You are on page 1of 31

RAV SABETAY ZWİ

SABETAYCILIK
VE
TÜRKİYE SABETAYLARI
(Dönmelik)

REOSTA

“OPERASYON PROJESİ”
İSTANBUL/MAYIS 2000
GİRİŞ

R eosta Operasyonu, bilimsel literatürlerde “Sabetaycılık” adıyla


anılan gizli/etnik/dini/ideolojik cemaat iskeletinin röntgeni gözler önüne
serilmektedir. Bu çalışma alışılagelmiş araştırma/analiz veya biyografik
istihbarat raporu özelliklerinin dar çerçevesi içinde kalmayıp, günün gelişen
koşullarına paralel olarak, “gizli/etnik/dini/ideolojik cemaat”in kontrol
altına alınması, Cumhuriyet Devrimleri ve Ulusal Çıkarlar doğrultusunda
yarar sağlanabilmesinin mümkün kılınmasını amaçlayan, operasyonel
projelendirme çalışmasıdır.

Kemalist Cumhuriyet Devrimi’nin fundamentalizm, etnik ayrılıkçılık,


Alevi-Sünni gelişmeleri, Türkiye-Yunanistan ve Türkiye-İsrail ilişkileri ve
globalleşme/yeni dünya düzeni oluşumları çerçevesinde; “Reosta
Operasyonu” ile gizli/etnik/ideolojik Sabetay Cemaati’nden yararlanılması
pratikte olumlu açılımlar sağlayacağı görüşüne varılmıştır.

Görüşümüzün nedenlerine daha sonraki bölümlerde yer verilmektedir.

Reosta Operasyonu Projesinin hazırlanmasında açık/gizli kaynaklardan


yararlanıldığı gibi, Sabetay cemaati üyeleri ile de temasa geçilmiş ve
doğrudan kendilerinden de bilgi alınmıştır.

Türkiyeli etnik unsurlar içinde, gizliliklerini 300 yıldır korumayı başaran


yalnızca Sabetaycılar olmuştur. Her gün aramızda bizlerden hiçbir değişik
özellikleri yokmuşçasına yaşayan, dini inançları, dilleri ve gelenekleri
bakımından görünürde hiçbir farklılık göstermeyen bir grup insanın
gerçekte gizli/etnik/dinsel/ideolojik bir cemaatin üyeleri oldukları, yalnızca
içsel mekanlarında kendilerine özgü mistik bir yapı üç asırdır büyük bir
titizlikle korunmuş ve yaşatılmıştır. Tüm bunların yanısıra, Cumhuriyet
Devrimi içinde yer alışları ve Türkiye’nin özellikle ticaret ve kültürel
alanlarında en önemli noktalarda bulunuşları ile toplumsal, ideolojik,
siyasal, ekonomik, kültürel ve iletişim yapılanmalarındaki önemli
etkinlikleri ile üstlendikleri rollerin çok ciddi etkilere yol açtığı
gözlenmiştir.

Sabetayların sayısını 60.000 olarak iddia eden çevreler olmuş ise de


gerçekte Türkiye’de yaşayanların sayısının 4.500-5000 dolayında olduğu
tespit edilmiştir. Türkiye’de İzmir, İstanbul, Bergama, Uşak, Dikili, Soma
gibi kentlerde yoğunlaşmışlardır. Bunun dışında Selanik, Lugano, Kahire,
Gazze ve Kudüs’te yaşamlarını sürdüren Sabetaycıların olduğu ve toplam
sayılarının 23.000 dolayında olduğu biliniyor.
ABD-Türkiye, Yunanistan-Türkiye, İsrail-Türkiye, Avrupa Birliği-Türkiye
plâtformlarında tek tek ele alınması gereken bu gizli/etnik/dinsel/ideolojik
cemaatin Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikalarında en etkin “unsur”
olarak ele alınarak değerlendirilme zorunluluğunu ortaya çıkartır.

Ve yine bu gizli/etnik/dinsel/ideolojik cemaatin Türkiye Cumhuriyeti’nin


“eğitim” yapılanması ile eğitim politikalarındaki üstlendikleri roller ile
etkileri tekrar tekrar otopsi masasına yatırılarak mercek altına alınıp sağlıklı
analizlerinin yapılması zorunluluğunu kendiliğinden gözler önüne
serilmektedir.

Ticari alandaki faaliyetleri ve kendi içlerindeki dayanışma prensipleri


Türkiye Cumhuriyet ekonomisi ile doğrudan bağlantılıdır. Uluslararası
ticaret hemen hemen bu gizli/etnik cemaat üyelerinin tekelinde kurulup
gelişmiş ve günümüz koşulları oluşmuştur. Bu açıdan da değerlendirilmeye
alınması gerekmektedir.

Sabetaycıların cemaat olarak kendilerine özgü psikolojik özellikler


sergilediği gözlemlenmiştir ve bu çalışmada yer verilmiştir.

Sabetaycılar, dünya Yahudi cemaatleri ve İsrail tarafından kaçınılmaz bir


“tehlike” olarak algılanıp değerlendirilmiş olmakla birlikte, İsrail Yahudileri
tarafından dışlanmalarına karşın, daima özenli bir dikkatle izlenmişler,
kontrol altına alınmaya çalışılmışlar ve zaman zaman da hiçbir zaman
gerçekleşmeyen vaatlerle kullanılmışlardır. Türkiyeli Sabetaycılar’ın İsrail
vatandaşlığına kabul edilmeleri için 1917-1991 ve 1996 yıllarında
başvuruda bulundukları ve geri çevrildikleri bilinmektedir.

Türkiye’nin AB kapısında parçalanmaya çalışıldığı son dönemde birden bire


harekete geçen Sabetaycı girişimler üzerinde dikkatli araştırmalar ve
analizler yapılması gereklidir.

Dikkat çeken çok önemli bir gelişme de Ağustos 1999’dan başlamak kaydı
ile zirveye ulaşan, Sabetaycıların gayrı-menkullerini satışa çıkartmış
olmalarıdır. 17 Ağustos sonrasında zirve noktasına ulaşan bu gelişmenin
gayrı-menkul değerlerin alım/satımlarının son derece durgun bir dönemine
rastlaması, son derece değerli gayrı-menkullerin arz/talep dengesinin uygun
olmamasına karşın, son derece uygun ve hatta düşük seviyelerde tutulan
rakamlarla satışa sürülmesinin ardında yatan gerçek Sabetay Cemaati’nin
İsrail tarafından büyük bir gizlilikle vatandaşlığa kabul edileceklerinin ilk
işaretleri olarak algılanabilir.

Rum, Ermeni, Yahudi, Süryani göçlerinin ardından Türkiye’yi bekleyen


yeni bir tehlike de Sabetaycıların İsrail’e göç edebilmeleri; Türkiye
Cumhuriyet Devrimlerinin dünya kamuoyu önünde yıkıcı ve iftiralara
yönelik kampanyaların ardından gerçekleşebileceği çok açıktır. Böyle bir
gelişme Türkiye-İsrail ilişkilerini zedeleyebileceği gibi, dünya kamuoyunu
da son derece olumsuz etkileyecektir. Türkiye Cumhuriyeti ve Kemalizm
bir kez daha etnik grupların çıkarları doğrultusunda karalanacak, aleyhte
lobiler oluşmasına zemin oluşturacaktır.
GİZLİ/ETNİK/DİNSEL/İDEOLOJİK
SABETAY CEMAATİ

Türkiye’de yaşayan ve Türkiye mozaiğini oluşturan parçaların en renkli


olanlardan birisi de “Sabetaycılar”dır. Sabetaycılık veya genel olarak
bilimsel literatürlerde yer aldığı adıyla “Dönmelik” Türk kültür ve siyaset
tarihinin en az ele alınmış konuları arasında yer almaktadır. Müslüman
kimliğinde Yahudi Kabalizmine bağlı olarak yaşayan bu cemaatin gizlilik
esaslarının korunmasındaki özenli ve kararlı tutumu sonucu Sabetaycılar,
gerektiği biçimde ele alınıp incelenememiştir.

Sabetaycılar, gizlilik prensibinin riskini ortadan kaldırabilmek için kendi


aralarında evliliği vazgeçilmez bir geleneğe dönüştürmüşler, böylelikle
cemaat dışa tümüyle kapalı kalabilmiştir. 500 yıl önce Yahudi olarak
Osmanlı topraklarına göç eden fakat daha sonra Yahudilik’ten ayrılan
Sabetalar, daima Sefarad kültürünün bir parçası olarak kalmışlar ve
Osmanlı’nın siyasi hoşgörüsü nedeniyle bu kültürün ortak dili olan
“Ladino”nun cemaat içinde korunması sağlanabilmiştir.

Sabetaycılık, 17.yüzyılda ortaya çıkan mistik bir hareketin genel adı olarak
Rav Sabetay Zwi’nin Mesihlik iddiaları üzerine kurulmuştur.

Beklenen Mesih olduğunu iddia eden Zwi, Yahudi cemaatleri arasında bir
anda dikkatleri üzerine çekmeyi başarmış, Avrupa’dan Afrika’ya değin ünü
yayılmış ve pek çok Yahudi kendisini görmek üzere Türkiye’ye gelmiştir.
Yahudiliğin diyalektiğinde var olan melânkonlik atmosferinin zirveye
ulaştığı bir dönemde Mesihi hareket Zwi ile yepyeni bir ivme kazanmış ve
hemen herkes kıyamet günün geldiğine ve İsrail’in kurulacağına inanmıştır.
Bu gerçek yola çıkılarak Rav Sabetay Zwi, siyonizmin teorisyeni olarak
tanımlanabilir.

Ne var ki; giderek güçlenen Sabetay hareketi Ortodoks din adamlarının


radikal karşı çıkışları ile mücadele etmek zorunda kalmıştır. Sonuçta baştan
beri olaylara kayıtsız kalan Osmanlı Hükümeti de harekete geçirilmiş ve
Zwi’nin öldürülmesini talep edenler Osmanlı Yahudi topluluklarının
liderleri olmuşlardır.

Baskı ile din değiştirmek zorunda kalan Zwi, büyük bir düş kırıklığı ile
Yahudi dünyasını karşı karşıya bırakmış, öğretisine inanan ve onun
peşinden giden 200 ailelik bir grubun lideri olarak
“Gizli/Etnik/dinsel/İdeolojik Sabetaycılık Hareketi”ni kurmuştur.
Gerek Zwi’nin yaşamında ve gerekse onun ölümünün ardından giderek
güçlenen ve Kabalistik geleneğin katı takipçiliğini üstlenen bu gizli cemaat,
Osmanlı İmparatorluğu ve pek çok Avrupa ülkesinin siyasal yaşamında 19.
Yüzyıldan sonra “aktif” olarak adını duyurmaya başlamıştır.

Modern Türkiye’nin kuruluş yıllarında Kemalist ideolojinin önde gelen


kişileri arasında “Sabetaycı” kökenli aydınların sayısı belirgin olarak dikkat
çeker. Süreç içinde bu gizli cemaat içinden gelen kişiler Türkiye’nin
toplumsal ve siyasal yaşamında da etkili olmayı başarmışlardır.

1917 Selanik yangını sonrasında Sabetaycılar’ın dini yaşantılarına ilişkin


pek çok eser ortadan kalkmıştır. Bu nedenle de cemaati oluşturan gruplar
içindeki Kabalistik öğreti giderek yok olma sürecine girmiştir. Ayrıca
özellikle günümüz Türkiye’sinde ekonomi, kültür ve toplumsal yaşamda
önemli roller üstlenen Sabetaycı kökenli aydınların varlığı konunun bilimsel
olarak ele alınıp incelenmesi ve araştırılmasına engel teşkil eden önemli
etkendir. Bu nedenle İbrahim Alaattin Gövsa’nın “Sabetay Zwi” adlı
çalışması, Yunus Nadi/Ahmen Emin Yalman’ın yazılarının yer aldığı,
“Türk Basınında Kalem Kavgaları” ve Prof. Abdurrahman Küçük’ün
“Dönmeler ve Dönmelik Tarihi” adlı çalışması dışında kalan ve sayıları
pek az olan kaynaklar ciddiye alınmaya değer değildir.

Gershom Scholem’in Sabetaycılık üzerine hazırlanmış oldukça geniş


kapsamlı bir eseri vardır.

