Professional Documents
Culture Documents
Halkbilimci Haluk Tarcan ve Öntürk araştırmacısı Kâzım Mirşan… Geçen yaz, Hulki
Cevizoğlu’nun sunduğu Ceviz Kabuğu isimli programda, önemli savlarını ve iddialarını
kamuoyu ile paylaştılar.
İki hafta aynı konuların tartışıldığı programın, birinci bölümünde Haluk Tarcan, Mirşan’a
ve onun çalışmalarına dayandırdığı çeşitli savlarıyla katılmıştı. Haluk Tarcan’ın
anlattıklarının önemini sezer sezmez, kendimi televizyon ekranı ile öpüşür durumda
bulmuştum.
Ortaya atılan savları iki ana başlık altında toplayalım:
1) Dünya uygarlıklarının kökeninde Türkler vardır
2) Avrupa dillerinin kökeni Ön Türkçe’dir.
Öncelikle, şu rahatsızlığımı önemle vurgulamak isterim: ‘Dünya uygarlıklarının
kökeninde Türkler vardır’ gibi, mevcut tarih bilgimizi temelden sarsan bir iddianın
sahiplenilmemesi ve büyük bir ilgisizlikle karşılanması beni bir hayli üzdü.
Cevizoğlu, Haluk Tarcan’a soruyor: “Peki bu tez niçin şimdiye kadar insanlara
duyurulmadı, gerekli kurumlara bildirilmedi? Bu konu hakkında ne gibi çalışmalar
yapıldı?” Tarcan ise çok ilginç bir cevapla yanıtlıyor: “Çalmadık kapı bırakmadım.
Gittiğim her yerde, ki bunlar Genel Kurmay Başkanlığı, Türk Dil Kurumu gibi devletin
temel kurumlarıdır, tezimle ve benle alay ettiler. Bunlar saçmalıktır deyip, güldüler ve
inceleme girişiminde dahi bulunmadılar”.
Şaşkınlık içindeydim. Olmamak mümkün mü? Nasıl olur da devletin kurumları, bilim
adamları bu iddialara ‘saçmalık’ diyebilirdi? Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi
kurumların asıl görevi, bu tür iddiaları araştırmak, bu tür savların doğruluğunu ya da
yanlışını kanıtlamak değil mi?
Bu derece bir cahillik (ya da ismi her neyse) ancak, Atatürk’ün kurduğu Türk Dil
Kurumu’nun 12 Eylül yönetimi tarafından kapatılıp, yerine sadece aynı adı taşıyan bir
kurumun, bilim dışı ve çağdaşlık dışı yaklaşımı ile ortaya çıkabilirdi. Çıktı da…
Gelin, savları saçmalık olarak tanımlanan Mirşan ve Tarcan’ın çalışmalarına bir göz
atalım.
Bana göre, ortaya atılan tezlerin en önemlisi, birinci programda Haluk Tarcan tarafından
Mirşan’ın çalışmalarına dayanarak öne sürdüğü Çin Seddi’nin niçin inşa edildiğine ilişkin
savdı. Bu teoriye göre;
M.Ö. 10 bin yıllarında, Orta Asya’da bugün yer alan geniş çöller ve kurak topraklar, o
dönemlerde geniş iç denizlerdi. Öyle ki, her yıl büyük bir bölümü kuruyan Aral Gölü, o
tarihlerde büyük bir iç deniz olarak uzanıyordu. Birkaç denizin çevrelediği Orta Asya’da
tropik iklim hüküm sürüyordu. Güçlü bir medeniyetin varolabilmesi için gerekli tüm
şartlar hazırdı. Bunu, elde ettiği verilere dayanarak hazırladığı haritalarla kanıtlıyordu
Tarcan. O tarihlerde, Türkler Orta Asya’da federasyon bir devlet olarak yaşıyorlarmış. Bu
devletin ismini, başkentini ve hatta büyük şehirlerini de (ki ben not alamadım) aynı
haritada görmek mümkündü. Bir başkenti, büyük şehirleri olan ve tropik bir iklimin
ortasında yer alan bu devletin tarımla uğraşması olasıydı. Dolayısıyla, tarım için gerekli
