurlarsa,
saldırıyı b e k l e y e c e ğ i m yer burası."
Asker, "Gerçekten de öyle, Toprak Beyi. Neden s a d e c e bir
duvara, üstelik de en güçlü olana geliyorlar?" dedi.
Roland omuzlarını silkti. "Biliyormuş gibi yapmayacağım.
Belki de bizi küçümsediklerini ya da kendi cesaretlerini gös­
termek içindir. Ya da bize yabancı olan b a ş k a bir n e d e n d e n ­
dir."
Muhafız hazır ola geçip selam verdi. Carline arkalarından
sessizce yaklaşmıştı. Roland onu kolundan tuttu ve oradan
aceleyle uzaklaştırdı. "Burada ne yaptığını sanıyorsun?" dedi
p e k de nazik olmayan bir tonla.
Carline'in onu sağ ve yaralanmamış bulduğu için hissettiği
ferahlama öfkeye dönüştü. "Senin iyi o l u p olmadığını g ö r m e ­
ye geldim," dedi o n a kafa tutarak.
Roland onu basamaklardan aşağıdaki avluya indirirken,
"Ormandan bir Tsurani okçusunun D ü k ' ü n h a n e nüfusunu bir
eksiltemeyeceği kadar uzak değiliz. B a b a n a ve ağabeylerine
buraya çıkmana izin vermemdeki nedenleri açıklayacak deği­
lim."
"Ah! T e k n e d e n i n bu mu? B a b a m l a yüzleşmek istemiyor­
sun."
Gülümsedi ve sesi yumuşadı. " Y o . Elbette değil."
Carline gülümsemesine karşılık verdi. "Endişelendim."
Roland alt basamaklara oturdu ve taşların dibinde yetişen
yaban otlarım koparıp yana fırlattı. "Bunun için p e k n e d e n
yok. Arutha p e k bir riske atılmamamı sağladı."
Carline gönlünü alırcasına, "Yine de burası önemli bir m e v ­
ki. Buraya saldıracak olurlarsa, takviye g e l e n e kadar az sayıda
askerle dayanmak zorunda kalacaksın," dedi.
"Saldırırlar ise. Gardan dün geldi ve ç o k g e ç m e d e n bıkıp
uzun bir kuşatmaya hazırlanacaklannı, bizim açlıktan ölmemi­
zi bekleyeceklerini düşünüyor."
Carline, "O zaman talihlerine küssünler. Kışı çıkaracak ka­
dar erzakımız var ve karlar geldikten sonra burada yağmalaya­
cak p e k az şey bulabilirler," dedi.
Roland onunla şakadan alay ederek, "Burada kim varmış
böyle? Bir taktik uzmanı mı yoksa?" dedi.
Carline o n a özellikle kaim kafalı bir çocukla karşılaşmış,
sabn taşmış bir öğretmen gibi baktı. "Dinliyorum ve aklım ba­
şımda. Etrafta oturup siz erkeklerin b a n a olup biteni s ö y l e m e ­
sini b e k l e m e k t e n başka bir şey yapmadığımı mı sanıyorsun?
Öyle yapsam, hiçbir şeyden haberim olmazdı."
Roland ellerini havaya kaldırarak bir yakarma işareti yaptı.
"Özür dilerim, Carline. Kesinlikle aptal değilsin." Ayağa kalkıp
Carline'in elini tuttu. "Ama b e n i aptal ettin."
Carline o n u n elini sıktı. "Hayır, Roland, asıl aptal olan b e n ­
dim. Ne kadar iyi bir adam olduğunu anlamam n e r e d e y s e üç
yılımı aldı. Ve de ne kadar iyi bir dost." Eğilip onu hafifçe ö p ­
tü. Roland ö p ü c ü ğ e sevecenlikle karşılık verdi. Carline, "Daha
da fazlası," diye ekledi sessizce.
Roland, "Bunlar sona erdiğinde..." diye başladı.
Carline boşta kalan elini onun dudaklanna götürdü. "Şim­
di olmaz, Roland. Şimdi olmaz."
Roland anlayışlı bir şekilde gülümsedi. "Surlara d ö n s e m iyi
olacak, Carlineç"
Carline o n u yeniden öptü ve ana avluya ve yapılacak işle-
re döndü. Roland tekrar sura tırmandı ve n ö b e t i n e yeniden
başladı.