Türkiye’de Yahudilik ve Sabetaycılıkla ilgili en geniş doküman ve belge


arşivine sahip olan kişi Rıfat Bali isimli bir şahıstır. Bali, kitap çalışmaları
yapmakla birlikte profesyonel bir araştırmacı ve yazar değildir. Ancak,
özellikle Yahudilik ve Sabetaycılık üzerinde çok yoğun çalışmalar
yürütmekte, en gizli belgelere ulaşarak bunları toplamaktadır. Bir ticaret
insanı olan Bali’yi bu alanda doküman toplamaya yönlendiren neden ve
etkilerin aydınlatılması gerekmektedir.

Sefared Yahudileri’nin İspanya’dan kovuluşlarının 500. Yılı olan 1992’de


bu konuyu irdeleyen çalışmalara tanık olunmuştur. ABD, İspanya, İsrail ve
Türkiye’de toplantılar düzenlenmiş, kitaplar hazırlanmış ve Sefared
kültürünü yaşatma amaçlı girişimler ivme kazanmıştır. Ancak, tüm bu
çalışmalar bilimsel olmaktan uzak, salt olumlu yönleri öne çıkartılan ve
yüzeysel özellikler gösteren çalışmalardır.

Bu çalışmanın amacı, Endülüs topraklarında “altın çağını” yaşayan ve “yok


olmaktan” Osmanlı topraklarına göçle kurtulabilen Sefared kültürünün
17.yy.’da yaşadığı bunalımın etkilerini gözler önüne serebilmek, Polonya,
Yemen, Fas ve Kiev’e değin tüm cemaatlerde çalkantılara neden olan ve
sonuçta Yahudilikten koparak yepyeni bir toplumsal harekete dönüşen gizli
cemaat ise hâlâ giz ve esrarını koruyan Sabetaycılık’a dikkat çekmektir.
İsrail-Türkiye ilişkilerinde bir sorun olarak görülen gizli Sabetaycılık
cemaatinin tarihinin araştırılması konusuna ne yazık ki kısa ve orta vadede
izin verilmeyecek gibi gözükmektedir.

Oysa ki; bu gizli cemaatin felsefesi, faaliyetleri, çalışma yöntemleri, üyeleri


ve amaçları bilimsel olarak ele alınıp derinlemesine inceleme ve araştırma
yapılması zorunluluk gösteren önemli bir konudur.

Bu konuda araştırma ve analiz yapabilecek yetenek, beceri ve araştırmacılık


deneyimine sahip kişilerin sayısının azlığı ve bu kişilerin sistem tarafından
küstürülmüşlükleri de bu ve benzer gizli cemaat, örgüt, lobi vb. oluşumlar
hakkında Türkiye Cumhuriyet arşivlerinde bilimsel ve objektif kaynakların
oluşmasından mahrum kalınmasına yol açmaktadır. İşin bu yönü konumuz
dışı olmakla birlikte, özet olarak işaret edilmesinde yarar görülmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ulusal çıkarlar doğrultusunda yaşamsal önem
ifade eden “bilgi” donanımından yoksun bırakılmaktadır. Bu kesinlikle
kasıtlı amaçlar nedeniyle uygulamaya konan “yanlış kültür politikaları”
sonucunda sağlanabilen, Kemalist rejim karşıtı “örtülü” bir faaliyettir.
Çünkü Türkiye Cumhuriyeti Devleti, “bilgisiz” bırakılmaktadır. Bilgisiz
kalan devlet mekanizmaları ise, sağır ve kör hale getirilmektedir. Devlet
mekanizmaları, üstelik de ulusal egemenliğin korunması adı altında “dedi-
kodu” ve “senaryo dosyaları” ile boşu boşuna yıllarca meşgul edilmekte ve
çağın gerisinde, güçlükle ayakta kalmaya çalışan, her an çeşitli iç
entrikalarla boğuşan bir devlet durumuna düşürülmektedir.

Son derece sinsi bir tezgâh sonucunda devlete hizmet verecek, adeta radarı,
sonar sistemi olacak olan entelektüeller ve sanatçılar bu nedenle ilk
tırpanlanan kişiler olmuşlardır. Ve bu yanlış politika hâlâ uygulanmaktadır.
Bunun sonucu olarak da Türkiye Cumhuriyeti Devleti, elinin altındaki
tarihsel arşiv bilgilerinden yararlanabilmekten bile mahrum kalmıştır.
Ayrıca, tarihi arşiv bilgileri ile günümüz dünyasında süratle geliştirilen
siyasal entrikalar arasındaki düğümü çözebilecek donanım ve yetenekte
analizciler ile karşı/teoriler üretebilme yeteneğine sahip kadrolar
oluşturulması hiç ama hiç düşünülmemiş son derece önemli bir yanlışlıktır.
Bu yanlışlıktan dönülmesi gerektiği anlaşıldığında hem çok geç kalınmış
olacak, hem de böyle bir oluşumun sağlanabilmesi için kadro oluşturulması
mümkün olmayacaktır. Çünkü hiçbir entelektüel ve sanatçı, vizyondaki
sistemin sonsuza değin devamına katkıda bulunmalarının bir vatandaşlık
sorumluluk ve yükümlülüğü olduğu gerçeğini kabul etmeyeceklerdir. Neden
mi? Çünkü, sistemin kendi halkına ihanet üzerine temellendirilmediğini,
ama halka ihanet eden yönetim kadroları ile bu kadroların denetlenmesinden
sorumluların sistemi yıkıp yok ettiklerine yürekten inanmış olacaklardır.
RAV SABETAY ZWİ KİMDİR?

Rav Sabetay Zwi, (Zwi=Sevi) 1626 yılında İzmir’de doğdu.(1) Babası


Hollanda ve İngiliz şirketlerinin temsilciliği sayesinde servet sahibi olmuştu.
Tüccar olan ailesinin aksine o dine meraklıydı, kısa zamanda bu konudaki
yetenekleri anlaşılınca ailesi onun din adamı olarak yetiştirilmesine karar
verdi. Dönemin tanınmış Hahamları Rav de Alba Torah ile Rav
Escapa’dan dersler alan Sabetay’ı Talmud konusunda eğittiler. Eğitim
sonucu mistik Yahudiliğe yönelmiştir. Kabala ve onun ana kitabı olan
Zohar’ı(2) incelemeye yöneldi. Daha sonraları ona inananlarca dini
kavramlarla açıklamaya çalışılan ruhani yapısı giderek normalden uzaklaştı,
zaman zaman geçirdiği depresyon ve nöbetler nedeniyle giderek içine
kapandı. Sık sık oruçlar tutuyor, bedenini yıkıyor, uzun süreler yalnız
kalıyor ve mistisizmi tüm yönleri ile yaşamaya yöneliyordu.

Ailesi tarafından üç kez evlendirildi ise de eşlerine dokunmadı ve Torah ile


evli olduğunu söyledi. Bu sözü din adamlarınca eleştiri konusu oldu.

Sabetay’ın yaşadığı yıllarda Yahudi dünyası oldukça büyük sorunlar


yaşıyordu. Polonya’da ve Rusya’da büyük kitle katliamları yapılmış, ayrıca
anti-semit hareket de tüm dünyada yaygınlık kazanmıştır. Bu nedenle
çekilen sıkıntı ve acılar Yahudileri Kabala’nın mistik dünyasına itmiştir.
Artık bir kurtarıcı gelmelidir! Aynı dönemde Osmanlı ülkesinde de
karışıklıklar yaşanmaktadır; Sengator ve Hotin mağlubiyetleri, Jan
Sobyeski’nin galibiyeti, ardı arkası kesilmeyen bozgunlar, iç isyanlar,
Anadolu’daki kargaşa, payitahttaki derviş, softa mücadeleleri
yaşanmaktadır.

1
Sabetay Zwi’nin ailesinin Mora’dan İzmir’e geldiği bilinmektedir. Bazı
kaynaklar onun Aşkenaz olduğunu, bazıları Sefarad asıllı olduğunu öne
sürer. Ancak ailesinin Romanyor Yahudileri’nden olması daha yüksek bir
olasılık olarak görülmektedir.
2
Kabala düş gücüne dayalı bir Yahudi mistik felsefe sistemidir. Bu
düşünme tarzı Kabala adındaki mistik felsefi eserde toplanmıştır. İnsan
benliği ve varlığını düş ile birleştiren bir karakterde olması onun İsrail
kökenine dayanmadığı kuşkusu doğurmaktadır. Kabala’nın ana kitabı
Zohar’dır. Bir iddiaya göre M.S. 2.yy’da Rab Şimon Baryohay tarafından
yazılmıştır. Diğer bir teori ise, 13.yy’da tamamının ya da bir bölümünün
Rabi Şimon Deleon tarafından yazıldığıdır. Zohar Tora’nın Giz ve Esrarı
açıklamalarını içerir.
1666’da Musul dolaylarında Seyid Abdullahoğlu Muhammed mehdiliğini
ilân etmiştir. Tüm bu koşullar ve gelişmeler Sabetay’ın üzerinde derin
etkiler bırakmıştır. O beklenen Mesihin (Maşiah) kendisi olduğuna
inanıyordu. 1650-51’de İstanbul’da Avrahan Yaqini adlı bir kişi kendisine
beklenen Mesih olduğuna dair bir belge vermiştir. Bu dönemde dördüncü
karısı Sara yaşamına girmiştir. 1665 yılı Sabetay’in yaşamının dönüm
noktasıdır. Çünkü onun Mesih olduğuna inanan Gazzeli teolog Nathan
Benjamen Levi Eskenazi ile tanışacaktır.(3) Nathan ona beklenen Mesihin
habercisi olduğunu söyler, kendisi de Mesihin geleceğini haber verecek olan
kişidir. İstanbul/Balat Ahrida Sinagogu’nda verdiği vaazlarla Yahudi
cemaatini etkilemiştir. 31 Mayıs 1665’te İzmir’e dönen Sabetay Mesihliğini
ilân etmiştir.

Sabetay Zwi, dünyayı tüm kötülüklerden arındıracağını, tüm


Yahudileri mukaddes İsrael’e götürerek orada yeniden tapınağı inşa
edeceğini açıklamakla cemaati ideolojik bir boyut kazandırarak,
misyon yüklemiştir. Yahudiler’in “bir ülkü” etrafında Filistin’de
toplanmaları ve Mesihi İsrail’i kurmaları doktrinini ortaya koymuştur.
Hiç kuşkusuz ki kendisinden önceki dini kişilikler de bu konuda bir
takım fikirlere sahiptiler ancak gerçekte Sabetay Zwi’nin hareketinde
Siyonizm anlam kazanmıştır.

Gazze hahamı ve cemaati onun Mesihliğini ilk kabul edenler olur. Kudüs
Yahudileri ona inanmazlar ve onu kadıya şikayet ederler. Sabetay, kadıyla
görüşür ve ikna eder. Nata’nın tüm Yahudi cemaatlerine Mesih’in habercisi
olarak gönderdiği mektuplar, Ortadoks din adamlarının tüm karşı
çıkmalarına karşın Sabetay’a inananları hızla arttırmıştır. Polonya’dan
Kiev’e, Osmanlı topraklarından doğuya kadar her yerde Mesih’e inananlar
çoğalmıştır, Yahudiler’in çektiği sıkıntılar artık son bulacaktır!

Sabetay Zwi’ye inanlar sinagoglardaki vaizlerinde taşkınlıklar yapmaya


başlamışlar,
“Efendimiz Türk’ü tahtan indirecek ve dünyayı on sekiz krallığa
bölecektir” demektedirler.

Polonya, Amterdam, Kiev, Almanya ve Filistin’e kadar her yerde durum


aynı hal alır. Mesih Sabetay, tüm yasakları lav etmiştir, kadınlara dua
yönettirmekte, dini yemek kurallarını ihlal etmektedir. Dini otoriteler tarihin
hiçbir döneminde olmadıkları kadar çaresiz bir duruma düşmüşlerdir.

