Professional Documents
Culture Documents
Günümüz Britanya’lı sosyologlarından Antony Giddens,bir çözümleme biçimi olarak sosyolojinin ve bir
anlama&açıklama çabası olarak da sosyal teorinin temel sorunlarını eleştirel bir yaklaşımla ve usta bir
dille özetleyen çağdaş sosyal teorinin önde gelen isimlerinden biridir.Giddens'ın ünü daha çok,kökeni
çok eskilere dayanan ve sosyoloji tarihinde ciddi tartışmalara neden olan yapı-eylem
ikiciliğini(yapılaşma teorisiyle) aşma çabasından kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi sosyal bilimlerdeki
önemli tartışmalardan biri birey ve toplum arasındaki ilişkilerin niteliğidir. Sosyal yapıyı, ontolojik
olarak kendisini oluşturan unsurlardan önce tutan yapısal-işlevselci,toplum merkezli makro sosyoloji
ve eylemde bulunan bir varlık olarak bireyi ön plana çıkaran ama yapı,çatışma ve güç konularını ihmal
eden, aktör merkezli mikro sosyoloji adeta iki kutba bölünmüş,sosyoloji tarihi boyunca sonu gelmeyen
tartışmalarla Gouldner'in deyimiyle "batı sosyolojisinde bir kriz" patlak vermiştir.
"insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar ama diledikleri gibi yapmazlar; insanlar
tarihi kendileri tarafından seçilmiş şartlar altında değil,doğrudan içinde
bulundukları,verili ve geçmişten aktarılmış şartlar altında yaparlar."
Parsons'un geliştirdiği,insan aktörünü dışlayan sosyal sistem yaklaşımı 1950'li yıllarda sosyoloji
araştırmalarının temel çerçevesini oluşturmuş,buna karşılık aktörün önemi vurgulayan anlayış da
1960'lı yıllarda sosyolojiye egemen olmaya başlamıştır.Bunun sonucu olarak da insan aktörünü sosyal
teorinin merkezine yerleştiren etnometodoloji ve sembolik etkileşimcilik gibi yorumsamacı yaklaşımlar
ortaya çıkmıştır.Bu yaklaşımlar Parsons'un yaklaşımının aksine mikro aktörlere aşırı bir vurgu
yaparken makro aktörleri geri plana itmiştir.
Giddens,yukarıda bahsetmiş olduğumuz batı sosyolojisindeki krizin nedeni olarak bu iki zıt
düşünce geleneklerinin çok rijit bir tutumla tek yönlü kapsayıcı bir sosyal teori oluşturma çabasını
görür.Ona göre sosyal teori sistematik bir yeniden yapılanmaya gereksinim duymaktadır.Bu bağlamda
Giddens'ın çalışmaları farklı ve zıt sosyal düşünce geleneklerinin bir sentezi olarak düşünülebilir.Ona
göre, 'dünyayı nasıl biliyoruz?' biçimindeki epistemolojik sorular yerine ontolojik sorularla uğraşılması
gerekir.Giddens yapmaya çalıştığını 'bir eylem ve bir yapı kuramı olarak insan toplumunun ontolojisi
yapmak' olarak özetlemiştir.Yani,Giddens kendini bir praxis kuramcısı olarak görmektedir.Yapılaşma
kuramı bir praxis olarak genelde sosyal bilimlerin özelde de sosyolojinin karşı karşıya geldiği krizi
aşmak için önerilmiştir.
Yapılaş(tır)ma Kuramı
Giddens'a göre yapı eylem veya aktörün varlığı dışında bir varlığa sahip değildir.Bir yapı ancak
eyleyen bir varlık olarak bir aktörün eylemini pratiğe dökmesi ile vücut bulur.Buna karşı Giddens yapı
kavramının tümden terkedilmesine de karşıdır çünkü yapı ve eylem sürekli olarak birbirini üreten
bağımlı bir ilişkiler zinciridir.Giddens,bunu Saussure'den esinlendiği konuşma ile dil arasındaki ilişkiyi
örnek vererek açıklamaktadır.Ona göre konuşma bir eylem,dil ise yapıdır.'Konuşma',onu
gerçekleştirecek bir 'özne'nin varlığını zorunlu kılar.Buna karşılık dil ise bir özneye sahip
değildir.Konuşmacılar tarafından kullanılıncaya kadar dilin bir varlığı da yoktur.Aynen öyle de sosyal
hayattaki yapılar sadece sosyal eylemde ortaya çıkar.Yapıyı kurallar ve kaynaklar olarak tanımlayan
Giddens,eylemi belirleyen dışsal bir güç olarak yapı yerine,kuralları ve kaynakları koyar. Aktörün
eylemleri kurallardan ve kaynaklardan etkilenmektedir. Yapıyı oluşturan kurallar uygulamalarında
sürekli olarak dönüşüme uğrarlar.Yapı ise yapısal setler olarak somuta indirgenebilir.Örneğin ,ona
göre kapitalist toplumun temelini oluşturan yapısal set şu şekilde belirtilebilir:Özel mülkiyet,
para,sermaye,hizmet sözleşmesi,kâr.Bu yapı setleri arasında bir dönüşüm vardır.Özel mülkiyet
paraya,para sermayeye,sermaye işçi çalıştırmaya ve kâr yapmaya dönüştürülmektedir.(4)
Yapısalcı ve işlevselci okullar sistem ve yapı kavramını aynı anlamda kullanırken Giddens bu iki
kavram arasında bir ayrım yapmaktadır.Ona göre yapı ve eylem arasında ikisinin birbirine bağımlılığını
sağlayan bir olgu vardır;o da sistemdir.Sistemler sürekli yeniden üretildikleri için zaman ve mekandan
soyutlanamazlar.Sosyal sistemler sosyal yeniden üretimin sürekliliği sayesinde zaman ve mekanda
oluşurken yapılar zaman ve mekanda yoktur;sanal bir varlığa sahiptirler. Yapılar sadece zamansal
olarak ortaya çıktıkları anda mevcutturlar.Bundan dolayı yapılar organize ettiği eylemin hem nedeni
hem de sonucudur.Yapı,sistem ve eylemde mevcut olmakla beraber bunların hiçbirine
indirgenemez.Toplumsal etkileşim sistemleri olan sosyal sistemlerin kendileri yapı olmamakla
beraber,çeşitli yapıları bünyesinde barındırırlar.
Giddens'a göre aktör ise,'günlük hayatın sürüp gitmekte olan bir parçası olarak dünyada farklılık
yapabilme yeteneğine sahip olan,farklı eylemler seçebilen ve belli ölçüde yapıdaki sosyal ilişkileri
dönüştürebilme kapasitesine sahip olan varlık' anlamında bir kavramdır.Giddens aktörün eylem
özgürlüğünü kısıtlayan birtakım etkenler olduğunu da ilave eder.Bunların başlıcaları olarak: 'yapı,diğer
aktörlerin yaptırımı,geniş zaman ve mekan olgusu ve amaçlanmayan sonuçlar'ı sayar.Giddens'ın
anlayışına göre eylem de, 'herhangi bir şeyi değiştirme veya başarabilme yeteneği'dir.Bu
anlamlarda,Giddens'a göre insanlar bilinçli olarak yaptıkları eylemler ile, yine kendi eylemlerini
etkileyen yapıları bilinçsizce yeniden üretmektedirler. Dolayısıyla yapı, eyleme bir engel teşkil
etmemekte, aksine eylemin gerçekleşmesinde yer almaktadır.
