You are on page 1of 322

Vedat Türkali - Bir Gün Tek Başına

1919'da Samsun'da doğdu. Asıl adı Abdülkadir Pirhasan'dır. Ortaöğrenimini Samsun


Lisesi'nde yaptı. Yüksek öğrenimini 1942'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Türk dili ve Edebiyatı Bölümü'nde tamamladı. Maltepe ve Kuleli Askeri
liselerinde edebiyat öğretmenliği yaptı. 1951'de siyasal eylemlerde bulunmakla
suçlanarak tutuklandı. Askeri mahkeme tarafından dokuz yıl hapis cezasına
çarptırıldı. Yedi yıl sonra koşullu olarak serbest bırakıldı. Rıfat İlgaz'la
birlikte Gar Yayınları'nı kurdu. 1960'ta Dolandırıcılar Şahı ile ilk senaryo
denemesini yaptı. Otobüs Yolcuları, Üç Tekerlekli Bisiklet, Karanlıkta Uyananlar
gibi önemli filmlerin senaryolarını yazdı. 1965'de senaryosunu yazdığı Sokakta
Kan Vardı ile yönetmenliği de denedi.
Kurgusu, anlatım tekniği ve gerçekçi yaklaşımıyla çağdaş edebiyatta bir aşama
olarak nitelendirilen Bir Gün Tek Başına^yı Mavi Karanlık izledi. Yeşil-çam
Dedikleri Türkiye ve Tek Kişilik Ölüm'lc roman uğraşını sürdürdü. Vedat Türkali,
Dallar Yeşil Olmalı adlı oyunu ile TRT 1970 Oyun Ödü-lü'nü, Bir Gün Tek Basma
ile Milliyet Yayınlan 1974 Roman Yanşması'nda Birincilik Ödülü'nü ve 1976 Orhan
Kemal Roman Armağanı'm kazanmıştır. Dolandırıcılar Şahı, Otobüs Yolcuları, Üç
Tekerlekli Bisiklet, Şehirdeki Yabancı, Karanlıkta Uyananlar, Bedrana, Kara
Çarşaflı Gelin'm senaryolarını yazdı. Sokakta Kan Vardı, Korkusuz Aşıklar ve.
Kopuk filmlerinin ise senaryolarını yazarak yönetmenliğini yaptı.
Senaryolarını yazdığı Karanlıkta Uyananlar (1965) ve Kara Çarşaflı Gelin (1977),
Antalya Film Şenliği'nde En İyi Senaryo Ödülü'nü almış; yine senaryolarını
yazdığı Bedrana ve Güneşli Bataklık filmleri de Cariovy Vary Film Şenliği'nde
Cidale ve İşçi Sendikaları Özel Ödülü'nü kazanmıştır. Vedat Türkali'nin,
yayımlanmış başlıca eserleri: Bir Gün Tek Başına (Roman 1974), Eski Şiirler,
Yeni Türküler (Şiir, 1979), Üç Film Birden (Senaryo, 1979), Mavi Karanlık
(Roman, 1983), Eski Filmler (Senaryo, 1985), Bu Gemi Nereye (Yazılar, 1985),
Yeşilçam Dedikleri Türkiye (Roman, 1986), Tek Kişilik Ölüm (Roman, 1990),
Ölmedikçe (Yazılar, 1999), 141. Basamak (Oyun), Güven (Roman, 2 cilt, 1999),
Komünist (Anı, 2001), Özgürlük İçin Kürt Yazıları (1996), Tüm Yazıları
Konuşmaları (2001), Bu Ölü Kalkacak (Oyun, 2002) ve Dallar Yeşil Olmalı (Oyun,
2002).
VEDAT TÜRKALİ
Bir Gün Tek Başına
Wt
Türkçe Edebiyat 67

Bir Gün Tek Başına


Vedat Türkali
Kapak tasarım: Utku Lomlu Dizgi: Hülya Fırat
O 2004, Vedat Türkali
© 2004; bu kitabın tüm yayın hakları
Everest Yayınları'na aittir.
1. Basım: Ekim 2004 ISBN: 975 - 289 - 187 - X
Baskı ve Cilt: Melisa Matbaacılık Tel: (212)674 97 23 Faks: (212)674 97 29
EVEREST YAYINLARI
Ticarethane Sokak No: 53 Cağaloğlu/İSTANBUL
Tel: (212) 513 34 20-21 Faks: (212) 512 33 76
Genel Dağıtım: Alfa, Tel: (212) 511 53 03 Faks: (212) 519 33 00
e-posta: everest@alfakitap.com
www.everestyayinlari .com
Everest, Alfa Yayınlan'nın tescilli markasıdır.
BİR GÜN TEK BAŞINA
BİRİNCİ BÖLÜM
I
İkinci katın merdivenlerine gelince durdu. Bir yorgunluk vardı üstünde. Bir iş
de yapmadım bugün, havalardan belki de. Basamakları ağır ağır çıkmaya başladı.
Sağ eli alışkanlıkla cebine girdi, anahtarı çıkardı. Üçüncü kata gelmişti.
Durdu, kapıya, zile, üstte çakılı 16 numaraya baktı. Ne sersem herifim ben, ilk
geliyorum sanki. Anahtan uzattı, yavaşça kilide soktu, döndürdü. Durdu. Kapı
zilinin yanındaki adına takılmıştı. Heceledi. Böyleydi; içinde bir ağırlık duydu
mu kendi adına kızardı en çok. Ne güzel adlar var dünyada. İçeri girdi, ağır
ağır kapıyı kapattı.
— Kenan!..
Gözün aydın Nerminciğim, akşam oldu kavuştuk.
— Benim...
Tabak çanak tıkırtıları, yağ cızırtıları...
— Kusura bakma canım, gelemiyorum. Ellerim yağlı...
Ses çıkarmadan terlikleri geçirdi ayağına. Bir şey mi dedim
gelmedin diye? Severim seni Nerminciğim, biliyorsun; gelmesen de severim biricik
karıcığım. Salona geçti, koltuğa bıraktı kendini. Soyunup dökünmeye, yıkanmaya
gücü yoktu. Uzandı, raftan bir kitap aldı. Yararı olur böyle durumlarda. Bir
şeyler okursun. Dalar gidersin. Her şeyi unutursun çoğu kez. "Sadece okumaya
yarıyorsa kitaptan iyi afyon yok!.." Saip derdi ama, en çok da 4 kendi okurdu
hergele. Başka ne işe yarasın kitap?.. Bedri Rah-mi'nin şiirleriydi elindeki.
"Boşuna da alabalık boşuna" diyordu. Birkaç dize daha okudu isteksiz, yerine
koydu. Ezbere biliyordu çoğunu. Boşuna da alabalık boşuna!.. Duvardaki Brueghel
resmine takılıp kaldı. Bir dergiden kesmişti. Ne herif şu Brueghel!.. Nasıl
alaylı bakar böyle acılı dünyaya?.. Şu iskeletlere bak!.. — Merhaba canım...
Nermin ellerini kurulamış, ovuşturarak geliyordu. Gülümseyerek baktı karısına.
Nermin eğildi, dudağının kıyıcığından öptü karısını.
— Ne o? Bir şeyin var senin... Saklayamazsın ki kadınlardan. Soğuk mu kaçtı?..
— Yorgunum biraz... Kuşkulu baktı Nermin.
— O kadar mı?
— O kadar...
Başka ne olsun? Yorgunluk dendi mi iş güç, bulaşık, çamaşır senin için. Ya o hiç
bitmeyecek sanılan şey. Brueghel resmine takılmıştı yine. Bir Kenan'a, bir resme
baktı Nermin. Uzandı, düzeltti eğri duran resmi. Gülerek döndü Kenan'a:
— Hiçbir şey de kaçmaz gözünden, dedi. Kadın toz aldı mı hep böyle bırakır.
Temizlik vardı bugün, biliyorsun...
Nasıl da anlarsın!.. Kalkalım, çatışacağız yoksa.
— Zeynep nerede?
— İçerde, ders çalışıyor. Gelir gelmez odasına kapandı. Sorma... Öğretmen ders
vermiş!.. Ama ne şeker oldu Kenan. Siyah önlük, beyaz yaka...
— Gördüm...
Yatak odasına yürüdü koridordan.
— Çabuk ol da yiyelim Kenancığım. Her şey hazır...
Ses çıkarmadan geçti yatak odasına. Kapıyı kapattı. Yatağa uzanıvermek geliyordu
içinden. Giysi dolabını açtı, aynada kravatını gevşetti ağır ağır. Tam çözüyordu
ki Nermin kapıyı araladı.
— Soyunma Kenancığım, dedi çekingen, unuttum söylemeyi, Rasimler geliyor bu
akşam. Refiş telefon etti demin.
Önce anlamamış gibi durup baktı karısına. Dudaklarını oynattı, güçlükle
çıkıyordu sözler.
— Olmaz demedin mi? Bu gece olmaz demedin mi? Bakıp duruyordu Nermin.
— Ne bileyim, sen...
Sonunu getiremedi. Yavaşça çekti kapıyı. Kenan ne yapacağını bilmeden kaldı bir
an. Sonra yürüdü kapıya; boynunda gevşemiş kravatı sallanarak koridoru geçti.
Allah hepinizin belasını versin! Rasim'inin de, Refış'inin de, senin de...
Telefonu çevirirken sövgüler kızgınlığın yansını götürmüştü.
Rasim çıktı.
— Rasim!..
— Sen misin? Söyle...
— Bize gelecekmişsiniz.
— Gelmeydim mi?
— Gelmeyin...
— Ne bokun var yine?
— Hemen yatacağım, iyi değilim.
— Kalkma bir daha da...
— Eyvallah!..
— Dur ulan kapatma. İki laf edelim.
— Halim yok.
— Hay patla!.. Yarın uğra bana...
— Olur...
Kapattı, kurtulmuştu. Hiç yoktan bir şey bu da... Yemek odasına baktı.
Bekliyorlardır. Kravatını sıkıştırdı, odaya girdi. Yoktu kimse. Masaya oturdu.
Biraz sonra Nermin, elinde yemekle göründü mutfaktan. Zeynep'e seslendi.
Gülümseyerek bakıyordu Kenan'a. Niye böyledir bu kız? Gülümsemek zorunda mısın
Nerminciğim?
— Senin gibi olamıyorum ben, dedi Nermin, Kenan'ı över
gibi. Nasıl diyeyim gelmeyin?
Sakın olma benim gibi Nerminciğim; bir de sen oldun mu benim gibi, tamam. Zeynep
girip de Kenan'ın yanağından öpücükler alınca bir şeyler değişecek gibiydi,
değişmedi yine de. Zeynep oralı değildi. Şişkin yanağını boşaltıp Kenan'a baktı.
— Anlaşılıyor babacığım, dedi, sınıfı geçeceğim... Nermin güldü birden. Kenan da
gülümsedi ilk kez. Nermin, bunu beklermiş gibi kesik bir kahkaha attı. Zeynep'e
baktı.
— Nasıl anladın kızım, dedi, ilk günden?..
Zeynep gülmüyordu.
— Çok seviyor öğretmen beni, dedi aynı inanmışhkla. En
öne aldı beni...
Tabak, çatal sesi, ağız şapırtısı başladı yine. Nermin, sessizliği bölmek ister
gibi:
— Yann akşamüstü inelim de, dedi, bir şeyler alalım seninle.
Zeynep'in de pabucu yok... Kenan üzüm yiyordu dalgın.
— Yarın işim var, dedi soğukça, sen alıver...
Sözünü bitirmeden telefon çalmaya başlamıştı. Zeynep fırlıyordu ki Nermin çekip
oturttu.
— Sen yemeğini bitir bakayım...
Nermin'in yardımına yetişmişti telefon. Ağladı ağlayacaktı Kenan'ın sözüne.
Alışık değildi bu davranışlarına Kenan'ın. Eskiden... Başını eğip kalktı
masadan. Zeynep yemeği bırakmış, içerdeki konuşmaya kulak kesilmişti.
— iyiyiz anneciğim. Kenan da iyi, saygıları var... Sormayın, öyle şeker oldu ki
anneciğim...
— Anneannem!., diye fırladı Zeynep.
Kenan yalnız kalmıştı. Kalktı, yatak odasına geçti çabucak... Ağır ağır soyunup
ev giysilerini geçirdi. Ellerine baktı. Yıkanma-mıştı eve gelince. Bu pis
ellerle yemeğe oturduk. Neler derdik Zeynep yapsa!.. Her şeyimiz yalan...
Yatarken yıkanırım artık. 7 Ağır ağır salona geçti. Nermin bulaşık yıkıyordu.
Çanak, tabak sesleri, su şırıltısı. Daracık ev. Daracık mı?.. Anadolu'dan
gelince Erenköy'de, kaynanasının evinde oturmak zorunda kalmışlardı dört yıl.
Nasıl bayram etmiştik bu beş odalı evi bulunca, hem de Şişli'nin göbeğinde.
Şimdi de ne daracık... Böyleyiz işte... Ne yapalım böyle olmayalım da?..
Değişeceğiz; yasa bu... Ne şiirler yazdık, ne söylevler çektik bir zamanlar.
Değişmeyen tek şey değişmektir de bu ülke niye değişmez? Öööööyle durur!
Değişmedi mi? Daha ne olsun? Değişti işte!.. Öfff, çileden çıkıyor adam... En
iyisi düşünmemek!.. Kötü toprağa düşmüşüz bir kez. Başka ülkedekiler bizden daha
mı güçlü sanki?.. Bu ülke... Başlama yine... Kitaplığın üstündeki Cumhuriyet'i
aldı. Amerika, Nato, Kızıllar, Vatan Cephesi, Menderes, İnönü... Resimler,
yazılar, dizi dizi karalar... Bıraktı gazeteyi. Elinde tepsi ile Nermin
görünmüştü kapıdan. Kahveyi uzatırken:
— Çok selam söyledi annem, dedi... Göreceği gelmiş, hafta sonu gelseniz, dedi.
Kenan kahveyi yudumlamaya başladı ses çıkarmadan. Nermin bekler gibi durdu bir
an, ağır ağır çıktı. Belli etmemeye çalıştı bir kırgınlığı var gibiydi. Kenan
bir süre baktı ardından. Bu kız da bana küser. Ne yapsın?.. Bir-iki yudum kahve
iyi gelmişti. Telefon çalmaya başladı birden... Sinirlenmeden kalktı, gitti
telefona, koşarak giren Nermin'i görmemiş gibi eğildi, duvar dibindeki fişi
çekti yavaşça, oracığa bıraktı. Yine aynı umursamazlıkla yerine dönerken
dikilmiş kalan Nermin'e baktı.
— Zeynep yattı mı?
Bir an durdu Nermin yutkunur gibi. — Yıkanıyor, dedi yavaşça, şimdi yatacak.
Döndü, çabucak çıktı odadan. Kenan dalgın bakıyordu ardından. Ne yapalım
Nerminciğim? Sen de kırgın ol biraz. Ben nasıl kırgınım biliyor musun? Her şeye,
herkese, başta kendime. Ne suçun var senin? Bende iş yokmuş. İki tokatlıkmış
demek g bütün direncim, inancım... Bu kadarı da çok! Bir şey yitirmedim ki
inancımdan. Tokat da vız gelir. İnandım mı, koydum mu aklıma, her şey vız gelir.
Müfettişe nasıl direndim Konya'da? Yalnız müfettişe mi? Bütün kente direndim tek
başıma... Kentin kodamanlarına... Yıldırabildiler mi? Yolumu mu kesmediler,
dövmeye mi kalkmadılar? Vız gelir bana... Bir not koparabildi-ler mi? Kimin oğlu
olursa olsun, çakar, ne yapalım? Alır tasdiknamesini, o kadar. Bırak şimdi, o
başka. O dayak da başka... Benzer mi... Polis müdürlüğündekine? Elin kolun
bağlı, geçmiş karşına bir sürü namuzsuz herif; "Vatanı satıyorsun ha, ulan puşt,
ulan eşşoğlueşşek," diye. Şırraaak, şırraaak. Ayağa fırladı birden. On beş yirmi
yıl önce genç bir üniversiteli iken yediği iki tokat ara sıra böyle yeniden
padıyor gibiydi yüzünde. Hele son günlerde öyle sıklaşmıştı ki çıldırmaktan
korktu bir ara... Her seferinde de yirmi yıl öncesinin tam tersine, yılgınlık,
ürkü değil, gittikçe artan bir kızgınlık, bir başkaldırma kaplıyordu içini. Hele
biri, o namuzsuz, o kalın kaşlı polis, o orospu çocuğu... Yorgunlukla çöktü
koltuğa yeniden, başını arkaya yasladı, gözlerini kapatıp kaldı öylece. Biraz
sonra kapı açılıp da Zeynep "iyi geceler" demek için girdiğinde, dalmış gibiydi.
Zeynep babasına doğru çekingen bir-iki adım attı. Arkadan gelen Nermin tuttu
Zeynep'i.
— Bırak canım, diye fısıldadı, baban yorgun, gel!.. Yavaşça çektiler kapıyı.
Kenan gözlerini açıp bir süre anlamsız baktı kapıya. Zeynep'i de görmek
istememişti ilk kez. Kalktı koltuktan, çabuk çabuk yürüdü, koridoru geçü. Yatak
odasına girince hemen köşede, pencere yanındaki küçük çalışma masası-
na oturdu. Lambayı yaktı. Dün gece başladığı bir Dostoyevski romanına uzandı.
Sonra birden elinin tersiyle itiverdi. Çekmeceden kâğıtları çıkardı. Baskıdaki
bir muhasebe kitabının provaları idi bunlar. Matbaacı sıkıştırıp duruyordu.
Bugün de gelmişti. Şunları bitirebilsem ne iyi olacak. Keşke ben almasaydım
üstüme. Pekâlâ Matmazel yapıyordu. Ukalalık... Karıştırmaya başladı kâğıtları.
Nermin'in girdiğini duymamıştı. Nermin, ağır 9 ağır bluzunu çıkardı. Yatağı
açtı. Kenan bir baktı, kâğıtlarına döndü yine. Nermin, Kenan'a doğru durdu.
— Çalışacak mısın?..
— Şu düzeltmeleri bitireyim diyorum.
Bir an sessizlik oldu. Nermin kararsızlık içinde bir kocasına, bir yastığa
baktı. Tam soyunacağı sırada vazgeçmiş gibi Kenan'a yaklaştı. Eğildi,
arkasından, şakaklarından öptü birdenbire.
— Neyin var canım? Ne olursun biraz konuş benimle... Konuşalım. Eskiden seninle
biz...
Sonunu getiremedi. Üzüntüyü yenmeye çalışan bir sevecenlik vardı yüzünde. Kenan
dönmüş bakıyordu.
— Ne konuşalım?
Buz gibi soru karmakarışık etmişti Nermin'in yüzünü.
— Ne mi konuşalım?..
Bir an bakıştılar. Kenan kararlı, sanki çok haklıymış gibi dimdik bakıyordu.
Nermin'in dudakları titredi. Hep böyle olurdu. Ağlamaktan korkarak başını
çevirdi. Kenan'ı da en çok kızdıran şeydi bu. "En çirkin saldırış," derdi buna.
Nermin de bildiği için bunu, saklamaya çalışır, beceremezdi. Döndü, yatak
örtüsünü çekti, yorganı düzeltti. Sesindeki titrekliği örtmeye çalışıyordu.
— Demek konuşacak hiçbir şeyimiz yok Kenancığım? Ne muüu sana eğer gerçekten
böyle düşünebiliyorsan, rahatsan böyle...
Tıkanıyordu. Kenan umursamazlıkla baktı. O kadar çok konuştuk ki. Hepsi boşuna.
Umudum kalmadı artık.
— Rahatım, rahatımın bozulmasını da istemiyorum.
Ara sıra böyle çatıştıkları olurdu. Eskiden "bıkkınlık kavgası" derdi Kenan
buna, alaya alarak. Fakat 1959'un sonbaharında başka nedenleri olduğunu da iyice
anlamaya başlamıştı. Yalnız on dört yıllık evlilikle yıpranan değil, bu
evlilikle birlikte bitti, yok oldu sandığı şeyler de kımıldıyor, aralarına
giriyordu artık. jO — Yine ölü gördün galiba...
Acı bir alayla söylenen söz Kenan'ı deliye döndürmüştü. Ayağa fırladı. Böyle
korkunç anlarında olduğu gibi kekelemeye
başladı.
— Evet... Ölü gördüm yine...
Nermin ürktü, bu durumu yaratmak istememişti. Arkası dönüktü Kenan'a. Düzeltme,
önleme çabası içinde pek de düşünmeden:
— İstersen başka yere taşınalım, dedi. Şişli Camisi'nin önünden geçtikçe ölü
görür insan.
Kenan bağırmaya başladı:
— Yolumuzu değiştirelim, rahat edelim. Biz görmedik mi tamam... Bizim
rahatımızdan daha önemli ne var bu dünyada?
Nermin döndü, kesik kesik soluyordu. Kenan'la karşı karşıya gelmiş iki düşman
gibiydiler.
— Ne demek istiyorsun anlamadım. Ben miyim rahatından başka bir şey
düşünmeyen?..
— Düşündüğünü mü sanıyorsun? Nermin kaskatı kaldı.
— Ne budalasın... Sen ne budalasın... Sen...
Sonunu getiremedi. Birden döndü, hıçkırarak yatağa kapandı. Sarsıla sarsıla
ağlıyordu. Kenan deliye dönmüştü. Fırladı birden, başucuna dikildi. Tırnakları
avucuna geçecek gibi yumruklarını sıkmış, dişleri kenetlenmişti. Bütün göğsünü
kaplayan bir ağrı içinde bağırmaya başladı:
— Sus, sus diyorum. Anlıyor musun?.. Sus... Kötü bir şey çıkacak elimden, sus
diyorum.
Öyle garip, öyle sağlıksız bir bağırıştı ki bu, hıçkırıklarını tutmaya çalıştı
Nermin. Göz ucuyla, çekinerek Kenan'a baktı, kocasının yüzünü hiç bu kadar
dağınık görmemişti. Ürktü. Bitkin başını yastığa bırakıverdi. Hıçkırıklarını
zorla tutmuş, derin derin içini çekiyordu. Boşalıvermişti Kenan. Ağır ağır
döndü. Pencereye doğru bir-iki adım attı. Az kalsın hiç yapmadığı bir şey
yapacak, öldüresiye dövecekti karısını. Durumunu böyle apaçık i j görünce
yıkılıverdi birden. Karyolanın ayakucuna ilişti. Ne içinde, ne dışında bir şeyi
görmeden öylece kaldı bir an. Sonra yavaş yavaş ayılır gibi bakındı. Masa,
gölgeli lamba, kitaplar, perdeler, Nermin'in iç çekişleri belirdi ağır ağır. Bir
şeyler söylemek, bağırmak geliyordu içinden. Kalktı. Nermin'e döndü. Nermin de
doğrulmuştu. Arkası dönük, mendilini çıkardı; gözlerini, sonra gürültüyle
burnunu sildi. Yatağı iyice açtı, soyunmaya başladı. Artık bu çatışmayı
bitirmeye kararlı olduğu belliydi. Yine kavgadan kaçmıştı. Kenan, çakılıp
kalmıştı sanki. İşte böyle yarım bırakır insanı. Ne olur sonuna kadar
savaşsan... Haksız olduğumu göstersen. Kırsan, yıksan beni. Ya da benim
gerçeğimi biraz sen de duysan. Bak yastığı bile nasıl düzeltir. Umutsuz bir
saldırıya geçti Kenan:
— Herkes rahatsız, her şey karmakarışık ülkede; biz rahatız ya, oh...
Nermin eteğini çıkarıyordu. Çatışmak için yoklandığını anladı. Bir an durdu,
oyuna gelmekten kaçıyordu. Yine de tutamadı:
— Kendi dertlerimizden kurtulamıyoruz, bir de bütün ülkenin derdini
yükleneceğiz.
Ne kolay, ne rahat söyleyivermişti. Doğruluğuna da bir şey diyemezsin? Öylesine
pratik, kestirme, içten... Kenan, ne diyeceğini bilmeden bakıyordu. Her
söyleyeceği gülünçtü, söylevci-likti artık... Vıcık vıcık, kaygan bir alanda
adım atmaya korkan pehlivan gibi zınk diye kalıvermişti. Kımıldasa düşüp rezil
olacaktı sanki. Nermin bir an sutyen, kilotla kalmıştı. Her vakit ya-
kın, kendinin bildiği bu sıcak, dipdiri çıplaklık bir kartpostal düzlüğünde,
soğukluğundaydı. Nermin, çabucak geceliğini gi-yiverdi, yatağa girdi, yorganı
çekti. Sağına dönmüş, yüzünü yastığa bırakıp öylece kalıvermişti. Yapacak bir
şey yoktu ki artık. Tek başına sürdüreceksin. Kenan, ağır ağır masasına döndü.
Demin düzeltmeyi düşündüğü kâğıtları iteledi. Ne olduklarını 12 da unutmuştu.
Bir an öylece kaldı... Düşüncesizce uzandı, masa lambasının düğmesine bastı.
Yaptığı işi lamba sönünce anlamıştı. Yine bastı düğmeye. Birden yayılıveren
ışığı değil, beyaz duvar ve kitaplar üzerindeki abajurun gölge çizgisini
görüyordu. Bu çizgi, işte, ışığın öte yana geçmesini önlüyor. Karanlıkta öte
yan. Bu çizgi olmasa karanlık da olmayacak. Bu çizgi... Zihni haylaz bir
yumurcak gibi elinden fırlayıp kaçıyordu. Zorla yakalayıp çekiştiriyor, yine
kaçıyordu elinden. Yaşamım bu kara çizgi üzerinde... Off... Baha'nın bir sözü
geldi aklına: "Taşları sürekli dönen bir değirmendir kafa dediğin, ya evlat,
arasına bir şey koymadın mı kendi kendini öğütür, sakatlanır. Ya evlat!" Her
sözünü böyle "ya evlat"la bitirirdi. Yine sürgünde midir ki? Şimdi 70'inde falan
olmalı. Beyaz saçları, köşemsi buruşuk yüzü, ışıklı alnı, küllerin örtemediği
bir kıvılcım gibi parıldayan gözleri, ufak tefek yapısını aydınlatır, bir görkem
kazandırırdı. Elli yıldır savaşıyor adam. Yaa evlat... Birden durdu, bir ses
duyar gibi olmuştu. Nermin'in kısık hıçkırıkları idi bunlar; yorganı ağzına
çekmiş, için için ağlıyor olmalıydı. Öyle anlamsız geldi ki bu sesler ona, dönüp
bakmadı bile. Unutuverdi. Ne kadar geçtiğini anlayamadı, bir süre sonra kendini
dün akşam başladığı romanın ortalarında buldu, "...koşması... Şiir olarak ne var
bunda? Hani bunun zekâsı, insanın görmediği inceliği nerde?.. Ahlak nerde?..
Şaşıyorum doğrusu!.." Yejevikin hayran hayran: "Sana bu sözler için yüz ruble
borcum olsun, Foma Fomiş!" dedi. Sonra bana eğilerek: "Acaba zırnık verir miyim
ona?.." diye fısıldadı. "Ama ne yaparsın, herife yaltaklanmak lazım... Ama ne
yaparsın herife yaltaklanmak lazım, ama ne yaparsın herife
yaltaklanmak lazım, ama ne yaparsın herife yaltaklanmak lazım, ama ne yaparsın
herife yal..." Kitabı itti, birden ayağa fırladı. Tekme atmak geliyordu içinden
lambaya, masaya... Ama ne yaparsın... Durulmaya çalıştı. Nermin'e döndü.
Yaklaştı. Uyumuş olmalıydı. Ağzına kadar çektiği yorgan belli bir düzenle,
soluma sesiyle ağır ağır kalkıp iniyordu. Yavaşça eğildi. Nermin'in yüzünde
kurumuş gözyaşları, alnına, şakağına yastığa dağılmış gür kumral saçlar, etli
dudaklarının üstündeki minicik burun birden kızgınlığını dağıtıvermişti. Demek
iş gözlerde. Apaçık baktılar mı, hele bir şey soruyormuş gibi baktılar mı
tamam... O zaman arkasını dönse de bakar, "Kendi derdimizden kurtulamıyoruz, bir
de bütün ülkenin derdini mi yükleneceğiz?" der bakar. Öteki odaya gitse yine
bakar. Şimdi de bakıyordur. Nermin kesik kesik içini çekti birden. Sanki yeniden
ağlamaya başlayacakmış gibi gerildi yüzü. Dudakları titrer gibi oldu. Kenan'ın
irkilmiş bakışı altında bir an kaldı öylece, sonra yine düzenli' solumayla
birlikte gelen uyku... Kenan'ın ta içinde birçok şey değişivermişti sanki.
Zavallı kızcağız... Kim çeker benim kahrımı senden başka?.. Ağır ağır çıktı
odadan, banyoya girdi, şofbeni yaktı, suyu açtı. Büyük bir gürültüyle akan suya
baktı, elini tuttu, ılıktı tam istediği gibi. Fakat yine de bir türlü
giremiyordu suyun altına. Değişmek istemiyorum da ondan. Bu suyla birlikte
içindeki her şey akıp gidecek. Sonra yavaşça girdi. Hiçbir şeyin akıp gideceği
yok. Ne kolay öyle! Korkaksın da ondan. Her şey hemen de-ğişiversin istiyorsun.
Sanki daha mı iyi olurdu?.. O zaman da peşinden koşar, bir türlü yetişemezdin.
Şimdi de geri kalıyorum; bak şimdi de... Altından çekiliverdi, çok kızmıştı su.
Gözlerindeki sabunları akıtmak için uzattığı eli bile zor dayanıyordu. Sende iş
yok oğlum. Bu sıcak, beriki soğuk... Öteki sert, beriki yumuşak... Ömrünce
sınırda kalacaksın. Sende iş yok oğlum, sende iş yok... Biraz ferahlamıştı.
Şofbeni ayarladı, tekrar girdi suyun altına. Her vakit böyle olurdu. Sonunda
dönüp dolaşıp kesinlikle kendini suçladı mı bitirirdi. Söyleyecek söz kalır mı?
Ben, böyleyim... Bitti... Artık savunma bile boşuna. Değil mi ki değişmez... O
vakit bırakırsın yaşamayı kendi yoluna, yürür gider. Sonra yine kımıldamaya
başlar birikenler. Sonra yine kızgın su. Ya da bir diş ağrısı. Ola ki bazı
görmeden bastığın asfalta yayılmış yemyeşil bir balgam. Bir vapurun kaçması...
Tutunarak koştuğun dolu bir tuvaletin kilitli kapısında kalıvermen... Yirmi yıl
önce de müdüriyette patlattıkları iki tokatla bitiverdik. Sende iş yok oğlum,
sende iş yok... Haksız mı Rasim?.. Yalan mı söyledikleri?.. "Eline sağlık o
herifin, iki tokatta adam etmiş seni, haddini bildirmiş... Yoksa kim bilir ne
boklar yerdin de altından da kalkamazdın." Sonra pis kahkahası... Doğru,
kalkamazdım... Sudan çıkıp da buğulu aynayı eliyle şilince alnına yapışmış
saçlarına takıldı. Yüzündeki su damlacıklarım sildi. Doğru mu söylüyorum
gibisine gözlerine baktı, yeşil yeşil, anlamsız. Peki bu ülke hiç mi?.. Birden
vazgeçti her şeyden. "Kendi derdimiz yetmiyor, bir de ülkenin derdini...'"
Gördün mü ne güzel oluyor böyle?.. Ne rahat... Kurulanırken ıslık çalmak geldi
içinden... Olmadı... Ses çıkmıyordu, bükemiyordu dudaklarını sanki... Yaşlandım,
artık kolay atlatamıyorum kendimi... Üstünde bornozu ağır ağır çıktı banyodan...
Yatak odasına geçti. Nermin uyanır gibi olmuştu. Bir şeyler mırıldandı uyku
arasında, sonra yavaşça öteki tarafa döndü, yine uyumaya başladı. Bütün gün öyle
yoruluyor ki... Allah kahretsin bu ev işlerini... Yatağın kenarına ilişti.
Yastığa dağılmış gür saçları... Titriyormuş gibi duran minicik kulak memesi...
Ne çok sevdim bu kızı... Yine de seviyorum. Bir kez çok güzelsin... Yalnız
ağladığın zaman çirkinsin. Her şey bitip de seni ağlar düşündüğümde de güzelsin.
Hele sıcaklığın... Üşümek nedir bilmeyen dudakların... Yavaşça uzanıverdi,
yüzünü yastığa koydu, bir uyku soluması içinde kımıldayan karısına bakmaya
başladı. Ne suçun var senin?.. Ağlayıp zırlayan bir çocuğa isteklerinden
vazgeçsin diye verilen elmaşekeri kadar suçsuzsun. Ama sen beni yedin
isteklerimden vazgeçmem için. Çocuğu yiyen elmaşekeri... "Kimine para, ki-
mine kadın, kimine hapis yaaa evlat..." "Devran kurnaz yaaa evlat..." Suçlusun!
En az benim kadar suçlusun! Koskoca Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü'nü bitirmiş
kız... "Devletlerarası denge"yi ne güzel bellemiştin... Unutturuncaya kadar...
Belki de unutmamışsındır. Sen bana unutturdun... "Devran kurnaz yaaa evlat!" En
son sözü bu olmuştu Baba'nın. 1946'da otobüste rastlamışlardı. Nermin'leydiler.
Yeni evlendikleri günler- 15 deydi. Evlenmelerine biraz takılmış, sonra adresini
vermiş, "Gelin," demişti. Unkapanı'nda, indiği arabaya dönüp bakmadan kalabalığa
karışmıştı. Kalabalıkta uzaklaşan bembeyaz saçlı başı... "İstersen gidelim",
demişti Nermin. "O ki bu kadar sevip saydığın biri." Ah, gitme demeliydin ki...
Tartımlı soluması yavaşlayıp durmuştu Nermin'in. Uyandı mı? Suçüstü yakalanma
korkusu. Bir an geçti öylece. Ağır ağır döndü Nermin. Yüz yüzeydiler; gözlerini
araladı. Kocasının öylece kendine baktığını görünce anlamsız bir-iki kırpıştırdı
gözlerini. Dudaklarını alışkanlıkla kımıldattı, bir öpücük gönderdi. Kinsiz,
kavgasız, ola ki sevgisiz. Gözlerini kapattı, öylece kaldı, sonra yine açtı ağır
ağır. Baktı, baktı... Bilinçliydi artık. Sevgiyle dolu bir gülümseme kapladı
yüzünü. Bir uykuda unutmuştu olup bitenleri, öylece bakışıyorlardı. Hangisi
başlamalıydı önce? Her vakit Nermin başlar, ben yitiririm. Uzandı, gülümseyen
yüzünü okşadı Nermin'in. Sımsıcaktı. Saçları, omuzları, avucuna sürtünen yüzü,
kondurduğu yumuşak, minicik öpücüğü... Bekleyen bir kadının karşı konulamayacak
çağrısı Kenan'ı bir mutlulukla sarmış, ezip yamyassı etmişti bütün yalnızlığını.
Ötesi alışkanlıkların yinelen-mesiydi tez elden. Yalnız her seferinde bizi
kuşatan yepyeni bir şey yapıyormuş sanısı... Oburca tüketim savaşına dönüşmüştü
her şey. Son yıllarda nerdeyse unuttukları, her kımıldanışın zevke döndüğü
yitiklik içinde süresiz kaldılar. Sonra yine aynı sözleri başladı Nermin'in:
Canım benim... Bir tanem benim... Kenan'ın yüzünde yorgun, minicik öpücükler. —
Niye bırakmadın beni? Ya gebe kalırsan?..
Gülümsedi, sokuldu Nermin. Aldırmazmış gibi yaptı.
— Ne yapalım, dedi. Düşünme bunu... Bakarız bir çaresine...
Sonra yine mutlu öpücükler...
— Canım benim... Sinirlerin bu yüzden bozuluyor zaten... En zararlı şeymiş
erkek için yarım bırakmak...
16 Kenan, sıcak, terli yüzü yastıkta, öylece kaldı. Sinirlerim bu yüzden
bozuluyor ya NerminciğimL Kendini esirgemeden bı-rakıvermen kurtardı beni. Sıcak
sözlerin, öpücüklerin... Hele minik kızları da içerde mışıl mışıl uyuyorsa...
Onlar ermiş muradına! Boşuna uğraşıyorsun Nerminciğim. Ölü gördüm ben. Uyumalı
artık.
II
Sabah on bire doğru çıktı evden. Hiç bu kadar geç kalmazdı. Nermin de
şaşırmıştı.
— İstersen gitme bugün, dedi. Kendini iyi bulmuyorsan... İyi bulmuyorum kendimi,
evde kalamam.
— Bir şeyim yok, dedi. Biraz fazla uyudum.
Çığırtkan satıcıların kol gezdiği sokakta, dalgın, ağır yürüyüp caddeye çıktı.
Güneşte ıslak asfalt, Şişli Camisi'nin nemli duvarları, minaresi, kubbesi, dizi
dizi taksiler, şoförler, gelip giden kalabalık, bağrışmalar, gürültüler, her
şey, yepyeni bir günü tüketme yarışındaydılar. Ne kızmıştık şu camiye
yapılırken. Oysa pek iyi işte... Ya şu yıkılası çirkin apartmanlar. Duraladı;
Şişli Alanı'ndan kıvrılan arabaların arasında Rasim'in Citroen'i çıkıvermişti
birden. Kısa süren bir şaşkınlıktan ayıldı, yandaki manava giriverdi.
Kalabalıktı dükkân. Sırtını caddeye döndü, muzlara, elmalara, portakallara baktı
bir süre; sonra yine cadde-
ye döndü ağır ağır. Nereye gider bu herif buralarda? Bizedir. Erkenden işyerine
de uğramış sabahleyin; telefonla Matmazel söylemişti. Birilerine çarparak
ilerdeki muhallebiciye yürüdü. Telefona gitti, numaralan çevirdi. Zil uzun uzun
çalıyordu. Yanlış numara mı düştü? Sonunda açılan telefondan Nermin'in ince,
titrek "aloo" su...
— Nerminciğim, benim... Dinle!..
— Alooo, Kenan, sen misin?..
— Evet Ner...
— Hayrola, nerdesin sen?..
— Muhallebiciden... Dinle... Rasim bize geliyor galiba. Arabayla geçti.
— Haa, kapı çalıyor, bir dakika canım...
Sövüp saymamak için güç tuttu kendini. Yalnız sertçe:
— Bırak şimdi kapıyı, dedi. Rasim'dir. Benim nereye gittiğimi bilmediğini söyle.
İşyerine de hiç uğramayacakmış dersin.
Nermin susakaldı. Kapının zili sürekli duyuluyordu telefonda.
— Anladın mı?
— Peki canım...
Sesi umarsızdı. Kapattı Kenan. Bir salep söyledi. Caddeye ba; kan bir masaya
geçti. Alana, yollara karşı sıcak salebi yudumlamaya başladı. Yirmi yıl önce şu
alan... Tramvaylar gelir dönerler şööööle, alanı ölçer gibi. Otobüsler de yok.
Savaş yılları. Ne günlerdi!.. Cami de yoktu daha. Asfalt da... İlk kez
Eminönü'ne dökmüşlerdi asfaltı. Selami şiir yazmıştı... Endüstriymiş asfalt!
Bütün Türkiye, işçi sınıfının nasırlı elleriyle dökülecek asfaltı bekliyormuş!..
Okudukça coşuyordu, biz dinledikçe... Ne gün-lermiş... Citroen alana girdi
birden, hızla geçip gitti Taksim'e doğru. Uğurlar olsun Rasim Bey!.. Bugünlük
kurtulduk. Akşama, yarına en geç, damlarsın. Bugün olmasın da... Yeğniklikle
çıkıp yürümeye başladı Taksim'e doğru. Ne dedi herife Nermin? Nasıl dedi?..
Kızarıp bozarmıştır. Yutar mı o tilki Rasim... Cehenneme... Bugünü bozamadı
va... İstanbul'u İstanbul yapan
sonbahar günlerinden biriydi. Öğretmenlik yıllarında Anadolu'da düşlerine giren
günler. Sınıfta cama yaklaşır, sırtı çocuklara dönük dalıp giderdi çoğu kez.
Mavinin, güneşin, koşuşan insanların, araçların delice yarışına karışıp
gittiğiniz günler. Cezaevine atılmak korkusunu iliklerine kadar duyduğun
günler!.. Ne olmuş duymuşsam? Duydum diye ben yolumdan hiçbir gün... Bırak
şimdi, şu kıza bak sen!.. Sarışın bir kız gidiyordu önü sıra. Takılayım mı
peşine? Çüş, bu yaşta mı? Az yapmadık gençlikte. Beş-on yıl sonra da Zeynep
yürüyecek caddelerde böyle. Kimler takılacak peşine?.. Kaç kez kovdu beni peşine
düştüğüm kızlar. Utanırdık utanmasına, yine de yapardık. Hele bir seferinde
Üsküdar'da bir kız, kız da ne kızmış ya, açtı ağzını, hem çarşının ortasında,
ağız da ne ağızmış ya... Aklına gelince kızardı yine. Bir tek Rasim'e anlatmıştı
olayı. O zevzek herif bile önemli bir giz gibi saklamıştı. Nermin'in yanında
anlaştırmaya kalkmıştı bir kez; Üsküdar'dan geçiyor iken diye türküye
başlamıştı. Kenan'ın kötü bakışı ile kapatmıştı hemen. Kötü oğlan değildir,
aslında. Kötü olsa ne bok yiyecekti, Allah bin belasını versin. Bunca yıllık
arkadaşlık. Ta Üsküdar'da Selimiye'den, mahalleden, ilkokuldan, sonra
Galatasaray'dan. Babam Tokat'tan Üsküdar Nüfus Memurluğu'na atandığında
dokuzunda filandım. Otuz yıl geçti demek. "Ulan," derdi Rasim, "İhsaniye'deki
bizim çürük evle sen kaldın eskilerden, senin gibi hıyann kahrı çekilir mi
yoksa?" Kim kimin kahrını çekiyor? Aşağılık hergele. Paradan başka değer tanıdın
mı? Toparlandı. Dudakları oynuyor, kendi kendine konuşarak yürüyordu. Geçen iki
çocuğun bakışı ile ayılmıştı. Deli sanmışlardır. Akıllı kim ki bu dünyada?
Altında son model araban, önüne geleni çiğnedikçe keyifleniyorsan akıllısın.
Hıyarlığı bırak oğlum, çiğnenmeyeceksin, trafiğin kuralı bu. Rasim'in öğüdü de
bu!.. Sayende çiğnenmeden geldik bugüne dek Rasim kardeşim, neyse... Çiğnenmeden
mi?.. Niye sayesinde hem?.. Oğlana pislik atarsın ikide bir, kendine baksana
sen!.. Ne yaptı Rasim? Ne mi yaptı? Herkes bir şey yaptı. Nermin'in annesi, şu
ak saçlı herif, şu taşıtlar dolusu insan... Zeynep bile... Herkes, hepsi bir
şeyler yaptı... Ne çirkin yapı bu Harbiye de. Yıkacaklar-mış. Yıksınlar. Bir
bölümü de askeri cezaevi. Baba da burda kalmıştı sürgüne gitmeden önce.
Üniversitede tutuklanınca bizimkiler de burada kalmıştı yıllarca. Biz kurtardık
paçayı, neyse! Kurtardın ya!.. O kalın kaşlı polis, iki tokatta kurtarıverdi
seni! 20 Demek vatanı satıyormuşsun, dayağı yiyince vazgeçtin. Zavallı Selami
yedi asıl dayağı. Nerdedir ki şimdi? Bir ara Bakırköy'de dediler. Fıttırmış
oğlancık. Sanki tam akıllıydı da!.. Ama ben... Ölü gördük yine!.. Daha on altı
bin lira borcum var Rasim'e. Ona sorarsan sildim diyor. Batırmadığıma şükrediyor
bugüne kadar. Kitapçılığa başladığının yılında iki bin lirayla gitmişti Rasim'e,
borcunu ödeyecekti. Almadı. Sövüp saydı da üstelik.
— Git bir hovardalık et şu parayla da gözün gönlün açılsın hıyarağası, diyordu.
Bunlar para mı ulan?.. Ben bunun beş katını at yarışlarına verdim geçende. Tut
ki sana oynadım bu kez de, hangi yarışı kazanırsın sen, kanı bozuk beygir...
Hangi yarışı kazanırım ben? Yarışmadım ki hiç. Nasıl yarışırsın boyuna kaçarsan
hıyarağası?.. Durdu, bakınmaya başladı boş boş. Bilincine varmıştı. Rasim
gerçekten oynadığı at gibi görüyordu kendini. Kazanmamı istiyor. Mayasında var
oğlanın kumarcılık, çamurunda... Ortaokuldayken daha, ikide bir kaçar,
Karacaahmet'te mezar aralarında zar atardı itdaşları ile. Bende bir uğursuzluk
var! Kanıp bir kez takıldım peşine, öyle bir dayak yedik ki... Selimiye'nin ünlü
kabadayısı Sadri bastı. Çoluk çocuğun okuldan kaçıp kumar oynaması kanına
dokunmuş!.. Paralarımızı aldı. Bir de temiz dayak... Kumara da o dayakla tövbe
ettin. Bir dayakla buluyorsun doğru yolu!.. Kalın kaşlı polis de, "Ulan
eşşeoğlueşşek, demek vatanı..." deyip iki de tokatla doğru yolu buldurdu sana
kuzu kuzu!.. Rasim, o dayaktan sonra ne dayaklar yemiştir. Yine oynuyor. Şimdi
de sana oynuyor. Kazanırsan sevinecek. Kazandık sayılır. Ev kirası, işyeri
kirası, Burak'ın, Matmazel'in ücreti, bizim harcadıklarımız, yu-
varlanıp gidiyoruz işte... Öğretmenlikte böyle rahat oldu mu hiç? Paramız
bitiverirdi daha ayı yarılamadan. Kasaba borç, bakkala borç, Nermin yüzünü
kızartıp annesinden bir şeyler koparır, açıklar kapanır bir süre. Sonra yine...
Ama içimle barışıktım. Halkın yoksulluğunu duyuyorduk. Savaşıyordum da...
Sevsinler savaşanı... Zengin, fakir çocuklarına tam bir eşitlikle Fuzuli, Yahya
Kemal öğretiyordun!.. Hiç değilse kendimi aldatıyor- 21 dum, şimdi o da olmuyor!
"İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar." İşte senin afyonların! "İstanbul'u
duydum daha bir kerre sesinde..." Büyük ozan. Güzel söylemiş. Deli dervişlere
döndün Yahya Kemal dizeleriyle. "Baktık geceden fecre kadar ellerde - Yıldızlara
yükselen kadehler gördük." Peki Nâzım? O büsbüyük ozan. Niye ondan dizeler
mırıldanmıyorsun? Onu da mı unutturdular iki tokatta? Yasaklar böyle ezip kalıba
sokar işte. Ne yapalım, kalıba sokanların gözü kör olsun!.. Amiin!.. Bu amin de
nerden çıktı? Kargışa başladık kocakarılar gibi! Amiin! Amin dua içindir be!
Duaya da olur, kargışa da. Konya'daki mevlit geldi aklına. "Allah bu kutsal
toprakları komonizm belasından..." Amiin diye bağırmadılar mı? Allah bu ülkeyi
kalıplara sokup ezenleri... Amiin!.. Tutamadı, gülmeye başladı birden. Tutmaya
çalıştıkça arttı gülmesi. Hay Allah, rezil olacağız. Sinirleri boşalmış,
güldükçe gülüyordu. Bir tanıdık görse. Tak-sim'in ortasında kendi kendine
gülerek yürüyen bir adam. Delirdi diyecekler... Sebep olanların gözü kör olsun,
amiiin! Nasıl atsam kafamdan? Amiiin!.. Taksim Anıtı'na doğru dönüp baktı durdu
bir süre. Gözleri kör olsun, amiin!.. Gülmüyordu artık. Gülünecek ne var? Kimin
gözleri kör olacak? Sen kendi korkaklığını bilinmez kişilere kargış yağdırmakla
örtbas edeceğini mi sanıyorsun? Böylece yiğit olacaksın hıyarağası! Bu
hıyarağası da Rasim'den bulaştı ağzıma. Kimden bir şey bulaşmadı ki?.. Beyoğlu
bugün de çirkin mi çirkin. Hangi gün sevdim ki?.. İstanbul demek Boğaz demek,
Haliç, Sultanahmet, Süleymaniye demek... Beyoğlu olmasa ne yitirir İstanbul?
Meyhane, kerhane,
batakhane... Ya sinemalar? Bu sinemaların yeri yok muydu Anadolu'daki
özlemlerinde? Yoktu. Şehzadebaşı'ndaki sinemalardı daha çok. Ferah, Turan,
Milli, Hilal... İki, bazı üç film, öğlende girer akşama çıkardık. Beyoğlu'nda da
bir durgunluk var bugünlerde. İnsanlarda, vitrinlerde! Apaçık işte!.. Bir şey
bekleniyor sanki bezginlikle! Boş ver oğlum böyle inceliklere. Sen bek-22
liyorsun bir şeyler. Sen de beklemiyorsun bir şey ya işte!.. Kimse bir şey
beklemez bu ülkede. Herkes kendi dümeninde, yoluna bakıyor. Beyoğlu'na kaldı
Türkiye için bir şey beklemek!.. Beyoğlu Rasim demek! Rasim ne bekler; çıkarını,
vurgunu. Ra-sim Beyoğlu'nu bekler. Beyoğlu kimseyi beklemez. Bitmeyecek bu yol,
dolmuşa atlamalı. Yarıda yoruldun yine, tabansız herif... Dolmuşta yorulmuyor
muydun? Her yerde yorulurum bu kafayla. İşte Haliç, işte Fatih sırtları,
Süleymaniye... Bir süre İstanbul'dan mı kaçsam yoksa? Çekilsem bir kıyıya,
uyusam uyuşanı... Dolmuştan inince kuşkuyla bakındı çevresine. Sirkeci'nin araba
akımında Citroen'i bakıştırarak Babıâli'ye yürümeye başladı. Köfteci, aşçı,
işkembeci, kitapçı, kâğıtçı... Aşağı yukarı koşturan taşıtiar, insanlar...
Ebussuut Caddesi'ne girerken koca bir kamyonun yolunu kesen tepeleme yüklü
arabayı çekmek için nallarıyla granit parkelerden kıvılcımlar çıkaran ağzı
köpüklü beygirler. Dünyayı yönettiklerini sanan çalımlı trafik polisleri.
Dağınık, düzenli kitapçı vitrinleri. Kitapçı, kitapçı, kitapçı... Kaç yılın
kitapçısı şu herif... Ak saçlarıyla tezgâhın ardındadır yine. Daha biz
öğrenciyken yaşlı başlıydı. Bazı toplatılmış kitapları ondan isterdik gizlice.
Şöyle bakar, "Yarın uğrayın bir," derdi. Ertesi gün paketlenmiş kitabı alırdın.
Polise bildirirmiş, izlerlermiş. Öyle bir söz çıkmıştı sonraları. Dedikodu diyen
de oldu. Namuslu adammış, yapmazmış öyle şey. Yapar. Her şey beklenir bunlardan.
Böyle pezevenklerle dolu Türkiye. Topunun sülalesini... Yine gizli kitap isteyen
var mıdır bu heriften?.. Gizli kitap da kalmadı ki ülkede. Ne değişti şu
Babıâli'de yirmi beş yıldır? Değişmedi mi? Sürümleri yüz binlerle ölçülen basın
nerden gelirdi aklına? Entertipler, rotatifler, ofsetler, tifdruklar...
Caddelerde, ara sokaklarda bitiveren koca koca hanlar, kâğıda, mürekkeple,
satılık kafalarla beslenip semiriyorlar gün günden. Köstebek gibi karanlığı
eşeliyorlar. Bir yere varacak bu gidiş. Bekle, varacak!.. Hiçbir yere varılmaz
bu ülkede oğlum; öööyle gider. Gitmez, gitmez... Ta içimden inanmasam bir yere
varılacağına, nasıl duyardım bu tedirginliği iliklerime kadar? Eski huysuzluğun,
geçimsizliğin! Küsüşmediğin, bıkıp yüz çevirmediğin kim var, ne var? Nermin'den
de bıktın, ipe sapa gelmez şeyler uyduruyorsun şimdi bir sürü. Açıkça söylesen
olmaz! Kaç babayiğit var şu yeryüzünde asıl nedeni küt diye söy-leyiveren. Asıl
nedenimiz buraya gelmekti işte sabah evden çıkınca!..
Eski bir hanın girişine derinlemesine sıkıştırılmış -Rasim'in aracılığı ile hava
parasız olmuştu bu iş. Han sahibi kadını bilmem nerden tanırmış- ana caddeye
hemen çıkılan bir ara sokağa küçük bir camekânla bakan, güneşsiz günlerde
neonlarla aydınlatılır büyükçe bir yerdi. Her türden kitapla dolu demir rafların
kapladığı duvarları, döner merdivenle çıkılan küçük asma katındaki basık
yazıhanesi, kâğıt, mürekkep, toz kokan serinliği ile izbe bir Babıâli kitapçısı.
Üniversite bitirmiş aydının, namuslu memuriyetten bıkkınlıkla düşlemeye
başladığı, bağımsız, başına buyruk geçim tezgâhı.
Burak, şişman bir kadına kitaplar gösteriyordu. Kenan'ı görünce bir şeyler
diyecek oldu, yürüyüp yukarı çıktı Kenan. Biri aramıştır. Arasın... Matmazel
masasındaki kâğıtları topluyordu. Kalktı. Sözcükleri çeke çeke:
— Çıkıyordum ben de, dedi. Günaydın. Hanımefendi gelmeyeceksiniz demiş. Ben
de...
— Arayan oldu mu?
— Rasim Bey uğradı demin. Matbaadan düzeltmeleri istediler. Bir de kâğıt işi
biliyorsunuz!..
— Düzeltmeler yarına kaldı...
Kenan yerine geçti, kendini yorgunca bırakıverdi koltuğa. Matmazel bir şey
diyecek oldu, döndü kâğıtları toplamaya koyuldu. Her şeyi vaktinde eksiksiz
yapar cadı!.. Buruşuk, sevimsiz yüzü, el attığı işin gereğince yumuşar,
sertleşir, gerilir, porsur; her işi yüzü ile yapar sanki. Rasim bulmuştu bunu
da. Babası Ermeni, annesi Beyaz Rus ya da Gürcüymüş. Hıristiyan Gürcü... Dört
yüz alır ayda. Öğlene kadar gelir: Muhasebe, matbaa, alım satım ne varsa hepsine
bakar; 12'ye doğru gider. Böyle iki yeri daha varmış akşama kadar. Matmazel
gitmek için kalkmıştı ki telefon çaldı. Kenan kadına el etti bak diye, uzanırken
de ekledi.
— Yok de... Kim olursa... Kadın yadırgayarak baktı önce.
— Alööö. Buyrun Rasim Beyefendi...
Kenan'ın yüzüne bakıyordu. Kesinlikle elini sallıyordu Kenan yokum gibisine.
— ... Gelmedi Rasim Beyefendi... Gelmedi. Bilmem... Örü-vuar. Kapattı. Soğuk
sırıtışla baktı Kenan'a.
— Anlamışsa ayıp oldu.
— Olsun.
— Müsaadenizle...
— Güle güle...
Gitti. Kenan da kalkmaya davrandı. İnip Burak'a bakayım. Yeniden bıraktı
kendini, kaldı öylece. İrkilerek ayıldı Rasim'in sesi ile; Burak'la konuşuyordu.
— Yukarda değil mi?
— Şimdi geldi efendim.
Anlamış demek. Yalnız duyan, dinleyen değil, telefonda gören, belki de koku alan
türden bu herif. Merdivenleri çabucak çıkmış, alaylı gülüşüyle dikilivermişti.
— Senin kıvıracağın şey mi ulan, bu numaralar? Hem de bana. Hem de Matmazel'in
ağzıyla...
— Şimdi geldik işte.
— Yok canım, inandım!.. Kalk kalk hadi... Once aç karnını doyurayım.
Konuşacaklarım var...
Meraklanmıştı ya! Peşime bunca düştüğüne göre.. Ağırdan aldı yine:
— Neymiş?..
— Ananın ...mış... Öldüm açlıktan, kalk.
Burak'a bir-iki şey söyledi Kenan, çıktılar. Yokuşu inerlerken 25 sıra sıra
dizili gazeteler gözüne ilişti. Sabah gazete görmüştü evde. Yine de yeni
görüyormuş gibi bakardı sokakta asılı gazetelere. Kocaman başlıklarla rıhtımdaki
olayları veriyordu hepsi de. Çanakkale'den dönen CHP heyetini karşılayan
gazeteciler tutuklanmış. Rasim çekti kolunu.
— Bırak şu pezevenkleri be... Beter olsunlar.
— Beteri var mı?
— Olmaz olur mu? Bakarsın yer bulunmaz lokantada!.. Değişecek değil ya bu herif.
— Gel seni Liman Lokantası'na götüreyim de işkemben bayram etsin.
— Uzaklaşmayalım o kadar, dedi Kenan. Döneceğim hemen...
— Sıçmayayım nazına. Araba var. Sokağa dönünce Citroen çıkıverdi önlerine.
Arabada başladı
Rasim.
— Hıyarlığı bırak da iyi düşün ulan. Düşünecek yanı da yok ya. Bakarsın Bolşevik
damarın tutar!..
Anlaşıldı herifin nerden açacağı. Aynı hikâye.
— Bak Rasim, dedi Kenan. Olmayacak şeyler için varma üstüme. Bildiğin gibi
değil. Kırarım.
Rasim kendi dalgasındaydı her zamanki gibi.
— Bilmediğim neyin var ulan? Ne bok yesen kıramazsın. Git istersen bizim kannın
kapısına kasketini as!.. Bolşeviklik bize de bulaştı gördün mü?
Senin karıya kasket asmayan kaldı mı diyecekti az kalsın. De-
sem de çok umursar ya. En iyi o bilir Refiş'in nymphoman'lığı-nı. Bilmeyen de
yok. Yine de söylenmez. Bayılır bana Bolşevik demeye. Hem de böyle aile, namus
şakalarıyla... Nermin'in ağırbaşlılığını mı kıskanır?..
— Neyin var?
Dönüp Kenan'ın bulanık bakışlarıyla karşılaşınca bir şeyler sezinlemiş
olmalıydı. Sırıtmayı bırakmıştı. Trafiği kollar gibi bir süre sessiz sürdü.
Kenan duymamış gibiydi. Dönüp bir kez daha baktı.
— Neyin var dedim.
— Bilmiyorum, dedi Kenan. Uykusuzum biraz... Sırıttı yine; bir yan bakış attı
Kenan'a.
— Uyutmuyor mu Nermin? dedi. Tanrı yardımcın olsun Ke-nancığım. Bunca yıllık
nikâhlı karı da her gece çekilmez...
Başka bildiği yok ki herifin. Cüzdanı, karnı, bir de orası. Bir açtı mı bırakmaz
da. Geldik bereket. Kalabalık turistler vardı lokantanın bir köşesinde. Pencere
yanında bir masaya geçtiler. Tek tük yemek yiyenler vardı öteki masalarda. Rasim
selamlaşa-cak, el sallayacak epeyi adam buldu yine. Garsonlar pervane
gibiydiler. Şef garson hatır sordu... Adam nasıl saygılı. Daha önce birkaç kez
geldik buraya. Nermin'leydik birinde. Yüzümüze bakmadı herifler.
— Ne içelim?
— Bilmem, dedi Kenan. Pek bir şey istemiyorum ben... Ona bakma gibisine garsona
bir göz etti Rasim. Masayı do-
natıverdiler. Salatalar, karidesler, soğuk etler, çerezler. Şölen sofrasına
dönmüştü. Levrek buğulamaları da gelecekmiş. Buzlu Kulüp rakıları kadehleri
buğuladı beyaz beyaz.
— Gelelim şerefe!.. Kadehi kaldırmış alaylı bakıyordu Rasim. Kenan da kaldırdı,
soğuk gülümseyerek baktı aynı alayla:
— Senin şerefine içelim!., dedi. Aldırmazlıkla sırıttı Rasim.
— Hastir ulan, dedi. Şerefim merefîm yok benim. Senin anladığın şeref bu canım
masaya sıçmak! Haydi, merhaba.
Bir dikişte nerdeyse yarıladı kadehi! Ne çok içer bu herif. Şişeleri devirir,
bana mısın demez. İçkiye, sigaraya on iki yaşında başlamış olmakla övünür.
Kenan'ın minicik rakı yudumuna baktı.
— İçmesini de bilmezsin, dedi. Neyi bilirsin ki? Edebiyat dedik, o da boş çıktı.
Hani kitap yazacaktın? Yazsana. Yazarlar, sanatçılar toplansın yörene. Hepsi aç
köpeklerin. Topla işyerine. Ara sıra karınlarını doyur. Allah Allah diyorlar,
iki günde üne kavuştururlar seni.
— Yazacağım... Alaylı baktı Kenan'a.
— Neyi bilirsin de yazacaksın?
— Seni!..
Alaylı gülüşünü bekliyordu Rasim'in olmadı. Tersine ciddileşti birden,
durgunlaştı.
— Beni çok mu tanırsın? dedi, yavaşça.
Sonra yine eski Rasim. Kafası takılmıştı Kenan'ın, Rasim'i de tanımıyorsam.
Nasıl da güvenli söyledi ama. Tam tanımıyorum belki de... Ne biçim dünya bu,
bakar körler miyiz ne?
— Dinle beni, diye başladı yine. Kenan'a dikmişti gözlerini.
— Dinliyor musun?
— Söyle...
Ağır ağır başladı. Önemli demek.
— Bak Kenancığım!..
Duralar gibi oldu. Önündeki rakı kadehini yana iteledi yavaşça. Yakalayacağı
kuşu ürkütüp kaçırmamanın yolunu araştırıyor gibiydi.
— Öyle bir dönemdeyiz ki Kenancığım, gemisini kurtaran kaptan, oğlum... Kesme
sözümü. Sen iste, isteme, alışmışım, senin gemiyi de düşünürüm ben.
Bir yudum aldı rakısından, içtenlikle konuşuyordu. Duygulu bir yanı vardır.
Alaya vurdu yine.
— Keşke karım olsaydın kolaydı, boşar kurtulurdum!.. Karides, salata tikindi iki
çatal dolusu. Aldı yine:
— Sana kötü haberlerim var oğlum dedi. Hanı yıkıyorlar bugün yann... Babıâli'de
böyle işyeri kolay bulamazsın sen. Ayağı-
28 nı yere bas. Sen bu kafayla gittikçe öyle bir iş ayarlamaya kimsenin gücü
yetmez.
Söylediklerinin etkisini ölçmek için gözlerini bir süre dikti Kenan'a. Kenan
aldırmamış gibi peynir parçasım çiğniyordu ağır ağır. Demek hanın yıkılacağını
muştulayacakmış!..
— Öğretmenliği de çıkar aklından, diye aldı yeniden. Sicilini gözümle gördüm
Ankara'da. Yaşattıklarına şükür seni!..
Bir an sessiz kaldılar. Kenan'ın iştahı açılmış gibi tıkınmaya başlamıştı. Durdu
bir ara Rasim'e baktı.
— Evet, dedi. Sonra?..
— Sonrası senin bileceğin oğlum, dedi. Yaşlandığımızı unutma. Karını, çocuğunu
düşünme diyelim; sen ne olacaksın? Yaşlılıkta sürünmek var...
Kenan'ın durgunluğu yüreklendirmiş olmalıydı, yukardan güvenle bakıyordu. Kenan
aynı durgunlukla aldı yavaşça.
— Demek bu herifler böööle kalacaklar tepemizde diyorsun!.. Kıyamete kadar
böööle...
Rasim düş kırıklığına uğramanın kızgınlığı ile parladı birden.
— ... e sürülecek akıl varsa sende, ben anırınm eşekler gibi. Ne boka yanyor
ulan, o okumaların senin? Haa, söylesene... Senin kafana göre değişeceğini mi
sanıyorsun bu ülkenin? Hıyarağası... Sürüneceksin namussuzum...
Her zamanki Rasim'di artık. Dinlemeden konuşan, bol bol sövüp sayan Rasim.
— Dinle ulan dalyaprak!..
Kesip ayağa fırladı birden. Masanın yanından geçen bir kalantorun eline uzandı
eğilerek. El sıkıştılar.
— Nasılsınız Rasim Bey?
— Arz-ı hürmet ederim beyefendi... Duacınızım...
— Bilmukabele... Afiyetler olsun efendim...
— Allah ömürler versin beyfendi...
Kenan şaşkın bakakaldı. Rasim'in böyle cafcaflı, eski biçim kibarlığını aklı
almamışo. Rasim eğildi, giz verir gibi kıstı sesini.
— Kim bu adam biliyor musun? dedi.
— Hayır, dedi, Kenan. Ben senin kim olduğunu düşünüyorum.
— Düşün, anlarsın belki!..
Anlaşılacak neyin var senin ulan, pis köpek. Aptallık etme, bilmediğin bir yanı
var demek. Külhanbeyi ağzı da var herifte, Osmanlı çelebisi ağzı da... Fırlayıp
adam eteklemekteki ustalığına bak. ikiyüzlü köpek. Ne iki yüzü? Bir yüzü bile
yok herifin.
— Ünlü bankacı Razi Bey bu, dedi, yavaşça. Kuyruğumuz elinde pezevengin
bugünlerde. Bir gerisini öpmediğimiz kalıyor... Nerden düştü buraya?
Yediği boku açıkça söylemesi sevimlilik verir bu oğlana. Küçüklükten kazanılmış
şeyler bunlar. Okulda öğretmenlere gider, yalvarır yakanr, bin bir yalan uydurup
ağlar, dilenir, numara alırdı. Gelir ballandırarak da anlatırdı üstelik. Başkası
yapsa en azından alay konusuydu çocukların; o dinletirdi, hem de ilgiyle.
— Öpmüşsündür, dedi Kenan.
— Öptüm. Var mı bir diyeceğin. Şap şap diye öptüm, iki kıyısını da bıngıl
bıngıl!.. Senin gibi hıyarağalan sözlere tapar böyle. Öptüm, dedi, yok efendim,
yaladım dedi. Biz sözünü ederiz, siz gerçekten yalarsınız. Yersiniz bile... Sizi
sözler ürkütüyor, yediğiniz boklar değil...
Bozulmuştu Kenan. Dik dik baktı.
— Hangi boku yedik ulan? dedi... Söylesene!.. Rasim alaylı alaylı bakmaya
başladı yine.
— Payınızı almadığınız bok var mı? dedi.
Tut masayı, geçir kafasına deyyus oğlu deyyusun. Lüks lokantada donatılmış masa,
liman görüntüsü payımızı aldığımız boklar demek. Yalan mı? Doğru mu? İçi ile
barışmak için suç ortağı arar bunlar. Suç ortağı oluyoruz işte... Saatine baktı
Kenan.
— Kaçma numarasına kalkma, dedi Rasim. Konuşacağımız
30 var daha.
— Bana bak Rasim, dedi Kenan, sesi titreyerek. Hani Üsküdar'da dövüşmüştük
seninle...
— Otuz yıl oldu be, unutmadın mı yediğin dayağı?..
— Belki yine döversin. Tıpkı öyleyim işte ben. Vazgeç. Ben buyum... Belki de
sürünürüm dediğin gibi. Elimden tutmuş tutacak senden başka da kimsem yok; onda
da haklısın. Hiçbir şey değişmez yine de. Yok Vatan Cephesi'ne gireceğim, yok
kâğıt tahsisi verecekler... Bu namussuz, bu alçak herifler, orospu çocukları
koruyacak beni de param olacak, işim sağlama bağlanacak... Söyleyeceğin
bunlar... Şu kadehe zehir koyman bana erkekçe geliyor, inan!.. İstersen bakma
bir daha yüzüme. Son olsun, burda ayrılalım.
— Biliyorsun yapamayacağımı, eşşoğlueşşek!..
— Ben yaparım ama, inan ki...
— Bok yaparsın...
Sustular bir süre. Rasim kadehini ağır ağır kaldırıp baktı bir.
— Senden her şey beklenir zaten, pis Bolşevik, dedi.
III
İşyerine geldiğinde saat beşti. Kalabalıkçaydı. Burak sıkışmıştı. Hemen satışa
geçti. Kitap için tam alışveriş aylan. Kimi de gelir, ne olmayacak, ne saçma
sapan kitaplar sorar. Her aranan kitabı satsak işimiz iş!.. Şu hanın yıkılması
gerçekten kötü haber. Nerden çıktı? Belki de atıyorlar. Geçenlerde çıktı buna
benzer bir haber, ardından kiralara zam geldi. Yine böyle bir şeydir belki de. O
zaman Rasim inanmamıştı, işine bak demişti. Demek şimdi gerçek. Yıkılmadık yer
bırakmıyorlar İstanbul'da. İstimlak öç almak gibi bir şey halktan. Bu blokun
toptan kalkacağı öteden beri söylenir. Demek şimdi... Rasim'e uzun boylu
soramadım, herif tilki; ilgimi gördü mü, yakaladım diyecek. Ola ki Nermin'in de
haberi var. Telefonla konuştular belki de. Rasimler geliyor derken sesinde bir
şeyler yok muydu dün gece?.. Belki de yersiz kuşkum. Pek sevmez Rasim'i...
Sevmez, ama bizimle ilgili bu. İşimin bozulmasından, üzülmem-
den ödü patlar. Sorduğuna bak dangalağın!.. Baskısı kalmadı efendim o kitabın.
Sahaflara bakacaksınız. Rica ederim. Güle güle... Aman, yıkılırsa yıkılsın,
babamın hanı değil ya... Değil de, ne halt ederiz? Daha bir sürü borç. Nasıl
ilgilenmesin Ner-min?.. Tek dayanağımız. Bizde daha çok meslek kitapları bulunur
efendim. Karşı kitabevine bir sorun. Güle güle. Verelim efendim. Burak şu
lügatleri indir. Daha var nasıl olsa, yarın yıkacak değiller ya. Bir ben miyim?
Bu kadar insan var handa, bir yer buluruz. Böyle merkezde olmazmış da. Epeyi
tanındık, içerlerde bile olsa gelen gelir. Köşeye baktınız mı efendim? Orada
vardır varsa. Evet, eski baskı. Rasim'le kavga etmedik ya, kavgalıdan beter
ayrıldık. İyi oldu. Anladı köpek benden iş çıkmayacağını. Nasıl dayanırım ben bu
Rasim'e? O bana nasıl dayanıyorsa bunca yıl, öyle... Aslında kötü oğlan
değildir... İki liranız var mı efendim? On lira vereyim size. Peki, kime kötü
diyeceğiz? Ben miyim kötü? Rasim kötü mü düşünüyor benim için? Kendisi için ne
düşünüyorsa, benim için de onu düşünüyor. Başka ne gelir elinden? Ayın ikisinde
ödenecek bono beş bin miydi? Onu denkleriz de, sonra yaş biraz. Bir şey olur
elbet. Nerden çıktı şu hanın yıkılması? Bir dakika verelim efendim. Burak, bak
beyefendiye. Peki bu han yıkılırsa... Amaan, altında mı kalacağım. Ülke
yıkılıyor. Yıkılmaz. Peki kim yıkılıyor? Rasim'e göre ben, bana göre Rasim!..
Rasim'in yıkılmaz sandıkları. Direnç işi bu. Yıkılacak kuşkusuz, ama önce bizi
yıkarlar. Yine mi yüreksizlik? Yüreksiz mi konuştun Rasim'le? Buzlu rakıyla,
levreği, karidesi atıştırdıkça yüreklendim!.. Payını almadığınız bok var mı?
Burak ben yukarı çıkıyorum, sen ba-
kıver artık.
Saat yediye geliyordu. Koltuğa çöktü, sızar gibi dalmıştı ki telefon sesi ile
ayıldı. Nermin'di. Zeynep'e çorap alacaktım ya...
Anımsatmış...
— Çıkıyor musun?
— Birazdan.
— Gelirken manava da uğrar mısın? Çıkmadım ben...
— Olur.
Olur uğrarım. Elli sandık üzüm alayım. Kırk elli kavun, karpuz!.. Muzlar
başladı, yeşil yeşil, hevenklerle yükleyeyim hamala. Diz evin her yanına.
Karides, levrek mevrek de getireyim. Hepiniz alınız payınızı bu boklardan!..
— Kasaya bakacak mısın ağbi?
Burak sabırsızlanıyordu. Akşam lisesine gidiyor. Bende düşünce yok ki.
Kendimizden başka neyi düşünürüz? Topumuzun...
— Sen git Burakçığım, geç kaldın...
— Şey ağbi, rahatsız mısınız?
— Yooo, içkiden, biraz baş ağrısı yaptı.
— Geçmiş olsun, iyi akşamlar...
— Güle güle...
Burak'ın peşi sıra indi o da. Kasayı açtı. İyi toplamışız bugün. Bu tomarın
beşte biri bizim. Han yıkılmazsa bir yıla kalmaz toparlanırdık. Sezdi mi ne
itoğluitler?.. Yüzlükler, ellilikler, onluklar, beşlikler. Bir de beş yüzlük.
Desteleyip cüzdanına yerleştirdi. Namussuz para. Kahpe para... Tatlı para,
kalleş para, düşman para, dost para... Kravatlısı, mintanlısı, kürklüsü,
kasketlisi, dindarı, orospusu, hergelesi insanlar gibi tıpkı. Işıkları
söndürmeyi unutmayalım yine. Hep böyle biri çıkar gelir tam kapatırken. Yok
efendim kalmadı. Vitrinde mi? Bir tek kalmış demek. Çocukta vitrinin anahtarı.
Yarın... Vermeyeceğim ulan eşşoğlueşşeğin karısı. Yukarda tonla var. As
yüzünü... Han yıkılıyor...
Kepengi çekip anahtarı cebine atınca kuş tüyü gibi yeğniklik duydu içinde. Akşam
alacasında, cebinde kabarık cüzdanla, ağır ağır şu yokuşu inmenin bir tadı yok
mu? Yok de bakalım... Zeynep'in şeyini unutmayalım. Şu köşede olacak.
Kapanmadan. Kapanmış mı? Kapanmış. Niye böyle erken? Her akşam geçerim, açıktır.
Geciktik mi bugün? Yarına artık. Böyle sallanırsan ma-
nav da kapatır. Şişli'ye dolmuş da dert bu saatte. Nedir bu yaşamak dediğimiz
be! Avara kasnak, dön dur, yirmi dört saat bitti!.. Bütün yirmi dört saatler
bitti mi sen bitersin. Herkesin derdi aman bitmesin! Bir bok oluyor sanki de,
aman bitmesin!.. Bugün de bitti işte...
— Uğurlar olsun Sait Bey!
— Eyvallah efendim...
Öldü dememişler miydi bu oğlana?.. Nereye gider böyle ağır
ağır.
— Geçmiş olsun, hastaymışsınız...
— Sağ ol. Yatuk biraz... Heybeli'deydim. İyiyim şimdi.
— Nereye böyle?
— Ben mi? Şey...
Şaşırmıştı Sait bu ilgiye. Kenan, öteden beri tanıdığı bu adama pek az yakınlık
göstermişti. Şiirlerini sever, okurdu eskiden; yıllar var ki onu da unutmuş
gibiydi. O da şiir yazmıyordu arak. Günlük ekmek parası derdindeki veremli adam,
Babıâli'de ne yaparsa onu yapıyordu.
— Gazetede tashihten param var biraz. Söz vermişlerdi.
— Bir uğrayayım dedin...
— Bizim Osman'a bırakmışlarsa...
Gülümsedi. Yalan söylüyor, belli. Ya da inancı yok bırakacaklarına. Biraz daha
şaşır bakalım Sait Bey.
— Yarın gidersin, dedi Kenan, kaçmaz. Gel bir yerde şöyle iki kadeh... Oturup
biraz dertleşiriz hem...
Nereden çıkardın gibisine şöyle bakıp gülümsedi Sait.
— Bize içki yasak, dedi. Kaçırmamak için de ekledi hemen:
— Oturalım bir yerde istiyorsan...
Sen istemiyorsun ya, kadan bakalım Sait Bey!.. Ben de sana bir masa donatayım.
Rasim bana, ben sana; sen de kim bilir kimlere... Rasim'e daha büyükler
donatıyor. Payımıza düşeni kopanyoruz her bir boktan. Bir akşam yemeği kopardın
kötü
mü? İçki yasakmış, şişeler gelsin de görürüz. Sait'le sözleşmiş gibi, İstasyon
Lokantası'nın yolunu tuttular. Onurlu adam derler Sait'e. Parası ya da paralı
arkadaşı olmadıkça meyhaneye uğ-ramazmış. Meyhanelerde sayılıyor belli ki. Boş
masa bulmak kolay olmadı yine de. Sağa sola kaydırıp istasyona bakan camın
dibinde bir yer açtılar. Tren kalkmak üzere. Koşuşanlar... Hamallar. Trenciler.
Gözlerini ileri dikmiş ağır ağır yürüyen bir polis.
— Rakı mı? dedi garson. Kenan, Sait'e baktı.
— Bir ufacık kadeh de dokunur mu Sait Bey? Yüzünde her zamanki babacan
gülümseme.
— E, o kadar olacak... dedi. Garson da gülüyordu.
— Siz bakmayın beyefendi, dedi. Sait ağbimiz damacanayla içer, yine bir şey
olmaz evelallah!..
Adamı böyle öldürür bu herifler. Bir ufak Yeni Rakı geldi. Buzlar, sular,
sodalar. Hiçbir mezeyi çevirmedi Kenan. Masada koyacak yer kalmamıştı. Izgaralan
da ısmarladılar. Güngörmüş Sait, hep aynı gülümsemeyle bakıyordu. Düğün değil,
bayram değil, ne yapacak eniştem? Tam başlayacakları sıra iki genç göründü
kapıda. Uzaktan sevindiler gibi. Sait el etti. Çekingen baktı Kenan'a, masa
onundu.
— Çok iyi çocuklardır, dedi. Gazeteci... Biri Anadolu Ajansı 'nda çalışıyor,
biri Akşam'da...
— Çağırsana, dedi Kenan. Çağırmaya kalmadan gelip oturdular.
— Kenan Bey, dedi Sait. Eski arkadaşlarımızdan.
— Engin Erbil Akşam'dan...
— Sadi Yılbak. Şimdilik ajanstayız biz de... Daha kaç gün yaşatırlar bakalım!..
Gülüştüler. İkisi de esmer, orta boylu, yakışıklı sayılır; yine de birbirine
benzemeyen delikanlılardı. Kenan sevinmişti gel-
diklerine. Uyarmalarına kalmadan garson eksikleri tamamlayı-verdi. Kadehler
kalktı.
— E, merhaba...
Daha ilk yudumları almışlardı ki Sadi başladı. Adnan Bey şu zıkkımı bile rahat
içemiyormuş artık. Anlatacak çok şeyi vardı belli ki... Polis korkusu azalıverir
meyhanelerde. Hemen her çağda iktidarlar, sarhoşlarla gizli bir anlaşma yapmış
gibidirler. Konuşun, edin; meyhanede kalsın. Birazını da eve saklayın
isterseniz. Ama sokağa, alanlara, işyerine, hele fabrikalara aslaa!..
— Ankara kaynıyor, dedi Engin.
Sadi atıldı.
— Ne Ankara'sı be, bütün Türkiye kaynıyor... Gitmez ağbi,
göreceksiniz, bir yerinden patlayacak!..
Hay Tanrı iyiliğinizi versin çocuklar!.. Siz nerdeydiniz bugüne kadar? Kenan
coşkuyla kaldırdı kadehini:
— Şerefinize çocuklar!..

— Sağ olun...
Kadehi sonuna kadar içti Kenan. Başı dönmeye başlamıştı. Bir şeyler söylesinler
diye ağızlarına bakıyordu çocukların. Sait pek az konuşuyor, ara sıra rakısını
yudumluyor, herkese, her şeye kısık gözlerle gülümsüyordu. Seni Tanrı gönderdi
Sait!.. Oh be... Şu gençlere bak!.. Pırıl pırıl... Gitmez bu iiiş, patlayacak
bir yerinden.
— İlerdeki mutlu günler için çocuklar!..
Üçüncü şişeyi açtıklarında daha saat dokuz bile yoktu. Biraz sonra çirkince bir
kızla bir oğlan daha geldiler masaya. Kız Aka-demi'de, oğlan Teknik
Üniversite'de, Mimarlık son sınıftaymış. Adları da... Doğru dürüst duymadı bile
adlarını Kenan. Adları ne olacak? Gelsinler, toplansınlar bu masaya hepsi...
Dağılma-sınlar hiç...
— Hoş geldiniz çocuklar!.. Şerefe...
— Şerefe!..
Çocukların hiçbirinde sarhoşluk belirtisi yoktu daha. Aşkolsun çocuklar,
dayanıklıymışsınız. Bana bakmayın. Öğlende baş-
ladık biz. Gelsin de görsün Rasim hergelesi. Zeynep'in şeyleri vardı... Bir de
manav demişti... Kapanmıştır... Surdan bir telefon ederim Nermin'e... İsterse o
da gelsin... Görsün çocukları. Dilleri biraz çetrefil yalnız. Hele şu çirkin kız
ne diyor böyle?
— Bireysel nedenlere indirgediniz mi... Çelişkili toplumsal sorunların öznel...
Son sözü de kaçırdım. İçkiden belki de. Anlayacağım ya, alışık mı değilim ne,
biraz... Söz şiire geldi. Eski bir şiirini okuttular Sait'e. Kenan'ın sevdiği
bir şiirdi. Fabrikada ayağı ezilmiş bir işçiyi anlatıyordu. Pek durmadılar. Kız
şiir okudu. En genç ozanlardan birininmiş. Tersliği var gibi... Belki de içkiden
bana öyle geliyor. "Yaprak ölüleri kanadında tüten mavi sincap..." mı dedi ne?..
Buna benzer dizeler... Yanlış duymuş da olabilirim!.. Bir ara Sait, Nâzım'dan
söz etti. Kenan da bir şeyler söylemek istedi. Nâzım, Türkiye proletaryasının
kurtuluşu davasında... İnkılapçı sanatçının halk kitleleriyle... Beynelmilel
işçi hareketinin... Serbest nazmın Türk edebiyatında... Yabancı yabancı
bakıyorlar gibi. Saygılılar yalnız. Pek durmadılar. Nâzım'ı pek azı okumuş.
Mimarlık'taki çocuk, Sermet'miş, o biliyor. Hem de iyi okumuş gibi. En
bilinçlileri de o belki... Yeni şiirlere geçtiler. Ne kadar da yeni ozan varmış.
Utanır gibi oldu Kenan. Yıllardır sanat - edebiyat dergilerinin varlığını
bile unuttuk. Hele gençlerin çıkardığı... Tartışmaya başladılar bir ara.
Engin'le Sermet, toplumculuk kamuculuk deyip duruyorlardı. Kamuculuğu
anlamamıştı Kenan, sormayı da yediremedi. Bir süre dinleyip yordamla çıkardı.
Komünizm olacak. Dayanamadı.
— Kusura bakmayın çocuklar, dedi, dilinize ısınamadım. Niye hep yeni sözler?..
Anlaşılamayan...
Uydurma diyecekti, diyemedi. Biraz şaşırmış gibiydi ötekiler. Neymiş
anlaşılmayan söz? Kenan'ın demin kullandıkları belki... Sait alaylı
gülümsemesiyle yavaşça böldü sessizliği.
— Polis anlamasın diye, dedi.
Bir gülme koptu. Kenan da bayılmıştı bu söze. Çirkin kız kadehini kaldırdı:
— Sait Ağbi'nin şerefine!..
İçtiler. Yine içtiler. Sermet'le kız kapıştı bir ara. Tartışmada dürüst
davranmıyormuş Sermet. Bir büyük şişe daha açıldı. Mezeler yenilendi. Izgaralar
geldi. Trenler geldi. İnsanlar boşaldı. 33 Trenler ayrıldı. Lokomotif sesi,
düdük sesi, insan sesi...
— Politik öngörüşten yoksun kişilerin...
— Tümünü karalayamazsın tiyatronun...
— Neyimiz var Batı'dan esinlenmeyen?
— Sanat politikanın duygulara izdüşümü bence.
— Öyle ama, Batı'dan öğrendiklerimizle...
— İçtenlikle söylemiyorsun. Sen Batı'da okumadın mı?
— Okumakla...
— Ayrıntılar önemli değil kuşkusuz...
Masalar tek tük boşalmaya başlamıştı. Bazılarında hesap görülüyordu. Bir ara
bizimki ne tutar gibisine düşünecek oldu Kenan. Rakamlar da duyduğu sözler
gibiydi; parça parça... Hay Allah, hiç böyle olmamıştım. Sarhoş muyum şimdi?
Değilim de... Hiç bu kadar içmedimdi. Ne tadı. Sarhoş filan değilim... Tezgâhta
telefon var, kumbaralı. Bir telefon ederim Nermin'e. Gelsin isterse... Demin
ettim ya telefon... Etmedim mi? Manav kapandı derim. Zeynep'in de... Han
yıkılacak zaten. Sıçmışım hanına... Toplumsal nedenlerle dürüst
davranmıyorlar... Hergele Rasim... Çirkin ama kız, nohut gibi burnunun ucu da,
peynir alıyor. Vay hergele, demek han...
— Kenan Ağbimizin şerefine içelim...
Sadi'ydi. Kızla Sermet, kendi havalannda, tartışmaya batmışlardı. Duymuyorlardı.
Ötekiler kadeh kaldırdı. Kenan ayağa kalktı sallanarak. Kadehi aldı. Önemli
şeyler söylemeliydi!..
— Çocuklar, dedi.
Durdu. Dili dolaşıyordu. İstediğimi bir türlü... Hay Allah...
Çocuklar...
Sermet'le kız da kadehleri almışlardı, bakıyorlardı.
— Çocuklar!..
Sonunu getiremiyormuş gibi kaldı yine. Yutkundu. Gözü kapıya takıldı, gülümsedi
birden. Sallandı yavaşça.
— İşte Nermin de geldi... dedi.
Kapıya döndü hepsi. İçeri ağır ağır bir kız girmiş, durmuş kapıda, onlara
bakıyordu. Bir kahkaha koptu. Bayılmışlardı Ke- 39 nan'ın sözüne. Birkaçı
alkışlıyordu coşkulu... Yinelemeye başladılar.
— Yaşşşa Kenan Ağbi!..
— İşte Nermin de geldi!..
Kapıdaki kız bozulur gibi olmuştu. Sermet el salladı. Şaşkınlığını yenmek ister
gibi gülümsedi kız, çekingen, ağır ağır masaya yaklaşmaya başladı. Masadan
ayrılmak ister gibi yaptı Kenan. Bir-iki adım atacaktı Nermin'e doğru... Olmadı.
Çöküvermişti sandalyesine. Ötekiler gülüyor, yer açıyor, bir şeyler
konuşuyorlardı Nermin'le!.. Sait'le Sermet'in arasına oturttular. Sermet
tabağını, bardağını verdi.
— Aç mısın?
— İçer canım.
Bir şey diyemeden, şaşkın bakıyordu Kenan. Biraz zayıflamış mı Nermin? Gözleri
daha mı açıktı ne?.. Meyhanede görmedim ki yıllardır! Çok mu içtim ben?.. Eğildi
Nermin'e yavaşça:
— Geç kaldın!., dedi. Kız baktı Kenan'a, gülümsedi. Yadırgamışa benzemiyordu
pek. Meyhane burası...
— Gelmeye niyetim yoktu, dedi.
— Ben de geç telefon ettim!.. Kız yine gülümsedi. Ötekiler kendi havalarına
dalmışlardı.
— Güçlük çekmedin ya? dedi Kenan.
— Güçlük mü?
— Burayı bulmada.
— İlk kez geliyorum ama, İstasyon Lokantası deyince Ser-met... Sormadım bile.
Kenan buğulan dağıtıp bazı şeyleri birbirinden ayırmak için çabalayıp duruyordu.
Hay Allah... Ne kadar da güç!.. Şimdi bu Nermin de Sermet'in çatalıyla...
Yoksa...
— Kızgın mısın bana yoksa? dedi, yine yavaşça eğilip. Kız aynı yumuşak gülüşle
bakıyordu Kenan'a.
— Kızgın mı? Neden?..
Kenan da gülümsemeye çalıştı, gözlerini kırpıştırarak. Yeniden toparlanmaya
çalıştı.
— Sonra her şeyi anlatacağım Nerminciğim, dedi.
Kız iyice şaşırmış baktı, baktı; birden gülmeye başladı. Sinirleri boşalmış gibi
gülüyordu ki usulca toparladı kendini; tatlı yumuşak gülümsemesine döndü. Yine
Sadi'ye baktı.
— Beyefendi beni birine benzetiyor olmalı, dedi.
— Kusura bakma ağbi... Tanıştırmadık değil mi? Herkes kendi havasında...
Günsel... Sermet'in arkadaşı, Felsefe'den...
Arkadaşı mı? Şaka mı, sarhoşluk mu? Bugün de herkes... Öğlende bu kadar
içmemiştim. Şimdi bu kıza ben...
— Nermin... dedi, kekeler gibi...
— Çok mu benziyorum?..
Niye gülerek bakıyor hep? Saçmalama... Kafamın içi...
— Benziyor musun? Kime?..
Üstelemekten kaçınır gibi Günsel dönüp Sermet'le bir şeyler konuşmaya başladı.
Ara sıra yine gülümseyerek bakıyordu Kenan'a. İçkisini yudumluyordu. Kenan
durgunlaşmıştı. Kendisiyleydi bütün uğraşı. Çevreyi mi görüyordu, içindekileri
mi? Öyle tatlıydı ki karıştırmak, boşuna yorgunluktu ayırma çabası, mutsuzluktu.
Gözlerini yumdu Kenan, başını önüne eğdi, kaldı. Bir süre geçmişti ki tamdık bir
çağrı ile ayılır gibi açtı gözlerini. Nermin demek şiir okuyor, ben bu
yeryüzünde böyle güzel... Nâzım'ın demek şiir... Vay canına... Bellemiş. Akrep
gibisin kardeşim... Şiir ortalarına varmıştı...
— Ve bir yanardağ gibi korkunçsun kardeşim...
Gözlerini şaşkın açmış, ağzı bile yarım açık kalakalmış gibiydi Kenan. Şiir
güzel, güzeldi. Asıl çarpıcılığı sade, özentisiz, apaçık okunuşundandı yine
de... İçkinin de kırbaçladığı coşkularını güçle tutuyorlarmış gibi sessiz
soluksuz dinliyorlardı hepsi.
— ... Söylemeye dilim varmıyor ama. Kabahatin çoğu senin kardeşim!..
Günsel, son dizeyi söyleyip de şiiri acı, kesin bir yargı bildirisi gibi
bitirince, bekledikleri boşalmadan, gevşemeden yoksun, sessiz kaldılar bir süre.
Sonra ağır ağır şaşkınlıktan ayılıp yeniden havalarına döndüler. Yalnız Kenan
ayılamıyor gibiydi. Dudaklarını kımıldatıyor, dizeleri yinelemeye çalışıyor,
beceremiyor, onları da karıştırıyordu. Gocuklu celep kaldırınca sopasını,
salhaneye koşarsın midye gibi sen yaşşa kabahatin çoğu Nerminciğim akrep gibisin
kardeşim... Güçle toparladı kendini, artık çekingen bakan Günsel'e eğildi yine:
— Bu kadar mı? dedi. Yok mu başka? Ben biliyorsun bu şiir... Başka belledin mi?
Günsel, ne diyeceğini bilemiyormuş gibi baktı bir süre; sanki demiş olmak için;
— Birçok yeni şiir var... dedi yavaşça.
Gülmüyor, durgun bakıyordu daha çok. Acımayla sürdürmek gereği duymuş gibi
ekledi:
— Sevdiniz şiiri değil mi?
Sorudaki anlamsızlığa takılmış gibi, baktı Kenan.
— Biliyorsun ben bu şiiri... Nerminciğim, dedi... Ne kadar çok... Oku yine...
İstersen oku... Sen...
Dayanamamıştı Günsel, gülümsedi.
— Bağışlayın, dedi. Kime benzediğimi bilmiyorum ama... Günsel'im ben.
Sonra Kenan'ın oyununu bozmaktan kaçıyormuş gibi içki kadehini kaldırdı sıcak
gülümsemeyle:
— Şerefe!., dedi.
Kenan da gülümsemeye çalışarak kaldırdı kadehini, bir yudum alıp bıraktı.
— Vay canına, dedi yavaşça... Ne güzel!..
Gözlerini dikip, mutlu, dalgın bir gülümsemeyle Günsel'e bakmaya başladı.
Tedirginlik vermişti. Kızardı, şöyle bir ötekile-42 re baktı Günsel. Kenan
oralı değildi. Hiç kimse de oralı değildi, kendi havasındaydı herkes.
— Ne güzel, diye yineledi Kenan...
Artık boşalmaya yüz tutmuş lokantada bir şeyler aranır gibi bakındı.
— Hay Allah, dedi. Çıksak şöyle sokaklara, yürüsek yürüsek gece... Nasıl var
mısın?..
Günsel yine ötekilere baktı yardım bekler gibi:
— Bilmem, dedi yavaşça. Arkadaşlar isterse...
Son birkaç masadakiler de kalkınca lokanta boşalmıştı. Şef garson çekinerek
yaklaştı. On ikiyi geçiyormuş saat. Garsonlar sandalyeleri masaların üstüne
yığmışlar, yer yer ışıkları söndürüyorlardı. Meyhane kovulması. Kalktılar. Kenan
şefe el etti. Ser-met'le Engin'in karşı durmasına bakmadan, sarhoş inadıyla aldı
faturayı, beş yüzlük sıkıştırdı arasına, garsona verdi. Gelenleri de saymadan,
tabakta bir onluk bırakıp pantolonunun cebine tıkıştırdı.
Dışarıya, serin geceye çıkınca açılır gibi oldu Kenan. Kurtulmak istemediği bir
sanrıdan kopmakla kopmamak arası kısa bir süre daha yaşadı. Sonra Allah'ın
belası gerçek... Günsel, Ser-met'in koluna girmişti. Eziklik duydu. Sallanarak
yaklaştı Sait'e, kolundan tuttu:
— Sağ ol Saitçiğim, dedi... Çok sağ ol... Ne güzel...
Sait, hiç değişmeyen, kısık gözlü gülümsemesiyle başını salladı yavaşça. Sen sağ
ol mu demek ister? Anladım ne bok olduğunu mu? Ne adamdır bu?.. Kenan gözlerini
önde, Sermet'in kolunda yürüyen Günsel'e dikmişti yine. Sermet meyhanede
kızla başladıkları tartışmayı sürdürüyordu. Kızın suçlamasına karşı çıkıyor,
içtenlikle davrandığını kanıtlamaya çalışıyordu bağıra çağıra. Günsel başı önde,
dinliyor mu, dinlemiyor mu, Sermet'in kolunda yürüyordu ağır ağır. Taşıdığı
güzel şeylere çocuksu umursamazlık, attığı her adımda belli ediyordu kendini.
Kenan'ın donuk bakışından daha tedirginleşmiş gibi Sermet'e döndü:
— Ne yapıyoruz? dedi.
Sirkeci'nin, gece yarısında daha da büyümüş bomboş alanında, herkesin uyku
sözünden çekindiği uykulu, kısacık anı yaşıyorlardı.
— Yukarı mı çıksak?
Böyle mi dendi, ya da kim dedi? Belli bile olmadan bir taksiye doluştular.
Büyükçe bir arabaydı. Kenan'la Sait'i öne oturtmuşlar, beşi de arkaya geçmişti.
Günsel kapı dibinde, Sermet'in dizindeydi yarı yarıya, Kenan'ın tam ardındaydı.
Tutunmak için ön koltuğa, Kenan'ın sırtına doğru dayamıştı kollarını. Ara sıra
soluğunu duyar gibi oluyordu Kenan. Ötekiler de iç içe, kucak kucağa, geceleri
sarhoş kalabalıklarını avlamada ustalaşmış şoförün yerli yersiz şakalarıyla
gülüşerek gidiyorlardı.
— Yusufa değil mi?
— YusuPa, YusuPa...
— Ben kızgınım eşşoğlueşşeğe ya...
— Boş veer, iyi oğlandır... Toplumcular arasında bir kez...
— Bence o, toplumcudan çok...
Meyhaneyi arabaya taşımışlardı. Sermet konuşurken elini, kolunu oynatıyor, öteki
uçtaki Engin'e yetişmek ister gibi kımıl kımıl eğiliyor, her seferinde Günsel'i
öndeki Kenan'a biraz daha itiyordu. Kenan sızmış gibiydi. Meyhanedeki Nermin
sorununu çözmenin küskünlüğündeydi sanki. Konuşmalara da kızıyordu. Zır zır, hep
aynı şeyler. Ayıldık demek. Yandaki kelebek camı araladı. Birden anımsamış gibi
geriye döndürdü başını, dalgın bakan Günsel'e:
— Dokunuyor mu? dedi. Kapatayım mı?..
— Yooo... İyi geldi...
Kenan'ın dönüşünde, sesinde, iki sözcüğünde bile belli olan değişiklik, Günsel'i
iyice yadırgatmış olmalıydı. Meyhanedeki oyun bitmiş, gerçek başlamıştı. Şakası
olmayan gerçek... Garip adam değil, basbayağı bir adamdı karşısındaki. Kır
düşmüş sakaldan, yan açıkladığı bir gizi örtbas etmek ister gibi bakışı, ola ki
sarhoşluktan gelen içtenliği ile çekici bir adam belki de...
Beyoğlu'nun karanlık, arka sokaklanndaydı Yusuf! Işıksız bir kapının önünde
durdular. İstanbul'u o kadar iyi bilirdi, yine de bıraksalar bu sokakta, yolu
çıkaramazmış gibi geldi Kenan'a. Ne kenttir şu İstanbul... Güm güm
yumrukladıklan kapı açıldı, merdivenlerden indiler. Loş kuytulannda, ufacık
masalarda, kadın erkekli birilerinin kımıldadığı, bir köşeye Amerikan bar sıkış-
tınlmış, ara sıra hafiften teyp müziği duyulan, dar, uzun bir mahzen, özenti bir
yeraltı meyhanesiydi burası. Kızlı oğlanlı birileri fırlıyor coşkuyla
karşılıyordu gelenleri.
— Vay koçum!..
— Nerdesin be?..
— Ulan senin...
— Hop dedik...
Sanlmalar, sarhoş öpüşmeleri. Kızlı oğlanlı koca bir kalabalık oluvermişlerdi.
İzbe bir oda açıldı bir köşede. Doluştular tezden. İki küçük gaz lambası
yakıldı. Çeşidi sandalyelerle çevrili, eski biçim, upuzun bir masa vardı ortada.
Çevrelendiler hemen. Islak duvarlarda kanşık imzalar, çizgiler, resimler...
Şaşkın kalı-vermişti Kenan, ilgilendiği yoktu kimsenin. Günsel'e bakındı;
ilerde, Engin'in yanındaydı. Sermet'ten uzakta... O da benim gibi olmalı. Pek az
kişiyi tanıyor ya da... Günsel de ona mı bakınmıştı ne, göz göze geldiler.
Kaçırdığı filan yok gözlerini. Niye demin bana öyle geldi? Nasıl etsem de şu
araya giren oğlanlan?.. Hergeleler... Yerli sinemacıymışlar, biri asistan, öteki
oyuncu olacak konuşmalarından. Tiyatrocu mu yoksa? Fitil gibi ikisi de;
burunlannı görmüyorlardı. Sarhoşluk çirkin. Ben de mi böyleyim? Değilim...
Baksana, ne dedikleri belli değil. Senin belli miydi? Öğlende başladım ben.
Onlar ne vakit başladılar kim bilir? Ellerinde birer şişe şarap... Şansını
eğildi Kenan'a bir şeyler söyledi. Bağıra bağıra konuşmalar içinde ne dediğini
de ayıramazsın, kimin dediğini de. Yoksa bir şiirden dize mi söyledi oğlan?
Kenan baş salladı gülümseyerek. O da onu bekliyormuş gibi sı-ntarak şarap
şişesini dikti kafasına. Yanlış yapmadık demek!.. Yanlışı yok bunun. Duyduğun
sözü sen de herkes gibi yanında -kinden say, söyle bir şeyler!.. Testilerle
şarap getirdiler; şarap içi-lirmiş burda. Fısnk, leblebi tabaklan. İzmariüerle
dolup taşmaya başlayan tablalar. Ağırlaşükça ağırlaşan sigara dumanı, alkol,
küf, soluk kokusu... En diplerde elinde şarap bardağı ile Sait'i gördü bir ara.
Yorgun, bitkin bir gülümsemeyle başım ağır ağır sallıyor, daha doğrusu, ikide
bir düşen, çöküveren başını dirençle kaldı-nyordu. Engin, Sadi, Sermet, çirkin
kız, kızlı erkekli, birbirine benzeyen, benzemeyen başka yüzler; öğrenci, ozan,
ressam, yazar, eleştirmen, tiyatrocu, sinemacı, müzikçi, her şeyci, hiçbir
şeyci... Toplumcu, toplumcu, toplumcu... Bu kadar toplumcu böyle yeraltından
başka nerde toplanabilir! Biri koluna dokunmuştu Kenan'm. Döndü; kibrit
istiyordu bir kız. Parmaklannın arasındaki sigarayı ağzına yalan tutmuş, öte
yanındaki oğlana da söz yetiştiriyordu: "Nasıl düşünebiliyorsun biçimsiz
içeriği?.." Sonra yine kanştı duyduklan Kenan'm... Kamucularla aslında
diyalektik seninkisi düş sanatta içerikten ayn bağımsızlık savaşla-nnda yapıttan
önemli... Kız bir daha baktı Kenan'a, anlamıştı kibriti olmadığım, uzandı boylu
boyunca yaslandı Kenan'a, iki ilerdeki oğlanın elinden sigarasını alıp yaktı;
yanındakiyle çeneye döndü yine. Taptaze bir dişinin umarsamaz sürtünmesi, bir
şeyler kımıldaDvermişti Kenan'ın içinde. Günsel'de orda... O da mı sıkılıyor
benim gibi... Yoo içiyor... Bir şeyler konuşuyor... O da şimdi eğilip sigarasını
yakar birine yaslanıp!.. Yapmamalı!.. Sana soracaktı!.. Bana niye sorsun?
Sermet'e sorar. Sermet de yok or-
talarda, nereye gitti ki?.. Birer ikişer köşelerdeki masalara dağılmaya, yeni
yeni kişilerle kucaklaşıp çeneye başlamışlardı Kalkan kalkmış, Günsel'le araları
boşahvermişti. Gitsem mi yanına? Ayıp mı olur? Herkes yapıyor ya... Herkese
benzeyen hangi yanın var senin kart herif. Ne ararsın burda?.. Kıza da neler
dedim lokantada. Alay etmiştir içinden. Hiç de öyle görünmedi. Neyin var-45 mış
alaylık? Öğleden beri iç iç, kolay mı? Kalkıp eve mi gitsem? Boş ver: O ki
öğleden beri... Ne öğlesi be? Dünkü öğleden beri... Vay canına... İçeceğim
sabaha kadar... Rekorum olsun benim. Yaklaşsam şu kıza. Çok uzak bir yer sanki:
Şuracık. Ah bu benim saçma onurum! Korkaklığım deme de... Şimdi biri gelip
çöküverecek. Gelsin... Baksana kıza... Anlatıp duruyor yanındaki oğlana. O da
kimin nesi. Şiir okuyordur belki de... Akrep gibisin kardeşim... Bu kadar güzel
şiir okuyan kız... Pek içkiyle başı hoş değil mi ne, bir şeyler yiyor sadece.
Yooo, içiyor işte... Kötü şarap ya, içeyim ben de... Tam bardağı kaldırdığı
sıra, Günsel baktı gülümsedi, Kenan'ın yalnızlığına üzülmüş gibi baktı, bir
şeyler söyledi. Duymamıştı Kenan. Yaklaşmak için davramnca birden kalkıp elinde
bardağı, boş sandalyelerden kayıverdi Kenan'a doğru. Nasıl olmuştu bu iş; yan
yanaydılar?..
— Sıkılmışa benziyorsunuz, dedim...
Söyleyecek bir şey aranır gibi durdu Kenan. Evecenlik bastı mı silinir kafam.
Yakaladı neyse...
— Tam sıkılıyordum ki yetiştiniz, dedi.
Günsel'e mi çekingenlik bastı bu kez? Kızarmıştı. İçkidendir. Gülümsedi.
— Sağ olun, dedi.
— Siz de. İçelim mi?
Bardağı sonuna kadar dikmişti Kenan. Kız bir küçük yudum alıp bırakmış, Kenan'ın
içişine bakıyordu.
— Seviyorsunuz içkiyi?
Duraladı Kenan. Suçlama mıydı bu?
— Aylardır içmemiştim, dedi...
Savunmasını sürdürmek ister gibi ekledi hemen...
— Çok mu içkici görünüyorum?..
— Yoooo, dedi Günsel gülerek. Benim pek aram yok da... Saldın sırası Kenan'a
geçmişti.
— Nasıl olsa aramz olacak, dedi.
Açıklamama gerek var mı gibisine bakıyordu. Yoktu, anlamıştı Günsel. Çevreye
ağır ağır şöyle bir göz gezdirdi.
— Sanmam, dedi. Ben pek az gelirim buralara. Bu ikinci filan... Sevmem...
Öylece bakan Kenan'ı görünce ekledi.
— Sermet getirmişti yine bir kez.
Sermet adını ağzından kaçırdığına pişman olmuş gibi kaldı bir an, şarap bardağı
ile oynar gibi yapmaya başladı.
— Nişanlınız mı?
Sorulur mu bu be?.. Adam olmam ki ben!.. Sersem, eşşek herif!.. Hıyarağası
değilsin de nesin?.. Ne desin kız? Düzeltmek çabasıyla aldı hemen:
— Şeeey, dedi çekinerek, sormamış olayım isterseniz. Gülümsedi Günsel.
Kızarmıştı da. Nasıl karşılayacağını bilmiyor gibiydi o da.
— Yooo... Önemli değil, dedi. Sormuş olun da... Alaylı, taptaze bir gülüşle
tamamladı:
—... Ben söylememiş olayım...
Kenan da gülüyordu. Niye bu kadar zeki bu kız? Nermin de... Nermin mi zeki?
Durgundur! Bu da durgun... Benzeyen yanlan belki de... Sonra da bu sessiz
gülüşü...
— Daha biz de bilmiyoruz ne olduğumuzu... Ağırlık, acılık filan yoktu sesinde.
Öylece söyleyivermişti.
— Hadi içelim, dedi, aynı durgun gülümseyişle... O ki geldik, içelim...
— İçelim, dedi Kenan da.
Sonuna kadar içip yeniden doldurdular bardaklan. Kenan şarap testisine uzanınca,
Günsel karşı çıkmamış, yardımcı bile ol-
muştu. Sevmeye mi başladı içkiyi? Yine başım dönüyor... Ya saçmalarsam akşamki
gibi? Biliyorum, Nermin değil ki... Bir paket Bafra çıkardı Günsel cebinden.
— İçmiyorsunuz sanırım... dedi... Ben de içmem ya... Canım mı sıkılıyor
bugünlerde ne?.. Siz?..
— Bıraktım, dedi Kenan, kızın uzattığı sigarayı alırken. İki pakete çıktımdı
bir ara...
Günsel kibriti vermedi Kenan'a. Önce kendininkini yaktı, sonra Kenan'a uzattı
yanan kibriti. Öyle doğal yapmıştı ki Kenan eğilip yaktı sigarasını, bir soluk
çekti. Oh, mis gibi. Demek bu mereti bırakmamışım ben daha. Nasıl da sardı!..
Günsel anlamış gibi.
— Eski tiryaki olduğunuz belli, dedi gülerek. Kenan dalgın:
— Öyleyimdir, dedi... Yakalanmaya göreyim, kolay kopa-mam tu dullarımdan...
Günsel yavaşça gözlerini mi kaçırdı ne? Ne dedim ki? Öyle bir biliyorsun ki ne
dediğini. Bir yudum aldı şaraptan.
— Çok sevindim, dedi. Kaçığın biri sanıp da uzaklaşmadınız benden.
Günsel anlamamış göründü.
— Neden?..
Kenan pişman olmuştu gene bu konuyu açtığına ya, dönemedi. Kekeler gibi:
— Akşam... Lokantada, dedi... Bağışlayın!.. Çok saçmaladım, biliyorum...
Gülmesini bekliyordu Günsel'in, o çok ciddiydi tersine.
— Kötü bir şey demediniz ki, dedi. Duyguluydunuz biraz, o kadar...
Yumuşak, inandırıcıydı sesi. Güç vermiş, yüreklendirmiş gibiydi Kenan'ı.
— İlk kez bu kadar içtim, dedi, gülümseyerek. Şimdi iyiyim...
Günsel yenemediği merakını saklamak ister gibi çereze uzanırken önemsizce
soruvermiş göründü:
— Arkadaşınız mıydı?
— Nermin mi?
Kenan şaşalar gibi oldu bir, sonra kurnazlıkla baktı kıza:
— Siz sormuş olun da... Ben söylememiş olayım, dedi. İçkiden mi ne, Günsel,
ummadığı kadar çok güldü, duruldu
sonra...
— Ödeştik, dedi.
Kolaydı ödeşmek!.. Bir şey diyemedi Kenan. Dosduğu geliştiren her söz güzeldir.
Doğrudur da!.. Ukalalığı bırak, ödeştiniz!.. Karın olduğunu söyleyeceksin de ne
olacak? Söylemedin de ne değişti?.. Niye sakladın hem? Hiiiç, ona nispet olsun
diye. Ödeştik demek. Onun Sermet'i, benim de Nermin'im var. Bir de Zeynep...
Belki onların da olmuştur! Terbiyesizlik etme; pırıl pırıl kız belli... Bir,
lokantadaki gibi olsam yine. İç bakalım, olursun belki. O da olmalı ki... O da
Sermet'i mi görsün sende?.. Çok da benziyoruz ya!.. Mavi gözleri, san saçları,
direk gibi boyu... Onun Nermin olmasına benim isteğim bile gerekli değil... Hem
niye isteyeyim? İstemiyorum ki... Bak yine düşürdü... Kumral saçları böyle
kayıverdi mi... Başı ile savurdu mu yavaşça... İşte...
— Yapmayın öyle!..
Kenan'ın ağzından kaçıveren bu sözler üstlerine çöken dalgınlıktan ayılüvermişti
ikisini de. Önce şaşırmış gibi oldu Günsel. Ne diyeceğini bilemedi. Öylece
kaldılar bir süre. Kenan'ın yüzünde, gözlerinde gittikçe belirginleşen çocuksu
ürkeklik sert bir emir gibi çıkıveren sözleri yumuşatmış, acımayla karışık bir
sevecenlik yaratmıştı Günsel'de. Gülümsedi:
— Olur, yapmam... dedi.
Sonra çıkardığı bir-iki tokayla, ikide bir düşüveren saçlarını tutturuverdi. Hem
de önemsemeden; karşısındakine bir şey veriyormuş yapmacığına düşmeyen bir
kolaylıkla. Sarsılır gibi oldu
Kenan. Tutkuya dönüştü dönüşecek bir istekle yanıyordu; öpmek geliyordu içinden
kızı. Kalkıp kaçsam mı? Rezil olacağım... Yaşlı hovarda! Erkeksi değil öyle,
yüzünü avuçları arasına alıp rastgele öpmek... Minik burnunu, dudağının
kıyıcığını... Zeynep'i öper gibi... Ben Nermin'i bile böyle ara sıra... Ya
tutamaz-sam kendimi? Bir de çıngar meyhanede...
— Bende de olur bazı, dedi Günsel, bir şeye takılıveririm.
Demin tutuşturduğu tokayı sıkılar gibi yokladı saçını. Sigarasını tablaya
bastırdı. Ne olur bir şiir okuyuverse şu kız... Söylesene! "Şiir okur musunuz?",
"Edebiyatı sever misiniz?" konuşmalarına başla!.. Yine de tutamadı kendini:
— Ne güzel şiir okuyorsunuz? dedi.
— Şiirler güzel de... dedi Günsel. Kenan birden yeniverdi korkusunu.
— Okusanız... dedi yavaşça. Günsel durgunlaştı, sonra:
— Kırılmazsanız, dedi okumayayım... İzin verin de... Toparlanmaya çalıştı Kenan:
— Yooo, dedi. Nasıl isterseniz.
Bir sessizlik oldu yine. Günsel sigara yakarken.
— Burada güzel değil o şiirler, dedi.
Kırk yıllık tiryaki gibi derin bir soluk çekti sigaradan.
— Çirkin oluyor burda okumak, dedi. Ya da ben alışamadım...
Çirkin mi oluyor burda okumak? Şiirleri okumanın güzel olduğu yerleri de biliyor
demek... Bu kız...
— Felsefe'deydiniz değil mi? Güldü:
— Evet, dedi. Felsefe'deyim... Beş yıldır Felsefe'deyiz... Kısa bir sessizlikten
sonra, haklı da olsa, kendini savunmak
zorunda kalmanın sinirliliği ile gülümseyerek;
— Tezimi onaylamıyorlar, dedi. Geçen yıl bitirmem gerekiyordu.
— Teziniz mi? dedi Kenan.
Bir soluk daha çekti sigarasından, başını salladı yavaşça.
— Aşın buluyorlar, dedi... Mancçılığa kaçıyormuş tutumum. Demek gerçekten bu
kız... Anlamamış miydin hıyarağası!..

Bir-iki sözle içine ürperti veren bir ışık yanmıştı Kenan'ın. O da konuşmak,
anlatmak istiyor, uygun sözcüğü bulamıyordu bir türlü. Sessizliği Günsel bozdu
yine. 52
— Amaaan, dedi, bitireceğim de ne olacak?.. Umursamaz görünmenin örtbas
edemediği bir üzüntüyle
ekledi:
— Nasıl olsa, iş filan verecekleri yok...
Karamsarlık değil gerçekçilik vardı sözünde. Kenan ortak yanlarını açıklamak
ister gibi:
— Öyle düşünmeyin dedi... Sürüp gidecek mi ki bu?..
— Benim de kuşkum yok bu konuda ya... dedi Günsel.
Bir süre dalgınlıktan sonra saklayamadığı bir acılıkla yavaşça ekledi:
— Ne vakit?
Özlemi artıran bir acılıktı sesindeki. Ne vakit? Gerçekten, ne vakit?
Geleceğinden hiç kuşkumuz yok ya, ne vakit?
— "Nerden, nasıl geleceğini bilmeden
Gelecek dehşedi güzel günlere inanıyordu..." Dizeleri ağır ağır okuyuvermişti
Kenan.
— Doğru okudum mu? dedi... Pek şiir tutamam ya... Günsel yine dalgın durdu bir
süre. İçten acı, alaylı:
— Biz meyhanelerde beklerken mi gelecek? dedi. Aynı durgunlukla ekledi hemen:
— Hem ben, nerden nasıl geleceğini bilmek isterim...
Bir şey diyemiyordu Kenan. Beni de suçluyor bu!.. Biz buralarda beklerken mi?..
Buralarda ya da şuralarda; beklemekten başka ne yaptım bu yaşa?.. Bu kız her
sözü ile kafamdaki tabloyu karalayıp yeni çizgiler çekiyor?.. Kızdırıyor insanı,
ukala bu kız?.. Yıllarca yalnız, kaskatı beklemeden, meyhanede böyle bir
gece beklemenin mutluluğunu nerden bilir bu?.. Sigarası, tokası, minicik
burnu... Sen bir gün Nermin'e...
— Şimdi nerdesiniz? dedi Günsel. Kenan anlamamış gibi bakıyordu.
— Hangi okuldasınız?..
— Öğretmenlik yapmıyorum, dedi Kenan... Kitapçıyım...
— Kitapçı mı?.. Öğretmen dediler de... Öğretmen demişler. Kim demiş? Üstelemedi
Kenan.
— Babıâli'de, dedi, ERKEN Kitabevi... Yukarda Han'a girerken. Bir tanıdıkla
karşılaşmış gibi baktı Günsel.
— Yabancı gelmiyordu yüzünüz, dedi. Bir-iki kez uğramıştım sizin oraya. Genç bir
çocuk var.
Sevinmişti Kenan.
— Burak, dedi. Satışa bakar. Ben daha çok yukandayımdır.
— Merdivenle çıkılan bir yer.
— Evet...
— Uzaktan görmüş olmalıyım sizi, dedi... Daha bir yakınlaştılar sanki.
— Ben de Felsefe'denim dedi Kenan. Ama hep edebiyat okuttum. Kadro yoktu...
Daha bir şeyler söyleyecekti ki bir kalabalık üşüşüverdi.
— Haydin, gidiyoruz...
Sormaya bile kalmadan, kalabalıkla birlikte kapıda buldular kendilerini. Yağmur
çiseliyordu. Sermet, Günsel'in koluna girmiş, ağırdan sallanarak anlatıp
duruyordu bağıra çağıra:
— Amma doldu... Her gece böyle değildir. Sıkıldım namussuzum. Sen sıkılmadın mı?
Burasını seveceksin bak... Biraz başımız dinlenir. Erken daha, ben seni
bırakırım... Bir ufak konyak o kadar...
Günsel ses çıkarmadan yürümeye çalışıyor, ıslak, parıltılı taşlarda kayıp
düşmemek için kolundaki içkili adamı dengelemekten başka şey düşünmüyor gibiydi.
Kıskançlıkla içi içini yemeye başlamıştı Kenan'ın. Ne oluyorsun? Ne bileyim, ne
oluyorum... Çok
seviyor çocuğu. Niye sevmesin? Genç, sırım gibi oğlan. Genç ikisi de... Seni mi
sevecekti? Daha neler... İmreniyorum, o kadar... Yasak mı o da?.. Sevmesi doğal
oğlanı!.. "Daha ne olduğumuzu biz de bilmiyoruz..." dedi ya; o da doğal!.. Bu
çağın en güzel şeyi!.. Ne olduğumuzu bildik mi başlarız kırık dökük sürünmeye...
Sarhoş filan da değil it, özellikle yaslanıyor Günsel'e. Biz de Ner-min'le daha
ne olduğumuz... Bir ufak konyak da ben içerim şim- 53 di. Ulan Sait ne yedi
canlıymışsın be!.. Bak sallanıyor hepsi, genç bunlar... Biliyor musun, ne güzel
böyle bir genç kıza bırakıver-nıek kendini, direncini duymak yanıbaşında senin
için?..
Sermet bir başkasının koluna girmiş, kızlı oğlanlı birilerine Ankara'ya
gitmekten, pasaport işinden söz ediyordu. Yalnız yürüyordu Günsel. Döndü, hemen
arkasındaki Kenan'a gülümsedi:
— Yürüyoruz işte, dedi... Sokaklarda yürüyelim demiştiniz... Evet öyle demiştim.
Delikanlıyı yasla göğsüne de yürü demedim!..
— Aslında ben de çok severim yürümeyi, dedi Günsel. Hem de çok severim...
— Ama geceleri... Sokaklarda...
Sermeder'in şamatasından uzaklaşmak ister gibi yavaşlattı adımlarını:
— Evet, dedi, geceleri... Sokaklarda...
Bir duyguyu bölüşmenin muduluğuyla Kenan'ın bir şeyler demesini önler gibi
ekledi hemen.
— Romantik aslında... Küçük-burjuva duyarlılığı. İçki düşkünlüğü gibi bir
şey...
Tastamam ukala bu kız! Suçlamadığı bir şey yok. Doğru mu, değil mi? Ona baksana
sen! İşine gelmiyor değil mi? Niye gelmesin? Sermet'i suçluyor!.. Sermet'i
suçluyor? İliklerine kadar sevinçle doldu. Öyle ya, Sermet'i suçluyor... Pekii,
sana ne oluyor? Hiiiç!..
Beyoğlu Caddesi'ni kesip yukarı sokaklara geçiyorlardı. Barlardan, pavyonlardan
çıkan sarhoşların, orospuların, cinsel sa-
pıkların, ne idüğü belirsiz bir sürü karanlık kişinin, artık tek tük geçen
arabaların caddesiydi Beyoğlu. Gece kulüplerinin, barların, ara sokaklara
kustuğu renk renk neonlar, kapılarında bekleşen taksiler, uyuklayan şoför, bir
sövgü, bir haykırış, bütün bunları örtmeye gücü yetmezmiş gibi ağır ağır
çiseleyen yağmur; ıslak, ışıltılı sokaklar; Kenan'ın duyarlılıkla baktığı her
şey, gerçek 54 kimliklerine GünsePin yargısı ile kavuşmuşlardı sanki. Hiç de
değil; küçük-burjuva duyarlılığını bilmiyor muyum ben? Kibritle oynayan çocuk bu
kız; yangın çıkarır! Kibriti nerden geçirmiş eline?..
Ölü bir ışık altında belli belirsiz bir kapıya vuruyorlardı yine. Dönüp
karaltılı sokaklara baktı Kenan. Kaçsam ben, girmesem! Nermin de bu saatte...
Günsel önündeydi. Islak saçlan, öne eğik başı, pardösüsünün altında belli
belirsiz kalçaları, taşıdıklarını umursamayan dimdik, kımıltıh bacakları,
minicik topuklu pabuçları... Küçük-burjuva duyarlılığımız... Niye kaçmıyorum?..
Gerçekten de sessizmiş burası.
— Siz?
Garsona uyanır gibi baktı Kenan. Ötekiler söylemişlerdi.
— Votka, dedi. Limon, votka...
Bilinen yerlerdendi burası. Basık, minderli koltuklar, yer masaları; leblebi,
fiştik, tuzlu badem tabaklan, sigara tablalan, içki bardakları, teyp müziğine
kansan fısıltılar, gülüşmeler, duvarlarda deniz kabukları, ağlar, boyalı su
kabaklan, hepsi, her şey dumanlı karanlığa batmış, can çekişiyor... Biz
buralarda beklerken mi gelecek?..
Günsel eğildi:
— Bir şey mi dediniz? dedi. Şaşalar gibi oldu Kenan, toparlandı.
Yan yana düşmek için çekingenliğini yenip Günsel'i izlemiş, aralarına kimsenin
oturmasına izin vermemişti. Günsel de yardımcı olmuştu. O da istiyordu demek.
Basık bir yer sofrasını sıkı sıkıya çevrelemiştiler. Sermet yeni bir tartışma
sürdürüyordu.
Egzistansiyalizmin ileri bir anlamı varmış bizim ülkede... Bizim aptallar
anlamıyormuş bunu. Bizim aptallar kim? Hepsi burda değil mi bizimkilerin?..
Birileri atılıp karşı çıktı. Bir kız Sermet'i tuttu. Kibrit isteyen kız değil
mi?.. "Sartre döndü ya, Ca-mus'nün bir yazısı vardı geçenlerde,
egzistansiyalizmin yepyeni açıdan..." Sait bile bir şeyler söyledi bu konuda.
Sermet birden Günsel'e döndü.
— Söylesene bir şeyler, dedi. Biliyorum sen karşısın. Niye susuyorsun? Hasta
mısın?..
Niye böyle saldırıyor kıza bu oğlan?.. Umursamaz baktı Günsel:
— Dinliyorum, dedi. Canım istemiyor konuşmak.
Sermet üstelemedi, dönüp başladı ötekilere bir şeyler anlatmaya. Dinlediği de
yok bu kızın; Sermet'e kızıyor. Yoksa? Bayılırsın işine geldiği gibi
yorumlamaya. Dal tadı düşlere! Ne düşüm olur bunlarla benim?.. Sermet'e sevgi,
anlayış, sevecenlikle dolu kız. Belli ki güçlü nedenlerle bağlılar. Bu saatte
Nermin...
— Kenan Bey yayımlar!..
Sait'ti. Sermet'e söylemişti. Sermet elinde kocaman konyak kadehi:
— İsterseniz yapayım size, dedi. Bir ayda tamam! Kenan anlamamıştı. Sait
açıkladı:
— Sartre'dan çeviri yapıyor. Basar mısınız diye...
Kenan ne diyeceğini bilemiyordu. Gözü ondaydı herkesin. Günsel bakıyordu,
önemlisi.
— Basmam, dedi birden. Ben Sartre basmam...
Bir sevinç parıltısı mı geçmişti Günsel'in gözlerinden?.. Çok istiyordu ya,
yayına başlayacağı yoktu aslında. Düşünüyor, kuruyor her gün daha ağır basan
kâğıt sorununu hesaplıyor, bir türlü çıkamıyordu içinden.
Doğruldu Sermet.
— Sartre basamaz mısınız? dedi.
İstediğini tam istediği yerde eline geçirmiş gibi bakıyordu.
Herkes de, biraz dışlarında kalmış bu yaşlı adamla Sermet'in kapışmasını
bekliyordu sanki. Bir sözle kudurtabilirim bu oğlanı. Günsel'e baktı. Bildiğin
gibi mi yap diyor ne?.. Aşağıdan aldı yine de.
— Kim için basacağız Sartre'ı? dedi.
— Anlamadım, dedi Sermet. Ne demek kim için? Okuyucu
— Okuyucu için Sartre okumaktan çok daha önemli şeyler var bugün ülkede...
Doğru söylediğim besbelli, mudu bakıyor Günsel.
— Biz de biliyoruz onu, var, dedi Sermet, biraz yukardan. Ama Sartre okumak
isteyecekler de var...
Daha söylemesine kalmadan kesip attı Kenan.
— Ben onlar için kitap basmam...
Önce kızgın, sonra acımasız, alaylı vuracak gibi baktı Sermet.
— Ne ettiler de sizi böyle küstürdüler, dedi. ONLAR?..
Bu oğlan terbiyesiz. Kavga çıkarmak istiyor it. Kafası da dumanlı. Sevgilisinin
yanında yumruklamak istiyor beni belki de. Filmlerdeki gibi. Film oğlanı zaten.
Yapsa ya öyle bir şey!..
Gülümsedi Kenan:
— Kimseye küskün değilim, dedi. Tartışmak bile gereksiz bu konuyu.
Bırakmıyordu Sermet.
— O ki tartışma açıldı, söyleyin nedenini, dedi. Niye basmazını şsınız?
Günsel masaya eğilmiş kibritle oynuyordu. Sıkılmış, dinlemiyor gibi... Kenan da
birden bunaldığını duydu bu gergin havadan. Gevşeme çabasıyla gülümsedi
Sermet'e; yumuşak aşağıdan bir sesle:
— Kâğıt yok, dedi birden...
Hiç beklemediği bir şey oldu Kenan'ın. Gürültülü bir kahkaha kopardılar hep
birden. Sermet da baydmışü... En küçük bir alınganlık göstermeden ağız dolusu
gülüyor; "Kâğıt yok!" diye
yineleyip duruyordu o da ötekiler gibi... Kötü oğlan değil bu!.. Hırçın biraz...
Yakışıyor da... Günsel de gülüyordu. "İşte Nermin de geldi!.." dedi Sait. Onu da
yinelemeye başladılar. Kâğıt yok... İşte Nermin de geldi... Beklemedikleri her
söz "Çoook tadı!" oluveriyordu içkili ortamlarında.
— Kenan Ağbi'nin şerefine!..
Biri söyleyivermişti ya. Sermet herkesten önce kaldırmıştı 57 kocaman konyak
kadehini. Biraz çekingen, içine kapalı, yine de kendilerine yakın buluyor
olmalıydılar Kenan'ı... Bir-iki daha söyleyip gülüştüler, sonra yine bir şeylere
daldı herkes. Günsel isteksiz yudumladığı konyak kadehine bakıyordu. Kenan
votkasını bitirmişti, bir votka daha istedi.
— Siz de votka içsenize...
Biraz da söz açmak için söylemişti Kenan. Başını kaldırıp baktı Günsel:
— İçeyim, dedi, gülümseyerek. Yavaşça ekledi sonra:
— Başım dönmeye başladı nasıl olsa... İyice dönsün bari!.. Her sözü mutluluk
veriyor bu kızın. Başım dönüyor... İyice
dönsün bari... Ya gerçekten iyice dönerse? Dönsün!..
— Korkmayın, dedi, başınızın dönmesinden...
Niye böyle söylemişti sanki? Düzeltmek ister gibi ekledi hemen:
— Yalnız değilsiniz...
— Önemli değil, dedi Günsel, yalnız da olsam...
Kafa tutmak bir tür. Her şeye mi kafa tutuyor bu kız?.. Bu söze karşı ne demeli
şimdi?.. Kenan'ın tedirginliğini sezinlemiş miydi ne, mırıldandı Günsel, kendi
kendine gibi:
— "Yalnız" sözüne vereceğimiz anlama bağlı bu, dedi. Önemli de oluyor bazı...
Kenan donuklaşmıştı. Ara sıra da olsa, bu da biliyor demek "yalnız"ın anlamım.
Bilmez. Nerden bilecek. Daha hiçbir şeyi bilmez. Sözcüklerini bilir!..
Günsel, Kenan'ı dalgınlığından uyandırmak için ırgalar gibi kaldırdı kadehini.
— İçecektik, dedi, gülümseyerek...
Yapacak neyimiz var başka? İçeceğiz... Kenan sonuna dek dikti kadehini. Yenisini
söyledi. Günsel minik bir yudum almış, bırakmıştı. Sigara yaktı. Sermet'e
bakıyordu. Sinirli gibi. Ne ka-53 dar iyi saklıyor duygularını!.. Sermet'e
kızıyor belki de. Nasıl da anladın! Bir daha da bakmayacakmış yüzüne!.. Sana
gelecekmiş!.. Bana niye gelsin... İçkimi içiyorum ben!.. Bakarsın bir gün...
Nermin uyumuştur, Zeynep...
Beşinci votkayı yarılayınca çevresindeki, kafasındaki bulanık resimler sallanıp
iyice karışmaya başladı. Günsel'e bir şeyler anlatıyor, kız uysallıkla
dinliyordu. Dinliyor muydu, başka şeyler mi düşünüyordu? Kenan fakültedeki
anılarından açmıştı: Eskiden Felsefe'de... Bir gün Profesör Reichenbach... Von
Aster'in tercümanıydı o herif. Faşist mi faşist... Almanya'dan yeni gelmiş...
Hitler Almanyası... Değişir mi o pis herifler?.. Seminerde bir gün... Niye ikide
bir dönüp Sermet'e bakıyor bu kız?
— Sıkıldınız mı?
— Yooo, dedi Günsel, sıkılır mıyım?.. Ama artık içmeyin isterseniz.
— İçmeyeyim mi?.. Ama ben bir gün Nerminciğim daha şimdi bir kadeh daha tamam
ondan sonra herif faşist mi faşist...
Birkaç kadeh sonra yine Nermin geldi, sonra yine Günsel geldi... Öyle tadı
gülüşü var ki bu kızın. Sermetler kalktılar mı ne?.. Kavga filan değil... Engin,
Sadi, kibrit isteyen kız Boğaz'a gideceklermiş sabah şimdi güneş doğarken!..
Köşeye kadar Ser-met de sigara alıp konyağı döküverince, hasta filan değilmiş
Nermin, Günsel yani... Ben aslında Günsel'in yardımı olmasa da... Garson niye
koluma girdi?
Sokaktaydılar. Yeni ışımış Sıraselviler yolundaydılar. Taksim'e doğru... Yağmur
durmuş, taüı bir sonbahar sabahının uyanışı başlamıştı. Ağırca sallanıyor
gibiydi Günsel de. Yanında güçlükle
ayakta duran Kenan'ın konuşmak, bir şeyler anlatmak çabası, bitmez tükenmez bir
tuduı gibi, bulanık, kırık dökük, mudu acılı sürüp gidiyordu. Sermet de yoktu
görünürde. Çocukları bırakıp hemen... demişti. Birkaç adımda bir durup
başlıyordu Kenan.
— Bak Nerminciğim, şu sokağı dönelim şimdi. Seni bırakıp evine, bir araba, ben
doğru, bırak gitsinler... Anladın mı?.. Gitsin onlar bırak... Biliyorum sen
Günselciğim, pis faşist herifler 59 bir gün fakültede yürümek dediğin güzel bu
sokaklarda. Vay canına çok mu içtim... Tıpkı senin gibi, artık bırakamam, çok
aradım ben Nerminciğim bak gelir Sermet... Ondan sonra... Tiksiniyorum. Bu
küçük-burjuva duyarlılığımız... Senin gibi ben de. Biraz da beni tutuver,
istiyorum ki düşmeden nasıl bırakırım ben seni... Değil mi?.. Artık beni...
Düştü düşecek sarsıldı Kenan. Kolundan tuttu Günsel. Bı-raksa düşecekti. Bir kez
daha sarsılınca koluna girdi. Güçle tutuyor gibiydi. Biraz kızgın, şaşkın
yöresine bakındı. Bomboştu sokaklar. Araba filan da yoktu görünürde. Kenan dönüp
kolundaki Günsel'e baktı... Şaşkın, muduydu. İstemediği için ayrılmıyordu sanki.
Konuşmuyor, konuşamıyor gibiydi de artık. Yavaşça kaldırdı elini, kızın koluna
girmiş elinin üstüne koydu, avu-cuyla kapattı... Ayılmaya, artık düşün değil,
gerçeğin mudulu-ğuna erişmeye çabalıyor gibiydi. Baka bir an Günsel'e:
— İnan bana, dedi... Sen pırıl pırıl... İnan bana... Ta içinden kopup gelen bir
şeyler söylemek istiyor, hemen yitiriveriyor gibiydi bulduklarını... Acı duyuyor
gibiydi beceriksizliğinden...
— İnan bana... Ben... Önemli Günselciğim... Yalnız olmak... Çok önemli...
Bilmezsin...
Taksim'den doğru hızla gelen bir araba birden yavaşladı, du-ruverdi biraz
ilerilerinde. Bir adam indi içinden. Günsel umutla, biraz da çekinerek baktı
adama. Adam önce şaşkın durmuş, sonra birden gülmeye başlamıştı. O pis gülüşle
hem de... Niye geliyor bu herif böyle sırıtarak?.. Adam ağır ağır yaklaştı,
başını yana eğip aynı sırıtık yüzle baktı bir süre.
— Sabahlar hayrolsun, dedi.
Kenan gözlerini kıstı, bir şeyler yapmak ister gibi kımıldadı. Dudaklarını
oynattı. Bir çabayla Günsel'den kurtulup kolunu kaldırdı birden,
— Hassiktir puşt!., dedi.
Fakat vurmak ister gibi savurduğu koluyla birlikte, ıslak cad-50 deye yüzü
koyun kapaklanıvermişti. Citroen'inden inen, ilkyardımda, trafik kurbanları
arasında Kenan'ı aramaya giden Ra-sim'di.
IV
Kenan ilk kez görüyormuş gibi bakıyordu odaya. Günlerdir hep böyle açıyordu
gözlerini. Avize, resim, duvarda gömülü giysi dolabı, köşedeki ufak masa,
tuvalet aynası, kalın perdeler, tül, cam, kapı... Nermin'in sesi geliyordu
içerden. Telefonla konuşuyor. Başını kaldırmak istedi Kenan, yastığa düşüverdi
başı. Gözlerini yine dolaştırmaya başladı odada. Bilinçliydi artık. O dayanılmaz
sancılar da bitti. Biraz sonra Nermin gelecek, yandaki sandalyeye oturacak bir
süre bir şeyler söyleyecek. İlaç verecek. Kopuk kopuktu her şey. Olup bitenleri
bağlayamıyordu bir türlü. Başında ağn, midesinde sancı yalnız... Bir de öğürerek
içtiği ilâçlar, içilen her şeyden tiksinti duyuyordu. Önce alkol koması
demişlerdi. Mide spazmı dediler, safra kesesi dediler... Kan zehirlenmesi
diyorlardı şimdi de... On gün hastanede kalmıştı. Nermin geliyor, şimdi ilaç
verecek. Elinde gazetelerle kapıdan girdi Nermin. Süzülmüştü, solgundu.
Gülümsemeye çalışıyordu yine de. Hemşirecilik oynuyor zavallı!..
— Uyandın mı? Uyuyordum demek. Giyinip gitsem. Niye gitmiyorum?..
— Ne var gazetelerde... Yatağa Kenan'ın yanına ilişti Nermin. Gülümsedi.
— Saçma sapan bir sürü şey, dedi...
Elini Kenan'ın saçlannda dolaştırdı sevecenlikle.
— Ağrı filan yok değil mi? dedi. Kalmadı...
— İyiyim...
Yüzünü okşadı ağır ağır. Eğilip yanağına bir öpücük kondurdu. Sıcacık...
— Bir şeyler hazırlayayım, dedi. Acıkmışsındır... Acıkmak mı? Bir şeyler yemek
ister insan bazı ya, hemen yemek ister. Acıktım dersin... Tamam, acıkmak...
— Yemeyeceğim, dedi Kenan...
— Olmaz, süt iç bari... İlaç alacaksın, aç karnına olmaz... Gazeteleri
sandalyeye bırakıp çıktı. Gözleri takılıp kalmıştı
Nermin'in ardından. Hay Allah, ne geceydi be!.. Gece miydi? Ağır ağır
netleşiyordu her şey, sonra yine bulanı veriyordu. Günsel vardı. Bir ara
Nermin'i çağırıp sormak geldi içinden. Hani Günsel vardı, aradı mı hiç?.. Sana
benzeyen kız... Ama gerçekten benziyordu... Saklama içgüdüsüyle tuttu kendini.
Çağıracak gücüm de yok ki... Acaba Nermin biliyor mu? Neyi biliyor mu? Şeyi...
Hani Rasim... Rasim bir şeyler saklıyor Nermin'den. Sulu sulu kaş göz ediyor
hani şey dedi eğilip... Amaaan, bırak şimdi eşşoğlueşşeği... İşte Nermin de
geldi! Elinde süt bardağı ile içeri girmişti Nermin. İçmek mi yine...
— Hadi bakayım, ekşitme yüzünü öyle...
Kolunu Kenan'ın başının altına geçirdi, aşırı nazlayarak kaldırdı, içirmeye
çalıştı sütü... Yarısını içebilmişti ancak.
— Korkuyorum, dedi Kenan... Kusarsam...
— Peki canım...
Bardağı komodine bıraktı, sandalyeye geçti... Gazeteleri açtı, şöyle bir baktı.
— Görmek istiyor musun?..
Basanı salladı Kenan, kalkmaya davrandı. Yardım etti Kenan'a, sırtını
yastıklarla besledi. Bir an durdu Kenan. Bu kadar-cık bir çabayla bile
yorulmuştu. Yine içinde bir şeyler sallanmaya başlamıştı sanki. Durmasını
bekledi bir süre. Nermin'in kucağına bıraktığı gazeteleri aldı, bako. Görüyor,
okuyor, anlam çıkaramıyordu. Menderes Washington'da Eisenhower'la... 53
Menderes... Tamam Menderes... Başbakan... Başbakan Menderes, dün Washington'da
Başkan Eisenhower tarafından... Kabul edi...
— Ne oldun, dedi Nermin kaygıyla...
— Hiç...
— Yat, yat canım... Ben sana dedim... Daha... Ben okuyayım.
Kenan gazeteleri bırakıp öylece kaldı bir süre. Üzgün bakıyordu Nermin.
— Yok bir şeyim.
Bu kız içtenlikle üzgün. Dayanılmaz sancılar arasında bir de Nermin'in sürekli
ağlamasıydı unutamadığı. Şimdi de gülüyor hep!.. Günsel miydi ağlayan yoksa?..
Hani meyhaneden çıkıp da Sermet'le... Bütün bunları biliyor mu Nermin? Konuştuk
mu? Yooo, ne var konuşacak?..
— Okuyayım mı?..
— Sen bilirsin, dedi Kenan... Oku...
— Yoksa senin ateşin mi var?..
Elini Kenan'ın alnında, yüzünde gezdirdi, göğsüne sokup tuttu. Sonra Zeynep'e
yaptığı gibi dudakları ile yokladı alnını. Kenan bu aşın ilgiden kurtulmak ister
gibi çabukça:
— Yok bir şeyim, dedi, yok... Oku...
Yüzündeki gülümseme kaybolmuştu Nermin'in; tasalı, kaygılı aldı gazeteleri.
— "... İngiltere'de seçimlerin Muhafazakâr Parti tarafından kazanılmış olması
Ankara siyasi çevrelerinde olumlu..."
Seçimleri mi kazanmış Muhafazakârlar... Demek Labor Parti... Allah belalarını
versin onların da... Seçimler. 57 Seçimlerinde Demokratlar. Bizde acaba yeni
seçim... Demek Muhafazakârlar... Bu Nermin'in mırıl mırıl okuyan sesi. Şiir
okurken de: Akrep gibisin kardeşim... Korkak bir karanlık içindesin... Kabahatin
çoğu senin... Benim... 54 — O şiiri okusana...
Nermin durdu baktı. Anlayamamıştı...
— Hangi şiiri?..
Lokantadaki diyecekti, tuttu kendini Kenan.
— Hani Nâzım'ın... Akrep gibisin kardeşim... Söylemeye...
dilim varmıyor...
Yorulmuş gibi durdu. Nermin şaşkın gülümsedi.
— Bilmiyor musun o şiiri?
— Bilirim, ama belleğimde yok... Nerden çıkardın şimdi? Bir an bakıştılar
öylece. Donuktu Kenan'ın gözleri...
— Hiiiç... dedi, aklıma geldi...
Nermin bir şey demeden gazeteye döndü. Üzüntülüydü belli ki. Düşüncelerindeki
böylesi kargaşaya bir anlam veremiyordu
Kenan'ın...
— Adnan Menderes dün Dallas'ta "Rusların barışçılığına inanmamak... Hür dünya
için asıl tehlikenin Rus... Ankara'da, birer yıl hapis cezası verilen
gazetecilerden... Atina'da başlamış bulunan üçlü askeri görüşmeler... Makarios-
Grivas anlaşmasının..."
Yine dalgadaki sandal gibi bir şeyler kımıldıyordu Kenan'ın içinde. Yine mi
bulantı başlayacak?.. Yumdu gözlerini. Nermin kendini kaptırmış gibiydi... Bütün
bu olayları sadece okuyor bu kız... Sesli, sessiz... Gözleriyle, bir de ağzı
ile... O kadar... Gerisi yok... Peki nasıl tarih öğretmeni oldu? Benden
çekindiği için susuyor aslında... Devletler dengesi diye bir başlasa... Kırdım
ezdim o yanını. İyi mi ettim? Yerine bir şey koyamadıkça... Kendin geçtin
yerine!.. Bıraksaydım açıklasın her şeyi, bütün dünyayı, devletlerarası denge
açısından! Dayanamıyordun. Şimdi bu-
na dayansana... Nelerine katlanıyor o senin?.. Seviyor... Ben de severim...
Yoksa bunca yıl... Şu şiiri de bir bellese...
— Kapı, dedi Nermin. Gazeteleri bırakıp kalktı.
— Annemdir... Zeynep'le çıktılardı... İlacını da vereyim. Yoruldun, sen de
dinlen artık...
Çıktı. İçerden, koridorun derinliklerinden karışık sesler geldi kısa bir süre.
Zeynep'in kendine koşan ayak seslerini bekledi Kenan. Nermin dönmüştü.
— Kapıcı, dedi... Postayı dağıtıyormuş...
Sarsılır gibi oldu Kenan. Doğrulmaya çalıştı. Saklama içgüdüsüyle yine tuttu
kendini. Nermin'e bakıyordu gözlerini dikmiş. Birden elini uzattı.
— Zeynep'in dergisiydi, dedi Nermin.
Bir an öylece durdular. Anlamamıştı Nermin. Gülümsedi.
— İçerde bıraktım, dedi. Zeynep'in dergisini mi okuyacaksın?..
Kenan bozulmuştu. Bağırmak geliyordu içinden. Saklıyor mektubu. Yalan söylüyor.
Mektup geldi. Burak'tan almıştır adresi. Tanıyorum demişti... Gençten bir çocuk
bakıyor satışa... Nermin korkarak yaklaştı.
— Ne oldu? dedi.
Kenan gözlerini yumdu karşılık vermemek için.
— Yat canım, yat... Yorduk seni... Uyuman gerek... İlacını al...
Uysallıkla yaptı Nermin'in dediklerini, bitkin uzandı yatağa, inceden bir ter
boşanmıştı. Ah bu küçük-burjuva duyarlılığın... Yatakta sevgilisinden mektup
bekleyen fotoroman kahramanı. Karısı, yavrusu ile fedakâr genç kız arasında
bocalayan soylu ruhlu erkek... Kötü adam da Rasim!.. Senden iyi kötü adam mı
olur hıyarağası?.. Kötü adam bile olamazsın!.. Niye böyle düşüyorum ben? Düşmek
mi bu?.. Hiç düşmek olur mu?.. Şimdi bir sürü neden korsun ortaya, yüceldiğini
bile tanıtlarsın. Rasim'e
de anlat istersen? Ballandırarak anlat... Yaparsın bu gidişle. Beklenir senden.
"Piliç gibi kız," der Rasim, "yanında görünce anlamıştım." Şu Nermin benden
değerli... Kafası kanşık değil hiç olmazsa. Dümdüz... Evet, dümdüz... Ne
yapalım, işte. Çakul çukul değil ya senin kafan gibi... Günsel bile alay eder
seninle. Senin bu küçük-burjuva duyarlılığın... Kapılar kapandı, açıldı. gg
Derinlerden bir süre sesler geldi... Sonra Zeynep'in ayak sesi... Nermin
alçaktan:
— Girme kızım girme, diyordu... Uyuyor baban... Çocuk bir şeyler söylüyor, karşı
koyuyor, mızıldanıyordu.
Sonra uzaklaştı her şey. Düşte bile kurtulamamıştı mektup konusundan. Yine her
şey karmakarışık... Yine Nermin... Yine Rasim... Günsel... Günsel... Gözlerini
açtı, kapı aralanmıştı yavaşça. Nermin'di, döndü.
— Uyanmış, dedi buyrun...
Nermin'in arkasından çıkıveren Rasim'i görünce irkildi Kenan. Nermin
gülümseyerek yaklaştı.
— Bak Rasim geldi, dedi. Kenancığım... Buyrun... Sandalyeyi gösterdi Rasim'e.
Yatağa, yorgana çekidüzen verdi. Rasim oturmadan yalancıktan kaşlarını çatıp
baktı:
— Ne o ulan, dedi. Bitmedi mi naz daha?..
— iyiyim...
— Yok daha iyi olma... Başucunda pervane gibi kız. Hani değer herif olsan!..
Nasıl ödeyeceksin bakalım Nermin Abla'nın emeklerini?..
Nermin'e göstermeden, gizlice göz kırpıyordu alaylı. Oturdu. Övgüden sevindiği
belliydi Nermin'in. Göstermemeye çalıştıkça kızanyordu.
— Bırakın bu sözleri şimdi, dedi. İyi olsun da o...
Kenan iğrenerek baktı Rasim'e. Fakat güçsüzdü işte. Güçlü olsam ne olacak? Bir
bakıma haklı herif. Ah aşağılık erkek milleti biz!.. Niye erkek milleti Rasim
milleti... Sen çok mu iyi boksun?.. Bak şu zavallı kıza... Her şeyden habersiz,
öyle nasıl içten-
likle..- Rasim dilini çıkaracak nerdeyse arkasından... Haberi olacak ne var? Çok
mu büyük giz saklıyorsun? Hem de bu Rasim'le ortak!.. Bu Rasim'le...
— Kaçırdın ulan diyordu, Rasim... Sana öyle bir gömme töreni yapacaktım ki bütün
gazetelerde...
— Allah aşkına yapmayın, dedi Nermin... Sizin bu şakalarınızdan...
Rasim oralı değildi. Nermin duymamak için odada toparla-dıklanyla dışarı
fırlarken:
— Ne şakası be, diyordu. Kocaman punto, kara kara duyurular bütün
gazetelerde... Meyhanede içip çadayarak ne şehit ne gazii, azılı
Bolşeviklerden...
Yan gözle baktı kapıya:
— Kaçırdık, dedi sırıtarak... E anlat bakalım ulan. Geldin ifade verecek duruma.
— Polis gibi konuşuyorsun, dedi Kenan, asık yüzle. Soğuk, alaylı baktı Rasim:
— Hah şöyle, dedi, hiç çıkmasın içinizden polis korkusu... Kimdi ulan o
yanındaki?..
Birden yüzü allak bullak olmuştu Kenan'ın. Öylesine ki Rasim de şaşırmışa.
— Ne oluyorsun be? dedi yavaşça... Kenan kekeler gibi:
— Kapat diyorum sana, diyebildi, kapat... Rasim daha da şaşkın dönüp baktı
dinler gibi:
— Yok kimse ulan, dedi... Söyler miyim?..
Kenan'ın dağınık yüzüne şaşkın, biraz da korkmuş gibi baktı bir süre, konuyu
değiştirdi hemen. Kapıyı göstererek:
— Gerçekten güç bu kızın hakkını ödemek, dedi.
O geceyi anlatmaya koyuldu. Kenan gelmeyince Nermin deliye dönmüş; ne halt
edeceğini şaşırmış kızcağız... Telefon etmedik yer bırakmamış. Emniyet,
karakollar. Önce bütün tanıdıklar.
— Olacak, biz de Boğaz'a gitmiştik o gece. Eve girerken telefon, gece yarısı...
Rasim günlerdir beklediğini yakalamış, bütün biriktirdiklerini ayrıntılarıyla
anlatıyor, aslında pek de sevmediği Nermin'in, saygıya nasıl hak kazandığını
tanıtlamakla bir tür borçluluk görevini yerine getiriyordu.
— Refiş'le geldik. Görülecek durumdan çıkmıştı kızcağız... Bir-iki yere telefon
ettim. İlkyardıma edeyim dedim bir de. Kimliği bilinmeyen birinden söz etmezler
mi? Ağır yaralı... Esmer, orta boylu, gözleri yeşil, zayıf, gri elbiseli... Hiç
kuşkum kalmamıştı. Bir şey söylemedim bunlara. Bir arkadaş var bizim, telefonu
yok, ona uğrayacağım, dedim. Atladım arabaya...
Nermin elinde kahve tepsisi ile girmişti. Sinirli baktı. İstemiyordu bu konunun
açılmasını belli ki. Rasim kahvesini alırken bağlayıverdi sözünü.
—...Zatıâlinizin o sabahki ince övgüsüne kavuştum...
Nermin kendine de kahve yapmıştı; bir yudum aldı, sözü değiştirmek ister gibi:
— Refiş gelmeyecek mi? dedi...
— Bilmem, konuşmadım, dedi Rasim. Telefon ederiz şimdi. Hazırlansın, onu da
alalım, sizi bir Boğaz'a götüreyim. Akşam yemeğini...
Nermin birden karşı çıktı.
— Kiiim, ben mi?
— Ne varmış?.. Günlerdir bittin be kardeşim. Şöyle bir-iki
saat hava alıp...
Hemen kesiverdi Nermin:
— Rica ederim... Bırakın...
— Anneniz evde... Kenan da dinlenir...
Kenan biraz da merakla dinliyordu, gitmesini söyleyecekti ki:
— Annem Zeynep'i Sibeller'e götürdü, dedi Nermin. Yaşıy-mış... Geç gelirler...
Aslında da olmaz... Bırakamam Kenan'ı.
Yorgun yüzünde bir gülümsemeyle Kenan'a baktı.
— Haftaya birlikte gideriz... dedi. Rasim eski zevzekliğiyle başladı yine:
.— Haftaya kadar böyle yatacak mı bu herif, loğusa develer gibi?..
Kenan da gülmeye başlamıştı. Nerden bulur bu sözleri... Nermin de gülüyordu.
— Bana bak, dedi Rasim, yarın geleceğim, yatakta görmeyeyim seni. Adam gibi
giyin, tıraşını ol, köşende otur... Burası din-gonun ahırı değil! Yat yat, ne
oluyorsun?..
Sonra gülerek bakan Nermin'e döndü:
— Yeter şımarttığın senin de... Herif meyhanelerde sabahlasın, sen de yolunda
kül kömür ol...
Nermin gülmeye çalışıyordu. Acılığını saklayamadığı bir şakayla kesti.
— Canı sağ olsun!.. Felekten bir gece çalmış kırk yılda bir...
— Buyur, dedi Rasim. Elâlemdeki talihe bak!.. Biz yapsak gözümüzü oyarlar...
Okulda, mahallede de böyleydi bu herif... O yapardı, dayağı ben yerdim...
Nermin kapatmak ister gibi yaklaştı Kenan'a, elini alnına koydu gülümseyerek:
— Bırak çocuğun yakasını, dedi, ateşi çıkacak... Bir daha yaparsa düşüneceğiz
sopa işini...
— Ah Tanrı o günleri gösterecek mi bana?

Rasim oyunu bitirmiş gibi gülmeye başladı, kalktı yaklaştı Kenan'a,


— Hep böyle dört ayağına düşersin, dedi... Hadi eyvallah. Var mı bir isteğin?..
— Yok, sağ ol!..
— Düşünme hiçbir şeyi... Ben yine uğrarım...
— Sağ ol!..
Kapıdan çıkarlarken Nermin'e,
— Bacı biraz da kendine baksan, eliyordu. Oğlanı bırakıp seni yitirmeyelim...
Tanrı korusun!..
Şakayla karışık gürültülü konuşmalar Kenan'ı hem yormuş, hem de iyiden iyiye
uyandırmış gibiydi. Güçlendirmişti bütün ilişkileri; yeni bağlar, yeni ilmekler
atılmıştı. Aynadaki tozlar uçuver-mişti de kendisini, çevresini daha iyi
görüyordu şimdi... Yeniden sıralamaya başladı olayları. İşyeri, satışlar, kâğıt
sorunu, "Kâğıt yok!.." Han, han yıkılacaktı. Yıkıldı belki de. O kadar oldu
mu?.. 70 Ne günüydü ben Sait'le lokantaya... Sirkeci'de... Ulan kimdi o hz diyor
hergele... Nasıl tıkadım ağzına... Saygılı olmasını öğrenmeli zevzek köpek. Hele
Günsel'e. Nermin'in getirdiği süte uzandı, yudumladı; daha güçlü yaslandı
ardına. Kenan'daki değişikliği Nermin de anlamıştı. Sandalyeye oturmuş,
sevinerek bakıyordu.
— Ne oldu han? dedi Kenan. Yıktılar mı? Duralar gibi oldu Nermin.
— Yoo, dedi, nerden çıkardın?..
— Rasim söylemişti.
— Bilmem, dedi... Sözünü etmedi.
Kenan, Nermin'in sakladığı bir şeyleri yakalamak ister gibi dikmişti gözlerini.
Nermin oralı değil görünüyordu. İşyerinde her şeyi Rasim yürütmüş, uğrayıp
denediyormuş akşamlan. Üzülecek hiçbir şey yokmuş Kenan için. Kâğıt işini
çözümlemişler. Muhasebe kitabı ciltteymiş... Tadı bir masal gibi gülümseyerek
anlattı bunları... Sonra biraz çekinerek baktı Kenan'a. Kızardı sanki. Günah
çıkartır gibi:
— Kenancığım, dedi, ben tanımazmışım bu Rasim'i. Kaba saba görünüyor ya, altın
gibi yüreği var. Bilmeden haksızlık ediyor insan bazı...
Kenan gülümsedi. Gülmek, çok çok gülmek geliyordu içinden. Hay şu insanlar!..
Çıkarlarımızdan, hem de günlük çıkarlarımızdan başka ölçü yok ki elimizde;
vermemişler ki... Hele bir vermeye kalk; taşa gömsünler!..
Nermin kahve fincanlarını toplayıp çıkarken:
— Kardeşin olsa bu kadar yapar mıydı bilmem, dedi. Benim var işte...
Kenan bakakaldı ardından. Günsel de kardeşinden söz etmemiş miydi? Bu benim
bildiğim Hasan belki de... Ne vardı o kadar içecek?.. Yoksa karıştırıyor muyum
yine?.. Ağabeyim, dedi ya; sürgündeymiş. Odur. Delifişek, nereye varacağı belli
olmaz bir oğlandı. Küllük'ten, Adliye Kıradıanesi'nden çıkmazdı. Görünmez oldu.
Demek sonra... Biraz eşeledin mi eski bir tanıdık çıkıyor ortaya. Ne ülke be.
Biz kırk kişiyiz... Sermet'le de akra- j\ ba çıkarmışız!.. Nasıl bulacağım
peki? Neyi? Günsel'i. Arayacak mıyım? Arama istersen?.. O gelir belki.
Kitabevini biliyor. Merdivenle çıkılıyor hani... Gelmiştir belki de. Garip kız
biraz. Kestirmek kolay değil ne yapacağını. Ne kadar yakınlaştı o gece. Canı
sıkılıyordu da ondan. Sermet'e kızıyor. En küçük bir yapmacığı yoktu. Görecek
durumdaydın da sen!.. Her şeyi görüyordum. İçkiliydim ya, bilincim... Şimdi bile
güvenecek bilincin var mı?.. Yalnız iyi koca arar kadın dediğin, sonra da
elinden kaçırmamaya bakar... mış... Rasim deyyusu ne der başka? İtoğlu it,
zevzek pezevenk... Sermet iyi koca... Günsel de... Ne yakınlığı be, yakınlık mı
gösterdi kız sana?.. Sokağa çıkmıştık, kolumda değil miydi bir ara ben... Vay
canına... Demek. Niye düştüm sonra ben? Fakülte'ye giderim. Ne arar Fakülte'de.
Sait'ten alırım adresini. Bulurum diyecek bir şey. Sait nerdedir peki?.. Kızı
bulup özür dilemek borç oldu zaten! Ayıp ettik; hiç değilse bir sağ olun...
Sonra bir daha da... Evli adamsın ulan. Ne olmuş evli adamsak?.. Bir sağ olun
derim önce, sonra da... Belki rasdaşı-rız ara sıra! Onların bütün çevresi tanır
beni zaten. Sorduysa, her şeyi anlatmışlardır şimdi. Durumu şüpheli bile
demişlerdir belki de. Bok herifler; bayılırlar ona buna pislik atmaya... En
azından ne korkaklığım kalmıştır, ne de kaçaklığım. Belki de başını çevirir kız
beni görünce. Oysa ben... Baba'yı tanırlar mı? Baba'yı kim tanımaz be? Bir daha
o kızı görmemen gerek budala! Kapandı bitti bu iş... Derdin eksik de... Tu Allah
belanı versin senin! Dert ha... Nermin üzgünmüş. Han yıkılacakmış, Zeynep ishal
olmuş... Bir de ülserin çıksaydı tamam... Kabağın ki-
zartması dokunur da haşlaması dokunmaz... Sıcacık yuvacığın-da, canım kardeşim
Rasim'in de yardımıyla, bütün bu dertlerden kurtulup mutlu mutlu... İşte
Zeynepler geldi! Kapı açıldı, Zeynep çekingen baktı, sonra koştu Kenan'a,
sımsıkı örgülü saçlı minicik başını uzattı.
— Öpeceğim seni babacığım, dedi.
Cıvıl cıvıl bir kız çocuğunun bütün sıcaklığı ile yüzünün her yanına öpücükler
kondurmaya başladı. Bir anda çok şeylerden sıyırmış, çok şeylere batınvermişti
Kenan'ı; yitirdikleri ile kazandıkları arasında şaşkına çevirmişti... Nermin'le
annesi de girmişlerdi. Zeynep'e gülümseyerek bakan Nermin, mutluluğunu
belirlemek ister gibi,
— Yeter kızım, dedi, yoracaksın babanı...
Sirkeci'de dolmuştan inip de şöyle bir çevresine bakınınca yıllar olmuş gibi
geldi görmeyeli. Bir aydı oysa ki... Tam iyileşip işe başlaması bir ayı belki
birkaç gün geçmişti. İyileştikten sonra da bir süre bırakmamıştı Nermin. "Hiç
var mı bu âlemde ne-kahat gibi..." Evden çıktığından beri bu dize düşmüyordu
dilinden. Yahya Kemalcilik mi başladı yine? İliklerine işlemiş. Bir yanım
çürüten bu senin. Küçük-burjuva duyarlılığımız! Kalabalık caddeye baktı bir
daha. Artık bu cadde benim için hep Günsel'le lokantadan çıktığımız gecenin
caddesi. Sermet'in kolunda... İşyerine bir an önce varmak için çabuklaşo. Varır
varmaz ondan haber alacaktı sanki... Uğramış mıdır? Burak'tan nasıl sormalı?
Basbayağı soracaksın, ne varmış? Beni şöyle şöyle bir kız aradı mı?.. Yüzümden
anlayıverirse? Ne var ki ne anlayacak bu budala? Hem ne olurmuş anlarsa? Kötü
şey mi sevmek?.. Sevmek mi?.. Unuttuğu çok önemli bir şey birden aklına gelmiş
gibi
durdu. Nasıl çıkmıştı bu kocaman söz ağzından? İyice gülünç olurum ben bu
gidişle. Meyhanede bir kız gördüm, vuruldum. Önce kız dalga geçer seninle. Hele
öteki oğlanlar nasıl işletirler kim bilir? Ya Sermet? Günsel gibi incelik
gösterip küçük-burju-va duyarlılığı da demez. Ne der?.. Ne derse der... Ötekiler
de yerler istedikleri boku... O piçlerden mi korkacağım be? Sev-74 mekten söz
açmak yersiz. Daha kızı doğru dürüst tanımıyorum bile... Sonra ben evli
barklı... Uğramış mıdır acaba?.. Hana yaklaştığında ivecendi bayağı... Yine de
ağır ağır girdi kapıdan. Eski işyeri! Burak, iki delikanlıya kitap gösteriyordu.
Yaklaştı, elini sıkü gülerek...
— Hoş geldiniz Kenan Bey, geçmiş olsun...
— Sağ ol Burakçığım...
Kısa kesip pardösüsünü astı hemen, gelen bir adama kitap gösterdi. İşe
koyulmuştu. Gözü kapıdaydı. Sanki şimdi çıkıp gelecek Günsel... İşlek bir
saatti. Burak'la baş başa kalamıyorlardı bir türlü. Yukardan Matmazel inince
öğlen olduğunu anladı. Matmazel, hastayken eve de gelmişti bir-iki kez. Yeni bir
şeyleri yoktu konuşacak. Bir-iki sözle ayrılıp gitti.
— Hadi sen yemeğe git, Burak.
— Siz ağbi?

— Sonra yerim ben.


