You are on page 1of 116

İSLAM’DA BİLGİNİN KAYNAKLARI...................................................................................

2
İTİKÂD.......................................................................................................................................2
SIFAT-I İLAHİYYE.................................................................................................................26
SIFÂT-I SELBİYYE.................................................................................................................30
SIFÂT-I SÜBUTİYYE..............................................................................................................31
SIFAT-I ZÂTİYYE....................................................................................................................33
VÜCUD....................................................................................................................................34
VACİBU'L-VÜCUD.................................................................................................................35
KIDEM......................................................................................................................................36
BEKÂ........................................................................................................................................38
VAHDÂNİYET.........................................................................................................................39
KIYÂM Bİ-NEFSİHİ...............................................................................................................40
MUHÂLEFETÜN Lİ'L-HAVÂDÎS..........................................................................................40
HAYAT......................................................................................................................................42
İLİM..........................................................................................................................................43
SEMİ'........................................................................................................................................44
BASAR.....................................................................................................................................45
İRADE......................................................................................................................................46
KUDRET..................................................................................................................................47
KELÂM....................................................................................................................................48
TEKVİN....................................................................................................................................49
ARŞ...........................................................................................................................................50
KÜRSÎ.......................................................................................................................................52
LEVH-İ MAHFUZ...................................................................................................................53
İSTİVÂ......................................................................................................................................54
NÜZÛL.....................................................................................................................................56
İMAN................................................................................................................67
MÜ'MİN....................................................................................................................................67
İLAH.........................................................................................................................................83
RAB..........................................................................................................................................84
Eğitim Açısından Rab Kavramı....................................................................89
ÂBİD.......................................................................................................................................100
MİSAK....................................................................................................................................100
EMÂNET................................................................................................................................101
İSRÂ........................................................................................................................................102
MİRAC....................................................................................................................................102
ÂMENTÜ................................................................................................................................114
İSLAM AKAİDİ

Terim olarak akide: İslam dininde inanılması ve reddedilmesi gerekli olan esaslara denir.
Bu esaslardan bahseden ilme de Akaid ilmi denir.
Akaid İslam dininin temelidir. Temeli sağlam olmayan bina çöker. Akaid ilmi sayesinde
insan neye niçin ve nasıl iman etmesi gerektiğini bilir. Ancak sağlam bir akaid bilgisi
sayesinde insan, imanını taklidden kurtarabilir, kendisini kötü düşüncelerden ve zararlı
inançlardan koruyabilir, bu batıl görüşlere karşı inancını savunabilir.
Akaid ilminin gayesi insana dünya ve ahiret mutluluğunu elde ettirmektir. Kalbe iman
yerleşince pratikte salih amel olarak yansır. İman kalbi durumu İslam ise zahiri durumu
yansıtır. Gerçek hürriyet, ancak iman sayesinde, tevhid sayesinde gerçekleşir. Aksi taktirde
insan çeşitli ilahların kölesi durumundadır.
Kur’an’ın hükümleri evrenseldir. Kur’an’ın hükümlerinin bu çağda uygulanamayacağını
söylemek, kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar etmek küfürdür. (2/85)
Her amel insanı dinden çıkarmaz. Büyük günahları helal kabul etmek dinden çıkarır.
Kesin bir delile dayanmadan tekfirden uzak durmak gerekir.
İslam akaidi, beşeri görüşlere ve şahsi anlayışlara değil; vahye dayanır. Delaleti ve
sabitliği kesin olan Kur’an ayetleri ve mütevatir hadisler itikadın kaynağını oluştururlar.
Müteşabihler ve ahbar-ı ehad hadisler, akidenin temelini oluşturmazlar. Fakat bunları da iyi
değerlendirmek gerekir. Kelam kitaplarında ise malesef bir çok zanni ve müteşabih deliller
mezhep taassubluğu nedeniyle delil olarak kullanılmıştır.

İSLAM’DA BİLGİNİN KAYNAKLARI

İslam’a göre bilginin ana kaynağı vahiydir. Vahyi kabul etmeyen kimse profesör bile olsa
cahildir. Allah’ın kendisine eşyanın tüm isimlerini öğretmesi sayesinde insan, meleklerden
üstün olabilmiş ve bu ilim sıfatından dolayı halife vasfını kazanmıştır. İslam’a göre bilginin
kaynağı: 1) Doğru haber: a) Vahiy b) Mütevatir haber 2) Selim hisler dediğimiz beş duyu 3)
Akıl.

İTİKÂD

İnanç, gönülden bağlanma, kat'i kanaat, yakın. Belli bir düşüncenin, dinin ya da felsefî ekolün
prensipleri inanç esasları.
Dini hükümler iki kısına ayrılır; fer'î amelî olanlar ve aslı; itikadi olanlar. İkinci kısım dini
hükümler inanç esasları ile ilgilidir. Bu grup dinî inanışları isimleri anlatan itikat sonraları bu
inançların bütününe ad olan akâid ile eş anlamlı kullanır olmuştur. Kelimenin manası üzerine
kelâm ve mantık ilmi çerçevesinde çeşitli ihtilaflar mevcuttur. Ancak bu ihtilaflar aslı
ilgilendiren meseleler değildir. Şu kadarının bilinmesi yeterlidir: itikat; meşhur olan manası
ile aklî kesin hükümdür. Bu hüküm aklî olması dolayısı ile şüphe mahalli olabilir. Meşhur
olmayan ikinci tarife göre; kesin veya tercih edilen aklî bir hükümdür. ilme istinat eder, şüphe
götürmez. Bu mana bazen yakını bilgi ile de açıklanır.1
İtikat terimi sonraki dönemlerde akâid ile eşanlamlı kullanıldığı için bütün inanç sistemlerini
ifade eder. Her ne kadar günümüzde teorik çerçeve içerisinde disiplin hâline gelmiş
mezhepleri anlatmak için (özellikle kelâmî) mezheplere atfen kullanılmaktadır. Hakikatte
itikat daha geniş anlamları ihtiva eder. En geniş anlamıyla itikat; kişinin Allah, insan ve kâinat
hakkındaki tasavvur ve telakkilerini kapsayan, olaylara bakış tarzını etkileyen düşüncedir.
1
bk. Tehânevî, Keşşâf, II, 952.
İslâm iman esasları bir müminin itikadı olduğu gibi Marksizm ve hümanizm de kendi
mensuplarının itikadıdır.
İslâm'da kelâmî mezhepler Maturidilik, Eşarilik ve Selefilik itikadı mezheplerdir.2

TEVHİD

Birlik, birlemek.
Allah'ın varlığını, birliğini, tüm yetkin nitelikleri kendisinde toplandığını, eşi ve benzeri
bulunmadığını bilmek ve buna inanmak. Bu bilgi ve inanç en özlü biçimde "Lâ İlâhe İllallah'
(Allah'tan başka ilah yoktur) cümlesiyle ifade edilir. Bu nedenle bu cümleye tevhid kelimesi
(kelime-i tevhid) denir. Tevhid kelimesini söyleyen ve buna inanan kişi mümin ve muvahhid
adını alır. Tevhid konularını inceleyen ilme tevhid ilmi (ilm-i tevhid) adı verilir.
Tevhid kelimesi Kur'an'da geçmez. Buna karşılık tevhid inancı çeşitli yönleriyle sayısız ayette
dile getirilir.
Özellikle Mekke'de inen ayetler, tam olarak kavranması amacıyla tevhid inancı üzerinde
yoğunlaşır. Usulü'd-din denilen, dinin üç temel ilkesinden ilkini oluşturan tevhid inancı İslam
bilginleri, kelamcılar ve mutasavvıflar tarafından derinlemesine incelenerek çeşitli yorumlara
tabi tutulmuştur.
Kur'an, tevhid inancını Allah'ın zatı, tekliği, sıfatları, evren ve insanla ilişkileri açılarından
çeşitli boyutlarıyla ortaya koyar. Bütün bunlar şöyle özetlenebilir.
Allah birdir, O'ndan başka ilâh yoktur. O hiçbir şeye muhtaç değildir; her şey O'na muhtaçtır.
O'na benzer bir şey yoktur. O, bir ortağı olmaktan münezzehtir. Eğer O'nun yanısıra başka
tanrılar olmuş olsaydı, onlardan kimileri diğerleri üzerinde egemenlik kurmak isterlerdi. O
birdir, ama Hristiyanların sandığı gibi üç içinde bir değildir. O'na oğulları, kızları isnad
edenler, İsa (a.s)'in O'nun oğlu ya da kendisi olduğunu söyleyenler Allah'a iftira etmiş olurlar.
O'nun ne oğulları, ne de kızları vardır. O, doğurulmamıştır, doğurmamıştır. Ancak kafirler,
hiçbir şey yaratmayan ve kendisi için yaratılmış olan şeyleri O'na ortak koşarlar. O sözde
tanrılar ki, ne kötülük, ne de iyilik yapmaya güç yetirebilir; ne ölümü, ne hayatı, ne de
yeniden dirilmeyi kontrol edebilirler. Bu nedenle, Allah'la ilişkili olabilecek bir tanrı yoktur.
İnsanların uydurduğu tanrılar, zanna dayalı isimlerden ve onların nefislerinin hevasından
başka bir şey değildir.
Allah, mutlak güç sahibidir. Her şeyin dönüşü, O'nadır. O, yaratıcıdır, yaratma sürecini
başlatan ve dilediği gibi yaratandır. Başlangıçta gökleri ve yeri yarattı, onları duman ya da
nebülöz halindeki bir cevher gibi bir araya getirdi ve daha sonra birbirinden ayırdı. Gökler ve
yer, üzerindeki tüm varlıklarla birlikte O'nun emri kesindir, kimse onu değiştiremez. Yarattığı
güneş, ay ve yaldızların tümü O'nun kanunlarıyla ve O'nun buyruğuyla hareket ederler. Gökte
ve yerde bulunan her yaratık O'nun emirlerine gönüllü olarak boyun eğer. O, her şeyi yaratan,
vareden ve onlara şekil verendir.
Allah âlemlerin rabbidir, gizlilerin de rabbidir. O'nun gücü her şeye yeter; göklerin ve yerin
tüm güçleri O'na aittir. O, kerim olan Arş'ın, yüce Arş'ın rabbidir. Tüm yükselme derecelerinin
sahibidir. Bir beşik gibi arzı uzatır, gökte, uygun ölçülerde su indirir. O, bütün varlıkları çiftler
halinde yarattı. Gökkubbeye düzen ve mükemmellik verdi. Göklerin, yerin ve ikisi arasındaki
her şeyin hakimiyeti Allah'ındır. Doğu ve batı O'nundur. Ne yana dönerseniz dönün, O
oradadır. Çünkü her şeyi kuşatmıştır. Kürsüsü gökleri ve yeri kaplar. Yarattıklarını koruyup
gözetir ve bunda hiçbir güçlükle karşılaşmaz. O, azizdir, hikmet sahibidir.
Allah yalnız yaratıcı değil, aynı zamanda rahimdir, rızk verendir, koruyandır, yardımcıdır,
hidayet verendir ve tüm yaratıkların darda kalmışlarına yardım ulaştırandır. Allah dünyayı