Giddens'ın literatüründe önemli bir yer işgal eden bir diğer kavram da 'güven'dir. 'The
Consequences of Modernity' (Modernliğin Sonuçları,1990) adlı eserinde güveni "bir kişinin ya da
sistemin inandırıcılığına güven duyma" şeklinde tanımlamakta ve bu kavramın doğurduğu başlıca
sorunların yararlı bir özetini sunmaktadır.Giddens,güvenin bazı özelliklerinin tartışılmakta olan her
toplum tipi için geçerli olduğu kanısındadır.
İnsanın durumu özünde belirsiz ve tehdit edici bir şeydir,fakat gündelik amaçlarda toplum üyelerinin
çoğunun yetiştirilme tarzı,başkalarına ve 'sorgulanmayan' yaşam tarzına duyulan 'temel güven'in
gelişmesiyle,onları derinlere kök salmış endişelerden korur.Psikoloji ve psikanalizdeki çeşitli
gelenekler, tuhaf,saldırgan ve rahatsız davranışları, anne babaların çocuklarına temel bir güven bir
güven aşılayamaması,bunun sonucunda iç benlik ile dış çevrenin güvenilmez ve düşman öğeler olarak
algılanmasına bağlarlar.
Giddens'ın genel olarak sosyolojik görüşleri ve özel olarak da yapılaşma kuramı,ileri sürüldüğü
günden bu yana birçok eleştiriye hedef olmuştur.Bunlardan bazıları eleştiriden çok aşağılayıcı bir
hakaret niteliğindedir.
Bazı sosyologlar Antony Giddens'ın çalışmalarındaki kuram diye ifade edilen çoğu görüşün aslında
toplum felsefesinin alanına girdiği,çünkü bunların, toplumsal yaşam hakkında somut ya da test
edilebilir önermeler yerine, esas olarak insan hakkında metafiziksel spekülasyonlardan oluştuğu iddia
etmişlerdir.
Giddens'ın, eylemde bulunan bir aktör olarak insanın eylem özgürlüğünü aşırı abarttığı da diğer bir
eleştirinin merkez noktasını oluşturmaktadır.Tecrübelerimiz ve tarih göstermiştir ki insanlar,gündelik
hayatta kendilerini saran sosyal yapılar hakkında hiç de o kadar bilgi ve bilinç sahibi değildirler.
Üstelik bilgi edindiği durumlarda bile,aktörün eylemde bulunması mümkün olmayabilir.Ayrıca Giddens
bilgiyi manipüle eden durumlardan (inanç ve ideoloji gibi) kuramında hiç söz etmemektedir.Giddens'in
'ben' üzerinde yoğunlaşıp,insanların 'biz' anlayışı ile hareket ederek sosyal yapıyı etkilemesini ve
üretmesini de göz ardı etmesi teorisinin diğer bir kusurudur.
Eylem ve yapı karşılıklı olarak birbirlerini sürekli oluşturduklarından belli bir zaman diliminde,belli bir
alanda yapısal özellikleri veya insanların yaratıcı veya dönüştürücü özelliklerini ele almayı oldukça
zorlaştırmaktadır.Şu halde 'eylem&yapı'nın ayrılmaz bir bütün olduğu ve bu ikili arasında bir ayrım
yapmanın mümkün olmadığı gerçeği ortaya çıkar.Yapı-eylem arasındaki bu etkileşimin sürekli değiştiği
de gözönünde bulundurulduğunda Giddens'ın teorisinin zayıflığı ve tutarsızlı ortaya çıkmaktadır.
ALINTILAR:
3.)a.g.e. (Syf.13,19)
6.)a.g.e. (Syf.289)
7.)a.g.e. (Syf.806)
Frankfurt Okulu:
1923 yılında Marxizme, mevcut sosyoloji kuramlarına, geleneksel bilim felsefesi anlayışına bir
tepki olarak doğan Frankfurt Okulunun temel savları kurucuları Thedor W.Adorno, Herbert Marcuse,
Max Horkheimer ve ilerleyen yıllardaki en önemli temsilcisi Jürgen Habermas tarafından
belirlenmiştir.
Okulun ortaya çıkışında,Batı Avrupada'ki sol işçi sınıfı hareketlerinin I. Dünya Savaşı'nı takip
eden yıllardaki ağır yenilgisi,Avrupadaki sol hareketlerin Moskova'nın denetimi altına giren hareketler
şeklinde gelişmesi Rus Devriminin Stalinizm'e dönüşmesi ve nihayet Faşizm ve Nazizm'in yükselişi
etkili olmuştur.
Frankfurt okulu düşünürleri,yaptıkları eleştirilerinde ve karşılaştıkları problemlerde Freud ve
Weber gibi düşünürlerin düşünce ve kuramlarından faydalanarak Marxist toplum kuramını
varoluşçuluk ve psikanalizle yeniden kurma çabasına girmişlerdir. Özellikle Marxizmden etkilenmiş
olan Frankfurt Okulu Hegel’in diyalektiği ve Marxın idealistliğinden esinlenmekle birlikte genel olarak
Marxist bir çerçeve içinde kalmıştır.Ne var ki Marx’ın yaptığı eleştirilerden çok onun eleştiri yöntemini
benimsemiş olan Frankfurt Okulu, György Lukacs’ın, Marx’ın, kendi eleştirel yönteminin , öğretisinin
içeriğinden daha çok önem taşıdığı görüşünden etkilenmiştir. Yani Frankfurt okulu düşünürleri Marx’ın
ekonomi politiğe yaptığı katkıyı önemsemekle birlikte bu katkının günümüz toplumlarını anlamada
yetersiz kaldığını söylemişlerdir.Bu şekilde Marx’ın eleştiri yöntemini temel alan bir "eleştirel kuram"
geliştirmişlerdir.
Bu anlayış doğrultusunda okulun ilk önemli icraatı, eleştirinin öncelikle özeleştiri şeklinde
gerçekleşmesi gerektiği inancı ile felsefelerinin gereği olarak ortaya çıkan otokritik olmuştur.Marx’ın
yaşadığı dönemde yaptığı eleştirilerin günümüzde geçerli olmadığını ve bu yüzden kuramın çağdaş
koşulların ışığı altında yeniden yapılandırılması gereğinin ortaya çıktığını söyleyen Frankfurt Okulu
düşünürleri, buna bağlı olarak ekonomik determinizmi, ekonomizm ve kaba maddeciliği şiddetle
eleştirmişlerdir. Marx ve Engels’in Owen,S.Simon ve Fourrier gibi ütopik sosyalistlerin düşüncelerine
yaptıkları eleştirilerin çok ikircikli olduğunu ve daha sonraki Marxist düşünürlerin ütopik sosyalistleri
toptan mahkum etmesinin büyük bir hata olduğunu belirten Frankfurt Okulu düşünürleri gerçek bir
eleştirel kuramın,toplumsal düzenin ihmal ettiği insanın gizli kalmış potansiyellerini ortaya çıkarması
gerektiğini savunmuşlardır.