alet ve makinelerinin de olması gerekiyordu. Dahası, tarımla uğraşan bir devletin
yazısının olmaması düşünülemezdi. Buradan yola çıkarak, M.Ö. 10 bin yıllarında Orta
Asya’da yaşamış güçlü bir medeniyetin varlığı ortaya çıkmaktadır. Çin Seddi’nin niçin
inşa edildiği sorusuna da bu teori açık bir şekilde cevap veriyor. Yine, mevcut tarih
bilgilerimizi temelden sarsan bir iddia ile karşı karşıya kalıyoruz. Tarcan’ın öne sürdüğü
sav, Çin Seddi’nin barbar Türklerden ve diğer kavimlerden korunmak amacıyla yapıldığı
gerçeğini temelden yıkıyor. Tarcan, şöyle devam ediyor:
“Bilindiği gibi Çin Seddi, barbar Türklerden korunmak için değil, aksine gümrük
güvenliğini sağlamak ve ülkenin sınırlarını belirlemek amaçlı yapılmıştı. Çünkü Türkler,
Çin pazarını tehdit edecek ölçüde tarımla uğraşıyorlardı ve mal üretiyorlardı”.
Bunlar, tüm dünya tarihini çok derinden yaralayacak, önemli iddialardı. Başka bir önemli
sav ile karşı karşıya kalıyorum: Türklerin, Çin’de 300 m yüksekliğinde taş piramitler inşa
ettiği savı…
Tarcan diyor ki, “Türkler, Çin’de 300 m yüksekliğinde taş piramitler inşa etmişlerdir.
Bilindiği üzere, Mısır Piramitlerinin yaşı M.Ö. 8000 civarında. Oysa, Türkler tarafından
yapılan piramitler bunlardan tam 2000 yıl önce, yani M.Ö. 10 bin yılında yapılmışlar”.
İnsan önceleri şaşkınlığını gizleyemiyor ancak, Tarcan, bu piramitlerin fotoğraflarını da
ekrandan gösteriyor. Bunlar gerçekten taştan yapılmış piramitler… Bu fotoğraflar
hakkında çok önemli bir gerçek daha var: Türkler tarafından inşa edilen bu piramitlerin
bulunduğu bölgenin yasak bölge olması. Çin Hükümeti, piramitlerin yer aldığı bölgeye
kesinlikle turist sokmuyor; bırakın turisti insan bile giremiyor. Tarcan, gösterdiği
fotoğrafların, II. Dünya Savaşı sırasında Amerikalı bir asker tarafından yanlışlıkla
çekildiğini, yapılar ortaya çıktığında, durumun bazı güçlerce gizlendiğini ve belgelerinin
ortadan kaldırıldığını da ekliyor.
Başından beri üzerinde özellikle durulan tarihin M.Ö. 10 bin yılı olduğuna dikkat ediniz.
Bu tarihle ilgili olarak, izlediğim bir belgeselden yola çıkalım ve bir tespit yapalım:
Haluk Tarcan ve Kazım Mirşan’ı henüz duymamıştım. Bu tartışma programını izlemeden
birkaç ay önce; Discovery Channel isimli kanalda bir belgesel yayınlanmıştı. Böyle bir
tartışma programını izleyeceğimi tahmin etseydim eğer, belgeselin yapımcısının adını ve
programın ismini, tarih ve saatiyle birlikte not alırdım. Ancak, aynı programların sürekli
döndüğü kanalda, aynı belgesele rastlamak olası. Dikkatimi çeken nokta ise, adı geçen
belgeselde ve Tarcan’ın ortaya attığı savlarda geçen M.Ö. 10 bin yılıydı. Bu tarihin, bu
derece önemi nereden kaynaklanıyordu? İnsanlık tarihi boyunca, bizlerden saklanan
birtakım gerçeklerin olduğu yavaş yavaş kesinlik kazanmaya başlamıştı… Belgesel ile
devam edelim:
Bu programda, M.Ö. 10 bin yılında yaşamış çok gelişmiş bir medeniyetten söz ediyordu.
