Professional Documents
Culture Documents
— Sağ olun...
Kadehi sonuna kadar içti Kenan. Başı dönmeye başlamıştı. Bir şeyler söylesinler
diye ağızlarına bakıyordu çocukların. Sait pek az konuşuyor, ara sıra rakısını
yudumluyor, herkese, her şeye kısık gözlerle gülümsüyordu. Seni Tanrı gönderdi
Sait!.. Oh be... Şu gençlere bak!.. Pırıl pırıl... Gitmez bu iiiş, patlayacak
bir yerinden.
— İlerdeki mutlu günler için çocuklar!..
Üçüncü şişeyi açtıklarında daha saat dokuz bile yoktu. Biraz sonra çirkince bir
kızla bir oğlan daha geldiler masaya. Kız Aka-demi'de, oğlan Teknik
Üniversite'de, Mimarlık son sınıftaymış. Adları da... Doğru dürüst duymadı bile
adlarını Kenan. Adları ne olacak? Gelsinler, toplansınlar bu masaya hepsi...
Dağılma-sınlar hiç...
— Hoş geldiniz çocuklar!.. Şerefe...
— Şerefe!..
Çocukların hiçbirinde sarhoşluk belirtisi yoktu daha. Aşkolsun çocuklar,
dayanıklıymışsınız. Bana bakmayın. Öğlende baş-
ladık biz. Gelsin de görsün Rasim hergelesi. Zeynep'in şeyleri vardı... Bir de
manav demişti... Kapanmıştır... Surdan bir telefon ederim Nermin'e... İsterse o
da gelsin... Görsün çocukları. Dilleri biraz çetrefil yalnız. Hele şu çirkin kız
ne diyor böyle?
— Bireysel nedenlere indirgediniz mi... Çelişkili toplumsal sorunların öznel...
Son sözü de kaçırdım. İçkiden belki de. Anlayacağım ya, alışık mı değilim ne,
biraz... Söz şiire geldi. Eski bir şiirini okuttular Sait'e. Kenan'ın sevdiği
bir şiirdi. Fabrikada ayağı ezilmiş bir işçiyi anlatıyordu. Pek durmadılar. Kız
şiir okudu. En genç ozanlardan birininmiş. Tersliği var gibi... Belki de içkiden
bana öyle geliyor. "Yaprak ölüleri kanadında tüten mavi sincap..." mı dedi ne?..
Buna benzer dizeler... Yanlış duymuş da olabilirim!.. Bir ara Sait, Nâzım'dan
söz etti. Kenan da bir şeyler söylemek istedi. Nâzım, Türkiye proletaryasının
kurtuluşu davasında... İnkılapçı sanatçının halk kitleleriyle... Beynelmilel
işçi hareketinin... Serbest nazmın Türk edebiyatında... Yabancı yabancı
bakıyorlar gibi. Saygılılar yalnız. Pek durmadılar. Nâzım'ı pek azı okumuş.
Mimarlık'taki çocuk, Sermet'miş, o biliyor. Hem de iyi okumuş gibi. En
bilinçlileri de o belki... Yeni şiirlere geçtiler. Ne kadar da yeni ozan varmış.
Utanır gibi oldu Kenan. Yıllardır sanat - edebiyat dergilerinin varlığını
bile unuttuk. Hele gençlerin çıkardığı... Tartışmaya başladılar bir ara.
Engin'le Sermet, toplumculuk kamuculuk deyip duruyorlardı. Kamuculuğu
anlamamıştı Kenan, sormayı da yediremedi. Bir süre dinleyip yordamla çıkardı.
Komünizm olacak. Dayanamadı.
— Kusura bakmayın çocuklar, dedi, dilinize ısınamadım. Niye hep yeni sözler?..
Anlaşılamayan...
Uydurma diyecekti, diyemedi. Biraz şaşırmış gibiydi ötekiler. Neymiş
anlaşılmayan söz? Kenan'ın demin kullandıkları belki... Sait alaylı
gülümsemesiyle yavaşça böldü sessizliği.
— Polis anlamasın diye, dedi.
Bir gülme koptu. Kenan da bayılmıştı bu söze. Çirkin kız kadehini kaldırdı:
— Sait Ağbi'nin şerefine!..
İçtiler. Yine içtiler. Sermet'le kız kapıştı bir ara. Tartışmada dürüst
davranmıyormuş Sermet. Bir büyük şişe daha açıldı. Mezeler yenilendi. Izgaralar
geldi. Trenler geldi. İnsanlar boşaldı. 33 Trenler ayrıldı. Lokomotif sesi,
düdük sesi, insan sesi...
— Politik öngörüşten yoksun kişilerin...
— Tümünü karalayamazsın tiyatronun...
— Neyimiz var Batı'dan esinlenmeyen?
— Sanat politikanın duygulara izdüşümü bence.
— Öyle ama, Batı'dan öğrendiklerimizle...
— İçtenlikle söylemiyorsun. Sen Batı'da okumadın mı?
— Okumakla...
— Ayrıntılar önemli değil kuşkusuz...
Masalar tek tük boşalmaya başlamıştı. Bazılarında hesap görülüyordu. Bir ara
bizimki ne tutar gibisine düşünecek oldu Kenan. Rakamlar da duyduğu sözler
gibiydi; parça parça... Hay Allah, hiç böyle olmamıştım. Sarhoş muyum şimdi?
Değilim de... Hiç bu kadar içmedimdi. Ne tadı. Sarhoş filan değilim... Tezgâhta
telefon var, kumbaralı. Bir telefon ederim Nermin'e. Gelsin isterse... Demin
ettim ya telefon... Etmedim mi? Manav kapandı derim. Zeynep'in de... Han
yıkılacak zaten. Sıçmışım hanına... Toplumsal nedenlerle dürüst
davranmıyorlar... Hergele Rasim... Çirkin ama kız, nohut gibi burnunun ucu da,
peynir alıyor. Vay hergele, demek han...
— Kenan Ağbimizin şerefine içelim...
Sadi'ydi. Kızla Sermet, kendi havalannda, tartışmaya batmışlardı. Duymuyorlardı.
Ötekiler kadeh kaldırdı. Kenan ayağa kalktı sallanarak. Kadehi aldı. Önemli
şeyler söylemeliydi!..
— Çocuklar, dedi.
Durdu. Dili dolaşıyordu. İstediğimi bir türlü... Hay Allah...
Çocuklar...
Sermet'le kız da kadehleri almışlardı, bakıyorlardı.
— Çocuklar!..
Sonunu getiremiyormuş gibi kaldı yine. Yutkundu. Gözü kapıya takıldı, gülümsedi
birden. Sallandı yavaşça.
— İşte Nermin de geldi... dedi.
Kapıya döndü hepsi. İçeri ağır ağır bir kız girmiş, durmuş kapıda, onlara
bakıyordu. Bir kahkaha koptu. Bayılmışlardı Ke- 39 nan'ın sözüne. Birkaçı
alkışlıyordu coşkulu... Yinelemeye başladılar.
— Yaşşşa Kenan Ağbi!..
— İşte Nermin de geldi!..
Kapıdaki kız bozulur gibi olmuştu. Sermet el salladı. Şaşkınlığını yenmek ister
gibi gülümsedi kız, çekingen, ağır ağır masaya yaklaşmaya başladı. Masadan
ayrılmak ister gibi yaptı Kenan. Bir-iki adım atacaktı Nermin'e doğru... Olmadı.
Çöküvermişti sandalyesine. Ötekiler gülüyor, yer açıyor, bir şeyler
konuşuyorlardı Nermin'le!.. Sait'le Sermet'in arasına oturttular. Sermet
tabağını, bardağını verdi.
— Aç mısın?
— İçer canım.
Bir şey diyemeden, şaşkın bakıyordu Kenan. Biraz zayıflamış mı Nermin? Gözleri
daha mı açıktı ne?.. Meyhanede görmedim ki yıllardır! Çok mu içtim ben?.. Eğildi
Nermin'e yavaşça:
— Geç kaldın!., dedi. Kız baktı Kenan'a, gülümsedi. Yadırgamışa benzemiyordu
pek. Meyhane burası...
— Gelmeye niyetim yoktu, dedi.
— Ben de geç telefon ettim!.. Kız yine gülümsedi. Ötekiler kendi havalarına
dalmışlardı.
— Güçlük çekmedin ya? dedi Kenan.
— Güçlük mü?
— Burayı bulmada.
— İlk kez geliyorum ama, İstasyon Lokantası deyince Ser-met... Sormadım bile.
Kenan buğulan dağıtıp bazı şeyleri birbirinden ayırmak için çabalayıp duruyordu.
Hay Allah... Ne kadar da güç!.. Şimdi bu Nermin de Sermet'in çatalıyla...
Yoksa...
— Kızgın mısın bana yoksa? dedi, yine yavaşça eğilip. Kız aynı yumuşak gülüşle
bakıyordu Kenan'a.
— Kızgın mı? Neden?..
Kenan da gülümsemeye çalıştı, gözlerini kırpıştırarak. Yeniden toparlanmaya
çalıştı.
— Sonra her şeyi anlatacağım Nerminciğim, dedi.
Kız iyice şaşırmış baktı, baktı; birden gülmeye başladı. Sinirleri boşalmış gibi
gülüyordu ki usulca toparladı kendini; tatlı yumuşak gülümsemesine döndü. Yine
Sadi'ye baktı.
— Beyefendi beni birine benzetiyor olmalı, dedi.
— Kusura bakma ağbi... Tanıştırmadık değil mi? Herkes kendi havasında...
Günsel... Sermet'in arkadaşı, Felsefe'den...
Arkadaşı mı? Şaka mı, sarhoşluk mu? Bugün de herkes... Öğlende bu kadar
içmemiştim. Şimdi bu kıza ben...
— Nermin... dedi, kekeler gibi...
— Çok mu benziyorum?..
Niye gülerek bakıyor hep? Saçmalama... Kafamın içi...
— Benziyor musun? Kime?..
Üstelemekten kaçınır gibi Günsel dönüp Sermet'le bir şeyler konuşmaya başladı.
Ara sıra yine gülümseyerek bakıyordu Kenan'a. İçkisini yudumluyordu. Kenan
durgunlaşmıştı. Kendisiyleydi bütün uğraşı. Çevreyi mi görüyordu, içindekileri
mi? Öyle tatlıydı ki karıştırmak, boşuna yorgunluktu ayırma çabası, mutsuzluktu.
Gözlerini yumdu Kenan, başını önüne eğdi, kaldı. Bir süre geçmişti ki tamdık bir
çağrı ile ayılır gibi açtı gözlerini. Nermin demek şiir okuyor, ben bu
yeryüzünde böyle güzel... Nâzım'ın demek şiir... Vay canına... Bellemiş. Akrep
gibisin kardeşim... Şiir ortalarına varmıştı...
— Ve bir yanardağ gibi korkunçsun kardeşim...
Gözlerini şaşkın açmış, ağzı bile yarım açık kalakalmış gibiydi Kenan. Şiir
güzel, güzeldi. Asıl çarpıcılığı sade, özentisiz, apaçık okunuşundandı yine
de... İçkinin de kırbaçladığı coşkularını güçle tutuyorlarmış gibi sessiz
soluksuz dinliyorlardı hepsi.
— ... Söylemeye dilim varmıyor ama. Kabahatin çoğu senin kardeşim!..
Günsel, son dizeyi söyleyip de şiiri acı, kesin bir yargı bildirisi gibi
bitirince, bekledikleri boşalmadan, gevşemeden yoksun, sessiz kaldılar bir süre.
Sonra ağır ağır şaşkınlıktan ayılıp yeniden havalarına döndüler. Yalnız Kenan
ayılamıyor gibiydi. Dudaklarını kımıldatıyor, dizeleri yinelemeye çalışıyor,
beceremiyor, onları da karıştırıyordu. Gocuklu celep kaldırınca sopasını,
salhaneye koşarsın midye gibi sen yaşşa kabahatin çoğu Nerminciğim akrep gibisin
kardeşim... Güçle toparladı kendini, artık çekingen bakan Günsel'e eğildi yine:
— Bu kadar mı? dedi. Yok mu başka? Ben biliyorsun bu şiir... Başka belledin mi?
Günsel, ne diyeceğini bilemiyormuş gibi baktı bir süre; sanki demiş olmak için;
— Birçok yeni şiir var... dedi yavaşça.
Gülmüyor, durgun bakıyordu daha çok. Acımayla sürdürmek gereği duymuş gibi
ekledi:
— Sevdiniz şiiri değil mi?
Sorudaki anlamsızlığa takılmış gibi, baktı Kenan.
— Biliyorsun ben bu şiiri... Nerminciğim, dedi... Ne kadar çok... Oku yine...
İstersen oku... Sen...
Dayanamamıştı Günsel, gülümsedi.
— Bağışlayın, dedi. Kime benzediğimi bilmiyorum ama... Günsel'im ben.
Sonra Kenan'ın oyununu bozmaktan kaçıyormuş gibi içki kadehini kaldırdı sıcak
gülümsemeyle:
— Şerefe!., dedi.
Kenan da gülümsemeye çalışarak kaldırdı kadehini, bir yudum alıp bıraktı.
— Vay canına, dedi yavaşça... Ne güzel!..
Gözlerini dikip, mutlu, dalgın bir gülümsemeyle Günsel'e bakmaya başladı.
Tedirginlik vermişti. Kızardı, şöyle bir ötekile-42 re baktı Günsel. Kenan
oralı değildi. Hiç kimse de oralı değildi, kendi havasındaydı herkes.
— Ne güzel, diye yineledi Kenan...
Artık boşalmaya yüz tutmuş lokantada bir şeyler aranır gibi bakındı.
— Hay Allah, dedi. Çıksak şöyle sokaklara, yürüsek yürüsek gece... Nasıl var
mısın?..
Günsel yine ötekilere baktı yardım bekler gibi:
— Bilmem, dedi yavaşça. Arkadaşlar isterse...
Son birkaç masadakiler de kalkınca lokanta boşalmıştı. Şef garson çekinerek
yaklaştı. On ikiyi geçiyormuş saat. Garsonlar sandalyeleri masaların üstüne
yığmışlar, yer yer ışıkları söndürüyorlardı. Meyhane kovulması. Kalktılar. Kenan
şefe el etti. Ser-met'le Engin'in karşı durmasına bakmadan, sarhoş inadıyla aldı
faturayı, beş yüzlük sıkıştırdı arasına, garsona verdi. Gelenleri de saymadan,
tabakta bir onluk bırakıp pantolonunun cebine tıkıştırdı.
Dışarıya, serin geceye çıkınca açılır gibi oldu Kenan. Kurtulmak istemediği bir
sanrıdan kopmakla kopmamak arası kısa bir süre daha yaşadı. Sonra Allah'ın
belası gerçek... Günsel, Ser-met'in koluna girmişti. Eziklik duydu. Sallanarak
yaklaştı Sait'e, kolundan tuttu:
— Sağ ol Saitçiğim, dedi... Çok sağ ol... Ne güzel...
Sait, hiç değişmeyen, kısık gözlü gülümsemesiyle başını salladı yavaşça. Sen sağ
ol mu demek ister? Anladım ne bok olduğunu mu? Ne adamdır bu?.. Kenan gözlerini
önde, Sermet'in kolunda yürüyen Günsel'e dikmişti yine. Sermet meyhanede
kızla başladıkları tartışmayı sürdürüyordu. Kızın suçlamasına karşı çıkıyor,
içtenlikle davrandığını kanıtlamaya çalışıyordu bağıra çağıra. Günsel başı önde,
dinliyor mu, dinlemiyor mu, Sermet'in kolunda yürüyordu ağır ağır. Taşıdığı
güzel şeylere çocuksu umursamazlık, attığı her adımda belli ediyordu kendini.
Kenan'ın donuk bakışından daha tedirginleşmiş gibi Sermet'e döndü:
— Ne yapıyoruz? dedi.
Sirkeci'nin, gece yarısında daha da büyümüş bomboş alanında, herkesin uyku
sözünden çekindiği uykulu, kısacık anı yaşıyorlardı.
— Yukarı mı çıksak?
Böyle mi dendi, ya da kim dedi? Belli bile olmadan bir taksiye doluştular.
Büyükçe bir arabaydı. Kenan'la Sait'i öne oturtmuşlar, beşi de arkaya geçmişti.
Günsel kapı dibinde, Sermet'in dizindeydi yarı yarıya, Kenan'ın tam ardındaydı.
Tutunmak için ön koltuğa, Kenan'ın sırtına doğru dayamıştı kollarını. Ara sıra
soluğunu duyar gibi oluyordu Kenan. Ötekiler de iç içe, kucak kucağa, geceleri
sarhoş kalabalıklarını avlamada ustalaşmış şoförün yerli yersiz şakalarıyla
gülüşerek gidiyorlardı.
— Yusufa değil mi?
— YusuPa, YusuPa...
— Ben kızgınım eşşoğlueşşeğe ya...
— Boş veer, iyi oğlandır... Toplumcular arasında bir kez...
— Bence o, toplumcudan çok...
Meyhaneyi arabaya taşımışlardı. Sermet konuşurken elini, kolunu oynatıyor, öteki
uçtaki Engin'e yetişmek ister gibi kımıl kımıl eğiliyor, her seferinde Günsel'i
öndeki Kenan'a biraz daha itiyordu. Kenan sızmış gibiydi. Meyhanedeki Nermin
sorununu çözmenin küskünlüğündeydi sanki. Konuşmalara da kızıyordu. Zır zır, hep
aynı şeyler. Ayıldık demek. Yandaki kelebek camı araladı. Birden anımsamış gibi
geriye döndürdü başını, dalgın bakan Günsel'e:
— Dokunuyor mu? dedi. Kapatayım mı?..
— Yooo... İyi geldi...
Kenan'ın dönüşünde, sesinde, iki sözcüğünde bile belli olan değişiklik, Günsel'i
iyice yadırgatmış olmalıydı. Meyhanedeki oyun bitmiş, gerçek başlamıştı. Şakası
olmayan gerçek... Garip adam değil, basbayağı bir adamdı karşısındaki. Kır
düşmüş sakaldan, yan açıkladığı bir gizi örtbas etmek ister gibi bakışı, ola ki
sarhoşluktan gelen içtenliği ile çekici bir adam belki de...
Beyoğlu'nun karanlık, arka sokaklanndaydı Yusuf! Işıksız bir kapının önünde
durdular. İstanbul'u o kadar iyi bilirdi, yine de bıraksalar bu sokakta, yolu
çıkaramazmış gibi geldi Kenan'a. Ne kenttir şu İstanbul... Güm güm
yumrukladıklan kapı açıldı, merdivenlerden indiler. Loş kuytulannda, ufacık
masalarda, kadın erkekli birilerinin kımıldadığı, bir köşeye Amerikan bar sıkış-
tınlmış, ara sıra hafiften teyp müziği duyulan, dar, uzun bir mahzen, özenti bir
yeraltı meyhanesiydi burası. Kızlı oğlanlı birileri fırlıyor coşkuyla
karşılıyordu gelenleri.
— Vay koçum!..
— Nerdesin be?..
— Ulan senin...
— Hop dedik...
Sanlmalar, sarhoş öpüşmeleri. Kızlı oğlanlı koca bir kalabalık oluvermişlerdi.
İzbe bir oda açıldı bir köşede. Doluştular tezden. İki küçük gaz lambası
yakıldı. Çeşidi sandalyelerle çevrili, eski biçim, upuzun bir masa vardı ortada.
Çevrelendiler hemen. Islak duvarlarda kanşık imzalar, çizgiler, resimler...
Şaşkın kalı-vermişti Kenan, ilgilendiği yoktu kimsenin. Günsel'e bakındı;
ilerde, Engin'in yanındaydı. Sermet'ten uzakta... O da benim gibi olmalı. Pek az
kişiyi tanıyor ya da... Günsel de ona mı bakınmıştı ne, göz göze geldiler.
Kaçırdığı filan yok gözlerini. Niye demin bana öyle geldi? Nasıl etsem de şu
araya giren oğlanlan?.. Hergeleler... Yerli sinemacıymışlar, biri asistan, öteki
oyuncu olacak konuşmalarından. Tiyatrocu mu yoksa? Fitil gibi ikisi de;
burunlannı görmüyorlardı. Sarhoşluk çirkin. Ben de mi böyleyim? Değilim...
Baksana, ne dedikleri belli değil. Senin belli miydi? Öğlende başladım ben.
Onlar ne vakit başladılar kim bilir? Ellerinde birer şişe şarap... Şansını
eğildi Kenan'a bir şeyler söyledi. Bağıra bağıra konuşmalar içinde ne dediğini
de ayıramazsın, kimin dediğini de. Yoksa bir şiirden dize mi söyledi oğlan?
Kenan baş salladı gülümseyerek. O da onu bekliyormuş gibi sı-ntarak şarap
şişesini dikti kafasına. Yanlış yapmadık demek!.. Yanlışı yok bunun. Duyduğun
sözü sen de herkes gibi yanında -kinden say, söyle bir şeyler!.. Testilerle
şarap getirdiler; şarap içi-lirmiş burda. Fısnk, leblebi tabaklan. İzmariüerle
dolup taşmaya başlayan tablalar. Ağırlaşükça ağırlaşan sigara dumanı, alkol,
küf, soluk kokusu... En diplerde elinde şarap bardağı ile Sait'i gördü bir ara.
Yorgun, bitkin bir gülümsemeyle başım ağır ağır sallıyor, daha doğrusu, ikide
bir düşen, çöküveren başını dirençle kaldı-nyordu. Engin, Sadi, Sermet, çirkin
kız, kızlı erkekli, birbirine benzeyen, benzemeyen başka yüzler; öğrenci, ozan,
ressam, yazar, eleştirmen, tiyatrocu, sinemacı, müzikçi, her şeyci, hiçbir
şeyci... Toplumcu, toplumcu, toplumcu... Bu kadar toplumcu böyle yeraltından
başka nerde toplanabilir! Biri koluna dokunmuştu Kenan'm. Döndü; kibrit
istiyordu bir kız. Parmaklannın arasındaki sigarayı ağzına yalan tutmuş, öte
yanındaki oğlana da söz yetiştiriyordu: "Nasıl düşünebiliyorsun biçimsiz
içeriği?.." Sonra yine kanştı duyduklan Kenan'm... Kamucularla aslında
diyalektik seninkisi düş sanatta içerikten ayn bağımsızlık savaşla-nnda yapıttan
önemli... Kız bir daha baktı Kenan'a, anlamıştı kibriti olmadığım, uzandı boylu
boyunca yaslandı Kenan'a, iki ilerdeki oğlanın elinden sigarasını alıp yaktı;
yanındakiyle çeneye döndü yine. Taptaze bir dişinin umarsamaz sürtünmesi, bir
şeyler kımıldaDvermişti Kenan'ın içinde. Günsel'de orda... O da mı sıkılıyor
benim gibi... Yoo içiyor... Bir şeyler konuşuyor... O da şimdi eğilip sigarasını
yakar birine yaslanıp!.. Yapmamalı!.. Sana soracaktı!.. Bana niye sorsun?
Sermet'e sorar. Sermet de yok or-
talarda, nereye gitti ki?.. Birer ikişer köşelerdeki masalara dağılmaya, yeni
yeni kişilerle kucaklaşıp çeneye başlamışlardı Kalkan kalkmış, Günsel'le araları
boşahvermişti. Gitsem mi yanına? Ayıp mı olur? Herkes yapıyor ya... Herkese
benzeyen hangi yanın var senin kart herif. Ne ararsın burda?.. Kıza da neler
dedim lokantada. Alay etmiştir içinden. Hiç de öyle görünmedi. Neyin var-45 mış
alaylık? Öğleden beri iç iç, kolay mı? Kalkıp eve mi gitsem? Boş ver: O ki
öğleden beri... Ne öğlesi be? Dünkü öğleden beri... Vay canına... İçeceğim
sabaha kadar... Rekorum olsun benim. Yaklaşsam şu kıza. Çok uzak bir yer sanki:
Şuracık. Ah bu benim saçma onurum! Korkaklığım deme de... Şimdi biri gelip
çöküverecek. Gelsin... Baksana kıza... Anlatıp duruyor yanındaki oğlana. O da
kimin nesi. Şiir okuyordur belki de... Akrep gibisin kardeşim... Bu kadar güzel
şiir okuyan kız... Pek içkiyle başı hoş değil mi ne, bir şeyler yiyor sadece.
Yooo, içiyor işte... Kötü şarap ya, içeyim ben de... Tam bardağı kaldırdığı
sıra, Günsel baktı gülümsedi, Kenan'ın yalnızlığına üzülmüş gibi baktı, bir
şeyler söyledi. Duymamıştı Kenan. Yaklaşmak için davramnca birden kalkıp elinde
bardağı, boş sandalyelerden kayıverdi Kenan'a doğru. Nasıl olmuştu bu iş; yan
yanaydılar?..
— Sıkılmışa benziyorsunuz, dedim...
Söyleyecek bir şey aranır gibi durdu Kenan. Evecenlik bastı mı silinir kafam.
Yakaladı neyse...
— Tam sıkılıyordum ki yetiştiniz, dedi.
Günsel'e mi çekingenlik bastı bu kez? Kızarmıştı. İçkidendir. Gülümsedi.
— Sağ olun, dedi.
— Siz de. İçelim mi?
Bardağı sonuna kadar dikmişti Kenan. Kız bir küçük yudum alıp bırakmış, Kenan'ın
içişine bakıyordu.
— Seviyorsunuz içkiyi?
Duraladı Kenan. Suçlama mıydı bu?
— Aylardır içmemiştim, dedi...
Savunmasını sürdürmek ister gibi ekledi hemen...
— Çok mu içkici görünüyorum?..
— Yoooo, dedi Günsel gülerek. Benim pek aram yok da... Saldın sırası Kenan'a
geçmişti.
— Nasıl olsa aramz olacak, dedi.
Açıklamama gerek var mı gibisine bakıyordu. Yoktu, anlamıştı Günsel. Çevreye
ağır ağır şöyle bir göz gezdirdi.
— Sanmam, dedi. Ben pek az gelirim buralara. Bu ikinci filan... Sevmem...
Öylece bakan Kenan'ı görünce ekledi.
— Sermet getirmişti yine bir kez.
Sermet adını ağzından kaçırdığına pişman olmuş gibi kaldı bir an, şarap bardağı
ile oynar gibi yapmaya başladı.
— Nişanlınız mı?
Sorulur mu bu be?.. Adam olmam ki ben!.. Sersem, eşşek herif!.. Hıyarağası
değilsin de nesin?.. Ne desin kız? Düzeltmek çabasıyla aldı hemen:
— Şeeey, dedi çekinerek, sormamış olayım isterseniz. Gülümsedi Günsel.
Kızarmıştı da. Nasıl karşılayacağını bilmiyor gibiydi o da.
— Yooo... Önemli değil, dedi. Sormuş olun da... Alaylı, taptaze bir gülüşle
tamamladı:
—... Ben söylememiş olayım...
Kenan da gülüyordu. Niye bu kadar zeki bu kız? Nermin de... Nermin mi zeki?
Durgundur! Bu da durgun... Benzeyen yanlan belki de... Sonra da bu sessiz
gülüşü...
— Daha biz de bilmiyoruz ne olduğumuzu... Ağırlık, acılık filan yoktu sesinde.
Öylece söyleyivermişti.
— Hadi içelim, dedi, aynı durgun gülümseyişle... O ki geldik, içelim...
— İçelim, dedi Kenan da.
Sonuna kadar içip yeniden doldurdular bardaklan. Kenan şarap testisine uzanınca,
Günsel karşı çıkmamış, yardımcı bile ol-
muştu. Sevmeye mi başladı içkiyi? Yine başım dönüyor... Ya saçmalarsam akşamki
gibi? Biliyorum, Nermin değil ki... Bir paket Bafra çıkardı Günsel cebinden.
— İçmiyorsunuz sanırım... dedi... Ben de içmem ya... Canım mı sıkılıyor
bugünlerde ne?.. Siz?..
— Bıraktım, dedi Kenan, kızın uzattığı sigarayı alırken. İki pakete çıktımdı
bir ara...
Günsel kibriti vermedi Kenan'a. Önce kendininkini yaktı, sonra Kenan'a uzattı
yanan kibriti. Öyle doğal yapmıştı ki Kenan eğilip yaktı sigarasını, bir soluk
çekti. Oh, mis gibi. Demek bu mereti bırakmamışım ben daha. Nasıl da sardı!..
Günsel anlamış gibi.
— Eski tiryaki olduğunuz belli, dedi gülerek. Kenan dalgın:
— Öyleyimdir, dedi... Yakalanmaya göreyim, kolay kopa-mam tu dullarımdan...
Günsel yavaşça gözlerini mi kaçırdı ne? Ne dedim ki? Öyle bir biliyorsun ki ne
dediğini. Bir yudum aldı şaraptan.
— Çok sevindim, dedi. Kaçığın biri sanıp da uzaklaşmadınız benden.
Günsel anlamamış göründü.
— Neden?..
Kenan pişman olmuştu gene bu konuyu açtığına ya, dönemedi. Kekeler gibi:
— Akşam... Lokantada, dedi... Bağışlayın!.. Çok saçmaladım, biliyorum...
Gülmesini bekliyordu Günsel'in, o çok ciddiydi tersine.
— Kötü bir şey demediniz ki, dedi. Duyguluydunuz biraz, o kadar...
Yumuşak, inandırıcıydı sesi. Güç vermiş, yüreklendirmiş gibiydi Kenan'ı.
— İlk kez bu kadar içtim, dedi, gülümseyerek. Şimdi iyiyim...
Günsel yenemediği merakını saklamak ister gibi çereze uzanırken önemsizce
soruvermiş göründü:
— Arkadaşınız mıydı?
— Nermin mi?
Kenan şaşalar gibi oldu bir, sonra kurnazlıkla baktı kıza:
— Siz sormuş olun da... Ben söylememiş olayım, dedi. İçkiden mi ne, Günsel,
ummadığı kadar çok güldü, duruldu
sonra...
— Ödeştik, dedi.
Kolaydı ödeşmek!.. Bir şey diyemedi Kenan. Dosduğu geliştiren her söz güzeldir.
Doğrudur da!.. Ukalalığı bırak, ödeştiniz!.. Karın olduğunu söyleyeceksin de ne
olacak? Söylemedin de ne değişti?.. Niye sakladın hem? Hiiiç, ona nispet olsun
diye. Ödeştik demek. Onun Sermet'i, benim de Nermin'im var. Bir de Zeynep...
Belki onların da olmuştur! Terbiyesizlik etme; pırıl pırıl kız belli... Bir,
lokantadaki gibi olsam yine. İç bakalım, olursun belki. O da olmalı ki... O da
Sermet'i mi görsün sende?.. Çok da benziyoruz ya!.. Mavi gözleri, san saçları,
direk gibi boyu... Onun Nermin olmasına benim isteğim bile gerekli değil... Hem
niye isteyeyim? İstemiyorum ki... Bak yine düşürdü... Kumral saçları böyle
kayıverdi mi... Başı ile savurdu mu yavaşça... İşte...
— Yapmayın öyle!..
Kenan'ın ağzından kaçıveren bu sözler üstlerine çöken dalgınlıktan ayılüvermişti
ikisini de. Önce şaşırmış gibi oldu Günsel. Ne diyeceğini bilemedi. Öylece
kaldılar bir süre. Kenan'ın yüzünde, gözlerinde gittikçe belirginleşen çocuksu
ürkeklik sert bir emir gibi çıkıveren sözleri yumuşatmış, acımayla karışık bir
sevecenlik yaratmıştı Günsel'de. Gülümsedi:
— Olur, yapmam... dedi.
Sonra çıkardığı bir-iki tokayla, ikide bir düşüveren saçlarını tutturuverdi. Hem
de önemsemeden; karşısındakine bir şey veriyormuş yapmacığına düşmeyen bir
kolaylıkla. Sarsılır gibi oldu
Kenan. Tutkuya dönüştü dönüşecek bir istekle yanıyordu; öpmek geliyordu içinden
kızı. Kalkıp kaçsam mı? Rezil olacağım... Yaşlı hovarda! Erkeksi değil öyle,
yüzünü avuçları arasına alıp rastgele öpmek... Minik burnunu, dudağının
kıyıcığını... Zeynep'i öper gibi... Ben Nermin'i bile böyle ara sıra... Ya
tutamaz-sam kendimi? Bir de çıngar meyhanede...
— Bende de olur bazı, dedi Günsel, bir şeye takılıveririm.
Demin tutuşturduğu tokayı sıkılar gibi yokladı saçını. Sigarasını tablaya
bastırdı. Ne olur bir şiir okuyuverse şu kız... Söylesene! "Şiir okur musunuz?",
"Edebiyatı sever misiniz?" konuşmalarına başla!.. Yine de tutamadı kendini:
— Ne güzel şiir okuyorsunuz? dedi.
— Şiirler güzel de... dedi Günsel. Kenan birden yeniverdi korkusunu.
— Okusanız... dedi yavaşça. Günsel durgunlaştı, sonra:
— Kırılmazsanız, dedi okumayayım... İzin verin de... Toparlanmaya çalıştı Kenan:
— Yooo, dedi. Nasıl isterseniz.
Bir sessizlik oldu yine. Günsel sigara yakarken.
— Burada güzel değil o şiirler, dedi.
Kırk yıllık tiryaki gibi derin bir soluk çekti sigaradan.
— Çirkin oluyor burda okumak, dedi. Ya da ben alışamadım...
Çirkin mi oluyor burda okumak? Şiirleri okumanın güzel olduğu yerleri de biliyor
demek... Bu kız...
— Felsefe'deydiniz değil mi? Güldü:
— Evet, dedi. Felsefe'deyim... Beş yıldır Felsefe'deyiz... Kısa bir sessizlikten
sonra, haklı da olsa, kendini savunmak
zorunda kalmanın sinirliliği ile gülümseyerek;
— Tezimi onaylamıyorlar, dedi. Geçen yıl bitirmem gerekiyordu.
— Teziniz mi? dedi Kenan.
Bir soluk daha çekti sigarasından, başını salladı yavaşça.
— Aşın buluyorlar, dedi... Mancçılığa kaçıyormuş tutumum. Demek gerçekten bu
kız... Anlamamış miydin hıyarağası!..
Bir-iki sözle içine ürperti veren bir ışık yanmıştı Kenan'ın. O da konuşmak,
anlatmak istiyor, uygun sözcüğü bulamıyordu bir türlü. Sessizliği Günsel bozdu
yine. 52
— Amaaan, dedi, bitireceğim de ne olacak?.. Umursamaz görünmenin örtbas
edemediği bir üzüntüyle
ekledi:
— Nasıl olsa, iş filan verecekleri yok...
Karamsarlık değil gerçekçilik vardı sözünde. Kenan ortak yanlarını açıklamak
ister gibi:
— Öyle düşünmeyin dedi... Sürüp gidecek mi ki bu?..
— Benim de kuşkum yok bu konuda ya... dedi Günsel.
Bir süre dalgınlıktan sonra saklayamadığı bir acılıkla yavaşça ekledi:
— Ne vakit?
Özlemi artıran bir acılıktı sesindeki. Ne vakit? Gerçekten, ne vakit?
Geleceğinden hiç kuşkumuz yok ya, ne vakit?
— "Nerden, nasıl geleceğini bilmeden
Gelecek dehşedi güzel günlere inanıyordu..." Dizeleri ağır ağır okuyuvermişti
Kenan.
— Doğru okudum mu? dedi... Pek şiir tutamam ya... Günsel yine dalgın durdu bir
süre. İçten acı, alaylı:
— Biz meyhanelerde beklerken mi gelecek? dedi. Aynı durgunlukla ekledi hemen:
— Hem ben, nerden nasıl geleceğini bilmek isterim...
Bir şey diyemiyordu Kenan. Beni de suçluyor bu!.. Biz buralarda beklerken mi?..
Buralarda ya da şuralarda; beklemekten başka ne yaptım bu yaşa?.. Bu kız her
sözü ile kafamdaki tabloyu karalayıp yeni çizgiler çekiyor?.. Kızdırıyor insanı,
ukala bu kız?.. Yıllarca yalnız, kaskatı beklemeden, meyhanede böyle bir
gece beklemenin mutluluğunu nerden bilir bu?.. Sigarası, tokası, minicik
burnu... Sen bir gün Nermin'e...
— Şimdi nerdesiniz? dedi Günsel. Kenan anlamamış gibi bakıyordu.
— Hangi okuldasınız?..
— Öğretmenlik yapmıyorum, dedi Kenan... Kitapçıyım...
— Kitapçı mı?.. Öğretmen dediler de... Öğretmen demişler. Kim demiş? Üstelemedi
Kenan.
— Babıâli'de, dedi, ERKEN Kitabevi... Yukarda Han'a girerken. Bir tanıdıkla
karşılaşmış gibi baktı Günsel.
— Yabancı gelmiyordu yüzünüz, dedi. Bir-iki kez uğramıştım sizin oraya. Genç bir
çocuk var.
Sevinmişti Kenan.
— Burak, dedi. Satışa bakar. Ben daha çok yukandayımdır.
— Merdivenle çıkılan bir yer.
— Evet...
— Uzaktan görmüş olmalıyım sizi, dedi... Daha bir yakınlaştılar sanki.
— Ben de Felsefe'denim dedi Kenan. Ama hep edebiyat okuttum. Kadro yoktu...
Daha bir şeyler söyleyecekti ki bir kalabalık üşüşüverdi.
— Haydin, gidiyoruz...
Sormaya bile kalmadan, kalabalıkla birlikte kapıda buldular kendilerini. Yağmur
çiseliyordu. Sermet, Günsel'in koluna girmiş, ağırdan sallanarak anlatıp
duruyordu bağıra çağıra:
— Amma doldu... Her gece böyle değildir. Sıkıldım namussuzum. Sen sıkılmadın mı?
Burasını seveceksin bak... Biraz başımız dinlenir. Erken daha, ben seni
bırakırım... Bir ufak konyak o kadar...
Günsel ses çıkarmadan yürümeye çalışıyor, ıslak, parıltılı taşlarda kayıp
düşmemek için kolundaki içkili adamı dengelemekten başka şey düşünmüyor gibiydi.
Kıskançlıkla içi içini yemeye başlamıştı Kenan'ın. Ne oluyorsun? Ne bileyim, ne
oluyorum... Çok
seviyor çocuğu. Niye sevmesin? Genç, sırım gibi oğlan. Genç ikisi de... Seni mi
sevecekti? Daha neler... İmreniyorum, o kadar... Yasak mı o da?.. Sevmesi doğal
oğlanı!.. "Daha ne olduğumuzu biz de bilmiyoruz..." dedi ya; o da doğal!.. Bu
çağın en güzel şeyi!.. Ne olduğumuzu bildik mi başlarız kırık dökük sürünmeye...
Sarhoş filan da değil it, özellikle yaslanıyor Günsel'e. Biz de Ner-min'le daha
ne olduğumuz... Bir ufak konyak da ben içerim şim- 53 di. Ulan Sait ne yedi
canlıymışsın be!.. Bak sallanıyor hepsi, genç bunlar... Biliyor musun, ne güzel
böyle bir genç kıza bırakıver-nıek kendini, direncini duymak yanıbaşında senin
için?..
Sermet bir başkasının koluna girmiş, kızlı oğlanlı birilerine Ankara'ya
gitmekten, pasaport işinden söz ediyordu. Yalnız yürüyordu Günsel. Döndü, hemen
arkasındaki Kenan'a gülümsedi:
— Yürüyoruz işte, dedi... Sokaklarda yürüyelim demiştiniz... Evet öyle demiştim.
Delikanlıyı yasla göğsüne de yürü demedim!..
— Aslında ben de çok severim yürümeyi, dedi Günsel. Hem de çok severim...
— Ama geceleri... Sokaklarda...
Sermeder'in şamatasından uzaklaşmak ister gibi yavaşlattı adımlarını:
— Evet, dedi, geceleri... Sokaklarda...
Bir duyguyu bölüşmenin muduluğuyla Kenan'ın bir şeyler demesini önler gibi
ekledi hemen.
— Romantik aslında... Küçük-burjuva duyarlılığı. İçki düşkünlüğü gibi bir
şey...
Tastamam ukala bu kız! Suçlamadığı bir şey yok. Doğru mu, değil mi? Ona baksana
sen! İşine gelmiyor değil mi? Niye gelmesin? Sermet'i suçluyor!.. Sermet'i
suçluyor? İliklerine kadar sevinçle doldu. Öyle ya, Sermet'i suçluyor... Pekii,
sana ne oluyor? Hiiiç!..
Beyoğlu Caddesi'ni kesip yukarı sokaklara geçiyorlardı. Barlardan, pavyonlardan
çıkan sarhoşların, orospuların, cinsel sa-
pıkların, ne idüğü belirsiz bir sürü karanlık kişinin, artık tek tük geçen
arabaların caddesiydi Beyoğlu. Gece kulüplerinin, barların, ara sokaklara
kustuğu renk renk neonlar, kapılarında bekleşen taksiler, uyuklayan şoför, bir
sövgü, bir haykırış, bütün bunları örtmeye gücü yetmezmiş gibi ağır ağır
çiseleyen yağmur; ıslak, ışıltılı sokaklar; Kenan'ın duyarlılıkla baktığı her
şey, gerçek 54 kimliklerine GünsePin yargısı ile kavuşmuşlardı sanki. Hiç de
değil; küçük-burjuva duyarlılığını bilmiyor muyum ben? Kibritle oynayan çocuk bu
kız; yangın çıkarır! Kibriti nerden geçirmiş eline?..
Ölü bir ışık altında belli belirsiz bir kapıya vuruyorlardı yine. Dönüp
karaltılı sokaklara baktı Kenan. Kaçsam ben, girmesem! Nermin de bu saatte...
Günsel önündeydi. Islak saçlan, öne eğik başı, pardösüsünün altında belli
belirsiz kalçaları, taşıdıklarını umursamayan dimdik, kımıltıh bacakları,
minicik topuklu pabuçları... Küçük-burjuva duyarlılığımız... Niye kaçmıyorum?..
Gerçekten de sessizmiş burası.
— Siz?
Garsona uyanır gibi baktı Kenan. Ötekiler söylemişlerdi.
— Votka, dedi. Limon, votka...
Bilinen yerlerdendi burası. Basık, minderli koltuklar, yer masaları; leblebi,
fiştik, tuzlu badem tabaklan, sigara tablalan, içki bardakları, teyp müziğine
kansan fısıltılar, gülüşmeler, duvarlarda deniz kabukları, ağlar, boyalı su
kabaklan, hepsi, her şey dumanlı karanlığa batmış, can çekişiyor... Biz
buralarda beklerken mi gelecek?..
Günsel eğildi:
— Bir şey mi dediniz? dedi. Şaşalar gibi oldu Kenan, toparlandı.
Yan yana düşmek için çekingenliğini yenip Günsel'i izlemiş, aralarına kimsenin
oturmasına izin vermemişti. Günsel de yardımcı olmuştu. O da istiyordu demek.
Basık bir yer sofrasını sıkı sıkıya çevrelemiştiler. Sermet yeni bir tartışma
sürdürüyordu.
Egzistansiyalizmin ileri bir anlamı varmış bizim ülkede... Bizim aptallar
anlamıyormuş bunu. Bizim aptallar kim? Hepsi burda değil mi bizimkilerin?..
Birileri atılıp karşı çıktı. Bir kız Sermet'i tuttu. Kibrit isteyen kız değil
mi?.. "Sartre döndü ya, Ca-mus'nün bir yazısı vardı geçenlerde,
egzistansiyalizmin yepyeni açıdan..." Sait bile bir şeyler söyledi bu konuda.
Sermet birden Günsel'e döndü.
— Söylesene bir şeyler, dedi. Biliyorum sen karşısın. Niye susuyorsun? Hasta
mısın?..
Niye böyle saldırıyor kıza bu oğlan?.. Umursamaz baktı Günsel:
— Dinliyorum, dedi. Canım istemiyor konuşmak.
Sermet üstelemedi, dönüp başladı ötekilere bir şeyler anlatmaya. Dinlediği de
yok bu kızın; Sermet'e kızıyor. Yoksa? Bayılırsın işine geldiği gibi
yorumlamaya. Dal tadı düşlere! Ne düşüm olur bunlarla benim?.. Sermet'e sevgi,
anlayış, sevecenlikle dolu kız. Belli ki güçlü nedenlerle bağlılar. Bu saatte
Nermin...
— Kenan Bey yayımlar!..
Sait'ti. Sermet'e söylemişti. Sermet elinde kocaman konyak kadehi:
— İsterseniz yapayım size, dedi. Bir ayda tamam! Kenan anlamamıştı. Sait
açıkladı:
— Sartre'dan çeviri yapıyor. Basar mısınız diye...
Kenan ne diyeceğini bilemiyordu. Gözü ondaydı herkesin. Günsel bakıyordu,
önemlisi.
— Basmam, dedi birden. Ben Sartre basmam...
Bir sevinç parıltısı mı geçmişti Günsel'in gözlerinden?.. Çok istiyordu ya,
yayına başlayacağı yoktu aslında. Düşünüyor, kuruyor her gün daha ağır basan
kâğıt sorununu hesaplıyor, bir türlü çıkamıyordu içinden.
Doğruldu Sermet.
— Sartre basamaz mısınız? dedi.
İstediğini tam istediği yerde eline geçirmiş gibi bakıyordu.
Herkes de, biraz dışlarında kalmış bu yaşlı adamla Sermet'in kapışmasını
bekliyordu sanki. Bir sözle kudurtabilirim bu oğlanı. Günsel'e baktı. Bildiğin
gibi mi yap diyor ne?.. Aşağıdan aldı yine de.
— Kim için basacağız Sartre'ı? dedi.
— Anlamadım, dedi Sermet. Ne demek kim için? Okuyucu
— Okuyucu için Sartre okumaktan çok daha önemli şeyler var bugün ülkede...
Doğru söylediğim besbelli, mudu bakıyor Günsel.
— Biz de biliyoruz onu, var, dedi Sermet, biraz yukardan. Ama Sartre okumak
isteyecekler de var...
Daha söylemesine kalmadan kesip attı Kenan.
— Ben onlar için kitap basmam...
Önce kızgın, sonra acımasız, alaylı vuracak gibi baktı Sermet.
— Ne ettiler de sizi böyle küstürdüler, dedi. ONLAR?..
Bu oğlan terbiyesiz. Kavga çıkarmak istiyor it. Kafası da dumanlı. Sevgilisinin
yanında yumruklamak istiyor beni belki de. Filmlerdeki gibi. Film oğlanı zaten.
Yapsa ya öyle bir şey!..
Gülümsedi Kenan:
— Kimseye küskün değilim, dedi. Tartışmak bile gereksiz bu konuyu.
Bırakmıyordu Sermet.
— O ki tartışma açıldı, söyleyin nedenini, dedi. Niye basmazını şsınız?
Günsel masaya eğilmiş kibritle oynuyordu. Sıkılmış, dinlemiyor gibi... Kenan da
birden bunaldığını duydu bu gergin havadan. Gevşeme çabasıyla gülümsedi
Sermet'e; yumuşak aşağıdan bir sesle:
— Kâğıt yok, dedi birden...
Hiç beklemediği bir şey oldu Kenan'ın. Gürültülü bir kahkaha kopardılar hep
birden. Sermet da baydmışü... En küçük bir alınganlık göstermeden ağız dolusu
gülüyor; "Kâğıt yok!" diye
yineleyip duruyordu o da ötekiler gibi... Kötü oğlan değil bu!.. Hırçın biraz...
Yakışıyor da... Günsel de gülüyordu. "İşte Nermin de geldi!.." dedi Sait. Onu da
yinelemeye başladılar. Kâğıt yok... İşte Nermin de geldi... Beklemedikleri her
söz "Çoook tadı!" oluveriyordu içkili ortamlarında.
— Kenan Ağbi'nin şerefine!..
Biri söyleyivermişti ya. Sermet herkesten önce kaldırmıştı 57 kocaman konyak
kadehini. Biraz çekingen, içine kapalı, yine de kendilerine yakın buluyor
olmalıydılar Kenan'ı... Bir-iki daha söyleyip gülüştüler, sonra yine bir şeylere
daldı herkes. Günsel isteksiz yudumladığı konyak kadehine bakıyordu. Kenan
votkasını bitirmişti, bir votka daha istedi.
— Siz de votka içsenize...
Biraz da söz açmak için söylemişti Kenan. Başını kaldırıp baktı Günsel:
— İçeyim, dedi, gülümseyerek. Yavaşça ekledi sonra:
— Başım dönmeye başladı nasıl olsa... İyice dönsün bari!.. Her sözü mutluluk
veriyor bu kızın. Başım dönüyor... İyice
dönsün bari... Ya gerçekten iyice dönerse? Dönsün!..
— Korkmayın, dedi, başınızın dönmesinden...
Niye böyle söylemişti sanki? Düzeltmek ister gibi ekledi hemen:
— Yalnız değilsiniz...
— Önemli değil, dedi Günsel, yalnız da olsam...
Kafa tutmak bir tür. Her şeye mi kafa tutuyor bu kız?.. Bu söze karşı ne demeli
şimdi?.. Kenan'ın tedirginliğini sezinlemiş miydi ne, mırıldandı Günsel, kendi
kendine gibi:
— "Yalnız" sözüne vereceğimiz anlama bağlı bu, dedi. Önemli de oluyor bazı...
Kenan donuklaşmıştı. Ara sıra da olsa, bu da biliyor demek "yalnız"ın anlamım.
Bilmez. Nerden bilecek. Daha hiçbir şeyi bilmez. Sözcüklerini bilir!..
Günsel, Kenan'ı dalgınlığından uyandırmak için ırgalar gibi kaldırdı kadehini.
— İçecektik, dedi, gülümseyerek...
Yapacak neyimiz var başka? İçeceğiz... Kenan sonuna dek dikti kadehini. Yenisini
söyledi. Günsel minik bir yudum almış, bırakmıştı. Sigara yaktı. Sermet'e
bakıyordu. Sinirli gibi. Ne ka-53 dar iyi saklıyor duygularını!.. Sermet'e
kızıyor belki de. Nasıl da anladın! Bir daha da bakmayacakmış yüzüne!.. Sana
gelecekmiş!.. Bana niye gelsin... İçkimi içiyorum ben!.. Bakarsın bir gün...
Nermin uyumuştur, Zeynep...
Beşinci votkayı yarılayınca çevresindeki, kafasındaki bulanık resimler sallanıp
iyice karışmaya başladı. Günsel'e bir şeyler anlatıyor, kız uysallıkla
dinliyordu. Dinliyor muydu, başka şeyler mi düşünüyordu? Kenan fakültedeki
anılarından açmıştı: Eskiden Felsefe'de... Bir gün Profesör Reichenbach... Von
Aster'in tercümanıydı o herif. Faşist mi faşist... Almanya'dan yeni gelmiş...
Hitler Almanyası... Değişir mi o pis herifler?.. Seminerde bir gün... Niye ikide
bir dönüp Sermet'e bakıyor bu kız?
— Sıkıldınız mı?
— Yooo, dedi Günsel, sıkılır mıyım?.. Ama artık içmeyin isterseniz.
— İçmeyeyim mi?.. Ama ben bir gün Nerminciğim daha şimdi bir kadeh daha tamam
ondan sonra herif faşist mi faşist...
Birkaç kadeh sonra yine Nermin geldi, sonra yine Günsel geldi... Öyle tadı
gülüşü var ki bu kızın. Sermetler kalktılar mı ne?.. Kavga filan değil... Engin,
Sadi, kibrit isteyen kız Boğaz'a gideceklermiş sabah şimdi güneş doğarken!..
Köşeye kadar Ser-met de sigara alıp konyağı döküverince, hasta filan değilmiş
Nermin, Günsel yani... Ben aslında Günsel'in yardımı olmasa da... Garson niye
koluma girdi?
Sokaktaydılar. Yeni ışımış Sıraselviler yolundaydılar. Taksim'e doğru... Yağmur
durmuş, taüı bir sonbahar sabahının uyanışı başlamıştı. Ağırca sallanıyor
gibiydi Günsel de. Yanında güçlükle
ayakta duran Kenan'ın konuşmak, bir şeyler anlatmak çabası, bitmez tükenmez bir
tuduı gibi, bulanık, kırık dökük, mudu acılı sürüp gidiyordu. Sermet de yoktu
görünürde. Çocukları bırakıp hemen... demişti. Birkaç adımda bir durup
başlıyordu Kenan.
— Bak Nerminciğim, şu sokağı dönelim şimdi. Seni bırakıp evine, bir araba, ben
doğru, bırak gitsinler... Anladın mı?.. Gitsin onlar bırak... Biliyorum sen
Günselciğim, pis faşist herifler 59 bir gün fakültede yürümek dediğin güzel bu
sokaklarda. Vay canına çok mu içtim... Tıpkı senin gibi, artık bırakamam, çok
aradım ben Nerminciğim bak gelir Sermet... Ondan sonra... Tiksiniyorum. Bu
küçük-burjuva duyarlılığımız... Senin gibi ben de. Biraz da beni tutuver,
istiyorum ki düşmeden nasıl bırakırım ben seni... Değil mi?.. Artık beni...
Düştü düşecek sarsıldı Kenan. Kolundan tuttu Günsel. Bı-raksa düşecekti. Bir kez
daha sarsılınca koluna girdi. Güçle tutuyor gibiydi. Biraz kızgın, şaşkın
yöresine bakındı. Bomboştu sokaklar. Araba filan da yoktu görünürde. Kenan dönüp
kolundaki Günsel'e baktı... Şaşkın, muduydu. İstemediği için ayrılmıyordu sanki.
Konuşmuyor, konuşamıyor gibiydi de artık. Yavaşça kaldırdı elini, kızın koluna
girmiş elinin üstüne koydu, avu-cuyla kapattı... Ayılmaya, artık düşün değil,
gerçeğin mudulu-ğuna erişmeye çabalıyor gibiydi. Baka bir an Günsel'e:
— İnan bana, dedi... Sen pırıl pırıl... İnan bana... Ta içinden kopup gelen bir
şeyler söylemek istiyor, hemen yitiriveriyor gibiydi bulduklarını... Acı duyuyor
gibiydi beceriksizliğinden...
— İnan bana... Ben... Önemli Günselciğim... Yalnız olmak... Çok önemli...
Bilmezsin...
Taksim'den doğru hızla gelen bir araba birden yavaşladı, du-ruverdi biraz
ilerilerinde. Bir adam indi içinden. Günsel umutla, biraz da çekinerek baktı
adama. Adam önce şaşkın durmuş, sonra birden gülmeye başlamıştı. O pis gülüşle
hem de... Niye geliyor bu herif böyle sırıtarak?.. Adam ağır ağır yaklaştı,
başını yana eğip aynı sırıtık yüzle baktı bir süre.
— Sabahlar hayrolsun, dedi.
Kenan gözlerini kıstı, bir şeyler yapmak ister gibi kımıldadı. Dudaklarını
oynattı. Bir çabayla Günsel'den kurtulup kolunu kaldırdı birden,
— Hassiktir puşt!., dedi.
Fakat vurmak ister gibi savurduğu koluyla birlikte, ıslak cad-50 deye yüzü
koyun kapaklanıvermişti. Citroen'inden inen, ilkyardımda, trafik kurbanları
arasında Kenan'ı aramaya giden Ra-sim'di.
IV
Kenan ilk kez görüyormuş gibi bakıyordu odaya. Günlerdir hep böyle açıyordu
gözlerini. Avize, resim, duvarda gömülü giysi dolabı, köşedeki ufak masa,
tuvalet aynası, kalın perdeler, tül, cam, kapı... Nermin'in sesi geliyordu
içerden. Telefonla konuşuyor. Başını kaldırmak istedi Kenan, yastığa düşüverdi
başı. Gözlerini yine dolaştırmaya başladı odada. Bilinçliydi artık. O dayanılmaz
sancılar da bitti. Biraz sonra Nermin gelecek, yandaki sandalyeye oturacak bir
süre bir şeyler söyleyecek. İlaç verecek. Kopuk kopuktu her şey. Olup bitenleri
bağlayamıyordu bir türlü. Başında ağn, midesinde sancı yalnız... Bir de öğürerek
içtiği ilâçlar, içilen her şeyden tiksinti duyuyordu. Önce alkol koması
demişlerdi. Mide spazmı dediler, safra kesesi dediler... Kan zehirlenmesi
diyorlardı şimdi de... On gün hastanede kalmıştı. Nermin geliyor, şimdi ilaç
verecek. Elinde gazetelerle kapıdan girdi Nermin. Süzülmüştü, solgundu.
Gülümsemeye çalışıyordu yine de. Hemşirecilik oynuyor zavallı!..
— Uyandın mı? Uyuyordum demek. Giyinip gitsem. Niye gitmiyorum?..
— Ne var gazetelerde... Yatağa Kenan'ın yanına ilişti Nermin. Gülümsedi.
— Saçma sapan bir sürü şey, dedi...
Elini Kenan'ın saçlannda dolaştırdı sevecenlikle.
— Ağrı filan yok değil mi? dedi. Kalmadı...
— İyiyim...
Yüzünü okşadı ağır ağır. Eğilip yanağına bir öpücük kondurdu. Sıcacık...
— Bir şeyler hazırlayayım, dedi. Acıkmışsındır... Acıkmak mı? Bir şeyler yemek
ister insan bazı ya, hemen yemek ister. Acıktım dersin... Tamam, acıkmak...
— Yemeyeceğim, dedi Kenan...
— Olmaz, süt iç bari... İlaç alacaksın, aç karnına olmaz... Gazeteleri
sandalyeye bırakıp çıktı. Gözleri takılıp kalmıştı
Nermin'in ardından. Hay Allah, ne geceydi be!.. Gece miydi? Ağır ağır
netleşiyordu her şey, sonra yine bulanı veriyordu. Günsel vardı. Bir ara
Nermin'i çağırıp sormak geldi içinden. Hani Günsel vardı, aradı mı hiç?.. Sana
benzeyen kız... Ama gerçekten benziyordu... Saklama içgüdüsüyle tuttu kendini.
Çağıracak gücüm de yok ki... Acaba Nermin biliyor mu? Neyi biliyor mu? Şeyi...
Hani Rasim... Rasim bir şeyler saklıyor Nermin'den. Sulu sulu kaş göz ediyor
hani şey dedi eğilip... Amaaan, bırak şimdi eşşoğlueşşeği... İşte Nermin de
geldi! Elinde süt bardağı ile içeri girmişti Nermin. İçmek mi yine...
— Hadi bakayım, ekşitme yüzünü öyle...
Kolunu Kenan'ın başının altına geçirdi, aşırı nazlayarak kaldırdı, içirmeye
çalıştı sütü... Yarısını içebilmişti ancak.
— Korkuyorum, dedi Kenan... Kusarsam...
— Peki canım...
Bardağı komodine bıraktı, sandalyeye geçti... Gazeteleri açtı, şöyle bir baktı.
— Görmek istiyor musun?..
Basanı salladı Kenan, kalkmaya davrandı. Yardım etti Kenan'a, sırtını
yastıklarla besledi. Bir an durdu Kenan. Bu kadar-cık bir çabayla bile
yorulmuştu. Yine içinde bir şeyler sallanmaya başlamıştı sanki. Durmasını
bekledi bir süre. Nermin'in kucağına bıraktığı gazeteleri aldı, bako. Görüyor,
okuyor, anlam çıkaramıyordu. Menderes Washington'da Eisenhower'la... 53
Menderes... Tamam Menderes... Başbakan... Başbakan Menderes, dün Washington'da
Başkan Eisenhower tarafından... Kabul edi...
— Ne oldun, dedi Nermin kaygıyla...
— Hiç...
— Yat, yat canım... Ben sana dedim... Daha... Ben okuyayım.
Kenan gazeteleri bırakıp öylece kaldı bir süre. Üzgün bakıyordu Nermin.
— Yok bir şeyim.
Bu kız içtenlikle üzgün. Dayanılmaz sancılar arasında bir de Nermin'in sürekli
ağlamasıydı unutamadığı. Şimdi de gülüyor hep!.. Günsel miydi ağlayan yoksa?..
Hani meyhaneden çıkıp da Sermet'le... Bütün bunları biliyor mu Nermin? Konuştuk
mu? Yooo, ne var konuşacak?..
— Okuyayım mı?..
— Sen bilirsin, dedi Kenan... Oku...
— Yoksa senin ateşin mi var?..
Elini Kenan'ın alnında, yüzünde gezdirdi, göğsüne sokup tuttu. Sonra Zeynep'e
yaptığı gibi dudakları ile yokladı alnını. Kenan bu aşın ilgiden kurtulmak ister
gibi çabukça:
— Yok bir şeyim, dedi, yok... Oku...
Yüzündeki gülümseme kaybolmuştu Nermin'in; tasalı, kaygılı aldı gazeteleri.
— "... İngiltere'de seçimlerin Muhafazakâr Parti tarafından kazanılmış olması
Ankara siyasi çevrelerinde olumlu..."
Seçimleri mi kazanmış Muhafazakârlar... Demek Labor Parti... Allah belalarını
versin onların da... Seçimler. 57 Seçimlerinde Demokratlar. Bizde acaba yeni
seçim... Demek Muhafazakârlar... Bu Nermin'in mırıl mırıl okuyan sesi. Şiir
okurken de: Akrep gibisin kardeşim... Korkak bir karanlık içindesin... Kabahatin
çoğu senin... Benim... 54 — O şiiri okusana...
Nermin durdu baktı. Anlayamamıştı...
— Hangi şiiri?..
Lokantadaki diyecekti, tuttu kendini Kenan.
— Hani Nâzım'ın... Akrep gibisin kardeşim... Söylemeye...
dilim varmıyor...
Yorulmuş gibi durdu. Nermin şaşkın gülümsedi.
— Bilmiyor musun o şiiri?
— Bilirim, ama belleğimde yok... Nerden çıkardın şimdi? Bir an bakıştılar
öylece. Donuktu Kenan'ın gözleri...
— Hiiiç... dedi, aklıma geldi...
Nermin bir şey demeden gazeteye döndü. Üzüntülüydü belli ki. Düşüncelerindeki
böylesi kargaşaya bir anlam veremiyordu
Kenan'ın...
— Adnan Menderes dün Dallas'ta "Rusların barışçılığına inanmamak... Hür dünya
için asıl tehlikenin Rus... Ankara'da, birer yıl hapis cezası verilen
gazetecilerden... Atina'da başlamış bulunan üçlü askeri görüşmeler... Makarios-
Grivas anlaşmasının..."
Yine dalgadaki sandal gibi bir şeyler kımıldıyordu Kenan'ın içinde. Yine mi
bulantı başlayacak?.. Yumdu gözlerini. Nermin kendini kaptırmış gibiydi... Bütün
bu olayları sadece okuyor bu kız... Sesli, sessiz... Gözleriyle, bir de ağzı
ile... O kadar... Gerisi yok... Peki nasıl tarih öğretmeni oldu? Benden
çekindiği için susuyor aslında... Devletler dengesi diye bir başlasa... Kırdım
ezdim o yanını. İyi mi ettim? Yerine bir şey koyamadıkça... Kendin geçtin
yerine!.. Bıraksaydım açıklasın her şeyi, bütün dünyayı, devletlerarası denge
açısından! Dayanamıyordun. Şimdi bu-
na dayansana... Nelerine katlanıyor o senin?.. Seviyor... Ben de severim...
Yoksa bunca yıl... Şu şiiri de bir bellese...
— Kapı, dedi Nermin. Gazeteleri bırakıp kalktı.
— Annemdir... Zeynep'le çıktılardı... İlacını da vereyim. Yoruldun, sen de
dinlen artık...
Çıktı. İçerden, koridorun derinliklerinden karışık sesler geldi kısa bir süre.
Zeynep'in kendine koşan ayak seslerini bekledi Kenan. Nermin dönmüştü.
— Kapıcı, dedi... Postayı dağıtıyormuş...
Sarsılır gibi oldu Kenan. Doğrulmaya çalıştı. Saklama içgüdüsüyle yine tuttu
kendini. Nermin'e bakıyordu gözlerini dikmiş. Birden elini uzattı.
— Zeynep'in dergisiydi, dedi Nermin.
Bir an öylece durdular. Anlamamıştı Nermin. Gülümsedi.
— İçerde bıraktım, dedi. Zeynep'in dergisini mi okuyacaksın?..
Kenan bozulmuştu. Bağırmak geliyordu içinden. Saklıyor mektubu. Yalan söylüyor.
Mektup geldi. Burak'tan almıştır adresi. Tanıyorum demişti... Gençten bir çocuk
bakıyor satışa... Nermin korkarak yaklaştı.
— Ne oldu? dedi.
Kenan gözlerini yumdu karşılık vermemek için.
— Yat canım, yat... Yorduk seni... Uyuman gerek... İlacını al...
Uysallıkla yaptı Nermin'in dediklerini, bitkin uzandı yatağa, inceden bir ter
boşanmıştı. Ah bu küçük-burjuva duyarlılığın... Yatakta sevgilisinden mektup
bekleyen fotoroman kahramanı. Karısı, yavrusu ile fedakâr genç kız arasında
bocalayan soylu ruhlu erkek... Kötü adam da Rasim!.. Senden iyi kötü adam mı
olur hıyarağası?.. Kötü adam bile olamazsın!.. Niye böyle düşüyorum ben? Düşmek
mi bu?.. Hiç düşmek olur mu?.. Şimdi bir sürü neden korsun ortaya, yüceldiğini
bile tanıtlarsın. Rasim'e
de anlat istersen? Ballandırarak anlat... Yaparsın bu gidişle. Beklenir senden.
"Piliç gibi kız," der Rasim, "yanında görünce anlamıştım." Şu Nermin benden
değerli... Kafası kanşık değil hiç olmazsa. Dümdüz... Evet, dümdüz... Ne
yapalım, işte. Çakul çukul değil ya senin kafan gibi... Günsel bile alay eder
seninle. Senin bu küçük-burjuva duyarlılığın... Kapılar kapandı, açıldı. gg
Derinlerden bir süre sesler geldi... Sonra Zeynep'in ayak sesi... Nermin
alçaktan:
— Girme kızım girme, diyordu... Uyuyor baban... Çocuk bir şeyler söylüyor, karşı
koyuyor, mızıldanıyordu.
Sonra uzaklaştı her şey. Düşte bile kurtulamamıştı mektup konusundan. Yine her
şey karmakarışık... Yine Nermin... Yine Rasim... Günsel... Günsel... Gözlerini
açtı, kapı aralanmıştı yavaşça. Nermin'di, döndü.
— Uyanmış, dedi buyrun...
Nermin'in arkasından çıkıveren Rasim'i görünce irkildi Kenan. Nermin
gülümseyerek yaklaştı.
— Bak Rasim geldi, dedi. Kenancığım... Buyrun... Sandalyeyi gösterdi Rasim'e.
Yatağa, yorgana çekidüzen verdi. Rasim oturmadan yalancıktan kaşlarını çatıp
baktı:
— Ne o ulan, dedi. Bitmedi mi naz daha?..
— iyiyim...
— Yok daha iyi olma... Başucunda pervane gibi kız. Hani değer herif olsan!..
Nasıl ödeyeceksin bakalım Nermin Abla'nın emeklerini?..
Nermin'e göstermeden, gizlice göz kırpıyordu alaylı. Oturdu. Övgüden sevindiği
belliydi Nermin'in. Göstermemeye çalıştıkça kızanyordu.
— Bırakın bu sözleri şimdi, dedi. İyi olsun da o...
Kenan iğrenerek baktı Rasim'e. Fakat güçsüzdü işte. Güçlü olsam ne olacak? Bir
bakıma haklı herif. Ah aşağılık erkek milleti biz!.. Niye erkek milleti Rasim
milleti... Sen çok mu iyi boksun?.. Bak şu zavallı kıza... Her şeyden habersiz,
öyle nasıl içten-
likle..- Rasim dilini çıkaracak nerdeyse arkasından... Haberi olacak ne var? Çok
mu büyük giz saklıyorsun? Hem de bu Rasim'le ortak!.. Bu Rasim'le...
— Kaçırdın ulan diyordu, Rasim... Sana öyle bir gömme töreni yapacaktım ki bütün
gazetelerde...
— Allah aşkına yapmayın, dedi Nermin... Sizin bu şakalarınızdan...
Rasim oralı değildi. Nermin duymamak için odada toparla-dıklanyla dışarı
fırlarken:
— Ne şakası be, diyordu. Kocaman punto, kara kara duyurular bütün
gazetelerde... Meyhanede içip çadayarak ne şehit ne gazii, azılı
Bolşeviklerden...
Yan gözle baktı kapıya:
— Kaçırdık, dedi sırıtarak... E anlat bakalım ulan. Geldin ifade verecek duruma.
— Polis gibi konuşuyorsun, dedi Kenan, asık yüzle. Soğuk, alaylı baktı Rasim:
— Hah şöyle, dedi, hiç çıkmasın içinizden polis korkusu... Kimdi ulan o
yanındaki?..
Birden yüzü allak bullak olmuştu Kenan'ın. Öylesine ki Rasim de şaşırmışa.
— Ne oluyorsun be? dedi yavaşça... Kenan kekeler gibi:
— Kapat diyorum sana, diyebildi, kapat... Rasim daha da şaşkın dönüp baktı
dinler gibi:
— Yok kimse ulan, dedi... Söyler miyim?..
Kenan'ın dağınık yüzüne şaşkın, biraz da korkmuş gibi baktı bir süre, konuyu
değiştirdi hemen. Kapıyı göstererek:
— Gerçekten güç bu kızın hakkını ödemek, dedi.
O geceyi anlatmaya koyuldu. Kenan gelmeyince Nermin deliye dönmüş; ne halt
edeceğini şaşırmış kızcağız... Telefon etmedik yer bırakmamış. Emniyet,
karakollar. Önce bütün tanıdıklar.
— Olacak, biz de Boğaz'a gitmiştik o gece. Eve girerken telefon, gece yarısı...
Rasim günlerdir beklediğini yakalamış, bütün biriktirdiklerini ayrıntılarıyla
anlatıyor, aslında pek de sevmediği Nermin'in, saygıya nasıl hak kazandığını
tanıtlamakla bir tür borçluluk görevini yerine getiriyordu.
— Refiş'le geldik. Görülecek durumdan çıkmıştı kızcağız... Bir-iki yere telefon
ettim. İlkyardıma edeyim dedim bir de. Kimliği bilinmeyen birinden söz etmezler
mi? Ağır yaralı... Esmer, orta boylu, gözleri yeşil, zayıf, gri elbiseli... Hiç
kuşkum kalmamıştı. Bir şey söylemedim bunlara. Bir arkadaş var bizim, telefonu
yok, ona uğrayacağım, dedim. Atladım arabaya...
Nermin elinde kahve tepsisi ile girmişti. Sinirli baktı. İstemiyordu bu konunun
açılmasını belli ki. Rasim kahvesini alırken bağlayıverdi sözünü.
—...Zatıâlinizin o sabahki ince övgüsüne kavuştum...
Nermin kendine de kahve yapmıştı; bir yudum aldı, sözü değiştirmek ister gibi:
— Refiş gelmeyecek mi? dedi...
— Bilmem, konuşmadım, dedi Rasim. Telefon ederiz şimdi. Hazırlansın, onu da
alalım, sizi bir Boğaz'a götüreyim. Akşam yemeğini...
Nermin birden karşı çıktı.
— Kiiim, ben mi?
— Ne varmış?.. Günlerdir bittin be kardeşim. Şöyle bir-iki
saat hava alıp...
Hemen kesiverdi Nermin:
— Rica ederim... Bırakın...
— Anneniz evde... Kenan da dinlenir...
Kenan biraz da merakla dinliyordu, gitmesini söyleyecekti ki:
— Annem Zeynep'i Sibeller'e götürdü, dedi Nermin. Yaşıy-mış... Geç gelirler...
Aslında da olmaz... Bırakamam Kenan'ı.
Yorgun yüzünde bir gülümsemeyle Kenan'a baktı.
— Haftaya birlikte gideriz... dedi. Rasim eski zevzekliğiyle başladı yine:
.— Haftaya kadar böyle yatacak mı bu herif, loğusa develer gibi?..
Kenan da gülmeye başlamıştı. Nerden bulur bu sözleri... Nermin de gülüyordu.
— Bana bak, dedi Rasim, yarın geleceğim, yatakta görmeyeyim seni. Adam gibi
giyin, tıraşını ol, köşende otur... Burası din-gonun ahırı değil! Yat yat, ne
oluyorsun?..
Sonra gülerek bakan Nermin'e döndü:
— Yeter şımarttığın senin de... Herif meyhanelerde sabahlasın, sen de yolunda
kül kömür ol...
Nermin gülmeye çalışıyordu. Acılığını saklayamadığı bir şakayla kesti.
— Canı sağ olsun!.. Felekten bir gece çalmış kırk yılda bir...
— Buyur, dedi Rasim. Elâlemdeki talihe bak!.. Biz yapsak gözümüzü oyarlar...
Okulda, mahallede de böyleydi bu herif... O yapardı, dayağı ben yerdim...
Nermin kapatmak ister gibi yaklaştı Kenan'a, elini alnına koydu gülümseyerek:
— Bırak çocuğun yakasını, dedi, ateşi çıkacak... Bir daha yaparsa düşüneceğiz
sopa işini...
— Ah Tanrı o günleri gösterecek mi bana?
— Ne kızması Günsel'ciğim dedi. Bana umutlar verdin. Demek genç kızlar evli,
çocuklu erkekleri de sevebiliyorlarmış!
Handan gülerek baktı:
— Diyorum ya aptal kız, dedi, sevdikten sonra, karısıymış, yok çocuğuymuş...
Valla kuma giderim üstüne, saçını başını yolar, evden kaçırırım o karıyı.
Günsel mutlu dinliyordu. Öyle yorgundu ki bir savaştan çıkmış gibi. Yenik
değilsin.
XVI
O gece Hasan gerçekten büyülemişti Kenan'ı. Aşırı çekingenlikle gittiği bir
yerde böylesine sıcak karşılanmanın payı da vardı bu etkilenmede. Yasak bir
sevgiydi sonunda Günsel'le aralarındaki. Nasıl karşılar beni ağbisi, ne der?..
Zeynep'in benim gibi sevgilisi olsa da böyle elinde kırmızı güller, bir kutu da
çikolata, çat kapı düşse geç vakit, nasıl karşılarım ben? Ne derim?.. Gör işte
nasıl karşılanacağını!.. Pazartesi, Çınaraltı'nda buluştuklarında ağbisiyle
ilgili izlenimlerini anlatınca:
— Tanıdıkça çok seveceksin, dedi Günsel. Yazık ki pek gö-rüşemeyeceksiniz. Zaten
pek az gün burada. Sonra...
Günsel'in birden susuşundaki anlamı kavramak ister gibi bakıyordu Kenan. Soru
dolu bakışıyla yineledi o da:
— Sonra?..
— Boğaz'a gitme işi için, sağ olsun, diyor ağbeyim, olmayacak diyor. Biliyor
musun? Dün çıktık, Baba'ya gidecektik, adım
adım siviller peşimizde. Yeııikapı'ya kadar gidip döndük. Bu da yeni moda diyor
ağbeyim. Adamlar gizlenmek şöyle, inadına göze batmak istercesine burnumuzun
dibinde yürüdüler.
İçinde bir ürperti dolaştı Kenan'ın. Günsel'in sezinlemesinden ürktü.
Önemsenemez görünme çabasıyla:
— Ne çıkar izlerlerse?., dedi. O ki seni izleyecekler beni de 296 izlesinler.
Bir şey gelecekse ikimize birden gelsin.
— Saçmalama, dedi Günsel, alırlarsa aynı yere koymayacaklar! Sen dışarda kal hiç
olmazsa. Hoş beni de almaları için bir neden yok ya, bilinmez ki... Okudun değil
mi dün?.. Vehbi Koç'u CHP'den istifa ettirmişler.
Kenan bir şey demedi. Hiç ilgilenmemiş gibiydi. Günsel de üstelemedi. Şöyle bir
bakındı, kahve boştu. Sıcak çaylarını yu-dumlarlarken, paltolarının içinde bile
akşam saatinin ıslak soğukluğunu duyuyorlardı. Günsel, Teşvikiye'ye gitmemekte
diretmiş, Kenan da üstüne varamamış, baş eğmişti. Handan da nöbetçiydi bugün
hastanede. Her an kalkacak gibiydi Günsel.
— Peki ne vakit buluşacağız? dedi Kenan.
— O ki ağbini çok sevdim diyorsun, bir hafta sızıltısız katlanacağız.
Günsel gülüyordu. Kenan bir şey demedi. Günlerdir istekle beklemişti. Daha bir
hafta buluşmamak bir yıl kadar uzun geliyordu. Günsel'de hiçbir özlenim
belirtisi yoktu oysa ki...Kenan'ı şaşırtan da buydu. İstemiyor, üstelik
diretebiliyor da... Ağ-bisinin buluşmak istememesi... Kafası birden kötüye
işlemeye başladı.
— Niye açık olmuyorsun?., dedi birden. Günsel anlamamıştı.
— Açık mı olmuyorum?..
Kenan'ın donuk bakışlarına takılıp kaldı bir süre. Artık tanımaya başlamıştı bu
adamı. Yine saplantılara kaptırıyor kendini. Sevgi dolu bir gülümsemeyle baktı
Kenan'a. Kocaman bir çocuk bu.
W
— Ah ne aptalsın sen, dedi. Yine kim bilir ne saçma şeylere taktın kafanı?..
Sonra ciddileşti.
— Bak ağbeyim ne dedi senin için...
Fakat sonunu getiremeden sustu. Kenan'ı hiç ilgilendirme-mişti ağbisinin ne
dediği. Gözlerini dikmiş, söylenenleri duy-muyormuş gibi öylece bakıyordu.
Günsel aldırmadan anlatma- 297 ya başlayacaktı ki birden kalktı Kenan. Yaklaşan
garsona para verdi. Günsel de kalkmıştı. Alana doğru yürümeye başladı çabuk
çabuk. Günsel de yanı sıra, sessizce gidiyordu. Kenan durdu birden, aynı
donuklukla baktı Günsel'e.
— Güle güle, dedi. Geç bırakmayayım seni.
Günsel ne diyeceğini bilemedi bir an, sonra tutamadı kendini, sövgü, tiksinti
dolu bir tonla:
— Bıktım senin bu küçük-burjuva bunalımlarından, dedi. Dudakları titriyordu.
Bastırarak yineledi:
— Pis küçük-burjuva!..
Sonra birden tuttu kendini. Yürüyecekti ki Kenan önledi.
— Ağbeyin bunu mu dedi?..
Bulanıktı bakışları, sağlıksızdı. Günsel'in de onu umursaya-cak durumu yoktu.
İliklerine kadar kızgınlıkla doluydu.
— Hayır, dedi, bu saçmalıklarını bilmiyor daha... Akıllı akıllı konuşmandan bir
şey sandı seni.
Daha diyecekti, getiremedi, döndü, alanda hızla uzaklaşmaya başladı. Kenan
öylece kalmıştı. Koşup yakalamak acı şeyler söylemek, yalvarmak, ağlamak belki,
bağırıp çağırmak, sövüp saymak, pis küçük-burjuva, ne der ağabeyin benim için?..
Sevmiyorsun ki beni, siviller de peşimize düştü mü sımsıkı sarıp kollarında
sevişmek, öpmek, doymak, tam bir devrimci ise ağabeyin, demek bıktın. Üşüdü
birden. Günsel yoktu alanda. Bir dolmuşa binip gitmişti. Ağır ağır yürüdü.
Aksaray'a inmişti. Durup düşündü. Düşünmek de değildi bu, istemekti, Günsel'i
istiyordu. Yalnız Günsel'i... Karşımda görmek bile yeter. Küçük-
burjuva desin isterse. Yanımda, karşımda olsun, bir şeyler desin... Yağmur
başlamıştı. Kararsız kaldı bir süre. Ne kolay çiğneyip gidebiliyor beni. Korkunç
bu kız. Karanlıkta, yağmurda... Küçük-burjuva olduğumu anladı mı gidiyor. Belki
gelmez de artık. İyice ıslandığını gördü birden. Bir bulantı vardı içinde.
Midesinde bir eziklik, ara sıra kıpırdayan bir sancı... Ortalık iyi-298 ce
kararmıştı. Önce bir arabaya atlayıp ardı sıra gitmek geldi içinden, sonra eve
dönmeyi düşündü. Zeynep'in ateşi düşmemişti daha... Bekliyordur beni. Akşam
erken gel baba, diye bağırmıştı peşinden. Küçük-burjuvayım. Demek böyle çekip
gidersin. Kötü bir şey demedim ki ben. Surat ettim biraz. Asık yüzlü
olmayacağım. Bıktın demek. Hasan da küçük-burjuvalık mı der gidip anlatsam?..
Beni adam sanmış. Yenikapı'ya gelmişti. Bir tren giriyordu istasyona. Koşuşanlar
vardı. O da karıştı koşuşanlara. Atladı. Tren hemen kalkmıştı. Çoğu ayakta,
kadınlı erkekli işçilerin, küçük memurların, fakir halktan kişilerin tıklım
tıklım doldurduğu üçüncü mevki bir vagondaydı. İlk kez görüyormuş gibi böyle
kişileri, tek tek bakmaya başladı. Gazete okuyanlar, düşünenler, susanlar, çene
çalanlar, gülenler... Gençlik, yaşlılık, güzellik, çirkinlik giderek kadınlık,
erkeklik ayrımının da üstünde bir tek ortak yan vardı bu yüzlerde: Yorgunluk.
Bir de bütün gün süren ezici bir didişmenin sonunda varacaklarını umdukları
mutluluğa, kazanılmış bir-iki şeyle evlerine dönebilmek mutluluğuna bir an önce
kavuşmanın ivedisi... Yanındaki ihtiyara:
— Nereye gidiyor bu tren? dedi Kenan. İhtiyar gülümser gibi bakıp durdu bir
süre.
— Sen nereye gidiyorsun bey? dedi.
Ön dişleri yoktu, sağdaki sipsivri bir diş firlayıveriyordu ihtiyar konuşurken.
Bilmem nereye gidiyorum bu saatte? İhtiyar tek dişini fırlatarak ekledi:
— Küçükçekmece'ye kadar gider bu tren.
Yandan başkaları karıştı hemen.
— Yanlış bindiniz galiba, dedi bir adam gülerek. Halkalı'ya gitmez. 19.55'i
bekleyeceksin Küçükçekmece'de. Benim de başıma geldi.
Kenan ses çıkarmadı. Üstüne topladığı ilgiyi dağıtmak için bir süre sırtını
döndü içerdekilere, pencereden baktı. Mendilini çıkardı, saçlanndan ensesine
sızan yağmur sularını sildi. Elleriy- 299 le ıslak saçlarını sıvazladı.
Paltosu ağırlaşmıştı ıslaklıktan ya, içine su geçirmemişti. Işıklı, daha ışıklı,
çok ışıklı, sönük karanlık pencereli evler, işyerleri geçiyordu pencereden.
Üstlerine yağmur çiseliyordu. Sallanarak değişip duran dışarının üstüne, vagonu
yansıtan camlarda sürekli bir resim gibi omuz omuza insanlar yerleşmiş,
artlarındaki bu baş döndürücü değişmeyi umursamazlıkla bekleşip
duruyorlardı. Bir oğlan koltuğundaki pideden büyücek bir parça koparıp yemeye
başladı, yanındaki bir kıza da uzattı, öteki almadı, başını çekti. Hepsi
biliyorlar gidecekleri yeri. Bir ben bilmiyorum. Yooo, belki de tam tersi: Bir
ben biliyorum hepsinin gideceği yeri, onlar bilmiyorlar. Bilmiyorlar mı? Hiçbiri
mi bilmiyor?.. Ağır ağır döndü vagona, gözlerini gezdirdi inceler gibi. Kim
bilir belki de birçokları var hepsinin gideceği yeri benim kadar bilen. Belki
daha iyi bilen. Bir ben miyim tek başıma?.. Bir korku düştü içine birden.
Gerçekten bir ben miyim koca vagonda?.. Önce inanılmaz bir şey gibi geldi,
kuşkuyla bakındı yorgun yüzlere; öyle anlamsızdı ki hepsi de... Umutsuzluğa
düştü birden. Şimdi bir bağırsam şunlara... Heeey, uyuyorsunuz be!.. Açın
gözlerinizi, bırakın enayiliği de sürünmekten kurtulun. Ne yaparlar ki?.. Deli
derler ya, başka ne yaparlar?.. Ya karakola ya da hiç indirmeden doğru
Bakırköy'e... Şu tek dişli ihtiyar da beni sürükleyen kalabalığın en önünde
gider. Anlamıştım ben, der. Herifte bir bokluk vardı. Casusmuş, telsizle işaret
veriyormuş. Tren bir-iki yerde durup kalktı. İnenler binenler oldu, yine de
değişmemiş gibiydi vagon. İhtiyar da inmişti. Dışan baktı Kenan, kuleleri gördü
bir-
den. Yedikule'yi geçiyorlardı. Şehirden kopmuş gibi oldu birden, çabucak kapıya
yürüdü. Zeytinburnu'nda ineyim. Tren durunca istasyona boşalan kalabalıkla
birlikte kendini dışarda buldu. İnenler, binenler çarçabuk yer değiştirmiş, tren
kalkıp gitmişti. İstasyon boşalmış gibiydi. Bakındı yöresine, merdivene doğru
yürürken yandaki kocaman yazıyı gördü: KAZLI-300 ÇEŞME. Niye burada indim? Niye
Zeytinburnu'nda inecektin kir.. Merdivenden indi, uzaklaştı istasyondan,
yanlarındaki sokaklardan birine saptı. Çiseleyen yağmur altında vıcık vıcık
çamurlu sokaklarda yürümeye başladı. Gelen giden, koşuşan bir kalabalık
çıkıveriyordu insanın karşısına, hem de hiç umulmayan izbe sokaklarda. Gecekondu
mahalleleri başlamıştı. Kimi evlerden radyo sesleri geliyor, gülüşmeler, bağırıp
çağırmalar duyuluyordu. Yanık bir ninni sesi duydu birden. Güzel sesli, genç bir
kadın, Doğuluya çalan ağzı ile tatlı bir ninni tutturmuştu. Arsaya açılan bir
sokağın ucunda bir fabrikanın geceye yüklenmiş koskoca karaltısı çıkıvermişti
önüne. Yürüdü sokağın ucuna kadar, başka fabrikalar da vardı ilerde. Dumanlı
bacaları, ıslak gecede kırpışan ışıklarıyla... Gece vardiyası mı yapıyorlar?..
Niye geldim buralara ben?.. Kimi işte, kimi evde, kendi dünyasında herkes. Nasıl
ilişki kurulur bunlarla? Kız haklı aslında, sevdikleriyle bile yakınlık
kurmasını beceremeyen, ayağı havada pis bir küçük-burjuvayım ben. Nasıl arılar
gibi yaşıyorlar bu evlerde, bu fabrikalarda... Arılar gibi yaratıyorlar. Yine de
sapsarı yüzleri. Öyle alışmışlar ki verdiklerinin çok azını almaya, her şeyimi
vermeye hazırım da umursamıyorlar bile. Biraz üstlerine varsam iyice
kuşkulanacaklar. Bizim Sait öğretmen, Ankara'da Soğuksu'da lastik fabrikası
kurdu, çalıştırdı sizi. Dört milyonum var diyor şimdi. Altı senede... Öyle mi
yapayım ben de?.. İki adam çıktı bir evden, dik dik baktılar sokağın başında
öylece duran Kenan'a.
— Ne o hemşerim, birini mi aradın?..
Kenan toparlanıp baktı:
— Haa, dedi, şöyle bir kahve ya da lokantamsı yer yok mu buralarda?..
Ötekiler kuşkulu gibi baktılar bir an, sonra uzun boylu, burma bıyıklısı:
— Gel bizimnen, dedi, aşşağıda Emin'in kahvesi var. Yanında lokantalar da
vardır.
Yürümeye başladılar. Adamlar susuyorlardı. Kenan'a bir suskunluk çökmüştü. İçi
ile konuşmaktan bıkkın gibiydi. Kısa boylusu:
— Oruç muydun?., dedi birden.
Kenan ramazan olduğunu bile unutmuştu. Baktı adama:
— Değilim, dedi.
Ötekiler Kenan'ın konuşmasını, bir şeyleri açıklamasını bekliyor gibiydiler.
Böyle efendiden adam, bu vakit, bu havada, bu sokaklarda?.. Fakat bir şey
sormaya kalkışmadılar.
— Kahveye mi siz de?., dedi Kenan bir şeyler söylemiş olmak için.
— Teraviye, dedi kısa boylusu.
Güzel sesli bir imam varmış da Mevlanakapı'da. İlerdeki sokağın başından ışıklı
kahveyi gösterip uzaklaştılar. Kenan yürüdü kahveye doğru. Buğulu camlardan
içeri baktı. Çay, kahve içenler, kâğıt, tavla oynayanlar, konuşanlar... Tam bir
işçi kahvesi. Girecekti ki içinde bir ezilme duymaya başladı. Arandı, kahvenin
yanındaki boş arsadan sonra tek katlı tuğla bir yapıdaki lokantayı gördü. İlerde
lokantaya benzer bir-iki yer daha seçebiliyordu. Uzaktan uzağa, ışıklı başka
kahveler, bakkallar, tatlıcı dükkânları... Ağır ağır yaklaşıp girdi lokantaya.
Aşçı dükkânı, ciğerci, lokanta arası bir yerdi. Meyhaneye benzer bir yanı da
vardı ya, pek içen yoktu görünürlerde. Sekiz on kadar masa vardı. Kapıya yakın
bir boş masaya oturdu. Öğlende de iki sandviçle geçirmişti. Günsel'le buluşacağı
saati, Teşvikiye'deki evde baş başa yiyecekleri yemeği düşünmüştü bütün gün.
Kısmet buraymış. Çiçekli muşamba kaplı masada ters çevrilmiş dört tabak, dört de
bardak
vardı. Tabağı çevirmek istemişti ki arkadan koşan, kirden siyaha kaçmış beyaz
ceketii bir garson hemen yapa o işi. Altın dişli, bıyıklı, sırıtık, yaşı belli
olmayan cinsten, köşemsi bir adamdı.
— Paltonuzu alalım ağbi...
içerisi ılıktı. Gerilerde bir soba yanıyor olmalıydı. Kenan paltosunu çıkardı,
hemen yanındaki beyaz duvara çakılmış çiviye 302 elbirliğiyle taktılar.
— Izgara ne var?..
Garson sırıtarak boynunu büktü.
— Izgara söndü ağbi, ciğer yahni var, fasulye piyazı, kuru fasulye edi, kıymalı
patates, kıymalı yumurta, nohutlu yahni...
Daha bir-iki saydı. Aslında yiyebileceği hiçbir şey yoktu. Karşı masadakilere
baktı, nohut yiyorlardı. Dolu ağzıyla gülerek bir şey anlatıyor biri, öbürü de
hem ağzını aça kapaya şapırdatarak çiğniyor, hem de başını sallayarak gülmeden
dinliyordu.
— İçki alacak mısın ağbicim?..
Garson aynı sırıtık yüzle bekliyordu. Kenan ne diyeceğini bilemeden baktı adama,
sonra,
— İçki mi?., dedi. Ramazan değil mi?..
