You are on page 1of 6

Sait Faik, öykücülüğü meslek edinen hatta onu bir hayat tarzı olarak yaşayan

Modern Türk öykücülüğünün çığır açıcı öykücülerinden biridir. Ömer


Seyfettin’den sonra öyküdeki ısrarıyla, bu türün edebiyatımızda yerleşmesinde,
sevilmesinde, saygınlık kazanmasında öncü rol oynamıştır. Türk edebiyatında
adeta her şeyin öyküleştirilebileceğinin ve disiplinsiz, hesapsız da öykü
yazılabileceğinin anıt örneklerini vermiştir. Öykülerindeki savruk dil anlayışına,
tartışmalı cinsel seçimine ve iddiasız, fazlasıyla temellendirilmemiş sanat
algısına rağmen, coşkulu, içtenlikli öyküleriyle herkesin kabulleneceği bir öykü
dünyası yaratarak Türk öykücülüğünün temel taşlarından biri olmayı
başarmıştır.
Öykülerinde gündelik yaşamımızda varlıklarını bile hissetmediğimiz insanların
sıradan yaşamlarını, “tutunamayanları”, bir köşeye itilmişleri, sokak
serserilerini, hayat kadınlarını, balıkçıları gündeme getirerek Türk öykücülüğüne
“küçük insan” kavramını kazandırmıştır. Bu tematik seçim, biçimsel tercihine de
yansımış, şöhreti, yazarlık seçkinciliğini reddetmiş, sanki içlerinde birlikte
yaşamaktan zevk duyduğu bu insanlarla eşitlenmek için sıradan, sade bir
anlatımı yeğlemiştir. Hatta zaman zaman öykücü kimliğiyle alay etmiştir. Bir
sohbet havasında, müdahil yazar tavrıyla adeta okurla birlikte öyküyü
kurgulamıştır. Coşkuyla yazıp gitmiş, dönüp arkasına bakmamıştır. Bu tavrı
onun çok üretmesini sağlamış ancak zaman zaman da tekrara düşmesine ve
niteliksiz şeylere de imza atmasına neden olmuştur.
Sait Faik küçük insanları anlatırken mevcut düzene/yapılanmaya eleştirel ve
muhalif bir tutum sergiler. Ama bu muhalefeti bir teklife dönüşmez. Yani sadece
tespit eder, okura bir ideolojik görüş dayatmaz. Çünkü onun peşinde olduğu adı
konmuş toplumsal bir proje yoktur. İnsanların hayallerinin gerçek olduğu, mutlu
olduğu, haksızlıkların olmadığı, özgür bir dünyayı arzuladığını vurgulamakla
birlikte bu beklentilerini bir siyasi hareketle irtibatlandırmaz. Örneğin
Sabahattin Ali’deki özgürlük anlayışı “toplumsal” bir görüşün (sosyalizm)
yansımasıyken, Sait Faik’te bu sadece “bireysel” bir projedir. Yani o insanın her
istediğini yapabildiği, toplumsal baskıları hissetmediği bir özgürlüğü savunur.
Yaslandığı yer de “hümanist” bakış açısıdır. Bu tavrıyla da öykücülüğümüzün
ana damarları olan, Ö. Seyfettin, Sabahattin Ali çizgisinden ayrı, yepyeni bir
alan yaratmıştır kendisine. Türk öykücülüğünde bu anlamda bir öncü görevi
üstlenmiş, kendinden sonra gelen pek çok öykücüyü etkilemiştir. İdeolojilere
mesafesi nedeniyle kimilerince sosyal olaylara ilgisiz kalmakla suçlanmış,
“bağlı” bir yazar olmaması eleştirilmiştir. O ise insanlara gerçekleri, doğruları
gösterecek bir ideolojik görüşü olmadığını sürekli tekrarlamak zorunda
kalmıştır. Ama angaje eleştirmenler de dahil kimse ondan vazgeçememiş,
sanatını teslim etmek zorunda kalmışlardır.
Öykü Serüveni

Sait Faik, genç sayılabilecek bir yaşta (48) ölmesine karşın ardında
küçümsenemeyecek bir öykü birikimi bırakmıştır. Kuşkusuz bunda yazı dışında
bir başka işle uğraşmamasının ve öyküde sebat etmesinin payı büyüktür.