Nasıl ayrılırım ben burdan? Günsel geliverir, bir de ben olmam. Tam Burak
çıkıyordu ki arkasını döndü; raflardaki kitapları düzeltir görünerek:
— Beni arayan oldu mu hiç Burak?., dedi.
— Arayan mı? Arayanları ben MatmazePe söylüyordum, size bildirecekti.
— Onlardan başka, soran filan?..
— Yok ağbi. Kâğıda yazıp veriyordum Matmazel'e, size gelirken...
— Peki...
Burak'a döndü ağır ağır, yiyecek bir şeyler ısmarladı.
— Olur ağbi...
Bu ağbi sözü de birine dokunur adamın... Çocuğu bozmayayım diyorum... Kimse
aramadı ağbi... Olanları söyledim ağbi... Başka yok ağbi... Boşuna saklama
ağbi!.. Kimi beklediğini biliyorum ağbi!.. Gerçekten anladı mı acaba?..
Yüzündeki sırıtık anlam yeni değil ki... Her zaman öyledir bu oğlan... Ama bir
«eyler sezmişe benzeyen bir bakışı da var!.. Hiç bekleme ağbi!.. 75 O kız
seni aramaz ağbi!.. Peki ben nerden bulurum?.. Önce bilinenlerden başlayalım.
Kapıyı kapatmış, gizli bir işe koyulmuş gibiydi. Yüreği küt küt atmaya başladı.
Telefonu açtı, gazeteyi aradı. Engin Erbil'i isterken sesi titriyordu. Bilmem ne
bakanı ile Anadolu gezisindeymiş; bilmiyorlarmış ne vakit döneceğini. Kapattı.
Biraz durulmuştu. Sadi'yi aradı. Ayrılmış ajanstan. Zaten söylüyordu. Belki de
çıkardılar oğlanı... İçine bir acı çökmüştü. Sait'in nerde olduğunu Sait bile
bilmez... Belki de sanatoryuma düştü yine... Garsonun getirdiği yemek tepsisini
koy-durttu. Bir lokma almak gelmiyordu içinden... Ağzında zehir gibi bir acılık,
gözlerinde yanmaya benzer bir şey, içinde sanki yaşadıkça sürüp gidecek bir
ağırlık, bir kapkaranlık... Böyle mi düşünmüştü bu ilk günü?.. Sadece bu pis
dükkân, bu pis kitaplar, bu pis, hem de birbirinden pis, birbirinden itoğluit
alıcılar... Sanki okurlar kitapları da... Okusalar ne olacak?.. Kapatıp kita-
bevini, çekip gitmek geliyordu içinden... Hani yıkacaklardı bu hanı?.. Niye
yıkmazlar?.. Ya Günsel gelirse?.. Daha saat iki bile olmadı. Burak kapıdan
görününce tepsiye baktı. Şimdi herif gelip kaplara... Kompostoyla pilavdan aldı
biraz. Bir parça eti zorla çiğneyip yuttu. Sonra geçti koltuğuna, öylece çöktü.
Kapattı gözlerini. Biraz sonra gelen garson, Kenan'ı uyuyor sanmış, tepsiyi
usulca alıp çekilmişti. Aşağıda günlük alışveriş sesleri başlamıştı yine...
Kenan yalnız gözlerini değil, bütün duygularını sımsıkı kapatmış, bütün
duyarlılığını kulaklarına vermişti sanki... Yeryüzündeki sesleri süzüyor, bir
tek sesi bulup çıkarmaya çalışıyordu. "Olur, yapmam," diyen, "Burda güzel değil
bu şiirler,"
diye acılaşan, "Siz bana sorun da ben söylememiş olayım," diye gülen... Bir
benzeri bile yoktu sanki yeryüzünde... Bir kez nasılsa duyduğu bir sesti bu,
şimdi yitikti; bir daha da duymayacaktı artık. Hiç duymayacaktı... Zoraki bir
benzetme çabasıyla bir-iki kez fırladı yerinden. Oyun içinde gibi... Bir-iki kez
telefon çaldı bu ara... Umutla atıldı. Saçma sapan herifler... Saçma sa-75 pan
işler... Saçma sapan sesler... Çıksam mı acaba? Fakülteye bir uğrarım. Belki bir
tanıdık rastlar bakarsın. Ne olmaz ki bu dünyada?.. Günsel ilk kez nasıl
çıkıverdi karşıma?.. Artık duramayacak gibiydi, firladı. Nermin de söylemişti.
"Kapama kendini oraya," demişti."Sinirlerin bozuluyor." Burak'a bir yere kadar
gideceğini, akşamdan önce döneceğini, arayıp soran olursa tutmasını ya da
kimliğini, nerden bulabileceklerini öğrenmesini söyledi.
— Olur ağbi.
Ağbinin de senin de... İt... İşyerinden çıktı, dönüp baktı hana... Yıkılacak
demek... Çıkıp bir konuşsam... Öteki işyerlerinin de haberi var mı acaba?.. Boş
ver... Zaten sinirliyim... Temelinden yıkılsın isterse... Yine de ayaklan
gitmiyordu bir türlü. Ya ki-tabevine uğrarsa da beni ararsa?.. Çığırtkan akşam
gazetelerinden aldı bir tane. Cağaloğlu'na doğru yürüyor, gazeteyi
karıştırıyordu bir yandan da. Lunik III, Ay'ın görünmeyen yüzünün resmini
çekmiş... Bilmem kim gelmiş... Bilmem kim demiş ki... Sonra ağır ağır ayılır
gibi, demin bir bakıp geçtiği haber üstünde durmaya başladı. Ay'ın resmi... Hem
de görünmeyen yanı... Demek ki çevresinde dönüp... Bütün bu basanlar bir yere
götürecek bizi... Birden bakındı... Geçenler olmuştu yanından... Döndü: İki genç
kızdı. Ya oysa?.. Arkadan tanıyamazdı ki... Birden koşmak geldi peşlerinden...
Değildir canım... İşte aşağı kıv-nldılar. Öylece kaldı bir süre... Başka gelip
geçenlere bakındı... Bir tek tanıdık bile yoktu. Ağır ağır yürürken elindeki
gazeteye şöyle bir baktı yine... Demek Lunik III. Şimdi Rasim çıkmalı ki
karşıma, "Aklın, düşüncen Bolşevik başansında," diye tuttursun.
__Uğurlar olsun, Kenan Bey.
Yukan kattaki bir irlıalatçıydı. Kâğıt, mürekkep, matbaayla ilgili şeyler,
filan... El sıkıştılar. Tatlı bir Ermeni...
— Eyvallah (adını getirememişti) beyefendi.
— Geçmiş olsun. Nasıl oldunuz?..
— İyiceyim, sağ olun.
— Kusura bakmayın, arayamadık.
Sanki kırk yıllık dosduğumuz var da... Ermeni vurgusu ile tamamladı.
— Malumu aliniz, iş güç... Yüzü kızanyordu gülerken.
— Yaaa, dedi Kenan. Ham da yıkıyorlarmış. Ermeni donup kalmıştı birden:
— Hanı mı yıkıyorlar?.. Bizim ham yıkıyorlar?..
Kenan şaşırdı. İş olsun diye, biraz da Ermeni'ye dert ortağı olmak için
söyleyivermişti. Ermeni öyle bir irkilmişti ki Kenan pişman oldu.
— Nerden duydunuz ki?.. Ka ben yeni görüştüm iki hamn sahibesiyle. Kontratomuzu
yeniledik idi. Olsa bana söylemez?..
Ermeni'yi atlatması epey zor olmuştu. Konuşmasını bilmem ki zaten... Ne vardı
lap diye atacak bu sözü?.. Demek daha kimseye duyurmuyorlar. Yalnız Rasim
öğrendi. Şeytanın yattığı yeri bilir hergele... Şimdi Ermeni ortalığı
kanştırmasın... Hem de kanşnracak. Belki başka dümenler de var işin içinde...
Kazıkladılar Ermeni'yi. Yaparlar. O da onlara yapar. Onlar da ötekilere... Demek
Lunik III, Ay'ın görünmeyen yüzünü... Ne dünya be!.. Ay'm gizli yüzü görülüyor,
Ermeni'yi kazıklıyorlar, ben Günsel'i anyorum... Durdu. Türbedeydi. Nereye
gidiyorum ben?.. Fakülteye... Gerçekten delirdin galiba... Ömründe görmediğin
yapıya gireceksin, kapı kapı bir kız arayacaksın. Hem de "Fakülteye uğramıyorum
artık," diyen bir kız. Yanan Zeynep Hanım Konağı, Vezneciler'deki eski Edebiyat
Fakültesi geldi aklına... Sonra Fındıklı'daki yapı... Kaç kişiydik ki?.. O zaman
bile, bulmak kolay şey miydi?.. Bir kızı aramaya gelen jandarma teğmeni nasıl
alay konusu olmuştu... Sormaya başladın mı, dört yanını alacak bir sürü kızla
oğlana söz anlat... Sen daha Burak'ın yüzüne bakamıyorsun, sorarken. Ya Günsel
nasıl karşılar böyle bir aramayı?.. İyice kaçırıyorum mu ipin ucunu?.. Durdu,
gelen geçen taşıüara baktı bir süre. Hepsi dolu dolu... Koşuşturanlar, 7g
sallanarak gelip gidenler... Karşıda gazoz içen bir çocuk, burnunu kaşıyan bir
adam, bir kocakarı, kızlı oğlanlı turist kılıklı bir genç topluluğu... İşte bu
yaşamak. Herkes kendi işinde, kendi yolunda oğlum. Döndü, ağır ağır kitabevine
doğru yürümeye başladı. Kendime bir çekidüzen vermem gerek. Benim yaptığımı
gerçekten on sekizinde delikanlılar da yapmıyorlar artık. Bazı şeyleri apaçık
gör, söyle, doğru olanı uygulamasını da bil. İstersem yapabilirim bunu...
Yapmışımdır da... Kahramanlık anılarını düşleyen eski askerler gibi geçmiş
günlerde verdiği önemli kararları, attığı güçlü adımları, çetin günlerdeki
direncini gözden geçirmeye başladı. İstersem yine yapabilirim. Yapma istersen!
Yapma da sokaklara firla böyle serseriler gibi... Kız peşine düş... Lunik III,
Ay'ın görünmeyen yüzünün... Okumuyorum da doğru dürüst... Neler tasarlamıştın
kitapçılığa başlarken?.. Sartre basmazmış... Ağzını açtın mı çalımından
geçilmiyor. Ne yapıyorsun? Hiç... Kitabevine yaklaşırken iyiden iyiye düzelmiş
sayıyordu kendini. İyi geldi açık havada biraz yürümek. Kapıda Rasim'le
karşılaştı.
— Nerdesin?..
Kitabevi boştu. Burak rafları düzeltiyordu. Kimse aramadı ağbi? Yalnız Rasim
Bey... Gördük Rasim Bey'i... Bu oğlan biraz geri zekâlı mı ne?.. Rasim'de bir
durgunluk var gibi... Yukarı çıktılar. Rasim'e söylesem mi Ermeni'nin tepkisini?
Dayanamadı:
— Yukarda Ermeni'ye rastladım... Rasim önce anlamadan baktı, sonra:
— Haaa, dedi, Babikyan... Kâğıtçı...
__Hanın yıkılacağını kaçırdım ağzımdan. Şaşkına döndü.
Yeni kontrat yapmışlar onunla, öyle bir şey dememişler.
Rasim'in kızacağını ya da sinsi sinsi güleceğini sanmıştı, olmadı; karşılık bile
vermedi. Bir süre durdu, sonra konuyu değiştirmek ister gibi başka şeylerden söz
açtı. Bir şey var oğlanın ağzında ya... Biraz durgun gibi... Rasim'in böylesi
çok az bulunur! Kim bilir ne dalgası var?..
— Senin işler nasıl?..
Kenan, biraz da iş olsun diye sormuştu.
— Bombok, dedi Rasim, Ankara'ya gitmek gerek. Sarpa sardırdılar bizim ilaç
işini. Döviz vermiyorlar.
— Verecek dövizleri mi var ki?..
— İsterlerse öyle bir bulurlar ki... Aklın ermez senin.
Gerçekten de akıl erdirmek güçtür Rasim'in işlerine. Yapmadığı yoktur.
Elmadağ'da bir yazıhanesi vardır. Bir Yahudi'yle ortaktır. Ama her işi Rasim
çevirir. Yalnız paranın çoğu Yahudi'den olmalı. Birkaç firmaları vardır,
kendilerinin, karılarının üstüne. Rasim, Hilton'dan çıkmaz. Amerikalılarla sıkı
fikıdır. Yöneticilerden, sözü geçen herkesi tanır. Demek onu da sıkıştırıyorlar
böyle ara sıra...
— Peki niye vermiyorlar? Dalgın baktı bir süre.
— Verecekler, dedi, verecekler de... Bizden de bir şeyler beklerler. Bu kez çok
bekliyorlar.
Sonra güldü, eski hergele Rasim'in gülüşüydü.
— Karşılıksız olur mu? Anan babana bedava ne verdi?
— Ne istiyorlar?
— Ankara'ya gidip öğreneceğiz. Bir tek imzanın bile fiyatı bazı öyle yükselir
ki...
En doğal şeylerden söz ediyordu. Sonra konuyu değiştirmek ister gibi:
— Bırak bunu, dedi, hadi gidelim mi artık?.. Kenan ne diyeceğini bilemedi.
— Yemeğe bizdesiniz bu gece...Refiş sana bir perhiz yemekleri yaptı, ben de
fitim öyle perhize...
Rasim ayağa kalkmıştı. Kenan saatine bakıyordu.
— İyidir, biraz erken gidelim. Bok mu var burda? Burak ayarlar işleri. Fişek
gibi oğlan... Hadi yallah...
Rasim merdivenlerden iniyordu. Kenan aynlamıyordu bir gO türlü... Ya Günsel
gelirse?.. Daha altı bile yok. Asıl bu saatten sonra akın eder öğrenciler,
aydınlar, memurlar... Nerden çıktı bu yemek dalgası da?.. Ama sabah öyle bir şey
dedi galiba Ner-min. Dinleyecek gibi değildim ki... Rasim bağırmaya başlamıştı.
Kenan merdivenlerden indi ağır ağır. Bir ihtiyar bir şeyler soruyordu. Burak'a,
kitaplara bakıyordu. Bir çocuk geldi; sonra birisi daha... İşte birer ikişer
yine başladılar. Şimdi bir de bakarsın ki...
Rasim, pardösüsünü koluna tutuşturuvermişti Kenan'ın; kolundan çekercesine
yürütürken, alaylı;
— Biz çıkıyoruz oğlum dedi, sana emanet burası. Patronun gözü arkada kalmasın.
Burak alışık olduğu şakaya, alışık olduğu biçimde sırıtırken Kenan'ın bir şey
demesine kalmadan:
— Merak etmeyin, dedi, arayan olursa...
Rasim öyle çekiyordu ki gerisini bile duymadan kendini caddede buldu. Rasim
söyleniyordu.
— Kim arayacak bu adamı be?.. Rasim enayisinden başka kim arar?..
Rasim'den her gün duyduğu bu sözler nasıl da koymuştu birden... Sürüklenir gibi
yokuşu inerken başını oraya buraya çeviriyor, göz pınarlarına birden doluveren
yaşlan geçiştirmek için ne yapacağını bilemiyordu. Kim arayacak beni Rasim
hergelesinden başka?.. Bir şeyler anlatıyordu Rasim. Arabada da anlattı durdu.
Bereket öylesine kendi havasındaydı ki Kenan'ın bu acı, ağlamaklı, komik durumu
gözüne ilişmemişti bile. Bankayı da kafeslemiş! Ben şimdi Ankara'ya gidersem,
önce
kotadan... Transfer işi... Döviz tahsisi problem... Benbanas-te'nin adamı var...
Hilton'da dün akşam... Daha olmadı telefon açacağız New York'a. Tahlil raporları
tamam... Hay Allah, ne der bu herif?.. Ne anlatır?.. Nerden bileceğim?.. Bu
heriften başka kimse aramaz ki beni. Rasim asansörde uyanabilmiş-ti ancak...
— Bu ne surat ulan, ölü evine mi gidiyorsun?.. Kenan toparlandı.
— Yemek bizden çıkacak, herifin tafrasından geçilmiyor. Anahtan kapının kilidine
sokarken ekledi:
— Kanlann yanında surat et de sıçayım çarkına bu akşam... Zehir olsun gecemiz.
Salona geçtiler. Kenan bir koltuğa çöktü hemen. Rasim kayboldu. Refiş de yoktu
görünürlerde... Mutfaktadır. Ayazpaşa'da bir apartmanın yan yana iki çatı katım
almış, birleştirip tam kata çevirmişti. Bütün Marmara'yı, Boğaz'ı görürdü.
Dışarda İnsaniye, Salacak, Üsküdar, Kızkulesi, gemiler. Beylik İstanbul
görüntüsü. İçerde, kendine göre zevkli, ama daha çok pahalı döşenmiş yeni,
kocaman bir apartman katının ağırlığı... Halılar, şömine, en modern oturma,
yemek odası takımlan, kristal avizeler, vazolar, ağır sigara tablalan,
veyyözler, tül ve kadife perdeler, iki akvaryum, klasik tablolar... Bir burjuva
evi için akla gelen her şey, aman bu da eksik kalmasın diye, yerli yerine konmuş
gibiydi. Kenan gerçekten bir sıkıntı duyardı bu evde. Nermin bayılıyordu. Bir
keresinde tartışmışlar, Kenan'ın da sinirli bir gününe çatmış, ağzına geleni
saymış, kızın ne zevksizliğini, ne burjuvalara imrenmesini bırakmıştı. O gün
bugün Nermin, beğenir görünmekten bile çekinirdi bu evi. Kenan karşı kıyılara
daldı bir süre. Biraz sonra zil sesiyle ayıldı. Dinledi kapıyı. Ner-minler
gelmişlerdi. Annesi de gelmişti Nermin'in. Refia, Kenan'dan özür dileyerek
Nerminler'le birlikte girdi salona. Zeynep babasına sanldı. Kaynanası gülüp
hatır sordu. Nermin ya-naklanndan öptü Kenan'ı.
— Telefon ettim, "Şimdi çıktılar," dedi Burak. Biz de hemen yola düştük.
— İyi ettiniz.
— Kuzum, Rasim nerede?.. Reha'ydı soran.
— Bilmem, dedi Kenan, içeri geçtiydi.
Refia biraz şaşırmış gibi bakınıp çıktı. Nermin hep Kenan'a bakıyordu.
— Aklım sendeydi bütün gün. Açayım, sorayım dedim, sinirleneceksin...
Kenan ne diyeceğini bilemedi bir an, sonra:
— Düşünme artık beni, dedi, iyiyim...
Rasim göründü Reha'yla. Saçları ıslak, kumral suratı kızarmış, yeni gömlek, yeni
elbise... Hemen bir duşa girmiş de... Reha Kenan'dan özür dileyecek oldu.
— Ne var özür dileyecek be, patlamadı ya, otursun... Refıa kızarmıştı. Gülmeye
vurdu.
— Aman bu adamın şakaları...
— Ne şakası be... Herif gelmiş diye pis mi kalacağız? Nermin de gülüyordu.
Rasim'in hiçbir şeyi batmıyordu ona
artık.
— Hem suç onda, beni temizliğe alıştıran o. Evlerine giderdim yatmaya, zorla
ayak yıkatırdı. Biz o zaman, evelallah en erken on beşte bir ayak yıkardık.
Reha tiksintiyle gülerken;
— Aman, pis, dedi, kapat artık... Rasim de gülüyordu.
— E, hoş geldiniz, efendim, dedi, kusura bakmayın... Artık konukluk başlamıştı.
Bir süre hep birlikte havadan sudan söz edildi. Sonra kadınlar kendi dünyalanna
geçiverdiler. Terziden, berberden, söz açtılar. Nermin'in annesi dinliyor,
Zeynep'i oyalamak için Reha'nın verdiği bir albümü karıştırıyordu kızla. Rasim,
Kenan'a
bir yazlık ev tasarısı anlattı, ilgilenmediğini görünce, susup kadınları dinler
görünmeye başladı. Viskisini yudumluyordu. Ötekiler yemekten önce bir şey içmek
istememişlerdi. Reha ara sıra kalkıp içerde kadının yemeği hazırlamasına
bakıyor, hemen dönüyor, yanm bıraktığı bir konuyu tamamlıyordu. Kenan rahat
koltuğa gömülmüş, tam bir sessizlik içinde, öyle bakıyordu. Bir ara akvaryumlara
takıldı. Kocamandı biri. Püsküllü, saçaklı, irili 33 ufaklı balıklar, yeşile
çalan su, garip bitkiler, hava kabarcıkları... Bak nasıl yanaştılar
birbirlerine, fısıl fısıl konuşuyorlar mı ne? Gülerler mi acaba? Büyücek,
sakallı bir balık başını cama dayadı, bir süre baktı dışan, sonra hızla dönüp
kaçıverdi. Ne güzel... Kaçıverdi...
— Efendim, buyrun...
Refia yemeğe çağırıyordu. Yemek salonuna geçtiler. Kenan Nermin'e baktı. Nermin,
denetim altında olduğunu biliyormuş gibi salonun, hele masanın ancak yabancı
filmlerde rastladığı parlaklığına ilgisiz görünmeye çalışıyordu. Fakat annesi,
ilk kez yemeğe oturduğu bu evdeki sofra önünde şaşkına dönmüş gibiydi. Güngörmüş
kadındı oysa... Ama böylesini görmemişti belli ki... Yalnız Zeynep, gözlerini
kocaman kocaman açıp:
— Aaaa, o ne anneciğim? dedi.
Çocuk ilk kez görüyordu ıstakozu. Gülüştüler. Kenanlar daha önce bir çok kereler
yemeğe gelmişlerdi buraya. Her zaman iyi şeyler hazırlardı Refiş. Böylesine
özenli bir sofra beklemiyordu yine de. Neler yoktu ki...Mayonezli, mayonezsiz
her türden soğuk etler, haşlanmış, özel biçimde pişirilmiş balıklar, tavuk
söğüşler, peynirler, peynirler, salata türünde sayısız mezeler, karidesler,
midye dolmaları... Kaçak ithal malı Fransız keteni örtü üstündeki ithal malı
Çekoslavak porselen tabaklarda yine ithal malı sayılabilecek -çoğu yabancı
mutfaklarından alınmış şeylerdi- birçok yabancı içki, peynirler, salamlar, bir
sürü yiyecek. Kenan'ınkiler de özel pişirilmişti. Refia, Kenan'ın çerkez-
tavuğunu bile acısız olarak, az yağlı hazırlamayı unutmamıştı.
Bilmem hangi doktorun diyet kitabından yararlanmış. Sonunda masa Refia'nın bir
tür hüner gösterisi olmuştu. Bu konuda gerçekten de eşi bulunmazdı doğrusu...
Yıllardır yanından ayırmadığı yaşlıca bir kadından başka da yardımcısı yoktu.
Rasim gülerek:
— Refiş'in sözü vardı. "Kenan iyileşsin, bir gece elimle ma-84 sa
donatacağım," demişti.
Kenan, Nermin teşekkür ettiler. Nermin heyecanlanmıştı, Kenan da duygulu
göründü. Aslında biraz duygulanmıştı da... Herkesin ne içeceği konuşulmaya
başlandı. Kenan, "Votka," demişti. Rasim yine sululaştı, tersledi birden.
— Yok öyle şey, dedi. Moskof içkisi içemezsin benim evimde...
Gülüştüler, Kenan da gülmüş göründü. Rasim üsteledi.
— İllallah bu Bolşevikler'den, masamıza da rahat yok, herif karşıma geçip...
Sonunda hepsi birden, ulusal içki, rakı olsun, dediler. Refia, yanındaki
Kenan'a:
— Bu kırmızı çizgili tabaktakiler, sizin dedi, hepsinden alabilirsiniz
korkmadan...
— Teşekkür ederim.
Güldü Kenan. Kırmızı çizgili!.. Refiş Hanım'n inceliği mi bu da, yoksa rasdantı
mı?..
Refia, Kenan'a rakı korken, Nermin hemen uzandı, bir parmaktan çok konmasına
izin vermedi. Onu da iyice sulandırdı.
Refia:
— Ben, bizim Mahir'e de sordum telefonla, dedi, yemek arasında, soğuk da
değilse, rakı, votka içebilirmiş.
Mahir, Refia'nın akrabası, ünlü bir hekimdi. Kenan'a da getirmişlerdi yatarken.
Refia'yla başka ilişkileri olduğunu söyleyenler de vardı. Zaten kimle
söylenmezdi ki Refia... Rasim kadehini kaldırdı:
— Hadi önce şu adamı çıkaralım aradan, dedi.
Kenan'a baktı gülerek; ötekiler de kaldırdılar. Rasim, birden değişivermiş gibi,
beklenmedik kadar tatlı, yumuşak, içten bir • deyişle:
— Çok uzun yıllara Kenancığım, dedi. Karınla, çoluğun çocuğunla, çok uzun, çok
mudu yıllara... Hepimize büyük geçmiş olsun.
Nermin, bir tuhaf olmuştu. Son yorgun günlere, gecelere 35 tam karşıt bir
ortamda söylenen bu sözler gergin sinirlerindeki düğümleri bir anda
çözüvermişti. Kendini tutmasa hıçkırıklarla, sarsıla sarsıla boşalıverecekti
sanki. Kenan'a da geçmiş gibiydi bu duygululuk. Yutkundu, kekeler gibi:
— Teşekkür ederim Rasimciğim, dedi, sağ ol; hep birlikte iyi günlere...
Ağzından dökülen sözlerin bilincine varınca hemen gülmek geldi içinden, hem
ağlayacak gibi oldu. İyi günlere... Hem de Ra-sim'le birlikte(!) Başka?.. Hemen
içti. Bardağın yansı boşalmıştı. İçtiğine su demek daha doğruydu ya, Nermin
ürkmüş gibi:
— Aman Kenancığım, dedi, biraz yavaş olsan...
Karşılık vermeden bir süre sessiz kalan Kenan'ın da şu andaki kendi muduluğunu
yaşadığına mı inanmıştı ne?.. Böyle içi-vermesini de buna bağlamış olmalıydı.
Gülümseyerek baktı. Kenan'la göz göze geldikleri anda, Nermin'in göz
pmarlarmdaki iki damla yaş birikmişti. Bir süre öylece kaldı, sonra ağır ağır
başını önüne eğdi. Kenan bir kez daha, ağlamak mı, gülmek mi bilemediği duruma
düşmüştü. Ortak bir duygululuğun yarattığı çok kısa bir sessizlikten sonra
yemeklere övgü, bu yıl kışın erken ' geleceği, Zeynep'in buraya gelmek için
nasıl tepindiği, yarın okula gitmeyeceği, Nermin'in annesinin artık evine dönmek
istediği, bütün günlük konuşmalar sırasınca ortaya konmuştu. Refia Nermin'in
annesine döndü:
— Ah teyzeciğim, dedi, arkanızdan da söylemişimdir. Sizin gibi bir annem olsa
da, hani nasıl derler, bir elim olmasa... Ah yalnızlık...
Kadın bir şeyler demek istedi, beceremedi, kızardı. Rasim, bütün sululuğu ile
atılıverdi.
— Allah korusun kız, dedi, hem kaynana, hem de tek kollu karı... Biraz da bizi
düşün...
Ters ters bakan Reha'yı söyletmeden bir kahkahayla kadehini kaldırdı:
— Bakmayın dediğime Melahat Hanım, dedi, sizin gibi bir kaynanam olmasını
yürekten isterdim. Sağlığınıza...
— Sağ olun efendim.
Rasim kadehi masaya bırakırken:
— Ama nerde bizde o talih?., dedi. Ne var ne yok hepsini bu herife vermiş Allah.
Bari değerini bilse...
Melahat Hanım gülümseyerek baktı Kenan'a:
— Haksızlık ediyorsunuz oğluma, dedi.
Kenan teşekkür yollu gülümsedi. Kaynanası ile ilişkileri hep böyle yumuşak,
biraz uzak, saygılı olmuştu. Refıa:
— Siz bakmayın teyzeciğim Rasim'e, dedi. Sululuk etmeye bayılır Kenan Bey'e,
arkasından da toz kondurmaz.
Sonra kıskanıyormuş gibi ekledi:
— Kimseyi de sevmez onu sevdiği kadar.
Masada herkesin bildiği, inandığı bu sözler yeniden bir duygululuk yaratmıştı.
Kısa süren sessizliği Rasim bozdu.
— Bir şey değil, inanacak oğlan, dedi, peki sen yok musun karıcığım?..
Reha bir şey demedi, üstünde de durulmadı, gülüşüp geçtiler. Kenan, inceler gibi
bakmaya başladı. Refıa pek az şey koyduğu tabağındakı yiyeceklere, çatalın
ucuyla dokunuyor, aldığı minicik lokmaları bile çoğu kez ağzına götürmeden
bırakıyordu. Şişmanlama çekincesine de benzemiyor. Acılı bir kız bu... Aman ne
acılı ya... Acı da buna kalmış... Kenan pek sevmezdi Reha'yı. Daha doğrusu hiç
sevmezdi. "Orospu" derdi içinden. Ama bu herife göre kan işte... Damdösyon,
sonra kolejde okumuş. Daha okuldayken çocuk düşürmüş. Bir adamla kaçmış, bilmem
nerde
Rasim'le karşılaşmışlar, bir süre nikâhsız oturup sonra evlenmişlerdi. Çocukları
olmuyordu, olmazmış da... Düşükten, kürtajdan bilmem nesini yitirmiş. Çok
uğraştılar, birkaç kez Avrupa'ya, hekimlere götürdü Rasim. Sonunda bıraktılar.
Orospuların çocuğu olur mu?.. Göz çekecek kadar güzel kadındı. Yeşil gözleri,
gür, kapkara saçlan, pürüzsüz mat teni, en iyi ölçüler içindeki dişi yapısı ile
her girdiği yerde ilgiyi çekerdi. Akla durgunluk veren bir 37 becerikliliği
vardı üstelik. Çoğu giysilerini kendi diker, en ünlü terzilere bir şey
diktirecek olsa, akıl verir, yol gösterir, saygıyla dinletirdi. Rasim, Refış'in
bütün yaptıklarını bilir derlerdi. Bir tür ruh hastası sayıyordu kadını belli
ki... Nymphomanie... Erkek değişimi, giysi değişimi gibi bir şeydi Refıa için.
Son günlerde Rasim'in ortağı Benbanaste'nin yeğeni, cılız bir Yahudi oğlanla
söyleniyordu. Tanıştıklarının ilk günlerinde Kenan'a istekli davranmış, yüz
bulamamıştı. Kenan, Nermin'e açmamıştı bunu, kimseye de... Fakat o günden sonra
daha az gitmişler Rasimler'e, Nermin'in gidip gelmesini de engellemişti. Birinde
Nermin di-kelmiş, "Yoksa Reha'dan bana da huylar bulaşacağından mı korkuyorsun?"
demişti. Kim bilir, niye olmasın?..
— Dalmış yine, bizi dinlediği yok ki...
Kenan ayıldı birden. Rasim'di, ötekiler de ona bakıyorlardı.
— Duydun mu ne diyor Melahat Hanım?.. Kenan şaşkın bakındı bir süre.
— Bağışlayın, dalmışım, dedi. Kaynanasına döndü:
— Buyrun?..
Bir sessizlik oldu. Melahat da duralamıştı, nasıl desem gibisine, Rasim'e baktı,
yardım ister gibi...
— Bir iş sözü etti de Rasim Bey, birlikte yapın dedim ben de...
— İş sözü mü?..
Kenan anlayamamıştı. Düşünürmüş gibi şöyle bir durdu. Daha doğrusu bir anlam
verememişti. Bunca yıllık kaynanasının
iş konusunda ağzını açtığını duymamıştı bugüne dek. Rasim Bey bir iş sözü etmiş
de... Kenan baktı, Nermin sanki göz göze gelmek istemiyordu onunla. Bir şeyler
mi dönüyor burada? Ra-sim'e baka:
— Bilmem, dedi, nasıl işmiş?..
Rasim gözlerini Kenan'a dikmişti. İçkisini yudumladı:
— Büyük iş, dedi, daha doğrusu büyük occasion, ama bil mem ki senin aklın yatar
mı?..
Kenan, bir kez daha baktı ötekilere, sanki, Zeynep'le kendisinden başka herkes
biliyordu konuyu. Kim bilir belki Zeynep de duymuştur, yanında konuşmuşlarsa...
"İyi bildin, yatmaz, aklımın yatmadığı işe de yokum," gibisine bir karşılıkla
tersle şunları... Sonra dinlemeyi yeğledi...
— Aklımı yatırmaya çalış bakalım.
Ötekiler sanki derin bir soluk almışlardı. Gergin bir hava dağılmış, herkes
merakla, umuda, konuşmanın nasıl iyi şeyler getireceğini bekliyor gibiydi...
— Bir matbaa işi, dedi Rasim.
— Niye aklım yatmasın matbaa işine?..
— Yatmasına yatar da...
Yine bir yudum aldı içkisinden... Yine gözlerini dikti Kenan'a...
— Ankara'da, dedi, matbaa, bir bakanlıkta daha doğrusu... Yine durdu. Kenan'ın
tepkisini bekliyordu sanki... Kenan, ta-
bağındaki yiyecekleri çatalıyla ağır ağır toplamaktan başka bir şey düşünmüyor
gibiydi. Rasim'e bakmadan ağzına götürdü çatalı, yine aynı ağırlıkla çiğnemeye
başladı.
— Nasıl şeymiş bu; bakanlığın matbaasını mı alacağız?.. Rasim, umduğundan
yumuşak gördüğü Kenan'a baktı bir,
sonra tam bir güvenle çabucak anlatmaya koyuldu...
— Öyle gibi bir şey, daha doğrusu pek de değil... Matbaa resmen hurdaya
çıkanlacakmış, ama aslında çok iyi
durumdaymış. Burada, isterlerse Ankara'da hemen kurup başla-
I
yabilirlermiş. Birden Sartre basma tartışması geldi Kenan'ın aklına. Bir ara
ivecenlik duyar gibi oldu içinde. Kitap yayımlama işini düşündü yeniden. Bu
köpeklerden yararlanıp istediğimiz kitapları basarız. Bırakırlar da...
— Peki bedeli?..
Bedel sözünü hemen dar anlamına çekti Rasim. "Pek önemli sayılmaz," eliyordu.
Hepsini ayarlayabilirlermiş, el altından ka- go patacaklarmış. Hemen bir anlaşma
imzalayıp 5 yıllık baskı işini alacaklarmış bakanlığın. Oradan alınacak para
zaten matbaanın uzun vadeli olacak borç bonolarını rahat karşılarmış. Kenan
güldü birden. Hepsi ona bakıyorlardı. Sinsi bir alayla:
— Öterse iyi düdük, dedi.
Anadolu'da duyduğu bir sözdü. Hepsi güldüler. Yalnız Rasim gülmedi. Biraz
kuşkulu baktı Kenan'a:
— Sen "İyi düdük" de, öttürmesi bizden... Kenan, Rasim'e döndü birden:
— Şimdi de benim aklımın yatmayacağı yanını anlat bakalım, dedi.
Önce bir yutkundu Rasim, anlayamamıştı Kenan'ın tutumunu, bir türlü yargıya
yaramıyordu.
— Bilmem, dedi, biraz kuşkulusundur da...
— İyi ya, kuşkulanacak yanım söyle.
— Kuşkulanacak bir yanı yok aslında.
Bir şey diyemiyordu. Kenan, dimdik bakmaya başlamıştı. Soğuk bir hava esti, bir
gerginlik oldu.
— Bakanlık bize el altından bedava matbaa verecek (!) biz de...
Rasim birden kesti:
— Büyütme, dedi, bedava değil. Biz de bir şeyler koyacağız. Hem de epeyce...
Kenan bitirmek ister gibi:
— Koyacak beş paramız yok bizim, dedi, senden de almam, versen de...
Yine sessizlik oldu önce... Rasim de susmuştu. Sonra bir şey oldu: Nermin'in
annesinin sesi duyuldu ağır ağır:
— Böyle önemli bir konuda para işini düşünmeyin oğlum, dedi.
Kenan iyice şaşırmıştı. Kaynanasına baktı. Kadın her vakitki sadeceliği,
sessizliği içinde tamamladı: 90 — Sizden başka kimim var benim?.. İşi
yapmaya bakın, bir
kolayı bulunur.
Melahat Hanım kızarmış gibiydi sözünü bitirirken. Kenan, Nermin'e baktı, o da
heyecanlıydı, kızarmıştı. Kenan ne diyecek diye bekliyorlardı. Ne desindi?..
Demek bütün bu yemekler, çağırmalar, hazırlıklar, konuşmalar, gülücükler, hepsi
bunun için ayarlanmıştı. Bir anda her şey yeniden bulandı kafasında. Konuşulan
konuyu bile unutmuştu sanki. Terlemeye başlamıştı ince ince... Ne denirdi?..
Olmaz denirdi, olur denirdi, hepsine birden ana avrat sövülürdü, bütün bu masa
başlarına geçirilirdi, kalkıp boyunlarına sanlınırdı, masa üstüne çıkıp şıkır
şıkır oynanırdı...
— Eksik olmayın, dedi, bir düşünelim bakalım... Refia hemen kadehini kaldırdı,
sevinçle:
— Ben bu işi olmuş sayıyorum, dedi, başarınıza... Hepsi içtiler, Kenan içmedi
yalnız.
— Aman içmesin, dedi Nermin, çok oldu.
Rasim, Kenan'dan kuşkuluydu belli ki, ötekilerin iyimserliğini de pek bozmak
istemiyordu. Genel konuşuyormuş gibi ağır ağır:
— Çok çok iki yıl sıkıntı çekersin Kenancığım, ondan sonra artık sırtınız yere
gelmez.
Bu sözleri daha çok Nermin'i, annesini Kenan üstüne baskıyla görevlendirmek için
söylüyordu sanki... "Sırtınız yere gelmez," derken şöyle bir arkasına yaslanıp
bakışıyla, "Siz de böyle eve, böyle yaşama kavuşursunuz," der gibiydi. Kenan,
Nermin'e baktı. Kız sevincini saklayamıyor, saklamayı da artık ge-
reksinmiyordu, işin pek derinliğine gitmeden bir-iki daha söylendi Rasim, sonra
usulca konuyu değiştirdi. Belli ki bu gece bu kadar yeter diye düşünmüştü.
Zeynep'in uykusu gelmişti. "Bir yere yanralım," dediler.
— Olmaz, dedi, Nermin; kalkarken çok huysuzlanır. Zaten geç oldu Kenan da
yorgun...
Kenan nasıl yorgun olduğunu taksiye girip de kendini şoförün yanındaki koltuğa
bırakıverince anladı. Nermin, annesi, Zeynep arkadaydılar. Rasimler'den çıkıp
köşedeki taksi durağına gelinceye dek hemen hiç konuşmamışlardı. Nermin
çekiniyordu bir şeyler söylemekten. Kenan günün olaylarını kafasından geçirmeye
çalıştı bütün düzlüğü içinde. Nasıl çeşidi, çelişkili bir yığındı bu... Hele
sonuncusu... Bakanlık el altından, Ra-sim'in en az günde 10 kez "Bolşevik" diye
takıldığı Kenan'a matbaa verecekti. Kuşkulanacak bir yanı da olmayacaktı
bunun... Yoksa Rasim?.. Polis mi diyecekti, diyemedi. Olsa ne yapar bana ya,
öyle bir tutumu da yok oğlanın. Sonra nerdeyse beşikten beri tanıdığım herif.
Kaynanamız da finanse edecek... Olmaz değil... Aslında iyi kadındır. Gün görmüş,
çok acı çekmiş, uysal... Karikatürlerdeki kaynana tipinin tam karşıtı... Nermin
uysallığını annesinden almıştı. Yüzce, yapıca da benzerlerdi. "Ağabeyim babama
çekmiş," derdi Nermin. Babaları Ragıp Bey, Nermin daha ortaokuldayken ölmüştü.
Kenan tanımamıştı. Zaten ayrılmışlar annesiyle. Aşırı bencil, kadına düşkün,
evini, çocuklarını, günlük keyfinden başka hiçbir şeyi umursamayan bir
avukatmış. Bir kadına kaptırmış sonunda her şeyini, Mersin'de inmeyle ölmüş.
Melahat Hanım'la oğlu karşılıklı bir nefret içindeydiler. Oğlan Ankara'da bir
Amerikan pazarı işletiyordu. Sayılı kişilere kadın aracılığı ettiği,
Amerikalılar'la kaçakçılık yaptığı söylenenlerin en hafifiydi. Selim, Nermin'in
ağabeyi, annesiyle pek az kalmıştı. Daha ortaokuldayken babası, oğlanı askeri
okula yatılı vermişti. Lisede alaya çıkardılar. Annesi ile yıllarca, hemen de
hiç buluşmamıştı. Babasının ölümünden son-
ra çıkıp gelmiş, vannı yoğunu elinden almaya, evini bile sattırmaya kalkmıştı
kadının. Sonra koptular. Melahat Hanım'ın Zeynep'e aşırı düşkünlüğünü anlıyordu
Kenan. Evini, birkaç parça arsasını, Üsküdar'daki bir-iki dükkânı, nesi varsa
hepsini, Zeynep'e bırakacağını söylemiş Nermin'e; ağabeyinden korku-yormuş
yalnız. Gerçekten her şey beklenirdi heriften. Demek kendince böyle bir çözüm
buldu kadıncağız... Bana yardım; Zeynep'e yardım. Ama bilinmeyen çok yanları
vardı daha bu işin. Han yıkılacaktı!.. Hiç açmadı Rasim. Demek günlerdir pişirip
kotarıyorlardı!.. Sonra Nermin... Bir kanıksama ile her şeyi iteledi... Temiz
bir yatağa uzanıvermek, uyumak uyumak... Bu kaçışı da beğenmedi. Bu değildi
istediği. Kelebek cama uzandı, araladı. Yüzüne çarpan soğuk yel kendini
kaptırmak istediği oyuna yardımcı olmuştu. Günsel üşür mü acaba?..
— Kapatayım mı, dokunuyor mu?..
— Yooo, dedi Nermin, nasıl istersen... Sana dokunmasın da..
Kenan ürperdi. "Yooo," sesiyle istediği düşü yakalamıştı. Gözlerini kapattı bir
an... Eroinciler de böyle demek... Mutlu yanılgı!.. Bizim bu küçük-burjuva
duyarlılığımız...Bu "Yooo," diyen seste bile niye böyle öldürücü bir benzerlik
var?.. Peki neye yarıyor bu benzerlik?.. Hiç!.. Ayrılıklarının daha iyi ortaya
çıkmasına... Hastalığı boyunca da en çok düşündüğü bu olmuştu. Arabadan inince,
benzerliğin bütün ayrıntılarını saptamak ister gibi Nermin'e bakmaya başladı.
Apartmanın önünde, evde, Zeynep'i yatırdıkları küçük odada hep Nermin'i izledi.
Gözlerini ayırmıyordu. Nermin'in de gözünden kaçmamıştı bu; önce şaşırmış, sonra
doğal olarak, kadınca bir yorumla muüuluk duymaya başlamıştı. Hastalık
günlerindeki uzaklığın yarattığı sabırsızlıktı bu... Odalarına çekildikleri
vakit çabucak soyundu gülümseyerek, saçlarını açtı. Ceketini karyolaya atmış
öylece bakan, kendini bekleyen (!) Kenan'a yaklaştı ağır ağır. Durdu, düşen
saçlarını başıyla atıverdi birden.
— Yapma öyle...
Şaşkın kaldı Nermin. Anlamamıştı; yabancı gibiydi Kenan'ın sesi. Ürkek durdu bir
an. Çıplaklığından utanıyordu sanki... Sonra yine uysallıkla gülümsedi.
Yüreklenmiş gibiydi. Yavaşça sokuldu Kenan'a:
— İnandım iyileştiğine, dedi, artık her şeyime takılırsın!.. Mutlu bir acılık
vardı sözlerinde, bakışında... Bütün oyunu
bozulmuştu Kenan'ın. Ellerinin içine aldığı yüzüne baktı, baktı Nermin'in...
Nermin dolacak gibiydi nerdeyse, öylesine duyguluydu. İçkinin de etkisiydi
belki...
— Canım, dedi, canım benim... Seni nasıl seviyorum bilmezsin.
Bilmez olur muyum Nerminciğim? Bilmez olur muyum?.. Ben de seviyorum. Bir de
şunlar olmasa aramızda. Bu kadar çok şey olmasa... Rasimler, Melahat Hanımlar,
hanlar, matbaalar, bakanlıklar olmasa... Şu sıcaklığını duyduğum pırıl pırıl
yüzle aramızdaki minicik boşluğa doluşanları görüp bir başkaldırsan!.. Nerminler
olmasa aramızda!.. Hıçkırarak ağlamak geldi içinden. Zor tutuyordu kendini.
Nermin'in anlayacağından korktu, yüzünü, gözlerini kaçırmak için yavaşça
sarıldı... Sonra sımsıkı sarıldı, düşerken bir dala tutunmuş gibi... İstekli,
çıplak bir dişinin bütün sıcaklığı kuşatıvermişti Kenan'ı. Direnci kalmamıştı
artık. Bir boşluğa, tutunduğu dalla birlikte, düşüverdi...
VI
Günler, haftalar geçti. Rasim, birkaç kez Ankara'ya gitti, geldi. Matbaa
konusuna kimse değinmiyordu daha. Melahat Hanım evine dönmüştü; Nermin de
Kenan'ın huysuzluğunu bildiği için baştan beri kaçmışü konuşmaktan. Kenan birkaç
kez, "İçyüzünü sorup öğreneyim," dedi. Sonra, onlar açmadıkça kalsın diye
düşündü. Her şeyimle yenik düşmüşüm, nasıl başlarım böyle bir savaşa? Bir-iki
Sirkeci Gar Lokantası'na uğradı. Tanıdığı bir tek kişi yoktu. O gece gittikleri
kulüpleri çıkarmaya çalıştı günlerce. İsimleri bile kalmamıştı aklında...
Yerlerini araşürmak için Beyoğlu'nun arka sokaklarını dolaştı. Sonunda fakülteye
de gitti bir gün. Bomboş koridorlar, odalar, salonlar, amfiler... Üniversite
tatilde olduğu için soracak kimse bulmak bile güçtü. Bir-iki gence rastladı,
onlara da soramadı bir türlü... Üniversite açılışında olaylar çıkacağını yazmaya
başlamıştı gazeteler. Açılış gününde gitti. Üç ayrı yerde, üç ayn tören
yapılıyormuş. Sel gi-
bi doluşan kızlı oğlanlı genç yığınların arasında kendini yitirmiş gibi dolaştı
bir süre. İlericilerin töreniydi bu. Yoktu Günsel. Sonunda en kötü yolu denemek
kalmıştı. Rasim'e soracaktı. Gün-sel'i nasıl bıraktı o gün? Bir ipucu
verebilirdi belki. Günlerdir bunu tasarlıyordu. Nasıl sormalı? Hiç açık vermeye
gelmez Ra-sim'e. O cıvık, yılışık yüzüne dayan sonra... Bir Ankara dönüşü
uğramıştı Rasim. Kenan, hem Rasim'in matbaa konusunu açı-vermesinden duyduğu
çekingenliğin, hem Günsel'i sorma tedirginliğinin çelişkisi içinde bocaladı bir
süre. Bereket Rasim, matbaa işini hiç açmıyordu. Muhasebe kitabı beğenilmiş
Milli Eğitim Bakanlığı'ndan "ticaret okullarına yardımcı kitap" olarak
önerilmesine uğraşıyormuş. Yalnız bazı engeller... Falan filan...
— Sana bir şey soracağım, dedi Kenan.
— Çabuk sor, kalkacağım, daha işim var. Akşam uçağına da yetişeceğim.
Az kalsın vazgeçecekti, sonunda toparlandı.
— Şey, dedi, inan ki ben de bilmiyorum kim olduğunu, hani "Bir kız gördüm,"
diyordun benim yanımda...
Rasim birden anlayamadı, sonra ayıldı...
— Haaa, o gün... Eeeee...
Kenan yine dağılmıştı, yeniden bir çabayla, önemsemez görünerek:
— Ne oldu o gün? dedi, merak ettim de...
Hiç de sululaşmadı Rasim. Belki hastalığında gördüğü ilk tepkinin sonucuydu bu.
Düşünür gibi durdu...
— Valla, yardımcı oldu, dedi, zorla arabaya koyduk seni. "Birini bekliyorum,"
diye kaldı orada... Zaten senden başka kimseyi görecek durumum mu vardı benim?..
Bir sessizlik oldu. Kenan, bir tek söz etmekten bile korkuyordu artık.
— Niye sordun?
Gözlerini kaçırmaya çalışıyordu Rasim'den. Anlayacak her Şeyi...
— Hiiiiç...
Rasim kalktı, şöyle bir baktı Kenan'a çantasını alırken.
— Bulduralım istersen, dedi.
Kenan, tıkanmış gibiydi. Rasim çok kısa bir süre karşılık bekler gibi durdu,
sonra birden eski sulu Rasim havasında:
— Tadı damağında mı kaldı, yoksa cüzdanı mı kaptırdın? dedi. Dua et, iyi
haberlerle döneceğim Ankara'dan.
Ne iyi haberi olur bu herifin? Pişmanlık duymaya başlamıştı yalnız kalınca.
Belki de buldurabilirdi kızı. Yapamayacağı şey var mı hergelenin? Tekin değildir
bu herif. Sonra birden kuşkuya düştü. Yoksa?.. Öyle ya, polisten başka kim
bulabilir aradığını bu ülkede?.. Tanıdığı vardır bir kez. Bu kadar geniş çevresi
olan, karışık iş çeviren bir adamın polisten tanıdığı olmaz mı?.. Ya
ilişkileri?.. Ulan ne hıyar herifsin sen. Sanki bir bok yediğin var da özel adam
koyacaklar peşine... Yüreksiz... Gülmeye başladı, kendi kendine... Gerçekten de
Günsel'i bulmanın en kestirme yolu bu... Polis kuşkusuz tanıyordur. Ağabeyi
sürgünde, tutumu Marksist!.. Rasim Bey kardeşimizin aracılığı ile getirip
birinci şubede hemen buluşuveririz, olur biter! "Bulduralım istersen..."
Zevzeklik olsun diye söyledi Rasim, beni işletmek için. Kalktı. Önce bir
Nermin'i arasam. Akşam için bir şeyler diyordu yine... Saate baktı: Daha erken,
inip Burak'a yardımcı olmalı. Birden donup kaldı. Evet o sesti. Günsel'di bu...
Yukardan satış yerine dönüp baktı deli gibi. Arkası dönüktü kızın. Burak'tan
kitaplar alıyordu. O açık renk pardösü üstünde. Yüreği duracak gibi olmuştu
Kenan'ın. O'ydu işte. Sonra başkaları girdi içeri. Burak onlara giderken Günsel
yazıhaneye döndü hafifçe. Görmüştü Kenan'ı. Gülümsedi. Şimdi nasıl ineceğim
buradan ben? Ne diyeceğim?.. Rezil olurum kendimi tutamazsam. Merdivenlerden
ağır ağır indi, yaklaştı kıza. Aslında nasıl indiğini bile bilmiyordu, uyurgezer
gibiydi. Durdu. Bir şey söylemesi gerekti. Bir an şaşırır gibi oldu Günsel de.
Sonra gülümseyerek elini uzattı Kenan'a...
— Merhaba, dedi, tanıdınız mı beni?..
Tanımak mı? Delirmiş bu kız... Boğazı kupkuruydu Kenan'ın. Kekeler gibi.
— Günsel, dedi.
Günsel gülümseyerek bakıyordu. Suskunluğunu kuşkusuna vermişti Kenan'ın.
— Evet, Günsel, dedi.
Nermin değilim demek istiyordu. Öyle iyi biliyorum ki artık Nermin olmadığını...
İstediğin kadar bak öyle gülerek, saçlarını at geriye...
— Neredeydiniz?..
Günsel birden karşılık vermedi. Beklemediği bir soru olmalıydı. Kenan'daki
durgunluğu çözüyordu besbelli... Aşırı ilgidendi, unutma filan değildi. Kızardı
hafifçe...
— Bir ara yoktum buralarda, dedi, ağabeyim hastalanmıştı. Kenan kekeler gibi:
— Yaaa, demek ağabeyiniz, geçmiş olsun, diyebildi.
Kısa bir sessizlik oldu yine. Günsel havayı dağıtmak ister gibi tezgâhta duran
kitapları karıştırdı şöyle bir.
— Bunlara baktım ben de, dedi...
Kenan toparlanmıştı. Satış yerine geçti. İktisatla, tarihle ilgili şeylerdi
Günsel'in gösterdiği kitaplar. Bir-iki kitap daha çıkardı Kenan. Aslında
yaptığının tam bilincinde bile değildi. Günsel'in istediği bir şeyi yapmak... O
bile değil... Bir şey yapmak sadece... Bütün kitapları indirmek belki de...
Burak'ın araya girmesini önlemek...
— Teşekkür ederim, dedi Günsel. Şu işime yarayacak belki... Türkiye iktisat
tarihiyle ilgili bir eski kitaptı bu... Loncalarla
filan...
Alayla ekledi:
— Ünlü tezimiz için...
Kenan, bir şey sormak istedi, sonra vazgeçti. Besbelli bir acılık vardı bu
alayda.
— Size şunu da vereyim öyleyse...
Osmanlı'dan önceki Müslüman Türk devletlerinde yönetimle ilgili belgesel bir
kitaptı. Kocaman bir şey, hem de çok pahalı, Günsel kitabı ilgiyle
karıştırıyordu. Kenan, yaptığı işin bilincine o zaman vardı. Basbayağı
satıcılıktı bu... Korkunç bir utanca kapıldı birden. Hem de en pahalı kitabı
sürmeye çalışıyormuş gibi... Oysa ki dünyanın bütün kitaplıklarını
bağışlayabilirdi. Peki şimdi ne yapacağım?.. Nerden bilecek para almayacağımı
ondan?.. Hem de bakalım o ister mi böyle bir şey?.. Terlemiş gibiydi. Günsel,
kitabı çevirip arkasına baktı. Fiyatını görünce, usulca bıraktı. Gülümsedi.
Yavaşça:
— İlginç, dedi, ilerde alırım belki.
Kenan kesin bir davranışla kitapları Burak'a uzattı paket etmesi için.
— Niçin ilerde?.. Size yararlı olur bu kitap, dedi.
Günsel ne diyeceğini şaşırmıştı... Durgunlaştı, gülümsemeye çalıştı...
— Ama diyebildi...
Kitapları paket eden Burak'a baktı, eliyle bir şeyler yapmak ister gibi
uzandı...
— Olmaz, kalsın, şimdi olmaz, dedi.
Günsel'deki bu karışık, tedirgin, giderek utangaç davranışlar Kenan'a güç
kazandırmışa. Aşağılık duygusundan kurtulmuştu sanki. Oh, artık yönetim bende!
Artık sen benim gözümün altındasın. Artık seni kurtarabilirim zor durumdan.
Burak, yaptığı paketi Günsel'e uzatırken Kenan:
— Lütfen kabul edin. Kitabevimde ilk kez karşılaşmamızın küçük armağanı olsun.
Günsel ne diyeceğini bilmeden kalmıştı yine. Kenan aynı güvenli bakışıyla
üsteledi:
— Kırmayın beni...
Günsel bir şey diyemeden aldı. Teşekkür etmeyi bile biraz sonra akıl
edebilmişti.
— Sahaflara baktınız mı?.. Tek tük oraya düşer size yararlı kitaplar.
Ne güzel buldum.
—- Uğruyorum, bir şeyler çıkıyor ara sıra... Sonra bir ad verdi Kenan. Eski bir
tarih profesörünün şimdi sayısı tükenmiş bir kitabı... Günsel bulamamış...
— Bana da gerekli o kitap, dedi. Hadi isterseniz birlikte bakalım işiniz
yoksa...
— Yooo, dedi Günsel, aslında yolum öyle...
Kenan pardösüsünü aldı hemen. Alıcılara kitap gösteren Burak'a işyeri için bir
şeyler söyledi, döndü, Günsel'i göremedi. Önündeki bir anlık boşluk çılgın
etmişd Kenan'ı... Deli gibi fırladı. Caddede hemen orada durmuş bekleyen
Günsel'le karşılaştılar. Yüzü öylesine karışmıştı ki şaşırdı kız. Bir şey
diyecek oldu, diyemedi.
— Gitdniz sandım, dedi Kenan. Günsel karşılık vermedi.
— Yürüyelim mi?.. Ayılır gibi baktı Günsel...
— Ben hep yürürüm, dedi.
Cağaloğlu'na doğru çıkmaya başladılar. Kenan deminki dağınık yüzle
yakalanıvermekten bütün gücünü, üstünlüğünü yitirmişti sanki. İyice sezdi bu kız
aşırı ilgimi... İyi oldu... Anlamalı artık... Yoksa nasıl anlatırım her şeyi?..
Neyi anlatacaksın?.. Hadi başla, sokaklarda sevginden söz aç. Onu nasıl
aradığını filan... Kıza bedava kitap da verdin. Bir acı kapladı içini...
Bağlamıştı kendini; özgür değildi. Karşılık istemekti her söyleyeceği...
Aylardır düşlediğim şu mutluluğu bütün boyutlarıyla yaşamayacak mıyım?..
Verdiğim ne ki?.. Ama, öyle değil işte. Yıkılası değerler nasıl kuşatmış bizi?..
Yöremiz tuzakla dolu.
— Size büyük teşekkür borçlarım var, diye başladı, bir sürü de özür dilemem
gerekli belki de...
— Yok canım, dedi Günsel, büyütüyorsunuz.
Bir süre durdu.
— Hastalanmışsınız da... Kenan durdu birden, kıza baktı.
— Duydunuz demek...
Günsel önüne bakarak yürüyordu, göz göze gelmek istemiyordu sanki. Bir süre
karşılık vermedi. Sonra yavaşça...
— Söylemediler mi? dedi, bir kez uğradımdı kitabevine. Mutlulukla kızgınlığın
böylesine karışımını hiç tatmamıştı
Kenan. Demek, o aptal Burak... Yanılmıştı...
— Bir yaşlıca kadın vardı, dedi Günsel. Bir sabahtı. Sizden ayrıldıktan birkaç
gün sonra...
— Matmazel, dedi Kenan...
Demek o cadı unutmuştu. Bağışlamayacağı hiçbir suç yoktu şu anda... Yaşlı
kadıncağız!.. Aklından çıkmış demek...
— Bir ay kadar yattım. Günsel üzgün baktı.
— Özür dilemek bana düşüyor, dedi. Burada yoktum, bağışlayın...
Nuruosmaniye'ye sapmışlardı. Sıra sıra turist otobüsleri dizilmişti caddede.
Daracık yaya kaldırımında her adımda biriyle karşılaşıp yol vermek,
birbirlerinden ayrılmak zorunda kalıyorlardı. Bütün bu kesiklikler Kenan'ı
sinirli ediyordu. Söyleyecek ne çok şeyi vardı.
— Ağabeyinizi tanıyor muyum?., dedi. Kız ilgiyle baktı.
— Hasan vardı bizim devrelerde. Tıbbiyede okudu bir ara.
Günsel gülümsedi.
— Ağabeyim okumadı. Orta'dan ayrılmış, dedi. Teknisyendi. Elektrik teknisyeni...
Taşkızak'taydı son kez...
Kenan utanmıştı birden. Yanılgısına değil, her duyduğu kişiyi aydın düşünmesine,
çevresindeki diplomalılar arasına yakıştı-rıvermesine... Küçük-burjuva kafamız
işte... Günsel, gönlünü almak ister gibi.
— Hem ağabeyim sizden epeyi yaşlıdır... dedi... Caminin kapısına gelmişlerdi.
Kenan, Çemberlitaş Sokak'ını
gösterdi.
— Şuradan gitsek?..
Kız uysallıkla sapıvermişti hemen... Kenan tamamladı.
— Pek sevmem Kapalıçarşı'dan geçmesini de...
Aslında bu sonbahar akşamının renkleri, ışıklarıyla sokakta, yanında görmek
istiyordu Günsel'i. Bir zamanlar fakültede yaptıkları gibi... Yan yana
yürümek... Birden koluma girse şimdi... Günsel anlamış gibi gülümsedi... Kenan
ürperdi. Korkunç bir sezgi var bu kızda!..
— Merak ettim, dedi Günsel. Kimdi o gün sizi arabasına alan?.. Akrabanız
olduğunu söyledi ya...
Kenan tedirgindi.
— Çok eski bir arkadaşım, dedi, akrabam filan değil. Günsel'in gülümsemesi
Rasim'e ettiği sunturlu sövgüyü dü-
şünmesindendi belki de. Kenan ne diyeceğini bilemedi. Günsel özür diler gibi
baktı.
— Tutamadım sizi, çok kötü düştünüz.
Öylesine doğal anlatıyordu ki her şeyi, Kenan bir utanma, çekinme duygusuna
düşmemişü. Günsel aynı doğallıkla gülümsedi.
— Gücüm yetmedi, ben de çok içkiliydim. Sonra yüzünü buruşturdu. Kızmış gibi.
— Hay Allah, dedi, ne geceydi...
Hiçbir şey konuşmak istemiyordu Kenan. Aralarına birilerinin -niye Sermet'in
demiyorsun?- girmesinden korkuyordu. O gece yoktu artık. Her şey bugündü.
Dünyanın en önemli günü bugündü. Bir süre konuşmadılar. Kenan, yola, Atikalipaşa
Ca-misi'ne, yolun hemen kıyısındaki sebile, insanlara, dünyaya, artık akşama yüz
tutan güne, sonra yanında sessiz yürüyen bu kıza, mutluluğu bile küçümsediği bir
duyguyla bakıyor, konuşmakla bir şeyler yiteceğini sanıyordu.
— Okudunuz değil mi bugünkü gazeteleri?..
Kenan, duyduğunun anlamını bile düşünmeden:
— Okudum, dedi.
Sonra niçin sorduğunu anlamak ister gibi kıza baktı.
— Uşak Valisi emir vermiş İnönü'yü öldürmeleri için... Kenan öylesine dalmıştı
ki kendi yarattığı dünyaya, birden
yadırgadı Günsel'in sözünü. Az kalsın, "Versin, bize ne?" diye-102 çekti. Bir
utançla ayıldı.
— Ecelleri geldi, ne halt edeceklerini bilmiyorlar, dedi Günsel.
Sonra ağır, üzgün bir sesle:
— Bize ne yapmaz bu herifler, dedi. İsmet Paşa'yı öldürmeye kalktıktan sonra!..
Nasıl da ustalıkla değinivermişti. Korku filan yoktu sesinde. Ülkenin gerçeği
bu... Ecelleri geldi. Bize neler yapmazlar?.. Matbaa verirler bize!.. Hem de
bakanlık eliyle!.. Utanca batmıştı. Borçluluk duygusuyla baktı kıza. İnsan böyle
biriyle her şeye başkaldırabilir. Hem de üstüne giderek, çiğnenmeden...
— Teşekkür ederim, dedi birden... Günsel bir anlam verememişti, baktı.
— Bana güç kazandırıyorsunuz, dedi Kenan, yanımda olmanız, konuşmanız...
Sesindeki titremeyi gizlemeye çalışarak.
— Sizi nasıl günlerce aradım bilemezsiniz, dedi.
Sonra kızı tedirginliğe düşmekten kurtarmak ister gibi açıkladı:
— Konuşacak o kadar şey var ki...
Günsel susuyordu. Kenan da bir şey demedi artık. Çok mu ileri gittim?..
Söylenmeyecek şeyler mi bunlar?.. Kaçıracak mıyım kızı?.. Yanında yürüyen
Günsel'e bakıyor, her adımından bir anlam çıkarmaya çalışıyordu. Hiç de tedirgin
görünmüyordu. Daha çok düşünceli... Kafası bir şeye takılmış gibi. Ama hiç
bakmıyor da... Sahaflara gelmişlerdi. Günsel Kenan'a döndü:
— Konuşmaktan başka nemiz var ki?., dedi.
Eleştiri, özeleştiri, yergi, savunma, başkaldırma, ola ki bencil' bir muduluk,
her şey vardı bu sözlerde. Söylenişindeki bütün sadeliğe, vurgusuzluğa karşı
çarpıcı acılık, bu çelişkili karışımdan geliyordu: Konuşmaktan başka nemiz var
ki?.. Ya ondan da yoksunsak?.. Her şey güzel bu kızla birlikte... Sahafları
dolaşmaya başladılar. Aradıkları kitabı buldular bir yerde. Cildi filan bozuk,
dağınıkça idi. Çok da para istiyordu adam. Kenan aldı kitabı. Günsel'in
kitaplarıyla bir paket yaptırmak isteyince Günsel kesinlikle karşı çıktı.
— Artık bu olmaz, diyordu.
— Tamam, dedi, olmasın. Kitap benim. Okuyup bana getirirsiniz. Ben şimdi bakamam
zaten.
Günsel'in yine gelmesini sağlamıştı böylece... Bir-iki daha bakınıp çıktılar.
Çınaraltı'ndaydılar. İlk karaltılar çökmeye başlamıştı. Artık kararlıydı
Kenan...
— Oturalım mı şurada, çay içelim?..
Sonra Günsel'in karşı koymasını önlemek ister gibi:
— Üşür müsünüz yoksa? dedi.
Duvar dibinde, kuytuda boş bir masaya doğru giderlerken Günsel gülümsedi.
— Üşümem, dedi. Sivaslıyım!..
Kenan da gülüyordu. Ünlü fıkrayı anlattı hemen. "Soğuğa nerelisin demişler,
aslen Erzurumluyum ya Sivas'ta eğlenirim, demiş" Günsel çok güldü. Duymamış.
— Ben de aslen Sivaslıyım ya, İstanbul'da eğlenirim, dedi. Yıllardır
İstanbul'dayım.
Sonra Kenan'a sordu:
— Siz?.. Kenan gülerek,
— Kendimi bildim bileli İstanbulluyum, dedi. Ama soy Bur-dur'dan geliyor.
Memurdu babam, Üsküdar'a yerleşmişler.
Günsel, Bafra paketini çıkardı.
— İçer misiniz?
Kenan da aldı, sigaraları yaktı.
— Çayı çok severim, dedi Günsel. Hele sigarayla... Şekersiz içiyordu. Önce
bekletti, biraz soğuyunca bardağı
sol eline aldı, artık hiç bırakmadı, yöresine bakarak ağır ağır yudumlamaya
başladı.
— Çok geçerim, ama hiç oturmamıştım buraya, dedi, güzel yermiş.
Kenan durgunlaşmıştı.
— Çok yıllar dolaşuk bu kahvelerde, dedi. Her köşesinde anılarımız var.
Anılarımız sözündeki çoğulluk bir dalgınlık mı yarattı Gün-sel'de?.. Çok kısa
süreli bir takılma... Sonra yine aynı gülümseme ile baktı Kenan'a...
— Anılarınıza çok bağlı görünüyorsunuz, dedi.
Kenan ne diyeceğini bilemedi. Doğruydu. Eleştiri anlamına mıydı bu?.. Alay mıydı
yoksa?.. Anlamak ister gibi bir süre gözlerini ayırmadı GünsePden.
— Bazı anılardan kurtulamazsınız, dedi.
Oysa ki "Sen daha bu duyguları bilecek yaşta değilsin," demek geçmişti içinden.
Belki de hiç bilmeyecek. Benim yaşıma gelince de... Öylesine yürekli çiziyor ki
yolunu. Dönüp üzgün bakacağı tek anısı olmayacak. Saçmalıyorum. Kesinlikle
hayır. Yiğit kız bu...
— Bütün bu anıların ortak kişileriyle birden koptuk, biliyor musunuz?..
Sesindeki yalnızlık etkiledi Günsel'i, ilgiyle dinliyordu. Kenan bir yol
arıyormuş gibi bakındı.
— Ağabeyiniz kaç yıl yattı?..
— Bilmem, birkaç kez girdi çıktı. En son sekiz... Şimdi Muğla'da iki yıl genel
güvenlik gözetimi... Raporu var, uğraşıyor, belki gelecek buraya...
Günsel sözün nereye gideceğini kestirmeye çalışıyor gibi bakıyordu.
— Biliyor musunuz, ağabeyinizin arkadaşlarının çoğunu tanırım ben...
Çayını unutmuştu Kenan, bir-iki çektikten sonra sigarayı da atmıştı elinden.
— Öğrenciyken birliktik onlarla. Yaşamım boyunca birlik olacağıma inanıyordum.
Bir şey yitirmiş değilim inancımdan...
Kenan birden durdu. "Nasıl anlatsam?" der gibiydi. Günsel'in, kımıldamadan bakan
gözleri vardı karşısında. Yalan söylediğimi sanacak. Kaçırdı gözlerini kızdan,
yavaşça.
— Ayrıyız, işte, dedi.
Günsel bir şeyler sezinlemiş gibi önüne baktı bir süre... Kenan soğuk çayını
yudumlamaya başladı. Işıklar yanmıştı. Günsel'in ardından geliyordu ışık. Yüzü
karanlıktaydı.
— Şöyle geçer misiniz?
Günsel anlamıştı, gülümseyerek Kenan'ın gösterdiği yere kaydı, Kenan:
— Karanlıkta bir yüze konuşmayı sevmem, dedi. Hele senin yüzün hiç karanlıkta
olmamalı...
İlk kez "sen" demişti. Yadırgamış görünmedi Günsel. Kenan sevindi. Acı bir
gülümseme ile:
— "Korkağın biri," diyorsunuz içinizden, dedi.
Günsel öylece bakıyordu, sonra çayını yudumladı, yine durdu bir süre.
— Doğruymuş sezgilerim, dedi. O geceden sonra çok düşündüm sizi. Acı çektiğiniz
belliydi. Yargıya varacak kadar çok insan tanımadım. Ama korkak kişi böylesine
açıklıkla anlatabilir mi?..
Bir bir, ağır ağır söylemişti bunları. Kendi kendine söyler gibi. Bir şeyler
yapmak istiyordu Kenan. Öpmek olmazdı ya, tutmak, elini sıkmak, avuçlarının
arasına almak hiç değilse, sımsıkı kucaklamak... Niye yapamayız bunları?..
Gözlerinde bir yanma duyuyordu. Ellerini kımıl kımıl dolaştırdı masa üstünde.
Günsel'e uzatamıyordu bir türlü. Sonra isyanla mırıldandı:
— Bütün güzel şeyler yasak, dedi. Bu pis dünya...
Günsel duygululuğunu belli etmekten çekinir gibi başını eğdi yavaşça, bir sigara
aldı, dudaklarına sıkıştırdı, sonra birden aklına gelmiş gibi Kenan'a da uzattı.
Kenan bilinçsizce yaktı sigaraları. Daha durulamamıştı.
— Demek inanıyorsunuz bana, dedi. Sizi yitirmekten öyle korktum ki...
Bir süre sessiz kaldılar. Birkaç yudum çay sigara... Kenan borçlulukla
bakıyordu.
— Yalnızlıktan söz etmiştiniz bana o gece, dedi, biliyor musunuz?.. Hiç
unutmadım o sözünüzü... Çok önemli bazen... Gerçekten çok önemli... Artık beni
yalnız bırakamazsınız, değil mi? Tek başına bırakamazsınız...
Günsel kızarmıştı. Kenan bunları çocuksu denecek bir arın-mışlıkla söylüyordu;
sorumsuzca... Böylesine bir içtenlik önünde en azından saygı duyulurdu. Bir şey
diyemedi.. Aslında söylemek istediği çok şey varmış gibi yudumdu, sonra
vazgeçti.
— Anlıyorum sizi, dedi. Eski arkadaşlarınızı da arayın isterseniz... Onlar da
anlayacaklardır.
Yepyeni bir yola çıkarmış gibiydi Kenan'ı. Yine de kuşkuluydu Kenan.
— Bilmem anlarlar mı?., dedi. Güvenlerini yitirdim. Günsel duymamış gibi durdu
bir süre.
— Çoğu geldi, dedi... Kimleri tanıdığınızı bilmiyorum ya, burdalar çoğu...
44'te, 45'te, 46'da ve sonra 51'de tutuklananları konuşmaya başladılar. Kenan
eskilerin çoğunu tanıyordu. Ama 51'deki 200'e yaklaşan kalabalıkta, eskiden
kalma üç-beş kişiden başkası yabancıydı. Günsel de ya ad, ya kişi olarak
tanıyordu çoğunu... Ağabeyi 36'da, 44'te, 51'de tutuklanmış. Baba'yla uzun
yıllar yatmışlar.
— 44'te Sivas'taydık daha, dedi. Küçüktüm. Yalnız bir kez annemle Ankara'ya
gittik ağabeyime... Mahkemeleri vardı. Son-
radan tanıştıklarımın kimisi orada, görüşme yerindeydiler. Hepsi şendi,
gülüyorlardı. Annemin günlerce ağlamasını anlamamıştım. Hiç de kötü bir yere
benzemiyordu.
Günsel, gülümseyerek ağır ağır anlatıyordu. Kenan'a o gece, lokantada okuduğu
dizeler kadar etkili geliyordu söyledikleri. Soluğu kesilmiş gibi dinliyordu.
Günsel, çayını yudumladı.
— 46'da buradaydık, dedi. Harbiye, Sultanahmet cezaevlerine birçok görüşme günü
annemle gittim. Artık bir şeyler birikmeye başlıyordu çocuk kafamda.
Biraz durdu, yüzündeki gülümseme çekilmiş, dudaklarında acı bir kıvrım kalmıştı
sadece. Sanki artık kapatmak istiyordu bu konuyu.
— 51'de çok uzun sürdü, dedi. Ertesi yıl annem ölmüştü. Ben götürüyordum
ağabeyimin yemeklerini... O yıllarda büyüdüm. Beş yıl kadar sonra onlar Adana'ya
giderken ben de dünyayı tanıyordum artık...
Kısa bir süre dalgın durdu, sonra yine gülümseyerek baktı Kenan'a... Koca bir
epopeyi bir solukta bitirivermişti. Yalın, özentisiz... Kenan, bir şey diyemeden
kaldı bir süre. Peki ben ne anlatacağım şimdi?.. 44'te müdüriyete aldılar, iki
tokat attılar. Sonra... Bugüne geldik... Olduğu gibi söylemeliyim. Onun gibi
yalın. Apaçık tanısın beni.
— 44'te beni de aldılar... Birkaç gün kaldım müdüriyette... Günsel ilgiyle
baktı.
— Sedat'la ilişkim olduğuna inanmışlardı... Gerçekte de yoktu ya... Bir de
bizim Selami vardı.
— Sonra?..
— Sonra bıraktılar. Günsel baktı bir süre...
— Bir şey yaptılar mı?..
— Yooo, bir-iki tokat, filan...
Kenan çok önemli bir sınavı başarıyla adatmış gibi sevindi. "Bir-iki tokat
filan" sözündeki küçümseme, baskıyı önemseme-
me, tam istediği biçimde, tonda olmuştu. Hani içtenlikle davranacaktın?..
Alışmışız, taranıp süslenmeden çıkamıyoruz kişi önüne... Yalan bir şey
söylemedim ki. Dosdoğru anlattım işte...
— Çok yiğit adam Sedat Ağabey, dedi Günsel. Çok çekti o da...
Kenan, tutuklanmamış bazı kişilerin adlarını sordu. Bir an 108 durdu Günsel.
— Tanımıyorum, dedi. Belki adlarını duymuşumdur. Gizliliği bile ustalıkla...
Hayır, değil, sapsade yapıyor bu kız,
özentisiz. Her an uyanık, her davranış doğal. Yalnız sesinde bir çekingenlik mi
vardı?.. Yeni kurulan bir dostluğu yıkmadan aşma çabasından geldi belki de...
Niye güvensiz bana?.. Yine de tutamadı kendini Kenan:
— Baba'yı tanıyordunuz, dedi. Nerelerde şimdi?..
— Burada, Kocamustafapaşa'da oturuyor.
Kenan, bir istekte bulunmaktan çekiniyordu. Gizlemeye çalıştığı dayanılmaz bir
kıvranma içinde susmaya başladı. Günsel sezmiş olmalıydı.
— İsterseniz gidelim bir gün, dedi, ben de görmek istiyorum. Ağabeyimi sorup
duruyormuş.
Nasıl da incelikle çözüvermişti. Kenan, bir şey diyemedi bir süre. Sonra:
— Ben de bunu isteyecektim senden, dedi.
İkinci kez "sen" diyordu kıza. Günsel aynı tadı gülümseme ile bakıyordu.
"Anladığımı görmedin mi?.. Açıklamanın ne gereği var?.." gibi bir bakıştı bu. Bu
kız beni küçümsüyor. Benim yaşımın olgunluğu onda, onun çocuksuluğu bende...
Benimle istediği gibi oynuyor. Ama her şey bu istekte... Ömrüm boyunca oynasın
benimle böyle...
— Benim hocamdır o, dedi Kenan. Her şeyi o duyurdu bize ilk kez...
Günsel saygılı bir sessizlikle önüne baktı.
— Kimin hocası değildi ki o?., dedi.
Sonra göz ucuyla yandaki masaya usulca gelip oturmuş bir adama baktı bir...
Kenan da görmüştü. İzliyorlar mı?.. Günsel davrandı:
— Kalkalım mı?., dedi. Geç oldu.
En tadı uykusundan sarsılarak uyandırılmış gibi oldu Kenan. Saat yediye
geliyordu. Karanlıkla birlikte iyice serinlik basmıştı. Kalktılar. Beyazıt
Alanı'na doğru yürümeye başladılar. Kenan 199 garsona para verirken, GünsePle
alana doğru birkaç adım yürüdükten sonra dönüp baktı masadaki adama, öyle
oturuyordu. Esmer, cılız, koyu elbiseli...
— İzliyorlar mı?..
— Bilmem, dedi Günsel. Boş duracak değiller ya... Sonra gülerek ekledi:
— Ağabeyimden yeni geldim, sağ olsunlar, merak ederler şimdi!..
Kenan, izlemeye aldırmaz görünmüştü ya, içinde ezilme gibi bir şey duymuştu.
Kolan vurulmuş bir salıncakta tepelerden inerken duyulan şey... Günsel'e baktı,
kız deminki incecik alayını bile unutmuştu, oralı değildi. Duygularını
saklamakta ustalaş-mış. Devrimci heyecan bu, duyulmadan olur mu?.. Şimdi nasıl
ayrılacağım ben bu kızdan?.. Sabaha kadar birlik olmak varken... Beyazıt Alanı
yangın yerine döndürülmüştü. Günlük alay konusuydu herkesin. Bir yerden
inerlerken yardımcı olmak için elini tutmak istedi Günsel'in. Vermedi elini.
Adayıverdi. Ne olurdu sanki minicik elini tutuverseydim?.. Avuçlarımın içinde
kalsaydı bir süre... Demek kaçınıyor benden...
— Ne vakit gideceğiz Baba'ya?..
Günsel bir şeyler hesaplar gibi durdu bir süre.
— Cumartesi olur mu? dedi.
— Tamam, cumartesi.
Önce kitabevine gelsin diyecekti, sonra olmaz, dedi içinden. Günsel de anlamış
gibi.
— Deminki kahvede buluşalım isterseniz, dedi. Saat...
Kenan'a sorar gibi bakıyordu.
— İki iyi mi? dedi Kenan.
— Tamam, ikide... Ben şuradan Kocamustafapaşa'ya bir dolmuşa...
— İzin verseniz de götürsem sizi.
Kenan bir türlü kopamıyordu. Sesindeki titremeyi bile sakla-210 mava
gereksinmeden kesmişti kızın sözünü. Günsel kesinlikle karşı çıktı.
— Yok, dedi. Sizin de işiniz var biliyorum.
Kenan bir şey diyemedi. Kız tam o anda çıkıveren bir dolmuşa, Kenan'ın elini
sıkmaya bile vakti bulamadan, atladı. Arabanın camından sesleniyordu.
— İyi akşamlar... Cumartesi... İki...
Uzaklaşan arabadan, arkaya dönüp el salladı. Kenan öylece bakakaldı bir süre.
Cumartesi... İki... Sonra bir yazgıya boyun eğer gibi boş gözlerle yöresine
bakındı. Karşıya geçip işyerine bir telefon... Birden durakladı. Demin
yanlarındaki masada oturan adam Kenan'ın ilerisinden hızla geçmiş, Aksaray'a
doğru giden arabalardan birine adamıştı. Donup kaldı Kenan. O adam mıydı
gerçekten? Bir şey yapmak istedi. Seslenmek, koşmak, bir arabaya atlamak,
"Günsel" diye bağırmak... O tepelerden inen salıncaktaki eziklik duygusu bütün
içini kaplamıştı. Sonra o duygu birden keskin bir yitirme acısına dönüşüverdi.
Gitmişti Günsel... Yine ne adresini biliyorum, ne yerini...
VII
Cumartesiye varmak yeniden bir işkence olmuştu Kenan'a. Günsel'den ayrıldığı
akşam, işyerine gelinceye kadar kendine sövüp durmuştu. Bütün gün çene çal da
kızın nerede oturduğunu bile doğru dürüst öğrenmeden ayrıl. Kitabevine gelince,
Burak, Nermin Hanım'ın birkaç kez aradığını söyledi. Bakışında bir gariplik
vardı gibi... Kenan hiçbir şeyi umursayacak durumda değildi. Nermin Hanım'ı
bile... Daha merdivenleri çıkarken telefon yeniden başlamıştı. Nermin'di.
Kenan'ı kızdırmaktan çekinerek merak ettiğini söylüyordu. Neredeydi?..
— Bunalmıştım, biraz dolaşmaya çıktım, çok iyiyim, dedi Kenan.
Alacağı şeyleri de unutmamıştı. Burak duymuş olmalı idi konuşmaları... İşyeri
bomboş, sessizdi. Ne kadar ağır konuşsa duyardı Burak. Kansını adatan kocaydı.
Biraz sonra hesabı almaya inince, oğlanın gözlerinden hep, "Buydu demek
aramasını bek-
lediğin... Karıyı da altatıverdin..." diyen sinsi gülücükler görecekti. Burak'a
gitmesini seslendi yukardan. Yalnız kalınca yaklaşıp aşağı tezgâha baktı.
Günsel'i orda ilk gördüğü anı düşündü. Nasıl da olmuştu bu iş?.. Ama yine
gitmişti işte... Peşinde de o pis herif. Yoksa alıp götürmüşler midir
Günsel'i?.. Peki, ne yaparım o zaman ben?.. Yine o boşluk duygusu, salıncakta
tepe-l\2 lerden aşağıya kaymadaki boşalma, iç ezikliği. Sonra bu duygu iyice
yerleşti. Azalıp çoğalıyordu sadece, hiç geçmiyordu. Günsel'i bir daha hiç
görmemek korkusuyla dayanılmaz acıya; çıka-geldiği günün anısıyla mutluluğa
dönüşüyordu bazı; ama hiç geçmiyordu. Belki de buydu aradığım. Tatlı işkence!..
Bu inişli çıkışlı duyguyla yaşadı günleri. Cumartesi sabahı hazırlanırken
Nermin, öğleden sonra birlikte çarşıya çıkmalarını isteyince, terslememek için
güç tuttu kendini. Bilmiyor muydu; cumartesileri bir yere ayrılabilir miydi o?..
Ses çıkarmadı Nermin. Pek geç kalmasınmış yalnız; akşama annesi, yemekten sonra
da Re-fişler geleceklermiş belki. Rasim bugün Ankara'dan dönüyor-muş. Refış
telefon etmiş akşam. Bir şey demedi Kenan. Ne hazırladılar yine?.. Kapıda
Nermin, kollarını Kenan'ın boynuna doladı, sevgi dolu bakışla gülerek:
— Çok sinirlisin, dedi. Ne olursun üzme kendini... Her şey düzelir...
Aynı sıcaklıkla yüzünün her yanına öpücükler kondurdu, öyle bıraktı kapıdan.
İdeal zevce!.. Konya Öğretmen Okulu'nun Müdürü sık sık böyle derdi Nermin için.
Bir yıl öğretmenliği vardı Nermin'in burda. Doğumdan sonra ayrılmıştı.
Fransızca, Arapça iki sözcükten övgü: İdeal zevce... Müdürün dili de tuhaftı:
C'leri ve Z'leri birbirine yakın ve J gibi söylüyordu. İdeal jevje!.. Evde
aralarında da söyleyip gülüştükleri olurdu. Benim ideal jevjem!.. Kenan şakayı
sıklaştırınca, Nermin işi alınganlığa döker, kızmış gibi yapar, "Zaten sana bir
şey beğendirilmez ki," derdi. Aslında Nermin gerçekten de ideal zevceydi. Son
kertede dürüst, evine, eşine bağlı, başka da hiçbir şeye bağlı değil! An-
nesiyle babasının serüveni onda bir tür, kocasına (Kenan'a) tapma içtepisi
yaratmıştı.
Bugüne kadar Nermin'e hiç yalan söylememişti Kenan. İlişki kurduğu kadınları
bile -zaten çok bir şey değildi- açıklamıştı. Evlendikten sonra da ciddi bir şey
olmamıştı. Yalnız bir kez, bir iş için gittiği Ankara'da, dul bir öğretmenle
-yine içkili bir geceydi- yatmıştı. Büyük yerinme duymuştu sonra da. Epeyi JJ3
üzüntülü günlerden sonra Nermin'e de anlatmıştı. Nermin, günlerce için için
ağladı. Dürüst davrandığı için kötü bir şey di-yemiyordu. On gün kadar uzak
durdu Kenan'dan. Sonra unutmuş gibi göründü. Yalnız bir süre sonra:
— Senden bir şey isteyeceğim, dedi. Ne olursun, bir daha böyle bir şey olmasın.
Sonra kızararak ekledi:
— Duymak istemiyorum böyle bir şey, dayanamıyorum. Ondan sonraki yaşamları
dümdüzdü. Nermin kendini mutlu
sayıyordu. Elde ettikleri onun ölçülerine tastamam uygundu. Domuzluk bende!..
Suçun kendisinde olmadığına tam inandığı için böyle alaya alabiliyordu.
Günsel'in geldiği günden bu yana da zaman zaman her şeyi daha kolaylıkla
karşılıyordu. Kendini sımsıkı boğan daracık giysiler gevşemiş gibiydi.
Kitabevinde, öğlene kadar yukarda bir şeylerle uğraşır göründü. Cumartesileri
Matmazel de gelmezdi. Saat bire doğru çıktı. Çemberli-taş'ta ayaküstü bir şeyler
tikindi. Oyalanmak için ağır aksak yürüyordu. İçinde artan o eziklik... Saat
geçmek bilmiyordu. Bir buçuk bile olmadan Beyazıt'a varmıştı. Daha kırk dakika
vardı. Sağa sola bakarak biraz daha sallandı. Ağır ağır geçti alanı. Uzaktan
Beyazıt Medresesi'ne baktı. En sevdiği yapıtlardan biriydi. Bir girsem mi?..
Kapalıdır. Beyazıt Camisi'ne döndü. Küllük Kahvesi'nin yerine baktı. Eski
günlerini düşledi bir süre. Hay Allah, yedi dakika olmuş. Sonunda gidip
buluşacakları yerde oturmaya karar verdi. Bir kahve içerim. Ya gelmezse?.. Gel-
meyecekse?.. Daha yarım saat var. Hava da serin. Acaba hasta-
landı mı o gün?., incecik bir pardösüyle oturdu. Ne düşüncesiz herifim, kapalı
bir yere götüremez miydim?.. Neresi var ki kapalı?.. Al muhallebiciye götür
bari!.. Beyazıt Camisi'nin duvarını geçip de Çınaraltı'na dönünce, gözlerine
inanamazmış gibi baktı, kaldı. Günsel o akşamki yerlerinde oturmuş, çay yudumlu-
yor, bir yandan da önündeki kâğıdarı karıştırıp bir şeyler yazı-U4 yor, nodar
alıyordu. Kenan'ı görmemişti. Kenan, kuşkuyla saati-ne bakarak yürüdü. Yanlış
mıydı?.. Durmuş muydu?.. Ama alandaki saatler de öyleydi. Günsel, Kenan'ı
görünce, gülerek:
— İşim vardı fakültede, dedi. Erken bitti. Hem çay içeyim dedim, hem de şunlara
baktım.
Kâğıtları toparlayıp çantasına koyuyordu.
— Yazık, dedi Kenan, ben de yarım saattir vakit geçirmek için yollarda, alanda
sürtüp duruyordum.
Aynı açık renk pardösü vardı Günsel'in üstünde. Saçlarını arkada toplamıştı.
— Kalkalım mı hemen?..
Kenan öylesine dalmıştı ki kızın yüzüne, duymamış gibiydi. Günsel, anlayınca
önce kızardı, sonra gülümseyerek ekledi:
— Siz de bir şeyler için de öyle, isterseniz... Kenan bir şey demedi yine. Biraz
sonra:
— Niye adresini bırakmadın?., dedi. Çok korktum. Nerden bulurum seni?..
Sonra kızın karşılık vermesine sıra kalmadan ekledi:
— O akşamki adam peşine düştü, seni izliyordu. Hep "sen" demişti. Kız bir an
düşündü, gülümsedi.
— Büyütmeyin, dedi. Olağan bunlar. Sonra önüne baktı:
— izlesinler, bir şey yaptığımız yok ki...
Kenan bir şey diyemedi. "Hemen korkuya kapıldı," diyecek. Nasıl anlatsam?..
— Birlikte olunca büyütmem, dedi, ama ayrılınca hemen kötü şeyler doluşuyor
kafama...
Yavaşça tamamladı.
— Senin için...
"Seni seviyorum" diyemezdi ya!.. Sesindeki titremeyi de önleyememişti.
Günsel, tedirgin kaldı bir an, sonra ayağa kalktı. Kenan da kalkmıştı.
— Teşekkür ederim, dedi Günsel. Aklınıza gelen en kötü şe- nş yi olmuş sayın,
ona göre yol arayın kendinize...
Kenan sarsılmıştı. Günsel, acımasız vurduğunu anlamış gibi gülümseyerek sımsıcak
bir sesle açıkladı:
— Başka türlü nasıl var oluruz bu toplumda?..
Alandan Aksaray yoluna doğru yürümeye başladılar. Konuşmadılar bir süre. Kenan
dalgındı. Bir toplumda var olmak. Bunun savaşını yapıyoruz gerçekten de... Ama
bunun bilincine bile şu minicik kız eriştirdi beni... Hem de kafama vurarak...
— Baba bizi bekliyor, dedi Günsel. Haber gönderdim. Gidip de bulamazsak diye...
Her şeyin en doğrusunu, en uygununu tam vaktinde düşünen eksiksiz bir makine bu
kız! Dünya'nın en "güzel" makinesi!.. Dolmuş beklerken Kenan, Günsel'e belli
etmeden, göz ucuyla yöreyi kolluyor, o akşamki adamı arıyordu. Dolmuşa
binerlerken de yanlarındakilere kuşku ile baktı. Günsel hiç ilgilenmemiş
göründü. Yalnız Aksaray'da dolmuş değiştirirlerken, Kenan'ın davranışından
aklına gelmiş gibi, o da öyle bir bakındı. Arabada pek az konuştular. Etyemez'in
biraz ilerisinde, sağdaki sokaklardan birinin başında indiler. Günsel, arabanın
gitmesini bekler gibi bakınarak oyalandı. Kuşkulanacak kimse yoktu görünürde...
Sokağa saptılar. Bir süre sustu Günsel, sonra:
— İnsan bazı kuruntuya da kapılıyor, dedi.
Kenan şaşırmıştı, kendini savunmak zorunda kalmış gibi du-raladı:
— O akşamki kuruntu değildi.
Günsel bir şey demedi önce, sonra düşünceli:
— Olabilir, dedi.
Çimentonun, tuğlanın yer yer delik deşik ettiği eski İstanbul başlamıştı.
Bahçeli, bahçesiz, kireç sıvalı, kiremidi, tahta evler, tuğla yapılar, daralan,
genişleyen iç içe sokaklar...
— Biz de buraya yakın oturuyoruz, dedi Günsel. Elini iç yanlara doğru
sallayarak:
— Daha ilerde, öte yanda büyük yol var.
— Adresiniz?..
Günsel gülümseyerek baktı Kenan'a:
— Olur, yazarız, dedi.
Sonra Kenan'ın korkusunu anlamış gibi ekledi:
— Merak etmeyin, ben unutmam.
— Teşekkür ederim. Kiminle oturuyorsunuz?..
— Teyzem var burada. Emekli ilkokul öğretmeni, bir de yeğenim... Ağabeyimin
oğlu... Babam öldükten sonra geldik buraya. Ustaydı, cer atölyesinde bir kazada
öldü.
"Oldu mu?" der gibisine baktı Kenan'a...
— Yengeniz?.. Günsel duraladı.
— Yengem yok, dedi.
Kenan soramıyordu. Bir süre sonra Günsel,
— Kaçtı, dedi. Ağabeyim tutuklanınca bir adamla kaçtı. Söylemekten tedirginlik
duyduğu belliydi. Hemen gülmeye
vurdu. Kenan'a baktı; işin alayındaymış gibi:
— El kızına güven olmuyor, dedi.
Kenan da gülümsedi. Konuyu hemen değiştirmek istermişçesine:
— Teyzenizin çocuğu yok mu?., dedi.
— Hiç evlenmemiş teyzem. Yaşlı kız!.. Bir de ablam var Sivas'ta. Evli.
Ağabeyimden küçük... Bütün aileyi tanıdınız işte...
Sonra Kenan'ın başka bir şey sormasını önlemek ister gibi:
— Geldik, dedi. Çocukların oynadığı arsayla sokak arası bir boşluğun yanın-
da dizili eski evlerden birinin önünde durdular. Ucunda bir makarayla sarkık ipi
çekip kapıyı açtı Günsel. Karanlıkça bir avluya girdiler. İlerdeki tahta
merdivenlerden çıktılar. İkinci kattaki odalardan birinin kapısını vurdu
hafifçe... Bir terlik sesi duyuldu, kapı açıldı. Bembeyaz saçları,
kırışıklıkları iyice artmış alnı, fosforlu gibi parıltısı ile yüzündeki bütün
yaşlılık anlamını silive-ren yeşil gözleri, yuvarlak, güçlü çenesi, geniş omuzlu
sağlam \\j yapısı ile Baba göründü. Bir an baktı gelenlere. Çocuksu bir
gülümseme yayıldı yüzüne...
— Merhaba!.. Buyrun.
Sonra dönüp içerdeki bir odaya doğru yürüdü. Eski büyük evlerden, konaklardan
bozulmuş, çokça görülen bir tür tahta apartman dairesiydi burası. Pardösülerini
astılar, pabuçlarını çıkardılar. Dizili terliklerde kadın terliği yoktu. Günsel,
düz terliklerle biraz daha minikleşti. Bu loş, tahta avlu, yüksek kapılar, kireç
badanalı duvarlar, şıpıdık terlikler eski tanıdık sıcaklığı ile sarıvermişti
Kenan'ı. Üsküdar'daki evleriydi bu... Baba'nın ardından girdiler. Ağaçlı bir
bahçeye bakan, basma perdelerin sarktığı iki pencereli büyükçe bir odaydı.
Duvarlar ilk bakışta hepsi dağınık, parça parçaymış gibi görünen ciltsiz
kitapların doldurduğu raflarla çevriliydi. Aralarındaki tek tük ciltler,
ötekilerin eskiliğini daha çok ortaya çıkarıyordu. Yanda borulu bir gaz sobası,
köşede üstü dağınık kâğıtlar, kitaplar, gazetelerle dolu geniş bir tahta masa
vardı. Baba masayı topluyordu. İşini çabucak bitirip döndü. Önce Günsel'in,
sonra Kenan'ın elini sıktı. İnsanın bütün elini kavrayan, böylesine yaşlı bir
adamdan umulmayacak güçte bir sıkıştı bu.
— Hoş geldiniz, buyrun.
İki eski koltuğu gösterdi. Kendi, pencere önündeki kereve-timsi bir yere geçti.
Yastıkla besledi sırtını... Sonra o sıcak, çocuksu gülüşüyle baktı, Kenan,
sabırsızlanmıştı. Kendini tanıyıp tanımadığını belli eden ne bir davranış, ne
bir söz vardı. Dayanamadı:
— Tanıdınız mı beni? dedi.
Bir an baktı Baba, sonra gülerek takıldı:
— Sizin gibi yaşlı mıyım ben? dedi. Bu yaşta unutursak!.. Gülüştüler. Sanki
belleğini yoklamak için zaman kazanmıştı.
— Kenan'dı değil mi? dedi. Felsefe'dendiniz, öğretmendiniz Anadolu'da.
,
Kenan sevinmişti. Baba, belleğinin gücünü tanıüamak istermiş gibi baktı.
— Otobüste görüşmüştük en son, dedi. Karınız vardı, tanış-
tırdınızdı.
Kenan, kımıldamadan kalıvermişti. Günsel'e bakamıyordu. Baba belleğini yeniden
sınava çeker gibi gözlerini kıstı, bulmaya çalışarak:
— ... Neydi adı?., dedi.
Bir sessizlik oldu. Günsel gözlerini önüne eğmişti. Kenan yavaşça:
— Nermin... dedi.
Gizleyecek hiçbir şeyi kalmamıştı artık!.. Çırılçıplaktı, üşüyordu.
— Bak, onu unutmuştum, dedi Baba... Sonra yine gülerek baktı Kenan'a:
— Yaa evlat, dedi, işte böyle... Bizi unutmayanlan unutmuyoruz. Nerdesiniz
şimdi?..
Baba, Kenan'ın evini, karısını, çocuğunu, işini biliyormuş da açığa çıkarmak
için kasıtlı üsteliyormuş gibi sordu, öğrendi. Kalkıp kaçmak geliyordu içinden
Kenan'ın. Kaçmak, bir daha da Günsel'e bakmamak. Hiç bakmamak... Nasıl
bakabilirdi ki... Baba, hiç oralı değildi. İstediği şeyleri birer birer
anlatıyor, düşündüklerini söylüyor, arada bir de "yaaa evlat" diyordu.
Sonra Günsel'e döndü: Hasan'ı konuşmaya başladılar. Kenan, yavaşça döndürdü
başını, Günsel'e baktı. Bir ara göz göze geldiler. Hiçbir değişiklik yoktu.
Gülümseyerek bakan Günsel... Daha da bir çöküntü oldu Kenan'da. Umursamıyor
demek. Ni-
ye umursasın, budala?.. Nesisin sen?.. Bir yaşlı tekir kedi köşeden odaya
bakındı, isteksizce miyavladı, kerevete yaklaştı. Gün-sel'le konuşmaya dalmış
Baba'ya baktı. Baba, kediye döndü birden:
— Ne o?., dedi. Gel bakalım Şaziment Hanım.
Kedi kerevete sıçradı. Baba, kucağına aldı. Okşamasıyla hemen uyumaya başladı
hayvan. Baba'nın, hayvanları, hele kedileri çok sevdiğini duymuştu Kenan. Bu
bahçeye bakan pencereler, eski kitap dolu raflar, kucağındaki kedisiyle kerevete
yaslanmış ihtiyar, her şeyiyle bizden bir tablo gibi geliyordu Kenan'a. İhtiyar
konuşmaya başlayınca, bütün bu eskilik, tutuculuktan arınmış, soylu, köklü,
dipdiri bir yeniye dönüşüveriyordu sanki... Uzunca durdu Hasan'ın durumu
üstünde. En ince ayrıntılarına kadar her şeyi tek tek sordu. Biliyordu, sağlık
durumu gerçekten kötüydü Hasan'ın. Böbrekleri ve karaciğeri bozuktu.
— Asıl kötüsü, sürgünde işsizlik, dedi.
İlgiyle dinliyordu Kenan. Günsel, Sivas'taki evlerinin kirasını ağabeyine
yolluyordu. Üç yüz lira kadar bir şeydi.
Kendisi ne yapıyordu? Kenan'ın yanında bu konuyu konuşmaktan tedirgin gibiydi.
— Teyze Hanım'la yuvarlanıp gidiyoruz, dedi. Bakalım benim iş de olursa...
Bugün uğradım, daha bir şey yokmuş.
Fakültede bir kitaplıkta memurluktu söylediği... Pek umutlu olmadığı belliydi.
Ama durmak istemiyordu üstünde... Kendinden söz etmekte isteksizdi. Önemli olan
sürgündeki ağabeyi idi. Baba durgunlaştı, sonra yine yüzündeki o babacan
gülümseme ile baka.
— Geçenlerde Aksaray'a gidiyordum, dedi, bir turist kız -sonra öğrendim,
İngilizmiş- uzatmış elini "Pus Pus Pus" deyip duruyor. Baktım bir kedi, şaşkın
bakmıyor, ne der bu kız gibisine. Zavallıcık nereden bilsin İngilizceyi?.. Neyse
araya girip Türkçeye çevirdik!.. Uysal bir hayvancağızmış, geldi, kız aldı
kucağına, okşadı. Karnını yokladı. "Yazık," dedi. "Aç hayvancık."
Sonra bana döndü: "Too many cats in Turkey... Not killed, nor fed," dedi.
"Türkiye'de çok kedi var, ne kimse öldürüyor, ne kimse yemek veriyor!" Hepsi
gülüştüler. Baba ağır ağır ekledi:
— Bizde sürgün de öyledir, dedi, ne öldürürler, ne yemek
verirler.
Daha çok gülmeye başlamışlardı. Günsel, ağabeyinin sürgündeki kedisini anlattı.
— Sizden ona da geçmiş, dedi, kedi sevgisi... Baba, acılığını iyice gizlediği
gülümsemeyle:
— Cezaevinde yıllarca başka kimse uğramaz yanımıza, dedi, fedai gibi bunlar
dalar içeri!..
Kucağındaki kediyi okşadı. Sonra "fedai" sözünden çağrışım
yapmış gibi.
— Kedilerimiz Osmanlı kaldı, dedi. Ne feslerini attılar, ne bikini giydiler!..
Suratları bile eski harflerle yazılıdır. Bizim Şa-ziment'inki sülüstür!..
Devrimlerimizi umursamadı bunlar!..
Özlü bir anlağın ürünü olan her sözünde tatlı acı karışımı bir alay yatıyordu.
Bir sessizlik oldu.
— Teyze yok mu?., dedi Günsel.
— Fatih'te, yeğeni hastaymış... Gelir. Sonra güldü.
— Bekleyemem dersen, çayı vurursun hemen.
— Onun için sormadım, dedi Günsel gülerek, ama yapayım.
— Yoksa, kahve mi isterdi Kenan Bey?.. Teşekkür etti Kenan.
— Çay dedi.
Günsel çıktı. Babayla birden yüz yüze kalmışlardı. Önce bir tedirginlik duydu
Kenan. Fakat ihtiyarın dost yüzü, gülümseyen gözleriyle karşılaşınca hemen
duruldu. Baba, söz açmak isteği ile mırıldanır gibi:
— Ne diyorsunuz bu gidişe siz? dedi. Nereye varacak bu iş?.. Birden kalıverdi
Kenan. Hiç beklemediği bir soruydu bu. Bir
şeyler söylemek için toparlandı. Baba, Kenan'ın tedirginliğini
anlamış gibi, önüne bakıyor, sorduğu şeyi unutmuş ya da karşı-1,1c beklemiyormuş
gibi ağır ağır kediyi okşuyordu.
— Bilmem, dedi Kenan, iyiye gitmiyorlar sanırım, belki yeni seçimlerde bir
şeyler olur.
Baba susuyordu. Kenan çekinir gibi durdu, sonra birden:
— Bu konuda asıl sizi dinlemek isteriz, dedi. Sizin yargılarınız önemli.
Hiçbir tepki göstermedi Baba, sanki duymamıştı. Biraz sonra başını kaldırdı.
— Kimsenin yargısı önemli değil bu ülkede!., dedi. Gözlerinde hep o acı
gülümsemeyle bakıyordu.
— Bizim yargılarımız, ülkeyi hep aştı.
Sonra yine kedisine döndü, okşamaya başlarken yavaş bir sesle:
— Bekleyelim, bir kez de ülke yargılarımızı aşsın, dedi.
Sonra yine gülerek baktı Kenan'a. Günsel girmişti içeri. Babanın son sözlerini
duymuş olmalıydı, sessizce oturup dinlemeye başladı.
— Okumuşsunuzdur, geçende Adnan Bey'in bir konuşması vardı. Kırklareli'nde
olmalı. "Hesap vermeye hazırız," diyor. Rahat konuşuyor. Ona göre, bu hasabı
almaya kalkışacak güçler yok ülkede...
Yine sustu bir süre. Gözlerini bir noktaya dikti, çok kısa bir süre kaldı öyle,
yavaşça:
— Sonra ne olur bilmem ya, dedi, ülke sanırım bu yargıyı haydi haydi aşacak.
İyimserlik değil, matematik bir doğrunun açıklanmasında-ki kesinlik vardı
sesinde. "Sanırım" sözü bu kesinliği daha da pekiştiriyordu. Zaman zaman başını
kaldırıp yeni görüyormuş gibi ayrı ayrı yüzlerine bakarak aynı sesle sürdürdü
konuşmasını:
— Tam anlamıyla, batmış bezirgan durumundalar. İçlerinden, yüreklerinin içinden
biliyorlar bunu. Bilmezden gelerek
kurtulacaklarını sanırlar. Şimdi birinin çıkıp onlara bu durumu açıkça
bildirmesi kalıyor. Kim çıkacak?.. Soru bu... Başı ile masasını gösterdi.
— Yeni bütçe dolayısıyla istatistikleri karıştırıyorum bugünlerde. Sayılara
bakıyorum. Tıpkı Osmanlı'nın son günleri... Sığınmışlar düvel-i muazzamaya.
Ağzının içine, eline bakıyorlar.
122 Süründürmeye bayılıyor onlar da... Ne ondurur, ne güldürürler. Yüz yıla
yakın var ki, ülkede dönemselleşti bu. Tam böyle anlarda, birilerinin ayranı
kabarır. Duman ederler ortalığı... Vatan, millet derken bir bakarsınız eski
hırsızlar yine yerlerini almışlar. Bir tür oyun. Tefeci-bezirgân, finans-kapital
ortaklığının indi bindi oyunu.
Sustu, bir sessizlik oldu. Günsel çıktı. Baba gülümseyerek baktı Kenan'a...
— Kötümser sanmayın beni, dedi. Sonra biraz düşündü.
— Aslında iyimserlik de kötümserlik de gerçeklerin içinde var, dedi. Bizim
seçmemize, çabamıza bağlı her şey...
Sonra kalktı kucağındaki kediyi uyandırmadan, usulca bıraktı kerevete; masasına
geçip bir şeyler aramaya başladı. Biraz sonra kedi uyanıp bakındı. Tembel tembel
gerindi. Yavaşça indi kerevetten, odadan çıktı. Elinde çay tepsisiyle demin
çıkan Günsel girdi. Baba söyleniyordu aranırken:
— Şu duruma bir bakın, dışardan yalvar yakar aradıklarının kaç katını, Amerika
çıkarına harcıyorlar içerde, dışarda... Ne hesaptır, ne akıldır bu?.. Öyle bir
içli dışlı finans - kapital oyunu ki ülkeyi, hem yardım diye dışarıya el
açtırır, hem o yardımı esirgiyor görünerek süründürür, hem de yardımın en
büyüğünü o koparır, alır ülkeden. Böylesine rezil, çelişkili durum...
Günsel, Kenan'a çayını vermiş, Baba'nınkini kerevetin yanına bırakmış, kendi
çayını da alarak usulca yerine geçmişti. Söylenenleri kaçırmadan dinlediği,
düşündüğü, kafasının hep duyduklarıyla dolu olduğu belliydi. Kenan da
dinliyordu, fakat aklının ya-
nsından çoğu Günsel'e takılıydı. Bir-iki, göz göze gelecek kadar yürekli buldu
kendini, konuşmalarla içine daldığı dünya dışındaki her şeyle ilgisini
yitirmişti bu gözler. Belli ki kız, konuşmaları sadece dinlemiyor, bütün
boyutlarıyla yaşıyordu. Bencilliğinden tedirginlik duymaya başlamıştı Kenan da.
Bir-iki daha baktı Günsel'e, sonra konuya döndü yavaş yavaş. Biraz çaba harcadı
önce, bir süre sonra Kenan için de artık Baha'nın tutituyla üze- ]_23 rinde
durduğu toplum sorunlarının dışındaki her şey önemini yitirmişti. Baba,
söylenerek elinde bir tomar yazılı kâğıt, broşür, kitapçıkla yerine döndü;
gözlüğünü taktı. Yaşı filan silinmişti. 18 vaş coşkusunda bir delikanlıydı
konuşan... Söylediklerini, ortaya koyduğu sayılarla açıklıyor, ülkenin, yardım
adı altında nasıl çok az şey alıp pek çok şey ödediğini açıklamaya çalışıyordu.
Bu konuda hazırladığı yazısından parçalar okudu. Sonra durdu, gözlüğünü çıkardı.
Kenan'a, Günsel'e baktı, çayına dönerken:
— Yaaa evlat, işte böyle, dedi. Bizi yardımla hatırdılar!.. Günsel gülümsedi,
sonra takılmak ister gibi:
— Zaten batık değil miydik? dedi.
Baba çayını karıştırdı, bir yudum aldı. Düşündü bir an.
— Ayrı bir durum vardı ortada, dedi. Mustafa Kemal komprador burjuvaziye vurdu.
Pre-kapitalist tefeci-bezirgân yapıyı değiştiremedi. Devletçiliğimiz, hangi iyi
niyetle yapılmış olursa olsun, bu zümrelerin egemenliğini pekiştirmekten,
göbeklerinden bağlı oldukları fınans-kapitali semirtmekten başka işe yara- '
yamazdı. İş Bankası grubunun gücü burdan geliyor. Ne görüyoruz bugün? En geri
tefeci-bezirgân zümrelerle, kapitalizmin en son aşamasının emperyalizmin,
kucaklaşıp tepindiği bir ülke... fınans-kapital saltanau. İş Bankası grubunun
baş mimarı Celal Bey'in başta bulunması rastlantı değil... Kim verdi bu fırsatı
onlara? Tarihin iki büyük avallığı: Birincisi -yağmaya katılmış, suç ortaklığı
etmişleri bir yana bırakırsak- yönetimi elinde tutan sivil, asker bürokratların
dar görüşlülüğü, bir soy kafasızlığı, ikincisi harpten hemen sonra ülkeye
yöneltilmiş Stalin, Mo-
lotof politikası... Bunlar olmasa bu yola düşmeyecek miydi bu tefeci-bezirgân,
fınans-kapital toplumu? Tarihte zorunluluklar da vardır, sorumluluklar da...
Bir an daha durdu, çayını yudumladı bir-iki. Sonra Günsel'e döndü.
— Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi ya, ülke daha 124 böylesine apaçık
vatan satıcılarına kaptınlmamıştı. Bu atom çağında, Amerikan üsleriyle
donattılar ülkeyi. Şaka değil bu iş!.. Birkaç yıl önce Bulganin'in bir mesajı
vardı bunlara; biliyorsunuz, üç tane hidrojen bombası bizi millet olarak
haritadan silmeye yetiyor.
Bir süre dalgın sustuktan sonra:
— Belki namuslu askerlerimizin gözlerini açar bu gidiş, dedi. Tek umut onlarda
görünüyor.
Günsel, boş bardakları toplarken, acı bir gülümsemeyle:
— Halkın gözü ne vakit açılacak? dedi. Bu kez yine baktım da halk öylesine
uykuda ki... Çıkın Anadolu'ya umutsuzluk çöküyor içinize...
Sonra hemen düzeltmek ister gibi:
— Umutsuzluk değil tabi, dedi. Bir an üzgün durdu.
— Ama ne vakit? dedi.
Elinde tepsiyle çıktı. Baba bir şey demeden dalgın duruyordu. Şaziment yine
açılan kapıdan içeri, deminki yerine sıçramıştı. Baba okşamaya başlamıştı
kediyi. Kenan "Ne vakit?" sözüyle Günsel'i ilk gördüğü akşamı yaşadı bir an. Ne
vakit?.. O vakti bir bilebilsek!..
Günsel girip de çayları verirken Baba anlatmaya başladı yine:
— 32'de Elazığ cezaevinde bir Memedimiz vardı bizim. Kara, kavruk oğlan. Sovyet
sınırındaki bir karakolda askerlik yapmış. Sonra gelmiş memlekete; bir gün
kahvede, "Rusların karakolları fena değildi, aç değildiler," gibi bir söz etmiş.
"Komünist oldun," deyip bizim yanımıza tıktılar bunu. Beş vakit nama-
zında. Cin gibi bir oğlan. "Okuman yazman var mı?" dedik. "Harfleri tanıyorum da
birbirine vuramıyorum," dedi. Okuya-mıyordu. Epeyi kaldı bizimle... Bir gün "Ne
vakit gözü açılacak, ne vakit gerçekleri görecek bu halk," gibisine
dertleşiyoruz. "Baba," dedi, "bu millet de benim gibi, harfleri tanıyor da daha
birbirine vuramıyor."
Tatlı bir anının çağrışımı ile bir gülümseme yayılmıştı yüzüne... Günsel, Kenan
da güldüler. Günsel:
— Daha aydınlarımız vuramıyor harfleri birbirine, dedi. Baba, yüzünde hep aynı
gülümseme ile;
— Aydınlarımıza bakma, dedi. Zavallıcıklar...
Günsel kendini tutamamış gibi, sinirli, acımasız bir sesle:
— Bağışlayın beni, dedi, hiçbir zavallılıklarını görmüyorum ben. Bireysel
çıkarları peşinde koşuşan bir sürü böcek...
Kenan, bu sövgüde kendi payına da bir şeyler düşmüş gibi oldu bir an. Baba bir
şey demedi; çayını yudumladı. Gözleri bir yere takılı kaldı bir süre. Kenan
başını önüne eğmiş, öylece kalmıştı. Ortada suçlanan kişiydi sanki... Baba,
birden:
— Ben gerçekten acırım aydınlara, dedi. Çıkarlarını aştıkları da görülmüştür.
Fakat yiğitlikleri, özverileri de yürekler acısıdır. Hiç değilse bir süre
çırpınır durur, zavallıcıklar!.. Sonunda bakarsınız bezmişler, ya da çürümeye
başlamışlar. Nedeni öyle basit ki ancak bizim aydınımız göremez onu... Sınıf
yoktur ardında... Karıştırmayın sakın... Ülkede sınıf yok değil, bizim
aydınlarımız sırtını vermesini bilmez sınıfa... Dramı da bu... Toplumu sınıflar
değiştirir, kişiler değil ki... Tek başlarına uğraşır durur zavallıcıklar.
Düşman kurnaz. Okul kitaplarını bile hep, tek başına aydının yiğitliklerine övgü
ile doldurmuştur. Namık Kemal, Tevfik Fikret... Bir gün Nâzım'ı da böyle bir
övgüyle bu-dayıp kitaplara sokarlarsa şaşmayın!
Acı bir gülümsemeyle baktı, sonra yavaşça ekledi:
— Devrimci teori, ancak devrimci sınıfla birlikte çözüm getirir. Neyiz ki biz,
ardımızda sınıfımız olmazsa?..
Bir sessizlik çöktü birden. Kenan bir şeyler demek istiyordu. Fakat söyleyeceği
her şey suçluluğunu artıracakmış gibi söze başlamıyordu bir türlü. Günsel bozdu
sessizliği:
— Yalnız, insan öyle bir duyguya kapılıyor ki, dedi, sınıfımızın daha bizden hiç
haberi yok.
Sonra acı bir gülümseme ile ekledi yavaşça:
— Sanki hiç de olmayacakmış gibi...
Kenan da bunu demek istemişti. Borçlukla baktı Günsel'e. Suçlamıştı onu ya, işte
savunmasını da yapıyordu. Yargıç ne diyecek bakalım? Baba, kedisini okşuyordu.
Sessizlik uzamıştı yine. Günsel, sinirli bekledi bir süre, sonra aynı
sinirlilikle gülerek:
— Yanlış anlamayın beni, dedi, güvensizlikle suçlamayın.
— Birinci sözünde bir gerçek payı var, dedi Baba. Ama ikinci dediğinle
suçlanabilirsin.
Sonra ağır ağır başladı:
— Tefeci-bezirgân, fınans-kapital saltanatı öylesine bir baskı yarattı ki
ülkede, emekçi sınıfları, işsizlik, yoksulluklarıyla bile yolunu bulamıyor bir
türlü. Bu, gerçek. Bizim sınıfa dayanma çabamızın teori planından pek öteye
gidemeyişi de bu yüzden. Burda iki yol çıkar karşımıza. Ya sorunu böyle koyup
işi pratiğe geçirmenin umudu, uğraşıyla güçleniriz ya da bir çöküntüye
kaptırırız kendimizi. Yapacağımız seçim kişiliğimizi
belirler.
Sonra bir süre ikisine de ayrı ayrı baktı.
— Okumuşsunuzdur, dedi. Ankara'da bir şirketin işten çıkardığı 550 kişilik bir
işçi yığını 3 Kasım'da Çalışma Bakanlığı önünde gösteri yaptı.
Sonra gülümsedi:
— "Bu kadarcık mı?" demeyin sakın, dedi. Türkiye işçi sınıfının geçmişinde
böyle nice olay var. Hem kocamanları. Bütün bu birikimlerin toplamı er geç
ortaya konur bir gün. Finans-ka-pitalin baş oyunudur bu. Geçmişimizden koparır
bizi. İşçi sınıfının her yaptığı "ilk" diye yutturulur.
Kimi için için, kimi alev alev, ama hiç sönmeden sürekli yanan bir ateş gibiydi
ihtiyar. Biraz sokulmanız yetiyordu ısınmanız için. İçindeki güvensizliğin
yerini, daha pek tanımlayamadı-sh güçlü bir direnç almıştı Kenan'ın. Aynı
konular üzerinde birçok kez durdular. Kenan artık Günsel'in kadınlık yönüne
duyduğu ilgiyi bile unutmuş gibiydi. Bir ara Baba, belli belirsiz bir
alayla:
— Sermet Bey neler yapıyor yine, teori planında?., diye sordu.
Günsel önemsemez göründü.
— Bilmem, dedi, bir şeyler yapıyordur herhalde. Baba'nın demin söyledikleriyle
öylesine doluydu ki Kenan,
bu konuşma üstünde bile uzun boylu duramadı. Baba'nın eski yayınları söz konusu
edildi. Cezaevi anıları... Dışarda kapının açıldığını, birilerinin geldiklerini
duyduklarında ortalık kararmaya başlamıştı nerdeyse...
— Buyrun, içerdedir... diyen bir kadın sesiyle kapıya döndüler.
Orta boylu, zayıfça, kırçıl saçlarını tepesinde toplamış, güler yüzlü bir kadın,
arkasında iki kişi ile içeri girmişti. Hepsi ayağa kalktılar. Günsel'in "teyze"
dediği, Baba'nın karısı Hatice Ha-nım'dı. Ötekiler de Baba'yı görmeye gelmiş
biri dokuma, biri tütün işçisi iki eski arkadaşıydı. Günsel'le de
tanışıyorlardı. Yolda rastlamışlar Hatice Hanım'a... Kenan'la tanıştırdılar.
İşçilerle Baba konuşuyordu artık. Eisenhower'in o günlerde Türkiye'ye gelişinin
anlamını soruyordu işçiler. Gazeteler "iyi niyet ziyareti" diyorlardı. Tütüncü
tatlı bir Rumeli ağzıyla:
— Abe, iyi niyetli olsa gelir mi buraaaa? diyordu. Niçin vardır dedim altında
bir hangi tilkilik...
— Hem de tilkiliğin büyüğü var.
Baba gülümseyerek anlatmaya başladı. Amerika'nın Ortadoğu'daki çıkarlarını,
ülkenin durumunu açıklıyor, dünya politikasındaki gelişmelere değiniyor,
işçilerin ara sıra sordukları sorula-
ra kısa, apaçık karşılık veriyordu. Kenan yine daldı bir süre. işçilerin
konuşmaları yer yer duygulandırıyordu adamı. Ta içinden yakalayıp sevinçle,
şaşkınlıkla güldürdüğü de oluyordu. Yine de bir küçümseme ile dinlediğinin
bilincine vardı birden. Öyle yalın şeylere takılıyordu ki doğruları bunlara
anlatmak, açmak, kavratmak dünyanın en güç, ola ki en üstesinden gelinmeyecek
128 bu" sorunu gibi göründü Kenan'a. Her şey en yalına indirgenmişti
kafalarında. Dört köşe, takur tukur bir gerçekti gördükleri. Aklarla karalar
vardı yeryüzünde. Griler yoktu. Bunlar anlayacaklar da!.. Hem sıradan iki işçi
de değil bunlar. Ya ötekiler?.. Yüz binlerle, milyonlarla sayılanlar?.. Bütün
dünyaları yüz sözcük içinde olanlar?.. Bütün bu duygularını Baba'nın anlayıvere-
ceğinden korktu birden. "Sınıfa dayanmayan aydın" diye suçla-yıverecek şimdi
beni. Günsel de katılır ona... Bunları uyarmaya Baba sabrında, ustalığında kaç
kişi gerek?.. Bunalma duydu içinde, içgüdüsel biçimde saatine baktı, kaç
olduğunun bilincine varmadan başını kaldırdı, kendini kollarmış gibi bakan
Günsel'le göz göze geldiler. "Kalkalım mı?" gibisine bir bakışma geçti
aralarında. Kenan, sözün bir yere varmasını bekledi bir süre. Uygun bir anda
izin isteyerek kalktı. Hatice Hanım yemeğe tutmak istedi. Teşekkür etti Kenan.
Baba, yine bekleyeceğini söyledi; işçilere döndü hemen. Çıkarlarken bir kız, bir
oğlan işçi kılıklı iki genç giriyordu içeri.
Saat altıya geliyordu. Ortalık iyice kararmış, akşam serinliği basmıştı. Bir
süre konuşmadan yürüdüler. Kenan döndü:
— Evine bırakayım seni, dedi. Buralarda demiştin. Aslında pek de istekli
söylemiyordu bunu. Evine gidiverme-
sini değil, birlikte olmalarını istiyordu. Günsel adımlarını yavaşlattı,
düşünceli idi. Biraz sonra,
— Yolunuzdan etmeyeyim sizi, dedi. Zaten geç kaldınız. Kenan karşılık vermedi
bir süre, sonra:
— Nasıl istersen, dedi. Bir işim yok benim ya...
Belki de gelmemi istemiyor evine. Kenan dönüp geriye bak-
tı Bomboştu sokak. Baba'yla konuşmalarının yarattığı dünya yavaş yavaş çekip
gitmiş, Kenan'ı yine yanında yürüyen bu kızla Günsel'le baş başa bırakmıştı.
Ağzını açamıyordu bir türlü. Ya kötü şeyler söylerse Günsel?.. Nermin'i,
Zeynep'i, her şeyimi öğrendi. Zaten evli olduğumu biliyordu herhalde.
Parmağında-ki yüzüğü görmedi mi?.. Saklıyor muydum ki?.. Evli olmasam, Nermin'le
evli olmasam ne anlamı vardı benim için bu kızın?.. 229 Babalar'dan çıkınca
hemen çekip yakındaki evine gitmediğine göre demek ki o da beni böylece...
— Burdan mı binersiniz?
Caddeye çıkmışlardı. Kenan şaşkın kaldı birden. Demek gi-diverecek. Baktı kıza.
Bir şey söylemedi önce... Sonra çocuksu bir yalvarmayla:
— Ne olursun, yürüyelim biraz, dedi. Konuşmak geliyor içimden.
Günsel bir şey demedi. Yürümeye başladılar. Bir köprüyle tren yolunu geçip deniz
kıyısındaki yola vardılar. Kenan bir-iki kez dönüp baktı. Kuşkulanacak bir şey
görmedi.
— Üşüyor musunuz?
— Hayır, dedi Günsel.
Onda da bir durgunluk vardı sanki... Kenan birden:
— Öğrendiniz işte, dedi, Nermin'in kim olduğunu. Birden bir acı çöktü içine. En
uygunsuz sözü ettim yine. Bir
süre geçti.
— Biliyordum, dedi Günsel.
Kenan şaşkın kalmıştı. Doğru mu söylüyor gibisine yüzüne baktı GünsePin.
— Nerden?
Günsel nasılsa ağzından kaçırdığı bu sözdeki hafıfsiliğin, o anda bilincine
varmış gibi kızardı.
— Kitabevine uğradığımda o yaşlı hanım söylemişti, dedi Kenan Bey hasta,
isterseniz Nermin Hanım'la konuşun, hanımı ile," dedi.
Sonra artık konuyu kapatmak istiyormuş gibi: .
— Biraz garip bir kadın o, dedi. Pek sevmedim. j Ne
diyeceğini, nerden başlayacağını bilemiyordu Kenan, \
Sessizliği Günsel bozdu yine.
— Nasıl buldunuz işçileri?
Demek daha Baba'nın evindeki dünyadan çıkmamıştı. Dur-130 gunluğu kafasının
sürgit ordaki olaylarla, konularla dolu olma-sındandı. Ya da Nermin konusundan
kaçıyordu. Kenan bir şey söylemiş olmak için:
— Uyanık kişilere benziyorlar. Bilinçliler.
— 46'nın sendikacıları bunlar. O dokumacı çok işkence gördü... Recep...
Ayaklarında hâlâ falaka ipinin yeri var.
İçinde yine o eziklik duygusu belirmeye başlamıştı Kenan'ın. GünsePe belli
etmemeye çalışarak dönüp arkalarına baktı. Tek tük gelip gidenler vardı caddede.
Ara sıra bir kamyon ya da otomobil geçiyordu. İzleyen olursa dünyada anlaşılmaz.
Günsel birden:
— Herkesi, her zaman izleyecek kadar memur yoktur ellerinde, dedi.
Kenan utanmıştı. Korkak damgasını yedik. Alay ediyor. İçimi okuyor bu kız benim.
— Haklısın, dedi. Korkaklığıma ver. Biraz sonra ayrılacaksın benden. Ben bütün
gece, sonra bütün günler seni düşüneceğim. Başına bir şey geldi mi diye.
Günsel ses çıkarmadı. Duygulanmış mıydı?.. Hoş, yolda da hiçbir şeyi anlamanın
olanağı yoktu.
— İşçiler için de dosdoğru söyleyeyim duyduklarımı sana. Her şeyimi tam
içtenlikle konuşmak istiyorum seninle. Olduğum gibi tanı. Umut değil, umutsuzluk
verdi bana işçiler.
Günsel dönüp baktı birden. Şaşmış gibiydi. Kenan aldırmadan sürdürdü:
— Suçla beni istersen... Bunlar en bilinçlileri. Nasıl işliyor kafaları?..
Hiçbir ayrıntıyı göremiyorlar. Baba gibi bir adam bi-
le gösteremiyor bunu onlara. Sonra, nasıl diyeyim? Ne olursun anla beni.
İnançsız değilim ben. Hele seninle...
Sonunu getiremiyordu. Kişisel duygularıyla anlattığı şeyleri iyice birbirine
karıştırmaya başlamıştı. Sonunda her şeyi Gün-sel'e bağlıyordu. Sustu; öylece
yürüdüler. Bir süre sonra Kenan'a döndü Günsel:
— Ayrıntılar, bizim küçük burjuva dünyamızda önemli, dedi. Onlar için gerekli
değil ki...
Bir an durdu, sonra Kenan'ı önlemek içinmiş gibi hemen başladı:
— Baba'nın haklı olduğu yan bu galiba, dedi. Biz çok önemsiyoruz kendimizi. Bir
şeyler öğrendikçe büyütüyoruz kendimizi gözümüzde. Anayolu unutuyoruz, çürüyüp
gidiyoruz ara sokaklarda. Ayrıntı bu işte... Sizi suçlamak için söylemiyorum.
Ben de öyleyim çoğu kez.
Biraz daha yürüdüler sessizce, yavaşça tamamladı:
— Kimi de kurtuluyorum o bencillikten. O zaman mutluyum.

Kenan mutsuzdu. Anlatamamıştı dediklerini. Günsel yanlış anlıyordu onu. Kendinin


de öyle olduğunu söylemesi bir şeyi değiştirmez. Gönül almak bir tür... Bencil
değilim, onları daha güçlü görmek istiyorum sadece. Dünyayı daha iyi kavrar,
yargıları daha yerinde... Kenan birden başladı:
— Fransız işçisi Balzac okurmuş. Sözgelişi... Tarih koşulları çok ayn,
biliyorum. Nasıl anlatayım?.. Güçlü olsunlar, gerçekleri her yanıyla görsünler
istiyorum. Bir savaş nasıl kazanılır başka türlü?..
Günsel birden baktı Kenan'a. Sanki sinirlenmişti:
— Devrimi edebiyatın sınırları içinde düşünüyorsunuz da ondan, dedi. Fransız
devrimini yapanlar, 17 devrimini, Çin devrimini yapanlar da bu Balzac
okumayanlar!.. Ola ki hiç okumayanlar.
Sonra gülümsedi:
— Baba'nın Memedi'nin sözü geldi aklıma. Gerçekten iş orda: Bir harfleri
birbirine vurmaya başlasa bu halk... Gerçeği su gibi sökecek. Olayları bütün
acılığı ile ama ayrı ayrı yaşıyorlar daha... Deminki işçiler harfleri vuruyor
birbirine. Ama iş yığınlarda...
Kenan, bir büyülü sözcükle, yığınlar sözcüğü ile, yavaş yavaş 122 ayılmış gibi
oldu. Gördüğü iki işçiydi. Küçümseme duygusunu yaratan da bu... Bir yığınların
bu duruma geldiğini düşün. O zaman çok şey değişiveriyor birden... Günsel'e
baktı. Gözümdekj perdeleri kaldırıyor bu kız benim. Birden kızın elini tuttu
Kenan.
— Ne olur beni bırakma Günsel, dedi. Kimseyle böyle konuşmadım ben. Belki
budalayım, ama inan ki dürüstüm. Şaşırmak istemiyorum yolumu... Yalnız
yakalıyorlar beni. Bırakma artık. Sensiz hiçim. Çevremdeki her şey sırtımda. Tek
başıma ezecekler beni.
Bütün bunları öyle bir coşkuyla, birbiri ardına dizivermişti ki, kız ne
diyeceğini bilemedi. Bir sevginin açıklanması mı? Bir yardım isteği mi? Bir süre
el ele yürüdüler. Biraz sonra Günsel usulca çekti elini, pardösüsünün cebine
soktu. Kenan konuşmuyordu. Yeni yapılmış sahil yolunun deniz yönünde dalmış
gidiyorlardı. Konuşmadan uzunca bir süre geçti. Hafif bir lodos vardı. Karanlık
denizin hışırtısı, tek tük geçen taşıtların motor sesi... Uzaklarda bir fener
yanıp sönüyordu. Kenan ayılmış gibi dönüp baktı Günsel'e. Yüzünü görmek, ama
pırıl pırıl bir ışık altında görmek için kıvrandı. Ne düşünür bu yüz? Bana nasıl
bakar bu gözler?
— Acıyarak değil mi? Günsel döndü Kenan'a,
— Anlamadım, dedi.
— Gözlerini görmek istiyorum, acıyarak bakıyorsun değil mi? Kızma bana sakın,
ona bile razıyım ben... Ne olurdu bu yollarda bol ışıklar olsaydı!..
Günsel durdu birden. Kenan da durmuştu. Öylece bakıyordu kız •
__Niye acıyayım size? dedi. Atın onu kafanızdan. Kimi, şaşırdığım oluyor. Ama
elinden tutulacak bir çocuk saymanız kendinizi, sonra ikide bir yıkılışlara
düşer gibi olmanız -aklım o geceye takılıyor da- bencilliğinizdenmiş gibi
geliyor bana. Hem de aşırı bencilliğinizden. Çocuksu bir şey; hep oyuncak
arıyorsunuz sanki...
Kenan sarsılmıştı. Kız bunları öylesine kesinlikle, acımasız söylemişti ki...
Karşılıklı bakışıyorlardı. Günsel'in loş ışık altında zaman zaman parlayan
gözlerinde, Kenan'ın kafasına vurduğu buz gibi gerçeğin soğuk parıltısından
başka bir şey yoktu. Dimdik bakıyordu kız. Kenan, yıkıldığını, hem de bu kızı
deli gibi sevdiğini sanki o anda anlamıştı. Ama şimdi bunları mı söyleyecekti?..
Evet bu kız haklı. Haklı olabilir ya niye bu kadar sert, kızgın?.. Günsel döndü,
ağır ağır yürümeye başladı.
— Bağışlayın beni, dedi birden, erkekleri tanımıyorum. Ama tanıdığım kadarı ile
kendilerinden başka şey gördükleri yok. İçtenliğinizi yadsımıyorum. Yürekten
inandığınız besbelli. Ama yüreğin içinde de kendinize, sizin -çıkarlarınız
demiyorum-özel tutkularınıza kocaman bir yer ayırmadan edemiyor olmalısınız. En
azından anılarınızın özel yeri olmalı. İnançlarınızla bunları nasıl
ayıracaksınız birbirinden?.. Daha doğrusu nasıl bağdaştıracaksınız? Her zaman
gönlümüzce değil ki işler... Ka-nnızı tanımıyorum, ama o gece söylediklerinizden
çıkarabildiğim, pek de kötü kişi olmadığı, uzun yıllar arkadaşlık ettiğiniz,
ortak anılarla dolu olduğunuz. Bir de...
Günsel burada bir an durdu. Benzeşmelerinden söz edecekti de uygun görmemiş
miydi?
— Bırakalım ötesini... Uzun yıllar evli olduğunuza göre, hele arkadaşlığınız
fakültede başladığına göre, sizi biliyor, düşündüklerinizi de paylaşıyor olmalı.
Değilse, yine suçlu sizsiniz. Yüreğinizdeki yeri niye böldünüz biri için?..
Kenan sessizce dinliyordu. Diyecek bir şeyi yoktu ki... Tam bir işçi gibi
düşünüyor bu kız. Aklarla karalar var onun için... Günsel yine başladı:
— Arkadaşça eleştirimi hoş göreceğinizi umarım, dedi. Belki beni hiç
ilgilendirmemesi gereken şeylere karıştım... Başka size nasıl yardımcı
olabilirim ki?..
134 —Sigara var mıydı?
Günsel çantasından Bafra paketini çıkardı. Kendisi almadı. Kenan yaktı
sigarasını. Durdu, ayağını kenarda bir taşa koydu.
— Aramızda, nerdeyse yirmi yıl var Günsel, dedi. insanlar belli bir birikim
olmadan kimi şeyleri anlayamazlar. Bu da bir yasa... Fakat kimi insanlar için
birikim diye bir şey yok sanki... Her biriken şey bu kişileri biraz daha
çürütüyor. Umduğumuzdan uzak yönlere düşmesini sağlıyor. Nermin bu, işte...
Yıkılışımı iyi görmüşsün. Bencilliğime bağla istersen. Ama bu bencillikle
başkalan için bir şey var.
Biraz durdu, sigarasını içti bir süre. Derin derin çekiyor, iyice içinde tutup
dalgın duruyordu. Günsel gözlerini Kenan'a dikmiş, söyleyeceklerini kaçırmaktan
korkuyormuş gibi dinliyordu.
— Düşüncelerimi bildiği, her zaman paylaşmak değilse bile, beni büyük umutlara
düşürecek kadar yakınlık gösterdiği de doğru. Ama o kadar işte... Bunca yıldır
değişen, gelişen hiçbir şey yok. Bu düşünceler onun için gençlikte var olan,
sonra da ara sıra söz konusu edilen, yaşam çizgisine bulaşmasına kesinlikle izin
veremeyeceğimiz şeyler. Belki öyle de değil, hemen unutulacak şeyler. Yaşarken,
konuşurken bile. Bilincine varamamış öneminin... Belki de beni karısından bıkmış
herifin biri gibi görüyorsun. Bir sürü şeyler uyduruyorum bu durumu örtbas etmek
için. Ben de kadınları çok tanımam, ama çoğunda daha büyük bencillik var
galiba... Gönlünce kocası olmak, onu elinden kaçırmamak!.. Nermin'e hiç yalan
söylemedim bugüne kadar. Hiçbir şey saklamadım. Bir tek seni!
Tıkanır gibi durdu birden. Yine sigarasını çekti derin derin... Yürümeye
başlarken:
— İstersen suçla beni, dedi.
Sessizce yürüyorlardı. Kumkapı mendireğine yaklaşıyorlardı. Kenan baktı, yine
bir anıya yakalanmıştı. Bir akşam karanlığında Nermin'le gelmişlerdi
fakültedeyken bu mendireğe. Sıcak ekmek, peynir, helva vardı ellerinde.
Mendirek, bu yol böyle değildi. İnsanlar yine böyleydiler, sevişebiliyorlardı
burda. Uzun uzun öpüşmüşlerdi. Ayak sesleriyle ayrılıp sonra yine sarılarak,
sımsıkı sarılarak... Günsel'e baktı birden. Kucaklamak, öpmek için anlatamadığı
bir istek duymaya başlamıştı. Nermin mi yaratmıştı bu isteği?.. Yanında Nermin
olsa öpmek istemezdim ki...
— Suçlamak için konuşmadım, dedi Günsel. Bu aşağılık toplum öylesine yamru yumru
ediyor ki insanları... Kadınlar için söylediğiniz de doğru. İnsan sevgisi çamura
batmış. Nasıl arınacak?.. Öylesine pis ki her şey...
Kenan'ı silkeleyip ayıltmıştı bu sözler. Bir yalnızlık, mutsuzluk vardı kızın
sesinde... "Her şey pis" derken kendi payına düşen temiz bir şey kalmadığını da
mı açıklamış oluyor? Sermet bu yargıların dışında mı? Yine kendime yontuyorum.
Kenan ne diyeceğini bilemeden bir an bekledi. Sonra tutamadı kendini.
— 15 yıl kadar önce yine böyle bir akşam Nermin'le gelmiştik buraya, dedi. Ben
ona birçok şeyi anlatıyordum daha. Faşizmin saldırgan savaş yıllarıydı.
Söylediklerimi ilgiyle dinliyordu. Ya da bana öyle görünüyordu. İnsanlar için
savaşacaktık. Birlikte olmanın mutluluğu bizim için ancak bu savaşla vardı.
Kimse ayırmayacaktı bizi. Öylesine tutkulara kapılmıştım ki, böyle kızgın bir
potada yabancı bir çekirdeğin canlı kalacağını, usul usul boy atıp
serpileceğini, beni de buz gibi bir çürümeye götüreceğini mi düşünecektim?
Ağır ağır yürüyorlardı. Günsel başı öne eğik, Kenan'ın kısık sesle anlatüğı
şeyleri büyük bir ilgiyle dinliyordu. Uzaklardan
bir deniz motorunun sesi duyuluyordu. Taşıtlar kesilmişti. Koca yolda
ikisiydiler. Kenan, Günsel'in bir şeyler söylemesini bekler gibi sustu. Bir süre
ayaklarının sesini duyarak yürüdüler. Kenan mırıldanır gibi:
— Düşman üstüne yürüyen biriyle mutluluğu bölüşmek istedim, dedi. Yüreğimin bir
parçasını, bilinçsiz de olsa, o düşman
136 için ele geçirenlerle değil. Dürüst bencillik değil mi bu?.. Baş-kaldıran
bir bencillik... Kahpe bencilliğe başkaldıran... Tatmayan bilmez bu acıyı...
Belki de hiç tatmayacaksın sen. Akıllı atıyorsun adımlarını...
Bir süre daha sessiz yürüdüler. Günsel, özentiye düşmekten sakınır gibi kuru bir
sesle:
— Gerçek payı olmalı sözlerinizde, dedi. İnsanlar üstüne yargıya varmak öyle
güç ki... Anlıyorum sizi. Övgüden de hoşlanıyor insan. Ne denli gerçek bilmem?
Keşke sizin dediğiniz gibi olsam ben... Üff bilmiyorum, nasıl karmakarışık
olmuşuz...
Kenan şaşırmıştı, ilk kez böyle güçsüzdü Günsel. Saklamıyordu da...
Saklayamıyor. Üstüne yürümek olur mu bu durumda?.. Uzunca bir süre sustular.
Yorulmuş gibiydiler. İyice ağırlaşmışlardı.
— Beni korkutan da bu, dedi Günsel yavaşça. Arapsaçı gibi yan sokaklarda
anayolu yitirmek.
Yakalandığı tuzaktan kurtulma çabasında gibi gülümsedi birden.
— Gördünüz mü yine tuttu aydın hastalığımız...
Kenan susuyordu. Günsel asık yüzlü havayı dağıtmak istiyormuş gibi:
— Ağabeyim bu konuda da haklı mı ne? dedi. Aklı başında arkadaşları vardı,
bilinçli kızlar. "Onlarla evlen," dediler kaç kez. "Tanrı esirgesin," dedi.
"Onlarla hükümet baş edemiyor, ben ne halt ederim?.."
Gergin sinirleri birden boşalıveren Kenan, gülmeye başladı. Günsel de gülüyordu.
— Evliliği öyle almak erkekler için daha mı gerçekçilik yoksa? İki kez evlendi
ağabeyim. İkisi de sıradan, bilinçsiz kızlardı. Birincisi öldü, ikincisi kaçtı.
Her ikisinde de biz daha çok üzüldük ondan. Bilmiyorum, belki de bize belli
etmedi.
Bir süre sustular. Sonra Günsel saygıyla:
— Hiçbir şey alıkoyamadı onu devrimci eylemden, dedi. İşçi oluşundan geliyor
besbelli. Tek başına kalmıyor ne yapsa...
Kısa bir sessizlikten sonra yavaşça ekledi:
— Ödümüz patlıyor bizim yanlış arkadaştan, bizi kemirive-riyor çünkü,
yapayalnız bırakıyor.
Sessizlikte adımlarının sesini duymaya başlamışlardı yeniden. Günsel açıklama
zorunluluğu duymuş gibi:
— Çok şakacı, tatlı bir adamdır, dedi. Ağabeyimi tanımanızı çok isterdim. En
aykırı sözü bile batmaz.
Kenan bir süre sustu, sonra yavaşça:
— Ben de çok isterim, dedi. Belki beni de kandırır, Ner-min'den ayrılırım.
Mahalleden iki kız bulur, evleniriz.
Günsel sözün sonunu duyunca, kendini tutamamış, bir kahkaha atmıştı. Deminki
ağır hava artık iyice dağılmış, aynı konulara alaycı biçimde deyiniverecekleri
yeni bir ilişki doğmuştu aralarında. Günsel'in gülmesi kesilmemişti daha. Kenan
da gülmeye başladı yeniden; şakayı sürdürüyormuş gibi:
— Siz de elinizi çabuk tutarsanız, dedi, Sermet Bey'le!.. Üç düğünü birlikte
çıkarırız.
Günsel duraladığını belli etmemeye çalıştı önce. Kenan kızın göstereceği tepkiyi
kolluyordu. Gözlerini dikti... Umduğu etici-yi yapmıştı sözleri. Günsel
gülümsüyordu sadece. Bu gülümsemede deminki kahkahadan pek az şey kalmıştı.
Birden baktı Kenan'a:
— Yok canım, dedi. Belki biz o kadar bekleyemeyiz. Kenan ne diyeceğini bilmeden
kalıverdi. Gözlerinin içinde
alaylı bir gülümseme ile bakıyordu Günsel... Öylece kaldılar bir süre.
Beceriksiz bir oyuna kalkmış, yüzüne gözüne bulaştırmış-
D. "O ki benimle oynamaya kalktın katlan bu acıya" diyordu kaz! Kenan döndü,
yürümeye başladı.
— İşin alayındayız, dedi Günsel. Bizim bir arkadaşın sözü vardır, "Evlenmek de
boşanmak kadar ciddi iştir," der. Evlenmeyi hiç düşünmüyorum.
Biraz sonra ağır ağır ekledi:
— Hele Sermet'le...
Kenan kısacık bir anda öylesine sarsıntılar geçirmişti ki kendini tepeden
tırnağa mutluluğa batıracak "hele Sermet'le" sözünü bile kavrayamadı birden. Bir
şeyler demek istedi, beceremedi. Sonra kendinin de bir anlam veremediği sözler
çıktı ağzından:
— Bağışlayın beni, dedi. Sizi üzmek istemedim.
— Üzüldüğümü nereden çıkarıyorsunuz? dedi Günsel. Dönüp dolaşıp kendimize
bağlıyoruz her şeyi... Baba haklı!..
— Sermet de uğrar mı Baba'ya?
Günsel dalmış gibiydi. Kenan yavaş yavaş tatmaya başladığı mutluluğu sağlama
bağlamak ister gibi üsteledi:
— Sermet'in kuramlarından söz etti Baba demin, pek çıkaramadım ya, yakınlık
duymuyormuş gibiydi.
Bir süre sonra Günsel:
— Pek yakınlık duymazlar, dedi. Sermet kendince eleştirir Baba'yı.
"Kendince" sözcüğünde saklanmak istenen yumuşatılmış bir küçümseme vardı;
"aklınca" anlamına alınabilirdi. Kenan bastırdı:
— Yersiz mi eleştirileri?
— Eleştiri olduğuna inanmıyorum ki, dedi. Duygusal, ayağı havada şeyler. Ülkeyi
tanımıyor ki...
Kenan soluğu kesilmiş gibi dinliyordu. Mutluluğa batmıştı artık. Ah bencil
herifi.. Günsel oralı değildi, dalmış ağır ağır yürüyor ve anlatıyordu:
— Biraz Fransa'da kalmış, iki yıl kadar. Sonra Mimarlık'a yazılmış burada...
Kafasında ne varsa Fransa prizmasından geçiyor.
Önceleri ilginç, inandırıcıydı benim için... Baba'ya, ağabeyime çok şey
borçluyum. İnsan bağışıklık kazanıyor bu soy hastalıklara. •• Ağabeyim de
hoşlanmaz Sermet'ten. "Meyhane devrimcileri" der. Biraz acımasız bir yargı ola
ki... Ama gerçek payı büyük.
Sustu, sonra alaylı bir sesle:
— Çok merak ediyorum, dedi. Fransa'da bütün devrimciler 1^39 alkolik mi?..
Kenan birden o geceyi düşündü. Yalnızlıkları, baş başalıkları anlam kazanmaya
başlamıştı şimdi. Artık küçümseyerek düşünüyordu Sermet'i. Günsel ileri
gittiğini anlamış gibi gülümseyerek:
— Çok mu çekiştirdim? dedi. İyi çocuktur. Bakmayın, ben biraz aşırıyım. Daha
doğrusu yargıları yanlış kullanıyorum. Alkolik denmez Sermet'e...
Sonra sıkılmış gibi kesti birden.
— Bilmiyorum, bir aykırılık var işte... Kenan bir süre sonra yavaşça:
— Haklısın, dedi, çok bencilim ben...
Günsel anlamıştı, tedirgin bir sessizliği yaşadılar bir an. Yanlarından bir
taşıt geçti. Kumkapı mendireğine varmışlardı. Demin duydukları motorun sesi,
şimdi iyice yakınlarında idi, mendireğe giriyordu. Kenan durdu birden, yanındaki
bir kayaya ayağını attı, uzaktan Anadolu kıyısının ışıklanna takılmış gibi baktı
bir an, sonra yanında duran Günsel'e döndü. Günsel kaçınma çabasındaymış gibi
birden:
— Gitsek artık, dedi. Geç oldu.
Kenan baktı bir an, olanağı kalmamıştı dönüşün. Varılmalıydı. Sesindeki
kısıklığı, titrekliği saklamaya bile gereksinmeden:
— Niye hep dolaylı yollardan öğreniyoruz birbirimizi? dedi. Günsel bir şey
diyemiyordu, güçsüzlüğünü örtmekten başka
kaygısı yoktu sanki... Öylece bakışıyorlardı. Kenan daha da kısık bir sesle,
kendi kulağına bile bambaşka, tamnmaz gelen bir sesle:
— Hiç kuşkum olmayan bir şey söyleyeceğim sana, dedi. Seni seviyorum.
Öylece kalıvermişlerdi. Nasıl söylenmişti bu söz? Sorumluluğun ağırlığı ikisinin
de omuzlarındaydı şu anda. İkisi de bunun bilincindeydiler. Kenan tıkanır gibi:
— Beni anla, Günsel, dedi. Sevmenin ne olduğunu bilerek 140 seviyorum seni.
Günsel kımıldadı, gözlerini kaçırdı yavaş yavaş... Bir şey di-yemiyordu Kenan,
GünsePin ağzından çıkacak sözü bekliyordu. Bir süre durdu, umutsuzluğa
kapılmıştı birden. Benim olamaz bu kız. Böylesi güzel, her kımıldanışında beni
böylesi mutluluğa eriştiren şeyi bırakmaz bana bu aşağılık dünya!..
— Açıklığı savunuyordun, dedi, beni cezalandırmayı düşünme sakın.
Günsel heyecanını bastırmak içinmiş gibi gülümsedi. Kadınca bir şey yoktu bu
gülümseyişte, çocuksu bir şaşkınlığa benziyordu.
— Yooo, dedi. Bir şey düşündüğüm yok... Bilmiyorum.
Yine sustu. Yürümek istermiş gibi yaptı. Kenan omuzlarından tuttu birden. Günsel
iyice şaşırmıştı sanki. Korkuyla bakıyor gibiydi. Kurtarmak ister gibi yaptı
yavaşça... Kenan'ın sımsıkı avuçlarındaki minicik omuzları kımıldamıyordu
bile... Mutluluk mu, acı mı Kenan'ın bir türlü kavrayamadığını bir şeyler vardı
gözlerinde. Ürkeklik vardı... Gözlerinin derinliğine bakıyordu Kenan.
— Kurtar beni, dedi. Ne olursun kurtar beni!.. Seni seviyorum.
Bir an öyle kaldılar. Sonra Kenan öpmek isteğiyle yanmaya başladı. Önce yavaşça,
sonra birden kendine çekti kızı. Fakat Günsel, o minicik yapısından umulmayacak
bir dirençle, hızla geri çekildi. Kenan'ın elinden kurtaramamıştı kendini.
Öylece kaldılar. Heyecandan soluk soluğaydılar. Günsel titrek, boğuk bir sesle
yavaşça:
__Yapmayın, dedi. Ne olursunuz yapmayın. Bırakın beni.
Kenan'ın elleri umutsuzlukla, acıyla gevşedi. Kız ağır ağır çekildi. Sustu bir
an, önüne baktı. Ne yapacağını bilemiyor gibiydi. Yanında öylece, yıkılıvermiş
duran Kenan'a döndü, sıklaşan soluğunu tutmaya çalışarak fısıldar gibi:
— İşin kötüsü, ben de istiyorum, dedi.
Sonra başını uzaklara çevirdi. Duyduğu, gördüğü her şey ka- \^ı ra bir bulut
ardındaydı Kenan'ın. Biçimlendirmenin, anlamını çözmenin olanağı yoktu. GünsePin
sözlerini içinden söylemeye başladı. Yavaş yavaş başını çevirdi. Anadolu
kıyısındaki ışıklar biraz önce de vardı. Kumkapı mendireği, mendireğe girmiş
motor... Karanlıkta birbirine karışan takaların, motorların gölgeleri vardı.
Hepsi vardı. Günsel de vardı. "İşin kötüsü ben de istiyorum"... Bu yoktu...
"İstiyorum" diyor... Ama kötüymüş... Neymiş bu?.. Benimle öpüşmek kötü şey...
Birden döndü kıza... Bulutlar dağılıvermişti...
— Haklısın, dedi. Evli, çocuklu, senden çok yaşlı bir adamla öpüşmek kötü şey...
Sevmek de...
Sustu, konuşmadan öylece bakan kıza yaklaştı biraz. Tutmak, öpmek isteği
duymuyordu artık. Günsel de kımıldamadan güvenle bakıyordu. Tam Kenan söze
başlayacağı anda birden:
— Hepsi vız gelir bana bunların, dedi. O ki istiyorsunuz açıklayayım. Sermet de
yok benim için.
Bu kez kızgınlıktan titriyormuş gibiydi sesi. Başını çevirdi ağır ağır... Sanki
gözleri dolmuştu da Kenan'ın görmesini istemiyordu. Sonra aynı titrek sesle:
— Niye bu kadar yükleniyorsunuz bana? dedi. Yalnız siz misiniz yardım arayan?..
Günsel susmuştu. Gücünü yitirdiğini gizlemek için susmuştu sanki... Kenan ne
diyeceğini bilemiyordu. Yoksa ağlıyor mu bu kız?..
— Günsel!..
Bir sözcük daha çıkmıyordu Kenan'ın ağzından. Boğazı kurumuş, gırtlağına bir şey
tıkanmış gibiydi. Öylece kaldılar bir süre. Kenan yavaşça uzandı kıza,
ürkütmeden, yanlış anlaşılmaktan korka korka uzattı ellerini, usulca tuttu kızı,
omzuna doğru çekti. Öylesine içtenlikle, yumuşak, dostça yapmıştı ki bunu,
Günsel uysallıkla sokuldu. 142 — Bağışla beni, dedi Kenan, seni
seviyorum, inan bana... Se-
ninle birlik olmaktan başka bir bencilliğim yok benim. Her günüm seninle dolu,
seni gördüğümden beri.
Bir süre öylece kaldılar. Yanağını usulca kızın saçlarına sürdü, mutluluktan
tıkanır gibi oldu. Minicik yüreğinin atışlarını duyuyordu sanki... Sonra Günsel
yavaş yavaş çekildi. Döndü baktı Kenan'a... Ne diyordu bu gözler? Kenan bir
türlü çözemiyordu. Günsel yavaşça, kesik kesik:
— Gideceğim şimdi, dedi. Ne olursunuz beni tutmayın, peşimden de gelmeyin.
Bırakın biraz... Söz veriyorum, sizi arayacağım... Görüyorsunuz ben de
içtenlikle davranıyorum size karşı.
Kenan ne diyeceğini bilemeden kalmıştı... Kız öylece baktı bir an... Sonra
boğuk, kararlı bir sesle:
— Hoşça kalın, dedi.
Birden döndü, hızlı adımlarla karşıya geçti, karanlıkta uzaklaşmaya başladı.
Kenan bir kez daha inler gibi:
— Günsel!., diyebildi.
Kız çabucak karşıdaki demiryolu köprüsünün altından Kum-kapı'ya giden yola
sapmıştı. Yoktu artık. Öylece kalmıştı Kenan. Artık bir adım atamam. Bitkindi,
çok üşüyordu. Kocaman farları ile bir kamyon geçti.
VIII
Kenan köşesine büzüldüğü taksiden, Şişli Camisi'ni görünce ayıldı. Burda ineyim.
Eve kadar yürümek, toparlanmak gerek. Saat dokuza geliyordu. Nermin kim bilir ne
durumdadır şimdi? Nermin'i şimdi düşünebilmişti. Şoföre durmasını söyledi, indi
arabadan. Günsel gittiğinden beri içgüdüsel biçimde yapıyordu her şeyi.
Karanlıkta yolun kıyısında Günsel'in ardından bakarak ne kadar kaldığını da
bilmiyordu. Her şeyiyle inmeli gibiydi. Sonra nasıl olmuştu da ordan boş bir
taksi geçmiş, nasıl durmuş, nasıl binmişti bu arabaya?.. Sirkeci'ye gelince
ayılır gibi olmuştu. 8.30'u görmüştü Gar'ın saatine bakınca. O zaman kitabevine
gitmenin saçmalığını düşünmüş, "Şişli", demişti. Rasimler de gelecekti bu akşam.
Nermin'le ilk ağızda yüz yüze gelmekten iyi. Çok kötü şeyler yapabilirim. Ya
yine toplanıp tuzak kurmuşlar-sa?.. İyi ya savaş istiyorsun. Savaşamam ki...
Böyle bitik girilir mi savaşa?.. Yatmak, uyumak en iyisi. Rasimler gelmemiş
olsalar...
Hemen telefon ederim gelmesinler diye... "işin kötüsü ben de istiyorum." Ne
kötülük var bunda?.. Arayacakmış beni. Aramasın, dayanamayacağım sonra...
Aramazsa dayanamayacağım. Baha'nın evi var artık. Gider bulurum. Peki Nermin'e
ne diyeceğim? Bağırırım, "Bütün suç sende," derim. Ağlar. Ağlasın, kötü mü?..
Ben ağlayamıyorum bile... Rasim Ankara'ya gitti, döndü demek. Uçağı düşmüş
olsa!.. Ne kazalar oluyor. Peki öteki yolcular?.. Nasıl ölüyor insanlar...
Günsel varsa uçakta?.. Ben de va-nmdır o zaman. "İşin kötüsü ben de istiyorum."
Alay etti benimle. Sermet'i de umursamıyormuş. Asıl bencil kendisi. Böylece
bağıracağım yüzüne, "Bencilsin," diyeceğim. Karanlıkta bırakıp gittin beni. Ya
peşinden o lacivert giysili herif geliyorduysa? Karanlıkta birtakım adamlar
geçti ya... Onlardı belki de... Bir düzine birden takılmışlardır peşine... Şimdi
belki de bir hücreye atmışlardır. Peki niye?.. Olmaz. Söz verdi "geleceğim"
diye. Evinin sokağını dönünce apartmana baktı. Işık yok gibi geldi önce. Sonra
perdelerin iyice çekildiğini anladı. Sokakta Citroen yoktu. Demek gelmediler
daha... Apartmanın kapısı açıktı. Kapıcı çöpleri alıyordu dairelerden. Açılıp
kapanan kapılar, bidona boşaltılan çöp kovalarının takırtısı, merdivenlere
yayılmış çöp kokusu. Kapıcı yukarı katlardaydı, karşılaşmadılar. Anahtarı
çıkardı, kapıyı açtı? Ner-min'i buldu karşısında. Pencereden mi gördü?.. Ayak,
anahtar sesinden belki... Yüzü soluk, dağınık, gözlerinde belli belirsiz bir
kızartı vardı. Yine de gülümsemeye çalışıyordu. İdeal zevce!.. Yüzündeki
gerginlği yumuşatma çabasıyla baka Kenan'a.
— Hoş geldin.
— Merhaba!..
Başka bir şey söylemeye, sormaya kalkışmamıştı bile...
Kenan'ın donuk yüzü, bu konudaki bütün hazırlığı bozuver-miş gibiydi.
Pardösüsünü aldı Kenan'ın, asü.
Kenan'ın peşinden salona girdi. Melahat Hanım koltuktan kalktı. Gülümsemeye
çalışıyordu.
— Hoş geldiniz Kenan Bey.
— Hoş bulduk. Siz de hoş geldiniz.
— Merak ettik!..
— Eksik olmayın, yok merak edilecek bir şeyim.
Zeynep koşup geldi koridordan. Sarıldı babasına. Kenan da gülümseyerek okşadı
kızını.
— Sen daha yatmadın mı?
— Yarın okul yok ki babacığım.
Kenan yatak odasına girdi. Nermin de arkasındaydı. Kapıyı kapattı Nermin. Kenan
soyunurken bir şeyler sormak isteğiyle bakmıyor, fakat bir türlü karar veremiyor
gibiydi. Kenan'ın böyle durumlarda çok kırıcı olduğunu bilirdi. Annesinin
yanında olay yaratmaktan titizlikle kaçınırdı. Hiçbir şey sızmamalıydı bu
odadan. Hele annesine... Mutluluk düşü bozulmamak. Kapıya döndü yavaşça:
— Hadi Kenancığım, masada bekliyoruz. Kenan'ın aklına yemek konusu o zaman
geldi.
— Yemediniz mi?
Nermin sustu bir an, sonra yavaşça:
— Zeynep'i yedirdim, dedi. O da beklemek istedi ya...
— Peki başlayın, geliyorum.
Nermin yavaşça kapıyı kapattı. Ağzında bir acılık vardı Kenan'ın. Sigaralardan
mı?.. İçinde bir kazıntı duyuyordu, fakat yemek düşüncesi bile yabancıydı.
Anlamsız, tanımadığı bir şey. Önce girip bir duş yapsam, dedi. İyi gelecekti.
Sonra masada beklediklerini düşündü. Ellerini yıkadı çabucak, yemek odasına
geçti. Zeynep anneannesinin dilimlediği portakalları yiyordu. Nermin tabaklara
bir şeyler koyuyordu. Kenan da başladı yemeğe. Bir ara Melahat Hanım:
— Onlar da gecikti, dedi. Saat 10'a geliyor nerdeyse... Yine bir sessizlik
oldu. Demek Rasimler gelecek. Nermin
portakala uzanan Kenan'a:
— Yemesen, dedi, ekşi portakallar. Ben sana pelte yaptım... Önce zeytinyağlı
biraz...
— Doydum...
Kenan uysallıkla bıraktı portakalı. Önüne konan pelteden aldı. İş olsun diye
yapıyordu her şeyi. Kapı çalındı. Zeynep fırladı önce. Nermin kalktı, kapıya
gitti. Kenan hiç kımıldamadı. Melahat Hanım'la karşılıklı, birbirlerini
bilmiyorlarmış gibi dalgın bir şeyler yiyorlardı sadece... Rasim'in, Refiş'in,
sesi duyul -
146 du
— Geldi mi? diyordu Rasim. Nerdeymiş köpek?
Nermin'in fısıltı biçiminde bir şeyler söylediği anlaşılıyordu. Fakat Rasim
aldırmazlıkla daldı odaya.
— Bırak be, dedi, sen bu herifi çok şımartıyorsun. Kenan'ın yanına oturdu.
— Nerdeydin ulan? dedi. Bütün gün ara babam ara... Öğlende çıkmışsın. Var bir
bokluk bu işin altında ya, bakalım bir gün çıkar kokusu.
Sonra peşinden odaya giren Nermin'e döndü:
— Erkek milletine güven olmaz bacı, dedi. Böyle yere bakanlardan korkulur
namussuzum. Yularını sık bu herifin.
Nermin sesindeki titremeyi gülmesiyle örtmeye çalışarak:
— Merak etmeyin, dedi. Bir şeyi çıkarsa size söyleyeceğim önce, cezasını siz
vereceksiniz.
Rasim aynı sululukla:
— Nerden duyacaksınız? Ne hinoğluhindir bu herif... Nermin güvenli, fakat yine
de acılı bir sesle:
— Yooo, o kadar haksızlık etmeyin, dedi. Benden bir şey saklamaz o... İstese de
saklayamaz...
Kenan hiç aldırmıyormuş gibiydi. Kalktı masadan, Rasim'e baktı; tam bir
umursamazlıkla:
— Ne haber? dedi. Hoş geldin.
— Hoş bulduk. Gel bakalım, haberlerim iyi...
Kenan salona geçti, Refiş'in elini sıktı. Nermin kahveleri getirdiğinde Rasim
İstanbul'a gelecek büyük bir Rus kemancısından söz açmıştı. İgor Bezrodni iki
konser verecekmiş.
— ikisine de götüreceğim sizi, diyordu Rasim, bu Bolşe-vik'in uyuzunu kaşıyalım
biraz.
Kenan kahve ile sigara aranınca Nermin şaşırmış gibi baktı.
— İç ulan, dedi, Rasim. İster zengin ol, ister fukara, yemekten sonra yak bir
cigaraaaa.
Rasim'in uzattığı Amerikan sigarasını istemedi, masadaki Bafra paketinden aldı.
Melahat Hanım'ındı paket. Kenan artık bir şeyler beklemeye başlamıştı. Güçlü de
buluyordu kendini. Biraz sonra Rasim, Melahat Hanım'a döndü:
— Sizin iş oldu sayılır, Melahat Hanım, dedi. Bir dahaki gidişimde bakanın
imzasından çıkmış olacak. Söz aldım.
Sonra ekledi:
— Söz verdik, söz aldık. Ellisini çıkardık gözden... Kenan öylece bakıyordu.
Rasim, Kenan'a döndü:
— Böylece konuştuğumuz matbaa işi de gerçekleşiyor. Kenan sigrasını çekti derin
derin, dalgınmış gibi baktı Rasim'e:
— Anlamadım, dedi, ne matbaa işi?..
Bir sessizlik oldu önce. Rasim biliyordu malını!.. İşi zevzekliğe vurmaya da
kalkışmazdı. Yavaşça başladı anlatmaya:
— Gerçi uzun boylu konuşmadık, şöyle bir açmıştık sana, hani bizde, o gece...
Bir pürüz vardı Melahat Hanım'ın işinde, onun çözümünü bekledim.
Sonra uzun uzun, ayrıntılarına kadar anlatmaya başladı. Melahat Hanım'ın Alemdağ
yöresinde bir toprağını kamulaştırmış-lar. Bir türlü çıkmıyormuş bedeli. Önce
elli bin değer biçmişler. Melahat Hanım ona da razı olmuş. Yine de çıkmamış bir
türlü. Sonunda Rasim'in tanıdığı, Ankara'daki bir avukatı vekil yapmışlar. Rasim
de uğraşmış, değerini artırmış önce... Şimdi 190.000 lira kadar bir şey
geçecekmiş ellerine. Yalnız elli bini bu işi yapanlara gidermiş. 25 de avukat
alırmış. Melahat Hanım'ın eline de böylece 115.000 lira kadar bir para
geçecekmiş. Nasıl olsa gözden çıkardığı bu parayı matbaa işi için veriyormuş.
Bu bir... Sonra... Bakanlıktaki matbaa işi de böylece... Olayın baş yanını biraz
biliyordu Kenan. Bir-iki kez duymuştu Melahat Hanım'dan. Rasim'in sözünü birden
kesti:
— Elli bin liralık toprak, nasıl yüz doksan bin oldu? Rasim soğuk bir sesle:
— Gerçek değerini buldu, dedi. 148 Sonra takılır gibi başladı yine:
— Hem orasına karışma, her işin yolu var. Sana mı öğretelim bir de?..
Kenan birden kesti:
— Peki, bu parayı benim alacağımı kim söyledi sana?..
Buz gibi bir sessizlik çöktü birden. Kenan gözlerini dikmişti Rasim'e,
kıstırılmış bir kedi gibi bakıyordu. Atlayabilirdi. Rasim ustaca bir dönüşe
kalktı aklı sıra:
— Öyle bir şey demedik, dedi. Parayı sen alacak değilsin. Melahat Hanım alacak.
Para onun. Bu parayı da Zeynep'e veriyor. Sen de Zeynep'in babası olarak almak
durumunda olduğun bu parayı, yine kızının geleceği için önerdiğimiz matbaa işine
yatırabilirsin. Şimdi onu konuşacağız.
Yine bir sessizlik oldu. Nermin bu konunun açılmasını artık istemiyormuş,
gelecek büyük tatsızlıkları sezmiş gibi, ne yapacağını bilemeden, heyecanla
yutkunarak sağa sola bakmıyordu. Melahat Hanım da kaygılıydı. Yalnız Refış,
gözlerini Kenan'a dikmiş, tatlı bulmaya başladığı bu oyunu bakalım nasıl
sürdürecek bu adam gibisine, yüzünde gülümsemeye benzer bir ilgiyle bakıyordu.
Rasim de kaygılıydı belli ki... Kenan elindeki sigarayı bastırdı tablaya, sonra
döndü kaynanasına:
— Demek siz alıyorsunuz böyle bir parayı?., dedi.
Melahat Hanım şaşırmıştı, zaten konuşmasını fazla beceremeyen bir kadındı. Ne
varmış bunda gibisine bakındı. Kenan aynı ağırlıkla başladı.
— Biliyor musunuz o parada tüyü bitmemiş yetimin hakkı var. Hani dindarsınızdır
diye söylüyorum. İçinizdeki Allah kor-
kusu önleyemiyor mu böyle bir hırsızlıktan yararlanıp, milletin parasını
çalanlarla ortaklık etmeyi?..
Melahat Hanım allak bullak olmuştu. Alışık değildi Kenan'dan böyle ağır sözler
işitmeye... Ağlamaklı bir sesle:
— Rica ederim Kenan Bey... diyebildi.
Nermin ne yapacağını bilemeden kalmıştı. Bir şeyler söylemek istiyor,
beceremiyordu. Dili tutulmuştu sanki... Refia eğlencesini bulmuştu. Rasim,
Kenan'a baktı.
— Biraz saygılı olsana ulan, dedi. Yaşlı annenize o ne biçim söz?..
Kenan istediğine kavuşmuş gibi döndü Rasim'e, yaralı kedi atlayacaktı artık
kendini sürekli kovalamış bu pis çomarın üstüne:
— İyi söyledin, dedi. Sen de saygılı olacaksın bundan sonra. Çirkef işlere
Zeynep'in adını bulaştırdığını duyarsam dünyanı karartırım senin, Rasim!..
Rasim'in bir şey demesine kalmadan, patlamış gibi kalktı. Elini kolunu
sallayarak, yumruk sıkarak, avaz avaz bağırarak başladı:
— Sabır bırakmadınız be!.. Bir avuç utanmaz rezil tayfa tutmuş ülkeyi. Evimde de
rahat yok. Çocuğuma da rezil edecekler beni. Zeynep bir gün suratıma mı tükürsün
istiyorsunuz? Sizin suratınıza sıçılsa umrunuzda değil... Bana bak Rasim...
Nermin ayağa kalktı birden, ağlamaklı bir sesle yalvarır gibi:
— Rica ederim Kenancığım, ayağını öpeyim Kenancığım... diyebiliyordu sadece.
Zeynep sinmiş, babasına dikmiş gözlerini, korkuyla bakıyordu. Melahat Hanım
inmeli gibi kalmıştı. Yalnız Refia oyunun en heyecanlı yerindeydi. Rasim yine
işi pişkinliğe vurmuş gibi sırıttı. Nermin'in eteğini çekti hafifçe:
— Bırak söylesin, açılır, dedi.
Kenan sinirden tıkanır gibi oldu, sonra yine başladı birden:
— Bakanlıkları soyacaksınız, çalacaksınız, matbaa kuracaksınız, ben de size suç
ortaklığı edeceğim. Devlet malı ulan bu, bu
fukara milletin parası... Yanınıza kalacak mı sanıyorsunuz? Ha-aa, söyle bana!..
Sehpalar kuracak ulan bu halk size... Geberen-lerinizin mezarına sıçacak.
Bakmayın bugün sustuğuna. Hep böyle mi gidecek?.. Rezil herifler be...
Kenan soluk soluğaydı. Rahatlamıştı. Şöyle bir bakındı. Ner-min ağlıyordu.
Melahat Hanım bembeyazdı. Zeynep babasının 150 ilk kez gördüğü bu durumunu
kavrayamamış, ama çok korkmuştu. Birden o da ağlamaya başladı. Nermin o zaman
ayılmış gibi fırladı, Zeynep'i aldı, bir şey söylemeden susturmaya çalışarak
içeri, odasına götürdü. Rasim aynı sırıtık durumda, pişkince bakıyordu
Kenan'a... Refiş oyuna bayılmıştı. Utanmasa alkışlayacaktı. Ne heyecanlı!..
Kenan ağır ağır oturdu. Bütün gövdesinde bir titreme vardı. Bir sigaraya daha
uzandı, aldı. Kibriti aradı; Rasim uzattı kibriti. Kenan hırsla çekip aldı
birden, yaktı sigarasını. Derin bir soluk aldı sigaradan. Söyledikleriyle
tütünün sıcak tadı, taa içinde birbirine karışmıştı. Rasim de yaktı bir sigara,
sonra döndü Kenan'a:
— Ben seni bilirim, namusuna da saygım var Kenan. Kenan birden tersledi:
— Bana bak, dedi. Artık kapat bu konuyu... Rasim hemen aldı yine:
— Yooo, dedi, diktatörlüğe kalkma! Biz seni dinledik. Bir anamıza sövmediğin
kaldı. O ki düşünceye saygı söz konusu, sen de beni dinleyeceksin.
Sigrasından bir daha çekti, sonra başladı yine:
— Huyundur öteden beri, ya dinler görünür dinlemezsin, dinlersen de hemen
parlarsın sözün sonunu almadan. Bizim sana suç ortaklığı önerdiğimizi nereden
çıkardın?..
Bir sessizlik oldu. Kenan anlamadan bakıyordu. Zaten artık hiçbir şeyi anlayacak
durumda değildi. Öylece baktı yine de... Ne diyordu bu?.. Rasim aynı rahatlıkla
başladı...
— Zeynep'in babası olduğun için ilk kez sen gelirsin akla, onun için sana
söyleniyor bunlar. Ama zorunlu değil bu...
Kenan ne dediğini kavrayamıyordu bir türlü. Rasim gözlerini dikmiş öylece baktı
bir süre. Sonra yine usulca:
— Unutma ki Zeynep'in yalnız babası yok... Annesi var, anneannesi var. Çok mu
güvenlisin Zeynep'in de senin kafanda olacağına?.. Ya tersi olacaksa... ki ben
öyle olacağını sanıyorum. Annesi de öyle sanabilir... Anneannesi de... Dünyayı
ille de kendi kafanca düşünmek senin bileceğin şey... Ama başkalarını da 15^
buna zorlamak, onları yokluğa düşürmek senin anladığın insanlığa da aykırı
gelmiyor mu?..
Aslında Kenan söylenenlerden hiçbir şey anlamıyordu; bakıyor, duyuyordu
sadece...
— Bir hırsızlık, bir suçluluk içtepisine kaptırmışsın kendini. Neresindeymiş
bunun suç?.. Suç olsa, devletin polisi var, yargıcı var, yasası var. Sen tek
başına bunlara bekçilik mi edeceksin aklın sıra?.. Dünyada iki tür insan var
oğlum, akıllı davranıp kazananlar, akılsızlık edip kazanamayanlar. Seçmek
herkesin kendi bileceği iş... Seni sevmesek, düşünmesek umurumuzda bile olmazsın
ya, şimdi bir de çocuğun var.
Rasim sustu. Hava sanki yumuşamış, Kenan gerilemişti. Melahat Hanım bu aradan
yararlanmak ister gibi:
— Niçin böyle diyorsunuz evladım, verilen parayı almayalım mı?., diyebildi.
Kenan ağır ağır döndü, Melahat Hanım'a bir baktı. Melahat Hanım bin kez pişman
olmuştu dediğine... Kenan kısılmış bir sesle:
— Alın Melahat Hanım, dedi. Kimsenin size karıştığı yok. Sonra aynı ezici
bakışla ekledi:
— Bu herifin sözleri de umurumda değil benim. Malımı bilirim ben. Ama o
aldığınız para ben yaşarken bu eve girmez.
Kadın kekeler gibi yaptı, bir şeyler söylemek istedi. Rasim yetişti:
— Sen delisin be, dedi, "Sizden başka kimsem yok," diyor kadıncağız, sen
hâlâ...
Kenan tersleyerek kesti Rasim'in sözünü...
— Var, var, dedi. Niye olmasın? Ankara'da oğlu var. Tam ona göre bir para bu...
Bu son vuruş iyice yıkmıştı Melahat Hanım'ı; durduğu yerde sallanır gibi oldu,
sonra başladı ağlamaya, kalktı hemen salondan çıktı... Giderken de söyleniyordu
hıçkırıklar arasında: 152 — İyilik et, kötülük bul. Benim yazgım bu...
İçerde kapılar açıldı, kapandı. Nermin annesini odasına götürmüştü. Hıçkırıklar
geldi içerden, sonra ayak sesleri yine... Nermin deli gibi girdi salona,
Kenan'ın üstüne yürür gibi geliyordu. Birden bağırmaya başladı:
— Annemi ağlatamazsın... Anlıyor musun?.. Ağlatamazsın annemi. Zaten bütün
ömrünce ağlamış kadıncağız.
Sonunu getiremedi, hıçkırıklara boğularak koltuğa çöktü. Re-fia, Rasim
kalktılar, çevresini aldılar Nermin'in... Nermin, Kenan'ın bugüne dek hiç
görmediği biçimde avaz avaz ağlıyordu... Refia çantasından kolonya çıkardı.
Durduramıyorlardı bir türlü... "Olur böyle şeyler", "Geçer canım", "Kötü bir şey
demedi" yollu sözlerle Nermin'i durultmaya çalışıyorlardı. Kaynanasının acılı
durumu, Nermin'in sözleri, ağlaması, Rasimler'in önleme, araya girme çabaları
Kenan'da en küçük bir üzüntü uyandırmamıştı. Tersine gülmek geliyordu içinden.
Tam bir Ermeni melodramı!.. Annemi ağlatamazsın!.. Okulda bir arkadaşları vardı.
Bu Rasim de bilir, neydi adı?.. Sonra gazeteci oldu. Ortaoyunu, taklit filan
yapardı. Üsküdarlı... Onun oyunları vardı böyle... Zo mayrik ki ağlamışsa
zatınızı istemooor, ben de istemooorum... Benim sebebi hayatım validem... Kenan
ağır ağır kalktı koltuktan, sigarayı bastırdı. Şöyle bir baktı bu tatsız
melodrama bir kez daha, sonra:
— Allah cezanızı versin!., dedi.
Çıktı salondan, Refia arkasından bakıyordu Kenan'ın. Nermin durulmaya
başlamıştı. O da şimdi bir utanca kapılmışa benziyordu. İçini çekiyor, ara sıra
gürültüyle burnunu, kıpkırmızı gözlerini siliyor, toparlanmaya çalışıyordu.
Kenan yatak odasına girdi. Soyundu, banyoya geçti. İçinde öyle bir yeğnilik
vardı ki bir sürü pisliği derisine atmıştı sanki... Şimdi onlardan da
kurtulurum. Şofbeni yaktı, duşu ılıştırdı. Geçti altına, sabunlandı. Su akıtmaya
başladı, öylece kaldı. Çıkmak istemiyordu. Ilık suların kuşattığı gövdesinde
sabunlarla birlikte bir sürü kara düşünce de akıp gidiyordu. Biraz daha, biraz
daha... Her şeyi unutmuştu. Düşünülmeden yaşanan dünyadaydı, 153 zamansız
dünya... Sırtına bornozu geçirip de banyodan çıkarken salondan gelen mırıltılı
konuşmaları, belli belirsiz ayak seslerini duymasa hiç aynlacağı yoktu o
dünyadan... Odaya geçerkan kafasında sıralanmaya başladı olup bitenler. Yine de
bir türlü duramadı üstünde... Silik şeyler... Kurulandı, aynaya baktı bir ara.
Yüzünde derinleşmeye başlayan çizgilere baktı. Yirmi iki yaşındaki genç kızı
öpmeye kalkan herif bu!.. Nerdeyse kızım olacak... Nasıl bırakıp gitti beni...
Zeynep geldi birden aklına. Korkup ağlamıştı. Canım kızım... Annesi de
anneannesi de ağladığına göre ben kötü adamım artık... Melek yavrunun bütün
sevdiklerini ağlatan kötü baba!.. Tamamlandı Ermeni melodramı!.. Kanepenin
köşesine büzülmüş, şaşkın, korku dolu gözlerle iri iri kendisine bakan Zeynep
dikilmişti karşısına... Acılı bir sivilce kabarıvermiş gibi oldu içinde...
Büyüyünce anlarsın dedi... Ya anlamazsa?.. Rasim deyyusu!.. Zeynep de onlar
gibi... Tavan üstüne çökecekti birden. İçeri gitmek, hepsini dövmek, paralamak
geldi içinden. Rasim'in gırtlağını sıkıp bu pis tükürüğünü yalatmak gerek ite...
Yine duşa mı girsem?.. Bornozu attı üstünden. Çırılçıplaktı, bu-nalıyordu.
Tuvalet masasından Nermin'in kolonyasını aldı. Doldurdu avucuna, yüzüne,
ensesine, omuzlarına sürdü. Dolu şişeyi yarılamıştı. Yavaşça yatağa gitti,
öylece uzanıverdi. Giyinmeye gücü yoktu. Düşüncesi bile bunaltıyordu giysilerin.
Biraz sonra ürperme duymaya başlayınca, yorganı çekti üstüne, arkaüstü, gözü
tavanda öylece kaldı bir süre. Sonra her şey silindi.
Gözlerini açtığında odada sabahın ilk ışıkları, bir de belli belirsiz hıçkırık
sesleri vardı. Yattığı gibi uyuyup kalmıştı. Hep iyi
şeyler görmüştü düşünde. Ne olduğunu çıkaramıyordu ya, hep iyi, hep güzel
şeylerdi. Günsel'in ağabeyi olmalı, güler yüzlü bir adamla denizde yüzüp
durduklarını anımsadı birden. Günsel nerdeydi?.. Kulağına yine gelmeye başlayan
hafif hıçkırık sesleriyle apaçık bilinç alanına geçti birden. Gözlerini gezdirdi
tavanda, duvarlarda; sonra başını çevirdi ağır ağır, yanında yüzü kendisine
dönük Günsel, şey Nermin kıpkırmızı, dolu gözlerini dikmiş öylece bakıyordu.
Yorgunluk, acı, yalvarış vardı bu gözlerde...
Uyumamış mı yoksa?.. Kenan'ın bakışıyla daha içlenmişti. Hıçkırık sesi daha da
arttı. İçini çekerek korka korka ağlıyordu sanki... Kenan bir anlam veremedi
önce... Daha içindeki yerlerine dönmemişti akşamki olaylar. Çabuk bir tepki
gösterecek kadar ilgi duyamıyordu. Niye ağlıyor?..
— Niye ağlıyorsun? dedi yavaşça.
Sesinde olaya uzaklıktan gelen belli bir yumuşaklık vardı. Nermin'in yüzü daha
da karıştı. Büyük bir hıçkırık nöbeti ile bir kımıldanışta Kenan'a sokuldu
birden, yüzünü yüzüne yapıştırdı. Hem öpüyor, hem de hıçkırarak:
— Bağışla beni, birtanem benim, ne olursun bağışla beni, diyordu.
Gözyaşlarıyla ıpıslak yüzünü büyük bir mutlulukla Kenan'ın yüzüne sürmeye,
sıcak, etli dudaklarını yüzünün her yanında ateşli öpücüklerle gezdirmeye
başladı.
— Sinirlerim bozuk benim de... Seni nasıl seviyorum bilemezsin, öleyim daha iyi
seni kıracağıma...
Sonra yine öpücükler, iç çekmeler... Yan yana ayn şiltelerde yatıyorlardı.
Nermin yorganını eğreti çekmişti üstüne, yarı belinden yukarısı açıktı.
Geceliğinin önünden taşkın göğüsleri görünüyor, bu sımsıcak, dolgun şeyler her
kımıldanışında Kenan'ın omuzlarına, göğsüne sürtünüyordu. Kenan dinlenmiş
sağlıklı, çıplak erkek gövdesindeki uyanma ile hazza batmaya başlamıştı
birden... Eskiden de yaptığı gibi dudaklarının kıyısın-
dan öptü istekle... iç çekişleri azalmıştı artık Nermin'in... Mutlulukla dolu
bir sessizlik içinde eski alışkanlıklarıyla bekledi onu bir an... Şimdi Kenan
güçlü erkek kollarıyla kuşatacaktı onu... Sabaha kadar hıçkırarak beklediği anı
yaşayacaklardı. Bir kez daha öptü Kenan. Fakat içinde diriliveren istekle
birlikte akşamki bütün olaylar da pislikleri, gülünçlükleriyle üşüşüvermişti.
Cennetle cehennemin sınırında çakılıp kalmıştı. Nermin bu kararsız durumdan
kurtulmasına yardımcı olmak için elinden tutar gibi minicik bir-iki öpücük daha
aldı yüzünden, sonra ağır, duygulu bir sesle mırıl mırıl başladı:
— Hiç ister miyim ben senin üzülmeni?.. Sana kuru bir söz gibi geliyor... İnan
ki ölürüm ben senin için... Canım benim. Görmüyor muyum çektiğini?..
Taa içine düştü Kenan'ın... Yenilgiyi duymaya başladı. Demek görüyor çektiğimi.
Niye olmasın?.. Yıllarca birlikte duymadık mı birçok şeyi?.. Ne kadar çok
anlattım. Beni tanır kuşkusuz. Biraz daha sokulan Nermin'e baktı. Bu sıcaklık
dolu gözler, bu güzel yüz, daha yıpranmaktan çok uzak bu olgun kadın
sokulganlığı... Günsel değil bu, olamaz da... Ama Nermin işte... Benim
Nerminim... Beni karanlıkta tek başıma bırakıp gitmeyen Nerminim. Bir öpücük
daha aldı ıslak dudağının kıyısından. Savaşa sokamadınsa biraz da senin suçun
var demektir. İnsan bu, niye olmasın?.. İşte sana yepyeni bir arkadaş...
Saçlarını ağır ağır okşadı karısının. Nermin mutluluğa gömülmüştü. Mırıl mırıl
başladı yine... Sanki taa derinlerden geliyordu sesi.
— Ben böyle olmasını istemedim, diyordu. Biliyorsun annemin Zeynep'e
düşkünlüğünü...
Olayın öyküsünü anlatmaya başlamıştı ağır ağır. Aslında bir yıldır söz konusu
ederlermiş bu işi Rasim'le annesi... Nermin atlatmış. Hanın yıkılması sorunu
çıkınca (bu ilk çıkan söylenti olacaktı) Nermin de korkmuş, ne yapsın?..
— İnan ki o konuda da daha çok sen üzüleceksin diye korkuyorum, diyordu. İşini
yitirip de yine annemlere gitmek zo-
runda kalırsak, biliyorum ne duruma düşeceğini... Aslında büyütüyorsun ya...
Öptü öptü Kenan'ın yüzünü, gülümsedi ilk kez. Yapmacık
bir taşlamayla:
— Ne yapayım, kötüsün işte... dedi.
Yine sıcak öpücüklerle donam Kenan'ın yüzünü...
— Bu durumun beni daha çok üzeceğini düşünmedin mi? Nasıl bilmezsin sen
Rasim'in ne it olduğunu?..
Nermin bir suçluluk duygusuyla baktı önce... Kenan'ın kırı-lıvermesinden ödü
kopuyordu belli ki...
— Haklısın... Kızma bana Kenancığım. Öylesine iyi davranıyor ki sana. Ne de olsa
eski arkadaşın. Yanlış anlama beni. Hele hastalığında... Biliyorsun ben eskiden
ne derdim sana?..
Kendini bağışlatmak, Kenan'ı kırmamak için sürekli bir şeyler anlatmayı
gereksiniyordu sanki...
— Ben sana her zaman demişimdir, dedi Kenan. Eski arkadaşım, şu bu... Ama bizim
ilişkimiz yine de bir soy coexistans... Öyle demedim mi?..
— Dedin biliyorum, dedin Kenancığım da... Kenan derüeşmek isteğiyle kesti
birden:
— Sonra sen sanıyor musun ki o herifler bize ödünsüz bir şey verirler?..
İşlerin iğrençliği bir yana, elini versen kolunu alamazsın. Kim bilir başka
neler gelecek ardından?..
Nermin kararlı ve kesin:
— Hiçbir şey gelemez, dedi. Sonra açıklamak ister gibi ekledi:
— Sana bir şey gelemez.
Kenan sustu bir süre. Nermin de bir şey demiyor, sadece ağır ağır yüzünü
sürüyordu Kenan'a... Mutlu günlerin yakınlığını
yaşıyorlardı.
— Köpek, yüz bulsa Vatan Cephesi'ne girmemi isteyecek
nerdeyse...
Bir süre sustular yine. Nermin yavaşça:
— İsteyemez senden, dedi.
Kenan anlamamıştı. Bir eşeleme içgüdüsüyle sordu yine de...
— Nasıl isteyemez?..
Nermin bir an durdu; sonra çekingen, fakat güvenli bir sesle:
— Rasim'le çok tartıştık bu konuyu, dedi. Ben kesinlikle karşı çıktım. Sana
sözünü bile etmeyecekler.
Sonra yavaşça ekledi:
— Gerekirse bizi yazın, dedim.
Kenan neye uğradığını anlamadan baktı, kekeler gibi:
— Yoksa... diyebildi.
Nermin korkuyla, çekingenlikle inler gibi:
— Ne olursun beni anla, birtanem, dedi. Duymanı bile istemiyordum senin.
Soğuk bir ter basmıştı Kenan'a:
— Anlat, dedi, anlat...
Nermin yutkundu önce, Kenan'a baktı ürkeklikle, ağır ağır:
— Başka bir türlü çözümü yokmuş, dedi.
Sonra yine durdu bir süre, yine yutkundu, kısılmış gibi duran gözlerine baktı
Kenan'ın, yavaşça açıkladı.
— Bir kâğıt getirdi Rasim. Annemin, benim, annemin bunak ahreüiğinin, bir de
Zeynep'in adını yazmış.
Nermin, bunak ahretliği, Zeynep'i, işin nasıl küçümsenecek bir gülünçlükte
olduğunu belirtmek için alayla bastırmaya çalışarak söylemişti.
— İmzaladınız!..
Kenan'ın ağzından, zorlukla, hırıltı gibi çıktı sözcük... Nermin çocuksu bir
suçluluk ya da suçsuzlukla bakıyordu korkarak. İçtenlikle:
— Sana yüklenmelerine izin veremezdim, dedi. Sonra birden yüreklenmiş gibi
ekledi çabucak:
— Biliyor musun, yoksa kitabevini bile yıktırmaya kalkışabi-lirlermiş, dedi. 6 -
7 Eylül'deki gibi...
Şaka değildi; önce boğuvermek geldi Nermin'i içinden. Sonra kaskatı, bütün
duygularını yitirmiş gibi kaldı. Nermin anlamıştı Kenan'ın nasıl yıkıldığını,
yine ağlayacak gibi sarıldı Kenan'a, öpücüklere boğmaya başladı.
— Kenancığım birtanem benim...
Kenan, Nermin'in dağınık, kumral saçlarına karışmış ellerini 15g ağır ağır
çekti, arkaüstü döndü yavaşça... Bir perdeyi bitkinlikle kapatır gibi:
— Uyuyalım artık, dedi, çok yorgunum.
IX
Günler geçiyordu çelişkili duygulara bata çıka. O günden sonra Nermin'le
çatışmaya düşmekten kaçındı Kenan. Boşunay-dı... Acımak, tiksinti duymak, kızmak
boşunaydı. Nasıl olsa artık duramam Nermin'le. Ayrılmamız kaçınılmaz. Daha o
sabah kesinlikle karara varmıştı bu konuda. Ama nasıl?.. Anlama yeteneği bile
yok bunu Nermin'in. Sonra Zeynep... İçi bir tuhaf oluyor insanın... Rasim'le
ilişkilerini kesmeyi de düşündü. O da boşunaydı. Gerekli bile bu oğlan benim
için. En azından Nermin'in ne olduğunu ortaya çıkarmaya yaradı! Bencil herif,
kurtulmama yaradı desene! Turnusol kâğıdı gibi bir şey... Bulunsun elimde!..
Kendimi denememe, direncimi, güvenimi ölçmeme de yararlı... Sonra... Hadi,
çekinme... Söyle dosdoğru... Hiç kimse yok şu aşşağılık toplumda elimden
tutacak!.. Haklı yanı var itin.
İlişki kesmekten filan da anlamaz o... Bırakmaz yakamı... Sürünmek de bizim
için!.. Kitabevini kapatmak düşüncesi ile do-
lup boşaldı bir ara. Ne yaparım?.. Elimdeki diploma kasap kâğıdı kadar bile işe
yaramaz... Almanya'ya mı gideyim işçi olarak?.. Bir ara iyice düşündü bunu...
Hem de yapamayacağını bile bile!.. İçtenlik konusunda esmeye başladın mı
kırılmadık cam bırakmazsın... Söylesene Günsel'i bekliyorum diye... O da
içtenlikten söz etti... Sevgiden değil... Söz veriyorum, arayacağım si-J60
zi... Nerde? Her geçen gün benim üstüme yıl gibi çöküyor... Nerden bilecek böyle
şeyleri o, yirmi iki yaşında... Hani Fransız-cadan çeviriler yapacaktın?..
Galatasaray'ı bitiren çoğuları gibi Kenan da Fransızca bildiğine inandırdı.
Gerçi yıllardır bırakılmış bir dil, ama bir başlarsam, hem geliştiririm, hem de
belki kendimi yemekten kurtulurum biraz. En sonuncusu bu olmuştu vardığı
kararların... Üçü bir arada (Melahat Hanım erkenden gitmişti) geç vakit
ettikleri kahvaltıdan sonra Zeynep'i gezmeye götüren Nermin döndüğü zaman üç
saate yakın olmuştu. Kenan daha ikinci cümleyi çıkaramamıştı. Anlıyordu da, daha
doğrusu anlıyorum sanıyordu da, Türkçesini yazmaya geldi mi du-ruveriyordu
kalemi. Denediği de Simenon'un polisiye bir romanıydı. Yazmaktan vazgeçti,
eskiden de yaptığı gibi okuyup geçmeye başladı. Birkaç gün de öyle oyalandı.
Nermin'in kadınlığı ile iyiden iyiye ilgisini kesmişti. Karıkocalığının zorunlu
sonucu sanki aklına bile gelmiyordu Kenan'ın...
Nermin de çekingendi. Oldum bittim çekingendi bu konuda... Her vakit bir
utangaçlığı olmuştu... Şimdi bu utangaçlık ürkekliğe dönüşmüştü. Bazı geceler
sokulmak için denemelere girişiyor; Kenan'dan bir şeyler bekliyor gibi bakmıyor,
sonra umutsuzlukla çekilip köşesine bir uyku, ya da sabaha kadar süren bir
uykusuzluk içinde yatıp kalıyordu. Günsel'i bekliyordu Kenan çözüm umudu ile...
Olaylar da öylesine koşuşmaya başlamıştı ki ülkede... Meclis'te gürültülü
toplantılar oluyordu. Bir Puliam sorunu çıkarmıştı basın. Hükümet, Basın
Enstitü-sü'nün protestosuna yayın yasağı koymuştu. Gazeteciler yargılanıyor,
cezaevine konuyor, gazeteler kapatılıyordu. Bir sabah
sansür çağının başladığını muştular gibi birçok İstanbul gazetesi boş, beyaz
sütunlarla çıktı. Amerika'da Türk basın rejimine çatan yayınlar vardı. Muhalefet
durumu protesto ediyordu. Beceriksiz çırpınmalarla bir şeyler yapıyor
görünmekten öte bir varlığı da yoktu aslında muhalefetin. Artık ne idüğü belli
olmuş 59 yılı ağır ağır son günlerini yaşıyordu. Kenan bütün bu çalkantılar
ortasında geleceklerden umutlu mu olmak, yoksa ı0j iyice umutsuzluğa mı düşmek
gerektiğinde kesin bir yargıya varamadan, daha çok kendi sorunlarıyla kapalı bir
yaşam içinde bekliyordu sadece. Neyi bekliyordu?.. Günsel'i... Günsel'in
getireceklerini... "Yardım arayan yalnız siz misiniz?" demişti. Demek o da
arıyor... Kimden?.. İnsanlar niye böyle, hep yaslanacak birini arıyorlar?..
Sınıfa yaslanmasını bilmiyorlar da ondan, diyor Baba... Saçma... O da her şeyi
çözdüğünü sanıyor yuvar-lacık bir sözle... Nerde sınıf?.. Sallanıp duruyor ülke,
biz sınıfı bekliyoruz?.. Günsel'i bekliyorum ben. Rasim de yoktu görünürlerde. O
geceden sonra Reha'yla uğradılar işyerine bir gün. Şey için geçmişler de bu
yana. Garip. Reha'nın hiç geldiği yoktu. Kenan'a da soğuk bakıyordu iyice. Rasim
de artık o eski su-luluklarıyla sataşma numaralarını bırakmış, daha ağırbaşlı
oynuyordu. Korkuyor itoğluit. Anladı her şeyi göze aldığımı. Nermin'i bile
sormadılar. Rasim Ankara'ya gidip geleceğinden söz etti. İşler bombokmuş
Ankara'da. Ayakları suya değecek eşşoğlueşşeklerin. Aptal oğlan değil Rasim.
Muhalefete kızar, İsmet Paşa'ya saygılıdır. İktidarın yanındadır. Hoş, politik
sorunlara değindiği pek az görülür ya... Ülke sallanıyor. İktidardakiler
sallanıyor. Herkes bir şey bekliyor. Ben Günsel'i bekliyorum.
Bir öğleüstü döndüğü vakit Burak'la konuşan arkası dönük genç bir adam vardı
işyerinde... Önce çıkaramadı. Burak'ın bakışıyla o da kapıya dönünce, bir kısa
kuşkulu bakıştan sonra tanıdı, Sermet'ti. Ağzında pipo, kolunda çanta, çantadan
fırlamış mimarlık araçları, gönyeler, cetveller... Bıyık bırakmıştı...
Kenan önce bir tuhaf oldu... Bir türlü karar veremedi nasıl davranacağına...
Sermet gülerek yaklaştı...
— Merhaba, dedi, burasıydı demek...
Kenan elini uzattı... El sıkıştılar... Sermet'in yüzünde hep o sırıtma diyorum
ya -haksızlık- gülümseme!..
— Nasılsınız?..
162 — Teşekkür ederim, dedi.
Sermet, Burak'a dönüp elindeki kitabı verdi.
— Şunu sarın, dedi.
Statik hesaplarıyla ilgili bir kitaptı... Kenan indirimli aldı parasını. Sermet
önemsememişti, teşekkür bile etmedi...
— Oturmaz mısınız? Saatine baktı.
— Biraz vaktim var, dedi.
Yukarı çıktılar. Kenan örtmeye çalıştığı bir heyecanla bakıyordu Sermet'e. Kitap
alma numarası bunun... Niye geldi?
— Geçmiş olsun, hastalanmışsınız galiba, o gece, dedi, Günsel söyledi.
— Geçirdik... Biraz fazla kaçırmışız... Yaşlılık ne de olsa!.. Sermet gülerek
baktı.
— Harcamayın kendinizi, dedi, nereniz yaşlı sizin?..
Oğlan taş atıyor! Bilmiyor muyum ne haltlara kalkıştığını demek ister... Niye
geldi bu?.. Hem sormaktan korkuyordu Gün-sel'i, hem de can atıyordu. Tuttu
kendini... Çay söylediler...
— Günsel'i görüyor musunuz?..
Kenan ne diyeceğini bilemedi... Oralı değilmiş gibi davranma çabasıyla sigara
çıkardı. (Artık paket taşıyordu, Bafra pake-ti.)
— Çok var görmedim, dedi. Siz?.. Sermet aynı gülümseyişle bakarak:
— Ben de, dedi...
Doğru söylemiyor hergele. Beni işletiyor... Dün akşam belki de gece
birlikteydiler besbelli... Benden esirgediği dudaklannı
bu çıyan gibi oğlanın. -Yakışıklı işte, saçmalama- pis, salyalı ağzına -sıçayım
ağzına-. Sus ulan ne pis herifsin... İyi ettim...
¦—Akşamlan çıkmıyor musunuz artık?..
Kenan uyanır gibi:
— Zaten pek çıkmam, dedi... Öteden beri çıkmam... O gece nasıl oyduysa...
Güldü... Sermet de güldü...
— Çok kişi çarpıldı o gece, dedi... Biliyorsunuz Sait kanama geçirdi... Yine
sanatoryumda... Mine (hangisiydi acaba?) safra kesesi sancısıyla yattı
günlerce...
Niye anlatıyor bunları? Bir şey var bu oğlanda... Çıkar oğlum şu dilinin
altındakini diyeyim mi şuna? O da görmüyormuş Günsel'i... Yalan... Birlikte
dalga geçmeye mi başladılar benimle ne?.. Soytarı olduk bu hergelelere. Sermet
kalktı, yine uğrayacağını söyleyip gitti. Kenan asıl o zaman kıvranmaya
başladı... Niye geldi... Günsel'le görüşüyorlar... Hastalığımı anlatmış ona
da... Demek ki... Niye kovmadım? Kovmak olmazdı da bir güzel alaya almak, ya da
buz gibi durmak... Ucuz kitap ver!.. Yukarı buyur edip bir de çay içir sen!..
Zift içsin hergele... Bir parmak da bıraktı dibinde... Böyle züppeleri niye
sever kızlar? Sersemliklerinden. O gün, ertesi gün dayanılmayacak bunaltılı
günler geçirdi yine. Ertesi akşam Galatasaray'da bir meyhaneye girip içmeye
kalkıştı, vazgeçti sonra. Bir de evde olay yaratmak niye?.. Ertesi günü
Babalar'a gitmekti en iyisi. O zaman rahatladı. Çoktandır uyumadığı kadar iyi
uyudu o gece. Sabah biraz geç gitti işyerine. Saat on bire geliyordu. Niyeti
biraz durup ki-tabevinde, sonra çıkıp bir şeyler yeyip Babalar'a gitmekti.
İşyerine gelince bir paket uzattı Burak...
— Bunu bir Hanım bıraktı, dedi... Sizinmiş... Hani buraya kitap almaya gelmişti
bir kız...
— Günsel...
— Evet Günsel Hanım...
Kenan şaşkınlığını saklamaya çalışarak pakete uzanırken:
— Nerde şimdi? dedi...
— Yarım saat oluyor. Sizi sordu... Arayacakmış yine... Kenan üzüntüye
batıvermişti bir anda. Yüzünü Burak'tan
gizlemeye çalışarak hemen döndü, elinde kitapla yukarı çıktı. Allah kahretsin,
yarım saat önce gelemezdin değil mi? Uyu essek gibi... Burada da Matmazel'in
yoluk suratı. Sonra bir umut-164 ^ Paketi açtı hemen. Sahaflardan aldıkları
kitaptı. Ciltletilmiş, pırıl pırıl olmuştu... İyice araştırdı kitabı, yazı filan
yoktu içinde. O gün yemeğe çıkmadı öğleyin. Sigara içti bol bol. Artık iyice
sigaraya başlamıştı. Nermin buna da çok üzülüyordu. Yalvardı bile birkaç kez
içmesin diye. Koltukta öylece sızmıştı bir ara. Ne kadar sürdüğünü bilemiyordu.
Bir gürültüyle uyandı. Rasim masasına vuruyordu.
— Bu saatte, ne uykusu ulan?.. Esrar mı çekiyorsun, nedir?.. Karşısına oturdu.
Kenan'a bakıyordu... Gerçekten ya da ustalıkla üzgün görünüyordu.
— Yemeğe de çıkmamışsın öğlende...
— Yaaa, dedi Kenan, biraz geç kahvaltı ettim de acıkmadım... Yer misin,
sandviç?..
Rasim kesti birden...
— Sandviçle olmaz kalk seni bir yere götüreyim de bir şeyler ye... Gebereceksin
başımıza...
Kenan aldırmadı, Burak'a iki peynirli sandviçle çay, Rasim'e
de kahve söyledi...
Rasim yine babacan oyunlara başlayacaktı besbelli.
— Oğlum, dedi, ne oluyorsun, dünya yıkıldı da sen mi kaldın altında?.. Biraz
kendine gel... Ben senin kadar eşşek inatlı, durup dururken rahatını tepen herif
görmedim...
Kenan hiç istemiyordu bulaşmak çirkefe. Bir başlarsa, sille tokada kadar
götürebilirdi işi!.. Sinir sınavı bir tür...
— Sizin Bolşevikliğiniz bu demek... Onun için bütün dünya yaka silkiyor
sizden... Kendine böyle yapan, başkasına ne yapmaz be!
Gülmek geliyordu Kenan'ın içinden. Güldü de belli belirsiz... Gözünden
kaçmamıştı Rasim'in...
— Gülersin hergele, dedi... Allah size tırnak vermesin, uyuzdan da
kurtulmayın... Şu bakışa bak herifteki, önce beni asar...
Gerçekten asar mıyım bu herifi? Aşamam ya, şu herifin sehpaya giderken ağlayıp
sızladığını, ya da altına pislediğini görmenin bir hoşluğu var!.. Sonra da
"hastır" deyip kovmak... Sen kim asılmak kim ulan!..
— Ne vakit yıkıyorlar hanı?..
Kenan kahvecinin getirdiği çayla sandviçe başlarken tepeden iner gibi sormuştu.
Niye sormuştu o da pek bilmiyordu ya...
Rasim şöyle bir baktı, elindeki kahveyi yandaki masaya bıraktı. Nasılsa açık
vermiş kurnaz bir diplomat gibi başını kaldırdı...
— Anladık efendim, dedi. Yıkılacağı filan yok hanın... Ben uydurdum. Belki
aklın başına gelir de doğru yolu bulursun diye... Ama sende o yetenek nerde,
hıyarağası?..
Kenan şaşırdı. Demek bu da numaraydı... Nermin'e baskı diye kullanmışa.
Yutturmuştu da... Bir de bende denedi, sökmedi. İçine bir sevinç, bir mutluluk
doldu. Savaş kazanmanın mutluluğu.
Rasim kahvesinden bir yudum aldı:
— Hanın yıkılmasına kalmadan sen yıkılacaksın bu kafayla...
— Sizin yıkılışınızı görmeden gitmeyeceğim...
— Matmazel bilançoyu çıkarsın da önce durumunu gör... Karşılıklı bakışıyorlardı
ki donuk donuk, telefon çalmaya
başladı... Kenan isteksiz uzandı telefona...
— Buyrun, dedi. Nermin'in sesiydi ama...
— Kenan Bey'i! İstiyorum! diyordu...
— Söyle... Nermin...
Bir duraksama oldu telefonda. Kenan Bey'i istiyorum... O zaman ayıldı birden...
Günsel'di bu... Ne diyeceğini şaşırdı... Rasim karşısında oturmuş kurt gibi
bakıyordu öylece...
— Bağışla beni, dedi. Sen misin? (Adını da söyleyemiyordu Rasim'in yanında.)
Söyle... Nerdesin? Niçin aramadın?.. Kitabı da bırakmışsın... Biraz oturmaz mı
insan?..
Bunları çabuk çabuk, heyecanla, Rasim'den kaçırır gibi söylüyordu... Günsel
neşeli bir sesle:
— Özür dilerim, diyordu, duramazdım, çok geç kaldımdı
166 iŞe
İşe geç mi kalmıştı?..
— Dün başladım daha... Hani kitaplıkta memurluk vardı... Oldu...
Kenan telefon hemen kapanacakmış gibi korku içindeydi... İşi filan umurunda
değildi...
— Akşam geleceksin değil mi?.. Bekliyorum... Bir sessizlik oldu telefonda.
— Bir başka gün...
Kenan nerdeyse ağlamaklı bir sesle:
— Ne olursun?., diyebildi.
Bak nasıl bakıyor eşşoğlueşşek... Nerden geldi bu hergele karşıma... Telefonda
yine bir sessizlik oldu... Sonra Günsel'in o uysal sesi dünyanın en tatlı
müziğini gönderdi Kenan'a:
— Peki...
— Burada bekleyeceğim... Yine bir sessizlik...
— İsterseniz Çınaraltı'nda olsun, dedi Günsel. Altıda gelirim...
— Altıda...
— Hoşçakalın...
— Güle güle...
Günsel telefonu kapatmıştı. Tere batmıştı Kenan da... O da kapattı telefonu.
Rasim'e açık vermemeye çalışmıştı aklınca. Şaşkınlık, sevinç, hergelelik, itiş
kakış tam bir cümbüş içindeydi Rasim'in gözlerinde... Bir kahkaha atıp kalktı
ayağa...
— Ulan kimdi o? dedi.
Kenan toparlanmaya çalıştı... Nasıl davransam... Tersleyeyim şunu bir...
Kestirip atayım.
— Bir tanıdık...
Rasim, Kenan'ı iyice kıstırdığı güvencesiyle yüklendi:
— Nasıl tanıdık ulan, cıvıl cıvıl kadın sesiydi o... Sonra ya senin sesin,
yüzün, konuşurkenki durumun... Şimdi durumun...
— Ne var durumumda?..
Rasim keyifle oturdu yerine, bir sigara yaktı, kahvesinden bir vudum aldı.
Kenan'ın gözlerinin içine bakarak güldü yine:
— Şimdi anlaşıldın, dedi. Arpacı kumrusu gibi düşünmeler. Esrar kavanozuna
batmış bakışlar... Huysuzluklar...
Kenan da sinirli güldü birden, tutamadı kendini, sonra toparlanmaya çalıştı.
Sevincinden bir oynamadığı kalmıştı Rasim'in. Kahvesini bitirip kalktı, Kenan'a
yaklaştı. Ciddiydi şimdi...
— Sevindim, dedi. Namussuzum sevindim... Oh şöööyle be-ee... Dört karısı olmasa
efendimiz bile peygamberlik edemezdi... Dinamit Açısına döndün yıllardır
hıyarağası... Yap...
Kenan birden kesti.
— Ne yapması be?..
— Bırak numarayı ulan. Bilirsin benden sır çıkmaz... Yap diyorum sana, o
kadar... Dünyanın tadını al, moralin düzelsin.
Sonra bir an düşündü.
— Altıda buluşacaksın... Nerede?
Kenan ne diyeceğini bilemeden durdu bir an, sonra başını çevirdi...
— Saçmalama.
— Liseli oğlanlar gibi muhallebiciye gidemezsin ya... Belli yeni başladığın bu
işlere... Utanma, utanma...
— Kapat artık...
— Olur, kapatayım. Kadının bir yeri yoksa bu kışta kıyamette kaldın gitti
sokaklarda... Birkaç otel var, ama hem pahalı, hem tehlikeli... Her kadınla
gidilmez.
Ne ıtoğlu ittir bu herif, içinden geçenleri okur insanın... Bunlar mı geçti
içimden?.. Yok ne geçti?.. Geçmediyse de geçecek!.. Rasim cüzdanını çıkardı,
şıngır mıngır bir sürü anahtarın arasından birini ayırıp uzattı...
— Al, dedi, benim bir küçük yerim var...
Kenan ne diyeceğini bilemeden kaldı, bir irkilme duydu içinden...
— Sok kıçına onu, dedi. Rasim ciddi:
— Başüstüne, dedi.
Gülünçlü biçimde eğilip anahtarı arkasına götürdü, sahiden bçına sokuyormuş gibi
yapıp cebine attı, sonra doğruldu.
— Aklınızda olsun... dedi. Başınız dara düşer de aramaya kalkışırsanız, gelir
bu kıçımdan alırsınız...
Sonra ciddileşti. Kenan'a yaklaştı:
— Nermin'i merak etme, dedi. İstersen sabaha kadar gelme bu gece, onları
oyalarım ben, telefon ederim, alırım belki... Bizim arkadaşlarla rasdaştık,
bırakmadılar, derim... İstersen şimdi telefon edelim...
Rasim'in telefona uzanmış elini sertçe tutup çekti Kenan...
— Bırak, dedi. Her işe de burnunu sokma! Rasim aldırmadan baktı bir süre, sonra
yavaşça:
— Şu herife bak, dedi. Pezevenlik ederiz. Yine yaranama-yız...
— Pezevenklerle işim yok benim...
Rasim de bozulmuş gibi kalktı, umursamazlıkla:
— Hıyarağası, dedi. Kendi pezevenkliğini kendin yap bakalım.
Çantasını aldı:
— Yüzüne gözüne bulaştırırsın yakında, dedi, o zaman da gelme bana...
Sonra yaklaştı, uzanıp Kenan'ın yanağından makas aldı, dostlukla güldü...
— Gel ulan gel, dedi. Eşşoğlueşşek gel... Kim tutar senin elini benden başka...
Tam çıkarken, döndü birden...
— Ben niye geldim bugün buraya? dedi. Kenan güldü:
— Başıma bela olmaya...
Rasim gülmeden baktı, sonra yavaşça:
— Hadi kalsın, dedi, ağzının tadını bozmayayım... İyi eğlenceler... Üşütme
kendini sokaklarda!..
Gitti... Kenan birden meraka kapıldı. Gerçekten niye geldi bugün bu oğlan?..
İlle de bir neden aramak gereksiz Rasim'in gelişine ya, kendi dedi... Bir ara
peşinden koşup sormayı bile düşündü... Amaan, kim bilir ne boktan şeydir...
Kasılmasını da sever hergele... Bak hanın yıkılması yalanıyla nasıl tedirgin
etti beni günlerce... Gerçekten bela bu herif... Anahtarı alsa mıydım?..
Utanmıyorsun değil mi Günsel'i Rasim'in garsoniyerine... Bir duysun da suratına
tükürsün kız senin. Nermin'e telefon edip etmemeyi düşünmeye başladı...
Etmeyecekti... Etmeyeceğim... Zaten dokuzdan geçe Günsel de kalmaz...
Beklesin... Peki nereye gideriz?.. Dışarda da yağmur başladı başlayacak. Kar da
yağabilir... Yağsa keşke, bu pis yağmurdan daha iyidir. Altıya doğru çıkarım...
Burak'a beni ararlarsa...
Çınaraltı'na vardığında daha beş buçuk filandı. Çok soğuktu hava, kemiklere
işleyen pis bir yağmur yağıyordu. Kahve bomboştu. Yağmur altında koşuşan birkaç
kişiden başka şey görünmüyordu ortalıkta. Yalnız çınarın dibindeki camlı
kulübede belli belirsiz birileri vardı. Kazancılara doğru yürüdü, biraz
oyalandı, dönerken sol kolunda sarkan kocaman çantasıyla Beyazıt Alanı'na doğru
gelen Günsel'i gördü. Koyu renk bir manto vardı üstünde. Çabukça yürüdü. Günsel
caminin duvarından kahveye dönerken karşılaşülar. Yağmur altında saçları, yüzü
ıpıslak Günsel şaşırmış gibi baktı, gülümsedi, mantosunun cebinden çıkardığı
elini uzattı...
— Merhaba, dedi.
Uzatılan eli iki eli arasına aldı Kenan, gözlerini ayıramıyor-muş gibi bir süre
bakıp kaldılar öylece... Elleri sımsıcaktı kızın...
— Niye, dedi, niye bu kadar uzattın?.. Günsel takılmak ister gibi bir
gülümseyişle:
— Hemen mi anlatayım?., dedi. Islanıyoruz...
Kenan duymuyormuş gibiydi. Gözleri Günsel'in gözlerine çivilenmişti.
— Beni yine bırakıp gidecek misin karanlıklarda?..
Kenan iki omzundan tuttu kızın, öylece bakıyordu. Aralarından akıp giden
binlerce yağmur damlacığı bu boşluğu yabancı her duygudan arıtma çabasındaydı
sanki. O işi bitirip Günsel'in gözlerindeki alaycı gülümsemeyi de silip
götürdüler... Günsel yağmur altında karşısında dikilmiş bu yaralı adama baktı
bir süre... Sonra yavaşça:
— Hayır, dedi. Bırakmayacağım...
Kenan inanamıyormuş gibiydi. Kımıldamıyordu. Yaklaşan ayak seslerinin GünsePdeki
tedirginliği olmasa hiç ayılamaya-caktı belki de! Kız omuzlarını çekti yavaşça,
birileri geçti alana doğru. Yan yana yürümeye başladılar. Kenan koluna girmek
istedi Günsel'in. Bir türlü yenemediği çekingenlikle kolunu tuttu. Günsel baktı
Kenan'a, sonra mantosunun cebinden çıkardı elini, o girdi Kenan'ın koluna.
Gülümsedi, istediğin bu muydu gibisine. Artık muduluk başlamıştı. Alanda aşağıya
doğru yürüyorlardı. Nereye gitsek? Kenan ne diyeceğini değil, ne düşüneceğini
bile şaşırmıştı.
— Aşağıda pastane gibi bir yer var, orada biraz oturalım isterseniz.
Günsel'di, demek düşünebiliyordu. Kenan uyanır gibi baktı kıza, solunda asılı
duran kolunu sıkıca bastırdı dirseğiyle.
— Bırakmam artık seni, dedi. Günsel gülümsedi:
— Sekize kadar bırakmayın...
Sekiz mi? Kenan durdu birden. Alanın, yağmurun tam orta-sındaydılar. Demek
gidecek. İki saat sonra gideceksin demek...
— Sekize kadar mı?
Günsel üzülmüş gibi bakıyordu...
— Daha geçe kalmayayım, dedi. Aslında bugün olmamalıydı.
Sonra gülümsedi yine, alaylı ekledi:
— Teyze Hanım'la aramı açmayın. Haber vermedim. Üzülür.
Teyze Hanım mı? Bir de evde kalmış kızları düşüneceğiz! Kenan bir şeyler demek
istiyordu. Yağmur altında kımıldamadan kalmıştı. Bu kız deli eder beni. Niye
başkaları dolaşır aramızda?.. Günsel de kalmıştı öylece...
Kenan mırıldandı:
— Hiç bırakmayacağım seni artık, dedi. Ne bu gece, ne de... hiç hiç hiç...
Demin cami köşesinde yaşadıklarını bir kez daha yaşıyorlardı. Senin gözlerinde
de mutluluk var işte. Pastaneye de gitmem. Kaçıracağım seni...
— Unut her şeyi. Söz de verdin, bırakamazsın artık.
Sonra birden elini tuttu kızın, sürükler gibi yürümeye başladı. Bir araba
çevirdi aşağıda. Yağmurdan kurtulup da arabada yan yana, şöyle bir bakıştıkları
an, Günsel'de bir ürkeklik belirdi.
— Nereye?
Şofördü soran. Sana ne hayvan herif1. Sür işte.
— Taksim...
Günsel bir şey diyememişti. Sorar gibi baktı Kenan'a. Kenan ıslak elini tuttu
kızın, avuçlarında ısıttı bir süre, sonra yavaşça yoldaki gibi koltuğunun altına
çekti kolunu. Günsel sol yanında, sanki yüreğine yaslanmış, başını da uysallıkla
Kenan'a düşürmüştü hafifçe. Yağmur altındaki ışıklı yollar akıp gidiyordu iki
yanlannda. Büyünün bozulmasından korkar gibi konuşmadan Taksim'e kadar öylece
kaldılar. Ne konuşmak, ne başka hiçbir
şey bu mutluluğun artmasına bir şey katamazdı Kenan için... Beyoğlu Caddesi'ni
geçip de Taksim'e geldiklerinde, arabanın yavaşlamasına kalmadan Kenan şoföre
yavaşça:
— Rumelihisarı, dedi.
Günsel ne diyeceğini bilmeden önce saatine, sonra dönüp Kenan'a baktı. Mutluyum
diyordu, üzgünüm diyordu, istiyo-172 rum diyordu, yapmasak diyordu... Kenan
yalnız istediklerini görüyordu bu bakışlarından... Bencilim, ne yapalım. Yüz
binlerce yıldır bencilim böyle, var oldukça da bencil olacağım! Senin yaşlı
teyzenin kimsesizliği acılarımdan sımsıcak ellerindeki yalnızlı-ğıyla ürker gibi
gözlerinin ışıl ışıl karanlığın ötesindeki Boğaziçi'nin bütün mavileri saklanıp
ıslak koyu mantosu kuşatıvermiş çırılçıplak lokantalardaki minicik masalar var
ya... Günsel sıkılmış gibi kımıldadı. Kolunu çekti yavaşça. Kenan'a baktı:
— Biliyor musunuz, dedi. Basından yargılananlar dün elliye yakınmış, burda,
izmir'de...
Kenan daha uyanmamıştı... Öylece baktı bir süre. Sıcacık kolunun yeri boşaldı.
— Yargılananlar mı?.. Haa... Aslında pek bir şey yazdıkları da yok...
Günsel güldü:
— Şah'la Diba'yı verdiler ya. Evlenme törenlerini. Sonra Towsend'in yeni aşkını
da...
Birden kızarır gibi oldu. Hemen sustu. Arnavutköyü'nü geçmişlerdi. Kenan'a baktı
yavaşça:
— Nereye gidiyoruz? dedi.
— Rumelihisarı'nda bir lokanta var.
Bir şey demedi Günsel. Bir süre sonra yavaşça sordu:
— Geldiğiniz bir yer mi daha önce?
— Değil...
Daha önce geldiğiniz yer mi? Değil... Nermin'le geldiğiniz yer mi? Değil... İlk
kez seninle geliyorum işte. Yok canım, öylece sordu. Duygusallıklara düşer mi bu
kız? Ama... Bırak şimdi...
— Önünden geçerdim ara sıra. Birden burayı düşündüm... Günsel saatine baktı.
Sıkılmaya başladı demek. Kolumu da
bıraktı. Çekip gidecek yine... Tutamazsın ki, istemiyor belki oraya gitmek.
Tutarım... Küçükbebek'i geçmişlerdi ki Kenan birden durdurdu arabayı, indiler.
Yağmur yoktu burada. Kar bekleyen İstanbul havasıydı. Geri dönüp lokantalara
doğru, giderlerken Günsel isteksiz bakındı...
— Canım hiçbir şey yemek istemiyor, dedi.
— Yürüyelim mi?
— Bilmem...
— Üşümez misin?
Günsel güldü sadece. Beyazıt'ta geçende konuştuklarını düşünmüş olmalı...
Rumelihisarı'na doğru yürümeye başladıkları sırada baktı Kenan'a...
— Üşürsek gideriz bir yere, dedi.
Yürümek bu bıçak gibi havayı sevdiriyordu insana. Kenan, Günsel'e yaklaştı,
koluna girmesini bekledi. Biraz sonra Günsel usulca tuttu kolunu, sonra biraz
daha sokuldu, iki kolu ile sarar gibi yaptı, sol koluna asılı yürümeye başladı
Kenan'ın. Sonra gülerek, tatlı bir takılma ile:
— Beni şimdi evde beklerler, dedi. Biz de buralarda sürtelim bakalım:
Kenan:
— Beklesinler, diyebildi sadece... Sonra heyecanını bastırmaya çalışarak:
— Biliyorsun, dedi. Bencilim ben...
Günsel sessiz yürüdü bir süre. Duymamış gibiydi... Sonra ağır ağır:
— Bugün Ticari İlimler Akademisi'nin Talebe Cemiyeti kongresi vardı, dedi.
Polisle çatışmalar olmuş. Bizim çocuklar var orada. Bu akşam gelirler bana.
Kenan ayılmıştı da ne diyeceğini bilemiyordu. Özür mü di-lesem?.. Ama benim hiç
mi hakkım yok bu dünyada?.. Öğrenci-
ler polisle akşam Kocamustafapaşa'daki evin Günsel'e bu yürümeden daha mutlu
bırakıp gidemez ki beni...
— Anladınız mı şimdi, dedi Günsel, gerçekten bencillik oluyor bizimki...
Kenan başkaldırmayla diretti birden.
— Olsun, dedi. 174 Günsel gülümsedi:
— Seni de suç ortağı yaptım işte.
Kenan dirseği ile sımsıkı bastırdı kızın kolunu...
— O ki artık karanlıkta bırakıp gitmeyeceğini söyledin. Beni suçluluktan
kurtarıncaya kadar sen de suçlu olacaksın. Ne yapayım? Hep ben mi yalnız
kalacaktım bu yeryüzünde?.. Doğaya bile aykırı bu...
Günsel gülerek dinliyordu Kenan'ı. Bebek gerilerdeydi. Deniz kıyısında,
rıhtımdaki son boş bankların yanında geçiyorlardı. Denizin soğuk hışırtısı ile
ara sıra geçen taşıt araçlarının motor sesleri arasındaki karanlıktaydılar.
Günsel gülerek:
— Neymiş doğaya aykırı olan? dedi.
Kenan durdu, baktı Günsel'e, Günsel şaşırdı. Yüzündeki gülümseme dağıldı birden.
Keşke sormasaydım gibisine baktı. Yürümeye başlayacağı sırada Kenan yavaşça:
— Benim seni sevememem, dedi. Günsel durdu, Kenan'a baktı yine...
— Başka yasalar da var doğada, dedi. Bitmiyor ki bununla.
İşte yine bırakıp gidecek beni. Öylece bakışıyorlardı... Dostça mı bakıyordu bu
kız, düşmanca mı? Acı şeyler mi söyleyecek yine... Bu arabanın farları da...
Niye karanlığa düştük yine... Kenan bir acı duymaya başlamıştı birden... Başka
yasalar da var.
— Haklısın yaşlıyım, dedi Kenan.
O zaman bir şey oldu. Günsel'in yüzünden bir irkilme geçti, içtenlikle üzgün
mırıldandı birden:
— Ah, her şeyi kendi açından...
Bitirmedi. Yavaşça kaldırdı kollarını, Kenan'ın omuzlarına
koydu. Yüzünü yaklaştırdı, baktı öylece. Kenan sonrasını bilmiyordu. Önce
şaşkın, sonra delice öpmeğe başladı kızı. Hızla gelip geçen arabaların farlarını
filan da unutmuşlardı. Işığa, karanlığa batıp çıkıyorlardı. Kendini öylesine
yitirmişti ki Kenan, dudaklarını sımsıkı kapattığı kız tıkanır gibi olmaya
başladı... Yarı baygın iteledi Kenan'ı, soluk soluğa başını arkaya attı biraz,
ürkek bakü... Bitkindi.
— Soluğum kesildi, yapma düşeceğim, diye mırıldandı. Kenan biraz daha sıktı
kollarında. Bir şeyler söylendi.
— Düşürmem seni, dedi. Benimsin...
Sonra yine öpücükler, kollarında sıkmalar... Bir ara ayrılır gibi oldular.
Yakındaki bir kırık sıraya çöktüler... Aynı şeyler, daha da coşkularıyla
dopdolu, orada da sürüp gitti bir süre... Yıllardan beri gelen evlilik yaşamının
yarattığı alışkanlıklarla Kenan, bir ara bütün bilinç kurallarını aşıp kırık
sıra üstünde Günselle yatıvermeyi bile düşündü. Düşünmeyi gereksindiren bir şey
de değildi ki bu. Haftalardır biriken yıkıntıların, karısının yanında sürekli
örtbas ettiği cinsel dürtülerin bir patlamasıydı... Günsel'in mutluluğu artık
korkuya dönüşmüştü. Kız bir ara kurtardı kendini, sendeleyerek kalktı sıradan;
ayakta duramıyor gibiydi. Kenan da kalkıp tuttu. Hafiften bir yağmur başlamıştı.
Kolunu beline doladı kızın. Ayılmıştı artık o da... Bir utanma duydu...
— Bağışla beni, seni nasıl seviyorum bilemezsin...
Göğsü inip kalkıyordu Günsel'in... Kenan kendini tutmaya çalışarak kızı göğsüne
bastırdı hafifçe.
— Sakın benim için kötü şeyler düşünme, dedi. Yavaşça ekledi:
— Ölürüm sonra...
Günsel bir şey demedi. Yorgunlukla yaslanmıştı Kenan'ın göğsüne. Birkaç adım
attılar öylece. Günsel bitkin mırıldandı:
— Gidelim artık.
Kenan donup kaldı birden, kızı sıktı göğsünde, fısıldar gibi:
— Nereye? dedi.

— Bilmiyorum... Oturalım bir yerde...


— Peki canım, nasıl istersen...
Yine de öyle olmadı... Deliler gibi öpüşmeler başladı yine; Günsel'in her vakit
istekle baktığı yuvarlacık omuzlarını, belirsizmiş gibi duran görüntüsü içinde
dipdiri genç kız göğüslerini, 176 incecik belini, sert kalçalarını, acımasız
pençesinden geçirmeler başladı. Belki biraz da yaşlılık içtepisinin sonucuydu
bütün bunlar. Başkaldırma, bir tanıtlama çabasıydı. Günsel gerçekten bayılmış
gibiydi kollarında.
— Seviyorsun beni değil mi, diyordu Kenan. Söyle ne olursun? Seviyorsun değil
mi?..
Sağlıklı olmaktan çıkmıştı Kenan'ın sesi... Öpmeyi bıraktı bir ara. Baygın gibi
duran kızın başını ellerinin arasına aldı. Çiseleyen yağmur altındaki ıslak
yüzüne baktı öylece, inler gibi:
— Söylemiyorsun demek... dedi.
Günsel uykuda gibiydi. Gözlerini araladı soluk soluğa, bitkin bir sesle:
— Seviyorum, dedi. İnan bana seviyorum!
Sonra inip kalkan göğsünü çekmeye çalıştı Kenan'dan... Gene bitkin bir sesle
mırıldandı:
— Oturalım bir yerde, ne olursun?..
Kenan aynı sağlıksız sesle üsteliyordu boyuna,
— Gene söyle, çok çok söyle. Seviyorum... Söyle... Günsel gözlerini iyice açıp
baktı Kenan'a, daha belirgin bir
sesle:
— Seviyorum, dedi. Seviyorum seni, seviyorum! Uzaklaşıp yakınlaşan motor
seslerine bulanmış Kenan, ina-
namıyormuş gibi kımıldamadan bakıyordu kıza... Karanlıklı, ışıklı, yağmurlu,
denizli, rıhtımlı, ıslak sıralı bu kış gecesinin bıçak gibi soğuğunda
tutkularının ateşinden başka her şeyi unutmuş bakıyordu. Bir tür şaşkınlık,
bilinçsizlik, tapınma, güvensizlik belki de... İşte seviyor beni...
Boğaz'dan gelen bir taksi yakınlarında yavaşlamıştı, birden; alaylı bir ses:
— Taksi, dedi...
O zaman ayılıp bakındı Kenan. Sendeler gibi bindiler arabaya. Şoför bir şey
sormadan sürdü. Günsel yorgunlukla Kenan'a yaslanmış, karanlık denize dalmıştı.
Kenan ağır ağır kolunu okşuyordu Günsel'in... Arnavutköy'e gelince durdurdu
arabayı, yjj Günsel önce bir şey diyecek gibi oldu, sonra bitkin bir uysallıkla
Kenan'ın elini tutup indi arabadan. Kıyıdaki bir lokantaya girdiler. Hemen de
kimseler yoktu lokantada. Bir-iki masada birileri sadece. İçerinin sıcak havası
kuşatıveriyordu insanı. Deniz üstünde dipteki bir masaya gittiler. Kenan
mantosunu çıkardı Günsel'in. Kendi de soyundu çabucak. Karşılıklı oturdular.
Günsel utanıyor gibiydi. Gözlerini kaçırıyor, hep denize bakıyordu. Kenan kızın
masa üstündeki ellerini aldı, buz gibiydi, ısıtmak için ovalamaya başladı
avucundan. Garson listeyi uzatmıştı.
— Bir şeyler getirin işte, dedi Kenan. Sonra Günsel'e baktı, yavaşça:
— İçeriz değil mi? dedi.
Günsel anlamamış gibi bakındı, şaşkınlıkla, yavaşça,
— Bilmem, dedi, yine mi içeceğiz?
Kenan yiyecekleri söyledi çabucak, iki duble de rakı, sonra Günsel'i yatıştırmak
için gerekliymiş gibi,
— İlk kez geliyorum buraya, dedi.
Bir şey diyecek gibi oldu, sustu yine. Günsel gülümseyerek döndü. Yavaş yavaş
durulmaya başlamıştı. Artık çekinmeden bakıyordu Kenan'a. Hem o ılık gülümseyişi
ile... İçki, yiyecekler gelince, tabağına bir şeyler koymasını bekledi Kenan'ın.
Kadehi aldı, gülerek baktı, hafifçe kaldırdı, bir şey demesini beklemeden içti.
Kenan gözlerini ayıramıyordu yine. Kadehi kaldırışı, içişi, bırakırken
gülümseyerek bakışı... Kenan da içti.
— Konuş ne olursun, dedi, öğrenmek istediğim o kadar şey var ki...
— Daha kaldı mı? dedi Günsel.
Tedirginlik geçirir gibi oldu bir süre, sonra kızardı. Ondan sonra da toparlandı
iyice. Hiçbir yabancılık yoktu artık bakışlarında. Bir silkinme yetmişti erkek
pençesinde ezilmiş ürkek kızdan kurtulmaya. Mutlu bir şaşkınlığa düşmüştü Kenan
da... Bir-iki yudum daha içtiler. Günsel çantasına uzandı. Kenan anlamışla ti,
hemen Bafra paketini çıkardı cebinden...
— Siz de başladınız mı? dedi Günsel.
Kenan ses çıkarmadan yaktı sigaralarını. Sonra kırgın bir ses-le,
— Kalmış demek ki, dedi öğrenmek istediğim şeyler... Günsel durakladı.
— Siz olmaktan kurtulamadık!.. Günsel yine kızardı, güldü birden.
— Durmayın üstünde, dedi. Ağız alışkanlığı... Geçecek... Kenan öylece bakıyordu
yine.
— Hemen geçsin, dedi. Günsel uysallıkla,
— Pekiyi, dedi, sen nasıl istersen...
— İstediklerimi yapacak mısın?..
Günsel şaşkın kaldı bir süre. Ne diyeceğini bilemiyordu. Yine gülümsedi yavaşça.
— İsteyeceğin şeylere bağlı bu!.. Kenan dalgın:
— Neyi isterim ki ben, dedi, senden başka!..

Günsel durgunlaştı. Bir süre denize daldı, sigarasını içti... Kenan da


sigarasını içiyor, öylece bakıyordu kıza.
— Dinle beni Günsel, dedi.
Kız yavaşça dönüp baktı. Kenan sessiz, fakat güvenli başladı.
— Gelip geçici bir tutku sanma bunu... Aramızda büyük yaş farkı var... Bu da
önemli değil. Akıllıca bulmayabilirsin. Sensiz olamam ben artık...
Yine heyecanlanmıştı, kısık bir sesle sürdürdü:
— Benden daha akıllısın... Yardım et bana... Ama sensiz hiçbir şey olmayacağımı
da bil... Bırakma beni...
Sonra tıkanır gibi ağır ağır ekledi.
— Gecikmeden korkarım ben. Söylerken utanır gibiyim... Niye sonfaya kalsın?
Evlenmez misin benimle? Ne olursun hemen karşı çıkma... Başka çözümü yok ki!
Zaten bir türlü kurtulamıyorum... Aşşağılık içtepisi eziyor beni... Beni işte...
Anlatamadım değil mi? Seni seviyorum...
Sustu. Günsel sessiz, yüzünde hiçbir tepki izi vermeden dinliyor, öylece
bakıyordu Kenan'a. Kenan kızın kötü bir şey söy-leyivermesinden çekinir gibi
başladı yine kesik kesik:
— Evliyim, çocuğum da var... Ama o evde... Ah bilemezsin, kurtulmam gerek...
Sensiz ne yaparım ben?
Sonra sustu. Öylece dalgın kaldılar bir süre. Sigaralarını bitirdiler. Kenan bir
şey sormaya korkuyordu. Kızın konuşmaya başlamasından da korkuyordu. Gözlerini
kaçırıyordu. Günsel sigarayı bastırdı...
— Senden daha akıllı olduğumu nerden çıkarıyorsun? dedi. Görünüşe kanma.
Birbirimizden aşağı kalır yerimiz yok duyarlılığımıza kapılmakta...
Sonra Kenan'a baktı öylece...
— Seni ben aramadım mı? Karanlık yollara düşmedim mi seninle öpüşmek için?..
Akılla ne ilgisi var bunların?.. Görüyorsun işte direnemedim.
Belirsiz acı bir alayla sürdürdü:
— Ama bana sorarsan, düşündüm, aklımca bir sakınca görmedim gelmekte. Bari sen
de inandırma beni bu akıl yalanına...
Sonra yakınır gibi yavaşça:
— Böceksi bir yanımız var işte, dedi.
Kenan içi titrer gibi dinlemişti. Fısıldadı birden:
— Yoksa üzgün müsün? Günsel dalgın:
— Yooo, dedi, güzel, hem de çok güzel...
Bir yudum aldı içkisinden. Gülerek baktı Kenan'a. Neşeli, alaylı bir gülüştü bu.
Deminki ezikliğe bir başkaldırmaydı.
— El kızına güven olmuyor ya, dedi, bana güvenmeni isterim!..
Sonra durgunlaştı yine:
— Seni bırakabilecek olsam gelmezdim. Aklından at onu... 180 Kenan'ın masa
üstündeki sol elini aldı, sevgi ile okşadı. Sonra iki
dirseğini masaya koydu gülümseyerek. Avucuna aldığı bu eli yüzüne yaklaştırıp
sürdü hafifçe.
— Neler çekiyor insanlar, dedi, bazı şeylere katlanmasını bileceğiz. Yok başka
çaremiz...
Sonra yavaşça ekledi:
— Evlenmeyi düşünecek durumda değiliz... Kim bilir daha neler bekliyor bizi...
Zorlamalara da kalkma...
Elini yavaşça bıraktı Kenan'ın, durgun bir sesle:
— Ben de anlatamadım değil mi? dedi. Nedenini bile tam bilmiyorum ya, Seni
seviyorum...
Kenan tam bir suskunlukla bakıyordu. Günsel ağırlaşmaya başlayan havayı dağıtmak
ister gibi birden güldü, alaya başlamıştı yine.
— Sağ ol!., dedi. Aslında hiç de kötü bir kısmet değilsin... Evli, çocuklu
olman biraz düşündürür belki ya, yakışıklılığın bütün eksiklerini örtüyor yine
de... Hem şimdi modaymış... Kızlar evli erkekleri ayartıyorlarmış...
Kenan utanmış gibi gülümsedi, başını çevirdi. Günsel sevgi ile bakıyordu. Bir
ara dalar gibi oldu, yine toparlandı, mutluluk dolu bir gülüşle:
— Boşuna büyüklük taslama, dedi, sen büyümemişsin... Bu çocukluğuyla bir de
ikinci evliliğe kalkıyor. Hem de birincisinden kurtulmadan...
Yapmacık, özentiliydi sesi, Kenan gerçekten utanmaya başlamıştı. Gözlerini
kaçırdı, kızardı bile. Şakayla yakalamıştı Günsel, Kenan'ı. Alaylı bir
gülümsemeyle üstelemeye başladı:
— Ne oluyorsun, dedi. Korkma, öpüştük diye üstüne kalmadım hemen... Biraz bekle
bakalım... Görürsün nasıl temizletirim ben sana namusumu!..
Bir şeyler söylemek istiyor, beceremiyordu Kenan. Günsel birden ciddileşti.
Duygululukla tuttu elini:
— Sakın değişme, dedi, hep böyle kal!..
Bir suskunluğa düştüler yine. Günsel birden gevezeliği sürdürmek ister gibi:
— Bak, dedi, ilgisizliğini bağışlamam. İşimi hiç sormadın... Hemen anlatmaya
başladı:
— Bilmezsin nasıl sevindim. Hiç, ama hiç umudum yoktu. Hâlâ anlamış değilim,
nasıl oldu? Bizim Handan'a sorarsan... Handan'ı tanımıyorsun? Ta Sivas'tan...
Doktor çıkıyor bu yıl... Kötü kız sayılmaz... Aşırı doktor yalnız... Şey diyor
Handan, dekanlıkta biri varmış, iyi adammış... Ne bileyim ben, oldu işte... Şu
tezi de bir onaylasa adam, sınava da iyi hazırlanırım, kitaplıktayım bütün gün.
Cıvıl cıvıl anlatıyor, gülüyordu...
— Elime de dört yüz elli lira geçecek... O kadar param hiç olmamıştı...
Bıktımdı Teyze Hanım'ı kesmekten... Ama biz geç kalıyoruz değil mi?
Saat dokuza beş vardı. Kenan izin veremezdi bu kadar güzel . şeyin
bozuluvermesine. Tersler gibi diretti:
— Olmaz, gidemezsin...
Günsel şaşırmış gibi durdu, birden alaycı kız oluverdi yine:
— Zor evlenirim ben seninle, dedi, daha şimdiden başladın! Kenan mutluluktan
şaşkındı. Niye ağlayacak gibi oluyorum?
Allah belamı versin benim... Kadından ayrı yanım kalmadı... Bak şu kıza...
Günsel yine ciddileşti:
— Asıl önemlisi, fakültede çocuklarla her gün ilişki kurabilmem... Bayıldım bu
işe...
Dalgın kaldı birden. O zaman yakaladı Kenan. Bütün bu
şen, cıvıl cıvıl görüntü aslında hep bir şeyleri gizlemek çabasıy-dı. Bu çabada
kendisi için yapılmış olanları da sezinliyordu Kenan. Aslında da neşeli bir
kızdı besbelli; ama üstlerine öylesine ağırlığı olan şeyler çökmüştü ki, neşeli,
bu cıvıl cıvıl görün tüyü ortaya çıkarmak için Günsel'in böyle sürekli bir çaba,
belki de büyük bir savaş yürütmesi gerekiyordu her seferinde. Savaş biter bitmez
yine...
— Ağbini soracaktım? Yaptırabildi mi işini?
Günsel dalgın başını kaldırıp baktı. Sonradan anlamış gibi:
— İstanbul'a olmaz diyorlarmış, dedi. Belki İzmir'e, bakalım...
Sonra yine sustu. Pek bir şeyler de yememişti...
— Niçin yemiyorsun?
Ayılır gibi doğruldu, gülümseyerek baktı:
— Yedim, dedi.
İçkisinin son yudumunu da aldı. Kenan artık tutamıyordu kendini.
— Günsel, dedi.
Günsel anlamış gibi durdu, önce baktı, sonra başını önüne eğip bekledi.
— Sermet geldi bana biliyorsun değil mi? Günsel durgun baktı Kenan'a.
— Nerden bileyim? dedi.
Gözlerini ayırmıyordu Kenan'dan. Öylece bakışıp kaldılar bir süre.
Kenan donuk bakıyordu.
— Öğrenmek istiyorum, dedi.
Günsel gülümsedi; alaycı kız oluvermişti.
— Koca adam, kıskançlık oyunlarına kalkıyor, dedi. Sonra durgunlaştı, yavaşça
ekledi:
— Öğrenmen gerekli hiçbir şey kalmadı dedim, değil mi?.. Öylece bakıştılar...
Günsel'in yüzü acımasız bir yargıç gibi
soğuklaşmıştı.
— Hiç yola çıkmayalım, dedi, bana güvensizsen...
Kenan konuşmak, bir şeyler söylemek değil, öpmek öpmek istiyordu yine. İçini
dışını saran dayanılmaz bir çağrıydı bu. Elini tuttu kızın, sıktı avuçlarında.
— Peki, dedi, ben şimdi seni nasıl bırakırım?.. Söyle, ne olursun söyle... Seni
seviyorum de, bir şeyler de... Seni bırakmayacağım bu gece de!.. Seninim de...
Senin olacağım de... Hiç hiç...
Sonunu getiremedi. Sesi yine sağlıksızdı. Boğuk boğuk... Günsel anlamıştı
Kenan'ın düştüğü bunalımı. Yakınmadan çok uysallık dolu bir bakışla:
— Ne olursun beni de düşün biraz, dedi. Senin de benim elimden tutman gerekli.
Ondan sonra pek konuşmadılar. Kenan bir türlü yenemiyor-du kendini. Saat ona
geliyordu.
Günsel kalkmak isteyince artık karşı koyamadı. Lokantanın önüne çıktıklarında
yağmur durmuş, yine o kar bekleyen gece havası başlamıştı. Bir-iki adım
yürüdüler. Günsel koluna girdi hemen. İki koluyla sardı yine.
— Haydi, dedi. Güçlü ol. Seni seviyorum. Güzel günler gelecek. Bize de bir
şeyler düşer.
Bir taksiye bindiler. Arabada öylece gittiler bir süre... Sonra Günsel yavaşça:
— Biliyor musun, dedi. Baba da hastaymış biraz. Önemli değil dediler ama, yaşlı
adam.
Belki Kenan'ın ilgisini başka yönlere kaydırmak içindi bu...
— Gidelim mr yine bir gün? Kenan algısız bir yüzle baktı önce,
— Nasıl istersen, dedi. Gidelim.
Yine sustu, daldı Kenan. Günsel'e de ağırlık, bir eziklik çöktü yavaş yavaş.
Başını omzuna dayadı Kenan'ın, öylece kaldı arak. Boş yollarda uçar gibi giden
arabanın içinde bütün yalnız-lıklarıyla ayrılığı yaşıyorlardı. Kenan Taksim'de
şoföre, "Koca-mustafapaşa'ya," deyince, Günsel karşı çıktı.
— Hayır, dedi. Aksaray. Sonra Kenan'a baktı, yavaşça:
— Bağışla beni, dedi. Aksaray'da ayrılmamız gerek. Zaten çok araba var bizim
oraya... Buradan bile dolmuşla gidebilirdik... Neyse!..
Sonra Kenan'ın elini alıp dudaklarına götürdü.
— Ben sana telefon ederim, dedi. Kenan irkilmiş gibi baktı birden.
— Yarın. Günsel gülümsedi:
— Yarın, dedi. Merak etme, her gün.
Sonra çantasından kalem, ufacık bloknot çıkardı, bir şeyler yazdı. Ev, iş
adresi, çok zorunlu olmadıkça kullanılmamasını istediği iş telefonuydu.
— Telefon bitişik odada. Daha çok yeniyim. "Başladı" demesinler.
Aksaray'da indiler. Kenan paraları verirken Günsel baktı,
sonra:
— Bu kadar çok para harcamana da izin yok artık, dedi. Bu
son...
Dolmuşa doğru yürürlerken gülümseyerek:
— Böyle havaya gidecek parası olmaz devrimcinin, dedi. Sonra Aksaray Alanı'ndan
dolmuşa atlayıp yapayalnız bıraktı
gitti Kenan'ı! Bir süre kendine gelemedi Kenan. Saraçhaneba-şı'nda bir arabaya
bindi. Köşesine yığılıp kaldı arabanın. Hep aynı şeyler dolanıyordu kafasının
içinde. Toparlanamıyordu bir türlü. Sinirleri yay gibi gergindi. Şimdi Nermin
çıkacak karşıma. Oyunun acı, pis yanı başlıyor... Tatlısına bile dayanacak gücüm
kalmamıştı ki. Kapıyı açıp da girince, evi karanlık buldu. Paltosunu asıp içeri
geçti. Nermin yatmıştı. Kenan'ın ayak sesleriyle ışık yandı yatak odasında.
Kenan girince Nermin yataktan kalkıyordu. Uyuyamamıştı daha. Açılan ışıktan
kamaşan gözlerini kırpıştırarak baktı. Örtmeye çalıştığı bir gerginlik vardı
yüzünde...
— Hoş geldin, dedi...
— Hoş bulduk...
Birden şaşırdı Kenan. Nermin'den ayıramıyordu gözlerini. Sıcak bir yatak
kıyısında ayakta durup bekleyen yarı çıplak dişinin çağrısı her yanını allak
bullak eden dürtülerle bütün duyumsuzluklarını kabartıvermişti. Nermin'in bir
şeyler sorup öğrenmek isteyeceği bile geçmiyordu kafasından. Zorla çevirdi
başını, 235 çabucak soyundu. Pijamasını giyip banyoya geçti. Öyle kaldı bir
süre. Şofbeni yaktı. Önce ılık, sonra soğuk su akıttı üstünden. Durulamıyordu
bir türlü. Bir minicik kız, içinde zincirlerinden boşalttığı kızgın canavara
bırakıp gitmişti onu. Evlilik koşullarının uzun yıllardır yasalaştırdığı
sonuçtan başka her çaba bu canavarı biraz daha azdırmaktan başka şeye
yaramıyordu sanki. Delikanlılık çağının boşalımları bile geldi aklına, bulantıya
karışık bir utanç duydu içinde. Çabukça kurulandı, pijamasını giydi yine. Odaya
geçti. Nermin tuvaletin önünde aynaya bakıyordu. Yüzü süzgündü.
— İyi eğlendiniz mi?
Kenan ne diyeceğini bilemeden kaldı birden. Aklına geldi.
— Rasim mi telefon etti?
— Ben aradım... O da arayacakmış...
Nermin'in kolonyasını alıp sürmek iyi gelecekti. Yaklaştı. Nermin de kalktı.
Kenan'a baktı, isteksiz, kırık dökük gülümsedi. Uzandı. Pijamanın düğmelerini
yanlış iliklemişti. Göz göze gelmişlerdi. Nermin elini uzatınca. Yakalanmıştı
Kenan. Kadınlık içgüdüsü birden sezivermişti her şeyi, artık kurtuluş yoktu.
Sımsıkı sarıldılar bir anda. Kenan ancak uzanıp komodin üstündeki lambayı
söndürebildi. Karanlıktaydılar. Deli gibi düşmüşlerdi yatağa. Işığın
karartılması kadar Kenan'ın saldırısı da bulanık bir şaşkınlık yaratmıştı
Nermin'de. Yeni, yabancıydı ikisi de. Öteden beri güçlü bir erkekti kocası. Ama
güçlü olmanın ötesinde tanımadığı biçimde vahşice bir şeydi bu seferki.
Saldırıydı düpedüz. Bir ülkeye girmiş barbarın düşman karısına saldırısıy-
di bu. Kenan yitirmişti kendini. Nermin önce karşı koyacakmış gibi bir şeyler
fısıldadı...
— Kenan, Kenancığım...
Sonra o da yitirdi her şeyi. Amansızca oynanan bu sadist oyun bitince, avını
paralamış yaralı bir hayvan gibi yığılıverdi Kenan. Zevkten çok acılarla
birlikte de olsa Nermin, haftalardır yitirdiği erkeğini ele geçirmenin
mutluluğundan öte hiçbir şeyi umursamayacak kadar bitikti. Mırıldanır gibi oldu
bir-iki, uyuyup kaldı. Kenan dikenli bir bataklığa uzanmıştı sanki. Suçluluk
duygusuyla uyuyamıyordu bir türlü. Yüreğine saplanmış bir acıyla güldü.
Birbirine tıpatıp benzeyen iki sevgilim var!.. Biri Vatan Cephesi'ne yazıldı,
öteki yıkmaya çalışıyor...
İKİNCİ BÖLÜM
Hey yavrum, kim getirdi seni bu ülkeye 1960 yılı?.. Akıllılar mı, akılsızlar mı?
Umudular mı, umutsuzlar mı? Korkaklar mı korkusuzlar mı? Mutlular mı, mutsuzlar
mı? Çullular mı, çulsuzlar mı? Soyanlar mı, soyulanlar mı? Kutsal Regaip Kandili
yılbaşına rastladığından beri battık. Pavyonlar, kulüpler hepsi içerde o gece...
Yedi bin lastik işçisi de açıkta... Gidin de sizi Sa-idi Nursi Efendiniz
kurtarsın... Özel otosu ile Ankara'da kiraladığı evine girerken toplan bir sürü
piç kapı önüne, yuhala sen kutsal adamcağızı!.. Hepsi Sağır'ın başının altından
çıkıyor... Belli ki seçimler yakın... Mucize yarattık diyor, başka şey demiyor
ilk Müslüman başbakan... Köylüler de tutup altın mala ve pulluk armağan
ettiler... Sayın Konyalılar, bütün zorluklar yenildi... Rahat durmuyor ki
Sağır... Adana'da bir gövde gösterisi-.. Demirgıratsın, Halksın, üçü ağır on
yaralı... İstanbul'da gericiliğe karşı yürüyüşe geçecekmiş bir avuç hergele...
Azın eş-
şoğlueşşekler, baba fırını has ekmek çıkarıyor... Ben Tarsus'un Bağlarbaşı
köyünden Dede Ali... Beş yaşındaki oğlumu sana adadım Sayın Menderes, Allah seni
bize bağışladı Londra'daki uçak kazasından, kurban olsun sana benim kara gözlüm.
Bismil-lahirrahmanirrahim... Alın şu saldırmayı herifin elinden... Vah yavrucak.
Senin adın ne bakayım? Kemal Bey, öğrenimi ile ilgi-190 lenin bu çocuğun... İki
buçuk milyon çocuk varmış okula gide-meyen. El ele çalışalım vatandaşlarım...
Bütün özgürlükler var ülkede. El ele nurlu ufuklara!.. Elden ne gelir?
Fırtına!.. Üç şilebi birden karaya oturttu Karadeniz'de... Kefken'de,
Karaburun'da... Azdı yine Sağır, altı ay içinde seçim olacak diyor... Ulan bu
namussuz hükümet... Yollar kapanmış... Ülkeyi karakış dondurdu kardeşim... Eğri
çıksa hükümetten bilirsiniz... Gericiliği hükümet beslemiyor mu? Daha geçenlerde
Menderes, Saidi Nursi ile... Arkadaşlar, vermesinler izin, biz de üniversite
bahçesinde toplanıp, İstiklal Marşı ile başlayıp... Bok toplanırsınız. Zaten
elli altmış kişiydiler... Otuz beşini içeri attık, bir güzel sille tokat, bir-
iki de cop kıçlarına... Meriç, Ergene, Tunca dört metre birden yükselmiş. Sel
gidiyor Trakya'da... Üçü de zehirlenmiş işçilerin... Bilgisizlik!.. Kalorifer
bölümünde yatmış eşşek herifler. Rektör olarak son kertede üzgünüm olaydan. Ben
çağırmadım polisi. Üniversiteye hiçbir zaman polis giremez... E, ne olacak
şimdi? Bakan "girer" diyor... Giremez... Girer... Giremez... Girer... Efendim
girer de, polis giysileriyle girerse ayıp olur... Yakışık almaz... Kılık
değiştirir... Doçent olur girer, profesör olur girer... Asistan olur... Öğrenci
kolay girer zaten... Üç gün önce bir denize girdik Mersin'de. Bak şu Tanrı'nın
işine. Üç cinayet, üç trafik kazası, Ege'de sel... Büyük Sahra'ya kar yağmış!..
Avrupa'da soğuklardan iki yüz kişi ölmüş... Galatasaray: 2 Fenerbahçeli.
Fener'in golünü Lefter penaltıdan attı. Soyunma odasında iki takım da ağladı
kardeşim. Spor-Toto çıktı. Devrimler süs değildir diyor İnönü... Yüce Türk
devriminin tarihsel kökenleri üstünde tartışmayı açmadan önce... Telefona
bakın... Evet gazete efendim, buyrun... Yazın hanımefendi.,. Salihli.•• Milyoner
efendim... Ciddi adam... Vasiyeti bu... Tabutu taşıyacak dört güzel kıza yüzer
bin lira bırakıyor. İlk başvuran güzel kız Gölcük'ten "M.A." efendim... Bakın
şöyle diyor... Naçiz vücudunuzu hamil tabutunuzu nahif omuzlarım üzerinde büyük
bir huşu ile ebedi istirahatgâhınıza tevdi etmeyi kendime şerefli bir vazife
addediyorum... Yüz bin... Siz de böyle bir jç^ şeyler yazın... Yirmi beşinci
oldunuz şimdilik İstanbul'dan... Jüri çok ciddi... Noter Mithat, Avukat Hüseyin,
Tüccar Muzaffer, Sarraf Kemal, zevk sahibi vatandaşların takdirine, ham
ervahların takbihine mazhar olan bendeniz Salihlili Hacı Mehmet Ka-yahan...
Keçiyi tutayım derken trenin altında parça parça Zey-tinburnu'nda... B.M.
Meclisi'nde dün birbirine girdi yine millet... Kavga dövüş... Kemal Satır'la
Turhan Feyzioğlu çıkmışlar kürsüye... Amerika Türkiye'ye yeni silahlar
verecek... Türkiye'de kurulacak füze rampaları için gelen Amerikan heyetindeki
uzmanlar incelemelerini bitirince üslerin kurulmasına başlanacak... Edirne'yi
sular bastı... Caravelle uçağı düşüp de Ankara'da 41 kişi ölünce tek bir kadın
kurtuldu, o da Türk... Tanrı Türk'ü korusun. Sosyalist Partisi dün resmen
kuruldu. Nairn Toksöz, Atıf Akgüç, Alaeddin Tiridoğlu (4 Aralık 1945 doğumlu (!)
Solcu Tan gazetesini yakmışlardı hani o gün), İhsan Üngör, Şemseddin Düler...
Başlıca dayanağımız gençler zorbalığa kalktılar. Doğru söylüyor Menderes. CHP
seçimsiz iktidar istiyor. Ne seçimle, ne seçimsiz bir daha zor görürsünüz siz o
koltuğu... Dünyayı başınıza yıkacağım... Viski ile bar karılarının ayağı
yıkanıyor demiş Meclis'te CHP'liler... Nenize viski sokmak ülkeye?.. Asma köprü
yarın ihale edilecek. Ortaköy'le Beylerbeyi arasındaki köprü 1965'te trafiğe
açılıyor... İsmet Paşa İstanbul'da "Gideceksiniz!" dedi. Heriflerde söz mü bitti
nedir, bizi dolamışlar dillerine... Alman Frankfurter neue Presse, Felemenk
Courant, İsviçre Gazette de Lausanne, Avusturya Albeiter Ze-itung, İsveç Svenska
Daghladet, İngiliz Times, Manchester Gu-
ardian, News Chronicle, American Arizona Republic, Phoenix Gazette, Washington
Post, Türk basın rejimine saldıran yazılarla dolu... Indianapolis Star sahibi
Pulliam her yıl dört burs adamış Türk basınına, hükümete nispet... Ankara'da
asılırken ipi koptu Adana canavarının. Asmayın beni savcı bey, ayağınızı öpeyim.
Yuuuuuuuuu. Memurlara zam, pamuklulara yüzde yir-192 mi zam düşünülüyor.
Kızılırmak yer yer dondu. Zeytinbur-nu'nda iki polis sarhoş olduğu için bir
manavı dövüp 35 lirasını alınca... Muhalif Yeni Sabah gazetesi sahibi Safa
Kılıçoğlu'na saldırdı bilinmez kişiler... Bir İngiliz ajansı (Londra Forum
Service) serbest bir seçimde Demokratik Parti yenilir diyor. Doğal yenilmesi
kardeşim. İbne hakem, göz göre göre ofsayta gol dedi... DP'liler grev hakkına
karşı da, CHP'liler yanaymış... Afyon'da maden çöktü, on iki ölü. Bohçacı diye
kapıyı çalanlara uyanık olun. Hırsızlık ediyorlarmış... Samatya'da iki kadın
yakalandı... Karakolda ağladılar. Bankalann kredisi kimlere gidiyor? diye
soruyor bir gazete. Şişli'de, Taşlıtarla'da öldürmeler... İstanbul'da kar,
Suriye çölünde kar... Batacağız... Kar, fırtına... Yollar, uçaklar durdu
hepsi... Isı ~7... Bütçe encümeninin toplantısında açıkladı DP'liler:
Uluslararası Basın Enstitüsü solcuy-muş... 25 basın duruşması var... İki on dört
boyundaki Uzun Ömer öldü. Hay patlama 1960 yılı. Bakalım daha neler çıkacak
başının altından. Şubata yeni başladık.
X
Günsel gazeteyi yanına bırakıp koltuğundaki dereceyi çıkardı. 38.8... Bir sürü
sülfamit - penisilinli ilaçlar almıştı. Başındaki ağrı da geçmiyordu bir türlü.
Bugün ikinci gündü. Doğruldu yatağında, sırtındaki yastıkları düzeltti. Saate
baktı. Üçe geliyordu... Bakkala kadar gitsem, telefona, yolda düşer miyim?..
Deliye dönmüştür şimdi. Bir gün önce buluşacaklardı Kenan'la. O sabah 39.5
ateşle uyanmıştı. Gecesinden belliydi. Her yanı kırılıyordu yatarken. O da
hastalanmış olmasın. İyice üşüttük. Ben soğuğa dayanıklıyımdır oysa... Ölçüyü
kaçırdık. Haftalardır, akşam karanlığında ya Boğaz'da, ya Yenikapı kıyı
yollarında dolaşıyorlardı... Bu kışta kıyamette. Öpüşmek için karanlığın
basmasını bekleyip boş yollara düşmekten başka çare yoktu! Günsel hem utanç, hem
mutluluk duyuyordu düşünmekten. İyice yağmur yemişlerdi son günü. Cankurtaran
yakınında bir kahveye sığınmışlar, bir sürü adamın yadırgılı bakışları altında
üst üste sıcak çaylar içerek ısınıp kurunmaya çalışmışlardı... Hemen ayrılıp eve
gelmek, üst baş değişmekti en akıllıca iş. Akıllıca mı? Günsel gerçekten büyük
tutkuyla bağlandığını her geçen gün daha iyi anlıyordu. İlk karşılaştıkları
geceden beri Kenan önce sinsi, sonra açıkça el koymuştu bütün duygularına... Hem
de Sermet'i çiğneyerek!.. Sermet mi... Haa şu bizim Sermet!.. Onunla böyle
değildi ama... Yemin ederim ki değildi!.. Devrimci namusum üstüne yemin ederim
ki!.. Ağbimin en büyük yemini. O da hastaymış. Böbreklerinden bir şey çıkmasa
adamcağızın... Mektup da yazamadım daha. Sonra Baba'ya da uğrayıp... Uffbu baş
ağrısı. Yanda komodinin üstündeki aynayı alıp yüzüne, dudaklarına baktı. Ateşten
kurumuştu. Diliyle ıslattı. Nasıl öpüyordu?.. Yamyam bir bebeğin anne memesine
saldırması gibi! Kenan'dan ayrıldıktan sonra sokakta, evde herkese çekinerek
bakıyordu. Şimdi anlayacaklar... Şişmiş dudaklarım. Kabarmış... Sermet'le de
öpüşmüşlerdi... Hatta yazın bir kez plajda büyük özel kabinde cinsel oyunlara
bile kalkışmışlardı. Zaten ilk anlaşmazlıkları da burada başlamıştı. Seviyordu
Sermet'i. İstekle de doluydu... Ama yine de bir türlü yenemediği bir korku, bir
çekingenlik vardı üstünde. Yapmak düşünmek kadar kolay değilmiş!.. Yakınlık,
anlayış bekliyordu Sermet'ten. Yardımcı olmasını... Sermet için başkaymış sorun.
O kendinden güvenli, yukarıdan bakışıyla bir soy devrimcilik hakkıydı Gün-
sel'den alacağı! Fransa'da böyle sorun yokmuş kızlar için. Gün-sel'in şaşkın
bocalamasına, yenemediği çekingenliğe soğuk soğuk bakmış:
— Evlenme sözü mü bekliyorsun? demişti...
Birden dünyası kararmıştı Günsel'in. Kötü bir şey demek, ağlamak gelmişti
içinden. Sermet kendi havasındaydı. Fransa'da kızlar... Hay batsın sizin
Fransanız! Birden Sermet'i itmişti, bir daha da gitmemişti plaja, kabine filan.
Günlerce üstüne düşmüştü Sermet. Birkaç kez yalvarmıştı... Nasıl olsa
evleneceklerdi! O zaman daha da bozulmuş...
__Hayır, demişti. Evlenmeden yok böyle şeyler. Nikâhta
imzayı koruz, alırsın hakkın olanı! Burası Türkiye!..
İnatçılığı ünlüydü Günsel'in. Bir kez olmaz dedi mi tamamdı... Daha küçükken ne
dayaklar atmıştı babası bu yüzden. Eş-şoğlueşşek, anası kılıklı!.. Giderek
evlendikten sonra da bir süre jcıvrandırmaya aklına koymuştu Sermet'i. Sen
görürsün it! Aman, iyi ki görmedi!
195
Demek ki sevmiyormuşum ben bu oğlanı. Kenan'ın, hiçbir şeyi batmıyor böyle.
Bencilliği, saçmalığı, tutarsızlığı yok mu?.. Bazen güldürüyor bile insanı. Ama
öyle içten ki... Özünde bir arınmışlık var. Çektiği acılardan belki de!..
Aslında her şeyiyle tedirgindi Günsel. Kolay değildi bir kızın evli, çocuklu bir
adamla ilişki kurması. Ne suçu var bu adamın?.. Herkes yanılabilir...
Deniz kıyısında Kenan öpmek isteyince karşı koyamayacağı bir istek duymuş, daha
Sermet'le ilişkisini kesmediği için de korkuya, yıkıntıya düşmüştü birden.
Sermet'le ilişkisini kopardı koparacaktı o günlerde... Daha koparmamıştı ki!
Sermet'e anlatmak da kolay olmamıştı bu durumu. Kenan'dan ayrıldığının ertesi
günü, Sermet'e artık hiçbir ilişkileri kalmadığını, başkasını sevdiğinin
bilincine vardığını söylemiş, umduğunun kat kat üstünde direnciyle
karşılaşmıştı. Sermet kadınca bir oyun, kıskandırma numarası saymıştı önce.
Evlenme işini çabuklaştırmak için tuzak belki de!.. Sonra da eni konu
çarpılmıştı. Kırılan erkeklik onuru da karışıyordu işe. Ne yapalım? Fransa'da
kızlar böyle! Günsel Sermet'ten sonra da ne yapacağını bilememişti. Günlerce
tedirgin dolaşmıştı. Birkaç kez telefon etmeyi düşünmüş, bir seferinde rehberden
numarayı çıkarmış, telefonu çevirmiş, Kenan'ın sesini duyunca kapatmıştı.
Sermet'le ilişkisinde hiç duymamıştı bu korkuyu. O doğaldı da bu yasaktı! Kitabı
da posta ile göndermeyi kurdu birkaç kez... Ama söz vermişti, arayacağım diye!..
Sonunda -tam bilincinde değildi ya- işe girmesi ile bu direnci de
yıkılıvermişti. Öğrenci filan değil, çalışan kadındı
artık, istediği ile gönlünce ilişki kurmasında ne sakınca vardı? Evli erkek
olsun isterse... Bu açıklamayı Kenan'la ilişkiyi kurduktan sonra yapmıştı böyle
açık!..
— Uyandın mı?
— Hımmmm...
Teyzesiydi. Romatizmalı kalın bacakları üstünde sallanarak 196 elinde limonata
bardağı ile girmişti odaya.
— İçicen mi?
— Sonra içerim. Eline sağlık. Koy şöyle...
Nahide Hanım, teyzesi, altmışını geçkin, çirkince, donuk yüzlü, kumral eskisi,
sağlıksız bir kadındı...
— Ateşin var mı?
— Düşmüş biraz...
Teyzesi ile ilişkileri hep böyle bir-iki sözcük olurdu genellikle... Bazen bir
şeye kızar uzun uzun söylenir. Günsel karşılık vermezdi çoğu...
— Üşüyor musun?
— Hayır.
— Soğuk burası. Isıtmıyor mu bu?..
Günsel'in odasında elektrik sobası yanıyordu. İçerde, salondaki kömür sobası
yetmiyordu burayı ısıtmaya. Yatak odalarında ancak hastalık durumlarında
kullandıkları bir elektrik sobalan vardı. Teyzesi on yıl önce ilkokul
öğretmenliğinden emekliye ayrıldığı yıllarda, Sivas'ta payına düşen bir ufak
dükkân satıp üstüne de eline geçen toplu parayı ekleyerek almıştı burasını.
Üçüncü katta iki yatak, bir küçük sandık odası, bir büyücek salonu. Ölüm
korkusuna kapılmıştı geçen yıl, zorla Günsel'in üstüne yaptırmaya kalkışmıştı
evi. Ağbisine kalmamalıydı! Belli olmazdı, hükümet alırdı ellerinden! Günsel
günlerce bu korkusunun saçma olduğunu, ağbisine, ablasına ayıp kaçacağını
söylemiş, ya-tıştıramamıştı bir türlü. Ağbisinin de pek umurundaydı ya! Belki de
yalancıktan böyle diyordu Nahide Hanım... Günsel'e olan aşırı düşkünlüğünden.
Ağbisini onunla bir tutmamıştı hiçbir za-
man. Sivas'taki ablasını da hiç sevmezdi. Günsel'e sevgiyle saygı kanş'ğ1 bir
bağlılığı vardı. Sonunda diretti kadın, mahkemeye başvurup evlat edindi
Günsel'i. Gençliğinde teyzesinin bir-iki erkek serüveni geçirdiğini duymuştu.
Ama evlenememişti... Sonuncusu çok ciddiymiş. Deniz üsteğmeniymiş. Evli çıkmış.
Nahide Hanım evlenememesinden hiç yakınır görünmez.
— Aman derdi, koca, koca... İyi bir şey olsa gonca gül olur- ıgy du adı.
Uzanıp gazeteleri aldı Günsel'in yatağından. Gözlüklerini takıp gazetelere
baktı.
— Gözleri kör olsun, dedi. Bak neler yapmışlar İsmet Pa-şa'ya Konya'da...
Sürünecek bu herifler, sürünecek...
Koyu İnönücü'ydü teyzesi. Ağbisi ile bir olup bazen kızdırırlardı eskiden. Şimdi
takılmıyordu Günsel. Yaşlanmıştı kadıncağız. Hasta... Konya'da İnönü'yü
karşılayanlara gaz bombalan atılmış, yaralananlar olmuştu büyük kavgalarda.
İşler bir yere gidiyor ya, bakalım!.. UfffiFbaşım çatlayacak...
— Kara kız gelecek mi senin?
— Bilmem gelir belki...
Kara kız dediği Handan'dı. Bu eski okul, sıra arkadaşı, Cerrahpaşa'da stajdaydı;
doktor çıkıyordu bu yıl... Hemen her akşam bir uğrardı...
— Turgut nerede? Suratını astı teyzesi.
— Ne bileyim, dedi. sokaklardadır. Oyundan baş aldığı var mı? Baba olmadı mı...
Turgut, ağbisinin oğluydu. Dokuz yaşında Kocamustafapaşa mahallelerinde başıboş
büyüyordu. Ağbisinin isteği de buydu. Sıkmayın oğlanı derdi, ben de mahallede
büyüdüm. Günsel korkulara düşüyordu ara sıra. Nerde eski mahalleler? Ama çocuk
pek kötü değildi... Okul durumu da iyiydi. Yalnız okuldan çıkınca ortalık
karanncaya kadar arsada çocuklarla oyundan alamıyordu kendini... Her yanı kir
pas, yara bere, düşerdi eve. Kötü
dayak yemişti bir keresinde de. Acaba teyzeme versem telefon numarasını
Kenan'ın, bakkala kadar bu şiş ayaklarla... Biliyorum şimdi, ne kuruntulara
düşmüştür koca bebe!.. Ah canım... Seni nasıl seviyorum... Bu pis ateş. Yoksa
sen de mi yatıyorsun? Ne yaparım o zaman ben? Telefon da edemem evine. Peki,
neye varacak bu durum? UfFfff, bitirecek beni bu baş ağrısı... — İyileş de şu
kitapları yeniden bir düzelt... Baksana. Ses çıkarmadı Günsel. Teyzesinin
titizliği belliydi ya, kitaplar da gittikçe yığılmaya başlamışa odada.
Yetmiyordu bu küçük oda Günsel'e. Duvarda küçük kitaplık, bir-iki resim, ufacık
masası. Bahçeye bakan bir pencere önündeki divanı. İki de sandalye sığabiliyordu
ancak. Daha ilk öpüştükleri gece evlenmekten söz açınca Kenan, niye öyle aşırı
heyecanlandım! Belki borçluluktu biraz da! Anladı belki de... Demek hoşuna
gidiyor insanın. Nasıl içtenlikle konuşuyor. Acımayla sevgi hep birbirine
dönüşüyor içimde sanki. Ne acıması be. Meyhanede ilk geceydi o... Acıma deyip
duruyordum ya, aslında daha orada çarpılmıştım. Hiç değil! Değil de bir gün
geçmeden düştün adamın işyerine, Nermin'i öğrenince de... Belki de Nermin'i
seviyor! İlaçların da mı etkisi kalmadı? Bu gece ateşim daha da çıkacak
galiba... Ufff... Yalan söylemiyorsun değil mi? Kızar şimdi. Canım benim. Ne
yapacağız peki?.. Niye bu kadar güvenlisin bana? Nasıl çözerim ben böyle karışık
bir yumağı?.. Hele sensiz. Sensiz mi? Kapı mı çalıyor? Birden doğruldu yatakta.
Turgut olacak. Teyzesi kapıya gitmişti. Kulak verip dinledi. Handan'dı gelen.
Gülerek girdi.
— Kız rosbik, düşmedi mi ateşin daha? Nabzına, diline baktı, beylik iki şey
sordu. Çantasından enjektörü çıkarırken,
— Dön bakalım poponu, dedi. Kötü üşütmüşsün sen. iğneyi yaptı, başucuna oturdu.
— Sokulma, sana da geçecek...
— Bir şey olmaz, şerbetliyiz biz. Şu limonatanı iç!
Hastanedeki olayları anlatmaya başladı. Günsel'in kafası öylesine doluydu ki
söylediğini izleyemiyordu bile. Teyzesinin çıktığı bir sıra,
— Senden bir şey isteyeceğim, dedi Günsel. Bakkala kadar gidip telefon eder
misin?
— Kime?
Ne diyeceğini bilemedi; zaman kazanmak ister gibi, telefon numarasını almak
için,
— Şu çantamı verir misin?..
Handan kalktı, yazı masasının üstündeki çantayı aldı, Günsel'e verirken kapının
zili çalmaya başladı. Böyle deli deli Turgut çalar ancak. Turgut'un sesiydi...
— Babaanne, bak bu adam halamı arıyor...
Günsel çantayı aldı Handan'dan, kapıyı dinlemeye başladı. Kenan'ın sesiydi...
Günsel'i soruyordu.
— Buyrun efendim, diyordu teyzesi, burda... Rahatsız biraz da...
Yüreği duracak gibi oldu Günsel'in. Çantayı açtı, hemen tarağını çıkarıp
saçlarını düzeltmeye çalıştı. Handan bir şey anlamamıştı...
— Kime telefon edeceğim?
— Kalsın... İstemez.
Günsel'in heyecanlı davranışları birden gözüne çarpmıştı kızın. Bir anlam
veremedi önce. Biraz sonra Nahide Hanım girdi;
— Kenan Bey'miş, sana gelmiş...
Kenan, üzgün, heyecanlı bir yüzle kapıda durdu bir an, sonra çekingen bir
gülümsemeyle, gözleri Günsel'de içeri girdi... Heyecanını örtmeye çalıştığı bir
sesle:
— Merhaba, dedi. Geçmiş olsun.
— Sağ olun. Hoş geldiniz.
Handan bir şeyler sezinlemişti bir anda... Kenan'la tanıştırıldılar. Teyze kapı
ağzında kalmıştı. Handan'la, Kenan'ın otur-rnasıyla oda dolmuştu zaten...
Hastalığı, ateşi filan sordu Kenan.
— Gripal bir durum, dedi Handan. Üşütmüş. Yaygın da ortalıkta. Üç-beş gün
dinlenmesi gerek. Yarın düşebilir ateş.
Kenan gözlerini Günsel'den alamıyordu bir türlü. Günsel
hem muduydu, hem çekiniyordu Handan'dan, teyzesinden.
Handan kesin yargıya çoktan varmıştı. Demek Bay Sermet'in
200 pasaportunu Fransa'ya vize eden bu! Sermet'i sevmediği için
Kenan'a yakınlık duymuştu.
— Bağışlayın beni, dedi Kenan, hiç aklıma gelmedi hastalık... Hastaya çiçek
filan getirilir...
Günsel hastalığını unutmuş gibiydi. Başı da ağrımıyordu işte.
— Önemli mi? dedi. Siz geldiniz ya, yeter...
Siz'li biz'li konuşurken gözlerinin içindeki alaylı bakışlara daha da bir
yakınlık içindeydiler. Handan kalktı.
— Ben izin isteyeceğim. Hadi, geçmiş olsun şekerim... İlaçlarını unutma.
İşyerine uğrarım, gerekirse raporunu da alırım. Çıkma birkaç gün bakalım.
— Eksik olma... Handancığım.
Elini sıkarken Kenan'a göstermeden "yutmadım" anlamına bir göz kırptı Günsel'e.
Ateşler içindeki yüzü, biraz daha kızardı Günsel'in. Kenan'la el sıkışıp çıktı
Handan... Odada birden yalnız kalmışlardı. Teyze, Handan'ı geçirmeye gitmişti...
Artık korkusuz, baskısız bakıyorlardı... Kenan sımsıcak elini aldı birden
Günsel'in öptü öptü... Çekmek istiyordu Günsel...
— Yapma, diyordu fısıltı ile, sana da geçecek... Ne yaparız sonra?
— Canım benim, birtanem benim... Nasıl korktum bilemezsin. Hasta ettim seni...
Bende olayım...
— Olma, sakın olma... Çekil ne olursun, gelirler şimdi... İşte...
Teyzenin ayak sesi ile uzaklaştı Kenan. Odaya girmiş kahveyi nasıl içeceğini
soruyordu Nahide Hanım. Önce içmek isteme-
yecekti, kahve içmek ilaç içmek kadar tatsızdı şu anda... Birden ayıldı:
— Orta rica edeyim, dedi.
Yine yalnız kaldılar. Kenan uzandı, koridorda ayaklarını sürüyerek uzaklaşan
hastalıklı kadının peşi sıra baktı, sonra Günsel'in yatağına geçti birden,
ateşler içinde yanan şaşkın kızı kollarına aldı, dudaklarını, saçlarını, yüzünü,
boynunu, açılıveren omuzlarını yumuşak öpücüklerle donattı bir anda. Günsel
mutluluktan ne yapacağını bilemiyordu. Direncini hemen yitiriver-mişti. Bitkin
fısıltılarla bir şeyler demek istiyor, beceremiyordu bir türlü. Kenan yine
teyzenin ayak sesleriyle geçti yerine. Günsel soluk soluğa toparlanırken
yavaşça:
— Ah delisin sen, diyebildi ancak.
Kenan çekilip iliştiği sandalyede gözlerini Günsel'den ayırmadan daha kanamamış
gibi bir öpücük gönderdi yavaşça, fısıldadı:
— Evet, deliyim.
Nahide Hanım kahveyi verdikten sonra Handan'ın kalktığı sandalyeye geçti.
Kenan'ı gözaltına alıp söylenenleri kaçırmadan dinlemeye başladı. İkisi için de
sıkıntılıydı durum. Bir şeyler mi sezinlemişti kadın? Hiç neden yokken Sermet'i
sordu Günsel'e. Günsel'in ateşi yükseliyordu belki de. İyice bitkinleşmişti.
Ortalık kararmaya başlamıştı. Kapı yine deli deli çalındı. Nahide Hanım kapıya
gidince Kenan, ürkek gülümsemeyle bakan Günsel'in ellerini aldı, avucunu,
parmaklarını öptü.
— Gitmem gerek değil mi? dedi. Peki, nasıl bırakayım böyle? Yarın gelsem kovar
mı teyzen beni?
Günsel gülümsedi.
— Ben de isterim ama, dedi, görüyorsun.
İçerden teyzeyle Turgut'un sesleri, bağrışmaları geliyordu. Günsel avutmaya
çalıştı.
— Yann düşerse ateşim... Öbür gün ararım. Arayamazsam gel...
Kenan kalktı, uzanıp kapıdan baktı yine. Günsel heyecanlanmıştı, döndü usulca,
Günsel'in ateş gibi yanan kuru dudağına yumuşacak bir öpücük kondurdu.
.— Beni seviyorsan hemen iyi ol...
— Sen de koru kendini.
Kenan, Nahide Hanım'la kapıya doğru giderken koridorda 202 Turgut'la
karşılaştı... Oğlanın dağınık saçlarını karıştırdı gülerek.
— Hadi eyvallah delikanlı...
Karşılık vermedi Turgut. Fırça saçlı, çirkince, cingöz bir oğlandı. Elleri
soğuktan, kirden kara kara çatlaktı. Nahide Hanım sinirli bağırdı.
— Sana banyoya gir dedim... Şuna bakın, kılık kıyafet köpeklere ziyafet...
Kenan güldü. Tam kapıya vardıkları sıra kapı çalındı. İkisi kız, üç genç
gelmişti Günsel'e. Nahide Hanım buyur etti gelenleri. Hastalığını bilmiyorlarmış
Günsel'in. Nahide Hanım'ın elini sıkıp da kapıdan çıkarken Kenan'ın gözü, aklı
gelenlerde, Günsel'deydi. Ayağı geri geri gidiyordu. Kıskanıyordu gelenleri.
Günsel'in yanında olacaklar...
— Güle güle efendim, yine buyrun...
Nahide Hanım gelenleri ağırlayabilmek için biraz da çabuk yolcu etmişti Kenan'ı,
kapıyı kapattı hemen. Çocuklar Günsel'in odasına girdiklerinde Günsel dalmış
gibiydi. Gelenlere baktı şöyle bir, gülümsedi.
— Uzak durun, dedi. Şakası yok... Bulaşır.
Eğreti oturdular. Oğlan kapıda ayakta duruyordu. Üniversite bahçesinde
gericiliğe karşı izinsiz yürüyüşe kalkışıp emniyette dövülenlerdendi. Belli
belirsiz Karadenizli ağzı ile konuşuyor, Günsel'e abla diyordu. İktisat
ikideymiş. Kızlar Edebiyat Fakül-tesi'ndendiler. Günsel'le bugün buluşmak için
önceden sözleş-mişlerdi. Ülkedeki son politik gelişmeler üstüne konuşacaklar-
mış. Durumu görünce biraz sonra kalktılar; yine uğrayacaklardı.
Önemli gelişmeler oluyormuş öğrenciler arasında. Günsel giden çocukların
ardından dalıp kaldı bir süre. Geleceğini bile unutmuştu bugün onların.
Sözleşmişlerdi oysa ki. Hem de gerçekten önemliydi bu ilişkiler. Gittikçe de
artırıyordu önemini. Ama ben sadece onu düşündüm bütün gün. Yoksa... Kuşkulara
düşecekti. Onunla ilişkilerimiz bencilliğe itiyor bizi. Sevmekten, sevilmekten
öte her şeye kapanıp bir gün... Ne yapayım? Seviyo- 203 rum... Seviyorum
ama... Daha şimdiden bireycilik. Hem de onu eleştirirken, şimdi sen... Şeytan
demek ki bu... Şeytanım benim. İyi şeytanım. O da, ben de aşırıya kaçıyormuşuz.
Birlikte ele ele!.. Elin erkeği ile! Açıkça söylesene, evlenmek istiyorum diye.
Başlama... Sermet'ten mi geçti? Doğal değil mi evlenmeyi istemem? Hep böyle mi
sürüp gidecek? Benim o... Benim... Senin! Şimdi Nermin'e gitti. Adamın karısını
da kıskan bakalım. Ne demekmiş karısı!.. Peki ben nesiyim? Düşünmemek gerek
böyle saçmalıkları! Ateşim çıkıyor galiba... Daha ilk görüşte Nermin sanmıştı
beni. Ya onu seviyor da... Hani burjuva romanları vardır. Meğer karısını çok
severmiş de... Hıh, gülünç... Ta yüreğinden devrimci o. Başka türlü sevemezdim
ki zaten. Bir gün görsem Nermin'i... Ya da resmini filan... Nasıl söyleyeyim?
Hayır istemiyorum! Demek ki içtenlikle davranmıyorsun ona. İstediğim her şeyi
verecek misin deyince niye apışıp kaldın?.. Yuvarlak bir-iki sözle atlattım
bereket. Meğer o... Ne bileyim? Ben de sandım Sermet gibi. Bırak şu oğlanı be...
Ufffbu baş ağrısı. O da erkek kızım. Bir şeyler isteyecek senden. Toy kız
numaralarını bıraksana. İstemesin, ne olur istemesin... Peki sen? Ben de
istemeyeceğim. Patlamadım ya... Zaten duruyoruz işte!.. Cezaevin-dekilerin canı
yok mu? Çözemeyeceğimiz bir sürü yeni dert açarız başımıza. Burası Türkiye...
Ama o Sermet değil ki. Nasıl unuttum çocukları ben bugün? — Çok mu hastasın
halacığım?
Kapıda duruyordu Turgut. Nahide Hanım'ın bağırması duyuldu içerden...
— Sana girme dedim o odayaaaaaa!..
Turgut hiç aldırmadan öyle bakıyordu Günsel'e. Ayaklarını yıkamıştı,
yalınayaktı. Saçları kirpi gibiydi. Günsel gülümsedi...