Durumun giderek Sabetay lehine geliştiğini gören hahamlar, onun


öldürülmesine karar verirler. O’nun öldürülmesiyle görevlendirilen kişiler,
ona inanmaktadırlar. Son çare olarak onu Osmanlı Sultanı’na şikayet
ederler. 30 Haziran 1666 yılında Sabetay tutuklanır, İstanbul’a getirilir.
Sultan, Girit olayları nedeniyle payitahttan ayrılmıştır. Çanakkale’deki
3
Gazzeli teolog Nathan Benjamen Levi Eskenazi, fakir bir ailenin çocuğu
iken zengin fakat sakat bir kızla evlenerek zengin olmuş bir haham adayıdır.
Sabetay’a gördüğü rüyadan söz ederek onun Mesihliğini kanıtlayan rivayete
göre 5 asırlık bir belgeyi kendisine vermiştir.
“Aydos Kalesi”ne hapsedilir.. Sabetay, orada da müritleri tarafından sürekli
ziyaret edilmektedir. Kabala bilgilerini müritlerine iletmektedir. En küçük
yerel bir ayaklanmanın şiddetle bastırıldığı Osmanlı İmparatorluğunda
Sabetay’a hiçbir şey yapılmaması Padişahın da Mesih’e inandığı
düşüncesini doğurmuştur ki sonucu Sabetay’a inananların çoğalmasıdır.

O günlerde Polonya’da da aynı iddialarda bulunan Nehemya Kohen isimli


haham, Sabetay’ın varlığından haberdar olunca, onu kendisinin gerçek
Mesih olduğuna inandırmak amacıyla Çanakkale’ye gelir. Nehemya Kohen,
Sabetay’ın Mesihliğini kabulleneceğini ancak kendisini peygamber ilan
etmesini ister, aralarında üç gün süren tartışma sonucu Sabetay’ın bilgisine
yenik düşen Kohen Müslümanlığı kabul ederek onu Osmanlı Hükümetine
ihbar eder. Bu gelişme üzerine Sadrazam bizzat konu ile ilgilenir, Sabetay
divana çıkartılır. Yaşamı ile iddiaları arasında bir seçim yapması istenir, o
yaşamını kurtarmayı seçer.

Sultan:
“Şimdi senin belden yukarını soyuyorum, okçularım karşına geçip nişan
alacaklar, eğer Mesih isen oklar nasıl olsa sana bir şey yapmaz. Yok eğer
bir sahtekâr isen, ölürsün,” der.

Sabetay Zwi:
“Efendim ben sıradan bir hahamım. Ben, Mesih olduğumu söylemiyorum.
Beni size şikâyet edenler Mesih olduğumu iddia ediyorlar,” diye yanıt verir.

Bunun üzerine Sultan:


“O halde Müslüman ol” diye, buyurur.

İhtida sırasında Sabetay, Sultan’a:


”Bu can bu bedende kaldığı sürece La İlahe İllahlah” der.

Ve Sultan’ın isteği ile Müslüman olur, devlet kendisine bir rütbe ve aylık
bağlamıştır. Huzurdan çıkınca kaftanını açmış, koynundan bir kuş çıkartmış
ve bunun üzerine,
“İşte can bedenden çıktı Şema Yisrael” demiştir.

Bir başka söylenceye göre de Musa Firavunların sarayında bir Mısırlı gibi
yaşamıştı. Sabetay da kendi halkını kurtarmak için Müslüman olmalı ve bir
Türk gibi yaşamalıydı!

Zahor’a göre Mesih kendi cemaatinde tanınmayacağı için bir başka dine
geçecek ve orada yeni bir inanmışlar grubu oluşturacaktır ve böylece 19.
Beden olarak dünyaya yeniden geldiğinde bu topluluk önderliğinde kutsal
İsrail Krallığı kurulacaktır. Sebatay Zwi’nin Ram-bam’ın benzet-benmeze
prensibine sadık hareket ettiği görülmektedir.

Mesih Sabetay’ın Aziz Mehmet adını alarak Müslüman olması ve Osmanlı


sarayında “kapıcı başı” olarak görevlendirilmesi, tüm Yahudi dünyasında
şok etkisi yaratmıştır. Cemaat üyeleri arasında intihar edenler olduğu gibi,
büyük çoğunluk onun bir sahtekâr olduğuna inanarak Ortodoks inanca geri
döner. 200 ailelik bir topluluksa din değiştirerek onun yolundan gidecektir.
Selanik’e yerleşen bu toplum pratikte Zohar’a dayanan mistik bir yaşamı
benimser, Yahudi inancını sürdürür. Fakat resmen Müslüman milletine dahil
olarak yaşarlar. Böylece literatürlerde “Selânik Dönmeleri” olarak
adlandırılan cemaat tarih sahnesindeki gizemli yerini almıştır.

Sabetay’ın Müslüman inancını kabullenmesinin ardından Yahudi dinine


bağlı olarak yaşaması devlet yetkililerinin dikkatinden kaçmamıştır.
1676’da ölümüne değin bizzat Sultan’ın emri ile Arnavutluk/Ülgen’e
sürülür. Ancak orada da müritlerini yetiştirmiş, örgütlemiş ve faaliyetlerini
sürdürmüştür. Son eşi Ayşe ve kardeşi Yakup Qerido onunla birlikte
olmuşlardır. Sabetay’ın isteği üzerine Selanik kenti kutsiyete kavuşur ve
inananlar (maminim) buraya yerleşirler. 250 ailelik Sabetaycı toplum burada
kurulmuştur. Sabetay, dini tefekkür ve teorik çalışmalarına
Arnavutluk/Ülgen kentinde devam etmiştir. Bu dönemde Sabetaycılığın ana
kaynağı olan kitaplar yazılmıştır. Sabetay inancına göre Mesih ellinci
doğum gününde tekrar gelmek üzere kaybolur.

Ölümünün ardından kayın biraderi olan Yakov Qerido’yu onun halifesi


kabul eden Yakubiler daha sonraları ortaya çıkan ve Mesih ruha sahip
olduğuna inanılan Karakaşlar ve yalnızca Sabetay’a inanan Kapancılar
olarak kendi içlerinde bölünürler. (1900’lere değin geçen 350 yıllık süreçte
cemaat önce ikiye daha sonra üçe ayrılmıştır.)

SABETAY SONRASI
Osmanlı devletinin yaşadığı sorunlar, 19. yy. sonrasında ortaya çıkan
milliyetçi hareketler içinde Sabetaycıların yer alışı dikkat çekicidir. İttihat
ve Terakki ve Mason localarında siyasi roller üstlenmişlerdir. Örneğin:
Maliye Nazırı Mehmet Cavid (Karakaş grubu), Dr. Nazım, Faik Nüsher
Bey, Halide Edip (Yakubi grubu), Abdülkadir Gölpınarlı, Sabiha Sertel
(Kapancı grubu), Ahmet Emin Yalman (Yakubi grubu), sinema
endüstrisinde önemli bir yeri olan İpekçi ailesi ile gazeteci Abdi İpekçi,
günümüz medya kartelleri arasında ikinci sıradaki güç durumunda olan
Dinç Bilgin ve ailesi, Halil Bezmen ailesi, Halit Refiğ, CNN-Türk Paris
muhabiri Sabetay Varol, Bilgi Üniversitesi Rektörü İlter Turan, Asaf
Savaş Akad, Siyaset Bilim Profesörü Ahmet Yücekök, Memduh Paker,
Mihriban Paker, Dr. Can Paker, Mecbure Canan Barlas, Mehmet
Barsal, Fatih Dural, Bora Gönenç, (Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar
Derneği’nden yolsuzluk nedeniyle çıkartılmıştır) Haluk Arığ, Av. Reşat
Atabek ve emekli Orgeneral Çevik Bir gibi isimler Sabetaycı kökenlidirler.

Türk milliyetçiliğinin teorisyenlerinden ve fikir babalarından birisi olan


Munis Tekinalp, Cumhuriyet döneminin önde gelen fikir ve yazı adamları
arasında yer almıştır.

Ahmet Emin Yalman, bir dönemin etkili gazetesi Vatan’ın sahibi ve


Milletlerarası Basın Enstitüsü’nün Yönetim Kurulu üyeliğini yaptı. 1964’de
bu görevi yine kendisi gibi bir Sabetaycı olan Milliyet Gazetesinin uzun
yıllar başyazarlığı ve genel yayın yönetmenliği görevinde bulunmuş olan
Abdi İpekçi’ye devretmiştir. Bir başka tanınmış Sabetcı yazar Zekeriya
Sertel dir. TRT’de yöneticilik yapan Emin Galip Sandalcı’da bir
Sabetaycıdır. Batı yanlısı görüşleriyle tanınmış olan Ahmet Ağaoğlu,
Amerika’da Sam Kohen imzası ile yazılar yazan gazeteci Sami Kohen
deşifre olmuş Sabetaycılardır.

I. Dünya Savaşı ve ardından Mondros Mütarekesi imparatorluğun çökmesi


ile sonuçlanır. 1924 ahali mübadelesi ile 20.000 kişiye ulaştığı sanılan
“dönme cemaati” Selanik’ten Türkiye’ye gelir. Bu göçün gemi ücretleri
dönemin tütün tüccarı Sabetaycı Kazım Efendi’nin tarafından
karşılanmıştır ki, kendi aralarında dayanışma ve bağlılığın önemin işaretidir.
Atatürk’ün önderliğinde yeni bir devlet kurulmuştur ve bu devlet laisizmi
benimser. Ancak, 1924’de Karakaş Rüştü Olayı ile cemaatler ciddi bir
sarsıntı geçirirler. Zaten Yakubi cemaati Selanik’teyken ömrünü
tamamlamış, Kapancılar, Gonca-ı Edep Hareketi ile dış cemiyetle
asimilasyonu benimsemişlerdir. Yalnızca kurumsal yapısını sürdüren
Karakaşlar kalmıştır ve bu olayla da onlar büyük sorunlar yaşarlar.
Dönemin idaresinden korkan cemaatler ellerinde kalan son birkaç belgeyi de
yok etme yoluna gitmişlerdir. 1917’de Selanik’te yaşanan büyük yangın
dönme toplumun en önemli kaynaklarını yok etmiştir.
Sabetaycılar içinde en etkin ve faal olanı Karakaş grubudur. Kurucuları
Baruch Rassio’nun Sabetay Zwi olarak yeniden doğmuş (reinkarne) sureti
olduğuna inanırlar. Özellikle 18.yy’da önemli Avrupa kentlerinde
misyonerlik çabaları göstermiş Polonyalı Frankistler ile ilişkiler kurulmasını
sağlamışlardır. Bugün özellikle İtalya’nın Lugano kentinde etkin bir
topluluk halinde yaşamaktadırlar. Burada bulunan müzelerinde yüzlerce
yıllık kaynaklar özenle korunmaktadır. Selanik, İzmir ve İstanbul üçgeninde
yaşamaktadırlar. Sabetaycılar arasında Yahudi gizli ilmine en düşkün olan
gruptur. Büyüye, sihire ve numorolojiye en meraklı cemaat olarak
bilinmektedirler. Siyasi görüş olarak sosyal demokrat eğilimlidirler ve
İstanbul’da bir yayınevleri bulunmaktadır. Sabetaylar arasında heretik
(sapkın) olarak kabul edilmektedirler.

Sabetaycı Kapancılar ise, ticari yaşamda önemli roller üstlenmişlerdir.


Bezmen ve Atabekler gibi tanınmış aileler bu gruptandırlar. Cumhuriyet
Türkiye’sinin ekonomik alanında önemli roller üstlenmiş olmalarıyla dikkat
çekicidirler. Özellikle “Terakki Mektebi”nin kuruluşuyla birlikte modern
Cumhuriyet eğitiminde etkin oldukları açığa çıkmaktadır.

Sabetaycıları üçüncü cemaati Yakubiler’dir. Sabetay’ın eniştesi Jakov


Qerido’nun taraftarlarıdırlar. Muhafazakar kanadı oluştururlar. Yahudilik
dininin bazı yasaklarına Yahudilerden bile daha fazla uydukları
bilinmektedir. Türkiye’de İslâmiyeti en iyi bilen Sabetaycı gruptur. Ahmet
Emin Yalman ve Şefik Hüsnü gibi kişilerin yer aldığı bir topluluktur.
Selanik’te “Yılan Mermeri” semtinde yaşamışlar ve “Melamilik” gibi İslâmî
toplulukları etkin biçimde desteklemişlerdir. Günümüzde hemen hemen
tümüyle asimle olmuşlarsa da küçük bir grup varlıklarını korumaktadır.

En katı kuralların uygulandığı Osmanlı İmparatorluğu döneminde cemaat


üyelerine karşı resmi bir tavır sergilenmemiştir. Bu gizli/etnik cemaatin 350
yıldır varlığını koruyabilmiş olmasının gerçek nedeni bu noktada gizlidir.
Ancak, Cumhuriyet Türkiye'sinde baskı ve dışlanmalarla karşı karşıya
kaldıklarını öne sürmektedirler. Fakat, cemiyet üyelerinin bu iddialarına
karşın, Cumhuriyet Türkiye’sinde önemli roller üstlendikleri ve toplumsal
değişimlere yol açan etkileri de bir başka gerçektir.