Muhafızlardan biri, "Toprak Beyi! Ormana!" diye bağırdı­


ğında vakit öğleyi hayli geçmişti. Roland gösterilen y ö n e bak­
tı ve açık alanda s e k e r e k gelen iki şekil gördü. Ağaçların ara­
sından adamların haykırışları ve savaş sesleri geldi.
Crydee okçulan silahlarım kaldırdı, sonra Roland, "Durun!
Bu Longbow!" diye seslendi. Yanındaki muhafıza, "İp getirin,
çabuk," dedi.
L o n g b o w ile Garret surlara ulaştığında ipler salmıyordu ve
ipler bağlanır bağlanmaz aceleyle tırmandılar. Surlann üzerin­
de güvende olur olmaz, mazgallı siperlerin arkasına bitkinlik
içinde çöktüler. İki ormancıya su tulumlan verildi, onlar da ka­
na kana içtiler.
"Şimdi ne olacak?" diye sordu Roland.
L o n g b o w o n a çarpık bir gülümsemeyle karşılık verdi. "Bu­
ranın yaklaşık otuz mil güneydoğusunda, kuzeye doğru yolu-
culuk e d e n b a ş k a bir seyyah çetesi bulduk ve onlar için Tsu-
ranilere bir ziyaret ayarladık."
Garret başını kaldırıp Roland'a etrafını yorgunluktan m o r
halkalar bürümüş gözleriyle baktı. "Çete, diyor. T a m kadro
yolculuk e d e n b e ş yüze yakın kahrolası moredhel. Son iki
gündür bizi ormanlarda kovalayan yüz tane olmalı."
Roland, "Arutha m e m n u n olacak. Tsuraniler siz gideli beri
her g e c e bizi vuruyorlar. Dikkatlerini biraz b a ş k a tarafa ç e k ­
m e k işimize yarayabilirdi," dedi.
L o n g b o w başıyla onayladı. "Prens nerede?"
"Batı surlannda, bütün savaşların olduğu yerde."
L o n g b o w ayağa kalktı ve bitkin haldeki Garret'ı da ç e k e -
rek kaldırdı. "Haydi gel. Rapor versek iyi olacak."
Roland muhafızlara gözlerini açık tutmaları talimatını vere­
rek avcıların peşinden gitti. Arutha'yı bulduklarında silahların,
kırık ya da körleşmiş olanların yerine yenilerini koymaya ihti­
yaçları olanlara dağıtılmasına nezaret ediyordu. Gardell, de­
mirci ve çırakları onarılabilir durumda olan silahları alıp bir el
arabasına yığarak işe koyulmak üzere demirci ocağına y ö n e l ­
diler.
L o n g b o w , "Majesteleri, b a ş k a bir m o r e d h e l çetesi k u z e y e
geldi. Tsuraniler bu g e c e saldıramayacak kadar meşgul olsun
diye, onları buraya çektim," dedi.
Arutha, " B u iyi bir haber. Gel, bir k a d e h şarap içelim, s e n
de gördüklerini anlat."
L o n g b o w Garreti mutfağa gönderdi ve Arutha ile Roland'ın
ardından kaleye girdi. Prens'e Gardan'a h a b e r göndererek on­
lara katılmasını rica etti ve hepsi bir araya toplandığında,
Longbow'dan yolculuğunu anlatmasını istedi.
L o n g b o w ö n ü n e konulan şarap kadehinden kana kana iç­
ti. "Bir süre vur kaç halinde devam etti: ormanlar Tsurani ve
moredhel kaynıyor. Ve birbirlerini p e k sevmediklerine dair
p e k ç o k işaret var. İki taraftan da en azından yüz kadar ölü
saydık."
Amtha diğer üç adama baktı. "Âdetleri hakkında ç o k az şey
biliyomz, ama Crydee'ye bu kadar yakın yolculuk etmeleri ap­
talca görünüyor."
L o n g b o w başını iki yana salladı. "Pek fazla s e ç e n e k l e r i
yok, Majesteleri. Yeşil Y ü r e k yağmalanarak dımdızlak bırakıl­
mış olmalı ve Tsuraniler yüzünden dağlarına dönemiyorlar.
Moredhel K u z e y Elleri'ne gidiyor ve Elvandar'ın yakınından
g e ç m e riskine atılmazlar. Y o l u n geri kalanı Tsurani kuvvetleri
tarafından kapanmışken, izleyebilecekleri tek yol yakınlardaki
ormanların içinden, sonra da batıdan nehir b o y u n c a sahile
d o ğ m gidiyor. D e n i z e ulaştıktan sonra, yeniden k u z e y e y ö n e ­
lebilirler. Kuzey Elleri'ndeki soydaşlarına güven içinde ulaş­
m a k için B ü y ü k Kuzey Dağları'na kış ç ö k m e d e n varmalan ge­
rek."
Kadehinde geri kalanı kafasına dikti ve bir hizmetkarın o n u
yeniden doldurmasını bekledi. "Bütün belirtilere göre, güney­
deki her moredhel Kuzey Elleri'ne gidiyor. Bini aşkını daha
şimdiden buraya güven içinde varmış gibi görünüyor. Bu yaz
ve sonbahar içinde bu tarafa daha kaçının geleceğini tahmin
edemeyiz." Y e n i d e n içti. "Tsuranilerin sağ taraflanna dikkat et­
mesi gerek ve güney taraflarına da dikkat etseler iyi ederler.
Moredhel açlıktan kırılıyor ve ordunun büyük bölümü kale
surlanna dayanmışken k a m p a b a s k ı n d ü z e n l e m e y e kalkışabi­
lirler. Üç yollu bir savaş çıkarsa, işler pis bir hal alabilir."
"Tsuraniler açısından," dedi Gardan.
Martin kadehini kaldırarak onu selamladı. "Tsuraniler açı­
sından."
Amtha, "İyi bir iş basardın, Avcıustası," dedi.
"Teşekkür ederim, Majesteleri." Güldü. "Kara Kardeşlik'i
Crydee ormanlarında görmekten m e m n u n olacağımı hiç san­
mazdım."
Amtha parmaklarıyla masada davul çaldı. "Tulan ile Car-
se'taan g e l e c e k ordulann buraya varmasına daha iki üç hafta
var. Kara Kardeşler Tsuranileri yeterince taciz edebilirse, biz
de biraz dinlenebiliriz."
L o n g b o w ellerini masaya yaydı. "Yanlarından hızla geçtiği­
miz için p e k fazla şey g ö r e c e k kadar yakmlaşamadık, ama bir
şeyler çeviriyorlar. Açıklığın yaklaşık y a n m mil gerisinden iti-
baren ormanlara yayılmış p e k ç o k adam var. Eteklerimizdeki
bizi izleyen m o r e d h e l olmasaydı, Garret ile b e n surlara yara­
mayabilirdik."
"Keşke orada ne yaptıklarım bilseydim," dedi Arutha.
"Böyle s a d e c e g e c e h ü c u m etmeleri, mutlaka bir tür hileyi giz­
liyor olmalı."
Gardan, "Korkanm ç o k yakında öğreneceğiz," dedi.
A m t h a ayağa kalktı, diğerleri de o n u izlediler. "Her halü­
karda y a p a c a k ç o k işimiz var. Ama bu g e c e g e l m e y e c e k olur­
larsa, hepimiz bu moladan faydalanmalıyız. Nöbetçiler dikil­
mesini emret ve adamları uyumaları için kışlalara geri g ö n d e ­
ri. B a n a ihtiyaç olursa, odamda olacağım."
Diğerleri onun ardından toplantı salonundan çıktılar ve
Amtha yavaşça odasına d o ğ m yürürken yorgun zihni önemli
olduğunu bildiği meseleleri kavramaya çalışıyor, ama başarısız