— Yarın geçer Turgutçuğum...


Nahide Hanım'ın sinirli söylenmeleri sürüp gidiyordu içerde. Turgut hiç
duymuyormuş gibiydi.
— Hadi git de içerde derslerine bak canım... Turgut bir süre daha baktı
Günsel'e, sonra:
— Olur, dedi.
Tam gidecekken dönüp;
— Öğretmen bizi sinemaya götürecek, dedi.
Günsel karşılık vermeden baktı, gözlerini kırptı gülümseyerek... Turgut gitti.
Niye kanım kaynıyor bu çirkin oğlana? Anasına benziyor daha çok. Ama çirkini...
Ne olacak bu çocuk? Anasının umurunda değil. Bırakamam ki ben. Anası da ne
fingirdek şeymiş. Ah bu ağbim! Ne geniş adam!.. Genişliğinden mi acaba? Kapalı
kutu... Her seferinde de sorar gülerek. Ne yapıyor Gülsüm Hanım? Ne yapsın
herifle oturuyor... Şoförmüş, her gün de dövüyormuş... Bir gün kıracağım ağbimi
bu yüzden. Terslemek geliyor içimden. Bu kızı bilerek aldı. Bütün Kasımpaşa
biliyormuş. Söylemişler de. Ağbisi iyi arkadaşıydı. Cezaevinde birlikte
yatmışlar. Ama kız... Ne kızı be!.. Bak neler takılıyor kafama... Erkek
toplumuna koşullanmışız bir kez. Her haltı eder erkekler, erkek olur. Kızlar kız
bile olamaz!.. İyi etmiş... Sermet'le oluverseydi ne yitirecektim sanki?..
Amaaaan, iyi ki olmadı. Ama o, Nermin'le her gece... Hep bu ateşten. Böyle
saçmalıklara düşmem ben... Karısıysa ne yapayım?.. Nasıl yapar böyle bir şeyi?
İki yüzlü o da işte... Beni sevdiğini söylüyor, sonra gidip Nermin'le... Pis bir
şey bu... Pis bir şey... Hepsi pis insanların. En pisi de o... Beni sevdiğini
söylüyor... Yalancı. Bencil. Oh olsun, yaşlı da! Nasıl unuttum çocukların bugün
geleceğini. Bireyci küçük-burjuvalar gibi...
XI
Bir haftadan önce düzelememişti Günsel. Bu arada Kenan üç kez eve gitti. Bir
seferinde Handan vardı yine. Çok yakınlık gösterdi Kenan'a. Günsel'e söylemişti.
Sonuncu gelişinde Sermet çıkıyordu evden. İçerde karşılaştılar. Kenan
kıskançlıktan da öte kapkara duygulara kapıldı bir anda. Oğlan alayla bakıyordu
sanki. Hele elindeki paketlere!.. Günsel'e sezdirmemek için çok uğraştı, ama
olmamıştı. Cin gibi kız, bir şey saklayamazsın ki... O gün hiç öpmedi Günsel'i.
Ateşi düşmüş, yorgun, neşeliydi oysa ki... Teyzesi odadan çıktığı zaman
soğukluğunu örtmeye çalışarak gülümser gibi bakıp durdu sadece. Ama Günsel
gülüyordu. Hem de alaylı gülüşüyle... Gözlerinin içinden. Nahide Hanım Sermet'e
de kahve yapmıştır! Ne yapalım? Deliyim...
— Utanmıyor musun böyle şeyler düşünmeye?
Öylesine irkildi ki Kenan, Günsel kahkahalarla gülmeye başladı. Şeytanın ta
kendisi değilse bu! Nasıl anladı?.. Hem de suçüstü.
— Bir şey düşündüğüm yok... Günsel durmadı üstünde.
— Peki.
Bu kız bana eziyet etmek istiyor ama, niye? Sürekli politik sorunlardan söz açtı
Günsel. Sovyetler savaşa inanmıyordu artık. İki milyon askeri terhise
başlamışlardı. Ekonomik savaş ağır ba-206 saçak demekti. Yığınların üretime
gerekli emeklerini orduda bekletemezlerdi boşu boşuna. Savaş tekniğindeki
üstünlüklerine de inanıyorlardı besbelli. Güdümlü silahlarda çok güçlü
olduklarını Amerikalılar da söylüyor. Mikoyan, Havana ile ticaret anlaşması
yapmış. Küba'nın Sovyetier'e yanaşması dünya politikasında... CHP'nin
gensoruları Meclis'te kavgalarla... ,
Bugün buluşma kararı ile ayrılmışlardı sonunda. Kenan ayağa kalkınca Günsel
Kenan'ın elini almış sevgiyle öpmüş, yüzü- i ne sürmüştü. Nahide Hanım'ın ayak
sesleri olmasaydı Kenan da deli gibi kucaklayacaktı onu, yalvarıp özür
dileyecekti belki de...
Saate baktı Kenan. Gecikmedi ama, ya bulamazsa burasını. İyi tanımladım, sonra
bulunmayacak bir yer değil ki... Tepeba-şı'nda bir pastane! Camın önünde oturmuş
kahvesini içiyor, gözlerini yoldan ayırmıyordu. Biraz ısınmıştı havalar,
lodostu. Ama artık sokaklarda dolaşmaya paydos. İşte o değil mi? Günsel yolun
karşı kıyısından bakınarak geliyordu. Kenan'ı gördü birden, yolu geçti iki
yanına bakınarak pastaneye girdi. İyice süzülmüştü. Gülümsüyordu. Arka
masalardan birine geçtiler. Karşılıklı oturdular. Pastane oldukça kalabalıktı.
Hemen elini avuçlarına aldı Günsel'in. Bakıp kaldı kıza... Günsel de
gülümsüyordu. Yorgundu. Atamamıştı hastalık görüntüsünü üstünden. Günsel elini
çekmek ister gibi yaptı.
— Paltomu çıkarayım. Sıcak burası...
— Çıkalım!
— Çıkalım mı?
Bir şey diyemedi Kenan, vazgeçmiş gibi elini bıraktı Gün-
sel'in- Paltosunu çıkarmasına yardımcı oldu, yandaki koltuğa bıraktı. Karanlık
basmaya başlamıştı. Kıyı yollarında dolaşıp öpüş-me vakti. Günsel gülümsüyordu.
— Yorgunluğu atamadım daha...
— Ah yavrucuğum benim, bitirdi ateş seni. Çay, turta söylediler...
— Teyze Hanım nasıl?
207 Kenan iş olsun diye sormuştu.
— O da seni sordu.
— Yoksa bir daha almayacak mı beni eve? Güldü Günsel:
— Öyle bir şey demedi! Kimmişsin? Ne iş yapıyormuşsun? Nerden tanımıştım?
Ağbimi de tanıyor muymuşsun?.. Şaşırdı kadıncağız! Hiç kimse bizim eve öyle
çiçekler, kolonyalar, çikolatalar, kitaplar taşımaz ki...
Sonra takıldı gülerek;
— Emekçi evini burjuvalaştırdın! Çikolatalar Turgut'a yaradı.
— Bütün güzel şeyler burjuvaların mı?
— Daha bir süre öyle!
— Peki, sen kiminsin?
Günsel durdu bir an, başka şeyler söyleyecekti, yapamadı...
— Senin, yalnız senin...
Kenan öyle mutlu bakıyordu ki duygularını saklamak için başını çevirdi Günsel,
sonra önüne baktı. Sen benim değilsin ama, başkasıyla bölüşüyorum seni...
Bölüşemiyorum bile. Hay Allah. Sinirlerimi bozdu bu hastalık benim. Kenan
irkildi birden. Gözleri mi dolmuştu Günsel'in?
— Günsel!..
Günsel başını kaldırdı yavaşça. Kenan birden durdu...
— Niye öyle geldi bana? Sanki ağlayacakmışsın gibi... Alaylı gülüyordu Günsel:
— Ağlamamı mı istiyorsun yoksa?
Kenan bir şey diyemedi. Garsonun getirdiği çayları içmeye başladılar. Günsel
birden konuyu değiştirip politik sorunları açtı. Öğrenciler gelmişlerdi. Yarın
işe başlayacaktı, çocuklarla önemli kararlara varacaklarını sanıyordu. CHP'li
gençler diyor-larmış ki... Kenan dinlemiyor bile... Onun aklında hep...
— Sana bir şey diyeceğim.
Günsel baktı, bardağı çatalı bıraktı. Kenan'ın sesinden önemini kavramıştı
sanki. Kenan nasıl söyleyeceğini bilemiyor gibi kaldı bir an, yutkundu, sonra
birden karar vermiş gibi, elini cebine soktu yavaşça, bir anahtar çıkardı.
Çekinerek uzatıp tuttu. Günsel anlamamıştı...
— Ne bu?..
Kenan kekeler gibi oldu, yutkundu.
— Bir arkadaşın yeri. Evi yani. Burada yokmuş o. İstersen... Günsel ne
diyeceğini bilemeden kalmıştı. Öyle bir yerinden
yakalamıştı ki... Kenan çekingenliği yenmek ister gibi üsteliyordu:
— Hasta ettim seni sokaklarda... Kızmadın değil mi? Susma, ne olur?
Günsel çayını aldı, yudumladı. Ne diyeceğini bilemiyordu. Öylesine istiyordu ki,
korkuyordu... Sonunda yavaşça:
— Sen nasıl istersen, dedi.
Kenan üstünden büyük bir yük atmış gibi:
— Ne iyisin...
Hemen çıkıp bir taksiye bindiler. Ev dediği Rasim'in garsoniyeriydi. Sonunda
dediği oldu hergelenin, gidip kıçından aldık anahtarı! Günsel bilse...
Teşvikiye'de küçücük salonlu, bir buçuk odalı kaloriferli bir çatı katıydı. Bir
gün önce Rasim'in arabasıyla gelip görmüşlerdi. Rasim yolda sulu şakalar yapmış,
Kenan tersleyememişti bile. Suç ortağı olduk bu pis herifle... Ama ne yapayım?
Önce kendi aramaya kalkmışD bir ev. Uygun yer bulmak çok zordu. Ya çok
pahalıydı, ya bekâra vermiyorlardı, ya göze batar yerdeydi. Hele oturulacak
biçime sokma ayn bir
dertti. Becerememişti. 300'e imiş burası. Bir yıllık peşin ödemiş Rasim...
Ufakmış ona. Başka bir yeri varmış şimdi. Burası da temmuza kadar yedek
duruyormuş öyle...
— İstersen temmuzda sana devrederiz, demişti. Şimdilik ko-nuğumuzsun!
Temmuza kadar nasıl olsa çözerim Nermin sorununu...
— Burada durun...
Evin bir sokak ilersinde indiler. Günsel koluna girip sokuldu. Akşam soğuğu
basmıştı iyiden iyiye. Karanlık sokakta konuşmadan yürüdüler. Arabada hiç
konuşmamışlardı. Günsel üzgün gibi... Kim bilir, belki daha önce de Sermet'le.
Sus be!.. Peki ne yaparsın öyleyse... Ne mi yaparım? Bilmiyorum ki... Kapıda
kimseyle karşılaşmadılar. Kimsenin kimseyi tanımadığı, merdivenlerinden çıkarken
yaşanmıyor duygusunu veren yerlerdendi. Çatı beşinci kattaydı. Soluk soluğa
vardılar. Anahtarı uzatıp da kapıyı açarken heyecandan elleri titriyordu
Kenan'ın. İçerisi ılıktı. Kenan kapıyı kapatıp Günsel'e dönünce ne diyeceğini
bilemeden kaldı. Günsel minik salona, dışardaki terasa, terastan görünen ufacık
Boğaziçi'ne, geniş Levent Balmumcu sırtlarına bakıyordu. Salonda halı, kanepe,
koltuklar, boş küçük demir kitaplık, eski bir radyo, pikap, yanında barımsı
ufacık büfe, bardaklar, duvarda bir Renoir reprodüksiyonunun çıplak tombul
kadınları, masa, lampater, her şeyi yerli yerinde, ölçülü biçiliy-di... Kenan
paltosunu çıkarması için uzanınca Günsel yürüyü-vermişti öylece. Ağır ağır evi
dolaşmaya başladı. Kenan da arka-sındaydı. Minicik, boş bir karanlık oda, bir
arsaya bakan büyük pencereli yatak odası, iki kişilik geniş karyola. Yastıklar,
örtüler, komodinler, lambalar. Duvara gömülü boş, küçük elbise dolabı... Sonra
mutfak, ufacık buzdolabı, ocak, tabaklar, bardaklar... Banyo, şofben, tuvalet...
Geri döndü ağır ağır, Kenan ne yapacağını bilemiyordu. Salona geldi, anlamsız
bakü Kenan'a. Gidecek... Kımıldamıyordu Kenan. Hayır... Günsel ağır ağır
paltosunu çıkarırken, soğukça bir sesle:
— Yeni mi tuttun? dedi. Kenan bir soluk almıştı...
— Hayır... Ben tutmadım, dedim ya...
Günsel çıkardığı paltosunu atıverdi bir koltuğun üstüne:
— Kimin garsoniyeri?
Kenan donup kalmıştı. Bir sözcük bütün suçluluğunu bağı-2io rıveriyordu.
Haksız mı? Kenan da ağır ağır çıkardı paltosunu, yavaşça bıraktı koltuğa.
Eşarbını da atıverdi.
— Rasim'in.
Günsel oturdu yavaşça... Kenan da ilişti karşısına...
— Daha önce gelmiş miydin?
Günsel çantasından sigara çıkarırken önemsemeden şöyle bir soruvermiş gibi
söylemişti.
— Daha önce mi?.. Dün geldik Rasim'le... O bırakacakmış aslında...
Kenan başkaldırma gereği duymuş gibiydi...
— Kötü şeyler mi düşünüyorsun benim için?.. Günsel sigarasını yakıp içine çekti.
— Hiçbir şey düşünmüyorum... Sonra gülümsedi:
— Soğuktan kurtulduk işte.
Kırılmış gibi bakıyordu sanki. Kenan birden kalkıp yaklaştı kıza, sigarasını
alıp tablaya bastırdı. Sonra yakalayıp hızla kaldır-di,
Sımsıkı kollarıyla sardı, öpmeye başladı.
— Niye bana eziyet etmek istiyorsun sen. Niye, niye?.. Seni seviyorum,
ölebilirim senin için. Biliyorsun bunu, onun için mi öldürmek istiyorsun beni...
Deli gibi öpüyordu. Günsel kollarını Kenan'ın boynuna dolamıştı.
— Sus, diyordu, sus... Yaşamanı. Çok çok yaşamanı... Bütün sözleri, fısıltıları,
önce birbirine karıştı, sonra iyice yitirdi gücünü. Ateş gibi öpücüklerle soluk
alışları duyuluyordu sade-
ce. Kısa, kesik kesik... Kenan kollarında kaldırdı Günsel'i öpücüklerine ara
vermeden, ağır ağır yatak odasına götürdü. Karyolaya bıraktı yavaşça. Tuzağa
düşmüş yaralı bir ceylan gibi ürkek bakıyordu kız. Hiçbir şey görmüyordu Kenan.
Baş döndürücü bir tutku içinde, ceketini, gömleğini çıkarıp atıvermişti,
çıplaktı üstü. Ellerini kemerine götürürken kaldı. Günsel soyunmuyordu. Utanca
kapıldı birden... Şaşırdı. Tutkuları öylesine ağır basıyordu 21 ki kızıp
bağıracakmış gibi oldu, toparlandı. Yatağın üstüne ilişip GünsePe sokuldu.
Tekrar kollarına aldı kızı... Öptü, yavaşça:
— Çok mu kötüyüm ben?.. Günsel boynuna sarıldı birden...
— İyisin, dedi. Çok iyisin...
Yine öpüşme çılgınlığına kapıldılar. Ağır ağır soymaya başladı Günsel'i...
Hiçbir zorluk çıkarmayan uysal kızdı artık. Biraz sonra, denemelerden geçmiş
erkek ustalığı ile yirmi iki yaşındaki genç kız coşkusunun karmakarışık olduğu
bir tutkulu savaşta çırılçıplaktılar. Bütün bir yaşama süresince beklediklerini
yaşayacaklardı. Kızgın bir duvara çarpmış gibi oldu Kenan... Sendeledi...
— Yapma... Ne olursun... Yapma...
Günsel inliyor gibiydi. Tutkularının acımasızlığı ile bu inilti arasında bulanık
yalpalamaya başladı Kenan. Esirgiyor kendini! Eksiklik, yarım bırakılmışlık,
yılların getirdiği evlilik düzeninde çoktan unutulmuş, kuraldışı şeylerdi.
Yıkıntı, başkaldırma, çözümsüzlük içinde düşe kalka bocalayıp durdu uzunca bir
süre... Sonra yay gibi gergin sinirlerinde çöküntüye benzeyen bir boşalmayla
yarı doyumsuz soluk soluğa yıkılıverdi. Günsel'in göğsüne... Yüzünü kızın inip
kalkan çıplak göğsüne yatırmış öylece duruyordu. Kulağının dibinde deli gibi
koşan bu minicik yürek yavaş yavaş omuzlarından geçip saçlarında dolaşan ürkek
eller, incecik parmaklar bütün öteki duygulardan soymaya başladı Kenan'ı. Bir
tek şey belirdi kafasında. Her zaman ilkel bulduğu bir duygu!.. Demek daha...
Ben ne sanmıştım oysa ki... Sermet'le...
Buna mı seviniyorsun? Utanç duygusuyla tedirgin kımıldadı... Benim olmak da
istemedi işte...
— Kızgın mısın bana?
Günsel'in çekingen sesiyle ayılmıştı. Ağır ağır yüzünü sürmeye başladı kızın
dimdik göğüslerine, yorgunlukla doğruldu, kıza baktı. Basbayağı bir korku vardı
Günsel'in gözlerinde. Üzgün, suçlu, ezik biraz da... Kalkıp kollarına aldı kızı.
Göğsüne bastırdı, sıktı, öpücükler dolaştırdı saçlarında...
— Sana nasıl kızarım ben?.. Günsel borçlulukla sokuluyordu.
— Asıl sen beni bağışla, dedi Kenan... Seni hiç düşünmüyor gibiyim. Bencilim
hep...
Bir sessizlikten sonra yavaşça ekledi:
— Ne çok düşünüyorum oysa ki...
Sonra bir kez daha yaşadılar bu yarım muduluğu. Bitkin kaldılar. Uykuya mı
dalmışlardı ne uzunca bir süre! Önce Günsel fırladı. Oda karanlık olmuştu. Bir
ürperme duydu içinde. Kenan uzanıp başucundaki lambayı yaktı. Saat yediye
geliyordu...
— Daha erken, şofben yanıyor, istersen...
Günsel giysilerini toparlayıp banyoya giderken Kenan, loş ışıklar altında
yürüyen çıplak kıza bakıyordu. Benim, ama benim olamıyor bir türlü. Şu kız bile
kurtaramıyor kendini saçma inançların batağından. Sen kurtardın mı? Niye bu
kadar ikiyüzlüyüz? Bağırıp çağırıp içtenlikle başkaldırmamanın çöküntüsü ile
dalıp dalıp gidiyordu. Neye varacak bu? Neye mi varacak? Senin vardıracağın
sonuca. Haksız mı Günsel? Haksız!.. Haksız diyen var mı?.. Ne bileyim ben. Peki,
o nerden bilsin? Düşünen, direnen, yiğitlikle kafa tutan kişiliğinin altında
yüreği kuş gibi ürkek, minicik bir kız bu!.. Sen çözemedikten sonra... Günsel
giyinmiş çıktı banyodan. Ufak bir havluyla saçlarını kurutmaya çalışıyordu.
Kenan kalktı, giysilerini almadan yürüdü. GünsePle karşılaştılar. Kollarını
omuzlanna sardı kızın, öylece baktı yüzüne. Nasıl seviyorum bu gözleri,
dudakları, bu uçlannı Nermin gibi
-Nermin kim?- koparmadığın kaşlan. Sana benzeyen hiç kimse yok bu yeryüzünde.
İnan ki doğru söylüyorum. Niye yasaklıyorsun bana kendini? Günsel, Kenan'ın
göğsüne dolamıştı kollarını. Öpücükler aldı sert kıllı göğsünden, yüzünü
dolaştırdı.
-— Üşüyeceksin, dedi. Burası pek sıcak değil. Ben giysilerini veririm, gir
sen...
Giyinip salona geçtikleri vakit yedi buçuktu. Aranıp ışığı yaktı Kenan, bir
koltuğa oturdu. Günsel ağır ağır gitti, başını bal-' konun camına dayadı,
dışarılara bakmaya başladı. Çepeçevre karanlık içinde yakınlı uzaklı ışıklar,
parıltılar vardı... Denizin görülebilen mendil kadar bir parçasından ışıklı bir
gemi geçiyordu. Gelmese miydim buraya? Hiç ayrılmasak mı buradan? Böyle
olmamalıydı ilk buluşmamız. Nasıl?
— Yiyecek içecek bir şeyler koyalım buraya değil mi?.. Günsel duymamış gibi
döndü. Sigara içiyordu Kenan.
— İçer misin?
— İçerim.
Yaklaştı, Kenan'ın sigarasını alıp içmeye başladı. Kenan sigara yakıyordu.
Günsel yakınında bir koltuğa oturdu.
— Acıktın mı?
— Biraz.
— Hadi gidip bir lokantaya... Günsel birden kesti...
— Bağışla beni canım. Bu akşam olmaz. Saatine baktı...
— Geç bile kaldım. Çocuklar gelecek.
Kenan birden bozulmuş gibiydi, tuttu kendini. Sigarasını içti sinirli.
— Sermet de gelecek mi? Günsel öylece bakıyordu...
— Bilmem. Belki gelir.
Sıkılmış gibi kalktı. Sigarasını bastırdı. Mantosuna uzandı. Böyle mi
ayrılacaklardı? Kenan uzanıp tuttu kızı, çekti, kucağı-
na oturttu; mantosunu atıverdi yandaki koltuğa. Kollarını beline doladı. Üzgün
bakmaya başladı kıza. Günsel de gülümseyerek bakıyordu. Niye alaycı bakar bu kız
bana hep?
— Nasıl kıskanmayayım seni? O kadar gençsin... Sonra o kadar güzelsin ki... Ödüm
kopuyor seni bana bırakmayacaklar diye!..
Günsel bir şey demeden baktı bir süre. Gülümsemiyordu artık. Birden kollarını
Kenan'ın başına doladı öptü öptü öptü... Gözlerini kapatmıştı Kenan. Bütün
yüzünde dolaşan sıcak öpücükten bir sünger, içindeki kapkara duyguları silip
götürüyordu. Dudakları... Bu yumuşak sıcacık dudakları, soluğu... Gözlerini
açtı. Günsel gülümseyerek bakıyordu karşısında.
— Bu kadar aptal olmasan sevmezdim ki seni!..
Kenan ne diyeceğini bilemiyordu... Günsel yalvarır gibi baktı:
— Yeteri kadar yükümüz var, dedi, ne olursun ağırlaştırmayalım.
Diyecek bir şey bulamıyordu Kenan. Yavaşça kucaklayıp çekti kızı, sımsıkı
bastırdı göğsüne... Öylece kaldı bir süre...
— Bağışla beni, dedi. Demedim mi sana? Senin kadar akıllı değilim ben...
Görüyorsun işte!.. Bağışla beni...
Saçlarını öptü ağır ağır.
Evden çıkmaları sekizi bulmuştu... Merdivenlerde bir kocakarıyla karşılaştılar.
Oralı olmadı kadın. Karanlık, kimsesiz sokakta Teşvikiye'ye doğru ağır ağır
yürüdüler. Günsel sımsıkı tutuyordu Kenan'ın kolunu... Bırakmak istemiyordu
sanki.
— Bir anahtar daha yaptıralım istersen... Sende dursun.
Günsel susuyordu. Kenan üstelemedi... Işıklı, büyük yola çıkacaklarında Günsel
bıraktı kolunu... Köşedeki dolmuş durağına yaklaşırken:
— Yarın arayamazsam merak etme sakın, dedi, öbür gün buluşuruz...
Günsel gittikten sonra Kenan her seferinde olduğu gibi korkunç bir yalnızlık
duygusuna kapıldı yine. Artık bu işi bitirmem
gerek. Haklı kız. Üstümüzdeki yükü azaltmadan kımıldamak değil, soluk almak bile
güçleşiyor bazı. En büyük yükten kurtulmalıyım önce... Şişli dolmuşuna bindi.
Arabada tasarlamaya başladı. Nermin'le nasıl konuşacağını. Bir ara yazıp
bırakmayı düşündü. Uzun uzun yazıp ayrıntılarıyla anlatıp durumlarını, kesin
kararını bildirmek. Yüz yüze konuşmaktan çekiniyordu. Ne sulu gözlüdür bilirim.
Şimdi ağlamalar, hıçkırıklar, ayılıp bayılmalar. Olsun, yine de yüz yüze konuşup
anlatmak, kandırmak onu, bu işin yürümeyeceğine inandırmak daha doğru olacak.
Olmadı, başkasını sevdiğimi açıklarım... Yoksa... Araya kadınlık onuru girdi mi
umulmaz bir dirence kalkabilir... En iyisi... Sakın sakın söyleme-meliyim... Hem
Günsel için de kötü... Merdivenleri çıkarken kesin sonuca varmıştı artık. Kapıyı
açıp da Nermin'in zoraki gülümsemesini gördükten, yatak odasına girişlerine
kadar geçen, her geceki o ağır, o artık yaşanmayan, o daha boğucu bir gerçeğe
-yatak odasına- geçişi beklemekten başka bir anlamı kalmamış süreyi, Kenan bu
gece biraz daha dayanılır buldu. Umut vardı, heyecan vardı sonunda; artık dolmuş
bir çileydi çekilen...
Yemek, bulaşıktan sonra Zeynep'i yatırdı Nermin, sonra biraz radyo dinledi.
Kenan gazetelere bakıyor, daha doğrusu bakar görünüyordu. Nermin kalktı, içeri
geçiyordu ki Kenan yavaşça:
— Seninle konuşmak istiyorum Nermin, dedi.
Nermin döndü, ağır ağır gelip karşısındaki koltuğa oturdu. Kenan belli etmemeye
çalışıyordu, ama umduğundan çok heyecanlanmıştı. Bir sigara yaktı, bir-iki soluk
çekti... Nermin ses çıkarmadan bekliyordu.
— Aklı başında kişileriz Nermin, dedi, birbirimizi suçlamalara, küçültmelere
kalkmanın anlamı yok...
Bir daha çekti sigarasından. Sonra Nermin'e bakarak, ağır, kesin,
— Görüyorsun, bu işi yürütemeyeceğiz, dedi, ayrılmamız gerek...
Nermin sarsılmıştı. Bir şeyler diyecek gibi oldu. Dudaklarını oynattı. Şimdi
başlayacak ağlamaya... Hayır, öyle olmadı. Birden toparlandı Nermin. Dimdik
bakıyordu. Yüzü gerilmiş, gözleri donuk... Kenan biraz ara verdi, sigarasından
çekti. Sustu bir süre. Nermin koltuğa yaslandı yavaşça, gözleri Kenan'da:
— Evet, dedi, seni dinliyorum... Konuş...
Kenan kuşkuyla baktı bir an, sonra ağır ağır anlatmaya başladı:
— Çok düşündüm Nermin... Bir çözümümüz yok bizim... Kötü bir kişi saymazsın
beni değil mi? Kolay olmadı böyle bir sonuca varmam... Çocuğumuz var, ortak
anılarımız var... Hiç değilse bu noktada anla beni... Dayanma olanağım kalmadı
artık... Tutmaya kalkma beni sakın...
Sonra Nermin'in onurunu kırmaktan çekinir gibi yavaşça ekledi:
— Sevmiyorum seni... Duramayacağım bu evde... Bundan başka her şey senin
istediğin gibi olsun... Bilirsin ta içimden saygı duyduğum bir yanın var... Ama
hepsi bu!
Sustu. Bunları ağır ağır, Nermin'in tepkilerini kollayarak söylemişti. Nermin
şaşırtıcı bir soğukkanlılıkla dinliyordu. Karşılık vermeden bakıyordu Kenan'a.
Uzun uzun baktı. Kenan tedirginlik duymaya başlamıştı. Birden kımıldadı Nermin,
dirseğini kanepenin kıyısına dayadı, bir süre baktı:
— Bu kadar mı?., dedi. Sonra yavaşça ekledi:
— Zaten bekliyordum böyle bir şey... Şaşırtmadın beni... Ama ben seni
şaşırtacağım belki...
Sustu. Gözlerini Kenan'dan ayırmadan uzun uzun baktı yine:
— Seni bırakmayacağım, dedi.
Öylesine kesinlikle söylemişti ki Kenan donup kalmıştı.
— Sen hastasın Kenancığım... Bir bunalım geçiriyorsun. Pek inanmıyorum ya,
inansam da umurumda değil beni sevmemen... ikimize yetecek kadar sevgim var
benim...
Yine durdu. Tam Kenan bir şeyler söyleyecekti ki hemen başladı:
— Seni sevmeseydim de bırakmazdım...
Uzunca süren bir sessizlik oldu yine. Kenan ne diyeceğini bilemiyordu.
Karşısında Nermin değil, dirençle konuşan bambaşka bir kadındı. Gözlerini
Kenan'dan ayırmadan tek tek, hece hece bastırır gibi:
— Bilemezsin sen bu acıyı, dedi.
Ağır ağır kalktı, bir sigara aldı masadan, yaktı, içine çekti. Çok az yaptığı
bir şeydi sigara içmek... Kenan bir şeyler demek istiyor, toparlayamıyordu bir
türlü. Nermin aynı kesinlikle aldı yine:
— Zeynep'i babasız bırakacak kadar bencil olamam, izin vermem... Senin olmana da
kesinlikle izin vermem.
Gözleri doldu hafifçe. Tez atlattı. Yine o soğuk, dimdik bakışıyla başladı:
— Annemin neler çektiğini bilirim... Ama o benim neler çektiğimi bilmez...
Bir kısılma olmuştu sesinde.
— Bizi babasız bıraktığı için bütün küçüklüğüm için için anneme lanet etmekle
geçti... Biliyorsun babam da kim!.. Sen ne yapsan ondan aşşağılık olamazsın...
Bütün direncini tüketmiş gibi acınacak bir yumuşaklıkla:
— Yoksa Zeynep'i benden ayırmaya mı kalkacaksın? dedi. Başka evde olan baba,
baba değildir...
Kısa bir sessizlik daha oldu. Nermin kararlı kalktı. Sigarasanı bastırdı.
Gidecekken durdu, baktı Kenan'a. Apacı bir şeyler dolaşıyordu gözlerinin içinde.
— Öyle mudu yıllar yaşadım ki, dedi, hastalığına da katlanırım ömrümün sonuna
kadar...
Döndü, ağır ağır çıktı odadan. Kenan hiçbir şey düşüneme-den kalmıştı.
XII
Kenan'dan ayrıldıktan sonra Günsel dolmuşta büzüldüğü köşesinden karışık
duygulardan uzun süre kurtulamadı. Dağınıklık vardı duygularında,
düşüncelerinde, her şeyinde; bakışlarında bile. Toparlanmam gerek... Böyle
gidilmez... Kenan'a yalan söylemişti. Eve gitmiyordu. Silahtar'la Eyüp arasında
bir ev tanımlamışlardı, işçilerle buluşacaklardı bu gece. Ağbisinin çok eski bir
arkadaşının evi idi. Karısı, sonra iki işçi daha gelecekler-miş. İkisi ile yeni
tanışacaklardı. İyi çocuklarmış. Bir gün önce Baba'ya uğramış, onu da
söylememişti Kenan'a. Güvensizlikten değil, gereksizlikten!.. Gülümsedi. Bir
sözü vardı ağbisinin. Bir tuhaf da söylerdi. Essükûti hayr-ünminel dırdır! Küçük
yaşından beri alıştırılmıştı susmaya. Müdüriyet, cezaevleri kapılarından...
— Yetti dağınıklık. Herkes bir köşesinden kaldırmalı, derdi Baba. Örgütsüz
hiçbir şey olmaz... Yiğidikler yapmışsın, daya-
nılmaz acılara katlanmışsın, ölmüşsün tek tek, bir örgüt içinde olmadıysa
bunlar, boş... Kimsenin kimseden haberi bile olmaz. Birikim de yapamazsın.
Çektiğinle kalırsın. Aydınlarımızın çilesi işte...
Tanıdığı çevrelerle sık sık buluşmak, onları uyanık tutmaya çalışmak da bir
işti. Günsel de bunu yapma çabasındaydı. Kendi bile küçümseyecek gibi oluyordu
bazı bu buluşmaları. To- 219 humda elma ağacı yatıyor... Tohum mu bu? Kuşkun
mu var? Yıllarca çekilen işkenceler, baskılar, hapislikler, sürekli polis
kovalamaları öylesine yılgınlık yaratmıştı ki en namuslu kişiler bile "örgüt"
sözcüğünden ürker olmuşlardı. Faşizmin iyice kuduz-laştığı böyle bir dönemde
düzenli bir örgüt çalışması söz konusu değildi. Ama yitmemek, çürümemek,
ilerdeki sağlıklı birleşime yarayacak birikim için yararlı çabayı göstermek en
gerçekçi, en akıllıca eylem gibi görünüyordu. Hele öğrenci kaynaşmalarının
yoğunlaşmaya başladığı bugünlerde... Ağbisine olan sevgi, güven, kapıları
açıyordu Günsel'e. Günsel'i de seviyorlardı. Kadınlı erkekli birçok yaşlı işçi
cezaevleri kapılarında, müdüriyet önlerinde daha parmak kadar çocukken
aralarında gördükleri Günsel'i ellerinde büyümüş sayıyorlardı. İnsancıllığı,
içtenliği, onlara yürekten yakınlık göstermesi öylesine gönüllerini kazanmıştı
ki biraz da duygusal bir bağla bağlıydılar... — Abe çok hakikatlidir, hiç
unutmaz bizi!.. En azından buydu Günsel için bölüşülmüş yargı. Ortaköylü bir
tütüncünün bir gün deyiverdiği bu sözler arkadaşları arasında da şaka, takılma
konusu olmuştu. Daha bilinçliler daha da güvenliydiler. Ağbisinden olacak,
Günsel'in gizli; önemli ilişkileri bulunacağını kuranlar da az değildi. Acı acı
gülerdi bazı. Bunlar beni ne sanıyor?.. Daha küçük yaşlardan beri -ağbisinin
öğrettiği devrimci marşları bazı onlarla birlikte söylemek, Na-zım'dan bir şiir
okumak, günün politik konularını tartışıp açıklamak, özel sorunlarına ilgi
göstermek, becerebilirse yardımda bulunmak, onların gözlerinde büyüttüğü
bütün bu şeyler,
Günsel'in yalnız yaparken mutluluk duyduğu değil, yapmazsa yaşamının tadı,
anlamı kalmayacağına inandığı şeylerdi. Benden bir şey aldıklarını sanıyorlar!
Her şeyi onlar veriyorlar bana oysa ki! Unkapanı'nda indi, yürüdü biraz, bir
köşeden iki peynirli sandviç aldı, otobüse bindi. Otobüs itiş kakıştı. Arkada
pencere dibinde bir yere sıkıştı, sandviçleri yemeye başladı. Yollarda dura
kalka sallanarak giden otobüsün arkasında sürekli akan, loş, karanlık, ışıklı
sokaklar, kapanmış, kapanmakta olan
d,
işyerleri, ağır ağır ya da koşturarak giden kadınlı erkekli akşam ;
kalabalığı, yorgun işçiler, çocuklar, bir kedi, birden çıkıveren bir deniz,
mezarlık, cami, bütün bu görüntü yığınını inceli ka- i lınlı çizgilerle ara
sıra bölen çatana, vapur, motor sesleri; Gün- ¦ sel'i, her vakit olduğu gibi
en tanıdık, en yakın, en içinde duyduğu bir ortamla çevreleyivermişti. O niye
yok bu ortamda? i Gerçekten de Kenan yoktu burada. İrkilir gibi oldun birden.
Çözüm aradı. Nedense Sermet geliyordu aklına. O da olmamıştı hiç... Yoksa Kenan
da mı? Sonra ağır ağır, tek tek, bildiği her şeyi ile yargılar gibi,
ayrıntılarıyla elden geçirmeye başladı Kenan'ı, Kenan'la ilişkilerini. Haksızlık
ediyordum az kalsın! İlk karşılaştıkları lokantadan, dolaştıkları meyhanelere
kadar burjuva, yarı burjuva her yer, ya bir rastlantı ya da bir zorunluluk
olarak girmişti yaşamlarına. Ne kökeni, ne alışkanlıkları, ne inandığı şeyler,
ne de zevki o yerlerin adamı olmasına uygun değil Kenan'ın. Bizi yaklaştıran da
bu olmadı mı daha ilk gecemizde?.. Ama Sermet, istese de kopamaz oralardan.
Fransa'da öyle çünkü... Romanlardan bilir yoksulluğu! Bir de sokaklarda dilenen
çocuklar... Varlıklı soydan gelmek kolay kurtulunama-yan bir bağ. Sonra... Aman,
Sermet de nerden çıktı. Hep O'nun yüzünden... Koskoca aklı başında adam -aklı
başında mı?- bayağı kıskanıyor. Ya oğlanın yeniden benimle evlenmeye kalktığını
duysa! Ben de daha az budala değilim ya!.. Garsoniyere girdiklerinde bayağı kötü
duygular kaplamıştı Günsel'i. Düşünmekten şimdi bile utandığı kuşkular
doluvermişti içine!
Hiç hoş bir şey değildi böyle bir yere gitmeleri. Ama ne yapsın? Ne yapalım? Ben
de çok terbiyesizim bazı... Daha önce geldin mi deyiverdim. Nermin'le gelecek
değil ya! Kasıtlı da söylemedim, öylece söyleyiverdim işte. Hiç onda ikiyüzlü
çapkın erkeğe benzer... Belli olmazmış derler ya... Çok mu tanıyorsun
öylelerini? Hay Allah, bak nelerle tutturuyorum yine... Demek onun için
esirgedin kendini, güvensizsin. Güvensizliği kaldı mı be! Yine de korkuyorum
işte. Ne bileyim ben. Gebe kalmak da var sonra. Amaaan at şunları artık
kafandan. Ne pis karı oldun. Bitti işte. Teşvikiye'deki lüks garsoniyerden
Haliç'teki işçi evinde devrimciliğe! Kafanı olsun temizle bari. Oh,
temizledim!.. Çok kolay da!.. Gerçekten de kolay değildi bütün bu çözümsüz
sorunların kargaşasından dümdüz, aydınlık bir yola çıkıver-mek Günsel için.
Kenan'ın çelik parmaklarının, mengene avuçlarının, canavar dudaklarının,
dişlerinin acımasız damgası mutluluk veren ağrılarla sürgit gezinip duruyordu
gövdesinde. Biliyordu şimdi; göğüslerinde, her yanında çürükler vardı.
Düşündükçe utanır gibi oluyordu. Yarım kalmış ilişkilerin, sürekli duyumsuzluğun
yarattığı sinirlilik de doğaldı. Tam bir çıkmazdayım aslında. Söylemekten değil,
düşünmekten bile kaçıyorum. Ama gerçek bu. Peki neye varacak bu iş? Ne bileyim
ben. Ufff... Yine takılmaya başladım bozuk plak gibi... Şimdi Nermin'le o...
ikimizi de yönetecek işte! Senin kadar terbiyesiz kız!.. Ama, hep ben mi
kötüyüm, haksızım?.. Değilim. İyi biliyorum ki değilim. Bir başına bütün bir
topluma karşı çıkamazsın. Önce işçiler tükürür adamın suratına. İyi ki izin
vermedin. Biliyorum bunu, izin vermemem gerek... Onun kadar ben de acılıyım. O
eve de artık hiç... Yok hiç olmaz, çok az gideceğim... Ne yapsın? Ne yapayım? Ne
yapalım?.. Patlamadın ya... Yapılacak o kadar iş var ki... Tut kendini biraz. O
da tutsun. Çok tutar da... Evli adam... Kapat artık be... Rasim'in
garsoniyerinden işçi evinde devrimci eyleme! Eyüp'ten, mezarlıktan birkaç durak
sonra indi otobüsten, saate baktı, dokuza beş var-
di. Dokuzda gelirim demişti. Buluşma saatlerindeki titizliği de ağbisinden
geçmeydi. Beş dakikada bulurum evi. Önce denizi sağa alıp fabrikalara doğru
yürüyüp...
— Hoş geldin!
Işığa doğru yaklaşınca tanıdı.
— Hoş bulduk Şevket ağbi... Niye yoruldunuz, ben bulurdum.
— Zorluk çekerdin. Çamur... *
Şevket ağbi dediği uzunca boylu, esmer, yüzü basıklarla dolu, sivri burnuyla sağ
yanağı arasında kocaman şark çıbanı olan, kasketinin yanından beyaz saçlar
taşmış, kara kaş, kara göz bir adamdı. Koyu renk paltosunun cebinden çıkarıp
Gün-sel'e uzattığı eli soğuk, kemikliydi... Çabuk çabuk yürüyordu. Günsel zorluk
çekiyordu yetişmekte. Kötü de olmuyor, ısınıyorum. Konuşmadan yürüdüler bir
süre, sonra solda toprak bir yokuşa saparlarken Şevket dönüp yolun iki yanına
baktı, çamurlu yoldan yukarı doğru çıkmaya başladılar. Ev yakındaydı hemen.
— İşte şu görünen... Işık var...
Sonra yukarı doğru çıkan yolu, dağınık gecekonduları gösterdi.
Evin kapısına vardıklarında Günsel dönüp yer yer ışıklarla süslü, gece
vardiyasındaki fabrika dumanlarının karanlığı dağıtır gibi yayıldığı Halic'e
baktı. Bir gemi ışıldağı Halıcıoğlu'nu yalıyor, tek ışıklı motorlar kayıp
gidiyordu yer yer. Sesler, gürültüler, homurtular...
— Buyrun...
Bir kadın sesi ile döndü Günsel. Çatık kaşları, dudağının kıyısındaki iri kara
etbeni ile Şevket Ağbi'nin karısı Fatma Ab-la'ydı. Girdi; kucaklaşıp- öpüştüler
kadınla. İkinci katta, basma perdelerle sımsıkı kapanmış iki pencereli, tavandan
sarkan ufak bir ampulün aydınlattığı büyücek bir odaya çıktılar. Üstü
yastıklarla dolu divanda, tahta sandalyelerde oturan iki kişi, bir de 15
-16 yaşlarında kız vardı odada... Sıcaktı. Odun sobası yanıyordu... Şevki Ağbi
tanıttı:
— Remzi... Faik... Bu da Faik'in nişanlısı Sevil... Çorapta çalışıyor... Bunlar
da... Faik, Defterdar'da dokumacı, Remzi De-rnirdöküm'de... Eee, oturun
bakalım...
Fatma Abla mantosunu alırken Günsel'e sordu:
— Aç mısın? Bak Allahını seversen doğru söyle... Günsel güldü:
— Yedim, sağ olun, bu zamana kalınır mı?
Pencere önündeki divanın köşesine oturttular Günsel'i, Şevket arkasını
yastıklarla besledi.
— Rahat et...
— Rahatım ben Şevket Ağbi... Sağ olun...
Hepsi büyük ilgi gösteriyorlardı Günsel'e. Gözlerinin içine bakar gibiydiler.
Önemli konuktu. Fatma, ağbisini sordu. Gün-sel'in söylediklerini hepsi
cankulağıyla dinliyorlardı. Şevket ilk kez gülümsedi. Ağbisi ile 46'da
cezaevindeki yaşamları ile ilgili bir-iki anıyı, tatlı bir fıkra gibi anlattı.
Bir gün hamama götürmüşler bunları da...
Günlük sorunlar açıldı sonra. Nereye varacaktı bu işler?.. Günsel, Remzi ile
Faik'e döndü:
— Asıl size soralım, dedi, üretimdesiniz, işçiler ne diyor? Önemli olan o...
Tedirgin bir sessizlik oldu önce. Remzi sıkılmış gibi idi. Faik bir şey söylesin
diye bakındı. Kösemen, kırmızı suratı biraz daha kızarmıştı Faik'in, birden:
— İşin önemini bilmiyor daha onlar, dedi, onlar da bakıyor siz ne
diyeceksiniz...
Acı bir gülümseme geçti yüzlerinden...
Sonra yavaş yavaş, birbirlerinden güç alır gibi özlemli yakınmalara, umutlu,
umutsuz açıklamalara başladılar karşılıklı. Muhalefetin gensoru önergeleri ile
Meclis'te süregiden kavgalar konuşulurken Şevket kızgınlıkla tükürür gibi:
— Allah belasını versin o muhalefetin, dedi. iktidardayken öyle pislettiler ki
ülkeyi şimdi kendileri de geberip gidecek o pisliğin içinde...
Fatma kapıya yakın çömeldiği minderden:
— Bir ayrı yanları mı var ki, dedi, üstlerinden teker geçmiş... Şevket, Günsel'e
baktı:
— Ağbin ne diyor? dedi. Günsel gülümsedi:
— Ne desin, biz ne diyorsak o da onu diyor... Sonra ekledi yavaşça:
— Bekliyor... Herkes gibi bekliyor o da... Şevket dalgın:
— 46'da biz dokumacılar örgütlenmeye başlamıştık, dedi. Ferit Ağbi vardı
rahmetli... Nur içinde yatsın... Sendikacı. Gece gündüz aç susuz, sabahlara
kadar tüzükler hazırlar. Yaşlı adam da... Dur durak yok... Ölürsem böyle öleyim
çocuklar diyordu... Nasıl gelişti birden sendikalar biliyor musun? Hem sendika;
öyle bugünkü gibi arpalık değil... Ne oldu sonra? Bu Sağır bir gecede tuz buz
ettirdi her şeyi. Kaburgasını kırdılar ağbinin. Süründürdüler yıllarca
cezaevlerinde... Demokrasi yapacaklarmış pezevenkler!.. Halksız, işçisiz
demokrasi olur mu be? Koyun sürüsü ettiler milleti... Ah bu Sağır... Hani
gazetede görüyorum da, geçende taşlatmışlar kafasını yaracaklarmış, oh olsun
dedim; sen ektin bunları, biç bakalım şimdi... Hep bize mi olacak? Şu kadar
acımam valla... Şimdi de tutturmuş özgürlük diyor... Allah bir dediğine inanman
bu Sağır'ın ben!..
Şevket'in acımasız yakınmasına Günsel sevgiyle gülümseyerek bakıyordu.
— Ağbim biraz ayrı düşünüyor ama, dedi.
Şevket durdu birden, inanamıyormuş gibi baktı Günsel'e:
— Pek çatmıyor şimdilik İnönü'ye... Onun kafasına da dank dedi bazı şeyler
diyor.
— Hasan mı diyor?..
Günsel evet anlamına aynı dostça gülümsemeyle bakıyordu...
Şevket homurdanır gibi:
¦— Unutmuş galiba kaburgasının acısını, dedi. Kin tutmasını bilmez ki zaten...
Remzi çekine çekine baktı:
— İyisin de Şevket Ağbi, dedi, bu İsmet Paşa düşmanlığı sa- 225 pıttırıyor
işçileri, hadi "demokrat" olup çıkıyorlar... Şimdi değişti Türkiye...
Şevket karşılık vermedi, gözleri bir noktaya takılı dinlemeye başladı yine.
Sözlerini doğrulayan bir-iki örnek verdi Remzi. Ağır ağır, ama bir işçiden
umulmayacak kadar derli toplu anlatıyordu. Kumral, geniş yapısına uyan bir ses
kalınlığı vardı.
— Bizim Malatyalılar Paşa der, başka demezler; ama onun dışında on sekiz il
dolaştım; işçiye, Paşa deme de ne dersen de! Demirkıratlıkları da oradan
geliyor... Başka yol bilmiyorlar ki... Ya o, ya bu!..
Günsel:
— Nasıl, dedi, genel bir uyanma var mı işçide? Remzi kararsız durdu:
— Valla kardeş, dedi, bizim işçi belli olmuyor, ne desek yalan... Bakıyorsun
doğru doğru gidiyor yolda "komünistlik" sözü duydu mu da öyle sapıtıyor ki aklın
durur... Kafasına saplamışlar bir kez Zaloğlu Rüstem Pehlivan olsan kolay
sökemez-sin... Ama var, eskisi gibi değil, bir uyanma var...
— Peki bu çektikleri, dedi Günsel.
— Çektikleri mi? Köyde çektiklerinin yanında burası zemzem... Çoğu köyden yeni
gelmiş zaten...
Faik aldı birden:
— Bir şeytan girmiş beyinlerine!.. Sendika diyorsun herif komünistlik diyor,
hakkını ara diyorsun komünistlik diyor... Grevin sözünü bile ettirmiyorlar
zaten... Geri kardeş, geri... Daha Çok ister...
Günsel'in içine acı çökmüştü. Nasıl konuşuyor bu işçiler?.. Nasıl konuşacaklardı
ya... Masal mı anlatsınlar? Uydurma başarı öyküleriyle kendinden mi geçirsinler
seni? Hadi sen de bir şiir oku şunlara! İşte gerçek bu. Bu sevimsiz gerçeği
sevimli yapmak için savaşmaya gücün var mı? Senin görevin bu işte!.. — Size akıl
vermeye kalkacak değilim, dedi Günsel... Çok 226 mu 'ster> az mı ister hiç
belli olmuyor o... Kar bastırdı mı insan hiç kalkmayacak sanır. Küçükken ben
halıda çalıştım Sivas'ta. Küçük kızları çalıştırırlar zaten çoğu karın
tokluğuna. Toz, toprak, pislik, hastalık... Bilirsiniz... İşçilerin durumu, her
şey umutsuzluk verir insana. O çocukluğumla ben bile görürdüm işçilerdeki
yanlışlığı. Öyle korkardım ki... Nasıl kötü bakarlardı bize ağbim yüzünden!
Şimdi hepsi selam gönderiyor. Sivaslı çocuklar söyledi, çoğu kısa bir süre sonra
bulmuşlar yollarını!
— Doğru, dedi Fatma. Bizim millet biraz avanaktır. Bekler bekler, ama birden
açar gözünü. Hiç belli olmaz. Türk'ün aklı
demişler ya...
Gülüştüler. Günsel öyle sevinmişti ki Fatma'nın desteğine. Ödü kopmuştu yalanını
anlayacaklar diye. Sivas'taki işçilerden böylesine iyi haber geldiğini
uydurmuştu. Mahalleden bir-iki selam gelmişti. Halıda birlikte çalıştıkları bir
komşu kızından söz etmişti birisi. Gelişme göstermiş. Kocası çok iyi çocukmuş
da... Biraz daha umut girmişti odaya. Tereciye tere sattık!..
— Yok canım, dedi Faik. Nasıl olsa açacaklar gözlerini ya bizim sıkıntımız,
şimdilik biraz sallanıyorlar...
— Sallansınlar, dedi Şevket. Başka yolları var mı?
Çaylar geldi. Daha bir yakınlık oldu. Şevket sigara uzattı, almadı Günsel. Canı
da öyle istiyordu ki... Kızların sigara içmesini hoş görmezler işçiler. Ama işçi
kızların çoğu da içer gizli gizli. Belki şu bile içiyordur.
— Sen hiç konuşmuyorsun.
Sevil utanmış gibi gülümsedi, esmer yüzü kızarıvermişti..-
-— Ne konuşayım ablacığım, dedi. Dinliyorum işte... Bilmem ki ben...
— Bilmez olur mu? Hep bildiğin şeyler bunlar... Sevil daha da kızarıp başını
önüne eğdi.
Faik sırasını yakalamış gibi:
— Biz de size onu diyeceğiz ablası, dedi. Kitap mitap bize biraz... Okumak
istiyor Sevil ama... Yok ki...
Yutkundu:
— Sonra elinden tutup da öğretmek ister. Hani sizinle biraz...
Sözünü tamamlamaktan çekiniyor gibiydi. Günsel hemen yetişti:
— Çok sevinirim, bana da gidip gelsin, ben de uğrarım. Kitap işi zor biraz...
Onun anlayacağı şeyler yok bende. Ama... Okuması ne kadar?
— Orta birden ayrıldım...
— Güzel.
Hep orta birden ayrılmışlardır; ilkokulu bitirdik demezler!
— Peki ben bakayım da, bir şeyler buluştururum sanıyorum. Şevket ilgiyle
izliyordu.
— Ekonomi-politikler vardı. Segal... Jean Baby... Onlardan...
— Daha anlamaz ki Şevket Ağbi. Zaten onları bulmak da kolay değil. Saklandı,
yakıldı biliyorsunuz. Soluk aldırmıyorlar ki millete... Herifler kitap
düşmanı...
Sonra gözlerini açmış dinleyen Sevil'e döndü yine.
— Başka arkadaşların da var mı? Kız ne diyeceğini bilemeden baktı.
— Ahretliğim vardır benim, köyden, o da çoraba girecek. Faik karıştı,
Kırklareliliymişler. Bir yıl önce gelmişler. Faik-
ler'e komşuydular. Dayısı arkadaşıymış. Falan filan... Sevil çekinerek
tamamladı.
-— Fabrikada çok kimseyi tanımam daha. Bakacam ama...
Kızın bu sözü çok hoşuna gitti Günsel'in. Bakacam ama... Akıllı kıza benziyor.
Şimdi üç çocuk doğurturlar üst üste, gör!
— Yalnız çok uyanık olmak gerek Sevilciğim. Herkese açılma sakın. Bizden
duyduklarını, kitapları, yazıları çok güvenmeden hiç kimseye göstermek yok...
— Merak etmeyin, dedi Faik. Akıllıdır. Güvenirim ben. Ba-228 na sormadan
hiçbir şey yapmaz!
Remzi birden atıldı:
— Doğru söylüyor kardeş, dedi. Na böyle polis kaynıyor her
yan...
Bir süre sustular. Günsel aldı yine:
— Polise karşı uyanık olmak gerek de, aşırı tedirginlik de elimizi kolumuzu
bağlamamalı. Bir şey yaptığımız yok ki! Şöyle bir araya gelmek, konuşmak suç
sayılmaz yasalara göre. Tanıdıklarımızla ilişkilerimizi yitirmemeliyiz. Yavaş da
olsa yenilerini kazanmaya bakmalıyız. Ben size diyeyim, bu adamlar gidici.
Arkasından ne geleceği biraz da bizim çabamıza bağlı. Çok büyük kaynaşma var
öğrencilerde. Bütün ülkede... Yarın bakarsınız başka gelişme olur, işçileri
uyarmak, birer ikişer de olsa, bu birikime bir şey katmalarını sağlamak, hiç
belli olmaz, ummadığımız kadar iyi yerlere götürür bizi. Düşe kapılmayalım da,
küskünlüğe de düşmeyelim! Partilerarası çatışmalara da ilgisiz kalamayız. Biz
ikisinin de ne mal olduğunu biliyoruz gerçi, ama bu çatışmayla onlar bile ne
doğuracaklarını göremezler. Siz daha iyi bilirsiniz ya Şevket Ağbi. Öteki
ülkelerde de böyle olmuş bu işler, değil mi? Kim olursa olsun, o ki bu azgın
faşizme karşı gö-rünüyor; şu ya da bu biçimde savaşıyor, eskiden şöyleydi
böyleydi deyip önüne çıkmayalım... Biz yine aklımızda tutalım. Bilmem
anlatabildim mi? Sürekli değişiyor her şey, yasa bu? Ağbim de bunu diyor işte.
Kişisel kinle iş göremeyiz ki?..
Ağır ağır anlatmıştı. Sustu, bekledi. Şevket Ağbi'yi kızdırmak ya da kırmak
istemiyordu. 46'da en büyük işkenceyi gören oydu. Tabutlukta kalma rekoru onda
derlerdi. Günsel'in söyle-
diklerini saygıyla dinlemişti hepsi, ama geçerlilik kazanması Şevket Ağbi'nin
onayına bağlıydı! Yaşlıydı o, eskilerden! Bakalım o ne diyecek? Şevket uzun uzun
sustu, sigarasını çekti bir-iki, sonra:
— Doğrusun, dedi. Bizim biraz canımız yanık. Ölçüyü kaçırıyoruz belki de.
işçiler çıkarlarının bilincine tam varıncaya kadar çilemiz bu bizim. Bu
partilerin indi bindisini kollayıp dura- 229 cağız. Bakkal hesabı!.. Bakalım,
sonunda bir şey olur belki...
Apacı bir durgunlukla sustu. Ötekiler de sustular bir süre. Düşünüyor
gibiydiler.
— Valla, dedi Faik. Bir şey olsa da işçileri dünyada karıştırmazlar. Yine memur,
aydın, üniversiteli filan. Halk Partililer daha çok korkuyor işçiden. Hep kendi
aralarında olsun bitsin, gözü açılmasın işçinin...
Bir sessizlik oldu... Faik ekledi:
— Hoş işçinin de karışmaya gönlü yok ya...
— Bir de ordu var, dedi Günsel... Remzi hemen karşı çıktı:
— Aman kardeş!.. Askerin ne yapacağı belli olmaz. Faik güldü:
— Askerde yediği dayağı unutamıyor bu da, dedi. Güldüler. Günsel gülmeye karşı
çıkıyormuş gibi:
— Amerikan üsleriyle doldurdular ülkeyi, dedi, yenilerini de kuruyorlarmış. Bir
nükleer savaşta bittik. Askerler de görür bunu. Bunları da anlatmak, yaymak
gerek işçilere...
Sonra yavaşça ekledi:
— Bakalım, bir şey olacak!
Bir sessizlik başladı. "Olacak" neydi? Adını koyacak durum bile yoktu ortada.
Herkesin kafasında belirsiz bir şey. Bu kadarını konuşmak bile ileri gitmek
olmuştu. Bu ölçüsüzlükten çekinmiş gibi susuvermişlerdi birden...
Saat on bire geliyordu... Günsel kalkmak istedi... Üstelemiyorlardı. Yolu çok
uzundu.
— Bize Nâzım'dan bir şiir oku da öyle, dedi Şevket. Bırakmam yoksa...
Gülüştüler... Hiç içinden gelmiyordu Günsel'in, ama nazlanmış olacaktı.
— Okuyayım... Hangisini?
— Sen bilirsin.
230 İstiklal Savaşı Destanı'ndan Karayılan'ı okumaya başladı. Ağ-
zının içine bakıyorlardı Günsel'in. Bir ara gözü kapının yanındaki minderde
oturan Fatma'ya ilişti, gülecek gibi oldu. Bağdaş kurmuş öne arkaya ağır ağır
sallanıyordu dinlerken. Küçükken annesi ile gittiği mevlitler gelmişti aklına.
Şiir bitince hepsi ibret dersi almış gibi baş sallayıp birbirlerine baktılar.
Bir daha, bir daha... Günsel kıramadı. Üst üste bir-iki şiir daha okudu.
Yorulmuştu da artık...
— Ağzına sağlık, dedi Fatma. Yeter yormayın kızı.
Hepsi ayrı ayrı övgülerde bulunuyorlardı. Hem şiirlere, hem okuyana...
— Nasıl sevdin mi?
Günsel, Sevil'e sormuştu gülerek. Utanıp başını önüne eğdi
kız, karşılık vermedi.
— Sen de okumak ister misin? Kız yine sıkılgın gülümsedi...
— O kaaa sözü ben nerden bulayım?
Hep güldüler, kız daha da utandı. Günsel kalktı. Diretmesi para etmedi, Şevket
Ağbi otobüse kadar Günsel'le indi. Ötekiler kalmıştı. Zaten yukarı Taşlıtarla'ya
çıkacaklarmış. Yola inerlerken Günsel bir arınmışlık duyuyordu içinde. Karanlık
Halic'e, Kâğıthane'ye, fabrikalara baktı. Dev bu karanlıkta uyuyor. Uyanacak
kuşkusuz. Ama ne vakit?..
— Bunlar iyi çocuklar. Epeyi de çevreleri var...
— Gösterdiğiniz güven için çok sağ olun Şevket Ağbi. Ben yine gelirim. O kıza
da bir şeyler buluştururuz. Tez uyanacağa benzer.
Şevket ses çıkarmadı. Ayrılırken:
-— Hasan'a selam yaz, dedi. Yumuşamasın, yumuşamasın... Herifler bize yumuşuyor
mu?
Günsel güldü...
— Olur yazarım...
Otobüste, koltukta sallana sallana bir yorgunluk çöktü üstüne. Gözleri
kapanıyordu. Unkapanı'nda, Aksaray'a dolmuşlara 231 geçerken verdiği paralar
dışında hep gözleri kapalı, yarı uykuluydu. Dolmuşlar evin on beş yermi metre
ötesinden geçiyorlardı. Sokağın içindeydi apartmanları. Arabadan inip de eve
doğru yürürken biraz açılmıştı. Hastalığı tam atamadık. Ben bu kadar tez
yorulmam. Yarın da erken kalkacağım. Sokak biraz karanlıktı. Apartmana
yaklaşınca bir karaltı gördü kapıya yakın. İrkildi. Bomboştu sokak. Güvenli bir
sokaktı; çoğu geceler geç gelirdi, korku düşmezdi içine. Yavaşladı. Karaltı onu
görünce kımıldadı, yaklaşmaya başladı... Sermet'ti...
— Merhaba.
— Sen misin, merhaba. Ne o, bu vakit? Sermet ne diyeceğini bilemedi önce.
— Akşamdan geldim. Demin çıktım sizden... Teyzen yattı. Günsel ne diyecek diye
bakıyordu. Sarhoş ola ki!..
— Yürüyelim mi biraz?
— Çok yorgunum. Bir şey mi var? Sermet bir şey demeden bakıyordu.
— Biliyorsun ne olduğunu. Günsel sıkılmaya, kızmaya başlamıştı.
— Yeni bir şey yok demek!
— Seninle konuşmalıyız.
Günsel sustu önce, sonra kurtulmak için:
— Yarın gel istersen kitaplığa, dedi. Konuşuruz bir ara.
Sermet bir süre baktı yine, sonra kucaklamak ister gibi birden uzandı Günsel'e.
Omzundan tutmuştu, Günsel silkinip kurtuldu.
— Sen deli misin Allah aşkına?., dedi. Git başımdan, yorgunluğum bana yetiyor
zaten.
Kızgınlıkla yürüdü kapıya doğru, sonra döndü birden...
— Sana hiç yakışmıyor bunlar Sermet, dedi.
Sermet karşılık vermeden çivilenmiş gibi duruyordu kıza bakarak. Bütün sinirleri
gerilmişti Günsel'in. Anahtarını çıkarıp 232 apartman kapısını açtı, içeri
girdi, kapıyı kapattı, otomatiği yakıp merdivenleri çıktı. Nesini sevmişim ben
bu herifin: Katlarının kapısını yavaşça açtı, el yordamıyla mantosunu astı,
pabucu çıkarıp terlik taktı ayağına. Alacakaranlık salona girdi, ışığı yakmadı,
kızgınlıkla pencereye yaklaştı. Sermet donmuş gibi duruyordu orada. Acıma,
üzüntü, kızgınlık, şaşkınlık dolaşıp durdu Günsel'in içinde. Birazcık da onur,
sevinç? Hayır, yok! Peki!.. Biraz sonra Sermet, ağır ağır uzaklaşıp köşeyi
döndü. Hasta mıdır nedir? Hasta filan değil, sevdiğinden de değil... Erkeklik
onuru kırıldı budalanın. Kaçan balık büyük olur. Yakışıklısın, paran da var, kız
mı yok sana? Yoo, istediği olacak ille!.. Olmayacak... Günsel tam pencereden
ayrılacaktı ki birden durdu. Karşı sırada biraz ilerdeki apartmanın kapısından
bir adam çıkmıştı. Günsellere baktı, sonra çabuk çabuk uzaklaştı yola doğru.
Fötr şapkalı, koyu renk paltolu, sinsi görünüşlü. Kim oturuyordu orada? Yoksa
bizim evi mi gözetliyorlar? Olabilir. Karşı sırada bir polis var demişlerdi
zaten. Bakkal da polis emeklisi. O da hemen köşede. Gözetlesinler bakalım. Belki
de Sermet'i izliyorlar!.. Amaaan!.. Bittim yorgunluktan. Saat de? On ikiyi beş
geçiyor... Ooo... Işığı yakmadı, alışkanlıkla yürüdü koridorda, tey-zesiyle
Turgut'un yattığı odanın önünden geçti usulca, odasına girdi, ışığı açtı.
Çabucak soyundu, geceliğini giyerken, göğsüne, omuzlarına baktı, morarmıştı.
Ürpermeye benzer bir şey geçti içinden. Biri görecekmiş gibi iyice kapattı
geceliğini. Koridordaki ışığı yakmadan tuvalete geçti. Dişlerini ovarken aynada
gördü çürükleri. Yine bir tuhaf oldu. İyi ki kış. Giysiler hep kapalı. Ağzını da
biraz kapatmalı bu canavarın! Dudaklarımla. Terbiye-
siz... Ay, uyuyacağım şimdi. Şimdi o Nermin'le, Nermin'inden de! Odaya dönüp de
tam yatacağı sıra masada duran mektup gözüne ilişti. Yazısından tanıdı,
ağbisindendi. Çoktandır mektup almamıştı. İzmir damgalıydı. Demek İzmir'e geçti.
Zarfı çabucak yırttı. Yatağa yatıp okumaya başlamıştı ki içerden oda kapısının
açıldığını, koridorda ayağını sürüyerek teyzesinin geldiğini duydu. Nahide
Hanım, yavaşça kapıyı açtı, baktı önce, 233 Günsel'in mektup okuduğunu görünce
usulca girdi içeri...
— Ağbinden mi?
— Ağbimden... Yaklaşıp sandalyeye ilişti.
— Ne diyor?
Günsel şöyle bir göz attı mektuba:
— İzmir'e göndermişler. İyiymiş. Ellerinizden öpüyor. İş de bulmuş, daha uzun
yazacakmış...
Günsel mektubu yastığının altına koydu. Teyzesi öylece duruyordu. Bir şey
diyecek... Hep böyle susup yere bakar önemli saydığı bir şeyi konuşacaksa.
Çürükleri görmüş olmasın! Yorganı çekti, kollarını içeri soktu.
— Sermet buradaydı...
Günsel bir şey demedi. Nahide Hanım bir an sustu, sonra yine aynı biçimde
üsteler gibi:
— Koptunuz mu iyice? dedi.
Bunları konuşacak durumu yoktu, ama teyzesini de hiç kıra-mazdı.
— Evet...
Yine sessizlik oldu. Nahide Hanım kalkmakla kalkmamak arası bir davranıştan
sonra, dayanamamış gibi.
— Evli değil mi? dedi. O adam...
Günsel bir çekingenlik duymuştu içinde. Anlamazmış gibi:
— Hangi adam? dedi.
— Kitapçı demiştin.
Nasıl kapatsam bu konuyu?
— Evet...
— Çocuğu da varmış...
Nahide Hanım öylece duruyordu. Kızıyordu artık teyzesine. Sermet'le bir şeyler
konuştular demek ki... Bu oğlan deli vallahi. Babasını yollayıp teyzemden
istetse beni ya!..
— Çok mu seviyorsun?
Nahide Hanım deminden beri yere diktiği başını kaldırmış, yan gözle GünsePe
bakıyordu. Hay Allah, bütün uykum dağılacak!.. Sinirden patlar insan. Gece
yarısı ihtiyar kızın merakı. Romanları bitirmiştir. Yine bir-iki roman bulmalı
buna. Nahide Hanım bir süre baktı. Günsel susuyordu. Romatizmalı bacakları
üstünde doğruldu zorlukla. Giderken yavaşça:
— Sakın acımaya filan kalkma, dedi. Karısıymış, çocuğuy-muş!..
Ayağını sürüyerek giderken kendi kendine söylenir gibi:
— Sana kimse acımaz sonra, dedi.
Kapıyı yavaşça çekti, koridorda uzaklaştı. Günsel gülünç durumun bitmesine
sevinmekten başka hiçbir şey düşünmeden uzanıp başucundaki ışığı kararttı,
gözlerini yumdu... Bitkin uyumuştu.
Deliksiz bir uykudan, sabahleyin teyzesinin oda kapısını açmasıyla uyanmıştı.
Saat sekiz olmuştu. Yataktan fırladı. Çok iyi dinlenmişti. Evde işlerini
bitirirken, yolda, dolmuşta hep bir gün önceki olayları geçirip durdu kafasında.
En kötülerini bile hiçbir üzüntü duymadan, belki buruk bir tatla düşünmüştü.
Kötü bir şey de yoktu ya, var mıydı^ Sermet'in saçmalığı... Aman, bitti gitti.
Bugün damlar mı?.. Belki. Kenan'ı, işçileri düşündü. Birlikte gidebilsek nasıl
mutlu olur o da... Biliyorum uçar sevincinden. Çocuk gibi adam. Ah, canım
benim... Bütün gün kitaplıkta, raflarda kitap bakınırken de dünkü olaylarla
doluydu kafası.
— Sizi istiyorlar...
Tamam damladı Sermet. Ama o girerdi. Günsel kitap bekleyenden izin isteyip çıktı
salondan. Aranır gibi baktı... İlerde ko-
ridorun ucunda bekleyen Kenan'ı görünce heyecanlandı. Koşar gibi gitti yanına.
Günsel'i görünce Kenan da ağır ağır yaklaşmıştı. Günsel iyice yakına gelince
şaşırdı, korktu da. Kenan hasta gibiydi... Hiç böyle görmemişti onu. Yüzü
sapsarı, tıraşı uzamış, gözleri kuytuya kaçmıştı sanki...
— Neyin var senin?
Birden elini tuttu, başka da bir şey yapamazdı ki burada! Gelip geçenler. Kenan
gözleri bir noktaya saplanmış gibi bakıyordu GünsePe. Günsel iyice korkmuştu.
Avucundaki elini silkeler gibi sıktı yeniden.
— Söyle, neyin var canım? Hasta mısın?
Kenan ancak kendine gelebilmiş gibi kımıldadı, başını çevirdi, gözlerini
kaçırıyor gibi koridora baktı.
— Bağışla beni Günselciğim, dedi. Hiç gelmek istemiyordum ama... Dayanamadım.
Günsel ne diyeceğini bilmeden bakıyordu. Kenan gözlerini yine çevirip GünsePe
sapladı, boşalmış gibi gözlerle baktı bir süre,
— Bırakmıyor yakamı Nermin, dedi. Ayrılmazmış benden. Önce bir yükten
kurtulurmuş gibi oldu Günsel. Kafasında
tam biçimlenmemiş çok daha kötü şeyler uçuşuvermişti. Daha kötü mü? Kurtulduğunu
sandığı yükü omuzlarında duyuverdi birden. Hem de iyice yerleşmiş olarak. Bir
soluk aldı, sevgiyle gülümseyerek baktı Kenan'a...
— Hay Allah, dedi. Canım benim... Nasıl korkuttun beni...
Kenan'ın suçlu çocuk gibi bakışı her vakit olduğu gibi hemen boynuna sanlmak
özlemi doldurmuştu içine. Niye olmaz? Kenan öylece baktı, sonra tıkanır gibi
ciddi mırıldandı:
— Bırakacak mısın beni?.. Günsel güldü birden.
— Çocuksun sen, dedi!..
Sonra gelip gidenleri kolladı, uygun bir anda Kenan'ın elini Çekti, avuçlarını
öpüp, yüzünü sürdü çabucak.
— Saçmalama. Kimseden izin beklemedim seni sevmek için. Başka bir şey demesini
önlemek ister gibi ekledi:
— Hadi git şimdi. Saat beş buçukta aşağı kapıda bekle beni!.. İki saat var
daha... Önce gidip bir güzel tıraş olmazsan bak o zaman bırakırım... Saçların da
çok uzamış!
İyice sakladığı acılı bir gülüşle baktı Kenan'a, dudaklarıyla 235 bir öpücük
gönderdi yavaşça. Ayrıldılar. Günsel yine koşarak işine dönmüştü.
Kenan koridorda ağır ağır yürüdü. Günsel'in söylediği iki söz borçlulukla
doldurmuştu içini. Güvenle değil ama!.. Senin kendine güvenin yok budala! Önce
kendini busene sen! Nasıl tanıyamıyoruz kişileri... Yıllarca yan yana yaşıyoruz,
yatıp kalkıyoruz, bir de bakıyoruz bambaşka biriymiş o. Hiç aklıma gelir miydi
Nermin'in böylesine kararlı direnci? Niye ağlayıp sızlamadı? Başka Nermin'di
o... Bu yenisi... Yine bir yıkılma duydu içinde!.. Kendimi de tanımamıştım. Ah
zavallı ben... Demek imzalardım! Dün gece Nermin demirden dirençle karşı çıkıp
da konuşmasına bile izin vermeden, sözlerini bir yasa gibi ortaya koyunca tam
bir yıkıntıya düşmüştü Kenan. Sonradan düşündükçe kendine yediremediği, bir
türlü bağışlayamadığı, ta içinden ezildiği şey, o anda Nermin'i haklı
buluvermesiydi. Aralarındaki çatışmanın Nermin'in gönlünce sonuçlanması Kenan'ın
bir imzasına kalsaydı, belki de o anda hemen! Hayır hayır, bu kadar aşağılık, bu
kadar çamurdan olamam ben. Öylesine bir yenilgi ki bu... Merdivenleri inip yola
çıktı. Beyazıt'a doğru yürümeye başladı ağır ağır. Çok yorgundu. Bütün gece
salonda kanepe üzerinde yıkılıp kalmış, sabaha kadar sigara içmiş, ortalık
ışırken 15-20 dakika kadar kendinden geçmişti sadece. Gece yarısı Nermin
gelmişti salona.
— Hasta olacaksın, demişti. Git içerde yat. Beni istemiyorsan gelmem yanına...
Zeynep'in yanına giderim. Yarın uyurum. Boşuna diretme, hadi...
Hiçbir karşılık vermemişti. Sigarasını içmişti. Nermin'in
gözleri de kıpkırmızıydı. Belli ki ağlamıştı içerde. Ama eski, ağlayan Nermin
değildi. Yerleştiği siperden bir adım bile geriye atmamaya yeminli yiğit bir
savaşçı gibi bakıyordu. Haklılığına öylesine inanmış ki... Boşuna bakma öyle,
sevmiyorum ben seni. Sevemem de... O demindi... Gülünç senin yiğitliğin. Bir
anda oldu bitti. Artık imzalamam. Öldürseler de imzalamam. Senin gibi Vatan
Cephesi üyeliğine imza koymaktan ayrı yanı yok onu 237 imzalamanın. Hem
tastamam aynı. Yaşamayacağım seninle. Uzun süre bakıp karşılık bekledi
Nermin. Kenan hiç konuşmadı. Nermin bir şey daha diyecek gibi oldu, sonra döndü,
gitti içeri, bir daha da gelmedi. Kenan ortalık ışıyınca öylece çıkmıştı evden.
Sokaklarda gezindi. Sigara aldı. Taksim'e kadar yürüdü. Eptalefos'a çıkıp çay
içti. Ne yapacağını, ne edeceğini bilemiyordu bir türlü. O yenilgiye nasıl
düştüm birden. Demek ki ben... Demek benim çöküvermem hep böyle sıkıca bir
tokada bağlı. Çökmedim işte, çökmedim... Of Günselciğim, ne olursun ara beni...
Önce işyerine gidecekti, sonra ondan da caydı. Kitaplık onların, benim değil
ki... Annesinin, Rasim'in parasıyla çıktı ortaya. Ama sen çalıştın. Öyle demişti
Rasim, Matmazel'in yıllık bilançosundan sonra: Memur gibi aylığını kazanıp
yemişsin burada. Batmadın ama ne uzadın, ne kısaldın. Böyle giderse batarsın...
Batayım... Bundan çok nasıl batarım. Peki Günsel ararsa. Babıâli'ye çıktı, sonra
ara sokaklara saptı. Gitmeyeceğim. Saat ikiye kadar bilinçli bilinçsiz dolaşıp
durdu sokaklarda. Çem-berlitaş'taydı. Bir muhallebiciye girdi. Bir şeyler
getirtti, bir-iki alıp bıraktı. Köşede otururken başını duvara yaslayıp dalmıştı
bir ara. On beş yirmi dakika kadar kalmış öyle, sonra tramvay gü-rültüsüyle
sıçrayarak gözlerini açmıştı. Garson bakıyordu. Esrarcı filan mı sandı?.. Sonra
Günsel'e gitmişti. Konuşurken gözlerine bakmaya bile utanmıştı bir ara. Anlar o
kız... Korkmuşsun yine sen, der... Yenilmişsin... İmzalatmışlar. Nasıl
borçlulukla doluydu Günsel'e. Ben nasıl onun gibi olacağım? Yenilgi nedir
bilmiyor ki... Hiç kimse de öğretemez ona yenilgiyi... Sen kim-
sın, Günsel kim? Yazık değil mi, kandırıyorsun kızı da... Ne kadar kandırırsın
ki, çok geçmez çıkarır foyanı o kız. Kimseden izin beklemedim seni sevmek
için... Hiçbir şey için izin beklemez ki o kimseden. İzin beklemek senin işin
budala... Ömrünce izin bekledin. Bekliyorsun da... Fakülteden çıkarken çiseleyen
yağmur artmıştı. Çarşıkapı'da bir berbere girdi. Koltuğa oturdu. Aynada yüzüne
baktı. Nasıl çökmüşüm bir gecede. Uykusuzluktan. Değil, yenilgiden... Hem de
Nermin'e!.. Ne yenilgisi be... Savaş yeni başlıyor. Yeni mi başlıyor? Değil
mi?.. Bir umut belirdi içinde. Gerçekten de yeni başlıyordu savaş. O içindeki
herif var ya, hani seni yenik gösteriyor hep, onun oyunu bunlar. Kenan
sanıyorsun hani bazı elini kolunu bağlamak için. Ben yenildim... Hep de
yenilirim. Yenilirsin sen... Diretemez-sin. Kaçman gerek... Nermin bile diretir
de... Sen.. Ben mi? Hangi Kenan? Bu mu? Eğildi, yüzünü iyice yaklaştırdı aynaya,
gözlerinin içinde bir şey aranır gibi dalmıştı...
— Soğuktan oluyor, bayım. Bende de var, bakın!
Berber eğilmiş, kendi yanağındaki lekeye benzer bir şeyi gösteriyordu...
Soğuktan mı, değil mi?
Sönüvermiyor mu içindeki ateş? Nermin'in bir üfleyişi yetmedi mi? Yetse böyle mi
olurdum?
Berberden çıktığında biraz değişmiş buldu kendini. İşbilir berber, saçlarını
yıkamış, friksiyon yapmış, uzun uzun ovalamış-tı başını, şakaklarını... Daha
yarım saattan çok vardı Günsel'le buluşmalarına. Bir telefon edeyim hiç değilse
işyerine. Telefon arandı, birkaç kişiye sordu, sonunda bir emlakçide buldu.
Çevirdi numaraları. Beklemek gerek, Burak aşağıda. Hemen açıldı. Rasim'in sesini
duydu birden...
— Alo... Buyrun efendim.
Ne arar bu herif orada şimdi? İyi ki gitmemişsin. Nermin bir şeyler dedi belki
de... Rasim'in sinirli bağırması yeniden duyuldu.
— Alooooooo...
Kenan yavaşça kapattı telefonu...
Beş buçukta fakültenin kapısındaydı. Hava bulutluydu, iyice kararmıştı. İlk kez
karşılaşacaklarmış gibi heyecanlıydı. Biraz sonra merdivenlerden koşar gibi inen
Günsel göründü. Yüzünde o sıcak gülümseme... Yaklaştı Kenan'a, elini tuttu,
tıraşını denetliyormuş gibi yüzüne saçlarına bir baktı:
— Hah, dedi. Tam istediğim gibi... Bir daha da öyle görmeyeyim seni...

Uzandı koluna girdi Kenan'ın. Aksaray'a inmeye başladılar. Kenan ne diyeceğini


bilemeden susuyordu. Günsel de ilgisizmiş gibiydi. Bütün gösterişi ile örtmeye
çalıştığı, yine de yenemediği bir durgunluk vardı üstünde.
— Dinler misin beni?..
Günsel önüne bakarak yürüdü bir süre, sonra yavaşça:
— Başka kimi dinlerim ki, dedi.
Kenan anlatmaya koyuldu akşamki olayları. Hiçbir heyecan belirtisi göstermeden,
kupkuru, sanki hiç yaşanmamış gibi anlatışına kendi de şaşmaya başlamışa.
Nermin'in sözleriyle düştüğü çöküntüyü anlatırken, Günsel başı önüne eğik, ağır
ağır, din-lemiyormuş gibi yürümüştü. Kenan susunca dönüp baktı:
— Bu kadar mı?
İşte anladı her şeyi. Sakla bakalım.
— Bu kadar!., dedi Kenan.
Değil bu kadar, değil... Aldatıyorum seni. Korkuyorum ka-çıvermenden, iğrenerek
bakmandan. Küçük-burjuva duygululuğuma tükürmenden korkuyorum. İmzalayıverdim
Vatan Cephesi bildirisini. Hem de budala bir kadının söyleviyle. Alanlarda
bilinçsiz, kara kalabalıkları da duygusal söylevlerle böyle kandırıyorlar.
Onlardan biriyim işte! Hem de aydın, hem de bilinçli!
— Zorlamalara kalkma demedim mi sana, niye bu kadar üstüne varıyorsun?.. Sabırlı
olacağız!
Günsel durmuş gülümseyerek bakıyordu Kenan'a... Aksa-
ray'a gelmişlerdi. Kenan ne diyeceğini bilmiyordu, işte ayrılıp gidecek şimdi...
Günsel bir süre baktı, sonra takılır gibi:
— Ben de budalanın biri sanmıştım, dedi. Akıllı kadınmış. Böyle adam bırakılır
mı?
Sonra ciddileşti, arabalara bakındı...
— Hadi gidelim artık, dedi.
Kenan'ın bir şey sormasına kalmadan Taksim dolmuşlarına yürüdü. Arabada hiç
konuşmadılar. Koluna girmiş, tıpkı ilk geceki gibi başını Kenan'ın omzuna
yaslamış, dalgın durmuştu... Taksim'de dolmuş değiştirdiler. Kenan'ın taksiye
binme isteğine karşı koydu. Teşvikiye'de indiler. Suskun yürümeye başladılar.
Sokağın başında durdu Günsel!
— Bir şeyler alalım, dedi. Acıktım ben, öğlende pek az yedim. Yürüdü, köşedeki
mezeciye girdi, birçok yiyecek sardırdı. Bir şişe şarap aldı. Kenan parasını
vermeye kalkışınca, kesinlikle önledi.
— Yeter senin açıldığın, dedi. Benim de param var artık. Bir sürü de meyve aldı
manavdan. Muz, portakal, elma...
Elleri kolları paketlerle, kesekâğıtlarıyla dolmuştu ikisinin de... Günsel çok
neşeli görünüyordu. Kenan'ı da uydurmuştu kendine. Deminki ağır havayı
dağıtmışlardı artık. Apartmana girdiler. Merdivenlerde hafif bir çığlık attı
Günsel. Portakallar düşüyordu elinden. Günsel birden saklambaç oynayan çocuklar
gibi ürkek bakındı kapılara. Duydular! Kenan yetişti, basamaklara düşen iki
portakalı aşağılara gitmeden yakaladı. Sonra parmaklarının ucuna basarak
sessizce çıktı. Kenan kapıyı açıp da soluk soluğa içeri girdikleri vakit enikonu
yorulmuş gibiydi ikisi de. Paketleri hemen orada küçük masaya bırakıverdiler.
Kenan ışığı yaktı. Günsel bir koltuğa çöktü. Derin bir soluk aldı gülerek...
— Of, ihtiyarlamışım!..
Kenan ayakta durmuş, üzgün bir gülümsemeyle bakıyordu. Günsel de bir süre baktı.
Sonra kalkü yavaşça mantosunu çıkar-
dı ağır ağır, götürüp askıya astı. Kenan da çıkarmıştı paltosunu. Elindeydi,
öylece duruyordu. Gözleri Günsel'de. Günsel yaklaştı durdu, baktı. Sonra
sokuldu, kollarını yavaşça kaldırıp boynuna doladı Kenan'ın. Kenan elindeki
paltosunu bırakıverdi. Sımsıkı kucakladı kızı. Öpmüyor, sokulmak, sığınmak
isteğiyle, ta içine sokmak ister gibi göğsüne bastırıyor, yüzünü Günsel'in
dalgalı kumral saçlarına sürüyor, sürüyordu. Ateşli bir hastalıkta sayıklıyormuş
gibiydi.
— Ne olursun bırakma beni!.. Hiçim ben sensiz, hiçim... Sonra birden her şey
isteklere dönüşüverdi. Çılgınlar gibi
öpüşmeye başlamışlardı yine. Kenan kendini tutmak istedi önce. Bağımlı,
suçluydu. Her direnci, biraz daha kendinden geçmesine, her türlü sorumluluk
duygusunun beceriksiz yalanlar gibi anlamını biraz daha yitirmesine yarıyordu
sadece. Kollarını birbirlerinin beline sımsıkı doladılar, ağır ağır yatak
odasına geçtiler. Kenan eğilip komodin üstündeki masa lambasını yaktı. Tutuktu,
şaşkındı. Günsel sokuldu, uzanıp Kenan'ın ceketini çıkardı. Gömleğini açtı.
Yüzünü sert kıllı göğsüne sürdü. Sonra döndü ağır ağır soyunmaya başladı. Kenan
öylece bakıyordu. Günsel soyunmuş, saçlarını açmış, sımsıcak çıplaklığının bütün
girinti çıkıntılarını gölgeleyen loş odada dayanılmaz yalın bir çağrı gibi
uzanıp yatağa yaslanmış, Kenan'da o her vakit atılma duygusu yaratan ürkek,
uysal bakışı ile bekliyordu. Birden bütün tutukluk bağlarını koparıverdi Kenan.
Biraz sonra çırılçıplak savaşta geçmişle bütün ilişkilerini kesip atmışlardı.
Günsel, Kenan'ın son direncini de yıkmak ister gibi soluk soluğa fısıldadı:
— Canım benim... Seninim ben... Seninim...
Hiçbir şey esirgemeden bütün cömertliği ile kendini öylece Kenan'a verdi.
Yastığa yıkılan yorgun başı, inip kalkan göğsü ile Kenan yeniden bir suçluluk
içtepisine düşmüş gibi Günsel'e bakıyordu. Günsel derin bir iç çekişle gözleri
boşlukta dalgın kalmış, sonra
başını ağır ağır yanında uzanmış bekleyen Kenan'a çevirmiş, sanki ta içindeki
bir üzüntüyü gizlemek ister gibi göz kırpıp gülümseyerek yorgun bir öpücük
göndermişti. Yavaşça sokuldu, dağınık kumral saçlı başını göğsüne dayadı
Kenan'ın.
— Suçluyor musun?
Günsel karşılık vermeden biraz daha sokuldu. Yüzünü Ke-242 nan'ın göğsünde
dolaştırdı gülümseyerek, acılıkla takılır gibi mırıldandı:
— Seni onlara mı bırakacaktım?
Suskun kaldılar. Uzun, çok uzun bir süre kaldılar öylece. Kenan uyur gibi
dalmıştı. Günsel değiştiğini biliyordu. Ufacık bir acıya bağlıymış hepsi. Şimdi
bu acı daha da küçülmüş, içinde bir yerde düğümlenmişti sanki. Kadınım artık...
Karısı değilim... Yoksa hiç mi?.. Günsel birden çekildi Kenan'ın göğsünden...
— Bir şeyler yiyelim mi? dedi. Ben çok acıktım.
Sonra karşılık beklemeden kaydı yataktan. Kenan da doğrul-muştu. Günsel durmuş,
örtüdeki pembe lekelere, anlamını kendisinin de bilmediği beceriksiz bir
gülümseyişle bakıyordu. Bütün gürültü bunun içinmiş! Değiştim mi şimdi?.. Kenan
da indi yataktan, çekingen durdu bir an, sonra kendini savunmak içinmiş gibi
kucaklamak isteğiyle uzandı. Günsel sıyrılıvermişti. Lekeli örtüyü çekip alırken
alaylı gülümseme çabasıyla:
— Hemen yıkayıverelim şurasını, dedi, suç delilleri kalksın ortadan!..
Artık bir şey duymak istemiyormuş gibi öylece banyoya geçti. Şofbeni yakmış,
örtüdeki lekeleri lavaboda yıkıyordu ki Kenan geldi, duşu akıttı, girdi altına.
Günsel'i de yavaşça çekti kolundan. Günsel bu oyuna şaşırmış gibi gülüyordu...
Örtüyü lavabonun kıyısına bırakıvermişti. Birlikte ılık suyun altındaydılar.
Buldukları oyun önce sımsıkı kucaklaşmayı, öpüşmeyi, sonra kaçınılmazı getirdi
yeniden. Kenan kollarına aldı Günsel'i, üstlerinden ılık sular damlayarak
banyodan çıkardı. Duş bomboş aktı.
Yemeğe oturduklarında sekize geliyordu. Masayı birlikte hazırlamışlardı. Peynir,
salam, dil, tereyağı, Rus salatası, yeşil zeytin, füme balık, sosis, cips,
ekmek, şarap, meyveler. Salondaki ufacık masanın üstü dopdoluydu...
Günsel güldü:
— Şu Rus salatasının adını Amerikan porsiyon yaptılar... Ne sersem herifler,
Tanrım!..
Kenan şarabı açtı. Bardaklara koydu. Gözleri Günsel'de kaldırdı bardağını
acılıkla,
— Seninle bu geceyi evimizde kurmuştum hep dedi. Çıkma-sınlar karşımıza artık,
hangi savaş kazanılmaz ki bu güçle!.. Hiç bitmeyecek mutiuluğumuza!
Günsel bir şey demedi, uysallıkla kaldırmıştı bardağını, gözlerini kırptı
gülümseyerek, içtiler. Büyük bir açlıkla yiyorlardı. Günsel'i çocuk gibi
beslemek istiyordt Kenan. Ekmeğe yağ sürüyor, sandviçler yapıyor. Günsel'e
uzanıp ısırtıyor, sonra kendisi yiyordu. Tabaklar dolusu meyve soydu. Çok
geçmeden şarap da eücisini göstermeye başladı.
— Bir şiir okumaz mısın?
Günsel önündeki soyulmuş elmalardan birini aldı.
— Okumam, dedi.
Sonra elmayı yemeye başladı... Kenan şaşırmış gibi bakıyordu.
— Gerçek mi?
— Gerçek...
Kenan bir şey demedi. Anlamamıştı. Kırılmak için bir neden sayılır mı bu? Günsel
ciddi baktı Kenan'a.
— Bak canım, dedi. Sıkılıyorum artık ben şiir okurken... Zaten havalardayız...
Şiir de iyice ayağımızı yerden kesiyor... Gülünç ediyor çoğu kez bizi...
Romantik zavallılar oluyoruz. Konuşma biçimimizi bile etkiliyor...
— Nâzım da mı?
— Nâzım da!.. Belki de en çok o!.. Sonra dalgın söylendi:
— Burada muduyuz işte... Bir de şiir çok değil mi?., insanın içini bayıltır!..
Şiir bir kaçış oluyor... Kaçmak için neden var mı?..
Günsel belli belirsiz gülümsüyor gibiydi.
— Düşünmemiştim bunu, dedi Kenan. Haklısın belki!.. Dalgın kaldılar bir süre.
Ağır ağır şaraplarını içtiler. Günsel
başını kaldırdı.
— Bak Kenancığım, dedi, pek çok seviyorum seni... Bilemeyeceğin kadar çok...
Karın olmak en büyük mutluluğu verir bana...
Şarabını yudumladı. Kenan kımıldamadan bakıyordu.
— Böyle şeylere inanmam, ama yine de söyleyeyim, ilk gününden daha, bir duygu
vardı içimde... Sanki olanak dışı bir şeymiş... Metafizik kafamızın ürünü bu,
biliyorum. Kurtulamı-yoruz, koşullanmışız. Niye olanak dışı olsun?.. Hem nasıl
duyacağım olacağını olmayacağını?.. Boş şey... Seni seviyorum... Uff, şarap
dokundu biraz...
Günsel gülerek sustu. Kenan kalktı, Günsel'i almak, kucaklamak, öpmek
istiyordu...
— Ne olursun otur... Yine şiir karıştırma!.. Konuşmak istiyorum sadece, seninle
karşılıklı olmak istiyorum.
Kenan bir an durdu ayakta, öylece baktı kıza, sonra ağırca oturdu yerine.
— Şimdi dinle beni. Kıskanıyorum seni karından... İçtenlikle konuşuyorum işte...
Sen Sermet diye tutturuyorsun... Ne ki Sermet?.. Oysa ki -adını söylemek
istemiyorum- o... Bana yaklaşman bile ona benzememle oldu. Bak ne diyeceğim
şimdi... Uff, dur biraz... Başım döndü... Darılmıyorsun bana değil mi?
Bardağın sonuna kadar içti. Kenan hiçbir şey diyemeden kalmış gibiydi. Günsel
aldı yine,
— Sakın yanıltmasın bunlar seni... Kıskançlık çözüm değil... Yolumuzu çizmeliyiz
biz seninle... Bak, sarhoş gibiyim, yine söylüyorum işte... Zorlamalara
kalkma... Belki kolay olmayacak bu iş... Bir tek bağ değil... Anlayacağım seni,
sabırla bekleyeceğim... Seni hiç kırmak istemem... Bak görürsün. Ufff, hadi sen
de konuş... Çenem açıldı benim. Zorunlu değil karın olmam... Senininim ben...
Günsel yine içti...
Öyle bir durgunluk çökmüştü ki Kenan'ın üstüne, ağzını açmaya gücü yoktu.
Uykusuzluk, yorgunluklar, heyecanlar, korkular, mutluluklar, sonra Günsel'in bu
yepyeni konuşması deli etmişti Kenan'ı. Bir tek şey geliyordu aklına, kucaklayıp
öpmek, 245 sıkmak kollarında Günsel'i. Ona da izin yok!
— Bırakmayacağım seni bu gece... dedi Günsel. Ne yapalım? Hep ben mi
bekleyeceğim?.. İlk gecemiz bu... Teyzem de beklesin... Herkes beklesin biraz...
Biz o kadar bekleyeceğiz. Beklemek... Hep beklem... Uff, uykum var benim... İyi
oldu, hiç konuşma sen... Yatalım artık...
Günsel gözleri kapalı kalktı sallanarak... Kenan da kalktı hemen, kolunu sırtına
dayadı Günsel'in, ağır ağır yatak odasına girdiler. Salondan gelen ışıkla
alacakaranlıktı oda. Günsel uyumuş gibiydi. Kenan yeşil kazağını çıkardı
uyandırmadan. Eteğini çıkardı, Günsel'i usulca yatırdı. Sutyen, kiloda
uzanıvermiş kıza istekle baktı. Zorla tuttu kendini. Kıyamazdı. Üşür mü?..
Kollarımda tutarım hep. Üşütmem. Günsel'in yanına uzandı, yorganı çekti
üstlerine, sonra usulca kaldırdı Günsel'in yastığın-daki dağınık saçlı başını,
koluna aldı. Öylece kaldı bir süre. Günsel'in soluk alışlarını dinledi, tertemiz
çocuksu yüzüne baktı uzun uzun. Sonra gözleri kapandı onun da. Günsel karanlıkta
gözlerini açınca irkildi birden. Yanında biri vardı... Bir erkekle... Mutluluk
korkuyu bastırdı birden. Kenan baygın gibi uyuyordu. Ağır ağır inip kalkan
göğsü, soluğu... Ayrıntıları toparlamaya çalıştı kafasında. Beceremedi.
Uyandırmaktan çekinerek yüzünü yaklaştırdı Kenan'a, yine daldı. Gözlerini
yeniden açınca Kenan vardı karşısında. Çıplak göğsü, ıslak taranmış saçları,
sürekli üzgün görünen yeşil gözleri ile Kenan. Yanına ilişmiş, eğilmiş Günsel'e.
Yavaşça kollarını uzatıp boynuna sarıldı Kenan'ın. Daha ilk öpücükle,
yeni çılgınlığa düştüler. Gün başladı. Günsel tuvaletten çıkıp da saçlarını
firketelerle tuttururken Kenan giyinip karyolaya oturmuş, dalgın duruyordu.
Uyanır gibi baktı kıza;
— Uzun uzun ayrıntılarına kadar her şeyi konuşacağız seninle Günsel, ancak sen
bir çözüm getirebilirsin... Birlikte...
Günsel gülerek kesti:
— Konuştuk ya... Akşam söyledim ben her şeyi... Yoksa beni sarhoş mu sandın?
Yalandı o... Sarhoş numarası yaptım sana... Konuşmak için iyi oluyor... Dinleyen
de saçmalıyor der nasıl olsa!..
Günsel saçlarını tutturmaya çalışırken alaycı gülüyordu. Kenan küskünlükle
bakıyordu sanki. Günsel birden yaklaştı, dizine oturdu, ufacık öpücükler
gezdirmeye başladı Kenan'ın yüzünde.
— Konuşacağız canım, dedi.
Birden irkilerek kalktılar. Kapının cırtlak zili çalıyordu. Günsel gerçekten de
korkmuştu önce, sonra alaycı bir gülüşle:
— Basıldık, dedi.
Kenan kalktı, ağır ağır kapıya gidip açtı. Günsel de ardı sıra gitmiş,
görünmeden dinlemeye başlamıştı. Kapıcıydı herhalde.
— Kenan Bey sizsiniz değil mi? Aşağıda arabada Rasim Bey bekliyor sizi...
Kenan kapıcıyı savdı, kapadı kapıyı. Döndü. Günsel'le karşılıklı durmuş, bir şey
demeden bakıyorlardı birbirlerine. Çirkin bir gonk sesiyle tatlı bir düşten
uyanmışlardı. Önce Günsel toparlandı.
— Zaten çıkmamız gerekti... Saat sekiz...
Kenan, Rasim'in niye geldiğini kestiriyordu aşağı yukarı. Gece gitmeyince
Nermin...
— Peki, öğleden sonra telefon et bana!
Günsel ses çıkarmadı. Kenan cekeüni aldı yatak odasından, giyindi. Paltosunu
giyerken Günsel yardımcı olmak istedi, bırakmadı. Günsel'e baktı, kucakladı
birden, öptü. İlk gecenin sabahında Rasim'le karşılaşmaları geldi aklına.
— Haksız mıymışım bu herife sövmekle? İsteksiz güldü, tekrar öptü Günsel'i.
— Bir sabahımızı bile çok gördüler... Ara beni. Benim biricik kadınım...
Günsel durmuş, içinde biriken acıyı örtmek içinmiş gibi gülümseyerek bakıyordu.
Kenan çıktı, yavaşça çekti kapıyı. Günsel bir süre gözlerini ayıramadı kapıdan.
Sonra ayılır gibi bakındı. Sessizlik ürkütücü geldi birden. Korkmuş gibiydi.
Neresi burası? Kenan da yok. Kapıya gitti, kuruntulu gibi yokladı; kapalıydı.
Uyardı kendini. Ne var korkacak? Biliyordu bunun korku olmadığını. Bu kadar
tabansız mıyım ben? Parmak kadar kızlar dağ başlarında gerillacılık yapıyor!..
Aman, ne de yakıştı burada şimdi? Benzetme de böyle olur! Ne benzetmesi be!..
Akşamdan kalan masayı toparladı. Kirli tabaklan, çatalları, bardakları mutfağa
taşıdı. Kalan yiyecekleri dolaba koydu, şofbeni yaktı. Bulaşıkları yıkamaya
başladı. Dalıp gitti işe bir ara. Daha küçükken ev işlerinde yardıma
alıştırılmıştı. Teyzesine de yardımcı olurdu çoğu kez. İşte burası da benim
evim. Yeni evimiz. Şimdi ner-deyse Kenan gelir, yemeği yetiştirmeli!.. Ah seni
küçük-burju-va!. Biraz dizginler gevşedi mi özlemin sırıtıveriyor hemen!..
Saçma!.. Ne var bunda küçük-burjuvalık! İşçi, devrimci karı kocalar başka türlü
mü?.. Lenin'in karısı bulaşık yıkamadı mı, yemeğe beklemedi mi kocasını?.. Asıl
küçük-burjuvalık bütün bunlara tepeden bakıyor görünüp... Ne aptalsın! Senin mi
bu ev?.. Kenan'ı da alıp götürdüler. Evi var onun. Karısı var! Sen onun...
Tabağı vurup kırmak geldi içinden. Metres sözü kadar tiksindiği pek az şey
vardı. Burjuvalar gibi!.. Hem de en çirkef yanları... Salona geçti. İçinde
sürekli kımıldayan bir acıyla bakınmaya başladı her yana. Tül perdeler,
koltuklar, lambalar, Re-noir'ın çıplak kadınları, ilerdeki yatak odası, buz
gibiydi hepsi. Ağlamak geliyordu içinden. Gülünç şey!.. Biliyorum gülünç oldu
ğunu. Koltuğa çöktü. Tutamıyordu kendini, boğazında bir Şeyler düğümleniyor,
hıçkıracak gibi oluyordu. Kızıyor, bu an-
lamsızlığa başkaldırmak istiyor, gülmeye çalışıyor, beceremiyor, o zaman daha
çok bunalıma düşüyordu. Birden fırladı, banyoya koştu, lavaboda yüzünü yıkamaya
başladı. Ilık duş geldi aklına; hem vakit yoktu, hem de soyunmaktan korkuyordu
sanki. Bol bol yüzüne çarptığı soğuk su sinirlerini biraz yatıştırmıştı. İyice
kurulandı, aynaya baktı, saçlarını taradı. Çıkacağı sıra, akşam yıkayıp kuruması
için radyatöre bıraktığı örtü ilişti gözüne, önce ürkmüş gibi başını çevirdi;
çabucak çıkmak istedi banyodan. Sonra birden kararlı durdu, dönüp baktı örtüye.
Uzandı, kurumuştu. Çekip aldı, yatak odasına geçti. Oda dağınıktı. Aynı kaçma
içgüdüsüne orda da direndi. Durup baktı bir an. Örtüyü serdi. Yatağı, odayı
düzeltti. Sonra ağır ağır çıktı evden...
XIV
Kenan merdivenlerden inerken tasarlamıştı Rasim'le neyi, nasıl konuşacağını.
Biraz da iyi oldu bu. Ayrılma işinde yardımını sağlarım belki de... Nermin'i son
günlerde sever görünüyor ya... Onun sevgisine!.. Yardımını esirgemez benden...
Rasim arabada, gözü kapıdaydı. Kenan'ı görünce alaylı güldü. Kenan dolaştı
arabanın ardından, kapıyı açtı, yanına geçti Ra-sim'in.
— Böyle azgınlığı teneşir bile paklamaz ulan!.. Konuşurken gülmüyordu. Yüzünde
üzgün denecek bir gerginlik vardı. Rasim'de çok az rastlanır. Kenan sigara
yaktı.
— Bana ver onu.
Kenan yanık sigarayı Rasim'in ağzına iliştirdi. Kendi başka yaktı. Rasim
Teşvikiye'den Maçka'ya doğru sürmeye başlamıştı.
— Yalan söylemekten anam şey oldu benim de... Ama artık yutmuyor Nermin...
Bir süre daha sustular. Rasim yine aldı:
— Bütün gece deliye döndü kız!
Kenan sigarasını çekti, dumanı bıraktı uzun uzun, sonra yavaşça:
— Artık dönmez deliye, dedi. Bir kez akıllı davransın yeter... Rasim bu belirsiz
sözden bir şey çıkaramamış gibi sustu. Oy-
25Q sa ki apaçık bir şeyler bildiği... Tilkilik ediyor aklınca...
— Nermin'den akıllı karı olur mu be?.. Bütün akılsızlığı senin gibi
hıyarağasını sevmesi zavallının.
— Akıllılık edip vazgeçsin bu sevgiden. Bir sessizlik oldu. Kenan yavaşça
ekledi:
— Yürümeyecek!
Rasim dönüp bir baktı, anlamamış mıydı, yoksa bilmez anlamaz oyununda mıydı?..
— Ne demek o? Kenan birden açıkladı.
— Ayrılacağız.
Rasim yavaşça durdurdu arabayı. Maçka yolunun sağına çekti. Bağladı... Dönüp
baktı Kenan'a.
— Ne dedin? Anlamadım?
Kenan da dönmüştü ona. Bir süre baktı, sonra kesinlikle:
— Ayrılacağım diyorum Nermin'den...
Rasim, Kenan'ı inceliyormuş gibi baktı baktı, sonra ciddi:
— Hiç karşı koyma, dedi. Seni bizim Nami'ye götüreceğim şimdi...
Sonra arabayı sürmeye davrandı.
— Kim Nami?..
Rasim yeniden döndü Kenan'a:
— Ruh ve sinir uzmanı. Aslında seni zırdelilere bakan bir akliyeci görmeli ya!
Kenan aldırmadı.
— Bırak bu şaklabanlığı, dedi. Kararım kesin. Çaban boşuna
olur...
Rasim karşılık vermeden baktı yine. Sonra birden işin alayın -daymış gibi,
— Yoksa, dedi. Karıya mı tutuldun?
Karıya tutulma sözü, Rasim'in deyişi batmıştı Kenan'a. Sustu. Rasim bu
sessizliği kendince yorumlamıştı; gülmeye başladı. Önce biraz sinirli, biraz da
zoraki başlayan bu gülme gittikçe yükseldi. Kahkahalarla gülüyordu. Yolun
kıyısında duran araba 251 içinde gülen bir adam, gülmeden sinirli sinirli sağa
sola bakan bir adam yoldan geçenlerin de ilgisini çekiyordu.
— Sür şu arabayı.
Rasim aldırmadı. Gülmesini zor tutuyordu.
— Eşşeklik bende ama... Bilmeliydim senin gibi hebenneka -nın tuzağa düşü
vereceğini. Çaylak herif... Hay Allah...
Rasim kendini alamıyor, Kenan'a bakıp bakıp gülüyordu. Kenan bozulmuştu.
— Bana bak Rasim, sıçtırma ağzına şimdi... Sür şunu! Rasim zorla tutmaya çalıştı
kendini...
— Haklısın... Neyse...
Rasim birden ciddileşti, sıcak ilgi gösterme çabasıyla,
— Bak Kenancığım, dedi. Olur böyle şeyler, başından ilk kez geçtiği için... Daha
çok toysun. Herkese olur bu... Ver şu sigarayı. Evde bırakmışım...
Sigarayı alıp yaktı. Sonra ciddi durdu bir an, Kenan'a döndü.
— Çoğaltacaksın, dedi. Başka çaresi yok. Daha doğrusu bir tek çok basit çaresi
var. Bak anacığım, hemen tepinmeye kalkma. Dünya güzeli görünüyor sana biliyorum
şimdi. Ama ikinciyi, üçüncüyü, dördüncüyü tattın mı, gözlerindeki perde kalkı-
verir. Bak ben seni bir yere götüreceğim, gör kadınları.
— Kapat ulan, kapat diyorum!
Kenan öylesine bağırmıştı ki Rasim ürktü birden. Kenan'ın ateş saçar gibi
açılmış gözleri, gergin suraü, atılacakmış gibi öne cğik göğsü Rasim'i iyice
şaşırtmıştı. Korkmuştu da. Öylece bakıştılar bir an. Rasim kendini anlayışlı
göstermekle görevli sayı-
yormuş gibi yavaşça döndü, arabayı sürdü. Yine de tutamadı kendini.
— Biraz daha çabala, tam Lombrozo'nun katillerine döneceksin...
Bir süre sessiz gittiler. Dolmabahçe'ye iniyorlardı. Lombro-zo mu? Nerden çıktı
bu? Hukuka gitti ya bir süre!.. 252 — Kim bu kadın?
Kenan karşılık vermedi. Zaten bütün sinirleri allak bullaktı. Ne kadar az
konuşsa o kadar iyi... Bugün bir sonuç alınmaz bu heriften.
— Kim bu kadın dedim?
Kenan bir süre daha sustu. Duramadı yine de.
— Senin için önemli olan Nermin'le yaşamayacağım. Yokuşu inmişler, stadyuma
dönüyorlardı ki Rasim yine yavaşça arabayı yolun kıyısına bağladı:
— Bunun bir nedeni olmalı Kenan... Tepemi attırma benim... Başkasıyla yattın
diye karı boşanmaz... Hem de Nermin!..
Kenan aldırmıyormuş gibi ileri bakıp susuyordu. Rasim sesini yumuşatmaya
çalıştı.
— Yine yardımcı olmak isterim sana, ama benim de bilmem
gerek.
Kenan döndü, kararsız baktı bir süre. Rasim ağzından çıkacak sözü bekliyordu
sanki.
— Anlayamazsın ki söylesem, dedi. Anlayabilsen yapmazdın...
— Ne demek bunlar? Anlayacak şey söylemiyorsun ki... Ne yapmazdım?
Kenan ne diyeceğini bilemeden kaldı bir süre. Boşu boşuna çene yor bu herife...
Yine de açıklamak gereğini duydu.
— Vatan Cephesi'ne sen yazdırmadın mı Nermin'i?
— Demek söyledi!..
Bir sessizlik oldu önce, Rasim birden toparlandı.
— E, ne olmuş?
Kenan baktı bir süre.
— Dedim ya anlayamazsın...
— Kızın ne suçu var, ben girdim beynine... Beni boşa!.. Kenan soğuk bir sesle:
— Suçlu saymıyorum seni, dedi. Kimin ne olduğu çıktı ortaya... Teşekkür bile
gerek sana.
Rasim'in yüzü değişti birden; başkaldırmayla, küçümsemey- 253 le dolu bir
bakışla:
— Sende şu kadar akıl varsa havlarım ben, dedi. Vatan Cephesi imiş. Sıçmışım
Vatan Cephelerine... Manyak pezevenkler tutturmuşlar bir Vatan Cephesi. Bizi de
alın dedik... Ne olmuş bir imza verdik diye?.. Ağzına sıçayım hepsinin... Sen de
bir başka deli... G... mü istiyorlar ulan senden?
Kenan gözlerini dikti Rasim'e, tükürür gibi bir sesle:
— En değerli yerini istiyorlar eşşek herif, dedi... Kafanı istiyorlar. Nerden
bileceksin bunu sen?.. Kafan yok ki...
Düşmanca bakıştılar bir süre, sonra Rasim döndü, arabayı sürerken,
— Sevsinler senin kafanı, dedi... Benden paso, yürüt bakalım işlerini kendi
kafanla... Sana değil, Nermin'e yardım etmem gerek... O ki kızcağız benim
yüzümden...
Sonunu tamamlamadan sustu. Kabataş'a doğru gidiyorlardı.
— Öteki olanları da söyledi mi bari? Kenan döndü baktı...
— Ne olanı? Rasim bir süre sustu.
— Ağbisinin geldiğini, annesine, Nermin'e etmeye kalkıştıklarını!..
Kenan şaşırmıştı. Ne diyor bu herif? Belki de yine bir oyunu... Bir şeyler
uyduruyor, aklınca beni... Bana ne!..
— Duymadım... Neymiş o?
— Sen duyma diye çok diretti Nermin... Bir gün açacaktım hani sana, beyimizin
keyfî bozulmasın dedik...
Sonra sustu. Kenan iyice meraktaydı, sormuyordu yine de.
— O hırt Selim duymuş Alemdağ'daki toprağın satıldığını... Gelmiş Melahat
Hanım'a tabanca çekmiş... Size gelip Nermin'e baskı yapmaya kalkmış... Nermin
kovmuş evden. Daha bir sürü şey... Oğlan tam çirkef... Ankara'da öğrendim,
arkasını öyle yerlere dayamış ki! Daha doğrusu öyle yerlere pezevenklik ediyor
ki...
Rasim durdu, şöyle bir baktı Kenan'a, sanki içinden geçeni
anlamış gibi alaylı tamamladı:
— ... Benim pezevenkliğimin gücü yetmez!
Kenan umursamamıştı pek. İt dişi domuz derisi derler Anadolu'da... Ne bok
yerlerse yesinler...
— Daha bitmedi... Oğlan mahkemeye başvurup anasının bunadığını, hacir altına
alınmasını istedi... El altından da annemin mallarını eniştem komünisüere yardım
için kullanıyor diye veryansın ediyor... Bir gün kitabevini polis basıp da
aramaya kalkarsa şaşma!
Kenan bir sigara yaktı. Karaköy'e gelmişlerdi. Sıkılmaya başlamıştı. Bilemezsin
ki ne kadarı doğru. Belki de beni yıldırmak ya da yumuşatmak için atıyor
hergele. Herifte oyun, düzen tonla... Rasim, Kenan'daki sallantıyı sezmiş gibi
üstelemeye başladı.
— Zavallıların bir tek güvencesi sensin... Sen de vur tekmeyi bakalım... Bir de
insanlıktan, vicdandan söz açarsınız... Sizin Bolşevik vicdan bu demek? Bu
alçaklığımla ben yapamam! Nermin gibi bir kıza... Kim bilir belki de sen haber
vermişsindir Se-lim'e... Kışkırtmak için... Boğuşsun varlıklılar!.. Bolşevik
kafası değil mi?
Kenan birden kesti:
— İneyim ben burda...
— Emöninü'nde inersin... Unkapanı'na döneceğim.
Artık konuşmadılar. Eminönü'nde indi Kenan. Buz gibi ayrıldılar.
Mısırçarşısı'ndan geçti. İşyerlerine, gelip geçenlere baktı bir süre. Ağır ağır
yürüyordu. Rasim'in anlatuklarını düşün-
dü Nermin'i düşündü. Aklına hep Rasim'in evin anahtarını is-teyiverme olasılığı
takılıyordu. Ne yaparız sonra Günsel'le bu kışta? Günsel!.. Bütün bedenini saran
bir istekle ürperdi. Yeni evlendiği günlerdeki gibi tıpkı. Zorlamalara
kalkmayacağız diyor. Peki, nasıl çıkacağız işin içinden? Kitabevine gidip
gitmemek için karara varamıyordu bir türlü. Gitmeyip ne yapacağım? Günsel'le
konuşup bir plan çizmeden ne yapsam yanlış olur. Hem bugün arayacak beni.
Kararlı yürüdü.
Kitabevine girdiğinde Burak gözü kapıda öylece duruyordu. Kenan'ı görünce
heyecanlandı. Tedirginlikle gözlerini kaçırı-yordu Kenan'dan. Belli ki evdeki
dırıltıyı sezinlemişlerdi. Matmazel, o her vakitki sırıtık bakışı ile kalktı
masadan.
— Nermin Hanım gelir gelmez aramanızı söyledi... Kenan ses çıkarmadı. Aslında
yapılacak bir sürü de iş vardı.
Yeni kitaplar almışlardı satış için. Kitap yazarı bir doçent ikide bir uğrayıp
hesap istiyor, ödeme bekliyordu. Geçen aylardan takıntılar vardı bir sürü.
Matmazel yapıyordu işleri ya, ödemenin kesinleşmesi Kenan'ın inceleyip
onaylamasına bağlı idi. Birçok hesap öylece duruyordu. Bazıları kitaplarını
çekip almak, başka kitapçılara vermekten söz etmişler Burak'a. Kenan'ı çoktandır
görebildikleri yoktu ki. Akşamüstleri -yazarlar bu saatte uğrarlardı çoğu- Kenan
çekip gidiyor, her iş Burak'a kalıyordu. Bereket oğlan namuslu idi. Bütün
hesapları doğru görünüyordu. Akşamlan kasayı bile o kapatıyor, ertesi günü
veriyordu Kenan'a. Doğru mu veriyor? Nerden sayarsın bu kadar kitabı? Doğrudur
herhalde!.. Telefon çaldı. Matmazel baktı...
— Evet hanımefendi, geldi... Kenan Bey! Nermin Hanım...
Önce kaçmak geldi içinden Kenan'ın. Kadının uzattığı telefona baktı. Bir süre
durdu. Matmazel başını deftere gömmüştü, belli ki dinliyordu. Üstünde öyle bir
ağırlık var ki Kenan'ın...
— Efendim!..
İç çekişe benzer bir şey, sonra Nermin'in titrekliğini önlemeye çalıştığı yorgun
sesi.
— Rica ediyorum bir şey söyle... Bir şey söyle bana... Kenan durdu bir süre.
— Ne var ki? Biliyorsun, söyledim her şeyi...
— Öldürmek mi istiyorsun beni?
Bir sessizlik, sonra hıçkırığa benzer bir ses:
— Her şeyi yapmakta özgürsün Kenan.
256 Belli ki hıçkırığını tutmaya çalışıyordu Nermin. Bitkin bir ses,
gittikçe azalan bir ses duyulmaya başladı...
— ... Akşamları evine gel... Yalvarıyorum sana... Gel akşamları! Benim için
gelme, Zeynep için... Söz veriyorum, odanda yalnız bırakacağım seni... Gözüne
batmayacağım...
Sonunu tamamlayamamıştı belli ki... Hıçkırıklarını duyurmamak için ağızlığı
kapatmış olmalıydı... Yavruna dön!
Al bir Arap filmi... Kenan bir an durdu. Ne diyeceğini bilemiyordu. Karşıda
sinsi kan defterleri işliyor!..
— Akşama doğru ararım seni!..
Bir süre bekledi. Nermin bir şey demiyordu. Usulca kapattı telefonu. Koltuğa
çöktü. Bağırmak, herkese sövüp saymak, kırıp dökmek geliyordu içinden. Başına
bir ağrı oturmuştu. Ağzı zehir gibiydi. Aç karnına üst üste içtiği
sigaralardandı. Öldürmek mi istiyorsun beni? Ben neden öldüreyim... Ama kendisi
ölebilir insan! Hep ölür zaten insanlar... Kadınlar da... Nermin ölse... En iyi,
en soylu, en keskin, en sorumsuz kurtuluş... Kendiliğinden ölüvermesi... Birden
ayağa fırladı. Gerçekten de ölmesini istiyordu Nermin'in... Ağlarım bile... Ne
pis, ne saçma şeylere gidiyor insanın kafası... Ne pis, ne de saçma! Basbayağı
doğru...
— Bir aspirin var mı yanınızda?
— Vereyim...
Her vakit aspirin bulundururdu Matmazel!.. Çıkardı, verdi.
— Açsanız, ekşime yapar... Sizin mideniz de...
Sana ne benim midemden eşşoğlueşşek... Aspirini atıverdi masa üstüne, aşağı
indi. Burak bir gence kitap gösteriyordu. Günsel ne yapıyordur; saat on bire
geliyor... Nasıldı dün gece?
Fakültededir şimdi. Öğleden sonra... Solunda, kalçasına yakın minicik benler.
— Ağbiciğim merhaba...
Kenan döndü. Kapıda, -kimdi bu?- birden adını çıkaramadı. Şu Akşam'da
çalışıyordu hani, o gece hep birlikte... Engin Er-bil...
— Merhaba Engin Bey, buyrun... 257
Kenan'ın elini uzun uzun sıktı. Gözlerini kırpıştırarak gülüyor... Nerden çıktı
bu şimdi? Arayınca bulunmaz...
— Çoktandır uğrayacağım... Hep aklımdasınız... İstanbul'a girmek yasak oldu
bize!.. Anadolu'da gezilerdeyiz.
— Buyur yukarı... Oturalım biraz... Bir kahve...
— Sağ ol ağbiciğim... Gazetede bekliyorlar... Akşama Ankara'ya gidiyorum yine...
Ayaküstü uğrayayım hiç olmazsa dedim...
— Sağ olun, iyi ettiniz ama, oturup bir konuşsaydık...
— Uğrayacağım ağbicim, söz...
— Nasıl gidiyor?
— Vallahi ne diyeyim!.. Kaynıyor her yan ki bildiğiniz gibi değil... Bakalım
neye varır?..
Ayaküstü, Uşak, Adana, Konya olaylarını anlattı kısaca. Çoğu gazetelerde
çıkmışa. Ne haberler vardır bu oğlanda daha. Bütün kulis bunlarda. Her yan
kaynıyor. Çıplak uyudu kolla-nmda. İnanılır şey değil, Konya'da halka gaz
bombaları... Çırılçıplak duşun altında... Kaçta çıktı evden?
— Peki nereye varacak dersiniz sonu?
— Daha onu bilen yok ağbi... Allah sonumuzu iyi etsin... Hoş, ne olsa bundan
iyidir ya... Siz nasılsınız? Yahu o geceyi hiç unutmuyorum. Döneyim de yine
bir...
— Kenan Bey, telefon...
Matmazel'di. Engin sözünü kesip baktı Matmazel'e. Sonra izin istedi. Kenan
yukarı koştu.
— Kim?
— Söylemedi. Nermin Hanım galiba!..
— Efendim...
Günsel'di. Matmazel evrakları toparlıyor, çıkmaya hazırlanıyordu...
— Bir dakika bekler misin? dedi Kenan. Telefonu kapatıp Matmazel'e baktı.
— Bir diyeceğin var mı bana?
Çek git demekti bu... Kadın bir-iki fatura koydu masaya.
— Buna bir bakın... Ötekiler de çekmecede. Yann tamamlarım listeyi... Muhasebe
kitabının ikinci baskısı için de...
Hay senin muhasebe kitabından. Karı kasıtlı uzatıyor.
— Eksik olmayın Matmazel. Yann konuşuruz. Güle güle... Bir kovmadığı kalmıştı.
Ama pişkindi o... Sırıtarak selam verip indi. Kenan telefonu açtı.
— Kusura bakma canım, anladın değil mi?.. Söyle!.. Dün geceden sonra!.. Haklı...
Günsel, Rasim'i merak etmişti. Ne konuşmuşlar.
— Burada olmaz canım... Akşam kaçta?
Bu akşam mutlaka çok erken gitmem gerek diyordu Günsel...
— Biraz erken çıkamaz mısın?
Günsel sustu bir süre. Düşünüyordu, bir şey diyemiyordu. Sonra bir dakika izin
istedi. Kenan epeyi bekledi. Soluk soluğa geldi.
— Oldu, dedi. Dörtte fakültenin kapısından al beni... Burak bir gün öncenin
hesaplarını verdi. Yemeğe çıkmadı
Kenan. Bir şişe süt getirtip içti. Faturalara, ödemelere, giren çıkan kitap
listelerine baktı. Üçü geçiyordu, Burak'a gerekli şeyleri söyleyip ayrıldı.
Acıkmıştı iyice. Beyazıt'a dolmuşla çıktı. Önce lokantada bir yemek... Biraz
daha beklesem mi? Belki Günsel'de... Şehzadebaşı'na doğru yürüdü, gezindi. Dörde
beş kala kapıdaydı. Günsel koşarak indi merdivenlerden; solgun gibiydi.
_- Neyin var?
Gülüyordu...
.__Hiçbir şeyim!.. O kadar iyiyim ki!..
__Ben bir şey yemedim öğlende. Kumkapı'ya inelim, bir lokanta var yol üstü...
Sonra gülerek ekledi.
— Bugün bendeniz... Bir arabaya adayalım, vakit geçmesin. 259
•— En geç altıda çıkmalıyım yalnız...
Hiç kimse yoktu lokantada. Pencere dibinde bir masaya oturdular. Yemek isteği de
kalmamıştı Kenan'da. Konuşacağı şevlerin tedirginliği çökmüştü üstüne. Mezeye
benzer yiyecekler, iki duble rakı getirttiler. Balık söylediler. Kenan bir
şeyler yedi ağır ağır, sonra anlatmaya başladı. Anlattı, anlattı... Günsel hiç
kesmeden dinliyordu. Kenan en küçük ayrıntılara giriyordu bazı, Nermin'le nasıl
tanıştıklarını, soyunu sopunu, Konya'daki yaşamlarını, çocuklarını, birbirlerine
nasıl davrandıklarını Nermin'i aldatıp söylemesini, sonra İstanbul'a
gelişlerini, Nermin'in öğretmenliği bırakmasını, annesi ile ilişkilerini, işsiz
kalışını, kitabevini kurmalarını da anlattı. Sustu. Sigara yaktılar. Sessiz
dalgın durdular bir süre. Günsel düşünüyordu. Kenan en güvendiği yargıcın
ağzından çıkacak sözü bekliyordu sabırsızlıkla. Bir süre daha suskun kaldılar.
Sonra Günsel ağır ağır,
— Bak canım, dedi. Böyle bireysel bir sorun için savaşa giremeyiz daha... Güçlü
değiliz yeteri kadar. Bu kadın bırakmayacak seni...
Dalgın durdu bir süre...
— Hem haklı da kendince... Neyse... Bırakmayacak. Söylüyor da... Ne
yapabiliriz? Sabırla beklemek var. Ta ki anlasın bu 'Şİn olmayacağını...
Anlayabilirse!.. Kurtulabilsen umurumda değil aslında. Ben çalışıyorum. Bizim
evde olur giderdi şimdilik... Okur, çeviri filan yapardın... Dinlenirdin bir
süre... Teyzem tedirginlik vermez. Ama...
Uzun uzun düşündü. Dalgın durdu. Sonra gülümseyerek
baktı Kenan'a.
— Bu denklem bu bilinenlerle çözülmez, dedi. Bekleyeceğiz...
Küçükten beri içinde yoğrulduğu ortam gerçekçi bir sağduyu kazandırmıştı. Uzandı
gülümseyerek Kenan'ın elini avuçları -
260 naaldı.
— En büyük dert bizim başımızda değil ya!.. Yapılacak o kadar çok iş var ki...
Direncimize bağlı bu da... Dayatan kazanacak... Kötü mü, bir sınavdan geçiyoruz
işte! Başanyla atlattık mı daha güvenli oluruz. Neyleydim! Ortaya çıkmaktan
kaçacağız bir süre... Yeraltı çalışacağız!
Acılıkla gülümsedi:
— Türkiye bu! Bütün güzel şeyler yeraltında!
Sımsıcak dudaklarını avuçlarında gezdirdi Kenan'ın, büyük bir istek uyandırdı
içinde. Eskisi gibi değildi. Başka bir şey vardı bu öpücüklerde artık... Kadınım
bu, benim... Niye koşarak evimize gitmiyoruz? Niye hemen... Günsel anlamış gibi
bıraktı elini, sigara arandı. O da aynı duygularla doluvermişti besbelli. Yirmi
dört saat dolmadı daha birbirimizin olalı...
— Adam biraz yumuşamış görünüyor. Vizeyi alabilsem tez'-den, haziranda
bitirirdim. Daha bir sağlam olurum kitaplıkta da...
Kenan ses çıkarmadı. Ortalık iyice kararmıştı. Şimdi nerdey-se kalkacağız. Peki
sen nasıl...
— Biricik kadınımsın sen benim. Akşamki sözlerini düşündüm de... Sakın kendini
öyle bunalımlardan. Hiçbir ilişkimiz kalmadığını doğrulamaya gideceğim
Nermin'e... Umudu kalmamalı! Bana bak. Dimdik bak... Gözlerini kaçırma...
Sevdiğime yalan söylemem. Karım filan değil o benim... Benim bir kadınım var...
Anla beni ki güçlü olayım...
Elini alıp öptü Günsel'in. Günsel alaycı gülüyordu sanki,
— Bırak bu romantikliği birtanem, dedi. Bebek değilim ben... Hem açmayalım da
bu konuyu. Boş ver bunalımlarımı-
za. •• Üstünde durma artık; sıkıntıya düşersin, ben de yıkılırım. İnsan içinde
bulunduğu ortama göre insandır. Koşullar bu!.. Ne yapalım... Seviyorum seni...
Yazık ki o da karın. Şimdi dinle beni..-
Çeşidi fakültelerde öğrenciler arasında gelişmelerden açtı uzun uzun. Gruplar
vardı. Hocalar arasında da eğilimler vardı, şu ya da bu gruba... CHP'liler bir
şeyler yapmak istiyorlardı. Ya- 261 rın bir toplantı olacaktı. Çekingen
davranmasalar biraz... Kenan dinler görünüyordu. Aklı başka şeylerdeydi oysa.
Bana inanmadı galiba... Karın senin diyor. Niye anlamıyor bu kız beni... Demek
benim içtenliğimden kuşkusu... Belki o da Sermet'le... — Ooooo altıyı geçmiş.
Kalkalım canım... Lokanta kalabalıklaşmıştı. Çabucak çıktılar. Günsel geç
kaldığına bayağı üzgündü. Kenan diretmesine bakmadan, birlikte sürelerini
kısaltacağı için biraz da istemeyerek bir taksi çevirdi. Aksaray'da indiler.
Günsel ayrıldı. Yarın arayacaktı. Kenan ne yapacağını bilmez gibi kaldı bir an.
Saat yediye geliyordu. Kita-bevine mi gitsem. Peki sonra... Saraçhane'ye doğru
yürüdü. Kararsızdı. Günsel'in konuşmasından beri de kırgın, üzgündü biraz.
İnanmıyor bana... Nermin'e haklı diyor... Ne demek bu? Romantiklik... Benim
kadar gerçekçi olabilir misin sen? Minicik kız kalkmış bana... Bütün duygularına
kafa tutuyor bu kız. Belki de duygusu yok. Eşşek budala, sende yok duygu...
Hıyarağası... Şişli dolmuşuna aüayıverdi. Kafası yine bulanmıştı. Karışık
duygulardan kurtulunca bir tek şey, bir tek istek, Günsel sarıve-riyordu her
yanını. Giderek bir ara delice şeyler geçti kafasından; arabaya adayıp evine
gitmek... Günsel'i yalvarıp almak, Teşvikiye'ye gidip kapanmak. Dün geceyi
yaşamak yeniden... Bencilim... Günsel beni öyle iyi tanıdı ki... Niye seviyor
beni?.. Seviyor mu?.. Peki nasıl bekleyelim diyebiliyor? Ne yapacağız bekle-
meyip de? Nermin işini bitirmeliyim. Bana düşer bu. Ne desin kız?.. Ben
bekleyemem, hemen boşa kannı? Nasıl bağlarlar bizi böyle kıskıvrak? Apartmanın
kapısına gelince bütün düşünceler-
den sıyrılmak ister gibi durdu bir ara. Derin bir soluk aldı. Sağa sola baktı.
Bir yoğurtçu geçiyordu. Bir kadın çıktı karşı apartmandan. Bir adam geliyordu
sokağın başından. Kenan önce aldırmamıştı, sonra işkillendi. İçeri girdi. Kapıyı
kapattı. Otomatiği yakmadan bekledi. Sokağı gözetlemeye başladı. Adam ağır ağır
gelmiş, apartmanın kapısına bakmış, uzaklaşmıştı. Paltolu, 262 kaskeüi, gençten
biriydi. Kenan görünmemek için kapının kıyısındaki boşluğa kaymıştı. Biraz daha
bekledi. Sonra kapıya çıktı baktı. Adam yoktu. Tedirgin bakındı bir süre.
İzliyorlar demek. Hırsız da olabilir ya... Boyuna soygun oluyor yörede. Kim
bilir belki de... Amaaan... Ağır ağır çıktı merdivenleri. Anahtarı kapıya soktu,
içerde bir ayak sesi duydu hemen. Kapıyı açtı, Nermin karşısındaydı. Gözleri
kıpkırmızı, yüzü iyice solgun, ama yine de dik bakışlı... Direten, inatçı,
ortaya yeni çıkmış Nermin'di. Kenan durup baktı. Bir şey demedi. Öyle geliyordu
ki azıcık güçsüz görünüverse Nermin boynuna sarılacak, başını göğsüne dayayıp
hıçkıra hıçkıra ağlayacaktı. Zor tutuyordu kendini. Kırık bir sesle:
— Hoş geldin, dedi.
Kenan bir şey demedi önce, paltosunu çıkarırken yavaşça:
— Hoş bulduk, dedi.
Nermin bir şeyler daha diyecekmiş gibi dudaklarını kımıldattı. Sonra kısık bir
sesle:
— Teşekkür ederim, dedi.
Birden başını döndürüp içeri gitti. Zeynep odasından koşup geldi, babasına
sarıldı. Onda da tedirginlik vardı sanki. Bırakmak istemiyordu Kenan'ı. Yerli
yersiz sorular soruyordu. Konuşmasında, zorluyormuş gibi görünen aşırı
gülmelerinde belli bir sinirlilik vardı. Yemeğe oturdular. Kenan meyve yedi
biraz. Nermin üstelemedi. Hiçbir şeyde üstelemiyordu. Yalnız Zeynep'e
sinirlendi. Durup dururken huysuzluk ediyormuş!.. Hiçbir şey yememiş daha! Kenan
kalkıp salona geçti. Koltuğa oturdu. Olmayacak. Nasıl yürütürüm bu işi ben...
Hem de süresiz.
gir kitap çekti raftan. Şimdi Günsel... Bir daha konuşsam mı Nermin'le...
Boşuna... Kız saplantı içinde besbelli. Çekip gitsem burdan. Rasim'e yalvarsam,
o evi bana bıraksa! Günsel'le bir oraya... Nasıl yerleşir kız seninle oraya...
Bencil herif... Kız apaçık söyledi. Bu iş temizlenmeden olmayacak. Ölmek demişti
Nermin... Zavallı... Acıyor musun? Kendine acı... Sen öldürecek değilsin...
Üzülürüm. Gerçekten üzülürüm. Mutlu yıllarımız 263 oldu. Ne eşşek herifsin sen
be... Mutlu yıllar ha... Uyuduğun, uyuşturulduğun yıllar... Birden kalktı.
Deminden beri açmadan tuttuğu kitabı rafa bıraktı, salondan çıkü. Koridorda
tuvaletten çıkan Zeynep'le karşılaştı. Sarıldı yine çocuk. Beni sen yatır
babacığım, diye tutturdu. Binde bir yaptığı şeydi. Kenan kucağına aldı, öptü,
odasına götürdü. Kapıda bir daha kucaklayıp öptü...
— Çok yorgunum kızım, büyüdün artık, kendin yat bakayım...
Zeynep huysuzluğa başlayacaktı, Nermin geldi hemen, kızı odasına sokup kapıyı
kapattı, fiskos bir şeyler söyleyip susturdu. Kenan yatak odasına girmişti ki
Nermin'in ayak seslerini duydu koridorda. Buraya gelecek... Ya bana
yaklaşırsa... Günsel'in alaylı gülüşünü gördü birden. Belki de o da Sermet'le!..
İçine bir ağırlık çöküvermişti. Kapı açıldı, Nermin girdi. Kenan arkası dönük
duruyor, dönüp bakmaktan korkuyordu sanki...
— Affedersin, fırçamı buraya getirmiş Zeynep... Çabucak gitti, tuvalet masasının
üstündeki saç fırçasını, daha
bir-iki şeyi alıp çıkarken kırık dökük bir sesle:
— İyi geceler, dedi.
Kenan yatağın kıyısına ilişti. Bitkin, yorgun, çökmüş gibiydi. Bir işkenceye
başkaldınr gibi yerinden fırladı ayağa. Ne yapacağını bilmiyordu. Gülünç,
çirkin, anlamsız, dayanılmaz geliyordu her şey. Gardırobu açtı. Yalnız kendi
giysileri vardı. Nermi-ninkiler boşaltılmıştı. Şifonyer de öyle...Hem durulur
gibi oldu, hem daha büyük bir yalnızlığa düşüverdi bir anda. Hapsedilmişti
buraya... Tuvalet masası da boşaltılmıştı. Peki bu kız ne kadar
dayanabilecek? Onun sinirleri benden daha mı sağlam? Daha şimdiden bitkin.
Yeniden ayak seslerini duydu Nermin'in. Dinledi. Nermin tuvalete girip çıktı.
Koridordaki ilaç dolabını açtı. İlaçlar alındı kondu, arandı. Sonra yine
kapatıldı dolap. Mutfağa gitti, su doldurdu bir bardağa. İçti. Kenan heyecanla
izliyordu. Gecenin sessizliği içinde en ufak tıkırtı bile kimliğini sakla-264
yamadan yayılıveriyordu ortalığa. Zeynep'in odasına girdi. Bir süre sonra
kapının camındaki ışık söndü. Kenan durulmuştu biraz. Olayları yeniden
sıralamaya çalıştı kafasında. Çok yorgundu. Odaya gelmemesine öylesine
sevinmişti ki... Çok sevinmişti. Hem nasıl sevinmişti. Korkuyordun. Yaklaşsa
dayanamayacaktın ki... İstiyorsun kadını. Ben mi? Acımaktan başka bir şey yok
içimde. O da... Ölmesini istedim. Birden kalıverdi olduğu yerde. İlaç dolabından
ne aldı o? Yoksa... Suçlayacak gibi oldu kendini. Hiç doğal değil kızın durumu.
Yaparsa... Odadan çıktı yavaşça. Koridoru yaktı. İlaç dolabına gitti, açıp baktı
bir süre. Dolap karmakarışıktı. Zeynep'e verilen ateş düşürücü ilaçlar,
vitaminler, aspirin tüpleri... Tamam aspirin almıştı. Nezle damlaları, Zeynep'in
kuvvet, öksürük şurupları... Nymbutal... Uyku ilacı. Sonra ishale karşı... Geçen
yaz hastalanmıştı Zeynep de... Bir Nymbutal daha. Kuşkuyla bakmaya başladı.
Yoksa... Hemen açıp baktı, tüpün biri dolu, ötekinde birkaç tane kalmıştı. Ara
sıra alırdı Nermin. Peki şimdi?.. Haklı... Başka nasıl uyunabilir ki... Bir tane
aldı haptan. Dolabı kapattı.
XV
Günsel kendini olayların akışına bırakmıştı. Her günü, her saati dopdoluydu.
Zeytinburnu CHP Kadınlar Kongresi polisçe basılıp da itiş kakış arasında
teyzesinin ayağı incinince ev işleri de ona kalmıştı. Zaten güç sürüdüğü
romatizmalı ayağını uzun bir süre hiç oynatamadı kadıncağız. Handan
Cerrahpaşa'da hocalara gösterdi, film filan aldılar. Kimi çatlak var, alçıya
koyalım, dedi, kimi karşı çıktı; derken bir iyileşme görülmeye başlayınca
dinlenme, masaj, ilaç yeterli bulundu. Akşama kadar söylenip duruyordu yattığı
yerde:
— Başlarına gelecek var bu heriflerin göreceksiniz. Utanmadan üstümüze saldırdı
polisler. Bana baksana sen oğlum, demeye kalmadı, ayı gibi ayağıma bastı.
Her gün ezik, şiş ayağı merhemlerle ovalayan Handan belli etmemeye çalışarak
alayla gülüyordu.
— Peki o size ne dedi teyzeciğim, siz "oğlum" deyince?
— Ne diyecek, görmüyor musun dediğini?..
Handan biliyordu polisin ne dediğini. İlk günü ağlayarak söylemişti kadın.
"Hasiktir kaltak cadı," demiş polis. İlk gün söyleyiverdi bu sözleri Nahide
Hanım, sonradan yinelemek istemiyordu bir türlü. Handan ara sıra kışkırtıyordu
söyletmek için. İlk üzgün günlerden sonra Günsel de güler olmuştu bu ta-266
kılmalara. Handan onlarda kalmaya başladı bir süre. Salondaki açılır kapanır
kanepede yatıyordu. Yoksa işlerin altında ezilip kalırdı Günsel. Turgut da
uslanmış gibiydi. Okuldan dönünce daha çok evde kalıyor, yardımcı bile oluyordu.
Nahide Hanım oğlanı bezdirinceye kadar öğütler vermeye kalkmasa onun yanında da
duracaktı. Eski günlerin ilkokul marşlarını öğretmeye kalkmıştı.
Ben bir Türküm and içerim
Yaşamaktan vazgeçerim
Yine giymem el malını
İstemem Lahur şalını
Ayıp mıdır aba giymek
Biraz kalın kaba giymek
Beni süs püs aldatamaz
Düşman bana mal satamaz... Satamaz!..
Handan'la Günsel mutfakta dinliyorlardı gülerek.
— Okulda da böyle mi söylerdin babaanne? diyordu Turgut. Kadının sesi, söyleyişi
o kadar kötüydü ki en çocuksu soru
bile alaya dönüşüyordu. Gülmekten kırılıyordu Handan.
— Seni de bu marşlarla büyüttü değil mi bu karı? dedi. Şimdi anlaşılıyor niye
rüküş olduğun.
Handan hep takılırdı Günsel'in giyim kuşamdaki umursamazlığına, daha doğrusu
beceriksizliğine. Giysilerini genellikle teyzesi dikerdi.
— İyi giyinmek iyi para işi, derdi Günsel.
— Zevk işi, kızım, zevk işi, diye terslerdi Handan. Bu kan sende zevk
bırakmamış. Bir de ağabeyin. Doldurmuş kafana ta-Jcur tukur düşünceleri.
Güzelsin, rüküşlüğün daha çok göze batıyor. Benim gibi kara kuru olsan neyse...
Fakültede giyim kuşam, süs püsten başka bir şey düşünmüyor görünen bir sürü
kızın arasında batacak kadar kötü giysileri ayrı biçimde göze çarpmasına
yarıyordu Günsel'in. Kasıtlı bulanlar bile vardı bu tutumunu. Yapmacıkmış, ilgi
çekmek içinmiş. •• Sermet de öyle vurulmuştu! Bir gün fakülteye gelmiş bir
arkadaşıyla, bakmış ki bir güzel kız var, o da dökülüyor kılıksızlıktan. Bunu
çok sonraları kızdırmak için söylemişti. Bütün çocukluğu, ortaokul, lisedeki
genç kızlık çağları ağır bir yoksulluk içinde geçmişti Günsel'in. Sonraları
biraz düzelme olmuştu durumlarında. O zaman da çoktan aşmıştı giysi konusunu.
Yalnız çok temizdi. Titiz denecek kadar temiz. Güzel olduğunu duymaya öyle
alışıktı ki, artık bir şey söylemiyordu bu sözler ona. Sivas'ta parmak kadar
çocukken başlamıştı yöredekiler. "Bu kızı bırakmazlar", "Çok durmaz bu kız."
Çevredeki bu konuşmalardan hem hoşlanır, hem korkardı bazı bazı. Sonunda bir
akşamüstü, yandaki sokakta, çeşme önünde kocaman bir oğlan arkasından yakalamış
birden, yeni belirmeye başlayan göğüslerini sıkmıştı. Karanlık, kimsesiz sokakta
bağıramamış, elindeki yan dolu güğümle korkudan titreyerek kaçar gibi gelmişti
eve. Evde herkes, ertesi gün Sivas'tan ayrılmanın, İstanbul'a gitmenin hazırlığı
içindeydi. Denkler, sepetler, bavullar... Kimseye bir şey söyleyemedi. Bu olay
büyük bir korku, tiksinti yaratmıştı Gün-sel'de. Uzun yıllar yanına erkeklerin
sokulmasına izin vermeyişi bundandı belki. Sermet'e kadar. Sermet'le de ilk
öpüşmeleri güç, basbayağı güç olmuştu. Bir gün Sermet... Üff, yine nerden çıktı
bu oğlan?.. Kenan'la öylesine doluydu ki oysa, içine bazı bazı bir korku
düşürüyordu sevginin böylesi. Çoktandır bir sırasını kolluyordu, Handan'a gebe
kalmamak için neler yapması gerektiğini soracaktı. Bazı şeyler okumuştu bu
konuda. Konu-
şup öğrenmek başkaydı yine de... Bunca yıllık arkadaşından bile çekiniyor, bir
türlü açılamıyordu. Önce Handan'ın bir sürü açık saçık şakasına katlanmak
gerekirdi. Handan cinsel konularda Anadolu mahalle kadınlarının edepsiz
şakacılığı ile doktorlukta her şeyle yüz göz olmanın verdiği umursamazlığı,
aldırmazlığı kaynaştınvermişti. Sözleri Günsel'e dokunur, hele ara sıra erkek-
268 lerin yanında bile çekinmeden apaçık sövgülere kalkması irkilme yaratırdı.
Ne söylese boştu, Handan aldırmaz, bildiğini okurdu. O yüzden Kenan'la sık
karşılaşmalarından öyle korkuyordu ki... Olmayacak bir söz ederse Kenan'ın
yanında?.. Hem de eder. Ederse ne olur? Olmaz işte. Bu da benim romantik yanım.
Öyle pis gerçekçi olmaktansa... Neresi gerçekçilik bunun? Pek nazik adam
sayılmaz ama, ağabeyimin bir gün bile kaba saba sövdüğünü duymadım. Hangimiz
onun kadar gerçekçi olabiliriz, Handan mı? Mutfakta bulaşık yıkıyordu Günsel.
Handan iğneleri kaynatıyor, bir yandan da bir doçenti çekiştiriyordu. Kadın-
doğumcuymuş, gelen kadınlara "atlamaya" kalkıyormuş. Günsel anlamamıştı. İlk kez
duyuyordu adamak sözünü.
— Terbiyeli olalım dedik. Yani senin anlayacağın...
— Anladım, anladım, dedi Günsel, kes...
Bir hastabakıcıyı gebe mi bırakmış ne, doçent?.. Şimdi de... Günsel sırasını
yakalamışken örtülü biçimde bir şeyler sorup öğrenmeye kalkıştı gebe kalmamak
konusunda. Handan şıp diye anlamıştı. Dönüp baktı dik dik:
— Kız delirdin mi yoksa?., dedi.
— Hişşşt!..
Günsel kızgın, ürkek bakındı, içerden duyabilirlerdi.
— Aman, dedi Handan, ne yüreksizsin be. Kocakarı umursamaz, oğlan küçük,
anlamaz. Hem ne varmış bunda?.. Darısı başıma.
Gülüyordu. İnsanların bazı kusurları olurmuş. Apandisit, sünnet, hemoroit,
kızlık zan, bademcik...
— Başlama yine... Öööö dedim senin bu doktorluğundan.
Handan ısrarlı sorularıyla kırık dökük anlattırdığı şeylerden Günsel'le Kenan'ın
bütün ilişkilerini öğrenmiş, kendince de genişleterek dört başı bayındır etmişti
öyküyü. Biraz daha alaylı sözler ettikten sonra büyük bir gerçekçilikle,
Günsel'in merak ettiği şeyleri bazı ayrıntılarına kadar anlattı. En çok, belirli
günlerde uzak durma yolunu salık verdi. Aslında pek güvenilmez-miş ya... Ama o
günlerde kesinlikle yapmamalıymışlar.
— Sakın bindirme herifi o günlerde, diyordu. Umursamazmışlar ya, erkek
korumalıymış asıl. Sonunda da:
— Helal olsun eniştemize, dedi. Oh, iyi etmiş, o sümüklü oğlan (Sermet'e hep
böyle derdi) yiyecek diye ödüm kopuyor-du.
Dinlerken bile kızarıp duruyordu Günsel. İstediklerini şöyle bir öğrendikten
sonra sözü değiştirdi. Handan'a kalırsa saatlerce işlerdi bu konuyu.
— Dün de Rize'de yüz tekniker yürümüş, okudun değil mi? Handan karşılık vermedi.
— Geçen hafta da Ankara'da, İstanbul'da yürüdüler, dedi Günsel, polis
dağıtmıştı. Adana'da coplamışlar çocukları.
Durdu, yine de sessizlik olmuştu. Handan hiç umursamaz-mış gibi, ilaç ampulünü
kesiyordu. İlacı iğneye çekerken:
— Halk Partililerin marifeti, dedi.
— Olsun, yine de önemli bir şey.
— Anlamam, şu kocakarıyı yürütmek önemli şimdi benim için, dedi Handan.
İspirtoladığı pamuk ve iğneyle çıktı.
Günsel kızmıştı. Bir şeyler söylecek oldu, vazgeçti. Handan içeri gitmiş, Nahide
Hanım'la şakalaşmaya başlamıştı bile. Anlamıyorum bu kızı. Kendisi de anlamamış
galiba. Bir bakarsın iyi iyi gider, bir bakarsın dünyanın en bencil, en
umursamaz insanı. Kökeninden geliyor. Kolay mı, hacı kızı; Sivas'ta
manifaturacılık yapan, ortadan epeyi üstün durumda, bağlı, bahçeli bir aileden
bundan iyisi mi çıkacaktı?.. Soy sop koyu demokrat. Her Şeyi de soyla, kökenle
açıklamak olmuyor ya. Ağbisinin bir arka-
daşı geldi aklına, milyoner bir ailedenmiş. Yıllardır cezaevlerine gire çıka...
Günsel dışardan gelen bir sesle irkildi birden:
— Ne o, kirpi kafalı herif!..
Ağbisinin sesiydi. Günsel heyecanla fırladı, kapıda Turgut'a
takılan ağbisini görünce şaşkın kaldı birden. Hiç beklemiyordu.
Epeydir mektup geldiği de yoktu. Demek... Turgut babasına sa-
270 rılmıştı. Hasan oğlanı havaya kaldırdı birden, gülerek baktı bir:
— Bu ne pislik be, ebenden sonra kimse yıkamadı mı seni? Oğlanın iki yanağından
şapırtıyla öptü, bıraktı. Günsel bulaşıldı ellerini sakınmaya çalışarak sarıldı
ağbisine.
— Hoş geldin Hasan Ağbi!..
Elinde boşalmış iğnesi ile Nahide Hanım'ın yanından çıkmış Handan'dı.
— Hoş bulduk Handan. Cevahir Hanım'ı mı tamir ediyorsun?
Cevahir Hanım diye takılırdı Nahide Hanım'a. Hiçbir şakası, takılması batmazdı.
Teyzesinin yanına girdi. Hepsi peşi sıra doluştular. Nahide Hanım da önce
sevinmiş, sonra birden ağlamaya başlamıştı. Sarılıp öptü yanaklarından, şakaya
boğdu. Duruldu kadıncağız. Hasan özededi hemen. Bir hafta izin vermişler. Teyzem
hastalandı demiş. İyi bir savcı varmış. Çalıştığı elektrik mağazasının sahibinin
de tanıdığı. Bugün cumartesi, demek haftaya pazara kadar buradaymış. Günsel
sevincini yitirmeye başladı birden. Haftaya pazara kadar. Kenan'la rahat
buluşmalarına önemli bir engeldi. Düşündüklerinden hem utanıyor, hem kafasına
takılmasını önleyemiyordu. Ne bencilim. Yıllardan sonra evine gelmiş, hem de
böyle bir adam... Ben de keyfimizi engelleyecek diye... Handan kalacaktı evde, o
da Kenan'la gidip geç vakit dönecekti. Şimdi bütün düzen bozulmuştu. Gidip
telefon mu etsem? Ya da Handan'la haber mi?.. Handan nasıl kalacak burada?
Yatacak yer yok. Üff, ne saçma şeylerle kuşatılmışız.
— Çok değişmişsin sen, Günselciğim.
Ağbisi, her vakit ta içinden gülen gözlerini dikmişti. Günsel kızardı birden.
Anladı her şeyi, bakışlarına baksana adamın. "Benden bir şey saklayamazsın, bir
halüar etmişsin sen," diyor.
— Öyle mi?.. Bilmem, bugünlerde biraz yoruldum.
Bıyık altından gülen Handan, nerdeyse kekeleyecek Gün-sel'e yardımcı olmak ister
gibi, alayla,
— Eeee, büyüdü ağbisi, dedi.
271 Günsel daha çok kızardı. Hay bu kız!.. Demin anlamadıysa
şimdi anlamıştır adam her şeyi. Hasan, şefkatle, sevgiyle baktı biraz daha,
sonra yavaşça,
— Hiç küçük olmadı o benim için, dedi, her vakit büyük.
— Ah benim de böyle, beni şımartan bir ağabeyim olsa!.. Handan içtenlikle
söylemişti. Onun bir ağbisi vardı, evlere
şenlik!.. Yobaz, kafasız, tam tüccar. Sivas'taki manifatura mağazasına o bakıyor
şimdi. Handan'a parayı gönderen oydu. Yılda bir gelir, bir-iki hafta kalır,
kızın tadını tuzunu bırakmaz, çeker giderdi. Handan bir an önce doktor olup evin
ekonomik baskısından kurtulmak özlemiyle çalışıyordu yıllardır.
— Eeee, Cevahir Hanım'ı ne vakit ayağa kaldıracaksın?
— Bir şeyi kalmadı, siz gitmeden iyice yürür. Sanırım haftaya filan...
Hasan teyzesinin sağlığı ile ilgilendi. Çiğnenme olayını sordu. Handan ne yaptı
etü, Nahide Hanım'a anlattırdı. Polisin ne dediğini de tekrarlattırarak. Bıyık
altından gülüyordu Handan. Hasan gülmedi. Duruk, soğuk baktı bir an, sonra
Günsel'i şaşırtan bir rahatlıkla:
— Hastir eşşoğlueşşek, diyemedin mi sen de? dedi. Sonra gülümsedi:
— Ne geldiyse Paşa yüzünden geldi başımıza. Ne işin vardı CHP'lilerin
kongresinde?
Günsel ağbisine bakıyordu. Yorgundu, şakaklanndaki kırlar artık bütün başını
sarmış, göz kıyıları iyice kınşmışü. Bal rengi gözlerdeki canlılık,
umursamazlık, acı-tadı kanşımı sürekli gü-
lümserliğin yarattığı değişmez güven duygusundan başka her şey, tam bir
yıpranmanın, maddedeki çöküntünün belirtilerini taşıyordu. Gerçek bir hastalığı
var belki de...
— Böbreklerinizin filmini aldılar mı?
— Aldılar, yok bir şey, dedi Hasan. Sen boş ver bunlara da Günselciğim, neler
oluyor burda, onu anlat bakalım.
272 — Konuşuruz. Anlatacak o kadar çok şey var ki... Handan tamamladı.
— Hepsini anlatamaz.
Günsel ağbisinden kaçırarak yan gözle kötü kötü baktı Han-dan'a. O umursamadan
gülüyor. Kıskançlık sarmış bu kızı. Bir erkek de şu bulsa!..
— Önce size bir şeyler hazırlayayım, açsınızdır.
Hasan karşı çıkmadı. Mutfakta Günsel, Handan'ı azarlaya-cakken kız kesti birden.
— Ne oldu senin bu akşam gitmen? Günsel bir şey diyemiyordu.
— İstersen git yine. Ağabeyin kötü karşılamaz. Arkadaşlara daha önce verilmiş
bir söz, deriz. Ben varım nasıl olsa. Yatmayı da şöyle ayarlarım: İçerde
teyzenin odasında, oğlanın yerinde yatarım. O da dışarda babası ile.
Günsel'in içinden Handan'ı kucaklamak geliyordu. Ne candan kızdır.
— Gitmem olmaz Handan. Surdan bir telefon edeyim. Pazartesi buluşuruz. Çok
isterse yarın buraya gelsin. Ağbimi sorup duruyordu.
— Burda mı yatacaksın herifle? Süs için buluşmuyorsunuz ya!..
Çileden çıkacak gibi oluyordu Günsel. Ama kız dosdoğru konuşuyordu. Yalan mı?
Bırak da adamı karısıyla... Allah kahretsin beni. Ne pis şeylerle doluyum
yine... Nermin'le hiçbir ilişiği kalmadığına yemin etmişti Kenan. Haftada birkaç
kez Teşvikiye'deki kata gidiyorlar, sevişiyorlar, konuşuyorlardı. Bir anahtar
da Günsel'de vardı. Bazı o daha önce gidip yemekler hazırlıyor, akşam birlikte
yiyorlar, gece yansına doğru Aksaray'a kadar getiriyordu onu Kenan.
— Dalıp gitme yine, karar ver.
Günsel karşılık vermeden ağbisinin yemeğini hazırlıyordu.
— Sen galiba sevmiyorsun bu herifi.
Günsel hırsla baktı Handan'a. Kız ciddiydi. 273
— Ben birini sevsem, değil ağabeyim gelmiş, babam mezardan çıksa, koşar giderim.
Böyle aptal aptal da düşünmem.
Günsel'i dinlemeden çıktı, içeri gitti. Günsel bir süre baktı ardından, sonra
dışardaki masanın örtüsünü yaymaya, tabak, çatal koymaya başladı. Böyle bir
ağbisi yok ki... Doğal böyle düşünmesi. Sonra asıl önemlisi, aşk kadar, aşktan
da önemli bir şeyi yok ki; erkeğe susamış bu kız!.. En sıcak özlemle Kenan'ı
düşündü birden. Ama hayır, gitmeyecekti. Ağbisini engel gibi düşünüp de
gelmesinden üzülmüş olmanın bencilliğine başkaldırmayı bir tür sınav, görev
sayıyordu. Handan'ın yargısıyla yaşayacak değilim. Ne vakit anladı ki beni o?..
Yemeğini verdikten sonra ağbisinden izin istedi, Handan'ın bakışına aldırmadan
çıktı, köşedeki bakkala gitti. En doğrusunu yapıyorum kuşkusuz. Ağabeyim değil
ki o yalnız, en sevip saydığım arkadaşım, öğretmenim. Bakkalda kimse yoktu. Asık
suratlı polis emeklisi, gözlüğünü takmış bir deftere bir şeyler yazıyordu.
Telefonu çevirdi Günsel, bekledi. Herifin kulağı telefonda. Şimdi nasıl
anlatsam? Bir de huysuzlanırsa? Hem yapar da... Telefon uzun uzun çaldı.
Meraklanmaya başlamıştı ki Burak çıktı. Kenan Bey eve gitmiş, Zeynep çok
hastaymış. Doktor gelecekmiş. Söyler-miş aradığını. Günsel şaşkın kaldı bir an.
Beklemediği bir şeydi bu. Zeynep'e de üzülmüştü. Yabancı biriyle nasıl
konuşurum? Biraz durakladı. Kekeler gibi, her yanından sırıtan bir yalanla
kapattı telefonu. Kenan Bey kusura bakmasınmış, kitabı bugün getirememiş.
Ağabeyi gelmiş Günsel'in. Gizlilik oynuyoruz. Zeynep hasta, eve doktor gelecek.
Demek çok ciddi bir şey. İçi-
ne bir sıkıntı yerleşti birden. Eve dönünce Handan çıktı karşısına:
— Ne o dedi usulca, paparayı yedin mi heriften?.. Günsel, Handan'a patlamamak
için güç tuttu kendini.
— Her şeyi de bilirsin.
Handan merakla bakıp durdu. Günsel hiçbir şey söylemedi, tamam, oldu, dedi. O
kadar. Bir-iki saat sonra bir kez daha gidip aramayı aklına koymuştu. Yediye
doğru filan. Başka bir şey düşünemez oldu ilkin. Aklı hep Kenan'da,
Zeynep'teydi. Resmini görmüştü bir kez. Çok güzel bir çocuktu. Bizim çocuğumuz
da ona benzer mir.. Yine saçmalamaya başladın. Ya ölürse Zeynep?.. Kötü mü olur?
Kadından kurtulmamız kolaylaşır işte. Ben çok rezil, çok alçak... Hastalıkla
ölmez çocuk. Minik, tatlı çocuk. Sakın ölmesin. Ben öldürmüş gibi olurum. Ah bu
çelişkiler.
— Senin bir derdin var.
Ağbisi dikilmişti karşısına. Günsel afalladı, gülmeye vurdu, toparlandı birden.
— Dertsiz olunur mu böyle zamanda?..
Hasan biraz daha baktı. Acıyla karışık bir tedirginlik vardı gözlerinde.
— Deminden beri yanındayım, bir şeyler soruyorum, duymuyorsun bile.
Elinde güya düzelttiği bir kanape yastığı ile kaldı öylece. Nedenini kendi de
bilmiyordu, ama ağbisinin boynuna sarılmak, hıçkıra hıçkıra ağlamak geliyordu
içinden.
— Bir arkadaşımın çocuğu, ağır hastaymış da... Ona üzüldüm belki de...
Hasan biraz daha baktı öylece. İnanmamış mıydı?.. Kanepeye oturup yaslandı.
Günsel'in elindeki yastığı aldı, sırtına yerleştirdi.
— Her şeyi böylesine dert edersen, dedi, tamam. Yarı yolda kalırsın. Türkiye'de
hastalanıp ölen binlerce çocuk var. Hem de bakımsızlıktan, yoksulluktan.
— Turgut için de aynı mı düşünürsünüz Hasan Ağabey?..
Handan karışmıştı birden. Hasan gülerek baktı. Sonra sesini yapmacıktan
incelterek peltek peltek, Handan'a benzetir gibi, yineledi:
— Turgut için de aynı mı düşünürsünüz Hasan Ağabey?.. Saçma sapan konuşacağına
git de çayı koy. Hem baksana şu
canavara, ölecek göz var mı?..
Sobanın yanında öylece bakan Turgut'a el etti.
— Gel buraya bakayım. Anlat kaç dayak yedin mahallede?
Okulu sordu Hasan, bir ara annesini sordu. Görüyor muydu?.. Bir-iki kez görmüş,
o kadar. Görünüşte oğlan pek umursanıyordu annesini. Çay hazırlanıncaya kadar
baba oğul konuştu. Sonra bir araya geldiler, eski günlerden, Nahide Hanım'ın
hastalığından, Turgut'tan, Günsel'in işinden, Handan'ın yakında alacağı
diplomadan, bunamış babasından, manyak yobaz ağ-bisinden, Sivas'tan,
Sivaslılardan konuştular.
— İyi ki ağabeyin bize gelmene karışmıyor.
— Elinde olsa karışır da, öteye de geçer, dedi Handan. Üzgün durdu bir an, sonra
ekledi.
— Bilirsiniz, bir tek sizi sevmezler bu evde. Size de borçlular ne de olsa.
Doktora götürüp beni ölümden kurtardınız gece yarısı. Annem sonuna kadar
unutmadı onu. O kadar çok anlattı ki bir tür vasiyet oldu eve...
Hasan keyifli gülerek sordu:
— Ne diyordu Hacı Sami Efendi... Söyle, söyle...
Birçok kez duyduğu şeyi yineletmek istiyordu. Sivaslı ağzıyla bastıra bastıra
ihtiyar babası Hacı Sami'ye benzeterek:
— Beg eyi, beg gozel adam emme gafasının içi poh!.. dedi. Kahkahalarla güldüler.
Handan, Günsel'e baktı:
— Daha bu kızı bilmiyorlar.
Günsel dalgınlaşmıştı yine. Saat altıya geliyordu. Nahide Hanım uyanmıştı.
Handan yanına gitti.
— Siz yorgunsunuz ağabey, uzanın isterseniz biraz. Ben de bir şeyler almaya
çıkayım. Akşama bir isteğiniz?..
— Olmaz olur mu?.. Seninle baş başa kalıp uzun uzun konuşmak.
Handan'ın yanında rahat konuşamıyorlardı. Öğrenmek istediği birçok şeyi
soramamıştı daha.
— Biz seninle Baba'ya kadar uzanalım istersen. Handan kalır evde.
Günsel bir şey diyemedi. Evden ayrılmak istemiyordu. Sanki her an Kenan
gelecekmiş gibi bir duygu içinde.
— Yarın sabah uğrarız, isterseniz. Sonra Handan'ı işaret ederek:
— Konuşabiliriz yine. Pek az gelişme gösteriyor ya, dürüst kız.
Hasan, Günsel'in gitmek istemediğini anlamıştı, üstelemedi. Gülerek baktı:
— Öyleyse bir kafa çekeriz seninle.
— Oldu.
Günsel, Turgut'u yanına alıp çıktı. Köftelik kıyma, böbrek, beyin, salata, turp
filan aldı. Turgut'la gönderdi. Sonra heyecanla bir sokak ilerdeki eczaneye
geçti. Oradan rahat rahat konuşabilirim. Çevirdi numaralan. Telefon uzun uzun
çaldı yine, açan yoktu. Biraz sonra tekrar çevirdi, bu kez de meşgul işareti
veriyordu. Biraz daha bekledi, tekrar çevirdi. Yine uzun uzun çaldı. Açılmadı.
Öylesine bozulmuştu ki... Aklına olmayacak şeyler geliyor, ne yapacağını
bilemeden öylece bekliyordu. Bir adam geldi telefon etmeye, Günsel çekildi. Tam
döneceği sıra birden karar verip telefon rehberini aldı. Kenan'ın ev numarasına
baktı. Adam ikinci kez telefon ediyordu. Adam bıraktı telefonu. Günsel aldı,
sinirli sinirli çevirdi numaraları. Telefon çalmaya başlarken yüreğinin küt küt
attığını duyuyordu. Biraz sonra açıldı. Ağır ağır konuşan, ince, pürüzsüz,
renkli, nazik bir kadın sesi duyuldu.
— Buyrun efendim.
Tam bir hanımefendi sesi. Günsel tıkanmış gibiydi. Öylece kaldı bir an.
Telefondaki ses aynı durgunlukla yineledi:
— Alooo!.. Buyrun efendim.
Günsel birden toparlandı, çabuk çabuk sordu:
— Afedersiniz kiminle konuşuyorum efendim?
— Ben Nermin, Semra sen misin? Günsel yine kalmıştı. Kapatamıyordu da...
— Alooo!.. Yine toparlandı.
— Orası neresi efendim?
— Kenan Bey'in evi.
— Afedersiniz, yanlış.
— Rica ederim efendim.
Telefonu kapattığı zaman her yanı tere batmıştı. Eczaneden çıkınca ağır bir
yükten kurtulmuştu sanki. Kısa bir süre sonra da daha ağır bir yük altına düşmüş
gibi oldu. Niye açtım sanki bu telefonu?.. Nermin'le de tanıştık. Bana
benziyormuş. Nesi benzer bu kadının bana?.. Tam bir hanımefendi. Yoksa Kenan
alay mı ediyor benimle?.. Ne aptalım!.. Ya öteki erkekler gibi bir aptal kızı
kandırdım, eğlenip gidiyoruz bir süredir, diyorsa?.. Ölürüm. Kolaydı. Ölmem, bir
bok da olmam. Nasıl yapar böyle bir şeyi o?.. Demek Nermin bu. Bir de resmini
isteyeceğim Kenan'dan. Görmem, hiç değilse resmini görmem gerek. Peki ne olacak
bu işin sonu?.. Üfff, cehenneme kadar... Ne bileyim ben, düşünecek şey kalmadı
da... Ağbime olur dedim ya, Handan'ın yanında nasıl anlatırım Baba'yla, Şevket
Ağbilerle, öteki işçilerle ilişkilerimi?.. Saçmaladım. Alooo, buyrun efendim.
Demek Nermin...Eve geldiği zaman ağbisi kanepeye uzanmış uyuyordu. Mutfağa
geçti. Akşam için hazırlıklara başladı. Biraz sonra Handan da geldi yardıma. Hiç
konuşmadan köfte hazırlıyorlar, salataları, turpları yıkıyorlar, beyni ateşe
koyuyorlardı.
— Yine somurttun.
Günsel karşılık vermedi. Birden hatırlamış gibi:
— İçkileri unuttum, dedi. Turgut'a bakındı...
— Telefona kadar gideceğim, dedi Handan, alırım. Yurda sorayım bir; mektup,
havale var mı?..
Handan çıkınca kendini kuşatan karmakarışık düşüncelere, duygulara iyice,
denetleme korkusu da olmadan, battı gitti... Handan içkilerle döndüğünde, saat
sekize geliyordu. Mektuplarını almaya gitmiş yurda. Biraz da milletle çan çan
etmişler. 278 Ağbisi de kalkmıştı. Masayı Handan'la birlikte hazırladılar. Önce
Nahide Hanım'ın yemeğini verdiler. Handan'ın gitmesi bütün işi Günsel'e yıkmıştı
ya, yine de sevinmişti. Rahatça dalmış, düşünmüş, alışkanlıkla daha çabuk
bitirmişti mutfaktaki işleri de.
— Çok iyi geldi biraz uyumak, dedi Hasan. Otobüs yoruyor
insanı.
Zevkle donatılmış masaya bakıp kaldı bir süre, bir şey demedi. Yemeğe neşeli
oturdular. Rakı içeceklerdi. Domates suyu da almıştı Handan. Hasan hiç
bilmiyormuş domates suyuyla rakıyı. Takıldı:
— Demek böyle buluşlara yoruyorsunuz kafanızı, sizi burjuvalar!..
Gülüyordu.
— Hımmm, her akşam bir damacana içtiğimiz için... Üçüncü ya da dördüncü rakı
içişiydi bu Handan'ın. Bira, ara
sıra şarap içerdi. Fakat rakıya karşı sürekli bir çekingenlik duymuştu. Küçükten
beri üstündeki ev baskısının yarattığı çekingenlik. Kadınların rakı içmesi çok
kötü görülürdü ailede. Şarabı herkes için en kötü görürlerdi ya... Tövbesi kabul
değilmiş! Hasan kadehini kaldırdı:
— Hadi, merhaba!., dedi. İyi günlere.
— İyi günlere!..
Turgut'a da bira koymuşlardı. Oğlan bir yudum alınca yüzünü buruşturup bıraktı.
Gülüştüler. Handan da rakıyı başka türlü içmiyordu.
— İlk rakıyı bu kızın zoruyla içtim Hasan Ağbi, geçen sene.
Aslında Günsel de içkici değildi. Handan'ın anlamsız direneni yıkmak için zorla
içirmişti.
— Desene o da başladı, dedi Hasan. Soydan bekriyiz. İlk rakıyı bana babam
vermişti. Turgut'tan büyük değildim.
— Bana da siz vermiştiniz ağabey.
— Oh, iyi etmişim. Gerçek çocuklar, domates suyuyla iyi sarıyor bu zıkkım.
Alıştırın beni böyle burjuva şeylerine!.. Tanrı 279 bağışlasın... Bu kadar
günahın altından nasıl kalkacağız bakalım?..
Zaman tatlı gevezeliklerle geçiyordu. Turgut sayıklamaya başladı, içeri
yolladılar. Sonra değiştireceklerdi yerini. Nahide Hanım da uyumuştu. Üçü masada
ağır ağır yiyorlar, bir şeyler söyleniyor ortaya, gülünüyor, Hasan Handan'a,
Handan ara sıra Günsel'e takılıyor, bir bakıma anlamsız bir bakıma sıcak,
yakınlık dolu bir masa başının alçakgönüllü mutluluğunu bölüşüyorlardı. Kapı
çalındı birden. Yüreği hop etti Günsel'in. Kenan bu. Günsel'in, zil sesiyle
sıçrar gibi olmasına gülerek bakan Hasan:
— Tamam, dedi, bekliyordum zaten. Sermet Bey'dir bu. Handan bir kahkaha attı,
kapıyı açmaya giderken:
— Ne de bilirmişsiniz ya, dedi. Sermet Bey'in pabucu çoktan dama atıldı.
Kapıcıydı. Çöpe gelmişti. Günsel hem kendine, hem Handan'a kızıyordu. Başım
dertte bu kızla. Şimdi ister misin ağbi-me her şeyi?..
— Ne bileyim ben, bize bir şey söylenmiyor ki artık. Ağbisinin yalancılıktan bir
kırgınlıkla söylediği sözler Gün-
sel'i etkilemişti.
— Bir şey sakladığım yok sizden ağbi, dedi. Bakmayın bu zevzek kıza. Çuval gibi
ağzından eskiyecek.
İçki Handan'ı daha da açmıştı. Hadisene, anlatsana, der gibi Günsel'e bakıyordu.
Günsel'in sinirlendiğini, gözlerini kaçırdığını görünce iyice bastırdı.
— Hani ağabeyinden bir şey saklamazdın? Ben mi söyleyeyim istiyorsun?
Günsel birden kızgınlıkla:
— Söyle, ne duruyorsun?., dedi. İyi ki bir yüzkaram yok yanında.
— Yüzkaram mı? Ne yüzkarası be?
Hasan şaşkınlıkla pek de anlamadan, gülerek baktı bir süre; Günsel'in gerçekten
üzüldüğünü anlayınca, gerginleşmeyi önlemek için kadehini kaldırdı.
— Bir türlü ısınamadığım Sermet Bey'in pabucunu dama atan kişinin sağlığına.
Handan da birden ekledi:
— Kenan Bey'in onuruna.
— Evet Kenan Bey'in onuruna.
Günsel, çekingenlikle, olup bittiye baş eğerek kaldırdı kadehini. Handan'ın
uzatmasıyla çın çın yapıp içtiler.
— Yaşşa, Hasan Ağbi, ben de hiçbir gün ısınamadım o sümüklü oğlana.
Bir süre çatal bıçak sesi, kısılmış radyodan gelen müzik duyuldu sadece. Hasan
bir açıklama bekliyor gibiydi Günsel'den. Günsel susuyor. Handan da nasılsa bu
suskunluğa saygısızlık etmek istemiyormuş gibi bekliyordu. Sonunda Hasan bozdu
sessizliği.
— Kim bu? Nasıl birisi? Söylemende bir sakınca yoksa Gün-selciğim?..
— Yooo!..
— İyi bir adam olmalı, asıl iyisi de Sermet belasından kurtardı Günsel'i.
Günsel iyice kızmıştı. Sertçe döndü Handan'a.
— Kuzum nedir senin bu oğlana düşmanlığın? Sermet'i savunmak aklımdan geçmez
ya, neyini biliyorsun sen?
Handan aynı kızgınlıkla karşılık verdi:
— Senin bildiğinden biraz çoğunu.
— Yok canım!..
Bir süre birbirlerine dikip gözlerini, sertçe bakışıp kaldılar.
— Düşün istediğin gibi, dedi Handan, paçanı kurtardın önemli olan o...
Ölü bir sessizlik oldu. Günsel ne diyeceğini, nasıl bir yargıya varacağını
bilemiyordu bir türlü. Kız iyi kız, yalan da söylemez biliyorum. Ben de
sezinlemiştim bir şeyler. Peki bu kadar mı itti bu oğlan?.. Demek gerçekten
aptalım ben. Bir-iki kez ağlayacak gibi oldu, tuttu kendini. Saçma, Sermet için
mi?.. Kendim için, belki de Kenan için. Hasan uzunca bir durgunluktan sonra:
— Erkekler konusunda düşlerden koru kendini Günselci-ğim, dedi. Genellikle
böyledirler. En devrimcileri bile. Kadını kandırıp yararlanmak bir soy övünme,
böbürlenme konusudur aralarında.
Günsel acı acı güldü.
— Doğru, dedi, bilgisizim bu konuda. Devrimci dendi mi açık, dürüst...
Sonunu getiremedi. Konuşsa ağlayacaktı. Biraz bekledi, geçiştirdi. Sonra
acılıkla:
— Peki kime inanacağız? dedi. Erkeğin devrimcisine de inanmadıktan sonra...
Kim bilir belki Kenan'da...
Handan kesti birden.
— Sanmam, dedi, çok tanımıyorum ya, acı çekmiş, deneylerden geçmiş bir adama
benzer. Hem ne kadar olsa sümüklü oğlan kadar soytarı olamaz.
Acaba?.. Ama onun da hanımefendi bir Nermin'i var. Alooo, buyurun efendim!..
Şimdi Nermin'le yatak odalarında... Kapı çalınıyor. Günsel en küçük bir tepki
göstermedi. Handan fırladı, kapıyı açtı. Kenan'dı. Kırmızı güllerden bir buket,
bir de şeker kutusu vardı elinde.
— Buyurun Kenan Bey.
Hasan da kalkmıştı ayağa, gülerek yürüdü kapıya doğru.
— Merhabalar, dedi Kenan, çok geç oldu biliyorum. Pence-
rede ışık görmezsem dönerim dedim. Hoş geldiniz Hasan Bey. Sizi öyle merak
ediyordum ki yarını bile bekleyemezdim, çok sözünüzü etti Günsel... Hanım...
Hasan bir duraksamayla eklenen hanım sözüne takılır gibi gülerek:
— Günsel Hanım da şimdi sizin sözünüzü ediyordu, dedi. Siz de hoş geldiniz.
Şöyle buyurun.
Kenan gösterilen yere geçerken:
— Keyfinizi bozmuyorum ya... dedi.
— Tersine, dedi Hasan, tam keyifli oluruz şimdi.
— Sağ olun!..
Yerleştiler. Rakı verdiler Kenan'a. Günsel soğuyan köfteleri ısıtmaya kalkıştı.
Kenan bırakmadı. Kalkılmazmış böyle masadan. Tokmuş da...
— E, merhaba, hoş geldiniz.
Hasan kadehini kaldırmıştı, Kenan da kaldırdı. Heyecanlıydı. Tam bir içtenlikle:
— Hoş bulduk, dedi. Gerçek bir devrimci tanımanın verdiği mutlulukla içiyorum.
Merhaba.
Hasan içtikten sonra, Kenan'a baktı, uzanıp elini Kenan'ın masa üstündeki eli
üstünde koydu dostça. O belirsiz gülümse-mesiyle:
— Bakın, dedi, bizim eski arkadaşın bir sözü vardır: "Gerçek devrimci, yolunu
hiç sapıtmadan bitirendir" der. Bir devrimci ölmeden, yani son sözünü söyleyip
de kavgadan çekilmeden yargıya varılmaz. Gerçek devrimci midir, değil midir bir
şey denemez. En son anda sapıtıp bütün geçmişini yıkanlar çok görülmüştür.
Devrimcilikte emeklilik hakkı yoktur.
Sonra elini çekerken daha tadı gülerek ekledi:
— Yine de sağ olun övgünüz için. Duymak hoşuna gider insanın. Hani, söyle tatar
ağası, yalansa da hoşuma gidiyor, demiş-
Kenan ne diyeceği bilemedi, kekeler gibi:
— Estağfurullah, diyebildi.
Handan gülleri vazoya koyup masada Hasan'a yakın bir yere yerleştirmişti.
— Ne güzel güller, dedi Hasan, az gördüm böylesini, ateş gibi.
Günsel durgunluktan kurtulma çabasıyla birden:
— Çok merak ettim, dedi, neymiş Zeynep'in hastalığı? Birden pişman da olmuştu
sorduğuna. Hasan gizleyemediği
bir şaşkınlıkla önce Günsel'e baktı, sonra Kenan'a döndü yavaşça. Soru Kenan'ı
da tedirgin etmiş gibiydi.
— Üşütmüş dedi doktor. Bağırsaklarını da bozmuş, Dün abur cubur yemiş olmalı.
Tifodan korktuk önce.
Kenan konuşurken ilgiyle dinleyen Hasan'ın yüzünde, Gün-sel'in göz ucuyla,
üzüntüyle, çekingenlikle izlediği bir gölge gezindi. Bir an sessizlik oldu.
Günsel bir şeyler söylemek istedi, beceremedi. Ağbisine bakmaktan korkuyor
gibiydi. Yaa işte böyle, adam evli, çocuğu da var. Hanımefendi bir karısı...
Alo-oo, buyrun efendim... Ortalığa birden çöken donukluğun nedenini bulmuş gibi:
— Geçmiş olsun, dedi Hasan. Çocukların hastalığı hemen kaygı verir insana; tez
adatırlar bereket.
Yine de sürüp giden donukluk Günsel'den de çok Kenan'ı etkilemişti. Gözlerini
sürekli kaçınyordu. Günsel'den bile... Handan bile durgunlaşmıştı. Hasan
dalgındı. Ne düşünüyordu ki? Kalkıp gitmek, bir an önce kurtulmak için can
atıyor gibiydi Kenan. Günsel kararlı, sigara paketine uzandı, aldı ağbisine de
uzattı. Önce ağbisinin sigarasını yaktı, sonra kendininkini. Bir soluk çekti.
Dumanını üflerken, her şeye kafa tutar gibi başını kaldırıp dosdoğru baktı
Kenan'a.
— Çok iyi ettin geldiğine, dedi. Aklım sende kalacaktı pazartesiye kadar. Sonra
yine telefon ettim senin oraya, kimse çıkmadı.
Eve telefon ettim, kannla konuştum, diyemezdi. Oh, rahatlamıştı. Kenan
şaşkınlık, borçluluk, sevinçle baktı Günsel'e.
— Ben de merak edecektim, dedi. Teşekkür ederim. Burak hemen eve açıp söyledi
bana. Çok iyi yaptın telefon etmekle.
Handan gözleri bir Günsel'de, bir Kenan'da sevinerek dinlemiş, sonra da
gözlerini Hasan'a dikmişti. Hasan sımsıcak bakıyordu GünsePe. İçtenlikle:
— Akıllı kızım o benim, dedi, kötü bir şey yaptığını görme-284 dim. Hep iyi
şeyler yapar.
Handan kadehini kaldırdı.
— İşte bu kızı bunun için seviyorum ben, dedi. Günsel'in
sağlığına!..
Utanmış gibiydi Günsel.
— Sağ olun, dedi.
Handan açıklamamıştı ya, ötekiler biliyordu ne olduğunu "bunun için"in. Hele
Kenan öyle biliyordu ki... Özlemle bakıyordu Günsel'e. Ilık hava esiyordu artık.
Günsel aşırı neşelen-
mişti.
— Hadi çocuklar, dedi Hasan, türkü söyleyelim. Kulağımın
pası şilinsin. Günsel:
— Çok bağırmayalım, dedi.
Uyarmayı teyze, Turgut için sanmışlardı önce. Günsel ekledi:
— Alttakiler de, üstekiler de çok dinci. Kutsal ramazanda cümbüş yapıyorlar,
derler.
— Aman, bok yemişler, dedi Handan.
Ağzından kaçırmıştı birden ya, umursamamıştı; öyle rahattı. Hepsi güldüler.
Handan aynı rahatlıkla:
— İçimden gelirse, kalkar, bir de oynarım, dedi.
— Bir Madımak oynatmadan bırakır mıyız seni? dedi Hasan.
— Dur Hasan Ağbi, önce şu şeyi söyleyelim.
Birbiri peşi sıra türküler başladı. Kenan pek azını biliyordu. Söylemesini hiç
bilmiyordu. Beceriksizliği, çekingenliği tüm mutluluğa batmasını önleyememişti.
Handan'ın sesi güzeldi-İnce, tadı, Anadolu zevkinde bir söyleyişi vardı. Günsel
de gü-
zel söylüyordu. Çok rahattı. Hep gülüyordu söylerken. Ha-san'ın tam tersi. Hasan
işi çok ciddiye alıyordu sanki. Türkü söylerken de emekçiydi. Ama en güzeli
birlikte söylemeleriydi. Belli ki çok söylemişlerdi bir arada. Madımak'ı
söylerken:
— Kalk kız Sivaslı, dedi Hasan.
Handan yalancılıktan nazlanma numaraları yaptı, köy kızları gibi. Günsel'e
bakıyordu çekinerek. Günsel, Kenan'ı şaşırtan bir 285 vüz, ses değişikliği
yaparak Sivaslı bir yaşlı kadın ağızıyla:
— Gak giz gak, dedi. Sırayı bozma, iki dönüver ortada, âdet yerini bulsun.
Handan birden fırlayıp bir oyun tutturdu. Gülünçlü, benzetmeli bir oyundu.
Kahkahalarla gülüyorlardı hepsi. Sonunda o da kan ter içinde gülerek yıkılır
gibi oturdu yerine. Günsel bütün sorunlardan kurtulmuştu da her şeye tepeden
bakıyordu sanki. Biraz da içkinin etkisi mi?.. Hiçbir şeyi umursamadığını
tanıtlamak ister gibi:
— Biliyor musun ne konuşuyorduk... dedi, sen gelmeden?.. Kenan nerden bileyim
gibisine gülümseyerek bekledi. Mutluydu. Öyle muduydu ki...
— Ağabeyim diyordu ki devrimci erkekler bile kızları kandı-rırlarmış hep. Sonra
övünürlermiş yaptıklarıyla.
Bir sessizlik çöküverecekti yine. Hasan önlemek ister gibi, biraz da zoraki bir
kahkaha attı.
— E, oldu mu Günselciğim?.. dedi. Size bir sır vereyim dedim, rezil ettin beni.
Erkekleri ele veren gammazın biri diyecek Kenan Bey şimdi benim için.
Kenan durgunlaştı önce. İstenmeyen sessizliği Hasan'ın babacan sözleri de
önleyememişti. Handan merakla izliyordu. Günsel aynı biçimde, gözlerini dikmiş
Kenan'a, biraz meydan okur, biraz sınavdan geçirir gibi acı, alaylı bir
gülümsemeyle bakıyordu. Biliyorum, hiç de seviyeli bir davranış değil. Olsun.
Böyle pis yanlarım da var benim işte... Ne yapalım?.. Hanımefendi değilim...
Benden iğrenme, seni çok çok... Sakın ölmesin
Zeynep. Alooo, buyurun efendim. Hadi bir şeyler söyle. Ne olursun bir şeyler...
Kucakla sımsıkı, öp beni. Kimse umurumda
değil.
— Erkekler için ağbinin dedikleri gerçek, dedi Kenan. O kadar ki bir şey
yapmamış bile olsalar, uydurup övünürler.
Hiç alınmışa benzemiyordu. Gülümseyerek ekledi: 286 — Devrimcilerin de böyle
olacağını sanmam. Şaka etmiş olmalı Hasan Bey. İnsan hem devrimci olur, hem de
yol arkadaşının onuruyla oynar, yalan söylerse ona!.. Çok ters değil mi?.. Pis
bir şey. Devrimciliği, toplumun çirkefliklerinden arınma yolu diye biliyoruz.
Daha da pis olur böylesi.
Günsel, gözleri Kenan'da bir yudum aldı içkisinden. Bir şeyler demek istedi,
vazgeçti. Nasıl mutluyum biliyor musun?.. Bunları duymak istiyorum senden. Hep
bunları. Biliyorum havada sözler. Neler anlatırdı Sermet de... Yine mi o it?..
— Şaka söylemedim, dedi Hasan. Var öyle devrimciler. Sözleriniz dosdoğru da,
yaşamın mantığı daha başka. Çok daha çelişkili. Sizin dediğiniz insan tipi,
devrimci tanımına en yakın tutumda sayılır belki. O da bir yanı ile. Kızmayın
bana. Devrimci, pratikte başardığı işle belli olur. Sözgelimi, o pisliklerle
dolu de-
. diklerinizden ne yiğit, ne başarılı kişiler çıkmıştır. Sizin tanımınıza
tıpatıp uyanlardan da ne pısırıklar, ne yüreksizler, ne dönekler...
Çok ciddi, kesin konuşuyordu. Sonra yine o babacan gülüm -semesiyle baktı
Kenan'a.
— Kadın haklarına, tam saygılı yüreksizlerden, onların biraz canını yakan yiğit
devrimci yeğdir bence. Bilmem siz ne dersiniz?
Günsel bozulmuş gibiydi. Doğru söylüyor ağabeyim. Niye hep doğru söyler?..
Deminden beri susan Handan birden:
— Hay patlasın öyle devrimci, dedi.
Günsel de, Kenan da durgunlaşmış gibiydiler. Handan ters ters baktı Hasan'a:
— Şimdi size göre o sümüklü oğlan devrimci mi yani?., dedi.
Hasan önce anlamamıştı kimin sözünü ettiğini. Bir an durdu, sonra yüzünü
ekşitti.
— A kızım, dedi, devrimcilerden söz ediyoruz, sümüklü oğlandan değil.
Sonra aynı sertlikle ekledi:
— Bak, belki de onun ettiği haltlar devrimci olmamasından geliyor.
Kenan kimin sözü ediliyor dercesine baktı Günsel'e. Günsel durgun:
— Sermet, dedi. Bu kız hep, sümüklü oğlan der.
— İyi bulmuş, dedi Hasan, tam oturmuş.
Handan kalktı masadan, koltuğun kenarına koyduğu şeker kutusuna giderken:
— Devrimciymiş, dedi. Hem beni kazıklayacak, hem de aynı yolda yürüyeceğim
onunla. Anlamam öyle devrimcilikten.
Hasan gülerek:
— Adama kızıp yoldan mı ayrılacaksın? dedi. Yoluna gidersin sen de.
Kazıklanmadan, yolunda. Yol o kadar büyük ki ona da yer var, sana da. Adam için
düşmüşsen yola, başka...
Handan şeker kutusunu açtı.
— O kadar incesine aklım ermez, dedi. Tatlı yiyelim, tadı konuşalım... Oooo!..
Hem de Madlen çikolata... Aman efendim... Buyrun.
Önce Kenan'a uzattı. İstemedi o.
— Şöyle koy da, dedi Günsel, isteyen alsın. Handan, Hasan'a döndü:
— Bakalım buna ne buyuracaksınız?., dedi. Bir kutu domates suyuna burjuvalık
dediniz, artık bu bilmem ki ne olur?
Hasan güldü,
— Ne olur? dedi. O da burjuvalık olur. Nicelik ayrımı var biraz.
— Söyleyin, söyleyin ağbi, dedi Günsel. Tam burjuva evi yaptı burayı Kenan.
Çikolata yemekten sivilceler çıkardı senin oğlan. Nereye saklasam buluyor.
Kenan durgundu. Ara sıra bakıyor, sonra kendini tutamıyor-muş gibi dalıp
gidiyordu. Çikolataları yerken:
— Oh canıma değsin, dedi Handan, ne güzel şeymiş burjuvalık!
Uzunca bir durgunluktan sonra Hasan'a döndü Kenan, baktı bir süre. Hasan da
bakıyordu. Hepsi susmuşlardı. Bir şey bekliyorlardı Kenan'dan. En çok da Günsel
bekliyordu. Heyecanlanmıştı.
— Ters geliyor bana söyledikleriniz, dedi Kenan. Tam karşıt düşüncedeyim ben.
Başını çevirdi Hasan'dan sessizce önüne baktı, sonra ağır
ağır ekledi:
— Pısırık, beceriksiz olmayı yeğlerim, yalancı, dalavereci olmaktansa. Hem de
en yakınıma...
Bir an sustu, sonra çabucak tamamlamak gereğini duymuş
gibi:
— Döneklik ayrı şey, dedi. Bence asıl dönekler de o yarım yamalak kafalanyla
başanya koşan, beceriklilerden çıkar. Dönmeden doruğa çıkmışlarsa sözgelimi,
rastlantı saymak gerek. Koşullar işine yaramıştır. Yengi en haklının, en
doğrunun mudur her vakit?.. Kısa sürede yani... Asıl önemlisi uzun süre...
Bir sessizlik oldu yine. Hasan dalmış gibiydi. Günsel hem seviniyordu, hem de
karar veremiyordu doğruluğuna bu savın. Ağbisinin dediği daha... Birden başladı
Hasan:
— Böyle 'düşünür insan ilk yola çıktığında. Sağlıklı olan da bu belki. Ama öyle
şeyler görür ki ister istemez değiştirir yargılarını. Gördüklerimizle çelişmese
kucaklayacağım sizi. Belki içkinin etkisi, Günsel'e çok düşkünlüğümden belki.
Sonra gülerek bakıp kadehini kaldırdı.
— Sağlığınıza Kenan Bey, dedi. Çok sevindim sizi tanıdığı-
nla. Yanlış anlamayın beni, kadınlara dürüst davranmayanlar daha büyük devrimci
olur demek istemedim.
Gülüştüler. Tam içeceklerdi ki Handan atıldı:
— Size bir şey söyleyeyim mi Hasan Ağbi, dedi. Siz dünyanın en iyi ağbisisiniz.
Hasan bir babacan kahkaha atarken:
— Aaa olmadı, dedi. Balkanlar'ın ve Ortadoğu'nun diyeceksin, dünyanın olur mu?..
Türkiye'desin.
Günsel'de bir burukluk vardı sanki. Kenan'a baktı, ara bulmak ister gibi:
— Kadınlara diye koymamak gerek sorunu bence, dedi, en yakınındaki kadına, en
yakın yol arkadaşına demek daha doğru.
Hasan bir şey demeden bakıyor, gülüyordu Günsel'e... Ne diye karıştırırsın?
Tatlıya bağladık işte, der gibiydi. Günsel de buna başkaldırmıştı? Ne var
tatlıya bağlanacak? Acı da olsa dökülsün ortaya. Bu kadar dayanıksız mıyım?
Bencil küçük-bur-juvalar gibi. Kenan büyük bir devrimci olsun da isterse beni
kandırmış olsun demek istiyorum. Bok dersin!.. Bir sessizlik oldu yine. Sonra
Hasan kesin biçimde sonuca vardırmak ister gibi:
— Aslında pek aklım ermez ya bu işlere, dedi, bir kadınla bir erkek...
Çözebildikleri kadar çözerler. Dışardan gazel okunmaz. Genel yargılarla sonuca
varılmaz bence.
Sonra döndü Günsel'e,
— Oldu mu Günsel Abla?., dedi.
— Olmadı, o ki istemiyorsunuz kapatalım. Konuşmakla da varılmıyor sonuca.
Sonra konuyu sürdürmelerini önlemek ister gibi:
— Ortak tanıdıklarınız olacak belki de ağbi, dedi. Kenan 46'dakilerin çoğunu
tanıyor. Arkadaşları varmış.
Heyecanını belli etmemeye çalışarak bazı adlar söyledi Kenan. Hasan kimilerini
duymuştu. 44'te gittiği için o tutuklamada cezaevindeydi bir Anadolu
kasabasında. Hasan'ın saydığı
isimleri de Kenan tanımıyordu. Ortak tanıdıkları bir Baba çıkmıştı. O da çok
eskilerden.
— Birlikte gittik, dedi Günsel, hatırladı Baba.
Hasan ses çıkarmadı. Kenan anlam vermeye kalktı Hasan'ın susmasına.
Müdüriyetteki olayı duymuş da belli etmek istemiyor gibi geliyordu Kenan'a.
44'te o da varmış. Kurt bu adam. 290 Kenan fakülteden çıkışlarını,
öğretmenliklerini, kitapçılığını söyleyiverdi şöyle bir. Sonra saatine baktı.
— Ooo... Yarıma geliyor, dedi. Siz yorgunsunuz da... Hasan karşı çıktı hemen.
— Öyle iyiyiz ki sakın bozmaya kalkmayın. Uyudum bugün. Hem sözüm bitmedi.
Konuşulacak çok şey var daha.
Günlük olaylar, ülkenin bulunduğu durum konuşulmaya başlandı. Olayların
yoğunlaştığına, beceriksizce, bir yöne çekilmek istendiğine değindi Hasan.
— Geçenlerde, dedi, gazetelerde yine bir yaygara vardı, gör-müşsünüzdür.
Yakalanan komünist şebekesinden söz ediyorlardı. Bir anlam veremedim. Ad filan
da yazmamışlar.
Günsel'e baktı sorar gibi.
— Tutuklanan kimse de yok, dedi.
— Duymadım, dedi Günsel. Gerçi kimseyi görmedim bu günlerde ya, kötü haber tez
yayılır.
— Bir oyun hevesindeler yine. Öyle çıkmazdalar ki onu da beceremiyorlar. Dünya
yumuşama peşinde, banş istiyor; bunlar nerden hır çıkarırız diye bakıyorlar.
Şantaj politikasına bağlı yaşamları. Daha ne kadar sürer?..
Kruçof un Paris'e, Adenauer'in Amerika'ya gidişi, zirve hazırlıkları, Camp David
görüşmelerinde Kruçof ile Eisenhower arasında kararlaştınlan Batılı, Doğulu
beşer devletin Cenevre'de silahsızlanma görüşmelerine başlamaları üstünde uzun
uzun durdu. Sonunda yine de tam mutlu bir sona bağlayamamanın acılığı ile
gülümsedi.
— Savaş yok, dedi, ama gerginliği sürdürmekte çıkan olan
büyük güçler var. Bunlar da ona bağlamışlardır ülkeyi. Daha bir süre kan
kustururlar bize. Ama sonlan iyi görünmüyor. Pek uzak değil belki de...
Kenan mutlulukla dinliyordu. Saygıyla... Hasan'dan her duyduğu şey, acı
da olsa, umutla dolduruyordu içini. Yumuşaklıkla sertlik kanşımı bir
inandırıcılık vardı sesinde. Kenan'ın gazetelerde şöyle bir görüp kanıksamış
gibi geçiriverdiği küçüklü 291 büyüklü olayları nasıl ustalıkla
değerlendiriyor, yerli yerine koyuyor, en karışık görünen soranları beklenmedik
anda birden çözümleyiveriyordu. Vardığı bütün sonuçlar kuşkulardan ann-mıştı,
kesindi, apaydınlıktı. İki çukurda sürekli ışıyan gözlerle, kemikli, nasırlı iki
yiğit eldi sanki bütün bu güzel ürünlerin yaratıcısı. Onun dışındaki her şey
yardımcıydı sadece. Niye daha önce tanımadım?.. İşçinin böylesini görüp
dinlemenin mutluluğu yüceltiyor insanı? Günsel'in gözleri Kenan'daydı. Nasıl
demedim mi ben sana?.. İşte bu benim ağabeyim, der gibiydi. İki kat mutlulukla
bakıyordu Kenan'a.
— Gidecekler, diyorsunuz, dedi Kenan, buna ben de inanıyorum, ama nasıl?..
Kimler götürecek?..
Hasan soruyu bekliyormuş gibi karşılık verdi hemen.
— Ahmet Emin Yalman'ı bile içeri tıktılar. Türkiye eski Türkiye değil.
Ankara'da, burada, Rize'de, teknikerler yürüdü. Adana'dakileri copla dağıttılar.
Halkçılarla, Demokratların kavgası mı bu yalnız?.. Uşak'ta, Konya'da İsmet
Paşa'ya yapılanlar?.. Gaz bombalan... Aralarındaki çelişkiler öylesine sert,
derin ki dışlarında bir götürücü beklemeye gerek yok sanıyorum. Daha biz güçlü
değiliz. Daha doğrusu gerçek güç olan yığınlar içinde örgütlü değiliz yeterince.
Bu kapışmayla bize de bir yer açılacak sonunda.
— Demek oturup beklemekten başka yapacak işimiz yok şimdilik, dedi Kenan.
— Öyle de değil. Her çağda, koşullara göre yapılacak bir işi vardır
devrimcinin. Beklemek olur mu boşu boşuna?..
Kenan sözün buraya gelmesini kolluyormuş gibi gözlerini Hasan'a dikti. Bir
açıklama bekliyor gibiydi. Hasan sessizdi. Öylece kaldılar bir süre. sonunda
Kenan zorunluk duymuş gibi:
— Ne yapabiliriz ki... dedi. Sözgelimi ben nasıl yararlı olabilirim?..
Öylesine düpedüz sormuştu, öylesine içtenlikle bakıyordu ki
292 beui yadırgamamıştı Hasan.
— Bilmem, dedi. Koşullarınızı bilmiyorum.
Günsel'e baktı sorar gibi, Günsel'in başı önündeydi. Han-dan'a baktı bir, sonra
yine Kenan'a döndü gülerek:
— Günsel benden daha yetkili bu konuda, dedi. Onunla konuşmalıydınız.
Kaçamak yola sapmış izlenimini silmek içinmiş gibi, Hasan,
o babacan gülüşüyle aldı yine:
— Konuşuruz daha Kenan Bey, dedi. Her şeyi de bir gecede çözecek değiliz ya.
Ötekiler de gülmeye başlamışlardı. Kenan biraz durdu, sonra birden kalktı
gülerek.
— Çözüm bekleyen o kadar çok şey var ki kafamda, dedi, bırakmazsanız
sabahlatırım sonra.
Gülüşürek kalktılar. Önce Hasan'la el sıkıştılar. Hasan'ın kuvvetli kemikli
parmakları Kenan'ın sıcak yumuşak ellerini kuşa tıvermişti.
— Yine görüşeceğiz Kenan Bey, bekleyeceğiz sizi.
— Elbette, dedi Kenan. Bir hafta daha buradasınız. Gün-sel'le telefonlaşırız.
Birlikte Boğaz'da yiyelim bir gün.
Handan'a döndü, elini sıkarken bastırarak yineledi:
— Birlikte Handan Hanım.
Handan memnun gülümsedi. Hasan da bir şey demedi. Kapıya çıktılar. Çoğu kez
olduğu gibi otomatik yanmıyordu. Merdivenler karanlıktı. Handan, Günsel'e:
— Sen indir istersen Kenan Bey'i, dedi. Aşağıda kapıyı açmakta güçlük çeker.
İçeri döndü, masadan aldığı kibriti Günsel'e uzattı. Ses çıkarmadan yaktı
kibriti Günsel, öne geçti. Tırabzanlara tutunarak ağır ağır indiler. Hasan bir
süre bakmış arkalarından, "Güle güle, iyi geceler," deyip içeri girmişti. Handan
da kapının içinde durup baktı bir süre, sonra kapıyı aralık bırakıp içeri girdi.
Günsel, Kenan'ın elini sımsıkı tutmuştu. Kibrit birinci katta söndü. Günsel
durdu. Birden sanlıvermişti Kenan'la. Tıpkı ilk gece Boğaz'daki öpüşmeydi. Daha
da öte bir şey. Karşılıklı do-yamamak, kanamamak bir türlü. Hem de tam bir
doygunluğa erişmek olanağı da varken!
— Canım, diye fısıldadı Günsel, canım benim.
Soluk soluğaydı Kenan, konuşamıyordu. Açlıkla sarıldı yine. Kendilerini
atamıyorlardı bir türlü. Yukardan da beklerler. Ya biri çıkıverirse?.. Kapıya
ininceye kadar üç dört kez yinelenmişti bu.
— Yann buluşacak mıyız?
Günsel durulmaya, kendine çekidüzen vermeye çalışırken Kenan'ı kırmaktan çekinir
gibi, en uysal, en sıcak sesiyle:
— Görmüyor musun canım, dedi. Pazartesi artık. Sabah telefon ederim sana. Güle
güle.
Karanlık sokakta ağır ağır uzaklaşan Kenan'ın ardından özlemle baktı bir süre.
Sonra alışkanlıkla karanlık merdivenlerden koşarak çıktı.
İçeri girince alaylı bakışlarıyla karşılaşmıştı Handan'ın...
— Ne kızgın kanymışsın, merdivenlerde mi yatmaya kalktınız?
Karşılık vermedi. Masa toplayan Handan'a yardıma başladı. Hasan tulavetten
çıkmıştı. Gülerek yaklaştı, yardıma başladı öteberinin mutfağa taşınmasına.
— Kızdınız mı bana? dedi Günsel. Hasan anlamadan şaşkın baktı.
— Kızdım mı?.. Neden?..
Günsel önce durdu, keşke açmasaydım gibi, sonra birden açıklayıverdi.
— Evli, çocuklu bir adamla...
Sonunu getiremedi. Çekingenlikle sustu. Hasan bir kahkaha
attı,