Tüm kapalı sistemleri eleştiri yoluyla çözmeyi amaçlayan eleştirel kuramcılar,baskıcı
sistemlere ilişkin analizin tahakküm ve baskının kökleri konusunda uyanışa yol açacağını, ideolojileri
geriletip bilinçlenmeyi hızlandıracağını savunmuştur.Kapitalizmin oldukça hızlı ve temelli değişiminden
dolayı,Marx’ın 19. yy. kapitalizm eleştirisinin çerçevesi içinde kalmanın olanaksızlığını
savunmuşlardır.Bu düşünce ile günümüz ileri kapitalizmini analiz edip eleştiri süzgecinden geçiren
Frankfurt Okulu düşünürleri, genel görüşlerine uygun bir epistemoloji geliştirerek bilginin tarihsel olarak
koşullandığı görüşünü korurken,diğer yandan da bu bilgiye ilişkin doğruluk iddialarının toplumsal veya
sınıfsal çıkarlardan bağımsız olarak rasyonel bir biçimde değerlendirilebileceğini ileri sürmüşlerdir.
Onlara göre günümüz kapitalizmi,ağır şartlar altında çalıştırdığı insanları denetim altında
tutup,reaksiyon gösterme ve başkaldırma ihtimaline karşı bilgiyi ve popüler kültür öğelerini manipüle
etmek suretiyle varlığını devam ettirmektedir.Frankfurt okulu düşünürleri bu durumu kültür endüstrisi
olarak adlandırmıştır.Buna göre kültür endüstrisinin öncelikli amacının bireyin kapitalizmi
benimsemesini kolaylaştırmaktır. Yine kültür endüstrisinin olumlayıcı kültürü,günlük yaşamın
sorumluluğundan, ağır ve sıkıcı işlerinden çok az bir çaba ile geçici bir kaçış sağlayarak oyalanma ve
zihinsel uzaklaşma yaratır.Sistem,ağır şartlar altında yaşamaktan bunalan toplumu bu durumdan
kurtarmak için görsel,işitsel ve yazılı medya organlarını kötüye kullanarak onları yalancı bir rahatlama
ve uyumaya durumuna sokar ve insanlar geçici olarak sorunlarından uzaklaşır.Frankfurt Okulu
düşünürlerine göre kültür endüstrisinin sunduğu kaçış gerçek bir kaçış değildir.Zira onun sağladığı
kaçış ve dinlenme,insanları yalnızca yaşamlarındaki temel baskılardan uzaklaştırmaya ve çalışma
azimlerini yeniden yaratmaya hizmet eder. Durum böyle olunca kapitalizm, bu manipülasyonu meşru
kılacak veya en azından gizleyecek bir maskeye ihtiyaç duymaktadır; işte günümüz sosyolojileri bunu
yapmaktadır.Fonksiyonalizm ve benzeri günümüz sosyoloji kuramları kapitalizmin bu hilesi sonucunda
asıl işlevini yitirmiş;sisteme yardımcı bir araç konumuna getirilmiştir. Bu yüzden bu sosyolojileri şiddetli
bir şekilde eleştiren okulun düşünürlerine göre sosyolojinin gerçek işlevi sistemdeki boşlukları,
kurumlar ve teoriler arasındaki çelişkileri ortaya çıkarmak, toplumsal çıkarların ve çelişkilerin
düşüncede nasıl ifade edildiği ve baskı sistemlerinde nasıl üretildiğiyle ilgilenmek olmalıdır.
Eleştirel kuramcıların diğer eleştirdikleri bir nokta ise modern toplumdur.Onlara göre
bilgilerimizin ve ortak insani yönlerimizin kaynağı hepimizin akılcı varlıklar olmamıza bağlıdır.Hegel bu
düşünceyi "gerçek olan akılcıdır" şeklinde ifade etmişti.Eleştirel kuramın Hegel'in bu düşüncesinden
istifade ettiğini söylemek mümkündür.Bu temel üzerinden akılcı bir toplum modeli çıkarmak
mümkündür.İnsan olmamız nedeniyle hepimiz akılla düşünme özelliğine ya da potansiyeline sahibiz.
Dolayısıyla akılcı toplum,içinde yaşadığımız çevre koşullarını oluşturup dönüştürme sürecine
hepimizin katıldığı bir toplumdur.Bu da bizim elimize şu anda varolan toplumları eleştirebilmemizi
sağlayan standart bir ölçü verecektir.Aynı bakış açısıyla,bazı grupları iktisadi ve siyasi sürece
katılmaktan alıkoyan ya da yine bazı grupları sistematik bir şekilde güçsüzleştiren toplumun akıldışı bir
toplum olacağı rahatlıkla söylenebilir.Frankfurt Okulu'nun yakın zamandaki en büyük temsilcisi olan
Habermas'ın çalışmalarında ise farklı bir model görülmektedir. Habermas bizim akılcı niteliklere sahip
olmamızdan değil,hepimizin bir dil kullanıyor olmamızdan yola çıkmaktadır.Onun ütopyası, herkesin
bilgilere eşit olarak sahip olabileceği ve kamusal tartışmalara katılabileceği "ideal bir söz durumu"
dur.Habermas sistematik bir toplum kuramı oluşturma arzusu taşıması ve araçsal düşünceye kendi
şemasında uygun bir yer bulma isteğiyle ilk kuşak eleştirel kuramcılardan ayrılır.Habermas gerçekten
araçsal aklı sahici bir düzleme yerleştirir ve psikanalizi bir "kurtarıcı bilim" modeli olarak kullanılır.
“Knowledge and Human Interests”de (1968) , insanların ortaklaşa sahip oldukları üç bilişsel ilgi
saptamıştır: Çevremiz tanır ve denetlemeye çalışırken duyduğumuz ve böylece bizi ampirik bilimlere
yönelten teknik ilgi ; birbirimizi anlayıp birlikte çalışabilmemiz için ihtiyaç duyduğumuz ve bizi
yorumbilimsel bilimlere yönelten pratik ilgi; anlama ve iletişim kurma çabalarımızda kendimizi
çarpıtmalardan kurtarma arzumuzu yansıtan ve bizi psikanaliz gibi eleştirel bilimlere yönelten kurtarıcı
ilgi.