Takılmak için söylemişti. Kimi yerlerde içki vermezlerdi ramazanda. Hele
Anadolu'da gündüzün yemek bile bulamazsın. Daha da sırıttı garson:
— İdare ediyoruz, dedi. İsterseniz çılbır yaptırayım size. Çılbır, beyaz peynir,
salata söyledi. Garson gidince şöyle bir
bakındı, tam karşısındaki duvarda camekânlı mutfağın iki yanında yüzleri
birbirine dönük Atatürk'ün mareşal üniformalı bir resmiyle Menderes'in büyücek
bir fotoğrafı asılmıştı. Bir sırıtma vardı Menderes'in Atatürk'e bakan yüzünde.
Köse garsonun "idare ediyoruz" derkenki sırıtmasına öyle benziyor ki... İdare
ediyoruz ağbicim. Niye geldim buraya ben?.. Neyi doğrulamaya çalışıyorum?..
Küçük-burjuva olduğumu!.. Niye böyle kesin yargılısın benim için?..
Söylemediğinde de belli oluyor bu yargın. Bakışlarından, davranışından, sımsıcak
ilgi gösterme çabandan... Biliyo-
rum, kırmamak, gönlümü almak çabasından hep. Küçük - burjuvayım ben. Fakülte
bitirmiş, memurluk etmiş, kitapçılığa başlamış, evi, karısı, çocuğu...
Bunalımı... Bıktım senin bu küçük burjuva bunalımlarından. Küçümse bakalım.
Benim kadar kim biliyor bu anlamsız yaşantının acısını, ağırlığını?.. Sen mi?
Hiç hiç hiç hiçbir şey bilmiyorsun. Hele bu adamlar... Gözden geçirmeye başladı
lokantadakileri. Belli ki işçiydi hepsi, ya da çoğu... En gerideki masada bir
adam renkli bir şey içiyordu. Şarap belki; beyaz saçlan, tel gözlüğü, beyaz
posbıyıkları... Tel gözlüğü olmasa yaşlı bir balıkçıya benziyordu. Yalnız. Şunun
masasına geçsem. Bırak bu özentileri oğlum... Buraya gelmen bir özenti, bir
de... Çabucak zıkkımlan da çık. Neresi özenti bunun? Yenikapı'da yürürken buraya
geleceğimi nenden biliyordum? Aslında trene koşarken Sirkeci'ye gitmek vardı
içimde. Belki de Sirkeci istasyonunda o geceki lokantaya... Hani sevgilisine
küsünce ortak anıları olan yere gider insan ya... Bir de bakmışım geç vakit
tıpkı o geceki gibi Günsel girmiş kapıdan... Ne yapar ki?.. Gelir karşıma, pis
küçük-burjuva diye bağınp çeker gider! Hem de yapar bu kız. Demek bir rastlantı
getirdi beni buraya. Günsel de bir rastiantı... Ne güzel rastiantılarla dolu şu
yeryüzü. Niye çıkıp şuracığa gelmez Günsel?.. Belki de Hasan'in arkadaşıdır şu
şarap içen balıkçı görünüşlü adam. Belki şu sansın oğlan... Köse garson belki
de... Bakarsın Hasan'la beş yıl cezaevinde yatmıştır. Sorsam mı bir?.. Sırıtarak
bakıp bizim Hasan mı?.. Şu Günsel diye bir kız kardeşi var, şimdi gelirler
nerdeyse. Gözlerini kırpıştınrmış. Gece konuşma yapacağız burda. İnsanı mudu
eden rasdantı buna derim işte!.. Küçük-burjuvayım da ondan, hem de pis küçük-
burjuva!.. Bu kadar özlemli düşünmedin mi işçi oluyorsun demek!.. Biraz ta takur
tukur şeyler belledin mi, devrimci!.. Şimdi iyice saçmaladın, hıyarağası!.. Tam
pis küçük-burjuvasın şimdi. Bir şeyler yiyip de şu yandaki kahveye geçeyim. O ki
başladık özenti işlere, tamam olsun. Buldun tanımını, küçük-burjuva demek, bütün
yaşantısı özenti olan adam! Kendinden bıkkın, özendiği gibi
de olamayan... Belki de haklı kız! Minicik kızım benim. Neye yarayacak böyle
bırakıp gitmelerin beni?.. Daha çok, daha pis kü-çük-burjuva olmama... Bir gün
temelli çekip gideceksin besbelli. Hem de dayanamayacağımı bilerek. Kim bilir, o
gün bugün belki de... Anlamadım, bir daha görmeyecek miyim seni?.. Pis kü-çük-
burjuva. Delirmişsin sen: Fırlayacak gibi oldu yerinden.
— Geldim ağbi!..
Mutfak yanından doğru elinde yumurta sahanıyla garsondu. Koşar gibi geldi.
Sahanı korken aynı sıntıklıkla özür diliyordu.
— Kusura bakma ağbi, beklettik.
Kenan ses çıkarmadı, yüzüne de bakmadı adamın. Sevmedim bu herifi.
— Bira getireyim mi?..
— İstemez.
Salata, ekmek, peyniri bir çocuk koşturdu masaya. Kenan yemeye başladı. Yoğurdu
yumurtayı iştahla yiyordu. Demin nohut yiyenlerin bırakıp gittiği yere üç kişi
gelip oturdu. İnce kemikli, gaga burunlu, mavi gözlü, buğdaysı bir genç, cıvıl
cıvıl bir Karadeniz ağzıyla:
— Ula Çazum, dedi, ula baksanuza ha buraya!.. Kazım dediği sırıtık garson geldi.
— Bize bi yeni aç peşun. Bağa bi gıymali yomurta, salata. Bak bulara da...
Ötekiler de bir şeyler söylediler. Kenan ilgiyle izlemeye başladı. Ötekiler
sessizdi. Bu da inadına gürültücü. Gözlerinin içi alaylı gülüyordu konuşurken.
Boyuna konuşmak istiyordu. Ötekilerden birinin başı hep önündeydi. Kara kaşları,
posbıyıklarıy-la doğuluya benziyordu daha çok. Üçüncüsünün, nereye çeksen gider,
anlamsız, pembe bir yüzü vardı. Kulakları saydam gibi ince idi. Üstünde kırmızı
damarlar görünüyordu. Adlan ne ki bunlann? Şu Karadenizli ya Harun, ya
İlyas'tır. Bir ara Kenan'la göz göze geldiler. Kırk yıllık tanıdık gibi gülerek:
— Sen de mi yer pulamadun? dedi.
Kenan pek sevinmişti bu yakınlaşmaya, ama anlamamıştı.
— Ne yeri?., dedi.
Karadenizli bütün dişleri dışarda, gaga burnu daha da sivril-miş, makara gibi
bir gülme tutturdu önce, tam söze başlayacakken kırmızı suratlısı:
— Sus ulan, dedi, tüm kâfir ettin zati bizi. Öteki aldırmadı. Kenan'a eğildi:
— Ha bular beni teraviye götürdü, yer pulamaduk. Ben de çekup ceturdum puraya.
Eyu etmedum mi?..
Doğulu gibi olan da bıyık altı gülüyordu. Belki de Alevi...
— İyi etmişsin, dedi Kenan gülerek. Ben hiç gitmedim, yer bulamayacağımı
bildiğim için.
Karadenizli öyle gülüyordu ki...
— Sen daha eyisunu etmişsun ağbiy. Pakun ulan akillu ada-mu köreymisuuz?..
Pembe surat, aynı suratsızlıkla:
— Yer mer mahana, dedi, teravide sıkışık olmak sevaplıdır. Bunun göynü yok
zati. Zornan köpek ava gider mi?..
Öteki aldırmadan gülüyordu. Bir ara durdu, ciddileşti, ilgiyle baktı Kenan'a.
— Mühendis misun ağbi, dedi. Kenan gülerek:
— Kitapçıyım, dedi. Karadenizli durdu bir, sonra:
— Meçtep çitapi mu? dedi.
— Mektep kitabı.
Garson yemekleri getirmişti. Su şişeleri, bardaklar, salata tabaklan. Bir de
rakı açtılar. Karadenizli hem atışünyor, hem de ara sıra Kenan'a dönüp
anlatıyordu. İki gündür zorla oruç tutturmuşlar buna. Bugün de teraviye
götürmeye kalkmış Hayma-nalı. Haymanalı dediği pembe adamdı. İftarda doymamış
doğru dürüst... Ötekiler bir şey yemiyorlardı. Doğulu gibi olan bir parmak içki
koymuştu kadehine, ara sıra da salataya uzanıyordu
bıyık altı gülürek, Haymanalı pilav yiyordu kaşıkla. Ne gülüyordu, ne de
konuşuyordu artık. Karadenizli kıymalı yumurtanın yarısını götürüvermişti bir
anda. Yarıdan yukarı rakı doldurduğu kadehini azıcık sulandırıp diktiği sıra
birden durdu, Kenan'a kaldırdı kadehi:
— Sağliğunuza peyfendu!.. dedi.
— Sağ ol, afiyet olsun.
O, kadehi bir solukta yarılayıp korken, Kenan, ötekilerin içmemesine takılmak
için:
— Koca şişeyi tek başına içeceksin, dedi.
Karadenizli utangaç, tedirgin bakındı birden, başka anlama almıştı Kenan'ın
sözünü,
— Kusurumuza bakmayın ağbi, dedi, meçtep, metrese gör-memişuk ne de olsa...
Sonra rakı şişesini aldı, Haymanalı'nın önünden boş duran kadehi yarıdan yukarı
doldurdu; açıklama olanağı bırakmadan Kenan'ın önüne koydu. Kenan gülmeye
başladı:
— Onu demek istemedim, dedi. Sağ olun; arkadaşlarınız içmiyor da...
— Sen pakma, naz edeyiler, pirazdan pizi geçerler.
İlk kadehi birlikte içtikten sonra beklenen yakınlaşma oluverdi. Adı Cemal'miş
Karadenizli'nin. Posbıyık da eniştesi olurmuş uzaktan. Uzaktan demek, halasının
torununu tutarmış. Musta-fa'ymış adı. Aynı köydenmişler, Pazar'dan. Rize'nin
Pazar'ı. Haymanalı olan Reşit deride çalışıyormuş, bu ikisi lastikteymiş-ler.
Enişte çok olmuş geleli. Bir gecekondusu varmış, ikisi orda kalıyorlarmış.
Üçü de evliymiş köyde. Reşit burdan da evlenmiş. İki köydeki karıdan, bir de
burdakinden üç oğlu varmış. Cemal alaylı:
— Piz de evleneceğuz purda ya, enişte penden çekineyi, pen ondan çekineyim.
Bir kahkaha attı. Haymanalı kalkıp gitmeye davrandı; Cemal sımsıkı tuttu
elinden, oturttu.
— Çiğluk etme, dedi, misafir pırakilup çidulur mu?
Kenan'a göz kırptı gizlice. Cin gibi oğlan. İşine gelen durumları öyle ustaca
kullanıyor ki... Rakıyı bir-iki yudumladıktan sonra Mustafa da açılmış gibiydi.
Reşit'e döndü:
— Pirak aksiliğu, dedi. Piz cehenneme cideceyuk ta, sen cennete mi kalacaysun?..
Cemal yetişti hemen:
— Pok cideyu cennete. Onun cunahları pizden büyük. Piz mu kandirdik elin on
beşinde çizinu?..
Reşit'e de içirdiler. Aslında Reşit'in de içmeye can attığı öyle belli oluyordu
ki... Gitmeye kalkma numarası da içkiyi dayatmaları içindi belki de. Dediği de
çıktı Cemal'in; biraz sonra ötekiler bunlardan daha çok içmeye başlamışlardı.
Kenan, Cemal'in verdiği kadehi bitirince bir büyük şişe söyledi garsona, sonra
döndü masadakilere:
— Beni de aranıza alın bari, dedi. Cemal sevinçle fırlıyordu ki Kenan ekledi:
— Yalnız bir şartım var. Hepsi Kenan'a baktılar ilgiyle.
— Hepiniz bendensiniz bu akşam.
Gözlerinde hem bir dostluk sevinci, hem de bir çekingenlik belirmişti.
Duralamışlardı birden, Cemal kekeler gibi:
— Olir mu ağbiyciyum? dedi. Kırk yılda bir celmişsinuz. Kenan kesti hemen:
— Artık sık sık gelirim, dedi. Başka akşam da sizden içeriz. Kenan masasından
davranınca hepsi birden saygıyla ayağa
kalkülar. Haymanalı geri çekildi. Cemal, Kazım'a seslendi, Kazım koştu, Kenan'ın
masasındakileri taşıdılar hemencecik. Yerleştiler. Yeni karşılaşıyorlarmış gibi
hoş geldinler, merhabalaşmalar... Cemal birden değişmişti sanki. Evine yabancı,
saygıdeğer bir konuk gelmiş gibi deminki zevzekliği bırakmış, ağırbaşlılaşmıştı
birden. Yanlanmış bir Bafra paketi uzattı Kenan'a. Ötekilere de verdi. Yaktılar
sigaraları. Yükselen sigara dumanlan arasında masadaki-
lerin yüzlerine baktı Kenan. Dost, insan yüzler. Bizim insanlarımız. Öylesine
muüuluk duydu ki birden. GünseFle akşamüstü geçen tatsızlığı da unutmuştu. Artık
ara sıra gelirim buraya. GünseFle de geliriz. Günsel bırakıp gitti beni. Yine
gelir. Bağışlar beni o. Zamanla küçük-burjuva olmadığımı anlayacak. Ah bir şu
Nermin belasından kurtulup da evlenebilsek. Şu adamlara bak. 308 Köyde karısı
çocuklar var, burada da rahatça evleniyorlar. İşlerini uydurdular mı bu
Karadenizliler de evlenir hemen. Evlenme işinde Hasan'ın yöntemini uyguluyorlar
bunlar. Hasan'ın o gece, çeke uzata anlattığı değil de kendi yaşamında
benimsediği... Gün-sePin ilk gece ağbisini tanıtırken anlattığı biçim. Hasan'la
konuşacak çok şey vardı ya... Bu evlenme, kadın konusunda bile, istemedi,
kaçındı. Neden? İçtenlikle davranmıyorlar bana karşı. Günsel'de de var bu.
Pişman oldu belki de... Sevmiyor. Polis izliyormuş. Yeni bir şey mi bu?.. Çok mu
önemli?.. Değil de, bakalım hıyarağası!.. Korkak buldular da beni, deniyorlar
belki de...
— Affedersun abiycuğum, vazife filan midur pizum puraya cellişinuz asil sebebu
yani?..
— Yooo, dedi Kenan gülerek. İşte sizleri görmeye geldim. Mustafa bozulmuş gibi
oldu birden:
— Ula Cemal, ne çok soraysun, dedi, mustantik misun?.. Pi-rak ta rahat içsun
peyefendi.
Cemal utandı, kızararak gülümsedi.
— Affedersinuz, rahatsizluk vermek istemedum, dedi.
Sonunu getirmedi, sustu. Bir daha da sormadı. Kenan babacan bir gülümsemeyle
bakıyordu. İkinci kadehi de sonuna kadar içmişti. Sarhoşluğa geçerken açılan
pırıl pırıl ışıklı kapının önündeydi şimdi. Sımsıcak baktı masadakilere. Şu
Haymanalı'nın kırmızı damarlı saydam kulakları, pembe yüzü ne güzel!
— Sizleri görmeye geldim, dedi, inanın bana. Tek görevim, tek isteğim bu...
Sizleri görmek, tanımak, sizlerle birlik olmak. Yanınızda olmak. Yeryüzünün tek
mutluluğu benim için sizlerden bir parça olmakta...
Bir şeyler daha diyecekti, getiremedi. Ötekiler de pek anlamadan ama dostlukla
bakıyorlardı. Kötü bir şey yoktu ki sözlerinde. Yenilenen kadehi kaldırdı Kenan:
— Dostluğumuza!., dedi. Kardeşliğimize... Sonuna kadar...
Bir şeyler demek istiyor, hem sarhoşlukla ağzından olmayacak sözleri kaçırıp
suçlu düşmekten korkuyor, hem her şeyi bir anda deyiverip sarmaş dolaş olmak
isteğiyle yanıp tutuşuyor; sonra yine birden kendini denetleme zorunluğu duyarak
bilinçli davranma çabasıyla kasılıyordu. Elinde kadeh bir an durdu öylece, sonra
tamamladı:
— Bitmeyecek, bütün insanları muduluğa götürecek dostluğumuza...
Ötekiler de heyecanlanmış gibiydi bu söylevden.
— Sağ olasun peyefendu. Birden kesti Kenan,
— Beyefendi yok, dedi, Kenan adım, Kenan deyin bana, sizden biriyim ben.
Arkadaşınızım.
— Sağ ol Cenan Bey ağbiyimus!..
İçtiler. Haymanalı hiç konuşmuyordu, pek gülmüyordu da. Yadırgadı mı? Huyu öyle
galiba.
-— Ne o Reşit kardeş, dedi Kenan, ne düşünüyorsun?..
Reşit karşılık vermedi, sıkılganlıkla başını salladı. Ne anlama geliyordu ki bu
baş sallama?..
— Pakmayun siz ona Cenan Ağbiy, dedi Cemal. Paşa'cidur o... Ne etsen boş.
Kafasina takmiş pi çere. Ne etsen çıkaramaysun.
Önce anlamadı, sonra içi burkulur gibi oldu Kenan'ın. Yoksa bunlar beni?..
— Olsun, dedi. Paşa'cı olmada kötü bir şey değil bugün. Bu heriflerin yanında
Paşa zemzemle yıkanmışa döndü.
Bir sessizlik oldu. Mustafa önüne baktı, Reşit yeni canlanmaya başlamış gibi
ileri geri sallandı bir-iki. Cemal yüzünden eksik olmayan alaylı gülüşün
solmasını önlemek ister gibi başını kaldırdı.
— Siz temıgrat teğil misunuz? dedi.
Kenan bozulmuştu. Tuttu kendini, gülümsemeye çalıştı:
— Nerden çıkardın bunu be Cemal kardeş? dedi. Gördük işte neler etti herifler.
Aklı başında adam Demokrat olur mu daha?..
Cemal pek inanmamış gibi bakındı, aynı sinsi gülüşle,
— Valla ne pileyum ağbiy, dedi. Hani tediklerinuza paktum da...
Sustu, önüne baktı. Kenan da kalmıştı öylece. Ne dedim ki bu adamlara ben?..
— Pölükbaşi'ni mu tutaysun?..
Mustafa'ydı. O da aynı gülümsemeyle bakıyordu Kenan'a. Bölükbaşı'nı mı
tutuyorum?..
— Hiçbirini tutmam, dedi Kenan, hiçbir partiden değilim. Sizden yanayım ben.
Çalışan namuslu fakir fukaradan yanayım, işçilerden yanayım.
İnandılar mı? Asıl önemlisi anladılar mı?.. Kırık dökük bir "sağ ol" dedi Cemal.
Yine bir suskunluk çöküverdi. Kenan birden yapayalnız buldu kendini. İşte
işçiler. Kendilerinden yana olduğun işçiler. Burun burunasın, buyur anlat
derdini. Çok da ileri gitmek yok. Gittik bile... Kenan birden toparlandı, kadehi
kaldırdı gülerek:
— Boş verin particiliği, dedi. Neşemize bakalım.
— Yaşiyasun ağbiy.
İçtiler. Reşit'in pembe yüzü kızardı birden, konuşacaktı belli ki...
— Ekmek yediğim çanağı pislemem ben, dedi. Sözünü yine politikaya getirmişti.
— Bubam annatur, Yonan geldiğinde İsmet Paşa, bizim orda bir depe vardır
biliyon mu?..
Cemal birden tersledi:
— Lan piktuk Yonanlindan, İsmet Paşa'ndan... İsmet Paşa, İsmet Paşa!..
Karapeçir olmiyaydu korurdum senun İsmet Pa-
şa'nı... Piz mi pisleyruk ekmek yeduğumuz çanağu? Bizim pa-bamuz emicemuz
Yonanliya pirluk mu oldiler... Temikratlar celdu bereçet cirdi melmeçete.
Acinden eleydi millet. Reşit de bozulmuştu. Pancar gibi kızardı.
— Asıl şimdi acından ölüyo millet, dedi. O devirdeydi asıl bereket.
Mustafa söze karıştı, bir gözünü kurnazca küçültmüş yan 3jj yan bakıyordu.
— Ulan Haymanalı, dedi. Pir de sofıluk tasluysun. Tinsuzlu-ğu çim soktu ha bu
melmeçete? Hem gomonistiuğu...
Cemal sertlikle kesti:
— Ağpiyum olmıyaydı, onun sofiliguna pi laf ederdum şimdi... Siçayum o Halk
Partisunun pen...
Sonra Reşit sövdü Demokratlar'a... Sonra Cemal sövdü Halk Partisi'ne... Sonra
Mustafa, sonra Reşit... Derken iki yan da yorulmuş, kanıksamış gibi durdular
biraz. Kenan önce korkmuştu hır çıkaracaklar diye. Biraz sonra anladı ki bunlann
her günkü konuşmaları bu. Arkadaşlıklarının özüne de, biçimine de pek etki
yapmıyor bu sövüşmeler. Uygarlaşmışlar bir tür! Cemal doldurduğu kadehini
kaldırdı:
— Ola iç bakalım Haymanalı, sevurum seni... Ağpiyumun sihhatina.
— Sağ olasınız.
Bir süre havadan sudan söz edildi. Kenan hep durumu kolluyor, ilgilerini daha
önemli konulara çevirmek için uygun bir neden yaratmaya çalışıyordu. Fabrikaya,
işkollarına getirdi sözü. Sendikaları var mıydı? Vardı ya... Sendika
başındakiler Demirgı-rat olduğundan, Halk Partilu olan ne pok yiyeyi? Bilümüsün
ağ-bi, avanak bizim işçi, Demirgıratiılar da yüzüne gülüyorlar. Ula asıl avanak
sensun. Halk Paltisu zamanında işçi açlıktan gırılay-dı. Sıçmışım senin
demirgıratının. Siçayum o Halk Partisi'nun pen... Hangi konuyu açsa sonu hep
böyle parti sövüşmelerine varıyordu. Şaşırmıştı Kenan. Vay canına? Öylesine
koşullanmış-
lar ki ne yapsan boş. Meğer ne korkunç oyunmuş bu. Tastamam Baba'nın dediği:
Horoz dövüşü. Kişiyi bilinçten yoksun etmenin bundan yararlı biçimi güç bulunur.
Eğer bütün işçi böyleyse!..
— Çocuklar, dedi Kenan. Bana kalırsa bir oyuna getiriyorlar
sizi.
Hepsi durup Kenan'a baktılar. Merak etmişlerdi oyunu. Ke-312 nan nasa anlatsam
diye duraklamıştı. Yandaki masalardan birinde oturan yaşlıca bir adam kalkıp
sandalyesi ile yanaştı...
— Selamınaleyküm.
Ötekiler pek aldırmadılar. Kenan döndü adama:
— Aleykümselam, dedi. Merhaba.
Ötekiler de çabuk çabuk merhabayı bastırdı. Haymanalı da saygılı davrandı.
— Hoş geldin Sülüman Dayı.
— Hoş bulduk.
Ötekilerin gözü Kenan'daydı, açıklamasını bekliyorlardı.
— Oyun tedundu ağpi...
— Haa, oyun dedimdi. Oyun şu: Sizi böyle Halk'tı, Demok-rat'tı diye birbirinize
sövdürüp deveyi hamuduyla yutuyorlar.
Bir sessizlik oldu. Deveyi hamuduyla yutma deyimi hoşlarına gitmişti besbelli.
Yüzlerinde bir gülümseme oldu hepsinin. Anladılar mı? Mustafa ciddileşti...
— Toğru teyisun da ağpiycuğum, dedi. Hirsizluk pizum milletun tamarine
işlemiş... Toğrilik yaramayi... Halk Partisu tevrunda taha çoğidu hirsuzluk...
Şimdi çalmasa da çaldi teyi-
ler...
— Bugüne gader heçbir vakit böyle hırsızlık olmamıştır mel-mekette. Halk Partisi
devrinde bizim Haymana'da bir defa...
— Ola batsun senun Haymana'n.
Aynı yörüngede bir kapışmaya atlıyorlardı ki Kenan girdi araya...
— Yine başlamayın horoz dövüşüne, dedi. Bırakın şu Halk'tı Demokrat'tı
kavgasını. Ortak çıkarlarınızı düşünün. Halkçı ol,
Demokrat ol, sonunda işçisiniz. Bütün yük sizin sırtınızda... Demokratsın, ya da
Halksın diye kimse size bir somun ekmek vermez. Çoluğunuzu çocuğunuzu da
düşünmez. El ele verin; kardeş bilin birbirinizi, Halkçısına da soydurmayın
kendinizi, Demokratına da...
Sözlerinin etkisini ölçmek isteği ile yüzlerine baktı tek tek. Pek bir şey
çıkaramadı. Susuyorlardı. İçeriğini kavramamışlar, sözlerimi bir tür babaca
öğüde almışlar besbelli. Daha ne kadar açılabilirim ki!.. Karanlıkta göz
kırpıyoruz. Yalnız yeni gelen Süleyman Dayı gözlerini Kenan'a dikmiş, başını
belli belirsiz sallayıp duruyordu aşağı yukarı: Seni, seni, demek bunları
söylersin! Bu herif de nerden çıktı. Yoksa. İçinde birden büyümeye başlayan
ürkmeyi yendi.
— Sen ne diyorsun bu işlere Süleyman Dayı, dedi. Süleyman kımıldamadan baktı bir
süre, sonra:
— Birbirimize dudcun değiliz Bey, dedi. Dutkun değil bizim millet.
Bir şeyler daha diyecek gibi baktı, sustu. Beş-on günlük kırçıl bir sakalı
vardı. Avurtlan buruşuk, çöküktü. Aslında geniş olan alnını hiç tarak görmemiş
gibi kaşlarına doğru sarkan beyazı bol saçlar iyice daraltmıştı. Yaşını anlamak
kolay değildi. Elli ile altmış arası denebilirdi. Gözleri sönük sönük, fakat
canlıydı. Bir yere dikti mi uzun süre ayırmıyordu. Kenan'dan da ayırma-mıştı.
— İçki versenize Süleyman Dayı'ya...
Ses çıkarmadı Süleyman. Bir su bardağı biraz rakı koydular, biraz su; önüne
bıraktılar. Kenan o sıra yaklaşan köse garsona döndü:
— Bak, dedi. Süleyman Dayı'ya yiyecek bir şeyler getir. Rakımız da bitti. Biraz
peynir, salata...
Ötekiler de canlanır gibi oldular, sevinmişlerdi bu yinelemeye. Saatine baktı
Kenan, ona geliyordu. Dışarda yağmur artmış, sürekli sağnak biçiminde camları
yıkıyordu. Yağmurun kırpıştır-
dığı elektrikler, koşuşan karaltılar görünüyordu ara sıra. Bir ara kapı açıldı;
ıslanmış adamlar doluştu içeri. Birkaçının üstünde muşambamsı pardösü vardı,
biri paltoluydu; ikisi de yağmurdan sucuk gibi olmuş ceketlerine büzülmüş,
omuzlarını kaldırıp başlarını içeri çekmişlerdi. Paltolunun başında bir fötr,
ötekilerde birbirine pek benzeyen kasketler vardı. Teraviden mi dönüyor-314
lardı ki? Muşambalılardan biri tam söze başlayacak olan Ce-mal'e baktı,
Karadenizli ağzına benzetme çabasıyla alaylı:
— La Cemal ne çeseysun çene? dedi. Hamsi paluğu mu pel-
ledun?
Söyleyeceği söz ağzına takılmış gibiydi Cemal'in. Bozuldu birden. Ötekiler
gülüşmeye başladılar. Kenan da anlayışlı bir gülümsemeyle baktı CemaPe. Olur
böyle şakalar!.. Cemal yine de kızgınlığını yenememişti, döndü sırıtarak
yaklaşan adama:
— Hamsi çesilur mu guyrukli çürt, dedi. Senun gibi oçüzle-
ri çeşeyruk piz.
Öteki aldırmadan gelip masaya çökmüştü. Cemal, Kenan'a
döndü:
— Gusurine pakmayasun ağpi, dedi. Tağdan inmedur, adam
edemeduk daha...
Yeni gelenlerden birkaçı daha oturmuştu masa yakınına. Kenan'ı görünce
çekingenleşir gibi oldular bir ara, sonra daldılar. Masanın havası değişmişti
birden. Kürt, laz şakaları, sövgü ile karışık söz atmalar, yerli yersiz
gülmeler, kahkahalar... Kaz uçar da Laz uçmaz mı fıkrası. Eşşeğe Kürt demişler
kırk gün yem yememiş ağbi! Başka fıkralar. Ha bu çürtler citmişler patişaha, te-
mişler patişahum çok ileri cideyi ha bu Moskof, izun ver pize, cidup haddini
pildirelum. Patişah olmaz teduyse de çürtler ta-yatmış piley misun, cideceğuk ta
cideceğuk... Hadi cidun paka-lum temiş patişah ta... Ne etsun. Pakmiş laf
anlamiyler. Citmuş punnar, pirazdan tönmişler. Patişahım cideyruk ama, Zigana-
lar'da Lazlar vardur, yolumuzi çeşerler; bir içi mahafız veresin pize! Kenan çok
güldü fıkraya... Hele Mustafa'nın ağır ağır an-
latması öyle tatlıydı ki... Bulanık bakışları hiç değişmeyen Süleyman Dayı'dan
başka hepsi gülüyorlardı. En çok da "Kürtler"... Kürder dedikleri, ilk gelip
Cemal'e takılan Malatyalı Hüseyin'le, biri Elazığlı, iki Maraşlı, ıslak ceketli
üç işçiydi. Kenan'ın içinde dolup taşan mutluluk birden yadırgamaya dönüşüyor;
kısa bir an ürkek, çekingen bakmıyor yöresine, bütün ömrünce özlemini duyduğu
yüzlerce kuşatıldığının bilinciyle yeniden mutluluğa kavuşuyordu. Bir şey
yaptığımız yok ya, olsun, onlarla birlik olmak, içmek, konuşmak da bir şey.
Köklü bir dostluk kurabi-lirsem. Artık her hafta gelirim. Bakarsın bir gün de
içlerinden biriyle daha önemli konulara geçip bilinçli olarak... Peki, bu
Süleyman Dayı dediğimiz niye, ne güler, ne konuşur; karanlık bakışını hiç
durmadan ondan ona çevrir?.. Sessizce izler gibi dinliyor. İçkisine de pek
dokunmamış. Yoksa herif... Her yanı polis olsa ne olur bu zavallının! Niye
zavallı?
— Arkadaşlara da içki versenize, dedi Kenan. Şöyle bir bakınırken çabucak
ekledi:
— Şu masayı da çeksek...
Kimse yerinden kımıldamadı. Duymamış gibiydiler. Cemal belki de istemiyordu
masaya yerleşmelerini. Ötekiler de oralı değildi. Islak ceketli Maraşlılar'dan
biri kalktı, bir şey demeden çıkıp gitti. Kenan, Hüseyin'e bakıp üsteledi:
— Yoksa ramazan diye... Cemal yetişti hemen:
— Ne ramazani ağpiycuğum?.. Kizilbaştir o... Tinsuz...
— Ne tinsuzu? Kurban olmiş tinsuza!
Alevi Sünni atışmaları başladı birden. Ula İsiyn davşanun ayağu kaç? Mumi nasil
söndireysuz? Piley misun ağpiycuğum, Hazreti Eli'nin ketisi teyiler davşana ha
bular... Hüseyin aldırmıyordu, ara sıra alaylı bir söz atıyordu Cemal'e; Cemal
parlıyor, sövgü ile karışık söyleniyordu bir süre, tam susacağı sıra bir taş
daha atıyordu Hüseyin. Konuşma kurnazla farfaranın düellosuna dönüşmüştü. Ara
sıra tanıkların karıştığı düello. En son
kansan da Cemal'in yenik düştüğü sıra yardımına koşan Mustafa'ydı. Sinsi,
kinliydi bakışları. Bu arada bir büyük şişe rakı daha boşalmış, yenisi
açılmıştı. Garson üç kadeh daha koydu masaya. Haymanalı yeni gelenleri sessizce
destekler gibi doldurdu kadehleri. Biraz sulandırıp mezesiz yuvarladılar.
Aleviler üstüne çok şey duymuştu Kenan. İyi şeylerdi çoğu; 3J5 dayanışmaları,
insancıl sevgileri, hoşgörüleri, şiir, saz tutkulan, yüzyıllar boyu çektikleri
çileler; ezilmişlikten gelen kapalılıklan. Çoğu uydurulmuş bir sürü karalamalar.
Horlamalar... Sonra Sünnilere besledikleri düşmanlık, ettikleri, etmek
istedikleri kötülük üstüne abartılmış öyküler. Halk arasında, Sünni halk
arasında daha çok bu sonuncular yaygındı. Kızılbaş sözünün nasıl ağır bir
suçlama, bir sövgü olduğunu iyi bilirdi Kenan. Hele Konya'daki öğretmenlik
yıllanndan... Parça parça etmişler in-sanlan, ustalıkla düşman etmişler... Her
geçen günle, her yeni çağla birlikte yeni düşmanlıklar, uydurma düşmanlıklar
bulup koymuşlar eskilerinin üstüne. Gel de asıl düşmanlığı çıkar ortaya bakalım,
göster şunlara. Düzenin çıkanna yaradığı gün şu Cemal yatınp keser mi Hüseyin'i
Kızılbaş diye?.. Öteye bile gider. Hele Mustafa daha şimdiden hazır görünüyor.
İtteki şu bakışlara bak... Hüseyin ne yapar? O da yer aynı boku... Ötekiler
de... Allah hepinizin belasını versin koyun sürüleri! Neyinize güveneyim ben
sizin. Şerefe çocuklar... Haymanalı'nın şerefine... Bana bakmayın, buyrun siz.
Hüseyin iç oğlum; bakma takılıyorlar sana arkadaşlann. Allahın kulu hepsi.
Alevi, Sünni neymiş? Değil mi Süleyman Dayı? Niye hep başını sallar bu herif?
Var bir bokluk bu herifte... Elinden geleni geri koymasın eşşoğ-lueşşek.
Emekçiler, pınl pınl emekçiler işte. Beni biraz tuttu galiba rakı. Yine o geceki
gibi olmayalım. Olmam? Günsel vardı o gece. Şimdi de işçiler var. Böyle soylu
bir masada oturup içtin mi hiç bugüne kadar? Günsel giriverse şu kapıdan, ne
olur! Ama suratsızmış bu köse garson. Baştan nasıl sınüktı oysa ki. Her isteneni
yapıyor ya, biraz korkusundan yapıyor gibi. Polis, bu bel-
ki de... Zaten garsonlar, kapıcılar bayılıyor o işe. Çalışsın emrimizde
pezevenk! Açsana şişeyi oğlum, ne bakıyorsun?
— Ola Çazum, siçmiyayum pubanin ağzina, ne pakaysun ta-var çibi... Çetursana
rakiyi.
Kazım yutkundu, eğildi sövüp sayan Mustafa'nın kulağına fi-sıl fisıl bir şeyler
diyecek oldu. Mustafa daha kızgın baş kaldırdı.
— Conder o cingenü pağa... Cendü çelüp tesun... Anasuni 317 avradinu tövbe
tövbe mubareç cün...
Durumu Cemal açıkladı. Sahur yemeğine gelenler olurmuş, arnk rakıyı kesin
diyormuş patron.
— Adamı kırmasak diyecek oldu Kenan...
Mustafa kudurmuş gibi bakü Kenan'a. Gözleri kan çanağıydı.
— Adam teduğun da çimdur? Cingen Yaşar. Cingenden patron olmiş... Ne garişayi
penum rakima. Yiyen yesun yemeğunu. Elinu mi tutayruk. Muzirlik çikarayi
pezevenç...
Kenan bir şey diyemedi. İçkinin bile örtbas edemediği bir tedirginlik duymaya
başlamıştı. Tatsız herif bu Mustafa. Sinsi, it bakışlan, içtikçe saldırgan
oluşu. Amaaan, her yerde böyledir bu Karadenizliler. İki kadeh içtiler mi! -Ne
iki kadehi be!- Geçer, geçer... Bulaşan da çıkmadı mı... Demek lokantacılar da
biliyorlar da suyuna gidiyorlar. Üstüme iyice çökmeye başlayan bu sarhoşluktan
kurtulup da denetimi yitirdik mi, sakın haa, tamamdır... Vay canına, bu başım,
Günsel, yapma be kızım, ben o kadar mı, bu Süleyman Dayı'nın oluşundan belli
zaten. Kazım rakıyı açmıştı. Bir şeyler de getirdi masaya. Lokantacının işe
kanş-ması birleşmelerine yaramıştı masadakilerin. Mustafa kurnazca,
işbirlikçiler kazanmak isteği ile demin masaya oturmalanna karşı çıkar
göründüklerini iyice yerleştirme çabasında gibiydi. Cingen Yaşar'a inat! Bir tür
kaynaşma oluvermişti aralannda. Asıl tadı yeni başlıyor içki masasının. Saat de
on biri geçiyor. Yann erkenden işbaşı yapacak bunlar. Paydos desek mi? Bedava
buldular diye sabaha kadar içecek keratalar! Günsel de şimdi... İçin be
çocuklar, helal olsun. Garson oğlum, bir ufak daha aç bize...
XVII
I
Rakı sofrasından mı gireceksin işçi sınıfına ulan hıyarağası? Rasim'e de pek
benzemiyor bu herif ya, yine de Rasim. Hasan belki de; saçmalıyorsun. Kapıdan
göründü yine. İşte bu... Anlı şanlı polis giysileri içinde, bir tarafı yanık
yüzünün. Beni mi çağıracak ki? Yooo, niye ben burada çatlayacak bu başım
böyle... Bana bakmadı bile herif, ilerde duvar dibinde çömelmiş duranlara
sesleniyor:
— Gelin bakalım. Esrarcılar.
— Biz mi ağbi?
— Yok, ben!.. Bir de soruyor eşşoğlueşşek...
Tamam buydu akşamki. Tek düzlem üstünde hepsi de... Polis, esrarcılar, kapı;
iyice kapanmış bu sağ gözüm. Kaşının üstüne götürdüğü elini acıyla çekti.
Kocaman bir şişe çarpmıştı eli. Kapı kapandı. Buydu akşamki, hiç kuşkum yok.
Sabahla burada da yarın bırakırız. Utanmıyorsun değil mi senin gibi efendi adam,
bu serserilere... Hepsi işçi bunların...
— Beni görmeden çıkma ağbi. Yolsuzum.
Yanına sokulan bu kılıksız, boş gözleri kaymış serseriye anlamsız baktı Kenan.
— Meydancısı sayılırım buranın ağbi ben. Anlıyo musun ağbi? Namussuzum akşam sen
geldiğinde ben hemen aldım seni burıya. Anlıyo musun ağbi? Bu haybecilere
bıraksaydım anlıyo musun ağbi, o biçim... Namussuzum don gömlek...
Kenan toparlanmaya çalıştı; öylesine dağınıktı ki kafasının içi, dışı; her
yanını kaplayan acıydı tek var olan. Bütün düşüncelerin üstüne çıkabiliyordu
demek acı. Çok güçlü bir çaba gerekiyor acıyı aşmak için. Akşam cipte Kazlıçeşme
Karakolu'ndan Emniyet Müdürlüğü'ne getirilirken Müteferrika demişlerdi... Yüzü
yanık polis demişti de, efendi olacaksın içecek başka bir yer mi yok
Boğaziçi'nde. Bu serserilerle, cahil işçi hepsi bunların, yakışıyor mu size
bunlarla... Hele sabahı bulun bakalım. Sabah hastaneye gidersiniz. Ağır bir
durum yok. Sarhoş... Kenan cüzdanını çıkarıp para vermek istedi serseriye.
Cüzdan boştu. Bin liradan çok olacaktı oysa ki... Paltosundaki kurumuş kan
lekelerine, yakası yırtılmış ceketine baktı; ellerini öteki ceplerinde
dolaştırdı. İki beş lira, bir de bozuk paralar vardı pantalon cebinde. Beş
lirayı uzattı serseriye. Başka yok anlamına bir işaret yaptı. Bir şey demeden
beşliği kapıp uzaklaştı öteki. Ben dün akşam. Yine her yanını kaplayan acı...
Nerden bu kalabalık, bu uğultu, bu kadar ipsiz sapsız herif. Teraviden dönüp
hepsi kahveye. Ne iyi çocuktu Maraşlı. Hele Süleyman Dayı olmasaydı. Ne de
anlarmışım ya; nasıl da iyi çıkıyor kötü sandıklarımız, ufff bu kaşım... Nasıl
baş ederim kafamdaki bu koca yığınla... Ulan Cemal, bir de Hüseyin, sizin gibi
işçinin ben, aslında bilinciniz yok zavallı ider. Belki de bende asıl suç. İleri
gittik. Ne ilerisi. Menderes'in sağlığına kadeh kaldırıyor herif, ben de
kaldıracaktım demek? Bırakmak varmış lokantacı haber gönderdi de aptalız demeden
bilinç kime gerek ki en çok bizden başka. Nasıl seviyorum bu adamlan. Yetmiyor
işte... Kendilerini sevmiyor ki
herifler. Menderes'miş, yok Paşa'ymış. Bağışla beni de Süleyman Dayı, meğer
sen... Böyle değildi başım o zaman. Işıl ışıl dikenli top işte yine yuvalanıyor.
Kalkmak diyorsun ya, o ki Hüseyin istiyor. Dedemi astılar kanlı Sivas'ta,
Hazreti Eli'ye Allah teyiler, ünsüzler yalan, neler düşünürüm sizler için ben
bırakın Demokratını Paşa'sını kardeşlerim sizin bu kutsal elleriniz öpülesi kan
çanağı gözlerin ulan bırak itliği kaldır şunun perdesini de Haymanalı'nın
Maraşlı'nın senin ellerinden öpsün pezevenk-lerin hepsi sıralanıp avuç açmış
dileniyorlar sizden oy koparıp fabrikaların teravi namazlarında böyle temiyesun
pi daha insan ekmek yeduğu çanağı pisletup da ulan asıl ekmek çanağı sizsiniz
be, doğru diyir Bey vallah doru söylir, ne varsa sizler yaratıp tö-be de Bey
yaratmak Allaha mahsustur sümmehaşa. Peygamberimiz Efendimiz bir gün eshaptan
Ömer radiyallahuan, atma lan ortaya şu yezit Ömer'i adı batsın. Haymanalı bırak
şimdi Allahı mallahı sen olma da çalışmayın da görelim Allah onlara, krev de-
duğun haşahuzur komonistluktur bu Menderes'e kadeh kaldırıp da dünyayı görün
biraz kardeşim, asıl soyan bu herif sizi, ça-lumayi tetum sağa, pok atasiyun
herife başka ne atulur lan bole poha ulan Paşanizun ben Hüseyin bırak oğlum
sülalenizin şimdi yahu kardeşim yakıştı mı ulan sağa mi yakiştu tinsuz pezevenk
karışma sen Süleyman Dayı çekil aradan ben onları kendine gel Cemal Sümmehaşa
Allaha komünistluktan ufff bu kaşımın üstü. Saat on birde kalkmalıydım masadan.
Aslında öyle güzel şeyler vardı ki on birden sonrasında da. Bardağı vuruşu bile
güzeldi Cemal'in ağlıyordu da... Niye yalnız beni getirdiler Müteferrikaya;
karakolda hepsini bıraktılar. Sevinmem gerek buna. Bir de onlar olsaydı...
Sabah dörtten beri burada... Demek tam beşi yirmi geçiyor?.. Durmuş bu saat.
Camı kırılmış da... Müteferrika burası demek. Çok duyduktu adını. Bütün ipsiz
takımı burada... Bak şunlara... İnsan pazarı... Şu imam kılıklı herif benden
sonra geldi, yok o karakoldayken gelmişti... Kaz-lıçeşme'deydi, imam kılıklıydı
da sen de adama dedin ki... İçin-
deki bütün dağınıklığı, bütün acımalarını silip süpüren bir ürperti ile tastamam
ayılır gibi oldu birden. Birinci Şube'ye çıkaracaklar beni. Nasıl baktı bana o
polis kapıyı açınca... İşçileri bırakmalarının nedeni belli... Tanık diye
getirecekler hepsini... Propagandadan verecekler demek... En üst kattaki Birinci
Şube'ye çıkan merdivenleri düşündü birden. Gece buraya getirilirken hiçbir şey
görmedim ki... Nerden girdim buraya? Taşlık var- 321 di... Büyük bir taşlık...
Sonra cipteki kusmamla başıma vurdu birisi. Tamam daha önce vurmuştu Cemal de...
Yanımdakiler leş gibi kokuyordu da ben... Demek şimdi Birinci Şube'ye
çıkaracaklar. O kalın kaşlı herif orada mıdır, tanır mı beni? Tanır, tanır...
Kolay değişmezmiş onlar... Sonra kimseyi de unutamazlar-mış... Demek sen
vaçgeçmedin vatanı satmaktan? Tokatlatmayacağım... Ne hakkı var? Hasan'la
buluştuğumuzu da biliyorlar kuşkusuz... Günsel'i de alırlarsa... Ne bok yedik
be! Peşlerinden ayrılmamışlar bütün gün siviller... Bakma bana öyle, yemin
ederim ki ben... Ne olursun anla beni Günselciğim... Yemin ederim ki... Yemin...
— Gelin bakalım...
Yüzü yanık şişman polis kapıdan uzanıp Kenan'a bakıyordu. Kenan kımıldamadan
duruyordu öylece...
— Yürüsene be adam, dedi, çok mu beğendin yerini...
Gerçekten de çıkmaya isteksiz görünüyordu Kenan. Yaslandığı taş duvardan ağır
ağır kalktı. Çabuk nasıl kalkardı ki her yanı ağrıyordu, üstelik de bir
ürpermeyle kaplıydı içi. Kapıya doğru yürüdü... Boşluğa inen salıncaktaki
gibi... Hemen yakındaki bir odaya sokuverdiler. İki polis vardı. Masadaki
komiser belki de... Bir şeyler söyleyip duruyor... Yakışmadığını ben de
biliyorum... Ne yapalım oldu. Şimdi de yukarı çıkarın bakalım; bekletmeyin kalın
kaşlı herifi, kızacak, on beş yıldır bekliyor aslında...
— Neyse, diyor komiser, yine de geçmiş olsun... Tanıdı arkadaşlar sizi.
Kitapçıymışsınız yokuşun üstünde...
Kitapçıyım. Rasim uydurmuş, hanı yıkacakları da yok.
— Bırakalım sizi... Şikâyetçi filan değilsiniz, değil mi? Şikâyetçi mi? Kimden?
— Değilim...
Aklına cüzdanda bulamadığı paraları geldi. Şöyle bir durdu. Bir kâğıt konmuştu
önüne...
— Şuraya bir imza...
Bir baktı komisere. Ne oldu gibisine başını salladı komiser.
— Para vardı cüzdanımda... Bin lira filan...
— Komiserin yüzü değişmişti.
— Eeee...
— Yok...
Komiser ötekilere baktı bir an, önündeki kâğıda uzandı:
— Pekiyi, soruşturalım öyleyse... Götürün Kenan Bey'i de... Birden kâğıdı tuttu
Kenan. Bırak ulan aptallığı hıyarağası,
kalın kaşlı polis duymadan çıkmalı buradan.
— Yok, yok, dedi, önemi yok... Yanılmışımdır belki de. Kâğıdı imzaladı çabucak.
— Geçmiş olsun, buyurun...
Çoktandır yitirdiği, unuttuğu bir şeye kavuştu birden... Hem de Emniyet
Müdürlüğü'nün önündeki sokaktaydı. Ama taptaze işte. Yağmur da durmuş. Islak,
serin. Yepyeni. Görmek bile istemediğim bu sokaktı demek. Bir-iki adım attı,
karşıya park etmiş bir polis cipinin yanından geçti. Bu cip miydi akşamki? Sağ
kaşının üstündeki ağrıyı duydu yeniden. Sonra her yanını kaplayan ağrı,
bitkinlik çöküverdi üstüne...
Büyük postaneye doğru yürümeye başladı ağır ağır. Yanından geçenler ilgiyle
yüzüne yüzüne bakıyorlardı. Durdu birden. Yürümeyeceğim. Bakındı. Geçen bir
dolmuşa atladı. Yokuşun başında indi. İşyerine doğru yürüdü. Temiz havayla baş
ağnsı azalmış gibiydi, içinde bir eziklik, bulantı, zaman zaman sancıya benzer
bir şey dolaşıyordu. Bir şişe süt arandı. Burak'ı gönderirim, bulur o, Burak
yeni açmışa. Toz alıyordu. Kapıdan gi-
ren Kenan'ı görünce kalıverdi birden. Tanımamıştı sanki. Sonra korkuyla açılmış
gözlerle yaklaştı...
— Ne oldun ağbiciğim?.. diyebildi. Merdivenlere yürürken:
— Yok bir şey, dedi Kenan. Bir şişe süt al bana.
Burak anlamamış gibi kaldı önce, sonra bilincine mi varmış gibi koşarak çıktı.
Kenan koltuğa paltosu ile yığılı vermişti. Ağrıları artmış gibiydi birden. Her
yanı zonkluyordu. Karşı came-kânda belli belirsiz yüzüne rastladı. Kim bu adam?
Sağ gözünü şimdi daha zor açıyordu. Duramayacağım burada. Eve gitmeli. Doğru eve
gitmeliyim zaten. Niye geldim buraya? Alışkanlık mı? Yooo, eve gitmemek için.
Günsel arar mı? Gelmemiştir daha... Ben mi arasam. Bu yüzle mi? Matmazel de
damlar şimdi. Burak sütü getirince dalar gibi olmuştu. Gözlerini açıp anlamsız
baktı.
— Bir araba bul bana, dedi.
— Peki ağbiciğim, sütünüzü buyurun. Sütüm mü? Aldı şişeyi bir yudum içip
bıraktı.
— Trafik mi çarptı ağbi?..
— Bir araba dedim...
Burak firladı. İyi ki Matmazel gecikti, geldi araba işte. Karının sakallı
suratı... Nasıl içilir bu pis süt. Merdivenlerden inerken sendeler gibi olunca
Burak koltuğuna girmek isteğiyle sokuldu. Kenan çekti kolunu, bir şey demeden
arabaya bindi. Şoför hızla manevra yapıp anayola çıktı, sürdü. Şoför hiç
konuşmamıştı, yalnız Sirkeci'ye inince sordu, nereye gittiklerini. Nereye mi?
— Eve, dedi Kenan. Bizim eve. Şişli'ye... Camiyi geçeceksin...
Bir şeyler daha diyecekti, yorulmuş gibi kaldı. Kafası şimdi daha netleşmişti.
Olayları daha düşünüyor, sırasına koyabiliyordu. Yalnız sağ gözüm... Karaköy'ü
geçip de Yolcu Salonu'na yaklaşınca Liman Lokantası önünde giden bir adama
takılıp kaldı bir süre. Nerden tanıyorum. Adam lokanta sokağına giriyor-
du. Rasim götürmüştü beni. Zıkkımlandıktı... Hır çıkmıyor orada. Ye iç tıka
basa. Kocaman karidesler. Hüseyin ne güzel indirdi bardağı tam kafasına,
Rasim'in. Cemal, asıl Cemal. Hepsinin indirir kafasına. Rasim'in, önünde iki kat
olduğu bankacının da. Ulan hıyarağası, götünü öper onlann be Cemal de, Mustafa
da, Hüseyin de... Adam mı onlar be?.. Nasıl olsa yıkılacak bir gün han. Görürsün
düşü sen. Görürüz. Ucuz kurtulduk yine de; linç ederlerdi sağlama. Camlar
kırılıp da yandaki kahvedekiler de koşuşunca, ana baba yerine dönmüştü lokanta
da, lokantanın önü de. Mübarek ramazan günü leş gibi rakı kokan herifleri toptan
temizleyebilirlerdi! Süleyman Dayı'yı bulup ödemek gerek, ettiği adamlığı. Siper
oldu bana ihtiyarcık be. Ne yumruklar yedi zavallı. Dokunmayın, beyde gabiyet
yok, aha bunnar. Güçlüymüş; hem de hiç umulmayacak, kuru yapısından
beklenmeyecek kadar. Karakolda da onun sözleri kurtardı beni. Bir de Maraşlı'nın
belki de. Bulacağım Süleyman Dayı'yı... Bir iç kanama filan olmasın. Yine
başladı baş ağnsı. Bir gözcüye mi gitmeli yoksa?.. Kimi bulursun bu saatte?
Doğru hastaneye mi çeksin? Camiye yaklaşırken şoförün sormasına kalmadan sokağı,
numarayı söylemişti. Araba kapı önünde durunca, anlamsız bakındı; şimdi gelmişti
aklına, parası yoktu. Şaşırıp kaldı birden. Sonra toparlandı:
— Üstümde para yokmuş, dedi şoföre, sizi getiren çocuğa
uğrayıp alır mısınız?
Şoför uzanıp arabanın kapısını açarken:
— Kolay beyim, dedi. Geçmiş olsun. Güle güle... Arabadan inip de apartmanın
kapısına giriyordu ki içerde
merdivenlerden koşar gibi inen Nermin'i gördü. Nerden çıktı bu? Yüzü üzgün,
sapsarıydı. Koşup, Kenan'ın karşısında, korkulu gözlerle baktı bir, boynuna
sanlacak gibi oldu, dudakları titriyordu. Tuttu kendini. Koluna girmek istedi.
Bir şey yapamıyor, soramıyor, konuşamıyordu. Alt kattan bir kadın çıkıp gördü
Kenan'ı. Şaşkın baktı. Kapıcı çıkıverdi bir yerlerden. — Geçmiş olsun beyefendi,
dedi...
Kenan merdivene doğru ilerlerken Nermin şaşkın bakan kapıcıya, komşu kadına
açıklamak gereğini duymuş gibi:
— Araba kazası olmuş, dedi. Allah korudu yine... Kenan'ın peşi sıra çıktı
merdivenlerden. Komşu kadın kapıcıya:
— Vallahi azdı bu şoförler, diyordu. Belalarını versin. Geçende az kalsın ben
de...
İçeri girip de kapıyı çarpar gibi çabucak kapatınca, yine bir duraladı Nermin.
Sonra ayılmış gibi Kenan'ın paltosunu çıkarmasına yardım ederken ağlamaklı bir
sesle:
— Demin telefon etti Burak, dedi. Pencereden ayrılmadım, deliye döndüm. Ne oldu
böyle? Hemen doktoru açalım...
Kenan ses çıkarmadı. Nermin paltosunu alınca boynuna sa-nlacakmış gibi geldiği
için çabucak içeri yürüyüp salondaki koltuğa çöktü. Nermin bu çabasını anlamış,
tutuklaşmışn birden. Nasıl davranacağını bilmeden yaklaştı.
— Söylesene bir şeyler, ne olursun?
Konuşmak değil, kırık dökük, ağlamaklı bir mırıldanmaydı bu. Kenan bütün
acılarını bastıran bir bunalma duymaya başlamıştı taaa içinden. Ne vardı buraya
gelecek?..
— Zeynep nasıl?
Nermin önce anlamamış gibi baktı. Zeynep mi? Yüzü kanş-D. Niye sırasızdı bu
soru?..
— Seni sayıkladı bütün gece, dedi. Ağladı... Titrek bir sesle ekledi:
— İçine doğmuş olmalı!
Bir şeyler daha söyleyecekti ki telefon çalmaya başladı. Kenan irkildi. Fırlayıp
açmak geldi içinden. Beceremedi. Bitkindi, yığılıp kalmıştı öylece. Yetişemem
de. O daha yakın telefona. Nermin, sesindeki ağlamışlığı bastırmak için biraz da
ağırdan alarak yaklaştı, uzanıp kaldırdı alıcıyı, aynı ağırlıkla kulağına
götürdü, sonra iyice değiştirmeyi başardığı sesiyle, yine aynı ağırlıkla
konuşmaya başladı:
— Buyrun efendim. Bir süre bekledi:
— Alooo, buyurun efendim. Sinirlenmiş gibiydi.
— Kenan Bey'in evi. Kaç numarayı aradınız efendim? Nermin bozuk baktı telefona,
belli ki kapatmıştı karşıdaki.
326 Kenan oturduğu yerde doğrulmuş, gözlerini telefona dikmişti. Günsel bu!
Elindeki kapalı alıcıya sinirli bakan Nermin'le göz göze geldiler birden. Tamam,
işte böyle bak artık. Anladın değil mi her şeyi? Yanıldığı görülmüş mü
kadınların? Nasıl tanımazsın Günsel'in sesini? En aptal kadın bile cin gibidir
bu konuda. Ne yapsın kızcağız, beni isteyemedi, yüzüne kapattı telefonu. Usulca
başını çevirdi Nermin. Telefonu yavaşça bıraktı. Kenan'a yaklaştı, bir şeyler
söylemek istiyordu. Bir bitkinlik vardı üstünde. Kenan bekliyordu öylece. Kim
olduğunu soracaksın, Günsel'di. Onu seviyorum. Fazlasın.
— Zeynep'e böyle görünme, dedi Nermin. Korkar çocuk. Sonra yine yaklaşma çabası
ile kımıldadı. Yardımcı olmak, bir
şeyler demek, bir şeyler yapmak istiyordu belli ki...
— Soyun, dedi. İstersen yardım edeyim. Sonunu getiremedi. Sesi titremeye
başlamıştı.
Ne diyeceğini bilemeden kalmıştı Kenan. Kızgınlıkla, başkaldırma, sövüp sayma,
alçaltıcı tüm sözleri sıralamak geliyordu içinden. Dövmek bile...
— Kimdi telefondaki? dedi birden.
Gözlerini dikmiş, Nermin'in yüzünü inceliyordu. Vereceği yanıta göre yollan
belli olacaktı sanki. Önemini sezinlemiş de geçiştirmek ister gibi:
— Bilmem, dedi Nermin. Kapandı. Üstelemesine bırakmadan geçiverdi.
— Haydi odana git? O ki istemiyorsun, gelmeyeceğim... Yine dolar gibi oldu,
tuttu kendini.
Dudaklarını ısırdı birden. Daha konuşamayacaktı. Döndü:
— Zeynep'e bakayım, ilaç saati. Çabucak içeri yürürken:
— Doktorsuz olmaz, dedi. Gözünün durumunu bir görsen. Acılarını unutturan bir
bezginlik dolmuştu Kenan'ın içine.
Sinir savaşı bu. Sen kazanamayacaksın kızım. Beni kırıp dökeceksin bir süre
daha, o kadar. Kalktı ağır ağır, antrede pabuçlarını çıkarıp bir terlik taktı
ayağına, aynı ağırlıkla koridoru geçti. Zeynep'in kapısında durdu birden. Kapı
kapalıydı; içerden karışık sesler geliyordu. Mızmız çocuk sesi. Beni mi istiyor
ki; ilacını mı içmiyor yoksa? Öyle dayanılmaz bir istek duydu ki içeri girip
Zeynep'i kucaklamak, öpmek için; bu duyguyu yeni tadıyor-muş gibi şaşkınlaştı
bir anda. Kaçar gibi yürüdü, odasına girdi. O bir şeyler isteyip mızmızlanan,
aslında okşanmak, sevilmek isteyen, sıcak ilgi bekleyen çocuk sesi kulağından
gitmiyordu bir türlü. Neyin vardır pis küçük-burjuva duyarlılığından başka? Ne
yaptığını bilmeden bir-iki adım atıp durdu. Şöyle bir dönüp de yandaki büyük
tuvalet aynasında yüzünü görünce şaşkınlıkla, korkuyla sarsılır gibi kaldı
birden. Önce tanımamıştı kendini. Bir anda kapıldığı ürküden kurtulma çabasıyla
aynaya biraz daha yaklaştı. Acıları artmış gibiydi. Sağ göz kapağı mosmor,
kocamandı; bu çirkin urun altındaki göz siyahlı kırmızılı bir çizgi gibi
görünüyordu. Alt dudağının kıyısı şişmiş, padamıştı. Burnunun, dudaklarının
altında kurumuş kan lekeleri vardı. Saçlarına götürdüğü elini acıyla çekti önce,
sonra ağır ağır, yoklayarak dolaştırdı. Başının birçok yeri şişlikle doluydu.
Hele sağ kulağının ardına doğru bir yer vardı ki dokununca acıdan bulantı
geliyordu içine. Boynundan göğsüne doğru uzanan ince bir çizgi gibi kurumuş kan
lekesi vahşice hırpalanmış başını, göğsünde, belinde, karnındaki ağrılara
bağlıyor gibiydi. Ağır ağır soyunmaya başladı. Ceketini çıkardı. Gevşemiş sarkan
kravatını yavaşça çekip attı. Gömleğinin düğmelerini çözdü. Yorulmuştu iyiden
iyiye! Karyolanın kıyısına ilişip kaldı bir süre. Hüseyin vurdu en çok. Cemal'le
Hüseyin. Bir de Mustafa... Arkamdaydı o... Yere
düştüğümde de... Telefon çalmaya başlamıştı içerde. Koşmak istiyordu. GünsePdir
bu! Yine çalıyor işte. Derinden gelen telefon sesini Nermin'in açıp kapadığı
kapı, ayak tıkırtıları böldü birkaç kez. Sonra sessizlik yine. Ben açmalıydım
telefonu. Doğruldu, ağır ağır kalktı, ayakta duramıyordu. Ne oldu ki, ne güzel
yürüyordum. Telefona kadar gidip Günsel'e... Kız, bir daha 328 bırakma beni
işte; gör de bırakma beni. Bırakma beni... Yatak öylesine çekiyordu ki,
dayanılmaz. Nasıl uyurum bu ağrılarla? Bırakma beni... Bir-iki adım attı,
yığılıverdi karyolaya, sonra sırtüstü uzanıp kaldı. Uyumakla sızmak arası bir
şeydi bu. Bir ara açtı gözlerini, anlamsız bakındı; Nermin'di. Ne uğraşır
benimle bu kadın? Bırak da uyuyayım, ne olursun. Ne dedi Günsel? Bırak beni,
bırak artık. Bırak şu gömleği, pantalonumu. Canımı yakıyorsun. Bir ara Nermin
elinde bir kırbaçla vurmaya başlamıştı; yok Cemal'di bu. Vur diyordu Rasim,
vur... Hanı yıkacaklar. Ağlatmayın Zeynep'i ne olursunuz! Gözlerini açınca
karşısında Günsel'i gördü birden. Gözleri kıpkırmızıydı. Kalkmaya çalıştı,
doğrulup baku.
— Yat, dedi Nermin. Bir isteğin mi var? Şimdi gelecek doktor.
Kapı çalınıyordu, Nermin firladı. Kenan doğruldu iyice. Uykusu açılmıştı.
Pijamalıydı yatakta. Bu pijamaları ben ne vakit... Koridorda ayak seslerinden
sonra kapı açıldı. Doktor Rıfat'tı. Bir tür aile doktoru bütün mahallenin. Kenan
doğruldu iyice. Doktor yaklaştı, baktı şöyle bir:
— Ne oldunuz yahu, dedi. Geçmiş olsun.
Daha da konuşmadı pek. Çok az konuşurdu. Aklaşmış kalın kaşlarının altından bir-
iki baktı, sonra dikkatle muayeneye başladı. Yüzünde, başındaki bütün çürükleri,
şişleri yokladı ağır ağır. Soyunmasını istedi. Çırılçıplak mı? Çırılçıplak...
Kenan du-ralamış gibiydi. Cam yanıyordu kollarını, ayaklarını oynattıkça,
kımıldattıkça. Sonra beni bu kadının yanında çırılçıplak... Gün-sel'le ben..
Oralı değildi Nermin. Doktorla birlikte yardım etti-
ler Kenan'a, soydular. Sırtında, böğründe, baldırlarında, bacaklarında kara
lekeler, şişlikler vardı. Kırık arıyor olmalıydı doktor, bastırıyordu. Tutamadı
kendini, bir-iki inledi. Nermin aynı acıyı duymuşcasına baktı Kenan'a.
Kıpkırmızı gözleri dolar gibi oldu yine, başını çevirdi, Kenan'ı giydirmeye
çalıştı.
— Geçmiş olsun dedi doktor. Kırık çıkık bir şey yok. İç kanama filan da yok. Uç-
beş gün dinlenin bakalım, ilaçlan da alın. Göze de soğuk kompres yapın, iyi
gelir.
Her derde deva doktorlardandı! Daha bir şeyler diyecek gibi durdu; kalktı hemen.
Hastası varmış. Nermin'le çıktılar odadan. Kenan yastığa verdi sırtını, öylece
bakmaya başladı. En çok, üç-beş gün dinlenme sözü düşündürüyordu. Nasıl çıkarsın
bu yüzle sokaklara, hele Günsel'e nasıl görünürsün? Şişlerle, çürüklerle dolu,
dövülmüş bir erkek başı kadar çirkin ne vardır. Hem de işçilerin dövdüğü!
Çıkamam Günsel'e bu yüzle, görünemem. Üç-beş günde de geçmezse... Geçer...
Kalmaz böylesi çirkinlik. Kalırsa, yine çıkmam. Kapı açıldı, Nermin'di. Bir
garip bakıyordu sanki. Yüzü değişmişti. Önce kapıda durdu bir süre, sonra ağırca
yaklaştı, yine aynı bakışla durdu karyolanın yanında.
— Kazaya benzemiyor bu, diyor doktor. Kavga mı ettin? Kenan anlamsız baktı önce.
Peki, ben sana ne dedim ki? Nerden çıkardın kazayı? Haa, Burak telefonda...
— Anlatsana, ne olur. Öldürmek mi istiyorsun beni meraktan?
Yine sesi titremeye gözleri kızarmaya başlamıştı. Fakat dönüp kaçmıyordu,
gözlerini de kaçırmıyordu.
Nerden çıkardı öldürmek istediğimi? İstiyor muyum?.. Yoo, kendi bileceğin şey.
İsterse ölür insan! Bencilliğimden, tamam. Yaşamakta diretmen ne, peki; o
bencillik değil mi? Söylemeyeceğim, bak istediğin kadar. Demek meraktan ölür
insan! Nasıl? Bir şeyler diyecek gibi oldu Nermin. Beceremedi. Bütün direncini
yitirmiş gibi karyolanın ayak ucuna çöktü birden. Bitkin, isteksiz mınldandı
ağır ağır...
— Hiç mi değerim yok... Hiç mi?
Birden tıkanır gibi oldu Kenan. Ne olur, başlamasa bu kadın. Uyusam... Uyusam...
Günsel de görmesin. Nermin ağır ağır toparlandı, Kenan'a döndü.
— Dinle beni Kenancığım, dedi. Kendinden tiksindirerek uzaklaştıramazsın beni.
Sonra daha bir kararlı, daha bir yüreklenmiş bastırarak ekledi:
— Hiç, hiçbir şey uzaklaştıramaz beni senden, anlıyor musun?..
Dimdik bakıyordu. Sağlıksız bakıyordu. Kenan ne diyeceğini bilemeden kaldı.
Uyumakla da olmaz. Nermin bütün kaçış kapılarını sımsıkı kapadığına inanmanın
rahatlığı ile yeniden başladı. Öğüt verir gibiydi konuşması.
— Bak şu durumuna, olağan buluyor musun bütün bunları? Kenan'ın tepkisini
kolladı bir an, sonra sürdürdü,
— Sen akıllı insansın Kenan. Her vakit akıllı oldun. Duygularına değil, aklına
başvuruyorum. Kurtulman gerek bu durumdan. Beni de ... kurtarman...
Sonunu getiremedi, hıçkırıklarla boğulur gibi ükanmıştı birden. Sonra iyice
bıraktı kendini. Karyolaya kapandı, hıçkıra hıç-kıra ağlamaya başladı.
— Dayanamıyorum artık, dayanamıyorum...
İçinde bir eziklik, bir bulantı vardı Kenan'ın. Kızgınlık mı, acıma mı? Olağan
buluyor musun?.. Ne var olağan olmayan bunda? Gözyaşlarıyla kocasını yuvaya
çağıran kadın! Aşağılık biçimde olağan; en pis, en gülünç biçimde... Nasıl
kurtarırım seni ben? Biraz durulmuş gibi doğruldu ağır ağır. Nermin'in
hıçkırıklarından başka bir şey duyulmadı uzun süre. Sonra yavaşladı hıçkırıklar,
derin iç çekmelere dönüştü.
— Bu kadar mı aptal buluyorsun beni? dedi. Oturup konuşulamaz mıyım? Dinlenemez
mi, anlamaz mıyım seni? Ne olur, söyle bir şeyler. Nedir bu olanlar?
Kenan'a baktı içini çeke çeke. Bir şeyi kaçırıvermenin korkusu, yakalıyıvermenin
umudu vardı bakışlarında. Çaresizlikle inler gibi:
— Ah, bir anlayabilsem, dedi. Nedenini anlayabilsem...
Nedenini mi? Demek daha bilmiyorsun nedenini? Nasıl anlatırım ben sana?
Başkasını sevdiğimi söylesem inanacak mısın ki? Göstersem de inanmayacaksın.
Benim bu, diyeceksin... Günsel dediğin benim aslında... Benden başkasını
sevemezsin sen...
— İnanacağım geliyor nerdeyse, dedi birden.
Ağzından kaçırmış gibi sustu. Kenan ilk kez ilgilenmişti söylediklerine. Neye
inanacağı geliyor ki?.. Nermin anlamış gibiydi Kenan'da uyandırdığı ilgiyi, bir
tür kurnazlıkla susuyordu. Belki de bir oyun bu, bir tuzak. Konuşmaya çekmek
için beni... Yoo, belki de Rasim büktü kulağını, gözünü aç, bir kadın sorunu
var! Artık Nermin'den yanayım, dememiş miydi?
— Neye inanacağın geliyor?
Sormak, öğrenmek isteğine karşı koyamamıştı Kenan. Nermin umutla baktı.
Başarısına kendi de şaşmış, bir soy mutluluk duymuş gibiydi. Yine de bir
çekingenlik vardı üstünde. Söylemekten ürker gibi durdu bir an, sonra Kenan'ın
tepkisinden korkar gibi kollayarak yavaşça:
— Büyüye, dedi.
Kenan anlamamıştı. Soru dolu bakıp duruyordu. Tamamlamak gereğini duydu Nermin;
hem alıştırmıştı da konuya; tehlike azalmış sayılırdı.
— Sana büyü yaptıklarına, dedi. Sonra çabucak açıklamak gereğiyle:
— Ben inanmam böyle şeylere bilirsin, dedi. Neye inanacağımı da bilmiyorum
artık...
Yine ağlayacakü; bir hıçkırıkla önledi. Kenan kızgınlıktan padayacak gibi oldu
bir an, sonra duruldu. Kötü mü, bir yol açtı sana, yürü... Kararlı baktı
Nermin'e.
— Kim yapacak büyüyü? dedi.
Nermin umuda baktı. Gittikçe artan bir mutluluğa kavuşmuş gibiydi; yaşlı gözleri
parlıyordu. Konuşmaya başlamışlardı işte, eski günlerdeki gibi!
— Nerden biliriz, dedi, insanların mutluluğunu kıskanan az mı alçaklar var?
Bir zamanlar nasıl sevmişim bu zavallı kadım ben?
— Nazar değdi belki de, dedi Kenan.
Nermin konuşmanın sürmesinden umudanmış, öylesine sevinçliydi ki, Kenan'ın
sesinde, deyişinde acı alayı anlamamıştı bile.
— Olamayacak şey mi? dedi... Biliyorsun ben de inanmam böyle şeylere, ama
öylesine kıskançlıklarla dolu ki çevremiz...
Biliyorsun ben de inanmam böyle şeylere... Sonunda inanırım. Kimden alıyorsun bu
aklı sen?.. Belli ki üstelemişler. Neyini bilirmişim ki ben senin? Kim inandırdı
peki?
— Refiş mi söylüyor bunları? Nermin anlamadan baktı:
— Neyi?
— Büyü işini... O çok inanır da böyle şeylere...
Nermin yakalandığını anlayıverdi birden. Üzgün baktı önüne, bir süre sustu,
sonra çocuksu bir içtenlikle başmı kaldırdı.
— O da söyledi, dedi, annem de söyledi. Herkes söylüyor. Biliyorum
küçümsüyorsun beni... Ne yapacağımı bilmiyorum ki... Kalmadı başka çarem...
Tutamadı kendini. Tekrar hıçkırıklarla ağlamaya başladı.
— Eyüp'e bile gittim, dedi, adaklar adadım. Büyücülere de... Sonunu getiremedi.
Boğulacak gibi hıçkınyordu...
— Seni seviyorum, anlıyor musun, seni seviyorum ben... Hiçbir şey umurumda
değil benim... Bir imza için mi bütün bunlar... Bir imza için mi? Yazık değil mi
bize? Yazık değil mi? Ne olursun, bitsin artık.
Şaşkın kaldı Kenan bir süre. Bir imza için mi? Tıpkı Rasim gibi düşünüyor.
— Kendine acı!.. Bana acımıyorsun, çocuğuna acımıyorsun...
Refiş gibi, annesi gibi... Neyi, nasıl anlatabilirim ben buna? Bitsin artık,
gerçekten bitsin artık. Ben nasıl dayanayım?.. Bitsin artık... Bir zil sesi ile
ayılır gibi oldular. Nermin fırladı çabucak toparlanmaya çalıştı.
— Kapıcıdır, dedi, eczaneye yollamıştım...
Ufacık, ıslak mendilini gözlerine bastırarak çıktı kapıdan. Zeynep de annesini
çağırıyordu ağlayarak. Koridorla kapıya koşan Nermin'in sesi duyuluyordu.
— Geliyorum birtanem, uyandın mı? Kapı çalınıyor.
içinden gülmek geliyordu Kenan'ın. Eşek kulağı, köpek pisliği filan yedirmiştir
bu kadın belki de bana, büyüyü bozmak için. Gülmesi kalıverdi birden; bir öğürtü
duydu içinde, yataktan firladı. Terlikleri bile takamamıştı ayağına, dar yetişti
lavaboya... Acı sular geliyordu ağzından. Üst üste öğürtülerle sarsılıyordu. Bir
süre sonra yan baygın banyonun kıyısına çöktü; lavaboya başım dayadı, kaldı
öylece. Kalkıp içeri gidecek gücü yoktu artık. Yaşlar akıyordu gözlerinden.
İçini çekti bir-iki, sessizce ağlamaya başladı. Kendi de bilmiyordu niye
ağladığım. Ağladığını bile bilmiyordu önce; sonradan anlamıştı. Utanca boğuldu
birden. Pis küçük-burjuva seni... Ağla, ağla; çıksın ne bok olduğun ortaya. Ağla
bakalım... Derinlerden telefon sesi gelinceye kadar ağlamakla ağlamamak arası
kaldı! Üçüncü çalışın sonlarına doğru telefon durmuştu; demek açtı Nermin...
Koşup alayım elinden. Yalvarırım Günsel'e. Kurtar beni, ne olursun kurtar!
Tuvaletin kapısı vuruluyordu. Şaşırdı, toparlandı:
— Ne var? dedi.
— Seni istiyorlar, dedi Nermin. Telefonda. Gelebilecek misin? Yüreği duracak
gibiydi... Beni mi istiyorlar?.. Bu durumda
mı?.. Şimdi ben nasıl? Eli ayağına dolanmış, ne diyeceğini bilemez olmuştu
birden.
— Kimmiş? diyebildi...
— Hasan Bey diye biri...
Hasan Bey mi?.. Kimmiş bu Hasan Bey? Aklına gelmiyordu bir türlü. Hasan Bey diye
bir tanıdığım yok benim... Ağlamışh-ğını örtme çabasıyla su vurdu yüzüne.
Havluyu acıdan çekinerek bastırırken ayılıverdi birden. Hasan Bey! Hasan be o,
eşşoğ-lueşşek! Bey olur mu o, budala. Bey senin baban, ağabeyin; pezevenk
ağabeyin var ya Ankara'da, o beydir. Bu Hasan... Gün-sePin ağbisi, sersem. Rasim
Bey vardır, karısı Refia Hanım, Ner-min Hanım. Eyüp'e git sen, büyücülere git.
Muska yazdır.
Acılarını unutmuş gibi fırladı, koridorda Nermin'le karşılaştı. Omzundaki
havluyla kuruluyormuş gibi yaparak yüzünü kapattı. Koştu, soluk soluğa aldı
telefonu.
— Buyrun, ben Kenan...
Bir sessizlik oldu önce, sonra Hasan'ın çekingen sesi duyuldu ağır ağır:
— Geçmiş olsun Kenan Bey... Ben Hasan... Rahatsız ettik sizi...
Ettik mi?.. Yalnız değil demek. Ne diyeceğini bilemedi bir an... Coşkuyla
konuşmaya başladı birden:
— Ne demek rahatsızlık? Çok çok sevindirdiniz beni ağbici-ğim, mudu ettiniz...
Sağ olun!..
Ağbi sözü kendiliğinden çıkıvermişti ağzından. Öyle rahat söylemişti ki. Hasan
çekingenliğini yenmiş gibi ekledi:
— Kazayı duymuş Günsel. Çok üzüldük... Tehlikeli bir şey yok inşallah...
Kenan bir şey diyemedi önce. Bir sessizlik oldu... Kaza mı?
— İyiyim, dedi yavaşça.
Şimdi iyiyim, yok önemli bir şey. Hasan durdu bir an, sonra çabucak:
— Bak, GünsePi veriyorum. İyilikler dilerim. Geçmiş olsun.
— Sağ olun... Çok çok...
Sözünü bitiremedi, Günsel'in sesini duydu.
— Kenan!
Sesi incecikti, titriyor gibiydi... Kenan heyecandan tıkanmıştı önce bir şey
diyemedi. Sonra toparladı kendini:
— İyiyim canım, dedi... Merak etme...
— Ne oldu? dedi Günsel.
Sustu bir an, sonra yüreklenmiş gibi konuşmaya başladı:
— Öyle kötü sözler etti ki Burak, deliye döndüm... Kızmadın değil mi böyle
açtığıma? Dargın değilsin bana değil mi? Na- 335 sil bir kaza? Ağır bir durum
yok ya? Doktora göründün mü?
Hiç durmadan konuşuyordu. Bütün acıları bitmişti Kenan'ın. Mutlulukla
kuşatılmıştı... Bir sessizlik oldu. Günsel karşılık bekliyordu sorularına.
— Konuş, dedi Kenan... Seni duymak istiyorum...
Yine bir sessizlik oldu. Ağbisinin yanında utanmıştı belki de!
— Çıkabilecek misin, dedi birden. Bugün çıkabilecek misin? Bu yüzle mi?.. Ne
diyeyim şimdi?
— Bir hafta dinlen dedi doktor. Anlatırım sonra. Seni ararım ben...
Günsel'in üzgün sesi duyuldu:
— Arayamazsın, dedi. O telefon kapalı şimdi. Hoca geziye çıktı. Oda kapalı. Bir
hafta mı? O kadar ağır yaran demek... Peki ben...
Sustu birden. Sonunu getirememişti sanki. Ağlıyor mu? Sen mi o, budala? Ne bakar
bu kadın böyle. Elinde ilaçlarla kapıda duran Nermin'i görmüştü. • — Ne var?
dedi.
Nermin şaşırdı, kekeler gibi:
— Hiç, dedi. İlaçlarını... Kenan sertçe kesti:
— Görüyorsun, konuşuyorum.
Çıplak, terliksiz ayaklarına baktı Kenan'ın, bir şey diyecek oldu, sonra yavaşça
dönüp koridorda uzaklaştı.
Kenan telefonu eliyle kapatma gereğini bile duymamıştı, Günsel sezinlemiş
olmalıydı.
— Ne var, ne oldun? diyordu.
— Yok bir şey, dedi Kenan. Merak etme beni canım. İyi olacağım. Ağır bir durum
yok. Bir şey atlattık işte. Çıkarsam kendim gelirim. Üzülme sakın. Bir şeyler
söyle haydi, duymak istiyorum.
Günsel titreyen sesiyle: 336 — Bekliyorum seni, dedi, sonra daha
yavaşlatarak fısıldar gibi ekledi:
— ... Bir tanem. Allahaısmarladık.
— Güle güle...
Telefon kapanmışa. Baku elindeki telefona, bırakırken yavaşça fısıldadı:
— ... Birtanem!
Öylece kaldı bir an. Kitaplığın camındaki yüzüne baktı. Pisti, çirkindi, kara
şişlerle biçimini yitirmişti; baş belasıydı bu yüz. Çıkamam böyle. Allah
kahretsin seni. iyiyim oysa ki. Koşa koşa gidebilirim şimdi. Burak'a telefon
etmek geldi içinden; ne diye yayıp duruyor kaza masalını. Aç da teşekkür et,
budala; kötü mü oldu? Öyle demeseydi Günsel'e... İçeri doğru yürüdü. Loş
koridora gelince ağrılar dikilivermişti sanki. Sağ gözü perdeli gibiydi, başında
bir ağırlık vardı, yürürken belinden sol kalçasına doğru bir sızı yayılıyordu.
Yatak odasına girdi, şaşkınlıkla durdu birden; Nermin ilaçlan ufak masa üstüne
yaymış, pamuk paketini açmış, gazlı bezleri hazırlıyordu. Soyunacağım bu kadının
önünde, o da yaralarımı saracak. Çırılçıplak...
— Kapıcıya söyle, eczaneden kalfayı çağırsın, dedi yavaşça... Nermin anlamadan
baktı, Kenan tamamladı,
— İğne de var yapılacak!
Önce karşı duracak, bir şeyler söyleyecek gibi baktı Nermin, sonra boşuna
olduğunu anlamış gibi baş eğdi; kapıdan üzgün çıkarken yavaşça:
— Ben yapardım, dedi. Yine sen bilirsin. Terliksiz dolaşma. O geceyi, sonraki
geceleri çok kötü geçirdi Kenan. Uyuya-
mıyordu. Uykuları çok çok yanm saatlik dalmalar oluyordu. Hem de uyku ilacı
alarak. İki gün sonra doktor bir daha uğramıştı. Yine konuşmadan bakmış,
yoklamış, cumaya, cumartesiye çıkarsınız demişti. İyi gelmiş ilaçlar,
gözkapağındaki şiş inmişti ya, göze oturmuş kan şimdi kıpkırmızı, daha belliydi.
Okuyamı-yordu. Gazeteleri bile şöyle bir gözden geçirebiliyordu, o kadar. Bir
gözcüye gitmek zorunlu. Cuma sabahı biraz düzelmiş buldu kendini. Sabaha karşı
iyice dalmış, üç dört saat, deliksiz uyumuştu; sızmıştı daha doğrusu. Acılan
geçti denecek kadar azalmıştı. İlaçlann etkisi ile olacak, bütün gövdesinde bir
gevşeme, kemiklerinde bile duyduğu tatlı bir eziklik, bir gerinme isteği,
günlerdir kızgınlıkla baktığı yatağı bile çekici yapmıştı. Ner-min'in kahvaltı
için yavaşça vurduğu kapıyı da açmadı; karşılık da vermedi. Uyumuyordu oysa ki.
İçerden ara sıra Zeynep'in sesi geliyordu. İyileşip kalkmış, koridorda
dolaşıyor, banyoya, tuvalete girip çıkıyordu. Birkaç kez yatak odasının
kapısından geçerken huysuzlandı; babasını görmek istedi. Sonunda bir sessizlik
çöktü eve. Okula gitmiş olmalıydı. Ara sıra çalan telefon sesi, kapı sesi evdeki
sessizliği daha da belirliyordu. Nermin mutfakta ya da salondaydı. Kenan olaylan
sıralamaya, çözüme varmaya kalkışü bir ara, beceremedi. Kafasının içindeki
dağınıklık şimdi uyuşukluk biçimini almış, hiçbir şeyi derinliğine inceleme,
irdeleme yeteneği bırakmamıştı. Varmadı üstüne; oluruna bıraktı. Durgun, gevşek
bir ortamda, odaya, tavana, duvarlara bakındı ağır ağır. Elbise dolabına,
tuvalet masasına, yatağa, yorgana, sonra dışan çıkardığı kollarına baktı. Sağ
bileğindeki plasteri çekip attı yavaşça, derin sıynğa baktı. Yeni tutmuş kabuğun
kıyısındaki kızıl et görünüyordu. Kavgada sallarken elini keskin bir şeye
çarpmıştı. Bıçak mıydı? Şişe, bardak, tabak kınğı belki. Bıçak filan yoktu.
Çatal vardı; çataldır. Onlann da durumu parlak değildi ya; benim kadar olmadı
hiçbiri. Sonunda hepsi mi yüklendi bana. Niye? Sana öyle geliyor; kimin kime
vurduğu belli miydi ki? Bir gülmek aldı birden; tutamıyordu kendini, gü-
lüyor, gülüyordu... Durumuna, kavganın biçimine, olan biten her şeye... Kapıdan
geçerken Nermin duyarsa, delirdiğimden hiç kuşkusu kalmaz artık! Ama o
Mustafa'nın yüzü, "Uy pen se-nun," derken sarhoşlukla kayıveren ağzı, gözleri,
oynayan, titreyen çenesi... Ben de vurdum onlara. Ağzının kıyısında kan vardı
Cemal'in de, Hüseyin'in de, Maraşlı'nın da... Kadir değil 338 miydi adı? Ona
Mustafa vurdu en çok. Bir de Süleyman Da-yı'ya... Bir daha gitsem mi? Öldürürler
mi, ne ederler ki? Hiçbir şey de yapamazlar. Dostluk böyle kurulur belki de! Git
işine be!.. Yine bir acı çöktü içine; büyümeye başladı. Nesini seviyorum ben bu
adamların? Apayrıyım onlardan. En yaklaştığım, en iç içe olduğumu sandığım anda
bile öyle yabancı, öyle uzak, küçük bir bahane ile de kanlı bıçaklı düşman!
Düşman değilim. Onlar sana düşman! Süleyman Dayı girmeseydi araya öldürmüşlerdi
seni. Öyle engeller yığmışlar ki aramıza, nasıl aşacağız! Nasıl aşacağım? Nasıl
aşarım? Bir bezginlik bütün ilişkilerini sinsice kemirmeye başladı; kısa süre
sonra da yapayalnız, karanlıklar içinde buldu kendini. Günsel de yoktu orada!
Tek başınaydı. Kalkmak istedi yataktan, kalkamadı. Biraz sonra iyice yitirmişti
bütün direncini. Kalkmak da istemiyordu artık. Başkaldırma gereğini de
duymuyordu. Hiçbir şey istemiyordu. Hiç, hiçbir şey... Günsel'i de ... Yok ki
Günsel! Uyudum belki de. Şimdi uykudayım. Düş filan da görülmeyen dupduru bir
uyku işte. Ölüm uykusu! Çok ötelerde, birileri mi var ne; Cemaller, Hü-seyinler,
Kadirler var. Günsel var, Hasan, Baba... Bembeyaz saçları. Giremezler buraya.
Girmesinler, girmesinler; üşüyüveririm sonra. Kımıldamasın durgun su. Balıklar
da dolaşmasın. Yok balık filan. Kırmızı balık, yosun, bitkiler filan yok.
Köpekbalıklan da yok; ne istiridye, ne canavar balıklar... Su durgun... Durgun,
karanlık. Kımıldamasın. Ne güzel; boğulup gitmişim. Sessizce... Ayaklarım da
yüzüp duruyor derinlerde. Bu başım ne güzel kurtulmuş, suların altında, boğuk,
batık. Ötelerden seslerle bir titreşim başladı önce, kaynaşmaya dönüşüverdi
birden...
Zorla doğruldu, dinlemeye başladı. Nermin koridorda birini önlemeye, göğüslemeye
çalışıyor gibiydi. Kısık, titrek sesi, kalın, çatlak bir erkek sesine
karışıyordu. Pansumana mı geldi adam? Değil, o böyle değil. Nedensiz bir korku
düştü içine. İçerdeki sesler uzaklaşmış, sertçe bir kapı kapanması ile de
bitivermişti. Salonun kapısı... Korku gittikçe yoğunlaşıyordu. Yatakta oturup
kaldı bir süre. Sonra bir utançla yeniverdi korkuyu. Yataktan indi. Önce
pijamayı çıkarıp giyinmek geldi içinden. Vazgeçti; biraz daha beklese korku
yeniden üste çıkacaktı sanki. Korkunun bastırmasından korkarak çabucak yürüdü.
Koridorda ağır ağır yaklaşırken salondaki sesleri dinledi bir süre. Benzetemedi.
Ra-sim hiç değil! Ankarada'ymış... Pijamayla kimsenin yanına çıkmazdı ya, sesler
birbirine karışıp da Nermin kızgınlıkla kısılmış bağırmasını duyunca duramadı
daha.
— O kadar! Görmek istemiyor seni.
Öyle görmek istiyorum ki... Kapıyı açıverdi. Önce tanımadı. Kahverengi
giysileri, yeşile çalan kravatı, biryantinli pırıl pırıl saçları... Koltuğun
koluna ilişmiş, yan ayakta duran kumral, yakışıklı bir adam. Kapı açılıp da
Kenan girince yavaşça kalktı. Soğuk bir gülümseme vardı yüzünde. İnce dudakları
alaylı bir kımıldadı.
— Merhaba Kenan Bey!
Tanıyacağım bu adamı ya? Tamam. Selim'di. Nermin'in ağ-bisi. Ne yapacağını, ne
diyeceğini bilmeden bir süre kaldı Kenan. Sonra aynı kararsızlıkla bir-iki adım
attı. Nermin de soluğu kesilmiş gibi bakıyordu; apaktı yüzü. Sinirden, kötü
şeyler olacağını sezinlemekten belki.
— Merhaba, dedi Kenan.
Yakında bulduğu bir sandalyeye oturdu yavaşça.
— Hoş geldiniz! Otursanıza. Buyrun.
Selim pek de ummadığı bir şeyle karşılaşmanın şaşkınlığını geçiştiriverdi,
koluna iliştiği koltuğa oturdu. Nermin'di asıl şaşkın olan. Hem biraz
rahadamıştı sanki, hem tedirgindi.
— Geçmiş olsun, dedi Selim. Kaza geçirmişsiniz, işyerinize telefon etmiştim.
Bir uğrayayım dedim.
Durdu, Nermin'e baktı şöyle bir, biraz da alaylı gibi... Hep alaylı gibi
bakıyordu ya... Bu kız karşı koymaya kalktı sizi görmeme demek ister gibiydi.
Kenan da baktı Nermin'e; bir acıma duydu. Ağbisinin durumu Nermin'i bir aşağılık
duygusu ile ezi-340 y°rdu sanki. Utançla gözlerini kaçınyordu Kenan'dan. Kısa
bir sessizlikten sonra deminki sözlerini bağlayıverdi Selim:
— Nasıl oldu?
Kenan geçiştirmek ister gibi başını salladı yavaşça,
— Önemli değil dedi. Geçti.
Yine bir sessizlik çökmüştü. Kız oldu dedikleri... Selim bozdu sessizliği.
İstediği biçimde ilişki kurmanın yolunu arar gibi doğruldu koltukta.
— Kusura bakmayın Kenan Bey, dedi. Sizinle bazı şeyleri konuşmaya geldim ben.
Hastasınız, sizi yormayalım. İsterseniz başka bir gün geleyim.
Sözünü bitirmemiş biçimde vurgulamıştı. Kenan bir süre baktı, ne diyeceğini
bilemiyordu. Selim tamamladı hemen:
— ... İsterseniz dışarda buluşalım. Çağrılım olun bir akşam. Hem bir şeyler
yer, hem konuşuruz.
Kenan kesti yavaşça:
— Eksik olmayın, dedi. İyiyim ben. Buyrun konuşalım şimdi. Nedir?