— Ne kızması Günsel'ciğim dedi. Bana umutlar verdin. Demek genç kızlar evli,
çocuklu erkekleri de sevebiliyorlarmış!
Handan gülerek baktı:
— Diyorum ya aptal kız, dedi, sevdikten sonra, karısıymış, yok çocuğuymuş...
Valla kuma giderim üstüne, saçını başını yolar, evden kaçırırım o karıyı.
Günsel mutlu dinliyordu. Öyle yorgundu ki bir savaştan çıkmış gibi. Yenik
değilsin.
XVI
O gece Hasan gerçekten büyülemişti Kenan'ı. Aşırı çekingenlikle gittiği bir
yerde böylesine sıcak karşılanmanın payı da vardı bu etkilenmede. Yasak bir
sevgiydi sonunda Günsel'le aralarındaki. Nasıl karşılar beni ağbisi, ne der?..
Zeynep'in benim gibi sevgilisi olsa da böyle elinde kırmızı güller, bir kutu da
çikolata, çat kapı düşse geç vakit, nasıl karşılarım ben? Ne derim?.. Gör işte
nasıl karşılanacağını!.. Pazartesi, Çınaraltı'nda buluştuklarında ağbisiyle
ilgili izlenimlerini anlatınca:
— Tanıdıkça çok seveceksin, dedi Günsel. Yazık ki pek gö-rüşemeyeceksiniz. Zaten
pek az gün burada. Sonra...
Günsel'in birden susuşundaki anlamı kavramak ister gibi bakıyordu Kenan. Soru
dolu bakışıyla yineledi o da:
— Sonra?..
— Boğaz'a gitme işi için, sağ olsun, diyor ağbeyim, olmayacak diyor. Biliyor
musun? Dün çıktık, Baba'ya gidecektik, adım
adım siviller peşimizde. Yeııikapı'ya kadar gidip döndük. Bu da yeni moda diyor
ağbeyim. Adamlar gizlenmek şöyle, inadına göze batmak istercesine burnumuzun
dibinde yürüdüler.
İçinde bir ürperti dolaştı Kenan'ın. Günsel'in sezinlemesinden ürktü.
Önemsenemez görünme çabasıyla:
— Ne çıkar izlerlerse?., dedi. O ki seni izleyecekler beni de 296 izlesinler.
Bir şey gelecekse ikimize birden gelsin.
— Saçmalama, dedi Günsel, alırlarsa aynı yere koymayacaklar! Sen dışarda kal hiç
olmazsa. Hoş beni de almaları için bir neden yok ya, bilinmez ki... Okudun değil
mi dün?.. Vehbi Koç'u CHP'den istifa ettirmişler.
Kenan bir şey demedi. Hiç ilgilenmemiş gibiydi. Günsel de üstelemedi. Şöyle bir
bakındı, kahve boştu. Sıcak çaylarını yu-dumlarlarken, paltolarının içinde bile
akşam saatinin ıslak soğukluğunu duyuyorlardı. Günsel, Teşvikiye'ye gitmemekte
diretmiş, Kenan da üstüne varamamış, baş eğmişti. Handan da nöbetçiydi bugün
hastanede. Her an kalkacak gibiydi Günsel.
— Peki ne vakit buluşacağız? dedi Kenan.
— O ki ağbini çok sevdim diyorsun, bir hafta sızıltısız katlanacağız.
Günsel gülüyordu. Kenan bir şey demedi. Günlerdir istekle beklemişti. Daha bir
hafta buluşmamak bir yıl kadar uzun geliyordu. Günsel'de hiçbir özlenim
belirtisi yoktu oysa ki...Kenan'ı şaşırtan da buydu. İstemiyor, üstelik
diretebiliyor da... Ağ-bisinin buluşmak istememesi... Kafası birden kötüye
işlemeye başladı.
— Niye açık olmuyorsun?., dedi birden. Günsel anlamamıştı.
— Açık mı olmuyorum?..
Kenan'ın donuk bakışlarına takılıp kaldı bir süre. Artık tanımaya başlamıştı bu
adamı. Yine saplantılara kaptırıyor kendini. Sevgi dolu bir gülümsemeyle baktı
Kenan'a. Kocaman bir çocuk bu.
W
— Ah ne aptalsın sen, dedi. Yine kim bilir ne saçma şeylere taktın kafanı?..
Sonra ciddileşti.
— Bak ağbeyim ne dedi senin için...
Fakat sonunu getiremeden sustu. Kenan'ı hiç ilgilendirme-mişti ağbisinin ne
dediği. Gözlerini dikmiş, söylenenleri duy-muyormuş gibi öylece bakıyordu.
Günsel aldırmadan anlatma- 297 ya başlayacaktı ki birden kalktı Kenan. Yaklaşan
garsona para verdi. Günsel de kalkmıştı. Alana doğru yürümeye başladı çabuk
çabuk. Günsel de yanı sıra, sessizce gidiyordu. Kenan durdu birden, aynı
donuklukla baktı Günsel'e.
— Güle güle, dedi. Geç bırakmayayım seni.
Günsel ne diyeceğini bilemedi bir an, sonra tutamadı kendini, sövgü, tiksinti
dolu bir tonla:
— Bıktım senin bu küçük-burjuva bunalımlarından, dedi. Dudakları titriyordu.
Bastırarak yineledi:
— Pis küçük-burjuva!..
Sonra birden tuttu kendini. Yürüyecekti ki Kenan önledi.
— Ağbeyin bunu mu dedi?..
Bulanıktı bakışları, sağlıksızdı. Günsel'in de onu umursaya-cak durumu yoktu.
İliklerine kadar kızgınlıkla doluydu.
— Hayır, dedi, bu saçmalıklarını bilmiyor daha... Akıllı akıllı konuşmandan bir
şey sandı seni.
Daha diyecekti, getiremedi, döndü, alanda hızla uzaklaşmaya başladı. Kenan
öylece kalmıştı. Koşup yakalamak acı şeyler söylemek, yalvarmak, ağlamak belki,
bağırıp çağırmak, sövüp saymak, pis küçük-burjuva, ne der ağabeyin benim için?..
Sevmiyorsun ki beni, siviller de peşimize düştü mü sımsıkı sarıp kollarında
sevişmek, öpmek, doymak, tam bir devrimci ise ağabeyin, demek bıktın. Üşüdü
birden. Günsel yoktu alanda. Bir dolmuşa binip gitmişti. Ağır ağır yürüdü.
Aksaray'a inmişti. Durup düşündü. Düşünmek de değildi bu, istemekti, Günsel'i
istiyordu. Yalnız Günsel'i... Karşımda görmek bile yeter. Küçük-
burjuva desin isterse. Yanımda, karşımda olsun, bir şeyler desin... Yağmur
başlamıştı. Kararsız kaldı bir süre. Ne kolay çiğneyip gidebiliyor beni. Korkunç
bu kız. Karanlıkta, yağmurda... Küçük-burjuva olduğumu anladı mı gidiyor. Belki
gelmez de artık. İyice ıslandığını gördü birden. Bir bulantı vardı içinde.
Midesinde bir eziklik, ara sıra kıpırdayan bir sancı... Ortalık iyi-298 ce
kararmıştı. Önce bir arabaya atlayıp ardı sıra gitmek geldi içinden, sonra eve
dönmeyi düşündü. Zeynep'in ateşi düşmemişti daha... Bekliyordur beni. Akşam
erken gel baba, diye bağırmıştı peşinden. Küçük-burjuvayım. Demek böyle çekip
gidersin. Kötü bir şey demedim ki ben. Surat ettim biraz. Asık yüzlü
olmayacağım. Bıktın demek. Hasan da küçük-burjuvalık mı der gidip anlatsam?..
Beni adam sanmış. Yenikapı'ya gelmişti. Bir tren giriyordu istasyona. Koşuşanlar
vardı. O da karıştı koşuşanlara. Atladı. Tren hemen kalkmıştı. Çoğu ayakta,
kadınlı erkekli işçilerin, küçük memurların, fakir halktan kişilerin tıklım
tıklım doldurduğu üçüncü mevki bir vagondaydı. İlk kez görüyormuş gibi böyle
kişileri, tek tek bakmaya başladı. Gazete okuyanlar, düşünenler, susanlar, çene
çalanlar, gülenler... Gençlik, yaşlılık, güzellik, çirkinlik giderek kadınlık,
erkeklik ayrımının da üstünde bir tek ortak yan vardı bu yüzlerde: Yorgunluk.
Bir de bütün gün süren ezici bir didişmenin sonunda varacaklarını umdukları
mutluluğa, kazanılmış bir-iki şeyle evlerine dönebilmek mutluluğuna bir an önce
kavuşmanın ivedisi... Yanındaki ihtiyara:
— Nereye gidiyor bu tren? dedi Kenan. İhtiyar gülümser gibi bakıp durdu bir
süre.
— Sen nereye gidiyorsun bey? dedi.
Ön dişleri yoktu, sağdaki sipsivri bir diş firlayıveriyordu ihtiyar konuşurken.
Bilmem nereye gidiyorum bu saatte? İhtiyar tek dişini fırlatarak ekledi:
— Küçükçekmece'ye kadar gider bu tren.
Yandan başkaları karıştı hemen.
— Yanlış bindiniz galiba, dedi bir adam gülerek. Halkalı'ya gitmez. 19.55'i
bekleyeceksin Küçükçekmece'de. Benim de başıma geldi.
Kenan ses çıkarmadı. Üstüne topladığı ilgiyi dağıtmak için bir süre sırtını
döndü içerdekilere, pencereden baktı. Mendilini çıkardı, saçlanndan ensesine
sızan yağmur sularını sildi. Elleriy- 299 le ıslak saçlarını sıvazladı.
Paltosu ağırlaşmıştı ıslaklıktan ya, içine su geçirmemişti. Işıklı, daha ışıklı,
çok ışıklı, sönük karanlık pencereli evler, işyerleri geçiyordu pencereden.
Üstlerine yağmur çiseliyordu. Sallanarak değişip duran dışarının üstüne, vagonu
yansıtan camlarda sürekli bir resim gibi omuz omuza insanlar yerleşmiş,
artlarındaki bu baş döndürücü değişmeyi umursamazlıkla bekleşip
duruyorlardı. Bir oğlan koltuğundaki pideden büyücek bir parça koparıp yemeye
başladı, yanındaki bir kıza da uzattı, öteki almadı, başını çekti. Hepsi
biliyorlar gidecekleri yeri. Bir ben bilmiyorum. Yooo, belki de tam tersi: Bir
ben biliyorum hepsinin gideceği yeri, onlar bilmiyorlar. Bilmiyorlar mı? Hiçbiri
mi bilmiyor?.. Ağır ağır döndü vagona, gözlerini gezdirdi inceler gibi. Kim
bilir belki de birçokları var hepsinin gideceği yeri benim kadar bilen. Belki
daha iyi bilen. Bir ben miyim tek başıma?.. Bir korku düştü içine birden.
Gerçekten bir ben miyim koca vagonda?.. Önce inanılmaz bir şey gibi geldi,
kuşkuyla bakındı yorgun yüzlere; öyle anlamsızdı ki hepsi de... Umutsuzluğa
düştü birden. Şimdi bir bağırsam şunlara... Heeey, uyuyorsunuz be!.. Açın
gözlerinizi, bırakın enayiliği de sürünmekten kurtulun. Ne yaparlar ki?.. Deli
derler ya, başka ne yaparlar?.. Ya karakola ya da hiç indirmeden doğru
Bakırköy'e... Şu tek dişli ihtiyar da beni sürükleyen kalabalığın en önünde
gider. Anlamıştım ben, der. Herifte bir bokluk vardı. Casusmuş, telsizle işaret
veriyormuş. Tren bir-iki yerde durup kalktı. İnenler binenler oldu, yine de
değişmemiş gibiydi vagon. İhtiyar da inmişti. Dışan baktı Kenan, kuleleri gördü
bir-
den. Yedikule'yi geçiyorlardı. Şehirden kopmuş gibi oldu birden, çabucak kapıya
yürüdü. Zeytinburnu'nda ineyim. Tren durunca istasyona boşalan kalabalıkla
birlikte kendini dışarda buldu. İnenler, binenler çarçabuk yer değiştirmiş, tren
kalkıp gitmişti. İstasyon boşalmış gibiydi. Bakındı yöresine, merdivene doğru
yürürken yandaki kocaman yazıyı gördü: KAZLI-300 ÇEŞME. Niye burada indim? Niye
Zeytinburnu'nda inecektin kir.. Merdivenden indi, uzaklaştı istasyondan,
yanlarındaki sokaklardan birine saptı. Çiseleyen yağmur altında vıcık vıcık
çamurlu sokaklarda yürümeye başladı. Gelen giden, koşuşan bir kalabalık
çıkıveriyordu insanın karşısına, hem de hiç umulmayan izbe sokaklarda. Gecekondu
mahalleleri başlamıştı. Kimi evlerden radyo sesleri geliyor, gülüşmeler, bağırıp
çağırmalar duyuluyordu. Yanık bir ninni sesi duydu birden. Güzel sesli, genç bir
kadın, Doğuluya çalan ağzı ile tatlı bir ninni tutturmuştu. Arsaya açılan bir
sokağın ucunda bir fabrikanın geceye yüklenmiş koskoca karaltısı çıkıvermişti
önüne. Yürüdü sokağın ucuna kadar, başka fabrikalar da vardı ilerde. Dumanlı
bacaları, ıslak gecede kırpışan ışıklarıyla... Gece vardiyası mı yapıyorlar?..
Niye geldim buralara ben?.. Kimi işte, kimi evde, kendi dünyasında herkes. Nasıl
ilişki kurulur bunlarla? Kız haklı aslında, sevdikleriyle bile yakınlık
kurmasını beceremeyen, ayağı havada pis bir küçük-burjuvayım ben. Nasıl arılar
gibi yaşıyorlar bu evlerde, bu fabrikalarda... Arılar gibi yaratıyorlar. Yine de
sapsarı yüzleri. Öyle alışmışlar ki verdiklerinin çok azını almaya, her şeyimi
vermeye hazırım da umursamıyorlar bile. Biraz üstlerine varsam iyice
kuşkulanacaklar. Bizim Sait öğretmen, Ankara'da Soğuksu'da lastik fabrikası
kurdu, çalıştırdı sizi. Dört milyonum var diyor şimdi. Altı senede... Öyle mi
yapayım ben de?.. İki adam çıktı bir evden, dik dik baktılar sokağın başında
öylece duran Kenan'a.
— Ne o hemşerim, birini mi aradın?..
Kenan toparlanıp baktı:
— Haa, dedi, şöyle bir kahve ya da lokantamsı yer yok mu buralarda?..
Ötekiler kuşkulu gibi baktılar bir an, sonra uzun boylu, burma bıyıklısı:
— Gel bizimnen, dedi, aşşağıda Emin'in kahvesi var. Yanında lokantalar da
vardır.
Yürümeye başladılar. Adamlar susuyorlardı. Kenan'a bir suskunluk çökmüştü. İçi
ile konuşmaktan bıkkın gibiydi. Kısa boylusu:
— Oruç muydun?., dedi birden.
Kenan ramazan olduğunu bile unutmuştu. Baktı adama:
— Değilim, dedi.
Ötekiler Kenan'ın konuşmasını, bir şeyleri açıklamasını bekliyor gibiydiler.
Böyle efendiden adam, bu vakit, bu havada, bu sokaklarda?.. Fakat bir şey
sormaya kalkışmadılar.
— Kahveye mi siz de?., dedi Kenan bir şeyler söylemiş olmak için.
— Teraviye, dedi kısa boylusu.
Güzel sesli bir imam varmış da Mevlanakapı'da. İlerdeki sokağın başından ışıklı
kahveyi gösterip uzaklaştılar. Kenan yürüdü kahveye doğru. Buğulu camlardan
içeri baktı. Çay, kahve içenler, kâğıt, tavla oynayanlar, konuşanlar... Tam bir
işçi kahvesi. Girecekti ki içinde bir ezilme duymaya başladı. Arandı, kahvenin
yanındaki boş arsadan sonra tek katlı tuğla bir yapıdaki lokantayı gördü. İlerde
lokantaya benzer bir-iki yer daha seçebiliyordu. Uzaktan uzağa, ışıklı başka
kahveler, bakkallar, tatlıcı dükkânları... Ağır ağır yaklaşıp girdi lokantaya.
Aşçı dükkânı, ciğerci, lokanta arası bir yerdi. Meyhaneye benzer bir yanı da
vardı ya, pek içen yoktu görünürlerde. Sekiz on kadar masa vardı. Kapıya yakın
bir boş masaya oturdu. Öğlende de iki sandviçle geçirmişti. Günsel'le buluşacağı
saati, Teşvikiye'deki evde baş başa yiyecekleri yemeği düşünmüştü bütün gün.
Kısmet buraymış. Çiçekli muşamba kaplı masada ters çevrilmiş dört tabak, dört de
bardak
vardı. Tabağı çevirmek istemişti ki arkadan koşan, kirden siyaha kaçmış beyaz
ceketii bir garson hemen yapa o işi. Altın dişli, bıyıklı, sırıtık, yaşı belli
olmayan cinsten, köşemsi bir adamdı.
— Paltonuzu alalım ağbi...
içerisi ılıktı. Gerilerde bir soba yanıyor olmalıydı. Kenan paltosunu çıkardı,
hemen yanındaki beyaz duvara çakılmış çiviye 302 elbirliğiyle taktılar.
— Izgara ne var?..
Garson sırıtarak boynunu büktü.
— Izgara söndü ağbi, ciğer yahni var, fasulye piyazı, kuru fasulye edi, kıymalı
patates, kıymalı yumurta, nohutlu yahni...
Daha bir-iki saydı. Aslında yiyebileceği hiçbir şey yoktu. Karşı masadakilere
baktı, nohut yiyorlardı. Dolu ağzıyla gülerek bir şey anlatıyor biri, öbürü de
hem ağzını aça kapaya şapırdatarak çiğniyor, hem de başını sallayarak gülmeden
dinliyordu.
— İçki alacak mısın ağbicim?..
Garson aynı sırıtık yüzle bekliyordu. Kenan ne diyeceğini bilemeden baktı adama,
sonra,
— İçki mi?., dedi. Ramazan değil mi?..
Takılmak için söylemişti. Kimi yerlerde içki vermezlerdi ramazanda. Hele
Anadolu'da gündüzün yemek bile bulamazsın. Daha da sırıttı garson:
— İdare ediyoruz, dedi. İsterseniz çılbır yaptırayım size. Çılbır, beyaz peynir,
salata söyledi. Garson gidince şöyle bir
bakındı, tam karşısındaki duvarda camekânlı mutfağın iki yanında yüzleri
birbirine dönük Atatürk'ün mareşal üniformalı bir resmiyle Menderes'in büyücek
bir fotoğrafı asılmıştı. Bir sırıtma vardı Menderes'in Atatürk'e bakan yüzünde.
Köse garsonun "idare ediyoruz" derkenki sırıtmasına öyle benziyor ki... İdare
ediyoruz ağbicim. Niye geldim buraya ben?.. Neyi doğrulamaya çalışıyorum?..
Küçük-burjuva olduğumu!.. Niye böyle kesin yargılısın benim için?..
Söylemediğinde de belli oluyor bu yargın. Bakışlarından, davranışından, sımsıcak
ilgi gösterme çabandan... Biliyo-
rum, kırmamak, gönlümü almak çabasından hep. Küçük - burjuvayım ben. Fakülte
bitirmiş, memurluk etmiş, kitapçılığa başlamış, evi, karısı, çocuğu...
Bunalımı... Bıktım senin bu küçük burjuva bunalımlarından. Küçümse bakalım.
Benim kadar kim biliyor bu anlamsız yaşantının acısını, ağırlığını?.. Sen mi?
Hiç hiç hiç hiçbir şey bilmiyorsun. Hele bu adamlar... Gözden geçirmeye başladı
lokantadakileri. Belli ki işçiydi hepsi, ya da çoğu... En gerideki masada bir
adam renkli bir şey içiyordu. Şarap belki; beyaz saçlan, tel gözlüğü, beyaz
posbıyıkları... Tel gözlüğü olmasa yaşlı bir balıkçıya benziyordu. Yalnız. Şunun
masasına geçsem. Bırak bu özentileri oğlum... Buraya gelmen bir özenti, bir
de... Çabucak zıkkımlan da çık. Neresi özenti bunun? Yenikapı'da yürürken buraya
geleceğimi nenden biliyordum? Aslında trene koşarken Sirkeci'ye gitmek vardı
içimde. Belki de Sirkeci istasyonunda o geceki lokantaya... Hani sevgilisine
küsünce ortak anıları olan yere gider insan ya... Bir de bakmışım geç vakit
tıpkı o geceki gibi Günsel girmiş kapıdan... Ne yapar ki?.. Gelir karşıma, pis
küçük-burjuva diye bağınp çeker gider! Hem de yapar bu kız. Demek bir rastlantı
getirdi beni buraya. Günsel de bir rastiantı... Ne güzel rastiantılarla dolu şu
yeryüzü. Niye çıkıp şuracığa gelmez Günsel?.. Belki de Hasan'in arkadaşıdır şu
şarap içen balıkçı görünüşlü adam. Belki şu sansın oğlan... Köse garson belki
de... Bakarsın Hasan'la beş yıl cezaevinde yatmıştır. Sorsam mı bir?.. Sırıtarak
bakıp bizim Hasan mı?.. Şu Günsel diye bir kız kardeşi var, şimdi gelirler
nerdeyse. Gözlerini kırpıştınrmış. Gece konuşma yapacağız burda. İnsanı mudu
eden rasdantı buna derim işte!.. Küçük-burjuvayım da ondan, hem de pis küçük-
burjuva!.. Bu kadar özlemli düşünmedin mi işçi oluyorsun demek!.. Biraz ta takur
tukur şeyler belledin mi, devrimci!.. Şimdi iyice saçmaladın, hıyarağası!.. Tam
pis küçük-burjuvasın şimdi. Bir şeyler yiyip de şu yandaki kahveye geçeyim. O ki
başladık özenti işlere, tamam olsun. Buldun tanımını, küçük-burjuva demek, bütün
yaşantısı özenti olan adam! Kendinden bıkkın, özendiği gibi
de olamayan... Belki de haklı kız! Minicik kızım benim. Neye yarayacak böyle
bırakıp gitmelerin beni?.. Daha çok, daha pis kü-çük-burjuva olmama... Bir gün
temelli çekip gideceksin besbelli. Hem de dayanamayacağımı bilerek. Kim bilir, o
gün bugün belki de... Anlamadım, bir daha görmeyecek miyim seni?.. Pis kü-çük-
burjuva. Delirmişsin sen: Fırlayacak gibi oldu yerinden.
— Geldim ağbi!..
Mutfak yanından doğru elinde yumurta sahanıyla garsondu. Koşar gibi geldi.
Sahanı korken aynı sıntıklıkla özür diliyordu.
— Kusura bakma ağbi, beklettik.
Kenan ses çıkarmadı, yüzüne de bakmadı adamın. Sevmedim bu herifi.
— Bira getireyim mi?..
— İstemez.
Salata, ekmek, peyniri bir çocuk koşturdu masaya. Kenan yemeye başladı. Yoğurdu
yumurtayı iştahla yiyordu. Demin nohut yiyenlerin bırakıp gittiği yere üç kişi
gelip oturdu. İnce kemikli, gaga burunlu, mavi gözlü, buğdaysı bir genç, cıvıl
cıvıl bir Karadeniz ağzıyla:
— Ula Çazum, dedi, ula baksanuza ha buraya!.. Kazım dediği sırıtık garson geldi.
— Bize bi yeni aç peşun. Bağa bi gıymali yomurta, salata. Bak bulara da...
Ötekiler de bir şeyler söylediler. Kenan ilgiyle izlemeye başladı. Ötekiler
sessizdi. Bu da inadına gürültücü. Gözlerinin içi alaylı gülüyordu konuşurken.
Boyuna konuşmak istiyordu. Ötekilerden birinin başı hep önündeydi. Kara kaşları,
posbıyıklarıy-la doğuluya benziyordu daha çok. Üçüncüsünün, nereye çeksen gider,
anlamsız, pembe bir yüzü vardı. Kulakları saydam gibi ince idi. Üstünde kırmızı
damarlar görünüyordu. Adlan ne ki bunlann? Şu Karadenizli ya Harun, ya
İlyas'tır. Bir ara Kenan'la göz göze geldiler. Kırk yıllık tanıdık gibi gülerek:
— Sen de mi yer pulamadun? dedi.
Kenan pek sevinmişti bu yakınlaşmaya, ama anlamamıştı.
— Ne yeri?., dedi.
Karadenizli bütün dişleri dışarda, gaga burnu daha da sivril-miş, makara gibi
bir gülme tutturdu önce, tam söze başlayacakken kırmızı suratlısı:
— Sus ulan, dedi, tüm kâfir ettin zati bizi. Öteki aldırmadı. Kenan'a eğildi:
— Ha bular beni teraviye götürdü, yer pulamaduk. Ben de çekup ceturdum puraya.
Eyu etmedum mi?..
Doğulu gibi olan da bıyık altı gülüyordu. Belki de Alevi...
— İyi etmişsin, dedi Kenan gülerek. Ben hiç gitmedim, yer bulamayacağımı
bildiğim için.
Karadenizli öyle gülüyordu ki...
— Sen daha eyisunu etmişsun ağbiy. Pakun ulan akillu ada-mu köreymisuuz?..
Pembe surat, aynı suratsızlıkla:
— Yer mer mahana, dedi, teravide sıkışık olmak sevaplıdır. Bunun göynü yok
zati. Zornan köpek ava gider mi?..
Öteki aldırmadan gülüyordu. Bir ara durdu, ciddileşti, ilgiyle baktı Kenan'a.
— Mühendis misun ağbi, dedi. Kenan gülerek:
— Kitapçıyım, dedi. Karadenizli durdu bir, sonra:
— Meçtep çitapi mu? dedi.
— Mektep kitabı.
Garson yemekleri getirmişti. Su şişeleri, bardaklar, salata tabaklan. Bir de
rakı açtılar. Karadenizli hem atışünyor, hem de ara sıra Kenan'a dönüp
anlatıyordu. İki gündür zorla oruç tutturmuşlar buna. Bugün de teraviye
götürmeye kalkmış Hayma-nalı. Haymanalı dediği pembe adamdı. İftarda doymamış
doğru dürüst... Ötekiler bir şey yemiyorlardı. Doğulu gibi olan bir parmak içki
koymuştu kadehine, ara sıra da salataya uzanıyordu
bıyık altı gülürek, Haymanalı pilav yiyordu kaşıkla. Ne gülüyordu, ne de
konuşuyordu artık. Karadenizli kıymalı yumurtanın yarısını götürüvermişti bir
anda. Yarıdan yukarı rakı doldurduğu kadehini azıcık sulandırıp diktiği sıra
birden durdu, Kenan'a kaldırdı kadehi:
— Sağliğunuza peyfendu!.. dedi.
— Sağ ol, afiyet olsun.
O, kadehi bir solukta yarılayıp korken, Kenan, ötekilerin içmemesine takılmak
için:
— Koca şişeyi tek başına içeceksin, dedi.
Karadenizli utangaç, tedirgin bakındı birden, başka anlama almıştı Kenan'ın
sözünü,
— Kusurumuza bakmayın ağbi, dedi, meçtep, metrese gör-memişuk ne de olsa...
Sonra rakı şişesini aldı, Haymanalı'nın önünden boş duran kadehi yarıdan yukarı
doldurdu; açıklama olanağı bırakmadan Kenan'ın önüne koydu. Kenan gülmeye
başladı:
— Onu demek istemedim, dedi. Sağ olun; arkadaşlarınız içmiyor da...
— Sen pakma, naz edeyiler, pirazdan pizi geçerler.
İlk kadehi birlikte içtikten sonra beklenen yakınlaşma oluverdi. Adı Cemal'miş
Karadenizli'nin. Posbıyık da eniştesi olurmuş uzaktan. Uzaktan demek, halasının
torununu tutarmış. Musta-fa'ymış adı. Aynı köydenmişler, Pazar'dan. Rize'nin
Pazar'ı. Haymanalı olan Reşit deride çalışıyormuş, bu ikisi lastikteymiş-ler.
Enişte çok olmuş geleli. Bir gecekondusu varmış, ikisi orda kalıyorlarmış.
Üçü de evliymiş köyde. Reşit burdan da evlenmiş. İki köydeki karıdan, bir de
burdakinden üç oğlu varmış. Cemal alaylı:
— Piz de evleneceğuz purda ya, enişte penden çekineyi, pen ondan çekineyim.
Bir kahkaha attı. Haymanalı kalkıp gitmeye davrandı; Cemal sımsıkı tuttu
elinden, oturttu.
— Çiğluk etme, dedi, misafir pırakilup çidulur mu?
Kenan'a göz kırptı gizlice. Cin gibi oğlan. İşine gelen durumları öyle ustaca
kullanıyor ki... Rakıyı bir-iki yudumladıktan sonra Mustafa da açılmış gibiydi.
Reşit'e döndü:
— Pirak aksiliğu, dedi. Piz cehenneme cideceyuk ta, sen cennete mi kalacaysun?..
Cemal yetişti hemen:
— Pok cideyu cennete. Onun cunahları pizden büyük. Piz mu kandirdik elin on
beşinde çizinu?..
Reşit'e de içirdiler. Aslında Reşit'in de içmeye can attığı öyle belli oluyordu
ki... Gitmeye kalkma numarası da içkiyi dayatmaları içindi belki de. Dediği de
çıktı Cemal'in; biraz sonra ötekiler bunlardan daha çok içmeye başlamışlardı.
Kenan, Cemal'in verdiği kadehi bitirince bir büyük şişe söyledi garsona, sonra
döndü masadakilere:
— Beni de aranıza alın bari, dedi. Cemal sevinçle fırlıyordu ki Kenan ekledi:
— Yalnız bir şartım var. Hepsi Kenan'a baktılar ilgiyle.
— Hepiniz bendensiniz bu akşam.
Gözlerinde hem bir dostluk sevinci, hem de bir çekingenlik belirmişti.
Duralamışlardı birden, Cemal kekeler gibi:
— Olir mu ağbiyciyum? dedi. Kırk yılda bir celmişsinuz. Kenan kesti hemen:
— Artık sık sık gelirim, dedi. Başka akşam da sizden içeriz. Kenan masasından
davranınca hepsi birden saygıyla ayağa
kalkülar. Haymanalı geri çekildi. Cemal, Kazım'a seslendi, Kazım koştu, Kenan'ın
masasındakileri taşıdılar hemencecik. Yerleştiler. Yeni karşılaşıyorlarmış gibi
hoş geldinler, merhabalaşmalar... Cemal birden değişmişti sanki. Evine yabancı,
saygıdeğer bir konuk gelmiş gibi deminki zevzekliği bırakmış, ağırbaşlılaşmıştı
birden. Yanlanmış bir Bafra paketi uzattı Kenan'a. Ötekilere de verdi. Yaktılar
sigaraları. Yükselen sigara dumanlan arasında masadaki-
lerin yüzlerine baktı Kenan. Dost, insan yüzler. Bizim insanlarımız. Öylesine
muüuluk duydu ki birden. GünseFle akşamüstü geçen tatsızlığı da unutmuştu. Artık
ara sıra gelirim buraya. GünseFle de geliriz. Günsel bırakıp gitti beni. Yine
gelir. Bağışlar beni o. Zamanla küçük-burjuva olmadığımı anlayacak. Ah bir şu
Nermin belasından kurtulup da evlenebilsek. Şu adamlara bak. 308 Köyde karısı
çocuklar var, burada da rahatça evleniyorlar. İşlerini uydurdular mı bu
Karadenizliler de evlenir hemen. Evlenme işinde Hasan'ın yöntemini uyguluyorlar
bunlar. Hasan'ın o gece, çeke uzata anlattığı değil de kendi yaşamında
benimsediği... Gün-sePin ilk gece ağbisini tanıtırken anlattığı biçim. Hasan'la
konuşacak çok şey vardı ya... Bu evlenme, kadın konusunda bile, istemedi,
kaçındı. Neden? İçtenlikle davranmıyorlar bana karşı. Günsel'de de var bu.
Pişman oldu belki de... Sevmiyor. Polis izliyormuş. Yeni bir şey mi bu?.. Çok mu
önemli?.. Değil de, bakalım hıyarağası!.. Korkak buldular da beni, deniyorlar
belki de...
— Affedersun abiycuğum, vazife filan midur pizum puraya cellişinuz asil sebebu
yani?..
— Yooo, dedi Kenan gülerek. İşte sizleri görmeye geldim. Mustafa bozulmuş gibi
oldu birden:
— Ula Cemal, ne çok soraysun, dedi, mustantik misun?.. Pi-rak ta rahat içsun
peyefendi.
Cemal utandı, kızararak gülümsedi.
— Affedersinuz, rahatsizluk vermek istemedum, dedi.
Sonunu getirmedi, sustu. Bir daha da sormadı. Kenan babacan bir gülümsemeyle
bakıyordu. İkinci kadehi de sonuna kadar içmişti. Sarhoşluğa geçerken açılan
pırıl pırıl ışıklı kapının önündeydi şimdi. Sımsıcak baktı masadakilere. Şu
Haymanalı'nın kırmızı damarlı saydam kulakları, pembe yüzü ne güzel!
— Sizleri görmeye geldim, dedi, inanın bana. Tek görevim, tek isteğim bu...
Sizleri görmek, tanımak, sizlerle birlik olmak. Yanınızda olmak. Yeryüzünün tek
mutluluğu benim için sizlerden bir parça olmakta...
Bir şeyler daha diyecekti, getiremedi. Ötekiler de pek anlamadan ama dostlukla
bakıyorlardı. Kötü bir şey yoktu ki sözlerinde. Yenilenen kadehi kaldırdı Kenan:
— Dostluğumuza!., dedi. Kardeşliğimize... Sonuna kadar...
Bir şeyler demek istiyor, hem sarhoşlukla ağzından olmayacak sözleri kaçırıp
suçlu düşmekten korkuyor, hem her şeyi bir anda deyiverip sarmaş dolaş olmak
isteğiyle yanıp tutuşuyor; sonra yine birden kendini denetleme zorunluğu duyarak
bilinçli davranma çabasıyla kasılıyordu. Elinde kadeh bir an durdu öylece, sonra
tamamladı:
— Bitmeyecek, bütün insanları muduluğa götürecek dostluğumuza...
Ötekiler de heyecanlanmış gibiydi bu söylevden.
— Sağ olasun peyefendu. Birden kesti Kenan,
— Beyefendi yok, dedi, Kenan adım, Kenan deyin bana, sizden biriyim ben.
Arkadaşınızım.
— Sağ ol Cenan Bey ağbiyimus!..
İçtiler. Haymanalı hiç konuşmuyordu, pek gülmüyordu da. Yadırgadı mı? Huyu öyle
galiba.
-— Ne o Reşit kardeş, dedi Kenan, ne düşünüyorsun?..
Reşit karşılık vermedi, sıkılganlıkla başını salladı. Ne anlama geliyordu ki bu
baş sallama?..
— Pakmayun siz ona Cenan Ağbiy, dedi Cemal. Paşa'cidur o... Ne etsen boş.
Kafasina takmiş pi çere. Ne etsen çıkaramaysun.
Önce anlamadı, sonra içi burkulur gibi oldu Kenan'ın. Yoksa bunlar beni?..
— Olsun, dedi. Paşa'cı olmada kötü bir şey değil bugün. Bu heriflerin yanında
Paşa zemzemle yıkanmışa döndü.
Bir sessizlik oldu. Mustafa önüne baktı, Reşit yeni canlanmaya başlamış gibi
ileri geri sallandı bir-iki. Cemal yüzünden eksik olmayan alaylı gülüşün
solmasını önlemek ister gibi başını kaldırdı.
— Siz temıgrat teğil misunuz? dedi.
Kenan bozulmuştu. Tuttu kendini, gülümsemeye çalıştı:
— Nerden çıkardın bunu be Cemal kardeş? dedi. Gördük işte neler etti herifler.
Aklı başında adam Demokrat olur mu daha?..
Cemal pek inanmamış gibi bakındı, aynı sinsi gülüşle,
— Valla ne pileyum ağbiy, dedi. Hani tediklerinuza paktum da...
Sustu, önüne baktı. Kenan da kalmıştı öylece. Ne dedim ki bu adamlara ben?..
— Pölükbaşi'ni mu tutaysun?..
Mustafa'ydı. O da aynı gülümsemeyle bakıyordu Kenan'a. Bölükbaşı'nı mı
tutuyorum?..
— Hiçbirini tutmam, dedi Kenan, hiçbir partiden değilim. Sizden yanayım ben.
Çalışan namuslu fakir fukaradan yanayım, işçilerden yanayım.
İnandılar mı? Asıl önemlisi anladılar mı?.. Kırık dökük bir "sağ ol" dedi Cemal.
Yine bir suskunluk çöküverdi. Kenan birden yapayalnız buldu kendini. İşte
işçiler. Kendilerinden yana olduğun işçiler. Burun burunasın, buyur anlat
derdini. Çok da ileri gitmek yok. Gittik bile... Kenan birden toparlandı, kadehi
kaldırdı gülerek:
— Boş verin particiliği, dedi. Neşemize bakalım.
— Yaşiyasun ağbiy.
İçtiler. Reşit'in pembe yüzü kızardı birden, konuşacaktı belli ki...
— Ekmek yediğim çanağı pislemem ben, dedi. Sözünü yine politikaya getirmişti.
— Bubam annatur, Yonan geldiğinde İsmet Paşa, bizim orda bir depe vardır
biliyon mu?..
Cemal birden tersledi:
— Lan piktuk Yonanlindan, İsmet Paşa'ndan... İsmet Paşa, İsmet Paşa!..
Karapeçir olmiyaydu korurdum senun İsmet Pa-
şa'nı... Piz mi pisleyruk ekmek yeduğumuz çanağu? Bizim pa-bamuz emicemuz
Yonanliya pirluk mu oldiler... Temikratlar celdu bereçet cirdi melmeçete.
Acinden eleydi millet. Reşit de bozulmuştu. Pancar gibi kızardı.
— Asıl şimdi acından ölüyo millet, dedi. O devirdeydi asıl bereket.
Mustafa söze karıştı, bir gözünü kurnazca küçültmüş yan 3jj yan bakıyordu.
— Ulan Haymanalı, dedi. Pir de sofıluk tasluysun. Tinsuzlu-ğu çim soktu ha bu
melmeçete? Hem gomonistiuğu...
Cemal sertlikle kesti:
— Ağpiyum olmıyaydı, onun sofiliguna pi laf ederdum şimdi... Siçayum o Halk
Partisunun pen...
Sonra Reşit sövdü Demokratlar'a... Sonra Cemal sövdü Halk Partisi'ne... Sonra
Mustafa, sonra Reşit... Derken iki yan da yorulmuş, kanıksamış gibi durdular
biraz. Kenan önce korkmuştu hır çıkaracaklar diye. Biraz sonra anladı ki bunlann
her günkü konuşmaları bu. Arkadaşlıklarının özüne de, biçimine de pek etki
yapmıyor bu sövüşmeler. Uygarlaşmışlar bir tür! Cemal doldurduğu kadehini
kaldırdı:
— Ola iç bakalım Haymanalı, sevurum seni... Ağpiyumun sihhatina.
— Sağ olasınız.
Bir süre havadan sudan söz edildi. Kenan hep durumu kolluyor, ilgilerini daha
önemli konulara çevirmek için uygun bir neden yaratmaya çalışıyordu. Fabrikaya,
işkollarına getirdi sözü. Sendikaları var mıydı? Vardı ya... Sendika
başındakiler Demirgı-rat olduğundan, Halk Partilu olan ne pok yiyeyi? Bilümüsün
ağ-bi, avanak bizim işçi, Demirgıratiılar da yüzüne gülüyorlar. Ula asıl avanak
sensun. Halk Paltisu zamanında işçi açlıktan gırılay-dı. Sıçmışım senin
demirgıratının. Siçayum o Halk Partisi'nun pen... Hangi konuyu açsa sonu hep
böyle parti sövüşmelerine varıyordu. Şaşırmıştı Kenan. Vay canına? Öylesine
koşullanmış-
lar ki ne yapsan boş. Meğer ne korkunç oyunmuş bu. Tastamam Baba'nın dediği:
Horoz dövüşü. Kişiyi bilinçten yoksun etmenin bundan yararlı biçimi güç bulunur.
Eğer bütün işçi böyleyse!..
— Çocuklar, dedi Kenan. Bana kalırsa bir oyuna getiriyorlar
sizi.
Hepsi durup Kenan'a baktılar. Merak etmişlerdi oyunu. Ke-312 nan nasa anlatsam
diye duraklamıştı. Yandaki masalardan birinde oturan yaşlıca bir adam kalkıp
sandalyesi ile yanaştı...
— Selamınaleyküm.
Ötekiler pek aldırmadılar. Kenan döndü adama:
— Aleykümselam, dedi. Merhaba.
Ötekiler de çabuk çabuk merhabayı bastırdı. Haymanalı da saygılı davrandı.
— Hoş geldin Sülüman Dayı.
— Hoş bulduk.
Ötekilerin gözü Kenan'daydı, açıklamasını bekliyorlardı.
— Oyun tedundu ağpi...
— Haa, oyun dedimdi. Oyun şu: Sizi böyle Halk'tı, Demok-rat'tı diye birbirinize
sövdürüp deveyi hamuduyla yutuyorlar.
Bir sessizlik oldu. Deveyi hamuduyla yutma deyimi hoşlarına gitmişti besbelli.
Yüzlerinde bir gülümseme oldu hepsinin. Anladılar mı? Mustafa ciddileşti...
— Toğru teyisun da ağpiycuğum, dedi. Hirsizluk pizum milletun tamarine
işlemiş... Toğrilik yaramayi... Halk Partisu tevrunda taha çoğidu hirsuzluk...
Şimdi çalmasa da çaldi teyi-
ler...
— Bugüne gader heçbir vakit böyle hırsızlık olmamıştır mel-mekette. Halk Partisi
devrinde bizim Haymana'da bir defa...
— Ola batsun senun Haymana'n.
Aynı yörüngede bir kapışmaya atlıyorlardı ki Kenan girdi araya...
— Yine başlamayın horoz dövüşüne, dedi. Bırakın şu Halk'tı Demokrat'tı
kavgasını. Ortak çıkarlarınızı düşünün. Halkçı ol,
Demokrat ol, sonunda işçisiniz. Bütün yük sizin sırtınızda... Demokratsın, ya da
Halksın diye kimse size bir somun ekmek vermez. Çoluğunuzu çocuğunuzu da
düşünmez. El ele verin; kardeş bilin birbirinizi, Halkçısına da soydurmayın
kendinizi, Demokratına da...
Sözlerinin etkisini ölçmek isteği ile yüzlerine baktı tek tek. Pek bir şey
çıkaramadı. Susuyorlardı. İçeriğini kavramamışlar, sözlerimi bir tür babaca
öğüde almışlar besbelli. Daha ne kadar açılabilirim ki!.. Karanlıkta göz
kırpıyoruz. Yalnız yeni gelen Süleyman Dayı gözlerini Kenan'a dikmiş, başını
belli belirsiz sallayıp duruyordu aşağı yukarı: Seni, seni, demek bunları
söylersin! Bu herif de nerden çıktı. Yoksa. İçinde birden büyümeye başlayan
ürkmeyi yendi.
— Sen ne diyorsun bu işlere Süleyman Dayı, dedi. Süleyman kımıldamadan baktı bir
süre, sonra:
— Birbirimize dudcun değiliz Bey, dedi. Dutkun değil bizim millet.
Bir şeyler daha diyecek gibi baktı, sustu. Beş-on günlük kırçıl bir sakalı
vardı. Avurtlan buruşuk, çöküktü. Aslında geniş olan alnını hiç tarak görmemiş
gibi kaşlarına doğru sarkan beyazı bol saçlar iyice daraltmıştı. Yaşını anlamak
kolay değildi. Elli ile altmış arası denebilirdi. Gözleri sönük sönük, fakat
canlıydı. Bir yere dikti mi uzun süre ayırmıyordu. Kenan'dan da ayırma-mıştı.
— İçki versenize Süleyman Dayı'ya...
Ses çıkarmadı Süleyman. Bir su bardağı biraz rakı koydular, biraz su; önüne
bıraktılar. Kenan o sıra yaklaşan köse garsona döndü:
— Bak, dedi. Süleyman Dayı'ya yiyecek bir şeyler getir. Rakımız da bitti. Biraz
peynir, salata...
Ötekiler de canlanır gibi oldular, sevinmişlerdi bu yinelemeye. Saatine baktı
Kenan, ona geliyordu. Dışarda yağmur artmış, sürekli sağnak biçiminde camları
yıkıyordu. Yağmurun kırpıştır-
dığı elektrikler, koşuşan karaltılar görünüyordu ara sıra. Bir ara kapı açıldı;
ıslanmış adamlar doluştu içeri. Birkaçının üstünde muşambamsı pardösü vardı,
biri paltoluydu; ikisi de yağmurdan sucuk gibi olmuş ceketlerine büzülmüş,
omuzlarını kaldırıp başlarını içeri çekmişlerdi. Paltolunun başında bir fötr,
ötekilerde birbirine pek benzeyen kasketler vardı. Teraviden mi dönüyor-314
lardı ki? Muşambalılardan biri tam söze başlayacak olan Ce-mal'e baktı,
Karadenizli ağzına benzetme çabasıyla alaylı:
— La Cemal ne çeseysun çene? dedi. Hamsi paluğu mu pel-
ledun?
Söyleyeceği söz ağzına takılmış gibiydi Cemal'in. Bozuldu birden. Ötekiler
gülüşmeye başladılar. Kenan da anlayışlı bir gülümsemeyle baktı CemaPe. Olur
böyle şakalar!.. Cemal yine de kızgınlığını yenememişti, döndü sırıtarak
yaklaşan adama:
— Hamsi çesilur mu guyrukli çürt, dedi. Senun gibi oçüzle-
ri çeşeyruk piz.
Öteki aldırmadan gelip masaya çökmüştü. Cemal, Kenan'a
döndü:
— Gusurine pakmayasun ağpi, dedi. Tağdan inmedur, adam
edemeduk daha...
Yeni gelenlerden birkaçı daha oturmuştu masa yakınına. Kenan'ı görünce
çekingenleşir gibi oldular bir ara, sonra daldılar. Masanın havası değişmişti
birden. Kürt, laz şakaları, sövgü ile karışık söz atmalar, yerli yersiz
gülmeler, kahkahalar... Kaz uçar da Laz uçmaz mı fıkrası. Eşşeğe Kürt demişler
kırk gün yem yememiş ağbi! Başka fıkralar. Ha bu çürtler citmişler patişaha, te-
mişler patişahum çok ileri cideyi ha bu Moskof, izun ver pize, cidup haddini
pildirelum. Patişah olmaz teduyse de çürtler ta-yatmış piley misun, cideceğuk ta
cideceğuk... Hadi cidun paka-lum temiş patişah ta... Ne etsun. Pakmiş laf
anlamiyler. Citmuş punnar, pirazdan tönmişler. Patişahım cideyruk ama, Zigana-
lar'da Lazlar vardur, yolumuzi çeşerler; bir içi mahafız veresin pize! Kenan çok
güldü fıkraya... Hele Mustafa'nın ağır ağır an-
latması öyle tatlıydı ki... Bulanık bakışları hiç değişmeyen Süleyman Dayı'dan
başka hepsi gülüyorlardı. En çok da "Kürtler"... Kürder dedikleri, ilk gelip
Cemal'e takılan Malatyalı Hüseyin'le, biri Elazığlı, iki Maraşlı, ıslak ceketli
üç işçiydi. Kenan'ın içinde dolup taşan mutluluk birden yadırgamaya dönüşüyor;
kısa bir an ürkek, çekingen bakmıyor yöresine, bütün ömrünce özlemini duyduğu
yüzlerce kuşatıldığının bilinciyle yeniden mutluluğa kavuşuyordu. Bir şey
yaptığımız yok ya, olsun, onlarla birlik olmak, içmek, konuşmak da bir şey.
Köklü bir dostluk kurabi-lirsem. Artık her hafta gelirim. Bakarsın bir gün de
içlerinden biriyle daha önemli konulara geçip bilinçli olarak... Peki, bu
Süleyman Dayı dediğimiz niye, ne güler, ne konuşur; karanlık bakışını hiç
durmadan ondan ona çevrir?.. Sessizce izler gibi dinliyor. İçkisine de pek
dokunmamış. Yoksa herif... Her yanı polis olsa ne olur bu zavallının! Niye
zavallı?
— Arkadaşlara da içki versenize, dedi Kenan. Şöyle bir bakınırken çabucak
ekledi:
— Şu masayı da çeksek...
Kimse yerinden kımıldamadı. Duymamış gibiydiler. Cemal belki de istemiyordu
masaya yerleşmelerini. Ötekiler de oralı değildi. Islak ceketli Maraşlılar'dan
biri kalktı, bir şey demeden çıkıp gitti. Kenan, Hüseyin'e bakıp üsteledi:
— Yoksa ramazan diye... Cemal yetişti hemen:
— Ne ramazani ağpiycuğum?.. Kizilbaştir o... Tinsuz...
— Ne tinsuzu? Kurban olmiş tinsuza!
Alevi Sünni atışmaları başladı birden. Ula İsiyn davşanun ayağu kaç? Mumi nasil
söndireysuz? Piley misun ağpiycuğum, Hazreti Eli'nin ketisi teyiler davşana ha
bular... Hüseyin aldırmıyordu, ara sıra alaylı bir söz atıyordu Cemal'e; Cemal
parlıyor, sövgü ile karışık söyleniyordu bir süre, tam susacağı sıra bir taş
daha atıyordu Hüseyin. Konuşma kurnazla farfaranın düellosuna dönüşmüştü. Ara
sıra tanıkların karıştığı düello. En son
kansan da Cemal'in yenik düştüğü sıra yardımına koşan Mustafa'ydı. Sinsi,
kinliydi bakışları. Bu arada bir büyük şişe rakı daha boşalmış, yenisi
açılmıştı. Garson üç kadeh daha koydu masaya. Haymanalı yeni gelenleri sessizce
destekler gibi doldurdu kadehleri. Biraz sulandırıp mezesiz yuvarladılar.
Aleviler üstüne çok şey duymuştu Kenan. İyi şeylerdi çoğu; 3J5 dayanışmaları,
insancıl sevgileri, hoşgörüleri, şiir, saz tutkulan, yüzyıllar boyu çektikleri
çileler; ezilmişlikten gelen kapalılıklan. Çoğu uydurulmuş bir sürü karalamalar.
Horlamalar... Sonra Sünnilere besledikleri düşmanlık, ettikleri, etmek
istedikleri kötülük üstüne abartılmış öyküler. Halk arasında, Sünni halk
arasında daha çok bu sonuncular yaygındı. Kızılbaş sözünün nasıl ağır bir
suçlama, bir sövgü olduğunu iyi bilirdi Kenan. Hele Konya'daki öğretmenlik
yıllanndan... Parça parça etmişler in-sanlan, ustalıkla düşman etmişler... Her
geçen günle, her yeni çağla birlikte yeni düşmanlıklar, uydurma düşmanlıklar
bulup koymuşlar eskilerinin üstüne. Gel de asıl düşmanlığı çıkar ortaya bakalım,
göster şunlara. Düzenin çıkanna yaradığı gün şu Cemal yatınp keser mi Hüseyin'i
Kızılbaş diye?.. Öteye bile gider. Hele Mustafa daha şimdiden hazır görünüyor.
İtteki şu bakışlara bak... Hüseyin ne yapar? O da yer aynı boku... Ötekiler
de... Allah hepinizin belasını versin koyun sürüleri! Neyinize güveneyim ben
sizin. Şerefe çocuklar... Haymanalı'nın şerefine... Bana bakmayın, buyrun siz.
Hüseyin iç oğlum; bakma takılıyorlar sana arkadaşlann. Allahın kulu hepsi.
Alevi, Sünni neymiş? Değil mi Süleyman Dayı? Niye hep başını sallar bu herif?
Var bir bokluk bu herifte... Elinden geleni geri koymasın eşşoğ-lueşşek.
Emekçiler, pınl pınl emekçiler işte. Beni biraz tuttu galiba rakı. Yine o geceki
gibi olmayalım. Olmam? Günsel vardı o gece. Şimdi de işçiler var. Böyle soylu
bir masada oturup içtin mi hiç bugüne kadar? Günsel giriverse şu kapıdan, ne
olur! Ama suratsızmış bu köse garson. Baştan nasıl sınüktı oysa ki. Her isteneni
yapıyor ya, biraz korkusundan yapıyor gibi. Polis, bu bel-
ki de... Zaten garsonlar, kapıcılar bayılıyor o işe. Çalışsın emrimizde
pezevenk! Açsana şişeyi oğlum, ne bakıyorsun?
— Ola Çazum, siçmiyayum pubanin ağzina, ne pakaysun ta-var çibi... Çetursana
rakiyi.
Kazım yutkundu, eğildi sövüp sayan Mustafa'nın kulağına fi-sıl fisıl bir şeyler
diyecek oldu. Mustafa daha kızgın baş kaldırdı.
— Conder o cingenü pağa... Cendü çelüp tesun... Anasuni 317 avradinu tövbe
tövbe mubareç cün...
Durumu Cemal açıkladı. Sahur yemeğine gelenler olurmuş, arnk rakıyı kesin
diyormuş patron.
— Adamı kırmasak diyecek oldu Kenan...
Mustafa kudurmuş gibi bakü Kenan'a. Gözleri kan çanağıydı.
— Adam teduğun da çimdur? Cingen Yaşar. Cingenden patron olmiş... Ne garişayi
penum rakima. Yiyen yesun yemeğunu. Elinu mi tutayruk. Muzirlik çikarayi
pezevenç...
Kenan bir şey diyemedi. İçkinin bile örtbas edemediği bir tedirginlik duymaya
başlamıştı. Tatsız herif bu Mustafa. Sinsi, it bakışlan, içtikçe saldırgan
oluşu. Amaaan, her yerde böyledir bu Karadenizliler. İki kadeh içtiler mi! -Ne
iki kadehi be!- Geçer, geçer... Bulaşan da çıkmadı mı... Demek lokantacılar da
biliyorlar da suyuna gidiyorlar. Üstüme iyice çökmeye başlayan bu sarhoşluktan
kurtulup da denetimi yitirdik mi, sakın haa, tamamdır... Vay canına, bu başım,
Günsel, yapma be kızım, ben o kadar mı, bu Süleyman Dayı'nın oluşundan belli
zaten. Kazım rakıyı açmıştı. Bir şeyler de getirdi masaya. Lokantacının işe
kanş-ması birleşmelerine yaramıştı masadakilerin. Mustafa kurnazca,
işbirlikçiler kazanmak isteği ile demin masaya oturmalanna karşı çıkar
göründüklerini iyice yerleştirme çabasında gibiydi. Cingen Yaşar'a inat! Bir tür
kaynaşma oluvermişti aralannda. Asıl tadı yeni başlıyor içki masasının. Saat de
on biri geçiyor. Yann erkenden işbaşı yapacak bunlar. Paydos desek mi? Bedava
buldular diye sabaha kadar içecek keratalar! Günsel de şimdi... İçin be
çocuklar, helal olsun. Garson oğlum, bir ufak daha aç bize...
XVII
I
Rakı sofrasından mı gireceksin işçi sınıfına ulan hıyarağası? Rasim'e de pek
benzemiyor bu herif ya, yine de Rasim. Hasan belki de; saçmalıyorsun. Kapıdan
göründü yine. İşte bu... Anlı şanlı polis giysileri içinde, bir tarafı yanık
yüzünün. Beni mi çağıracak ki? Yooo, niye ben burada çatlayacak bu başım
böyle... Bana bakmadı bile herif, ilerde duvar dibinde çömelmiş duranlara
sesleniyor:
— Gelin bakalım. Esrarcılar.
— Biz mi ağbi?
— Yok, ben!.. Bir de soruyor eşşoğlueşşek...
Tamam buydu akşamki. Tek düzlem üstünde hepsi de... Polis, esrarcılar, kapı;
iyice kapanmış bu sağ gözüm. Kaşının üstüne götürdüğü elini acıyla çekti.
Kocaman bir şişe çarpmıştı eli. Kapı kapandı. Buydu akşamki, hiç kuşkum yok.
Sabahla burada da yarın bırakırız. Utanmıyorsun değil mi senin gibi efendi adam,
bu serserilere... Hepsi işçi bunların...
— Beni görmeden çıkma ağbi. Yolsuzum.
Yanına sokulan bu kılıksız, boş gözleri kaymış serseriye anlamsız baktı Kenan.
— Meydancısı sayılırım buranın ağbi ben. Anlıyo musun ağbi? Namussuzum akşam sen
geldiğinde ben hemen aldım seni burıya. Anlıyo musun ağbi? Bu haybecilere
bıraksaydım anlıyo musun ağbi, o biçim... Namussuzum don gömlek...
Kenan toparlanmaya çalıştı; öylesine dağınıktı ki kafasının içi, dışı; her
yanını kaplayan acıydı tek var olan. Bütün düşüncelerin üstüne çıkabiliyordu
demek acı. Çok güçlü bir çaba gerekiyor acıyı aşmak için. Akşam cipte Kazlıçeşme
Karakolu'ndan Emniyet Müdürlüğü'ne getirilirken Müteferrika demişlerdi... Yüzü
yanık polis demişti de, efendi olacaksın içecek başka bir yer mi yok
Boğaziçi'nde. Bu serserilerle, cahil işçi hepsi bunların, yakışıyor mu size
bunlarla... Hele sabahı bulun bakalım. Sabah hastaneye gidersiniz. Ağır bir
durum yok. Sarhoş... Kenan cüzdanını çıkarıp para vermek istedi serseriye.
Cüzdan boştu. Bin liradan çok olacaktı oysa ki... Paltosundaki kurumuş kan
lekelerine, yakası yırtılmış ceketine baktı; ellerini öteki ceplerinde
dolaştırdı. İki beş lira, bir de bozuk paralar vardı pantalon cebinde. Beş
lirayı uzattı serseriye. Başka yok anlamına bir işaret yaptı. Bir şey demeden
beşliği kapıp uzaklaştı öteki. Ben dün akşam. Yine her yanını kaplayan acı...
Nerden bu kalabalık, bu uğultu, bu kadar ipsiz sapsız herif. Teraviden dönüp
hepsi kahveye. Ne iyi çocuktu Maraşlı. Hele Süleyman Dayı olmasaydı. Ne de
anlarmışım ya; nasıl da iyi çıkıyor kötü sandıklarımız, ufff bu kaşım... Nasıl
baş ederim kafamdaki bu koca yığınla... Ulan Cemal, bir de Hüseyin, sizin gibi
işçinin ben, aslında bilinciniz yok zavallı ider. Belki de bende asıl suç. İleri
gittik. Ne ilerisi. Menderes'in sağlığına kadeh kaldırıyor herif, ben de
kaldıracaktım demek? Bırakmak varmış lokantacı haber gönderdi de aptalız demeden
bilinç kime gerek ki en çok bizden başka. Nasıl seviyorum bu adamlan. Yetmiyor
işte... Kendilerini sevmiyor ki
herifler. Menderes'miş, yok Paşa'ymış. Bağışla beni de Süleyman Dayı, meğer
sen... Böyle değildi başım o zaman. Işıl ışıl dikenli top işte yine yuvalanıyor.
Kalkmak diyorsun ya, o ki Hüseyin istiyor. Dedemi astılar kanlı Sivas'ta,
Hazreti Eli'ye Allah teyiler, ünsüzler yalan, neler düşünürüm sizler için ben
bırakın Demokratını Paşa'sını kardeşlerim sizin bu kutsal elleriniz öpülesi kan
çanağı gözlerin ulan bırak itliği kaldır şunun perdesini de Haymanalı'nın
Maraşlı'nın senin ellerinden öpsün pezevenk-lerin hepsi sıralanıp avuç açmış
dileniyorlar sizden oy koparıp fabrikaların teravi namazlarında böyle temiyesun
pi daha insan ekmek yeduğu çanağı pisletup da ulan asıl ekmek çanağı sizsiniz
be, doğru diyir Bey vallah doru söylir, ne varsa sizler yaratıp tö-be de Bey
yaratmak Allaha mahsustur sümmehaşa. Peygamberimiz Efendimiz bir gün eshaptan
Ömer radiyallahuan, atma lan ortaya şu yezit Ömer'i adı batsın. Haymanalı bırak
şimdi Allahı mallahı sen olma da çalışmayın da görelim Allah onlara, krev de-
duğun haşahuzur komonistluktur bu Menderes'e kadeh kaldırıp da dünyayı görün
biraz kardeşim, asıl soyan bu herif sizi, ça-lumayi tetum sağa, pok atasiyun
herife başka ne atulur lan bole poha ulan Paşanizun ben Hüseyin bırak oğlum
sülalenizin şimdi yahu kardeşim yakıştı mı ulan sağa mi yakiştu tinsuz pezevenk
karışma sen Süleyman Dayı çekil aradan ben onları kendine gel Cemal Sümmehaşa
Allaha komünistluktan ufff bu kaşımın üstü. Saat on birde kalkmalıydım masadan.
Aslında öyle güzel şeyler vardı ki on birden sonrasında da. Bardağı vuruşu bile
güzeldi Cemal'in ağlıyordu da... Niye yalnız beni getirdiler Müteferrikaya;
karakolda hepsini bıraktılar. Sevinmem gerek buna. Bir de onlar olsaydı...
Sabah dörtten beri burada... Demek tam beşi yirmi geçiyor?.. Durmuş bu saat.
Camı kırılmış da... Müteferrika burası demek. Çok duyduktu adını. Bütün ipsiz
takımı burada... Bak şunlara... İnsan pazarı... Şu imam kılıklı herif benden
sonra geldi, yok o karakoldayken gelmişti... Kaz-lıçeşme'deydi, imam kılıklıydı
da sen de adama dedin ki... İçin-
deki bütün dağınıklığı, bütün acımalarını silip süpüren bir ürperti ile tastamam
ayılır gibi oldu birden. Birinci Şube'ye çıkaracaklar beni. Nasıl baktı bana o
polis kapıyı açınca... İşçileri bırakmalarının nedeni belli... Tanık diye
getirecekler hepsini... Propagandadan verecekler demek... En üst kattaki Birinci
Şube'ye çıkan merdivenleri düşündü birden. Gece buraya getirilirken hiçbir şey
görmedim ki... Nerden girdim buraya? Taşlık var- 321 di... Büyük bir taşlık...
Sonra cipteki kusmamla başıma vurdu birisi. Tamam daha önce vurmuştu Cemal de...
Yanımdakiler leş gibi kokuyordu da ben... Demek şimdi Birinci Şube'ye
çıkaracaklar. O kalın kaşlı herif orada mıdır, tanır mı beni? Tanır, tanır...
Kolay değişmezmiş onlar... Sonra kimseyi de unutamazlar-mış... Demek sen
vaçgeçmedin vatanı satmaktan? Tokatlatmayacağım... Ne hakkı var? Hasan'la
buluştuğumuzu da biliyorlar kuşkusuz... Günsel'i de alırlarsa... Ne bok yedik
be! Peşlerinden ayrılmamışlar bütün gün siviller... Bakma bana öyle, yemin
ederim ki ben... Ne olursun anla beni Günselciğim... Yemin ederim ki... Yemin...
— Gelin bakalım...
Yüzü yanık şişman polis kapıdan uzanıp Kenan'a bakıyordu. Kenan kımıldamadan
duruyordu öylece...
— Yürüsene be adam, dedi, çok mu beğendin yerini...
Gerçekten de çıkmaya isteksiz görünüyordu Kenan. Yaslandığı taş duvardan ağır
ağır kalktı. Çabuk nasıl kalkardı ki her yanı ağrıyordu, üstelik de bir
ürpermeyle kaplıydı içi. Kapıya doğru yürüdü... Boşluğa inen salıncaktaki
gibi... Hemen yakındaki bir odaya sokuverdiler. İki polis vardı. Masadaki
komiser belki de... Bir şeyler söyleyip duruyor... Yakışmadığını ben de
biliyorum... Ne yapalım oldu. Şimdi de yukarı çıkarın bakalım; bekletmeyin kalın
kaşlı herifi, kızacak, on beş yıldır bekliyor aslında...
— Neyse, diyor komiser, yine de geçmiş olsun... Tanıdı arkadaşlar sizi.
Kitapçıymışsınız yokuşun üstünde...
Kitapçıyım. Rasim uydurmuş, hanı yıkacakları da yok.
— Bırakalım sizi... Şikâyetçi filan değilsiniz, değil mi? Şikâyetçi mi? Kimden?
— Değilim...
Aklına cüzdanda bulamadığı paraları geldi. Şöyle bir durdu. Bir kâğıt konmuştu
önüne...
— Şuraya bir imza...
Bir baktı komisere. Ne oldu gibisine başını salladı komiser.
— Para vardı cüzdanımda... Bin lira filan...
— Komiserin yüzü değişmişti.
— Eeee...
— Yok...
Komiser ötekilere baktı bir an, önündeki kâğıda uzandı:
— Pekiyi, soruşturalım öyleyse... Götürün Kenan Bey'i de... Birden kâğıdı tuttu
Kenan. Bırak ulan aptallığı hıyarağası,
kalın kaşlı polis duymadan çıkmalı buradan.
— Yok, yok, dedi, önemi yok... Yanılmışımdır belki de. Kâğıdı imzaladı çabucak.
— Geçmiş olsun, buyurun...
Çoktandır yitirdiği, unuttuğu bir şeye kavuştu birden... Hem de Emniyet
Müdürlüğü'nün önündeki sokaktaydı. Ama taptaze işte. Yağmur da durmuş. Islak,
serin. Yepyeni. Görmek bile istemediğim bu sokaktı demek. Bir-iki adım attı,
karşıya park etmiş bir polis cipinin yanından geçti. Bu cip miydi akşamki? Sağ
kaşının üstündeki ağrıyı duydu yeniden. Sonra her yanını kaplayan ağrı,
bitkinlik çöküverdi üstüne...
Büyük postaneye doğru yürümeye başladı ağır ağır. Yanından geçenler ilgiyle
yüzüne yüzüne bakıyorlardı. Durdu birden. Yürümeyeceğim. Bakındı. Geçen bir
dolmuşa atladı. Yokuşun başında indi. İşyerine doğru yürüdü. Temiz havayla baş
ağnsı azalmış gibiydi, içinde bir eziklik, bulantı, zaman zaman sancıya benzer
bir şey dolaşıyordu. Bir şişe süt arandı. Burak'ı gönderirim, bulur o, Burak
yeni açmışa. Toz alıyordu. Kapıdan gi-
ren Kenan'ı görünce kalıverdi birden. Tanımamıştı sanki. Sonra korkuyla açılmış
gözlerle yaklaştı...
— Ne oldun ağbiciğim?.. diyebildi. Merdivenlere yürürken:
— Yok bir şey, dedi Kenan. Bir şişe süt al bana.
Burak anlamamış gibi kaldı önce, sonra bilincine mi varmış gibi koşarak çıktı.
Kenan koltuğa paltosu ile yığılı vermişti. Ağrıları artmış gibiydi birden. Her
yanı zonkluyordu. Karşı came-kânda belli belirsiz yüzüne rastladı. Kim bu adam?
Sağ gözünü şimdi daha zor açıyordu. Duramayacağım burada. Eve gitmeli. Doğru eve
gitmeliyim zaten. Niye geldim buraya? Alışkanlık mı? Yooo, eve gitmemek için.
Günsel arar mı? Gelmemiştir daha... Ben mi arasam. Bu yüzle mi? Matmazel de
damlar şimdi. Burak sütü getirince dalar gibi olmuştu. Gözlerini açıp anlamsız
baktı.
— Bir araba bul bana, dedi.
— Peki ağbiciğim, sütünüzü buyurun. Sütüm mü? Aldı şişeyi bir yudum içip
bıraktı.
— Trafik mi çarptı ağbi?..
— Bir araba dedim...
Burak firladı. İyi ki Matmazel gecikti, geldi araba işte. Karının sakallı
suratı... Nasıl içilir bu pis süt. Merdivenlerden inerken sendeler gibi olunca
Burak koltuğuna girmek isteğiyle sokuldu. Kenan çekti kolunu, bir şey demeden
arabaya bindi. Şoför hızla manevra yapıp anayola çıktı, sürdü. Şoför hiç
konuşmamıştı, yalnız Sirkeci'ye inince sordu, nereye gittiklerini. Nereye mi?
— Eve, dedi Kenan. Bizim eve. Şişli'ye... Camiyi geçeceksin...
Bir şeyler daha diyecekti, yorulmuş gibi kaldı. Kafası şimdi daha netleşmişti.
Olayları daha düşünüyor, sırasına koyabiliyordu. Yalnız sağ gözüm... Karaköy'ü
geçip de Yolcu Salonu'na yaklaşınca Liman Lokantası önünde giden bir adama
takılıp kaldı bir süre. Nerden tanıyorum. Adam lokanta sokağına giriyor-
du. Rasim götürmüştü beni. Zıkkımlandıktı... Hır çıkmıyor orada. Ye iç tıka
basa. Kocaman karidesler. Hüseyin ne güzel indirdi bardağı tam kafasına,
Rasim'in. Cemal, asıl Cemal. Hepsinin indirir kafasına. Rasim'in, önünde iki kat
olduğu bankacının da. Ulan hıyarağası, götünü öper onlann be Cemal de, Mustafa
da, Hüseyin de... Adam mı onlar be?.. Nasıl olsa yıkılacak bir gün han. Görürsün
düşü sen. Görürüz. Ucuz kurtulduk yine de; linç ederlerdi sağlama. Camlar
kırılıp da yandaki kahvedekiler de koşuşunca, ana baba yerine dönmüştü lokanta
da, lokantanın önü de. Mübarek ramazan günü leş gibi rakı kokan herifleri toptan
temizleyebilirlerdi! Süleyman Dayı'yı bulup ödemek gerek, ettiği adamlığı. Siper
oldu bana ihtiyarcık be. Ne yumruklar yedi zavallı. Dokunmayın, beyde gabiyet
yok, aha bunnar. Güçlüymüş; hem de hiç umulmayacak, kuru yapısından
beklenmeyecek kadar. Karakolda da onun sözleri kurtardı beni. Bir de Maraşlı'nın
belki de. Bulacağım Süleyman Dayı'yı... Bir iç kanama filan olmasın. Yine
başladı baş ağnsı. Bir gözcüye mi gitmeli yoksa?.. Kimi bulursun bu saatte?
Doğru hastaneye mi çeksin? Camiye yaklaşırken şoförün sormasına kalmadan sokağı,
numarayı söylemişti. Araba kapı önünde durunca, anlamsız bakındı; şimdi gelmişti
aklına, parası yoktu. Şaşırıp kaldı birden. Sonra toparlandı:
— Üstümde para yokmuş, dedi şoföre, sizi getiren çocuğa
uğrayıp alır mısınız?
Şoför uzanıp arabanın kapısını açarken:
— Kolay beyim, dedi. Geçmiş olsun. Güle güle... Arabadan inip de apartmanın
kapısına giriyordu ki içerde
merdivenlerden koşar gibi inen Nermin'i gördü. Nerden çıktı bu? Yüzü üzgün,
sapsarıydı. Koşup, Kenan'ın karşısında, korkulu gözlerle baktı bir, boynuna
sanlacak gibi oldu, dudakları titriyordu. Tuttu kendini. Koluna girmek istedi.
Bir şey yapamıyor, soramıyor, konuşamıyordu. Alt kattan bir kadın çıkıp gördü
Kenan'ı. Şaşkın baktı. Kapıcı çıkıverdi bir yerlerden. — Geçmiş olsun beyefendi,
dedi...
Kenan merdivene doğru ilerlerken Nermin şaşkın bakan kapıcıya, komşu kadına
açıklamak gereğini duymuş gibi:
— Araba kazası olmuş, dedi. Allah korudu yine... Kenan'ın peşi sıra çıktı
merdivenlerden. Komşu kadın kapıcıya:
— Vallahi azdı bu şoförler, diyordu. Belalarını versin. Geçende az kalsın ben
de...
İçeri girip de kapıyı çarpar gibi çabucak kapatınca, yine bir duraladı Nermin.
Sonra ayılmış gibi Kenan'ın paltosunu çıkarmasına yardım ederken ağlamaklı bir
sesle:
— Demin telefon etti Burak, dedi. Pencereden ayrılmadım, deliye döndüm. Ne oldu
böyle? Hemen doktoru açalım...
Kenan ses çıkarmadı. Nermin paltosunu alınca boynuna sa-nlacakmış gibi geldiği
için çabucak içeri yürüyüp salondaki koltuğa çöktü. Nermin bu çabasını anlamış,
tutuklaşmışn birden. Nasıl davranacağını bilmeden yaklaştı.
— Söylesene bir şeyler, ne olursun?
Konuşmak değil, kırık dökük, ağlamaklı bir mırıldanmaydı bu. Kenan bütün
acılarını bastıran bir bunalma duymaya başlamıştı taaa içinden. Ne vardı buraya
gelecek?..
— Zeynep nasıl?
Nermin önce anlamamış gibi baktı. Zeynep mi? Yüzü kanş-D. Niye sırasızdı bu
soru?..
— Seni sayıkladı bütün gece, dedi. Ağladı... Titrek bir sesle ekledi:
— İçine doğmuş olmalı!
Bir şeyler daha söyleyecekti ki telefon çalmaya başladı. Kenan irkildi. Fırlayıp
açmak geldi içinden. Beceremedi. Bitkindi, yığılıp kalmıştı öylece. Yetişemem
de. O daha yakın telefona. Nermin, sesindeki ağlamışlığı bastırmak için biraz da
ağırdan alarak yaklaştı, uzanıp kaldırdı alıcıyı, aynı ağırlıkla kulağına
götürdü, sonra iyice değiştirmeyi başardığı sesiyle, yine aynı ağırlıkla
konuşmaya başladı:
— Buyrun efendim. Bir süre bekledi:
— Alooo, buyurun efendim. Sinirlenmiş gibiydi.
— Kenan Bey'in evi. Kaç numarayı aradınız efendim? Nermin bozuk baktı telefona,
belli ki kapatmıştı karşıdaki.
326 Kenan oturduğu yerde doğrulmuş, gözlerini telefona dikmişti. Günsel bu!
Elindeki kapalı alıcıya sinirli bakan Nermin'le göz göze geldiler birden. Tamam,
işte böyle bak artık. Anladın değil mi her şeyi? Yanıldığı görülmüş mü
kadınların? Nasıl tanımazsın Günsel'in sesini? En aptal kadın bile cin gibidir
bu konuda. Ne yapsın kızcağız, beni isteyemedi, yüzüne kapattı telefonu. Usulca
başını çevirdi Nermin. Telefonu yavaşça bıraktı. Kenan'a yaklaştı, bir şeyler
söylemek istiyordu. Bir bitkinlik vardı üstünde. Kenan bekliyordu öylece. Kim
olduğunu soracaksın, Günsel'di. Onu seviyorum. Fazlasın.
— Zeynep'e böyle görünme, dedi Nermin. Korkar çocuk. Sonra yine yaklaşma çabası
ile kımıldadı. Yardımcı olmak, bir
şeyler demek, bir şeyler yapmak istiyordu belli ki...
— Soyun, dedi. İstersen yardım edeyim. Sonunu getiremedi. Sesi titremeye
başlamıştı.
Ne diyeceğini bilemeden kalmıştı Kenan. Kızgınlıkla, başkaldırma, sövüp sayma,
alçaltıcı tüm sözleri sıralamak geliyordu içinden. Dövmek bile...
— Kimdi telefondaki? dedi birden.
Gözlerini dikmiş, Nermin'in yüzünü inceliyordu. Vereceği yanıta göre yollan
belli olacaktı sanki. Önemini sezinlemiş de geçiştirmek ister gibi:
— Bilmem, dedi Nermin. Kapandı. Üstelemesine bırakmadan geçiverdi.
— Haydi odana git? O ki istemiyorsun, gelmeyeceğim... Yine dolar gibi oldu,
tuttu kendini.
Dudaklarını ısırdı birden. Daha konuşamayacaktı. Döndü:
— Zeynep'e bakayım, ilaç saati. Çabucak içeri yürürken:
— Doktorsuz olmaz, dedi. Gözünün durumunu bir görsen. Acılarını unutturan bir
bezginlik dolmuştu Kenan'ın içine.
Sinir savaşı bu. Sen kazanamayacaksın kızım. Beni kırıp dökeceksin bir süre
daha, o kadar. Kalktı ağır ağır, antrede pabuçlarını çıkarıp bir terlik taktı
ayağına, aynı ağırlıkla koridoru geçti. Zeynep'in kapısında durdu birden. Kapı
kapalıydı; içerden karışık sesler geliyordu. Mızmız çocuk sesi. Beni mi istiyor
ki; ilacını mı içmiyor yoksa? Öyle dayanılmaz bir istek duydu ki içeri girip
Zeynep'i kucaklamak, öpmek için; bu duyguyu yeni tadıyor-muş gibi şaşkınlaştı
bir anda. Kaçar gibi yürüdü, odasına girdi. O bir şeyler isteyip mızmızlanan,
aslında okşanmak, sevilmek isteyen, sıcak ilgi bekleyen çocuk sesi kulağından
gitmiyordu bir türlü. Neyin vardır pis küçük-burjuva duyarlılığından başka? Ne
yaptığını bilmeden bir-iki adım atıp durdu. Şöyle bir dönüp de yandaki büyük
tuvalet aynasında yüzünü görünce şaşkınlıkla, korkuyla sarsılır gibi kaldı
birden. Önce tanımamıştı kendini. Bir anda kapıldığı ürküden kurtulma çabasıyla
aynaya biraz daha yaklaştı. Acıları artmış gibiydi. Sağ göz kapağı mosmor,
kocamandı; bu çirkin urun altındaki göz siyahlı kırmızılı bir çizgi gibi
görünüyordu. Alt dudağının kıyısı şişmiş, padamıştı. Burnunun, dudaklarının
altında kurumuş kan lekeleri vardı. Saçlarına götürdüğü elini acıyla çekti önce,
sonra ağır ağır, yoklayarak dolaştırdı. Başının birçok yeri şişlikle doluydu.
Hele sağ kulağının ardına doğru bir yer vardı ki dokununca acıdan bulantı
geliyordu içine. Boynundan göğsüne doğru uzanan ince bir çizgi gibi kurumuş kan
lekesi vahşice hırpalanmış başını, göğsünde, belinde, karnındaki ağrılara
bağlıyor gibiydi. Ağır ağır soyunmaya başladı. Ceketini çıkardı. Gevşemiş sarkan
kravatını yavaşça çekip attı. Gömleğinin düğmelerini çözdü. Yorulmuştu iyiden
iyiye! Karyolanın kıyısına ilişip kaldı bir süre. Hüseyin vurdu en çok. Cemal'le
Hüseyin. Bir de Mustafa... Arkamdaydı o... Yere
düştüğümde de... Telefon çalmaya başlamıştı içerde. Koşmak istiyordu. GünsePdir
bu! Yine çalıyor işte. Derinden gelen telefon sesini Nermin'in açıp kapadığı
kapı, ayak tıkırtıları böldü birkaç kez. Sonra sessizlik yine. Ben açmalıydım
telefonu. Doğruldu, ağır ağır kalktı, ayakta duramıyordu. Ne oldu ki, ne güzel
yürüyordum. Telefona kadar gidip Günsel'e... Kız, bir daha 328 bırakma beni
işte; gör de bırakma beni. Bırakma beni... Yatak öylesine çekiyordu ki,
dayanılmaz. Nasıl uyurum bu ağrılarla? Bırakma beni... Bir-iki adım attı,
yığılıverdi karyolaya, sonra sırtüstü uzanıp kaldı. Uyumakla sızmak arası bir
şeydi bu. Bir ara açtı gözlerini, anlamsız bakındı; Nermin'di. Ne uğraşır
benimle bu kadın? Bırak da uyuyayım, ne olursun. Ne dedi Günsel? Bırak beni,
bırak artık. Bırak şu gömleği, pantalonumu. Canımı yakıyorsun. Bir ara Nermin
elinde bir kırbaçla vurmaya başlamıştı; yok Cemal'di bu. Vur diyordu Rasim,
vur... Hanı yıkacaklar. Ağlatmayın Zeynep'i ne olursunuz! Gözlerini açınca
karşısında Günsel'i gördü birden. Gözleri kıpkırmızıydı. Kalkmaya çalıştı,
doğrulup baku.
— Yat, dedi Nermin. Bir isteğin mi var? Şimdi gelecek doktor.
Kapı çalınıyordu, Nermin firladı. Kenan doğruldu iyice. Uykusu açılmıştı.
Pijamalıydı yatakta. Bu pijamaları ben ne vakit... Koridorda ayak seslerinden
sonra kapı açıldı. Doktor Rıfat'tı. Bir tür aile doktoru bütün mahallenin. Kenan
doğruldu iyice. Doktor yaklaştı, baktı şöyle bir:
— Ne oldunuz yahu, dedi. Geçmiş olsun.
Daha da konuşmadı pek. Çok az konuşurdu. Aklaşmış kalın kaşlarının altından bir-
iki baktı, sonra dikkatle muayeneye başladı. Yüzünde, başındaki bütün çürükleri,
şişleri yokladı ağır ağır. Soyunmasını istedi. Çırılçıplak mı? Çırılçıplak...
Kenan du-ralamış gibiydi. Cam yanıyordu kollarını, ayaklarını oynattıkça,
kımıldattıkça. Sonra beni bu kadının yanında çırılçıplak... Gün-sel'le ben..
Oralı değildi Nermin. Doktorla birlikte yardım etti-
ler Kenan'a, soydular. Sırtında, böğründe, baldırlarında, bacaklarında kara
lekeler, şişlikler vardı. Kırık arıyor olmalıydı doktor, bastırıyordu. Tutamadı
kendini, bir-iki inledi. Nermin aynı acıyı duymuşcasına baktı Kenan'a.
Kıpkırmızı gözleri dolar gibi oldu yine, başını çevirdi, Kenan'ı giydirmeye
çalıştı.
— Geçmiş olsun dedi doktor. Kırık çıkık bir şey yok. İç kanama filan da yok. Uç-
beş gün dinlenin bakalım, ilaçlan da alın. Göze de soğuk kompres yapın, iyi
gelir.
Her derde deva doktorlardandı! Daha bir şeyler diyecek gibi durdu; kalktı hemen.
Hastası varmış. Nermin'le çıktılar odadan. Kenan yastığa verdi sırtını, öylece
bakmaya başladı. En çok, üç-beş gün dinlenme sözü düşündürüyordu. Nasıl çıkarsın
bu yüzle sokaklara, hele Günsel'e nasıl görünürsün? Şişlerle, çürüklerle dolu,
dövülmüş bir erkek başı kadar çirkin ne vardır. Hem de işçilerin dövdüğü!
Çıkamam Günsel'e bu yüzle, görünemem. Üç-beş günde de geçmezse... Geçer...
Kalmaz böylesi çirkinlik. Kalırsa, yine çıkmam. Kapı açıldı, Nermin'di. Bir
garip bakıyordu sanki. Yüzü değişmişti. Önce kapıda durdu bir süre, sonra ağırca
yaklaştı, yine aynı bakışla durdu karyolanın yanında.
— Kazaya benzemiyor bu, diyor doktor. Kavga mı ettin? Kenan anlamsız baktı önce.
Peki, ben sana ne dedim ki? Nerden çıkardın kazayı? Haa, Burak telefonda...
— Anlatsana, ne olur. Öldürmek mi istiyorsun beni meraktan?
Yine sesi titremeye gözleri kızarmaya başlamıştı. Fakat dönüp kaçmıyordu,
gözlerini de kaçırmıyordu.
Nerden çıkardı öldürmek istediğimi? İstiyor muyum?.. Yoo, kendi bileceğin şey.
İsterse ölür insan! Bencilliğimden, tamam. Yaşamakta diretmen ne, peki; o
bencillik değil mi? Söylemeyeceğim, bak istediğin kadar. Demek meraktan ölür
insan! Nasıl? Bir şeyler diyecek gibi oldu Nermin. Beceremedi. Bütün direncini
yitirmiş gibi karyolanın ayak ucuna çöktü birden. Bitkin, isteksiz mınldandı
ağır ağır...
— Hiç mi değerim yok... Hiç mi?
Birden tıkanır gibi oldu Kenan. Ne olur, başlamasa bu kadın. Uyusam... Uyusam...
Günsel de görmesin. Nermin ağır ağır toparlandı, Kenan'a döndü.
— Dinle beni Kenancığım, dedi. Kendinden tiksindirerek uzaklaştıramazsın beni.
Sonra daha bir kararlı, daha bir yüreklenmiş bastırarak ekledi:
— Hiç, hiçbir şey uzaklaştıramaz beni senden, anlıyor musun?..
Dimdik bakıyordu. Sağlıksız bakıyordu. Kenan ne diyeceğini bilemeden kaldı.
Uyumakla da olmaz. Nermin bütün kaçış kapılarını sımsıkı kapadığına inanmanın
rahatlığı ile yeniden başladı. Öğüt verir gibiydi konuşması.
— Bak şu durumuna, olağan buluyor musun bütün bunları? Kenan'ın tepkisini
kolladı bir an, sonra sürdürdü,
— Sen akıllı insansın Kenan. Her vakit akıllı oldun. Duygularına değil, aklına
başvuruyorum. Kurtulman gerek bu durumdan. Beni de ... kurtarman...
Sonunu getiremedi, hıçkırıklarla boğulur gibi ükanmıştı birden. Sonra iyice
bıraktı kendini. Karyolaya kapandı, hıçkıra hıç-kıra ağlamaya başladı.
— Dayanamıyorum artık, dayanamıyorum...
İçinde bir eziklik, bir bulantı vardı Kenan'ın. Kızgınlık mı, acıma mı? Olağan
buluyor musun?.. Ne var olağan olmayan bunda? Gözyaşlarıyla kocasını yuvaya
çağıran kadın! Aşağılık biçimde olağan; en pis, en gülünç biçimde... Nasıl
kurtarırım seni ben? Biraz durulmuş gibi doğruldu ağır ağır. Nermin'in
hıçkırıklarından başka bir şey duyulmadı uzun süre. Sonra yavaşladı hıçkırıklar,
derin iç çekmelere dönüştü.
— Bu kadar mı aptal buluyorsun beni? dedi. Oturup konuşulamaz mıyım? Dinlenemez
mi, anlamaz mıyım seni? Ne olur, söyle bir şeyler. Nedir bu olanlar?
Kenan'a baktı içini çeke çeke. Bir şeyi kaçırıvermenin korkusu, yakalıyıvermenin
umudu vardı bakışlarında. Çaresizlikle inler gibi:
— Ah, bir anlayabilsem, dedi. Nedenini anlayabilsem...
Nedenini mi? Demek daha bilmiyorsun nedenini? Nasıl anlatırım ben sana?
Başkasını sevdiğimi söylesem inanacak mısın ki? Göstersem de inanmayacaksın.
Benim bu, diyeceksin... Günsel dediğin benim aslında... Benden başkasını
sevemezsin sen...
— İnanacağım geliyor nerdeyse, dedi birden.
Ağzından kaçırmış gibi sustu. Kenan ilk kez ilgilenmişti söylediklerine. Neye
inanacağı geliyor ki?.. Nermin anlamış gibiydi Kenan'da uyandırdığı ilgiyi, bir
tür kurnazlıkla susuyordu. Belki de bir oyun bu, bir tuzak. Konuşmaya çekmek
için beni... Yoo, belki de Rasim büktü kulağını, gözünü aç, bir kadın sorunu
var! Artık Nermin'den yanayım, dememiş miydi?
— Neye inanacağın geliyor?
Sormak, öğrenmek isteğine karşı koyamamıştı Kenan. Nermin umutla baktı.
Başarısına kendi de şaşmış, bir soy mutluluk duymuş gibiydi. Yine de bir
çekingenlik vardı üstünde. Söylemekten ürker gibi durdu bir an, sonra Kenan'ın
tepkisinden korkar gibi kollayarak yavaşça:
— Büyüye, dedi.
Kenan anlamamıştı. Soru dolu bakıp duruyordu. Tamamlamak gereğini duydu Nermin;
hem alıştırmıştı da konuya; tehlike azalmış sayılırdı.
— Sana büyü yaptıklarına, dedi. Sonra çabucak açıklamak gereğiyle:
— Ben inanmam böyle şeylere bilirsin, dedi. Neye inanacağımı da bilmiyorum
artık...
Yine ağlayacakü; bir hıçkırıkla önledi. Kenan kızgınlıktan padayacak gibi oldu
bir an, sonra duruldu. Kötü mü, bir yol açtı sana, yürü... Kararlı baktı
Nermin'e.
— Kim yapacak büyüyü? dedi.
Nermin umuda baktı. Gittikçe artan bir mutluluğa kavuşmuş gibiydi; yaşlı gözleri
parlıyordu. Konuşmaya başlamışlardı işte, eski günlerdeki gibi!
— Nerden biliriz, dedi, insanların mutluluğunu kıskanan az mı alçaklar var?
Bir zamanlar nasıl sevmişim bu zavallı kadım ben?
— Nazar değdi belki de, dedi Kenan.
Nermin konuşmanın sürmesinden umudanmış, öylesine sevinçliydi ki, Kenan'ın
sesinde, deyişinde acı alayı anlamamıştı bile.
— Olamayacak şey mi? dedi... Biliyorsun ben de inanmam böyle şeylere, ama
öylesine kıskançlıklarla dolu ki çevremiz...
Biliyorsun ben de inanmam böyle şeylere... Sonunda inanırım. Kimden alıyorsun bu
aklı sen?.. Belli ki üstelemişler. Neyini bilirmişim ki ben senin? Kim inandırdı
peki?
— Refiş mi söylüyor bunları? Nermin anlamadan baktı:
— Neyi?
— Büyü işini... O çok inanır da böyle şeylere...
Nermin yakalandığını anlayıverdi birden. Üzgün baktı önüne, bir süre sustu,
sonra çocuksu bir içtenlikle başmı kaldırdı.
— O da söyledi, dedi, annem de söyledi. Herkes söylüyor. Biliyorum
küçümsüyorsun beni... Ne yapacağımı bilmiyorum ki... Kalmadı başka çarem...
Tutamadı kendini. Tekrar hıçkırıklarla ağlamaya başladı.
— Eyüp'e bile gittim, dedi, adaklar adadım. Büyücülere de... Sonunu getiremedi.
Boğulacak gibi hıçkınyordu...
— Seni seviyorum, anlıyor musun, seni seviyorum ben... Hiçbir şey umurumda
değil benim... Bir imza için mi bütün bunlar... Bir imza için mi? Yazık değil mi
bize? Yazık değil mi? Ne olursun, bitsin artık.
Şaşkın kaldı Kenan bir süre. Bir imza için mi? Tıpkı Rasim gibi düşünüyor.
— Kendine acı!.. Bana acımıyorsun, çocuğuna acımıyorsun...
Refiş gibi, annesi gibi... Neyi, nasıl anlatabilirim ben buna? Bitsin artık,
gerçekten bitsin artık. Ben nasıl dayanayım?.. Bitsin artık... Bir zil sesi ile
ayılır gibi oldular. Nermin fırladı çabucak toparlanmaya çalıştı.
— Kapıcıdır, dedi, eczaneye yollamıştım...
Ufacık, ıslak mendilini gözlerine bastırarak çıktı kapıdan. Zeynep de annesini
çağırıyordu ağlayarak. Koridorla kapıya koşan Nermin'in sesi duyuluyordu.
— Geliyorum birtanem, uyandın mı? Kapı çalınıyor.
içinden gülmek geliyordu Kenan'ın. Eşek kulağı, köpek pisliği filan yedirmiştir
bu kadın belki de bana, büyüyü bozmak için. Gülmesi kalıverdi birden; bir öğürtü
duydu içinde, yataktan firladı. Terlikleri bile takamamıştı ayağına, dar yetişti
lavaboya... Acı sular geliyordu ağzından. Üst üste öğürtülerle sarsılıyordu. Bir
süre sonra yan baygın banyonun kıyısına çöktü; lavaboya başım dayadı, kaldı
öylece. Kalkıp içeri gidecek gücü yoktu artık. Yaşlar akıyordu gözlerinden.
İçini çekti bir-iki, sessizce ağlamaya başladı. Kendi de bilmiyordu niye
ağladığım. Ağladığını bile bilmiyordu önce; sonradan anlamıştı. Utanca boğuldu
birden. Pis küçük-burjuva seni... Ağla, ağla; çıksın ne bok olduğun ortaya. Ağla
bakalım... Derinlerden telefon sesi gelinceye kadar ağlamakla ağlamamak arası
kaldı! Üçüncü çalışın sonlarına doğru telefon durmuştu; demek açtı Nermin...
Koşup alayım elinden. Yalvarırım Günsel'e. Kurtar beni, ne olursun kurtar!
Tuvaletin kapısı vuruluyordu. Şaşırdı, toparlandı:
— Ne var? dedi.
— Seni istiyorlar, dedi Nermin. Telefonda. Gelebilecek misin? Yüreği duracak
gibiydi... Beni mi istiyorlar?.. Bu durumda
mı?.. Şimdi ben nasıl? Eli ayağına dolanmış, ne diyeceğini bilemez olmuştu
birden.
— Kimmiş? diyebildi...
— Hasan Bey diye biri...
Hasan Bey mi?.. Kimmiş bu Hasan Bey? Aklına gelmiyordu bir türlü. Hasan Bey diye
bir tanıdığım yok benim... Ağlamışh-ğını örtme çabasıyla su vurdu yüzüne.
Havluyu acıdan çekinerek bastırırken ayılıverdi birden. Hasan Bey! Hasan be o,
eşşoğ-lueşşek! Bey olur mu o, budala. Bey senin baban, ağabeyin; pezevenk
ağabeyin var ya Ankara'da, o beydir. Bu Hasan... Gün-sePin ağbisi, sersem. Rasim
Bey vardır, karısı Refia Hanım, Ner-min Hanım. Eyüp'e git sen, büyücülere git.
Muska yazdır.
Acılarını unutmuş gibi fırladı, koridorda Nermin'le karşılaştı. Omzundaki
havluyla kuruluyormuş gibi yaparak yüzünü kapattı. Koştu, soluk soluğa aldı
telefonu.
— Buyrun, ben Kenan...
Bir sessizlik oldu önce, sonra Hasan'ın çekingen sesi duyuldu ağır ağır:
— Geçmiş olsun Kenan Bey... Ben Hasan... Rahatsız ettik sizi...
Ettik mi?.. Yalnız değil demek. Ne diyeceğini bilemedi bir an... Coşkuyla
konuşmaya başladı birden:
— Ne demek rahatsızlık? Çok çok sevindirdiniz beni ağbici-ğim, mudu ettiniz...
Sağ olun!..
Ağbi sözü kendiliğinden çıkıvermişti ağzından. Öyle rahat söylemişti ki. Hasan
çekingenliğini yenmiş gibi ekledi:
— Kazayı duymuş Günsel. Çok üzüldük... Tehlikeli bir şey yok inşallah...
Kenan bir şey diyemedi önce. Bir sessizlik oldu... Kaza mı?
— İyiyim, dedi yavaşça.
Şimdi iyiyim, yok önemli bir şey. Hasan durdu bir an, sonra çabucak:
— Bak, GünsePi veriyorum. İyilikler dilerim. Geçmiş olsun.
— Sağ olun... Çok çok...
Sözünü bitiremedi, Günsel'in sesini duydu.
— Kenan!
Sesi incecikti, titriyor gibiydi... Kenan heyecandan tıkanmıştı önce bir şey
diyemedi. Sonra toparladı kendini:
— İyiyim canım, dedi... Merak etme...
— Ne oldu? dedi Günsel.
Sustu bir an, sonra yüreklenmiş gibi konuşmaya başladı:
— Öyle kötü sözler etti ki Burak, deliye döndüm... Kızmadın değil mi böyle
açtığıma? Dargın değilsin bana değil mi? Na- 335 sil bir kaza? Ağır bir durum
yok ya? Doktora göründün mü?
Hiç durmadan konuşuyordu. Bütün acıları bitmişti Kenan'ın. Mutlulukla
kuşatılmıştı... Bir sessizlik oldu. Günsel karşılık bekliyordu sorularına.
— Konuş, dedi Kenan... Seni duymak istiyorum...
Yine bir sessizlik oldu. Ağbisinin yanında utanmıştı belki de!
— Çıkabilecek misin, dedi birden. Bugün çıkabilecek misin? Bu yüzle mi?.. Ne
diyeyim şimdi?
— Bir hafta dinlen dedi doktor. Anlatırım sonra. Seni ararım ben...
Günsel'in üzgün sesi duyuldu:
— Arayamazsın, dedi. O telefon kapalı şimdi. Hoca geziye çıktı. Oda kapalı. Bir
hafta mı? O kadar ağır yaran demek... Peki ben...
Sustu birden. Sonunu getirememişti sanki. Ağlıyor mu? Sen mi o, budala? Ne bakar
bu kadın böyle. Elinde ilaçlarla kapıda duran Nermin'i görmüştü. • — Ne var?
dedi.
Nermin şaşırdı, kekeler gibi:
— Hiç, dedi. İlaçlarını... Kenan sertçe kesti:
— Görüyorsun, konuşuyorum.
Çıplak, terliksiz ayaklarına baktı Kenan'ın, bir şey diyecek oldu, sonra yavaşça
dönüp koridorda uzaklaştı.
Kenan telefonu eliyle kapatma gereğini bile duymamıştı, Günsel sezinlemiş
olmalıydı.
— Ne var, ne oldun? diyordu.
— Yok bir şey, dedi Kenan. Merak etme beni canım. İyi olacağım. Ağır bir durum
yok. Bir şey atlattık işte. Çıkarsam kendim gelirim. Üzülme sakın. Bir şeyler
söyle haydi, duymak istiyorum.
Günsel titreyen sesiyle: 336 — Bekliyorum seni, dedi, sonra daha
yavaşlatarak fısıldar gibi ekledi:
— ... Bir tanem. Allahaısmarladık.
— Güle güle...
Telefon kapanmışa. Baku elindeki telefona, bırakırken yavaşça fısıldadı:
— ... Birtanem!
Öylece kaldı bir an. Kitaplığın camındaki yüzüne baktı. Pisti, çirkindi, kara
şişlerle biçimini yitirmişti; baş belasıydı bu yüz. Çıkamam böyle. Allah
kahretsin seni. iyiyim oysa ki. Koşa koşa gidebilirim şimdi. Burak'a telefon
etmek geldi içinden; ne diye yayıp duruyor kaza masalını. Aç da teşekkür et,
budala; kötü mü oldu? Öyle demeseydi Günsel'e... İçeri doğru yürüdü. Loş
koridora gelince ağrılar dikilivermişti sanki. Sağ gözü perdeli gibiydi, başında
bir ağırlık vardı, yürürken belinden sol kalçasına doğru bir sızı yayılıyordu.
Yatak odasına girdi, şaşkınlıkla durdu birden; Nermin ilaçlan ufak masa üstüne
yaymış, pamuk paketini açmış, gazlı bezleri hazırlıyordu. Soyunacağım bu kadının
önünde, o da yaralarımı saracak. Çırılçıplak...
— Kapıcıya söyle, eczaneden kalfayı çağırsın, dedi yavaşça... Nermin anlamadan
baktı, Kenan tamamladı,
— İğne de var yapılacak!
Önce karşı duracak, bir şeyler söyleyecek gibi baktı Nermin, sonra boşuna
olduğunu anlamış gibi baş eğdi; kapıdan üzgün çıkarken yavaşça:
— Ben yapardım, dedi. Yine sen bilirsin. Terliksiz dolaşma. O geceyi, sonraki
geceleri çok kötü geçirdi Kenan. Uyuya-
mıyordu. Uykuları çok çok yanm saatlik dalmalar oluyordu. Hem de uyku ilacı
alarak. İki gün sonra doktor bir daha uğramıştı. Yine konuşmadan bakmış,
yoklamış, cumaya, cumartesiye çıkarsınız demişti. İyi gelmiş ilaçlar,
gözkapağındaki şiş inmişti ya, göze oturmuş kan şimdi kıpkırmızı, daha belliydi.
Okuyamı-yordu. Gazeteleri bile şöyle bir gözden geçirebiliyordu, o kadar. Bir
gözcüye gitmek zorunlu. Cuma sabahı biraz düzelmiş buldu kendini. Sabaha karşı
iyice dalmış, üç dört saat, deliksiz uyumuştu; sızmıştı daha doğrusu. Acılan
geçti denecek kadar azalmıştı. İlaçlann etkisi ile olacak, bütün gövdesinde bir
gevşeme, kemiklerinde bile duyduğu tatlı bir eziklik, bir gerinme isteği,
günlerdir kızgınlıkla baktığı yatağı bile çekici yapmıştı. Ner-min'in kahvaltı
için yavaşça vurduğu kapıyı da açmadı; karşılık da vermedi. Uyumuyordu oysa ki.
İçerden ara sıra Zeynep'in sesi geliyordu. İyileşip kalkmış, koridorda
dolaşıyor, banyoya, tuvalete girip çıkıyordu. Birkaç kez yatak odasının
kapısından geçerken huysuzlandı; babasını görmek istedi. Sonunda bir sessizlik
çöktü eve. Okula gitmiş olmalıydı. Ara sıra çalan telefon sesi, kapı sesi evdeki
sessizliği daha da belirliyordu. Nermin mutfakta ya da salondaydı. Kenan olaylan
sıralamaya, çözüme varmaya kalkışü bir ara, beceremedi. Kafasının içindeki
dağınıklık şimdi uyuşukluk biçimini almış, hiçbir şeyi derinliğine inceleme,
irdeleme yeteneği bırakmamıştı. Varmadı üstüne; oluruna bıraktı. Durgun, gevşek
bir ortamda, odaya, tavana, duvarlara bakındı ağır ağır. Elbise dolabına,
tuvalet masasına, yatağa, yorgana, sonra dışan çıkardığı kollarına baktı. Sağ
bileğindeki plasteri çekip attı yavaşça, derin sıynğa baktı. Yeni tutmuş kabuğun
kıyısındaki kızıl et görünüyordu. Kavgada sallarken elini keskin bir şeye
çarpmıştı. Bıçak mıydı? Şişe, bardak, tabak kınğı belki. Bıçak filan yoktu.
Çatal vardı; çataldır. Onlann da durumu parlak değildi ya; benim kadar olmadı
hiçbiri. Sonunda hepsi mi yüklendi bana. Niye? Sana öyle geliyor; kimin kime
vurduğu belli miydi ki? Bir gülmek aldı birden; tutamıyordu kendini, gü-
lüyor, gülüyordu... Durumuna, kavganın biçimine, olan biten her şeye... Kapıdan
geçerken Nermin duyarsa, delirdiğimden hiç kuşkusu kalmaz artık! Ama o
Mustafa'nın yüzü, "Uy pen se-nun," derken sarhoşlukla kayıveren ağzı, gözleri,
oynayan, titreyen çenesi... Ben de vurdum onlara. Ağzının kıyısında kan vardı
Cemal'in de, Hüseyin'in de, Maraşlı'nın da... Kadir değil 338 miydi adı? Ona
Mustafa vurdu en çok. Bir de Süleyman Da-yı'ya... Bir daha gitsem mi? Öldürürler
mi, ne ederler ki? Hiçbir şey de yapamazlar. Dostluk böyle kurulur belki de! Git
işine be!.. Yine bir acı çöktü içine; büyümeye başladı. Nesini seviyorum ben bu
adamların? Apayrıyım onlardan. En yaklaştığım, en iç içe olduğumu sandığım anda
bile öyle yabancı, öyle uzak, küçük bir bahane ile de kanlı bıçaklı düşman!
Düşman değilim. Onlar sana düşman! Süleyman Dayı girmeseydi araya öldürmüşlerdi
seni. Öyle engeller yığmışlar ki aramıza, nasıl aşacağız! Nasıl aşacağım? Nasıl
aşarım? Bir bezginlik bütün ilişkilerini sinsice kemirmeye başladı; kısa süre
sonra da yapayalnız, karanlıklar içinde buldu kendini. Günsel de yoktu orada!
Tek başınaydı. Kalkmak istedi yataktan, kalkamadı. Biraz sonra iyice yitirmişti
bütün direncini. Kalkmak da istemiyordu artık. Başkaldırma gereğini de
duymuyordu. Hiçbir şey istemiyordu. Hiç, hiçbir şey... Günsel'i de ... Yok ki
Günsel! Uyudum belki de. Şimdi uykudayım. Düş filan da görülmeyen dupduru bir
uyku işte. Ölüm uykusu! Çok ötelerde, birileri mi var ne; Cemaller, Hü-seyinler,
Kadirler var. Günsel var, Hasan, Baba... Bembeyaz saçları. Giremezler buraya.
Girmesinler, girmesinler; üşüyüveririm sonra. Kımıldamasın durgun su. Balıklar
da dolaşmasın. Yok balık filan. Kırmızı balık, yosun, bitkiler filan yok.
Köpekbalıklan da yok; ne istiridye, ne canavar balıklar... Su durgun... Durgun,
karanlık. Kımıldamasın. Ne güzel; boğulup gitmişim. Sessizce... Ayaklarım da
yüzüp duruyor derinlerde. Bu başım ne güzel kurtulmuş, suların altında, boğuk,
batık. Ötelerden seslerle bir titreşim başladı önce, kaynaşmaya dönüşüverdi
birden...
Zorla doğruldu, dinlemeye başladı. Nermin koridorda birini önlemeye, göğüslemeye
çalışıyor gibiydi. Kısık, titrek sesi, kalın, çatlak bir erkek sesine
karışıyordu. Pansumana mı geldi adam? Değil, o böyle değil. Nedensiz bir korku
düştü içine. İçerdeki sesler uzaklaşmış, sertçe bir kapı kapanması ile de
bitivermişti. Salonun kapısı... Korku gittikçe yoğunlaşıyordu. Yatakta oturup
kaldı bir süre. Sonra bir utançla yeniverdi korkuyu. Yataktan indi. Önce
pijamayı çıkarıp giyinmek geldi içinden. Vazgeçti; biraz daha beklese korku
yeniden üste çıkacaktı sanki. Korkunun bastırmasından korkarak çabucak yürüdü.
Koridorda ağır ağır yaklaşırken salondaki sesleri dinledi bir süre. Benzetemedi.
Ra-sim hiç değil! Ankarada'ymış... Pijamayla kimsenin yanına çıkmazdı ya, sesler
birbirine karışıp da Nermin kızgınlıkla kısılmış bağırmasını duyunca duramadı
daha.
— O kadar! Görmek istemiyor seni.
Öyle görmek istiyorum ki... Kapıyı açıverdi. Önce tanımadı. Kahverengi
giysileri, yeşile çalan kravatı, biryantinli pırıl pırıl saçları... Koltuğun
koluna ilişmiş, yan ayakta duran kumral, yakışıklı bir adam. Kapı açılıp da
Kenan girince yavaşça kalktı. Soğuk bir gülümseme vardı yüzünde. İnce dudakları
alaylı bir kımıldadı.
— Merhaba Kenan Bey!
Tanıyacağım bu adamı ya? Tamam. Selim'di. Nermin'in ağ-bisi. Ne yapacağını, ne
diyeceğini bilmeden bir süre kaldı Kenan. Sonra aynı kararsızlıkla bir-iki adım
attı. Nermin de soluğu kesilmiş gibi bakıyordu; apaktı yüzü. Sinirden, kötü
şeyler olacağını sezinlemekten belki.
— Merhaba, dedi Kenan.
Yakında bulduğu bir sandalyeye oturdu yavaşça.
— Hoş geldiniz! Otursanıza. Buyrun.
Selim pek de ummadığı bir şeyle karşılaşmanın şaşkınlığını geçiştiriverdi,
koluna iliştiği koltuğa oturdu. Nermin'di asıl şaşkın olan. Hem biraz
rahadamıştı sanki, hem tedirgindi.
— Geçmiş olsun, dedi Selim. Kaza geçirmişsiniz, işyerinize telefon etmiştim.
Bir uğrayayım dedim.
Durdu, Nermin'e baktı şöyle bir, biraz da alaylı gibi... Hep alaylı gibi
bakıyordu ya... Bu kız karşı koymaya kalktı sizi görmeme demek ister gibiydi.
Kenan da baktı Nermin'e; bir acıma duydu. Ağbisinin durumu Nermin'i bir aşağılık
duygusu ile ezi-340 y°rdu sanki. Utançla gözlerini kaçınyordu Kenan'dan. Kısa
bir sessizlikten sonra deminki sözlerini bağlayıverdi Selim:
— Nasıl oldu?
Kenan geçiştirmek ister gibi başını salladı yavaşça,
— Önemli değil dedi. Geçti.
Yine bir sessizlik çökmüştü. Kız oldu dedikleri... Selim bozdu sessizliği.
İstediği biçimde ilişki kurmanın yolunu arar gibi doğruldu koltukta.
— Kusura bakmayın Kenan Bey, dedi. Sizinle bazı şeyleri konuşmaya geldim ben.
Hastasınız, sizi yormayalım. İsterseniz başka bir gün geleyim.
Sözünü bitirmemiş biçimde vurgulamıştı. Kenan bir süre baktı, ne diyeceğini
bilemiyordu. Selim tamamladı hemen:
— ... İsterseniz dışarda buluşalım. Çağrılım olun bir akşam. Hem bir şeyler
yer, hem konuşuruz.
Kenan kesti yavaşça:
— Eksik olmayın, dedi. İyiyim ben. Buyrun konuşalım şimdi. Nedir?
Sonra Nermin'e döndü:
— Kahve yapsana ağbine.
Nermin sapsarıydı. Bir şey diyecek gibi yaptı, kalmadı, yavaşça teşekkür etti
Selim; içmezmiş. Daha bir yüreklenmiş gibiydi Selim; buzlan kırmıştı. Artık yol
almaya hazırlanırcasına yaslandı koltuğuna, ayak ayak üstüne attı. Kenan
yakınındaki sehpayı
göstererek;
— Sigara buyrun, dedi, Selim'e...
— Sağ olun. Burdan yakayım ben...
Cebinden bir Amerikan sigarası çıkardı, Kenan'a da uzattı, almadı Kenan. Göze
batıcı parlak bir çakmakla yaktı sigarasını, sonra yine yaslandı...
— Bakın Kenan Bey, dedi. Anlaşmaya geldim buraya ben. Akıllıca anlaşmaya.
Kavgaya değil. Bunlar sevmez beni. Bilirsiniz bizim aileyi. Sizinle doğru dürüst
konuşmuşluğumuz yok. Beni daha çok bunların tanıttığı biçimde tanımanız da
doğal. Belki de haklılar. Ben de az edepsizlikler etmedim. Gençtim,
dayanaksızdım.
Bir soluk çekti sigarasından, dalgın baktı.
— Asıl suçlu rahmetli peder belki de. Sevdirmedi birbirimizi; düşman etti,
parçaladı bizi. Neyse... Yine de Allah rahmet eylesin diyelim. Bütün suç yalnız
babamda da değil doğal ki... Annem iyi kadındır belki ya, çocuklarına karşı
görevini doğru dürüst...
— Annemin adını ağzına alamazsın bu biçimde sen. Nermin sağlıksız bir çığlık
gibi sözünü kesivermişti adamın.
Bir sessizlik çökmesine bile bırakmadan aynı hırçınlıkla sürdürdü:
— Layık evlat değilsin o anneye... O annenin senin için yaptıklarını
bilmeyenlere dök bu dilleri. Ne nankör olduğunu...
— Rica ederim bırak...
Kenan'ın tersler gibi bağırması Nermin'in sürdürmesini önlemişti. Bir sessizlik
oldu. Nermin'in sinirli soluması duyuluyordu. Selim hiç aldırmamış, duymamış
gibiydi. Sigarasını çekiyordu ağır ağır. Yüzünde hep o alaylı gülümseme. Kenan
döndü:

— Ayrıntıları bırakın, dedi. Nedir konuşmak istediğiniz, ona gelelim... Tartışma


açacak şeylere de girmeyin lütfen...
Bir sessizlik oldu yine, yavaşça salladı başını Selim.
— Peki, dedi. Anlatayım...
Daha bir şey demesine kalmadan yine atıldı Nermin:

— Bunu mu dinleyeceğiz şimdi?


Kenan bozulmuştu. Dönüp ters ters baktı; sinirden titriyor gibiydi Nermin. Yüzü
sapsarı... Bir şeyler demek istiyor da be-ceremiyordu sanki.
— Dinlemek istiyorum ben, dedi... Sonra Selim'e döndü:
— Evet...
Selim sigarasını bastırdı çabucak; başını kaldırıp ciddi bir
yüzle baktı Kenan'a.
— Uzatmayacağım zaten Kenan Bey, dedi. Akıllıca davransa 342 Nermin, yalnız
kendi çıkarlarımı da düşünmüyorum, onun da,
sizin de büyük çıkarınız var burada. Susup baktı şöyle bir, sonra ekledi:
— Belki daha çok sizin çıkarınız var... Darılmayın ya, kazığı yiyecek olan
sizsiniz asıl. Ben nasıl olsa kurtannm... Ugraştınr
biraz, o kadar.
Kızacak gibi oldu Kenan. Ne yuvarlar durur bu herif ağzında? Hay sizin işinizden
de, kazığınızdan da, çıkannızdan da... Bizim de çıkarlarımız mı?
— Açık konuşun, dedi Kenan.
Selim karşılık vermeden yine alaylı bakmaya başladı, tam Kenan bir şeyler
diyecekti ki...
— Kenan Bey, dedi. Birbirimizi atlatmaya kalkmayalım. Her şeyi biliyorum ben.
Bilmek de değil yalnız...
Durdu bir süre, ciddileşmişti yine.
— İşin bir ucu da benim elimde, dedi.
— Hangi işin?
Selim önce alaylı bakacak gibi yaptı yine, fakat Kenan'ın içtenliğini anlamış
gibi ciddileşti. Bastırarak:
— Bütün işlerin, dedi. El attığınız bütün işlerin.
Kenan korkmuştu birden. Tam anlamamıştı ya, kitapçılığı, Rasim'in dedikleri
üşüşüvermişti başına birden. Bütün işler. El attığımız bütün...
— Şantaj yapıyorum sanmayın, dedi Selim. Böyle konuşuyorum ki açık olalım
birbirimize.
Kenan'la bir süre bakıştılar yine. Toparlandı Kenan.
— Kapalı işim yok, dedi. Her şeyim ortada benim.
Uzanıp bir sigara aldı sehpadan, yakarken:
— Nereye varmak istediğinizi anlayamadım daha, dedi. Açıkça söyleyin de
uzatmayalım.
Sigarasını çekip gözlerini Selim'e dikti. Ne bok yemek ister bu it. Asıl bu
herifle dövüşmeli. Gülmek geldi içinden. Kavgaya alıştık. Şöyle yakasından çekip
soluna doğru...Uy pen senun...
— Önce size oynanan oyunları açıklayayım da, dedi Selim. O zaman bana güveniniz
olur belki. Daha rahat konuşuruz.
Nermin'e baktı alaylı.
— Bu kız da ağbisini düşman bilmekten vazgeçer belki. Gözleri açılır.
Durdu. Sözlerinin etkisini artırmak ister gibi bekledi biraz, sonra başını önüne
eğdi yavaşça, başladı:
— Arsa işinde, şu Alemdağ'daki arsa, validenin arsası, yüz bine yakın kazık
yiyorsunuz orda, bu bir...
Başını kaldırıp baktı. İnanmadıklarını sandığı için olacak açıklamaya başladı
hemen.
— Size 190.000 diyorlar değil mi? Aslında arsa için 284.000 lira tahakkuk
ettirildi.
Gözlerini Nermin'e dikti bir süre sonra ekledi:
— Nasıl, iyi para değil mi?
Kenan öyle yabancı bir ortama düşmüştü ki yine, söylenenlerden bir şey
anlamıyordu. Hangi arsa. Ne 190.000'i? Haa, şu annelerinin Rasim'le olan...
Çöküveren sessizlik güvenini, umudannı artırmıştı Selim'in belli ki. Daha bir
rahat, yukardan bakıyordu. İlk vuruş parlak oldu! Aynı rahatlıkla başladı:
— Nurettin Hayderi'yi iyi bulmuşsunuz!
Karşılık bekler gibi durdu, sonra alaylı ekledi hemen:
— Siz bulmadınız tabii, Rasim Bey buldu. Daha doğrusu çoktan bulmuşlar
birbirlerini. İyi işler yaptılar. Bir şey dediğimiz yok da...
— Kimmiş bu Nurettin Hayderi? Kenan'ın bu sert, dik sorusu Selim'i şaşırtır gibi
olmuştu.
Kuşkuyla bakıyordu. Sonunda Kenan'ın içtenliğini anlamış gibi:
— Avukatınız, dedi yavaşça. Ortaklığınızın Ankara Temsilcisi!
— Ortaklığımızın mı?..
Kenan öyle şaşkınca soruyordu ki Selim de şaşkınlaşmış gibiydi biraz. Kenan'la
Selim bakışıp durdular bir an. Kenan, Ner-344. min'e döndü birden. Nermin
kıpkırmızıydı. Gözlerini kaçınyor-du. Birden toparlandı, heyecanla titreyen
sesiyle:
— Yeter saçmalıkların, dedi. Çek git buradan. Üstüne görev
değil senin!
Bir şeyler daha diyecekti, getiremedi; sustu. Kıpkırmızı yüzü, aklaşmış titrek
dudakları, soluk soluğa inip kalkan göğsü ile gözlerini sürekli kaçmyordu
Kenan'dan. Selim gözlerini Nermin'le Kenan arasında bir-iki gezdirdikten sonra
kurnazca gülümsedi. Kenan'ın daha durulukla göremediğini kavramış gibiydi.
— Belki sizin de haberiniz yok bazı şeylerden Kenan Bey,
dedi.
Sağ elini usulca ceketinin cebine sokup kıvrılmış ufak bir
dosya zarfi çıkardı.
— Bakın, dedi. Fotokopiler filan da var burada. Buyrun bakın.
Zarfi uzatmış eli bir süre boşlukta bekledi Selim'in; Kenan'ın donmuş gibi,
kımıldamadan baktığını görünce yavaşça çekti.
— Zaten sizin adınızın geçmemesine takılmıştım ben de, de->• di. Habersiz
olacağınız hiç aklıma gelmedi. Kocasısınız... Sizin
izniniz olmadan bu kız nasıl girer böyle işlere? Sonra sırıtarak baktı.
— Kusura bakmayın, dedi. Böyle işlerde asıl kurnazlar işin
içinde görülmezler de...
Durdu bir süre, sonra yavaşça tamamladı:
— Size inanıyor insan.
Ne yapacağını, ne diyeceğini bir türlü bilemiyordu Kenan. Konuşmak, bir şeyler
sorup öğrenmek, sövüp saymak, gidip içe-
ri yatmak, uyumak, uyumak, uyumak... Selim uzun uzun anlatmaya koyulmuştu.
Rasim'le avukatın Bakanlıktan parayı nasıl çıkardıkları, kimlere para
yedirdikleri -aslında yedirdikleri para da söyledikleri gibi 50.000 değil
20.000'den biraz çoktu, o kadar, oyun içinde oyun değil mi Kenan Bey? Sonra
matbaa için Nermin, Melahat, Rasim namına kurulan ortaklık. Elde kalan paranın
tamamını verecekler Bakanlığa! Aslında Rasim, Nurettin 345 Hayderi bu baskı
makinesini hurdaya çıkartıp sekiz on bin arası bir parayla alacaklar. Selim
ayrıntılarına kadar anlattığı meraklı hikâyeyi, ara sıra dosyadan çıkardığı bazı
kâğıdarla da belgeliyordu. Belli ki ustaca hazırlanmışa her şey. Sonunda o
alaylı gü-lümsemesiyle Nermin'e bakarak bağladı sözünü.
— Melahat Hanım'ın arsalarından 250.000 lira inecek ceplerine...
Çıkardığı Amerikan sigarasını yakarken aynı rahatlıkla Kenan'a döndü:
— Görüyorsunuz ki yalnız kendimi düşünmemişim Kenan Bey! dedi.
Tam bir sessizlik vardı odada. Kenan'ın içinden Nermin'e dönüp bakmak bile
gelmiyordu. Selim ikisini de gözaltına almış gibiydi. Bir soluk çekti
sigarasından, bir an durdu, sonra ağır ağır:
— İsterseniz, dedi, bir kuruşsuz alınm size ben o makineyi. Baskı makinesini...
Tam yengiye kavuşmanın inancıyla koltuğa yaslanıp bakmaya başladı.
— Bizim de sözümüzü dinleyenler bulunur Kenan Bey!
Kenan'm başına bir ağn oturmuştu. Düşünmüyordu, düşünmek de istemiyordu. Tatlı
herif Selim. Bütün oyunları bozuyor kendi oyununu yürütmek için. Kural da bu
değil mi? Kötü yakalamış Rasim'i! Gerçekten bu kadar basit mi? Hey Tanrı
hepinizin... Ağzınıza sıçayım sizin gi... Selim daha da kasılarak konuşmaya
başlayacaktı ki Kenan birden kalktı...
— Hiçbiri ilgilendirmiyor bunların beni, dedi. Döndü kapıya doğru yürürken:
— İki kardeş aranızda çözersiniz sorunlarınızı, diye ekledi... Hiç
ilgilendirmiyor beni!..
Kapıda dönüp Selim'e baktı, sırtından bir yük atar gibi rahatlıkla:
— Biz Nermin'le ayrılıyoruz, dedi. İsterseniz kitapçılığı da
size devredeyim... Rasim'le anlaşırsınız...
Dönüp gidecekken gözü Nermin'e ilişti. Sapsarıydı; gözleri Kenan'daydı,
sallanıyor gibiydi ayakta. Kenan çabucak yürüdü, odaya girdi. Oh, kurtuldum...
Kapıyı kilitledi, yatağa uzandı rahatça... İçerden telefon sesi geliyordu.
Günsel midir?.. Bana ne?... Görmüyor mu durumumu? Suyun dibinde batık kalmak en
iyisi. Ölü sessizlikte, uyku belki de o, kımıldamadan bırakı-vermek kendini...
İşte böyle... Baş ağrısını da unutuyor insan... Unutmak gerek... Her şeyi, her
şeyi unutmak... Ne kadar geçtiğini anlamamıştı. Belki de çok kısa bir süre...
Her yanını kuşatan durgun su bulanıverdi birden; çöpler, pislikler yüzüp
duruyor, orasına burasına değiyor, yapışıyordu. Kalktı oturdu yatakta... Canı
sigara istiyordu. Öyle istiyordu ki... İçerde sigara... Niye almadım gelirken?
Ortaklığı kurup baskı makinesini de da-levereyle... Gitti mi o herif? O kadın.
Çekip gitmiş olsalar. Ayrılacağımızı söyledim; durmaz artık! Kızı da götürür.
Götürsün. En iyisi, ben çekip gideyim burdan. Bir daha da uğramak yok... Kapıyı
açtı, koridoru dinledi. Sessizdi. Herif gitti; peki Nermin? O da mutfakta filan
belki. Gürültüsü gelirdi... Ağır ağır yürüdü koridorda; Zeynep'in oda kapısı
açıktı, mutfakta da yoktu Nermin. Salona girdi, yoktu kimse. Şaşırdı. Gitmiş
demek. Demin Selim'in oturduğu koltuğa ilişti. Bir anlam veremedi önce. Anlamı
var mı bunun? Gitmiş işte. Tablalarda izmarit, kül. Tedirginlik vardı içinde.
Bir sigara yaktı. Gitmiş... Brueghel tablosuna takıldı birden. Hay Allah, ne
herifmiş bu Brueghel! Şu iskelet... Hay it Rasim... Binmediği eşeğin önüne ot
kor mu o? Ar-
kadaşım, koruyucu meleğim! Gerçekten hıyar herifin biriyim ben. Boşuna demiyor
bana Rasim, hıyarağası diye... Peki, nereye gitti bu kadın? Pencereden baktı.
Sokakta Nermin'i görecekti sanki. Çarşıya çıktı belki. Telefon çalıyordu.
Yaklaştı; ürperti vardı içinde, açtı telefonu. Kulağına yapıştırıp bekledi. Hiç
ses yoktu. Biraz daha bekledikten sonra:
— Buyrun dedi.
Yeni bir sessizlik oldu önce, belli belirsiz bir soluk sesi geldi, sonra
çekingen titrek bir ses:
— Aloo... Neresi efendim?
Oydu. Günsel'di. Tıkanır gibi olmuştu Kenan.
— Ben Kenan, dedi. Buyrun. Günsel sen misin?
— Kenan.
— Canım, birtanem benim.
— Kimse yok mu yanında?
Günsel on beş kez açmış telefonu, Nermin'in sesi gelince ka-patıyormuş hep.
— İş inada bindi, dedi. Kazandım sonunda. Deli gibiyim; bir şeyler, de, ne
olursun?
— Nasıl oldun? Ne vakit çıkıyorsun?
— Yarın ineceğim işe. Öğleden sonra buluşuruz.
— Yarın çok doluyum canım. Darılma yine bana. Ağbimi yolcu edeceğim akşama.
Dokuz arabasıyla gidiyor. Bütün gün onunla olacağım.
— Dokuzdan sonra buluşalım.
Sessizlik oldu birden. Günsel susuyordu. Çekingen sesi duyuldu yavaşça:
— Korkuyorum bana darılacaksın yine.
— Danlmayacağım.
— Ne olursun darılma canım. Ben senden daha mı az istiyorum sanki. Pazar öğle
yemeğinde yerimizde olacağız. Tamam mı?
— Niye yarın gece değil?
Bir sessizlik oldu yine. Kenan sabırsızlanmıştı:
— Alo...
— Evet canım.
— Neden yann gece değil?
— Teyzeme gelecekler varmış bir sürü. Bırakamayacağım. Tatsız şeyler. Anla beni,
ne olursun? Saçma sapan işler işte. Seni seviyorum. Her şeyimsin benim. Bir
tanemsin. Ne olur, anla beni biraz. Haydi kapatıyorum. Pazarı iple çekeceğim.
— Dur kapatma. Biraz daha duymak istiyorum sesini. Konuşacak ne çok şeyimiz var
biliyor musun?
— Korkutma beni. Kötü şeyler değil ya...
Bir şey demedi Kenan. Gerçekten kötü şeyler miydi? Yooo, çok iyi şeyler... Niye
kötü olsun. Selim'den öğrendiklerim. Yalnız işçilerden dayak...
— Bilmem, dedi Kenan. Birlikte değerlendiririz. Kötü, iyi karışık. Sensiz
ayıramıyorum.
— Canım benim. Hoşça kal... Sesini alçaktı, fısıldar gibi:
— Öperim, dedi, çok çok öperim birtanem. Kenan telefonun kapanacağı korkusuyla,
— Günsel!., dedi.
Önce bir sessizlik oldu yine. Sonra Günsel'in sesi geldi:
— Pazara canım.
— Bir daha bırakıp gidecek misin beni öyle? Günsel'in tatlı gülümser sesi geldi
birden:
— Başka ne yapılır öyle saçmalıklara.
Sonra hemen gönlünü almak ister gibi sıcak, sevgi dolu bir sesle ekledi:
— Çocukluktan kurtul da büyü artık! Seni hiçbir zaman bırakmayacağım ben.
Telefonu bekleyenler var. Hoşça kal canım. Öperim.
Kenan bir şeyler daha demek istiyordu ki kapandı. Telefonu bırakıp oradaki
sandalyeye çöktü. Yorulmuştu. Terlemişti bas-
bayağı. Dalıp kaldı bir süre. Bir anda her şey uçup gidiyor. Bir eski rubai
dizesi takıldı kafasına: "Geçmiş gelecek masal bütün bunlar hep..." Ama sonra ne
diyor; söyle onu da. Söyle söyle... "Eğlenmene bak ömrünü berbat etme!" Hiçbir
gün onlar gibi olmadım da, özenmedim de... Düşünmedim bile. Ama bezginsin işte.
Bezgin mi? Ne dedi Günsel... Hiç bırakmayacak beni. Nasıl benziyorlar. Ne hakkı
var Günsel'e bu kadar benzemeye? 349 Nermin de hiç bırakmayacaktı. Nereye gitti
bu kadın? Dış kapının anahtarla açıldığını duydu; irkildi, içeriye kaçmak ister
gibi doğruldu yerinden. Nermin'le Zeynep'ti.
— Peki anneciğim, eliyordu Zeynep. Hiç kimseyle gitmem anneciğim...
— Tabii gitmezsin, akıllı çocuksun sen.
Okul arka sokaktaydı. Zeynep'i almaya mı gitti. Neden? Zeynep'le Nermin içeri
girdiler. Zeynep babasım görünce koşarak boynuna atıldı.
— Canım babacığım benim. Öpüyor, öpüyordu. Bir yandan da:
— Burası da, diyordu. Burası da...
Eski bir oyundu aralarındaki. Zeynep'in öpücük kondurmadığı yerler ağlarmış!
Nermin yorgun argın paltosunu asıp bir baktı, sonra hiçbir şey demeden içeri
geçti. Yüzü asık, sararmış. Kenan'ın biraz belli olan dayak yerleri, gözünde
kan, yeni gözüne çarpmıştı Zeynep'in. Durdu, merakla baktı.
— Niye hasta oldun babacığım sen?
Artık muduluk duymuyordu Kenan bu öpücüklerden, konuşmalardan. Neden? Hiçbir
şeyden muduluk duymuyorum ki, Günsel'le konuşmadan da mı? Günsel'le mi? Pazar
günü buluşacağız Günsel'le! Ağbisi gidiyormuş. Sonra teyzesinin konuklan yann
gece... Zeynep'le koridora geçerlerken Nermin mutfaktan:
— Yemek hazır, dedi. Hemen oturalım. Zeynep geç kalmasın. Okula götüreceğim.
Okula mı götürecek? Nerden çıktı bu götürmek? diyecekti, vazgeçti. Yemeğe de
çıkmak istemiyordu aslında, içinde bir kazıntı vardı. Ağzına bir şey koymamıştı
daha; sonra Zeynep de bırakmaz, huysuzlanır. Zeynep'le birlikte yıkanıp masaya
oturdular. Zeynep iştahla yiyordu. Okuldan, arkadaşlarından, öğretmenden söz
ediyordu. Yalnız oydu konuşan. Kenan ara sıra Zeynep'e bakıyor, gülümsüyor,
başını sallıyor; aslında ne onu, ne hiçbir şeyi duymuyor, dinlemiyordu. Bu iş
bitmeli. Ner-min'le daha kesin, gerekirse daha sert, acımasız konuşmak gerek.
Yemek biter bitmez Zeynep kapıya fırlamıştı ki:
— Bekle, dedi Nermin. Birlikte gideceğiz Zeynepciğim. Kenan portakal yiyordu
daha. Bıraktı elindeki portakal dilimini, Nermin'e baktı.
— Anlamadım, dedi. Niye birlikte gidiyorsunuz? Nermin masadaki bulaşıkları
toparlarken yavaşça:
— Anlamadığını görüyorum, dedi.
Atılan taşı da pek anlamamıştı Kenan. Bir sessizlik oldu. Nermin lastik
botlarını giyen Zeynep'in duymasından çekinerek yavaşça,
— Yalnız gitmesini istemiyorum, dedi. Hiç değilse birkaç
gün.
Kenan açıklama bekleyerek bakıyordu. Nermin şöyle bir baktı Zeynep'e, sonra
fısıldar gibi:
— Ne halt edeceği belli olmaz dayısının. Konuşurken ağzından bal akar.
Yapmayacağı itlik yoktur işini yürütmek için.
Yeni kavramıştı Kenan. Deli bu kadın. Ya da deli numarası yapıyor bana! Herifin
işi yok da bizim Zeynep'i kaçıracak? Niye? Yoksa benim bilmediğim başka yanlan
da mı var işin? Niye olmasın? Bu aptal kadın başından büyük ne haltlara kalkmış
baksana. Kenan kalktı masadan, kapıda pabuçlarını yeni giymiş bekleyen Zeynep'e
yaklaştı.
— Hadi, güle güle Zeynepciğim, doğru okula. Akşam çıkınca da okuldan, doğru
eve... İyi mi canım?
— Annem gelmeyecek mi?
Kenan, Nermin'in kanşmasına sıra bırakmadan kesinlikle:
— Annenin işi var, dedi. Güle güle canım.
Nermin ne diyeceğini bilemeden donup kaldı bir an. Zeynep de şaşkın bakıyordu.
Kenan sertleşti birden.
— Güle güle dedim ben sana. Zeynep korkuyla,
— Peki babacığım, dedi. Allahaısmarladık.
Çıkıp kapıyı çekti. Kenan elinde bulaşıklarla donmuş gibi bakan Nermin'e döndü
birden.
— Nerden geliyor aklına bunlar? dedi. Yaklaştı, gözlerini dikti Nermin'e.
— Niye kötülük etsin çocuğa ağbin? Var mı bir neden? Sonra ağır ağır koltuğuna
giderken yavaşça ekledi:
— Bilmediğim başka şeyler varsa açıkla da ben de öğreneyim.
Koltuğa ilişti. Elinde bulaşıklarla ayakta suskun kalan Nermin'e baktı. Bakar
bakmaz da bir korku düştü içine. Sağlıksız bir görünüştü bu. Kâğıt gibi soluk
bir yüzle kırpışmadan duran iki boş göz. Öylece kaldı bir süre. İçinde bir
ağırlık duymaya başlamıştı. Kenan gerçekten korkuyordu. Nermin dudaklarını
kımıldattı, ince sivri dilinin ucunu, ıslatmak istercesine üstünde dolaştırdı
ağır ağır; kendi kendine söylenir gibi:
— Hiç bağışlamayacağım seni, dedi. Kaçırmazlar demek... Bir an daha kaldı öyle.
Kenan bir şey diyemiyordu. Böyle görmedim bu kadını ben. Deliriyor mu? Deli sözü
mü bu? Bakışları? Yoksa ben mi? Nermin ağırca döndü, içeri gitti. Masamn üstü,
ekmek, yemek kırıntıları silinmeyi bekliyordu. Şimdi elinde sabunlu bezle gelir.
Gelmedi. Kenan koltuğa bıraktı kendini, gözlerini kapattı, dalıp gitti.
Sıçrayarak uyanınca saadar geçmiş gibi geldi. Bakındı. Masa öylece duruyordu.
İçeriyi dinledi. Tam sessizlik vardı evde. Kalktı, içeri yürüdü. Mutfakta da
yoktu Nermin. Zeynep'in odasının önünden geçerken, kapıyı aç-
mak istedi. Kapalıydı. Odasına gitmek için yürürken durup döndü birden, kapıyı
vurdu hafifçe. Ses yoktu. Tam bir korku düştü içine. Yoksa... Daha hızlı vurmaya
başladı. Yine ses yoktu. Adını söylemek istemiyordu. Hızla vururken: — Aç
kapıyı, dedi. Çabuk aç...
Bekledi biraz, dinledi, yine vurmaya başladı, içerden gelen 352 belli belirsiz
bir sesle, terlik topuklarının yere değmesine benzer bir sesle durup dinlemeye
başladı. Yaklaşan bir ayak sesinden sonra kilit içinde dönen anahtarla kapı
açıldı. Aynı soluk yüzüyle kapıda duruyordu Nermin; soru filan yoktu
bakışlarında, suskun bakıyordu Kenan'a. Kenan şaşırmıştı. Ne demeli şimdi? Bir
şey söylese ya şu kadın. Ben de ona... Nermin daha beklemeden döndü ağır ağır,
içeri gitti. Zeynep'in karyolasının yanı başındaki Kenan'la ayrıldıkları geceden
beri yatak olarak kullandığı divana oturdu. Bitik, ilgisiz gibiydi her şeye.
Kenan da girdi odaya. Yaklaştı Nermin'e, bir şey yapmak, bir şeyler söylemek
gerekiyordu. Bir yükümlülük vardı üstünde. Nermin başını önüne eğmiş, gözleri
iki ayağı arasındaki bir noktaya çakılı öyle duruyordu. Oynuyor mu yoksa? Açık
da vermemek gerek. Kenan dikilmiş gibi duruyordu Nermin'in başında. Sonra ağzına
ilk gelen sözle yavaşça başladı:
— Görüyorsun dedi, daha kötü oluyor gün günden... Hırlaşmak mı ille? Yazık değil
mi?.. Zeynep için de daha kötü olmaz mı? Bize yakışanı yapmak değil mi
doğrusu?.. İyi niyetini biliyorum... Yetmiyor işte, görüyorsun... Yaptıkların
için sana hiçbir şey demeyeceğim, özürlü sayılırsın...Rasim bu... Seni beni
değil, şeytanı bile kandırır...
Ağır ağır, ara sıra duraklayarak söylemişti bunları. Nermin hiçbir tepki
göstermeden öylece duruyordu. Yalnız yüzünde anlamlı bir kımıldama olmuş
gibiydi. Kenan umuda kapıldı birden. Yavaşça Zeynep'in yatağına ilişti. Nermin
başını kaldırıp bakmaya başladı Kenan'a. Aynı donuk bakışlardı bu. Yalnız,
derinlerinde belli belirsiz bir şeylerin uçuştuğu gözler deminki
gözler değil. Çevreyle yeni yeni ilgi kurmaya çalışıyordu da beceremiyor,
sönüveriyor gibiydi ara sıra. Bir ara gülümsedi ya da öyle geldi Kenan'a. Yine
aynı kuşkuya düştü Kenan. Oynuyor belki de. Yakalamak istiyor beni. Ama yok...
Gülümsediği filan da yok aslında...
— Neyin var senin?
Yakalanma kuşkusunu bastırarak birden soru vermişti. Ner- 353 min başını
çevirdi yavaşça, sonra kırık dökük karşılık verdi:
— Yok bir şey, dedi. Zeynep'i alalım... İyi olur Zeynep'i alsak...
Sonra elini göğsünün tam ortasına bir yere bastırır gibi yaptı.
— Şuramda, dedi.
Sonunu getirmedi, sustu... Kenan korkuya kapılmıştı iyice. Baktı bir süre, sonra
bilinçsiz biçimde kalktı yanına geçti Nermin'in. Ta içinden gelen bir acıma
duymaya başlamıştı.
— Neyin var, dedi. Doktor çağırayım mı?
Nermin başını salladı, istemiyordu. Kenan bir şey daha diyecekti ki kapı
çalınmaya başladı. Kolundaki saatine kaydı gözleri. İki buçuktu. Pansumancıdır.
Kalkmak için davranacaktı, Nermin birden sımsıkı tuttu dizlerini,
— Açma, dedi.
Kenan ne yapacağını bilmeden kalmıştı; yavaşça,
— Pansumancı, dedi.
Nermin değişmiş, canlanmış gibiydi birden:
— Biliyorum, dedi. Bırak gitsin...
Sonra sımsıkı tuttuğu Kenan'ın dizlerini daha da sıkı kavrayarak döndü yavaşça,
bakmaya başladı. Bambaşka bir bakıştı bu. Bir şeyler diyecek gibi kımıldadı
dudakları. Söyleyeceklerini bulamıyor gibiydi. Şaşkın kalmıştı Kenan. Kapının
zili üçüncü kez de zırladı. Sessizlik başladı. Nermin yine bir şey diyemeden
biraz daha durup baktı öylece. Sonra gevşedi elleri... Eski durumuna döndü
yavaşça. Gözlerini odada, Zeynep'in bambi tavşan
resimleriyle süslü duvarlarda, karyolasında dolaştırmaya başladı. Sonra yavaşça
Kenan'a sokulmaya başladı... Sığınır gibi... Mırıldandı birden:
— Kaçırmazlar değil mi?
Kenan ne diyeceğini bilemedi, yavaşça:
— Nerden çıkarıyorsun bunlan? dedi. Söylesene... Nermin daha, biraz daha
sokulurken aynı sönük sesle:
— Bilmiyorum... Bilmiyorum... diye mırıldanıyordu. Başını Kenan'ın göğsüne
koydu. Yüzünü iliklenmemiş bir
düğmenin pijamadan açıkta bıraktığı kıllı göğsüne yasladı; öylece kaldı. Kenan
ne yapacağım bilemiyordu. Pazar günü Gün-sel'le... Bir süre sonra ayılır gibi
kımıldandı Nermin, Kenan'ın göğsüne yapıştırdığı sımsıcak yüzünü belli belirsiz
iç çekişlerle sürtmeye, dolaştırmaya başladı. Kenan kaçmak istedi. Kaçmak da
istemiyordu. Nasıl kaçılır? Nasıl mı? Neden pazar günü Gün-sePle... İç çekişleri
sokulmaya dönüştü Nermin'in, ıslak sıcak dudaklarıyla ağır ağır öpücükler
gezdiriyordu şimdi. Uzun solumak öpücükler, yerini istekli bir dişinin dipdiri
göğüslerine bırakıp boynuna doğru çıktı Kenan'ın. Pazar günü Günsel'le biz...
Yarın gece olmaz... İşte Nermin de geldi... Kaçmak mı? Kenan daha yukarı çıkmaya
gücü kalmamış, boynu ile çenesi arasıda uzun solumalarla gezinen dudaklara
yardımcı olmak ister gibi başını kımıldauverdi; bir anda dudak dudağa geldiler,
sedire yıkıldılar.
Bu kadın nasıl böyle?.. Nermin değil ki bu... Böyle çırılçıplak birden Nermin'in
üstündekilerden sıyrılınca ateş gibi bir çıplaklığa gömülüverdi Kenan. İç
giysileri yoktu Nermin'in.
Kenan şaşkın, batıp yitip gitti bir anda. Acılı ezik kadından ustalıkla yırtıcı
bir dişiydi çıkan. Nermin'in yüzündeki gerginlik, solumalar ağlamaya dönüşür
gibi oldu bir süre; o da geçti. Kesik bir-iki hıçkırıktan sonra derin bir iç
çekişle serilip kaldı.
Kenan ağır ağır inip çıkan terli göğsüne, yorgun yatan yan çıplak kadına öylece
dikti gözlerini. Suçlulukla bakmaya başladı
birden. Dağılıp giden hazlann bıraktığı bir tortu gibiydi her şey. pis, çirkin,
vıcık vıcık bir tortu. Nasıl yapn bu kadın bunu? Ben şimdi Günsel'e... Bırak bu
romantikliği... Bebek değilim ben... Nermin kapalı gözlerini açıp mudulukla
baktı. Şimşek gibi bir şeyler çaktı Kenan'ın kafasında. Gözü duvarda dayalı
yastıkların arasından dışarıya sarkmış bir giysi parçasına takıldı. İyice ayıl-
mışo. Tamam; oynadı bu kadın...Uzanıp çekti yastığı, Ner- 355 min'in iç
çamaşırlarıydı. Ustaca hazırlanmış... Farkında değildi Nermin, mudulukla
bakıyordu. Borçlulukla... Yavaşça elini aldı Kenan'ın avuçlarını yüzüne götürdü,
ağır ağır yüzüne sürdü, öpücükler gezdirdi. Karşı koyamıyordu Kenan. Nermin
fısıldar gibi:
— Canım benim, diyordu... Biriciğim benim...
Sonra doğrulup Kenan'ın göğsüne dayadı başını. Deminki gibi yüzünü sürmeye, ufak
öpücükler kondurmaya başladı... Sağ memesine doğru banO yeni açılmış bir yara
izine baktı. Dudaklarını dolaştırdı üstünde. Başını yasladı yine Kenan'ın
göğsüne; bir-iki sarsılma duydu Kenan. Sonra göğsüne damlayan yaşlan... Kesik,
hıçkırıklara karışan fısıltılar başladı yine.
— Nasıl seviyorum seni. Canım benim... Zeynepim'in babası... Her şeyim... Ne
olursun?
Sonunu getiremedi. Hıçkırıkları şiddedenmeye başlamıştı. Kenan, Nermin'i itti
birden, divandan fırladı. Çıplaklığından utanıyor gibi pijama altını çekiverdi
hemen. Nermin ağlamayı bırakmış, uzandığı sedirden öylece bakıyordu. Kenan bir
şey demeden çıktı odadan, banyoya geçti. İçinde kabaran bir ağırlık vardı.
Şofbeni yakıp duşun altına girdi. Sabunu süngeri aldı, ovmaya başladı her
yanını. Dakikalarca ovdu, ovdu... Bir türlü kurtulamıyordu pisliklerden. Su
iyice ısınmış, buğu kaplamıştı banyoyu. Aynaya baka, gölge gibiydi başı. Hiçbir
yanı seçilmiyor. Buğular üzerine yayılmış kara bir leke... Ne iyi böyle; yüzüm
görünmüyor... Suyu kapatıp da banyodan çıkınca bütün gövdesinden fişkıran bir
ter kapladı her yanını. Bornoz yatak
odasındaydı. Giysilerini aldı eline, banyonun kapısını yavaşça açtı, baktı.
Yoktu Nermin. Yatak odasının kapısına geçiverdi hemen. Kapıyı açıp içeri girer
girmez çakılıp kaldı. Nermin tuvalet aynasının önünde oturmuş saçlarını
tarıyordu. Çırılçıplaktı. Kenan'ın girişi ile hiç ilgilenmemiş, omuzlarına,
sırtına dağılmış saçlarını fırçalıyordu ağır ağır. Kenan ne diyeceğini bilemeden
kaldı bir süre. Terli vücudunda bir ürperme duydu. Üşüyordu. Asılı duran bornozu
aldı, giysilerini yatak üstüne attı, bornozu geçirdi, bağladı sıkıca. Nermin'e
döndü, heyecandan kıpkısık bir sesle:
— Çık buradan, dedi... Hemen çık buradan...
Nermin taranmayı bırakmış, aynaya bakıyordu öylece. Dönmekten korkuyor gibiydi.
Kenan bekledi bir süre. Tam bir sessizlik oldu önce, sonra Kenan'ın sağlıksız
bağırması başladı:

— Siktirol diyorum sana... Siktirol git buradan... Katil mi etmek istiyorsun


beni eşşoğlueşşek... Ağzına sıçtığımın kaltağı, defol başımdan diyorum sana...
Hadi defol burdan... Orospu...
Kenan sesini gittikçe yükselterek bağırıp duruyordu. Nermin sarsılır gibi
olmuştu. Yavaşça kalktı ayağa, Kenan'a baktı korkudan büyümüş gözlerle. Kenan da
yorulmuş gibi susmuş, soluyarak duruyordu karşıda. Nermin çırılçıplaklığının
bilincine yeni varmış gibi kendine, Kenan'a baktı. Utançla ürpermişti sanki
kollarıyla örtünmeye çalışıyordu... Beceriksiz bir-iki çabadan sonra yürümek
ister gibi davrandı, beceremedi. Yüzü apaktı. Bir şeyler diyecek gibi oldu,
yavaştan sallandı, gözleri kapandı, karyolanın ayakucuna doğru yüzükoyun düştü
birden. Yerde çırılçıplak yatan kadına ne yapacağını bilemeden bakıyordu Kenan.
Belki de oynuyor yine... Birden karyolanın altına doğru sızan incecik bir kanla
irkildi. Yine yargıya varamadan kaldı bir süre. Yoksa... Korkuya kapıldı
birden... Eğildi yavaşça, yokladı. Yüzünü döndürmeye çalıştı. Hafif soluyordu,
ama baş cansız gibiydi bırakınca. Sızan kan şakaktaki derince bir sıyrıktan
geliyordu. Karyolanın ayakucundaki sivri yere çarpmıştı düşerken. Kolon-
ya şişesini aldı tuvalet masasından, çabucak açtı kapağını, avucu-na boşalttı.
Alnına, şakaklarına sürmeye başladı Nermin'in. Ellerine kan bulaştı. Sızıntı
kesilmemişti. Yüzü kasıldı Nermin'in, inledi. Gözkapakları titriyordu. Bayılan
insan ilk kez görüyordu Kenan. Kucakladı çıplak kadını, kaldırıp kollarında
tuttu bir an. Öyle ağır gelmişti ki... Karar veremedi önce. İçeri götürmeyi
düşündü. Zeynep'in odasına olmaz. Yatağa uzatıverdi. Hemen bir doktor
çağırayım... Kapı çalınıyordu. İster misin Zeynep olsun? Odur hem de... Karyola
örtüsünü çekti çıplak kadının üstüne. Kolanyayı aldı yeniden, avucuna doldurdu,
saçlarına, şakaklarına, alnına, boynuna sürmeye başladı Nermin'in. Kapının zili
çalıp duruyordu... Nermin'in soluğu yavaşça sıklaşmaya başladı. Bir filmde
görmüştü: Ufacık tokatlar vurdu yüzüne. Korkarak vuruyordu. Ağır ağır gözlerini
araladı Nermin. Kenan heyecanla bakmaya başladı. Nermin iyice açtı gözlerini,
boş anlamsız baktı. Göz göze kaldılar bir süre. Yavaşça kapattı yine. Solunum
doğaldı şimdi. Uyuyor gibiydi. Telefon çalmaya başlamıştı. Kenan fırladı odadan.
Önce telefona koştu. Melahat Hanım'dı. Kenan'la, o büyük olay gecesinden bu yana
telefonla bile karşılaşmamışlardı. Eve gelmiyor, günde birkaç kez telefon açıp
Nermin'le, Zeynep'le konuşuyordu. Nazikçe Nermin'i istedi. Kenan ne diyeceğini
bilemedi. Kapının zili sürekli çalmaya başlamıştı yine.
— Bir dakika, dedi...
Telefonu açık bırakıp kapıya koştu. Zeynep'ti. Korkmuş gibi bakıyordu...
— Babacığım, annem yok mu? Hep de anne sorulur...
— Uyuyor, dedi Kenan. Bak anneannen telefonda... Söyle annenin uyuduğunu...
Zeynep sevinerek telefona koşarken Kenan odaya döndü. Nermin öylece yatıyordu.
Ne yapmalı bu kadını? Ya ayılmazsa? Doktor çağır... En iyisi annesini mi
çağırmak yoksa?.. Zeynep'e
ne diyeceğim şimdi? Yaklaşıp Nermin'e...Uyuyor gibiydi. Yüzü kasılmalar
içindeydi yalnız. Üstündeki örtü soluyan göğsü ile düzenli biçimde inip
kalkıyordu. Yanına ilişti; kolonya ile şakaklarını, göğsünü ovmaya başladı.
Şakağındaki kan dinmemişti. Yastık kan içindeydi. Burnuna kolonya tuttu. Ufacık
şamarlarla yüzünü sarstı yeniden. Gözlerini açıp baktı Nermin. Ayılmıştı.
Kenan'la göz göze gelince gözlerini kaçırdı, yüzünü çevirdi bitkince. Birden
aklına gelmişti Kenan'ın; firladı odadan, Zeynep'in odasına koştu. Nermin'in
divana bıraktığı giysilerini toparladı çabucak. Çıkarken Zeynep'le karşılaştı
kapıda saklamaya çalıştı giysileri.
— Babacığım, anneannem dedi ki annem uyanınca hemen
telefon etsin, dedi.
— Olur.
Kenan geçecekti ki Zeynep hemen ekledi:
— Ben de Sulhiyeler'e gideyim mi? Öğretmen ödev verdi babacığım, biz ikimiz
Sulhiye'yle...
Kenan öyle sevindi ki kesiverdi hemen.
— Git kızım. Annen uyusun biraz. Sonra çağırırım ben seni. Geçerken ecza
dolabından pamuk, plaster, gazlı bez, kendi
yaralan için kullandıkları ilaçlardan aldı. Odaya girdiğinde Nermin gözü kapıda,
solgun yatıyordu. Zeynep'in doğduğu gün gibi... Gözlerini kaçırmadan karyolaya
yaklaşan Kenan'ı izledi, Şakağındaki kan sızıntısını bilmiyor muydu? Yastığın
bir yanı kıpkırmızıydı. Kenan suçluluk duygusuna kapıldı birden. Acımayla
karışık. Nermin'in giysilerini karyolaya bıraktı usulca. Gözlerini dikmiş,
sürekli bakan Nermin'den çekinmeye başlamıştı sanki. Bakışlarını kaçırıyor, göz
göze gelmek istemiyordu. Yaklaşıp elindekileri komodine bıraktı, yatağa ilişti.
Okisjenle ıslattığı pamuğu şakağına uzattı. Başını kaçıracak gibi yaptı Nermin.
Gözleri Kenan'da, kaldı öylece. Ara sıra göğüs geçirir gibi içini çekiyordu
derin derin. Kenan yarayı temizlemiş, ilaçlı gazlı bezi minik bir banda
iliştiriyordu ki bir gölge dolaştı Ner-
min'in yüzünde, gözleri dolmaya başladı. Kenan sevinmişti tepid göstermesine.
Durup baktı.
— Acıyor mu? dedi.
Karşılık vermedi Nermin, dolu gözlerini kaçırdı, başını çevirdi ağırca. Kenan
bir şeyler daha demek istedi. Ne diyecekti ki? Bantı iliştirip kalktı yataktan.
Nermin dönmüştü, öylece bakıyordu yine.
— Doktor çağırayım mı?
Hiç duymamış gibiydi Nermin. Bir süre bakıştılar. Kenan karşılık almaktan
umudunu kesip de dönünce yorgun sesi duyuldu Nermin'in.
— Zeynep nerde?
— Karşıda
Kenan, Nermin'e döndü yavaşça,
— Ödevleri varmış Sulhiye'yle, dedi. Sonra yavaşça ekledi:
— Annen telefon etti. Aramanı istiyor.
Nermin susuyordu yine. Duymamış gibi... Kenan, söylemek istediğini bulamıyordu
bir türlü. Konuşmak, anlatmak gerek bu kadına. Zavallı kadına... Zavallı mı?
Nasıl söyledim o pis sözleri. İyi ettim. Ya ölseydi. Ölür mü düşmekle?
Ölseydi... Ölseydi...
— Dışarı çık!..
Kenan şaşırdı birden. Nermin yavaşça doğruluyordu. Duyduğu söze bir anlam vermek
ister gibi baktı Kenan. Nermin yarı doğrulmuş kaldı yatakta. Örtüyü göğsüne
çekmiş, kollarını çıplak göstermemek için örtü altında saklamıştı sanki. Kâğıt
gibi ak yüzde dirençle parıldayan iki göz biddnliğini örtmeye yetmiyordu. Aynı
yorgun sesle:
— Giyineceğim, dedi.
Kenan anlamıştı. Sevindi. Yadırgar gibi oldu, yine sevindi. Yatağın üstüne
bıraktığı giysilerini alıp çıktı. Zeynep'in odasında giyindi çabucak. Yatak
odasının kapısına geldi, bekledi biraz,
dinledi; vurdu kapıyı. Ses yoktu. Biraz daha bekledi, yine vurdu, yine ses
yoktu, içine bir korku düşmeye başladı. Yavaşça araladı kapıyı, baktı. Yatak
boştu, Nermin yoktu görünürde. Anlayamadan kaldı bir an. İçindeki korku
büyümüştü. Çabucak girdi içeri. Karyolanın öte yanında bir koluna takılmış
sutyenle yerde çıplak yatıyordu Nermin. Külotu da yerdeydi. Giyinmeye çalışır-
360 ^en düşmüş olmalıydı. Kesik kesik soluyordu; yüzü sapsan, gözyaşları
içindeydi. Kenan'ı görünce doğrulma çabasıyla davrandı. Yapamadı, yığılıp kaldı
yine. Kenan kucaklayıp kaldırmak için eğilince karşı koymak ister gibi bir
şeyler yaptı. Gücü yetmedi. Bir şeyler söylemek istiyor, beceremiyordu. Kenan
aldırmadan sımsıkı yakalayıp kaldırırken bidtin mırıldanmaya başladı:
— Bırak... İstemiyorum... Bir...
Gözlerinden de yaşlar boşanıyordu sürekli. Ta içinden bir acıyla sarsıldı Kenan.
Usulca yatağa korken öpmek geldi içinden. Niye ağlıyor. Karşı duramadı; eğilip
ıslak yanağından yavaşça öptü Nermin'i. Demek böyle ağlar Günsel de.
Ağlatmayacağım. Ağlaması öpücükle artmış gibiydi Nermin'in. İçini çekiyordu
derin derin. Kenan'ın gözleri dolar gibi olmuştu. Hemen kalkıp başını çevirdi.
Gerçekten acı çekiyor bu kadın. Ben peki... Günsel. Bu küçük-burjuva
duygululuğumuz. Allah kahretsin bizi... Her şeyi... Her şeyi... Niye batmışız
gırtlağımıza kadar böyle? Allah kahretsin! Nermin'e döndü birden. Kolunda sarkıp
duran sutyenini taktı, yerdeki külotunu aldı giydirdi yavaşça. Karşı koymamıştı,
Nermin. Derin derin içini çekerek sessizce ağlıyordu. Zeynep 'in odasından
geceliğini bulup geldi, çabucak giydirdi onu da. Uysal bir çocuk gibiydi Nermin.
Gözlerini kaçırıyor, sessiz, sürekli ağlıyordu yalnızca. Kenan kapıya doğru
gitti.
— Doktor çağıracağım, dedi.
— Hayır.
Nermin başını bitkin sallayarak kırık dökük bir sesle karşı koymuştu. Kenan bir
şey demeden durdu; biraz sonra,
— Uyumaya çalış, dedi.
Bir şeyler daha demeliydi. Ne diyeyim başka? Çıktı odadan, kapıyı usulca kapadı.
Girip salondaki koltuğa bıraktı kendini. Anlamı yoktu doktor çağırmanın. Ne
diyeceğiz doktora?.. Kanma sövüp saydım, bayıldı! O ne yaptı? Düzenin
çirkefliğine battı; beni de bulaştırma çabasında. Sevgisi ile, iyiliği ile,
aptallığı ile, dişiliği ile... Ben bayılamıyorum ki... Yoksa oynuyor mu yine bu
kadın? Amma kuşkulusun. Ne kuşkusu? Her an oynuyor o. İyi kadını, seven kadım
oynuyor budala. Sevgiyi de, iyiliği de göremeyecek kadar kör gözleriyle. Çok
kötü bir oyuncu hem de. Budala. Allah kahretsin. Budala sensin. Günsel'e
benziyor bir de. Allah kahretsin. Nasıl yaptım o işi?.. Şimdi ben Günsel'e ne
yüzle... Kann! Bırak romantikliği! Bebek değilim! Söyleyemem ki Günsel'e. Anlar.
Yalana başlayacağız. Yalan başka, söylememek başka. Ya sorarsa? Söyleyemem.
Doğal söyleyememen. O da söylemez. Sözgelimi yatsa Sermet... Kahpece rezil,
utanmam gerek, her şeyi unutmam... Olmamış gibi... Ne yapar içerde? Uyudu mu ki?
Gebersin. Kızgınlıkla ayağa fırladığını bilmiyordu. Gidip raftan bir kitap aldı,
baktı, ne olduğunu anlamadan bıraktı. Ağır ağır gezindi salonda. Burak'a bir
telefon açıp da konuşsam. Yann işbaşı yapacağız. İşinin de, Burak'ının da...
Dönüp koltuğa çöktü yine. Yufka yürekliliğin gereği yok. O ki girdin bir savaşa,
kan dökeceksin. Kural bu. Bugün bitmeli belki de her şey. Hele Selim'in
anlattıklanndan sonra... İçerden bir kapı sesi geldi. Merakla dinlemeye başladı.
Anlayamadı. İçeri geçti. Yatak odasının kapısı açıktı. Oda boştu. Nermin kalkmış
demek. Tuvalette. Lavabodan su sesi geliyordu. Yine bir kuşkuya düşecekti ki
Nermin çıktı tuvaletten; ellerini, yüzünü, boynunu yıkamıştı. Saçlan da ıslaktı.
Tıpkı bir gün Teşvikeye'de Gün-sel'le... Aptalın birisin sen, hıyarağası..
— Başın dönüyor mu?
Söz mü bu da? Bir şey demek gerek!
Nermin havluyu ağır ağır yüzünde dolaştırırken buz gibi bir sesle:
— Yok bir şeyim, dedi.
Odaya girdi. Şakağındaki bant da ıslanmıştı. Kenan kapıda kaldı bir an.
Atlattık. Daha neyi adattın budala? Girdi peşinden. Nermin aynanın karşısında
durup baktı bir an; bir şey arandı, elini şakağındaki banta sürdü, çekti birden.
Gidip komodin üstündeki kolonya şişesini aldı avucuna doldurup boynuna şakak-362
lanna sürdü, kokladı. Yatağa oturup kaldı bir süre. Sonra döndü. Kenan kapıda
durup bakıyordu öylece.
— Oturur musun biraz? dedi.
Kenan bir an durdu, sonra ses çıkarmadan yaklaştı yavaşça, ağır ağır ilişti
yatağın kıyısına. Yan yana gibiydiler şimdi. Bir süre suskun kaldılar. İkisi de
başlamaktan çekiniyordu sanki...
— Dinle beni, dedi Nermin.