1946’da yaşanan “Varlık Vergisi” olayında Sabetaycı aileler “D” sınıfı


olarak sınıflandırılmışlardır. Bezmenler, Atabekler ve Dilberler gibi
Sabetaycı güçlü aile lobileri yüksük miktarda parasal ödemeler yapmak
zorunda bırakılmışlardır. Bu tarihlerden sonra da giderek güçlenen radikal
İslâmcı akımlar için, Sabetaycıların hedef alındığı görülmektedir.

Günümüz fundamentalistleri genel anlamda Türkiye’nin bir imparatorluktan


ulusal devlete dönüşmesini üç ana nedene bağlamaktadırlar: Masonlar,
Selanik dönmeleri (Sabetaycılar) ve Yahudiler.. Fundamentalist kesimin
siyasi mirasını üstlenen siyasi partiler hep bu üç unsur üzerine kurulu
sloganlar üretmekle dikkat çekmişlerdir. Özellikle 1980 öncesindeki aşırı
sağcı parti liderlerinin demeçlerinde hep bu iddialara yer verildiği
görülmektedir. Yayınlanan literatürlerde de bu üç ana tema üzerinde fikirler
üretilmiştir.

Örneğin:
“...Türk milletinin inanç, örf, adet ve ahlaki değerlerini zayıflatma
yolunda bir tavır sergilemeleri, Jön Türkler hareketinde İttihat ve
Terakki içinde, 31 Mart vakasında ve Sultan Abdülhamid’in “Hal”inde
önemli roller üstlenmeleri bu kimselerin kimliklerinin ortaya
çıkartılmasını sağlayan amillerdir. I. Dünya Savaşı’nın ve gelişmelerin
Türkler aleyhine sonuçlanmasından sonra bazı insanların Türkler’e
pamuk ipliği ile bağlı bulunduğu gerçeği ortaya çıkmıştır. O güne
kadar, Türkler kendilerinden uzaklaştırmamak üzere azami gayret
gösterdikleri dönmeleri yakinen tanıma fırsatı bulmuştur ve bu
vesileyle onları imtihandan geçirmiştir.” (Prof. Küçük/ Dönmeler ve
Dönmelik Tarihi)

“... Türkiye’de maneviyatın yıkılmasına, bölücü ve yıkıcı akımların


yayılmasına; dini ve milli akımların kösteklenmesine çalışanların, en
şiddetli azınlık ırkçılığı yapanların başında dönmeler gelmektedir.”
(Nejdet Sancar/Türklük Sergisi)

Yukarıda örneklenen ifadeler Yesevizade’nin eserlerinde gizli/ etnik/dinsel/


ideolojik Sabetay Cemaati’nin tanıtılmasında da sıkça yer almıştır.
YAHUDİ DİNSEL SİSTEMİ

Yahudi dinsel sistemi iki temel düşünce üzerinde gelişmiştir:


1). Torah-Talmud ekolü

2). Torah ekolü

Musa’ya (Moşe) Sina’da indiğine inanılan ve Türkçe’de Tevrat olarak


bilinen kutsal metinlerin gerçekte Musa’ya verilen bölümü beş adettir ve
buna “Torah” denmektedir. Fakat daha sonra gelen peygamberlerin
yorumlamalarına dayalı olan diğer kitaplar da vardır ki, bunlar: “Neviim” ve
“Ketuvin” olarak tanımlanırlar ve Torah ile birlikte bunlara “Tanah”
(Tevrat=Ahd-i Atik) denilmektedir.

Bu kutsal metinlerin yorumlanmaları ve günlük yaşama geçirilmeleri


konusu daima tartışmalara neden olmuştur. İşte bu dönemde “Talmud”
ortaya çıkmıştır.

Talmud hahamların Tevrat yorumlarıdır ve Ortodoks Yahudiliğin temelini


teşkil eden bir kaynaktır. Daha sonraları İspanya Diasporası’ndan (altın çağ)
ortaya çıkan bir diğer anonim kaynak daha vardır ki, bu da “Kabala”dır.
Kabala tümüyle mistik Yahudiliğin kaynağıdır ve kaynakları konusu
tartışmalıdır. Dini pratikleri yeri konusu da açık değildir. Yahudiler genel
olarak Kabala’nın gizemli ve çekici dünyasından etkilenmişlerse de “korku”
ile yaklaştıkları bir gerçektir. Günümüz İsrail dini otoritelerinin Kabalizme
karşı sempati taşıdıkları söylenemez.

Talmud ve Kabala’nın Torah’a karşı bakışı çok farklıdır. Talmudist


yaklaşım Torah’ı bir yasaklamalar bütünü olarak ele alıp, Tanrı’nın insanları
cezalandıran, kurallar koyan bir güç olduğundan hareket eder. Talmudistler
Tanah’a dayanarak çıkardıkları “Mitzvotlar” (uygulanması gerekli kurallar)
yoluyla insan yaşamını sınırlandırmaktadır. Onlara göre insan, bu dünyaya
bir sınav vermek için gelmiştir ve tümüyle Tanrı’nın gücü karşısında
olduğunu bilerek hareket etmelidir. Bu görüş ve sıkı kurallar altında beş bin
yıl boyunca ezilen Yahudi bireyi gettosunda tümüyle dış dünyaya kapalı ve
gizlilik içinde yaşamaya yönelmiştir.

Kabala Talmud’dan bu yöneyle ayrılmaktadır. Kabala Tanrıyı bir enerji


olarak algılar ve insanın yaptığı eylemlerin negatif veya pozitif enerjinin bir
parçası olduğuna inanır. Kabalist, Tanrı’yı ceza veren ve kurallar koyan biri
olarak değil, aksine insanı özgür bırakan fakat kötülüklere karşı ona
“önerilerde” bulunan bir koruyucu olarak algılar. İnsanın Tanrı’yı
yakarışları (dua) Talmudçulukta olduğu gibi bir ödev değil, aksine insanı
rahatlatan bir eylem olarak benimsenir. Tanrıdan korkan insan, O’nu nasıl
sever? Sorusunu “Arkadaşını kendin gibi sev” felsefesi ile özdeş kılan
Kabalistler Tanrı’ya ulaşmaya, “Adam Kadmon” (üstün insan) olmaya
çabalar. Talmud’un sınırcı ve kuralcı yaklaşımına karşı, Kabala insanı
tümüyle özgür bırakmadır.

Yıllardır Ortodokslar ile Kabalistler arasındaki temel sorun buradan


kaynaklanmaktadır. Yahudiliğin kendine özgü dekoru içinde bu iki zıt
düşünce çatışmamaya çaba göstermiş, birbirlerini dışlamamaya çalışmış,
Talmudistler-Kabalistleri daima ihtiyatla fakat reddetmeden izlemişlerdir.
Ancak çoğu kez yorumlarında da Kabala’daki sözcük sayı bağlantılarını
kullanmaktan da kaçınmamışlardır. Bu iki düşüncenin en temel
noktalarından birisi Mesih inancıdır.

Talmudistler doğrudan Torah’ta olmamasına karşın, ayetlere verilen


birtakım anlamlar ile Kabala kaynaklı olan Mesihi düşünceyi
kabullenmişlerdir. Kabala ise, kurtuluşu tümüyle Mesih üzerine
odaklamıştır. Luria’nın teorileriyle Mesihçilik adeta bir öngürüye
dönüşmüştür. O kadar ki sayısal hesaplamalar ve yöntemler hep Mesihin
geliş tarihi üzerine yoğunlaşmıştır. Daniel ve İşaya’daki ayetler gizemli bir
yöntemle sorgulanmış ve kurtuluş tarihi belirlenmeye çalışılmıştır. Tüm bu
çalışmalar Ortodoksların katı kurallarına karşı illegal olarak
gerçekleştirilmiştir.

Kabala her zaman gizlidir, gerek sözlü olan kısım ve gerekse “Zahor”a ve
“Sefer Yetzirah”a dayalı olan bölümler her zaman gizli bir atmosferde
incelenmiştir. Kabalist Tanrısal gücü keşfetmek için dinsel kurallara uymak
gerekliliğine inanmakta ve eğer bunları yapmadan kabala yaparsa Felâketler
yaşayacağına inanmaktadır. Bu o denli büyük bir gizliliktir ki, binlerce
yıllık metinler yalnızca sözlü olarak Zfat’ta veya Galil’de (İsrail) tarikat
üyeleri arasında dış dünyaya kapalı olarak tartışılmaktadır.

Talmud ve Kabala’nın rekabeti 16.yy sonrasında zirveye ulaşmıştır. Zfat’a


Polonya’dan gelen Rav İzak Luria Aşkenazi bu kentte kurduğu Kabalistik
eğitim veren koleji ile bir akımın başlangıcı olmuştur. Kendilerini “Zfat
Aslanları” olarak tanıtan bu grup Mesihi kurtuluş doktrinini temel alarak
dini birtakım sonuçlara ulaşırlar. “Tzimzum” (büzülme), “Tikun” (tamirat,
kurtuluş) kavramları burada önem kazanmaktadır. Luira, yaradılışı bir
kırılma teorisi olarak özetlemektedir ve tamirat ancak Mesihin gelişi ile
olacak demektedir. Bu bekleyiş tüm Yahudi cemaatlerinde hızla yayılır,
birbiri ardına katliamlar ve baskılar Mesihi dönemin adeta habercisi olarak
kabul edilir. Lauria’nın ölümü sonrasında da bu ümit süreci devam
etmektedir. 1600’lü yıllara gelindiğinde ise had safhaya ulaşmıştır.
Sabetay Zwi, işte bu süreçte 1622 yılında dünyaya gelmiştir. Ve bu
atmosferde ve bu psikoloji içindeki Yahudi dünyasının karşısına Mesih
olarak çıkmış ve etkisi altına almıştır.

ATATÜRK’ÜN İLK ÖĞRETMENİ


SABETAYCI

Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında yaşanan siyasal ve ekonomik


olayların incelenmesi belli başlı merkezlerin önemini ortaya çıkartmaktadır.
Bu merkezlerden biri olan Selanik kenti, tarihi rolü açısından belki de en az
ele alınmış konular arasında yer almaktadır. Oysa ki, Türkiye’nin ilk siyasi
dernekleri olan İttihat-Terakki ve Mason dernekleri burada kurulmuştur.
İstanbul’da yaşanan 31 Mart isyanı bu kentten organize edilen bir ordu
tarafından bastırılmış, Sultan 2. Hamid sürgün günlerini bu kentte yaşamış,
Cumhuriyetin kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, bu kentte
doğmuş ve ilk öğretimini Selanik’te almıştır.

Atatürk, Nutuk’ta çocukluk günlerini anlatırken, okul çağı geldiğinde annesi


ile babası arasında sürekli bir tartışma yaşandığını, buna neden olarak
annesinin onu mahalle mektebine gönderme arzusuna karşılık, babasının bir
süredir faaliyette bulunan ve modern sistemde eğitim veren Şemsi Efendi
Mektebi’ne gönderme isteğini göstermektedir. Sonuçta Mustafa Kemal,
Şemsi Efendi Mektebi’ne gönderilmiştir.

Tarih araştırmacıları ile Türk Dil ve Tarih Kurumu’nun ne yazık ki,


Atatürk’le ilgili araştırmaları ve yayınları çok yetersiz olduğu bu noktada bir
kez daha ortaya çıkmaktadır. Çünkü, Atatürk’ün ilk eğitimini aldığı bu okul
ve Şemsi Efendi olarak anılan öğretmeni Şimon Zwi, dönemin önemli
oluşum merkezidir.

Şemsi Efendi (Şimon Zwi), 1852 yılında aslen Sabetaycı bir ailenin ferdi
olarak doğmuştur. Arapça, Farsça ve Fransızca öğrenen Şemsi Efendi,
Selanik’te açılan bir yabancı okulda çalışmaya başlamıştır. Burada
öğrendiği modern metotları kendi kuracağı bir okulda uygulama amacında
olmasına karşın, maddi olanaksızlıklar nedeniyle gerçekleştirememiştir.
Ancak, Sebataycı Şemsi Efendi’ye aradığı desteği mensubu olduğu
“Kapancı Grubu” üyeleri sağlamıştır. Kapancı grubunun bu desteği
vermelerinde iki önemli etken neden olmuştur: 1). Sürekli ticaret ilişkileri
içinde olmaları nedeniyle Batı’yı tanıyan grup üyeleri, teknolojik ve kültürel
aşamalara erişmek istemişler, Sabetaycılar ilerlemenin ilk basamağının
eğitim kurumlarından geçtiğinin bilincine ulaşmışlardı. 2). 19.yy’la değin
sürekli kendi içlerinde kapalı yaşayan cemaat üyelerinin Türkçe’yi yeterince
konuşamamalarıydı. O döneme değin aile ve cemaat içinde İspanyolca
konuşulmuştur.