“Semaver”, “Sarnıç”, “Şahmerdan”, “Lüzumsuz Adam”, “Mahalle Kahvesi”,
“Havada Bulut”, “Kumpanya”, “Havuz Başı”, “Son Kuşlar”, “Alemdağda Var Bir
Yılan”, “Az Şekerli”, “Tüneldeki Çocuk”, “Mahkeme Kapısı” kitapları
yayınlanmıştır. (Bu yazıdaki alıntılar Bilgi Yayınevi’nin Bütün Eserleri dizisinden
olacaktır.)
İlk kitap “Semaver” (1936) onun sanat yaşamı boyunca peşinde olduğu deniz,
çocuk, kadın, aşk, özgürlük temalarını yansıtır. İlk kitap olmasına karşın anlatım
kusursuz ve dönemine göre orijinaldir. İkinci kitap “Sarnıç”ta (1939) ilk
kitaptaki temel izlekleri sürdürür. Yoksulluk, cinsellik, özgürlük arayışı baskındır.
Yoksulları savunmakla birlikte ideolojilere mesafeli olduğunu öne çıkarır.
Hümanist bir bakış açısıyla, dünya vatandaşlığını savunur. İnsan olmanın
gereklerini yerine getirmenin dünyadaki tüm problemleri çözeceği fikrini ileri
sürer. İlk kitabın aksine daha düz bir anlatımı yeğler. “Şahmerdan” (1940) ise
onun en zayıf kitaplarından biridir. Bu kitapta sosyal meselelere biraz daha
fazla eğildiği gözlenir. Ameleleri, ekmek peşindeki gazete satıcılarını, balıkçıları,
çöpçüleri, çingeneleri gündeme getirir. Ama cinsellik metinlerde hep
belirleyicidir. Anlatımda ise sade, yalın bir üslubu benimser.
Sekiz yılık aradan sonra yayınlanan “Lüzumsuz Adam” (1948) onun öykü
dünyasında yepyeni bir adımdır. Artık dünyaya, insanlara coşkuyla
bakmamaktadır. O hayat dolu kahramanlar gitmiş, yerine hayata, insanlara
küsmüş tam bir hayal kırıklığı yaşayan kahramanlar gelmiştir. Kimi
araştırmacılar ondaki bu karamsarlığı siroz hastalığını öğrenmiş olmasına ve
yazdıklarından dolayı yargılanmasına bağlarlar ki bu kabullenilebilir bir
durumdur. Sait Faik kitap boyunca derin umutsuzluk ve yalnızlık vurgusunu öne
çıkarır.
“Mahalle Kahvesi”nde (1950) yoksulları, düşkünleri, dışarıdakileri yazmayı
sürdürür. Kestane satıcısını, Hallaç Babayı, yoksul çocukları, balıkçıları…
Anlatımın merkezinde yine yazarın kendisi vardır. Anlatıcı, sarhoş, yalnız,
dışarıda hayatı gözlemekte, şehre, onun düzensizliğine lanetler yağdırmaktadır.
Ancak bazen küçük insanların namuslu yaşam mücadelesini görünce yeniden
insanları sevmesi gerektiğini düşünür.
“Havada Bulut” (1951) ise “çerçeve hikâye” tekniği ile yazılmış öyküler
toplamıdır. Kitap boyunca bir yazar öykü yazma serüvenini anlatır. Öyküsünde
kendisine çok benzeyen bir köpekli adamı konu edinir. Sonunda öğrenir ki bu
adam da bir öykücüdür. Kitaptaki öykülerin bazılarını da bu adamdan dinleyerek
oluşturur. Her öykü sonunda, yeni öykü haber verilir. Böylece kitabın
tamamında bir bütünlük hedeflenir. Temalar ise bildik Sait Faik temalarıdır. Tabii
köpekli adam da Sait Faik’ten başkası değildir.
“Kumpanya” (1951) da üç uzun öykü yer alır. Kitaba da adını veren ilk uzun
öyküde, turneye çıkan bir tiyatro kumpanyasının oyuncularından Sitare bir
keresteciyle kaçınca tiyatro dağılır. Öykü tümüyle diyaloglardan oluşur ve sade
bir anlatıma yaslıdır. Kısa öykünün gereklerinden olan sıkı örgü, dil özeni ve
ritim öykülerde görülmez.