Çekingenliğini yenmişti artık. Dönüp dimdik bakmaya başladı Kenan'a. Heyecansız,


kupkuru bir sesle:
— Sana karşı artık eskisi gibi davranmayacağımı bilmeni istiyorum. Bu bir...
Aptal yerine konmaktan bıktım artık.
Durdu. Karşılık beklemek için değil, daha bir yukardan bakmak için durmuştu
sanki. Artık eski Nermin olmadığını doğrulamak, Kenan'ın bu doğruyu iyice
kavraması için bir düşünme payı bırakmak istiyor gibiydi. Demin düşüp bayılan
kadın değildi bu. Daha önceki de değil. Bugüne kadar hiç olmadığı bir kadın
belki de... Yüzü sarı yalnız, dudakları da belli belirsiz titriyor. Gözleri buz
gibi; acı denemelerden geçmişlerin soğukluğu ile donuk. Bir bakıma sevinmek
gerek, tam vuruşulacak düşman işte.
— Neyi söylemek istiyorsun, dedi Kenan, anlamıyorum ya, eskisi gibi
davranmaktan vazgeçmekle akıllılık edersin.
Aynı soğuklukla bakıyordu şimdi. Kenan söylediklerinin önemini doğrulamak
içinmiş gibi fısıldadı:
— Sonu yok.
Nermin kalktı yataktan, tuvalet aynasına doğru giderken,
— Sonunu bilmeden, dedi sertçe. Beni bugün ilgilendiriyor.
Masa önündeki pufa ilişti, sırtını aynaya döndü, ayak ayak üstüne atıp daha da
yukarıdan bakmaya başladı Kenan'a. Zavallı budala, oynuyor yine! Güçlü Kadın!
Hadi bir de sigara yak! Aranmaya başladı Nermin. Masa üstünde demin Kenan'ın
bıraktığı paketi aldı, dudağına iliştirdi sigarayı yaktı. İyice çekti içine,
üfledi dumanı.
— Belli bir başkası var aramızda, dedi.
Kenan ürperdiğini duydu birden. Belki biliyor. Ağzımı arıyor. İyi ya, saklamının
gereği ne? Pek üstünde durmuyor, önemsemiyor gibiydi Nermin. Hemen sürdürdü:
— ... başka türlü böylesine kaçamazdın benden.
Sigarasını çekti, yine oynuyor. Öyle rahat ki... Gerçek olduğunu bilse böyle
olabilir mi? Bağıra çağıra her şeyi söylemenin tam vakti değil mi?
— Hiç umurumda değil, dedi Nermin. Bırakmayacağım seni.
Bir sessizlik oldu. Kenan kızgınlıkla fırlayacak gibiydi ki Nermin anlamış,
bastırmıştı hemen.
— Kalkma. Bitmedi daha.
Kendini güç tutuyordu Kenan. Yine bağırıp çağırmak, sövüp saymak tutkusuna
kapılmaktan korkuyordu.
— Küçülüyorsun, dedi Nermin. İçtenlikle konuşuyorum, böyle...
Sözcük arar gibi durdu. Bulduğu sözü kullanmaktan vazgeçmiş gibi tamamladı.
— ... olacağın hiç aklıma gelmezdi.
Ne olacağım gelmezdi aklına? Terbiyesiz mi? Daha kötü şeyler de bekle benden
budala. Kenan sertçe çıktı birden.
— Övün, dedi. Sen yaptın. İstemezdim. Nermin hemen kesti:
— İkimiz için de övünülecek bir şey yok. Kopmaya çalıştığın için oluyor bunlar.
Hem de gereksiz, anlamsız bir kopuş.
Mırıldanır gibi tamamladı:
— Beni sevmekten utanıyor gibisin.
Kenan şaşırıp kaldı birden. Ne güzel açıkladı. Biliyor her şeyi...
— Evet, dedi Kenan.
Soğuk bakıştılar yine bir süre...
— Böylesine apaçık görüyorsan durumu... Nermin güvenle kesti:
— Ama sevmene de karşı koyamıyorsun.
Ne der bu zavallı? Öyle bir inanla bakıyordu ki Nermin, Kenan acı, alaylı güldü
birden. Nermin bozulur gibi oldu, toparlandı. Kenan aynı acı gülüşle:
— Bırak bu söz oyunlarını da tam gör gerçeği, dedi. Suskun bakıştılar. Hiçbir
gerileme izi yoktu Nermin'in gözlerinde. Daha da kararlı görünüyordu.
— Gerçekleri ömrünce gördün mü sen? dedi güvenle.
Ne diyeceğini bilemeden kaldı Kenan. Öyle ayrı ki gerçeklerimiz. Nermin daha da
sert ekledi birden:
— Ayakların havada dolaşü hep. Karının, evinin, çocuğunun sorumluluğunu bir gün
olsun taşımadın. Öğretmenlikten ayrılışın, bana işi bıraktırman hangi
gerçekçiliğe dayanıyordu?
Nermin, acılı, alaylı konuşma yarışmasında, Kenan'a üstünlük kazandığı inancıyla
öyle güvenli bakıyordu ki... Konuşulmaz bu kadınla. Sövülür ancak. Onun
gerçekleri bu işte. Nermin aynı güvenle sürdürmeye başladı.
— O küçümsediğin annem, o sövüp saydığın Rasim olmasaydı açtık biz şimdi, aç...
Anlıyor musun? Sonumuzun ne olacağı da belli değil daha. Benim bütün suçum bu
acı gerçeği senin payına da görüp yüklenmek. Süs için göze almadım ortaklık
işini. Rasim dünyanın en dalavereci insanı olabilir. Bir çıkan olmasa ne diye
yardım etsin bize? Ağbimden duyduklarımıza sevinmemiz bile gerek. Hiç kimseye
borçlu değiliz. Rasim'in de kazanmasına yarayan bir işe girmişiz. Hileli işler
yapıyormuş. Bize ne? O kadar incesini düşünmek niye? Kendimizi kurtardık da
bir ülkenin yüksek çıkan kaldı; onları düşüneceğiz! Zeynep'i İçim düşünecek
peki?
Doğru söylüyor kadıncağız! Nermin öyle inançlı söylemişti ki bütün bunlan, Kenan
irkildi; haklı bulmaktan korkmuştu sanki. Ayağa kalktı birden.
— Bana bak, dedi. Kes artık. Çok kötü şeyler yaptıracaksın bana. Anladın mı?
Kes.
Sonunu getiremedi. Sesi değişti. Nermin kımıldamamıştı bile. Daha da sertleşmiş
gibiydi. Aynı silahla karşı koyacak besbelli.
— Yap ne yapacaksan, dedi. Ne kaldı? Döv... Söv, say yine istersen. Merak etme,
bayılacak da değilim artık. Döv... Bir o kaldı! Güçlüsün benden, döversin...
Kenan ne yapacağını bilemeden dikilip duruyordu. Tam düşmanca bakışıyorlardı
artık; kesik kesik soluyorlardı.
— Hoşuna gitmiyor değil mi? Düşlerin yıkılıyor.
Kenan kızgınlıkla yanlış davranmaktan korkuyordu sanki, karşılık bile
veremiyordu; donup kalmıştı. Nermin, acı, alaylı bakışı ile ezmeye çalışır gibi
dikmişti gözlerini. Kenan'ın böyle kararsız çakılıp kalmasından büyük zevk
alıyordu belli ki. Kenan dili tutulmuş gibi biraz daha baktı soluyarak, sonra
hızla çıktı odadan. En iyisi evden çekip gitmek. Pijamayla mı? Aslında hiçbir
şeyim yok bu evde. Pijama bile annesinin hediyesi. Salona geçip bir koltuğa atü
kendini. Gözlerim kapayıp durulmaya çalıştı bir süre. Ağzı ağı gibi; içinde
sürekli o salıncakta boşluğa inerken duyulan eziklik. Yüreğinde çarpıntı. Ayak
sesi ile irkilerek açü gözlerini. Nermin kararlı adımlarla gelip karşısına
oturdu yine. Yeni yanmış bir sigara vardı elinde. Yine ayak ayak üstüne attı.
Yine acı, alaylı gözlerle yukardan bakan güçlü kadın oldu! Korkuyla tiksinti
arasındaydı Kenan. Bir kızgınlık buğusu ara sıra her şeyi siliveriyordu. Herkes
katil olabilir diye okumuştu bir yerde. Yavaşça doğruldu koltukta; tam bir
şeyler diyecekti ki Nermin: — Bak Kenancığjm, dedi.
Kenancığım mı? Nermin, Kenan'ın içine düştüğü bunalımı sezmiş de kurnazlıkla
geçiştirmek istiyormuş gibi yumuşama, sıcaklaşma oyunundaydı sanki. Alaylı,
düşmanca bakışını sevgi dolu gülümsemeye dönüştürme çabasındaydı. Uçuk benzi ile
bu çabası öyle çelişkiliydi ki... Sustu bir süre. Beceremediğini mi
anlamıştı?... Üzgündü... 366 — Yalvarırım, birbirimizi yiyip
bitirmeyelim böyle?
Dudakları büzülmüştü yine. Toparlandı, fısıldar gibi ekledi hemen:
— ... hem de bir hiç için...
Hem de bir hiç için... Kenan yine bunalmaya başlamıştı. Fırlayıp ayağa kalktı.
Niçin yaptığını bilmeden pencereye doğru yürüdü, hiçbir şey görmeden dışarı
baktı bir süre, döndü. Ner-min'in gözleri üstündeydi. Elimdesin, kurtulamazsın,
kıskıvrak yakaladım seni, der gibi bakıyordu. Öyle üzgün bakıyordu ki aslında; o
kendine güvenli, güçlü kadın maskesi de düşüp gitmişti yüzünden. En uygun sözü,
sözleri aramaya başladı Kenan. Bir süre hiçbir şey gelmedi aklına. İstemediği
biçimde başlayıverdi birden:
— Seni sevmiyorum, dedi. Bunu anlaman gerek... Göstereceğin her çaba bizi daha
çok kanatacak... Eksik söyledim. Sevmemek de değil bu... Tiksinti duymak...
Aramızda uçurumlar var. Neyi, nasıl anlatayım sana? Öyle uzağız ki... Öyle
başkayız ki... Duygusal adamım belki... Hep böyleydim biliyorsun... Yok bunun
bir çözümü... Bırak beni, yalvannm... İstemiyorum... Anladın mı? İstemiyorum...
Dayanamıyorum... Nasıl olsa olacak. Çirkinleşmeden...
Boğazına bir şey takılmış gibi kaldı. Yavaşça pencereye döndü. Öylece kaldılar
bir süre. Sessizlik umutlar vermişti Kenan'a. Anladı belki de... İçini boşaltır
gibi derin bir soluk alıp ağır ağır döndü odaya. Nermin, gözleri bir noktada
öylece duruyordu. İçine acıma doluyordu ki Kenan'ın, hemen bir başkaldırmasıyla
kurtardı kendini.
— O ki birbirimizin gerçeklerine böylesine yabancıyız, üstüne varmanın anlamı
var mı artık?.. Mutlu yaşadık bir süre... Saygılıydık... Gereği kadar
tanımamışız demek birbirimizi... Belki o zaman o kadarı yetiyordu ikimize de...
Artık olmuyor işte, görüyorsun... Söylediklerinin üstünde bile durmayacağım.
Hepsi ters, korkunç biçimde ters... İğrenç biçimde...
Durdu yavaşça. Çekingenlik duydu birden. Çok mu ileri gi- 357 diyorum...
Sözcükler her işi altüst eder bazı. Bir onur kırıklığı bakarsın yeniden canavar
yapıvermiş, şu kolu kanadı kırık duran zavallıyı. Ne zavallısı be!.. Nermin
başını kaldırıp dimdik bakmaya başladı. İşte zavallı canavar!.. Kenan
başlamasından korkar gibi aldı hemen,
— İnandırmaya kalkma beni, dedi. Nasıl doğrusun derim sana? Hiç tanımamışsın
beni. Burjuva değerlerle dolu her yanın. Artık kızmıyorum da... Belli ki iyi
niyetle söylediğin her söz aramızdaki uçurumu biraz daha derinleştiriyor,
genişletiyor. Korkuyorum...
Yudumdu. Korkuyor muyum gerçekten? Neyinden korkacağım bu zavallının? Sonunu
getiremeden Nermin kesti hemen:
— Peki, dedi, öyleyse beni sen inandır...
Sessizlik oldu yine... Nermin üste çıkmış olmanın güveni ile bakıyor gibiydi.
Kenan anlamamışa. Neye inandırayım ben seni? Bunca yıldır inandıramadım...
Nermin aynı güvenle aldı:
— O ki böylesine inanıyorsun, beni de inandırman gerek... Yalnız seninle ilgili
bir şey değil ki bu... Bir yuvayı yıkıyorsun; çocuğunu, karım çiğniyorsun acılar
içinde... Sana yardımcı olmamı istiyorsun bir de... Duygusal şeyler bütün
söylediklerin... Beni küçük görüyorsun, biliyorum... Ne dersen, de, seni
anlamayacak kadın değilim ben... Düşüncelerine de saygım var... Karşı olmak
şöyle dursun, yanındayım bile... Düşüncelerini bilerek, paylaşarak evlendim
seninle. Hepsi güzel... Peki biz nasıl yaşayacağız? Bunu açıklar mısın bana?
Nermin donuk gözlerini dikmiş, karşılık bekliyordu Ke-
nan'dan. Bilmediği konulardan sınava çekilmiş öğrenci gibi kalmıştı Kenan.
Açıklamak mı? Yanlış mı söylüyor kadıncağız? Yo-oo! Peki biz nasıl yaşayacağız?
Yaşıyoruz ya işte. Nasıl ne demek? Neyi açıklayayım sana, neyi anlarsın ki?..
Doğruldu Kenan:
— Yaşayalım diye çirkefe mi bulanacağız? dedi. İçinde duy-368 muyorsan bu
acıyı, bu başkaldırmayı nasıl anlatırım sana? Bunca yıldan sonra şunları
konuşmak bile ağrıma gidiyor...
Bir kızgınlık bastınvermişti yine. Sövüp saymak için yanıyordu. Bağırmak
alabildiğine... Sesini iyice yükselterek başladı,
— Bu pislik ortasında yuva ha... Annenin malıyla yoksul milleti kazıklatalım.
Rasimler'in, Selimler'in kemik kavgasından pay çıksın bize. Neyi açıklayayım
sana?.. O ki doğal görüyorsun bunları, git yolunda. Yönümüz ayrı. Ne senin beni
sürüklemeye gücün yeter, ne benim seni... Bu iş bitmiş. Düşüncelerimi
paylaştığını söylemekle yaklaştığımızı sanıyorsun. Düşmanlığım tiksintiyle
büyüyor; o kadar...
Denetimi yitirip sövüp saymaya başlamaktan alamayacaktı ki kendini, Nermin
bağırarak kesti:
— Suç mu annemin arsasından yararlanmak? Allahın dağındaki topraktan nasılsa
birkaç kuruş kazanacağız. Kimse beş para vermez bugün oraya. Ne istiyorsun
anlamıyorum. Ağbime mi bırakalım?
Kekeler gibi konuşuyordu. Kesik kesik solumaya başlamıştı. Niye bırakalım.
Kimselere bırakmayalım. Mal bizim! Benim!.. Kenan üstelemenin boş olduğunu
biliyordu. Üstelemek için de söylememişti.
— Yok canım, dedi. Niye bırakacaksın?.. Sakınca görmüyorsun o ki, Selim'le yap
bu işi... Kardeşin ne de olsa... Rasim'den de becerikli olduğunu Rasim bile
söylüyor...
Nermin deliye dönmüştü birden:
— Sen aptalsın, dedi. Aptalsın... Taş atıyorsun aklın sıra... Aslında
kanıverdin ağbimin sözlerine... Deli değilim ben. Nesi-
ne inanılır onun?.. Etmeyeceği kötülük var mı? Babasının oğlu... Sırf anneme
kötülük olsun diye kaç kez beni kaçırtmaya kalktı babam, biliyor musun bunu?
Durdu birden. Söylediğine pişman gibiydi. Ağzından kaçırmıştı sanki. Kenan oralı
olmadı önce, biraz sonra da içinde bir irkilme duydu. Durulmaya çalıştı. Neden
kaçırsın Zeynep'i? Ben yokken bir şeyler mi geçti ağbisiyle aralannda? Sorsam
mı? Ne soracağım? Her soru bir ilişki! Nermin sessizlikten bir şeyler kazanmış
gibiydi. Güvenli, dik bakıyordu. Bir şeyler açıklayacak gibi söze başladı
yavaşça:
— Çözemeyeceğin sorunları yükleniyorsun Kenan, dedi. Hep birden ezileceğiz.
Öyle de olsa bırakmayacağım seni. Tek başına daha kolay ezileceğini biliyorum.
Bir şeyler sanıyorsun kendini, toysun oysa ki... Bazı bir çocuk gibi...
Telefon çalmaya başlamıştı. Nermin yarım bıraktı sözünü, Kenan'a bakmaya
başladı. Telefon çalıp duruyordu.
— Açsana, dedi. Seni anyorlardır belki...
Bir acılık vardı sesinde, bakışlarında. Telefon ona daha yakındı oysa ki. Üçüncü
çalışında kalktı ağır ağır, giderken:
— Bıktım günlerdir yüzüme telefon kapatılmasından, dedi. Kenan sarsılmıştı.
Demek anladı... Biliyor... İyi ya, konuşup
bitirmek gerek. Belki de bir kuşku yalnızca; ağzımı arıyor, çekinecek bir şeyim
mi var, öyle de olsa?..
— Benim anneciğim, dedi Nermin... Yooo... Bilmem, uyuyup kalmışım... Ben de
şimdi seni arayacaktım. O da iyi... Hepimiz iyiyiz. Üzme kendini tatlım...
Öperim canım... Onun da saygıları var...
Kenan gözlerini kapattı. Kulaklarını tıkamak istiyordu. Saygılarını sunan ben
oluyorum. Saygı ha... Her şeye, herkese sövüp saymak geliyordu içinden.
Telefonda bir şeyler söyleyip duran Nermin'e baktı. Nasıl değişebiliyor bu
kadın? Annesine mutluluk masalı yutturabilmek için sesini bile nasıl
değiştirebiliyor böyle. Bu kadar sürekli nasıl oynar insan? Her şeyi yalan üs-
tüne kuruyor. Sen çok mu doğrucusun?., içinde bir şey düğümlendi birden. Tıkanır
gibi oldu. Nermin telefonu kapatıp yerine geçmiş, gözlerini Kenan'a dikmişti.
Sessiz bakışıp duruyorlardı. Yeniden kapışmak gerekiyordu; yorgun, bitkindiler
oysa ki... Güçlü görünmeye de çalışıyorlardı. Suçlamayla dolu acı bakış-ı tan
öte bir şeye kalkışmak boş geliyordu ikisine de. Belki de kar-370 şısındakini
yenik saymaktan gelen bir güvendi bu. Sessizliği daha da soğutan bir sesle
Nermin aldı:
— Kolay kurtulacağını sanıyordun, dedi... Görüyorsun ki olmayacak. Başka yollar
aramalısın!
Bir an durdu, sonra acı, alaylı başladı yavaşça:
— Her işin kolayına gittin; durumunu biliyorum, kitapçılığımız da sallantıda.
Zeynep yetişti. Eve bağlanmanın da bir zo-runluğu kalmadı artık. Okullar bitsin
ben de çalışacağım... Mat-mazel'e maaş verecek durumumuz yok.
Ayağa kalktı, elinde kırbacı ile dimdik duran vahşi hayvan eğiticisi gibi sert,
güvenli bakıyordu.
— Konuşacak bir şeyimiz kalmadı sanırım, dedi. Zeynep'i çağırayım, geç oldu...
Geç oldu, haydi kafese! Oyun bitti!..
Kenan kızgınlıktan ükanıvermiştd birden. Sözden ne olur; elinden kırbacını alıp
başında paralamak gerek bu kadının.
— Otur, dedi, daha bitmedi... Nermin aldırmamış, öylece bakıyordu.
— Başka birini de sevdiğimi biliyor musun?
Bıçak gibi sessizlikle yeniden bölünüvermişti her şey. Nermin kımıldamadan
bakıyordu. Bir süre kaldı öylece, içinde kopanları örtbas etmesini ustalıkla
becerebilmişti yine. Yavaşça, mırıldanır gibi:
— Kimseyi sevemeyecek kadar bencil olduğunu biliyorum, dedi. Hangi zavallıysa
onun bunu anlayacağı güne kadar beklemesini de bilirim...
Tekerleme gibi söylevivermişti ya çöküşünü, yine de saklaya-
mamıştı. Son gücünü yitirmiş gibi gevşedi, yavaşça oturdu yerine. Kenan'ın bir
şey demesine bırakmadan aldı:
— Benden kurtulmak için uyduruyorsan boş, dedi...
İşin aslını öğrenmek, Kenan'ı yakalayıvermek ister gibi sürekli baktı, sonra
yavaşça ekledi:
— Böyle bir ilişki var da kurtulmak istiyorsan benden, o da boş...
Akşam karanlığı basıyordu. Loştu oda. Nermin bütün saldırı kapılarını sımsıkı
kapadığına inanmanın güvencesiyle susmuş bekliyordu. Kenan, iyice kararmaya
başlayan odada Nermin'in yüzünü ayrıntılarıyla göremeden, bakışlarının,
gözlerinin anlamını değerlendiremeden konuşmaya kalkışmanın sıkıntısını duymaya
başladı. Ne diye konuşacağım hem? Belli ki işleri biraz daha güçleştirmekten
başka sonuç vermeyecek. Belki her şeyi yalan kadının ya, bu gerçek. Etime -etime
ne söz, ciğerime belki- ta içime, benliğime yapışmış bir sülük bu. Öylesine
yapışmış ki, bir parçam, hem de ayrılması olanaksız bir parçam sayıyor kendini.
Neyle kazıyıp atabilirim ki? Gerçekten bir parçam belki de!.. Hangi usta
operatör eli kurtarır beni? Hem nereye vuracak bıçağı? Bir umudum Günsel...
— Kimmiş bu kadın?
Dümdüzdü Nermin'in sesi. Kızgınlık, başkaldırma, ola ki soru bile yoktu
söyleyişinde. Duymamış gibi uzun süre sustu Kenan. Bir şeyler daha söylemesini
bekliyor gibiydi. Tepki süresini değerlendiriyor sanki Nermin'in. Başka türlü
nasıl tanırsın düşmanım bu karanlık odada?.. Birden pencereden gelen bir ışıkla
Nermin'in yüzü aydınlanıverdi, karşı apartmanda elektrikleri yakmış
olmalıydılar. Suskun bakıyordu Nermin. Kurulan tuzağı sezip sinmiş gibiydi.
Tepkisini yüzünden belli etmeyecek kadar ustalıkla sinmişti. Saklandığı yerden
çıkarmak ister gibi Kenan yavaşça:
— Önemli mi, dedi, kim olduğu?
Yine uzunca bir sessizlikten sonra Nermin birden ayağa kalk-
tı.
— Hiçbir şey önemli değil benim için, dedi... Yıkıldım yıkılacağım kadar. Bundan
ötesi olmaz... Sen düşün...
Gidip elektriği yaktı. Kapı çalınmaya başlamıştı... Çalışından belliydi Zeynep
olduğu. Nermin açtı.
— Canım anneciğim... Kucaklaşma, öpücük sesleri...
— Nerde kaldın canım?
— Anneciğim, bugün öğretmen bize...
Kenan fırlayıp çıktı, koşar gibi gitti yatak odasına, kapıyı kilitledi. İçerden
sesler geliyordu. Nermin'in, Zeynep'in sesleri. Kurtulamamıştı. Yeniğim.
Yenemediğim sürece yenik olacağım hep. Nasıl yenerim? Yenildiğini bilmeyen
kişiyi yenemezsin. Bir dövmem kaldı gerçekten. İyi ki söylemedim; ele vermek
olacaktı GünsePi söylemek. Umursamıyor gibi görünüyor ya, belli ki her şeyi göze
almış. İşyerine de gelip oturacak. Nasıl karşı korum? İyice gösterdi dişlerini.
Biraz daha ilerisi: Nankör köpek, annemin parası ile adam oldun da... Yapar mı?
Öteye bile gider... Ben de bir malım onun için, kolay bırakır mı? Kulakları
zonklamaya başladı. İyi bulmuyordu kendini, gidip yatağa uzandı sırtüstü. Durgun
suda batık olmak, yitmek istiyordu yine; bir türlü başaramıyordu. Ağzı acı,
kupkuruydu. Bir akıl veren var buna. Başta Rasim. Açıkça söyledi onu tuttuğunu.
Niye tutmasın? Yüz binler var ucunda. İki haftadır Ankara'daymış yine. Bakalım
ne mavallarla gelir?.. Ne diyeyim şu herife? Hiiiç, ne diyeceksin? Yeni düşman
mı edinelim? Asıl düşmanın o, budala... Bilmiyor muydun malını? Hıyarağası,
inandığın büyük doğrular bu gerçeği öğretmedi mi sana?.. Biliyordun da!
Biliyordun da sana gelince iş değişiyor değil mi? Bana yapmaz Rasim! Doğrunun
kuralları değişiyor sana gelince. Ayrıcalık içindesin sen! Doğru mu kadının
dediği; çok mu toyum yoksa? Kaçıp gitsem bu evden. Nereye? Günsel'e anlatırım
her şeyi. GünsePle ikimiz Teşvikiye'deki evde... Rasim'in ulan orası! Peki, ben
ne yapacağım şimdi? Karanlık odada yatağa arkaüstü uzanıp çok uzun bir
süre kaldı. Düşünemiyorum da... Kapı vuruldu bir ara. Nermin yemeğe çağırıyor
olmalıydı. Ses çıkarmadı. O da üstelemedi. Bir ara derinlerden telefon sesi,
kapı sesi geldi. Sonra dalıp gitti. Ür-permeyle uyandığında oda alacakaranlıktı.
Ortalık işiyordu. Önce anlamadan bakındı. Üşümüştü. Nasıl da uyumuşum. Gördüğü
karmakarışık düşleri anımsamaya çalıştı, olmadı. Yorganın altına girip ısınmak
istedi bir ara; doğrulunca tuvalete gitmek için kalktı. Oda kapısını açtı
yavaşça, evi dinledi. Tam bir sessizlik vardı. Tuvalete geçti, aynada yüzünü
gördü birden. Sevindi. Bugün çıkacağım. Ne bugünü, şimdi... Dayağın izleri tam
geçmiş değil ya, insan içine çıkacak duruma geldik. Daha da sevinecekti, olmadı;
bir burkulma duydu içinde. İyi ki bugün değil GünsePle buluşmamız; yarına kadar
da... Unuturum! Değil de, biraz daha eskir hiç değilse. Anlatmam mı gerek? İyice
güvenini yitireceğim! Çok güvenli de. Bırak romantikliği. Karın. Kafasından
atmaya çalıştı kara düşünceleri. Çabucak tıraş oldu. Tarandı. Odaya geçti
yavaşça. Saate baktı. Yediye geliyordu. Çok erken; olsun yürürüm, günlerdir
kapandıktan sonra... Perdeyi açıp baktı; yağmur filan yoktu. Yine bir sevinç
doldu içine. Yeni gömlek çıkardı, sevdiği benekli kravatı bağladı. Her işini
bitirip de odadan çıkarken ünlü dizeleri söylüyordu içinden. "Gömleğim yeni,
tıraş olmuşum, sokağa çıkmışım. Bahar gelmiş. Sulh olmuş..." Daha banş
uzaklarda. Bakalım savaşı nasıl bitireceğiz? Bitirecek miyiz? Tam salona
geçiyordu ki usulca Zeynep'in odası açıldı, Nermin dikildi karşısına. İrkilir
gibi kaldı Kenan. Loş koridorda birden burun buruna geldiği Günsel, omuzlarına
dökülmüş saçları, tatlı bir şaşkınlıkla dolu uykudan yeni açılmış gözleriyle
nasıl yaptı bunu?
— Çok erken, dedi Nermin.
Biraz durdu, sonra karşı koymak istemezmiş gibi ekledi yavaşça:
— Salonda otur biraz, şimdi hazırlarım kahvaltıyı... Kenan ne diyeceğini
bilemiyor gibi kaldı bir an.
— Etmeyeceğim kahvaltı, dedi.
Nermin de kalmıştı öylece. İnce geceliğinin belirlediği çıplaklığının bilincine
varmış gibi kımıldadı yavaşça. Öylece bakıyordu Kenan'a. Üstünlüğünü
sezinlemişti sanki.
— Gerçek mi? dedi birden. Kenan ayılamamıştı daha.
— Başkasını sevdiğin?
Önce geçip gitmek geldi içinden. İyice ayılmıştı artık. Gülünçtü. Bu saatte,
karşısında böyle yan çıplak dikilmiş bir kadına. Peki, kaçmak niye? O ki
öğrenmek istiyor!
— Evet, dedi yavaşça...
Nermin daha bir şeyler bekliyor gibiydi. Suskun kaldı bir süre. Sonra çok doğal
bir şeyden söz ediyormuş gibi:
— Tanımak istiyorum, dedi.
Şaşırır gibi oldu Kenan. Tanımak mı istiyorsun? Peki, ne olacak sonra? Kenan'a
da doğal gelmeye başlamıştı. Belki de bir çözüm bu!.. Tam bir şeyler diyecekti
ki kuşkular doluverdi içine. Romantik budala! Hıyarağası... Ya Günsel'in başına
çoraplar örerse? Artık yapmayacağı var mı bu kadımn? Daha doğrusu ne yapacağını
kendi de bilmez. Dengesizlikler içinde. Biraz daha yakından baktı Nermin'e.
Yavaş yavaş ışıyan ortalıkta yüzü daha belirliydi şimdi. Göz altlan yorgun,
halkalı, bakışları saplantılı gibi dalgındı.
— Uyumamışsın sen...
— Nasıl da bildin!., dedi Nermin. Bırak uykumu... Tanımak istiyorum...
— Ne yapacaksın tanıyıp?
Nermin aynı saplantılı bakışla kalmıştı.
— Konuşmak istiyorum, dedi yavaşça... Hemen ekledi:
— Korkma, tatsızlık çıkaracak değilim... Sıkılmaya başlamıştı Kenan.
— Bırak bunları, dedi birden... Gülünç oluyoruz...
— Olduk olacağımız kadar...
Acılık da yoktu sesinde Nermin'in. Kenan bir şeyler daha diyecekti, demedi;
yavaşça omuzlayıp geçti Nermin'i. Salonda aranır gibi şöyle bir bakındı; kapıya
gitti hemen, çabucak giyinip çıktı. Sokağa adımını atar atmaz derin bir soluk
aldı. Kalorifer dumanına bulanmış serin sabah havasını ciğerlerine çekti. Yaşama
mutluluğu bu işte! Bu karışım! Sokakta bir-iki adım atınca 375 önseziyle dönüp
katlarının penceresine baktı. Nermin oradaydı. Kenan'daydı gözleri. Bir burkulma
duydu içinde, dönüp yola koyuldu hemen. İyi değil bu kızın durumu! Sen çok mu
iyisin? Ben delirmem... O da delirmez; üzülme! Kadınca oyunlar çoğu... Şişli
Alanı'na çıkınca bir açlık duydu. Akşam da yemedim. Sevindi. Sağlıklı bir şey
bu. Muhallebiciye girdi. Süt, kahvaltı getirtti. Alana bakarak yemeye başladı.
Koşuşan trafik içinde Ra-sim'in Citroen'ini arandı. Zop diye bir yerden
fırlayacakmış gibi geliyordu nedense. Çabucak çıktı muhallebiciden, bir dolmuşa
atladı. Şoförün yanında akıp giden insan, araç, olay seline dalgın bakıp gitti.
Karaköy'e geldiğinde indi arabadan. Niye indiğini de bilmiyordu. Yoo, biliyorum!
Daha çok erken; sekiz bile olmamış. İşyerine kadar hem yürür, hem para durumunu
düşünürüm. Dönmemem gerek artık o eve. Dört bin kadar bankada var... 3850
filan... En son beş yüz çekmiştim. Bonolar var bir de. Ödenecekler de var...
Karşılar... Ola ki bin kadar da elde kalır... Öderlerse... Ankara'daki herif
protesto olacaktı, uzattık. Ödeyeceğim diyor ya... Ödemezse kâğıtçıya 1670...
Bir de dizgi için bono verdikti... Bir de İzmir'de... Uff, gel de çık içinden!..
Matmazelie konuşmak gerek. Matmazel'e yol verip o geçecekmiş yerine! Aptal bu
kadın... Nasıl yaparsın sen o işi? Yapar! Küçük-burjuvazide, hele böyle
kadınlarda gömülü yatan mal hırsı öyle beceriler, yetenekler yaratır ki sen de
şaşarsın budala!.. Ben o günü görmeyeceğim. Tek başına geçip otursun işin
başına. Köprü üstünde balık tutan bir adamın yanında durdu. Halic'e baktı uzun
uzun. Bir çatana geçiyordu köprünün al-
tından. Sonra bir motor. Sahpazan'na doğru yığılmış mavnalar, martılar... Sisler
arasından yeni çıkmış Süleymaniye, Beyazıt Kulesi, vapur sesleri... Uyanmış
şehirdeki her şey sabah uğultusu içinde yüzüyordu. Havada bulut yoktu.
Köprüdeki taşıdara döndü, vıcık vıcık insandı, devinimdi. Herkes, her şey
koşuyordu. Yürümeye koyuldu birden araçlarla yarışır gibi. Eminönü'ne varmıştı.
Çekeyim bankadan paralan, işi de bırakayım; alıp başımı... Ne cehenneme gidersin
budala? GünsePle konuşmadan kalkma böyle soytanlıklara. Peki, yine ben nasıl o
eve?.. Şimşek gibi bir düşünce geçti kafasından. Niye düşünemedim bugüne kadar?
Rasim'le anlaşmak en iyisi! Şimdi çıkıyor hergelenin neden Nermin'i tuttuğu.
Vurgun peşindeydi demek. Başka türlüsünü senin gibi salaklar düşünür ancak...
Açıkça söylerim ona. Çıkarlanna dokunmayacağım, yardımcı bile olacağım!
Güldüreceksin iti. Bir de öteki yol var: Selim'le işbirliği! Delirsen nasıl
düşünürdün ki? Hem nerden bulursun Selim'i? İş, bulmasına mı kaldı? Neler
konuştular Nermin'le. Ne sersem herifim ben!.. Padadındı... İyice konuşturup
aynntılanyla öğrenmek varken, kestirip at sen! Meraklan dur şimdi de! Çok ters,
çok bilinmez yanlan var daha sorunun. Bir garip aile bunlar! Öğrenecektim...
Üff... Öğrenip de ne olacaktı? Pis yaşantı içinde çırpınıp giden insancıklar...
Ayn yanlanndan çok ortak yanlan var; önemlisi de o... Kendilerini ayn sanırlar
hepsi de! Üstün sanırlar!.. Önemli değiller onun için!.. Mısırçarşısı'na daldı.
Ketenciler kapısına doğru yürüdü. İki yana dizilmiş bakkallar, kasaplar, kanşık
işyerleri, gidip gelen kalabalık, bütün düşüncelerine bir örtü çekti yavaş
yavaş. Vitrinlerde asık duran pastırma, sucuk kangallanna, etlere, bakkallardaki
çeşitli yiyeceklere takılmaya başlamıştı. Ketenciler kapısındaki helvacının
vitrininin önünde durdu bir süre. Fakültedeyken gelir, tahin helvası alıp köprü
altında palamut tava satan balıkçılara giderdi. Bir kez de Nermin'le ilk
tanıştıkla-nnda böyle bir gün akşamüstü gidip yemişlerdi. Ertesi günü fakülteye
hasta gelmişti Nermin. Daha o zamandan belliydi bu
aptal kızın... Asıl aptal sensin ki bu kızın köprü altmda balık yiyemeyeceğini
anlamadın... Hem de yıllar boyu anlamadın. Yine nerden takıldı bu kadın? Defol
git be! Peki, Günsel'e olayı nasıl?.- Unutmak, en iyisi unutmak... Sorarsa bir
gün; ha o iş mi, unuttumdu valla dersin!.. Tek çözüm bu... Yalana
sığınacaksın... Niye yalan olsun unuttuğum? Ne kaldı o işten? Tiksinti,
kızgınlık... Demek unutmuştum!.. Yok canım... Anlatsana böy- 377 lece
Günsel'e... Niye olmasın. O da sana anlatır belki de... Anlatacak nesi olur
onun? Evli mi? Alçal bakalım!.. Utanmıyor musun? Niye bugün buluşmuyoruz?
İstemiyor da ondan... Niye istemiyor? Yanna kadar ne yapacağım ben? Sokaklarda,
parklarda mı sabahlayayım? Ya bugün akşama kadar... O pis kitapçıda...
Vardığında işyeri açıktı. Burak sevinçle karşıladı. Geçmiş olsunlar, yakın ilgi
dolu sorulardan sonra utana sıkıla:
— Ben de bugün izin isteyecektim ağbi, dedi... Hastalıktan yeni kalktınız ya...
Sözleşmişler de bu cumartesi. Arkadaşlanyla toplu olarak bilmem nereye...
Kızardı birden:
— Ben kesin söz vermedim, dedi. Sakınca varsa gitmem...
— Git, dedi Kenan... Ne sakıncası olacak? Sen de çok bunal -dın.
Sevindi, teşekkür edip bir yere telefon açtı. Öğle yemeğinde çıkıp bir
arkadaşıyla buluşacaktı. Kenan bir ara öğlende kapayıp gitmeyi düşündü.
Olmayacak. Niye olmayacak? Nereye gideceksin kapayıp da? Burada işe dalarsan,
akşamı bulursun. Peki akşam? Hele bir akşam olsun... Yukardaki maroken koltuğa
yerleşip kaldı bir süre. Durgun suda batık oldu yine. Derinden sesler geliyordu.
Burak'ın sesi, gelen giden alıcılann kadınlı erkekli, inceli kalınlı sesleri.
Bir ara her şey silinir gibi oldu. Sıçradı birden koltukta. Ayağı kaymıştı.
Dalmışım... Cumartesileri Matmazel gelmez. Ne iyi eder. Hiç gelmese. Nermin
oturacak yerinde. Yirmi dört saat burnumun dibinde olacak. Olmayacak. Çünkü ben
olmayacağım. Öff. Fırladı, aşağı indi...
— Hadi sen git, dedi Burak'a.
— Daha erken ağbi... On iki bile olmadı...
— Olmasın... Ben bakarım... Çok yoruldun sen...
Burak, kızdırdım mı gibisine bakındı, tezgâha geçen Kenan'ın yüzündeki anlamı
yorumlayamamanın tedirginliği içinde pardösüsünü alıp çıktı.
— Sağ olun ağbi... Allahaısmarladık...
Ses çıkarmadı Kenan. Uzun boylu düşünmeye sıra kalmadan iki kişi girip kitap
istediler. Akşama kadar da aralıklı biçimde sürüp gitti bu istekler. Birkaç kez
Günsel'e, fakülteye gitmek geçmişti içinden. Fakülteye gitmemiştir bugün. Ağbisi
yolcu. Öyle bir şey de dedi ya... Ne dedi? Nerden bozayım bu beş yüzlüğü?
Öğleden sonra bir ara seyrelir gibi oldu, sonra yine sıklaştı; beşten sonra
artık tek tük uğrayanlar oluyordu. Ara sıra telefona çıkmak, geçmiş olsuna
uğrayan bir-iki tanıdıkla ayaküstü çene çalmak, kazayı anlatmak! (Yalan
söylemenin ne zor bir işi olduğunu iyice anlamıştı.) Kitap paketi açmak, satılan
kitapları paketlemek, para almak, para vermek öylesine doldurmuştu ki saatin
altı olduğunu görünce şaşırdı. Kasadaki banka oturup kaldı bir süre. Son gelen
bir-iki kişiyi de yok diye savdı. Ağır ağır hazırlandı. Altı buçuğa doğru
kepenkleri çekip çıktı. Babıâli yokuşundan aşağı dalgın, yorgun inmeye başladı.
Ne yapacağını, nereye gideceğini bilmiyordu, içinde kurşun gibi bir ağırlık
gittikçe büyüyor, taşınamaza doğru gidiyordu. Karanlık bir köşe başından Rasim
değil, Günsel çıkacak korkusu vardı içinde. Ne derim? İyi ki yarın... Peki
yarına kadar... İki yol var yarına kadar: Her şeyi unutmak... Bir de karar
verip... Sirkeci'de, köşede durdu birden. Niye karar verip toparlayamıyordu bir
türlü? Eve gidemem. Günsel'i göremem... Hem görsem de alay eder... Karın der.
Söyleyemem ki. İçinde bir eziklik duydu. Öğlende de bir şey yememişti doğru
dürüst. Bir sandviçle bir-iki çay. Ağır ağır yürümeye başladı. İstasyon
Lokantası'na yollanmıştı. Belki eşten dosttan birileri vardır. Bir süre sonra
bakarsın: "İşte Gün-
sel de geldi!" Lokanta yeni dolmaya başlamıştı. O gece oturdukları masa doluydu.
Tanıdık hiçbir yüz de yoktu görünürde. Yalnız uzaktaki masalardan birinde,
handaki Ermeni'ye benzetti birini; iki kişiyle gülüşerek içiyorlardı. İstasyon
yanındaki masalardan birine oturdu. Garsona bir şeyler ısmarladı. Tam bilincinde
bile değildi ne söylediğinin, rakı söylediğini biliyordu. Masalara bakmıyordu;
gözleri kapıdaydı. Sanki birini arıyor, 379 bekliyordu. Arıyorum da,
bekliyorum da... Bir tanıdık, ne olur... Sait sanatoryumdaymış. Sadi, Engin
gelmez mi? Sermet? Gerçekten Sermet de olabilirdi... Birisi, birisi... Sermet
gelir mi? Belki de Günsel'le şimdi onlar... Öyle saplantıya düştü ki, birden,
bir ürperme duydu. Nasıl düşünmedim bunu? Bekâr kız, istediği delikanlıyla
çıkar, niye hesap versin sana?.. Ya senin dün yediğin bok... Karın değil mi?
Kafasından atmaya çalıştıkça daha çok yapışıyordu sanki. Ağzı kurumuştu...
Yapmaz Günsel... Benim biriciğim o... Kendi çirkefliğini sıçratma ona da...
İçmeye başladı. İçtikçe daha çok batıyordu karışık duygulara... Kalkıp tuvalete
gitti. Yüzüne su vurdu muslukta. Aynaya baktı uzun uzun. Kirli, pisti ayna.
Masaya döndü. Birilerine bakıp durdu yine. Yoktu, kimsecikler yoktu... Aynanın
pis yüzündeki kirle o Mustafa'nın vurduğu yara belli değil daha. Bütün gün
ağbisiyleydi. Saat dokuzu yirmi beş geçiyor. Birazdan evde olur. Teyzesinin
konuklarıyla... Boğazı kurudu yine. Rakı içti, peynirden aldı biraz. Bu gece
nerde kalacağım? Tamam. Teşvikiye'deki evde. Hem akşamdan bir şeyler alıp
giderim. Erkenden kalkar kahvaltı hazırlarım. Dokuza doğru gelir o, önce her
şeyi anlatırım... Yalan yok... Ne kadar pis olsa gerçek gerçektir... Bir çözüme
varmamızda etkisi olur belki de. Kıskanır mı? Ya çarpar yüzüme kapıyı giderse...
Gitmez... Peki bu gece nasıl sabahlayacağım? İçip sızmak en iyisi. Sabah oldu mu
da... Bir küçük şişe, iki de duble içtikten sonra sallanmamak için kendini zor
tutarak kalkarken saat ona geliyordu. Kesin kararlıydı. Her şeyi anlatacağım
Günsel'e... Böyle sürüp gidemez bu... Pislendiğimi, leke-
lendiğimi, çürüdüğümü duyuyorum. Ya bir kez daha olsa böyle bir şey...
Olmayacak. Lokantadan çıktı. Sirkeci'de taksiye bindi.
— Kocamustafapaşa...
Kocamustafapaşa sözünü birisi fisıldayıvermişti de karşı koyamamıştı... Yine de
karşı koyamıyordu. Beyazıt'a çıktıklarında hiç kuşkusu kalmamıştı en doğrusunu
yaptığına. Sabahı bekle-yemem... Kapıya çağırırım Günsel'i... Sokakta ayaküstü
de olsa anlatırım her şeyi... Teşvikiye'ye gidiyorum, istersen hemen gel,
istersen yarın. Dönmeyeceğim o eve... Yok tiksiniyorsan benden; aptal, iradesiz,
güçsüz buluyorsan, Yenikapı'da, Beyazıt'ta, nasıl bırakıp gittinse... Ya yine
giderse! Ne yapanm? Yalana mı sığınacaksın? Bin kez hayır. Derim ki GünsePe...
Evin sokağına kadar söyleyeceği sözleri ezberlemişti nerdeyse... Hangi sözler
üstüne basacağını bile. Araba ana caddeden karanlık sokaklarda kıvrılınca yüreği
küt küt vurmaya başladı. Ayılır gibiydi. Şimdi evde bir sürü kadın merakla
kapıya bakacaklar... Yanlış mı yapıyorum? Sokağın başında indi arabadan, parayı
verdi şoföre. Eve doğru yaklaşmaya başladı. Pencerelere baktı. Sönük bir ışık
vardı içerlerde. Konuklan gittiler belki... Ya uyudularsa. Uyusunlar... Daha
iyi. Günsel açar kapıyı... Apartmanın kapısı kapalıydı. Zile bastı, bir kadın
gelip açtı aşağı merdivenlerden. Günsel-ler'e çıktığını söyledi. Kadın bir şey
sormamıştı. Günseller'in kapısına gelince bir an durdu. Yoksa yanlış mı? Birden
bastı zile. içerde hiçbir ses yoktu. Biraz bekledi. Çekinerek bir daha bastı.
Biraz sonra içerlerden ağır ağır sürtülen bir terlik sesi duyulmaya başladı...
Bir ışık yandı içerde. Teyze açtı kapıyı. Şaşkın, uykulu, çekingen gözlerle
baktı. Tanınmamış gibiydi. Yavaşça toparlandı...
— Buyrun, dedi...
Kenan ne yapacağını bilemeden kaldı birden. Dili tutulmuştu sanki... Durum
öylesine karşı çıkmıştı ki her şeyine...
— Günsel'i, diyebildi ancak...
Teyze bön, şaşkın baktı bir süre...
— Yok Günsel, dedi.
Sonra yeni akıl etmiş gibi dikildiği kapıdan çekildi...
¦— Buyursanıza, dedi.
Donup kalmış gibiydi Kenan. Düşünemiyordu.
— Hasan gitti bugün, dedi teyze... Günsel'in de işi varmış, beklemeyin beni
dedi. Birlikte değil miydiniz?
Birlikte değil miydiniz? Değiliz işte... Bir şey demeden döndü Kenan.
Merdivenlerden inmeye başladı... Teyze peşinden şaşkın bakmıyordu. Kenan birkaç
basamak inmişti ki:
— Güle güle! dediğini duydu. Durup baktı. Teyze yavaşça kapatmıştı kapıyı... O
zaman birden fırlamak, kapıyı yumruklamak, kırmak geldi içinden. Bağırmalıydı.
Olmaz. İçerdedir Günsel... Yalan söylüyor acuze! Karanlık merdivenlerde anlamsız
bakınmaya başladı. Şimdi kapı açılacak, Günsel çıkıverecek, koşarak inip
sanlacak, hem sımsıcak sarılacak, dudaklarını yapıştırıp... Başı dönüyordu...
"Birlikte değil miydiniz?" Değiliz işte. Yalan söyledi. Sermet'le. Kollarıyla,
sımsıcak dudakları... Boğulacak gibi oldu birden. Kapıya çıkınca sallanıyordu,
içkili olmaktan değil, Günsel'in yıkılıvermesinden. Tutunacak bir şeyler aranır
gibi bakınmaya başladı karanlık sokağa. İçki satan bir yer yok mu buralarda?
Aksaray'da var bir sürü. Günsel... Peki ben nereye gideyim şimdi? Kapkaraydı
sokaklar.
XVIII
Günsel kaza sözünü duyunca donup kalmıştı telefonda. Burak'tı telefondaki. Biraz
önce yarı komada gelmiş Kenan ağbi, duramamış. Konuşamıyormuş; yüzü gözü kan
içinde. Arabayla baygın gitmiş eve! Nasıl olduğunu da söylememiş kazanın. Günsel
ötesini dinleyemeden kapatmıştı telefonu. Aksaray postanesinden ediyordu.
Telefondan çekildi, duvara yaslanıp kaldı. Ne yapacağım şimdi?
Bir gün önce Beyazıt'ta kavgalı ayrıldıklarından beri içi içini yiyordu...
Alanın ortasında o sözleri sayıp da yürümeye başladığı anda pişman olmuştu. Hem
yürüyor, hem de Kenan'ın arkasından koşup gelmesini istiyor, bekliyordu. Geçen
arabalardan birikişini atlatmış, oyalamıştı. Gelmediğini görünce yeni bir
kızgınlığa batıvermiş, arkasına bakmadan binmişti dolmuşa. Bu kez bekleyip durdu
bütün gece. Gelir o; bilmem mi ne delidir? Neşesizliği, sinirliliği, her kapı
sesinde firlayıvermesi Hasan'ın
gözünden kaçmamış, bir ara takılacak gibi olmuş; fakat Gün-sel'in şaka götürmez
suskunluğu üstelemesini önlemişti. Erken yatmışlar, çok kötü bir geceden sonra
sabahleyin erkenden firla-mışD Günsel. Kahvalnya yeni oturan ağbisi şaşkın
bakmıştı ardından.
Aksaray postanesinden birkaç kez aramıştı kitapçıyı. Çok erkendi, biliyordu,
yine de alamıyordu kendini telefon etmekten. Çok kötü duygular vardı içinde! Bu
saatte gelmez Kenan ya. Daha iyi, Burak'a haber bırakırım kitabını Çınaraltı'na
almaya gelsin diye. Öğlende birlikte yeriz. Özür de dilerim. Hiç yakışmıyor
bize. Suç onda! ikimizden başka bir şeyi görmüyor. Üçüncü arayışında bulmuştu
Burak'ı. Kötü bir düş gibi gelmişti söyledikleri.
Yaslandığı duvardan aynlamıyordu; inmeliydi sanki. Gelip geçenlerin bakışlarıyla
ayılır gibi oldu; toparlandı. Yüzü gözü kan içinde, komada... Kendini acımasız
suçlamaya başladı. Sensin asıl küçük-burjuva... Söv, say, alanda bırak, çek git.
Daha anlayışlı, daha yumuşak olamaz miydin?..Acı çekiyor adam, kör müsün? Eşşek
kafam benim! Bir şeyler seziyordu, doğal bulmuyordu olayı! Dudaklarını ısırdı,
tutamayacaktı, çabucak sokağa attı kendini. Gelip geçenlere bakıp kaldı bir
süre. Şimdi evde, kan içinde... Niye başında değilim ben? Neyisin ki? Karısı var
onun... O başındadır şimdi. Acıyla, başkaldırmayla doluydu. Döndü, hızla
postaneye girdi yeniden. Kenan'ın artık ezberlediği ev numarasını çevirirken
başkaldırma çekingenliğe dönüşmüş, içindeki acı taşımayacağı kadar ağırlaşmıştı.
Zil sesleri, sonra bir sessizlik, sonra, "Aloo, buyrun efendim." Tıkanır gibi
olmuştu. Bağırmak, kötü şeyler söylemek geliyordu içinden. Yalvarmak bile...
Bırak bu adamı! Sen iyileştiremezsin. Başında olmak istiyorum. Çek git artık ne
olursun? "Aloo, buyrun efendim!" Telefonu çarpar gibi kapattı. Kızgındı, her
şeye, dünyaya kızgmdı. Çıktı, caddeyi geçti, Laleli'liye, fakülteye yaklaşnğında
toparlanıp bir şeyler düşünebiliyordu. Nasıl bırakırım öylece?
Aklına Handan geldi. Yurtta mıdır? Hastanededir belki. Kim bilir ne
cehennemdedir! Nöbeti bırakacaktı bu sabah. Hem ne yapacak? Doktor o, gider
görür. Saçmalama! Hastaneye yatırdılar-sa, niye olmasın? O zaman ben de... Bir
umut, bir sevinç duymaya başlamıştı. Hastaneye yatması için ağır olması gerekir.
Olsun, iyileştiririm ben onu. O kadının elinde kalmasın da... Daha ağır olsun!
Onu mu demek istiyorum? Bilmiyorum. Görmek istiyorum, o kadar. Komada, yüzü gözü
kan... Aklına ağbisi geldi birden. Öğlene doğru, Kapalıçarşı'da, bir handa, eski
bir arkadaşına, ayakkabıcı İbrahim'e gideceğini söylemişti. Saat dokuz bile
değil. Fakülteye geldiğinde uyurgezer gibiydi. Öylesine ilgsizidi her şeye.
Kitap isteyen birkaç öğrencinin de gözünden kaçmamıştı durumu. Birisi hasta olup
olmadığını sordu. Saat on ikiyi güç etti. Fırladı fakülteden. Beyazıt'a doğru
koşar gibi yürümeye başladı. Hana çok yıllar önce gitmişti bir kez. Orada mıdır
ki? Hem ne diyeceğim? Çarşıkapı'da, Sebil'in yanından girilen, sonra sapılan ara
sokağı; karanlık pis han merdivenlerini içgüdüsel bir uyanıklıkla bulup
çıkarmıştı. Dokuma makineleri homurtularıyla dolu loş koridorda açık kapalı,
çeşitli tezgâh kapısının önünden iki yana bakınıp çekingen yürürken koridorun
başından gelen ağbisi ile arkadaşını görünce sevinçli, şaşkın, acı içinde kaldı.
Hasan da şaşırmıştı. Yemeğe çıkıyorlarmış İbrahim'le. Günsel'in bir-iki sözü,
durumu yetmişti her şeyi anlamasına. Üzülmüştü. Günsel'in istemesine bırakmadan:
— Telefonu biliyor musun? dedi.
Ağbisinin boynuna sarılıp öpmek, hıçkıra hıçkıra ağlamak geliyordu içinden.
İbrahim de olayı tam anlamamakla birlikte kaza ile ilgilenmişti.
— Bir arkadaşı var da, dedi Hasan.
Daha sormasını önledi. Döndüler. Kir pas içinde, yorgun, sapsarı benizleriyle
bir tezgâhın dört yanına sıralanmış çalışan beş ayakkabı işçisinin bulunduğu
odadaydı telefon. Hasan telefonu Günsel'e verince işçilere dönmüş. Günsel'in
rahat konuşa-
bilmesi için ölçülü bir sesle, trafik kazaları üstüne günlük sözler edip
telefonu dinlemelerini önlemeye çalışmıştı. Acı bir mutlulukla telefonu
bırakırken ağbisine bir kez daha borçluluk duymuştu Günsel. Handan çıkarlarken
İbrahim yemeğe birlikte gitmelerini söyledi. Ankara Cezaevi'nde ağbisiyle
görüşmeye geldiğinde annesinin elinden tutan bir damla çocukmuş! Anımsıyor
muymuş? Anımsıyordu. Uzatmadan özür dileyip ayrıldı. Yalnız kalmam gerek...
Mudu mu, üzgün mü olduğunu anlayamadan yürüdü bir süre. İki sandviç aldı
Beyazıt'ta. Girip bir kahvede çayla yemeyi tasarlıyordu ki isteksizleşti birden.
Ayılır gibi olmuştu. Yetmemişti telefon konuşması. Öğrenmek istediği o kadar çok
şey vardı ki. Bir hafta çıkma, demiş doktor. Bir iyiliği oldu, uzak kalacağız
bugünlerde! Hafta sonuna doğru da Handan'ın gebelik için tehlikeli saydığı
günler bitiyor. Utanır gibi oldu. Ne varmış utanacak? Peki, nereye varacak bu?
Fakülteye doğru ağır ağır indi Beyazıt'tan. İsteksiz ısırdı sandviçi. Beklemek
gerek. Yıllarca cezaevlerinde yatıp umutla bekleyenler gibi. Bütün ülke kocaman
bir cezaevi! Birisi etmişti bu sözü, kimdi? Nazım'ın hapisten çıkması
sırasındaydı... Demek bizden başkaları için de cezaevi bu ülke... Kimler için?
Kimin için değil ki? Çok küçük bir azınlığı çıkardın mı geri kalan herkes için
cezaevi. Yalnız kimileri bilincinde, kimileri değil. Acı çektiğinin bile
bilincinde değil kimileri! Acı çektiğini belli etmeden yaşamasını bilmek gerek?
Ağbim gibi... Ben acı çekiyor muyum? Çekmiyor muyum? Sen daha acının ne olduğunu
bilmiyorsun kızım! Ben de bilmiyorsam! Sınırı mı var acının?.. Falakada bütün iş
ilk beş-on sopaya dayanmakmış. Sonucu duygusuzluk. Şunu da bir konuşayım
ağbimle; neler etmişler ona. Söylemez ki, acı bir gülümsemeyle geçiştirir. Niye
kendinden hiç söz etmez bu adam? Bu kadarı çok... Muratlar ikide gelecek... Daha
var... Önce kendimi antmalıyım. Yeter karışıklık... Kenan yok bir hafta. Tamam,
bu bitti... Alooo, buyrun efendim!.. Pis karı! Geber! Fakültede kitaplığa
girince Murat'ı, yanında ilk kez gör-
düğü iki erkek öğrenciyi bekler buldu. Erken gelmişler. Kitaplık boş gibiydi.
Derste değillerse, kahvede ya da sinemadaydı Psikoloji'de öğrenciler. İlerde
pencere yanındaki her günkü yerinde yüzü ergenlikle dolu Yahudi kız, dünyaya
sırtını dönmüş, dalıp gitmişti kitabına. Başka masalarda birkaç öğrenci de aynı
dalgınlıkla çalışıyorlardı. Murat iki arkadaşı tanıttı. Biri İkti-sat'tan biri
Dişçi'den. Haydar'la, Sabahattin. Murat da Hu-kuk'taydı. Sermet tanıtmıştı;
küçüklük arkadaşıymış. Son günlerde sık arar olmuştu. Epeyi öğrenci vardı
yöresinde. Babası CHP'nin parti başkanıymış Ege'de bir kasabada... Murat biraz
daha ilerdeydi. Köy enstitüleri, toprak reformu, eğitimde eşitlik, özgürlük
deyip duruyordu yerli yersiz. Bütün bunları da ülkenin komünisdikten kurtulması
için gerekli çözüm araçları olarak öne sürüyordu. DP'nin, Menderes'in tutumuna
kızgınlıkla karşı çıkıyor; kendini tutamıyor, sövüp saymaya başlıyordu ara sıra.
Öğrenciler arasında birçokları vardı böyle. Günsel bu tutarsız, kafaları az
buçuk karışık, bütün sorunları, yordamla, bölük pörçük kavramış gençlerle hiçbir
aşın tartışmaya girmemeye bakıyor, çoğu kez düştükleri çelişkilere, tersliklere
duyduğu kızgınlığı, patlamayı zorla örtbas ediyordu. Hiçbir şey öğrenmemişse
sabırlı olmasını öğrenmişti ağbisinden. Düşündüklerini çok zorunlu olmadıkça
açıklamamayı, herkesten sonra konuşmayı, kısa konuşmayı huy edinmişti. Sabırlı
olmamn özenti bir seçim değil, bir zorunluk olduğunu öğrenmişti. Bir tür yaşamak
sorunu. Sabırlı olmayıp da ne edeceksin bu çocuklarla? İşte yine bilinen şeyleri
geveleyip durmaya başladılar. Bir istifa etse Menderes her şey düzelecek! İsmet
Paşa demiş ki... Artık kanıksamışa Günsel. Dağıtmamak gerek çocukları, tek doğru
bu. Gerisine de katlanacağız! Yalnız bir ara Sabahattin birleşmekten söz etti.
Öteki fakültelerin öğrenci derneklerinin ileri gelenlerini toplayıp iktidarın
tutumuna karşı ortak bir cephe kurmanın yararlı olacağını söyledi. Günsel kulak
kesilmişti. Bundan yararlı ne alabilir? Yalnız sonunda gizlilik önerince, birden
kalıverdi. Yoksa
oğlan... Öyle bir durumu yoktu, içten görünüyordu. Kuşku uyandırmayan kişilere
karşı uyanık ol, demişti ağbim. Aptallığımız provaköterleri, ajanları aptal
sanmamızla başlıyor. Murat da karıştı konuşmaya. Birleşip bir cephe olmanın
yararlan üstüne heyecanla bir şeyler söyledi. Biraz daha sessiz konuşmaları için
uyarmak zorunda kaldı Günsel. Haydar susuyordu. Bu ara bazı öğrenciler gelip
kitap istediler, Günsel kalktı, kitap verdi. Dö- 337 nünce Sabahattin baklayı
çıkardı ağzından. Daha önce Tıp'ta, Eczacılık'ta da konuşulmuş bu konu; şimdi
bir tür nabız yoklaması yapılıyormuş çeşitli kanallarla. O da görevle...
Günsel'in düşüncesini öğrenmek istemişler. Bu konuda yararlı olmak için ne
yapabilir yöresindeki arkadaşlarıyla?
— İyi bir şey, dedi Günsel. Nasıl gerçekleştirilir bilmem ya... Çocukların en
küçük işlerde nasıl dınldlar çıkardıkları, küçük burjuva kişilik tutkularına
kapıldıkları çok gördüğü şeylerdi. Perşembeye buluşmak, o güne kadar da gerekli
ilişkileri kurmak, soruşturmak üzere ayrıldılar. Günsel düşünmeye başlamış-n.
Sevindirici bir olaydı. Ağbimle de konuşayım. Kenan'la da. Yok Kenan... Yüzü
gözü kan içinde... Düşünmeyeceğim. İyileşir nasıl olsa. Ölüm yok ya...
Sabahattin'den kuşkulanmak yersiz. Belki de kışkırtıcılar da haberliler; belki
de onların parmağı var; olsun, yine de iyi bir birleşme için toplanıp konuşmak.
Akşama kadar kafası bununla dolup boşaldı. Hasan biraz geç geldi akşam.
Düşünceliydi. Nedenini soracaktı, vazgeçti Günsel. Yorgunluktandır. Sormamaya
alışıktı. Sorsa da bir-iki sözden başka bir şey çıkmayacaktı ağbisinin ağzından.
Yoksa bir şeyler mi dönüyor? Örgütlenmek için gerekli görüşmelere mi geldi
buraya? Atmaya çalıştı kafasından. Düşünmemem gerekir. O ki bana söylemiyor.
Belki de kuruntu ediyorum. Hasta adamcağız. Yarın hastaneye gidip her türden
incelemesini yaptıracak. Handan çarşambaya bekleyecekti Cerrahpaşa'da. Bakalım
ne çıkacak?
— Çocuklar gizlice toplanıp konuşalım diyorlar, dedi Günsel.
Saat ona geliyordu. Yemekten yeni kalkmışlardı. Hasan divana uzanır gibi
yaslanmış, kahvesini içiyordu. Masayı toplamış, karşıdaki koltuğa ilişmiş
Günsel'e ses çıkarmadan baktı.
— Ortak cephe kuralım derler...
— İyi derler, dedi Hasan yavaşça.
Dalgın durdu biraz, sonra yine aynı yorgunlukla ağır ağır ek-
388 ledi:
— Gizli olması da doğal. Açıkça yaptırırlar mı?
Yine dalgın kaldı bir süre. Günsel'e de bir çekingenlik gelmişti. Üstelemedi.
— Hasta mısınız?
Hasan duyamamış gibi kaldı bir an, sonra ayılır gibi:
— Yooo, dedi. iyiyim.
Gülümseyerek baktı Günsel'e. Eski babacan Hasan olma çabasıyla:
— Biraz yorulduk, dedi. Yaşlılık da var. Terslikler de eksik
olmuyor. Hangi gün eksik oldu ki?
Tersliklerin neler olduğunu açıklamıyordu. Yine suskun kaldılar bir süre. Günsel
yandaki bir kitaba uzanacaktı ki Hasan önlemek ister gibi:
— Epeyi korkuttu bizi Kenan Bey, dedi.
Doğruldu, yandaki koltuğa geçti. Bir sigara yaktı. Bir şeyler konuşmaya
hazırlandığını hem belli ediyor, hem de saklamaya çalışıyor gibiydi. Hiç böyle
görmemişti ağbisini Günsel. Her söze dimdik, dosdoğru girer bu adam. Ağbisine
yardımcı olmak ister gibi:
— Evet, dedi. Daha da geçmiş değil korkum.
Bir sessizlik daha oldu. Hasan oyunu beceremeyeceğini anlamış gibi durup dimdik
baktı.
-— Nasıl tanıştınız? dedi birden.
Nasıl mı tanıştık? Anlatmamıştım değil mi bunu? Hele bu konuda hiç konuşmak
gelmiyordu içinden.
— Lokantaya'ya gittik bir gece. Oradaydı.
Sustu. Hasan öylece bakıyor, bir şeyler daha söylemesini bekliyordu belli ki.
Günsel oralı değildi. Uzunca bir sessizlikten sonra:
— Ne oldu? dedi gülümseyerek. İyi izlenimleriniz silinmeye mi başladı?
Hasan hemen:
— Yoo, dedi. İzlenimlerimi silecek bir şey olmadı ki.
Günsel'in şakayla söylediği sözü ciddiye almıştı; Günsel gülerek şakayla
karşılamasını bekliyordu oysa ki... Ne oldu bu adama? Bir şey var ya! Yine susup
kaldılar bir süre. Günsel sormak, bir şeyler öğrenmek için yanıyordu. Sormanın
boşluğunu da biliyordu. Söyleyeceğini söyler, söylemeyeceğini de öldür Allah
alamazsın ağzından!
— Ben senin mutlu olmanı isterim canım, dedi birden. Sonra gülümseyerek baktı
bir süre.
— Mutluluk da öyle güç ki!
Hasan sonra genel konulara döndü birden. Günlük olaylara geçti. Rektör Sıddık
Sami'nin İsmet İnönü'yü evinde görmeye gittiğini yazıyordu gazeteler...
— Önemli şey, dedi. Boşuna çene çalmaya buluşmadılar ya...
Dalgın, tedirgin gibiydi. İşçilere gitmesini, öğrencilerin birleşmeleri için
çaba göstermesini, yön vermesini sevinerek dinlemişti daha önce. Yine o konuya
değindi bir ara:
— Yalnız çok uyanık ol Günselciğim, dedi. Öylesine kalleş ki düşman, kızmak,
sövmek bile gülünç. Sen çalışacaksın da o boş mu duracak? O da görevini yapıyor.
Bizim de bir şey yaptığımız yok ya!
Bir sessizlik oldu yine.
— Nasıl anlaşılır ağbi? Bunca yıllık denemeniz oldu. İyi kötü bir ölçü vardır
elinizde.
Hasan öylece kaldı bir süre. Düşünüyor muydu? Başka şeylere mi dalmıştı?
— Yok Günselciğim, dedi. Yok...
Üzgün baktı.
— Namuslu kişilerde de var onların özellikleri. Öyle karışık
ki kolay çıkılmaz içinden.
Yine sustu bir süre, sonra ağır ağır ekledi:
— Tek ölçü: Yanlış olduğunu gördüğün bir yere sürüklemek istiyorsa
kuşkulanırsın. Gel gör ki namuslu kişi de içtenlikle ya-
390 pabilir bunu!
Bir acılık vardı sesinde. Başını kaldırıp şöyle bir baktı, öylece
söylüyormuş gibi:
— Özellikle yeni tanıştıklarımıza karşı, hele yakınımıza so-kulmuşlarsa, çok,
pek çok uyanık olmak gerek, dedi.
Günsel önce anlamamışa, sonra bir şimşek çaku kafasında. Ağbisine dikti
gözlerini. Daha bir şeyler söylemesini beklemeden yan alaylı:
— Söz gelimi, dedi. Kenan'dan da mı kuşkulanacağım? Tutamamış, kızgınlığa,
başkaldırmaya dönmüştü söyleyişi. Hasan babacan gülümsemeyle:
— Bilmem, dedi yavaşça. Yargı sana düşer bu konuda! Gülmeden bakıyor şimdi.
— Ne yitirirsin, dedi, uyanık olmakla? Bana karşı bile... Daha eskiden de
tartışmaları olmuştu bu konuda. Saçma buluyordu Günsel.
— Bir sınırı olmalı bu işin. Sizden de kuşkulanacağıma yaşamayayım daha iyi,
dedi birden.
Ses çıkarmadı Hasan. Çok düşünceli olduğunda yaptığı gibi önüne dalmış,
parmaklarıyla oynuyordu ağır ağır. Bir süre sonra:
— Haklısın belki Günselciğim, dedi. Biz başka bir kuşağız. Ölçülerimiz başka. O
ölçülerle de çok aldattılar bizi ya... Yine de uyanık ol diyeceğim. Senin
yanılman, hele kendini bir tuzağa kaptırman, benim yanılmamdan çok yıkar beni.
Güç şey tanımak. Tanımadıklarımızdan da çekiniriz.
Ağbisini hiç böyle duygulu görmemişti Günsel. Şaşırdı. Öylece kaldılar bir süre.
Hasan doğruldu birden, kalkacaktı ki:
— Başka şey yok mu bana söyleyeceğiniz, dedi Günsel. Hasan durmuş bakıyordu.
Günsel karşılıksız bırakılmaktan
korkarak yavaşça:
— Kenan üstüne, dedi. Sanki bir şeyler duydunuz da... Hasan gülerek kalktı
ayağa.
— Üstüne bir şeyler duyulmayan kaldı mı bu ülkede, dedi. Eski babacan Hasan'dı.
Gülerek:
— Yatsak, dedi. Yarın erken kalkacağız. Hastanede olacağız ya yedi buçukta.
Günsel üzgündü. Tam bir şey anlamamıştı ağbisinin sözlerinden. Neler duydu ki
böyle tedirgin? Tehlikeli bir şey olsa söylemez mi bana? Ne olabilir ki?
Kenancığım bir duysa kahrolur. Ağbim de önemsememiş ki. Üstüne bir şeyler
duyulmayan kaldı mı derken gülüyordu ya; nasıl acıydı sesi. Pis herifler...
Dilleri nasıl varır? Ne pislikler yığılmış bizimkilerde de... Daha pek
konuşmadan yatülar. Uzun saatler uyuyamadı Günsel. Hep ağbisinin sözlerine
takılıyor, her biri üstünde şifre çözer gibi tek tek duruyor, her kez yeni bir
anlam veriyordu sözcüklere. Sonra daldı bir ara. Karışık düşlerle uyandı. Hep
Kenan'la uğraşmıştı. Yüzü gözü kan içindeydi. Bıçakla vuruyordu birisi.
Bağırmak, koşmak istiyordu Günsel. Düşün etkisinden uyandıktan sonra da
kurtulamadı bir süre. Düşlerle bozduk! Saçma. Handan bayılır düş yormaya.
Anlatayım da geleceğimizi söylesin bari! Utanmaz karı, doktor olacak bir de!
Yüzü gözü kan içinde... Ortalık ışıyıncaya kadar uyuyamamıştı. Bir gün önceki
olaylar, ağbisinin konuşması, hepsinin üstünde de Kenan bırakmıyordu yakasını.
Bir de ajanmış Kenan! Sinirli güldü. Şakası bile çirkin. Bir hafta
göremeyeceğim. Dalmıştı; uyandığında saat dokuza geliyordu. Teyzesinin koridorda
sürüdüğü terlikleri, sokaktaki satıcı sesleri, yandaki damda boğuşan kedilerin
cırlak bağrışmaları, odaya dolmuş güneş. Fırladı yataktan, saat dokuz buçuğu
geçiyordu fakülteye geldiğinde. Arayan olmamıştı bereket. Tembel, isteksiz
oturdu bir süre. Tek tüktü öğrenciler. Birkaçına kitap
verdi. Osmanlı tarihini açtı. Okuyamıyordu. Ateşi çıkmış mıdır? Geceyi nasıl
geçirdi? Ağbimi hiç böyle görmedim. Nedir sakladığı? Önemli bir şey olsa
söylemez mi? Söyler... Telefon edip konuşsam bir; sesini duysam. Şimdi "Aloo,
buyrun efendim" mızmız karı. Buyurduk! Kocanızı istiyoruz! Ne yapar ki? Zeynep
yok mu bu evde; niye o çıkmaz telefona?.. O da hastaydı. O 392 karı niye hasta
olmaz? Kenan'a kim bakar sonra! Yoksa o kadını seviyor mu? Yalan mı söylüyor
bana? Ajan... Fırladı yerinden, neden yaptığını bilmeden kitap dolaplarına doğru
yürüdü. Camlı kapıların ardındaki kitaplara bakarken kendine gelmeye, durulmaya
çalışıyordu. Geçirdiği bunalımı anlayacaklar diye korktu birden. Bir dolabı
açtı, aranır gibi kitapları elden geçirdi bilinçsiz biçimde. Saklar mı hiç ağbim
önemli olsa? Uyanık ol, dedi. Kendileri baksın uyanık olmaya! Her tutuklamada
bir dünya ajan çıkar aralanndan! Bir de Kenan'dan kuşkulanacaklar! Ner-den
çıkanyorsun; kuşkuluyum mu dedi adamcağız! Nasıl der? — Günsel Hanım, sizi
istiyorlar.
Öylesine irkilerek fırladı ki kapıda seslenen hademe de alık-laştı. Aldırmadan
hızla geçmiş; loş koridorda Kenan'ı aranıyordu. Teknik Üniversite'den,
Akademi'den; biri kız, üç öğrenciydi bekleyen. Bir tanesini tanıyordu. Kızla,
öteki oğlanı ilk görüyordu. Sermet göndermiş. Konuşmak istiyorlardı GünsePle.
Bozulduğunu belli etmemeye çalıştıysa da bir şeyler sezinledi çocuklar; belki de
kendilerine güvensizliğe yordular. Kısa bir süre durup ayrıldılar. Bir şey
demediler ya, Muradar'ın gelişinden de, perşembeye buluşmalarından da haberli
gibiydiler. Birisi, bir perşembe günkü buluşma sözü kaçırdı ağzından. Birleşip
Demokrat Parti, Menderes iktidarına karşı çıkmakü istedikleri. Çocuklar
gittikten sonra kendi kendini yemeye başladı. Soğuk davrandım. Aklın onda. Başka
şeye işlemez oldu kafan. Küçük-bur-juva bencilliği! Bu kadarcık düşünmeye de mi
hakkım yok benim, onu... Yüzü gözü kan içinde. Hem artık bıktım bu çocukların
çene çalmalarından. Söz, söz, söz... Menderes istifa eder-
se... Etmiyor işte, herif. Enayi mi? Belki de Menderes kışkırtıyor gençleri. Kim
bilir ne mallar var içimizde. Ağbim boşuna demiyor... Uyanık ol. Uyanık olun.
Nasıl olunur, ne bileyim ben. Ona karşı da kuşkulu olacakmışım. Olmayacağım.
Ağbim de ölçüyü kaçırıyor bazı. Neydi dün akşamki tedirginliği? Kesinlikle
öğrenmem gerek akşama, kesinlikle! Akşamı etmek de büyük sorun. Saat daha on bir
filan. Öğlende bir telefon edeyim. Te- 393 lefonu aklına takınca bir daha
kurtaramadı kendini bu düşünceden. Daha öğlene kalmadan fakülte postanesine inip
Kenan'ı aradı. Aloo, buyrun efendim... Artık kızmıyordu da. Sadist bir zevk
olmuştu telefonda Nermin'in sesini duyup küt diye kapa-tıvermek. O gün öğlende
aralıklarla, üç dört kez, işten ayrılınca da bir o kadar açtı telefonu. Akşam
eve gelince yaptığı bu oyundan pek yararlı çıkmadığını, kendi sinirlerinin de
karşısındaki kadar yıprandığını anladı. Fakat tutkulu bir inada dönüşmüştü oyun.
Köşedeki bakkala gidip açmak geliyordu içinden. Bir umuttu sonra, ya Kenan
çıkıverirse. Çıkmadığını görmekle daha kötü düşünceler doluşuyordu kafasına.
Demek ağır. Kalkamıyor. Allah belasını versin bu kadının. Akşama Hasan, Gün-
sel'in de tanıdığı iki işçi arkadaşı ile geldi. Ortaköylü tütüncülerdi:
Salih'le, Muammer. Ağbisi ile doğru dürüst konuşamadı Günsel. Hastane yann
verecekmiş sonuçlan. Film de almışlar. Oradan da Baba'ya gitmiş. O da pek iyi
değilmiş. Yemekte biraz Turgut'a takıldılar. Cezaevi anılarını konuştular uzun
süre. Mahkemede geçen güldürücü olaylar anlatıldı. Cezaları indirilsin diye
savcıya yardımcı olan, yargıçlara yalvaran birkaç kişiyi tiksinti ile andılar.
Oyuncuydu sözü edilen birisi. Günsel birkaç kez görmüştü sahnede. Ötekileri
tanımıyordu. Öğrencilermiş; çeşitli işlerdeymişler şimdi, birisi de doktor
olmuş. Hasan dinliyordu daha çok. Yine bir dalgınlığı vardı sanki. Günlük
olaylar, politik sorunlar konuşuldu bir ara. Hasan daha çok genel şeylere
değindi. Stalin'in suçlanmalanna şaşıyordu Salih. Yirminci Kongre'de ortaya
atılan şeyleri nereye koyacağını bilemiyordu.
Yalan söylemiyorlardı kuşkusuz, bu kötülükleri yapmıştı Stalin ...de, peki o
zaman nasıl olup da örtbas edilmişti. Muammer hiçbir şey demeden dalgın
dinliyordu. Hasan'ın ne diyeceğini beklediler bir süre. Bu konuda konuşmaya pek
istekli görünmüyordu Hasan da...
— Bırakın bunları da, dedi yavaşça. Bize bakalım. İşçi ne du-394 rumda?
Bir sessizlik oldu önce. Sonra doğru bulmuşlar gibi tütün işçileri üstüne
konuşmalara başladılar. İşçi diyorlardı, işçiler değil! Daha çok yakınmaydı
söyledikleri. Daha haklarını istemesini bilmiyorlar. Bilenler var ya, geniş
yığın çok çekingen. Çok ister daha! Menderes'e karşı CHP'lilerin durumu...
Günsel'in artık alıştığı konuşmalardı bunlar. İlginç de gelmiyordu. Bir ara
korktu şiir okumasını isteyecekler diye. Öyle yorgundu ki... Bu konuda,
konuşmaya pek istekli gömmüyordu Hasan da. Yorgundu, bir şey konuşabilecek durum
yoktu. Yalnız, yatarlarken:
— Sinirli, bezgin bir görünüşün var Günselciğim, dedi. Üzülüyorum. Her şeyi
büyütme. Gerçekten büyük şeyler çıkınca ne yaparsın sonra?
Günsel birden yakalanmış gibiydi. Ne diyeceğini bilemedi. Mırıldanır gibi:
— Konuşmak istediğim şeyler var sizinle, dedi. Hasan anlamıştı sanki. Babacan
gülümsedi.
— Konuşuruz, dedi. Daha gitmiyorum. Üç kocaman günümüz var. Hadi, iyi uykular.
O gece de, ertesi gece de pek iyi uykuları olmadı Günsel'in. Ertesi günü yemekte
Beyazıt'taki bir kebapçıda Muratlar'la buluştular. El altından yapılan
soruşturma iyi gelişiyormuş. Yönetici birçok genç öneriyi olumlu karşılamış.
Günsel de o sabah birkaç kişiyle görüşmüştü fakültede. Daha ayrıntılı, geniş
konuşma için cumartesi akşamı toplantı sözüne de karşı çıkmadı. Sü-leymaniye'de,
Haydarlar'ın evinde buluşacaklardı. Bir isteksizlik vardı içinde ya, belli
nedene bağladığı için üstünde durmuyor-
du. Ayrıca da görev sayıyordu üstüne gitmeyi. Her şeyi büyütme! Gerçekten büyük
şeyler çıkarsa ne yaparsın sonra? Sinirli, bezgin görünüşte olmam kötü bir şey.
Kurtulmayalım. Öğlende çocuklardan ayrılır ayrılmaz telefona koşmuştu. Sabah iki
kez "Alooo, buyrun efendim". Üç de şimdi, beş. Hiç sinirlenmiyor karı. Hep aynı
tonda. Kolay mı hanımefendi olmak! İki de akşamüstü, biri Beyazıt'tan, biri eve
girerken köşedeki bakkaldan. Akşam yemeğe doğru, ağbisi gelmeden Handan damladı.
Röntgen filmini, laboratuvar sonuçlarını alıp gelmiş. Genellikle iyi imiş
Hasan'ın sağlık durumu. Ağırca bir sistit geçirmiş. Biraz perhiz yapmalıymış.
Bazı ilaçlar da getirmişti. Kenan'ın kaza geçirdiğini o gün Hasan'dan öğrenmiş.
Sorup durmaya başladı. Pek bir şey bilmiyordu Günsel de! Meraksızlıkla suçlamaya
kalkıştı Handan, Günsel sinirlenmişti. Ne yapabilirdi? Sen olsan ne halt
ederdin?
— Bilmiyorum, dedi. Ben değilim ki. Olsaydım bir halt ederdim. Hiç yolu yok!
İçime atıp durmazdım senin gibi. Mıymıntı, sen de!
Günsel karşılık vermedi. Yapabileceğini yapmıştı. Cumartesi toplantısından,
çeşitli fakültelerdeki öğrencilerin önerilerinden açtı. Pek üstünde durmadı
Handan; umursamamıştı. Hasan geç geldi biraz. Yine yorgun, neşesiz görünüyordu.
Handan'la konuştular; gerekli bilgileri, ilaçlan aldı. Yarım saat kadar sonra
Handan kalktı, evdeki belli belirsiz gergin havadan sıkılmıştı sanki. Kalmaya
gelmemiş aslında, yurda dönmesi gerekiyormuş. Handan gidince hemen yattılar. Bir
şeyler söylemeyi kurup durdu Günsel; olmadı bir türlü. Hep böyledir bu adam,
açıklamayacağı şeylerin sorusunu bile sordurtmaz! Ertesi sabah kalkınca ağbisini
erkenden çıkmış buldu. Turgut'u da almış. Kahvaltıda homur homur bir şeyler
söylenip durdu teyzesi.
— Oğlanı o kanya mı götürdü ne?
O kan dediği Turgut'un annesi Gülsüm'dü. Biz unutturmaya çalışıyoruz, diyordu.
Deli midir nedir bu herif? Sonra da ter-
biye bekle bu çocuktan! Günsel birden ayılır gibi oldu. Gerçekten de hiç
açmamıştı bu konuyu ikisi de. Ola ki dertli görünüşü bu yüzdendi Hasan'ın!
Ağbisinin bu yüzden dertli düşünmesine gülmek geldi içinden. Niye olmasın? Kendi
sorunundan ötesini gözün görmez oldu. İyi oldu! Gülsüm Hanım'ı mı düşüneyim bir
de? Şoförüyle oynaşıp duruyormuş işte. Bu ağbim 396 de! Evden çıkınca gerçekten
bir bezginlik duyuyordu içinde. Yeni güne böyle başlanır mı! Telefon etmek bile
gelmiyordu içinden. Yoksa haklı mı Handan? Bırak şu sersem kızı! Dünya umurunda
değil. Önce Aksaray, sonra fakülte postanesinden iki kez daha aradı Kenan'ı.
İkincisinde bayağı sinirliydi Nermin'in sesi. Rica ederim, kimsiniz gibi bir
şeyler kekeliyordu ki kapattı Günsel. Yüreği küt küt atıyordu. İçinde biriken
bir sevinç vardı. Oyunu bozuldu hanımefendinin! Sövmelere de başlar artık! Ha
şöyle, gerçek yüzünü koy ortaya. Bas bas bağır telefonda: Şıllık, orospu, bırak
kocamın yakasını! Yoksa gelir senin... İsteksiz güldü. Aklına Sivas'ta,
mahallede çocukken gördüğü bir kavga geliyordu. Bir sakanın karısı çeşmede sıra
bekleyen bir kızı kıskanmıştı. Ne sözler, ne sövmeler. Aklına geldikçe yüzü
kızarıyordu. Alooo, buyurun efendim! Nasıl, anladın değil mi baykuş kan? Öğlene
doğru inip de telefonu açarken sadist bir zevk duyuyordu. Erkek sesi ile
karşılaşınca şaşaladı. Kenan'la konuşurken kurtulamamış gibiydi şaşkınlıktan.
Niye o kan çıkıp da bozulmadı? Cumartesi gecesi için ne diyeceğini bilememişti.
Telefonda söylemekten mi çekinmişti? Dinliyorlar tele-fonlan! Yoksa ağbisinin
Kenan'a karşı bile uyanık ol... Sersemlik bu. Ne ilgisi var. Aklımdan bile
geçmedi. Telefonu kapatıp da Beyazıt'a yemeğe giderken cumartesi için söylediği
yalanı iyice zorunlu buluyordu. Biliyorum ben de tutamayacağım kendimi. Tam da
gebe kalma günleri. Bir gün bile geciktirmekte yarar var. Teyzemin konuklan da
nerden çıktı? Ne diyeydim telefonda?
— Merhaba!
Medrese'nin duvanna yakın bir yerde birden duraladı Günsel. Dönüp baktı;
Sermet'ti. O da bir arkadaşa gelmiş Hukuk'ta da, bulamamış; yurda uğramış, orada
da yokmuş. Anlatmak gereğini duyduğu şeyler örtü gibi geldi Günsel'e. Onu
kolluyor-du sanki. Nerden bilecek Beyazıt'a çıkacağımı? Belki de fakülteden
başladı izlemeye. Arka sokaklardan dolaşıp... Yapar yapmasına da... Üfffi..
— Yemeğe mi?
Önce, "yedim" diyecekti Günsel sonra vazgeçti.
— Yemeğe, dedi.
— Çağnlım olsan?
— İşim var; ayaküstü bir şeyler yiyip... Sermet kesti birden:
— Benim de işim var, dedi. Şurada bir yer açılmış, hemen takınalım istersen.
Hem konuşmak istediğim şeyler var seninle.
Günsel durdu. Sermet açıklamak gereğini duymuş gibi:
— Cumartesi toplantısı için, dedi.
Günsel bir şey diyecekti, oluruna bırakır gibi yürümeye başladı. Marmara
Sineması arkasında bir kebapçıya gittiler. Pek kalabalık değildi. Boş masalardan
birine geçtiler. Günsel sürekli bir tedirginlik içindeydi. İyi etmedim bu
oğlanla gelmekle. Kenan görse çıldınr! Çıldırmasın! Ne yapıyorum ki? Handan bile
iyi gözle bakmaz! Gerçekten kötü mü yapağım? Peki, önemli bir şeyse söyleyeceği?
Nasıl devrimcilik bu; soluk alırken bile adamın kıskançlık damannı mı
kollayacağım? Bir ara yüreği hop etti; kapıda görünen bir adamı Kenan'a
benzetmişti birden. Yüzüne ateş basmışa. Sermet'in anlayacağından korkup başını
önüne eğdi. Çarpmasını bir süre dindiremedi. Birkaç yudum su içti. Toparlandı,
başım kaldınp baka Sermet'e:
— Evet dedi. Neydi söyleyeceklerin?
— Aç ayı oynamaz, dedi. Önce bir şeyler yiyelim!
Günsel karşılık vermedi. Biraz daha üstelese, ilişkileri laçka etmek için
sıntarak kim bilir ne oyunlara kalkacak oğlan! Böyle
olduğunu biliyordun da niye geldin! Ne bileyim ben, bir bok yedik işte.
— Kenan eniştemiz nasıl?
Kaynar sular dökülmüş gibiydi Günsel'in başından. Belki de
pek kötü niyeüe söylememişti Sermet. Günsel sinirli bir hareket
yaptı eliyle, su şişesi devrilecek oldu. Sermet şaşkın kaldı birden.
398 Günsel'in saldırıya geçecekmiş gibi kızgınlıkla dolu gözleriyle
karşılaşınca ciddileşti, çekingen bir sesle:
— Kötü niyetle söylemedim, dedi.
Biraz bekledikten sonra da yavaşça eklemekten alamadı kendini.
— ... Çok alıngan olmuşsun.
Günsel durulmak için bekledi bir süre, sonra:
— Cumartesi toplantısından söz edecektin, dedi.
Garson kebapları getirmişti. Günsel isteksizdi. Sermet ses çıkarmadan birkaç
çatal aldı; o da isteksiz görünüyordu. Günsel'e baktı. Yemeğe dalmış gibi gördü.
Yavaş yavaş anlatmaya başladı:
— En güvenilecek Haydar'mış içlerinde. Ablası da çok iyiymiş onun. Emekli
hemşireymiş. Ötekiler içinde de iyiler varmış. Bilinçleri yokmuş.
Yüzeyindeymişler işin.
Senin gibi diyecekti Günsel. Dinledi bir süre. Aslında yeni bir şey yoktu
Sermet'in sözlerinde. Cumartesi akşamı bilinçliler olarak ötekilere duyurmadan
aralarında dayanışma yapıp...
— Ne gereği var bunların, diye kesti Günsel. İkilik çıkarmak gibi olur. İstenen
şey belli. Herkes de istiyor bunu. Bunların bilinç düzeyinden ötede bir şey
beklenemez hem bunlardan, hem de bu ortamdan. Her bakımdan tehlikeli de üstelik.
Bir sezerse çocuklar...
Sermet bir şey diyemeden kaldı bir süre. Sonra suçlar gibi sert konuşmaya
başladı birden:
— Daha bilinçlilerin birbiriyle daha yakın olmaları, egemenlik kurup her şeyi
ellerinde tutmaları devrimcilik görevi değil mi?
— Ben burada öyle bir durum görmüyorum, dedi Günsel. Hem bilinçli devrimciler
dediğin kimler? Bu yargıya nasıl varılmış? Olaylar gelişsin bakalım. Devrimci
olanla olmayan öyle çıkar ortaya. Herkesin kendine ya da yanındakilere madalya
takması ile değil.
Aslında biraz aşırı konuştuğunu biliyordu ya, tutamıyordu kendini. Muduluk
duyuyordu böyle konuşmaktan. Doğrulu- 399 ğundan çok tadılığı önemliydi sanki.
Sermet bozulmuştu. Hiçbir şey demeden yemeğini yedi. Günsel de bir şey demedi
bir daha. Lokantadan çıkıp da Beyazıt'taki yaya kaldırımına gelince elini uzam
Sermet. O her zamanki alaycı gülümsemeyi takınmaya çalışarak:
— Teşekkür ederim, dedi.
— Ben teşekkür ederim, dedi Günsel. Allahaısmarladık. Sermet'in yüzündeki alaycı
çaba uçuverdi birden, gözlerini
bir an dikti Günsel'e, mırıldanır gibi acılıkla:
— Keşke o gece seni lokantaya çağırmasaydım, dedi. Döndü çabucak, yürüyüp
uzaklaşmaya başladı. Bir ürperme
dolaşır gibi oldu Günsel'in içinde; ya çağırmasaydı!.. Fakülteye geldiğinde
düşünüp duruyordu Sermet'in sözlerini. O gün akşama kadar da sık sık düşünmekten
alamadı. Öyle iyi etti ki o gece beni çağırdığına. Yaptığı en iyi iş bildiğim
kadarıyla. Sermet de daha cana yakın, daha sıcak geliyordu. Eski iticiliği
kalmamıştı sanki. Hep böyle olsa bu oğlan! Nasıl? Ağırbaşlı, acı çeken âşık!
Saçmalama! Onun aşkından! Niye, nesi var aşkının? Baygınlıklar geçiriyordu
dudaklarına yapışıp göğüslerini... UfiT, nerden takılıyor bu iğrençlikler
kafama? Kenan bilmez! Yetmiyor mu benim bilmem?.. Nasıl dolar istemediğimiz
şeyler kafamıza? İstemiyor musun? Neyi istemiyor muyum be? İstemek bilinç işi.
Yok, bilinçaltı, bilinçdışı; başla sen de çağdaş büyücülüklere. Psikoanaliz
yaptır! Çelişkilerle doluyuz. Hasan neşeli geldi akşam. Turgut'la gezmişler.
Gerçekten de annesine götürmüş oğlanı. Kasımpaşa'daki arkadaşlarına gidecekmiş
bugün; Tur-
gut'u da alayım demiş, hem annesini görsün. Yemekten sonra bir ara, biraz da
çekinerek:
— Gülsüm nasıl, diye sordu Günsel.
— Bilmem, dedi Hasan. Ben görmedim, Turgut'a sor... Turgut'ta bir durgunluk
vardı. Aslında da kapalı bir çocuk.
Birçok şeyi içine atıyor gibi. Teyze homurdanıp duruyordu ye-400 mekte
anlaşılmaz biçimde. Hasan'dan çekindiği için açıkça söylemiyordu ya, belli ki
şimdi odada Turgut'a döküyordu içini. Turgut her zaman yaptığı gibi başını önüne
eğmiş, hiç karşılık vermeden dinliyordu. Dinliyor muydu gerçekten? İhtiyar
kadını pek umursamaz bereket! Günsel gidip kapılarını çekti yavaşça. Hasan'a
yaklaştı:
— Hiç iyi olmuyor Turgut için, dedi.
Hasan anlamadan baktı, ne iyi olmuyor gibisine. Sonra bilincine varıp başını
salladı:
— Haklısın Günselciğim, dedi. Güç durum. Ne yaparsın, annesi!
Günsel'in dediğini anlamamıştı ya da öyle görünmeyi yeğlemişti. Gazeteye uzandı.
Günsel işkilli kaldı bir süre.
— Konuştunuz mu Turgut'la, dedi.
— Konuştuk, dedi Hasan yavaşça. Bir kardeşi olacakmış, diyor.
Günsel küçük dilini yutar gibi bakıyordu ağbisine. Ne biçim adam bu?
— Eeee, diyebildi.
Utanıyordu konuşmaya. Hasan birden anımsamış gibi baktı.
— Yoksa ben sana Gülsüm'le boşandığımızı söylemedim miydi? dedi.
Sonra aradan çıkarır gibi:
— Onlar başvurmuşlar, dedi... Ben de olur dedim, oldu. İzmir'e gelmeden birkaç
gün önceydi.
Gazetesine eğiliyordu ki Günsel yavaşça:
— Söylememiştiniz, dedi.
Hasan, Günsel'in davranışını çözmüş gibi gülümsedi.
— Üzülme, ailenin namusu kurtuldu!
Günsel gülmedi, hiçbir tepki de göstermedi bu takılmaya. Yadırgatıcı bir
sessizlik olmuştu. Hasan birden ayağa kalktı, odada dolaştı bir-iki. Cezaevi
alışkanlığı volta vurmak. Düşünceli olduğunda yapardı daha çok. Günsel sessizce
bekliyordu. Bir şeyler diyecek. Çok bekletmedi.
— İncesine aklım ermiyor Günselciğim, dedi. Biliyorum, kızıyorsun bana. İşçiyim
ben. Üstelik de ayrı kuşağız seninle. Okumuşlar kılı kırk yarıyorlar bu konuda.
Doğrusu da o belki. Ne bileyim, onları da gördüm! Uzun yıllar ayrı düşmelerde
öylesi bağlılıklann yıkıntısı daha büyük oluyor. Genç bir avukat vardı içerde,
benim ilk tutuklanmamda. Delirdi. Karısı aldatmış.
Gülümsedi.
— Gülsüm kaçtı diye delirmek hiç aklıma gelmedi benim, dedi.
Günsel öyle ilgiyle dinlemişti ki ağbisini, söylediklerindeki tersliğe bir süre
sustuktan sonra karşı çıktı:
— Ama yanlış, dedi.
Hasan gülüyordu. Günsel bir şeyler demek istiyor, söyleyeceklerinin boş
olacağına inandığı için susuyordu sanki. Hepsini bilir bu adam. Belki de
yalandan yapıyor. Hasan birden,
— Herkesin yanlışı da, doğrusu da kendine, dedi. Bu konuda boşuna uğraşma, bu
yaşımdan sonra değiştiremezsin beni. Sana bağlanacak erkek için ne olduğunu anla
diye söyledim. Gerisi beni ilgilendirmez.
Yine bir sessizlik çökmüştü.
— Kadın da devrimci miymiş? Hasan önce:
— Hangi kadın? dedi.
Günsel'in başını kaldırıp gözlerini dilemesiyle anlamış gibi gülümsedi:
— Haaa avukatın karısı mı? Devrimci imiş...
Sonra aynı alaylı gülümsemeyle yavaşça:
— Yattığı oğlan da devrimci idi, dedi.
Günsel yüzünü buruşturdu. Hasan açıklamada yarar görmüş gibi, biraz durup
ekledi:
— Düzen, yıkıntısını geciktirmek için en bireyci, en bencil yanımıza itiyor
bizi, dedi. Cinsel tutkularımızı abartıp duruyor.
402 Dergisi, radyosu, sineması... Şeytana dayanmak zor bu çağda! Tanrı gençlerin
yardımcısı olsun! Poligam yaratıklarız aslında. Monogamlık zorlama... İnanç
işi... Kimileri aldırmıyor. Kimileri de çok önemsiyor aldatılmayı.
— Siz?
Sanki tutamamış, ağzından kaçırmışu Günsel. Hasan düşündü bir süre...
— Önemsiyorum ki, dedi, Gülsümler'den öteye gitmeye korkuyorum!
İlk kez ciddileşti sanki.
— Sevdiğinin aldatması kötü bir şey olmalı, dedi. Pis... Sonra yine alaycı
tutumla kalktı ayağa.
— Neyse ki bizden geçti artık. Dünyaya bir dahaki gelişimizde düşünürüz! O zaman
da at mı, it mi, kertenkele mi, ne olacağız kim bilir?.. Belki de cansız taş! En
iyisi doğaya karışmak, bir kaya olmak açık deniz kıyısında! Hadi yatalım
Günselciğjm, iyice geveze ettin sen beni.
— Yatmayalım, dedi Günsel. Son gecemiz bu. Sormak istediğim bir sürü şey var.
Geç kalkarız yarın, işe gitmeyeceğim.
Yattıklarında saat ikiyi geçiyordu. Günsel iç, dış politik sorunlardan
başlamıştı. Ağbisi anlatırken hemen de her konuda kendi düşündüklerini
doğruladığı için sevinç duyuyordu. İşçilerle, öğrencilerle ilişkilerini bir kez
daha anlattı kısaca. Ser-met'le tartışmasını bir başkası ile olmuş gibi söyledi.
Sermet'le yemeğe gittiğini söyleyememişti nedense. Oğlanı sevmez de! Hasan biraz
düşünmüş, Günsel'i doğrulamıştı ya; bilinçlilerin daha yakın ilişki kurmalarını
da yabana atamıyordu. Güvenilir
olmalıydılar yalnız. Bu arada Günsel'e uyanık olmasını önemle üsteledi durdu.
Senin durumun ötekilerden ayn diyordu; izleyebilirler. En ummadığın biçimde
tuzak kurabilirler sana. En ummadığın biçimde!..
— Söz gelimi, Kenan'la mı demek istiyorsunuz? Günsel'in acı alaylı sesi Hasan'da
belli bir tepki uyandırmamıştı- Öylece bakü bir süre. Gülmüyordu. Neden?
— Demek istemiyorum, dedi yavaşça. Döndürüp buraya ge-tiriyorsun. Kenan için ne
iyi, ne kötü yargıya varacak kadar tanımadım. İzlenimlerle olmaz. Sen daha iyi
tanımaya bak! Bunu diyorum.
Yine sözü değiştirecek gibi idi ki Günsel üsteledi:
— Eskilerden tanıyanlara rastladınız mı hiç? Bazı adlar söylüyor... O gece size
de...
Hasan kesti hemen.
— Rasdadım, dedi. Öğrencilik yıllarında müdüriyette gözaltına alınmış bir süre,
bırakılmış. Sonra da gören olmamış pek.
Sustu. Soğuk bir sessizlik çökmüştü. Hasan açıklamayı gereksinerek:
— Çekingenlik etmiş olabilir, dedi. Gençlik... Günsel üzgün suçlar gibi:
— Evlenmiş, dedi yavaşça.
Günsel'i uzun saader yatakta da bırakmadı ağbisinin Kenan için söyledikleri.
Aslında ağır suçlama yatıyor altında. Belki başka şeyler de söylediler, saklıyor
benden! Ne söyleyebilirler ki? Ne söylemezler ki? Önemli bulsa saklar mı hiç?
Yine karışık duşlu bir uykudan saat sekize doğru uyandı. Kalkmak gelmiyordu
içinden. Sabahla odaya dolan her günkü sesler, gürültüler. Saat dokuza doğru
kalktı. Ağbisi yoktu. Erkenden çıkmış! Öğlene doğru geldi. Pek bir şey
söylemedi. Baba'ya uğrayıp veda etmiş.
— Uyandırmak istemedim seni, dedi. Geç de yattın. Birçok da kitap paketi vardı
ellerinde. Arkadaşlarından, Baha'dan almış bazılanm; birkaç da roman satın
almış. Epeydir
okumak istediği şeylermiş. Günsel valiz yerleştirirken bir ara açıp bakmak
istedi; sonra bıraktı öylece. "İstanbul'dan kitap götürmesini severim," demişti
Hasan. "Bilmediğin bir şey yok." O ki öyle dedi, açmamı istemiyor demek!..
Yemekten sonra yattı Hasan. Gece de uyuyamayacaktı yolda. Teyzesi uyumuş, Turgut
mahalleye sıvışıvermişti. Saat ikiden sonra eve öyle bir sessizlik çökmüştü ki
bunalmaya başladı Günsel. Aklı Kenan'daydı. Niye atlattı sanki. Bugün
gelebilirdi. İzlemeyi de kestiler gibi. Belki daha gizli yapıyorlar. Yapsınlar;
ne olacak? Peki akşama?.. Akşama da beklerdi bir yerde beni. Gider, bir saat
kadar sonra izin isterdim. Höst! Ne varmış? Biliyorum ne konuşulacağını. Daha
bir şey yok ortada. Gevezelik...Azgın kan, başladın sermek için özürler bulmaya.
Yatağına uzandı, gazetelere bakmaya başladı. Dalmıştı. Handan'ın sesiyle uyandı.
Karanlıkta korku ile firladı. Handan girip elektriği
yakmıştı.
— Kız bu ne uykusu? diyordu.
Saat yediye geliyormuş, ağbisi lavabodaydı. Turgut'la teyzesi didişiyordu
içerde... Hazırlanıp birlikte yemeğe oturdular. Hasan neşeliydi. Bir ara ilaçlan
için üsteleyen Handan'a takıldı:
— Doktor Hanım, beni bırak da Günsel'e bak sen! dedi. Sana emanet ediyorum.
Renksiz, zayıf...
Handan, Günsel'e bakıp güldü. Hasan'ın öylece söyleyiver-diği söz anlamlı
kaçmıştı. Hasan oralı değildi. Günsel kızardı birden. Handan şeytanlıkla
üsteledi:
— Baş üstüne ağbiciğim de, önce onun kendini kollaması gerek. Doktor Hanım ne
yapsın?
Günsel, ağbisi anlayacak diye renkten renge giriyordu. Handan öylesine güldü ki
sonunda Hasan bir şeyler sezinledi mi ne? Sevgi dolu bir gülümseme ile baktı
Günsel'e. Yatıştırmak ister
gibi:
— Geri aldım sözümü, dedi, kimsenin bakımı gerekmez
ona. Kendine yeter...
Saat sekizi biraz geçe Handan'la birlikte evden çıktılar. Teyze ağladı, bir
şeyler söylenip durdu. Yeter artık bu işler gibi... Arabanın arkasından dökmesi
için Turgut'a bir maşrapa su vermişti. Turgut sokağa inince sıntarak birazını
içti suyun. Hasan da gülüyordu. Kaldınp kucakladı oğlanı, iki yanağından
şapırtılarla öptü. Beylik öğütler verdi. Yaramazlık etme, babaanneni üzme!..
Oğlan hep aynı sıntıklıkla başı önde dinliyor görünüyordu. Tam Hasan bırakıp
aynlacağı sıra birden ağlamaya başla-yıverdi. Başını önüne eğmiş, saklamaya
çalışarak sessiz, içini çeke çeke ağlıyordu. Üçü de sarsılıvermişti
beklemedikleri olayla. Handan tutamamıştı gözyaşlannı. Günsel'in de birden
gözleri doluyordu ki toparlandı, payladı:
— Bu da nerden çıktı? Koskoca oğlan...
Hasan oralı olmamıştı sanki. Donuk bakıyordu. Yalancılıktan küskün bir sesle:
— Ben de oğlum var sanıyordum, dedi... Kızım varmış meğer...
Turgut elinin tersiyle yaşlan silmeye çalışırken Hasan uzandı oğlanın sol elinde
eğreti sallanan tası alıp içindeki suyun birazını yüzüne attı... Turgut irkildi
birden, babasının eline tutuşturduğu tası şaşkınlıkla yakaladı. Yüzünden, alnına
düşen saçlann-dan kirli sular akıyordu. Handan mendilini yüzüne tutarak arabaya
atlamıştı. GünsePle Hasan da bindiler. Bir süre konuşmadan gittiler. Hasan
gülümseyerek baktı Handan'a:
— İyi bir şey, dedi, birikim oluyor demek bizim oğlanda... Örtmeye çalıştığı bir
acılık vardı sesinde. Günsel gözlerinin
dolmasını güçlükle de olsa önlemiş olmanın güvenliği içindeydi. Bir şeyler
söylemeye korkuyordu yine de. Ya ben de tutamaz...
— Hadi burdan inin siz...
Hasan, Marmara Sineması'nın köşesinde durdurdu arabayı. Alaylı ekledi:
— Bir de sizinle uğraşmayalım.
Taşıta kadar gelinip yolcu edilmesini sevmezdi. GünsePle Handan karşı koymadan
indiler. Beyazıt'ta, uzaklaşan arabanın ardından bir süre baktı Günsel. Yadırgı
bir duygu vardı içinde; bir yükten kurtulmuştu sanki. Karşı koyuyordu,
başaramıyordu. Duyuyorum işte! Tersliklerden oldu belki de. Kenan'la uzak
kalmamızın nedeni gibi oldu. içinden kovmaya çalıştıkça yerleş-406 ti ° duygu,
tam bir gevşemeye vardı sonunda. Laleli'ye doğru yürürlerken bir-iki bakındı
artlarına alışkanlıkla, izleyen var mı diye... Nerden anlarsın bu kalabalıkta?
Yan karanlık sokaklarda...
— Sen gelmeyecek misin?
Işıklı yolda koşuşan araçların önünden karşıya geçiyorlardı. Fakülte köşesinden
Şehzadebaşı'na doğru kıvnlırken Handan:
— Gelmeyeceğim, dedi birden... Geleceğim de ne olacak? Şehzadebaşı'na
yaklaşırken durdu:
— Hadi Allah kavuştursun, dedi. Pazartesi uğrarım. Handan uzaklaştıktan sonra
Günsel durup arkasına baktı,
görünürlerde kuşkulanacak bir şey yoktu. Ağır ağır yürüdü. Caddeye çıktı, sağa
kıvrıldı. Fakültenin Vezneciler yanından alacaklardı onu çocuklar. Sekiz buçuğa
gelmişti. Yaklaşanlara baktı. Murat'tı biri. Yanında bir de kız vardı. Kısa
boylu, esmer, çirkince... Tanıştırdı çabucak... iktisattan Aynur'muş...
— Saraçhanebaşı'ndan yürüyorduk, önümüze çıktın hemen,
izledik seni...
Caddede arkasına bakmamıştı Günsel. İzlemek sözünü öyle rahat söylemişti ki
Murat, belli ki Günsel'in kafasındaki anlama çok yabancıydı. Karşıya geçtiler.
Karanlık ara sokaklarda yürümeye başladılar. Pek konuşmuyorlardı. Üniversite
bahçesinin yan kapılarından birine çıkmışlardı. Duvar boyu yürüdüler. Sü-
leymaniye yöresindeki sokaklara saptılar. Dar, karanlık bir sokaktaki üç kadı
yeni bir apartmanın önünde durmuşlardı. İçeri girerlerken alışkanlıkla sokağa
bakındı Günsel. Kimse yoktu görünürde. Sonra bir daha apartmana baka. Kendi
oturduklarına
benziyordu. Murat önden dalmıştı yol göstermek için; giriş karanlıktı, Bodrum
katına indiler. Daha inerlerken ayak seslerine kapı açılmıştı. Günsel
heyecanlanmıştı nedense. Haydar karşıladı, daracık bir salona aldı gelenleri.
Biri Sermet, dört oğlanla fakülteye gelen kız vardı içerde. Sermet kızla bir
şeyler konuşu-vordu, ötekiler köşedeki bir pikaba plak koyuyorlardı. Günsel'i
gören Sermete döndü:
— Çocuklar, tamam, dedi. Bırakın da başlayalım artık. Tanıştırıldılar.
Günsel'den başka herkes birbirini tanıyordu. Sermet'in yöresindekilerdi bunlar.
Günsel de görmüştü çoğunu. Sermet'te önemli işlere el koymuş ağırbaşlı yönetici
davranışları vardı. Günsel'in elini sıkarken aynı ağırbaşlı görünüşü yüzüne de
kondurmuştu. Heyecanı filan kalmamıştı Günsel'in. Hele elini gereğinden çok sert
sıkan Sermet'e güleceği gelmişti birden. Oynuyordu bu oğlan! Baş yönetici olmak
bütün düşü! İçten belki de... Büyük adam olursun inşallah! Ben de görürüm!
Konuşmalar başlayınca, işlerin biraz ayn bir yanı olduğunu anladı. Nihat,
Akademi'den bir mimarlık öğrencisi, karşısındaydı Sermet'in. Savundukları da pek
ipe sapa gelir şeyler değlidi. Daha doğrusu, Sermet'in söylediğine karşı
çıkmaktı bütün yaptığı. Sermet de pek kötü şeyler önermiyordu. Bir süre sonra
ikisinin sidik yarışması biçimine girivermişti konuşmaları. Başkanlık savaşı!
Sermet ara sıra, desteklesene gibisine göz ucuyla Günsel'e bakıyordu. O da bir
süre karışmamayı yeğlemişti. Bakalım nereye varacak? Ötekiler de seyirci
kalmışlardı; yenişmeyi bekliyorlardı sanki. Tartışma, Sermet'in bütün
öğrencileri birleştirmek sözü üstüne başlamıştı. Bütün öğrencileri birleştirmek
söz konusu olmazmış, DP'li öğrencileri de mi birleştirmek istiyormuş?
— Şu ya da bu nedenle DP'lilere yakındır diye herkese sırt mı çevireceğiz? dedi
Sermet. Kazanmak için çaba göstermeliyiz gerekirse. İçlerinde bazıları var ki
sözgelimi...
— Bazıları var diye, biz tutup da DP'ye köpeklik edenlere önem mi vereceğiz?
Kimsenin gönlünü etmeye vaktimiz yok bi-
zim! Biz buraya Menderes'in yasadışı antidemokratik yönetimine karşı çıkacak
yürekte...
İri iri sözleri noktasız, virgülsüz sıralamaya başlamıştı. O bitirmeden Murat
aldı.
— Doğru söylüyor, birader, adam kandırmaya mı uğraşacağız bir de! Kör değiller
ya, görmüyorlar mı Demokradan'ın ye-408 diği boku? Ne diye dağıtıyorsunuz?
Konumuz bu değil ki bizim. Konumuz öğrenci derneklerini birleştirmek için
gerekli...
Sermet kötü bozulmuştu. Ses çıkarmadan önüne baktı bir süre. Günsel alışıktı
gençlerin pireyi deve yapıp karşılıklı saldırılara geçmelerine. Sermet de yapar
ya, nedense ağırbaşlı oynuyor bugün. Konuşmalar bu havada sürüp gitti saatier
boyu. Bir ara Sermet'le Nihat yine önemsiz bir söz oyunu üstünde kapıştılar.
Acımasız suçlamalara başladılar birbirlerine. Günsel o zaman bir şeyler sezinler
gibi oldu. Bu çatışmalar Ayla'ya, Akademili güzelce kıza, gösteri miydi ne? Niye
olmasın? Oğlanların baş huyu bu! Kızların değil mi? Sermet, belki de benden
çekindiği için -niye çekinsin?- ustaca örtbas ediyor. Nihat daha denetimsiz. Ara
sıra öyle bakışı var ki kıza! Kız da biliyor da, anlamaza vuruyor. O daha çok
Sermet'e... Nelere takdir bu kafam da?
Hangi eylem biçiminin yerinde olduğu çatışma konusuydu? Önce bildiri mi, yürüyüş
mü, yoksa... Sermet, Nihat'ı korkaklıkla suçlamaya başlamıştı. Nihat kıpkırmızı
oldu. Biraz da Ser-met'in kurnazca oyununa gelmiş, küçük düşmüştü Ayla'nın
önünde. Kavgaya dökülecekti neredeyse.
— Sen bana nasıl korkak dersin be?
— Başka ne denir buna oğlum? Hangi eylemi önersek karşı çıkıyorsun! En azından
bilinçaltı korkaklık denir.
— Sensin korkak, doğru konuş!
Daha da sürüp giderdi bu hırlaşma ya, Aynur atıldı birden:
— Kesin Allahı severseniz be, dedi. Çene yarışmanızı dinlemeye gelmedik. İçine
yaptınız gecenin... Sidik yansı!
Haydar ilk kez gülerek katıldı:
— Sabahattin dedi ki çocuklar; biliyorsunuz nasıl istekliydi o Sermet'le Nihat
varsa ben gelmem dedi!
Nihat parladı yine:
— Cehennemin dibine. Gelmezse gelmesin. Doğru bildiklerimi söylerim ben. Suç mu
yani? Sermet istiyor ki hep benim dediğim olsun!
— Asıl sen o! Benim öyle bir isteğim yok. Ben diyorum ki 4Q9 oğlum!..
Yine aynı çekişmeye giriverdiler. Günsel bunalmaya başlamıştı. Karışmak değil,
ağzım açıp bir söz söylemek bile gelmiyordu içinden. Şimdi Kenan... Saat on
ikiyi bulmuştu. Murat, Günsel'e döndü:
— Niye bir şeyler söylemiyorsun? dedi.
Hepsi susmuş Günsel'e bakıyordu. Günsel ayılır gibi:
— Söylendi söylenecek, dedi. Biraz da çok söylendi. Yapılacak şey ortada:
Özellikle fakültelerdeki dernek yöneticilerinden kimleri tanıyorsak onlarla tek
tek konuşmak gerek bence. Hükümetin tutumuna karşı yürüyüş mü yaparız, bildiri
mi dağıtırız, boykot mu yaparız; o zaman belli olur o... Gücümüz neye yeterse.
Birleşmeye varmadan konuşmak boş bunları...
Doğrulamanın ya da yorgunluğun getirdiği bir sessizlik çöktü birden. Aynur
kalktı.
— Tamam çocuklar, dedi. Benim gitmem gerek. Geç oldu. Konuşacak şey kalmadı.
Haydar atıldı.
— Güzel kardeşim. Ama fakültedeki yöneticelerle nasıl konuşacağız? Kim, kiminle
konuşacak?
Bir süre de bu tartışıldı. Adlar üstünde duruluyor, yargılara varılmaya
çalışılıyordu. Güçlük de buradaydı. Bu kez hepsi çatışır olmuştu. Birinin iyi
dediğine öteki karşı çıkıyor, onun namuslu bulduğundan beriki kuşkulanıyordu.
Bazı adlar da Günsel önerdi. Geçenin tek konuşmayan kişisi, biraz da süzgün
bakman Ayla'ydı. Günsel bir ara takılır gibi oldu: Boyuna dinliyor,
yoksa bu kız? Bok atma; hiç de öyle birine benzemiyor. Çok tanırsın da öylesini.
Burda var mı acaba? Varsa yandık? Ya da dinleme aygıtı filan. İleri imişler
şimdi dinleme tekniğinde. Amerikan tekniği. Bizimkilere kalsa! Pencereyle
duvarın arasında şu çivi gibi şey ne ki? Kuruntu! Günsel şaşkınlıkla ayılır gibi
baktı; Ayla konuşuyordu:
— Ağbim tıbbiyeden benim. Bu yıl stajda. Pek dernekle ilgilenmez ya; bizim gibi
düşünüyor o da şimdi. İsterseniz onunla konuşun. Dernek yöneticilerinin çoğu
arkadaşı onun...
Sustu. Konuşurken kızarmış, susunca sararmıştı. Sinirli sinirli saatinin
kayısıyla oynuyordu.
— Sen konuşsana, dedi Murat. En iyisi senin konuşman. Ayla yine kızardı,
gülümsemeye çalıştı.
— Olmaz, dedi. Karışmamı istemiyor benim, kızar.
Sustu, başını önüne eğdi utanır gibi... Günsel yakınlık duymaya başlamıştı kıza.
Ne aptalız be; saçma sapan yargılara düşüyordum az kalsın. Aklına Handan geldi;
tanıyordur. Önce Han-dan'ı kazanalım da!
Yumuşak bir tartışma daha geçti bu ara. İyi kötü, bazı kararlara varmışlardı
toplantıyı bitirip evden çıktıklarında. Ayla'nın ağabeyisi Doktor Ramiz'le
konuşma işini Haydar almıştı üstüne. Sabahattin'in tıbbiyede arkadaşları varmış,
onunla konuşup ilişki kuracakmış. Günsel de Handan'la daha ciddi konuşmayı
düşünüyordu, hem de bu konuda. Karanlık, ıslak sokakta hep birlikte yürürken
Sermet art cebinden çıkardığı yassı konyak şişesini dikti. Yarılamıştı nerdeyse,
kalanı Nihatlar'a uzatırken:
— Ayrı ayrı çıksaydık keşke, dedi. İyi etmedik.
Saat bire geliyordu. Murat'la Aynur, Fatih Malta'ya gideceklerdi. Murat,
Günsel'i de bırakmayı önerdi. Günsel karşı çıkü.
— Ben giderim, dedi. Alışığım. Sermet yavaşça:
— Ayla'yı Nihatlar götürür, dedi. Ben seninle Aksaray'a kadar geleceğim. Başka
yerden araç bulamam Şişli'ye...
Olup bittiye gelmiş, ayrılanlar ayrılmış, Günsel kendisini ıssız sokakta
Sermet'le yürür bulmuştu. Bir süre konuşmadan gittiler. Vezneciler'e inerlerken
yer yer toprak yığınlanyla dolu sokak başında yardımcı olmak için elini tutmak
istedi Sermet. Günsel çekti elini. Sermet'in dönüşü ile alkol kokusu yüzüne
çarpmış gibi oldu. Büyütüyordu belki de... Şişeyi diktiğini gördüm ya! Pek kötü
kokmuyor aslında!
— Düşman gibi bakıyorsun bana; niye?
Günsel karşılık vermedi bir süre. Ne demeli şimdi. Ne desem tuzağa düşeceğim.
Niye yanımda bu yine. Bir görülsek. Hele Kenan görse... Gerçekten bir ürperme
içinde.
— Ne düşmanlığı? Niye düşmanlık duyayım? Yok öyle bir şey. Hem bırak bu saçma
şeyleri de şu çocukları dağıtmamaya bak. Nihat'la neydi o kapışmalarınız? Ödüm
koptu hepsi çekip gidecek diye.
— Nereye gidecekler? Sana demedim mi ben, yarım yamalak birçoğu! Saçmalıyor
herif, sen ağzını bile açmıyorsun. Nihat'a bakma! Anlamadın sanki, Ayla'ya
gösteriş yapıyor.
Sermet anlattığının üstünde görünme çabasıyla gülümsemeye çalışıyordu.
Günsel'den ortak tepki bekler gibi baktı. Karşılık görmeyince sustu. Öylece
yürüdüler bir süre. Fakülte önünden geçip Koska'ya çıkmışlar, Laleli'ye
iniyorlardı. Aksaray'a giden arabaları kolluyordu Günsel. Dolmuş yapan yoktu bu
saatte. Hızla geçiyordu hepsi de. Yağmur başlamıştı. Sermet bir şey diyecek
oldu, sonra vazgeçmiş gibi durdu. Geçen arabalara: — Taksi... diye bağırmaya
başladı.
Günsel anlamıştı ya, ne yapacağını da bilmiyordu. Yağmur iyice bastırmıştı. Önce
aklına Sermet'i bırakarak arabaya atlayıp gitmek geldi. Dört lira var yoktu
çantasında. Hasan'ın gelişi epeyi sarsmıştı bütçesini. Yarın teyzesinden
isteyecekti. Bir araba durmuştu önlerinde. Sermet açtı kapısını. — Seni bırakır,
Şişli'ye giderim, dedi. Yağmur altında ne dese saçma olacaktı; bindi. Bir
tedirginlik
oturmuştu içine. Arabanın dibine büzülmüş kalmıştı. Sermet'e aralarında
rahatlıkla iki kişi oturacak yer bırakmıştı. Tedirginlik Sermet'te de vardı.
Şoföre gideceği yeri söyledikten sonra konuşmadı bir daha da. Yalnız bir ara
dönüp baktı Günsel'e. Günsel görmezden geldi; Sermet alaylı gülümsedi mi ne?
Cerrahpaşa'yı geçmişlerdi ki: 412 — Pazartesi fakültedesin değil mi?
dedi.
Biraz durdu Günsel. Niye sorar. Bilmiyor sanki de...
— Evet, dedi.
Sermet yağmurlu cama takılmış gibi kaldı bir süre, sonra:
— İşim var Beyazıt'ta, bir ara uğrarım belki. Rahatsız etmezsem!
Günsel duymazdan geldi. Şoföre:
— Şu köşede durun, dedi.
Sermet arabanın sokağa girmesini söyleyecek gibiydi.
— Islanacaksın. Günsel kesinlikle:
— Zaran yok, dedi. İki adım. Durun.
Araba durdu. Çabucak indi Günsel. Teşekkür etti, karşı saçağın altına geçti,
hızla yürümeye başladı. Yağmur azalmış gibiydi. Loş sokakta eve yaklaşırken,
arabanın uzaklaşan sesiyle rahatlık duydu birden. Pazartesi yine damlayacak. Çok
oldu bu... Yolda, lokantada, takside... Fakültede. En azından dedikoducu
kızların diline düşmek var. Yine başladılar diyecekler. Kenan'a nasıl anlatırım
sonra. Duymaz bereket! Utan! Duymamakla. Apartmana yaklaşırken bir gölge
kımıldadı duvarın dibinde. İrkilerek durdu Günsel. Gölgenin kendine doğru
yürüdüğünü görünce kaçmak, bağırmak geldi içinden, öyle korkmuştu bir anda.
Birden tanıdı: Kenan'dı. Bu kez yeniden korkuya, şaşkınlığa, sevince, utanca
battı. Kendini ayakta zor tutuyordu Kenan. Düştü düşecek sallanıyordu. Günsel
tökezler gibi durdu bir, sonra atıldı birden... — Kenan!
Boynuna sarılmamak için zor tutmuştu kendini. Kenan kurtulma çabasıyla geriye
çekildi. Tutamadı, sırtüstü yuvarlanacak gibi oldu. Günsel kolundan yakaladı.
Kenan, Günsel'in tuttuğu kolunu silkip atmak isterken bir kez daha düşecek gibi
oldu. Bu arada Günsel'in anlayamadığı bir şeyler de mırıldanıyordu. Günsel o
zaman bilincine vardı; çirkin biçimde sarhoştu Kenan. Gözleri kaymıştı,
dudakları çarpılıyordu bir şeyler söylemek isterken... — Teyzen... gece demek...
rezil... eşşoğ!.. ağzına... her şeyin... Tuuu... Senin de ağzına sıçtığımın...
Kaltak...
Günsel'e tükürecek gibi yapıyor, beceremiyor, vurmak ister gibi kaldırdığı eli
düşüveriyordu birden. Günsel önce büyük bir kızgınlık, sonra tiksinti duymaya
başladı. Nasıl bir tepki göstermesi gerektiğini bilemiyordu bir türlü. Kekeler
gibi: — Kenan! dedi yeniden.
Sonra dönüp kollar gibi çevresine, yöresine, sokağa, pencerelere bakındı.
Kimsecikler yoktu bereket. Kenan işini bitirmişti demek ki, küçültücü biçimde
şöyle bir salladı elini, gitmeye yöneldi. Sokağın başından çarpan ışıkla
yüzündeki yara bere izleri belirivermişti. Sular akıyordu bütün yüzünden,
saçları sırılsıklamdı. Günsel toparlandı birden, atılıp kolunu tuttu. Paltosunun
kolu sucuk gibiydi.
— Ne olursun, Kenancığım?
Kenan dönüp baktı bir, yüzündeki sarhoş titrekliğiyle yutkundu; yine bir şeyler
söyleyecek gibi yaptı, beceremedi, kolunu çekip uzaklaşmaya çalıştı. Öyle sıkı
tutmuştu ki Günsel, gücü yetmedi kolunu kurtarmaya. Sallanarak sürümeye başladı
koluna sımsıkı asılmış kızı. Günsel ayılmış, bilincine varmıştı durumun.
Kızgınlık, şaşkınlık, üzüntü sorumluluğa bırakıvermişti yerini. Kenan'ın koluna
sarıldı bütün sıcaklığı, sevgisi ile. Du-rultmak, yauştırmak görevi! Suçluluk da
duymaya başlamıştı. — Bak canım, dinle beni.
Anlayıp dinleyecek gibi değildi Kenan. Sarsılarak yıkıldı yıkılacak yürüyüp
gidiyordu sadece. Sokağın başını bulmuşlardı.
Günsel artık kavramıştı, çabucak kararını verdi. Hiç konuşmadan, sımsıkı tutarak
yürümeye başladı. İlk gece de böyle yürümüştük. Nasıl ters durum aslında; hiçbir
benzerliği yok. Ne benzerliği; karşıtı... Benden kaçıyor şimdi. Gülünç! Nasıl
düştü böylesi iğrenç sarhoşluğa; benim yüzümden mi? Niye yalan söyledim sanki?
Şimdi ne yapacağım? Köşeyi dönüp ışıklı caddeye 414 çıkmışlardı. Kenan
silkinir gibi yaptı birden.
— Bırak be...
Günsel daha sıkı sarıldı, sertçe karşı çıktı.
— Bırakmayacağım. Kendine gel biraz.
Bu sert çıkışın etkisi mi oldu ne? Uysallaştı sanki. Yağmur kesilmişti. Su
birikintilerinde ışıklar parıldıyordu. Düşe kalka bir-iki adım daha attılar.
Aksaray'a inen bir araba gelip durdu önlerinde. Günsel kapıyı açtı, zorla soktu
Kenan'ı.
— Teşvikiye, dedi şoföre.
Birden yüreği hop etti. Parası yoktu. Ya Kenan'da da yoksa! Vardır! Bu durumda
nasıl para çıkarttırayım ona? Kenan yığılıp kalmıştı köşeye. Sayıklar gibi
anlaşılmaz şeyler mırıldanıyordu. Günsel yakınlaşmak isteği ile sokuldu yavaşça;
yana sarkmış başını düzeltmeye çalıştı. Gözleri kapanıyordu Kenan'ın. Günsel
üzüntüye battı birden. Benim yüzümden hep. Allah belasını versin toplantısının
da! Kenan son bir çabayla dönüp baktı Günsel'e, Gözleri boş, anlamsız gibiydi.
Yine de Günsel'in içini burkan bir acılık vardı bakışlarında. Yara bere
izleriyle dolu yüzden geliyordu belki de bu. Günsel gülümsemeye çalıştı, Kenan
hiçbir tepki göstermeden aynı boşlukla bir süre baktı, gözlerini yumdu yavaşça,
başı omzuna düşer gibi oldu. Sızmıştı. Günsel daha sokulup kendine çekmek
istedi. Kenan ağırlaşmıştı sanki. Hızla giden arabada küçük küçük sarsıntılarda
kımıldayıp duruyordu. Günsel büyük bir yorgunluk duydu birden. Başını arkaya
yasladı, gözlerini kapattı. Arabanın sarsıntısına, kaymasına bıraktı kendini.
Uykuya geçmek istiyor, geçemiyordu bir türlü. Duygusuzluğa gömülmüştü.
Yorgundu. Öylesine yorgundu
İti... Birkaç kez aralayıp baktı gözlerini; Nişantaşı'nı dönüyorlardı şimdi.
Doğruldu, şoföre evi, sokağı tanımladı yavaşça. Kenan'a baktı; aynı durumdaydı.
Yalnız başı daha kaymış, ağzı aralanmıştı. Çekinerek uzandı, Kenan'ın iç cebine
soktu elini, cüzdanı bulup çıkardı yavaşça. Utanca, tere batmıştı. Saçma,
utanacak ne var. Bir ellilik uzattı şoföre. Otuz lira verdi adam. Gece yansı
soyarlar adamı böyle! Apartmanın önüne kadar getirdi 415 arabaya. Nasıl
taşıyacağım? Döndü sarsmaya başladı Kenan'ı. — Kenancığım... Kenancığım... Hadi
geldik bak... Şoförden utanıyordu. Bir araba daha geçti yanlarından, ilerde
durdu; kadınlı erkekli birileri gülüşerek bir apartmana girdiler. Günsel indi
arabadan. Kenan'ın yanındaki kapıyı açü. Şoförden de yardım istedi. Adam mırın
kırın eder gibi indi. Kapıcıyı çağırsanız gibi bir şeyler diyordu. Günsel
aldırmadı. Kenan'ı sürükler gibi aldılar arabadan aşağı. Serin hava sarhoşluğunu
biraz açmış olmalıydı. Anlamsız bakınıp beline sarılan Günsel'e bırak-n kendini.
Ağır ağır apartmana yürüyorlardı. Kapıya yaklaştıkla-n sıra Kenan durakladı,
sarsılır gibi oldu, öne eğildi. Kusmaya başladı. Leş gibi kusmuk kokusu birden
yüzüne çarpmış, içine dolmuştu Günsel'in. Az kalsın kendini tutamayıp o da
kusacaktı. En iğrendiği şeydi. Kenan düşecek gibi oluyor, öğürtülerle sarsılarak
sürekli kusuyordu. Günsel dönüp iki koluyla belinden sardı, güç tutabiliyordu
yine de. Sıcak, yapış yapış bir şeyler duydu sağ elinde. Kusmuklar eline, koluna
bulaşmış olmalıydı. Tiksintiyle öğürmek geldi içinden. Yine güçlükle tuttu
kendini. Teyzemin altım temizlemek, oturağını boşaltmaktan daha pis değil ya!
Pis bir yanımız var işte; ya içimizde, ya dışımızda! Kenan ağır, kesik
solumalarla doğruldu, açılmış olmalıydı biraz. Yürümeye başladı. Günsel tek elle
sardı belini, kapıya geldiler. Kenan kapının yanındaki duvara yaslandı, başını
dayadı. Günsel anahtarı almak için demin Kenan'a sarılırken sağ bileğine taktığı
çantasını açmak istedi. Çanta da kusmuk içindeydi. Yine güçlükle tuttu kendini
öğürmemek için. Vıcık vıcık elleriyle çantayı
açıp anahtarı buldu. Kapıyı açtı. Kenan artık tek başına yürüyebiliyordu.
Günsel'in yardım için uzattığı kolunu tutmamıştı. Otomatiği yakmadan, karanlık
merdivenlerden yordamla çıkıyorlardı. Üçüncü kata geldiklerinde Kenan yine
kusmaya başladı. Başını duvara yaslamış, iniltili solumalarla, öğürtülerle
kusuyordu. İç bulandıran kusmuk kokusu birden sarmıştı bütün 426 merdivenleri.
Günsel düşer korkusuyla Kenan'a hemen sarılıver-miş, korkuyla bakınmaya
başlamıştı. Şimdi bir kapı açılıp birileri çıkacak. Bağırıp çağıracaklar,
karakola gidilecek. Fuhuş yuvası yaptınız burayı! Böyle durumda muayeneye
gönderirlermiş kızları. Hele polisin eline bir düştük mü, tamam. Belki de
gazetelerde: Bir fuhuş yuvası basıldı! Utançla ürpermeler geçirdi birden.
Kaçacaktı nerdeyse. Kenan'ı bu durumda bırakıp kaçmayı mı düşündün? Çok
aşşağılıksın. Düşünmedim. Kaçar mıyım? Duvara yaslanıp bitkin duran Kenan'a daha
sıkı sarıldı. Aşağıdan bir kapı sesi ile donup kaldı birden. Sokak kapısı
açılmıştı. Birileri girdi. Ayak sesleri... Otomatik yandı. Kenan'ın bitkin yüzü,
merdivenlerdeki kusmuklar, her şey önemini yitirmişti. Çabuk çıkmalıyız. Kenan
da anlamıştı, kımıldadı, sürüklenircesine merdivenleri tırmanmaya başladı.
Kusmuklara basarak çıkmışlardı. Otomatik söndü, ayak sesleri aşağı kadardan
birinde durdu. İçeri girip kapıyı kapattılar. Işıklar yine sönünce Günsel'le
Kenan da kapıya gelmişlerdi. Günsel çabucak açtı, kaçar gibi daldı içeri,
Kenan'ı da çekti. Kapıyı kapattı. Korkunç bir fırtınadan sütlimana sığınmış bir
gemiydi. Fırtına limana da saldırır gibi oldu birden. Ayak izlerimiz var kapıya
kadar. İnip merdivenleri te-mizlesem mi? Kapıcıya para veririm yarın. Kenan
verir. Kusmuk -lu pabuçlarını çıkarıp kapı yanına bıraktı. Kenan'ın paltosunu
çıkardı, koltuğa oturttu; çöktü önüne, bağlarını gevşetip pabuçlarını çıkarttı
onun da. Kusmuklu pabuçlardan gelen kokuyla yine öğürecek gibi oldu, tuttu
kendini. Kalkıp camı açtı. Banyoya gidip şofbeni yaktı. Muslukta ellerini
yıkadı. Anasonlu kusmuk kokusu burnundan gitmiyordu bir türlü. Mantosunu çıka-
rıp banyoya astı. Silmeli. Salona geldiğinde Kenan başı koltuğun kıyısında,
gözleri kapalı öylece duruyordu. Yaklaştı yavaşça: -— Haydi Kenancığım, dedi.
Bir çaba daha. Hadi canım... Aklına geldi birden. Limon kolonyası olacak. Koşup
yatak odasından aldı şişeyi, salona gelirken ellerine doldurup burnuna çekti,
yüzüne, şakaklarına sürdü. Ferahlamıştı. Kenan'a yaklaştı, onun da şakaklarına
sürüp ovalamaya başladı. Saçlarını, ensesini 417 boynunu kolonyayla ovaladı bir
süre. Kenan gözlerini açıp baktı. Daha bir ilişki kuramamaştı sanki. Gülümsedi
Günsel.
— Benim sarhoş sevgilim, dedi. İçki yasak sana artık. Görürsün!
Kenan hiç duymamış gibi başını çevirdi; bir şey söylememeye yeminliydi sanki.
Yavaşça kalktı, Günsel'in yardım etmesine kalmadan koridora yürüdü. Tuvalete
gidecek sanmıştı Günsel, biraz uzaktan izliyordu. Kenan sallanarak yaptığının
bilincinde olmadan ceketini çıkarıp yatak odasına geçiverdi. Günsel peşinden
girdiğinde, ceketini yere atmış yüzükoyun düşer gibi karyolaya bırakıvermişti
kendini. Hemen de gözleri kapalı kalmıştı öylece. Günsel ne yapacağını bilemeden
baktı bir, yavaşça yaklaştı. Uykuya mı daldı? Gerçekten de biraz sonra yavaştan
horultularla uyumaya başlamıştı Kenan. Eğilip yerdeki ceketi aldı, duvardaki
askıya astı. Pantolonunu çıkarmayı düşündü bir; vazgeçti, beceremeyecekti. Ağır
ağır yaklaşıp karyolaya, Kenan'ın yanına ilişti. Yüzünün sağ yanı yastığa,
teslim olmuş gibi yarım kaldırdığı iki kolu yatağa yapışık, hafif horultulu
solunumla bütün bedeni ağır ağır sarsılan adamı incelemeye başladı. Kenan bu.
Seviyorum bu adamı... Gerçekten seviyor muyum? Sorulacak şey mi? Niye başkası
değil de bu? Ne bileyim. Rasdantı belki de. Belkisi filan yok, düpedüz
rasdantı... O gece meyhanede karşı -laşmasaydık... Söyle, utanma... Daha mı iyi
olacaktı? Saçmalama... Üzgünüm belki... O kadar. Yaşamımın bir parçası filan da
değil, kendisi o rastlantı!.. Demek rastlantı değil... Evli, çocuklu bir adamla
mı olmalıydı ille? Söze bak! Ben mi istedim evli, ço-
cuklu olmasını? İşte bu rastlantı!.. Patladındı! Erkeksiz duramaz miydin? Neden
durayım? 23 yaşındaki kızın erkek istemesinde ne terslik var? Öylesine yürekten
seviyorum ki! Acıma bile karışıyor içine!.. Hiç değil... Olabilir... ÜrT...
Yıkıntıya benzer bir yorgunlukla Kenan'ın yanına uzanıverdi yavaşça. Bir şeyler
ört-sem, üşüyeceğiz... Sıcak burası... Soyunmadan yatmak da... Bir-41 g den
uykuya daldı. Sabahın alacakaranlığında ürpermeyle gözlerini açınca anlamsız,
yadırgı bakındı önce. Yalnızdı karyolada... Nedenini bilmediği bir korkuyla
doğruldu. Kenan'ın ceketi duvarda, dün gece astığı yerdeydi. Korkusu dağılmıştı.
Kenan kapıda göründü. Aka çalan san yüzündeki yara bere izleri gün ışığında yer
yer daha belirliydi. Islak, dağınık saçlar, uzamış tıraş, kıvrılmış beyaz yaka,
kara halkalar ortasındaki bu buz gibi sağlıksız yüzü iyice yabancılaşmıştı.
Günsel yaklaşan Kenan'ı sevgi ile karşılamak ister gibi davranışla gülümseyerek
kımıldadı.
— Günaydın, dedi. Korktumdu ayılamayacaksın diye... Anlat bakalım şimdi...
Kenan karanlık bakışlannı Günsel'den kaydınverip duvara yaklaştı, ceketini aldı,
giyinip odadan çıkarken, Günsel'in ner-deyse tanıyamayacağı kısık bir sesle:
— Ayılmamahydım, dedi.
Günsel bir an şaşkın bakakaldı. İyice kafasını takmış. Nasıl etsem de
bağışlatsam. Ne olur pisi pisine geçip gitmese bunca güzel saatlerimiz. Pek
haksız da değil! Apaçık olmalıyım artık. Serinkanlı olmalıyım. Anne olup
kandırmalıyım bu akılsız çocu-. ğu. Dosdoğru konuşmak gerek. Tuvalete girdi,
bir-iki su vurdu yüzüne, çabucak havluyu aldı, kurulanarak salona geçti. Kenan
arkası odaya dönük, penceredeydi. Kımıldamadan duruyordu. Dışanlara mı bakıyor,
yoksa içindeki... Günsel yaklaştı. Şakaya getirmek ister gibi yavaşça:
— Gerçekten de ayılmak istemiyorsun galiba? dedi. Kenan birden döndü. Yüzü
karmakanşıktı. Günsel ürker gibi oldu. İyice bozulmuş bu. Sağlıksız... Yüzü
gerilmiş, dudakla-
rı titriyor gibiydi Kenan'ın. Aynı karanlık bakış, kısık sesle boğulur gibi:
— Ayık nasıl dayanılır senin aşşağılık, çirkef yalanlanna? dedi.
Günsel sarsıldı. Toparlanmaya çalıştı, olmuyordu. Kızmamam gerek. Bu benim
akılsız çocuğum... Bu terbiyesizliğe de nasıl dayanmalı...
— Kenan... dedi yavaşça...
Bir sözle, yumuşak bir davranışla durulmak şöyle dursun, kışkırtmıştı sanki
Kenan'ı. Bas bas bağırmaya başladı birden:
— Kenan'ı ne yapacaksın sen? Yeter mi sana bir Kenan? Budalanın biri Kenan.
Kandırmaktan kolay ne var? Canın istedi mi teyzenin konuklan olur... Ağbinin
işçi kardeşleri olur. Polisler olur. Kenan yutar nasıl olsa...
Dili tutulmuştu Günsel'in. Başkaldırma duygusuyla suçluluk öylesine tez yer
değiştiriyordu ki en ağır aşağılama sözlerine bile ne tepki göstereceğini
kestiremiyordu. Kenan deli gibiydi. Soluyarak yaklaştı, sağlıksız gözlerini açıp
dikti Günsel'e:
— Söyle, diye bağırdı, biraz onurun varsa doğruyu söyle. Dün akşam kiminleydin?
Günsel toparlandı:
— Önce terbiyeli ol, dedi kısık bir sesle, sonra benden karşılık bekle.
Kenan bütün kabalığıyla bağırdı:
— Sen mi bana terbiyeden söz ediyorsun be? Ahlaksızlık ediyor, sonra da terbiye
ha...
Günsel'in direnci kalmamıştı artık. Gözleri karanyordu sanki... Denetiminden
kaçıvermiş sözler kendinin de tanımadığı bir sesle ağzından dökülüverdi:
— Ahlaksız... İğrenç ahlaksızsın sen hem... Adi bayağı, ahlaksız...
Kenan'ın sağlıksız yüzü tanımayacağı kadar allak bullak oldu birden. Sağ kolunun
havaya fırladığını gördü, daha ne olduğunu anlayamadan suratında kocaman bir
tokat patladı Günsel'in.
Sarsıldı, sendeledi. Bir acı kaplamıştı içini, dışını, her yanını...
Ağlayacaktı, tuttu kendini, içinde öyle bir tiksinti doğuvermişti ki ağlamaya
direnç gösterecek kadar güçlenmişti birden... Soluk soluğa, yüzüne tükürür gibi:
— Aşşağılık, dedi Kenan'a...
Döndü, koşar gibi gitti banyodaki mantosunu aldı, çabucak giyinerek salona
geçti, çantasını kaptı, koltuğun dibindeki pabuçlarını geçirdi ayağına, kapıya
yönelince Kenan'ın dikilmiş olduğunu gördü. Soluk soluğa:
— Çekil... dedi.
Kenan kımıldamıyordu. Gözleri boştu, aynı sağlıksız biçimdeydi yüzü. Dudakları
kımıldadı belli belirsiz, hırıldar gibiydi:
— Gitmeyeceksin, diyordu. Bırakmayacağım... Hesap vereceksin!..
Günsel'in yüzü de karmakarışıktı, gözü hiçbir şeyi görecek
gibi değildi. Birden atıldı kapıya.
— Çekil diyorum sana it, dedi. Çekil...
Boş bulunmuş gibi birden sarsılmıştı Kenan. Böyle bir saldın beklemiyordu belki.
Kendini kapıdan savurmak isteyen GünsePi kollarında yakaladı birden... İtiş
kakış sallandılar bir-iki. Günsel:
— Bırak diyorum, diye bağırıyordu soluk soluğa... Bırak...
Çekil...
— Gitmeyeceksin, dinle beni...
Günsel daha da kızgın bir atılışla iyice sarstı, önce duvara çarptılar, sonra
bir-iki tökezlenip yandaki kanepenin dibine yığıldılar. Günsel'in direnci
azalmak şöyle dursun daha da artmış gibi fırlıyordu ki Kenan sımsıkı kucakladı
belinden. Güçlü kollarıyla kavramışa. Günsel çırpınmaktan başka bir şey
yapamıyordu. Soluk soluğa bağırıyordu yalnızca:
— Tiksiniyorum senden... Bırak beni diyorum. Aşşağılık... Kenan inler gibi:
— Dinle beni Günsel, dedi. Ne olursun dinle beni... Günsel'in bir şey duyduğu
yoktu...
— Bırak, diyordu sadece...Kenan daha sıkı sarılıp göğsüne bastırdı.
Yalvarıyordu artık:
— Gitme, ne olursun gitme, bırakma beni... Bağışla... Aşşa-ğılığım ben...
Biliyorum... Bırakma beni...
Günsel hiç duymamış gibi çırpınıyordu ki Kenan bambaşka, değişik, acılı bir
sesle tıkanır gibi:
— Hastayım Günsel, dedi... Bak yalvarıyorum...
Günsel ne yapacağını bilmeden çırpınmaya yavaşça bırakmış, bir an dönmüş Kenan'a
bakıyordu. Soluk soluğa kalmıştı... Kenan da soluk soluğaydı. Aynı acılı sesle
inler gibi:
— Ne olursun... Ne olursun... diyebiliyordu ancak...
Yan yana demin yığılıverdikleri kanepenin dibindeydiler. Günsel yenilmekten
korkar gibi birden sıçradı. Kenan'ın gevşemiş kollan arasından fırlayıp kapıya
attı kendini. Kenan umutsuz bir uzanışla kalıvermişti. Dışarı çıkıp kapıyı hızla
çekti Günsel. Merdivenlerden koşarak inmeye başladı. Basamaklara sıvaşmış dün
geceki kusmuklara basmamak için duraladı, üstlerinden atlarken bulantı duydu
içinde. Bu duralama, bu bulantı bir şeyleri değiştirmişti sanki. Hızını
kesmişti, düşünebiliyordu artık. Niye kaçıyorum? Bitti mi bu iş? Kalacak mıydım?
Nasıl biter? Niye böyle bitsin? Yoksa, sürecekti daha!.. Nasıl biterse bitsin...
Hastaymış... Ben de hastayım artık. Niye bıraktı beni. Kolları gevşe-yiverdi.
İyi ki gevşeyiverdi. Kurtulamayacaktım. Demir çember gibiydi. Kırıldı. Dişi
kınlmıştı annemin bir keresinde. Hem de yumrukla vurmuştu babam. Yalan
söylememişti ki o... Sadist herif. Ben yalan mı söyledim? Aşşağılık, ahlaksız...
Merdivenleri inip de apartamın kapısından çıkarken bir yaşlı kadına çarpacak
gibi oldu. Kadın yüzünü ekşiterek bakıyordu Kenan'ın dün akşam kustuğu yere. Yüz
yüze geldiler, kadın bir şeyler diyecekti sanki. Apartmanın pisliğinden,
kapıcıdan yakınacaktı belki de. Günsel geçivermiş, sokakta yürümeye başlamıştı.
Yüzüne çarpıp içine dolan serin havayla durulur gibi oldu. Dönüp apartmanın
kapısına baktı nedenini bilmeden. Sonra birden elindeki çanta-
ya takıldı. Silmemişti. Kusmuklar kurumuş, lekeler bırakmıştı deride. Çakılıp
kalıverdi. Yüzüne kan çıkmıştı birden. Çantayı açtı. Kenan'ın cüzdanı oradaydı.
Kızgınlıkla bağıracak gibi oluyordu; sevinecek ne vardı bunda? Ne sevinmesi?
Dönmem gerek. İşte bir bahane. Nasıl dönerim? Alıp gidecek misin cüzdanı? Hemen
gider işyerine bırakırım. Burak'a... Bugün pazar, biliyorsun? Bilmiyordum.
Unuttumdu. Dönmek gerek. Kapıcıyla gönderirim. Delirdin mi yoksa? Köşe başında
durdu. Elindeki cüzdana baktı. Açtı. Epeyce para vardı; yüzlükler, birkaç
ellilik, dün akşam kendi koyduğu üç onluk... Kartvizider, kâğıdar, bir-iki pul
vardı bir başka gözde. Bir de fotoğraf... Minicik bir kız resmi. Güzel, şipşirin
sırıtan. Zeynep bu. Bir süre daldı. İkili bir resimden kesilmiş olmalıydı. Belli
ki yanında bir başkası da vardı. Nermin'dir... Yağmur damlaları düşmeye başladı
resmin üstüne. Niye böyle sırıtıyor bu kız? Tadı kız... Cüzdanı koydu, apartmana
doğru yürüdü. Yağmur birden artmıştı. Koşarak girdi kapıdan. Merdivenleri
çıkmaya başladı. Burukluk vardı içinde, yıkılmışlık vardı, başkaldırma vardı, en
çok da korku vardı. Son kata çıkınca birden aklına gelmişti sanki, elini
tokadanmış yüzüne götürdü. Kenan'ın beş parmağının izini arıyor gibi yüzünde
dolaştırdı yavaşça. Ateş basmış gibi oldu. Kızgın, yakıcı bir yel yalayıverdi
içini. Niye geliyorum? Cüzdanı çıkardı çantadan anahtarı uzatıp yavaşça kilide
soktu; ses çıkarmasını önleyememişti yine de. Açtı kapıyı. Kenan demin yıkıldığı
kanepenin dibinde heyecanla bakakalmışo. Gözleri kıpkırmızı, yüzü yaş içindeydi.
Günsel'in dönüşü ile beklemediği bir mutiulukla ezilmiş gibiydi. Başını çevirdi
utanarak; elleriyle yaşlı gözlerini silmeye çalışıyordu. Günsel ne yapacağını
bilemeden kaldı. Acıma, küçümseme, yıkılma vardı bu kalışta. Biraz da sevgi.
Hadi bağışla. Bu yapmadı annesi; bir kötü çocuk vardı, o yaptı. Bağışla bu
kez... Kınlan onuru şımank inadını azdırıp duruyordu yine de. Nasıl yapayım?
Cüzdanı kanepe üstüne koyup çıkacaksın. Peki, ne diyeceğim? Zorunlu mu bir şey
demen?..
— Param yoktu, cüzdanından almıştım dün gece taksi için. Bende kalmış...
Kırık dökük söyleyiverdiği sözler her şeyi yıkıp değiştiriver-mişti sanki.
Parçalanıp yıkılanların onanlmasıydı. Kenan içini çeke çeke, anlamsız dönüp
baktı, ne diyor gibisine. Günsel cüzdanı yavaşça bıraktı kanepenin koluna, döndü
gidiyordu ki Kenan şaşkın, kırık, biraz da ağlamaklı bir sesle:
— Bunun için mi geldin? dedi.
Günsel duraladı. Başka ne için gelirdim sanıyorsun. Senin için mi? Ağır ağır
kapıya yürürken Kenan'ın aynı kırık dökük sesini duydu.
— Demek bırakıyorsun beni...
Öyle içten, öyle duygulu söylenivermişti ki... Günsel durdu, döndü. Kenan
kendini tutamadı, dönüp birden kanepeye kapandı, hıçkıra hıçkıra ağlamaya
başladı. Bir duyarlık dalgası saldırıp kuşatıvermişti Günsel'i de. Gözleri
dolacaktı ki tuttu kendini. Nasıl bırakıp giderim böyle? Sevdim bu adamı.
Sevdim; var mı, seviyorum işte. Seviyorsun da bu küçük-burjuva onurun ne oluyor
peki. Ağır ağır yaklaştı Kenan'a, ne diyeceğini bilemeden kaldı bir, sonra kırık
dökük bir sesle:
— Yakışmıyor sana, dedi. Kendine gel...
Kenan kendini tutamıyor, bir şeyler söylemek istiyor, bece-remiyordu. Yanına
sokulmak, Kenan'ın omuzlarından tutup sarsmak geliyordu içinden. Pencereye
yürüdü, dışarıya daldı. Kenan kırık, utançlı bir sesle,
— Yaptığım hangi şey yakışıyor ki bana? dedi.
Günsel başkaldırmayla doldu birden. Ne zırlayıp duruyor bu herif?.. Ne biçim
erkek bu? Kenan aynı hıçkınklı sesle ekledi:
— Tiksiniyorsun benden biliyorum. Ben de tiksiniyorum... Biraz durdu, sonra
çekinir gibi yavaşça:
— Senin suçun yok mu bunda? dedi. Nasıl arkadaşsın sen? Birden yaralanmıştı
Günsel. Gerçekten suçlu değil miyim?
Nasıl arkadaşım ben? Pişmanlığın yakıcı soluğu, kavuruverdi içi-
ni. Kenan'a dönmek istedi, güç tuttu. Külrengi gökte minicik bir uçak vardı. Bir
sövgü, bir tokatla çiğneyip geçebileceğin birine nasıl bağlandın? Aşağılık bir
küçük-burjuva tutkusu muydu bu? Devrimci bağ değil miydi? Biraz kendini
küçümsesen! İçten, yürekten her şeyiyle bu adam. Seviyorum bu adamı. Bu çocuğu!
Omuzlarından çekip döndürmek, gözyaşlarıyla yıkanmış 424 yüzünü öpmek gerek.
Böyle yapmak istiyorum işte. Döndü, yaklaştı, ilişti yanına. Kanepeye yüzükoyun
kapanmış ağır ağır içini çekerek duran Kenan'a bakıp kaldı bir süre. Uzanamıyor-
du bir türlü. Kenan da davranmaktan, dönüp bakmaktan sıkılıyordu belli ki.
Kalktı yavaşça, yüzünü göstermeden, arkası dönük, ağır ağır yürüdü, tuvalete
girdi. Musluğu açmış, yüzüne su çarpıyordu gürültü ile. Her şeye bir durgunluk,
tutsaklık çökmüştü. Günsel de kalktı yavaşça, kapıya baktı, aralık kalmıştı,
ağır ağır gidip kapattı. Yine de çıkmayı düşünüyormuş gibi bir süre durdu
önünde. Omuzlarından bir yük vardı, çökmüşlük duyuyordu. İsteksiz kımıldadı,
çantasını bıraktı kanepeye, mantosunu çıkardı, astı. Pabuçlarına baktı, pek de
kirli görünmüyordu. Kusmukların sıçradığı bir-iki yerde belli belirsiz izler
vardı, o kadar. Su sesi kesilmişti içerde. Yatak odasına doğru yürüdü. Kenan
havluyu yüzüne bastırarak tuvaletten çıkmış, yatak odasına giriyordu. O da girdi
peşinden. Kenan'ın önleyemediği iç çekişleri kısa kısa sürüp gidiyor, sırtı,
omuzlan, kısa aralıklarla belli belirsiz kımıldıyordu. Ardından yaklaştı Günsel.
Şimdi ne yapacaktı? Kenan elindeki havluyu fırlatıp attı karyolaya, döndü
birden. Yüzünde yine karışıklık vardı. Dimdik, düşmanca bakmaya başlamıştı. Bir
şeyler diyecek, olup bitenleri bütün taşkınlığı ile yineleyecekti sanki. Sönük
gibi duran gözleri kıvılcımlaş-tı, bir şeyler söyleyecekti. Belli etmediği bir
korku geçirdi Günsel. Bağıracak mı yoksa? Günsel gülümsedi yavaşça, yüzünü
döndürüp sağ yanağını gösterdi; sesinin tonunu, bakışlarını, doğal biçimde
alaycı göstermedeki beceriksizliğinden kızararak: — Hadisene, dedi... Bir tokat
da buraya! Elin alışmışken...
Kenan duymamış gibiydi; aynı biçimde kaldı bir süre, sonra birden Günsel'i
suçlar gibi:
— Nermin'le yattım ben, dedi.
Günsel önce anlamamıştı. Yüzündeki gülümseme yavaşça do-nuklaşıverdi. Nermin'le
mi yatmış? Bütün anlamlara yabancılaşmıştı. Yüzündeki yara izleri bu adamın...
Demek araba çarpınca... Yavaşça döndü. Yatak var şuracıkta, niye yatmıyorum ki?
Bir-iki adım attı, yorgun bıraktı kendini karyolaya, ayaklan yerde, sırtüstü
uzandı. Niye döndüm? En iyisini yapmışım gitmekle. Hiç de öyle durmuyorsun...
İçine doluveren bu azgın istek neden? Saçma; istek filan yok içimde. Kenan
yaklaştı, ayakucuna ilişti yavaşça. Onun da omuzlan çöküktü, yorgundu. Gözleri
yerde bir noktada kaldı bir süre, sonra ağırdan mini mini bir sesle:
— Belki de hiç sevmeyeceksin beni artık. Anlamadın ki beni. Benimki deli sevgisi
sana karşı. Erişemiyorum... Hep yitiriyo-rum seni... Kirliyim de şimdi,
iğrencim... Kendime güvenim de kalmadı... Kuşkular içinde... Uff...
Sonunu getiremeyip kesti... Yine ağlamaktan mı korkmuştu? Bütün bu söylenenler
Günsel'e değmeden geçivermişti. Kenan'a bakıyordu o. Zavallı bir küçük-burjuva
bu. İyi adamcağız!.. Bu da senin sövgün işte... Küçük-burjuvalığı nerden? Yiğit
adam bu... Çelişkiler içindeyse onun mu bütün suç? Ben Sermet'le aynı evde, aynı
odada, aynı yatakta yatmak zorunda olsaydım yapmayacak mıydım? O şimdi de bir
şeyler yaptığımı sanıyor. Demek... İğrenç...
— Konuşsana, dedi Kenan... Dönmüş Günsel'e bakıyordu.
— Bir şeyler söylesene... Söv istersen... Kov beni... Döv... Günsel bir şey
demeden bakıyordu sadece... Kenan kınk dökük bir sesle:
— Yoksa bunları yapacak gücü bulamıyor musun kendinde? dedi.
Niye sürekli suçlar bu adam beni. Niyesi kaldı mı?
Günsel yavaşça:
— Toplantıdaydım dün gece, dedi. Telefonda söyleyemezdim.
Bir şeyler daha diyecekti, sustu. Bunları söylemek de gereksiz aslına bakarsan.
Kuşkulanıyormuş. Kuşkulansın. Acı çeksin. Beni başkasının kollarında düşünüp
delirsin isterse! Ne aşşağılık 426 karısın sen! Aşağılığım, ne yapalım?
— Beni de götüremez miydin?
Kenan dönmüş, çekingen, suçlu, çocuksu, hem de en sert suçlamaya kayıverecek
bakışı ile GünsePe dikmişti gözlerini. GünsePin içinden bağırmak geldi birden.
Bağırmak, sövüp saymak belki. Ya ağlamaya başlarsam. Şu herif gibi, zırıl
zırıl... Ne gülünç adam bu!
— Neyim diye götüreyim seni?
Söyledikten sonra pişman olmuştu. Şimdi aşağılaştım işte. Uzanıp Kenan'ı öylece
yanına sarkmış duran elini aldı, söylediklerini bağışlatmak ister gibi yavaşça
okşadı, bir şey demesine bırakmadan ekledi:
— Saçma şeyler çıkardın durup dururken. Kazayı anlat. Merak içindeyim. Nasıl
oldu?
Kenan öylece bakıyordu.
— Kaza filan değil, dedi birden. Günsel şaşırmış gibi bakıp kaldı.
— Kaza değil mi? Ya!
Bir türlü adını koyamıyordu sanki olayın.
— Kavga ettik, dedi Kenan.
Günsel yavaşça doğruldu. Gözleri, merak içinde olduğu her zaman gibi
parlayıverdi sanki. Dudaklarını uzatır gibi durdu bir, sonra:
— Söylesene, ne kavgası? dedi. Nerde, kimle kavga ettin? Söylesene.

Kenan göz göze gelmekten kaçıyor gibi bakışlarını kaydırdı, başını çevirdi,
öylece baktı, sonra:
— Meyhanede, dedi yavaşça.
— Meyhanede mi? Kimlerle?
Kenan tamamlamakta güçlük çekiyordu, daha da çekingen bir sesle:
— Yabancılar, diyebildi.
Günsel yavaşça kalkıp yanına oturdu Kenan'ın. Demin tuttuğu elini, avuçlarında
sıkıp okşamaya başladı iyice.
— Nasıl yabancılar? dedi. Amerikalılar mı?
— Amerikalılar!
Kenan, yüzünün görünmesinden korkar gibi başını iyice çevirdi. GünsePin
avuçlarında sımsıkı tuttuğu elini de çekmek istedi. Günsel daha sıkı tuttu
elini, sokuldu Kenan'a.
— Anlatsana, dedi. Niye duruyorsun?
Kenan tedirginlikle kımıldadı, yutkunur gibi durdu, önüne baktı.
— Ne var anlatacak? dedi yavaşça. Çok sarhoştum. Ne olduğunu bile çıkaramıyorum
doğru dürüst. Senden ayrıldıktan sonra çok içtim...
Bir sessizlik oldu. Günsel başını önüne eğmiş, suçlu suçlu duran Kenan'a
sımsıcak bir gülümsemeyle bakmaya başlamıştı. Ta içinde dolup taşan bir şeyler
vardı. Okşadığı elini alıp dudaklarına götürdü. Her zaman yaptığı gibi yüzüne
sürdü yavaşça. Artık Kenan'ı bekliyordu. — Hangi meyhanedeydin?
Kenan karşılık vermekten acı duyuyordu besbelli. Günsel dö-vülmüşlüğün getirdiği
bir duyguya yordu bunu. Kenan'ı çekti yavaşça, kollanm boynuna doladı ağır ağır;
uzandı, gözkapağından alnına doğru yürüyen bir yara izini öptü. Kenan ne
edeceğini bilmez gibi kalmıştı. Günsel şaşırdı. Yanlış bir şey mi yaptım? Niye
sımsıkı sarılıvermiyor bana... Bir oyun mu yoksa bu? Kenan acılı bir şeyden
kaçar gibi ayağa fırladı. Günsel de çekilmişti. İrkilir gibi olmuştu birden.
Kenan soluyarak kaldı bir süre, ağır ağır yaklaştı Günsel'e yüzündeki çöküntüyü
göstermekten çekinmeden,
— Yalan söylüyorum sana, dedi. Amerikalılar filan yalan. Anlamıyormuş gibi
bakakalan GünseFe biraz daha sokuldu.
— İşçiler, işçiler dövdü beni. Anladın mı şimdi?
Bir şeyler sezinler gibi oldu Günsel, çözüme varmaktan uzaktı.
— Nerde gördün işçileri? dedi.
428 — Aralarına gittim. Zeytinburnu'na...
Sonunu getiremiyor gibi oturdu Günsel'in yanına, demin yaptığı gibi gözlerini
yere dikip kaldı. Günsel sevgiyle, biraz da acılıkla gülümsedi. Kenan önce göz
ucuyla yoklar gibi baktı, sonra alınganlıkla döndü Günsel'e. Üzgün, kırık dökük:
— Gülüncüm değil mi? dedi. Her şeyimle gülüncüm. Günsel aynı sevgi dolu
gülümsemeyle uzandı, elini aldı, sım-
sıcacık avuçlarında sıktı. Söyleceği şeyi bulamamış gibiydi.
— Gülünç de olur insan, dedi. Ne yapalım?
Sonra Kenan'ı kırmaktan çekiniyormuş gibi bastırmadan ekledi:
— Dayak da yenir.
Bir sessizlik oldu önce. Kenan, Günsel'in sözlerini sindirmek, iyice anlamına
varmak içinmiş gibi önüne baktı bir süre, sonra döndü. Günsel sevgi dolu
gülümsemesini yumuşacık bir şakaya dönüştürdü birden.
— İyi etmişler, dedi. Ellerine sağlık. Kötü bir şey yapar mı onlar?

Kenan birden uzandı, sımsıkı kucakladı Günsel'i. Kenan öpmeye çalıştıkça, Günsel
başını arkaya atıyor, kaçınyor, gülüyordu.
— Bırak azıcık konuşalım. Nasıl dövdüler?
Kenan boynunu, göğsünü, çenesini, yüzünü öpücüklerle donatmaya başlamıştı.
İnliyor gibiydi.
— Bir tanem benim... Deli gibi seviyorum... Ne olursun... Ne olursun... Benim
birtanem...
Gülüyor,
— Dur, diyordu Günsel. Dur... Nasıl dövdüler onu anlat.
— Canım benim, her şeyim benim. Bağışla beni, ne olursun bağışla beni. Deliyim
ben. Aptalım. Ayrılmayalım burdan. Bırakma beni! Ne olursun!
Kenan öpücüklerle yatağa uzauvermişti kıkır kıkır gülen kızı. Bir bahar
coşkusunda arınır gibi gülüyor, gülüyordu Günsel. Gözleri yaşarmıştı. Gülmesi
kesildi yavaşça. Sımsıcak isteğe battı birden. Kenan'ı kollarıyla kuşattı. Hay
Allah, bu adam!.. İşçiler de dövmüş... Neyim diye tanıyatım bu adamı?..
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Bunca acılar birikir de bir yere varılmadan olur mu?..
1960'ın Nisan'ına da varıldı, iyiden iyiye sallanıyordu Türkiye. Taa derinlerden
geliyordu titreyiş. Muhalefet, partilerden, parlamentodan çoktan taşmıştı,
yığınlardaydı. Uzak yol kamyon şoförlerinin, dolmuşçuların ağzındaydı kenderde;
ana avrat söv-gülerindeydi. Şoförün ağzına düştün mü Türkiye'de bittin. Türkü
etmişti herif cezaevinde candarma kulübesine karşı: Avrat dedin mi, Hamiyet
Yüceses, oğlan istersen Adnan Menderes!.. Halkçı mısın, Demokrat mısın? Görünen
buydu. Başka şey de görülsün istemiyorlardı ya, kötü kapışmışlardı. Bastırdıkça
bastırıyor Demokratlar. CHP milyoneri Vehbi Koç'u kırk yıllık partisinden
ayırdılar. Tanrı şaşırtmasın!.. Yasalar uygulanmıyor-muş, asıl nedeni buymuş
derdin; partizanlık sarmış her yanı. İspat hakkı, çifte meclis, bir de özgürlük
diyordu muhalefet. Mart sonunda, Kayseri'de, Yeşilhisar'da, vilayete zorla
girdiler diye
CHP'liler üstüne ateş açıldı, 17 kişi yaralandı. Mart ayı bütün dertlerini
bırakıp Ramazan Bayramı ile çekip gitti. 2 Nisan'da İnönü Kayseri'ye vardı.
Trenini Himmetdede'de durdurdular. Olay büyüdü. Bir sürü kavga, gürültü... Üç
saat sonra yolu açtılar. Kayseri'ye girebildi İnönü. Ertesi günü yapılacak
Kayseri CHP İl Kongresi'ni yasakladılar. İnönü, Yeşilhisar yoluyla Ankara'ya
dönecekti. İncesu'da dokuz saat bekletildi İnönü. Sonunda kente sokmadılar.
Yeşilhisar yolundan Ankara'ya döndü. Ordu da için için kaynıyor, diyenler vardı
ya, söyleyenin de, dinleyenin de inanacağı gelmiyordu pek. Fısıltı gazetesi
başladı mı millette laf mı eksik?.. Yalnız, Kayseri olaylarında, ordunun
politikaya karıştırılmasından üzüntüye düşen bir kurmay albayla bir kurmay
binbaşının emekli edildiğini yazdı gazeteler. Daha ocakta Menderes, muhalefetin
zorbalık yoluna saptığını, dünyayı başlarına yıkacağını söylüyordu. CHP 11
gensoru önergesi vermiş, hemen hepsi geri çevrilmişti. "Gideceksiniz," diyordu
İnönü. Nasıl gideceklerdi?..
XIX
Mutluluk buysa, mutluydu Kenan. Gelip bazı geceler odasında sabahlamaktan,
sabaha da çoğu kez Zeynep'i bile görmeden çekip gitmekten başka ilişiği
kalmamıştı evle, Ner-min'le. Haftanın en az yarısı, geceleri Teşvikiye'de
GünsePle, kimi de Günsel'siz geçiriyordu. Zeynep'e karşı da bir soğukluk vardı
içinde. Bir sabah gelip kahvaltıda sarılmıştı Kenan'a. O da kucaklayıp öpmüştü
ya, sevimli komşu çocuğunu öper gibi. Yine de bir burkulma duydu yüreğinde.
Zeynep'in de eski sıcaklığı kalmamıştı, bir şeyler sezinliyordu; belki
sezinlemekten de öte, kavramıştı olup bitenleri. Nermin'in söylemiş olacağını
sanmıyordu. Düzeni korumak kadar, annesinin, Zeynep'in düşlerini de
korumak göreviydi onun. Rasim'le de iş ilişkileri ilerliyor olmalıydı. Pek
bilmiyor, öğrenmek de istemiyordu ya, ara sıra kulağına çarpan
telefonlaşmalardan, Rasim'le salona çekilip bir şeyler konuşmalarından
çıkarıyordu.
Ne bok yerlerse yesinler!.. Bana açmasınlar da... Öğrenmekten korkuyordu olup
bitenleri. Sürekli kaçış içindeydi. Mutluluğumuza saldıracaklar, izin vermemek
gerek sokulmalarına. Gün-sePle oldu mu yürekliydi, her işin üstesinden gelecek
güçteydi. Öyle doğru yargılara varıyordu ki olayları değerlendirirken, gittikçe
artan saygı ile dinliyordu Günsel de. Tıpkı ağabeyini, 436 Hasan'ı dinlediği
gibi. Atma!.. Daha o kadar değil ya, olacak. Hasan'ın verdiği büyük savaş,
geçirdiği acı deneyler nerde, sen nerde?... Bunları ayıramayacak kadar kör mü bu
kız? Sonra, o işçi. Gel de bozulma bu işçi, aydın ayrımına... İşçiymiş... Benim
de kafam çalışıyor, okuduk bunca yıl. Bilinç sınıftan daha mı az önemli?..
Bilinci sınıftan ayırmaya mı kalkıyorsun?.. Peki ne oldu o okudukların?..
Amaaan!.. Günsel'den ayrılıp da eve girdin mi birer ikişer ortaya çıkan,
depreşen kuruntular, korkular, kuşkular hangi bilincinden geliyor? Bu yıkılası
evden. Ne olacak, nereye varacak bu iş?... Daktiloya çekilmiş bir kitap
getirmişti Günsel bir gün. içerde çevrilmiş bir ekonomi - politik. Birkaç
haftalığına tütüncülerden (eski devrimci tütün işçilerine öyle diyorlardı)
almış, okuyup geri vereceklermiş. Çoğaltsak da bize de kalsa demişti Kenan. Bu
kadar kısa sürede olacak şey değildi. İkisi de çabuk yazamıyordu makinede.
Nermin çok çabuk yazar demişti Kenan söz arası; öylece çıkı-vermişti ağzından.
Birden toparlanmış, alındı mı gibisine yan gözle yoklamıştı Günsel'i, hiç oralı
değildi o. Umutlanmıştı bile:
— Yaptırabilirsen ne iyi. Ancak şakaya gelmez. Çok su kaldırır bu iş. Yanmam da,
pisi pisine içeri tıkılmak kötü.
O günden beri kafasına takılıyordu Kenan'ın. Ele verir mi Nermin? O kadar da
değil. Niye değilmiş? Şimdi kalkıştığı işlerin hangisini yakıştırdın bu kadına?
Rasim'e söyler, o ele verir. O kalın kaşlı polis de uyumuyor ya, geel, diyecek,
nerde kaldın bunca yıl? İki tokada da kurtulamazsın. Tırnak söküyorlarmış.
Falaka en azı. Yüreksiz herif. Öyle yürekliyim ki... Günsel de
övünecek benimle. Zeynep de... At bakalım... Düşle parlak işleri!.. Hem ne
yapıyoruz ki? Bir şeyler yapacağız nasıl olsa. İki satır yazı yazanları bile
tıkıyorlar içeri. Geçen hafta iki gazeteci daha hüküm giydi Ankara'da. Beyhan
Cenkçi, Oktay Verel. Yazı yazmışlar. Ahmet Emin bile içerde be!.. "Şu bizim
dönme dolap Ahmet Emin... Vatanı beş kuruşa satmadadır." Neyzen yazmış derlerdi.
Dönme dolap da kodeste. Vatan satıcıları da anla- 437 şamıyorlar demek.
Hangisi çok fiyat kırdı ki? Herkesin fiyatını ne güzel açıklıyor şu ekonomi-
politik. Fiyatlar gizli kalsın diye yasaklıyorlar demek. El altında, çevrilmiş
başka kitaplar da varmış, onlan da getirecekmiş Günsel. Bir felsefe kitabı
filan... Adlarını duyduğu şeylerdi çoğu Kenan'ın. Günsel hepsini okumuştu.
Kenan'a yardımcı oluyordu takıldığı yerlerde. Emperyalizm bölümünü de birlikte
okuyacaklardı bu cumartesi öğleden sonra. Günsel belki yeni kitaplar da
getirecekti. Yaman bir hafta sonu, pazartesi sabahına kadar. Cumartesi bir toz
bulutu kaplamıştı bütün İstanbul'u. Çamur yağıyordu sanki. Doğal olmayan bir
şeydi, alışılmamış. Radyo uçak seferlerinin kaldırıldığını, toz bulutunun bütün
Marmara bölgesini kapladığını bildirdi. Pencereye yaklaştı Kenan, pis, kirli,
boz bulanık her şey. Oda karanlık. İrin gibi bir hava. Bu ne biçim İstanbul?
Kuruntular yaratıyor insanda. Kötü bir şey mi getirecek? Depremden kötü. Kapı
vuruluyordu.
— Ne var?..
Nermin'di. Rasim gelmiş, biraz konuşmak istiyormuş onunla. Tamam, Rasim gelir
işte!.. Şubat ayında Fransızlar atom patlatmıştı Büyük Sahra'da. Onun
döküntüleri olmasın?.. Yandık be... Bir gün bütün yeryüzü Hiroşima!.. Haritadan
siliniriz demişti Baba. Başka nasıl arınır pislik?.. Ne konuşacağım bu Ra-
sim'le?.. Rasim kahve içiyordu salonda. Nermin gelmemişti yanlarına,
ikisiydiler.
— Çıkacağım, dedi Kenan, çabuk söyle ne söyleyeceksen?.. Rasim kahvesinin son
yudumunu aldı, fincanı bırakırken:
— Ne o? dedi. Sabahtan mı buluşacaktınız Günsel Ha-
nım'la?
Öylece kalıvermişti Kenan. Demek... Vay namussuz herifi.. Peki nerden öğrendi?
Nermin de biliyor öyleyse. Rasim sigara yakarken, aklından geçeni anlamış gibi,
koridoru işaretle, yavaş sesle;
— Aptallık etme ulan, söyler miyim? dedi.
Sonra içine çekti dumanı şöyle bir üfleyip baktı Kenan'a.
— Arkadaşınım ben senin, düşmanın değil. Bir türlü anlaya-madın şunu
hıyarağası!..
Toparlanmıştı Kenan. Bir şeyler isteyecek. Şantajla başladı köpek. Nerden
öğrendi Günsel'i? Çok mu zor? Hele böyle bir tilki için. Herifin evinde
kalıyorsun be!.. Tilkilik neresinde? Polisten belki de...
— Bu muydu söyleyeceğin?..
— Ne söyledim ki?., dedi Rasim. Bana ne senin metresinden?
Kenan deli gibi fırlayacaktı birden, güç tuttu kendini. Titrek,
kısık bir sesle:
— Sıçarım ağzına, doğru konuş, dedi.
Rasim de şaşırmıştı. Böyle bir tepki beklemiyordu belli ki. Ne demişti ki? Baktı
öylece, şakaya gelir yanı yoktu Kenan'ın. Bilgiç, sinirli bir gülümseme ile:
— Yazık, dedi. Sen iyice keçileri kaçırmışsın oğlum.
Fırlayıp en ağır küfürleri yağdırmak geliyordu Kenan'ın içinden, sille tokat
girişmek pezevengin oğluna. Ağzını, burnunu kır herifin. Arkıdaşımmış. Değil
mi?.. Peki evi kim verdi sana? Alıverirse elinden ne yaparsın Günsel'le?
Boğulacak gibi oldu birden, bir ağırlık vardı göğsünde, içgüdüsel biçimde
kalktı, gitti, masadan bir sigara alıp yaktı. Senin gibi arkadaşın... Rasim
öylece bakıyordu. Bir soluk çekti içine Kenan, sonra ağır ağır pencereye
giderken:
— Arkadaş dediğin yardımcı olur, dedi. Senin gibi...
Sonunu getirememiş gibi sustu. Rasim yavaşça: — Söyletme beni, dedi, yardımcın
olmasam çoktan yok olmuştun sen.
Sokaktan gelip geçenlere bakıyordu Kenan. Boz bulanıktı Rasim'in Citroen'i.
Karşı apartmana giren bakkalın çırağı, kapıcının karısı, çocuğu, köşeyi dönen
bir satıcı, pencerede çirkin bir kız, her yanı kaplayan pis bulut... Herife bak,
bana yardımcı olmuş. Kocakarının arsasını sövüşlemekten ne haber?. Şimdi surda
Selim olsa da bir kapışsanız. Arsa yoluyla sırtımızdan devleti nasıl
kazıkladığını bir anlatsa o puşt, sen de...
— Otur şuraya da iki laf edelim, benim de işim var. Döndü, yaklaşıp karşısına
ilişti Rasim'in. Önüne bakarak sigarasını çekiyor, bekliyordu.
— Selim'in masalları etkilemiş seni. Nermin'le... Kenan sertçe kesti:
— Kimsenin masalı umrumda değil benim. Selim'inden de, Nermin'inden de başlatma
sabah sabah. Benden ne istiyorsanız onu söyle.
Kendini tutuyordu ya, Rasim de bozulacak gibiydi. Sigarayı tablaya bastıran
parmaklarında hafif titreme gördü Kenan. Ya evinden atarsa bizi?..
— Peki söyleyeyim. Yalnız şu şımarıklığı kes artık sen de. Bir sessizlik oldu.
Buz gibi bakıştılar kısa bir süre. Yavaşça
başını çevirdi Kenan. Rasim aynı soğuklukla ağır ağır:
— Bir-iki kâğıt imzalayacaksın, dedi. Nermin'e.
— Ne kâğıdı?
— İşleri yürütebilmesi için, kocası izin vermeden olmuyor. Yasalar böyle.
Ne diyeceğini bilemeden bir süre kaldı Kenan. Durumdan yararlanma geldi içinden.
— Ayrılacağız nasıl olsa. Uzatmasın da ikimiz de kurtulalım.
— Orasını bilmem, dedi Rasim. Hem o uzun iş. İmza tezden...
— imzalamazsam?
Söz ağzından kaçıvermişti sanki. Yavaş yavaş bir korku sarıyordu içini,
imzalamazsan evden ...tirir gidersiniz siz de! Ne yaparım? Yalvarır mıyım bu
herife? Rasim sessiz kaldı bir süre, sonra:
— Bende de sabır bırakmayacaksın sonunda, dedi.
Daha soğuk bir sessizlik çöktü birden. Ne yapacağını, ne diyeceğini bilemiyordu
Kenan. Kalkıp gitse mi? Yoksa... Yavaşça aldı Rasim:
— Biçimsel bir şey bu, o ki sen istemiyorsun, bırak da kızı istediği yolda
yürüsün. Sana ne onun işinden? Hani kadınlar özgürdü?..
Bayağı doğru söylüyor. Hay Allah...
— Şimdiye kadar ne yaptınız? Benim imzam olmadan yürüttünüz pek iyi...
Rasim suratını ekşitti.
— Hem ilgilenmiyorsun, hem de meraktan kurtulamıyorsun galiba. Ne yaptıysak
yaptık. Şimdi imzan gerek, o kadar.
Kenan kalktı birden:
— Şöyle bir kâğıt imzalarım, toptan... Kadın özgürlüğüne inandığım için
nikâhlım olan bu kadının yapacağı hiçbir işte benden izin istemesine gerek
olmadığını...
Rasim soğuk güldü, Kenan aynı soğuklukla baku.
— Recai ile konuş istersen. Başka bir türlü imza vermem. Recai, Rasim'in
avukatıydı, Kenan'ın da işlerine bakardı. Rasim aynı soğuk gülüşle:
— Olur, dedi, hamamın namusunu kurtarırız. Sonra yumuşamış gibi ekledi:
— Otur biraz. Bak ne iyi haberlerim var sana!
İyi haberler mi? Ne iyi haber olur bu herifte? Kenan ilişti koltuğa. Rasim
birden değişivermişti yine.
— Sana göre iyi, dedi.
Bir sigara yakarken tamamladı:
— Pezevenkler!..,
Kenan şaşkınlıkla bakıyordu. Kim pezevenkler? Bana göre iyi!-
— Seninki Moskova'ya gidiyor. Bir şey anlamıyordu Kenan.
— Kim benimki?..
— Adnan Bey, dedi.
Adnan Bey mi? Moskova'ya mı? Haa, Adnan Menderes... Nerden benimki oluyor?
Gerçekten önemli haber. Balondur...
— Moskova'ya gidince niye iyi oluyor benim için?.. Rasim bastırır gibi:
— E, yakın düşersiniz ne de olsa!., dedi.
Kenan kızgın baktı bir süre. Rasim seviniyordu sanki onun bu kızmasına.
— Onlar ne cehenneme gitse sizin için iyi olur. Hiçbir yerde yakın düşmez
bize...
Rasim daha da sevinmiş gibiydi.
— Ha şunu bilin, dedi birden. Düş payınız bile yok bu ülkede, hem hiçbir konuda.
Rasim'in alaylı gülümsemesi altında bir süre daha geçti öylece. Kenan'ın nasıl
olsa bir şeyler diyeceğini biliyor, bekliyordu sanki.
— Nerden çıktı bu şimdi? Gazetelerde bir şey yok.
— Bombası patlar yakında. Gizli tutuluyor.
— Sen nerden duydun?..
Ne sorup duruyorsun bu hergeleye? Kasılmasına bak şunun.
— Haber doğru, dedi Rasim. Doğru da, bakalım nereye varacaklar?.. Kötü
gidiyorlar.
Dilinin altında bir şey var bu herifin. Atıyor belki de... Bayılır böyle
oyunlara. Ankara'dan!.. Öğrenmesine öğrenir de... Nasıl öğrenir bu kadar
gizliyse?.. Bu herifte bir bokluk var ya... Nermin girdi içeri, kolundaki saate
bakıyordu. Rasim'e yaklaştı.
— Anneme telefon açayım mı? dedi. Bekliyor kadıncağız.
Rasim bir şey dememişti daha, Kenan kalktı hemen, tek söz etmeden, kaçar gibi
çıkıp çekti sokak kapısını. Rasim'le Nermin şaşkın bakmışlardı ardından.
Sokaktaki irin gibi tozlu hava bile iç açıcı, tatlı gelmişti Kenan'a. Anası,
danası buluşup yesinler ne bok yiyeceklerse. Kursunlar ortaklıklarını,
soysunlar. Şimdi Rasim, Nermin'e anlatır, imza işi oldu, verecek. Rasim'le
Nermin 442 Şimdi... Bir duygu belirmeye başladı içinde. Evde kimse yok başka.
Rasim'le Nermin... Gülecek gibi oldu. Hiç aklına gelmeyen bir şeydi bu. Öylesine
doğaldı ki Nermin'in kendisine bağlılığı. Hıyarağası... Hay Allah, bir de bunu
mu düşünelim? Ne bok yerlerse yesinler. Birden dönsem mi eve? Ne yapacaksın ya-
kalasan? Aldırmazlık edemiyorsun. E karın. Yapmaz Nermin, nasıl yapabilir? Sana
ne be! Hem ayrılacaksın, hem de bilmem nesine karışırsın. Bırak olsun, belki
daha iyi... Nesi iyi? Boynuzlu olmak mı?.. Hem de o Rasim puştuyla... Başkasıyla
olsa?.. Aşağılık küçük-burjuva seni. Anlat bunları Günsel'e. Günsel'i niye
söylemez Rasim, Nermin'e? Arkadaşınmış da... Belki de her şeyi biliyor Nermin
de. İkisi birlikte oynuyorlar. Şimdi yatak odasında. Zeynep'in odasında belki.
Ahlaksız herifin birisin sen aslında. Bütün düşüncen o iş. Al sana melodram!..
Vodvil bu. Karı, koca, âşık, bir de genç kız, bir de ufacık yavruları... Tüüü
Allah kahretsin, düştükçe düşüyor insan. Bu pis hava daha da karartıyor. Demek
atom patlayınca... Dolmuşta, yol boyu karışık duygular esip durdu kafasında.
İşyerine geldiğinde on biri geçiyordu. Burak kitap gösteriyordu birilerine.
Selam verip yukarı çıktı. Bir-iki telefona takıldı gözü, evi bir açsam mı?.. Ne
olacak açacaksın da?.. Telefon açılmakta gecikirse, anlayacaksın ki... Belli
olur mu hiç? Nermin'in sesinin tonundan?.. Telefon zırlamaya başladı. Birden hop
etti yüreği. İrkilerek uzandı. Günsel'di.
— Baba ağır hastaymış Kenancığım, dedi. Handan'ı götüreceğim ben, sen doğru
oraya gel istersen. Duruma göre kararlaştırırız orda. Olmaz mı?..
— Peki. Günsel bir durakladı; bir şeyler sezinlemiş gibiydi.
— Sen nasılsın akşamdan beri?
— İyiyim.
—1 Bir tuhaf geliyor sesin, yeni bir şey mi var?..
— Yoo, hiçbir şey yok.
— Hasta filan değilsin ya?..
— İyiyim canım, nerden çıkarıyorsun?..
— Haydi öperim. Hava ne pis değil mi?.. Belki de ondan. İçini karartıyor
insanın. Hoşça kal.
— Güle güle.
Kapattı telefonu. Niye Günsel'di? Niye Nermin değildi... demek istiyorsun. Daha
neler. İçindeki sıkıntı artmıştı. Hastalık çıktı bir de, ne güzel kapanacaktık
odamıza... Bencil herif! Senin keyfinden başka önemli ne var ki?.. Sevgin,
saygın Baha'ya, boş hepsi. Sımsıcak değil mi Günsel'in eti? Taş gibi.
Avuçlarında, dudaklarında. Sonra hemen o boşalım öncesinde yüzünde sıcak soluğu
ile içini çekerken... Biz Günsel'le bu hafta ekonomik - politik... Şimdi Nermin
de Rasim'le... Kalkıp bir lokantaya gideyim en iyisi. Sabah da bir şey yemedim.
Baha'nın evini nasıl bulacağım? Bir kez gittik Günsel'le, çıkarabilir miyim? Bu
hastalık da nerden şimdi? Bu pis hava... Ekono-mi-politik... Rasim, Nermin'i...
Emperyalizm... Ben gidiyorum oğlum Burak, ne yaparsan yap. Öğlenden sonra da
yokum. Çıktı. Sirkeci'ye indi, Konyalı'ya yürüdü. İştah mı bırakır insanda bu
pis hava? Dalalım bakalım. Bir sürü herif, bir sürü karı, eşşekler gibi yesinler
ancak. Bak şu çenelere, ha babam öğütür. Ağzını aygır gibi açan öküze bak, takma
dişleri komposto çanağına düşecek. Gözleri yarı süzgün nasıl da boşaltıyor
kaşığı: Hööörrtt... Cak cuk cak cuk cak cuk cak cuk... Haaarrtt... Yok olasıca
deyyuslar, atom bile az size!.. Lokma ağzında büyüyor. Garson, hesabı!.. Elinde
eczaneden aldığı kolonya paketiyle Sirkeci'de dolmuşa binerken saat biri
geçiyordu. Şoför,
önce kapıyı çarptı diye söylendi gidenin ardından, sonra havaya çattı,
silecekler temizlemiyordu arabanın camına yayılan tozu. Sonra bozuk para
vermeyen bir yolcuyla hırlaştı, sonra veryansın etmeye başladı yukarılara.
Oturmuşlar bir sürü pezevenk!.. Memleketi düşünen nerde? Hepsi var mı yiyelim.
Bezgin dinliyordu Kenan. Şimdi dön şu herife, başla anlatmaya. Doğrusun kardeşim
de, ancak bunun nedenini bilmek gerek; öyle değil, böyle bu iş. Bu sınıflı
toplumda... Ekonomi-poli-tik... Daha sözünü bitirmeden soluğu karakolda alırsın.
Bir sürü de tanık... Ulan, ne iştir bu be?.. Boş ver, takma kafanı. Uslandırmadı
mı işçilerin attığı dayak? Bırak boşalsın hırbo şoför. Yurttaş da dinlesin. Bu
da bir şeydir. Hiç konuşmasa daha mı iyi?.. Daha mı kötü?.. Sussun; susa susa
belki patlar bir gün. Bekleee!.. Rasim doğru diyor, düş kurma olanağı bile yok
şu ülkede bize. Rasim, Nermin'le... Aksaray'dan taksiye atlayıp da Etyemez'i
biraz geçince hemen tanıdı aylarca önce daldıkları sağdaki sokağı. İndi
arabadan, rüzgârlı bir toz bulutu içine düşmüştü. Güçlükle yöresine bakındı.
Sokağa girdi, ağır ağır yürüdü. Arada durup bakıyordu, bir gelen var mı diye,
yoktu. Bu pis havada kim kime?.. Makaralı ipi sarkık, tahta kapı da işte. Bir
çekingenlik, ürkeklik bastırmıştı sanki; bir daha bakındı yöresine. Bomboş be.
Korkuyor musun ulan, içerde Günsel. Ne korkusu? Hiç boş bırakırlar mı böyle bir
adamın evini?.. Hele böyle zamanda. Saptarlarmış bütün geleni, gideni gizlice.
Sonra da geeeel!.. İpi çekip daldı içeri. Soluğunu boşalttı yavaşça, genzine
kadar çamur dolmuştu sanki... Günsel göründü merdiven başında.
— Handanları gördün mü?..
— Yooo.
— Şimdi çıktılar onlar da. Karşılaşmışsınızdır, dedim. Merdivenleri çıkarken
anlatıyordu. Handan tanıdığı bir
doçenti getirmiş. İyice bakmışlar. Pek ivedi bir durum yokmuş ya, yatak
boşalınca hastaneye yatıralım bir, demiş doçent.
Karaciğer, diyormuş. Kesin söylemek için incelemek gerekirmiş. Baha'nın odasının
kapısında durdu Günsel, sevgi ile baktı.
— Sen iyisin, değil mi? dedi.
Gözlerini yumup çocuksu bir öpücük gönderdi Kenan'a.
— Kalkmak isteyince işaret et bana. Her yanına toz sinmiş, çamur yağıyor. Ne
biçim hava? 445
Kenan'ın pardösüsünü alıp sofada çiviye astı. Odaya girdiler. Pencere yanındaki
duvara dayalı sedirde yatıyordu Baba. Hatice Hanım ortalığı topluyordu. İki kişi
daha vardı odada. Baba'ya yaklaştı Kenan, başucundaki komodine kolonya paketini
bıraktı. Baba da solgun yüzünde bir gülümsemeyle doğrulmuştu. Elini sıktı,
sıcacıktı elleri. Dudakları kuru, çakmaklı gözleri ışıltılıydı yine. Saçları,
sakallan uzamıştı biraz.
— Geçmiş olsun efendim, dedi Kenan.
Başını salladı Baba, yorgundu, belli etmek istemediği bir dirençle, çabayla
yapıyordu her şeyi. Umulmadık canlı bir sesle:
— Sağ olun, dedi, sevindim sizi gördüğüme.
Hatice Hanım'la el sıkıştılar. İki kişiyi de tanıştırdılar. Biri Şevket'ti.
Belirli bir saygınlıkla dokumacı Şevket Ağabey, diye tanıttı Günsel. Seyit diye
yaşlı, esmer bir tütün işçisiydi öteki. Tek tük konuşuyorlardı ikisi de. Şevket
hep önüne bakıyordu. Kimseyle ilgilenmiyor gibiydi. Daha çok Baha'ydı konuşan,
hastalığını unutma ya da unutturma uğraşında gibiydi. Ötekiler de saygılı bir
dinleyişle yardımcı oluyorlardı bu çabaya.
— Hastalığım filan yok benim. Ara sıra, ihtiyarlığımı başıma vurmak için Hatice
yatırır beni böyle.
Sürekli, durgun, hüzünlü, bir gülümseme vardı Hatice Hanım'in yüzünde; karşılık
vermiyor, pek konuşmuyordu da... Kenan tedirgindi. Günsel'le ilişkilerini, kendi
durumunu biliyorlar mıydı. Belki Hasan anlatmıştır Baba'ya. Belki de aralarında
sözümüz edilmiştir uzun uzun. Günsel öyle rahattı ki biraz sonra Kenan'a da
geçti o rahatlık.
— Ne dersiniz, dedi Baba, her yerde ismet Paşa'nın yolunu kesiyorlar. Nereye
varacak bu iş? Halk Partililer'e ateş açtılar. Yeniden Kayseri'ye gidecekti,
dün, vazgeçti diye yazdı gazeteler.
Kenan'a sormuştu. Hep böyle yapar, birine sorar, sonra sözü istediği konuya
getirir, başlar istediği biçimde irdelemeye. 446 Niye hep bana sorar bu adam?
Bir tür sınav. Belki de bu konunun üstüne geldik. Sıkılmış gibiydi Kenan,
yavaşça:
— Bilmem, dedi. Danışıklı dövüşürler diyorduk...
Şöyle bir durdu. Şevket başını kaldırıp öylece bakmaya başladı. Kenan tamamladı.
— ... Kızıştılar gibi.
Şevket aynı donuklukla başını önüne eğdi. Ne düşünür bu adam?.. Tütüncü Seyit
başını sallıyordu. Baba sırtında yastığa bel verir gibi doğruldu usulca. Hatice
Hanım kalkıp yaklaştı, yastığa yardımcı olurken:
— Çok yoruyorsun kendini, dedi.
Öylesine yumuşak, sıcak bir söyleyişti ki duyulmamıştı sanki. Baba da oralı
olmamıştı. Gözlerindeki ışıltı artmıştı.
— Daha da kızışacağa benzerler, dedi. Çok görülen şeydir tarihte; egemen
sınıflar içindeki sürtüşmeler, hırlaşmalar sınıf kavgası gibi sertleşir bazı.
Yanıltır... Bu biraz daha çelişkili...
Kenan, Rasim'in verdiği haberi düşünmeye başladı. Söylesem mi? Patladın mı?
Biraz geçsin bakalım. Baba'ya söylemek doğal da... Bunların yanında?.. Daha çok
gizliymiş!.. Hükümetin gizini mi saklayacaksın?..
— Bugün bir haber verdi birisi. Doğruysa Menderes Moskova'ya gidiyormuş.
Bütün başlar Kenan'a çevrildi birden. Bir sessizlik oldu. Soru dolu bir
sessizlik.
— Karışık bir heriftir, dedi Kenan. Ankara'ya gider gelir. Günsel de bilir.
Günsel'e döndü:
— Rasim, dedi yavaşça; o söyledi.
Sustu. Baba önemsediğini belli eder biçimde bakıp duruyordu Kenan'a. Başka sözü
kalmamıştı Kenan'ın. Haber üstüne düşüncelerini söylemek de yersizdi. Baba'dan
bekliyordu. Ötekiler de Baba'ya dönmüşlerdi. Acı bir gülümseme belirdi Baha'nın
yüzünde, alaylı:
— Desene, yine başımız dertte, dedi.
Ötekiler gülümsediler ya, anlamamışlardı. Yalnız Şevket gülmemiş, başını önüne
eğmişti aynı serdikle.

— Yöntemleridir, dedi Baba. Sovyetler'e yaklaşacaklarında önce bize bir


sataşırlar. İyice canım yakarlar bir sürü namuslu adamın. Hem bize, hem
kuzeydekilere gözdağıdır bu uslannca. Hem de Batı'ya verilen bir soy güvenlik!..
Yüzü açılmıştı sanki!..
— Komünist tutuklamalarından söz ediyordu geçende gazeteler; pek bir şey
çıkmamıştı. Doğruysa bir gürültü koparmaları yakındır.
Hatice Hanım tamamlar gibi ekledi birden:
— Kışkırtmalar da yaparlar şimdi.
Yine bir sessizlik çöktü. Suçluluk duymaya başladı Kenan. Söylemeseydim keşke!
Kara habercilik ettik. Baba anlamış gibi:
— Yine de bir aşamadır, dedi. Kuşkulu bir aradan sonra yavaşça ekledi:
— Becerebilirlerse. Biraz durdu:
— Belki de asıl şantaj politikasına şimdi başlıyorlar, dedi. Bu deyimi yıllardır
Batı diplomasisi Fa tin Rüştü için fısıldayıp duruyordu. Batı basınından çok
geçti. Amerika'ya kapalı şantajdan açık şantaja demek. Güç biraz!.. Pahalı
ödetirler. Hani, eceli gelen köpek cami duvanna... derler. Bunlar daha da
kötüsünü seçtiler: Kilise duvanna!..
— Halk Partisi'nin durumu ne olur? İlk kez söze karışmıştı Günsel. Yine bir
sessizlik oldu. Baba
dalgın kaldı bir süre, bir şey anımsamıştı; kendi kendine söylenir gibiydi.
— Fatin Rüştü, geçen ay mıydı ne?.. Meclis'te İsmet Paşa'ya hükümetin dış
politikasını onaylamakta gösterdiği iyi niyet için teşekkür etti. Takılmıştım o
zaman Zorlu'nun bu inceliğine! Tam bu hırlaşmalar sırasında!.. Ortak bir şeyler
mi kotarıyorlar?
Çabucak geri aldı.
— Sammam, Paşa daha hinoğluhindir. Bundan iyisi mi olur Amerikalılar'a yaranmak
için? Bunları yıkmaya kullanır belki bu
işi.
Başını salladı Şevket, iyisine gitmişti Baha'nın sözleri.
— Ağzını açıp da bir şey diyor mu Halk Partisi? Hani? Amerikan yarbayı üsüerine
sürdü kasıtlı, bizim on eri yaraladı, biri de öldü fukaranın. Bin iki yüz dolar
ceza vermişler yarbaya kendi mahkemelerinde. Askeri çiğniyorlar, ses çıkarmıyor
Paşa. Çıkarır mı?..
Biraz durdu, sonra kızgınlığı daha da artmış gibi ekledi:
— Hasan da İsmet Paşa'yı tutalım, diyormuş.
Sustu, önüne eğdi başını. Günsel tedirgin bir gülümseme ile bir şeyler diyecek
gibi baktı, o da sustu. Tartışmaya girmek istemiyor belli ki... Karışmamak için
kendini güç tuttu Kenan da... Ağabeyinin bu yoldaki düşüncelerini Günsel
anlatmıştı; tartışmış, doğru bulmuşlardı. İsmet Paşa'yı tutmak demek değildi.
Gel de bu herifin takur tukur kafasına sok. Ne güç iştir be bu! Şu yüzündeki
çıbana bak. Baba niye savunmaz Hasan'ı? Önemsemiyor belki de bu adamı? İşçi
önemsenmez mi? Günsel de aşırı saygılı. Kalksak mı? Günsel'e baktı, dalmış
gibiydi o; göz göze gelemediler. Pek de erken. Dokumacıymış. Niye böyle ters
bakıyor? Yalnız bana değil, herkese, her şeye... Bakmıyor bile. Başı önde.
İçinden pazarlıklı, karnından konuşuyor herif. Lastik işçisi Laz Mustafa bu.
Öldüreceklerdi beni. Bu da öldürür. Başka kafayla öldürür bu da. Halk Partisi'ni
tuttun der, sattın bizi!.. Hasan'a bile dedikten sonra... Çabukça da yargıya
varırsın. Sü-
leyman Dayı için de neler düşünmüştün, ne çıktı? Artık bıraksan ya şu
bilgiçliği. Gülmüyor, konuşmuyorsa kötü mü olur ille? Kötülükten mi bu? Ya
neden? Ben bu kafayla... Bu tütüncü tatlı adama benziyor, güler yüzlü. Hatice
Hanım kalkıp yarı örtük perdeyi çekti, dışarı baktı. Çamur yağmuru iyice
karartmıştı her yanı. Baba da yeni ayılmıştı sanki.
— Bu ne biçim hava?..
449
— Sormayın, dedi Kenan, sabahtan beri... Sustu, Hatice Hanım aldı hemen:
— Bunca yıllık İstanbulluyuz, ne gördüm, ne duydum böy-lesini. Garip bir hava.
— Fransızlar Büyük Sahra'da atom denemesi yaptılar, şubattaydı sanırım. Onun
döküntüleri belki de... Öyle geldi bana.
Hepsi Kenan'a baktılar.
— Olabilir, dedi Baba, niye olmasın? Atmosferde dolaştı bir süre... Yazsanıza
bunu. Radyoaktif belki de...
Kenan duraladı.
— Yazayım mı?
— Yazın ya, dedi Baba. Uyan olur. O denemelerle ilgili yayınlar var bende.
Vereyim isterseniz. Belge diye kullanırsınız. Fransızca biliyordunuz.
Şaşırmıştı Kenan:
— Sağ olun da dedi, bilmem, düşünemedim birden. Sonra yayımlarlar mı? Nerde
çıkar?..
Baba durgun baktı bir süre.
— Babıâli'desiniz, dedi, ararsınız bir yolunu. Kolay değil belki... Yararlı
olur. Çıkarsa...
Kenan kıstırılmış gibi bakındı, buluşunun Baba'ca doğrulanmasından mutluydu. Şu
öneriyi de yapmasaydı ya. Günsel'e baktı. Öneriden yana görünüyor o da. Böyle
bir öneri yapılabilecek kişi olmak da övünülecek şey aslında.
— Olur, dedi, bir bakayım da...
Baba, acı bir alayla üsteledi:
— Aydınlarımızın namusunu kurtarırsınız hiç olmazsa!.. Kenan ne diyeceğini
bilemedi, anlayamamıştı pek. Ötekiler
de açıklama bekliyor gibiydiler. Baba yavaşça dikeldi.
— Büyük Sahra'daki Fransız denemesinde Afrika ülkeleri tepkiler gösterdi, dedi,
biliyorsunuz. Dünya ayağa kalkıyor radyoaktiviteye karşı. Her ülkede sert
tepkiler geliyor aydınlardan.

450 Sürekli uyarıyorlar yığınları.


Durdu, bakışları, sesi daha da acılaştı, ışıltılı, yorgun gözlerini ağır ağır
dolaştırdı odada. Herkesi, bakıp gördüğü her şeyi suçluyor gibiydi.
— Tek satır çıktı mı bizde?.. Bırakın yazar, edebiyatçı, sanatçı takımını.
Teknik bir şey bu. Koca fen fakülteleri var, tıp fakülteleri, teknik
üniversiteler... Doçenti, profesörü, asistanı, hacısı, hocası, bunlar
bilmiyorlar mı atomun bir ülkeyi ne yapacağını? Hem de ülkece, milletçe topun
ağzında olduğumuzu? Kökümüzün kuruyacağını? Yeryüzünden silinip atılacağımızı?
Niye ses çıkarmazlar? Amerikalılar şimdi de Nike füzeleri yerleştiriyorlar
ülkeye. Atom var ülkede. Atom yığmağı var. Şakası yok, ilk patırtıda yok
olacağız. Hani nerde, vatan, millet, Sakarya?..
Kırışık alnında terler birikmeye başlamıştı. Cama baktı.
— Onların aklına gelmiyor mu, dedi, şu sizin düşündüğünüz? Gelmez olur mu?
Radyoaktivitesini bile saptamışlardır belki de? Niye susarlar?..
Gerçekten niye susar herkes? Kenan da şaşırmıştı soru karşısında. Niye susarlar?
Yasak da onun için. Niye yasak? Nasıl yasak? Kim yasak etti?..
— Susarlar, dedi Baba, çünkü bir tek özelliği vardır bizim aydınımızın, ortak
yanı tümünün: Korkar.
Kenan ne diyeceğini bilmeden bakıyordu. Yine suçlandık. Ben de bunlardan mıyım?
Benim de ortak yanım. Değil misin? Çok mu yüreklisin? işçilerimiz çok mu
yürekli?..
— Korkudan öte bir şey bu. Bağımlıdır kafası. Öylesine alışmıştır ki
bağımlılığa, doğaldır onun için. Korkusu da doğaldır.
gedenini kendisi de bilmez çoğu kez, içine işlemiştir. İçgüdüsü dbi. Devlet
korkusu deyin, eski bir deyimle, "Hikmeti Hükümet" korkusu deyin. Karanlıkta
korkan bir çocuk gibi olmayacak türküler tutturur hep.
Hastalığını unutmuş gibiydi, biraz daha dikeldi canlılıkla. Hatice Hanım
tedirgindi, sözünü kesemiyordu da. Dudaklarında aynı alaycı gülümsemeyle yine
aldı:
— Geçenlerde 51'de tutuklanmış birkaç genç gelmişlerdi, anlattılar. Biri su
koyvermişti içlerinde. "Komünisderin iç yüzü" gibi yayınlar yapıyor şimdi. En
yüksekteki polis başı demiş ki buna, "Biz seni biliyoruz, sen düşüncelerinden
dönmüş değilsin, korkudan yapıyorsun." Asıl önemlisi de ne demiş biliyor
musunuz? "Bizde aydınlar böyledir; korkarlar, karşı düşüncede gibi görünürler.
Söz gelimi Peyami Safa bal gibi komünisttir, korkusundan tam karşıtı görünür."
Gülüşmeye başladılar. Yalnız Baba gülmüyordu.
— Evet, dedi, ben de güldüm önce. Sonra da düşündüm uzun uzun. Söyleyene bakma,
söyletene bak, derler. Doğru yanı yok mu bu sözün? Yalnız polis avallığı ya da
kuruntusu mu?..
Bir sessizlik oldu. Baba soğuk bir bakıştan sonra aldı yine:
— Ülkemizin dramı burda yatıyor bence. Bizim tefeci-bezirgan finans - kapital
toplumu burjuvazinin özgür girişimi, ilerici, özgürlükçü aşamasını tatmadı.
Batılı aydının geçmişinde, burjuvazinin, Batı burjuvazisinin ilerici çağının
büyükleri yatıyor. Bacon var, Descartes var, Montaigne, Rabelais, Diderot var o
düşüncenin temelinde. Bizde kapitalizm en gerici yanıyla, tekelci biçimde,
finans-kapitalizmi olarak geldi çöktü yedi bin yıllık Ba-bil artığı tefeci-
bezirgân toplumumuza. Kırım Harbi'nden bu yana, örtülü ya da açıkça para
babalarının elindedir kapılar. Ka-payıverirler. Aydın işsizlik korkusunda, açlık
korkusunda, can korkusunda. Öylesine büyümüş ki bu korku; nedeni, türü, ner-den,
nasıl çıktığı da unutulmuş da salt korku kalmış. Put olmuş korku, beyinleri
sınırlıyor. Kocaman bir karanlık. Umutsuz...
Hele devletçiliğimizden sonra!.. Batı kafasında önceden kazanılmış şeyler var,
kolay geri alamıyor burjuvazi, imrendiğimi sanıyorsunuz onlara. Değil. O
özgürlük masalının Batılı aydına nasıl ayak bağı olduğunu biliyorum. En sıkı
zamanda burjuvazinin yanına kayıverir. Özgürlükle kapitalizmi birbirinden
ayıramaz bir türlü. Bu da onların dramı diyelim. Bizim karanlığımız 452 daha
umut kırıcıdır yine de. Aydın için umut kırıcı hiç değilse. Korku dağlan bekler
diyor. Ne dağları? Bütün ülkeyi korku bekliyor, üç tane karakol değil. Yaa
evlat!..
Kenan'a bakmıştı "Yaaa evlat" diye. İşte senin durumun bu mu demek istedi?
Tedirginlik duydu Kenan, savunmak zorunda kalmış gibi:
— Peki, dedi, sivil asker aydınların ülkenin değişimindeki ağırlığı? Korku
diyorsunuz, onların içinden çıkmadı mı en yürekliler de?
Yine bir sessizlik oldu. Baba böyle bir tepki bekliyormuş gibi baktı Kenan'a.
Öylece durdu. Söyle, söyle, başka diyeceğin kalmasın gibisine. Kenan susmuştu;
hastayı daha çok yormaktan, saygısızlık etmekten çekinir gibiydi. Hiç mi
sormasaydım? Yeri mi tartışmanın? Niye değil?..
— Gerçekten de ne yiğitler çıkardık değil mi... Aynı alaylı acılıkla başlamıştı
Baba:
— Namık Kemal'den alın, en parlağıdır o, onunla başlatılır hep özgürlük uğruna
yiğitlik, son güne kadar gelin; yarayı kökünden temizleyecek düşünce gösterin
bana. Düşünce, eylem, ne varsa, düzenin egemen güçlerinin açık, örtülü izniyle,
onayı ile en azından göz yumması ile çıkmıştır ortaya. Ufak tefek düzeltmelerle
düzen sürdürülmüştür. Burda biter bizim yiğitliğimiz. Düzeni kökünden
değiştirmek bilincine varanlara da kan küstürülmüştür. Biliyor musunuz? Daha
Osmanlı'da basına uygulanan ilk sansürün yasaklan arasındadır sosyalist, grev
sözcükleri. Aydın kalabalığımız herkesten çok kızgındır bu bilince varanlara.
Çıkmayagörsün böyle biri, ilk onlar saldınr: "Urun!..
Koman!.. Yaşatman!.. Tiz boğun!.." Tam Osmanlı işi. Dudak büker hiç değilse...
Doğruluğuna inanmadıklarından mı? Değil. Yasaklanmış doğrulardır da onun için.
Korkularından. Aşağılık kompleksi bir tür. Eskilerde canına kıyan materyalist
Beşir Fuat'tan beri, vebalı gibi yanından kaçılmıştır hep en doğruyu, en ileriyi
görenlerin, savunanların. Aslında bitmeyen bir faşizm var ülkede. Nasıl
tanımlıyoruz faşizmi: "Finans-kapitalin en geri, en 453 şoven öğelerinin açık
terörist diktatörlüğü." Sürüp gider kendine özgü bir faşizm bizim toplum
yapımızda. Bazı açık, bazı örtülü biçimde. Ülkede bu korku duvarını önce aydının
aşması gerek. Alın size bir kısır döngü. Aydın, halka, yığına dayansa kalmayacak
korkusu, güçlü bulacak kendini. Orda da yolunu kesen bir başka mutsuzluk var.
Çok eskilerden, tarihten gelen. On üçüncü yüzyıldan sonra halkından kopmuş Türk
aydını. İşin acı yanı, ileri aydın da kopuk bugün halktan. Yalnız devlet
yasakları, düzenin baskısı ayırmıyor bizi halkımızdan, yapımızla da ayrıyız;
duygumuzla, düşüncemizle, inançlarımızla, belki en önemlisi de dilimizle
ayrıyız. 700 yıldır ayrıyız. Ülkücü, eylemci, halkçı aydının en yüce örneğini
vermiş Türk halkı. Türkmen hocasını, Yunus Emre'yi çıkarmış. En soyut
kavramları, düşünceyi nasıl iletmiş halka!.. Ne inançtır, ne güvençtir o, halkın
diline, anlama, kavrama yeteneğine!.. Bugün, yüzlerce yıl sonra, onun bıraktığı,
başlattığı yerden yola çıkacağız yeniden. Arada tükenip giden yüzlerce yılı
düşünün.
Yitirilen yüzyılların eksiksiz algılanmasını sağlama çabasın-daymış gibi durdu,
odadakilere baktı bir süre. Duyduklarını ile-tebildiğinden kuşkusu vardı da bir
tepki bekliyordu sanki. Bir tür sınavdı bu, sorana da, dinleyene de. Seyit
güvenli bir gülümsemeyle Baba'ya doğru uzanır gibi doğruldu.
— 32'de Ankara Cezaevi'nde iktisad-ı siyasi öğretirdi bize Reşat. Ekonomi-
politik. O zaman öyle derdik. Bir türlü dilimiz dönmez. Yok, müessesatı
fevkaniyye, müessesatı tahtaniye!.. Bir gün dedim ki a be Reşat, yok mudur
bunun, bizim anlayacağı-
mız bir Türkçesi?.. Düşündü, aradı, yüzünü şöyle yapa, olmaz dedi, yok. Altyapı,
üstyapı derler bugün. Demek varmış. Ne güzeldir, hepimiz anlarız, kolaycık...
Onaylatmak istiyor gibi odadakilerin yüzlerine bakıyordu gülerek. Anlattıkları
Baba'nm da iyisine gitmişti belli ki. O da odadakilere baktı acı bir
gülümsemeyle:
— Buyrun, dedi. Öyle bir balçık sıvanmış ki devrimci bile küçücük bir adımı
çeyrek yüzyılda atıyor ancak. Osmanlı saray kurmuş, Arapçalı, Farsçalı,
ayrıcalıklı. İlkel toplumsal yaşantı ile İslamlığı uyuşturan yığınlardan,
Asya'dan kopup gelen Türk halk yığınlarından kısa bir sürede kopmuş Osmanlı.
Dirlik düzeni bozulmaya başlayınca, tefeci-bezirgân toplumunun Osmanlı aydını
öylesine yabancılaşmış bu yığına ki, düşman bellemiş yüzyıllar boyu.
Sömürmüşler, kırmışlar bu yığını. Sürekli başkaldırmış o da. Ezmişler,
ezilmemiş; kesmişler, tükenmemiş. Ayrı bir dünyada yürütmüş yaşantısını. Küsmüş,
kapalı... Yu-nus'un yolunu sürdürmüş. Kaygusuz, Pir Sultan, adı sanı unutulmuş
yüzlercesi... Ahilik. Fütüvvet örgütlerini, Babai ayaklanmalarını, Alevi, Sünni
kışkırtmalarını biraz inceleyin; çalışan, savaşan, direnen, yine de sürekli
sömürülen, kırdırılan bu halktır. Türk halkıdır. Aydın nerde? Osmanlı sarayında,
yöresinde. Bir gereksinmenin zorunlu kıldığı mimarlık yapıtlarını çıkarın;
bilim, düşünce, sanat, edebiyat, dil olarak yararlı ne kalmıştır bu altı-yedi
yüzyıllık Osmanlı aydınından? Bugün Baki, Nefi, Naili mi yakındır bize? Yunus,
Pir Sultan, Karacaoğlan mı?.. Hangisinde bütünleşiriz halkımızla? Birincileri
bugün aydınımız da anlamıyor. En ateşli savunucuları bile nereye koyacaklarını
bilmiyorlar bunları. Ölmüş... Halkla yaşamamış ki. Hangisinden güç alırız? Bir
düzyazımız yoksa, Osmanlı'dan yoktur. Aşıkpaşa-zade, Mercimek Ahmet, Osmanlı'nın
başlarındadır ancak. Sonra?.. Çürümüşüz Osmanlı'ya bakükça. Osmanlı'da sımf yok
ha?.. Hele dirlik düzenini yıkan kesim düzeninde! Söyleyenler inanıyor mu buna?
Kapış kapış bir sömürü, yağma, zulüm dü-
zeninde, bırakın tarihsel, ekonomik incelemeleri, sınıf olmasa, halka böylesine
-duvar çekilir gibi- bir yabancılaşma olur mu? Bunların birçoğunu bir zamanlar
okul kitapları da yazardı Cum-huriyet'in ilk yıllarında. Osmanlı'ya karşıydı
Ankara'ya yerleşmiş Mustafa Kemalciler. Ulusçuluk adına söyledikleri buna benzer
şeylerdi. Peki onlar ne yaptılar? Kaldırabildiler mi bu yabancılaşmayı? Daha da
artırdılar. Batı'ya, doğrusunu söyleyelim şunun, 455 Batı kapitalizminin
geliştirdiği toplumlara özenen, o ekine, o ürüne, o yaşama bağlı, vurgun
ATATÜRKçü aydınımızla halk arasında Osmanlı'dakinden daha büyük uçurum var
şimdi. Bir de iyice ortaya dökülen yaşantı biçimi, kadın-erkek ilişkilerindeki
zıdık, ahlak sorunu, din sorunu bindirdi. DEVRİMLER yaptı Atatürkçü
aydınlarımız!.. Bir tek devrim, temelde devrim, gerçek devrim yapabilseydi ya,
halkla el ele verip. Halkı ekonomik özgürlüğüne kavuşturacak devrim. Değişmeyen
tefeci-bezirgân, finans-kapital düzeninde çiğnenen, ezilen, sömürülen halkın,
şapka giymeye, Latin harfini kullanmaya, kızını okula göndermeye, kansını
çarşafsız gezdirmeye zorlanması, bunları savunan aydınla halkı kanlı bıçaklı
etmekten başka ne sonuç verdi? Öyle bir tefeci-bezirgân, finans-kapital oyunu ki
kötü şeyler diyemiyoruz bunlara işin kötüsü!.. Demokratlar on yıldır bu oyunun
ürününü devşiriyor. Köksüz, temelsiz ülkede aydınlar; kendi kendilerine...
Düzene başkaldıran ormana kaçar sıkıştı mı; saklanmak, güçlenmek için. Orman
halktır burda. Kaçacak, sığınacak ormanı yok bizim aydının. Tefeci-bezirgân,
finans-kapital kılıcının gölgesinde yaşamak zorunda. Abdülhamit devrindeki
jurnalci aydınları düşünün. Kimler satılmamış ki? Biliyorsunuz, İttihatçılar
Beyazıt Alanı'nda yaktılar jurnalleri. Kimsenin kimseye bakacak yüzü kalmamıştı
besbelli.
Birden şöyle bir baktı tek tek, acı, taşlamalı bir gülüşle: — Aman uyanık olun
çocuklar, dedi. Tek vasiyeti bu ihtiyar-cığın, sakın yaktırmayın bugünküleri siz
ilerde!.. Dökülsün ortaya. Görün ne aslanlarımız varmış!
Acı gülüşü bir süre donup kaldı yüzünde. Sonra söze yeni başlar gibi:
— Korku tek sığınağı özgür aydınımızın, dedi. Doğruları anlamaya başlayan bir
yürekli çıksa da dayanamaz uzun boylu; politikacı, sanatçı, yazar, nice ünlü
kişi aramızdan kaçıp gitmiştir karşı yana. Geçmişindeki bu olay da, ya örtbas
edilen bir yüzkarası, ya da acı tatlı anımsanan bir gençlik günahıdır. Uzaktan
gizli gizli kaş göz eder bize kimisi de... Tavşanın kaçışını gördüm, etinden
iğrendim, diyor halk.
Sustu, iyice yorulmuştu. Yavaşça bir soluk alıp sırtüstü bıraktı kendini.
Boşluktaydı gözleri, dalgın. Hatice Hamm kalktı, yastığın altından aldığı ak bir
çevre ile alnındaki terleri silmek istedi, bırakmadı Baba. Çevreyi alıp, kendisi
sildi.
— Uyu istersen biraz, yoruldun.
Ayılır gibi bir kımıldanma oldu herkeste. Kalkmaya davranıyorlardı. Baba döndü,
Şevket'e bakarak:
— Oturun, dedi, yalnız kalmaktan sıkılıyorum. Okuyamıyorum, uykum da yok.
Sonra tadı bir alayla gülümsedi:
— Hatice Hanım'a bakmayın, dedi. Sizi atlatıp baş başa kalmak istiyor benimle!..
Gülüşüyorlardı. Hatice Hanım da gülüyordu. Günsel'e baktı Kenan, gidelim
gibisine. Şevket'le Seyit'in kalmasını istedi Baba, bizim değil! Şevket başını
kaldırıp Baba'ya baktı, yüzünü ekşitir gibi yaptı, sonra yavaşça:
— Doğru dersin de, dedi, aydınsız da olmuyor.
Gülecek oldu Kenan, Günsel de belirsiz bir gülümsemeyle başını önüne eğmişti
yavaşça. Kaçınılmaz, katlanılacak bir beladan söz ediyor adam. Baba gülerek
baktı Şevket'e:
— Aydınsız olsun demedik, dedi. Niye aydınsız kaldık diye dertleştik.
Şevket başını önüne eğdi yine. Baba açıklama gereği duymuştu.
— Ölçüyü kaçırdık mı yoksa? Dayanılmaz acılara katlanan nice aydınlarımız oldu
bizim, saygısızlık etmeyelim onlara. Kü-çük-burjuva aydınından söz ediyoruz,
bizimkilerden değil.
Kenan'a bakıyordu. Gönlünü mü almak istiyor, yoksa suçlamalarını mı yeniliyor?
Ben hangilerindenim? Baba ağır ağır:
— O tür aydınların çoğu, dışardan gelir bize, dedi. Avrupa'dan gelir. Hele
Fransa'dan... Şimdi Amerika'dan da geliyor. 457 Halkın, bizim emekçilerin
acılı yaşamından değil, dışarda görüp okudukları akımlardan esinlenirler çoğu.
Ordaki doğruları bur-
da yinelerler. Hele ileri sanatçılarımız!.. Devrimcilikleri, oradaki ünlü
sanatçılara benzeme çabasıdır. Devrimci doğrular, kendi ülkelerinde güçlüdür.
Sanat doğrulan da... Gerçektir çünkü. Bir soy kaçış bu da... Dışarıya kaçma,
kurtulma çabası bir tür... Bir söz var hani; kökü dışarda diyorlar, kökü yok ki,
dışarda olsun. Gözü, gönlü dışarda.
Kenan, Sermet'i düşündü, sevindi. Kendine bakan Günsel'i gördü; o da bunu
düşünmüştü sanki. Mutlu bir gülümseme vardı gözlerinde. Kalkma konusunda da
anlaşıverdiler. Baba da susmuştu. Kalktılar. Baba Kenan'a büyük yakınlık
gösterdi ayrılırken. Sık sık gelirse sevineceğini söyledi. Şaştı Kenan, Şevket
de güler yüzle sıkmıştı elini. Demek gülermiş!.. Seyit'in gülmediği yoktu ki...
Sokak kapısına kadar gelen Hatice Hanım da ayrılırken, ne demekse:
— Yine birlikte bekleriz, dedi.
Bu birlikte sözü, anlamlı geldi Kenan'a. Sokaktaki toz yağmuru durmamıştı.
— Ne pis hava be, dedi Günsel.
Koluna girdi Kenan'ın, iki koluyla sımsıkı sanlarak yürürken:
— Birlikte radyoaktif olalım, kaynaşıveririz iyice, dedi. Gülüyordu. Kenan'ın
kafasına takılmıştı, duramadı, sordu:
— Ne diye biliyorlar bunlar bizi?
Günsel şöyle bir baktı Kenan'a, beklemediği bir şeydi.
— Bilmem, dedi, senin de geleceğini söyledim, o kadar.
Belki ağabeyimden öğrendiler. Soracak değiller ya. Ne oldu da?..
— Hiç, dedi Kenan, öyle, geldi. Günsel güldü:
— Aptal değiller ya, anlamışlardır, dedi. Bakma sen, cin gibidir Hatice Hanım.
Hiçbir şey kaçmaz gözünden.
458 Bir şey demedi Kenan, Günsel düşünceli:
— Söylese miydim? dedi.
— Bilmem, ne diyecektin?..
Günsel bir an sustu; aşma, üste çıkma çabasındaydı. Kenan'ın sardığı kolunu
sevgi ile bastırdı göğsüne, özentili, delişmen bir gülüşle:
— Oooh, canımıza değsin, kaptım karısından, metres yaşıyoruz bu herifle,
diyeceğim, dedi.
Kenan irkilir gibi oldu birden. Günsel de anlamıştı. Boşu-naydı çabası, doğal
söylememişti. İçine sindiremediği, iğreti yapmacık bir davranıştı. Handan'ın işi
bu, benim değil. Beceriksizliği, örtbas etmek değil, daha da artırmıştı
sözlerdeki ağırlığı. Bir utangaçlık çöktü üstüne.
— Söyleme böyle, dedi Kenan. Saçma belki, çok üzülüyorum. Karımsın sen benim.
Karım da ne oluyor?
Aradığı sözcüğü bulamamıştı, titrer gibi bir sesle:
— Seni bulduğum için varım ben, dedi.
Bir şey bulup demek, demin yarattığı olumsuz durumu atlatmak için gerekliymiş
gibi alayı sürdürmeye çalıştı Günsel.
— Cogito Ergosum!..
— Ne sandın? dedi Kenan. Cogitomsun benim.
Günsel içten bir kahkaha attı birden. Kenan şaşkın bakü. Öyle tatlı gülmüştü ki
o da güldü.
— Ne oldu, dedi.
Günsel gülücükle dolu ışıl ışıl gözleriyle:
— Hiç, dedi. Cogitom, deyince kovboy filmlerinde Meksikalı sürtükler vardır,
onlara benzedi. İspanyolca kanları.
Sonra o filmlerdeki söylenişlere benzeterek seslendi:
— Heeey, kogiyytooo!..
Kenan da gülüyordu. Yine sımsıcak sarıldı Kenan'ın koluna.
— Beni bu kadar şımartma, dedi. Senin düşün bozulmasın diye başlayacağım
olduğumdan ayrı görünmeye. Ne olurum sonra ben? Şu havaya bak. Hadi bir sinemaya
gidelim önce. Be-yoğlu'nda bir film varmış. Handan çok övdü.
XX
"Benim romantik delikanlım" diyordu Günsel, Kenan için. "Siz hepiniz
romantiksiniz" derdi Handan. Yalan mı? En katı görünenimizin bile duygulu yanı
ağır basar. Duygulu olmamız acı gerçekleri önceden görmemize, duymamıza yarıyor.
Vurdumduymaz olan geçsin karşı yana. Geçmiyor mu?.. İyice tanımıştı artık Günsel
de ara sıra bunalımlara düşen bu koca adamı. Özü iyi, kafası, yüreği iyi, içinde
bulunduğu ortam kötü. O ortama da bir süre katlanılacak. O bunlara katlandığı
süre de, düşeceği bunalımları göze almak, geçiştirmeye çalışmak Günsel'e düşen
sevgi borcu. Peki o sürenin uzunluğu?.. Hiç bırakmazsa bu adamın yakasını o kan?
Ara sıra içine çöken bu kara bulutu var gücüyle kovup dağıtmaya çalışıyordu.
Daha nisanın haftasında olaylar öylesine koşuşturmaya başladı ki ne kara, ne ak
buluttu artık; olaylara yetişebilmek, geride kalmamaktı sorun. Fa-kültelerdeki
dernek ileri gelenlerini bir araya getirmeyi başar-
mışlardı. Mart sonunda, bir gün Aksaray'da Emlak Apartmanında, Karslı bir
CHP'linin katında akşamüstü 6'dan gece 9'a kadar süren bir toplantı yapılmış,
derneklerin ileri gelen gençleri ortak davranmak, hükümete karşı tutumlarında
birbirlerine destek olmak konusunda görüş birliğine, söz birliğine varmışlar,
yazıp imzalamışlardı da bunu. Günsel gitmemişti o toplantıya. Daha doğrusu
gitmemesi istenmişti. Ağabeyinden ötürü kuşku 451 duyanlar bulunabilir demişti
Sermet. Günsel'e, aklı başında öteki gençlere de doğru gelmişti bu. İyi ki
gitmemişti. Sonradan, o toplantıda polis olduğu, konuşmaların teybe alındığı
söylentileri çıktı. Kimi gençlerde gerçekten de ürkek bir hava esti bir ara.
Eskilerle kurulacak bir ilişki, ürkekliği tam bozguna çevirebilirdi ya, olaylar
öylesine gelişiyordu ki, olanı düşünen yoktu pek; herkesin gözü olacaktaydı.
Daha 14 Mart'ta, Çanakkale şehitlerini anma törenine giderken, vapurda,
kaynaşmalar, ateşli tartışmalar, kentin belli başlı yerlerinde gelişen daha
sağlıklı bir arayışa dönüşmüştü artık. Akşamüstü, çalışma saatlerinden sonra
yapılan bu toplantıları CHP'liler örgütlüyordu, partili olmayan birçok genç de
katılıyordu, asıl gelişme gösteren de bu bağımsızlardı. TMGT'ye bağlı gençlik
kuruluşları, Kadınlar Birliği, TMTF, Devrim Ocakları, Teksif Sendikası'nın
gençlik kolu, İzciler Birliği gibi birçok örgüt, gençlerin toplantı, tartışma,
kaynaşma yeriydi artık. İstemediklerini, kuşkulandıklarını, yönetim kurulu
toplannsı var diye içeri almıyorlar, daha özgür konuşabiliyorlardı kendi
aralarında. Açıkça ileri bir çizgide ortaya çıkma, görünme olanağı yoktu.
Hükümete ateş püsküren en ateşli muhalif birçok genç, sözgelimi toprak reformu,
Köy Enstitüleri diyorlardı ya, bu konuda biraz ileri gidenleri şakacıktan
"komünistlikle" suçluyorlar, usulca uzaklaşmaya bakıyorlardı. Aşırı sollar, işçi
sözü eden, grev hakkı isteyen, gizlice Nazım Hikmet'in şiirlerini okuyanlardı.
Solcu bilinen bazı ünlüler, profesörler, doçender yapılan her şeyi CHP'nin bir
oyunu sayıyor, sokulmaktan kaçınıyorlar, bazıları da açıktan açığa karşı
çıkıyordu.
Toplantılarına bunların katılmasını CHP'liler de istemiyordu. Menderes'i
destekleyen solcular da varmış deniyordu. CHP'ye, onun yöresinde toplanan
gençlere ver yansın edip Menderes'in doğru yolda olduğunu savunanlar bile... Bir
gün bakıyordunuz ünlü bir romancının, bir üniversite ilgilisinin adı karışıyordu
bu söylentilere. Aslında olaylar CHP'yi aşma eğilimindeydi. Bu 462 eğilime
yuvalanma olanağı verecek tek örgüttü ortadaki CHP. Fakülte teksir notlarından
özenip CHP Şehremini Gençlik İlçe Kongresinde, Jules MOCH'un "Sosyal eşitliğin
üçüncü öğesi ekonomik fırsat eşitliğidir" sözünü etti diye, komünistlik
suçlamalarıyla onur kuruluna verilmişti Hukuk öğrencisi Raif. CHP de buydu! Ara
sıra Günsel de yanlışa sapma kuşkusuna, korkusuna düşüyordu bu kargaşada.
Kenan'la tartışıyor, doğru yargılara vardıklarına inanıyorlardı. Yine de
tastamam içine sinmiyordu Günsel'in bu yargılar. Kenan'a belli etmemeye
çalışıyordu kuşkularını, kendine karşı güvensizlik diye alırdı bakarsın. Baba da
eylem konusunda kesin söz etmiyordu; genel sorunlar, düşün sorunlarıydı üstünde
durduğu. Alın siz bunları, günlük olaylara uygulayın, ayrıntıları sormayın bana,
der gibiydi. Her konuda uzun uzun, ışık tutucu konuşmasına karşın, eleştirisiz,
ağzının içine bakar gibi davranılmasına, içtenlikle kızardı. "Kü-çük-burjuva
itoğluitliği" derdi buna. Falanca usta diyor ki... diyeceksin, ondan sonra da
istediğin naneyi yemeye fermanlı olacaksın. Sırtına binecek adam ararlar. Ama o
yarattıkları adam gelir, hepsinin birden sırtına biner, milyonlarca insana
çektirmediği kalmaz. İki omzun arasına kocaman bir kelle oturtmuşlar; gereğinde
düşüneceksin demektir bu!.. Ayrıca bir oyuna gelmekten korkuyor da olabilirdi.
Öyle acı denemelerden geçmişti ki, kime, ne denli, ne konuda güveneceğini uzun
uzun düşünmek zorunda. Kim bilir kimler var yöresinde dönenler, evine girip
çıkanlar içinde?.. Öğrencilerin örgütü, yönetimi sorunların çözümünü de ondan
beklemek olacak şey mi? Geriye kalıyordu Ser-met'le Sermet gibi tanıdığı birkaç
genç. Onlarla da neye vanrdı
bu iş?-- Belki, belki değil kuşkusuz daha birçokları vardı ya, ilişki kurmak,
anlaşma sağlamak çok zordu. Eski tanıdıkların yakınında, yöresindeki
soruşturmaya, onlarla ilişkiler kurmaya kalkmak -tam da şu sıralarda!- olacak
şey değildi. İşin biçimi değişirdi hemen, tepkiler de yaratabilirdi. Doğal,
kendiliğinden olmalıydı her şey. Olabilenle yetinmek kalıyordu böylece. Kim
bilir belki bir gün bütün güçler bir araya gelecek. İpin ucunu kaçırmamak,
olaylar içinde yitmemek, kışkırtmalardan sakınmak, çevreyi olumlu etkilemeye
çalışıp yön vermek bugün yapılacak iş. Sürekli yalnızlık içindeydi fakültede.
Eyleme yatkın, uyanık gençlerin çoğu Hukuk'ta, İktisat'ta, Tıp'ta, kimisi de
Teknik Üniversite'deydi. Öğrenci eğilimleri daha çok öğretim üyelerinin
eğilimine bağlı oluyordu. Aydın aydını izliyordu Baba'nın deyimi ile. Üzüm üzüme
bakarak... Hukuk'ta, İktisat'ta uyanık gençlerin çokluğu, öğretim üyeleri
arasındaki aklı başında kişilerin varlığına bağlanabilirdi bir bakıma. Belki
konularının toplum sorunlarıyla yakın ilişkisinin de payı vardı bu eğilimde.
Peki bu fakültenin hiç mi ilişkisi yok toplum sorunlarıyla? Tarih, Felsefe,
Sosyoloji, Edebiyat toplum dışı şeyler mi?.. Dünyadan habersiz, koridorlarda
dolaşan, amfileri dolduran, çoğu yarının öğretmeni, bu kızlı oğlanlı kalabalık;
birbirlerini yıpratmak için çevirdikleri dolaplar öğrencilerin ağzında
kerliferli öğretim üyeleri, acımalı bir öğürtü uyandırıyordu insanda. Fakülte
değil, geri zekâlı sağırlar, dilsizler yurdu!.. Felsefe'ye girdiğinde bir eski
tanıdık edebiyat öğretmeni, "Orası fakülte değil, okullarda gençleri boğup
tüketsin diye gulyabani üreten Kalpazanlar Şirketi!.." demişti. Önce bozulmuştu
Günsel, bu cafcaflı söze. Sonraları, ortaokulda, lisedeki bazı öğretmenleri de
düşündükçe anlamıştı sözlerdeki gerçek payını. Gencecik beyinleri kurutup
karartan o gulyabaniler burdan çıkıyor işte!.. Gulyabani üreten Kalpazan
Şirketi!.. Boyuna hırlaşıyor ortaklar da... Sakallı Celal'in "Bu kadar cehalet
ancak tahsil ile mümkündür" ünlü sözü burası için denmiş olmalı. Belki aşın
duygusaldı, haksız
yargıydı bu koca fakülte için. Birileri vardı bir köşelerde. Silik, ürkek, içine
kapanık. Saygı ile baktığı başka dallardaki bir-iki öğretim üyesini düşünüyordu
ara sıra. Ne yapsınlar onlar da? Sen nasılsan onlar da öyle. Sen daha özgürsün,
onlar sürekli gözaltında. Soluk bile aldırmazlar. Böylece de koca fakülte
Kalpazanlar Şirketi olur çıkar bu ortamda. Felsefe'ye gireceğini söyleyin-454 ce
alaylı gülmüştü ağbisi de. "Çok şey öğrenmeye kalkma bari," dedi, "temel şeyi
öğren. Bilgileri arttıkça yanılgıları da artar o heriflerin. Ne güzel söylemiş
halkımız; şeytan melaikelere yetmiş bin yıl hocalık etmiş, şeytanlığı çıkmış
ortaya sonunda gene... Sağlam bas, ezilen halktan kopmamaya bak; ne öğretirse o
öğretiyor insana... " Yalnız sağcı, tutucu da değil, gericilerin elindeydi
öteden beri çoğu bölümler. Sovyet devriminden kaçan Tatarlar, Azeriler,
Osmanlıcılar, Dinciler, Irkçı - Turancılar; savaş yıllarında Hitler ordularının
başarısı ile kendinden geçen, kafaları faşist Almanya'da biçimlenmiş, bugünün
Amerikancıları, Fransızcıları, İngilizcileri, ortakların çirkin mozaiğini
oluşturuyordu Kalpazanlar Şirketinin. Yıl uğursuzundu. İçikaralar, ağ-zıkaralar,
yüzükaralar, azılı azılı hırlaşıp dursun ortada, kendi alanlarında
bilgisizlikleri öğrenciler arasında bile alay konusuydu çoğunun. Biraz dişli,
biraz kafalı bir öğrenci çıktı mı, aşağıdan alırlar, çatışma yaratmaktan
çekinirlerdi. Odalarına çağırdıkları kız öğrencilerine sarkıntılık edenler,
saldıranlar, cinsel sapıklığı söylenenler, ne kokar ne bulaşır ağırbaşlılar ile
birlikte yönetiyorlardı ortaklığı; güle oynaya, hırlaşa didişe. Nisanın ikinci
haftasında önemli olaylar, Türkiye'yi yazgısına götürür gibi koşuşurcasına
birbirini izlemeye başladı. 12 Nisan'da Demokrat Parti Meclis Grubu, CHP
hakkında meclis tahkikatı açılması kararına vardı. Aynı günlerde gazeteler
Menderes'in Moskova'ya gideceğini veriyordu. Rasim'in getirdiği haber doğru
çıkmıştı. KruçoPun çağrısıyla gezi temmuzda olacakmış. 16 Nisan'da CHP
Menderes'in yüce divana verilmesini öneriyordu. 18 Nisan'da CHP'nin, bir kısmı
basının eylemlerini araş-
tırıp soruşturmak için 15 üyelik bir "Tahkikat Komisyonu" kuruldu, bütün siyasal
eylemler yasaklandı. Altından ne çıkacağı bilinmez, bunaltıcı, ağır bir hava
esiyordu ülkede. Tahkikat komisyonuna olağanüstü yetkiler veren tasarının
yasalaşması bekleniyordu. Acımasız, astığı astık, yasal görünen, yasadışı bir
baskı örgütü çalışmaya başlamak üzereydi. Anayasa, babayasa hepsi bir yana
itilmişti artık. En gerilerin, en azgınlann korku salan, 455 apaçık baskı
yöntemi...
Kenan'la ilişkilerinde yine bir tedirginlik başlamıştı Gün-sel'in. Günlük
yaşantılarında o da mutluydu, o da önüne geçemediği bir istekle koşuyordu
Teşvikiye'deki kata, ya, çocuklarla da buluşması gerekliydi böyle zamanda. Son
günlerde arkadaşları sürekli eve uğramışlar, hiçbir akşam bulamamışlardı Gün-
sel'i. Soğuk gülümseyen Sermet'ten başka hep gizli bir çalışma için
kaybolduğuna, iş kovaladığına veriyorlardı. Ne diyeceğini bilmiyordu Günsel de.
Nasıl gider böyle? Konuşmalıydı Kenan'la. Belki bozulacak. Ne yapalım, alışsın.
Alışmamız gerek. Düpedüz bencillik bizim yaptığımız. Sevişmek, kitap okumak,
tartışmak, hepsi güzel, tatlı şeyler. Sonuç?.. Toplumda hangi sorunun çözümüne
yarıyor bu yaptıklarımız? Dört duvar ortasında kalacaksan, bana ne, istersen
faşist ol, demişti bir gün ağabeyi. Nisanın son hafta başında, pazartesi
akşamüstü, tam kitaplıktan çıkacaktı ki Aynur'la Murat geldiler.
— Bu akşam size uğrayacaktık, dediler, Sermet'ler de gelecek, evde misiniz?
Tıplılann kongresi var ya çarşambaya...
Ne diyeceğini bilemeden kaldı Günsel. Kızararak:
— Önemli bir işim var çocuklar, dedi, yann bekleyeyim sizi, olmaz mı?..
Ses çıkarmadan ayrıldılar. Günsel sıkıntılı kaldı bir süre. İçi ile barışık
değildi. Yalan söylemişti, sevişmekten başka bir konu yoktu Kenan'la bugünkü
buluşmalarının gündeminde. Buydu önemli iş! Oysa Tıp Talebe Cemiyeti'nin kongre
öncesinde gerekli bir sürü şey vardı çocuklarla konuşulup tartışılacak, karar
bağlanacak. Handan da gelirim demişti. Günlük ders kitabından başı kakmayan bir
sürü tıp öğrencisi gelişen olanlarla ayılır gibiydiler, karşı çıkmaya
başlamışlardı hükümetin tutumuna. Belli bir birikimin öğrencilerde yaratmaya
başladığı bu dirençte, Amerikancı Başkan Sygman Rhee'ye karşı Güney Kore'deki
ayaklanmaların basında yer alması da edcen olmuştu belki. İstifa 466 zorunda
kalmıştı Rhee. Güney Kore'de de baskı yönetimine başkaldıran öğrencilerle
öğretmenlerin gösterileri, ardı arkası kesilmeden sürüp gidiyordu. Fakülteden
çıkıp yürümeye başladı Sahaflar'a doğru. Her akşam bu saaderde çıkıyor,
Sahaflar, Kapalıçarşı, Cağaloğlu, Ankara Caddesi'nden Sirkeci'ye iniyordu
yürüyerek. Seviyordu bu yürümeyi, dinlendiriciydi. Hem kitaplara bakıyordu
Sahaflar'da, Babıâli'de kitapçı vitrinlerinde, hem de vakit dolduruyordu.
Akşamlan altıda buluşuyorlardı Kenan'la Sirkeci'de, istasyon önünde. Birlikte
"evlerine" çıkıyorlar, bir şeyler hazırlayıp yiyorlar, gece 11'e, 12'ye kadar
kalıyorlardı. Geceyi orada geçirdikleri de oluyordu ara sıra. Yasak aileydiler.
Yarım bir mutlulukla yaşanan kankocalıktı bu. Sürekli korkular yatıyordu
Günsel'in içinde. Gebe kalmak korkusu başta geliyordu. Balayında gibiydiler.
Öyle coşkulara kaptırıyorlardı ki korunma konusunda öğrendiği şeyler çoğu kez
her iş bittikten sonra akıl ediliyordu, iyiden iyiye değişmişti, kadınlığının
tam bilincindeydi artık. Kendini, isteklerini apaçık tanıyordu. Gündüz işinde
çalışırken, akşam, Kenan, "evleri", sağlıklı, ürpertili bir koşullanma ile
takılıveriyordu kafasına. Geçen hafta gazetelerde koca manşetierle çıkan bir
haber bir korkuyu daha depreştirmişti içinde. Boğaziçi'nde, randevuevinde fuhuş
yapan arabalı zengin kızları basılmıştı. Biri üst kat pencereden atmış kendini,
canına kıymış. Kenan'a sezdirmek istemiyordu, utanıyordu konuşmaya ya, bir türlü
de kurtaramıyordu kendini bu korkudan. Ya bir tuzak kurarlarsa bize? Rezil olduk
gitti. Pencereden mi atmalı o kız gibi? Cezaevine tıkıverirler. Aman ne güzel;
ağabeyi devrimcilikten, kız kardeşi fuhuştan!.. Ağabeyim
burada olsa dünyada kalamam böyle geç vakitlere. Kaçamak olur arada, o kadar.
İyi ki yok. Bitse artık bu iş, kurtulsak şu kandan. Kenan'ı bekler buldu
Sirkeci'de. Pakeder vardı elinde.
— Kırılma Kenancığım, dedi, gitmeyelim bu akşam. Kenan şaşırmıştı.
— Neden?
Nedeni var mı? Birden öyle gelmişti içinden. Ne deseydi? 457 Kenan anlamış
gibi:
— Yoksa, dedi, şey misin?..
Şey, mey değildi oysa ki... Ona da üzülüyordu, epey bir gecikme vardı ay
durumunda. Bir yorgunluk vardı üstünde. Kaçamak bir yanıda adatmak istiyordu.
Deli gibi isteğine karşı koyma sınavı. Görevden yan çizmesine ceza bir tür.
Başını önüne eğdi suçlu suçlu.
— İyi, bir süre kurtulduk korkudan.
Uysaldı Kenan. Yakınmamıştı. Sevinmişti bile. Gebelikten o da korkuyor benim
kadar. Korkmaz mı? Aynı uysallıkla bakıyordu Kenan. Yumuşak, çekingen:
— Dinlenirsin, dedi. Konuşuruz biraz. Olmaz mı? Yemekten sonra hemen dönersin.
— Olmaz, dedi Günsel.
Gerçekten de olmazdı. Eve gidersem nasıl dururum? Yalanım da çıkar. Bitti, olmaz
artık.
— Gideyim, dedi. Çocuklar da arayıp duruyor bu hafta; biliyorsun, konuştuk
seninle. Tam da önemli şeyler... Çok boşla-dık; görev kaçağı gibiyim.
Kenan üstelemeden, sessiz dinliyordu. Günsel durdu, biraz sonra, kaşıdı bir
vurgulama ile:
— Sen de evine git, dedi.
Kışkırtmak için söylemişti. Anlamamış gibiydi Kenan. Yoksa anlamıştı da... Bıktı
mı benden? Bu kadar aptal mı bu adam? Görmüyor mu nasıl istekliyim? Bir yalan
attım işte. Niye çekip götürmüyor kolumdan? O karıya gidecek. Al sana ceza!..
— Ben arabayla götüreyim seni.
Kızgınlığını belli etmemek için yürümeye başladı Günsel.
— Hayır, dedi. Bahçekapı'ya yürüyelim, tramvayla gitmek istiyorum. İçimden
geldi, çoktandır binmedim.
Bahçekapı'da kalabalık tramvaya itiş kakış binip de pencereden durakta üzgün
bakan Kenan'ı görünce, dönüp aşağı atlamamak için güç tuttu kendini. Öylesine
bir köşeye itilmişti ki kı-mıldayamıyordu bile. Gülümsedi Kenan'a, o da
gülümsedi isteksiz. Belki neye uğradığını anlamamıştı. Karşı çıkmamıştı, daha
önceki kavgalarında öyle eleştireler yapmıştı ki Günsel, yine "küçük-burjuva"
damgasını yememek için bazı şeyleri anlayışla karşıladığını tanıtlıyor gibiydi.
Bu da onun sınavı bir tür. Al sana, "küçük-burjuva" filan değil adam; nasıl
olgun, nasıl ağırbaşlı karşıladı. Tam bir devrimci gibi!.. Doğruladı da seni;
git arkadaşlarına, görevini yap. Eleştirilerinden nasıl yararlandım görüyorsun.
Cehenneme gitsin eleştirilerim. Çocuklara da gelmeyin dedim. Boşu boşuna... Hay
Allah... Gerçekten, gidip o kadınla yatar mı? Tam küçük-burjuva kıskançlığı.
Sinirlerim bozuk da ondan. Yatsın isterse, amaan!.. Kıymet Nine geldi aklına,
Sivas'ta, mahallelerinde, yamru yumru bir kocakarı, "Erkek milleti kuduz
köpektir. Karı etine aşerer." demişti bir gün. Kenan da kuduz köpek. Salyaları
aka aka gidip ısırsın o karıyı!.. İçine bulantı geldi birden. Ağır bir havası
vardı tramvayın. Yakınındaki bir adam kokuyordu. Ayak kokusu... Sararmış
benizleri, yağlı yakalan, soluk giysileriyle, çoğu akşam iş dönüşü yoksulların
doldurduğu ikinci mevki Aksaray tramvayı limon kolonyası kokacak değil ya...
Koku gittikçe artmıştı. Sultanahmet'e varmışlardı ki öğürecek gibi oldu.
Baygınlık geldi içine. El etti biletçi-ye, itiş kakış zorla indi tramvaydan.
Açık hava biraz iyi gelmişti ya, tramvaydaki koku burnundan gitmiyordu bir
türlü, içine sinmişti sanki. Derin bir-iki soluk aldı. Bu kadar mı inceldik?
Koptuk mu bu halktan? Sanki çok yabancıyım pis kokularına... Yoksa hastalanıyor
muyum? Bir öğürtü daha gelince zor attı
kendini Ayasofya'nın bahçe duvarı dibine. Kusamıyordu da... Acı sular geliyordu
ağzından. Tükürdü, geçiştirdi bir-iki öğürtüyü- Mendille tıkadı ağzını. Yoldan
geçen birileri bakıyordu. İki kadın bakıyordu. Araçlar geçiyordu. Bir utançla,
kalakaldı birden. Yoksa?.. Yok canım, böyle birden olur mu? Belli ki o pis
kokudan. Sonra sinirliyim de... Aldat kendini bakalım. İçinde gittikçe büyüyen
korkuya karşı çıkar gibi Divanyolu'na doğru 459 yürümeye başladı. Ortalık
kararıyordu. Duraklar, kuyrukta tık-hm tıklım bekleyenlerle doluydu. Bir hüzün
kapladı içini. Niye ayrıldım Kenan'dan? Tam bu zamanda?.. Nerdedir şimdi?.. Bir
şey de demedi. Kalabalık caddede yalnızlığa gömülmüştü. Çemberlitaş'a
doğru öylece yürüyor, ne yapacağını bilemiyordu bir türlü. En iyisi bir taksiye
atlayıp evi bulmak. Bulantı da geçti gibi. Örtbas etmek var mı doğrulan? Bal
gibi gebelik bu. Ya evde de olursa? Teyzem anlar mı? Ne olur anlarsa?.. Ağzı
var, dili yok zavallının. İyi ki annem babam yok. Dayaktan öldürürdü beni o
adam. Anacığım da bol bol ağlardı. O da yerdi dayağı. Göz mü açtırırlardı ki
böyle şeyler olsun?.. Pişman mısın?.. Pişman mıyım?.. Yooo, pişman değilim.
Çözüm bekleyen, kaçınılmaz, tatsız bir sorun vardı ortada, o kadar. Handan'la
bir konuşalım önce. Belki de yanılıyorum. Aptalın biriyim ben. Güçlü görünmeye
çalış, bilgiçlik sat!.. Kenan da bir şey sanıyor beni, bayılıyor. O daha mı az
aptal? Ağlamak geliyor içimden işte... Ne var, en sağlıklı, en doğal şey gebe
kalmak. İlaçlar, adaklar, dualarla bekliyorlar. Necmiye Abla'yı kocası boşadı,
kısır diye. Nasıl ağlamıştı kadıncağız. Suç da herifteymiş. Süleyman'dan ikiz
doğurdu; bir yıl sonra evlendiydi. Mevlit oku'tular. Beni de götürdüydü annem.
Kaç yaşındaydım ki?.. İlkokulda mıydım ne?.. Ne güzel olurdu mevlider; kalaylı
bakır kâselerle şerbet verirlerdi. "Sundular bir cam dolusu şerbeti!.." Herkes
kalkıp birbirinin sırtını sıvazlardı. Büyüklerle oynadığımız ne güzel oyundu...
Kulağım mevlitçinin ağzında, bellemiştim yerini. Hiç de çıkmaz belleğimden.
"Geldi bir kuş ak kanadıyla revan. Arkamı
kuvvetle sıvadı heman." Ayağa kalkılır, başlar herkes birbirinin sırtını
sıvazlamaya. Çok sonraları öğrendimdi bunun kolay doğum dilemek olduğunu. Erkek
çocukların da sırtını sıvazlardık; gülerdi kadınlar. Geldi denince herkesin
saygı ile ayağa fırladığı ak kanatlı kuşu da ne çok düşünür, ne çok düşlerdim.
Kanadıyla annelere mutluluk getiren, acılarını dindiren ak kuş!.. Bir kez 470 de
gerçekten düşüme girmişti. Canavarca dövmüştü o gece babam. Ağzı kan içindeydi
anacığımın. Ağlayarak uyumuştum. Babam, annem gülüyorlardı düşümde. Ak kanatlı
kuş da oradaydı, o da gülüyordu. Ne iyi kuştu!.. Sevilmez mi? Picasso'nun barış
güvercini gibi bir şey. Duysunlar da onu da yasaklasınlar! içimde sımsıcak bir
şeyler kımıldadı birden. Vay canına!.. Bebek var karnımda!.. Bebek değil daha
minicik bir canlı. Gün günden savaş verecek bebek olmak için. Düşman daha güçlü,
olmayacaksın diyecekler, keskin bıçaklarla saldıracaklar sana, kazıyıp atacaklar
bir lağım yoluna... İçinden ezilmeyle birlikte, öğürtü geldi yine. Mendili
bastırdı ağzına. Beyazıt'a yaklaşmıştı. Yeniçeriler Çarşısı'nda karanlık bir
aralığa saptı. Bir duvar dibinde durdu bir süre. Kusabilsem... Ağzına gelen acı
sulan tükürdü. Baygınlık geçirir gibi oldu, duvara yaslandı. Korkuyla bakındı,
ıssızdı aralık. Uzak bir motor hırıltısı, demir, çekiç sesleri geliyordu bir
yerlerden. Yeraltı gibi bir işyerinden kir pas içinde bir oğlan fırlayıp
karşıdaki kapıya daldı. Duvara yasladığı başını kaldırdı utançla. Tanıyorum ben
bu kapıyı. Ağbisini arayıp bulduğu, Kenan'ın hastalığında telefon ettikleri
atölyenin hanı. Birden çıkıverse ağabeyimin arkadaşı ossaat anlar. Sırıtır mı?
Suratıma mı tükürür? Ne onu yapar, ne bunu. İyi adamdı. Amaaan, sıçayım ağzına
hepsinin!.. Handan'dan alıştık bu sövmelere de. Niye Handan? Babanın ağzı çok mu
temizdi?.. Bir açtı mı?.. Ağır ağır caddeye çıktı. Dopdolu taşıt araçları iki
yana koşup duruyordu akşam kalabalığında. Salkım saçak bir tramvay daha, onda
da... Bütün tramvaylar o adam kokuyordu! Hiç kuşkusuz gebelik bu. Annem
anlatırdı, bana gebeyken peynir aldığı bir
dükkân hep peynir kokarmış burnuna, önünden geçerken. Bir dolmuş durdu. Bir
kadınla çocuk indiler. İş olsun diye, "Koca-mustafapaşa," dedi. "Gel," dedi
şoför, Nasıl oldu bu?.. Pencerenin yanına oturdu, başını kelebek camın önüne
dayadı. Temiz hava çarpıyordu yüzüne. İçeri bakamıyordu korkusundan. Durup
kalkmalar, inmeler, binmeler arasında bulmuştu sokaklarının başını. İndi, ağır
ağır yürüdü eve. Kenan'ı evde bulacak gi- 47^ biydi. Anlamıştır, atlayıp
gelmiştir! Bu düşle çıktı merdivenleri, zile bastı, bekledi. Kimse yoktu evde.
Kapıyı anahtarı ile açarken bir kırgınlık çöktü içine. Hele kimsesiz, boş ev
daha da karartıcıydı. Nerdeler? Merak etmeye başlamıştı. Ne oldular bunlar?
Salonda ışığı yakıp koltuğa bıraktı kendini. Merdivenlerden sesler, mırıltılar
geliyordu. Teyzenin ayak sesleriydi. Fırlayıp açtı kapıyı. Turgut'un kolu
sarılmış, boynuna asılmıştı. Teyzesi soluk soluğa, ağlamaklı...
— Ne oldu?..
Nahide Hanım ayağını sürüyerek içeri girerken daha da ağlamaklı yakınmalarına
başladı.
— Kolunu kırmış. Cerrahpaşa'ya götürdüm. Canımdan bezdirdi bu oğlan beni. Ana
yok, baba yok, sahip yok.
Kendisine de taş vardı bu yakınmada. Nerden çıktı bu? Çekti Turgut'u. Oğlan
sararmıştı. Ağlamış daha önce. Kuruyan yaşların kara lekeli izleri belli
belirsizdi kirli yanaklarında. Suçlu suçlu önüne bakıyordu.
— Ne yaptın da?..
Dili çözülüverdi birden.
— Hiçbir şey yapmadım hala. Duvardan atlıyorduk, elinde sopa vardı Osman'ın,
birden ayağım takıldı. Ayağım kayınca...
Ayağı kayınca da sağ koluna düşmüş. Çok acımış. Hastanede bakmışlar. Hay Allah,
bir bu eksikti. İyi ki geldim eve. İçime mi doğdu nedir? Teyze hanım içerde
söylenip duruyordu. Aldırmazdı söylenmelerine ya, nedense şimdi dokunuyordu. Her
sözü iğneli, her sözünde kendisine bir taş atıyor gibi geliyordu:
"Böyle çocuk mu büyütülür?.. O ki ana baba olmasını bilmiyorlar, yapmasınlar
çocuk. Uğraşacak durumum mu var benim?.." Acıma duydu teyzesine. Haksız mı
kadıncağız?.. Günler var ki oğlanın yüzünü bile doğru dürüst görmez oldum. Sabah
çık, gece yarısı gel; bazı gece hiç gelme.
— Alçıya mı koydular?..
— Yok, dedi Turgut. Çatlakmış hafif. Bağladılar iki tahtayla. Film de aldılar.
Handan teyzenin bir arkadaşı vardı, onu bulduk. Cuma yine gideceğim, sabah
sekizde.
Sağ kolu olması kötü. Önemli bir şey değil belki ya, okul durumunu etkilemese.
Ödev filan yapamaz bu elle. Gidip öğretmeni ile konuşmalı. Al bir tatsız iş
daha. Ya önemliyse, bir şey olursa koluna?.. Cız etti yüreği. Ağbisinin sözü
geldi birden. "Kollarımı keseceklerine öldürsünler beni. Bizi insan yapan
elimiz." Handan'la bunu konuşmalı yarın. Kendim götüreyim hastaneye. İp adarken
ayağım burkulmuştu benim de. Bilekte çatlak var demişlerdi. Günlerce
yatırdılardı. Ya topal kalsay-dım?.. Kenan sevmezdi beni. Gebe de kalmazdım,
kötü mü?.. Nahide Hanım mutfakta yemek hazırlığına girmişti, tok olduğunu
söyleyerek odasına geçti. Komodinin üstünde ağbisinden gelmiş iki mektup vardı.
Teyzesi söylemeyi unutmuştu demek. Epeydir gelmiyordu. Bazı ikisi birden gelir
böyle. İncelemeye mi tutarlar ne?.. İyiymiş Hasan, onu merak ediyormuş.
Yıllardır örtülü yazışmaya alışmışlardı. Görünüşte kupkuru mektuplardı
ağbisinden gelen. Günsel her sözün değerini vermeyi, anlamını çözmeyi iyi
biliyordu artık. "Sağlığına önem vereceğini, boş yere ne kendini, ne bizi
üzüntülere düşürmeyeceğini biliyorum, benim akıllı kızım." Hep akıllı kızım der.
Kışkırtmalara kaptırma kendini, pisi pisine gitme demek bu. Soranlara selam.
Kimsenin adını yazmaz. Yatağa uzandı, mektupları birer kez daha okudu. Bir
sayfayı doldurmayan şeylerdi. Komodinin üstüne bıraktı. Acıkmıştı. Canı hiçbir
şey yemek istemiyordu yine de... Bulantıdan korkuyordu. Kolonya şişesini aldı
komodinin üs-
tünden, avucuna doldurup kokladı, alnına, şakaklarına sürüp ovaladı. Daha
iyiydi. Kafasındakileri bir düzene sokmak çabasıyla öylece kaldı bir süre.
Dalmıştı. Bir gürültüyle gözlerini açtı. Teyzesiydi seslenen. Onu istiyorlarmış.
Aklına Kenan gelmişti birden. Sormadan firladı. Salonda Şevket, karısı Fatma,
bir genç kız, bir de bir adam. Tanıyacaktı ya... Tamam, Şevket Ağabeyler'de
görmüştüm bir gece. Nişanlısıydı bu kız. Sevil. 473 Adam da... Bir türlü
getiremiyordu adını. Sevinçle, -biraz da gösterişli- sıktı ellerini. Fatma'yla,
Sevil'le öpüştüler. Şevket Ağabey:
— Gidelim der durur bizim Faik çoktandır, diyordu. Hah, Faik'ti adı.
Dokumacıydı. Bu kız da nişanlısı. Tam da
gününü buldular gelmek için. Saat sekiz buçuk filan. On birden önce kalkmaz
bunlar. Dayanabilir miyim?.. Ya yine bulantı, öğürtü gelirse?.. Kusarsam?..
Fatma Abla anlar mı?.. Anlamaz olur mu? Şu kız bile (kız mı bakalım? Belki o da
gebe!) Bırakır mı bu herif!.. Erkek dediğin kuduz köpek!.. Her neyse, anlar o
da. Bilmediği yoktur bunların. Gizli gizli...
— Ben de bugün öğlende balık yedim, dedi Günsel, bayat-mış. Zehirlendik mi
nedir?..
Üzüntü ile ilgilenmişlerdi hepsi. Yatsan, filan gibi sözler edildi. Yok, şimdi
iyiymiş, birkaç kez çıkarmış...
— Birazcık bulantım var, o da geçer sanırım.
Damdan düşer gibi açmasına, tutamayıp gülecekti az kalsın ya, daha bir güvenli
olmuştu şimdi. İyi oynadık, yuttular. Yalancılık günüm bugün. Kenan'la başladık.
Artık kussam da önemli değil, balıktan!.. Erken de kalkarlar. Çelişik bir durum
vardı, onu da çözünce gerçekten sevindim geldiklerine. Çok şey var konuşacak.
Turgut'un kolundaki sargıya Fatma da ilgi göstermişti. Yörelerinde usta bir
kırıkçı varmış. Doktorlar anlamazmış. Gerçekten, benim ayağımı da bir kırıkçı
kadın iyi etmişti. Teyze, Turgut odalarına çekildiler, biraz sonra yattılar.
Nahide Hanım, Günsel'in konuklarıyla pek az konuşurdu genellikle. Bu-
gün de yorgundu. Turgut'un olayı epeyi üzmüş, hırpalamış olmalı. Sevil, Günsel
ablasını çok sevmiş, hep görmek istermiş. Faik bunları söylerken Sevil kızararak
gülümsüyor, önüne eğiyordu başını.
— Yaa, dedi Günsel, o günden sonra görüşemedik. Ben de çok istedim, olmadı
işte...
Sonra onlarda gördüğü öteki işçiyi anımsadı.
— Demirdöküm'deki arkadaş nerde?
— Remzi, dedi Faik... Remzi memlekete gitti, izinli. Malatyalıdır o. Ailesi
orda. Getirecek belki. O da hep seni sorar.
— Sağ olsun.
Günsel kahve yapmaya kalkıyordu, bırakmadılar. Çaya peki dendi. Günsel çay
koymaya kalkarken Sevil beklenmedik bir atılışla:
— Ben de yardıma geleyim mi abla? dedi.
Sonra da utanmıştı, yüzü kıpkırmızı gülümsüyordu.
— Yok Sevilciğim, sağ ol. Yardımlık bir iş yok. Şimdi geliyorum.
Gerçekten şipşirin, sevimli kız. Daha da bir açılmış, cana yakın olmuş. Olmaz
mı? Neler öğrenmiştir bu Faik'ten. Açılmış gözü. Bak nereye götürüyor? Ne
malmışsın... Kötü mü doğayı bütün yanlarıyla öğrenmek? İşe yaradığını öğrenmek
bir yanımızın? Hep kafanda o, atamıyorsun. Atamıyorum. Düşünüyorum işte ne
yapayım? Cogito... Kogitom!.. Koggiyyto!.. Ser-met'in belki de en doğru sözü:
İnsan dendi mi ne erkektir o, ne kadın. Birleşince yarımşardan bir olurlar,
insan olurlar. Bütün çaba insan olmak. Dosdoğru da... Gebe kalmayacaksın yalnız.
Bir de kimseler duymayacak, görmeyecek. Suç insan olmak. Gizli olacaksın!..
Sermet kimden duymuştur ki o sözü?.. Fransa'da ben... Salona döndüğünde yadırgı
bir sessizlik içinde buldu Şevketler'i. Sanki o yokken bir şeyler konuşmuşlar
da, ona da açmayı birbirlerinden bekliyor gibiydiler. Şevket önüne bakıyordu
yine. Ötekiler de birbirlerine şöyle bir kaçamak göz atıp bek-
leşiyorlardı. Tedirginlik duydu Günsel de. Bir şey var bunlarda ya... Soğuk
durumu atlatmak için Günsel'in bir şeyler bulup demesine kalmadan Fatma açtı
sözü.
— Biz, dedi, seninle bir şey konuşmaya geldik. Daha doğrusu Sevil anlatsın da...
Durdu birden, daha da kızanp iki yanına şaşkın bakan Sevi]'e döndü:
475
— Hadi anlat sen, dedi.
Sevil, Faik'e baktı son bir kez. Bir hadi sözü de ondan beklemişti sanki... Faik
öylece bakıyordu. Şaşkınlığını, utançlığını yendi Sevil, birden Günsel'e döndü.
— Biz Taşlıtarla'da otururuz, biliyorsun ablacığım. Kırklare-li'den geldik. Çok
var bizim gibi komşu... Bulgaristan'dan var; benim ahretlik var. Onun
eniştesinin bir kardeşi vardır burda, sizin okulda okur. En yüksek...
Bulgaristanlı'dır onlar.
Tatlı bir Rumeli ağzıyla yanakları kızararak, bazı heyecandan tıkanır gibi, bir
sürü şeyi, düzensiz, karmakarışık anlatmaya başlamıştı. Ötekiler
karışmıyorlardı. Kız bir süre daha gereksiz gibi görünen ayrıntı sıraladıktan
sonra, durdu, Faik'e baktı, o da hadi artık söyle, uzattın der gibiydi.
— Hükümet silah verecek derler Bulgaristanlı göçmenlere. Gizli gizli verecekmiş.
Hepsi Dimogratur onların. Benden sakınmazlar, konuşurlar yanımda. Ahretliğime
gider, hep dinlerim ben de. Ablasında kalır o. Ismayıl, kaynıdır ya, sizde okur.
Kavga ettiler onunla evvelsim gece... Babası düveyazdı uğlanı, sen de
unlardansın, der, İsmayıl da unlardanım der. Sonram ben de konuştum çocukla,
yenidir burda o, tanımaz kimsecikleri. Dedim vardır benim de bir ablam, sizde
okur o da... Git konuş dedim.
Burda birden durdu, ürkek baktı Günsel'e, suç mu ettim gibisine. Günsel de ne
diyeceğini bilmeden kalmıştı. Öyle şeyler çıkıvermişti ki birden karşısına...
Sevil önemli eksiği birden anımsamış gibi:
— Kırdıracakmış Dimogratlar kim ki onlara karşı olan varsa. Sizin okulda da çok
varmış gizli adamları. Silahlı... Ismayıl bilir çuğunu...
Sevil bu yolda ayrıntılı bazı şeyler daha anlattı. Bu İsmayü da, kız
bilemiyordu, ya İktisat ya da Hukuk'ta olmalıydı. Yardım etmek istiyormuş. Çok
da korkuyormuş. Kız GünsePdeki 475 durgunluğu görünce:
— Kızmayasınız bana, dedi, vermedim ben sizin adınızı. Bir ablam vardır, dedim.
O kaa!..
Günsel güldü.
— İyi etmişsin, dedi.
— Hiç sana sormadan süler miyim ablacığım?..
Cin gibi kız. Faik de mutlu gülümsemeyle övünür gibi bakıyordu. Konuyu bütün
yönleriyle konuşup tartışmaya başladılar. Şevket'in Bulgaristan'dan gelen
göçmenlere oldum bittim sevgisi, güveni yoktu. Bir-iki oyuna düşmüşler geçmişte.
Yenemediği bir kuşkusu vardı hepsine karşı. Bir Laz arkadaşı da öyle gü-
vensizmiş ki, ordan gelen birinin sözü edildi mi:
— Bulgar midur? Oy, pirakun oni... dermiş hemen.
— Bela oldular memlekete, dedi Şevket. Korkularından mıdır, nedir?.. Çoğu,
hükümetin, Demokratların köpeği. Kovculuk işleri güçleri, ispiyonculuk,
Rusya'dan kaçıp gelen Beyaz Rusundan, Tatarından, Azerbaycanlısından çektiğimiz
yetmedi. Şimdi de bunlar...
Bir süre daha konuştular. Sevil evecenlikle bakıyordu Gün-sel'e onun ağzından
çıkacak söze.
— Ne zararı olacak bana? dedi, Günsel. Gelsin. Yararlı olur bakarsınız.
Sevil bir işe yaramanın sevinci ile bakındı. Günsel'in kafası takılmıştı,
hükümetin -Demokratların- kışkırtmalarla gizli oyunlar peşinde olduğu
söylentileri yaygındı. 6 - 7 EylüPü komünistlere yıkmaya çalışmadılar mı?
Binlerce kişiyi tutuklamışlardı suçsuz; belli ki iyice kötüye götüreceklerdi
işi. Bereket Mecliste
İnönü bozmuştu oyunlarını. İnönü'nün bu olumlu çıkışını Şevket Ağbi'ye söylemek
geçti içinden. Kafasını takmış, ne söylersen boş.
— Her bir alçaklık, canavarlık beklenir bu heriflerden, dedi Faik.
Bir durgunluk çöktü yine. Çayları getirmeye kalktı Günsel. Peşinden Sevil de
geldi mutfağa.
— Öyle korktum ki, dedi, ablacığım kızacak dedim bana. Gülüyordu Günsel,
"Bakacam" sözü geldi aklına; ilk gördüğü geceki!..
— Yok canım, dedi, kızar mıyım? Sevindim. Doğru yapmışsın.
Çaylarla döndüklerinde Sevil'e takılmak için gülerek:
— Eeee, düğün ne vakti? dedi.
Yine utangaç önüne baktı Sevil. Faik de tedirginleşmişti.
— Aramızda şey yaptık biz, dedi. Kusura bakmayın, kimseyi çağırmadık. Öyle
aramızda...
Haaa, her işi olmuş!.. Nüfusu küçükmüş, değiştirmek hem uzunmuş, hem de para
istermiş. Geçen ay kendi aralarında biti-rivermişler. Babası çok bağnazmış, bir
imam getirmişler. İmam nikâhı... Olmuş, bitmiş. Günsel kutladı. Ne kolay
çözümleri vardır. Bütün güçlük bizde. Bir imam da biz getirsek ya!.. Fatma,
Günsel'in içinden geçenleri anlamış gibi, ancak halktan kadınlarda görülen senli
benli bir gülüşle:
— Eeee, biz soralım, dedi. Seninki ne vakit?..
Şaşırıp kaldı Günsel. Beklemiyordu. Gülümsemeye çalıştı. Çanak mı tuttun?
— Benimki mi? dedi.
Şevket yan gözle Fatma'ya baktı. Kızmış mıydı bu gevezeliğine? Fatma oralı
değildi, aynı yakınlıkla üsteledi.