“Tarz-ı Cedit” adı verilen yeni öğretim usulünü ilk uygulayan okul İsmail
Hakkı’nın Selanik’te harap bir mescidi okula dönüştürerek Halil Vehbi ve
Derviş Efendilerle birlikte çalıştıkları okuldur. 1872 yılında Selanik’te
Şemsi Fendi’nin Sabra Paşa Caddesi’ndeki “Çarşamba Dergahı”anda açtığı
okul da ilk olma özelliğine sahiptir. Ve bu okulların ortak özelliği Sabetaycı
aydınlarca finanse edilmiş olmalarıdır.

Atatürk’ün ilk eğitimini veren öğretmeni Şemsi Efendi’nin bir başka özelliği
de yaşadığı dönemin en büyük Sabetaycı Kabalistlerinden biri oluşudur.
1800’lerde yaşanan Osman Baba(4) olayından sonra ayrılan Karakaş
grubuyla kendi grubunu birleştirmekti. Bu amaçla Karakaş grubuna ait
okullara giderek tartıştığı bilinmektedir.

1885’de “Fevzi Sıbyan” olarak bilinen okulun kuruluşunda da oldukça


önemli bir rol üstlenmiştir.

“Fevziye Mektebi”, onun gibi daha sonraları İstanbul’da faaliyet gösterecek


olan “Mekteb-i Terakki”ye göre daha radikal ve cemaatçi bir yapıya
sahiptir. Çünkü, Fevziye Mektepleri’nin kuruluş amacı, Karakaşlar
grubunun cemaatçi yapısını sürdürmek amacına dayanmaktadır. Bu
Kapancılar ile Karakaşlar arasındaki en önemli farktır. Şemsi Efendi’nin
burada “Akaid-i Diniye” öğretmeni olarak görev yapması da onun Sabetaycı
dini kuralları gençlere aktarma amacından kaynaklanır. Mektebi
Fevziye’nin kuruluşu ve ilerki faaliyetlerinde Karakaşlar grubunun finansal
desteği vardır. Okul bu grubun resmi öğrenim kurumu olmuştur.

Ahmet Emin Yalman, 1922’de Vatan gazetesinde yazdığı, “Tarihin


Esrarengiz Bir Sayfası” adlı yazı dizisinde, Karakaşlar grubunda meydana
gelen ilerlemenin Fevziye Mektebi sayesinde olduğunu öne sürerek, “... iki
asırlık fakrü cehaleti beş on senelik bir intibah silip süpürdü. Bir
zamanlar memleketin en mükemmel terbiye müessesesi olan Fevzi Sıbyan
ve Fevziye’nin, bu intibahın husulüne pek bir tesiri olmuştur” demektedir.

Şemsi Efendi’nin sağlığında Karakaş ve Kapancı gruplarını birleştirmeyi


amaçlıyordu. Ancak onun her iki cemaati birleştirmeye yönelik çabaları
tepkiyle karşılandı. Bunun en önemli nedeni de bu grubun genç üyelerinin
Türkler’le kaynaşma arzularıdır. Kapancılar, Karakaşlar’ı cahil ve mutaassıp
görüyorlardı, üstelik Sebatay Zwi’ye de inanmıyorlardı.

4
Büyük Sebataycı grubun içinden Osman adlı Baruhya Ruso’nun
Mesihliğine inanan Karakaşlar’ın –ya da onyollular- ayrılmasıyla bölünme
gerçekleşmiştir ve bu son grup kapancılar adıyla anılmaktadır.
Şemsi Efendi’yi cemaatten dışladılar, 1912’de Türkiye’ye gelen Şemsi
Efendi ilk öğretim müfettişliğine tayın edildi, ancak sıkıntılı ve parasız bir
yaşam sürdürdü, 1917 yılında öldüğünde Üsküdar’daki “Selanikliler
Mezarlığı”nda Karakaşlar’a ait bölüme gömüldü. Mustafa Kemal
Atatürk’ün ilk öğretmeni olan ve onun Nutku’nda adı geçen Şemsi efendi,
devrinin yalnız büyük bir eğitimcisi değil, aynı zamanda siyasi yönleri de
olan bir Kabalistiydi. Yaşamının büyük bir bölümünü Zohar’ı inceleyerek
geçiren Şemsi Efendi, Karakaş ve Kapancılar grubunu birleştirerek
Sebataycı cemaatin yaşamasını amaçlamıştır. Ancak bu idealinde başarılı
olamadan ölmüştür. Türk eğitim yaşamına büyük katkıları olan bu kişi
gerektiği biçimde incelenmemiştir.
SABETAYCILARIN GÖRÜŞ VE
SON DÖNEM FAALİYETLERİ

Gizli/etnik/dinsel/ideolojik bir cemaat olan Sabetaycılar, uygulamadaki


“güvenlik soruşturması” ve nüfus cüzdanlarındaki “din” hanesinden
rahatsızlık duymaktadırlar. Yukarıda özetle verilen örneklerden ise; son
derece rahatsızdırlar ve kendilerine haksızlık edildiği görüşünde
birleşmektedirler. Giderek siyasi bir güç haline gelen fundamentalizmi
açıkça “devlet terörü” olarak değerlendikleri gözlemlenmiştir. Öte yandan
günümüz Cumhuriyet Türkiye’sini dinsel hoşgörü açısından Osmanlı
İmparatorluğu’nun çok gerisinde görmeleri ise, ortaya ilginç bir paradoks
çıkartmaktadır. Sabetaycılar, kendilerini günümüz Türkiye’sinin “olmazsa
olmaz” bir parçası olarak görmektedirler. Kişilerin dinlerini açıklamaya
zorlandığı bir Türkiye değerlendirmesi içinde olan Sabetaycı cemaati, farklı
olmayı, farklı bir ana dile sahip olunmasının bölücülük olarak ele
alınmasından da son derece rahatsızdırlar. Türkiye Cumhuriyeti’nde
insanların hukuk dışı yargılanmalara maruz kaldıkları görüşünü de açıklıkla
dile getirmektedirler. Sebataylar, “aslını sormayan milliyetçilik”
prensiplerine sonuna değin bağlı olmalarına karşın Varlık
Vergilendirmelerinde kendilerinin “ayrı bir grup” olarak
değerlendirilişlerini hiçbir zaman içlerine sindiremediklerini, her dönemde
radikal kesimler ve Yahudiler’le işbirlikçilik yaptıkları kuşkuları ile hiçbir
zaman kendilerine “güven” duyulmamasından son derece şikâyetçidirler.
Devletin icra kademelerinde görev yapan Yahudi veya Ermeni asıllı subay,
hakim, polis ve memur bulunmayışından yola çıkılarak, Türkiye
Cumhuriyeti’nin kendi işine gelen bir sistemi demokrasi olarak yutturma
çabasında olduğu görüşü dile getirilmektedir. Türkiye’nin içine girdiği her
zor dönemde insanları nüfus kağıtlarındaki din hanelerine göre tasnif eden
bir ülke olduğu görüşüne literatürlerde yer verilmiştir.

Sabetaylar, yüzyıllardır kendi içlerinde dışa kapalı bir yaşam sürdürmüşler,


radikal Kabalistik idolojilerine karşın Yahudi cemaatince dışlanarak
aşağılanmışlardır. Bunun yanısıra takiye yaptıkları için Müslümanlarca da
dışlanarak aşağılanmışlardır. Bu nedenle son derece korkak, ürkek bir
cemaat psikolojisine sahip olmuşlardır. Bu nedenle de halk arasında,
“Selanik yürekli” söylemi yaygınlık kazanmıştır.

Sabetaycı aileler patriarkal (patriarcal) yani babanın hakim olduğu aile


görünümü sergilerler. Kendilerinden olmayanlarla evlenmedikleri için,
beşik kertmesi ile süregelen evlilikler nedeniyle “mutsuz” aile yapısına
sahiptirler.

Genelde siyasi tavır olarak Kemalizm'i benimsemiş olan Sabetay cemaatinin


Sol yelpazenin çeşitli kesimlerinde yer alanları vardır. Genel eğilimleri
liberal-Batılımdır. Batılı yaşam tarzını benimsemişlerdir.

Sabetaylar, kendi kültürlerinin korunmasını sağlayacağı inancı ile bir


“araştırma enstitüsü” kurabilmeyi, dini inançlarını yerine getirebilecekleri
“dinsel mekanlar” oluşturabilmeyi arzulamaktadırlar.

Yukarıdaki bu görüş, inanç, yakınma, talep ve beklentiler günümüzde çeşitli


yayınlar aracılığı ile kamuoyuna aktarılmaya başlanmış olması; 300 yıldır
varlığını sürdürmüş, gösterdikleri dinle gerçek dinleri arasında sıkıştıkları
için, “gizlilik prensiplerine” son derece bağlı kalmış Sabetay cemaatinin
değişen dünya koşulları içinde seslerini duyurma kararı içinde olduklarının
belirgin işaretleri olarak dikkatli bir özenle değerlendirmeye alınması
zorunluluğu doğmuştur.

10-17 Ocak 1997 tarihleri arasında, Devlet Bakanı Fehim Adak ve


yardımcıları ABD’ye üst düzeyde bir ziyaret gerçekleştirmiştir. Bu ziyaret
sırasında Washington’da bulunan Doğu Batı Enstitüsü’nün üst düzey
yöneticilerinden Yahudi asıllı Türkiye uzmanı Alan Makovsky, Adak ile
bir görüşme yapmıştır. Bu görüşmenin bir bölümü Türk basınında yer
almıştır. Ayrıca İsrail’in ABD’deki en önemli tanıtım örgütü “İsrael-
American Public Relation Commitee”nin önde gelen yöneticilerinden
Yahudi asıllı Keith Weisman da Adak’la görüşmüştür. Fehim Adak, Refah
Partisi’nin dış politikada sertlik yanlısı olmadığını barışçı olduğunu
anlatmaya çaba göstermiştir. Bu görüşmelerin ardından her iki uzman da
yazar Aytunç Altındal ile 13-14 Ocak tarihlerinde Washington’da
görüşmüşlerdir. Alan Makowsky, Altındal’a:
“Adana’da bulunduğum sırada oradaki Yahudi ailelerine ‘Son Mesaj’
başlıklı tehdit mektupları gönderildi. Refah partisine yakın olduklarını
tahmin ettiğimiz bazı çevreler, Yahudilerden bu son mesajı kabul
etmelerini aksi takdirde sonlarının iyi olmayacağı yazmışlardı” demiştir.

Diğer uzman Weisman da öncelikle Türkiye’deki Yahudilerin can ve mal


güvenliklerinin garanti altında olması gerektiğini nazik bir dille aktarmıştır.

‘Son Mesaj’ iddiaları gerçeklik taşımaktadır. Sözkonusu bu mektuplar,


ABD’nin Adana Konsolosu ve Tansu Çiller’in yakın dostu, eski Jandarma
Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis Suikastınin organizatörü Elizabeth
Sheldon’a da iletilmiştir.
Atatürk’ün ilk öğretmeni Sabetay kökenli Şemsi Efendi (Şimon Zwi)’nin
altıncı kuşaktan torunu olduğunu, 1969 İstanbul doğumlu, Bursa Uludağ
Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi kamu yönetimi bölümü mezunu
olduğunu ve adını Ilgaz Zorlu olarak veren bir kişi, 1990-1991 yılları
arasında Küdüs’e giderek Dr. Gad Nasi’nin yardımları ile Kudüs’te bir yıl
süreyle araştırmalarda bulunduğunu, Sabetaycılığın önemli kaynaklarının
muhafaza edildiği “Ben Zwi Enstitüsü”nde incelemeler gerçekleştirdiğini
ve “Yavne Kibbustz”unda Yahudi Tarihi/Kültürü konusunda eğitim
gördüğünü dile getirmektedir.