oluyordu. S a d e c e zırhını çıkardı ve kendisini giyinik halde şil­
tesine attı. Çabucak uykuya daldı, a n c a k bu huzursuz, rüya
dolu bir uykuydu.
Bir hafta b o y u n c a , Tsuraniler g ö ç e d e n Kara Y o l Kardeşle-
ri'ne karşı temkinli davrandığından hiçbir saldırı olmadı. Mar­
tin'in ö n c e d e n tahmin ettiği gibi, m o r e d h e l açlık yüzünden da­
ha cüretkar olmuş ve Tsurani kampının ortasına iki kez saldır­
mıştı.
İlk moredhel saldırısından sonraki sekizinci öğleden sonra­
da, Tsuraniler yeniden kalenin ö n ü n d e k i alanda toplanıyordu,
safları bir kez daha doğudan elen takviye güçlerle genişlemiş­
ti. Amtha ile babasının arasında güvercinlerle taşınan mesajlar­
da doğu c e p h e s i n d e de çatışmaların arttığı haberleri vardı.
Lord Borric'in tahminine göre Cryde'ye Tsuranilerin dünyasın­
dan yeni g e l e n birlikler saldırmaktaydı, zira kendi c e p h e s i
üzerinde herhangi bir birlik hareketi rapor edilmemişti. Carse
ile Tulan'dan ferahlık veren b a ş k a haberler geldi. B a r o n T o l -
burt'un askerleri, Arutha'nın mesajını aldıktan iki gün sonra
yola çıkmıştı ve birlikleri Carse'ta B a r o n Bellamy'ninkilerle bir­
leşecekti. Hüküm süren yağmurlara bağlı olarak, onlan rahat­
latacak filonun gelmesine bir ya da iki hafta vardı.
Amtha batı s u m n u n üzerinde her zamanki yerinde, yanın­
da Martin Longbow'la dumyordu. Manzarayı kızıla b o y a y a n
kızıl bir fener gibi güneş, batıda alçalırken Tsuranilerin mev­
kilerini almasını izlediler.
"Görünüşe bakılırsa," dedi Amtha, "bu g e c e tam teşekkül­
lü bir saldırı planlıyorlar."
Longbow, "Tüm belirtilere bakılırsa, bölgeyi rahatsızlık ve­
ren komşulardan, hiç değilse bir süreliğine temizlemişler. M o ­
redhel bize biraz zaman kazandırdı, Majesteleri, a m a daha faz­
lasını değil," dedi.
"Kaç tanesinin Kuzey Elleri'ine ulaşabileceğini m e r a k edi-
yomm."
L o n g b o w omuzlarını silkti. "Belki beşte biri. Y e ş l Yürek'le
Kuzey Elleri arasındaki yolculuk en iyi koşullarda bile uzun ve
zordur. Şimdiyse..." Sözlerini yarım bıraktı.
Gardan avludan merdivenleri çıkarak geldi. "Majesteleri,
kuledeki nöbetçi Tsuranilerin birliklerini düzene soktuğunu
rapor ediyor."
O konuşurken Tsuraniler savaş çığlıklannı attılar ve ilerle­
m e y e başladılar. Amtha kılıcını çekti ve mancınıklara ateş e m ­
rini verdi. Onları okçular izleyerek saldırganların üzerine ok
yağdırdılar, ama Tsuraniler hâlâ g e l m e y e devam ediyordu.
G e c e b o y u n c a , parlak zırhlı yabancılar dalga dalga gelerek
kendilerini Crydee Kalesi'nin batı duvanna attılar. Çoğu şuran
ö n ü n d e ya da dibindeki alanda öldüler, ama birkaçı kale burç­
larına çıkmayı başardı. Onlar da öldüler. Y i n e başkaları g e l m e ­
ye devam etti.
Tsurani dalgası altı kez Crydee savunmasına çarpıp parça­
lanmıştı ve şimdi bir yedinci saldınya hazırlanıyorlardı. T o p r a k
ve kana bulanmış durumdaki Arutha dinlenmiş birliklerin su­
ra yerleştirilmesini yönetti. Gardan doğuya doğru baktı. "Bir
saldırıya daha direnebilirsek, şafak s ö k e c e k . O zaman biraz
dinlenebiliriz," d e r k e n sesi yorgunluk doluydu.
"Direniriz," diye yanıt verdi Arutha, sesi kendi kulaklarına
Gardan'ınki kadar yorgun gelmişti.
"Arutha?"
Arutha Roland ile Amos'un arkalarında başka bir adamla
merdivenden çıktığını gördü. "Şimdi ne oldu?" diye sordu
Prens.
Roland, "Diğer surlarda hiçbir etkinlik göremiyoruz, a m a
burada g ö r m e n g e r e k e n bir ş e y var," dedi.
Arutha öteki adamı tanıdı, kalenin Sıçan Avcısı Lewis'ti bu.
Haşaratı kaleden uzak tutmak o n u n göreviydi. Elinde bir şeyi
nazikçe tutuyordu.
Arutha o n a yakından baktı: Ateşin ışığında hafifçe seğiren
bir dağgelinciğiydi bu. "Majesteleri," dedi Lewis, sesi acı do­
luydu, "bu-"
Arutha sabırsızlıkla, "Ne b e , adam?" dedi. Bir saldırı başla­
m a k üzereyken, kaybolan bir evcil hayvanın yasını tutacak za­
manı yoktu.
Lewis'in dağgelinciğini k a y b e t m e k t e n dolayı h ü z n ü n e y e ­
nildiği bariz olduğundan, Roland konuştu. "Sıçan Avcısı'mn
dağgelincikleri iki gün ö n c e s i n e kadar dönmedi. Bu o g ü n d e n
sonra herhangi bir anda mutfağın arkasındaki kiler odasına sü-
rünerek girmiş. Lewis onu birkaç dakika ö n c e orada buldu."
Lewis b o ğ u k bir sesle, "Hepsi de iyi eğitim almıştır, efen­
dimiz. Eğer geri gelmedilerse, b u n u n nedeni bir şeyin d ö n m e ­
lerini engellemiş olmasıdır. Bu garibanın üzerine basılmış. Sır­
tı kırılmış. Geriye d ö n m e k için saatlerce sürünmüş olmalı," de­
di.
Amtha, "Bunun önemini görememekteyim," dedi.
Roland Prens'in koluna yapışü. "Amtha, onları kalenin al­
tındaki sıçan tünellerinde avlıyor."
Amtha birden anladı. Gardan'a dönüp, "Lağımcılar! Tsura­
niler doğu duvarının altını kazıyor olmalı," dedi.
Gardan, "Bu batı duvarına yapılan aralıksız saldırıları da
açıklar - bizi uzağa ç e k m e k için," dedi.
Amtha, "Gardan, surlann komutasını sen al. Amos, Roland,
b e n i m l e gelin," dedi.
Amtha merdivenleri ve avluyu koşarak geçti. Bir g m p as­
kere bağırarak yanlanna kazma alıp onları izlemesini söyledi.
Kalenin arkasındaki ufak avluya vardılar ve Amtha, "O tüneli
bulup yıkmamız lazım," dedi.
Amos, "Surlarınız, duvar etekliğinde dışarı d o ğ m meyledi­
yor. Tünelleri, kirişlerini ateşe vererek yakıp ç ö k e r t e m e y e c e k -
lerini anlamış olmalılar. Kale arazisine ya da kale içine girme­
ye çalışıyor olacaklardır," dedi.
Roland telaşa kapılmıştı. "Carline! O ve diğer leydiler mah­
zenlerde."
Amtha, "Yanma biraz adam alıp m a h z e n l e r e git," dedi. R o ­
land koşarak uzaklaştı. A m t h a dizlerinin üzerine ç ö k ü p kulak­
larını zemine dayadı. Diğerleri de onu izleyip aşağıdan gelen
kazma sesleri için kulak kesildiler.
***