— Hatice Abla söylemiş o gün, biri ile çıkmışsınız da. Nişanlısı demiş. Çok
sevindim.
Günsel kızarmasını önleyemiyordu. Gülmeye vurdu. Bir şey
demek gerek ya, ne desem? Şevket de iyice bozulmuş gibiydi karısına. Bir daha
baktı. Tam bir şey diyecekti ki Günsel:
— Evet, dedi, öyle gibi. Düşünüyoruz, daha kesin bir şey yok.
Geveliyordu sözleri. Kesin bir şey yok, yalnız bebeği var karnımda. Oportadaydı
saçmaladığı. Fatma üsteleyip ekledi:
— Hayırlı, uğurlu olsun. Ne iş yapıyor çocuk?.. "Çocuk" demez mi? Gülmeye
başladı Günsel. Atlatmıştı güç
yanını.
— Çocuk dediniz de ona güldüm, dedi. Biraz yaşlıca. Eskilerden sayılır. Çok
eskiden tanırmış Baba'yı. Öğretmenmiş. Şimdi kitapçı Babıâli'de...
Fatma aynı yakın gülüşle bir şeyler daha koparmak için başlayacaktı ki kapı
çalındı. Yüreği hop etti Günsel'in. Geldi, odur bu. İyi adam sözü üstüne...
Yavaşça kalktı. Ötekiler de bakındı-lar, gecenin bu saatinde gibilerden.
Tedirginlik duymuşlardı. Günsel, sevinsin mi, üzülsün mü kestiremeden kapıyı
açtı. Han-dan'dı. İlk sözü:
— Hiç ummamıştım seni evde bulacağımı, oldu. Hani bu akşam...
Günsel kaşı, gözü ile içerde yabancılar olduğunu anlattı. Başını sallayarak
yavaşça:
— Kim? dedi Handan.
Günsel bir şey demeden içeri girmişti. Handan girdi. Hiçbirini tanımıyordu.
Tanıştılar.
— Necla geldi akşam, Turgut'un kolunu söyledi. Hastanedeydi, onu bulmuşlar.
Duramadım. Senin de işin vardı biliyorum. Yoksun bu gece.
Çok önemli sayılmazmış kolu. Hafif bir çatlak belki. Bir-iki haftada geçermiş.
Hoca görmüş filmi. Yüreğine su serpilmişti Günsel'in. Handan geldikten sonra bir
uzaklaşma havası esmeye başladı. Çaylar içildi. Sessizdi herkes. Günsel öyle
sevinmişti ki aslında, şimdi Nazım'dan bir şey oku, diyecekler tedirginli-
ğinden kurtulmuştu. Bir-iki havalardan söz edildi. Neydi o ge-çenki çamur, toz
yağması!.. Handan'in doktorluğuna pek ilgi duymuştu Fatma ile Sevil. Ne doktoru
olacaktı? En iyisi kadın-doğumdu. Para kırıyorlardı. Bir sessizlik oldu yine.
Daha durmanın anlamsızlığını görmüşler gibi kalktılar. Önce Şevket kalktı. Yarın
iş vardı. Ayrılırken Günsel fakültedeki yerini bir kâğıda yazıp verdi Faik'e.
İsmail çalışma saatlerinde arayabilirdi. Gittiler. Salona dönüp de Handan'la
kalınca ağır, sıkıcı bir yük kalkmış gibiydi üstünden.
— İyi ki geldin, dedi. Ben de seni arayacaktım.
— Biliyorum, dedi Handan. Söylediler. Günsel şaşaladı:
— Söylediler mi? dedi. Kim söyledi?..
— Aliler, Gülşenler geldi bugün... Kongreyi demiyor musun?..
Güldü Günsel.
— Evet, dedi. Onu da diyeceğim. Handan ilgiyle baktı.
— Başka? dedi.
— Başkası... Kötü işler, dedi Günsel.
— Kötü mü? Nasıl kötü? Doğru dürüst konuşsana be!.. Günsel karşısındaki koltuğa
oturdu, yanındaki sehpadan bir
sigara alıp yaktı. Handan kızgın bakıyordu.
— Şuna bak, dedi, romantik pozlar!.. Neyin var Margrit?.. Günsel duymamış
gibiydi. Sigarayı çekti içine, üflerken Handan ekleyiverdi:
— Hadi, gebe kaldım de!..
Günsel şaşırmıştı Handan'daki sezgi yeteneğine. Rastgeleydi belki de. Yavaşça
başını salladı.
— Nerden anladın? dedi.
Sonra kendi kendine söylenir gibi üzgün ekledi.
— Öyle olacak.
Handan kalktı, bir sigara alırken:
— Bekliyordum, dedi. Senin gibi mıymıntı... Sigarasını yakıp bir soluk çektikten
sonra, yerine geçerken:
— El âlem her gün birinin koynuna girer çıkar, kız oğlan kızdır sanki. O kadar
da söyledim. Anlat, nasıl oldu?..
Günsel'in anlattıklarını sessizce dinledi. Bir de idrara bakacaklardı ya, o da
gebelik diyordu. Sigarasını bastınrken:
— Kadın-doğumcu olayımmış, dedi. Senin döllerini kazımaktan başka işe bakamayız
artık...
Kalktı, koltukta üzgün, dalgın duran Günsel'e yaklaştı.
— Yatalım, dedi. Yarın erken çıkacağım. Takma kafanı, bakacağız bir yoluna.
Herifin altına yatarken düşüneydin.
XXI
Baba'ya gittikleri günden beri tedirginlik içindeydi Kenan. Hep izleniyor
sanısındaydı. Kuruntu muydu, yoksa birileri mi peşindeydi sürekli?.. Birkaç kez
ıssız sokaklara sapıp yokladı peşinden gelenleri, pek bir şey çıkaramadı. Bir
yerlerden gelip bir yerlere gidenler eksik olmuyordu sokaklarda. Nasıl yargıya
va-nrsın?.. Günsel'e açmak istemiyordu. Korkaklıktı belki de. Oldum bittim
hiçbir şeyi umursamaz görünmüştü Günsel. Kendini bildi bileli içinde bulunduğu
bu koşullar kaygı konusu olmaktan çıkmış onun için. Her şey olağan. Bir onun
gibi olsam ben de. Yalnız Teşvikiye'ye giderlerken peşlerine iyice
bakıştırıyorlar, kimi bir-iki sokak ötelerden dolaşıp her yanı iyice kolladıktan
sonra giriyorlardı. Açıkça konuşmamışlardı ya, yalnız polisçe izlenmeye değil,
Nermin'den gelecek bir oyuna, tuzağa karşıydı da bu. Rasim'in, kendisini
bildiğini söylememişti Günsel'e. Tedirginliğe düşmesini istememişti. Bari o
sağlıklı kalsın.
O ki Rasim biliyor, Nermin'den neyi saklıyoruz?.. Neyi kolluyoruz?.. Gülünç...
Ne bileyim?.. Çelişkiler içindeyiz işte. Hangi gün kurtulduk ki çelişkilerden?
Aralarında su sızmıyor, durur mu Rasim. Her şeyi anlatmıştır Nermin'e. Rasim,
Nermin'e... Rasim, Nermin'i... Cehenneme kadar. Biz mutluyuz ya! Mutluluk da
yorar insanı. Pırıl pırıl bir ırmakta yüzüyorsun, mutluluk dediğin bu. Bir
kıyıda, bir dönemeçte arada bir ortaya çıkıveren pis bulanık akıntılardan
uzaklaşacaksın, güçlü kulaçlar atmam gerek. Sık sık oldu mu da, yoruluyor insan.
Timsahlar, suaygır-ları, ağulu yılanlar da var ırmakta. Ne çok düşmanı var
mutluluğun... Sahaflar'dan beri peşimden ayrılmayan şu herif yılan mı, timsah
mı, suaygırı mı?.. Nuruosmaniye avlusundan Cağaloğ-lu'na doğru çıkarken bakındı
yöresine. Kahverengi giysili, kır saçlı, orta boylu, zayıfça adam da durup
bakındı. Birlikte geçtiler karşıya. Yaya kaldırımına çıkınca birkaç adım
gerisinde yürümeye başladı Kenan'ın. Biraz ilerdeki büyük bir mağaza önünde
durdu Kenan, vitrindeki pirinç, bakır dövme kaplara, mangallara, halılara
bakmaya başladı. Adam ağır ağır yürüdü gitti yanından. Kara san bir deriye
kaplıydı yüzü, omuzlan çöküktü. Dünyasından geçmiş dedikleri. Bir tümce geçti
içinden: "Ebû Ali öyküleri okuya okuya sonunda oğlan delirir." İçinden geçirdi
mi bu tümceyi gülerdi. İlk okuduğundan beri gülerdi. Şimdi de öylesine bir gülme
tutmuştu ki... Unutmaya çalışıyor, olmuyordu. Ebû Ali öyküleri okuya okuya...
Dönmüştü yüzünü; camın ardındaki bakır, pirinç, dövme kaplardan ayrılamıyordu.
Bir süre kaldı öylece. Yatışmıştı. Biz de Ebû Ali öyküleri okuya okuya
sonunda... Tümce eskisi kadar gülünç gelmiyordu artık. İyice durulmuştu. Tam
döneceği sırada, camdan, karşı kaldırımda ağır ağır, kendisine bakarak yürüyen
uzun boylu, gözlükleri kara çerçeveli herifi gördü. Yılan bu işte!.. Tanıyordu
adamı. İki de bir yoluna çıkıyor, peşi sıra yürüyordu; sonra görünmüyordu bir
süre. Bir-iki gündür de yoktu ortalarda. Ne yapsın şimdi? Adam da onu kolluyordu
belli ki, matbaanın vitrinine bakar gö-
rünüyor, ara sıra birilerini bekler gibi dönüp ardına bakmıyordu. Gitsem şunun
karşısına; "Ne istiyorsun ulan benden?" diye başlasam!.. Ne yapar?.. Asıl
tatlısı, git birden boynuna sarıl, "Vay kardeşim!.." diye şapur şupur öp
yanaklarından!.. Asıl o zaman ne yapar?.. Yine gülmesi tutacaktı. Şakacı
günümüz. Ne güzel şu bakır ibrik. Girip bir tane alayım. Ne yaparım?.. Hemen
Baba'ya götürmek geldi içinden. Niye Baba'ya?.. Bu man- 433 gallar, ibrikler,
köşeye itilmiş alaca kilim, bizimle ilgili ne varsa eskilerden gelen, önce
Baba'yı düşündürüyor. Belki de kızar duysa. Kızarsa kızar, ne yapalım?.. Hem
kızmaz. Gücünü eskiye dayanmaktan aldığını biliyor. Ancak hangi eski? Sorun
bu... Yılan da çöreklendi duruyor karşıda. Kim bilir neler kuruyordur o da benim
için?.. Kim bilir nasıl yazar raporunu? "Vitrinin önünde uzun süre durdu. Belli
etmemeye çalışıyordu ya, birini beklediği yöresine bakışından belliydi." Böyle
mi yazar ki?.. Ne yapalım ağulu yılan, biraz da sen oku Ebû Ali öyküleri. İşi ne
ki polis dediğinin?.. İçleri dışları Ebû Ali öyküsü... Kaç azılısı tımarhanede
ölmüş bunlann da... Öyle, bekliyor herif. Camın üstünde kocaman bir otobüs
göründü birden, silip attı adamı, yerleşti. Döndü Kenan; camlan, kırmızı
suratlı, ak saçlı kocakarı başlanyla dolu bir turist otobüsüydü caddenin
ortasında durup oyunu bozan. Sıvışıver işte, tam sırası. Niye, ne var kaçacak?
Ağır ağır yürümeye başladı. Otobüsü geçti; biraz daha yürüdü, dönüp baktı, yoktu
gözlüklü. Durup iyice bakındı gerilere doğru; yoktu. Şimdi çıkar bir yerlerden.
Ya da birkaç gün görünmez. Belki de birbirlerine devrediyorlar. Üçlü izleme
yaparlar-mış diye duymuştu çok eskiden. Biri kahverengi giysili, dünyasından
bezmiş herif. Niye olmasın?.. Biri de bu! Şimdi üçüncü takıldı belki de. Bir
daha bakındı, cadde öyle kalabalıktı ki ner-den anlarsın? Hem ben o kadar önemli
miyim onlar için ki üçlü izlemeye kalksınlar?.. İyice kuruntuya kaptırdık. Ebû
Ali öyküleri okuya okuya... Sokağa sapıp önce bir matbaaya uğramayı geçirdi.
Muhasebe kitabının ikinci baskısı için konuşmak gerek.
Sokak da kalabalık değildir, çıkar ortaya peşimde biri varsa. Matbaacıyla yeni
takıştık daha, yine para ister. Diyelim bir adam geçti sokaktan, ne olacak? Yürü
yoluna be... Burak bekleyip duruyor, erken geleceğim dedin. İşi var çocuğun. Ne
iyi oğlan çıktı. Dürüst, güvenilir, saygılı... Üçüncü de o olmasın?.. Yok
canım!.. Buna üzülürüm işte. Böylesine tertemiz genç... Değildir. 484 Günsel'e
de takıldılar mı ki?.. Öğlen yemeğini Beyazıt'ta bir lokantada yemişler,
Çınaraltı'nda, kahvelerini içmişlerdi. Bir durgunluk var bugünlerde Günsel'de.
Sendeki durgunluk ona da geçmiş olmalı. Ne durgunluk var bende? GünsePinki ay
durumuyla ilgilidir. Bir yanm yanı var işte kadınların. Eşitliğine eşitiz de,
ayrılıklarımız da gerçek. Asıl ülkenin durumu... Neye varacak bu gidiş?..
Azdıkça azdı herifler; bugün Mecliste yasalaşı-yor Tahkikat Komisyonu'na
yetkiler tanıyan tasarı... Ne anayasa, ne babayasa artık... İstediklerine
"Geel!" Gazeteciymiş, mil-letvekiliymiş, devlet adamıymış... CHP'yi de
kapatırlar mı? Kapatır bu herifler. Gidiş onu gösteriyor. Kapatsınlar. Belki de
daha iyi olur. İyisi, var mı be!.. Bütün yolları kessin herifler, soluk alacak
delik kalmasın. Neymiş? Patlarmış sonunda. Bok patlar!.. Bir şey de patlamaz bu
ülkede. Halk öylesine yılgın ki... Ondan sonra bekle ozanlarla birlikte. "Kim
bilecek kapalı kutu - Ama bulut yağmur bulutu - Gelir kararır nerdeyse - Altta
tohum nefes nefese - Kulağı gök gürültüsünde...''Ne. güzel, ne ustaca söylenmiş.
Bekle ki bulut gelsin de... Bir yaşam boyu bekledik yetmedi mi?.. Hem ne gördük
ki karanlık buluttan gayrı?.. Bir türlü boşalmaz namussuz. Boşalacağı da yok!..
Günsel'e açsana bunları. Yüzüne bakmasın bir daha da... Korkak. Güvensiz
herif... Öyle güvenliyim ki, tersine, boşaldığını hiç görmeyeceğimi de bilsem
bulutun, yine de yolumdayım. Benim görmemle ölçmüyorum ki... Ama bu karanlık da
çok değil mi?.. Nedir bitmeyen çilemiz?.. Kırkımı geçtim, bir gün "oh" diyemedik
şu ülkede. Allah belasını versin! Kimin? Hepinizin!.. Üçüncüsü de şu kıç
soluncanı heriftir işte. İşyerine girerken Cağaloğlu'ndan be-
ri peşi sıra gelen zayıf, sansın, oğlana dönüp baktı. O da Kenan'a, işyerine
öyle bir göz attı, sonra yürüyüp gitti yokuş aşağı. Cehenneme!.. İtoğluit!.. Git
ver raporunu, al kemiğini; sen de sürün, biz de sürünelim. Ne biliyorsun, belki
sıradan biri, zavallı bir adam; peşinden gelmesi rasdantı?.. Hepsinin canı
cehenneme... O zavallılardan çekiyoruz ne çekiyorsak. Ulan uyanın be!.. Bana,
işyerine bakacağına şöyle bir dünyaya bak, ülke- 435 ne bak, tepene
çöreklenmişlere, seni zavallı edenlere bak. Süne-pe deyyuslar!..Oh ne güzel
boşaldın!.. İyi ettim, o kadar da olmasın da patiayalım mı?.. Burak'ın gözü
kapıdaydı. Kimse yoktu işyerinde.
— Hadi sen git, dedi Burak'a, bugün de gelme istersen.
Sevinerek çabucak çıktı Burak. Kenan geçti yerine. Kimsecikler uğramıyordu
nedense. Sözleşmiş gibiydi alıcılar. Kimi böyle olur, sonra da bir saldırırlar;
Günsel'in durgunluğu yine takıldı kafasına. Bugün de Tıp Talebe Cemiyeti'nin
kongresi varmış. Ona da gidemediğine üzgündü. İzin alamamış. "Çok ayrılıyorsun,"
demişler. "Yemeğe bile zor çıktım," diyordu. Bir şeyler sezinleyip işinden
etmelerinden korkuyordu. Boşuna korku da değil. Çok onurlu kız, pek sözünü
etmiyor ya, belli ki epey bunalmışlar bir ara. Bir teyzenin emekli maaşıyla...
Anca kendilerine gelebildiler. Ayrımız gayrımız yok ya, işsiz kalsa yine de
çekingen davranır, üzülür, içine atar hiç değilse... Garip bir şey bu, kolay
aşamıyor insan. İşsiz kalsam da onların evine sığınsam, ben de nasıl kötü olurum
kim bilir?.. "Küçük-burjuvalık" der konuşsan, Günsel buna. Belki de öyle. Gel
gör ki sözle doğrularız, karşı koyarız da, yine de aşamayız bir türlü. Nasıl iyi
kız şu; olduğu gibi pınl pırıl... Kadınlığı ile ayrı, insanlığıyla ayrı. Ah bir
kurtulsak şu belalardan da evimiz olsa; korkusuz, birlikte yaşamanın mutiuluğu
başlasa. O zaman da başka korkular çıkacak. Biter mi korkular bu toplumda?..
Hele bizler için... Baba haklı, korku iliklerimize işlemiş. Nedenli, nedensiz.
Şu yapıların soğuk, karanlık yüzü bile korku uyandınyor insanda. Ne-
denlerini, görenler ayılıyor; ya yiğitleniyorlar, ya da yeniden siniyorlar, hem
de ezilmecesine. Bizi sindiremeyecekler Günsel'le. Telefon çalıyordu. Kalktı,
tam merdivenleri çıkarken birileri de daldı içeri. İki kız, bir adam. İzin
istedi telefona bakmak için. Soluk soluğa açtı telefonu. Tanımadığı bir sesti,
Kenan Bey'i istiyordu. Sesi tanıyordu da kimliğini...
— Kim arıyor? dedi.
Bir sessizlik oldu önce, sonra telefondaki daha bir yüksekten:
— Ben Selim, Kenan Bey, dedi.
— Selim?..
Birden anımsayamamıştı. Haaa Selim!..
— Selim, Nermin'in ağabeyi. Görüşmüştük. Kapatacaktı telefonu. Yapamadı birden.
— Saygılar Kenan Bey, bir iş için geldim Ankara'dan. Sizinle de bir görüşsek iyi
olacak. Önemli bir...
Kenan birden kesti:
— Rica ederim, sözünü ettiğiniz konular beni hiç ilgilendirmiyor. Daha önce de
demiştim, biliyorsunuz.
Bir sessizlik oldu yine. Kenan kapatacaktı ki:
— Siz ilgilenmek istemiyorsunuz Kenan Bey, dedi Selim. Ya da öyle görünmek
işinize geliyor. Ancak, konu sizinle ilgili. Hem de öyle ilgili ki...
Herif gözdağı veriyor. Sözünü tamamlayamadan yine kesti
Kenan:
— Olabilir, dedi. Olabilir. O da yalnız beni ilgilendirir.
Çat diye kapadı. Nermin'inden ayrı, ağabeyinden ayrı... Topunuzun geçmişini...
sülalesini... Merdivenleri çabucak indi. Sinirliliği, bekleyenlerin de gözünden
kaçmamıştı. Adam da sanki gülümser gibi bakıyordu. Acele yerine geçerken:
— Buyrun, dedi Kenan.
— Estağfurullah, Kenan Bey, önce siz buyrun.
Kenan da gülümsemeye çalışarak baktı adama. Tanıyacaktı bu şakacı adamı. Kır
saçlan, buruşuk, kumral yüzü, her sırıtışta
gerilen dudaklarının arasından çıkıveren takma dişleri, alaylı kırpışmalarla bir
sönüp bir parlayan gözleri...
— Tanımadınız galiba...
— Tanıdım, dedi. Hoş geldiniz. Nasıl tanımam Fadıl Bey?.. Kusura bakmayın öyle
dağınık ki kafama.
— Rica ederim.
Konya'da birçok yıllar kapı bir komşuluk ettikleri eczacı Fa- 437 dil Bey'di.
Evlerinde kira ile oturmuşlardı. Çok yardımları olmuştu Nermin'e de, kendisine
de. Ailece iyi kişilerdi. Fadıl Bey kimya öğretmenliği de yapardı lisede. Oradan
da yakınlıkları vardı. Mason olduğu söylenirdi. Eski bir Galatasaray Tiydi. İlk
yakınlığı oradan olmuştu Kenan'a. Kızlarını da tanımıştı Kenan. Çirkin şeylerdi,
güzelleşmişler. Fadıl Bey de biraz çökmüş gibi. Kenan konuklarını yukarıya
çıkarmak için yol gösterirken:
— Onları tanıyamazdım, dedi. Çok değişmişler. Gülüyorlardı kızlar da...
— Yok, çıkmayalım, dedi Fadıl Bey. İşiniz var sizin. Tam o sırada bir kızla
oğlan girdiler. Kitap istiyorlardı.
— Çocuk da izinli bugün, kusura bakmayın. Yeni gelenleri savıp döndü.
— Nermin Hanım nasıl?..
— İyi, dedi Kenan. O da annesinde bugün. Karşıda. Yalan söylüyordu. Gelmeye
kalkarlarsa...
— Kızlara hep onu söylerim, derdi Fadıl Bey. Evlenecek, yuva kuracaklarsa, sizin
gibi olsunlar inşallah!..
Ne diyeceğini bilemedi Kenan. Adam kızlarına kargışta mı bulunuyor, iyi dilekte
mi?.. Karşılıklı soruşturmalar başladı. Anneleri geçen yıl kanserden ölmüş
kızların. Yaa!.. Vah vah!.. Çok üzülmüş Kenan... Bir ev işleri varmış
Küçükçekmece'de. Onun için birkaç günlüğüne gelmişler. Kızlar da bu yıl
üniversiteye giriş için hazırlanıyorlarmış. Nermin de iyi. Evde Zeynep'ini
büyütüyor. Bir tane ile olmazmış, kardeş gerekmiş Zeynep'e... Tatlı, babacan
adamdı Fadıl Bey. Karısının ölümü epeyi sarsmış
belli ki. Kızlar da üzgün, önlerine bakıyorlar annelerinin sözü edildi mi.
Solgun yüzlü, iyi yürekli bir kadıncağızdı...
— Dünya bu işte, her şey boş, diyordu Fadıl Bey. Kenan'ın kitapçılık ettiğini
eski bir öğretmen tanıdıklarından
öğrenmişler, sora sora bulmuşlar.
— Gelmişken, kızlara Nermin Ablaları'nı da göstermek ister-433 dim, diyordu.
Can atıyor onlar da!.. Kızlar daha küçükken düşkündüler Nermin'e...
— Buyurmaz mısınız yarın akşam?., dedi Kenan. Duraladılar. Bu akşam dese
geleceklerdi gibi. Günleri sayılı
imiş, işleri de çok. Bakırköy'deki teyzelerine gideceklermiş yarın gece. Öbür
gün de gitmeyi düşünüyorlarmış. Kesin değilmiş. Kalırlarsa.
— Biz sizi ararız, dedi Fadıl Bey, belki de telefonla...
Kenan kartını verecekti, vermedi. Bir kâğıda işyerinin telefonunu yazdı. Kartta
ev telefonu da vardı. Ayrılırken Fadıl Bey, büyük kentte daha da ortaya çıkan
taşralı tontonluğuyla:
— Mutlu yuvanızda yavrunuzla sizi görmek bizim için de büyük mutluluk olacak,
Kenan Bey, dedi. Nermin Hanım'a çok selam, sevgi şimdilik. Sanırım sizleri
görmeden gitmeyeceğiz.
Kızlar da utana sıkıla saygılı sözler edip ayrıldılar. Kenan şaşkın, ne
diyeceğini bilmeden onları yolcu ediyordu ki birkaç kişi daldı içeri. Sonra hiç
arası kesilmedi. Beşe kadar gelen giden, olanı isteyen, olmayanı isteyen,
beğenen, beğenmeyen, bir şey soran... Yorulmuştu iyice. Fadıl Beyler de
kafasından çıkmıyordu. Atlatmalı. Nasıl değişiyor her şey. Konya'da nasıl
bağlıydılar bu Fadıl Beyler'le. Çok güç durumlardan kurtulmasını sağlamıştı.
Sözü geçen adamdı. Geniş görüşlüydü. Başımız epey derde girerdi Fadıl Bey
olmasaydı. Gericilik kol gezer orda. Yine öyle midir? Niye olmasın? Ne değişti
ki?.. Bir şey değişmez bu ülkede. Öyledir. Daha da kötüdür. Gelse de iki laf
etsek Fadıl Bey'le. Konya'daki birçok eski tanıdığın durumunu öğrenir-
dik. Fadıl Bey politikaya düşkün değildir. 46'da Demokratlara katılmış, epeyi de
çalışmış, sonra bırakmış ardını. Örtülü bir karamsarlığı vardır. Her şeye
gülümseyerek bakar. Kadanır gibidir. "Ne yapalım, başka bir şey gelmez ki
elimizden,"der gibidir. Şimdi daha da karamsar görünüyor. Daha çok sırıtmasından
belli. Bütün iyimserliği bizim üstümüze. Nermin'le bana. Mutluluğumuzu görüp
mutlu olacaklar. Bütün kötülük böylelerin-den geliyor belki de... Bunlar
yaşatıyor bu kokmuş düzeni. "Dünya iyilerin yüzü suyu hürmetine duruyor"
dedikleri bu iyiler işte. Bir de Nermin olacaktı şimdi; gözleri dolu dolu. Hay
Allah kahretsin. Saat altıya geliyordu. Hazırlanıp çıkmalı. Nereye gitsem?
Yüzüne telefonu kapattık herifin. Surda bir çıngar!.. Erkenden çıkıp gitmeyi
bunun için de ister gibiydi. Korkuyor musun heriften? Üstümüze gelen kimden
korkmayız ki?.. Ra-sim'in herif için söylediklerini de düşününce... Beni çok
ilgilen-diriyormuş. Yeni bir şey olabilir mi?.. Ne olacak?.. Amaan... Nermin
için izin kâğıdı da verdik avukata. Belki de bu kâğıttan yeni bir şeyler çıktı.
Niye olmasın?.. Kuşkular birikmeye başlamıştı içinde. Keşke bu oğlanla oturup
adamakıllı bir konuşsay-dım!.. Ne yitirirdim?.. Bir sürü yeni şey öğrenecektim
belki de. Eksik olsun. Her yeni şey biraz daha bulaşmaktır bu pisliğe.
Öğrendiklerim işe yarasa bari... Nermin'e; Rasim'e karşı kullanabil-sem?..
Yakamı bırakmalarını sağlasa sözgelimi. Olmayacak şeyler. Uzak dur. Birbirlerini
parçalasınlar. Peki neyi bekliyorum ben? Nermin bu işin yürümeyeceğini anlayacak
da ayrılmaya yanaşacak, onu mu?.. Dünyada yanaşmaz bu kadın. Bir tür deli bu.
Eski bağlılığı kalmadı bana ya, yine de... Bir daha açsam mı?.. Hem bu kez iyice
sert koysam sorunu. Eskisi gibi değil öyle; bastırsam iyice... İşyerinden çıkıp
da Cağaloğlu'na doğru giderken bu konu iyice yer etmeye başlamıştı kafasında.
Günsel-cik ağzını açıp bir şey demiyor, üzülmemi istemiyor, ama öyle tedirgin
ki... Nasıl olmaz?.. O gün hastalığını duyunca ben bile nasıl sevindim. Böyle
sürüp gitmez ki bu... Bir gün de gebe ka-
lacak. Hadi kürtajlar. Birden durdu. Kürtaj mı? Ne kürtajı?.. Dünyada kürtaj
yaptırmam; ne yapar eder, koparım Ner-min'den. Şimdi yapıp etsene ne yapıp
edeceksen. Bıçak altına yatırmam GünsePi. Bir kez çok tehlikeli. İlk çocuk.
Doğurur öyle bir şey olursa. Yaa, ne kolay... Aman olmasın. İyice kolla-malı
bundan sonra... Olmuyor işte, öyle tuzaklar kurmuş ki doğa... Bütün etinden bir
ürperme geçti birden. Çırılçıplak düşle-mişti Günsel'i. Soluk soluğa,
sımsıcak... Ufff, daha cumaya kadar bir yıl var. Ben de azdıkça azıyorum.
"Cumadan önce olmaz," demişti Günsel. Yine bebek takıldı kafasına. Erkek olur
belki de... Zeynep'e kardeş işte. Ne kardeş ya!.. Yasalar bana veriyor olmalı
Zeynep'i. Ama ben ayırmam annesinden. Bakalım Günsel ister mi?..İstemez mi?..
Günsel dünyanın en iyi insanı. O başka... Amaan, nerelere taktım kafamı yine?..
Bu geceyi nasıl geçirmeli? Sorun bu şimdi. Kalkıp Günseller'e gitsem. Artık
yapamam öyle şey, söz verdim. Bu gece Handanlar, Tıp'tan başka çocuklar gelecek
onlara. Ben neci olacağım?.. Üzülür Günsel. Artık hiç üzmeyeceğim Günsel'i...
Elim kırılsın, nasıl da vurdum kıza!.. Bağışladı beni. Bağışladıktan sonra da
daha bir sıcak bağlandık sanki. Gülersin!.. Dövmek iyi sonuç veriyor demek!..
Hiç sıkılmak yok sende!.. Hem de söyleyeceğim. Bundaki acı alayı anlamayacak kız
mı o?.. Fadıl Bey... Fadıl Bey'in de geçmişinden şimdi. Peki nereye gidiyorum
böyle?.. Yolu tutturmuşum Çemberlitaş'a doğru. Daha yedi bile değil. Niye bu
kadar erken çıktım sanki?.. Eve gidip Nermin'le konuşacaktım ya. Ne konuşacağım?
Bıkkınlık verdi konuşma işi de. Nesini konuşacağım... Allah belasını versin.
Avukatla konuşayım en iyisi. Bir dilekçe, olsun bitsin. Peki iş durumu ne
olacak?.. Çamurlaşamam ya, işyerini de bırakmam gerekir. Her şey onların. Günsel
baksın ondan sonra kazık kadar herife. Kim iş verir bana?.. Günsel de "olmaz"
diyor ya. ÖfF, dönüp dolaşıp hep aynı yere geliyorum. Nasıl kurtulacağım bu
kısır döngüden?.. Gidip bir yerlere bir şeyler içsem, oyalanırım; erken de gider
yatarım. Teşviki-
ye'ye gitmek gelmiyor içimden tek başıma; Günsel'siz ne kötü oldum o gece. Dün
akşam evde de çok sıkıldım. Yine okuyacak bir şeyler vardı, bugün o da yok.
Kumkapı'ya ineyim surdan. Günsel'le gittiğimiz bir meyhane vardı. Oturduğumuz
masa da boş olsa!.. Tatlı düşler kurarım hiç değilse Günsel'i düşlerim gönlümce,
çırılçıplak... Sende de ahlak varsa... Alay olsun diye söylüyorum. Karşımda
oturup içkisini yudumlasın yeter. Azak Sineması'nın sokağına saptı, ağır ağır
indi yokuşu. Bir ara durup ardına bakındı, göze çarpan kimse yoktu. Boyuna beni
mi izleyecekler? Yol bitip de yokuşun dibinde, kavşaklar ortasında ampuller
altındaki tür tür, ışıltılı balıklarla donatılmış yeşilli, kırmızılı balıkçı
tablaları, marul, roka, soğan, kırmızı turplarla bezenmiş sergicikler, bu
cıvıltıyı olağan sayıp umursamadan dolaşan kalabalık, alanı bir kıyısından
kesen, herkesin nazlanır gibi yol verdiği bir taksi, yan sokaklara dağılmış
ışıklı, karaltılı meyhanelere ağır ağır giden akşamcılar öylesine yakalayıverdi
ki Kenan'ı, Günsel'in yokluğu birden acılaştı içinde. Onunla bölüşemedim mi ne
yapayım o güzelliği?.. Dönmeyi bile düşündü bir ara. Saçma... Buraya kadar gel,
iki kadeh içmeden dön. Neymiş?.. Günsel yokmuş. İyice gülünç oluyorum bazı.
Romantik delikanlılar yapmaz. Boşuna takılmıyor kız sana, "romantik delikanlım"
diye. Sergilere baka baka yürüdü. Sokağın içindeki meyhaneye girdi. Daha önce
Günsel'le oturdukları dipteki masa boştu. Oturup şöyle bir bakındı; pek az insan
vardı, yeni geliyorlardı daha. Boş garsonlar istediklerini hemen
taşıyıvermişler: Salata, birkaç meze, bir duble rakı, bir de levrek buğulama
söyledi. Duvarda, yüksekçe bir raftaki radyo alaturka bağırıp çağırıyordu. Ses
de yerinde değil; ince, cızıltılı. Düğmeyi çevirip yerine getirmek geliyor
insanın içinden. Niye bizde radyoyu hep böyle, yerinde olmadan çatlak sesli
açarlar? Anadolu'nun türkü söyleme zevki ile bir ilişkisi mi var bu
cırtlaklığın? Kalın sesliler bile türküye başlarken seslerini garip biçimde
inceltirler. Bir yanıklık verdiklerini mi sanırlar ne?.. Şu radyoya bak nasıl
rahatsız ediyor
insanı?.. Boğazında gıcık varmış gibi... Garsona söylesem mi? Kimsenin aldırdığı
mı var senden başka?.. Sen de duyma gitsin. Her şeye de takarsın kafanı.
Takılmayacak gibi mi?.. Meyhane birden dolmaya başlamıştı. Yükselen uğultu,
gürültü, konuşmalar, gülüşmeler, söz atmalar bir süre sonra iyice bastırdı
radyoyu:
— Sağlığınıza beyefendi.
Kenan dönüp baktı; hemen yanındaki masada, beyaz gömleğinin açık yakasından
kırçıl kıllar fırlamış, dökük saçlı, lacivert giysili, esnaf görünüşlü bir adam,
rakı kadehini kaldırmış gülerek Kenan'a bakıyordu.
—- Sağ olun efendim.
Kenan da kaldırdı kadehini, içtiler.
Adam dolu kadehini bir yudumda yanladıktan sonra aynı güleç yüzle Kenan'a baktı.
— Dalgınsınız, dedi.
Kenan bir şey demedi, gülümseyerek baktı sadece. Kimseye bulaşmak istemiyordu.
İç iki kadehini, çek git. Adam babacan, pişkin. Sürekli gülüyor, göz bile
kırpıyor gülerken. Boş ver gibisine bir-iki salladı elini. Meyhanelerde görülen
tipler vardır, bu daha da tatlısı; az görülen. Bir ara eğildi Kenan'a:
— Radyoyu dinlediniz mi, dedi.
Hayır anlamına başını salladı Kenan. Adam eğildi:
— Çıkıyor yasa, dedi.
Kenan anlamamıştı önce. Ne yasası? Adam sertçe ekledi:
— Çıkarsınlar, çıkarsınlar, görürsün, dedi. Analarının ...na kar yağacak ki...
Eliyle tamamladı tümcenin anlamını, sonra yine kıkır kıkır güldü. Kadehini
kaldırıp beklemeden içti. İlginç adam. Yoksa ağzımı mı arıyor? Al bir tane
daha!.. Ne yapacak senin ağzını be?.. Belli değil mi içtenliği? Hiçbir şeyi
umursamaz görünüyor, eğilip bir söz ediyor, kıkır kıkır gülüyor, çekiyor.
Kenan'ın kadehi boşalmıştı; adam hemen uzattı önündeki yeni rakı şişesini,
doldurdu. Karşı koymadı Kenan da. Biraz sonra daha da yakın-laştılar. Sinemacı
Salih derlermiş, açık hava sineması varmış Kumkapı'da. Kenan'ın kitapçılığına da
ilgi duymuştu. Garsonların, ara sıra sağdan soldan söz atanların davranışından
yörede tanındığı sevildiği billiydi. Umursamaz, çekinmez, sözünü sakınmaz, yine
de kimseye batmaz, tatlı bir adam. Kocaman kıllı kaşlarının altındaki fıldır
fildir gözlerini kırpıştırıp her söz söyle- 493 yişinde kıkırdayarak gülmesi
öyle bir sıcaklık yaratıyordu ki, ne dese, ya önemsemiyor ya da
bağışlanıveriyordu.
— Ne düşünüyorsun Salih Bey?..
— Halınızı...
— Gözün bizim halımızda, kilimimizde.
— Halı, kilim mi bıraktınız ki? Sıçıp hatırdınız hepsini!.. Sulu kahkahalarla
gülüşüyorlardı. Salih Bey de... Bir ara döndü Kenan'a:
— Ora benim masamdır, dedi. Kapmışsınız.
— Birazdan kalkacağım.
— Yooo, dedi, nereye kalkıyorsunuz beyefendi?.. Yeni başladık. İsterseniz şöyle
geleyim ben de...
— Buyrun.
"Buyrun"a kalmadan şişesini, kadehini alıp geçmişti Kenan'ın karşısına.
Garsonlar öteberiyi de getirdiler. Kadehini kaldırdı hemen:
— Eeee, bir daha merhaba. Kenan da kaldırdı, içtiler.
— Bende yaş altmış dört, 36 il gezdim beyefendi. Adamın yüzünden anlarım. Demin
baktım, öyle dalgın, öyle üzgünsünüz ki "bu da bizden!" dedim. Bu pezevenklerin
hepsi Demokrattır.
İlerki masalarda içen, demin kendisine takılanları gösterdi.
— Siz Halk Partili misiniz?..
— Değilim, dedi. İsmet Paşa'yı tutarım. Kenan gülerek baktı. Anlamıştı sanki
Salih Bey.
— Ne yapayım, dedi. Bir bölük hırsız da Halk Partisi'nde bekliyor; pusuda!..
Yarının hırsızları... E bir İsmet Paşa'yı da tutmazsak hepten batar bu millet.
Kimi tutacağız? Söyle kimi tutacağız?.. Bunlar öylesine yediler ki zıkkım
yesinler, bok yesinler, yerlerinden kalkamıyorlar. Hem de kalkamayacaklar,
görürsünüz. Süngüynen kalkacaklar.
Tedirginlik duymaya başladı Kenan. Adam öyle umursamaz söz ediyor ki...
Kışkırtmak için mi yapıyor. Neyini kışkırtacak. Susar dinlersin. Birden masadaki
ekmeği aldı, öpüp başına koydu Salih Bey, gözüne götürdü.
— Aha bu ekmeğe kör bakayım, beyefendi, eğer kendim için bir şey istiyorsam.
Bendeki bana yeter. Her akşam rakımı içiyorum ben. Millete yazık. Ama iyi oldu.
Eceli gelen köpek cami duvarına siyer. Bugün radyoyu dinledim evde; Tahkikat
Komisyonu yasasını duydum. Çıkaracaklar. "Şimdi yediniz y...ğı," dedim.
Öylesine bir makara gülüş patlattı ki demin takılanlar dönüp baktılar. Onlar da
gülmeye başlamışlardı.
— Ne o Salih Bey?..
— Hiç, dedi Salih Bey, beyefendiye bir film anlatıyorum. Yakında bizim sinemada
geçecek de... Komedi... Facia, facia...
Yine bir kıkır kıkır gülüş. Herkes gülüyordu. Salih Bey'in gülüşünün altında
yatanı sezinliyorlardı.
— Film nasıl Salih Bey, sonunda oğlan kıza atlıyor mu?..
— Atlıyor, dedi atlamaz olur mu? Zorla atlıyor hem de... Yalnız kızın da bir
babası var, o da gelip oğlana atlıyor!..
Yeniden makaralar koyverdi... Herkes gülüyordu. Seyirlik oyun. Ötekiler de
hoşlanıyorlar belli ki, ikide bir açmaz veriyorlar.
— Paşa babası mı Salih Bey?..
— Paşa babası, ya ne belledin?..
— Yaş seksen Paşa Baba'da, çişini tutamıyor o... Nerde kaldı atlaması...
— Ben de dedim, bir Paşa Baba değil, bir düzine babayiğit mülazım bile az bu
oğlana!.. Dinletemedik filmcilere!..
Herkes gülmeye başlamıştı ki ekledi:
— Tatlı canınızı üzmeyin... Değişir filmin sonu. Bura Türkiye!.. Çoğu gitti azı
kaldı...
Meyhane kırılıyordu gülmekten. Salih Bey, Kenan'a döndü:
— Bunları deli ederim böyle her akşam, dedi.
— İyi ki bir iş açmıyorlar başınıza...
— Benim mi?..
Sesinde, deyişinde, bakışlarında öyle bir kendine güven vardı ki inandırıyordu
insanı. Vız gelir gibisine elini de salladı şöyle bir...
— Baksana bize oğlum!..
Rakı bitmişti. Garsonlar koşuştular hemen.
— Masayı şöyle bir donatın. Bir ufak da yeni rakı. Ses çıkarmadı Kenan.
— Her akşam bir ufak şişem vardır. Bu gece yetmeyecek. Sizin de şerefinize şöyle
bir...
Masayı göstererek gerisini yine eliyle tamamladı.
— Bendensiniz bu gece. Sizin oraya gelip bir kahvenizi de içerim. İmrenirim
okumuşlara, biz cahil kaldık.
— Estağfurullah!..
Başladı tatlı tatlı anlatmaya Salih Bey. Bol sövgülü konuşuyordu; biçimine
getirip açık saçık fikra anlatıyor, sözünü ettiği olaya gönlünce bağlıyor bunu,
sonra da patlatıyordu kahkahayı. Her sözünün altında, üstünde, çatma saldın
vardı Menderes yönetimine. Kenan ara sıra yöresine bakmıyor, dinleyen, izleyen
birilerini arıyordu. Herkes kendi havasındaydı. Günsel'le de gelmeyi düşündü.
Tatlı adam. Ama bu sövgüler, açık açık fıkralarla Günsel'in yanında... Olacak
şey değil. Salih Bey sakınmadan konuşur yine. Sakındı mı tadı mı kalır bu
konuşmaların? Kadın erkek ayrımına kapılmadan, ahlaktı, terbiyeydi boş verip
konuşmanın nasıl da dinlendiren bir yanı vardır. Hep kendimizi sıkarak
yaşıyoruz; demir kalıplar içindeyiz. Söz gelimi, Günsel'le aramızda her şey
yapılır da sözü edilmez. On biri buldu söyleşi. Ayrılırken masalardan söz
atanlar da gülerek selamladılar Kenan'ı. Salih Bey iyice bulmuştu kafayı.
Ötekileri gösterdi gülerek:
— Bakmayın bu ibnelere, dedi, yarın benden çok Paşa'cı olur hepsi. 495
Kimsenin aldırdığı yoktu. Gülüyorlardı.
Meyhaneden çıkıp da karanlık alana yürüyünce, düşten gerçeğe dönmüş gibi oldu
Kenan. Bir tür Hyde Park bu meyhane. Git söyle, boşal, yine dön Türkiye'ye!.. O
da adamına göre oğlum. Git sen söyle Salih Bey'in dediklerini de gör anının
...nı. Güldü Kenan. Biz de başladık Salih Bey'in ağzıyla konuşmaya. E, mahalle
çocuğuyuz ne olsa!.. Ne biçim işçi kızı Günsel?.. Sunturlu bir sövsem şunun
yanında ne yapar? Kızarır, tersler belki de. Babasının ağzı pis bir adam
olduğundan söz etti bir kez. Sevmiyor babasını, acıyor. Hiç o babanın kızı
değil. Belki de değildir, hangimizin kesin ki babamızın çocuğu olduğumuz?..
Ölçüyü kaçıran bir kibarlığı var Günsel'in de. Yapmacık belki... Ne yapmacığı
be!.. Yapmacık durur mu o kızın üstünde? Niye durmaz? Hangimizin yapmacık,
özenti yanımız yok? Olmadan olur mu? İyisine, güzeline özenmek yapmacık da olsa
kötü mü? Ne demiş eskiler? "Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi olmaya
başlarsın." Orada da diyaletik. İyiye, güzele özentinin, yapmacık da olsa
kişiliğimize vurduğu olumlu bir damga yok mu? Yapmacıkla başlar, siner kalır
içimizde. Yapma-cıksa kalmaz, akar gider üstünden. Yapmacık ona derler. Karanlık
bir ara sokaktan çıkan bir taksiye kadar kafası, sürekli birbirini izleyen,
çelişkili, ayrıntılı bir sürü düşünceyle dolup boşaldı. Arabada da aynı
düşüncelerle dalıp dalıp gidiyordu. Aksaray'dan dönerken az kalsın kendini
tutamayıp bir delilik edecek, Koca-mustafapaşa diyecekti. Öylesine istiyordu ki
Günsel'i. Hem de Salih Bey'in söylediği gibi... Sımsıcak baldırlarında, taş gibi
göğsünle, dudaklarınla, sen de bilirsin adını işte, istiyorum. Ayıptır,
söylenmez ama herkes de bilir. Salih Bey söyler. Salih Bey diyor ki karı
dediğini... Ufff, çok mu kaçırdık bu akşam yine? İyi bir sulamadır içki, ağulu
ne varsa içinde açılıverir böyle: Baldıranlar, zakkumlar, sütleğenler, ağulu
mantarlar. İnsan kendi kendiney-ken bilmez mi ne bok olduğunu? Saklar yoksa...
Özenir. Bir Salih Bey başladı mı, "Tahkikat Komisyonu Yasası çıktı, karardı
ortalık, içerim rakımı, gider karıya da bir sefer, anladın mı?.. Bu 497 dördüncü
kan benim," demişti. "Köyden getirdim bunu, benden çok genç, ama başı yerde,
Çerkez kızı... Çerkezler çok saygılı olurlar." İlk karısından bir kızı varmış,
evli. İkincisi ölmüş, üçüncüyü boşamış. Dışardaymış gözü karının, baş edememiş.
Uzunyayla'dan 7000 liraya almış Çerkez kızını. İki oğlu varmış ondan.
Ortaokulda... Okutacakmış onları. Benim de bir kızım var. İki oğlan da
Günsel'den. Günsel de benden genç. Çerkez-dir belki de! Çok saygılı . Bir
sorayım. Ben kaça aldım? Bedavaya! Hay Allah, bir duysa kız!.. Canım benim. O
dudakların var ya... Sıcak, değirmi kalçalarını sıkıp da ... Tahkikat Komisyonu
da yasalaşıyor. Ulan alçaklar!.. Bir gün bu Taksim Alanı, bütün alanlar, yollar,
fabrikalar, görürsünüz siz ulan!.. Yalan var mı tarihte? Konya gerici ha? ...
Bizim halk mı gerici?.. Yüzünüze gülüyor şimdilik. Çeşme, yol filan
yapıyorsunuz. Cami, mami... Gün gelecek... Günsel... Taksi evin önünde
durduğunda uyukluyor gibiydi. Aynı durumda çıktı merdivenleri de. Anahtarı
aranırken kapı açıldı, Nermin'di. Çoktandır olmayan bir şeydi bu. Niye
yatmamıştı ki?.. Küslüğü aşan önemli bir şey olmalı. Par-dösüyü astı askıya,
içeri girdi. Nermin koridorda öyle bakıyordu.
— Ne var, ne bakıp duruyorsun?.. -Hiç...
Koridorun ucundaki Zeynep'in odasına gidecek gibi yaptı Nermin, sonra birden
döndü:
— Selim'i gördün mü? dedi.
Kenan anlamamış gibi baktı bir süre. Selim'i gördün mü? Niye göreyim Selim'i?..
— Buraya mı geldi?..
Nermin konuşmaktan çekinir gibiydi. Odaya gitmekle gitmemek arası kaldı bir
süre, sonra döndü:
— Sana telefon etmiş.
Sustu yine, Kenan da bakıyordu öyle:
— Eee, ne olmuş?..
498 Nermin yine bir çekingenliği aşarak:
— Burdaydı, dedi, çok sarhoştu. İlle seni görecekmiş. İyi ki arabayla geldin.
Korktum yolda önüne çıkacak diye.
Korkmuş yolda önüme çıkacak diye? Kenan ayılıyor gibiydi. Verip veriştirmenin
tam sırasıydı.
— Yakamı bırak da, sen de kurtul korkulardan, ben de...
Bakalım ne diyecek. Terslenirse tamam. Ağzını burnunu kırarım bu kızın. Günsel'e
nasıl vurdum? Nermin üzgün, bitik baktı bir süre. Belki de Selim'le geçen
çatışmanın bitkinliği idi bu. Kenan canlandırabiliyordu ağabeyi ile nasıl
konuştuklarını. Bu kız da demir değil ya... Gerçekten ezik bakıyor. Kenan'a
doğru kımıldadı şöyle bir, sonra mırıldanır gibi:
— Bıraktım işte, dedi, daha ne istiyorsun?
Bıraktım mı? Ne diyor bu kadın?.. Bırakmış beni!.. Kenan kızgındı iyice.
— Bırakmak mı bu? dedi homurdanarak, bitirdin beni. Allah senin de belanı
versin, kardeşinin de. Bırakmak bu ha?..
Nermin hiç karşılık vermeden öylece bakıyordu, sağlıksız bakışıydı bu, Yoksa
yine... Daha çok bağırmak geliyordu Kenan'ın içinden.
— Bana ne, dedi, sizin mal kavganızdan, eşşoğlueşşekler!.. Öyle bağırmıştı ki
Nermin korkuyla Zeynep'in kapısına dönüp baktı. Sonra Kenan'a döndü, aynı
sağlıksız bakışla, yavaşça:
— Zeynep uyanacak, dedi.
Zeynep uyanacakmış, uyansın. Herkes uyansın, uyuyacak gün müdür? Ne olacak böyle
horul horul uyuyacaklar da? Yetmedi mi? Döndü, ağır ağır salonu geçti,
alışkanlıkla gidip her
zaman oturduğu koltuğa bıraktı kendini. Gözlerini kapayıp bir süre daldı öylece.
Günsel şimdi... Bırak şimdi Günsel'i, işi yok burda onun. Bugünkü Tıp
Kongresi'ni konuşuyorlardır. Tahkikat Encümeni Yasası'nın çıkışını
tartışıyorlardır. Biz de Selim'le Nermin'in mal kavgasını... Dönüp baktı, Nermin
elinde gazeteye sarılı bir tomarla ağır ağır geliyordu. Önce anlamadı, sonra
tanıdı paketi. Politzer'in Felsefe Notları'nın daktilo kopyalany- 499 di. Kenan
odasındaki gardırobun ardına saklamıştı. Dün bitirmişti daha... Bir daha okumayı
düşünüyordu. Bunun elinde ne arıyor?.. Nermin gelip durdu ilerde.
— Ya bunları götür ya da iyi bir yer bul. Yakacaktım az kalsın.
— Yakacak miydin?..
Bir anda çılgına dönmüştü Kenan. Fırladı, kaptı Nermin'in elinden tornan. :
— Beni katil edeceksin sen, dedi, eşşoğlueşşek!.. Yakacaktın ha?..
Nermin öylece duruyordu. Gözleri dolmuştu.
— Korktum, "Evinizi bastıracağım," dedi Selim. Yutkundu, sonra aynı silik tonla:
— Bir arama yaparlarsa?
— Keşke, dedi Kenan.
Nermin anlamadan bakıp kalmıştı.
— Bulsunlar da alıp götürsünler beni de... Öylesi daha iyi olur belki.
Nermin dua eder gibi mırıltıyla:
— Allah korusun, dedi.
Yine dolmuştu gözleri. Kenan elindeki paketle koltuğa çökmüştü. Nermin
kımıldamadan bakıyordu.
— Seni niye götürsünler? Bulurlarsa benim derim; beni götürürler.
Kenan ne diyeceğini bilmeden şöyle bir döndü. Saçmalığına bak şunun. Küçümseme
ile bakıyordu Nermin'e. Gülmek geldi
içinden. Yiğitlik yapacak kocası için! Tutamamıştı, gülmeye başladı. Bakışında,
hele bu gülüşünde öyle bir küçümseme vardı ki Nermin sallanır gibi oldu. Duvara
verdi sırtını, gözlerinden akan yaşları saklamıyordu artık. Kenan bir kez daha
baktı. Hey Allahım, şuna bak, "benim" diyecekmiş de o gidecekmiş. Öylesine onuru
kırılmıştı ki Nermin'in, dudakları titriyordu. Zorla tutuyordu kendini. Kenan da
kesmişti gülmeyi bir acıma duygusuyla omuz silkerek. Nermin aynı silik sesle:
— Kim bu kadın? dedi.
Tamam, istediği yere getirdi. Yine oynuyor.
— Ne yapacaksın kadını? İkimizin arasında asıl sorun. Kadını ne yapacaksın?
Dönecek gibi görünmüyordu Nermin.
— O mu veriyor bunlan?
Kenan kızgınlıkla, daha çok da kuşkuyla dönüp baktı birden. Ağzımı arıyor benim.
Vay kaltak!.. Nerdeyse inanacaktım deminki duygulu... Birden ayağa kalktı.
— Git yat, hadi, dedi. Canımı sıkma.
Bir sigara alıp yaktı sehpadan, bir soluk çekip üfledi. Nermin kımıldamamıştı.
Yine döndü Nermin'e, kuşkusunu küçültücü bir tonla belirterek:
— Bunun için mi öğrenmek istiyorsun? dedi.
Bir an durdu Nermin, sonra titrek, içten bir sesle:
— Niye bu kadar kötü oldun sen? deyip döndü, ağır ağır çıktı odadan.
Koridorda yorgun ayak sesleri, sonra kapanan bir kapı. Kenan şaşkın kalmıştı.
Öylesine edcileyici söylemişti ki son sözünü, ya çok iyi oynuyor, ya yürekten
söyledi. Ha o, ha öteki, ne değişir? Bak yine eğri Brueghel tablosu. Olsun,
düzeltsem ne değişir? Salih Bey "Ulan kan," demiş, "sen beni boynuzlatırsın, ama
ben de öyle bir iş yaparım ki..." İkinci kansına demiş. İki adam tutmuş sonra.
"Bu pezevenkler de boynuzlattılar bizi," diyordu Demokratlar için. "Beyoğlu'na
çık, Amerikalılar... Karılarımızı Ankara
Palas'ta... Bu heriflere bir iş yapmak boynumuzun borcu. Kanlarına da dokunmuyor
deyyusların," diyordu. "Ulan bunlar Türk değil!.." Cırlak telefon sesiyle
irkildi Kenan. Gecenin bu saatinde?.. Günsel... Yok canım. Kalktı, telefona
giderken içerden açılan oda kapısını, koridorda koşar gibi gelen Nermin'in ayak
sesini duydu. Annesinden kötü haber sanmışür. Hep korkar, nasıl da zırlıyor:
Telefonu açarken Nermin de dalmıştı salona.
— Efendim.
— Kenan Bey değil mi?..
Tanımıştı Selim'in sesini, kapatacaktı. İçkili olduğu belli.
— Evet Kenan, ne yapacaksın?..
Bir sessizlik oldu önce. Şaşkınlığını geçiştirmişti Selim belli ki. İçkili bir
sesle başladı:
— Ne mi yapacağım? Senin ananı, avradını, kız kardeşini... keceğim. Ulan
puşt!.. Suratıma telefon kapatırsın ha, sen önce g...ü kurtar. Karını başkaları
s... Boynuzlu komonist. Ben de sana bu dünyayı dar etmezsem ulan... İbnelerin
şahı.
Kenan öylesine şaşırmıştı ki dili tutulmuş, inmeli gibi olmuştu. Kapatamıyordu
da telefonu. Hemen yanına gelmiş Nermin bütün açıklığıyla duyuyordu katar katar
sövgüleri. Gözleri koca-manlaşmış, elini utançla, korkuyla apaçık ağzına
götürmüştü. Selim aynı tonda aralıksız, soluksuz veriştiriyordu. Kenan'ın
suskunluğunu bozmak içinmiş gibi:
— Duyuyor musun kodoş? dedi birden.
Kenan sövgüleri yeni algılamıştı sanki. Önce bir dikeldi. Kısık, sağlıksız bir
haykırışla:
— Duyuyorum ulan puşt, dedi. Ben de senin ananı, avradını, kız kardeşini...
Nermin'in gözleri evinden dışarı uğrayacakmış gibi oldu birden. Ağlayacaktı,
beceremedi. Aynı sağlıksız, kısık haykırışla sürdürüyordu Kenan:
— Seni köprü altında... Ananın karnındayken kafana ecnebi y... değmiş orospu
çocuğu.
Bu sonuncuyu Salih Bey'den duymuştu, daha yeni; ötekiler Üsküdar'dan kalma...
— İstediğin yerde buluşalım ulan!..
Nermin birden atıldı, eliyle bastınp kapattı telefonu. Sarsılarak ağlıyordu. Eli
kapattığı telefonda, ayaklarına kapanır gibiydi Kenan'ın. 502 — Ayağını
öpeyim Kenan, diye inledi. Zeynepimiz'in başı
için!..
Sapsarı yüzü, titreyen elindeki telefon alıcısıyla soluk soluğa kalmıştı Kenan
da... Söylediklerinin bilincine yeni varıyor gibi toparlandı; kaymış gözlerini
şaşkınlıkla elindeki alıcıya çevirdi, sonra pis bir şeyden kurtulur gibi
atıverdi alıcıyı. Nermin kapıp kapatmış, duvar dibindeki fişi de çekmişti
çabucak. Kenan ağır ağır koltuğa gidip çöktü. Başını ellerinin arasına alıp
gözlerini kapattı. Nermin duvar dibinde kesik hıçkırıklarla ağlıyordu. Umduğunun
tam tersine bir rahatlama, bir boşalma duyuyordu Kenan, içkinin etkisi de yoktu
artık. İyi oldu puşta, muhallebi oğlanı sanıyordu beni. Beklemiyordu; sonunda
iyice kesildi soluğu. Bir de şu kız zırlamasa. Son sövgü de ne oturdu ya...
Ananın ...dayken kafana... Ne biçim sövgü be... Öykü gibi bir şey. Salih Bey bir
Demokrat politikacı için söylemişti. İzmir'in işgalinde ailesi Yunan'la
işbirlikçiymiş de... Yani adamın daha ana rahminde beynine hainlik aşılandığını
anlatıyor! Hem de hangi araçla!.. Gülmek geldi içinden. Tarihsel fizyolojik
sövgü... Ge-çenki şoför de ne dedi adamın ardından?.. "Altına yatıp da erkek
diye yüzünü sana dönen avradını ...keyim." Ayrıntıya bak. Hep o iş üstüne...
Yapınca küçültmüş oluyoruz kadını demek. Ne kafa!.. Senin ananı, avradını... Ben
de tuttum Selim'in anasını... Gerçekten ne demek o? Ben gidip Melahat Hanım'ı...
İçi bulandı birden. Kime ceza bu?.. Senin ananı... Yani Melahat Hanım'ı... Hay
Allah... Bir gülmektir aldı. Bozuk sinirlerinin ara sıra başvurduğu öylesine bir
boşalım idi ki bu, uzun süre karşı koyma olanağı bulamıyordu bir başladı mı...
Gidip Mela-
hat Hanım'ı yatırıp... Gülmekten gözlerinden yaşlar boşalmaya başlamıştı. Sahne,
ayrıntılarıyla düşününce öyle gülünç geliyordu ki... Kim bilir ne yapar pis
kocakarı?.. Bir daha da bırakmaz-mış beni... Hay Allah, tam itliğe vurduk. Dönüp
baktı. Nermin yaklaşmış, donuk, korkulu gözlerle duruyordu koltuğun biraz
ilersinde. Daha çok gülmeye başladı Kenan. Karı delirdi sanıyor beni. Akıllılık
da sayılmaz ya... Şuna da anlatsam mı? ... Senin 503 anneni... Sokulmak istedi,
yapamadı Nermin. Korkuyla mırıldandı:
— Kenan!..
Ses çıkarmadan biraz daha gülüp duruldu Kenan. Bir acılık çökmüştü içine;
kirlenmişti bir sürü pis sözcükle. Kullananı küçülten araçlar... Boşaldım,
rahadadım dedin mi, daha da küçü-lüyorsun. Tam bu topluma göre oluyorsun. Nermin
olduğu yerden, aynı donuklukla bakıyordu hep. Kenan tiksinir gibi kalktı, ağır
ağır çıka salondan. Kravatını gevşetti. Uykusu geliyordu artık. Banyoya girdi,
musluğu açtı; sular kesikti. Allah belasını versin. Ananızı, avradınızı
hepinizin. Bir su işini çözemediler be?.. Tuvaletten çıkınca kapının karşısında
durup kendine bakan Nermin'le karşılaştı. Peşimde dolaşıyor kan. Bu da kız
kardeşi işte Selim'in. Onu da... Soğukluk duydu içinde. Oyun bitmişti artık.
Nermin, bir şey demiş olmak içinmiş gibi: — Yatıyor musun? dedi.
Elinin körü... Karşılık bile vermeden odasına girdi. Kapıyı kapattı. Niye
kaçtım? Tam yüklenme sırasıydı oysa ki... Belki de yanaşacaktı ayrılmaya. O da
bıktı rezillikten. Felsefe Nodarı içerde kaldı. Alayım. Nereye saklasak? Nermin
gidecekmiş benim yerime!.. Bir yumuşama var bu kızda. Yoksa!.. Ne yoksası?..
Okudu da... Eee? Ne o kadar aptal, ne o kadar bilgisiz bu kız. Bir şeyler
almıştır okumuşsa. Az şey mi var minicik kitapta? İyi anlayanın dünyasını
değiştirir. Yolunu ısıtır insanın, gözünü açar. Diyelim okudu, anladı da... Ne
olacak?.. Kötü mü olur?.. Kötü olur mu hiç? İki devrimcik adının ortasında sen,
oh!.. Gü-
lersin!.. Yoksa bir halt mı etti Nermin? Ne dedi Selim? Boynuzlu komünist!..
Belki de bir şeyler öğrendi oğlan. Rasim'le Nermin... Ceketini çıkarıp attı.
Sıcaklık basmıştı. Susamışım be. Çıktı odadan, mutfağa girip dolaptan su
çıkardı. Çok soğuk. Aman olsun. Yana yana içti dolu bardağı. Salona gidip
koltuğa bıraktığı Felsefe Notları paketini aldı. Işıkları söndürüp döndü. 504
^am odasına giriyordu ki tuvaletten çıkan Nermin'le karşılaşü. Kolsuz, içini
gösteren bir gecelikleydi Nermin. Kenan'la birden kalıverdi olduğu yerde.
Nermin'in bir ara açılıp örtülüveren göğsü ile omzu arasında bir yer morarmış
gibiydi. Öylece bakıp duruyordu Kenan. Boynuzlu komonist. Bu kahpe işte... Daha
da büzülmüştü Nermin. İyice örtünmek ister gibiydi. Kenan birden uzanıp da
geceliğin yakasını hoyratça çekince, atiklikle, umulmadık bir güçle karşı koydu.
İyice büzülmüştü kapı dibine. Elindeki Felsefe Nodarı paketini bırakıp atıldı
Kenan. Nermin'in göğsüne kapanmış kollarıyla çırpınmasına bakmadan, ince
bileklerinden yakalayıp geceliğin yakasını birden çekti yukardan aşağı. Nermin
tam bir kaçışla Kenan'dan çekip kurtardığı kollarını boydan boya yırtılmış
geceliğin yarı ortada bıraktığı göğüslerine kapatmıştı yeniden. Yere düşen paket
açılmış, Felsefe Nodarı yerlere dağılmıştı. Daktilolu kâğıtlar, ayaklarının
altında itiş kakış çiğneniyordu.
— Çekil!., dedi. Nermin soluk soluğa. Bırak geçeyim. Yılgı içindeydi gözleri.
— Bırakmayacağım, dedi Kenan. Çek ellerini, aç, görmek istiyorum.
Daha da kapanmıştı Nermin. Ne diyeceğini bilemiyor gibiydi. Şaşkınlık, korku,
çekingenlik vardı gözlerinde. Mutluluk bile vardı. Çiğnenmiş, onuru kırılmış bir
kadında ne kadar olursa...
— Ben istemiyorum, dedi yaralı bir sesle. İstemiyorum. İstemiyor mu? Çılgına
dönmüştü Kenan. Neyi istemiyorsun?
Acımasız, pençe atar gibi iki eliyle saldırdı birden. Parçalamak
geliyordu içinden her şeyi. Karşı koymaları boşuna olmuş, bir anda çıplak
kalmıştı Nermin. Kenan morarmış yeri arıyordu. Loş koridordan, sürükler gibi
çekip ışıklı yatak odasına soktu karmakarışık duygularla sarsılan kadını. Yarı
belinden yukarısı çıplak Nermin, hafif bir titreme içinde kesik solumalarla,
şaşkın, ürkek bakıp duruyordu. Kenan sokulup eğildi. Leke, morarma, çürük hiçbir
şey yoktu hiçbir yerinde. Üstelik dolgun göğüsle- 505 ri, soluk bir mermer
gibi omuzları pırıl pırıl... Gölgeydi demek. Peki şimdi ne olacak? Çürük olsa ne
olacaktı? Ulan ne eşşek herifsin sen!.. Bu kız bile senden... "Niye bu kadar
kötü oldun?" Haksız mı?.. Bir şey yapmak istermiş gibi elini uzattı Nermin'e.
Nermin de bırakıvermişti artık. Çıplaklığı içinde korku dolu, acımalı bir
sıcaklıkla bakıyordu Kenan'a. Hastalandı sanıyor olmalı; acıması, yakınlığı
bundan. Kenan bilinçsiz uzattığı elini çekti birden. Nermin sokulmak ister gibi
yavaşça kımıldadı. Sarılmak isteği ile bakıyor, göze alamıyor gibiydi bir türlü.
Yenmeye, karşı koymaya çalışıyordu belki de... Hay Allah!.. Şimdi?.. Salih
Bey... Kadın dediğini... Senin ananı avradını... Darmadağınıktı Kenan, şaşkındı.
Ne demeli bu kadına? Zeynep uyanırsa?.. Vay namussuz kan... Ulan Salih Bey...
Selim... Senin kız kardeşini ben... İstekle dolu kadına dokunuvermesi yetmişti
deli bir açlıkla karışı vermelerine. Beklemediği, ummadığı çılgın bir hazda
yitip gitmişti Kenan. Karşı koymak da istemiyordu. Et ete, soluk soluğa bir
azgınlığı upuzun dakikalar boyu yaşadılar. Tükenip de yan yana uzanınca
suskunluk başladı yeniden. Konuşacak bir şeyleri de kalmamıştı. Var mıydı ki?..
Bomboştu Kenan. Gözlerini yavaşça kaydırıp baktı. Ağır ağır inip kalkan göğsü
ile yanı başında uzanıp kalmış bu kadın da bomboş olmalı. Sevişmenin bir türü de
bu... Söz açmak bile gereksiz Günsel'e bundan! Hangi yüzle açacaksın?.. Yooo,
öyle değil, aslında bilir o. Nermin'le aynı evdeyiz sonunda. İnsan bazı...
Uzatma, bencil köpek!.. Ne yapalım?.. Belki de... Pek öyle büyütecek bir yanı
yok. Nermin kalkıp banyoya geçti. Kenan da kalktı yavaşça.
Aynadaki çıplaklığına takıldı bir süre. Gidip kolonya döktü avuçlarına,
ensesine, göğsüne, şakaklarına sürdü. Tatlı bir serinlik bir kez daha unutturdu
her şeyi. Banyoya girip yıkamam. Su da yok. Kovadan almalı biraz. Kapı açıldı,
dönüp baktı, Nermin girmiş, koridorda yerlerden topladığı Felsefe Notiarı'nı bir
araya getirmeye çalışıyordu. Gecenin ortasında elinde bir tomar 506 Felsefe
Notlar'ıyla çırılçıplak kadın!.. Ne de güzel tablo adı... Buydu en önemlisi!..
Nermin yaklaştı.
— Götürecek misin bunları, saklayayım mı? dedi.
İnsanı hep şaşırtır bu kadın. Belki de bilerek yapıyor. Ne diyeyim? Saklasın;
bulunursa onu alıp giderlermiş. İnanıyor mu buna?..
— Bilmiyorum, dedi Kenan, koy bir yere, düşünürüz. Nermin bir şey demeden çıktı
odadan. Nasıl uysal kadın.
Oku desem okuyacak. Yalnız, unut diyeceksin sonra da... Demene gerek var mı?
Unutur o nasıl olsa. Ne yapalım, bu da böyle bir inek işte!.. Sen nesin?..
Öküz!.. Ne bileyim, çok uykum var artık. Saat ikiyi geçiyordu. Tasasızlık,
umursamazlık içindeydi ya, yine de bir türlü uyku tutmuyordu gözü. Ortalık
ışırken dalabildi ancak. Uyandığında dokuza geliyordu. Fırladı. Öğleden önce
ararım demişti Günsel. Tuvaleti, giyinmesi, çıkışı yirmi dakikayı geçmemişti.
Nermin'in özenerek donattığı kahvaltı sofrasının yanından geçerken uzanıp süt
bardağını aldı yalnız. Hiç ses çıkarmadan ayakta sütünü içmesini bekledi Nermin
de. Hiçbir aşırı davranışa kalkmadan, gerçekçi, uysal, ölçülü bekliyordu sadece.
Yalnız çıkarken yaklaştı:
— Rica ederim, yoluna filan çıkarsa uyma o serseriye, dedi. Bir şey demeden
çıktı Kenan. Köşeden bir gazete daha aldı.
Evde şöyle bir bakmıştı ya... Tahkikat Komisyonu ile ilgili tasarının
yasalaştığını yazıyordu. Dün Meclis'te... Katlayıp cebine koydu. Dolmuşa adadı.
Yeni ayılıyor gibiydi. Dün geceki olayların bilinci, ağırlığı, gün ışığı ile, bu
kaynaşan kentin sokakla-
rıyla başlamıştı. Peki, ne olacak şimdi?.. Hiç, ne olacak? İşyerine gideceksin.
Öğlende Günsel'le buluşacaksınız. Yemek yersiniz birlikte. Çınaraltı'nda
kahvelerinizi içersiniz. Yarın da birlikte Teşvikiye'deki kata gidip... Suç
kimde peki?.. Fadıl Bey'de mi?.. Bugün o da arar belki. Akşam birlikte eve
gideriz. Önce telefon ederim eve!.. "Aile dostlarımız var yemeğe," derim.
Nermin'e, "Utandırma bizi!" Ne sevinir!.. Sonra akşam buluşup bir arabaya
atlarız. Eczacı Fadıl Bey, kızları doğru bize!.. Becerikli kadındır Nermin,
neler yapar kim bilir? Mutluluğumuzu kızlarına da gösterir Fadıl Bey!.. İlerde
onlar da böyle bir yuva kurup... Sonra gece de... Dün geceki gibi... Salih Bey
de... Ananı, avradını, kız kardeşini... Selim ibnesi... Kadın dediğini...
— İneyim surda.
Eminönü İş Bankası önünde indi. Ağır ağır yürümeye başladı. İş Bankası, "Yerli
finans-kapitalin kalesi" diyordu Baba. Kale önünde inip doğru Nermin'le mudu
yatağa... Peki Günsel ararsa? Bu saatte aramaz. Daha ona geliyor. Beş filan var.
On ikiye doğru arıyor genellikle. İşyerine geldiğinde evecenlik içinde buldu
Burak'ı.
— Üniersite bahçesinde öğrenciler toplanmış ağbi, dedi. Polis arabaları geçip
duruyor.
XXII
Perşembe sabahı yine bulantıyla kalkmıştı Günsel. Gebeliği kesindi artık; idrara
bakılmış, kurbağa testi yapılmıştı. Şimdi sorun, kurtulmaktı bu dertten. "Önce
bir kadın-doğum doktoruna görüneceksin." demişti Handan. Ona göre... Tanıdık bir
doçent varmış Haseki'de. Öyle utanıyor, öyle ağrına gidiyordu ki bu iş için
doktora görünmek, atlattığı her günü kazanç sayıyordu. Ne zararı vardı biraz
geçmesinin? Hiç değilse bir süre Kenan'la korkusuz sevişebilirdi, olan ulmuştu
ya... Kenan'a söyleyip söylemeyeceğini de bilemiyordu daha. Ne diye söyleyeyim
sanki?.. Boşuna üzülecek. Sonra bir de tutturur mu, aldırma çocuğu, doğur diye.
Deli değil ya!.. Hiç mi deliliği tutmuyor? Keşke tutsa, diretse!.. Enikonu mutlu
olacaksın!.. Sen de az deli değilsin ya!.. Diretmeyip aman aldıralım, dese
kırılacak, üzüleceksin belki de... Doğal değil mi kırılmam?.. E, ne yapsın?.. Ne
bileyim?.. Olayı konuşmanın bir tür şantaj kokusu taşıması
ağrına gidiyordu. "Artık bakalım başımızın çaresine, görüyorsun gebeyim de; daha
ne kadar bekleyeceğiz." gibi bir şey. Üzüntüsü yetmiyor, bir de ben bastırayım.
O ki yalana başladık, sonuna götürürüz, biter gider. Aldırdıktan sonra söylerim.
Kızarsa ya?.. Küsüp de ilişki kesmeye kalkarsa?.. Daha neler?.. Gerçekten,
bıraksa beni ne yaparım?.. Olmaz öyle şey. Amaan, hep de saçmalıklar benim
kafamı bulur. Canım bebeğim benim, 599 oğlan mı olacaktın, kız mı? Onu bile
bilemeyeceğim. Babana benzeyecektin belki de. İsterdim benzemeni, hele
erkeksen... Hele kimi yanlarına: Dürüstlüğüne, insancıllığına, bir de değişmeyen
tertemiz çocuksuluğuna. Ya bir de ölürsem? Al bir tane daha. Az da olsa var bir
ölüm olasılığı. O da gelip beni mi bulacak? Bulur, bulur. Amaan, soğuk. Ne var
şimdi ölecek? Yapılacak bir sürü iş ortada... O da senin işini bekleyecek!..
Ölmesine ölmem! Anadolu kadınıyız ne olsa! Sıvazlıyık. Mayamız sağlam. Sivas'ta
doğumdan hiç kadın ölmüyor çünkü!.. Doğumdan çekinceliymiş bu. Peki, ölürüz, ne
yapalım? Öyle ise ne kadar geç gitsem doktora o kadar iyi! Şimdi bir sürü olay,
iş güç... Bir gece önce Handan, Ali, Rıza, Gülsen, Emin, başka fakültelerden
birkaç öğrenci; Sermet, Uğur gelmişlerdi eve. O günkü Tıp Kongresi olayı
konuşuldu. Herkes kızgındı. Polis saldırısına uğramıştı kongre. Bumin Yamanoğlu
adlı bir polis bela kesilmiş. Bir Tipli asker öğrenci de küçük, gerici bir
azınlığın başını çekiyormuş. Okunan raporun birçok yerinde polisi uyarıp
kışkırtmış; o sayfaların çıkartılması, okunmaması için bastırmış polisler. Kore
gençliğine kutlama, dayanışma teli çekilme önerisi ortalığı iyice karıştırmış.
Sövgüler, bağrışmalar başlamış, polisler coplarla saldırmışlar, göz yaşartıcı
gaz bombaları patlamış; kavgalar, gürültüler arasında siyaset yapıldığı
gerekçesiyle salon boşaltılıp kongre dağıtılmış. Her türden siyasal eylem
günlerdir yasaktı ülkede. Meclis'te Tahkikat Komisyonu tasarısı da yasa-laşınca
öğrenciler arasındaki kaynaşma daha da artacaktı. Handan bile politikacı
kesilmişti. Ateş püskürüyordu yöneticilere.
Ağbisi Hacı Nadir'e benzetmiş polislerden birini; "Şöyle bir şaplatabilseydim o
domuz kıçı suratına pezevengin..." diyordu. O gün Marmara lokalinde kendi
aralarında Tıp'tan, Hukuk'tan, İktisat'tan toplanan 16 öğrenci derslere boykotu
kışkırtmak için sözleşmişlerdi. Uğur anlattı konuşulanları. Hepsi dinliyorlardı.
Güzeldi de, nasıl uygulanacaktı bu?.. Sonunda yeni çıkan 510 Tahkikat Komisyonu
yasasını protesto için, ertesi sabah üniversite bahçesindeki heykelin önünde
toplanıp küçük de olsa bir gösteri yapılması konuşuldu. İstiklal Marşı
söylenecek, Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi okunacak, saygı duruşu yapılacak
filan...
— Nereye yarayacak?
— Tepki tepkidir.
— Sessizce katlanmaktan iyidir yine.
— Bu da bir şeydir.
— Ne yapabiliriz ki başka?
— Bakalım buna da kaç kişi yanaşacak?..
Herkes çevresindekileri uyuracaktı yarın için. Başkaları da varmış böyle şeyler
tasarlayan diyorlardı, onlarla da ilişki kurulmalıydı hemen. Bazıları bu yolda
görevli sayılarak geç vakit ayrıldı çocular. Handan giderken çekti Günsel'i:
— Sakın ayak altında dolaşma yarın, dedi, ne olur ne olmaz. Günsel'in
umursamazmış gibi davrandığını görünce:
— Başına iş açmak, rezil de olmak istiyorsan başka... dedi. Köşedeki fiskos,
gidenlerin de gözlerinden kaçmamıştı.
Günsel'in yüreği hop etti, Handan bir patavatsızlık edecek diye.
— Bakalım nasıl izin alacak, dedi Handan, onu diyorum, soluk aldırmıyorlar son
günlerde kıza. İşinden olmasın!
Ses çıkarmadı kimse. Yalnız Gülsen kapıdan çıkarken:
— İstersen gelme sen, diyecek oldu. Günsel birden karşı çıktı.
— Daha neler? İzin mizin olmaz, sabah kitaplığa uğramadan doğru bahçeye
geleceğim.
Sabah sekiz buçuğa doğru Beyazıt'ta dolmuştan inip de üniversite bahçesine doğru
yürürken uzakta, giriş kapısı çevresinde dolaşan adı polisleri görünce,
uyandığından beri sürüp giden sinsi bulantı iç ezikliğine dönüşüverdi.
Onemsememeye çalıştığı bir çarpıntı başlamıştı. Bir şeyler mi bekliyor bu
herifler? Sezinlediler ya da duydular belki de. Neyi duyacaklar. Bunlara ne
bahçede, heykelin önündeki toplantıdan? Her günkü işleri bu... ^\\ Katanalar
gibi besili, kocaman adar üstündeki polisler ellerindeki uzun coplarla
olduklarından da yarmaca görünüyordu. Bir tane vursalar karnıma... Ya da at
çarpsa, tepse ya da. Yalnız bebek mi? Sen de hapı yutarsın be!.. At tepmesi ne
demek? Bilmezmiş-sin gibi... Niksar'da ablamı tepmişti bağda. Hem böyle miydi o?
Uyuz eşek gibi bir şeydi. Karnına doğru götürdüğü elini yavaşça çekti. Şöyle bir
ufak gürültüde, itiş kakıp derken düşüverse, kötü mü olur? "Seni de sakat
bırakabilir," demişti Handan. Amaan, bu bilgiç doktorlardan! Hele Handan, yarım
yamalak bir şeyler okudu, bilmediği yok! Doktorlar hep şişirir biraz ya...
Sivas'ta çocuk düşürmek kadınların sıradan işi. Bizim yanımızda bile
konuşuyorlardı. Sözde bizden gizli, kaş gözle, fiskosla... Hele o biçimde
polisin eline, müdüriyete düş de gör şişirmek neymiş? Gazetelerin, bütün halkın
alay, taşlama konularından biri, savaş alanı gibi inişli çıkışlı, kazıntılı
Beyazıt Alanı'nda yürürken, Kenan'la yağmur altında ilk buluştukları akşamı
anımsadı. Sonra kavgayla çekip gittiği gün... Kavgayla ayrıldıkları günün bile
bir tadı vardı sanki... Önce ona bir telefon etseydim. Daha gelmemiştir.
Toplantıdan sonra ararım. Cumaya dedimdi, sürpriz yapıp, bu akşam gidelim,
diyeceğim Teşvikiye'ye. Çocuklar gibi sevinecek yine... Üniversite bahçesine
girerken saate baktı, sekiz buçuğa geliyordu. Kızlı oğlanh sabah kalabalığı her
günkü gibi akıp gidiyordu büyük yapıya doğru. Bir olağanüstülük yoktu görünürde.
Niye olsun ki?.. Dün akşam Meclis'te ne kavgalar çıkmış. Anayasayı çiğniyor
herifler. Çiğnerler. Burası Türkiye... Dün kantinde epeyi hırlaşmışlar bizim
çocuklarla...
"Bize ne?" demiş birçok öğrenci, çiğnenirse çiğnensin anayasa. Dersinize
baksanıza siz. Hele İktisat'ta İnci diye bir kıza çok bozuluyorlardı. Züppe
çıkışlarıyla öteden beri batarmış çocuklara... Anne sevgisine de karşı çıkmış
birilerinde... Ana sevgisi yok ki anayasa sevgisi olsun orospuda, diyordu
Mahmut. İnci bir değil ki... Ana sevgisi olanın da geri kalır yeri mi var İn-512
ci'den?.. Heykelin önüne gelince bakındı, tanıdık kimse yoktu daha. Karşıdaki
cam kanatlı büyük kapıdan girip çıkanlara bakı-narak ağır ağır girdi içeri. İki
yandaki koridorlar, merdiven başları, mermer direklerle çevrili loş orta
boşlukta her vakitki gibi bütün katlardan yankılanan sesler uğulduyordu. Soldaki
merdivene yönelmişti ki tanıdık yüzler çıktı ortaya. Tıp'tan, Ikti-sat'tan,
Hukuk'tan... Yanında pek de tanımadığı bir kalabalıkla Sermet'de yukarı kattan
iniyordu. Erkenden gelmişler demek. Kolunu biri tuttu Günsel'in. Döndü,
Handan'dı. Mahmut geldi koşarak:
— Kantinde tartışmalar oluyor, dedi. Sınıfları dolaşıp tahtalara yazalım önce...
Dersleri boykot ettirelim.
— Önce öğretim üyelerine gidelim, derslere geç girsinler biraz.
Bu konular dün geceden konuşulmuştu daha... Nasıl olacaktı bu iş?.. Yüzlerinde
az da olsa sararma vardı hepsinin. Yalnız heyecan değil, üstüne üstüne
gittikleri bir çekingenlik de duyuyorlardı belli ki. Sınıflara doğru üçer beşer
yola çıkınca, yanlarına başkaları da katılmaya başladı. Bu atılım, bütün olumsuz
duygulan gittikçe artan bir devinimle çiğneyip yok etmeye, yerine bir dayanışma
sıcaklığı getirmeye yetmişti. Hukuk dershanesinde, kürsüye çıkan Nuri'nin
seslenmesiyle şaşkın duraladı öğrenciler.
— Dersleri boykot ediyoruz arkadaşlar, anayasayı çiğnediler. Memlekette hukuk mu
kaldı ki hukuk okuyacaksınız?..
Gülüşenler, dalga geçenler vardı. Nuri paldır küldür konuşup boykota çağrıyı
üsteledikçe şaşkın bir sessizlik yaygınlaşma-
ya başladı. Yanında kimlerin olduğunu bile bilmeden on beş yirmi kişilik bir
kalabalıkla bir başka dershaneye daldılar. Kendini kara tahtanın önünde buldu
Günsel.
— Göstermeyin kimin yazdığını, dedi biri.
Tebeşiri alınca yine bir heyecan dalgası geçti içinden. Kızlı oğlanlı öğrenciler
öylesine kuşatmışlardı ki çevresini... Toparladı kendini, aşağıya indirilmiş
kara tahtaya kocaman kitap harfle- 513 riyle "DERSLERE BOYKOT, ANAYASA ÇİĞNENDİ"
diye yazdı. Tahtayı yukarı çektiler. Bütün sınıf okuyordu yazılanları, Mahmut
çıktı kürsüye:
— Anayasa çiğnendi, protesto edeceğiz. Aşağıya arkadaşlar. Heykelin önüne...
diye bağırdı.
Homurtular, alkışlayanlar, karşı çıkanlar, gülüp dalga geçenler... Çıkarlarken
eğilimi belirsiz bir kaynaşma bırakmışlardı arkalarında. Aralarına yeni
katılanlarla kocaman bir yığın olarak yandaki sınıfa girdiler. Günsel yine öne
geçiyordu ki yanında biten Handan çekti kolundan yavaşça:
— Senden başka kimse yok mu? diye fısıldadı.
Kızacak, karşı koyacak gibi oldu Günsel. Vakit kalmamıştı bile. Biri atılıp aynı
şeyleri yazmaya başlamıştı kara tahtaya. Yine kürsüye çıkıp bağırmalar, yine
belli tepkiler... Bir çok sınıf, amfi dolaşıldı böylece... Tartışmalar
koridorlara taşmıştı artık. Karşı çıkanlar da vardı, önerileri tutanlar,
savunanlar da. Tıp'ta Ali, Enis, Rana, başka öğrenciler, İktisat'ta öteden beri
bu eylemlerle tanınan Nuri, Raif, Uğur, başka birçokları dershaneleri, büyük
amfileri gezip kara tahtaya aynı şeyleri yazmışlar, kürsülerden seslenmişlerdi
öğrencilere:
— Anayasa çiğnenmiştir arkadaşlar! Protesto için derslere girmemenizi
istiyoruz. Bize katılmanızı istiyoruz.
Hep aynı idi tepkiler. Daha çok ilgisizlik. Bazı öğretim üyelerine
başvurmuşlardı derslere biraz geç girmeleri için. Onların da bazıları biraz
oyalanıp uzattılar derse girmeyi, bazıları yanaşmadı. Oldukça kalabalık bir
yığındılar kantine indiklerinde.
Orada da tartışmalar oluyordu. Yükseğe çıkıp oradan da seslenildi öğrencilere.
— Arkadaşlar!.. Anayasa çiğnendi, biliyorsunuz.
— Bilmiyoruz.
— Bilmiyorsan öğren! Çiğnediler anayasayı, derslere girmeyeceğiz protesto
için... Heykelin orada toplanalım.
514 — Biz gelmeyeceğiz, siz toplanın.
— Haydi çocuklar...
Yine her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Saat 9.30'a geliyordu. Daha çok
beklemek, toplanan öğrencilerin de dağılması ile sonuçlanabilirdi.
— Ayıp yaptığınız! Yakışmaz öğrenciliğe.
— Dersler ne olacak?
Bahçeye çıktılar hep birlikte. 150 - 200 kişi kadardılar. Tanıyıp görmedikleri
kızlı oğlanlı birçok yeni yüz vardı aralarında. Handan, Günsel'in yanından
ayrılmıyordu, gözü üstündeydi.
— Bağımsızlık marşı söyleyeceğiz arkadaşlar...
Bir kımıldanma, bir kaynaşma oldu. Hazırola geçtiler.
— KOOOORK - MAAAAAA SÖÖÖÖÖN - MEEEEEEZ BUU ŞAFAAAAK... LAAAAR - DAAA - YÜÜÜ -
ZEEEN...
Söylemesi güç İstiklal Marşı'na, çoğu yığınlarda olduğu gibi parça parça, herkes
bir yamm söyler biçimde, inceli kalınlı başlamışlardı. Kısılan, soluğu kesilen
sesleriyle tam bir uyumsuzluk örneği vererek bitirmeye çalışıyorlardı.
Bitirdiler. Sessiz yürüyüşe geçip ana yapının orta boşluğundan bahçedeki
heykelin yöresine vardıklarında yeni katılanlarla kalabalık bir yığına
dönmüşlerdi. Konuşmalar başlıyordu ki Bakırcılar kapısından bir polis cipinin
üniversite bahçesine hızla daldığı görüldü. Hızım daha da artırarak gelip
öğrencilerin üstüne yürüdü. Öğrenciler kaçıştılar. Cip heykel çevresinde hızlı
bir dönüşten sonra durdu, içinden polisler atladı hemen. Bir gün önceki Tıp
Kongresi'nin üstün çabalı polisi Bumin Yamanoğlu başlarındaydı yine.
Tabancalarını çekip ellerinde sallayarak bağırmaya başladılar:
— Dağılın!..
— Haydi dağılın!..
Öğrencilerde ilk şaşkınlığın yarattığı kaçışma durmuştu. Tabancaların da bir
etkisi olmamıştı, kimse inanmıyor olmalıydı kullanılacağına. Kaçışma sırasında
Günsel'in ayağına basmışlar, çok canı yanmıştı. Handan kolundan tutup çekti.
— İçeri gir sen, diyordu.
Günsel kızgınlıkla, bütün gücüyle çekip aldı kolunu, tersledi Handan'ı
bağırarak.
— Bırak be!..
Birkaç erkek öğrenci polislere doğru yürür gibi oldular. Ötekiler de
yüreklenmişlerdi. Bağnşmalar başladı.
— Siz çıkın buradan... Hürriyet... Hürriyet...
— Giremezsiniz... Atatürk... Hürriyet... Birden daha sertleşmişti polisler.
— Dağılın ulan!., diye bağırdı Bumin Yamanoğlu. Ateş edeceğiz.
Kimse inanmıyordu yine de. Bir kaynaşma, bir itiş kakıştan sonra polisler birden
ateşlediler tabancalarını. Ayaklara doğru ateş ediyorlardı. Birden bir
öğrencinin bağırdığı duyuldu. Yük-sel'di. Bir kurşun saplanmıştı ayağma.
Sallanıp üstüne yıkıldı birinin; tuttular. Şaşkınlık korkuya dönüşmüştü
öğrencilerde. İtiş kakış kaçışmaya başladılar.
— Vay canına... Gerçek mermi be!., diye bağırdı birisi.
Yaralıyı içeri taşıdı arkadaşları. Öğrenciler ancak inanmışlardı sanki kavganın
gerçekliğine. Yalancıktan değildi polisin atışı. Korkuyla kızgınlık birbirinin
üstüne çıkmaya başlamıştı. Polisler daha da şımarmışlardı başarılarıyla!.. Ne
sandınızdı hergeleler, gerçek mermi ya!.. Kara yağız, boylu boslu üç oğlan
fırladılar heykelin önüne, kaçışan arkadaşlarına bağırmaya başladılar.
Kaçmayın ulan!.. Ne kaçıyorsunuz?..
— Kaçmayın!..
Polisler kalabalığın ayak diplerine ateş ediyorlardı durmadan. Çocukların
bağırıp çağırması da önleyemiyordu kaçışı. Günsel ortalarda sıkışıp kalmıştı.
Bir ara kurtardı kendini baskıdan, göğüslemeye çalıştı üstüne doğru kaçışanları.
Ne korku, ne yiğitlik, ne çekingenlik, ne şu, ne bu, hepsini yitirmişti bir
anda. Tek bir şey vardı kafasında: Kaçışı önlemek, polise diretmek. Heye-516
candan kendinin de tanımadığı ince, boğuk bir sesle, var gücüyle bağırmaya
başladı:
— Yazıklar olsun size... Erkek değil misiniz? Ne kaçıyorsunuz be? Kaçmayın.
Ayıp, ayıp!..
Aklına ilk gelen sözcükleri denetisiz bağırmaktı yaptığı. Başka bağrışmalar da
başladı birden:
— Kaçmayın çocuklar!..
Tanımadığı sesiyle, koroyla birlikte, kendini yitirmişcesine bağırıyordu Günsel
de:
— Hürriyet... Hürriyet... Atatürk... Hürriyet...
Yararlı olmaya başlamıştı yüreklendirmeler. Yerlerde taş aranmaya başladı
birçokları. Polislere bağırıyorlardı bir yandan da:
— Alçak, numassuzlar... Defolun buradan...
— Yuuuuuuuuuu!..
— Hürriyet... Hürriyet... Hürriyet...
— Kahrolsun diktatörler!..
— İstifa Menderes!..
— Hürriyet... Hürriyet...
Hele birden toprak parçaları yağmaya başlayınca polisler de bir şaşırdı önce.
Çocuklar tarhlarından söktükleri toprak kesekleri, bulabildikleri taşları
polislere fırlatıyordu şimdi. Taş bulmak zordu. Taş aramaya tarha koşan Günsel
bir ara Handan'ı gördü, kendini yitirmiş gibi toprak aüyordu polislere. Polisler
gerilemeye başladılar birden. Erkekler bağırıyorlardı:
— Kızlar taş getirsin!..
— Arkadaki inşaattan taş getirin!..
— Taş getiriiiin!..
Birçok kız arkadaki kapıya dalmışlardı taş getirmek için. Günsel ayrılmak
istemiyordu kavga yerinden. Bir ara biri çekti kolunu, Handan'dı; sanki yeni
gelmişti kendine:
— Durma burada beee!.. diye bağırdı. Taşa gitsene!..
Günsel'in bir şey demesine kalmadan bir itiş kakış oldu. Yerlere kitaplar
savrulmuştu. Yöredekiler birden kaçışmışlar, saldı- 517 ran üç polis bir
öğrenciyi yakalayıp çekmeye başlamıştı. Kaçışan-lardan birkaçı döndü, atılıp
atılmamak arası bakıyorlardı ki Günsel fırladı birden... Oğlanlar da
yüreklenmişti. Atıldılar. Polisin sürüklediği öğrencinin bir kolundan
yakaladılar, önce kısa bir çekişme oldu, başka öğrenciler de yardıma koşmuşlardı
hemen. Polisler avlarını bırakıp çekilmek zorunda kaldılar. Soluk solu-ğaydı
Günsel. Biri tutmuş, kolundan çekiyordu, döndü, Handan'dı. Silkip kurtardı
kolunu. Bir şey demesine kalmadan içerden bir sürü kız, mendillerini,
eşarplarını, bluzlarının önüne, irili ufaklı taşlarla doldurmuş sökün ettiler.
Erkeklerle birlikte Handan'la Günsel de atılıp kapmışlardı taşları. Polislere
atmaya başladılar. Erdinç kendini yitirmişti. Koca bir taşı kaptı, bir salladı,
taş gidip küüt! diye polislerin önündeki Bumin Yamanoğ-lu'nun göğsüne oturdu.
Yaptığının bilincine o zaman varmıştı Erdinç; gözleri korkuyla açılıp yanındaki
arkadaşının, Özde-mir'in koluna yıkılıverdi. Bayılmıştı. İçeri sürüklediler.
Taşlar yağıyordu artık polislerin üstüne. Kızlar boyuna taş getiriyorlardı.
Silah sesleri, bağrışmalarla birçok sınıfta dersler bırakılmış, öğrenciler
koşuşarak bahçeye inmeye başlamışlardı. Şaşkınlıkları bozguna dönüşmüştü
polislerin. Son bir çabayla atılarak önlerdeki bir oğlanı yakalayıp
sürüklediler. Geride kalan iki polis
de ateş etmeye başladı yeniden. Ötekiler, yakaladıklarını cipe sokmaya
çalışıyorlardı... Başaramıyorlardı, oğlan güçlü kuvvetliydi, kedi gibi çevik
diretiyordu. Sonunda polisler adadılar cipe, oğlanı saçlarından, sağ kolundan
yakalayıp cipi yürüttüler. Yerlerde sürüyerek götürüyorlardı çocuğu. Birden bir
öğrenci koş-
tu cipin peşine, yıldırım gibi koşuyordu; yetişti, sürükledikleri çocuğun
saçlarını, kolunu tutan polislerin kollarına olanca gücüyle birer kesme attı;
kurtardı arkadaşını. Koşuştu öğrenciler, toz toprak, kanlar içindeki oğlanı
kaldırdılar. Kazanmışlardı savaşı. Coşkuyla bağırmaya başlamışlardı yeniden.
— Hürriyet!.. Hürriyet!..
— Kahrolsun diktatörrler!..
— İstifa Menderes!..
— Atatürk... Hürriyet...
Çok sürmemişti sevinçleri. Beyazıt'taki büyük kapı tarafından adı polislerle
cipler sökün etti birden. Çocuklar taşlarla karşılamaya başladılar ya, gelenler
çok kalabalık, güçlü, acımasızdı belli ki... Nuri atıdı birden:
— İçeri arkadaşlar!.. İçeri!.. Kapılan kapayacağız!..
Bir yandan gelenlere taş yağdırıyor, bir yandan da itiş kakış, camlı kapıdan
içeri kaçışıyorlardı. Bir kısmı da yapıyı dolanıp yan kapılara koşuyordu.
Günsel'in yanından ayrılmayan Handan, baskıyla ezilmemesi için kendisini siper
ederek kollamaya çalışıyordu aklı sıra. Tam kapıya daldıklarında bir dalgalanma
ikisini ayırmış, Günsel'i sağ koridor merdivenlerinin dibine yu-varlamıştı.
Doğrulurken yeni ayılmış gibi şöyle bir bakındı. Merdivenler, koridorlar akın
akın öğrencilerle doluydu. Son girenleri de almışlar, camlı kapıyı
kapatıyorlardı. Sermet de oradaydı. Nuri, Raif, daha başka tanıdıkları. Kalkıp
merdiven yanındaki mermer direğe yaslandı. Şimdi ne yapacaklardı? Gittikçe artan
bir uğultuyla çınlayıp duruyordu orta boşluk. Polisler, dayanmışlardı kapıya.
Bir cam şangırtısı duyuldu birden. Çocuklar bağnşmaya başladılar yeniden.
— Alçaklar!.. Yuuu!..
— Hürriyet!.. Hürriyet!..
Günsel taş kesilmiş gibiydi direğin dibinde; bağırmıyor, kımıldamıyor, öylesine
bakıyordu donmuş gibi. Birden kapıdan atılan bir şey düştü orta boşluğa. Bir
duman vüksedi hemen.
Polisler göz yaşartıcı gaz bombası atmaya başlamışlardı. Bir şaşkınlık, ardından
bir kaçışma başladı yeniden. Bir bomba daha düştü. Günsel'in kolundan tutup
çekti biri.
— Durma kardeşim, diyordu bir oğlan.
Bombanın etkisinden kurtulmak için üst katlara kaçıyordu herkes. Bir-iki basamak
çıktı Günsel, dönüp baktı, bir bomba daha düşmüştü. Düşer düşmez de bir oğlan
atıldı üstüne, kaptı 519 bombayı, dışardaki polislere fırlatıp attı, kaçtı
öksürerek. Mendilini çıkarmış, yanan gözlerine, ağzına bastırıyordu kaçarken.
Günsel'in öyle ağrına gidiyordu ki polis önünde kaçmaları, koşup oğlanı
kucaklamak geldi içinden. Yaşşa aslan oğlum!.. Du-raladı, böyle yapmalıydılar
demek. Birden ciğerlerini söker gibi bir yanmayla gözleri şakır şakır akmaya
başladı. Boğulacak gibi öksürüyordu. Gaz bulutunun kıyısındaydı hemen. Gözlerini
kapatmış, mendilini ağzına bastırıyordu. Kendini yitirmiş gibiydi. Birden koluna
girilip sürüklenircesine yukarıya çekildi. İkinci kat merdivenlerinin
ortalarında bakabildi: Hiç tanımadığını öğrencilerdi...
— Yatın [..Yüzükoyun yatın!., diye bağırıyorlardı.
Yan yana merdivenlere yattılar hemen. Çığlıklar, gürültüler, uğultular daha da
artmıştı orta boşlukta; bütün yapı çınlıyordu. Duman yattıkları merdivene de
yükselmişti. Kalkıp yukarıya doğru koştular. Bir bulantıyla sarsılmaya başladı
Günsel. Korktuğu başına gelmişti. Koridora dönen duvara yaslanıp kaldı.
Öğürüyordu. Fırıl fini dönüyordu başı. Gözlerinde yine bir yanma, yaşarma,
öksürükle birlikte içini altüst eden bulantı... Bir uğultulu çığlıklar...
Namussuz heriflerden kaçıyoruz... Kaburgası kırılmış ağabeyimin tekmeyle... Atlı
polislerdeki copların... Toz toprak... Halı tezgâhı Sivas'ta... Bir taş atamadık
kafalarına da... Kenan... Gözlerini açtığında tuvalette lavabo başındaydı.
Küsmüştü. Kolundan çekip sürüklediklerini biliyordu ya, buraya nasıl gelmişti?
Günnur'du yanındaki. Acı sular geliyordu ağzından. Bomboştu içi. Yarım fincan
süt içmişti sabah-
leyin de. Başka kızlar da girip çıkıyorlardı. Dışardan uğultular, bağrışmalar,
çığlıklar geliyordu kapının her açılışında. Küçükken hamama götürürdü annem
bizi, böyle uğultular gelirdi kapılar açılınca.
— İyi misin? dedi Günnur.
Başını salladı ağır ağır. Yüzüne su vurdu yine, ağzını çalkaladı. Kapı açıldı,
soluk soluğa Handan daldı içeri. Kimden duydu ki?.. Saçları dağılmış, hafif
sıyrığa benzer bir şey vardı çenesinin sağında. Bluzunun yakası yırtıktı. Durup
baktı Günsel'e bir şey diyecekti, demedi. Günsel dönüp baktı; dışardaydı aklı.
Başını salladı hafifçe:
— Ne oldu? dedi Handan'a.
Handan kızgın bakıyordu. Ters bir şey diyecek gibiydi, yutkundu.
— Rektörü de dövmüşler, dedi. Müdüriyete götürmüşler kanlar içinde...
Şaşkın kaldı Günsel, Handan toparlandı.
— Ağrın var mı? dedi.
Günsel'e anlamlı bakmışu bunu söylerken. Günsel de geçiştirmeye çalıştı.
— Yok, dedi, gaz yuttum biraz, o çarptı, yok bir şeyim artık. Handan apaçık
konuşmak, boşalmak istiyordu ya, Günsel
uyarır gibi bakıyordu Günnur'u göstererek:
— Tuvalete girdin mi? dedi, çişini, misini yap, iyidir.
— Yok, dedi Günsel, çıkalım.
Kafası olay yerindeydi yine. Çıkarlarken Handan söyleniyordu:
— Senin kadar aksi, bok kan olmaz!
Koridordan merdivenlere yürürken çocukların bağrışmaları duyulmaya başladı.
— Rektörü istiyoruz!
— Rektörü... Rektörü...
— Hürriyet... Hürriyet... Hürriyet...
Mutluluk duymaya başlamıştı Günsel, iş başarıldı demektir bu. Başlarına epeyi iş
açtı köpekler. Bakalım nasıl kalkacaklar altından? Dok işçisi Hasan'ı dövmeye
benzemez bu. Rektör'ü ha?.- Koridorlar, merdivenler tıklım tıklımdı. Öğretim
üyeleri de inmişti aşağıya. Gazlar dağılmış olmalıydı. Handan sıkı sıkıya koluna
girmişti Günsel'in, merdivenlerden kalabalıkta kıyı kıyı inerlerken. Öğretim
üyeleri konuşmalar yapıyorlardı. Ne söy- 521 lediklerine bakmıyordu Günsel. Olay
önemliydi artık. Birkaç yürekli öğrencinin değil, bütün üniversitenin sorunuydu
savundukları. İki saat önce dünyadan habersizmiş gibi her ileri öneriye tam bir
ilgisizlik, vurdumduymazlıkla kulak tıkayan binlerce genç, uyanıp ayılmışlar,
bir şeylerin bilincine varmaya başlamışlardı. Dev bir koroydu ortalığı çınlatan.
— Hürriyet... Hürriyet... hHürriyet...
— Rektörü isteriz.
— Rektörü... Hürriyet...
Orta boşluktan, tıklım tıklım dolu arka bahçeye çıktıklarında ikinci kattaki
pencerelerden birinde bir profesör öğrencilere seslenmeye çalışıyordu. "Dağılın
artık," diyordu. "Rektör bırakıldı, evinde istirahat ediyor." Öğrenci kidesi
sessiz kaldı bir an. Ne tepki göstereceklerini bilmiyorlardı sanki. Bir üst
kattaki pencereden elini sallayan Nuri'ye yükselttiler başlarını. Nuri,
inanmayın, dağılmayın, diyordu başıyla, elleriyle, sessizce. Öğrenci yığını
birden gürlemeye başladı yeniden:
— Rektör... Rektör... Rektör... Dağılmayız... Rektör...
— Hürriyet... Hürriyet...
Pofesör içeri çekildi. Çocuklar aynı tempoda dev bir koroyu kesintisiz
sürdürüyorlardı üst kattaki Nuri'nin yönetiminde. Açığa çıkmak iyi gelmişti
Günsel'e. Handan döndü yine:
— Kızım, söz dinle de sen eve git artık, dedi, bu iş bitti. Sana düşeni yaptın
sen. Baksana...
Kalabalığı gösteriyordu. Artık görev onların demek istiyordu. Doğru diyordu
belki de. İçinde yine bir baygınlık, kazıntı,
bulantı başlıyor gibiydi. Çıkayım, Kenan'a bir telefon edeyim önce... Oradan
da...
— Git eve yat, dedi Handan, biraz uyu, akşama uğrarım. İlaç filan da getiririm
belki.
— Sen de gelmiyor musun? dedi Günsel.
Handan hiç de beklememişti sanki böyle bir soruyu. Şaşalar
522 Sibi oldu-
— Yooo, dedi, niye geleyim?
Ona da sevinmişti Günsel. İyi kız bu, kendini aştı bir günde, daha da aşacak.
Öğrenciler gittikçe artan heyecanla korolarını sürdürürken Günsel istemeye
istemeye arka kapıya yürüdü. Handan da yanı sıra geliyordu. Geride, üniversite
kitaplığının sokağına açılan kapıya yaklaştılar. Kapalıydı. Her yan askerle
tutulmuştu. Kapıda bekleyen ere sokuldu Handan:
— Açın, dedi, eve gidecek bu. Sert, suratsız bir erdi kapıdaki:
— Yasak, dedi tersleyerek.
Handan şaşırmıştı. GünsePin içine sevinç dolu birden.
— Ne yasağı kardeşim, dedi Handan, hasta bu, burada mı kalacak?
Er aynı serdikle başını çevirdi.
— Ne yapalım, dedi, hastaysa? Girerken bana mı sordu? Handan'ın dönüp de şaşkın
bakışına gülmeye başlamıştı
Günsel. Handan bir şeyler daha diyecekti ki birden bir gürültü koptu.
Gerilerdeki öğrenci yığını iç avluya akıyordu. Günsel de firladı merakla, Handan
da...Rektör gelmiş. İçeri girenlere karışırken Handan yine sıkı sıkı tutmuştu
Günsel'in kolunu. Kıyılardan sokularak girdiler orta boşluğa. Günsel'i yüksekçe
bir yere çıkardı Handan, elinden tutup çekerek. Erkek öğrenciler de yardımcı
oluyorlardı, yanlarında yer açmışlardı. Başı kanlı sargılar içindeki Rektör'ü,
kollarına girmiş, merdivenlerden yukarı çıkarıyordu öğrenciler. Yüzlerinde gaza
karşı ıslak mendiller, beyaz bezler vardı. Kendi çıkmak istedi bir ara,
bitkindi, tökezledi, dü-
şecek gibi oldu birden, hemen girdiler koluna, odasına çıkardılar. Büyük bir
Atatürk resmi asılmıştı duvara. Bayraklar getiriyorlardı bir yerlerden. Önce
acılı, saygılı bir sessizlik olmuş, sonra coşkun bir gösteri başlamıştı Rektör
için. Artan gösteri karşısında Rektör çıktı, orta boşluğa doğru bir şeyler
söylemeye başladı balkonda. Ne dediği anlaşılmıyordu. "Mücadelenizi tebrik
ederim" gibi bir şeyler duyuldu. Gösterinin coşkusu da bütün 523 ölçülerin
üstüne firlayıverdi bir anda.
— Hürriyet... Hürriyet... Hürriyet...
— Alçaklar...
Orta boşluktaki mermer direklerden birinin dibine firlayıver-mişti biri:
— Arkadaşlaaar!.. Yürüyelim arkadaşlaaaaaar!..
— Sessiz yürüyüş...
Çevresindeki kalabalık da bu öneriyi bekliyormuş gibi bayrakları kapıp yürümeye
başladılar. Coşkulu öğrenci yığını akıyordu peşlerinden. Arka bahçede kapıları
tutmuş askerlere yaklaşıyorlardı. Askerler silahlarını çevirmişlerdi gelen
öğrenci kalabalığına. Handan'la Günsel de kalabalıkla akıp gidiyorlardı. Hiçbir
şey demiyordu Handan artık. Deminki kapıya gelmişlerdi. Deminki sert yüzlü er
makineli tabancayı çevirmişti yaklaşan öğrenciye. Sessiz kalındı bir an.
Arkadakiler de durmuştu.
— Gelmeyin, vururum! diye bağırdı er.
Bir öğrenci, duygulu, romantik biçimde iki eliyle göğsünü açıp fırladı erin
karşısına:
— Vur, dedi, arkadaş hadi vur beni!.. Vursana!..
Er ters ters bakıyordu. Birden makineli tabancayı, çocukların oyunu biçiminde
hızla iki yana tarar gibi yaparken, ağzı ile sesler çıkarmaya başladı:
— Dgu dgu dgu dgu dgu...
Durdu, herkes şaşırmıştı. Er de sırıtıyordu garip garip. Boynuna sarıldılar;
sevinçle atılıp açtılar kapıyı. Kızlı oğlanlı öğrenci yığınları duvarlardan
kapılardan karşı konmaz bir akınla yan
sokağa dökülmeye başladılar. Pencerelere doluşmuş halk merakla, heyecanla
bakıyordu öğrenci yığınlarına.
— Bayrak!.. Bayrak!., sesleri duyuldu.
Birkaç evden, pencerelerden bayraklar atıldı çocuklara. Sokak öğrenci
yığınlarının dev çığlıklarıyla dolmuştu.
— Hürriyet... Hürriyet... 524 —Atatürk... Atatürk...
— Hürriyet... İstifa Menderes... Alçaklar... İstifa... Yurtların önünden geçerek
öğrencilere çağrı yapıyorlardı.
Üniversite kitaplığından, yöredeki bütün yurtlardan akın akın öğrenci
katılıyordu her geçtikleri yerde. Bir ara Handan bir şeyler söylüyordu. Duymamış
gibiydi Günsel ya da aldırmamıştı. Bağırıyordu herkesle birlikte. Fen - Edebiyat
Fakülteleri'nin önünden geçip Koska'dan Beyazıt'a kıvrıldıklarında dalganan
bayraktan, ortalığı çınlatan haykırışları, dev koroları, sonu gelmez gibi akan
uzantılarıyla kaplayıverdiler bulvarı. Araçlar durmuş, halk yan merak, yan
çekingenlik, yan korkuyla iki yanlı seyirci olmuştu caddede. Ara sıra alkışlayıp
yüreklendirenler de çıkıyordu. Kol kola kenedenip yürümeye başladılar. Yolun
kıyısından yürüyenler öğrenci dışı kimsenin, yabancıların aralanna karşımaması
için uyarılmıştı. Denetimi yitirmekten, aykın kışkırtmalara sürüklenmekten
korkuyorlardı. 6 - 7 Eylül'ün acı öğ-renimindendi belki. Bilinçli ya da
bilinçaltı, olaya halkı kanştır-mama, öğrenciler, aydınlar sorunu yapıp
geçiştirme eğilimi diye almak işin asıl doğrusuydu belki de! Beyazıt'a
çıkıyorlardı artık.
— Hürriyet... Hürriyet... Katiller...
— İstifa Menderes...
Kalabalık içinde bağırarak yürüyen Günsel her şeyi unutmuştu. Ne bulantı, ne
ağn... Sağ kolunda Handan, solunda koluna kenetlenmiş, tanımadığı bir başka kız,
ayaklan yerden kesilmiş-cesine yürüyordu. Öne yakın ortalardaydılar. Handan da
unutmuştu her şeyi. Hiçbir kuşkunun bulandırmadığı bir inançla, pı-nl pınl bir
doğruluk duygusuyla bağınyorlardı koroyla birlikte.
— Hürriyet... Hürriyet... Katiller...
— İstifa Menderes...
Birden bir duraklama oldu. Korodaki sesler zayıfladı birer ikişer. Karşıdan,
Beyazıt'tan saldırıya geçen atlı polisler uzun coplannı acımasız indiriyorlardı
kız erkek demeden önlerine gelene. Tam bozgun biçiminde herkes kaçışmaya
başlamıştı artık. Günseller'in önü açılıvermişti bir anda. Kaçışmaya başladılar
onlar da... Önce kolunu çekip almıştı Günsel, Handan'ın kolundan. Öyle ağınna
gidiyordu ki kaçmak... Kaçmayıp da ne yapacaktı? Namussuz herifler, itler, ah ne
olur, bir şey olsa da şu anda bu alçak köpekleri... Birden içine oturan bir acı
duydu sol omzundan. Kaçarken eliyle tuttu omzunu, içi kinle dolu bir bakış attı
gerisine. Bir adı polisin copuydu havada sallanan. Şimdi yakında kaçışan
başkalarına iniyordu kıyasıya. Dönüp herife saldırmak geldi içinden. Attan
korktu. Herif yine dönecek gibiydi ki fırlayıp kendini yaya kaldınmına attı.
Atması iyi de olmuştu. Yağmur gibi taş yağmaya başlamıştı demin olduğu yere. Hem
de koca taşlar. O zaman kendine geldi. Sevindi. Bahçede yapmıştık ya...
Kıyılarda, işyerlerinin önlerinde, kapılarda, sokak aralannda, Beyazıt
kazılarından kalan yıkıntı diplerinde öbek öbek birikmiş öğrenciler kocaman
taşlan attaki polislere fırlatmaya başlamışlardı. Günsel de taş aramaya başladı.
Hay Allah, kımıldatamayacağı kadar büyük taşlar geliyordu eline hep. Sonunda
bir-iki taş alıp savurdu var gücüyle. Biri boşa gitmişti, biri de bir atın
bacaklanna çarptı, huysuzlandı hayvan. Bir duygu-luk geçti içinden, acımıştı
ata. Üstündekine acımıyorsun da... Yok acıyacaktım!.. Artık herkesle birlikte
kıyasıya taş atıyordu o da. Bir ara öğrencilerden birinin koşarak atıldığı
polisin elinden copunu çekip aldığı, herifi attan yıktığı görüldü. Cop
öğrencinin elindeydi şimdi, ata da adamaya çalışıyordu; atladı da... Sokulan adı
polislere ustaca indirmeye başladı copu. Üç dört polisin saldınsıyla yıkılıverdi
biraz sonra. Başka öğrenciler de fırlamışlardı şimdi polislerin üstüne. Bir anda
öğrenci kalabalığı or-
tasına gömülü kaldı polisler, işler tersine dönmüştü. Ellerindeki coplar para
etmiyor, öğrenciler polisleri atlarından çekip alıyor, adamakıllı
pataklıyorlardı. Kaçışabilen polislerin de kafasına gözüne koca koca taşlar
yağıyordu. Birkaç oğlan yanar sigaraları atlara bastırıyor, canı yanan atlar
şahlanıp ürküyle deli gibi kaçıyor, sırtından fırlatıyordu binicilerini. Günsel
de fırladı, polisin birini çevirmiş öğrenci kalabalığının arasına atıldı.
Sermet'i gördü bir ara. Şakağında kan vardı. Raif, Nuri ordaydılar. Tanıdığı bir
kız daha... Ortadaki polisin suratı kıpkırmızı, gözleri korku doluydu. Kaçmaya,
kollarını yüzüne siper ederek dayaktan kurtulmaya çalışıyordu. Bir ara yere
yıkıldı. Nuri atlayıp abandı üstüne. Öldüreceklerinden mi korkmuştu?
- Bırakın, yeter vurmayın! diyordu.
Yakındaki başka polislere saldırdılar hemen. Attan yeni alaşağı etmişlerdi
birini. Sille tokat gidiyorlardı. Günsel de atılıp vurdu birkaç kez. Gücü
azalmış gibiydi sinirlilikle. İstediği ağırlıkta indirememişti bir türlü. Yine
atılıyordu ki bir itiş kakışla yerde buldu kendini. Ayrılır gibi oldu. İlerde,
Beyazıt Kitaplığı'nın duvarına yakın bir yerde ürkmüş bir atın yanındaki
kalabalığa çarptı gözü. Handan'dı. Üstü başı yırtılmıştı iyice. Öfkeyle atılıp
oradaki polise yumruklar indiriyordu. İki adı polisin saldırısıyla bırakıp
çekildiklerini gördü bir ara. Ürkmüş adardan biri hızla geçiverdi Günsel'in tam
yanından. Fırladı, kendini kıyıya attı. O zaman iyice duymaya başladı omzundaki
cop yerinin ağrısını. Ezilmiş gibiydi. Bir de polise vurduğu eli acıyordu.
Bileği mi incinmişti? Atlı polisler de tam bir bozgunla Çarşıkapı'ya doğru
kaçmaya başlamışlardı. Acıyı filan unuttu yeniden. Yandaki halka baktı. Niye
seyirci bunlar? Niye mi? Öyle istiyor sizinkiler daha da ondan? Bizimkiler mi?
İyice toparlanmışlardı öğrenciler. Eskisinden daha güçlü, daha yürekli, yeniden
caddeye çıktılar. Deminki korolar gittikçe büyüyerek yükselmeye başlamıştı.
— Katiller... Katiller... Katiller...
— istifa Menderes... Hürriyet...
— Hürriyet... Hürriyet... Hürriyet...
Alana giriyorlardı ki birden Beyazıt Kitaplığı'nın gerisinden inen 50 - 100
kadar sivil polisin, tabancalar, makineli tabancalarla öğrencilerin üstüne
yürümeye, çökerek, nişan alarak ateş etmeye başladıkları görüldü. Bir anda
şaşbna döndü öğrenciler. Deminkinden daha büyük bir bozgunla kaçışıp sokak
aralarına, 527 Marmara Sineması'nın duvarları kıyısına, yöredeki kuytu yerlere
sığınmaya başladılar. Bir kısmı da yaylım ateşten korunmak için yerlere,
kaldırım kıyılarına uzanmışlar ya da taş yığınlarının, direklerin gerisine
sinmeye çalışıyorlardı. Daha ilk atışta birçok öğrencinin yaralanıp yıkıldığı
görüldü. Alana, caddeye kan düşmüştü. Çıkıntı bir duvar dibine uzanmıştı Günsel.
Handan'ı aramaya başladı gözleriyle. Yanında birçokları vardı. Tanımıyordu
hiçbirini. Bir oğlan sövüyordu boyuna. Ötekiler suskun, şaşkındı daha çok. Sekiz
on metre önlerinde tam kaldırım üstünde kanlar içinde bir çocuk yatıyordu,
ölmüştü. Kalkıp ona gitmek geldi içinden. Kurşunlar yağıp duruyordu alanda. Vay
namussuzlar, katil köpekler. Niye bizde silah yok? Handan nerede? Tam da
polislerin ateş ettikleri yerdeydi demin. Silah sesleri kesildi bir ara.
Polisler şarjör değiştiriyorlardı. Bir anlık ateş kesme, duralama yeniden
değiştirmişti her şeyi. Yürekten başkaldırmış kızgın öğrenciler fırlamışlardı
saklandıkları yerlerden, taş yağdırıyorlardı tabancalı polislere. Alan yeniden
çınlamaya başladı.
— Katiller... Katiller... Katiller...
Demin yürürken bağırdıklarından apayrı bir anlam, bir etkinlik taşıyordu bu
haykırış. Artık gerçek katildi karşıdakiler. Yeni dökülmüş taze, sıcak bir kanın
ağır suçlaması, gerçek bir ağıtın yüreği burkutan acılığıydı alanı kaplayan.
Polisler yeniden ateşe başladıklarında da susturamamış, kaçı-ramamıştı
çocukları. Üsderine yürüyorlardı polislerin. Bazı, siper bile etmeden hiçbir
şeyi, apaçık ortaya atılarak taş atıyorlardı. Caddede, alanın kıyılarında yer
yer yaralılar vardı. Kurşunlanmış
arkadaşlarını hastaneye yollamak için durmak istemeyen araçların önlerine atılıp
yaralıları bindirmeye çalışanlar vardı. Günsel de fırladı ayağa, önce ilerdeki
ölüye doğru yürüdü. Birçokları birikmişti ölünün başına. Turan, diyordu birisi.
Polislerin üstüne yürüyenlere baktı Günsel. Bir taş kaptı yerden, o yana doğru
atıldı. Taşı kapan saldırıyordu o yana doğru. Polislerin ellerinde tabancalarla
gerilemeye başlamışlardı; her tür silahın üstüne çıkmış gibiydi karşıdan
kükreyip gelen kızlı oğlanlı genç yığınlar. Bir polisin suratından kan
sızıyordu. Taş yemişti. Mermileri de tüketmişlerdi besbelli. Bozgunun eşiğinde
geriliyorlardı artık.
— Katiller... Katiller... Katiller...
Tam polislerle öğrenciler karşılıklı kapışma biçimine geçmişlerdi ki süngü
takmış erler göründü Kitaplığın üst yanından. Başlarında bir yüzbaşı, koşar adım
atılmışlardı. Birbirine kıyasıya girmek üzere olan iki yanın arasına daldılar
hızla. Süngüler kendilerine çevrilmişti ya, yine de sevinç gösterilerine başladı
öğrenciler. Duygulu, etkin bir sesle bağırdı birisi:
— Yaşasın şanlı ordumuz.
Bir söz yetmişti davranışlarını saptamaya. Ağlayarak atılıp bir kurtarıcı gibi
yüzbaşının boynuna sarılmıştı birkaçı. Erlere sarılanlar vardı. Polisler
çekilmişlerdi. Asıl sevinen onlar olmalıydı kurtuldukları için. Gözyaşları
arasında yeni koroya başlamıştı öğrenciler.
— Ya ya ya... Şa şa şa... Türk ordusu çok yaşa...
Bir an şaşkın kaldı Günsel olanlara bakıp. Neler geçmedi kafasından bu bir
anda... Toparlandı. Ne var yadırgayacak? Doğruydu olan. Bilinçli değil,
içgüdüsel belki de ya, devrimlerin, devrimcilerin temel kurallarından birini
uyguluyordu işte öğrenciler. Askerin, ordunun "hayırlı tarafsızlığını" sağlamak
en azından. Bu değil mi kitaplardan okuduğun? Peki, şimdi hayırlı mı bu?
Polisleri korumak tarafsızlık mı? Gözleri doluyordu Günsel'in. Nedenini bilmeden
ağlayacaktı nerdeyse. Hay patia-sın senin bu küçük-burjuva duyarlılığın!.. Omzu,
polise vurdu-
ğu eli, sonradan sonraya başlayan sağ ayak bileği öyle ağrıyordu ki... Olsun,
başka yanımda bir şeyim yok ya... Yoktu başka yanında bir şeyi. Tanımadığı bir
kalabalığın içindeydi. Çarşıkapı'ya doğru yürüyorlardı bağıra bağıra. Askerleri
alanda bırakıp yola koyulmuştu yeniden uzayıp giden öğrenci yığınları.
— Katiller... Katiller... Katiller...
— İstifa Menderes!..
— Hürriyet... Hürriyet... Hürriyet...
— Katiller...
Öndeki öğrenciler kucaklarına aldıkları bazı yaralı arkadaşlarını taşıyorlardı
kanlar içinde. Taksilere konan birçok yaralıyı kavga dövüş, polisler kaçırmıştı.
Tanklar sökün etti birden Çar-şıkapı'da. En küçük bir korku boşluğu vermeden
tankların üstüne yürüyordu öğrenciler. Orduya gösteriye başladılar bir yandan
da...
— Ya ya ya... Şa şa şa... Türk ordusu çok yaşa...
Tanklar durmuştu. Tankın içinden atlayan bir teğmenle bir sivilin (polis şefi
olacaktı) tartıştıkları görüldü ilerde. Hızlanmıştı öğrenci yürüyüşü. Koşar
gibiydiler teğmenle tartışan sivile doğru. Gedikpaşa'ya inen bir sokağın başına
doluşmaya başladı öğrenciler. Kavgalar mı oluyordu ne? Sermet'i, Ali'yi, yüzünü
tanıdığı bir kızı seçebiliyordu Günsel. Atıldı sokağın başına doğru. Sille,
tokat, yumruk bir itiş kakış içinde buldu kendini bir anda. Birilerine vurdu o
da kıyasıya. Kafasına inen bir yumrukla sarsıldı birden. Sürüklemeye
başlamışlardı. Kollarından, saçlarından çekerek cipe sokmaya çalışıyorlardı.
Ağzının kıyısına gelen kıllı, pis bir bileğe dişlerini geçirdi bütün hırsıyla.
Bir tokat patladı suratında:
— Kancık orospu!..
GünsePle birlikte daha birkaç kişiyi çekmişlerdi yan sokaktaki ciplere. Hızla
sürdüler cipleri, koşuşan öğrencilerden kaçırıp uzaklaştılar. Öğrenci yığını,
kıyısından koparılıp alınanlardan habersizdi. Bağrışmalar sürüp gidiyordu.
XXIII
Kenan, Sahaflar'dan Çınaraltı'ndan geçip Beyazıt Camisi'nin avlusu ardındaki
duvar dibinden üniversite kapışma bakınca ne edeceğini bilmeden acılı kaldı bir
süre. Polis cipleri, adı polisler, siviller kaynaşıyordu üniversite kapısında.
İşte bu bahçede Günsel. Aşılmazın ötesinde. Duvar diplerinde askerler
dolaşıyordu. Kazılar, yıkıntılar, iniş çıkışlarla dolu geniş alanı, uzak
kıyılarından, meraklı, çekingen bir seyirci kalabalığı çevrelemişti. Şöyle bir
bakındı; yanında yöresinde imam kılıklı, bereli, esnaf giyimli, sıradan
görünüşlü çeşidi kimseler vardı. Suskun bakıyorlardı. Cipler gelip gitti bir
ara. Uzaktan uzağa bir uğultu geliyordu, üniversitenin ana yapısından doğru.
Polislerde bir kaynaşma oldu yeniden:
— Azdılar, azdılar... Bulacaklar belalarını imansız piçler. Dönüp baktı. Kara
sakallı, başı açık, imam kılıklı bir herifti; şadırvana doğru yürüyordu
söylenerek. Kimse aldırmamıştı!
Duymamış gibiydiler. Marmara Sineması önünden bakanlarda bir kaynaşma başlamıştı
uzaktan uzağa. Aksaray'a doğru gidiyordu kalabalık. Bir şeyler oluyor orada.
Yoksa Edebiyat Fakül-tesi'nde mi olaylar? Alandan doğru geçemezdi, döndü.
Çınaraltı'ndan Sahaflar'dan karşıya geçmek için caminin avlusuna daldı yeniden.
Çınaraltı'ndan geçerken daha dün oturup kahve içtikleri köşeye baktı. Ya bütün
eski buluşmalanmız!.. İlk buluşma- 53^ mız o soğuk günde!.. Niye yan yana
değiliz şimdi? Niye onun yanında değilim ben? Burak'tan olayları duyunca
işyerinden ayrılıp ayrılmamak konusunda kuşkulu kalmıştı uzun süre. Gün-sel'den
telefon beklemişti. Başını işine eğmiş Matmazel'den başka herkes, işyerine gelip
gidenler, konu komşu, kitapçılar, Burak, aşırı ilgi gösteriyordu Beyazıt'taki
olaylara. Ankara Cad-desi'nden gelip geçen tanıdık gazetecilere, yolu Beyazıt'a
düşenlere, bu arada birkaç resmi polise bile, Üniversite'den olduğunu
yakıştırdıklarına, hemen herkese soruyorlardı olayları. O içine kapanık, sessiz
Burak'ın bütün düşüncesi Üniversite'deki olaylardı sanki. Bir ara gazeteye
telefon bile açtı Kenan'dan izin alıp; bir arkadaşı varmış gazetede. Asıl
olanları da o zaman öğrendiler. Büyük gürültüler olmuş, Rektör dövülmüş filan...
Kenan'ın kuşkusu kalmamıştı artık Günsel'in de olayların içinde olacağından. Bir
gün önce bir şeyler demişti. Tahkikat Komisyonu Yasası'na karşı çıkmak gibi...
"Bu gece gelecek çocuklar da, yasalaşırsa yarın sabah!.." Durgun, tek tek
söyleyişi gözünün önüne gelmişti Günsel'in. Fırlamıştı işyerinden. "Telefon
ederse, ben seni arayacağım," demişti Burak'a, "bir yerde beklesin beni." Burak
giz ortağım artık. Saklımız mı kaldı? Bir arabaya adayıp Çarşıkapı'da inmiş,
önce cami avlusuna koşmak gelmişti içinden. En yakın orasıydı üniversite
kapısına. Şimdi yine koşar gibi gerisin geriye geçiyordu Sahaflar'ı.
İşyerlerinde demin de pek kalabalık yoktu ya, iyice azalmıştı alışveriş edenler.
Ya cami avlusuna gidiyorlardı ya da Marmara Sineması'na doğru gitmek için yolun
karşısına, Gedikpaşa'ya geçiyorlardı akın akın. Kenan
da geçti koşarak. Yoldaki taşıtlardan birkaçını durdurdular ilerde, çevirdiler.
Cipler, polis arabaları dolaşıyordu. Marmara Sineması'nın yanındaki sokağa
yaklaşınca Laleli tarafından bağrışma-lar gelmeye başladı. Polisler ara yolları
da tutmuşlardı. Halk pencerelerden, kahvelerden, sokak başlarından, yol
kıyılarından merakla bakışıyor, önemli şeyler bekliyordu belli ki. Kenan aşağı
sapıp koşarak Marmara Sineması'nın ardındaki sokağa girdi. Sesler artık iyice
duyuluyordu. Yan sokaklardan, evlerden Kos-ka'ya doğru koşuşanlar arasında,
Hasan Paşa Hanı ile Sırmakeş Hanı arasındaki polisçe tutulmamış daracık bir
sokaktan anayola çıktı. Patrona Hamamı karşısında, yolun kıyısında yüksekçe bir
yerde bekleşen halkın arasındaydı şimdi. Bayraklarla dalgalanan öğrenci yığını
Edebiyat Fakültesi'ni geçmiş, Beyazıt'a yürüyordu dev korolarını haykırarak
"Hürriyet" diyorlardı, "İstifa" diyorlardı, "Katiller" diyorlardı. Şaşkın
ürpertiler içinde donup kalmıştı Kenan. Demek iş buraya geldi! Yöresindekilere
baktı. Sessizdi herkes yine ya, cami avlusundakilerden daha yakınlık gösteriyor
gibiydiler, bakışları, yüzleriyle, gelen çocuklara. Yöredeki hanlardan çıkmış,
bakırcı, kalaycı çırağına benzer tulumlu tulumsuz, kir pas içinde oğlanlar da
vardı şaşkın bakanlar arasında. Beyazıt'taki aüı polisler de alanın alt başında
görünmüşlerdi. Kenan, yolu kaplamış öğrenci seli içinde Günsel'i aramaya başladı
gözleriyle. Bir ara inip hemen önlerinden geçen öğrencilere tek tek bakmaya
kalkıştı. Öylesine kükreyerek bağırı-yorlardı ki hep bir ağızdan, öyle iç
içeydiler ki coşkuyla, gözle bile ayırmak kolay değildi. Önünden sel gibi akıp
giden yığının yanında yapayalnız, ezilmiş gibi kaldı. Günsel, kızlı oğlanlı bu
binlerce gençten biri, sen kimsin yolun kıyısındaki? Toparlanmaya çalıştı, bir-
iki adım attı öğrencilerin yanı sıra. Kolbaşı geçip gitmişti. Dönüp bir daha
baktı önünden geçenlere, hiçbir tanıdık yüz yoktu. Bir ara yaya kaldırımından
inmiş, gençlere karışacak gibi olmuştu. Hemen iteleyip uzaklaştırdı öğrenciler.
Kimseyi sokmuyorlardı aralarına. Dağınık duygular içinde bir
sarsıntı daha geçirdi Kenan. Nasıl girersin onların arasına budala... Alırlar
mı? Bağırmak geldi içinden onlarla birlikte, olmadı bür türlü. Bir-iki denedi.
"Hürriyet" dedi, "İstifa" dedi; öyle yalnız, öyle cılızdı ki sesi, kendine bile
gülünç geliyordu. Peki kiminle birlikte bağıracağım ben? İşçilerin arasına da
giremedim. Tek basmayım şu yolun kıyısında. Yöresine bakındı, sanki başka
kimsenin yok böyle tasası. Öylece bakıyorlardı geçenle- 533 re... Hepsi tek
başına onların. Oralı bile değil hiçbiri. Onlar gibi bak sen de... İki işyeri
arasında bir duvara yaslanıp acılı bakınmaya başladı. İlerde atlı polislerle
öğrenciler birbirlerine girivermişlerdi bir anda. Öylesine bir uğraşa dalmıştı
ki kendisiyle, şaşaladı, hiç beklemiyordu sanki. Fırlayıp birkaç merdiven
tırmandı, taşlardan atladı. Demin geldiği sokağın köşesindeki bir yapının önüne
çıkmıştı. Kavgalar kıyasıya gidiyordu alana girişte. Atlasam, karışsam mı
aralarına? Yöresine bakındı, yine seyirciydi herkes. Bizim kavgamız değil demek
bu. Peki kimin kavgası? Günsel'in. Günsel'i aranmaya başladı yeniden. Birbirine
girmişti herkes. Orada olsa bile nasıl ayırırsın? Kızlar da vardı atların
önünde, polis coplarının altında. Günsel de aralannda mı? Niye bulamıyorsun? Ne
aptal herifim ben!.. Kavganın akışına kapıldı, her şeyi, herkesi, Günsel'i de
unuttu bir ara. Demin atlı polislerin saldırısı ile kaçışıp toparlanan çocuklar
vardı; şimdi ise yerlerde sürünen, dayak yiyen, kaçışan adı polisler...
Öğrenciler yürüyüşe geçiyorlardı yeniden. Dev koro yine başlamıştı. Sevinçle
tıkanır gibi oldu Kenan. İşte yürüyorlardı. Günsel yok mu? Belki de o katılmadı.
"Sen girme," demişlerdir belki de. Dinler mi? Doğru olanı yapar o. Gerekirse
dinler. Gerekir mi? Kim bilir, gerekir belki de. Belki de telefon etmiştir.
Marmara Sineması'na doğru ilerlemeye çalışıyordu kıyılardan, duvar diplerinden.
Birden silahlar patlamaya başladı. İrkilerek kaldı olduğu yerde. Baku, ellerinde
tabancalarla yaklaşan dizi dizi sivil polis sürekli ateş ediyordu çocukların
üstüne. İnanamadı önce. Çığlıklarla düşen öğrencileri görünce ayıldı. Halk
kaçışıyordu. Çok yakı-
nındaki duvarlara, yerlere kurşunlar çarpıyor ya da vınlayarak, sekerek
geçiyordu önlerinden. Sürekli ateş ediyordu polis. Birçokları devrilmişti yine.
Bilinçsiz bir korkuya düşüverdi birden. Kıyılardan, duvar diplerinden deli gibi
kaçmaya başladı. Deminki sokak başına gelince soluk soluğaydı. Sokağı döndükten
sonra, duvarı siper ederek baktı. Yaylım ateş yine başlamıştı. Birkaç 534 kişi
de kaçarak döndüler sokağa. Kenan yine tutamamıştı kendini, kaçanlarla birlikte,
hem onları da geride bırakarak sokağın alt başına doğru koşmaya başlamıştı
yeniden. Silah sesleri durmuştu. Çığlıklar, bağnşmalar geliyordu. Birden o zaman
vardı bilincine: Kaçıyorum!.. Ter içindeydi. Şimdi yeniden ter döküyordu
utançla. Döndü, sokağın başına doğru yürümeye başladı. Kızgın, yaralı, kendine
küskündü ta yürekten. Tek tük silah sesiyle duraladı yine, ayaklarına baktı
suçlayarak, silah sesiyle koşullanmışlardı sanki; şimdi bile zor tutuyordu.
Tıpkı Müdüriyet'teki gibi. İki tokatta kaçmıştım o zaman, şimdi de silah
sesiyle... Acılı başkaldırmayla bağıracak gibi oldu. Yok orada Günsel, yok!..
Varsa, yaralıların arasında yatıyorsa o da, öldüyse?.. Tam köşede kaskatı kaldı
birden. Yaralıları arabalara koyuyorlardı alanın berisinde, kavgalar vardı. Bir
şoförü dövüyorlardı. Niye?.. Kucakta taşınan bir gencin gömleği, pantolonu
kanlar içindeydi. İnliyordu. Öğrencilerin yeni çığlıklarını duymaya başladı
birden. Orduya gösteri yapıyorlardı. Polislere kargışlar, sövgüler yağıyordu.
Köşede öylece kalmıştı Kenan. Alana yaklaşacak, ortalara çıkacak yüzü mü
kalmıştı? Kaçtım. Onlar dövüştü. Taşla, yumrukla, kazanmacasına hem. Gözlerinin
içi yanıyordu. Dudakları, dili, boğazı yanıyordu. Ta uzaktan ileriye atılmış
koşan bir kız gördü, Günsel'di sanki... Birkaç adım attı Kenan; kalabalığa
kanşıp gitmişti kız. Öğrenci yığınları bağnşmalar içinde dalgalanıp duruyordu.
— Taksim'e, Taksim'e!..
Bağnşmalar duyuldu. Yığınlar, haykınşmalarla akıp gidiyordu Çarşıkapı'ya doğru.
Kenan toparlanmaya çalışıyordu? Bakın-
dı yöresine, telefon arandı. Postane neredeydi burada?.. Evecenlikle yürümeye
başladı yol kıyısından. Alanı geçiyordu, karşıdan gelen tankları gördü uzaktan.
Tanklar durmuştu. Bir kaynaşma olmuştu öğrencilerde. Telefon diyordu Kenan;
aranıp duruyordu. Burak'ta haber vardır. Aramıştır Günsel. Azak Sineması'na inen
sokağı geçince bir mağaza vardı ya... Daha önce de... Koşarak gidip daldı içeri.
Adamlar ürkek bakıyorlardı. Kapıdaydılar 535 Kenan girerken. İki yanlı
sokaklarda halk; belki de polis sandılar beni böyle telaşla atılınca telefona.
Hiç iyi bakmıyorlar. Elleri titrer gibi çabuk çabuk çevirdi numaraları. Uzun
uzun çaldı, Burak açtı soluk soluğa. Yüreği duracak gibiydi Kenan'ın...
— Arayan oldu mu?
— Nermin Hanım aradı ağbi. Sövecekti nerdeyse...
— Başka?..
— Yok ağbi...
Yıkılmış gibiydi Kenan. Bir tıkanma olmuştu boğazında. Günsel de içlerinde
demek?
— Ararsa oraya gelip otursun, beklesin beni, arayacağım yine. Ya da yerini
söylesin.
Adını vermemişti Günsel'in. Bir sessizlik oldu. Burak yavaşça:
— Peki ağbi, dedi.
Kenan kapattı telefonu, firladı.
Çarşıkapı'dan, tanklann önünden geri dönmüş, aynı görkemli haykırışlarla
Laleli'ye yürüyordu öğrenci yığınları. Demek Aksaray'dan Taksim'e... Yüksekçe
bir yerden gözledi geçenleri. Kimseyi ayırma olanağı yoktu. Nâzım'dan dizeler
geçti kafasından: "Tek başlı, tek yürekli, milyon ayaklı Kalküta." İşçi
yığınları onun dediği. Nerde o tek başlı, tek yürekli, milyon ayaklı İstanbul?..
Peşlerine takılmak için birkaç adım atmıştı ki Marmara Sineması'nın
merdivenlerinden inen Matbaacı İrfan'la burun buruna geldi. Eskilerden diye
tanınırdı, alaylı bir gülümseme vardı bakışlannda.
— Gördün mü piçleri? dedi Kenan'a.
Kenan anlamadan bakıyordu. Yüzü değişti birden İrfan'ın, sövmeye başladı.
— Özgürlük istiyorlarmış eşşoğlueşşekler... Halk Partisi'nin bok yemesi...
Y...ımı alırlar özgürlük diye. Çok özgürlük kodu-lar da memlekette sanki.
Namussuzum Menderes'e bağlılık telgrafi çekeceğim.
Şaşaladı Kenan. Kızamadı, ne diyeceğini de bilemedi. Halk Partililerin bok
yemesi... Niye olmasın?.. Ne oyunlar döndürüyorlar kim bilir?
— Uğraşana bizim oraya, dedi İrfan. Fahir Cemal de gelecek.
— Fahir Cemal Bey ne diyor?
Soru mu bu da? Belli değil mi ne dediği Cemal Bey'in? Çıkar mı bu herif onun
ağzından dışan?
— Ne diyecek? Ana avrat düz gidiyor o da bu ibnelere... Yürüdü Kenan, şaşkına
dönmüştü iyice. İşin bu yanını niye
hiç düşünmemişti ki... Fahir Cemal bile... Yıllarca hapis yatmış, ünlü solcu
romancı Fahir Cemal karşı olunca... Bir bildikleri, duydukları vardır. Kulakları
deliktir onların. Halk Partisi'nin bok yemesi. İçin şenlendi birden! Niye? Hani
gözün tutmamıştı o herifi. Ters gelmişti ne dediyse. Bir kez karşılaşmıştı
matbaada Fahir Cemal'le.. Baba'ya verip veriştiriyordu o gün; sövüp sayıyordu.
Sövüp saymadığı kimse de yoktu ya!.. Aykırıya tatlı övgüler düzmek,
karşısındakini şaşırmaktı işi gücü sanki herifin. Ölçüyü kaçırıp olumsuza
kaymakta bir sakınca görmüyordu. "İş yok bu herifte," demişti Kenan; gösteri
adamı bu... Şimdi de... Demek Halk Partisi'nin... Niye olmasın?.. Bizim kavgamız
değil bu. Niye bulaşır Günsel? Karışık bir yumak dolanıyordu kafasında,
Laleli'yi inmeye başlayan öğrenci yığınına yetiştiğinde bütün heyecanını
yitirmişti. Olay, çocukların çığlıkları, kanlı yaralılar, bağrışılan sözler,
hepsi yumuşayıp pelteleşmişti sanki. Bağırıp çağırıp aşağıya sarktı öğrenci
yığınları. Bir süre yürüdü
o da artları sıra. Bir yorgunluk çöktü üstüne. Özgürlük... Özgürlük... İstifa...
Menderes... Katiller... Eeee, sonra? Menderes gidecek bir başka teres gelecek.
Katiller yine o katiller. Bunun için mi tabanı kaldırıp kaçtın silahlar
patlayınca? Kaçtım mı? Yok kaçmadın?.. Kaçtım ama... Halk Partisi'nin... Tamam
tamam... Nasıl da güller açıyor içinde böyle düşündükçe!.. İyi ki karışmadın
olaylara!.. Halk Partisi'nin bok yemesi... Korkak, Baha'nın 537 dediği yazıyı da
yazamadım... Aydın, atom bombasını yok eden işyerine mi gitsem bir?.. Günsel
gelmiştir belki de... Döndü, ağır ağır çıktı yokuşu. Bir taksiye adadı
Beyazıt'a... Burak'ı kapıda buldu.
— Aramadı ağbi, dedi Burak, sormasını bırakmadan.
Ses çıkarmadı, yukarı çıkıp çöktü koltuğa. Yutkunup durmuştu. Burak bir şeyler
sormak için. Çekinmiş, soramamıştı bir türlü. Oğlan fırlayıp gidecek nerdeyse.
Gelen giden de pek yok.
— Sen istersen git Burak, diye seslendi aşağıya. Unkapanı'na varmışlardır.
Bitince dönersin.
— Dönerim ağbiciğim, sağ olun.
Uçar gibi fırladı oğlan. Keşke kapıyı da kapattırsaydım Burak'a. İçerde
dinlensem şöyle bir. Günsel gelir de... Gelmez, sokaklarda o. Halk Par... Amaan
sıçmışım Halk Partisi'nin de... Birden telefona takıldı gözü. Niye bir telefon
etmem Fakülte'ye?.. Bakarsın... Çabucak çevirdi numaralan. Uzun uzun çalıyordu,
açan yoktu. Tam kapatacağı sıra açıldı. Odacı ağızlı bir adamdı açan. Günsel'e
gittiğinde birkaç kez koridorda gördüğü yaşlı adam olmalı. Yüreği yine çırpınıp
durmuştu Kenan'ın. Günsel Hanım'ı sordu, kitaplıkta. Kimse yokmuş orada. Günsel
Hanım da gelmemiş bugün. Telefonu kapatınca yeniden bir bitkinlik çöktü üstüne.
Peki şimdi Halk Partisi'nin... Oydu Beyazıt'ta polise doğru koşan. Birileri
gelmişti aşağıya. İsteksiz indi. Bir şeyler istediler, verdi, aldı, yine
başkaları geldi, onlara da... En iyisi bu, bir süre kullanmayayım kafamı. Bir
işe mi yanyor ki?.. Dikelip kaldı. Uğultular, haykınşmalar vardı derinden deri-
ne. Buraya mı geliyorlar? Niye olmasın? Vilayet'e belki. Vay canına!.. Tamam
Vilayet'e... Açık açıktı artık. Sürüp gitti uğultular. Kazıntı başlamıştı
içinde. Sabahtan beri bomboş içim, kazıntı olmasın mı daha? Gelse de Burak,
gidip bir şeyler yesem ben de... Bekle... Hiç gelir mi Burak?.. Haykırışlar ağır
ağır sönüp durmuştu epeydir. Burak koşar gibi girdi.
— Sıkıyönetim başladı ağbi, dedi. Köprüleri de açmışlar, karşıya geçilmiyor.
Evecenlikle anlatıp duruyordu. Vilayet'i tanklar kuşatmış. Subaylar gelmiş,
dağılın demiş çocuklara. Onlar da parça parça dağılıyorlarmış. Burak da koşmuş
onu yalnız bırakmamak için. Emniyet'in önünde bağırıp çağırmışlar bir süre.
Sevinmişti geldiğine Burak'ın. Günsel'i sorsam mı? Görmüş müdür? Görse söylemez
mi budala?.. Oğlan bilmiyor mu senin deli gibi beklediğini? Peki ne yapayım ben?
Dağıldılarsa bekleyeyim, arar şimdi. Burak'ı süt, sandviç almaya yolladı.
Telefon çalıyordu. Koşarak çıktı yukarı, açtı. Nermin'di. Olayları duymuş. Radyo
sıkıyönetimi veriyormuş sürekli. Çok korkmuş. Nasılmış o?.. Sana ne? diyecekti.
Demedi, iyiyim, deyip kapatacaktı. Ağlamaklı bir sesle ekledi Nermin:
— Ne olursun, bu akşam olsun erken gel, korkuyorum.
Bir an durdu Kenan ne diyeceğini bilemeden. Yavaşça kapattı telefonu. Allah
belanı versin!.. Korkarsın, başka ne yaparsın ki sen? Sen hiç korkmazsın oysa
ki!.. Bilmiyordum ki ben Gün-sel'in alanda polislerle silah patiayınca... Yoksa
korkmazdın!.. Burak'ın getirdiği sütü, sandviçi isteksiz bitirdi ağır ağır.
Koltuğa bıraktı kendini yine, gözlerini kapattı. Aşağıda gelip gidenlerin
sesleri, gürültüleri, konuşmalarıyla, kafasında tepişen düşünce uğultusu altında
uzun bir süre kaldı öylece. Biri dürtmüş gibi fırladı birden. Beşe geliyordu.
İndi çabucak.
Gidiyorum, dedi Burak'a. Bekle beni. Kapatma sakın. Geç de olsa bekle.
— Olur ağbi.
Yokuşta bir arabaya atladı hemen. Kocamustafapaşa, dedi şoföre. Yaslandı
arkasına, kımıldamadan kaldı. Beyazıt'ı geçerken baktı şöyle bir, üniversite
kapısında birikme mi vardı ne? İnip uğrasam mı? Şoför de öyle suskun ki...
Evlerine gitmek en iyisi. Sokağın başında indi arabadan, yürüdü. İçinde bir
eziklik... Geri geri gidiyordu sanki ayakları. Kötü haberden korkuyordu. Ya
yoksa? Ya?.. Merdivenleri çıkarken yüreği yine küt küt vurmaya 539 başladı. Evde
kimse yok!.. Bastı zile, bir süre sonra sürünen ayak sesi duyuldu, açıldı kapı.
Nahide Hanım şöyle bir baktı loş merdivendeki Kenan'a...
— Buyrun, dedi.
— Günsel yok mu?
Yine bir süre baktı ihtiyar kadın anlamamış gibi.
— Günsel mi? dedi. Bu saatte gelmez o.
Sonra korkar gibi oldu, bir şey sezinlemişti sanki.
— Fakültede değil mi?
Kenan ne diyeceğini bilemedi bir an. Bir de buna söz anlat şimdi.
— Gösteri varmış da bugün, dedi; çıkmış Fakülte'den.
— Haaa, gelir öyleyse, buyursanıza.
Buyursam mı? Buyurmayıp da ne yapacağım? Girdi içeri. Salona geçti. Sessiz,
tertemizdi ev. Teyze bir süre içerde dolaştı. Giysilerini mi değiştiriyordu ne?
Şöyle bakındı Kenan, Günsel vardı her köşede. Hasan'la oldukları geceyi yaşadı
yeniden. Gözleri dolacak gibi oluyordu. Pis, kirli, değersiz buluyordu
kendisini. Karşı koyamıyordu bir türlü içini kemiren bu duyguya. Nahide Hanım
gelip bir şeyler soracaktı ki kapı çalındı. Yüreği hop etti. Kadın adımını
atamadan fırladı hemen açtı kapıyı. Handan'dı. Aşağıda, merdivenlerden gelen
bir-iki kişi daha mı vardı ne? Soluk soluğaydı Handan. Kenan ağzını açtı bir
şeyler sormak için soramıyordu, korkuyordu kötü bir şey diyecek diye. Handan da
anlamıştı. Öylece bakıp kaldı bir an. Arkada, yaklaşmış bakan Nahide Hanım'ı
kollamıştı o da...
— Merhaba, dedi; sizin oraya telefon ettim, çıktığınızı söylediler, umdum
buraya geleceğinizi.
Kenan anlamıştı bir şeyler olduğunu ya, niye hemen söylemiyordu bu kız?..
Arkadan bir oğlan, iki kız öğrenci daha daldılar
içeri. Girerken:
— Sıkıyönetim olduğuna göre poliste kalmaz onlar, diyordu
540 biri, Harbiye'ye yollamışlardır.
Yakalandı demek. Nahide Hanım şaşkın bakmıyordu, bir şey
anlamamıştı o.
— Ne oldu? dedi titrek bir sesle. Günsel nerde?
Handan kendini koltuğa atarken önemsemiyormuş gibi söyledi.
— Yok bir şey teyze, dedi; senin ayağını çiğneyen orospu çocukları götürmüş.
Sabaha bırakırlar. Belki de birazdan gelir.
Turgut nerde?
Belli ki kadının ilgisini başka yöne çevirmek için sormuştu
onu da.
— Turgut mu? Ne bileyim ben? Bir film varmış dedi, para aldı gitti benden.
— Hadi siz uzanın odanızda, dedi Handan, biz çay may yapar içeriz. Epey
yorulduk.
Ustaca yönetmişti Handan. Üstelemeden, uysallıkla çekildi içeri Nahide Hanım.
Belli ki güveni vardı Handan'a. Yalnız kalmışlardı. Handan ayağa kalktı hemen,
yapmacıktı deminki soğukkanlılığı. Kenan'a yaklaştı. O zaman gördü Kenan kızın
yüzündeki çizikleri. Üstü başı hırpalanmıştı, yırtık, toz içindeydi
giysileri.
— Ne yapacağız? dedi. Siz arayabilir misiniz müdüriyetten? Öylece kaldılar bir
an. Kenan ne diyeceğini bilemiyordu.
Öteki iki kızla bir oğlan da (tanıştırmamıştı Handan) öylece bakıyorlardı.
— Kimsesiz buldular mı iyice yüklenirler diye korkuyorum.
Sağlığı da bozuktu, biliyorsunuz.
Son sözü söylerken anlamlı bakmıştı. Tedirginlik duydu Kenan. Böyledir
doktorlar, kızında bile utanmak kalmıyor. İyi ki aybaşı demedi! Geçmedi mi peki?
— Arayayım, dedi Kenan.
Öylece kaldı yine. Bir ağırlık vardı üstünde, düşünemiyor, ne diyeceğini, ne
yapacağını bilemiyordu bir türlü.
— Akrabasıyım, dersiniz. Yoksa... Çok kötü.
Başını döndü Handan, gözleri mi dolmuştu ne? Sonunu getirememişti. Ezik bir
sesle, sırtı dönük söylenmeye başladı.
— Eşek karı,o kadar da söyledim. İçime doğmuştu sanki. Kızlardan biri döndü:
— Sen de büyütüyorsun, dedi; ölmedi, yaralanmadı. Neler oldu bugün. Yine iyi
ki...
— Belli mi ne olacakları?
— Ne olacaklar? Tutuklarlar çok çok. Biraz da döverler.
Konuşmalara daldılar. Kenan dinliyordu. Günsel'i unutmuşlardı artık. Olayları
konuşuyorlardı. Ölüleri, yaralıları kaçırmış polisler.
— Burda durmamız saçma, dedi Handan. Hastanelere gitsek. Ben bir şeylerini
giyeyim Günsel'in; baksanıza... Aliler Gu-raba'ya gittiler. Dokuzda da sokağa
çıkma yasağı var.
Kenan baktı. Teşekkür etti, çıkacaktı. Handan kapıya geldi peşinden.
— Telefon ederim size ben, dedi; parası da yoktu onun. Ay sonu. Teyzeyi
oyalarım. Siz onunla...
Kenan başını sallıyordu sadece, peki anlamına.
— İyi biliyor musunuz? dedi; polisin aldığını?
— Görenler var, dedi Handan; Beyazıt'tan sonra, sokak arasında kavgalar olmuş.
Biz arkadaydık daha. Polis Sermetier'e saldırmış galiba. Günsel de atılmış.
İçinde bir şey kopmuş gibi oldu Kenan'ın. Handan oralı değildi. İçtenlikle
anlatıyordu olayı. Sonra ciplere doldurmuşlar beş-on kişiyi. Sermet, Günsel,
Mahmut... Başka kızlar da varmış
ya, tanımıyorlarmış. Başka fakültelerden.
— Ben de arayacağım ya, dedi Handan; hemen bugün gidersem beni de alırlarmış,
dediler. Sizin bir tanıdığınız filan var mı sözü geçen?
Evden çıkıp da yürürken hep bunu düşündü Kenan: Sözü geçen bir tanıdığım var mı
benim?.. Var, olmaz olur mu?.. Ra-542 sim var. Ne diyeceğim Rasim'e? Nasıl
diyeceğim? Hem gerçekten sözü geçer mi?.. Kolay mı bunu Rasim'e söylemek? Güç,
kolay, söyleyeceksin. Başka kimde umudun var? Hiç... Saate baktı, altı buçuktu.
İşyerindedir daha. Ankara'da filan değilse... Yakalamalı. Cerrahpaşa'da hastane
karşısındaki bir eczaneye daldı. Numaraları çevirdi çabucak. Tatlı bir kız sesi:
— Birkas Kollektif. İyi akşamlar.
— Rasim Bey'i istiyorum. Kenan.
— Bir saniye efendim.
Bir saniye bir yıl kadar uzun geldi. Ankara'da değildi demek. Ya çıktıysa? Kız
bilirdi, çıkü derdi.
— Söyle!..
Rasim'in hergele sesiydi.
— Ben Kenan.
— Anladık ulan, söyle. Çıkıyordum.
Söyleyeceğini unutmuş gibiydi Kenan. Bir an duraladı. Rasim sezmiş olmalıydı
Kenan'daki evecenliği.
— Şey, dedi Kenan; seninle konuşmak istiyorum. Telefonda olmaz, çok önemli.
Rasim durdu bir süre.
— Peki, dedi, geliyorum, bekle işyerinde. Karaköy'e uğrayacağım. Arabada
konuşuruz dönerken. Dokuzdan sonra yasakladılar...
— Peki.
Bir şey demeden kapattı Kenan. Çabucak gitmeli. Bir dolmuşa atladı. Çelişkili
duygular, düşünceler yol boyu döndü dolandı kafasında yine. Yanlış bir şey
yapmaktan korkuyordu en
çok. Kalkıp doğruca müdüriyete mi gitmeliydi yoksa? Ne diyeceğim heriflere?
Korkuyorsun değil mi? Diyelim ki korkuyorum. Korkmayıp da gitsem bir yararı mı
olacak GünsePe? Kimsesiz olmadığını anlarlarmış. Söz mü bu da? Üniversite
bitirecek kızın kimi kimsesi olmaz olur mu? Her yan kapanmıştı işyerine
geldiğinde, Burak öylece bekliyordu. Biraz çekingen: — Nermin Hanım, gelince
aramanızı rica etti ağbi. Ses çıkarmadan kitaplığın yanındaki sete oturdu
yorgunca. Burak'ı gönderdi, bir sigara yakıp beklemeye başladı. Polis Ser-
metler'e saldırınca Günsel de atlayıp... Şimdi de ona tak kafanı. Sermet olduğu
için mi atıldı? Öyle mi diyorum ben? Dövüşenlerin içinde Sermet de var, ne
yapsaydı kız? Kaçsa mıydı? Kaçanlar da var, biliyorsun; Biliyorum. Peki niye
öyle anlamlı söyledi Handan?.. Senin sağlıksız kafandan çıkıyor o anlam?
Herkesin yüreği seninki gibi katran kazanı mı? Öyle içten anlattı ki kız. Hem o
da sevmez Sermet'i. Biliyorum da... Polis Sermetler'e saldırınca Günsel de
atlayıp... Sen bir doktora görün, resmen manyaksın. Açıkça anlat doktora her
şeyi; tutamadım kendimi kaçtım de. Kaçmadım. İnanmadıktan sonra bizim kavgamız
olduğuna?.. Bir sürü piç, neymiş? İstifa!.. Özgürlük... Harcat kendini pisi
pisine. Halk Partisi'nin bok yemesi. Belki de el alandan Demokratlar'la ortak
oynuyorlar. Telefon çalmaya başlamıştı, firladı birden. Merdivene koştu, daha
birinci basamakta durdu. Nermin'dir olsa olsa. Döndü ağır ağır; telefon çaldı
bir süre, durdu. Ya Günsel'se? Bir ateş düştü içine birden. Ne yaptım ben? Ya
bıraktılarsa? Bırakırlar mı be? Kafasına yumruk atacaktı nerdeyse... Tek çare
çıkıp Nermin'e telefon açmak. Hayvanın biriyim ben, eşşeğim. Hadi bakalım çık da
aç telefonu hıyarağası?.. Bir araba sesiyle durdu, çıkıp baktı kapıya. Rasim'di
gelen.
— Merhaba.
— Merhaba.
Rasim, Kenan'ın kalktığı sete ilişti. Saatine baktı bir.
— Anlat bakalım önemli şeyi.
Ne anlatayım şimdi bu herife? Biraz durdu Kenan, sonra:
— Poliste tanıdığın var mı? dedi.
Rasim öylece bakıyordu. Sorulacak şey mi ulan bu herife? Sonra açıklamak
gereğini duymuş gibi ekledi.
— Müdüriyette filan yani.
— Ne oldu? dedi Rasim.
Anlat şimdi ne olduğunu. Ne duruyorsun? Ne bok yiyeceksin anlatmayıp da?
Çağırdın herifi.
— Bugün öğrenciler yürüyüş yaptı biliyorsun.
Yine durdu Kenan. Rasim hiçbir tepki göstermeden öylece bakıyordu. Ne halt ettim
de herifi çağırdım ben? Yılan gibi bakıyor. Uzattın.
— Rektör'ü dövmüşler, bazılarını polis yakalamış.
Rasim kalktı, bir sigara yaktı, arka raftaki kitaplara döndü, göz gezdirir gibi.
Bu ne demek? Bak başının çaresine demek! Herif kıçını döndü. Nerde eski şakacı,
her şeye yakınlık gösterip takılan Rasim? Döndü Kenan'a aynı soğuk bakışlarla:
— Günsel Hanım'ı mı kurtaracağız? dedi birden. Şaşaladı Kenan. Nerden biliyor
bu herif? Yine de hiç bozmadan karşılık verdi:
— Günsel Hanım'ı kurtaracağız.
Bir an bakışıp durdular. Rasim'in bakışlarındaki bilmeceyi çözemiyordu bir
türlü. Rasim sigarayı yere atıp bastı üstüne.
— Arabada konuşuruz, dedi. Saat sekize geliyor. Sokaklarda kalıp bir de
kendimizi kurtarmaya uğraşmayalım sıkıyönetimden. Daha seni bırakıp döneceğim.
Kenan duruyordu öylece.
— Ben buradayım bu gece, dedi. '1 Rasim
şaşkın döndü, anlamamış gibi baktı. i
— Burda mısın? Sinirli, kızgın gülümsedi.
— Yürü de canımı sıkma Allahını seversen... dedi. Yine bir soğuk bakışma ile
karşılıklı çakılı kaldılar. Kenan'ır
büyük bir çabayla saklamaya çalıştığı ikircikliğini sezmiş olmalıydı, kapıya
giderken:
— İyi ya, dedi, burda kal bu gece, oku üfle, belki bırakırlar Günsel Hanım'ı!
Yenilmişti, bir kez daha çağrılmasını bekliyordu Kenan. Hangi gün yenilmedin ki
bu hergeleye? Hiç kaçırır mı zayıf yanımı? Çıkarken döndü Rasim:
545
— Ulan bırak saçmalığı da gel, dedi. Akıllı bir bok değildin, iyice azıttın.
Nasıl dövmek geliyordu içinden şu herifi Kenan'ın... Işıkları söndürdü,
pardösüsünü aldı merdiven dibindeki askıdan, çıktı. Kapıyı çekti hanın önünde
bekleyen Rasim'in arabasına girince öylesine bitkindi ki bir ara hiçbir şey
konuşmadan eve gidip kapanmak geldi içinden. O canavarların elinde Günsel şimdi.
Bir umut bu herifte. Peki, Günsel ister mi bunu?.. Sen nasıl isteyebiliyorsun?..
Ne istedim ki?.. Ödün karşılığı mı istiyorum? Ödünsüz ne verdi sana bu adam?
Günsel'i nerden tanıyor, hiç sordun mu?
— O da senin kafada mı?
Rasim'in bu yarı alaylı sorusunu usul usul çözdükçe bir sevinç duymaya başladı
Kenan. Demek tanımıyor Günsel'i. Yaşamına giren bir kadın sadece duyduğu! Yoksa
bilmez miydi polis kanallarından duymuş olsaydı.
— Tam değil, dedi Kenan. Okumayı seviyor. Anlayışlı. O kadar. Biraz daha
geliştirdi yalanını:
— Olayda bulunması da bir rastlantı. Hiçbir suçu yok aslında. Çemlerlitaş'ta
buluşacaktık. Bana gelirken...
Durdu, nasıl güç şey yalan söylemek... Arabayı Eminönü Alanı'na sokarken
sırıtarak dönüp baktı Rasim, tamamladı:
— ... Tam o sırada da polislerle öğrenciler geçiyormuş oradan, yanlışlıkla
yakalayıp...
Alaylı kesti o da... Dönüp bir daha güldü Kenan'a. Kenan da gülmüştü
dayanamayıp. Ne eşşoğlueşşektir bu herif. Yalanın bil-
mediği türü var mı bunun? Bir sigara yaktı Rasim. Düşünceliydi. Akşamın
karaltılı, ışıklı trafiğinde dalgın gibi sürüyordu arabayı.
— İyi etmiş, dedi yavaşça, bu namussuz heriflere ne yapılsa az. Ben de yürürdüm
öğrenci olsaydım.
Taa içinden irkildi Kenan. Vay canına!.. Bu herifin de katılacağı bir eylemden
nasıl kuşku duyulmaz? Rasim de beğeniyor yaptığımızı. Neresi iyi bunun?.. Yine
allak bullak olmuştu kafası. Demek Fahir Cemal'in dediği gibi bok yiyor bu
ibneler!.. Ah Günselciğim ah!.. Dönüp bir daha baktı dalgın araba süren Ra-
sim'e. Hiç şaka yapmışa benziyor mu?
— Nasıl tanıştınız bu kızla?
Buyur hesap ver. Bir süre ses çıkarmadı Kenan. Rasim de üstelemiyordu.
Fındıklı'da yol tıkandı. Beklemeye başladılar araba selinin ortasında.
— Bir lokantada tanışmıştık, dedi Kenan.
Rasim üstelediğini belli etmek istemiyormuş gibi yavaşça:
— O sabah yanındaki kız mı bu? Arıyordun. Rasim dönüp baktı Kenan'a. Hafifçe
gülümsüyordu.
— Sonunda buldun. Keşke bıraksaymışım seni o kaldırımın üstünde.
Arabayı sürerken:
— Bir de sövgü yemiştik, dedi.
Sessiz gittiler bir süre daha. Rasim aynı önemsemez görünme çabasıyla:
— Bu kız için mi bırakacaksın Nermin'i?.. dedi. Kenan toparlandı birden, sertçe
baktı Rasim'e:
— Bırak şimdi bunu, dedi. Bir şey yapabilecek misin? Biraz durdu üzgün. Umutsuz
gibi ekledi.
— Kan kustururlar şimdi onlara, dedi. Bu gece... Sonunu getiremedi. Tıkanır
gibiydi gerçekten de. Rasim susuyordu. Bir süre daha sessiz gittiler:
— Bakalım, dedi, evden telefon açacağım. Olmazsa Ankara'yı ararım.
—- Öyle de bir gece ki...
Kime telefon edecekti bu? Ankara'da kimi arayacaktı. Atıyor muydu yoksa. Niye
atsın? Kim bilir ne kurtlarla ortaktır bu tilki? Ne sırtlanlarla?.. Kaçındı
sormaktan. Bilmemek daha iyi. Bilmek suç ortaklığı olur iyice. Kandır kendini
bakalım. Belki de ajan bu herif. Değilse bile çok yakın ilişkileri olabilir üst
katlardaki birileriyle. Niye olmasın?.. Senin gibi, en büyük onursuzluk değil,
en büyük başarı sayar bunu o. Nişantaşı'na vardıklarında Kenan arabadan inmeyi
düşündü bir. Teşvikiye'de kalsam bu gece. Şimdi bu herifle takışmanın sırası mı?
Hem belki telefon eder, gece sonucu bildirir.
— Önemli bir şey olursa sana bildiririm ben.
Kenan irkilerek bakn Rasim'e. Rastlantı mı bu? İçimden geçeni okuyor itoğluit!..
— İstediğin saatte açabilirsin, dedi. Uyuyabileceğimi sanmıyorum pek.
Rasim alaylı gülümsedi yine:
— Biz uyuruz, dedi. Karasevda'ya tutulmadık. Uyanmazına yat!.. Kenan birden
soruverdi:
— Nerden duydun Günsel'i?
Rasim şöyle bir dönüp baktı, kızmıştı sanki alıklığına:
— Evimde oturuyor herif, sorduğu soruya bak, dedi. Sonra daha da sert dönüp
baktı bir:
— Kapıcının bildiğini benden saklayacaksın!..
Öyle ya, bu kadar basit işte... Şişli Alanı'na gelinceye kadar sessiz kaldılar.
Alanda inmek istedi Kenan. Rasim yarı alaylı:
— Eve girdiğini görmeden olmaz, dedi, güvenim yok sana.
Kapıda ininceye kadar da konuşmadılar bir daha. İnince teşekkür etti Kenan.
Rasim, Nermin'e selam söyledi. Seni ona benim yolladığımı bilsin anlamına bu
da!.. Anahtarıyla açtı kapıyı. Salonu geçerken Nermin'le karşılaştılar.
Mutfaktan çıkmış, ortaya vurmaktan kaçındığı bir sevinçle bakıyordu Nermin. Ne
iyi oldu şu sıkıyönetim diye düşünüyor belki de...
— Telefon ettin mi sen bana?
— Ettim, dedi Nermin. Burak'la konuşmuştum, ses çıkarmayınca bir daha arayayım
dedim. Çıkmadı kimse.
Buydu demek.
— Oturalım istersen, dedi Nermin. Hazır...
— Siz oturun, dedi. Aç değilim ben.
Salona geçip çöktü koltuğa. Gözü, kulağı telefondaydı. Daha dur bakalım, evine
varmadı herif. Gidip banyosunu alacak, viskisini yudumlayacak, Refiş'in
hazırladığı sofrasında zıkkımlanacak. Niye söyledim sanki ben bu herife? Ah
Günselciğim, pisi pisine... Polis Sermetler'e saldırınca... Sorguya
çekiyorlardır onlan şimdi. Neler yapar şimdi o cellat herifler?.. Ayağa fırladı.
Salonda dolandı bir-iki. Bir sigara yaktı. İçerden Zeynep'in sesi geliyordu.
Koşarak salona girdi biraz sonra, koştu, dolandı bacaklarına:
— Babacığım benim...
Kenan sigarayı bıraktı tablaya, oturup sarıldı Zeynep'e, öptü yanaklarından.
Öylesine bir duygululuk vardı ki içinde, çocuğa sarılırken dolacak gibi
oluyordu. Zeynep'i içeri gönderip yine koltuğa çöktü, başını arkaya yasladı,
kapattı gözlerini. Biraz sonra bütün sokaklar boşalacak. Polis, asker cipleri,
bekçiler, dokunulmazların arabalan dolaşacak bomboş caddelerde, sokaklarda.
Müdüriyete kapatılmışlara gidecek bütün yollar sabahlara kadar kesik. Gün
ışıyacak nasıl olsa. Ne olacak bu işin sonu? Ölü, yaralı var. Öyle bir karışık
ki ortalık, ucuz adatabilir mi Günsel? Askerler de el koydu. Daha mı iyi oldu
ki?.. Belki de... "Hiçbir asker baskısı bizde sivil baskısı kadar canavarca
olmadı," demişti bir gün Baba. Çok eskilerdeydi bu. Yine öyle midir ki? Acaba
Rasim? Günsel'i bırakırlar da Sermetler kalırsa içerde? Kızar mı Günsel?
Sermetlere polis saldırınca Günsel... Hücrelere koyarlarmış. Kızlarla erkekleri
ayrı hücerelere koyarlar! Günsel de ayrı hücrededir. Sermet de... Açlıktan belki
de bu baş ağrısı. Ne açlığı? Uyusam mı? Rasim belki de... Ya telefon etmezse
eşşoğlueşşek, güvenilir herif midir o? Nermin'e söyle-
memiş belli ki... Güvenilir bir yanı var demek. En iyisi, yarın ben doğru
müdüriyete gidip... Eeee... Gidip... Ne bileyim ben... Uzaktan akrabam olur
desem? Yuttular da... Hem ne olacak? Ne yapabilirim? Beklemekten başka yol yok.
Bakarsın Rasim? Şimdi bomboş sokaklarda... Şu radyoyu da kapatsa Nermin...
Hücrede Günsel. Nerden bu sigara dumanı? Polis Sermetler'e... Biri sallıyordu
kolunu ağır ağır. Açtı gözlerini: Nermin'di. Şaş- 549 kın bakındı bir süre.
Eğilmiş, okşar gibi kolunu tutmuş sallıyordu Nermin. Dalıp gitmişim demek.
— Yatağına gitsen, dedi, aynı sevecenlikle.
O kadar oldu mu? Uykulu başını salladı birden.
— Hayır, dedi Kenan, telefon bekliyorum.
— Ne telefonu bu zaman? Kim telefon edecek?
Saatine baktı Kenan, on ikiye geliyordu. Ayılmak ister gibi gözlerini açıp
kapadı bir-iki.
— Rasim, dedi, Rasim arayacak. Sen yat.
Kuşkuyla bakıyordu Nermin. Üzgün bir gülümseme vardı sanki bakışlarında.
Sağlıklı bulmuyordu Kenan'ın davranışını, sözlerini belli ki... Acılı bir
sevecenlikle çöküp iyice sokuldu Kenan'a... Yalvarır gibi yumuşak bir sesle:
— Hadi canım, dedi, git yat artık. Tüketme kendini böyle, ne olursun?..
Yavaşça ilişti koltuğun kıyısına, ağır ağır okşamaya başladı Kenan'ın başını,
eğilip dolgun sıcak göğüslerine doğru çekti, yavaşça basUrdı. Önce karşı koyacak
gibi oldu Kenan, sonra bıraktı kendini o da... Uykudan yeni ayılmanın verdiği
güçsüzlük, bu sıcacık okşanma, —saçma da olsa— mırıl mırıl sevgi sözleriyle
öylesine kuşatıvermişti ki Kenan'ı, karşı koymayı bile düşünemez olmuştu bir
süre sonra. Okşamalarına ufacık öpücükler de eklemeye başlamıştı Nermin.
içtenlikle dolu, sıcacık bir sesle:
— Ah bilmesem, diyordu, bilmesem nasıl altın gibi yüreğin olduğunu... Dinlen
biraz. Yıkma, tüketme kendini böyle. Hadi canım. Hadi birtanem. Sevme beni yine,
zararı yok.
Öyle dokunmaya başlamıştı ki Kenan'a, dudaklarını büzüp çocuk gibi ağlamaktan
korktu birden, fırladı:
— Peki dedi, gidiyorum, peki.
Koridoru geçerken içkili gibi sallanıyordu. Hem ardı sıra ağır ağır gelen
Nermin'den kaçar gibiydi, hem yetişip aynı biçimde sıcacık kucaklamasını, mırıl
mırıl konuşmasını istiyordu sanki. 55Q Daha önce yenildiği de olmuştu. (Dün gece
sözgelimi.) Yine de böyle olmamıştı hiç. Odayı bulduğunda kapıyı hemen
kilitlemek geldi içinden; yoo hiç de öyle bir şey yoktu içinde. Dün gece
sakladıkları Felsefe Notlan geldi usuna nedense, Nermin geldi. Onun yerine
gidecekti tutuklanmaya. Bu kız inanmıyor benim başkasını sevdiğime, yoksa nasıl
davranır böyle?.. Ya da öyle sarsılmaz bir inancı var ki kendisine... Peki
Günsel şimdi... Vay Puşt Rasim, arayacaktı bizi sözde... Ulan!.. Bir sonuç ala-
mamışsa niye arasın? Kesin söz vermedi ki oğlan, öyle söyledi. Nasıl sonuç alır
hem?.. Kolay mı?.. Bırakırlar mı Günsel'i?.. İçine bıçak gibi bir sızı saplandı
birden. Nasıl düşünmedim bunu? Bırakmazlar Günsel'i. Yıllarca bırakmazlar belki
de... Kaç yıl verirler kim bilir? Demek artık... "Onların ne olacağı belli mi?"
dedi Handan. O kız bile senden akıllı. Söylemeye dilim varmıyor ya, sadece bir
düş bundan sonrası. Peki ben ne... Yatağın kıyısına ilişti yıkılır gibi. Ancak
varmıştı gerçeğin acı bilincine... Cezaevlerinin karanlık, parmaklıklı görüşme
yerlerinde birkaç dakika görülebilen soluk bir yüzdü Günsel artık. O da
bırakırlarsa... Yapayalnız Kenan. Bitmiş, boşalmıştı birden. Anlamsız bakındı
yöresine. Tutunacak bir şey arıyor gibiydi. Peki, ben ne yapacağım şimdi? Ne
olacağım ben anlamınaydı bu. Her şey, bütün olaylar, Beyazıt Alanı'ndaki
kavgalardan, elektrik direklerinin başını alıp gittiği yolları boşaltıp
bekçilere, polis ciplerine bırakan sıkıyönetim uygulamasına kadar her şey,
Günsel'i koparıp götürmek, Kenan'ı yalnız yılların karanlığına gömmek için
uydurulmuş düzmece oyunlardı sadece. Beni de alırlar belki. Keşke alsalar. Peki
beni kim arar müdüriyette? Kim sorar polis-
ten? Her türlü kötülüğü yaparlarmış yalnız buldular mı> Öyle dedi ya... Kim
dedi?.. O kız dedi. Yıllarca yok artık. Yapayalnız bıraktılar beni. Kapı açıldı
yavaşça. Nermin'di, gecelikleydi saçlarını omuzlarına bırakmıştı. Bu var işte,
bu arar beni. Nermin sevecen bakışıyla bir süre durdu kapıda. Sıcak, çekingen
bir sesle:
— Yalnız mı kalmak istiyorsun? dedi.
Kenan'ın öylece baktığını görünce, daha yüreklenmişti sanki, gülümsedi yavaşça:
— Geleyim mi?., dedi. Çekingen, utangaç bir fisıltı ile. Omuzları çökmüş,
kımıldamadan bakıyordu Kenan. Diyecek
ne sözü vardı ki bu kadına?.. Niye soruyor?..
551
XXIV
Dört öğrenciydiler GMC'de. Günsel'den başka tanımadığı üç oğlan vardı. Bir de
sayısını bilemediği polisler. Arkadaydı onlar. Öğrencileri öne itmişler, ara
sıra yumruklar atıyorlardı sırtlarına, omuzlarına, kafalarına; sövüyorlardı bir
yandan da. Sirke -ci'ye yaklaşırken sustular bir ara, vurmayı da bıraktılar.
Birçok yeri ağrı, sızı içindeydi Günsel'in. Seviniyordu yine de; karnında,
belinde yoktu ağrı. Demek sakatlanmadık daha. Geçer ötekiler. Ah karnıma
vurmasalar. Bir de belime... Hep göğsünden yukarılardaydı vurulan, acıyan
yerler. Bir de sağ eli, sağ ayak bileği. Asıl müdüriyette olacaklar önemli.
Görürsünüz diyordu herifler yol boyunca. Görürüz ne yapalım?.. Olayları
toparlamaya çalıştı kafasında. Öyle dağınıktı ki... Ne sorarlar şimdi? Nasıl
yanıtlamak? Yanındakileri de tanımıyordu. Geride başka ciplerin de geldiğini
görmüştü bir ara içeri tıkılırken. Sermet, Arif, Hu-kuk'tan bir oğlan yine...
Bir de kara kız vardı İktisat'tan, o da
yakalandı. Ali de vardı ya, bir ara fırladı o. Yanındakilere şöyle baktı bir.
Üçü de sapsarıydı oğlanların. Sinmişler, susuyorlardı. Birinin kulak memesinde
kan vardı. Ben de sarardım mı böyle? Ne sararacağım be? Bir şu karnımdaki
olmasaydı. Oldu ne yapalım? Yakalandın mı en kestirmeden en ağırını düşün, göze
al onu; başıma geldi çekeceğim, çilem bu benim, başka yol da yok, de!..
Ağabeyinin bir gün gülerek, öğüt verir değil de rastgeley-miş gibi söylediği bu
sözler hiç çıkmazdı kafasından. Günü geldi demek. Şimdi işe yarayacak işte.
Müdüriyet önünde ite kaka arabadan indirirlerken karnını da düşünmüyordu artık.
Bir tekme atarlar, düşer bebek. Sen de gidersin. Giderim. Gitmem belki de
kurturulum. Kenan... Birçok cip, GMC giriyordu müdüriyetin önüne. İçeri
girerlerken baktı, 20-25 kadar vardılar. Birkaç kız daha vardı. Biri ağlıyordu.
Üstü başı yırtılmış olanlar, yüzleri, gözleri kanlılar... Arif, Mahmut, Sermet
de vardı önleri sıra merdivenlere itilenlerin arasında. Topallıyor gibiydi o
da... Gömleği kanlıydı. Yaşlıca bir adamı da sille tokat attılar aralarına.
Polislerden biri sövgü arası açıklamıştı suçunu adamın. Kışkırtmış, taş atmış o
da... Demek halk da var?.. Sevindi Günsel. Ya Kenan da karışmışsa? Binlerce
insan vardı koca alanda. Gelmişse duramamıştır o. Merdivenlerden çıkarlarken
heyecanla bakınmaya başladı yeniden. Kenan'ı da tıksınlar istiyorsun. Niye
isteyeyim?.. Kaçıncı çıkışım bu merdivenleri? Nerden bileyim sayısını? Ağabeyime
çamaşır, yemek taşıdık yıllarca. Şimdi de... En üst katta, Birinci Şube'nin
önünde beklettiler bir süre. Sermet'le bakıştılar. O da sararmıştı. Gömleği
yırtıktı, kanlıydı. Göğsüne sızan ince bir kan vardı boğazında. Pek derine
benzemiyordu yarası. Günsel'i görünce göz kırpar gibi bir şey yaptı. Ne demekti
o? Kanı kaynadı birden Günsel'in. Kötü oğlan değil bu. Niye kötü olsun ben
sevmiyorum diye? Bizden... En kötümüzün tırnağına kurban olsun şu itlerin topu.
Mahmut, Arif bakmıyorlardı Günsel'e. Kimse bakmıyor ki birbirine. Suskun herkes.
Yalnız bir kız ağlıyor zır zır. Sermet de topallıyordu benim
gibi, merdivenleri çıkarken. Şimdi gelsin dayaklar. Ne mudu ona, karnında bebek
yok!.. Gülecek gibi oldu. Ya Sermet'ten olsaydı bebek? Olmazdı. Kenan olur ancak
benim bebeğimin babası. Niye aldırtacakmışız? Söz olsun ki doğuracağım. Eli
karnına gitmişti yavaşça. Hele bir şunu atlat benim aslan bebeğim!.. Bırakır
mıyım seni o cellat doktorlann bıçağına? Kavgaya girip 554 çıkacaksın ananla,
sonra o karı seni!.. Gözü kör olsun öyle kahpe ananın. Delirdin sen yine.
Akıllının işi ne burada? Kenan'la da konuşacağım. O dünden deli zaten. Yoksa bir
daha göremeyecek miyim Kenan'ı? Daha neler? Ne zırlıyor bu kız da?.. Gebe
olmasın o da? Bereket oğlanlardan ağlayan yok. Ne oldu ki ağlayacak? Bir itiş
kakışla Birinci Şube'ye soktular hepsini. Sağda kitaplık denen yere doldurdular
önce. içerden bağrışmalar, sövgüler, çığlığa benzer sesler geliyordu. Bir de
sürekli yükselen, alçalan uğultulu telsiz sesi ile karışık boğuk, anlaşılmaz
buyruklar, karşılıklar. Biraz sonra dış kapı yine açıldı. Bir sürü öğrenci daha
soktular içeri. Yara bere içindeydi çoğu. Kızlar da vardı yine. Tanımıyordu
Günsel. İki suratsız sivil polis bekliyordu kitaplığın kapısında. Biri Günsel'i
cipe sokanlardandı. Bunun bileğini mi ısırdım ki? Bir güzel bahçe yaptım koluna
itin! Tuzluydu. İçi bulandı birden. Korktu, yine bulantılar başlayacak diye.
Niye düşünürsün böyle pislikleri? Isırdın, bitti gitti. Birden içeri dalan üç
sivil erkekleri iteledi dışarı. Kızlar bir köşeye bü-züşmüştü korkuyla. Ağlayan
kız da susmuştu. Hafif iç çekiyordu yalnızca. Sermet giderken bir daha baktı
Günsel'e. Sevgi doluydu bakışı. Günsel de dostça bakıp gülümsedi. Sermet yine
göz kırpar gibi bir şey yaptı tam çıkarken. Günsel de yaptı aynı şeyi. Ne anlama
geldiğini bile bilmiyordu ya, iyi bir şey. Dayanışma bir tür. Hay Allah, bu da
nerden çıktı şimdi? Öyle çişi gelmişü ki... Korkudan mı?.. Yoo namussuzum
korktuğum filan yok. Daha Üniversite'deyken vardı; keşke Handan söyleyince
yapsaydım ya... Şimdi bu heriflere söylenir mi? Tutmaya çalış bakalım. Handan
nerelerdedir ki? Yaman kız olacak o. Söyledi-
ğinden daha çoğunu yapanlardan. O da gelir mi ki?.. İstiyorsun gibi. Çüş!.. O
kadar mı bencilim ben? Ne çok tanımadığım çocuk katılmış. Ömrümce görmediğim bir
sürü...
— Siz de gelin!
Kızları da çıkardılar kitaplıktan. Koridorda yürüttüler bir süre. Bir duvarı
dönerlerken apteshane kokusu çarptı burnuna. Söylesem mi?.. Boş ver. Ağlayan kız
yine başlıyordu ki bir sivil: 555
— Sus!., diye tersledi.
Kız susmuştu korkusundan. Birkaç çalışma masası bulunan, iki kocaman pencereli
bir büyücek odaya doldurdular kızları. Altı kişiydiler. İktisat'taki kara kız
vardı bir tanıdığı. Onunla da konuşmuşlukları yoktu pek. Kapının içinde bir genç
oğlan durup bunlara bakmaya başladı. Öğrenci sanmıştı Günsel, sonra anladı gözcü
sivil olduğunu. Çevresindeki kızlara baktı bir, şunlarla bir şeyler konuşup...
Kapı açıldı birden, arabada sırtlarına, kafalarına yumruklar indiren bir herif
daldı içeri. Şöyle bir baktı:
— Sen gel, dedi Günsel'e.
Vay canına!.. Bunun bileğini mi dişledik yoksa?.. Yürüdü Günsel. İçinde karşı
koyamadığı bir eziklik duymuştu ya, toparlandı hemen. Ne diyeceğim sorarlarsa?
Özgürlük istiyoruz, anayasayı çiğnediler... Öyle mi, yoksa?.. "İnkâr yiğidin
kalesi!.." Gülerek bunu der ağabeyim ikide bir. Çemberlitaş Sineması'na bilet
almaya gidiyordum. O sırada... Ya da Kapalıçarşı'ya pabuç almaya geçecektim. Bu
daha iyi. Pabuç alacak para nerde?.. Koridorda iki sivilin arasında yürürken
gittikçe büyüyen acı çığlıklar duymaya başlamıştı. Birinci Şube bura, müzik sesi
duyulacak değil ya... Koridor boyu birkaç kapı ilerdeki bir oda önünde durdurup
kabaca iterek içeri soktular Günsel'i. İri yarı birkaç kişi daha vardı içerde.
Ayaktaydı hepsi de. Kumral, Boşnak suratlı bir herifti ortada duran. Koca
burunlu, küçük mavi gözlü, dümdüz arkaya taranmış kızıl saçlı. Başları bu. Bir
anda öyle yalnızlık duydu ki Günsel. İster istemez karnını düşünmüştü yi-
ne. Parçalar bunlar bizi, vah bebeğim!.. Dik dur be, parçalasın itler.
— Gel bakalım orospu!..
Az kalsın tutamayıp karşılık verecekti. Anandır orospu. Kapılmayacaksın
kışkırtmalara, der ağabeyim, bırak havlasınlar. Karşılık verirsen
canavarlıklarını artırırsın sadece. Heriflere yar-556 dımcıhk bir tür.
— ... mınız kaşınıyor değil mi? İlla Moskof ...ğı mı olacak? Biz de daha
kalın ...k var orospu...
Ne yapacağını, nasıl davranacağını kestirememişti Günsel. Sorgu filan değil.
Herifler düpedüz kötülük için... Neye uğradığını anlayamadan sille, tokat
yağmuru içinde buldu kendini birden. Arkadakilerden biri on parmağını vahşice
saçlarına geçirmişti. Pabuçlarının demirli uçlarıyla bacaklarına vuruyorlardı
bir de... Çantası fırlamıştı kolundan... Tutamamış, çığlık çığlığa bağırmaya
başlamıştı Günsel...
— Namussuz herifler... Alçaklar... Canavar köpekler!.. Ötekileri azdırmaktan
başka sonuç vermemişti gerçekten
de... Sürekli de sövüyordu herifler. Hep aynı şeylerdi sövgüleri.
— ...mın ...k istiyor senin orospu, kaltak... Moskof ...ğı... Bizde daha...
kalın ...k...
Kalçasına inen taş gibi bir yumrukla sarsıldı Günsel, düşecek gibi oldu.
Herifler de durdu o sıra. Yorulmuşlar mıydı, yoksa yeterli mi görmüşlerdi ilk
ağızda? Soluk soluğaydılar. Günsel de susmuş, kendini toparlamaya çalışıyordu.
Demin kolundan fırlayan çantasının çarpıp açılarak düştüğü yakınındaki duvar
dibine çöktü yavaşça, yumuldu korunmak için. Kalçasındaki ağrı içine işlemişti
ya, yine de bir sevinç vardı içinde. Sille, tokat, yumrukları umursamıyordu.
Omzuna, sırtına inmişti yumruklar. Bu kadarla aüattıksa iyi. Karnımda bir şey
yok.
— Kalk kaltak!..
Başları olacak, masa önünde duran sandalyeyi gösteriyordu. Ulur gibi bağırdı
yine.
— Geç şuraya...
Günsel ağır ağır kalktı, çantasını taktı koluna, dik durmaya çalışarak
gösterilen sandalyeye geçip oturdu. Titriyordu her yanı. İki kişi kaldı odada,
ötekiler çıktı. Biri daktiloya kâğıt taktı hemen. Öteki, o ilk sövüp vuran
herif, gözlerini dikmiş, hiç ayırmadan sürekli bakıyordu Günsel'e. Çığlıklar
geliyordu dışardan. Yakındaki bir odadan tıkır tıkır daktilo sesi geliyordu.
Böy- 557 le bakarak korkutacak beni aklı sıra bu kuduz köpek. Sinirlerim boşaldı
birden, korkudan titriyorum sanıyor herif. Ağzında bir tuz tadı vardı. Mendilini
çıkardı çantadan, tuttu ağzına. Mendil kızarmıştı. Dişim ya da dudağımın kıyısı
kanamış olmalı. Hiç önemli değil. Herif kimliğini soruyordu. Adını, soyadını,
ana, baba adını, doğum yerini, doğum yılını... Günsel'in sessiz duruşunu
korkusuna vermiş olmalıydı.
— Konuşsana orospu, dedi, niye sesin çıkmıyor? Sokaklarda ...mınızı yırtarak
bağırmasını biliyorsunuz.
Günsel bu pis kışkırtmaların üstüne çıkacak kadar durulmuştu artık. Toparladı
kendini, herifi şaşırtan bir serinkanlılıkla:
— Hiçbir sorunuzu yanıtlamayacağım, dedi. Burası devlet dairesi değil,
ahlaksızlık yuvası. Varsa bir suçum mahkemeye gönderirsiniz.
Şaşaladı herif; inanmamış gibiydi duyduklarına. Gözlerini açtı birden.
Daktilodaki adam da başını kaldırmış şaşkın bakıyordu. Ya ne sandınız orospu
çocukları?.. Hadi saldırın yine. Kaşındık ne yapalım?.. Beklediği olmadı
Günsel'in. Herif başını salladı yavaşça sen görürsün anlamına. Uzandı, çantasını
aldı kucağından. Şebekeyi çıkardı içinden, attı masaya. Şöyle bir karıştırıp
çantayı Günsel'e fırlattı. Sonra kolundan tutup çekerek kapıya götürdü, açtı
kapıyı, sürükleyerek çıkardı koridora, oradaki bir sivile iteledi.
— 2'ye koyun bu orospuyu, dedi. Görüşeceğiz. Sonra bir başka yana seslendi:
— Getirin!..
Günsel'i kolundan çekiştirerek götüren sivil, yaşlıca bir adamdı. Asık yüzü gece
çalışanlarda görülen kirli sarı bir deriyle kaplıydı. Yüzüne hiç bakmıyordu
Günsel'in. Açılıp kapanan kapılarla birlikte çığlıklar doluşuyordu koridorlara.
Gelenler, gidenler... Bir koridoru dönerlerken ağzı burnu kan içinde iki
öğrenciyi sürükleyerek bir kapıdan çıkıyorlardı. Sövgüler, bağrış-55g malar,
alçalıp yükselen telsizdeki anlaşılmaz, boğuk uğultulu sesler, konuşmalar...
Terasa benzer, üst yanı camlı bir merdiven başından geçirip bir kapıyı açtı
herif, Günsel'i iteledi içeri, kapattı hemen. Eski evlerdeki yüklüğe benzer,
ancak bir kişinin sıkışacağı bir yerdi burası. Raf gibi bir tahta kerevet vardı
oturmak için. Kapı üstündeki tel kafeste bir ampul sürekli yanıyordu. Tahtaya
oturup sırtını kireç badanalı duvara yaslayınca her yanındaki acılar
üşüşüvermişti birden. Hele kalçasındaki yumruk yeri. Açıp bakmayı düşündü, belli
olur mu bu ışıkta? Çürümüş, morarmıştır. Sırtı, yüzü, boynu, sağ eli, ayak
bilekleri, omzu. Cipteki acılar aşağı yukarı. İyice artmış, çoğalmıştı yalnız.
Bir de yüzünde, kulaktozuna doğru şişmeye, yanmaya benzer şeyler duymaya başladı
ilk olarak. İlk birkaç tokattan sonra korundum biraz. Saçlarının dibi de sızım
sızımdı. Canavar herifler!.. Tel tel saçlarım kaldı ellerinde. Mendili yine
bastırdı ağzına. Kana benzer bir şey görünmüyordu pek. Diş eti ile dudağının
içinde de sıyrığa benzer bir acı vardı. Bir de tekmelenmiş bacak kemiğinde yer
yer acılar. Sonuç? Şimdilik ucuz sayılır. Belimde, karnımda bir şey yok. Elini
karnına götürüp gezdirdi yavaşça. Dayan aslan bebeğim yeneceğiz bu cellatları!
Zor yenersin! Ne dedi herif? Bırakırlar mıydı? Yanlış mı yaptım yoksa?.. Sakın
ha!.. İkircikli olmak yok burada. Kızgınlıklarını körükledin. İyi ettim. Başka
ne silahım var? Ezik, başı yerde bırakılmaktansa... Uzatma, saçmalıyorsun.
Kendini doygun etmen mi sorun, ödün vermeden ellerinden kurtulman mı? Neyse
şimdilik bir zararı yok bu kadarının. Belki de iyi oldu. Dışarda gittikçe artan
çığlıkları dinlemeye başladı. Kapısının önünden iniltiler içinde birilerini
geçiriyorlardı. Sonra bir sessizlik oldu. Kapıyı vurdu, bekledi. Biraz sonra
esmer, şişmanca, yaşlı bir sivil açtı kapıyı. Gözlerini dikti, dövecek gibi
bakmaya başladı.
— Tuvalete gitmek istiyorum.
Küt diye kapattı herif bir şey demeden. Bir daha vursam mı herife inat?.. Biraz
bekle bakalım. Boyuna da üstlerine gidersen tamamdır. Öyle de sıkıştım ki...
Sinirden midir, nedir? Çok tu- 559 tarım oysa ki... Yine birini dövüyorlar. İnce
bir kız sesi çın çın yankılanmaya başladı koridorlarda. Deminki mızmız kız
olmasın? Daha girerken başlamıştı, bir-iki de yediyse... Yok canım,
ötekilerdendir. Vurmazlar bile belki ona. Sövgüler, itiş kakış sesleri,
bağrışmalar yaklaşıp uzaklaştı yeniden. Dayaktan, işkenceden başka bir şey yok
bugün burada. Asıl akşama başlayacaklar. Öyle derdi ağabeyim. Akşam beşle sekiz
arası falaka başlar-mış dayak komisyonları önünde. Komisyoncu ülke... Her şeyin
bir komisyonu olacak. Bunlarınki yüzde kaç?.. Aç köpek bunlar, bir ufak kemiğe
adam parçalarlar. Kenan nerdedir şimdi? Duymuş mudur buraya alındığımı? Ne yapar
ki duysa? Tam sürpriz oldu!.. Kötü mü oldu be? Bak neler çıkacak bu işin
altından. İçerdeki sesler kesildi bir ara. Bir sessizlik çökmüştü yapıya.
Şaşırdı Günsel. Kapıya dayadı kulağını, dev bir uğultu vardı sanki derinden
derine. Bir anlam veremedi önce. İrkilir gibi oldu nedenini bilmeden, sonra bir
mutlulukla algılamaya, kavramaya başladı. Gaipten gelen ses değil bu. Sirkeci'ye
indiler demek. Öğrenci yığınları bunlar. Vay canına!.. Yanılmıyorum değil mi?..
Çokları ruh sağlığını yitirmiş burada sesler duyarak. Kız, keçileri kaçırma sen
de sakın!.. Yok canım, bal gibi dev bir uğultu bu. İşte: Katiller... Katiller...
Katiller... Hiç kuşkusu kalmamıştı artık. Diretti önce, tutmaya çalıştı kendini,
beceremedi, duvara yasladı başını, bıraktı, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Utanmıyorsun değil mi?.. Utanmıyorum işte, ne yapayım?.. İnsan hiç mi ağlamaz
sevincinden? Ne var sevinecek? Tuttu yine küçük-burjuva duygululuğun! Olsun...
Koşuşan bir ayak sesiyle
toparlandı hemen, gözlerini sildi çabucak. Bir de açıp beni böyle görürse bu
köpekler?.. Bir türlü tutamadığı kesik kesik iç çekişmelerini ağzına bastırdığı
mendile örtbas etmeye çalışarak kulağını tahta kapıya dayadı yeniden? Şimdi daha
belirliydi sesler, bağrışmalar. Bir ara sessizlik oldu. Bir hoparlör ya da
megafon sesine benzer uğultulu konuşmalara haykırışlar karıştı yeni-560 den.
Yapıda tam bir sessizlik vardı. Yalnız ara sıra kapı önünde koşuşan tek tük ayak
sesleri... Epey bir süre geçti böyle. Birkaç kez daha haykırışlar oldu derinden.
Sonra uzaklaştı gibi... Tak-sim'e yürüyorlar. Yürüyün çocuklar?.. Bizim için de
yürüyün!.. Handan da, belki Kenan da... Yapı eski yaşantısına dönmeye başlamıştı
ağır ağır. Ancak dövülen, işkence görenlerin bağırması eskisi kadar değildi
sanki. İyice kuruladı gözlerini, durulmuştu. Kapıya vurdu yeniden. Biraz sonra
aynı şişman herif açtı.
— Bir dakika, diye kapattı hemen.
Sanki herifte daha bir yumuşama varmış gibi geldi Günsel'e. Sana öyle geliyor.
Pek bekletmedi bu kez, biraz sonra açtı kapıyı, başı ile yol gösterdi çıkması
için. Önde yürümeye başladı Günsel. Aydınlık gözlerini kamaştırmıştı. Üstü camlı
bir çatı katı koridorunu üç-beş metre yürüdüler. Herif öne geçti birden. Soldaki
birkaç basamak merdiveni indirip bir kapıyı açtı, başı ile içeriyi gösterdi
Günsel'e. İçerde, loşlukla ürkek bakışan birkaç kız daha vardı. Çıktığı yerin
biraz daha büyüğü bir hücreydi burası. Küçük, dikdörtgen bir avluya bakan yan
yana hücrelerden biri. Hepsinin de kapısı üstündeki telli kafeslerde ampuller
yanıyordu. Duralamıştı Günsel. Bir şey diyecek oldu. Herif birden tuttu kolunu,
içeri savurmak istedi kızgınlıkla. Günsel de tutamadığı bir kızgınlığa
kaptırmıştı kendini.
— Bırak kolumu, dedi, it...
Kolunu hırsla çekip almıştı herifin elinden. Şişman herif şaşırdı önce, bıraktı
kapının kanadını, iki eliyle yakalamak için atıldı Günsel'e. Hemen orada bir
sarı oğlan da bitivermişti. Lacivert giysili, polis yüzlü... Birlikte
kollarından yakalayıp itiş kakış
içeri atmaya çalışıyorlardı. Nedenini unutmuştu Günsel, diretmek geliyordu
içinden sadece.
— Ne oluyor?
Adamlar çekingen duraladılar. Uzun boylu, gözlüklü, yüzünde tikler olan bir
herif koridorda durmuş Günsel'e bakıyordu. Soluk soluğaydı Günsel. Toparladı
kendini, acılı başkaldırmayla, kısık:
— Tuvalete gitmek istiyorum, dedi.
Bir şeyler daha diyecekti ya, adam kesip ötekilere döndü, sertçe:
— Götürün! dedi.
Hemen koridora daldı, vakti yoktu belli ki. Sarı polis hücrenin kapısını
loşlukta ürkek bakışan kızların üstüne kapatırken, şişmanı başı ile yol gösterdi
yine. Dilsiz mi yoksa bu herif?.. Bir koridor boyu yürüyüp sağda, uçta bir
apteshaneye soktu Gün-sel'i. Kapı camlıydı, herif de oracıkta bekliyordu. Önce
tedirginlik, bir sıkılganlık düştü içine. Ne sıkılacak be!.. Beklesin it!.. Tam
bunlara göre iş! Apteshane öyle pisti, öyle kokuyordu ki öğürmemek için mendili
tıkadı burnuna. Zor tuttu kendini. Dışarı çıkıp da apteshaneye bitişik daha da
pis bir muslukta ellerini yıkayıp yüzünü, saçlarını ıslaürken birkaç kez
sarsıldı öğürtüyle. Kanlı sümükler, renk renk balgamlarla sıvaşıktı musluk
yalağı. Mendili ile kurulanırken döndü, adamla göz göze geldiler. Dimdik baktı
herife, adam başını çevirdi. Yürüdü Günsel. Rahatlamıştı biraz. Çiş yapma
özgürlüğünü kavgayla ele geçirdik!.. Çıkarırlar acısını. İçerlerden bağrışmalar,
çığlıklar gelmeye başlamıştı ya, eskisi kadar değildi. Bekleyen sarı polis
deminki hücrenin kapısını açtı, boştu. Günsel girer girmez küt diye çarparak
kapattı ardından. Kapı kapanınca iyice kararmıştı içerisi. Kapının üstündeki tel
kafesin gölgeli çizgilerle böldüğü zayıf ampul ışığı altındaki loşluğa gözleri
alışınca, çıplak kirli dört duvar, hücreyi hemen de kaplayan boş demir karyola
çıkmıştı ortaya. Yavaşça ilişti karyolanın demirine. Acılan, sızıları artmış gi-
biydi. Öyle yorgundu ki... Bir sürü kız vardı burada, hemencecik nereye
götürdüler onları? Tek bırakmak istediler beni demek. Bir çiş uğruna!.. Kızlarla
konuşmaya hazırlanıyordu oysa ki? Patladın, biraz tutamadın kendini. Ne
bileyim?.. Nedensiz bir ürperti geçti içinden. Rastlantı değil ya beni hücreye
yalnız tıkmaları. Belli ki bir kolaylık düşünüyorlar bizim için! Toparlandı.
Düşünsünler bakalım. Duvara bahndı. Gözü alışmışa loşluğa. Boş, çıplak sandığı
duvarlar, yazılar, çizilerle doluydu. Bir mutluluk yandı içinde birden.
Yıllardır sözünü duyduğu hücrelerdeydi. Yüzlerce, binlerce devrimcinin ilk
uğrak, ilk sınav yeri. Ateşten geçmek deyimini duymuştu eskilerden. Ağabeyim de
kullanırdı. Ateşten geçiyorum ben de. Ağır ol!.. Kömürlüğü tıkadılar seni, o
kadar. Daha ateşin yüzünü bile görmedin. 951'de sürekli iki yıl kaldılar bu
hücrelerde. Hem de her gün işkence baskısı ile delirenler, kendine kıyanlar,
yıkılanlar, sonuna kadar yiğitçe diretip devrimci mutluluğun saygı doruğuna
varanlar, yıllar yılı bu karanlık hücrelerden geçip gitti. Daha saat bile olmadı
sen buraya gireli. Hele günler, haftalar, aylar geçsin, hele çıplak ayaklarını
parça parça etsinler bir; sonra bir daha, bir daha, bir daha kan içinde
bıraksınlar seni, tek sözcük, ödün vermeden diretmişsen sonuna dek, yılmamış
ezilmemişsen; ateşten geçmek dedikleri odur işte. Yine bir ürperti dolaştı
içinde. Şöyle bir dikeldi yeniden. Karyolanın ayakucu demirine dayadı sırtını.
Yüzünü kapıya döndü, başını ağır ağır salladı. Güç yıkar beni bu itler? Sonra
nasıl bakarım Kenan'ın, ağabeyimin yüzüne? inanmasa bana, güvenmese, akıllı
kızım der mi hiç? Sakladığım bir giz de yok aslında. Ne soracaklarmış ki?..
Hasan'ın kardeşi olduğum çıkarsa bir oyunlara kalkabilirler. Nasıl saklarım onu
da? Sormazlarsa, söylemezsen saklanmış olur? Tanımaz mı beni bunlar? Seni
tanıyacak durumları mı var be?.. Peki ya karnıma vururlar da... OftT, nerden
çıktı bu piç kurusu?.. Gülümsedi. Bayılırdı "piç kurusu" sözüne. Piç kurusu...
Piç kurusu... Piç kurusu... Piç kurusu... Başladı işte anlamını, tatlılığını
yitirmeye.
Küçükken en çok oynadığı oyundu. Bir sözcüğü sürekli yineledi mi tanımaz olurdu.
Saçma, anlamsız bir ses dizisine dönüşürdü sözcük. Bıraktı yinelemeyi.
Kıyamamıştı piç kurusuna! Elini karnına götürdü. Düşüverdiği duygululuğu
savuşturmak ister gibi alaylı gülümsedi. İstenmeden gelen eşşek kafalı bebek, bu
canavarlara da dayatmasını, diretmesini bil de anlayayım bizim çocuğumuz
olduğunu. Yoksa... Bir sesle kapıya baktı. Kapı üs- 553 tündeki sürgülü dikiz
penceresi birden açılmış, bir çift göz dikilmişti içeri. Bir an bakıştılar
karşılıklı. Gözler çekildi, küt diye kapandı delik. Kalktı Günsel, kapıya
yaklaştı, ince ışık sızıntıları veren iğne burnu delikleri bakıştırmaya başladı.
Bir tanesinden şöyle bir görünüyordu dışarısı. Kapı önü, karşı hücrenin yarı
kapısı, yandaki koridor duvarının kıyısı... Biraz bekledi, başka hiçbir şey yok
görünürlerde. Limanın uğultusu, vapur, çatana sesleri, tramvay çanları, kanat
şakırtıları, onları birden bölen acı bir çığlık... Bu yapının arkasındaki
sokaktan geçen tramvaylar. O gün buraya yürümüştük Kenan'la. Nerdedir şimdi o?
Duymuş mudur beni? Kimden duyacak?.. Gerçekten de kimse bilmiyor belki de bizi
içeri tıktıklarını, gören olmadı ki. Herifler amma oyuna getirdiler bizi. Kavga
da düzmeceydi belki. Yok canım. Sermetier'i kıstırmışlardı sokağın içine. İyi ki
sen yetiştin de... Söz mü bu da?.. Başını çevirip de geçecek değildim ya. Oyunsa
da oyun, ne yapalım?.. İyi ettim. Hem burayı gördük, kötü mü?.. Serüvencilik mi
oynuyorsun? Evet, serüvencilik oynuyorum!.. Bir soyunsam, çürük içinde her
yanım. Kenan'a soyunur gösterirsin. Kenan'ı da atsalar buraya... Ya Sermet'i
atarlarsa?.. Atarlarsa atsınlar, umurumdaydı!..Tıpkı plajdaki kabine benzemiyor
mu?.. Hani, Sermet'le gidip de... Üfff, sen de bu itlerden yanaşın galiba.
Sinirleri bozulunca karanlık hücrede seks bunalımına düşermiş insan. Sonra
kendini tutamaz herhangi biriyle... Ayyy, o olmasın işte!.. Sıkıysa olsun. Nasıl
olurmuş ben istemezsem? Hepsi, bir halt ettikten sonra uydurulan bahaneler
bunlar. Ne çok insan gelip geçmiş burdan. Belki ağabeyim de... Duva-
ra yaklaşıp karmakarışık, kimisi üst üste silintili, düzgün, eğri büğrü yazılara
baktı, isimdi çoğu. İbrahim, Arif, Mustafa... Okuyamadığı bazı sözcükler...
"Suçsuz yatıyorum......t... aydır". Dört'ün de, altı'nın da olabilir bu "t"...
Altında silik bir şeyler daha var. Ort...k..ü... Ortaköylü belki... Ötekiler
okunmuyor? Bu ne? G...1 g...nler ...c.z ...çuc.la... Güzel günler göreceğiz
çocuklar. "Çucuklar" dediğine göre tütüncülerden bu. Dramalı, Kavalalı...
Göreceğiz ya, daha epey ilerde kardeş. Biraz daha bekleyeceksin. Çok şeyler
varmış daha, okunmuyor; silip kazımışlar mı ne? Polisler kazımışlardır. Surda ne
yazıyor? ...D... Bir şeye benzemiyor pek. Dünya mı?.. Yok canım, ...ci... var
sonunda. Devrimci olacak ya. Sövgülü bir gürültüyle irkilerek kapıya döndü.
Gözünü ufacık deliğe yaklaştırdı. İtiş kakış birini sürüklüyordu birkaç polis.
Koridordan geçirdiler çabucak. Söv-güler, gürültüler uzaklaştı. Biri yürüyüp
geçti çabucak peşleri sıra. Sonra yine eski sesler çıkü ortaya. Bir de derinden
bir tren sesi. Sirkeci'den geliyor. Orada buluşuyorduk her akşam altıda. Niye
Kenan'a yalan söyledim o akşam, gitmedik onunla?.. Bırak şimdi. Kimdi bu
geçirdikleri? Kötü dövmüşler. Ayaklarını sürüterek çekiyorlardı. Sermet'tir
belki. İçinde bir acı duydu birden. Belki de Kenan da burda... Saat kaç?
Yanılarak kolundaki saate baktı. Oysa cipte bakmıştı; camı kırılmış, durmuştu
saat. 11'de durmuştu. Dönüp kapıya verdi sırtını. İçinde bir eziklik vardı.
Akşam oluyor nerdeyse, yarım fincan süüe duruyorum. Nerden aklıma getirdim şimdi
bunu? Baygınlık geldi işte... Bayılacak gibi olmuştu gerçekten de... Bir ter
boşandı hafiften. Geçer, önemli değil. Havasız burası da ondan. Heeey, ateşten
geçecek karı, ne oluyorsun?.. Bir şey olduğum yok. Gerekirse on gün yemem. Bu
piç kurusundan. İki aylığa yakınmış diyordu Handan. Handan nerdedir şimdi.
Mendili yüzünde dolaştırdı. İyi gelmişti. Islak, serin. Daha kurumamıştı mendil.
Bir ufacık kolonya bulundursam ya çantamda. O da mı burjuvalık?.. Nasıl işe
yarardı şimdi. Yanılıp kolundaki saate baktı yine. On birde... O mer-
divene düşerken çarpmıştım, sis bombaları atılınca. Gerçekten sis bombaları da
gördük bugün. Ne çok şey yaşadık bir günde be. Neydi o? Dur, dur, dur! Hep böyle
olmalı. Yol aldığını anlıyor insan. Kavgadasın. Canı öyle sigara istedi birden.
Biliyordu olmadığını, çantayı açıp bakındı yine. İşin kötüsü paramız da yok. Bir
beş liralık, bir de bu bozuklar... Saydı, yüz yetmiş beş kuruş. 675 kuruşumuz
var. Keşke teyzemden biraz isteseydim 5^5 sabah. Olmuyor işte, yapamıyorum.
Aylığımız da var şimdi. Evin masrafı da teyzemde. Kenan harcıyor çoğu. Ona da
üzülüyorum. Başladın yine küçük-burjuva hesaplarına. Yaa, küçük-burjuva hesabı,
işçi hesap yapmaz çünkü! Yazlık bir gömlek alacaktım Kenan'a, onu da alamadım.
Bırak onları da durumuna bak şimdi. Kaç gün geçireceğiz bu altı yüz yetmiş beş
kuruşla? Gün mü? Bozma kafanı bu saçmalarla. Ne belli ki daha?.. Kim arar beni
burda kalırsam?.. Teyzem gelir. Nasıl çıkacak bu merdivenleri o ayakla? Ağlar
zavallıcık. Kenan gelir. Kenan'la görüştürürler mi?.. "Neyin?" diyecekler.
Nişanlım der! Zor der. Ooh, düşündüğü şeylere bak ateşten geçecek karının! Ne
derse der. Hiç kimse de gelmez. Ağabeyimlerin canı yok muydu?.. 8,5 ay
kimseciklerle görüştürmedilerdi. Her gün çıkardık ya bu merdivenleri. Yemek
getirirdik, çamaşır getirirdik. Bir kez kanlıydı çamaşırları, çorapları. Ne çok
ağlamıştı annem. Onu durultmaya çalışmaktan ağlamak aklıma bile gelmemişti.
Ağabeyime yazma-salar bir süre. Duyarsa?.. Çok mu üzülür, yoksa övünür mü?
Neyinle övünecek be? Sanki bir halt yaptın!.. Kafamı bozacağım saçma sapan
şeylerle. Yatsam mı şöyle?.. Karyolanın demir çemberleri kopuk, ortası iyice
aralıklıydı. Ayaklarını kapıya verip sırtındaki acıları kollayarak kıyısına
uzandı ağır ağır, çantasını başının altına koydu. Umduğundan rahat olmuştu.
Gözlerini kapatıp da öylece bırakınca kendini, derinlerdeki uğultuları
çığlıklar, limandan gelen çatana, vapur homurtuları, çatıdaki güvercinlerin
kanat çırpmaları, tren düdükleri, dışarda, kapı önünde ara sıra yaklaşıp
uzaklaşan ayak sesleri, bir örtü gibi çekilmişti
içindeki karmaşık duyguların üstüne. Bir de şu ağrılar, sızılar olmasa... Onları
da duyma... Kolaydı... Hele şu omzumdan kürek kemiğime doğru... Daha sıcak
küllerde mi yanıverdi ayağınız, ateşten geçecek hanımefendi?.. Hoşt, anandır
hanımefendi. Ah benim garip anacığım!.. Kenan'ın karışıdır. Her ay çektiğimiz
sancı daha az sanki. Kadınlar erkeklerden daha dayanıklı olur-566 muş acıya.
Kenan daha mı dayanıksızdır?.. Öyle bir dayanır ki... Gerçekten inandıktan
sonra... Gerçekten inanır mı?.. Bak şimdi şuna?.. Nasıl üzülür duysa Kenan...
Başladık yine; sil at şu saçmaları kafandan be!.. Sildim attım! Bazı uykusuz
geceler yaptığı gibi sayı saymaya başladı içinden. Öyle yorgundu ki karışık
düşlere daldı çok geçmeden. Bir-iki kez sıçradı, şaşkın, ürkek, duvarlara
bakınıp nerde olduğunun bilincine vardı; daldı yine. Son kez bir gürültüyle
sıçrar gibi gözünü açtığında kaskatı kesilmişti sanki. Kalkmaya davrandı,
yapamadı. Kımıldayınca öylesine bir acı işlemişti ki içine... Ne oluyor bu?..
Korkuyla yokladı kendini. Dövülen yerlerine oturmuş karyola demirleri sancılı
bıçaklar gibiydi sırtında. Bir de burkulan ayağı... İki eliyle yanlarından
tutunarak yavaş yavaş doğruldu. Vay canına!.. Başı da dönmeye başlamıştı.
Karnımda, belimde bir şey yok ya... Bir ürperti ile titredi birden. Üşüyor muyum
yoksa?.. Ağrıyan ayak bileğine uzandı yavaşça, ovaladı. Hafif bir şişlik var
gibi... Yere basarak yokladı, ağrıyordu. Ağır ağır kalktı, yaklaştı yavaşça
kapıya, delikten bakmak için eğilecekti ki bir ayak sesiyle doğruldu birden.
Kapı açıldı, esmer, zayıf, kara kaş, kara göz bir sivil:
— Gelin, dedi.
Başı ile de yol göstermişti. Birden yüreği küt küt etmeye başladı. Ne oluyorsun
be? Saat kaç ki?.. Ne bileyim. Hadi bebeğim sınava gidiyoruz. Cellatların
sınavına. Dayan... Toparlandı, saçlarını sıvazladı yavaşça, düzeltmeye çalıştı.
Gözlerim de uykulu uykuludur. Vah vah, güzellik yarışmasında yitireceksin!..
Hücre önüne çıkınca kaçamak baktı yöresine. Ondan başka kimse yokmuş gibi geldi
hücrelerde. Sessiz, bazılarının kapısı açık, boş.
Birkaç basamaklı merdivenden koridora çıkmışlardı ki döndü sivile:
— Yüzümü yıkamak istiyorum, dedi.
Sırasıydı. Al karşılığını şimdi. Yooo, adam döndü, gündüz gittiği yanı gösterdi.
— Buyrun, dedi.
Günsel önde, sivil arkada o iğrenç musluğa gittiler. Koridor- 5^7 da ölü gibi
ampuller yanıyordu. Böylesi daha iyi, yalağın pisliği görünmüyor. Yüzünü,
saçlarını, gözlerini ısladı, silindi mendille.
— Teşekkür ederim.
Adam ses çıkarmadı. Niye teşekkür edersin bu itlere? Utanmıyorsun değil mi?.. Ne
bileyim alışkanlık işte... Terbiyeliyiz ya!.. Ondan da değil. Şaşkınlıktan.
Kendine gelmişti iyice, adamın önü sıra giderken dimdik yürüyordu. Ağrılarını,
sızılarını da unutmuştu. Kutsal bir evecenliğin mutluluk atışına döndürmeyi
becermişti yüreğinin küt küt çarpmasını. Güçlüydü... Yıkın bakalım, nasıl
yıkacaksınız beni? İtler!.. Dayan bebeğim. Bırak mızmız romantikliği be. Ne
bebeği imiş?.. Çekirge kadar şey. Düşürse düşer; on tane daha doğururum. Rezil
olurmu-şum! Bu itlere mi?.. Koridorun sonuna doğru sivil, bir-iki adımda öne
geçti. Dikey bir koridora çıktılar. Karşıda, gündüz girdiği yan yana kapılardan
birine yaklaşırken şöyle bir göz attı; uzak aralıklı birkaç ampulün ısıttığı loş
koridorlar boşalmış gibiydi, gündüzki devinim yoktu. Daha çok bakınmasına
kalmadan adam kapıyı açıp içeriyi gösterdi. Aydınlıktı içerisi. Ağır ağır, iki
yanına bakınarak girdi. Kapı kapanmıştı ardından. Gündüz alıp dövdükleri oda
değil burası, yanı belki. Hadi başlayın bakalım. Oldukça iyi döşenmiş bir
büroydu. Ceviz yazı masası, maroken koltuklar, pencerelerde kadifeye benzer
perdeler. Üç adam oturmuş Günsel'e bakıyorlardı. Biri yazı masasının ardındaydı,
ikisi de maroken koltuklara ilişmişlerdi. Pek rahat görünmüyorlardı. Sinirli,
gergindi yüzleri. Nasıl da birbirlerine benzer bu
herifler. Nedir ortak yanları? Polislikleri. Sol koltuktaki sıska biraz.
Hepsinden de yaşlı olmalı. Karşılarında durmuştu Günsel. Sıskası öndeki
sandalyeyi gösterdi, otur anlamına. Oturdu. Bir süre daha öylece baktı herifler.
Bu heriflerde de göz dikip bakma merakı! Akılları sıra ürkütecekler. Ezileceksin
bakışlarının altında!.. Şu masada oturanın gözlerine bak, kanlı kanlı. Rum
meyhanecilere benziyor. Oriste paşam. Ne de benzettim ya, kurban olmuşlar. Onlar
sevimlidir be. Gözlerinin içi güler. Bunların gözlerinde akrep, çiyan yatıyor.
Bir bok da yattığı yok. Onlar da işte bunu yutturmak için bakıyorlar öyle ya...
Pis deyyuslar!.. Ağzınıza hepinizin. Ya ağzınıza, ya mezarınıza sıçacak bu halk,
görürsünüz.
— Felsefe okumuşsun sen, değil mi?..
Sağ marokendeki orta yaşlısıydı. Ne demeli bu herife?.. Belli sonunun ne
geleceği, bir de sen kışkırtma.
— Öğrenciyim Felsefe'de, dedi yavaşça. Herif ekledi hemen:
— Vatan hainliği mi öğretir insana felsefe?
Buyur da yanıtla bu köpeği!.. Ses çıkarmadan baktı adama. Öylece bakıştılar bir
süre. Gözlerini hiç kaçırmıyordu adamdan. Besili, yağlı boyunu, kır düşmüş
saçları, ince dudakları, yassı, etli burnu, ışıksız gözleri... Ah bir suratına
tükürsem şu herifin. Polisle tartışmaya kalkar bazı aptallar. Ağabeyinden
duymadın mı? Hem de kaç kez... Gözüne de dik dik bakma herifin öyle.
— Kışkırtanlar var sizi. Hepsini biliyoruz biz.
Önüne baktı Günsel. Bir sessizlik oldu, sonra yaşlıca herif, garip, çatallı bir
sesle, Kürt, Arap karışığı bir ağızla:
— Sizi kim taşviyk etti bu yola? dedi.
Bizi kimse "Taşviyyyk" etmedi eşşoğlueşşek!.. Bağıra çağıra, bütün inandığı
doğruları söylemek geliyordu içinden. Heriflerin suratlarına tükürerek, hem de
söve saya... Yapsana hadi. Ağabeyin de senin yüzüne tükürsün. Kendini doygun
etmekten başka şey düşünmeyen aptal küçük-burjuva seni! Başını kaldırıp
baktı yaşlı adama. Amma da ufacık gözleri... Yumuk... İsteksiz, ağır ağır
konuşmaya başladı.
— Kopça, düğme bakmaya gidiyordum Kapalıçarşı'ya. Ge-dikpaşa'dan geçiyordum,
cipe sürüklediler sokakta.
Sustu. Sen de inanmadın ya!.. Yutar mı hiç bu herifler? Hatırım kalır
yutarlarsa!.. Yine bir sessizlik oldu. Peki, ne vakit dövecekler? Pek dayakçıya
benzemiyor bunlar. Patlama, şimdi bir 5^9 zile bastılar mı tamam. Kapının
dışındaki zil zırladı birden. Yüreği hop etti. Masadaki çalmış olmalı. Dönüp
baktı adama. O çalmıştı, sürekli bakıyordu GünsePe. Başladılar. Kapı açılıp
deminki sivillerden biri girdi içeri. Anlaşmış olmalıydılar bir bakışta. Koluna
dokundu Günsel'in,
— Gelin, dedi.
Tamam, gidiyoruz. Nasıl olsa yedik zokayı, dönüp bir patla-sam şu heriflere.
Yürü aptal!.. Yaşlı adamın çatlak sesini duydu birden.
— Bak gizim, diyordu. Dönüp baktı adama.
— Sakın bizi atlattığını zanneyleme... Bütün hegiygatleri biliyoruz biz...
Gençliğinize acıyoruz sizin. Diggat edin. Alet olmayın bir daha.
Ne demek bu? Babacan bir öğüte özeniyor. Ne de yakışıyor ya şu kırkayak
suratına. Açık kapıdan çekip çıkardı adam Gün-sel'i. Loş koridorda yürümeye
başladılar. Bir tür salıverilme öğütü adamınki. Yoksa bırakacaklar mı?.. Bozmak
için böyle oyunlar da yaparlarmış ya... Öndeki sivil bir kapıyı açıp içeri
gösterdi. Çarpıyordu yüreği. İşte dayak odası. Kendine gel be!.. Yavaşça girdi
içeri. Masalarda iki kız uzanmış yatıyordu. Gündüz gördüğü kızlardı. Ürkek,
uykulu gözlerle doğrulup bakülar Günsel'e. Soluk aldı bir, yavaşça gevşetmeye
çalıştı gergin sinirlerini. Adam kapıyı çekip gitmişti. Ne diyeceğini bilmeden
ağır ağır yaklaşırken belli belirsiz gülümseyerek başı ile selamladı kızları.
Soru dolu gözlerle bakıyorlardı. İktisat'taki kara kızdı biri.
— Hoş geldin, dedi. Ne oldu?..
— Hiiiç, dedi. Hücreye kapattılar, şimdi de buraya getirdiler.
Daha ürkek bakıyordu öteki kız.
— Bir şey yapmadılar mı? dedi, fısıldar gibi.
— Gündüz edepsizlik ettiler ya, dedi Günsel, şimdi bir şey yapmadılar.
Acı gülümseyerek:
— Öğüt verdiler, diye ekledi.
Kız, kocaman gözlerini inanmıyormuş gibi açıp kapattı birkaç kez. Bir boş masa
daha vardı pencere önünde. Yaklaştı Günsel. Ben de şuraya mı uzansam? Kirli cam
kapkaranlıktı. Kırpışan birkaç ışık, leke gibiydi pencerenin derinlerinde.
Döndü:
— Saat kaç, dedi, ürkek, durgun bakan kızlara. Kara kız baktı saatine.
— Dörde beş var, dedi.
Şaşırdı Günsel. Vay canına!.. O kadar oldu mu? İyice kestirmişim hücrede demek.
Masanın önündeki sandalyeye çöktü yavaşça:
— Boşalmış gibi burası. Bizden başka kimse yok sanki... Başını salladı kara kız:
— Sıkıyönetim başlayınca askerler el koymuş, dedi. Harbi-ye'ye götürdüler belki
de...
Sıkıyönetim mi? Günsel şaşkın kalkıp kızlara yaklaştı.
— Sıkıyönetim mi?..
Belliydi böyle olacağı. Askerler, subaylar, tanklar... Sonunda da sıkıyönetim.
Doğal değil mi Türkiye'de... Kızlar bildiklerini anlattılar ürkek ürkek.
Oğlanları çok dövmüşler. Bunlara sövmüşler (kocaman gözlü, sivilceli, buğdaysı
kız) bir akrabası varmış emniyette görevli, o kollamış bunları. Nadide'yle
(İktisadı kara kız) mahalle, sınıf arkadaşıymışlar Adana'dan...
— Bizi bırakacaklar galiba, dedi Nadide. Sıkıyönetim var ya, çıkmak yasak şimdi.
Ondan tutuyorlar belki de...
Dalgın kaldı bir süre Günsel.
— Birkaç kız daha vardı, dedi, onlar ne oldular ki?
Bilmiyorlardı. Belki de bırakmışlardır ya da sabaha hep birlikte çıkacaklar.
Bunlar torpilli demek. Torpilliler arasındayız biz de. Ne onurlu iş!..
— Babanız ne iş yapıyor sizin? Saliha'ydı. Günsel dalgın baktı.
— Yok babam, dedi.
Sonra saklıyormuş olmanın ağırlığından kaçınır gibi ekledi hemen.
— İşçiydi Sivas'ta.
Konuşmak gelmiyordu içinden. Gidip sandalyeye çöktü yine. Polis akrabanın
kayırdıklanyla bir arada bekle bakalım. Bizi kim kayırdı ki bunların yanına?..
Şeytanlar!.. Bırakacaklar mı gerçekten? Niye çıkardılar o üç herifin karşısına
beni? Ne anlamı vardı o konuşmaların? Görmeye çağırmışlar gibi... Ne o, düş
kırıklığına mı uğrattılar seni? İşkence mi etsinler ille de?.. Bir ağrı girmişti
başına. Sırtındaki, omuzlarındaki ağrılar, sızılar depreşmiş gibiydi yeniden
yeniye. Kollarını koydu masaya, başını dayadı. Kenan'ı da dövmüşler midir? Kenan
ne arasın burada?.. Nerdedir ki şimdi? Uyuyordur. Nasıl uyur? Arifi, Mahmut'u,
Sermet'i dövmüşlerdir. Sermet'i dövmemişlerdir belki, torpillidir o da... Hemen
işlemez ya torpil de... Rasdantı bu kızlarınki. Burada da torpil!.. Batasıcalar.
Batıyorlar işte... Batıyorlar mı gerçekten? Kuşkun mu var? Uzun sürede yok da...
Kısasında, daha çok oyunlar var gibi. Bırakacaklar mı bizi?.. Bir yatağıma
uzansam evde. Uyusam, uyuşanı. Of başım!.. Açlıktan belki de. Öyle ya, unuttuk
gitti, ağzıma bir şey koymadım bütün gün. Kızlarda var mıdır? Kaldırıp başını
baktı, ikisi de uzanmışlar masaya. Gözleri de kapalı, uyudular belki de... Boş
ver, sabah olsun bakalım. Başını yine bıraktı masaya dayadığı kollarının üstüne;
kapattı gözlerini. Keşke hücrede bıraksalardı. İçerdeki herifler de sabaha kadar
burdalar demek. Uyku yok onlara da. Yarı-
na hazırlanıyordur köpekler. Yarın ne olacak bakalım? Ne olacak?.. Bitti bu
iş?.. Kolay bitmez. Koskoca Rektör'ü dövdüler. Ne olmuş dövdülerse? Koskoca
İsmet Paşa'nın yolunu kestiler, temizleyeceklerdi, bir şey olmadı da... Bir şey
olmadı mı? Bu olanlar ne?.. Birikim. Nereye varır bu birikim?.. Ne bileyim ben.
Uyuşana be!.. Gecenin sessizliğinde bak... Ne gecesi? Sabah oluyor. Dışarda
dolaşanlar, sokakta araba sesleri. Emniyetin önündeki cipler bunlar, pencereden
atmışlardı birini, bu odadan mıdır ki? Bu pencereden belki. 44'te Hasan Basri
Alp'i, namussuz cellatlar... Pencereden itip... İyi tanır ağabeyim de. Kenanım
uyuyorsundur şimdi değil mi teyzem sabah... Bir gürültüyle açtı gözlerini. Gün
ışığı vardı pencerelerde. Tramvay sesleri geliyordu. Döndü, iki sivil polis
girmişti içeri. Kızlar da kalkmışlardı masalardan. Koridordan gürültüler
geliyordu. Bağnşmalar sanki... Ayak sesleri... Sivilin biri başını salladı
kapıyı göstererek:
— Haydin, dedi.
Nereye gidiyoruz? Koridora çıktılar. Kalabalıktı koridor. Gidip gelen siviller.
Bir inzibat yüzbaşısı bir kapıdan çıkmış başka birine giriyordu. Derinlerde yine
boğuk boğuk telsiz konuşmaları vardı. Kapıya doğru giderlerken saati sordu
Nadide'ye- Altıyı yirmi geçiyor. Tam kapıdan çıkarlarken durdu Günsel, yanındaki
sivile döndü.
— Şebekem kaldı benim, dedi. Dün almışlardı.
Başını salladı adam. Ne demekti bu?.. Günsel duraladı. Adam cebinden çıkardığı
birkaç şebekeden birini uzatınca belli etmemeye çalıştı ya, çok sevinmişti.
— Teşekkür ederim.
Hay dilin kopsun. Hani teşekkür yoktu bu heriflere?.. Ağzımdan kaçtı. Ağzına...
Öyle sevindim ki birden. Fakir başka nasıl sevinir? Eşşeğimizi yitirtip buldurdu
Allah! Zengini nasıl sevindirir?.. Fakirin yitirdiği eşeği zengine buldurtarak.
Çaldırarak. Yoksul soyanların kolcuları da bu itler işte!.. Daha iyi soysunlar
diye. Teşekkür et sen de... Uff, üsteleyip durma, oldu bir
kez. Bu ikincisi... Peki. Kapı önünde merdiven başında beklediler bir süre. Her
tipten siviller merdivenden çabuk çabuk gelip bir yana bakmadan içeri dalıyorlar
ya da içerden çıkıp aynı çabuklukla yine hiçbir yana bakmadan inip gidiyorlardı.
Güleceği geldi GünsePin. Nereye böyle, müzevirliğe gider gibi? Derler ya. Belli
müzevirliğe gidiyor herifler. Biraz sonra bir inzibat astsubayı çıktı
merdivenleri. Bekleyen siville bir şeyler konuştu. Yaşlı bir adamdı astsubay.
Dönüp kızlara baktı. İçerden çıkan bir binbaşıya hazır ola geçti birden. Binbaşı
da baktı kızlara. Astsubaya baktı, başını salladı.
— Hadi gidin, dedi. Astsubay kızlara döndü.
— Gelin bakalım bayanlar, dedi.
Hep birlikte merdivenleri inmeye başladılar. Astsubay da onlar gibi merakla,
biraz daha babacan bir gülümseme ile bakıyordu sağa sola. Sansaryan Hanı'nın
orta boşluğunda katlardan gelen uğultular, bağırtılar yansıyordu sabahın erken
saatinde. Kapıdan çıkarlarken nöbetçi polisler baktı uzaktan. Kapı önünde polis,
asker arabaları, cipler, GMC'ler vardı. Bir cipin önünde bekleyen er, kızların
binmesine yardımcı oldu. Astsubay öne oturdu. Cip yürüdü. Sokağı dönüp de
Sirkeci'ye çıkarken durdu. Asker dolu araçlar geçiyordu Bahçekapı'dan Sirkeci'ye
doğru. Döndü astsubay:
— Nerede oturuyorsunuz? dedi.
Sezinlemişti, bekliyordu ya, yine de biraz şaşırdı Günsel. Paçayı kurtardık
şimdilik. Laleli'de yurttaymış kızlar. Günsel bir şey demedi. Cip Büyük Postane
önünden Ankara Caddesi'ne çıkıp hızla yokuşa vururken gözleri iki yanlı
yollardaydı GünsePin. Bir tanıdık yüz arıyordu. Vilayetin önünde sıralanmış
tanklar vardı, asker bekliyordu. Türbe'ye dönerken baktı. Di-vanyolu'na doğru
aralıklı dizilmiş erler bekleşiyordu. Asker araçları, GMC'ler dolu dolu
geçiyordu. Asker eline geçmiş bir kent görünümündeydi İstanbul. Beyazıt Alanı
tutulmuştu. Üni-
versite kapısında da dolaşan askerler görünüyordu uzaktan. Dün polisle
dövüştükleri yerden geçerken onurlu bir evecenlikle bakındı. Şurada yatıyordu
ölen çocuk. Başkaları da varmış, çokçaymış hem de... Biz kurtulduk. Dur bakalım,
daha neler olacak biliyor musun?.. Her şey bitti mi dün? Bu kadar mıydı
barutumuz? Sürmeli bu iş. Nasıl? Yeni gelişmeler olmuştur öğrencilerde. Handan
nasıl saldırdı surda polislere? Aslan kız be?.. Ya oğlanlar!.. İlk onlar yürüdü
ateş eden polislerin üstüne. Çoklar da ondan. Canavar herifler, nasıl da
kıydılar? Bizim fakültenin köşesinde asker bekliyor. Çocuklar da askere gösteri
yaptılar. Doğruydu orada. Peki bu sıkıyönetim?.. Sonrasını nerden bilirsin? Bizi
bıraktılar işte... İşe gidecek miyim bu sabah? Bu durumda mı? Kovacaklar. İşsiz
kalırsam bir de?.. Türkiye'deki milyonlarca işsize bir kişi daha katılır.
Laleli'yi geçiyorlardı. Kızlar ürkek ürkek astsubaya baktılar. Adam oralı
değildi. Aksaray'dan Saraçhane'ye dönüp kavşağın köşesinde durdu cip. Bir sigara
yakarken:
— Haydin, dedi astsubay, buraya kadar.
Önce Günsel adamıştı cipten. Yöresine bakındı. İstemese de sevinçle doluyordu
insanın içi. Özgürlüğün tadı... Cip basıp gitmişti. Kızlar da şöyle bir el edip
Laleli'ye çıkmaya başladılar. Çok beklemedi, bir dolmuş geçiyordu
Kocamustafapaşa'ya. Arabada şoföre saati sordu. Yedi buçuk. İki saat sonra
Kenan'ı ararım işyerinde. Handan'a mı uğrasaydım önce? Önce bir evi bul, kendine
gel. Evde haber de olabilir. Dolmuştan inip de sokağı koşar gibi geçerken
evecenlik içindeydi. Pek kimseler yoktu sokaklarda. Merdivenleri de koşar gibi
çıktı. Ağrıyı, sızıyı unutmuştu nerdeyse. Uyuyorlardır daha. Kapıyı anahtan ile
açtı. Sessizdi ev, kimse yok gibi. Salona girdi, bakındı. Hay Allah nasıl da
göreceğim gelmiş. Sanki yıl oldu. Gözün aydın, kavuştun evcağızına!.. Küçük-
burjuva seni!.. Yumuşak koltuğa da çök. Pardösüsünü, çantasını attı koltuğa,
dönüp pabuçlarını çıkardı, terliklerini geçirdi. Teyzesinin odasına yaklaştı
yavaşça,
kapıyı açtı. Turgut yatıyordu. Teyzesi karyolasında doğrulup baktı. Öylesine
olağan karşılamışa ki nerdeyse bozulacaktı Günsel. Nasıl ağrıyor sırtım.
Haberleri bile yok belki de bunların. Kalkıp terliklerini ararken:
— Hoş geldin, dedi teyzesi.
Turgut gözlerini açıp kırpıştırarak şaşkın şaşkın bakındı, yorganını çekti
başına. Teyzesi terliklerini sürüyerek yaklaştı.
— Polisler götürmüş seni, dedi, Handan söyledi. Bıraktılar mı?.-
— Bıraktılar.
Bunuyor mu bu kadın nedir? Kurumuş sanki duygulan. Handan kandırmıştır; büyük
güveni vardır ona. Anlamsız baktı bir, mutfağa giderken.
— Açsındır, dedi, çay koyayım.
Öyle bir yorgunluk çökmüştü ki üstüne Günsel'in açlık da duymuyordu.
— Akşam mı uğradı Handan?
— Akşam uğradılar. Kenan Bey de gelmişti.
Demek biliyor Kenan da. Rahadık duymuştu, sanki bir boşalımla. Daha soracaktı,
vazgeçti. Bir şeyler söylemişler buna, oyalamışlar belli ki... Banyoya girdi
ağır ağır. Bluzunu çıkarıp sırtına, böğrüne bakmayı düşündü, birden öyle büyüdü
ki gözünde. Nasıl güçsüzdü. Bakıp da ne olacak? Bir yıkanmalı en iyisi.
Termosifonu yakmak gerek. Uzun iş, hele biraz uzanayım. Tuvalete girerken eğilip
bacaklanna baktı, ince çizgi biçiminde kan pıhtısı vardı bacak kemiklerine
yapışmış yırtık, kaçık çoraplannın üstünde; tekmeledikleri... Deriler kalkmıştı
hafiften. Çabucak çıktı tuvaletten; yıkanıp kurulanarak salona girerken
teyzesinin kızgın sesi duyuluyordu:
— Kek mi kalır bu oğlandan?.. Yalnız kendi yese... Mahalleye taşıyor. Kıymık
bırakmamış; dün yaptım daha...
Teyzesinin masaya koyduğu soğuk, şekersiz sütü dikti başına. En sevdiği şeydi;
öyle de iyi gelmişti ki. Bıraktı boş bardağı,
yorgun argın odasına yürüdü. Kapıda durup özlemle baktı yatağına. Ne çok
severmişim seni!.. Gidip kıyısına ilişti, yavaşça ar-kaüstü bıraktı kendini,
gözlerini kapattı. Yumuşak örtüler bile acı veriyordu dokundukça. Kaç gün sürer
bu? Kalkınca Kenan'ı arayayım...
576
XXV
Nermin, Zeynep'e bir kardeş geleceğini söyleyince anlamamıştı önce Kenan.
Yatağın kıyısına çekildi yavaşça, toparlanmaya çalıştı. Ne diyordu bu kadın?
Deli mi ne? Kendi aklına bak sen, bu kadın cin gibi. Nermin sırtüstü yatıyordu
yanındaki açık yatakta. Yastığa dağılmış kumral saçları, tavanda bir noktaya
dikili gözleri, aralanan geceliğin ortaya vurduğu yarı çıplaklığı ile
kımıldamadan en uygun sözleri arıyor gibiydi Kenan'ı yıkacak. Kaldı mı yıkacağı?
Söz ne ki artık? Kazandığının faturası. Her suskunluğu bir tuzak bu kadının.
— Önce ben de irkildim senin gibi, dedi Nermin.
Ne demesi, ne yapması gerektiğini bir türlü kestiremiyordu Kenan. Çıplaklığından
utanır gibi üstünden hafif kaymış pikeyi açık göğsüne doğru yavaşça çekti,
üşüyordu. Nermin söylediklerinin dışında her şeyle ilgisiz, donuk anlatımıyla
aldı yine:
— Çok düşündüm. Taa içimden kırgınım sana.
Söyleyip söylememek arası duraladı bir, sonra daha sönük bir sesle ekledi.
— Taa içimden de seviyorum. Bırakamam. Senin de beni bırakabileceğine inanmadım
hiçbir gün. Kötü düştü olanlar. Allah gönderdi bu çocuğu dedim. En gerekli şey
olduğuna inandım. Bir kez daha perçinleyecek bizi, belki senin de gerçekleri
iyice
578 anlamana yarayacak.
Acılı bir iç çekişle derin soluk alıp ekledi yavaşça:
— Yoksa göze alamazdım.
Sustu. Hiç kımıldamadan duruyordu öylece. Üşümez mi bu kız? Bir gecelikle, sabah
serinliğinde üstü açık... Söyleyecek, yalnız söyleyecek mi, düşünecek şey de
bulamıyordu Kenan. Nedenini bilmeden kolundaki saate baktı. Kalkıp çıkmalı bu
evden. Ne cehenneme?.. Bir perçin daha atmış bu kadın. Yetmiyordu, bir zincir
daha... İndi yataktan. Nermin başım döndürdü, suskunluğuna şaşmış gibi bakmaya
başladı. Bir şeyler söylesene der gibi. Ne söyleyeyim?.. Atılıp gırtlağını mı
sıkayım? Karının üstüne çıkıp tepineyim mi? Piçinden de kurtulurum, senden de.
Laf olsun işte, yapacağımdan değil ya. Nerde bende o yürek?.. Çığırtkan akşam
gazetelerine ne güzel konu çıkardı. En iyisi mutfaktan ekmek bıçağı alıp kelleni
gövdenden ayırmak, sonra da tavana bir ip çekip sallandırmak kendimi de...
İğrenç kokular yayan, güzel görünüşlü bir leş gibi yauyor, şuna bak? Gece, sıcak
etine gömüldüğünde mis gibiydi ya. Gelme, diyemen kapıya bakıp da bir el etmeni
beklerken. Çıkıp banyoya geçti çabucak. Şofbeni yaktı, girdi suyun altına,
dakikalarca akıtıp kaldı öylece. Ara sıra denediği unutma, kurtulma, arınma
çabasıydı. Boşuna!.. Hiçbir su arıtmaz beni. Günsel'i de göstermezler bana bir
daha. Koparıp aldılar elimden. Bir de yeni perçin. Puşt Rasim, burda da etti
puştluğunu. Küt küt kapı sesiyle ayıldı birden. Duşun gürültüsünden zor duymuş
olmalıydı.
— Ne var?
-— Rasim istiyor seni, telefonda.
Rasim mi istiyor? Bir ateş düştü içine. Kötü haberdir. Hiç iyi şeyler gelir mi
Rasim'den? Hele bu kadından?.. Yeni bir tuzaktır olsa olsa... Banyoya girmemi mi
bekledi deyyus?.. Bütün gece uykuyla uyanıklık arasında telefon düşleriyle
irkildim sabaha dek- Bornozunu taktı, çıktı banyodan. Nermin, Zeynep'in
odasındaydı, mır mır bir şeyler konuşuyorlardı. Uyanma vakti, yedi buçuğa
geliyor. Salonda açık duran telefona giderken kora dönmüştü içindeki ateş. Eli
titreyerek uzandı telefona. Evecenliğini bastırmaya çalıştı önce, yutkundu.
Sesindeki titremeyi saklama çabasıyla:
— Efendim, dedi.
— Kenefe mi düştün ulan bir saattir?
Şaklabanlığa başladı. Demek iyi haber!.. Ne diyeceğini bilemiyordu Kenan. Acılı
durumunu Rasim de sezinlemiş de saygılı davranma gereğini duymuş gibi:
— Bırakacaklar bugün, dedi yavaşça.
Bırakacaklar mı? Bırakacaklar Günsel'i. Göreceğim yine. Peki nasıl karşısına
çıkacağım bu pislikle? Sarılacak mı bana? Anlamayacak mı korktuğumu? Hele yeni
bir perçinle kokuşmuşluğa bir kez daha çakıldığımı ne yüzle anlatacağım?
— Hey, bayıldın mı ulan? Ses versene. Toparlandı Kenan.
— Sağ ol, dedi, teşekkür ederim.
— Sen de sağ ol. Gece bire kadar telefon basındaydım. Ancak o sıralar sonuç
alabildim. Uyuyorsunuzdur, tedirgin etmeyelim dedik, sabahı bekledik.
Uyurmuşum, herife bak. Ne uyuması? Perçin yapıyorduk Nermin'le!..
— Birazdan çıkacağım, dedi Rasim, Karaköy'e ineceğim, sana da uğrarım dokuzla on
arası. Konuşuruz. Telefonda olmaz. Hadi eyvallah...
Telefon elinde, donup kalmıştı Kenan. Ne var ki, ne ola ki söyleyeceği?.. Bugün
çıkacakmış Günsel. Dokuzdan önce bırak-
mazlar. Devlet dairesi değil mi?.. O da hemen bırakırlarsa... Dokuzda işyerinde
olmalı. Fırladı. Tıraşı, giyinmesi, kahvaltısı yarım saati bulmamıştı bile.
Zeynep sokulmak istedi, yüz vermedi. Ona karşı da bir soğukluk düşmüştü içine.
Nermin hiç ilgilenmiyor gibiydi. Telefonu da sormadı. Biliyor mu yoksa?.. Rasim
söylemiş midir? Her şeyde de kesin yargıya varma. Söyleme -580 miş de olabilir.
Söylesin isterse. Ben de söyleyeceğim artık. Apaçık anlatacağım. Karnındaki piçi
kazıtması için en kestirme yol. Geç bile kaldım. Sekizi geçiyordu evden
çıkarken. Kapıcı gazeteleri getirmemişti daha. Ellerinde gazeteler, dalmış, ağır
ağır giden, evlerine giren insanlar vardı sokakta. Köşedeki gazetecinin önü de
bayağı kalabalıktı. Gazeteleri verirken anlamsız sırıttı adam.
— Ortalık iyice karıştı, dedi. Sonumuz hayrolsun.
Bir sessizlik vardı herkeste. Dolmuşta da vardı aynı çekingen sessizlik.
Gazetelere dalıp gitti. Dünkü Üniversite, Beyazıt olayları, resimleri.
Sıkıyönetim bildirileri... Önemi sezinlenmiş günlerin yürek atışı vardı
gazetelerde. Sirkeci İstasyonu önünde boşaldı dolmuş. Kenan da indi. Babıâli'ye
doğru yürümeye başladı. Dolu dolu geçen asker araçları, sokaklarda silahlı
erler. Tam bir sıkıyönetim görüntüsü, işyerine geldiğinde dokuzdu. Evecenlik
içindeydi Burak.
— Üniversite bahçesinde öğrenciler toplanmış yine ağbi, dedi. Bugün de bir
şeyler olacak.