Sonra Nermin'e döndü:
— Kahve yapsana ağbine.
Nermin sapsarıydı. Bir şey diyecek gibi yaptı, kalmadı, yavaşça teşekkür etti
Selim; içmezmiş. Daha bir yüreklenmiş gibiydi Selim; buzlan kırmıştı. Artık yol
almaya hazırlanırcasına yaslandı koltuğuna, ayak ayak üstüne attı. Kenan
yakınındaki sehpayı
göstererek;
— Sigara buyrun, dedi, Selim'e...
— Sağ olun. Burdan yakayım ben...
Cebinden bir Amerikan sigarası çıkardı, Kenan'a da uzattı, almadı Kenan. Göze
batıcı parlak bir çakmakla yaktı sigarasını, sonra yine yaslandı...
— Bakın Kenan Bey, dedi. Anlaşmaya geldim buraya ben. Akıllıca anlaşmaya.
Kavgaya değil. Bunlar sevmez beni. Bilirsiniz bizim aileyi. Sizinle doğru dürüst
konuşmuşluğumuz yok. Beni daha çok bunların tanıttığı biçimde tanımanız da
doğal. Belki de haklılar. Ben de az edepsizlikler etmedim. Gençtim,
dayanaksızdım.
Bir soluk çekti sigarasından, dalgın baktı.
— Asıl suçlu rahmetli peder belki de. Sevdirmedi birbirimizi; düşman etti,
parçaladı bizi. Neyse... Yine de Allah rahmet eylesin diyelim. Bütün suç yalnız
babamda da değil doğal ki... Annem iyi kadındır belki ya, çocuklarına karşı
görevini doğru dürüst...
— Annemin adını ağzına alamazsın bu biçimde sen. Nermin sağlıksız bir çığlık
gibi sözünü kesivermişti adamın.
Bir sessizlik çökmesine bile bırakmadan aynı hırçınlıkla sürdürdü:
— Layık evlat değilsin o anneye... O annenin senin için yaptıklarını
bilmeyenlere dök bu dilleri. Ne nankör olduğunu...
— Rica ederim bırak...
Kenan'ın tersler gibi bağırması Nermin'in sürdürmesini önlemişti. Bir sessizlik
oldu. Nermin'in sinirli soluması duyuluyordu. Selim hiç aldırmamış, duymamış
gibiydi. Sigarasını çekiyordu ağır ağır. Yüzünde hep o alaylı gülümseme. Kenan
döndü:
Kenan göz göze gelmekten kaçıyor gibi bakışlarını kaydırdı, başını çevirdi,
öylece baktı, sonra:
— Meyhanede, dedi yavaşça.
— Meyhanede mi? Kimlerle?
Kenan tamamlamakta güçlük çekiyordu, daha da çekingen bir sesle:
— Yabancılar, diyebildi.
Günsel yavaşça kalkıp yanına oturdu Kenan'ın. Demin tuttuğu elini, avuçlarında
sıkıp okşamaya başladı iyice.
— Nasıl yabancılar? dedi. Amerikalılar mı?
— Amerikalılar!
Kenan, yüzünün görünmesinden korkar gibi başını iyice çevirdi. GünsePin
avuçlarında sımsıkı tuttuğu elini de çekmek istedi. Günsel daha sıkı tuttu
elini, sokuldu Kenan'a.
— Anlatsana, dedi. Niye duruyorsun?
Kenan tedirginlikle kımıldadı, yutkunur gibi durdu, önüne baktı.
— Ne var anlatacak? dedi yavaşça. Çok sarhoştum. Ne olduğunu bile çıkaramıyorum
doğru dürüst. Senden ayrıldıktan sonra çok içtim...
Bir sessizlik oldu. Günsel başını önüne eğmiş, suçlu suçlu duran Kenan'a
sımsıcak bir gülümsemeyle bakmaya başlamıştı. Ta içinde dolup taşan bir şeyler
vardı. Okşadığı elini alıp dudaklarına götürdü. Her zaman yaptığı gibi yüzüne
sürdü yavaşça. Artık Kenan'ı bekliyordu. — Hangi meyhanedeydin?
Kenan karşılık vermekten acı duyuyordu besbelli. Günsel dö-vülmüşlüğün getirdiği
bir duyguya yordu bunu. Kenan'ı çekti yavaşça, kollanm boynuna doladı ağır ağır;
uzandı, gözkapağından alnına doğru yürüyen bir yara izini öptü. Kenan ne
edeceğini bilmez gibi kalmıştı. Günsel şaşırdı. Yanlış bir şey mi yaptım? Niye
sımsıkı sarılıvermiyor bana... Bir oyun mu yoksa bu? Kenan acılı bir şeyden
kaçar gibi ayağa fırladı. Günsel de çekilmişti. İrkilir gibi olmuştu birden.
Kenan soluyarak kaldı bir süre, ağır ağır yaklaştı Günsel'e yüzündeki çöküntüyü
göstermekten çekinmeden,
— Yalan söylüyorum sana, dedi. Amerikalılar filan yalan. Anlamıyormuş gibi
bakakalan GünseFe biraz daha sokuldu.
— İşçiler, işçiler dövdü beni. Anladın mı şimdi?
Bir şeyler sezinler gibi oldu Günsel, çözüme varmaktan uzaktı.
— Nerde gördün işçileri? dedi.
428 — Aralarına gittim. Zeytinburnu'na...
Sonunu getiremiyor gibi oturdu Günsel'in yanına, demin yaptığı gibi gözlerini
yere dikip kaldı. Günsel sevgiyle, biraz da acılıkla gülümsedi. Kenan önce göz
ucuyla yoklar gibi baktı, sonra alınganlıkla döndü Günsel'e. Üzgün, kırık dökük:
— Gülüncüm değil mi? dedi. Her şeyimle gülüncüm. Günsel aynı sevgi dolu
gülümsemeyle uzandı, elini aldı, sım-
sıcacık avuçlarında sıktı. Söyleceği şeyi bulamamış gibiydi.
— Gülünç de olur insan, dedi. Ne yapalım?
Sonra Kenan'ı kırmaktan çekiniyormuş gibi bastırmadan ekledi:
— Dayak da yenir.
Bir sessizlik oldu önce. Kenan, Günsel'in sözlerini sindirmek, iyice anlamına
varmak içinmiş gibi önüne baktı bir süre, sonra döndü. Günsel sevgi dolu
gülümsemesini yumuşacık bir şakaya dönüştürdü birden.
— İyi etmişler, dedi. Ellerine sağlık. Kötü bir şey yapar mı onlar?
Kenan birden uzandı, sımsıkı kucakladı Günsel'i. Kenan öpmeye çalıştıkça, Günsel
başını arkaya atıyor, kaçınyor, gülüyordu.
— Bırak azıcık konuşalım. Nasıl dövdüler?
Kenan boynunu, göğsünü, çenesini, yüzünü öpücüklerle donatmaya başlamıştı.
İnliyor gibiydi.
— Bir tanem benim... Deli gibi seviyorum... Ne olursun... Ne olursun... Benim
birtanem...
Gülüyor,
— Dur, diyordu Günsel. Dur... Nasıl dövdüler onu anlat.
— Canım benim, her şeyim benim. Bağışla beni, ne olursun bağışla beni. Deliyim
ben. Aptalım. Ayrılmayalım burdan. Bırakma beni! Ne olursun!
Kenan öpücüklerle yatağa uzauvermişti kıkır kıkır gülen kızı. Bir bahar
coşkusunda arınır gibi gülüyor, gülüyordu Günsel. Gözleri yaşarmıştı. Gülmesi
kesildi yavaşça. Sımsıcak isteğe battı birden. Kenan'ı kollarıyla kuşattı. Hay
Allah, bu adam!.. İşçiler de dövmüş... Neyim diye tanıyatım bu adamı?..
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Bunca acılar birikir de bir yere varılmadan olur mu?..
1960'ın Nisan'ına da varıldı, iyiden iyiye sallanıyordu Türkiye. Taa derinlerden
geliyordu titreyiş. Muhalefet, partilerden, parlamentodan çoktan taşmıştı,
yığınlardaydı. Uzak yol kamyon şoförlerinin, dolmuşçuların ağzındaydı kenderde;
ana avrat söv-gülerindeydi. Şoförün ağzına düştün mü Türkiye'de bittin. Türkü
etmişti herif cezaevinde candarma kulübesine karşı: Avrat dedin mi, Hamiyet
Yüceses, oğlan istersen Adnan Menderes!.. Halkçı mısın, Demokrat mısın? Görünen
buydu. Başka şey de görülsün istemiyorlardı ya, kötü kapışmışlardı. Bastırdıkça
bastırıyor Demokratlar. CHP milyoneri Vehbi Koç'u kırk yıllık partisinden
ayırdılar. Tanrı şaşırtmasın!.. Yasalar uygulanmıyor-muş, asıl nedeni buymuş
derdin; partizanlık sarmış her yanı. İspat hakkı, çifte meclis, bir de özgürlük
diyordu muhalefet. Mart sonunda, Kayseri'de, Yeşilhisar'da, vilayete zorla
girdiler diye
CHP'liler üstüne ateş açıldı, 17 kişi yaralandı. Mart ayı bütün dertlerini
bırakıp Ramazan Bayramı ile çekip gitti. 2 Nisan'da İnönü Kayseri'ye vardı.
Trenini Himmetdede'de durdurdular. Olay büyüdü. Bir sürü kavga, gürültü... Üç
saat sonra yolu açtılar. Kayseri'ye girebildi İnönü. Ertesi günü yapılacak
Kayseri CHP İl Kongresi'ni yasakladılar. İnönü, Yeşilhisar yoluyla Ankara'ya
dönecekti. İncesu'da dokuz saat bekletildi İnönü. Sonunda kente sokmadılar.
Yeşilhisar yolundan Ankara'ya döndü. Ordu da için için kaynıyor, diyenler vardı
ya, söyleyenin de, dinleyenin de inanacağı gelmiyordu pek. Fısıltı gazetesi
başladı mı millette laf mı eksik?.. Yalnız, Kayseri olaylarında, ordunun
politikaya karıştırılmasından üzüntüye düşen bir kurmay albayla bir kurmay
binbaşının emekli edildiğini yazdı gazeteler. Daha ocakta Menderes, muhalefetin
zorbalık yoluna saptığını, dünyayı başlarına yıkacağını söylüyordu. CHP 11
gensoru önergesi vermiş, hemen hepsi geri çevrilmişti. "Gideceksiniz," diyordu
İnönü. Nasıl gideceklerdi?..
XIX
Mutluluk buysa, mutluydu Kenan. Gelip bazı geceler odasında sabahlamaktan,
sabaha da çoğu kez Zeynep'i bile görmeden çekip gitmekten başka ilişiği
kalmamıştı evle, Ner-min'le. Haftanın en az yarısı, geceleri Teşvikiye'de
GünsePle, kimi de Günsel'siz geçiriyordu. Zeynep'e karşı da bir soğukluk vardı
içinde. Bir sabah gelip kahvaltıda sarılmıştı Kenan'a. O da kucaklayıp öpmüştü
ya, sevimli komşu çocuğunu öper gibi. Yine de bir burkulma duydu yüreğinde.
Zeynep'in de eski sıcaklığı kalmamıştı, bir şeyler sezinliyordu; belki
sezinlemekten de öte, kavramıştı olup bitenleri. Nermin'in söylemiş olacağını
sanmıyordu. Düzeni korumak kadar, annesinin, Zeynep'in düşlerini de
korumak göreviydi onun. Rasim'le de iş ilişkileri ilerliyor olmalıydı. Pek
bilmiyor, öğrenmek de istemiyordu ya, ara sıra kulağına çarpan
telefonlaşmalardan, Rasim'le salona çekilip bir şeyler konuşmalarından
çıkarıyordu.
Ne bok yerlerse yesinler!.. Bana açmasınlar da... Öğrenmekten korkuyordu olup
bitenleri. Sürekli kaçış içindeydi. Mutluluğumuza saldıracaklar, izin vermemek
gerek sokulmalarına. Gün-sePle oldu mu yürekliydi, her işin üstesinden gelecek
güçteydi. Öyle doğru yargılara varıyordu ki olayları değerlendirirken, gittikçe
artan saygı ile dinliyordu Günsel de. Tıpkı ağabeyini, 436 Hasan'ı dinlediği
gibi. Atma!.. Daha o kadar değil ya, olacak. Hasan'ın verdiği büyük savaş,
geçirdiği acı deneyler nerde, sen nerde?... Bunları ayıramayacak kadar kör mü bu
kız? Sonra, o işçi. Gel de bozulma bu işçi, aydın ayrımına... İşçiymiş... Benim
de kafam çalışıyor, okuduk bunca yıl. Bilinç sınıftan daha mı az önemli?..
Bilinci sınıftan ayırmaya mı kalkıyorsun?.. Peki ne oldu o okudukların?..
Amaaan!.. Günsel'den ayrılıp da eve girdin mi birer ikişer ortaya çıkan,
depreşen kuruntular, korkular, kuşkular hangi bilincinden geliyor? Bu yıkılası
evden. Ne olacak, nereye varacak bu iş?... Daktiloya çekilmiş bir kitap
getirmişti Günsel bir gün. içerde çevrilmiş bir ekonomi - politik. Birkaç
haftalığına tütüncülerden (eski devrimci tütün işçilerine öyle diyorlardı)
almış, okuyup geri vereceklermiş. Çoğaltsak da bize de kalsa demişti Kenan. Bu
kadar kısa sürede olacak şey değildi. İkisi de çabuk yazamıyordu makinede.
Nermin çok çabuk yazar demişti Kenan söz arası; öylece çıkı-vermişti ağzından.
Birden toparlanmış, alındı mı gibisine yan gözle yoklamıştı Günsel'i, hiç oralı
değildi o. Umutlanmıştı bile:
— Yaptırabilirsen ne iyi. Ancak şakaya gelmez. Çok su kaldırır bu iş. Yanmam da,
pisi pisine içeri tıkılmak kötü.
O günden beri kafasına takılıyordu Kenan'ın. Ele verir mi Nermin? O kadar da
değil. Niye değilmiş? Şimdi kalkıştığı işlerin hangisini yakıştırdın bu kadına?
Rasim'e söyler, o ele verir. O kalın kaşlı polis de uyumuyor ya, geel, diyecek,
nerde kaldın bunca yıl? İki tokada da kurtulamazsın. Tırnak söküyorlarmış.
Falaka en azı. Yüreksiz herif. Öyle yürekliyim ki... Günsel de
övünecek benimle. Zeynep de... At bakalım... Düşle parlak işleri!.. Hem ne
yapıyoruz ki? Bir şeyler yapacağız nasıl olsa. İki satır yazı yazanları bile
tıkıyorlar içeri. Geçen hafta iki gazeteci daha hüküm giydi Ankara'da. Beyhan
Cenkçi, Oktay Verel. Yazı yazmışlar. Ahmet Emin bile içerde be!.. "Şu bizim
dönme dolap Ahmet Emin... Vatanı beş kuruşa satmadadır." Neyzen yazmış derlerdi.
Dönme dolap da kodeste. Vatan satıcıları da anla- 437 şamıyorlar demek.
Hangisi çok fiyat kırdı ki? Herkesin fiyatını ne güzel açıklıyor şu ekonomi-
politik. Fiyatlar gizli kalsın diye yasaklıyorlar demek. El altında, çevrilmiş
başka kitaplar da varmış, onlan da getirecekmiş Günsel. Bir felsefe kitabı
filan... Adlarını duyduğu şeylerdi çoğu Kenan'ın. Günsel hepsini okumuştu.
Kenan'a yardımcı oluyordu takıldığı yerlerde. Emperyalizm bölümünü de birlikte
okuyacaklardı bu cumartesi öğleden sonra. Günsel belki yeni kitaplar da
getirecekti. Yaman bir hafta sonu, pazartesi sabahına kadar. Cumartesi bir toz
bulutu kaplamıştı bütün İstanbul'u. Çamur yağıyordu sanki. Doğal olmayan bir
şeydi, alışılmamış. Radyo uçak seferlerinin kaldırıldığını, toz bulutunun bütün
Marmara bölgesini kapladığını bildirdi. Pencereye yaklaştı Kenan, pis, kirli,
boz bulanık her şey. Oda karanlık. İrin gibi bir hava. Bu ne biçim İstanbul?
Kuruntular yaratıyor insanda. Kötü bir şey mi getirecek? Depremden kötü. Kapı
vuruluyordu.
— Ne var?..
Nermin'di. Rasim gelmiş, biraz konuşmak istiyormuş onunla. Tamam, Rasim gelir
işte!.. Şubat ayında Fransızlar atom patlatmıştı Büyük Sahra'da. Onun
döküntüleri olmasın?.. Yandık be... Bir gün bütün yeryüzü Hiroşima!.. Haritadan
siliniriz demişti Baba. Başka nasıl arınır pislik?.. Ne konuşacağım bu Ra-
sim'le?.. Rasim kahve içiyordu salonda. Nermin gelmemişti yanlarına,
ikisiydiler.
— Çıkacağım, dedi Kenan, çabuk söyle ne söyleyeceksen?.. Rasim kahvesinin son
yudumunu aldı, fincanı bırakırken:
— Ne o? dedi. Sabahtan mı buluşacaktınız Günsel Ha-
nım'la?
Öylece kalıvermişti Kenan. Demek... Vay namussuz herifi.. Peki nerden öğrendi?
Nermin de biliyor öyleyse. Rasim sigara yakarken, aklından geçeni anlamış gibi,
koridoru işaretle, yavaş sesle;
— Aptallık etme ulan, söyler miyim? dedi.
Sonra içine çekti dumanı şöyle bir üfleyip baktı Kenan'a.
— Arkadaşınım ben senin, düşmanın değil. Bir türlü anlaya-madın şunu
hıyarağası!..
Toparlanmıştı Kenan. Bir şeyler isteyecek. Şantajla başladı köpek. Nerden
öğrendi Günsel'i? Çok mu zor? Hele böyle bir tilki için. Herifin evinde
kalıyorsun be!.. Tilkilik neresinde? Polisten belki de...
— Bu muydu söyleyeceğin?..
— Ne söyledim ki?., dedi Rasim. Bana ne senin metresinden?
Kenan deli gibi fırlayacaktı birden, güç tuttu kendini. Titrek,
kısık bir sesle:
— Sıçarım ağzına, doğru konuş, dedi.
Rasim de şaşırmıştı. Böyle bir tepki beklemiyordu belli ki. Ne demişti ki? Baktı
öylece, şakaya gelir yanı yoktu Kenan'ın. Bilgiç, sinirli bir gülümseme ile:
— Yazık, dedi. Sen iyice keçileri kaçırmışsın oğlum.
Fırlayıp en ağır küfürleri yağdırmak geliyordu Kenan'ın içinden, sille tokat
girişmek pezevengin oğluna. Ağzını, burnunu kır herifin. Arkıdaşımmış. Değil
mi?.. Peki evi kim verdi sana? Alıverirse elinden ne yaparsın Günsel'le?
Boğulacak gibi oldu birden, bir ağırlık vardı göğsünde, içgüdüsel biçimde
kalktı, gitti, masadan bir sigara alıp yaktı. Senin gibi arkadaşın... Rasim
öylece bakıyordu. Bir soluk çekti içine Kenan, sonra ağır ağır pencereye
giderken:
— Arkadaş dediğin yardımcı olur, dedi. Senin gibi...
Sonunu getirememiş gibi sustu. Rasim yavaşça: — Söyletme beni, dedi, yardımcın
olmasam çoktan yok olmuştun sen.
Sokaktan gelip geçenlere bakıyordu Kenan. Boz bulanıktı Rasim'in Citroen'i.
Karşı apartmana giren bakkalın çırağı, kapıcının karısı, çocuğu, köşeyi dönen
bir satıcı, pencerede çirkin bir kız, her yanı kaplayan pis bulut... Herife bak,
bana yardımcı olmuş. Kocakarının arsasını sövüşlemekten ne haber?. Şimdi surda
Selim olsa da bir kapışsanız. Arsa yoluyla sırtımızdan devleti nasıl
kazıkladığını bir anlatsa o puşt, sen de...
— Otur şuraya da iki laf edelim, benim de işim var. Döndü, yaklaşıp karşısına
ilişti Rasim'in. Önüne bakarak sigarasını çekiyor, bekliyordu.
— Selim'in masalları etkilemiş seni. Nermin'le... Kenan sertçe kesti:
— Kimsenin masalı umrumda değil benim. Selim'inden de, Nermin'inden de başlatma
sabah sabah. Benden ne istiyorsanız onu söyle.
Kendini tutuyordu ya, Rasim de bozulacak gibiydi. Sigarayı tablaya bastıran
parmaklarında hafif titreme gördü Kenan. Ya evinden atarsa bizi?..
— Peki söyleyeyim. Yalnız şu şımarıklığı kes artık sen de. Bir sessizlik oldu.
Buz gibi bakıştılar kısa bir süre. Yavaşça
başını çevirdi Kenan. Rasim aynı soğuklukla ağır ağır:
— Bir-iki kâğıt imzalayacaksın, dedi. Nermin'e.
— Ne kâğıdı?
— İşleri yürütebilmesi için, kocası izin vermeden olmuyor. Yasalar böyle.
Ne diyeceğini bilemeden bir süre kaldı Kenan. Durumdan yararlanma geldi içinden.
— Ayrılacağız nasıl olsa. Uzatmasın da ikimiz de kurtulalım.
— Orasını bilmem, dedi Rasim. Hem o uzun iş. İmza tezden...
— imzalamazsam?
Söz ağzından kaçıvermişti sanki. Yavaş yavaş bir korku sarıyordu içini,
imzalamazsan evden ...tirir gidersiniz siz de! Ne yaparım? Yalvarır mıyım bu
herife? Rasim sessiz kaldı bir süre, sonra:
— Bende de sabır bırakmayacaksın sonunda, dedi.
Daha soğuk bir sessizlik çöktü birden. Ne yapacağını, ne diyeceğini bilemiyordu
Kenan. Kalkıp gitse mi? Yoksa... Yavaşça aldı Rasim:
— Biçimsel bir şey bu, o ki sen istemiyorsun, bırak da kızı istediği yolda
yürüsün. Sana ne onun işinden? Hani kadınlar özgürdü?..
Bayağı doğru söylüyor. Hay Allah...
— Şimdiye kadar ne yaptınız? Benim imzam olmadan yürüttünüz pek iyi...
Rasim suratını ekşitti.
— Hem ilgilenmiyorsun, hem de meraktan kurtulamıyorsun galiba. Ne yaptıysak
yaptık. Şimdi imzan gerek, o kadar.
Kenan kalktı birden:
— Şöyle bir kâğıt imzalarım, toptan... Kadın özgürlüğüne inandığım için
nikâhlım olan bu kadının yapacağı hiçbir işte benden izin istemesine gerek
olmadığını...
Rasim soğuk güldü, Kenan aynı soğuklukla baku.
— Recai ile konuş istersen. Başka bir türlü imza vermem. Recai, Rasim'in
avukatıydı, Kenan'ın da işlerine bakardı. Rasim aynı soğuk gülüşle:
— Olur, dedi, hamamın namusunu kurtarırız. Sonra yumuşamış gibi ekledi:
— Otur biraz. Bak ne iyi haberlerim var sana!
İyi haberler mi? Ne iyi haber olur bu herifte? Kenan ilişti koltuğa. Rasim
birden değişivermişti yine.
— Sana göre iyi, dedi.
Bir sigara yakarken tamamladı:
— Pezevenkler!..,
Kenan şaşkınlıkla bakıyordu. Kim pezevenkler? Bana göre iyi!-
— Seninki Moskova'ya gidiyor. Bir şey anlamıyordu Kenan.
— Kim benimki?..
— Adnan Bey, dedi.
Adnan Bey mi? Moskova'ya mı? Haa, Adnan Menderes... Nerden benimki oluyor?
Gerçekten önemli haber. Balondur...
— Moskova'ya gidince niye iyi oluyor benim için?.. Rasim bastırır gibi:
— E, yakın düşersiniz ne de olsa!., dedi.
Kenan kızgın baktı bir süre. Rasim seviniyordu sanki onun bu kızmasına.
— Onlar ne cehenneme gitse sizin için iyi olur. Hiçbir yerde yakın düşmez
bize...
Rasim daha da sevinmiş gibiydi.
— Ha şunu bilin, dedi birden. Düş payınız bile yok bu ülkede, hem hiçbir konuda.
Rasim'in alaylı gülümsemesi altında bir süre daha geçti öylece. Kenan'ın nasıl
olsa bir şeyler diyeceğini biliyor, bekliyordu sanki.
— Nerden çıktı bu şimdi? Gazetelerde bir şey yok.
— Bombası patlar yakında. Gizli tutuluyor.
— Sen nerden duydun?..
Ne sorup duruyorsun bu hergeleye? Kasılmasına bak şunun.
— Haber doğru, dedi Rasim. Doğru da, bakalım nereye varacaklar?.. Kötü
gidiyorlar.
Dilinin altında bir şey var bu herifin. Atıyor belki de... Bayılır böyle
oyunlara. Ankara'dan!.. Öğrenmesine öğrenir de... Nasıl öğrenir bu kadar
gizliyse?.. Bu herifte bir bokluk var ya... Nermin girdi içeri, kolundaki saate
bakıyordu. Rasim'e yaklaştı.
— Anneme telefon açayım mı? dedi. Bekliyor kadıncağız.
Rasim bir şey dememişti daha, Kenan kalktı hemen, tek söz etmeden, kaçar gibi
çıkıp çekti sokak kapısını. Rasim'le Nermin şaşkın bakmışlardı ardından.
Sokaktaki irin gibi tozlu hava bile iç açıcı, tatlı gelmişti Kenan'a. Anası,
danası buluşup yesinler ne bok yiyeceklerse. Kursunlar ortaklıklarını,
soysunlar. Şimdi Rasim, Nermin'e anlatır, imza işi oldu, verecek. Rasim'le
Nermin 442 Şimdi... Bir duygu belirmeye başladı içinde. Evde kimse yok başka.
Rasim'le Nermin... Gülecek gibi oldu. Hiç aklına gelmeyen bir şeydi bu. Öylesine
doğaldı ki Nermin'in kendisine bağlılığı. Hıyarağası... Hay Allah, bir de bunu
mu düşünelim? Ne bok yerlerse yesinler. Birden dönsem mi eve? Ne yapacaksın ya-
kalasan? Aldırmazlık edemiyorsun. E karın. Yapmaz Nermin, nasıl yapabilir? Sana
ne be! Hem ayrılacaksın, hem de bilmem nesine karışırsın. Bırak olsun, belki
daha iyi... Nesi iyi? Boynuzlu olmak mı?.. Hem de o Rasim puştuyla... Başkasıyla
olsa?.. Aşağılık küçük-burjuva seni. Anlat bunları Günsel'e. Günsel'i niye
söylemez Rasim, Nermin'e? Arkadaşınmış da... Belki de her şeyi biliyor Nermin
de. İkisi birlikte oynuyorlar. Şimdi yatak odasında. Zeynep'in odasında belki.
Ahlaksız herifin birisin sen aslında. Bütün düşüncen o iş. Al sana melodram!..
Vodvil bu. Karı, koca, âşık, bir de genç kız, bir de ufacık yavruları... Tüüü
Allah kahretsin, düştükçe düşüyor insan. Bu pis hava daha da karartıyor. Demek
atom patlayınca... Dolmuşta, yol boyu karışık duygular esip durdu kafasında.
İşyerine geldiğinde on biri geçiyordu. Burak kitap gösteriyordu birilerine.
Selam verip yukarı çıktı. Bir-iki telefona takıldı gözü, evi bir açsam mı?.. Ne
olacak açacaksın da?.. Telefon açılmakta gecikirse, anlayacaksın ki... Belli
olur mu hiç? Nermin'in sesinin tonundan?.. Telefon zırlamaya başladı. Birden hop
etti yüreği. İrkilerek uzandı. Günsel'di.
— Baba ağır hastaymış Kenancığım, dedi. Handan'ı götüreceğim ben, sen doğru
oraya gel istersen. Duruma göre kararlaştırırız orda. Olmaz mı?..
— Peki. Günsel bir durakladı; bir şeyler sezinlemiş gibiydi.
— Sen nasılsın akşamdan beri?
— İyiyim.
—1 Bir tuhaf geliyor sesin, yeni bir şey mi var?..
— Yoo, hiçbir şey yok.
— Hasta filan değilsin ya?..
— İyiyim canım, nerden çıkarıyorsun?..
— Haydi öperim. Hava ne pis değil mi?.. Belki de ondan. İçini karartıyor
insanın. Hoşça kal.
— Güle güle.
Kapattı telefonu. Niye Günsel'di? Niye Nermin değildi... demek istiyorsun. Daha
neler. İçindeki sıkıntı artmıştı. Hastalık çıktı bir de, ne güzel kapanacaktık
odamıza... Bencil herif! Senin keyfinden başka önemli ne var ki?.. Sevgin,
saygın Baha'ya, boş hepsi. Sımsıcak değil mi Günsel'in eti? Taş gibi.
Avuçlarında, dudaklarında. Sonra hemen o boşalım öncesinde yüzünde sıcak soluğu
ile içini çekerken... Biz Günsel'le bu hafta ekonomik - politik... Şimdi Nermin
de Rasim'le... Kalkıp bir lokantaya gideyim en iyisi. Sabah da bir şey yemedim.
Baha'nın evini nasıl bulacağım? Bir kez gittik Günsel'le, çıkarabilir miyim? Bu
hastalık da nerden şimdi? Bu pis hava... Ekono-mi-politik... Rasim, Nermin'i...
Emperyalizm... Ben gidiyorum oğlum Burak, ne yaparsan yap. Öğlenden sonra da
yokum. Çıktı. Sirkeci'ye indi, Konyalı'ya yürüdü. İştah mı bırakır insanda bu
pis hava? Dalalım bakalım. Bir sürü herif, bir sürü karı, eşşekler gibi yesinler
ancak. Bak şu çenelere, ha babam öğütür. Ağzını aygır gibi açan öküze bak, takma
dişleri komposto çanağına düşecek. Gözleri yarı süzgün nasıl da boşaltıyor
kaşığı: Hööörrtt... Cak cuk cak cuk cak cuk cak cuk... Haaarrtt... Yok olasıca
deyyuslar, atom bile az size!.. Lokma ağzında büyüyor. Garson, hesabı!.. Elinde
eczaneden aldığı kolonya paketiyle Sirkeci'de dolmuşa binerken saat biri
geçiyordu. Şoför,
önce kapıyı çarptı diye söylendi gidenin ardından, sonra havaya çattı,
silecekler temizlemiyordu arabanın camına yayılan tozu. Sonra bozuk para
vermeyen bir yolcuyla hırlaştı, sonra veryansın etmeye başladı yukarılara.
Oturmuşlar bir sürü pezevenk!.. Memleketi düşünen nerde? Hepsi var mı yiyelim.
Bezgin dinliyordu Kenan. Şimdi dön şu herife, başla anlatmaya. Doğrusun kardeşim
de, ancak bunun nedenini bilmek gerek; öyle değil, böyle bu iş. Bu sınıflı
toplumda... Ekonomi-poli-tik... Daha sözünü bitirmeden soluğu karakolda alırsın.
Bir sürü de tanık... Ulan, ne iştir bu be?.. Boş ver, takma kafanı. Uslandırmadı
mı işçilerin attığı dayak? Bırak boşalsın hırbo şoför. Yurttaş da dinlesin. Bu
da bir şeydir. Hiç konuşmasa daha mı iyi?.. Daha mı kötü?.. Sussun; susa susa
belki patlar bir gün. Bekleee!.. Rasim doğru diyor, düş kurma olanağı bile yok
şu ülkede bize. Rasim, Nermin'le... Aksaray'dan taksiye atlayıp da Etyemez'i
biraz geçince hemen tanıdı aylarca önce daldıkları sağdaki sokağı. İndi
arabadan, rüzgârlı bir toz bulutu içine düşmüştü. Güçlükle yöresine bakındı.
Sokağa girdi, ağır ağır yürüdü. Arada durup bakıyordu, bir gelen var mı diye,
yoktu. Bu pis havada kim kime?.. Makaralı ipi sarkık, tahta kapı da işte. Bir
çekingenlik, ürkeklik bastırmıştı sanki; bir daha bakındı yöresine. Bomboş be.
Korkuyor musun ulan, içerde Günsel. Ne korkusu? Hiç boş bırakırlar mı böyle bir
adamın evini?.. Hele böyle zamanda. Saptarlarmış bütün geleni, gideni gizlice.
Sonra da geeeel!.. İpi çekip daldı içeri. Soluğunu boşalttı yavaşça, genzine
kadar çamur dolmuştu sanki... Günsel göründü merdiven başında.
— Handanları gördün mü?..
— Yooo.
— Şimdi çıktılar onlar da. Karşılaşmışsınızdır, dedim. Merdivenleri çıkarken
anlatıyordu. Handan tanıdığı bir
doçenti getirmiş. İyice bakmışlar. Pek ivedi bir durum yokmuş ya, yatak
boşalınca hastaneye yatıralım bir, demiş doçent.
Karaciğer, diyormuş. Kesin söylemek için incelemek gerekirmiş. Baha'nın odasının
kapısında durdu Günsel, sevgi ile baktı.
— Sen iyisin, değil mi? dedi.
Gözlerini yumup çocuksu bir öpücük gönderdi Kenan'a.
— Kalkmak isteyince işaret et bana. Her yanına toz sinmiş, çamur yağıyor. Ne
biçim hava? 445
Kenan'ın pardösüsünü alıp sofada çiviye astı. Odaya girdiler. Pencere yanındaki
duvara dayalı sedirde yatıyordu Baba. Hatice Hanım ortalığı topluyordu. İki kişi
daha vardı odada. Baba'ya yaklaştı Kenan, başucundaki komodine kolonya paketini
bıraktı. Baba da solgun yüzünde bir gülümsemeyle doğrulmuştu. Elini sıktı,
sıcacıktı elleri. Dudakları kuru, çakmaklı gözleri ışıltılıydı yine. Saçları,
sakallan uzamıştı biraz.
— Geçmiş olsun efendim, dedi Kenan.
Başını salladı Baba, yorgundu, belli etmek istemediği bir dirençle, çabayla
yapıyordu her şeyi. Umulmadık canlı bir sesle:
— Sağ olun, dedi, sevindim sizi gördüğüme.
Hatice Hanım'la el sıkıştılar. İki kişiyi de tanıştırdılar. Biri Şevket'ti.
Belirli bir saygınlıkla dokumacı Şevket Ağabey, diye tanıttı Günsel. Seyit diye
yaşlı, esmer bir tütün işçisiydi öteki. Tek tük konuşuyorlardı ikisi de. Şevket
hep önüne bakıyordu. Kimseyle ilgilenmiyor gibiydi. Daha çok Baha'ydı konuşan,
hastalığını unutma ya da unutturma uğraşında gibiydi. Ötekiler de saygılı bir
dinleyişle yardımcı oluyorlardı bu çabaya.
— Hastalığım filan yok benim. Ara sıra, ihtiyarlığımı başıma vurmak için Hatice
yatırır beni böyle.
Sürekli, durgun, hüzünlü, bir gülümseme vardı Hatice Hanım'in yüzünde; karşılık
vermiyor, pek konuşmuyordu da... Kenan tedirgindi. Günsel'le ilişkilerini, kendi
durumunu biliyorlar mıydı. Belki Hasan anlatmıştır Baba'ya. Belki de aralarında
sözümüz edilmiştir uzun uzun. Günsel öyle rahattı ki biraz sonra Kenan'a da
geçti o rahatlık.
— Ne dersiniz, dedi Baba, her yerde ismet Paşa'nın yolunu kesiyorlar. Nereye
varacak bu iş? Halk Partililer'e ateş açtılar. Yeniden Kayseri'ye gidecekti,
dün, vazgeçti diye yazdı gazeteler.
Kenan'a sormuştu. Hep böyle yapar, birine sorar, sonra sözü istediği konuya
getirir, başlar istediği biçimde irdelemeye. 446 Niye hep bana sorar bu adam?
Bir tür sınav. Belki de bu konunun üstüne geldik. Sıkılmış gibiydi Kenan,
yavaşça:
— Bilmem, dedi. Danışıklı dövüşürler diyorduk...
Şöyle bir durdu. Şevket başını kaldırıp öylece bakmaya başladı. Kenan tamamladı.
— ... Kızıştılar gibi.
Şevket aynı donuklukla başını önüne eğdi. Ne düşünür bu adam?.. Tütüncü Seyit
başını sallıyordu. Baba sırtında yastığa bel verir gibi doğruldu usulca. Hatice
Hanım kalkıp yaklaştı, yastığa yardımcı olurken:
— Çok yoruyorsun kendini, dedi.
Öylesine yumuşak, sıcak bir söyleyişti ki duyulmamıştı sanki. Baba da oralı
olmamıştı. Gözlerindeki ışıltı artmıştı.
— Daha da kızışacağa benzerler, dedi. Çok görülen şeydir tarihte; egemen
sınıflar içindeki sürtüşmeler, hırlaşmalar sınıf kavgası gibi sertleşir bazı.
Yanıltır... Bu biraz daha çelişkili...
Kenan, Rasim'in verdiği haberi düşünmeye başladı. Söylesem mi? Patladın mı?
Biraz geçsin bakalım. Baba'ya söylemek doğal da... Bunların yanında?.. Daha çok
gizliymiş!.. Hükümetin gizini mi saklayacaksın?..
— Bugün bir haber verdi birisi. Doğruysa Menderes Moskova'ya gidiyormuş.
Bütün başlar Kenan'a çevrildi birden. Bir sessizlik oldu. Soru dolu bir
sessizlik.
— Karışık bir heriftir, dedi Kenan. Ankara'ya gider gelir. Günsel de bilir.
Günsel'e döndü:
— Rasim, dedi yavaşça; o söyledi.
Sustu. Baba önemsediğini belli eder biçimde bakıp duruyordu Kenan'a. Başka sözü
kalmamıştı Kenan'ın. Haber üstüne düşüncelerini söylemek de yersizdi. Baba'dan
bekliyordu. Ötekiler de Baba'ya dönmüşlerdi. Acı bir gülümseme belirdi Baha'nın
yüzünde, alaylı:
— Desene, yine başımız dertte, dedi.
Ötekiler gülümsediler ya, anlamamışlardı. Yalnız Şevket gülmemiş, başını önüne
eğmişti aynı serdikle.
— Hatice Abla söylemiş o gün, biri ile çıkmışsınız da. Nişanlısı demiş. Çok
sevindim.
Günsel kızarmasını önleyemiyordu. Gülmeye vurdu. Bir şey
demek gerek ya, ne desem? Şevket de iyice bozulmuş gibiydi karısına. Bir daha
baktı. Tam bir şey diyecekti ki Günsel:
— Evet, dedi, öyle gibi. Düşünüyoruz, daha kesin bir şey yok.
Geveliyordu sözleri. Kesin bir şey yok, yalnız bebeği var karnımda. Oportadaydı
saçmaladığı. Fatma üsteleyip ekledi:
— Hayırlı, uğurlu olsun. Ne iş yapıyor çocuk?.. "Çocuk" demez mi? Gülmeye
başladı Günsel. Atlatmıştı güç
yanını.
— Çocuk dediniz de ona güldüm, dedi. Biraz yaşlıca. Eskilerden sayılır. Çok
eskiden tanırmış Baba'yı. Öğretmenmiş. Şimdi kitapçı Babıâli'de...
Fatma aynı yakın gülüşle bir şeyler daha koparmak için başlayacaktı ki kapı
çalındı. Yüreği hop etti Günsel'in. Geldi, odur bu. İyi adam sözü üstüne...
Yavaşça kalktı. Ötekiler de bakındı-lar, gecenin bu saatinde gibilerden.
Tedirginlik duymuşlardı. Günsel, sevinsin mi, üzülsün mü kestiremeden kapıyı
açtı. Han-dan'dı. İlk sözü:
— Hiç ummamıştım seni evde bulacağımı, oldu. Hani bu akşam...
Günsel kaşı, gözü ile içerde yabancılar olduğunu anlattı. Başını sallayarak
yavaşça:
— Kim? dedi Handan.
Günsel bir şey demeden içeri girmişti. Handan girdi. Hiçbirini tanımıyordu.
Tanıştılar.
— Necla geldi akşam, Turgut'un kolunu söyledi. Hastanedeydi, onu bulmuşlar.
Duramadım. Senin de işin vardı biliyorum. Yoksun bu gece.
Çok önemli sayılmazmış kolu. Hafif bir çatlak belki. Bir-iki haftada geçermiş.
Hoca görmüş filmi. Yüreğine su serpilmişti Günsel'in. Handan geldikten sonra bir
uzaklaşma havası esmeye başladı. Çaylar içildi. Sessizdi herkes. Günsel öyle
sevinmişti ki aslında, şimdi Nazım'dan bir şey oku, diyecekler tedirginli-
ğinden kurtulmuştu. Bir-iki havalardan söz edildi. Neydi o ge-çenki çamur, toz
yağması!.. Handan'in doktorluğuna pek ilgi duymuştu Fatma ile Sevil. Ne doktoru
olacaktı? En iyisi kadın-doğumdu. Para kırıyorlardı. Bir sessizlik oldu yine.
Daha durmanın anlamsızlığını görmüşler gibi kalktılar. Önce Şevket kalktı. Yarın
iş vardı. Ayrılırken Günsel fakültedeki yerini bir kâğıda yazıp verdi Faik'e.
İsmail çalışma saatlerinde arayabilirdi. Gittiler. Salona dönüp de Handan'la
kalınca ağır, sıkıcı bir yük kalkmış gibiydi üstünden.
— İyi ki geldin, dedi. Ben de seni arayacaktım.
— Biliyorum, dedi Handan. Söylediler. Günsel şaşaladı:
— Söylediler mi? dedi. Kim söyledi?..
— Aliler, Gülşenler geldi bugün... Kongreyi demiyor musun?..
Güldü Günsel.
— Evet, dedi. Onu da diyeceğim. Handan ilgiyle baktı.
— Başka? dedi.
— Başkası... Kötü işler, dedi Günsel.
— Kötü mü? Nasıl kötü? Doğru dürüst konuşsana be!.. Günsel karşısındaki koltuğa
oturdu, yanındaki sehpadan bir
sigara alıp yaktı. Handan kızgın bakıyordu.
— Şuna bak, dedi, romantik pozlar!.. Neyin var Margrit?.. Günsel duymamış
gibiydi. Sigarayı çekti içine, üflerken Handan ekleyiverdi:
— Hadi, gebe kaldım de!..
Günsel şaşırmıştı Handan'daki sezgi yeteneğine. Rastgeleydi belki de. Yavaşça
başını salladı.
— Nerden anladın? dedi.
Sonra kendi kendine söylenir gibi üzgün ekledi.
— Öyle olacak.
Handan kalktı, bir sigara alırken:
— Bekliyordum, dedi. Senin gibi mıymıntı... Sigarasını yakıp bir soluk çektikten
sonra, yerine geçerken:
— El âlem her gün birinin koynuna girer çıkar, kız oğlan kızdır sanki. O kadar
da söyledim. Anlat, nasıl oldu?..
Günsel'in anlattıklarını sessizce dinledi. Bir de idrara bakacaklardı ya, o da
gebelik diyordu. Sigarasını bastınrken:
— Kadın-doğumcu olayımmış, dedi. Senin döllerini kazımaktan başka işe bakamayız
artık...
Kalktı, koltukta üzgün, dalgın duran Günsel'e yaklaştı.
— Yatalım, dedi. Yarın erken çıkacağım. Takma kafanı, bakacağız bir yoluna.
Herifin altına yatarken düşüneydin.
XXI
Baba'ya gittikleri günden beri tedirginlik içindeydi Kenan. Hep izleniyor
sanısındaydı. Kuruntu muydu, yoksa birileri mi peşindeydi sürekli?.. Birkaç kez
ıssız sokaklara sapıp yokladı peşinden gelenleri, pek bir şey çıkaramadı. Bir
yerlerden gelip bir yerlere gidenler eksik olmuyordu sokaklarda. Nasıl yargıya
va-nrsın?.. Günsel'e açmak istemiyordu. Korkaklıktı belki de. Oldum bittim
hiçbir şeyi umursamaz görünmüştü Günsel. Kendini bildi bileli içinde bulunduğu
bu koşullar kaygı konusu olmaktan çıkmış onun için. Her şey olağan. Bir onun
gibi olsam ben de. Yalnız Teşvikiye'ye giderlerken peşlerine iyice
bakıştırıyorlar, kimi bir-iki sokak ötelerden dolaşıp her yanı iyice kolladıktan
sonra giriyorlardı. Açıkça konuşmamışlardı ya, yalnız polisçe izlenmeye değil,
Nermin'den gelecek bir oyuna, tuzağa karşıydı da bu. Rasim'in, kendisini
bildiğini söylememişti Günsel'e. Tedirginliğe düşmesini istememişti. Bari o
sağlıklı kalsın.
O ki Rasim biliyor, Nermin'den neyi saklıyoruz?.. Neyi kolluyoruz?.. Gülünç...
Ne bileyim?.. Çelişkiler içindeyiz işte. Hangi gün kurtulduk ki çelişkilerden?
Aralarında su sızmıyor, durur mu Rasim. Her şeyi anlatmıştır Nermin'e. Rasim,
Nermin'e... Rasim, Nermin'i... Cehenneme kadar. Biz mutluyuz ya! Mutluluk da
yorar insanı. Pırıl pırıl bir ırmakta yüzüyorsun, mutluluk dediğin bu. Bir
kıyıda, bir dönemeçte arada bir ortaya çıkıveren pis bulanık akıntılardan
uzaklaşacaksın, güçlü kulaçlar atmam gerek. Sık sık oldu mu da, yoruluyor insan.
Timsahlar, suaygır-ları, ağulu yılanlar da var ırmakta. Ne çok düşmanı var
mutluluğun... Sahaflar'dan beri peşimden ayrılmayan şu herif yılan mı, timsah
mı, suaygırı mı?.. Nuruosmaniye avlusundan Cağaloğ-lu'na doğru çıkarken bakındı
yöresine. Kahverengi giysili, kır saçlı, orta boylu, zayıfça adam da durup
bakındı. Birlikte geçtiler karşıya. Yaya kaldırımına çıkınca birkaç adım
gerisinde yürümeye başladı Kenan'ın. Biraz ilerdeki büyük bir mağaza önünde
durdu Kenan, vitrindeki pirinç, bakır dövme kaplara, mangallara, halılara
bakmaya başladı. Adam ağır ağır yürüdü gitti yanından. Kara san bir deriye
kaplıydı yüzü, omuzlan çöküktü. Dünyasından geçmiş dedikleri. Bir tümce geçti
içinden: "Ebû Ali öyküleri okuya okuya sonunda oğlan delirir." İçinden geçirdi
mi bu tümceyi gülerdi. İlk okuduğundan beri gülerdi. Şimdi de öylesine bir gülme
tutmuştu ki... Unutmaya çalışıyor, olmuyordu. Ebû Ali öyküleri okuya okuya...
Dönmüştü yüzünü; camın ardındaki bakır, pirinç, dövme kaplardan ayrılamıyordu.
Bir süre kaldı öylece. Yatışmıştı. Biz de Ebû Ali öyküleri okuya okuya
sonunda... Tümce eskisi kadar gülünç gelmiyordu artık. İyice durulmuştu. Tam
döneceği sırada, camdan, karşı kaldırımda ağır ağır, kendisine bakarak yürüyen
uzun boylu, gözlükleri kara çerçeveli herifi gördü. Yılan bu işte!.. Tanıyordu
adamı. İki de bir yoluna çıkıyor, peşi sıra yürüyordu; sonra görünmüyordu bir
süre. Bir-iki gündür de yoktu ortalarda. Ne yapsın şimdi? Adam da onu kolluyordu
belli ki, matbaanın vitrinine bakar gö-
rünüyor, ara sıra birilerini bekler gibi dönüp ardına bakmıyordu. Gitsem şunun
karşısına; "Ne istiyorsun ulan benden?" diye başlasam!.. Ne yapar?.. Asıl
tatlısı, git birden boynuna sarıl, "Vay kardeşim!.." diye şapur şupur öp
yanaklarından!.. Asıl o zaman ne yapar?.. Yine gülmesi tutacaktı. Şakacı
günümüz. Ne güzel şu bakır ibrik. Girip bir tane alayım. Ne yaparım?.. Hemen
Baba'ya götürmek geldi içinden. Niye Baba'ya?.. Bu man- 433 gallar, ibrikler,
köşeye itilmiş alaca kilim, bizimle ilgili ne varsa eskilerden gelen, önce
Baba'yı düşündürüyor. Belki de kızar duysa. Kızarsa kızar, ne yapalım?.. Hem
kızmaz. Gücünü eskiye dayanmaktan aldığını biliyor. Ancak hangi eski? Sorun
bu... Yılan da çöreklendi duruyor karşıda. Kim bilir neler kuruyordur o da benim
için?.. Kim bilir nasıl yazar raporunu? "Vitrinin önünde uzun süre durdu. Belli
etmemeye çalışıyordu ya, birini beklediği yöresine bakışından belliydi." Böyle
mi yazar ki?.. Ne yapalım ağulu yılan, biraz da sen oku Ebû Ali öyküleri. İşi ne
ki polis dediğinin?.. İçleri dışları Ebû Ali öyküsü... Kaç azılısı tımarhanede
ölmüş bunlann da... Öyle, bekliyor herif. Camın üstünde kocaman bir otobüs
göründü birden, silip attı adamı, yerleşti. Döndü Kenan; camlan, kırmızı
suratlı, ak saçlı kocakarı başlanyla dolu bir turist otobüsüydü caddenin
ortasında durup oyunu bozan. Sıvışıver işte, tam sırası. Niye, ne var kaçacak?
Ağır ağır yürümeye başladı. Otobüsü geçti; biraz daha yürüdü, dönüp baktı, yoktu
gözlüklü. Durup iyice bakındı gerilere doğru; yoktu. Şimdi çıkar bir yerlerden.
Ya da birkaç gün görünmez. Belki de birbirlerine devrediyorlar. Üçlü izleme
yaparlar-mış diye duymuştu çok eskiden. Biri kahverengi giysili, dünyasından
bezmiş herif. Niye olmasın?.. Biri de bu! Şimdi üçüncü takıldı belki de. Bir
daha bakındı, cadde öyle kalabalıktı ki ner-den anlarsın? Hem ben o kadar önemli
miyim onlar için ki üçlü izlemeye kalksınlar?.. İyice kuruntuya kaptırdık. Ebû
Ali öyküleri okuya okuya... Sokağa sapıp önce bir matbaaya uğramayı geçirdi.
Muhasebe kitabının ikinci baskısı için konuşmak gerek.
Sokak da kalabalık değildir, çıkar ortaya peşimde biri varsa. Matbaacıyla yeni
takıştık daha, yine para ister. Diyelim bir adam geçti sokaktan, ne olacak? Yürü
yoluna be... Burak bekleyip duruyor, erken geleceğim dedin. İşi var çocuğun. Ne
iyi oğlan çıktı. Dürüst, güvenilir, saygılı... Üçüncü de o olmasın?.. Yok
canım!.. Buna üzülürüm işte. Böylesine tertemiz genç... Değildir. 484 Günsel'e
de takıldılar mı ki?.. Öğlen yemeğini Beyazıt'ta bir lokantada yemişler,
Çınaraltı'nda, kahvelerini içmişlerdi. Bir durgunluk var bugünlerde Günsel'de.
Sendeki durgunluk ona da geçmiş olmalı. Ne durgunluk var bende? GünsePinki ay
durumuyla ilgilidir. Bir yanm yanı var işte kadınların. Eşitliğine eşitiz de,
ayrılıklarımız da gerçek. Asıl ülkenin durumu... Neye varacak bu gidiş?..
Azdıkça azdı herifler; bugün Mecliste yasalaşı-yor Tahkikat Komisyonu'na
yetkiler tanıyan tasarı... Ne anayasa, ne babayasa artık... İstediklerine
"Geel!" Gazeteciymiş, mil-letvekiliymiş, devlet adamıymış... CHP'yi de
kapatırlar mı? Kapatır bu herifler. Gidiş onu gösteriyor. Kapatsınlar. Belki de
daha iyi olur. İyisi, var mı be!.. Bütün yolları kessin herifler, soluk alacak
delik kalmasın. Neymiş? Patlarmış sonunda. Bok patlar!.. Bir şey de patlamaz bu
ülkede. Halk öylesine yılgın ki... Ondan sonra bekle ozanlarla birlikte. "Kim
bilecek kapalı kutu - Ama bulut yağmur bulutu - Gelir kararır nerdeyse - Altta
tohum nefes nefese - Kulağı gök gürültüsünde...''Ne. güzel, ne ustaca söylenmiş.
Bekle ki bulut gelsin de... Bir yaşam boyu bekledik yetmedi mi?.. Hem ne gördük
ki karanlık buluttan gayrı?.. Bir türlü boşalmaz namussuz. Boşalacağı da yok!..
Günsel'e açsana bunları. Yüzüne bakmasın bir daha da... Korkak. Güvensiz
herif... Öyle güvenliyim ki, tersine, boşaldığını hiç görmeyeceğimi de bilsem
bulutun, yine de yolumdayım. Benim görmemle ölçmüyorum ki... Ama bu karanlık da
çok değil mi?.. Nedir bitmeyen çilemiz?.. Kırkımı geçtim, bir gün "oh" diyemedik
şu ülkede. Allah belasını versin! Kimin? Hepinizin!.. Üçüncüsü de şu kıç
soluncanı heriftir işte. İşyerine girerken Cağaloğlu'ndan be-
ri peşi sıra gelen zayıf, sansın, oğlana dönüp baktı. O da Kenan'a, işyerine
öyle bir göz attı, sonra yürüyüp gitti yokuş aşağı. Cehenneme!.. İtoğluit!.. Git
ver raporunu, al kemiğini; sen de sürün, biz de sürünelim. Ne biliyorsun, belki
sıradan biri, zavallı bir adam; peşinden gelmesi rasdantı?.. Hepsinin canı
cehenneme... O zavallılardan çekiyoruz ne çekiyorsak. Ulan uyanın be!.. Bana,
işyerine bakacağına şöyle bir dünyaya bak, ülke- 435 ne bak, tepene
çöreklenmişlere, seni zavallı edenlere bak. Süne-pe deyyuslar!..Oh ne güzel
boşaldın!.. İyi ettim, o kadar da olmasın da patiayalım mı?.. Burak'ın gözü
kapıdaydı. Kimse yoktu işyerinde.
— Hadi sen git, dedi Burak'a, bugün de gelme istersen.
Sevinerek çabucak çıktı Burak. Kenan geçti yerine. Kimsecikler uğramıyordu
nedense. Sözleşmiş gibiydi alıcılar. Kimi böyle olur, sonra da bir saldırırlar;
Günsel'in durgunluğu yine takıldı kafasına. Bugün de Tıp Talebe Cemiyeti'nin
kongresi varmış. Ona da gidemediğine üzgündü. İzin alamamış. "Çok ayrılıyorsun,"
demişler. "Yemeğe bile zor çıktım," diyordu. Bir şeyler sezinleyip işinden
etmelerinden korkuyordu. Boşuna korku da değil. Çok onurlu kız, pek sözünü
etmiyor ya, belli ki epey bunalmışlar bir ara. Bir teyzenin emekli maaşıyla...
Anca kendilerine gelebildiler. Ayrımız gayrımız yok ya, işsiz kalsa yine de
çekingen davranır, üzülür, içine atar hiç değilse... Garip bir şey bu, kolay
aşamıyor insan. İşsiz kalsam da onların evine sığınsam, ben de nasıl kötü olurum
kim bilir?.. "Küçük-burjuvalık" der konuşsan, Günsel buna. Belki de öyle. Gel
gör ki sözle doğrularız, karşı koyarız da, yine de aşamayız bir türlü. Nasıl iyi
kız şu; olduğu gibi pınl pırıl... Kadınlığı ile ayrı, insanlığıyla ayrı. Ah bir
kurtulsak şu belalardan da evimiz olsa; korkusuz, birlikte yaşamanın mutiuluğu
başlasa. O zaman da başka korkular çıkacak. Biter mi korkular bu toplumda?..
Hele bizler için... Baba haklı, korku iliklerimize işlemiş. Nedenli, nedensiz.
Şu yapıların soğuk, karanlık yüzü bile korku uyandınyor insanda. Ne-
denlerini, görenler ayılıyor; ya yiğitleniyorlar, ya da yeniden siniyorlar, hem
de ezilmecesine. Bizi sindiremeyecekler Günsel'le. Telefon çalıyordu. Kalktı,
tam merdivenleri çıkarken birileri de daldı içeri. İki kız, bir adam. İzin
istedi telefona bakmak için. Soluk soluğa açtı telefonu. Tanımadığı bir sesti,
Kenan Bey'i istiyordu. Sesi tanıyordu da kimliğini...
— Kim arıyor? dedi.
Bir sessizlik oldu önce, sonra telefondaki daha bir yüksekten:
— Ben Selim, Kenan Bey, dedi.
— Selim?..
Birden anımsayamamıştı. Haaa Selim!..
— Selim, Nermin'in ağabeyi. Görüşmüştük. Kapatacaktı telefonu. Yapamadı birden.
— Saygılar Kenan Bey, bir iş için geldim Ankara'dan. Sizinle de bir görüşsek iyi
olacak. Önemli bir...
Kenan birden kesti:
— Rica ederim, sözünü ettiğiniz konular beni hiç ilgilendirmiyor. Daha önce de
demiştim, biliyorsunuz.
Bir sessizlik oldu yine. Kenan kapatacaktı ki:
— Siz ilgilenmek istemiyorsunuz Kenan Bey, dedi Selim. Ya da öyle görünmek
işinize geliyor. Ancak, konu sizinle ilgili. Hem de öyle ilgili ki...
Herif gözdağı veriyor. Sözünü tamamlayamadan yine kesti
Kenan:
— Olabilir, dedi. Olabilir. O da yalnız beni ilgilendirir.
Çat diye kapadı. Nermin'inden ayrı, ağabeyinden ayrı... Topunuzun geçmişini...
sülalesini... Merdivenleri çabucak indi. Sinirliliği, bekleyenlerin de gözünden
kaçmamıştı. Adam da sanki gülümser gibi bakıyordu. Acele yerine geçerken:
— Buyrun, dedi Kenan.
— Estağfurullah, Kenan Bey, önce siz buyrun.
Kenan da gülümsemeye çalışarak baktı adama. Tanıyacaktı bu şakacı adamı. Kır
saçlan, buruşuk, kumral yüzü, her sırıtışta
gerilen dudaklarının arasından çıkıveren takma dişleri, alaylı kırpışmalarla bir
sönüp bir parlayan gözleri...
— Tanımadınız galiba...
— Tanıdım, dedi. Hoş geldiniz. Nasıl tanımam Fadıl Bey?.. Kusura bakmayın öyle
dağınık ki kafama.
— Rica ederim.
Konya'da birçok yıllar kapı bir komşuluk ettikleri eczacı Fa- 437 dil Bey'di.
Evlerinde kira ile oturmuşlardı. Çok yardımları olmuştu Nermin'e de, kendisine
de. Ailece iyi kişilerdi. Fadıl Bey kimya öğretmenliği de yapardı lisede. Oradan
da yakınlıkları vardı. Mason olduğu söylenirdi. Eski bir Galatasaray Tiydi. İlk
yakınlığı oradan olmuştu Kenan'a. Kızlarını da tanımıştı Kenan. Çirkin şeylerdi,
güzelleşmişler. Fadıl Bey de biraz çökmüş gibi. Kenan konuklarını yukarıya
çıkarmak için yol gösterirken:
— Onları tanıyamazdım, dedi. Çok değişmişler. Gülüyorlardı kızlar da...
— Yok, çıkmayalım, dedi Fadıl Bey. İşiniz var sizin. Tam o sırada bir kızla
oğlan girdiler. Kitap istiyorlardı.
— Çocuk da izinli bugün, kusura bakmayın. Yeni gelenleri savıp döndü.
— Nermin Hanım nasıl?..
— İyi, dedi Kenan. O da annesinde bugün. Karşıda. Yalan söylüyordu. Gelmeye
kalkarlarsa...
— Kızlara hep onu söylerim, derdi Fadıl Bey. Evlenecek, yuva kuracaklarsa, sizin
gibi olsunlar inşallah!..
Ne diyeceğini bilemedi Kenan. Adam kızlarına kargışta mı bulunuyor, iyi dilekte
mi?.. Karşılıklı soruşturmalar başladı. Anneleri geçen yıl kanserden ölmüş
kızların. Yaa!.. Vah vah!.. Çok üzülmüş Kenan... Bir ev işleri varmış
Küçükçekmece'de. Onun için birkaç günlüğüne gelmişler. Kızlar da bu yıl
üniversiteye giriş için hazırlanıyorlarmış. Nermin de iyi. Evde Zeynep'ini
büyütüyor. Bir tane ile olmazmış, kardeş gerekmiş Zeynep'e... Tatlı, babacan
adamdı Fadıl Bey. Karısının ölümü epeyi sarsmış
belli ki. Kızlar da üzgün, önlerine bakıyorlar annelerinin sözü edildi mi.
Solgun yüzlü, iyi yürekli bir kadıncağızdı...
— Dünya bu işte, her şey boş, diyordu Fadıl Bey. Kenan'ın kitapçılık ettiğini
eski bir öğretmen tanıdıklarından
öğrenmişler, sora sora bulmuşlar.
— Gelmişken, kızlara Nermin Ablaları'nı da göstermek ister-433 dim, diyordu.
Can atıyor onlar da!.. Kızlar daha küçükken düşkündüler Nermin'e...
— Buyurmaz mısınız yarın akşam?., dedi Kenan. Duraladılar. Bu akşam dese
geleceklerdi gibi. Günleri sayılı
imiş, işleri de çok. Bakırköy'deki teyzelerine gideceklermiş yarın gece. Öbür
gün de gitmeyi düşünüyorlarmış. Kesin değilmiş. Kalırlarsa.
— Biz sizi ararız, dedi Fadıl Bey, belki de telefonla...
Kenan kartını verecekti, vermedi. Bir kâğıda işyerinin telefonunu yazdı. Kartta
ev telefonu da vardı. Ayrılırken Fadıl Bey, büyük kentte daha da ortaya çıkan
taşralı tontonluğuyla:
— Mutlu yuvanızda yavrunuzla sizi görmek bizim için de büyük mutluluk olacak,
Kenan Bey, dedi. Nermin Hanım'a çok selam, sevgi şimdilik. Sanırım sizleri
görmeden gitmeyeceğiz.
Kızlar da utana sıkıla saygılı sözler edip ayrıldılar. Kenan şaşkın, ne
diyeceğini bilmeden onları yolcu ediyordu ki birkaç kişi daldı içeri. Sonra hiç
arası kesilmedi. Beşe kadar gelen giden, olanı isteyen, olmayanı isteyen,
beğenen, beğenmeyen, bir şey soran... Yorulmuştu iyice. Fadıl Beyler de
kafasından çıkmıyordu. Atlatmalı. Nasıl değişiyor her şey. Konya'da nasıl
bağlıydılar bu Fadıl Beyler'le. Çok güç durumlardan kurtulmasını sağlamıştı.
Sözü geçen adamdı. Geniş görüşlüydü. Başımız epey derde girerdi Fadıl Bey
olmasaydı. Gericilik kol gezer orda. Yine öyle midir? Niye olmasın? Ne değişti
ki?.. Bir şey değişmez bu ülkede. Öyledir. Daha da kötüdür. Gelse de iki laf
etsek Fadıl Bey'le. Konya'daki birçok eski tanıdığın durumunu öğrenir-
dik. Fadıl Bey politikaya düşkün değildir. 46'da Demokratlara katılmış, epeyi de
çalışmış, sonra bırakmış ardını. Örtülü bir karamsarlığı vardır. Her şeye
gülümseyerek bakar. Kadanır gibidir. "Ne yapalım, başka bir şey gelmez ki
elimizden,"der gibidir. Şimdi daha da karamsar görünüyor. Daha çok sırıtmasından
belli. Bütün iyimserliği bizim üstümüze. Nermin'le bana. Mutluluğumuzu görüp
mutlu olacaklar. Bütün kötülük böylelerin-den geliyor belki de... Bunlar
yaşatıyor bu kokmuş düzeni. "Dünya iyilerin yüzü suyu hürmetine duruyor"
dedikleri bu iyiler işte. Bir de Nermin olacaktı şimdi; gözleri dolu dolu. Hay
Allah kahretsin. Saat altıya geliyordu. Hazırlanıp çıkmalı. Nereye gitsem?
Yüzüne telefonu kapattık herifin. Surda bir çıngar!.. Erkenden çıkıp gitmeyi
bunun için de ister gibiydi. Korkuyor musun heriften? Üstümüze gelen kimden
korkmayız ki?.. Ra-sim'in herif için söylediklerini de düşününce... Beni çok
ilgilen-diriyormuş. Yeni bir şey olabilir mi?.. Ne olacak?.. Amaan... Nermin
için izin kâğıdı da verdik avukata. Belki de bu kâğıttan yeni bir şeyler çıktı.
Niye olmasın?.. Kuşkular birikmeye başlamıştı içinde. Keşke bu oğlanla oturup
adamakıllı bir konuşsay-dım!.. Ne yitirirdim?.. Bir sürü yeni şey öğrenecektim
belki de. Eksik olsun. Her yeni şey biraz daha bulaşmaktır bu pisliğe.
Öğrendiklerim işe yarasa bari... Nermin'e; Rasim'e karşı kullanabil-sem?..
Yakamı bırakmalarını sağlasa sözgelimi. Olmayacak şeyler. Uzak dur. Birbirlerini
parçalasınlar. Peki neyi bekliyorum ben? Nermin bu işin yürümeyeceğini anlayacak
da ayrılmaya yanaşacak, onu mu?.. Dünyada yanaşmaz bu kadın. Bir tür deli bu.
Eski bağlılığı kalmadı bana ya, yine de... Bir daha açsam mı?.. Hem bu kez iyice
sert koysam sorunu. Eskisi gibi değil öyle; bastırsam iyice... İşyerinden çıkıp
da Cağaloğlu'na doğru giderken bu konu iyice yer etmeye başlamıştı kafasında.
Günsel-cik ağzını açıp bir şey demiyor, üzülmemi istemiyor, ama öyle tedirgin
ki... Nasıl olmaz?.. O gün hastalığını duyunca ben bile nasıl sevindim. Böyle
sürüp gitmez ki bu... Bir gün de gebe ka-
lacak. Hadi kürtajlar. Birden durdu. Kürtaj mı? Ne kürtajı?.. Dünyada kürtaj
yaptırmam; ne yapar eder, koparım Ner-min'den. Şimdi yapıp etsene ne yapıp
edeceksen. Bıçak altına yatırmam GünsePi. Bir kez çok tehlikeli. İlk çocuk.
Doğurur öyle bir şey olursa. Yaa, ne kolay... Aman olmasın. İyice kolla-malı
bundan sonra... Olmuyor işte, öyle tuzaklar kurmuş ki doğa... Bütün etinden bir
ürperme geçti birden. Çırılçıplak düşle-mişti Günsel'i. Soluk soluğa,
sımsıcak... Ufff, daha cumaya kadar bir yıl var. Ben de azdıkça azıyorum.
"Cumadan önce olmaz," demişti Günsel. Yine bebek takıldı kafasına. Erkek olur
belki de... Zeynep'e kardeş işte. Ne kardeş ya!.. Yasalar bana veriyor olmalı
Zeynep'i. Ama ben ayırmam annesinden. Bakalım Günsel ister mi?..İstemez mi?..
Günsel dünyanın en iyi insanı. O başka... Amaan, nerelere taktım kafamı yine?..
Bu geceyi nasıl geçirmeli? Sorun bu şimdi. Kalkıp Günseller'e gitsem. Artık
yapamam öyle şey, söz verdim. Bu gece Handanlar, Tıp'tan başka çocuklar gelecek
onlara. Ben neci olacağım?.. Üzülür Günsel. Artık hiç üzmeyeceğim Günsel'i...
Elim kırılsın, nasıl da vurdum kıza!.. Bağışladı beni. Bağışladıktan sonra da
daha bir sıcak bağlandık sanki. Gülersin!.. Dövmek iyi sonuç veriyor demek!..
Hiç sıkılmak yok sende!.. Hem de söyleyeceğim. Bundaki acı alayı anlamayacak kız
mı o?.. Fadıl Bey... Fadıl Bey'in de geçmişinden şimdi. Peki nereye gidiyorum
böyle?.. Yolu tutturmuşum Çemberlitaş'a doğru. Daha yedi bile değil. Niye bu
kadar erken çıktım sanki?.. Eve gidip Nermin'le konuşacaktım ya. Ne konuşacağım?
Bıkkınlık verdi konuşma işi de. Nesini konuşacağım... Allah belasını versin.
Avukatla konuşayım en iyisi. Bir dilekçe, olsun bitsin. Peki iş durumu ne
olacak?.. Çamurlaşamam ya, işyerini de bırakmam gerekir. Her şey onların. Günsel
baksın ondan sonra kazık kadar herife. Kim iş verir bana?.. Günsel de "olmaz"
diyor ya. ÖfF, dönüp dolaşıp hep aynı yere geliyorum. Nasıl kurtulacağım bu
kısır döngüden?.. Gidip bir yerlere bir şeyler içsem, oyalanırım; erken de gider
yatarım. Teşviki-
ye'ye gitmek gelmiyor içimden tek başıma; Günsel'siz ne kötü oldum o gece. Dün
akşam evde de çok sıkıldım. Yine okuyacak bir şeyler vardı, bugün o da yok.
Kumkapı'ya ineyim surdan. Günsel'le gittiğimiz bir meyhane vardı. Oturduğumuz
masa da boş olsa!.. Tatlı düşler kurarım hiç değilse Günsel'i düşlerim gönlümce,
çırılçıplak... Sende de ahlak varsa... Alay olsun diye söylüyorum. Karşımda
oturup içkisini yudumlasın yeter. Azak Sineması'nın sokağına saptı, ağır ağır
indi yokuşu. Bir ara durup ardına bakındı, göze çarpan kimse yoktu. Boyuna beni
mi izleyecekler? Yol bitip de yokuşun dibinde, kavşaklar ortasında ampuller
altındaki tür tür, ışıltılı balıklarla donatılmış yeşilli, kırmızılı balıkçı
tablaları, marul, roka, soğan, kırmızı turplarla bezenmiş sergicikler, bu
cıvıltıyı olağan sayıp umursamadan dolaşan kalabalık, alanı bir kıyısından
kesen, herkesin nazlanır gibi yol verdiği bir taksi, yan sokaklara dağılmış
ışıklı, karaltılı meyhanelere ağır ağır giden akşamcılar öylesine yakalayıverdi
ki Kenan'ı, Günsel'in yokluğu birden acılaştı içinde. Onunla bölüşemedim mi ne
yapayım o güzelliği?.. Dönmeyi bile düşündü bir ara. Saçma... Buraya kadar gel,
iki kadeh içmeden dön. Neymiş?.. Günsel yokmuş. İyice gülünç oluyorum bazı.
Romantik delikanlılar yapmaz. Boşuna takılmıyor kız sana, "romantik delikanlım"
diye. Sergilere baka baka yürüdü. Sokağın içindeki meyhaneye girdi. Daha önce
Günsel'le oturdukları dipteki masa boştu. Oturup şöyle bir bakındı; pek az insan
vardı, yeni geliyorlardı daha. Boş garsonlar istediklerini hemen
taşıyıvermişler: Salata, birkaç meze, bir duble rakı, bir de levrek buğulama
söyledi. Duvarda, yüksekçe bir raftaki radyo alaturka bağırıp çağırıyordu. Ses
de yerinde değil; ince, cızıltılı. Düğmeyi çevirip yerine getirmek geliyor
insanın içinden. Niye bizde radyoyu hep böyle, yerinde olmadan çatlak sesli
açarlar? Anadolu'nun türkü söyleme zevki ile bir ilişkisi mi var bu
cırtlaklığın? Kalın sesliler bile türküye başlarken seslerini garip biçimde
inceltirler. Bir yanıklık verdiklerini mi sanırlar ne?.. Şu radyoya bak nasıl
rahatsız ediyor
insanı?.. Boğazında gıcık varmış gibi... Garsona söylesem mi? Kimsenin aldırdığı
mı var senden başka?.. Sen de duyma gitsin. Her şeye de takarsın kafanı.
Takılmayacak gibi mi?.. Meyhane birden dolmaya başlamıştı. Yükselen uğultu,
gürültü, konuşmalar, gülüşmeler, söz atmalar bir süre sonra iyice bastırdı
radyoyu:
— Sağlığınıza beyefendi.
Kenan dönüp baktı; hemen yanındaki masada, beyaz gömleğinin açık yakasından
kırçıl kıllar fırlamış, dökük saçlı, lacivert giysili, esnaf görünüşlü bir adam,
rakı kadehini kaldırmış gülerek Kenan'a bakıyordu.
—- Sağ olun efendim.
Kenan da kaldırdı kadehini, içtiler.
Adam dolu kadehini bir yudumda yanladıktan sonra aynı güleç yüzle Kenan'a baktı.
— Dalgınsınız, dedi.
Kenan bir şey demedi, gülümseyerek baktı sadece. Kimseye bulaşmak istemiyordu.
İç iki kadehini, çek git. Adam babacan, pişkin. Sürekli gülüyor, göz bile
kırpıyor gülerken. Boş ver gibisine bir-iki salladı elini. Meyhanelerde görülen
tipler vardır, bu daha da tatlısı; az görülen. Bir ara eğildi Kenan'a:
— Radyoyu dinlediniz mi, dedi.
Hayır anlamına başını salladı Kenan. Adam eğildi:
— Çıkıyor yasa, dedi.
Kenan anlamamıştı önce. Ne yasası? Adam sertçe ekledi:
— Çıkarsınlar, çıkarsınlar, görürsün, dedi. Analarının ...na kar yağacak ki...
Eliyle tamamladı tümcenin anlamını, sonra yine kıkır kıkır güldü. Kadehini
kaldırıp beklemeden içti. İlginç adam. Yoksa ağzımı mı arıyor? Al bir tane
daha!.. Ne yapacak senin ağzını be?.. Belli değil mi içtenliği? Hiçbir şeyi
umursamaz görünüyor, eğilip bir söz ediyor, kıkır kıkır gülüyor, çekiyor.
Kenan'ın kadehi boşalmıştı; adam hemen uzattı önündeki yeni rakı şişesini,
doldurdu. Karşı koymadı Kenan da. Biraz sonra daha da yakın-laştılar. Sinemacı
Salih derlermiş, açık hava sineması varmış Kumkapı'da. Kenan'ın kitapçılığına da
ilgi duymuştu. Garsonların, ara sıra sağdan soldan söz atanların davranışından
yörede tanındığı sevildiği billiydi. Umursamaz, çekinmez, sözünü sakınmaz, yine
de kimseye batmaz, tatlı bir adam. Kocaman kıllı kaşlarının altındaki fıldır
fildir gözlerini kırpıştırıp her söz söyle- 493 yişinde kıkırdayarak gülmesi
öyle bir sıcaklık yaratıyordu ki, ne dese, ya önemsemiyor ya da
bağışlanıveriyordu.
— Ne düşünüyorsun Salih Bey?..
— Halınızı...
— Gözün bizim halımızda, kilimimizde.
— Halı, kilim mi bıraktınız ki? Sıçıp hatırdınız hepsini!.. Sulu kahkahalarla
gülüşüyorlardı. Salih Bey de... Bir ara döndü Kenan'a:
— Ora benim masamdır, dedi. Kapmışsınız.
— Birazdan kalkacağım.
— Yooo, dedi, nereye kalkıyorsunuz beyefendi?.. Yeni başladık. İsterseniz şöyle
geleyim ben de...
— Buyrun.
"Buyrun"a kalmadan şişesini, kadehini alıp geçmişti Kenan'ın karşısına.
Garsonlar öteberiyi de getirdiler. Kadehini kaldırdı hemen:
— Eeee, bir daha merhaba. Kenan da kaldırdı, içtiler.
— Bende yaş altmış dört, 36 il gezdim beyefendi. Adamın yüzünden anlarım. Demin
baktım, öyle dalgın, öyle üzgünsünüz ki "bu da bizden!" dedim. Bu pezevenklerin
hepsi Demokrattır.
İlerki masalarda içen, demin kendisine takılanları gösterdi.
— Siz Halk Partili misiniz?..
— Değilim, dedi. İsmet Paşa'yı tutarım. Kenan gülerek baktı. Anlamıştı sanki
Salih Bey.
— Ne yapayım, dedi. Bir bölük hırsız da Halk Partisi'nde bekliyor; pusuda!..
Yarının hırsızları... E bir İsmet Paşa'yı da tutmazsak hepten batar bu millet.
Kimi tutacağız? Söyle kimi tutacağız?.. Bunlar öylesine yediler ki zıkkım
yesinler, bok yesinler, yerlerinden kalkamıyorlar. Hem de kalkamayacaklar,
görürsünüz. Süngüynen kalkacaklar.
Tedirginlik duymaya başladı Kenan. Adam öyle umursamaz söz ediyor ki...
Kışkırtmak için mi yapıyor. Neyini kışkırtacak. Susar dinlersin. Birden masadaki
ekmeği aldı, öpüp başına koydu Salih Bey, gözüne götürdü.
— Aha bu ekmeğe kör bakayım, beyefendi, eğer kendim için bir şey istiyorsam.
Bendeki bana yeter. Her akşam rakımı içiyorum ben. Millete yazık. Ama iyi oldu.
Eceli gelen köpek cami duvarına siyer. Bugün radyoyu dinledim evde; Tahkikat
Komisyonu yasasını duydum. Çıkaracaklar. "Şimdi yediniz y...ğı," dedim.
Öylesine bir makara gülüş patlattı ki demin takılanlar dönüp baktılar. Onlar da
gülmeye başlamışlardı.
— Ne o Salih Bey?..
— Hiç, dedi Salih Bey, beyefendiye bir film anlatıyorum. Yakında bizim sinemada
geçecek de... Komedi... Facia, facia...
Yine bir kıkır kıkır gülüş. Herkes gülüyordu. Salih Bey'in gülüşünün altında
yatanı sezinliyorlardı.
— Film nasıl Salih Bey, sonunda oğlan kıza atlıyor mu?..
— Atlıyor, dedi atlamaz olur mu? Zorla atlıyor hem de... Yalnız kızın da bir
babası var, o da gelip oğlana atlıyor!..
Yeniden makaralar koyverdi... Herkes gülüyordu. Seyirlik oyun. Ötekiler de
hoşlanıyorlar belli ki, ikide bir açmaz veriyorlar.
— Paşa babası mı Salih Bey?..
— Paşa babası, ya ne belledin?..
— Yaş seksen Paşa Baba'da, çişini tutamıyor o... Nerde kaldı atlaması...
— Ben de dedim, bir Paşa Baba değil, bir düzine babayiğit mülazım bile az bu
oğlana!.. Dinletemedik filmcilere!..
Herkes gülmeye başlamıştı ki ekledi:
— Tatlı canınızı üzmeyin... Değişir filmin sonu. Bura Türkiye!.. Çoğu gitti azı
kaldı...
Meyhane kırılıyordu gülmekten. Salih Bey, Kenan'a döndü:
— Bunları deli ederim böyle her akşam, dedi.
— İyi ki bir iş açmıyorlar başınıza...
— Benim mi?..
Sesinde, deyişinde, bakışlarında öyle bir kendine güven vardı ki inandırıyordu
insanı. Vız gelir gibisine elini de salladı şöyle bir...
— Baksana bize oğlum!..
Rakı bitmişti. Garsonlar koşuştular hemen.
— Masayı şöyle bir donatın. Bir ufak da yeni rakı. Ses çıkarmadı Kenan.
— Her akşam bir ufak şişem vardır. Bu gece yetmeyecek. Sizin de şerefinize şöyle
bir...
Masayı göstererek gerisini yine eliyle tamamladı.
— Bendensiniz bu gece. Sizin oraya gelip bir kahvenizi de içerim. İmrenirim
okumuşlara, biz cahil kaldık.
— Estağfurullah!..
Başladı tatlı tatlı anlatmaya Salih Bey. Bol sövgülü konuşuyordu; biçimine
getirip açık saçık fikra anlatıyor, sözünü ettiği olaya gönlünce bağlıyor bunu,
sonra da patlatıyordu kahkahayı. Her sözünün altında, üstünde, çatma saldın
vardı Menderes yönetimine. Kenan ara sıra yöresine bakmıyor, dinleyen, izleyen
birilerini arıyordu. Herkes kendi havasındaydı. Günsel'le de gelmeyi düşündü.
Tatlı adam. Ama bu sövgüler, açık açık fıkralarla Günsel'in yanında... Olacak
şey değil. Salih Bey sakınmadan konuşur yine. Sakındı mı tadı mı kalır bu
konuşmaların? Kadın erkek ayrımına kapılmadan, ahlaktı, terbiyeydi boş verip
konuşmanın nasıl da dinlendiren bir yanı vardır. Hep kendimizi sıkarak
yaşıyoruz; demir kalıplar içindeyiz. Söz gelimi, Günsel'le aramızda her şey
yapılır da sözü edilmez. On biri buldu söyleşi. Ayrılırken masalardan söz
atanlar da gülerek selamladılar Kenan'ı. Salih Bey iyice bulmuştu kafayı.
Ötekileri gösterdi gülerek:
— Bakmayın bu ibnelere, dedi, yarın benden çok Paşa'cı olur hepsi. 495
Kimsenin aldırdığı yoktu. Gülüyorlardı.
Meyhaneden çıkıp da karanlık alana yürüyünce, düşten gerçeğe dönmüş gibi oldu
Kenan. Bir tür Hyde Park bu meyhane. Git söyle, boşal, yine dön Türkiye'ye!.. O
da adamına göre oğlum. Git sen söyle Salih Bey'in dediklerini de gör anının
...nı. Güldü Kenan. Biz de başladık Salih Bey'in ağzıyla konuşmaya. E, mahalle
çocuğuyuz ne olsa!.. Ne biçim işçi kızı Günsel?.. Sunturlu bir sövsem şunun
yanında ne yapar? Kızarır, tersler belki de. Babasının ağzı pis bir adam
olduğundan söz etti bir kez. Sevmiyor babasını, acıyor. Hiç o babanın kızı
değil. Belki de değildir, hangimizin kesin ki babamızın çocuğu olduğumuz?..
Ölçüyü kaçıran bir kibarlığı var Günsel'in de. Yapmacık belki... Ne yapmacığı
be!.. Yapmacık durur mu o kızın üstünde? Niye durmaz? Hangimizin yapmacık,
özenti yanımız yok? Olmadan olur mu? İyisine, güzeline özenmek yapmacık da olsa
kötü mü? Ne demiş eskiler? "Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi olmaya
başlarsın." Orada da diyaletik. İyiye, güzele özentinin, yapmacık da olsa
kişiliğimize vurduğu olumlu bir damga yok mu? Yapmacıkla başlar, siner kalır
içimizde. Yapma-cıksa kalmaz, akar gider üstünden. Yapmacık ona derler. Karanlık
bir ara sokaktan çıkan bir taksiye kadar kafası, sürekli birbirini izleyen,
çelişkili, ayrıntılı bir sürü düşünceyle dolup boşaldı. Arabada da aynı
düşüncelerle dalıp dalıp gidiyordu. Aksaray'dan dönerken az kalsın kendini
tutamayıp bir delilik edecek, Koca-mustafapaşa diyecekti. Öylesine istiyordu ki
Günsel'i. Hem de Salih Bey'in söylediği gibi... Sımsıcak baldırlarında, taş gibi
göğsünle, dudaklarınla, sen de bilirsin adını işte, istiyorum. Ayıptır,
söylenmez ama herkes de bilir. Salih Bey söyler. Salih Bey diyor ki karı
dediğini... Ufff, çok mu kaçırdık bu akşam yine? İyi bir sulamadır içki, ağulu
ne varsa içinde açılıverir böyle: Baldıranlar, zakkumlar, sütleğenler, ağulu
mantarlar. İnsan kendi kendiney-ken bilmez mi ne bok olduğunu? Saklar yoksa...
Özenir. Bir Salih Bey başladı mı, "Tahkikat Komisyonu Yasası çıktı, karardı
ortalık, içerim rakımı, gider karıya da bir sefer, anladın mı?.. Bu 497 dördüncü
kan benim," demişti. "Köyden getirdim bunu, benden çok genç, ama başı yerde,
Çerkez kızı... Çerkezler çok saygılı olurlar." İlk karısından bir kızı varmış,
evli. İkincisi ölmüş, üçüncüyü boşamış. Dışardaymış gözü karının, baş edememiş.
Uzunyayla'dan 7000 liraya almış Çerkez kızını. İki oğlu varmış ondan.
Ortaokulda... Okutacakmış onları. Benim de bir kızım var. İki oğlan da
Günsel'den. Günsel de benden genç. Çerkez-dir belki de! Çok saygılı . Bir
sorayım. Ben kaça aldım? Bedavaya! Hay Allah, bir duysa kız!.. Canım benim. O
dudakların var ya... Sıcak, değirmi kalçalarını sıkıp da ... Tahkikat Komisyonu
da yasalaşıyor. Ulan alçaklar!.. Bir gün bu Taksim Alanı, bütün alanlar, yollar,
fabrikalar, görürsünüz siz ulan!.. Yalan var mı tarihte? Konya gerici ha? ...
Bizim halk mı gerici?.. Yüzünüze gülüyor şimdilik. Çeşme, yol filan
yapıyorsunuz. Cami, mami... Gün gelecek... Günsel... Taksi evin önünde
durduğunda uyukluyor gibiydi. Aynı durumda çıktı merdivenleri de. Anahtarı
aranırken kapı açıldı, Nermin'di. Çoktandır olmayan bir şeydi bu. Niye
yatmamıştı ki?.. Küslüğü aşan önemli bir şey olmalı. Par-dösüyü astı askıya,
içeri girdi. Nermin koridorda öyle bakıyordu.
— Ne var, ne bakıp duruyorsun?.. -Hiç...
Koridorun ucundaki Zeynep'in odasına gidecek gibi yaptı Nermin, sonra birden
döndü:
— Selim'i gördün mü? dedi.
Kenan anlamamış gibi baktı bir süre. Selim'i gördün mü? Niye göreyim Selim'i?..
— Buraya mı geldi?..
Nermin konuşmaktan çekinir gibiydi. Odaya gitmekle gitmemek arası kaldı bir
süre, sonra döndü:
— Sana telefon etmiş.
Sustu yine, Kenan da bakıyordu öyle:
— Eee, ne olmuş?..
498 Nermin yine bir çekingenliği aşarak:
— Burdaydı, dedi, çok sarhoştu. İlle seni görecekmiş. İyi ki arabayla geldin.
Korktum yolda önüne çıkacak diye.
Korkmuş yolda önüme çıkacak diye? Kenan ayılıyor gibiydi. Verip veriştirmenin
tam sırasıydı.
— Yakamı bırak da, sen de kurtul korkulardan, ben de...
Bakalım ne diyecek. Terslenirse tamam. Ağzını burnunu kırarım bu kızın. Günsel'e
nasıl vurdum? Nermin üzgün, bitik baktı bir süre. Belki de Selim'le geçen
çatışmanın bitkinliği idi bu. Kenan canlandırabiliyordu ağabeyi ile nasıl
konuştuklarını. Bu kız da demir değil ya... Gerçekten ezik bakıyor. Kenan'a
doğru kımıldadı şöyle bir, sonra mırıldanır gibi:
— Bıraktım işte, dedi, daha ne istiyorsun?
Bıraktım mı? Ne diyor bu kadın?.. Bırakmış beni!.. Kenan kızgındı iyice.
— Bırakmak mı bu? dedi homurdanarak, bitirdin beni. Allah senin de belanı
versin, kardeşinin de. Bırakmak bu ha?..
Nermin hiç karşılık vermeden öylece bakıyordu, sağlıksız bakışıydı bu, Yoksa
yine... Daha çok bağırmak geliyordu Kenan'ın içinden.
— Bana ne, dedi, sizin mal kavganızdan, eşşoğlueşşekler!.. Öyle bağırmıştı ki
Nermin korkuyla Zeynep'in kapısına dönüp baktı. Sonra Kenan'a döndü, aynı
sağlıksız bakışla, yavaşça:
— Zeynep uyanacak, dedi.
Zeynep uyanacakmış, uyansın. Herkes uyansın, uyuyacak gün müdür? Ne olacak böyle
horul horul uyuyacaklar da? Yetmedi mi? Döndü, ağır ağır salonu geçti,
alışkanlıkla gidip her
zaman oturduğu koltuğa bıraktı kendini. Gözlerini kapayıp bir süre daldı öylece.
Günsel şimdi... Bırak şimdi Günsel'i, işi yok burda onun. Bugünkü Tıp
Kongresi'ni konuşuyorlardır. Tahkikat Encümeni Yasası'nın çıkışını
tartışıyorlardır. Biz de Selim'le Nermin'in mal kavgasını... Dönüp baktı, Nermin
elinde gazeteye sarılı bir tomarla ağır ağır geliyordu. Önce anlamadı, sonra
tanıdı paketi. Politzer'in Felsefe Notları'nın daktilo kopyalany- 499 di. Kenan
odasındaki gardırobun ardına saklamıştı. Dün bitirmişti daha... Bir daha okumayı
düşünüyordu. Bunun elinde ne arıyor?.. Nermin gelip durdu ilerde.
— Ya bunları götür ya da iyi bir yer bul. Yakacaktım az kalsın.
— Yakacak miydin?..
Bir anda çılgına dönmüştü Kenan. Fırladı, kaptı Nermin'in elinden tornan. :
— Beni katil edeceksin sen, dedi, eşşoğlueşşek!.. Yakacaktın ha?..
Nermin öylece duruyordu. Gözleri dolmuştu.
— Korktum, "Evinizi bastıracağım," dedi Selim. Yutkundu, sonra aynı silik tonla:
— Bir arama yaparlarsa?
— Keşke, dedi Kenan.
Nermin anlamadan bakıp kalmıştı.
— Bulsunlar da alıp götürsünler beni de... Öylesi daha iyi olur belki.
Nermin dua eder gibi mırıltıyla:
— Allah korusun, dedi.
Yine dolmuştu gözleri. Kenan elindeki paketle koltuğa çökmüştü. Nermin
kımıldamadan bakıyordu.
— Seni niye götürsünler? Bulurlarsa benim derim; beni götürürler.
Kenan ne diyeceğini bilmeden şöyle bir döndü. Saçmalığına bak şunun. Küçümseme
ile bakıyordu Nermin'e. Gülmek geldi
içinden. Yiğitlik yapacak kocası için! Tutamamıştı, gülmeye başladı. Bakışında,
hele bu gülüşünde öyle bir küçümseme vardı ki Nermin sallanır gibi oldu. Duvara
verdi sırtını, gözlerinden akan yaşları saklamıyordu artık. Kenan bir kez daha
baktı. Hey Allahım, şuna bak, "benim" diyecekmiş de o gidecekmiş. Öylesine onuru
kırılmıştı ki Nermin'in, dudakları titriyordu. Zorla tutuyordu kendini. Kenan da
kesmişti gülmeyi bir acıma duygusuyla omuz silkerek. Nermin aynı silik sesle:
— Kim bu kadın? dedi.
Tamam, istediği yere getirdi. Yine oynuyor.