1996’da İsrail’e yarı resmi bir ziyarette bulunan Ilgaz Zorlu, Kendisinin
İstanbul’da yaşayan Sabetay kökenli olduğunu, muhasebecilik yaptığını,
Türkiye’de dönme Müslüman çevrelerin (Sabetaycıların) çeşitli baskılardan
bunalarak topluca İsrail’e göç etmek istediklerini Dr. Gad Nassi aracılığı ile
İsrailli yetkililere yaptığı açıklamalarda:
“Bizleri korumak için İsrail vatandaşlığına almak zorundasınız. Aksi
takdirde bizler bunu uluslar arası bir insan hakları ihlali olayı haline
getireceğiz” dediği literatürlerde yer almıştır.

Zorlu’nun beyanlarında, Sabetaylar’ın Türkiye’nin resmi kayıtlarında


“Müslüman” kabul edilmelerine karşın gerçekte:

1). Yahudi dininin öngördüğü temel “farzlara” örneğin Şebat’a


–Cumartesi günleri çalışma yasağı- evlilik ve doğum, ölüm
geleneklerine ve yemek yasaklarına uymaktadırlar.

2). Yahudi dininin esaslarını öğrenmek için Ilgaz Zorlu İstanbul


civarında gizli bir Kabalist Kolejde İbrani “Batınizmini” öğrenmiş ve
bu okuldan mezun olmuştur.

3). Sayıları günümüz Türkiye’sinde 60.000 olan Sabetayların arasında


yetişen İzak Ben-Zwi’nin İsrail’de bir dönem Devlet başkanı olduğunu,
dolayısı ile Sabetayların İsrail vatandaşlığını alma hakkına sahip
olduklarını öne sürmüştür.

Ilgaz Zorlu’nun bu iddiaları 1996’da İsrail basınında yer almıştır. İsrail’in


uluslararası üne sahip ciddi yayın organı Jerusalem Post muhabiri Aubrey
Ross’un Zorlu’yla yaptığı bir söyleşiyi yayınlamıştır. Bu söyleşinin
yayınlanmasından bir hafta sonra 27 Aralık 1996’da, Benjamin
Netanyahu’yu iktidara taşıyan Amerikalı Ortodoks Yahudilerin çok etkili
haftalık yayın organı Jewis Press, aynı söyleşiye yer vererek konuyu
Amerikalı Yahudilerin dikkatlerine sunmuştur. Böylelikle Zorlu’nun
iddiaları “Sorun” haline getirilmeye çalışılmıştır. Bu gelişmeler üzerine
Sefarad Yahudileri Federasyonu kurucusu Dr. Yılmaz Benardete, Jewis
Press’e bir mektup göndermiş ve Zorlu’nun “çifte standart” uyguladığını ve
samimi olmadığını bildirmiştir. Söz konusu mektup Jewis Press’in 24 ocak
1997 tarihli sayısında yer almıştır.

Ilgaz Zorlu’nun İsrail’deki “Morit” örgütünün bir üyesi olduğu ve Herzliya


bölgesindeki bir evde misafir edildiği öne sürülmektedir. Yine Sabetay
çevrelerince Ilgaz Zorlu adının bir takma ad olabileceği iddia edilmiştir.
Ilgaz Zorlu, Morit örgütünün Türkiye’den İsrail’e göç eden birkaç
gönüllünün kurduğu bir kültür örgütü olduğunu ve Sabetaycılıkla hiçbir
ilgilerinin bulunmadığı açıklamasını yapmıştır. Zorlu, kimliğinin gerçek
olduğunu bunların bilimsel araştırma ve girişimlerinin provoke edilmek için
türetildiğini dile getirmiştir.

Zorlu’nun “Selanikliler ve Şişli Terakki Yolsuzluğu” adını taşıyan bir bildiri


nitelikli kitapçık kaleme alıp çeşitli çevrelere dağıtması ve bu kitapçıkta öne
sürdüğü yolsuzluk iddiaları da oldukça dikkat çekici bir eylem olarak
değerlendirilmelidir.

1992 yılında, Toplumsal Tarih Dergisi’nde Sabetaycılık ile ilgili bir


makalesi yayınlanan Ilgaz Zorlu, Sabetaycıların ciddi tehditleri ile
karşılaşmıştır. Ancak buna karşın, araştırmalarını “Evet, ben Selanikliyim-
Türkiye Sabetaycılığı” adlı bir kitapta toplayıp yayınlamıştır.

Yayınladığı bu kitap ve “Şişli Terakki Yolsuzluğu” bildirisinin


ardından Sabetay Cemaatinin önde gelen üyeleri tarafından önce
susması için para teklif edildiğini ardından da tehdit edildiğini beyan
etmektedir. Ayrıca bu faaliyetlerinden sonra, bazı devlet görevlilerinin
kendisine gelerek, Sabetaycıların isimlerini istediklerini, bu cemaatin
amaçlarının neler olduğunu sorduklarını ve işbirliği önerisinde
bulunduklarını da dile getirmiştir. Ilgaz Zorlu, kendisi ile yapılan
görüşmede tüm bu gelişmelerden çok büyük rahatsızlık duyduğunu ve
endişelere sürüklendiğini, açıklamalarının medyayı elinde tutan
Sabetaycı patronlarca kamuoyuna yansımasının engellendiğini,
Sabetaycıların devlet içinde çok etkin ve güçlü noktalara hakim
olduklarını bu çalışmaların ardından çok daha iyi anlayıp tanık
olduğunu ifade etmiştir.

Türkiye’yi Amerika ve İsrail’e şikayet eden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı


Ilgaz Zorlu, Sabetayların Karakaş Grubu üyesi olduğu sanılmaktadır.
Yukarıda özetle dile getirilen gelişmelerin Türkiye’de Necmettin Erbakan,
İsrail’de Benjamin Netanyahu’nun iktidar olmalarından hemen sonra
gerçekleşmiş olması son derece düşündürücüdür. Türkiye ile İsrail arasında
650 milyon dolarlık bir askeri anlaşma imzalanmıştır. Bu anlaşma Arap
ülkelerinde tepkilere neden olmuştur. Türkiye-İsrail arasında imzalanan
“Askeri ve Güvenlik İşbirliği Anlaşması” Yunanistan, Suriye, PKK,
Rusya ve Arap ülkeleri arasında hoşnutsuzluklar ve tepkilere neden
olmuştur. Türkiye’nin insan hakları konusunda Avrupa birliği kapısında
hırpalandığı günlerde “Sabetay cemaati”nin “ölüm tehditleri” almış olması
oldukça düşündürücü bir gelişme olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’de
yaşamakta olan Yahudi ve Sabetayların tümünü töhmet altına sokan bu
gelişmeler, belli bir operasyon programının tüm provokasyon özelliklerini
taşıyor oluşu ile de başlı başına değerlendirilmesi gereken önemli bir sorun
olarak gözükmektedir.
ŞİŞLİ TERAKKİ LİSESİ

Şişli terakki Lisesi, 1879’da “Terakki Mektebi” adı ile Şemsi Efendi’nin
Selanik’te kurduğu “Şemsi efendi Mektebi” ile temeli atılmıştır. Sabetaycı
bir haham olan Şemsi Efendi (Şimon Zwi) kendi aralarında üçe bölünen
cemaati bir araya toplamak ve dini eğitimle birlikte gençleri modern bilim
eğitiminde yetiştirebilme amacıyla okul kurmuştur.

1907 kayıtlarına göre, Sabetaycıcemaatin Kapancı grubu okul yönetiminde


yer almışlardır. Dr. Rifat Efendi, Namık kapancı, Osman Fıtri Bey ve Ata
Derviş beyler okulun yönetiminde olan kişilerdir. 1924 yılında yaşanan
mübadele sonucu okul İstanbul’a taşınmıştır.

1927’de Nişantaşı/Şakayık sokağında Halil Rifat Paşa Konağı’na yerleşen


okul, Selanik’teki kuruluşundan başlamak üzere hep bir encümen tarafından
idare edilmiştir. Encümen üyeliğine, kurucuların çocuklarından ve okulun
gelişimine yararı olanlar arasından seçilen kişiler getirilmiştir. 1633’ten
sonra encümen üyelerinin sayısı 44 kişiye ulaşmıştır.

1933’de okul “Mabeyince Konağı”na taşınır. 1934’de Selanikli Mecdi


Derviş Bey, yapıyı satın almıştır. 21. 05. 1935’de okulun yönetimi için
kurulan limited şirkete devretmiştir.

1879 yılında okulun temel felsefesi; “Terakki Mektebi, ticaret maksadıyla


müesses olmayıp hayır için yaşadığı gibi hayır ile de yaşar” şeklindedir.

Limited şirketin kurucuları Fahri Refik Refiğ, Halil Bezmen, Aziz Refik
Refiğ ve diğerleridir. Okul daha sonra 1967 yılında 903 sayılı yasayla vakıf
haline dönüştürülmüştür. Yönetim kurulu üyeleri halen Sabetay
cemaatinden seçilmektedir. Mütevelli heyetine girebilmenin yolu bu heyet
üyelerinden birinin önerisi ile gerçekleşebilmektedir. Vakıf ana senedinde
yapılan bir değişiklikle mütevelli heyeti üyeleri ömür boyu görevde
kalmaktadırlar.
Şişli Terakki Lisesi’nin sahibi bulunduğu bina günümüz koşulları içinde
trilyonlarla ifade bulan bir değere sahiptir. Çünkü, İstanbul/Nişantaşı’nın en
pahalı mevkiinde yer almaktadır. Okulun sahibi bulunduğu bina ve alan
günümüz değerleri ile trilyonlarla ifade bulan bir rant değerine sahip olması
nedeniyle fırsatçılar için “kaçırılmaması gereken bir değer unsuru” olarak
ele alınmış ve okul Dinç Bilgin’e düşük bir değerle kiralanmıştır. Bu durum
tüm Sabetay Cemaati üzerinde derin bir üzüntüye neden olmuş ve yasal
başvuruda bulunan Sabetaycılar olmuştur.

Şişli Terakki Lisesi Yolsuzluğunda Dikkat Çeken Noktalar:


1). Şişli Terakki Lisesi binası yaklaşık on yıl süreyle boş bırakılmıştır.
Bundan amaç binanın değer kaybına uğratılarak çok ucuz bir fiyatla Dinç
Bilgin’e satılmasına özel bir çaba gösterilmiş olmasıdır. Binanın günümüz
koşulları ile değeri 2,5 trilyon dolayındadır. (Eksperlerce beyan edilen)

2). Şişli Terakki Lisesi Vakfı’na ait malların satışı ve üçüncü kişilere devri
gerçekleştirilmiş midir? Belli değildir.

3). Okul mütevelli heyeti, üyelerinin “kayd-ı hayat” koşulu ile göreve
geldikleri ve ancak kendilerinin önerecekleri kişilerin görevlendiriliyor
oluşu dikkate değerdir.

4). Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün konuya ilişkin raporları nelerdir ve


kimler tarafından, hangi ilişkiler ağı içinde, nasıl düzenlenmiştir?

5). Şişli Terakki Lisesi mütevelli heyeti üyelerinin son on yıl içinde vakıf
gelirlerinden aldıkları paylar nelerdir? Bu kişilerin mal varlıklarının mercek
altına alınması gereği vardır.

6). Okula öğrenci alınırken kura listelerinde değişiklik yapılmasının bedeli


nedir? Öğrencilerin para karşılığında rest ve sınıf geçmeleri ve bundan
doğan büyük rant kimler arasında paylaştırılmıştır? Bu düzene karşı direnç
göstermeye kalkışan öğretmenlerin görevine son verildiği bilinmektedir.

7).Okul Milli Eğitim Bakanlığı Müfettişlerince en son ne zaman


denetlenmiştir? Bu denetleme kimlerce ve hangi koşullarda gerçekleşmiştir?

İLİŞKİLER

Haluk Arığ: Babası İstanbul’lu, annesi Selanikli Sabetaycı bir aileye


mensuptur. 1990 yılında Şişli Terakki Lisesi yönetiminde yer aldı ve okulda
“Pul olayı” olarak anılan yolsuzluğa adı karıştı ise de üzerine gidilmemiştir.
Bunu sağlayan Av. Reşat Atabek ile kayınpederi İsmail Bey ve Üçer
kardeşler olmuştur. Paşabahçe Şişe Cam Fabrikası’nda da görev yaparken
yolsuzluk iddiaları nedeniyle ayrılmak zorunda kalmıştır. Bir dönem
Gameda Genel müdürlüğü görevinde bulunmuştur. Eşi Fatoş Arığ,
1990’larda yaşanan Cumhuriyet gazetesi içinde bazı menfi olaylarda yer
almış, Sabetaycı kökenli oluşuyla onur duyan bir kişidir.