Seviniyor bayağı oğlan. Sıkıntı bastı içine Kenan'ın. Ses çıkarmadan yukarı
çıktı. Matmazel gelmemişti daha. Saate baktı yine. Yürümek bilmiyor, iki dakika
olmuş daha. Her an çalabilir telefon ya da aşağıdan, kapıdan girebilir Günsel.
Kucaklayıp sa-rılamam da... Telefon etse en iyisi. Hemen bir arabayla alırım
olduğu yerden, doğru eve. Öğrenciler toplanmış yine, ya diretirse katılacağım
onlara diye?.. Diretir de. Nasıl karşı korsun? Hiçbir şeyine karşı koyamam. Ama
birlikte iyice bir düşünmemiz gerek. Nereye gidiyor bu işler?.. Halk Partisi'nin
oyunuy-
sa?-- Rasim'de neler var bakalım?.. Matmazel de geldi, nerde konuşacağız
Rasim'le? Matmazel soğuk bir selamdan sonra, yerine geçmiş, çekmeceden çıkardığı
kâğıtlara gömülmüştü. Dünya umurunda değil kadının. Bir sorsam mı olanı biteni
şuna? Bırak şunu, baykuş gibi ürkek ürkek baktırma şimdi. Her işi tıkır tıkır,
daha ne istiyorsun? Geçen ayki vergi sorununu yağdan kıl çeker gibi çözüverdi bu
muşmula. Satışlarda, matbaa, ilan hesapların- 5gj da... Sıçmışım hesabına da,
suratına da... Günsel'i bırakmamışlar mıdır daha?.. Bozuk, kesik filan olmasın
bu telefon?.. Kaldırıp baktı, çalışıyordu. Saat ona geliyor nerdeyse. Rasim de
yok ortada, kalkıp aşağı indi, Burak'ta da bir tedirginlik vardı. Oğlanın aklı
Üniversite bahçesinde. Git desem uçacak. Caddeden hızla geçip duran ağır asker
araçlarının gürültüsü geliyordu.
— Bir telefon edip sorayım mı ağbi? Anlamamıştı Kenan. Rasim'e mi telefon
edecek?
— Kime? dedi.
— Gazeteye; haberler vardır ağbi. Kızacaktı az kalsın.
— Et, dedi.
Burak yukarı fırladı sevinerek. Gazetedeki arkadaşı da haber küpü. Birilerine
kitap verdi. Para alıyordu ki indi Burak. Alıcılar kapıya yönelince, eğildi,
fısıldar gibi:
— Beyazıt Alanı halkla doluymuş, dedi. Öğrenciler de bahçede toplanıyorlarmış.
Önemli olaylar bekleniyormuş.
Ses çıkarmadı Kenan. Dalgın ilişti kıyıdaki tabureye. Beyazıt halkla doluymuş.
Günsel yok. Rasim de... Bunalır gibi oldu birden. Saatine baktı, onu sekiz
geçiyordu. Halkla dolu alan. Birden kalktı.
— Ben çıkıyorum, dedi Burak'a. Günsel ararsa Beyazıt Camisi, Çınaraltı
yöresindeyim. Bulur o beni. Telefonla ararım seni de, haber filan bırakırsa...
Durdu birden. Önce Rasim'e bir telefon edeyim. Koşarak Çıktı, açtı telefonu.
Rasim Bey gelmemiş daha. Santral kız tanı-
yordu Kenan'ı, gelince söyleyecekmiş. Matmazel öyle dalgındı ki uyarmamak
içinmiş gibi sessiz indi merdivenleri. Polismiş bu kan meğer!.. Hani filmlerde
vardır ya!.. Kafan filmler gibi çalışıyor zaten. Her yanı polis olsa ne olur
bunun?.. Burak birilerine kitap gösteriyordu. Fırladı işyerinden. Bir dolmuş
geçiyordu, adadı. Çarşıkapı'da indiğinde ilerde, Beyazıt'ta, dün dolaştığı
yerlerde yoğun bir kalabalık görülüyordu uzaktan. Alan boştu. Tek tük
dolaşanlar, Üniversite'ye doğru gidenler, gelenler vardı. Her yan askerle
tutulmuştu. Kapalıçarşı önünden Sahaflar'a geçti. Üniversite bahçesinden tanıdık
bir şarkı sesi geliyordu. Anımsadı, Osman Paşa marşıydı. Sözlerini anlayamadı
yalnız. 46'larda, Dil-Tarih Fakültesi'ndeki devrimci öğrenciler, sözlerini
değiştirip sevdikleri ilerici öğretim üyelerinin de adlarını koyarak devrimci
marşı yapmışlardı ilk kez bunu. Konya'da Dil-Tarihli birinden duymuştu. Şimdi de
bir başka türlü söylüyordu öğrenciler. Çınaralo'na girip de üniversite bahçe
duvarına yaklaştıkça sözlerini de çıkarmaya başladı yavaş yavaş. — ... Kardeş
kardeşi vurur mu? Kahrolası diktatörler Bu dünya size kalır mı?..
Alanı çevreleyen halk bahçeden taşan koroyu, suskun, saygın bir duygululukla
dinliyordu. Marş bitince sözlü korolar, bağnş-malar yükseliyordu içerden.
Beyazıt Camisi'nde dün gelip durduğu duvar dibine geçti, yöresine bakındı.
Kalabalık halk dünkü çekingenliğini bir adım olsun aşmış gibi geldi. Ön
sıralarda temiz giysili, yaşlıca, emekli, daha çok subay emeklisi görünümlü
kişiler vardı. Düzeni koruyan erler, subaylar saygılıdırlar halka; sert, polisçe
davranışları yoktu. Şaşkındılar yine de. Ne yapacaklarını, nasıl
davranacaklarını onların da kesinlikle bilemediği, tedirginlik içinde oldukları
belliydi. Bir ara korolar, marşlar kesilir gibi oldu içerde; birden bir sürü
örğencinin duvara, parmaklıklara çıktıkları görüldü. Halka el sallamaya
başladılar. Birkaç öğrencinin "Hürriyet... Hürriyet istiyoruz" diye bağırması,
bir anda alana çevrilmiş güçlü bir hoparlör yüksekliğinde koroya dönüşüverdi.
— Hürriyet!.. Hürriyet!.. Hürriyet!..
Öğrenciler, halkın da kendilerine katılması için ellerini, kollarını
sallıyorlardı, haydin diye... Kımıldanmalar oldu halkta. Marmara Sineması
önündeki dizi dizi yığınların kımıldanması taşkınca bir dalgalanmaya dönecek
gibiydi, bastırıp geriletti as- 533 kerler. Uğultulu bir kaynaşma başlamıştı.
Kenan'ın aklı Gün-sel'deydi. Gözü yöresinde, Beyazıt Camisi'nin avlu kapıların-
daydı. Kalabalık da öylesine artmaya başlamıştı ki... Birkaç kez yüreği hop
etti; Günsel'e benzetti birilerini. Gazi Osman Paşa marşına başlamıştı yine
çocuklar. Belki Günsel de aralarında. Doğruca oraya gitti belki. Arkadaşlarıyla
çıktılarsa, Sermet mer-met hep birlikte... Nasıl ayrılır onlardan?.. Korkup
kaçıyormuş gibi. Bir telefon edemez mi?.. Belki de etti. dönüp Çınaraltı'na
daldı koşar gibi, bakındı, yoktu kimse. Kahve bomboştu. Sahaf-lar'da telefon
sordu birkaç yere. Çarşı başındaki giysicide bulabildi sonunda. Açtı çabucak,
Matmazel çıktı. Arayan soran yokmuş. Sessiz kaldı bir süre. İnanamıyordu
sanki... Burak'ı istedi. Biraz sonra soluk soluğa geldi Burak da. Arayan,
uğrayan olmamış. Bir şey demeden kapattı. Öyle bir acı çökmüştü ki içine.
Vazgeçtiler Günsel'i bırakmaktan. Rasim öğrendi durumu, sabahki atıp tutmadan
sonra karşıma çıkmaya yüzü tutmuyor. Uğraşıyor belki de. Çıkıp ağır ağır
Çınaraltı'na doğru yürümeye başladı yine. Yapayalnızdı şimdi. Üniversite
bahçesinden gelen marşlar, korolar büyüdükçe yalnızlığı da artıyordu. Çınaral-
tı'nda durup Günsel'le ilk gün oturdukları masaya baktı kaldı bir süre. Ağır
ağır gidip oturdu. Alandan, bahçeden gelen bağırış çığnşlara kapandı, dalıp
gitti. Günsel yoksa hiçbir şeyin de anlamı yok demek. Bir avuç hileci esnafın,
kapıkulu emeklinin arasına kanşıp ne ettiklerinden habersiz çoluk çocuk
öğrencilerin peşi sıra, Hürriyet diye bağırmanın hiç anlamı yok! Boşuna harcandı
Günsel. Halk Paıtisi'nin oyunu. Demokrat'ının da ağ-
1
zina sıçayım, Halk'ının da, Hürriyet'inin de... Bizim kavgamız mı bu? Nerde
işçiler? Nerde bizim insanlarımız? Cezaevlerinde sürgünlerde ya da köşesine
sindirilmiş. İyi ya işte, özgürlük onlar için de... Bok onlar için!.. Hele bir
başa geçsin bu zibidiler '• bugünü de aratırlar. Görmedik sanki de. Boşuna mı
sövüyor Fahir Cemal bunlara?.. Matbaaya mı bir gitsem? İrfan'a?.. Bir şey-584
'er biliyorlardır onlar, boşa sallamazlar; ayaküstü o kadar söyle-yebildi o gün.
Ne yapacağını bilmeden kalktı. Tam Sahaflar'a yürüyecekti ki karşıda, Beyazıt
Kitaplığının kapısından çıkan bir-iki yana sallantılı yürüyüşü, gözlükleri...
Tamam, tarih öğretmeni Nairn. Rastlantıya bak. Epeyi kavgalan olmuştu Konya'da.
Sağcı, gerici, Osmanlıcı... Nurcu olduğu da söylenirdi. Naima diye alay
ederlerdi. Kurban olmuş Naima'ya!.. İstanbul'daki liselerden birine atanmıştı.
Nairn şöyle bir baktı uğultulu alandan yana, umursamadan döndürdü başını,
Sahaflar'a doğru yürüyüp gitti. Duraladı Kenan. Ne duruyorsun? Yürüsene sen de.
Bak ne rahat gitti herif. Onun. kavgası değil. O ki senin de değil... Uğultular,
bağnşmalar artmıştı. Döndü, ağır ağır girdi cami avlusuna. Alana açılan kapıdan
çıktı. Öğrenciler parmaklıklarda salkım saçaktı. Bir şeyler söylüyorlardı alana
doğru. Halk anlamamıştı. Kenan duymuştu. Ankara'da da öğrenciler çarpışmış.
Demek orada da başladı. Öğrenciler topluca bağırmaya başladı koro biçiminde.
Ankara'da o gün padak veren üniversite olaylarını duyuruyorlardı. 11 şehit... 17
yaralı... Alanda yeniden dalgalanmalar, uğultular başladı. Bütün alanı ürperten
bir koro daha yükseldi parmaklıklardan: ANKARA YANIYOR... ANKARA YANIYOR...
ANLAMADINIZ MI?.. Yer yer topluca yanıüayan oldu. ANLADIK. Gittikçe artan bir
gerilime doğruydu alanı çevreleyen halk. Öğrenciler yine Hürriyet diye bağırmaya
başladılar. Osman Paşa marşını tutturdular yeniden. Yine Hürriyet, yine Ankara
olayları, yine Osman Paşa marşı... Artık yer yer halk da katılıyordu
bağrışmalara, marşa. Kenan da kaptıracaktı kendini nerdeyse. Bir ara katıldı
bile... Sonra hep
aynı şeylerin yinelenmesi ile yitirdi evecenliğini. Kuşkulan ağır basıyordu.
Yöresine bakındı. Güvenebileceği hiç kimse yoktu sanki. Bir silah patlasa hepsi
pır!.. Başta da sen! Silah filan patlayacağı yok. Askerler belli etmemeye
çalışıyorlar ya, bayağı tatlı bakıyorlar olanlara. Üniversite'yi de kuşatmışlar
zaten, bir kaynaşma görülüyordu. Kenan, gerilerden, duvar diplerinden ağır ağır
geçti. Emekli yarbay olduğunu söyleyen bir siville bir 535 yüzbaşı
tartışıyorlardı. Tartışmak da değil, yarbayın, yurttaşlara sert davranılmaması
konusunda sinirli sinirli yaptığı uyarıya, görevli yüzbaşının, saygılı bir
dille, katıldığını söylemesiydi. Bundan yumuşak davranış ne olacak?
Yöresindekilere gösteri peşinde sayın yarbay! Caddeye indi, tümseklerden
adayarak karşıya geçti, Marmara Sineması'nın önüne doğru yürümeye başladı.
Halkla asker ilişkileri aynıydı hep. Dün kavgaların oluştuğu yerlere bakınca bir
burkulma duydu içinde. Günsel de buralardaydı demek. Eşşek, hayvan, korkak
ben... Değilim korkak. Gün-sel'in yaptığı doğru mu?.. Fahir Cemaller... Siktir
et şu peze-venkleri. Çocuklar dövüştü polisle, sen kaçtın. Günsel kaçmadı. Ne
oldu kaçmadı da?.. Harcandı pisi pisine. İyi, sen kurtuldun pisi pisine
harcanmaktan, yap bakalım ne yapacaksın? Bir telefon daha etsem mi?.. Saat bire
geliyordu. Arandı, arka sokaktaki bir kepapçıda vardı telefon. Et, yağ
kokulanyla içi bulanıyordu numaralan çevirirken, küt küt atıyordu yüreği. Biraz
bekledi. Matmazel çıkmıştır. Burak geldi soluk soluğa. Eczacı Fadıl Bey diye
biri telefon etmiş, bir de matbaadan aramışlar. Bir doçent de kitabım
getirecekmiş. Başka yokmuş, Fadıl Bey evin telefonunu istemiş, vermiş o da...
İyi bok yemiş. Bir şey demeden kapattı telefonu. Çıktı, dün geçtiği sokaktan
Laleli'ye doğru yürümeye başladı. Belki de bize gitmişlerdir Fadıl Bey'le sünepe
kızlan. Bırakır mı hiç Nermin?.. Bereket sokağa çıkma yasağı var, akşam
yemeğinde alıkordu yoksa. Mudu yuvamızın, mudu anılarını söyleşip dururlar.
Gözleri dolar durur Nerminciğimin de. Ne yapacağım bu zavallı ile ben?..
Günsel'siz. Bir hıçkınk takılır gi-
bi oldu boğazına. Toparladı kendini. Ağzı acıydı, bir kazıntı vardı midesinde.
Caddeye saptı. Köşedeki sandviççiye girip bir şişe süt aldı. Peynirli sandviçle
yudumladı ağır ağır. Güç yutuyordu aslında. Caddeye çıkınca duraladı. Beyazıt
Alanı'na mı dönecekti yine?.. Ne var orada?.. Günseller'e mi uğrasam bir. Ne
olacak uğrayacağım da? Kocakarıyla bakışıp duracağız karşılıklı. Ya da ağlayıp
sızlamaya başlayacak, onunla uğraş bir de... Kimseyle uğraşamam. Kendimle
uğraşmam yetiyor da artıyor bile. Yukarda ilerde Edebiyat Fakültesi'ne ilişti
gözü. Oraya mı uğrasam bir?.. Uğrayalım bakalım. Yürüdükçe umutlanıyordu, sanki
orda bulacaktı Günsel'i. Fakülte'ye yaklaşırken umut yavaş yavaş çöküntüye
bıraktı yerini. Nedensiz. Umut çok mu nedenliydi? Şaşkın kaldı Fakülte önünde.
Kapılar kapalıydı. Dönecekti ki kapıdan çıkan, daha önce birkaç kez gördüğü
yaşlı odacıyı tanıdı. Önünde durup baktı adama. Yaşlı adam da duralayıp kuşkuyla
baktı yolunu keser gibi duran Kenan'a. Tanımamıştı. Nerden tanıyacak? Yolunu
döndürüp gidecek gibiyken Günsel'i sordu Kenan. Yukarda mıydı? Adam kuşkulu
durdu bir, sonra anımsamış gibi gözlerini açıp kaşıyla birlikte başını da
yavaşça yukarı kaldırdı.
— Yok, dedi, iki gündür gelmedi.
Döndü Kenan. Ne var yıkılacak? Bilmiyor muydun? Öylesine bir bezginliğe düşmüştü
ki... Çekip gitmek uzaklara, ne bileyim, Edirne'ye, Van'a gitmek. Bok var sanki
oralarda. Kendini götürdükten sonra nereye kaçacaksın? Dalgın girip çıkmaya
başladı sokak aralarına. Dar bir yokuşa vurdu bir ara, sonunda Şehzade
Camisi'nin duvarları karşısında, caddede buldu kendini. Dalgın bakındı yine.
Askerler, askerler, her yanda askerler vardı. Sağa kıvrıldı, Şehzadebaşı'na,
Vezneciler'e doğru aynı boşlukta yürüdü bir süre. Palet izleri vardı yolda.
Sinemaların önünde durup bakındı. Turan Sineması'na gelirdik Naşit'e. Üç filmden
sonra akşama Naşit başlardı. Ferah Tiyatrosu yanmıştı sonraları. Şu sokağın
içinde yeni bir kapıya taşınmıştı Yüksek Öğretmen
Okulu. Fen-Edebiyat Fakülteleri'nin çeşitli dallarından büyük ozanlar, yaratıcı
yazarlar, yeni kuramlar peşindeki düşünürler, dâhi matematikçiler, fizikçiler,
şimdi ilerdedirler? Ne var bilmeyecek? Düzen görevlisi bürokrasinin köhne
basamaklarında damla damla biriken aylıklara bağlandılar. Akşamları sıcacık
yuvalarında yorgunluk kahvelerini yudumlarken kızlı oğlanlı döllerinin
yarınlarını düşünüyorlar tedirgin tedirgin. Akşamcılığa 537 vurmuştur çoğu.
Vahit gerçekten yetenekliydi içlerinde. Azerbaycanlı doçentle ne dalga geçerdi
ya... Herif de ne cahildi. Cahil, ahlaksız, korkak. Sovyet devrimine sövüp
sayar, ahlak bırakmadılar diye, gözüne kestirdiği kızları odasına çağırıp
saldırır. Savaş yıllarında Almanlar'la, Almancılar'la da ilişkileri olmalıydı.
Türkoloji bu karanlık grupların elindeydi o günler. Vahit'ten ödü patlardı
herifin. Güzel şiirleri de vardı oğlanın. Fransa'ya gittiği duyuldu bir ara.
Rimbaud, Baudelaire delisiydi. Sonra öğrenci müfettişi olmuş dediler. Sonra
da... Dili varmıyordu bir türlü. Severdim. Yalandır belki de... Bu aşşağılık
düzene ajan olacak kadar kararamaz öyle zekâ! O da senin küçük-burjuva kuruntun.
Nice aşağılık düzene kölelik etmiş ne zekâlar var. Olur, her şey olur bu ülkede
de. Ya Beyazıt'ta olanlar? Bir bok olduğu yok Beyazıt'ta. O da bir sürü ajanın
işi belki de. Daha ne dolaşıyorsun öyleyse? Bas git sen de işinin başına, akşam
da evine dön. Değişmez bu ülke nasıl olsa? Günsel gibi harcanır gider insan.
Ferah Sineması yanındaki arsadan, Vezneciler'den Beyazıt'a uzanan zırhlı zırhsız
dizi dizi asker araçlarına baktı bir süre. Aynı kurşun gibi ağırlıkla
Kemeraltı'ndan geçti. Vefa'yla Süleymaniye arasında yıkıntılı, kirli, güneş
uğramaz gibi ıslak, duvarlarla çevrili dar sokaklarda yürümeye başladı. Gidip
gelen kızlı erkekli öğrenciler geçiyordu yanından. Yurtlarla dolu bu yöre. Bizim
günlerimizde de öyleydi ya, şimdi iyice dolmuş. Bir ara Vefa'ya dönüp boza içmek
geldi içinden. Saçmalığa bak. Sevsem bari. Süleymaniye'ye giden yola çıktı.
Yanda, Üniversite duvarı dibinde askerler dolaşıyordu aralıklı. Üniversite
Kitaplı-
ğı'nın bulunduğu sokaktı burası. Bir asteğmen gidip geliyordu sokak boyunca, bir
şeyler söylüyordu erlere. Çavuşlar onbaşılar vardı. Bir cip geldi durdu ilerde.
Yüksek rütbeli subaylar vardı içinde. Koşan asteğmene içerden bir şeyler
söylediler, hazır olda dinledi genç adam. Hızla dönüp gitti. Uğultular geliyordu
bahçeden. Kenan dönüp Beyazıt'a doğru yürümeye başladı sokak boyunca. Yandaki
parmaklıklı kapılarda erler vardı. Kadınlı erkekli siviller de vardı sokakta.
Parmaklıklar ötesindeki öğrencilerle konuşuyorlardı. Anneleri, babalan,
yakınları olmalıydılar. Biraz daha yaklaşıp ilgiyle baktı Kenan. Sigara paketi
uzatanlar vardı öğrencilere. Sandviç, yiyecek uzatanlar vardı. Karşı çıkmadan
bakıyorlardı kapıda bekleyen erler. Saate baktı Kenan. Üçe geliyordu. Yaklaştı
kapıya. İçerde, heykelin çevresinde öbek öbek öğrenciler vardı. Gidip gelenler,
dolaşanlar, ağaçlar altında toplanmış tartışanlar. Bir kız söylev çeker gibi
ellerini kollarını sallayarak bir şeyler anlatıyordu yöresindeki kızlı oğlanlı
bir yığma. Karşı koyanlar olmalıydı, karıştılar bir ara, sonra yine başladılar
kızı dinlemeye. Beyazıt Kulesi'nin dibinde gidip gelenler, toplananlar
görülüyordu. Bahçeye dağılmış, devinim içinde sürekli yer değiştiren bir
kalabalıktı görünen. Aralarındaki asker giysililer de göze çarpıyordu. Kızlar
daha azdı erkek öğrencilerden. Ne istiyor bunlar? Neyi bekliyor? Bunlardan
biriydi Günsel de. Döndü, Süleymaniye'ye doğru uzaklaşacaktı ki deminden beri
gözünü sürekli kendine dikmiş, buruşuk, kara yüzlü, yaşlıca birine takıldı.
Kimdi bu? Tanımıyorum. Peşime takılanlardan mı yoksa? Karıştırmaya başladık
artık. Yan gözle bir daha baktı adama, o da Kenan'ı kolluyordu kaçamak.
Yürüyeyim, bakayım gelecek mi peşimden? Hay Allah tanıyorum ben bu adamı. Bir-
iki adım atmıştı ki bir sesle donup kaldı.
— Kenan!..
Döndü. Bütün düşünce zinciri kopuvermişti birden. Parmaklıklar ardından, hüzünle
gülümseyerek el sallayan Gün-sel'di. Bir şey demek istedi, beceremedi. Kızdı da
üstelik. Ne
arıyorsun burada diye bağıracaktı nerdeyse. Nerdesin sen? Günsel kapıdan çıkıp
aynı acılı gülümseme ile yaklaştı, uzattı elini, çabucak açıklamak gereği ile
aldı hemen.
— Biraz önce geldim ben de, dedi. Telefon edip Burak'a söyledim buraya gelmeni;
bakmıyordum.
Kapıyı geçmişler, duvann kıyısına çekilmişlerdi. Yeni yeni kendine geliyordu
sanki Kenan. Tutamamış da kucaklayacakmış gibi eğildi öylece. Günsel
sezinlemişti, gülerek geri aldı kendini. Çevredekilere bakındı belli etmeden.
Aynı sıcak gülümseme ile:
— Sakın ha, diye fısıldadı, rezil oluruz valla... Dilinden kur-tulamam
çocukların.
Dili çözülmeye başlamıştı Kenan'ın da:
— Peki, peki, dedi, ne oldu anlat. Haydi gidelim artık.
Bir şey demeden aynı sıcacık gülümseme ile bakıp duruyordu Günsel. Gözleri
halkalanmış, yüzü süzülmüştü. Sol kaşı ile şakağı arasında hafif bir şişlik
vardı sanki. Nasıl tatlı, nasıl güzel, nasıl sımsıcakü. Sarılıp yüreğine
bastırmamak, öpücüklerle donatmamak için kendini güç tutuyordu Kenan. Birden
akıl etmiş gibi:
— Bir şey yaptılar mı sana? dedi. Kötü davrandılar mı? Üstünde durmak
istemiyormuş gibi başını çevirdi Günsel.
Sonra yine gülümseyerek baktı Kenan'a:
— Bir hoş geldin dediler, dedi. Önemli değil. İlk kez niyetleri kötü gibiydi ya,
sonradan değişti nedense. Torpilliler arasına aldılar bizi de.
Bir taş mı vardı bu sözlerde? Ürperdi Kenan. Ne diyeceğini bilemedi, gözlerini
kaçırdı. Dönüp ağır ağır yürümeye başladılar sokak boyu.
— Bağışla Kenancığım, dedi Günsel. Sabahtan bıraktılar bizi. Sekiz yoktu eve
vardığımda. Biraz uzanayım dedim, uyuyakalmışım; teyzem de kıyamamış
uyandırmaya. Bir'i geçiyordu çocuklar geldiğinde. Doğru buraya... İçerden
telefon açtım sana.
Yine kendine kızdı Kenan. Doğru eve gitse bulacaktı demek. Ne sersem herifim
ben!..
Kendini suçlamaktan kaçar gibi, birden:
— Kim çocuklar? dedi. Günsel duralamış gibi baktı.
— Handanlar filan, dedi yavaşça.
Akıllı iş değil bu benim sevgim. Kötüye işliyor kafam, sağlıksız işliyor. Yanlış
sevgi bu. Bundan doğru neyin var budala?..
— Gitmeyecek miyiz hemen? dedi.
Çekingen, üzgün bir gülümsemeyle durup baktı Günsel.
— Ben de nasıl istiyorum bilsen, dedi yavaşça.
Apaçık bir özlem vardı sesinde. Toparlanıp ekledi hemen.
— Olmaz ama. Nasıl bırakırım çocukları?.. Kenan biraz da kızgın:
— Neyi bekliyorsunuz? dedi birden.
Günsel önce şaşalar gibi oldu, sonra yarı alaylı:
— Bilmem, dedi, Hürriyet'i bekliyoruz!..
Durmuş, gülerek bakıyordu Kenan'a. O da biliyor ya yaptığı işin saçmalığını!..
Yıllar yılı gözler yollarda beklenen özgürlük, bir avuç çocuk bağırıp çağırdı
diye bahçeye gelecek!..
— Kimler var içerde?..
— Bizden tanıdığın herkes var hemen hemen, dedi Günsel.
— Sermet'i de bıraktılar mı?..
Gösterdiği çaba, şu iki sözcüğü söyleyişindeki anlamlı vurgu-luluğu, acılı
kıskançlığı örtbas etmeye yetmemiş gibi geldi Kenan'a. Polisler Sermet'e
saldırınca Günsel de... Oralı değlidi Günsel. Aldırmamayı mı yeğlemişti?
— Sabahleyin bırakmışlar onları da, dedi. Epeyi hırpalamışlar zavallıcığı... İyi
oğlan çıktı o da...
Gülerek baktı Kenan'a:
— Doğrusu pek güvenim yoktu, dedi.
Şaşalamıştı Kenan. Belli etmemeye çalışıyor, ne diyeceğini bilemiyordu. Seni de
iyi biliyordum, kötü çıktın mı demek istiyor? Daha bilmiyor ki beni. Kötü mi
çıktım ben?
— Handan'ı görmeliydin, dedi Günsel, evecenlikle... Aslan Juz vallaaa!.. Hiç
belli olmuyor.
Günsel'in her söylediği öylesine yaralıyordu ki Kenan'ı, durdu, kaskatı kaldı
bir an. Bir şeyler demeliydi kurtulmak, biraz olsun gevşetmek için.
— Ne belli olur bundan? dedi soğukça. Pisi pisine gidecektiniz az kalsın. Halk
Partisi'nin oyunu.
Günsel de duralamıştı.
— Kesin değil o kadar, dedi. Hem yine de bir olumlu yanı var. Birikim ne de
olsa. Kavgayı öğreniyor çocuklar. Bir görsey-din nasıl kıydı canavar herifler.
Çok ölü diyorlar. Dört beş kişi yöremizde yıkıldı.
Sustu, sonra yavaşça ekledi:
— Küçük de olsa bir denemeden geçmek kötü mü?
Bir görseydin diyor. Nasıl anlatacağım buna her şeyi gördüğümü? Bir cip
geçiyordu. Günsel dönüp tedirginlikle bakındı kapıya.
— Ben gideyim Kenancığım, dedi. Bahçede kalmak kararı var.
Acılaştı sesi:
— Dünkü yaralıları, ölüleri istiyor çocuklar. Sonra çabucak ekledi.
— Duydun değil mi? Ankara'da da büyük olaylar olmuş. Orada da çok ölü var
diyorlar. Bakalım ne çıkacak.
Başını salladı Kenan. Bir şey demek gelmiyordu içinden. Tek isteği Günsel'i alıp
kaçmaktı buralardan. Kapanmak eve. Ne yapayım, bencillik... Kapıya dönüyorlardı
suskun, ağır. İrkilerek durdu Kenan. Deminki kara kuru herif gözlerini dikmiş
bakıyordu yine. Başkaları da vardı yöresinde kadınlı erkekli. Belli etmemeye
çalıştı, önüne bakarak fısıldadı Günsel'e:
— Şu herifi görüyor musun? Askerin ardında, lacivert giysili. Yarımda kara
başörtülü kadın var.
Günsel de sezdirmeden bakıyordu Kenan'ın tanımladığı yere.
— Gözü bende, dedi Kenan; tanıyacak gibi oluyorum, çıkaramıyorum. İzleyenlerden
belki...
Günsel gülümseyerek yaklaştı adama. Kenan şaşalamıştı.
— Merhaba, dedi.
Adam da tedirgin bir gülümsemeyle sokuldu ağır ağır. Rumeli ağzıyla: 592
— Merhaba kızcağızım, dedi. Ben de benzetirim diye baka-
rım. Ne kaa değişmişsin be Günselcik. İçerdesin sen de?..
Bahçeyi gösteriyordu başıyla.
— İçerdeyiz Eşref Ağabey.
— Bizim Mustafa burda. Hukuk'tadır, ona bakarım ben de... Ağbin nasıldır?
— İyi, dedi Günsel, İzmir'de.
— Bilirim, dedi Eşref, selam yazasın.
— Olur, dedi Günsel.
Ayrılacaktı ki Eşref, bir-iki adım yanda konuşmayı dinleyen Kenan'a baktı.
Tanıtmak zorunluğu duydu Günsel. Gülümseyerek:
— Arkadaşım Kenan, dedi. Eşref Ağabey. Şöyle bir durdu Eşref, başını salladı
hafifçe:
— Tanaarım Kenan Bey'i, dedi. Çok eskiden tanaanm. Gülümsemeye çalışarak bir
adım atü Kenan, elini uzattı. Eş-
rePin uzatıp avcuna bıraktığı elini, içtenlik gösterisiyle sıkıca tutup salladı.
— Sevindim, dedi. Kusura bakmayın, çıkaramadım birden. Hiç de sevinmemişti oysa
ki. Kuruntulu yakıştırmasından
utanç içindeydi Günsel'e karşı. Senin yüzünden bir belge daha korkaklığıma.
— Öğrenciydi o zamanlar daha, dedi Eşref. Zekai vardı sizde... Kırk dörtte...
Önce irkildi Kenan kırk dört sözüyle; sonra bulanık bir şeyler belirdi
kafasında. Hele Zekai deyince. Karmakarışık, sağlıksız, keskin zekâlı, birkaç
yılda bir fakülte değiştiren bir oğlandı.
Tarihte'ydi o yıllar. Aristo'dan girip İbni Haldun'dan çıkar; bir gün Allah'ın
varlığını, bir süre sonra yokluğunu matematikle tanıtladığını söylerdi.
Kasımpaşa'daki devrimci işçilerle de bir işbirliği vardı ya, da bulanıktı her
şeyi gibi.
— Nerdedir şimdi Zekai? Güldü Kenan:
— Bilmem, dedi, on beş yıl var ki görmedim. Bir ara İsveç'e 593 gittiğini
söylemişlerdi.
Sorduğuna bak herifin? Ne sorsun? Aklında kalan o demek. İyi ki başka şeyler
değil! Sorusundaki anlamsızlığı Eşref de anlamış gibi döndü Günsel'e:
— Kollayın kendinizi kızcağzım, dedi. Üzüntüyle salladı başını hafifçe:
— İnsaf, acıma kalmadı heriflerde. Zaten yoktu ya, biz bilirdik.
İzin istedi Günsel, güle güle derken Kenan'a da selam yerine şöyle bir baktı
Eşref. Ayrıldılar. Deminki kuruntusu üstüne konuşmaktan kaçar gibi başı
önündeydi Kenan'ın. Sezinlemiş gibiydi Günsel de, açmıyordu o konuyu. Kapı,
duvar dibinde birikenleri geçip biraz ilerde durdular. Dayanamamıştı Kenan:
— Kim bu adam? dedi yavaşça.
— Eşref Usta, dedi Günsel. Kasımpaşalı. Şimdi bakkallık yapıyor sanırım. Eski
tütüncülerden. Çok iyi derler.
Daha üstelemekten kaçınır gibi elini uzam birden.
— Hadi Kenancığım, dedi, hoşça kal.
Marş başlamıştı yine içerde. Dönüp kapıya baktı.
— Şimdi bu er de içeri bırakmazsa beni?
— Keşke, dedi Kenan.
Gülerek baktı Günsel, şakaya almıştı. Öyle içten dilemişti ki Kenan. Olacak şey
değil ya... Kapıdan giremezse duvardan adar. Kahrolur yoksa bu kız.
— Peki nasıl buluşacağız? dedi yavaşça. Gülümsüyordu Günsel. Ne desindi?
— Ben de gelsem içeri?..
İçtenlikle söylemişti Kenan. Güldü Günsel. Acılı bir özlem vardı gülüşünde.
İstemez miydi?
— Olmaz Kenancığım, dedi.
Kenan bilmiyor muydu olmayacağını? Niye olmaz? Allah belasını versin.
— Şimdi git, dedi Günsel; olaylara göre ararım seni. içerde telefon var.
Uysallıkla başını salladı Kenan:
— Uyanık ol Günselciğim, dedi. Boş değil o adamın dedikleri. Eşref miydi?
Harcatma kendini pisi pisine.
Sonra dalgın, acılı fısıldadı yavaşça:
— Sensiz ölürüm ben.
Evecenlikle yüzü kızardı Günsel'in. Gülümsedi.
— Dünü adattık ya ölmeyiz artık, dedi yan alaylı.
Birden acılaştı yüzü. Dudaklarıyla gizli bir öpücük gönderdi Kenan'a. Kapıya
döndü, tam bir kızla oğlan çıkarken daldı içeri. Bahçede koşar gibi uzaklaşırken
dönüp hafifçe el salladı. Öylece kalmıştı Kenan. Gitti yine işte. Uzun bir süre
bakıp kaldı.Günsel çoktan karışmıştı bahçedeki kalabalığa. Bir ara yanında kızlı
oğlanlı birkaç öğrenci, heykele doğru giderlerken görür gibi oldu. Sonra iyice
yitirdi. Burada durmanın ne anlamı var? İşyerine gidip telefon bekleyeyim bari.
Üç buçuk olmuştu saat. Tadı bahar güneşi altındaki sokak daha da
kalabalıklaşmıştı. Yeni askerler de gelmişti. Duvarlarda öğrencilerle konuşan
kaygılı, üzüntülü ana babalar, yakınlar da çoğalmaya başlamıştı. Kenan,
Vezneciler'e inen sokağa saparken ilerde, parmaklıklardaki bir öğrenciyle
konuşan Eşrefi gördü. O da göz ucuyla Kenan'a bakıyor gibiydi uzaktan uzağa. Bir
an önce işyerine varıp telefon başında olmaktan başka düşüncesi yoktu Kenan'ın.
Yürüyecek gibi de değildi, öyle yorgundu ki... Sokak arasmda bir arabaya
rastlayınca atladı hemen. İşyerinin sokağında Rasim'in Citroen'i duruyordu. Önce
sevindi, sonra canı sıkıldı. Söyleyecek nesi kal-
dı ki bu herifin? Sabahtan nerdeydin itoğluit? Deliye döndürdün beni. Burak
kapıda atılır gibi karşıladı, göz aydınlığı verecekti nerdeyse. Günsel Hanım
telefon edip... Başını salladı Kenan, biliyorum anlamına. Bozulur gibi oldu
çocuk. Nermin Hanım aramış bir de... Yukarı çıktı Kenan. Rasim koltuğa yayılmış,
elinde sigara, kahvesini içiyordu.
— Hasreder kavuştu mu? dedi.
— Hani sabahtan gelecektin? Fincanı masaya bırakırken:
— Bir senin işin mi var bu dünyada? dedi Rasim. Kurtulama-dım bankadan. Telefon
edecek gibi de değildi.
Alaylı ekledi sonra:
— Hem sevgilisi geldi, bizi ne yapacak artık? dedim. Kadanacağız bu herifin
zevzekliklerine. Oturup bir sigara
yaktı. İnceliyormuş gibi gözünü Kenan'a dikmiş, öylece bakıyordu Rasim. Bir
şeyler yumurdayacak. Hep böyledir it. Ödetecek yaptıklarını. Binmeyeceği eşeğin
önüne ot kor mu?
— Söyle, dedi, ne söyleyeceksen. Bakıp durma.
— İyi tanıyor musun sen bu kızı? dedi Rasim birden. Öylece bakıştılar biran.
— Ne olmuş da?., dedi Kenan.
Derin derin çekti sigarasını Rasim, üfledi. Üzgün baktı. Ya da öyle görünerek
baktı. Etkilemek istiyor beni aklınca. Söyle bre puşt!.. Aşağı yukan biliyorum
ne diyeceğini ya, söyle.
— Bak Kenancığım, dedi yavaşça, sana takılırım ben ya, bu iş başka.
Durdu. Söyleyeceği şeyin önemini belirtmek ister gibi suskun bakıyordu.
— Fişliymiş bunlar, dedi birden. Soycak fişli.
Bir sessizlik oldu. Ta içinden bir ürperti geçmesini önleyememişti Kenan.
İstediği işte bu, puştun.
— Fişli olmayan var mı bu ülkede?
— Bu öylesi değil oğlum, dedi Rasim. Ayağını denk al. Dan
dan adam vuruyorlar sokaklarda. Çoluk çocuğuna yazık. Gidersin valla, başka şeye
benzemez bu iş.
— Kimin gideceği belli değil daha, dedi Kenan.
Şöyle bir bakıp kalktı Rasim, benden bu kadar gibi. Üstelemedi Kenan da. Ağırına
gidiyordu sormak. Başka ne söyleyecek? Söyledi söyleyeceğini. Asıl önemlisi,
bunlan nerden, kimlerden 596 öğrendiği bu herifin? Onu da söylemez. Söylese de
ben istemem öğrenmeyi. Suç ortaklığı gibi olur bu hergeleye. Kenan da kalkmıştı.
Eyvallah deyip merdivenlere yürürken birden döndü Rasim:
— Söyle ona da bir daha paçayı kaptırmasın, dedi. Zor kurtarır.
Kenan'ın bir şey demesini beklemeden inip gitti. Tehlikeli bu herif, çok
tehlikeli belki de. Yararlanalım derken... Kesin bildikten sonra ne bok
olduğunu, ne zararı olacak? İşkilli bir yanı kalmadı, iyice ortaya koydu
kendini. Çoluk çocuğuna yazık diyor. Nerden çıktı çoluk çocuk? Bir Zeynep için
çoluk çocuk denir mi? Yenisini de biliyor bu herif. Yoksa... Siktiret ulan, yine
sokma kafam bu pisliklere. Bunca şey var düşünecek. Bir telefon etse Günsel.
Öylesine dalmıştır ki şimdi o, aklından bile geçmi-yorsundur. Seviyor beni.
Nasıl sıcaktı o kaçamak öpücüğü. Dudaklarını... Burda oturup beklersem
dayanamayacak sinirlerim, ineyim, Burak'la oyalanırız biraz.
Yalnızdı Burak. Kasa yanındaki tabureye ilişirken:
— Ne dersin? dedi. Nereye varacak bu işler? Soruya sevinmişti Burak. Evecenlikle
gülümsedi:
— Belli değil mi ağbi? dedi kızararak. Sonra da sertleşti:
— Kan döktüler, dedi. Kalmaz yanlanna.
Niye iyice tanımam, eğilimlerini iyice öğrenmem şu çocuğun? İlginç bir oğlan bu.
Gittikçe de bilinçleniyor olmalı. İhtiyar bir anası, Belediye'de daktiloluk
eden, evde kalmış, çirkince bir ablası var. Bir gün gelmişti. Oğlan da liseyi
bitirince Ticari
Biümler'e girmek istiyor. Bir şeyler daha soracaktı, gelen giden başladı yine.
Bir ara Kenan da daldı alışverişe ya, kafası sürekli GünsePdeydi. Telefon
çalınca irkilerek fırladı. Ya Günsel değilse? Öyle bozulacaktı ki... Kaparak
açtı telefonu:
— Kenancığım merhaba. Mutluluk doldu birden.
— Söyle canım, dedi. Geliyor musun? Gülüşünü duyuyordu.
— Yok dedi. Nerdee? Yemin ettik çıkmamaya. Bu gece hurdayız. Sen gelir misin
bana?
Soru mu bu da? Ordalar mı bu gece?
— Geleyim, dedi Kenan, hemen...
— Dur, dedi Günsel, şey... Gelirken ekmek getirebilir misin bize? Peynir, zeytin
filan. Sigara biraz da... Çocukların parası yok pek. Topladık bir şeyler ya...
— Ne kadar ekmek? Yirmi, otuz yeter mi?
— Getir işte bir şeyler, dedi Günsel. Hemen kapatmak gerekiyor, bağışla. Bugünkü
yerde bekleyeceğim, kapıda. Hoşça kal.
Telefonu kapatınca bir an kaldı öylece. Dokuzdan sonra dı-şarda kalmayı
yasakladı sıkıyönetim. Bahçede bırakırlar mı bunlan? Hır çıkacak yine. Hem bu
kez askerlerle. Hani ne oldu, yaşasın şanlı orduydu? Bir acılık oturmuştu içine.
Dan dan adam vuruyorlar sokaklarda. Fişli bunlar. Yüreksizliğin mi tuttu yine?
Kendimi mi düşünüyorum ben? Günsel'in bir kurşunla delinmiş güzel yüzü geldi
gözlerinin önüne. Yüreğinde dayanılmaz bir sıkışma duydu birden. Acıyla firladı.
Laf değil, gerçekten dayanamam. Doğru mu bu yaptığı? Halk Partisi'nin oyunu...
Kapat artık be!.. Bir söz bellemişsin sen de!.. Dünkü korkunun sığınağı o.
Kavganın böyle sertleşmesini çok mu ister Halk Partisi?.. Nasıl gerçekçi koydu
Günsel sorunu... Bırak Günsel'i, şu Burak kadar bile olamıyorsun korkudan. Kolay
mı? Sokaklarda dan dan...Çoluk çocuğun var! Korkuymuş! Sıçayım ağızlarına
vurmazlarsa beni de... Koşarak indi merdivenleri. Bugün gelmeye-
ceğini söyledi Burak'a. Evecen davranışı, devinimi Burak'ı kaygılandırmıştı.
— Bir şey mi oldu ağbi?
— Bildiğin şeyler, dedi Kenan. Bu gece bahçedeymiş çocuklar, çıkmayacaklarmış.

Birden coşkuya kapılmıştı Burak da...


— Günsel Abla'ya benden de selam, ağbi, dedi. Ağzından kaçırmış gibi kızardı.
— Olur, Burakçığım. Aleykümselam!..
Dayanışma gösterisi oğlanın. Çıkarken saate baktı Kenan, altıya beş vardı.
Ekmek, zeytin, peynir, sigara. Başka ne gider ki?.. Nasıl götürmeli?
Şehzadebaşı'na çıkayım önce. Hepsi vardır orda. Bir araba çevirdi yokuşun
başında. Çenesi düşük bir şoföre rastlamaktan çekinmişti. Uysal, sessiz, yaşlıca
biriydi şoför. Yardımcı oldu Kenan'a. Hem de hiç tıraşa kalkmadan. "Sucuk da
alsanıza," dedi yalnız bir ara. Sucuk da aldılar. Vefa'dan geçip sokağa
girdiklerinde yediyi bulmuştu. Sokak öğlenki gibiydi yine. Yalnız çocuklara
getirilen öteberiler veriliyordu parmaklıklardan. Ekmekler, peynirler,
sigaralar. Bir bakkal zeytinyağı yollamış bir ufak teneke. Gülerek onu da
aldılar çocuklar. Bir duygululuk vardı havada. Bekleyen erler, subaylar durgun,
sessizdiler. Günsel yanında tanımadığı başka çocuklarla bekliyordu parmaklıkta.
Gülerek el salladı. Şoförle birlikte taşıdılar yiyecekleri. Erler bırakmazlarsa
diye korkmuştu Kenan, karışmıyordu kimse. Şoförün parasını verip göndermeden
yaklaştı.
— Başka bir şey? diye sordu GünsePe.
— Yok, dedi Günsel. Sağ ol.
Ekmekleri, paketleri alan çocuklar teşekkür bile etmediler. Öyle dalmışlardı
ki... Şoförü savıp dönünce duvarda yalnız buldu Günsel'i. Uçuk morsu halkalann
çevrelediği ışıl ışıl gözler sevgiyle bakıyordu. Mudulukla... Niye ayırıyor bu
duvar bizi? Beni de aralarına alsalar ne olur sanki?.. Birlikte gelsin ne
gelecekse... Şimdi onlar ele ele, omuz omuza... Handan, Sermet fi-
lan. Sermet... iyi oğlan çıktı o da... Bir ben miyim kötü çıkan? Hırsından
ağlayacak gibi oldu birden.
— Paran da yoktur senin, dedi.
Çıkardı, cüzdanındaki dört yüzlüğün üçünü uzattı. Gülerek başını salladı Günsel.
— Elli yeter, dedi, sağ ol.
Bir yüzlüğü zorla tutuşturdu eline. Gülüyordu Günsel.
— Kendini Vehbi Koç sanıyorsun galiba, dedi alaylı. Sonra aynı tatlılıkla,
yüzlüğü göstererek ekledi.
— Borç.
Borç dedi mi kesindi. Maaşı aldığı gün öderdi hemen. Boşuna olmuştu Kenan'ın bu
konudaki diretmeleri. Biraz daha yaklaştı duvara... Yöresini kollayıp fısıldadı.
— Seviyorsun beni değil mi?
Hüzünlü, duygulu baktı Günsel, Kenan güleceğini sanmıştı, şaşaladı. Anlamış gibi
gülümsedi Günsel.
— En az senin kadar, dedi.
Suskun kaldılar kısa bir an. Günsel toparladı çabucak, uzattı elini:
— Hadi güle güle canım, dedi. İyi şeyler düşün hep. Uyanmış gibiydi Kenan da...
Sımsıkı tuttu elini Günsel'in,
uzun süre bırakmadı. Kararsız bakıştılar yine bir an.
— Yasak saatine kadar buradayım, dedi Kenan. Günsel karşı koyacak gibiyken kesin
ekledi hemen:
— Teşvikiye'ye gideceğim sonra da. Başını salladı Günsel gözlerini
kırpıştırarak.
— Seni bekleyeceğim orda.
— Olur diyelim, dedi Günsel aynı hüzünlü gülümsemeyle, el sallayıp kayboldu
duvarın ardında.
Kenan bir süre kımıldamadan, dalgın kaldı öylece. Olur diyelim. Olmazsa? Ya hiç
olmayacaksa artık? Duvardan içeri atlamak geçiyordu içinden. Güç tutuyordu
kendini. Gürültüler, Çığlıklar, derinden bir marş sesi; Gazi Osman Paşa marşı,
koro-
ya benzer uğultular, bağnşmalar geliyordu bahçeden. En az senin kadar diyor. Her
şeyi öğrenince de mi?.. Dönüp baktı, aynı havadaydı sokak. Çocuklara öteberi
uzatanlar, karşılıklı konuşmalar, askerlerde sessizlik. Sokak boyunca yürümeye
başladı. Kapı önünde durup içeriye baktı uzun uzun. içerideki her şeye
imreniyordu. Yaşlanmışa sanki birden. Hem de şöyle böyle değil, yıllar
bindirmişti üstüne... Bunlar genç işte!.. Günsel genç... Sermet... İyi oğlan
çıktı o da... Doğal değil mi?.. Genç... Hem de ne talihli bunlar. Bizim
öğrenciliğimizde ner-deydi böyle kavgalar? Bir Hatay sorunu atmışlardı. Bir de
toplanıp bağıra bağıra yürürlerdi. "Yurttaş Türkçe konuş" diye. Zavallı
azınlıklara sataşırlardı Beyoğlu'nda. Ha, bir de bizim fakültede ikide bir
Mehmet Akif, Abdülhak Hamit törenleri yaparlardı. Kendini gösterme peşinde kızlı
oğlanlı bir-iki zibidi... Hükümete sığıntı işlerdi tümü. Sonra gelsin tanışma,
ayrılık çayları, baloları... Ona da biz uğramazdık ya... Yalnız bir kez Nermin
çok istemişti. Daha o zaman belliydi bu kızın ne olduğu. Görecek nerde? Şimdi
bile yitiriveriyorsun her şeyi bir gömüldün mü sıcak etine... Nasıl anlatacağım
Günsel'e? Perçin... At kafandan. Kavgada değilsen bile yakınındasın. Bak şurası
cephe. Çarpışıyor çocuklar. Dün de alanda vuruştular da sen... İyi oğlan çıktı
Sermet. Ortalık kararmaya başlamıtı yavaş yavaş. Duvardan konuşan öğrenciler de
kalmamıştı pek, yakınları da. Bir yaşlı kadın ilerde bekleyip duruyordu nedense.
Biraz sonra o da uzaklaştı Beyazıt'a doğru. Askerler dolaşıyorlardı sert,
sessiz. Üniversite Kitaplığı'nin kıyısındaki kuytu bir duvar dibine yaslandı
Kenan. Aynlamıyordu bir türlü sokaktan. Sekizi geçiyordu. Işıklar yanmıştı.
Biraz daha beklersem sokakta kalıp sıkıyönetimce tutuklanacağım. Nasıl bırakıp
giderim? Yürüdü, biraz kapıya sokulayım dedi, erler karşı çıktılar hemen. Bir
asteğmen yaklaştı.
— Dolaşmayın buralarda, dedi. Yasak, sokulmayın. Saatine bir göz attı asteğmen:
— Ateş emri verdi sıkıyönetim komutanı, dedi. Sokakta kalmayın, vakit doluyor.
— Peki bunlar ne olacak? dedi Kenan. Bahçedekileri göstermişti başıyla sertçe.
Asteğmen gözlerini
kaçınyordu sürekli. Üzgün, işkilliydi belli ki...
— Dağılacaklar, dedi yavaşça.
— Dağılmayacaklar, dedi Kenan. Yemin ettiler. Asteğmen uzaklara bakıyordu, erler
de tedirgindiler.
— Ateş mi edeceksiniz? dedi Kenan.
— Böyle şey sormayın, dedi sertçe. Hem gidin dedik size. Yasak işte
biliyorsunuz.
Sonra yumuşama gereğini duymuş gibi ekledi yavaşça:
— Sizin çocuklannızsa bizim de kardeşlerimiz. Yasak ama!.. Üniformasının düğmesi
ile sinirli sinirli oynayarak uzaklaşa
çabucak. Bizim çocuklarımız mı? Ne diyecekti ya? Biraz sıksan çocuğun olmaz mı
Günsel senin? Günsel orda. Yaşlıları bırakmıyorlar oraya. Koca bir duvar
çekilmiş aranıza, kör müsün? Yaklaşıp bakman bile suç. Bir sessizlik vardı
içerde. İnce bir kız sesi geliyordu. Evecenlik dolu... Özgürlük, vatan,
demokrasi, anayasa gibi sözcükler duyuluyordu aralıklı. Sonra yine koro başladı.
Yine bir sessizlik. Birkaç subay bir şeyler söylüyordu çocuklara. Tepkiler,
bağnşmalar, Osman Paşa marşı... Saate baktı Kenan, sekiz buçuğa yaklaşmıştı.
Yarım saatte evi bulamazsam sıkıyönetimdeyiz bu gece. Acıya battı. Yıkılacaktı
sanki bırakıp giderse. Gitmeyeceğim, dan dan vursunlar beni de bu sokakta. Bırak
aptallığı da çek git burdan, gülünç olma!.. Kimse vurmaz seni. Yarım saat sonra
ağzına burnuna iki tokat, çullanıp cipe attıkları gibi tıkacaklar içeri. Ayılıp
döndü, ağır ağır, koparak uzaklaşmaya başladı. Pencerelerde insan vardı.
Çıksanıza sokaklara be!.. Ne bakıyorsunuz ürkek ürkek, kapanmışsınız evlerinize?
Korkaklar! Uzaklaştıkça, Osman Paşa marşı derinden yankılanıyordu. Aşağı sokağa
saparken katılmış gibi oldu yüreği. Kavga filan da değil, bir tek Günsel vardı.
Hüzünlü gülümseyerek

öpücük gönderiyordu parmaklığın ardından. En az senin kadar diyor. Nasıl sever


benim kadar? Sermet de iyi oğlan çıktı. Niye bıraktılar sanki o oğlanı da? Ne
diyorsun? Araba bakacağım. Beşiktaş'a dönen bir taksi bulduğunda dokuza yirmi
vardı. Sokaklar boşalmaya başlamıştı iyiden iyiye. Kenan'ı Teşvikiye'ye bırakıp
Ihlamur'a inecekti adam. Hızla giderken şoför yolda birkaç kez söz attı. Bir
şeyler söylemek, boşalmak istiyordu. Asıl gece çalışırmış. Çoluk çocuğunun
nafakasıyla oynuyormuş bu sıkıyönetim. Suç öğrencilerdeymiş ya. Ne kadar
sürermiş bu? Sen Hanya'yı, Konya'yı öğreninceye kadar, budala. Kenan gözlerini
kapatıp sustu, adam dönüp baktı, o da sustu. Dokuza beş kala kapıdalardı.
Apartmana girip de merdivenleri çıkarken bir baygınlık duydu içinde. Bir şey
yememişti, dönecek gibi durdu. Her yer kapandı, ne yemeği? Uyuyacağım hemen.
Başka çare var mı? Nasıl geçer sabaha dek bunca zaman?.. Hemen uyuma-lıyım. Niye
bir uyku ilacı almadım? Anahtarı kapıya uzatırken merdiven ışığı söndü, yordamla
açtı kapıyı, girip örttü. Alacakaranlıktı içerisi. Camlardan benek benek uzak
ışıklar vardı. Elektriği yakmak gelmiyordu içinden. Aydınlıkta iyice ortaya
çıkacaktı yalnızlığı, Günsel'in yokluğu. Soycak fişli onlar... Günsel'i
vururlarsa bu gece?.. Ölümü düşündü. İçi yanıyordu.
XXVI
Bahçede, Beyazıt Alanı'na açık kapı yöresinde toplanmış, bağırıp çağıran,
marşlar söyleyen kızlı erkekli kalabalık anlamsız görünmeye başlamıştı Günsel'e.
Marşlara, bağrışmalara bir-iki o da karışmış, kanıksayıvermişti tezden. Daha
başkaları da olmalıydı kanıksayan, çekip gidiyorlardı. Yeni gelenler vardı ardı
arkası kesilmeden. Bir ateşli devinimle sürekli koşturan kızlı erkekli bir
görevli çekirdeği, yeni gelenleri kazanıveriyor, kesintisiz, kopuksuz sürdürüp
götürüyordu duygusal devinimi. Bir şey arıyor, bir şey bekliyor, bir şey
soruyordu herkes. Arananı, bekleneni, sorulanı bilen hiç kimse de yoktu sanki!..
Senato sürekli toplantıdaymış köşedeki yapıda. Bazı çocuklar yapıya girip
çıkıyor haber getiriyorlardı toplantı üstüne. Orduyla yazışmalar, söyleşmeler
oluyormuş. Dünkü ölüleri istiyormuş senato. Öldürülmüş yüz öğrenci sözü
dolaşıyordu. Kimsenin kesin bir şey bildiği yoktu bu konuda da. Fakülte'de
öğretim üyesi bir bayan-
la karşılaştı Günsel. Pek yakınlıkları yoktu ya, sevip saydığı bir kadındı.
Ağlamaktan kıpkırmızıydı gözleri. Üzüntüyle başını sallayıp:
— Ne olacak? dedi Günsel'e...
Ne diyeceğini bilemedi Günsel. Bu da bana soruyor! Profesörler de bir şey
bilmiyor demek!.. Bileceklerini mi sanıyor-604 dun?.. Sahneden tanıdığı ünlü
tiyatro oyuncusu bir karı-kocayı gördü bir ara; kadın, saçlarını genç bir
öğrenci gibi tepesinde toplayıp bağlayıvermiş, dolaşıp duruyordu ortalarda.
Acıklı bir panayır havasındaydı her şey. Marşlar, söylevler, bağrışmalar,
ağlaşmalar... Hele o ikide bir yinelenen Osman Paşa marşı... Nerden çıkmıştı bu
da... Bir süre diretti söylememek için... Kardeş kardeşi vurur mu? Dün alanda
üstümüze kurşun yağdıran, çocukları takır takır vuran itler kardeşimiz mi
bizim?.. Değil ki vurdular... O da katıldı sonunda bir-iki kez marş
söyleyenlere. Öğrenciler parmaklıklara çıkıp alana, halka bağırıyorlardı.
Ankara'da da kanlı olaylar oluyormuş, öğrenciler kurşunlanmış... Bir genç kızı
kör etmişler... Yaralı, ölü sayısı değişik biçimlerde ağızdan ağıza dolaşıyordu.
Bir kuşku uyanmaya başlamıştı içinde; inanamıyordu sanki. İnanmaz olur muyum,
inanıyorum da... Yalancı bir şey dolanıp duruyor orta yerde... Sağa sola
koşturan tanıdık tanımadık öğrencilere bir süre daha baktı. Sıvışır gibi yavaşça
uzaklaştı kalabalıktan. Gerilerde, kuleye yakın bir yerde, çamlar altında,
gözden uzak kalmış bir banka yorgun bıraktı kendisini. Dayak sızılarını bile
unutturan bir ağırlık bastı yüreğine. Şimdi daha iyi anlıyordu, Kenan'la konuşup
bahçeye döndüğünden beri barışık değildi içi ile. Palavramdan geçilmiyor ya,
kişisel sorunlarım ağır basıyor hep!.. Kendine kızıyordu, Kenan'a kızıyordu, en
çok Handan'a kızıyordu. Zevzek karı, bir bok olmaz ondan!.. Öyle bir etkiledi ki
beni, güç duruma soktu sonunda... Bende sersemlik, ne var o yalanı söyleyecek?..
İyice yalana alıştık. Çok mu önemli buraya gelirken evden kimlerle çıktığım? Ne
olmuş çocuklarla dedikse?.. Asıl sersem, benim
erkeğim olacak o koca bebek... Hemen diker kulaklarını: Kim çocuklar? Cehennemin
dibi... Kimse kim... Sermetler deyiver-seydim ya, ne olurdu sanki. Ne bileyim,
öyle ballandırdı ki kara domuz, üzülüp yıkılmasından korktum; yapayalnız da
şimdi. Sermetler'in kavgasına atıldığımı öğrenince bayılacak gibi olmuş koca
adam! Handan da çok üzülmüş ağzından kaçırdığına. Bayılsaydı utanmadan! Çok
umurumdaydı Sermetler. Ne çirkin, 505 ne iğrenç şey be; kavgada da kıskançlık
kollayacağız. Sermet'i gördüm mü, görmedim mi o kargaşada, onu da bilmiyorum ya;
görsem atılmayacak mıyım sevgilimi küstürürüm diye? Küçük -burjuvalığın da
böylesine aşağılığı... Cehenneme öyle sevgili!.. Nasıl da seviyorum... Daha
söylerken o yalanı pişman oldum; iş işten geçti yoksa. Sonra da bir sürü övgü
düzdüm Sermet'e o kızgınlıkla... İyi ettim. Anlasın o da sevmediğimiz
erkeklerin, kadınların da yiğit olabileceğini. Beş-on saat müdüriyette
konakladılar diye yiğit mi oldu Sermet?.. Ne kolay yiğit devrimci olmak! Baştan
beri yürekli davrandı ya... Övdü beni, onurlandırdı da, etkisinde kaldım
demiyorsun açıkça da. Onun da payı var belki... Payı mayı değil... İnsanın
güveni artıyor kendine... Hele beklemediği bir anda, ummadığı birinden gelirse
övgü... Hele bir de boynuna sarılarak!.. İtelese miydim çocuğu -iteledik de ya-
öyle kardeşçe, arkadaşça sarıldı ki birden! Tıpkı plajdaki odacıkta... İçine
şimdi plajdaki odacığının da... Apayrı nitelikte şeyler... Kafan metafizik...
Kurtulamıyorsun... Bilincindeyim işte... Birden olmuyor, ne yapayım?
Teyzesi odaya girip de ürkek seslendiğinde gözlerini açıp şaşkın bakınmıştı
Günsel.
— Ne var? demişti, tersler gibi... Kadıncağız bir an çekingen kalmış:
— Uyu istersen, demişti, şey... Sermetler geldi de... Sermetler mi? Saate bakmak
için kolunu oynatınca sırtındı,
omzunda depreşen acılarla birlikte olaylar da canlanıverdi kafasında... Yavaşça
doğruldu... Bir pike vardı üstünde. Teyzem
çekmiştir. Giysileriyle idi, sabah yattığı gibi... Herkesi bıraktılar demek...
Sevindim buna... Gözlerini ovuşturarak havluya uzanırken içine işleyen bir
acıyla duraladı yine... Vay canına... Acıkmışım da... Tok mu olacaktım? Kenan'a
telefon edip işe gitmeli. Kovulacağız sonunda!.. Omzunda havlu, çıktı odadan.
Üstündeki ağırlığı atamamıştı daha. Hafiften bir bulantı başlamış-606 u >'me;
başı da dönüyordu. Salondan sesler geliyordu. Sermet-ler kim? Muslukta yüzüne
çabucak su vurup kurulandı. Islak saçlarını elleriyle geriye attı, yürüdü.
Salona girince şaşırdı birden. Bir kız, üç oğlan ayağa fırlamışlardı. Ciddi,
saygılı!.. İki oğlanı şöyle bir tanıyordu yalnızca.
— Merhaba, dedi Günsel, hoş geldiniz...
Kimsenin bir demesine kalmadan pencere önündeki Sermet takım komutanı gibi
yürüdü, birden sarıldı. Neye uğradığını bilememişti Günsel. Öylesine canı
yanmışa ki Sermet'in kolları sırtına değince, güç tuttu kendini bağırmamak için.
Tedirgin bir direnişle kurtuldu. Bozulur gibi olmuştu Sermet de.
— Kusura bakma Sermetciğim, dedi. Sırtım biraz şey de!.. Bu sözler, Günsel'in
yüzündeki saklanamayan acılı anlatım,
Sermet'in duygululuğunu daha da artırmıştı:
— Buluştuğumuzdan beri sözünü ediyoruz senin, dedi. Duraladı, ciddi, saygılı
baktı.
— Çok korktuk senin için, dedi. Hiç kimse senin kadar yürekli çıkmadı.
Ne diyeceğini bilmeden şaşkın, utangaç kaldı Günsel. Gülümsemeye çalışarak
kekeler gibi:
— Büyütme Allah aşkına, dedi, ne yaptık ki?
— Hücrelerdeydik biz, dedi Sermet.
Kapı yanında duran çiçek bozuğu oğlanı gösterdi başı ile:
— Özkan da gördü... Canavar gibi heriflerle boğuştun, ne yapacaktın daha. Bir
sırtındaki acıyla kurtuldunsa... Gık diyemedik biz...
Başını önüne eğdi yavaşça, içtenlikle mırıldandı:
— Utanıyorum vallahi...
Yüzü sararmışü Sermet'in. Boynuna, göğsüne yayılmış tırmıklar, sıyrıklar,
çizikler, yer yer morluklar vardı... İyice şaşaladı Günsel. Demek o olayı...
Ayrıntılarıyla yeniden anlatmaya başladı Sermet. Özkan da karışıyordu arada.
Hücrelerdeki deliklerden bakıyorlarmış... Günsel kapattırmak, kısa kestirmek
istedikçe daha da ballandırdılar. Hoşlanıyor insan ne olsa!.. Övgüler- ^qj den
kolla kendini!.. Bu övgü mü ağbinin dediği? Kendinden başka kimsenin sözünü
ettiğini gördün mü Sermet'in, nerden esti böyle? Etkilenmiş olacak. Oyunsa?..
Niye kalksın oyuna? Beni mi avlayacak?.. Duygulanmış belli ki, içtenlikle
konuşuyor. Duygulanan sensin asıl!.
— Bırakın artık da bundan sonrasına bakalım, dedi Günsel. Kızarmıştı söylerken
de. Alçakgönüllülük gösterisi gibi mi
oluyor?.. Çocukların hepsi güç tuttukları evecenlik içindeydiler. Sabahtan beri
bahçedeymişler. Yarışır gibi bir solukta özetleyi-verdiler o gün olan bitenleri.
Dünkü pısırıklar bile aslanmış bugün!.. Günsel'in de gözleri dolacaktı nerdeyse.
Öyle bir duygululuk yayıldı ki odaya.
— Hadi, diyordu Sermet, hazırlan, gidelim... Bir sürü iş bekliyor...
Diyecek söz kalmamıştı Günsel'e. Kalktı, içeri geçecekti ki içindeki kazıntıyla
durdu birden; kızardı, gülmeye vurarak:
— Yalnız, dedi, kusura bakmayın çocuklar... Çok açım, bildiğiniz gibi değil...
Dün de bir şey yemedim, diyecekti, demedi; al bir yiğitlik övgüsü daha!..
Odadaki kıza döndü:
— Yardım ederseniz hep birlikte yiyelim... Mutfak orda... Ne olduğunu da
bilmiyorum ya...
Çocuklar karşı çıktılar. Hemen gitmeleri gerekmiş, aç değillermiş. Sermet
Sermediğini gösteriverdi o arada...
— Siz gidin, dedi, ben Günsel'i alıp gelirim... Ekledi hemen de:
— Zaten ben de çok açım.
Ne desindi Günsel? Kalsın, ne yapalım, hiç mi yemek yemedi burada? Hele böyle
bir günde!.. Masayı hazırlarken Nahide Hanım yadırgamış gibiydi yalnız... Asıl
yadırgayan da... Tam ye-mektelerken çat kapı, Handan daldı içeri fırtına gibi...
— Kız rospik, diye atıldı.
— Aman Handancığım...
Elleriyle göğüsleyip karşı çıkarak güç kurtuldu Günsel. Nedenini öğrenince bir
süre üzgün baktı Handan...
— Oh olsun eşşek karı, dedi, dilimde tüy bitti...
Soğuk soğuk Sermet'e baktı bir, sonra yine Günsel'e dönerken anlamlı:
— Ne mutlu ki bu kadarla kurtardın, dedi...
Yüreği hop etmişti Günsel'in, öyle korkuyordu ki bir zevzeklik etmesinden.
Sermet'le bahçeye gideceklerini öğrenince iyice tepesi atmıştı Handan'ın. Vurdu
vuracaktı her şeyi ortaya. Ne olacağı belli mi imiş bugün de, daha kötü
olabilirmiş. Evden çıkmasınmış Günsel. Aşağıdan aldı, övmeye başladı Handan'ı.
Yürektendi yaptığı övgü aslında ya, tam bu sıra başlaması bir oyun gibi gelmişti
kendine de. Etkisi olmadı da değil... Acılı bir mutlulukla karşılıklı anlatarak
dünkü olayları yeniden yaşadılar
kısa bir süre:
— Bir taş indirdim ki herifin beline, canıma değdi oh, diyordu Handan... Vallahi
ölüm mölüm hiçbir şey görünmüyor insanın gözüne...
Yemekten sonra odaya geçince Handan hemen peşinden geldi Günsel'in, dün akşam
Kenan'la karşılaşmalarını, Kenan'ın bitikliğini öylesine ballandırarak anlattı
ki... Hele Günsel'in Ser-metler'i görüp de kavgaya atıldığını söyleyince... Ne
bilsinmiş o aslında hiçbir kötülük düşünmemiş söylerken... Bir de kötülük
düşünseydi bari... Öyle belli ki Kenan'ı kışkırttığı. Biraz söylendi Günsel...
Sırtına bakmak istedi Handan. Yok önemli bir şey deyip bırakmadı hırsından.
Kendi de bilmiyordu daha ne oldu-
ğunu. Yıkanmak, çamaşır değiştirmek geldi aklına... Tam sırası!.. Handan sürekli
dırdır edip duruyordu. Yatmalıymış bugün; jş açacakmış başına. Olacak şey
değildi ya, söyleyip duruyordu işte... Günsel'in aldırmadığını görünce iyice
kızdı sonunda.
— Gidiyorum ben, dedi, yürüdü kapıya...
— Saçmalama, dedi Günsel, dur da çıkalım işte...
— Durmayacağım, dedi hırsla... Bu oğlanla çık sen!.. Başına 599 bir şey gelsin
de o zaman görürüm... Katır inadı karı...
Bazı nasıl da çekilmez oluyor bu kız. Saçmacı, kıskanç, kötü huylu... Asıl
kendisi inatçı katırdı ya... Hep kendini çirkin sanmaktan bunlar!.. İstemediği
olmuştu Günsel'in; Sermet'le çıkıp ikisi gitmişlerdi bahçeye. Hem de Handan'ın
tepkisiyle daha da sivrileşerek... Yolda özellikle kuşkulu incelemişti Sermet'i;
en küçük bir sululuğu, sırnaşıklığı olmamıştı. Saygılı, ağırbaşlı, sinirli bir
dalgınlıkta ara sıra... Tek tük sözcüklerden öte konuşma da geçmemişti. Sonuna
kadar diretmekten söz etti bir ara. Aslında kesin bir yargıya varamamanın
bunaiımındaydı o da. Bir şey diyemiyordu Günsel de. Öyle bulanık ki her şey...
Sonuna kadar diretmek iyi de, sonu nedir? Kim biliyor ki onu biz bilelim?
Olayların akışına mı bırakacağız? İster istemez. Bir şu kara çarşaf yırtılsa
altında ne fingir fingir taze yosma çıkacağı belli olmaz demişti, Baba bir gün
yarı alaylı. Kara çarşaflı kadına benzettiği Türkiye'ydi. Yırtılacak mı bu kara
çarşaf? Dolmuştan La-leli'de inmişler, Fen, Edebiyat Fakülteleri'nin ardındaki
sokaklardan Beyazıt'a yürüyorlardı. Vezneciler'de zırhlı araçlar, tanklar,
cipler dizilmişti. Yollar palet izleriyle oyuk oyuktu. Silahlı, çelik miğferli
askerler dolaşıyordu. Alana yaklaşırlarken Sermet durdu birden:
— Sana bir şey diyeceğim, dedi.
Canı sıkılmıştı Günsel'in. Başladı işte... Ses çıkarmadan bekledi. Bir-iki adım
attı Sermet, sessiz, işkilli... Daha da artmıştı Günsel'in tedirginliği. Ne olur
bu tadı havayı bozmasa...
— Kenan'la evlenecek misin?
Ne demeli şimdi buna? Terslesen olmaz... Yumuşak, arkadaşça:
— Şimdi sırası mı bunların Sermet? dedi...
— Yanlış anlama beni, dedi birden... Sesi titriyor gibiydi...
— Çoktandır düşünüyordum söylemeyi ya... Kızıyordum da 610 sana... Bana ne
deyip geçiyordum...
Duygululuğunu örtmeye çalışarak yavaşça ekledi:
— Diyemiyorum artık... Uyarma görevinden kaçıyormuşum gibi...
Durup baktı Günsel'e... Günsel de duygulanmıştı nedenini bilmeden...
— Evlenin, dedi Sermet, bir an önce evlenin...
Günsel bir şey demedi. Anlamını çözmeye çalışıyordu. Anlamı var mı? İyiliğime
konuşuyor kendince.
— Her yerde birliktesiniz... Sözünü etmeyen yok... Bilirsin ben aldırmam böyle
şeye...
Söyleyip söylememe arası kaldı bir:
— Evliymiş, çocuğu varmış bir de, diye ekledi yavaşça... Kötü niyetime verme
sakın... Sen pek tanımazsın, erkekleri... Göründükleri gibi değillerdir...
Benden kötüleri de var...
Daha bir şeyler söyleyecekti belki de, Günsel tedirginlikle kesip bağladı hemen.
— Sağ ol, uyarın için... dedi. Sırasında düşüneceğim bunlan da, şimdi işimize
gelelim.
Bozulmuş gibiydi Sermet. Gönlünü almak geliyordu içinden GünsePin.
— Nasıl davranacağız? dedi. Bir karannız filan var mı? Ya da senin bir
düşündüğün?..
Zırhlı araçlan gösterdi.
— Baksana nasıl bekliyor adamlar.
Günsel'in de tanıdığı birkaç ad verdi çabucak; güvenebilir-miş bunlara...
Olayları izleyip yerinde bilinçli atılacaklarmış...
Yuvarlak şeylerdi söylediği. Başka ne diyecek? Gönlünü aldık işte Sermet'in,
kırılmasın!.. Alan kıyılarındaki halk, gözlerini Üniversite bahçesine dikmiş
bakıyor, marş sesleri yayılıyordu alana. Biz de geldik işte!.. Aklı Kenan'daydı
Günsel'in. Hele Sermet'le birlikte yürüyünce sorumlu olacaktı sanki biraz
gecikirse. Saçma ama, öyle işte!.. İçeri girer girmez kapıdaki postaneye,
telefona koştu. Burak'ın çocuksu coşkulu konuşması, Kenan'ın durumu- 0ı 1 ııu
yansıtıyordu içtenlikle. Kenan Ağbi iki gündür hep sizi... Hele ablacığım,
ablacığım deyişi. Yadırgayacak oldu önce Günsel. Doğru dürüst bir konuşmamız
bile yok bu oğlanla. Kenan'ı çok seviyor belli ki. O da hep iyi konuşur bu oğlan
için. Telefonu kapatıp da bahçeye çıkınca bir düş başladı sanki yeniden. Kıra
çıkmış gibiydi bahçede öğrenciler; öbek öbek toplanmışlar, radyo dinliyor,
marşlar söylüyorlar, kimileri söylev veriyor; arada bir yumuşak tartışmalar
oluyordu ara sıra parlasalar da aşırı taşkınlıkla. Üniversite kapısının bahçeye
bakan duvarlarındaki ateşli sözler kalmıştı daha çok. Dişe diş, göze göz diyordu
birisi sağdaki duvarda. Tebeşirle yazılmıştı çabucak. Bir de Osman Paşa marşı.
Kapı yanındaki duvara yaklaştı; alanda çepeçevre bekleşen halk vardı yine... Bir
ara çıkıp Kenan'a bakmak geldi Beyazıt avlusunda. Rastlaşamazsak bir de... Dönüp
bahçeye, çocuklara bakıştırarak yan sokaktaki kapıya yürüdü. "Geçmiş olsun"
diyorlardı tanıdık bazıları. Bıraksa halka olacaklardı çevresinde. Daha erkendi
ya, aklı öylesine Kenan'daydı ki çocukları bir-iki sözcükle savıp duvarın
kıyısına varmıştı hemen. Omuzları çökük, başı önüne düşmüş, ağır ağır uzaklaşan
dalgın, yaşlıca bir adamdı arkadan Kenan'a benzettiği!.. Tanıdık bir-iki öğrenci
de vardı parmaklıklarda dışarıyla konuşan; onlardan da utanmıştı nedense.
Çekinerek yavaşça seslendi. Kenan birden dönüp de şaşkın gözlerini üstüne
dikince tanımlayamadığı bir acıyla içi burkuldu. Böyle bırakmamıştım bu adamı
ben. Ne olmuş buna? Ayaküstü konuşurlarken Teşvikiye'ye koşuvermek; boynuna
sarılmak, öpmek öpmek, acıyan yaralarını göstermek, çektiklerini
açık açık anlatmak ona, kapkara bir dünyaya birlikte sövmek onunla, ışıklı
geleceklerin özlemiyle mutlu olmak, mutlu etmek... Sarılacakmış gibi eğilen
Kenan'a, "Sakın ha!.." derken kendineydi biraz da bu uyarı... Birden
söyleyiverdiği yalanın yıkıntısı da büyük olmuştu onun için. Baş başa kalınca,
söylediğim yalanları açıklamak olacak ilk işim. Bebeği de mi? Söylesem mi onu
da? Öyle güç ki karar vermek. Emniyette, hücrede, bol keseden atmasını
biliyordun. "Seni doğuracağım bebeğim!.." Kolaydı doğurması!.. Dayanışacak
birini arıyordum orda, bebekten güç aldım. Katı yürekli karı; işin bitti ya, kıy
şimdi. Senin gibi ananın!.. Off bilmiyorum, düşüneceğim. Bankın üstüne çöküp
kalmıştı; sağlıklı, kesin yargıya varamıyordu bir türlü. Gerçeğin soluğu,
hücrenin dumanlı geriliminde verilmiş kararlan sararmış yaprak gibi düşürecek
güçteydi ya, düşüremiyordu yine de. Bu sallantı en kötüsü. Bulantı yapıyor...
Öğürtüyle eğilip birkaç kez tükürdü bankın önünde çam dikenleriyle kaplı kuru
toprağa... Utanarak bakındı. Çamların ötesinde, ilerden, kapı yöresinden sesler,
bağrışmalar, marşlar geliyordu durmaksızın. Kızlı erkekli öğrenciler çıkıverdi
birden ağaçlar arasından. Yakınındaki bir banka yerleştiler; bir tartışmayı
sürdürüyorlardı. Görmemiş gibiydiler onu. O da ilgilenmedi. Uzanıversem şu banka
biraz. Amma da dayamksızmışım ha!.. Baygınlık duygusundan, bulantıdan eskisi
kadar korkmuyordu; alışmıştı, geçiştirmesini biliyordu. Kurtulmam gerek bu
bencillikten. Bir bahçe dolusu insan küçümsenebilir mi? Kenan'ın söyledikleri mi
etkiledi beni. Hiç değil... Yabancılık duygusu bir tür... Düşünen, iyi kötü
çözüm arayan başları bunlar ülkemizin. Beğenmeyip dışında kalmakla daha mı
yararlı olacaksın? Tarihimizin önemli bir anını yaşıyoruz belki de!.. Bin bir
oyun dönüyor Üniversite bahçesinde, Beyazıt Alanı'nda belki. Bizim için de bir
olumlu yanı yok mu bunun? Olmaz olur mu? Niye inanmıyorsun? İnanmıyor değilim
de... Dün başladığımızın bir sonrasıdır bu işte... Yarını ne olacak? Ne bileyim?
Bugünü kavra önce... Kalkıp ağır
ağır dolaşmaya başladı. Ağaçlar altına dağılmış, tartışan, kapı yöresinde
marşlar, söylevler, bağrışmalarla kaynaşmış yığın yığın öğrencilere baktı uzun
süre. Karışmalıyım bunlara... Sırtındaki acılar, bulantı, içindeki ağırlık, yanı
sıraydı hepsi; birlikte dolaşıyorlardı. Sıkıntısına alışılmış tatsız arkadaşlar
gibiydiler; üstelemiyorlardı, Ali, Mahmut, Gül, Sermet, başkaları birkaç kez
sokulup bir şeyler söylediler, sordular, yanıtladı. Handan da geldi 51^3 bir
ara, küskünlüğünü unutmuştu. Hep böyledir bu kız... Bir tür ilaç sıkıştırdı
eline...
— Bir tane yut, kötülük duyarsan...
İri yapılı, saçları omzuna dökülmüş, cırlak sesli bir kız:
— Arkadaşlaaaar!.. diye fırlıyordu ikide bir.
Ona da alışmıştı artık. Uğraşıyor kızcağız!.. Ben niye böyleyim? Nasılım? Pek de
iyiyim işte!.. Akşama doğru Beyazıt Ala-nı'ndan askerler seslenmeye başladı
megafonla... Bahçeyi boşaltmasını istiyorlardı öğrencilerin. Önce bir yadırgama
oldu, sonra karşı çıkmaya başladılar yer yer. Çıkmayacaklardı bahçeden. Niye
çıkmayacaklardı? Çıkmayacaklardı işte!.. Gelişine gösteriler yap tıklan ordu ile
karşı karşıyaydılar şimdi. Şöyle bir bakındı, azalmışlar mıydı ne... Salt
coşkuya dayanan, tutarsız bağırıp çağırmalar dağılıp gitmelerine yol açmıştı
birçoklarının. Yine her kafadan ses çıkıyordu ya, belirli, somut bir şey vardı
önlerinde: Bahçeyi bırakmamak. Ateşli söylevler başladı yeniden. İkide bir
ortaya atılan, iri yapılı, incecik sesli kız, özgürlük, demokrasi, anayasa,
Atatürk diye tutturmuştu yine yanık yanık... O bırakmadan bir başkası aldı. Bir
başkası, bir başkası daha!.. Çıkmayacağız arkadaşlaaaar! Biz bugün
arkadaşlaaaaar! Atatürk demiştir kiii, vatan millet, özgürlük, demokrasi...
Handan sokuldu yine:
— Çıkmayalım değil mi? dedi.
Dinlemezmiş gibi görünür ya, sormadan da edemez... Gizli bir alayla:
— Bilmem, sen ne dersin? dedi Günsel.
Handan bozulmuş gibiydi.
— Çıkılır mı ayol? dedi.
Ayıp olur gibisine bir karşı çıkıştı. Direnen bütün öğrencilerin tutumu da böyle
gibi... Hele kızlarınki, kendini gösterme çabası üstelik!.. Çabanın sonucuna
baksana sen, dedikoducu mahalle karısı!.. Bakıyoruz işte... Sermet yaklaştı.
Uğur, Nuri daha birileri vardı yanında.
— Azıcık gel bizimle, dedi.
Yapının ardına doğru yürüdüler. Günsel şaşaladı önce; yine gizlicilik oynayacak
oğlan. Sermet yalnız olsa gitmezdi belki de. Kalabalıktan ayrılıp arka bahçeye
yürüdüler; bir kapıdan girdiler, koridorumsu bir loşlukta durdular. Daha önce
gelen başkaları da vardı. Günseller'i bekliyorlardı belli ki. Ötekiler
birbirlerini, aralarına yeni giren Günsel'i adından tanıyor, güveniyor
olmalıydılar. Uzatmadan söze girdi birisi.
— Direniş, yardımlaşma, ölüleri, yaralıları araştırma komiteleri kuracağız.
İrkilir gibi oldu Günsel. Kim bunlar? Kışkırtmak için yapıyor olmasınlar?
Konuşmalan biraz daha dinleyince duruldu. Akıllı, gerçekçi önerilerdi hepsi. Bu
gece bahçedekilerin aç kalmamaları için para toplamak, yardımlaşmayı en azından
yurtlar çapında genişletmek, yaralıları, ölüleri saptama, araştırma komitesi
kurmak, direnişi örgütlemek... Olumlu şeyler hepsi de... Niye öyle korktun
birden? Bugüne kadar bulunduğu en olumlu öğrenci toplantısıydı. Ayaküstü,
tartışmasız, gösterişsiz, içten... Bütün öneriler günün gereklerinden
çıkıvermişti, bulanık kafaların ürünü değildi. Yüzlerini şimdi daha iyi
ayırabildiği öğrencilere baktı bir daha. Birkaçını dünkü olaylardan tanıyordu.
Çeşidi fakültelerdendiler. Öğrenci olaylarında ön sırada görünenlerdendi.
Kızların biri İktisat'ta mıydı ne. Dün kara tahtalara yazıları yazarken yan yana
dolaşmışlardı sınıflan. Adını çıkaramadı. Önemli mi? Herkesin adı bir burda!..
Görev bölümüne geçiver-diler hemencecik. İktisat'taki kızla iki oğlan, bir de
Günsel'e pa-
ra toplama, yiyecek aldırma, dağıtma görevi düşmüştü. Sermet de hem bunlara
yardımcı olacak, hem de bağlantıyı sağlayacaktı öteki komitelerle. Polise,
kışkırtmacılara karşı, karşılıklı uyarıda bulundular birkaç kez. Bahçeye
çıktıklarında kızlar kapıları tutmuştu, kimseyi çıkarmıyorlardı. Cüzdanları
açtırdılar ya pek para yoktu çocuklarda. Günsel sabahleyin yirmi lira almıştı
teyzesinden. Sermet'te iki yüz lira vardı. Telefon açayım Kenan da 5^5 bir
şeyler getirsin. Hem görmüş olurum. Söz de verdi. Gelsin de bir yalan daha uydur
adama!.. Kaldı mı? Dışarı telefon edenler o kadar çoktu ki bir-iki sözcükle
kapatıverdi. Gece gelemeyeceklerini bildiriyorlardı evlerine, olayları
anlatıyorlardı; yardım isüyordu bazıları da. Öğrencilerin bahçeden çıkmaları
için alandan megafonla sürekli sesleniyordu askerler, iyiden iyiye artmış-D
gerilim. Diretme kararı, sigara, yiyecek için para toplama, bir devinimle
yeniden kaynaştırmıştı öğrencileri. Örgütlenme coş-kusuydu bir tür. Geldiğinden
beri bir türlü kurtulamadığı sinsi bezginliğe, güvensizliğe dayanan küçümseme
duygusu yerini güvenli bir atılıma bırakmıştı Günsel'de de. Beyazıt Alanı'na
açılan kapıda askerler görünmeye başladı. Öğrenciler ana yapıya, heykele doğru
çekiliyorlardı ağır ağır. Yine megafonda seslenmeler, yine söylevler, marşlar...
Her kafadan bir ses çıkan kargaşalık içinde:
— Ekmekler geldi arkadaşlaaar! diye bir ses duyuldu. Onurlarına dokunmuştu
sanki. Özgürlük, demokrasi, vatan,
millet derken... Söylenecek şey miydi bu? Bağrışmalar oldu birden:
— Ekmek istemiyoruz!.. Özgürlük istiyoruz!..
Bir an sessizlikten sonra açlığın mı, bilincin mi ağır bastığı bilinemeyen bir
tepkiye yer yer karşı çıktılar:
— Ekmek de istiyoruz!.. Özgürlük de istiyoruz!..
Alaylı bağrışmalar birbirine karışıyordu... Kalınca bir oğlan sesi de taşralı
ağzıyla ağırdan, bastıra bastıra,
— Saçmalamayın lan, dedi, ekmeksiz olur mu?..
Öbek öbek toplanıp kopararak bölüştükleri zeytin ekmekle, çeşitli toplum
katlarından sıyrılıp arınmanın coşkulu düşünde birleşmiş, muüuydular! Yeni
yiyecek yardımları geliyordu dışardan. Yakınları paltolar, kalın giysiler
veriyorlardı parmaklıklardan çocuklara. Lise öğrencisi kılıklı bir oğlan bahçeye
bağırıyordu:
— Hadi abla beee! Annem bekliyor!.. Aldıran yoktu...
Sanatçılar, tiyatrocular sırtlarına çuvalla ekmeği vurup parmaklıklara
sokuluyorlardı. Zırhlı araçlardaki askerlere, duvar diplerindeki erlere
parmaklıklardan soruyordu çocuklar:
— Bize ateş açacak mısınız?..
Üzgün, başlarını çeviriyorlardı erler. Birkaçının ağladığını söylüyordu
çocuklar. Biri de dolu dolu bakıp:
— Get işine, demişti, kimseye ateş edeceğim yok benim...
Çocuklardaki şaşkınlık, güven, doruğuna çıktı birden. Alanda bekleyen zırhlı
araçların subayları, erlerin tayınlarını, sigaralarını göndermişlerdi.
Söylevler, marşlar yinelendi...
Günsel duvarda Kenan'ı beklerken, parmaklıklardan uzanan çocuklara, ekmek,
sigara, yiyecek taşıyan kadınlı erkekli birçok kişiye duygululukla baktı bir
süre. Halktan kişilerdi hepsi de. Ne güzel şey halk desteği. Coşkulu bir güven,
bilenmiş bir direnç kazandırıyor. Garibi dövmüşler vay arkam demiş!.. Arkamızda
halk olsa kim yıkar bizi?.. Şimdi Kenan da karışacak bunlara. Ama o inanmadan,
ben kırılmayayım diye yapıyor belki de... Pisi pisine diyordu bugün... Halk
Partisi'nin oyunu!.. Aşırı kuşkulu biraz. Eşref Ağbi'yi de polis sandı!.. Pek de
doğal yanılması, ne var bunda?.. Oyuna gelmemden korkuyor. Kendinden çok benim
için... Onun yerinde olsam daha mı az işkilli olurdum ben?.. Şimdi bile bir sürü
olumsuz şeyler saldırıyor kafama. Ajan yok mu şu kalabalıkta? Çocukların bir ara
itiş kakış dışarı attıkları bir oğlan vardı ya; polis kimliği de çıkmış
üstünden... Başka yok mu? Polis kışkırtması da var demek. Gizli gizli sokulup
di-
renmeyi öğüüeyen genç subaylar da mı kışkırtmacı? Niye olmasın?.. Bak nasıl
bozuluyor insanın kafası... Sonra da pırr deyip çek git buradan!.. Ne de yakışır
ya!.. Bir yüzü de korkaklık bunun... Kenan korkak mı?.. Saçmalama... Sokakta
duran arabadan Kenan'ın indiğini görünce sevinç doldu içine. İşte o da karıştı
bizi desteğinden yoksun etmeyen halka!.. Hele Kenan'ın arabadan taşıdığı
yiyecekleri, sigara pakeüerini, ekmekleri, tanıdığı, tanımadığı çocuklarla
birlikte duvardan, parmaklıklar arkasından alırken mutlulukta yüzüyordu sanki.
Birkaç kez kendine de uzanan güçlü kolları, dolu elleri, sıcak bir gerilim
içindeki hafif terlemiş yüzü, kır düşmüş saçları, bu bahar akşamında acıyla
koyulaşmış gözleri, tutarlı çelişkilerin uyumundan doğan bir üstünlük veriyordu
Kenan'ın her davranışına. Öylesine yürekten yapıyordu ki her yaptığını.
Özentisiz... Ben kırılmayayım diye olamaz yalnız... Tümüyle inanmıyor demek Halk
Partisi oyunu olduğuna, öyle söyleyiverdi. Niye akla gelmesin o da?.. Ne iyi
etmişim de sevmişim bu adamı!.. Şu ortalıkta koşturan oğlanların hangisi
benzeyebilir buna? Sermet mi? Daha bir şey bildiği de yok, aptalcık!.. Bebeği
karnımda... Söyleyecek miyim? Yine kapılma duygululuğa... Hem, bir daha görecek
misin bakalım?.. Dünü atlattıktan sonra!.. Belli mi olur? Bakarsın daha da
kızışır bu gece işler... Orduya karşı mı? Neler olmuş Ankara'da bugün?..
Korkuyor musun? Uff bilmiyorum, öyle istiyorum ki bu adamı... Umutlu umutsuz
duygu alacasında Kenan'dan ayrılıp da heykelin oraya geldiğinde, ağaç altlarında
banklarda oturan, yerlere yayılmış, ayaküstü dolaşan, zeytin, peynir, ekmek
yiyen, sigara içen, konuşan, tartışan kızlı oğlanlı öğrenci kalabalığı, bahçenin
ana kapıya yakın yarısına, heykel yöresine çekilmişlerdi. Işıklar karartılmıştı,
bahçe karanlıku. İsteksizce çiğnediği zeytin ekmek iyice büyüdü ağzında, güç
yutuyordu lokmaları. Demin tayınlarını, sigaralarını, mataralanndaki sularını
bize verişlerini çocukların duygululukla anlattığı erler bunlar;
kardeşlerimiz... Şimdi süngüyle çepeçevre kuşattılar bizi. Kardeş karde-
şi vurur mu? Baş oyunları bu aslında... Kardeşi kardeşe vurdur-tuyorlar hep...
Kızgınlıktan kendini yitirmiş gibi, Nuri, demir kazıkları söküp çıkarmaya
başladı bir yerlerden, dövüşeceklerdi. Güçlükle geçtiler önüne. Karanlık
basmıştı iyice. Bahçeye girmiş bir asker aracından megafonla Sıkıyönetim
Komutanlığı'nın emrini okuyordu subaylar; hemen dağılmazlarsa ateş açılacak
-mış... Dağılmayacaklardı... Önce yer yer gösterilen tepki, bütün yığının malı
oluyordu bir anda. Bir şeyler daha söyledi subay; tepki daha da arttı. Osman
Paşa marşına başladılar yine. İkircikliği uçup gitmişti GünsePin. Mızmızlık yok,
diretmek var sonuna kadar!.. Akıp giden serin bir ırmağa dalar gibi bütün yüreği
ile Osman Paşa marşına katıldı birden. Askerler oldukları yerde kalmışlardı.
Saldırıyı başarı ile savuşturmanın coşkusuna kapılmıştı çocuklar. İçerdeki
hademelere baskı yapılmış, söndürülen ışıklar yeniden yakılmıştı... Gülüşerek
bağırıp çağrışıyorlar, şarkılar, türküler söylüyorlardı. Alevler yükseldi
karanlıkta. Ateşin çevresinde sevinçle toplanıverdiler. Halay çekenler, dans
edenler, bağıra çağıra türkü söyleyenler vardı. Şakalaşıyorlar, günün olaylarını
fıkra gibi anlatıyorlardı. Beyazıt Kulesi'ne çıkmış çocuklar; dünyaya yayın
yapacaklarmış ordaki telsizle akıllarınca. Açmışlar bir aygıtı, nöbetçi itfaiye
eri çıkmış karşılarına. Bağırıp dururmuş, "Yangın nerede?"diye. "Demokrasi
yanıyor, demokrasi!.." demiş çocuklar. Ateş sönmeye başlamıştı, beslemeye
çalışıyorlardı. Karanlıkta kuru dal aranırken kaçışmalar, kaynaşmalarla duraladı
Günsel. Elindeki kuru dalları atıp koşarak heykel önünde toparlanan öğrenciler
arasına karıştı. Süngülü erler yaklaşıp iyice kuşattılar öğrencileri:
Sıkıyönetim Komutanı general gelmiş. Kendini gerilerde kol kola kenetlenmiş bir
öğrenci yığını içinde buldu. Karanlıkta ağır ağır yaklaştı general. Yanında
hazırolda bekleyen başkaları da vardı. Yüzü asıktı generalin. Bir sessizlik oldu
önce.
— Üniversite öğrencileri, diye başladı general!..
Daha da sertleşti birden:
— Size ihtar ediyorum!.. Dağılın evlerinize!.. Açlığa, susuzluğa, karanlığa
mahkûm edeceğim sizi...
Önce yer yer, çekingen başkaldırma biçimindeki tepki bir anda toplu bir
gürlemeye dönüşüverdi.
— GİTMEYECEĞİİİZ!..
Bütün gücüyle bağırıyordu Günsel... Gitmeyeceğizzzz!.. Bir duvarı aştık... Zaman
zaman patlayan kocaman bir uğultu bici- gjç minde sürüp gidiyordu
başkaldırma!..
— GİTMEYECEĞİZZL
— Yapın istediğinizi!..
— Hürriyet...
— Anayasa...
Kötü bozulmuştu general, allak bullaktı. Ön sıradaki kikiyim, şişko bir mimarlık
öğrencisini hırsla çekip sarstı. Öğrenciler üstüne çepeçevre dikilmiş
süngülerden birinin saplanıverme-sinden kılpayı kurtulmuştu oğlan. General
çevresindekilere sertçe bir şeyler söyleyerek dönüp gitti. Subayların baskısı
artmıştı. Işıklar söndü, yeniden karanlığa battı bahçe. Kaynaşan yığın birden
parlayan asker araçlarının farlan altında kaldı. Yasaları çiğni-yormuş
öğrenciler, acımasız davranacaklarmış onlar da... Davranın!.. Hiçbir çözülme
belirtisi yoktu çocuklarda. İyi bile olmuştu, dayanışmayı artırmış, daha
görkemli olmuştu haykırışmaları. Askerlerin birden dalarak ön sıradaki çocukları
çekip koparmaya çalışmaları da boşuna oluyordu. Askerlerle yüz yüze olan ön sı-
radakiler, kızlı oğlanlı kol kola yere çöküp yayılmışlar, ayaklarını öndekilerin
bellerinden dolamışlar, iç içe birbirine kaynaşmış çelik çemberler
oluşturmuşlardı. Ne yapacaklarını bilmiyor gibiydi subaylar. Psikolojik baskılar
denemekten öteye de gidemi-yorlardı: Sert emirlerle erleri diziyorlar, süngü
taktırıyorlar, dönüp çocuklara yapacağız, edeceğiz söylevleri çekiyorlardı
sonunda. Ne gösterilerin, ne sözlerin hiçbir etkisi olmuyordu. Çözülenler
çözülmüş, gizlice sıvışanlar daha başlarda çekip gitmişti; duygusal ya da
bilinçli, sonuna kadar diretmek için içtenlikle
söz verenler kalmıştı. İstiklal Marşı söylüyordu öğrenciler. Yine bir duraladı
askerler. Marş bitince gerilim doruğuna varmıştı. Hıçkıranlardan birinin,
Erdinç'in sesi duyuldu birden:
— Arkadaşlaaar... Bir gün evlenip de çocuklarımız olursa... Söz verin
arkadaşlaaaar, ilk doğacak çocuğumuzun adını Hürriyet koyalım...
Garip bir duygululukla yüzüyordu koca yığın. Gülmekle ağlamak arası bir şey
geçirdi Günsel... Saçma... Niye Hürriyet ko-yacakmışım bebeğimin adını?.. Ne
olur koysan? Peki koyalım!.. Hürriyet gelinceye dek yaşatabilirsek koruz!.. Bir
de babasına soracağız!.. Bebeğin mi olacak senin? Başlama yine... Tanımadığı iki
erkek öğrenci ile kol kola, diz dizeydi... Böylesine bir duygululuk içinde
farların, parçalı alacalı ışıkların altında tanıyıp ayırma olanağı yoktu
kimseyi. Dişilik, erkeklik, anlamını yitirmişti. Karanlığın içinden, ışıklı
noktaların arasından ikide bir çıkıp bağıra çağıra öğrencileri yıldırmaya
çalışan görevlilerle, diretmek, karşı koymak için yürekleri, gövdeleri kaynaşmış
bir gençlik yığını vardı gecenin ortasında. Aliler, Nuriler, Handanlar,
Günseller, Ergunlar, Uğurlar, Sermetler, Eceler, Erdinçler, Aydalar, Mahmutlar,
Mehmetler, Yurdagüller, Günaylar, Hati-celer, Alpler, Raifler, Tanseller...
adları sayılmakla bitmeyen binlerce genç, istediğini apaçık bilerek, bilmeyerek
ışıklı bir geleceğin bilinçli, bilinçsiz özlemiyle çığlık çığlığa idiler
karanlığa karşı... Bir albay yaklaşıp bağırdı yeniden:
— Çıkın burdan... Uyarıyorum sizi... Yasaları çiğniyorsunuz... Yeni asker
gelecek arka bahçeden!.. Çıkın diyorum...
Sözünü bitirmeden bir kız fırlayıp var gücüyle bağırdı:
— Çıkmayacağız!..
Kısa süreli şaşkın sessizlikle bir mırıltı duyuldu. Doğru mu, eğri mi, bir söz
dolaşıvermişti ortada. Bu albayın kızı değil miymiş meğer bu kız!.. Albay da
şaşkın... Görevimi yapıyorum ben deyip duruyordu... Araçlar kangal kangal
dikenli telleri bahçede, karşıdaki boşluğa yıkmaya başladılar... Dikenli
tellerle çevi-
rip çekeceklerdi öğrenci yığınını... Gerçekten kanlı bir olay hazırlanıyordu.
Farlar çoğaltılıp iyice döndürüldü öğrenci yığınının üzerine. Ana yapının
ardından, arka bahçeden süngü takmış erler sökün etti birden. Arkada kalanlar
geriye dönünce süngülerle yüz yüze buldular kendilerini. Kuşatılmışlardı iyice.
Hortumlar da vardı askerlerin ellerinde. Süngülerin, hortumların, farların
ortasında tam bir çember içindeydiler şimdi. Arkadan 52i bastıran erlerle yön
değişiverince önden ikinci sıraya düşüvermişti Günsel de. Kol kola yerlere çöküp
ayaklarını, bacaklarını öndekilerin koltuk altlarından geçirmişler,
kenetlenmişlerdi birden. Arkadaki erkek öğrenci bacaklarıyla sımsıkı sırtına,
omuzlarına bastırınca önce öylesine bir acı duydu ki Günsel, güç tuttu kendini
bağırmamak için. Parıl parıl farlar, üsderine dikilmiş süngüler, su hortumları
altında herkesin daha sıkı kenedenmek için özgürlük diye bağıra çağıra, kımıl
kımıl birbirlerine sokulup yapışmaları ossaat silik bir anıya dönüştürdü acıyı.
Saldırıverdi-ler mi çiğneyecekler. Apaçık ortada karnım. Parıldayan süngü, bir
tokat gibi padayacak hortum suyu, çivili asker postalı, hepsi karnıma doğru...
Bebeğime... Yine bebeğin mi oldu? Hürriyet koyacakmışız adını. Kurtulacağız...
— Dağılın!..
— Hürriyet, HÜRRİYET, HÜRRİYET...
— Su sıkacağız!..
— Hürriyet, HÜRRİYET...
— Kalkın diyoruz gençleer... Son uyarı bu...
— HÜRRİYET, HÜRRİYET, HÜRRİYET...
— Haydi bittiii. DAĞITIN!..
— HÜRRİYET...
Ön sıradakilere saldırıp çekmeye başladılar birden. Askerlerin yakalayıp yerden
söker gibi kaldırdıkları çocuklarla birlikte, onların bacaklarıyla sardıkları
öndekiler de karşılıklı diretme, çekişme içinde kalkıp kalkıp hızla yere
düşüyorlardı. Poposu, kalçası birkaç kez yere çarptı Günsel'in. Tamam, bittik bu
kez... Çözül-
me korkusuyla yıkılacaktı nerdeyse. Toparlandı hemen, bebeği, acıyı macıyı attı
kafasından. Kopmamak, bırakmamaktan başka her şeyi yasaklanmıştı. Birkaç kez
daha beli, kalçası çarptı yere. Sağdan soldan, gerilerden atılanların da yardımı
ile askerlerin elinden kurtulmuş öndekiler. Bacaklarının kıskacında sımsıkı
tuttuğu oğlanın başı Günsel'in yumuşak karnına düştü birden. 622 Yasakladığı
korku şöyle bir görünüverdi ki tezden kovdu yine. j | Yok bir şeyim...
Başardık... ; ;
— HÜRRİYET, HÜRRİYET... ! \
Evecenlikle titrek, bir kız sesi çın çın ötmeye başladı birden:
— Ey Türk gençliği, birinci vazifen...
Hıçkırık sesleri karışıyordu duygulu söyleve. Bütün duyarlılığını yitirmiş
gibiydi Günsel. Birinci ödevimiz çözülmeden direnmek şimdi... Sonu gelmişti onun
da... Askerler son kez topluca dalıverdiler bütün güçleriyle. Biraz daha
diretecek gibi oldu öğrenciler ya boşunaydı, çelik halka parçalanıvermişti her
yanından. Kolundakilerle bir-iki düşüp kalktı Günsel. Sırtı yerde sürüklendi bir
ara, acıya battı. Sonra çekip ayağa kaldırdılar alacakaranlıkta. Askerler çekip
sürüklüyordu herkesi birer ikişer. Ana baba gününe dönmüştü alan bir anda.
Kızların çığlıkları duyuluyordu. Kolundan tutup Günsel'i de sürüklemeye
başlamışları. Kaçışanlar vardı. Askerlerin sesi duyulmaya başladı:
— Kızlar kalsın, evlerine gidecek... Erkekler kışlaya...
Gecenin içinde ışıklı farlardan burun delikleriyle garip canavarlar gibi
hırlaşan asker taşıt araçlarına, kamyonlara, GMC'le-re, ciplere doldurmaya
başlamışlardı erkek öğrencileri. Günsel'i bırakmışlardı şimdi. Ne yapacağını
bilemeden bir an kalıverdi öylece... Bakındı, tanıdık arandı itiş kakış çekip
sürüklenen, ışıklı karanlıklı kalabalıkta. Gördü, görmedi birilerini. GMC'lerden
birine doluşan erkekler arasında bir-iki kız da vardı. Ben niye eve gideceğim?
Kısık bir ses, Sermet'in sesi gibi: "Kimse dağılmasın arkadaşlaaar, hep birlikte
gidelim!.." diyordu. Birkaç kişi daha yineledi bu sözleri. Kaçılmasını
istemiyorlardı. Doğru bel-
ki de... Kızlar niye ayrılacakmış?.. Bırakılmak, geride kalmak duygusuyla ürktü
birden, bir kamyona doluşanların arasına da-lıverdi. Askerlerin gözünden kaçırır
gibi aralardan kamyona çektiler onu da. Araçlar yola çıkar çıkmaz marşlar
başlamıştı. Yenilgiden çok şenlik dönüşünde gibiydiler. Aksaray'a doğru konvoy
biçiminde sokaklardan geçerken HÜRRİYET diye var güçleriyle bağırıyorlar,
marşlarla inletiyorlardı ara vermeksizin ^23 her yeri. Evlerde, apartmanlarda
ışıklar yanıyor, halk pencerelere doluşuyordu. Kamyonda, kucak kucağa oğlanlar
arasında, kendine açtıkları bir köşeye ilişip kalmıştı Günsel. Bağrışmalara
katılmak gelmiyordu içinden. Yorgundu, uyumak istiyordu. Çocuklara karışmakla
iyi edip etmediğini düşündü bir ara, onu bile sürdüremedi. Ağrı sızı içindeydi
her yanı. Kenan bekleyip duruyordu. Uyusaydım gidip. Kentten çıkıp da karanlık
yollara dalınca bir sessizlik başladı kamyonda da. Adayıp kaçalım diyordu
bazıları. Hızla uçup giden kamyondan atlamak da kolay değildi. Dönüp Günsel'e de
önerdiler, karşı çıktı. Atlayacaktıysam binmezdim. Kandırmaya da çalışmadı
atlamak isteyenleri. Bir yokuşta öylesine ağırlaşmıştı ki kamyon, işten değildi
inip binmek. Arkadaki iki oğlan atlayıp kayboldular karanlıkta. Günsel'in karşı
çıkması oğlanları da etkilemişti ne olsa. Başka atlayan olmadı. Araçlar durmaya
başlamıştı. Yavaşlayıp durdu Gün-seller'in kamyonu da. Davutpaşa Kışlası
diyorlardı. Yandaki muşambanın aralığından söyle uzanıp baktı Günsel. Farların
alacasında içeri sokuyorlardı öğrencileri. Onlar da indiler. Gecenin ıslak
serinliği ile ürperdi; pardösüsünün yakalarını kaldırıp büzüldü. Yemekhane gibi
büyücek bir salona kadar yürüdüler ağır ağır. Salonda tahta masalar, sıralar
vardı dizi dizi. Erler dolaşıyordu arada. Masalara, sıralara ilişti çocuklar.
Subaylar bırakıp gidiyorlardı. Günsel de bir sıraya oturmuş, tanıdık birine
bakı-nıyordu. Yandaki bir sigara yakmıştı. Günsel istekle bakmış olmalıydı, ona
da uzattı. Aldı Günsel, öyle sarmıştı ki sigara. Derin bir soluk çekti. Karşı
sıraya oturmuş gözlüklü, alaycı bir oğ-
lanla bakıştılar. Olup biten her şeyle dalga geçiyor gibiydi oğlan. Erlere
takılıyordu:
— Kumandan Bey nerde kardeşim, gelip bir hoş geldin demek yok mu?
Erler öylece bakıyorlar, karşılık vermiyorlar, uzaklaşıyorlardı. Korku,
çekingenlik izi bile yoktu kimsede. Nerde dünkü emniyet, nerde bu kışla!.. Biraz
sonra bir çavuş gelip Günsel'e el etti kapıdan:
— Bayanları istiyor kumandan!..
Sigarayı yere atıp çiğneyerek yürüdü Günsel. Salondakiler saygı ile
bakıyorlardı. Erkek kız mı diyorlardı ne? Övün bakalım. Koridorda bir kapıda
altı kız buluştular. Şişmanca, uzun boylu, ince sesli kızdı biri. Ötekileri
tanımıyordu. Handan yok demek. Er kapıyı vurup içeri soktu kızları. Bir masa
çevresinde üç subay oturmuşlardı. Albaydı biri.
— Sizi evlerinize göndereceğiz, dedi albay, bayanlar için yerimiz yok burda.
Hepsi de karşı çıktılar sözleşmiş gibi. Erkek arkadaşlarını bırakmak
istemiyorlardı hiçbiri. Albay onları da salıvereceklerini söylüyordu.
— Üç bin kişiyi ne yapacağız, zimmetimize geçirecek değiliz ya!., diyordu.
Hemencecik olmazmış yalnız!.. Yarısı yumuşamıştı kızların!.. Direten iki kızla
GünsePi ayırdılar, ötekileri yollayıverdiler hemen. Diretmenin yararını,
anlamını düşünmeye başlamıştı Günsel. Kesin yargıya varamıyordu birden. Karşı
çıkan öteki kızlara baktı, onlarda da ikircilik var gibiydi. Dışarı çıkmışlardı,
koridorda ayaküstü konuşmaya başladılar. Akıllı uslu sözler ediyordu biri ya,
ötekinin ne dediğini, ne istediğini anlayan beri gelsin. Söyleve kalkıyordu
ikide bir: O ki özgürlük için bu yola baş koyduk, gerekirse, zindanlara kadar...
— İyi kardeşim ya, dedi öteki, zindanlara filan göndermiyor-lar işte!.. Yararı
var mı, yok mu kışlada kalmanın, sorun bu. Ka-
lıp ne yapacağız? Gidip de sağa sola haber yaysak, çocukların evlerine durumu
bildirsek; rektörlere, dekanlara çıkıp olaya ilgilerini çeksek...

Günsel'e de iyi gelmeye başlamıştı bu. Ordan da Teşvikiye'ye gidip Kenan'ın


kollarına atılsak!.. Onu mu düşünüyorum şimdi? Yok düşünmüyorsun?..
— Merhaba, sen burda mısın?
Yanında birkaç arkadaşı ile Sermet'ti. Kısılmış sesi ile ekledi hemen:
— Kızlar gittiler de...
— Biz de gidiyoruz, dedi, olumlu bir önerisi var arkadaşın. Buğdaysı, temiz
bakışlı kızı gösterdi. Az konuşan bir kızdı,
susuyordu. Günsel özetleyiverdi kızın söylediklerini. Sermet pek beğenmemişti ya
yanındakilere iyi gelmişti. Günsel'in kalmasını istiyordu belli ki Sermet.
Açıkça söyleyemezdi. Kuramsal bir neden de uyduramamıştı birden; hık mık edip
kaldı. Çocuklardan ufak pusulalar, telefon numaraları toplamaya başladılar
hemen. Kısa sürede Günsel'in cebi, kâğıtçıklarla dolmuştu. Sonunda Sermet de
evin telefon numarasını yazıp uzattı:
— Seni tanırlar, dedi, adını verirsin.
Ötekiler dolaşıyordu daha. Er gelip kızları götürecek cipin hazır olduğunu
söyleyinceye kadar ayaküstü kaldılar Sermet'le. Günsel'in kamyona bindiğini
görmüş. Bir suç açıklar gibi gözlerini kaçırarak ekledi yavaşça:
— Arkandaydım bahçede... Yaralarını biliyordum, kolladım canın yanmasın diye ya,
olmuyor. Her şeyi unutuyor insan.
Günsel şaşırmıştı, bir şey diyemedi. Sermet savunma gereği duymuştu sanki:
— Rastlantı, dedi yavaşça...
Bunu söylemese daha çok inanacaktı rastlantı olduğuna. Konuyu değiştirmek için
bir şeyler araştırıyordu ki er gelip cipin hazır olduğunu söyledi. El sıkışıp
ayrıldılar. Cip avludan çıkarken şöyle bir göz attı, Sermet içerde, bıraktığı
yerde öylece ba-
kıyordu. Oğlan iyice duygulu âşık rolüne verdi kendini!.. Sen de bayılıyordun
ya... Hiç değil... Böyle saygılı kaldıkça zararı yok. Onun bacaklarıydı demek...
Ufföyle acıyor ki sırtım. Kışlaya girip çıkan araçların farları daha soluk
yalıyordu karanlığı, sabah alacası başlamıştı.
626
XXVII
Anahtarı kilitte usulca çevirirken yüreği küt küt atıyordu Günsel'in. Yavaşça
araladı kapıyı. Nedeni belirsiz bir korkuyla yapıyordu her şeyi. Ne var şimdi
böyle olacak? Ya erkenden çıkıp gittiyse Kenan... Ya evine gitmişse dün gece...
Bekleyeceğim dedi ya... Aynı ürkeklikle kapıyı biraz daha açınca sevinçli bir
soluk aldı yavaşça. Kenan öylece yatıyordu biraz ilerdeki kanepede. Pardösü ile
uzanmıştı. Pabuçlan bile ayağındaydı. Yine bir korku doldu içine. Niye böyle
yatıyor? Duymadı da; çıt olsa gözünü açar oysa ki. Uyandırmaktan çekinir gibi
daha da yavaş kapattı kapıyı, tırk diye. Sessiz odaya, duvarlara, perdesi aralık
pencerelere baktı. Havasız içersi, kokuyor. Kenan'a baktı yine. Öyle derin
uykuda ki; gece uyumadı mı yoksa... Parmaklarının ucuna basarak ağır ağır
yaklaştı kanepeye. Sevinç vardı içinde. Yalnız sevinç de değil, acılık. Niye
acılık? Ne bileyim öyle kanşık ki... Gülümseyerek baktı Kenan'a. Yavaşça çömeldi
başucuna. Uyandırmaya kıyamadan bakıp kaldı bir süre. Yüzü yorgundu Kenan'ın.
Solunumu belli belirsizdi. Kuytu bir karaltıyla çevrelenmiş gözkapaklarında
sinirli titreşimler vardı. Alt dudağını, bir şeye kızdığında sık sık yaptığı
gibi yavaşça sarkıttı bir ara. Düş görüyor belki de... Kötü düşler mi yoksa?..
Nasıl uyandırayım... Sokaklar daha tam ağarmamış. Yüreğinde bir 628 eziklikle
eğilip yavaşça uzandı, dudaklarının kıyısına değdiriver-di dudaklarını. Birden
gözlerini açtı Kenan. Şaşkın, kıpkırmızıydı gözleri.
— Bu ne uykusu?
Günsel çekilmiş, gülerek bakıyordu hemencecik karşısında... Kısa bir süre acılı
gibi kaldı Kenan. Sonra doğruldu yavaşça. İnanamamıştı sanki. Coşkuyla firladı,
kollarıyla saracaktı ki Günsel ürkek, çekingen ellerini tuttu birden:
— Ne olursun yavaş Kenancığım, canım acıyor. Nedenini anlamamıştı belli ki ya,
üstelemedi, sormadı da.
Yavaşça kucakladı Günsel'i, çekti yanına, dudaklarını dudaklarına yapıştırdı,
soluk soluğa, içiyor gibi uzun uzun öptü. Kısa bir aralıkla bakışıp yine
başladılar öpüşmeye, kanamıyorlardı. İyice unutup yitirdi yitiriyorlardı ki her
şeyi, Kenan'ın hoyratça sarılışı ile kendini tutamadı, kısık bir çığlıkla
çekiliverdi Günsel. Kenan ürkek bakıyordu. Acıya dayanıksızlığından utanmış gibi
gülümsemeye vurdu Günsel... Soluk soluğa mırıldandı:
— Sırtım çok acıyor... Kusara bakma...
Bir şeyler daha diyecekti, sustu. Geçiştirmek ister gibi, par-dösüsüsünü
çıkarmaya çalıştı yavaşça. Kenan uzandı, yardım ederken:
— Ne oldu sırtına? dedi.
Günsel kızarır gibiydi. Sözünü etmek istemiyordu ya, mutluluk duyuyordu belli ki
Kenan'ın sormasından, ilgilenmesinden. Anlamıştı Kenan da. Öyle yavaş, öyle
yumuşak tutuyordu ki artık. Acılaşmıştı yüzü:
— Neyin var, dedi, söylesene... Müdüriyette mi yoksa?..
Kenan pardösüyü kanepeye atarken Günsel yün kazağını çıkarmaya davrandı yavaşça.
Suskundu.
— Namussuz herifler, demek sana da...
Acı gülümsedi Günsel. Bana da yaa!.. Ne demek sana da?.. Bu kıza yapmazlar da
kime yaparlar. Soycak fişli... İyi ki Rasim'e başvurdum... Yoksa... Uzandı,
incitmemek için kollayarak yardımcı oldu Günsel'in kazağı çıkarmasına.
— Daha bakamadım ben de neyim olduğuna, diyordu Günsel, eğilip sıyırdığı
kazağını başından çıkarırken.
Saçları dağılmış, yüne takılan bir tokayı el yordamıyla kurtarmaya çalışıyordu.
İrkilerek kaldı Kenan. Kadife gibi sırtı yer yer morluklar, çürükler içindeydi
Günsel'in. Beyaz sutyeninin kancası kürek kemiklerinin arasını derince çizmişti.
Kurumuş, pıh-tılaşmış bir kan çizgisi vardı. Ensesi ile sol kürek kemiği
arasında ciğer gibi kızarmış yol yol kabarıklar vardı. Kırbaçlanmış sanki. Kısık
dişlerinin arasından tükürür gibi:
— Namussuzlar!., dedi Kenan.
Kuduz bir kızgınlıkla sövüp saymak geliyordu içinden. Günsel kazağından
kurtardığı kan yürümüş eğik başını kaldırıp gözlerini merakla yüzüne dikince
utanç duydu. Biliyor musun, ben korktum? Senin gibi değilim. Bir sövmek geliyor
elimden.
— Çürümüş mü?., dedi Günsel. Bir türlü geçmedi acısı. Arttı sanki.
Daha da kızardı birden, gülmeye vurdu.
— Ne de tatlı canım var değil mi? dedi. Alay edeceksin benimle. Pamuğa diken
batmış, derdi annem.
Günsel'in dupduru gülümseyen bakışlarından kurtulmak ister gibi uzandı Kenan,
dağınık saçlı başını göğsüne çekip yavaşça bastırdı. Bir şeyler demek istiyor,
beceremiyordu. Ne desem küçük düşeceğim. Şu sırta bak, minik kızı ne duruma
sokmuş canavar herifler?.. İçi titrer gibi eğildi yavaşça, çürüklerin,
morlukların üstüne dudaklarını değdirmeye başladı usul usul. Sırtında dolaşan
dudaklann, sıcak soluğun dayanılmaz yalazası bir
anda içini kaplayıvermişti Günsel'in. Kenan'ı kuşatan giysilerden kurtulmak,
etine, göğsüne, güçlü kolların çıplak kıskacına kavuşmak için duyduğu
ürpertilerle biraz daha sokuldu. Bir de bebek var şimdi. Derin derin soluyordu
Kenan da. Doğruldu, pardösüsünü, ceketini sıyırıp attı birden. Gömleğinin
düğmelerini koparırcasına açtı. Yavaşça çekti Günsel'i. Sert göğüslerini göğsüne
bastırdı. Tam sıcak solukları birbirine karışacatı ki irkilerek kaldılar birden.
Kapı vurulmuştu sanki. Dönüp ürkek bakakaldılar bir an. Oynamış gibiydi kapı.
Günsel korkuyla çekilip yün kazağını geçiriverdi başından. Kenan da gömleğinin
düğmelerini iliklerken ayağa kalkmıştı kapıya bakarak. Günsel de kalktı. Gözleri
kapıda öylece kaldılar. Kenan dönüp Gün-sel'e baktı. Durulmaya çalışıyor
gibiydi. Kapıya yürüdü sessizce, ağır; dinler gibi önünde durup bekledi bir
süre. Sonra birden açtı kapıyı. Kimse yoktu. Kuruntularından utanmış gibiydiler.
Koridoru yürüdü Kenan, merdiven başından aşağılara baktı; loştu, sessizdi. Niye
bu kadar ürkek olduk biz?.. İçeri döndü. Günsel bir camı açmış, Kenan'a
bakıyordu pencere önünde.
— Bu acıkmış, dedi, cereyan yaptı belki, kapı sallandı.
Bir şey demeden kapattı kapıyı Kenan. Irgaladı, gerçekten de sallanıyor ya, bu
ses değildi deminki. Neydi peki?.. Bir şimşek çaktı kafasında. Birisi
saklanmıştı sanki deminki loş sessiz merdivenlerde. Bir katın kapısına
çekilmişse nereden görürüm?.. Nedenini bilmediği ürperti dolaştı içinde. Aşağıya
inip baksam... Seni bekleyecekti çünkü!.. Ne diyeceksin?.. Bekledi diyelim,
gördün. Kim?.. Ne bileyim kim? Pencere önünde öylece duran Günsel de toparlandı
birden. Görünmez kişilerden korkuyoruz artık. Gülümsemeye çalışarak yaklaştı.
— Yakında gözümüze de görünürler, dedi, iyi saatte olsunlar!..
Durgunluktan kurtulamamışlardı yine de. Gizli polis izlemesi, Nermin'in,
Rasim'in bir oyunu, çözmeye ürktükleri karanlık
bir yumaktı içlerinde. Odaya girip de yatağa yaklaşınca sığındıkları durgun
bölgede yeni başlıyorlarmış gibiydi her şey.
— Kışlaya götürdüler bizi, diye mırıldanmıştı Günsel.
Yasaksızdı artık. Kuruntudan, acıdan tutkularla soyunuk dü-şüverdiler. Yorgun
dalıp gittiler sonra. Kenan gözlerini açınca kolundaki saate baktı. İkiye
geliyordu. Cumartesi bugün. Arnk gitmem işe. Pazartesiye kadar burdayız. Günsel
gitmek isterse?.. İstemesin. Yanında çıplak yatan Günsel'e baktı. Tedirgin bir
yüz bu. Niye tedirgin olsun, dupduru. Tedirginlik senin içinde. Nasıl söyleceğim
Nermin'in benden çocuk türettiğini?.. Ne çok şey var anlatacak. Çok mok değil,
bir şey var, benim yenilgim o da... Nasıl anlatırım?.. Bırakıp kaçmaz mı beni?..
Kaçmaz da yüzüme tükürür belki. Bırakayım da Sermet'e mi gitsin?.. Nermin'e mi
kalayım ben?.. Doğrusu bu belki de... Doğrusu bu mu?.. İyice çürümeye başladın,
aşşağılık herif?.. Bana göre doğru demedim ki. Birçokları öyle düşünür. Sen
değil!.. Ben değil. Hiçbir gün öyle düşünmedim ben. Yalnız sabahleyin kapı
vurulur gibi olunca korktum doğrusu. Korkmak değil de, birden... Gerçekten neydi
o?.. Soycak fişli bunlar. Belki de polis izliyor bizi. Ya da Nermin'le Rasim.
İçim kazınıyor. Çıkıp yiyecek bir şeyler alayım. Nasıl kestirirsin ne
olacağını?.. Dün gece buraya gelip de kanepeye yıkılınca (gerçekten de yıkılmakü
o) hiç aklıma gelir miydi gözlerimi açınca Günsel'i bulacağım?.. Bitti,
diyordum. Demek yeniden başlıyor her şey. "Her şey değişip akmada, bu hal beni
hayran bırakmada..." Ne güzel demiş Nâzım. Karyoladan yavaşça kaydı. Fanilasına
uzandı. Pantolonu, gömleği, çorapları, iç giysileri odaya saçılmıştı. Günsel'in
giysileriyle karışıktı yerlerde. Sabırsızca soyunurken Günsel'inkileri de çekip
atmıştı. Günsel'e baktı, uyuyordu. Yer yer morarmış çıplak kolla-n, omuzlan,
uçlarına kadar dolgun göğüsleri, yastığın, örtülerin beyazlığında, oportadaydı.
Yeniden bir özlemle atılmak geldi içinden. Tuttu kendini. Sessizce, çabucak
giyinip banyoya geçti. Biraz sonra su sesiyle gözünü açmıştı Günsel de. Şaşkın
ba-
fandı önce. Çıplaklığından utanır gibi kollarını sokup çenesine kadar çekti
örtüyü. Kenan saçlarını tarayarak odaya girince gözlerini kapadı oyun yapar
gibi. Uzanıp öpmesini bekliyordu. Hep böyle yapar.
— Çıkıp da bir şeyler alayım, dedi Kenan. Çok açım. Gözlerini açtı Günsel. Kenan
kapıda durmuş bakıyordu. Yi-
532 ne gözlerini kapatırken:
— Olur, dedi. Uyuyacağım ben.
— Bir isteğin var mı?..
— Çabucak dönmen.
Kenan bir şey demeden çıktı odadan. Dış kapının açılıp kapanma sesiyle gözlerini
açtı Günsel. Yadırgamıştı öpmeden gitmesini. Bir durgunluğu var. Bir şeyler mi
saklıyor yoksa?.. Sen saklamıyor musun?.. Bugün söylerim belki de. Bir piçimiz
olacak derim!.. İyice şaşkına dönsün adam. Dönsün, ne yapalım?.. Tek başıma
nasıl çözerim?.. Sorumluluğu bölüşürüz hiç değilse. Uyuyamayacağım, kalkıp
yıkanayım. Saat ikiyi geçmiş, bugün çıkmayız artık. Çıkmaz mıyız?.. Karyolada
doğrulmuştu ki birden donup kaldı. Allah belamı versin benim! Bir sürü adres
aldım çocuklardan, telefon numaraları aldım, haber iletecektim. Fırladı birden.
Çabucak yıkanıp giyiniverdi. Delice kızgınlığa kapılmıştı, sürekli suçluyordu
kendini. Pencere önünde sinirli beklemeye başladı. Dışarıya bakıyordu ya, bir
şey gördüğü yoktu. Kışladan görevli ayrıldıktı sözde. Sevgilimin kollarına attım
kendimi, oooh!.. Kapı açılıp da Kenan bir sürü yiyecekle girince atıldı hemen:
— Ben çıkıyorum Kenancığım, dedi, sen ye. Bir-iki saate gelirim sanıyorum.
Şaşaladı Kenan, diretecek oldu.
— Saçmalama, dedi, nereye gideceksin şimdi. Daha yeni... Birden sözünü kesti
Günsel:
— Sevişmeye dalıp gittik, sabahtan haber vereceğim yerler vardı, çocuklar
kışladan görevli bıraktılar beni.
Bir şey diyemeden kalmıştı Kenan. Günsel uzanıp çabucak bir öpücük kondurdu
yanağına. Kapıdan çıkarken:
— Hoşçakal canım, dedi, gece buradayız. Yarın da pazar.
Fırlayıp çekti kapıyı; koridorda, merdivenlerde koşuşan ayak sesleri uzaklaştı,
bitti çabucak. Neye uğradığını anlayamamış, paketler elinde öylece kalmıştı
Kenan. Çocuklar kışladan görevli bıraktılar. Çocuklar... Gidip mutfaktaki masaya
koydu elinde -kileri. Bütün açlığı dağılmış, bir acılık yayılmıştı ağzına. Taze
francalanın ucundan kopardı biraz, bir parça peynir aldı ısırdı. Salona geçti,
pencere önündeki koltuğa bıraktı kendini. Pardö-süsünün cebinden gazeteleri
çıkarıp bakmaya başladı. Üniversite bahçesindeki dünkü olaylara şöyle bir
değiniyordu sıkıyönetim bildirisi. Ankara'da da olaylar olmuş. Tutuklananlar
varmış Ankara'da, İstanbul'da. Niye bıraksınlar? Yoksa? Doğru dürüst bir şey de
anlatmadı ki... Bıraktın mı anlatmaya?.. Kızı yemekten, uyumaktan başka bir şey
bildiğin yok ki... Soğutacaksın kendinden. Kalktı, dolaşmaya başladı salonda.
Radyoyu açtı, parazitli bir müzik başlayınca kapattı. Mutfağa geçip bir şeyler
arandı. Bilmiyordu ne aradığını, öylece dolaşıyordu. Kesekâğı-dından birkaç
maltaeriği alıp yıkadı muslukta. Birini ısırıp bıraktı. Yıkanayım en iyisi.
Yoksa çıkıp Burak'a telefon mu etsem?.. Ne olacak edeceğim de?.. Banyoya geçip
şofbeni yakü. Ağır ağır soyunup ılık duşun altına geçti. Nasıl kurtulurum bu
kargaşadan?.. Kışladan bırakmışlar çocuklar ki Sermet, Nermin'in de karnında
canavar, herifler mosmor kızın sırtı... Nasıl çekip gitti?.. Hep çekip gider bu
kız. Soycak fişli. Kapattı duşu, kurulandı. Giysilerini alıp banyodan çıktı;
yatak odasında sandalyeye bıraktı. Yatağa çırılçıplak girip battaniyeyi çekti
üstüne. Ya gelmezse?.. İzleyip yakalarlarsa?.. Belki de benden sakladığı bir
şeyler var?.. Gizli bir örgütten görev alıyordur. Niye saklasın benden?..
Saklayacaksın demişlerse saklar. Böyle sürüp gider evlen -sek de... Kötü mü?..
Değil de yoruyor insanı. Nasıl evleneceğiz?.. Uyusam. Dudaklarıyla uyandırır
belki yine. Uyusam uyu-
sam uyusam... Niye saklıyor benden?.. Güveni yok. Güvenilecek adam mısın sen?..
Bir Nermin'e diretemedin. Yine kazıntı duydu içinde. Kalkıp iç giysilerini,
gömleğini geçirdi çabucak. Mutfağa gidip paketleri açtı. Çabuk çabuk yemeye
koyuldu, soluk almadan, sanki kızgınlıkla tıkıştırıyordu. Kesekâğıdından bir
yumurta düşüp de kabuğu, akı, sarısı yere dağılınca durdu. Süt şi-634 ?esm' acıP
yarısına kadar dikti başına, bıraktı. Yere yayılmış kırık yumurtayı kaldırdı,
kıyıdaki yer beziyle sildi. Ellerini yıkadı. Geriye kalan sütü de dikti başına,
boş şişeyi bıraktı. Çıktı mutfaktan. Şimdi ne yapmalı?.. Okumalı en iyisi.
Okuyacağım da ne olacak?.. O ne demek?.. Cehennemin dibi demek. Yorgunum işte.
Bezginlik bu; bezginim, ne yapalım?.. Düzenin bozuldu değil mi?.. Düzenim mi?
Yok ki bir düzenim. Karışık, her şey karmakarışık. Neye varır, nasıl düzelir?..
Ne oluruz sonunda belli mi?.. Niye buradasın öyleyse?.. Git işine, para kazan,
akşamları da evine, karıcığına, yavrucuğuna dönersin!.. Bir düzenin olur!.. Çok
özendiğim şeyler sanki... Özenmiyorsun da bu çöküş niye çizginin dışına
çıkınca?... Çizginin dışına mı?.. Ne çizgisi? Ne çöküşü?.. Uykum var belki de...
Biraz da yorgunum, o kadar. Saat üçe geliyor. Yatak odasına girip karyolaya
bıraktı kendini, gözlerini kapattı. Uykum filan yok. Belki de iyi oldu Günsel'in
gitmesi. Tek başıma kalıp düşüneyim biraz. Bir bas-tırsalar bizi burada,
cezaevini boylarız. Yapar mı Nermin?.. Niye yapmaz?.. Günsel'i izliyorsa polis
bile doldurabilir Nermin'i. Doldurabilir. O zaman da... Ne yaparız o zaman da?..
Kuzu kuzu bekleriz böyle, başka ne yaparız?.. At şunu kafandan be... Askerler
geldi, sıkıyönetim var, senin kafan nelere çalışıyor?.. Ya Selim?.. Çarpılmışa
döndü. Tamam işte, o puşt öğrenirse burayı tamamdır işimiz! Allak bullak oldu
bir anda. Gezinip dolandı bir süre, camdan dışarılara baktı. Durulamıyordu.
Kapıya baktı yaklaşıp, açıp koridora baktı. Herif kapıda bekliyor çünkü!..
Hırsla çarptı kapıyı. Ağır ağır gidip kanepeye oturdu. Nasıl düşünemedim şimdiye
kadar?.. Asıl tehlike bu oğlan. Yoluna çıkar-
sa uyma demişti Nermin. Yolumu gözleyeceğini biliyor demek. Öyle bulanıktı ki
içi, ne yapacağını bilmeden sırtüstü yattı kanepeye, gözlerini kapadı. Yum
gözlerini, kapat içindeki ışıkları da, görülmeye değer bir şey yok; dışarda da
yok, içerde de yok. Günsel de yok. Belki de hiç gelmez artık. Sıkıyönetim var,
yaka-lavıp götürürler onu da... Selim?.. O orospu çocuğu var. Uykuda mı, uyanık
mı, tıkanıp kalmıştı öylece. Kapıdaki ayak sesleriyle fırladığında oda loştu,
saat altıya geliyordu. Zil sesiyle içi ezi-liverdi birden. Ne oluyorsun be?..
Günsel'dir... Günsel'di. Yorgun, soluk soluğa gülümseyerek baktı kapıda. Yavaşça
kapatıp boynuna sarıldı Kenan'ın.
— Gene mi uyudun? dedi. Uykucu. Kenan'ın dudaklarından kurtulma çabasıyla:
— Tanklar dolaşıyor, dedi, sokaklarda çocuklar yürüyor, biz burada...
Demin yarım yamalak kurtarabildiği ağzını dudaklarıyla iyice kapatmıştı Kenan.
Bıraktı bırakacaktı o da, kanepeye düşüyorlardı ki direndi. Soluk soluğa:
— Dur Kenancığım, dedi, ne olursun dur. Öyle yorgunum ki...
Yan yana oturdular kanepede, bir süre bakışıp kaldılar. Neyi örtüyordu bu
gözler?..
— Sevmiyorsun artık beni?..
Donuk, küskün bakan Kenan'a hüzünlü gülümsedi. Günsel:
— Delisin, dedi.
Paltosunu kanepeye atarken takıldı:
— Bu kadar gürültü içinde düşündüğün şeye bak.
Neresi şaka bunun?.. Bakışı iyice acılaşmıştı Kenan'ın. Savunmak için bir şeyler
diyecekti, beceremedi. Doğru söylüyor. Örtbas etmek için hızla tutup çekti
Günsel'i. Kendini yitirmiş gibi öptü öptü. Yine yarım bıraktı Günsel. Yavaşça
sıyrılır gibi kanepenin köşesine çekilip yaslandı. Sırtı mı acımıştı yine?..
Kadınca bir oyun sanki... Gülümseyerek bakıyordu.
— Bırak, dedi, açlıktan öleceğim. Bir sandviçle duruyorum. Gülerek ekledi
birden:
— Hem biraz kollasak arük. Bir de gebe kalırsam?..
Öylesine alaylı söylemişti ki pek de inanmıyor gibiydi olacağına. Yüzünden bir
bulut geçti Kenan'ın. Bir bu eksikti gibisine acı bir gülümseme. Bütün tutkusu
sönüvermişti. Yavaşça dönüp koltuğa yaslandı, gözleri bir noktaya takılı kaldı.
Şaşkın bakakal-mıştı Günsel de... Bir şeyler demesini bekliyordu sanki. Gözleri
doldu dolacak, ayağa kalktı hemen. İyi ki bakmıyor.
— Bir şeyler hazırlayayım ben.
Mutfakta yiyecek paketlerini açarken bir bulantıyla duraladı birden. Elini
ağzına bastırarak öğürtüsünü kapatmaya çalıştı. Kenan'ın duymasından daha da
korkar olmuştu şimdi. Yandaki banyonun musluğuna dar attı kendini. Ne
çıkaracaktı... Yolda aldığı bir sandviçle duruyordu sabahtan beni. Tükürdü,
ağzını çalkaladı. Yüzüne su vurdu. Geçirmişti. Yine başlarsa?.. Hele Kenan'ın
yanında?.. Handan'ın verdiği ilacı düşündü. Birkaç kez denemişti, iyi geliyordu
ya, salona gidip çantasından almak gerekti. Nasıl da bıraktım orada?.. Çantamı
karıştırmaya bayılır. Bir de görürse, anlar ossaat. İlk kez görecek çantamda
ilaç taşıdığımı, açıp bakmadan, prospektüsünü okumadan kor mu?.. Salona girerken
Kenan'la karşılaştı.
— Hadi yardım et, masayı açıyorum.
Öylesine yersiz ki şu sözlerim. Bereket Kenan oralı değil. Yine bir şeyler var
kafasında. Sermet mi yoksa?.. Tamam, odur. Niye unuttum?.. Bana çatmaya mı
kalkacak?.. Hele bir çatsın. İlacı gizlice yutup şişeyi paltosunun cebine koydu.
Tedirgindi yine de. Belli olur mu hiç, buraya da el atar. Bir şeyciğimi bile
saklayacak hiçbir şeyim yok şu adamdan, yine de kuşkuda... Yokmuş!.. Koskoca
bebek saklıyorsun karnında!.. Düşse de kur-tulsam. Babasız çocuk mu olurmuş?..
Niye babasız olsun?.-Aman ne babalık?.. Şakası bile ağır geldi adama. Söyle
gitsin açıkça. Dünyada söylemem. Derdi ona da bulaştırmanın ne ya-
rarı var? Pencereye yaklaşıp dalıp gitti dışarılara. Ne olacağımız belli değil
daha. En iyisi Handan'la konuşmak. Bir an önce kurtulayım şu piçten. Allah
belanı versin senin. Versin ne yapayım? O da bu sırayı mı buldu... Bir ara
düşeceğim sandım bugün yollarda. Böyle miydim ben?.. Hep bu piçin yüzünden.
Otobüste gelirken Radyoevi'ne yürüyen gençleri görmüş, Taksim Harbiye Bulvan'nda
otobüsten inip aralanna katılmak istemişti. Har- 537 biye'ye doğru yürüyen
Teknik Üniversiteli öğrencilerdi. Yüz metre bile yürümeden bitkin kalmıştı. Başı
dönüyor, içi bulanı-yor, soğuk terler döküyordu. Sokak başında duran taksiye
binmek zorunda kaldı. Şoför Elmadağ'ın altlarından, Dolapde-re'den Osmanbey'e
çıkmıştı. Bomonti'de, Bulgar Çarşısı'ndaki bir apartmanın kapıcısına bir
öğrencinin pusulasını bırakacaktı. İki adımlık yol büyüdükçe büyümüştü gözünde.
Telefonla bile, evlere haber vermenin böylesine güç olacağını düşünmemişti. Çoğu
ağlamaklı oluyordu telefonun ötesindeki seslerin, haberi alınca. Kışlaya mı
götürdüler?.. Yalnız bir adam ile bir anne sevinmiş gibi oldular kışla sözünü
duyunca. Adam askerdi belki de, kadın da subay karısı... Birkaç pusulayı da
postaya atmıştı. Öyle demişlerdi. Pendik, Beykoz filan vardı içlerinde.
Cibali'de bir eczanedeki kalfa da nasıl kuşkulu bakmıştı pusulayı uzatınca.
Teşekkür bile etmeden aldı; içeri giren bir kadının reçetesine uzandı hemen,
rafta ilaç aramaya koyuldu. Etiler'deki kasap da öyle... Her yanda korku. Bir
Beyazıt'ta bahçedeki çocuklar mı aştılar korkuyu?.. Boşuna değil birçoklarının
bizden hem çekinmeleri, hem de saygı duymaları. Ar daman derler, bizim de korku
damanmız mı çadamış nedir?.. Öyle de değil ya. Biz korkmuyor muyuz?.. Öyle
anlamsız şeylerden korkuyorlar ki bizi kahraman görüyorlar. Sanki çok önemli
şeyler yapıyoruz da... Önemsiz mi olanlar? Biz mi yaptık? Kim yaptı? Kökü bizde
yine. Övünmeye kalkma, kökünün kimde olduğu da belli değil daha. Bir kez bile
görmedim ağabeyimin övündüğünü. Övüneceği kalmış. Eziklik, ürkeklik öyle bir
bastırmıştı ki üstlerine!
Kolaydı yıllar yılı cezaevlerinde, Birinci Şube işkencelerinde... Nişantaşı'na
inerken Hukuk'tan bir oğlana rastlamıştı. Dün gece bahçedeydi o da. Kaçmış
demek. Halk Partiliydi. Adını çıkaramadı bir türlü. Oğlan sokulmuştu, yanına
yöresine bakınarak. Pazartesi Şehzadebaşı'nda toplantı varmış. Nato'cular
Beledi-ye'de olacaklarmış da... Bunlara gösteri! Sözünü tamamlayama-dan
uzaklaştı. Birini görmüş olmalıydı. Günsel'in içine de bir korku düşmüştü. Eve
gelmeden Nişantaşı, Teşvikiye yöresinde arkasına bakınarak dolaştı durdu uzun
süre. Nato'culara gösteri!.. Türkiye'ye kıyanlardan mı yardım isteyeceğiz?..
— Niye daldın?..
İrkilir gibi döndü Kenan'a.
— Hiç, dedi, karanlıkta ışıkların parıltısı... Hep severim.
Çabucak döndü mutfağa. Yiyecekleri taşıyıverdiler. Konuşmaya istekli
görünmüyorlardı. Kenan, Günsel'in radyoyu açmasına da karşı çıktı. Sarıldı
birden, sımsıkı bastırdı göğsüne. Sıcak soluğu saçlarından dolaşıp durdu bir
süre.
— Hiç göremeyeceğim sanmıştım artık seni, dedi.
Aşırı duygululuk Günsel'i de kuşatıvermişti bir anda. Yanağını, sıcak
dudaklarını yumuşak gömleğin üstünden ağır ağır göğsüne sürttü Kenan'ın.
— Bana da öyle gelmişti, dedi.
Hiç de öyle gelmemişti oysa ki. Söylemekten hoşlanacağını söylemeye başladım,
istediklerimi değil. Masada şarap içmekte de hem istekli, hem çekinceliydi. Ya
söylemek istemediklerimi söylersem?.. Bunca mı yabancılaştık?..
— Bugün de olaylar var mıydı?..
— Çocuklar yürüyordu. Elmadağ'da inip bir süre izledim. Kenan şaraptan bir
yudum aldı, sessiz baktı Günsel'e:
— Bakalım ne olacak? dedi.
Başını önüne eğmiş, bir şeyler yiyordu Günsel. Duymamış gibiydi Kenan'ı. Açmak,
tartışmak istiyor, göze alamıyordu Kenan. Ne diyecekti?.. Yaptığımız iş saçma,
yanlış, C.H.P. kışkırt-
ması. Kullanıyorlar sizi. Pisi pisine gidecektin az kalsın. Bereket Rasim... Bir
şey tıkanıyordu içine. Nasıl söylerim bunu?.. İnandığı bir kavgadan yeni çıkmış
daha. Sen inanmıyor musun?.. Niye inanayım?., inanmak değil de...
— Ne yapsak?., dedi birden.
Ağzından bilinçsiz çıkıvermişti. Sesli düşünür gibi. Neyi ne yapsak?.. Yine bir
tepki göstermedi Günsel. Duymamıştı sanki. Niye böyle dalgın bu kız?.. Yorgun
belki de... Daha da mı olmasın?.. Nasıl seviyorum bu kızı. Niye böyle
karmakarışığım ben?..
— Şarap da içmiyorsun?
Bir yudum alıp bırakmıştı Günsel. Başını yavaşça kaldırıp yorgun gülümseyerek
baktı.
— Bilmem, dedi, hiçbir şeyi içim çekmiyor. Gözlerini kırpıştırıp yeniden
gülümsedi.
— Uyku mu bastırdı ne?.. Yorulmuşum iyice.
Fırlayıp boynuna sarılmak isteğiyle yanmaya başladı Kenan. Şarabın etkisi mi
yoksa?.. Suçlu gibiydi. Ağlamak, özür dilemek, öpmek, olan biten her şeyi
anlatmak, içinden geçenleri de... Sonra yine öpmek, öpmek. Bağışlaması için
yalvarmak, sonra yine...
— Yatalım istersen, dedi.
Bir de sözcüklere sığınmasak...
Günsel ağır ağır başını sallayıp şarap bardağını kaldırdı, yarıya kadar içti;
yarım bardağı masaya koyup kalkarken:
— Seninle konuşmak istediğim şeyler var, dedi. Donakalmıştı Kenan. Tamam,
kıstıracak beni. Bir şey sezinledi, ondan durgunluğu. Ya alırsa ağzımdan
Nermin'in...
— Bırak konuşmayı, dedi birden, yarın çok vaktimiz var daha. Dökülüyorsun. Ben
de öyle.
Kollarından yakalayıp kucağına çekiverdi Günsel'i, dizine oturttu. Öylece yüzüne
bakıp durdu bir süre. Öyle yumuşak, öyle sıcak ki boşuna arayıp durma, hiçbir
art düşünce yok bu
kızda. Kuşkusu filan da yok. Kuşku senin batağın. Hiç böyle rahat
gülümseyebildin mi sen?.. Peki nedir benimle konuşmak istedikleri?.. Anlamadın
mı?.. Günsel birden kollarını boynuna doladı, başını omzuna dayadı, öylece
kaldı. Konuşmak istememesine sevinmişti Kenan'ın. Ne diyecektim ki?.. Nasıl
derdim ki?.. Yarı alaycı bir sesle:
— Yatalım en iyisi, dedi.
En iyisini yaptıklarında saat on bire geliyordu!. Sevişmenin tatlı yorgunluğunda
sırtüstü bırakmışlardı kendilerini.
— Ankara'da da çok ölü varmış diyorlar. Hukuk'u, Siyasal Bilgiler'i makineli
ile taramışlar.
Kenan karşılık vermeden, gözleri tavanda, boşlukta öylece kaldı bir süre. O da
duymuştu. Halk arasında daha da büyütülmüş yaygın söylentiler vardı.
— Ölü sayısı artıyor boyuna, dedi yavaşça.
Bir şeyler daha demek istiyordu, toparlayamıyordu bir türlü. Uyku ile uyuşukluk
arası bir bilinç çöküntüsündeydi sanki. Ölümün soğukluğu mu?.. Ya bu kızı
öldürürlerse?.. Ne yaparsın değil mi?.. Kendim düşünüyorsun aslında. Hep
kendini, sadece kendini. Basbayağı bilincindesin de bunun. Ne çöküntüsü?..
Bencilsin. Söylemesi zor. O kadar. Yavaşça dönüp Günsel'e baktı:
— Günsel!..
— Hımmmm...
Uyandırma, demek bu. Sırtüstü, yarı açık göğsü, çıplak kollarıyla üşümez de bu
kız. Sıvaslıyık demişti ya... Neye varacak bu işin sonu?.. Seviştikten sonra
uyumamak kötü. Hem de öyle kötü ki... Sabahlayacak mıyım yoksa?.. Günsel'in
koynunda da olur muydu... İlk kez... İlk kez milk kez, oluyor işte. Nasıl
yorgunum... Yavaşça döndü Günsel'e, bakıp durdu bir süre. İnsanlara, her şeye
sövüp saymak geldi içinden. Ne biçim kör dövüşüdür bu be?.. Ne isterler bu
kızdan?.. Uyuyor işte... Sokaklarda koştu, alanlarda bağırdı çağırdı, poliste
dövüldü (sözünü de
etmiyor...), sevgilisi ile yatıyor şimdi. Ya sevgilisi?.. Bir örgütte olsak der
sevgilisi... Örgütte olacakmış! Beyazıt'ta en önce kaçıyordun. Halktan sonra
kaçsaydın ya hiç değilse! Halk mı?.. O halkın ben... Ne kaçması?.. Kaçmadılar
bile be... İnekler gibi bakıyorlardı. Öküz sürüleri... Hiçbir şey olmaz bu
halktan! Üç tane romantik ülkücü ile... Topu fişli zaten. Soycak fişli. Tomurcuk
bir sızı çatlayıvermişti içinde. Uyandırsam şu kızı, anlatsam ^4i her şeyi;
ben desem, Beyazıt'ta sonra Nermin'le de korkup... Şimdi de... Nasıl yorgun
düşmüş bu kız. Yıkanmadı bile seviştikten sonra. Gerçekten de, ben banyodan
döndüm, uyudu uyuyacaktı. Çok ölü varmış dedi, uyudu gitti. Oysa nasıl temizdir.
Gebe kalmak sorunu da var. Tamam, bir de sen gebe kal ki... Ben damızlık boğa
gibi... Başka ne boka yararım zaten?.. Sevsinler; kırkında damızlık boğa!..
Uyanıp sarılıverse de, bir daha istiyorum dese gülünç olur giderim. Bereket tam
kadın değil daha. Azgın değil. Benim isteklerim ona da yetiyor. Yetiyor mu,
yoksa?.. Ne yoksası?.. O da Sermet'le... Söyle söyle... Çıksın bütün çirkefliğin
ortaya. En ufak bir saygın yok şu kıza. Sen yalan söylediğin için inanmıyorsun
bir türlü. Orospular her kadına pislik atar. Sen de erkeğin orospusu... Neydi
benimle konuşmak istediği?.. Niye yüreksizlik ettim sanki?.. Günsel'i uyandırıp
konuşmak isteği ile yanmaya başladı. Sırtının acısını bile duymuyor belli ki.
Demin sevişirken de kolladım ya, yine de sabahki kadar acımıyordu gibi. Sabah
naz etti belki de! Bak benim sırüma, neler yaptılar demez. Rasim olmasa kim
bilir daha neler gelecekti başına. Bunu da söylemem gerek. Niye çekmiyorsun?..
Ne var bunda?.. Uyansa da bir şiir okusa Nâzım'dan. Zaten kızar şiir
okutulmasına. Niye kızar?.. Duygusallıktan kurtulmaya çalışıyor aklı sıra. Hep
ağbisinin etkisi. Daha biraz fazla, nasıl demeli, sınırlı bir kafanın, tek
yönlü, belki pek basit de değil gibi, fişli... Günsel biraz uzak olsaydı
ondan... Tehlike bakımından yani zarar görmemesi devrimci olarak... O adam
olmasa Günsel de olmazdı, budala!.. Böyle olmazdı. Hadi uyu biraz,
belki açılırsın. Çıkmaza girdin yine. Ne çıkmazı be? Adam izmir'de. Daha uzak
nasıl olsun?.. Bir uyusam. Uzanıp yandaki küçük lambayı söndürdü. Oda iyice
kararmıştı birden. İşte Türkiye!.. En küçük bir ışık umudu yok. İçinde ışık yok
senin! Bu kadar mı karardın?.. "Hiçbir zaman tam karanlık değildir gece..." Yine
şiir. Dön yanındaki şu minicik kıza bak. Ne konuşacaktı benimle?.. Kent
askerlerin elinde. Kimin için bu sıkıyönetim?.. İsmet Paşa Meclis'ten kovulmuş.
Ordu demek değil mi İsmet Paşa?.. Peki, sana ne?.. Bize ne?.. Onu diyorum ben
de... İşçi sınıfının sorunları mı bunlar?.. Pisi pisine heriflerin oyununa
geliyoruz. Ben gelmiyorum da, bu kıza nasıl anlatsam?.. O da bunu konuşacaktı
belki. Nermin'in doğumunu soracak değildi ya. Allah belasını versin Nermin'inin
de... Nerden çıktı bu karanlıkta?.. Hep karanlıkta çıkar. Uyusam... O da
uyuyamıyor-dur şimdi. Cehenneme!.. Karanlığa alışan gözleri Günsel'in yü-
zündeydi. Nerden çıkardımdı o oyunu?.. Nermin'e benzetme oyununu?.. Neyi
benziyor bu kızın ona?.. Şu dudaklarını böyle... Eğilip yavaşça öptü
dudaklarından. Birden irkilir gibi oldu Günsel. Gözlerini açtı korkuyla. Alaca
karanlıkta ışıltıydı, şaşkındı. Durup gülümsedi çocuksu çocuksu. Dudaklarıyla
bir öpücük gönderdi, yorgun yumdu gözlerini. İşte bu yanı benziyor o kadına. O
da böyle... Günsel yine açtı gözlerini, daha bilinçli baktı.
— Uyumadın mı sen? dedi yavaşça
— Uyumadım.
Bir şeyler daha deyip gözlerini kapatacak gibiydi. Kenan yakalanmaktan kaçar
gibi sırtüstü döndü yavaşça. Öylece kaldılar bir an. Günsel uykunun ağırlığından
kurtulmakla kurtulmamak arası bir duralamadan sonra mırıldandı yine:
— Uyanamıyorum. Nasıl da...
Sonunu getiremedi. Bir sessizlik daha oldu. Kenan'ın susması tedirgin mi etmişti
ne?.. Biraz sonra daha ayılmış bir sesle:
— Bir şeyin mi var... dedi.
Hasta olmasından mı kaygılanmıştı?.. S — Hayır, dedi Kenan, sen uyu canım.
I Uykusu iyice açılmıştı Günsel'in. Uzanıp saçlarını tuttu Ke-' nan'in, okşar
gibi yaptı, çoğu kez yaptığı gibi. Karşılıksız kalmanın kırıklığı ile dönüp
baktı. Bir şeyi var bunun. Yeni değil ki... Akşamdan, dahası sabahtan belliydi.
Sorsam söylemez. Söyler ya, bir de Sermet filan derse?.. Amaan, şeytan diyor ki
git yat 543 Sermet'le, o da kurtulsun sen de! Ne kolay!.. İyice ele aldık
utanmazlığı. Uff be... Başım da ağrıyor. Sırtım da... Onun da bir acısı var.
Sırtını kollayarak yavaşça doğruldu, başını Kenan'ın göğsüne koydu. Ufacık
öpücükler kondurdu. Kenan öylece dalgın duruyordu. Duymamış gibi. Belki de
korkuyor. Benim polise düşmemle ürküye kapılmışa benziyor. Onuru kırılmış gibi.
Beni yitirmekten korkar hep. Bırakmasalardı beni yitip gitmiştim onun için. Daha
da belli değil ne olacağım. Seviyor beni. Yıllarca kapatılsam cezaevine ne
yapar?.. Ben ne yaparım?.. Hiç... Böylesine sevseydi ağabeyim, ne yapardı
yıllarca?.. On dört yıl ayrılık. On dört güne dayanamıyor bu. Sen dayanabilir
misin?
— Kalkalım mı? dedi yavaşça. Sonra gülerek ekledi:
— Sana şiir okuyayım mı?
Mutluluk duymuştu Kenan bu alaycılıktan. Bu kız hep alay mı ediyor benimle?..
Zayıf yanlarımı çok iyi biliyor. Öyle sanıyor daha doğrusu. Gerçekten zayıf olan
yanımı, yanlarımı bir bilse...
— Hiç uyuyamayacakmışım gibi, dedi... Seni uyandırmak istemedim, öyle güzel
uyuyordun ki... Hep de konuşmak istiyorum seninle. Ne çok şey var. Karmakarışık.
Biraz durdu, ekledi:
— Sen de konuşmak istedin...
Gerçekten ben de konuşmak istedimdi. Ne konuşacaktım?.. iyice dönüp sarıldı
Kenan'a, öptü göğsünü.
— Hep konuşmak isterim seninle, dedi. Canım benim, biricik erkeğim...
Yine öptü yumuşacık. İçtenlikle yapıyordu; okşamak, durult-mak için değil. Kenan
daha da tedirginleşmişti sanki. Yavaşça çekildi. Ezileceğim iyice. Bu da benim
biricik kadınım! Yüreğinde bir daralma duydu, çarpıntıya tutulmuş gibiydi.
Döndü, Günsel'e baktı, kurtulmak ister gibi birden:
— Gebe olduğunu söyledi Nermin, dedi.
Gebe olduğunu mu söylemiş Nermin?.. Önce anlamsız, sonra ummayacağı kadar acı
geldi Günsel'e. Katılıp kaldı bir süre. Bir gülmeyle çözülüverdi. Bilinmezi
buymuş demek adamın. Kı-rılıverdi kapalı kutu. Vicdan azabından uykusu kaçmış!..
Bıraktı Kenan'ı, yavaşça çekilip yastığa yaslandı. Böyle yapmak da istemiyordu
aslında. Hiçbir şey yapmak gelmiyordu içinden. Sırtım çok acıyor. Yanşta
kazanacağı sıra tökezlemiş gibiydi, ayağı bur-kulmuştu. Yanşta kazanacağım
kuruntuymuş. Ne gülünç durum. Yeniden gülmeye başladı. Bulanıyordu içten içe,
öğürtü takıldı boğazına, hemen kayıverdi yataktan. Gülerken inip kapıya
yönelmesini anlamamıştı Kenan. Gülmesini de anlamamıştı ya... — Nereye?., dedi
çekingen.
Günsel duymamış gibi, sinirli gülmesini eliyle kapatıp loş odadan tuvalete
dalmıştı. Ne yapacağını bilmeden yatakta doğrulup kalmıştı Kenan da... Neler
olacak şimdi?.. Nasıl tepki bu?.. Ağlıyor mu?.. Yalnız beni değil, kendini de
kurtarmalı. Bütün pisliğini bu kız temizleyecek senin, hayvan herif!.. Yataktan
indi, çıktı odadan. Bir sigara yaktı salonda, koltuğa çöktü. Şofben, duş sesi
geliyordu banyodan. Biraz sonra, bornozu, başında havlusuyla Günsel çıktı.
Anmış, yenilenmiş gibiydi. Ağlamışa benzemiyordu, yine de yorgun ilişti
karşıdaki koltuğun koluna. Başını eğip sarkmış ıslak saçlarını kuruladı. Sonra
anımsamış gibi uzanıp bir sigara aldı yandan, yakn. Kenan öylece bakıyor, bir
şeyler demesini bekliyordu. Günsel hiç oralı değildi sanki. Kenan kaygısını
iyice belli etmek ister gibi sigara yenilerken:
— Nefret mi ediyorsun benden?., dedi. Günsel sinirli gülümsedi.
— Öyle olmasını mı isterdin?..
Anlamamış gibi kaldı Kenan. İster miyim hiç?.. Deli mi?.. Şakayla gülümser gibi
ekledi Günsel:
— Öyle olsa da çekip gitsem kurtulurdun belki.
Şaka da değil bu gülümseme. Taş atıyor, inanıyor belki de. 545 Kurtulur
muydum?.. Gerçekten mi düşünüyor bırakıp gitmeyi?.. Bir sızı çöktü içine. Ağu
gibi ağzım da. Niye içerim bu zıkkımı? Sigarayı söndürüp kalktı. Günsel,
kurutmak için havlu arasına aldığı sarkık uzun saçlanyla oynarken,
davranışlarını kaçırmaktan korkar gibi Kenan'a dikmişti gözlerini.
— Doğru mu? dedi.
Duraladı Kenan. Dönüp baktı Günsel'e:
— Ne doğru mu?..
Günsel aynı yumuşaklıkla açıkladı:
— Gebeliği. Seni bağlamak için uydurmuş olmasın? Sevindi Kenan. Ben niye
düşünmedim bunu... Yapmayacağı
var mı o karının beni kıskıvrak tutmak için... Nelere başvurur daha...
Ferahlatıcı bir kolonya kokusu gibi uçup gitti sevinci. Doğruluğuna inanıyordu
bunun. Niye?.. Doğru olmasını istediğimden mi?.. Daha neler... Günsel kalktı,
kanıksamış gibi döndürdü başını.
— Kapatalım bu konuyu Kenancığım, dedi. Yatak odasına giderken söyleniyordu:
— Memleket bu durumda. Bir sürü sorun... Bakalım ne olacağız?
Sırtını dönüp uzaklaşması sesindeki acılığı örtememişti. Beceriksizliğine
başkaldırmak ister gibi gülerek dönüp baktı kapıda.
— Takma kafana artık. Ummadık bir anda bakarsın hepsi çö-zülüverir!
Aslında kendini güçlendirmek içindi söylediği. Kolu kanadı kırılmıştı. Hangi
ummadık anda?.. Nasıl çözülüverir ki?.. O ka-
dar önemli mi?.. Ha bir çocuklu, ha iki çocuklu adam. Bir de sen doğur, üç
çocuklu olsun. Tez elden kurtulmalı bu piçten. İyi ki söylememişim. Geceliğini
çabucak geçirip de yatağa girince yeniden bir ağırlık çöktü üstüne. Her şeyi
unutturan bir uyku ağırlığı. Elinde dolu şarap bardağı ile Kenan geldi odaya. Ne
beylik görüntü. Gözlerini yumdu hemen. Kızgınlığı tiksintiye 646 dönüşmüştü.
Yine de tuttu kendini.
— Hadi çabuk dik kafana da yat, dedi, uykuya iyi gelir.
Kenan uysallıkla içti şarabı. Bardağı bıraktı komodinin üstüne. Işığı söndürdü,
yattı. Başı döner gibi oldu şaraptan. Boşalmış, hafiflemiş gibiydi. Daha
söylemem gerekli o kadar şey var ki... En önemsizine bile dayanamadı. En
önemsizi miydi?.. Uyumalı. Gözleri kapanıyordu. Çok geçmeden derin uykuya
daldılar.
İlk Günsel uyandı. Kolundaki saate baktı, bir daha baktı. Bire mi geliyor?..
Yataktan inerken Kenan da açmıştı gözlerini, anlamsız, kuşkulu bakıyordu sanki.
— Günaydın, dedi Günsel, haydi fırla bakalım. Bir Mayıs... Günü uykuda
bitirdik. Saat bir olmuş.
Çabucak yıkanıp da yemeğe otururlarken dün geceyi unutmuş gibiydiler. Bir Mayıs
mutluluğu geçti içinden Kenan'ın. İşçi bayramı. İşçi yok ki bayram olsun ülkede!
İşçi yok mu?.. Olmaz olur mu?.. Menderes diyordur yine çoğu. Öyle işçinin...
— Radyo verdi demin, dedi, sen tuvaletteyken, sıkıyönetim emriymiş; bugün
sokağa çıkılmıyor. Yarına kadar. Çocukları da memleketierine gönderiyorlar.
Üniversite, yurtlar filan kapanmış.
Günsel, dünden biliyordu bunları. Akşam gazetelerinde okumuştu. Gazeteleri
getirmedim mi buraya?.. Akşam sözünü etmedik demek. Niye öyleydik dün akşam?..
Yorgunluk, sinirlilik... Karı da gebeymiş patlayasıca!.. At kafandan şunu.
Kolaydı.
— Yarın sabah Şehzadebaşı'nda toplanılacakmış, dedi. Kenan'ın neşesi kaçmış gibi
oldu birden.
— Ne toplantısı?..
— Belediye Sarayı'na geliyormuş Nato'cular, dedi Günsel, seslerini duyuracak
çocuklar. Tepkiyi gösterecekler. Özgürlük filan diye bağıracaklar.
Günsel'in dışındaymış gibi söz etmesine sevinmişti Kenan. Yine de kuşkulu sordu:
— Gidecek misin?.. İkircikliydi Günsel.
— Giderim, dedi. Bizimkileri bir görsem önce iyi olacak. Dün yolda duydum ben
de. Hukuk'tan bir oğlan söyledi.
Bizimkiler dediği Sermeder. Başka kim olacak?.. Kenan iyice tedirginleşti
birden.
— Nato'ya mı duyuracaksınız sesinizi?..
Öyle sert, öyle saldırgandı ki, sorudaki acı, ağır taşta hiçbir gizlilik
bırakmıyordu.
— Özgürlüğün gerçek katilleri onlar değil mi Türkiye'de?.. Nato'cular.
Suskun kalmıştı Günsel. Ürkek, ezik baktı Kenan'a. Doğru dedikleri ya... Kenan
sürdürdü:
— Tam Menderes Sovyetler'e yanaşacağı sıra özgürlük ayranı kabardı birilerinin.
Bilmem nasıl yutuyoruz bu oyunu?.. Nasıl göremezsin sen?..
Gözlerini Günsel'e dikmiş bekliyordu.
— Beni mi suçluyorsun?..
— Bilmiyorum, dedi Kenan. Suçlamak mı, uyarmak mı?.. Pisi pisine gitmen,
heriflerin oyununa gelmenden korkuyorum.
Başka nelerden korkuyorsun onları da söyle. Haydi... Beyazıt'ta nasıl
kaçtığını... Rasim'e sığınıp... Bir sıkıntıyla ayağa kalktı Kenan. Barışığım
içimle. İnandıklarımı söylüyorum.
— Kahraman oldu İnönü başımıza yeniden, dedi. Biz devrimciler de...
Acı, alaylıydı sesi. Sonunu getiremedi. Gidip pencereden bakmaya başladı. Günsel
dalgın oturuyordu masada. Sessizliği
bozmak ister gibi kaşığı ile soğumuş çay bardağının kıyısına vuruyordu usulca.
Belki de doğru söyledikleri.
— Peki ne yapalım? dedi yavaşça. Karışmayalım mı?.. Karşı mı çakılım
öğrencilere?.. Daha mı devrimci oluruz?..
Kenan pencerede, duymamış gibiydi. Dönüp baktı Günsel:
— Otur da tartışalım, dedi, biraz kızgın. Niye susuyorsun?.. 548 Haklısın
belki de...
Kenan bakınca sürdürdü:
— Yanlış yapmaktan ben de korkuyorum. Ne bileyim, biraz da olayların akışına
kapıldık belki de. Başka ne yapardık?..
Kenan dönüp ilişti koltuğa. Önce yavaştan, sonra gittikçe artan bir sertlikle
tartışmayı sürdürdüler uzun uzun. Saatler boyu dedikleri, aslında hep aynı
şeylerin başka başka sözlerle yinelen-mesiydi. Kenan eleştirilerini sıralıyor.
"Ne yapalım?" a gelince açık seçik bir şey diyemiyordu. Girmeyelim mi
öğrencilerin arasına, uzak mı duralım?.. Yoo, durmayalım da... Bunun bir oyun
olduğunu... Yine aynı yuvarlak sözler başlıyordu. Üçüncü kez-di, aynı sonuca
vardıklarında iyice parlamıştı Günsel.
— Anladık bunları! diye bağırdı, yüzdür söylüyorsun. Sorumu yanıtia sen benim.
Ne yapalım diyorum ben sana. Bunca olay ortada. Bırakıp kaçalım mı?
— Kaçalım mı diyorum ben?.. Nerden çıkardın?.. Kaçmaktan söz eden kim?.. Ne
kaçması?..
Kaçmak sözcüğü üzerine çeşitlemeler!.. Bir şeyler biliyor bu kız. Sezinledi
belki de... Biri görüp de söylemiş olamaz mı?.. Seninki öyle bir kaçıyordu ki
Beyazıt'ta!.. Kesti tartışmayı, sigara yaktı. Gözlerini sürekli kaçırıyordu
Günsel'den. Çok mu ileri gitmişti Günsel de?.. Kalkıp Kenan'a yaklaştı. Koltuğun
kıyısına ilişip kollarıyla dolandı Kenan'a. Gülümseyerek şakaklarını
dudaklarının kıyıcığını öptü, onun kendisine yaptığı gibi çoğu kez.
— Kaçmayı önermeyeceğini bilmiyor muyum ben senin?., dedi yavaşça. Sözün gelişi
işte. Çok sinirliyiz. Hadi bir şeyler
içip kafayı bulalım azıcık. Akşamı ettik nerdeyse. Kavgayla mı geçirecez Bir
Mayıs'ı?..
Bir türlü durulamadığını görüyordu Kenan'ın. Niye böyle alıngandır bu adam?..
Kolay mı üç çocuk babası?.. Hani atmıştın kafandan bu pisliği?.. Hiç değilse
bugünlük... Canım benim. Öptü, öptü... Hem istekle öptü uzun uzun. Kazanmıştı
sonunda. Çılgın bir sevişmeyle, içeriye bile gidemeden yayları bozuk 549
kanepeye bıraktılar kendilerini. Sonra akşam karanlığında gün yeni
başlıyormuşcasına neşeyle işe koyuldular. Bir içki masası donattılar çabucak.
Oturuyorlardı ki Radyo Menderes'in konuşmasını vermeye başladı.
— Dinleyelim şunu, dedi Günsel.
Dalgın, sessiz, dikkatli dinlemeye koyuldular. Konuşma uzundu. Kalkınmadan söz
etti. İhracat, ithalatta parlak duruma övgüler düzdü. Tutkulu kötülerin
kıskançlıkla bu görülmemiş kalkınmayı yıkmaya çalıştıklarını anlattı. "Milletin
hür iradesiyle vazife başında" olduklarını, özgür, dürüst bir seçime
hazırlandıklarını belirtti. "Sevgili vatandaşlarım," dedi. "İhtilalden dem
vurulmakta, ihtilalin bir hak olduğu felsefesinden bahis açılmakta. Bu bir
ihtilal mi sanki?.. İhtilali kim yapıyor?.. Hazırlanmış, tertiplenmiş ve içleri
kinle doldurulmuşların teşkil ettikleri bir zümrecik, mesela İstanbulumuzun iki
milyon nüfusuna nispetle, üç dört gündür, köşe kapmaca oynar gibi, sokaktan
sokağa, meydandan meydana kaçışıp dağılan, dağılıp tekrar toplanan, sanki bir
gerilla teşkilatı. Ve tıpkı bir iskeleti, etin ve adalenin sarıp kaplayarak
vücudun meydana gelmesi gibi, bu gerilla iskeletinin etrafında bir miktar avare
insanlar. Ve bunun karşısında İstanbul'un büyük kitlesi vekar ve metanet içinde,
yüzlerinin çizgileri hayret ve nefrede gerilmiş, karşıdan seyirci. Bu mu
ihtilal?.. Bu İstanbul sokaklarında dolaştırılan bir yapmacık, bir uydurma
göstermelik..." İçine bir sıkıntı oturdu Kenan'ın. Demin tartışmada
söylediklerine ne çok benzer yanlan vardı şu sözlerin. Utanma duydu. Senin
ağzınla konuşuyor Menderes de...
Nasıl alaylı bakıyor Günsel?.. Böyle gülümsedi mi tamam; ne bok olduğunu anlamış
demektir. Kapatsak, şu herifi konuştur-masak ya... Senin konuşman dururken
Menderes'e ne gerek var? Günsel öyle vermişti ki kendini, bir şey diyemeden
katlanmak zorundaydı Kenan. Gaziantep olaylarından söz etti bir ara. Hain
tertipçiler diyordu boyuna. Bir merkezden idare edilen... 650 "Muhterem
Vatandaşlarım," diye başladı yeniden. "Bugün Bir Mayıs İşçi Bayramı, işçi
kardeşlerimize, elemsiz, kedersiz birçok bayram idrak etmelerini ve onların
refah ve saadetlerini temenni ederken, bu gayede kendilerine her zaman yardımcı
olmanın en aziz emelini teşkil ettiğini..." Sözlerini tek tek duydukça önce
şaşkınlıkla gözlerini açmış, sonra gittikçe artan bir tiksintiyle yüzünü
buruşturmuştu Günsel.
— Tuu Allah cezanızı versin pis herifler!., dedi birden. Ağzına sıçtığımın...
Utanarak kesti hemen. Ağzından kaçmıştı. İlk kez sövdüğünü duyuyordu Kenan.
Gülümsedi. Kadınların sövmesinden hoşlanmazdı ya, bu hiç batmamıştı. Yakışıyor
bile buna... Sıvaz-lı... Günsel kalkıp dolaşmaya başladı. Yüzü sinirli,
gergindi.
— İşçi kardeşleriniz ha?.. Bir Mayıs İşçi Bayramı demek bugün?.. Tek bu sözler
için, Bir Mayıs İşçi Bayramıdır, sözü için yapmadıkları işkence kalmadı namuslu
bir sürü insana yıllarca... Aşağılık, rezil herifler!.. Kıçı sıkışmış belli
ki... Demek Bir Mayıs İşçi Bayramı bugün?.. Refah ve saadetine yardımcıymış...
Namussuz...
Bir şeyler daha diyecekti, sinirden diyemedi. Kendini tutamayıp sövmekten mi
korkuyordu ne?.. Handan'laştık... Yeniden oturdu yerine, sonuna kadar da dinledi
öylece. CENTO toplantısı için Tahran'a gideceğinden, 2 Mayıs'taki NATO
toplantısından, tertiplerin tam böyle bir zamana, hele Bir Mayıs İşçi Bayramı'na
rastlanmasındaki art niyetten söz etti Menderes. O gün yayımlanan sıkıyönetim
bildirisini de gözdağı olarak öne sürüp bitirdi. 15 numaralı sıkıyönetim
bildirisi, alkışlama, bay-
rak verme gibi kışkırtıcı eylemler de içinde olmak üzere her türden gösterilere,
göstericilere ateş açılacağını kesinlikle duyuruyordu. Önce bir sessizlik oldu
odada. Kenan kapatmıştı radyoyu. Birbirlerinden uzaklaşmışlar gibi karşılıklı
bakıştılar bir an. Ne dese kötü bir savunma yapar duruma düşeceğinden korkar-
casına kaygılı bakıyordu Kenan. Günsel'in beklenmedik mutlu bir gülümsemesi ile
hava birden değişiverdi. ^gji
— Daha ne istiyoruz?., dedi. Sevinecek günümüz. Bu duruma düşmüş herifler; oh
bee!..