Sait Faik, öykücülüğünün ana izleklerini “Havuz Başı”nda (1951) da sürdürür.
Yine aklında sevgilisi, derin hülyalara dalmış anlatıcı, İstanbul’un
meyhanelerinde, kahvehanelerinde, parklarında dolaşarak orada rastladığı,
gözlediği insanları, onların dünyalarını anlatır. Bu mekanlarda rastladığı kişiler
de elbette serseriler, kumarbazlar ve yenilmişlerdir. Yani dışarıdakiler. Bunları
hiç aşağılamaz, hatta yüceltir. Çünkü ülkede yaşanan hırsızlıklardan, yapılan
yanlışlıklardan, haksızlıklardan bunların hiçbirinin günahı yoktur. Kitaptaki kimi
öykülerde tekrar tuzağına, kimi öykülerde de denemenin tuzağına düşer.
“Son Kuşlar” (1952) daha kırık, daha hüzünlü öykülerden oluşur. Hayatla ölüm
arasında gidip gelen Sait Faik, iyiden iyiye adaya, balıkçılara, denize
odaklaşmıştır. Karaciğer rahatsızlığını artık satır aralarına yerleştirmeye başlar.
Ölümün yaklaştığının, hayatın elleri arasından kaydığının farkında, kırık, içli
metinlere dönmüştür. Artık geleceğe ilişkin umudu kalmamış bir durumda geçip
giden güzelliklere ağıtlar yakmaktadır.
“Alemdağda Var Bir Yılan” (1954) Sait Faik öykücülüğünün zirvesi olur. Hişt,
Hişt, Dülger Balığının Ölümü, Bir Hastalık gibi Türk öykücülüğünün
klasiklerinden olmuş öyküler bu kitaptadır. Ölümünden önce yayınlanan bu son
kitabında özensiz, derinliksiz öyküler yok denecek kadar azdır. Biçimsel
anlamda da öykücülüğümüzün çığır açıcı kitaplarından biridir. (Ferit Edgü:
Yaklaşan ölümü sezmiş gibi tüm bir yaşamı boyunca biriktirdiklerini, dile
getiremediklerini, kuğunun son şarkısı misali, bu kitabındaki öykülerinde dile
getirmiştir.) Gerçeküstü/sembolik bir anlatımla, toplumsal dayatmaların,
hoşgörüsüzlüğün insanı nasıl kendi haline bırakmadığı, başka bir şeye
dönüştürdüğü, toplumsal atmosferin farklılıkları nasıl yok ettiği incelikle işlenir.
Ölümünden sonra yayınlanan “Az Şekerli”, (1954) “Tüneldeki Çocuk”
(1955), “Mahkeme Kapısı” (1956) kitaplarında tipik Sait Faik öyküleri yer
almakla birlikte, bir dağınıklık, savrukluk gözlenir. Kimi metinleri öykü olarak
nitelemek bile zordur. Ancak yazarın müdahalesi dışında hazırlanmış bu
kitapların biçimsel yapısındaki dağınıklığını elbette anlayışla karşılamak gerekir.
Öykü Anlayışı
Sait Faik kelimenin tam anlamıyla bir enstantane öykücüsüdür. Onun
öykülerinin pek çoğu İstanbul’u ve insanlarını bir zaman diliminde donduran
fotoğrafik öykülerdir. O ömrü boyunca boynunda eski püskü fotoğraf makinesi,
akıp giden hayatı (İstanbul’u, İstanbul’un insanlarını) ölümsüzleştirmeye
çalışmıştır. Kimi düşlere, kimi tensel arzulara, kimi yaşama coşkusuna yaslı
enstantanelerle, gözlemlerle öyküsünü oluşturmuştur. Öyküleri de üst üste
yığılmış kartpostallar gibidir. Birinde sislere batmış Galata Köprüsü, üstünde
balıkçılar, seyyar satıcılar, arkada belli belirsiz Yeni Cami; diğerinde, adalarda
üçüncü sınıf bir kahve, önünde insanlar, uzanıp giden tozlu yollar, yol boyunca
serviler, mor salkımlar, zakkumlar. Bir başkasında, Beyoğlu’nda camları kirli bir
pastane, hemen önünden geçen tramvay ve sinemadan çıkan kalabalıklar.