Habermas'ın ideali ,geleneksel eleştirel kuramda görüldüğü gibi akılcı bir toplum nosyonuna
değil,ideal söz durumu kavramına dayalıdır. Hepimizin birlikte yaşayıp çalışarak semboller kullanan
hayvanlar olmamız , iletişimin özgür olduğu ve toplumsal eşitsizlikler,dış baskılar ya da içsel
bastırmalar gibi etkenlerle çarpıtılmadığı bir ideal duruma işaret eder.
Frankfurt Okulu düşünürleri ayrıca kültür ve modernizmle ilgili problemler üzerinde
yoğunlaşmış ve bu bağlamda,kapitalist toplumun temel ilkesi olan araçsal akılcılığa karşı tavır
almışlardır.Modern toplumda, bürokrasi ve örgütlülüğünün yayılması sonucu,araçsal aklın eşdeyişle
toplumsal yaşamın,araçları,önceden belirlenmiş hedefler doğrultusunda verimli olarak kullanmaya
yönelik ilginin yayılması suretiyle daha çok rasyonelleştiğini dile getiren Frankfurt Okulu
düşünürleri,ekonominin değil de kültürün önemini vurgulamış ve müzik,edebiyat ve estetik alanında
önemli çalışmalar yapmışlardır. Frankfurt Okulu düşünürlerine göre eleştirel kuram Aydınlanma
biliminin tek yanlı akılcılığının sınırlı kaynaklarından daha fazlasına ihtiyaç duyar;sanata ütopik
düşünceye fantezi ve imgeleme işte bunun için,yani insanın bastırılmış güçlerinin,varolan toplumsal
düzen tarafından ihmal edilmiş potansiyellerinin su yüzüne çıkarılması için ihtiyaç vardır.
Eleştirel kuramcılara göre Marx’ın eleştirel yönteminin en iyi uygulamalarından biri,Marx’ın
kendisinin klasik ekonomi politiğe yönelik eleştirisidir.Buna göre A.Smith ve Richardo’nun kapitalizmi
sanki doğal bir sistemmiş gibi tasvir etmelerine karşın,onların kapitalizmi toplumsal ve tarihsel olarak
zorunlu olarak değil de olumsal bir üretim tarzı olmasından dolayı yanlış bir özü betimlediğini savunan
ekonomi politik eleştirisi eleştirel kuramcılarda,daha çok pozitivizme ilişkin genel bir eleştiri için bir
model olarak alınmıştır.
Eleştirel kuramcılar içinde pozitivizme ilk tepki, kuramın mimarlarından olan Horkheimer'den
gelmiştir.Onun eleştirisi daha çok mantıkçı pozitivistleri hedef alır mahiyettedir. Horkheimer, bilginin
kaynağı olarak bireyin duyumlarını ölçüt almaları,mantığı matematikle özdeşleştirmeleri,tüm gerçek
bilgilerin bilimsel matematiksel kavramsallaştırmanın koşullarına uygun olması gerektiğini savunmaları
ve bundan dolayı karşı çıkıp reddettikleri metafizikten hiç de geri kalmayan başka bir metafiziğe teslim
olduklarının farkında olmamaları gibi nedenlerden ötürü mantıkçı pozitivistleri şiddetle eleştirmiştir. Her
şeyden kötüsü de pozitivistlerin kendilerini olgular ve değerleri birbirinden ayrı tutmayı başarmış gibi
göstermeleri oluşuydu. Horkheimer'e göre pozitivizm kendi üzerinde düşünemeyişi, kendi felsefesinin
gerek ahlak gerekse epistemoloji alanındaki sonuçları kavrayamayışı nedeniyle yoksul bir felsefedir.
Horkheimer,1937 de yayımlanan iki denemesinde pozitivizmi sistematik olarak kritik etmiş ve
neticede Frankfurt Okulu'nun pozitivizme yönelik genel görüşlerini oluşturmuştur,buna göre;
* Pozitivizm, çok yönlü ve etkin bir varlık olan insana mekanik ve determinist bir çerçeve içinde
sanki çıplak olgular ve nesneler olarak yaklaşır.
* Pozitivizm dışsal dünyadaki nesneleri göründüğü biçimiyle algılayarak, öz ve şekil arasında bir
ayırım yapamamıştır.
* Pozitivizm olgu ve değer arasında kesin bir çizgi koyarak bilgiyi insan duygularından arındırır.
KAYNAKÇA:
* BOTTOMORE,Tom (1994) FRANKFURT OKULU Vadi Yayınları
* URRY,J KEAT,R (1994) BİLİM OLARAK SOSYAL TEORİ İmge Yayınları
* CEVİZCİ,Ahmet FELSEFE SÖZLÜĞÜ Ekin Yayınları
* MARSHALL,Gordon SOSYOLOJİ SÖZLÜĞÜ Bilim ve Sanat Yayınları
* BOZKURT,Necati 20. yy.DÜŞÜNCE AKIMLARI Sarmal Yayınları
Sosyolojik işlevselcilik, toplumsal fenomenleri (görüngü), toplum içinde yerine getirdikleri işlevlere
göre inceleyen bir yaklaşımdır. Değişik bilimlerde ve özellikle biyolojide başvurulan işlevsel
çözümleme yöntemi sosyolojide işlevselcilik adı verilen geleneğin doğmasına yol açmıştır. Toplumsal
kurum, olay ve olguları, örf ve âdetleri açıklayabilmek için bu öğelerin yerine getirdikleri işlevleri ya
da rolleri dikkate almak gerektiği düşüncesi bu metodun hareket noktasıdır. İlk başta kuramsal bir
yaklaşım olarak gelişen işlevselcilik, 1950’li yıllarda savunucuları tarafından sosyolojik bir yöntem
olarak görülmeye ve tanımlanmaya başlamıştır. İşlevselcilik aslında sosyoloji ilk ortaya çıkan
kuramsal yaklaşımdır. Bu kuramın öncüleri Comte, Spencer ve Durkheim’dır. Comte toplumu
biyolojik bir organizmaya benzetmişse de bu konu üzerinde fazla durmamıştır. Durkheim ise
Comte’un düşüncesini geliştirerek işlevselciliğin temellerini atmıştır. Durkheim biyolojideki
kavramlarla toplum arasında benzerlikler kurmuştur. Bu benzerliklerin en ünlüsü tıpkı her organın
bedenin çalışmasına katkıda bulunması gibi toplumun da organik bir bütün olarak her parçasının
birbirinin devamını sağladığı organik analojidir. Durkheim’dan etkilenen Malinowski ve Radcliffe-
Brown’un antropolojik çalışmalarıyla işlevselcilik akımı tam olarak doğmuştur. İşlevselci yaklaşım
sürekli olarak gelişip değişime uğramış ve zamanla ‘yapı’ kavramının da kurama dahil edilmesiyle
yapısal-işlevselcilik şekline dönüşmüştür. İlk önce Comte, Spencer ve Durkheim’ın yazılarında, ikinci
olarak da 1800’lü yılların sonu ile 1900’lü yılların başlarında Malinowski ve Radcliffe-Brown
yazılarında ortaya çıktı. Toplumsal kurumların yalnızca özgül toplumsal ihtiyaçları karşılamak
üzere varolduğu şeklindeki argümanıyla işlevselciliği etkileyen ilk kişi Durkheim olmuştur. Ona
göre ‘‘bütün ahlâki sistemler toplumsal örgütlenmenin bir işlevine karşılık gelmekte ve her toplum
‘anormal durumlar’ dışında aksamadan çalışması açısından zorunlu bir ahlâk geliştirmektedir. ...