Masaya geçti.
— Öyle de acıkmışım ki, dedi, otur Kenancığım. Al şu bardağını canım. İşçi
sınıfımızın ilerdeki en güzel bayramları için. Yurdumuzda göreceğimiz gerçek Bir
Mayıs Bayramlarının onuruna!
Aynı coşkuyla dikti içki bardağını, sonuna kadar içti. Kenan da izlemişti ya,
kırık döküktü yine de... Gülerek bardağı korken:
— Ee artık şiir okumanın da vakti, dedi Günsel'e takılır gibi. Günsel gülerek
kırma bir Anadolu ağzıyla:
— Helbet gardaşım, o nassı söz?., dedi. Sen emret ağzını yi-diğim...
Ancak çok sevinçliyken yaptığı bir şeydi bu. Bir kahkaha ile doyasıya güldü
yeniden. Bu coşkuda şarabın da payı vardı belki de. Tatlı, yorgun bir
gülümsemeyle ciddileşti:
— Söyle bakalım, hangisini?., dedi.
— İçinden geleni.
— Dur önce bir İstanbul'u okuyayım sana.
Kenan birkaç kez dinlemişti Günsel'den İstanbul şiirini. Tatlı acı karışımı bir
düşe kaptırdı yine. Günsel'in içtenlikle kuşatan duygulu sesi şiirin etkinliğini
öyle artırıyordu ki... Her seferinde olduğu gibi bu kez de, nedense şiirin
sonuna doğru öğrencilik yıllannın derinlerine gömülmüş kavgacı, inançlı
anılarına dalıp gitmişti. Niye bu kız o zaman çıkmadı karşıma benim?.. Hep bunu
aradım, bunu bulduğumu sandım. Kenan'ı daha da yık-
mak ister gibi gözlerinde mutlu, yine de hüzünlü bir ışıltı ile şiiri
bitiriyordu Günsel.
Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bekle bizi
Büyük ve sakin Süleymaniye'nle bekle.
Parklarınla, köprülerinle, kulelerinle, meydanlarınla
Mavi denizlerine yaslanmış
Beyaz tahta masalı kahvelerinle bekle.
Ve bir kuruşa Yeni Hayat satan
Tophane'nin karanlık sokaklarında
Koyun koyuna yatan
Kirli çocuklarınla bekle bizi.
Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi.
Bekle dinamiti tarihin
Bekle yumruklarımız
Haramilerin saltanatını yıksın
Bekle o günler gelsin İstanbul bekle
Sen bize lâyıksın.
Daha çok devrimci anılarla yüklü bir kavga söylevine benzeyen şiir bitince
suskun kaldılar bir süre. Acılı bir mutluluğu sindirmek istiyorlardı sanki.
Kenan bozdu sessizliği.
— Bir tuhaf oluyorum bir şiiri senden dinleyince, dedi. Günsel sorguyla baktı.
— Biliyor musun, bu şiir hem seninle ne kadar yakın olduğumuzu, hem de
aramızdaki...
Uygun bir sözcük arar gibi durdu biraz. Uzaklığı dese olmayacaktı, yaş farkı
da... Kızıyordu artık Günsel bu yaş sözcüğüne. Ben de senin kadar yaşlıyım
demişti bir gün.
— Aramızdaki, diye yineledi, kuşak ayrılığını öyle belirliyor ki... Hüzün
çöküyor içime.
— Yine mi?..
Kenan karşıladı hemen.
— Ne demek o bir kuruşa Yeni Hayat satmak?..
— Ağbim söyledi. 43 - 44'lerin şiiri bu. Daha eskilerden çocuklar bir kuruşa
kâğıtlı şeker satarmış sokaklarda. Markası Yeni Hayat'mış.
Gülüyordu Günsel.
Umulmadık bir sınavı başarı ile atlatmanın üstünlüğünde idi sanki. Kenan bir şey
demeden baktı. Ağabeyin söylemiş. Bense ağabeyin kadar yaşadım o günleri. Hem de
kimle?.. Yaşadın mı diyorsun o günleri budala?.. Hıyarağası!.. Kaçtın... Hem de
kimle?.. Allah kahretsin. Nasıl kaçtım o günlerin kavgasından?.. Müdüriyette bir
tokatla hem de... Üstüne çökmeye başlayan ağırlıktan kurtulmak çabasıyla,
— Tanımış miydin bu adamı? dedi Kenan. Bu şiiri yazanı?..
— Cezaevinde görüşmede ağabeyim uzaktan göstermişti bir gün. Ağabeyim şiire
kızar gibidir çoğu kez. Şairlere de... Alay eder. Nâzım'a bile öyle uzun boylu
sevgisi olduğunu sanmıyorum!
Ağbisine karşınmış gibi Nâzım'dan şiirlere geçti. Birini bitirince, şarabını
yudumluyor, birkaç lokma bir şeyler çiğniyor kendi havasında, yenisine
geçiyordu. Devrimci marşlar söylemeye başladı. Enternasyonal, Komintern Marşı,
Parti Marşı, Gençlik Marşı... Marş... Marş... Marş... Fabrikanın, sokakların,
alanların özlemi ile kıvranan ne çok, ne bitmez marş birikimi yapmıştı, yılların
karanlığında, acılı, umudu kavga yürüten bir avuç devrimcinin ateşli soluğu...
Uyan artık uykudan uyan, uyan esirler dünyası... Kavga sesleri geliyor köylerden
ve şehirlerden. Devrimciler ilerliyor, bugün esir, yarın her şey... Fabrikalar
durun, safları doldurun, kavgaya yürüyün... Yürüyün... Yürüyün... Bir Mayıs, Bir
Mayıs, İşçi Bayramı...
Günsel'den, çoğunu yanm yamalak öğrenmişti Kenan. Birlikte söylemeye çalışıyor,
bilmediği yerleri atlayıp yeniden katili-
yordu. Günsel öyle dalmış, öyle içten söylüyordu ki oralı bile değildi sanki
Kenan'ın katılıp katılmamasına. Sonunda Jandarma türküsüne başlayınca sustu
Kenan. Günsel'den dinlemeyi yeğlerdi her zaman. Yanık, içli bir Anadolu türküsü
dinler gibi. Hele son dörtlükte gözleri yanar gibi oldu iyice, zor tuttu
kendini.
— ... Jandarma biz Sosyalistiz
Biziz gerçek dost sana
Kurtuluşun bizimledir
Elini uzat bana.
Jandarma köylüyse, polis de halk çocuğu!.. Ama jandarmayken, polisken ne
köylülüğü kalıyor, ne halk çocukluğu. Yok canım yazanlar bilmiyor bunu değil mi
hıyarağası?!.. Nâzım'ın derler. Bir şeyler kazandırıyor bu marşlar.
lyileştirmiyor ya, acı dindiriyor! Kökeninden senin yaran, doğuştan; iyileşmez
ki... Bu marşlar senin afyonun sadece. Herkes için de öyle sanma. Ben bu kadar
mır..
Gece yarısını bulduklarında tam olmuşlardı.
Kenan gülerek:
— Yakışıyor sana, dedi, bir daha sövsene. Anımsamaktan kızardı Günsel. Gözlerini
kaçırırken:
— Amaan... diye gülmeye vurdu.
Sonra yapmacık bir pişkinlikle sürdürdü yine.
— Daha bizde ne ağzı açılmadık sövgüler var. Ah utanmasam!..
Kızarak gülüyor, gülüyordu. Bu arada birkaç kez tuvalete gidip geldi. Bir
keresinde çıkardığını söyledi. Yüzü sararmıştı. Şaraptan olmalıydı! Üstüne öyle
bir ağırlık çökmüştü ki Kenan'ında... İçki her şeyi silip götürdükçe tek kalan
şeyle daha da ağırlaşmıştı: Şehzadebaşı'nda ne olacak yarın?.. Zorla örtmeyi
başardığı içkili bir dille sordu sonunda:
— Yarın gidecek misin?..
Günsel önce ne diyeceğini bilmeden baktı. Sonra kalkıp Kenan'ın yanına geldi.
Kollarını dolayıp öptü öptü. Bütün kötü şeyleri unutmak çabasındaydı sanki.
Mutluluk savaşındaydı.
— Gitmemi sen de istiyorsun, değil mi Kenancığım? dedi Ne olursun kırma kolumu,
kanadımı, istiyorsun değil mi?
Öyle çocuksu bir içtenlikle, öyle sevgi dolu söylemişti ki... 555 Yüreğinde
bir şeyler tutuşturdu Kenan'ın.
— İstiyorum canım, dedi. Yanlış şey yapmazsın sen. İstiyorum.
Sesi yine de titrek, isteksiz çıkmıştı. Nasıl isterim? Ateş edecekler yarın.
XXVIII
İki Mayıs pazartesi korkuyla, evecenlikle beklenen gün olmuştu bütün
İstanbul'da. Ordu ateş edecek deniyordu kesinlikle. 29 Nisan Cuma'daki kanlı
Ankara olayları, askerlerin üniversiteli gençlere karşı acımadan silah
kullandığı, fakülte duvarlarının mermilerle delik deşik olduğu; ağır
yaralananların, öldürülenlerin yanı sıra birçok genç kızın da kör edildiği
haberleri ür-küyle konuşulan şeylerdi halk arasında. Aynı gün İstanbul'da
Üniversite bahçesinde gençlere sevecen davranmıştı askerler ya, bu yüzden
Sıkıyönetim Komutanı'nı adamakıllı haşlamış Genelkurmay Başkanı!.. Ateş emrini
Menderes vermiş bu kez. Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun da kendi emri olarak
iletmiş İstanbul'daki bütün birliklere. Günsel'le Kenan arabayla geçerlerken
Şehzadebaşı'ndaki yol kıyıları yine de dolmaya başlamıştı meraklı seyirci
kalabalığıyla. Yabancı basından bir sürü kişinin izlediği Nato Dışişleri
Bakanlan'nın toplantısının yapıldığı Bele-
diye Sarayı önünde, işi adam vurmaya götüreceklerine kimse olası gözüyle mi
bakmıyor muydu ne... Polis yoktu görünürde, askerler dolaşıyordu. Ne Menderes'in
radyo konuşması, ne toplanacaklara ateş edileceği üstüne radyoda sürekli
yinelenen sıkıyönetim bildirisi, ne de bu bildirinin yüz binlerce bastırılıp
evlerin altından atılmış olması istenen etkiyi yapmamıştı. Belediye Sarayı tören
gönderleri Nato ülkeleri bayraklarıyla donatılmıştı. Basılı bildiriyi Günsel'le
Kenan da apartmanın kapısında bulmuşlardı sabah çıkarken. Ayrılmak istemiyordu
Kenan, birlikte gidelim diye tutturmuştu. Günsel karşı koymak istedi, olmadı.
Bir, eve uğraması gerekiyordu önce, teyzesi merak etmişti belki. Ne
yapacaklarını da kesin bilmiyordu daha. Dün Nişantaşı'nda rastladığı Hukuk
öğrencisinin bir sözü yeterli değildi... Yurtlar kapandığına göre belki Handan
da bizde kalmıştır. Başka haberler de olabilir evde... Başkalan da... Araba
Aksaray'ı geçiyordu.
— Sen gelmesen iyi olacaktı ya, dedi yavaşça Kenan'a. Kenan susuyordu. Bir kez
aklına koydu mu çıkaramazsın.
Gelsin, ne yapayım? Rezilliği iyice ele aldık zaten!.. Allah vere de evde
yabancılar olmasa. Kim olabilir ki?.. Ne bileyim, bunca öğrenci açıkta kaldı...
Tekke bizim ev... Merdiveni çıkıp da kapıya yanaşırken içerden kalabalık sesler
geliyordu... Daha zile uzanmadan kapı açıldı. Loş merdivende birden seçilmeyen
bir kızla iki oğlan çıkıyorlardı ki Günsel'le karşılaşınca durdular...
— Aha Günsel Abla da geldi, diye dönüp içeri seslendi oğlanın biri... Handan
fırladı... Kenan'ı görünce duraladı önce, Günsel'i kucaklayıp öptü içeri
alırken. Giden öğrenciler de dönmüştü. Teyze yatıyormuş daha. Handan da çocuklar
da burda sabahlamışlar. Bildiriler, dövizler yazmışlar. Bir de bez pano vardı
odaya uzatılmış... KAHROLSUN DİKTATÖRLER yazılıydı kocaman kırmızı harflerle.
Turgut da boya karmış, karton kesmiş sabahlara kadar; diretmiş, yatmamış. Biraz
önce sızmış odada. Kışlaya gitmediğine önce pişman olmuş Handan da;
ummamış onun da gideceğini. Davutpaşa'dan çıktığını duymuş Günsel'in. Reşat —dün
Şehzadebaşı'nda toplanılacağım haber veren oğlan— GünsePi Nişantaşı'nda
gördüğünü söylemiş Handan'a. Birinci Şube'den tanıdığı bir sivil de varmış
karşıki çiçekçinin orda. Sıkı arananlardan olduğu için hemen toz olmuş. Korktum
diyordu Handan, seni mi izliyorlar diye. Günsel 658 bir şey demedi ya, içine bir
kuşku oturmuştu onun da. Koyunları bildirilerle, dövizlerle doluydu. Yalnız
panoyu bırakmışlardı Handan'a. Oğlanlar Akademi'den, kız Teknik Üniversite'den-
miş. Doktor Aliler'in yöresindenmişler, iyi çocuklarmış. Adlarını da söyledi ya,
Günsel dinlemedi bile. Odaya girip Turgut'a baktı. Elbise ile yatmış, horlayarak
uyuyordu. Teyzesi yoktu, tuvalete gitmiş olmalıydı. Bir duygululuk çöktü yine
içine, eğilip öptü Turgut'u. Ensesi, kulağı kara kir içindeydi, ekşi ekşi ter
kokuyordu. Çocukla da ilgilenmiyorum. Köşedeki bakkal da polis!.. Başkaları da
vardır... Ev de gözaltındadır belki. Pano nasıl çıkacak?.. Bu oğlan yıkansa
bir... Bir mektup var mı diye odasına baktı, boştu masa... Handan gelmişti
peşinden...
— Söyledin mi? dedi.
— Neyi söyledim mi?..
Birden anımsadı, çekti Handan'ı fısıldayarak:
— Sakın ha, dedi. Kesinlikle söylemeyeceğim... Kaçırma ağzından sakın, çok kötü
olur... Kurtulacağım piçten!.. Olmaz...
Öylesine sinirli, kesin konuşmuştu ki bir şey diyemedi Handan. Boşalmak ister
gibi kendi dilince koridorda taş attı yalnız:
— Ooooooohh, bizim anamız ağladı sabaha kadar, karı herifin koynunda
fingirdedi... Devrimciliği de kimseye bırakmaz... Kavgaya koşturman da
devrimcilik filan değil senin. Piçin düşsün de kurtul diye...
Ona da ses çıkarmadı Günsel. Çatışmanın sırası değil. Erkek diye geberiyor
kız!..
Saat sekizi geçiyordu. Muslukta yıkanan teyzesiyle bir-iki söyleşip ayrıldı.
Çıkıyorlardı ki loş merdivenlerde ayak sesleriyle
durdular. Basamakları çabucak çıkıp yaklaşan kızı tanıdı Günsel, Sevil'di.
Ardında biri vardı. Loşlukta iyi seçilmiyordu ya, sivilceli yüzlü, bozalak,
çekingen bir oğlan, birkaç basamak geride durmuş bakıyordu. Sevil kızararak,
evecen, biraz da tutuk bir
dille:
— Çıkıyor muydunuz ablacığım, dedi, ben de sizi görecektim. Bu da İsmail...
Hani demiştim size, ahretliğimin kaynı vardır demiştim... Sizde okur...
Bütün bu kadar sözü bir solukta nasıl söylediğine kendi de şaşmış gibi durdu
birden. Daha da kızardı... Sonra yine ekledi hemen:
— Fatma Ablamın, Şevket Ağbimin de selamı var çok çok. Hastadır ikisi de...
Yine tutuluverdi. Yutkundu... Günsel de ne diyeceğini bilemeden kalmıştı önce,
toparlandı çabucak...
— Hoş geldin Sevilciğim, dedi. Kusura bakma, biz de çıkı-yorduk... Girip
dinlenin istersen... Teyzem evde... Biz...
Sevil kesti hemen:
— Yok ablacığım, dedi... Tabiidir... Çıkalım biz de... Zati kalamam...
Günsel, İsmail'in elini sıktı. Merdivenleri inip sokağa çıktılar. Handan
sabırsız bakıyordu konuşmalarına. Kenan da... Sevil İsmail'i tanıştırmak
istemiş... Sigorta Hastanesi'ne gidecekmiş o da. Hastalığı mı? Gülüyordu
kızararak... Kamı kabarmış gibi. Asıl neden de Şevket Ağbi'nin istemesiymiş
gelmelerini. Gün-sel'i bekliyormuş. Kız biraz da gizlilik vermek ister gibi
yavaşça çekti Günsel'i.
— Akşama gelir misiniz ablacığım? dedi fısıldar gibi. Hastadır Şevket Ağbi de,
Fatma Abla da... Yoksam onlar geleceklerdi.
Günsel ne diyeceğini bilemiyordu... Gülümsedi...
— Ne diyeyim Sevilciğim, dedi. İnşallah!.. Saraçhanebaşı'na gidiyoruz... Akşama
ne oluruz bilmem ki?.. Sokağı sessizce yü-
rüdüler. Bu kız da nerden çıktı şimdi?.. Bu kadar çabuk niye istesinler beni?
Sokağın başına varmışlardı. Sevil, Günsel'e baktı, kızararak Kenan'ı gösterdi:
— Ağbiniz midir? dedi.
Günsel ne diyeceğini bilemedi bir an. Ne saçmacı kız bu be. Kenan da
tedirginleşmişti birden. Handan atıldı:
— Benim ağbim, dedi. Onun da nişanlısı... Sevil iyice kızarmıştı.
— Ne bilem, dedi. Ağbisi vardır derler de... Bir sessizlik oldu...
— Ben gideyim ablacığım. İsmail sizinle gelsin mi?.. İsmail kızanp bozarıyordu
yalnızca...
— Gelsin, dedi Günsel... Bir arabaya atlasak biz... Geç kaldık...
Hiç konuşmadılar arabada. Fatih Kıztaşı'na çıkan bir ara sokakta arabadan
indiler. Sözleşmişler. Orda buluşacaklarmış... Kıztaşı'na yürüyorlardı. Handan
birden döndü Kenan'a:
— Siz uzakta dursanız iyi olmaz mı ağbiciğim? dedi gülümseyerek... Bizi
tıkarlarsa bir kollayanımız olsun dışarda...
Kenan duraladı birden. Üstüne varsa sanki her şeyi açıklayacaktı kız. Günsel'i
kurtarmak için Rasim'e başvurduğunu, Ra-sim'in polisteki tanıdıklarına... Nerden
bilecek o budala?.. Niye atlatmak istiyor bu kız beni? Yakıştırmıyorlar beni
aralarına. Tedirgin oluyorlar. Ak saçlı kart bir herif... Günsel'in ağbisiymişim
demedi mi o salak kız? Amcası da derdi... Batıyorum bunlara. Günsel de
istemiyor. Az mı diretti sabahleyin...
— Peki, dedi Kenan.
Günsel utangaç uysallığına şaşmıştı Kenan'ın. Sevinmişti de. Durgun, acılı
bakışına aldırmadan gözlerini kırpıştırdı gülümseyerek. Hoşça kal... Dedim sana,
doğrusu bu!.. Kenan duralayıp kalmıştı sokağın kıyısında. Günsel, kolunda
panoyla Handan, sivilceli bozalak İsmail önde, yürüyorlardı... Sağdan soldan
tanıdık yüzler, kızlı erkekli öğrenciler doluşmaya başlamıştı çevrele-
rine. Demin evden çıkanlar da oradaydılar. Dipdiri bir gençlik kalabalığında
Günsel birden yitivermişti. Kırçıl saçları, çizgili yüzü, yorgun, çekingen
bakışlarıyla unutulmuştu Kenan. Göze batmak da istemiyordu. Kıyıya çekilip
uzaktan bakmaya başladı. Caddeye çıktılar, Saraçhane'ye yürüyorlardı. Yeniden
koşup aralarında karışmak geldi içinden. Beceremedi bir türlü. Ayaklarını
zincirli tutan ürkekliği bir türlü atamıyordu üstünden. Karşı yola geçti,
gerilerde kalmamak için biraz da koşturarak izlemeye başladı çocukları. Meraklı,
ürkek halk, dükkânların önünde, yol kıyılarında toplanmış yan sokaklardan
caddeye çıkan, "Diktatörler Kahrolsun", "Hürriyet", vb. dövizlerin altında
yürüyen kızlı oğlanlı gençlik kalabalığına bakıyordu. Aksaray yönünden,
karşıdaki itfaiye önündeki sokaktan, Kemeraltı'ndan çıkan öğrenciler de
karıştılar yürüyen kalabalığa. Belediye Sarayı karşısındaki yıkıntılı yollar,
köşeler dolmuştu bir anda...
— Diktatörler kahrolsun...
— Hürriyet... Hürriyet...
— İstifa Menderes...
Yendi çekingenliğini, fırlayıp karşı yakaya geçti Kenan. Biraz ilersinde
kaynaşan kalabalık içindeki Günsel'den ayırmıyordu gözlerini. Buraya gelişindeki
tek sorun yitirmemekti onu! Hiç oralı değildi Günsel'se... Kenan var mı yok mu
dünyada? Yitirdi gitti işte kendini kalabalığın ortasında. Aranmak değil, bir
dönüp baksa ya şu yana... Ben niye yalnızım, niye tek başımayım ben yine?
Panolar, pankartlar yükselmişti yer yer... Freedom, Liberte, özgürlük... Kızlı
oğlanlı genç çığlıkları... İngilizce, Fransızca sözcükler karışıyordu arada bir.
Yabancı delegelere, gazetecilere kendi dilleri ile duyurmak istiyorlardı.
Aksaray'dan gelen delege arabalarının yöresinde bitiveren kızlı oğlanlı gençler
de bağırıp çağırmıştı daha önce. Şimdi öbek öbek yığınlaşmışlardı iyice... Üzeri
yazılı balonları uçurmaya çalışanlar vardı kemerlerin yöresindeki yol kıyısında.
Göğüslerindeki birkaç dilden özgürlük ya-
zısını gösterip bağıran kızlar vardı. Sürekli fotoğraf, film çekiyordu yerli,
yabancı gazeteciler. Toplantı yapılan Belediye Sara-yı'nın pencerelerinden
delegeler bakıyordu. Askerler tutmuştu yöreyi. Yaygın bir evecenlik içinde yer
yer bağrışmalarla gösteriler sürüp gidiyordu ya, örgütlü görünmüyordu;
başıboşluk, düzensizlik vardı daha çok. Çıkarılan bütün gürültüye, uğultuya
karşın ürkeklik çekingenlik de denebilirdi. Neye varacak gibisine... Sokak
kıyılarında, duvar diplerinde yığın yığın meraklı halk, ortada koşuşan, bağıran
çağıran genç kalabalıklara bakıyordu. Niye yalnızca bakıyorlar? İşe ne zaman
karışacaklar? Menderes haklı değil mi? Yalnızca, bakıyorlar işte!.. Bakan halkla
devinimler içinde bağırıp çağıran gençliğin sınırında şaşalayıp kalmıştı Kenan.
Cehennem, cennetle dünyanın sınırı demek!.. Hangi yanda olduğunu bilmeyen bir
ben varım!.. Haklı değil Menderes, biliyorum... Bu çocuklar haklı mı? Bakıp
duran halk mı haklı? Ben miyim haklı? Değilim biliyorum. Günsel de değil... Ama
devinim içinde... Haklılığa gidiyor belki de!.. Tek ba-şımayım, benim üstüme
çöküyor bütün yanlışlar... Nasıl direne-yim? Ezer beni... Yirmi adım ötemde işte
Günsel... Bir atılışta varırım yanına... Nasıl varırım?..
— HÜRRİYET... HÜRRİYET...
— KATİLLER... KATİLLER...
— MENDERES İSTİFA... İSTİFA... İSTİFAAA...
Panoyu Günsel'den alıp ilerde açmışlardı çocuklar. "Kahrolsun Diktatörler."
Bildiriler dağıtıyordu tomar tomar. Yazılanları okuyamamıştı bile Günsel. O da
dağıtıyordu. Yığınla birlikte, var gücüyle bağırıyordu arada. Hürriyet...
Katiller... İstifa Menderes... Geceki tartışmanın izi mi kalmıştı ne, tam
yürekten de bağıramıyordu. Kenan doğru diyor aslında. Özgürlüğün asıl katili
Nato'cular değil mi ülkede?..
Sesimizi onlara duyurma çabasındayız şimdi de... Yoksa onlar mı sürüklüyor bizi
bu oyuna? Katiller!.. Kim gerçek katiller? At şunları kafandan... Kavgaya
girmişsin, yararı var mı içini bu-
landırmanın? Niye karşı çıkıyor bu adam bana? Karşı çıktığı yok. Doğru yolu
bulmaya çalışıyor. Doğru yol kavga yolu!.. Nerde-dir ki şimdi o?.. Yakınımda
olsaydı. Niye ayrıldık sanki?.. Ateş etmeyecekler galiba... Tank mı o karşıdan
gelenler? Tankla mı saldıracaklar? Antep'de saldırdılar ya!.. Ne de tatlı
hava... Karga uçuyor... Silahlar patlarsa kaçar mıyız? Katiller... Katiller...
İstifa Menderes... Hürriyet... Hürriyet... Nato'dan mı istiyoruz özgürlüğü? Niye
Nato'dan isteyelim? Onlara karşı istiyoruz... Onlara başkaldırmak da var bu
isteklerin, haykırışların içinde. Gerçekten de nasıl düşünmedim bunu şimdiye
kadar? Hürriyet... Hürriyet... Hürriyet... Herifler pencerelere dökülmüşler...
Haklı değil Kenan. Daha güçlü bağırın, daha yürekten... Nato'cula-ra karşı bir
gösteri bu temelde. Hürriyet... Hürriyet... Tüyü bozuk İsmail de bağırıyor...
Panoyu o tutmuş bir yanından... Garip oğlan... Ne canavar çıktı şu Handan da...
Aslan kız... Şevket Ağbi'ye Kenan'la gitsek mi? Nerde, nasıl buluşacağımızı bile
konuşmadan ayrıldık... Hürriyet... Hürriyet... İşyerinde ararım, eve gelir belki
de. Askerler geliyor galiba... General o. Emir veriyor... Subaylar... Şevket
Ağbi de... Sevil de ne salak... Ağbin midir?.. Cehennemin dibidir. Doldurmuş
karnını Faik!.. Benim piç... Hürriyet... Hürriyet... Allah kahretsin. Bu yollar
da nasıl bozulmuş. Şu taşlara düşenin bir yanı kırılır. Turgut uyanmış mıdır?..
Leş gibi oğlan. Nasıl büyütürüm babasız çocuğu... Al-dırmalı... Bu taşlar...
Menderes'in İstanbul'u bayındırına oyunu. Arsa vurgunu, soygun, yağma... Yetmedi
mi bağırdığımız... Hürriyet... Hürriyet... Sesim kısıldı şimdiden... Amma
yüksekte uçak. Bulut da... Sermet mi şu oğlan? Sermet kışlada. Hürriyet diye
bağırmak niye kızdırıyor herifleri?..
Askerlerin ateş etmesini artık kimse olası görmüyor muydu ne? Kımıl kımıl
gençlik yığını Belediye Sarayı'na doğru yollan tutmuş, aktı akacaktı.
Bağrışmalar, haykırışlar daha yüksekten, daha yürekli, daha bütündü. Birden her
rütbeden subaylar, askerler kaynaşıverdi yol başlarında. Bir de general vardı.
Sert ke-
sin emirler veriyordu. Erlerin süngü taktığı, saldırıya geçtiği görüldü
beklenmedik bir anda. Kızlı oğlanlı öğrenci yığınları şaşalayıp duraksadı
birden. Süngülü erler acımasız üstlerine geliyordu. Taş yığınları, çukurlarla
dolu, açılmış, kazılmış yollarda bir kıyıya sığınma çabasıyla itiş kakış
kaçışmaya başladılar. Panolar, dövizler yerlere düşmüştü. İlk şaşkınlığın
yarattığı içgüdüsel ür-küyü aşan birkaç genç, karşı çıkma çabasıyla atıldılar
birden:
-— Arkadaşlaaaaaaar...
Üstüne yüklenen kalabalıkta Günsel de ne yapacağını şaşırmıştı ilk anda.
Çevresine bildiri dağıtıyordu o sıra. Birkaç kişinin çarpmasıyla sallandı,
tökezledi. Yandaki yıkık bir taş duvara tutunup toparladı kendini... Kaçışıyordu
herkes... Bir sopası elindeki panoyu yerlerde sürükleyerek İsmail kaçıyordu...
Handan kaçıyordu... Ali, Mahmut, Selim, San Kız, Necla, Gülsen, Ekrem...
Generale bak... Kenan mı o? Pencerelerde herifler... Süngüleyecekler be...
Erler... Allah kahretsin... Kaçmak olur mu? Birden atılıp karşı koymak geldi
içinden... Fırladı... Daha ağzını açamadan yığının çarpmasıyla ters döndü,
yüzükoyun kapaklanıyordu ki kollarından yakaladı biri. Hiç tanımadığı bir
oğlandı. Karman çorman insan yığınından bir yol kıyısına çekip attı Günsel'i,
delice akan kalabalığa karışıp gitti. Hızır olmalı! Günsel korkuyla soluk aldı.
Düşmekten kupayı kurtulduğu yeri çılgına dönmüş yüzlerce, binlerce ayak, bir
santim bile ezilmedik yer bırakmadan acımasızlıkla çiğneyip geçiyordu. Ölürdüm,
sakat kalırdım en azından... Bebek de... Allah belasını versin bebeğin... Kenan
da bir ara sanki yanı başımda mıydı? Hiçbir tanıdık yüz kalmamış... Nerdeler ki
bizimkiler?.. Yanında yöresinde birkaç kişi kaçışmaya başladılar yeniden. Günsel
de fırladı nedenini bilmeden, taşlar, yıkıntılar arasından koşup kıyıda, duvar
dibi bir tümseğe attı kendini. Dönüp yöresine bakmıyordu ki yedi sekiz er bir
anda kuşatıverdiler. Yanında birkaç kız, bir de oğlan vardı. Oğlan fırlayıp attı
kendini duvarın ardına. Birkaç er peşinden koştular. Yakaladılar mı? Erlerin
ardında bir ge-
neral vardı, çakmaklı gözlerinden ateş saçarak kısık sesle bağırıyordu:
— Götürün!
Erler sürüklemeye başladılar. Günsel diretmek istedi, olmadı. Kurtuluş olanağı
yoktu. Paralarlardı. Yürümüye başladı... Erler, subaylar böylece yer yer
yakaladıklarını ciplere, GMC'lere sürüklüyorlardı. Kocaman brandalar atıp
altında kalanları toparlıyorlardı. Tanıdık bir yüz aradı yeniden. Öyle karıştı
ki. General sert yüzü, sesi, erler, subaylar, kaçışan kalabalık, sürüklenen,
direten, diretmeyen gençler. Hangisi tanıdık, hangisi değil!.. Dost düşman
ayrımı var yalnızca... Ateş etmediler ya... Belki daha kötüsünü kuruyorlar.
Tıkış tıkış bir GMC'ye sokulurken yorgunluk, bıkkınlık duydu Günsel. Yine mi
Müdüriye'te? Bu kez tamam. Zor kurtarırız paçayı... Vay canına, bildiri kalmış
cebimde. Ne etsem bunları?.. Handan'ı, Murat'ı da sürüklüyorlar. Kenan değil
mi?..
Kenan'dı. Erlerin itiş kakış arabaya soktuğu Günsel'e katılaşmış, donuk bir
yüzle bakakalmıştı yıkıntıların ötesinde.
Arabada tıkış tıkış olmaları işine yaradı Günsel'in. Araç hızla giderken
cebindeki bildirileri oğlanların sırtlarını dayadıkları pencere aralığından
dışan bırakmak güç olmadı. Yükten kurtulmuştu, derin bir soluk aldı. Şimdi ne
olacak bakalım? Ah Kenan-cığım. Taş gibi kaldı zavallıcık. Ne yapabilirdik ki...
Cumartesi akşamından, Kenan'la konuştuklarından beri gittikçe yoğunlaşan bir
duyguydu yalnızlık. Karnımdaki bebeğe yabancılaştığım-dan beri! Müdüriyet'e
götürülürken güç vermişti bana geçende, yoldaşımdı, şimdi kurtulmak özlemi
duyduğum bir yük. Kenan'ı yıkıntıların ötesinde yapayalnız bırakıp gitmen de
önemli değil artık... Bir gün olacaktı nasıl olsa!.. Saçmalıyorsun...
Kızgınlığından!.. O karıyı da gebe bırakmış... O kan değil, karısını...
Cehenneme... Gene Müdüriyet'e mi bakalım? Asker bunlar...
Müdüriyet önüne vardıklarında kıyıya çekip uzun bir süre beklettiler arabayı...
Gergin bir suskunluk vardı arabada. Üst üs-
te, kucak kucağa idiler nerdeyse. Günsel kapıyla pencere arasına sıkışmıştı.
Bir-iki kız daha vardı içerde, dipte. Tanıdık yüz yoktu aralarında. Belki bir
saatten çok bekleyip durdular öylece. Sonunda kapı açıldı, bir inzibat
astsubayı:
— Erkekler insin, dedi.
Araba boşaldı. Bir sivil polis girip oturdu içeri. Dipteki kız bir şey diyecek
oldu yanındakilere. Sivil tersledi hemen.
— Konuşmak yok!..
Neyi bekliyoruz! Niye çıkarmadılar Müdüriyet'e? Yoksa... Kapı açıldı, kimlik
kardarını topladılar. Bir süre de öyle geçti. Yine kapı açıldı, orta yaşlı bir
kadın soktular içeri. Günsel dibe doğru yürüyen şaşkın, ürkek kadına dalmıştı ki
Handan girdi kapıdan. GünsePi görünce gözleri sevinçle parladı. Günsel de
sevinmişti.
— Burda mısın?..
Günsel'in bir şey demesine kalmadan polis sertçe çıktı:
— Konşumak yok dedik...
Handan, Günsel'in yanma otururken ters ters baktı polise.
— Öyle mi dediniz? dedi alaylı. Vah Vah, ben duymadım...
Günsel'in yüreği hop etti nedense. Takışacak herifle, gereksiz. Polis üstelemedi
bereket. Kötü kötü baktı. Onlarda da bir çekingenlik var. Zavallı köpekçikler.
Zavallı mı? Aradabadakile-re baktı Günsel. Hepsi tedirgin, sinirden sararmış
hafifçe. En aldırmazı Handan yine. Günsel'e bakıp gülerek göz kırptı, ne
demekse... Boş ver demek belki... Saatine baktı Günsel, on biri beş geçiyordu.
Araba yürüdü. Büyük Postane önüne kıvrılıp Ankara Caddesi'ne çıktı. Vilayetin
önünde durdu. Kapı açıldı. İnin dediler. Vilayetten içeri sokup koridorlardan
geçirdiler. Ağır kadife perdeli, halı döşeli, mobilyalı bir odaya aldılar beşini
de; kapıyı çekip gittiler. Şaşkın, susakaldı bir süre beşi de. Handan sevinçle
döndü Günsel'e:
— Şimdi ne olacak? dedi.
İstemeden güldü Günsel. Deli bu kız! Bana sorar.
— Vali bey çağırmış öğle yemeğine... dedi.
Esmer kız -Fen Fakültesi'ndenmiş- korkuyla açtığı gözlerini duvarlarda
gezdirerek:
— Dinliyorlardır, dedi.
Önce bir suskunluk oldu, Handan atıldı hemen.
— Dinlerlerse dinlesinler, dedi. Bok canlarına olsun... Ürkerek sustu ötekiler.
Günsel gülümseyerek bakıyordu.
Handan gidip vişneçürüğü kadife koltuklardan birine uzandı.
— Oooh, dedi. Biraz uyusam... Dün gece bir saat uykum var.
Handan'ın davranışları itmişti ötekileri. Soğuk bakıyorlardı. Hele yaşlıca
kadın... Biraz sonra Günsel'le konuşmaya başladı azıcık azıcık... Gerçekten
pazara giderken alıp getirmişler kadıncağızı. Olanların pek dışında değil belki,
ama polise getirilecek yanı da yok zavallıcığın. Meraklı seyirci olsa olsa.
Gözleri doldu bir ara. Çocukları halasıyla bırakmış evde... Vah vah!.. Kocası
Anadolu'daymış. Banka müfettişi. Öteki iki kız öğrenci, Handan'ın davranışıyla
iyice itilmişlerdi. Ürkek, kuşkulu bakıp duruyorlardı bir köşede. Eski
arkadaşlar olmalılar. Çirkince, içlerine kapanık türden. İşleri neydi ki
Şehzadebaşı'nda... Geçiyorlarmış ordan... Günsel üstelemedi. Belki de doğrudur.
Saklamak istiyorlar belki de. Peki niye buraya getirdiler bizi? Sessizlik içinde
iyice sıkıcı bekleyiş başladı. Handan kalkıp yanına geldi Günsel'in. Yaptığı
şaklabanlıklar yüreklenme, yüreklendirme çabasıy-dı ya, ters etJö yapmıştı.
Günsel'le pencere dibi sandalyelere ilişip konuşmaya başladılar. Kenan'ı o da
görmüş erler çocukları toplarken. İyi etmiş adam, tutmuş kendini. Yoksa o da
şimdi...
— Belki almışlardır onu da, dedi Günsel. Sonra ne oldu bilmiyoruz ki...
Neşesi sönmüş gibiydi Handan'ın. Müdüriyete doldurulan erkek öğrencileri sille
tokat dövüyorlarmış. Ana baba günüymüş orası. Sonra bir subay gelmiş, yarbay
belki, bir şeyler konuşmuşlar içerde odalarda, bırakmışlar dövmeyi. Çocukların
bir kısmı-
nı da alıp götürmüş subay... Sonra Handan'ı indirmişler bu yaşlıca kadınla...
İyi yine subaylar, ateş ettirmediler diyordu. Karnını işaret etti göz kırparak
bebek durumu nasıl gibisine. Boş ver anlamına başını salladı Günsel.
Konuşacakları tükenivermişti, suskun kaldılar yine. Handan kalkıp sinirli
dolaştı, gidip kapıyı dinledi...
— Bizi burda unuttular herifler! dedi.
Bir süre daha geçti sessiz, somurtkan. Günsel daha da me-raklanmıştı şimdi.
Gerçekten neydi buraya getirilmeleri? Bir daha göz gezdirdi odaya. Perdeler,
halılar, kanepeler, koltuklar, avize, sigara masalan, duvarda kitaplık... Bir
anlam veremiyordu bir türlü. Alışılmışa benzemiyor, bakalım nasıl oyun bu?
Handan somurtuk oturmuştu koltuğa. Saat yanma geliyordu. Kapı açıldı birden; ak
saçlı, buruşuk yüzlü, açık renk giysiler içinde semizliği iyice belli bir adam
girdi içeri, şöyle bir süzdü odada-kileri. Açtı kapıyı.
— Gelin bakalım, dedi yavaşça...
Yandaki bir odaya aldılar bir yan koridordan geçirerek. De-minkinden kat kat
üstün döşeli idi oda, kocaman bir büro, maroken koltuklar, karşıda büyük
kapitone kapı, halılar, perdeler, duvarlarda tablolar, kristal avize... En
üstten bir bürokratın odası belli ki. Valinin belki de. Ak saçlı, semiz adam
sıraladı onlan büronun karşısına.
Sonra cebinden çıkardığı kimlik kardannı tek tek elden geçirerek yüzlerine baktı
birer birer. Günsel'de biraz daha mı çok durdu ne? Kartları baştaki kıza verdi,
dağıt gibisine. Girdikleri yan kapıdan çıktı.
Kartlarını almışlardı ki karşıdaki çift kanadı büyük kapı açıldı birden, süzgün
gestapo bakışlarıyla, Günsel'in tanıyıp da şaşkınlıktan ilk anda çıkaramadığı
Namık Gedik girdi odaya. Ardında Kemal Aygün vardı. Gedik hızla yürüdü, bürodaki
koltuğa oturdu. Kemal Aygün ağır ağır yürüyüp ardından ayakta durmuş, asık yüzle
bakmaya başlamıştı. Gedik pariadı birden:
— Devleti yıkmaya çalışıyorsunuz...
Sağlıksız sesi odadaki canlı her şeye karşıydı sanki. Günsel ölgün gözlerine
baktı adamın, kara sarı derili yüzüne baktı. Arkaya taramış bir tomar kıl yığını
saçları, beyaz gömleği, parlak kravatı, koyu giysileri ile devletin
koruyucusu!..
— Ne istiyorsunuz! diye aldı yeniden, aynı sağlıksız, ağılı sesle...
Gözlerini tek tek üstlerinde dolaştırdı odadakilerin, sonra daha da etkilemek
için bastırarak:
— Sizin yaptığınızı bu ülkede komünisder yapmadı, diye bağırdı.
Yine canlıya düşman bir sessizlik. Günsel adamın ağılı soluğunu dağıtma
çabasıyla konuşmak, bir şeyler yapmak isteği ile yandı birden. Saçmalıyorum.
Başını önüne eğdi. Düşündüğünden ürkmüş gibiydi. Komünisder bile yapmamış bizim
yaptığımızı!.. Namık Gedik ayağa kalktı, elleri ile masaya dayandı, eğilir gibi
yaptı yavaşça. Sesini yumuşatarak başladı bu kez:
— Sizleri öne sürüyorlar. Vatan hainleri var ardınızda. Belki de bilmeden araç
oluyorsunuz... Düşmanları var bu ülkenin...
Sustu. Baştaki kızdan başladı sormaya. Kimdi, neydi, niye katılmıştı devleti
yabancılara karşı küçük düşürmek isteyen hainlere? Korkudan duyulmaz olmuş
mızmız sesleriyle bir şeyler söylüyorlardı sırayla. Yaşlı kadıncağız hıçkınkh
bir sesle yemine başladı. Pazara gidiyormuş, tam o sırada... Üstelemeden
geçiyordu yandakine. Sıra Günsel'e gelmişti. Günsel dimdik bakmaya başlamıştı
adama. O da gözlerini dikip kaldı bir süre. Günsel'in konuşmadığını görünce:
— Siz? dedi.
Yudumdu Günsel. Çelişkili duygularla güç tutuyordu kendini.
— Felsefe öğrencisiyim... Ordaydım... Cipe sürüklediler... Buraya getirdiler...
Kesik kesik, uzunca aralıklı söylemişti. Gedik bir süre dikip kaldı gözlerini.
Günsel de bakıyordu. Şimdi başlayacak herif. O zaman da ben... Aptallık etme...
Konuşmaman gerek... Aptallık etme... Kahramanlık mı edeceksin budala. Ağbim ne
dedi?.. Aptallık etme... Şu herife ağız dolusu...
— Felsefe okuyorsunuz demek... Vatanınızın, devletinizin yararına düşünmeyi
öğretmediler mi size?..
Öğretmediler de senden öğreneceğiz bir numaralı cellat!.. Sus, sakın' konuşma.
İçine atmaktan, sinirden sırtı tere batmıştı. Adam bir an daha baktı dik dik.
Sonra Handan'a geçti. Handan doktor olduğunu söyleyince, gerisini beklemeden
başladı hemen:
— Ben de doktorum. Çok acı duydum bir meslektaşımın karşıma böyle
çıkarılmasından. Daha dün polisleri, yasa adamlarını taşlayıp kanlarını
akıtanların arasında ne arar sizin gibi doktor hanım? Teessüf ederim.
Utanmazlığa bak. Çocukların katilleri. Ağız dolusu tükür şu herifin suratına...
Aman Handan bir şey demese. Bir şey demedi Handan. Gedik başladı yeniden. O da
öğrencilik yıllarında gençlik örgütlerinde çalışmış; millet, memleket sorunları
söz konusu olunca en önde koşmuş. Ama hiçbir gün devlet, millet zararına
çalışmamış... Ve hiçbir gün... Etkilediği inancı ile konuşup durdu bir süre...
— Yakınlarınızı uyarın, dedi sonunda. Milletimizi, devletimizi yıkmak için
komplo hazırlanmıştır. Alet olmasınlar... Biz daima gençlerimizin...
Bir şeyler daha söylüyordu ki deminki semiz herif girdi kapıdan. Dışardan da
sesler gelmeye başlamıştı. Kemal Aygün'e bir şeyler fısıldadı gelen. Namık Gedik
de dönüp baktı onlara. Anlamlı bakıştılar. Sözünü bağlayıp kapıya yürürken, son
bir sert bakış attı odadakilere!..
— Umarım anladınız dediklerimi, dedi...
O önde, Kenan Aygün ardında, çıktılar. Semiz adam başıyla kapıyı gösterdi
kızlara. Çıkanp deminki odaya aldı onları da.
Kuruntu mu ediyordu ne, semiz adam sanki Günsel'e bakmıştı sürekli! Müdüriyette
kaldığım gece Birinci Şube'de değil miydi bu adam? Gece yansı karşısına
çıkartıldığı masada oturanlardan biriydi sanki. Yeniden odaya girince
birbirlerine bakakaldılar önce şaşkınlıkla. Handan gülmeye başladı.
— Vay canına be, dedi. Üşenmeden amma da dil döktü herif...
Soğuk hava dağılmış gibiydi. Ötekiler de daha canlanmışlardı. Gülümsediler.
Gedik'teki tadı sert yumuşaklık onlan da yü-reklendirmişti belli ki. Handan
kapıya baktı:
— Peki ama şimdi ne olacak sayın meslektaşım?
Hiçbir şey olmadı uzun süre. Saat bir buçuğa kadar sıkıntılar içinde bekleyip
durdular. Arayıp soran da yoktu. Ara sıra dı-şarda gürültüler oluyor, sonra yine
sessizlik. Bir ara kapı açıldı, kumral çilli bir baş uzandı içeri, hızla çekti
kapıyı. Yaşlı kadın bönsü bir bakışla gözlerini dolaştırdı ötekiler üstünde.
— Unuttular bizi, dedi.
Bir gülmek tuttu Günsel'i. Karşılaştığı şeyler öylesine beklenenin dışındaydı ki
kadının safça söylediği iki sözcük olağanüstü güldürücü gelmişti. Handan atıldı,
kapıya vurmaya başladı. Yoktu gelen giden. Kapıyı yavaşça açıp dışarı uzattı
başını, döndü içeri şaşkın şaşkın:
— Kimseler yok burada ayol, dedi...
Hepsi doluşup baktılar kapıdan. Boştu koridor. Çıksalar mı çıkmasalar mı,
duraladılar bir süre kapıdan bakışarak...
— Girin içeri!.. Ne oluyor?..
Loş koridorda bitiveren esmer, lacivert giysili, polis görünüşlü biri
yaklaşıyordu. Yaşlı kadın korkuyla çekiliverdi hemen. Bir kapı açılmış, semiz
adam da görünmüştü.
— Girin içeri!..
Kızlar da çekildiler. Handan'la Günsel kalmıştı kapıda. Handan bir adım da
dışarı attı kapıdan.
— Niye girelim? dedi. Namık Gedik Bey bıraktı bizi...
Lacili herif sertleşti.
— Girin diyorum!..
Semiz adam aşağıdan alıyordu sanki... İçerdekiler de yüreklenmişti. Yaşlı kadın
ağlamaklı başladı kapıdan:
— Kardeşim, evde çocuklarımı aç bıraktım vallahi... Bakın file elimde... Pazara
gidiyordum...
Semiz adam kesti:
— Peki... Peki, girin bakalım şimdi...
Odaya soktular hepsini... Handan bağırıp çağırmaya başlamıştı. Evecenlikle
çarpık çurpuk tümceler yuvarlıyor; Namık Gedik Bey gidin dedi bize'ye bağlıyordu
sonunda. Kapıyı aralık bırakmışlardı. Handan yine çıktı kapıdan. Ötekiler de
izlediler. Koridorda yine bir sessizlik olmuştu. Biraz sonra yaşlıca bir adam
göründü, gelin gibisine el salladı. Yan koridordan, kapı önlerinden geçirip ana
koridora, büyük kapıya getirip bıraktı. Kapılardan girip çıkanlarda,
koridorlarda koşturanlarda bir karmaşa, bir güvensizlik, bir bezginlik vardı.
Yıpranmışlık vardı her şeyde.
Vilayetin çevresi tanklarla sarılıydı. Erler, subaylar, zırhlı araçlar...
Günsel'le Handan şaşkın, mutlu, olan bitene inanmaz bir yeğnilikle koşar gibi
Cağaloğlu'na doğru yürümeye başladılar. Ötekiler kapıda ayrılmışlardı.
— Nasıl oldu bu iş ayol?., diyor, gülüyor gülüyordu Handan. Sayın meslektaşımın
centilmenliği mi?..
— Sayın meslektaşın da ne bok yiyeceğini şaşırmış kızım... Günsel işin iyice
bilincine varmış gibi dönüp baktı Vilayete
doğru...
— Bitmiş herifler, dedi. Boşalmış içleri. Tanktan, askerden kabukları olmasa,
tamam...
Böyle söylemek yüreğini soğutuyor insanın ya, gerçekten öyle mi? O ki kuşkun
var, ne diye palavra sıkıyorsun? Palavra değil de... Kenan'ın oraya bir
uğrayalım... Eve gidelim demişti Handan. Yorgunmuş, hem de evden ararmış
çocuklar onlan.
Doğruydu. Dolmuştan inip de sokağa girerlerken Handan'ı gönderip bakkaldan
telefonla Kenan'ı aradı Günsel. Burak çıktı, Kenan Ağbi gelmemiş daha. Evde
bekleyeceğini söyledi, kapattı.
Handan'ı yatağının üzerine uzanmış, uyudu uyuyacak buldu evde. Salona geçip
koltuğa bıraktı kendini. Teyzesi mutfaktaydı, Turgut yoktu. Sormadı. Öyle
yorgundu ki. Açtı, hiçbir şeyi 373 içi çekmiyordu. Polisten kurtulmaktan doğan
sevinç dağılmış, nerdeyse acılık çökmüştü içine. Bir sürü çocuk Müdüriyet'te
dayakta, işkencede. Nasıl bıraktılar bizi? Belki Kenan da Müdüriyet'te.
Yıkıntılar ötesinde bakakalmış, dimdik görüntüsü gözünün önündeydi hep.
Bırakırlar mı onu öyle?.. Kapı çalındı. Fırladı birden. O'dur. Sermet'ti...
Şaşırdı, beklemiyordu. Yine de sevinmişti.
— Hoş geldin, dedi, Hayrola... Bıraktılar mı?..
— Vallahi bilmiyorum, dedi Sermet. Bıraktılar mı, biz mi kaçtık?..
Vilayetteki gibi... Ne oluyor bu adamlara? Her yandan mı dökülüyorlar?..
Subaylar basbayağı koruyorlarmış çocukları. Yoksa?..
— Bir oyun olmasın bütün bunlar?..
Sermet de kuşkuluydu. Öğle karavanasından sonra birkaç çocuk duvardan adayıp
çıkmış bir yola. Kente de ordan geçen bir asker taşıtı ile gelmişler.
O günün olaylarını konuşuyorlardı ki kapı çalındı. Tedirginlikle kapıya gitti
Günsel. Kenan'sa şimdi?.. Bu oğlanı görünce... Doktor Ali'yle, şöyle bir
tanıdığı bir kızla bir oğlandı. Tıp'tan. Handan'ın tayfası. Yolgeçen hanını
geçti ev, altından ne çıkacak bakalım... Ne çıkarsa çıksın... Olayları
tartışmaya koyuldular. Herkeste bir kuşku, bir tedirginlik vardı. Kimse iyiye
yormuyordu olanları. Akşama doğru Handan kalkn. Hukuk'tan, İkti-sat'tan çocuklar
da geldi. Bugün alınanların çoğu Harbiye'ye, Merkez Kumandanlığı'na, Rami
Kışlası'na götürülmüş. Bırakı-
lan da varmış. Avukatlar yürümeye kalkmışlar... Dağıtmışlar... Kumandanlar ateş
etmeye yanaşmamış... Polis en çok beş altı çocuk üstünde duruyor; herkese onları
soruyormuş. Günsel bu sürekli arananlardan RaiPle Nuri'yi tanıyordu yalnızca.
Her şeyi bunlara yıkıp ipe kadar götürebilirler ibret olsun diye bakarsın... Cız
etti içi. Bizim için daha iyisini mi düşünüyorlar? Yukardan alıyorlardı ya,
acılarla dolu olasılıklann tedirgin evecenliği vardı herkeste.
Akşam karanlığı basmıştı ki Kenan geldi. Çocuklar çıkıyorlardı, Sermet'le Handan
kalmıştı yalnızca. Kapıda Kenan'la karşılaştılar. Kenan içeri girip de Sermet'i
görünce duralar gibi oldu önce, toparlandı. Günsel'i kucaklamak için yanıyordu.
Ne arar bu hergele burda? Durgundu. Sonuna kadar da gitmedi durgunluğu. Sermet
de damarına basmak içinmiş gibi kımıldamıyordu yerinden. Yapışkanlığı
üstündeydi. Ne güzel oyun çıkmıştı Handan'a da... Günsel'le mutfakta yemek
hazırlıyorlardı ki:
— Seninkiler içerde birbirlerini öldürmesinler, dedi.
— Kovsa mıydım? dedi Günsel. Bu oğlan da çok münasebetsiz... İyi arkadaş belki
ama...
— İyi arkadaş mı oldu şimdi?..
Girmedi tartışmaya. Zaten canım sıkkın; bu kız da hep üstüme gelir böyle.
Kenan'la Sermet çıktıklarında 10'a geliyordu. Sinir yansı yapar gibi
birbirlerinin çıkmasını beklemişlerdi. Sıkıyönetimin yasak saatinde sokakta
olacaklardı nerdeyse. Konuşmalar da günlük olaylann sönük, soğuk yinelenmesiydi.
Yalnız bir ara Sermet, Müdüriyet'te Günsel'in yiğit davranışını hücredeki
delikten nasıl gördüğünü anlattı daha da abartarak. Kenan'a inat yapıyordu
sanki; orda yoktun sen, biz yan yanaydık der gibi. Muduluk duyuyordu,
çekiniyordu da Günsel. Şimdi Kenan... Kenan da o günkü olaylara değindi şöyle
bir. Günsel'in yakalandığını görmüş, bir türlü karar verememiş hangisi doğru
olacak diye. Atılsam mı, yoksa...
— Doğrusunu yaptınız, dedi Handan... Olur mu hiç?..
Gözlerinin içinde alaylı bir gülümsemeyle sessiz bakıp durmuştu Sermet. Kenan ne
diyeceğini bilemiyordu. Bir şeyler dese ya şu hergele de versem ağzının payını.
Korkmadım, kaçmadım ki... Yumruk bile yedim... Ne yapardım başka... Handan
anlamıştı. Dünden hazırdı Sermet'e yüklenmeye...
— Siz ağbimizsiniz Kenan Bey, dedi, çoluk çocuk gibi aptal- 575 ca atılır
mısınız ortaya hiç...
Günsel ne diyeceğini bilememişti... Çıkarlarken Kenan:
— Yann ararsın değil mi, dedi, bir ara fısıldar gibi... Ertesi gün evde olmayı
düşünmüştü Günsel. Turgut'la tey-
zesiyle kalmalıydı bir gün olsun. Safi köpeğine dönmüş oğlan! Anneciğimin
sözü... Akşam yemekteki davranışlanndan, pisliğinden utanmıştı. Telefon ederim
bir ara... Yann ne olacak bakalım?.. Şevket Ağbi de beklemişti bugün... Niye
çağırdı ki?.. Ölü gibi düşüp yattılar.
Sabah hafif ateşle kalktı Günsel. Handan daha önce kalkmış, çay hazırlamıştı.
Nabzına filan baktı.
— Çıkma sen bugün, dedi...
Bir de hastalık mı? Tam da sırası. Öyle yorgundu ki... Akşama ateşi yükselmeye
başladı. Kenan'a Handan telefonla bildirmişti. Kenan geldiğinde yine birçoklan
vardı evde. Ankara'da Meclis'te geçen haftaki kavgalan anlatıyorlardı
ayrıntılanyla. CHP yeraltı muhalefete geçecekmiş! Ulus'u gizli çıkanyorlar-mış.
İsmet Paşa'nın konuşmasını çoğaltıp yayıyorlarmış gizliden... Polis saklanan
gençleri anyormuş deli gibi... Neyi iyiye, neyi kötüye yoracağım bilemiyordu
Günsel. Bu hastalık da... Geç saate kadar gelip gidenle doldu ev. Kenan'la bile
şöyle bir rahat, baş başa konuşup tarüşamıyorlardı ki... Sürekli bir durgunluk
vardı onda da. Somurtur gibi. Sermet'e taktı kafasını, biliyorum. Şımanklık,
kansının koynuna gitsin!.. Uff, kafamın içi de Türkiye gibi, arapsaçı
çelişkilerle dolu. Başka nasıl olacaktı
Türkiye'deki kafa... Ayağa kalkınca ilk işim karnımdaki piçten kurtulmak olacak.
Ateşim bir düşse. Nerde üşüttüm?..
Beş gün kadar sürdü ateşi. Gelip giden öğrenciler hiç eksik olmuyordu evden.
Sokaklarda yürüyüşe çıkanlar da akşama uğ-ruyorlardı en geç. Hele Sermet... Bu
ev gözaltında diye geldi bir gün Handan. Yok canııım!.. Ev değil ki diyordu
Handan, çük-676 lü baba tekkesi!.. Giren çıkan belirsiz. Daha iyiydi Günsel,
kalkmış salonda oturuyordu. Aliler geldiler. Önemli bir sorun vardı. Kaçan
çocuklardan ikisinin, Reşat'la Hasan'ın saklanacak yerleri yokmuş, sokaktaymış
oğlanlar, Kurtuluş'ta bir kilisede gizlenmişler dün gece. Tabutların arasında
yatmışlar. Çok sürmez bu iş diyorlardı, gizli polis her yerde canavar gibi. Sağ
komazlar bir ellerine geçirirlerse. Suriye ya da Yunanistan'a mı kaçsalar,
dendi. Nereye kaçacaklar?.. Buraya gelsinler diyecekti nerdeyse Günsel. Handan
sürekli bakıyordu Günsel'e. Önce anlamadı, sonra kulaklarına kadar kızardı.
Bomboş ev duruyordu Teşvikiye'de. Olur mu?.. Niye olmaz ki?.. Kenan'la konuşmak
gerek. Hem ötekilere kimin evi diye... Düşünülecek şey mi bu durumda o...
— Gel kız şu iğneni yapalım, dedi Handan.
Ötekiler kalkacak oldu, tuttu onları... İçerde anlaşıverdiler. Handan bir
akrabalarının evi diye verecekti anahtarı çocuklara. Kenan'la da konuşurlardı
nasıl olsa. Böyle bir zamanda karşı koyacak değildi ya. Günsel de sanmıyordu.
Bir iş yapmanın sevincini duyacaktı belki... Adresi yazdı, planını çizdi. Handan
da çıktı onlarla. Önce o gidip hazırlayacaktı evi. Hem sevinçli, hem de
işkilliydi Günsel. Kenan'a bir sormadan... Kocaman kırmızı güllerle geldi Kenan
akşama doğru. Nasılsa kimse yoktu evde. Turgut okuldan dönmemişti, teyze de
yatıyordu içerde. Deli gibi sarıldı Kenan. Günsel yavaşça çekip kurtardı
kendini.
— Ne yapıyorsun? dedi.
Kenan suçlu gözlerle kapılara baktı. İsteksizliğindendi aslında Günsel'in. O
geceden beri Kenan'a, Teşvikiye'deki eve, git-
tikçe bilinçüstüne çıkan bir soğukluk mu birikiyordu içinde ne? Hastalık
çabuklaştırmıştı bunu. Handan'a anahtarı vermeye kolayca yanaşmam da bundan
belki. Geçecek, biliyorum... Bir süre sonra ancak...
— Haydi, dedi Kenan, çocuksu sabırsızlığı ile. Gidelim bu akşam... Üşütmem ben
seni birtanem... Arabayla doğru...
Günsel ne diyeceğini bilemeden kaldı. Kötü mü? Öç almak olanağı işte... Karşı da
çıkamaz.. Hele çıksın...
— Gidemeyiz oraya, dedi soğukça bir sesle. Anlamadan bakıyordu Kenan.
— Bir süre başkaları kalacak orda...
— Başkaları mı kalacak?..
Belli ki bir anlam verememişti Kenan. Şaka mıydı, bir taş mı vardı sözde? Gize
dayanmanın üstünlüğü ile bakıyordu Günsel. Ağır ağır açıkladı. Sonra olağan,
önemsiz bir konuya değinir gibi:
— Artık hiçbir şey kendimizin değil, dedi. Öyle bir döneme girdik ki...
Acımasız...
Akşam karanlığındaki odada sessiz kaldılar bir süre. Günsel gözlerini dikmiş
Kenan'ın tepkisini kolluyordu. O geceki tartışmalardan sonra bir olup bitti idi
bu davranışı, ne yapacaktı bakalım... Bir sigara yaktı Kenan. Bir-iki soluk
çekti, düşünceli. Karşı konacak bir şey değildi aslında Günsel'in yaptığı ya,
sonucu ne olurdu? Rasim, kapıcı... Polisler... Biz... Öyle bir döneme girdik
ki... Ne denir?
— Keşke beni bekleseydiniz, dedi. Benim götürmem daha doğru olurdu belki...
Handan bir aksaklık yapmasın?..
Kendini güç tuttu Günsel. Boynuna atılmak gelmişti içinden. Ne çok seviyorum,
gevşeyiverdim.
— Sanmam, dedi. Ayrıntılarına kadar öğrendi Handan... Beceriklidir... Gece
gidecekler... Dış kapının anahtarını da aldı... Ben hasta olmasaydım...
Bir şey demeden bakıp kaldı Kenan. İyi ki hastasın! İki delikanlıyla gece yansı
o eve girip... Başladım yine... Nermin'in
evinden başka yer kalmadı gidecek!.. Ne yapacağız?.. Nereye gideceğimiz belli
mi?.. Bizi daha iyi şeyler mi bekliyor? Rasim'in söyledikleri boş değil...
— Çok kanlı bir oyuna girişeceklermiş, dedi. Rasim söyledi... Kulağı deliktir
onun, bilirsin... Daha doğrusu herif... Neyse...
Nerden başlayacağını bilmez gibi duraladı. İçinde kabaran bir heyecanla
gözlerini Kenan'a dikmişti Günsel.
— Neymiş oyun?..
Dili varmıyormuş gibiydi Kenan'ın. Ya da inanamadığı için başlayamıyordu bir
türlü...
— Diyor ki... dedi, öldürteceklermiş kırk elli kişiyi.
— Öldürtecekler mi?..
— Öyle diyor... Özellikle eski devrimcilerden kırk elli kişiyi toplayıp bir
alanda... Asker giysileri içinde kendi adamlarına bombalarla, makinelilerle
öldürteceklermiş...
Bir ürpermeyle baktı Günsel, yine de kavrayamamış gibiydi.
— Nasıl?..
— Nasılım bilmiyorum, dedi. Öyle diyor... Kesinmiş kararları... Sonra da
öldürülmüş o fişli komünistierin resimlerini basınla dünyaya, kamuoyuna
dağıtacaklarmış... İşte CHP'nin işbirliği yaptığı, ön saflarında çarpışan azılı
komünisder diye...
Ürpertici bir sessizlik çökmüştü birden. İnanamıyordu Günsel... Himmler'in
Polonya'da uyguladığı yöntem... Niye olmasın?..
— Yapar bu canavarlar, dedi Günsel... Sonra anımsamış gibi ekledi:
— Tahkikat Komisyonu'nun CHP'yi suçlamasında gizli hücre kurmak, Bizim
Radyo'nun önerilerine göre eylemde bulunmak filan var... Tanıtlayacaklar bunu...
Vay canına... NATO'ya düşman olduklarını da yayıyorlar CHP'lilerin... Nasıl
uygulayacaklar, kimleri alacaklar?..
Birden ağbisi geldi aklına... İyi ki burda değil... Baba'ya, eskilere hemen
yaymalı... Peki ya yalansa... Boşuna tedirginlik en
azından... Belki bunu da kasıtlı yayıp başka hesaplar peşinde herifler... Birden
her şeyi unutmuştu, kalktı koltuktan, Kenan'ın boynuna doladı kollarını... Öptü
öptü... Sığınmak isteği...
— Uff, dedi... Ne aşşağılık dünyadayız...
Bir şeyler daha söylemek istedi. Özellikle Nermin'in gebeliği ile ilgili.
Aldırmamasını filan... İçinden gelmiyordu. Yıkılmış bir yanı vardı daha
onaramadığı... Ne küçük-burjuvayım... Kapı 579 çalındı... Ayrılıp koltuğa
oturdu, Kenan açtı. Turgut'tu... Tey-ze de kalkmıştı. Biraz sonra da Sermet'le
bir oğlan damladılar... 5 Mayıs'ta saat beşte Ankara'da Kızılay'da çok önemli
olaylar geçmiş. Menderes'i yuhalayıp tartaklamış halk... Zorla kurtarmışlar
herifi... Sermetler'in bir general yakınları gelmiş Ankara'dan... Kara
Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel, Ethem Menderes'e mektup yazmış; Demokrat Parti
Yönetimine tepkisini bildiriyormuş. İçlerinde Ankara milletvekili Ecevit'in de
bulunduğu dört milletvekilinin İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Fahri Özdilek'e
verdikleri dilekçede, vatandaşlara, işgal kuvvederinin bile reva görmediği
çirkin ağır muamelelerden, tırnak söküldüğünden, kulakların sağır edildiğinden
söz edilmiş. Ayın dördünde CHP Meclis Grubu adına Yönetim Kurulu yıldırımla
Menderes'e başvurmuş. Sermet'in yanındaki oğlan -babası CHP il yönetimindeymiş-
çıkarıp kopyasını gösterdi telgrafın. Anayasa dışına çıkıldığı için millet
kararlı infial göstermek zorunda kalmış. Bütün baskı rejimleri gibi karanlığa
sürüklüyormuş ülkeyi. Baş aşağı gidiyormuş Menderes. "Milletin haklarını müdafaa
etmekle hiçbir haysiyetli milletten daha geri bir anlayışta olmadığını..." diye
bitiyordu telgraf. Bir tümce okunurken Günsel'le Kenan bakıştılar. "Milleti ve
dünyayı aldatacak iftira olarak CHP'nin hür milleder camiası ve NATO ittifakının
aleyhtarı olduğunu yaymaktasınız..."
CHP'ye ettikleri iftiraya dünyayı inandırma oyunu peşindeler demek. Kenan'ın
anlattıklarının şimdi daha da etkisindeydi Günsel. Bunlara açıklasa mı
açıklamasa mı bilemiyordu. Kenan
ona bırakmıştı belli ki. Daha gereği yok gibi geldi. Hem bunlar değil ki tuzağa
düşürülecekler. Dokuzda kalkıp gittiler. Kenan pirelenmiş baktı Sermet'in bir
ara ayaküstü fiskos eder gibi Günsel'e sokulmasına. Yann sabah uğrayacağını
söylemişti Ser-met. Çok önemliymiş... Kim bilir ne halttır! Kenan'ın kuşkulu,
kıskanç bakışlarını görünce gülmek geldi içinden, Günsel'in. 680 Çocuk bu
adam... Bencil, her çocuk gibi...
Uzun saatler uyuyamadı gece. Handan ne yapü ki... Kenan'ın söylediklerini hemen
Baba'ya, Şevket Ağbi'ye... Şevket Ağbi'ye de ayıp oldu... Hastalığımı duymuştur
belki de... Kafası karmakarışıktı yine. Sabaha karşı dalmıştı. Teyzesinin sesi
ile uyandı. Şevket Ağbi gelmiş, salondaymış... Yedi'ydi saat. Başı öylesine
ağnyordu ki. İlaçlardan belki... Çabucak giyinip yüzünü yıkadı, salona geçti.
Şevket Ağbi tedirgin bakışıyla köşedeki koltuğa ilişmişti. İçini yakan bir
sıkıntı duydu Günsel. Nedenini bilmediği bir korku vardı içinde. Önemli bir şey
olmalı... Düşleyemeyeceği kadar önemliydi... Ne diyor bu adam... Kenan polis
miymiş? Allah hepsinin belasını versin, eşşoğlueşşekler!
XXIX
Saraçhanebaşı olayları kendine güven kazandırmıştı Kenan'a. Günsel'i gözden
yitirdiği ürkülü kaçışa o da kaptırmıştı ya, tez tutup toparlamıştı kendini de,
yöresindekileri de...
İtiş kakış, birbirini çiğneyen yığından sıyrılmış, yıkıntıların ardındaki bir
yapının kirli duvarını sırtına vermiş, kaçan birkaç kişiyi elleri ile karşılayıp
göğüslemişti. Önceleri pek ipleyen olmamıştı, çılgın gibi kaçıyorlardı. Önünden
yıldırım akışıyla geçen yüzler Kenan'ı etkiliyordu daha çok. Şaşkın bilinçsiz
kaçışın, ürkünün, topluluk içindeki bireyci çirkinliği ayna tutmuştu yüzüne.
Kendine başkaldınr gibi güçlü atıldı birden...
— Durun be!.. Ne kaçıyorsunuz?.. Durun!..
Kırlaşmış saçları, çizgili olgun yüzü, sesinde, atılışındaki içtenliğini daha da
etkili kılmış olmalıydı. Çevresindeki gençler duralamıştı. Bu yanı boşlayıp
karşıya saldırmıştı askerler de tam o sıra. Anayoldaki kaçış durdurulur gibi
değildi. Tankların, sün-
gülü erlerin yığınla baskısı olanak bırakmıyordu karşı koymaya. Kenan, kıyıda,
çevresinde birkaç genç, ne yapacağını bilmeden gözleriyle Günsel'i arıyordu
çılgın gibi. Asker taşıtına bindirilen Günsel'i görünce ne yapacağını
kestiremeden kalmıştı yine. Atılmalı mıydı? Niçin?.. Var mı niçini?.. Arabaya
akmışlardı bile Günsel'i... Fırlıyordu ki askerlerle kuşatılmış araba hızla
atıldı gg2 ileri... Donup kalmıştı...
— Ağbiii!..
Yöresindekiler çekiyordu kolundan... Kıztaşı'ndaki kalabalıkta kendini görüp
tanıyanlardan olmalıydılar... Ya da deminki direnişinden yakınlık duymuşlardı...
Yandan üstlerine gelen bir subayla yirmi otuz erin saldırısından kurtulmak için
sürüklenir-cesine kolundan çekip kaçışmaya başlamışlardı. Öyle ağırına gidiyordu
ki kaçmak, silkinip kurtardı kolunu, duvarın dibine çekilip dimdik durdu.
Kaçmamasından mı, yaşlılığından mı nedir, subay, erler Kenan'ı bırakıp
kaçanların peşine düştüler. Yöresi boşalıvermişti bir anda. Tek başına, alana,
olaylara seyirci bir yaşlıca vatandaş olmuştu duvar kıyısında. Gözleri, Günsel'i
tıktıkları, şimdi uzakta yol boyu küçülerek giden arabadaydı. Araba da ilerdeki
sokağı dönünce boşalmış gibi kaldı. Alan, yollar da boşalmıştı. Tanklar, asker
araçları, subaylar, erlerdi ortada dolaşan. Kemerlerin, kemerlerin ardında
aralıktan, boşluktan görülen duvarlanyla Gazanfer Ağa Medresesi'nin, Şehzade Ca-
misi'nin soylu yapıları, biraz önce süngüyle, tankla özgürlük çığlığına
kapatılan alanı yüce bir umutla sınırlıyor, sağda NA-TO'cuları barındıran
Belediye Sarayı'nı, bir sessizlik içinde, yapısal çirkinliğinden de öte suçluyor
gibiydi. Gökte bir helikopter dolanıyordu. Günsel gitti; kalmadı yapılacak bir
şey! Kenan, Aksaray'a inen yol kıyısında ağır ağır yürümeye başladı. Bir ara
sokağa saptı biraz sonra. Niye ayrıldım alandan? Kavga bitti mi? Benim kavgam
değil bu. Günsel'in kavgası da değil aslında. Karmaşık duygularla çalkalanarak
Aksaray Postanesi'ne kadar yürüdü arka sokaklardan. Rasim'e telefon açtı. Önce
evde aradı.
Refış çıktı, işyerine gitmiş biraz önce. Bir yakınlıkla konuştu ki Refış,
çoktandır böyle değildi. Ya da ben... Canı cehenneme şırfıntının... Rasim'i
hemen buldu.
— Yine mi? diyordu Rasim. O haspa da biraz evinde otursa ya!..
Ne kızıyorsun, senin dediğini diyor o da... Şimdi çıkması gerekiyormuş,
işyerinde arayacakmış öğleden sonra, üçte filan... Üçe kadar ne yapacağım? Yine
alana dönsem? Ne var alanda?.. Yenikapı'ya doğru yürüdü, deniz kıyısına çıktı.
Aylarca önce Günsel'le dolaştıkları yerlere doğru yürüdü. Çekiciliği yoktu
anıların, kafasındaki her şey geleceğe yönelikti. İçinde bir eziklik, uzun süre
dolaştı. Bir kahvede çay içti. Denize, dalgalara gemilere baktı uzun uzun.
Yoldan geçen araçlara baktı. Nasıl kurtulacak Günsel? Ülkece nasıl
kurtulacağız?.. İyice karamsarlığa düşmekten korkuyordu. Son gecelerini
düşünüyordu çok bunaldı mı. Günsel'in gülen gözlerini, marşlar söyleyişini
düşünüyor düşünüyordu... İçindeki kazıntıyı bastırmak için Aksaray'da bir
lokantaya girdi öğlende. Herkeste bir sessizlik vardı. Düşünceli yiyordu
insanlar. Saat üçe doğru işyerine gelip de Günsel'in haberini alınca,
yorgunluğunun bilincine birden varmış gibi yukarı çıkıp koltuğa bıraktı kendini.
Yine kurtulmuştu Günsel. Korkuyordu Rasim'in gücünden. Onun gücünden mi
kurtuldu?.. Başka nasıl olur ki? Günsel'i görmek için hemen eve koşmak
gelmiyordu içinden. Gittikçe artıp çoğaldığına inandığı suçluluğu, yüz yüze
gelip de Günsel'den saklayınca daha da bü-yüyordu. Rasim'e başvurup kurtanyorum
seni desem... Nasıl derim? Rasim nasıl kurtarıyor? Ne bileyim? Nerden bileyim?
İkidir kurtarıyor işte... Karşılığında bir şey de istemiyor ki benden. İstemesi
gerekmiyor hıyarağası. İstediğini alıyor belki de... Nasıl? Ne bileyim, nerden
bileyim? Binemeyeceği eşşeğin önüne ot kor mu o herifler... Sırtımızdalar,
öyleyse? Rasim'in araması gecikince çıkıp yürüdü Beyazıt'a doğru, dolaştı durdu
yollarda. Günseller'e gidip de Sermet'i görünce başka sağlıksız duygula-
nn da karmaşasına kapıldı bu kez. Günsel'in nasıl olup da bıraktıklarına şaşıp
bir anlam verememesi, heriflerin laçka olduklarına bağlaması daha çok, Kenan'ın
içindeki acı baskıyı daha da ağırlaştırmıştı... Peki Sermet niye ayrılmaz bu
kızın peşinden? O da hani, oğlan peşini bırakmasın diye elinden geleni ardına
koymuyor! Bıktı benden, güven olur mu bu kızlara!.. Kim bu kızlar dediğin...
Seninle yattı diye... Onu demiyorum ben... Ne dediğini sen de bilmiyorsun ya,
hıyarağası... Ne dediğimi ben de bilmiyorum ya... Biliyorsun pek iyi, Sermet'i
kullanıyorsun kendi suçunu küçültmesi için...
Gece Sermet'le birlikte çıkınca bir arabaya atlamışlardı. Pek az konuştular
yolda. Çok şeylere gebe olaylar, diyordu Sermet. Yok canım!.. Kenan önce
Sermet'i evine bıraktı. Şişli'de lüks bir apartman. Bilmem kaç kan
kendilerininmiş... Gidinin burjuva piçi... Kötü çocuk değil belki de... Günsel
de öyle düşünüyor... Kafası gittikçe bulanıyordu. Evde Nermin, akşamüstü
Rasim'in aradığını söyledi. Evde yoklarmış, bilmem nereye gidip kalacak -larmış
bu gece. O işi oldu demiş Rasim. Nermin sormuyordu ne işi olduğunu... hiçbir şey
sormuyordu... Bir de onunla uğraşmıyorum bereket. Karnındakiyle büyüyor o,
budala. Yarın öyle uğraşacaksın ki... Bugünü çözdük de yarın kaldı...
Günsel'in hastalığına sevinmişti sanki. Sokaklara çıkamayacak oturacak oturduğu
yerde haspa!.. Ne güzel!.. Birkaç kez aradı Rasim'i, Ankara'ya gitmiş. Refiş'te
bir yakınlık... Günsel'i öğrendiyse Rasim'den... Böyledir orospular... Ne de
tanırsın ya orospuları...
Sonunda bir sabah gelip karşısına oturdu Rasim, işyerinde... O korkunç oyunu
açıkladı:
— Sakın bir yerde ağzından kaçırma, iyi olmaz, dedi. Gerçekten mi çekiniyor,
ağız mı yapıyordu yoksa?
— Nerden duyuyorsun sen bunları?
— Sana ne ulan, dedi... Sen paçam kurtarmaya bak... O ki bu kadar düşkünsün o
karıya da...
Ağzından kaçırmış gibi duralayıp düzeltti: — ... kıza da söyle, ortalarda
görünmesin pek... Valla şakası yok bu kez...
Biraz daha üstelersem suç ortağıyız. Günsel'in tepkisi umduğundan büyük olmuştu.
Korkuya kapılmaktan güç kurtulmuş gibiydi. Hastalığın, yorgunluğun sonucu doğal
sinirlilik! Ner-min'in gebeliği de doğal... Sen de doğalsın! Daha ne kadar yük-
535 leneceksin bakalım parmak kadar kıza?.. Günsel'in atılıp boynuna
sarılmasıyla, sıcacık öpücükleriyle doldu dolacaktı. O bana sığınmak istiyor,
ben kime sığınacağım? Günsel'in korkusunda, evde saklamaya kalkıştığı çocukların
da payı var belki. Pek iyi olmamış ya, nasıl karşı çıkılır? Rasim'den,
kuşkularından açsa, namuslusu, son olaylara da getirmesi gerekecek... Olmuş,
bitmiş o ki... Bir hafta kadar oraya uğrayacakları da yoktu nasılsa. O geceyi,
ertesi günü pek tadı geçirmemişti yine de. Öğlene doğru Rasim'i açtı. Niye açtı?
Kendi de bilmiyordu. Bir ağzını arayayım... doğal olmayan bir şey var mı bakalım
herifte? Çabucak kapattı Rasim. Başı dertteymiş bilmem hangi sirkede. Arkasında
kim olduğunu bir bilsen pezevengin, diye okkalı sövgülere geçmişti hemen
baştakilere. İyice sonu geldi dünyanın!.. Doğal olmayan bir şey mi? Doğal ne
kalmış ki?..
Öğlene kadar Günsel'i bekledi. Matmazel'le hesaplara daldı bir süre. İşler pek
kötüye gitmiyordu. Bütün başıboşluluğuna, ipin ucunu Burak'la Matmazel'e
bırakmasına karşın, gelir, önemli biçimde artıyordu. Özellikle pahalı meslek
kitaplarının satışı çok şey bırakıyordu. Sallantıda sayılırdı yine de. Birikim
yapamıyordu. Kazandıklarını rahat harcıyorlardı o kadar... Nermin'in ağzını
kapatıyor bu da!.. Burak iyi oğlan çıku, en büyük şansım Burak. Öğleden sonra,
Günsel'e gidip de evde kimseyi bulamayınca canı sıkıldı. Demek kalktı Günsel.
Eczaneden Burak'ı açtı, aramamış. Biraz dolaştı sokaklarda. İşyerine gidip
beklemeli en iyisi... Bir türlü atamıyordu içindeki sıkıntıyı. Belki de
Sermet'le... Evet Sermet'le... Yatmıştır değil mi?.. Çok al-
çağım ben... işyerine gidip Burak'ın yanında kaldı biraz. Ara sıra yardımcı
oluyor, daha çok da konuşuyorlardı. Burak her gün daha ateşliydi olayların
gelişmesi üstüne. Bir süre sonra Kenan'daki dalgınlığı sezmiş olmalı, sustu o
da. Gözü kapıda, kulağı telefondaydı Kenan'ın. Yorgun düştü, çıkıp yukarda
koltuğuna çöktü. Bir şeyler okumayı denedi. Birkaç telefona atıldı... 535 Saat
altıya geliyordu, iyiden iyiye merak etmeye başlamıştı artık. Çıkar da nasıl
aramaz beni bu kız? Korkunç olasılık parladı birden kafasında... Yoksa?..
Aldılar mı kızı yine?.. Teyzesi peki?.. O da peşinden gitti... Gitmez!.. Nereye
gittiyse gitti kocakarı, dert mi?.. Günsel nerde? Bir sesle fırlayıp aşağıya
baktı. Kitap alan bir kızdı. Burak'la cilveleşiyorlardı. indirim yapsınmış...
Bedava versin!.. Yediyi geçe kapattılar dükkânı. Bir arabaya binip Gün-seller'in
kapısında indi. Gözü pencerelerdeydi... Kapalıydı perdeler... Bir yere mi gitti
bunlar? Nereye giderler? Merdivenleri çıkarken yüreği duracak gibi çarpıyordu.
Kimse yoktu evde. Ne yapacağını bilemeden, ayaküstü kaldı bir süre... Ağır ağır
indi merdivenleri. Soracak birilerini arandı. İstemiyordu da. Komşularıyla
ilişkileri soğuktu Günseller'in. Demokratmış çoğu. Yalnız en üst katta bir
emekli astsubayla kansı teyzesinin dostuydular, duymuştu. Koyu Halk
Partiliymişler. Onlara mı çıksa... Teyze oradadır belki de... Döndü, birkaç
basamak çıktı, vazgeçti. Sekize on vardı. Biraz dolaşırım sokaklarda, dokuzda
uğrarım. Sıkıyönetim yasağı onda başlıyordu artık. Çıktı, akşam alacasında-ki
Kocamustafapaşa sokaklarında yürümeye başladı. Taşıt araçlarından inen,
dükkânlarda son alışverişlerini yapıp evlerine giren yorgun argın akşam
kalabalığı gittikçe seyrekleşiyordu. Cerrahpaşa'ya kadar yürüdü, hastanenin
kapısında bakıp kaldı bir süre. Anlam veremiyordu bir türlü bu işe. Bir, ürküye
kapılıyordu Günsel'in başına bir şeyler geldiğine inanıp; bir, delice
kızgınlıkla sövgüler yağdırıyordu Günsel'e nedenini tam bilmeden... Nasıl yapar
böyle?.. Yine bulamazsam dönüşte... Dokuza bile kalmadan dönünce yine bulamadı
kimseyi; pencereler kap-
kara, kapı duvardı yine... Kapıcıları yoktu Günseller'in, komşu bir apartmanın
kapıcısı bakıyormuş. Hangisi, bilmiyordu. Ağır ağır merdivenleri çıkıp çatı
katına geldi, zili çaldı. Çeçikbozuğu yüzlü, kır saçlı bir adam açtı biraz
sonra. Emekli astsubay olmalı. Günsel Hanımlar mı? Nerden bilsindi. Üç dört gün
var ki görmemişlerdi. Teyze hastaydı ya... Adam kapıyı soğukça kapatınca biraz
ferahlamış gibi oldu. Hastaneye yatırdılar... O kargaşada ne yapsın Günsel de?..
Hey Allah... Ağır ağır indi, sokağın alacasında dönüp bir daha baktı. Eve mi
döneceğim? Hastaneleri dolaşacak değilsin ya! Belki de Cerrahpaşa'da yatıyordu;
oraya çekip götürdü demin ayaklarım! Keşke girip bir... Taksiye atladı... Daha
vardı sıkıyönetim yasağının başlamasına. Cerrahpaşa'ya uğrayayım, ordadır.
Handan da orda çalışıyor. Boşuna mı çekti demin orası beni?! Öyle inanmıştı ki
teyzenin Cerrahpaşa'da olduğuna -Günsel de yanındadır- hastanede yok denince
nerdeyse kavgaya tutuşacaktı hemşirelerle. Şırfıntılar; doktorlarla
fingirdeşmekten başka ne bilirler? Handan Hanım da yokmuş... Bilmiyorlarmış.
Arabaya dönüp bir kez daha uğradı Günseller'in sokağına. Aynı umutsuz
karanlıktaydı pencereler... Yine de çıkıp sürekli çaldı kapıyı. Çaldı. Çaldı...
Ağır ağır indi merdivenleri. Sokakta bir daha dönüp baktı kara camlara...
Arabaya yıkılmış gibi girdi, evinin adresini verdi şoföre, arka koltuğa büzüldü.
XXX
Şevket, Kenan'ın gizli polis olduğunu söyleyince deli bir kızgınlığa kapılmıştı
Günsel. Adamı kovdu kovacaktı. Güç tuttu kendini.
— Bir o kalmıştı pislik atmadığınız, dedi, tiksintiyle. Şevket'in tersliği de
ünlüydü ya, böyle bir tepkiyi beklediğinden midir, kızanp sarardı, tuttu
kendini.
— Kime pislik attık, dedi kekeler gibi... Biz senin için söylüyoruz kızım.
Toparlandı, uzun uzun anlatmaya koyuldu Şevket, onu neden, nasıl düşündüklerini.
Kızgınlığı ağır ağır dağılmıştı Gün-sel'in, yerini şaşkınlığa, meraka, gittikçe
yüreğine oturmaya başlayan ürpertili bir acıya bırakmıştı. Şevket uzun
konuşmasını bitirince taş kesilmişti. Bir noktaya takılı, boş anlamsız
gözlerini, bir süre sonra ağlamaya mı, acılı bir gülümsemeye mi dönüve-receği
ayırt edilemeyen belli belirsiz bir titreyişle odada, duvar-
larda ağır ağır gezdirmeye başladı. Silkinir gibi bir çabayla tuttu kendini
birden. Yandaki bir masaya uzanıp bir sigara aldı, yaktı; derin bir soluk çekti,
üfledi uzun uzun. Belki dağıtamamıştı ya, hiç değilse aralamıştı buludan.
— Ne kadan doğru bunlann bilmem, ama polis demek bir insana...
Sonunu getirememişti; ağlamaktan, yıkılmaktan kaçınıyordu. Şevket yine bir
şeyler anlatmış, sonunda:
— Gerisi sana kalır, demişti. Bizden söylemesi... Gizli polisin çekmeceleri
elimizde değil. Nerden biliriz daha kesinini?
Aslında öyle kesindi ki söyledikleri, pek de kolay değildi daha kesinini
bulmak!.. Felsefe'de öğrenciyken Müdüriyet'e alınışında başlamış Kenan'ın
polisliği!..
Hasan Ağbisi söylemiş daha önce bir sorsunlar, diye. Bu korkulu, dağınık
ortamda, bu koşullarda kimden beklenir türlü sakıncası olan bir araştırmaya
kalkışmak? Kimse pek anımsamıyor-muş da... Hamza diye biri kuşkulu sözler etmiş
ya, o da bilmiyormuş işin aslını; bilmem kimden duymuş ki bir zamanlar...
Önemsememişler... Yöresine uğrayıp kaybolan yüzlerce gençten biriymiş Baba için
de, ne dermiş?..
Bir rastlantı çözmüş her şeyi!
Eşref görmüş GünsePle Kenan'ı Üniversite bahçesinin kapısında. Şevketler'e
gelmiş doğruca. Selami'yi bulmuşlar... Yelde-ğirmeni'ndeymiş. En eski arkadaşı
Kenan'ın. Onun hiç kuşkusu yokmuş, Kenan satmış onları poliste... Eşref de o
tutuklanma-daymış, işin aslını ordan biliyormuş...
Nerden nereye!.. Selami'nin arkadaşı bir matematik öğretmeni varmış Konya'da,
Tahir; o da tanırmış Kenan'ı. Bütün Konya biliyormuş Kenan'ın dokunulmazlığını!
Kimlerin çocuklarını çaktırmış da gık bile diyememişler... Hem de edebiyat
dersinden!.. Uluorta da konuşurmuş orda burda; başkası söyle-seymiş o sözleri,
bitikmiş işi... Eczacı bir Fadıl Bey varmış Konya'da. Mason derlermiş. Yedikleri
içtikleri birmiş Fadıl Bevler'le
Kenanlar'ın. Bilmeyen yokmuş bu eczacı Fadıl'ın gizli polis ajanı olduğunu.
Sonra yine bu Selami...
Olaylar, öyküler, hem ayrıntılarla... Zekai varmış üniversitedeyken. Bu Kenan'ın
yakın arkadaşı... O da öyle ajanmış... Bu ikisi... Günsel, Zekai'den söz
edildiğini anımsadı üniversite bahçesi önünde. Eşref sormuştu Kenan'a. Hiç
görmedim, demişti. Ne diyecekti ya!.. Kızarmış mıydı?
Yıkılır gibi oldu Günsel bu soruyla. Duyduklarını önemsememek için baştan beri
gösterdiği çaba tükenmiş, kuşku başlamıştı demek... Kızarmış mıydı? Demek sen de
bunlarla birlikte... Kuşkuya bile yer bırakmayan son olayı da söyledi Şevket.
Bir avukat arkadaşının kayınpederinin -bir emekli albaymış- eski bir arkadaşı
istihbaratçıdan -Milli Emniyet Müfettişiymiş-çok gizli olarak öğrenmişler:
İstihbaratçıymış Kenan!..
Ondan sonra düşünemez oldu Günsel uzun bir süre. Tek tük söz etti. Şevket bir
şeyler soruyor, o da bir şeyler mi diyordu ne... Ne diyordu? Ne kalmıştı
diyecek? Yalan söylüyor bu herifler. Hepsi yalan söylüyor. Niye kovmuyorsun bu
baykuşu? Dalgın kalkıp ağır ağır dolaşmaya başladı odada. Bakışlan, davranışları
göze batacak kadar sağlıksızdı. Şevket de çekingenleş-meye başlamıştı. Bu
kadarını ummamış olmalıydı...
Salona girip çıkarken bir şeyler mi duymuş ya da Günsel'in göze batan
çöküntüsünü mü görmüştü ne, teyze geldi, usulca ilişti kanepeye, dolaşan
Günsel'e baktı merakla:
— Ne olmuş? dedi.
Önce duymamış gibi dolaştı Günsel, boş gözlerle baktı teyzesine. Yaşlı kadının
sorgu dolu bakışlarıyla ayılmıştı sanki; tutunacak bir şey aranır gibi, kırık
dökük:
— Polismiş Kenan!., dedi.
Dudakları kurumuştu. Ben de söyleyebiliyorum Kenan polis... Benim ağzımdan da
yan yana çıkabiliyor bu sözcükler... Teyze anlamamış mıydı, şaşırmış mıydı ya da
ne diyeceğini mi bilemez olmuştu, köşedeki koltukta ezilmiş gibi oturan Şevket'e
baktı, Günsel'e baktı:
— Namussuzlar, dedi. Benim de ayağımı çiğnedi polisler...
Kısa bir sessizlik oldu önce. Teyzenin sözlerinin bilincine yeni varmış da
kendini tutamamış gibi, Günsel'in dudaklarında beliren acı gülümseme boğazına
takılan hıçkırığa dönüşüverdi birden. Bütün direnci, denetimi tuz buz olmuştu.
Sarsıldı, tutamayacaktı kendini, salondan fırladı; koridorda karşılaştığı
Turgut'un şaşkın, ürkek bakışlan altında ağlayarak koşup odasına 591 daldı,
kapattı kapıyı, sürgüledi; dağınık yatağın üstüne yüzükoyun bıraktı kendini.
Sarsıla sarsıla ağlıyordu, bir süre sonra ağlayış nedenini de unutarak... Hiçbir
şey düşünmeden... Bulantı, öğürtü başladı. Korkuyla toparlanmaya çalıştı...
Musluğa koşmak istedi bir, vazgeçti. Çıkmayacaktı bu odadan. Kimseyi görmek
istemiyordu. Yeniden sarsıldı öğürtü ile, çekip havluyu tuttu ağzına, tükürdü.
Kolonya şişesini aldı başucundan, döktü avcuna, alnına, şakak-lanna sürdü,
kokladı. Aklına ilacı gelmişti. Pardösüsünün cebindeydi. Çıkmayacaktı. O
baykuşun yüzünü göremem bir daha. Niye baykuş? Sen de devrimcisin ha?.. Adam
sana, sana da değil, devrimci eyleme zarar gelmesin diye görev bilmiş, hasta
hasta uyarmaya gelmiş seni... Durulmaya çalıştı. Yine bir hıçkırık nöbeti geldi,
yine bulantı... Yine kolonya şişesini devirdi avuçla-nna... Düzelmişti biraz...
Kalkıp pencereye gitti, açtı. Temiz, serin havayı çekti ciğerlerine. İyi
gelmişti. Dönüp yatağa oturdu, gözleri bir noktaya takılı düşünmeye başladı.
Düşünmeye çalışıyordu daha doğrusu. Ne kaldı ki düşünecek?.. Gözleri yatak
üstündeki tükürükle dolu havluya takıldı; tiksinerek baktı. Her şeyi tükürüğe
boğmalı böyle!.. Uzanıp topladı havluyu, içinde bıraktı pis yerlerini...
Durulmuş gibiydi. Daha sağlıklı düşünebiliyordu artık. Bir başkaldırma duydu
içinde. Nasıl inanabiliyordu hemen söylenenlere? Az mı düşüldü böyle yanlışlara?
Az mı oynandı böyle oyunlar? Ağbim bile kaç kez demedi mi polis denmeyen kalmadı
ülkede diye... Nâzım'a bile denmiş. Benerci'yi de o yüzden yazmış... Benerci'ye
polis derler, hem en yakın...
Kenan da Benerci mi? Coşkusu, tutkuları, tertemiz bakışları, iyi yüreği,
insancıl... Nasıl polis olur?.. Benzeyen en küçük bir yanı... Benzeyen bir yanı
olsa "gizli" olmaz, budala... Artık savunmak için bulduğu her şey, düşündüğü her
durum tam zıddına dönüyor, Kenan'ı suçlamaya yarıyordu. Gerçekten de nasıl
inandım ben? Daha surda... Tanıştıkları günden saydı; eylül so-592 nuydu,
demek sekiz ay kadar bir şey. Bırak devrimciliği, aklı başında bir kız, bu
kadarcık bir sürede bir erkeğe, hem de evli, çocuklu bir erkeğe böylesine
bırakır mı kendini?.. Ayrılıyormuş da karısından... Demek hepsi beni uyutmak
için... Nasıl yuttum bunları? Fırladı ayağa, odada dolaşmaya başladı ağır ağır.
Ne sersemim ben, ne eşşeğim ben... Anneciğim... Yine çöktü karyolaya,
"anneciğim, anneciğim" diye ağlamak geliyordu içinden. Burnu sümüklü, gözü yaşlı
küçük kız çocukları gibi annesinin dizine başını koyarak. Ta içini yakan bir
özlemdi duyduğu... Anneciğim, anneciğim... Büyümemişti, 23 yaşında değildi
sanki... Saçımı başımı yolardı belki de, döverdi... Dövseydi... Anneciğim!..
Bunlar gelmezdi başıma o olsaydı. Böyle bırakmazdı ki beni başıboş. Eteğimden
çekerdi, uyanrdı beni... Anneciğim... Hıçkırıklarını tutup yeniden toplanmaya
çalıştı. Dünyayı değşitirmeye kalkan devrimciye bak, bilinçsiz mahalle kızları
gibi feodal ahlak kurallarının savunucusu anasına sığınıyor!.. Bu kadar mı
devrimciliğin?.. Onuru kırılmıştı... Güçlü olmalıydı, dik durmalıydı... Yeniden
uzandı kolonya şişesine. Avcuna döküyordu ki sesler duydu kapı önünde. Ürpererek
kaldı birden. Ya o geldiyse?.. Kapıyı açmaya zorladı biri, olmayınca küt küt
vurmaya başladı.
— Aç kız!..
Handan'dı. Gidip sürgüyü çekti. İtip açtı kapıyı Handan. Sararmıştı o da.
Ardında teyze, şaşkın, ürkek Turgut vardı. Gün-sel'i görünce dudaklarını büzüp
ağladı ağlayacaktı Turgut da...
— Gitti mi? dedi teyzesine Günsel, Şevket için.
— Gitti...
Ötekiler dışarda kaldılar yine; Handan kapıyı örttü. Belli ki ne diyeceğini,
nerden başlayacağını o da bilmiyordu. Yeni öğrenmiş, donup kalmıştı.
Toparlanmaya çalıştı.
— Peki nerden öğrenmişler? dedi. Bu kadar kesin!.. Yanıtlamadı Günsel. Bir sürü
şey mi anlatacaktı ona şimdi...
Birden aklına gelmiş gibi,
— Çocuklar ne oldu? dedi.
Handan şaşırmış, biraz da korkmuş gibiydi...
— Hiiiç, dedi... Konuştuğumuz gibi oldu her şey... Yerleştiler... Öyle de iyi
bir yer ki...
Birden duralamış gibiydiler. Bir şey diyemeden birbirlerine bakıyorlardı. Ne de
güvenli yer bulmuşlardı ya polisin kuduz köpek gibi saldırdığı çocuklara...
Başına, yüzüne birden kan yürümüş gibi oldu Günsel'in...
— Çocukları ne yapacağız şimdi?.. Ya bir de...
Sonunu getiremedi... Bir hıçkırık takılmıştı yine boğazına. Başını döndürdü
birden. Handan'dan utanıyordu. Onun da gözleri dolar gibi olmuştu, tez
toparlandı.
— Sizin işinize aklım ermez ya, dedi... Nerden çıkmış bu? Sonra öyle olsa...
Tamamlayamadı. Yadırgamıştı Handan, yakıştıramıyordu; o kadar... Nedenini
bilemiyordu da, bir sakadık sezinliyordu yalnızca... Daha bir şeyler demesini,
yanıldıklarını söylemesini, ola ki tanıtiamasını bekler gibi dönüp umuda
bakmıştı Günsel. Öyle olsa?.. Evet, öyle olsa?.. Susuyordu Handan. Söyleyecek
neyi olabilirdi ki?..
— Kendine gel de biraz serinkanlı düşünelim, dedi. Önce git bir yüzünü yıka
istersen...
Günsel son umudunu da yitirmiş gibi duraladı, başını kaldırdı, alt dudağını
dişledi sinirli sinirli.
— Önce burdan gidelim, dedi. çıkar gelirse...
Kötü, yanlış, zararlı olacaktı hemen yüz yüze gelmek. İster doğru, ister iftira.
Öğrenmek, saptamak istediği daha çok şey
vardı Günsel'in. Kesin yargıya varacak değildi ya hemen?.. Handan da doğru
bulmuştu... En iyisi evi kapatmaktı bir süre... Zaten sürekli polis gözetiminde
bir yer. Basacaklar belki de. Niye bassınlar? Ev adamlarının elinde... Yine bir
hıçkırığı güç tuttu Günsel... Duraladı yine. Polisin yakalayıp da kendisi kadar
kolayca bıraktığı kim vardı? Hem de iki kez. Demek... En son Vi-694 layet'teki
semiz herif geldi gözünün önüne; bakışı, duruşu... Ben ağbime ne yüzle... Ya
Teşvikiye'deki çocuklar... Onlara bir şey olsun, kıyarım canıma... Cezasız mı
kalacak senin gibi aşağılık, budala, azgın orospu!..
— Nerde kalacaksın? dedi Handan... Sonra bunlar...
— Bilmiyorum, dedi. Gerekirse ağbime giderim!.. Bunlar giderler bir yere...
Düşündü bir.
— Hamdiye öğretmene gitsinler, dedi. Silahtar'da... Teyzemin en yakını...
Çıktı odadan. Yaslı koridorda sararmış, dilsiz gibi duran teyzesine, aslını daha
pek kavrayamadığı kötülüklerle ürküye kapılmış, acılı çocuk yüzüyle bakan
Turgut'a takılmadan tuvalete geçti; yıkanıp temizlenmeye koyuldu çabucak. Ne
yapacaklarını çıkıp Handan anlatu onlara. Karşı koymadı teyze. Yarım saate
hazırlanıp çıktılar evden. Günsel ağlamaktan kızarıp şişmiş gözlerini sürekli
kaçırmıştı Turgut'tan. Alanda otobüse binecekleri sıra, zorunlu bir görev gibi
eğilip öptü Turgut'u:
— Babanneni üzme Turgutçuğum, dedi. Hiç çıkma sözünden e mi? Bak çok üzülürüm
sonra...
"Üzülürüm" sözü mü etkilemişti çocuğu ne, sanldı Günsel'in boynuna, boşalıverdi
hıçırarak.
— Gitmek istemiyorum ben halacığım... Ne olursun seninle kalayım ben
halacığım... Ne olursun halacığım...
Günsel hiç böyle görmemişti Turgut'u. Aşın duygululuğa kapılmıştı o da. Öptü,
öptü çocuğu. Güç bindirdiler otobüse. Camda gözleri halasında, içini çeke çeke
ağlıyordu otobüs giderken...
Başını çevirip dolu gözlerle yöreye bakındı Günsel. Kenan'ın çıkıvermesinden
korkuyordu. Handan'la Cerrahapaşa'ya doğru yürüdüler.
— Baha'ya uğrayacağım, dedi.
— Birlikte gidelim, dedi Handan. Sakıncası yoksa... Duymamış gibiydi Günsel.
Kafasında burgu dönüyordu.
Teşvikiye'deki çocuklar. Demek Kenan... Neye yarardı yıkıl- 595 mak? Yeni bir
dönemdi başlayan. İstersen güçlü olma, daha da ezilirsin. Dayanmak ister gibi
koluna girdi Handan'in.
— Önce çocukları çıkaralım ordan, dedi... Handan başı önünde, ses çıkarmadan
yürüyordu.
— Bir de bu piçi, dedi Günsel. Karnımdakini... Bulantı başlamıştı yine...
XXXI
İlk şaşkınlığı geçtikten sonra kafasına saldıran en kötü olasılıkların
işkencesinde çılgına dönmüştü Kenan. Günler boyu aramadık yer komamıştı GünseFi.
Her gün en az beş kez eve bakmış, birkaç komşuya, köşedeki bakkala, bir sabah
çöpleri çıkarırken yakaladığı Günseller'in kapıcısına sormuştu. Ağız birliği
etmişlerdi sanki; kimse bir şey bilmiyordu. Fakülte kapalıydı ya, çıkıp
hademelerle konuşmuştu birkaç kez. Olaylardan bu yana uğramamıştı Günsel; yokmuş
gören. Hocalar hiç uğramıyor-muş. Cerrahpaşa'ya taşınıp durmuştu bir süre.
Handan da yoktu. Önceleri, "Burdaydı, bakalım" gibi karşılayanlar sonraları ters
yanıtlarla yüz çevirir olmuşlardı sanki. Kapıdaki bir hastabakıcıyla dövüştü
dövüşüyordu bir kez. "Ne bilem? Handan Ha-nım'ın bekçisi miyik?" diye bağırmıştı
herif. Rasim'e başvuracaktı, kuşkuyla yerindi. Ya bir gizli örgüt emrine uymuşsa
Günsel! Polise duyurmuş olmayacak mıydı? Böyle bir delilik kesin-
likle yapmamam gerek. Şakaya gelmez. Peki ne örgütü bu? Bana söylemez mi böyle
bir şey olsa? Söyleme denmişse nasıl söyler? Saçma! Teyze, Turgut da mı
örgütte?.. Baba'ya gitmişti iki kez de. Alt katlardan bir yaşlı kadın çıkıp
yoklar, diyordu hep. Gitmişler. Bilmiyormuş nereye gittiklerini. Dönüp
dönmeyeceklerini nerden bilsin?.. Demek örgüt işi bu!.. Peki bana niye söylemez
Günsel?.. Hiç mi güveni yok bana?.. Yalnız onun güvenmesi yeter mi? Benim
Rasim'den duyup götürdüğüm kıyım haberi üstüne mi karar aldılar yoksa?.. Niye
olmasın?.. Bir küçük haber iletmek de mi yoktu bana? Katrana batmış bir toplumda
kolay mı gizli örgütte çalışmak, budala? Kimsin sen ki seni düşünecekler bir de?
Günsel... Gizli örgüt diyorsun hıyarağası, senin için ayrıcalık mı isteyecek
Günsel? Hem Günsel kim? Bir minicik vida ola ki!.. Söylenene uymaktan başka ne
yapabilir ki, içi yansa da... Öyküler uyduruyorum, örgüt, mörgüt yok... Anlamaz
mıydım bu kadar süre... Bu kadar mı ustalıkla sakladı? Sak-layamaz mı o kız?..
Geçmiş olaylan yeniden yaşar gibi bir bir gözden geçiriyor, gizli örgüt
belirtileri anyor, yakıştırmalara kalkıyor, kuşkulara düşüyor, sonunda hepsinin
düşten, kuruntudan öte bir şey olmadığına vanyordu. Kaç kez içtenlikle örgütün
yokluğundan yakınmamış mıydı, Günsel? Onlar da mı gizli örgüt emriydi?
Peki nedir bu olan?
İki kurşun tabuttu evle işyeri. Her şey Burak'a kalmıştı. Gün-sel'in gelmesi,
telefonla araması olasılığını düşünmese hiç uğrayacağı yoktu işyerine.
Sokaklarda dolaşıyor. Beyazıt'a, yöresine, Çırnaraltj'ndaki kahveye uğruyor,
kitaplıklar, kahveler, lokantalar, meyhaneler, akla gelen gelmeyen her yere
bakıştınyor, günde en azından üç dört kez de, umudu bir çarpıntıyla hem de,
Günseller'e koşuyordu. Taksim'de, Beyoğlu'nda, Aksaray'da birçok öğrenci
gösterisinde arandı günlerce. Yolun kıyısında duruyor, tek tek geçenlere
bakıyor, yeniden ön sıralara koşuyordu belki adamışımdır diye. Ne gösteri, ne
yürüyüş umurunda
değildi. U-2 casus uçağını yakalamış Sovyetler. Adana'dan kalkmış diye ateş
püskürüyorlarmış Türkiye'ye... Yıkarız üsleri, di-yorlarmış. Yıksınlar!.. Dünya
yıkılsın isterse!.. GünsePi arayıp bulmaktan başka hiçbir şey umurunda
değildi... Sermeder'e niye uğramadım? Şaşkına döndü, sevince battı birden. Niye
daha önce düşünmedim? Biliyordur Sermet, bilmez mi? Duraladı. 69g Kırılmış gibi
oldu. Sermet'in bildiğini Günsel nasıl saklar benden?.. Hıyarağası.. Sen de
devrimci olacaksın da... Öyle gerek-mişse ne yapsın kız? Sermetler'e uğrayıp
uğramamakta ikircikliydi yine de. Sabahtı, evden yeni çıkmıştı. Şişli'de
Sermetler'in apartmanının kapısına kadar heyecanla gelmiş, duralamıştı bir süre.
Apartmana baktı, yeni başlayan güne saldırır gibi sabahla sokaklara fırlamış
koşuşanlara baktı, üşüdü. Serindi hava. Girip sormak en iyisi. Ne var bunda? Her
şey onur sorunu, pis küçük -burjuva... Sabah sabah kapıyı çalarken iyice
inandırmıştı kendini yaptığının doğallığına, doğruluğuna. Ya Sermet de yoksa?..
Yüreği küt küt atıyordu. Kapıyı orta yaşlı bir kadın açtı; kara kaşlı, Doğulu
köylü kılıklı... Daha uykuda mı herkes?.. Öylece baktı Kenan'ın yüzüne, ne
istiyorsun gibisine. Sermet'i sordu Kenan. Başını salladı kadın:
— Gel dedi...
Konuşması davranışı tam Doğulu hizmetçi. Besbelli yeni; yontulmamış daha!..
Hemen karşıdaki kocaman bir salona soktu Kenan'ı.
— Otur ki çığıram... Adın ney?
— Kenan...
Oturmadı Kenan. Ayakta beklemeye başladı. Halılar, kristal avizeler, eski
tablolar, sedef kakmalı masalar, sehpalar, vazolar, altın sırma işlemeli dua
levhaları, guguklu saat... Şişli apartman katında yadırganacak kadar soylu,
varlıklı bir eski İstanbul evi... Duvara yaslanmış, salona bekçilik eder gibi
duran kocaman saatin sarkacı evin sessizliğini bir tartımla vurguluyordu. Gözü,
Sermet'in çıkıvermesini beklediği kapıdaydı Kenan'ın. Ne diye-
ceğim şimdi? Nasıl karşılayacak?.. Ya bir de... Kapı açıldı, hizmetçi kadın
girdi, şöyle bir durup baktı, kaşını kaldırıp başını salladı iki yana:
— Yohumuş, dedi...
Yohumuş mu? Bu ne demek? Var mı ne demeği, evde yokmuş Sermet işte...
— Yok muymuş?
Kenan'ın ağzından şaşkınlıkla çıkmıştı sözler. Bönsü baktı kadın. Üsteleyeceğini
mi sanmıştı ne, omuz silkti birden:
— Ne bilem ben, dedi, öyle diyiler...
Tıkanır gibi oldu Kenan. Kendini sokağa atınca tere batmıştı. Vay orospu
çocuğu!.. Belki de yoktu gerçekten... Ulan hıyarağası... Soramaz miydin nerde
olduğunu, ne zaman geleceğini? Kime, o aptal karıya mı? Niye bana karşı herkes,
her şey? Kargışlı bir bilinçten başka ne oluşturabilir bu kadar acımasız
rastlantıyı?.. Yöremdeki her şey tuzağa dönüşüyor... Bir rastlantı da işyerinde,
bitkin, gazeteleri karıştırırken dikildi karşısına. Hiç bakmadığı ölüm
haberlerine takılmıştı gözü nedense. Sait ölmüş. Şaşırıp kaldı. Ölümün soğukluğu
eksikti bir... Öğle namazından sonra Şişli Camisi'nden... Bir tohumcuk umut
serpilip gelişivermiş güler yüzlü kocaman bir çiçek açmıştı yüreğinde!.. Ölmüş
demek... Üzüldüm!.. Belki de borçluluğum artacak sana Sait. Rastlantı bu, hiç
ummadığım biri gelir cenazene!.. En güzel geceme sen götürdün beni? Biz
yaşıyoruz Sait, benciliz... Her şeye gülerek baktın sen. Buna da...
Sıkıyönetim yasağından olmalıydı -on mu, yirmi mi ne kişiden çoğuna izin yoktu
cemaat için- kalabalık değildi cami avlusu. Duvara birkaç çelenk dayalıydı. Üç
tabut vardı. Sait'inki hangisi? Ne soğuk şeydir bu ölüm törenleri... Sıcak mı
olacaktı? Hava iyice serindi. Revakın altında tanıdık arıyordu Kenan. Yoktu
kimse. Namazlar kılındı, tabutlar omuzlanıp çıkarılmaya başlandı avludan.
Babıâli'den yüzlerini tanıdığı birkaç kişinin omuzladığı tabut sona kalmıştı.
Bir de çelenk vardı. Basın bil-
mem ne diyor. Bu olmalı Sait'inki. Niye kimse gelmedi? Kim gelecekti? Caddeye
çıkınca ikircikli kaldı önce. Babıâli'ye inecekti. Bencilliğinden mi utandı,
içinden mi geldi, mezarlığa gideceklerin, önü sıra doluştukları bir arabaya
girdi o da. Sait'in babacan gülen yüzü, gözleri karşısındaydı hep. Hiç
evlenmemiş derlerdi. Uzun yıllar bir kadınla yaşamış, veremden ölmüş o da 700
yıllar önce. Hay Sait... Çok acı çektin değil mi?.. Bitti işte... Biz
yaşayacağız daha, trafikti, kanserdi, alıp götürmezse... Götürmesin sakın,
yapacak işimiz var daha!.. Geçecek bu da, Günsel de gelecek... Açılarıyla da
güzel yaşamak... Her ölüm yaşayanlara kurtuluş sevinci mi veriyor? Güçlüydü.
Mezarlıkta o da omuz verdi tabuta. Yeri kazıp ölüyü toprağa örten insanların
gerçekçiliğine saygıyla baktı. Herkes de biliyor başına geleceği... Yol yordam
öğretiyorlar birbirlerine; beni de böyle yapacaksınız der gibi... Eluard'ın
dizeleri geçti içinden:
C'est la dure lio des hommes se garder intact malgre.
Les Guerres et la misere -Malgre les dangers de mort. Türkçe çevirisini sevmiş,
Fransızcasını ezberlemişti, insanlarda en ağır yasa... Ölüme karşı
yaşamalarıdır.
— Merhaba ağbi... Başınız sağ olsun... Dönüp baktı, tanıyacaktı bu gençten
adamı.
— Sadi, dedi, Sadi Yılbak... Hani sizinle bir gece... Boynuna sarılacaktı
oğlanın!
— Merhaba kardeşim, tanımaz olur muyum? Sizin de başınız sağ olsun...
Sait için, ölüm üstüne bir şeyler söyleşerek bekleyen arabalardan birine
bindiler. Yol boyunca konuşacak epeyi şey çıkmıştı. Sait için yakındılar uzun
uzun. Ölüm ne tatsız... Sadi bir dergide çalışıyormuş. Ajanstan ayrılınca güç
günleri olmuş biraz, şimdi daha iyi... çocukları mı?
— Vallaa pek görmüyorum, dedi. Bir yer var Tepebaşı'nda Yakup diye, ordaymışlar
akşamlan... Kimsenin eski tadı da kalmadı ya... Kaçamak yapalım isterseniz biz
de bir...
— Yapalım, dedi Kenan... Bu akşam gidelim...
Sözü varmış bu akşam. Şöyle bir tanımladı Yakup'u... Sait'e döndüler yine. Sadi
anılarından söz açtı. Sait'e sevgisinden... Büyük ozan olduğundan,
anlaşılmadığından, ülkenin durumundan...
— Tuz buz edecekler her şeyi, dedi Kenan... Ettiler ya daha da edecekler...
— O belli değil ağbi, diyordu Sadi, kendileri tuz buz olur bakarsın...
Taksim'de ayrıldı uğrarım deyip... Bir şeyler mi var oğlanın dilinin altında?
Kendileri tuz buz olacaklarmış!.. Olmazlar ya, tut ki oldular... "Risto nedir
bu? Zafer veya hiç!.." Sinemacı Salih Bey bile biliyor; Halk Partisi'nin
hırsızlan bekliyor sırada... Günsel de yok... Yakup'a gidip bakayım bir. Dolaştı
durdu sokaklarda. İşyerine akşama doğru uğradı. Rasim oradaydı... Donuk, üzgün
görünüyordu o da. Kimsenin eski tadı kalmadı ya... Birlikte çıktılar...
— Evde bırakayım seni... Sirkeci'ye inmiştim...
— Daha erken, dedi Kenan, Tepebaşı'nda atlanm. Bir yere uğrayacağım...
Susuyorlardı. Niye bir şey sormaz bu herif? Niye uğradı?
— Ne yapıyor Günsel Hanım yengemiz? Yanıda hadi, işte sordu...
— Bilmem, dedi Kenan, görmüyorum epeydir. Sesindeki titremeyi güç örtebilmişti.
— Görmüyor musun?..
Kenan duymamış gibi dışanya dönmüştü yüzünü. Niye soruyor bu herif?
— Ne o küsüştünüz mü yoksa?
Yine ses çıkarmadı Kenan. Kuşku belirmeye başlamıştı içinde.
— Danlmacalar, banşmacalar mı?.. Tadı oyundur... Bankalardan yukarı
çıkıyorlardı.
— Bozuk çalışıyorsun, dedi Rasım...
Bakalım nereye getirecek sözü? Bir şimşek çaktı kafasında. Teşvikiye'deki
çocukları biliyorsa... Bir şeylerin peşinde bu!..
— Sen bozuk çalmıyor musun? dedi Kenan. Kim var bozuk çalmayan?
— Öyle değil, dedi Rasim. İki yanlı bozuk çalıyorsun sen!.. Neler bulur söyler
eşşoğlueşşek! Hem de doğru... İki yanlı
bozuk çalıyorum ben... Güldü... İki yanlı bozuk...
— Tasarılarını gerçekleştirecekler mi senin kuduz köpekler?
Yanıtlamadı Rasim. Trafik tıkanmıştı, Şişhane'de bekliyorlardı. Bir sigara yaktı
Rasim, üfledi dumanım. Üstelemekten çekiniyordu Kenan. Arabayı sürmeye başlarken
Rasim bozdu sessizliği.
— Saklanıyor mu seninki? dedi.
Nasıl karşılayacağını bilememişti Kenan. Saklanıyor mu? Benden bile...
— Bilmem, dedi. Saklanması mı gerek?
— Ben de bilmem, dedi Rasim. Siz bilmedikten sonra... Hay Allah, ne anlama
geliyor bütün bu sözler? Tepebaşı'na
yaklaşmışlardı. Birbirimizin ağzından bir şeyler koparacağız kurnazlıkla!..
— Var mı saklanacak yeri? dedi Rasim.
Neresi kurnaz bu herifin? İşte açık verdi itoğluit. Günsel'in yerini öğrenmek
istiyor benden!..
— Bilmiyorum, dedi Kenan. Görünce sorarım!.. İniyorum ben eyvallah...
Atladı, dönüp arabaya bakmadan yandaki sokaklara doğru yürümeye başladı. Var bir
bokluk bu herifte ya. Yok canım? İyi ki anladın!.. Tutup çoculan da bizim oraya
gönderdi Günsel. Tutarsızlıklar içindeyiz. Kaç kez dedim ona, bu herife güven
olmaz diye. İki yanlı bozuk çalıyorum... Günsel... Durdu sokağın başında. Niye
düşünmedim daha önce. Belki de Teşvikiye'ye gidip saklandı Günsel. Çocukları
gönderdim, numarası. Gönderir
mi hiç, deli mi bu? Kendi gidip saklanır! O değil de sen delisin! Teşvikiye'ye
saplanıp kalmıştı kafası. Yakup'u arandı sokakta; kirli, yeşil boyalı kapı
üstündeki yazıyı okuyup içeri girdi. İzbece, bomboş bir meyhaneydi. Şaşaladı.
Bir süre bakakaldı kapıda. İlerde tezgâhtan çıkan bir garson koşturur gibi
geliyordu. Çabucak dönüp sokağı çıktı. Kızgın yürümeye başladı kararmış sokakta.
Benimle alay ediyor itler!.. Ağzına sıçtığımın puştları... Galatasaray'a gelince
durulmuştu, düşünebiliyordu. Bu sıkıyönetim baskısından kim gider oraya...
Birazdan yasak başlayacak... Her akşam ordalar demedi ya oğlan. Beyoğlu Caddesi
boyunca yürüdü ağır ağır. Üşüyordu. Girip bir sandviç yedi yol üstü. Taksim'e
çıkıp Şişli dolmuşuna atladı. Alanda inip Sermet-ler'in evine yürüdü. Apartmanın
kapısında durup baktı kata, ışık vardı. Kapının karşısındaki yaya kaldırımına
geçti. Beklemeye başladı. Çıkıp sorsam. Gelmiştir bakarsın. Kapıdan sorup
dönerim hemen. Çakılmıştı, kımıldamıyordu yerinden. Gelip geçenler vardı
karanlık sokakta. Ne kaldı ki yasak saatine. Saatine bakıyordu ki Sermet indi
sokağın başında duran arabadan. Yüreği duracak gibi oldu birden. Çıkmış,
şoförden paranın üstünü alıyordu Sermet, arkası dönüktü. Görmedi beni; rastlantı
olsun bu. Ben de eve geçiyordum da... diye... Sokağın başına doğru yürümeye
başladı. Sermet döndü, birkaç adım sonra yüz yüze geldiler. Ne diyeceğini
bilememişti Kenan. Uçup gitmişti düzenledikleri. Kekeler gibi:
— Merhaba, dedi...
Uzattı elini Sermet'e. Sermet de şaşalamıştı. Toparlanır gibi yaptı, buzdan
maske oturttu yüzüne. Kenan'ın uzattığı eli karanlık boşluktaydı. İsteksiz
mırıldandı Sermet:
— Merhaba.
Yürüyüp geçecek gibi yaptı. Kenan iyice bozguna uğrayacaktı ki tuttu kendini,
davranıp önüne geçti Sermet'in:
— Konuşalım biraz seninle, dedi. Sabah da uğradım yok-muşsunuz...
Sermet duralamış, soğuk bakışlarını Kenan'a dikmişti. Tutuklu gibiydi Kenan da,
sürdüremiyecekti sanki. Niye yılan gibi bakıyor bu orospu çocuğu!..
— Günsel yok, dedi bozuk bir sesle. Evleri de kapalı... Yok, on gündür...
Aramadı da...
Tıkanır gibi sustu? Öylece bakıyordu Sermet. Kenan kısık kı-
704 sık ekledi:
— Öldüm meraktan... Kötü bir şey mi oldu? Belki siz biliyorsunuzdur dedim...
Soğuk bir sessizlikle ikircikli kalmıştı Sermet de. Sinirliliğini ırgalayıp
bozmak ister gibi kımıldadı.
— Bilmiyorum, dedi. Ben de görmedim sizden sonra... Heyecanını bastıramadığı
sesinden yalan akıyordu. Yıkılır gibi oldu Kenan. Toparlandı. Bir atılım daha
yapacaktı.
— Korkuyorum, polis filan almış olmasın... Niye bir şey demiyor bu orospu
çocuğu?..
— Söylesenize bir şey...
— Ne söyleyeyim, dedi Sermet... Siz daha iyi bilirsiniz... Sesi bakışından da
soğuktu... Şaşalayıp kalmıştı Kenan. Şimdi ne diyeyim? Ben daha iyi bilirmişim.
Nasıl bilirim ben?
— Eyvallah... İşim var evde...
Yürüyüp apartmana girdi Sermet. Otomatiği yakıp ilerdeki asansöre girdi. Işıklı
asansör yükselip kayboldu. Otomatik de karardı biraz sonra. Yıkılmış bir duvar
gibi kımıltısızdı Kenan. Gözlerini apartmanın karanlık kapısından, girişinden
ayıramıyordu. Siz daha iyi bilirsiniz... Ne duruyorsun, çık sor anlamını bu
ibneye, açıklasın!..
Karanlık sokaklarda birkaç adım attı. Ne yapayım şimdi ben? Ne yapacaksın,
sokakta kalma önce. Yasak saati başlıyor. Caddeye çıktı, seyrek geçmeye başlayan
arabalardan birine atladı, Teşvikiye dedi şoföre. Olur mu? Niye olmayacak?
Oradakilerle konuşurum. Bu puştla konuşacak ne vardı? Bir kaşık suda boğacak
beni. Sevgilisini aldım elinden. Aldım ulan eşşoğlueşşek!
Yedim bitirdim hem de. Döndüre döndüre... Artıklarımı da sen yalıyorsun şimdi. O
orospu da demek beni böyle bırakıp... Ne diyor Salih Bey, karı dediğini
yatıracaksın... Yüreği duracak gibiydi merdivenleri çıkarken. Günsel hiç burda
saklanır mı be hıyarağası... Ne diyececeğim çocuklara şimdi. Tanımaz etmezler
beni. İyice yerinmeye başlamıştı son kata gelince. Yanlış mı yapıyorum? Soruyor!
Bir de korku oturdu içine. Ya silahlıysa 705 çocuklar. Polis sanıp da...
Basıldılar diye silaha davranıp... Niye olmasın, kelle koltukta çocuklarda...
Polis mi sanacaklar... Bir de açmışım ki Günsel içerde. O da polis sansın!..
Çocuklara Günsel'i mi soracağım? Duraksayıp kaldı üst katın ilk basamağında.
Niye bu deliliği ettim ben? Hep o orospu çocuğunun yüzünden. Otomatik yandı,
aşağı kattan biri çıkıyordu, kapıcıy-sa en kötüsü. Aynı ikirciklikle çekingen
çıktı merdivenleri, yaklaşıp kapıya baktı. Kapıcı aşağı katların kapılarını çala
çala çıkıyordu. Çöp alıyor. Çalsam mı kapıyı? Çalayım bir. Açarlar mı? Zile
basıp bekledi. Ses yoktu. Bir daha bastı. Kapıcı bir alttaki kattaydı. Çabucak
çıkardı anahtarı, açtı kapıyı, içeri girdi. Soluğu kesilecek gibiydi
çarpıntıdan. Karanlık salona bakıp ardındaki kapıyı örttü yavaşça. Sırtı kapıda
bir süre öyle durakladı. Camlarda uzak ışıkların parıltısı. Gözleri karanlığa
alışmıştı, loştu içersi. Kimse yok burda. Ürküye kapılacaktı nerdeyse. Yok
kimse! İçerdeler belki de. Saklandılar. Tabancalarını çekip... Uzanıp yaktı
ışığı. Durup dinledi yine, derinlerde zırıl zırıl akan bozuk rezervuar sesi
vardı yalnızca. Çekinceli bir yalnızlık içinde ağır ağır dolaştı her yeri, yoktu
kimse. Mutfakta bayat, kırık bir somun ekmek, birkaç zeytin, kâğıtta bol zeytin
çekirdeği, birkaç bulaşık tabak, yumurta kabukları, kirli çay bardakları...
Dolapta genellikle bulunan peynir, reçel, yağ gibi yiyeceklerden almışlar biraz.
Salona gelip koltuğa çöktü. Ağzına kadar izmaritle doluydu yan masadaki sigara
tablası, çıkarıp bir sigara yaktı o da. Bitkindi. Paramparçaydı yüreği, kafası.
Hay Saitcik. Ne güzel rastlantılar getirdin bana. Ölü gördüm
yine... Ya Rasim'in sözleri. Ya o orospu çocuğu Sermet. Nerde Günsel peki?
Sermet'le olduklarından en küçük kuşkum yok. Ağzından, yüzünden akıyor ibnenin.
Dalga geçiyor benimle, "Siz daha iyi bilirsiniz..." Örgüt emri mi bu? Ağzına
sıçtığımın... Soycak fişli... Öyle örgütün... Doğru demek kuşkularım, Sermet'e
döndü, onunla yatıp kalkıyor şimdi. Belki de buraya gelip Sermet'le... Gözlerini
yılgıyla dolaştırdı duvarlarda, tavanlarda. Dayanamayacaktı. Saçmalıyorum.
Üstüne yuvarlanan dağ gibi bir kayadan kaçmak için fırladı ayağa; çiğneyip
pestili çıkmaktan kılpayı kurtulmuştu! Bu iş bitti! Gidip bir yıkanayım. Her
şeyi oluruna bırakacağım artık. Cehenneme kadar. Günsel'in de, Sermet'in de...
Onlar arasınlar beni! Benimle yatan karı başkasıyla niye yatmasın? Daha önce de
Sermet'le az mı oynaşmış? Ellenmedik yeri mi kalmıştı orospunun. Ben de bir
güzel Salih Bey Uzun Yayla'dan Çerkez kızını deldim kanını akıtıp da al senin
olsun orospu çocuğu hayrını gör... Alçağın birisin sen. Değilim. Bitti bu iş.
Günsel gelip her şeyi açıklamadıkça bitti. Yoksa deliririm. Ya hiç gelmezse? Hiç
mi gelmezse? Neden peki? Neden? Neden? Neden? Ağzına sıçtığımın. Sallanıyor
duvar işte... Niye uyuyamıyorum ben? Karar gecem bu gece. Bitti.
Sağlıksız bir inatla gerçekten tuttu kendini, günlerce uğramadı Günseller'e.
İşyerinde oturuyordu. Bir şeyler okur görünüyor, gazete dergi karıştırıyordu.
Telefonlara bile ilgi göstermez görünüyordu. Equanil alıyordu ara sıra,
Refiş'ten duymuştu. Sevmezdi uyku ilaçlarını. Bir sinir doktoruna görünsem mi?
Ne diyeceğim herife? Yatarken banyoya ılık su doldurup içinde uzanıyordu bir
süre. Bir yerde okumuştu, sinirlere iyi gelir diye. Yararı oluyor. Ne gündüz, ne
gece üç-beş sözcükten öte bir şey konuştuğu yoktu kimseyle. Kara buludarla
örtülü bu kapkara durgun denize, umutla mı, umutsuzlukla mı bakması gerektiğini
kestirmeden bekliyor, gözlüyor gibiydi Nermin de. Kızıyordu ya, daha çok bir
acımaydı Nermin'e karşı içinde biriken. Acı-
maz da ne yaparsın böylesine zavallı düşmana. Tohumumu çaldı, karnında saklıyor,
bir gün o da çıkacak ortaya!.. Çıksın, oda bir şey katsın bunca pisliğe.
Cağaloğlu'nda bir gün Sadi'nin dergisinin önünden geçerken daldı içeri. Ordaydı
Sadi. Sevinerek karşıladı.
— Kusura bakma ağbi, diyordu, gelemedim. Görüyorsun durumu. Tek basmayım.
Matbaaya koşacağım şimdi de...
Acılı bir gülüşle:
— Alıştık, dedi Kenan. Herkes kaçıyor bizden. Yakınmaktan çok, sözgelimiydi yine
de. Sadi üzgün durdu;
sıcak, sevgi dolu baktı.
— Boş ver ağbi, dedi. Olgun adamsın sen. Böyle bu ülke... Bizim Muhittin
Ağbi'nin bir sözü vardır. Biri çıktı mı ortaya, başlarlar önce, yetişiyor
yetişiyor demeye, ondan sonra başlarlar, bizden bizden derler; ondan sonra da
polismiş polismiş... Uğra-yayım istersen akşama, birlikte gidelim Yakup'a. Kimse
olmasa da iki kadeh çeker, dertleşiriz. Boş veeer...
Sokağa çıkıp da Sadi matbaaya diye ayrılıncaya kadar Kenan duyduklarını
çözümleme, algılama çabasındaydı. Günlerdir sürüp gelen acıların kiri pası
içindeki kafası yeteneklerini yitirmiş gibiydi. Sokakta yalnız kalınca birden
anladı her şeyi. Gözleri kararır gibi oldu. Peşinden koşup daha bir şeyler sorup
öğrenmek istedi Sadi'den, yapamadı. İnmeli gibi çakılıp kalmıştı sokağın
köşesine. Artık ne var soracak? Demek o oğlan da onun için bana... "Siz daha iyi
bilirsiniz... " Vay orospu çocukları. Ulan namussuzlar... Polismiş, polismiş...
Demek bunun için Günsel... Ağzına sıçtığımın hepsinin sizin ben... Peki nerden
çıkmış bu? Toparlanmış, yürümeye başlamıştı. Acı gülümsedi kendi kendine.
Polismiş, polismiş... Siz daha iyi biliyorsunuz diyor o ibne de bana. Nasıl
anlamadım ben. Nerden gelir aklıma hıyarağası!.. Yıkıntı, çöküntü, başkaldırma,
sövgü, güven, tiksinti; giderek sevinme bile zıp zıp zıplıyordu içinde;
kimlerden yana olacağını bilemiyordu o da. Sonunda bir çözüme, hem de böylesine
gü-
lünç bir çözüme kavuşmanın rahatlığıyla boşalıvermiş gibi oldu. Onurumu kırdı
Günsel bir kuruntuyla. Yalnız onurumu mu? Handan'ı görsem hiç değilse...
Cerrahpaşa'da taksiden inerken güvenliydi kendisine. Han-dan'a gidip polismiş
polismiş polismiş... Niye bana, siz daha iyi bilirsiniz dedirtti Sermet'e...
Söyle ona bıraksın aptallığı, 708 namuslu adamım ben. Onu da deliler gibi
seviyorum. Çoktan bağışladım. Nermin'in de yakında ağzına sıçıp, Zeynep'in de...
Yok demişlerdi Handan için yine. Ses çıkarmadı. Günseller'e uğrarım bir de.
Yoklardır ya, önemli değil. Ara sokaklara daldı, Kocamustafapaşa'ya doğru ağır
ağır yürümeye başladı. Kızmıyordu artık. Her şey doğal görünüyordu. Günlerdir
anlamazmış gibi bakıp durduğu gazetelerin yazdıkları, yazmadıkları, Burak'ın
gittikçe artan çekingenlikle gelip gelip anlattığı, İstanbul'da, Ankara'da
günlük olaylar, dedikoducular, bir sarsıntıda parıl parıl ışıkların ortasına
dökülüvermişlerdi sanki. Onların yansıttığıyla aydınlığa, anlama kavuşuyordu
şimdi içindeki her şey de. Üç gün önce Harbiydiler yürümüştü Ankara'da. Birçok
evin kapılarını tebeşirle çizmişler; Demokratlar temizletecekler-miş
buradakileri. Bakalım Günseller'in kapısında var mı? Belki de benden bilirler
onu da! İçini hüzünlü bir sevinç kapladı birden. Ara sokaktan Günseller'in evine
geçen arsada bez kaplı bir topla tek kale futbol oynuyordu birkaç çocuk.
Kaledeki Turgut'tu yine. Günsel'e ilk geldiği günü anımsadı mutlu bir acıyla.
Babaanne bak bu adam halamı arıyor. Yine arıyorum işte. Gülerek yaklaşıyordu ki
Turgut'a, dönüp de Kenan'ı görünce köpek saldırısıyla tüyleri kirpi gibi kabaran
kediye dönmüştü oğlan. Yadırganacak, şaşılası bir nefretle, düşmanlıkla
doluvermiş-ti çocuk gözleri. Duraksadı Kenan, umursamazlıkla yaklaştı yine de.
Korkmuş gibiydi çocuğun bakışlarından. Gülümsemeye çalışarak:
— Merhaba Turgut, dedi. Evde mi halan?
Dudakları kımıldadı oğlanın; bir şeyler diyecekti de beceremiyor gibiydi. Sonra
birden tükürür gibi: — Yok, dedi...
Çevirdi başını birkaç adım attı, topu kollar görünmeye başladı. Aslında Kenan'ı
kolluyordu yan yan. Yavaşça dönüp yürümeye başladı Kenan. Ne duruma düşürdün
beni Günsel. Nasıl utanç duymam böylesine çirkin, gülünç melodramdan? Bir
7Q9 parmak çocuklara da mı?.. Sokağa kıvrılıyordu ki önündeki evin tuğla
duvarına kocaman bir taş çarpıp ayaklarının dibine yuvarlandı. Donakalmıştı.
Döndü yavaşça. Arsadaki çocuklar da oyunu bırakmışlar, yerlerinde çakılmış gibi
ona bakıyorlardı. Turgut yoktu aralarında. Eli ayağı tutulmuştu Kenan'ın, dili
tutulmuştu. Yuhalandığı sahneden çekilemeyen beceriksiz bir oyuncu gibi kalmıştı
alanın kıyısında. İlerdeki sokağın aralığından gözetlemek için başını yavaşça
ileri uzatan Turgut'u görür gibi oldu. Kenan'ın baktığını görünce kendini
çekiver-mişti oğlan. Yine mi atacak? Kafama gelirse bu kez, parçalarsa... Kanlar
içinde... Yazgısına boyun eğer gibi döndü acıyla; ağır ağır yürüyüp ilerdeki
sokağı geçti. İşte o ev. Kocakarı da bullaşık suyunu döksün başımdan aşağı!
Günsel? Onun yapacak neyi kaldı ki?.. Merdivenleri çıkarken yüreği küt küt
atıyordu yine. Çaldı kapıyı, bir süre bekledi. Ses yoktu... Bir daha bastı zile,
uzun uzun zırlattı. Biraz sonra yaklaşan bir ayak sesi duyuldu -teyze bu-
kapının ardına zincir vurulduktan sonra, sesi geldi karının:
— Kim o? Duraksadı Kenan.
— Açar mısınız? Benim...
Bir sessizlik oldu. Yüreği duracaktı! Kimi istiyorsunuz?
— Yok kimse evde...
Ne demeliydi? Ağzı, dili kurumuş gibiydi.
— Ben Kenan efendim... Bir haber bırakacağım Günsel'e... Açar mısınız lütfen?..
Yine bir sessizlik oldu.
— Yok Günsel, dedi kadın, yok. Ağbisine gitti... Hastayım ben... Çalmayın
kapıyı...
Uzaklaşan yorgun bir sürüngen gibi ufalıp gitti içerdeki ayak sesleri. Otur,
bekle istersen kapının önünde, Günsel İzmir'den dönene dek! Sokağa çıktığında
daralma duydu içinde. Kaçar gi-710 bi yürüyordu. Karşı arsadaki çocuklara
görünmekten korkuyor, utanıyordu da. Git evine, bir Equanil al, yat en iyisi. Bu
saatte mi? Caddeye çıktı. Dolmuşlar, taksiler, otobüsler yanından geçerken
içindeki bunalım artıyor gibiydi. Zorla içeri çekeceklerdi sanki onu. Kimsenin
sokulmasını istemiyordu yakınına. Kafasından silip atmıştı her şeyi; yürüyordu,
o kadar. Cerrahpaşa Hastanesi'ni geçiyordu, baktı yapıya. Demin hemşire, Handan
Hanım yok derken, yüzünde... Aksaray'dan gelen bir dolmuş durdu hastane önünde.
Handan indi. Şaşkın, ürkek kaldı Kenan. Seslenmek istiyor, sesi çıkmıyordu
sanki. Kapıya yürürken şöyle bir dönüp baktı Handan, görmüş, duralamıştı o da...
Kenan'ın bakışı, duruşu, biricin, yıkık görünüşü yürüyüp geçmesini önlemiş
olmalıydı. Ağır ağır yaklaştı. Borçlulukla baktı Kenan:
— Teşekkür ederim, dedi. Kaçmadınız benden!..
Sesi titriyordu, doldu dolacaktı. Pis küçük-burjuva; direğe bayrak çekseler
törenle, gözlerin dolar!.. Handan da tedirgindi; aralığı korumak ister gibi,
soğukça:
— Niye kaçayım, dedi. Saçma!..
Kenan ne diyeceğini bilmeden başladı. Saçmaydı, her şey saçmaydı. Turgut bile
taş attı, piç kurusu, nasıl severim oysa, söyle ona aramayacağım artık, yıktı,
kırdı beni, hangi namussuz siz daha bilirsiniz diyor Sermet. Yazın ona İzmir'e,
dönünce söyleyin olmazsa, aramayacağım, namuslu adamım ben, anlıyor musunuz?..
Ağlıyordu! Başını çevirdi utançla. Güç tutuyordu hıçkırıklarını. Bir şeyler
diyordu Handan. Onun da mı sesi titriyor? Dol-
du dolacak... Duraksamalarla konuşuyor o da... Baba'ya gidin! Kanserden
yatıyormuş. Asıl kötüsü o diyor... Günsel de bitkin...
Dinleyemedi Kenan, kaçar gibi yürümeye başladı. Sarsıla sar-sıla ağlayacaktı
Günsel deyince Handan. İyice rezil olacağım. Olacağım mı kaldı? Bitkinmiş Günsel
de... Bitsin... Yol üstü bakkaldan bir küçük limon kolonyası aldı. Döktü
avuçlarına, al- jh nını, şakaklarını, boynunu ovaladı. Açılmıştı biraz. Açarlar
mı kapıyı? Açmasınlar. Hani doğaldı her şey... Daldı sokak aralarına. Güneş
batıyordu Baha'nın kapısını çalarken. Her şey kestirdiği gibi oldu. Yalnız biraz
avluda beklettiler bu kez. Yaşlıca kadın çıktı, indi merdivenlerden.
Pencerelerde gölgeler mi vardı ne, bakıyorlardı sanki. Ağırmış Baba'nın durumu,
kimseyle gö-rüşemiyormuş. Doğal bu da... Çıktı, aşağıya, Etyemez'e doğru
yürümeye başladı. Aylarca önce bir akşamüstü Günsel'le yürümüşlerdi bu yolda?
Aylar mı? Bin yıl filan... İzmir'de şimdi... Doğrular çıkacak ortaya nasıl olsa;
anlayacak o da. Bağışlamayacağım.. Senin başın üstüne yemin ederim ki
bağışlamayacağım seni!.. Bu mu doğal? Değil, ne yapayım? Sevgim doğal mı? Ye-
dikule tramvay yolunu geçti. Sıkıyönetim yasağı var şimdi. Olsun. Alıp
götürsünler sokaklardan. Ben de onlardanım nasıl olsa!.. Polismiş... Polismiş...
Etyemez'den demiryolu üstündeki köprüye çıkarken banliyö treni yaklaşıyordu.
Durup baktı, geçişini bekledi. Upuzun demir yılan, yöreyi sarsarak köprünün
altından kaçıp gitti. Bir yaygara koparmıştı uzaklaşırken. Kazlıçeş-me'ye bu
tren götürmüştü beni. Dövdü işçiler. Son basamakta dalgın durmuş, parıltılı
raylara bakıyordu. Nereye varacaklarını biliyor bunlar! Peki ben... Basamaklarda
bir ayak sesiyle boş bulunmuş gibi irkilerek döndü. Soluğu kesilip yüreği
duracaktı nerdeyse... Günsel'di. Kenan'ın dönüşüyle o da duralamıştı ilk
basamaklarda. Durulmaya çalıştı Kenan. Hani İzmir'deydi? Yok canım, o işte; düş,
sanrı filan değil, Günsel bu. Baba'da mıydı? Beni mi izledi? Günsel işte; söyle,
yap, ne yapacaksan... Ya söv-
mek, ya yalvarmak geliyordu içinden; yoktu başka tür söz! Anlamış mı
yanılgısını, suçlu suçlu mu bakıyor? Polise suçlu suçlu bakar mı o hiç? Güç
tuttu kendini, raylara döndü. Günsel ağır, yorgun çıktı merdivenleri, bir-iki
basamak altta durdu; dönüp raylara bakmaya başladı o da. Bir süre öylece sessiz
kaldılar. Söze ilk giren yitirecekti sanki. Oyunu bozmanın kaçınılmazlığım 712
anlatır gibi döndü Günsel, sönük, kısık bir sesle:
— Konuşulması gerekli şeyler var, dedi isteksizce.
Ürperdi Kenan. Sesi nasıl değişebilmiş böylesine? Söyleyemedikleri ile eziliyor
belli ki. Konuşulması gerekli şeyler var! Öylesine çok ki hem, hangi çaba, hangi
uğraş kalkabilir bu işin altından; gücümüz yeter mi bizim? Göz göze gelmekten
korkar gibi son basamağı çıkıp ağır ağır yürüdü Kenan. Döndü birkaç adım sonra.
Günsel kımıldamadan, gözü raylarda, öylece duruyordu. Kenan'ın bir şeyler
demesini önlemek ister gibi:
— Dönmem gerek, dedi aynı kısık sesle. Çok hasta Baba... Bırakamıyoruz...
Kısa bir sessizlikten sonra ekledi hemen:
— ... Yarın ararım belki.
Gidecek mi şimdi bu? Gözü kararır gibi oldu Kenan'ın. Tutamayacaktı; atılıp
yakasına yapışacak, bağırıp çağıracak, sövgü-ler yağdıracakü, dövecekti bile.
Yarın ararmış belki! Baba hastaymış! Peki ben neyim? Polissin. Üstüne yürür gibi
bir adım atıp sağlıksız bağırdı birden:
— İstersen hiç arama artık... Cehenneme kadar... Bana pislik atmayın yalnız...
Parçalanm hepinizi!.. Pis... Çirkef...
Sesi, dudakları, her yanı titriyordu. Kesik kesik soluyarak gözlerini Günsel'e
dikmişti. Gider artık şimdi. Gitsin orospu!. Gitmesin. Gitmesin. Ne olur
gitmesin. Ölürüm giderse. Acıya batmışlık içinde işte o da! Sevindi mi ne, böyle
başkaldırmama! İşte böyle ol mu demek istiyor? Böyleyim, ne sandın?.. İçinde
kabaran yeni bir dalgayla indi basamaklan, Günsel'in karşısına dikildi, ateş
saçıyordu gözlerinden, yeniden bağırmaya başladı:
— Bir siz varsınız dünyada namuslu. Biz polisis, biz ajanız... Soluk soluğa
kaldı birden. Sesi kısılmış da çıkmıyordu sanki
kızgınlıktan... Günsel başını acıyla çevirmiş, raylara bakıyordu. Eğildi Kenan:
— Bağışlamayacağım seni, dedi boğuk boğuk. Anlıyor musun, bağışlamayacağım.
Sen...
Hay Allah, ağlayacaktı şimdi de. Güç tuttu kendini, başını çevirdi birden. Bir
kadınla, bir çocuk geliyordu aşağıdan basamaklardan. Dönüp ağır ağır yürümeye
başladı Kenan. Duracak gibiydi yüreği, ya Günsel kalırsa orada, gelmez de
dönerse. Peşi sıra yürümeye başlayan Günsel'in ayak sesleriyle duruldu biraz.
Bırakmadı beni. Demek... Nasıl bitik o kız da öyle. Çöküp gitmiş de, güzel yine
halka halka gözleri. Seviyor beni!.. Seviyor ya Ser-met denen o hergele siz daha
iyi bilirsiniz polismiş polismiş... Eş-şekoğlueşşekler... Kadınla çocuk çabuk
çabuk geçip gitmişlerdi. Merdivenlerden inerken deminki ezik, kısık sesle
duraladı Kenan:
— Nereden duydun bunlan? diyordu Günsel.
Birkaç basamak üstte durmuş, yargılar gibi kımıltısız bakıyordu. Gözlerindeki
sönük kıvılcımlar gün batışıyla parıldama-ya başlamıştı sanki. Şaşaladı Kenan.
Yine suçlayarak mı bakıyor bu kız? Nerden öğreneceğim, memurlarım rapor getirdi.
Komiser değil miyim ben? Komiser Kenan Bey. Polis neferi mi san-dındı yoksa?
Bunca yıldır... Diplomam da var kocaman!.. Böyle yanıtlamak değil mi en iyisi?
— Önce sen söyle, dedi. Sen nerden duydun? Hangi namussuzdan, kahpe dölünden
çıktı bu? Sonra sen...
Sonunu getiremedi. Batan günün kaçak aydınlığında birbirlerinin yolunu kesmiş
gibi karşılıklı bakışıp duruyorlardı. Kenan'ın gözlerinde bir şeyler arıyor
gibiydi Günsel. Şaşaladı Kenan. Üzgün, korkulu, mudu, yıkılmış, direten,
başkaldıran her şey vardı bu kızda... Nasıl koşullamışlar bunu böyle?
— Niye konuşmuyosun? dedi Kenan. Söylesene. Nasıl inanırsın sen?..
Yine bitiremedi sonunu. Sesi titremiş, boğazına bir şey takılır gibi olmuştu.
Tren yoluna döndü. Atlatmıştı... Durdu bir süre. Toparlandı. Bütün istemiyle
karşı koyacaktı; yenilmeyecekti artık küçük-burjuva duyarlılığına.
— Kim inandırdı seni, dedi, böylesine aşşağılık yalana? Söylesene kim? O oğlan
mı?
724 "O puşt oğlan mı?" diyecekti, demedi. Günsel susuyordu.
Dönmüş, raylara dalmış gibiydi.
— Kendisine baksın önce o zengin piçi... Orospu çocuğu...
Tutamamış, sövmeye başlamıştı yine. Benim çok mu güvenim var onlara. Daha ilk
gece anladım ne bok olduğunu o puştun. Deli gibi kıskandın oğlanı; sevgilisini
de aldın elinden. Sıçtı ağzına o da senin işte... Duracak mıydı?
— Asıl öyle hergelelerden korunmak gerek, dedi dişlerinin arasından tükürür
gibi.
Günsel'in kırık dökük sesi bozdu kısa sessizliği.
— Boş konuşuyorsun, dedi. Bir ilgisi yok Sermet'in...
Sustu, raylara daldı yine. Bir ilgisi yok Sermet'in? Omuzlarından bir yük
düşüvermişti Kenan'ın! Sermet yoksa ne olabilir başka? Kim olabilir ki? Sermet
olmasın da, kolay!
— Kimlere kandın peki, dedi sertçe. Nerden çıktı bu? Kim soktu bu aptalca
kuşkuyu? Senden başka kimim var benim? Sen de bana... Hele böyle günde...
Olmamıştı, boşunaydı istemi filan; bir hıçkırık takılmıştı boğazına yine.
Duraladı, yutkunup atlatmaya çalıştı... Günsel de mi duygulanmıştı... Kenan
dönüp bakınca yüzünü, gözlerini kaçırmak ister gibi başını çevirmişti. Bir
duraksamadan sonra yavaşça sokuldu Kenan; bir gün bitimiyle koyulaşan, solgun
şakağına, çenesine, yeşil süveterinin altındaki yuvarlacık omuzlarına bakıp
kaldı bir süre. İçin için ağlıyor mu bu? Senin kuruntun! Değil. Saklamaya,
örtbas etmeye çalışıyor ya; kesik kesik soluyor işte belirsiz. Bu minicik
omuzlar pek becerikli değildir yalanda; güç gizliyor sarsıntıyı işte, bilmem mi?
Sımsıkı tutup çevirmek
kucaklamak geliyordu içinden, güç tutuyordu kendini. Olacak şey mi burda, köprü
başında? Hem nasıl uzak benden, baksana şuna. Ağladığı filan da yok. Sirkeci'ye
doğru bir tren geçti hızla. Sarsıntı bütün büyüyü dağıtmıştı sanki. Günsel
başını kaldırıp döndü Kenan'a. Terlemiş de silinmiş gibi nemliydi gözlerinin
yorgun halkaları.
— Bütün kötü rastlantılar niye gelip seni buluyor, dedi bir- 715 den.
Anlamamıştı Kenan. Bakıp kaldı. Hangi kötü rastlantılar? Alaydan kaçınma çabası
iyice acıya batınyordu Günsel'in sesini.
— Seni bulmam da rastiantı... dedi Kenan. Kötü mü o da?
Günsel birden başını çevirdi, dolacak gibi mi olmuştu? Bütün direncini
yitirmişti Kenan da. Uzanıp iki eliyle yakaladı omuzlarından sertçe çevirmek
istedi. Daha omuzlarından kavradığı anda umulmaz bir çeviklikle silkinip
kurtulmuştu Günsel. Dönüp buz gibi baktı Kenan'a:
— Yapma öyle bir şey, dedi.
Donup kalmış yaşlar vardı gözpınarlarında. Ürkek, şaşkın bakıp duruyordu Kenan
da. Nasıl kurtulacağım bu yeniklikten? Yıktıkça yıkacak bu kız beni. Yüreğinden
kopan bir başkaldırmayla sarsıdı. Ne yaparsın sövüp saymazsın da?.. Tepkisini
umursamazmış gibi bakıyordu Günsel. O da dikti gözlerini.
— Söyle, dedi sesi titreyerek, söyle hadi neymişim ben? O ki inandırmışlar bu
kadar... Ne diye susuyorsun, ne var uzatacak? Senden duymak istiyorum. Söyle
açık açık. Yarını marını yok bu işin. Dayanamam artık ben. Yeter günlerce
çektiğim. Söyleyeceksin her şeyi... Hem şimdi... Tanıtlamak zorunda da değilsin.
İnandığın neymiş bakalım, onu göreceğim. Yoksa bir adım attırmam sana...
Gidemezsin... Söyle diyorum sana... Söyle!..
Son sözcükleri boğulur gibi bir sesle haykırmıştı. Bastıran akşam karanlığında
sağlıksız bir solumayla kesintili, boğuk boğuk konuşup duran Kenan'ın acılı
bakışı, bir gözbağı ile don-
durmuş gibiydi Günsel'i. Kenan'ın duralamasıyla ayrılır gibi oldu, gözlerini
kaçırdı yavaşça:
— Biliyorsun her şeyi, dedi, söylemeye ne gerek var?
— Yoo, dedi Kenan aynı boğuk sesle, senden duymak istiyorum. Söyle neymişim ben?
O ki inandırmışlar seni, niye korkuyorsun söylemekten. Polissin diyeceksin! Hem
de gözlerimin
716 içine bakarak. Haydi bekliyorum...
Günsel döndü, Kenan'ın gözlerinin ta içine sessiz bakıp durdu bir süre. Sonra
önemsiz bir bildiri açıklar gibi renksiz, kupkuru bir sesle:
— Benim sevdiğim Kenan polis değil, dedi... Bu kadar!.. Durdu, Ne diyeceğini
bilemeden bakıyordu Kenan. Niye
muduluk vermiyor bu sözler; söyleniş biçiminden mi? Eksik bir yan mı var?
— Bu kadar mı? diye mırıldandı. Yetmiyor mu bu kadarı?
— Bilmem, dedi Günsel aynı donuklukla. Sana yetiyor mu? Bilmece çözümleme
uğraşındaydı Kenan.
— Bana yetiyordu, dedi... Senin sevginin dışında neyim var ki benim? Yetiyordu
bana...
Yine duygulanmıştı. Oralı olmadı Günsel. Gözlerini Kenan'dan ayırmadan:
— O kadar çok şeyin var ki benim sevgimin dışında kalan... Şaşalayan Kenan'a
yardımcı olmak istermiş gibi ekledi yavaşça...
— Hiçbir gün bütününle benim olmadın. Bir parçanla be-nimdin. Yalnızca bir
parçanla. Ötesini nerden bileyim?
Her çözüm uğraşıyla biraz daha çıkmaza giriyor gibiydi Kenan. Kirliyim belki,
ama her parçamla namusluyum ben. Demek anlatamamışım buna.
— Senin için karanlık olan bir şeyim yok benim, dedi. Bildiğinden öte yok...
Öyle içtenlikle söyemişti ki yenilgiden kurtulmak ister gibi başım çevirdi
Günsel.
— Orasını bilemiyorum işte, dedi yavaşça.
Orasını bilemiyor mu? Kızgınlıkla saldıracaktı ki duraladı Kenan. Yok mu
karanlık yanım? Döndü yine Günsel, suçüstü yapmak ister gibi dikti gözlerini.
— Teşvikiye'deki çocuklar yakalandı, dedi. Sarsılmıştı Kenan.
— Apartmanda mı? dedi kekeler gibi.
Günsel en küçük ayrıntıyı bile kaçırmaktan korkan acımasız bir gözlemci gibi
kaskatı bakışlarını Kenan'a dikmişti.
— Beş-on metre ilersinde, dedi. Niye apartmanda yakalansınlar?
Beş-on metre ilersinde mi? Peki ya, ne diye beni suçlar gibi bakıyor bu kız? Ben
mi yakalatmış oluyorum? Üstüne bir suçluluk çökmüştü kötüsü. Bir çabayla:
— Niye gönderdin oraya çocukları? dedi birden. Rasim'in ne olduğunu söylemedim
mi?
Kurtulmak bir yana, daha da artmıştı sanki suculuk duygusu.
— Doğru, dedi Günsel, suçlu benim.
Dönüp raylara daldı yine. Deyişindeki acılık Kenan'ı suçluyordu. İçinde Rasim'e
kabaran kızgınlıkla mırıldandı Kenan:
— Vay orospu çocuğu!
Günsel duymamış gibiydi. Öylece kaldılar bir süre. Sessizlik tedirginliğini daha
da artırıyordu Kenan'ın. Sövgüyle de kurtulamamıştı suçluluk duygusundan. Ne
ağır şey namusluluğunu tamtlamak zorunda olmak! Niye tanıtlayacak mışım? Yine de
kurtulanuyordu suçluluk içtepisinden. Ne söylesem oynuyorum sanısı yaratıyor!
Oysa... Bunalmıştı.
— Bu mu suçum? dedi başkaldıran bir sesle... Bundan mı çıkarıldı polisliğim?
Suskundu Günsel. Bezgin, çaresiz bir sesle:
— Birak şimdi bunları, dedi, sonra konuşuruz. Çok geç kaldım... Arayacağım
dedim. Gitmem gerekiyor şimdi...
Dönüp baktı ayrılmak için. Yüreği küt küt atıyordu Kenan'ın.
— Baba hasta diye mi gidiyorsun? dedi titrek bir sesle.
— Evet, dedi Günsel. Kızgınlıkla bakıyordu Kenan.
— Ben de hastayım, dedi...
Kesin bir umursamazlıkla hemen yanıtladı Günsel:
— Sana yararım dokunmaz benim. Akşam alacasında upuzak bakıştılar karşılıklı.
— Bu kadar mı yıldırdılar seni? dedi Kenan.
— Kimse yıldırmadı beni, dedi Günsel, aynı acılı saldırganlıkla.
Vurgular gibi ekledi sonra:
— ... Senden başka!..
Kendini yitirdi yitirecekti Kenan. İyi ki birileri geçiyordu köprüden. Susup
beklemişlerdi ikisi de. Ayak sesleri kesilince deminden beri dudaklarını ısırıp
duran Kenan:
— Çek git hadi, dedi sağlıksız boğuk bir sesle... Kötü şeyler yaptıracaksın sen
bana... Arama da artık beni!.. Dönme sakın, özür dilesen de bağışlamayacağım.
Beni böyle yıkıntı içinde yalnız bırakan biri, kesin yok demektir benim için.
Kesin...
Birbiri peşi sıra ağzından kızgın dökülen sözler hem doygun ediyordu, hem
mutsuz. Günsel dönüp gitmedi. Umutlarla dolmuştu Kenan. Nasıl dayanınm bırakıp
gitse. O da oynuyor benim gibi. Kadıncalık var biraz da!.. Sevmez mi beni?
Bölüştüğünden yakındı. Bir parçamla onun olmuşum, yalnızca bir parçamla. Öteki
de Nermin'de. Haksız mı? Değil öyle, çok uzaklara gitmiş bu kız benden. Sevgi
mevgi yok bu kararmış bakışta.
— Selami'yi tanıyor musun, dedi Günsel birden.
Şaşırır gibi oldu Kenan. Selami'yi mi? Nerden çıktı bu şimdi? Şu bizim Selami!..
Zaman kazanmak ister gibi:
— Hangi Selami? dedi... Şu bizim fakültedeki...
— Evet, dedi Günsel. Şu sizin fakültedeki...
— Tanırım, dedi. Yıllardır görmedim. Ne olmuş?
— Göremezdin, dedi Günsel. Beş yıl verdiler ona.. Sürgüne
gitti... Hastalık, askerlik... Nerden göreceksin?.. Seni görmek istemiyor ki
o... / •'
Ürperdi Kenan... Toparlanmaya çalıştı. Yarasına vuruyorlardı. Günsel gözlerini
acımasız dikmişti yine.
— Birikte düşmüşsünüz Müdüriyet'e, dedi. Durumunuz da aynıymış aşağı yukarı...
Sırtına ter basmışü Kenan'ın:
— Anlatmadım mı ben sana bunu?., dedi ezik bir sesle...
— Anlattığın kadar mıydı? dedi Günsel bastırarak. Başka şey yok muydu?
Yanıtlamıyordu Kenan. Sesim titreyecek bir de kekelersem... Başka yok muymuş.
Var, olmaz olur mu? İki tokat var, bir de... Ezip yıkan beni...
— Ne olacak başka, dedi mırıldanır gibi...
Sessiz bakıyordu Günsel. Biraz daha uzaklaşmıştı sanki.
— Peki, eczacı Fadıl Bey? Şaşkınlığı daha da artmıştı Kenan'ın.
— Konya'daki mi? dedi.
— Konya'daki...
— Onu nerden tanıyorsun sen? dedi.
— Üzüldün mü tanımama? dedi Günsel acı, alaylı acımasızlıkla. Anlamamıştı Kenan.
— Yooo, dedi. Hiç sözü geçmedi sanıyorum.
— Geçmedi, dedi Günsel. Nasıl geçsin!..
Yorgun kafası iyice durmuş gibiydi Kenan'ın. Fadıl Bey'in ne gereği var burda?
Yoksa Nermin'le mutluluğumuz Konya'da bu Fadıl Beyler'in...
— Ne olmuş Fadıl Bey'e? dedi bezgin.
Günsel gözlerini dikmiş, sağlıksız bir dikkatle bakıyordu. Durdu bir süre sonra:
— Günü gelince bir şeyler olur, dedi. Şimdi ne olur o namussuzlara?..
— ... O namussuzlara mı? dedi Kenan. Niye Fadıl Bey'e...
Susmuştu. Bakışıp duruyorlardı yine karşılıklı anlamsız. Günsel bir denemeyi
daha gerekli bulmuş gibi:
— MatmazePi niye çalıştırıyorsun yanında? dedi birden.
— MatmazePi mi? Niye çalıştırmayayım?
— Onun da mı bilmiyorsun, dedi, polisten olduğunu? İyice allak bullaktı Kenan.
Matmazel'in polis olduğunu...
Fadıl Bey namussuzlar... Onun da mı?
— Nerden çıkıyor bunlar? diye kekeledi şaşkın.
— Çıkıyor işte, dedi Günsel... Ne kadar saklansa çıkıyor!.. Yılgıyla açıldı
Kenan'ın gözleri, söndü yine. Konuşamıyor-
du. Yorgun, bezgin, darmadağınıktı. Toparlanıp algılamaya çalıştı. Yıkılmış bu
kız... Beni de yıkacak... Korktu. Ağzından çıkacak her söz biraz daha uzağa
itecekti Günsel'i. Demek o göt solucanı karı, Matmazel... Ulan Rasim... Ulan
orospu çocuğu!..
— Yetti mi bunlar?
Günsel'in Kenan'a sapladığı tiksinti dolu bakışlarındaki kıvılcım par par
yanıyordu akşam alacasında. Ekledi hemen:
— Karanlık bir yanın yoktu değil mi, dedi, benim için? Rastlantı bunlar değil
mi? Niye konuşmuyorsun? Dilin mi tutuldu bu kadar acıklı rasdantıdan?
Ürküye kapılmıştı Kenan. Dudakları titriyordu. Söylemek, bağırmak, başkaldırmak
geliyordu içinden ya, o da yetmeyecekti. Ne yapsa yetmeyecekti!
— Rasim... diyebildi kekeler gibi. Rasim bana MatmazePi... En güçlü doğrular
bile beceriksiz yalana dönüşüyordu ağzında...
— Rasim, ya dedi Günsel tiksinerek bakarken... Rasim... Ne olsa Rasim!.. Bir de
Nermin!..
Nermin'in sözünü edince onurundan bir şey yitirecekmiş gibi durdu... Yine de
tutamamıştı kendini:
— Sen nesin peki? dedi birden.
Kenan'a, acılı karanlığa çakar gibi baktı bir süre, sonra dön-
dü, çabuk çabuk yürüyüp geçti köprüyü, akşam alacasında ilerdeki sokağı dönüp
kayboldu.
Günsel'in karanlıkta çekip gittiği olgusundan öte hiçbir şeyi yaşamadan, uzun
süre öylece bakakaldı Kenan. Yitirdiği gücünü, direncini yeniden kazanma
çabasıyla kımıldayınca, Günsel'in biraz önce yağdırdığı acı yargılar, içinde
yüzdüğünün biraz daha tiksinerek bilincine vardığı bütün pislikler, çirkinlikler
721 sanki yeniden; hem artık bir umuda, tatlı bir düşe bile olasılık tanımadan,
üşüşüverdi çevresine. Rasim... Bir de Nermin... Sen nesin peki?.. Gerçekten
neyim ben?.. Yola inip de bir arabaya atlarken anladım her şeyi... Gördüm
işte!.. Polis Kenan Bey!.. Kanser olduğunu biliyor muydu Baba? Gizli gizli, için
içindi demek? Polislik de böyle... Şimdi çıkıp oturdu yanıma. Komiser Kenan Bey.
Belki de yükseltmişlerdir bunca yararlı görevlerden sonra. Fadıl Bey de
Konya'dayken Matmazel'in maaşına da zam yapılmalı!.. Gizli polis sözünün anlamı
bu! Nerden bilirsin kanser olduğunu biri çıkıp da yüzüne vurmazsa! Saklama, işte
sen bal gibi kansersin de başkomiser oldun üstün başarından Kenan Bey.
Bilinçaltı denen bir şey var hıyarağası. Bilinçaltında yaşıyordu, şimdi
açıklandı her şey. Ne kız şu Günsel. Soycak fişli... Hasan da... Bir de
Nermin... Başkomiser Kenan Bey'in kansı... Her şey gizli bu akşama batan
kentte... Geldik işte... inelim Kenan Bey! Birlikte gireceğiz bu eve.
Daha kapıda merak ettiğinden söz ederek karşıladı Nermin. İlk yumrukta kan
fişkırdı burnundan. Bilinir mi? Sonrası görev! Vurdukça bir ağırlık kalkıyordu
üstünden. Gömleği, kravatı, kollan kan içindeydi Kenan'ın. Nermin'in
giysileri... Gözleri yılgı içindeydi. Uzun kumral saçları darmadağınıktı, kana
bulanmıştı her yanı. Hınltılı bir şeyler söylemeye çalışıyor, elleriyle karşı
koyuyordu. Zeynep ağlayarak çıktı, bir tekmeyle çığlık çığlığa koridora
yuvarlandı. Canavarlaştın sen de şimdi ha! Kaltak, bileğimi ısıracak. İmreniyor
insan daha da kıyasıya vurmaya, karakolda başkomiser oldun mu al sana ağzına
sıçtığımın orospu-
su, bana ne olun bu karnındaki dölünün de, Zeynep'inin de eş-şoğlueşşekler...
Siktirin başımdan ulan!.. Neyimi merak edeceksiniz siz benim!?..
Karşı koymaya bırakmıştı Nermin, duvar dibine yumulu, karnına kapanmış öylece
kalmıştı. Tekmeleri, yumruklan, içine gömdüğü iniltilerle, hıçkırıklarla
karşılamaya çalışıyordu. Duvar 722 dibinden halıya bulaşan kanı görünce ayılmış
gibi duraladı Kenan. Yürüdü koridoru, deminden beri çığlık çığlığa ağlayan
Zeynep'i geçti, banyonun kapısına el atarken bırakıp odasına girdi. Aynaya filan
bakındı anlamsız. Yatağa uzanıp öylece kaldı. Nedensiz gibi görünen bir korkuyla
doğrulunca dışarda sesler kesilmişti. Mutfağa baktı, salona çıktı, ev bomboştu.
Nereye gitti bunlar? Dokuza yirmi filan vardı. Sokağa çıkma yasağı onda. Niye
yarını bekleyeyim bu evde yapayalnız? Ya evde yoksa, Ankara'daysa? Kan içindeydi
üstü başı; odaya girip giysilerini değiştirdi çabucak. Telefonu çevirdi, düşmedi
Rasimler'in telefonu. Yineleyecekti, bıraktı. İndi sokağa. Arabada giderken içi
yanıyordu bir tabancası olmadığına. Ne biçim polislik bu? Yumruklarım yeter o
orospu çocuğuna. Kafasına vuracak bir şey de geçer elime salonda. Kristal
tablalar var, vazolar var... Bu Mat-mazel'i anlat önce puşt! Sonra çocuklar
nasıl yakalandı orospu çocuğu? Anlatmana da gerek yok artık... Ya evde yoklarsa?
Kapının ziline basıp da içerde yankılar uyandıran tatlı melodi başlayınca
yüreğindeki çarpıntı bezginliğe dönüştü sanki. Yoklar. Bir kere daha bastı.
Derinlerden gelen kapı, ayak seslerini, yankılanan melodiden arıtmak
evecenliğiyle elini zilden çekti çabucak. Biri yaklaşıyordu kapıya. Hizmetçi kan
mı? Dürbünden bakıyor olmalı. Kapı aralanda birden, Refiş'in ıslak, dağınık
saçlı başı göründü aralıktan. Bornozla mıydı? Sonra ardına kadar açıldı kapı.
Rasim Ankara'daysa dönüp gitmek mi gerek hiç girmeden. Niye? Bu karı variste!
Sevinmiş görünüyordu Refiş. Gel diye almıştı içeri.
— Ne o? dedi Refiş, bir tuhafsın.
Senin bakışın hiç tuhaf değil, orospu. Bir de Nermin'i sorar. Yıkanıp yatacakmış
da. Olur yatarız... Niye yapmayacakmışım? Yap!.. Bir bu kalmıştı. Öyle ki
Rasim'i bulamadığına... Bir gülücük, bir dokunuş yetti. Ortaya konan her şeyi
dünden bekliyordu Refiş. Islak bornoz altındaki ılık, yumuşak memelerine el
attı. Salondaki divana yıkıldılar. Dişlemek, paralamak geliyordu içinden.
Sakınmadı da. Damgalamadan olur mu bu orospuyu? Refiş sağlıksız hıçkırıklarla
hemen kendinden geçmişti. İlk kez şaşalıyordu Kenan. Ne biçim kadın bu?
Parçalasan umursamıyor. Göğsünde, koltuğuna doğru eski çürükler, moraltılar
vardı. Ohh canım... Hadi, hadi... Dural ayınca bir ara tam bir ustalıkla, yırtar
gibi soydu Kenan'ı. Derisi ıslak, nemli, çırılçıplak dişinin saldırısıyla
yenildim mi ne? İstekli değil miyim yoksa? Asıl istediğim öç almak da ondan
bu... Başarısızdı... Usta dişinin en azgın oyunu da yetmiyordu güçlü olmasına...
Utançla kanşık bir yılgınlık çökmüştü üstüne. Ne denli bitik olduğunun o anda
bilincine varmış gibiydi. Kuduz bir tutkuyla çırpınarak bekleyen kadının
doyumsuz hırıltısı, dişlerini Kenan'ın kollarına, yastıklara, kendi bileklerine
geçirmesi, isteğini acımaya, tiksintiye dönüştürdü birden. Buz gibiydi artık.
Akvaryumdaki kırmızı balıklara takıldı. Bir tanesi gelip gelip bakmıştı hani.
Yine bakıyor muydu? Hadi diyordu Refiş, kendinden geçmiş... Kenan'ın elini
yakaladı yine, ısıracak mıydı? Çekip kurtardı, kalktı divandan, pantolonunu
çekiyordu ki Refiş sarıldı bacaklarına. İrkilerek çekildi Kenan.
— Bırak, dedi tiksinerek.
Doyumsuz kadının istekle çarpılmış kırmızı edi dudakları, beyaz dişlerini,
dilini yardıma çağınr gibi, kımıltılarla göstere sakla-ya, soluk soluğa
fısıltılarla anlaşılmaz bir şeyler sayıklıyordu. Ne biçim erkeksin mi diyor...
Ağzına sıçtığımın dişi köpeğine... Utanç duyacağım bir de... Kapıya döndü,
çıkacaktı ki öç olmadan çekilmenin yenildiği ile padar gibi yandaki akvaryuma
yüklendi birden, salonun ortasına iteledi. Divanda şaşkın, tutkulu
bakan çıplak Refiş'in yanı başına yıkılıp şıngırtıyla parçalanmıştı koca
akvaryum. Sular, cam kırıkları, deniz bitkileri birden ortalığa yayılmış,
kırmızı balıklar halılar üstünde sıçramaya başlamıştı. Fırlayıp bir çığlık attı
Refiş. Gözleri fırlayacak gibiydi evinden. Bütün yapıda yankılanan bir çarpışla
çekti kapıyı Kenan, merdivenlerden koşarak indi, kendini sokağa attı. Hay Allah,
iyi yap-724 madım mı? Zavallı balıklar. Bir suçu mu vardı Zeynep'in?.. Yasak
saati yaklaştıkça damarları boşalan bir umutsuz kentin yalnızlığında yürüyüp
arabalara bakındı bir süre. Eve geldiğinde onu geçiyordu. Karanlık, yaslı bir
kenti sırtında taşıyıp getirmiş gibiydi evin sessizliğine. Işıkları yakmadan
girip salondaki koltuğa bıraktı kendini. Gözlerini kapayıp bir süre kaldı. Bugün
de mi yirmi dört saat? Neler oldu oysa. Tek bir günün sırası gelsin diye yaşam
boyu bekliyoruz. Durulmaya başlamıştı. İçine ilk çöken Zeynep'in acısı oldu.
Fırlayıp kalktı, yaktı ışıklan. Gözü Ner-min'in yıkılıp kaldığı duvar dibindeki
kana gitti. Yaklaştı. Eğilip baktı. Koridora, Zeynep'in yuvarlandığı mutfak
kapısına doğru baktı, içinde dayanılmaz bir sızı duydu birden. Ben yanından
geçerken nasıl korkuyla açmıştı gözlerini... Şimdi mi görüyorsun? Şimdi
görüyorum. Vay yavrum!.. Nermin'in kanlı saçları, yüzü gelip çakıldı kafasına,
içindeki sızı arttıkça artıyordu. Nereye gitti onlar bu gece yansında? Annesine
mi? Başka nereleri var ki? Tekmelerden bebeğini korumak için yumuldu karnına; ya
vur-saydın! Kızgın bir eriyik ağır ağır kaplıyordu içini. Bir sigara yakıp yine
oturdu koltuğa. Günsel... Yok artık Günsel. O bitti. Bağışlamayacağım. O seni
bağışladı da! Aptallığına doymasın. Po-lismişim!.. Bahane arar beni karanlıkta
bırakıp gitmeye. Bu son. Daha ilk gördüğüm gün anlamıştım; ukala, kendini
beğenmiş!.. Hah, alış bunlara! Altıma yatmış orospu da dersin ilerde! Der
miyim?.. Nerden almış bir sürü bilgiyi benim üstüme. Onlar asıl polis!.. Niye
olmasın?.. Demek Matmazel... Ulan ağzına sıçtığımın puşt Rasim'i... Belki o da
yalandır ya. Her yanı polis olsa ne olur o kannın... Fadıl Bey? Ufff, hepsinin
canı cehenneme... On
biri geçiyor, banyomu yapıp yatayım. Bitsin artık bu iş. Vah Ner-mincik...
Aptal, zavallı kanm benim... Gözü duvar dibindeki kana takıldı yine. Orospu
Refiş nasıl ayırdı bacaklannı, kırmızı balıklar. Kalktı, gidip telefonu açtı.
Çabucak çevirdi numaralan. Bir süre sonra ince, yaşlı kadın sesi "Aloo" deyince
duraksadı.
— Aloo, ben Kenan, dedi yavaşça... Rahatsız ettim... Ner-min sizde mi?
Bir sessizlik oldu... Yüreği küt küt vurmaya başlamıştı. Niye yanıtlamıyor bu
kadın? Yoksa Nermin...
— Bir dakika, dedi Melahat Hanım, ince titrek bir sesle.
Bir süre bekledi Kenan. Kapı, ayak sesleri, gidip gelişler derinden yankılar
veriyordu telefonda. Sonra Nermin'in belli belirsiz sesi duyuldu telefonda:
— Efendim...
— Beni bağışla, dedi Kenan, aynı yorgunlukta bir sesle... Duraladı. Bir şeyler
daha demek için uygun sözcükler anyor-
du ki Nermin umulmaz bir canlılıkla başladı hemen:
— Bağışlayacak bir şey kalmadı, dedi. Bitti bu iş... Şaşkın, bir şeyler
diyecekti ki Kenan.
— Yarın başvuracağım mahkemeye, dedi Nermin... Oldu istediğin... Kurtulacaksın
bizden...
Boğazına takılan bir hıçkırığı duyurmamak için mi susmuştu?.. Hiç etMememişti
Kenan'ı... Kurtulacak mıyım? Aynlıyor işte kadın. Pencerelerin ötesindeki sokak
kapkaranlıktı.
— İstemiyorum ayrılmak, dedi Kenan... Bağışla beni... Durdu... Bir sessizlik
oldu yeniden... Olan bitenlerin anlamını çözmek ister gibi karanlık camlara
bakıyordu sürekli.
— Sabah erkenden gel, dedi. Gidelim buralardan bir süre... Zeynep'i alalım...
Yeniden düşünelim her şeyi... Biliyorum çok üzdüm seni... Bağışla!..
Telefonda çınlayıp kaybolan bir hıçkınkla duraladı. Nermin ağlıyordu belli ki...
Bir şey diyemeden bekledi. Biraz sonra Nermin'in hıçkınkla katılmış sesi geldi:
— Ne olursun benimle oynama Kenan... Bittim ben... Ne olursun...
Sonunu getirememişti... Ne diyeceğini bilemeden kalmıştı Kenan da. Gözlerini
yakan iki damla yaş iniverdi yanaklarına. Küçük-burjuva duyarlılığım... mış...
Camlar kapkara...
— Sabah gel, dedi yavaşça. İnan bana... Artık hiç eskisi gibi 726 olmayacak...
Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu Nermin. Yanıtlamasını beklemeden telefonu kapattı.
Günsel sorununu çözümlemeliyim bir de! Kaldı mı o sorun? Kendisi çözümledi,
çekip gitti karanlıkta. Sen nesin peki? Ben mi? Hiçbir gün onun bildiği gibi
değilim ben. Olamam da. İşte onu anlatacağım ona. Anlamıştır ya, iyice girsin
kafasına... Çıraydım, tutuşturdun beni, ağulu bir solukta üfleyip söndürün şimdi
de; kara kara tütüyorum. Yatak odasına gidip geçti masaya. Neler yazacağını
kesin biliyordu, yine de birkaç kez yırtıp yeniden yazdı. Günselciğim, diyordu,
ne polisim ben, ne de senin düşlediğin gibiyim. Kendi düşlediğim gibi bile
değilim. Senin düşlediğin gibi olamadıktan sonra. Karanlıkta son kez bırakıp
gidince sen, birden anladım her şeyi. Sokakta rastlarsan bir daha öyle bakma
bana. Bitti bu iş... Ne olursun benimle oynama! Bittim ben... Ne olursun... Vay
canına bu sözleri Nermin söylemişti demin. Ne doğru söylemiş; kalsın böyle...
Tarih atmamıştı mektubun üstüne, durdu. Yanm mı at-sam? Daha yarın olmadı ki...
Saate baktı, on ikiye iki vardı. Kalem elinde, yelkovanın dönüşünü izlemeye
başladı. Tam on ikiyi geçince, mektubun üstüne tarihi koydu: 26 Mayıs 1960.
İmzalayıp zarfı kapattı. Üstüne Günsel'in adını yazdı. Yarın Burak'a bırakır.
İzmir'e gideriz GünsePle... Nermin'le... Hiç görmedim İzmir'i, öyle istiyorum ki
görmek. Uğrar ya da telefon ederse verir Burak. Biz dönünceye kadar aramazsa
dönünce ben yırtarım. En iyisi de o belki. Kalkıp banyoya geçti. Banyo küveti
ovulmuş, temizlenmiş, pırıl pınldı. Geceleri suya girdiği için Nermin
hazırlıyordu gündüzden. Şofbeni yaktı, musluğu açtı,
ılık suların akışına baktı bir süre. Dönüp odaya geçti, yatağa uzandı sırtüstü.
Tavana bakakaldı. Boşalmıştı iyice, içerden, banyoya dolan suyun şarıltısı
geliyordu.
727
XXXII
Evi kapattıktan sonra ilk gece Babalar'da kaldı Günsel. Aklı Teşvikiye'deki
çocuklardaydı. Ağırdan alıyordu Handan. Gün-sel'in söyledikleriyle önce o da
irkilir gibi olmuş, sonra başlamıştı Kenan'dan yana karşı çıkmaya. İnandırıcı
değilmiş bunlar!.. Kötü rastlantı da olabilirmiş, iftira da!.. Hiç böyle adama
ben-zemiyormuş Kenan!.. Yüzde yüz kesinlik olmadan ne denebilir-miş? Her konuda
septik olurmuş doktorlar! Üsteleyince de, "Aklım ermez sizin işlerinize," deyip
çıkıyordu. Çocukları Teşvikiye'de bırakmanın yanlış olduğunu sonunda Hatice
Hanım da söyleyince bir yoluna bakmak için gitti. Kenan'ın bir yakınının evi
demişlerdi Hatice Hanım'a yalnızca. Gezideymişler de, Kenan önermiş orasını.
Baba'yla pek konuşmuyorlardı, iyice hastaydı o. Sapsan yüzü, yorgun bitkin
bakışlarıyla yine bir şeyler okuyup yazıyor, elli yıldır aramalarda kuduz
saldırılarla yağmalanmış bir köşelerdeki eski yazılarını, kitaplarını derleyip
top-
lamaya; eklemeler, çıkarmalarla biçim vermeye çalışıyordu. Yeni bir polis
baskınına karşı da kulakları, gözleri kapıda, yine bir şeyleri bir yere
saklamanın yollarını arıyordu kaygıyla... Baba'nın yanı başından ayrılmayan
kedisi Şaziment'in yüzüne de bir acılık çökmüştü sanki... Kanser olduğunu o gün
Günsel'e fısıldamıştı Handan. Kimse bilmiyordu daha. Tam bir duyarlılıkla:
— Böyle olacağına kanser olsaydım ben de, dedi Günsel.
— Sus kız, dedi Handan, gözleri yılgıyla açılarak. Bok!.. Manyak mısın nesin?..
Allah korusun!..
Oysa öyle içtenlikle söylemişti ki Günsel. Nerden bilecek benim acımı bu kız?
Çözümsüz, umarsız kıvranıp durdu sabaha kadar. Aslında herkes herkesten
kuşkuluydu.
Karardıkça kararmıştı ülke. Birbirini çok yakın tanıyan, acı sınavlardan
birlikte geçmiş kişiler bile güvensizlikle tedirgindiler. GünsePi uyanya
gereksinim duymaları ağbisindendi. Başına buyruk gitmeye kalkıştığı anda
kuşkuların cüzamlı yalnızlığına acımasız itileceği kesindi. O bile umurunda
değildi Günsel'in. Birazcık olsun annsam kuşkudan, başkaldırmayacağım ne var,
kim var şu yeryüzünde O'nun için? Bir tutam ağulu tohum öylesine savrulup
saçılmıştı ki içine, her saniye filizlenip dal budak salıyor, giderek saplantıya
dönüşüyordu nerdeyse. Kenan'la aralarında geçen eski konuşmaları, olayları,
durumları, ilk günden bugüne, uzaktan yakından onunla ilgili her şeyi gözden
geçiriyor, anımsadığı ne varsa kuşkuların merceğinden abartılıp çarpıtılarak
değil de gerçek boyutlarıyla günyüzüne çıkmış gibi, apaçık, yeni yeni kavrıyordu
sanki. Onur kırıklığının acılı ürünü sınırsız kızgınlık, onulmaz bir düşmanlık
yarasmı sabaha kadar kanatıp durdu için için. Alık, aptal, gülünç buluyordu
kendini. Nermin'den kurtulamadığı masalına nasıl kandım? Dayalı döşeli evi
Rasim'in bize bıraktığı masalına nasıl kandım? Tutup tutup bırakmaları beni
Müdüriyette!.. Nasıl kandım bütün bunların rasdantı olduğuna. Yok canım,
rasdantı olur mu? Kuramsal biçimde açıkladım ya; herifler yıkılmışlar, onun için
bırakıyorlar-
mış bizi!.. Kendini bir bok sanan hayvan orospu!.. Nasıl bakıyordu o semiz herif
Vilayet'te!.. Bir gün ne demişti, Taksim'e yürüyorduk hani, uykulu bakıyormuşum!
Hep uykulu baktım sersem ben!.. Alay edermiş demek! Hele son günlerde nasıl sin-
siceydi!.. Ne sinsicesi be eşşek karı? Açık açık söylüyordu herif. Biz
karışmamalıymışız, Halk Partisi'nin oyunlarıymış bunlar!.. 73Q Ne diyecekti
daha? Menderes'in dediği de bu değil mir Gözü kararmış orospu!.. Namık Gedik ne
dedi Vilayet'te?.. Karışmayın... Polisin sözü bu açık açık!.. Bir duraksamayla
irkildiği oluyordu bazı. Bu kadar oyunu nasıl oynar bu adam? Öyle içtenlikle,
öyle sıcak, öyle insancıl... Çok sürmüyor, yanılsama saydığı bu bir anlık
mutluluktan korkuyla, kaygıyla daha sancılı ayılıyor-du sanki. Sabah erkenden
Handan gelip de çocukların dün akşam yakalandığını söyleyince iyice bitti.
Şaşkın, sararmış yüzü ile olayın ayrıntılarını anlatan Handan'ı dinlemiyor, boş
boş bakıyordu yalnız. Yakalandı çocuklar. Dinleyecek ne kaldı? Doktor Aliler'e
gitmiş dün burdan çıkınca Handan. Sermet'i de çağırıp konuşmuşlar. Sermeder
Vaniköy'e gitmişler, yazlığa. Ev hoşmuş. Bize getirin demiş. Akşamüstü ayrı ayrı
çıkmışlar apartmandan. Handan'la. Tam ilerde Teşvikiye Camisi'nin yanındaki
sokağın başında beş sivil...
Şaşkına döndüm, diyordu Handan. Nerden çıktı deyyuslar? Yolun öte yanındayım
ben. Çocuklar öyle istemişti. Peşim sıra geleceklerdi. Donup kaldım.
Tabancalıydı herifler. Birini tanıyorum sanki. Fakültede mi gördüm?..
Baba kalkmamıştı daha. Hatice Hanım yılların acı deneylerinden özümlenmiş bir
yalınlıkla:
— O kadar çok kişi biliyormuş ki olayı, dedi, bir tek o adamı düşünmeniz de
yanlış!..
Kenan'ı aklamıyor, kuşkuyu geniş tutmak için uyarıyordu yalnızca. Bu ağır
suçlamadan kendi payına da bir şeyler düştüğünü aklına bile getirmeden Kenan'ı
savunma sevinciyle başını salladı Handan.
— Evet, dedi, Sermet de biliyordu.
Sofada dalgın kalmışlardı ki kapıdan gelen seslerle duraladı-lar. Hatice Hanım
pencereye yaklaşırken Günsel ürküyle çekildi. Handan da aynı şeyi düşünmüş
olmalıydı, evecenlikle Gün-sel'e bakıp pencereye yaklaştı o da. Kenan değildi!
— Polis bu, dedi Hatice Hanım. Siz geçin odaya.
Kapıyı açıp karşıladı merdivenleri çıkan esmer, gençten ada- 731 mı. Aralık
kapıdan Günsel'le Handan dinliyorlardı.
— Reşit Ataşlı'yı göreceğim, diyordu adam.
— Yatıyor, dedi Hatice Hanım. Ağır hasta... Duraladı adam.
— Siz karışısınız değil mi? dedi. Şuraya bir imza atın; perşembe günü
Müdüriyet'e gelsin, Birinci Şube'ye..
— Neymiş? dedi Hatice Hanım...
— Bilmiyorum, dedi adam...
Hatice Hanım'ın imzaladığı kâğıdı alıp gitti. Sese Baba da kalkmıştı, çıkıp
yorgun gözlerini kırpıştırarak baktı.
— Ne o? dedi.
— Perşembe günü Birinci Şube'de bekliyorlarmış, dedi. Hatice Hanım.
Baba dalgın baktı, sonra yeni algılamış gibi başını salladı.
— Olur, dedi. Gideriz. Yorgun, ağır, odasına girdi:
— Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi, dedi Hatice Hanım.
Bir süre acı gülümseyerek bakıp kalmıştı Baha'nın ardından. Her şey suçluluk
duygusuna dönüşmeye başlamıştı Günsel'de; olan bitenden, olacak bitecek her
şeyden o sorumluydu sanki. Polisi içimize kadar sokup... Eskileri toplayıp bir
alanda, adamlarına öldürtüp... Böyle mi başlardı uygulama? Daha anlatmamıştı
kimseye.
— Önemli bir şey var, dedi, bu olayla da ilgili.
Uyanır gibi baktı Hatice Hanım. Günsel, Baba'nın da dinlemesini istiyordu. İçeri
geçtiler, Kenan'ın söylediklerini olduğu gibi anlattı Günsel. Bir sessizlik
çöktü odaya. Ağır ağır konuşmaya başladı Baba. Birçok olasılığı sıraladı.
Asılsızdı; kaşıdı yaymış da olabilirdi; ürkü yaratmak, kaçırmak, dağıtıp
parçalamak için.
— Buna gerek var mı? dedi, kendini yanıtlar gibi. Zaten da-732 ğınık, parça
parçayız... Bilmiyorlar mı?
Duralayıp aldı yine:
— Gerçek dersek, önemli bir haber sızmış oluyor. Sızdıran Rasim mi diyordunuz,
kişisel bir iyilik duygusuyla yapıyor diyelim. Kenan'ın bize iletmesi bunu aşar.
Polis olan adam niye yapsın bunu?
Yüreği duracak gibiydi Günsel'in. Tutamayıp Baba'nın boynuna sarılıp
boşalacaktı. İçten içe bir sevinçle başını sallıyordu Handan da. Çekinceyi
sezmiş gibi uyarıya geçti Baba.
— Aydınlar çok akıllı bulur kendini, dedi. Ustaca yönetmeye kalkar iki yanı
da!.. Küçük-burjuvazinin iki kişilikli olduğunu unutmamak gerek... Uzak dur
sen!.. Soruşturun bir süre...
— Kim bilir daha kimler var aramızda!..
— Müdüriyet'e gidecek misiniz? dedi Handan.
— Bilmem, dedi Baba. Düşüneceğiz...
Hatice Hanım daha üzgündü. Bir şey demeden dalgın bakıyordu. Handan'la çıktı
Günsel. Yıkılmakla bitmiyor. Kurtarabileceğini kurtarmakla yükümlüsün; ölüm bile
kaçaklık. Ne belalar getirecek yeni durum? Handan ne yapacak çocuklar konuşursa?
— Sen beni düşünme, dedi Handan, toz ol!.. Anladım... At onu kafandan...
Düşüneceğiz... Bebeği de... Gün alırım bizim doktor hanımdan... İlacın var...
Şevketier'e akşam karanlığında gitti Günsel. Ürkek bakışlarla Fatma Abla araladı
kapıyı. Tanımamıştı önce, sonra içeri alıp boynuna sarıldı Günsel'in; ağladı,
şapur şupur öptü yanaklarından. O gün polis gelip Şevket Ağbi'yi de çağırmış
perşembe gü-
nü Birinci Şube'ye. Tedirgindiler. Günsel, Baba'yla konuştuklarını onlara da
açınca tedirginlikleri de, şaşkınlıkları da arttı. Gerçekten bir kıyım
düşünüyorlarsa, polis olan biri bize neden duyurur bunu? Bulanık, kaygılı,
çözümsüz kaldı onlar da. Günsel, Şevket'in kendine kızmış, kırılmış olmasından
korkmuştu. Yoktu öyle bir şey. O acımasız görünüşü altında nasıl duygulu bir
yürek taşıdığını, Günsel'i yıkan bir haberi iletmek zorunda kalmanın
ağırlığından kurtulmak için, belki Fatma Abla'nın da etkisiyle olayı nasıl
irdeleme çabasından olduğunu görünce, yalnızlığa düşmenin çöküntüsünden kurtulur
gibi oldu. Adam belki de ölüme gidecek üç-beş gün sonra, benim mutluluğumun
kaygısında. Ben... Allah belamı versim benim... Kenan için duyup öğrendiklerini
yöneltti Şevket'e. Yüreği paramparça olsa da umursamıyormuş gibi dinliyordu
artık. Şevket yeniden sorup soruşturmuş, hep aynıymış sonuç... Evde
söyledikleriydi. Günsel'in gönlünü almak ister gibi ekledi yine:
— Bana da sorsan hiç aklımdan geçirmezdim, dedi. Bir kez gördüm Babalar'da, öyle
iyi birine benziyordu ki... Fatma'ya da dedim...
Günsel yine duygululuğa kapılacaktı, tuttu kendini. Evi kapatması iyiydi de,
ağbisine gitmesini doğru bulmadılar. Onlarda da kalmamalıydı. Sevillerde
kalsındı, doğrusu oydu.
On günden çok Sevillerde kaldı Günsel. Basma perdeli pencere içlerinde,
avlusunda dizi dizi karanfilli, fesleğenli konserve kutuları, kireç badanalı
duvarları, avlu kıyısında sürekli koku saçan kuyulu apteshanesi ile
Taşlıtarla'nın Halic'e, Kâğıthane'ye bakan sırtlarındaki briket gecekondu
kalabalığına karışmış iki odalı (bir buçuk da denebilir) bir yerdi oturdukları.
Kendi yattıkları büyük karyolalı odayı ona bırakmak için yalvardı Sevil. Günsel
kesin karşı koydu. Pencere dibinde, bir tahta sette yatıyordu küçük odada.
Perşembeyi kıvranarak beklemişti Günsel. Elli kişiymiş Müdüriyet'e çağrılan.
Şevket Ağbi gidecekti. Baba da gidecekmiş.
Gitmemek, saldırıya kışkırtmak olabilir diyorlardı herifleri. Kim bilir, belki
de onun için çıkardılar o sözü. Kaçmaya kalksınlar da... Kuzu kuzu ölüme
gidiyorlarsa ya. Bağırmak haykırmak geliyordu içinden GünsePin. Gitmeyin
öldürecekler sizi. Yalan söylemedi Kenan. Bu kadar mı namussuz bu adam?..
Söyleyen Rasim, Kenan değildi ki... Peki, Kenan...
Bütün gerginlik umulmadık biçimde şaşkınlığa dönüşmüştü perşembe günü. Güler
yüzle karşılamışlar Müdüriyet'te. Sıkıyönetimce İstanbul'da bulunmalarının
istenmediğini, İstanbul dışına nereye gitmeyi yeğleyeceklerini sormuşlar, gitmek
istedikleri yerleri saptayıp bırakmışlar. Evinizde bekleyin, günü gelince
çağıracağız demişler. Buruş kırıştı GünsePin içi. Artık konuşmuyordu da... Elli
lira almıştı teyzesinden ayrılırken. Bütün parası oydu. İşi kalmıştı öylece;
uğramamıştı Fakülte'ye, maaş da almamıştı. Hem harcamak istiyor, hem harcamaktan
korkuyordu. Ne olacağım belli değil. Gerçi onur konuğuydu evin. Para sözünü
ettirmiyordu Sevil.
— Delirmiş misin be ablacığım?.. Sen otur, ben kıyamete ka-aa bakayım sana!
Bu yüzden de tedirgindi Günsel. Yüktü, asalaktı ne olsa bu iyi yürekli işçilere.
Gerçi pek bir şey yediği de yoktu. Küçük odada gazete, kitap okuyordu geceleri
yatak diye kullandığı sedirde uzanıp. Casus Amerikan uçağı olayı ortalığı
birbirine katmıştı yine. Sovyetler ateş püskürüyordu Eisenhower yönetimine,
Türkiye'ye...
— Kılçık attı namussuzlar, dedi Faik bir akşam... Tam Menderes yukarıya
yanaşıyordu, Amerikan bozdu işi...
Böyle mi yorumlamalıydı? Kentte de öğrenci yürüyüşleri, gösteri çabaları
oluyormuş yine, sıkıyönetime karşın. Kışlalara yığmışlar bir sürü genci,
Müdüriyet de doluymuş. Haberler İsmail'dendi. Sevil getiriyordu kırık dökük.
Teşvikeye'de yakalananlardaydı aklı GünsePin. Nerden bilecek İsmail? Yalnız
bildiği bir şey daha çıkmıştı İsmail'in! Saraçhanebaşı'ndaki gösteri
günü Kenan'ın yanı başındaymış Günsel'i götürürlerken. Dimdik bakıp durmuş
uzaktan Kenan. Askerler saldırınca da kaçmamış; öğrencileri canavar gibi
kovalayanlar dokunmamışlar ona. Subay yaklaşınca bir bakışmışlar, İsmailler'in
duymadığı gizli bir konuşma mı geçmiş aralarında ne, Kenan'ı bırakıp geçmiş
askerler!.. Sonra da kaybolmuş Kenan!.. Bunu da Sevil anlatmıştı Günsel'e.
— Zati, te o zaman, demiş İsmail!..
Ne demişse?.. Öyküyü bilmeyen mi kalmıştı?.. Herkes bir şey ekleyecekti
gönlünce! Şevkeder'e Kenan'ı suçlayanlarla tek tek, yüz yüze konuşmak için
gelmişti Günsel. Kim yanaşırdı bu koşullarda? Sedirin yanındaki küçük pencereden
Halic'e bakıyor, Kâğıthane'de, Silahtar'da, Eyüp'te, Defterdar'da alçala yüksele
sıralanan fabrika bacalarına dalıp gidiyordu. Bir gün gelecek... Ama ne zaman?
Kenan'la ilk tanıştıkları gecenin konuşmalarını anımsar gibi oldu irkilerek.
Atmaya çalıştı kafasından. Her sabah alacasında, Halic'e, fabrikalara inen akın
akın işçi yığınlarınday-dı gözleri. Ne çok, ne büyük işleri var. Karanlıkta
uyanıp kenti uyandırmakla görevli bunlar! Güçleniyordu baktıkça ya, içindeki acı
da güçleniyordu. Baha'nın karaciğer kanserinden kalkamayacak biçimde yatağa
düştüğünü haber verdiler bir akşam. Hatice Hanım da hastaymış.
— Yarın gideceğim, dedi Günsel. Teyzemler de eve dönmeli artık...
Yaşamın, olayların dışına itilmişti suçlulukla. Neden kaçıyorum hem?.. Bitti
artık!.. Herkes yoluna. Taşlıtarla'daki Demokrat Parti militanlarının
silahlandırıldığı, kıyıma geçileceği yayılmaya başlamıştı iyiden iyiye.
Gerçekmiş bu kez, İsmail de görüp izlemiş çevresinde!.. Onu da kanıksamıştı
Günsel. Doğruyla yalanı yaşayınca bile ayıramadıktan sonra!.. Kenan'la da
rastlantıya hazırım artık. Yakalanan çocuklara hiç üstelememişler nerde
saklandıklarını; kilisede, mezarlıkta gibi sözlere inanır görünmüşler hemen.
Şevket'e, Baba'daki doktor hanım (Handan)
söylemiş. Oğlanlar, Harbiye'deymiş şimdi. Dövmüşler yalnız... Dönmeli eve.
Handan ne yaptı bakalım şu piçin kazınması işini. Kurtulayım artık. Güçlü
dönüyordu. Dinlenmişti ne olsa. Ba-ba'yı yatakta görünce inanamadı gözlerine;
nasıl yıkımdı bu on günde. Müdüriyet'te, Birinci Şube'nin merdivenlerinden
inerken düşmüş. Polis cipiyle getirmişler. Gün günden bitmiş. Han-735 dan'la
Doktor Ali bakıyorlardı. Günsel bütün kaygılarını atıp yardıma başlamıştı Hatice
Hanım'a. Kenan uğramış, yok gitti onlar, dedirtmişler. Aşağıdaki Mediha Hanım
uyarılmıştı önceden. Handan da artık eskisi gibi savunmuyordu Kenan'ı. Üzgün
susuyordu. Sermet geldi bir gün Baba'yı görmeye. Günsel'i belki de! Doktor
Ali'den öğrenmiş Günsel'in geldiğini. Sofada aya-küstüydüler. Bir doçenti
getirmişti Doktor Ali, Baba'nın odasındaydı onlar.
— Çok önceleri duymuştum bazı şeyler ben de, dedi Sermet. Söyleyemedim bir
türlü... Yanlış anlayacağından korktum.
— Neymiş duyduğun? dedi Günsel.
— Engin söylemişti, dedi... Kenan'da çalışan yaşlı bir kadın varmış, sağ
koluymuş! Çok iyi tanıyormuş Engin kadını bir yerden; polismiş... Engin'i
bilirsin bizim, gazeteci... Karıyı orda gördüm, bir daha uğramadım dedi...
— Başka?..
— Karısının bir ağbisini tanıyorlar Ankara'dan... Pek pişmiş herif...
Başkaldıracaktı Günsel. Ona ne karısının ağbisinden. Hepsini biliyorum ben.
Biliyor musun? Senin bildiğin Kenan'ın anlattıkları. Silkinir gibi baktı
Sermet'e.
— Bıktım, dedi. Kapansın artık bu konu.
Dedi ya, Matmazel'in polisliği de acılıkla yeniden çöktü içine.
Teyzesini, Turgut'u çağırdı birkaç gün sonra. Evi açtılar. Gerekli uyarılarda
bulundu. Akşamları eve dönecekti artık Baba-lar'da kalmayacaktı. Handan yirmi
bir günlük rapor uydurmuş
Günsel'e, izinli sayılıyormuş; maaşını da göndermişler Han-dan'la. Ayın yirmi
altısında -perşembeye geliyordu- kürtaj için gün almış. Raporu da uzatacakmış
doktor hanım. Toplatılma, kıyım, evlere baskın söylentileri arasında Baba da
ağırlaşmıştı iyice. Hatice Hanım'la yeğeni sırayla sabahlıyorlardı başında.
Gündüzleri bakıyordu Günsel. Başka yardımcıları da oluyordu. Kenan'ın geldiği
akşam ayrılmak üzereydi Günsel de. Sofada perde arkasından bakıp kalmıştı
Kenan'a. İşte o!.. Yüreğinin böylesine küt küt atmasına kızıyordu. İkircikliydi
yüreği, ona kızıyordu. Ya suçu yoksa bu adamın? Ne duruyorsun, koş boynuna atıl,
gir koynuna!.. Onun için mi diyorum be!.. Ya suçsuzsa?.. Bu kadar rastlantı
gelip bunu buldu!.. Bunu değil budala, seni buldu. Benimle ilgisi kalmadı bu
işin! Yok canım! Evet öyle... Avluda bitkin, omuzları çökmüş duran Kenan'ın, eve
alınmayınca, yazgısına boyun eğerek hiçbir şey demeden, sessiz dönüp çıkması,
beklemediği kadar sarsmıştı pencere ardında dalgın bakan Günsel'i. Kaçmak, onun
yaptığını söylediklerimizden... -Söylediklerimizden mi? Başladın mı savunmaya
görür görmez, biz uyduruyoruz çünkü... Değil be...- Daha alçakça yaptığımız
bizim. Niye çıkamayacakmışım ben bu adamın karşısına? Çık da görelim!..
Suçsuzluğunu da tanıtlasın sana! Yine de çok güç tuttu Kenan'ın karşısında
kendini. Doldu doldu boşaldı içinden. Taş mıyım ben?.. Bereket akşam örtüyordu
her şeyi. Kolundan tutmak isteyince Kenan, bütün gövdesini sarsan bir ürpertiyle
çarpılmışsa döndü bir anda. Daha da arttı korkusu. Yener beni bu adam! Güç
yener! Ya yenerse demek istedim! Savunma, suçsuzluğunu tanıtlama çabasıyla
Kenan'ın yaptığı bir-iki çıkışla tutukluluk bağlarını kopardı koparacaktı
Günsel'in; bundandı korkusu. Saldırıya geçişi de bundandı. Karanlık köprüde
parçalayıp bırakmıştı Kenan'ı. Üste çıkmanın, gücünü tanıtlamanın ilkel tadıyla
yenik düşme, kıpır kıpır kuşkulara yeniden batma ürküşünün çelişkili
karmaşasından boğulur gibi yürüdü sokaklarda. Yine mi inanıyorsun bu adamın...
İnanıyorum
dedim mi? Neye inandığını biliyor musun sen? Eve gelip de gündüz polislerin
baskın yaptığını, her yanı didik didik edip evde aranmadık yer komadıklarım;
onların hemen ardı sıra Kenan'ın geldiğini, ağlamaklı teyzesinden öğrenince,
neyi neye yoracağını bilmeden çöküp kaldı kapıdaki tahta sandalyeye. Ne
rastlantısı? Her yanı kaplamış bunca pisliğin rastiantısı mı olur? İyiler
rastlantıdır ancak. Günsel'i sormamışlar, evi aramışlar yalnızca. Odasına geçd.
Raftaki kitaplar yerlerdeydi daha. Ağbisi-nin eski mektuplarını almışlardı.
Hiçbir şeye el sürmeden uzandı karyolaya. Yatacağını söyledi teyzesine,
yemeyecekti, yorgundu çok, uyuyacakü. Işığı da yakmadan kaldı öylece. Yalın açık
düşünme yeteneği gitmişti elinden, beceremiyordu; hele bir sonuca, kesin sonuca
varmayı hiç... Arama günü mü yollarlar bu adamı bana? Bu da mı yutturmaca? Olmaz
mı? Niye olur? Hangi yönden bakarsak doğruyu görmüş oluyoruz hangi olaya? Yarın
bebeği ile birlikte onu da kazısalar içimden, bütün bu düşünceleri de! Kurtulsam
artık, yeniden başlasam her şeye. Ya da bitsem ben de; beni de kazısalar
yarın... İrkiliyorsun ölüm dendi mi. Uff, irkilmiyorum artık!.. Sabahı etti.
Daldı dalıyordu ki, Handan girdi odaya.
— Gördün mü adamı diyordu evdeki arama üstüne tek söz etmeden. Teyzeden
öğrenmişti oysa ki. Dağılmış kitapları kaldırırken uzun uzun konuştular.
Handan'ın umursamazlığına şaşıyordu biraz; Günsel için olağandı, doğaldı.
Küçüklüğünden beri gördüğü bu kaçıncı aramaydı evlerinde... Sayısını bile
unutmuştu. Handan da hiç oralı değildi. Yine Kenan'daydı o. Kızacak gibi
oluyordu Günsel'e, kızamıyordu; onun durumunu da görüyordu.
— Adamı da gördüm, bitkin, dedi. Ne biçim polis o? Hep mi delirdik? Hele bu ite
de...
Turgut'un yaptığını anlattı. Gözleri doldu Günsel'in. Ne diyeceğini bilemeden
kaldı. İçinde bir şeyler kıyım kıyımdı.
— Bilmiyorum, dedi, anlamını düşünmeden, dalgın.
— O ki bir kez konuşmuşsun, diyordu Handan, git, adamla doğru dürüst konuş,
bütün açıklığı, ayrıntısıyla konuş bir kez daha. Korkuyor musun? Yitireceğin bir
şey mi var? Dün arama üstüne niye sana gelsin polis olsa, sözgelimi. Sonra polis
olsa...
Günsel'in de kafasına takılıp kovduğu bir sürü şeyi sıraladı. Polis olsa...
— İki kişilikli küçük-burjuvayı nerden bileceksin sen? diye-miyordu bir türlü.
Anlayamadığından değil, anlayıp doğrusunu deyivereceğinden korkuyorsun. Hiçbir
şeyi sevememekten korkuyorum artık!.. Sen yine toz ol diyor Handan. Kürtajdan
çıkınca gidip Sevil'e, kalmalı bir uzunca. Param da var. Bir şeyler alayım onun
bebeğine de. İyice büyüdü karnı.
Öğlende çıktı evden; bir yere yemeğe çağıracaktı Kenan'ı, serinkanlılıkla
konuşacaktı. Bak diyecekti... Beyazıt'a vardığında anladı yapamayacağını.
Yalpalayıp duruyordu içinde bir şey. Konuşamam. Hele yemekte... Bir simit aldı,
Çınaraltı'nda oturdu, çayını yudumladı, gazetelere baktı. Menderes Eskişehir'de,
Tahkikat Komisyonu'nun işini bitirdiğini söylemiş. Niye geriliyor herif?
Müdüriyet'e de kimseyi çağırmadılar daha. PTT'ye telefonlara niye sansür
koydular? Ne diye telefon edeyim Kenan'a!.. Yarınki gösteriye de gidemeyeceğiz
be... Beyoğlu'nda bir sinemaya topluca bilet almış çocuklar. Dağılınca çıkıp
Tak-sim'e yürünecekmiş. Doktor Ali söylemişti dün Baba'ya. Sinemadan çıkan
çocuklara, damlara yerleşmiş azılı Demokratlar ateş edecek diye bir şey
yayılmış; çocuklar da tabanca edinmiş. Annesinin altınlarını mı satmış ne, biri
üç-beş tabanca satın alıp dağıtmış el altından. İş, Halk Partisi'nden de kopuyor
demek. Paşa çok kızmış, İki Mayıs olaylarına. Bunlar büyütüyor işi diyormuş.
Taksim'de Halk Partililerin elindeki Küçük Kulüp'e sokmuyorlarmış artık
çocukları, kovuyorlarmış. Bıraktılar çocukları ortada. Ne yapacaklardı ya?..
Asıl yarınki gösteriye gitmeliydim. Bir kurtulsam senden piç!.. Kahveye baktı;
Kenan'la ilk gece oturdukları köşeye baktı. Hay Allah, yine tutacak kü-
çük-burjuva duyarlılığımız! Nasıl içtendi o gece. Sonra değil miydi?..
Yanardöner anıların baskısını iteler gibi kalkıp yürüdü Sahaflar'a doğru. Bire
geliyordu daha. Doktor hanımla buluşma dörtteydi. Cağaloğlu'nda muayenehanesi.
Kitaplara dalgın bakarak giderken ağbisinin bir eski arkadaşı avukatla
karşılaştı. Beğenir, ileri, devrimci bulurdu ağbisi. Hasan'ı sordu. Kalın
gözlükleri ardından gözlerini açarak eğildi yıldırmak ister gibi:
— Ortada dönen numaralara sakın karışayım deme kızım, dedi. Halkçılarla
Demokratların ortak oyunu bu, devrimcilere!., sakın ha, sakın!.. Hayınlık olur.
Deyyus oğlu deyyuslar. Hasta mısın sen?.. İyi bak kendine de, sapsarısın. Ağbine
selam yaz.
Uzaklaştı çabuk çabuk. Günsel ne diyeceğini bilmeden kalmıştı bir süre. Bu
işlere karışmak hayınlık demek!.. Gülmek tatsızdı. Bir sıkıntı çöktü içine.
Nuruosmaniye'ye çıkınca kesindi karan. İki saatten çok var daha. Doktora
gitmeden konuşacağım Kenan'la. Yokuşu yarılayıp da sokak içindeki hana
yaklaşırken dayanamayacaktı çarpıntıya. Dönmeyi düşündü birkaç kez. İşyerine
yaklaşınca duraladı. Açık değil miydi. Cam kapı açıktı ya, ışıksızdı içersi.
Duraksayarak yaklaştı. Burak çıktı o sıra, dönüp kapatıyordu ki işyerini,
Günsel'i gördü. Birden çakılmış gibi kaldılar karşılıklı. Gözleri kızarıktı
Burak'ın, şaşkın, ürkekti. Bir şeyler diyecek gibiydi. Kızgın burgu donuverdi
yüreğinde Günsel'in. Ne diyecek bu? Gelecek misiniz diyordu... İkindi
namazınday-mış... Zincirlikuyu'ya diyordu... Şişli Camisi'nden... Duymadınız
mıydı diyor... Öldü yüreğindeki burgu. Hanın kirli kara duvarlarına başını
çarpar gibi sürüyerek kaldırıma yığıldığında bilmiyor muydun öldüğümü
bağışlamayacağım seni diyor. Kenan niye ölsün rezil herifler bırak kolumu
hamallar da gelecek misiniz Şişli Camisi'ne Burak... Gözlerini araladı, kalkmaya
çalıştı.
— Dinlenin biraz, diyor ak giysili adam. Anlamsız baktı Günsel.
Gidip yatsın, diyor, ak giysili adam Burak'a. Sarsıntı... Geçer...
Geçer mi? Yumdu gözlerini. Duygusuzdu. Niye fısıl fısıl anlatıyor Burak?
Bileklerini kesmiş banyoda. Sabah karısı gelmiş, kıpkırmızı sular... İşyerini
kapatıyordum. Ağlıyor Burak sessiz hıçkırıkla niye?.. Saat dörtte doktor hanım.
Burası değil. Handan bekleyecekti Cağaloğlu... Ak giysili öldüm ben. Kıpkırmızı
sular...
Doktor'dan Burak'ın koluna dayanarak çıkıp da yokuş aşağı 741 inerlerken hanın
hamalları merakla, acımayla bir süre izlediler. Demin onlar taşımıştı Günsel'i
aralık içindeki Ermeni doktorun muayenehanesine. Saralı sanmıştı biri.
— Evinize götüreyim sizi abla, dedi Burak. Şu arabaya... Başını salladı Günsel.
— Yürüyeceğim, dedi, yok bir şeyim...
— Doktor dedi ki siz yatın...
Sonunu getiremedi Burak, iyice titredi sesi, sustu. Bir şey demeden yürüdü
Günsel. Sirkeciye inen kalabalığa karıştı.
Ne çok insan, ne çok taşıt dolaşır kentin yollarında. Köprü, vapurlar, direkler,
motor, sandal, duba, martı. İliştiği taştan ayı-lır gibi yöresine bakındı
Günsel. Kabataş'la Dolmabahçe arasında, deniz kıyısındaydı. Sızı içindeydi
ayakları. Bilmediği sokaklara dalıp çıkmıştı saatlerdir. Ağlayamıyordu. Buraya
nasıl gelip iliştiğini de anımsamadı. Saatine baktı, dördü geçiyordu. Ben nereye
gidecektim. Çamlıca'ya çıkalım deyip duruyor Kenan. Karşıda Çamlıca. Ne saçma,
ne hoş! Bir gün giderim. Niye yaptı bunu? Küçük-burjuva iki kişilikliliği... Hiç
yoksun artık. Neyi tanıtlamak istedin? Polis denmesi mi yıktı seni, biz mi
yıktık. Bizi de yıkmak istiyorlar, bilmiyor musun? Gözlerinden yaşlar inmeye
başladı yanaklarına. Sessiz hıçkırıyordu. Seviniyordu ağla-yabildiğine.
Düşünebiliyordu artık. Kalkıp yürüdü durağa. Zin-cirlikuyu'da otobüsten inip de
mezarlığa yaklaşırken soyunmuş gibiydi duygudan, kaskatıydı. Değilim. Öyle olmam
gerekli. Kapıdan geçip yürüdü içerde. İlerde, birkaç arabanın bekleştiği ara
yolun altındaydı beş-on kişinin toplaştığı mezar. Toprak örtülmüş, üstüne bir-
iki çelenk konmuştu. Dua sesleri de kesilmişti. Ayaklan taşımıyordu. Korktu
yıkılmaktan. Yandaki bir mezar taşına tutunup kaldı bir süre. İlerde Burak,
tanımadığı bir-iki yüz. Üç kadın vardı. Citroen arabanın arkasında. Rasim'in
arabası bu. Hangisi Nermin, şu ağlayan mır Yaşlı kadın annesi olmalı. 742 R-enŞ
mi bu da?.. Hangisine benziyorum ben... Nasıl benzetirsin? Birkaç adım daha atıp
mermer bir mezarın yan taşına ilişti. Kimse görmüyordu. Dağılıyordu artık.
Kadınların arabasına yaklaşan Rasim'i anımsadı. Boşalmıştı mezar çevresi., Hoca
da uzaklaşmıştı ölü arabasına doğru. Bitti görevleri. Kenan orda. Öldürüp üstüne
toprak yığana kadar bırakmadılar peşini. Acıdan yıkıldı yıkılacaktı. Bir
hıçkırık takıldı boğazına, gelmedi sonu. Tıkanmıştı, taş gibiydi yine.
Hırıldayıp uzaklaşan araba sesleri; otlarda, toprak, asfalt yollardan biten ayak
pıtırtıları, sonra yalnız, gömülenlerin sürüp giden yaşamı, kımıl kımıl otların,
çiçeklerin, dalların esintili, serin soluğu. Bulutlar geçiyordu. Mezara yaklaşıp
bakakaldı Günsel. Rasim'in, Nermin'in kırmızılı, beyazlı karanfillerden,
güllerden çelenkleri vardı ıslak toprak üstünde. Ölümde de aramızdalar!
Çelenkleri fırlatıp uzaklara atmak geldi içinden. Uzanacaktı ki iğnerek çekti
elini. Dokunamayacaktı. Bir şeyler söylemek istedi. Niye yaptın?.. İnan ki ben
seni... Boştu hepsi. Ağlayamıyordu. Yine bir hıçkırık takıldı boğazına. Niye
ağlayamıyorum? O kadar çok şey var ki söyleyecek. Hep aramızda oldular. Bir kez
daha tiksintiyle baktı çelenklere. Kenan'a da acıyarak bakıyordu ilk kez.
Duramadı. Yıkılacağım. Döndü birden, yürümeye başladı. Otlar, çiçekler arasında
kanayan bir yerine basarak yürüyordu. Serindi. Bahar serinliği yüzünü okşuyor,
ayıltıyordu. Kapıdan geçip yola çıkınca birden anımsamış gibi elini tayyörünün
cebine soktu, karnına, bebeğine bastırdı yavaşça. Yepyeni bir korkuyla ürperdi.
Seni de alsalardı elimden kiminle yan yana savaşırdım ben? Yeter mi gücüm bunca
pisliğe karşı? Yıkılmamalıyız onun gibi bebeğim, güçlü
olmalıyız. Silahlı saldırıya yarın silahla karşı koyacakmış çocuklar;
yanlarındayız seninle birlikte. Ne yapardım ben sensiz?
Başkaldırmıştı; gittikçe artan bir güven duygusuyla Zincirli-kuyu kavşağına
doğru yürüyordu. Islaktı gözleri. Bir asker aracı geçiyordu; subaylar vardı
içinde. Dizi dizi arabalar geçiyordu. Açık bir kamyona doluşmuş yapı işçileri
vardı; yorgun, dalgındılar. Güneş bulutlara girip çıkıyordu.
743
27 Mayıs i960 askeri darbesinden önce Türkiye içten içe kaynıyor. Kenan, yıllar
önce gizli komünist partisine girme suçlamasıyla polis sorgusunda çabucak
yılgınlığa düşmüş, eski çevresinden tümüyle kopmuştur. Karısı ve çocuğuyla
korunaklı bir yaşam sürdürmektedir. Aslında mutsuzdur, içi ile barışık değildir.
Bir meyhanede tanıştığı genç Günsel, içinde çürümemek için direnen ne varsa
hepsini ateşleyiverir. Aşk, direniş, devrim günleri... Yaşam, Kenan'a kendini
bir kez daha sınama olanağı verir...
Vedat Türkali'nin ilk romanı 30 yaşında...
9789752891876
27 Mayıs i960 askeri darbesinden önce Türkiye içten içe kaynıyor. Kenan, yıllar
önce gizli komünist partisine girme suçlamasıyla polis sorgusunda çabucak
yılgınlığa düşmüş, eski çevresinden tümüyle kopmuştur. Karısı ve çocuğuyla
korunaklı bir yaşam sürdürmektedir. Aslında mutsuzdur, içi ile barışık değildir.
Bir meyhanede tanıştığı genç Günsel, içinde çürümemek için direnen ne varsa
hepsini ateşleyiverir. Aşk, direniş, devrim günleri... Yaşam, Kenan'a kendini
bir kez daha sınama olanağı verir...
Vedat Türkali'nin ilk romanı 30 yaşında...

You might also like