İlginç olan ise, böyle bir medeniyetin varlığının kanıtlarıyla tespit edilmesi ancak
isminin konulmamasıydı (verilmemesiydi). Belgeselde özellikle vurgulanan ana tema, bu
medeniyetin tüm dünyayı dolaştığı, kendi kültürünü dünyaya yaydığı ve bunu sadece bir
noktadan yayılarak yaptığıydı. O tarihlerde, dünyada gelişmiş ve büyük bir medeniyetin
varlığını kanıtlayan delillerden birisi, Japon Denizinde bulunan ve yaşı karbon testiyle
M.Ö. 10 bin yıl olarak hesaplanan taş bir tapınaktı. Bugün bile, sular altında tüm
ihtişamıyla ayakta duran bu tapınakta, Mısır Piramitlerinde kullanılan bazı sembollere
rastlanmıştı. Aynı semboller, Latin Amerika’da yaşamış Mayalar tarafından yapılan
piramitlerde de bulunuyordu. Dahası, aynı sembolleri Hindistan’daki Luksor
Tapınaklarında da görmek mümkündü. Hemen hepsinin yapım tarihlerinin birbirlerine
çok yakın olması, M.Ö. 10 bin yılının önemini arttırıyordu. Pasifik Okyanusunda yer alan
Paskalya Adalarında inşa edilen tanrı heykellerinin de yaşı M.Ö. 10 bin yılını
gösteriyordu. Yani, o tarihlerde yaşamış bir medeniyetin varlığı apaçık ortadaydı. Bu
yapılar, ya aynı medeniyetin farklı coğrafyalarda ortaya koyduğu yapılardı; ya da bu
coğrafyalardaki medeniyetlerin adı geçen isimsiz uygarlıktan etkilendikleriydi. Her iki
şekilde de bu uygarlığın dünyayı dolaşmış bir uygarlık olması olasıydı. O tarihlerde,
dünyayı dolaşmanın en kolay yolu deniz ulaşımı olabilirdi. Yani, bu isimsiz medeniyetin
denizci bir toplum olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu noktada, M.Ö. 10 bin
yılında Orta Asya’nın denizlerle çevrili olduğunu hatırlayabiliriz.
Daha ilginç bir nokta ise, yukarıda sözünü ettiğimiz yapıların, yerküre üzerindeki
dağılımı ve inşa ediliş yönleriydi. Bu yapılar, şimdiki bilim adamlarını bile uğraştıran
çeşitli hesaplamalarla, yıldız ve yıldız kümelerinin hareketlerine ve şekillerine göre inşa
edilmişlerdi. Yani bu antik medeniyet; tarımı, denizciliği, mimariyi biliyor, astronomi ve
matematiği çok iyi bir şekilde kullanabiliyordu. Buradan yola çıkarak, Nuh Tufanında
inşa edilen gemiyi ele alalım. Hayvanların erkek ve dişilerinin büyük bir kısmı ile inanlı
insanları içine alabilecek büyüklükte bir geminin o dönemde inşa edilmesi büyük bir
medeniyetin varlığını kanıtlamıyor mu? Bu geminin inşası için mimari bilgisinin yanında
matematik ve fizik bilgisi gerekmiyor mu?
“ Türk çocuğu atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet
bulacaktır” (1930).
Son olarak, yazımı yine Bertan Onaran’ın Cumhuriyet Gazetesinde, konuya ilişkin
yazdığı yazısının son paragrafları ile bitirmek istiyorum:
“Mirşan, Tarcan gibi sabırlı araştırmacılar aslında, Atatürk’ün ünlü ‘Türk, öğün, çalış,
güven’ öğüdüne sağlam bir temel kazandırmaya uğraşıyorlar; hem de somut belgelerle.