toplumsal bir fenomeni açıklamak için, onu üreten asıl neden ile yerine getirdiği işlev ayrı ayrı
incelenmelidir.’’ Durkheim’ın bütüncül işlevselciliği, toplumsal olguları, sadece tek başlarına ve
nedensel bağlamda değil; aynı zamanda o olguların işlevlerini ‘genel uyumun sağlanmasına katkısı’
bağlamında ele almaya çalışıyordu. Yani durkheim’a göre, neden ve işlev, organik bir bütün olan
toplumun varlığının korunmasına yönelik amaçlarla ilgiliydi.
İşlevsel açıklama, bir fenomenin varlığını ya da bir eylemin yapılmasını sonuçlarına göre (yani
istikrarlı bir toplumsal bütünün korunmasına katkısına göre) ortaya koyar.
İşlevselcilik, uzunca bir süreden sonra Robert K. Merton ve Talcott Parsons’un çalışmalarıyla
sosyoloji literatürüne geri dönmüştür.Bu düşünürlere göre işlevsel çözümleme sosyolojik kuram ve
araştırmanın anahtarı konumundadır.
İşlevselcilik kendi içinde birden çok farklı görüş içerir. Bunların başlıcalarını şöyle sayabiliriz:
Mutlak İşlevselcilik, Göreli (veya genel) İşlevselcilik, Yapısal İşlevselcilik, Yeni İşlevselcilik.Fakat
işlevselciliğin tüm çeşitlerinde görülen bazı ortak özellikler ve sayıltılar vardır. Bunları şöyle
özetleyebiliriz:
1.) Toplum, birbiriyle bağlantısı olan parçalardan meydana gelen bir bütündür. Her parçanın
anlamı, sistem içinde özel bir işlevi yerine getirdiği bütünle ilişkisi içinde ortaya çıkar. Yani
işlevselci yaklaşım toplumu bütüncül çerçeve içinde açıklamaya çalışır.
Mutlak İşlevselcilik: İşlevsel düşüncenin esas öncüsü Durkheim’dır. Ancak işlevselciliğin modern
biçimiyle gelişimi antropologlarca sağlanmıştır. 19. yüzyıl antropolojisi spekülatif (kurgusal)dır,
verileri yetersizdir. Çağdaş antropoloji, dünyadaki farklı kültürler üzerinde araştırmalar yapmıştır.
Antropolojik alan çalışmalarının öncüsü Durkheim’dan etkilenen Radcliffe Brown (1881-1955) ve
Bronislaw Malinowski (1884-1942) dir. Malinowski Pasifik’te Trabriand Adaları’nda; Radcliffe-Brown
ise Birmanya kıyılarındaki Andaman Adaları’nda araştırmalar yaptı.
Her iki antropolog da toplumdaki birey ve kurumları anlamak için o toplumu veya kültürü
bir bütün olarak ele almamız gerektiğini söyler. Çünkü toplumun farklı parçaları birbiriyle yakın ilişki
içindedir.Örneğin dinsel inanç ve gelenekleri ancak diğer kurumlarla ilişkisi bağlamında
çözümleyebiliriz.Toplumsal bir fenomenin işlevini çözümlemek,o toplumun devamlılığına katkısını
ortaya koymak demektir.Bunu anlamanın en iyi yolu insan bedeniyle benzerlik kurmaktır.Bu, Comte,
Spencer, Durkheim gibi birçok işlevselci yazarın yaptığı bir karşılaştırmadır.Örneğin kalp, kan
pompalayarak organizmanın yaşamını sürdürmesinde hayati bir rol oynar .Durkheim’a göre din,
insanların temel toplumsal değerlere bağlanmasını sağlayarak,toplumun devamına katkıda bulunur.
Yapısal İşlevselcilik: (Herbert Spencer, Talcott Parsons, Robert K. Merton, Kingsley Davis,
Wilbert Moore)
Yeni İşlevselcilik: 1970-80’li yıllarda işlevselci yaklaşımın yıldızı sönmeye başlamış fakat
ardından kendini yenileyerek yeniden canlanmaya başlamıştır.Yeni-işlevselcilik adı verilen bu
oluşumun öncüleri ABD’den Jeffrey Alexander, Almanya’dan Niklas Luhman, Britanya’dan G.A.
Cohen’dir.Alexander işlevselciliğin bir çok varyasyonu olduğunu ve bu yüzden onun en iyi şekilde
genel bir okul olarak anlaşılabileceğini savunmuştur.Ona göre işlevselcilik bize açıklamalar sunan bir
kuram değil,toplumsal kurumlar ve bunlar arasındaki ortakyaşar (sembiyotik) ilişkilerde odaklanan
bir betimlemedir ve bu haliyle dengeyi, analizin referans noktalarından biri sayar,yapısal
farklılaşmayı ise toplumsal değişimin bir biçimi olarak görmektedir. Amerikalı yeni işlevselciler,
Parsonscu sosyolojiyi toplumsal değişime ve çatışmaya açıklık kazandırabilecek bir perspektif
şeklinde geliştirmenin mümkün olduğuna işaret etmişlerdir.
İşlevselciliğe Yöneltilen Eleştiriler:
Başka bir iddiada da işlevselciliğin, sosyal bilimler adına tarafsız bir metodoloji
oluşturamayan muhafazakâr (tutucu) bir ideolojinin ifadesi olduğu dile getirilir. Toplumsal istikrar
ve düzen ihtiyacını açıklamaya çalışırken, yeterli bir toplumsal değişim ve çatışma analizi
sunamıyordu.
Alvin Gouldner, Parsons’ı eleştirirken şöyle der: ‘İşlevselcilik, ayrıcalığın sürdürülmesinden yana
olan duyguları yansıtmaktadır.Temel problemi olarak toplumsal düzenin korunmasını gören bir
toplum teorisi...’
C. Wright Mills ise 1950’li yıllardaki işlevselciliği, Amerikan kapitalizminin hakim değerlerini
yansıtan ve toplumdaki ‘güç’ gerçeğini açıklayamayan bir ‘büyük teori’ örneği saymaktadır.
Yapısal İşlevselcilik:
Yapısal işlevselcilik aslında işlevselciliğin devamı niteliğindedir ve çoğu zaman işlevselcilikle
eşanlamlı kullanılmaktadır. Genel işlevselciliğin temel sayıltılarını kabul etmekle birlikte yapı
kavramına da vurgu yapmaktadır. Yapısal işlevselcilik denince akla gelen ilk isimler Parsons, Merton,
Davis ve Moore’dur. Fakat yapısal işlevselciliğin esas kurucusunun Spencer olduğunu öne süren
yazarlar da vardır.