Carline Leydi Marna'nın yanında huzursuz bir halde oturu­


yordu. Şişman sadık mürebbiye m a h z e n d e k i diğer kadınların
sağa sola koşuşturmasına ve kıpırdanmasına rağmen, göster­
melik bir sükunet içinde oyasını işlemeye devam ediyordu.
Surlardaki savaşın kalenin kalın duvarları tarafından b o ğ u l a n
sesi onlara belli belirsiz, uzak yankılar olarak ulaşıyordu. Şim­
diyse aynı d e r e c e d e sinir b o z u c u olan bir sessizlik vardı.
"Ah! Kafesteki bir kuş gibi burada oturmak y o k mu!" dedi
Carline.
Leydi Marna'nın ters cevabı, "Surlar bir ley diye göre bir yer
değil," oldu.
Carline ayağa kalktı. Odayı arşınlarken, "Sargıları bağlayıp
su taşıyabilirim. H e p i m i z " a p a b i l i r , " dedi.
Sarayın diğer leydileri Prenses aklını yitirmiş gibi birbirleri­
ne baktılar. Hiçbiri kendisini b ö y l e bir çileye atmayı tahayyül
edemiyordu.
"Majesteleri, lütfen," dedi Leydi Marna, "sessizce b e k l e m e ­
niz gerekiyor. Savaş bittiğinde yapılacak ç o k şey olacak. Şim­
di dinlenmeniz lazım."
Carline ters bir cevap v e r e c e k k e n durdu. Elini kaldırdı. "Bir
şey duyuyor musunuz?"
Diğerleri hareket etmeyi bıraktılar ve hepsi de dinlediler.
Y e r d e n hafif bir vurma sesi geliyordu. Carline taş d ö ş e m e n i n
üzerine eğildi. "Leydim, bu s o n d e r e c e yakışıksız," diye başla­
dı Leydi Marna.
Carline elini otoriter bir tavırla sallayarak bu yakınmayı
durdurdu. "Sessiz ol!" Kulağını taş d ö ş e m e y e dayadı. "Bir şey
var..."
Leydi Glynis ürperdi. "Muhtemelen sağa sola koşuşturan sı­
çanlardır. Aşağıda onlardan yüzlercesi var." Y ü z ifadesinden
bunun olabilecek her şeyden nahoş olduğunu düşündüğü an­
laşılıyordu.
"Sessiz olun!" diye emretti Carline.
Y e r d e n bir çatırtı geldi ve Carline ayağa fırladı. Zeminin
taşlarında bir y a n k belirirken kılıcı kınından çıktı. Bir iskarpe-
la ucu taş döşemeyi yardı ve aniden ters d ö n e n taş yukarı ve
dışarı doğru itildi.
Y e r d e bir delik açılırken kadınlar çığlık attı. Şaşkın bir su­
rat ışığa çıktı, sonra saçları tünelin toprağından kir pas içinde
bir Tsurani, yukarı tırmanmaya çalıştı. Carline bir taraftan, "Dı­
şarı çıkın! Muhafızları çağırın!" diye bağırırken kılıcını adamın
gırtlağına sapladı.
Kadınların ç o ğ u dehşet içinde oturdukları yerde kalakal­
mış, hareket etmeyi reddediyordu. Leydi Marna iri cüssesini
oturmakta olduğu sıradan kaldırdı ve çığlık atmakta olan bir
kasabalı kıza elinin tersiyle bir tokat attı. Kız bir an Leydi Mar-
na'ya korkudan faltaşı gibi açılmış gözlerle baktı, sonra da
merdivenlere d o ğ m koştu. Bir işaret almışçasına, diğerleri de
yardım çığlıkları atarak onu izlediler.
Carline Tsuraninin yavaşça geriye d o ğ m düşüp yerdeki de­
liği tıkamasını izledi. Deliğin etrafında b a ş k a çatlaklar da b e ­
lirdi ve eller taş d ö ş e m e n i n parçalarını sürekli olarak genişle­
y e n girişten içeri çektiler. Leydi Marna merdivenlerin yolunu
yarılamıştı ki, Carline'in yerinden ayrılmadığını gördü. "Pren­
ses!" diye çığlık attı.
B a ş k a bir adam sürünerek dışarı çıkü ve Carline o n a ölüm­
cül bir darbe indirdi. D e r k e n ayağının altındaki taşlar ç ö k e r ­
k e n gerilemek zorunda kaldı. Tsuraniler tünellerini geniş bir
delikle tamamlamışlar, şimdi de girişi büyütüyorlar, sürü halin­
de dışan çıkıp müdafaacılara sayıca avantaj sağlamak için taş­
lar aşağı çekiyorlardı.
Bir adam yukarı çıkmaya çabalayarak Carline'i yana itti ve
başka bir adamın yukarı doğru tırmanmasına izin verdi. Leydi
Marna eski mıntıkasına koştu ve boştaki iri bir taş parçasını
yerden alarak ikinci adamın miğfersiz kafasına indirdi. Adam
geridekilerin üzerine düşerken tünelin ağzından homurtular
ve kulağa tuhaf gelen sözcükler duyuldu.
Carline öteki adamı yere yıktı ve başka birinin suratına bir
t e k m e indirdi. "Prenses!" diye haykırdı Leydi Marna. "Kaçma­
mız lazım!"
Carline yanıt vermedi. Ayaklarına daha sonra çevik bir ha­
reketle dışarı sıçrayan bir Tsurani tarafından vurulan bir dar­
beyi savuşturdu. Carline kılıcını ö n e doğru sapladı ve adam
geri çekildi. B a ş k a bir tanesi sürünerek delikten çıktı ve Leydi
Marna çığlık attı.
İlk adam sesi duyunca gayrı ihtiyari döndü ve Carline kılı­
cını adamın yan tarafına sapladı. İkinci adam Leydi Merna'ya
vurmak üzere testere dişli bir kılıç çıkardı ve Carline o n a doğ­
ru atlayarak kılıcının ucunu adamın b o y n u n a sapladı. Adam
titreyip yere düşerken kılıcı parmaklarından kurtuldu. Carline
Leydi Marna'nın koluna yapıştı ve o n u merdivene d o ğ m fırlat­
tı.
Tsuraniler delikten akın akın geliyordu ve Carline merdive­
nin dibinde arkasını döndü. Leydi Marna ç o k sevdiği Prense­
sinin arkasında durmuş, gitmek istemiyordu. Tsuranileri ihti­
yatla yaklaştılar. Kız yoldaşlarından saygı ve dikkatlerim kaza­
nacak kadarını öldürmüştü.
Peşinde k o ş a n kale askerleriyle birlikte Roland Tsuranile-
rim arasına b o d o s l a m a dalarken kızın yanından aniden bir
gövde geçti. G e n ç Toprak Beyi'nin Prenses'i kurtaracağım di­
ye aklı çıkmıştı ve a c e l e içinde üç Tsuraniyi yere devirdi. Tsu­
raniler arkası üstü düşerek, peşlerinde Roland'la birlikte deli­
ğin, içinde kayboldular.
Toprak Beyi g ö z d e n kaybolurken Carline, "Roland!" diye
çığlık attı. B a ş k a muhafızlar Prenses'in yanından sıçrayarak g e ­
çip hâlâ m a h z e n d e duran Tsuranilere saldırdılar ve başka mu­
hafızlar da cesurca deliğin içine atladılar. T ü n e l d e n homurtu­
lar, çığlıklar, bağırtılar ve küfürler duyuldu.
Bir muhafız Carline'i kolundan tattu ve sürükleyerek basa­
maklardan çıkarmaya başladı. Adamın kuvvetli kavrayışı yü­
zünden çaresiz, "Roland!" diye haykırarak onu izledi.