Haluk Arığ, Şişe Cam Fabrikası’nda görev yaptığı dönemde sekreteri olan
Gülcan Akdindar’ı terakki Lisesi’ne Halkla ilişkiler müdürü olarak
almasıyla dikkat çekmiştir. Arığ, Mason Derneği’nden yolsuzluk iddiaları
ile çıkartılmıştır. Arığ, Şişli Terakki Lisesi’nin bahçesini eski şoförüne ihale
açmaksızın çok ucuz bir fiyatla otopark olarak kiraya vermiş olmasıyla da
dikkat çekmiştir. Arığ, Sabah yayın Grubu’nun patronu Dinç Bilgin’in
danışmanlığı görevinde bulunuşuyla da çeşitli spekülasyonlarda adı en çok
geçen kişiler arasındaki yerini korumaktadır. CHP eski İstanbul milletvekili
Bülent Tanla ile ortak bir reklam şirketi bulunmaktadır.

Dr. Can Paker: Dünyaca ünlü bir Alman kimya fabrikasının yönetim
kurulu başkanıdır. Uzun yıllar politika ile yakından ilgilenmiş bir dönem
Deniz Baykal’ın danışmanlık görevini üstlenmiştir. 1970’li yıllarda Ankara
Üniversitesi Siyasal bilgiler Fakültesi içinde Turan Güneş Ahmet Yücekök
ve Deniz Baykal ile çok yakın olmuştur. CHP’nin bazı taşınmazlarına sahip
olduğu hakkında söylemler vardır. Paker, Şişli Terakki Lisesi Yönetim
kurulu Üyesi Lütfü Paker’in kızkardeşi olan Mihriban Paker ile evlidir.
Mihriban Paker’in babası Sabetaycı hareketin önemli bir lideri olan
Memduh Paker’dir. Memduh paker, İspanyolca dini bilgisinin yanısıra geniş
Kablastik bilgiye sahip olarak bilinmektedir. Can Paker eşinin soyadını
taşımaktadır. Dr. Can Paker, Amerikan Fullbright ve A.F.S. burs kursları ile
temaslarda bulunmuş, bir dönem AFS bursunun Türkiye başkanlığını
yapmıştır. Lise yıllarında bu burs ile ABD’de eğitim görmüştür. Can
Paker’in kız kardeşi gazeteci Mecbure Canan Barlas’tır. (Sabetaycılarda çift
isim zorunluluğu vardır, bunlardan birisi Yahudi ismini temsil eder) Can
Paker, Şişli Terakki Lisesi’ne Reşat Atabek tarafından getirilmiştir.

Bu örnek ilişkiler mercek altına alındığında Şişli Terakki Lisesi,


Cumhuriyet Türkiyesi eğitim sistemi, Medya, toplumsal, kültürel, ekonomik
ve siyasal ilişkiler ağı kendiliğinden ortaya bir gerçek koymaktadır:
Sabetaycı Cemaat Cumhuriyet Türkiyesi’nde en etkin ve önemli noktalarda
söz sahibidir, toplumun elit tabakasını oluşturmaktadır ve milli gelirden en
fazla pay alan grup olmaları nedeniyle de gizliliklerinin korunmasında
kendileri için büyük yararlar olduğu gerçeği kendiliğinden ortaya
çıkmaktadır.

Dinç Bilgin: Dinç Bilgin ailesi Sabetaycı kökenlidir. Sabetay Cemaati


içinde en üst düzeyde yönetim kadroları içinde yer almaktadırlar. İzmir’deki
Yeni Asır Gazetesi’nin başında Şevket Bilgin’in kızı ile evlenerek
Türkiye’ye yerleşen ve Türk vatandaşlığına geçtikten sonra da Cemil
Devrim adını alan kişi, gerçekte bir Amerikalıdır. Zengin bir Amerikalı
işadamının, bir Türk kadını ile yaptığı evlilikten dünyaya gelen oğludur. Bu
evliliğin ardından İzmir/Yeni Asır Gazetesi’nin başına geçen Amerikalı, o
güne değin sıradan bir kent gazetesi durumunda olan gazeteyi Ege
Bölgesi’nin en güçlü yayın organı haline getirmiş, en modern baskı
tekniğine sahip tesise dönüştürmüş ve Şevket Bilgin’in oğlu Dinç Bilgin’i
İstanbul’a göndererek günümüz Sabah tesislerinin kurulmasını ve Türk
medyası içinde Hürriyet’ten sonra gelen ikinci ve büyük bir gücün
oluşumunu sağlamıştır. Bilgin ailesine katılan bu Amerikalı’nın kurduğu
ilişkiler sonucu Dinç Bilgin, Masonik Bilderberg Kulübü üyeliğine kadar
yükselmiştir. Sabetaycılara ait olan Şişli Terakki Lisesi’nin zaman içinde
trilyonluk bir değer artışı kazanan mülkünü kendine hak bir mal olarak
görüp değerlendirmekte ve sahibi olmaya çaba göstermektedir. Türkiye’nin
ulusal anlamda stratejik öneme sahip elektrik enerji üretim tesislerini de ele
geçirme çabası içinde olan Dinç Bilgin’in tatmin olmaz bir ihtiras sahibi
olduğu gerçeği girişimleri ile de gözler önündedir.

FUNDAMENTALİS TUZAK

Son yıllarda giderek zirveye tırmanan radikal fundamentalist girişimler ve


terör noktasına ulaşan faaliyetler, Sabetay cemaati ile ilişki kurabilmeye
büyük çaba harcamaktadır.

Kemalizm’i yok etmeyi amaçlayan fundamentalizm, Sabetaycılar ile ilişkiye


girmeye çalışmalarının en önemli nedeni, Kemalizm’in gerçekte Sabetaycı
olduğunu ve Sabetay prensip ve inançları üzerinde temellendiğini
savunabilmek içindir.

Öteden beri Kemalist ideolojiyi yıpratmaya çaba gösteren fundamentalist


odaklar; dinsizlik, ahlaksızlık, ateistlik temaları üzerinde çeşitli söylemler
üretmiştir. Şimdi “Selanik dönmeleri” (Sabetaycılık) bir propaganda
malzemesi olarak kullanılmak ve bu cemaat üzerinden Kemalist ideolojiyi
yıpratmak ve Atatürk’ün Türklüğüne gölge düşürebilmeyi
amaçlamaktadırlar.

Bu son derece çirkin, sakıncalı ve provokatif girişimlere izin verilmemelidir.


GİZLİ GÖÇ TRAFİĞİNDE
KAVŞAK NOKTASI TÜRKİYE

500. Yıl Vakfı yöneticilerinden ve İstanbul/Karaköy’deki “Yahudi


Müzesi”nin sorumluluğunu üstlenen Harry Ojalvo’nın açıklamalarına göre;
1940’lı yıllardan başlamak üzere, pasaportlu ve vizeli geçiş yapanların
yanısıra, 125 bin Yahudi pasaportsuz vizesiz olarak Türkiye’ye kabul
edilmiştir. Uluslararası Yahudi Organizasyonu tarafından Türkiye üzerinden
gerçekleştirilen bu gizli Yahudi göçü ile ilgili belge ve bilgiler üzerine yakın
zamana değin sansür konulmuştur. 50 yıl süreyle Türkiye üzerinden
gerçekleştirilen bu gizli göç, değişik hükümetler gelip geçmesine karşın ve
70’li yıllarda İsrail’e karşı “görünüşte” oldukça soğuk bir dış politika
izlenmesine karşın bu vizesiz ve pasaportsuz geçişlere niçin izin verildiği
bilinmemektedir.

Harry Ojalvo, Yahudi cemaatinin Varlık Vergisi uygulamasına karşın İsmet


İnönü’ye karşı büyük bir medyuniyeti olduğunu belirtmesi son derece
manidardır. Manidardır çünkü, Atatürk’ün vefatının ardından İsmet
İnönü’yü Cumhurbaşkanı seçtirten “güçler” henüz tam olarak aydınlatılmış
değildir. Bu noktada değinmekte yarar görülen bir başka saptamanın da
büyük önemi vardır şöyle ki: “Reosta Operasyonu Projesi”ni hazırlayanlar,
Cumhuriyet tarihimizin bu en karanlık dönemi üzerinde halen çalışmalarını
sürdürmektedirler. Tarihin bu önemli döneminin aydınlığa kavuşturulması
ile birlikte Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün “Siroz hastalığı” masalı da
son bulacak ve vefatının doğal bir ölüm olmadığı, Türkiye’nin emperyalist
güçlerin yerli işbirlikçiler eliyle nasıl kuşatıldığı ve işgal edildiği gerçekleri
de gözler önüne serilmiş olacaktır. Cumhuriyet Devrim Tarihi süreci içinde
İsmet İnönü ve Mareşal Fevzi Çakmak sürtüşmesinin altında yatan gizemler
ve nedenler, doğrudan ulusal çıkarlar ve gerçekler ile bağlantılıdır.

Türkiye’ye pasaportsuz vizesiz giren bu Yahudiler’in pek azı Türkiye’de


kalırken çoğunluğu önce Filistin oradan da İsrail’e geçmişlerdir. O dönemde
bu gizli göçü organize eden ve İstanbul’da faaliyet gösteren Jewish Agency
(Yahudi Acentası). Ojalvo, 1940’lı yıllardaki bu gizli transfer
operasyonlarına Türkiye’deki mason teşkilatının da yardım ettiğini
açıklamaktadır. Yahudi Müzesi’ne belgeler ve fotoğraflar bağışlayanlar
arasında Altemur Kılıç’ın da bulunması dikkat çekicidir. Müzenin
oluşmasına en önemli katkı ise, Jak Kamhi tarafından gerçekleştirilmiştir.
Bu müzenin sahip olduğu eserler 6 Aralık 1993’de Kudüs’te İbrani
Üniversitesi’nde 500. Yıl Vakfı Sergisi olarak izleyicilere sunulmuştur.
Daha sonra 5-11 Haziran 1994 tarihleri arasında düzenlenen Yahudilikle
ilgili uluslararası bir sempozyumda da sergilenmiştir.

52 yıldır Burgaz Ada’sında yaşayan Haryy Ojalvo, 7 lisan bilen, 4 lisanda


şiir denemeleri bulunan ve ünlü hikaye yazarı Sait Faik Abasıyanık’ın da
yakın dostu olarak, entelektüelliği ile de dikkat çeken bir portredir.

Ojalvo:
“İsmet Paşa’ya haksızlık edilmektedir. Sırf Irak ve Suriye7den pasaportsuz
olarak 1948 senesinden son iki sene öncesine kadar, hatta hatta 73’teki
Erbakan-Ecevit iktidarı bile dahil 125 bin kişi vizesiz ve pasaportsuz olarak
Türkiye’ye gelmiş ve oradan da İsrail’e sevkedilmiştir. Yani siz bakmayın
politik yönden insanlar çok şeyler söyler. Fakat iş tatbikata gelince,
iktidarda olunca herşey değişir. Kazın ayağı öyle değildir. İktidarda olduğun
zaman hem milli bir mesuliyet hem de dini bir mesuliyet taşıyorsun. Artık
palavra sıkmaya gelmez.”

Ojalvo:
“..bunu o kadar sıkı tuttuk ki Avrupa’da toplantılara gittiğimiz zaman bile
açıklamadık. Niçin? Çünkü Arap devletleri öğrenirlerse sefirler gelecek,
itiraz edecekler, ‘bırakmayın geçmesinler’ diyecekler. Bize hep şu
söyleniyordu: ‘500 senedir oradasınız kimseyi kurtaramadınız mı Suriye,
Irak’tan’ Onlar İsrail’e çoktan gitmişlerdi ancak biz sesimizi
çıkartmıyordum. Bunu size vesikalarla göstereceğim. Türkiye 1948’den beri
İsrail’i tanıyan üçüncü devlettir. Ve ilk Müslüman devlettir. 1949’da ilk
konsoloshane açılmıştır Türkiye’de. Düşünebiliyor musunuz ve o gün bugün
hiç kapanmamıştır orası. Artık İsrail mefhumu diye bir şey yoktur. Sığıntı
insanların can havli ile gittikleri yerleştikleri bir yerdir. Yani eğer böyle bir
mezalim yapılmamış olsaydı, bugün öyle bir problem de olmazdı. Bu
müzede yaşanan mezalimi karşı Türkiye’nin büyüklüğünü göreceksiniz.”