Daha bir yığın İstanbul görüntüsü, çeşit çeşit insan manzaraları. İstanbul’u
anlatan, insanlarını tanıtan renk renk kartpostallar.
O İstanbul’u dolaşıp, bir türlü içine giremediği insanlara (özellikle savrulmuş
insanlara) dünyalar kurar öykülerinde. Sokakları, iskeleleri, istasyonları gezerek
başıboşları, mutsuzları, yalnızları, kimsesizleri anlatır. Şehrin ışıltılarında
yalnızlığın, ölümün, yoksulluğun lirizmini arar. Ona göre, “Sokakta, bir
dükkânda, bir kalabalık yerde durup herhangi bir adamın yüzüne bakarak
hayatının hiç olmazsa bir kısmını hikâye etmek mümkündür.” Ama insanları
anlatırken şehri ondan ayırmaz, onları bir bütün içinde anlatır. Öykülerinde şehir
ve insan kaderinin ortaklığına vurgu yapar. Herhangi bir yerde gözü birine takılır
ve onunla ilgili düşünmeye başlar: Kimdir, ne iş yapar, çoluğu çocuğu var mıdır?
Öykü buradan başlar ve onu anlamaya, zihninde bir yerlere oturtmaya çalışır.
Ardından kahraman olarak seçtiği bu kişiye özgü bir dünya yakıştırır.
Bazen nasıl öykü yazdığını saklamaya çalışır: “Kalabalık bir caddenin oldukça
sevimsiz bir kahvesine akşamları çıkıyor, camın önündeki masaların hemen
arkasındaki yere oturup kalıyorum. Saatlerce gelip geçenleri seyrediyorum.
Sıkılmıyor muyum? Aksine, müthiş eğleniyorum. İnsanların yüzüne, hal ü
etvarına bakıp hikâyeler mi düzüyorum? Ne münasebet!” (Mahalle Kahvesi,
S.50) dese de öyküsünü aynen böyle yazar. Bir bakarsınız yolda birinin peşine
düşmüştür: “Önümde bir adam gidiyor. Vakit gece yarısını geçeli hayli. Tıknaz,
kalın enseli...” (Mahalle Kahvesi, S.56). Ya da bir enstantaneyi canlandırmaya
başlar: “Köprü’nün üstünde el ayak çekilmişti. Üstünden başından amele olduğu
anlaşılan bir adamla, yine aynı yaşlarda elbisesinden gemiciliği dökülen bir
başka adam hiç konuşmadan yanyana cıgaralarını tüttürerek, Üsküdar’a doğru
bakıyorlardı.”
Düş ve gerçek onun dünyasında içi içedir. Kahramanlarına kurduğu/yakıştırdığı
dünyaların pek çoğu muhayyeldir. Anlatır anlatır, sonra, “Çingene kızının
muhayyel olduğunu söylememe lüzum var mı?” (Tüneldeki Çocuk, S.38) diye
öyküsünü bitirir.
Sait Faik dünyayı/yaşamı seven ama kendi istek ve arzuları ile onu
değiştiremeyeceğini anladığında, hayallere/öyküye ihtiyaç duyan biridir. Bu
anlamda öykü, onsuz yapamayacağı bir şeydir. Çünkü gündelik hayatının, hayat
görüşünün eksik kalan yanlarını öyküyle/yazıyla tamamlamaktadır: “Bir küçük
insan zerresi halinde bu sabah insanları, kuşları, yemişleri, sefilleri ve açları
beyhude bir sevgi ile seviyor, kederlenmeye zaman kalmadan birdenbire bir
sıçrayışta ayağa kalkıyorum. İlk vapuru karşılamaya koşuyorum. Ve bekliyorum.