Crydee askerleri toprağı canla başla kazarken gayret h o ­


murtuları karanlık tüneli doldurdu. Amtha Tsuranilerin tüneli­
ni bulmuş ve yakınına bir sütun gömülmesini emretmişti. Şim­
diyse Tsuranilerin yolunu surun yakınında k e s m e k için bir
karşı tünel kazıyorlardı. Amos Amtha'nın Tsuranileri tüneli
yıkmadan ö n c e sura d o ğ m sürerek k a l e y e girmelerini engelle­
meleri gerektiği y ö n ü n d e k i fikrine katılmıştı.
Bir kürek b o ş a çıktı ve adamlar Tsurani tüneline girmeye
y e t e c e k kadar toprak çıkarmak için deli gibi çalışmaya başla­
dılar. Başlarının üzerindeki toprağın çökmesini e n g e l l e m e k
için aceleyle tahtalar, J E R R Y - R I G G E D destekler yerleştirildi.
Crydeeli adamlar alçak tünele sükun ettiler ve çılgınca,
korkunç bir adam adama m ü c a d e l e y e girdiler. Tsurani savaş­
çıları ve Roland'ın müfrezesi karanlıkta çaresiz bir yumruk
yumruğa m ü c a d e l e d e kısılıp kalmıştı. Adamlar toprağın altın­
daki karanlıkta savaşıp ölüyordu. Dövüşler bu kadar kısıtlı bir
alanda yapıldığından, çatışmaya bir düzen getirmeye imkan
yoktu. Ters dönmüş bir m e ş a l e hafifçe titreyerek, az bir aydın­
lık veriyordu.
Arutha arkasındaki bir askere, "Daha fazla adam getir!" dedi.
Asker sütuna doğru dönerek, "Hemen, Majesteleri!" diye
yanıt verdi.
Amtha Tsurani tüneline girdi. Yüksekliği s a d e c e bir b u ç u k
metre olduğundan, eğilerek hareket ediyordu. Üç adamın bir­
birine yakın yürümesine izin v e r e c e k genişlikteydi. A m t h a
acıyla inleyen yumuşak bir ş e y e bastı. Can ç e k i ş e n adamın ya­
nından g e ç e r e k , dövüşme seslerine d o ğ m ilerledi.
En kötü kabuslarından fırlamış gibi, geniş aralıklı meşale­
lerin belli belirsiz aydınlattığı bir sahneydi. Ç o k az mesafe ol­
duğundan, herhangi bir noktada düşmanla en ç o k üç adam
karşılaşabiliyordu. Amtha, "Bıçaklar!" diye bağırdı ve ince
uzun kılıcını y e r e bıraktı. Kısıtlı alanda daha kısa silahlar daha
etkili olacaktı.
Karanlıkta m ü c a d e l e eden iki adamla karşılaştı ve birini
kavradı. Elleri kitinli zırhın üzerinde kapandı ve bıçağını ada­
mın açıktaki b o y n u n a sapladı. Artık cansız olan gövdeyi öteki
adamın üzerinden alarak birkaç metre ötede, Crydee ile Tsu­
rani askerlerinin göğüs göğüse olduğunu gördü. Tüneli küfür­
ler ve haykırışlar dolduruyordu ve nemli toprağın k o k u s u kan
ve dışkı k o k u s u n a karışmıştı.
Amtha delice, körlemesine, bıçağını g ü ç b e l a gördüğü düş­
manlara savurarak savaştı. İlkel bilinci o n a tünelden ve yuka­
rıdan onu tehdit e d e n toprağın altından çıkmasını haykırırken
kendi korkusu onu avucuna almakla tehdit ediyordu. Paniğini
bastırdı ve lağımcılara yapılan h ü c u m a önderlik etmeyi sür­
dürdü.
Tanıdık bir ses yanında homurdanıp küfretti ve Arutha
Amos Trask'in yakında olduğunu anladı. "Bir dokuz metre da­
ha, delikanlı!" diye bağırdı Amos.
Arutha tüm mesafe mefhumunu kaybettiğinden adamın sö­
züne güvendi. Crydeeli adamlar ilerlemeye devam ettiler ve
p e k ç o ğ u direnen Tsuranileri öldürürken c a n verdi. Zaman
bulanık, savaş da loş bir görüntüler kurgusu oldu.
Amos aniden, "Saman!" diye bağırdı ve kuru saman yığın­
ları ö n e geçirildi. "Meşaleler!" diye haykırdı ve yanan m e ş a l e ­
ler ö n e iletildi. Samanı keresteden bir kafesin üzerine yığdı ve
meşaleyi yığının üzerine sürdü. Alevler havaya doğru yüksel­
di ve, "Tüneli boşaltın!" diye bağırdı.
Savaş durdu. İster Crydeeli olsun, ister Tsurani her bir
adam dönüp alevlerden kaçtı. Lağımcılar alevleri s ö n d ü r e c e k
bir yol olmadığı sürece tünelin kaybolduğunu biliyorlardı ve
canlarını kurtarmak için kaçtılar.
Tüneli b o ğ u c u bir duman doldurdu ve adamlar sıkışık ala­
nı boşaltırken öksürmeye başladılar. Arutha Amos'u izledi ve
karşı tünelin d ö n e m e c i n i kaçırarak m a h z e n e çıktılar. Kir ve
kan içindeki muhafızlar mahzenin zeminine yığılmış, nefes n e ­
fese hava almaya çalışıyorlardı. B o ğ u k bir gümbürtü oldu ve
bir çatırtıyla birlikte, delikten hava ve d u m a n fışkırdı. Amos sı­
rıttı, yüzü kirle yol yoldu. "Kirişler çöktü. T ü n e l kapandı."
Arutha hissiz bir şekilde ve dumandan hâlâ başı d ö n e r e k
kafa salladı. O n a bir maşrapa su verildi ve kana kana içerek
yanan boğazını rahatlattı.
Carline ö n ü n d e belirdi. Y ü z ü n d e endişeyle, "İyi misin?" di­
ye sordu. Etrafına bakındı. "Roland nerede?"
Amtha başım iki yana salladı. "Aşağısını g ö r m e k imkansız­
dı. O da tünelde miydi?"
Carline alt dudağını ısırdı. Başıyla onaylarken mavi gözle­
rine yaşlar doldu. Arutha, "Tünelden çıkıp avluya gelmiş ola­
bilir. Gel, bakalım," dedi.
Ayağa kalktı ve Amos ile Carline onun peşinden merdiven­
den çıktılar. Kaleden ayrıldılar ve bir asker onlara sura yapılan
h ü c u m u n püskürtüldüğü haberini verdi. Arutha bu raporu al­
dı ve kazılmasını emrettiği bir kuyuya g e l e n e kadar kalenin
çevresinde yürümeye devam ettiler. Askerler çimenlerde yatı­
yor, öksürüp tükürerek ciğerlerini yakan dumandan antmaya
çalışıyordu. Ateşten çıkan dumanlar kuyudan püskürmeye de­
vam e d e r k e n havada y o ğ u n ve kekre bir pus vardı. Bir güm­
bürtü daha duyuldu ve A m t h a sesi çizmelerinin tabanında his­
setti. S u m n yanında, aşağıda tünelin çöktüğü yerde bir ç ö k ü n ­
tü oluşmuştu. Amtha, "Toprak B e y i Roland!" diye bağırdı.
Askerlerin biri, "Burada, Majesteleri," diye seslenerek c e ­
vap verdi.
Carline Arutha'nın yanından hızla geçti ve Roland'a
Prens'ten ö n c e ulaştı. Toprak B e y i yerde yatıyor, s e s l e n e r e k
yanıt veren asker onunla ilgileniyordu. Gözleri kapalı, b e n z i
soluktu ve yan tarafından kan süzülüyordu. Asker, "Onu s o n
birkaç metrede sürüklemek zomnda kaldım, Majesteleri.
Ayaktaydı. Yarayı g ö r e n e kadar dumandan sandım," dedi.
Carline Roland'ın başını kucağına alırken Amtha ö n c e R o ­
land'ın göğüslüğünün kayışlarını kesti, sonra da iç tuniğini
yırttı. Bir an sonra Amtha geri çekilip topuklarının üzerine
oturdu. "Sığ bir yara. İyileşecek."
Carline usulca, "Ah, Roland," dedi.
Roland gözlerini açtı ve cılızca gülümsedi. Sesi yorgun g e ­
liyordu, ama o n u zorla neşeli çıkardı. "Bu ne? İnsan da öldüm,
sanır."
Carline, "Seni kalpsiz canavar," dedi. O n u hafifçe sarstı,
ama o n a b a k ı p gülümserken elinden bırakmadı. "Böyle bir za­
manda dolaplar çeviriyorsun!"
Roland kımıldamaya çalışmca acıyla yüzünü buruşturdu.
"Aah, bu canımı acıtıyor." Carline elini omzuna koyarak hare­
ket etmesini engelledi.
"Kımıldamaya çalışma. Yarayı sarmamız gerekiyor," dedi
rahatlamayla karışık bir öfkeyle.
Roland başını Carline'in kucağına yaslayarak gülümsedi.
"Babanın Dukalığının yarısını verseler dahi surdan şuraya git­
mem."
Carline o n a kızgınlıkla baktı. "Kendini öyle düşmanın üze­
rine atarak ne yaptığını sanıyordun?"
Roland içtenlikle m a h c u p görünüyordu. "Aslına bakarsan,
merdiveni inerken ayağım takıldı ve kendimi durduramadım."
Amtha ile A m o s gülerken Carline yanağını Roland'ın alnı­
na dayadı. "Sen bir yalancısın. Ve de seni seviyorum," dedi
usulca.
Amtha ayağa kalktı ve Amos'u da p e ş i n e takarak Roland
ile Carline'i baş b a ş a bıraktı. K ö ş e y e geldiklerinde sabık Tsu­
rani kölesi Charles'ın yaralılara su taşıdığını gördüler. Amtha
adamı durdurdu.
Charles omzunda iki kova suyun takılı olduğu bir sırıkla
durdu. Birkaç ufak yaradan kan kaybediyordu ve çamura bat­
mıştı. Amtha, "Sana ne oldu?" dedi.
Charles geniş bir gülümsemeyle, "İyi dövüş. Deliğe atla­
mak. Charles iyi savaşçı," dedi.
Sabık Tsurani kölesi solgundu ve orada d u m r k e n hafifçe
sallanıyordu. A m t h a konuşamadı, sonra adama işine devam
etmesini işaret etti. Charles mutlu mesut seğirtti. Amtha
Amos'a, "Buna ne diyorsun?" dedi
Amos kıkırdadı. "Serseriler ve alçak heriflerle p e k ç o k işim
oldu, Majesteleri. Bu Tsuraniler hakkında az şey biliyorum,
ama sanırım bu güvenilebilecek bir adam."
Arutha Charles'ın kendi yaralarına ve yorgunluğuna kulak
asmadan diğer askerlere su dağıtışını izledi. "Emir almadan
kuyuya atlamak öyle hafife alınacak bir şey değil. L o n g b o w ' u n
o adamı hizmetine alma teklifini dikkate almam g e r e k e c e k . "
Yollarına d e v a m ettiler; Arutha yaralıların bakımına nezaret
e d e r k e n Amos'a da tünelin yıkılması işinin sorumluluğu veril­
mişti.
Şafak geldiğinde, avlu sakindi ve g e c e olağanın dışında bir
şey olduğunu açığa veren s a d e c e bir kuyunun doldunılduğu
yerdeki taze toprak parçasıyla k a l e d e n dış sura kadar uzanan
uzun bir çöküntüydü.