Herbert Spencer ve Görüşleri: Liberal bireyselci ideoloji ile sosyal evrimciliğin ilkelerini kuramında
birleştirmiştir. Sosyal Darwinciliğin Viktorya dönemindeki en büyük temsilcisiydi. Darwin’in ‘en
uyumluların hayatta kalabilmesi’ kuralını benimsemiş olan Spencer, evrim yasalarına uygun olarak
bireyin gelişmesine olanak tanıması ve devletin bu sürece hiçbir şekilde müdahale etmemesini
savunur. Bu ilkenin hiçbir kısıtlama olmadan uygulanması halinde mümkün olan en iyi toplumun
ortaya çıkacağına inanmıştır.
Spencer’a göre toplumlar ve toplumsal kurumlar yapısal farklılaşma süreçleri yaşayarak değişen
zaman ve çevre koşullarına uygun olarak evrim geçirirler. Evrim, belirli bir yöne doğru, düz-çizgisel
(lineer), sürekli ve zorunlu bir süreçtir. Toplumlar ve kurumları, basit homojen yapılardan heterojen
ve karmaşık yapılara doğru evrilir. Spencer’a göre toplumlar savaşçı, barbar bir yapıdan barışçı,
medenî yapılara doğru evrilmektedir.
Bir İngiliz düşünür ve biyolog olan Spencer sosyolojide biyolojik okulun kurucuları arasında yer alır.
Spencer’ın tasarladığı toplumsal evrim yasaları üç maddede özetlenebilir:
Spencer toplumu bir organizmaya benzetmektedir.Bu sistemin öğelerinin işlevsel olarak birbirine
bağlı olduğunu savunur.spencer, toplumu bir işlevler bütünü olarak kabul eden işlevselci akımı
sosyolojide ilk başlatanlardandır.1876’da yazdığı ‘Principles of Sociology’ adlı eserinde biyolojik ve
sosyal organizmalar arasında benzerlik kurmuş ve bunlar arasında paralellik gösteren yönleri
göstermiştir. İki organizmanın da üç sistemden yararlandığını söyle: *Beslenme, *Dağıtım ve
*Ayarlama
Yapısal İşlevselcilik: Yapısal işlevselcilik, toplum ve insan doğasına yönelik bazı varsayımlara
sahiptir. Kingsley Davis, neredeyse yapısal işlevselciliğin sosyolojinin kendisinden ayırt
edilemeyeceğini savunuyordu.
* Toplum, düzenli bir biçimde birbirleri ile ilişkili olan parçaları içerdiği varsayılır. Önceki
işlevselcilikte de bu böyledir. Ama yine toplumun birliği, istikrarlılığı ve harmonisi abartılmaktadır.
* İnsan,yaratıcılık ve seçiciliğe çok az yer bırakan, toplumsal sınırlılıklar veya normlar tarafından
belirlenmiştir. Kişiler eylemlerinde bazı tercihlere sahiptir ama buna rağmen bu seçenekler,
normatif istemlere uygun bir biçimde, toplumsal olarak kurulmuştur.
Yapı: Üzerinde anlaşmaya varılmış bir tanımı yoktur. Şöyle bir tanım yapılabilir: Toplumsal
davranışlarda yinelenen kalıplardır. Veya, toplumun farklı öğeleri arasındaki düzenli ilişkiler. Yapı
terimi yapısal-işlevselciliğin merkezî öğesidir. Yapısal işlevselcilere göre yapı, toplumsal sistemleri
ya da toplumları oluşturan, gözlemlenebilir kalıplaşmış toplumsal pratiklerdir. (roller,normlar,
değerler vb.)
Yapısal Farklılaşma: Toplum içindeki farklı alt sistemler ile kurumların gün geçtikçe daha çok
uzmanlaşmasını kapsamaktadır. Buna göre toplumlar, yapısal farklılaşmaya dayalı bir toplumsal
değişim süreciyle basitten karmaşığa doğru ilerler.Bu süreç en basit biçimiyle, bölünen ve yeniden
bölünen amip bölünmesine benzer. Parsons’a göre bu süreç üç aşamayı içerir: 1.) Farklılaşma süreci,
2.) Uyum ve yeniden bütünleşme süreci, 3.) Daha karmaşık olan toplumu bir arada tutmayı sağlayan
değerler sisteminin kurulması.
Talcott Parsons, ilk dönem Amerikan sosyolojisinin ağırlıkla bireyci olan sosyal psikolojik teorisinden
savaştan sonraki, bütüncül, antipsikolojik bakış açısına geçişin başlıca simasıdır.
İşlev belirli bir sistemin adaptasyon ya da uyum problemine çözüm yolları sunan, gözlemlenen
nesnel sonuçlardır.
Parsons, Weber gibi sosyolojinin bir toplumsal eylem bilimi olduğunu görüşündedir. Dikkatini,
görece istikrarlı, kişiler arası ilişkiler bütünleri olarak tanımladığı yapılar üzerinde yoğunlaştırır.
Yapısal işlevselcilik olarak adlandırılan ama kendisinin ‘toplumsal eylem sosyolojisi’ ya da ‘eylem
kuramı’ demeyi yeğlediği kuramı, toplumsal sistem için yaptığı şu tanımlamayla açımlanır:fiziksel
özelliklerden etkilenmiş bir ortamda vuku bulan bir etkileşimler sürecindeki bireysel aktörler
çoğulculuğu.
Sosyoloji adına tamamlanmış, bütünleyici bir kuram oluşturma çabasına girmiştir. Parsons’a göre her
sistem ayakta kalabilmek için dört işlevsel gereksinimi karşılamak zorundadır. Bunlar, uyum, hedefe
ulaşma, entegrasyon ve örüntü sürdürmedir.
Parsons’a göre denge sınırı muhafaza etme sistemidir.toplumsal sistemlerin bir denge sağlamaya
eğilimli olmaları Parsonsçı kuramın öncüllerinde içkin biçimde vardır.
Parsons:
Parsons bir eylem kuramı geliştirmiştir, bireysel ve eylemi şu şekilde açıklar: eylemin bir aktörü
vardır, bu aktör bir hedef veya hedeflere sahiptir, seçme imkanı bulunan araçların komutundadır,
kısmen de denetlenebilir bir durum içinde bulunur, aktör hedeflerinde, araçlarına ve durumuna
denk düşecek değerler, normlar ve inançlar tarafından yönetilir.