2
Şâmil İslam Ansiklopedisi:
oyun ve eğlence olsun diye yaratmamıştır. Dünya, belirlenmiş bir süreye göre, bir amaçla ve
bir plan doğrultusunda yaratılmıştır. O kanunlar çıkarır, rehberlik eder, her şeyi bir ölçü ve
takdire göre düzenler, yaratır, yol gösterir. O, her şeyi bilendir. Her şeyi görendir.
Allah, hüküm verenlerin en iyisidir. Hiç kimseye asla zulmetmez. İnsana adaletsiz davranan O
değil, kendi nefsine zulmeden insandır. Hüküm gününde adalet tartıları kurulacak, en küçük
bir amel bile hesaplanacaktır. O çabuk ceza verendir ve acı azapla cezalandırır. İnsanlara adil
olmalarını buyurur ve adil olanları sever. Günahtan sakınıp sevap işleyenlere büyük ödüller
verir. İnsanların iyi amelleri, en güzel şekilde ödüllendirilmek için yazılır. Allah, tüm iyilikleri
kendisinde toplamıştır, tüm iyiliklerin kaynağıdır. Her türlü kötülükten de uzaktır.
Allah, insanın ruhunu, hiçbir şey değilken var etti, bu tek nefisten tüm insanlığı yarattı. İlk
insanla eşini yaratıp ikisinden birçok erkek ve kadınlar üremesini sağladı. İnsana kulak, göz
akıl ve duygu verdi; yeryüzünde Allah'ın halifesi olmasını takdir etti; bir gün ölmesini
kararlaştırıldı; sonra, kıyamet günü dirileceği kaderine yazıldı. Bütün insanlık tek bir
ailedirler. Çünkü tek bir ana-babadan gelirler. insan, yaratılmışların en üstünüdür. Çünkü
Allah onu en yüce bir suretle yaratmıştır. O, Allah'ın ruhundan üflenen soluğu içine çekerek
doğar. Bu nedenle insanın mükemmelliği Allah'ın boyasına boyanmaktan, ilahî isimlerin en
mükemmel gerçekleşimi ve özümlenişi olmasından gelir. Allah da nurunun
mükemmelleşmesinden, yani insanlarda bu sıfatların mükemmelleşmesinden başka bir şey
istemez. İnsanın tek amacı, tüm ilahi nitelikleri, tüm fıtri değerleri ilerleterek kendisinde
gerçekleştirmektir. Allah insanlığı kuşatmıştır ve onu yüceltir. O, insanın daima yanındadır,
ona şahdamarından bile daha yakındır.
Kur'an'da ortaya konulan tevhid anlayışı, kelamcılarca çeşitli biçimlerde sistematize
edilmiştir. Buna göre Allah'ın birliği yaratıcının birliği ile tapılacak varlığın (mabud) birliğini
de içine alır. Yaratıcının birlenmesine (tevhid-i uluhiyet), iradî birleme (tevhid-i iradî) ve
amelî birleme (tevhid-i amelî) denir. Tüm peygamberler bu tevhid anlayışına çağırılmışlardır.
Hz. Muhammed de bu iki tevhidi öğretmek ve gerçekleşmesini sağlamak üzere gönderilmiştir.
İlmî birleme, Allah'ta bulunması zorunlu nitelikleri kabul etmek, tenzihi zorunlu olan eksik
nitelikleri de reddetmektedir. Böylece ilmi tevhid Allah'ın sıfatlarını kabul etmeyen ta'til
anlayışından ve Allah'ı yaratılmış varlıklara benzeme (teşbih) anlayışından kurtarır. İlmî
tevhid, Allah'ı bilgi ve söz düzeyinde tevhid etmektir.
İradî ya da amelî tevhid, ortağı olmayan tek Allah'a ibadeti, sevgi, ihlas, tevekkül ve
bağlanmayı, yalnız O'ndan ummayı ve korkmayı, hiçbir konuda O'na eş tutmamayı gerektirir.
iradî tevhid, Allah'ı niyet, irade ve amel bağlamında birlemektir. İlmî tevhidde tasdik tekzib;
iradî tevhidde teşvik veya men vardır. İlmî tevhidin iki karşıtı vardır. Bunlar ta’til (sıfatları
iptal) ve teşbihtir (Allah'ı yaratılmış varlıklara benzetme). Amelî tevhidin de iki karşıtı vardır.
Bunlar da Allah'a sevgi, bağlılık, tevekkül ve güvenden yüz çevirmek ile hu konularda başka
varlıkları Allah'a ortak koşmaktır (şirk).
İlmî tevhid ile amelî tevhid birbirinin zorunlu tamamlayıcısıdır. İki tevhid birleştirilmeden
İslam'ın öngördüğü tevhid anlayışı gerçekleşmez. Sözgelimi, "Allah, tek yaratıcıdır" diyen
kişi "la ilahe illallah" demiş sayılmaz. Tevhid kelimesinin özü, gerçek Allah'a, tapınmaya
layık olan, ortağı bulunmayan tek Allah'a kulluk, ibadettir. Bu nedenle Allah'ın her şeyin
yaratıcısı, rabbi olduğunu, yaratıcılık ve rablıkta ortağı, benzeri bulunmadığını söylemek
yeterli değildir. Bunu söylemenin yanısıra, O'ndan başka ibadet edilecek bir mabud
olmadığını da söylemek gerekir.
Allah'ın kulların fiillerinin yaratıcısı olması, tüm evreni idare etmesi ve âlemlerin rabbi olması
gibi gerçekler ilmî tevhidin konularını oluşturur. Bu gibi gerçeklere kevnî gerçekler denir.
Allah'ın emrettiği şeylerin sevilmesi, haram kıldığı şeylerin sevilmemesi, O'nun sevdiğine
sevgi gösterilmesi, sevmediğinden yüz çevrilmesi, din hükümlerinin O'nun tarafından teşri
edilmesi gibi gerçekler de ameli tevhidin öğelerini oluşturur. Bu tür gerçeklere de dini ya da
şer'i gerçekler adı verilir. Kevnî gerçeklerle yetinerek dini gerçeklere boyun eğmeyen,
peygamberlere uymuş sayılmaz, muvahhid olarak kabul edilmez.
Allah'ın birliğinden sözetmek 0'nun zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir olduğunu
söylemektedir. Zatının bir olduğunu söylemek, O'nun kısmının, parçasının, bölümünün
olmadığını söylemektir. Çünkü birleşik olmaması Allah'ın zorunlu niteliklerindendir.
Sıfatlarının bir olduğunu söylemek, eşinin, benzerinin olmadığını kabul etmektir. Çünkü
yaratılmış varlıklara benzemek de, O'nun temel nitelikleri arasındadır. Fiillerinde bir olduğunu
söylemek de, ortağı bulunmadığını söylemektir. Çünkü ortalık aczi gerektirir.
Mutasavvıflar da tevhidi çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır. Bunlardan en yaygın olanına
göre tevhid, kusudî ve şuhudî olarak ikiye ayrılır. Kusudî tevhid, sadece Allah'ı kasd ve irade
etmek; daha doğrusu, Allah'ın kasd ve irade ettiği şeyi irade etmektir. Bu tevhidde kul ile
Allah'ın iradeleri aynı noktada birleşir; aynı şeyi diler ve isterler. Bu tevhid anlayışı ifadesini
"la maksude illallah" cümlesinde bulunur.
Şuhudî tevhid, mutasavvıfın manevi tecrübesinden kaynaklanır. Vecde gelerek kendinden
geçen mutasavvıf sadece Allah'ı görür, O'nun dışındaki varlıkları görmez. Vicdanî tevhid ya
da zevkî tevhid de denilen bu tevhid, "la meşhude illallah" cümlesiyle özetlenir. Şuhudî
tevhidin üç mertebesi vardır. Birinci mertebede Allah, mutasavvıfa fiilleriyle tecelli eder, o da
bütün fiilleri Allah'tan görür. Bu mertebeye özgü tevhid, "la faile illallah" (Allah'tan başka fail
yoktur) cümlesiyle dile getirilir. ikinci mertebede Allah mutasavvıfa sıfatlarıyla tecelli eder.
Bu durumda mutasavvıf varlıkları değil, sadece Allah'ı ve sıfatlarını görür. Üçüncü mertebede
Allah zatıyla tecelli eder. Bu durumda mutasavvıf tüm varlıkta yalnız Allah'ı görür.
Müşahedeye dayanan bu tevhid, "la mevcude illallah" (Allah'tan başka varlık yoktur)
cümlesiyle ifade edilir. Tevhidin bu son şekli, vahdet-i vücudcu mutasavvıfların anlayışını
oluşturur.3
Allah'a ibadet, belirli amellerle sınırlı değildir. Allah'a ibadet etmek, insanın her adımında, her
hareketinde, her sözünde O'nun koyduğu kurallara uymak, O'nun hükümlerini yerine
getirmek, resullerinin gösterdiği yoldan yürümek demektir. Yalnızca O'ndan yardım dilemek,
korkmak, O'na güvenmek, dayanmak, tevekkül etmek, sığınmak, O'ndan başkasını veli
edinmemek, sorunların çözümünü O'na havale etmek, O'ndan başka koruyucu, kollayıcı kabul
etmemek de tevhid inancının gerektirdiği tek Allah'a ibadetin boyutlarını oluşturur.4

TEVHİD

Türkçede birlemek şeklinde ifade edilen tevhid, Arapça vahd kökünden türemiş bir
mastardır. Tevhid sözlükte bir şeyin bir olduğuna hükmetmek, onu bir ve tek olarak bilmek,
bir şeyi diğerlerinden ayırarak onu tek kılmak, birlemek gibi anlamlara gelmektedir.
Kavram olarak tevhid, Allah’ı zatında, fiillerinde, isim ve sıfatlarında birlemek, bütün
ibadetleri yalnızca O’na yapmak, O’na hiç bir şeyi şirk koşmamaktır. 5 Yani O’na hiçbir şeyi
ortak koşmaksızın, ne rasul bir peygamber, ne mukarreb bir melek, ne bir başkan, ne bir
hükümdar, ne de yaratıklarından herhangi bir kimseyi ortak koşmaksızın bir ve tek olarak
Allah’a ibadet etmek ve hatta severek, ta’zim ederek, mükafatını umup cezasından korkarak,
yalnızca O’na ibadet etmek demektir. Burada anlatılan tevhidden kasıt ise peygamberlerin
gerçekleştirmek maksadıyla gönderilmiş oldukları tevhid’dir. Zira kavimlerin zamanla ihlal
ettikleri tevhid budur.

3
Mutasavvıfların, özellikle vahdet-i vücudçuların bu tevhid anlayışını biz İslam akidesine uygun görmüyoruz. (Abdulvahid Metin).
4
Ahmet Özalp, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/211-213.
5
Hüseyin K. Ece-Kur’an’da Temel Kavramlar: 717. Kısmen alıntılanmıştır.
Tevhid’in bundan daha genel bir tarifi de şöyledir: “Yüce Allah’a has olan hususlarda
Allah’ı birlemek demektir.”6
Tevhid, mutlak anlamda Allah’ın bir olduğunu bilmeyi, O’ndan başka ibadete layık ilah
bulunmadığına, ortağı ve benzeri olmaktan uzak bulunduğuna inanmayı ifade eder. Tevhid en
geniş anlamıyla bir Allah inancının, insanların düşündüğü bütün ilah düşüncelerinden uzak bir
dünya görüşünün, tek yaratıcı, tek Rabb tanımanın açıkça ortaya konulmasıdır. Tevhid, aynı
zamanda alemlerin Rabbi Allah tarafından insanlara gönderilen ilahi dinin adıdır. İnsanlar ya
tevhid dinine, ya da şirk dinlerine inanırlar. Üçüncü bir yol yoktur insanın hayatında. Şirk,
nasıl insanların kendi heva ve heveslerinden uydurdukları bütün dinleri tanımlıyorsa, Tevhid
de Allah’ın vahiy yoluyla gönderdiği İslam dinini tanımlar.
Allah’ın birliğinden, sıfatlarından ve diğer iman konularından bahseden ilme akaid ilmi
denilir. Tevhid ilmi akaid ilminin diğer adıdır. Çünkü akaid ilmi ağırlıklı olarak Allah’tan ve
O’nun insanlara gösterdiği inanç esaslarından bahseder.7
Tevhid bir takım şeyleri nefyetmek ve bir takım şeyleri de isbat etmek ile gerçekleşir. Yani
tevhid olunanın (Allah’ın) dışındaki şeyler hakkındaki hükmü nefyetmek, nefyedileni de
yalnız O’nun için tesbit etmek ile olur. Mesela biz şöyle diyoruz: İnsanın Allah’tan başka
hiçbir ilah olmadığına şehadet etmek suretiyle yüce Allah’ın dışındaki bütün varlıkların
uluhiyyetini nefyedip, yalnızca yüce Allah’ın uluhiyyetini tesbit etmedikçe tevhidi tam
anlamıyla gerçekleşmez. 8
Tevhid akidesinden bahseden ilim; Tevhid ilmi (ilmu’t-Tevhid) dir. Bu ilim kesin delillere
dayandırılmıştır. En önemli konusunu da vahdaniyet konusu oluşturduğundan dolayı bu adı
almıştır.
Tevhid İlminin Konusu:
1) Allah Teala’nın birliği ve inanılması gereken konular ve ilgili meseleler
2) Nübüvvet: Vahiy, nübüvet, risalet gibi inanılması lazım olan konular.
3) Sem’iyyat: Hükümleri yalnızca nakli delillere dayanan gayb aleminden bilinmesi-
inanılması gereken konular. Kıyamet, melekler gibi.
Tevhid İlminin Faydası: Kesin delilerle Allah’a inanmak ve ebedi mutluluğa kavuşmak.
Tevhid İlminin Değeri: Tevhid ilmi ilimlerin en değerlisidir. Çünkü o Allah’ın zatıyla,
peygamberleriyle ilgilidir.
Tevhid İlminin Nisbeti: İlimlerin aslı, anası durumundadır. Diğer ilimler ise onun
kollarıdır.9
Tevhidin Amacı: Tevhid’den maksat, Allah’ı birlemek ve O’nu bir olarak kabul etmektir.
Buradaki birden amaç sayı yönünden bir olması değil, O’nun hiç bir şekilde ortağının,
benzerinin ve eşinin olmaması, ezeli ve ebedi sıfatları yönünden hiç bir şeye benzememesi,
Kur’an’ın ifadesiyle hiç bir şekilde denginin bulunmamasıdır. Benzer cinsler arasında her
hangi bir şeye bir denilir ama, onun cinsinden ve benzerinden başka şeyler de olabilir.
Allah’ın bir ve tek oluşu ise benzersiz, eşsiz ve denksiz bir birliktir.
Tevhid, Allah’tan başka ilah olmadığına inanan mü’minlerin, bütün ilgi ve dikkatlerini
Allah’a yöneltmeleri, Allah’a teslim olmaları, mutlak kudret sahibi olarak O’nu görmeleri,
O’nun gösterdiği yolda yürümeleri, O’nun istediği gibi O’na kulluk yapmalarıdır. Tevhid
ehline, yani şehadet getirip mü’min olanlara muvahhid-Allah’ı tevhid edenler denilir.
Muvahhidler, Tevhid gerçeğine bu bilinçle yönelirler ve bu bilince göre hayatlarını
sürdürürler. Tevhid ehli, yalnızca Allah vardır, demekle kalmaz. Bunu demekle beraber,
O’ndan başka ibadete layık ilah, O’ndan başka yaratıcı, O’ndan başka rızık verici, O’ndan
6
Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 41.
7
Hüseyin K. Ece-Kur’an’da Temel Kavramlar: 717. Kısmen alıntılanmıştır.
8
Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 41.
9
Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Yayınları: 13-14.
başka hüküm koyucu, O’ndan başka Rab olmadığına da inanırlar. İşte bu, Tevhid Dininin
özüdür.10
Tevhidin Kapsamı: Bilindiği gibi Tevhid veya İslam Dini, Lailahe illallah: Allah’tan
başka ilah yoktur, şeklinde ifade edilen Tevhid Kelimesi (Kelime-i Tevhid) ve Muhammed
O’nun kulu ve Rasulü’dür olarak ifade edilen Şehadet Kelimesi (Kelime-i Şehadet) ile
özetlenmiştir. Bu yüzden kim bu iki cümleyi inanarak söylerse mü’min olur. Bu iki cümle,
İslam’ın bütün iman ve ibadet ilkelerini içerisine almaktadır. Mü’min bu iki cümleden birini
söylediği zaman, bütün benliği ile Allah’tan başka ibadete layık ilah olmadığına ve
Muhammed’in getirdiği dinin Hakk din olduğuna tanıklık (şahitlik) eder. Her iki cümle de
ayrı ayrı İslam’ın ve buna inanmayı ifade etmenin özetidir.
Unutmamak gerekir ki, İslam yalnızca bu cümleleri dil ile tekrar etmek değildir. Bunlar
İslam’ın giriş ve İslam’a girdikten sonra İslam’a ait ne varsa hepsini peşinen kabul etme
duyurusudur. Mü’min bunları söyleyerek seçtiği dini ve bunun her türlü ilkesini, prensibini
kabul ettiğini ortaya koymuş olur. Mü’min niçin tevhid kelimesini söylediğinin farkındadır.
Bu sözün yalnızca iki gerçeği haber veren bir şey olmadığını bilir. Bu sözü söylerken neyi
kabul ettiğini, neyi reddettiğini anlar. Bütün kalbiyle inanır, bunu diliyle ilan eder ve inandığı
şeyin gereğini yapar.
Tevhid veya şehadet kelimesi iki hüküm cümlesidir. Birinci bölümde önce la ilahe: İlah
yoktur, sanra da Allah vardır, yaygın söyleyişle Allah’tan başka ilah-tanrı yoktur, denilir.
Dikkat edilirse inanmanın ilk şartı, bütün ilahları-tanrıları, ilah-tanrı düşüncelerini, ilaha-
tanrıya benzetilen her şeyi kafadan ve gönülden silmek, sonra da tek Allah inancını kabul
etmektir. Önce nefy-yani reddetme, sonra da tasdik-yani kabul etme söz konusudur. İslam
açısından son derece önemli bir durumdur bu. Çünkü İslam’ın üzerinde durduğu en önemli
mesele, Tevhid inancıdır. İnsanlar öncelikli olarak bu inancı benimsemekten sorumludurlar.
Tevhid, yaratılışın ve var olmanın en önemli olayıdır. Kur’an’ın üzerinde en çok durduğu
konu da budur.
Muhammed’in (s.a.v.) mesajı, Kur’an’ın öncelikli konusu, insanların şirk dinlerini
terkederek, Tevhid dinini benimsemeleridir. Bu hem fıtrata (yaratılışa) uygun bir seçimdir,
hem evrendeki teslimiyete bir katılmadır, hem de dünya ve ahiret kurtuluşudur. İslam’ın bütün
yükümlülükleri, bütün prensipleri, emir ve yasakları; gönüllerine Tevhid inancı girmiş
muvahhidler tarafından hakkıyla yerine getirilir. İnsanlık ailesinin en öncelikli faaliyeti ve
meselesi Tevhid ile şirk arasındaki seçimdir. Kendi özgür iradesi elinde bulunan insan, Tevhid
ile şirk arasında kendi isteği ile bir seçim yapacaktır. Yaptığı seçimin, yahi seçtiği hayat
tarzının sonucuna da kendisi katlanacaktır.
Tevhid veya Şehadet kelimesinin ikinci kısmı, Muhammed’in Allah’ın rasulü (elçisi)
olduğunu kabul ve ilan etmektir. Bunun anlamı da yalnızca O, Allah tarafından gönderilmiş
bir elçidir, demek değildir elbette. O’nu Allah’ın son rasulü tanıdıktan sonra, O’nunla
gönderilenleri, O’nun tebliğ ettiklerini, O’nun dediklerinin doğru olduğunu da kabul etmek
demektir. Aynı zamanda O’nun anlatıp gösterdiği yaşama biçimini seçmek, O’nun tebliğ ettiği
ilahi hükümleri, hayat prensibi haline getirmek anlamına da gelmektedir.
Rabbimiz hükümlerini ve kullarından istediklerini rasulleri aracılığıyla insanlara
bildirmiştir. Tevhid veya Şehadet kelimesini söyleyenler, Allah’ın hükümlerini kabul edenler
ve onları hayatlarına uygulamaya karar verenlerdir. Tevhid kelimesi İslam’ın giriş kapısıdır
desek yanlış olmaz. Ancak bu kapıdan içeri girenler, içeride olan her bir ilkeyi, her bir iman
esasını, her bir kulluk şartını kabul etmiş ve pratik hayatta uygulamaya söz vermiş demektir.11
Tevhidin Türleri: Tevhid üç türlüdür. 1) Rububiyyet Tevhidi 2) Uluhiyyet Tevhidi 3) İsim
ve Sıfat Tevhidi.
10
Hüseyin K. Ece-Kur’an’da Temel Kavramlar: 717-718.
11
Hüseyin K. Ece-Kur’an’da Temel Kavramlar: 718-719.
1) Rububiyyet Tevhidi: Yüce Allah’ın rabb olması, yaratması, emretmesi, yetiştirmesi ve
imkan vermesi bakımından tekliğidir. Allah’tan başka yaratıcı olmadığı gibi O’ndan başka
malik de yoktur. Emir etmek yalnız O’na ait bir haktır. Tevhidin bu türü Allah’ı fiillerinde
birlemektir. Rububiyyet tevhidi, Allah’ın bu kainatı ve içerisindekileri herhangi bir ortağı ve
yardımcısı bulunmaksızın tek başına yarattığına, yarattıklarının yegane sahibi olduğuna,
hükmünde takipçisi olmadığına, emretme hakkının yalnızca kendisine ait olduğuna, dirilten,
yaşatan ve öldürenin O olduğuna, bütün canlıların rızıklandırıcısı, her şeyin yöneticisi
olduğuna, her türlü işi düzene koyduğuna, her şeyi koruyup kollayanın O olduğuna,
korunmaya muhtaç olmadığına, dilediğini aziz, dilediğini zelil kıldığına, Allah’tan başka hiç
kimsenin ve hiç bir şeyin ne kendi nefsine ne de başkasına O’nun izni ve dilemesi olmadıkça
zarar ve fayda veremeyeceğine, dualara yalnızca O’nun icabet edeceğine inanmaktır. Allah’ın
kaza ve kaderine inanmak, zatında vahdaniyetine yani bir ve tek olduğuna inanmak ta bu
tevhidin kapsamına girer. Yani her yoktan var edilen şey muhakak Allah’ın bilgisinden,
iradesinden ve kudretinden geçmiştir. Rububiyyet tevhidinin özü fiilleriyle Allah’ı tevhid
etmek yani birlemektir.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.” (Fatiha: 1/2)
“Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan... O’dur.” (Bakara: 2/29)
“Çünkü şüphesiz ki Allah’tır hem rızkı veren, hem pek çetin kudret ve kuvvet sahibi olan.”
(Zariyat: 51/58)
“Allah her şeyin yaratıcısıdır.” (Zümer: 39/62)
“Gökten ve yerden size Allah’tan başka rızık veren herhangi bir yaratıcı var mıdır?
O’ndan başka hiçbir ilah yoktur.” (Fatır: 35/3)
“İşte bunları yaratan Rabbiniz Allah’tır. Mülk yalnız O’nundur. O’ndan başka
çağırdıklarınız ise bir hurma çekirdeğinin zarına bile malik değildirler.” (Fatır: 35/13)
“Bütün mülk elinde bulunanın şanı ne yücedir ve O her şeye kadirdir.” (Mülk: 67/1)
“İyi bilin ki yaratma da, emretme de yalnız O’nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı
ne yücedir!” (A’raf: 7/54)
Firavun’un yaptığı şekilde söylediklerine bizzat kendisi inanmayan, hakka karşı bile bile
direnen bir kimse olması hali dışında yüce Allah’ın rububiyyetini inkâr eden herhangi bir
kimsenin varlığı bilinmemektedir. Firavun kavmine: “Ben sizin en yüce rabbinizim.” (Naziat:
79/24); “Ey ileri gelenler! Sizin benden başka ilahınız olduğunu bilmiyorum.” (Kasas: 28/38)
derken kendi sözlerine kendisi inanmıyor ve bu sözleri inancının ifadesi olarak dile
getirmiyordu. Nitekim yüc Allah şöyle buyurmaktadır: “Kalpleri onlara inandığı halde
zulümle büyüklenmeleri sebebi ile de onları inkâr ettiler.” (Neml: 27/14)
Yüce Allah’ın bize naklettiğine göre de Musa (a.s.) Firavun’a şunları söylemiştir:
“Andolsun ki bunları birer ibret olmak üzere göklerin ve yerin Rabbinden başka kimsenin
indirmediğini bilmişsindir. Ey Firavun! Ben de seni gerçekten helak edilmiş sanıyorum.”
(İsra: 17/102)12
Tarih boyunca insanların çoğu tevhidin bu türünü kabul etmişlerdir. Rasulullah (s.a.v.)
dönemindeki müşrikler de tevhidin bu türünü kabul ediyorlar, bunu inkara kalkışmıyorlardı.
Fakat sadece tevhidin bu çeşidini kabul etmeleri, onların İslam’a girmeleri için yeterli değildi.
Çünkü onlar Allah’a ibadette şirk koşuyorlar, Allah’ı gereği gibi takdir edemiyorlardı. İşte bu
yüzden Rasulullah (s.a.v.) bunları müslüman kabul etmemiş, bilakis müşrik kabul ederek
onları İslam’a davet etmiştir.
Allah Teala şöyle buyuruyor:

12
Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 97.
“De ki: “Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? Ya da kulak ve gözlere sahip bulunan
kimdir? Ölüden diriyi çıkaran ve diriden ölüyü çıkaran, her türlü işi düzene koyan kimdir?”
“Allah’tır.” diyecekler. “Öyleyse sakınmaz mısınız? İşte gerçek Rabbiniz olan Allah budur.
Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne var? O halde nasıl olur da döndürülüyorsunuz?”
de.” (Yunus: 10/31-32)
“De ki: “Eğer biliyorsanız, yeryüzü ve onun içinde olanlar kimindir?” “Allah’ındır.”
diyecekler. “Öyleyse hiç düşünmez misiniz?” de. De ki: “Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş’ın
Rabbi kimdir?” “Allah’ındır.” diyecekler. “Öyleyse sakınmaz mısınız?” de. De ki: “Eğer
biliyorsanız her şeyin mülkiyet ve yönetimi elinde olan, koruyup kollayan, fakat kendisi
korunmayan kimdir?” “Allah’dır.” diyecekler. “Öyleyse sakınmaz mısınız?” de.”
(Mü’minun: 23/84-89)
“Andolsun onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim emre amade kıldı?”
diye soracak olursan, şüphesiz: “Allah” diyecekler. Şu halde nasıl oluyor da çevriliyorlar?”
(Ankebut: 29/61)
“Andolsun onlara: “Gökten su indirip de ölümünden sonra yeryüzünü dirilten kimdir?”
diye soracak olursan, şüphesiz: “Allah” diyecekler. De ki: “Hamd Allah’ındır.” Hayır,
onların çoğu akletmiyorlar.” (Ankebut: 29/63)
“Andolsun onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye soracak olursan, tartışmasız;
“Allah” diyecekler. De ki: “Hamd Allah’ındır.” Hayır, onların çoğu bilmezler.” (Lokman:
31/25)
“Andolsun onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye soracak olsan, elbette “Allah”
diyecekler. De ki: “Gördünüz mü-haber verin; Allah’tan başka taptıklarınız, eğer Allah bana
bir zarar dileyecek olsa, O’nun zararını kaldırabilirler mi? Ya da bana bir rahmet vermeyi
istese, O’nun rahmetini tutup-önleyebilecekler mi? De ki: “Allah bana yeter. Tevekkül edecek
olanlar, O’na tevekkül etsinler.” (Zümer: 39/38)
“Andolsun onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye soracak olursan, tartışmasız:
“Onları, Aziz ve Alîm olan yarattı.” diyecekler.” (Zuhruf: 43/9)
“Andolsun onlara: “Kendilerini kim yarattı?” diye soracak olursan, elbette; “Allah”
diyecekler. Öyleyse nasıl olur da çevriliyorlar?” (Zuhruf: 43/87)
Bunun böyle olmasının sebebi, kulların kalblerinin fıtraten Allah’ın yegane Rab oluşunu
kabul edecek şekilde yaratılmış olmasıdır. Bundan dolayı tevhidin türlerinden ikincisini de
kabul etmedikçe, Rububiyyetin tevhidine inanan bir kimse muvahhid olamaz.13
Rububiyyet Tevhidi, Tevhidin diğer bölümlerinin esasını teşkil etmektedir. Çünkü ibadet
ve itaat edilmeye, boyun eğilmeye layık olan; yalnızca yaratıcı, mâlik ve evrenin idarecisi
olan Allah’dır. Çünkü bu sıfatlar yalnız âlemlerin Rabbinin olabilir. Zira diri olan, işiten,
gören, kadir olan, istediğini yapan ve işlerinde ve sözlerinde hikmet sahibi olan da Rabb’den
başkası olamaz.14
Şanı yüce Rabbimizin emri hem kainattaki kevni emirleri, hem de şer’i emirleri kapsar.
Kainatın işlerini çekip çeviren, kainatta hikmetinin gereği olarak dilediği şekilde hüküm veren
O olduğu gibi, yine hikmetinin gereği olarak ibadetleri teşri’ buyuran, muamelata dair
hükümler koyan biricik hüküm koyucu da O’dur. Kim ibadetlerde Allah’tan başka bir şeriat
koyucu yahut ta muamelatta Allah’tan başka bir hüküm koyucu kabul edecek olursa, o kimse
Allah’a ortak koşmuş olur ve imana sahip olmamış olur.15
2) Uluhiyyet Tevhidi: Bu tevhid, kulların yaptıkları fiillerde Yüce Allah’ı tek olarak
tanıma, bilme ve inanmaları anlamındaki tevhiddir. Allah’ı ibadete layık yegane ilah olarak
tanırken, başkasını asla O’na ortak koşmamaktır. İnsan yüce Allah’a ibadet edip, O’na
13
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Selef-i Salihin Akidesi, Abdullah b. Abdulhamid el-Eseri, Guraba Yayınları: 35.
14
Şerhü’l-Akideti’t-Tahaviyye: 76-77; Tefsiru’l-Kurtubi: 1/127; Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Yayınları: 29-30.
15
Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 98.
yakınlaşmaya çalıştığı şekilde, Allah’la birlikte kendisine ibadet edip yakınlaşmaya çalıştığı
herhangi bir varlık edinmemesi demektir. Yani sadece ve sadece Allah’a dua edip, yalnızca
O’na yalvarmak, yalnızca O’nun için adak adamak, O’nun adına kurban kesmek, O’ndan
umutvar olup beklemek, O’ndan korkmak, hep O’na tevekkülle dayanıp güvenmek, rağbette,
korkuda ve yönelmede yalnız Allah’ı tanımak vb. amellerdir.
Uluhiyyet Tevhidi, zahiren ve batınen bütün ibadetleri Allah’a has kılmayı, hiç bir ibadeti
az da olsa Allah’tan başkasına yapmamayı gerektirir. Uluhiyyet Tevhidi diğer iki tevhidi de
içine almasına rağmen bu tevhid türleri Uluhiyyet Tevhidini kapsamazlar. Yani Rububiyyette
Tevhidi sağlayan kişi, bunu yapmakla Uluhiyyette de Tevhidi sağlamış sayılmaz. Aynı şekilde
bu kişi Allah’ı isim ve sıfatlarında birlemiş olsa bile yine de Uluhiyyet Tevhidini
gerçekleştirmiş olmaz. Ama Uluhiyyet Tevhidini sağlayan kişi bununla birlikte her iki Tevhidi
de sağlamış olur. Çünkü kişi bu şekilde bütün ibadetleri yalnızca Allah’a has kılmış,
dolayısıyla; Allah’ın (c.c.) bu alemin yaratıcısı olduğunu ve kemal isim ve sıfatlara sahip
olduğunu kabul etmiştir.
“Lailahe illallah” sözü bu üç tevhidi de ifade eder. Gerçek ilah kendisine sonsuz sevgi ve
saygı gösterilen, güvenilen ve sığınılan, yani ibadet edilmeye, kayıtsız şartsız itaat edilip
hükmüne teslimiyet gösterilmeye layık olan zattır. Bu zat ise her şeyi yaratan, yaratma işinde
ortağı bulunmayan, kemal sıfatlara sahip olan Yüce Allah’dır.
Allah’ın uluhiyyetine iman hiçbir ortağı olmaksızın bir ve tek hak ilah olduğuna iman
etmek demektir. İlah, ilah edinilen (me’luh) yani sevilerek ve ta’zim edilerek, kendisine ibadet
olunan (ma’bud) demektir. Allah ile birlikte ilah edinilip, ibadet olunan her bir varlığın
uluhiyeti batıldır. 16
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Sizin ilahınız tek bir ilahtır. O’ndan başka ilah yoktur; O, Rahman’dır, Rahîm’dir.”
(Bakara: 2/163)
“Allah kendisinden başka hiçbir ilah olmadığını adaleti ayakta tutarak açıkladı. Melekler
ve ilim sahipleri de (buna tanıklak ettiler). O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Mutlak galibtir,
Hakîmdir.” (Âl-i imran: 3/18)
“Ve Allah ile beraber başka bir ilaha dua etme. O’ndan başka ilah yoktur. O’nun
vechinden başka her şey helak olucudur. Hüküm O’nundur ve siz O’na döndürüleceksiniz.”
(Kasas: 28/88)
“İşte Rabbiniz olan Allah budur. O’ndan başka ilah yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır,
öyleyse O’na ibadet edin. O, her şeyin üstünde bir vekildir. Gözler O’nu idrak edemez. O ise
bütün gözleri idrak eder. Şüphesiz O, Latif’dir, Habîr’dir.” (En’am: 6/102-103)
“İşte böyle; çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. O’nun dışında, onların dua ettikleri ise,
şüphesiz batılın ta kendisidir. Şüphesiz Allah Aliyy’dir, Kebir’dir.” (Hacc: 22/62)
Bu uydurma ma’budlara ilah adının verilmesi, onlara uluhiyyet hakkını vermez. Nitekim
yüce Allah, Lat, Uzza ve Menat hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Onlar ancak sizin ve atalarınızın adlandırdığı ve Allah’ın kendileri hakkında hiçbir delil
indirmediği bir takım boş isimlerden ibarettir.” (Necm: 53/23)
Hud’un, (a.s.) kavmine şunları söylediğini de yüce Allah bizlere bildirmektedir:
“Allah’ın haklarında hiçbir delil indirmediği kendinizin ve atalarınızın taktığı (ilah adını
verdiği) bir takım adlar hakkında mı benimle tartışıyorsunuz?” (A’raf: 7/71)
Yusuf’un (a.s.) da zindandaki arkadaşlarına şunları söylediğini bize haber vermektedir:
“Ey zindan arakadaşlarım! Darmadağınık bir çok rabler mi hayırlıdır, yoksa bir tek olan
ve her şeyi hükmü ve iradesi altında tutan (Kahhar olan) Allah mı? Sizin O’nu bırakıp da

16
Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 98.
taptıklarınız kendinizin ve atalarınızın adlandırdığı bir takım isimlerden başkası değildir.
Allah bunlara dair hiçbir delil indirmemiştir.” (Yusuf: 12/39-40)
Bundan dolayı rasuller kavimlerine: “Allah’a ibadet edin, O’ndan başka hiçbir ilahınız
yoktur.” (Mü’minun: 23/32) diyorlardı. Ancak müşrikler bunu kabul etmediler, Allah’tan
başka ilahlar edindiler. Bu ilahlara Allah’la birlikte tapındılar, onlardan yardım ve medet
istediler.
Yüce Allah müşriklerin bu ilahları ilah edinmelerini akli iki kesin delil ile çürütmüş
bulunmaktadır.
Birinci delil: Onların ilah edindikleri bu varlıklarda uluhiyyetin hiçbir özelliği
bulunmamaktadır. Çünkü bunlar yaratılmış varlıklardır, kendileri bir şey yaratamazlar.
Kendilerine ibadet eden kimselere en ufak bir fayda sağlayamazlar. Onlara gelebilecek hiçbir
zararı önleyemezler. Onlara hayat veremezler, öldüremezler. Göklerde herhangi bir şeye malik
olamadıkları gibi mülkünde ortaklıkları da yoktur.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Onlar O’nu bırakıp hiçbir şey yaratamayan, aksine kendileri yaratılmış olan ve kendi
kendilerine bile bir zarar ve fayda veremeyen, öldürmeye, diriltmeye ve ölümden sonra tekrar
can vermeye gücü yetmeyen ilahlar edindiler.” (Furkan: 25/3)
“De ki: Allah’tan başka (ilah diye) iddia ettiklerinize dua edin bakayım. Onlar göklerde
de yerde de zerre ağırlığınca hiçbir şeye sahip değildirler. Onların bu ikisinde hiçbir ortaklığı
da yoktur ve O’nun bunlardan hiçbir yardımcısı da yoktur. O’nun nezdinde şefaat kendisine
izin verdiklerinden başkasına fayda vermez.” (Sebe: 34/22-23)
“Kendileri yaratılmış oldukları halde hiçbir şeye yaratmaya kudreti olmayanları mı eş
koşuyorlar? Halbuki bunlar kendilerine hiçbir şekilde yardım edemeyecekleri gibi, kendi
kendilerine bile yardım edemezler.” (A’raf: 7/191-192)
Bu uydurma ilahların durumu böyle olduğuna göre, onları ilah diye kabul etmek
akılsızlığın en ileri derecesi ve batılın da batılıdır.
İkinci delil: Bu müşrikler şanı yüce Allah’ın her şeyin mülk ve tasarrufunu elinde
bulunduran, kendisi himaye ettiği halde kendisine rağmen başkalarının başkalarını himaye
altına almaları söz konusu olmayan yaratıcı, biricik rab olduğunu kabul ediyorlardı. Onların
bunu kabul etmeleri rububiyyette O’nu tevhid ettikleri gibi, uluhiyyette de O’nu tevhid
etmelerini gerektirmektedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Ey insanlar! Sizi de, sizden öncekileri de yaratan Rabbinize ibadet edin ki takva sahibi
olasınız. O ki yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı. O gökten su indirip,
onunla size rızık olmak üzere meyveler çıkardı. Artık siz de bildiğiniz halde Allah’a eşler
koşmayınız.” (Bakara: 2/21-22)
“De ki: “Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? Ya da kulak ve gözlere sahip bulunan
kimdir? Ölüden diriyi çıkaran ve diriden ölüyü çıkaran, her türlü işi düzene koyan kimdir?”
“Allah’tır.” diyecekler. “Öyleyse sakınmaz mısınız? İşte gerçek Rabbiniz olan Allah budur.
Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne var? O halde nasıl olur da döndürülüyorsunuz?”
de.” (Yunus: 10/31-32)
“Andolsun onlara: “Kendilerini kim yarattı?” diye soracak olursan, elbette; “Allah”
diyecekler. Öyleyse nasıl olur da çevriliyorlar?” (Zuhruf: 43/87)17
Tüm nebi ve rasuller, toplumlarını Uluhiyyet Tevhidi’ne, yani yalnızca Allah’a ibadet
etmeye, O’na hiçbir şeyi şirk koşmamaya, tağutları reddetmeye, iman edenleri cennetle
müjdelemeye, inkar edenleri ise cehennemle korkutmaya davet etmişlerdir ki insanların
Allah’a karşı mazeret olarak ileri sürecek bahaneleri ve delilleri olmasın. Allah adildir,
kimseye zerre kadar haksızlık etmez. İnsana gücünün yetmeyeceği şeyleri yüklemez.
17
Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 99-101
“Andolsun ki biz her kavme: “Allah’a ibadet edin ve tağuttan sakının diye bir rasul
gönderdik.” (Nahl: 16/36)
“Senden önce hiç bir rasul göndermedik ki, ona şunu vahyetmiş olmayalım: “Benden
başka ilah yoktur, öyleyse bana ibadet edin.” (Enbiya: 21/25)
“Müjdeleyici ve korkutucu olan rasuller ki insanlar için rasullerden sonra Allah’a karşı
bir delil olmasın. Şüphesiz Allah Aziz ve Hakim olandır.” (Nisa: 4/163)
“Andolsun ki biz Nuh’u kendi kavmine gönderdik. Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a ibadet
edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Doğrusu ben sizin için büyük bir günün azabından
korkmaktayım.” (A’raf: 7/59)
“Ad’a da kardeşleri Hud’u: “Ey kavmim! Allah’a ibadet edin, sizin O’ndan başka ilahınız
yoktur. Hala korkup-sakınmayacak mısınız?” dedi.” (A’raf: 7/65)
“Semud’a da kardeşleri Salih’i: “Ey kavmim! Allah’a ibadet edin, sizin O’ndan başka
ilahınız yoktur... dedi.” (A’raf: 7/73)
“Medyene de kardeşleri Şuayb’ı: “Ey kavmim! Allah’a ibadet edin, sizin O’ndan başka
ilahınız yoktur... dedi.” (A’raf: 7/85)
“Hüküm yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir.
Dosdoğru olan din işte budur. Ancak insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf: 12/40)
“Elif Lam Ra. Ayetleri muhkem kılınmış, sonra Hakîm ve Habîr olan tarafından birer
birer açıklanmış bir Kitap’tır. Öyle ki, Allah’tan başkasına ibadet etmeyin. Gerçekten ben, sizi
O’nun tarafından uyaran ve müjdeleyenim.” (Hud: 11/1-2)
Rasulullah’ın (s.a.v.) kendileriyle savaştığı ve kanlarını, mallarını, topraklarını, ülkelerini
mübah kılıp, kadın ve çocuklarını esir ettiği müşriklerin sapıklığa düştüğü tevhid budur.
Peygamberler de çoğunlukla bu tür tevhid konusunda kavimlerine karşı davette
bulunmuşlardır.
O halde ibadet ancak Yüce Allah’a yapılırsa sahih olur. Bu tevhidi ihlal eden bir kimse
müşrik ve kâfirdir. İsterse rububiyyetin, isim ve sıfatların tevhidini kabul etmiş olsun. Mesela
bir kimsenin Rububiyyet, isim ve sıfatların tevhidini tam anlamıyla ikrar ettiğini kabul etsek,
ancak kabre gidip o kabir sahibine ibadet etse yahut ta ona yakınlaşmak maksadıyla ona bir
kurban adayacak olursa, böyle bir kimse kâfir ve müşriktir, ebediyyen cehennemdedir.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Çünkü kim Allah’a ortak koşarsa, hiç şüphesiz Allah ona cenneti haram kılmıştır. Onun
varacağı yer ise ateştir, zulmedenlerin de hiçbir yardımcıları yoktur.” (Maide: 5/72)
Tevhid’in yüce Allah’ın vermiş olduğu emirlerin en büyüğü olmasının sebebi dinin
tamamen onun üzerinde yükseldiği bir esas oluşundan dolayıdır. Bundan dolayı Rasulullah
(s.a.v.) de yüce Allah’a davete bununla başlamış, davet için gönderdiği kimselere de bununla
başlamalarını emretmiştir. 18
Uluhiyyetin Tevhidi, kulların kendi fiilleriyle, yüce Allah’ı bir ve tek olarak tanıdıklarını
ortaya koymalarıdır. Buna ibadet tevhidi adı da verilir. Bu anlam itibariyle kesin olarak şu
hususlara inanmayı ihtiva eder:
Hak ilah kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan O Allah’tır. O’nun dışındaki bütün
mabudlar batıldır. Yalnızca Yüce Allah’a ibadet edilmeli, O’na boyun eğilmeli, mutlak olarak
sadece O’na itaat olunmalıdır. Kim olursa olsun kimse O’na ortak koşulmamalıdır. Namaz,
oruç, zekât, hac, dua, istiane (yardım dileme), adak, zebh (eti yenir hayvanları kesmek),
tevekkül, havf, reca (korku ve ümit), sevgi ve buna benzer zâhir ve bâtın (gizli ve açık) ibadet
türlerinden hiçbir şeyin O’ndan başkası için yapılmamasıdır. Allah’a sevgi, korku ve ümitle
birarada ibadet olunmasıdır ki, bunlardan bir bölümü ile O’na ibadet edip bir bölümünü
dışarıda tutmak sapıklıktır.
18
Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 42-43.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.” (Fatiha: 1/5)
“Kim buna dair hiçbir delili bulunmaksızın, Allah ile birlikte başka bir ilaha ibadet
ederse, onun hesabı ancak Rabbinin katındadır. Kâfirler hiç şüphesiz kurtuluşa eremezler.”
(Mü’minun: 23/117)
Uluhiyyetin tevhidi bütün rasullerin kendisine çağırdıkları bir husustur. Önceki ümmetleri
helak yurduna götüren bu tevhidin inkârıdır.
Dinin başı, sonu, içi ve dışı uluhiyyetin tevhididir. Rasullerin ilk ve son çağrısı budur.
Bunun için Rasuller gönderilmiş, Kitablar indirilmiş, cihad maksadıyla kılıçlar çekilmiş;
mü’minlerle kâfirler, cennet ehli ile cehennem ehli birbirinden ayrılmıştır.
İşte “Allah’tan başka ilah yoktur.” cümlesinin anlamı budur.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Senden önce gönderdiğimiz her bir peygambere mutlaka şunu vahyederdik: Benden
başka ilah yoktur. O halde yalnız bana ibadet edin.” (Enbiya: 21/25)
Rububiyyetin tevhidi, uluhiyyetin tevhidini gerektirir. Çünkü yaratıcı, rızık verici, malik,
tasarrufta bulunan, hayat veren, öldüren, bütün kemal sıfatlarına sahip, her türlü eksiklikten
münezzeh, her şey elinde bulunan bir Rabbin, aynı zamanda hiçbir ortağı bulunmayan ve
ibadetin yalnız kendisine yöneldiği mutlak bir ilah olması da gereklidir.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Ben cinleri de insanları da ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat: 51/56)
Çünkü müşrikler bir ve tek ilaha ibadet etmiyorlardı. Onlar birden çok ilaha ibadet
ediyorlar ve bunların kendilerini Yüce Allah’a yakınlaştırdıklarını ileri sürüyorlardı. Bununla
birlikte bu uydurma ilahların fayda ve zarar vermediklerini de kabul ediyorlardı. İşte bundan
dolayı Yüce Allah Rububiyyetin tevhidini kabul etmelerine rağmen onları mü’min olarak
değerlendirmemiş, aksine ibadette başkalarını kendisine ortak koşmaları dolayısıyla onları
kâfir olarak değerlendirmiştir.
İşte bu noktada selefin yani ehl-i sünnet ve’l-cemaatin inancı uluhiyyet hususunda
başkalarından ayrılmaktadır. Bazılarının kastettiği gibi tevhidin anlamı onlara göre yalnızca
Allah’tan başka yaratıcı ilah olmamasından ibaret değildir. Aksine onlara göre uluhiyyetin
tevhid edilmesi, ancak şu iki esasın varlığı ile birlikte gerçekleşebilir:
1) Bütün ibadet çeşitlerinin yalnızca Yüce Allah’a yapılması, yaratılmış hiçbir varlığa
yaratıcının hak ve özelliklerinden hiçbirisinin verilmemesi.
Buna göre Allah’tan başkasına ibadet edilmez. Allah’tan başkası için namaz kılınmaz.
Allah’tan başkasına secde edilmez, Allah’tan başkasına adakta bulunulmaz. Allah’tan
başkasına tevekkül edilmez. Şüphesiz uluhiyyetin tevhid edilmesi, ibadetin yalnızca Yüce
Allah’a yapılmasını gerektirir. İbadet ise ya kalb ile dilin bir sözü yahut ta kalb ile organların
bir amelidir.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan
Allah içindir. O’nun hiçbir ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum ve ben müslümanların
ilkiyim.” (En’am: 6/162-163)
“Uyanık olun halis olan din yalnız Allah’ındır.” (Zümer: 39/3)
2) İbadet yüce Allah’ın ve Rasulünün emrettiğine uygun olmalıdır.
Buna göre ibadet boyun eğmek ve itaatin yalnızca O’na yapılması sureti ile Allah’ın
tevhid edilmesi “Allah’tan başka ilah yoktur” diye ifadelendirilen şehadetin gerçekleştirilmesi
demektir.
Rasulullah’a (s.a.v.) tabi olup, onun emir ve yasaklarına boyun eğmek de “Muhammed,
Allah’ın Rasulüdür” şehadetinin gerçekleştirilmesidir.
O halde ehl-i sünnet ve’l-cemaatin yöntemi şudur:
Onlar yüce Allah’a ibadet eder ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Allah’tan başkasından
dilekte bulunmazlar, ancak Allah’tan yardım dilerler. Ancak yüce Allah’ın imdatlarına
koşmalarını isterler. Yalnızca yüce Allah’a tevekkül ederler. O’ndan başkasından korkmazlar.
Yüce Allah’a itaat, ibadet ederek ve salih ameller ile yakınlaşmaya çalışırlar.19
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın.” (Nisa: 4/36)
Uluhiyyet Tevhidi iki çeşittir:
1) Allah’ın varlığında ve onu tanımada tevhid: Bu, Allah Teala’nın isim ve sıfatlarının
ve fiillerinin varlığını kanıtlamaktadır. O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. Allah Teala
kendisinden bahsettiği gibi, yine bu konuları Rasulullah (s.a.v.) de ele almıştır. Nitekim
Kur’an-ı Kerim’de; Hadid ve Taha surelerinin başında, Haşr suresinin sonunda, Secde ve Al-i
imran surelerinin başında ve İhlas suresinin tamamında bu konu açıklanmıştır.
2) Taleb ve yönelişte tevhid: Bu da Kâfirun suresinde, Âl-i imran suresinin 64. ayetinde,
A’raf suresinin başında ve sonunda, Yasin suresinin başında, ortasında ve sonunda ve En’am
suresinin tamamında belirtilmiştir.
Kur’an-ı Kerimin çoğu sureleri uluhiyyet tevhidinin iki çeşidini de kapsar. Hatta bütün
Kur’an-ı Kerim. Zira Kur’an-ı Kerim ya; Allah Teala’nın zatından, isimlerinden, sıfatlarından
haber verir ki; bu haberi ve ilmi tevhiddir.
Ya da ortağı olmayan, sadece Allah’a ibadete ve O’ndan başkasına da tapınmamaya
çağırır. İşte bu da talebi, iradi tevhiddir, tevhidin gerektirdiklerindendir. Ya da; Allah Teala’nın
tevhid ehline olan ikramını, onlara dünyada yaptığı iyilikleri ve ahirette yapacağı ihsanları
anlatır. Bu da tevhid mükafatıdır.
Ya da; şirk ehlinden, onlara dünyada yaptıklarından ve ahirette vereceği cezalardan
bahseder ki bu da tevhid çizgisinden sapanların cezalarıdır.
Kısaca Kur’an-ı kerim tevhidden, tevhid ehlinden ve onların mükafatlarından, şirkten, şirk
ehlinden ve onların karşılaşacakları azaplardan bahseder.20
3) İsim ve Sıfat Tevhidi: Allah’ı zatında, isim ve sıfatlarında bir olarak tanımaktır. Allah
birdir. Bu birlik, sayı yönünden değil, eşi, ortağı, dengi ve benzeri olmaması yönüyle birdir.
Allah’ın kendini Kur’an’da vasfettiği, Rasulullah’ın sahih sünnetlerinde bizlere açıkladığı
üzere, bütün noksanlıklardan uzak, yani kemal sıfatlara sahip olduğuna, mahlukata
benzemediğine, bu isim ve sıfatları artırmadan, azaltmadan, saptırmadan, sapık tevillerle, tevil
etmeden, iptal etmeksizin, misal ve keyfiyet vermeksizin ve mahiyetini araştırmaksızın
olduğu gibi kabul etmek gerekir. Allah’ın isim ve sıfatları zatına bağlıdır. Allah’ın zatının
mahiyetini bilemiyeceğimiz için isim ve sıfatlarının da mahiyetini bilemeyiz. Allah’ın
Kur’an’da geçen el, yüz, göz, istiva gibi sıfatlarını kabul ederiz. Bu sıfatların mahiyetini
bilemeyiz. Bu selefin görüşüdür. Halef ise bir takım gerekçelere dayanarak bu sıfatları
Allah’ın zatına bir noksanlık getirmeyecek şekilde tevil etmişlerdir.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“De ki: “O Allah bir tektir. Allah Samed’dir. Doğurmamış ve doğrulmamıştır. Hiç bir şey
O’na denk değildir.” (İhlas: 112/1-4)
“O’nun benzeri hiç bir şey yoktur. Muhakkak ki O Semi’dir, Basir’dir.” (Şura: 42/11)

19
Ehli Sünnet ve’l-cemaat, Selef-i Salihin Akidesi, Abdullah b. Abdulhamid el-Eseri, Guraba Yayınları: 36-38.
20
Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Yayınları: 31-32.
“En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na güzel isimlerle dua edin. O’nun isimleri
hakkında eğri yola sapanları bırakın. Onlar, yapmakta olduklarının cezasını göreceklerdir.”
(A’raf: 7/180)
“De ki: “Allah diye çağırın, Rahman diye çağırın’ ne ile çağırırsanız; sonunda en güzel
isimler O’nundur.” (İsra: 17/110)
“Göklerde ve yerde en yüksek sıfatlar yalnız O’nundur. O, Azîz’dir, Hakîm’dir.” (Rum:
30/27)
İsimlerden maksat; Allah lafzı gibi sırf Allah Teala’nın zatına delalet eden kelimelerdir.
Sıfatlardan maksat; ilim, kudret gibi Allah’ın sıfatlarından herhangi bir sıfata delâlet eden
kelimelerdir. Rahman kelimesi gibi bazı kelimeler hem isim hem de sıfat olabilirler. İsim
oluşunun örnekleri:
“Rahman Arş’a istiva etmiştir.” (Taha: 20/5)
“Rahman Kur’an öğretti.” (Rahman: 55/1-2)
Sıfat oluşunun örnekleri:
“Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.” (Fatiha: 1/1)
“O, esirgeyen bağışlayandır.” (Haşr: 59/22)
İsim ve sıfatların tevhidi üç esasa dayanır.
1) Allah’ı mahlukata benzemekten ve noksanlıklardan tenzih etmek. Her müslümanın
Allah’ı ortaktan, denk (eş)den, O’nun izni olmaksızın şefaatçiden tenzih etmesi ve uyuma,
yorulma, unutma, ölüm, zulüm gibi vasıfların Allah’da bulunmayacağına inanması gerekir.
2) Ziyade, noksanlık ve değiştirme yapmaksızın Kitap ve Sünnetteki bütün isim ve
sıfatlara inanmak. Müslüman; kitap ve sünnette geldiği gibi hiçbir değişiklik yapmaksızın
isim ve sıfatlara iman etmesi gerekir.
3) Bu sıfatların şekillerini düşünmemek. Müslümanın bu isim ve sıfatların şekillerini
düşünmemesi, araştırmaması ve sormaması gerekir. Zira ehl-i sünnetin çoğunluğuna göre
Allah Teala’nın isim ve sıfatları tevkifidir, yani Allah Teala’nın bunların manalarını
bildirmesine ihtiyaç vardır. Bunlara Kitap ve sünnette geldiği şekil üzere inanmak lazımdır.
İmam Ahmed b. Hanbel; “Kitap ve sünnetin dışında hiçbir vasıfla Allah Teala
vasıflandırılamaz.” demektedir.
İbn Teymiyye de şöyle diyor: “Hiçbir değişiklik, şekillendirme ve benzetme yapmaksızın
Allah’ın sıfatlarıyla O’nu vasıflandırmak imanın gereğidir. Mü’minler Allah’ın benzeri
olmadığına inanırlar. Kelimeleri yerlerinden oynatmazlar. İsim ve sıfatları inkâr etmezler.
Allah’ı mahlukatın herhangi bir çeşidine de benzetmezler.”
Anlatılanlardan da anlaşıldığı gibi şunlar tevhid inancını sarsar:
1) Tahrif: Kelimelerin lafızlarını ve manalarını fazlalık katarak veya eksilterek
değiştirmek.
2) Temsil (Şekil kazandırmak).
3) Teşbih (Mahlukata benzetmek): Müşriklerin putları Allah’a benzetmeleri, hristiyanların
Hz. İsa’yı Allah kabul etmesi gibi.
4) Ta’til: Allah’ın mezkur ilahi sıfatlara sahip olmadığını iddia etmek, isim ve sıfatlarının
olmadığını kabul etmek.
5) İlhad: Kelimelerin lafız ve manalarını gerçeklerden saptırarak, başka yorumlar katmak.
Fahreddin Razi bu konuyla ilgili olarak şöyle diyor:
Allah’ın isimlerinde ilhad üç türlüdür:
1) Allah’tan başka varlıkları da ilah olarak isimlendirmek. Putperestlerin putlara ilah
dedikleri gibi.
2) Allah’a O’na yakışmayan bir isim vermek. Allah Mesih’in babasıdır, demek gibi.
3) Kişinin Yüce Allah’ı manası bilinmeyen ve sahibi de düşünülmeyen bir ifadeyle anması
gibi.21
İsim ve sıfatların tevhidi, en güzel isimlerin ve en yüce sıfatların yüce Allah’a ait
olduğuna kesin olarak inanmak demektir. O bütün kemal sıfatlarına sahib ve bütün eksik
sıfatlardan münezzehtir. O bu özelliği ile bütün varlıklardan ayrı ve eşsizdir.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat Rablerini Kur’an ve Sünnette gelmiş sıfatlar ile bilip tanırlar.
O’nu, O’nun kendi zatını ve Rasulü’nün O’nu nitelendirdiği sıfatlarla nitelerler. Lafızları
kullanıldıkları gerçek anlamlarından saptırma yoluna gitmezler. O’nun isim ve âyetlerinde
ilhada22 sapmazlar. Yüce Allah’ın kendisi hakkında öyle olduğunu ortaya koyduğu ne varsa,
herhangi bir temsil, keyfiyetlendirme, ta’til ve tahrife sapmaksızın aynen kabul ederler. Bütün
bunlarda uydukları kaide ise yüce Allah’ın şu buyruklarıdır:
“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur ve O, her şeyi işitendir, görendir.” (Şura: 42/11)
“En güzel isimler Allah’ındır. O halde ona bunlarla dua edin. O’nun isimlerinde ilhada
(eğriliğe) sapanları terkedin. Onlar yapmakta olduklarının cezasını göreceklerdir.” (A’raf:
7/180)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat yüce Allah’ın sıfatlarının keyfiyetine dair sınırlandırmalara
kalkışmazlar. Çünkü o keyfiyete dair bize bir haber vermiş değildir. Zira yüce Allah hakkında
hangi sıfatların söz konusu edilip, hangisinin söz konusu edilemeyeceğini yüce Allah’tan
başka hiçbir kimse bilemez.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“De ki: “Siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı?” (Bakara: 2/140)
“Allah hakkında örnekler bulmaya kalkışmayın. Çünkü Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Nahl:
16/74)
Yüce Allah’tan sonra da Allah’ı O’nun Rasulünden daha iyi kimse bilemez.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“O kendi hevasından bir söz söylemez. O bildirilen bir vahiyden başkası değildir.”
(Necm: 53/3-4)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat şanı yüce Allah’ın kendisinden önce hiçbir şeyin var olmadığı
ilk, kendisinden sonra hiçbir şeyin olmadığı ahir, kendisinden üstün hiçbir şeyin olmadığı
zâhir, kendisinden öte hiçbir şeyin olmadığı bâtın olduğuna inanırlar.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“O, hem ilktir, hem âhirdir, hem zâhirdir, hem bâtındır. O her şeyi en iyi bilendir.” (Hadid:
57/3)
Yine şuna inanırlar ki, şanı yüce Allah’ın zatı diğer zatlara, varlıklara benzemez. Sıfatları
da aynı şekilde diğer sıfatlara benzemez. Şanı yüce Allah’a benzer, O’na denk, O’na eş
olabilecek hiçbir varlık yoktur. O yarattığı varlıklarla kıyas edilmez. Bu bakımdan yüce
Allah’ın kendi zatı hakkında tesbit ettiklerini onlar da temsilsiz olarak tesbit ve kabul ederler,
ta’til söz konusu olmaksızın tenzih ederler. Yüce Allah’ın kendi zatı hakkında tesbit ettiğini
kabul ettiklerinde, O’nu temsile (başkasına benzetmeye) kalkışmazlar. O’nu tenzih ettikleri

21
Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Yayınları: 32-34.
22
İlhad: Haktan meyletmek ve sapmak demektir. Ta’til, tahrif, tekyif (keyfiyetlendirme), temsil (örneklendirme) ve teşbih (benzetme) de
bunun kapsamına girer.
Ta’til: Allah’ın sıfatlarını kabul etmemek yahut bazılarını kabul edip geri kalanlarını kabul etmemek demektir.
Tahrif: Nassı lafzen ya da mana itibariyle değişikliğe uğratıp onu zahir (kuvvetli) anlamından uzaklaştırıp, ancak zayıf bir ihtimal
ile lafzın delalet ettiği bir manaya göre açıklamaktır. Buna göre her tahrif bir ta’tildir, fakat her ta’til bir tahrif değildir.
Tekyif: Allah’ın sıfatlarının, yaratılmışlar tarafından bilinmeyen nasıllığı hakkında yorum yürütmek.
Temsil: Bir şeyin diğeri ile her yönden benzer oluşunu söz konusu ederek aynılığını ortaya koymak demektir.
Teşbih: Bir şeye bazı yönleriyle benzeyen bir başka şeyin varlığını kabul etmek demektir.
vakit de kendi zatını nitelendirdiği vasıfları ta’til etmeye (onları yok gibi kılmaya) da
kalkışmazlar.23
Yüce Allah’ın her şeyin kuşatıcısı, her şeyin yaratıcısı, hayatta olan her bir varlığın rızık
vericisi olduğuna inanırlar.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Yaratan bilmez mi hiç? O, latiftir, her şeyden haberdardır.” (Mülk: 67/14)
“Şüphesiz rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan Allah’tır.” (Zariyat: 51/58)
Yüce Allah’ın yedi semavatın üstünde ve yarattıklarından ayrı olarak Arşın üstünde istiva
ettiğine24, ilmiyle her şeyi kuşattığına, -kitab-ı kerim’inde yedi ayrı ayet-i kerime’de kendi zatı
ile ilgli olarak haber verdiği şekilde- ve keyfiyet nisbeti söz konusu olmaksızın25 inanırlar.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Rahman Arş’a istiva etti.” (Taha: 20/5)
“Sonra Arş’a istiva etti.” (Hadid: 57/4)
“Göktekinin sizi yere geçirmesinden emin mi oldunuz? O zaman onun durmadan
çalkalanmakta olduğunu göreceksiniz. Yahut göktekinin üzerinize taş yağdıran bir rüzgar
göndermesinden emin mi oldunuz? Hem benim korkutmamın nasıl olduğunu bileceksiniz.”
(Mülk: 67/16-17)
“Güzel söz O’na çıkar; salih amel O’na yükselir.” (Fatır: 35/10)
“Üstlerindeki Rablerinden korkarlar.” (Nahl: 16/50)
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
“Ben semadakinin emini olduğum halde, siz bana nasıl olur da güvenmezsiniz.”26
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat Kürsi ile Arş’ın hak olduğuna da inanırlar.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“O’nun kürsisi gökleri ve yeri kuşatmıştır. Onları koruması O’na ağır gelmez. O, çok
yücedir, çok büyüktür.” (Bakara: 2/255)
Arş’ın büyüklüğünü yüce Allah’tan başka kimse bilemez. Kürsi’nin Arş’a nisbeti ise
büyük bir düzlükte bırakılmış bir halka gibidir. Gökleri ve yeri kuşatmıştır. Allah’ın Arş’a da
Kürsi’ye de ihtiyacı yoktur. Ona ihtiyacı olduğundan dolayı Arş’a istiva etmiş değildir. Aksine
bu kendisinin tesbit ettiği sonsuz bir hikmetin gereğidir.O Arş’a da, Arş’ın dışındaki diğer
varlıklara da muhtaç olmaktan münezzehtir. Şanı yüce Allah bundan çok daha büyüktür.
Aksine Arş da, Kürsi de O’nun kudret ve egemenliği ile taşınan iki varlıktır.
Yüce Allah’ın Adem’i iki eli ile yarattığına –ki O’nun her iki eli de yemin (sağ)dir- ve
O’nun iki elinin –kendi zatını nitelendirdiği gibi- dilediği şekilde infak ederek açık olduğuna
inanırlar.
Allah Teala şöyle buyuruyor:

23
Allah’ın zatının yahut sıfatlarının nasıl olduğunun tahayyül edilmesi asla caiz değildir. Çünkü hatıra gelen yahut zihinde canlanan herbir
şeyden yüce Allah daha büyük ve daha azametlidir.
24
Arş’ın üstüne istiva ve uluvv (yücelik) iki ayrı sıfattır. Şanı yüce Allah hakkında O’nun celaline yakışır bir şekilde bu sıfatları kabul ederiz.
Selefe göre istiva lafzının açıklaması “Karar bulmak, üstte olmak, yükselmek ve çıkmak” demektir. Selef bunu bu kelimelerle açıklarlar,
fakat bundan ileriye gitmez ve buna bir şey ilave etmezler. Selefin bu kelimeye gekirdiği yorumlar arasında “istila etti yahut malik oldu yahut
galip geldi ve kahretti” anlamları yoktur.
İstiva’nın Arab dilinde ne demek olduğu bilinen bir şeydir. Bu da yüksek oluş ve yükseğe çıkmak demektir. Sahih-i Buhari’de
olduğu gibi.
Keyfiyyet ise meçhuldür, onu Allah’tan başkası bilemez. Buna iman etmek ise vaciptir, çünkü bu konuda deliller sabittir. Bu
hususta soru sormak bid’attir, çünkü istivanın keyfiyetini yüce Allah’tan başkası bilemez.
25
Bu ayet-i kerimeler sırasıyla şunlardır: el-A’raf: 7/54; Yunus: 10/3; er-Râd: 13/2; Ta-hâ: 20/5; el-Furkan: 25/59; es-Secde: 32/4; el-Hadid:
57/4.
26
Buhari, Müslim. İmam İshak b. Rahaveyh –Allah’ın rahmeti üzerine olsun- bu ayet hakkında şunları söylemektedir: “İlim ehlinin icmaına
göre O Arş’a istiva etmiştir. Yedinci yerin en dibindeki her şeyi de bilir.” Bunun İmam ez-Zehebi, el-Uluvv li’l-Aliyyi’l-Gaffar adlı eserinde
rivayet etmiştir.
“Yahudiler: ‘Allah’ın eli bağlıdır.” dediler. Söylediklerinden ötürü kendi elleri bağlandı
ve onlara lanet edildi. Hayır, Allah’ın iki eli de açıktır. O, nasıl dilerse, öyle infak eder.”
(Maide: 5/64)
“Kendi ellerimle yarattığıma secdeden seni ne alıkoydu?” (Sad: 38/75)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat yüce Allah’ın işitme, görme, yüz, ilim, kudret, kuvvet, izzet,
kelam, hayat, kadem (ayak), el, beraber oluş (maiyyet) ve buna benzer gerek kendi kitabında,
gerek zatını vasfettiği, gerekse de peygamberi (s.a.v.) vasıtası ile belirttiği sıfatları kabul
ederler. Bunların keyfiyyetini ancak Allah bilir, biz bilemeyiz. Çünkü O, bize bunların
keyfiyetine dair haber vermemiştir.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Muhakkak ben sizinle birlikteyim. İşitirim ve görürüm.” (Taha: 20/46)
“O Alîm’dir, Hakîm’dir.” (Tahrim: 66/2)
“Allah, Musa ile de konuştu.” (Nisa: 4/164)
“Celal ve ikram sahibi Rabbinin vechi (yüzü) ise kalıcıdır.” (Rahman: 55/27)
“Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da O’ndan hoşnut olmuşlardır.” (Maide: 5/119)
“O, onları sever, onlar da O’nu severler.” (Maide: 5/54)
“Nihayet onlar bizi öfkelendirince, kendilerinden intikam aldık.” (Zuhruf: 43/55)
“Allah... O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Diridir ve kayyûm’dur.” (Al-i imran: 3/2)
“Allah’ın kendilerine gazab ettiği bir topluluğu...” (Mümtehine: 60/13) ve bunlardan
başka diğer sıfat ayetleri...
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat mü’minlerin ahirette gözleriyle Rablerini göreceklerine, onu
ziyaret edip, kendisinin onlarla, onların da kendisiyle konuşacaklarına da iman ederler.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“O günde yüzler var ki apaydınlıktır. Rablerine bakıcıdırlar.” (Kıyame: 75/22-23)
Onlar ondördündeki ay’ı görüp, onu görmekte sıkıntı çekmedikleri gibi Rablerini
göreceklerdir. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz sizler görmekte sıkıntı çekmediğiniz ondördündeki ay’ı gördüğünüz gibi
Rabbinizi göreceksinizdir...”27
Yüce Allah’ın gecenin son üçte birinde Celal ve Azametine yakışır bir şekilde gerçek bir
nüzul ile dünya semasına indiğine de inanırlar. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
“Rabbimiz gecenin son üçte biri kaldığı zamanda her gece dünya semasına iner ve: Kim
bana dua eder, duasını kabul edeyim. Kim benden ister, ona istediğini vereyim. Kim benden
mağfiret diler, ona mağfiret edeyim der.”28
Yüce Allah’ın kıyamet gününde kulların arasında hüküm vermek üzere Celaline yakışır
bir şekilde gerçek manasıyla geleceğine de inanırlar.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Hayır, yer dağılıp zerreler gibi parça parça edildiğinde, Rabbin gelip melekler de saf saf
dizildiğinde.” (Fecr: 89/21-22)
“Onlar buluttan gölgeler içinde Allah’ın ve meleklerin kendilerine gelivermesinden ve
işin bitiriliverilmesinden başkasını mı bekliyorlar?” (Bakara: 2/210)
Bütün bu hususlar hakkında ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in yöntemi yüce Allah’ın ve
Rasulü’nün haber verdiği şeylere tam bir teslimiyetle inanmaktır. Tıpkı İmam Zühri’nin –
Allah’ın rahmeti üzerine olsun- dediği gibi: “Risalet göndermek Allah’tan, tebliğ etmek
Rasulullah’ın görevi, bize düşen de teslimiyet göstermektir.”29
27
Buhari ve Müslim.
28
Buhari ve Müslim.
29
İmam Beğavi, Şerhü’s-Sünne’de rivayet etmiştir.
Ve tıpkı İmam Süfyan b. Uyeyne’nin –Allah’ın rahmeti üzerine olsun- dediği gibi: Şanı
yüce Allah’ın Kur’an’da kendi nefsini vasfettiği şeylerin tefsiri okunduğu gibidir. Bunların
keyfiyetsiz ve benzetmeye gitmeksizin tefsir edilmesi gerekir.”30
İmam Şafii –yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun- de şöyle demektedir: “Ben Allah’a ve
Allah’ın muradı üzerine Allah’tan gelenlere, Rasulullah’a ve Rasulullah’ın muradı üzere
Rasulullah’tan gelenlere iman ettim.”31
Velid b. Müslim dedi ki: el-Evzai’ye, Süfyan b. Uyeyne’ye ve Malik b. Enes’e sıfat ve
ru’yet ile ilgili bu hadisler hakkında sordum, hepsi de şöyle dediler: “Bunları geldikleri gibi
alınız, onlarla ilgili bir keyfiyet düşünmeyiniz.”32
Hicret yurdunun imamı Malik b. Enes –Allah’ın rahmeti üzerine olsun- der ki:
“Bid’atlerden çokça sakınınız.” Ona: “Bid’atler nelerdir?” diye sorulunca şu cevabı vermiştir:
“Bid’at ehli, Allah’ın isimleri, sıfatları, kelamı, ameli ve kudreti hakkında konuşup duran,
ashabın ve güzel bir şekilde onlara tabi olanların sustuğu hususlar hakkında susmayan
kimselerdir.”33
Bir adam kendisine yüce Allah’ın: “Rahman Arş’ın üzerine istiva etmiştir.” buyruğu
hakkında: Nasıl istiva etti, diye sorunca, şu cevabı vermişti: “İstiva bilinmeyen bir şey
değildir. Fakat keyfiyyeti akıl ile bilinemez. Ona iman etmek vaciptir, onun hakkında soru
sormak bid’attir. Ben senin sapık bir kimse olduğunu görüyorum.” dedikten sonra
meclisinden dışarıya çıkartılmasını emretmiştir.34
İmam Ebu Hanife –yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun- de şöyle demiştir: “Yüce Allah’ın
zatı hakkında hiçbir kimsenin bir şey söylememesi gerekir. Aksine Allah kendi zatını ne ile
nitelendirmiş ise, onu öylece nitelendirir. Bu hususta kendi görüşüne dayanarak hiçbir şey
söylemez. Alemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı ne yücedir.”35
Ona yüce Allah’ın nüzulü (inmesi) hakkında soru sorulunca da: “O keyfiyetsiz olarak
iner” diye cevap vermiştir. 36
Hafız İmam Nuaym b. Hammad el-Huzai –Allah’ın rahmeti üzerine olsun- de şöyle
demiştir: “Allah’ın kendi nefsini nitelendirdiği şeyleri inkâr eden de kâfir olur. Ne Allah’ın
kendisini nitelendirdiği, ne de Rasulü’nün O’nu nitelendirdiği hiçbir şey teşbih değildir.”37
Seleften bir çoğu şöyle demiştir: “İslam ayağı ancak teslimiyet köprüsü üzerinde sebat
gösterebilir.”38
İşte zat-ı uluhiyyet hakkında ve sıfatları ile ilgili olarak söz söylediğinde –selefin yolunu
izleyen bir kimse- bundan dolayı yüce Allah’ın isim ve sıfatları hususunda Kur’an-ı Kerim’in
yöntemine bağlanmış olur. Bu yolu izleyen kişi ister selef çağında yaşamış olsun, ister sonraki
çağlarda yaşamış olsun.
İzledikleri yol hususunda selef’in yoluna muhalefet eden herkes ise Kur’an’ın yöntemine
bağlanmamış olur. İsterse o selef’in yaşadığı çağda ve ashab ile tabiin arasında bulunmuş
olsun.39
Allah’ın isim ve sıfatları konusunda iki kesim sapıtmışlardır:

30
İmam Lalekai, Şerhu Usuli İ’tikadi Ehli Sünneti ve’l-Cemaat’da rivayet etmiştir.
31
Bk. İbn Kudame el-Makdisi, Lumatu’l-İ’tikadi’l-Hadi ile Sebili’r-Reşad.
32
İmam Beğavi, Şerhü’s-Sünne’de rivayet etmiştir.
33
İmam Beğavi, Şerhü’s-Sünne’de rivayet etmiştir.
34
İmam Beğavi, Şerhü’s-Sünne’de rivayet etmiştir.
35
Bk. Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviyye.
36
Bk. Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviyye.
37
İmam ez-Zehebi, el-Uluvv li’l-Aliyyi’l-Gaffar’da rivayet etmiştir.
38
İmam Beğavi, Şerhü’s-Sünne’de rivayet etmiştir.
39
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Selef-i Salihin Akidesi, Abdullah b. Abdulhamid el-Eseri, Guraba Yayınları: 38-46.
1) İsim ve sıfatları kısmen ya da tamamen inkâr eden Muattıla’dır. Bunların iddialarına
göre Allah’ın isim ve sıfatlarını kabul etmek teşbihi yani yüce Allah’ı yaratıklarına
benzetmeyi gerektirir. Böyle bir iddia ise çeşitli bakımlardan batıldır.
a) Evvela böyle bir iddia yüce Allah’ın sözünde çelişki olması gibi aslı itibariyle batıl olan
bir takım hususları kabul etmeyi gerektirir. Çünkü yüce Allah kendi zatının bir takım isim ve
sıfatlarının bulunduğunu bildirmiş ve hiçbir şeyin kendisi gibi olmayacağını belirtmiştir.
Şayet bu isim ve sıfatlarını kabul etmek, O’nu yaratıklarına benzetmeyi gerektiren bir şey
olsaydı, Allah’ın sözlerinde de çelişkinin varlığını ve sözlerinin bir bölümünün diğerini
yalanladığını kabul etmemiz gerekirdi.
b) İki şeyin isim ya da sıfatlarının birbirine uygun düşmesi o iki şeyin birbirinin aynısı
veya benzeri olmalarını gerektirmez. Biz her ikisi de insan, işiten, gören ve konuşan iki şahıs
gördüğümüz halde; bu ikisinin insanlığın özellikleri olan işitmek, görmek ve konuşmak gibi
hususlarda da birbirlerinin aynı olmalarını gerektirmemektedir. Canlıların ön ve arka
ayaklarının, gözlerinin olduğunu görüyoruz. Ancak onların bu noktadaki benzerlikleri ön ve
arka ayaklarının ve gözlerinin birbirinin aynısı olmasını gerektirmez. İsim ya da sıfatlarındaki
uygunluklarına rağmen yaratıklarda farklılık bulunduğu açıkça ortaya çıktığına göre yaratıcı
ile yaratılan arasındaki farklılık daha açık ve daha büyüktür.
2) Allah’ın isim ve sıfatlarını kabul etmekle birlikte yüce Allah’ı yaratıklarına benzeten
Müşebbihedir. Onların iddialarına göre nassların delâleti bunu gerektirmektedir. Çünkü yüce
Allah kullara anlayabilecekleri ifadelerle hitab eder. Böyle bir iddia da çeşitli açılardan
geçersizdir.
a) Yüce Allah’ın yaratıklarına benzemesi aklın da, şeriatın da batıl olduğunu ortaya
koyduğu geçersiz bir iddiadır. Kitab ve sünnetin naslarının muktezasının (onlardan
anlaşılanın) batıl olması ise imkansız bir şeydir.
b) Yüce Allah kullara mananın aslı itibarıyla anlayabilecekleri şekilde hitab etmiştir. O
mananın sahib bulunduğu hakikat ve özünü bilmeyi; zat ve sıfatları ile ilgili olan hususlara
dair bilgiyi Yüce Allah yalnız kendisinin bildiği şeyler arasında bırakmıştır.
Yüce Allah’ın kendi zatının semi’ (işiten) olduğunu bildirdiğini biliyoruz. İşitmenin asıl
manası itibariyle ne demek olduğu bilinen bir husustur ki, bu da sesleri idrak etmek demektir.
Fakat Yüce Allah’ın işitmesinin gerçek mahiyeti bizim tarafımızdan bilinemez. Zira işitmenin
hakikati bizzat yaratıklarda dahi farklılık arzetmektedir. Yaratıcı ile yaratılanlar arasında böyle
bir farklılığın ortada olması ise daha açık ve daha büyüktür.
Allahu Teala kendi zatını Arş’a istiva ettiğini haber vermesini ele alalım: İstivâ’nın asıl
anlamı bilinen bir husustur. Ancak Allah’ın (c.c.) istivâsının gerçek mahiyeti yüce Allah’ın
Arş’ına istiva etmesine nisbetle bizim tarafımızdan bilinemez. Çünkü istivanın gerçek
mahiyeti bizzat yaratıklar arasında da farklılık arzeder. Yerinde sağlam duran bir sandalye
üzerinde istivâ (oturmak) elbetteki dizginlenmesi zor ve her zaman başını alıp giden bir
devenin üzerinde istiva etmek gibi değildir. Yaratılmışlar hakkında bu hususta farklılık
olduğuna göre; yaratan ile yaratılmışlar arasında bu hususta farklılık daha açık ve daha
büyüktür.
Belirttiğimiz şekilde yüce Allah’a iman etmek, mü’minlere oldukça değerli ve önemli
kazançlar sağlar. Bunların bazıları:
1) Yüce Allah’ı başkasından bir şey ümid etmeyecek, başkasından korkmayacak ve
başkasına ibadet etmeyecek şekilde, gerçek anlamıyla tevhid etmek.
2) Yüce Allah’ı kemal derecesinde sevmek, O’nu güzel isimleri ve yüce sıfatları gereğince
ta’zim etmek.
3) Emrettiklerini yerine getirmek, yasaklarından uzak kalmak suretiyle O’na ibadeti
gerçekleştirmek.40