F a n n o n sağ tarafına dikkat ederek surun üzerinde topallı­


yordu. Sırtındaki yara n e r e d e y s e iyileşmişti, ama hâlâ yardım
almadan yürüyemiyordu. Diğerlerinin beklediği yere gelirler­
k e n Kılıçustası'na Rahip Tully destek veriyordu.
Arutha Kılıçustası'na gülümsedi ve nazikçe diğer koluna gi­
rerek Tully'nin onu tutmasına yardım etti. Gardan, A m o s
Trask, Martin L o n g b o w ve bir grup asker yakında duruyordu.
Surdakilere, " B u nedir?" dedi Fannon; bu aksilik gösterisi
surdakileri sevindirdi. "Aklınız o kadar kıt mı ki, yönetimi ele
almak için b e n i yatağımdan ç e k i p getirmeniz gerekiyor?"
Arutha denizi işaret etti. Ufukta deniz ve g ö ğ ü n mavisinin
üzerinde onlarca ufak nokta görülüyor, sabah güneşini yansı­
tırken beyaz menevişler saçıyorlardı. "Carse ve Tulan'dan ge­
len filo g ü n e y sahillerine yaklaşıyor."
Uzaktaki, hareketli Tsurani kampını işaret etti. "Bugün on­
ları buradan süreceğiz. Yarın bu saatlerde, bu b ö l g e n i n tama­
mını yabancılardan temizleyeceğiz. Onları doğudan taciz e d e ­
rek dinlenmelerine imkan vermeyeceğiz. Bir k e z daha güçle­
rini toplayıp yeniden gelmelerine kadar uzun zaman g e ç e ­
cek."
F a n n o n sessizce, "Haklı olduğuna güveniyoram, Amtha,"
dedi. Bir süre k o n u ş m a d a n durdu, sonra, "Senin komutan
hakkında raporlar duydum, Amtha. İyi bir iş çıkardın. B a b a n a
ve Crydee'ye ş e r e f verdin," dedi.
Kılıçustası'nın övgüsünden duygulanan A m t h a işi şakaya
vurmaya çalıştı, ama F a n n o n araya girdi. " Y o , gerekenin hep­
sini ve daha fazlasını yaptın. S e n haklıydın. Bu insanlar karşı­
sında ihtiyatlı olmamalıyız. Savaşı onlara götürmeliyiz." İçini
çekti. " B e n yaşlı bir adamım, Amtha. Ve emekli olup harbi
gençlere bırakmamın zamanı geldi."
Tully alaycı bir ses çıkardı. "Sen yaşlı değilsin. Sen daha
kundaktayken b e n rahiptim."
F a n n o n diğerleriyle birlikte bu bariz yalana güldü ve Amt­
ha, "Bilmen gerekir ki, eğer iyi bir iş yaptıysam, bu senin öğ­
rettiklerin sayesindedir," dedi.
Tully Fannon'un dirseğini kavradı. "Yaşlı bir adam olmaya­
bilirsin, ama hasta bir adamsın. Seni k a l e y e götüreceğim. Y e ­
teri kadar başıboş dolandın. Birkaç hafta içinde eskisi gibi sağ­
da solda gezinip h e r k e s e emirler yağdırmaya başlarsın."
F a n n o n hafifçe gülümsemeyi başardı ve Tully'nin onu mer­
divenlerden indirmesine izin verdi. O gittiğinde Gardan, "Kılı­
çustası haklı, Majesteleri. Babanıza gurur verdiniz," dedi.
Amtha yaklaşan gemileri izlerken keskin yüz hatlan sessiz
ve düşünceli bir ifadeye sabitlenmişti. Usulca, "İyi bir iş çıkar-
dıysam, bu çoğu aramızda olmayan iyi adamlann yardımıyla
oldu," dedi. Derin bir nefes alıp devam etti, "Bu kuşatmaya di­
renmemizde büyük rolün oldu, Gardan, senin de öyle, Martin."
İki adam da gülümseyip teşekkür ettiler. "Ve sen, korsan."
Arutha sırıttı. "Senin de büyük rolün oldu. Sana derinden b o r ç ­
luyuz."
Amos Trask mütevazı görünmeye çalıştı, ama başaramadı.
"Eh, Majesteleri, s a d e c e herkesinkiyle birlikte kendi postumu
koruyordum." Sonra Arutha'nın sırıtışına karşılık verdi. "Harbi
bir savaş oldu."
Arutha bir k e z daha denize baktı. "Umalım da kısa zaman­
da harbi savaşlarla işimiz bitsin." Surlardan ayrıldı ve merdi­
v e n d e n inmeye başladı. "Saldırıya hazırlanma emrini verin."

Carline kalenin güney kulesinde durmuş, kolunu Roland'ın


b e l i n e dolamıştı. T o p r a k Beyi yarası yüzünden solgun olması
dışında dinçti. Prenses'e sıkıca sanlarak, "Filo geldiğine g ö r e
artık kuşatma bitecek," dedi.
"Tam bir kabustu."
Roland başını indirip, mavi gözlerine bakarak gülümsedi.
"Tamamen değil. Bazı telafiler olmadı değil."
Carline usulca, "Sen serserinin tekisin," deyip onu öptü.
Aynldıklarında, "Sersemce cesaretin sempatimi k a z a n m a k için
bir manevradan ibaret miydi, m e r a k ediyoaım," dedi.
Roland yüzünü buruşturarak, "Leydi, yaralıyım," dedi.
Carline o n a sarıldı. "Seni o kadar m e r a k ettim ki, tünelde
ölü mü yatıyorsun, bilemedim. B e n . . . " Bakışları kalenin üze­
rinde durdukları kulenin karşısındaki k u z e y kulesine kayınca
sustu. İkinci kattaki pencereyi, Pug'ın odasının penceresini g ö ­
rebiliyordu. Pug çalışırken sürekli d u m a n üfleyen tuhaf, m a d e -
ni baca, artık kulenin ne kadar b o ş olduğunu hatırlatmaya ya­
rayan sessiz bir anıydı sadece.
Roland onun baktığı yere baktı. "Biliyorum," dedi. " B e n de
onu özlüyorum. Tomas'ı da."
Carline içini çekti. "Bu o kadar uzun zaman ö n c e y m i ş gibi
geliyor ki, Roland. O zamanlar bir kız çocuğuydum, yaşam ve
aşk hakkında bir kız ç o c u ğ u gibi düşünüyordum." Usulca,
"Bazı sevgiler denizden e s e n rüzgarlar gibi gelirken diğerleri
dostluk ve iyi yürekliliğin tohumlarından yavaşça büyür. Biri­
si bir zamanlar b a n a b ö y l e demişti."
"Rahip Tully. Haklıydı." Carline'in belini sıktı. "Öyle de ol­
sa, böyle de, hissettiğin sürece yaşıyorsundur."
Garnizonun askerlerinin yaklaşan sortiye hazırlanmasını iz­
ledi. "Bu savaşı bitirecek mi?"
" Y o , yeniden gelecekler. Bu savaş uzun sürmeye mah­
kum."
Birlikte durarak, birbirlerinin varlığından teselli buldular.