Burada aktör, bireyi veya eylemde bulunan bir grup insanı belirtir. Aktör hedeflerine ulaşmak için
kendisini sınırlayan durumları dikkate alır. Bu sınırlamalar sosyal veya sosyal olmayan nesnelerden
oluşur. Bireyin eğilimi sadece kendini bağlamaz. Sosyal davranışlar örgütlenmiş bir biçimde karşılıklı
ilişkili olmayı gerektirir. Bu yüzden, örgütlenmiş sosyal davranışların bütünü, bir eylem sistemi
olarak dikkate alınır. Parsons bu eylem sisteminin yapısal alt sistemlere işlevsel zorunluluklara sahip
olduğunu ileri sürer.
Parsons sosyal sistem analizinde sadece yapısalcı değil işlevselcidir de: Ona göre
1.)Sosyal sistem, aktörlerin gereksinimlerinin önemli bir kısmını karşılamak zorundadır.
2.)Sosyal sistem ,varlığını sürdürmek için diğer sistemlerden zorunlu olarak destek almak
zorundadır.
3.)Sosyal sistem üyelerinin düzensiz davranışları üzerinde minimum düzeyde de olsa bir kontrole
sahip olmalıdır.
Merton’a göre işlev konusunda iki önemli yanlış yapılmaktadır. Birincisi, bir sosyolojik birimin içinde,
bulunduğu sosyal ya da kültürel sisteme yaptığı yalnızca olumlu katkıları dikkate almak. İkinci yanlış
ise öznel bir nitelik taşıyan güdü ile nesnel nitelik taşıyan işlevin birbirine karıştırılmasıdır.Merton
işlev kavramının türlerine ilişkin olarak çeşitli tanımlar yapar.
Savaş yıllarında Avrupa’da sosyoloji çalışmaları durmuş ABD’de ise gelişmiştir.Chicago Okulu
revaçtadır.Amerikan sosyolojisine genel olarak bakınca Spencer’in organik yaklaşımı, Tönnies’in
birey konusundaki görüşleri,Weber’in toplum konusundaki görüşlerinden ve Gabriel Tard’ın
görüşlerinden etkilendiğini görüyoruz.Yapısal işlevselciliğin arkasında Darwinci düşünceyi
görebiliriz.Genel olarak birey ve bireysel davranışlar üzerinde durmaktadırlar.Bireysel davranışı
toplumsal etkinliklerin nedeni olarak görürler.Sosyal psikolojinin gelişmesini sağlamışlardır.Zamanla
Amerikan sosyolojisinin bu dar alanı içinde bir farklılaşma ortaya çıkmıştır.Bunları şöyle sayabiliriz:
2.)Bireysel özellikler ile tipsel veriler arasındaki karşılıklı ilişkiler ele alınarak toplumsallaştırma
süreci içinde davranışlar incelenmiş, psikoloji ile sosyoloji arasında bir köprü görevi gören sosyal
psikolojinin doğuşunu sağlanmıştır.
*Toplumsal bütünü mikroskopik parçalara ayırıp,bunları bütünden soyutlayarak ayrı ayrı inceler.
1.)Yapılar ve İşlevler Arasındaki İlişki: Her yapı,bir işlevi olduğu için vardır.İşlev de bir
gereksinimden doğar.İşlev yapıdan önce gelir ve kendileri yerine getirecek yapıların oluşum ve
gelişimini sağlarlar.İnsan, gözü olduğu için görmez,görme işlevini yerine getirmek için göz
oluşur.Yapısal işlevselci yaklaşımın değişimi yansıtan “yapısal farklılaşma” kavramı,değişme
anlayışlarının özünü oluşturur.Yapısal farklılaşma, esasen aynı yapı tarafından meydana getirilen
işlevlerin zamanla çoğalmaları ve özelleşmeleri sonucunda birbirinden ayrılarak kendilerini yerine
getirecek yeni yapılar yaratmaları demektir.(Bunun arkasında ‘uzmanlaşma’ düşüncesi vardır.)
3.)Toplumun alt-sistemlerini açıklarken bireyi aktör olarak ele alır.Çünkü aktörün rolü vardır,bunu
statüsüne göre yerine getirir.Statü haklar ve sorumluluklar bütünüdür.
4.)Toplumun değer yargısı sistemi içinde oluşan ve biçimlenen toplumsal rol, toplumsal sistemlerin
temelleridir.Alt-sistemlerin (doğa-kültür-kişilik) temel etkileşiminin yol açtığı rol farklılaşması
toplumsal sistem içinde değişmenin bir ölçütü ve görünümüdür.
Yapısal işlevselci yaklaşımda değer yargısı sistemi bir veri gibidir.Her şey değer yargısı sistemi içinde
şekillenir.Weber’in etkisiyle rasyonelleşme önem verilmiştir.Bu yöneliş, bilim ve teknolojiden ve
düşünce sisteminden kaynaklanır.Rasyonalizasyon otomatik bir süreç değil,toplumsal sistemin
temelini oluşturan değer yargısı sisteminin oluşturduğu bir süreçtir.Değer yargısı sistemi yapısal
işlevselci yaklaşımda karizmatik bir niteliğe sahiptir.Amaç mevcut toplumsal sistemin
korunmasıdır.Dolayısıyla rasyonelleşme, değişimi zorlayan bir iç yönelme olmakla beraber toplumsal
sistemin temelinde yatan değer yargısı sisteminin oluşturduğu ve biçimlediği uyum ve denge
koşulları içinde yönlenen ve aynı zamanda koşullarla sınırlanan bir süreçtir.Bu, yaklaşımın değişmeyi
açıklamadaki kuramsal yetersizliğidir.Denge ve uyum değişime karşıdır.Bu modeller değişmeyi
1.)Evrimci büyük modellerin yaklaşımını benimseyerek işlevsel farklılaşma düşüncesi ile,
2.)Toplumsal yapı - kültürel yapı ayrımı yaparak (Merton) bu iki yapının uyum veya uyumsuzluğu
ortaya koyarak açıklamaya çalışılır.
1864-1920 yılları arasında yaşayan ünlü Alman düşünürü ve sosyoloğu Max Weber, sosyolojiye
önemli katkılar sağlamış,bir bilim olarak sosyolojinin genel kavramsal çerçevesini çizmiş ve tutarlı
bir sosyal bilimler felsefesi geliştirmiştir. Çalışmaları daha hala sosyolojinin birçok ilgi alanına ışık
tutan Weber,modern toplumun temel özelliklerini sağlam bir biçimde tespit edip ortaya koymuş,
tüm büyük dünya dinlerini, antik toplumları,iktisadi tarihi, hukuk ve müzik sosyolojisini ve daha
birçok alanı kapsayan bir dizi araştırmaları kaleme almıştır. Bu özelliklerinden dolayı
Weber,Durkheim ile birlikte modern sosyolojinin kurucularından kabul edilir.Bu iki sosyolog içinde
Weber’in çalışmaları çok daha karmaşık, anlaşılması güç ve iddialıdır.