İlk vapurdan binbir yabancı çıkıyor. Bir dost çehresi bulamıyorum. Bir şeyler
anlatmak ihtiyacındaydım. Vapurdan kimseler çıkmayınca kaleme kâğıda
sarılıyorum.” Bireysel tutkuları, yaşamı güzelleştirme/renklendirme
çabaları/arzusu onu sanata/öyküye götürür. Muhayyel, romantik, şairane
tutumu toplumsal yapıyı/inancı/alışkanlıkları aşma girişiminin bir yoludur. Bütün
zorluklara rağmen hayattan kopmayan insanların yaşama arzusu ve direnci onu
cezbeder. Kuşkusuz bu yolla bir şekilde kendisini de test etmektedir: aylaklığını,
aczini, ürkekliğini...
Bu anlamda yaşadıklarıyla yazdıkları birbirinden ayırt edilemeyecek örnek
isimlerden biridir Sait Faik. Ne yaparsa yapsın, neyi yazarsa yazsın “özne” hep
kendisidir. Aylaklığa övgüler bu anlamda otobiyografiktir. Akıp giden gündelik
hayattan günübirlik sevinçler, mutluluklar, acılar üretirken aslında hep kendi
ruh hâlini yansıtır. Pek çok öyküsünde bireysel arayışlarını, arzularını bu
gözlemleri üzerinde test ederek, olayı yine kendine döndürerek özne olur.
Gündelik hayatın inceliklerini, ayrıntılarını yakalamak tüm gizlerini çözmek
isterken aslında kendini anlamaya, anlatmaya çalışır. Pek çok yerde de rüyaya
bu yüzden başvurur. Edebiyatı, hayatı güzelleştirmede bir araç olarak görür.
Zaten kimi öyküleri, mektup, söyleşi, deneme, izlenim, öykü arasında gider
gelir. O da bunu hiç önemsemez, aldırmaz. Sadece yapması gereken şeyi
yapmaktadır, o kadar. Bu da, dönemin “gazeteci-hikâyeci” anlayışına denk
düşen bir “muharrirlik”yaklaşımı ve rahatlığıdır.
“Eftalikus’un Kahvesi”nde, öyküsünün oluşma serüvenini, nasıl öykü yazdığını
bütün çıplaklığıyla izah eder. Eleştirmen olmak isteyen bir edebiyat heveslisi ile
Eftalikus adlı kahvede söyleşirken, o, içten içe öyküsünü kurmaktadır. Edebiyat
heveslisi genç, yazara çeşitli sorular sorar. Yazar da cevaplandırır. Ama bütün
bu konuşma sırasında yazarın (Sait Faik) gözü hep karşısındaki âmâ/kör
adamdadır. Âmâ adam, birine bağırırken Sait Faik adamla ilgili olarak
düşünmeye başlar: “Şu karşıdaki adama bakın. Anadan doğma kördür. Bakın
karşı tarafa, “Mahmut Bey” diye sesleniyor. Demek ki, Taksim sinemasının
önünde olduğunu biliyor. (...) Acaba kör etrafın havasından, gürültüsünden mi
nerede bulunduğunu anlıyor, yoksa adımlarını mı sayıyor?” Yazar bunları
düşünürken genç adam durmadan onu öven sözler söylemektedir. Sait Faik’in
aklı hâlâ o kör adamdadır. Onunla ilgili zihninde yorumlar yapmaktadır:
“Gözlerindeki karanlık, dışarının tahassüslerinden, kafasında bir aydınlık
yaratmış olabilir.” Bir ara genç adam: “Hikâyelerinizi nasıl yazarsınız?” diye
sorar. Sait Faik şöyle cevaplar: “Düşündüm: Setin üstündeki kahvenin altından
körün sesi geliyordu. Sadık Efendi ile bağıra bağıra konuşuyorlardı. –Bilmem-
dedim yine-, işte böyle körükörüne. İşte meselâ şimdi bir hikâye yazıyorum.
Hem ismini bile koydum-dedim.” Sonra Eftalikus’un merdivenlerinden inerler.
Öykünün sonunda şunları söyler: “İşte hikâyelerimi nasıl yazdığımı şimdilik
merak eden dostum, yarın, incir çekirdeğini doldurmayacak mevzuları yazan bir
hikâyecinin iyi bir hikâyeci olmadığını yazacağına göre, bilmem hikâyem oldu
mu? Olmadıysa ne yapalım? Bizim hikâye anlayışımız da böyle efendim.”
Sait Faik öykülerinde kısa kısa cümlelerle, bir akışkanlık ve şiirsellik peşindedir.
Diyaloglarla yorduğu öyküleri olduğu gibi, kusursuz bir ritimle oluşturduğu
öyküleri de vardır. Onun bir anlatım biçimi olarak seçtiği yöntem sahihlik ve
içtenliktir. Okura ulaşmayı önemsediği için çoğunlukla sıradan ve basit bir
yöntemi kullanır. Büyük olaylardan ziyade, küçük ama derinlikli durumları
öyküleştirmeyi sever: “Ben hikâyeciyim diye, sizden ayrı şeyler düşünecek
değilim. Sizin düşündüklerinizden başka bir şey de düşünemem. O halde, bu
adamın hikâyesi ne olabilir? Sakın benden büyük vakıalar beklemeyin.”
(Lüzumsuz Adam S. 128). Ama gerek büyülü gerçekçiliği (Mesaret Oteli gibi),
gerekse sürrelasist yaklaşımlarla oluşturduğu öykülerinde de oldukça
başarılıdır. (Alemdağda Var Bir Yılan). Ahmet Mithat’tan mülhem yazarın metne
müdahalesi onun sıkça başvurduğu bir yöntemdir. Bu da içtenlik ve sahihlik
arayışının bir sonucudur. Buralarda kurmacayla adeta dalga geçer.
Temalar; Yalnızlık, cinsellik, kadın, çocuk, aşk, deniz…
Onun öykülerinin temel izleklerinin başında yalnızlık gelir. Ama yalnızlık değişik
şekillerde tezahür eder. Öncelikle öykülerde büyük düşünsel ve felsefi arayışlar
içerisinde varoluşsal sancılar çeken insanların yalnızlığı yoktur. Daha çok
avareliği, serseriliği seven insanların bir başınalığı vardır. Anlatıcının yalnızlığını
düşünürsek bu çoğunlukta Sait Faik’in yalnızlığıdır. Bu da hikâye kovalayan bir
muharririn yalnızlığıdır. Yani derinliksiz, zorunluluğun dayattığı bir yalnızlık. Öte
yandan içmeyi, düşler aleminde gezmeyi seven birinin bohemliği. Yalnızlık
bazen toplumun değer yargılarından, kimi zaman da gerçeklerden kaçış olarak
gerçekleşir. Bir mutluluk arayışı, kaçınılmaz bir sığınak. Sinemalar, parklar,
meyhaneler, kahvehaneler de bu yalnızların mekanlarıdır. Yalnızlığı besleyen
temel argümanlardan biri de sevgiliye kavuşamamadır. Sevgililerden uzak
kalma, kavuşamama, kaybetme yalnızlığı doğurur. Böyle bir sevgili gerçekten
var mıdır bilemeyiz. Çoğunlukla düşseldir. Yani seçilmiş yalnızlığın mazeretidir.
Kimi kez de karşılanamamış, karşılanması imkansız sapkın arzuların (çocuk) bir
sonucudur yalnızlık. Ama çoğunlukla derinlikli, varoluşsal bir arayışın sonucu
değildir.
Onun öykülerinin temel izlerinden biri de cinselliktir. Sait Faik’e göre insanlar
doğal yaşamın, tabiatın bir parçası olarak cinsel özgürlüklerini sonuna kadar
yaşamalıdırlar. Çünkü cinsellik insan hayatının gayesidir. Buralarda Freud’yen
bakış baskındır. İnsanın en büyük eylemi kadın erkek birlikteliğidir. Aslında
yaşanan bütün problemlerin çözüm yeri tam da burasıdır. Ama cinsellik bu
toplumda hiçbir zaman hakkıyla yaşanmaz. Bu yüzden insanların
mutsuzluklarının kaynaklarının başında cinsel arzularının karşılanmaması gelir.
Hayatta mutluluğu yakalamış insanlar iyi bir sevgili bulan insanlardır. Onun
mutsuz kahramanlarının çoğu kadınsız ya da erkeksiz kişilerdir. Cinsellik asla
doyurulamayan bir şeydir. Herkes bir şekilde cinsel açlık yaşamakta, bu
karşılanamadığı için de hastalıklı haller ortaya çıkmaktadır. Kadınlar öykülerde o
kadar işlevseldir ki dünya sanki onların etrafında dönmektedir. “Ahmet, dünya
yüzünde sahip olunacak şeyin yalnız bir kadın olabileceğini, ötesinin ise yalan”
olduğunu düşünür. (Semaver, S.74). Kadınları kastederek bir kahraman şöyle
der: “nefes almaktır, nefes alamayınca yaşanır mı çocuklarım.” (Lüzumsuz
Adam, S. 181). Mutluluğun kaynağı ya güzel bir sevgiliye ya da eşe sahip
olmaktır. Mutsuz evlilikler yapan insanların ise ayağı kaymıştır. Hayat dolu
kadınlar olarak özellikle rum ve ermeni kadınlar gösterilir.
Onun öykülerinin bütününe yayılan bir başka yönelim de çocuk düşkünlüğüdür.
Pek çok öyküsünde çocuk düşkünlüğünü anlatır. Anlatıcı insanlar, kalabalıklar
arasında önce çocukları görür. Bol bol çıplak çocuk tasvirleri çizer. Kimi yerlerde
de şefkat, merhamet ve şehvet iç içe geçer. Yani Usta öyküsünde kahramanımız
şöyle der: “karılardan çok çocukları severim.” (Alemdağda Var Bir Yılan, S. 47).
“Semaver”deki Şehri Unutan Adam öyküsünde, bastırılmış cinselliğin marazi
halleri anlatılır. “Dünyayı ve şehri riyasız kucaklamak isteyen” kahraman ne
çocuklardan ne de kızlardan umduğunu bulamaz. Sarhoş denerek ondan
uzaklaşılır. Peşlerine düştüğü kızlar, seni polise veririz diye tehdit eder, çocuk
bahşişi iade eder, onu aşağılar. Kahramanımız kızların peşindedir ama sanki
bunu bir şeyleri örtmek için yapmaktadır. Anlatıma hep çocuk görüntüleri
sokuşturur. Bilinçaltında çocuk vardır ve aslında bunu anlatmak istemektedir
ama toplumsal baskılardan çekindiği için kadınları öne çıkararak olayı örtmeye,
meşrulaştırmaya çalışır.
Deniz, Sait Faik için sonsuz özgürlük demektir. Dertlerden, tasalardan,
huzursuzluklardan kurtuluştur. İnsan her şeyi ondan öğrenir: “Dersler deniz
kadar güzel, deniz kadar öğretici miydi acaba?” (Semaver, S.21). Hayat
kaynağıdır: “Deniz ona ciğerlerine çektiği havanın kıymetini, açıkçası
yaşamanın zevkini ve lezzetini verirdi.” (Semaver, S.20). Çünkü “Denizler
karalardan daha geniştir.” (Semaver, S.90). Onun deniz yaklaşımı en iyi izah
eden öyküsü “Stelyanos Harispulos Gemisi”dir. Öykü sembolik bir anlatıma
yaslanır. Adada dedesi dışında tüm ailesini kaybetmiş on iki yaşındaki Trifon’un
hayallerini bir gemi temsil etmektedir. Yaptığı gemiyle dünyayı dolaşacak,
şehirlere uğrayacak, yeni yerler görecektir. Gemi bir anlamda onun kıstırılmış
hayatından kurtulma aracı, özgürlük düşlerinin simgesidir. Ama yaptığı bu
gemiyi de mahalle çocukları, insanlar batırır. Bu öyküde sembolik bir anlatımla
toplumsal yaşamın/değer yargılarının bireysel özgürlükleri kısıtladığı, onu yok
ettiği anlatılır.
Sait Faik, Türk edebiyatında, öykücülüğünün, sanatının kalitesi üzerinde
neredeyse ittifak edilmiş ender yazarlardan biridir. Üzerine pek çok bağımsız
incelemeler yapılmış ve öykücülüğü genel anlamda onaylanmıştır. Adı
neredeyse modern Türk öykücülüğüyle özdeşleşmiş olan Sait Faik’in herhangi
bir ideolojiye yaslanmamasına karşın, günümüze değin okunuyor, seviliyor
olması hiç şüphesiz onun sanatının gücünün de bir göstergesidir.

You might also like