— Ne yapacaksın kadını? İkimizin arasında asıl sorun. Kadını ne yapacaksın?
Dönecek gibi görünmüyordu Nermin.
— O mu veriyor bunlan?
Kenan kızgınlıkla, daha çok da kuşkuyla dönüp baktı birden. Ağzımı arıyor benim.
Vay kaltak!.. Nerdeyse inanacaktım deminki duygulu... Birden ayağa kalktı.
— Git yat, hadi, dedi. Canımı sıkma.
Bir sigara alıp yaktı sehpadan, bir soluk çekip üfledi. Nermin kımıldamamıştı.
Yine döndü Nermin'e, kuşkusunu küçültücü bir tonla belirterek:
— Bunun için mi öğrenmek istiyorsun? dedi.
Bir an durdu Nermin, sonra titrek, içten bir sesle:
— Niye bu kadar kötü oldun sen? deyip döndü, ağır ağır çıktı odadan.
Koridorda yorgun ayak sesleri, sonra kapanan bir kapı. Kenan şaşkın kalmıştı.
Öylesine edcileyici söylemişti ki son sözünü, ya çok iyi oynuyor, ya yürekten
söyledi. Ha o, ha öteki, ne değişir? Bak yine eğri Brueghel tablosu. Olsun,
düzeltsem ne değişir? Salih Bey "Ulan kan," demiş, "sen beni boynuzlatırsın, ama
ben de öyle bir iş yaparım ki..." İkinci kansına demiş. İki adam tutmuş sonra.
"Bu pezevenkler de boynuzlattılar bizi," diyordu Demokratlar için. "Beyoğlu'na
çık, Amerikalılar... Karılarımızı Ankara
Palas'ta... Bu heriflere bir iş yapmak boynumuzun borcu. Kanlarına da dokunmuyor
deyyusların," diyordu. "Ulan bunlar Türk değil!.." Cırlak telefon sesiyle
irkildi Kenan. Gecenin bu saatinde?.. Günsel... Yok canım. Kalktı, telefona
giderken içerden açılan oda kapısını, koridorda koşar gibi gelen Nermin'in ayak
sesini duydu. Annesinden kötü haber sanmışür. Hep korkar, nasıl da zırlıyor:
Telefonu açarken Nermin de dalmıştı salona.
— Efendim.
— Kenan Bey değil mi?..
Tanımıştı Selim'in sesini, kapatacaktı. İçkili olduğu belli.
— Evet Kenan, ne yapacaksın?..
Bir sessizlik oldu önce. Şaşkınlığını geçiştirmişti Selim belli ki. İçkili bir
sesle başladı:
— Ne mi yapacağım? Senin ananı, avradını, kız kardeşini... keceğim. Ulan
puşt!.. Suratıma telefon kapatırsın ha, sen önce g...ü kurtar. Karını başkaları
s... Boynuzlu komonist. Ben de sana bu dünyayı dar etmezsem ulan... İbnelerin
şahı.
Kenan öylesine şaşırmıştı ki dili tutulmuş, inmeli gibi olmuştu. Kapatamıyordu
da telefonu. Hemen yanına gelmiş Nermin bütün açıklığıyla duyuyordu katar katar
sövgüleri. Gözleri koca-manlaşmış, elini utançla, korkuyla apaçık ağzına
götürmüştü. Selim aynı tonda aralıksız, soluksuz veriştiriyordu. Kenan'ın
suskunluğunu bozmak içinmiş gibi:
— Duyuyor musun kodoş? dedi birden.
Kenan sövgüleri yeni algılamıştı sanki. Önce bir dikeldi. Kısık, sağlıksız bir
haykırışla:
— Duyuyorum ulan puşt, dedi. Ben de senin ananı, avradını, kız kardeşini...
Nermin'in gözleri evinden dışarı uğrayacakmış gibi oldu birden. Ağlayacaktı,
beceremedi. Aynı sağlıksız, kısık haykırışla sürdürüyordu Kenan:
— Seni köprü altında... Ananın karnındayken kafana ecnebi y... değmiş orospu
çocuğu.
Bu sonuncuyu Salih Bey'den duymuştu, daha yeni; ötekiler Üsküdar'dan kalma...
— İstediğin yerde buluşalım ulan!..
Nermin birden atıldı, eliyle bastınp kapattı telefonu. Sarsılarak ağlıyordu. Eli
kapattığı telefonda, ayaklarına kapanır gibiydi Kenan'ın. 502 — Ayağını
öpeyim Kenan, diye inledi. Zeynepimiz'in başı
için!..
Sapsarı yüzü, titreyen elindeki telefon alıcısıyla soluk soluğa kalmıştı Kenan
da... Söylediklerinin bilincine yeni varıyor gibi toparlandı; kaymış gözlerini
şaşkınlıkla elindeki alıcıya çevirdi, sonra pis bir şeyden kurtulur gibi
atıverdi alıcıyı. Nermin kapıp kapatmış, duvar dibindeki fişi de çekmişti
çabucak. Kenan ağır ağır koltuğa gidip çöktü. Başını ellerinin arasına alıp
gözlerini kapattı. Nermin duvar dibinde kesik hıçkırıklarla ağlıyordu. Umduğunun
tam tersine bir rahatlama, bir boşalma duyuyordu Kenan, içkinin etkisi de yoktu
artık. İyi oldu puşta, muhallebi oğlanı sanıyordu beni. Beklemiyordu; sonunda
iyice kesildi soluğu. Bir de şu kız zırlamasa. Son sövgü de ne oturdu ya...
Ananın ...dayken kafana... Ne biçim sövgü be... Öykü gibi bir şey. Salih Bey bir
Demokrat politikacı için söylemişti. İzmir'in işgalinde ailesi Yunan'la
işbirlikçiymiş de... Yani adamın daha ana rahminde beynine hainlik aşılandığını
anlatıyor! Hem de hangi araçla!.. Gülmek geldi içinden. Tarihsel fizyolojik
sövgü... Ge-çenki şoför de ne dedi adamın ardından?.. "Altına yatıp da erkek
diye yüzünü sana dönen avradını ...keyim." Ayrıntıya bak. Hep o iş üstüne...
Yapınca küçültmüş oluyoruz kadını demek. Ne kafa!.. Senin ananı, avradını... Ben
de tuttum Selim'in anasını... Gerçekten ne demek o? Ben gidip Melahat Hanım'ı...
İçi bulandı birden. Kime ceza bu?.. Senin ananı... Yani Melahat Hanım'ı... Hay
Allah... Bir gülmektir aldı. Bozuk sinirlerinin ara sıra başvurduğu öylesine bir
boşalım idi ki bu, uzun süre karşı koyma olanağı bulamıyordu bir başladı mı...
Gidip Mela-
hat Hanım'ı yatırıp... Gülmekten gözlerinden yaşlar boşalmaya başlamıştı. Sahne,
ayrıntılarıyla düşününce öyle gülünç geliyordu ki... Kim bilir ne yapar pis
kocakarı?.. Bir daha da bırakmaz-mış beni... Hay Allah, tam itliğe vurduk. Dönüp
baktı. Nermin yaklaşmış, donuk, korkulu gözlerle duruyordu koltuğun biraz
ilersinde. Daha çok gülmeye başladı Kenan. Karı delirdi sanıyor beni. Akıllılık
da sayılmaz ya... Şuna da anlatsam mı? ... Senin 503 anneni... Sokulmak istedi,
yapamadı Nermin. Korkuyla mırıldandı:
— Kenan!..
Ses çıkarmadan biraz daha gülüp duruldu Kenan. Bir acılık çökmüştü içine;
kirlenmişti bir sürü pis sözcükle. Kullananı küçülten araçlar... Boşaldım,
rahadadım dedin mi, daha da küçü-lüyorsun. Tam bu topluma göre oluyorsun. Nermin
olduğu yerden, aynı donuklukla bakıyordu hep. Kenan tiksinir gibi kalktı, ağır
ağır çıka salondan. Kravatını gevşetti. Uykusu geliyordu artık. Banyoya girdi,
musluğu açtı; sular kesikti. Allah belasını versin. Ananızı, avradınızı
hepinizin. Bir su işini çözemediler be?.. Tuvaletten çıkınca kapının karşısında
durup kendine bakan Nermin'le karşılaştı. Peşimde dolaşıyor kan. Bu da kız
kardeşi işte Selim'in. Onu da... Soğukluk duydu içinde. Oyun bitmişti artık.
Nermin, bir şey demiş olmak içinmiş gibi: — Yatıyor musun? dedi.
Elinin körü... Karşılık bile vermeden odasına girdi. Kapıyı kapattı. Niye
kaçtım? Tam yüklenme sırasıydı oysa ki... Belki de yanaşacaktı ayrılmaya. O da
bıktı rezillikten. Felsefe Nodarı içerde kaldı. Alayım. Nereye saklasak? Nermin
gidecekmiş benim yerime!.. Bir yumuşama var bu kızda. Yoksa!.. Ne yoksası?..
Okudu da... Eee? Ne o kadar aptal, ne o kadar bilgisiz bu kız. Bir şeyler
almıştır okumuşsa. Az şey mi var minicik kitapta? İyi anlayanın dünyasını
değiştirir. Yolunu ısıtır insanın, gözünü açar. Diyelim okudu, anladı da... Ne
olacak?.. Kötü mü olur?.. Kötü olur mu hiç? İki devrimcik adının ortasında sen,
oh!.. Gü-
lersin!.. Yoksa bir halt mı etti Nermin? Ne dedi Selim? Boynuzlu komünist!..
Belki de bir şeyler öğrendi oğlan. Rasim'le Nermin... Ceketini çıkarıp attı.
Sıcaklık basmıştı. Susamışım be. Çıktı odadan, mutfağa girip dolaptan su
çıkardı. Çok soğuk. Aman olsun. Yana yana içti dolu bardağı. Salona gidip
koltuğa bıraktığı Felsefe Notları paketini aldı. Işıkları söndürüp döndü. 504
^am odasına giriyordu ki tuvaletten çıkan Nermin'le karşılaşü. Kolsuz, içini
gösteren bir gecelikleydi Nermin. Kenan'la birden kalıverdi olduğu yerde.
Nermin'in bir ara açılıp örtülüveren göğsü ile omzu arasında bir yer morarmış
gibiydi. Öylece bakıp duruyordu Kenan. Boynuzlu komonist. Bu kahpe işte... Daha
da büzülmüştü Nermin. İyice örtünmek ister gibiydi. Kenan birden uzanıp da
geceliğin yakasını hoyratça çekince, atiklikle, umulmadık bir güçle karşı koydu.
İyice büzülmüştü kapı dibine. Elindeki Felsefe Nodarı paketini bırakıp atıldı
Kenan. Nermin'in göğsüne kapanmış kollarıyla çırpınmasına bakmadan, ince
bileklerinden yakalayıp geceliğin yakasını birden çekti yukardan aşağı. Nermin
tam bir kaçışla Kenan'dan çekip kurtardığı kollarını boydan boya yırtılmış
geceliğin yarı ortada bıraktığı göğüslerine kapatmıştı yeniden. Yere düşen paket
açılmış, Felsefe Nodarı yerlere dağılmıştı. Daktilolu kâğıtlar, ayaklarının
altında itiş kakış çiğneniyordu.
— Çekil!., dedi. Nermin soluk soluğa. Bırak geçeyim. Yılgı içindeydi gözleri.
— Bırakmayacağım, dedi Kenan. Çek ellerini, aç, görmek istiyorum.
Daha da kapanmıştı Nermin. Ne diyeceğini bilemiyor gibiydi. Şaşkınlık, korku,
çekingenlik vardı gözlerinde. Mutluluk bile vardı. Çiğnenmiş, onuru kırılmış bir
kadında ne kadar olursa...
— Ben istemiyorum, dedi yaralı bir sesle. İstemiyorum. İstemiyor mu? Çılgına
dönmüştü Kenan. Neyi istemiyorsun?
Acımasız, pençe atar gibi iki eliyle saldırdı birden. Parçalamak
geliyordu içinden her şeyi. Karşı koymaları boşuna olmuş, bir anda çıplak
kalmıştı Nermin. Kenan morarmış yeri arıyordu. Loş koridordan, sürükler gibi
çekip ışıklı yatak odasına soktu karmakarışık duygularla sarsılan kadını. Yarı
belinden yukarısı çıplak Nermin, hafif bir titreme içinde kesik solumalarla,
şaşkın, ürkek bakıp duruyordu. Kenan sokulup eğildi. Leke, morarma, çürük hiçbir
şey yoktu hiçbir yerinde. Üstelik dolgun göğüsle- 505 ri, soluk bir mermer
gibi omuzları pırıl pırıl... Gölgeydi demek. Peki şimdi ne olacak? Çürük olsa ne
olacaktı? Ulan ne eşşek herifsin sen!.. Bu kız bile senden... "Niye bu kadar
kötü oldun?" Haksız mı?.. Bir şey yapmak istermiş gibi elini uzattı Nermin'e.
Nermin de bırakıvermişti artık. Çıplaklığı içinde korku dolu, acımalı bir
sıcaklıkla bakıyordu Kenan'a. Hastalandı sanıyor olmalı; acıması, yakınlığı
bundan. Kenan bilinçsiz uzattığı elini çekti birden. Nermin sokulmak ister gibi
yavaşça kımıldadı. Sarılmak isteği ile bakıyor, göze alamıyor gibiydi bir türlü.
Yenmeye, karşı koymaya çalışıyordu belki de... Hay Allah!.. Şimdi?.. Salih
Bey... Kadın dediğini... Senin ananı avradını... Darmadağınıktı Kenan, şaşkındı.
Ne demeli bu kadına? Zeynep uyanırsa?.. Vay namussuz kan... Ulan Salih Bey...
Selim... Senin kız kardeşini ben... İstekle dolu kadına dokunuvermesi yetmişti
deli bir açlıkla karışı vermelerine. Beklemediği, ummadığı çılgın bir hazda
yitip gitmişti Kenan. Karşı koymak da istemiyordu. Et ete, soluk soluğa bir
azgınlığı upuzun dakikalar boyu yaşadılar. Tükenip de yan yana uzanınca
suskunluk başladı yeniden. Konuşacak bir şeyleri de kalmamıştı. Var mıydı ki?..
Bomboştu Kenan. Gözlerini yavaşça kaydırıp baktı. Ağır ağır inip kalkan göğsü
ile yanı başında uzanıp kalmış bu kadın da bomboş olmalı. Sevişmenin bir türü de
bu... Söz açmak bile gereksiz Günsel'e bundan! Hangi yüzle açacaksın?.. Yooo,
öyle değil, aslında bilir o. Nermin'le aynı evdeyiz sonunda. İnsan bazı...
Uzatma, bencil köpek!.. Ne yapalım?.. Belki de... Pek öyle büyütecek bir yanı
yok. Nermin kalkıp banyoya geçti. Kenan da kalktı yavaşça.
Aynadaki çıplaklığına takıldı bir süre. Gidip kolonya döktü avuçlarına,
ensesine, göğsüne, şakaklarına sürdü. Tatlı bir serinlik bir kez daha unutturdu
her şeyi. Banyoya girip yıkamam. Su da yok. Kovadan almalı biraz. Kapı açıldı,
dönüp baktı, Nermin girmiş, koridorda yerlerden topladığı Felsefe Notiarı'nı bir
araya getirmeye çalışıyordu. Gecenin ortasında elinde bir tomar 506 Felsefe
Notlar'ıyla çırılçıplak kadın!.. Ne de güzel tablo adı... Buydu en önemlisi!..
Nermin yaklaştı.
— Götürecek misin bunları, saklayayım mı? dedi.
İnsanı hep şaşırtır bu kadın. Belki de bilerek yapıyor. Ne diyeyim? Saklasın;
bulunursa onu alıp giderlermiş. İnanıyor mu buna?..
— Bilmiyorum, dedi Kenan, koy bir yere, düşünürüz. Nermin bir şey demeden çıktı
odadan. Nasıl uysal kadın.
Oku desem okuyacak. Yalnız, unut diyeceksin sonra da... Demene gerek var mı?
Unutur o nasıl olsa. Ne yapalım, bu da böyle bir inek işte!.. Sen nesin?..
Öküz!.. Ne bileyim, çok uykum var artık. Saat ikiyi geçiyordu. Tasasızlık,
umursamazlık içindeydi ya, yine de bir türlü uyku tutmuyordu gözü. Ortalık
ışırken dalabildi ancak. Uyandığında dokuza geliyordu. Fırladı. Öğleden önce
ararım demişti Günsel. Tuvaleti, giyinmesi, çıkışı yirmi dakikayı geçmemişti.
Nermin'in özenerek donattığı kahvaltı sofrasının yanından geçerken uzanıp süt
bardağını aldı yalnız. Hiç ses çıkarmadan ayakta sütünü içmesini bekledi Nermin
de. Hiçbir aşırı davranışa kalkmadan, gerçekçi, uysal, ölçülü bekliyordu sadece.
Yalnız çıkarken yaklaştı:
— Rica ederim, yoluna filan çıkarsa uyma o serseriye, dedi. Bir şey demeden
çıktı Kenan. Köşeden bir gazete daha aldı.
Evde şöyle bir bakmıştı ya... Tahkikat Komisyonu ile ilgili tasarının
yasalaştığını yazıyordu. Dün Meclis'te... Katlayıp cebine koydu. Dolmuşa adadı.
Yeni ayılıyor gibiydi. Dün geceki olayların bilinci, ağırlığı, gün ışığı ile, bu
kaynaşan kentin sokakla-
rıyla başlamıştı. Peki, ne olacak şimdi?.. Hiç, ne olacak? İşyerine gideceksin.
Öğlende Günsel'le buluşacaksınız. Yemek yersiniz birlikte. Çınaraltı'nda
kahvelerinizi içersiniz. Yarın da birlikte Teşvikiye'deki kata gidip... Suç
kimde peki?.. Fadıl Bey'de mi?.. Bugün o da arar belki. Akşam birlikte eve
gideriz. Önce telefon ederim eve!.. "Aile dostlarımız var yemeğe," derim.
Nermin'e, "Utandırma bizi!" Ne sevinir!.. Sonra akşam buluşup bir arabaya
atlarız. Eczacı Fadıl Bey, kızları doğru bize!.. Becerikli kadındır Nermin,
neler yapar kim bilir? Mutluluğumuzu kızlarına da gösterir Fadıl Bey!.. İlerde
onlar da böyle bir yuva kurup... Sonra gece de... Dün geceki gibi... Salih Bey
de... Ananı, avradını, kız kardeşini... Selim ibnesi... Kadın dediğini...
— İneyim surda.
Eminönü İş Bankası önünde indi. Ağır ağır yürümeye başladı. İş Bankası, "Yerli
finans-kapitalin kalesi" diyordu Baba. Kale önünde inip doğru Nermin'le mudu
yatağa... Peki Günsel ararsa? Bu saatte aramaz. Daha ona geliyor. Beş filan var.
On ikiye doğru arıyor genellikle. İşyerine geldiğinde evecenlik içinde buldu
Burak'ı.
— Üniersite bahçesinde öğrenciler toplanmış ağbi, dedi. Polis arabaları geçip
duruyor.
XXII
Perşembe sabahı yine bulantıyla kalkmıştı Günsel. Gebeliği kesindi artık; idrara
bakılmış, kurbağa testi yapılmıştı. Şimdi sorun, kurtulmaktı bu dertten. "Önce
bir kadın-doğum doktoruna görüneceksin." demişti Handan. Ona göre... Tanıdık bir
doçent varmış Haseki'de. Öyle utanıyor, öyle ağrına gidiyordu ki bu iş için
doktora görünmek, atlattığı her günü kazanç sayıyordu. Ne zararı vardı biraz
geçmesinin? Hiç değilse bir süre Kenan'la korkusuz sevişebilirdi, olan ulmuştu
ya... Kenan'a söyleyip söylemeyeceğini de bilemiyordu daha. Ne diye söyleyeyim
sanki?.. Boşuna üzülecek. Sonra bir de tutturur mu, aldırma çocuğu, doğur diye.
Deli değil ya!.. Hiç mi deliliği tutmuyor? Keşke tutsa, diretse!.. Enikonu mutlu
olacaksın!.. Sen de az deli değilsin ya!.. Diretmeyip aman aldıralım, dese
kırılacak, üzüleceksin belki de... Doğal değil mi kırılmam?.. E, ne yapsın?.. Ne
bileyim?.. Olayı konuşmanın bir tür şantaj kokusu taşıması
ağrına gidiyordu. "Artık bakalım başımızın çaresine, görüyorsun gebeyim de; daha
ne kadar bekleyeceğiz." gibi bir şey. Üzüntüsü yetmiyor, bir de ben bastırayım.
O ki yalana başladık, sonuna götürürüz, biter gider. Aldırdıktan sonra söylerim.
Kızarsa ya?.. Küsüp de ilişki kesmeye kalkarsa?.. Daha neler?.. Gerçekten,
bıraksa beni ne yaparım?.. Olmaz öyle şey. Amaan, hep de saçmalıklar benim
kafamı bulur. Canım bebeğim benim, 599 oğlan mı olacaktın, kız mı? Onu bile
bilemeyeceğim. Babana benzeyecektin belki de. İsterdim benzemeni, hele
erkeksen... Hele kimi yanlarına: Dürüstlüğüne, insancıllığına, bir de değişmeyen
tertemiz çocuksuluğuna. Ya bir de ölürsem? Al bir tane daha. Az da olsa var bir
ölüm olasılığı. O da gelip beni mi bulacak? Bulur, bulur. Amaan, soğuk. Ne var
şimdi ölecek? Yapılacak bir sürü iş ortada... O da senin işini bekleyecek!..
Ölmesine ölmem! Anadolu kadınıyız ne olsa! Sıvazlıyık. Mayamız sağlam. Sivas'ta
doğumdan hiç kadın ölmüyor çünkü!.. Doğumdan çekinceliymiş bu. Peki, ölürüz, ne
yapalım? Öyle ise ne kadar geç gitsem doktora o kadar iyi! Şimdi bir sürü olay,
iş güç... Bir gece önce Handan, Ali, Rıza, Gülsen, Emin, başka fakültelerden
birkaç öğrenci; Sermet, Uğur gelmişlerdi eve. O günkü Tıp Kongresi olayı
konuşuldu. Herkes kızgındı. Polis saldırısına uğramıştı kongre. Bumin Yamanoğlu
adlı bir polis bela kesilmiş. Bir Tipli asker öğrenci de küçük, gerici bir
azınlığın başını çekiyormuş. Okunan raporun birçok yerinde polisi uyarıp
kışkırtmış; o sayfaların çıkartılması, okunmaması için bastırmış polisler. Kore
gençliğine kutlama, dayanışma teli çekilme önerisi ortalığı iyice karıştırmış.
Sövgüler, bağrışmalar başlamış, polisler coplarla saldırmışlar, göz yaşartıcı
gaz bombaları patlamış; kavgalar, gürültüler arasında siyaset yapıldığı
gerekçesiyle salon boşaltılıp kongre dağıtılmış. Her türden siyasal eylem
günlerdir yasaktı ülkede. Meclis'te Tahkikat Komisyonu tasarısı da yasa-laşınca
öğrenciler arasındaki kaynaşma daha da artacaktı. Handan bile politikacı
kesilmişti. Ateş püskürüyordu yöneticilere.
Ağbisi Hacı Nadir'e benzetmiş polislerden birini; "Şöyle bir şaplatabilseydim o
domuz kıçı suratına pezevengin..." diyordu. O gün Marmara lokalinde kendi
aralarında Tıp'tan, Hukuk'tan, İktisat'tan toplanan 16 öğrenci derslere boykotu
kışkırtmak için sözleşmişlerdi. Uğur anlattı konuşulanları. Hepsi dinliyorlardı.
Güzeldi de, nasıl uygulanacaktı bu?.. Sonunda yeni çıkan 510 Tahkikat Komisyonu
yasasını protesto için, ertesi sabah üniversite bahçesindeki heykelin önünde
toplanıp küçük de olsa bir gösteri yapılması konuşuldu. İstiklal Marşı
söylenecek, Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi okunacak, saygı duruşu yapılacak
filan...
— Nereye yarayacak?
— Tepki tepkidir.
— Sessizce katlanmaktan iyidir yine.
— Bu da bir şeydir.
— Ne yapabiliriz ki başka?
— Bakalım buna da kaç kişi yanaşacak?..
Herkes çevresindekileri uyuracaktı yarın için. Başkaları da varmış böyle şeyler
tasarlayan diyorlardı, onlarla da ilişki kurulmalıydı hemen. Bazıları bu yolda
görevli sayılarak geç vakit ayrıldı çocular. Handan giderken çekti Günsel'i:
— Sakın ayak altında dolaşma yarın, dedi, ne olur ne olmaz. Günsel'in
umursamazmış gibi davrandığını görünce:
— Başına iş açmak, rezil de olmak istiyorsan başka... dedi. Köşedeki fiskos,
gidenlerin de gözlerinden kaçmamıştı.
Günsel'in yüreği hop etti, Handan bir patavatsızlık edecek diye.
— Bakalım nasıl izin alacak, dedi Handan, onu diyorum, soluk aldırmıyorlar son
günlerde kıza. İşinden olmasın!
Ses çıkarmadı kimse. Yalnız Gülsen kapıdan çıkarken:
— İstersen gelme sen, diyecek oldu. Günsel birden karşı çıktı.
— Daha neler? İzin mizin olmaz, sabah kitaplığa uğramadan doğru bahçeye
geleceğim.
Sabah sekiz buçuğa doğru Beyazıt'ta dolmuştan inip de üniversite bahçesine doğru
yürürken uzakta, giriş kapısı çevresinde dolaşan adı polisleri görünce,
uyandığından beri sürüp giden sinsi bulantı iç ezikliğine dönüşüverdi.
Onemsememeye çalıştığı bir çarpıntı başlamıştı. Bir şeyler mi bekliyor bu
herifler? Sezinlediler ya da duydular belki de. Neyi duyacaklar. Bunlara ne
bahçede, heykelin önündeki toplantıdan? Her günkü işleri bu... ^\\ Katanalar
gibi besili, kocaman adar üstündeki polisler ellerindeki uzun coplarla
olduklarından da yarmaca görünüyordu. Bir tane vursalar karnıma... Ya da at
çarpsa, tepse ya da. Yalnız bebek mi? Sen de hapı yutarsın be!.. At tepmesi ne
demek? Bilmezmiş-sin gibi... Niksar'da ablamı tepmişti bağda. Hem böyle miydi o?
Uyuz eşek gibi bir şeydi. Karnına doğru götürdüğü elini yavaşça çekti. Şöyle bir
ufak gürültüde, itiş kakıp derken düşüverse, kötü mü olur? "Seni de sakat
bırakabilir," demişti Handan. Amaan, bu bilgiç doktorlardan! Hele Handan, yarım
yamalak bir şeyler okudu, bilmediği yok! Doktorlar hep şişirir biraz ya...
Sivas'ta çocuk düşürmek kadınların sıradan işi. Bizim yanımızda bile
konuşuyorlardı. Sözde bizden gizli, kaş gözle, fiskosla... Hele o biçimde
polisin eline, müdüriyete düş de gör şişirmek neymiş? Gazetelerin, bütün halkın
alay, taşlama konularından biri, savaş alanı gibi inişli çıkışlı, kazıntılı
Beyazıt Alanı'nda yürürken, Kenan'la yağmur altında ilk buluştukları akşamı
anımsadı. Sonra kavgayla çekip gittiği gün... Kavgayla ayrıldıkları günün bile
bir tadı vardı sanki... Önce ona bir telefon etseydim. Daha gelmemiştir.
Toplantıdan sonra ararım. Cumaya dedimdi, sürpriz yapıp, bu akşam gidelim,
diyeceğim Teşvikiye'ye. Çocuklar gibi sevinecek yine... Üniversite bahçesine
girerken saate baktı, sekiz buçuğa geliyordu. Kızlı oğlanh sabah kalabalığı her
günkü gibi akıp gidiyordu büyük yapıya doğru. Bir olağanüstülük yoktu görünürde.
Niye olsun ki?.. Dün akşam Meclis'te ne kavgalar çıkmış. Anayasayı çiğniyor
herifler. Çiğnerler. Burası Türkiye... Dün kantinde epeyi hırlaşmışlar bizim
çocuklarla...
"Bize ne?" demiş birçok öğrenci, çiğnenirse çiğnensin anayasa. Dersinize
baksanıza siz. Hele İktisat'ta İnci diye bir kıza çok bozuluyorlardı. Züppe
çıkışlarıyla öteden beri batarmış çocuklara... Anne sevgisine de karşı çıkmış
birilerinde... Ana sevgisi yok ki anayasa sevgisi olsun orospuda, diyordu
Mahmut. İnci bir değil ki... Ana sevgisi olanın da geri kalır yeri mi var İn-512
ci'den?.. Heykelin önüne gelince bakındı, tanıdık kimse yoktu daha. Karşıdaki
cam kanatlı büyük kapıdan girip çıkanlara bakı-narak ağır ağır girdi içeri. İki
yandaki koridorlar, merdiven başları, mermer direklerle çevrili loş orta
boşlukta her vakitki gibi bütün katlardan yankılanan sesler uğulduyordu. Soldaki
merdivene yönelmişti ki tanıdık yüzler çıktı ortaya. Tıp'tan, Ikti-sat'tan,
Hukuk'tan... Yanında pek de tanımadığı bir kalabalıkla Sermet'de yukarı kattan
iniyordu. Erkenden gelmişler demek. Kolunu biri tuttu Günsel'in. Döndü,
Handan'dı. Mahmut geldi koşarak:
— Kantinde tartışmalar oluyor, dedi. Sınıfları dolaşıp tahtalara yazalım önce...
Dersleri boykot ettirelim.
— Önce öğretim üyelerine gidelim, derslere geç girsinler biraz.
Bu konular dün geceden konuşulmuştu daha... Nasıl olacaktı bu iş?.. Yüzlerinde
az da olsa sararma vardı hepsinin. Yalnız heyecan değil, üstüne üstüne
gittikleri bir çekingenlik de duyuyorlardı belli ki. Sınıflara doğru üçer beşer
yola çıkınca, yanlarına başkaları da katılmaya başladı. Bu atılım, bütün olumsuz
duygulan gittikçe artan bir devinimle çiğneyip yok etmeye, yerine bir dayanışma
sıcaklığı getirmeye yetmişti. Hukuk dershanesinde, kürsüye çıkan Nuri'nin
seslenmesiyle şaşkın duraladı öğrenciler.
— Dersleri boykot ediyoruz arkadaşlar, anayasayı çiğnediler. Memlekette hukuk mu
kaldı ki hukuk okuyacaksınız?..
Gülüşenler, dalga geçenler vardı. Nuri paldır küldür konuşup boykota çağrıyı
üsteledikçe şaşkın bir sessizlik yaygınlaşma-
ya başladı. Yanında kimlerin olduğunu bile bilmeden on beş yirmi kişilik bir
kalabalıkla bir başka dershaneye daldılar. Kendini kara tahtanın önünde buldu
Günsel.
— Göstermeyin kimin yazdığını, dedi biri.
Tebeşiri alınca yine bir heyecan dalgası geçti içinden. Kızlı oğlanlı öğrenciler
öylesine kuşatmışlardı ki çevresini... Toparladı kendini, aşağıya indirilmiş
kara tahtaya kocaman kitap harfle- 513 riyle "DERSLERE BOYKOT, ANAYASA ÇİĞNENDİ"
diye yazdı. Tahtayı yukarı çektiler. Bütün sınıf okuyordu yazılanları, Mahmut
çıktı kürsüye:
— Anayasa çiğnendi, protesto edeceğiz. Aşağıya arkadaşlar. Heykelin önüne...
diye bağırdı.
Homurtular, alkışlayanlar, karşı çıkanlar, gülüp dalga geçenler... Çıkarlarken
eğilimi belirsiz bir kaynaşma bırakmışlardı arkalarında. Aralarına yeni
katılanlarla kocaman bir yığın olarak yandaki sınıfa girdiler. Günsel yine öne
geçiyordu ki yanında biten Handan çekti kolundan yavaşça:
— Senden başka kimse yok mu? diye fısıldadı.
Kızacak, karşı koyacak gibi oldu Günsel. Vakit kalmamıştı bile. Biri atılıp aynı
şeyleri yazmaya başlamıştı kara tahtaya. Yine kürsüye çıkıp bağırmalar, yine
belli tepkiler... Bir çok sınıf, amfi dolaşıldı böylece... Tartışmalar
koridorlara taşmıştı artık. Karşı çıkanlar da vardı, önerileri tutanlar,
savunanlar da. Tıp'ta Ali, Enis, Rana, başka öğrenciler, İktisat'ta öteden beri
bu eylemlerle tanınan Nuri, Raif, Uğur, başka birçokları dershaneleri, büyük
amfileri gezip kara tahtaya aynı şeyleri yazmışlar, kürsülerden seslenmişlerdi
öğrencilere:
— Anayasa çiğnenmiştir arkadaşlar! Protesto için derslere girmemenizi
istiyoruz. Bize katılmanızı istiyoruz.
Hep aynı idi tepkiler. Daha çok ilgisizlik. Bazı öğretim üyelerine
başvurmuşlardı derslere biraz geç girmeleri için. Onların da bazıları biraz
oyalanıp uzattılar derse girmeyi, bazıları yanaşmadı. Oldukça kalabalık bir
yığındılar kantine indiklerinde.
Orada da tartışmalar oluyordu. Yükseğe çıkıp oradan da seslenildi öğrencilere.
— Arkadaşlar!.. Anayasa çiğnendi, biliyorsunuz.
— Bilmiyoruz.
— Bilmiyorsan öğren! Çiğnediler anayasayı, derslere girmeyeceğiz protesto
için... Heykelin orada toplanalım.
514 — Biz gelmeyeceğiz, siz toplanın.
— Haydi çocuklar...
Yine her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Saat 9.30'a geliyordu. Daha çok
beklemek, toplanan öğrencilerin de dağılması ile sonuçlanabilirdi.
— Ayıp yaptığınız! Yakışmaz öğrenciliğe.
— Dersler ne olacak?
Bahçeye çıktılar hep birlikte. 150 - 200 kişi kadardılar. Tanıyıp görmedikleri
kızlı oğlanlı birçok yeni yüz vardı aralarında. Handan, Günsel'in yanından
ayrılmıyordu, gözü üstündeydi.
— Bağımsızlık marşı söyleyeceğiz arkadaşlar...
Bir kımıldanma, bir kaynaşma oldu. Hazırola geçtiler.
— KOOOORK - MAAAAAA SÖÖÖÖÖN - MEEEEEEZ BUU ŞAFAAAAK... LAAAAR - DAAA - YÜÜÜ -
ZEEEN...
Söylemesi güç İstiklal Marşı'na, çoğu yığınlarda olduğu gibi parça parça, herkes
bir yamm söyler biçimde, inceli kalınlı başlamışlardı. Kısılan, soluğu kesilen
sesleriyle tam bir uyumsuzluk örneği vererek bitirmeye çalışıyorlardı.
Bitirdiler. Sessiz yürüyüşe geçip ana yapının orta boşluğundan bahçedeki
heykelin yöresine vardıklarında yeni katılanlarla kalabalık bir yığına
dönmüşlerdi. Konuşmalar başlıyordu ki Bakırcılar kapısından bir polis cipinin
üniversite bahçesine hızla daldığı görüldü. Hızım daha da artırarak gelip
öğrencilerin üstüne yürüdü. Öğrenciler kaçıştılar. Cip heykel çevresinde hızlı
bir dönüşten sonra durdu, içinden polisler atladı hemen. Bir gün önceki Tıp
Kongresi'nin üstün çabalı polisi Bumin Yamanoğlu başlarındaydı yine.
Tabancalarını çekip ellerinde sallayarak bağırmaya başladılar:
— Dağılın!..
— Haydi dağılın!..
Öğrencilerde ilk şaşkınlığın yarattığı kaçışma durmuştu. Tabancaların da bir
etkisi olmamıştı, kimse inanmıyor olmalıydı kullanılacağına. Kaçışma sırasında
Günsel'in ayağına basmışlar, çok canı yanmıştı. Handan kolundan tutup çekti.
— İçeri gir sen, diyordu.
Günsel kızgınlıkla, bütün gücüyle çekip aldı kolunu, tersledi Handan'ı
bağırarak.
— Bırak be!..
Birkaç erkek öğrenci polislere doğru yürür gibi oldular. Ötekiler de
yüreklenmişlerdi. Bağnşmalar başladı.
— Siz çıkın buradan... Hürriyet... Hürriyet...
— Giremezsiniz... Atatürk... Hürriyet... Birden daha sertleşmişti polisler.
— Dağılın ulan!., diye bağırdı Bumin Yamanoğlu. Ateş edeceğiz.
Kimse inanmıyordu yine de. Bir kaynaşma, bir itiş kakıştan sonra polisler birden
ateşlediler tabancalarını. Ayaklara doğru ateş ediyorlardı. Birden bir
öğrencinin bağırdığı duyuldu. Yük-sel'di. Bir kurşun saplanmıştı ayağma.
Sallanıp üstüne yıkıldı birinin; tuttular. Şaşkınlık korkuya dönüşmüştü
öğrencilerde. İtiş kakış kaçışmaya başladılar.
— Vay canına... Gerçek mermi be!., diye bağırdı birisi.
Yaralıyı içeri taşıdı arkadaşları. Öğrenciler ancak inanmışlardı sanki kavganın
gerçekliğine. Yalancıktan değildi polisin atışı. Korkuyla kızgınlık birbirinin
üstüne çıkmaya başlamıştı. Polisler daha da şımarmışlardı başarılarıyla!.. Ne
sandınızdı hergeleler, gerçek mermi ya!.. Kara yağız, boylu boslu üç oğlan
fırladılar heykelin önüne, kaçışan arkadaşlarına bağırmaya başladılar.
Kaçmayın ulan!.. Ne kaçıyorsunuz?..
— Kaçmayın!..
Polisler kalabalığın ayak diplerine ateş ediyorlardı durmadan. Çocukların
bağırıp çağırması da önleyemiyordu kaçışı. Günsel ortalarda sıkışıp kalmıştı.
Bir ara kurtardı kendini baskıdan, göğüslemeye çalıştı üstüne doğru kaçışanları.
Ne korku, ne yiğitlik, ne çekingenlik, ne şu, ne bu, hepsini yitirmişti bir
anda. Tek bir şey vardı kafasında: Kaçışı önlemek, polise diretmek. Heye-516
candan kendinin de tanımadığı ince, boğuk bir sesle, var gücüyle bağırmaya
başladı:
— Yazıklar olsun size... Erkek değil misiniz? Ne kaçıyorsunuz be? Kaçmayın.
Ayıp, ayıp!..
Aklına ilk gelen sözcükleri denetisiz bağırmaktı yaptığı. Başka bağrışmalar da
başladı birden:
— Kaçmayın çocuklar!..
Tanımadığı sesiyle, koroyla birlikte, kendini yitirmişcesine bağırıyordu Günsel
de:
— Hürriyet... Hürriyet... Atatürk... Hürriyet...
Yararlı olmaya başlamıştı yüreklendirmeler. Yerlerde taş aranmaya başladı
birçokları. Polislere bağırıyorlardı bir yandan da:
— Alçak, numassuzlar... Defolun buradan...
— Yuuuuuuuuuu!..
— Hürriyet... Hürriyet... Hürriyet...
— Kahrolsun diktatörler!..
— İstifa Menderes!..
— Hürriyet... Hürriyet...
Hele birden toprak parçaları yağmaya başlayınca polisler de bir şaşırdı önce.
Çocuklar tarhlarından söktükleri toprak kesekleri, bulabildikleri taşları
polislere fırlatıyordu şimdi. Taş bulmak zordu. Taş aramaya tarha koşan Günsel
bir ara Handan'ı gördü, kendini yitirmiş gibi toprak aüyordu polislere. Polisler
gerilemeye başladılar birden. Erkekler bağırıyorlardı:
— Kızlar taş getirsin!..
— Arkadaki inşaattan taş getirin!..
— Taş getiriiiin!..
Birçok kız arkadaki kapıya dalmışlardı taş getirmek için. Günsel ayrılmak
istemiyordu kavga yerinden. Bir ara biri çekti kolunu, Handan'dı; sanki yeni
gelmişti kendine:
— Durma burada beee!.. diye bağırdı. Taşa gitsene!..
Günsel'in bir şey demesine kalmadan bir itiş kakış oldu. Yerlere kitaplar
savrulmuştu. Yöredekiler birden kaçışmışlar, saldı- 517 ran üç polis bir
öğrenciyi yakalayıp çekmeye başlamıştı. Kaçışan-lardan birkaçı döndü, atılıp
atılmamak arası bakıyorlardı ki Günsel fırladı birden... Oğlanlar da
yüreklenmişti. Atıldılar. Polisin sürüklediği öğrencinin bir kolundan
yakaladılar, önce kısa bir çekişme oldu, başka öğrenciler de yardıma koşmuşlardı
hemen. Polisler avlarını bırakıp çekilmek zorunda kaldılar. Soluk solu-ğaydı
Günsel. Biri tutmuş, kolundan çekiyordu, döndü, Handan'dı. Silkip kurtardı
kolunu. Bir şey demesine kalmadan içerden bir sürü kız, mendillerini,
eşarplarını, bluzlarının önüne, irili ufaklı taşlarla doldurmuş sökün ettiler.
Erkeklerle birlikte Handan'la Günsel de atılıp kapmışlardı taşları. Polislere
atmaya başladılar. Erdinç kendini yitirmişti. Koca bir taşı kaptı, bir salladı,
taş gidip küüt! diye polislerin önündeki Bumin Yamanoğ-lu'nun göğsüne oturdu.
Yaptığının bilincine o zaman varmıştı Erdinç; gözleri korkuyla açılıp yanındaki
arkadaşının, Özde-mir'in koluna yıkılıverdi. Bayılmıştı. İçeri sürüklediler.
Taşlar yağıyordu artık polislerin üstüne. Kızlar boyuna taş getiriyorlardı.
Silah sesleri, bağrışmalarla birçok sınıfta dersler bırakılmış, öğrenciler
koşuşarak bahçeye inmeye başlamışlardı. Şaşkınlıkları bozguna dönüşmüştü
polislerin. Son bir çabayla atılarak önlerdeki bir oğlanı yakalayıp
sürüklediler. Geride kalan iki polis
de ateş etmeye başladı yeniden. Ötekiler, yakaladıklarını cipe sokmaya
çalışıyorlardı... Başaramıyorlardı, oğlan güçlü kuvvetliydi, kedi gibi çevik
diretiyordu. Sonunda polisler adadılar cipe, oğlanı saçlarından, sağ kolundan
yakalayıp cipi yürüttüler. Yerlerde sürüyerek götürüyorlardı çocuğu. Birden bir
öğrenci koş-
tu cipin peşine, yıldırım gibi koşuyordu; yetişti, sürükledikleri çocuğun
saçlarını, kolunu tutan polislerin kollarına olanca gücüyle birer kesme attı;
kurtardı arkadaşını. Koşuştu öğrenciler, toz toprak, kanlar içindeki oğlanı
kaldırdılar. Kazanmışlardı savaşı. Coşkuyla bağırmaya başlamışlardı yeniden.
— Hürriyet!.. Hürriyet!..
— Kahrolsun diktatörrler!..
— İstifa Menderes!..
— Atatürk... Hürriyet...
Çok sürmemişti sevinçleri. Beyazıt'taki büyük kapı tarafından adı polislerle
cipler sökün etti birden. Çocuklar taşlarla karşılamaya başladılar ya, gelenler
çok kalabalık, güçlü, acımasızdı belli ki... Nuri atıdı birden:
— İçeri arkadaşlar!.. İçeri!.. Kapılan kapayacağız!..
Bir yandan gelenlere taş yağdırıyor, bir yandan da itiş kakış, camlı kapıdan
içeri kaçışıyorlardı. Bir kısmı da yapıyı dolanıp yan kapılara koşuyordu.
Günsel'in yanından ayrılmayan Handan, baskıyla ezilmemesi için kendisini siper
ederek kollamaya çalışıyordu aklı sıra. Tam kapıya daldıklarında bir dalgalanma
ikisini ayırmış, Günsel'i sağ koridor merdivenlerinin dibine yu-varlamıştı.
Doğrulurken yeni ayılmış gibi şöyle bir bakındı. Merdivenler, koridorlar akın
akın öğrencilerle doluydu. Son girenleri de almışlar, camlı kapıyı
kapatıyorlardı. Sermet de oradaydı. Nuri, Raif, daha başka tanıdıkları. Kalkıp
merdiven yanındaki mermer direğe yaslandı. Şimdi ne yapacaklardı? Gittikçe artan
bir uğultuyla çınlayıp duruyordu orta boşluk. Polisler, dayanmışlardı kapıya.
Bir cam şangırtısı duyuldu birden. Çocuklar bağnşmaya başladılar yeniden.
— Alçaklar!.. Yuuu!..
— Hürriyet!.. Hürriyet!..
Günsel taş kesilmiş gibiydi direğin dibinde; bağırmıyor, kımıldamıyor, öylesine
bakıyordu donmuş gibi. Birden kapıdan atılan bir şey düştü orta boşluğa. Bir
duman vüksedi hemen.
Polisler göz yaşartıcı gaz bombası atmaya başlamışlardı. Bir şaşkınlık, ardından
bir kaçışma başladı yeniden. Bir bomba daha düştü. Günsel'in kolundan tutup
çekti biri.
— Durma kardeşim, diyordu bir oğlan.
Bombanın etkisinden kurtulmak için üst katlara kaçıyordu herkes. Bir-iki basamak
çıktı Günsel, dönüp baktı, bir bomba daha düşmüştü. Düşer düşmez de bir oğlan
atıldı üstüne, kaptı 519 bombayı, dışardaki polislere fırlatıp attı, kaçtı
öksürerek. Mendilini çıkarmış, yanan gözlerine, ağzına bastırıyordu kaçarken.
Günsel'in öyle ağrına gidiyordu ki polis önünde kaçmaları, koşup oğlanı
kucaklamak geldi içinden. Yaşşa aslan oğlum!.. Du-raladı, böyle yapmalıydılar
demek. Birden ciğerlerini söker gibi bir yanmayla gözleri şakır şakır akmaya
başladı. Boğulacak gibi öksürüyordu. Gaz bulutunun kıyısındaydı hemen. Gözlerini
kapatmış, mendilini ağzına bastırıyordu. Kendini yitirmiş gibiydi. Birden koluna
girilip sürüklenircesine yukarıya çekildi. İkinci kat merdivenlerinin
ortalarında bakabildi: Hiç tanımadığını öğrencilerdi...
— Yatın [..Yüzükoyun yatın!., diye bağırıyorlardı.
Yan yana merdivenlere yattılar hemen. Çığlıklar, gürültüler, uğultular daha da
artmıştı orta boşlukta; bütün yapı çınlıyordu. Duman yattıkları merdivene de
yükselmişti. Kalkıp yukarıya doğru koştular. Bir bulantıyla sarsılmaya başladı
Günsel. Korktuğu başına gelmişti. Koridora dönen duvara yaslanıp kaldı.
Öğürüyordu. Fırıl fini dönüyordu başı. Gözlerinde yine bir yanma, yaşarma,
öksürükle birlikte içini altüst eden bulantı... Bir uğultulu çığlıklar...
Namussuz heriflerden kaçıyoruz... Kaburgası kırılmış ağabeyimin tekmeyle... Atlı
polislerdeki copların... Toz toprak... Halı tezgâhı Sivas'ta... Bir taş atamadık
kafalarına da... Kenan... Gözlerini açtığında tuvalette lavabo başındaydı.
Küsmüştü. Kolundan çekip sürüklediklerini biliyordu ya, buraya nasıl gelmişti?
Günnur'du yanındaki. Acı sular geliyordu ağzından. Bomboştu içi. Yarım fincan
süt içmişti sabah-
leyin de. Başka kızlar da girip çıkıyorlardı. Dışardan uğultular, bağrışmalar,
çığlıklar geliyordu kapının her açılışında. Küçükken hamama götürürdü annem
bizi, böyle uğultular gelirdi kapılar açılınca.
— İyi misin? dedi Günnur.
Başını salladı ağır ağır. Yüzüne su vurdu yine, ağzını çalkaladı. Kapı açıldı,
soluk soluğa Handan daldı içeri. Kimden duydu ki?.. Saçları dağılmış, hafif
sıyrığa benzer bir şey vardı çenesinin sağında. Bluzunun yakası yırtıktı. Durup
baktı Günsel'e bir şey diyecekti, demedi. Günsel dönüp baktı; dışardaydı aklı.
Başını salladı hafifçe:
— Ne oldu? dedi Handan'a.
Handan kızgın bakıyordu. Ters bir şey diyecek gibiydi, yutkundu.
— Rektörü de dövmüşler, dedi. Müdüriyete götürmüşler kanlar içinde...
Şaşkın kaldı Günsel, Handan toparlandı.
— Ağrın var mı? dedi.
Günsel'e anlamlı bakmışu bunu söylerken. Günsel de geçiştirmeye çalıştı.
— Yok, dedi, gaz yuttum biraz, o çarptı, yok bir şeyim artık. Handan apaçık
konuşmak, boşalmak istiyordu ya, Günsel
uyarır gibi bakıyordu Günnur'u göstererek:
— Tuvalete girdin mi? dedi, çişini, misini yap, iyidir.
— Yok, dedi Günsel, çıkalım.
Kafası olay yerindeydi yine. Çıkarlarken Handan söyleniyordu:
— Senin kadar aksi, bok kan olmaz!
Koridordan merdivenlere yürürken çocukların bağrışmaları duyulmaya başladı.
— Rektörü istiyoruz!
— Rektörü... Rektörü...
— Hürriyet... Hürriyet... Hürriyet...
Mutluluk duymaya başlamıştı Günsel, iş başarıldı demektir bu. Başlarına epeyi iş
açtı köpekler. Bakalım nasıl kalkacaklar altından? Dok işçisi Hasan'ı dövmeye
benzemez bu. Rektör'ü ha?.- Koridorlar, merdivenler tıklım tıklımdı. Öğretim
üyeleri de inmişti aşağıya. Gazlar dağılmış olmalıydı. Handan sıkı sıkıya koluna
girmişti Günsel'in, merdivenlerden kalabalıkta kıyı kıyı inerlerken. Öğretim
üyeleri konuşmalar yapıyorlardı. Ne söy- 521 lediklerine bakmıyordu Günsel. Olay
önemliydi artık. Birkaç yürekli öğrencinin değil, bütün üniversitenin sorunuydu
savundukları. İki saat önce dünyadan habersizmiş gibi her ileri öneriye tam bir
ilgisizlik, vurdumduymazlıkla kulak tıkayan binlerce genç, uyanıp ayılmışlar,
bir şeylerin bilincine varmaya başlamışlardı. Dev bir koroydu ortalığı çınlatan.
— Hürriyet... Hürriyet... hHürriyet...
— Rektörü isteriz.
— Rektörü... Hürriyet...
Orta boşluktan, tıklım tıklım dolu arka bahçeye çıktıklarında ikinci kattaki
pencerelerden birinde bir profesör öğrencilere seslenmeye çalışıyordu. "Dağılın
artık," diyordu. "Rektör bırakıldı, evinde istirahat ediyor." Öğrenci kidesi
sessiz kaldı bir an. Ne tepki göstereceklerini bilmiyorlardı sanki. Bir üst
kattaki pencereden elini sallayan Nuri'ye yükselttiler başlarını. Nuri,
inanmayın, dağılmayın, diyordu başıyla, elleriyle, sessizce. Öğrenci yığını
birden gürlemeye başladı yeniden:
— Rektör... Rektör... Rektör... Dağılmayız... Rektör...
— Hürriyet... Hürriyet...
Pofesör içeri çekildi. Çocuklar aynı tempoda dev bir koroyu kesintisiz
sürdürüyorlardı üst kattaki Nuri'nin yönetiminde. Açığa çıkmak iyi gelmişti
Günsel'e. Handan döndü yine:
— Kızım, söz dinle de sen eve git artık, dedi, bu iş bitti. Sana düşeni yaptın
sen. Baksana...
Kalabalığı gösteriyordu. Artık görev onların demek istiyordu. Doğru diyordu
belki de. İçinde yine bir baygınlık, kazıntı,
bulantı başlıyor gibiydi. Çıkayım, Kenan'a bir telefon edeyim önce... Oradan
da...
— Git eve yat, dedi Handan, biraz uyu, akşama uğrarım. İlaç filan da getiririm
belki.
— Sen de gelmiyor musun? dedi Günsel.
Handan hiç de beklememişti sanki böyle bir soruyu. Şaşalar
522 Sibi oldu-
— Yooo, dedi, niye geleyim?
Ona da sevinmişti Günsel. İyi kız bu, kendini aştı bir günde, daha da aşacak.
Öğrenciler gittikçe artan heyecanla korolarını sürdürürken Günsel istemeye
istemeye arka kapıya yürüdü. Handan da yanı sıra geliyordu. Geride, üniversite
kitaplığının sokağına açılan kapıya yaklaştılar. Kapalıydı. Her yan askerle
tutulmuştu. Kapıda bekleyen ere sokuldu Handan:
— Açın, dedi, eve gidecek bu. Sert, suratsız bir erdi kapıdaki:
— Yasak, dedi tersleyerek.
Handan şaşırmıştı. GünsePin içine sevinç dolu birden.
— Ne yasağı kardeşim, dedi Handan, hasta bu, burada mı kalacak?
Er aynı serdikle başını çevirdi.
— Ne yapalım, dedi, hastaysa? Girerken bana mı sordu? Handan'ın dönüp de şaşkın
bakışına gülmeye başlamıştı
Günsel. Handan bir şeyler daha diyecekti ki birden bir gürültü koptu.
Gerilerdeki öğrenci yığını iç avluya akıyordu. Günsel de firladı merakla, Handan
da...Rektör gelmiş. İçeri girenlere karışırken Handan yine sıkı sıkı tutmuştu
Günsel'in kolunu. Kıyılardan sokularak girdiler orta boşluğa. Günsel'i yüksekçe
bir yere çıkardı Handan, elinden tutup çekerek. Erkek öğrenciler de yardımcı
oluyorlardı, yanlarında yer açmışlardı. Başı kanlı sargılar içindeki Rektör'ü,
kollarına girmiş, merdivenlerden yukarı çıkarıyordu öğrenciler. Yüzlerinde gaza
karşı ıslak mendiller, beyaz bezler vardı. Kendi çıkmak istedi bir ara,
bitkindi, tökezledi, dü-
şecek gibi oldu birden, hemen girdiler koluna, odasına çıkardılar. Büyük bir
Atatürk resmi asılmıştı duvara. Bayraklar getiriyorlardı bir yerlerden. Önce
acılı, saygılı bir sessizlik olmuş, sonra coşkun bir gösteri başlamıştı Rektör
için. Artan gösteri karşısında Rektör çıktı, orta boşluğa doğru bir şeyler
söylemeye başladı balkonda. Ne dediği anlaşılmıyordu. "Mücadelenizi tebrik
ederim" gibi bir şeyler duyuldu. Gösterinin coşkusu da bütün 523 ölçülerin
üstüne firlayıverdi bir anda.
— Hürriyet... Hürriyet... Hürriyet...
— Alçaklar...
Orta boşluktaki mermer direklerden birinin dibine firlayıver-mişti biri:
— Arkadaşlaaar!.. Yürüyelim arkadaşlaaaaaar!..
— Sessiz yürüyüş...
Çevresindeki kalabalık da bu öneriyi bekliyormuş gibi bayrakları kapıp yürümeye
başladılar. Coşkulu öğrenci yığını akıyordu peşlerinden. Arka bahçede kapıları
tutmuş askerlere yaklaşıyorlardı. Askerler silahlarını çevirmişlerdi gelen
öğrenci kalabalığına. Handan'la Günsel de kalabalıkla akıp gidiyorlardı. Hiçbir
şey demiyordu Handan artık. Deminki kapıya gelmişlerdi. Deminki sert yüzlü er
makineli tabancayı çevirmişti yaklaşan öğrenciye. Sessiz kalındı bir an.
Arkadakiler de durmuştu.
— Gelmeyin, vururum! diye bağırdı er.
Bir öğrenci, duygulu, romantik biçimde iki eliyle göğsünü açıp fırladı erin
karşısına:
— Vur, dedi, arkadaş hadi vur beni!.. Vursana!..
Er ters ters bakıyordu. Birden makineli tabancayı, çocukların oyunu biçiminde
hızla iki yana tarar gibi yaparken, ağzı ile sesler çıkarmaya başladı:
— Dgu dgu dgu dgu dgu...
Durdu, herkes şaşırmıştı. Er de sırıtıyordu garip garip. Boynuna sarıldılar;
sevinçle atılıp açtılar kapıyı. Kızlı oğlanlı öğrenci yığınları duvarlardan
kapılardan karşı konmaz bir akınla yan
sokağa dökülmeye başladılar. Pencerelere doluşmuş halk merakla, heyecanla
bakıyordu öğrenci yığınlarına.
— Bayrak!.. Bayrak!., sesleri duyuldu.
Birkaç evden, pencerelerden bayraklar atıldı çocuklara. Sokak öğrenci
yığınlarının dev çığlıklarıyla dolmuştu.
— Hürriyet... Hürriyet... 524 —Atatürk... Atatürk...
— Hürriyet... İstifa Menderes... Alçaklar... İstifa... Yurtların önünden geçerek
öğrencilere çağrı yapıyorlardı.
Üniversite kitaplığından, yöredeki bütün yurtlardan akın akın öğrenci
katılıyordu her geçtikleri yerde. Bir ara Handan bir şeyler söylüyordu. Duymamış
gibiydi Günsel ya da aldırmamıştı. Bağırıyordu herkesle birlikte. Fen - Edebiyat
Fakülteleri'nin önünden geçip Koska'dan Beyazıt'a kıvrıldıklarında dalganan
bayraktan, ortalığı çınlatan haykırışları, dev koroları, sonu gelmez gibi akan
uzantılarıyla kaplayıverdiler bulvarı. Araçlar durmuş, halk yan merak, yan
çekingenlik, yan korkuyla iki yanlı seyirci olmuştu caddede. Ara sıra alkışlayıp
yüreklendirenler de çıkıyordu. Kol kola kenedenip yürümeye başladılar. Yolun
kıyısından yürüyenler öğrenci dışı kimsenin, yabancıların aralanna karşımaması
için uyarılmıştı. Denetimi yitirmekten, aykın kışkırtmalara sürüklenmekten
korkuyorlardı. 6 - 7 Eylül'ün acı öğ-renimindendi belki. Bilinçli ya da
bilinçaltı, olaya halkı kanştır-mama, öğrenciler, aydınlar sorunu yapıp
geçiştirme eğilimi diye almak işin asıl doğrusuydu belki de! Beyazıt'a
çıkıyorlardı artık.
— Hürriyet... Hürriyet... Katiller...
— İstifa Menderes...
Kalabalık içinde bağırarak yürüyen Günsel her şeyi unutmuştu. Ne bulantı, ne
ağn... Sağ kolunda Handan, solunda koluna kenetlenmiş, tanımadığı bir başka kız,
ayaklan yerden kesilmiş-cesine yürüyordu. Öne yakın ortalardaydılar. Handan da
unutmuştu her şeyi. Hiçbir kuşkunun bulandırmadığı bir inançla, pı-nl pınl bir
doğruluk duygusuyla bağınyorlardı koroyla birlikte.
— Hürriyet... Hürriyet... Katiller...
— İstifa Menderes...
Birden bir duraklama oldu. Korodaki sesler zayıfladı birer ikişer. Karşıdan,
Beyazıt'tan saldırıya geçen atlı polisler uzun coplannı acımasız indiriyorlardı
kız erkek demeden önlerine gelene. Tam bozgun biçiminde herkes kaçışmaya
başlamıştı artık. Günseller'in önü açılıvermişti bir anda. Kaçışmaya başladılar
onlar da... Önce kolunu çekip almıştı Günsel, Handan'ın kolundan. Öyle ağınna
gidiyordu ki kaçmak... Kaçmayıp da ne yapacaktı? Namussuz herifler, itler, ah ne
olur, bir şey olsa da şu anda bu alçak köpekleri... Birden içine oturan bir acı
duydu sol omzundan. Kaçarken eliyle tuttu omzunu, içi kinle dolu bir bakış attı
gerisine. Bir adı polisin copuydu havada sallanan. Şimdi yakında kaçışan
başkalarına iniyordu kıyasıya. Dönüp herife saldırmak geldi içinden. Attan
korktu. Herif yine dönecek gibiydi ki fırlayıp kendini yaya kaldınmına attı.
Atması iyi de olmuştu. Yağmur gibi taş yağmaya başlamıştı demin olduğu yere. Hem
de koca taşlar. O zaman kendine geldi. Sevindi. Bahçede yapmıştık ya...
Kıyılarda, işyerlerinin önlerinde, kapılarda, sokak aralannda, Beyazıt
kazılarından kalan yıkıntı diplerinde öbek öbek birikmiş öğrenciler kocaman
taşlan attaki polislere fırlatmaya başlamışlardı. Günsel de taş aramaya başladı.
Hay Allah, kımıldatamayacağı kadar büyük taşlar geliyordu eline hep. Sonunda
bir-iki taş alıp savurdu var gücüyle. Biri boşa gitmişti, biri de bir atın
bacaklanna çarptı, huysuzlandı hayvan. Bir duygu-luk geçti içinden, acımıştı
ata. Üstündekine acımıyorsun da... Yok acıyacaktım!.. Artık herkesle birlikte
kıyasıya taş atıyordu o da. Bir ara öğrencilerden birinin koşarak atıldığı
polisin elinden copunu çekip aldığı, herifi attan yıktığı görüldü. Cop
öğrencinin elindeydi şimdi, ata da adamaya çalışıyordu; atladı da... Sokulan adı
polislere ustaca indirmeye başladı copu. Üç dört polisin saldınsıyla yıkılıverdi
biraz sonra. Başka öğrenciler de fırlamışlardı şimdi polislerin üstüne. Bir anda
öğrenci kalabalığı or-
tasına gömülü kaldı polisler, işler tersine dönmüştü. Ellerindeki coplar para
etmiyor, öğrenciler polisleri atlarından çekip alıyor, adamakıllı
pataklıyorlardı. Kaçışabilen polislerin de kafasına gözüne koca koca taşlar
yağıyordu. Birkaç oğlan yanar sigaraları atlara bastırıyor, canı yanan atlar
şahlanıp ürküyle deli gibi kaçıyor, sırtından fırlatıyordu binicilerini. Günsel
de fırladı, polisin birini çevirmiş öğrenci kalabalığının arasına atıldı.
Sermet'i gördü bir ara. Şakağında kan vardı. Raif, Nuri ordaydılar. Tanıdığı bir
kız daha... Ortadaki polisin suratı kıpkırmızı, gözleri korku doluydu. Kaçmaya,
kollarını yüzüne siper ederek dayaktan kurtulmaya çalışıyordu. Bir ara yere
yıkıldı. Nuri atlayıp abandı üstüne. Öldüreceklerinden mi korkmuştu?
- Bırakın, yeter vurmayın! diyordu.
Yakındaki başka polislere saldırdılar hemen. Attan yeni alaşağı etmişlerdi
birini. Sille tokat gidiyorlardı. Günsel de atılıp vurdu birkaç kez. Gücü
azalmış gibiydi sinirlilikle. İstediği ağırlıkta indirememişti bir türlü. Yine
atılıyordu ki bir itiş kakışla yerde buldu kendini. Ayrılır gibi oldu. İlerde,
Beyazıt Kitaplığı'nın duvarına yakın bir yerde ürkmüş bir atın yanındaki
kalabalığa çarptı gözü. Handan'dı. Üstü başı yırtılmıştı iyice. Öfkeyle atılıp
oradaki polise yumruklar indiriyordu. İki adı polisin saldırısıyla bırakıp
çekildiklerini gördü bir ara. Ürkmüş adardan biri hızla geçiverdi Günsel'in tam
yanından. Fırladı, kendini kıyıya attı. O zaman iyice duymaya başladı omzundaki
cop yerinin ağrısını. Ezilmiş gibiydi. Bir de polise vurduğu eli acıyordu.
Bileği mi incinmişti? Atlı polisler de tam bir bozgunla Çarşıkapı'ya doğru
kaçmaya başlamışlardı. Acıyı filan unuttu yeniden. Yandaki halka baktı. Niye
seyirci bunlar? Niye mi? Öyle istiyor sizinkiler daha da ondan? Bizimkiler mi?
İyice toparlanmışlardı öğrenciler. Eskisinden daha güçlü, daha yürekli, yeniden
caddeye çıktılar. Deminki korolar gittikçe büyüyerek yükselmeye başlamıştı.
— Katiller... Katiller... Katiller...
— istifa Menderes... Hürriyet...
— Hürriyet... Hürriyet... Hürriyet...
Alana giriyorlardı ki birden Beyazıt Kitaplığı'nın gerisinden inen 50 - 100
kadar sivil polisin, tabancalar, makineli tabancalarla öğrencilerin üstüne
yürümeye, çökerek, nişan alarak ateş etmeye başladıkları görüldü. Bir anda
şaşbna döndü öğrenciler. Deminkinden daha büyük bir bozgunla kaçışıp sokak
aralarına, 527 Marmara Sineması'nın duvarları kıyısına, yöredeki kuytu yerlere
sığınmaya başladılar. Bir kısmı da yaylım ateşten korunmak için yerlere,
kaldırım kıyılarına uzanmışlar ya da taş yığınlarının, direklerin gerisine
sinmeye çalışıyorlardı. Daha ilk atışta birçok öğrencinin yaralanıp yıkıldığı
görüldü. Alana, caddeye kan düşmüştü. Çıkıntı bir duvar dibine uzanmıştı Günsel.
Handan'ı aramaya başladı gözleriyle. Yanında birçokları vardı. Tanımıyordu
hiçbirini. Bir oğlan sövüyordu boyuna. Ötekiler suskun, şaşkındı daha çok. Sekiz
on metre önlerinde tam kaldırım üstünde kanlar içinde bir çocuk yatıyordu,
ölmüştü. Kalkıp ona gitmek geldi içinden. Kurşunlar yağıp duruyordu alanda. Vay
namussuzlar, katil köpekler. Niye bizde silah yok? Handan nerede? Tam da
polislerin ateş ettikleri yerdeydi demin. Silah sesleri kesildi bir ara.
Polisler şarjör değiştiriyorlardı. Bir anlık ateş kesme, duralama yeniden
değiştirmişti her şeyi. Yürekten başkaldırmış kızgın öğrenciler fırlamışlardı
saklandıkları yerlerden, taş yağdırıyorlardı tabancalı polislere. Alan yeniden
çınlamaya başladı.
— Katiller... Katiller... Katiller...
Demin yürürken bağırdıklarından apayrı bir anlam, bir etkinlik taşıyordu bu
haykırış. Artık gerçek katildi karşıdakiler. Yeni dökülmüş taze, sıcak bir kanın
ağır suçlaması, gerçek bir ağıtın yüreği burkutan acılığıydı alanı kaplayan.
Polisler yeniden ateşe başladıklarında da susturamamış, kaçı-ramamıştı
çocukları. Üsderine yürüyorlardı polislerin. Bazı, siper bile etmeden hiçbir
şeyi, apaçık ortaya atılarak taş atıyorlardı. Caddede, alanın kıyılarında yer
yer yaralılar vardı. Kurşunlanmış
arkadaşlarını hastaneye yollamak için durmak istemeyen araçların önlerine atılıp
yaralıları bindirmeye çalışanlar vardı. Günsel de fırladı ayağa, önce ilerdeki
ölüye doğru yürüdü. Birçokları birikmişti ölünün başına. Turan, diyordu birisi.
Polislerin üstüne yürüyenlere baktı Günsel. Bir taş kaptı yerden, o yana doğru
atıldı. Taşı kapan saldırıyordu o yana doğru. Polislerin ellerinde tabancalarla
gerilemeye başlamışlardı; her tür silahın üstüne çıkmış gibiydi karşıdan
kükreyip gelen kızlı oğlanlı genç yığınlar. Bir polisin suratından kan
sızıyordu. Taş yemişti. Mermileri de tüketmişlerdi besbelli. Bozgunun eşiğinde
geriliyorlardı artık.
— Katiller... Katiller... Katiller...
Tam polislerle öğrenciler karşılıklı kapışma biçimine geçmişlerdi ki süngü
takmış erler göründü Kitaplığın üst yanından. Başlarında bir yüzbaşı, koşar adım
atılmışlardı. Birbirine kıyasıya girmek üzere olan iki yanın arasına daldılar
hızla. Süngüler kendilerine çevrilmişti ya, yine de sevinç gösterilerine başladı
öğrenciler. Duygulu, etkin bir sesle bağırdı birisi:
— Yaşasın şanlı ordumuz.
Bir söz yetmişti davranışlarını saptamaya. Ağlayarak atılıp bir kurtarıcı gibi
yüzbaşının boynuna sarılmıştı birkaçı. Erlere sarılanlar vardı. Polisler
çekilmişlerdi. Asıl sevinen onlar olmalıydı kurtuldukları için. Gözyaşları
arasında yeni koroya başlamıştı öğrenciler.
— Ya ya ya... Şa şa şa... Türk ordusu çok yaşa...
Bir an şaşkın kaldı Günsel olanlara bakıp. Neler geçmedi kafasından bu bir
anda... Toparlandı. Ne var yadırgayacak? Doğruydu olan. Bilinçli değil,
içgüdüsel belki de ya, devrimlerin, devrimcilerin temel kurallarından birini
uyguluyordu işte öğrenciler. Askerin, ordunun "hayırlı tarafsızlığını" sağlamak
en azından. Bu değil mi kitaplardan okuduğun? Peki, şimdi hayırlı mı bu?
Polisleri korumak tarafsızlık mı? Gözleri doluyordu Günsel'in. Nedenini bilmeden
ağlayacaktı nerdeyse. Hay patia-sın senin bu küçük-burjuva duyarlılığın!.. Omzu,
polise vurdu-
ğu eli, sonradan sonraya başlayan sağ ayak bileği öyle ağrıyordu ki... Olsun,
başka yanımda bir şeyim yok ya... Yoktu başka yanında bir şeyi. Tanımadığı bir
kalabalığın içindeydi. Çarşıkapı'ya doğru yürüyorlardı bağıra bağıra. Askerleri
alanda bırakıp yola koyulmuştu yeniden uzayıp giden öğrenci yığınları.
— Katiller... Katiller... Katiller...
— İstifa Menderes!..
— Hürriyet... Hürriyet... Hürriyet...
— Katiller...
Öndeki öğrenciler kucaklarına aldıkları bazı yaralı arkadaşlarını taşıyorlardı
kanlar içinde. Taksilere konan birçok yaralıyı kavga dövüş, polisler kaçırmıştı.
Tanklar sökün etti birden Çar-şıkapı'da. En küçük bir korku boşluğu vermeden
tankların üstüne yürüyordu öğrenciler. Orduya gösteriye başladılar bir yandan
da...
— Ya ya ya... Şa şa şa... Türk ordusu çok yaşa...
Tanklar durmuştu. Tankın içinden atlayan bir teğmenle bir sivilin (polis şefi
olacaktı) tartıştıkları görüldü ilerde. Hızlanmıştı öğrenci yürüyüşü. Koşar
gibiydiler teğmenle tartışan sivile doğru. Gedikpaşa'ya inen bir sokağın başına
doluşmaya başladı öğrenciler. Kavgalar mı oluyordu ne? Sermet'i, Ali'yi, yüzünü
tanıdığı bir kızı seçebiliyordu Günsel. Atıldı sokağın başına doğru. Sille,
tokat, yumruk bir itiş kakış içinde buldu kendini bir anda. Birilerine vurdu o
da kıyasıya. Kafasına inen bir yumrukla sarsıldı birden. Sürüklemeye
başlamışlardı. Kollarından, saçlarından çekerek cipe sokmaya çalışıyorlardı.
Ağzının kıyısına gelen kıllı, pis bir bileğe dişlerini geçirdi bütün hırsıyla.
Bir tokat patladı suratında:
— Kancık orospu!..
GünsePle birlikte daha birkaç kişiyi çekmişlerdi yan sokaktaki ciplere. Hızla
sürdüler cipleri, koşuşan öğrencilerden kaçırıp uzaklaştılar. Öğrenci yığını,
kıyısından koparılıp alınanlardan habersizdi. Bağrışmalar sürüp gidiyordu.
XXIII
Kenan, Sahaflar'dan Çınaraltı'ndan geçip Beyazıt Camisi'nin avlusu ardındaki
duvar dibinden üniversite kapışma bakınca ne edeceğini bilmeden acılı kaldı bir
süre. Polis cipleri, adı polisler, siviller kaynaşıyordu üniversite kapısında.
İşte bu bahçede Günsel. Aşılmazın ötesinde. Duvar diplerinde askerler
dolaşıyordu. Kazılar, yıkıntılar, iniş çıkışlarla dolu geniş alanı, uzak
kıyılarından, meraklı, çekingen bir seyirci kalabalığı çevrelemişti. Şöyle bir
bakındı; yanında yöresinde imam kılıklı, bereli, esnaf giyimli, sıradan
görünüşlü çeşidi kimseler vardı. Suskun bakıyorlardı. Cipler gelip gitti bir
ara. Uzaktan uzağa bir uğultu geliyordu, üniversitenin ana yapısından doğru.
Polislerde bir kaynaşma oldu yeniden:
— Azdılar, azdılar... Bulacaklar belalarını imansız piçler. Dönüp baktı. Kara
sakallı, başı açık, imam kılıklı bir herifti; şadırvana doğru yürüyordu
söylenerek. Kimse aldırmamıştı!
Duymamış gibiydiler. Marmara Sineması önünden bakanlarda bir kaynaşma başlamıştı
uzaktan uzağa. Aksaray'a doğru gidiyordu kalabalık. Bir şeyler oluyor orada.
Yoksa Edebiyat Fakül-tesi'nde mi olaylar? Alandan doğru geçemezdi, döndü.
Çınaraltı'ndan Sahaflar'dan karşıya geçmek için caminin avlusuna daldı yeniden.
Çınaraltı'ndan geçerken daha dün oturup kahve içtikleri köşeye baktı. Ya bütün
eski buluşmalanmız!.. İlk buluşma- 53^ mız o soğuk günde!.. Niye yan yana
değiliz şimdi? Niye onun yanında değilim ben? Burak'tan olayları duyunca
işyerinden ayrılıp ayrılmamak konusunda kuşkulu kalmıştı uzun süre. Gün-sel'den
telefon beklemişti. Başını işine eğmiş Matmazel'den başka herkes, işyerine gelip
gidenler, konu komşu, kitapçılar, Burak, aşırı ilgi gösteriyordu Beyazıt'taki
olaylara. Ankara Cad-desi'nden gelip geçen tanıdık gazetecilere, yolu Beyazıt'a
düşenlere, bu arada birkaç resmi polise bile, Üniversite'den olduğunu
yakıştırdıklarına, hemen herkese soruyorlardı olayları. O içine kapanık, sessiz
Burak'ın bütün düşüncesi Üniversite'deki olaylardı sanki. Bir ara gazeteye
telefon bile açtı Kenan'dan izin alıp; bir arkadaşı varmış gazetede. Asıl
olanları da o zaman öğrendiler. Büyük gürültüler olmuş, Rektör dövülmüş filan...
Kenan'ın kuşkusu kalmamıştı artık Günsel'in de olayların içinde olacağından. Bir
gün önce bir şeyler demişti. Tahkikat Komisyonu Yasası'na karşı çıkmak gibi...
"Bu gece gelecek çocuklar da, yasalaşırsa yarın sabah!.." Durgun, tek tek
söyleyişi gözünün önüne gelmişti Günsel'in. Fırlamıştı işyerinden. "Telefon
ederse, ben seni arayacağım," demişti Burak'a, "bir yerde beklesin beni." Burak
giz ortağım artık. Saklımız mı kaldı? Bir arabaya adayıp Çarşıkapı'da inmiş,
önce cami avlusuna koşmak gelmişti içinden. En yakın orasıydı üniversite
kapısına. Şimdi yine koşar gibi gerisin geriye geçiyordu Sahaflar'ı.
İşyerlerinde demin de pek kalabalık yoktu ya, iyice azalmıştı alışveriş edenler.
Ya cami avlusuna gidiyorlardı ya da Marmara Sineması'na doğru gitmek için yolun
karşısına, Gedikpaşa'ya geçiyorlardı akın akın. Kenan
da geçti koşarak. Yoldaki taşıtlardan birkaçını durdurdular ilerde, çevirdiler.
Cipler, polis arabaları dolaşıyordu. Marmara Sineması'nın yanındaki sokağa
yaklaşınca Laleli tarafından bağrışma-lar gelmeye başladı. Polisler ara yolları
da tutmuşlardı. Halk pencerelerden, kahvelerden, sokak başlarından, yol
kıyılarından merakla bakışıyor, önemli şeyler bekliyordu belli ki. Kenan aşağı
sapıp koşarak Marmara Sineması'nın ardındaki sokağa girdi. Sesler artık iyice
duyuluyordu. Yan sokaklardan, evlerden Kos-ka'ya doğru koşuşanlar arasında,
Hasan Paşa Hanı ile Sırmakeş Hanı arasındaki polisçe tutulmamış daracık bir
sokaktan anayola çıktı. Patrona Hamamı karşısında, yolun kıyısında yüksekçe bir
yerde bekleşen halkın arasındaydı şimdi. Bayraklarla dalgalanan öğrenci yığını
Edebiyat Fakültesi'ni geçmiş, Beyazıt'a yürüyordu dev korolarını haykırarak
"Hürriyet" diyorlardı, "İstifa" diyorlardı, "Katiller" diyorlardı. Şaşkın
ürpertiler içinde donup kalmıştı Kenan. Demek iş buraya geldi! Yöresindekilere
baktı. Sessizdi herkes yine ya, cami avlusundakilerden daha yakınlık gösteriyor
gibiydiler, bakışları, yüzleriyle, gelen çocuklara. Yöredeki hanlardan çıkmış,
bakırcı, kalaycı çırağına benzer tulumlu tulumsuz, kir pas içinde oğlanlar da
vardı şaşkın bakanlar arasında. Beyazıt'taki aüı polisler de alanın alt başında
görünmüşlerdi. Kenan, yolu kaplamış öğrenci seli içinde Günsel'i aramaya başladı
gözleriyle. Bir ara inip hemen önlerinden geçen öğrencilere tek tek bakmaya
kalkıştı. Öylesine kükreyerek bağırı-yorlardı ki hep bir ağızdan, öyle iç
içeydiler ki coşkuyla, gözle bile ayırmak kolay değildi. Önünden sel gibi akıp
giden yığının yanında yapayalnız, ezilmiş gibi kaldı. Günsel, kızlı oğlanlı bu
binlerce gençten biri, sen kimsin yolun kıyısındaki? Toparlanmaya çalıştı, bir-
iki adım attı öğrencilerin yanı sıra. Kolbaşı geçip gitmişti. Dönüp bir daha
baktı önünden geçenlere, hiçbir tanıdık yüz yoktu. Bir ara yaya kaldırımından
inmiş, gençlere karışacak gibi olmuştu. Hemen iteleyip uzaklaştırdı öğrenciler.
Kimseyi sokmuyorlardı aralarına. Dağınık duygular içinde bir
sarsıntı daha geçirdi Kenan. Nasıl girersin onların arasına budala... Alırlar
mı? Bağırmak geldi içinden onlarla birlikte, olmadı bür türlü. Bir-iki denedi.
"Hürriyet" dedi, "İstifa" dedi; öyle yalnız, öyle cılızdı ki sesi, kendine bile
gülünç geliyordu. Peki kiminle birlikte bağıracağım ben? İşçilerin arasına da
giremedim. Tek basmayım şu yolun kıyısında. Yöresine bakındı, sanki başka
kimsenin yok böyle tasası. Öylece bakıyorlardı geçenle- 533 re... Hepsi tek
başına onların. Oralı bile değil hiçbiri. Onlar gibi bak sen de... İki işyeri
arasında bir duvara yaslanıp acılı bakınmaya başladı. İlerde atlı polislerle
öğrenciler birbirlerine girivermişlerdi bir anda. Öylesine bir uğraşa dalmıştı
ki kendisiyle, şaşaladı, hiç beklemiyordu sanki. Fırlayıp birkaç merdiven
tırmandı, taşlardan atladı. Demin geldiği sokağın köşesindeki bir yapının önüne
çıkmıştı. Kavgalar kıyasıya gidiyordu alana girişte. Atlasam, karışsam mı
aralarına? Yöresine bakındı, yine seyirciydi herkes. Bizim kavgamız değil demek
bu. Peki kimin kavgası? Günsel'in. Günsel'i aranmaya başladı yeniden. Birbirine
girmişti herkes. Orada olsa bile nasıl ayırırsın? Kızlar da vardı atların
önünde, polis coplarının altında. Günsel de aralannda mı? Niye bulamıyorsun? Ne
aptal herifim ben!.. Kavganın akışına kapıldı, her şeyi, herkesi, Günsel'i de
unuttu bir ara. Demin atlı polislerin saldırısı ile kaçışıp toparlanan çocuklar
vardı; şimdi ise yerlerde sürünen, dayak yiyen, kaçışan adı polisler...
Öğrenciler yürüyüşe geçiyorlardı yeniden. Dev koro yine başlamıştı. Sevinçle
tıkanır gibi oldu Kenan. İşte yürüyorlardı. Günsel yok mu? Belki de o katılmadı.
"Sen girme," demişlerdir belki de. Dinler mi? Doğru olanı yapar o. Gerekirse
dinler. Gerekir mi? Kim bilir, gerekir belki de. Belki de telefon etmiştir.
Marmara Sineması'na doğru ilerlemeye çalışıyordu kıyılardan, duvar diplerinden.
Birden silahlar patlamaya başladı. İrkilerek kaldı olduğu yerde. Baku, ellerinde
tabancalarla yaklaşan dizi dizi sivil polis sürekli ateş ediyordu çocukların
üstüne. İnanamadı önce. Çığlıklarla düşen öğrencileri görünce ayıldı. Halk
kaçışıyordu. Çok yakı-
nındaki duvarlara, yerlere kurşunlar çarpıyor ya da vınlayarak, sekerek
geçiyordu önlerinden. Sürekli ateş ediyordu polis. Birçokları devrilmişti yine.
Bilinçsiz bir korkuya düşüverdi birden. Kıyılardan, duvar diplerinden deli gibi
kaçmaya başladı. Deminki sokak başına gelince soluk soluğaydı. Sokağı döndükten
sonra, duvarı siper ederek baktı. Yaylım ateş yine başlamıştı. Birkaç 534 kişi
de kaçarak döndüler sokağa. Kenan yine tutamamıştı kendini, kaçanlarla birlikte,
hem onları da geride bırakarak sokağın alt başına doğru koşmaya başlamıştı
yeniden. Silah sesleri durmuştu. Çığlıklar, bağnşmalar geliyordu. Birden o zaman
vardı bilincine: Kaçıyorum!.. Ter içindeydi. Şimdi yeniden ter döküyordu
utançla. Döndü, sokağın başına doğru yürümeye başladı. Kızgın, yaralı, kendine
küskündü ta yürekten. Tek tük silah sesiyle duraladı yine, ayaklarına baktı
suçlayarak, silah sesiyle koşullanmışlardı sanki; şimdi bile zor tutuyordu.
Tıpkı Müdüriyet'teki gibi. İki tokatta kaçmıştım o zaman, şimdi de silah
sesiyle... Acılı başkaldırmayla bağıracak gibi oldu. Yok orada Günsel, yok!..
Varsa, yaralıların arasında yatıyorsa o da, öldüyse?.. Tam köşede kaskatı kaldı
birden. Yaralıları arabalara koyuyorlardı alanın berisinde, kavgalar vardı. Bir
şoförü dövüyorlardı. Niye?.. Kucakta taşınan bir gencin gömleği, pantolonu
kanlar içindeydi. İnliyordu. Öğrencilerin yeni çığlıklarını duymaya başladı
birden. Orduya gösteri yapıyorlardı. Polislere kargışlar, sövgüler yağıyordu.
Köşede öylece kalmıştı Kenan. Alana yaklaşacak, ortalara çıkacak yüzü mü
kalmıştı? Kaçtım. Onlar dövüştü. Taşla, yumrukla, kazanmacasına hem. Gözlerinin
içi yanıyordu. Dudakları, dili, boğazı yanıyordu. Ta uzaktan ileriye atılmış
koşan bir kız gördü, Günsel'di sanki... Birkaç adım attı Kenan; kalabalığa
kanşıp gitmişti kız. Öğrenci yığınları bağnşmalar içinde dalgalanıp duruyordu.
— Taksim'e, Taksim'e!..
Bağnşmalar duyuldu. Yığınlar, haykınşmalarla akıp gidiyordu Çarşıkapı'ya doğru.
Kenan toparlanmaya çalışıyordu? Bakın-
dı yöresine, telefon arandı. Postane neredeydi burada?.. Evecenlikle yürümeye
başladı yol kıyısından. Alanı geçiyordu, karşıdan gelen tankları gördü uzaktan.
Tanklar durmuştu. Bir kaynaşma olmuştu öğrencilerde. Telefon diyordu Kenan;
aranıp duruyordu. Burak'ta haber vardır. Aramıştır Günsel. Azak Sineması'na inen
sokağı geçince bir mağaza vardı ya... Daha önce de... Koşarak gidip daldı içeri.
Adamlar ürkek bakıyorlardı. Kapıdaydılar 535 Kenan girerken. İki yanlı
sokaklarda halk; belki de polis sandılar beni böyle telaşla atılınca telefona.
Hiç iyi bakmıyorlar. Elleri titrer gibi çabuk çabuk çevirdi numaraları. Uzun
uzun çaldı, Burak açtı soluk soluğa. Yüreği duracak gibiydi Kenan'ın...
— Arayan oldu mu?
— Nermin Hanım aradı ağbi. Sövecekti nerdeyse...
— Başka?..
— Yok ağbi...
Yıkılmış gibiydi Kenan. Bir tıkanma olmuştu boğazında. Günsel de içlerinde
demek?
— Ararsa oraya gelip otursun, beklesin beni, arayacağım yine. Ya da yerini
söylesin.
Adını vermemişti Günsel'in. Bir sessizlik oldu. Burak yavaşça:
— Peki ağbi, dedi.
Kenan kapattı telefonu, firladı.
Çarşıkapı'dan, tanklann önünden geri dönmüş, aynı görkemli haykırışlarla
Laleli'ye yürüyordu öğrenci yığınları. Demek Aksaray'dan Taksim'e... Yüksekçe
bir yerden gözledi geçenleri. Kimseyi ayırma olanağı yoktu. Nâzım'dan dizeler
geçti kafasından: "Tek başlı, tek yürekli, milyon ayaklı Kalküta." İşçi
yığınları onun dediği. Nerde o tek başlı, tek yürekli, milyon ayaklı İstanbul?..
Peşlerine takılmak için birkaç adım atmıştı ki Marmara Sineması'nın
merdivenlerinden inen Matbaacı İrfan'la burun buruna geldi. Eskilerden diye
tanınırdı, alaylı bir gülümseme vardı bakışlannda.
— Gördün mü piçleri? dedi Kenan'a.
Kenan anlamadan bakıyordu. Yüzü değişti birden İrfan'ın, sövmeye başladı.
— Özgürlük istiyorlarmış eşşoğlueşşekler... Halk Partisi'nin bok yemesi...
Y...ımı alırlar özgürlük diye. Çok özgürlük kodu-lar da memlekette sanki.
Namussuzum Menderes'e bağlılık telgrafi çekeceğim.
Şaşaladı Kenan. Kızamadı, ne diyeceğini de bilemedi. Halk Partililerin bok
yemesi... Niye olmasın?.. Ne oyunlar döndürüyorlar kim bilir?
— Uğraşana bizim oraya, dedi İrfan. Fahir Cemal de gelecek.
— Fahir Cemal Bey ne diyor?
Soru mu bu da? Belli değil mi ne dediği Cemal Bey'in? Çıkar mı bu herif onun
ağzından dışan?
— Ne diyecek? Ana avrat düz gidiyor o da bu ibnelere... Yürüdü Kenan, şaşkına
dönmüştü iyice. İşin bu yanını niye
hiç düşünmemişti ki... Fahir Cemal bile... Yıllarca hapis yatmış, ünlü solcu
romancı Fahir Cemal karşı olunca... Bir bildikleri, duydukları vardır. Kulakları
deliktir onların. Halk Partisi'nin bok yemesi. İçin şenlendi birden! Niye? Hani
gözün tutmamıştı o herifi. Ters gelmişti ne dediyse. Bir kez karşılaşmıştı
matbaada Fahir Cemal'le.. Baba'ya verip veriştiriyordu o gün; sövüp sayıyordu.
Sövüp saymadığı kimse de yoktu ya!.. Aykırıya tatlı övgüler düzmek,
karşısındakini şaşırmaktı işi gücü sanki herifin. Ölçüyü kaçırıp olumsuza
kaymakta bir sakınca görmüyordu. "İş yok bu herifte," demişti Kenan; gösteri
adamı bu... Şimdi de... Demek Halk Partisi'nin... Niye olmasın?.. Bizim kavgamız
değil bu. Niye bulaşır Günsel? Karışık bir yumak dolanıyordu kafasında,
Laleli'yi inmeye başlayan öğrenci yığınına yetiştiğinde bütün heyecanını
yitirmişti. Olay, çocukların çığlıkları, kanlı yaralılar, bağrışılan sözler,
hepsi yumuşayıp pelteleşmişti sanki. Bağırıp çağırıp aşağıya sarktı öğrenci
yığınları. Bir süre yürüdü
o da artları sıra. Bir yorgunluk çöktü üstüne. Özgürlük... Özgürlük... İstifa...
Menderes... Katiller... Eeee, sonra? Menderes gidecek bir başka teres gelecek.
Katiller yine o katiller. Bunun için mi tabanı kaldırıp kaçtın silahlar
patlayınca? Kaçtım mı? Yok kaçmadın?.. Kaçtım ama... Halk Partisi'nin... Tamam
tamam... Nasıl da güller açıyor içinde böyle düşündükçe!.. İyi ki karışmadın
olaylara!.. Halk Partisi'nin bok yemesi... Korkak, Baha'nın 537 dediği yazıyı da
yazamadım... Aydın, atom bombasını yok eden işyerine mi gitsem bir?.. Günsel
gelmiştir belki de... Döndü, ağır ağır çıktı yokuşu. Bir taksiye adadı
Beyazıt'a... Burak'ı kapıda buldu.
— Aramadı ağbi, dedi Burak, sormasını bırakmadan.
Ses çıkarmadı, yukarı çıkıp çöktü koltuğa. Yutkunup durmuştu. Burak bir şeyler
sormak için. Çekinmiş, soramamıştı bir türlü. Oğlan fırlayıp gidecek nerdeyse.
Gelen giden de pek yok.
— Sen istersen git Burak, diye seslendi aşağıya. Unkapanı'na varmışlardır.
Bitince dönersin.
— Dönerim ağbiciğim, sağ olun.
Uçar gibi fırladı oğlan. Keşke kapıyı da kapattırsaydım Burak'a. İçerde
dinlensem şöyle bir. Günsel gelir de... Gelmez, sokaklarda o. Halk Par... Amaan
sıçmışım Halk Partisi'nin de... Birden telefona takıldı gözü. Niye bir telefon
etmem Fakülte'ye?.. Bakarsın... Çabucak çevirdi numaralan. Uzun uzun çalıyordu,
açan yoktu. Tam kapatacağı sıra açıldı. Odacı ağızlı bir adamdı açan. Günsel'e
gittiğinde birkaç kez koridorda gördüğü yaşlı adam olmalı. Yüreği yine çırpınıp
durmuştu Kenan'ın. Günsel Hanım'ı sordu, kitaplıkta. Kimse yokmuş orada. Günsel
Hanım da gelmemiş bugün. Telefonu kapatınca yeniden bir bitkinlik çöktü üstüne.
Peki şimdi Halk Partisi'nin... Oydu Beyazıt'ta polise doğru koşan. Birileri
gelmişti aşağıya. İsteksiz indi. Bir şeyler istediler, verdi, aldı, yine
başkaları geldi, onlara da... En iyisi bu, bir süre kullanmayayım kafamı. Bir
işe mi yanyor ki?.. Dikelip kaldı. Uğultular, haykınşmalar vardı derinden deri-
ne. Buraya mı geliyorlar? Niye olmasın? Vilayet'e belki. Vay canına!.. Tamam
Vilayet'e... Açık açıktı artık. Sürüp gitti uğultular. Kazıntı başlamıştı
içinde. Sabahtan beri bomboş içim, kazıntı olmasın mı daha? Gelse de Burak,
gidip bir şeyler yesem ben de... Bekle... Hiç gelir mi Burak?.. Haykırışlar ağır
ağır sönüp durmuştu epeydir. Burak koşar gibi girdi.
— Sıkıyönetim başladı ağbi, dedi. Köprüleri de açmışlar, karşıya geçilmiyor.
Evecenlikle anlatıp duruyordu. Vilayet'i tanklar kuşatmış. Subaylar gelmiş,
dağılın demiş çocuklara. Onlar da parça parça dağılıyorlarmış. Burak da koşmuş
onu yalnız bırakmamak için. Emniyet'in önünde bağırıp çağırmışlar bir süre.
Sevinmişti geldiğine Burak'ın. Günsel'i sorsam mı? Görmüş müdür? Görse söylemez
mi budala?.. Oğlan bilmiyor mu senin deli gibi beklediğini? Peki ne yapayım ben?
Dağıldılarsa bekleyeyim, arar şimdi. Burak'ı süt, sandviç almaya yolladı.
Telefon çalıyordu. Koşarak çıktı yukarı, açtı. Nermin'di. Olayları duymuş. Radyo
sıkıyönetimi veriyormuş sürekli. Çok korkmuş. Nasılmış o?.. Sana ne? diyecekti.
Demedi, iyiyim, deyip kapatacaktı. Ağlamaklı bir sesle ekledi Nermin:
— Ne olursun, bu akşam olsun erken gel, korkuyorum.
Bir an durdu Kenan ne diyeceğini bilemeden. Yavaşça kapattı telefonu. Allah
belanı versin!.. Korkarsın, başka ne yaparsın ki sen? Sen hiç korkmazsın oysa
ki!.. Bilmiyordum ki ben Gün-sel'in alanda polislerle silah patiayınca... Yoksa
korkmazdın!.. Burak'ın getirdiği sütü, sandviçi isteksiz bitirdi ağır ağır.
Koltuğa bıraktı kendini yine, gözlerini kapattı. Aşağıda gelip gidenlerin
sesleri, gürültüleri, konuşmalarıyla, kafasında tepişen düşünce uğultusu altında
uzun bir süre kaldı öylece. Biri dürtmüş gibi fırladı birden. Beşe geliyordu.
İndi çabucak.
Gidiyorum, dedi Burak'a. Bekle beni. Kapatma sakın. Geç de olsa bekle.
— Olur ağbi.
Yokuşta bir arabaya atladı hemen. Kocamustafapaşa, dedi şoföre. Yaslandı
arkasına, kımıldamadan kaldı. Beyazıt'ı geçerken baktı şöyle bir, üniversite
kapısında birikme mi vardı ne? İnip uğrasam mı? Şoför de öyle suskun ki...
Evlerine gitmek en iyisi. Sokağın başında indi arabadan, yürüdü. İçinde bir
eziklik... Geri geri gidiyordu sanki ayakları. Kötü haberden korkuyordu. Ya
yoksa? Ya?.. Merdivenleri çıkarken yüreği yine küt küt vurmaya 539 başladı. Evde
kimse yok!.. Bastı zile, bir süre sonra sürünen ayak sesi duyuldu, açıldı kapı.
Nahide Hanım şöyle bir baktı loş merdivendeki Kenan'a...
— Buyrun, dedi.
— Günsel yok mu?
Yine bir süre baktı ihtiyar kadın anlamamış gibi.
— Günsel mi? dedi. Bu saatte gelmez o.
Sonra korkar gibi oldu, bir şey sezinlemişti sanki.
— Fakültede değil mi?
Kenan ne diyeceğini bilemedi bir an. Bir de buna söz anlat şimdi.
— Gösteri varmış da bugün, dedi; çıkmış Fakülte'den.
— Haaa, gelir öyleyse, buyursanıza.
Buyursam mı? Buyurmayıp da ne yapacağım? Girdi içeri. Salona geçti. Sessiz,
tertemizdi ev. Teyze bir süre içerde dolaştı. Giysilerini mi değiştiriyordu ne?
Şöyle bakındı Kenan, Günsel vardı her köşede. Hasan'la oldukları geceyi yaşadı
yeniden. Gözleri dolacak gibi oluyordu. Pis, kirli, değersiz buluyordu
kendisini. Karşı koyamıyordu bir türlü içini kemiren bu duyguya. Nahide Hanım
gelip bir şeyler soracaktı ki kapı çalındı. Yüreği hop etti. Kadın adımını
atamadan fırladı hemen açtı kapıyı. Handan'dı. Aşağıda, merdivenlerden gelen
bir-iki kişi daha mı vardı ne? Soluk soluğaydı Handan. Kenan ağzını açtı bir
şeyler sormak için soramıyordu, korkuyordu kötü bir şey diyecek diye. Handan da
anlamıştı. Öylece bakıp kaldı bir an. Arkada, yaklaşmış bakan Nahide Hanım'ı
kollamıştı o da...
— Merhaba, dedi; sizin oraya telefon ettim, çıktığınızı söylediler, umdum
buraya geleceğinizi.
Kenan anlamıştı bir şeyler olduğunu ya, niye hemen söylemiyordu bu kız?..
Arkadan bir oğlan, iki kız öğrenci daha daldılar
içeri. Girerken:
— Sıkıyönetim olduğuna göre poliste kalmaz onlar, diyordu
540 biri, Harbiye'ye yollamışlardır.
Yakalandı demek. Nahide Hanım şaşkın bakmıyordu, bir şey
anlamamıştı o.
— Ne oldu? dedi titrek bir sesle. Günsel nerde?
Handan kendini koltuğa atarken önemsemiyormuş gibi söyledi.
— Yok bir şey teyze, dedi; senin ayağını çiğneyen orospu çocukları götürmüş.
Sabaha bırakırlar. Belki de birazdan gelir.
Turgut nerde?
Belli ki kadının ilgisini başka yöne çevirmek için sormuştu
onu da.
— Turgut mu? Ne bileyim ben? Bir film varmış dedi, para aldı gitti benden.
— Hadi siz uzanın odanızda, dedi Handan, biz çay may yapar içeriz. Epey
yorulduk.
Ustaca yönetmişti Handan. Üstelemeden, uysallıkla çekildi içeri Nahide Hanım.
Belli ki güveni vardı Handan'a. Yalnız kalmışlardı. Handan ayağa kalktı hemen,
yapmacıktı deminki soğukkanlılığı. Kenan'a yaklaştı. O zaman gördü Kenan kızın
yüzündeki çizikleri. Üstü başı hırpalanmıştı, yırtık, toz içindeydi
giysileri.
— Ne yapacağız? dedi. Siz arayabilir misiniz müdüriyetten? Öylece kaldılar bir
an. Kenan ne diyeceğini bilemiyordu.
Öteki iki kızla bir oğlan da (tanıştırmamıştı Handan) öylece bakıyorlardı.
— Kimsesiz buldular mı iyice yüklenirler diye korkuyorum.
Sağlığı da bozuktu, biliyorsunuz.
Son sözü söylerken anlamlı bakmıştı. Tedirginlik duydu Kenan. Böyledir
doktorlar, kızında bile utanmak kalmıyor. İyi ki aybaşı demedi! Geçmedi mi peki?
— Arayayım, dedi Kenan.
Öylece kaldı yine. Bir ağırlık vardı üstünde, düşünemiyor, ne diyeceğini, ne
yapacağını bilemiyordu bir türlü.
— Akrabasıyım, dersiniz. Yoksa... Çok kötü.
Başını döndü Handan, gözleri mi dolmuştu ne? Sonunu getirememişti. Ezik bir
sesle, sırtı dönük söylenmeye başladı.
— Eşek karı,o kadar da söyledim. İçime doğmuştu sanki. Kızlardan biri döndü:
— Sen de büyütüyorsun, dedi; ölmedi, yaralanmadı. Neler oldu bugün. Yine iyi
ki...
— Belli mi ne olacakları?
— Ne olacaklar? Tutuklarlar çok çok. Biraz da döverler.
Konuşmalara daldılar. Kenan dinliyordu. Günsel'i unutmuşlardı artık. Olayları
konuşuyorlardı. Ölüleri, yaralıları kaçırmış polisler.
— Burda durmamız saçma, dedi Handan. Hastanelere gitsek. Ben bir şeylerini
giyeyim Günsel'in; baksanıza... Aliler Gu-raba'ya gittiler. Dokuzda da sokağa
çıkma yasağı var.
Kenan baktı. Teşekkür etti, çıkacaktı. Handan kapıya geldi peşinden.
— Telefon ederim size ben, dedi; parası da yoktu onun. Ay sonu. Teyzeyi
oyalarım. Siz onunla...
Kenan başını sallıyordu sadece, peki anlamına.
— İyi biliyor musunuz? dedi; polisin aldığını?
— Görenler var, dedi Handan; Beyazıt'tan sonra, sokak arasında kavgalar olmuş.
Biz arkadaydık daha. Polis Sermetier'e saldırmış galiba. Günsel de atılmış.
İçinde bir şey kopmuş gibi oldu Kenan'ın. Handan oralı değildi. İçtenlikle
anlatıyordu olayı. Sonra ciplere doldurmuşlar beş-on kişiyi. Sermet, Günsel,
Mahmut... Başka kızlar da varmış
ya, tanımıyorlarmış. Başka fakültelerden.
— Ben de arayacağım ya, dedi Handan; hemen bugün gidersem beni de alırlarmış,
dediler. Sizin bir tanıdığınız filan var mı sözü geçen?
Evden çıkıp da yürürken hep bunu düşündü Kenan: Sözü geçen bir tanıdığım var mı
benim?.. Var, olmaz olur mu?.. Ra-542 sim var. Ne diyeceğim Rasim'e? Nasıl
diyeceğim? Hem gerçekten sözü geçer mi?.. Kolay mı bunu Rasim'e söylemek? Güç,
kolay, söyleyeceksin. Başka kimde umudun var? Hiç... Saate baktı, altı buçuktu.
İşyerindedir daha. Ankara'da filan değilse... Yakalamalı. Cerrahpaşa'da hastane
karşısındaki bir eczaneye daldı. Numaraları çevirdi çabucak. Tatlı bir kız sesi:
— Birkas Kollektif. İyi akşamlar.
— Rasim Bey'i istiyorum. Kenan.
— Bir saniye efendim.
Bir saniye bir yıl kadar uzun geldi. Ankara'da değildi demek. Ya çıktıysa? Kız
bilirdi, çıkü derdi.
— Söyle!..
Rasim'in hergele sesiydi.
— Ben Kenan.
— Anladık ulan, söyle. Çıkıyordum.
Söyleyeceğini unutmuş gibiydi Kenan. Bir an duraladı. Rasim sezmiş olmalıydı
Kenan'daki evecenliği.
— Şey, dedi Kenan; seninle konuşmak istiyorum. Telefonda olmaz, çok önemli.
Rasim durdu bir süre.
— Peki, dedi, geliyorum, bekle işyerinde. Karaköy'e uğrayacağım. Arabada
konuşuruz dönerken. Dokuzdan sonra yasakladılar...
— Peki.
Bir şey demeden kapattı Kenan. Çabucak gitmeli. Bir dolmuşa atladı. Çelişkili
duygular, düşünceler yol boyu döndü dolandı kafasında yine. Yanlış bir şey
yapmaktan korkuyordu en
çok. Kalkıp doğruca müdüriyete mi gitmeliydi yoksa? Ne diyeceğim heriflere?
Korkuyorsun değil mi? Diyelim ki korkuyorum. Korkmayıp da gitsem bir yararı mı
olacak GünsePe? Kimsesiz olmadığını anlarlarmış. Söz mü bu da? Üniversite
bitirecek kızın kimi kimsesi olmaz olur mu? Her yan kapanmıştı işyerine
geldiğinde, Burak öylece bekliyordu. Biraz çekingen: — Nermin Hanım, gelince
aramanızı rica etti ağbi. Ses çıkarmadan kitaplığın yanındaki sete oturdu
yorgunca. Burak'ı gönderdi, bir sigara yakıp beklemeye başladı. Polis Ser-
metler'e saldırınca Günsel de atlayıp... Şimdi de ona tak kafanı. Sermet olduğu
için mi atıldı? Öyle mi diyorum ben? Dövüşenlerin içinde Sermet de var, ne
yapsaydı kız? Kaçsa mıydı? Kaçanlar da var, biliyorsun; Biliyorum. Peki niye
öyle anlamlı söyledi Handan?.. Senin sağlıksız kafandan çıkıyor o anlam?
Herkesin yüreği seninki gibi katran kazanı mı? Öyle içten anlattı ki kız. Hem o
da sevmez Sermet'i. Biliyorum da... Polis Sermetler'e saldırınca Günsel de
atlayıp... Sen bir doktora görün, resmen manyaksın. Açıkça anlat doktora her
şeyi; tutamadım kendimi kaçtım de. Kaçmadım. İnanmadıktan sonra bizim kavgamız
olduğuna?.. Bir sürü piç, neymiş? İstifa!.. Özgürlük... Harcat kendini pisi
pisine. Halk Partisi'nin bok yemesi. Belki de el alandan Demokratlar'la ortak
oynuyorlar. Telefon çalmaya başlamıştı, firladı birden. Merdivene koştu, daha
birinci basamakta durdu. Nermin'dir olsa olsa. Döndü ağır ağır; telefon çaldı
bir süre, durdu. Ya Günsel'se? Bir ateş düştü içine birden. Ne yaptım ben? Ya
bıraktılarsa? Bırakırlar mı be? Kafasına yumruk atacaktı nerdeyse... Tek çare
çıkıp Nermin'e telefon açmak. Hayvanın biriyim ben, eşşeğim. Hadi bakalım çık da
aç telefonu hıyarağası?.. Bir araba sesiyle durdu, çıkıp baktı kapıya. Rasim'di
gelen.
— Merhaba.
— Merhaba.
Rasim, Kenan'ın kalktığı sete ilişti. Saatine baktı bir.
— Anlat bakalım önemli şeyi.
Ne anlatayım şimdi bu herife? Biraz durdu Kenan, sonra:
— Poliste tanıdığın var mı? dedi.
Rasim öylece bakıyordu. Sorulacak şey mi ulan bu herife? Sonra açıklamak
gereğini duymuş gibi ekledi.
— Müdüriyette filan yani.
— Ne oldu? dedi Rasim.
Anlat şimdi ne olduğunu. Ne duruyorsun? Ne bok yiyeceksin anlatmayıp da?
Çağırdın herifi.
— Bugün öğrenciler yürüyüş yaptı biliyorsun.
Yine durdu Kenan. Rasim hiçbir tepki göstermeden öylece bakıyordu. Ne halt ettim
de herifi çağırdım ben? Yılan gibi bakıyor. Uzattın.
— Rektör'ü dövmüşler, bazılarını polis yakalamış.
Rasim kalktı, bir sigara yaktı, arka raftaki kitaplara döndü, göz gezdirir gibi.
Bu ne demek? Bak başının çaresine demek! Herif kıçını döndü. Nerde eski şakacı,
her şeye yakınlık gösterip takılan Rasim? Döndü Kenan'a aynı soğuk bakışlarla:
— Günsel Hanım'ı mı kurtaracağız? dedi birden. Şaşaladı Kenan. Nerden biliyor
bu herif? Yine de hiç bozmadan karşılık verdi:
— Günsel Hanım'ı kurtaracağız.
Bir an bakışıp durdular. Rasim'in bakışlarındaki bilmeceyi çözemiyordu bir
türlü. Rasim sigarayı yere atıp bastı üstüne.
— Arabada konuşuruz, dedi. Saat sekize geliyor. Sokaklarda kalıp bir de
kendimizi kurtarmaya uğraşmayalım sıkıyönetimden. Daha seni bırakıp döneceğim.
Kenan duruyordu öylece.
— Ben buradayım bu gece, dedi. '1 Rasim
şaşkın döndü, anlamamış gibi baktı. i
— Burda mısın? Sinirli, kızgın gülümsedi.
— Yürü de canımı sıkma Allahını seversen... dedi. Yine bir soğuk bakışma ile
karşılıklı çakılı kaldılar. Kenan'ır
büyük bir çabayla saklamaya çalıştığı ikircikliğini sezmiş olmalıydı, kapıya
giderken:
— İyi ya, dedi, burda kal bu gece, oku üfle, belki bırakırlar Günsel Hanım'ı!
Yenilmişti, bir kez daha çağrılmasını bekliyordu Kenan. Hangi gün yenilmedin ki
bu hergeleye? Hiç kaçırır mı zayıf yanımı? Çıkarken döndü Rasim:
545
— Ulan bırak saçmalığı da gel, dedi. Akıllı bir bok değildin, iyice azıttın.
Nasıl dövmek geliyordu içinden şu herifi Kenan'ın... Işıkları söndürdü,
pardösüsünü aldı merdiven dibindeki askıdan, çıktı. Kapıyı çekti hanın önünde
bekleyen Rasim'in arabasına girince öylesine bitkindi ki bir ara hiçbir şey
konuşmadan eve gidip kapanmak geldi içinden. O canavarların elinde Günsel şimdi.
Bir umut bu herifte. Peki, Günsel ister mi bunu?.. Sen nasıl isteyebiliyorsun?..
Ne istedim ki?.. Ödün karşılığı mı istiyorum? Ödünsüz ne verdi sana bu adam?
Günsel'i nerden tanıyor, hiç sordun mu?
— O da senin kafada mı?
Rasim'in bu yarı alaylı sorusunu usul usul çözdükçe bir sevinç duymaya başladı
Kenan. Demek tanımıyor Günsel'i. Yaşamına giren bir kadın sadece duyduğu! Yoksa
bilmez miydi polis kanallarından duymuş olsaydı.
— Tam değil, dedi Kenan. Okumayı seviyor. Anlayışlı. O kadar. Biraz daha
geliştirdi yalanını:
— Olayda bulunması da bir rastlantı. Hiçbir suçu yok aslında. Çemlerlitaş'ta
buluşacaktık. Bana gelirken...
Durdu, nasıl güç şey yalan söylemek... Arabayı Eminönü Alanı'na sokarken
sırıtarak dönüp baktı Rasim, tamamladı:
— ... Tam o sırada da polislerle öğrenciler geçiyormuş oradan, yanlışlıkla
yakalayıp...
Alaylı kesti o da... Dönüp bir daha güldü Kenan'a. Kenan da gülmüştü
dayanamayıp. Ne eşşoğlueşşektir bu herif. Yalanın bil-
mediği türü var mı bunun? Bir sigara yaktı Rasim. Düşünceliydi. Akşamın
karaltılı, ışıklı trafiğinde dalgın gibi sürüyordu arabayı.
— İyi etmiş, dedi yavaşça, bu namussuz heriflere ne yapılsa az. Ben de yürürdüm
öğrenci olsaydım.
Taa içinden irkildi Kenan. Vay canına!.. Bu herifin de katılacağı bir eylemden
nasıl kuşku duyulmaz? Rasim de beğeniyor yaptığımızı. Neresi iyi bunun?.. Yine
allak bullak olmuştu kafası. Demek Fahir Cemal'in dediği gibi bok yiyor bu
ibneler!.. Ah Günselciğim ah!.. Dönüp bir daha baktı dalgın araba süren Ra-
sim'e. Hiç şaka yapmışa benziyor mu?
— Nasıl tanıştınız bu kızla?
Buyur hesap ver. Bir süre ses çıkarmadı Kenan. Rasim de üstelemiyordu.
Fındıklı'da yol tıkandı. Beklemeye başladılar araba selinin ortasında.
— Bir lokantada tanışmıştık, dedi Kenan.
Rasim üstelediğini belli etmek istemiyormuş gibi yavaşça:
— O sabah yanındaki kız mı bu? Arıyordun. Rasim dönüp baktı Kenan'a. Hafifçe
gülümsüyordu.
— Sonunda buldun. Keşke bıraksaymışım seni o kaldırımın üstünde.
Arabayı sürerken:
— Bir de sövgü yemiştik, dedi.
Sessiz gittiler bir süre daha. Rasim aynı önemsemez görünme çabasıyla:
— Bu kız için mi bırakacaksın Nermin'i?.. dedi. Kenan toparlandı birden, sertçe
baktı Rasim'e:
— Bırak şimdi bunu, dedi. Bir şey yapabilecek misin? Biraz durdu üzgün. Umutsuz
gibi ekledi.
— Kan kustururlar şimdi onlara, dedi. Bu gece... Sonunu getiremedi. Tıkanır
gibiydi gerçekten de. Rasim susuyordu. Bir süre daha sessiz gittiler:
— Bakalım, dedi, evden telefon açacağım. Olmazsa Ankara'yı ararım.
—- Öyle de bir gece ki...
Kime telefon edecekti bu? Ankara'da kimi arayacaktı. Atıyor muydu yoksa. Niye
atsın? Kim bilir ne kurtlarla ortaktır bu tilki? Ne sırtlanlarla?.. Kaçındı
sormaktan. Bilmemek daha iyi. Bilmek suç ortaklığı olur iyice. Kandır kendini
bakalım. Belki de ajan bu herif. Değilse bile çok yakın ilişkileri olabilir üst
katlardaki birileriyle. Niye olmasın?.. Senin gibi, en büyük onursuzluk değil,
en büyük başarı sayar bunu o. Nişantaşı'na vardıklarında Kenan arabadan inmeyi
düşündü bir. Teşvikiye'de kalsam bu gece. Şimdi bu herifle takışmanın sırası mı?
Hem belki telefon eder, gece sonucu bildirir.
— Önemli bir şey olursa sana bildiririm ben.
Kenan irkilerek bakn Rasim'e. Rastlantı mı bu? İçimden geçeni okuyor itoğluit!..
— İstediğin saatte açabilirsin, dedi. Uyuyabileceğimi sanmıyorum pek.
Rasim alaylı gülümsedi yine:
— Biz uyuruz, dedi. Karasevda'ya tutulmadık. Uyanmazına yat!.. Kenan birden
soruverdi:
— Nerden duydun Günsel'i?
Rasim şöyle bir dönüp baktı, kızmıştı sanki alıklığına:
— Evimde oturuyor herif, sorduğu soruya bak, dedi. Sonra daha da sert dönüp
baktı bir:
— Kapıcının bildiğini benden saklayacaksın!..
Öyle ya, bu kadar basit işte... Şişli Alanı'na gelinceye kadar sessiz kaldılar.
Alanda inmek istedi Kenan. Rasim yarı alaylı:
— Eve girdiğini görmeden olmaz, dedi, güvenim yok sana.
Kapıda ininceye kadar da konuşmadılar bir daha. İnince teşekkür etti Kenan.
Rasim, Nermin'e selam söyledi. Seni ona benim yolladığımı bilsin anlamına bu
da!.. Anahtarıyla açtı kapıyı. Salonu geçerken Nermin'le karşılaştılar.
Mutfaktan çıkmış, ortaya vurmaktan kaçındığı bir sevinçle bakıyordu Nermin. Ne
iyi oldu şu sıkıyönetim diye düşünüyor belki de...
— Telefon ettin mi sen bana?
— Ettim, dedi Nermin. Burak'la konuşmuştum, ses çıkarmayınca bir daha arayayım
dedim. Çıkmadı kimse.
Buydu demek.
— Oturalım istersen, dedi Nermin. Hazır...
— Siz oturun, dedi. Aç değilim ben.
Salona geçip çöktü koltuğa. Gözü, kulağı telefondaydı. Daha dur bakalım, evine
varmadı herif. Gidip banyosunu alacak, viskisini yudumlayacak, Refiş'in
hazırladığı sofrasında zıkkımlanacak. Niye söyledim sanki ben bu herife? Ah
Günselciğim, pisi pisine... Polis Sermetler'e saldırınca... Sorguya
çekiyorlardır onlan şimdi. Neler yapar şimdi o cellat herifler?.. Ayağa fırladı.
Salonda dolandı bir-iki. Bir sigara yaktı. İçerden Zeynep'in sesi geliyordu.
Koşarak salona girdi biraz sonra, koştu, dolandı bacaklarına:
— Babacığım benim...
Kenan sigarayı bıraktı tablaya, oturup sarıldı Zeynep'e, öptü yanaklarından.
Öylesine bir duygululuk vardı ki içinde, çocuğa sarılırken dolacak gibi
oluyordu. Zeynep'i içeri gönderip yine koltuğa çöktü, başını arkaya yasladı,
kapattı gözlerini. Biraz sonra bütün sokaklar boşalacak. Polis, asker cipleri,
bekçiler, dokunulmazların arabalan dolaşacak bomboş caddelerde, sokaklarda.
Müdüriyete kapatılmışlara gidecek bütün yollar sabahlara kadar kesik. Gün
ışıyacak nasıl olsa. Ne olacak bu işin sonu? Ölü, yaralı var. Öyle bir karışık
ki ortalık, ucuz adatabilir mi Günsel? Askerler de el koydu. Daha mı iyi oldu
ki?.. Belki de... "Hiçbir asker baskısı bizde sivil baskısı kadar canavarca
olmadı," demişti bir gün Baba. Çok eskilerdeydi bu. Yine öyle midir ki? Acaba
Rasim? Günsel'i bırakırlar da Sermetler kalırsa içerde? Kızar mı Günsel?
Sermetlere polis saldırınca Günsel... Hücrelere koyarlarmış. Kızlarla erkekleri
ayrı hücerelere koyarlar! Günsel de ayrı hücrededir. Sermet de... Açlıktan belki
de bu baş ağrısı. Ne açlığı? Uyusam mı? Rasim belki de... Ya telefon etmezse
eşşoğlueşşek, güvenilir herif midir o? Nermin'e söyle-
memiş belli ki... Güvenilir bir yanı var demek. En iyisi, yarın ben doğru
müdüriyete gidip... Eeee... Gidip... Ne bileyim ben... Uzaktan akrabam olur
desem? Yuttular da... Hem ne olacak? Ne yapabilirim? Beklemekten başka yol yok.
Bakarsın Rasim? Şimdi bomboş sokaklarda... Şu radyoyu da kapatsa Nermin...
Hücrede Günsel. Nerden bu sigara dumanı? Polis Sermetler'e... Biri sallıyordu
kolunu ağır ağır. Açtı gözlerini: Nermin'di. Şaş- 549 kın bakındı bir süre.
Eğilmiş, okşar gibi kolunu tutmuş sallıyordu Nermin. Dalıp gitmişim demek.
— Yatağına gitsen, dedi, aynı sevecenlikle.
O kadar oldu mu? Uykulu başını salladı birden.
— Hayır, dedi Kenan, telefon bekliyorum.
— Ne telefonu bu zaman? Kim telefon edecek?
Saatine baktı Kenan, on ikiye geliyordu. Ayılmak ister gibi gözlerini açıp
kapadı bir-iki.
— Rasim, dedi, Rasim arayacak. Sen yat.
Kuşkuyla bakıyordu Nermin. Üzgün bir gülümseme vardı sanki bakışlarında.
Sağlıklı bulmuyordu Kenan'ın davranışını, sözlerini belli ki... Acılı bir
sevecenlikle çöküp iyice sokuldu Kenan'a... Yalvarır gibi yumuşak bir sesle:
— Hadi canım, dedi, git yat artık. Tüketme kendini böyle, ne olursun?..
Yavaşça ilişti koltuğun kıyısına, ağır ağır okşamaya başladı Kenan'ın başını,
eğilip dolgun sıcak göğüslerine doğru çekti, yavaşça basUrdı. Önce karşı koyacak
gibi oldu Kenan, sonra bıraktı kendini o da... Uykudan yeni ayılmanın verdiği
güçsüzlük, bu sıcacık okşanma, —saçma da olsa— mırıl mırıl sevgi sözleriyle
öylesine kuşatıvermişti ki Kenan'ı, karşı koymayı bile düşünemez olmuştu bir
süre sonra. Okşamalarına ufacık öpücükler de eklemeye başlamıştı Nermin.
içtenlikle dolu, sıcacık bir sesle:
— Ah bilmesem, diyordu, bilmesem nasıl altın gibi yüreğin olduğunu... Dinlen
biraz. Yıkma, tüketme kendini böyle. Hadi canım. Hadi birtanem. Sevme beni yine,
zararı yok.
Öyle dokunmaya başlamıştı ki Kenan'a, dudaklarını büzüp çocuk gibi ağlamaktan
korktu birden, fırladı:
— Peki dedi, gidiyorum, peki.
Koridoru geçerken içkili gibi sallanıyordu. Hem ardı sıra ağır ağır gelen
Nermin'den kaçar gibiydi, hem yetişip aynı biçimde sıcacık kucaklamasını, mırıl
mırıl konuşmasını istiyordu sanki. 55Q Daha önce yenildiği de olmuştu. (Dün gece
sözgelimi.) Yine de böyle olmamıştı hiç. Odayı bulduğunda kapıyı hemen
kilitlemek geldi içinden; yoo hiç de öyle bir şey yoktu içinde. Dün gece
sakladıkları Felsefe Notlan geldi usuna nedense, Nermin geldi. Onun yerine
gidecekti tutuklanmaya. Bu kız inanmıyor benim başkasını sevdiğime, yoksa nasıl
davranır böyle?.. Ya da öyle sarsılmaz bir inancı var ki kendisine... Peki
Günsel şimdi... Vay Puşt Rasim, arayacaktı bizi sözde... Ulan!.. Bir sonuç ala-
mamışsa niye arasın? Kesin söz vermedi ki oğlan, öyle söyledi. Nasıl sonuç alır
hem?.. Kolay mı?.. Bırakırlar mı Günsel'i?.. İçine bıçak gibi bir sızı saplandı
birden. Nasıl düşünmedim bunu? Bırakmazlar Günsel'i. Yıllarca bırakmazlar belki
de... Kaç yıl verirler kim bilir? Demek artık... "Onların ne olacağı belli mi?"
dedi Handan. O kız bile senden akıllı. Söylemeye dilim varmıyor ya, sadece bir
düş bundan sonrası. Peki ben ne... Yatağın kıyısına ilişti yıkılır gibi. Ancak
varmıştı gerçeğin acı bilincine... Cezaevlerinin karanlık, parmaklıklı görüşme
yerlerinde birkaç dakika görülebilen soluk bir yüzdü Günsel artık. O da
bırakırlarsa... Yapayalnız Kenan. Bitmiş, boşalmıştı birden. Anlamsız bakındı
yöresine. Tutunacak bir şey arıyor gibiydi. Peki, ben ne yapacağım şimdi? Ne
olacağım ben anlamınaydı bu. Her şey, bütün olaylar, Beyazıt Alanı'ndaki
kavgalardan, elektrik direklerinin başını alıp gittiği yolları boşaltıp
bekçilere, polis ciplerine bırakan sıkıyönetim uygulamasına kadar her şey,
Günsel'i koparıp götürmek, Kenan'ı yalnız yılların karanlığına gömmek için
uydurulmuş düzmece oyunlardı sadece. Beni de alırlar belki. Keşke alsalar. Peki
beni kim arar müdüriyette? Kim sorar polis-
ten? Her türlü kötülüğü yaparlarmış yalnız buldular mı> Öyle dedi ya... Kim
dedi?.. O kız dedi. Yıllarca yok artık. Yapayalnız bıraktılar beni. Kapı açıldı
yavaşça. Nermin'di, gecelikleydi saçlarını omuzlarına bırakmıştı. Bu var işte,
bu arar beni. Nermin sevecen bakışıyla bir süre durdu kapıda. Sıcak, çekingen
bir sesle:
— Yalnız mı kalmak istiyorsun? dedi.
Kenan'ın öylece baktığını görünce, daha yüreklenmişti sanki, gülümsedi yavaşça:
— Geleyim mi?., dedi. Çekingen, utangaç bir fisıltı ile. Omuzları çökmüş,
kımıldamadan bakıyordu Kenan. Diyecek
ne sözü vardı ki bu kadına?.. Niye soruyor?..
551
XXIV
Dört öğrenciydiler GMC'de. Günsel'den başka tanımadığı üç oğlan vardı. Bir de
sayısını bilemediği polisler. Arkadaydı onlar. Öğrencileri öne itmişler, ara
sıra yumruklar atıyorlardı sırtlarına, omuzlarına, kafalarına; sövüyorlardı bir
yandan da. Sirke -ci'ye yaklaşırken sustular bir ara, vurmayı da bıraktılar.
Birçok yeri ağrı, sızı içindeydi Günsel'in. Seviniyordu yine de; karnında,
belinde yoktu ağrı. Demek sakatlanmadık daha. Geçer ötekiler. Ah karnıma
vurmasalar. Bir de belime... Hep göğsünden yukarılardaydı vurulan, acıyan
yerler. Bir de sağ eli, sağ ayak bileği. Asıl müdüriyette olacaklar önemli.
Görürsünüz diyordu herifler yol boyunca. Görürüz ne yapalım?.. Olayları
toparlamaya çalıştı kafasında. Öyle dağınıktı ki... Ne sorarlar şimdi? Nasıl
yanıtlamak? Yanındakileri de tanımıyordu. Geride başka ciplerin de geldiğini
görmüştü bir ara içeri tıkılırken. Sermet, Arif, Hu-kuk'tan bir oğlan yine...
Bir de kara kız vardı İktisat'tan, o da
yakalandı. Ali de vardı ya, bir ara fırladı o. Yanındakilere şöyle baktı bir.
Üçü de sapsarıydı oğlanların. Sinmişler, susuyorlardı. Birinin kulak memesinde
kan vardı. Ben de sarardım mı böyle? Ne sararacağım be? Bir şu karnımdaki
olmasaydı. Oldu ne yapalım? Yakalandın mı en kestirmeden en ağırını düşün, göze
al onu; başıma geldi çekeceğim, çilem bu benim, başka yol da yok, de!..
Ağabeyinin bir gün gülerek, öğüt verir değil de rastgeley-miş gibi söylediği bu
sözler hiç çıkmazdı kafasından. Günü geldi demek. Şimdi işe yarayacak işte.
Müdüriyet önünde ite kaka arabadan indirirlerken karnını da düşünmüyordu artık.
Bir tekme atarlar, düşer bebek. Sen de gidersin. Giderim. Gitmem belki de
kurturulum. Kenan... Birçok cip, GMC giriyordu müdüriyetin önüne. İçeri
girerlerken baktı, 20-25 kadar vardılar. Birkaç kız daha vardı. Biri ağlıyordu.
Üstü başı yırtılmış olanlar, yüzleri, gözleri kanlılar... Arif, Mahmut, Sermet
de vardı önleri sıra merdivenlere itilenlerin arasında. Topallıyor gibiydi o
da... Gömleği kanlıydı. Yaşlıca bir adamı da sille tokat attılar aralarına.
Polislerden biri sövgü arası açıklamıştı suçunu adamın. Kışkırtmış, taş atmış o
da... Demek halk da var?.. Sevindi Günsel. Ya Kenan da karışmışsa? Binlerce
insan vardı koca alanda. Gelmişse duramamıştır o. Merdivenlerden çıkarlarken
heyecanla bakınmaya başladı yeniden. Kenan'ı da tıksınlar istiyorsun. Niye
isteyeyim?.. Kaçıncı çıkışım bu merdivenleri? Nerden bileyim sayısını? Ağabeyime
çamaşır, yemek taşıdık yıllarca. Şimdi de... En üst katta, Birinci Şube'nin
önünde beklettiler bir süre. Sermet'le bakıştılar. O da sararmıştı. Gömleği
yırtıktı, kanlıydı. Göğsüne sızan ince bir kan vardı boğazında. Pek derine
benzemiyordu yarası. Günsel'i görünce göz kırpar gibi bir şey yaptı. Ne demekti
o? Kanı kaynadı birden Günsel'in. Kötü oğlan değil bu. Niye kötü olsun ben
sevmiyorum diye? Bizden... En kötümüzün tırnağına kurban olsun şu itlerin topu.
Mahmut, Arif bakmıyorlardı Günsel'e. Kimse bakmıyor ki birbirine. Suskun herkes.
Yalnız bir kız ağlıyor zır zır. Sermet de topallıyordu benim
gibi, merdivenleri çıkarken. Şimdi gelsin dayaklar. Ne mudu ona, karnında bebek
yok!.. Gülecek gibi oldu. Ya Sermet'ten olsaydı bebek? Olmazdı. Kenan olur ancak
benim bebeğimin babası. Niye aldırtacakmışız? Söz olsun ki doğuracağım. Eli
karnına gitmişti yavaşça. Hele bir şunu atlat benim aslan bebeğim!.. Bırakır
mıyım seni o cellat doktorlann bıçağına? Kavgaya girip 554 çıkacaksın ananla,
sonra o karı seni!.. Gözü kör olsun öyle kahpe ananın. Delirdin sen yine.
Akıllının işi ne burada? Kenan'la da konuşacağım. O dünden deli zaten. Yoksa bir
daha göremeyecek miyim Kenan'ı? Daha neler? Ne zırlıyor bu kız da?.. Gebe
olmasın o da? Bereket oğlanlardan ağlayan yok. Ne oldu ki ağlayacak? Bir itiş
kakışla Birinci Şube'ye soktular hepsini. Sağda kitaplık denen yere doldurdular
önce. içerden bağrışmalar, sövgüler, çığlığa benzer sesler geliyordu. Bir de
sürekli yükselen, alçalan uğultulu telsiz sesi ile karışık boğuk, anlaşılmaz
buyruklar, karşılıklar. Biraz sonra dış kapı yine açıldı. Bir sürü öğrenci daha
soktular içeri. Yara bere içindeydi çoğu. Kızlar da vardı yine. Tanımıyordu
Günsel. İki suratsız sivil polis bekliyordu kitaplığın kapısında. Biri Günsel'i
cipe sokanlardandı. Bunun bileğini mi ısırdım ki? Bir güzel bahçe yaptım koluna
itin! Tuzluydu. İçi bulandı birden. Korktu, yine bulantılar başlayacak diye.
Niye düşünürsün böyle pislikleri? Isırdın, bitti gitti. Birden içeri dalan üç
sivil erkekleri iteledi dışarı. Kızlar bir köşeye bü-züşmüştü korkuyla. Ağlayan
kız da susmuştu. Hafif iç çekiyordu yalnızca. Sermet giderken bir daha baktı
Günsel'e. Sevgi doluydu bakışı. Günsel de dostça bakıp gülümsedi. Sermet yine
göz kırpar gibi bir şey yaptı tam çıkarken. Günsel de yaptı aynı şeyi. Ne anlama
geldiğini bile bilmiyordu ya, iyi bir şey. Dayanışma bir tür. Hay Allah, bu da
nerden çıktı şimdi? Öyle çişi gelmişü ki... Korkudan mı?.. Yoo namussuzum
korktuğum filan yok. Daha Üniversite'deyken vardı; keşke Handan söyleyince
yapsaydım ya... Şimdi bu heriflere söylenir mi? Tutmaya çalış bakalım. Handan
nerelerdedir ki? Yaman kız olacak o. Söyledi-
ğinden daha çoğunu yapanlardan. O da gelir mi ki?.. İstiyorsun gibi. Çüş!.. O
kadar mı bencilim ben? Ne çok tanımadığım çocuk katılmış. Ömrümce görmediğim bir
sürü...
— Siz de gelin!
Kızları da çıkardılar kitaplıktan. Koridorda yürüttüler bir süre. Bir duvarı
dönerlerken apteshane kokusu çarptı burnuna. Söylesem mi?.. Boş ver. Ağlayan kız
yine başlıyordu ki bir sivil: 555
— Sus!., diye tersledi.
Kız susmuştu korkusundan. Birkaç çalışma masası bulunan, iki kocaman pencereli
bir büyücek odaya doldurdular kızları. Altı kişiydiler. İktisat'taki kara kız
vardı bir tanıdığı. Onunla da konuşmuşlukları yoktu pek. Kapının içinde bir genç
oğlan durup bunlara bakmaya başladı. Öğrenci sanmıştı Günsel, sonra anladı gözcü
sivil olduğunu. Çevresindeki kızlara baktı bir, şunlarla bir şeyler konuşup...
Kapı açıldı birden, arabada sırtlarına, kafalarına yumruklar indiren bir herif
daldı içeri. Şöyle bir baktı:
— Sen gel, dedi Günsel'e.
Vay canına!.. Bunun bileğini mi dişledik yoksa?.. Yürüdü Günsel. İçinde karşı
koyamadığı bir eziklik duymuştu ya, toparlandı hemen. Ne diyeceğim sorarlarsa?
Özgürlük istiyoruz, anayasayı çiğnediler... Öyle mi, yoksa?.. "İnkâr yiğidin
kalesi!.." Gülerek bunu der ağabeyim ikide bir. Çemberlitaş Sineması'na bilet
almaya gidiyordum. O sırada... Ya da Kapalıçarşı'ya pabuç almaya geçecektim. Bu
daha iyi. Pabuç alacak para nerde?.. Koridorda iki sivilin arasında yürürken
gittikçe büyüyen acı çığlıklar duymaya başlamıştı. Birinci Şube bura, müzik sesi
duyulacak değil ya... Koridor boyu birkaç kapı ilerdeki bir oda önünde durdurup
kabaca iterek içeri soktular Günsel'i. İri yarı birkaç kişi daha vardı içerde.
Ayaktaydı hepsi de. Kumral, Boşnak suratlı bir herifti ortada duran. Koca
burunlu, küçük mavi gözlü, dümdüz arkaya taranmış kızıl saçlı. Başları bu. Bir
anda öyle yalnızlık duydu ki Günsel. İster istemez karnını düşünmüştü yi-
ne. Parçalar bunlar bizi, vah bebeğim!.. Dik dur be, parçalasın itler.
— Gel bakalım orospu!..
Az kalsın tutamayıp karşılık verecekti. Anandır orospu. Kapılmayacaksın
kışkırtmalara, der ağabeyim, bırak havlasınlar. Karşılık verirsen
canavarlıklarını artırırsın sadece. Heriflere yar-556 dımcıhk bir tür.
— ... mınız kaşınıyor değil mi? İlla Moskof ...ğı mı olacak? Biz de daha
kalın ...k var orospu...
Ne yapacağını, nasıl davranacağını kestirememişti Günsel. Sorgu filan değil.
Herifler düpedüz kötülük için... Neye uğradığını anlayamadan sille, tokat
yağmuru içinde buldu kendini birden. Arkadakilerden biri on parmağını vahşice
saçlarına geçirmişti. Pabuçlarının demirli uçlarıyla bacaklarına vuruyorlardı
bir de... Çantası fırlamıştı kolundan... Tutamamış, çığlık çığlığa bağırmaya
başlamıştı Günsel...
— Namussuz herifler... Alçaklar... Canavar köpekler!.. Ötekileri azdırmaktan
başka sonuç vermemişti gerçekten
de... Sürekli de sövüyordu herifler. Hep aynı şeylerdi sövgüleri.
— ...mın ...k istiyor senin orospu, kaltak... Moskof ...ğı... Bizde daha...
kalın ...k...
Kalçasına inen taş gibi bir yumrukla sarsıldı Günsel, düşecek gibi oldu.
Herifler de durdu o sıra. Yorulmuşlar mıydı, yoksa yeterli mi görmüşlerdi ilk
ağızda? Soluk soluğaydılar. Günsel de susmuş, kendini toparlamaya çalışıyordu.
Demin kolundan fırlayan çantasının çarpıp açılarak düştüğü yakınındaki duvar
dibine çöktü yavaşça, yumuldu korunmak için. Kalçasındaki ağrı içine işlemişti
ya, yine de bir sevinç vardı içinde. Sille, tokat, yumrukları umursamıyordu.
Omzuna, sırtına inmişti yumruklar. Bu kadarla aüattıksa iyi. Karnımda bir şey
yok.
— Kalk kaltak!..
Başları olacak, masa önünde duran sandalyeyi gösteriyordu. Ulur gibi bağırdı
yine.
— Geç şuraya...
Günsel ağır ağır kalktı, çantasını taktı koluna, dik durmaya çalışarak
gösterilen sandalyeye geçip oturdu. Titriyordu her yanı. İki kişi kaldı odada,
ötekiler çıktı. Biri daktiloya kâğıt taktı hemen. Öteki, o ilk sövüp vuran
herif, gözlerini dikmiş, hiç ayırmadan sürekli bakıyordu Günsel'e. Çığlıklar
geliyordu dışardan. Yakındaki bir odadan tıkır tıkır daktilo sesi geliyordu.
Böy- 557 le bakarak korkutacak beni aklı sıra bu kuduz köpek. Sinirlerim boşaldı
birden, korkudan titriyorum sanıyor herif. Ağzında bir tuz tadı vardı. Mendilini
çıkardı çantadan, tuttu ağzına. Mendil kızarmıştı. Dişim ya da dudağımın kıyısı
kanamış olmalı. Hiç önemli değil. Herif kimliğini soruyordu. Adını, soyadını,
ana, baba adını, doğum yerini, doğum yılını... Günsel'in sessiz duruşunu
korkusuna vermiş olmalıydı.
— Konuşsana orospu, dedi, niye sesin çıkmıyor? Sokaklarda ...mınızı yırtarak
bağırmasını biliyorsunuz.
Günsel bu pis kışkırtmaların üstüne çıkacak kadar durulmuştu artık. Toparladı
kendini, herifi şaşırtan bir serinkanlılıkla:
— Hiçbir sorunuzu yanıtlamayacağım, dedi. Burası devlet dairesi değil,
ahlaksızlık yuvası. Varsa bir suçum mahkemeye gönderirsiniz.
Şaşaladı herif; inanmamış gibiydi duyduklarına. Gözlerini açtı birden.
Daktilodaki adam da başını kaldırmış şaşkın bakıyordu. Ya ne sandınız orospu
çocukları?.. Hadi saldırın yine. Kaşındık ne yapalım?.. Beklediği olmadı
Günsel'in. Herif başını salladı yavaşça sen görürsün anlamına. Uzandı, çantasını
aldı kucağından. Şebekeyi çıkardı içinden, attı masaya. Şöyle bir karıştırıp
çantayı Günsel'e fırlattı. Sonra kolundan tutup çekerek kapıya götürdü, açtı
kapıyı, sürükleyerek çıkardı koridora, oradaki bir sivile iteledi.
— 2'ye koyun bu orospuyu, dedi. Görüşeceğiz. Sonra bir başka yana seslendi:
— Getirin!..
Günsel'i kolundan çekiştirerek götüren sivil, yaşlıca bir adamdı. Asık yüzü gece
çalışanlarda görülen kirli sarı bir deriyle kaplıydı. Yüzüne hiç bakmıyordu
Günsel'in. Açılıp kapanan kapılarla birlikte çığlıklar doluşuyordu koridorlara.
Gelenler, gidenler... Bir koridoru dönerlerken ağzı burnu kan içinde iki
öğrenciyi sürükleyerek bir kapıdan çıkıyorlardı. Sövgüler, bağrış-55g malar,
alçalıp yükselen telsizdeki anlaşılmaz, boğuk uğultulu sesler, konuşmalar...
Terasa benzer, üst yanı camlı bir merdiven başından geçirip bir kapıyı açtı
herif, Günsel'i iteledi içeri, kapattı hemen. Eski evlerdeki yüklüğe benzer,
ancak bir kişinin sıkışacağı bir yerdi burası. Raf gibi bir tahta kerevet vardı
oturmak için. Kapı üstündeki tel kafeste bir ampul sürekli yanıyordu. Tahtaya
oturup sırtını kireç badanalı duvara yaslayınca her yanındaki acılar
üşüşüvermişti birden. Hele kalçasındaki yumruk yeri. Açıp bakmayı düşündü, belli
olur mu bu ışıkta? Çürümüş, morarmıştır. Sırtı, yüzü, boynu, sağ eli, ayak
bilekleri, omzu. Cipteki acılar aşağı yukarı. İyice artmış, çoğalmıştı yalnız.
Bir de yüzünde, kulaktozuna doğru şişmeye, yanmaya benzer şeyler duymaya başladı
ilk olarak. İlk birkaç tokattan sonra korundum biraz. Saçlarının dibi de sızım
sızımdı. Canavar herifler!.. Tel tel saçlarım kaldı ellerinde. Mendili yine
bastırdı ağzına. Kana benzer bir şey görünmüyordu pek. Diş eti ile dudağının
içinde de sıyrığa benzer bir acı vardı. Bir de tekmelenmiş bacak kemiğinde yer
yer acılar. Sonuç? Şimdilik ucuz sayılır. Belimde, karnımda bir şey yok. Elini
karnına götürüp gezdirdi yavaşça. Dayan aslan bebeğim yeneceğiz bu cellatları!
Zor yenersin! Ne dedi herif? Bırakırlar mıydı? Yanlış mı yaptım yoksa?.. Sakın
ha!.. İkircikli olmak yok burada. Kızgınlıklarını körükledin. İyi ettim. Başka
ne silahım var? Ezik, başı yerde bırakılmaktansa... Uzatma, saçmalıyorsun.
Kendini doygun etmen mi sorun, ödün vermeden ellerinden kurtulman mı? Neyse
şimdilik bir zararı yok bu kadarının. Belki de iyi oldu. Dışarda gittikçe artan
çığlıkları dinlemeye başladı. Kapısının önünden iniltiler içinde birilerini
geçiriyorlardı. Sonra bir sessizlik oldu. Kapıyı vurdu, bekledi. Biraz sonra
esmer, şişmanca, yaşlı bir sivil açtı kapıyı. Gözlerini dikti, dövecek gibi
bakmaya başladı.
— Tuvalete gitmek istiyorum.
Küt diye kapattı herif bir şey demeden. Bir daha vursam mı herife inat?.. Biraz
bekle bakalım. Boyuna da üstlerine gidersen tamamdır. Öyle de sıkıştım ki...
Sinirden midir, nedir? Çok tu- 559 tarım oysa ki... Yine birini dövüyorlar. İnce
bir kız sesi çın çın yankılanmaya başladı koridorlarda. Deminki mızmız kız
olmasın? Daha girerken başlamıştı, bir-iki de yediyse... Yok canım,
ötekilerdendir. Vurmazlar bile belki ona. Sövgüler, itiş kakış sesleri,
bağrışmalar yaklaşıp uzaklaştı yeniden. Dayaktan, işkenceden başka bir şey yok
bugün burada. Asıl akşama başlayacaklar. Öyle derdi ağabeyim. Akşam beşle sekiz
arası falaka başlar-mış dayak komisyonları önünde. Komisyoncu ülke... Her şeyin
bir komisyonu olacak. Bunlarınki yüzde kaç?.. Aç köpek bunlar, bir ufak kemiğe
adam parçalarlar. Kenan nerdedir şimdi? Duymuş mudur buraya alındığımı? Ne yapar
ki duysa? Tam sürpriz oldu!.. Kötü mü oldu be? Bak neler çıkacak bu işin
altından. İçerdeki sesler kesildi bir ara. Bir sessizlik çökmüştü yapıya.
Şaşırdı Günsel. Kapıya dayadı kulağını, dev bir uğultu vardı sanki derinden
derine. Bir anlam veremedi önce. İrkilir gibi oldu nedenini bilmeden, sonra bir
mutlulukla algılamaya, kavramaya başladı. Gaipten gelen ses değil bu. Sirkeci'ye
indiler demek. Öğrenci yığınları bunlar. Vay canına!.. Yanılmıyorum değil mi?..
Çokları ruh sağlığını yitirmiş burada sesler duyarak. Kız, keçileri kaçırma sen
de sakın!.. Yok canım, bal gibi dev bir uğultu bu. İşte: Katiller... Katiller...
Katiller... Hiç kuşkusu kalmamıştı artık. Diretti önce, tutmaya çalıştı kendini,
beceremedi, duvara yasladı başını, bıraktı, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Utanmıyorsun değil mi?.. Utanmıyorum işte, ne yapayım?.. İnsan hiç mi ağlamaz
sevincinden? Ne var sevinecek? Tuttu yine küçük-burjuva duygululuğun! Olsun...
Koşuşan bir ayak sesiyle
toparlandı hemen, gözlerini sildi çabucak. Bir de açıp beni böyle görürse bu
köpekler?.. Bir türlü tutamadığı kesik kesik iç çekişmelerini ağzına bastırdığı
mendile örtbas etmeye çalışarak kulağını tahta kapıya dayadı yeniden? Şimdi daha
belirliydi sesler, bağrışmalar. Bir ara sessizlik oldu. Bir hoparlör ya da
megafon sesine benzer uğultulu konuşmalara haykırışlar karıştı yeni-560 den.
Yapıda tam bir sessizlik vardı. Yalnız ara sıra kapı önünde koşuşan tek tük ayak
sesleri... Epey bir süre geçti böyle. Birkaç kez daha haykırışlar oldu derinden.
Sonra uzaklaştı gibi... Tak-sim'e yürüyorlar. Yürüyün çocuklar?.. Bizim için de
yürüyün!.. Handan da, belki Kenan da... Yapı eski yaşantısına dönmeye başlamıştı
ağır ağır. Ancak dövülen, işkence görenlerin bağırması eskisi kadar değildi
sanki. İyice kuruladı gözlerini, durulmuştu. Kapıya vurdu yeniden. Biraz sonra
aynı şişman herif açtı.
— Bir dakika, diye kapattı hemen.
Sanki herifte daha bir yumuşama varmış gibi geldi Günsel'e. Sana öyle geliyor.
Pek bekletmedi bu kez, biraz sonra açtı kapıyı, başı ile yol gösterdi çıkması
için. Önde yürümeye başladı Günsel. Aydınlık gözlerini kamaştırmıştı. Üstü camlı
bir çatı katı koridorunu üç-beş metre yürüdüler. Herif öne geçti birden. Soldaki
birkaç basamak merdiveni indirip bir kapıyı açtı, başı ile içeriyi gösterdi
Günsel'e. İçerde, loşlukla ürkek bakışan birkaç kız daha vardı. Çıktığı yerin
biraz daha büyüğü bir hücreydi burası. Küçük, dikdörtgen bir avluya bakan yan
yana hücrelerden biri. Hepsinin de kapısı üstündeki telli kafeslerde ampuller
yanıyordu. Duralamıştı Günsel. Bir şey diyecek oldu. Herif birden tuttu kolunu,
içeri savurmak istedi kızgınlıkla. Günsel de tutamadığı bir kızgınlığa
kaptırmıştı kendini.
— Bırak kolumu, dedi, it...
Kolunu hırsla çekip almıştı herifin elinden. Şişman herif şaşırdı önce, bıraktı
kapının kanadını, iki eliyle yakalamak için atıldı Günsel'e. Hemen orada bir
sarı oğlan da bitivermişti. Lacivert giysili, polis yüzlü... Birlikte
kollarından yakalayıp itiş kakış
içeri atmaya çalışıyorlardı. Nedenini unutmuştu Günsel, diretmek geliyordu
içinden sadece.
— Ne oluyor?
Adamlar çekingen duraladılar. Uzun boylu, gözlüklü, yüzünde tikler olan bir
herif koridorda durmuş Günsel'e bakıyordu. Soluk soluğaydı Günsel. Toparladı
kendini, acılı başkaldırmayla, kısık:
— Tuvalete gitmek istiyorum, dedi.
Bir şeyler daha diyecekti ya, adam kesip ötekilere döndü, sertçe:
— Götürün! dedi.
Hemen koridora daldı, vakti yoktu belli ki. Sarı polis hücrenin kapısını
loşlukta ürkek bakışan kızların üstüne kapatırken, şişmanı başı ile yol gösterdi
yine. Dilsiz mi yoksa bu herif?.. Bir koridor boyu yürüyüp sağda, uçta bir
apteshaneye soktu Gün-sel'i. Kapı camlıydı, herif de oracıkta bekliyordu. Önce
tedirginlik, bir sıkılganlık düştü içine. Ne sıkılacak be!.. Beklesin it!.. Tam
bunlara göre iş! Apteshane öyle pisti, öyle kokuyordu ki öğürmemek için mendili
tıkadı burnuna. Zor tuttu kendini. Dışarı çıkıp da apteshaneye bitişik daha da
pis bir muslukta ellerini yıkayıp yüzünü, saçlarını ıslaürken birkaç kez
sarsıldı öğürtüyle. Kanlı sümükler, renk renk balgamlarla sıvaşıktı musluk
yalağı. Mendili ile kurulanırken döndü, adamla göz göze geldiler. Dimdik baktı
herife, adam başını çevirdi. Yürüdü Günsel. Rahatlamıştı biraz. Çiş yapma
özgürlüğünü kavgayla ele geçirdik!.. Çıkarırlar acısını. İçerlerden bağrışmalar,
çığlıklar gelmeye başlamıştı ya, eskisi kadar değildi. Bekleyen sarı polis
deminki hücrenin kapısını açtı, boştu. Günsel girer girmez küt diye çarparak
kapattı ardından. Kapı kapanınca iyice kararmıştı içerisi. Kapının üstündeki tel
kafesin gölgeli çizgilerle böldüğü zayıf ampul ışığı altındaki loşluğa gözleri
alışınca, çıplak kirli dört duvar, hücreyi hemen de kaplayan boş demir karyola
çıkmıştı ortaya. Yavaşça ilişti karyolanın demirine. Acılan, sızıları artmış gi-
biydi. Öyle yorgundu ki... Bir sürü kız vardı burada, hemencecik nereye
götürdüler onları? Tek bırakmak istediler beni demek. Bir çiş uğruna!.. Kızlarla
konuşmaya hazırlanıyordu oysa ki? Patladın, biraz tutamadın kendini. Ne
bileyim?.. Nedensiz bir ürperti geçti içinden. Rastlantı değil ya beni hücreye
yalnız tıkmaları. Belli ki bir kolaylık düşünüyorlar bizim için! Toparlandı.
Düşünsünler bakalım. Duvara bahndı. Gözü alışmışa loşluğa. Boş, çıplak sandığı
duvarlar, yazılar, çizilerle doluydu. Bir mutluluk yandı içinde birden.
Yıllardır sözünü duyduğu hücrelerdeydi. Yüzlerce, binlerce devrimcinin ilk
uğrak, ilk sınav yeri. Ateşten geçmek deyimini duymuştu eskilerden. Ağabeyim de
kullanırdı. Ateşten geçiyorum ben de. Ağır ol!.. Kömürlüğü tıkadılar seni, o
kadar. Daha ateşin yüzünü bile görmedin. 951'de sürekli iki yıl kaldılar bu
hücrelerde. Hem de her gün işkence baskısı ile delirenler, kendine kıyanlar,
yıkılanlar, sonuna kadar yiğitçe diretip devrimci mutluluğun saygı doruğuna
varanlar, yıllar yılı bu karanlık hücrelerden geçip gitti. Daha saat bile olmadı
sen buraya gireli. Hele günler, haftalar, aylar geçsin, hele çıplak ayaklarını
parça parça etsinler bir; sonra bir daha, bir daha, bir daha kan içinde
bıraksınlar seni, tek sözcük, ödün vermeden diretmişsen sonuna dek, yılmamış
ezilmemişsen; ateşten geçmek dedikleri odur işte. Yine bir ürperti dolaştı
içinde. Şöyle bir dikeldi yeniden. Karyolanın ayakucu demirine dayadı sırtını.
Yüzünü kapıya döndü, başını ağır ağır salladı. Güç yıkar beni bu itler? Sonra
nasıl bakarım Kenan'ın, ağabeyimin yüzüne? inanmasa bana, güvenmese, akıllı
kızım der mi hiç? Sakladığım bir giz de yok aslında. Ne soracaklarmış ki?..
Hasan'ın kardeşi olduğum çıkarsa bir oyunlara kalkabilirler. Nasıl saklarım onu
da? Sormazlarsa, söylemezsen saklanmış olur? Tanımaz mı beni bunlar? Seni
tanıyacak durumları mı var be?.. Peki ya karnıma vururlar da... OftT, nerden
çıktı bu piç kurusu?.. Gülümsedi. Bayılırdı "piç kurusu" sözüne. Piç kurusu...
Piç kurusu... Piç kurusu... Piç kurusu... Başladı işte anlamını, tatlılığını
yitirmeye.
Küçükken en çok oynadığı oyundu. Bir sözcüğü sürekli yineledi mi tanımaz olurdu.
Saçma, anlamsız bir ses dizisine dönüşürdü sözcük. Bıraktı yinelemeyi.
Kıyamamıştı piç kurusuna! Elini karnına götürdü. Düşüverdiği duygululuğu
savuşturmak ister gibi alaylı gülümsedi. İstenmeden gelen eşşek kafalı bebek, bu
canavarlara da dayatmasını, diretmesini bil de anlayayım bizim çocuğumuz
olduğunu. Yoksa... Bir sesle kapıya baktı. Kapı üs- 553 tündeki sürgülü dikiz
penceresi birden açılmış, bir çift göz dikilmişti içeri. Bir an bakıştılar
karşılıklı. Gözler çekildi, küt diye kapandı delik. Kalktı Günsel, kapıya
yaklaştı, ince ışık sızıntıları veren iğne burnu delikleri bakıştırmaya başladı.
Bir tanesinden şöyle bir görünüyordu dışarısı. Kapı önü, karşı hücrenin yarı
kapısı, yandaki koridor duvarının kıyısı... Biraz bekledi, başka hiçbir şey yok
görünürlerde. Limanın uğultusu, vapur, çatana sesleri, tramvay çanları, kanat
şakırtıları, onları birden bölen acı bir çığlık... Bu yapının arkasındaki
sokaktan geçen tramvaylar. O gün buraya yürümüştük Kenan'la. Nerdedir şimdi o?
Duymuş mudur beni? Kimden duyacak?.. Gerçekten de kimse bilmiyor belki de bizi
içeri tıktıklarını, gören olmadı ki. Herifler amma oyuna getirdiler bizi. Kavga
da düzmeceydi belki. Yok canım. Sermetier'i kıstırmışlardı sokağın içine. İyi ki
sen yetiştin de... Söz mü bu da?.. Başını çevirip de geçecek değildim ya. Oyunsa
da oyun, ne yapalım?.. İyi ettim. Hem burayı gördük, kötü mü?.. Serüvencilik mi
oynuyorsun? Evet, serüvencilik oynuyorum!.. Bir soyunsam, çürük içinde her
yanım. Kenan'a soyunur gösterirsin. Kenan'ı da atsalar buraya... Ya Sermet'i
atarlarsa?.. Atarlarsa atsınlar, umurumdaydı!..Tıpkı plajdaki kabine benzemiyor
mu?.. Hani, Sermet'le gidip de... Üfff, sen de bu itlerden yanaşın galiba.
Sinirleri bozulunca karanlık hücrede seks bunalımına düşermiş insan. Sonra
kendini tutamaz herhangi biriyle... Ayyy, o olmasın işte!.. Sıkıysa olsun. Nasıl
olurmuş ben istemezsem? Hepsi, bir halt ettikten sonra uydurulan bahaneler
bunlar. Ne çok insan gelip geçmiş burdan. Belki ağabeyim de... Duva-
ra yaklaşıp karmakarışık, kimisi üst üste silintili, düzgün, eğri büğrü yazılara
baktı, isimdi çoğu. İbrahim, Arif, Mustafa... Okuyamadığı bazı sözcükler...
"Suçsuz yatıyorum......t... aydır". Dört'ün de, altı'nın da olabilir bu "t"...
Altında silik bir şeyler daha var. Ort...k..ü... Ortaköylü belki... Ötekiler
okunmuyor? Bu ne? G...1 g...nler ...c.z ...çuc.la... Güzel günler göreceğiz
çocuklar. "Çucuklar" dediğine göre tütüncülerden bu. Dramalı, Kavalalı...
Göreceğiz ya, daha epey ilerde kardeş. Biraz daha bekleyeceksin. Çok şeyler
varmış daha, okunmuyor; silip kazımışlar mı ne? Polisler kazımışlardır. Surda ne
yazıyor? ...D... Bir şeye benzemiyor pek. Dünya mı?.. Yok canım, ...ci... var
sonunda. Devrimci olacak ya. Sövgülü bir gürültüyle irkilerek kapıya döndü.
Gözünü ufacık deliğe yaklaştırdı. İtiş kakış birini sürüklüyordu birkaç polis.
Koridordan geçirdiler çabucak. Söv-güler, gürültüler uzaklaştı. Biri yürüyüp
geçti çabucak peşleri sıra. Sonra yine eski sesler çıkü ortaya. Bir de derinden
bir tren sesi. Sirkeci'den geliyor. Orada buluşuyorduk her akşam altıda. Niye
Kenan'a yalan söyledim o akşam, gitmedik onunla?.. Bırak şimdi. Kimdi bu
geçirdikleri? Kötü dövmüşler. Ayaklarını sürüterek çekiyorlardı. Sermet'tir
belki. İçinde bir acı duydu birden. Belki de Kenan da burda... Saat kaç?
Yanılarak kolundaki saate baktı. Oysa cipte bakmıştı; camı kırılmış, durmuştu
saat. 11'de durmuştu. Dönüp kapıya verdi sırtını. İçinde bir eziklik vardı.
Akşam oluyor nerdeyse, yarım fincan süüe duruyorum. Nerden aklıma getirdim şimdi
bunu? Baygınlık geldi işte... Bayılacak gibi olmuştu gerçekten de... Bir ter
boşandı hafiften. Geçer, önemli değil. Havasız burası da ondan. Heeey, ateşten
geçecek karı, ne oluyorsun?.. Bir şey olduğum yok. Gerekirse on gün yemem. Bu
piç kurusundan. İki aylığa yakınmış diyordu Handan. Handan nerdedir şimdi.
Mendili yüzünde dolaştırdı. İyi gelmişti. Islak, serin. Daha kurumamıştı mendil.
Bir ufacık kolonya bulundursam ya çantamda. O da mı burjuvalık?.. Nasıl işe
yarardı şimdi. Yanılıp kolundaki saate baktı yine. On birde... O mer-
divene düşerken çarpmıştım, sis bombaları atılınca. Gerçekten sis bombaları da
gördük bugün. Ne çok şey yaşadık bir günde be. Neydi o? Dur, dur, dur! Hep böyle
olmalı. Yol aldığını anlıyor insan. Kavgadasın. Canı öyle sigara istedi birden.
Biliyordu olmadığını, çantayı açıp bakındı yine. İşin kötüsü paramız da yok. Bir
beş liralık, bir de bu bozuklar... Saydı, yüz yetmiş beş kuruş. 675 kuruşumuz
var. Keşke teyzemden biraz isteseydim 5^5 sabah. Olmuyor işte, yapamıyorum.
Aylığımız da var şimdi. Evin masrafı da teyzemde. Kenan harcıyor çoğu. Ona da
üzülüyorum. Başladın yine küçük-burjuva hesaplarına. Yaa, küçük-burjuva hesabı,
işçi hesap yapmaz çünkü! Yazlık bir gömlek alacaktım Kenan'a, onu da alamadım.
Bırak onları da durumuna bak şimdi. Kaç gün geçireceğiz bu altı yüz yetmiş beş
kuruşla? Gün mü? Bozma kafanı bu saçmalarla. Ne belli ki daha?.. Kim arar beni
burda kalırsam?.. Teyzem gelir. Nasıl çıkacak bu merdivenleri o ayakla? Ağlar
zavallıcık. Kenan gelir. Kenan'la görüştürürler mi?.. "Neyin?" diyecekler.
Nişanlım der! Zor der. Ooh, düşündüğü şeylere bak ateşten geçecek karının! Ne
derse der. Hiç kimse de gelmez. Ağabeyimlerin canı yok muydu?.. 8,5 ay
kimseciklerle görüştürmedilerdi. Her gün çıkardık ya bu merdivenleri. Yemek
getirirdik, çamaşır getirirdik. Bir kez kanlıydı çamaşırları, çorapları. Ne çok
ağlamıştı annem. Onu durultmaya çalışmaktan ağlamak aklıma bile gelmemişti.
Ağabeyime yazma-salar bir süre. Duyarsa?.. Çok mu üzülür, yoksa övünür mü?
Neyinle övünecek be? Sanki bir halt yaptın!.. Kafamı bozacağım saçma sapan
şeylerle. Yatsam mı şöyle?.. Karyolanın demir çemberleri kopuk, ortası iyice
aralıklıydı. Ayaklarını kapıya verip sırtındaki acıları kollayarak kıyısına
uzandı ağır ağır, çantasını başının altına koydu. Umduğundan rahat olmuştu.
Gözlerini kapatıp da öylece bırakınca kendini, derinlerdeki uğultuları
çığlıklar, limandan gelen çatana, vapur homurtuları, çatıdaki güvercinlerin
kanat çırpmaları, tren düdükleri, dışarda, kapı önünde ara sıra yaklaşıp
uzaklaşan ayak sesleri, bir örtü gibi çekilmişti
içindeki karmaşık duyguların üstüne. Bir de şu ağrılar, sızılar olmasa... Onları
da duyma... Kolaydı... Hele şu omzumdan kürek kemiğime doğru... Daha sıcak
küllerde mi yanıverdi ayağınız, ateşten geçecek hanımefendi?.. Hoşt, anandır
hanımefendi. Ah benim garip anacığım!.. Kenan'ın karışıdır. Her ay çektiğimiz
sancı daha az sanki. Kadınlar erkeklerden daha dayanıklı olur-566 muş acıya.
Kenan daha mı dayanıksızdır?.. Öyle bir dayanır ki... Gerçekten inandıktan
sonra... Gerçekten inanır mı?.. Bak şimdi şuna?.. Nasıl üzülür duysa Kenan...
Başladık yine; sil at şu saçmaları kafandan be!.. Sildim attım! Bazı uykusuz
geceler yaptığı gibi sayı saymaya başladı içinden. Öyle yorgundu ki karışık
düşlere daldı çok geçmeden. Bir-iki kez sıçradı, şaşkın, ürkek, duvarlara
bakınıp nerde olduğunun bilincine vardı; daldı yine. Son kez bir gürültüyle
sıçrar gibi gözünü açtığında kaskatı kesilmişti sanki. Kalkmaya davrandı,
yapamadı. Kımıldayınca öylesine bir acı işlemişti ki içine... Ne oluyor bu?..
Korkuyla yokladı kendini. Dövülen yerlerine oturmuş karyola demirleri sancılı
bıçaklar gibiydi sırtında. Bir de burkulan ayağı... İki eliyle yanlarından
tutunarak yavaş yavaş doğruldu. Vay canına!.. Başı da dönmeye başlamıştı.
Karnımda, belimde bir şey yok ya... Bir ürperti ile titredi birden. Üşüyor muyum
yoksa?.. Ağrıyan ayak bileğine uzandı yavaşça, ovaladı. Hafif bir şişlik var
gibi... Yere basarak yokladı, ağrıyordu. Ağır ağır kalktı, yaklaştı yavaşça
kapıya, delikten bakmak için eğilecekti ki bir ayak sesiyle doğruldu birden.
Kapı açıldı, esmer, zayıf, kara kaş, kara göz bir sivil:
— Gelin, dedi.
Başı ile de yol göstermişti. Birden yüreği küt küt etmeye başladı. Ne oluyorsun
be? Saat kaç ki?.. Ne bileyim. Hadi bebeğim sınava gidiyoruz. Cellatların
sınavına. Dayan... Toparlandı, saçlarını sıvazladı yavaşça, düzeltmeye çalıştı.
Gözlerim de uykulu uykuludur. Vah vah, güzellik yarışmasında yitireceksin!..
Hücre önüne çıkınca kaçamak baktı yöresine. Ondan başka kimse yokmuş gibi geldi
hücrelerde. Sessiz, bazılarının kapısı açık, boş.
Birkaç basamaklı merdivenden koridora çıkmışlardı ki döndü sivile:
— Yüzümü yıkamak istiyorum, dedi.
Sırasıydı. Al karşılığını şimdi. Yooo, adam döndü, gündüz gittiği yanı gösterdi.
— Buyrun, dedi.
Günsel önde, sivil arkada o iğrenç musluğa gittiler. Koridor- 5^7 da ölü gibi
ampuller yanıyordu. Böylesi daha iyi, yalağın pisliği görünmüyor. Yüzünü,
saçlarını, gözlerini ısladı, silindi mendille.
— Teşekkür ederim.
Adam ses çıkarmadı. Niye teşekkür edersin bu itlere? Utanmıyorsun değil mi?.. Ne
bileyim alışkanlık işte... Terbiyeliyiz ya!.. Ondan da değil. Şaşkınlıktan.
Kendine gelmişti iyice, adamın önü sıra giderken dimdik yürüyordu. Ağrılarını,
sızılarını da unutmuştu. Kutsal bir evecenliğin mutluluk atışına döndürmeyi
becermişti yüreğinin küt küt çarpmasını. Güçlüydü... Yıkın bakalım, nasıl
yıkacaksınız beni? İtler!.. Dayan bebeğim. Bırak mızmız romantikliği be. Ne
bebeği imiş?.. Çekirge kadar şey. Düşürse düşer; on tane daha doğururum. Rezil
olurmu-şum! Bu itlere mi?.. Koridorun sonuna doğru sivil, bir-iki adımda öne
geçti. Dikey bir koridora çıktılar. Karşıda, gündüz girdiği yan yana kapılardan
birine yaklaşırken şöyle bir göz attı; uzak aralıklı birkaç ampulün ısıttığı loş
koridorlar boşalmış gibiydi, gündüzki devinim yoktu. Daha çok bakınmasına
kalmadan adam kapıyı açıp içeriyi gösterdi. Aydınlıktı içerisi. Ağır ağır, iki
yanına bakınarak girdi. Kapı kapanmıştı ardından. Gündüz alıp dövdükleri oda
değil burası, yanı belki. Hadi başlayın bakalım. Oldukça iyi döşenmiş bir
büroydu. Ceviz yazı masası, maroken koltuklar, pencerelerde kadifeye benzer
perdeler. Üç adam oturmuş Günsel'e bakıyorlardı. Biri yazı masasının ardındaydı,
ikisi de maroken koltuklara ilişmişlerdi. Pek rahat görünmüyorlardı. Sinirli,
gergindi yüzleri. Nasıl da birbirlerine benzer bu
herifler. Nedir ortak yanları? Polislikleri. Sol koltuktaki sıska biraz.
Hepsinden de yaşlı olmalı. Karşılarında durmuştu Günsel. Sıskası öndeki
sandalyeyi gösterdi, otur anlamına. Oturdu. Bir süre daha öylece baktı herifler.
Bu heriflerde de göz dikip bakma merakı! Akılları sıra ürkütecekler. Ezileceksin
bakışlarının altında!.. Şu masada oturanın gözlerine bak, kanlı kanlı. Rum
meyhanecilere benziyor. Oriste paşam. Ne de benzettim ya, kurban olmuşlar. Onlar
sevimlidir be. Gözlerinin içi güler. Bunların gözlerinde akrep, çiyan yatıyor.
Bir bok da yattığı yok. Onlar da işte bunu yutturmak için bakıyorlar öyle ya...
Pis deyyuslar!.. Ağzınıza hepinizin. Ya ağzınıza, ya mezarınıza sıçacak bu halk,
görürsünüz.
— Felsefe okumuşsun sen, değil mi?..
Sağ marokendeki orta yaşlısıydı. Ne demeli bu herife?.. Belli sonunun ne
geleceği, bir de sen kışkırtma.
— Öğrenciyim Felsefe'de, dedi yavaşça. Herif ekledi hemen:
— Vatan hainliği mi öğretir insana felsefe?
Buyur da yanıtla bu köpeği!.. Ses çıkarmadan baktı adama. Öylece bakıştılar bir
süre. Gözlerini hiç kaçırmıyordu adamdan. Besili, yağlı boyunu, kır düşmüş
saçları, ince dudakları, yassı, etli burnu, ışıksız gözleri... Ah bir suratına
tükürsem şu herifin. Polisle tartışmaya kalkar bazı aptallar. Ağabeyinden
duymadın mı? Hem de kaç kez... Gözüne de dik dik bakma herifin öyle.
— Kışkırtanlar var sizi. Hepsini biliyoruz biz.
Önüne baktı Günsel. Bir sessizlik oldu, sonra yaşlıca herif, garip, çatallı bir
sesle, Kürt, Arap karışığı bir ağızla:
— Sizi kim taşviyk etti bu yola? dedi.
Bizi kimse "Taşviyyyk" etmedi eşşoğlueşşek!.. Bağıra çağıra, bütün inandığı
doğruları söylemek geliyordu içinden. Heriflerin suratlarına tükürerek, hem de
söve saya... Yapsana hadi. Ağabeyin de senin yüzüne tükürsün. Kendini doygun
etmekten başka şey düşünmeyen aptal küçük-burjuva seni! Başını kaldırıp
baktı yaşlı adama. Amma da ufacık gözleri... Yumuk... İsteksiz, ağır ağır
konuşmaya başladı.
— Kopça, düğme bakmaya gidiyordum Kapalıçarşı'ya. Ge-dikpaşa'dan geçiyordum,
cipe sürüklediler sokakta.
Sustu. Sen de inanmadın ya!.. Yutar mı hiç bu herifler? Hatırım kalır
yutarlarsa!.. Yine bir sessizlik oldu. Peki, ne vakit dövecekler? Pek dayakçıya
benzemiyor bunlar. Patlama, şimdi bir 5^9 zile bastılar mı tamam. Kapının
dışındaki zil zırladı birden. Yüreği hop etti. Masadaki çalmış olmalı. Dönüp
baktı adama. O çalmıştı, sürekli bakıyordu GünsePe. Başladılar. Kapı açılıp
deminki sivillerden biri girdi içeri. Anlaşmış olmalıydılar bir bakışta. Koluna
dokundu Günsel'in,
— Gelin, dedi.
Tamam, gidiyoruz. Nasıl olsa yedik zokayı, dönüp bir patla-sam şu heriflere.
Yürü aptal!.. Yaşlı adamın çatlak sesini duydu birden.
— Bak gizim, diyordu. Dönüp baktı adama.
— Sakın bizi atlattığını zanneyleme... Bütün hegiygatleri biliyoruz biz...
Gençliğinize acıyoruz sizin. Diggat edin. Alet olmayın bir daha.
Ne demek bu? Babacan bir öğüte özeniyor. Ne de yakışıyor ya şu kırkayak
suratına. Açık kapıdan çekip çıkardı adam Gün-sel'i. Loş koridorda yürümeye
başladılar. Bir tür salıverilme öğütü adamınki. Yoksa bırakacaklar mı?.. Bozmak
için böyle oyunlar da yaparlarmış ya... Öndeki sivil bir kapıyı açıp içeri
gösterdi. Çarpıyordu yüreği. İşte dayak odası. Kendine gel be!.. Yavaşça girdi
içeri. Masalarda iki kız uzanmış yatıyordu. Gündüz gördüğü kızlardı. Ürkek,
uykulu gözlerle doğrulup bakülar Günsel'e. Soluk aldı bir, yavaşça gevşetmeye
çalıştı gergin sinirlerini. Adam kapıyı çekip gitmişti. Ne diyeceğini bilmeden
ağır ağır yaklaşırken belli belirsiz gülümseyerek başı ile selamladı kızları.
Soru dolu gözlerle bakıyorlardı. İktisat'taki kara kızdı biri.
— Hoş geldin, dedi. Ne oldu?..
— Hiiiç, dedi. Hücreye kapattılar, şimdi de buraya getirdiler.
Daha ürkek bakıyordu öteki kız.
— Bir şey yapmadılar mı? dedi, fısıldar gibi.
— Gündüz edepsizlik ettiler ya, dedi Günsel, şimdi bir şey yapmadılar.
Acı gülümseyerek:
— Öğüt verdiler, diye ekledi.
Kız, kocaman gözlerini inanmıyormuş gibi açıp kapattı birkaç kez. Bir boş masa
daha vardı pencere önünde. Yaklaştı Günsel. Ben de şuraya mı uzansam? Kirli cam
kapkaranlıktı. Kırpışan birkaç ışık, leke gibiydi pencerenin derinlerinde.
Döndü:
— Saat kaç, dedi, ürkek, durgun bakan kızlara. Kara kız baktı saatine.
— Dörde beş var, dedi.
Şaşırdı Günsel. Vay canına!.. O kadar oldu mu? İyice kestirmişim hücrede demek.
Masanın önündeki sandalyeye çöktü yavaşça:
— Boşalmış gibi burası. Bizden başka kimse yok sanki... Başını salladı kara kız:
— Sıkıyönetim başlayınca askerler el koymuş, dedi. Harbi-ye'ye götürdüler belki
de...
Sıkıyönetim mi? Günsel şaşkın kalkıp kızlara yaklaştı.
— Sıkıyönetim mi?..
Belliydi böyle olacağı. Askerler, subaylar, tanklar... Sonunda da sıkıyönetim.
Doğal değil mi Türkiye'de... Kızlar bildiklerini anlattılar ürkek ürkek.
Oğlanları çok dövmüşler. Bunlara sövmüşler (kocaman gözlü, sivilceli, buğdaysı
kız) bir akrabası varmış emniyette görevli, o kollamış bunları. Nadide'yle
(İktisadı kara kız) mahalle, sınıf arkadaşıymışlar Adana'dan...
— Bizi bırakacaklar galiba, dedi Nadide. Sıkıyönetim var ya, çıkmak yasak şimdi.
Ondan tutuyorlar belki de...
Dalgın kaldı bir süre Günsel.
— Birkaç kız daha vardı, dedi, onlar ne oldular ki?
Bilmiyorlardı. Belki de bırakmışlardır ya da sabaha hep birlikte çıkacaklar.
Bunlar torpilli demek. Torpilliler arasındayız biz de. Ne onurlu iş!..
— Babanız ne iş yapıyor sizin? Saliha'ydı. Günsel dalgın baktı.
— Yok babam, dedi.
Sonra saklıyormuş olmanın ağırlığından kaçınır gibi ekledi hemen.
— İşçiydi Sivas'ta.
Konuşmak gelmiyordu içinden. Gidip sandalyeye çöktü yine. Polis akrabanın
kayırdıklanyla bir arada bekle bakalım. Bizi kim kayırdı ki bunların yanına?..
Şeytanlar!.. Bırakacaklar mı gerçekten? Niye çıkardılar o üç herifin karşısına
beni? Ne anlamı vardı o konuşmaların? Görmeye çağırmışlar gibi... Ne o, düş
kırıklığına mı uğrattılar seni? İşkence mi etsinler ille de?.. Bir ağrı girmişti
başına. Sırtındaki, omuzlarındaki ağrılar, sızılar depreşmiş gibiydi yeniden
yeniye. Kollarını koydu masaya, başını dayadı. Kenan'ı da dövmüşler midir? Kenan
ne arasın burada?.. Nerdedir ki şimdi? Uyuyordur. Nasıl uyur? Arifi, Mahmut'u,
Sermet'i dövmüşlerdir. Sermet'i dövmemişlerdir belki, torpillidir o da... Hemen
işlemez ya torpil de... Rasdantı bu kızlarınki. Burada da torpil!.. Batasıcalar.
Batıyorlar işte... Batıyorlar mı gerçekten? Kuşkun mu var? Uzun sürede yok da...
Kısasında, daha çok oyunlar var gibi. Bırakacaklar mı bizi?.. Bir yatağıma
uzansam evde. Uyusam, uyuşanı. Of başım!.. Açlıktan belki de. Öyle ya, unuttuk
gitti, ağzıma bir şey koymadım bütün gün. Kızlarda var mıdır? Kaldırıp başını
baktı, ikisi de uzanmışlar masaya. Gözleri de kapalı, uyudular belki de... Boş
ver, sabah olsun bakalım. Başını yine bıraktı masaya dayadığı kollarının üstüne;
kapattı gözlerini. Keşke hücrede bıraksalardı. İçerdeki herifler de sabaha kadar
burdalar demek. Uyku yok onlara da. Yarı-
na hazırlanıyordur köpekler. Yarın ne olacak bakalım? Ne olacak?.. Bitti bu
iş?.. Kolay bitmez. Koskoca Rektör'ü dövdüler. Ne olmuş dövdülerse? Koskoca
İsmet Paşa'nın yolunu kestiler, temizleyeceklerdi, bir şey olmadı da... Bir şey
olmadı mı? Bu olanlar ne?.. Birikim. Nereye varır bu birikim?.. Ne bileyim ben.
Uyuşana be!.. Gecenin sessizliğinde bak... Ne gecesi? Sabah oluyor. Dışarda
dolaşanlar, sokakta araba sesleri. Emniyetin önündeki cipler bunlar, pencereden
atmışlardı birini, bu odadan mıdır ki? Bu pencereden belki. 44'te Hasan Basri
Alp'i, namussuz cellatlar... Pencereden itip... İyi tanır ağabeyim de. Kenanım
uyuyorsundur şimdi değil mi teyzem sabah... Bir gürültüyle açtı gözlerini. Gün
ışığı vardı pencerelerde. Tramvay sesleri geliyordu. Döndü, iki sivil polis
girmişti içeri. Kızlar da kalkmışlardı masalardan. Koridordan gürültüler
geliyordu. Bağnşmalar sanki... Ayak sesleri... Sivilin biri başını salladı
kapıyı göstererek:
— Haydin, dedi.
Nereye gidiyoruz? Koridora çıktılar. Kalabalıktı koridor. Gidip gelen siviller.
Bir inzibat yüzbaşısı bir kapıdan çıkmış başka birine giriyordu. Derinlerde yine
boğuk boğuk telsiz konuşmaları vardı. Kapıya doğru giderlerken saati sordu
Nadide'ye- Altıyı yirmi geçiyor. Tam kapıdan çıkarlarken durdu Günsel, yanındaki
sivile döndü.
— Şebekem kaldı benim, dedi. Dün almışlardı.
Başını salladı adam. Ne demekti bu?.. Günsel duraladı. Adam cebinden çıkardığı
birkaç şebekeden birini uzatınca belli etmemeye çalıştı ya, çok sevinmişti.
— Teşekkür ederim.
Hay dilin kopsun. Hani teşekkür yoktu bu heriflere?.. Ağzımdan kaçtı. Ağzına...
Öyle sevindim ki birden. Fakir başka nasıl sevinir? Eşşeğimizi yitirtip buldurdu
Allah! Zengini nasıl sevindirir?.. Fakirin yitirdiği eşeği zengine buldurtarak.
Çaldırarak. Yoksul soyanların kolcuları da bu itler işte!.. Daha iyi soysunlar
diye. Teşekkür et sen de... Uff, üsteleyip durma, oldu bir
kez. Bu ikincisi... Peki. Kapı önünde merdiven başında beklediler bir süre. Her
tipten siviller merdivenden çabuk çabuk gelip bir yana bakmadan içeri dalıyorlar
ya da içerden çıkıp aynı çabuklukla yine hiçbir yana bakmadan inip gidiyorlardı.
Güleceği geldi GünsePin. Nereye böyle, müzevirliğe gider gibi? Derler ya. Belli
müzevirliğe gidiyor herifler. Biraz sonra bir inzibat astsubayı çıktı
merdivenleri. Bekleyen siville bir şeyler konuştu. Yaşlı bir adamdı astsubay.
Dönüp kızlara baktı. İçerden çıkan bir binbaşıya hazır ola geçti birden. Binbaşı
da baktı kızlara. Astsubaya baktı, başını salladı.
— Hadi gidin, dedi. Astsubay kızlara döndü.
— Gelin bakalım bayanlar, dedi.
Hep birlikte merdivenleri inmeye başladılar. Astsubay da onlar gibi merakla,
biraz daha babacan bir gülümseme ile bakıyordu sağa sola. Sansaryan Hanı'nın
orta boşluğunda katlardan gelen uğultular, bağırtılar yansıyordu sabahın erken
saatinde. Kapıdan çıkarlarken nöbetçi polisler baktı uzaktan. Kapı önünde polis,
asker arabaları, cipler, GMC'ler vardı. Bir cipin önünde bekleyen er, kızların
binmesine yardımcı oldu. Astsubay öne oturdu. Cip yürüdü. Sokağı dönüp de
Sirkeci'ye çıkarken durdu. Asker dolu araçlar geçiyordu Bahçekapı'dan Sirkeci'ye
doğru. Döndü astsubay:
— Nerede oturuyorsunuz? dedi.
Sezinlemişti, bekliyordu ya, yine de biraz şaşırdı Günsel. Paçayı kurtardık
şimdilik. Laleli'de yurttaymış kızlar. Günsel bir şey demedi. Cip Büyük Postane
önünden Ankara Caddesi'ne çıkıp hızla yokuşa vururken gözleri iki yanlı
yollardaydı GünsePin. Bir tanıdık yüz arıyordu. Vilayetin önünde sıralanmış
tanklar vardı, asker bekliyordu. Türbe'ye dönerken baktı. Di-vanyolu'na doğru
aralıklı dizilmiş erler bekleşiyordu. Asker araçları, GMC'ler dolu dolu
geçiyordu. Asker eline geçmiş bir kent görünümündeydi İstanbul. Beyazıt Alanı
tutulmuştu. Üni-
versite kapısında da dolaşan askerler görünüyordu uzaktan. Dün polisle
dövüştükleri yerden geçerken onurlu bir evecenlikle bakındı. Şurada yatıyordu
ölen çocuk. Başkaları da varmış, çokçaymış hem de... Biz kurtulduk. Dur bakalım,
daha neler olacak biliyor musun?.. Her şey bitti mi dün? Bu kadar mıydı
barutumuz? Sürmeli bu iş. Nasıl? Yeni gelişmeler olmuştur öğrencilerde. Handan
nasıl saldırdı surda polislere? Aslan kız be?.. Ya oğlanlar!.. İlk onlar yürüdü
ateş eden polislerin üstüne. Çoklar da ondan. Canavar herifler, nasıl da
kıydılar? Bizim fakültenin köşesinde asker bekliyor. Çocuklar da askere gösteri
yaptılar. Doğruydu orada. Peki bu sıkıyönetim?.. Sonrasını nerden bilirsin? Bizi
bıraktılar işte... İşe gidecek miyim bu sabah? Bu durumda mı? Kovacaklar. İşsiz
kalırsam bir de?.. Türkiye'deki milyonlarca işsize bir kişi daha katılır.
Laleli'yi geçiyorlardı. Kızlar ürkek ürkek astsubaya baktılar. Adam oralı
değildi. Aksaray'dan Saraçhane'ye dönüp kavşağın köşesinde durdu cip. Bir sigara
yakarken:
— Haydin, dedi astsubay, buraya kadar.
Önce Günsel adamıştı cipten. Yöresine bakındı. İstemese de sevinçle doluyordu
insanın içi. Özgürlüğün tadı... Cip basıp gitmişti. Kızlar da şöyle bir el edip
Laleli'ye çıkmaya başladılar. Çok beklemedi, bir dolmuş geçiyordu
Kocamustafapaşa'ya. Arabada şoföre saati sordu. Yedi buçuk. İki saat sonra
Kenan'ı ararım işyerinde. Handan'a mı uğrasaydım önce? Önce bir evi bul, kendine
gel. Evde haber de olabilir. Dolmuştan inip de sokağı koşar gibi geçerken
evecenlik içindeydi. Pek kimseler yoktu sokaklarda. Merdivenleri de koşar gibi
çıktı. Ağrıyı, sızıyı unutmuştu nerdeyse. Uyuyorlardır daha. Kapıyı anahtan ile
açtı. Sessizdi ev, kimse yok gibi. Salona girdi, bakındı. Hay Allah nasıl da
göreceğim gelmiş. Sanki yıl oldu. Gözün aydın, kavuştun evcağızına!.. Küçük-
burjuva seni!.. Yumuşak koltuğa da çök. Pardösüsünü, çantasını attı koltuğa,
dönüp pabuçlarını çıkardı, terliklerini geçirdi. Teyzesinin odasına yaklaştı
yavaşça,
kapıyı açtı. Turgut yatıyordu. Teyzesi karyolasında doğrulup baktı. Öylesine
olağan karşılamışa ki nerdeyse bozulacaktı Günsel. Nasıl ağrıyor sırtım.
Haberleri bile yok belki de bunların. Kalkıp terliklerini ararken:
— Hoş geldin, dedi teyzesi.
Turgut gözlerini açıp kırpıştırarak şaşkın şaşkın bakındı, yorganını çekti
başına. Teyzesi terliklerini sürüyerek yaklaştı.
— Polisler götürmüş seni, dedi, Handan söyledi. Bıraktılar mı?.-
— Bıraktılar.
Bunuyor mu bu kadın nedir? Kurumuş sanki duygulan. Handan kandırmıştır; büyük
güveni vardır ona. Anlamsız baktı bir, mutfağa giderken.
— Açsındır, dedi, çay koyayım.
Öyle bir yorgunluk çökmüştü ki üstüne Günsel'in açlık da duymuyordu.
— Akşam mı uğradı Handan?
— Akşam uğradılar. Kenan Bey de gelmişti.
Demek biliyor Kenan da. Rahadık duymuştu, sanki bir boşalımla. Daha soracaktı,
vazgeçti. Bir şeyler söylemişler buna, oyalamışlar belli ki... Banyoya girdi
ağır ağır. Bluzunu çıkarıp sırtına, böğrüne bakmayı düşündü, birden öyle büyüdü
ki gözünde. Nasıl güçsüzdü. Bakıp da ne olacak? Bir yıkanmalı en iyisi.
Termosifonu yakmak gerek. Uzun iş, hele biraz uzanayım. Tuvalete girerken eğilip
bacaklanna baktı, ince çizgi biçiminde kan pıhtısı vardı bacak kemiklerine
yapışmış yırtık, kaçık çoraplannın üstünde; tekmeledikleri... Deriler kalkmıştı
hafiften. Çabucak çıktı tuvaletten; yıkanıp kurulanarak salona girerken
teyzesinin kızgın sesi duyuluyordu:
— Kek mi kalır bu oğlandan?.. Yalnız kendi yese... Mahalleye taşıyor. Kıymık
bırakmamış; dün yaptım daha...
Teyzesinin masaya koyduğu soğuk, şekersiz sütü dikti başına. En sevdiği şeydi;
öyle de iyi gelmişti ki. Bıraktı boş bardağı,
yorgun argın odasına yürüdü. Kapıda durup özlemle baktı yatağına. Ne çok
severmişim seni!.. Gidip kıyısına ilişti, yavaşça ar-kaüstü bıraktı kendini,
gözlerini kapattı. Yumuşak örtüler bile acı veriyordu dokundukça. Kaç gün sürer
bu? Kalkınca Kenan'ı arayayım...
576
XXV
Nermin, Zeynep'e bir kardeş geleceğini söyleyince anlamamıştı önce Kenan.
Yatağın kıyısına çekildi yavaşça, toparlanmaya çalıştı. Ne diyordu bu kadın?
Deli mi ne? Kendi aklına bak sen, bu kadın cin gibi. Nermin sırtüstü yatıyordu
yanındaki açık yatakta. Yastığa dağılmış kumral saçları, tavanda bir noktaya
dikili gözleri, aralanan geceliğin ortaya vurduğu yarı çıplaklığı ile
kımıldamadan en uygun sözleri arıyor gibiydi Kenan'ı yıkacak. Kaldı mı yıkacağı?
Söz ne ki artık? Kazandığının faturası. Her suskunluğu bir tuzak bu kadının.
— Önce ben de irkildim senin gibi, dedi Nermin.
Ne demesi, ne yapması gerektiğini bir türlü kestiremiyordu Kenan. Çıplaklığından
utanır gibi üstünden hafif kaymış pikeyi açık göğsüne doğru yavaşça çekti,
üşüyordu. Nermin söylediklerinin dışında her şeyle ilgisiz, donuk anlatımıyla
aldı yine:
— Çok düşündüm. Taa içimden kırgınım sana.
Söyleyip söylememek arası duraladı bir, sonra daha sönük bir sesle ekledi.
— Taa içimden de seviyorum. Bırakamam. Senin de beni bırakabileceğine inanmadım
hiçbir gün. Kötü düştü olanlar. Allah gönderdi bu çocuğu dedim. En gerekli şey
olduğuna inandım. Bir kez daha perçinleyecek bizi, belki senin de gerçekleri
iyice
578 anlamana yarayacak.
Acılı bir iç çekişle derin soluk alıp ekledi yavaşça:
— Yoksa göze alamazdım.
Sustu. Hiç kımıldamadan duruyordu öylece. Üşümez mi bu kız? Bir gecelikle, sabah
serinliğinde üstü açık... Söyleyecek, yalnız söyleyecek mi, düşünecek şey de
bulamıyordu Kenan. Nedenini bilmeden kolundaki saate baktı. Kalkıp çıkmalı bu
evden. Ne cehenneme?.. Bir perçin daha atmış bu kadın. Yetmiyordu, bir zincir
daha... İndi yataktan. Nermin başım döndürdü, suskunluğuna şaşmış gibi bakmaya
başladı. Bir şeyler söylesene der gibi. Ne söyleyeyim?.. Atılıp gırtlağını mı
sıkayım? Karının üstüne çıkıp tepineyim mi? Piçinden de kurtulurum, senden de.
Laf olsun işte, yapacağımdan değil ya. Nerde bende o yürek?.. Çığırtkan akşam
gazetelerine ne güzel konu çıkardı. En iyisi mutfaktan ekmek bıçağı alıp kelleni
gövdenden ayırmak, sonra da tavana bir ip çekip sallandırmak kendimi de...
İğrenç kokular yayan, güzel görünüşlü bir leş gibi yauyor, şuna bak? Gece, sıcak
etine gömüldüğünde mis gibiydi ya. Gelme, diyemen kapıya bakıp da bir el etmeni
beklerken. Çıkıp banyoya geçti çabucak. Şofbeni yaktı, girdi suyun altına,
dakikalarca akıtıp kaldı öylece. Ara sıra denediği unutma, kurtulma, arınma
çabasıydı. Boşuna!.. Hiçbir su arıtmaz beni. Günsel'i de göstermezler bana bir
daha. Koparıp aldılar elimden. Bir de yeni perçin. Puşt Rasim, burda da etti
puştluğunu. Küt küt kapı sesiyle ayıldı birden. Duşun gürültüsünden zor duymuş
olmalıydı.
— Ne var?
-— Rasim istiyor seni, telefonda.
Rasim mi istiyor? Bir ateş düştü içine. Kötü haberdir. Hiç iyi şeyler gelir mi
Rasim'den? Hele bu kadından?.. Yeni bir tuzaktır olsa olsa... Banyoya girmemi mi
bekledi deyyus?.. Bütün gece uykuyla uyanıklık arasında telefon düşleriyle
irkildim sabaha dek- Bornozunu taktı, çıktı banyodan. Nermin, Zeynep'in
odasındaydı, mır mır bir şeyler konuşuyorlardı. Uyanma vakti, yedi buçuğa
geliyor. Salonda açık duran telefona giderken kora dönmüştü içindeki ateş. Eli
titreyerek uzandı telefona. Evecenliğini bastırmaya çalıştı önce, yutkundu.
Sesindeki titremeyi saklama çabasıyla:
— Efendim, dedi.
— Kenefe mi düştün ulan bir saattir?
Şaklabanlığa başladı. Demek iyi haber!.. Ne diyeceğini bilemiyordu Kenan. Acılı
durumunu Rasim de sezinlemiş de saygılı davranma gereğini duymuş gibi:
— Bırakacaklar bugün, dedi yavaşça.
Bırakacaklar mı? Bırakacaklar Günsel'i. Göreceğim yine. Peki nasıl karşısına
çıkacağım bu pislikle? Sarılacak mı bana? Anlamayacak mı korktuğumu? Hele yeni
bir perçinle kokuşmuşluğa bir kez daha çakıldığımı ne yüzle anlatacağım?
— Hey, bayıldın mı ulan? Ses versene. Toparlandı Kenan.
— Sağ ol, dedi, teşekkür ederim.
— Sen de sağ ol. Gece bire kadar telefon basındaydım. Ancak o sıralar sonuç
alabildim. Uyuyorsunuzdur, tedirgin etmeyelim dedik, sabahı bekledik.
Uyurmuşum, herife bak. Ne uyuması? Perçin yapıyorduk Nermin'le!..
— Birazdan çıkacağım, dedi Rasim, Karaköy'e ineceğim, sana da uğrarım dokuzla on
arası. Konuşuruz. Telefonda olmaz. Hadi eyvallah...
Telefon elinde, donup kalmıştı Kenan. Ne var ki, ne ola ki söyleyeceği?.. Bugün
çıkacakmış Günsel. Dokuzdan önce bırak-
mazlar. Devlet dairesi değil mi?.. O da hemen bırakırlarsa... Dokuzda işyerinde
olmalı. Fırladı. Tıraşı, giyinmesi, kahvaltısı yarım saati bulmamıştı bile.
Zeynep sokulmak istedi, yüz vermedi. Ona karşı da bir soğukluk düşmüştü içine.
Nermin hiç ilgilenmiyor gibiydi. Telefonu da sormadı. Biliyor mu yoksa?.. Rasim
söylemiş midir? Her şeyde de kesin yargıya varma. Söyleme -580 miş de olabilir.
Söylesin isterse. Ben de söyleyeceğim artık. Apaçık anlatacağım. Karnındaki piçi
kazıtması için en kestirme yol. Geç bile kaldım. Sekizi geçiyordu evden
çıkarken. Kapıcı gazeteleri getirmemişti daha. Ellerinde gazeteler, dalmış, ağır
ağır giden, evlerine giren insanlar vardı sokakta. Köşedeki gazetecinin önü de
bayağı kalabalıktı. Gazeteleri verirken anlamsız sırıttı adam.
— Ortalık iyice karıştı, dedi. Sonumuz hayrolsun.
Bir sessizlik vardı herkeste. Dolmuşta da vardı aynı çekingen sessizlik.
Gazetelere dalıp gitti. Dünkü Üniversite, Beyazıt olayları, resimleri.
Sıkıyönetim bildirileri... Önemi sezinlenmiş günlerin yürek atışı vardı
gazetelerde. Sirkeci İstasyonu önünde boşaldı dolmuş. Kenan da indi. Babıâli'ye
doğru yürümeye başladı. Dolu dolu geçen asker araçları, sokaklarda silahlı
erler. Tam bir sıkıyönetim görüntüsü, işyerine geldiğinde dokuzdu. Evecenlik
içindeydi Burak.
— Üniversite bahçesinde öğrenciler toplanmış yine ağbi, dedi. Bugün de bir
şeyler olacak.
Seviniyor bayağı oğlan. Sıkıntı bastı içine Kenan'ın. Ses çıkarmadan yukarı
çıktı. Matmazel gelmemişti daha. Saate baktı yine. Yürümek bilmiyor, iki dakika
olmuş daha. Her an çalabilir telefon ya da aşağıdan, kapıdan girebilir Günsel.
Kucaklayıp sa-rılamam da... Telefon etse en iyisi. Hemen bir arabayla alırım
olduğu yerden, doğru eve. Öğrenciler toplanmış yine, ya diretirse katılacağım
onlara diye?.. Diretir de. Nasıl karşı korsun? Hiçbir şeyine karşı koyamam. Ama
birlikte iyice bir düşünmemiz gerek. Nereye gidiyor bu işler?.. Halk Partisi'nin
oyunuy-
sa?-- Rasim'de neler var bakalım?.. Matmazel de geldi, nerde konuşacağız
Rasim'le? Matmazel soğuk bir selamdan sonra, yerine geçmiş, çekmeceden çıkardığı
kâğıtlara gömülmüştü. Dünya umurunda değil kadının. Bir sorsam mı olanı biteni
şuna? Bırak şunu, baykuş gibi ürkek ürkek baktırma şimdi. Her işi tıkır tıkır,
daha ne istiyorsun? Geçen ayki vergi sorununu yağdan kıl çeker gibi çözüverdi bu
muşmula. Satışlarda, matbaa, ilan hesapların- 5gj da... Sıçmışım hesabına da,
suratına da... Günsel'i bırakmamışlar mıdır daha?.. Bozuk, kesik filan olmasın
bu telefon?.. Kaldırıp baktı, çalışıyordu. Saat ona geliyor nerdeyse. Rasim de
yok ortada, kalkıp aşağı indi, Burak'ta da bir tedirginlik vardı. Oğlanın aklı
Üniversite bahçesinde. Git desem uçacak. Caddeden hızla geçip duran ağır asker
araçlarının gürültüsü geliyordu.
— Bir telefon edip sorayım mı ağbi? Anlamamıştı Kenan. Rasim'e mi telefon
edecek?
— Kime? dedi.
— Gazeteye; haberler vardır ağbi. Kızacaktı az kalsın.
— Et, dedi.
Burak yukarı fırladı sevinerek. Gazetedeki arkadaşı da haber küpü. Birilerine
kitap verdi. Para alıyordu ki indi Burak. Alıcılar kapıya yönelince, eğildi,
fısıldar gibi:
— Beyazıt Alanı halkla doluymuş, dedi. Öğrenciler de bahçede toplanıyorlarmış.
Önemli olaylar bekleniyormuş.
Ses çıkarmadı Kenan. Dalgın ilişti kıyıdaki tabureye. Beyazıt halkla doluymuş.
Günsel yok. Rasim de... Bunalır gibi oldu birden. Saatine baktı, onu sekiz
geçiyordu. Halkla dolu alan. Birden kalktı.
— Ben çıkıyorum, dedi Burak'a. Günsel ararsa Beyazıt Camisi, Çınaraltı
yöresindeyim. Bulur o beni. Telefonla ararım seni de, haber filan bırakırsa...
Durdu birden. Önce Rasim'e bir telefon edeyim. Koşarak Çıktı, açtı telefonu.
Rasim Bey gelmemiş daha. Santral kız tanı-
yordu Kenan'ı, gelince söyleyecekmiş. Matmazel öyle dalgındı ki uyarmamak
içinmiş gibi sessiz indi merdivenleri. Polismiş bu kan meğer!.. Hani filmlerde
vardır ya!.. Kafan filmler gibi çalışıyor zaten. Her yanı polis olsa ne olur
bunun?.. Burak birilerine kitap gösteriyordu. Fırladı işyerinden. Bir dolmuş
geçiyordu, adadı. Çarşıkapı'da indiğinde ilerde, Beyazıt'ta, dün dolaştığı
yerlerde yoğun bir kalabalık görülüyordu uzaktan. Alan boştu. Tek tük
dolaşanlar, Üniversite'ye doğru gidenler, gelenler vardı. Her yan askerle
tutulmuştu. Kapalıçarşı önünden Sahaflar'a geçti. Üniversite bahçesinden tanıdık
bir şarkı sesi geliyordu. Anımsadı, Osman Paşa marşıydı. Sözlerini anlayamadı
yalnız. 46'larda, Dil-Tarih Fakültesi'ndeki devrimci öğrenciler, sözlerini
değiştirip sevdikleri ilerici öğretim üyelerinin de adlarını koyarak devrimci
marşı yapmışlardı ilk kez bunu. Konya'da Dil-Tarihli birinden duymuştu. Şimdi de
bir başka türlü söylüyordu öğrenciler. Çınaralo'na girip de üniversite bahçe
duvarına yaklaştıkça sözlerini de çıkarmaya başladı yavaş yavaş. — ... Kardeş
kardeşi vurur mu? Kahrolası diktatörler Bu dünya size kalır mı?..
Alanı çevreleyen halk bahçeden taşan koroyu, suskun, saygın bir duygululukla
dinliyordu. Marş bitince sözlü korolar, bağnş-malar yükseliyordu içerden.
Beyazıt Camisi'nde dün gelip durduğu duvar dibine geçti, yöresine bakındı.
Kalabalık halk dünkü çekingenliğini bir adım olsun aşmış gibi geldi. Ön
sıralarda temiz giysili, yaşlıca, emekli, daha çok subay emeklisi görünümlü
kişiler vardı. Düzeni koruyan erler, subaylar saygılıdırlar halka; sert, polisçe
davranışları yoktu. Şaşkındılar yine de. Ne yapacaklarını, nasıl
davranacaklarını onların da kesinlikle bilemediği, tedirginlik içinde oldukları
belliydi. Bir ara korolar, marşlar kesilir gibi oldu içerde; birden bir sürü
örğencinin duvara, parmaklıklara çıktıkları görüldü. Halka el sallamaya
başladılar. Birkaç öğrencinin "Hürriyet... Hürriyet istiyoruz" diye bağırması,
bir anda alana çevrilmiş güçlü bir hoparlör yüksekliğinde koroya dönüşüverdi.
— Hürriyet!.. Hürriyet!.. Hürriyet!..
Öğrenciler, halkın da kendilerine katılması için ellerini, kollarını
sallıyorlardı, haydin diye... Kımıldanmalar oldu halkta. Marmara Sineması
önündeki dizi dizi yığınların kımıldanması taşkınca bir dalgalanmaya dönecek
gibiydi, bastırıp geriletti as- 533 kerler. Uğultulu bir kaynaşma başlamıştı.
Kenan'ın aklı Gün-sel'deydi. Gözü yöresinde, Beyazıt Camisi'nin avlu kapıların-
daydı. Kalabalık da öylesine artmaya başlamıştı ki... Birkaç kez yüreği hop
etti; Günsel'e benzetti birilerini. Gazi Osman Paşa marşına başlamıştı yine
çocuklar. Belki Günsel de aralarında. Doğruca oraya gitti belki. Arkadaşlarıyla
çıktılarsa, Sermet mer-met hep birlikte... Nasıl ayrılır onlardan?.. Korkup
kaçıyormuş gibi. Bir telefon edemez mi?.. Belki de etti. dönüp Çınaraltı'na
daldı koşar gibi, bakındı, yoktu kimse. Kahve bomboştu. Sahaf-lar'da telefon
sordu birkaç yere. Çarşı başındaki giysicide bulabildi sonunda. Açtı çabucak,
Matmazel çıktı. Arayan soran yokmuş. Sessiz kaldı bir süre. İnanamıyordu
sanki... Burak'ı istedi. Biraz sonra soluk soluğa geldi Burak da. Arayan,
uğrayan olmamış. Bir şey demeden kapattı. Öyle bir acı çökmüştü ki içine.
Vazgeçtiler Günsel'i bırakmaktan. Rasim öğrendi durumu, sabahki atıp tutmadan
sonra karşıma çıkmaya yüzü tutmuyor. Uğraşıyor belki de. Çıkıp ağır ağır
Çınaraltı'na doğru yürümeye başladı yine. Yapayalnızdı şimdi. Üniversite
bahçesinden gelen marşlar, korolar büyüdükçe yalnızlığı da artıyordu. Çınaral-
tı'nda durup Günsel'le ilk gün oturdukları masaya baktı kaldı bir süre. Ağır
ağır gidip oturdu. Alandan, bahçeden gelen bağırış çığnşlara kapandı, dalıp
gitti. Günsel yoksa hiçbir şeyin de anlamı yok demek. Bir avuç hileci esnafın,
kapıkulu emeklinin arasına kanşıp ne ettiklerinden habersiz çoluk çocuk
öğrencilerin peşi sıra, Hürriyet diye bağırmanın hiç anlamı yok! Boşuna harcandı
Günsel. Halk Paıtisi'nin oyunu. Demokrat'ının da ağ-
1
zina sıçayım, Halk'ının da, Hürriyet'inin de... Bizim kavgamız mı bu? Nerde
işçiler? Nerde bizim insanlarımız? Cezaevlerinde sürgünlerde ya da köşesine
sindirilmiş. İyi ya işte, özgürlük onlar için de... Bok onlar için!.. Hele bir
başa geçsin bu zibidiler '• bugünü de aratırlar. Görmedik sanki de. Boşuna mı
sövüyor Fahir Cemal bunlara?.. Matbaaya mı bir gitsem? İrfan'a?.. Bir şey-584
'er biliyorlardır onlar, boşa sallamazlar; ayaküstü o kadar söyle-yebildi o gün.
Ne yapacağını bilmeden kalktı. Tam Sahaflar'a yürüyecekti ki karşıda, Beyazıt
Kitaplığının kapısından çıkan bir-iki yana sallantılı yürüyüşü, gözlükleri...
Tamam, tarih öğretmeni Nairn. Rastlantıya bak. Epeyi kavgalan olmuştu Konya'da.
Sağcı, gerici, Osmanlıcı... Nurcu olduğu da söylenirdi. Naima diye alay
ederlerdi. Kurban olmuş Naima'ya!.. İstanbul'daki liselerden birine atanmıştı.
Nairn şöyle bir baktı uğultulu alandan yana, umursamadan döndürdü başını,
Sahaflar'a doğru yürüyüp gitti. Duraladı Kenan. Ne duruyorsun? Yürüsene sen de.
Bak ne rahat gitti herif. Onun. kavgası değil. O ki senin de değil... Uğultular,
bağnşmalar artmıştı. Döndü, ağır ağır girdi cami avlusuna. Alana açılan kapıdan
çıktı. Öğrenciler parmaklıklarda salkım saçaktı. Bir şeyler söylüyorlardı alana
doğru. Halk anlamamıştı. Kenan duymuştu. Ankara'da da öğrenciler çarpışmış.
Demek orada da başladı. Öğrenciler topluca bağırmaya başladı koro biçiminde.
Ankara'da o gün padak veren üniversite olaylarını duyuruyorlardı. 11 şehit... 17
yaralı... Alanda yeniden dalgalanmalar, uğultular başladı. Bütün alanı ürperten
bir koro daha yükseldi parmaklıklardan: ANKARA YANIYOR... ANKARA YANIYOR...
ANLAMADINIZ MI?.. Yer yer topluca yanıüayan oldu. ANLADIK. Gittikçe artan bir
gerilime doğruydu alanı çevreleyen halk. Öğrenciler yine Hürriyet diye bağırmaya
başladılar. Osman Paşa marşını tutturdular yeniden. Yine Hürriyet, yine Ankara
olayları, yine Osman Paşa marşı... Artık yer yer halk da katılıyordu
bağrışmalara, marşa. Kenan da kaptıracaktı kendini nerdeyse. Bir ara katıldı
bile... Sonra hep
aynı şeylerin yinelenmesi ile yitirdi evecenliğini. Kuşkulan ağır basıyordu.
Yöresine bakındı. Güvenebileceği hiç kimse yoktu sanki. Bir silah patlasa hepsi
pır!.. Başta da sen! Silah filan patlayacağı yok. Askerler belli etmemeye
çalışıyorlar ya, bayağı tatlı bakıyorlar olanlara. Üniversite'yi de kuşatmışlar
zaten, bir kaynaşma görülüyordu. Kenan, gerilerden, duvar diplerinden ağır ağır
geçti. Emekli yarbay olduğunu söyleyen bir siville bir 535 yüzbaşı
tartışıyorlardı. Tartışmak da değil, yarbayın, yurttaşlara sert davranılmaması
konusunda sinirli sinirli yaptığı uyarıya, görevli yüzbaşının, saygılı bir
dille, katıldığını söylemesiydi. Bundan yumuşak davranış ne olacak?
Yöresindekilere gösteri peşinde sayın yarbay! Caddeye indi, tümseklerden
adayarak karşıya geçti, Marmara Sineması'nın önüne doğru yürümeye başladı.
Halkla asker ilişkileri aynıydı hep. Dün kavgaların oluştuğu yerlere bakınca bir
burkulma duydu içinde. Günsel de buralardaydı demek. Eşşek, hayvan, korkak
ben... Değilim korkak. Gün-sel'in yaptığı doğru mu?.. Fahir Cemaller... Siktir
et şu peze-venkleri. Çocuklar dövüştü polisle, sen kaçtın. Günsel kaçmadı. Ne
oldu kaçmadı da?.. Harcandı pisi pisine. İyi, sen kurtuldun pisi pisine
harcanmaktan, yap bakalım ne yapacaksın? Bir telefon daha etsem mi?.. Saat bire
geliyordu. Arandı, arka sokaktaki bir kepapçıda vardı telefon. Et, yağ
kokulanyla içi bulanıyordu numaralan çevirirken, küt küt atıyordu yüreği. Biraz
bekledi. Matmazel çıkmıştır. Burak geldi soluk soluğa. Eczacı Fadıl Bey diye
biri telefon etmiş, bir de matbaadan aramışlar. Bir doçent de kitabım
getirecekmiş. Başka yokmuş, Fadıl Bey evin telefonunu istemiş, vermiş o da...
İyi bok yemiş. Bir şey demeden kapattı telefonu. Çıktı, dün geçtiği sokaktan
Laleli'ye doğru yürümeye başladı. Belki de bize gitmişlerdir Fadıl Bey'le sünepe
kızlan. Bırakır mı hiç Nermin?.. Bereket sokağa çıkma yasağı var, akşam
yemeğinde alıkordu yoksa. Mudu yuvamızın, mudu anılarını söyleşip dururlar.
Gözleri dolar durur Nerminciğimin de. Ne yapacağım bu zavallı ile ben?..
Günsel'siz. Bir hıçkınk takılır gi-
bi oldu boğazına. Toparladı kendini. Ağzı acıydı, bir kazıntı vardı midesinde.
Caddeye saptı. Köşedeki sandviççiye girip bir şişe süt aldı. Peynirli sandviçle
yudumladı ağır ağır. Güç yutuyordu aslında. Caddeye çıkınca duraladı. Beyazıt
Alanı'na mı dönecekti yine?.. Ne var orada?.. Günseller'e mi uğrasam bir. Ne
olacak uğrayacağım da? Kocakarıyla bakışıp duracağız karşılıklı. Ya da ağlayıp
sızlamaya başlayacak, onunla uğraş bir de... Kimseyle uğraşamam. Kendimle
uğraşmam yetiyor da artıyor bile. Yukarda ilerde Edebiyat Fakültesi'ne ilişti
gözü. Oraya mı uğrasam bir?.. Uğrayalım bakalım. Yürüdükçe umutlanıyordu, sanki
orda bulacaktı Günsel'i. Fakülte'ye yaklaşırken umut yavaş yavaş çöküntüye
bıraktı yerini. Nedensiz. Umut çok mu nedenliydi? Şaşkın kaldı Fakülte önünde.
Kapılar kapalıydı. Dönecekti ki kapıdan çıkan, daha önce birkaç kez gördüğü
yaşlı odacıyı tanıdı. Önünde durup baktı adama. Yaşlı adam da duralayıp kuşkuyla
baktı yolunu keser gibi duran Kenan'a. Tanımamıştı. Nerden tanıyacak? Yolunu
döndürüp gidecek gibiyken Günsel'i sordu Kenan. Yukarda mıydı? Adam kuşkulu
durdu bir, sonra anımsamış gibi gözlerini açıp kaşıyla birlikte başını da
yavaşça yukarı kaldırdı.
— Yok, dedi, iki gündür gelmedi.
Döndü Kenan. Ne var yıkılacak? Bilmiyor muydun? Öylesine bir bezginliğe düşmüştü
ki... Çekip gitmek uzaklara, ne bileyim, Edirne'ye, Van'a gitmek. Bok var sanki
oralarda. Kendini götürdükten sonra nereye kaçacaksın? Dalgın girip çıkmaya
başladı sokak aralarına. Dar bir yokuşa vurdu bir ara, sonunda Şehzade
Camisi'nin duvarları karşısında, caddede buldu kendini. Dalgın bakındı yine.
Askerler, askerler, her yanda askerler vardı. Sağa kıvrıldı, Şehzadebaşı'na,
Vezneciler'e doğru aynı boşlukta yürüdü bir süre. Palet izleri vardı yolda.
Sinemaların önünde durup bakındı. Turan Sineması'na gelirdik Naşit'e. Üç filmden
sonra akşama Naşit başlardı. Ferah Tiyatrosu yanmıştı sonraları. Şu sokağın
içinde yeni bir kapıya taşınmıştı Yüksek Öğretmen
Okulu. Fen-Edebiyat Fakülteleri'nin çeşitli dallarından büyük ozanlar, yaratıcı
yazarlar, yeni kuramlar peşindeki düşünürler, dâhi matematikçiler, fizikçiler,
şimdi ilerdedirler? Ne var bilmeyecek? Düzen görevlisi bürokrasinin köhne
basamaklarında damla damla biriken aylıklara bağlandılar. Akşamları sıcacık
yuvalarında yorgunluk kahvelerini yudumlarken kızlı oğlanlı döllerinin
yarınlarını düşünüyorlar tedirgin tedirgin. Akşamcılığa 537 vurmuştur çoğu.
Vahit gerçekten yetenekliydi içlerinde. Azerbaycanlı doçentle ne dalga geçerdi
ya... Herif de ne cahildi. Cahil, ahlaksız, korkak. Sovyet devrimine sövüp
sayar, ahlak bırakmadılar diye, gözüne kestirdiği kızları odasına çağırıp
saldırır. Savaş yıllarında Almanlar'la, Almancılar'la da ilişkileri olmalıydı.
Türkoloji bu karanlık grupların elindeydi o günler. Vahit'ten ödü patlardı
herifin. Güzel şiirleri de vardı oğlanın. Fransa'ya gittiği duyuldu bir ara.
Rimbaud, Baudelaire delisiydi. Sonra öğrenci müfettişi olmuş dediler. Sonra
da... Dili varmıyordu bir türlü. Severdim. Yalandır belki de... Bu aşşağılık
düzene ajan olacak kadar kararamaz öyle zekâ! O da senin küçük-burjuva kuruntun.
Nice aşağılık düzene kölelik etmiş ne zekâlar var. Olur, her şey olur bu ülkede
de. Ya Beyazıt'ta olanlar? Bir bok olduğu yok Beyazıt'ta. O da bir sürü ajanın
işi belki de. Daha ne dolaşıyorsun öyleyse? Bas git sen de işinin başına, akşam
da evine dön. Değişmez bu ülke nasıl olsa? Günsel gibi harcanır gider insan.
Ferah Sineması yanındaki arsadan, Vezneciler'den Beyazıt'a uzanan zırhlı zırhsız
dizi dizi asker araçlarına baktı bir süre. Aynı kurşun gibi ağırlıkla
Kemeraltı'ndan geçti. Vefa'yla Süleymaniye arasında yıkıntılı, kirli, güneş
uğramaz gibi ıslak, duvarlarla çevrili dar sokaklarda yürümeye başladı. Gidip
gelen kızlı erkekli öğrenciler geçiyordu yanından. Yurtlarla dolu bu yöre. Bizim
günlerimizde de öyleydi ya, şimdi iyice dolmuş. Bir ara Vefa'ya dönüp boza içmek
geldi içinden. Saçmalığa bak. Sevsem bari. Süleymaniye'ye giden yola çıktı.
Yanda, Üniversite duvarı dibinde askerler dolaşıyordu aralıklı. Üniversite
Kitaplı-
ğı'nın bulunduğu sokaktı burası. Bir asteğmen gidip geliyordu sokak boyunca, bir
şeyler söylüyordu erlere. Çavuşlar onbaşılar vardı. Bir cip geldi durdu ilerde.
Yüksek rütbeli subaylar vardı içinde. Koşan asteğmene içerden bir şeyler
söylediler, hazır olda dinledi genç adam. Hızla dönüp gitti. Uğultular geliyordu
bahçeden. Kenan dönüp Beyazıt'a doğru yürümeye başladı sokak boyunca. Yandaki
parmaklıklı kapılarda erler vardı. Kadınlı erkekli siviller de vardı sokakta.
Parmaklıklar ötesindeki öğrencilerle konuşuyorlardı. Anneleri, babalan,
yakınları olmalıydılar. Biraz daha yaklaşıp ilgiyle baktı Kenan. Sigara paketi
uzatanlar vardı öğrencilere. Sandviç, yiyecek uzatanlar vardı. Karşı çıkmadan
bakıyorlardı kapıda bekleyen erler. Saate baktı Kenan. Üçe geliyordu. Yaklaştı
kapıya. İçerde, heykelin çevresinde öbek öbek öğrenciler vardı. Gidip gelenler,
dolaşanlar, ağaçlar altında toplanmış tartışanlar. Bir kız söylev çeker gibi
ellerini kollarını sallayarak bir şeyler anlatıyordu yöresindeki kızlı oğlanlı
bir yığma. Karşı koyanlar olmalıydı, karıştılar bir ara, sonra yine başladılar
kızı dinlemeye. Beyazıt Kulesi'nin dibinde gidip gelenler, toplananlar
görülüyordu. Bahçeye dağılmış, devinim içinde sürekli yer değiştiren bir
kalabalıktı görünen. Aralarındaki asker giysililer de göze çarpıyordu. Kızlar
daha azdı erkek öğrencilerden. Ne istiyor bunlar? Neyi bekliyor? Bunlardan
biriydi Günsel de. Döndü, Süleymaniye'ye doğru uzaklaşacaktı ki deminden beri
gözünü sürekli kendine dikmiş, buruşuk, kara yüzlü, yaşlıca birine takıldı.
Kimdi bu? Tanımıyorum. Peşime takılanlardan mı yoksa? Karıştırmaya başladık
artık. Yan gözle bir daha baktı adama, o da Kenan'ı kolluyordu kaçamak.
Yürüyeyim, bakayım gelecek mi peşimden? Hay Allah tanıyorum ben bu adamı. Bir-
iki adım atmıştı ki bir sesle donup kaldı.
— Kenan!..
Döndü. Bütün düşünce zinciri kopuvermişti birden. Parmaklıklar ardından, hüzünle
gülümseyerek el sallayan Gün-sel'di. Bir şey demek istedi, beceremedi. Kızdı da
üstelik. Ne
arıyorsun burada diye bağıracaktı nerdeyse. Nerdesin sen? Günsel kapıdan çıkıp
aynı acılı gülümseme ile yaklaştı, uzattı elini, çabucak açıklamak gereği ile
aldı hemen.
— Biraz önce geldim ben de, dedi. Telefon edip Burak'a söyledim buraya gelmeni;
bakmıyordum.
Kapıyı geçmişler, duvann kıyısına çekilmişlerdi. Yeni yeni kendine geliyordu
sanki Kenan. Tutamamış da kucaklayacakmış gibi eğildi öylece. Günsel
sezinlemişti, gülerek geri aldı kendini. Çevredekilere bakındı belli etmeden.
Aynı sıcak gülümseme ile:
— Sakın ha, diye fısıldadı, rezil oluruz valla... Dilinden kur-tulamam
çocukların.
Dili çözülmeye başlamıştı Kenan'ın da:
— Peki, peki, dedi, ne oldu anlat. Haydi gidelim artık.
Bir şey demeden aynı sıcacık gülümseme ile bakıp duruyordu Günsel. Gözleri
halkalanmış, yüzü süzülmüştü. Sol kaşı ile şakağı arasında hafif bir şişlik
vardı sanki. Nasıl tatlı, nasıl güzel, nasıl sımsıcakü. Sarılıp yüreğine
bastırmamak, öpücüklerle donatmamak için kendini güç tutuyordu Kenan. Birden
akıl etmiş gibi:
— Bir şey yaptılar mı sana? dedi. Kötü davrandılar mı? Üstünde durmak
istemiyormuş gibi başını çevirdi Günsel.
Sonra yine gülümseyerek baktı Kenan'a:
— Bir hoş geldin dediler, dedi. Önemli değil. İlk kez niyetleri kötü gibiydi ya,
sonradan değişti nedense. Torpilliler arasına aldılar bizi de.
Bir taş mı vardı bu sözlerde? Ürperdi Kenan. Ne diyeceğini bilemedi, gözlerini
kaçırdı. Dönüp ağır ağır yürümeye başladılar sokak boyu.
— Bağışla Kenancığım, dedi Günsel. Sabahtan bıraktılar bizi. Sekiz yoktu eve
vardığımda. Biraz uzanayım dedim, uyuyakalmışım; teyzem de kıyamamış
uyandırmaya. Bir'i geçiyordu çocuklar geldiğinde. Doğru buraya... İçerden
telefon açtım sana.
Yine kendine kızdı Kenan. Doğru eve gitse bulacaktı demek. Ne sersem herifim
ben!..
Kendini suçlamaktan kaçar gibi, birden:
— Kim çocuklar? dedi. Günsel duralamış gibi baktı.
— Handanlar filan, dedi yavaşça.
Akıllı iş değil bu benim sevgim. Kötüye işliyor kafam, sağlıksız işliyor. Yanlış
sevgi bu. Bundan doğru neyin var budala?..
— Gitmeyecek miyiz hemen? dedi.
Çekingen, üzgün bir gülümsemeyle durup baktı Günsel.
— Ben de nasıl istiyorum bilsen, dedi yavaşça.
Apaçık bir özlem vardı sesinde. Toparlanıp ekledi hemen.
— Olmaz ama. Nasıl bırakırım çocukları?.. Kenan biraz da kızgın:
— Neyi bekliyorsunuz? dedi birden.
Günsel önce şaşalar gibi oldu, sonra yarı alaylı:
— Bilmem, dedi, Hürriyet'i bekliyoruz!..
Durmuş, gülerek bakıyordu Kenan'a. O da biliyor ya yaptığı işin saçmalığını!..
Yıllar yılı gözler yollarda beklenen özgürlük, bir avuç çocuk bağırıp çağırdı
diye bahçeye gelecek!..
— Kimler var içerde?..
— Bizden tanıdığın herkes var hemen hemen, dedi Günsel.
— Sermet'i de bıraktılar mı?..
Gösterdiği çaba, şu iki sözcüğü söyleyişindeki anlamlı vurgu-luluğu, acılı
kıskançlığı örtbas etmeye yetmemiş gibi geldi Kenan'a. Polisler Sermet'e
saldırınca Günsel de... Oralı değlidi Günsel. Aldırmamayı mı yeğlemişti?
— Sabahleyin bırakmışlar onları da, dedi. Epeyi hırpalamışlar zavallıcığı... İyi
oğlan çıktı o da...
Gülerek baktı Kenan'a:
— Doğrusu pek güvenim yoktu, dedi.
Şaşalamıştı Kenan. Belli etmemeye çalışıyor, ne diyeceğini bilemiyordu. Seni de
iyi biliyordum, kötü çıktın mı demek istiyor? Daha bilmiyor ki beni. Kötü mi
çıktım ben?
— Handan'ı görmeliydin, dedi Günsel, evecenlikle... Aslan Juz vallaaa!.. Hiç
belli olmuyor.
Günsel'in her söylediği öylesine yaralıyordu ki Kenan'ı, durdu, kaskatı kaldı
bir an. Bir şeyler demeliydi kurtulmak, biraz olsun gevşetmek için.
— Ne belli olur bundan? dedi soğukça. Pisi pisine gidecektiniz az kalsın. Halk
Partisi'nin oyunu.
Günsel de duralamıştı.
— Kesin değil o kadar, dedi. Hem yine de bir olumlu yanı var. Birikim ne de
olsa. Kavgayı öğreniyor çocuklar. Bir görsey-din nasıl kıydı canavar herifler.
Çok ölü diyorlar. Dört beş kişi yöremizde yıkıldı.
Sustu, sonra yavaşça ekledi:
— Küçük de olsa bir denemeden geçmek kötü mü?
Bir görseydin diyor. Nasıl anlatacağım buna her şeyi gördüğümü? Bir cip
geçiyordu. Günsel dönüp tedirginlikle bakındı kapıya.
— Ben gideyim Kenancığım, dedi. Bahçede kalmak kararı var.
Acılaştı sesi:
— Dünkü yaralıları, ölüleri istiyor çocuklar. Sonra çabucak ekledi.
— Duydun değil mi? Ankara'da da büyük olaylar olmuş. Orada da çok ölü var
diyorlar. Bakalım ne çıkacak.
Başını salladı Kenan. Bir şey demek gelmiyordu içinden. Tek isteği Günsel'i alıp
kaçmaktı buralardan. Kapanmak eve. Ne yapayım, bencillik... Kapıya dönüyorlardı
suskun, ağır. İrkilerek durdu Kenan. Deminki kara kuru herif gözlerini dikmiş
bakıyordu yine. Başkaları da vardı yöresinde kadınlı erkekli. Belli etmemeye
çalıştı, önüne bakarak fısıldadı Günsel'e:
— Şu herifi görüyor musun? Askerin ardında, lacivert giysili. Yarımda kara
başörtülü kadın var.
Günsel de sezdirmeden bakıyordu Kenan'ın tanımladığı yere.
— Gözü bende, dedi Kenan; tanıyacak gibi oluyorum, çıkaramıyorum. İzleyenlerden
belki...
Günsel gülümseyerek yaklaştı adama. Kenan şaşalamıştı.
— Merhaba, dedi.
Adam da tedirgin bir gülümsemeyle sokuldu ağır ağır. Rumeli ağzıyla: 592
— Merhaba kızcağızım, dedi. Ben de benzetirim diye baka-
rım. Ne kaa değişmişsin be Günselcik. İçerdesin sen de?..
Bahçeyi gösteriyordu başıyla.
— İçerdeyiz Eşref Ağabey.
— Bizim Mustafa burda. Hukuk'tadır, ona bakarım ben de... Ağbin nasıldır?
— İyi, dedi Günsel, İzmir'de.
— Bilirim, dedi Eşref, selam yazasın.
— Olur, dedi Günsel.
Ayrılacaktı ki Eşref, bir-iki adım yanda konuşmayı dinleyen Kenan'a baktı.
Tanıtmak zorunluğu duydu Günsel. Gülümseyerek:
— Arkadaşım Kenan, dedi. Eşref Ağabey. Şöyle bir durdu Eşref, başını salladı
hafifçe:
— Tanaarım Kenan Bey'i, dedi. Çok eskiden tanaanm. Gülümsemeye çalışarak bir
adım atü Kenan, elini uzattı. Eş-
rePin uzatıp avcuna bıraktığı elini, içtenlik gösterisiyle sıkıca tutup salladı.
— Sevindim, dedi. Kusura bakmayın, çıkaramadım birden. Hiç de sevinmemişti oysa
ki. Kuruntulu yakıştırmasından
utanç içindeydi Günsel'e karşı. Senin yüzünden bir belge daha korkaklığıma.
— Öğrenciydi o zamanlar daha, dedi Eşref. Zekai vardı sizde... Kırk dörtte...
Önce irkildi Kenan kırk dört sözüyle; sonra bulanık bir şeyler belirdi
kafasında. Hele Zekai deyince. Karmakarışık, sağlıksız, keskin zekâlı, birkaç
yılda bir fakülte değiştiren bir oğlandı.
Tarihte'ydi o yıllar. Aristo'dan girip İbni Haldun'dan çıkar; bir gün Allah'ın
varlığını, bir süre sonra yokluğunu matematikle tanıtladığını söylerdi.
Kasımpaşa'daki devrimci işçilerle de bir işbirliği vardı ya, da bulanıktı her
şeyi gibi.
— Nerdedir şimdi Zekai? Güldü Kenan:
— Bilmem, dedi, on beş yıl var ki görmedim. Bir ara İsveç'e 593 gittiğini
söylemişlerdi.
Sorduğuna bak herifin? Ne sorsun? Aklında kalan o demek. İyi ki başka şeyler
değil! Sorusundaki anlamsızlığı Eşref de anlamış gibi döndü Günsel'e:
— Kollayın kendinizi kızcağzım, dedi. Üzüntüyle salladı başını hafifçe:
— İnsaf, acıma kalmadı heriflerde. Zaten yoktu ya, biz bilirdik.
İzin istedi Günsel, güle güle derken Kenan'a da selam yerine şöyle bir baktı
Eşref. Ayrıldılar. Deminki kuruntusu üstüne konuşmaktan kaçar gibi başı
önündeydi Kenan'ın. Sezinlemiş gibiydi Günsel de, açmıyordu o konuyu. Kapı,
duvar dibinde birikenleri geçip biraz ilerde durdular. Dayanamamıştı Kenan:
— Kim bu adam? dedi yavaşça.
— Eşref Usta, dedi Günsel. Kasımpaşalı. Şimdi bakkallık yapıyor sanırım. Eski
tütüncülerden. Çok iyi derler.
Daha üstelemekten kaçınır gibi elini uzam birden.
— Hadi Kenancığım, dedi, hoşça kal.
Marş başlamıştı yine içerde. Dönüp kapıya baktı.
— Şimdi bu er de içeri bırakmazsa beni?
— Keşke, dedi Kenan.
Gülerek baktı Günsel, şakaya almıştı. Öyle içten dilemişti ki Kenan. Olacak şey
değil ya... Kapıdan giremezse duvardan adar. Kahrolur yoksa bu kız.
— Peki nasıl buluşacağız? dedi yavaşça. Gülümsüyordu Günsel. Ne desindi?
— Ben de gelsem içeri?..
İçtenlikle söylemişti Kenan. Güldü Günsel. Acılı bir özlem vardı gülüşünde.
İstemez miydi?
— Olmaz Kenancığım, dedi.
Kenan bilmiyor muydu olmayacağını? Niye olmaz? Allah belasını versin.
— Şimdi git, dedi Günsel; olaylara göre ararım seni. içerde telefon var.
Uysallıkla başını salladı Kenan:
— Uyanık ol Günselciğim, dedi. Boş değil o adamın dedikleri. Eşref miydi?
Harcatma kendini pisi pisine.
Sonra dalgın, acılı fısıldadı yavaşça:
— Sensiz ölürüm ben.
Evecenlikle yüzü kızardı Günsel'in. Gülümsedi.
— Dünü adattık ya ölmeyiz artık, dedi yan alaylı.
Birden acılaştı yüzü. Dudaklarıyla gizli bir öpücük gönderdi Kenan'a. Kapıya
döndü, tam bir kızla oğlan çıkarken daldı içeri. Bahçede koşar gibi uzaklaşırken
dönüp hafifçe el salladı. Öylece kalmıştı Kenan. Gitti yine işte. Uzun bir süre
bakıp kaldı.Günsel çoktan karışmıştı bahçedeki kalabalığa. Bir ara yanında kızlı
oğlanlı birkaç öğrenci, heykele doğru giderlerken görür gibi oldu. Sonra iyice
yitirdi. Burada durmanın ne anlamı var? İşyerine gidip telefon bekleyeyim bari.
Üç buçuk olmuştu saat. Tadı bahar güneşi altındaki sokak daha da
kalabalıklaşmıştı. Yeni askerler de gelmişti. Duvarlarda öğrencilerle konuşan
kaygılı, üzüntülü ana babalar, yakınlar da çoğalmaya başlamıştı. Kenan,
Vezneciler'e inen sokağa saparken ilerde, parmaklıklardaki bir öğrenciyle
konuşan Eşrefi gördü. O da göz ucuyla Kenan'a bakıyor gibiydi uzaktan uzağa. Bir
an önce işyerine varıp telefon başında olmaktan başka düşüncesi yoktu Kenan'ın.
Yürüyecek gibi de değildi, öyle yorgundu ki... Sokak arasmda bir arabaya
rastlayınca atladı hemen. İşyerinin sokağında Rasim'in Citroen'i duruyordu. Önce
sevindi, sonra canı sıkıldı. Söyleyecek nesi kal-
dı ki bu herifin? Sabahtan nerdeydin itoğluit? Deliye döndürdün beni. Burak
kapıda atılır gibi karşıladı, göz aydınlığı verecekti nerdeyse. Günsel Hanım
telefon edip... Başını salladı Kenan, biliyorum anlamına. Bozulur gibi oldu
çocuk. Nermin Hanım aramış bir de... Yukarı çıktı Kenan. Rasim koltuğa yayılmış,
elinde sigara, kahvesini içiyordu.
— Hasreder kavuştu mu? dedi.
— Hani sabahtan gelecektin? Fincanı masaya bırakırken:
— Bir senin işin mi var bu dünyada? dedi Rasim. Kurtulama-dım bankadan. Telefon
edecek gibi de değildi.
Alaylı ekledi sonra:
— Hem sevgilisi geldi, bizi ne yapacak artık? dedim. Kadanacağız bu herifin
zevzekliklerine. Oturup bir sigara
yaktı. İnceliyormuş gibi gözünü Kenan'a dikmiş, öylece bakıyordu Rasim. Bir
şeyler yumurdayacak. Hep böyledir it. Ödetecek yaptıklarını. Binmeyeceği eşeğin
önüne ot kor mu?
— Söyle, dedi, ne söyleyeceksen. Bakıp durma.
— İyi tanıyor musun sen bu kızı? dedi Rasim birden. Öylece bakıştılar biran.
— Ne olmuş da?., dedi Kenan.
Derin derin çekti sigarasını Rasim, üfledi. Üzgün baktı. Ya da öyle görünerek
baktı. Etkilemek istiyor beni aklınca. Söyle bre puşt!.. Aşağı yukan biliyorum
ne diyeceğini ya, söyle.
— Bak Kenancığım, dedi yavaşça, sana takılırım ben ya, bu iş başka.
Durdu. Söyleyeceği şeyin önemini belirtmek ister gibi suskun bakıyordu.
— Fişliymiş bunlar, dedi birden. Soycak fişli.
Bir sessizlik oldu. Ta içinden bir ürperti geçmesini önleyememişti Kenan.
İstediği işte bu, puştun.
— Fişli olmayan var mı bu ülkede?
— Bu öylesi değil oğlum, dedi Rasim. Ayağını denk al. Dan
dan adam vuruyorlar sokaklarda. Çoluk çocuğuna yazık. Gidersin valla, başka şeye
benzemez bu iş.
— Kimin gideceği belli değil daha, dedi Kenan.
Şöyle bir bakıp kalktı Rasim, benden bu kadar gibi. Üstelemedi Kenan da. Ağırına
gidiyordu sormak. Başka ne söyleyecek? Söyledi söyleyeceğini. Asıl önemlisi,
bunlan nerden, kimlerden 596 öğrendiği bu herifin? Onu da söylemez. Söylese de
ben istemem öğrenmeyi. Suç ortaklığı gibi olur bu hergeleye. Kenan da kalkmıştı.
Eyvallah deyip merdivenlere yürürken birden döndü Rasim:
— Söyle ona da bir daha paçayı kaptırmasın, dedi. Zor kurtarır.
Kenan'ın bir şey demesini beklemeden inip gitti. Tehlikeli bu herif, çok
tehlikeli belki de. Yararlanalım derken... Kesin bildikten sonra ne bok
olduğunu, ne zararı olacak? İşkilli bir yanı kalmadı, iyice ortaya koydu
kendini. Çoluk çocuğuna yazık diyor. Nerden çıktı çoluk çocuk? Bir Zeynep için
çoluk çocuk denir mi? Yenisini de biliyor bu herif. Yoksa... Siktiret ulan, yine
sokma kafam bu pisliklere. Bunca şey var düşünecek. Bir telefon etse Günsel.
Öylesine dalmıştır ki şimdi o, aklından bile geçmi-yorsundur. Seviyor beni.
Nasıl sıcaktı o kaçamak öpücüğü. Dudaklarını... Burda oturup beklersem
dayanamayacak sinirlerim, ineyim, Burak'la oyalanırız biraz.
Yalnızdı Burak. Kasa yanındaki tabureye ilişirken:
— Ne dersin? dedi. Nereye varacak bu işler? Soruya sevinmişti Burak. Evecenlikle
gülümsedi:
— Belli değil mi ağbi? dedi kızararak. Sonra da sertleşti:
— Kan döktüler, dedi. Kalmaz yanlanna.
Niye iyice tanımam, eğilimlerini iyice öğrenmem şu çocuğun? İlginç bir oğlan bu.
Gittikçe de bilinçleniyor olmalı. İhtiyar bir anası, Belediye'de daktiloluk
eden, evde kalmış, çirkince bir ablası var. Bir gün gelmişti. Oğlan da liseyi
bitirince Ticari
Biümler'e girmek istiyor. Bir şeyler daha soracaktı, gelen giden başladı yine.
Bir ara Kenan da daldı alışverişe ya, kafası sürekli GünsePdeydi. Telefon
çalınca irkilerek fırladı. Ya Günsel değilse? Öyle bozulacaktı ki... Kaparak
açtı telefonu:
— Kenancığım merhaba. Mutluluk doldu birden.
— Söyle canım, dedi. Geliyor musun? Gülüşünü duyuyordu.
— Yok dedi. Nerdee? Yemin ettik çıkmamaya. Bu gece hurdayız. Sen gelir misin
bana?
Soru mu bu da? Ordalar mı bu gece?
— Geleyim, dedi Kenan, hemen...
— Dur, dedi Günsel, şey... Gelirken ekmek getirebilir misin bize? Peynir, zeytin
filan. Sigara biraz da... Çocukların parası yok pek. Topladık bir şeyler ya...
— Ne kadar ekmek? Yirmi, otuz yeter mi?
— Getir işte bir şeyler, dedi Günsel. Hemen kapatmak gerekiyor, bağışla. Bugünkü
yerde bekleyeceğim, kapıda. Hoşça kal.
Telefonu kapatınca bir an kaldı öylece. Dokuzdan sonra dı-şarda kalmayı
yasakladı sıkıyönetim. Bahçede bırakırlar mı bunlan? Hır çıkacak yine. Hem bu
kez askerlerle. Hani ne oldu, yaşasın şanlı orduydu? Bir acılık oturmuştu içine.
Dan dan adam vuruyorlar sokaklarda. Fişli bunlar. Yüreksizliğin mi tuttu yine?
Kendimi mi düşünüyorum ben? Günsel'in bir kurşunla delinmiş güzel yüzü geldi
gözlerinin önüne. Yüreğinde dayanılmaz bir sıkışma duydu birden. Acıyla firladı.
Laf değil, gerçekten dayanamam. Doğru mu bu yaptığı? Halk Partisi'nin oyunu...
Kapat artık be!.. Bir söz bellemişsin sen de!.. Dünkü korkunun sığınağı o.
Kavganın böyle sertleşmesini çok mu ister Halk Partisi?.. Nasıl gerçekçi koydu
Günsel sorunu... Bırak Günsel'i, şu Burak kadar bile olamıyorsun korkudan. Kolay
mı? Sokaklarda dan dan...Çoluk çocuğun var! Korkuymuş! Sıçayım ağızlarına
vurmazlarsa beni de... Koşarak indi merdivenleri. Bugün gelmeye-
ceğini söyledi Burak'a. Evecen davranışı, devinimi Burak'ı kaygılandırmıştı.
— Bir şey mi oldu ağbi?
— Bildiğin şeyler, dedi Kenan. Bu gece bahçedeymiş çocuklar, çıkmayacaklarmış.
Masaya geçti.
— Öyle de acıkmışım ki, dedi, otur Kenancığım. Al şu bardağını canım. İşçi
sınıfımızın ilerdeki en güzel bayramları için. Yurdumuzda göreceğimiz gerçek Bir
Mayıs Bayramlarının onuruna!
Aynı coşkuyla dikti içki bardağını, sonuna kadar içti. Kenan da izlemişti ya,
kırık döküktü yine de... Gülerek bardağı korken:
— Ee artık şiir okumanın da vakti, dedi Günsel'e takılır gibi. Günsel gülerek
kırma bir Anadolu ağzıyla:
— Helbet gardaşım, o nassı söz?., dedi. Sen emret ağzını yi-diğim...
Ancak çok sevinçliyken yaptığı bir şeydi bu. Bir kahkaha ile doyasıya güldü
yeniden. Bu coşkuda şarabın da payı vardı belki de. Tatlı, yorgun bir
gülümsemeyle ciddileşti:
— Söyle bakalım, hangisini?., dedi.
— İçinden geleni.
— Dur önce bir İstanbul'u okuyayım sana.
Kenan birkaç kez dinlemişti Günsel'den İstanbul şiirini. Tatlı acı karışımı bir
düşe kaptırdı yine. Günsel'in içtenlikle kuşatan duygulu sesi şiirin etkinliğini
öyle artırıyordu ki... Her seferinde olduğu gibi bu kez de, nedense şiirin
sonuna doğru öğrencilik yıllannın derinlerine gömülmüş kavgacı, inançlı
anılarına dalıp gitmişti. Niye bu kız o zaman çıkmadı karşıma benim?.. Hep bunu
aradım, bunu bulduğumu sandım. Kenan'ı daha da yık-
mak ister gibi gözlerinde mutlu, yine de hüzünlü bir ışıltı ile şiiri
bitiriyordu Günsel.
Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bekle bizi
Büyük ve sakin Süleymaniye'nle bekle.
Parklarınla, köprülerinle, kulelerinle, meydanlarınla
Mavi denizlerine yaslanmış
Beyaz tahta masalı kahvelerinle bekle.
Ve bir kuruşa Yeni Hayat satan
Tophane'nin karanlık sokaklarında
Koyun koyuna yatan
Kirli çocuklarınla bekle bizi.
Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi.
Bekle dinamiti tarihin
Bekle yumruklarımız
Haramilerin saltanatını yıksın
Bekle o günler gelsin İstanbul bekle
Sen bize lâyıksın.
Daha çok devrimci anılarla yüklü bir kavga söylevine benzeyen şiir bitince
suskun kaldılar bir süre. Acılı bir mutluluğu sindirmek istiyorlardı sanki.
Kenan bozdu sessizliği.
— Bir tuhaf oluyorum bir şiiri senden dinleyince, dedi. Günsel sorguyla baktı.
— Biliyor musun, bu şiir hem seninle ne kadar yakın olduğumuzu, hem de
aramızdaki...
Uygun bir sözcük arar gibi durdu biraz. Uzaklığı dese olmayacaktı, yaş farkı
da... Kızıyordu artık Günsel bu yaş sözcüğüne. Ben de senin kadar yaşlıyım
demişti bir gün.
— Aramızdaki, diye yineledi, kuşak ayrılığını öyle belirliyor ki... Hüzün
çöküyor içime.
— Yine mi?..
Kenan karşıladı hemen.
— Ne demek o bir kuruşa Yeni Hayat satmak?..
— Ağbim söyledi. 43 - 44'lerin şiiri bu. Daha eskilerden çocuklar bir kuruşa
kâğıtlı şeker satarmış sokaklarda. Markası Yeni Hayat'mış.
Gülüyordu Günsel.
Umulmadık bir sınavı başarı ile atlatmanın üstünlüğünde idi sanki. Kenan bir şey
demeden baktı. Ağabeyin söylemiş. Bense ağabeyin kadar yaşadım o günleri. Hem de
kimle?.. Yaşadın mı diyorsun o günleri budala?.. Hıyarağası!.. Kaçtın... Hem de
kimle?.. Allah kahretsin. Nasıl kaçtım o günlerin kavgasından?.. Müdüriyette bir
tokatla hem de... Üstüne çökmeye başlayan ağırlıktan kurtulmak çabasıyla,
— Tanımış miydin bu adamı? dedi Kenan. Bu şiiri yazanı?..
— Cezaevinde görüşmede ağabeyim uzaktan göstermişti bir gün. Ağabeyim şiire
kızar gibidir çoğu kez. Şairlere de... Alay eder. Nâzım'a bile öyle uzun boylu
sevgisi olduğunu sanmıyorum!
Ağbisine karşınmış gibi Nâzım'dan şiirlere geçti. Birini bitirince, şarabını
yudumluyor, birkaç lokma bir şeyler çiğniyor kendi havasında, yenisine
geçiyordu. Devrimci marşlar söylemeye başladı. Enternasyonal, Komintern Marşı,
Parti Marşı, Gençlik Marşı... Marş... Marş... Marş... Fabrikanın, sokakların,
alanların özlemi ile kıvranan ne çok, ne bitmez marş birikimi yapmıştı, yılların
karanlığında, acılı, umudu kavga yürüten bir avuç devrimcinin ateşli soluğu...
Uyan artık uykudan uyan, uyan esirler dünyası... Kavga sesleri geliyor köylerden
ve şehirlerden. Devrimciler ilerliyor, bugün esir, yarın her şey... Fabrikalar
durun, safları doldurun, kavgaya yürüyün... Yürüyün... Yürüyün... Bir Mayıs, Bir
Mayıs, İşçi Bayramı...
Günsel'den, çoğunu yanm yamalak öğrenmişti Kenan. Birlikte söylemeye çalışıyor,
bilmediği yerleri atlayıp yeniden katili-
yordu. Günsel öyle dalmış, öyle içten söylüyordu ki oralı bile değildi sanki
Kenan'ın katılıp katılmamasına. Sonunda Jandarma türküsüne başlayınca sustu
Kenan. Günsel'den dinlemeyi yeğlerdi her zaman. Yanık, içli bir Anadolu türküsü
dinler gibi. Hele son dörtlükte gözleri yanar gibi oldu iyice, zor tuttu
kendini.
— ... Jandarma biz Sosyalistiz
Biziz gerçek dost sana
Kurtuluşun bizimledir
Elini uzat bana.
Jandarma köylüyse, polis de halk çocuğu!.. Ama jandarmayken, polisken ne
köylülüğü kalıyor, ne halk çocukluğu. Yok canım yazanlar bilmiyor bunu değil mi
hıyarağası?!.. Nâzım'ın derler. Bir şeyler kazandırıyor bu marşlar.
lyileştirmiyor ya, acı dindiriyor! Kökeninden senin yaran, doğuştan; iyileşmez
ki... Bu marşlar senin afyonun sadece. Herkes için de öyle sanma. Ben bu kadar
mır..
Gece yarısını bulduklarında tam olmuşlardı.
Kenan gülerek:
— Yakışıyor sana, dedi, bir daha sövsene. Anımsamaktan kızardı Günsel. Gözlerini
kaçırırken:
— Amaan... diye gülmeye vurdu.
Sonra yapmacık bir pişkinlikle sürdürdü yine.
— Daha bizde ne ağzı açılmadık sövgüler var. Ah utanmasam!..
Kızarak gülüyor, gülüyordu. Bu arada birkaç kez tuvalete gidip geldi. Bir
keresinde çıkardığını söyledi. Yüzü sararmıştı. Şaraptan olmalıydı! Üstüne öyle
bir ağırlık çökmüştü ki Kenan'ında... İçki her şeyi silip götürdükçe tek kalan
şeyle daha da ağırlaşmıştı: Şehzadebaşı'nda ne olacak yarın?.. Zorla örtmeyi
başardığı içkili bir dille sordu sonunda:
— Yarın gidecek misin?..
Günsel önce ne diyeceğini bilmeden baktı. Sonra kalkıp Kenan'ın yanına geldi.
Kollarını dolayıp öptü öptü. Bütün kötü şeyleri unutmak çabasındaydı sanki.
Mutluluk savaşındaydı.
— Gitmemi sen de istiyorsun, değil mi Kenancığım? dedi Ne olursun kırma kolumu,
kanadımı, istiyorsun değil mi?
Öyle çocuksu bir içtenlikle, öyle sevgi dolu söylemişti ki... 555 Yüreğinde
bir şeyler tutuşturdu Kenan'ın.
— İstiyorum canım, dedi. Yanlış şey yapmazsın sen. İstiyorum.
Sesi yine de titrek, isteksiz çıkmıştı. Nasıl isterim? Ateş edecekler yarın.
XXVIII
İki Mayıs pazartesi korkuyla, evecenlikle beklenen gün olmuştu bütün
İstanbul'da. Ordu ateş edecek deniyordu kesinlikle. 29 Nisan Cuma'daki kanlı
Ankara olayları, askerlerin üniversiteli gençlere karşı acımadan silah
kullandığı, fakülte duvarlarının mermilerle delik deşik olduğu; ağır
yaralananların, öldürülenlerin yanı sıra birçok genç kızın da kör edildiği
haberleri ür-küyle konuşulan şeylerdi halk arasında. Aynı gün İstanbul'da
Üniversite bahçesinde gençlere sevecen davranmıştı askerler ya, bu yüzden
Sıkıyönetim Komutanı'nı adamakıllı haşlamış Genelkurmay Başkanı!.. Ateş emrini
Menderes vermiş bu kez. Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun da kendi emri olarak
iletmiş İstanbul'daki bütün birliklere. Günsel'le Kenan arabayla geçerlerken
Şehzadebaşı'ndaki yol kıyıları yine de dolmaya başlamıştı meraklı seyirci
kalabalığıyla. Yabancı basından bir sürü kişinin izlediği Nato Dışişleri
Bakanlan'nın toplantısının yapıldığı Bele-
diye Sarayı önünde, işi adam vurmaya götüreceklerine kimse olası gözüyle mi
bakmıyor muydu ne... Polis yoktu görünürde, askerler dolaşıyordu. Ne Menderes'in
radyo konuşması, ne toplanacaklara ateş edileceği üstüne radyoda sürekli
yinelenen sıkıyönetim bildirisi, ne de bu bildirinin yüz binlerce bastırılıp
evlerin altından atılmış olması istenen etkiyi yapmamıştı. Belediye Sarayı tören
gönderleri Nato ülkeleri bayraklarıyla donatılmıştı. Basılı bildiriyi Günsel'le
Kenan da apartmanın kapısında bulmuşlardı sabah çıkarken. Ayrılmak istemiyordu
Kenan, birlikte gidelim diye tutturmuştu. Günsel karşı koymak istedi, olmadı.
Bir, eve uğraması gerekiyordu önce, teyzesi merak etmişti belki. Ne
yapacaklarını da kesin bilmiyordu daha. Dün Nişantaşı'nda rastladığı Hukuk
öğrencisinin bir sözü yeterli değildi... Yurtlar kapandığına göre belki Handan
da bizde kalmıştır. Başka haberler de olabilir evde... Başkalan da... Araba
Aksaray'ı geçiyordu.
— Sen gelmesen iyi olacaktı ya, dedi yavaşça Kenan'a. Kenan susuyordu. Bir kez
aklına koydu mu çıkaramazsın.
Gelsin, ne yapayım? Rezilliği iyice ele aldık zaten!.. Allah vere de evde
yabancılar olmasa. Kim olabilir ki?.. Ne bileyim, bunca öğrenci açıkta kaldı...
Tekke bizim ev... Merdiveni çıkıp da kapıya yanaşırken içerden kalabalık sesler
geliyordu... Daha zile uzanmadan kapı açıldı. Loş merdivende birden seçilmeyen
bir kızla iki oğlan çıkıyorlardı ki Günsel'le karşılaşınca durdular...
— Aha Günsel Abla da geldi, diye dönüp içeri seslendi oğlanın biri... Handan
fırladı... Kenan'ı görünce duraladı önce, Günsel'i kucaklayıp öptü içeri
alırken. Giden öğrenciler de dönmüştü. Teyze yatıyormuş daha. Handan da çocuklar
da burda sabahlamışlar. Bildiriler, dövizler yazmışlar. Bir de bez pano vardı
odaya uzatılmış... KAHROLSUN DİKTATÖRLER yazılıydı kocaman kırmızı harflerle.
Turgut da boya karmış, karton kesmiş sabahlara kadar; diretmiş, yatmamış. Biraz
önce sızmış odada. Kışlaya gitmediğine önce pişman olmuş Handan da;
ummamış onun da gideceğini. Davutpaşa'dan çıktığını duymuş Günsel'in. Reşat —dün
Şehzadebaşı'nda toplanılacağım haber veren oğlan— GünsePi Nişantaşı'nda
gördüğünü söylemiş Handan'a. Birinci Şube'den tanıdığı bir sivil de varmış
karşıki çiçekçinin orda. Sıkı arananlardan olduğu için hemen toz olmuş. Korktum
diyordu Handan, seni mi izliyorlar diye. Günsel 658 bir şey demedi ya, içine bir
kuşku oturmuştu onun da. Koyunları bildirilerle, dövizlerle doluydu. Yalnız
panoyu bırakmışlardı Handan'a. Oğlanlar Akademi'den, kız Teknik Üniversite'den-
miş. Doktor Aliler'in yöresindenmişler, iyi çocuklarmış. Adlarını da söyledi ya,
Günsel dinlemedi bile. Odaya girip Turgut'a baktı. Elbise ile yatmış, horlayarak
uyuyordu. Teyzesi yoktu, tuvalete gitmiş olmalıydı. Bir duygululuk çöktü yine
içine, eğilip öptü Turgut'u. Ensesi, kulağı kara kir içindeydi, ekşi ekşi ter
kokuyordu. Çocukla da ilgilenmiyorum. Köşedeki bakkal da polis!.. Başkaları da
vardır... Ev de gözaltındadır belki. Pano nasıl çıkacak?.. Bu oğlan yıkansa
bir... Bir mektup var mı diye odasına baktı, boştu masa... Handan gelmişti
peşinden...
— Söyledin mi? dedi.
— Neyi söyledim mi?..
Birden anımsadı, çekti Handan'ı fısıldayarak:
— Sakın ha, dedi. Kesinlikle söylemeyeceğim... Kaçırma ağzından sakın, çok kötü
olur... Kurtulacağım piçten!.. Olmaz...
Öylesine sinirli, kesin konuşmuştu ki bir şey diyemedi Handan. Boşalmak ister
gibi kendi dilince koridorda taş attı yalnız:
— Ooooooohh, bizim anamız ağladı sabaha kadar, karı herifin koynunda
fingirdedi... Devrimciliği de kimseye bırakmaz... Kavgaya koşturman da
devrimcilik filan değil senin. Piçin düşsün de kurtul diye...
Ona da ses çıkarmadı Günsel. Çatışmanın sırası değil. Erkek diye geberiyor
kız!..
Saat sekizi geçiyordu. Muslukta yıkanan teyzesiyle bir-iki söyleşip ayrıldı.
Çıkıyorlardı ki loş merdivenlerde ayak sesleriyle
durdular. Basamakları çabucak çıkıp yaklaşan kızı tanıdı Günsel, Sevil'di.
Ardında biri vardı. Loşlukta iyi seçilmiyordu ya, sivilceli yüzlü, bozalak,
çekingen bir oğlan, birkaç basamak geride durmuş bakıyordu. Sevil kızararak,
evecen, biraz da tutuk bir
dille:
— Çıkıyor muydunuz ablacığım, dedi, ben de sizi görecektim. Bu da İsmail...
Hani demiştim size, ahretliğimin kaynı vardır demiştim... Sizde okur...
Bütün bu kadar sözü bir solukta nasıl söylediğine kendi de şaşmış gibi durdu
birden. Daha da kızardı... Sonra yine ekledi hemen:
— Fatma Ablamın, Şevket Ağbimin de selamı var çok çok. Hastadır ikisi de...
Yine tutuluverdi. Yutkundu... Günsel de ne diyeceğini bilemeden kalmıştı önce,
toparlandı çabucak...
— Hoş geldin Sevilciğim, dedi. Kusura bakma, biz de çıkı-yorduk... Girip
dinlenin istersen... Teyzem evde... Biz...
Sevil kesti hemen:
— Yok ablacığım, dedi... Tabiidir... Çıkalım biz de... Zati kalamam...
Günsel, İsmail'in elini sıktı. Merdivenleri inip sokağa çıktılar. Handan
sabırsız bakıyordu konuşmalarına. Kenan da... Sevil İsmail'i tanıştırmak
istemiş... Sigorta Hastanesi'ne gidecekmiş o da. Hastalığı mı? Gülüyordu
kızararak... Kamı kabarmış gibi. Asıl neden de Şevket Ağbi'nin istemesiymiş
gelmelerini. Gün-sel'i bekliyormuş. Kız biraz da gizlilik vermek ister gibi
yavaşça çekti Günsel'i.
— Akşama gelir misiniz ablacığım? dedi fısıldar gibi. Hastadır Şevket Ağbi de,
Fatma Abla da... Yoksam onlar geleceklerdi.
Günsel ne diyeceğini bilemiyordu... Gülümsedi...
— Ne diyeyim Sevilciğim, dedi. İnşallah!.. Saraçhanebaşı'na gidiyoruz... Akşama
ne oluruz bilmem ki?.. Sokağı sessizce yü-
rüdüler. Bu kız da nerden çıktı şimdi?.. Bu kadar çabuk niye istesinler beni?
Sokağın başına varmışlardı. Sevil, Günsel'e baktı, kızararak Kenan'ı gösterdi:
— Ağbiniz midir? dedi.
Günsel ne diyeceğini bilemedi bir an. Ne saçmacı kız bu be. Kenan da
tedirginleşmişti birden. Handan atıldı:
— Benim ağbim, dedi. Onun da nişanlısı... Sevil iyice kızarmıştı.
— Ne bilem, dedi. Ağbisi vardır derler de... Bir sessizlik oldu...
— Ben gideyim ablacığım. İsmail sizinle gelsin mi?.. İsmail kızanp bozarıyordu
yalnızca...
— Gelsin, dedi Günsel... Bir arabaya atlasak biz... Geç kaldık...
Hiç konuşmadılar arabada. Fatih Kıztaşı'na çıkan bir ara sokakta arabadan
indiler. Sözleşmişler. Orda buluşacaklarmış... Kıztaşı'na yürüyorlardı. Handan
birden döndü Kenan'a:
— Siz uzakta dursanız iyi olmaz mı ağbiciğim? dedi gülümseyerek... Bizi
tıkarlarsa bir kollayanımız olsun dışarda...
Kenan duraladı birden. Üstüne varsa sanki her şeyi açıklayacaktı kız. Günsel'i
kurtarmak için Rasim'e başvurduğunu, Ra-sim'in polisteki tanıdıklarına... Nerden
bilecek o budala?.. Niye atlatmak istiyor bu kız beni? Yakıştırmıyorlar beni
aralarına. Tedirgin oluyorlar. Ak saçlı kart bir herif... Günsel'in ağbisiymişim
demedi mi o salak kız? Amcası da derdi... Batıyorum bunlara. Günsel de
istemiyor. Az mı diretti sabahleyin...
— Peki, dedi Kenan.
Günsel utangaç uysallığına şaşmıştı Kenan'ın. Sevinmişti de. Durgun, acılı
bakışına aldırmadan gözlerini kırpıştırdı gülümseyerek. Hoşça kal... Dedim sana,
doğrusu bu!.. Kenan duralayıp kalmıştı sokağın kıyısında. Günsel, kolunda
panoyla Handan, sivilceli bozalak İsmail önde, yürüyorlardı... Sağdan soldan
tanıdık yüzler, kızlı erkekli öğrenciler doluşmaya başlamıştı çevrele-
rine. Demin evden çıkanlar da oradaydılar. Dipdiri bir gençlik kalabalığında
Günsel birden yitivermişti. Kırçıl saçları, çizgili yüzü, yorgun, çekingen
bakışlarıyla unutulmuştu Kenan. Göze batmak da istemiyordu. Kıyıya çekilip
uzaktan bakmaya başladı. Caddeye çıktılar, Saraçhane'ye yürüyorlardı. Yeniden
koşup aralarında karışmak geldi içinden. Beceremedi bir türlü. Ayaklarını
zincirli tutan ürkekliği bir türlü atamıyordu üstünden. Karşı yola geçti,
gerilerde kalmamak için biraz da koşturarak izlemeye başladı çocukları. Meraklı,
ürkek halk, dükkânların önünde, yol kıyılarında toplanmış yan sokaklardan
caddeye çıkan, "Diktatörler Kahrolsun", "Hürriyet", vb. dövizlerin altında
yürüyen kızlı oğlanlı gençlik kalabalığına bakıyordu. Aksaray yönünden,
karşıdaki itfaiye önündeki sokaktan, Kemeraltı'ndan çıkan öğrenciler de
karıştılar yürüyen kalabalığa. Belediye Sarayı karşısındaki yıkıntılı yollar,
köşeler dolmuştu bir anda...
— Diktatörler kahrolsun...
— Hürriyet... Hürriyet...
— İstifa Menderes...
Yendi çekingenliğini, fırlayıp karşı yakaya geçti Kenan. Biraz ilersinde
kaynaşan kalabalık içindeki Günsel'den ayırmıyordu gözlerini. Buraya gelişindeki
tek sorun yitirmemekti onu! Hiç oralı değildi Günsel'se... Kenan var mı yok mu
dünyada? Yitirdi gitti işte kendini kalabalığın ortasında. Aranmak değil, bir
dönüp baksa ya şu yana... Ben niye yalnızım, niye tek başımayım ben yine?
Panolar, pankartlar yükselmişti yer yer... Freedom, Liberte, özgürlük... Kızlı
oğlanlı genç çığlıkları... İngilizce, Fransızca sözcükler karışıyordu arada bir.
Yabancı delegelere, gazetecilere kendi dilleri ile duyurmak istiyorlardı.
Aksaray'dan gelen delege arabalarının yöresinde bitiveren kızlı oğlanlı gençler
de bağırıp çağırmıştı daha önce. Şimdi öbek öbek yığınlaşmışlardı iyice... Üzeri
yazılı balonları uçurmaya çalışanlar vardı kemerlerin yöresindeki yol kıyısında.
Göğüslerindeki birkaç dilden özgürlük ya-
zısını gösterip bağıran kızlar vardı. Sürekli fotoğraf, film çekiyordu yerli,
yabancı gazeteciler. Toplantı yapılan Belediye Sara-yı'nın pencerelerinden
delegeler bakıyordu. Askerler tutmuştu yöreyi. Yaygın bir evecenlik içinde yer
yer bağrışmalarla gösteriler sürüp gidiyordu ya, örgütlü görünmüyordu;
başıboşluk, düzensizlik vardı daha çok. Çıkarılan bütün gürültüye, uğultuya
karşın ürkeklik çekingenlik de denebilirdi. Neye varacak gibisine... Sokak
kıyılarında, duvar diplerinde yığın yığın meraklı halk, ortada koşuşan, bağıran
çağıran genç kalabalıklara bakıyordu. Niye yalnızca bakıyorlar? İşe ne zaman
karışacaklar? Menderes haklı değil mi? Yalnızca, bakıyorlar işte!.. Bakan halkla
devinimler içinde bağırıp çağıran gençliğin sınırında şaşalayıp kalmıştı Kenan.
Cehennem, cennetle dünyanın sınırı demek!.. Hangi yanda olduğunu bilmeyen bir
ben varım!.. Haklı değil Menderes, biliyorum... Bu çocuklar haklı mı? Bakıp
duran halk mı haklı? Ben miyim haklı? Değilim biliyorum. Günsel de değil... Ama
devinim içinde... Haklılığa gidiyor belki de!.. Tek ba-şımayım, benim üstüme
çöküyor bütün yanlışlar... Nasıl direne-yim? Ezer beni... Yirmi adım ötemde işte
Günsel... Bir atılışta varırım yanına... Nasıl varırım?..
— HÜRRİYET... HÜRRİYET...
— KATİLLER... KATİLLER...
— MENDERES İSTİFA... İSTİFA... İSTİFAAA...
Panoyu Günsel'den alıp ilerde açmışlardı çocuklar. "Kahrolsun Diktatörler."
Bildiriler dağıtıyordu tomar tomar. Yazılanları okuyamamıştı bile Günsel. O da
dağıtıyordu. Yığınla birlikte, var gücüyle bağırıyordu arada. Hürriyet...
Katiller... İstifa Menderes... Geceki tartışmanın izi mi kalmıştı ne, tam
yürekten de bağıramıyordu. Kenan doğru diyor aslında. Özgürlüğün asıl katili
Nato'cular değil mi ülkede?..
Sesimizi onlara duyurma çabasındayız şimdi de... Yoksa onlar mı sürüklüyor bizi
bu oyuna? Katiller!.. Kim gerçek katiller? At şunları kafandan... Kavgaya
girmişsin, yararı var mı içini bu-
landırmanın? Niye karşı çıkıyor bu adam bana? Karşı çıktığı yok. Doğru yolu
bulmaya çalışıyor. Doğru yol kavga yolu!.. Nerde-dir ki şimdi o?.. Yakınımda
olsaydı. Niye ayrıldık sanki?.. Ateş etmeyecekler galiba... Tank mı o karşıdan
gelenler? Tankla mı saldıracaklar? Antep'de saldırdılar ya!.. Ne de tatlı
hava... Karga uçuyor... Silahlar patlarsa kaçar mıyız? Katiller... Katiller...
İstifa Menderes... Hürriyet... Hürriyet... Nato'dan mı istiyoruz özgürlüğü? Niye
Nato'dan isteyelim? Onlara karşı istiyoruz... Onlara başkaldırmak da var bu
isteklerin, haykırışların içinde. Gerçekten de nasıl düşünmedim bunu şimdiye
kadar? Hürriyet... Hürriyet... Hürriyet... Herifler pencerelere dökülmüşler...
Haklı değil Kenan. Daha güçlü bağırın, daha yürekten... Nato'cula-ra karşı bir
gösteri bu temelde. Hürriyet... Hürriyet... Tüyü bozuk İsmail de bağırıyor...
Panoyu o tutmuş bir yanından... Garip oğlan... Ne canavar çıktı şu Handan da...
Aslan kız... Şevket Ağbi'ye Kenan'la gitsek mi? Nerde, nasıl buluşacağımızı bile
konuşmadan ayrıldık... Hürriyet... Hürriyet... İşyerinde ararım, eve gelir belki
de. Askerler geliyor galiba... General o. Emir veriyor... Subaylar... Şevket
Ağbi de... Sevil de ne salak... Ağbin midir?.. Cehennemin dibidir. Doldurmuş
karnını Faik!.. Benim piç... Hürriyet... Hürriyet... Allah kahretsin. Bu yollar
da nasıl bozulmuş. Şu taşlara düşenin bir yanı kırılır. Turgut uyanmış mıdır?..
Leş gibi oğlan. Nasıl büyütürüm babasız çocuğu... Al-dırmalı... Bu taşlar...
Menderes'in İstanbul'u bayındırına oyunu. Arsa vurgunu, soygun, yağma... Yetmedi
mi bağırdığımız... Hürriyet... Hürriyet... Sesim kısıldı şimdiden... Amma
yüksekte uçak. Bulut da... Sermet mi şu oğlan? Sermet kışlada. Hürriyet diye
bağırmak niye kızdırıyor herifleri?..
Askerlerin ateş etmesini artık kimse olası görmüyor muydu ne? Kımıl kımıl
gençlik yığını Belediye Sarayı'na doğru yollan tutmuş, aktı akacaktı.
Bağrışmalar, haykırışlar daha yüksekten, daha yürekli, daha bütündü. Birden her
rütbeden subaylar, askerler kaynaşıverdi yol başlarında. Bir de general vardı.
Sert ke-
sin emirler veriyordu. Erlerin süngü taktığı, saldırıya geçtiği görüldü
beklenmedik bir anda. Kızlı oğlanlı öğrenci yığınları şaşalayıp duraksadı
birden. Süngülü erler acımasız üstlerine geliyordu. Taş yığınları, çukurlarla
dolu, açılmış, kazılmış yollarda bir kıyıya sığınma çabasıyla itiş kakış
kaçışmaya başladılar. Panolar, dövizler yerlere düşmüştü. İlk şaşkınlığın
yarattığı içgüdüsel ür-küyü aşan birkaç genç, karşı çıkma çabasıyla atıldılar
birden:
-— Arkadaşlaaaaaaar...
Üstüne yüklenen kalabalıkta Günsel de ne yapacağını şaşırmıştı ilk anda.
Çevresine bildiri dağıtıyordu o sıra. Birkaç kişinin çarpmasıyla sallandı,
tökezledi. Yandaki yıkık bir taş duvara tutunup toparladı kendini... Kaçışıyordu
herkes... Bir sopası elindeki panoyu yerlerde sürükleyerek İsmail kaçıyordu...
Handan kaçıyordu... Ali, Mahmut, Selim, San Kız, Necla, Gülsen, Ekrem...
Generale bak... Kenan mı o? Pencerelerde herifler... Süngüleyecekler be...
Erler... Allah kahretsin... Kaçmak olur mu? Birden atılıp karşı koymak geldi
içinden... Fırladı... Daha ağzını açamadan yığının çarpmasıyla ters döndü,
yüzükoyun kapaklanıyordu ki kollarından yakaladı biri. Hiç tanımadığı bir
oğlandı. Karman çorman insan yığınından bir yol kıyısına çekip attı Günsel'i,
delice akan kalabalığa karışıp gitti. Hızır olmalı! Günsel korkuyla soluk aldı.
Düşmekten kupayı kurtulduğu yeri çılgına dönmüş yüzlerce, binlerce ayak, bir
santim bile ezilmedik yer bırakmadan acımasızlıkla çiğneyip geçiyordu. Ölürdüm,
sakat kalırdım en azından... Bebek de... Allah belasını versin bebeğin... Kenan
da bir ara sanki yanı başımda mıydı? Hiçbir tanıdık yüz kalmamış... Nerdeler ki
bizimkiler?.. Yanında yöresinde birkaç kişi kaçışmaya başladılar yeniden. Günsel
de fırladı nedenini bilmeden, taşlar, yıkıntılar arasından koşup kıyıda, duvar
dibi bir tümseğe attı kendini. Dönüp yöresine bakmıyordu ki yedi sekiz er bir
anda kuşatıverdiler. Yanında birkaç kız, bir de oğlan vardı. Oğlan fırlayıp attı
kendini duvarın ardına. Birkaç er peşinden koştular. Yakaladılar mı? Erlerin
ardında bir ge-
neral vardı, çakmaklı gözlerinden ateş saçarak kısık sesle bağırıyordu:
— Götürün!
Erler sürüklemeye başladılar. Günsel diretmek istedi, olmadı. Kurtuluş olanağı
yoktu. Paralarlardı. Yürümüye başladı... Erler, subaylar böylece yer yer
yakaladıklarını ciplere, GMC'lere sürüklüyorlardı. Kocaman brandalar atıp
altında kalanları toparlıyorlardı. Tanıdık bir yüz aradı yeniden. Öyle karıştı
ki. General sert yüzü, sesi, erler, subaylar, kaçışan kalabalık, sürüklenen,
direten, diretmeyen gençler. Hangisi tanıdık, hangisi değil!.. Dost düşman
ayrımı var yalnızca... Ateş etmediler ya... Belki daha kötüsünü kuruyorlar.
Tıkış tıkış bir GMC'ye sokulurken yorgunluk, bıkkınlık duydu Günsel. Yine mi
Müdüriye'te? Bu kez tamam. Zor kurtarırız paçayı... Vay canına, bildiri kalmış
cebimde. Ne etsem bunları?.. Handan'ı, Murat'ı da sürüklüyorlar. Kenan değil
mi?..
Kenan'dı. Erlerin itiş kakış arabaya soktuğu Günsel'e katılaşmış, donuk bir
yüzle bakakalmıştı yıkıntıların ötesinde.
Arabada tıkış tıkış olmaları işine yaradı Günsel'in. Araç hızla giderken
cebindeki bildirileri oğlanların sırtlarını dayadıkları pencere aralığından
dışan bırakmak güç olmadı. Yükten kurtulmuştu, derin bir soluk aldı. Şimdi ne
olacak bakalım? Ah Kenan-cığım. Taş gibi kaldı zavallıcık. Ne yapabilirdik ki...
Cumartesi akşamından, Kenan'la konuştuklarından beri gittikçe yoğunlaşan bir
duyguydu yalnızlık. Karnımdaki bebeğe yabancılaştığım-dan beri! Müdüriyet'e
götürülürken güç vermişti bana geçende, yoldaşımdı, şimdi kurtulmak özlemi
duyduğum bir yük. Kenan'ı yıkıntıların ötesinde yapayalnız bırakıp gitmen de
önemli değil artık... Bir gün olacaktı nasıl olsa!.. Saçmalıyorsun...
Kızgınlığından!.. O karıyı da gebe bırakmış... O kan değil, karısını...
Cehenneme... Gene Müdüriyet'e mi bakalım? Asker bunlar...
Müdüriyet önüne vardıklarında kıyıya çekip uzun bir süre beklettiler arabayı...
Gergin bir suskunluk vardı arabada. Üst üs-
te, kucak kucağa idiler nerdeyse. Günsel kapıyla pencere arasına sıkışmıştı.
Bir-iki kız daha vardı içerde, dipte. Tanıdık yüz yoktu aralarında. Belki bir
saatten çok bekleyip durdular öylece. Sonunda kapı açıldı, bir inzibat
astsubayı:
— Erkekler insin, dedi.
Araba boşaldı. Bir sivil polis girip oturdu içeri. Dipteki kız bir şey diyecek
oldu yanındakilere. Sivil tersledi hemen.
— Konuşmak yok!..
Neyi bekliyoruz! Niye çıkarmadılar Müdüriyet'e? Yoksa... Kapı açıldı, kimlik
kardarını topladılar. Bir süre de öyle geçti. Yine kapı açıldı, orta yaşlı bir
kadın soktular içeri. Günsel dibe doğru yürüyen şaşkın, ürkek kadına dalmıştı ki
Handan girdi kapıdan. GünsePi görünce gözleri sevinçle parladı. Günsel de
sevinmişti.
— Burda mısın?..
Günsel'in bir şey demesine kalmadan polis sertçe çıktı:
— Konşumak yok dedik...
Handan, Günsel'in yanma otururken ters ters baktı polise.
— Öyle mi dediniz? dedi alaylı. Vah Vah, ben duymadım...
Günsel'in yüreği hop etti nedense. Takışacak herifle, gereksiz. Polis üstelemedi
bereket. Kötü kötü baktı. Onlarda da bir çekingenlik var. Zavallı köpekçikler.
Zavallı mı? Aradabadakile-re baktı Günsel. Hepsi tedirgin, sinirden sararmış
hafifçe. En aldırmazı Handan yine. Günsel'e bakıp gülerek göz kırptı, ne
demekse... Boş ver demek belki... Saatine baktı Günsel, on biri beş geçiyordu.
Araba yürüdü. Büyük Postane önüne kıvrılıp Ankara Caddesi'ne çıktı. Vilayetin
önünde durdu. Kapı açıldı. İnin dediler. Vilayetten içeri sokup koridorlardan
geçirdiler. Ağır kadife perdeli, halı döşeli, mobilyalı bir odaya aldılar beşini
de; kapıyı çekip gittiler. Şaşkın, susakaldı bir süre beşi de. Handan sevinçle
döndü Günsel'e:
— Şimdi ne olacak? dedi.
İstemeden güldü Günsel. Deli bu kız! Bana sorar.
— Vali bey çağırmış öğle yemeğine... dedi.
Esmer kız -Fen Fakültesi'ndenmiş- korkuyla açtığı gözlerini duvarlarda
gezdirerek:
— Dinliyorlardır, dedi.
Önce bir suskunluk oldu, Handan atıldı hemen.
— Dinlerlerse dinlesinler, dedi. Bok canlarına olsun... Ürkerek sustu ötekiler.
Günsel gülümseyerek bakıyordu.
Handan gidip vişneçürüğü kadife koltuklardan birine uzandı.
— Oooh, dedi. Biraz uyusam... Dün gece bir saat uykum var.
Handan'ın davranışları itmişti ötekileri. Soğuk bakıyorlardı. Hele yaşlıca
kadın... Biraz sonra Günsel'le konuşmaya başladı azıcık azıcık... Gerçekten
pazara giderken alıp getirmişler kadıncağızı. Olanların pek dışında değil belki,
ama polise getirilecek yanı da yok zavallıcığın. Meraklı seyirci olsa olsa.
Gözleri doldu bir ara. Çocukları halasıyla bırakmış evde... Vah vah!.. Kocası
Anadolu'daymış. Banka müfettişi. Öteki iki kız öğrenci, Handan'ın davranışıyla
iyice itilmişlerdi. Ürkek, kuşkulu bakıp duruyorlardı bir köşede. Eski
arkadaşlar olmalılar. Çirkince, içlerine kapanık türden. İşleri neydi ki
Şehzadebaşı'nda... Geçiyorlarmış ordan... Günsel üstelemedi. Belki de doğrudur.
Saklamak istiyorlar belki de. Peki niye buraya getirdiler bizi? Sessizlik içinde
iyice sıkıcı bekleyiş başladı. Handan kalkıp yanına geldi Günsel'in. Yaptığı
şaklabanlıklar yüreklenme, yüreklendirme çabasıy-dı ya, ters etJö yapmıştı.
Günsel'le pencere dibi sandalyelere ilişip konuşmaya başladılar. Kenan'ı o da
görmüş erler çocukları toplarken. İyi etmiş adam, tutmuş kendini. Yoksa o da
şimdi...
— Belki almışlardır onu da, dedi Günsel. Sonra ne oldu bilmiyoruz ki...
Neşesi sönmüş gibiydi Handan'ın. Müdüriyete doldurulan erkek öğrencileri sille
tokat dövüyorlarmış. Ana baba günüymüş orası. Sonra bir subay gelmiş, yarbay
belki, bir şeyler konuşmuşlar içerde odalarda, bırakmışlar dövmeyi. Çocukların
bir kısmı-
nı da alıp götürmüş subay... Sonra Handan'ı indirmişler bu yaşlıca kadınla...
İyi yine subaylar, ateş ettirmediler diyordu. Karnını işaret etti göz kırparak
bebek durumu nasıl gibisine. Boş ver anlamına başını salladı Günsel.
Konuşacakları tükenivermişti, suskun kaldılar yine. Handan kalkıp sinirli
dolaştı, gidip kapıyı dinledi...
— Bizi burda unuttular herifler! dedi.
Bir süre daha geçti sessiz, somurtkan. Günsel daha da me-raklanmıştı şimdi.
Gerçekten neydi buraya getirilmeleri? Bir daha göz gezdirdi odaya. Perdeler,
halılar, kanepeler, koltuklar, avize, sigara masalan, duvarda kitaplık... Bir
anlam veremiyordu bir türlü. Alışılmışa benzemiyor, bakalım nasıl oyun bu?
Handan somurtuk oturmuştu koltuğa. Saat yanma geliyordu. Kapı açıldı birden; ak
saçlı, buruşuk yüzlü, açık renk giysiler içinde semizliği iyice belli bir adam
girdi içeri, şöyle bir süzdü odada-kileri. Açtı kapıyı.
— Gelin bakalım, dedi yavaşça...
Yandaki bir odaya aldılar bir yan koridordan geçirerek. De-minkinden kat kat
üstün döşeli idi oda, kocaman bir büro, maroken koltuklar, karşıda büyük
kapitone kapı, halılar, perdeler, duvarlarda tablolar, kristal avize... En
üstten bir bürokratın odası belli ki. Valinin belki de. Ak saçlı, semiz adam
sıraladı onlan büronun karşısına.
Sonra cebinden çıkardığı kimlik kardannı tek tek elden geçirerek yüzlerine baktı
birer birer. Günsel'de biraz daha mı çok durdu ne? Kartları baştaki kıza verdi,
dağıt gibisine. Girdikleri yan kapıdan çıktı.
Kartlarını almışlardı ki karşıdaki çift kanadı büyük kapı açıldı birden, süzgün
gestapo bakışlarıyla, Günsel'in tanıyıp da şaşkınlıktan ilk anda çıkaramadığı
Namık Gedik girdi odaya. Ardında Kemal Aygün vardı. Gedik hızla yürüdü, bürodaki
koltuğa oturdu. Kemal Aygün ağır ağır yürüyüp ardından ayakta durmuş, asık yüzle
bakmaya başlamıştı. Gedik pariadı birden:
— Devleti yıkmaya çalışıyorsunuz...
Sağlıksız sesi odadaki canlı her şeye karşıydı sanki. Günsel ölgün gözlerine
baktı adamın, kara sarı derili yüzüne baktı. Arkaya taramış bir tomar kıl yığını
saçları, beyaz gömleği, parlak kravatı, koyu giysileri ile devletin
koruyucusu!..
— Ne istiyorsunuz! diye aldı yeniden, aynı sağlıksız, ağılı sesle...
Gözlerini tek tek üstlerinde dolaştırdı odadakilerin, sonra daha da etkilemek
için bastırarak:
— Sizin yaptığınızı bu ülkede komünisder yapmadı, diye bağırdı.
Yine canlıya düşman bir sessizlik. Günsel adamın ağılı soluğunu dağıtma
çabasıyla konuşmak, bir şeyler yapmak isteği ile yandı birden. Saçmalıyorum.
Başını önüne eğdi. Düşündüğünden ürkmüş gibiydi. Komünisder bile yapmamış bizim
yaptığımızı!.. Namık Gedik ayağa kalktı, elleri ile masaya dayandı, eğilir gibi
yaptı yavaşça. Sesini yumuşatarak başladı bu kez:
— Sizleri öne sürüyorlar. Vatan hainleri var ardınızda. Belki de bilmeden araç
oluyorsunuz... Düşmanları var bu ülkenin...
Sustu. Baştaki kızdan başladı sormaya. Kimdi, neydi, niye katılmıştı devleti
yabancılara karşı küçük düşürmek isteyen hainlere? Korkudan duyulmaz olmuş
mızmız sesleriyle bir şeyler söylüyorlardı sırayla. Yaşlı kadıncağız hıçkınkh
bir sesle yemine başladı. Pazara gidiyormuş, tam o sırada... Üstelemeden
geçiyordu yandakine. Sıra Günsel'e gelmişti. Günsel dimdik bakmaya başlamıştı
adama. O da gözlerini dikip kaldı bir süre. Günsel'in konuşmadığını görünce:
— Siz? dedi.
Yudumdu Günsel. Çelişkili duygularla güç tutuyordu kendini.
— Felsefe öğrencisiyim... Ordaydım... Cipe sürüklediler... Buraya getirdiler...
Kesik kesik, uzunca aralıklı söylemişti. Gedik bir süre dikip kaldı gözlerini.
Günsel de bakıyordu. Şimdi başlayacak herif. O zaman da ben... Aptallık etme...
Konuşmaman gerek... Aptallık etme... Kahramanlık mı edeceksin budala. Ağbim ne
dedi?.. Aptallık etme... Şu herife ağız dolusu...
— Felsefe okuyorsunuz demek... Vatanınızın, devletinizin yararına düşünmeyi
öğretmediler mi size?..
Öğretmediler de senden öğreneceğiz bir numaralı cellat!.. Sus, sakın' konuşma.
İçine atmaktan, sinirden sırtı tere batmıştı. Adam bir an daha baktı dik dik.
Sonra Handan'a geçti. Handan doktor olduğunu söyleyince, gerisini beklemeden
başladı hemen:
— Ben de doktorum. Çok acı duydum bir meslektaşımın karşıma böyle
çıkarılmasından. Daha dün polisleri, yasa adamlarını taşlayıp kanlarını
akıtanların arasında ne arar sizin gibi doktor hanım? Teessüf ederim.
Utanmazlığa bak. Çocukların katilleri. Ağız dolusu tükür şu herifin suratına...
Aman Handan bir şey demese. Bir şey demedi Handan. Gedik başladı yeniden. O da
öğrencilik yıllarında gençlik örgütlerinde çalışmış; millet, memleket sorunları
söz konusu olunca en önde koşmuş. Ama hiçbir gün devlet, millet zararına
çalışmamış... Ve hiçbir gün... Etkilediği inancı ile konuşup durdu bir süre...
— Yakınlarınızı uyarın, dedi sonunda. Milletimizi, devletimizi yıkmak için
komplo hazırlanmıştır. Alet olmasınlar... Biz daima gençlerimizin...
Bir şeyler daha söylüyordu ki deminki semiz herif girdi kapıdan. Dışardan da
sesler gelmeye başlamıştı. Kemal Aygün'e bir şeyler fısıldadı gelen. Namık Gedik
de dönüp baktı onlara. Anlamlı bakıştılar. Sözünü bağlayıp kapıya yürürken, son
bir sert bakış attı odadakilere!..
— Umarım anladınız dediklerimi, dedi...
O önde, Kenan Aygün ardında, çıktılar. Semiz adam başıyla kapıyı gösterdi
kızlara. Çıkanp deminki odaya aldı onları da.
Kuruntu mu ediyordu ne, semiz adam sanki Günsel'e bakmıştı sürekli! Müdüriyette
kaldığım gece Birinci Şube'de değil miydi bu adam? Gece yansı karşısına
çıkartıldığı masada oturanlardan biriydi sanki. Yeniden odaya girince
birbirlerine bakakaldılar önce şaşkınlıkla. Handan gülmeye başladı.
— Vay canına be, dedi. Üşenmeden amma da dil döktü herif...
Soğuk hava dağılmış gibiydi. Ötekiler de daha canlanmışlardı. Gülümsediler.
Gedik'teki tadı sert yumuşaklık onlan da yü-reklendirmişti belli ki. Handan
kapıya baktı:
— Peki ama şimdi ne olacak sayın meslektaşım?
Hiçbir şey olmadı uzun süre. Saat bir buçuğa kadar sıkıntılar içinde bekleyip
durdular. Arayıp soran da yoktu. Ara sıra dı-şarda gürültüler oluyor, sonra yine
sessizlik. Bir ara kapı açıldı, kumral çilli bir baş uzandı içeri, hızla çekti
kapıyı. Yaşlı kadın bönsü bir bakışla gözlerini dolaştırdı ötekiler üstünde.
— Unuttular bizi, dedi.
Bir gülmek tuttu Günsel'i. Karşılaştığı şeyler öylesine beklenenin dışındaydı ki
kadının safça söylediği iki sözcük olağanüstü güldürücü gelmişti. Handan atıldı,
kapıya vurmaya başladı. Yoktu gelen giden. Kapıyı yavaşça açıp dışarı uzattı
başını, döndü içeri şaşkın şaşkın:
— Kimseler yok burada ayol, dedi...
Hepsi doluşup baktılar kapıdan. Boştu koridor. Çıksalar mı çıkmasalar mı,
duraladılar bir süre kapıdan bakışarak...
— Girin içeri!.. Ne oluyor?..
Loş koridorda bitiveren esmer, lacivert giysili, polis görünüşlü biri
yaklaşıyordu. Yaşlı kadın korkuyla çekiliverdi hemen. Bir kapı açılmış, semiz
adam da görünmüştü.
— Girin içeri!..
Kızlar da çekildiler. Handan'la Günsel kalmıştı kapıda. Handan bir adım da
dışarı attı kapıdan.
— Niye girelim? dedi. Namık Gedik Bey bıraktı bizi...
Lacili herif sertleşti.
— Girin diyorum!..
Semiz adam aşağıdan alıyordu sanki... İçerdekiler de yüreklenmişti. Yaşlı kadın
ağlamaklı başladı kapıdan:
— Kardeşim, evde çocuklarımı aç bıraktım vallahi... Bakın file elimde... Pazara
gidiyordum...
Semiz adam kesti:
— Peki... Peki, girin bakalım şimdi...
Odaya soktular hepsini... Handan bağırıp çağırmaya başlamıştı. Evecenlikle
çarpık çurpuk tümceler yuvarlıyor; Namık Gedik Bey gidin dedi bize'ye bağlıyordu
sonunda. Kapıyı aralık bırakmışlardı. Handan yine çıktı kapıdan. Ötekiler de
izlediler. Koridorda yine bir sessizlik olmuştu. Biraz sonra yaşlıca bir adam
göründü, gelin gibisine el salladı. Yan koridordan, kapı önlerinden geçirip ana
koridora, büyük kapıya getirip bıraktı. Kapılardan girip çıkanlarda,
koridorlarda koşturanlarda bir karmaşa, bir güvensizlik, bir bezginlik vardı.
Yıpranmışlık vardı her şeyde.
Vilayetin çevresi tanklarla sarılıydı. Erler, subaylar, zırhlı araçlar...
Günsel'le Handan şaşkın, mutlu, olan bitene inanmaz bir yeğnilikle koşar gibi
Cağaloğlu'na doğru yürümeye başladılar. Ötekiler kapıda ayrılmışlardı.
— Nasıl oldu bu iş ayol?., diyor, gülüyor gülüyordu Handan. Sayın meslektaşımın
centilmenliği mi?..
— Sayın meslektaşın da ne bok yiyeceğini şaşırmış kızım... Günsel işin iyice
bilincine varmış gibi dönüp baktı Vilayete
doğru...
— Bitmiş herifler, dedi. Boşalmış içleri. Tanktan, askerden kabukları olmasa,
tamam...
Böyle söylemek yüreğini soğutuyor insanın ya, gerçekten öyle mi? O ki kuşkun
var, ne diye palavra sıkıyorsun? Palavra değil de... Kenan'ın oraya bir
uğrayalım... Eve gidelim demişti Handan. Yorgunmuş, hem de evden ararmış
çocuklar onlan.
Doğruydu. Dolmuştan inip de sokağa girerlerken Handan'ı gönderip bakkaldan
telefonla Kenan'ı aradı Günsel. Burak çıktı, Kenan Ağbi gelmemiş daha. Evde
bekleyeceğini söyledi, kapattı.
Handan'ı yatağının üzerine uzanmış, uyudu uyuyacak buldu evde. Salona geçip
koltuğa bıraktı kendini. Teyzesi mutfaktaydı, Turgut yoktu. Sormadı. Öyle
yorgundu ki. Açtı, hiçbir şeyi 373 içi çekmiyordu. Polisten kurtulmaktan doğan
sevinç dağılmış, nerdeyse acılık çökmüştü içine. Bir sürü çocuk Müdüriyet'te
dayakta, işkencede. Nasıl bıraktılar bizi? Belki Kenan da Müdüriyet'te.
Yıkıntılar ötesinde bakakalmış, dimdik görüntüsü gözünün önündeydi hep.
Bırakırlar mı onu öyle?.. Kapı çalındı. Fırladı birden. O'dur. Sermet'ti...
Şaşırdı, beklemiyordu. Yine de sevinmişti.
— Hoş geldin, dedi, Hayrola... Bıraktılar mı?..
— Vallahi bilmiyorum, dedi Sermet. Bıraktılar mı, biz mi kaçtık?..
Vilayetteki gibi... Ne oluyor bu adamlara? Her yandan mı dökülüyorlar?..
Subaylar basbayağı koruyorlarmış çocukları. Yoksa?..
— Bir oyun olmasın bütün bunlar?..
Sermet de kuşkuluydu. Öğle karavanasından sonra birkaç çocuk duvardan adayıp
çıkmış bir yola. Kente de ordan geçen bir asker taşıtı ile gelmişler.
O günün olaylarını konuşuyorlardı ki kapı çalındı. Tedirginlikle kapıya gitti
Günsel. Kenan'sa şimdi?.. Bu oğlanı görünce... Doktor Ali'yle, şöyle bir
tanıdığı bir kızla bir oğlandı. Tıp'tan. Handan'ın tayfası. Yolgeçen hanını
geçti ev, altından ne çıkacak bakalım... Ne çıkarsa çıksın... Olayları
tartışmaya koyuldular. Herkeste bir kuşku, bir tedirginlik vardı. Kimse iyiye
yormuyordu olanları. Akşama doğru Handan kalkn. Hukuk'tan, İkti-sat'tan çocuklar
da geldi. Bugün alınanların çoğu Harbiye'ye, Merkez Kumandanlığı'na, Rami
Kışlası'na götürülmüş. Bırakı-
lan da varmış. Avukatlar yürümeye kalkmışlar... Dağıtmışlar... Kumandanlar ateş
etmeye yanaşmamış... Polis en çok beş altı çocuk üstünde duruyor; herkese onları
soruyormuş. Günsel bu sürekli arananlardan RaiPle Nuri'yi tanıyordu yalnızca.
Her şeyi bunlara yıkıp ipe kadar götürebilirler ibret olsun diye bakarsın... Cız
etti içi. Bizim için daha iyisini mi düşünüyorlar? Yukardan alıyorlardı ya,
acılarla dolu olasılıklann tedirgin evecenliği vardı herkeste.
Akşam karanlığı basmıştı ki Kenan geldi. Çocuklar çıkıyorlardı, Sermet'le Handan
kalmıştı yalnızca. Kapıda Kenan'la karşılaştılar. Kenan içeri girip de Sermet'i
görünce duralar gibi oldu önce, toparlandı. Günsel'i kucaklamak için yanıyordu.
Ne arar bu hergele burda? Durgundu. Sonuna kadar da gitmedi durgunluğu. Sermet
de damarına basmak içinmiş gibi kımıldamıyordu yerinden. Yapışkanlığı
üstündeydi. Ne güzel oyun çıkmıştı Handan'a da... Günsel'le mutfakta yemek
hazırlıyorlardı ki:
— Seninkiler içerde birbirlerini öldürmesinler, dedi.
— Kovsa mıydım? dedi Günsel. Bu oğlan da çok münasebetsiz... İyi arkadaş belki
ama...
— İyi arkadaş mı oldu şimdi?..
Girmedi tartışmaya. Zaten canım sıkkın; bu kız da hep üstüme gelir böyle.
Kenan'la Sermet çıktıklarında 10'a geliyordu. Sinir yansı yapar gibi
birbirlerinin çıkmasını beklemişlerdi. Sıkıyönetimin yasak saatinde sokakta
olacaklardı nerdeyse. Konuşmalar da günlük olaylann sönük, soğuk yinelenmesiydi.
Yalnız bir ara Sermet, Müdüriyet'te Günsel'in yiğit davranışını hücredeki
delikten nasıl gördüğünü anlattı daha da abartarak. Kenan'a inat yapıyordu
sanki; orda yoktun sen, biz yan yanaydık der gibi. Muduluk duyuyordu,
çekiniyordu da Günsel. Şimdi Kenan... Kenan da o günkü olaylara değindi şöyle
bir. Günsel'in yakalandığını görmüş, bir türlü karar verememiş hangisi doğru
olacak diye. Atılsam mı, yoksa...
— Doğrusunu yaptınız, dedi Handan... Olur mu hiç?..
Gözlerinin içinde alaylı bir gülümsemeyle sessiz bakıp durmuştu Sermet. Kenan ne
diyeceğini bilemiyordu. Bir şeyler dese ya şu hergele de versem ağzının payını.
Korkmadım, kaçmadım ki... Yumruk bile yedim... Ne yapardım başka... Handan
anlamıştı. Dünden hazırdı Sermet'e yüklenmeye...
— Siz ağbimizsiniz Kenan Bey, dedi, çoluk çocuk gibi aptal- 575 ca atılır
mısınız ortaya hiç...
Günsel ne diyeceğini bilememişti... Çıkarlarken Kenan:
— Yann ararsın değil mi, dedi, bir ara fısıldar gibi... Ertesi gün evde olmayı
düşünmüştü Günsel. Turgut'la tey-
zesiyle kalmalıydı bir gün olsun. Safi köpeğine dönmüş oğlan! Anneciğimin
sözü... Akşam yemekteki davranışlanndan, pisliğinden utanmıştı. Telefon ederim
bir ara... Yann ne olacak bakalım?.. Şevket Ağbi de beklemişti bugün... Niye
çağırdı ki?.. Ölü gibi düşüp yattılar.
Sabah hafif ateşle kalktı Günsel. Handan daha önce kalkmış, çay hazırlamıştı.
Nabzına filan baktı.
— Çıkma sen bugün, dedi...
Bir de hastalık mı? Tam da sırası. Öyle yorgundu ki... Akşama ateşi yükselmeye
başladı. Kenan'a Handan telefonla bildirmişti. Kenan geldiğinde yine birçoklan
vardı evde. Ankara'da Meclis'te geçen haftaki kavgalan anlatıyorlardı
ayrıntılanyla. CHP yeraltı muhalefete geçecekmiş! Ulus'u gizli çıkanyorlar-mış.
İsmet Paşa'nın konuşmasını çoğaltıp yayıyorlarmış gizliden... Polis saklanan
gençleri anyormuş deli gibi... Neyi iyiye, neyi kötüye yoracağım bilemiyordu
Günsel. Bu hastalık da... Geç saate kadar gelip gidenle doldu ev. Kenan'la bile
şöyle bir rahat, baş başa konuşup tarüşamıyorlardı ki... Sürekli bir durgunluk
vardı onda da. Somurtur gibi. Sermet'e taktı kafasını, biliyorum. Şımanklık,
kansının koynuna gitsin!.. Uff, kafamın içi de Türkiye gibi, arapsaçı
çelişkilerle dolu. Başka nasıl olacaktı
Türkiye'deki kafa... Ayağa kalkınca ilk işim karnımdaki piçten kurtulmak olacak.
Ateşim bir düşse. Nerde üşüttüm?..
Beş gün kadar sürdü ateşi. Gelip giden öğrenciler hiç eksik olmuyordu evden.
Sokaklarda yürüyüşe çıkanlar da akşama uğ-ruyorlardı en geç. Hele Sermet... Bu
ev gözaltında diye geldi bir gün Handan. Yok canııım!.. Ev değil ki diyordu
Handan, çük-676 lü baba tekkesi!.. Giren çıkan belirsiz. Daha iyiydi Günsel,
kalkmış salonda oturuyordu. Aliler geldiler. Önemli bir sorun vardı. Kaçan
çocuklardan ikisinin, Reşat'la Hasan'ın saklanacak yerleri yokmuş, sokaktaymış
oğlanlar, Kurtuluş'ta bir kilisede gizlenmişler dün gece. Tabutların arasında
yatmışlar. Çok sürmez bu iş diyorlardı, gizli polis her yerde canavar gibi. Sağ
komazlar bir ellerine geçirirlerse. Suriye ya da Yunanistan'a mı kaçsalar,
dendi. Nereye kaçacaklar?.. Buraya gelsinler diyecekti nerdeyse Günsel. Handan
sürekli bakıyordu Günsel'e. Önce anlamadı, sonra kulaklarına kadar kızardı.
Bomboş ev duruyordu Teşvikiye'de. Olur mu?.. Niye olmaz ki?.. Kenan'la konuşmak
gerek. Hem ötekilere kimin evi diye... Düşünülecek şey mi bu durumda o...
— Gel kız şu iğneni yapalım, dedi Handan.
Ötekiler kalkacak oldu, tuttu onları... İçerde anlaşıverdiler. Handan bir
akrabalarının evi diye verecekti anahtarı çocuklara. Kenan'la da konuşurlardı
nasıl olsa. Böyle bir zamanda karşı koyacak değildi ya. Günsel de sanmıyordu.
Bir iş yapmanın sevincini duyacaktı belki... Adresi yazdı, planını çizdi. Handan
da çıktı onlarla. Önce o gidip hazırlayacaktı evi. Hem sevinçli, hem de
işkilliydi Günsel. Kenan'a bir sormadan... Kocaman kırmızı güllerle geldi Kenan
akşama doğru. Nasılsa kimse yoktu evde. Turgut okuldan dönmemişti, teyze de
yatıyordu içerde. Deli gibi sarıldı Kenan. Günsel yavaşça çekip kurtardı
kendini.
— Ne yapıyorsun? dedi.
Kenan suçlu gözlerle kapılara baktı. İsteksizliğindendi aslında Günsel'in. O
geceden beri Kenan'a, Teşvikiye'deki eve, git-
tikçe bilinçüstüne çıkan bir soğukluk mu birikiyordu içinde ne? Hastalık
çabuklaştırmıştı bunu. Handan'a anahtarı vermeye kolayca yanaşmam da bundan
belki. Geçecek, biliyorum... Bir süre sonra ancak...
— Haydi, dedi Kenan, çocuksu sabırsızlığı ile. Gidelim bu akşam... Üşütmem ben
seni birtanem... Arabayla doğru...
Günsel ne diyeceğini bilemeden kaldı. Kötü mü? Öç almak olanağı işte... Karşı da
çıkamaz.. Hele çıksın...
— Gidemeyiz oraya, dedi soğukça bir sesle. Anlamadan bakıyordu Kenan.
— Bir süre başkaları kalacak orda...
— Başkaları mı kalacak?..
Belli ki bir anlam verememişti Kenan. Şaka mıydı, bir taş mı vardı sözde? Gize
dayanmanın üstünlüğü ile bakıyordu Günsel. Ağır ağır açıkladı. Sonra olağan,
önemsiz bir konuya değinir gibi:
— Artık hiçbir şey kendimizin değil, dedi. Öyle bir döneme girdik ki...
Acımasız...
Akşam karanlığındaki odada sessiz kaldılar bir süre. Günsel gözlerini dikmiş
Kenan'ın tepkisini kolluyordu. O geceki tartışmalardan sonra bir olup bitti idi
bu davranışı, ne yapacaktı bakalım... Bir sigara yaktı Kenan. Bir-iki soluk
çekti, düşünceli. Karşı konacak bir şey değildi aslında Günsel'in yaptığı ya,
sonucu ne olurdu? Rasim, kapıcı... Polisler... Biz... Öyle bir döneme girdik
ki... Ne denir?
— Keşke beni bekleseydiniz, dedi. Benim götürmem daha doğru olurdu belki...
Handan bir aksaklık yapmasın?..
Kendini güç tuttu Günsel. Boynuna atılmak gelmişti içinden. Ne çok seviyorum,
gevşeyiverdim.
— Sanmam, dedi. Ayrıntılarına kadar öğrendi Handan... Beceriklidir... Gece
gidecekler... Dış kapının anahtarını da aldı... Ben hasta olmasaydım...
Bir şey demeden bakıp kaldı Kenan. İyi ki hastasın! İki delikanlıyla gece yansı
o eve girip... Başladım yine... Nermin'in
evinden başka yer kalmadı gidecek!.. Ne yapacağız?.. Nereye gideceğimiz belli
mi?.. Bizi daha iyi şeyler mi bekliyor? Rasim'in söyledikleri boş değil...
— Çok kanlı bir oyuna girişeceklermiş, dedi. Rasim söyledi... Kulağı deliktir
onun, bilirsin... Daha doğrusu herif... Neyse...
Nerden başlayacağını bilmez gibi duraladı. İçinde kabaran bir heyecanla
gözlerini Kenan'a dikmişti Günsel.
— Neymiş oyun?..
Dili varmıyormuş gibiydi Kenan'ın. Ya da inanamadığı için başlayamıyordu bir
türlü...
— Diyor ki... dedi, öldürteceklermiş kırk elli kişiyi.
— Öldürtecekler mi?..
— Öyle diyor... Özellikle eski devrimcilerden kırk elli kişiyi toplayıp bir
alanda... Asker giysileri içinde kendi adamlarına bombalarla, makinelilerle
öldürteceklermiş...
Bir ürpermeyle baktı Günsel, yine de kavrayamamış gibiydi.
— Nasıl?..
— Nasılım bilmiyorum, dedi. Öyle diyor... Kesinmiş kararları... Sonra da
öldürülmüş o fişli komünistierin resimlerini basınla dünyaya, kamuoyuna
dağıtacaklarmış... İşte CHP'nin işbirliği yaptığı, ön saflarında çarpışan azılı
komünisder diye...
Ürpertici bir sessizlik çökmüştü birden. İnanamıyordu Günsel... Himmler'in
Polonya'da uyguladığı yöntem... Niye olmasın?..
— Yapar bu canavarlar, dedi Günsel... Sonra anımsamış gibi ekledi:
— Tahkikat Komisyonu'nun CHP'yi suçlamasında gizli hücre kurmak, Bizim
Radyo'nun önerilerine göre eylemde bulunmak filan var... Tanıtlayacaklar bunu...
Vay canına... NATO'ya düşman olduklarını da yayıyorlar CHP'lilerin... Nasıl
uygulayacaklar, kimleri alacaklar?..
Birden ağbisi geldi aklına... İyi ki burda değil... Baba'ya, eskilere hemen
yaymalı... Peki ya yalansa... Boşuna tedirginlik en
azından... Belki bunu da kasıtlı yayıp başka hesaplar peşinde herifler... Birden
her şeyi unutmuştu, kalktı koltuktan, Kenan'ın boynuna doladı kollarını... Öptü
öptü... Sığınmak isteği...
— Uff, dedi... Ne aşşağılık dünyadayız...
Bir şeyler daha söylemek istedi. Özellikle Nermin'in gebeliği ile ilgili.
Aldırmamasını filan... İçinden gelmiyordu. Yıkılmış bir yanı vardı daha
onaramadığı... Ne küçük-burjuvayım... Kapı 579 çalındı... Ayrılıp koltuğa
oturdu, Kenan açtı. Turgut'tu... Tey-ze de kalkmıştı. Biraz sonra da Sermet'le
bir oğlan damladılar... 5 Mayıs'ta saat beşte Ankara'da Kızılay'da çok önemli
olaylar geçmiş. Menderes'i yuhalayıp tartaklamış halk... Zorla kurtarmışlar
herifi... Sermetler'in bir general yakınları gelmiş Ankara'dan... Kara
Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel, Ethem Menderes'e mektup yazmış; Demokrat Parti
Yönetimine tepkisini bildiriyormuş. İçlerinde Ankara milletvekili Ecevit'in de
bulunduğu dört milletvekilinin İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Fahri Özdilek'e
verdikleri dilekçede, vatandaşlara, işgal kuvvederinin bile reva görmediği
çirkin ağır muamelelerden, tırnak söküldüğünden, kulakların sağır edildiğinden
söz edilmiş. Ayın dördünde CHP Meclis Grubu adına Yönetim Kurulu yıldırımla
Menderes'e başvurmuş. Sermet'in yanındaki oğlan -babası CHP il yönetimindeymiş-
çıkarıp kopyasını gösterdi telgrafın. Anayasa dışına çıkıldığı için millet
kararlı infial göstermek zorunda kalmış. Bütün baskı rejimleri gibi karanlığa
sürüklüyormuş ülkeyi. Baş aşağı gidiyormuş Menderes. "Milletin haklarını müdafaa
etmekle hiçbir haysiyetli milletten daha geri bir anlayışta olmadığını..." diye
bitiyordu telgraf. Bir tümce okunurken Günsel'le Kenan bakıştılar. "Milleti ve
dünyayı aldatacak iftira olarak CHP'nin hür milleder camiası ve NATO ittifakının
aleyhtarı olduğunu yaymaktasınız..."
CHP'ye ettikleri iftiraya dünyayı inandırma oyunu peşindeler demek. Kenan'ın
anlattıklarının şimdi daha da etkisindeydi Günsel. Bunlara açıklasa mı
açıklamasa mı bilemiyordu. Kenan
ona bırakmıştı belli ki. Daha gereği yok gibi geldi. Hem bunlar değil ki tuzağa
düşürülecekler. Dokuzda kalkıp gittiler. Kenan pirelenmiş baktı Sermet'in bir
ara ayaküstü fiskos eder gibi Günsel'e sokulmasına. Yann sabah uğrayacağını
söylemişti Ser-met. Çok önemliymiş... Kim bilir ne halttır! Kenan'ın kuşkulu,
kıskanç bakışlarını görünce gülmek geldi içinden, Günsel'in. 680 Çocuk bu
adam... Bencil, her çocuk gibi...
Uzun saatler uyuyamadı gece. Handan ne yapü ki... Kenan'ın söylediklerini hemen
Baba'ya, Şevket Ağbi'ye... Şevket Ağbi'ye de ayıp oldu... Hastalığımı duymuştur
belki de... Kafası karmakarışıktı yine. Sabaha karşı dalmıştı. Teyzesinin sesi
ile uyandı. Şevket Ağbi gelmiş, salondaymış... Yedi'ydi saat. Başı öylesine
ağnyordu ki. İlaçlardan belki... Çabucak giyinip yüzünü yıkadı, salona geçti.
Şevket Ağbi tedirgin bakışıyla köşedeki koltuğa ilişmişti. İçini yakan bir
sıkıntı duydu Günsel. Nedenini bilmediği bir korku vardı içinde. Önemli bir şey
olmalı... Düşleyemeyeceği kadar önemliydi... Ne diyor bu adam... Kenan polis
miymiş? Allah hepsinin belasını versin, eşşoğlueşşekler!
XXIX
Saraçhanebaşı olayları kendine güven kazandırmıştı Kenan'a. Günsel'i gözden
yitirdiği ürkülü kaçışa o da kaptırmıştı ya, tez tutup toparlamıştı kendini de,
yöresindekileri de...
İtiş kakış, birbirini çiğneyen yığından sıyrılmış, yıkıntıların ardındaki bir
yapının kirli duvarını sırtına vermiş, kaçan birkaç kişiyi elleri ile karşılayıp
göğüslemişti. Önceleri pek ipleyen olmamıştı, çılgın gibi kaçıyorlardı. Önünden
yıldırım akışıyla geçen yüzler Kenan'ı etkiliyordu daha çok. Şaşkın bilinçsiz
kaçışın, ürkünün, topluluk içindeki bireyci çirkinliği ayna tutmuştu yüzüne.
Kendine başkaldınr gibi güçlü atıldı birden...
— Durun be!.. Ne kaçıyorsunuz?.. Durun!..
Kırlaşmış saçları, çizgili olgun yüzü, sesinde, atılışındaki içtenliğini daha da
etkili kılmış olmalıydı. Çevresindeki gençler duralamıştı. Bu yanı boşlayıp
karşıya saldırmıştı askerler de tam o sıra. Anayoldaki kaçış durdurulur gibi
değildi. Tankların, sün-
gülü erlerin yığınla baskısı olanak bırakmıyordu karşı koymaya. Kenan, kıyıda,
çevresinde birkaç genç, ne yapacağını bilmeden gözleriyle Günsel'i arıyordu
çılgın gibi. Asker taşıtına bindirilen Günsel'i görünce ne yapacağını
kestiremeden kalmıştı yine. Atılmalı mıydı? Niçin?.. Var mı niçini?.. Arabaya
akmışlardı bile Günsel'i... Fırlıyordu ki askerlerle kuşatılmış araba hızla
atıldı gg2 ileri... Donup kalmıştı...
— Ağbiii!..
Yöresindekiler çekiyordu kolundan... Kıztaşı'ndaki kalabalıkta kendini görüp
tanıyanlardan olmalıydılar... Ya da deminki direnişinden yakınlık duymuşlardı...
Yandan üstlerine gelen bir subayla yirmi otuz erin saldırısından kurtulmak için
sürüklenir-cesine kolundan çekip kaçışmaya başlamışlardı. Öyle ağırına gidiyordu
ki kaçmak, silkinip kurtardı kolunu, duvarın dibine çekilip dimdik durdu.
Kaçmamasından mı, yaşlılığından mı nedir, subay, erler Kenan'ı bırakıp
kaçanların peşine düştüler. Yöresi boşalıvermişti bir anda. Tek başına, alana,
olaylara seyirci bir yaşlıca vatandaş olmuştu duvar kıyısında. Gözleri, Günsel'i
tıktıkları, şimdi uzakta yol boyu küçülerek giden arabadaydı. Araba da ilerdeki
sokağı dönünce boşalmış gibi kaldı. Alan, yollar da boşalmıştı. Tanklar, asker
araçları, subaylar, erlerdi ortada dolaşan. Kemerlerin, kemerlerin ardında
aralıktan, boşluktan görülen duvarlanyla Gazanfer Ağa Medresesi'nin, Şehzade Ca-
misi'nin soylu yapıları, biraz önce süngüyle, tankla özgürlük çığlığına
kapatılan alanı yüce bir umutla sınırlıyor, sağda NA-TO'cuları barındıran
Belediye Sarayı'nı, bir sessizlik içinde, yapısal çirkinliğinden de öte suçluyor
gibiydi. Gökte bir helikopter dolanıyordu. Günsel gitti; kalmadı yapılacak bir
şey! Kenan, Aksaray'a inen yol kıyısında ağır ağır yürümeye başladı. Bir ara
sokağa saptı biraz sonra. Niye ayrıldım alandan? Kavga bitti mi? Benim kavgam
değil bu. Günsel'in kavgası da değil aslında. Karmaşık duygularla çalkalanarak
Aksaray Postanesi'ne kadar yürüdü arka sokaklardan. Rasim'e telefon açtı. Önce
evde aradı.
Refış çıktı, işyerine gitmiş biraz önce. Bir yakınlıkla konuştu ki Refış,
çoktandır böyle değildi. Ya da ben... Canı cehenneme şırfıntının... Rasim'i
hemen buldu.
— Yine mi? diyordu Rasim. O haspa da biraz evinde otursa ya!..
Ne kızıyorsun, senin dediğini diyor o da... Şimdi çıkması gerekiyormuş,
işyerinde arayacakmış öğleden sonra, üçte filan... Üçe kadar ne yapacağım? Yine
alana dönsem? Ne var alanda?.. Yenikapı'ya doğru yürüdü, deniz kıyısına çıktı.
Aylarca önce Günsel'le dolaştıkları yerlere doğru yürüdü. Çekiciliği yoktu
anıların, kafasındaki her şey geleceğe yönelikti. İçinde bir eziklik, uzun süre
dolaştı. Bir kahvede çay içti. Denize, dalgalara gemilere baktı uzun uzun.
Yoldan geçen araçlara baktı. Nasıl kurtulacak Günsel? Ülkece nasıl
kurtulacağız?.. İyice karamsarlığa düşmekten korkuyordu. Son gecelerini
düşünüyordu çok bunaldı mı. Günsel'in gülen gözlerini, marşlar söyleyişini
düşünüyor düşünüyordu... İçindeki kazıntıyı bastırmak için Aksaray'da bir
lokantaya girdi öğlende. Herkeste bir sessizlik vardı. Düşünceli yiyordu
insanlar. Saat üçe doğru işyerine gelip de Günsel'in haberini alınca,
yorgunluğunun bilincine birden varmış gibi yukarı çıkıp koltuğa bıraktı kendini.
Yine kurtulmuştu Günsel. Korkuyordu Rasim'in gücünden. Onun gücünden mi
kurtuldu?.. Başka nasıl olur ki? Günsel'i görmek için hemen eve koşmak
gelmiyordu içinden. Gittikçe artıp çoğaldığına inandığı suçluluğu, yüz yüze
gelip de Günsel'den saklayınca daha da bü-yüyordu. Rasim'e başvurup kurtanyorum
seni desem... Nasıl derim? Rasim nasıl kurtarıyor? Ne bileyim? Nerden bileyim?
İkidir kurtarıyor işte... Karşılığında bir şey de istemiyor ki benden. İstemesi
gerekmiyor hıyarağası. İstediğini alıyor belki de... Nasıl? Ne bileyim, nerden
bileyim? Binemeyeceği eşşeğin önüne ot kor mu o herifler... Sırtımızdalar,
öyleyse? Rasim'in araması gecikince çıkıp yürüdü Beyazıt'a doğru, dolaştı durdu
yollarda. Günseller'e gidip de Sermet'i görünce başka sağlıksız duygula-
nn da karmaşasına kapıldı bu kez. Günsel'in nasıl olup da bıraktıklarına şaşıp
bir anlam verememesi, heriflerin laçka olduklarına bağlaması daha çok, Kenan'ın
içindeki acı baskıyı daha da ağırlaştırmıştı... Peki Sermet niye ayrılmaz bu
kızın peşinden? O da hani, oğlan peşini bırakmasın diye elinden geleni ardına
koymuyor! Bıktı benden, güven olur mu bu kızlara!.. Kim bu kızlar dediğin...
Seninle yattı diye... Onu demiyorum ben... Ne dediğini sen de bilmiyorsun ya,
hıyarağası... Ne dediğimi ben de bilmiyorum ya... Biliyorsun pek iyi, Sermet'i
kullanıyorsun kendi suçunu küçültmesi için...
Gece Sermet'le birlikte çıkınca bir arabaya atlamışlardı. Pek az konuştular
yolda. Çok şeylere gebe olaylar, diyordu Sermet. Yok canım!.. Kenan önce
Sermet'i evine bıraktı. Şişli'de lüks bir apartman. Bilmem kaç kan
kendilerininmiş... Gidinin burjuva piçi... Kötü çocuk değil belki de... Günsel
de öyle düşünüyor... Kafası gittikçe bulanıyordu. Evde Nermin, akşamüstü
Rasim'in aradığını söyledi. Evde yoklarmış, bilmem nereye gidip kalacak -larmış
bu gece. O işi oldu demiş Rasim. Nermin sormuyordu ne işi olduğunu... hiçbir şey
sormuyordu... Bir de onunla uğraşmıyorum bereket. Karnındakiyle büyüyor o,
budala. Yarın öyle uğraşacaksın ki... Bugünü çözdük de yarın kaldı...
Günsel'in hastalığına sevinmişti sanki. Sokaklara çıkamayacak oturacak oturduğu
yerde haspa!.. Ne güzel!.. Birkaç kez aradı Rasim'i, Ankara'ya gitmiş. Refiş'te
bir yakınlık... Günsel'i öğrendiyse Rasim'den... Böyledir orospular... Ne de
tanırsın ya orospuları...
Sonunda bir sabah gelip karşısına oturdu Rasim, işyerinde... O korkunç oyunu
açıkladı:
— Sakın bir yerde ağzından kaçırma, iyi olmaz, dedi. Gerçekten mi çekiniyor,
ağız mı yapıyordu yoksa?
— Nerden duyuyorsun sen bunları?
— Sana ne ulan, dedi... Sen paçam kurtarmaya bak... O ki bu kadar düşkünsün o
karıya da...
Ağzından kaçırmış gibi duralayıp düzeltti: — ... kıza da söyle, ortalarda
görünmesin pek... Valla şakası yok bu kez...
Biraz daha üstelersem suç ortağıyız. Günsel'in tepkisi umduğundan büyük olmuştu.
Korkuya kapılmaktan güç kurtulmuş gibiydi. Hastalığın, yorgunluğun sonucu doğal
sinirlilik! Ner-min'in gebeliği de doğal... Sen de doğalsın! Daha ne kadar yük-
535 leneceksin bakalım parmak kadar kıza?.. Günsel'in atılıp boynuna
sarılmasıyla, sıcacık öpücükleriyle doldu dolacaktı. O bana sığınmak istiyor,
ben kime sığınacağım? Günsel'in korkusunda, evde saklamaya kalkıştığı çocukların
da payı var belki. Pek iyi olmamış ya, nasıl karşı çıkılır? Rasim'den,
kuşkularından açsa, namuslusu, son olaylara da getirmesi gerekecek... Olmuş,
bitmiş o ki... Bir hafta kadar oraya uğrayacakları da yoktu nasılsa. O geceyi,
ertesi günü pek tadı geçirmemişti yine de. Öğlene doğru Rasim'i açtı. Niye açtı?
Kendi de bilmiyordu. Bir ağzını arayayım... doğal olmayan bir şey var mı bakalım
herifte? Çabucak kapattı Rasim. Başı dertteymiş bilmem hangi sirkede. Arkasında
kim olduğunu bir bilsen pezevengin, diye okkalı sövgülere geçmişti hemen
baştakilere. İyice sonu geldi dünyanın!.. Doğal olmayan bir şey mi? Doğal ne
kalmış ki?..
Öğlene kadar Günsel'i bekledi. Matmazel'le hesaplara daldı bir süre. İşler pek
kötüye gitmiyordu. Bütün başıboşluluğuna, ipin ucunu Burak'la Matmazel'e
bırakmasına karşın, gelir, önemli biçimde artıyordu. Özellikle pahalı meslek
kitaplarının satışı çok şey bırakıyordu. Sallantıda sayılırdı yine de. Birikim
yapamıyordu. Kazandıklarını rahat harcıyorlardı o kadar... Nermin'in ağzını
kapatıyor bu da!.. Burak iyi oğlan çıku, en büyük şansım Burak. Öğleden sonra,
Günsel'e gidip de evde kimseyi bulamayınca canı sıkıldı. Demek kalktı Günsel.
Eczaneden Burak'ı açtı, aramamış. Biraz dolaştı sokaklarda. İşyerine gidip
beklemeli en iyisi... Bir türlü atamıyordu içindeki sıkıntıyı. Belki de
Sermet'le... Evet Sermet'le... Yatmıştır değil mi?.. Çok al-
çağım ben... işyerine gidip Burak'ın yanında kaldı biraz. Ara sıra yardımcı
oluyor, daha çok da konuşuyorlardı. Burak her gün daha ateşliydi olayların
gelişmesi üstüne. Bir süre sonra Kenan'daki dalgınlığı sezmiş olmalı, sustu o
da. Gözü kapıda, kulağı telefondaydı Kenan'ın. Yorgun düştü, çıkıp yukarda
koltuğuna çöktü. Bir şeyler okumayı denedi. Birkaç telefona atıldı... 535 Saat
altıya geliyordu, iyiden iyiye merak etmeye başlamıştı artık. Çıkar da nasıl
aramaz beni bu kız? Korkunç olasılık parladı birden kafasında... Yoksa?..
Aldılar mı kızı yine?.. Teyzesi peki?.. O da peşinden gitti... Gitmez!.. Nereye
gittiyse gitti kocakarı, dert mi?.. Günsel nerde? Bir sesle fırlayıp aşağıya
baktı. Kitap alan bir kızdı. Burak'la cilveleşiyorlardı. indirim yapsınmış...
Bedava versin!.. Yediyi geçe kapattılar dükkânı. Bir arabaya binip Gün-seller'in
kapısında indi. Gözü pencerelerdeydi... Kapalıydı perdeler... Bir yere mi gitti
bunlar? Nereye giderler? Merdivenleri çıkarken yüreği duracak gibi çarpıyordu.
Kimse yoktu evde. Ne yapacağını bilemeden, ayaküstü kaldı bir süre... Ağır ağır
indi merdivenleri. Soracak birilerini arandı. İstemiyordu da. Komşularıyla
ilişkileri soğuktu Günseller'in. Demokratmış çoğu. Yalnız en üst katta bir
emekli astsubayla kansı teyzesinin dostuydular, duymuştu. Koyu Halk
Partiliymişler. Onlara mı çıksa... Teyze oradadır belki de... Döndü, birkaç
basamak çıktı, vazgeçti. Sekize on vardı. Biraz dolaşırım sokaklarda, dokuzda
uğrarım. Sıkıyönetim yasağı onda başlıyordu artık. Çıktı, akşam alacasında-ki
Kocamustafapaşa sokaklarında yürümeye başladı. Taşıt araçlarından inen,
dükkânlarda son alışverişlerini yapıp evlerine giren yorgun argın akşam
kalabalığı gittikçe seyrekleşiyordu. Cerrahpaşa'ya kadar yürüdü, hastanenin
kapısında bakıp kaldı bir süre. Anlam veremiyordu bir türlü bu işe. Bir, ürküye
kapılıyordu Günsel'in başına bir şeyler geldiğine inanıp; bir, delice
kızgınlıkla sövgüler yağdırıyordu Günsel'e nedenini tam bilmeden... Nasıl yapar
böyle?.. Yine bulamazsam dönüşte... Dokuza bile kalmadan dönünce yine bulamadı
kimseyi; pencereler kap-
kara, kapı duvardı yine... Kapıcıları yoktu Günseller'in, komşu bir apartmanın
kapıcısı bakıyormuş. Hangisi, bilmiyordu. Ağır ağır merdivenleri çıkıp çatı
katına geldi, zili çaldı. Çeçikbozuğu yüzlü, kır saçlı bir adam açtı biraz
sonra. Emekli astsubay olmalı. Günsel Hanımlar mı? Nerden bilsindi. Üç dört gün
var ki görmemişlerdi. Teyze hastaydı ya... Adam kapıyı soğukça kapatınca biraz
ferahlamış gibi oldu. Hastaneye yatırdılar... O kargaşada ne yapsın Günsel de?..
Hey Allah... Ağır ağır indi, sokağın alacasında dönüp bir daha baktı. Eve mi
döneceğim? Hastaneleri dolaşacak değilsin ya! Belki de Cerrahpaşa'da yatıyordu;
oraya çekip götürdü demin ayaklarım! Keşke girip bir... Taksiye atladı... Daha
vardı sıkıyönetim yasağının başlamasına. Cerrahpaşa'ya uğrayayım, ordadır.
Handan da orda çalışıyor. Boşuna mı çekti demin orası beni?! Öyle inanmıştı ki
teyzenin Cerrahpaşa'da olduğuna -Günsel de yanındadır- hastanede yok denince
nerdeyse kavgaya tutuşacaktı hemşirelerle. Şırfıntılar; doktorlarla
fingirdeşmekten başka ne bilirler? Handan Hanım da yokmuş... Bilmiyorlarmış.
Arabaya dönüp bir kez daha uğradı Günseller'in sokağına. Aynı umutsuz
karanlıktaydı pencereler... Yine de çıkıp sürekli çaldı kapıyı. Çaldı. Çaldı...
Ağır ağır indi merdivenleri. Sokakta bir daha dönüp baktı kara camlara...
Arabaya yıkılmış gibi girdi, evinin adresini verdi şoföre, arka koltuğa büzüldü.
XXX
Şevket, Kenan'ın gizli polis olduğunu söyleyince deli bir kızgınlığa kapılmıştı
Günsel. Adamı kovdu kovacaktı. Güç tuttu kendini.
— Bir o kalmıştı pislik atmadığınız, dedi, tiksintiyle. Şevket'in tersliği de
ünlüydü ya, böyle bir tepkiyi beklediğinden midir, kızanp sarardı, tuttu
kendini.
— Kime pislik attık, dedi kekeler gibi... Biz senin için söylüyoruz kızım.
Toparlandı, uzun uzun anlatmaya koyuldu Şevket, onu neden, nasıl düşündüklerini.
Kızgınlığı ağır ağır dağılmıştı Gün-sel'in, yerini şaşkınlığa, meraka, gittikçe
yüreğine oturmaya başlayan ürpertili bir acıya bırakmıştı. Şevket uzun
konuşmasını bitirince taş kesilmişti. Bir noktaya takılı, boş anlamsız
gözlerini, bir süre sonra ağlamaya mı, acılı bir gülümsemeye mi dönüve-receği
ayırt edilemeyen belli belirsiz bir titreyişle odada, duvar-
larda ağır ağır gezdirmeye başladı. Silkinir gibi bir çabayla tuttu kendini
birden. Yandaki bir masaya uzanıp bir sigara aldı, yaktı; derin bir soluk çekti,
üfledi uzun uzun. Belki dağıtamamıştı ya, hiç değilse aralamıştı buludan.
— Ne kadan doğru bunlann bilmem, ama polis demek bir insana...
Sonunu getirememişti; ağlamaktan, yıkılmaktan kaçınıyordu. Şevket yine bir
şeyler anlatmış, sonunda:
— Gerisi sana kalır, demişti. Bizden söylemesi... Gizli polisin çekmeceleri
elimizde değil. Nerden biliriz daha kesinini?
Aslında öyle kesindi ki söyledikleri, pek de kolay değildi daha kesinini
bulmak!.. Felsefe'de öğrenciyken Müdüriyet'e alınışında başlamış Kenan'ın
polisliği!..
Hasan Ağbisi söylemiş daha önce bir sorsunlar, diye. Bu korkulu, dağınık
ortamda, bu koşullarda kimden beklenir türlü sakıncası olan bir araştırmaya
kalkışmak? Kimse pek anımsamıyor-muş da... Hamza diye biri kuşkulu sözler etmiş
ya, o da bilmiyormuş işin aslını; bilmem kimden duymuş ki bir zamanlar...
Önemsememişler... Yöresine uğrayıp kaybolan yüzlerce gençten biriymiş Baba için
de, ne dermiş?..
Bir rastlantı çözmüş her şeyi!
Eşref görmüş GünsePle Kenan'ı Üniversite bahçesinin kapısında. Şevketler'e
gelmiş doğruca. Selami'yi bulmuşlar... Yelde-ğirmeni'ndeymiş. En eski arkadaşı
Kenan'ın. Onun hiç kuşkusu yokmuş, Kenan satmış onları poliste... Eşref de o
tutuklanma-daymış, işin aslını ordan biliyormuş...
Nerden nereye!.. Selami'nin arkadaşı bir matematik öğretmeni varmış Konya'da,
Tahir; o da tanırmış Kenan'ı. Bütün Konya biliyormuş Kenan'ın dokunulmazlığını!
Kimlerin çocuklarını çaktırmış da gık bile diyememişler... Hem de edebiyat
dersinden!.. Uluorta da konuşurmuş orda burda; başkası söyle-seymiş o sözleri,
bitikmiş işi... Eczacı bir Fadıl Bey varmış Konya'da. Mason derlermiş. Yedikleri
içtikleri birmiş Fadıl Bevler'le
Kenanlar'ın. Bilmeyen yokmuş bu eczacı Fadıl'ın gizli polis ajanı olduğunu.
Sonra yine bu Selami...
Olaylar, öyküler, hem ayrıntılarla... Zekai varmış üniversitedeyken. Bu Kenan'ın
yakın arkadaşı... O da öyle ajanmış... Bu ikisi... Günsel, Zekai'den söz
edildiğini anımsadı üniversite bahçesi önünde. Eşref sormuştu Kenan'a. Hiç
görmedim, demişti. Ne diyecekti ya!.. Kızarmış mıydı?
Yıkılır gibi oldu Günsel bu soruyla. Duyduklarını önemsememek için baştan beri
gösterdiği çaba tükenmiş, kuşku başlamıştı demek... Kızarmış mıydı? Demek sen de
bunlarla birlikte... Kuşkuya bile yer bırakmayan son olayı da söyledi Şevket.
Bir avukat arkadaşının kayınpederinin -bir emekli albaymış- eski bir arkadaşı
istihbaratçıdan -Milli Emniyet Müfettişiymiş-çok gizli olarak öğrenmişler:
İstihbaratçıymış Kenan!..
Ondan sonra düşünemez oldu Günsel uzun bir süre. Tek tük söz etti. Şevket bir
şeyler soruyor, o da bir şeyler mi diyordu ne... Ne diyordu? Ne kalmıştı
diyecek? Yalan söylüyor bu herifler. Hepsi yalan söylüyor. Niye kovmuyorsun bu
baykuşu? Dalgın kalkıp ağır ağır dolaşmaya başladı odada. Bakışlan, davranışları
göze batacak kadar sağlıksızdı. Şevket de çekingenleş-meye başlamıştı. Bu
kadarını ummamış olmalıydı...
Salona girip çıkarken bir şeyler mi duymuş ya da Günsel'in göze batan
çöküntüsünü mü görmüştü ne, teyze geldi, usulca ilişti kanepeye, dolaşan
Günsel'e baktı merakla:
— Ne olmuş? dedi.
Önce duymamış gibi dolaştı Günsel, boş gözlerle baktı teyzesine. Yaşlı kadının
sorgu dolu bakışlarıyla ayılmıştı sanki; tutunacak bir şey aranır gibi, kırık
dökük:
— Polismiş Kenan!., dedi.
Dudakları kurumuştu. Ben de söyleyebiliyorum Kenan polis... Benim ağzımdan da
yan yana çıkabiliyor bu sözcükler... Teyze anlamamış mıydı, şaşırmış mıydı ya da
ne diyeceğini mi bilemez olmuştu, köşedeki koltukta ezilmiş gibi oturan Şevket'e
baktı, Günsel'e baktı:
— Namussuzlar, dedi. Benim de ayağımı çiğnedi polisler...
Kısa bir sessizlik oldu önce. Teyzenin sözlerinin bilincine yeni varmış da
kendini tutamamış gibi, Günsel'in dudaklarında beliren acı gülümseme boğazına
takılan hıçkırığa dönüşüverdi birden. Bütün direnci, denetimi tuz buz olmuştu.
Sarsıldı, tutamayacaktı kendini, salondan fırladı; koridorda karşılaştığı
Turgut'un şaşkın, ürkek bakışlan altında ağlayarak koşup odasına 591 daldı,
kapattı kapıyı, sürgüledi; dağınık yatağın üstüne yüzükoyun bıraktı kendini.
Sarsıla sarsıla ağlıyordu, bir süre sonra ağlayış nedenini de unutarak... Hiçbir
şey düşünmeden... Bulantı, öğürtü başladı. Korkuyla toparlanmaya çalıştı...
Musluğa koşmak istedi bir, vazgeçti. Çıkmayacaktı bu odadan. Kimseyi görmek
istemiyordu. Yeniden sarsıldı öğürtü ile, çekip havluyu tuttu ağzına, tükürdü.
Kolonya şişesini aldı başucundan, döktü avcuna, alnına, şakak-lanna sürdü,
kokladı. Aklına ilacı gelmişti. Pardösüsünün cebindeydi. Çıkmayacaktı. O
baykuşun yüzünü göremem bir daha. Niye baykuş? Sen de devrimcisin ha?.. Adam
sana, sana da değil, devrimci eyleme zarar gelmesin diye görev bilmiş, hasta
hasta uyarmaya gelmiş seni... Durulmaya çalıştı. Yine bir hıçkırık nöbeti geldi,
yine bulantı... Yine kolonya şişesini devirdi avuçla-nna... Düzelmişti biraz...
Kalkıp pencereye gitti, açtı. Temiz, serin havayı çekti ciğerlerine. İyi
gelmişti. Dönüp yatağa oturdu, gözleri bir noktaya takılı düşünmeye başladı.
Düşünmeye çalışıyordu daha doğrusu. Ne kaldı ki düşünecek?.. Gözleri yatak
üstündeki tükürükle dolu havluya takıldı; tiksinerek baktı. Her şeyi tükürüğe
boğmalı böyle!.. Uzanıp topladı havluyu, içinde bıraktı pis yerlerini...
Durulmuş gibiydi. Daha sağlıklı düşünebiliyordu artık. Bir başkaldırma duydu
içinde. Nasıl inanabiliyordu hemen söylenenlere? Az mı düşüldü böyle yanlışlara?
Az mı oynandı böyle oyunlar? Ağbim bile kaç kez demedi mi polis denmeyen kalmadı
ülkede diye... Nâzım'a bile denmiş. Benerci'yi de o yüzden yazmış... Benerci'ye
polis derler, hem en yakın...
Kenan da Benerci mi? Coşkusu, tutkuları, tertemiz bakışları, iyi yüreği,
insancıl... Nasıl polis olur?.. Benzeyen en küçük bir yanı... Benzeyen bir yanı
olsa "gizli" olmaz, budala... Artık savunmak için bulduğu her şey, düşündüğü her
durum tam zıddına dönüyor, Kenan'ı suçlamaya yarıyordu. Gerçekten de nasıl
inandım ben? Daha surda... Tanıştıkları günden saydı; eylül so-592 nuydu,
demek sekiz ay kadar bir şey. Bırak devrimciliği, aklı başında bir kız, bu
kadarcık bir sürede bir erkeğe, hem de evli, çocuklu bir erkeğe böylesine
bırakır mı kendini?.. Ayrılıyormuş da karısından... Demek hepsi beni uyutmak
için... Nasıl yuttum bunları? Fırladı ayağa, odada dolaşmaya başladı ağır ağır.
Ne sersemim ben, ne eşşeğim ben... Anneciğim... Yine çöktü karyolaya,
"anneciğim, anneciğim" diye ağlamak geliyordu içinden. Burnu sümüklü, gözü yaşlı
küçük kız çocukları gibi annesinin dizine başını koyarak. Ta içini yakan bir
özlemdi duyduğu... Anneciğim, anneciğim... Büyümemişti, 23 yaşında değildi
sanki... Saçımı başımı yolardı belki de, döverdi... Dövseydi... Anneciğim!..
Bunlar gelmezdi başıma o olsaydı. Böyle bırakmazdı ki beni başıboş. Eteğimden
çekerdi, uyanrdı beni... Anneciğim... Hıçkırıklarını tutup yeniden toplanmaya
çalıştı. Dünyayı değşitirmeye kalkan devrimciye bak, bilinçsiz mahalle kızları
gibi feodal ahlak kurallarının savunucusu anasına sığınıyor!.. Bu kadar mı
devrimciliğin?.. Onuru kırılmıştı... Güçlü olmalıydı, dik durmalıydı... Yeniden
uzandı kolonya şişesine. Avcuna döküyordu ki sesler duydu kapı önünde. Ürpererek
kaldı birden. Ya o geldiyse?.. Kapıyı açmaya zorladı biri, olmayınca küt küt
vurmaya başladı.
— Aç kız!..
Handan'dı. Gidip sürgüyü çekti. İtip açtı kapıyı Handan. Sararmıştı o da.
Ardında teyze, şaşkın, ürkek Turgut vardı. Gün-sel'i görünce dudaklarını büzüp
ağladı ağlayacaktı Turgut da...
— Gitti mi? dedi teyzesine Günsel, Şevket için.
— Gitti...
Ötekiler dışarda kaldılar yine; Handan kapıyı örttü. Belli ki ne diyeceğini,
nerden başlayacağını o da bilmiyordu. Yeni öğrenmiş, donup kalmıştı.
Toparlanmaya çalıştı.
— Peki nerden öğrenmişler? dedi. Bu kadar kesin!.. Yanıtlamadı Günsel. Bir sürü
şey mi anlatacaktı ona şimdi...
Birden aklına gelmiş gibi,
— Çocuklar ne oldu? dedi.
Handan şaşırmış, biraz da korkmuş gibiydi...
— Hiiiç, dedi... Konuştuğumuz gibi oldu her şey... Yerleştiler... Öyle de iyi
bir yer ki...
Birden duralamış gibiydiler. Bir şey diyemeden birbirlerine bakıyorlardı. Ne de
güvenli yer bulmuşlardı ya polisin kuduz köpek gibi saldırdığı çocuklara...
Başına, yüzüne birden kan yürümüş gibi oldu Günsel'in...
— Çocukları ne yapacağız şimdi?.. Ya bir de...
Sonunu getiremedi... Bir hıçkırık takılmıştı yine boğazına. Başını döndürdü
birden. Handan'dan utanıyordu. Onun da gözleri dolar gibi olmuştu, tez
toparlandı.
— Sizin işinize aklım ermez ya, dedi... Nerden çıkmış bu? Sonra öyle olsa...
Tamamlayamadı. Yadırgamıştı Handan, yakıştıramıyordu; o kadar... Nedenini
bilemiyordu da, bir sakadık sezinliyordu yalnızca... Daha bir şeyler demesini,
yanıldıklarını söylemesini, ola ki tanıtiamasını bekler gibi dönüp umuda
bakmıştı Günsel. Öyle olsa?.. Evet, öyle olsa?.. Susuyordu Handan. Söyleyecek
neyi olabilirdi ki?..
— Kendine gel de biraz serinkanlı düşünelim, dedi. Önce git bir yüzünü yıka
istersen...
Günsel son umudunu da yitirmiş gibi duraladı, başını kaldırdı, alt dudağını
dişledi sinirli sinirli.
— Önce burdan gidelim, dedi. çıkar gelirse...
Kötü, yanlış, zararlı olacaktı hemen yüz yüze gelmek. İster doğru, ister iftira.
Öğrenmek, saptamak istediği daha çok şey
vardı Günsel'in. Kesin yargıya varacak değildi ya hemen?.. Handan da doğru
bulmuştu... En iyisi evi kapatmaktı bir süre... Zaten sürekli polis gözetiminde
bir yer. Basacaklar belki de. Niye bassınlar? Ev adamlarının elinde... Yine bir
hıçkırığı güç tuttu Günsel... Duraladı yine. Polisin yakalayıp da kendisi kadar
kolayca bıraktığı kim vardı? Hem de iki kez. Demek... En son Vi-694 layet'teki
semiz herif geldi gözünün önüne; bakışı, duruşu... Ben ağbime ne yüzle... Ya
Teşvikiye'deki çocuklar... Onlara bir şey olsun, kıyarım canıma... Cezasız mı
kalacak senin gibi aşağılık, budala, azgın orospu!..
— Nerde kalacaksın? dedi Handan... Sonra bunlar...
— Bilmiyorum, dedi. Gerekirse ağbime giderim!.. Bunlar giderler bir yere...
Düşündü bir.
— Hamdiye öğretmene gitsinler, dedi. Silahtar'da... Teyzemin en yakını...
Çıktı odadan. Yaslı koridorda sararmış, dilsiz gibi duran teyzesine, aslını daha
pek kavrayamadığı kötülüklerle ürküye kapılmış, acılı çocuk yüzüyle bakan
Turgut'a takılmadan tuvalete geçti; yıkanıp temizlenmeye koyuldu çabucak. Ne
yapacaklarını çıkıp Handan anlatu onlara. Karşı koymadı teyze. Yarım saate
hazırlanıp çıktılar evden. Günsel ağlamaktan kızarıp şişmiş gözlerini sürekli
kaçırmıştı Turgut'tan. Alanda otobüse binecekleri sıra, zorunlu bir görev gibi
eğilip öptü Turgut'u:
— Babanneni üzme Turgutçuğum, dedi. Hiç çıkma sözünden e mi? Bak çok üzülürüm
sonra...
"Üzülürüm" sözü mü etkilemişti çocuğu ne, sanldı Günsel'in boynuna, boşalıverdi
hıçırarak.
— Gitmek istemiyorum ben halacığım... Ne olursun seninle kalayım ben
halacığım... Ne olursun halacığım...
Günsel hiç böyle görmemişti Turgut'u. Aşın duygululuğa kapılmıştı o da. Öptü,
öptü çocuğu. Güç bindirdiler otobüse. Camda gözleri halasında, içini çeke çeke
ağlıyordu otobüs giderken...
Başını çevirip dolu gözlerle yöreye bakındı Günsel. Kenan'ın çıkıvermesinden
korkuyordu. Handan'la Cerrahapaşa'ya doğru yürüdüler.
— Baha'ya uğrayacağım, dedi.
— Birlikte gidelim, dedi Handan. Sakıncası yoksa... Duymamış gibiydi Günsel.
Kafasında burgu dönüyordu.
Teşvikiye'deki çocuklar. Demek Kenan... Neye yarardı yıkıl- 595 mak? Yeni bir
dönemdi başlayan. İstersen güçlü olma, daha da ezilirsin. Dayanmak ister gibi
koluna girdi Handan'in.
— Önce çocukları çıkaralım ordan, dedi... Handan başı önünde, ses çıkarmadan
yürüyordu.
— Bir de bu piçi, dedi Günsel. Karnımdakini... Bulantı başlamıştı yine...
XXXI
İlk şaşkınlığı geçtikten sonra kafasına saldıran en kötü olasılıkların
işkencesinde çılgına dönmüştü Kenan. Günler boyu aramadık yer komamıştı GünseFi.
Her gün en az beş kez eve bakmış, birkaç komşuya, köşedeki bakkala, bir sabah
çöpleri çıkarırken yakaladığı Günseller'in kapıcısına sormuştu. Ağız birliği
etmişlerdi sanki; kimse bir şey bilmiyordu. Fakülte kapalıydı ya, çıkıp
hademelerle konuşmuştu birkaç kez. Olaylardan bu yana uğramamıştı Günsel; yokmuş
gören. Hocalar hiç uğramıyor-muş. Cerrahpaşa'ya taşınıp durmuştu bir süre.
Handan da yoktu. Önceleri, "Burdaydı, bakalım" gibi karşılayanlar sonraları ters
yanıtlarla yüz çevirir olmuşlardı sanki. Kapıdaki bir hastabakıcıyla dövüştü
dövüşüyordu bir kez. "Ne bilem? Handan Ha-nım'ın bekçisi miyik?" diye bağırmıştı
herif. Rasim'e başvuracaktı, kuşkuyla yerindi. Ya bir gizli örgüt emrine uymuşsa
Günsel! Polise duyurmuş olmayacak mıydı? Böyle bir delilik kesin-
likle yapmamam gerek. Şakaya gelmez. Peki ne örgütü bu? Bana söylemez mi böyle
bir şey olsa? Söyleme denmişse nasıl söyler? Saçma! Teyze, Turgut da mı
örgütte?.. Baba'ya gitmişti iki kez de. Alt katlardan bir yaşlı kadın çıkıp
yoklar, diyordu hep. Gitmişler. Bilmiyormuş nereye gittiklerini. Dönüp
dönmeyeceklerini nerden bilsin?.. Demek örgüt işi bu!.. Peki bana niye söylemez
Günsel?.. Hiç mi güveni yok bana?.. Yalnız onun güvenmesi yeter mi? Benim
Rasim'den duyup götürdüğüm kıyım haberi üstüne mi karar aldılar yoksa?.. Niye
olmasın?.. Bir küçük haber iletmek de mi yoktu bana? Katrana batmış bir toplumda
kolay mı gizli örgütte çalışmak, budala? Kimsin sen ki seni düşünecekler bir de?
Günsel... Gizli örgüt diyorsun hıyarağası, senin için ayrıcalık mı isteyecek
Günsel? Hem Günsel kim? Bir minicik vida ola ki!.. Söylenene uymaktan başka ne
yapabilir ki, içi yansa da... Öyküler uyduruyorum, örgüt, mörgüt yok... Anlamaz
mıydım bu kadar süre... Bu kadar mı ustalıkla sakladı? Sak-layamaz mı o kız?..
Geçmiş olaylan yeniden yaşar gibi bir bir gözden geçiriyor, gizli örgüt
belirtileri anyor, yakıştırmalara kalkıyor, kuşkulara düşüyor, sonunda hepsinin
düşten, kuruntudan öte bir şey olmadığına vanyordu. Kaç kez içtenlikle örgütün
yokluğundan yakınmamış mıydı, Günsel? Onlar da mı gizli örgüt emriydi?
Peki nedir bu olan?
İki kurşun tabuttu evle işyeri. Her şey Burak'a kalmıştı. Gün-sel'in gelmesi,
telefonla araması olasılığını düşünmese hiç uğrayacağı yoktu işyerine.
Sokaklarda dolaşıyor. Beyazıt'a, yöresine, Çırnaraltj'ndaki kahveye uğruyor,
kitaplıklar, kahveler, lokantalar, meyhaneler, akla gelen gelmeyen her yere
bakıştınyor, günde en azından üç dört kez de, umudu bir çarpıntıyla hem de,
Günseller'e koşuyordu. Taksim'de, Beyoğlu'nda, Aksaray'da birçok öğrenci
gösterisinde arandı günlerce. Yolun kıyısında duruyor, tek tek geçenlere
bakıyor, yeniden ön sıralara koşuyordu belki adamışımdır diye. Ne gösteri, ne
yürüyüş umurunda
değildi. U-2 casus uçağını yakalamış Sovyetler. Adana'dan kalkmış diye ateş
püskürüyorlarmış Türkiye'ye... Yıkarız üsleri, di-yorlarmış. Yıksınlar!.. Dünya
yıkılsın isterse!.. GünsePi arayıp bulmaktan başka hiçbir şey umurunda
değildi... Sermeder'e niye uğramadım? Şaşkına döndü, sevince battı birden. Niye
daha önce düşünmedim? Biliyordur Sermet, bilmez mi? Duraladı. 69g Kırılmış gibi
oldu. Sermet'in bildiğini Günsel nasıl saklar benden?.. Hıyarağası.. Sen de
devrimci olacaksın da... Öyle gerek-mişse ne yapsın kız? Sermetler'e uğrayıp
uğramamakta ikircikliydi yine de. Sabahtı, evden yeni çıkmıştı. Şişli'de
Sermetler'in apartmanının kapısına kadar heyecanla gelmiş, duralamıştı bir süre.
Apartmana baktı, yeni başlayan güne saldırır gibi sabahla sokaklara fırlamış
koşuşanlara baktı, üşüdü. Serindi hava. Girip sormak en iyisi. Ne var bunda? Her
şey onur sorunu, pis küçük -burjuva... Sabah sabah kapıyı çalarken iyice
inandırmıştı kendini yaptığının doğallığına, doğruluğuna. Ya Sermet de yoksa?..
Yüreği küt küt atıyordu. Kapıyı orta yaşlı bir kadın açtı; kara kaşlı, Doğulu
köylü kılıklı... Daha uykuda mı herkes?.. Öylece baktı Kenan'ın yüzüne, ne
istiyorsun gibisine. Sermet'i sordu Kenan. Başını salladı kadın:
— Gel dedi...
Konuşması davranışı tam Doğulu hizmetçi. Besbelli yeni; yontulmamış daha!..
Hemen karşıdaki kocaman bir salona soktu Kenan'ı.
— Otur ki çığıram... Adın ney?
— Kenan...
Oturmadı Kenan. Ayakta beklemeye başladı. Halılar, kristal avizeler, eski
tablolar, sedef kakmalı masalar, sehpalar, vazolar, altın sırma işlemeli dua
levhaları, guguklu saat... Şişli apartman katında yadırganacak kadar soylu,
varlıklı bir eski İstanbul evi... Duvara yaslanmış, salona bekçilik eder gibi
duran kocaman saatin sarkacı evin sessizliğini bir tartımla vurguluyordu. Gözü,
Sermet'in çıkıvermesini beklediği kapıdaydı Kenan'ın. Ne diye-
ceğim şimdi? Nasıl karşılayacak?.. Ya bir de... Kapı açıldı, hizmetçi kadın
girdi, şöyle bir durup baktı, kaşını kaldırıp başını salladı iki yana:
— Yohumuş, dedi...
Yohumuş mu? Bu ne demek? Var mı ne demeği, evde yokmuş Sermet işte...
— Yok muymuş?
Kenan'ın ağzından şaşkınlıkla çıkmıştı sözler. Bönsü baktı kadın. Üsteleyeceğini
mi sanmıştı ne, omuz silkti birden:
— Ne bilem ben, dedi, öyle diyiler...
Tıkanır gibi oldu Kenan. Kendini sokağa atınca tere batmıştı. Vay orospu
çocuğu!.. Belki de yoktu gerçekten... Ulan hıyarağası... Soramaz miydin nerde
olduğunu, ne zaman geleceğini? Kime, o aptal karıya mı? Niye bana karşı herkes,
her şey? Kargışlı bir bilinçten başka ne oluşturabilir bu kadar acımasız
rastlantıyı?.. Yöremdeki her şey tuzağa dönüşüyor... Bir rastlantı da işyerinde,
bitkin, gazeteleri karıştırırken dikildi karşısına. Hiç bakmadığı ölüm
haberlerine takılmıştı gözü nedense. Sait ölmüş. Şaşırıp kaldı. Ölümün soğukluğu
eksikti bir... Öğle namazından sonra Şişli Camisi'nden... Bir tohumcuk umut
serpilip gelişivermiş güler yüzlü kocaman bir çiçek açmıştı yüreğinde!.. Ölmüş
demek... Üzüldüm!.. Belki de borçluluğum artacak sana Sait. Rastlantı bu, hiç
ummadığım biri gelir cenazene!.. En güzel geceme sen götürdün beni? Biz
yaşıyoruz Sait, benciliz... Her şeye gülerek baktın sen. Buna da...
Sıkıyönetim yasağından olmalıydı -on mu, yirmi mi ne kişiden çoğuna izin yoktu
cemaat için- kalabalık değildi cami avlusu. Duvara birkaç çelenk dayalıydı. Üç
tabut vardı. Sait'inki hangisi? Ne soğuk şeydir bu ölüm törenleri... Sıcak mı
olacaktı? Hava iyice serindi. Revakın altında tanıdık arıyordu Kenan. Yoktu
kimse. Namazlar kılındı, tabutlar omuzlanıp çıkarılmaya başlandı avludan.
Babıâli'den yüzlerini tanıdığı birkaç kişinin omuzladığı tabut sona kalmıştı.
Bir de çelenk vardı. Basın bil-
mem ne diyor. Bu olmalı Sait'inki. Niye kimse gelmedi? Kim gelecekti? Caddeye
çıkınca ikircikli kaldı önce. Babıâli'ye inecekti. Bencilliğinden mi utandı,
içinden mi geldi, mezarlığa gideceklerin, önü sıra doluştukları bir arabaya
girdi o da. Sait'in babacan gülen yüzü, gözleri karşısındaydı hep. Hiç
evlenmemiş derlerdi. Uzun yıllar bir kadınla yaşamış, veremden ölmüş o da 700
yıllar önce. Hay Sait... Çok acı çektin değil mi?.. Bitti işte... Biz
yaşayacağız daha, trafikti, kanserdi, alıp götürmezse... Götürmesin sakın,
yapacak işimiz var daha!.. Geçecek bu da, Günsel de gelecek... Açılarıyla da
güzel yaşamak... Her ölüm yaşayanlara kurtuluş sevinci mi veriyor? Güçlüydü.
Mezarlıkta o da omuz verdi tabuta. Yeri kazıp ölüyü toprağa örten insanların
gerçekçiliğine saygıyla baktı. Herkes de biliyor başına geleceği... Yol yordam
öğretiyorlar birbirlerine; beni de böyle yapacaksınız der gibi... Eluard'ın
dizeleri geçti içinden:
C'est la dure lio des hommes se garder intact malgre.
Les Guerres et la misere -Malgre les dangers de mort. Türkçe çevirisini sevmiş,
Fransızcasını ezberlemişti, insanlarda en ağır yasa... Ölüme karşı
yaşamalarıdır.
— Merhaba ağbi... Başınız sağ olsun... Dönüp baktı, tanıyacaktı bu gençten
adamı.
— Sadi, dedi, Sadi Yılbak... Hani sizinle bir gece... Boynuna sarılacaktı
oğlanın!
— Merhaba kardeşim, tanımaz olur muyum? Sizin de başınız sağ olsun...
Sait için, ölüm üstüne bir şeyler söyleşerek bekleyen arabalardan birine
bindiler. Yol boyunca konuşacak epeyi şey çıkmıştı. Sait için yakındılar uzun
uzun. Ölüm ne tatsız... Sadi bir dergide çalışıyormuş. Ajanstan ayrılınca güç
günleri olmuş biraz, şimdi daha iyi... çocukları mı?
— Vallaa pek görmüyorum, dedi. Bir yer var Tepebaşı'nda Yakup diye, ordaymışlar
akşamlan... Kimsenin eski tadı da kalmadı ya... Kaçamak yapalım isterseniz biz
de bir...
— Yapalım, dedi Kenan... Bu akşam gidelim...
Sözü varmış bu akşam. Şöyle bir tanımladı Yakup'u... Sait'e döndüler yine. Sadi
anılarından söz açtı. Sait'e sevgisinden... Büyük ozan olduğundan,
anlaşılmadığından, ülkenin durumundan...
— Tuz buz edecekler her şeyi, dedi Kenan... Ettiler ya daha da edecekler...
— O belli değil ağbi, diyordu Sadi, kendileri tuz buz olur bakarsın...
Taksim'de ayrıldı uğrarım deyip... Bir şeyler mi var oğlanın dilinin altında?
Kendileri tuz buz olacaklarmış!.. Olmazlar ya, tut ki oldular... "Risto nedir
bu? Zafer veya hiç!.." Sinemacı Salih Bey bile biliyor; Halk Partisi'nin
hırsızlan bekliyor sırada... Günsel de yok... Yakup'a gidip bakayım bir. Dolaştı
durdu sokaklarda. İşyerine akşama doğru uğradı. Rasim oradaydı... Donuk, üzgün
görünüyordu o da. Kimsenin eski tadı kalmadı ya... Birlikte çıktılar...
— Evde bırakayım seni... Sirkeci'ye inmiştim...
— Daha erken, dedi Kenan, Tepebaşı'nda atlanm. Bir yere uğrayacağım...
Susuyorlardı. Niye bir şey sormaz bu herif? Niye uğradı?
— Ne yapıyor Günsel Hanım yengemiz? Yanıda hadi, işte sordu...
— Bilmem, dedi Kenan, görmüyorum epeydir. Sesindeki titremeyi güç örtebilmişti.
— Görmüyor musun?..
Kenan duymamış gibi dışanya dönmüştü yüzünü. Niye soruyor bu herif?
— Ne o küsüştünüz mü yoksa?
Yine ses çıkarmadı Kenan. Kuşku belirmeye başlamıştı içinde.
— Danlmacalar, banşmacalar mı?.. Tadı oyundur... Bankalardan yukarı
çıkıyorlardı.
— Bozuk çalışıyorsun, dedi Rasım...
Bakalım nereye getirecek sözü? Bir şimşek çaktı kafasında. Teşvikiye'deki
çocukları biliyorsa... Bir şeylerin peşinde bu!..
— Sen bozuk çalmıyor musun? dedi Kenan. Kim var bozuk çalmayan?
— Öyle değil, dedi Rasim. İki yanlı bozuk çalıyorsun sen!.. Neler bulur söyler
eşşoğlueşşek! Hem de doğru... İki yanlı
bozuk çalıyorum ben... Güldü... İki yanlı bozuk...
— Tasarılarını gerçekleştirecekler mi senin kuduz köpekler?
Yanıtlamadı Rasim. Trafik tıkanmıştı, Şişhane'de bekliyorlardı. Bir sigara yaktı
Rasim, üfledi dumanım. Üstelemekten çekiniyordu Kenan. Arabayı sürmeye başlarken
Rasim bozdu sessizliği.
— Saklanıyor mu seninki? dedi.
Nasıl karşılayacağını bilememişti Kenan. Saklanıyor mu? Benden bile...
— Bilmem, dedi. Saklanması mı gerek?
— Ben de bilmem, dedi Rasim. Siz bilmedikten sonra... Hay Allah, ne anlama
geliyor bütün bu sözler? Tepebaşı'na
yaklaşmışlardı. Birbirimizin ağzından bir şeyler koparacağız kurnazlıkla!..
— Var mı saklanacak yeri? dedi Rasim.
Neresi kurnaz bu herifin? İşte açık verdi itoğluit. Günsel'in yerini öğrenmek
istiyor benden!..
— Bilmiyorum, dedi Kenan. Görünce sorarım!.. İniyorum ben eyvallah...
Atladı, dönüp arabaya bakmadan yandaki sokaklara doğru yürümeye başladı. Var bir
bokluk bu herifte ya. Yok canım? İyi ki anladın!.. Tutup çoculan da bizim oraya
gönderdi Günsel. Tutarsızlıklar içindeyiz. Kaç kez dedim ona, bu herife güven
olmaz diye. İki yanlı bozuk çalıyorum... Günsel... Durdu sokağın başında. Niye
düşünmedim daha önce. Belki de Teşvikiye'ye gidip saklandı Günsel. Çocukları
gönderdim, numarası. Gönderir
mi hiç, deli mi bu? Kendi gidip saklanır! O değil de sen delisin! Teşvikiye'ye
saplanıp kalmıştı kafası. Yakup'u arandı sokakta; kirli, yeşil boyalı kapı
üstündeki yazıyı okuyup içeri girdi. İzbece, bomboş bir meyhaneydi. Şaşaladı.
Bir süre bakakaldı kapıda. İlerde tezgâhtan çıkan bir garson koşturur gibi
geliyordu. Çabucak dönüp sokağı çıktı. Kızgın yürümeye başladı kararmış sokakta.
Benimle alay ediyor itler!.. Ağzına sıçtığımın puştları... Galatasaray'a gelince
durulmuştu, düşünebiliyordu. Bu sıkıyönetim baskısından kim gider oraya...
Birazdan yasak başlayacak... Her akşam ordalar demedi ya oğlan. Beyoğlu Caddesi
boyunca yürüdü ağır ağır. Üşüyordu. Girip bir sandviç yedi yol üstü. Taksim'e
çıkıp Şişli dolmuşuna atladı. Alanda inip Sermet-ler'in evine yürüdü. Apartmanın
kapısında durup baktı kata, ışık vardı. Kapının karşısındaki yaya kaldırımına
geçti. Beklemeye başladı. Çıkıp sorsam. Gelmiştir bakarsın. Kapıdan sorup
dönerim hemen. Çakılmıştı, kımıldamıyordu yerinden. Gelip geçenler vardı
karanlık sokakta. Ne kaldı ki yasak saatine. Saatine bakıyordu ki Sermet indi
sokağın başında duran arabadan. Yüreği duracak gibi oldu birden. Çıkmış,
şoförden paranın üstünü alıyordu Sermet, arkası dönüktü. Görmedi beni; rastlantı
olsun bu. Ben de eve geçiyordum da... diye... Sokağın başına doğru yürümeye
başladı. Sermet döndü, birkaç adım sonra yüz yüze geldiler. Ne diyeceğini
bilememişti Kenan. Uçup gitmişti düzenledikleri. Kekeler gibi:
— Merhaba, dedi...
Uzattı elini Sermet'e. Sermet de şaşalamıştı. Toparlanır gibi yaptı, buzdan
maske oturttu yüzüne. Kenan'ın uzattığı eli karanlık boşluktaydı. İsteksiz
mırıldandı Sermet:
— Merhaba.
Yürüyüp geçecek gibi yaptı. Kenan iyice bozguna uğrayacaktı ki tuttu kendini,
davranıp önüne geçti Sermet'in:
— Konuşalım biraz seninle, dedi. Sabah da uğradım yok-muşsunuz...
Sermet duralamış, soğuk bakışlarını Kenan'a dikmişti. Tutuklu gibiydi Kenan da,
sürdüremiyecekti sanki. Niye yılan gibi bakıyor bu orospu çocuğu!..
— Günsel yok, dedi bozuk bir sesle. Evleri de kapalı... Yok, on gündür...
Aramadı da...
Tıkanır gibi sustu? Öylece bakıyordu Sermet. Kenan kısık kı-
704 sık ekledi:
— Öldüm meraktan... Kötü bir şey mi oldu? Belki siz biliyorsunuzdur dedim...
Soğuk bir sessizlikle ikircikli kalmıştı Sermet de. Sinirliliğini ırgalayıp
bozmak ister gibi kımıldadı.
— Bilmiyorum, dedi. Ben de görmedim sizden sonra... Heyecanını bastıramadığı
sesinden yalan akıyordu. Yıkılır gibi oldu Kenan. Toparlandı. Bir atılım daha
yapacaktı.
— Korkuyorum, polis filan almış olmasın... Niye bir şey demiyor bu orospu
çocuğu?..
— Söylesenize bir şey...
— Ne söyleyeyim, dedi Sermet... Siz daha iyi bilirsiniz... Sesi bakışından da
soğuktu... Şaşalayıp kalmıştı Kenan. Şimdi ne diyeyim? Ben daha iyi bilirmişim.
Nasıl bilirim ben?
— Eyvallah... İşim var evde...
Yürüyüp apartmana girdi Sermet. Otomatiği yakıp ilerdeki asansöre girdi. Işıklı
asansör yükselip kayboldu. Otomatik de karardı biraz sonra. Yıkılmış bir duvar
gibi kımıltısızdı Kenan. Gözlerini apartmanın karanlık kapısından, girişinden
ayıramıyordu. Siz daha iyi bilirsiniz... Ne duruyorsun, çık sor anlamını bu
ibneye, açıklasın!..
Karanlık sokaklarda birkaç adım attı. Ne yapayım şimdi ben? Ne yapacaksın,
sokakta kalma önce. Yasak saati başlıyor. Caddeye çıktı, seyrek geçmeye başlayan
arabalardan birine atladı, Teşvikiye dedi şoföre. Olur mu? Niye olmayacak?
Oradakilerle konuşurum. Bu puştla konuşacak ne vardı? Bir kaşık suda boğacak
beni. Sevgilisini aldım elinden. Aldım ulan eşşoğlueşşek!
Yedim bitirdim hem de. Döndüre döndüre... Artıklarımı da sen yalıyorsun şimdi. O
orospu da demek beni böyle bırakıp... Ne diyor Salih Bey, karı dediğini
yatıracaksın... Yüreği duracak gibiydi merdivenleri çıkarken. Günsel hiç burda
saklanır mı be hıyarağası... Ne diyececeğim çocuklara şimdi. Tanımaz etmezler
beni. İyice yerinmeye başlamıştı son kata gelince. Yanlış mı yapıyorum? Soruyor!
Bir de korku oturdu içine. Ya silahlıysa 705 çocuklar. Polis sanıp da...
Basıldılar diye silaha davranıp... Niye olmasın, kelle koltukta çocuklarda...
Polis mi sanacaklar... Bir de açmışım ki Günsel içerde. O da polis sansın!..
Çocuklara Günsel'i mi soracağım? Duraksayıp kaldı üst katın ilk basamağında.
Niye bu deliliği ettim ben? Hep o orospu çocuğunun yüzünden. Otomatik yandı,
aşağı kattan biri çıkıyordu, kapıcıy-sa en kötüsü. Aynı ikirciklikle çekingen
çıktı merdivenleri, yaklaşıp kapıya baktı. Kapıcı aşağı katların kapılarını çala
çala çıkıyordu. Çöp alıyor. Çalsam mı kapıyı? Çalayım bir. Açarlar mı? Zile
basıp bekledi. Ses yoktu. Bir daha bastı. Kapıcı bir alttaki kattaydı. Çabucak
çıkardı anahtarı, açtı kapıyı, içeri girdi. Soluğu kesilecek gibiydi
çarpıntıdan. Karanlık salona bakıp ardındaki kapıyı örttü yavaşça. Sırtı kapıda
bir süre öyle durakladı. Camlarda uzak ışıkların parıltısı. Gözleri karanlığa
alışmıştı, loştu içersi. Kimse yok burda. Ürküye kapılacaktı nerdeyse. Yok
kimse! İçerdeler belki de. Saklandılar. Tabancalarını çekip... Uzanıp yaktı
ışığı. Durup dinledi yine, derinlerde zırıl zırıl akan bozuk rezervuar sesi
vardı yalnızca. Çekinceli bir yalnızlık içinde ağır ağır dolaştı her yeri, yoktu
kimse. Mutfakta bayat, kırık bir somun ekmek, birkaç zeytin, kâğıtta bol zeytin
çekirdeği, birkaç bulaşık tabak, yumurta kabukları, kirli çay bardakları...
Dolapta genellikle bulunan peynir, reçel, yağ gibi yiyeceklerden almışlar biraz.
Salona gelip koltuğa çöktü. Ağzına kadar izmaritle doluydu yan masadaki sigara
tablası, çıkarıp bir sigara yaktı o da. Bitkindi. Paramparçaydı yüreği, kafası.
Hay Saitcik. Ne güzel rastlantılar getirdin bana. Ölü gördüm
yine... Ya Rasim'in sözleri. Ya o orospu çocuğu Sermet. Nerde Günsel peki?
Sermet'le olduklarından en küçük kuşkum yok. Ağzından, yüzünden akıyor ibnenin.
Dalga geçiyor benimle, "Siz daha iyi bilirsiniz..." Örgüt emri mi bu? Ağzına
sıçtığımın... Soycak fişli... Öyle örgütün... Doğru demek kuşkularım, Sermet'e
döndü, onunla yatıp kalkıyor şimdi. Belki de buraya gelip Sermet'le... Gözlerini
yılgıyla dolaştırdı duvarlarda, tavanlarda. Dayanamayacaktı. Saçmalıyorum.
Üstüne yuvarlanan dağ gibi bir kayadan kaçmak için fırladı ayağa; çiğneyip
pestili çıkmaktan kılpayı kurtulmuştu! Bu iş bitti! Gidip bir yıkanayım. Her
şeyi oluruna bırakacağım artık. Cehenneme kadar. Günsel'in de, Sermet'in de...
Onlar arasınlar beni! Benimle yatan karı başkasıyla niye yatmasın? Daha önce de
Sermet'le az mı oynaşmış? Ellenmedik yeri mi kalmıştı orospunun. Ben de bir
güzel Salih Bey Uzun Yayla'dan Çerkez kızını deldim kanını akıtıp da al senin
olsun orospu çocuğu hayrını gör... Alçağın birisin sen. Değilim. Bitti bu iş.