Sosyolojini yöntem ve felsefi analizlerinde Neo-Kantçı bir bakış açısını benimseyen Weber önemli
ölçüde Marx’ın da etkisinde kalmıştır. Fakat Weber’in akıl hocaları gerçekte çok
Protestan Ahlakı tezini oluştururken önemli ölçüde W. Sombart ile G. Simmel’in geliştirdiği
Weber her şeyden önce sosyolojinin insan davranışlarıyla ilgili olarak, doğa bilimlerininkine
benzer genel geçer yasalara ulaşamayacağını, insan toplumları söz konusu olduğunda evrim niteliği
taşıyan bir gelişmeyi doğrulayıp temellendiremeyeceğini öne sürmüştür.(1) Bu çerçeve içinde
öncelikle pozitivizme karşı tavır alan Weber’in sosyolojisini, büyük oranda sınıf çatışmalarının
toplumun gelişmesinde temel dinamik süreci biçimlendirdiği şeklindeki Marxist genellemeye
hücumun oluşturduğu söylenebilir.(2)Yani Weber’in sosyolojisi ,bir yandan evrimci pozitivizme ve
diğer yandan da dogmatik Marxizm’e tepki olarak ortaya çıkmıştır.
Max Weber toplumsal yaşamın anlaşılmasında etkisi altında kaldığı Marx’tan toplumsal sınıfların
analizinde de ayrılmaktadır. Ona göre sınıf,sadece iktisadi düzen içinde geçerli olan düzenin bir
bölümüdür. Marx için sınıf,topluluğun şeklini veren toplum analizinin temel ölçütüdür. Weber için
ise sınıf topluluk içinde gelişebilecek birkaç grup tipinin yalnızca biridir.Weber, insan ilişkilerini
belirleyen nedenlerin yalnızca ekonomik çıkarlar olmadığı ve insanları birbirine bağlayan gerçek
bağların da ekonomik kökenli olmadığı görüşleriyle Marx’tan ayrılır.Bu yaklaşımıyla Weber tarihin
materyalist açıklamasını reddetmektedir.Sınıf çatışmalarına Marx’ın verdiği önemi
vermemektedir.Ona göre ekonomik gerçekler önemli fakat bununla birlikte fikir ve değerler daha da
önemlidir.
“Sosyal eylemin gerek yerine getirilmesinin gerek etkilerinin nedensel açıklamasını vermek
amacıyla, sosyal eylemin yorumlayıcı anlaşılmasına yönelen bir bilimdir... Eylem sosyaldir zira
eylemde bulunan birey (veya bireyler)ona öznel bir anlam yakıştırırlar ve başkalarının davranışını
dikkate alırlar.”(4)
Tanrının sevdiği bir kul olmak için şunlara dikkat etmek gerekir:
1.En büyük günah veya insan onuruna yakışmayan en büyük davranış,insanın vaktini boşa
harcamasıdır;aylak aylak dolaşmasıdır.İnsanın durmadan çalışması ve üretmesi gerekmektedir.
2.İnsan ürettiklerini har vurup harman savurmamalıdır.İnsan çok basit ve sade bir yaşam
geçirmelidir.Böylece insan, tüketimden arta kalanı tasarruf etmelidir.
3.Tasarruflar yatırıma dönüştürülmelidir.(5)
Weber’e göre Asetizmin bu öğretilerini birleştirince müteşebbis tanımı ortaya
çıkmaktadır.Protestan ahlakını, Asetizm öğretisini benimseyen toplumlar,hızlı bir gelişme içine
girmişlerdir.Almanya’da katolik ve protestan mezheplerini kabul eden bölgeler karşılaştırıldığında,
büyük gelişme farkları saptanabilir.Katolikliğin yaygın olduğu Fransa Almanya’dan daha geri
kalmıştır.(6)
Rasyonalizasyonun her alanda izlerini süren ünlü düşünür söz konusu rasyonalizasyonun bir
kaynağının Protestan ahlakının yol açtığı kültürel değişmelerde bulduğunu savunmuştur.Weber’e
göre rasyonalizasyon insan eylemlerinin her yönünü ölçüm ve kontrole elverişli hale getiren süreçleri
gösterir.Başka bir deyişle rasyonalizasyon geleneksel uygulamaların reformdan geçirilmesine ve bu
uygulamalarla özdeşleşmiş amaçlara daha iyi etkili bir biçimde ulaşma olanağı verecek süreçlerin
ortaya çıkışına,kurumların belli amaçların gerçekleştirilebilmesi için,daha etkili ve yeterli araçlar
haline getirilmesine işaret eder.Buna göre Weberci anlamı içinde rasyonalizasyon,ekonomi
alanında,fabrika ve üretimin bürokratik yollardan düzenlenmesiyle,karın gelişmiş muhasebe
teknikleri kullanılarak hesaplanmasını;din alanında ilahiyatın vahiy temeli üzerinde değil de
entelektüel bir temel üzerindeki gelişimi sayesinde,büyünün ortadan kaldırılıp,dini ayinlerin yerine
kişisel sorumluluk ve inisiyatifinin geçirilmesini;hukuk alanında keyfi yasa koyuculuğun ortadan
kaldırılıp,evrensel yasaların meydana getirdiği temel üzerinde,tümdengelimsel hukuki bir akıl
yürütme anlayışının benimsenmesini;siyaset alanında geleneksel meşruiyet tarzlarının siyasi partiye
dayalı karizmatik bir liderlikle değiştirilmesini;ahlak alanında ahlaki disiplin ve eğitimin büyük bir
güçle vurgulanmasını;bilim alnında da bireysel yaratıcılıktan çok araştırma ekipleriyle eşgüdümlü bir
deneysel araştırma planının,devlet denetimi ve yönetimi altında olan bilim politikalarının
geliştirilmesini ifade eder.(8)
Weber daha sonra,diğer bir teknik olarak benimsediği olay ve olguların tarihi analizi
üzerinde durur.Çünkü sosyal bilimler,toplumsal eylemlerin özgül tarihsel ortamlarıyla birlikte
anlaşılması ve nedensel açıklamalarının yapılmasına ilgi duyar.Örneğin bürokrasinin ortaya çıkış
nedenleri bazı tarihsel olaylarda gizlidir ve bundan dolayı bürokrasinin ortaya çıkış nedenlerini bu
olaylarda aramak gerekir.
Weber’in sosyolojisine bir diğer eleştiri de Amerikalı siyaset bilimci Fukuyama tarafından
yapılmaktadır.Fukuyama’ya göre Weber; “ din ve ideoloji gibi kültürel ürünlerin temeldeki ekonomik
güçler tarafından yaratılmadığını,aksine kültürün kendisinin belli biçimlerdeki ekonomik davranışları
ürettiğini öne sürerek Marx’ın teorisini tersine çevirmiştir.”(9)
ALINTILAR:
3.)SWINGEWOOD,Alan (1998) Çeviren Osman Akınhay SOSYOLOJİK DÜŞÜNCENİN KISA TARİHİ, Bilim
ve Sanat Yayınları
4.,7.) KEAT,R VE URRY,J (1994), BİLİM OLARAK SOSYAL TEORİ, İmge Yayınları
KAYNAKÇA: