You are on page 1of 32

HİCRET....................................................................................................................................................................

2
Hicret; Anlam ve Mâhiyeti ...............................................................................................................................2
Hicretin Sebebi: ................................................................................................................................................2
Hicretin Sonucu: ...............................................................................................................................................3
Kur'ân-ı Kerim'de Hicret Kavramı....................................................................................................................4
Tefsirlerden Alıntılar:........................................................................................................................................6
Hadis-i Şeriflerde Hicret Kavramı:...................................................................................................................8
Hayat; İman, Sabır, Hicret ve Cihaddır ...........................................................................................................9
1- Hz. İbrahim'in Hicreti: ...............................................................................................................................11
2- Ashâb-ı Kehfin Hicreti: ..............................................................................................................................11
Adım Adım Hicret: .........................................................................................................................................12
Tarihte Hicret: .................................................................................................................................................14
Hz. İbrahim (a.s.)'in Hicreti:............................................................................................................................14
Ashab-ı Kehf'in Hicreti:..................................................................................................................................14
Habeşistan'a Hicret: ........................................................................................................................................15
Habeşistan Hicreti...........................................................................................................................................15
Hicretin Hükmü...............................................................................................................................................17
Hicretle İlgili Genel Tesbitler .........................................................................................................................18
Vatan Anlayışı ve “Ya Sev, Ya Terket!” Dayatması .......................................................................................19
Hicret Edenler (Muhâcirler) ve Ecirleri..........................................................................................................20
Muhâcirlere Mâlî Ödeme Yükümlülüğü: .......................................................................................................23
Ensâr; Muhâcirleri Kendilerine Tercih Eden Yardımcılar ..............................................................................24
Muâhât; Ensâr ile Muhâcirler Arasında Kardeşlik..........................................................................................26
Hicrî Takvim....................................................................................................................................................26
Tabiatta Gözlenen Hicret.................................................................................................................................27
Hicret Berâettir ...............................................................................................................................................28
Vuslat İçin Ayrılmanın Destanı: Hicret...........................................................................................................29
HİCRET

Hicret; Anlam ve Mâhiyeti

‘Hicret’ sözlükte, kişi veya kişilerin bulundukları yerden göç yoluyla ayrılmaları anlamına gelir. Bu ayrılma
beden ile olabileceği gibi, dil veya kalp ile de olabilir (73/Müzzemmil 10; 4/Nisâ, 34). Bir âyette ise kalbi
Allah’ın dışındaki şeylerden ayırıp yine O’na yönelmek anlamında kullanılmaktadır ki bu, Allah’a hicret
(yönelme) ibâdetidir (29/Ankebût, 26). ‘Hicret’ terim olarak Peygamberimizin ve Mekkeli müslümanların milâdî
622 yılında, peygamberliğin on üçüncü yılında Mekke’den Medine’ye göç etmeleridir.
İslâm tarihinde ve Peygamberimizin hayatında kuşkusuz en önemli olay Hicret’tir. Çünkü bu olay İslâmî tebliğde
bir dönüm noktasıdır, Hak dinin var olmasına açılan kapıdır, dirilişi ve güçlü bir bina olarak ortaya çıkışıdır.
‘Hicret’, imanın, Allah’a ve Rasûlüne bağlılığın, Allah yolunda fedâkârlık yapmanın, dünyalıklardan
vazgeçmenin, yalnızca Allah rızasını seçmenin bir göstergesi; küfre ve onların azgın temsilcilerinin hükmüne
boyun eğmemenin, iman uğruna her zorluğu göze almanın destansı ifade edilişidir.
Peygamberimizle birlikte bu destanı yazan güzel insanlara Kur’an ‘muhâcir’ diyor ve onları kelimelerin en tatlısı
ile övüyor:
“Öne geçen Muhâcirler ve Ensâr ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da O’ndan
râzı olmuşlardır ve (Allah) onlara, içinde ebedî kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte
büyük kurtuluş ve mutluluk budur.” (9/Tevbe, 100).
“Şüphesiz iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler; işte onlar, Allah’ın rahmetini
umabilirler. Allah bağışlayandır, merhamet edendir.” (2/Bakara, 218; ayrıca bkz. 3/Âl-i İmrân, 195; 8/Enfâl, 72,
74, 75; 9/Tevbe, 20 vd.)

Hicretin Sebebi:

Mekke şehir devletinin ve onun zâlim yöneticilerinin zulmünden ve baskısından dolayı Müslümanlar daha önce
iki defa da Habeşistan’a hicret etmek zorunda kalmışlardı. Onlar, Mekke’de âdi suç işleyen, başkalarının malına
veya ırzına tecâvüz eden, başkasının canına kast eden kimseler değillerdi. Onların böyle bir suçu yoktu. Kimse
onlara kötü, şirret, zararlı, soyguncu, haydut diyemezdi. Tam aksine onların, Hz. Peygamberin dâvetine uyup
müslüman olduktan sonra ahlâkları düzeliyor, kötü huyları gidiyor, önceden yaptıkları fenalıklardan iz
kalmıyordu.
Onlar Mekke toplumunun huzurunu bozan âdi suçlular değillerdi ama daha büyük bir suçları vardı: Onlar, ‘Lâ
ilâhe illâllah Muhammedü’r Rasûlüllah -Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur, Hz. Muhammed O’nun elçisidir-’
diyorlardı. Bu söz hem onu söyleyen için hem de Mekke devletinin oligarşik yönetimi için son derece önemliydi.
Bu sözü söyleyen mü’minler, eski inançlarını, ahlâklarını, hayata bakışlarını, anlayışlarını, daha doğrusu
atalarının ve bilhassa Mekkelilerin sömürü aracı olan dinlerini terk ediyorlardı.
Eğer bu, sıradan bir söz olsaydı Mekke yöneticileri seslerini çıkarmazlardı. Hem niçin çıkaracaklardı ki? Eninde
sonunda sözlerden bir söz değil miydi? İnsanlar onu söylese ne olur, söylemese ne olurdu? Fakat gerçek öyle
değildi… Bu sözü söyleyen değişiyor, başka insan oluyor, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e uyuyordu, O’nun
söylediklerini hayatına uyguluyordu. Mekke oligarşisinin çizdiği sınırın dışına çıkıyor, dahası kontrol dışı
kalıyordu. Böylece sorun oluyordu.
Muhammed (s.a.s.)’in getirip tebliğ ettiği vahyi kabul eden mü’minler, günün birinde Mekkelilerin baskısına
dayanamayıp bir iman yolculuğuna çıkmak zorunda kalmışlardı. İmanın hayatlaşmasına imkân tanıyan bir başka
beldeye gitmeye mecbur olmuşlardı.
Bu yolculuk (hicret) sıradan bir göç değildi. Bu bir ekonomik nedene dayanan yer değiştirme, daha rahat yaşam
elde etmeye yöneliş, ya da başka diyarların altınlarını veya başka zenginliklerinin çekici dâveti değildi. Bu hicret
aydınlığa, kurtuluşa, İslâm’ın nûruna, İslâmî tebliği en uzak yerlere kadar götürebilme imkânına, Allah’a
hakkıyla kulluk yapma fırsatına uzanan bir yolculuktu.
İslâm tarihinin açılma, dal budak salma günüdür Hicret. İslâm, hicretle toplumsal planda uygulanma imkânı
buldu. Hicretle devletleşti, kendi hâkimiyetini kurdu, ayrı bir güç ve taraf olarak ortaya çıktı ve Medine’den
diğer insanlara rahatlıkla ulaşabilme yolları açıldı. Bir başka deyişle diğer beldelerin insanları hicretten sonra
İslâm nimetiyle ve onun nûruyla tanışma imkânına kavuştular.
Bu muazzam olayı hazırlayan sebepler oldukça önemlidir. İmanda samimi olmanın, inanılan şeyin doğru
olduğuna güvenmenin eşsiz örneğidir Mekke hayatı. Mekke ileri gelenleri Peygamberimize birkaç kişinin
uymasına önceleri pek aldırmadılar. Ama müslümanların sayısı arttıkça onların tepkisi de arttı. Buna bağlı olarak
hakaret, alay, sıkıştırma, baskı, fiilî işkence ve nihâyet korkunç ambargo yöntemleri de fazlalaştı. Bütün baskı,
işkence ve yıldırma metodlarına rağmen insanlar Peygamberimizi dinliyor ve O’nun getirdiği vahye
inanıyorlardı. Hem her türlü tehlikeyi göze alarak. Mekkelilerin üç yıl boyunca uyguladıkları ambargo,
mü’minleri iktisadî ve sosyal açıdan perişan etse de bu gibi olaylar onların imanını ve sayılarını artırıyordu.
Birinci ve İkinci Akabe biatlarından sonra Mekkeli müslümanlar teker teker, bazen açıktan bazen gizlice
Medine’ye hicret ettiler. En sonunda da Peygamberimiz (s.a.s.) Hz. Ebû Bekr’le birlikte Medine’ye göç etti.
O’nun hicretiyle Medineliler hayatlarının en büyük bayramını yaşadılar. O’nun gelişinin sevincini ‘Vedâ
Tepesinden üzerimize ay doğdu” diye başlayan kasîdelerle ölümsüzleştirdiler.

Hicretin Sonucu:

O’nun hicretiyle eski adı Yesrib olan şehir “Medînetü’n-Nebî = Peygamber şehri” unvânını aldı. Hicret, yalnızca
baskı, işkence ve zorluktan kurtulmak üzere göç etme, ya da zulümden bir kaçış değildir. Peygamberimizin
Hicretini bu şekilde yorumlamak onu anlamamak ve onun sonuçlarını görmemek olur. Hicret, sonuçları
yönünden üzerinde önemle durulması gereken bir olaydır.
Müslümanlar Mekke’de iken, oradaki site devletinin vatandaşları idiler. Hukuk yönünden mevcut otoriteye bağlı
kabul ediliyorlardı. Putperest olan otorite sahipleri ise, ataları adına uydurdukları din ve sistemle insanlara
hükmediyorlar, saltanatlarını sürdürüyorlardı. Peygamberimizin dâveti ise, onların izni ve kontrolü dışında bir
gelişmeydi. Üstelik O’nun dâvet ettiği Din, onların atalarının dinini ve o dine ait hayat anlayışını, kurulu düzeni
reddediyordu. Peygambere ve O’na inananlar Mekkelilerin kontrolünden çıkıyorlardı.
Şirkin büyük zulüm olduğu ve müşriklerin de zâlimlerin en büyüğü olduğundan, müslümanlar dinlerini rahatlıkla
yaşayamıyorlar, İslâmî tebliği başkalarına rahatlıkla ulaştıramıyorlardı. İslâm’ın hükümlerini sosyal alanda
uygulamak ve müslümanca yaşamak mümkün değildi. Çünkü düzenin başındakiler putperestti ve onlara her
konuda karışıp müdâhale ediyorlardı. Mekkeli yetkililere göre müslümanlar kendilerinin bir parçasıydı,
dolayısıyla onlardan izinsiz başka dine inanıp, başka hayat şekli seçemezlerdi.
Hicretle mü’minler barınacak bir yurt buldular. Orada kendi hâkimiyetlerini ve hukukî varlıklarını kurdular.
Mekkeliler karşısında bir taraf oldular. Toplumsal bir güç haline geldikten sonra düşmanlarıyla, daha doğrusu
kendilerine saldıranlarla savaşma iznine kavuştular. Hicret öncesi varlıkları fiilî bir varlık iken, Hicret sonrası
hukukî bir varlık oldu. Hicretin altıncı yılında Mekkeliler, daha önceden yok etmeye çalıştıkları müslümanlarla
Hudeybiye anlaşmasını yaptılar, onları hukukî bir taraf/varlık olarak tanıdılar. Bu diplomatik zafere Kur’an ‘en
büyük fetih’ demektedir. Bu zaferin yolu Hicret’le açılmıştı. Müslümanlar Hicretle Mekke’yi terk etmeselerdi ne
böyle hukukî bir güce ve statüye kavuşabilirlerdi, ne de Mekkeliler onlara baskı yapmaktan vazgeçerlerdi.
Medine’de kendi toplum düzenini ve bir anlamda devletini kuran Peygamberimiz, bir taraftan gelen vahy ile
mü’minleri yetiştirir ve ıslah ederken, bir taraftan da İslâmî hükümleri uyguluyor, Medine’nin dışındaki
insanlara İslâm’ı ulaştırmak üzere tebliğe devam ediyordu. Hatta Hudeybiye’de sağlanılan barış ortamından
yararlanılarak etraftaki devlet başkanları İslâm’a dâvet edilebilmişti.
Hicretle toplumsal bir güce ve siyasal bir yapıya kavuşan müslümanlar, dinlerini rahatça yaşama imkânına
kavuştular. İslâm Medine’de dirildi, güçlendi, genişledi ve zaman içerisinde bütün dünyaya ulaşma fırsatını
buldu. Bu bakımdan hicret, yalnızca zulüm ve baskıdan kurtulmak değil, bir mevzî değiştirme, bir siyasi
manevra, bir strateji ve var olma yolculuğudur.
Mekke’den Medine’ye Hicret Mekke’nin fethiyle bitmiştir. Ama hicretin esprisi, onun taşıdığı mânâ, onun
gerekliliği ve faydaları kıyâmete kadar devam edecektir. Müslümanlar İslâm’ı yaşama konusunda baskıya,
işkenceye, dayatmaya uğradıkları zaman, Allah’ın geniş arzında İslâm’ı yaşayabilecekleri bir yere göç
edeceklerdir. Kendi içlerinde, gönüllerde sürekli bir şekilde kötüden iyiye doğru, eksiklikten tekâmüle doğru
mânevî hicreti sürekli yaşayacaklardır.
Bir ülkenin vatan olarak değeri orada İslâm’ın gereklerini yapabilmekle, kutsal değerleri yaşatabilmekle ortaya
çıkar. İslâmın yaşanmasına izin verilmeyen, kutsal değerlerin ayaklar altına alındığı yerler kuru toprak parçası
olmaktan öteye geçemezler. Müslümanlar, tarih boyunca sahip oldukları toprakları korumaya çalışmak
durumundadırlar. Bu ülkelerin gayri müslimlerin kontrolüne girmemesi için dikkatli olmaları gerektiği gibi,
kendi aralarından çıkmış mürted ve bağîlerin de ellerine geçmemesi için çaba sarfetmeliler. Eğer buna güçleri
yetmezse, Allah’a daha iyi kulluk yapabilecekleri bir yere hicret edebilirler. Belki böylesine bir hicret yeniden
dirilişe, toparlanmaya ve müslümanların işgale uğrayan topraklarını yeniden fethetmeye zemin hazırlayabilir.
Zaten hicret olayında bu şuur vardır.1
İnsanın şeytandan ve her türlü kötü duygu ve düşüncelerden, arınıp Allah'a hicreti, ana yurdu maddî anlamda
mutlaka terketmeyi gerektirmez. Böylece hicret kavramı, daha geniş bir dinî ve ahlâkî anlam kazanır. Böyle bir
hicret, kesintisiz sürer. Şeytandan Allah'a hicret etmeyen bir kişi, gerçek mü'min olamaz:
"Allah yolunda hicret eden, çok bereketli yer ve genişlik bulur. Evinden Allah'a ve peygamberine hicret ederek
çıkan kimseye ölüm gelirse, onun ecrini vermek Allah'a aittir. Allah, bağışlar ve merhamet eder." (4/Nisâ, 100).
Hz. İbrâhim, kavmine Allah'a iman çağrısı yaptığında ona inanmamışlar ve tehditte bulunmuşlardı. Ancak Hz.
Lût, O'na inanmıştı. Kavminin bu tutumu karşısında Hz. İbrâhim, onlara şöyle dedi:
"Doğrusu ben Rabbime (Rabbimin dilediği yere) hicret ediyorum. Şüphesiz O, azîz/güçlü ve hakîmdir/bilgedir."
(29/Ankebût, 26).
1
Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 267-270.
Bu âyette hicret sözcüğü, açıkça hem maddî, hem de mânevî anlamda kullanılmıştır (Muhammed Esed, Kur'an
Mesajı, 2/809 -21-).
"... Allah yolunda hicret etmedikçe münâfıklardan dost edinmeyin..." (4/Nisâ, 89) âyetindeki hicret kelimesi iki
şekilde yorumlanmıştır.
1- Zâhirî anlam, küfür diyarından iman diyarına göç ediş,
2- Şehvetlerin, kötü ahlâkın ve günahların terki ve reddi.
Kutsal değerlerin tehlikeye düştüğü sırada, sırf bedensel gâyelerle toprağa bağlılığı sürdürmek Kur'an'ın
tâlimatına aykırıdır. Vatan, ancak insanî/İslâmî değerlerle birlikte kutsaldır. Diğer bir deyişle, bu değerlerden
koparılmış kuru bir toprak parçası saygın belde anlamında vatan değildir. Toprağın kutsal belde olmaktan çıkışı
halinde Kur'an, "Allah'ın geniş yeryüzünün" herhangi bir yerini Allah erleri için barınmaya daha müsait
görmektedir. Bunun aksini savunarak süflî veya fânî birtakım çıkarlar için belirli bir toprak üzerinde ısrar
edenler, Kur'an tarafından kınanmaktadırlar. Böyle bir ısrar, yani hicretten kaçış, kötülüklerde ısrara benzer.
Mü'min her an hicret halindedir, daha doğruya, daha güzele doğru yürüyüş, daha ileri menzillere ulaşmak için
sefer halindedir. Bu bazen beldeden beldeye doğru mekân değişikliği, bazen iç âlemin bir menzilinden öteki
menziline doğru hal değişikliğidir. Bütün hayat, bir yolculuktur, insan da yolcu. Önemli olan bu yolculuğu
hayırlı bir kulvarda (sırât-ı müstakîmde) ve hep hayra doğru sürdürmektir. O yüzden hicret, sadece sosyolojik
değil; aynı zamanda psikolojik imkân değişikliğidir. İç âlemde yapılacak hicretlere engel hale gelen topraklarda
yapılacak tek hicret, oraları terk etmektir. İnsanın gönül seyrini, iç hicretini engelleyen zulmün varlığından
kaynaklanan hicret zarûretini, tarih boyunca hiçbir maddî doygunluk safdışı bırakamamış ve insanoğlu, ilk
günden beri zulüm ve zâlimin mevcut olduğu yerden kaçmış, yani hicret etmiştir.
Hicret, son çare olsa da, onu ümitsizlik halinde başvurulan bir hareket olarak görmek doğru olmaz. Çünkü
hicrette aynı zamanda kuvvetli bir ümit, vaziyetin başka bir yerde daha iyi olacağına duyulan bir temenni ve
beklenti vardır. Özellikle toplu halde yapıldığında, savaşta planlı geri çekilmeye benzemektedir. Ancak,
hepsinden önemlisi, hicret, bir kişinin itikadı uğrunda malını-mülkünü fedâ etmesini ve sevdikleriyle yakınlarını
terk etmesini ifade eder. Pek çok peygamber, imanları uğrunda hicret etmek zorunda kalmıştır. Hicretin hakikî
ruh ve biçiminin temsilcisi olarak Kur’an’da Hz. İbrâhim zikredilmektedir (19/Meryem, 47-49; 60/Mümtehıne,
4).

Kur'ân-ı Kerim'de Hicret Kavramı

Kur’ân-ı Kerim’de “hicret” kelimesi geçmez. Ama, hicret kelimesinin türediği kök olan “hecr” kökünden gelen
çeşitli türevler, -ki bunların tümü hicret/göç, ayrılmak, terk etmek anlamındadır- Kur'ân-ı Kerim’de toplam 31
yerde geçer. Allah yolunda hicret edenlere, hem dünyada güzel bir yer, hem de âhirette ecir vardır (16/Nahl, 41).
Hicret eden, sonra öldürülen veya ölenlere Allah güzel rızık verecek, hoşnut olacakları bir yere yerleştirecektir
(22/Hacc, 58-59). Zulüm ve kötülük diyarından başka bir diyara hicret, ya gönüllü olur, veya zorla yaptırılır.
Allah, hicret edenlerin, memleketlerinden çıkarılanların, kendi yolunda ezâya uğratılanların, savaşan ve
öldürülenlerin günahlarını elbette örtecektir (3/Âl-i İmrân, 195). Öz diyarını zorla terk, yurttan sürülmek veya
çıkarılmakla gerçekleşir. Bu durumda, zulme uğrayanların kendilerini savunma hakları da doğar (Bkz. 3/Âl-i
İmrân, 195; 17/İsrâ, 76-77; 59/Haşr, 8).
Kur'an'ın hicretle kasdettiği göç, sadece bedensel olmayıp, kalbi Allah dışındaki şeylerden ayırıp Allah'a
yönelmek anlamında da kullanılmaktadır. Kur'an buna Allah'a hicret veya Allah yolunda hicret demektedir (bkz.
29/Ankebût, 26).
Müslüman bir toplumun bir beldede hayatta kalma ve İslâmî olarak gelişme mücâdelesinde son alternatif
hicrettir. Belli bir ortamda İslâm’ın gelişmesi ya da hayatta kalması ihtimali ortadan kalktığında ve bu yolda
gösterilecek çabaların sonuçsuz kalacağı anlaşıldığında, bir kişi ya da grup o ortamı terketmeye karar verebilir.
Bir kişi, şayet düzenli olarak teşekkül etmiş bir topluluğun üyesiyse ve topluluk hicret etmeye karar vermişse, o
kişinin de toplulukla birlikte hicret etmesi gerekir. Kendi elinde olmayan şartlar dolayısıyla bunu yapamaması
ayrı bir konudur (4/Nisâ, 98). Böylece hicret, bir iman imtihanı haline gelir (4/nisâ, 88-89; 8/Enfâl, 74).
(Mustansır Mir, Kur’ânî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, s. 86)
Hicret eden, hakiki bir mü’min olduğunu ispatlar (8/Enfâl, 74-75). Allah’ın rahmetine mazhar olur (2/Bakara,
218), günahları affolunur (3/Âl-i İmrân, 195) ve hem bu dünyada, hem de âhirette büyük mükâfât kazanır
(9/Tevbe, 20; 16/Nahl, 41; 22/Hacc, 58; 4/Nisâ, 100).
Hicret, Allah’ın mükâfât vaad edip övdüğü bir fiil olduğu gibi, hukukî haklar da getiren bir eylemdir. Başka bir
müslüman topluluğun yanına hicret edenler, o topluluktan ekonomik yardım almaya hak kazanırlar (59/Haşr, 8).
Hicret etmeyenler İslâmî devlettekilerden velâyet haklarını talep edemez (4/Nisâ, 89).
Hicret kavramı, Kur’an’ın Arap kültürüne hâkim fikirlerin anlamlarını nasıl dönüştürdüğüne güzel bir örnektir.
İslâm öncesi şiirlerde sıkça bir kişinin yurdundan başka bir yere giderek onurunu koruma arzusu işlenirdi.
Kur’an, bu şahsî onur anlamı yerine, bir dizi dînî ilke üzerinde kurulmuş bir topluluğun onuru anlamını ikame
ederek ve kişisel bir duygunun yüceltilmesini bir imana ve ona bağlı cemaate bağlanmaya dönüştürerek hicretin
mâhiyet ve gâyesini kökten değiştirmektedir.
Mü’min, yaşadığı ülkesinde yeterli şekilde inanç ve ibâdet hürriyetinden mahrum ise, inancına göre
yaşayabileceği özgürlük ülkelerine hicret etmelidir. İmkân bulanların zulüm ülkesinden özgürlük ülkesine hicret
etmeleri farzdır. İmkânları varken bunu yapmayanlar Allah katında sorumlu düşerler:
“Ey iman eden kullarım! Şüphesiz Benim yarattığım yeryüzü geniştir. O halde (nerede güven içinde olacaksanız
orada) yalnız Bana kulluk edin (Eğer bir ülkede Bana kulluk etmeniz mümkün değilse, Bana rahatça kulluk
edeceğiniz başka bir yere hicret edin).” (29/Ankebût, 56).
Bu âyette Yüce Allah, mü’min kullarına yeryüzünün geniş olduğunu, özgürce yaşayabilecekleri bir yere gidip
Kendisine kulluk etmelerini öğütlemektedir.
“Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: ‘Ne işte idiniz?’ dediler. Bunlar: ‘Biz yeryüzünde
müstaz’af/çaresiz idik’ diye cevap verdiler. Melekler de: ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!’
dediler. İşte onların barınağı cehennemdir. Orası ne kötü bir gidiş (yeri)dir.” (4/Nisâ, 97).
Bu âyette hicret imkânı bulunan kimsenin, zayıflığını bahane ederek müşrikler arasında ezgin yaşamaya râzı
olması kınanmaktadır. Bu âyette kast edilen hicret, din ve vicdan özgürlüğü uğruna göç etmektir. Hicret etme
imkânına sahip iken putperestler arasında oturup onların baskılarına, hakaretlerine râzı olmak, hatta savaş
çıkınca onların ordularına asker olup müslümanlara karşı savaşmak, onların düşüncelerini benimsemek demektir.
Kişi sevdiğiyle beraber olduğuna göre, müslümanların düşmanlarını isteyerek destekleyenlerin yeri de elbette
cehennem olacaktır. Tefsirlerin açıklamasına göre bir yerde dinin gereklerini yapamayan kişinin, imkân bulduğu
takdirde başka yere, müslümanların arasına hicret etmesi farzdır. Ancak, hicret etme imkânı bulamayan güçsüz
erkekler, kadınlar ve çocuklar mâzur/özürlü sayılırlar.
Mekke’de müslüman olanlardan bir kısmının oradan ayrılmayıp müşriklerle beraber kaldıkları, hatta Bedir
Savaşında onların safında müslümanlara karşı savaştıkları rivâyet edilir. Herhalde böylelerin sayısı çok azdı.
Çünkü müslümanların, Mekke’de kalsalar bile müşriklerle beraber müslümanlara karşı savaştıklarına dair yeterli
delil yoktur. Gerçi Peygamber (s.a.s.)’in amcası Abbâs, müşriklerin safında Bedir Savaşına katılmıştı, ama o
zaman henüz müslüman değildi. Hayber’in Fethinden önce müslüman olmuş, fakat müslümanlığını gizlemiş,
ancak Mekke’nin Fethi gününde açıklamıştır. (S. Ateş, Kur’an Ans. 8/330-331)
"İman edenler ve hicret edip Allah yolunda cihad edenler var ya, işte bunlar, Allah'ın rahmetini umabilirler.
Allah ğafûr ve rahîmdir." (2/Bakara, 218)
“Rableri, onların duâlarını kabul etti (Dedi ki:) ‘Ben, erkek olsun kadın olsun -ki hep birbirinizdensiniz-
içinizden, çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım. Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından
çıkarıldılar, Benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler; andolsun, Ben de onların
kötülüklerini örteceğim ve onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu mükâfât, Allah tarafındandır.
Allah, mükâfâtın en güzeli kendi nezdinde olandır.” (3/Âl-i İmrân, 195)
“(Münâfıklar) Sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler ki, onlarla eşit olasınız. O halde Allah yolunda
hicret edinceye kadar onlardan hiçbirini velî/dost edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayın, bulduğunuz
yerde öldürün ve hiçbirini dost ve yardımcı edinmeyin.” (4/Nisâ, 89)
“Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: ‘Ne işte idiniz?’ dediler. Bunlar: ‘Biz yeryüzünde
müstaz’af/çaresiz idik’ diye cevap verdiler. Melekler de: ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!’
dediler. İşte onların barınağı cehennemdir. Orası ne kötü bir gidiş (yeri)dir. Erkekler, kadınlar ve çocuklardan
(gerçekten) âciz olup hiçbir çareye gücü yetmeyenler, hiçbir yol bulamayanlar müstesnâdır. İşte bunları, umulur
ki Allah affeder. Allah affedicidir, bağışlayıcıdır. Allah yolunda hicret eden kimse, gidecek çok yer ve
bolluk/genişlik bulur. Kim Allah ve Rasûlü uğrunda hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm
yetişirse artık onun mükâfâtı Allah’a âittir. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir.” (4/Nisâ, 97-100)
“İman edip hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (mücâhidleri) barındırıp
yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının velîleridirler. İman edip de hicret etmeyenler ise,
onlar hicret edinceye kadar size onların velâyetinden/dostluğundan hiçbir şey yoktur.(Bununla beraber) Eğer
onlar din husûsunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme/anlaşma bulunan bir kavim aleyhine
olmaksızın (o müslümanlara) yardım etmek üzerinize borçtur. Allah, yapacaklarınızı hakkıyla görmektedir.”
(8/Enfâl, 72)
“İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler; (muhâcirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte
gerçek mü’minler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır. Sonradan iman eden ve cihdet edip de sizinle
beraber cihad edenler de sizdendir. Allah’ın kitabına göre rahim sahipleri (akrabâlar) birbirlerine (vâris
olmaya) daha uygundurlar. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (8/Enfâl, 74-75)
“İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler derece/rütbe bakımından
Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır. Rableri, onlara kendinden bir rahmet ve rızâ
ile, onlar için içinde ebedî tükenmez bir nimet bulunan cennetleri müjdeler. Onlar orada ebedî kalacaklardır.
Şüphesiz ki Allah katında büyük mükâfât vardır.” (9/Tevbe, 20-22)
“Eğer siz ona (Muhammed’e) yardım etmezseniz, (iyi bilin ki) iki kişiden biri olduğu halde (Rasûlullah ve
Ebûbekir) kâfirler onu (Mekke’den) çıkardıkları zaman Allah ona yardım etmişti. Hani onlar mağarada (Sevr
mağarasında) idiler, (Ebûbekir korkunca Rasûlullah) o zaman arkadaşına, ‘üzülme, Allah bizimle beraberdir’
diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu
(melekler) ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah’ın kelimesi/sözü ise (zaten) yücedir. Çünkü
Allah daima üstündür, hikmet sahibidir.” (9/Tevbe, 40)
“(İslâm dinine girme husûsunda) Öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara güzellikle uyanlar; Allah
onlardan râzı olmuştur, onlar da O’ndan râzı olmuşlardır ve (Allah) onlara, içinde ebedî kalacakları,
zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.” (9/Tevbe, 100)
“Andolsun ki Allah, müslümanlardan bir grubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, Peygamber’i ve güçlük
zamanında ona uyan muhâcirlerle ensârı affetti. Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı
çok şefkatli, pek merhametlidir.” (9/Tevbe, 117)
“Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz.
Eğer bilirlerse âhiretin mükâfâtı elbette daha büyüktür. (Onlar,) Rablerine tevekkül ederek sabredenlerdir.”
(16/Nahl, 41-42)
“Sonra şüphesiz Rabbin, eziyet edildikten sonra hicret edip, ardından da sabrederek cihad edenlerin
(yardımcısıdır). Çünkü Rabbin, onların bu amellerinden sonra, elbette çok bağışlayan, pek merhamet edendir.”
(16/Nahl, 110)
“Onlar, seni yurdundan çıkarmak için neredeyse dünyayı başına dar getirecekler. O takdirde, senin ardından
kendileri de fazla kalamazlar. Senden önce gönderdiğimiz peygamberler hakkındaki sünnet/kanun (da budur).
Bizim kanunumuzda hiçbir değişiklik bulamazsın.” (17/İsrâ, 76-77)
“Ve şöyle niyâz et: ‘Rabbim! Gireceğim yere sıdk ile/dürüstlükle girmemi sağla; çıkacağım yerden de
dürüstlükle çıkmamı sağla. Bana, tarafından, hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver.” (17/İsrâ, 80)
“Onlar, başka değil, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir...”
(22/Hacc, 40)
“Allah yolunda hicret edip sonra öldürülen yahut ölenleri hiç şüphesiz Allah güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır.
Şüphesiz Allah’ın bizzat kendisi, rızık verenlerin en hayırlısıdır. Allah onları, kesinlikle memnun kalacakları bir
yere girdirecektir. Allah, kesinlikle tam bilgilidir, halîmdir.” (22/Hacc, 58-59)
“İçinizden fazîletli ve servet sahibi kimseler akrabâya, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere (mallarından)
vermeyeceklerine yemin etmesinler, bağışlasınlar; ferâgat göstersinler. Allah’ın sizi bağışlamasını arzulamaz
mısınız? Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.” (24/Nûr, 22)
“Peygamber dedi ki: ‘Ey Rabbim! Doğrusu kavmim bu Kur’an’ı mehcûr/terkedilmiş (bir şey yerinde) tuttular.”
(25/Furkan, 30)
“Bunun üzerine Lût O’na iman etti ve (İbrâhim): ‘Doğrusu ben Rabbim (in emrettiği yer)e hicret ediyorum.
Şüphesiz O, mutlak güç ve hikmet sahibidir’ dedi.” (29/Ankebût, 26)
“Ey iman eden kullarım! Şüphesiz Benim yarattığım yeryüzü geniştir. O halde (nerede güven içinde olacaksanız
orada) yalnız Bana kulluk edin (Eğer bir ülkede Bana kulluk etmeniz mümkün değilse, Bana rahatça kulluk
edeceğiniz başka bir yere hicret edin).” (29/Ankebût, 56)
“(Rasûlüm! Şö sözümü) Söyle: ‘Ey iman eden kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Bu dünyada iyilik
yapanlara hasene/iyilik vardır. Allah’ın yarattığı yeryüzü geniştir (Kâfirler arasında Allah’a karşı hakkıyla
ibâdet ve itaatini yapamayan kimse, inancını yaşayacağı yere hicret edebilir). Yalnız sabredenlere, mükâfâtları
hesapsız ödenecektir.” (39/Zümer, 10)
“Allah’ın verdiği bu ganîmet malları, yurtlarından ve mallarından çıkarılmış olan, Allah’tan bir lütuf ve rızâ
dileyen, Allah’ın dinine ve Peygamberine yardım eden fakir muhâcirlerindir. İşte sâdık/doğru olanlar bunlardır.
Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip
gelenleri severler ve onlara verilenler karşısında içlerinde bir kaygı duymazlar. Kendileri zarûret içinde
bulunanlar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa
erenlerdir. Bunların arkasından gelenler şöyle derler: ‘Rabbimiz! Bizi ve iman ile daha önce bizi geçmiş din
kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen çok
şefkatli, çok merhametlisin.” (59/Haşr, 8-10)
“Ey iman edenler! Mü’min kadınlar hicret ederek size geldiği zaman, onları imtihan edin. Allah onların
imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz de onların mü’min kadınlar olduklarını öğrenirseniz, onları kâfirlere geri
döndürmeyin. Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar. Onların (kocalarının)
sarfettiklerini (mehirleri) geri verin. Mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir
günah yoktur. Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın, sarfettiğinizi isteyin. Onlar da sarfettiklerini istesinler.
Allah’ın hükmü budur. Aranızda O hükmeder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (60/Mümtehıne, 10)
“Onların (müşriklerin) söylediklerine sabret/katlan ve onları güzel bir şekilde terk et (ve’hcür).”
(73/Müzzemmil, 10)
“Kötü şeyleri terk et (fe’hcür).” (74/Müddessir, 5)

Tefsirlerden Alıntılar:

(4/Nisâ, 97): Zararlı olan geri kalanlardan önemli bir kısmın durumuna bakalım. O kimseler ki, kendilerine
zulmederlerken melekler dünyada canlarını alacak veya ahirette kendilerini yakalayıp mahşere süreceklerdir,
kuşkusuz melekler onlara siz ne durumda idiniz, dininizle ilgili ne iş yapıyordunuz? diye azarlayıp soracaklar.
Onlar da, "biz bu yeryüzünde, şu bulunduğumuz yerde zayıf sayılmış kimseler idik" diyecekler, yani başkalarının
ezici gücü ve mağlubiyet altında âcizlik ve güçsüzlüğümüzden dolayı bir şey yapamıyorduk, zayıf sayılıyorduk
diye özür beyan edecekler. Melekler de bunlara "Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi? -Mesela, Medine'ye
Habeşistan'a göç edip kendilerini kurtaranlar gibi- yeryüzünde başka bir tarafa göç etseydiniz ya!" diyecekler ve
mâzeretlerini kabul etmeyeceklerdir. İşte böyle bulundukları yerde görevlerini yerine getirmelerine engel olan bir
zulüm ve hâkimiyet altından çıkmak ve az çok uygun bir tarafa gidebilmek gücünü olsun taşıdıkları ve
dolayısıyla tam anlamıyla âciz ve zayıflardan olmadıkları halde, kendilerini tamamen âciz sayıp yerlerinden
kımıldamayanlar, bu şekilde yapabilecekleri görevlerini terketmiş, küfür ve zulme yardımcı olmuş
olacaklarından bunların varacakları yer cehennemdir. Ve bu gidiş ne fena bir gidiştir veya o cehennem ne fena
yerdir.
Bu âyet Mekke'de müslüman olmuş ve hicret farz kılındığı sırada hicret etmemiş olan bazı kişiler hakkında
inmiştir. Demek ki, hicret vâcip iken kâfirlerin suyunca gidip oturmak doğrudan doğruya küfür değil ise de, her
halde bir günah ve nefse bir zulümdür. Tefsircilerin açıklamasına göre bu âyet bir yerde dinini yaşama imkânı
bulamayan bir adamın oradan göç etmesi gerektiğini göstermektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bir hadisinde
sahih olarak şöyle gelmiştir: "Her kim dini uğruna bir yerden kaçarsa, gittiği bir karış yer de olsa cennete
girmeye hak kazanır. Babası İbrahim'in ve peygamberi Muhammed'in yoldaşı olur." Rivâyet olunduğuna göre, bu
âyet inince Resulullah (s.a.s.) bu âyeti Mekke müslümanlarına göndermiş, Cündüb bin Damre (r.a.) de
oğullarına: "Beni bir şeye yükleyiniz. Çünkü ben ne güçsüzlerden, ne de yolu bilmeyenlerdenim. Allah'a yemin
olsun, bu gece Mekke'de yatmam." demişti. Oğulları bunu bir sedyeye koyup Medine'ye gitmek üzere taşıdılar.
Çok yaşlı bir zat idi, yolda vefat etti.
Demek oluyor ki, gerektiğinde hicret de bir tür cihaddır. Kâfirlerin zulmü altında ezilip kalmak ve hak dinin
yayılmasına hizmet edememek, neticede çok kötü bir başkalaşıma neden olabileceğinden az çok gücü varken
bundan kaçınmamak nefse bir zulümdür.
"Kendi nefislerine zulmedenler" İslâm'ı kabul eden, fakat geçerli bir nedenleri olmadığı halde henüz İslâm'a
girmemiş kabileler arasında yaşayan kimselerdir. Onlar, "İslâm diyarı" varolduğu halde ve oraya hicret edip tam
bir müslüman olarak yaşamaları mümkün olduğu halde, yarı İslâmî bir durumda yaşayarak kendi kendilerine
zulmediyorlardı. Onların "biz yeryüzünde zayıflardan idik" diye öne sürdükleri özrün kabul edilmemesinin
nedeni işte budur.
(Melekler de:) "Onda hicret etmeniz için Allah'ın arzı geniş değil miydi?"derler. "Niçin Allah'a isyankâr kimseler
tarafından baskı altında tutulan ve Allah'ın kanunlarına uygun olarak yaşamanın mümkün olmadığı bir yerde
yaşamaya devam ettiniz? Neden hiçbir engel olmadığı halde Allah'ın kanunlarına uyabileceğiniz bir yere hicret
etmediniz?"
"Allah yolunda hicret etmek" iki durum dışında bir zorunluluktur: Kişi orada İslâm'ı yaymak, peygamberin ve
takipçilerin görevlerinin ilk dönemlerinde yaptıkları gibi küfür üzerine kurulu hayat sistemini İslâmî bir sisteme
çevirmek için kalabilir. Veya kişi oradan çıkıp gitmeye bir yol bulamaz da nefret ve hoşnutsuzluk içinde orada
kalır. Bu iki durum hariç "küfür diyarı"nda yaşamak sürekli günah içinde yaşamak demektir. "Hicret edecek bir
İslâm Diyarı bulamadık" diye öne sürülen özür de kabul edilmeyecek ve şöyle denilecektir. "Eğer 'İslâm Diyarı'
diye bir bölge bulunmadı ise, küfrün kanunlarına boyun eğmekten kurtulmak için ağaç yaprakları ve keçi sütü ile
beslenebileceğiniz bir dağ veya orman da yok muydu?"
Bu bağlamda, "Mekke'nin fethinden sonra hicret yoktur" hadisi hakkındaki yanlış anlama da ortadan
kaldırılmalıdır. Bu, hicretle ilgili sürekli bir emir değil, Mekke'nin fethinden sonra Arabistan'da değişen duruma
uygun düşen geçici bir emirdi. Arabistan'ın büyük bölümü "küfür diyarı" olduğu sürece müslümanlar, o dönemde
tek "İslâm diyarı" olan Medine'ye hicret etmeye çağrılmışlardı. Fakat Arabistan'ın hemen her tarafı İslâm
kontrolüne girince, Hz. Peygamber (s.a) hicretin zorunlu olduğu birinci emri ortadan kaldırmıştır: "Mekke'nin
fethinden sonra artık (zorunlu olarak Medine'ye) hicret etmek yoktur." Bu hadis hiçbir zaman Kıyamet'e dek
gelecek olan tüm müslümanlara her zaman için hicreti yasaklayan bir emir değildir.
(4/Nisâ, 98-99): Ancak bir çare bulamayacak, hicretin gerektirdiği sebeblere güç yetiremeyecek ve kendi kendine
veya bir vasıta ile yolu doğrultup gidemeyecek olan gerçekten güçsüz ve çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar
hariç. Zira bu gibi çaresizleri Allah'ın affetmesi kuvvetle umulur. Bunlar için de gitgide kâfirleşme tehlikesi
düşünülebileceğinden mutlak olarak affedilirler denemezse de çocuklar henüz yükümlü bulunmadıklarından,
büyükler de kalplerindeki imanı korumak şartıyla hicret etmeme husûsunda mâzeretli olduklarından dolayı
affedilmeye ve bağışlanmaya lâyıktırlar. "Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır."
(4/Nisâ, 100): Ve her kim, yolunu bilip de Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde birçok gidecek, sığınacak veya
düşmanların zıddına hareket edecek yer ve genişlik bulur. Dolayısıyla yaşadıkları yerde bir tür rahat ve bolluk
bulunanlar, oradan ayrılınca mutlaka sıkıntılara ve darlıklara düşeceğini zannedip de korkmamalıdırlar. Bir de,
her kim Allah'a ve Resulüne hicret etmek üzere evinden çıkar da sonra amacına ulaşamadan ölüm kendisine
yetişirse onun ecrini vermek Allah'a düşer. Yani amelini tamamlamış gibi, ulaşacağına ulaşmış olarak ecir elde
eder. Dolayısıyla bu konuda, "yerimden ayrılırsam amacıma ya ulaşırım ya ulaşamam, iyisi mi elimdekini de
kaybetmeyeceğim; Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan da olmayayım." diye düşünmemelidir. Allah için
hareket eden, kaderde öyle yazıldığı için yarıyolda da kalsa yine tam sevap alacağını bilmelidir. "Allah çok
bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir."
Cündüb b. Damre Medine'ye gelirken yolda "Ten'im" denilen yerde öleceğini hissederek sağ elini sol eline
koymuş, "Allah'ım, şu senin, şu da Rasûlünün. Rasûlün sana ne ile biat ettiyse ben de öyle biat ediyorum." demiş
ve ruhunu teslim etmişti. Bu haber Hz. Peygamber (s.a.s.)'in ashâbına ulaştığı zaman, "Medine'de vefat etseydi
sevabı eksiksiz olurdu." demişler, bu âyet de bunun üzerine inmiştir. İlim aramak, haccetmek, cihad etmek veya
bunlar gibi herhangi bir dinî amaçla Allah rızâsı için yapılan her hicretin Allah ve Rasûlüne yapılmış bir hicret
olduğunu da açıklamışlardır. (Elmalılı, c. 3, s. 62-63)

Hadis-i Şeriflerde Hicret Kavramı:

"(Allah'a) Şirk/ortak koşan bir müşrik müslüman olduktan sonra, kâfirlerden ayrılıp müslümanlar arasına
katılmadıkça Allah, onun hiçbir amelini kabul etmez." (İbn Mâce, Hudûd 2, hadis no: 2536; Nesâî, Zekât 73,
hadis 2558)
"Ben, müşriklerle beraber yaşayan müslümanlardan berîyim/uzağım. Müslümanlarla müşriklerin ateşleri
birbirini görmesin." (Nesâî, Kasâme 25, hadis no: 4753;Tirmizî, Siyer 41, 42, hds. 1654; Ebû Dâvud, Cihad 105,
hds. 2645)
“Müşriklerle beraber oturmayın, onlara karışmayın; kim onlarla birlikte oturur veya onlara karışırsa onlar
gibidir.” (Tirmizî, Siyer 42)
"Hicretten sonra hicret olacaktır. Yeryüzünün en hayırlıları, Hz. İbrahim'in hicretini kendisine örnek alanlardır."
(Ebû Davûd, Cihad)
"Memleketler, Allah'ın memleketleridir. Kullar da Allah'ın kullarıdır. Nerede hayır bulursan orada yerleş." (İbn
Kesîr, Tefsirü'l-Kur'âni'l Azim, II/14)
Ashâbdan biri sordu: 'İslâm'ın alâmetleri nelerdir?' Rasûlullah buyurdu: "Azîz ve Celîl olan Allah rızâsı için
müslüman oldum, küfrü, isyanı bıraktım demen, namazı kılman, zekâtı vermen, müslümanların malı, can ve
ırzlarının birbirlerine haram olduğunu, müslümanların birbirlerine yardım eden kardeşler olduklarını kabul
etmen ve Aziz ve Celîl olan Allah'ın, müşrikler arasında iken İslâm'ı kabul ettiği halde onları bırakıp
müslümanların içine gelmeyen kimsenin hiçbir amelini kabul etmeyeceğini bilmendir." (Nesâî, Zekât 73, hadis
no: 2558; İbn Mâce, Hudûd 2, hds. 2536)
"Düşmanla çarpışıldığı sürece hicret devam eder." (Ahmed bin Hanbel, V/270)
Abdullah bin Vâğıt es-Sâdî (r.a.)den: "Bir heyetle Rasûlullah (s.a.s.)'ın huzuruna geldik. Her birimiz ihtiyacını
arz ediyordu. Rasûlullah (s.a.s.)'ın huzuruna en son ben çıktım ve: 'Ya Rasûlallah, geride adamlarımı bıraktım.
Onlara, "hicret kesildi" diyorlar, dedim. Rasûlullah (s.a.s.): "Kâfirlerle savaş devam ettikçe hicret kesilmez"
buyurdu." (Nesâî, Bey'at 15, hadis no: 4156)
“Tevbe sona ermedikçe hicret sona ermez; güneş batıdan doğuncaya kadar da tevbe son bulmaz.” (Dârimî, Siyer
70)
"Ameller/eylemler, niyetlere göre değerlendirilir. Kim Allah ve Rasûlü için hicret ederse o, Allah ve Rasûlü için
hicret sevabını alır. Kim de elde etmek istediği dünya malı, ya da evleneceği kadın için hicret ederse onun
hicretinin karşılığı da hicret ettiği şeydir." (Buhârî, Vahy 1; Müslim, İmâret 33)
"Ortalık kargaşa içindeyken ibâdet etmek, bana hicret etmek gibidir." (Müslim, Fiten 130; Tirmizî, Fiten 31; İbn
Mâce, Fiten 14)
"Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların selâmette kaldığı kimsedir. Muhâcir de, Allah'ın nehyettiği
şeyleri terk edendir." (Buhârî, Rikak 71; Müslim, İman , 4, 64-66; Ebû Dâvud, Cihad 2, hadis no: 2481, Cihad 4,
Vitr 11; Tirmizî, İman 2762-2763; Nesâî, İman, hds no: 4963; İbn Mâce, Fiten, hds. 2934; Dârimî, Rikak, hds.
2715)
“Muhâcir, Allah’ın yasakladığı şeylerden uzaklaşan ve onları terkeden kimsedir.” (Buhârî, İman 4, Rikak 26;
Ebû Dâvud, Cihad 2)
Bir adam, Rasûlullah (s.a.s.)’a sordu: “Yâ Rasûlallah, hangi hicret daha fazîletlidir?” Allah’ın elçisi buyurdu ki:
“... Allah’ın yasakladığı/haram kıldığı şeyleri terk etmendir.” (Nesâî, Biat 12, hadis no: 4148; Ebû Dâcvud, Vitr
12, hds. 1449, Dârimî, Salât 135, hads 1431)
"Fitne zamanında ibâdet, bana hicret etmek gibidir..." (Müslim, Fiten 26, hadis no: 2650; Tirmizî, Fiten 28, hds.
2297; İbn Mâce, Fiten, 14, hds. 3985)
"İslâm, şüphesiz garip olarak başladı ve (günün birinde) garip hale dönecektir. Ne mutlu gariplere!" "Garipler
kimlerdir?" diye soruldu. Rasûlullah (s.a.s.): Kabilelerinden (İslâmiyet için) uzaklaşanlardır." (İbn Mâce, Fiten
15, hadis no: 3988)
“Eğer hicret şerefi olmasaydı, ben muhakkak ensârdan bir fert olmak isterdim.” (Ahmed bin Hanbel, II/315;
Müslim, Zekât 139)
“Allah’ım! Ashâbımın hicretini kararlı kıl; onları topukları üzerinde tekrar geriye döndürme.” (Müslim, Vasıyye
5)
"Yâ Rasûlallah, insanların hangisi daha fazîletlidir?" diye soruldu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.), "Canıyla,
malıyla Allah yolunda cihad eden mü'mindir." Buyurdu. Sahâbîler: "Sonra kimdir?" dediler. Rasûlullah (s.a.s.):
"Vâdîlerden bir vâdî içinde (yalnızlığa çekilen) bir mü'mindir ki, o, Allah'tan korkar da insanları kendi şerrinden
rahat bırakır" buyurdu. (Buhârî, Cihad ve's-Siyer 5; Müslim, İmâre 34, hadis no: 122-123)
Abdullah bin Amr (r.a.) anlatıyor: "Bir adam, Rasûlullah (s.a.s.)'a: 'Yâ Rasûlallah, hangi hicret daha fazîletlidir?'
diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.) da: "Allah'ın yasakladığı (haram kıldığı) şeyleri terk etmendir" buyurdu. Ve
devamla: "Hicret, iki kısımdır: Şehirlilerin hicreti ve çölde yaşayanların hicreti. Çölde yaşayanın hicreti,
vazifeye çağrıldığında gelmesi, emrolunduğu şeyi yapmasıdır. Şehirlilerinki ise, çölde yaşayanınkinden daha
ağırdır. Ecir ve sevâbı da daha çoktur." (Nesâî, Bey'at, hadis no: 4148, Zekât hds. 2516; Ebû Dâvud, Vitr, 1449;
Dârimî, Salât, hds. 1431)
Ya'lâ (r.a.) şöyle demiştir: "Mekke'nin fethi günü babamı, Rasûlullah (s.a.s.)'ın huzuruna getirerek: 'Yâ
Rasûlallah, babamın hicret etmesi husunda bey'atını kabul buyur' dedim. Rasûlulah da: "Hicret kesildi, cihad
etmesi hususunda bey'atını kabul ediyorum" buyurdu." (Nesâî, Bey'at, 15, hadis no: 4151)
Mucâşî İbn Mesûd (r.a.) şöyle dedi: "Mekke'nin fethinden sonra ben, kardeşim (Mucâlid) ile Rasûlullah (s.a.s)'a
geldim ve: 'Ya Rasûlallah, kendisiyle hicret etmek üzere bey'at etmen için sana kardeşimi getirdim' dedim.
Rasûlullah (s.a.s.): "Hicret etmiş olanlar, ondaki fazîletle gitmişlerdir" buyurdu. 'Şimdi sen onunla ne üzere
bey'at edeceksin?' diye sordum. "Ben onunla, İslâm, iman ve cihad üzere bey'at edeceğim" buyurdu. (Buhârî,
Meğâzî, 311-312; Müslim, İmâre, 83-84)
"Fetihten (Mekke'nin fethinden) sonra (Medine'ye) hicret yoktur. Ancak cihad ve niyet vardır. Allah yolunda
savaşa çağrıldığınız zaman koşunuz." (Buhârî, Cihad ve's-Siyer 2; Müslim, İmâre 85-86; Ebû Dâvud, Cihad 2,
hadis no: 2480; Tirmizî, Siyer 32, 33 hds no: 1638; Nesâî, Bey'at 15, hds no: 4153, Cihad 9, hds 2773; Dârimî,
Siyer 49, hds 2515, Siyer 69)
Hadis-i şerifte bitmiş olduğu beyan edilen "hicret", Mekke'den Medine'ye yapılan hicrettir. Hicret, hangi mekân
ve hangi zamanda olursa olsun, şartları oluştuğunda gündeme gelen bir ibâdet ve şartlar çerçevesinde işlenen bir
eylemdir. Hadis, Mekke'den hicreti kaldırmış ise de müslümanlara baskı yapılan her küfür diyarından İslâm
yurduna hicret, farz olarak sürmektedir.

Hayat; İman, Sabır, Hicret ve Cihaddır

“Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, Benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler;
andolsun, Ben de onların kötülüklerini örteceğim ve onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu
mükâfât, Allah tarafındandır. Allah, mükâfâtın en güzeli kendi nezdinde olandır.” (3/Âl-i İmrân, 195)
Tarihte vuku bulan gerçek hicretler, peygamberler ve onların yetiştirdiği insanlar eliyle ortaya konulmuştur. Bu
hicretler, gerçek muhâcirler olan peygamberlerin önderliklerine göre tasnif edilmelidir:
1- Peygambersiz ümmet hicretleri (Hz. İsa’dan sonra yaşanan, mü’minlerin Kudüs’ten kovulması ve bunların
dünyanın çeşitli yerlerine dağılmaları ve asr-ı saâdetteki Habeşistan’a yapılan hicretler).
2- Ümmetsiz Peygamber hicretleri: İlk çağ peygamberlerinin hicretleri (Hz. Mûsâ’ya kadar ve asr-ı saâdetteki
Peygamberimiz’in Tâif’e hicret girişimi).
3- Peygamber kontrolünde hicret (Hz. Mûsâ ve O’na iman eden kavminin Mısır’dan çıkış olayı ve asr-ı saâdette
vuku bulan dünyanın gördüğü en muhteşem göç: Medine’ye hicret).
Müslümanların hayatı, sürekli bir “seyahat”ten ibârettir; nitekim Kur’ân-ı Kerim’de seyahat edenler
övülmektedir (9/Tevbe, 122). Bu seyahat, bir yandan “kâinat”ın küçültülmüş şekli, yoğun bir özeti olan
bedeninden içine, kalbine doğru; bir yanda da, kâinatta “âyet”lerden âyetlerin işaret ettiğine doğru, yani eserden
fiile, fiilden isme, isimden sıfata, sıfattan şuûna, oradan da Zâtâ doğru bir seyahattir. Bu, bir açıdan birbirini
tamamlaması gereken her iki seyahatin neticesinde “Arş’ı üzerinde” Allah’a ulaşılır. Çünkü kalp de Allah’ın
arşıdır. Kendinde, kâinattaki her varlığın bir özeti bulunan insan, bütün bu yanlarını aşarak, asıl varlığını
oluşturan rûhuna doğru yürürken, bu ruhu örten, kalbin işitme ve görme duyularının üzerine konmuş ağırlıkları
gidererek, merkezine ulaşmaya çalışır. Bu ise, kalbi çevreleyen, ruhu perdeleyen her türlü karartı ve ağırlıkları
silmek, bunların sebebi olan haramları işlememek ve Allah’ın emirlerini yerine getirmekle mümkün olabilir. İşte,
hicretin temel mânâ ve muhtevâsı burada, yani ruhu perdeleyecek her türlü davranışlardan kaçmakta, uzak
durmakta yatar:
“Ey örtüye bürünen! Kalk ve uyar! Rabbini tekbir et; elbiseni temizle ve her türlü ağırlık ve günahtan hicret et!”
(74/Müddessir, 1-5)
İşte, insan bu seyahatinde, nefsinden olduğu kadar çevresinden de büyük engellerle karşılaşır. Çünkü, insan bir
yandan kendi içinde ruhuna doğru, bir yandan da kâinatta seyahat ederken, karşısına çıkan cin ve insan
şeytanlarıyla, bunların kendindeki işbirlikçisi nefsi, onu sürekli önlemeye çalışır. Dolayısıyla insan, içe ve dışa
doğru seyahatinde kendini “temizlediği” gibi, çevresini de her türlü kirden, ağırlıktan, günahtan, zulümden
temizleyerek hedefe gidebilir. Bu durumda, kirlilerin, günahkârların ve zâlimlerin karşısına çıkmasından tabiî bir
şey yoktur. Onları aşmanın, engellerini yok etmenin en önemli vâsıtalarından biri, belki de bu araçların hepsinin
adıdır hicret. Önce bu engel koyuculardan kalben kesinkes uzaklaşmak, (eğer savaş şartları oluşmamışsa) onlara
iyi davranarak zulümlerine eritici bir sabırla karşı koymak, hikmet ve en güzel tebliğle mücâdele etmek gerekir.
İşte, bu sabrın, mücâdelenin, hem nefse, hem de dıştaki engellere karşı koymanın, ruha doğru seyahat etme cehd
ve gayretinin adı da cihaddır.
Müslümanın hayatı, kesintisiz bir hicret ve sürekli bir cihaddan ibârettir. Bu cihadın bir merhalesinde o hale
gelinir ki, artık Allah’ın Yolu’ndan alıkoyucular hikmet ve güzel öğütle tebliğden etkilenmez ve bu Yol’dan
alıkoyma ve yolcularının önüne büyük engeller koyma işinden vazgeçmez olurlar. Hatta, müslümanlar ölmek ve
daha da kötüsü Allah’ın Yolunda yürüyememek, öyle ki bu Yol’u bırakmak durumuyla karşı karşıya gelebilirler.
İşte, bu noktada ya cihadın silahlı şekline başvurmak, ya da imanı kurtarmak için fert fert veya topluca hicret
edilir. O kadar ki, bu hicret ve ardından, kendisinden hicret edilen yerdeki ins şeytanlarına karşı silahlı cihad
etmek imanın tam mânâsıyla denendiği ve mü’minin belâ kabında piştiği vazgeçilmez bir görev halini alır:
“Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: ‘Ne işte idiniz?’ dediler. Bunlar: ‘Biz yeryüzünde
müstaz’af/çaresiz idik’ diye cevap verdiler. Melekler de: ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!’
dediler. İşte onların barınağı cehennemdir. Orası ne kötü bir gidiş (yeri)dir.” (4/Nisâ, 97)
Hicret, hiçbir zaman kaçış değildir. O, mutlaka zulme ve eziyete uğradıktan sonra veya fuerdî planda imanı
korumak, ya da Din’i anlatmak veya toplu halde kendisinden hicret edilen yere muzaffer bir şekilde dönüp, orata
Tevhid’i gerçekleştirmek için yapılır; bu gâyeyle hicret edenleri Allah, yeryüzünde yerleştirip, kendilerine imkân
vermeyi vaad etmiştir.
“Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz.
Eğer bilirlerse âhiretin mükâfâtı elbette daha büyüktür.” (16/Nahl, 41)
Eziyete ve zulme uğradıktan sonra toplu olarak hicret etme emri geldiği halde hicret etmeyenleri, hicrete güçleri
yettiği halde hâlâ müşriklerin velâyeti altında bulunanları, hicretlerinden sonra Allah’ın güzelce yerleştirdiği
mü’minlerin korumaları üzerlerine mecburî olmadığı gibi, aralarında anlaşma olan kavme karşı yardım
istediklerinde yardım etmek zorunda da değillerdir:
“İman edip hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (mücâhidleri) barındırıp
yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının velîleridirler. İman edip de hicret etmeyenler ise,
onlar hicret edinceye kadar size onların velâyetinden/dostluğundan hiçbir şey yoktur.(Bununla beraber) Eğer
onlar din husûsunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme/anlaşma bulunan bir kavim aleyhine
olmaksızın (o müslümanlara) yardım etmek üzerinize borçtur. Allah, yapacaklarınızı hakkıyla görmektedir.”
(8/Enfâl, 72).
“Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan hiçbirini velî/dost edinmeyin.” (4/Nisâ, 89)
İşkence ve zulümden sonra gerçekleştirilen hicret bir mânâda silahlı cihadın kapısı olmaktadır. Artık müşriklere
ve insanları Allah’ın Yolu’ndan alıkoymaya çalışanlara karşı bir “hükümet” halini alan muhâcirlerle, onlara yurt
veren ve barındıran yardımcıların el ele verip, “sağlam bir yapı” halinde savaşmaları, üzerlerine borç olur.
İmanların en tesirli tarzda denendiği zamandır artık bu zaman; işkencelerden kurtulup da hicretle dindaşlarının
bulunduğu yurda yerleşenler eğer rahata dalar, içe doğru hicret ve cihadı bırakırlarsa, düşman karşısında da
malları ve canlarıyla cihad edemez, savaş veremezler. Bu bakımdan, silahlı cihad ve bir yerden bir yere hicret,
belli zamanlarda ve gerektiği şartlarda yerine getirilmesi gerekli son derece önemli iki vazife iken, nefse karşı
cihad ve içe doğru hicret, bu görevi de yerine getirebilmenin gereği ve mü’minin kesintisiz devam ettirmesi
gereken birinci derecedeki vazifesidir. Yoksa, hicret bir kaçış, cihad da ganîmet ve yağma için verilen bir savaş
halini alabilir ve bu durum da, insan için sadece kayıp ve hüsran demek olur.
“Muhâcir, Allah’ın nehyettiklerinden hicret edendir.” (Buhârî, I-11)2
Bir müslümanın temel hedefi Allah Teâlâ'ya ihlâsla ibadet edebilmektir. Ruhlar âleminde gerçekleşen misaka ve
o misakın tabii sonucu olan emânete, hakkı ile riayet edebildiği müddetçe bir mü’min, yeryüzünün neresinde
olursa olsun yaşayabilir. Elbette hangi halde bulunursa bulunsun, insanları, Allah Teâla'nın dinine dâvet etmeye
devam edecektir. Herhangi bir devlet, müslümanların ibâdet etmelerine karışmaz ve tebliğ hususundaki
gayretlerini sınırlamazsa mesele yoktur. Ancak bütün bunları kanunla yasaklar ve ibâdet ettikleri için
müslümanlara zulmederse, durum ne olacaktır? Bu suale cevap verebilmek için hicret kavramını açıklamak
durumundayız. Hecr veya hecrân/hicrân; insanın başkasından (bedenen, kalben veya dille) ayrılması demektir.
Hicret; ayrılma, terketme ve göç etme mânâlarına gelir. Seyyid Şerif Cürcanî hicreti şöyle tanımlar: "Küfür
ahkâmının tatbik edildiği beldeden, darul-İslâm'a intikâl etmeye hicret denilir." (Cürcânî, et-Ta'rifat, İstanbul ty,
Kaynak Yay., sh. 256). Râğıb el-İsfahanî, Müfredât isimli eserinde şu noktalar üzerinde durur: "Hecr veya
hicran; insanın başkasından ayrılmasıdır. Bu bedenle, kalple veya dille olabilir. Allah Teâlâ: "Şerlerinden,
serkeşliklerinden yıldığınız kadınlara gelince; onlara öğüt verin (vazgeçmezlerse), kendilerini yataklarında
yalnız bırakın (ve’hcurûhunne)" (4/Nisâ, 34) buyurmuştur. Burada kullanılan “ve’hcurûhunne” ifadesi, onlara
yaklaşmamaktan kinâyedir. Furkan sûresindeki "Peygamber dedi ki: `Ey Rabbim! Kavmim hakikat şu Kur'ân'ı
mehcûr bir şey edindiler/terkettiler." (25/Furkan, 30) mealindeki âyette, kalp ile hecr veya hem kalp, hem lisan
ile hecr sözkonusudur. "Onlardan güzel bir şekilde ayrıl." (73/Müzzemmil, 10) mealindeki âyette, üç türlü hecr
(ayrılma) muhtemeldir. Bununla beraber; müşriklere iyi davranmakla birlikte mümkün olursa her üç şekilde de
(beden, kalp ve dil) ayrılmanın (hecr etmenin) yollarını aramaya Peygamber ve O’na tâbi olanlar dâvet
2
Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 497-501.
edilmektedir. "Uzun bir müddet benden ayrıl (ve’hcurni), git!" (19/Meryem, 47) mealindeki âyette de böyledir.
"Azâb(a götürecek şeyleri) terket (fe’hcur)!" (74/Müddessir, 5). Burada da bütün şekilleriyle ayrı kalmaya teşvik
vardır. Muhâceret, başkasıyla ilişkiyi kesip, onu terketmektir.
Denildi ki; “şehvetlerden, kötü huylardan ve günahlardan uzaklaşmak, olanları terk ve reddetmek de, hicretin
gereğidir.” (Râğıb el-Isfahani, el-Müfredat fi Garibi'l-Kur'an, İst.,1986, Kahraman Y., s. 782). Hz. Âdem (a.s) ile
başlayan tevhid mücadelesi; tâgûtî güçlerin zulmü sebebiyle, hicret eden muttakî insanların ıstırabını gündeme
getirmiştir. Kâfirler ve müstekbirler daima zorbalığa başvurmuşlardır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de; Hz. Şuayb
(a.s)'ın kıssası beyan edilirken, kavminin önde gelen (mele’) müstekbirlerinin teklifi haber verilmiştir: "Onun
(Şuayb'ın) kavminden iman etmeyi kibirlerine yediremeyen kodamanlar (devlet adamları) şöyle dedi: ‘Ey Şuayb,
seni ve beraberindeki iman edenleri ya muhakkak memleketimizden çıkaracağız, ya da mutlaka bizim dinimize
(küfre ve şirke) döneceksiniz! O (Şuayb): ‘Ya istemesek de mi?’ dedi." (7/A'raf sûresi: 29). Hz. Mûsâ (a.s.)'nın
kıssasında da kâfirlerin ne derece zorba olduğu açıklanmaktadır. Nitekim Fir'avun, Hz. Mûsâ (a.s.)'ya hitâben:
"Yemin ederim ki; eğer benden başka bir ilâh edinirsen, seni muhakkak ve muhakkak zindana atılanlardan
ederim” (26/Şuarâ, 29) tehdidinde bulunmuştur. Esasen bütün tâgûtî iktidarlarda, Fir'avun kompleksini tesbit
etmek mümkündür. Tarih boyunca, birçok peygamber ve muttakî mü'min, sadece ve sadece Allah Teâlâ'ya ibâdet
edebilmek için hicret etmişlerdir. Şimdi bu konu üzerinde kısaca duralım:

1- Hz. İbrahim'in Hicreti:

Heykelperest bir kavme, İslâm'ı tebliğ etmeye gayret eden Hz. İbrahim (a.s.) birçok işkenceye uğramıştır. Sabırla
ve metânetle yürüttüğü nübüvvet görevinin sonucu, hicretle noktalanmıştır. Şimdi hicret etmeden önceki son
durumu Kur'ân-ı Kerîm'den öğrenelim:
"... Bundan dolayı kavminin cevabı: ‘Öldürün onu, yahut yakın onu!’ demelerinden başka (bir şey) olmadı. Allah
da onu (İbrahim'i) ateşten kurtardı. Şüphe yok ki bunda iman edecek zümreler için herhalde ibretler vardır. De
ki: ‘Siz dünya hayatında birbirinizle (müşriklik hususunda) dost olduğunuz için Allah'ı bırakıp ancak heykellere
tutundunuz. (Fakat) bilâhare kıyamet gününde kiminiz kiminize küfür, kiminiz kiminize lânet edecektir.
Barınacağınız yer ise ateştir. Sizin (o vakit) hiçbir yardımcınız da yoktur.’ Bunun üzerine kendisine Lût iman etti.
(İbrahim) dedi ki: `Hakikat ben Rabbime hicret edeceğim. Şüphe yok ki mutlak ve galib, tam hüküm ve hikmet
sahibi O'dur." (29/Ankebût sûresi: 24-26).
Böylece Kur'ân-ı Kerîm; Hz. İbrahim (a.s)'ın dini yaymak gayesiyle, kavminden uzaklaşmaya karar verdiğini
bildirmektedir.

2- Ashâb-ı Kehfin Hicreti:

Kâfir ve zâlim bir yönetime itaat etmekten hayâ ederek, bir mağaraya hicret eden Ashâb-ı Kehf nasıl
unutulabilir? Allahû Teâlâ onlardan râzı olmuş ve Kur'ân-ı Kerîm'de "genç yiğitler" olarak taltif etmiştir.
Kıyâmete kadar hayırla anılacaklardır. Şimdi kısaca onların kıssasını nakledelim:
"(Şimdi) Sana onların kıssalarını (hakiki bir şekilde) anlatalım: Hakikat onlar Rablerine iman eden genç
yiğitlerdi. Biz de onların hidâyetini artırmıştık!. Ve (kâfir hükümdarın karşısına dikilip) de: `Bizim Rabbimiz
göklerin ve yerin Rabbidir. Biz ondan başkasına Allah demeyiz. (Eğer dersek) o zaman andolsun ki, hakikatten
uzaklaşmış oluruz. Şunlar, şu bizim kavmimiz O'ndan (Allah Teâlâ’dan) başkasını ilâhlar edindiler. Bunların
üzerine bari, açık bir bürhan getirselerdi ya! Artık Allah'a karşı yalan yere iftira edenlerden daha zâlim (daha
kâfir) kimdir?' dedikleri zaman onların kalplerini (sabır ve sebat ile tamamen hakka) bağlamıştık. (Onlar
birbirlerine şöyle demişlerdi) Madem ki biz onlardan ve Allah'tan başka tapmakta olduklarından ayrıldık (hicret
ettik), o halde mağaraya çekilelim ki, Rabbimiz bize rahmetinden genişlik versin, işimizde de fayda hazırlasın."
(18/Kehf sûresi: 13-16).
Böylece ashab-ı hehf; tâgûtî bir iktidarın yönetimi altında yaşayıp, imanlarını gizlemekten haya etmişler ve
mağarada İslâm'ı yaşamaya çalışmışlardır. Kâfirlerden ve zâlimlerden uzaklaşan (hicret eden) ashâb-ı kehf'in,
İslâm'ı yaşama hususunda gösterdiği gayreti takdir etmemek mümkün müdür? Güçlerini (ve sayılarını) bahane
ederek tâgûtî yönetimlere boyun eğen, cihadı ve hicreti unutan insanların ise, ashâb-ı kehfi hatırlaması kolay
değildir.
Tâgûtî iktidarların baskısı ve çevre şartları sebebiyle, İslâmî bir hayat yaşayamayan her mükellef, mutlaka hicret
etmek mecburiyetindedir. Ayrıca müslümanların; kâfirlerin ordularına katılmaya ve küfrün güçlenmesi için
savaşmaya mecbur edildikleri durumlarda, mutlaka hicret etmeleri gerekir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de,
müslüman oldukları ve hicrete güçleri yettiği halde bu ibadeti terkedenler uyarılmışlardır.
"Öz nefislerinin zâlimleri olarak canlarını alacağı kimselere melekler derler ki: `Ne işte idiniz? (İslâm için ne
yapıyordunuz?)' Onlar: `Biz yeryüzünde (İslâm'ın emirlerini tatbikten) âcizlerdik' derler. Melekler de: `Peki!..
Allah'ın arzı (yeryüzü) geniş değil miydi? Siz de oradan (İslâmî bir hayat yaşayamadığınız yerden) hicret
edeydiniz ya!' derler. İşte onların durağı (varacağı yer) cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Erkeklerden,
kadınlardan, çocuklardan zaaf ve acz içerisinde bırakılıp da, hiçbir çareye gücü yetmeyen ve (hicrete) bir yol
bulamayanlar müstesnadır. Zira onlar (acz ve zaaf içerisinde olanlar) Allah'ın affedeceğini umabilirler?"
(4/Nisâ, 97-99).
Mekke'de, müslüman oldukları halde (hicret etmeye imkânları da varken) "imanlarını gizleyen ve İslâm'ın
emirlerini edâ edemeyen" kimseler hakkında inen bu ayet, hicretin önemini bildirmektedir.
Şimdi konuya değişik bir açıdan bakalım: "Hicret ibadetinin edâ edilebilmesi için kâmil mânâda bir dârû'l-
İslâm'ın bulunması şarttır" diyerek kendilerini ma'zur görenler haklı mıdırlar? Bilindiği gibi sahabe-i kiram'ın ilk
hicret ettiği ülke Habeşistan'dır. İmam-ı Serahsi "Mekke'yi" şu şekilde tarif etmektedir: "O dönemde Mekke; şirk
ahkâmının tatbik edildiği bir dâru'ş şirk idi." (İmam Serahsî, el-Mebsût, Beyrut, ty., c. XIV, sh. 57). Mâlum
olduğu üzere; birinci ve ikinci Habeşistan hicretinin edâ edildiği dönemde, yeryüzünde dâru'l-İslâm vasfına hâiz
bir belde yoktur. Dolayısıyla "hicret ibâdetini edâ edebilmek için, kâmil mânâda bir dâru'l İslâm'ın bulunması
şarttır" iddiası tutarlı değildir. Nitekim Hafız İbn-i Hacer el-Askalanî ye göre, hicret iki çeşittir. Birincisi: İşkence
ve korku diyarından, güven diyarına hicret! Tıpkı Habeşistan'a ve Resûl-i Ekrem (s.a.s.)'in hicretinden önce
Mekke'den Medine'ye yapılan hicret gibi! İkincisi: Küfür diyarından İslâm diyarına hicret. Bunun misali ise
şudur: Peygamber efendimizin (s.a.s.) Medine'ye hicret ederek İslâm devletini kurduktan sonra yapılan hicret...
Ancak Mekke fethedildikten sonra Resûl-i Ekrem (s.a.s.)'in: "Fetihden sonra hicret yoktur. Ancak cihad ve niyet
vardır." (Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî) hükmü gereğince; Mekke-Medine arasındaki hicreti kaldırmıştır.
Fukahâ, hadiste geçen fetihden maksadın, Mekke'nin fethi olduğunda müttefiktir.
Abdullah İbn-i Ömer (r.a.) şöyle der: “Yeryüzünde küfür diyarı var olup, kâfirlerle savaş sürdüğü müddetçe,
hicret devam edecektir. Zira Resûl-i Ekrem (s.a.s.) “Düşmanla cihad devam ettiği müddetçe, hicret devam
edecektir” buyurmuştur.” Bu hadise göre; hicretin farz olduğu küfür diyarı, (müslümanlarla) savaşın devam
ettiği beldedir. Küfür diyarındaki müslüman; baskı ve zulüm altında tutulur, dinini açığa vuramaz ve (küfrün
orduları safında) savaşa götürülür" diyerek, hicretin hangi hâlde farz olduğunu izah etmiştir. Savaş sözkonusu
olmadığı ve İslâmî hükümleri edâ edebildiği müddetçe, hicret ibâdeti farz olmaz. Mükellefin durumuna göre
müstehap veya mübah olabilir. Sonuç olarak: Kelime-i Şehâdeti ikrar ve tasdik eden her mükellef, Allahû
Teâlâ'nın kitabında ve Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in sünnetinde yer alan her hükmün "mutlak hakikat" olduğunu
tasdik etmiştir. Hakikate göre amel etmek ve bâtılı terketmek farzdır. Tâgûtî iktidarların hâkim, müslümanların
mahkûm durumunda olduğu beldelerde; İslâm cemaatinin kurulması şarttır. Müslüman ya İslâmî devletin, ya da
İslâmî cemaatin içerisinde ibadetlerini hakkı ile edâ edebilir. Bu iki halin dışında, üçüncü bir hâli gündeme
getirmek mümkün değildir.3

Adım Adım Hicret:

Rasûlullah Mekke'de tebliğ görevini sürdürürken Kureyşliler de inkârlarında diretiyorlardı. Peygamberimiz


tebliğ görevini Mekke'nin dışına taşırmak istiyordu. Bu nedenle Taif'e gitti. Tâifliler de Kureyşliler gibi
inkârcılıkta direnmişler ve Peygamberimizi taşa tutmuşlardı. Peygamberimiz onların bu cahilce hareketleri
karşısında yılmamıştır. Özellikle hacc mevsiminde Mekke dışından gelen insanlarla görüşüyor onlara İslâm'ı
anlatıyordu. Peygamberimiz bir gün Akâbe mevkiinde Medineli altı kişi ile karşılaştı. Onlara Kur'ân okudu ve
İslâm'a davet etti. Medineliler Peygamberimizle konuştuktan sonra durumu kendi aralarında değerlendirdiler.
"Yahûdilerin geleceğini bildikleri ve kendisiyle bizi korkuttukları peygamber bu olmasın" dediler. Yahûdilerden
önce müslüman olmanın gereğine inanıp müslüman oldular.
Medine'de bulunan Yahudiler bir Peygamber'in geleceğini biliyorlardı. Medinelilerle aralan açılan Yahudiler
onlara "Bir Peygamber gönderilmek üzeredir. O Peygamber gelince biz ona tabi olacağız, İrem ve Âd kavimleri
gibi sizin kökünüzü. kazıyacağız" diyorlardı.
Akabe'de müslüman olan Medineliler memleketlerine gittiklerinde bu durumu yakınlarına aktardıktan bir yıl
sonra, daha önceki Müslümanlarla birlikte on iki kişilik bir topluluk Hacc için Mekke'ye geldi. Bunlar
Peygamberimizle görüştü ve "hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocukları öldürmemek, iftira etmemek, Allah
ve Rasûlüne muhalefette bulunmamak hususunda" peygamberimize söz verip bey'at ettiler.
Peygamberliğin on üçüncü yılında Medineli müslümanlardan yetmiş iki kişilik bir grup hacc için Mekke'ye
geldiler. Peygamberimizle Akabe mevkiinde görüşmek üzere toplandılar. Hz. Peygamber (s.a.s.), amcası
Abbas'la birlikte Akabe'ye geldi. Abbas henüz müslüman olmamıştı. Ebu Talib'in vefatından sonra
peygamberimizle daha çok ilgilenmeye başlamıştı. Bu ilgi kabile bağından ileriye gitmiyordu. Toplantıda ilk
konuşmayı Abbâs yaptı; "Ey Hazrec topluluğu, bu benim kardeşimin oğludur. Benim yanımda insanların en
sevgilisidir. Siz onu tasdik ediyor onun getirdiklerine inanıyor ve kendisini alıp götürmek istiyorsanız, sizden bu
hususta beni tatmin edici bir söz almak isterim. Siz ona vereceğiniz sözü yerine getirebilecek ve kendisini
muhaliflerinden koruyabilecek misiniz? Bunu gereği gibi yaparsanız ne iyi; yok eğer Mekke'den çıktıktan sonra
kendisini yardımsız bırakacak rüsvay edecekseniz şimdiden bu işten vazgeçiniz, onu bırakımı. Yine kavmi
arasında ve yurdunda izzet ve şerefiyle korunmuş olarak yaşasın."
Hz. Abbas'tan sonra Hz. Peygamber (s.a.s.) konuştu. Bundan sonra Medineli müslümanlar düşüncelerini şöylece
açıkladılar: "Allah'tan getirdiklerine bilerek ve inanarak sana bey'at ediyoruz. Biz, Rabbımıza bey'at ediyoruz
3
Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 175-180.
Allah'ın kudret eli ellerimizin üzerindedir. Kendimizi, oğullarımızı, kadınlarımızı esirgeyip koruduğumuz
şeylerden seni de, esirgeyip koruyacağız. Eğer bu ahdimizi bozarsak, Allah'ın ahdini bozan, yaramaz, bedbaht
insanlar olalım. Ya Rasûlallah! Biz ahdimizde sâdıkız".
Peygamberimiz iki şart ileri sürdü, "Rabbim için şartım: O'na hiç bir şeyi ortak koşmamanız yalnız O'na ibadet
etmeniz, kendinizi, çocuklarınızı, kadınlarınızı esirgeyip koruduğunuz şeylerden, beni de esirgeyip korumanızdır"
buyurdu. Medineliler: "Böyle yaptığımız zaman bizim için ne var?" dediler. Allah Rasûlü de: "Cennet var"
buyurdu. Medineliler "bu kârlı alış veriştir" deyip Allah Rasûlüne bey'at ettiler.
Mekke müşrikleri Akabe bey'atlarıyla ilgili haberi alınca Allah Rasûlünü Mekke dışına çıkarmamak için
önlemler almaya başladılar. Bir müddet sonra peygamberimiz müslümanların Medine'ye hicret etmelerine izin
verdi. İlk olarak Cahşoğulları hicret ettiler. Bunlardan sonra Hz. Ömer hicret için önce silahını kuşandı, Kâbe'yi
tavaf etti. Çevrede bulunan müşriklere de hicret etmekte olduğunu bildirdi. "Anasını ağlatmak karısını dul
bırakmak isteyen varsa beni izlesin" diyerek büyük bir grup sahâbe ile birlikte hicret etti."
Hz. Ömer'den sonra Hz. Hamza ve diğer müslümanlar hicret ettiler. Hz. Ebû Bekir de hicret etmek istiyordu
ancak, Peygamberimiz ona "acele etme, belki Allah sana bir arkadaş bulur" diyerek beklemesini söyledi. Bunun
üzerine Hz. Ebu Bekir iki deve satın alıp, hicret edeceği günü beklemeye başladı.
Kureyşliler müslümanların Medine'de tutunduklarını görünce telaşa düştüler. Peygamberimizin hicretine engel
olabilmek için Darü'n-Nedve adı verilen meclis binasında toplandılar. Çeşitli fikirler ve düşünceler ileri sürerek
sonuçta Ebû Cehil'in düşüncesinde karar kıldılar.
Ebu Cehil, her kabileden bir delikanlının seçilmesini, bunların hep birlikte Peygamberimizi öldürmelerini teklif
etti. Böylece Abdi Menâçoğullarının bütün kabilelerle çarpışamayacağını, kan davasından vazgeçeceklerini
bildirdi.
Onlar bu tip hileler düşünürlerken Peygamberimiz Hz. Ebû Bekir'in evine vardı. Allah'ın kendilerine hicret iznini
verdiğini bildirerek yol hazırlıklarına başlanıldı. Mekkelilere ait bazı emanetlerin sahiplerine teslim edilmesi ve
müşrikleri yanıltmak amacıyla Hz. Ali'ye Peygamberimizin evinde kalması emredildi.
Gecenin geç vaktinde müşrikler Peygamberimizin evini kuşattılar. Allah Rasûlü Kur'ân okuyarak Allah'a
sığınmış böylece müşriklerin arasından görünmeden geçmiştir. Bir müddet sonra müşrikler Peygamberimizin
yatağında yatanın Hz. Ali olduğunu görünce hayrete düşmüş ve tuzaklarının boşa gittiğini anlamışlardır.
Rasûlullah (s.a.s.) Hz. Ebu Bekir'le birlikte Sevr Dağı'na doğru yol alıp Hıra mağarasına gizlendiler. Bu dağ
Medine tarafında değil, Cidde tarafında Mekke'nin kuzey batısında yer alıyordu. Müşrikleri şaşırtmak için de
böyle bir yola başvurulmuştu.
Müşrikler Hz. Ali'yi ve Hz. Ebû Bekir'in kızı Esma'yı sıkıştırmış fakat bir şey öğrenememişlerdir. İz sürenleri
yanlarına aldılar; dağ, tepe demeden her tarafı aradılar. Bir ara mağaranın ağzına kadar geldiler, mağaranın
önüne bir güvercinin hemen Rasûlullah'ın oraya girmesinden sonra yuva yaptığını, örümceğin ağ örttüğünü
görünce Allah Rasülünün mağarada gizlenmesinin mümkün olabileceğini düşünemediler. Elleri boş olarak geri
döndüler.
Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Hz. Ebu Bekir bu mağarada üç gün kaldılar. Hz. Ebu Bekir'in oğlu Abdullah ve kızı
Esma onlara yemek taşıdılar. Hz. Ebu Bekir'in çobanı da koyunlarını Abdullah'ın geçtiği yerlere sürerek izlerini
silmeye çalıştı. Yol Kılavuzu Uraykıt Peygamberimiz ve Hz. Ebubekir'in bineceği develeri getirdi.
Peygamberimiz devenin ücretini Ebu Bekir'e ödeyerek yola koyuldular. Yolculukta geceleri yol alıyor,
gündüzleri gizleniyorlardı.
Kureyşliler, Peygamberimizi bütün uğraşlarına rağmen bulamayınca şaşkına döndüler. Onu bulana yüz deve
vereceklerini vadettiler. Bu ödül herkesi heyecanlandırdı. Yüz deveye sahip olabilme ümidiyle her tarafı aramaya
başladılar. Her yöne haberciler gönderildi. Bu habercilerden birisi de Süraka'nın yurduna gelmişti. Onlar da
Allah Rasûlünü bulabilmek ve yüz deveye sahip olabilmek için fırsat kolluyorlardı. Bir gün adamın birisi üç
kişilik bir yolcu kabilesinin gitmekte olduğunu gördü. Bunu bir toplulukta anlattı. Süraka uyanık bir kimse idi.
Adamı yanıltmak ve sözü kesmek için onlar falancalardır dedi. Adam da kesin bir şey bilmediğinden susmak
zorunda kaldı. Bunun üzerine Süraka evine geldi. Atını ve oklarını hazırladı. Belirtilen yöne doğru hızla yol
almaya başladı. Süraka kısa bir müddet sonra Peygamberimiz ve Hz. Ebû Bekir'e yetişti. Onlara "bugün seni
benden kim kurtarabilir" diye bağırdı. Peygamberimizin duasıyla Süraka'nın atının ön ayakları kuma gömüldü.
Böylece Allah bu kutsî Medine yolculuğunda Rasûlünü yalnız bırakmamış ve onu tehlikelere karşı bir kez daha
korumuştu.
Atının kuma gömülmesi sonucunda gerçeği anlayan Süraka affını rica etti. Peygamberimiz de ona dua ederek
affetti. Süraka minnet altında kalmak istemiyordu. Peygamberimize ikramda bulunmak istiyordu.
Peygamberimiz de onun hiç bir ikramını kabul etmek istemedi. İkramının kabul edilebilmesi için müslüman
olmasının gerektiğini öğrendi ve müslüman oldu.
Kureyş'in vadettiği yüz deveye sahip olmak isteyenlerden birisi de Büreyd idi. O da kendi kabilesinden yetmiş
atlı ile yola çıkmış, Peygamberimize yetişmişti. Ancak bütün gayretlerine rağmen muvaffak olamamış sonuçta
Büreyd'e İslâm tebliğ edildi. Büreyd ve yanındakiler müslüman oldular. Büreyd, peygamberimizin Medine'ye
bayraksız girmesinin uygun olmayacağını düşünerek, başından sarığını çıkardı, mızrağının ucuna bağladı,
böylece Medine'ye kadar Peygamberimizin bayraktarlığını yapmış oldu.
Peygamberimizin Mekke'den çıktığını duyan Medine'deki müslümanlar yolları gözlüyorlardı. Her gün güneşin
doğumundan önce Harra mevkiine çıkıyorlar, sıcak bastırıncaya kadar bekliyorlardı. Bir gün Yahudi'nin birisi bir
işiyle ilgili olarak yüksek bir kuleye çıkıp etrafı gözetlemeye başlamıştı. Peygamberimizin ve arkadaşlarının
gelmekte olduğunu gördü. Kendisini tutamayarak heyecanla " ey Arap topluluğu! İşte nasibiniz, devletliniz,
beklediğiniz ulu kişiniz geliyor" diyerek Rasûlullah'ın geldiğini onlara haber verdi.
Medineliler yollara dökülüp Peygamberimizi karşıladılar. Peygamberimiz burada bir müddet kaldı ve Kuba
Mescidi'ni inşa ettirdi. Hz. Ali de Kuba'da Rasûlulah'a yetişti. Süheyb b. Sinan da hicret etmek için yola çıkmıştı.
Kureyşliler onun yolunu çevirdiler, göndermek istemediler. Süheyb, biriktirdiği bütün serveti Kureyşlilere
bırakmak şartıyla yoluna devam etti.
Peygamberimiz bir kaç gün sonra Medine'ye hareket etti. Hareketinden önce Neccâroğullarına kendisini
Medine'ye götürmeleri için haber gönderdiği de rivayet edilmektedir. Abdulmuttalib'in annesi Neccaroğullarının
kızıydı. Dolayısıyla Neccaroğulları Abdulmuttalib'in dayıları oluyordu.
Neccaroğulları Peygamberimizi Medine'ye götürdüler. Halk Peygamberimizi ağırlamak için can atıyordu. Allah
Rasûlü hiç kimseyi kırmak istemiyordu. “Devenin yolunu açınız. Nereye çökeceği ona buyrulmuştur” diyordu.
Deve boş bir araziye çöktü. Peygamberimiz bu araziye akrabalarından kimin evinin yakın olduğunu sordu.
Böylece Neccaroğularından Ebu Eyyûb El-Ensâri'nin evine misafir oldu.
Hz. Peygamber (s.a.s)'in Medine'ye gelişi Medineli mü'minleri büyük bir sevince boğdu. Bütün mü'minler,
evlerinin damına çıkmış; gençler ve hizmetçiler yollara dökülmüşler “Yâ Rasûlallah! Yâ Muhammed! Yâ
Rasûlallah!” diyerek bağırıyorlardı (Müslim, VIII/237). Çocuklar ve hizmetçiler, yollarda ve damlarda
“Rasûlullah geldi! Allahu ekber! Muhammed geldi! Allahu ekber! Muhammed geldi! Allahu ekber, Muhammed
geldi!” diyorlar, Habeşliler de, sevinçlerinden kılıç kalkan oynuyorlardı (Ebû Davud, II/579).
Kadınlar ve çocuklar, hep bir ağızdan: "Vedâ tepelerinden dolunay doğdu bize! Allah'a yalvaran oldukça, şükür
etmek gerekir halimize, Ey bize gönderilen Peygamber! Sen boyun eğmemiz gereken bir emr ile geldin bize"
diye şiirler okuyorlardı (Semhûdî, Vefâü'l-Vefâ, I/187, Halebî, İnsânü'l-Uyûn, II/58).
Berâ' bin Âzib: "Peygamber (s.a.s.) Medine'ye gelince, Medinelilerin Rasûlullah'a sevindikleri kadar hiç bir şeye
sevindiklerini görmedim demiştir.
Enes b. Mâlik de: "Ben, Rasûlullah'ın Medine'ye girdiği günden daha güzel, daha parlak bir gün görmedim" der
(İbn Sâ'd, Tabakat, I/233-234). Rasûlullah Medine'ye varınca mü'minlerin her biri kendi evinde ağırlamak
istediler ve bu konuda yarışırcasına hareket ettiler. Rasûlullah'ı misafir edebilmek için devesinin önüne
geçiyorlardı. Efendimiz onlara "Devenin yolunu açınız! Nereye çökeceği ona emir buyurulmuştur" diyordu
(Semhûdî, Vefâü'l-Vefâ, I/183).

Tarihte Hicret:

Hz. İbrahim (a.s.)'in Hicreti:

Hz. İbrahim, kendi kavmine Allah'ın dinini anlatmada hiç bir engel tanımamış, Nemrut'un zorbalığına boyun
eğmemiş, bir bir işkencelere maruz kalmasına rağmen yolundan dönmemiştir. Fakat O'nun bütün gayretleri bir
netice doğurmamış ve toplumunu küfür bataklığından çekip almamıştır. Artık netice belli olmuştur; kavmi kendi
doğrultusunda gitmektedir. Hz. İbrahim de tevhid üzere yoluna devam etmektedir.
Hz. İbrahim kavminin iman etmesine imkân ve ihtimal kalmadığını anlarınca, sapıklık ve küfür diyarından uzak
kalmak amacıyla, her şeyiyle yalnız Allah'a kulluk edebilmek için hicret etmiştir (Elmalılı Muhammed Hamdi
Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, II/1437).
Hz. Peygamber (s.a.s) de şöyle buyurmuştur:
"Her kim diniyle bir yerden bir yere hicret ederse, gittiği yer bir karış yer de olsa Cennet'te İbrahim ve
Muhammed (s.a.s) onun arkadaşı olur."

Ashab-ı Kehf'in Hicreti:

Batıl düzenler, gerçekten Hakk'a inananlara hayat hakkı tanımak istemezler. Onlar gerektiğinde bütün zulüm
mekanizmalarını inananların aleyhine çalıştırmaktan geri durmazlar. Çünkü, yarasanın ışıktan ürktüğü gibi, onlar
da inananların gerçekleri ve mutlak doğruları gözleri önüne sermeleri böylece kendi menfaatlerinin ortadan
kalkmasından, ilahlık davalarının sahteliğinin ortaya çıkmasından, sömürü çarklarının durmasından
endişelenirler, korkarlar. Tarih boyunca inananlara zâlim düzenler eliyle yapılan zulüm, baskı ve şiddetin asıl
nedeni budur. Bugün yeryüzünün her bölgesinde müslümanlar üzerindeki baskı ve terör bundan
kaynaklanmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm, Ashâb-ı Kehf'ten: "Rablerine inanan gençler" (el-Kehf, 18/13) olarak söz etmektedir. Bunun
üzerine; "Allah da onların hidayetlerini artırmıştı". Ashâb-ı Kehf'in, kavimleri Allah'tan başka tanrılara taptıkları
için onlardan uzaklaşmalarını Kur'ân övgüyle anlatmaktadır. Onlar bu davranışlarıyla doğru yolu bulman ve
Allah'ın rahmetine kavuşmayı gaye edinmişlerdi.
"... Şunlar, şu bizim kavmimiz, Ondan (Allah'tan) başka tanrılar edindiler. Bunların üzerine bari açık bir delil
getirseydiler ya? Artık yalan yere Allah 'a karşı iftira edenlerden daha zâlim kimdir?’ dediklerinde, onların
kalplerini (sabır ve sebat ile hakka) bağlamıştık. (Birbirlerine şöyle demişlerdi:) ‘Madem ki siz onlardan ve
Allah'tan başka tapmış olduklarından ayrıldınız, o halde mağaraya (çekilip) sığının ki; Rabbiniz size
rahmetinden genişlik versin, işinizden de size fayda hazırlasın. " (18/Kehf, 14, 16).
Böylece onlar, zâlim bir toplum içinde yaşayıp, dinlerini açığa vuramamaktansa mağaraya çekilip orada
inançlarını yaşamayı tercih etmişler ve son derece az oldukları için, mevcut düzene karşı duramayacaklarını
anlamış bulunuyorlardı.

Habeşistan'a Hicret:

slâm'ın ilk yıllarında, sahabîlerin önemli bir kısmına ve özellikle zayıf ve kimsesizlere, "Rabbiniz Allah'tır"
demeleri nedeniyle sayısız zulümler uygulanıyor, dinlerinden vazgeçirmeleri için onlara büyük baskılar
yapılıyordu. Peygamber Efendimiz, sayıları yüzü bulan sahabiye Habeşistan'a hicret etmelerini tavsiye etti.
Orada kendilerini himaye edecek iyi niyetli bir hükümdarın varlığından söz etti. Bunun üzerine Habeşistan'a iki
defa hicret edildi.
Mekke o sıralarda gerçekten İslâm gibi eşsiz, tevhide dayalı yüce bir inanç ve hayat düzenini kabul edenler için
ağır şartları bulunan bir ortamdı. Habeşistan'da da İslâmî bir düzenin varlığından söz edilemezdi ama. en azından
orada dini hürriyet vardı ve zulüm yoktu. Diğer taraftan İslâm ülkesi diyebileceğimiz bir yerin de varlığı söz
konusu değildi. Henüz böyle bir teşebbüse girebilmek için gerekli şart ve imkanlardan da müslümanlar
tamamıyla mahrum bulunuyorlardı. Bu nedenle Dârü'l- Küfr olan Mekke'yi bırakıp Darü'l-Emin (güven ülkesi)'e
göç için bir izin verilmiş oluyordu...4

Habeşistan Hicreti

Müslümanların Mekke müşriklerinin zulmünden kurtularak İslâm'ın öngördüğü biçimde özgürce yaşayabilmek
amacıyla Habeşistan'a yaptıkları göç. Müslümanlar, ilki Hz. Muhammed'in peygamberlikle görevlendirilişinin
beşinci yılında (614), ikincisi de altınca yılın (615) başlarında olmak üzere iki defa hicret ettiler. Bu hicretler
birinci Habeşistan hicreti ve ikinci Habeşistan hicreti olarak adlandırılır.
Kur'an'da hicret, cihaddan sonra en önemli eylem olarak değerlendirilir. Bunun nedeni açıktır. Bir mümin için en
önemli şey imanı ve imanının gereklerini yerine getirerek Allah'ın rızasını kazanmaktır. Gerçek bir mümin kendi
ülkesinde, yaşadığı çevrede bu amacına ulaşamıyorsa, yurdunun, işinin-gücünün, malının mülkünün, akraba ve
dostlarının hiçbir anlam ve önemi kalmaz. Bunlarla imanı arasında seçim yapmak zorunda kalan insan, imanı
seçiyorsa, ancak o zaman gerçek bir mümindir. Bu nedenle Mekke'de, müminler müşriklerin baskı ve işkenceleri
yüzünden böyle bir seçim yapma noktasına doğru gelince, Kur'an onları, hicretin anlam ve önemini bildiren
ayetlerle muhtemel bir hicrete hazırlamaya başladı. Bu konudaki bir ayette, "De ki: Ey iman eden kullarım,
Rabbinizden korkun. Bu dünya hayatında güzel davrananlara güzellik var. Allah'ın arzı geniştir. Ancak,
sabredenlere mükafatları hesapsız ödenecektir" (39/Zümer, 10) buyrularak bir hicretin gerekebileceği ima edilir.
"Kendilerine zulmedildikten sonra Allah uğrunda hicret edenleri dünyada güzelce yerleştireceğiz; ahiret
mükafatı ise daha büyüktür" (16/Nahl, 41) âyeti ise müminleri hicrete açıkça teşvik eder.
Kur'an, bir yandan müminleri hicrete hazırlarken, diğer yandan da hristiyanlık ve Hz. İsa hakkında gerekli
bilgilerle donatıyordu. Habeşistan hicretinin hemen öncesinde gelen Meryem suresi, müminleri bu konuda
yeterince bilgilendirdi. Ayrıca, müminlere hristiyanlarla nasıl mücadele etmeleri gerektiği öğretildi:
"İçlerinden zulmedenleri hariç, kitap ehliyle ancak en güzel tarzda mücadele edin ve deyin ki; "Bize indirilene
de, size indirilene de inandık. İlâhımız ve ilâhınız birdir, biz de O'na teslim olanlarız" (29/Ankebût, 46).
Bu hazırlama ve bilgilendirmeden sonra, müminlerin hicreti bilfiil gerçekleştirmeleri yönünde açık işaretler
taşıyan şu ayetler geldi:
"Ey inanan kullarım, benim arzım geniştir, bana kulluk edin. Her can ölümü tadacaktır. Sonra bize
döndürüleceksiniz. İnanıp iyi işler yapanları cennette, altlarından ırmaklar akan yüksek odalara yerleştiririz;
orada ebedî olarak kalırlar. Çalışanların ücreti ne güzeldir. Onlar ki sabredenler ve Rabblerine tevekkül ederler.
Nice canlı var ki rızkını taşıyamaz; onları da, sizi de Allah besler. O işitendir, bilendir" (29/Ankebût, 56-60).
Ankebût sûresi, çoğu müfessire göre Habeşistan hicretinden çok sonra, Medine'ye hicretten hemen önce inmiştir.
Ancak merhum Mevdûdî, yaptığı tahkikle sûrenin Habeşistan hicretinden önce indiği sonucuna varır. Ona göre
önceki müfessirleri sûrenin hicretle ilgili ayetleri yanıltmış, yanlış değerlendirmelerine neden olmuştur. Daha
önce merhum Derveze de aynı sonuca ulaşmış olmalı ki, Türkçe'ye "Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı"
adıyla çevrilen eserinde andığımız âyetlerin Habeşistan hicretinin gerçekleştirilmesine işaret eden bir anlam
taşıdıklarını belirtir (II, 233).
Andığımız son âyetler indiği sırada artık hicret zamanı gelmişti. Çünkü müşriklerin zulümleri, baskı ve
işkenceleri dayanılmaz bir hadde ulaşmıştı. Hz. Peygamber, müminlerin Habeşistan'a hicret etmelerini buyurdu.
4
Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 413-415.
Rivayetler, hicret yurdu olarak Habeşistan'ın seçilmesinin nedenini, Necâşî'nin zulme rıza göstermeyen, adil bir
insan olmasına bağlar. Buna ilâve olarak sıkı ticaret ilişkileri nedeniyle tanınmasının, halkının ilâhî kaynaklı bir
inanca (Hristiyanlık) sahip olmasının ve son olarak İslâm'ın orada yayılma imkânının bulunmasının da seçimi
etkilediği söylenebilir.
Hz. Peygamber'in tavsiyesi üzerine bir grup mümin Mekke'den ayrılarak Habeşistan'a göçtü. Nübüvvetin beşinci
yılının (614) Receb ayında gerçekleşen ilk bu hicrete en çok kabul gören rivayete göre onbiri erkek, dördü kadın
olmak üzere toplam onbeş kişi katıldı. Bunlar arasında Hz. Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b.
Avf, Osman b. Maz'un, Mus'ab b. Umeyr, Ebû Seleme b. Abdu'l-Esed gibi önde gelen sahabîler de bulunuyordu.
Bu ilk muhâcirler Habeşistan'da son derece iyi karşılandılar. Kendi ifadeleriyle, dinlerini yaşama konusunda tam
bir özgürlük ve güven içindeydiler. Allah'a istedikleri gibi ibadet ediyorlar ve kimse tarafından rahatsız
edilmiyorlardı. Ne eziyet görüyor, ne de kötü laflar işitiyorlardı. Fakat iki ay sonra, müşriklerin müslüman
oldukları yolunda yanlış bir haber nedeniyle Habeşistan'dan ayrılarak Mekke'ye döndüler. Mekke yakınlarına
gelince gerçeği öğrendilerse de iş işten geçmişti. Çaresiz, herbiri bir kabîle reisinden emân alarak Mekke'ye
girdiler.
Habeşistan'dan dönen müminlerin büyük çoğunluğu kendi aileleri tarafından yeniden baskı altına alındı.
Müşriklerin zulümleri de her geçen gün biraz daha şiddetlendi. Öte yandan ilk hicret, Habeşistan'ın müminler
için güvenli bir yer olduğunu göstermişti. Bu nedenle Hz. Peygamber müminlere ikinci kez hicret izini verdi.
Nübüvvetin altıncı yılı (615) başlarında, Ca'fer b. Ebî Tâlib'in önderliğinde gerçekleştirilen bu ikinci hicrete 18
ya da 19'u kadın olmak üzere toplam 101 ya da 103 müslüman katıldı. İlk muhâcirlerin hemen tümü, ikinci
hicrette de yeraldı. İkinci hicret, Mekke'de tam bir matem havası estirdi. Çünkü Mekke'de en az bir ferdi hicrete
katılmayan aile yok gibiydi. Bir ailenin oğlu gitmişse diğerinin damadı; birinin kardeşi gitmişse, diğerinin babası
ya da amcası gitmişti.
İkinci Habeşistan hicreti müşrik liderleri büyük bir telaşa düşürdü. Böylesine büyük bir kitle hâlinde gelen
müslümanlar, son derece müsâit bir ülke olan Habeşistan'ın İslamlaşmasına neden olabilir, ya da en azından Hz.
Peygamber'e güçlü bir müttefik kazandırabilirlerdi. Böyle muhtemel bir tehlikenin önüne geçmek için Kureyş'in
iki ünlü diplomatı Amr b. El-Âs ile Abdullah b. Ebî Rabîa'yı Habeşistan Necâşî'sine elçi olarak göndermeyi
kararlaştırdılar. Planlarına göre elçiler önce Necâşi'nin yakın çevresindekileri hediyeleriyle yanlarına çekecekler,
daha sonra onların da yardımlarıyla. Necâşî'nin müslümanları Mekke'ye iade etmesini sağlayacaklardı. Fakat
sonuç hiç de umdukları gibi olmadı. Gerçi elçiler yakın çevresinin desteğini sağladılar ama, gerçekten adil bir
insan olan Necâşi'yi bütün diplomatik oyunlarına rağmen zulümlerine ortak edemediler.
Elçiler Necâşî ile görüşerek muhacir müslümanların birtakım beyinsiz gençler olduklarını, kendi dinlerini
terkettiklerini fakat hristiyan da olmayarak yeni bir din icad ettiklerini, onları gözetmek amacıyla akrabalarının
iade edilmelerini istediklerini söylediler. Necâşî, kendileriyle görüşmeden bir karar veremeyeceğini belirterek
müslümanları yanına çağırttı; elçilerin taleplerini aktararak ne diyeceklerini sordu. Ca'fer b. Ebî Tâlib böyle bir
talebe hakları olmadığını göstermek amacıyla elçilerden; kendilerinin köleleri, borçluları ya da kısas etmek
istedikleri katiller olup olmadıklarının sorulmasını istedi. Amr'ın sorulara olumsuz cevap vermesi üzerine, ne
hakla iade talebinde bulunulduğunu öğrenmek istedi. Amr'ın daha önceki sözlerini tekrarlaması ve Necâşî'nin
İslâm hakkında bilgi istemesi üzerine Hz. Ca'fer ünlü konuşmasını yaptı.
Ca'fer bin Ebî Tâlib, İslâm öncesi durumları ile Hz. Peygamber ve İslâm hakkında kısaca bilgi verdiği bu
konuşmasında şunları söyledi: "Ey Hükümdar, biz, cahil bir kavim idik. Putlara tapardık. Ölü eti yerdik. Her
kötülüğü işlerdik. Akrabamızla ilgilenmez, ilgimizi keserdik. Komşularımıza iyi davranmaz, kötülük yapardık.
İçimizden güçlü olanlar zayıf olanları yer, ezerdi. Yüce Allah bize kendimizden, soyunu sopunu, doğru
sözlülüğünü, eminliğini, iffet ve nezâhetini bildiğimiz bir peygamber gönderinceye kadar biz hep bu durum ve
tutumda idik. O peygamber, bizim ve babalarımızın Allah'tan başka tapına geldiğimiz taştan vesâireden yapılmış
putları bırakarak Allah'ın birliğine inanmaya ve yalnız O'na ibadet etmeye bizi davet etti. Doğru söylemeyi,
emaneti sahibine vermeyi, akraba ile ilgilenmeyi, komşularımızla iyi geçinmeyi, haramlardan, kan dökmekten
vazgeçmeyi bize emretti. Bizi her türlü çirkin, yüz kızartıcı söz ve işlerden, yalan söylemekten, yetim malı
yemekten, iffetli kadınlara dil uzatmak ve iftira etmekten men ve nehyetti. Kendisine hiçbir şeyi eş, ortak
koşmaksızın yalnız Allah'a ibadet etmemizi bize emretti. Ve yine bize namazı, zekâtı, orucu de emretti. Biz ona
inandık ve kendisini tasdik edip doğruladık. Onun Allah tarafından getirdiklerine göre kendisine tabi olduk.
Hiçbir şeyi eş, ortak koşmaksızın yalnız Allah'a ibadet ettik. Onun bize haram kıldığı şeyi haram, helâl kıldığı
şeyi helâl bildik. Fakat kavmimiz üzerimize yürüyüp bizi yüce Allah'a ibadetten vazgeçirerek putlara taptırmak,
dinimizden döndürmek, öteden beri serbestçe işleyegeldiğimiz kötülükleri tekrar işletmek için türlü işkencelere
uğrattılar. Onlar bize galebe çalıp zulüm ve tazyikleri altında ezmeye başladıkları, dinimizle aramıza girdikleri
zaman, senin ülkene çıkmak, sığınmak zorunda kaldık. Seni başkalarına tercih ettik. Senin himayene can attık.
Ey Hükümdar, bir, senin yanında hiçbir zulme ve haksızlığa uğramayacağımızı umuyoruz." (M. Asım Köksal,
İslâm Tarih,i, Mekke Dönemi, IV. 191-192; bk. İbn Hişâm, es-Sire, I, 356-362; Taberî Tarih, II, 225).
Konuşmayı dikkatle dinleyen Necâşî, yanlarında Kur'an'dan bir bölüm bulunup bulunmadığım sordu. Bunun
üzerine Ca'fer, hicretlerinden hemen önce nazil olan Meryem Suresinin ilk otuzbeş ayetini okudu. Rivayetlere
göre, ayetleri gözyaşları içinde dinleyen Necâşî, bunların Hz. Musa ve İsa'nın getirdikleriyle aynı kaynaktan
geldiğini tasdik ederek, elçilere müminleri teslim etmeyeceğini bildirdi. Amr'ın, müslümanların Hz. İsa hakkında
çok kötü sözler kullandıklarını söyleyerek Necâşî'nin kararını değiştirme çabası da Ca'fer'in, "O, Allah'ın kulu,
rasûlü, ruhu ve O'nun, dünyadan ve erden geçerek Allah'a bağlanmış bir bâkire olan Meryem'e ilka ettiği
kelimesidir" şeklindeki cevabıyla yalnızca Necâşî'nin bu konudaki gerçeği kavramasına yaradı.
Habeşistan muhacirleri uzun yıllar hayatlarını burada huzur ve güven içinde sürdürdüler. Bu süre içinde başta
Necâşî olmak üzere birçok kişinin müslüman olmasına vesile oldular. Bunların bir bölümü, Hz. Peygamber'in
Medine'ye hicretinden önce Mekke'ye geri döndü. Başta Ca'fer b. Ebî Tâlib olmak üzere büyük bölümü ise
Hicret'ten sonra, Hayber'in fethi (H. 7/628) sırasında Medine'ye gelerek müslümanlara katıldı.
Habeşistan hicretine katılan muhacirlerin isimleri hangi Muhacir'in ne zaman döndüğü tafsilatlı olarak siyer
kitaplarında zikredilmiştir (bk. İbn Hişâm Sire, I, 344-362; İbn Sa'd Tabakat, I, 203 vd.).5

Hicretin Hükmü

Kur'ân'ın birçok âyeti hicretten, hicretin gereğinden, hicret edenlerden ve etmeyenlerden... söz eder. Hicretin ne
denli önemli olduğuna şu âyetler gayet açık bir şekilde işaret etmektedir: "Öz nefislerinin zâlimleri olarak
canlarını alacağı kimselere melekler derler ki: "Ne işte idiniz?" Onlar: "Biz yeryüzünde dinin emirlerini
uygulamaktan aciz kimseler idik" derler. Melekler de: "Allah'ın arzı geniş değil miydi? Siz de oradan hicret
etseydiniz ya" derler. İşte onlar böyle. Onların barınakları Cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Erkeklerden,
kadınlardan, çocuklardan zayıf ve acz içinde bırakılıp da hiçbir Çareye gücü yetmeyen ve (hicret) için bir yol
bulamayanlar müstesna" (4/Nisâ, 97, 98)
Bu âyetlerin iniş sebebi hakkında İbn Abbas (r.a.) şunu nakletmektedir: "Peygamber (s.a.s.) zamanında bazı
müslümanlar müşriklerle birlikte durup onların sayılarının artmalarına neden oluyorlardı. (savaş sırasında) ok,
onlardan bazılarına isabet edebiliyor veya boynu vurulup öldürülebiliyordu. Bunun üzerine bu ayetler nazil oldu.
Yine İbn Abbas (r.a.)'ın rivayet ettiğine göre; bir kısım Mekkeliler İslâm'a girmiş, fakat müslümanlıklarını açığa
vurmamışlardı. Bedir savaşı gününde müşrikler onları da beraberlerinde savaşa götürdüler ve bazıları bu savaşta
öldü. Müslümanlar bunun üzerine: "Bizim arkadaşlarımız müslüman idiler, savaşa zorla sokuldular" deyip,
onlara Allah'tan mağfiret dilediler. Bunun üzerine bu âyetler nazil oldu" (İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim, I,
542).
Demek ki mü'minler, bu gibi durumlarda "biz İslâm'ı ayakta tutamayacak kadar zayıf kimseler idik" demekle
kendilerini kurtaramayacaklardır. Çünkü bunlar İslâm'ı tamamiyle yaşayabilmek için herhangi bir teşebbüste
bulunmamışlar ve böylece "kendilerine zulm etmişlerdir" fakat, gerçekten hicret edemeyecek durumda bulunan
zayıf kimseler bundan müstesnadır.
Bu âyetler, müşrikler arasında bulunup da dinini ayakta tutamayan herkesi kapsamaktadır. Hicret edebilecek
durumda olup da hicret etmeyenlerin, kendi nefislerine zulmetmiş oldukları ve bu ayetin hükmüne göre, haram
işledikleri icmâ ile kabul edilmiştir (İbn Kesîr Tefsîr, I, 542). Bu hüküm kıyâmete kadar bakîdir ve genel bir
hükümdür. Herhangi bir durum onu, dinini yaşayabileceği, inancının gereklerini yerine getirebileceği Darü'l-
İslam'a hicret etmekten alıkoymaz.
Hanbelî hukukçulara göre bir kimsenin, Darü'l- Harp'te dinini açığa vurup yaşayabiliyor bile olsa,
müslümanların sayısını çoğaltmak ve cihada katılabilmek için Dârü'l-İslâm'a hicret etmesi sünnet olur. Hanefi
mezhebinde ise küfür diyarından İslâm diyarına hicret etmek vaciptir. Şâfiîlerden el-Mâverdî'ye göre de,
müslüman herhangi bir küfür beldesinde dinini açığa vurabiliyorsa, orası onunla Daru'l-İslâm olmuş olur. Orada
durmak, hicret etmekten daha iyidir. Çünkü böylelikle kendisinden başkalarının da İslâm'a girmeleri umulabilir.
Ancak Mâverdî'nin bu görüşüyle, konu ile ilgili olarak Darü'l-Harp'ta kalmayı haram kılan ayet ve hadisler
arasındaki aykırılık açıktır. Hicret hükmü, Darü'l-Harp'te müslüman olup oradan uzaklaşabilecek güçte olan
herkes için geçerlidir (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 28, 29). Darü'l-Harp'ten hicret etmenin, herhangi bir
ma'siyetin işlenmesi veya herhangi bir emrin yerine getirilmemesi veya İslâm devlet başkanının istemesiyle
vacip olacağı konusunda icmâ' vardır (eş-Şevkânî, a.g.e., VIII, 29).
Kişi "ben hicret edeceğim ama, gideceğim yer tanımadığım, yabancısı olduğum bir yerdir. Acaba orada geçimimi
sağlayabilecek miyim? Sonra ne zaman geleceği bilinmeyen ölüm, beni yolda yakalarsa hicret etmiş sayılabilir
miyim..." gibi bir takım düşünceleri içinden geçirebilir. Ancak bunlar yersiz düşüncelerdir. Çünkü: "Kim Allah
yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek, barınacak bir çok yerler bulur, genişlik de bulur. Kim evinden Allah
ve Rasûlüne muhâcir olarak çıkıp da sonra yolda ölürse, onun mükâfatı Allah'a aittir (en-Nisâ, 4/100). Bu
bakımdan ne rızık endişesi ne de "yolda ölüm" düşüncesiyle farz olan hicretten geri kalamaz.
Yeryüzü iman-küfür mücadelesinin alanıdır. Bu mücadelede kimi zaman iman bazan da küfür egemen olmuştur.
Mü'minler İslâmî kimliklerini yitirdikleri, imanî zaaflara düştükleri, İslâmi ilimlerin yeterince tahsil edilmediği
ve cehaletin yaygınlaştığı dönemlerde küfür İslâm'a gâlib gelecektir. İslâmî ilimlerin çok iyi bilindiği, İslâm'ın
yaşandığı, imanın kalb atışlarında bile hissedildiği dönemlerde ise kuşkusuz İslâm egemen olacaktır.
İslâm'ın ve küfrün egemenliği ya da şeytana zaman zaman fırsat verilmesi insanın ve yeryüzünün kanunu
hükmündedir. Dolayısıyla mü'minler İslâm'ın egemen olmadığı toplumlarda yaşama durumunda kalabilirler.
5
Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 250-252.
Bundan dolayı hicret zaman zaman gündeme gelebilir. Hicret dönemi asla kapanmaz, Mekke'nin fethinden sonra
da hicret, genel anlamda ve farklı durumlarda gündeme gelebilir; hicret tarihin belirli dönemine ait bir olay
değildir. Hicret süreklilik arzeder ve kıyâmete kadar geçerlidir.
Mekke'nin fethedildiği gün Abdurrahman b. Safvan (r.a) babasını getirerek, Rasûlullah'a babasının da hicret
sevabından payını almasını istediğini bildirdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Artık hicret yoktur" diye
cevap verir. Rasûlullah'ı bu konuda yumuşatmak amacıyla, amcası Hz. Abbâs'ın yanına gider ve bu konuda
kendisine yardımcı olmasını ister. Hz. Abbâs .(r.a.), Peygamber (s.a.s.)'e "Allah aşkına kabul et" derse de, Hz.
Rasûlullah şu cevabı verir: " Amcamın yeminini yerine getiririm, ama hicret yoktur." Hadîsin râvilerinden olan
Yezid b. Ziyâd: "Halkı İslâm'ın egemenliği altına girmiş bulunan bir yerden hicret edilemez, demek istiyor" diye
hadisi açıklamıştır (İbn Mace, Keffâret).
Burada görüldüğü gibi Mekke'den hicret etmek artık söz konusu değildir. Çünkü, hicretten maksat gerçekleşmiş
bulunuyor. Artık Mekke'nin kendisi fethedilmek suretiyle Darü'l-İslâm olmuş ve İslâm'ın bütünüyle hayata
yansıyacağı bir yer haline gelmiştir. Allah'tan başka hiçbir varlığın hâkimiyetinden söz edilemeyecektir.
Diğer bir kısım hadislerde ise, hicretin sürekliliğinden söz edilmektedir: "Kâfirlerle savaşıldıkça hicretin sonu
gelmeyecektir (eş-Şevkânî a.g.e., VIII, 27). "Hicretten sonra hicret olacaktır. Yeryüzünün en hayırlıları, Hz.
İbrahim'in hicretini kendisine örnek alanlardır." (Ebû Davûd, Cihad).
Bu hadislerden anlaşıldığına göre, İslâm hâkim olduğu bir yerden hicret etmenin farz veya vâcib olması söz
konusu değildir. Ancak Darü'l-Harb'den Darü'l-İslâm'a hicret etmenin vucûbu kıyamete kadardır. Ebu Bekr
İbnü'l-Arabî: "Hicret, Peygamber (s.a.s) zamanında farz idi. Kendi dini veya nefsi için korkusu olan herkese farz
olarak devam etmektedir. Kesilen hicret Mekke'nin fethinden sonra, Mekke'den Medine'ye olan hicrettir" (eş-
Şevkânî a.g.e., VIII, 29) der.
Hicretin hayata yansımasında genel etkenlerden biri de İslâm devlet başkanıdır. Halife, mü'minlerin bir yerden
bir yere hicret etmelerini isteyebilir. Mü'minler de buna aymak zorundadırlar. Zira müslümanlar Halifenin
İslâm'a muhalif olmayan bütün emirlerine uymak zorundadırlar. Hilafet, İslâm'ın bütün hükümlerinin direkt ya
da dolaylı olarak bağlantılı olduğu bir müessesedir.
Peygamber Efendimiz, bazen büyük kalabalıkları bile hicret edip etmemekle serbest bırakmıştır. Gönderdiği
askerî müfreze (seriyye) kumandanlarına verdiği tâlimât arasında şunları da görmekteyiz: ".. Onları İslâm'a
dâvet et. Kabul ederlerse, sen de bunu kabul et ve onlarla savaşma. Sonra bulundukları yerden muhâcirlerin
yurduna hicret etmelerini iste. Bunu yaptıklarında da muhâcirlerin leh ve aleyhlerinde olanın, kendilerinin de
leh ve aleyhlerine olacağını bildir. Eğer hicret etmeyecek olurlarsa, durumlarının bedevî müslümanların aynısı
olacağını onlara bildir. Onlara mü'minlere uygulanan Allah'ın hükümleri uygulanacak, ancak müslümanlarla
birlikte cihada katılmadıkça fey' ve ganimetten pay alamayacaklardır." (İbn Kesîr, Tefsîr, III, 329).
Hicretin devlet politikasında önemli bir yeri olmalıdır. İslâm Devleti, durumuna göre hicretle ilgili birtakım
düzenlemelere girişmek zorundadır. Bu gibi istisnâî durumların maksat ve nedenleri araştırıldığında bazı
zümrelerin bundan istisna edilmesi de tamamen toplumun iyilik ve hayrıyla yakından ilgilidir. Mesela: Müzeyne,
Medine'nin 35 km. uzağındaydı ve yüzlerce savaşçıya sahipti. Bunların bulundukları topraklarda bırakılması,
İslâm Devlet topraklarını genişletme maksadını taşıyordu. Bunların İslâm ülkesine hicret etmeleri birçok iktisâdî
zorlukların doğmasına neden olacak ve terkedilmiş verimli topraklar ve sular, yabancıları ve belki de İslâm
düşmanları tarafından işgal edilecekti (Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 277, 278). Bu bakımdan
Peygamber Efendimiz İslâm devleti sınırlarının genişlemesi ve müslümanların savaş gücünün artırılması
noktasından hareket etmiş ve duruma göre hicret üzerinde durmuştur. Hicretin diğer bir amacı da; İslâm
devletinin gücünü arttırmaktır.6

Hicretle İlgili Genel Tesbitler

Hicretle ilgili âyetlerin ışığında şu genel tesbitler yapılabilir:


1. Enfâl sûresinin 72. âyetiyle farz kılınan hicret, müşriklerin elinde bulunan Mekke'den Medine'ye hicrettir.
2. Mekke fethedilip İslâm yurdu olduktan sonra, Mekke'den Medine'ye göç anlamındaki hicret kalkmıştır.
Peygamberimiz: "Fetihten sonra hicret yoktur; ancak cihad ve niyet vardır" buyurarak değinilen gerçeği
açıklamıştır.
3. Tarihsel anlamda hicret son bulmuş olmakla birlikte, ahlâkî anlamda hicret devam etmektedir. Çünkü
müslümanlar, her zaman günah ortamından ve şeytanın egemenlik alanından İslâm'ın hâkimiyet alanına göç
etmekle yükümlüdürler. Bunun için kötülük yurdundan iyilik yurduna hicret, kıyâmete kadar geçerlidir.
4. Hicret gerekli, imkânlar da yeterli iken kötülük yurdunda oturmak, hem büyük bir günah, hem de nefse
zulümdür. Çünkü mâzeretsiz olarak hicreti terk edenlerin varacağı yer, cehennem olacaktır (bkz. 4/Nisâ, 97).
5. Allah yolunda hicret edenler, dünyada güzel mekân ve bol imkânlara kavuşur, âhirette de en yüksek onur
pâyesini ve Allah'ın rızâsını kazanırlar (bkz.. 4/Nisâ, 100; 22/Hacc, 58; 9/Tevbe, 20, 100 vd.)
6. Gerçekten âciz olup hicret etmeye güç yetiremeyenler bağışlanır, hicrete teşebbüs edip de yolda ölenler ise,
Allah tarafından ödüllendirilir (bkz. 4/Nisâ, 98-100).
6
Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 416-417.
7. Hicret, insanın dindeki samimiyetinin ve sadâkatinin göstergesidir (bkz. 8/Enfâl, 74). Bunun için, iman ile
inkâr arasında bocalayıp şeytanın egemenlik alanını terk edememiş olanlar, Kur'an tarafından iman dostluğuna
ehil görülmemişlerdir (bkz. 4/Nisâ, 89; 33/Ahzâb, 50; 60/Mümtehıne, 10 vd.)
8. Hicret, bir takvim başı olmaktan öte, bir inanç ve dâvâ göçüdür. İslâm'ın kendine özgü dünyasına ulaşmak için
atılmış kararlı bir adımdır. Diğer bir ifadeyle hicret, insanın Allah'a götüren yolu, iman bilinciyle kat etmesidir
(bkz. 29/Ankebût, 26).
9. Hicret, hedefine ulaşan onurlu hareketin en önemli adımı ve atılımıdır. İslâm'ı yaşamak ve yaşatmak için
dâhildeki bütün çarelere başvurduktan sonra mücâdeleyi dışarıda devam ettirmek amacıyla oturulan yeri terk
etmektir. O, İslâm'ı boğmaya azmetmiş zulüm ve baskıya rağmen dini aslî şekliyle yaşama gayretidir
(bkz.16/Nahl, 110).
10. "Muhâcirler" kavramı, Peygamber (s.a.s.)'in teklifi üzerine, özgürlük içinde ve İslâm'ın gereklerine uygun
biçimde yaşayabilmek için Medine'ye hicret etmiş olan Mekke'li müslümanları; "Ensâr" kavramı ise, zulmün ve
kötülüğün egemen olduğu yerden göçenlere yardım edip dine ve müslümanlara sahip çıkan Medine'li mü'minleri
ifade eder. Ancak Kur'an ve Sünnet, bu kavramlara tarihî çağrışımlarını aşan daha genel ve kuşatıcı bir anlam
yüklemiştir. Nitekim Peygamberimiz, gerçek muhâciri; "Allah'ın yasakladığı şeyleri terk eden kimse" (Buhâri,
Tecrid Terc. I/29) diye tanımlamıştır.
Kur'an'ın iniş itibarıyla h-c-r kökünün ilk geçtiği âyetlerden, insanın Allah tarafından fikren, kalben ve fiilen
hicrete hazırlandığı anlaşılmaktadır. Nitekim Yüce Allah, Elçisine ve onun şahsında bütün insanlara şöyle
buyurmaktadır: "Onların söylediklerine sabret ve onlardan güzelce ayrıl." (73/Müzzemmil, 10). Bu ilâhî sözdeki
"hecr-i cemîl" terkibi, "insanın kalben ve fikren kötülerden, kötülüklerden uzak durması, iyi ahlâkla donanıp
kötülüklere karşı güzel ve etkili bir muhâlefet ortaya koyması" anlamına gelmektedir (bkz. Zemahşerî, Keşşâf,
IV/177). Görüldüğü gibi kutlu yolculuğun ilk adımını, Kur'an'ın dinamizminden güç alabilen iman sahipleri
atabilmektedir. Bunun ilk ve en güzel örneğini ise, Peygamber (s.a.s.)'in kendisi ve onu izleyen sahâbe nesli
ortaya koymuştur.
Hicret, zulüm sistemlerinin her türlü baskısına rağmen inancına şirk karıştırmayan tevhid mensuplarının şanlı
eylemidir. Kur'an, insanın bilinç ve ruh dünyasına sunduğu hicret kavramıyla, şirke bağlı değerlerin ve
sistemlerin çağlar süren saltanatını yıkmış, onun yerine yeni bir adâlet anlayışı ve kardeşlik idealini getirmiştir.
Kur'an, İslâm'ın sunduğu kardeşlik idealini gerçekleştirmek için çalışanları, gerçek mü'min tanımının içine
yerleştirir ve onlar için tam bir bağışlanma ve bol bir rızık olduğu müjdesini verir (bkz. 8/Enfâl, 74).7

Vatan Anlayışı ve “Ya Sev, Ya Terket!” Dayatması

Irkçıların bir sloganı var: “Ya sev, ya terket!” diye. Ya her şeyiyle, düzeni, fesadı, ahlâksızlığı, zulmü,
müslümanların başörtüsüne bile çoğu alanda izin vermeyen anlayışıyla seveceksiniz, ya da defolup
gideceksiniz... Bu tehdit dolu mesaj, ne olduğu tartışılan “vatan” kavramını, toprak ve ülkeyi; içinde yaşayan
insandan, hem de kendi vatandaşından daha üstün görmenin (putlaştırmanın) uzantısı bir dayatma değil de nedir?
“Ya sev, ya terket!” Bu sloganla Hz. Peygamber’in, içinde Allah’ın evi, en mukaddes yer bulunan Kâbe’nin
bulunduğu, kendi ülkesi Mekke’den hicretini, hatta on yıl sonra Mekke’yi fethettikten sonra bile, tekrar eski
vatanını değil de Medine’yi tercihini nasıl izah edeceğiz? Mekke’de doğan veya doyan bir kimse, Mekke’de
inandığı gibi yaşatmayan yöneticileri ve onların düzeninin hâkim olduğu ülkeyi ne kadar sevebilir? Artık o,
mü’min vasfını kazanır kazanmaz, Medine’nin doğal vatandaşı, gönülden Medine’li değil midir? Dârulhap veya
dârulküfürde doğan kimsenin gerçek vatanı, dârulislâm değil midir?
“Ya sev, ya terket!” Öyle mi? Ne tümüyle ve her şeyden çok seveceğim, ne de kolay kolay terkedeceğim! Kim,
kime neyi zorla sevdirmeye kalkıyor; kim kimi, hangi hakla nereden ve niçin kovuyor? Mekke’den Rasûlullah’ı
ve mü’minleri kimler kovuyordu? Bu tür sloganı kimler söylüyordu dersiniz? Şimdi üzerinde yaşanılan ülke,
Mekke’ye/Dârulharbe benzemiyor da Medine’ye mi benziyor yoksa? Bu ölçüler içinde bu slogan doğaldır, ama
tek şartla; bunu inancını yaşamak isteyen müslümanlara karşı söyleyenlerin, tarih boyu peygamberlere ve
mü’minlere hangi inançtaki insanların bu sözü söylediğini değerlendirmeleri gerekiyor:
“Kavminden ileri gelen müstekbirler/büyüklük taslayanlar dediler ki: ‘Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle
beraber iman edenleri memleketimizden çıkaracağız; yahut dinimize döneceksiniz.’ (Şuayb) Dedi ki: ‘İstemesek
de mi (bizi yurdumuzdan çıkaracak veya dinimizden döndüreceksiniz)? Allah bizi ondan (kâfirlikten)
kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek, Allah’a karşı iftirâ etmiş oluruz. Rabbimiz Allah’ın dilemesi
hali müstesnâ geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece
Allah’a dayanırız. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adâletle hükmet (kimin haklı, kimin haksız olduğunu
adâletle açığa çıkar). Çünkü Sen hükmedenlerin en hayırlısısın.” (7/A’râf, 88-89)
Onlar bilmiyorlar ki, insan bir yeri sadece sevmediği için terketmez. Seven insanlar da sevdiklerini isbat etmek
için, ya da daha büyük sevgi (Allah sevgisi) için sevdiklerini terketmek zorunda kalabilirler. Hele bir toprak
sevgisi, Allah sevgisi ile çatışıyor ve birinden birini tercih etmek gerekiyorsa... Yoksa, şehidlik kavramını bile
anlayamayız; öyle ya şehâdet, vatanı terketmek değil midir? O zaman Allah’a tercih olunan bu sevgi bir puta
7
Fahrettin Yıldız, Kur'an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, s. 221-223.
dönüşür. Seven sevdiği için fedâkârlığı, o uğurda gerekli mücâdeleyi göze alandır. Sevdiğinin (vatanın) üzerine
çöreklenen ve oradaki İslâm dışı da olsa yönetimi, zulmü de onaylayıp seven, Allah için sevgi beslenilmemesi
gereken hususlara da gönlünü açan kimse, sevdiğini iddiâ ettiğini ya öldürmek için delicesine seviyor, ya da
orayı putlaştırıyor demektir. Bir mü’min, sevdiğini Allah için sever, buğz ettiğine de Allah için buğz eder. “Vatan
sevgisi imandandır” diye meşhur olan söz, kesinlikle sahih hadis metinlerinde yoktur. Ama, insanın doğup
büyüdüğü yeri belirli ölçüler içinde sevmesi, fıtrî/doğal bir özelliktir. Fakat, sevgide ölçülü, âdil olmak ve
Allah’a isyan edenlere ve O’nun yasakladıkları şeylere muhabbet duymamak şartıyla. “Vatan sevgisi”, cennet
sevgisi demektir. Müslümanın esas vatanı, ana vatanı, baba ocağı orasıdır. Babamız Âdem ve anamız Havvâ, ilk
olarak orayı vatan edinmişlerdi ve esas gideceğimiz yer, hazırlandığımız ve yatırımlarımızı yaptığımız mekân
orasıdır. Dünyanın hiçbir yeri bizim gerçek vatanımız olamaz, burada misafiriz, yolcuyuz. Kaldı ki hiçbirimiz
doğacağımız yeri kendimiz seçmedik. Her insan için doğduğu yer kutsal sayılınca, her insana göre kutsal olan da
değişecek, aralarındaki üstünlük de göreceli olacaktır. Ölçü, insanın kendisi olursa, İlâhî ölçüleri kendi subjektif
ölçülerine göre tahrif eder.
Bir insan, belli bir yerde değil; tüm yeryüzünde halife olması için yaratılmıştır. İslâm'ı, bulunduğu yerde yaşayıp
oraya hâkim kılmak için çalıştığı gibi, dünyanın ulaşabildiği her tarafına da götürme zorunluluğu vardır. Bir
insan, doğacağı yeri seçme hakkına sahip olmadığından, tercihinde olmayan bir konudan dolayı ne ayıplanır, ne
de şereflenir. Allah, bizi bu topraklarda değil de; çok farklı hatta sevmediğimiz bir yerde dünyaya getirebilirdi;
Diğer insanların oralarda dünyaya gelmesi gibi. O zaman o yaratıldığımız yerin mi, yoksa şimdi yaşadığımız
yerin mi kutsal olması gerekecekti? Müslüman için tüm arz Allah'ın mülküdür. Hepsi aynı değerdedir. Bir yerin
fazileti, orada inanılıp uygulanan inançla ilgili olmalıdır. Toprak, üstünde yaşayan insanların inançlarıyla bütün
olarak değerlendirilmelidir. İnsanın ırkına, doğduğu yere göre bir toprak parçasına kutsallık atfetmesi, Allah için
değil de; o toprak parçası için ölümü göze alabilecek hale gelmesi, vatanın -üzerinde hangi hükümlerin
uygulandığına bakılmadan- yüceltilmesi bu açıdan değerlendirilmelidir. Vatan kelimesi Kur'an'da geçmez. İslamî
açıdan yurt veya vatan "dâr" kelimesiyle ifade edilir. İslam toplumunun yaşadığı ve hâkim olduğu yerler için
klasik ve meşhur değerlendirmeye göre "dârulislâm", müslümanların idâre ve hâkimiyetleri altında olmayan
yerler ise "dârulharp" kabul edilir. Eğer bir kimse, yaşadığı ülkede dinî inanç, dinini koruma ve dinini yaşama
hürriyetini kaybetmişse, gücü yetiyorsa cihad ederek bu temel haklarını yerli veya yabancı işgalcilerden geri
alması veya gücü yetmiyorsa, bunları koruyup dinini yaşayabileceği yere hicret etmesi gerekir. Cihad ve
Hicret'in Kur'an'da ve Sünnette çok büyük önemi vardır.
Ayrıca, içinde Kâbe'nin bulunmasından dolayı müslüman açısından dünyanın en kutsal yeri sayılmaya müsâit
olan bir vatanda, Hak Dinin yaşanamadığı için oradan hicret eden Rasûlüllah ve ashâbının, aynı zamanda gerçek
vatanları olan Mekke'deki yönetime karşı inanç savaşı yaptıkları unutulmamalıdır. Şu âyet; vatan, cihad ve hicret
kavramları açısından değerlendirilmelidir:
“Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler: 'Dünyada ne işte idiniz?' derler. Bunlar; 'biz
yeryüzünde güçsüz bırakılmış çaresiz kimseler idik' diye cevap verirler. Melekler: 'Allah'ın yeri geniş değil
miydi? Hicret etseydiniz ya!' derler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir." (4/Nisâ,
97).
Medine için, oradaki hurmaları için savaşan kimsenin mücâdelesinin Allah için olmadığı, ancak Allah yolunda
savaşanların cennetle müjdelenen şehitler olabileceğini Rasülullah'ın hadislerinden öğreniyoruz.

Hicret Edenler (Muhâcirler) ve Ecirleri

Allah (c.c.) için yapılan her hareket, tavır ve söz'ün karşılıksız kalması mümkün değildir. Allah için bulunduğu
yeri, bin bir zorluk altında terk eden ve bununla İslâm'ı daha iyi yaşamayı, Allah'a daha mükemmel bir şekilde
kullukta bulunmayı amaçlayan bir kimsenin eli boş döndürülmesi düşünülemez. Allah (c.c.) Kur'ân-ı Kerîm'de,
hicret edenlere müjdeler vermektedir:
"Muhakkak iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler, işte onlar, Allah'ın rahmetini
umabilirler." (2/Bakara, 219; 9/Tevbe, 20).
"Muhacir ve ensardan daha önce iman etmiş olanlarla (sonradan) onlara ihsan ile uyanlardan Allah razı
olmuştur. Ve onlar da Allah (ın kendilerine verdiği nimet ve sevap)dan razi olmuşlardır. Onlar o cennetlerde
ebedî kalıcıdırlar." (et-Tevbe, 9/100). "(Kendilerine) Zulmettikten sonra Allah yolunda hicret edenleri dünyada
iyi bir şekilde yerleştireceğiz elbette, ahiretteki ecir (leri) ise daha büyüktür. Keşke ölmüş olsalardı." (en-Nahl,
16/41).
Peygamberimiz, ensâra yaptığı bir konuşmada; “Eğer hicret şerefi olmasaydı, ben muhakkak ensârdan bir fert
olmak isterdim.” (Ahmed bin Hanbel, II/315; Müslim, Zekât 139) diyerek muhâcirliğin şerefinin yerini hiçbir
şeyin tutamayacağını belirtmiştir. Bütün müslümanlar da hicrete ve muhâcirlere ayrı bir değer atfetmişlerdir.
Sahâbeyi tabakalara ayıran İslâm âlimleri, ilk sırayı daima muhâcirlere vermişlerdir.
Amr bin el-Âs (r.a.), Rasûlullah'a kendisinin günahlarının affedilmesi şartıyla bey'at edeceğini söyleyince,
Rasûlullah'tan şu cevabı aldığını anlatmıştı: "Sen İslâm'ın kendisinden (yani kişi müslüman olmadan) önce
işlemiş günahları yok ettiğini bilmiyor muydun? Hicretin ve haccın da aynı şekilde (bunlar yapılmadan önce)
işlenmiş günahları silip süpürdüğünü bilmiyor muydun?"
Allah, bütün yeryüzünün ve tüm kâinatın biricik ve mutlak sahibidir. Bütün varlık âlemini insan için yaratan ve
onları insanın emrine veren Allah'tır. İnsan ise; kendisine kulluk etmek, İslâm düzenini gerekleriyle birlikte,
noksansız olarak yaşamak için yaratılmıştır. Bundan yüz çevirenleri cezalandıracak, sudan bahanelerle ibadetten
geri kalanların mazeretlerini kabul etmeyecektir. Ve bu mazeretler onları kendi nefislerine zulüm etmiş
olmaktan" kurtaramayacaktır. Bu konuda Allahu Teâlâ kullarına şöyle seslenmektedir: "Ey inanmış olan
kullarım, muhakkak, benim mülküm olan yeryüzü (çok) geniştir. O halde (şuna buna değil de) yalnız bana ibadet
edin.” (29/Ankebût, 56). Bu âyetin, İslâm'ı açıkça yaşayamayan Mekkeli, güçsüz bir kısım müslüman hakkında
nazil olduğu bildirilmektedir. Bu âyet, Allah'ın inanan kullarına, dinlerini açığa vurup yaşayamadıkları bir
yerden, onu kolayca yaşayabilecekleri başka bir yere hicret etmeleri için bir emirdir. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle
buyurmuştur: "Memleketler, Allah'ın memleketleridir. Kullar da Allah'ın kullarıdır. Nerede hayır bulursan orada
yerleş" (İbn Kesîr, Tefsirü'l-Kur'âni'l Azim, II,14). Bütün insanlar Allah'ın kuludur ve yeryüzü de Allah'ındır,
bütün genişliğiyle yalnız onundur. Arz bütün insanları içine alacak kadar geniştir. O halde insan bulunduğu yerde
dininî, bütünüyle Allah'ın emirlerini yaşayamıyor, bu konuda zorluklarla karşı karşıya bırakılıyor, Allah'tan
başka her şeye ve herkese kul olması için zorlanıyor ve bu telkin yapılıyorsa orası müslümanın yaşayabileceği
yer değildir. Yaşayabileceği yeri aramalı ve bulmalıdır. "Bütün yeryüzü Allah'ın olduktan sonra, onun Allah
indinde en çok sevileni kullarının yalnız kendisine ibâdet ettikleri yerdir."
İslâm'da hiç bir şey putlaştırılamaz, isterse, bu içinde doğup büyüdüğümüz, yakınlarımızın malımızın,
ticaretimizin, acı tatlı her türlü hatıralarımızın ve daha nice güzel şeylerimizin bulunduğu yer olsun. Müslüman
nerede inancını yaşayabiliyorsa, vatanı orasıdır. "Kişinin bulunduğu memlekette yalnız Allah'a ibadet etmek
kolay olmaz; dinini açığa vurmakta zorluklarla karşılaşır, daralırsa, orada bağlanıp kalmamalı, ibadetlerini
serbest yapabileceği yere gitmelidir. Hicret edip o darlıktan genişliğe çıkmak için ne gerekiyorsa yapmak ve
Allah'a kulluk etmek mü'minin prensibi olmalıdır" (Elmalı, U.H. Y. Hak Dinî Kur'ân Dili, V/3790).8
Bir yerden başka bir yere göç etmek anlamındaki "hicret" kelimesinin ism-i faili olan muhâcir kelimesinin
çoğulu muhâcirûn'dur. Istılahta İslâm devletini kurup tebliğin yeni bir veche kazanmasını sağlamak için
Rasulullah (s.a.s) ile Mekke'den Medine'ye göç eden sahâbiler topluluğuna "muhâcirûn" denilmektedir.
Mekkeli müşrikler, Rasûlullah (s.a.s)'ın dâvetini etkisiz bırakmak, insanları ona tabi olmaktan yüz çevirmek için
çeşitli yollar denediler. Fakat onların, İslâm'ın sesini boğmak için gösterdikleri yoğun çabalara rağmen
müslümanların sayısı gün geçtikçe süratle artıyordu. Bu durum, müşriklerin iman edenlere karşı hırçınlaşarak
sert tutum takınmalarına sebep oluyordu. Müşriklerin işkenceleri her geçen gün sistematik bir artış gösteriyordu.
Mekke'de hayat müslümanlar için tahammül edilmez bir haI almıştı. Hangi kabileden olursa olsun müslüman
olan herkes müşriklerin saldırısına uğruyordu.
Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s), artık bunalan müslümanlara bir ferahlık olsun diye Mekke'den ayrılmalarını
söyledi. Ashab; "Nereye gidebiliriz ki, ya Rasulullah?" diyerek, çaresizliklerini bildirdiler. Çünkü onlar,
kendilerinin emniyette olabilecekleri bir yer bilmiyorlardı. Rasulullah onlara, Habeşistan'ı, işaret ederek; "İşte
oıaya gidin" dedi (Ibn Sa'd, et-Tabakâtü'l-Kubrâ, Beyrut, t.y., I, 203).
Ancak Habeşistan'a hicret, mevcut problemin çöıümünü sağlamıyordu. Bu, müslümanlar için belirli bir süreye
kadar ferahlık sağlamak gayesine yönelikti. Habeşistan'daki muhacirler, burada hüküm sürmekte olan Necaşî'den
iyi bir kabul görmüşlerdi. Tarihi istılahta "muhacir" terimi, Hicretin sekizinci yılında Mekke'nin fethine kadar
Medine'ye göç eden müslümanlar için kullanılmakta ise de; Habeşistan'a hicret edenleri, Rasulullah (s.a.s) in;
"Sizin için iki defa hicret vardır. Bunlardan biri Habeşistan'a, diğeri de Medine ye olan hicretinizdir" (Buhârî,
İ'tisam, 16) hadisi çerçevesinde, "Muhacirler" olarak nitelemek yanlış değildir. Zaten Habeşistan'a hicret
edenlerin tamamı, Medine'ye hicret emredildikten sonra buraya göç ederek ikinci defa hicret etmişlerdi.
Habeşistan muhacirlerinin sayısı yüz otuz kişi kadardır (Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, İstanbul
1981, I, 119).
Muhâcirler mallarını, yakınlarını, yaşadıkları toprakları, Allah için terkederken, gittikleri yabancı ülkede
yabancılıklarından dolayı çektikleri zorluklar, mahrumiyetler yanında, müşriklerin onları yok etmek için
gösterdiği faaliyetler de son bulmuyordu. Nitekim müşrikler, Habeşistan'a giden muhacirleri Mekke'den çıktıktan
sonra Kızıldeniz sahillerine kadar izlemişler; ancak, gemilerle denize açıldıklarından dolayı onlara
yetişememişlerdi. Onları geri getirmek, en azından oradaki rahatlarını yok etmek için müşrikler, Necaşî nezdinde
diplomatik faaliyetlere giriştiler. Fakat onların bütün çabaları boşa gitti.
Necaşî'yi ikna edip, müslümanları onun ülkesinden çıkartmaya muvaffak olamamaları, Mekkeli müşrikleri
öfkeden kudurtmuştu. Bundan dolayıdır ki, Mekke'de kalan müslümanlar ve Rasulullah'ın ailesi olan
Haşimoğullarının boykot edilmesi kararını vererek, baskılarını en uç noktaya götürdüler. Artık Mekke'de
inananların hiç bir şeyi güvencede değildi. Daha sonra Rasûlullah (s.a.s)'ı her durumda müdafa eden amcası Ebu
Talib vefat edince Haşimoğullarının başına geçen Ebu Leheb, Rasulullah (s.a.s)'ı toplum dışı ilan ederek
Mekke'de yaşamasını büsbütün güçleştirmişti.

8
Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 418.
Gelişen bu olaylar Rasulullah (s.a.s)'ı, dâvetini insanlara daha rahat ulaştırabileceği bir sığınak aramaya yöneltti.
Rasulullah ilk önce Taif'e gitmiş ancak, olumlu bir sonuç alamamıştı. Bu maksatla o, bu sefer cahilî geleneklere
göre haccetmek için Mekke'ye gelen yabancılara İslam'ı tebliğ ediyor ve onlardan kendisine sahip çıkmalarını
istiyordu. Ancak herkes tarafından reddedilen Rasulullah (s.a.s)'ı sonunda Akabe mevkiinde on altıncı heyet
olarak başvurduğu altı kişilik grup dinlemiş ve davetini kabul ederek iman etmişlerdi. Bunlar, Medine'de sürekli
savaş halinde olan iki düşman kabileden biri, olan Hazrec'e mensuptular. Bu kişiler Medine'ye döndüklerinde
hemen islamî tebliğe başlamışlar ve kısa zamanda çok kişinin ihtida etmesini sağlamışlardı. Daha sonra yapılan
Akabe bey'atlarının peşinden Rasulullah'a Medine'ye gitmesi emredildi (Buhârî, Menakıbul-Ensâr, 45).
Rasulullah (s.a.s.) ilk önce, Mekke'de bulunan bütün müslümanlara Medine'ye gitmeleri için izin verdi.
Müslümanlar, küçük kafileler halinde Mekke'den yola çıkmaya başladılar. Kısa zamanda, Mekke'de, yakınları
tarafından hapsedilenlerden Rasulullah (s.a.s), Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali'den başka kimse kalmamıştı.
Hicret eden bu muhacirler, yanlarında götürebildikleri dışında menkul, gayri menkul bütün mal varlıklarını
terkedip gidiyorlardı. Müşrikler, Muhacirlerin terkettikleri bu mallara hemen el koydular. Müslümanların mal
kaybı gerçekten çok büyüktü. Ancak onların gözü ne mal görüyordu, ne de dünyaya ait herhangi bir çıkarın
peşinde idiler. Onlar, Allah yolunda her şeylerini feda etmeye hazırdılar ve kendilerinden istendiğinden de bunu
yerine getirmek için bir an bile tereddüt göstermiyorlardı.
Ashabdan Suhayb er-Rûmî, Mekke'ye dışardan gelip yerleşmiş bir kimse idi. Hicret için yola çıktığında, Mekkeli
müşrikler onu engellemiş ve ona şöyle demişlerdi: "Sen bizim aramıza bir dilenci gibi geldin, bizim mallarımızla
zengin oldun. Şimdi bu mallarla çıkıp gideceksin öylemi! Bu asla olmaz". Suhayb onlara; "Bütün mallarımı size
bıraksam da mı izin vermezsiniz?" dediğinde onlar, buna ses çıkarmamışlardı. Daha sonra nâzil olan; "İşte o
topluluk içinden çıkan biri ki Allah'ın rızasını kazanmak üzere kendi kendisini satın almıştır..." (2/Bakara, 207)
mealindeki âyetin bahsettiği kişinin o olduğu söylenmektedir.
İslâm'la ilk müşerref olan; onu Medine'ye taşıyıp, burayı bir karargâh yaparak, yeryüzüne İslâm’ı hâkim
kılmakla görevlendirilen muhâcirler topluluğu bu niteliklere sahip insanlardan oluşmuştu. Rasulullah (s.a.s.)'ın,
Ebû Bekir (r.a.)'le birlikte, tehlikeli bir yolculuktan sonra Medine'ye ulaşmasıyla İslâm tebliğinde yeni bir dönem
başladı.
Rasulullah (s.a.s.), Medine'ye gelişinden hemen sonra, toplumun teşkilatlandırılması işine girişti. Bunun yanında,
her şeylerini terkedip buraya gelen Muhacirler gerçekten büyük sıkıntı ve yokluklar içerisinde idiler. Gerçi
Ensar, kendilerine iltica eden bu insanların bir eksiklik çekmemeleri için ellerinden gelini yapıyorlardı.
Rasulullah (s.a.s.), Muhacirlerin hayatlarını kolaylaştırmak ve Medine halkı ile tam bir kaynaşma sağlayarak,
bütünleştirmek için hicretin ilk yılında, her bir muhaciri bir ensara kardeş yaptı. Kaynaklarda "muâhât" olarak
zikredilen bu olaydan sonra Ensar, sahib oldukları şeylerin yarısını kardeşi ilan edilen muhacir'e veriyordu. Ve
her biri birbirinin gerçek vârisi idi. Bu durum Bedir savaşından sonra sona ermiştir (Buhârî, Ferâiz, 16; İbn Sa'd,
a.g.e., I, 238). Ensar, bunu yaparken o kadar içten yapıyor du ki, Allah Teâlâ onların bu eşsiz fedakârlıklarını
Kur'ân-ı Kerimde; "Daha önceden Medine yi yurt edinip imanı kalplerine yerleştiren, hicret edip kendilerine
gelen mü'minleri severler. Onlara verilenler karşısında içlerinden hiç bir çekememezlik duymazlar. İhtiyaç
içinde olsalar bile, onları kendilerine tercih ederler. Nefsinin cimriliğinden korunmuş kimseler. İşte onlar
kurtuluşa erenlerdir" (59/Haşr, 9) âyetiyle övmektedir.
Ancak, kendilerine kucak açan ve her şeylerini paylaşmaya gönülden rıza gösteren bu fedakâr insanlara yük
olmak, Muhacirlere ağır geliyordu. Bunun içindir ki, bunlardan bazıları kendilerine karşılıksız verilen şeyleri
almamışlar, diğerleri de kardeşleriyle birlikte çalışmışlar ve kazançlarını kendilerine yapılan iyilikleri karşılama
düşüncesiyle kardeşleri olan Ensara iade etmek istemişlerdir.
Muhacirlerden bir kısmı ticaretle uğraşmayı tercih etmiştir. Abdurrahman İbn Avf (r.a) bunlardan biridir.
Kendisine kardeş ilan edilen Sa'd b. Rabî, Abdurrahman'a şöyle demişti: "İşte mallarım, onların yarısını sana
veriyorum. İki eşim var, birini seç, hemen boşayayım. Sen onu nikâhla". Abdurrahman İbn Avf ona şöyle karşılık
vermişti: "Allah mallarını bereketli kılsın. Aile halkına da afiyet versin. Sen bana, Medine pazarını tanıt benim
için yeterlidir" "İbn Avf, ticarete başlayarak kısa zamanda zengin olmuştu" (Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr, 3).
Dimyâtî'nin tertip etmiş olduğu Muhâcirûn listesine göre, Mekke'den Rasulullah ile birlikte Medine'ye hicret
edenlerin sayısı, iki yüz yirmi altıdır (Albert Dietrich, Abdulmün'im b. Hallâf ed-Dimyatî'nin bir muhacirun
listesi, çev. F. Işıltan, İ.Ü.Ed. Fak. Şarkiyât mecmuası, İstanbul 1959, III, 133-155).
Vahiy ile ilk muhatap olup, her türlü zorluğu göze alarak ona iman eden ve bu yüzden akıl almaz işkencelere
maruz kalan ve sonra da yurtlarından çıkarılan Muhacirler, Allah tarafından layık oldukları şekilde
övülmüşlerdir. Zira onlar, hiç bir dünyevî maksadları olmadığı halde, sırf Allah Teâlâ'ya serbestçe ibadet
edebilmek için her şeylerini terketmişlerdi. Bu, Hz. Ebu Bekir (r.a) ile alâkalı olarak zikredilen bir olayda, bütün
çıplaklığı ile görülmektedir. Hz. Ebu Bekir (r.a), Habeşistan'a gitmek için yola çıktığı zaman, Berkul-Ğımâd
denilen yerde bölgenin ileri gelenlerinden biri olan İbn ed-Dağine ile karşılaşmıştı. O, Ebu Bekir'i görünce
hayretle; "Böyle nereye gidiyorsun ya Ebu Bekir" diye sormuştu. Ebu Bekir; "Kavmim (sırf Allah'tan başka ilâh
yoktur dediğim ve O'na ibadet ettiğim için) beni yurdumdan çıkardı" demişti (Buhârî, Menakıbu'l-Ensâr, 45).
Allah Teâlâ, kendisi için hicret eden Muhacirlerin, günahları dahi olsa onların bağışlanacağını ve
sorgulanmayacaklarını bildirmektedir:
"Hicret edenler memleketlerinden çıkanlar, benim yolumda eziyete uğrayanlar, öldürülenler ve ölenlerin
günahlarını mutlaka örteceğim" (3/Âl-i İmran, 145);
"Ey Muhammed! Şüphesiz ki Rabbin mihnete uğratıldıktan sonra hicret eden, sonra cihad eden ve işkencelere
sabredenleri affeder." (16/Nahl, 110)
Diğer bir âyet-i kerîmede onlar hakkında;
"Allah yolunda hicret edip de sonra öldürülenleri veya ölenleri elbette Allah güzel bir rızıkla rızıklandırır.
Şüphesiz rızık verenlerin en hayırlısı sadece Allah'tır." (22/Hacc, 58)
Allah Teâlâ, bütün mal varlıklarını terkedip, büyük bir fedakârlıkla Rasûlüne uyan muhacirler için,
ganimetlerden fazla bir pay ayırdığı gibi onların, gerçek anlamda davalarında samimi kimseler olduklarını
bildirmektedir;
"Bu ganimet mallarında, bilhassa yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış, Allah'ın lütuf ve rızasını isteyen,
Allah ve Rasulüne yardım eden fakir Muhacirlerin hakkı vardır. İşte samimi olanlar onlardır." (59/Haşr, 8)
Ayrıca, zulme uğrayıp, sırf Allah rızası için yurtlarını terkeden Muhacirler, âhirette çok büyük mükafatlarla
mükafatlandırılacakları gibi, aynı zamanda bu dünya hayatında da yaptıkları fedakârlıkların karşılığını fazlasıyla
göreceklerdir:
"Zulme uğradıktan sonra, Allah'ın rızası için hicret eden mü'minleri, dünyada güzel bir yere yerleştireceğiz.
Ahiretin mükâfatı ise daha büyüktür. Bir bilseler..." (16/Nahl, 41).
Bazı âyetlerde Muhacirlerin, iyilikleri ve imanları övülürken, Ensar ve Allah yolunda cihad edenler de onlarla
birlikte zikredilmektedir:
"İman edenler, hicret edenler, muhacirleri barındırıp yardımda bulunanlar, işte onlar gerçek mü'minlerdir."
(8/Enfâl, 74)
Hicret eden Muhacirler ve onları barındıran Ensar topluluğundan bahseden âyetlerde genellikle, Mekke'nin
fethine kadar Medine'ye hicret etmiş müslümanlar ve onlara hiç bir fedakarlıktan kaçınmadan yardım eden
Medineliler söz konusu edilmektedir. Ancak, bu kavramların işaret ettiği gruplar kıyamete kadar var olacaktır.
Çünkü cihad, yer yüzünde kâfirler var oldukça sürecek, zulüm var oldukça da, dinlerini yaşamak ve kendilerine
bir üs edinmek için yurtlarını, her şeylerini bırakarak terkeden muhacirler her zaman mevcud olacaktır.
Dolayısıyla, ilk Muhacirlerle kıyas yapmak mümkün olmamakla birlikte, sırf; "Allah'tan başka Rab yoktur"
dediği için yurdundan çıkarılanlar da bu âyetlerde övülen muhacirler topluluğundandırlar.
Hicret, muhacirler için bir kaçış değildir. Hicret yurdu, muhacirlerin diğer kardeşleriyle birlikte toparlanıp, planlı
bir şekilde, kâfirler tarafından çıkartıldıkları toprakları tekrar Allah'ın dininin hâkim olduğu topraklarlara
çevirmek için üslendiği bir kârargahtır. Bu, ilk Muhacirler için böyle olduğu gibi, bugün ve gelecekte de böyle
olacaktır.9

Muhâcirlere Mâlî Ödeme Yükümlülüğü:

Kur'an, hicret edenleri koruma ve destekleme yükümlülüğü getirir. Onlara kucak açıp yardım ve destek
sağlayanlar ensâr adını alır. Muhâcirlerle ve onlara kucak açıp yardım edenler, yani ensâr birbirinin dostu,
müttefikidir, birbirlerine destek olurlar. Bunlar gerçek mü'min kimselerdir; bol mağfiret ve cömertçe rızık onlar
içindir (8/Enfâl, 74). Her devirdeki hicret edenlere yardım eden her çağdaki ensârın psikolojik durumu ve imanî
fedâkârlığı övgüyle Kur'an'da zikredilir (59/Haşr, 9). Cimrilik, açgözlülük ve ihtiras, hem bu dünyada ve hem de
âhirette mutluluğu elde etmenin önündeki en önemli engellerdir. Ensâr, işte bu engelleri aşabilen kişilerdir.
İman ettiği halde hicret etmeyenleri, göç edecekleri vakte kadar koruma yükümlüğü yoktur. Ancak, dinî inanç ve
tercihlerinden ötürü zulüm ve baskı altında olurlar ve bundan kurtulmak için yardım isterlerse, ittifak ya da
içişlerine karışmazlık antlaşması yapılmış olanlar dışındakilere karşı, onlara yardım eli uzatılır. Antlaşma
bulunan topluluklara karşı, İslâm devletinin ya da cemaatinin, gayrimüslim yönetimlerin müslüman uyrukları
lehinde silahlı yahut kuvvete başvurarak müdâhalesi, mevcut antlaşmanın öngördüğü yükümlülükleri ihlâli
olacağından, kuvvete dayalı bir çözüme izin yoktur. Bu tür sorunların çözümü, ya iki taraf arasında yapılabilecek
antlaşmalarla, ya da baskı altındaki müslümanların İslâm diyarına hicret etmesi yoluyla sağlanabilir (bkz.
8/Enfâl, 72).
Muhâcirlere, sevgi ve korumanın yanında, malî ödemeler de yapmak gerekir:
"İçinizde imkân ve servet sahibi olanlar, yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda hicret edenlere vermemek için
yemin etmesinler; affetsinler, geçsinler. Allah'ın sizi bağışlamasından hoşlanmaz mısınız? Allah, bağışlayan ve
merhametli olandır." (24/Nûr, 22).
Bu âyetin, kızı Hz. Âişe hakkında ortaya atılan söylentilere katıldığı için, o güne kadar destekleyip yardımda
bulunduğu muhâcirlerden olan yakını Mistah'a bir daha yardımda bulunmayacağına dair yemin eden Hz. Ebû
Bekir'le ilgili olduğu belirtilir. Âyetin inişi üzerine Hz. Ebû Bekir, Mistah'a yeniden ödeme yapmaya başladı,
bundan asla vazgeçmeyeceğini belirtti. Ancak âyette kullanılan üslûp, mesajın zamanla ve kişiyle kayıtlı
olmadığını gösterir. Bu bakımdan, âyetteki öğreti, tarihî şartları aşkındır.

9
Ömer Tellioğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 237-239.
Bu gönüllü ödemeler yanında, devletin de elde ettiği ganîmetlerden, muhâcir yoksullara ödeme yapma
zorunluluğu vardır:
"Allah'ın verdiği bu ganîmet malları; özellikle yurtlarından ve mallarından edilmiş olan, Allah'tan bir lutuf ve
rızâ dileyen, Allah'ın dinine ve peygamberine yardım eden muhâcir fakirlerindir. İşte sâdık/doğru olanlar
bunlardır." (59/Haşr, 8)10

Ensâr; Muhâcirleri Kendilerine Tercih Eden Yardımcılar

“Ensâr”: Mekke'den Medine'ye hicret ettikleri zaman (M. 622) Peygamber efendimiz (s.a.s.) ve muhâcirlere
kucak açıp tüm imkânlarıyla yardım eden Medineli müslümanlara denilir. Lügat itibarıyla ensâr, yardımcılar
demektir. Hz. Peygamber'e sağladıkları yardım dolayısıyla kendilerine ensâru'n-nebî (Peygamber'in yardımcıları)
da denilir. Medineli müslümanlar için kullanılan bu tabir, aslında onların durumunu belirten bir vasıf iken
sonradan bu kavmin, bu zümrenin adı haline gelip ıstılahlaşmış, bu sebeple de kelimenin tekili olan nâsir (çok
yardım eden) aynı mânâ için kullanılmamıştır. Ensârdan tek bir şahsı ifade etmek üzere ensârı; ensâra mensup
kişiler için de bunun çoğulu olarak ensârivvûn tabirleri kullanılır.
Ensâr kelimesi Kur'an-ı Kerîm'de Medineli müslümanlara delâlet etmek üzere iki yerde geçmekte (9/Tevbe, 100,
117) ve kendilerinden övgüyle bahsedilmektedir:
"İlk iman eden muhacirler ve ensâr ile, iyilik yaparak onlara tabi olanlardan, Allah razı oldu. Onlar da
Allah'tan razı oldular. Allah, onlar için altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Onlar, orada ebedî
kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur." (9/Tevbe, 100)
Sahih hadis mecmuâlarında "Fadâilü's-Sahâbe", "Menâkibü'l-Ensâr" gibi baslıklar altında ensâr'ın faziletine dair
birçok sahih hadis toplanmıştır. Ensâr, Evs ve Hazrec olmak üzere Medineli iki kardeş kabileden oluşur.
Bunlardan Hazrec kabîlesinden altı kişilik bir heyet aralarında yıllar boyunca süren ve son defasında
kaybettikleri muhârebe ve düşmanlık dolayısıyla, Evs'e karşı Kureyşlilerin desteğini sağlamak maksadıyla Hz.
Peygamber'in nübüvvetinin 11. senesinde Mekke'ye gelmiş, burada Peygamber Efendimizle karşılaşarak O'nun
tebliğ ve irşadları neticesinde İslâm'ı kabul etmiştir. Aralarındaki düşmanlığın bu hak din sayesinde ortadan
kalkıp eskisi gibi tekrar kardeş haline gelecekleri ümidi ile Medine'ye dönüşlerinde İslâm'ı Evs kabilesine de
tebliğ eden Hazreçliler, kendilerine katılan Evs'lilerle birlikte nübüvvetin 12. ve 13. senelerinde Mekke'ye
temsilciler gönderip Hz. Peygamber'le görüşmüşler, I. ve II. Akabe Bey'atleri'nde bulunmuşlardır. II. Akabe
Bey'ati'nde, kendi memleketlerine hicret ettikleri takdirde Mekkeli müslümanlar ve Hz. Peygamber'i ve kendi
canlarını, çoluk ve çocuklarını, mallarını korudukları gibi koruyup onlara yardım edeceklerine dair and içen
Medineli müslümanlar, böylece hicrete ve İslâm tarihinde yeni bir dönemin açılmasına, İslâm Devleti'nin
teşekkül etmesine vesile olmuşlardır.
Hz. Peygamber'in ve müslümanların Medine'ye hicret etmesi üzerine canlarını ve mallarını İslâm'a adayıp
Mekkeli müslümanlara gönülden kucak açan ve tüm imkânlarıyla yardım eden Evs'liler ve Hazrec'liler, bu
gayretlerinin karşılığı olarak ensâr veya ensâru'n-nebî ismine lâyık görüldüler. Gerçekten onların İslâm'a ve
müslümanlara yardımı her türlü takdirin, hatta tahminin üstünde idi: Dinleri uğruna mal ve mülklerini, ev ve
barklarını, yurtlarını terkedip Medine'ye gelen muhâcirûn'a evlerini açmışlar, rızıklarına onları da ortak
etmişlerdi. Hicretin ilk senesinde Peygamber Efendimiz, muhâcirûndan bir şahsı ensârdan bir kişiyle birer birer
kardeş ilân ettiği zaman ensâr, muhâcirûnu Medine'deki evlerine, bağ ve bahçelerine, işlerine ortak etmişler, kan
bağının da üstünde eşsiz bir kardeşlik ve dayanışma örneği göstermişlerdi:
"Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip
gelenleri severler; onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler; kendileri zarûret
içerisinde bulunsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar. Nefsinin tamahkarlığından korunabilmîş kimseler,
işte onlar saadete erenlerdir." (59/Haşr, 9)
Hz. Peygamber hicretten önce Mekke'de müslümanlar arasında "kardeşlik" tesis etmeye başlamış; iman birliği ve
eşitlik üzerine kurulu bu kardeşlik, Medine'de muhâcirler ile ensâr arasında ilk İslâm toplumunun çekirdeğini
oluşturmuştur. Akabe Bey'atlarıyla temeli atılan bu toplumun kurulmasında ensârın büyük bir rolü vardır.
Mekke'den evlerini, eşyalarını bırakıp gelen muhâcirlere kucak açarak, onları iskân ettiren, yiyeceklerini
paylaşan, ensardır. Medine'de I. yılda teşkil edilen ilk İslâm anayasasının 1. ve 2. maddelerinde; "Kureyşli ve
Yesribli mü'minlerle bunlara tâbi olanlar, onlara, sonradan katılanlar ve onlarla birlikte cihad edenler... İşte
bunlar diğer insanlardan ayrı bir ümmet (toplum) teşkil ederler." ve 15. maddesinde "...Mü'minler diğer
insanlardan ayrı olarak birbirlerinin kardeşi durumundadırlar." denilmiştir (İbn Hişâm, es-Sîre, II, 147; M.
Hamidullah, İslâm Peygamberi, I/131).
Enes b. Mâlik'ten rivâyet edildiğine göre, Resulullah onun evinde Kureyş ile Ensâr'dan doksan kişi arasında
muâhât* (kardeşlik) tesis etmiştir (Tecrid-i Sarih, VI I, 73, 1035). Meselâ Ebû Bekir, Harice b. Zeyd ile; Ömer b.
Hattab, Utba b. Mâlik ile; Ebû Ubeyde b. Cerrah, Sa'd b. Muâz ile ve Osman b. Affân da, Evs b. Sâbit ile
kardeşlik kurmuşlardı. Dikkat edilirse kardeşlikler arasında benzerlikler bulunduğu görülür. Mizaç, his, yapı
itibarıyla birbirine benzeyenler kardeş olmuşlardı. Her türlü işte bu kardeşlik geçerliydi. Kardeş olanlar
10
Vecdi Akyüz, Kur'an'da Siyasî Kavramlar, s.223-224.
birbirlerinin velileriydiler. Hattâ birçok hanımı olan ensâr, bazı hanımlarını boşayıp bekâr muhâcirlerle
evlendirmek istediler. Bütün Medine hurmalıklarına muhâcirler ortak edilmişti.
Üseyd b. Hudayr'dân rivâyet olunduğuna göre, ensârdan birisi Resulullah'tan kendisini zekât âmili veya bir
beldeye vali tayin etmesini istemiş, Resulullah ise şöyle buyurmuştur:
"Ey ensâr cemâati, benden sonra yakında siz, (böyle dünya işlerinde) başkalarının size tercih edildiği zamana
kavuşacaksınız. Bununla beraber yine siz sabrediniz. Nihâyet, (kıyâmet günü) kevser havuzunda bana mülâki
olacaksınız." (S. Buhâri, Tecrîd, X, 14-15 1526).
Allahu Teâlâ'nın; "Onlardan (muhâcirlerden) evvel (Medine 'yi yurt ve iman (evi) edinmiş olan kimseler (ensar)
kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara (muhâcirlere) verilen şeylerden dolayı göğüslerinde bir
ihtiyaç (meyl, hased, hiddet) bulmazlar Kendilerinde fakr-u ihtiyaç olsa bile (onları) öz canlarından daha üstün
tutarlar. Kim nefsinin (mala olan) hırsından ve cimriliğinden korunursa işte muradlarına erenler onlardır"
(59/Haşr, 9).
Bu ayetin nüzûl sebebi hakkında Buhân'de Ebû Hureyre'den şu rivâyet vardır: "Resulullah'a açlıktan zayıf
düşmüş birisi gelerek yardım istedi. Resulullah 'Şu açı kim yemeğine ortak eder yahut konuklar?' dedi. Ensârdan
birisi kalkarak o kişiyi evine götürdü. Halbuki evinde çocukların yiyeceğinden başka bir şeyi yoktu. Yine de aç
kalmış sahâbîyi doyurdu ve karısıyla kendisi aç sabahladılar. Resulullah ona; 'Bu gece Allah sana güldü; karı-
koca sizin güzel hareketinize hayret etti' buyurdu ve 'Ensar, kendilerinin fakr-u ihtiyacı olsa bile misafir ve
muhâcirleri nefslerine tercih ederler... ' âyetini okudu" (Tecrid, X, 16-17 1527)
Enes b. Mâlik rivâyet ediyor: "Resulullah; 'Ensar benim cemâatimdir, sırdaşımdır, eminlerimdir" (Tecrid, X, 19
1528) ve İbn Abbâs'tan rivâyetle; Resulullah şöyle buyurdu: "Ey muhâcirler, sizden her kim bir iş basına geçerse
ensar'ın iyilerinin hasenâtını alsın, kötülerinin seyyiâtını affetsin" (s. 20). Hz. Peygamber'i Medine'de misafir
eden, evini, yiyeceğini, paylaşan, Ensardan Ebû Eyyub Hâlid b. Zeyd el-Ensâri (r.a.)'dir (ö.52). Onun
rivâyetinden: Resulullah, "Ey Ensâr topluluğu, Allahu Teâlâ sizleri temizlik konusunda övmüştür. Sizler nasıl
temizlik yaparsınız?" diye sormuş; onlar da, "Biz su ile tahâretleniriz" demişler; Resulullah, "İşte temizlik budur.
Size buna devam etmenizi tavsiye ederim '' buyurmuştur (İbn Mâce, Tahâre, 28, Hâkim, Müstedrek, I, 155;
Ahmed bin Hanbel, VI/6). Resulullah'ın bahsettiği ayette Allah, "Orada temizlenmeyi seven erkekler vardır.
Allah da temizlenenleri sever" (9/Tevbe, 108) buyurur. Yine Ebû Eyyub Resulullah'ın "Lâ ilâhe illâllah " diyen
hiçbir kimsenin cehenneme girmeyeceğini haber verdiğini söyler.
Ensâr, Evs'iyle Hazrec'iyle İslâm'a yardımda bunun da üstüne çıkarak dinleri uğruna canlarını ortaya koydular.
Bedir gazvesi öncesinde düşmanla çarpışma konusunda Peygamber efendimiz (s.a.s.) ashâbıyla durum
müzâkeresi yaparken ensârın hissiyatına tercüman olan Sa'd b. Muâz "Allah'a yemin olsun ki ey Allah'ın Resulü,
bize şu denizi göstersen ve sen kendin dalsan biz de seninle beraber dalar, asla tereddüt göstermeyiz, bizden tek
bir fert dahi bundan geri kalmaz..." diyordu (İbn Hişâm, es-Siretü'n-Nebeviyye, Kahire 1955, I-II, 615). Uhud
harbinde müslümanların müşrikler tarafından arkadan vurulduğu hengâmede, Resulullah'ın etrafında pervane
olarak O'nu korumaya çalışanların birçoğu ensârdan idi.
Ensârın Resulullah'a olan sevgisi ve bağlılığı o derece büyüktü ki Peygamber efendimiz Mekke'yi fethettiği
zaman ensâr, Hz. Peygamberin eski yurdunda, kendi kavmi arasında kalmayı isteyebileceğini düşünerek O'ndan
ayrılmanın üzüntü ve sıkıntısını kendi aralarında dile getirmişler; bundan haberdar olan Resul-i Ekrem, yaptığı
bir konuşma ile ensârın endişelerini gidermiş, onların gönüllerine hem beraberce Medine'ye dönüş haberiyle,
hem de taltifkâr sözleriyle su serpmişti. Huneyn ganimetlerinin dağıtımı sırasında Peygamber efendimizin,
beytü'l-mâl hissesinden bazı Kureyş ileri gelenlerine ve diğer kabile reislerine kalplerini İslâm'a ısındırmak için
bol ihsanlarda bulunurken kendilerine, ganimet hissesinden başka bir şey verilmemesi sebebiyle bazı ensâr
gençleri, bu ihsanlardan kendilerine de verilmesi arzusu ile sızlanmışlarsa da, Hz. Peygamber'in yaptığı bir
konuşma, işin mâhiyetini ortaya koymuş ve tüm ensâr mensuplarının gözyaşı içinde Resulullah'tan özür
dilemelerini sağlamıştı.
Hz. Peygamber'in vefâtından sonra, İslâm'a yardımları sebebiyle Allah'ın ve Resulü'nün övgüsüne mazhar
olmalarını ölçü alarak, ensârın büyük kabilesi Hazrec, aralarından reisleri Sa'd b. Ubâde'yi halifeliğe adây
göstermişti. Ancâk müzâkereler sonundâ Hazreçliler de Hz. Ebû Bekir'in halifeliğe daha uygun olduğunu kabul
ettiler ve gönül rızası ile ona bey'atta bulundular. Bu müzâkereler sırasında orada bulunan muhacirûn şöyle
demişti: "Şayet emir (başkan) bizden olursa vezirler (bakanlar) da ensârdan olacaktır. Biz, ensâr hazır olmadıkça
ve onlarla istişâre etmedikçe hiçbir karar almayacağız" (Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, Çev: Salih
Tuğ, İstanbul 1980, II, 1178). Gerçekten ensâr, daha sonraki dönemlerde hilâfet makamına gelmemişse de devlet
kademelerinde önemli görevler almış ve devlet idaresini yönlendirme vazifesini icrâ etmiştir.
Önde gelen ensâr büyükleri arasında burada Es'âd b. Zürâre, Sa'd b. Muâz, Üseyd b. Hudayr, Sa'd b. Ubâde, Ebû
Eyyub el-Ensârı, Ka'b b. Mâlik, Enes b. Mâlik isimlerini sayabiliriz. Ensârın içinde münâfıklar da vardı. Bedir
gazvesinde 86 Muhâcir, 61 Evsli, 170 Hazreçli hazır bulunmuştur (İbn Kayyım, Zadu'l-Meâd, Cihad bölümü).
Bedir zaferinden sonra İslâmî hareket daha da güçlenmiş, müslümanların görevleri artmıştı. Daha sonra görüldü
ki Hazrec kabilesinden Abdullah b. Ubeyy, eğer Resulullah gelmemiş olsaydı Medineliler tarafından seçilecekti.
Bu şahıs, müslüman görünüyor fakat kalben inanmıyordu. Ona "münâfıkların reisi" deniyordu. Nihâyet hicrî 6.
yılda Benû Mustâlik gazvesinde, Abdullâh b. Ubeyy'in bozgunculuğu ortaya çıktı. Bu seferde bir tartışma
bahanesiyle Muhacirlerle ensâr arasında kavga çıkmıştı. İbn Ubeyy, ensârı kışkırtarak, "Bu muhâcirleri
Mekke'den getirdiniz, mülkünüze ortak ettiniz, şimdi size rakip olup üzerinize egemen oluyorlar. Medine'ye
varınca bunları şehirden atalım" dedi. Allah Teâlâ bunu şöyle zikreder:
"Onlar öyle kimselerdir ki, 'Allah'ın Peygamber'i nezdinde bulunan kimseleri beslemeyin, tâ ki dağılıp gitsinler!'
diyorlardı. Halbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır, fakat o münâfıklar anlamazlar. Onlar, 'Eğer
Medine'ye dönersek, andolsun en şerefli ve kuvvetli olan(ımız) oradan en hakir(ve zayıf) olanı muhakkak
çıkaracaktır' diyorlardı. Halbuki şeref ve kuvvet ve de gâlibiyet Allah'ındır, Peygamberinindir, mü'minlerindir,
fakat münâfıklar (bunu) bilmezler" (63/Münafıkun, 7-8).
Abdullah b. Ubeyy, "Resulullah'a bir secde etmediğimiz kaldı" diye büyüklenerek özür dilemedi. Bir süre sonra
hastalanıp öldü. Buhâri ile Müslim'de, Câbir'in rivâyetinde, bir sefer sırasında iki kişinin kavgaya tutuştuklarını,
ikisinin de muhacir ve ensarı yardıma çağırdıklarını, ırkçılık (kabilecilik) yaptıklarını gören Resulullah'ın;
"Nedir bu câhiliyet dâvâsı? Vazgeçin!” dediği nakledilir. Hz. Ömer'in, İbn Ubeyy'in hemen boynunu vurmak
istemesine de Rasûlullah, "Peygamber ashâbını öldürtüyor dedirtmem" diye engellediği kaynaklarda kaydedilir.
En son vefat eden sahâbe Ensârdan Enes bin Mâlik’tir (h. 92 veya 94). Üç bin altıyüz civarında hadis rivâyet
etmiştir.11

Muâhât; Ensâr ile Muhâcirler Arasında Kardeşlik

“Muâhât”, Muhâcir ve Ensârın birbirlerine kardeş olarak ilan edildiklerini ifade eden bir siyer ve İslâm tarihi
kavramıdır. Nübüvvetin onüçüncü yılında Evs ve Hazreçli müslümanların daveti üzerine mal ve mülklerini
Mekke'de bırakarak Medine'ye gelen muhâcirler herşeyden mahrum idiler. Muhâcirleri mahrumiyetten
kurtarmak ve onları Ensâr ile kaynaştırmak için aralarında manevî kardeşlik tesis edildi: Bu kardeşlik "hak,
eşitlik ve miras" konusunda karşılıklı yardımlaşmaya ve sevgiye dayalı idi (Müslim, Fedâilü's-Sahabe, 204, 205;
İbn Sa'd et-Tabakât, I/238; İbn Koyyım el-Cevziyye, Zâdü'l-Meâd II/63). Bu muâhâtın, Enes b. Malik'in evinde
Bedir harbinden önce 90 veya 100 kişi arasında yapıldığı rivayet edilir (İbn Sa'd, et-Tabakât, I/238).
Hazreti Peygamber'in "ikişer ikişer kardeşleşiniz" emri üzerine, Muhâcirler Ensâr kardeşleri tarafından
kucaklandılar. Böylece her şeyden mahrum olan Muhâcirler bir anda bir çok şeye sahip oldular. Kardeşleşme
emri karşısında Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Ali ile kardeşleşmiş: Ebû Bekir, Hârise b. Zübeyr; Hz. Ömer, Itbân b.
Mâlik; Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh; Muâz b. Cebel; Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Rabî ile ve diğer sahabiler de
Ensâr ve Muhâcirlerden birer kardeş bulmuşlardır. Böylece muâhât ile kan kardeşliğinden daha üstün bir
kardeşlik kurulmuş oldu (İbn Hişâm, II/161, Buhârî, Menâkıbül-Ensâr, 3).
Bu kardeşliğin tesisinden sonra Ensârın, Muhacirlere karşı gösterdiği fevkalade alâka ve ev sahipliği Hz.
Muhammed (s.a.s.), tarafından övülmüştür (Müslim, Fedailü's-Sahabe, 171,188-198; İbn Mace, Mukaddime,11).
Hicretten sonra Medineli Ensar ve Muhacirler arasında bir kardeşlik kurulduğu gibi, Hicret öncesi müşriklerin
eza ve cefâlarına karşı koymak ve müslümanların daha güçlü olmalarını sağlamak, Hicret esnasında da yardımcı
olmak bakımından Hz. Peygamber (s.a.s.), Muhacirler arasında da bir kardeşlik tesis etmiştir. Rasûlüllah yine
Hz. Ali ile; Hz. Hamza, Zeyd b. Haris ile; Hz. Ebu Bekir, Ömer ile; Hz. Osman, Abdurrahman b. Avf ile ve diğer
Muhacirlerde birbirleriyle kardeş ilan edilmişlerdir.
Hz. Peygamber'in talimatı üzerine meydana gelen Ensâr ve Muhacirler arasındaki hak, eşitlik ve miras
konularındaki muâhât, miras hükmü dışında devam etmiş, ancak miras hükmü bir müddet sonra Enfâl Sûresi ile
kaldırılmıştır (8/Enfâl 72-75). Bu hükmün kaldırılmasına rağmen muâhât İslâm kardeşliği olarak Ensar ve
muhacirler arasında en güzel örneğini vermiştir.
Ensâr ve Muhâcirler arasında yapılan kardeşlikle Ensar, Muhacir kardeşlerinin özellikle maddi ihtiyaçlarını
karşılamak üzere arazilerinin ikiye bölünmesini, hattâ eşlerinden birisini boşayarak muhacir kardeşine
nikahlamak üzere vermeyi teklif ettikleri bir vakıadır. Nitekim Abdurrahman b. Avf'ın, Ensâr kardeşi malının
yarısını ve hanımlarından birini ona vermek istediği zaman Abdurrahman b. Avf Ensar kardeşine yük olmamak
için bunlan kabul etmeyerek kendisine çarşı ve pazar yolunu göstermesini istemiş, kısa sürede yaptığı ticaret ile
büyük bir servet sahibi olmuştur (Buhârî, Nikâh, 68, Menâkıü'l-Ensâr, 3).
Hz. Peygamber'in tesis ettiği bu kardeşlik, Ensar ve Muhacirlerin zamanı bile eşit kullanmalarını temin etmiş, bir
gün Resulullah'ı kardeşlerden biri dinlerken, bir başka gün diğer kardeşi Resulullah'ı dinleyerek olup bitenlerden
birbirlerini haberdar etmişlerdir (Buhârî, İlim, 27). Bu kardeşlik tesisi ile Medine'de kurulması planlanan sosyal
ve siyâsî birlik önce Ensâr ve Muhâcirler arasında sağlanmış, sonra da verdiği iyi örneklerle Medine'deki diğer
toplulukların aynı çatı altında toplanmasına imkân hazırlanmıştır.12

Hicrî Takvim

11
Ahmed Önkal, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 109-111
12
M.Ali Kapar, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 220
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in Mekke'den Medine'ye hicretini tarih başlangıcı olarak alan takvime hicrî takvim denir.
Hicrî kamerî takvime, İslâm takvimi de denir. Ayın yörüngesi üzerinde dönüşüne göre düzenlendiği için kamerî
(ay/hilâl) veya hicrî adı verilmiştir. Ay yani kamerî takvimi ilk olarak Bâbillilerin kullandığı bilinmektedir.
Mekke'li müşrikler İslâm'dan önce Kusay b. Kilâb'a verdikleri önemden dolayı onun ölümünü tarih başlangıcı
olarak kabul etmişlerdir. Ancak Fil olayından sonra tarih başlangıcı olarak bu olay kabul edilmeye başlanmıştır
(Tarihu'l-Yakubî, II/17). Taberî'de geçen, Peygamberimiz (s.a.s.)'in Medine'ye hicretiyle tarih kullandığı
şeklindeki bilgilerin ne derece sıhhatli olduğu bilinmemekle beraber, bunun kesinlik kazandığı dönem Hz. Ömer
(r.a.) döneminde kabul edilen hicrî takvimle başlamıştır (Taberî, Tarihu'l Umem ve'l Mûlük, II/253. Buhârî, et-
Târihu'l-Kebîr, I/10).
Medine'de İslâm devletinin kurulmasından Hz. Ömer (r.a.) devrine kadar müslümanlar bazı önemli olayları tarih
başlangıcı kabul edip buna göre zamanlarını tayin etmekteydiler. Meselâ; Fil olayı, ficâr savaşı, zelzele yılı, veda
haccı yılı ve bazı önemli zatların ölümü gibi olaylar tarih başlangıcı olarak kabul edilmekteydi. Ancak bu, zaman
zaman karışık bir durum arzediyordu. Hz. Ömer (r.a.) bu karışıklığı gidermek amacıyla konuyu diğer sahabelerle
istişare etti. Bu sırada meydana gelen olay bunun gerekliliğini bir kat daha arttırdı. Yemen Valisi Ya'lâ b. Ümeyye
Hz. Ömer (r.a.)'a gün, ay ve yılı belli olmayan bir mektup gönderir. Aynı şekilde yılı belli olmayan vadesi Şaban
ayı, diye kaydedilen bir senet Basra Valisi Ebû Musa el-Eş’arî'ye getirilir. Sözkonusu senette geçen şaban
kelimesinin, bu yıla mı, geçen yıla mı, yoksa gelecek yıla mı ait olduğu meselesi kesin olarak anlaşılmayınca bu
tarih ve sened ihtilafa sebeb oldu ve konunun önemini ortaya çıkardı. Sahabiler meseleyi görüşerek tarih
başlangıcı konusunda İran, Yunan vb. gibi ülkelerin takvimlerini benimseme tekliflerini ileri sürdüler. Ancak bu
teklifler kabul görmeyince Hz. Ali (r.a.) takvimin hicretin başlangıç olması gerektiğini ileri sürdü. Onun bu
görüşü derhal benimsendi. Hz. Peygamber (s.a.s.), rebiülevvel ayında hicret etmişti. Ancak kamerî yıl muharrem
ayı ile başladığından tarih iki ay sekiz gün geri alınıp Hicrî takvimin başlangıcı 23 Temmuz 622 olarak tesbit
edildi.
Milâdî ve Rûmî tarihler gibi on iki ay esasına dayanan hicrî yıl muharrem ayı ile başlar ve zilhicce ile sona erer.
Hicrî (kamerî) aylar şunlardır: Muharrem, safer, rebiülevvel, rebiülâhir, cemâzielevvel, cemâzielâhir, recep,
şaban, ramazan, şevvâl, zilkade,
Yazışmalar ve iktisâdî sahalarda rahatlıkla kullanılan bu takvime karşılık milâdî takvimde, ziraata ait vergilerin
toplanmasında yardımcı olmuştur. İslâm takvimi, müslümanlara mâl olmuş bir takvimdir ve hatta okuma-
yazması olmayan bir kimsenin bile kullanabileceği bir vasıtadır. Bu takvimin hesaplarını yapmak, ramazanın ne
zaman başlayacağım bilmek, ne zaman namaz kılınacağını belirlemek için ince astronomi bilgilerine gerek
yoktur. Ayın 29. günü güneşin battığı taraftaki gök ufkuna dikkatle bakılır, şayet yeni ayın o incecik hafi batı
ufku üzerinde görünmüşse, ay doğmuş ve takvime göre ertesi ayın ilk günü başlamış olur: Hilâlin bu görüntüsü
5-6 dakika sürer ve sonra kaybolur. Şayet bir görüntü tesbit edilememişse ay otuz gün sürecektir bu kesindir,
yani ertesi akşam ufukta kesinlikle hilâl görülür. Şayet 29. günü göğün bulutlu olması sözkonusu ise o ayın 30
gün süren bir ay olduğu kabul edilir (Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev, S. Tuğ, II, 857)- Ayrıca
hilâlin hareketleri de kesin olarak belli değildir. Bazen ay bütün hareketlerini 29 günde, bazen 30 günde
tamamlar.
Hicrî takvim hicreti esas alır. Günümüzde kullanılan milâdî takvim ise Hz. İsa'nın doğumunu 'tarih başlangıcı
olarak esas almaktadır.
Hicrî yahut kamerî yılı, milâdî yıla çevirmek için şöyle bir formül kullanılmaktadır: Hicrî yıl sayısını 33'e bölüp
çıkan sayıya 622 eklenir ve milâdî yıl bulunur. Milâdi yıl = (hicrî yıl x 32/33) + 622 formülü ile bulunur. Mesela:
1000 yılının % 3'ü 30 eder, geriye 970 kalır. Bu sayıya 622 eklenince karşılığı olarak milâdî 1592 yılı bulunur.
Milâdî yılın hicrî yıl karşılığını bulmak için de şu formül kullanılır: Hicri yıl = (milâdî yıl-622) x 33/32, meselâ;
(1453-622) x 33/32 = 857
Hicrî ve rûmî takvim uzun müddet müslümanlarca kullanılmış 26 Aralık 1925 tarihinde yürürlükten
kaldırılmıştır. Hz. Ömer (r.a.)'ın tesis ettiği hicrî takvim batılılaşma sürecinin bir devamı olan inkılapların, İslâm
hukukunu yürürlükten kaldırması sonucu, bu hukukun bir parçası olan hicrî takvim de kaldırılarak
müslümanların İslâm dünyası ile olan bağları koparıldı.
"Ey iman edenler, Yahudileri ve Hıristiyanları kendinize dost (ve hâkim) edinmeyin. Onlar ancak birbirlerinin
dostudurlar. İçinizden kim onları dost ve danışılacak makam edinirse, o da ondandır. Şüphesiz Allah o zâlimler
gürûhunu başarıya ulaştırmaz.” (5/Mâide, 51).13
İnkilâpların yıktığı, devrimlerin devirdiği İslâmî güzellikleri yeniden ihyâ etmek ve hakiki inkılâbı
gerçekleştirmek için değerlerimize sahip çıkmalıyız. Meselâ, özel yazışmalarımızda hicrî takvim kullanmalı, 1
Muharrem’i hicrî yılbaşı olarak değerlendirmeli, günün tarihini, kendi doğum günümüzü ve yaşımızı hicrî
takvimine göre bilip tâkip edebilmeliyiz.

Tabiatta Gözlenen Hicret

13
Naci Yengin, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 428-429
Tabiata dikkatle bakıldığında görülür ki, yeni yaratılışların veya yeni oluşumların önemli safhalarından biri
hicreti andıran bir safhadır. Meselâ; botanikte hicret, hemen her bitkide çok sık rastlanan bir merhaledir.
Bitkilerde görülen ve hicreti andıran bu safha, tohumların yaratılıp olgunlaşmalarından hemen sonra yaşanır. Her
tohum kendi türünün küçücük ve mükemmel bir programıdır. İşte bu program tamamlandıktan hemen sonra
derhal yetiştiği yerden, tohum yuvasından uzaklara fırlatılır. Hemen her bitkinin kendi tohumlarını uzaklara
atma, yayılma metodları vardır. Kimi mancınıkla fırlatır gibi tohumlarını uzaklara saçar, kimi başka canlıların
tüylerine küçücük kancalarıyla tutanarak uzaklara taşınır, kimi tüy gibi rüzgâra kapılarak, kimi de çok değişik ve
çok ilginç başka yollarla bu safhayı yaşarlar.
Bitki yetiştirmede hicreti andıran bir usûlün daha daha bulunduğunu biliyoruz. Bu usûlde genellikle tohumlar
öncelikle sık olarak toprağa ekilirler. Bunlar yeşerip herhangi bir fidan olduktan sonra bu fidanlar yerlerinden
sökülerek yeniden dikilmek üzere başka yerlere taşınıp son derece verimli sonuçlar alınmış olur. Birçok bitki ve
ağaç türünde bu göçürme, göç ettirme, bizim tâbirimizle hicret metodu, çok sık başvurulan bir yoldur. Ağaç
yetiştirmenin vazgeçilmez kurallarından birisi; belirli bir süreden sonra fidanların hicret ettirilmesi metodudur.
Fidanlıklar ve orman alanları, ağaç yetiştirmede bu çok önemli safhaların alanlarıdır.
Tabiatta başvurulan işte bu tür bir yetiştirme safhası; Hak Dinde peygamberlerin ve ilk mü’minlerin kendi
dinlerini sosyal planda yaşamak ve yeni dünyalarını kurmak için yaptıkları hicretleri andıran bir safhadır. Zaten
hicret sözüyle kasdedilen, peygamberlerin peygamberlik faâliyetleri sebebiyle yaptıkları göç hareketleridir. Bu
hicretle göç eden ne sadece peygamber, ne de sadece ümmettir. Aslında hicret eden, o toplumda kuruluş
halindeki Din’dir. Bu hicret, peygamber kontrolü olduğu zaman, en sağlıklı ve ideal sonuçlara ulaşmaktadır.
Eğer bir ümmet, hicreti peygambersiz olarak yaşamak zorunda kalmışsa, ulaşılan sonuçlar çok daha farklı
olabilmektedir. Ayrıca hicreti yaşayan ümmetin sayısı ve keyfiyeti de ulaşılan sonuçta etkili bir unsur olmaktadır.
İlâhî takdir, denizlerde kıpır kıpır dalgalanan suyu güneşle buharlaştırır, hicretle kanatlandırır ve göklere
yükseltir. Böylece dağ gibi dalgalara mukabil, gökyüzünde öbek öbek bulutlar yaratır. Sonra bu bulutları da yeni
bir hicrete tâbi tutar; dağlar gibi bulutlar gözyüzünde gök gürültüleri ve şimşekler saçarak sonsuz bir karmaşa
gibi gözüken, son derece muntazam hicretlerini yaparlar. Böylece İlâhî takdir, bulutlardaki zerrecikleri çok
değişik iklimlerde dolaştırarak yoğunlaştırır. Rahmet damlalarına dönüştürür. Sonra da bu rahmet damlaları
kendi hicretlerine çıkarlar. Gökyüzünden çisil çisil, sağnak sağnak, lapa lapa yeryüzüne hicret ederler. Allah,
rahmet yüklü bu hicretlerle, ölmüş, kurumuş yeryüzüne yeniden hayat verir. Rahmetinin bu hicretiyle dağları,
ovaları, vâdileri canlandırır. Bitkilere, hayvanlara ve insanlara inâyetiyle tecellî eder.
İlâhî rahmetin bu hicreti, dağların, vâdilerin, kıraçların canlanmasıyla da bitmez; bir kısım damlacıklar,
ağaçlardan, bitkilerden süzülür, derelerden sel olur akar, ırmaklarda toplanır, coşar, büyük nehirlere, okyanuslara
ulaşılır ve denizler fethedilir. Denizlere alüvyon, deniz canlılarına mineraller, madensel tuz lar ve oksijen taşır.
Böylece peş peşe süren zincirleme hicretlerle, karalar ve denizler hayat bulur, nefes alır, kurtulur.
İslâm’da hicret, şu anlatıma tıpa tıp benzerlikler taşıyan çok tabiî, çok fıtrî, İlâhî inâyet yüklü safhalarla dolu çok
mübârek bir harekettir. Mekke’den küçük gruplar halinde veya teker teker âdeta buharlaşarak kanatlanan
sahâbeler, birer rahmet damlası gibi Medine’ye inmişler, Medine onlarla canlanmış, hayat bulmuş, yeniden
doğmuştur. Kısa zamanda her biri bir rahmet damlası sahâbelere yakın çevredeki köyler, kasabalar, vahalar
Medine ile birlikte yeniden dirilmiş, canlanıvermiştir. İşte bu rahmet damlaları dereler, ırmaklar doldurarak
öncelikle buharlaşıp çıktıkları Mekke’yi fethetmişler, peşinden karalar ve denizler fethedilmiş, İlâhî rahmet âdeta
bütün yeryüzünü yeniden kucaklamıştır.14

Hicret Berâettir

Kavuşabilmekle terkedebilmek doğru orantılıdır. Kavuşabilenler, terkedebilenlerdir. Terketmeyi göze


alamayanlar kavuşmanın hazzına eremeyeceklerdir.
Âdem, cenneti terketmeden irâdeye kavuşamayacaktı. Geçici cenneti terketmişse de, irâde onu ebedî cennete
kavuşturdu. Cennet sıla, dünya gurbetti. Ancak o, sılayı gurbette ve gurbetle bir daha yitirmemecesine yeniden
kazandı. Özelde Âdem, genelde insan müebbed muhâcerete hüküm giymişti. Üflenen rûhun lâhut âleminden
nâsut âlemine hicretinin, canın sudan toprağa hicretinin, spermanın rahme hicretinin, ceninin rahimden dünyaya
hicretinin ve insanın dünyadan âhirete hicretinin anlamı buydu.
Nuh, evrensel hicretin muhâciriydi. Tûfan, aynı zamanda bir hicretti; küfrün karanlığından imanın aydınlığına,
müşrik toplumun zindanından mü'min toplumun özgür ufuklarına hicret... Şirkten tevhide, küfürden imana,
isyandan İslâm'a/teslimiyete hicret.
İbrâhim, çift boyutlu hicretin Kur'anî örneklerinden biriydi. Akleden kalbin, nasıl eserden müessire, soyuttan
somuta, fizikten metafiziğe, kabuktan öze, maddeden ruha, inkârdan imana, cehâletten ilme, zandan yakîne
hicret edebileceğinin en çarpıcı örneğini sergilemişti. Hz. İbrâhim'in derinliğine gerçekleştirdiği bu hicret,
oracıkta ürününü vermiş ve Lût, "Ben de Rabbime hicret ediyorum" demişti (29/Ankebût, 26). Bu hicret, yürekte
kalmayıp eyleme dönüşmüş, Allah'a kurbanı Allah'a kurbiyete, atıldığı ateşi de şirkten berâete ve cennete
dönüştürmüştü.
14
Mahmut Topuz, İlâhî Dinlerde Hicret, s. XIII-XIV, 125-126.
Rasûlullah, hicretin iki boyutunu kendi hicretinde birleştirdi. O, hicretin izzet, devlet ve berâet demeye geldiğini
isbatladı. O, terketmeden kavuşulamayacağını yaşayarak gösterdi. Mekke-Medine hattı, bir semboldü. Bu
sembol, insanın ve insanlığın uzun yürüyüşünde aşkın ve aşkın olanın değerine dikkat çekiyordu. Verilene dikkat
çekilerek elde edilenin değeri vurgulanıyordu.
Bu sembolde, Mekke içkini ve burayı, Medine aşkını ve öteyi sembolize ediyordu. Fetih ise öteyi kazanana
buranın da açılacağını, hediye edileceğini ifâde ediyordu. Mekke-Medine hattı, sadece Medine'ye kavuşmak
değil; Mekke'nin bedelini de ödemek anlamına geliyordu. Dahası, Hıra günlerinde yürekte gerçekleşenin, hayata
dönüşmesiydi hicret.
O halde bunun anlamı, içlerinde bir özge hicreti yaşayamayan ve gerçekleştiremeyenler, yer değiştirebilirler ama
asla hicret edemezler demekti. Peygamber'in, "Bu dünyada bir garip yolcu gibi ol!" uyarısı, müebbet
muhâceretin itirafıydı. Bu anlamda hicret, dünyevîleşmenin önündeki en büyük engeldi. Çünkü, muhâcir
misâfirdi.
Özbenliğin, çağın, tarihin, çevrenin modern zindanından tahliye bekleyen modern bireyin berâeti, ancak
derûnunda yapacağı derinliğine bir hicretle mümkün olabilecektir.15

Vuslat İçin Ayrılmanın Destanı: Hicret

Hicret, kişi veya kişilerin bulundukları yerden bedenle, dil veya kalp ile göç ederek ayrılmasıdır, bir şanlı
destandır hicret, sevda için güzel çile, zafer için de bir bedel.
Hicret, sadece bir takvim başlangıcı değil; bir çağın kapatılıp yeni bir çağın açılmasıdır. Hicretle birlikte
câhiliyye, yerini mutluluk çağına bırakmıştır. Kur’anî tarih yorumuna göre insanlık tarihinde her biri hicretle
başlayan üç çağ vardır. Hz. Âdem’in Cennetten hicreti/firakı ile başlayıp Hz. Mûsâ ve mü’minlerin Mısır’dan
hicretine kadar süren kurûn-ı ûlâ/İlk çağ, bu olayla birlikte başlayan kurûn-ı vustâ/Orta çağ ve Hz.
Peygamberimiz’in hicretiyle başlayıp kıyâmete/yaratıkların zorunlu hicretine kadar sürecek kurûn-ı uhrâ/Son
çağ.
Hayat, iman, sabır, hicret ve cihaddır. Bunlar olmadan hayat, yaşamak değil; olsa olsa ömür tüketmek ve
tükenmektir.
Bireyden cemaate, cemaatten devlete adım atmak, Hak dâvâya uygun ortamlar aramak, meş’aleyi uzaklara
taşımak, muhteşem dönüş için hazırlanmaktır hicret.
Hicret, nebevî bir harekettir, peygamberlerin ortak kaderidir; Onların izinden gidenlerin de değişik biçimleriyle
hayatlarının en az bir diliminde ortaya çıkan bir tavırdır.
Hicretin kendisi ve uygulanış şekli, baştan sona “tedbir” demektir; Allah’ın bilmediğimiz kapılarını açması için
bildiğimiz kapıları usûlüne göre çalma, çözüm ve çıkış yolu için fiilî duâdır.
Hicret, savaş alanından kaçmak, mücâdeleyi bırakmak değil; daha güçlü bir şekilde dönmek için strateji
değişikliğiyle, siyasî manevrayla kamp yeri arayıp orada güç toplamaktır.
Yurt dışında aranan destektir. Daha hızlı sıçrayabilmek için gerileme ve gerilmedir. Cephe değişikliğidir, merkezi
dışarıdan sarıp kuşatmak, merkezi fetih için çevreden eyleme geçmektir hicret.
Hicret, baskıları durdurma gücünün olmadığı yerde, baskıların kendini durdurmasına izin vermemektir. Zulme
boyun eğmeme, zilleti kabul etmeme bilincidir.
Hicret; yolunu bulanların, daha doğrusu yoldan çıkanların yolsuzluklarıyla Hak yolu tıkadığı durumlarda çıkış
yolu bulma girişimidir.
Hicret, taşlaşmış kalpleri ve yerleri terkedip su çıkacak vâdiler keşfedip faâliyeti verimli topraklarda
yoğunlaştırmaktır. Fidan halindeki dâvâyı verimsiz topraktan çıkarıp elverişli bir toprağa götürüp dikmektir
hicret.
Hicret, doğduğumuz veya doyduğumuz yerin Allah için terk edilemeyecek değerde olmadığını ilan etmek,
Allah'ı her şeye tercih etmektir.
Hicret, memleketinde müslümanca yaşayamayan bir mü’min için, Allah’ın geniş arzında mutlaka müslümanca
ve insanca yaşanacak bir yer olduğunun bilincine varmaktır.
Hicret; kavmiyetçilik, ırkçılık, şehircilik anlayışına vurulan darbenin adıdır. Ülke vatandaşlığından ümmet
bilincine yükselmektir. Kendi memleketinin bâtıl yönetimine karşı mücâdele hazırlığıdır.
Müslümanların zulüm düzeninin bir parçası olarak yaşamayı reddedişleri ve küfrün karşısına bağımsız bir güç
olarak çıkma tavrıdır hicret. İnsanî ve İslâmî haklarını gasbeden tâğutlardan berî olmak, onları protesto etmektir.
Sadece zulümden kurtulmak değil; aynı zamanda zulme karşı çıkma ve son verme eylemidir.
Hicret, daha yüksek ideal ve hedeflere ulaşmak için sevdiklerini gözünü kırpmadan geride bırakarak çıkılan
yolculuğun adıdır, İlâhî yardımın paratoneri, zaferin müjdesidir.
Altyapısını iman ve sabrın oluşturduğu hicretin bir sonraki aşaması cihaddır. İmansız sabır, sabırsız hicret,
hicretsiz cihad/kıtâl, cihadsız zafer ve kurtuluş olmaz! Hicret; sosyal, siyasal ve askerî alanlarda cihad için
düğmeye basmak, eyleme geçmektir.

15
Mustafa İslâmoğlu, Şafak Yazıları, s. 31-32.
Bozuk çevreden güzel çevreye geçmek, çevrenin çocuklarını ve kendini mahvetmesine izin vermemektir; çevreyi
düzeltemiyorsak çevrenin bizi bozmasına müsâade etmemektir.
Hicret, câhiliyye ile, onun kural, kurum ve bağlılarıyla ilişkileri koparıp atmak, bağımsız ve özgür olarak İslâm’a
teslim olup O’nun hâkimiyeti için çalışmaktır.
Esâretten kurtulma gayretidir, görünen ve görünmeyen zincirleri kırmak, zindandan özgürlüğe çıkmak,
mahkûmiyetten hâkimiyete adım atmaktır.
Mü’min kimse, hür olarak insanca ve dâvâsı uğruna yaşayabilmek için gerekli her bedeli ödemeye hazırdır;
dünyada izzet ve devletin, âhirette de cennetin bedeli hicrettir.
Tevhid mücâdelesinde bulunan insanların şu veya bu şekilde geçmek zorunda olduğu bir
kapıdır/köprüdür/süreçtir hicret.
Bedeni, dili ve kalbi ile insanın kendisine Allah’ı unutturan çevresindeki her şeyden ayrılarak bütün varlığı ile
Allah’a ilticâsıdır.
Hicret, Allah’a yönelmektir, O’na yaklaşmak, O’na sığınmaktır. Madde ve menfaat için, dünyevî eğitim için; iş,
aş ve eş için hicretleri çok gördük. Ama günümüzde Allah için hicret edenleri nasıl göreceğiz?
Küfürden imana, haramlardan helâllere, günahlardan sevaplara, isyandan itaate, kötülükten iyiliğe, rezîletten
fazîlete göz arkada kalmadan yapılan kutlu bir yolculuktur.
Tebdîl-i mekânda ferahlık vardır, evde kılınan namaza karşılık, câmiye hicret edilerek cemaatle kılınan namazın
yirmi yedi derece sevabı, hicret rûhunda saklıdır.
Yeryüzü yerinde saymıyor, her an dönüyor, hareket/hicret ediyor. Gökteki tüm yıldızlar, galaksiler, güneşler de
yörüngeleri etrafında her an hicret halindeler. İnsandaki kan, vücut organları arasında hicret etmeseydi, ne
olurdu? Öyleyse, hayat hicrettir, hicretsiz hayat olmaz.
Yerdeki sular buharlaşarak göklere hicret eder, bulutlar hicret içinde onları taşır, rahmet kanatları yeniden işlenip
şekillenen bereket damlalarını hicret ettirerek taşıyıp uygun yerlere gönderir/hicret ettirir.
Bitki tohumları hicret ederek canlanır, yeni mekânlarda yeni bir hayata başlar; bazı hayvanların yaşaması için her
mevsim vatan değiştirip hicret etmeleri hayatî bir zarûrettir.
Hemen tüm hayvan ve insanların nimetlere ulaşması için hicret etmeleri şarttır. İnsan, önce anne karnına, sonra
yeryüzüne, daha sonra ebedî âleme hicret eden bir muhâcirdir. Hicret bir fıtrat kanunudur.
Allah’tan gelen ruh O’na hicret edecektir. Dünya otelinde misafir olan insan adlı yolcunun son durağı, bu
muhâcirin son hicret yurdu Cennet olmalıdır, çünkü orası onun ana vatanı, baba ocağıdır. Muhâcir insan orada
yaratıldı, orası için yaratıldı, onu hak etmek için yaşamalıdır.
Allah için gerektiğinde evi, iş yerini, mahalleyi, şehri veya ülkeyi değiştirebilmektir. Gerekiyorsa işi, eşi, aşı,
malı-mülkü, okulu, diplomayı, makamı, rahatı, vatanı... terk edebilmektir.
Fânî olan şeyleri terk etmedikçe Bâkî olana, ebedî olana kavuşmanın imkânsız olduğunu kavramaktır.
Hicret denilince, kardeş kavramları, “muhâcir” ve “ensâr”ı, “kardeşliği” ve “fedâkârlığı” hatırlamamak ne
mümkün! Hicret rûhunu kaybedince onları da kaybettik ve kaybolduk.
Ey hicret! Sen müslümanların takvim başısın. Müslüman olduğunu iddiâ ettikleri halde, hıristiyanlara göre ve
onlar gibi "yılbaşı"nı kutlayanlar seni yeterince tanımıyor ve değerlendirmiyorsa, onları da mesajınla dirilt!
Yalvarıyoruz ey güzel hicret! Ne olur bizden hicret etme!16
1071 Malazgirt zaferiyle, ikinci bir Medine olan Anadolu’ya dâvet edilen Peygamberimiz, mânevî varlığı ile bu
topraklara hicret etti. Sekiz buçuk asır, cihandeğer bir misafir olarak Anadolu topraklarında ağırlandı. Gönüller
O’na açıldı, yönetimler O’na bağlandı ve Şanlı Peygamberimiz bütün kurumlarımıza önder oldu. Hicrî takvim,
işte bu 8,5 asırlık her an şuurlarda yaşayan hicret devri yüceliklerini tesbit eden ölçüydü.
Bizler, Hz. Peygamber’in hicretine sahip çıkarak yaşadığımız dönemin şartlarının gerektirdiği muhâcirler ve
ensârlardan olmak mecbûriyetindeyiz. Hz. Peygamber’in hicretine sahip çıkmak Hz. Peygamber ve ilk
mü’minler gibi kâfirlerle, küfür sistemleri ve yaşayışlarıyla kaynaşmamak/uzlaşmamaktır. İslâm’dan
kaynaklanmayan ilkeler ve kurumlara karşı soğuk savaş açmaktır. Hz. Peygamber’in hicretine sahip çıkmak,
İslâmî inanç ve düsturlara göre yaşayabilmemiz için ilk muhâcir mü’minler gibi gerektiğinde mallardan ve
canlardan geçmektir. Medineli ilk mü’minler olan ensâr gibi samimi müslümanları güçlendirmek, onlar için
gerekli fedâkârlığı yapmaktır. Hicrete sahip çıkmak, İslâm düzenine tâlip olmak ve ensâr gibi Peygamberimizi
yurdumuza dâvet etmek, O’nu canımız pahasına korumak için söz verip sözümüzün eri olduğumuzu
ispatlamaktır. Her bir mü’min, sevgili Peygamberimizi bir toplum önderi olarak hayatî kurumlarımızın başına
geçirmek için, ensâr gibi dâvet etmelidir. Tam bir iman ve şuurla bu çağrı yapılmadıkça Peygamberimizle
aramızda güçlü bir râbıta kurmak mümkün değildir.
İslâm’ı yaşayacağımıza, yaşanması için örnek olacağımıza, Kur’an ve Sünnet nizamının dışında hiçbir rejimi
rûhen benimsemeyeceğimize söz vererek Yüce Peygamberimizi mânevî şahsiyetiyle evimize, işimize,
sokağımıza, okulumuza, mahkememize, yurdumuza dâvet etmeliyiz. Çok iyi bilmeliyiz ki, bütün dünya ülkeleri
gibi, âciz önderlerin, bâtıl felsefelerin, materyalist rejimlerin karanlığında mustarip olan ve krizlerle çalkalanan

16
Ahmed Kalkan, Vuslat, sayı 15, Eylül 2002.
ülkemize Allah’ın peygamberi, mânen hicret etmedikçe; eğitim, medya gibi sosyal kurumların başına
geçirilmedikçe, biz mü’minler için her iki dünyadaki gelecek, pek acıklı olacaktır.17
Hakla bâtılın/bâtılların savaşı sürdükçe -ki kıyâmete kadar sürecektir- hicret edilebilecek İslâm yurdu oldukça
hicret devam edecektir. Hicret; maddî anlamda, İslâm Dininin hayat düsturlarına göreyaşama hürriyeti
bulunmayan küfür küfür yurdundan Kur’an ve Sünnet yönetiminin hâkim olduğu İslâm yurduna göç etmektir.
Mânevî anlamda ise, Allah’ın ve Peygamberinin yasakladıklarını terk etmektir. En fazîletli hicret, Allah’ın haram
kıldıklarını terketmek, helâllara yönelmek, diğer insanları da başta şirk ve zulüm olmak üzere tüm haramlardan,
fitne ve fesattan uzaklaştırmaya çalışmaktır. Bir adam, Rasûlullah (s.a.s.)’a sordu: “Yâ Rasûlallah, hangi hicret
daha fazîletlidir?” Allah’ın elçisi buyurdu ki: “... Allah’ın yasakladığı/haram kıldığı şeyleri terk etmendir.”
(Nesâî, Biat 12, hadis no: 4148; Ebû Dâcvud, Vitr 12, hds. 1449, Dârimî, Salât 135, hads 1431). Allah için hicret
eden gerçek muhâcirler işte bu tür gönül ve amellerle isyanı terkedenlerdir. En büyük muhâcir Rasûlullah’ın
lisânından muhâcirin tanımı da bu şekildedir: “Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların selâmette olduğu
kimsedir. Muhâcir de, Allah’ın nehyettiği şeyleri terkedendir.” (Buhârî, Rikak 71; Müslim, İman 14, hadis no:
6466; Ebû Dâvud, Cihad 2, hds: 2481).
Bütün bâtıl ideolojileri, tâğutî düzenleri, câhiliyye âdet ve anlayışlarını, İslâm dışı tüm dünya görüşlerinden
ayrılan, onları terkeden, tâğuttan kaçınan kimsedir muhâcir ve bu eylemlerdir hicret. Rasûlullah (s.a.s.) da
İslâm’ın ibâdet ilkelerini yerine getiren kimsenin Allah yolunda hicret etmiş gibi olacağını, fizikî (ülke
değişikliği)anlamında göç etmemiş de olsa Allah’ın onu bağışlayacağını haber vermiştir (Tirmizî, Sıfatu’l-
Cenneh 4, hadis no: 2650). İmanlara ve İslâmî yaşayışa çok yönlü saldırıların gözlendiği modern câhiliyyenin
hortlatıldığı günümüz ortamında mü’minlerin imanlarını koruyup gereği gibi ibâdetlere sarılmaları hicrettir.
Büyük Muhâcir, bu konuda şöyle buyuruyor: “Fitne zamanında ibâdet, banma hicret etmek gibidir.” (Müslim,
Fiten 26, hadis no: 130; Tirmizî, Fiten 28, hd.: 2297)

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

1. Olay ve Ölçü Olarak Hicret, İsmail L. Çakan, Büşra Y.


Tebliğ, Terbiye ve Siyasi Taktik Açılardan Hicret, İbrahim Canan, Yeni Asya Y.
1400. Yılında Hicret, Ali Nar, Gonca Y.
İlâhî Dinlerde Hicret, Mahmut Topuz, Çağlayan Y.
Hicret -Peygamberimi Öğreniyorum-, Salih Suruç, Nesil Basım Yayın
Hicret Günleri, Meral Maruf, Akabe Y.
Hicret (Şiir), Akif İnan, Sanat-İhtisas Y.
Bosna’dan Şemdinli’ye İnsanlığın Göçü, Kemal Öztürk, Birleşik Y.
Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 8, s. 321-344
T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 458-466
Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Hicret md: c. 2, s. 413-418; Habeşistan’a Hicret md: Ahmed Özalp, c. 2, s. 250-252;
Hicrî Takvim md: Naci Yengin, c. 2, s. 428-429
Sosyal Bilimler Ansiklopedisi (Rasim Özdenören), Risale Y. c. 2, s. 161-164
İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 267-270
Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Nil Y. s. 497-502; Kırkambar Y. s. 481-485
Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. s. 175-180
Kur'an'da Siyasi Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 218-227
Kur'anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s. 85-86
Kur'an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. s. 91-94
Bu Böyledir, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. c. 1, s.s. 397-411
Şafak Yazıları, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 31-33
Kur'an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. s. 91-94
İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c. 1, s. 336-341
Kur'an'ın Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, Fahreddin Yıldız, İşaret Y. s. 219-223
Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman b. El-Luveyhık, Kayıhan Y. s. 614-636
İslâm Dergisi, Hicret Dosyası, sayı 2, Ekim 1983
Vuslat Dergisi, Hicret Dosyası, sayı 16, Eylül 2002

17
Ali Rıza Demircan, İslâm Nizamı, c. 1, s. 339-340.

You might also like