Günsel gelip her şeyi açıklamadıkça bitti. Yoksa deliririm. Ya hiç gelmezse? Hiç
mi gelmezse? Neden peki? Neden? Neden? Neden? Ağzına sıçtığımın. Sallanıyor
duvar işte... Niye uyuyamıyorum ben? Karar gecem bu gece. Bitti.
Sağlıksız bir inatla gerçekten tuttu kendini, günlerce uğramadı Günseller'e.
İşyerinde oturuyordu. Bir şeyler okur görünüyor, gazete dergi karıştırıyordu.
Telefonlara bile ilgi göstermez görünüyordu. Equanil alıyordu ara sıra,
Refiş'ten duymuştu. Sevmezdi uyku ilaçlarını. Bir sinir doktoruna görünsem mi?
Ne diyeceğim herife? Yatarken banyoya ılık su doldurup içinde uzanıyordu bir
süre. Bir yerde okumuştu, sinirlere iyi gelir diye. Yararı oluyor. Ne gündüz, ne
gece üç-beş sözcükten öte bir şey konuştuğu yoktu kimseyle. Kara buludarla
örtülü bu kapkara durgun denize, umutla mı, umutsuzlukla mı bakması gerektiğini
kestirmeden bekliyor, gözlüyor gibiydi Nermin de. Kızıyordu ya, daha çok bir
acımaydı Nermin'e karşı içinde biriken. Acı-
maz da ne yaparsın böylesine zavallı düşmana. Tohumumu çaldı, karnında saklıyor,
bir gün o da çıkacak ortaya!.. Çıksın, oda bir şey katsın bunca pisliğe.
Cağaloğlu'nda bir gün Sadi'nin dergisinin önünden geçerken daldı içeri. Ordaydı
Sadi. Sevinerek karşıladı.
— Kusura bakma ağbi, diyordu, gelemedim. Görüyorsun durumu. Tek basmayım.
Matbaaya koşacağım şimdi de...
Acılı bir gülüşle:
— Alıştık, dedi Kenan. Herkes kaçıyor bizden. Yakınmaktan çok, sözgelimiydi yine
de. Sadi üzgün durdu;
sıcak, sevgi dolu baktı.
— Boş ver ağbi, dedi. Olgun adamsın sen. Böyle bu ülke... Bizim Muhittin
Ağbi'nin bir sözü vardır. Biri çıktı mı ortaya, başlarlar önce, yetişiyor
yetişiyor demeye, ondan sonra başlarlar, bizden bizden derler; ondan sonra da
polismiş polismiş... Uğra-yayım istersen akşama, birlikte gidelim Yakup'a. Kimse
olmasa da iki kadeh çeker, dertleşiriz. Boş veeer...
Sokağa çıkıp da Sadi matbaaya diye ayrılıncaya kadar Kenan duyduklarını
çözümleme, algılama çabasındaydı. Günlerdir sürüp gelen acıların kiri pası
içindeki kafası yeteneklerini yitirmiş gibiydi. Sokakta yalnız kalınca birden
anladı her şeyi. Gözleri kararır gibi oldu. Peşinden koşup daha bir şeyler sorup
öğrenmek istedi Sadi'den, yapamadı. İnmeli gibi çakılıp kalmıştı sokağın
köşesine. Artık ne var soracak? Demek o oğlan da onun için bana... "Siz daha iyi
bilirsiniz... " Vay orospu çocukları. Ulan namussuzlar... Polismiş, polismiş...
Demek bunun için Günsel... Ağzına sıçtığımın hepsinin sizin ben... Peki nerden
çıkmış bu? Toparlanmış, yürümeye başlamıştı. Acı gülümsedi kendi kendine.
Polismiş, polismiş... Siz daha iyi biliyorsunuz diyor o ibne de bana. Nasıl
anlamadım ben. Nerden gelir aklıma hıyarağası!.. Yıkıntı, çöküntü, başkaldırma,
sövgü, güven, tiksinti; giderek sevinme bile zıp zıp zıplıyordu içinde;
kimlerden yana olacağını bilemiyordu o da. Sonunda bir çözüme, hem de böylesine
gü-
lünç bir çözüme kavuşmanın rahatlığıyla boşalıvermiş gibi oldu. Onurumu kırdı
Günsel bir kuruntuyla. Yalnız onurumu mu? Handan'ı görsem hiç değilse...
Cerrahpaşa'da taksiden inerken güvenliydi kendisine. Han-dan'a gidip polismiş
polismiş polismiş... Niye bana, siz daha iyi bilirsiniz dedirtti Sermet'e...
Söyle ona bıraksın aptallığı, 708 namuslu adamım ben. Onu da deliler gibi
seviyorum. Çoktan bağışladım. Nermin'in de yakında ağzına sıçıp, Zeynep'in de...
Yok demişlerdi Handan için yine. Ses çıkarmadı. Günseller'e uğrarım bir de.
Yoklardır ya, önemli değil. Ara sokaklara daldı, Kocamustafapaşa'ya doğru ağır
ağır yürümeye başladı. Kızmıyordu artık. Her şey doğal görünüyordu. Günlerdir
anlamazmış gibi bakıp durduğu gazetelerin yazdıkları, yazmadıkları, Burak'ın
gittikçe artan çekingenlikle gelip gelip anlattığı, İstanbul'da, Ankara'da
günlük olaylar, dedikoducular, bir sarsıntıda parıl parıl ışıkların ortasına
dökülüvermişlerdi sanki. Onların yansıttığıyla aydınlığa, anlama kavuşuyordu
şimdi içindeki her şey de. Üç gün önce Harbiydiler yürümüştü Ankara'da. Birçok
evin kapılarını tebeşirle çizmişler; Demokratlar temizletecekler-miş
buradakileri. Bakalım Günseller'in kapısında var mı? Belki de benden bilirler
onu da! İçini hüzünlü bir sevinç kapladı birden. Ara sokaktan Günseller'in evine
geçen arsada bez kaplı bir topla tek kale futbol oynuyordu birkaç çocuk.
Kaledeki Turgut'tu yine. Günsel'e ilk geldiği günü anımsadı mutlu bir acıyla.
Babaanne bak bu adam halamı arıyor. Yine arıyorum işte. Gülerek yaklaşıyordu ki
Turgut'a, dönüp de Kenan'ı görünce köpek saldırısıyla tüyleri kirpi gibi kabaran
kediye dönmüştü oğlan. Yadırganacak, şaşılası bir nefretle, düşmanlıkla
doluvermiş-ti çocuk gözleri. Duraksadı Kenan, umursamazlıkla yaklaştı yine de.
Korkmuş gibiydi çocuğun bakışlarından. Gülümsemeye çalışarak:
— Merhaba Turgut, dedi. Evde mi halan?
Dudakları kımıldadı oğlanın; bir şeyler diyecekti de beceremiyor gibiydi. Sonra
birden tükürür gibi: — Yok, dedi...
Çevirdi başını birkaç adım attı, topu kollar görünmeye başladı. Aslında Kenan'ı
kolluyordu yan yan. Yavaşça dönüp yürümeye başladı Kenan. Ne duruma düşürdün
beni Günsel. Nasıl utanç duymam böylesine çirkin, gülünç melodramdan? Bir
7Q9 parmak çocuklara da mı?.. Sokağa kıvrılıyordu ki önündeki evin tuğla
duvarına kocaman bir taş çarpıp ayaklarının dibine yuvarlandı. Donakalmıştı.
Döndü yavaşça. Arsadaki çocuklar da oyunu bırakmışlar, yerlerinde çakılmış gibi
ona bakıyorlardı. Turgut yoktu aralarında. Eli ayağı tutulmuştu Kenan'ın, dili
tutulmuştu. Yuhalandığı sahneden çekilemeyen beceriksiz bir oyuncu gibi kalmıştı
alanın kıyısında. İlerdeki sokağın aralığından gözetlemek için başını yavaşça
ileri uzatan Turgut'u görür gibi oldu. Kenan'ın baktığını görünce kendini
çekiver-mişti oğlan. Yine mi atacak? Kafama gelirse bu kez, parçalarsa... Kanlar
içinde... Yazgısına boyun eğer gibi döndü acıyla; ağır ağır yürüyüp ilerdeki
sokağı geçti. İşte o ev. Kocakarı da bullaşık suyunu döksün başımdan aşağı!
Günsel? Onun yapacak neyi kaldı ki?.. Merdivenleri çıkarken yüreği küt küt
atıyordu yine. Çaldı kapıyı, bir süre bekledi. Ses yoktu... Bir daha bastı zile,
uzun uzun zırlattı. Biraz sonra yaklaşan bir ayak sesi duyuldu -teyze bu-
kapının ardına zincir vurulduktan sonra, sesi geldi karının:
— Kim o? Duraksadı Kenan.
— Açar mısınız? Benim...
Bir sessizlik oldu. Yüreği duracaktı! Kimi istiyorsunuz?
— Yok kimse evde...
Ne demeliydi? Ağzı, dili kurumuş gibiydi.
— Ben Kenan efendim... Bir haber bırakacağım Günsel'e... Açar mısınız lütfen?..
Yine bir sessizlik oldu.
— Yok Günsel, dedi kadın, yok. Ağbisine gitti... Hastayım ben... Çalmayın
kapıyı...
Uzaklaşan yorgun bir sürüngen gibi ufalıp gitti içerdeki ayak sesleri. Otur,
bekle istersen kapının önünde, Günsel İzmir'den dönene dek! Sokağa çıktığında
daralma duydu içinde. Kaçar gi-710 bi yürüyordu. Karşı arsadaki çocuklara
görünmekten korkuyor, utanıyordu da. Git evine, bir Equanil al, yat en iyisi. Bu
saatte mi? Caddeye çıktı. Dolmuşlar, taksiler, otobüsler yanından geçerken
içindeki bunalım artıyor gibiydi. Zorla içeri çekeceklerdi sanki onu. Kimsenin
sokulmasını istemiyordu yakınına. Kafasından silip atmıştı her şeyi; yürüyordu,
o kadar. Cerrahpaşa Hastanesi'ni geçiyordu, baktı yapıya. Demin hemşire, Handan
Hanım yok derken, yüzünde... Aksaray'dan gelen bir dolmuş durdu hastane önünde.
Handan indi. Şaşkın, ürkek kaldı Kenan. Seslenmek istiyor, sesi çıkmıyordu
sanki. Kapıya yürürken şöyle bir dönüp baktı Handan, görmüş, duralamıştı o da...
Kenan'ın bakışı, duruşu, biricin, yıkık görünüşü yürüyüp geçmesini önlemiş
olmalıydı. Ağır ağır yaklaştı. Borçlulukla baktı Kenan:
— Teşekkür ederim, dedi. Kaçmadınız benden!..
Sesi titriyordu, doldu dolacaktı. Pis küçük-burjuva; direğe bayrak çekseler
törenle, gözlerin dolar!.. Handan da tedirgindi; aralığı korumak ister gibi,
soğukça:
— Niye kaçayım, dedi. Saçma!..
Kenan ne diyeceğini bilmeden başladı. Saçmaydı, her şey saçmaydı. Turgut bile
taş attı, piç kurusu, nasıl severim oysa, söyle ona aramayacağım artık, yıktı,
kırdı beni, hangi namussuz siz daha bilirsiniz diyor Sermet. Yazın ona İzmir'e,
dönünce söyleyin olmazsa, aramayacağım, namuslu adamım ben, anlıyor musunuz?..
Ağlıyordu! Başını çevirdi utançla. Güç tutuyordu hıçkırıklarını. Bir şeyler
diyordu Handan. Onun da mı sesi titriyor? Dol-
du dolacak... Duraksamalarla konuşuyor o da... Baba'ya gidin! Kanserden
yatıyormuş. Asıl kötüsü o diyor... Günsel de bitkin...
Dinleyemedi Kenan, kaçar gibi yürümeye başladı. Sarsıla sar-sıla ağlayacaktı
Günsel deyince Handan. İyice rezil olacağım. Olacağım mı kaldı? Bitkinmiş Günsel
de... Bitsin... Yol üstü bakkaldan bir küçük limon kolonyası aldı. Döktü
avuçlarına, al- jh nını, şakaklarını, boynunu ovaladı. Açılmıştı biraz. Açarlar
mı kapıyı? Açmasınlar. Hani doğaldı her şey... Daldı sokak aralarına. Güneş
batıyordu Baha'nın kapısını çalarken. Her şey kestirdiği gibi oldu. Yalnız biraz
avluda beklettiler bu kez. Yaşlıca kadın çıktı, indi merdivenlerden.
Pencerelerde gölgeler mi vardı ne, bakıyorlardı sanki. Ağırmış Baba'nın durumu,
kimseyle gö-rüşemiyormuş. Doğal bu da... Çıktı, aşağıya, Etyemez'e doğru
yürümeye başladı. Aylarca önce bir akşamüstü Günsel'le yürümüşlerdi bu yolda?
Aylar mı? Bin yıl filan... İzmir'de şimdi... Doğrular çıkacak ortaya nasıl olsa;
anlayacak o da. Bağışlamayacağım.. Senin başın üstüne yemin ederim ki
bağışlamayacağım seni!.. Bu mu doğal? Değil, ne yapayım? Sevgim doğal mı? Ye-
dikule tramvay yolunu geçti. Sıkıyönetim yasağı var şimdi. Olsun. Alıp
götürsünler sokaklardan. Ben de onlardanım nasıl olsa!.. Polismiş... Polismiş...
Etyemez'den demiryolu üstündeki köprüye çıkarken banliyö treni yaklaşıyordu.
Durup baktı, geçişini bekledi. Upuzun demir yılan, yöreyi sarsarak köprünün
altından kaçıp gitti. Bir yaygara koparmıştı uzaklaşırken. Kazlıçeş-me'ye bu
tren götürmüştü beni. Dövdü işçiler. Son basamakta dalgın durmuş, parıltılı
raylara bakıyordu. Nereye varacaklarını biliyor bunlar! Peki ben... Basamaklarda
bir ayak sesiyle boş bulunmuş gibi irkilerek döndü. Soluğu kesilip yüreği
duracaktı nerdeyse... Günsel'di. Kenan'ın dönüşüyle o da duralamıştı ilk
basamaklarda. Durulmaya çalıştı Kenan. Hani İzmir'deydi? Yok canım, o işte; düş,
sanrı filan değil, Günsel bu. Baba'da mıydı? Beni mi izledi? Günsel işte; söyle,
yap, ne yapacaksan... Ya söv-
mek, ya yalvarmak geliyordu içinden; yoktu başka tür söz! Anlamış mı
yanılgısını, suçlu suçlu mu bakıyor? Polise suçlu suçlu bakar mı o hiç? Güç
tuttu kendini, raylara döndü. Günsel ağır, yorgun çıktı merdivenleri, bir-iki
basamak altta durdu; dönüp raylara bakmaya başladı o da. Bir süre öylece sessiz
kaldılar. Söze ilk giren yitirecekti sanki. Oyunu bozmanın kaçınılmazlığım 712
anlatır gibi döndü Günsel, sönük, kısık bir sesle:
— Konuşulması gerekli şeyler var, dedi isteksizce.
Ürperdi Kenan. Sesi nasıl değişebilmiş böylesine? Söyleyemedikleri ile eziliyor
belli ki. Konuşulması gerekli şeyler var! Öylesine çok ki hem, hangi çaba, hangi
uğraş kalkabilir bu işin altından; gücümüz yeter mi bizim? Göz göze gelmekten
korkar gibi son basamağı çıkıp ağır ağır yürüdü Kenan. Döndü birkaç adım sonra.
Günsel kımıldamadan, gözü raylarda, öylece duruyordu. Kenan'ın bir şeyler
demesini önlemek ister gibi:
— Dönmem gerek, dedi aynı kısık sesle. Çok hasta Baba... Bırakamıyoruz...
Kısa bir sessizlikten sonra ekledi hemen:
— ... Yarın ararım belki.
Gidecek mi şimdi bu? Gözü kararır gibi oldu Kenan'ın. Tutamayacaktı; atılıp
yakasına yapışacak, bağırıp çağıracak, sövgü-ler yağdıracakü, dövecekti bile.
Yarın ararmış belki! Baba hastaymış! Peki ben neyim? Polissin. Üstüne yürür gibi
bir adım atıp sağlıksız bağırdı birden:
— İstersen hiç arama artık... Cehenneme kadar... Bana pislik atmayın yalnız...
Parçalanm hepinizi!.. Pis... Çirkef...
Sesi, dudakları, her yanı titriyordu. Kesik kesik soluyarak gözlerini Günsel'e
dikmişti. Gider artık şimdi. Gitsin orospu!. Gitmesin. Gitmesin. Ne olur
gitmesin. Ölürüm giderse. Acıya batmışlık içinde işte o da! Sevindi mi ne, böyle
başkaldırmama! İşte böyle ol mu demek istiyor? Böyleyim, ne sandın?.. İçinde
kabaran yeni bir dalgayla indi basamaklan, Günsel'in karşısına dikildi, ateş
saçıyordu gözlerinden, yeniden bağırmaya başladı:
— Bir siz varsınız dünyada namuslu. Biz polisis, biz ajanız... Soluk soluğa
kaldı birden. Sesi kısılmış da çıkmıyordu sanki
kızgınlıktan... Günsel başını acıyla çevirmiş, raylara bakıyordu. Eğildi Kenan:
— Bağışlamayacağım seni, dedi boğuk boğuk. Anlıyor musun, bağışlamayacağım.
Sen...
Hay Allah, ağlayacaktı şimdi de. Güç tuttu kendini, başını çevirdi birden. Bir
kadınla, bir çocuk geliyordu aşağıdan basamaklardan. Dönüp ağır ağır yürümeye
başladı Kenan. Duracak gibiydi yüreği, ya Günsel kalırsa orada, gelmez de
dönerse. Peşi sıra yürümeye başlayan Günsel'in ayak sesleriyle duruldu biraz.
Bırakmadı beni. Demek... Nasıl bitik o kız da öyle. Çöküp gitmiş de, güzel yine
halka halka gözleri. Seviyor beni!.. Seviyor ya Ser-met denen o hergele siz daha
iyi bilirsiniz polismiş polismiş... Eş-şekoğlueşşekler... Kadınla çocuk çabuk
çabuk geçip gitmişlerdi. Merdivenlerden inerken deminki ezik, kısık sesle
duraladı Kenan:
— Nereden duydun bunlan? diyordu Günsel.
Birkaç basamak üstte durmuş, yargılar gibi kımıltısız bakıyordu. Gözlerindeki
sönük kıvılcımlar gün batışıyla parıldama-ya başlamıştı sanki. Şaşaladı Kenan.
Yine suçlayarak mı bakıyor bu kız? Nerden öğreneceğim, memurlarım rapor getirdi.
Komiser değil miyim ben? Komiser Kenan Bey. Polis neferi mi san-dındı yoksa?
Bunca yıldır... Diplomam da var kocaman!.. Böyle yanıtlamak değil mi en iyisi?
— Önce sen söyle, dedi. Sen nerden duydun? Hangi namussuzdan, kahpe dölünden
çıktı bu? Sonra sen...
Sonunu getiremedi. Batan günün kaçak aydınlığında birbirlerinin yolunu kesmiş
gibi karşılıklı bakışıp duruyorlardı. Kenan'ın gözlerinde bir şeyler arıyor
gibiydi Günsel. Şaşaladı Kenan. Üzgün, korkulu, mudu, yıkılmış, direten,
başkaldıran her şey vardı bu kızda... Nasıl koşullamışlar bunu böyle?
— Niye konuşmuyosun? dedi Kenan. Söylesene. Nasıl inanırsın sen?..
Yine bitiremedi sonunu. Sesi titremiş, boğazına bir şey takılır gibi olmuştu.
Tren yoluna döndü. Atlatmıştı... Durdu bir süre. Toparlandı. Bütün istemiyle
karşı koyacaktı; yenilmeyecekti artık küçük-burjuva duyarlılığına.
— Kim inandırdı seni, dedi, böylesine aşşağılık yalana? Söylesene kim? O oğlan
mı?
724 "O puşt oğlan mı?" diyecekti, demedi. Günsel susuyordu.
Dönmüş, raylara dalmış gibiydi.
— Kendisine baksın önce o zengin piçi... Orospu çocuğu...
Tutamamış, sövmeye başlamıştı yine. Benim çok mu güvenim var onlara. Daha ilk
gece anladım ne bok olduğunu o puştun. Deli gibi kıskandın oğlanı; sevgilisini
de aldın elinden. Sıçtı ağzına o da senin işte... Duracak mıydı?
— Asıl öyle hergelelerden korunmak gerek, dedi dişlerinin arasından tükürür
gibi.
Günsel'in kırık dökük sesi bozdu kısa sessizliği.
— Boş konuşuyorsun, dedi. Bir ilgisi yok Sermet'in...
Sustu, raylara daldı yine. Bir ilgisi yok Sermet'in? Omuzlarından bir yük
düşüvermişti Kenan'ın! Sermet yoksa ne olabilir başka? Kim olabilir ki? Sermet
olmasın da, kolay!
— Kimlere kandın peki, dedi sertçe. Nerden çıktı bu? Kim soktu bu aptalca
kuşkuyu? Senden başka kimim var benim? Sen de bana... Hele böyle günde...
Olmamıştı, boşunaydı istemi filan; bir hıçkırık takılmıştı boğazına yine.
Duraladı, yutkunup atlatmaya çalıştı... Günsel de mi duygulanmıştı... Kenan
dönüp bakınca yüzünü, gözlerini kaçırmak ister gibi başını çevirmişti. Bir
duraksamadan sonra yavaşça sokuldu Kenan; bir gün bitimiyle koyulaşan, solgun
şakağına, çenesine, yeşil süveterinin altındaki yuvarlacık omuzlarına bakıp
kaldı bir süre. İçin için ağlıyor mu bu? Senin kuruntun! Değil. Saklamaya,
örtbas etmeye çalışıyor ya; kesik kesik soluyor işte belirsiz. Bu minicik
omuzlar pek becerikli değildir yalanda; güç gizliyor sarsıntıyı işte, bilmem mi?
Sımsıkı tutup çevirmek
kucaklamak geliyordu içinden, güç tutuyordu kendini. Olacak şey mi burda, köprü
başında? Hem nasıl uzak benden, baksana şuna. Ağladığı filan da yok. Sirkeci'ye
doğru bir tren geçti hızla. Sarsıntı bütün büyüyü dağıtmıştı sanki. Günsel
başını kaldırıp döndü Kenan'a. Terlemiş de silinmiş gibi nemliydi gözlerinin
yorgun halkaları.
— Bütün kötü rastlantılar niye gelip seni buluyor, dedi bir- 715 den.
Anlamamıştı Kenan. Bakıp kaldı. Hangi kötü rastlantılar? Alaydan kaçınma çabası
iyice acıya batınyordu Günsel'in sesini.
— Seni bulmam da rastiantı... dedi Kenan. Kötü mü o da?
Günsel birden başını çevirdi, dolacak gibi mi olmuştu? Bütün direncini
yitirmişti Kenan da. Uzanıp iki eliyle yakaladı omuzlarından sertçe çevirmek
istedi. Daha omuzlarından kavradığı anda umulmaz bir çeviklikle silkinip
kurtulmuştu Günsel. Dönüp buz gibi baktı Kenan'a:
— Yapma öyle bir şey, dedi.
Donup kalmış yaşlar vardı gözpınarlarında. Ürkek, şaşkın bakıp duruyordu Kenan
da. Nasıl kurtulacağım bu yeniklikten? Yıktıkça yıkacak bu kız beni. Yüreğinden
kopan bir başkaldırmayla sarsıdı. Ne yaparsın sövüp saymazsın da?.. Tepkisini
umursamazmış gibi bakıyordu Günsel. O da dikti gözlerini.
— Söyle, dedi sesi titreyerek, söyle hadi neymişim ben? O ki inandırmışlar bu
kadar... Ne diye susuyorsun, ne var uzatacak? Senden duymak istiyorum. Söyle
açık açık. Yarını marını yok bu işin. Dayanamam artık ben. Yeter günlerce
çektiğim. Söyleyeceksin her şeyi... Hem şimdi... Tanıtlamak zorunda da değilsin.
İnandığın neymiş bakalım, onu göreceğim. Yoksa bir adım attırmam sana...
Gidemezsin... Söyle diyorum sana... Söyle!..
Son sözcükleri boğulur gibi bir sesle haykırmıştı. Bastıran akşam karanlığında
sağlıksız bir solumayla kesintili, boğuk boğuk konuşup duran Kenan'ın acılı
bakışı, bir gözbağı ile don-
durmuş gibiydi Günsel'i. Kenan'ın duralamasıyla ayrılır gibi oldu, gözlerini
kaçırdı yavaşça:
— Biliyorsun her şeyi, dedi, söylemeye ne gerek var?
— Yoo, dedi Kenan aynı boğuk sesle, senden duymak istiyorum. Söyle neymişim ben?
O ki inandırmışlar seni, niye korkuyorsun söylemekten. Polissin diyeceksin! Hem
de gözlerimin
716 içine bakarak. Haydi bekliyorum...
Günsel döndü, Kenan'ın gözlerinin ta içine sessiz bakıp durdu bir süre. Sonra
önemsiz bir bildiri açıklar gibi renksiz, kupkuru bir sesle:
— Benim sevdiğim Kenan polis değil, dedi... Bu kadar!.. Durdu, Ne diyeceğini
bilemeden bakıyordu Kenan. Niye
muduluk vermiyor bu sözler; söyleniş biçiminden mi? Eksik bir yan mı var?
— Bu kadar mı? diye mırıldandı. Yetmiyor mu bu kadarı?
— Bilmem, dedi Günsel aynı donuklukla. Sana yetiyor mu? Bilmece çözümleme
uğraşındaydı Kenan.
— Bana yetiyordu, dedi... Senin sevginin dışında neyim var ki benim? Yetiyordu
bana...
Yine duygulanmıştı. Oralı olmadı Günsel. Gözlerini Kenan'dan ayırmadan:
— O kadar çok şeyin var ki benim sevgimin dışında kalan... Şaşalayan Kenan'a
yardımcı olmak istermiş gibi ekledi yavaşça...
— Hiçbir gün bütününle benim olmadın. Bir parçanla be-nimdin. Yalnızca bir
parçanla. Ötesini nerden bileyim?
Her çözüm uğraşıyla biraz daha çıkmaza giriyor gibiydi Kenan. Kirliyim belki,
ama her parçamla namusluyum ben. Demek anlatamamışım buna.
— Senin için karanlık olan bir şeyim yok benim, dedi. Bildiğinden öte yok...
Öyle içtenlikle söyemişti ki yenilgiden kurtulmak ister gibi başım çevirdi
Günsel.
— Orasını bilemiyorum işte, dedi yavaşça.
Orasını bilemiyor mu? Kızgınlıkla saldıracaktı ki duraladı Kenan. Yok mu
karanlık yanım? Döndü yine Günsel, suçüstü yapmak ister gibi dikti gözlerini.
— Teşvikiye'deki çocuklar yakalandı, dedi. Sarsılmıştı Kenan.
— Apartmanda mı? dedi kekeler gibi.
Günsel en küçük ayrıntıyı bile kaçırmaktan korkan acımasız bir gözlemci gibi
kaskatı bakışlarını Kenan'a dikmişti.
— Beş-on metre ilersinde, dedi. Niye apartmanda yakalansınlar?
Beş-on metre ilersinde mi? Peki ya, ne diye beni suçlar gibi bakıyor bu kız? Ben
mi yakalatmış oluyorum? Üstüne bir suçluluk çökmüştü kötüsü. Bir çabayla:
— Niye gönderdin oraya çocukları? dedi birden. Rasim'in ne olduğunu söylemedim
mi?
Kurtulmak bir yana, daha da artmıştı sanki suculuk duygusu.
— Doğru, dedi Günsel, suçlu benim.
Dönüp raylara daldı yine. Deyişindeki acılık Kenan'ı suçluyordu. İçinde Rasim'e
kabaran kızgınlıkla mırıldandı Kenan:
— Vay orospu çocuğu!
Günsel duymamış gibiydi. Öylece kaldılar bir süre. Sessizlik tedirginliğini daha
da artırıyordu Kenan'ın. Sövgüyle de kurtulamamıştı suçluluk duygusundan. Ne
ağır şey namusluluğunu tamtlamak zorunda olmak! Niye tanıtlayacak mışım? Yine de
kurtulanuyordu suçluluk içtepisinden. Ne söylesem oynuyorum sanısı yaratıyor!
Oysa... Bunalmıştı.
— Bu mu suçum? dedi başkaldıran bir sesle... Bundan mı çıkarıldı polisliğim?
Suskundu Günsel. Bezgin, çaresiz bir sesle:
— Birak şimdi bunları, dedi, sonra konuşuruz. Çok geç kaldım... Arayacağım
dedim. Gitmem gerekiyor şimdi...
Dönüp baktı ayrılmak için. Yüreği küt küt atıyordu Kenan'ın.
— Baba hasta diye mi gidiyorsun? dedi titrek bir sesle.
— Evet, dedi Günsel. Kızgınlıkla bakıyordu Kenan.
— Ben de hastayım, dedi...
Kesin bir umursamazlıkla hemen yanıtladı Günsel:
— Sana yararım dokunmaz benim. Akşam alacasında upuzak bakıştılar karşılıklı.
— Bu kadar mı yıldırdılar seni? dedi Kenan.
— Kimse yıldırmadı beni, dedi Günsel, aynı acılı saldırganlıkla.
Vurgular gibi ekledi sonra:
— ... Senden başka!..
Kendini yitirdi yitirecekti Kenan. İyi ki birileri geçiyordu köprüden. Susup
beklemişlerdi ikisi de. Ayak sesleri kesilince deminden beri dudaklarını ısırıp
duran Kenan:
— Çek git hadi, dedi sağlıksız boğuk bir sesle... Kötü şeyler yaptıracaksın sen
bana... Arama da artık beni!.. Dönme sakın, özür dilesen de bağışlamayacağım.
Beni böyle yıkıntı içinde yalnız bırakan biri, kesin yok demektir benim için.
Kesin...
Birbiri peşi sıra ağzından kızgın dökülen sözler hem doygun ediyordu, hem
mutsuz. Günsel dönüp gitmedi. Umutlarla dolmuştu Kenan. Nasıl dayanınm bırakıp
gitse. O da oynuyor benim gibi. Kadıncalık var biraz da!.. Sevmez mi beni?
Bölüştüğünden yakındı. Bir parçamla onun olmuşum, yalnızca bir parçamla. Öteki
de Nermin'de. Haksız mı? Değil öyle, çok uzaklara gitmiş bu kız benden. Sevgi
mevgi yok bu kararmış bakışta.
— Selami'yi tanıyor musun, dedi Günsel birden.
Şaşırır gibi oldu Kenan. Selami'yi mi? Nerden çıktı bu şimdi? Şu bizim Selami!..
Zaman kazanmak ister gibi:
— Hangi Selami? dedi... Şu bizim fakültedeki...
— Evet, dedi Günsel. Şu sizin fakültedeki...
— Tanırım, dedi. Yıllardır görmedim. Ne olmuş?
— Göremezdin, dedi Günsel. Beş yıl verdiler ona.. Sürgüne
gitti... Hastalık, askerlik... Nerden göreceksin?.. Seni görmek istemiyor ki
o... / •'
Ürperdi Kenan... Toparlanmaya çalıştı. Yarasına vuruyorlardı. Günsel gözlerini
acımasız dikmişti yine.
— Birikte düşmüşsünüz Müdüriyet'e, dedi. Durumunuz da aynıymış aşağı yukarı...
Sırtına ter basmışü Kenan'ın:
— Anlatmadım mı ben sana bunu?., dedi ezik bir sesle...
— Anlattığın kadar mıydı? dedi Günsel bastırarak. Başka şey yok muydu?
Yanıtlamıyordu Kenan. Sesim titreyecek bir de kekelersem... Başka yok muymuş.
Var, olmaz olur mu? İki tokat var, bir de... Ezip yıkan beni...
— Ne olacak başka, dedi mırıldanır gibi...
Sessiz bakıyordu Günsel. Biraz daha uzaklaşmıştı sanki.
— Peki, eczacı Fadıl Bey? Şaşkınlığı daha da artmıştı Kenan'ın.
— Konya'daki mi? dedi.
— Konya'daki...
— Onu nerden tanıyorsun sen? dedi.
— Üzüldün mü tanımama? dedi Günsel acı, alaylı acımasızlıkla. Anlamamıştı Kenan.
— Yooo, dedi. Hiç sözü geçmedi sanıyorum.
— Geçmedi, dedi Günsel. Nasıl geçsin!..
Yorgun kafası iyice durmuş gibiydi Kenan'ın. Fadıl Bey'in ne gereği var burda?
Yoksa Nermin'le mutluluğumuz Konya'da bu Fadıl Beyler'in...
— Ne olmuş Fadıl Bey'e? dedi bezgin.
Günsel gözlerini dikmiş, sağlıksız bir dikkatle bakıyordu. Durdu bir süre sonra:
— Günü gelince bir şeyler olur, dedi. Şimdi ne olur o namussuzlara?..
— ... O namussuzlara mı? dedi Kenan. Niye Fadıl Bey'e...
Susmuştu. Bakışıp duruyorlardı yine karşılıklı anlamsız. Günsel bir denemeyi
daha gerekli bulmuş gibi:
— MatmazePi niye çalıştırıyorsun yanında? dedi birden.
— MatmazePi mi? Niye çalıştırmayayım?
— Onun da mı bilmiyorsun, dedi, polisten olduğunu? İyice allak bullaktı Kenan.
Matmazel'in polis olduğunu...
Fadıl Bey namussuzlar... Onun da mı?
— Nerden çıkıyor bunlar? diye kekeledi şaşkın.
— Çıkıyor işte, dedi Günsel... Ne kadar saklansa çıkıyor!.. Yılgıyla açıldı
Kenan'ın gözleri, söndü yine. Konuşamıyor-
du. Yorgun, bezgin, darmadağınıktı. Toparlanıp algılamaya çalıştı. Yıkılmış bu
kız... Beni de yıkacak... Korktu. Ağzından çıkacak her söz biraz daha uzağa
itecekti Günsel'i. Demek o göt solucanı karı, Matmazel... Ulan Rasim... Ulan
orospu çocuğu!..
— Yetti mi bunlar?
Günsel'in Kenan'a sapladığı tiksinti dolu bakışlarındaki kıvılcım par par
yanıyordu akşam alacasında. Ekledi hemen:
— Karanlık bir yanın yoktu değil mi, dedi, benim için? Rastlantı bunlar değil
mi? Niye konuşmuyorsun? Dilin mi tutuldu bu kadar acıklı rasdantıdan?
Ürküye kapılmıştı Kenan. Dudakları titriyordu. Söylemek, bağırmak, başkaldırmak
geliyordu içinden ya, o da yetmeyecekti. Ne yapsa yetmeyecekti!
— Rasim... diyebildi kekeler gibi. Rasim bana MatmazePi... En güçlü doğrular
bile beceriksiz yalana dönüşüyordu ağzında...
— Rasim, ya dedi Günsel tiksinerek bakarken... Rasim... Ne olsa Rasim!.. Bir de
Nermin!..
Nermin'in sözünü edince onurundan bir şey yitirecekmiş gibi durdu... Yine de
tutamamıştı kendini:
— Sen nesin peki? dedi birden.
Kenan'a, acılı karanlığa çakar gibi baktı bir süre, sonra dön-
dü, çabuk çabuk yürüyüp geçti köprüyü, akşam alacasında ilerdeki sokağı dönüp
kayboldu.
Günsel'in karanlıkta çekip gittiği olgusundan öte hiçbir şeyi yaşamadan, uzun
süre öylece bakakaldı Kenan. Yitirdiği gücünü, direncini yeniden kazanma
çabasıyla kımıldayınca, Günsel'in biraz önce yağdırdığı acı yargılar, içinde
yüzdüğünün biraz daha tiksinerek bilincine vardığı bütün pislikler, çirkinlikler
721 sanki yeniden; hem artık bir umuda, tatlı bir düşe bile olasılık tanımadan,
üşüşüverdi çevresine. Rasim... Bir de Nermin... Sen nesin peki?.. Gerçekten
neyim ben?.. Yola inip de bir arabaya atlarken anladım her şeyi... Gördüm
işte!.. Polis Kenan Bey!.. Kanser olduğunu biliyor muydu Baba? Gizli gizli, için
içindi demek? Polislik de böyle... Şimdi çıkıp oturdu yanıma. Komiser Kenan Bey.
Belki de yükseltmişlerdir bunca yararlı görevlerden sonra. Fadıl Bey de
Konya'dayken Matmazel'in maaşına da zam yapılmalı!.. Gizli polis sözünün anlamı
bu! Nerden bilirsin kanser olduğunu biri çıkıp da yüzüne vurmazsa! Saklama, işte
sen bal gibi kansersin de başkomiser oldun üstün başarından Kenan Bey.
Bilinçaltı denen bir şey var hıyarağası. Bilinçaltında yaşıyordu, şimdi
açıklandı her şey. Ne kız şu Günsel. Soycak fişli... Hasan da... Bir de
Nermin... Başkomiser Kenan Bey'in kansı... Her şey gizli bu akşama batan
kentte... Geldik işte... inelim Kenan Bey! Birlikte gireceğiz bu eve.
Daha kapıda merak ettiğinden söz ederek karşıladı Nermin. İlk yumrukta kan
fişkırdı burnundan. Bilinir mi? Sonrası görev! Vurdukça bir ağırlık kalkıyordu
üstünden. Gömleği, kravatı, kollan kan içindeydi Kenan'ın. Nermin'in
giysileri... Gözleri yılgı içindeydi. Uzun kumral saçları darmadağınıktı, kana
bulanmıştı her yanı. Hınltılı bir şeyler söylemeye çalışıyor, elleriyle karşı
koyuyordu. Zeynep ağlayarak çıktı, bir tekmeyle çığlık çığlığa koridora
yuvarlandı. Canavarlaştın sen de şimdi ha! Kaltak, bileğimi ısıracak. İmreniyor
insan daha da kıyasıya vurmaya, karakolda başkomiser oldun mu al sana ağzına
sıçtığımın orospu-
su, bana ne olun bu karnındaki dölünün de, Zeynep'inin de eş-şoğlueşşekler...
Siktirin başımdan ulan!.. Neyimi merak edeceksiniz siz benim!?..
Karşı koymaya bırakmıştı Nermin, duvar dibine yumulu, karnına kapanmış öylece
kalmıştı. Tekmeleri, yumruklan, içine gömdüğü iniltilerle, hıçkırıklarla
karşılamaya çalışıyordu. Duvar 722 dibinden halıya bulaşan kanı görünce ayılmış
gibi duraladı Kenan. Yürüdü koridoru, deminden beri çığlık çığlığa ağlayan
Zeynep'i geçti, banyonun kapısına el atarken bırakıp odasına girdi. Aynaya filan
bakındı anlamsız. Yatağa uzanıp öylece kaldı. Nedensiz gibi görünen bir korkuyla
doğrulunca dışarda sesler kesilmişti. Mutfağa baktı, salona çıktı, ev bomboştu.
Nereye gitti bunlar? Dokuza yirmi filan vardı. Sokağa çıkma yasağı onda. Niye
yarını bekleyeyim bu evde yapayalnız? Ya evde yoksa, Ankara'daysa? Kan içindeydi
üstü başı; odaya girip giysilerini değiştirdi çabucak. Telefonu çevirdi, düşmedi
Rasimler'in telefonu. Yineleyecekti, bıraktı. İndi sokağa. Arabada giderken içi
yanıyordu bir tabancası olmadığına. Ne biçim polislik bu? Yumruklarım yeter o
orospu çocuğuna. Kafasına vuracak bir şey de geçer elime salonda. Kristal
tablalar var, vazolar var... Bu Mat-mazel'i anlat önce puşt! Sonra çocuklar
nasıl yakalandı orospu çocuğu? Anlatmana da gerek yok artık... Ya evde yoklarsa?
Kapının ziline basıp da içerde yankılar uyandıran tatlı melodi başlayınca
yüreğindeki çarpıntı bezginliğe dönüştü sanki. Yoklar. Bir kere daha bastı.
Derinlerden gelen kapı, ayak seslerini, yankılanan melodiden arıtmak
evecenliğiyle elini zilden çekti çabucak. Biri yaklaşıyordu kapıya. Hizmetçi kan
mı? Dürbünden bakıyor olmalı. Kapı aralanda birden, Refiş'in ıslak, dağınık
saçlı başı göründü aralıktan. Bornozla mıydı? Sonra ardına kadar açıldı kapı.
Rasim Ankara'daysa dönüp gitmek mi gerek hiç girmeden. Niye? Bu karı variste!
Sevinmiş görünüyordu Refiş. Gel diye almıştı içeri.
— Ne o? dedi Refiş, bir tuhafsın.
Senin bakışın hiç tuhaf değil, orospu. Bir de Nermin'i sorar. Yıkanıp yatacakmış
da. Olur yatarız... Niye yapmayacakmışım? Yap!.. Bir bu kalmıştı. Öyle ki
Rasim'i bulamadığına... Bir gülücük, bir dokunuş yetti. Ortaya konan her şeyi
dünden bekliyordu Refiş. Islak bornoz altındaki ılık, yumuşak memelerine el
attı. Salondaki divana yıkıldılar. Dişlemek, paralamak geliyordu içinden.
Sakınmadı da. Damgalamadan olur mu bu orospuyu? Refiş sağlıksız hıçkırıklarla
hemen kendinden geçmişti. İlk kez şaşalıyordu Kenan. Ne biçim kadın bu?
Parçalasan umursamıyor. Göğsünde, koltuğuna doğru eski çürükler, moraltılar
vardı. Ohh canım... Hadi, hadi... Dural ayınca bir ara tam bir ustalıkla, yırtar
gibi soydu Kenan'ı. Derisi ıslak, nemli, çırılçıplak dişinin saldırısıyla
yenildim mi ne? İstekli değil miyim yoksa? Asıl istediğim öç almak da ondan
bu... Başarısızdı... Usta dişinin en azgın oyunu da yetmiyordu güçlü olmasına...
Utançla kanşık bir yılgınlık çökmüştü üstüne. Ne denli bitik olduğunun o anda
bilincine varmış gibiydi. Kuduz bir tutkuyla çırpınarak bekleyen kadının
doyumsuz hırıltısı, dişlerini Kenan'ın kollarına, yastıklara, kendi bileklerine
geçirmesi, isteğini acımaya, tiksintiye dönüştürdü birden. Buz gibiydi artık.
Akvaryumdaki kırmızı balıklara takıldı. Bir tanesi gelip gelip bakmıştı hani.
Yine bakıyor muydu? Hadi diyordu Refiş, kendinden geçmiş... Kenan'ın elini
yakaladı yine, ısıracak mıydı? Çekip kurtardı, kalktı divandan, pantolonunu
çekiyordu ki Refiş sarıldı bacaklarına. İrkilerek çekildi Kenan.
— Bırak, dedi tiksinerek.
Doyumsuz kadının istekle çarpılmış kırmızı edi dudakları, beyaz dişlerini,
dilini yardıma çağınr gibi, kımıltılarla göstere sakla-ya, soluk soluğa
fısıltılarla anlaşılmaz bir şeyler sayıklıyordu. Ne biçim erkeksin mi diyor...
Ağzına sıçtığımın dişi köpeğine... Utanç duyacağım bir de... Kapıya döndü,
çıkacaktı ki öç olmadan çekilmenin yenildiği ile padar gibi yandaki akvaryuma
yüklendi birden, salonun ortasına iteledi. Divanda şaşkın, tutkulu
bakan çıplak Refiş'in yanı başına yıkılıp şıngırtıyla parçalanmıştı koca
akvaryum. Sular, cam kırıkları, deniz bitkileri birden ortalığa yayılmış,
kırmızı balıklar halılar üstünde sıçramaya başlamıştı. Fırlayıp bir çığlık attı
Refiş. Gözleri fırlayacak gibiydi evinden. Bütün yapıda yankılanan bir çarpışla
çekti kapıyı Kenan, merdivenlerden koşarak indi, kendini sokağa attı. Hay Allah,
iyi yap-724 madım mı? Zavallı balıklar. Bir suçu mu vardı Zeynep'in?.. Yasak
saati yaklaştıkça damarları boşalan bir umutsuz kentin yalnızlığında yürüyüp
arabalara bakındı bir süre. Eve geldiğinde onu geçiyordu. Karanlık, yaslı bir
kenti sırtında taşıyıp getirmiş gibiydi evin sessizliğine. Işıkları yakmadan
girip salondaki koltuğa bıraktı kendini. Gözlerini kapayıp bir süre kaldı. Bugün
de mi yirmi dört saat? Neler oldu oysa. Tek bir günün sırası gelsin diye yaşam
boyu bekliyoruz. Durulmaya başlamıştı. İçine ilk çöken Zeynep'in acısı oldu.
Fırlayıp kalktı, yaktı ışıklan. Gözü Ner-min'in yıkılıp kaldığı duvar dibindeki
kana gitti. Yaklaştı. Eğilip baktı. Koridora, Zeynep'in yuvarlandığı mutfak
kapısına doğru baktı, içinde dayanılmaz bir sızı duydu birden. Ben yanından
geçerken nasıl korkuyla açmıştı gözlerini... Şimdi mi görüyorsun? Şimdi
görüyorum. Vay yavrum!.. Nermin'in kanlı saçları, yüzü gelip çakıldı kafasına,
içindeki sızı arttıkça artıyordu. Nereye gitti onlar bu gece yansında? Annesine
mi? Başka nereleri var ki? Tekmelerden bebeğini korumak için yumuldu karnına; ya
vur-saydın! Kızgın bir eriyik ağır ağır kaplıyordu içini. Bir sigara yakıp yine
oturdu koltuğa. Günsel... Yok artık Günsel. O bitti. Bağışlamayacağım. O seni
bağışladı da! Aptallığına doymasın. Po-lismişim!.. Bahane arar beni karanlıkta
bırakıp gitmeye. Bu son. Daha ilk gördüğüm gün anlamıştım; ukala, kendini
beğenmiş!.. Hah, alış bunlara! Altıma yatmış orospu da dersin ilerde! Der
miyim?.. Nerden almış bir sürü bilgiyi benim üstüme. Onlar asıl polis!.. Niye
olmasın?.. Demek Matmazel... Ulan ağzına sıçtığımın puşt Rasim'i... Belki o da
yalandır ya. Her yanı polis olsa ne olur o kannın... Fadıl Bey? Ufff, hepsinin
canı cehenneme... On
biri geçiyor, banyomu yapıp yatayım. Bitsin artık bu iş. Vah Ner-mincik...
Aptal, zavallı kanm benim... Gözü duvar dibindeki kana takıldı yine. Orospu
Refiş nasıl ayırdı bacaklannı, kırmızı balıklar. Kalktı, gidip telefonu açtı.
Çabucak çevirdi numaralan. Bir süre sonra ince, yaşlı kadın sesi "Aloo" deyince
duraksadı.
— Aloo, ben Kenan, dedi yavaşça... Rahatsız ettim... Ner-min sizde mi?
Bir sessizlik oldu... Yüreği küt küt vurmaya başlamıştı. Niye yanıtlamıyor bu
kadın? Yoksa Nermin...
— Bir dakika, dedi Melahat Hanım, ince titrek bir sesle.
Bir süre bekledi Kenan. Kapı, ayak sesleri, gidip gelişler derinden yankılar
veriyordu telefonda. Sonra Nermin'in belli belirsiz sesi duyuldu telefonda:
— Efendim...
— Beni bağışla, dedi Kenan, aynı yorgunlukta bir sesle... Duraladı. Bir şeyler
daha demek için uygun sözcükler anyor-
du ki Nermin umulmaz bir canlılıkla başladı hemen:
— Bağışlayacak bir şey kalmadı, dedi. Bitti bu iş... Şaşkın, bir şeyler
diyecekti ki Kenan.
— Yarın başvuracağım mahkemeye, dedi Nermin... Oldu istediğin... Kurtulacaksın
bizden...
Boğazına takılan bir hıçkırığı duyurmamak için mi susmuştu?.. Hiç etMememişti
Kenan'ı... Kurtulacak mıyım? Aynlıyor işte kadın. Pencerelerin ötesindeki sokak
kapkaranlıktı.
— İstemiyorum ayrılmak, dedi Kenan... Bağışla beni... Durdu... Bir sessizlik
oldu yeniden... Olan bitenlerin anlamını çözmek ister gibi karanlık camlara
bakıyordu sürekli.
— Sabah erkenden gel, dedi. Gidelim buralardan bir süre... Zeynep'i alalım...
Yeniden düşünelim her şeyi... Biliyorum çok üzdüm seni... Bağışla!..
Telefonda çınlayıp kaybolan bir hıçkınkla duraladı. Nermin ağlıyordu belli ki...
Bir şey diyemeden bekledi. Biraz sonra Nermin'in hıçkınkla katılmış sesi geldi:
— Ne olursun benimle oynama Kenan... Bittim ben... Ne olursun...
Sonunu getirememişti... Ne diyeceğini bilemeden kalmıştı Kenan da. Gözlerini
yakan iki damla yaş iniverdi yanaklarına. Küçük-burjuva duyarlılığım... mış...
Camlar kapkara...
— Sabah gel, dedi yavaşça. İnan bana... Artık hiç eskisi gibi 726 olmayacak...
Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu Nermin. Yanıtlamasını beklemeden telefonu kapattı.
Günsel sorununu çözümlemeliyim bir de! Kaldı mı o sorun? Kendisi çözümledi,
çekip gitti karanlıkta. Sen nesin peki? Ben mi? Hiçbir gün onun bildiği gibi
değilim ben. Olamam da. İşte onu anlatacağım ona. Anlamıştır ya, iyice girsin
kafasına... Çıraydım, tutuşturdun beni, ağulu bir solukta üfleyip söndürün şimdi
de; kara kara tütüyorum. Yatak odasına gidip geçti masaya. Neler yazacağını
kesin biliyordu, yine de birkaç kez yırtıp yeniden yazdı. Günselciğim, diyordu,
ne polisim ben, ne de senin düşlediğin gibiyim. Kendi düşlediğim gibi bile
değilim. Senin düşlediğin gibi olamadıktan sonra. Karanlıkta son kez bırakıp
gidince sen, birden anladım her şeyi. Sokakta rastlarsan bir daha öyle bakma
bana. Bitti bu iş... Ne olursun benimle oynama! Bittim ben... Ne olursun... Vay
canına bu sözleri Nermin söylemişti demin. Ne doğru söylemiş; kalsın böyle...
Tarih atmamıştı mektubun üstüne, durdu. Yanm mı at-sam? Daha yarın olmadı ki...
Saate baktı, on ikiye iki vardı. Kalem elinde, yelkovanın dönüşünü izlemeye
başladı. Tam on ikiyi geçince, mektubun üstüne tarihi koydu: 26 Mayıs 1960.
İmzalayıp zarfı kapattı. Üstüne Günsel'in adını yazdı. Yarın Burak'a bırakır.
İzmir'e gideriz GünsePle... Nermin'le... Hiç görmedim İzmir'i, öyle istiyorum ki
görmek. Uğrar ya da telefon ederse verir Burak. Biz dönünceye kadar aramazsa
dönünce ben yırtarım. En iyisi de o belki. Kalkıp banyoya geçti. Banyo küveti
ovulmuş, temizlenmiş, pırıl pınldı. Geceleri suya girdiği için Nermin
hazırlıyordu gündüzden. Şofbeni yaktı, musluğu açtı,
ılık suların akışına baktı bir süre. Dönüp odaya geçti, yatağa uzandı sırtüstü.
Tavana bakakaldı. Boşalmıştı iyice, içerden, banyoya dolan suyun şarıltısı
geliyordu.
727
XXXII
Evi kapattıktan sonra ilk gece Babalar'da kaldı Günsel. Aklı Teşvikiye'deki
çocuklardaydı. Ağırdan alıyordu Handan. Gün-sel'in söyledikleriyle önce o da
irkilir gibi olmuş, sonra başlamıştı Kenan'dan yana karşı çıkmaya. İnandırıcı
değilmiş bunlar!.. Kötü rastlantı da olabilirmiş, iftira da!.. Hiç böyle adama
ben-zemiyormuş Kenan!.. Yüzde yüz kesinlik olmadan ne denebilir-miş? Her konuda
septik olurmuş doktorlar! Üsteleyince de, "Aklım ermez sizin işlerinize," deyip
çıkıyordu. Çocukları Teşvikiye'de bırakmanın yanlış olduğunu sonunda Hatice
Hanım da söyleyince bir yoluna bakmak için gitti. Kenan'ın bir yakınının evi
demişlerdi Hatice Hanım'a yalnızca. Gezideymişler de, Kenan önermiş orasını.
Baba'yla pek konuşmuyorlardı, iyice hastaydı o. Sapsan yüzü, yorgun bitkin
bakışlarıyla yine bir şeyler okuyup yazıyor, elli yıldır aramalarda kuduz
saldırılarla yağmalanmış bir köşelerdeki eski yazılarını, kitaplarını derleyip
top-
lamaya; eklemeler, çıkarmalarla biçim vermeye çalışıyordu. Yeni bir polis
baskınına karşı da kulakları, gözleri kapıda, yine bir şeyleri bir yere
saklamanın yollarını arıyordu kaygıyla... Baba'nın yanı başından ayrılmayan
kedisi Şaziment'in yüzüne de bir acılık çökmüştü sanki... Kanser olduğunu o gün
Günsel'e fısıldamıştı Handan. Kimse bilmiyordu daha. Tam bir duyarlılıkla:
— Böyle olacağına kanser olsaydım ben de, dedi Günsel.
— Sus kız, dedi Handan, gözleri yılgıyla açılarak. Bok!.. Manyak mısın nesin?..
Allah korusun!..
Oysa öyle içtenlikle söylemişti ki Günsel. Nerden bilecek benim acımı bu kız?
Çözümsüz, umarsız kıvranıp durdu sabaha kadar. Aslında herkes herkesten
kuşkuluydu.
Karardıkça kararmıştı ülke. Birbirini çok yakın tanıyan, acı sınavlardan
birlikte geçmiş kişiler bile güvensizlikle tedirgindiler. GünsePi uyanya
gereksinim duymaları ağbisindendi. Başına buyruk gitmeye kalkıştığı anda
kuşkuların cüzamlı yalnızlığına acımasız itileceği kesindi. O bile umurunda
değildi Günsel'in. Birazcık olsun annsam kuşkudan, başkaldırmayacağım ne var,
kim var şu yeryüzünde O'nun için? Bir tutam ağulu tohum öylesine savrulup
saçılmıştı ki içine, her saniye filizlenip dal budak salıyor, giderek saplantıya
dönüşüyordu nerdeyse. Kenan'la aralarında geçen eski konuşmaları, olayları,
durumları, ilk günden bugüne, uzaktan yakından onunla ilgili her şeyi gözden
geçiriyor, anımsadığı ne varsa kuşkuların merceğinden abartılıp çarpıtılarak
değil de gerçek boyutlarıyla günyüzüne çıkmış gibi, apaçık, yeni yeni kavrıyordu
sanki. Onur kırıklığının acılı ürünü sınırsız kızgınlık, onulmaz bir düşmanlık
yarasmı sabaha kadar kanatıp durdu için için. Alık, aptal, gülünç buluyordu
kendini. Nermin'den kurtulamadığı masalına nasıl kandım? Dayalı döşeli evi
Rasim'in bize bıraktığı masalına nasıl kandım? Tutup tutup bırakmaları beni
Müdüriyette!.. Nasıl kandım bütün bunların rasdantı olduğuna. Yok canım,
rasdantı olur mu? Kuramsal biçimde açıkladım ya; herifler yıkılmışlar, onun için
bırakıyorlar-
mış bizi!.. Kendini bir bok sanan hayvan orospu!.. Nasıl bakıyordu o semiz herif
Vilayet'te!.. Bir gün ne demişti, Taksim'e yürüyorduk hani, uykulu bakıyormuşum!
Hep uykulu baktım sersem ben!.. Alay edermiş demek! Hele son günlerde nasıl sin-
siceydi!.. Ne sinsicesi be eşşek karı? Açık açık söylüyordu herif. Biz
karışmamalıymışız, Halk Partisi'nin oyunlarıymış bunlar!.. 73Q Ne diyecekti
daha? Menderes'in dediği de bu değil mir Gözü kararmış orospu!.. Namık Gedik ne
dedi Vilayet'te?.. Karışmayın... Polisin sözü bu açık açık!.. Bir duraksamayla
irkildiği oluyordu bazı. Bu kadar oyunu nasıl oynar bu adam? Öyle içtenlikle,
öyle sıcak, öyle insancıl... Çok sürmüyor, yanılsama saydığı bu bir anlık
mutluluktan korkuyla, kaygıyla daha sancılı ayılıyor-du sanki. Sabah erkenden
Handan gelip de çocukların dün akşam yakalandığını söyleyince iyice bitti.
Şaşkın, sararmış yüzü ile olayın ayrıntılarını anlatan Handan'ı dinlemiyor, boş
boş bakıyordu yalnız. Yakalandı çocuklar. Dinleyecek ne kaldı? Doktor Aliler'e
gitmiş dün burdan çıkınca Handan. Sermet'i de çağırıp konuşmuşlar. Sermeder
Vaniköy'e gitmişler, yazlığa. Ev hoşmuş. Bize getirin demiş. Akşamüstü ayrı ayrı
çıkmışlar apartmandan. Handan'la. Tam ilerde Teşvikiye Camisi'nin yanındaki
sokağın başında beş sivil...
Şaşkına döndüm, diyordu Handan. Nerden çıktı deyyuslar? Yolun öte yanındayım
ben. Çocuklar öyle istemişti. Peşim sıra geleceklerdi. Donup kaldım.
Tabancalıydı herifler. Birini tanıyorum sanki. Fakültede mi gördüm?..
Baba kalkmamıştı daha. Hatice Hanım yılların acı deneylerinden özümlenmiş bir
yalınlıkla:
— O kadar çok kişi biliyormuş ki olayı, dedi, bir tek o adamı düşünmeniz de
yanlış!..
Kenan'ı aklamıyor, kuşkuyu geniş tutmak için uyarıyordu yalnızca. Bu ağır
suçlamadan kendi payına da bir şeyler düştüğünü aklına bile getirmeden Kenan'ı
savunma sevinciyle başını salladı Handan.
— Evet, dedi, Sermet de biliyordu.
Sofada dalgın kalmışlardı ki kapıdan gelen seslerle duraladı-lar. Hatice Hanım
pencereye yaklaşırken Günsel ürküyle çekildi. Handan da aynı şeyi düşünmüş
olmalıydı, evecenlikle Gün-sel'e bakıp pencereye yaklaştı o da. Kenan değildi!
— Polis bu, dedi Hatice Hanım. Siz geçin odaya.
Kapıyı açıp karşıladı merdivenleri çıkan esmer, gençten ada- 731 mı. Aralık
kapıdan Günsel'le Handan dinliyorlardı.
— Reşit Ataşlı'yı göreceğim, diyordu adam.
— Yatıyor, dedi Hatice Hanım. Ağır hasta... Duraladı adam.
— Siz karışısınız değil mi? dedi. Şuraya bir imza atın; perşembe günü
Müdüriyet'e gelsin, Birinci Şube'ye..
— Neymiş? dedi Hatice Hanım...
— Bilmiyorum, dedi adam...
Hatice Hanım'ın imzaladığı kâğıdı alıp gitti. Sese Baba da kalkmıştı, çıkıp
yorgun gözlerini kırpıştırarak baktı.
— Ne o? dedi.
— Perşembe günü Birinci Şube'de bekliyorlarmış, dedi. Hatice Hanım.
Baba dalgın baktı, sonra yeni algılamış gibi başını salladı.
— Olur, dedi. Gideriz. Yorgun, ağır, odasına girdi:
— Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi, dedi Hatice Hanım.
Bir süre acı gülümseyerek bakıp kalmıştı Baha'nın ardından. Her şey suçluluk
duygusuna dönüşmeye başlamıştı Günsel'de; olan bitenden, olacak bitecek her
şeyden o sorumluydu sanki. Polisi içimize kadar sokup... Eskileri toplayıp bir
alanda, adamlarına öldürtüp... Böyle mi başlardı uygulama? Daha anlatmamıştı
kimseye.
— Önemli bir şey var, dedi, bu olayla da ilgili.
Uyanır gibi baktı Hatice Hanım. Günsel, Baba'nın da dinlemesini istiyordu. İçeri
geçtiler, Kenan'ın söylediklerini olduğu gibi anlattı Günsel. Bir sessizlik
çöktü odaya. Ağır ağır konuşmaya başladı Baba. Birçok olasılığı sıraladı.
Asılsızdı; kaşıdı yaymış da olabilirdi; ürkü yaratmak, kaçırmak, dağıtıp
parçalamak için.
— Buna gerek var mı? dedi, kendini yanıtlar gibi. Zaten da-732 ğınık, parça
parçayız... Bilmiyorlar mı?
Duralayıp aldı yine:
— Gerçek dersek, önemli bir haber sızmış oluyor. Sızdıran Rasim mi diyordunuz,
kişisel bir iyilik duygusuyla yapıyor diyelim. Kenan'ın bize iletmesi bunu aşar.
Polis olan adam niye yapsın bunu?
Yüreği duracak gibiydi Günsel'in. Tutamayıp Baba'nın boynuna sarılıp
boşalacaktı. İçten içe bir sevinçle başını sallıyordu Handan da. Çekinceyi
sezmiş gibi uyarıya geçti Baba.
— Aydınlar çok akıllı bulur kendini, dedi. Ustaca yönetmeye kalkar iki yanı
da!.. Küçük-burjuvazinin iki kişilikli olduğunu unutmamak gerek... Uzak dur
sen!.. Soruşturun bir süre...
— Kim bilir daha kimler var aramızda!..
— Müdüriyet'e gidecek misiniz? dedi Handan.
— Bilmem, dedi Baba. Düşüneceğiz...
Hatice Hanım daha üzgündü. Bir şey demeden dalgın bakıyordu. Handan'la çıktı
Günsel. Yıkılmakla bitmiyor. Kurtarabileceğini kurtarmakla yükümlüsün; ölüm bile
kaçaklık. Ne belalar getirecek yeni durum? Handan ne yapacak çocuklar konuşursa?
— Sen beni düşünme, dedi Handan, toz ol!.. Anladım... At onu kafandan...
Düşüneceğiz... Bebeği de... Gün alırım bizim doktor hanımdan... İlacın var...
Şevketier'e akşam karanlığında gitti Günsel. Ürkek bakışlarla Fatma Abla araladı
kapıyı. Tanımamıştı önce, sonra içeri alıp boynuna sarıldı Günsel'in; ağladı,
şapur şupur öptü yanaklarından. O gün polis gelip Şevket Ağbi'yi de çağırmış
perşembe gü-
nü Birinci Şube'ye. Tedirgindiler. Günsel, Baba'yla konuştuklarını onlara da
açınca tedirginlikleri de, şaşkınlıkları da arttı. Gerçekten bir kıyım
düşünüyorlarsa, polis olan biri bize neden duyurur bunu? Bulanık, kaygılı,
çözümsüz kaldı onlar da. Günsel, Şevket'in kendine kızmış, kırılmış olmasından
korkmuştu. Yoktu öyle bir şey. O acımasız görünüşü altında nasıl duygulu bir
yürek taşıdığını, Günsel'i yıkan bir haberi iletmek zorunda kalmanın
ağırlığından kurtulmak için, belki Fatma Abla'nın da etkisiyle olayı nasıl
irdeleme çabasından olduğunu görünce, yalnızlığa düşmenin çöküntüsünden kurtulur
gibi oldu. Adam belki de ölüme gidecek üç-beş gün sonra, benim mutluluğumun
kaygısında. Ben... Allah belamı versim benim... Kenan için duyup öğrendiklerini
yöneltti Şevket'e. Yüreği paramparça olsa da umursamıyormuş gibi dinliyordu
artık. Şevket yeniden sorup soruşturmuş, hep aynıymış sonuç... Evde
söyledikleriydi. Günsel'in gönlünü almak ister gibi ekledi yine:
— Bana da sorsan hiç aklımdan geçirmezdim, dedi. Bir kez gördüm Babalar'da, öyle
iyi birine benziyordu ki... Fatma'ya da dedim...
Günsel yine duygululuğa kapılacaktı, tuttu kendini. Evi kapatması iyiydi de,
ağbisine gitmesini doğru bulmadılar. Onlarda da kalmamalıydı. Sevillerde
kalsındı, doğrusu oydu.
On günden çok Sevillerde kaldı Günsel. Basma perdeli pencere içlerinde,
avlusunda dizi dizi karanfilli, fesleğenli konserve kutuları, kireç badanalı
duvarları, avlu kıyısında sürekli koku saçan kuyulu apteshanesi ile
Taşlıtarla'nın Halic'e, Kâğıthane'ye bakan sırtlarındaki briket gecekondu
kalabalığına karışmış iki odalı (bir buçuk da denebilir) bir yerdi oturdukları.
Kendi yattıkları büyük karyolalı odayı ona bırakmak için yalvardı Sevil. Günsel
kesin karşı koydu. Pencere dibinde, bir tahta sette yatıyordu küçük odada.
Perşembeyi kıvranarak beklemişti Günsel. Elli kişiymiş Müdüriyet'e çağrılan.
Şevket Ağbi gidecekti. Baba da gidecekmiş.
Gitmemek, saldırıya kışkırtmak olabilir diyorlardı herifleri. Kim bilir, belki
de onun için çıkardılar o sözü. Kaçmaya kalksınlar da... Kuzu kuzu ölüme
gidiyorlarsa ya. Bağırmak haykırmak geliyordu içinden GünsePin. Gitmeyin
öldürecekler sizi. Yalan söylemedi Kenan. Bu kadar mı namussuz bu adam?..
Söyleyen Rasim, Kenan değildi ki... Peki, Kenan...
Bütün gerginlik umulmadık biçimde şaşkınlığa dönüşmüştü perşembe günü. Güler
yüzle karşılamışlar Müdüriyet'te. Sıkıyönetimce İstanbul'da bulunmalarının
istenmediğini, İstanbul dışına nereye gitmeyi yeğleyeceklerini sormuşlar, gitmek
istedikleri yerleri saptayıp bırakmışlar. Evinizde bekleyin, günü gelince
çağıracağız demişler. Buruş kırıştı GünsePin içi. Artık konuşmuyordu da... Elli
lira almıştı teyzesinden ayrılırken. Bütün parası oydu. İşi kalmıştı öylece;
uğramamıştı Fakülte'ye, maaş da almamıştı. Hem harcamak istiyor, hem harcamaktan
korkuyordu. Ne olacağım belli değil. Gerçi onur konuğuydu evin. Para sözünü
ettirmiyordu Sevil.
— Delirmiş misin be ablacığım?.. Sen otur, ben kıyamete ka-aa bakayım sana!
Bu yüzden de tedirgindi Günsel. Yüktü, asalaktı ne olsa bu iyi yürekli işçilere.
Gerçi pek bir şey yediği de yoktu. Küçük odada gazete, kitap okuyordu geceleri
yatak diye kullandığı sedirde uzanıp. Casus Amerikan uçağı olayı ortalığı
birbirine katmıştı yine. Sovyetler ateş püskürüyordu Eisenhower yönetimine,
Türkiye'ye...
— Kılçık attı namussuzlar, dedi Faik bir akşam... Tam Menderes yukarıya
yanaşıyordu, Amerikan bozdu işi...
Böyle mi yorumlamalıydı? Kentte de öğrenci yürüyüşleri, gösteri çabaları
oluyormuş yine, sıkıyönetime karşın. Kışlalara yığmışlar bir sürü genci,
Müdüriyet de doluymuş. Haberler İsmail'dendi. Sevil getiriyordu kırık dökük.
Teşvikeye'de yakalananlardaydı aklı GünsePin. Nerden bilecek İsmail? Yalnız
bildiği bir şey daha çıkmıştı İsmail'in! Saraçhanebaşı'ndaki gösteri
günü Kenan'ın yanı başındaymış Günsel'i götürürlerken. Dimdik bakıp durmuş
uzaktan Kenan. Askerler saldırınca da kaçmamış; öğrencileri canavar gibi
kovalayanlar dokunmamışlar ona. Subay yaklaşınca bir bakışmışlar, İsmailler'in
duymadığı gizli bir konuşma mı geçmiş aralarında ne, Kenan'ı bırakıp geçmiş
askerler!.. Sonra da kaybolmuş Kenan!.. Bunu da Sevil anlatmıştı Günsel'e.
— Zati, te o zaman, demiş İsmail!..
Ne demişse?.. Öyküyü bilmeyen mi kalmıştı?.. Herkes bir şey ekleyecekti
gönlünce! Şevkeder'e Kenan'ı suçlayanlarla tek tek, yüz yüze konuşmak için
gelmişti Günsel. Kim yanaşırdı bu koşullarda? Sedirin yanındaki küçük pencereden
Halic'e bakıyor, Kâğıthane'de, Silahtar'da, Eyüp'te, Defterdar'da alçala yüksele
sıralanan fabrika bacalarına dalıp gidiyordu. Bir gün gelecek... Ama ne zaman?
Kenan'la ilk tanıştıkları gecenin konuşmalarını anımsar gibi oldu irkilerek.
Atmaya çalıştı kafasından. Her sabah alacasında, Halic'e, fabrikalara inen akın
akın işçi yığınlarınday-dı gözleri. Ne çok, ne büyük işleri var. Karanlıkta
uyanıp kenti uyandırmakla görevli bunlar! Güçleniyordu baktıkça ya, içindeki acı
da güçleniyordu. Baha'nın karaciğer kanserinden kalkamayacak biçimde yatağa
düştüğünü haber verdiler bir akşam. Hatice Hanım da hastaymış.
— Yarın gideceğim, dedi Günsel. Teyzemler de eve dönmeli artık...
Yaşamın, olayların dışına itilmişti suçlulukla. Neden kaçıyorum hem?.. Bitti
artık!.. Herkes yoluna. Taşlıtarla'daki Demokrat Parti militanlarının
silahlandırıldığı, kıyıma geçileceği yayılmaya başlamıştı iyiden iyiye.
Gerçekmiş bu kez, İsmail de görüp izlemiş çevresinde!.. Onu da kanıksamıştı
Günsel. Doğruyla yalanı yaşayınca bile ayıramadıktan sonra!.. Kenan'la da
rastlantıya hazırım artık. Yakalanan çocuklara hiç üstelememişler nerde
saklandıklarını; kilisede, mezarlıkta gibi sözlere inanır görünmüşler hemen.
Şevket'e, Baba'daki doktor hanım (Handan)
söylemiş. Oğlanlar, Harbiye'deymiş şimdi. Dövmüşler yalnız... Dönmeli eve.
Handan ne yaptı bakalım şu piçin kazınması işini. Kurtulayım artık. Güçlü
dönüyordu. Dinlenmişti ne olsa. Ba-ba'yı yatakta görünce inanamadı gözlerine;
nasıl yıkımdı bu on günde. Müdüriyet'te, Birinci Şube'nin merdivenlerinden
inerken düşmüş. Polis cipiyle getirmişler. Gün günden bitmiş. Han-735 dan'la
Doktor Ali bakıyorlardı. Günsel bütün kaygılarını atıp yardıma başlamıştı Hatice
Hanım'a. Kenan uğramış, yok gitti onlar, dedirtmişler. Aşağıdaki Mediha Hanım
uyarılmıştı önceden. Handan da artık eskisi gibi savunmuyordu Kenan'ı. Üzgün
susuyordu. Sermet geldi bir gün Baba'yı görmeye. Günsel'i belki de! Doktor
Ali'den öğrenmiş Günsel'in geldiğini. Sofada aya-küstüydüler. Bir doçenti
getirmişti Doktor Ali, Baba'nın odasındaydı onlar.
— Çok önceleri duymuştum bazı şeyler ben de, dedi Sermet. Söyleyemedim bir
türlü... Yanlış anlayacağından korktum.
— Neymiş duyduğun? dedi Günsel.
— Engin söylemişti, dedi... Kenan'da çalışan yaşlı bir kadın varmış, sağ
koluymuş! Çok iyi tanıyormuş Engin kadını bir yerden; polismiş... Engin'i
bilirsin bizim, gazeteci... Karıyı orda gördüm, bir daha uğramadım dedi...
— Başka?..
— Karısının bir ağbisini tanıyorlar Ankara'dan... Pek pişmiş herif...
Başkaldıracaktı Günsel. Ona ne karısının ağbisinden. Hepsini biliyorum ben.
Biliyor musun? Senin bildiğin Kenan'ın anlattıkları. Silkinir gibi baktı
Sermet'e.
— Bıktım, dedi. Kapansın artık bu konu.
Dedi ya, Matmazel'in polisliği de acılıkla yeniden çöktü içine.
Teyzesini, Turgut'u çağırdı birkaç gün sonra. Evi açtılar. Gerekli uyarılarda
bulundu. Akşamları eve dönecekti artık Baba-lar'da kalmayacaktı. Handan yirmi
bir günlük rapor uydurmuş
Günsel'e, izinli sayılıyormuş; maaşını da göndermişler Han-dan'la. Ayın yirmi
altısında -perşembeye geliyordu- kürtaj için gün almış. Raporu da uzatacakmış
doktor hanım. Toplatılma, kıyım, evlere baskın söylentileri arasında Baba da
ağırlaşmıştı iyice. Hatice Hanım'la yeğeni sırayla sabahlıyorlardı başında.
Gündüzleri bakıyordu Günsel. Başka yardımcıları da oluyordu. Kenan'ın geldiği
akşam ayrılmak üzereydi Günsel de. Sofada perde arkasından bakıp kalmıştı
Kenan'a. İşte o!.. Yüreğinin böylesine küt küt atmasına kızıyordu. İkircikliydi
yüreği, ona kızıyordu. Ya suçu yoksa bu adamın? Ne duruyorsun, koş boynuna atıl,
gir koynuna!.. Onun için mi diyorum be!.. Ya suçsuzsa?.. Bu kadar rastlantı
gelip bunu buldu!.. Bunu değil budala, seni buldu. Benimle ilgisi kalmadı bu
işin! Yok canım! Evet öyle... Avluda bitkin, omuzları çökmüş duran Kenan'ın, eve
alınmayınca, yazgısına boyun eğerek hiçbir şey demeden, sessiz dönüp çıkması,
beklemediği kadar sarsmıştı pencere ardında dalgın bakan Günsel'i. Kaçmak, onun
yaptığını söylediklerimizden... -Söylediklerimizden mi? Başladın mı savunmaya
görür görmez, biz uyduruyoruz çünkü... Değil be...- Daha alçakça yaptığımız
bizim. Niye çıkamayacakmışım ben bu adamın karşısına? Çık da görelim!..
Suçsuzluğunu da tanıtlasın sana! Yine de çok güç tuttu Kenan'ın karşısında
kendini. Doldu doldu boşaldı içinden. Taş mıyım ben?.. Bereket akşam örtüyordu
her şeyi. Kolundan tutmak isteyince Kenan, bütün gövdesini sarsan bir ürpertiyle
çarpılmışsa döndü bir anda. Daha da arttı korkusu. Yener beni bu adam! Güç
yener! Ya yenerse demek istedim! Savunma, suçsuzluğunu tanıtlama çabasıyla
Kenan'ın yaptığı bir-iki çıkışla tutukluluk bağlarını kopardı koparacaktı
Günsel'in; bundandı korkusu. Saldırıya geçişi de bundandı. Karanlık köprüde
parçalayıp bırakmıştı Kenan'ı. Üste çıkmanın, gücünü tanıtlamanın ilkel tadıyla
yenik düşme, kıpır kıpır kuşkulara yeniden batma ürküşünün çelişkili
karmaşasından boğulur gibi yürüdü sokaklarda. Yine mi inanıyorsun bu adamın...
İnanıyorum
dedim mi? Neye inandığını biliyor musun sen? Eve gelip de gündüz polislerin
baskın yaptığını, her yanı didik didik edip evde aranmadık yer komadıklarım;
onların hemen ardı sıra Kenan'ın geldiğini, ağlamaklı teyzesinden öğrenince,
neyi neye yoracağını bilmeden çöküp kaldı kapıdaki tahta sandalyeye. Ne
rastlantısı? Her yanı kaplamış bunca pisliğin rastiantısı mı olur? İyiler
rastlantıdır ancak. Günsel'i sormamışlar, evi aramışlar yalnızca. Odasına geçd.
Raftaki kitaplar yerlerdeydi daha. Ağbisi-nin eski mektuplarını almışlardı.
Hiçbir şeye el sürmeden uzandı karyolaya. Yatacağını söyledi teyzesine,
yemeyecekti, yorgundu çok, uyuyacakü. Işığı da yakmadan kaldı öylece. Yalın açık
düşünme yeteneği gitmişti elinden, beceremiyordu; hele bir sonuca, kesin sonuca
varmayı hiç... Arama günü mü yollarlar bu adamı bana? Bu da mı yutturmaca? Olmaz
mı? Niye olur? Hangi yönden bakarsak doğruyu görmüş oluyoruz hangi olaya? Yarın
bebeği ile birlikte onu da kazısalar içimden, bütün bu düşünceleri de! Kurtulsam
artık, yeniden başlasam her şeye. Ya da bitsem ben de; beni de kazısalar
yarın... İrkiliyorsun ölüm dendi mi. Uff, irkilmiyorum artık!.. Sabahı etti.
Daldı dalıyordu ki, Handan girdi odaya.
— Gördün mü adamı diyordu evdeki arama üstüne tek söz etmeden. Teyzeden
öğrenmişti oysa ki. Dağılmış kitapları kaldırırken uzun uzun konuştular.
Handan'ın umursamazlığına şaşıyordu biraz; Günsel için olağandı, doğaldı.
Küçüklüğünden beri gördüğü bu kaçıncı aramaydı evlerinde... Sayısını bile
unutmuştu. Handan da hiç oralı değildi. Yine Kenan'daydı o. Kızacak gibi
oluyordu Günsel'e, kızamıyordu; onun durumunu da görüyordu.
— Adamı da gördüm, bitkin, dedi. Ne biçim polis o? Hep mi delirdik? Hele bu ite
de...
Turgut'un yaptığını anlattı. Gözleri doldu Günsel'in. Ne diyeceğini bilemeden
kaldı. İçinde bir şeyler kıyım kıyımdı.
— Bilmiyorum, dedi, anlamını düşünmeden, dalgın.
— O ki bir kez konuşmuşsun, diyordu Handan, git, adamla doğru dürüst konuş,
bütün açıklığı, ayrıntısıyla konuş bir kez daha. Korkuyor musun? Yitireceğin bir
şey mi var? Dün arama üstüne niye sana gelsin polis olsa, sözgelimi. Sonra polis
olsa...
Günsel'in de kafasına takılıp kovduğu bir sürü şeyi sıraladı. Polis olsa...
— İki kişilikli küçük-burjuvayı nerden bileceksin sen? diye-miyordu bir türlü.
Anlayamadığından değil, anlayıp doğrusunu deyivereceğinden korkuyorsun. Hiçbir
şeyi sevememekten korkuyorum artık!.. Sen yine toz ol diyor Handan. Kürtajdan
çıkınca gidip Sevil'e, kalmalı bir uzunca. Param da var. Bir şeyler alayım onun
bebeğine de. İyice büyüdü karnı.
Öğlende çıktı evden; bir yere yemeğe çağıracaktı Kenan'ı, serinkanlılıkla
konuşacaktı. Bak diyecekti... Beyazıt'a vardığında anladı yapamayacağını.
Yalpalayıp duruyordu içinde bir şey. Konuşamam. Hele yemekte... Bir simit aldı,
Çınaraltı'nda oturdu, çayını yudumladı, gazetelere baktı. Menderes Eskişehir'de,
Tahkikat Komisyonu'nun işini bitirdiğini söylemiş. Niye geriliyor herif?
Müdüriyet'e de kimseyi çağırmadılar daha. PTT'ye telefonlara niye sansür
koydular? Ne diye telefon edeyim Kenan'a!.. Yarınki gösteriye de gidemeyeceğiz
be... Beyoğlu'nda bir sinemaya topluca bilet almış çocuklar. Dağılınca çıkıp
Tak-sim'e yürünecekmiş. Doktor Ali söylemişti dün Baba'ya. Sinemadan çıkan
çocuklara, damlara yerleşmiş azılı Demokratlar ateş edecek diye bir şey
yayılmış; çocuklar da tabanca edinmiş. Annesinin altınlarını mı satmış ne, biri
üç-beş tabanca satın alıp dağıtmış el altından. İş, Halk Partisi'nden de kopuyor
demek. Paşa çok kızmış, İki Mayıs olaylarına. Bunlar büyütüyor işi diyormuş.
Taksim'de Halk Partililerin elindeki Küçük Kulüp'e sokmuyorlarmış artık
çocukları, kovuyorlarmış. Bıraktılar çocukları ortada. Ne yapacaklardı ya?..
Asıl yarınki gösteriye gitmeliydim. Bir kurtulsam senden piç!.. Kahveye baktı;
Kenan'la ilk gece oturdukları köşeye baktı. Hay Allah, yine tutacak kü-
çük-burjuva duyarlılığımız! Nasıl içtendi o gece. Sonra değil miydi?..
Yanardöner anıların baskısını iteler gibi kalkıp yürüdü Sahaflar'a doğru. Bire
geliyordu daha. Doktor hanımla buluşma dörtteydi. Cağaloğlu'nda muayenehanesi.
Kitaplara dalgın bakarak giderken ağbisinin bir eski arkadaşı avukatla
karşılaştı. Beğenir, ileri, devrimci bulurdu ağbisi. Hasan'ı sordu. Kalın
gözlükleri ardından gözlerini açarak eğildi yıldırmak ister gibi:
— Ortada dönen numaralara sakın karışayım deme kızım, dedi. Halkçılarla
Demokratların ortak oyunu bu, devrimcilere!., sakın ha, sakın!.. Hayınlık olur.
Deyyus oğlu deyyuslar. Hasta mısın sen?.. İyi bak kendine de, sapsarısın. Ağbine
selam yaz.
Uzaklaştı çabuk çabuk. Günsel ne diyeceğini bilmeden kalmıştı bir süre. Bu
işlere karışmak hayınlık demek!.. Gülmek tatsızdı. Bir sıkıntı çöktü içine.
Nuruosmaniye'ye çıkınca kesindi karan. İki saatten çok var daha. Doktora
gitmeden konuşacağım Kenan'la. Yokuşu yarılayıp da sokak içindeki hana
yaklaşırken dayanamayacaktı çarpıntıya. Dönmeyi düşündü birkaç kez. İşyerine
yaklaşınca duraladı. Açık değil miydi. Cam kapı açıktı ya, ışıksızdı içersi.
Duraksayarak yaklaştı. Burak çıktı o sıra, dönüp kapatıyordu ki işyerini,
Günsel'i gördü. Birden çakılmış gibi kaldılar karşılıklı. Gözleri kızarıktı
Burak'ın, şaşkın, ürkekti. Bir şeyler diyecek gibiydi. Kızgın burgu donuverdi
yüreğinde Günsel'in. Ne diyecek bu? Gelecek misiniz diyordu... İkindi
namazınday-mış... Zincirlikuyu'ya diyordu... Şişli Camisi'nden... Duymadınız
mıydı diyor... Öldü yüreğindeki burgu. Hanın kirli kara duvarlarına başını
çarpar gibi sürüyerek kaldırıma yığıldığında bilmiyor muydun öldüğümü
bağışlamayacağım seni diyor. Kenan niye ölsün rezil herifler bırak kolumu
hamallar da gelecek misiniz Şişli Camisi'ne Burak... Gözlerini araladı, kalkmaya
çalıştı.
— Dinlenin biraz, diyor ak giysili adam. Anlamsız baktı Günsel.
Gidip yatsın, diyor, ak giysili adam Burak'a. Sarsıntı... Geçer...
Geçer mi? Yumdu gözlerini. Duygusuzdu. Niye fısıl fısıl anlatıyor Burak?
Bileklerini kesmiş banyoda. Sabah karısı gelmiş, kıpkırmızı sular... İşyerini
kapatıyordum. Ağlıyor Burak sessiz hıçkırıkla niye?.. Saat dörtte doktor hanım.
Burası değil. Handan bekleyecekti Cağaloğlu... Ak giysili öldüm ben. Kıpkırmızı
sular...
Doktor'dan Burak'ın koluna dayanarak çıkıp da yokuş aşağı 741 inerlerken hanın
hamalları merakla, acımayla bir süre izlediler. Demin onlar taşımıştı Günsel'i
aralık içindeki Ermeni doktorun muayenehanesine. Saralı sanmıştı biri.
— Evinize götüreyim sizi abla, dedi Burak. Şu arabaya... Başını salladı Günsel.
— Yürüyeceğim, dedi, yok bir şeyim...
— Doktor dedi ki siz yatın...
Sonunu getiremedi Burak, iyice titredi sesi, sustu. Bir şey demeden yürüdü
Günsel. Sirkeciye inen kalabalığa karıştı.
Ne çok insan, ne çok taşıt dolaşır kentin yollarında. Köprü, vapurlar, direkler,
motor, sandal, duba, martı. İliştiği taştan ayı-lır gibi yöresine bakındı
Günsel. Kabataş'la Dolmabahçe arasında, deniz kıyısındaydı. Sızı içindeydi
ayakları. Bilmediği sokaklara dalıp çıkmıştı saatlerdir. Ağlayamıyordu. Buraya
nasıl gelip iliştiğini de anımsamadı. Saatine baktı, dördü geçiyordu. Ben nereye
gidecektim. Çamlıca'ya çıkalım deyip duruyor Kenan. Karşıda Çamlıca. Ne saçma,
ne hoş! Bir gün giderim. Niye yaptı bunu? Küçük-burjuva iki kişilikliliği... Hiç
yoksun artık. Neyi tanıtlamak istedin? Polis denmesi mi yıktı seni, biz mi
yıktık. Bizi de yıkmak istiyorlar, bilmiyor musun? Gözlerinden yaşlar inmeye
başladı yanaklarına. Sessiz hıçkırıyordu. Seviniyordu ağla-yabildiğine.
Düşünebiliyordu artık. Kalkıp yürüdü durağa. Zin-cirlikuyu'da otobüsten inip de
mezarlığa yaklaşırken soyunmuş gibiydi duygudan, kaskatıydı. Değilim. Öyle olmam
gerekli. Kapıdan geçip yürüdü içerde. İlerde, birkaç arabanın bekleştiği ara
yolun altındaydı beş-on kişinin toplaştığı mezar. Toprak örtülmüş, üstüne bir-
iki çelenk konmuştu. Dua sesleri de kesilmişti. Ayaklan taşımıyordu. Korktu
yıkılmaktan. Yandaki bir mezar taşına tutunup kaldı bir süre. İlerde Burak,
tanımadığı bir-iki yüz. Üç kadın vardı. Citroen arabanın arkasında. Rasim'in
arabası bu. Hangisi Nermin, şu ağlayan mır Yaşlı kadın annesi olmalı. 742 R-enŞ
mi bu da?.. Hangisine benziyorum ben... Nasıl benzetirsin? Birkaç adım daha atıp
mermer bir mezarın yan taşına ilişti. Kimse görmüyordu. Dağılıyordu artık.
Kadınların arabasına yaklaşan Rasim'i anımsadı. Boşalmıştı mezar çevresi., Hoca
da uzaklaşmıştı ölü arabasına doğru. Bitti görevleri. Kenan orda. Öldürüp üstüne
toprak yığana kadar bırakmadılar peşini. Acıdan yıkıldı yıkılacaktı. Bir
hıçkırık takıldı boğazına, gelmedi sonu. Tıkanmıştı, taş gibiydi yine.
Hırıldayıp uzaklaşan araba sesleri; otlarda, toprak, asfalt yollardan biten ayak
pıtırtıları, sonra yalnız, gömülenlerin sürüp giden yaşamı, kımıl kımıl otların,
çiçeklerin, dalların esintili, serin soluğu. Bulutlar geçiyordu. Mezara yaklaşıp
bakakaldı Günsel. Rasim'in, Nermin'in kırmızılı, beyazlı karanfillerden,
güllerden çelenkleri vardı ıslak toprak üstünde. Ölümde de aramızdalar!
Çelenkleri fırlatıp uzaklara atmak geldi içinden. Uzanacaktı ki iğnerek çekti
elini. Dokunamayacaktı. Bir şeyler söylemek istedi. Niye yaptın?.. İnan ki ben
seni... Boştu hepsi. Ağlayamıyordu. Yine bir hıçkırık takıldı boğazına. Niye
ağlayamıyorum? O kadar çok şey var ki söyleyecek. Hep aramızda oldular. Bir kez
daha tiksintiyle baktı çelenklere. Kenan'a da acıyarak bakıyordu ilk kez.
Duramadı. Yıkılacağım. Döndü birden, yürümeye başladı. Otlar, çiçekler arasında
kanayan bir yerine basarak yürüyordu. Serindi. Bahar serinliği yüzünü okşuyor,
ayıltıyordu. Kapıdan geçip yola çıkınca birden anımsamış gibi elini tayyörünün
cebine soktu, karnına, bebeğine bastırdı yavaşça. Yepyeni bir korkuyla ürperdi.
Seni de alsalardı elimden kiminle yan yana savaşırdım ben? Yeter mi gücüm bunca
pisliğe karşı? Yıkılmamalıyız onun gibi bebeğim, güçlü
olmalıyız. Silahlı saldırıya yarın silahla karşı koyacakmış çocuklar;
yanlarındayız seninle birlikte. Ne yapardım ben sensiz?
Başkaldırmıştı; gittikçe artan bir güven duygusuyla Zincirli-kuyu kavşağına
doğru yürüyordu. Islaktı gözleri. Bir asker aracı geçiyordu; subaylar vardı
içinde. Dizi dizi arabalar geçiyordu. Açık bir kamyona doluşmuş yapı işçileri
vardı; yorgun, dalgındılar. Güneş bulutlara girip çıkıyordu.
743
27 Mayıs i960 askeri darbesinden önce Türkiye içten içe kaynıyor. Kenan, yıllar
önce gizli komünist partisine girme suçlamasıyla polis sorgusunda çabucak
yılgınlığa düşmüş, eski çevresinden tümüyle kopmuştur. Karısı ve çocuğuyla
korunaklı bir yaşam sürdürmektedir. Aslında mutsuzdur, içi ile barışık değildir.
Bir meyhanede tanıştığı genç Günsel, içinde çürümemek için direnen ne varsa
hepsini ateşleyiverir. Aşk, direniş, devrim günleri... Yaşam, Kenan'a kendini
bir kez daha sınama olanağı verir...
Vedat Türkali'nin ilk romanı 30 yaşında...
9789752891876
27 Mayıs i960 askeri darbesinden önce Türkiye içten içe kaynıyor. Kenan, yıllar
önce gizli komünist partisine girme suçlamasıyla polis sorgusunda çabucak
yılgınlığa düşmüş, eski çevresinden tümüyle kopmuştur. Karısı ve çocuğuyla
korunaklı bir yaşam sürdürmektedir. Aslında mutsuzdur, içi ile barışık değildir.
Bir meyhanede tanıştığı genç Günsel, içinde çürümemek için direnen ne varsa
hepsini ateşleyiverir. Aşk, direniş, devrim günleri... Yaşam, Kenan'a kendini
bir kez daha sınama olanağı verir...
Vedat Türkali'nin ilk romanı 30 yaşında...