Ojalvo:
“Museviler 6 kez muhtelif yerlerden Osmanlı Devleti’ne iltica etmişler ve
kabul edilmişlerdir. Ve bu bir an’ane doğurmuştur. Şunu görüyoruz ki hiçbir
zaman ne Türkiye Cumhuriyeti ne de Osmanlı devleti ezilen bir millete
kapılarını kapatmamıştır.”

Ojalvo:
“Sabetaycılık yok. Bitti artık canım. Bu akımın neticelerini konuşuyoruz.
Anlatabiliyor muyum? Ne İspanyolca bilir, ne bir şey bilir, hatta su
katılmamış bir Türk’tür bu insanlar. Zaten her şeyi açıkça konuşmak icap
ederse Türkiye kaç etnik kökenden müteşekkildir biliyor musunuz? 50
muhtelif etni var. Bu 50 muhtelif etni evlerinde 40 muhtelif lisan konuşur.
Bunu Hürriyet gazetesi yazdı. Bu bir sır değildir. Amerika’ya en çok
benzeyen ülke Türkiye’dir. Akerika’da 75 muhtelif etni var. Amerika’nın
eritme politikası nedir? İngilizce lisan. Adam kalkıyor Polonya’dan geliyor,
cepheye gidiyor. Amerika için ölüyor. Halbuki Polonya’dan geldiği daha
kaç yıl olmuş değil mi? Ama işte bir yaşama tarzının düzeninin müdafaası
var orada. İşte bu muhtelif etni Türkiye'’e Atatürk'’n vermiş olduğu bir
eritme potasına girmiştir. Nedir bu eritme politikası? Sadece Türkçe lisanı
mı, değil. Bir çok şey söylemiş, “Ne mutlu Türk’üm diyene” demiş. Ben
Türküm diyen herhangi bir insan Türklüğün muhteşem tapusunun altına
girmiştir artık. Bu iş biter. Ama denilebilir ki, sen Çerkezsin, Kürtsün işte o
olmaz. O bazı odakların manasız, aptalca tezahüratından başka bir şey
değildir. Bugün Türküm diyen herkes Türktür.”

Ojalvo:
“Türklerle Yahudilerin en aşağı 850 senelik bir beraberliği var. Anadolu’da
Urfa’da, Gaziantep’te, Hatay’da bir çok yerleşik Yahudi topluluğu vardı.
İspanya’dan gelenler sonradan gelmişler ve o da 506 sene olmuştur. Halk
partisi zamanında muhalefette olanlar yapılmadık rezalet bırakmadılar.

...O zaman askerdim, sebebini bilmiyorum. Almanlar kapıda, askerin


ayağında postal yok. Ekmeği kırıyor asker, saman parçaları çıkıyor içinden.
Ve bir vergi koyma lüzumu hasıl olmuştur. Fakat Varlık Vergisi’ni tatbik
edenler aptalca tatbik etmişlerdir. Halbuki, Yahudilere deselerdi ki,
‘Almanlar kapıdadır, orduyu ayakta tutamıyoruz, bir şeyler yapın’ 300
milyon lira toplandı bütün Türkiye’den düşünebiliyor musunuz? Eğer
kendilerine bunu yapın kendinizi kurtarın denseydi, kimsenin burnu
kanamadan 300 milyondan fazla sadece o topluluk toplardı. Halbuki öyle
aptalca bir tatbikat yapıldı ki, hem bir leke olarak kalmıştır, hem de toplanan
para da devede kulak kalmıştır. Türkiye’nin bütçesi o zaman 220
milyondu.”

Ojalvo:
“Ermeniler ve Rumlar Yahudiler’e diyorlar ki, “Lozan’a hep birlikte
girelim, ekalliyet statülerimizi alalım” Cemaat büyükleri Türkiye
Cumhuriyeti devletine bir istida veriyorlar. İstidada: “Yahudilerin dış
tazyiklere itibar etmeyecekleri ve Cumhuriyet kanunlarına itimatlarının tam
olduğunu, kat’iyen ekalliyet statülerini reddettiklerini belirterek, “Musevi”
dininden Türkler olduklarını beyan ve ikrar ederler” deniyor. Ermeni ve
Rumları kendi başlarına bırakıyorlar. Daha sonra Cumhuriyet kanunlarına
göre herkes vatandaşlığa giriyor başka.. Enteresan olan o zaman böyle bir
istidanın verilmiş olmasıdır.”

Raanan Galili isimli Musevi göçmenin günlüğünde yer alan satırlar:


“6. 2. 1940 günü, saat:12.00’de İstanbul’a ulaştık. Etrafımızı yedi polis
motoru sardı. Birinde Yahudi cemaati başkanı vardı. Kendisi sıhhatimizi
sordu ve eksiklerimizin tespitini istedi. Saat: 14.45’te bir römorkör bizlere
her taraftan gönderilen bağışları getirmişti. Mülteciler var güçleri ile
“Yaşasın Türkiye. Yaşasın İnönü” diye tezahüratta bulundular. Bizlere
20.000 portakal, incir, elma, yumurta, 3000 ekmek (o ana kadar yalnızca
peksimet yiyip deniz suyu içiyorduk) lahana, limon, 100 şişe konyak, balık,
havuç ve pulları yapıştırılmış 500 adet mektup zarfı verdiler; yazdığımız
mektupları aldırıp yakınlarımıza ulaşmasını sağladılar. Kişi başına dağıtılan
muhtelif eşyaya ilaveten birer ekmek, 10’ar portakal verildi. Akşama doğru
sarnıç gemisi ile içme suyu getirdiler. Ertesi gece İstanbul’u terk ettik ve
“Sakarya” gemisi ile 31 gün daha denizlerde dolaştıktan sonra nihayet İsrail
topraklarına ulaştık.”

REOSTA OPERASYONU

Yukarıda özet olarak ele alınan gelişmeler göstermektedir ki;


gizli/etnik/dini/ideolojik bir cemaat olan Sabetaycılık, gerektiği biçimde
dikkate alınarak değerlendirilmemiş ve cemaat kendi çıkarları
doğrultusunda gelişme göstererek güçlenmiş; toplumsal, siyasal, ekonomik
ve kültürel alanlarda yaşamı etkisi altına alabilmiştir.

Özellikle eğitim yapılanması ile başlayan, gizli/etnik/dinsel/ideolojik cemaat


etkileri daha sonra ticaret, kültür, siyasi plâtformlarda son derece güçlü
platformlar yaratarak kendisini geliştirmiş ve güç kazanmıştır.

Günümüz Türkiye’sinde giderek gelişen fundamentalizm, PKK terör


eylem/toplu katliam örnekleri ve en son olarak vahşi Hizbullah eylemlerinin
açığa çıkarak toplumda yarattığı dehşet duyguları karşısında harekete geçen
Sabetaylar, Türkiye’yi terk ederek kendi inanç felsefelerine uygun İsrail’e
göç ederek, İsrail vatandaşı olabilmeyi arzulamaktadırlar. Özellikle Karakaş
Grubu olarak tanımlanan Sabetaycılar, bu doğrultuda girişimlere
yönelmişlerdir. Gelişmelerin hertürden provokasyona açık olduğu
gözlenmektedir.

Doğabilecek uluslararası boyuta açık sorunlar göz önüne alınarak,


Sabetaycılar ile ilişkiler kurulup geliştirilmeli ve bir sivil toplum örgütü
kurularak tümünün bu sivil toplum örgütünün çatısı altında birleşmeleri
sağlanmalıdır. Oluşturulacak olan bu zemin Sabetaycıların kontrol altına
alınmaları, çok daha yakından çözümlenerek analiz edilmelerine olanağı
elde edileceği gibi, kontrol altında tutulduklarından ulusal çıkarlar
doğrultusunda yönlendirilmeleri de gerçekleşmiş olacaktır.

Türkiye Cumhuriyeti gelecek tarih dilimlerinde “Selanik Dönmeleri”


(Sabetaycılar) asimilasyonu propagandasına açıktır. Bunun önünün
kesilmesi gereği doğmuştur. Bu nedenle 1924 mübadelesi ile Selanik’ten
Türkiye’ye göç eden Sabetay Cemaati’nin “Mübadele Defteri” kayıtları
ile nüfus kayıtları incelenerek Sabetaycılar tespit edilmelidir.
Sabetaylar, ailelerinin kendilerine verdiği bilgiler dışında bilgiye sahip
değildirler. Birbirlerini tanımamaktadırlar. Onları kendi içlerinde 300 yıldır
yöneten son derece gizli yönetim kadroları, Sabetay cemaati üyelerini
bilmelerine karşın, üyeler birbirlerini tanımamaktadır. Bu durum cemaatin
gizliliğini koruyan en önemli faktör olmaktadır. Yönetim kadroları ise;
derecelendirilmiş bulunmaktadır. Özetle cemaatin yönetim kadroları bir
anlamda hücre yapılanması ile örgütlenmiştir. Günümüz dünyasında
Masonik örgütlenmelerin en gizli yapılanışını “Bilderbergliler”de görmekte
olmamıza karşın üyeleri, başkanları ve yönetim kadroları açığa çıkmıştır.
Tarihsel süreç içinde ele alındığında görülmektedir ki, pek çok ülkenin
resmi istihbarat örgütlerinin en başarılı ajanlarının bile deşifre olabildiği bir
dünyada yaşanıldığı gerçeği ortaya çıkmaktadır. Ancak Sabetay Cemaati
hâlâ gizliliğini koruyabilmiş olduğu göz önüne alındığında bu cemaatin
“gizlilik” prensiplerine ne denli bağlı oldukları daha iyi anlaşılabilir. Bu
gizliliğin mutlak çözümlenmesi, “1924 mübadelesi ile Türkiye’ye göç eden
Sabetaycılar”ın tümünün kamuoyu önünde deşifre edilmesi ve cemaatin
kontrol altına alınması ulusal çıkarlar açısından gerekli bir zorunluluktur.

“Ulusal Sebataycılar Derneği” adı ile kurulacak olan bir dernek çatısı altında
toplanacak Sabetaylar’ın Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ulusal çıkarları
ve Kemalist ideoloji doğrultusunda, Uluslararası plâtformlarda etnik
ayrılıkçı faaliyetleri ve insan hakları ihlâlleri iddiaları karşısında
Türkiye’nin uluslararası plâtformda savunulması ve öne sürülen iddiaların
çürütülmesinde yararlanabileceği önemli bir etnik gruba dönüştürülmelidir.
Böylece yıllardır öne sürülen Ermeni soykırım ve Süryani insan hakları
ihlalleri vb. iddialara karşı da yeni bir savunma argümanı elde edilmiş
olacaktır. Aksi halde Sabetaycılık, Türkiye’nin karşısına çıkartılan sorunlara
21. yüzyılda bir yenisini eklenmeye aday gizli/etnik/dinsel/ideolojik bir
cemaat olarak ilk olumsuzluk işaretlerini vermiş bulunmaktadır.

Tüm bunların yanısıra, Sebatay cemaati diğer ülkelerin istihbarat


örgütlerinin de emperyalist amaçlı kullanım girişimlerine açık
bırakılmamalıdır.

Sabetaycılar-Mason Locası ilişki ve bağlantıları ile Sabetaycılar-


Masonik Bilderberg Kulübü ilişki ve bağlantılarının mutlaka açığa
çıkartılması zorunluluğu vardır. Bu zorunluluk ile ulusal çıkarlarımızın
doğrudan ilintili olduğu çok açıktır.

İsrail tarafından günümüze değin vatandaşlık hakkı tanınması reddedilen


Sabetay cemaati, Yahudi olgusunun içinde yer alan, Türkiye’nin etnik
yelpazesi içinde önemli bir yeri olan gizli/etnik/dinsel/ideolojik bir gruptur.
Günümde seslerini duyurmaya başlayan bu etnik grup 300 yıl süren
suskunluğunu bozmuş ise; mutlaka önemli bir neden ve amaç doğrultusunda
harekete geçmiş demektir ki, süratle değerlendirmeye alınarak Sabetaycılara
yönelik “Reosta Operasyonu Projesi” uygulamaya konmalı görüşü kuvvet
kazanmıştır.

Saygılarımızla,
12. 05. 2000

You might also like