Kanazawi Klanı Orduları'nm Erk Önderi, Mavi Çark Cemi-


yeti'nden, Shinzawaili Kasumi, kale surlarındaki düşmanı izli­
yordu.
Burçlarda yürüyen şekilleri hayal meyal seçebilse de, onla­
rı iyi tanıyordu. Hiçbirine isim koyamıyordu, a m a her biri
onun için kendi adamları kadar tanıdıktı. Komuta e d e n ince
yapılı genç, iblis gibi savaşan, gerektiğinde dövüşe düzen g e ­
tiren adam oradaydı. Duvarlara yapılan her h ü c u m u n karşısı­
na sur gibi dikilen kara dev de onun p e k uzağında olmaya­
caktı. D e r k e n ormanın içinde hayalet gibi süzülebilen, Kasu-
mi'nin askerlerini saflanndan özgürce g e ç e r e k deliye döndü­
ren, yeşil giysili de orada olacaktı. Kuşkusuz geniş omuzlu,
kıvrık kılıcı ve m a n y a k ç a sırıtışıyla gülen adam da yakınlarday­
dı. Kasumi sessizce onları, s a d e c e birer barbar da olmalarına
rağmen, cesur düşmanlar olarak selamladı.
B a ş H ü c u m Önderi, Omechkel'li Chingari gelip Kasumi'nin
yanında durdu. "Erk Önderi, barbar filosu yaklaşıyor. Adamla­
rını bir saat içinde karaya çıkaracaklar."
Kasumi elinde tuttuğu p a r ş ö m e n e baktı. Şafakta geldiğin­
den beri on iki k e z okunmuştu. O n a bir kez daha göz atarak
alt tarafındaki nişanı, Babası, Shinzawai Lordu, Kamatsu'nun
armasını inceledi. Şahsi kaderini sessizce kabullenen Kasumi,
"Yürüyüşe g e ç m e emrini verin. Kampı h e m e n toplayın ve sa­
vaşçıları d e r l e m e y e başlayın. K e l e w a n ' a d ö n m e m i z emredildi.
Y o l bulucuları ö n d e n gönderin," dedi.
Chingari'nin sesi öfkesini ele veriyordu. "Tünel y o k edil­
dikten sonra, b ö y l e yumuşak başlılıkla mı çekileceğiz?"
"Utanacak bir şey yok, Chingari. Klanımız kendisini Savaş
İttifakı'ndan çekti, Mavi Çark Cemiyeti'nin diğer klanları gibi.
Savaş Cemiyeti bu istilada yeniden tek başına kaldı."
Chingari içini çekerek, "Fethe bir k e z daha politika karışı­
yor. B ö y l e s i n e iyi bir kaleyi almak m u h t e ş e m bir zafer olur­
du," dedi.
Kasumi güldü. "Doğru." Kaledeki etkinlikleri izledi. "Bun­
lar bizim karşımıza çıkanların en iyileri. Onlardan şimdiden
p e k ç o k şey öğrendik. Kale surları duvar diplerinde genişleye­
rek lağımcıların onları yıkmasını engelliyor; bu yeni ve z e k i c e
bir şey. Ya bindikleri şu hayvanlar. Nasıl da hareket ediyorlar,
yurdumun tundralarında koşuşturan Thûnlar gibi. Ne yapıp
edip o hayvanlardan birkaç tane e d i n e c e ğ i m . Evet, bu insan­
lar salt barbarlardan öte."
Bir an daha düşündükten sonra, "Keşif erlerimiz ve yol bu-
luculanmız orman iblislerine karşı teyakkuzda olsun," dedi.
Chingari tükürdü. "Menfurlar yeniden büyük sayılarla ku­
zeye hareket ediyor. Y a n tarafımıza barbarlar gibi saplanmış
bir h a n ç e r onlar da."
Kasumi, "Bu dünya fethedildiğinde, bu yaratıklarla ilgilen­
memiz g e r e k e c e k . Barbarlardan güçlü köleler çıkar. Bazılan
soylanmıza sadakat yemini e d e n özgür vasallar olacak kadar
değerli bile çıkabilir, ama bu menfurların soyunun tüketilmesi
gerek," dedi. Kasumi bir an sessiz kaldıktan sonra, "Bırak bar­
barlar filolarından korkup kaçtığımızı düşünsün. Burası artık
Savaş Cemiyeti'nde kalan klanların sonımluluğunda. Bırak
Minwanabili T a s i o düşünsün doğuya gidersem arkamdaki gar­
nizon ne olur, diye. Kanazawiler kendilerini Y ü c e Meclis'te y e ­
niden düzenleyene dek, bu savaşla işimiz bitmiştir. Yürüyüşün
başlaması emrini ver," dedi.
Chingari kumandamnı selamladıktan sonra gitti ve Kasumi
babasından gelen mesajda üstü kapalı olarak söylenenleri dü­
şündü. Mavi Çark Cemiyeti'ndeki tüm kuvvetlerin geri çekil­
mesinin Savaş Lordu ile cemiyeti için büyük bir dezavantaj
oluşturacağını biliyordu. Böylesi bir manevranın etkileri, gele­
c e k yıllarda İmparatorluk'un dört bir yanında hissedilecekti.
Artık Savaş Lordu için fevkalade zaferler olmayacaktı, zira Ka-
nazawi lordlarına ve Mavi Çark'ın diğer klanlarına sadık kuv­
vetlerin çekilmesiyle, diğer klanlar da tam teşekküllü bir saldı-
nya katılmadan ö n c e iki kez düşünecekti. Y o , diye düşündü
Kasumi; babası ve diğer lordların yaptığı bu manevra cesurca,
a m a tehlikeliydi. Bu savaş uzayacaktı artık. Savaş Lordu muh­
t e ş e m bir fetihten mahrum kalmıştı; artık ç o k fazla toprağı tu­
tan ç o k az adamı vardı ve fazlasıyla açılmış duramdaydı. Ken­
disine yeni müttefikler bulmadığı sürece, savaşı ilerletemezdi.
Artık iki s e ç e n e ğ i kalmıştı yalnızca: Midkemia'dan çekilip Y ü ­
ce Meclis'in ö n ü n d e küçük d ü ş m e riskine girmek ya da otu­
rup yurtta yeni bir politika değişikliği b e k l e m e k .
Mavi Çark'ın manevrası fevkaladeydi. Ama riski de büyük­
tü. Konsey'in Oyunu'ndaki g e l e c e k manevra dizisi daha da
tehlikeli olacaktı. Kendi kendisine, Ey babam, artık Büyük
Oyun'a kendimizi sıkıca bağladık. Çok şeyi riske atıyoruz.- ai­
lemizi, klanımızı, şerefimizi, hattâ belki de İmparatorluk'un
kendisini, dedi.
Parşömeni buruşturarak yakındaki bir mangala fırlattı ve
ateşte t a m a m e n kül olduğunda, risk düşüncesini bir yana bı­
rakarak çadırına doğru yürümeye başladı.
ÖLÜM KAPISI SERİSİ
MARGARET WEIS - TRACY HICKMAN

Yüzyıllar önce, benzersiz bir güce sahip sihirbazlar


dünyayı dört aleme ayırdılar -gök, taş, ateş ve su-
ve sonra yok oldular. Zaman içinde, büyücüler
yalnızca kendi alemlerinde etkinlik kazanacak
büyüler yapmayı öğrendiler, geri kalanlarını ise
unuttular. Şimdi sadece, Labirent'te hayatta kalan
ve Ölüm Kapısı'nı geçen birkaç kişi dört alemin
tümünün varlığından haberdar -ama onlar bile
koparılmış dünyanın gizemlerini henüz çözmüş
değiller...

». Cilt EJDER KANADI


2. Cilt ELF YILDIZI
3. Cilt ATEŞ DENİZİ
4. Cilt YILAN BÜYÜCÜSÜ
5. Cilt KAOSUN ELİ
6. Cilt LABİRENT'TE
7. Cilt YEDİNCİ KAPI
SADECE BİR TEK GERÇEK DÜNYA VAR. DİĞERLERİ
-YAŞADIĞIMIZ DÜNYA DA DAHİL-
GÖLGELERDEN İBARET...

AMBER YILLIKLARI-I
ROGER ZELAZNY
Gözlerini bir hastane odasında açan ve vücudunun
sargılar içinde olduğunu gören Carl Corey,
geçmişine dair hiçbir şey hatırlamamaktadır.
İnsanüstü kuvveti ve siyah-gri kıyafetlere
düşkünlüğü dışında, elinde geçmişine ait
pek az ipucu vardır.
Arayışı, onu hiç ummadığı gerçeklerle yüzleştirir:
Yaşadığımız dünya, ölümsüz şehir Amberin sayısız
gölgelerinden yalnızca biri; kendisi de iradesiyle
gerçekliğe yön verebilen Amber Prensi Corwin'dir.
Hafızasını yitirmiş bir şekilde asırlar boyunca
dünyamızda dolanmış olan Corwin, geçmişini
araştırdıkça, iktidar uğruna hiçbir entrikadan,
savaştan ve cinayetten sakınmayan ölümsüz
kardeşlerinin, sayısız dünyayı, sihri, teknolojiyi ve
yaratığı içine sürükleyen mücadelesinin tam
ortasında bulur kendisini.

Görkemli bir fantazya dünyası...


KARAKILIÇ ÜÇLEMESİ
MARGARET WEIS - TRACY HICKMAN

Büyüsüz doğan Joram Ölü kabul edilmiş ve Merilon


tahtı ona yasaklanmıştır. Yıllarca kanun
kaçaklarının arasında yaşayıp zekası ve elçabuk-
luğu sayesinde hayatta kalabilmiştir.
Şimdi Joram, büyü çeken Karakılıç'ı kullanarak,
intikam almak ve doğum hakkını ele geçirmek için
bir zamanlar evi olan büyülü Merilon Krallığı'na
geri dönüyor. Burada, Piskopos Vanya ile Duuk-
tsarithlerden oluşan orduyu, benzeri görülmemiş bir
savaşta sınıyor.
Joram beraberindeki Katalist Şaryon, genç büyücü
Mosiah ve üçkağıtçı Simkin ile birlikte geçmişiyle
ilgili büyük sırla yüzleşiyor ve dünyanın kaderini
ellerine bırakan kadim kehaneti keşfediyor.

1. Cilt KARAKILIÇIN DÖVÜLÜŞÜ


2. Cilt KARAKILIÇIN YAZGISI
3. Cilt KARAKILIÇIN ZAFERİ

You might also like