Yüce Allah’ın İsimleri


“Esma-i Hüsna”

1) Allah: Doksandokuz isimden birincisi Allah ismidir. Uluhiyyete mahsus sıfatların


hepsini kendinde topladığı için “İsm-i Azam”dır. Diğer isimler bir sıfat veya fiile delalet
ederler. Ancak lafz-ı celal bunların tümünü içine alır.
2) Er-Rahman: Dünyada sevdiği ve sevmediği herkesi nimetlendiren.
3) Er-Rahîm: Ahirette mü’min kullarını sonsuz nimetlerle rızıklandıran.
4) El-Melik: Bütün kainatın sahibi ve hükmedicisi.
5) El-Kuddüs: Hatadan, gafletten ve hertürlü eksiklikten uzaktır.
6) Es-Selam: Kullarını her türlü tehlikelerden koruyan.
7) El-Mü’min: Kendisine sığınanları koruyan.
8) El-Müheymin: Gözeten ve koruyan.
9) El-Azîz: Mağlup edilmesi mümkün olmayan.
10) El-Cebbar: Dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olan.
11) El-Mütekebbir: her şey ve hadisede büyüklüğünü gösteren.
12) El-Halik: Yaratan ve yoktan var eden.
13) El-Bâri: her şeyin âzâ ve cihazını birbirine uygun yaratan, kâinattaki bütün yaratıklar
lüzumlu hayat organlarıyla, yaratılış gayesine uygun cihazlarla donatılmıştır. Her yaratığın bir
görevi vardır ve bütün yaratıklar tek bir mekanizma gibidir.
14) El-Musavvir: Her şeye şekil ve hususiyet veren.
15) El-Gaffar: Bağışlaması çok olan.
16) El-Kahhar: Her istediğini yapacak güçte galip ve hakim. O her şeyi kuşatandır.
Bütün her şeyin boynu O’na karşı büküktür.
17) El-Vehhab: Çeşit çeşit nimetler bahşeden.
18) Er-Rezzak: Rızıklandıran. Yaratılmışlara faydalanacakları şeyleri veren.
19) El-Fettah: Her türlü müşkülleri açan, kolaylaştıran.
20) El-Alîm: Her şeyi çok iyi bilen.
21) El-Kâbid: Sıkan, daraltan. Allah dilediği kullarına sıkıntı ve darlık vererek imtihan
eder.
22) El-Basît: Açan, genişleten. Dilediği kullarını bolluk ve sevinçle deneyen.
23) El-Hâfıd: Alçaltan. Yüce Allah dilediği kullarına şan şöhret ve zenginlik sahibi iken
yaptıkları davranışlarından ötürü al aşağı eder.
24) Er-Râfi: Yükselten.
25) El-Muiz: İzzet veren.
26) El-Müzil: Zillete düşüren, hor ve hakir eden.
27) Es-Semi’: Her şeyi işiten.
28) El-Basîr: Her şeyi gören.
29) El-Hakem: Her şeye hakkıyla hükmeden.
30) El-Adl: Çok adaletli.
31) El-Latîf: En ince işlerin bütün inceliklerini bilen.
40
Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 101-104.
32) El-Habîr: her şeyin iç yüzünden, gizli taraflarından haberdar olan.
33) El-Halîm: Merhameti çok olan, suçluları bağışlayan.
34) El-Azîm: Azametli olan.
35) El-Ğafûr: Bağışlaması bol olan.
36) Eş-Şekûr: Kendi rızası için yapılan iyi işleri daha fazlası ile mükafatlandıran.
37) El-Âli: Pek yüksek.
38) El-Kebîr: Pek büyük, göklerde ve yerde eşsiz tek büyük O’dur.
39) El-Hafız: Yapılan işleri bütün tafsilatıyla tutan, her şeyi belirlenmiş vakte kadar afat
ve belalardan saklayan.
40) El-Mukit: Her yaratılmışın azığını veren.
41) El-Hasib: Herkesin hayatı boyunca yapıp ettiklerinin, bütün tafsilat ve teferruatıyla
hesabını iyi bilen.
42) El-Celil: Celalet ve ululuk sahibi.
43) El-Kerim: Keremi bol olan. Yüce Allah iyilik edenleri mükafatlandırır.
44) Er-Rakib: Bütün varlıkları gözeten. Allah büün kullarını görür ve herkese yaptığının
karşılığını verir.
45) El-Mu’cib: Kendine yalvaranların isteklerini veren.
46) El-Vasi: Geniş ve müsadekar.
47) El-Hakim: Bütün emirleri ve işleri yerli yerinde olan.
48) El-Vedud: Sevilmeye ve dostluğunu kazanmaya layık olan.
49) El-Mecid: Şanı büyük ve yüce olan.
50) El-Bâis: Ölüleri dirilten.
51) Eş-Şehid: Her şeyi gözetip bilen.
52) El-Hak: Varlığı hiç değişmeden duran.
53) El-Vekil: Kendisine güvenip dayananların işlerini düzelten.
54) El-Kavi: Güçlü ve kuvvetli. Yüce Allah kayıtsız şartsız her şeye kadirdir.
55) El-Metin: Çok güçlü ve sağlam. Yüce Allah kuvvet ve kudretinde metindir.
56) El-Veli: İyi kullarına dost.
57) El-Hamîd: Bütün varlıklarca hamd edilen, öğülen.
58) El-Muhsi: Her şeyin sayısını bilen.
59) El-Mubdi: Her şeyi bir örneği yokken yoktan var eden.
60) El-Muîd: Yaratılmışları yok ettikten sonra tekrar yaratan.
61) El-Muhyi: Can bağışlayan, sağlık veren.
62) El-Mumît: Öldüren.
63) El-Hay: Diri olan.
64) El-Kayyûm: Gökleri, yeri ve her şeyi tutan. Yüce Allah her şeye takdir ettiği vakte
kadar durmak için sebeplerini ihsan etmiştir.
65) El-Vâcid: İstediğini istediği vakit bulan. Hiçbir şey yüce Allah’a karşı kendini
gizleyemez. Her şey daima O’nun huzurundadır.
66) El-Mâcid: Şanı büyük olan.
67) El-Vâhid: Benzeri ve ortağı olmayan, tek.
68) Es-Samed: İhtiyaçları ve ızdırapları gideren.
69) El-Kâdir: İstediğini istediği gibi yapmaya gücü yeten.
70) El-Muktedir: Kudret ve kuvvet sahipleri üzerine istediği gibi tasarruf eden.
71) El-Mukaddim: İstediğini ileri geçiren, öne alan.
72) El-Muahhir: İstediğini geri koyan, arkaya bırakan.
73) El-Evvel: Varlığının başlangıcı olmayan.
74) El-Ahir: Son. Her şey biter helak olur ancak yüce Allah’ın varlığının sonu yoktur.
75) Ez-Zâhir: Aşikâr. Yüce Allah’ın varlığı kesin ve aşikârdır. Hissettiğimiz,
gördüğümüz, dokunduğumuz her şey O’nun varlığına delalet eder.
76) El-Bâtın: Zatının görülmesi ve mahiyetinin bilinmesi açısından gizli.
77) El-Vâli: Bu evreni ve burada olup biten her şeyi idare eden. Kâinatta olan her şey
O’nun izni ve iradesi ile meydana gelir. Bir yaprağın düşmesi, harekete geçen bir zerrenin
kımıldayışı hep O’nun izin vermesiyle olur.
78) El-Muteâl: Yüce ve ulu. Yaratılmışlar için düşünülebilecek her hal ve tavırdan Allah
teala uzak ve yücedir.
79) El-Berr: İyiliği ve bahşişi bol olan. Yüce Allah kulları için daima kolaylık ve rahatlık
ister. Zorluk istemez. Zorluk çıkaranları sevmez.
80) Et-Tevvâb: Tövbeleri kabul edip, günahları bağışlayan.
81) El-Muntakim: Suçluları adaleti ile hak ettikleri cezaya çarptıran.
82) El-Afuv: Afvı çok olan.
83) Er-Râûf: Şefkatli, çok merhametli.
84) Mâliku’l-Mülk: Mülkün ebedi sahibi.
85) Zü’l-celâli ve’l-ikrâm: Hem büyüklük sahibi hem de fazl-ı kerem sahibi.
86) El-Muksit: Bütün işlerini denk ve birbirine uygun yapan.
87) El-Câmi: İstediğini istediği zaman, istediği yerde toplayan, Yüce Allah; çürüyüp,
suya, toprağa, havaya savrulmuş zerreleri toplayarak tekrar diriltecektir.
88) El-Gâni: Çok zengin ve hiç bir şeye muhtaç olmayan.
89) El-Muğni: İstediğini zengin eden.
90) El-Mâni: Bir şeyin meydana gelmesine müsaade etmeyen.
91) Ed-Dârr: Elem ve mazarrat verici şeyleri yaratan.
92) En-Nâfi: Hayır ve menfaat verici şeyleri yaratan.
93) En-Nûr: Alemleri nurlandıran, zihinlerde ve gönüllerde nur yağdıran.
94) El-Hâdi: Hidayet eden.
95) El-Bedi: Bütün her şeyi yoktan icad eden.
96) El-Bâki: Varlığı ebedi olan. Sonu olmayan.
97) El-Varis: Servetlerin gerçek sahibi.
98) Er-Reşid: Bütün işleri ezeli takdirine göre yürütüp belli bir nizam ve hikmet üzere
sonuca ulaştıran.
99) Es-Sabûr: Çok sabırlı.
Alimlere göre Allah Teala’nın isimleri bu kadarıyla sınırlı değildir. Hadiste belirtilmek
istenen sayı değil, bu kadarını sayanın cennete girebileceğidir. Çünkü Allah Teala’nın bizlere
bildirmediği bir takım isimleri de vardır.41

Yüce Allah’ın Sıfatları:

Allah Teala’nın Kur’an-ı Kerim’de saydığı birçok sıfatları vardır. Fakat bunlar başlıca
yirmi kadardır. Ve dörde ayrılırlar:

41
Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Yayınları: 35-41.
1) Sıfat-ı Nefsiyye: Allah’ın varlığını ifade eden sıfattır. Bundan maksat Allah’ın var
olduğunu, varlığını gerektiren vücud sıfatıyla muttasıf olduğunu ifade etmektir. Bu yalnızca
vücud sıfatıdır.
Allah’ın varlığı mutlaktır. O’nun varlığı başka etkenlerden kaynaklanmaz. Varlığı vaciptir.
Yokluğu kabul etmez. Kendisinden başkalarının varlığı ise eksiktir. Her şey O’na muhtaçtır.
“O size anlatılan Allah’tır. O’ndan başka ilah yoktur. O her şeyin yaratıcısıdır. Onun için
O’na kulluk edin, O her şeye vekildir.” (En’am: 6/102)
2) Sıfat-ı Selbiyye: Bunlar Allah’a isnadı mümkün olmayan sıfatları Allah’dan tenzih
eden sıfatlardır. Beş tanedirler:
a) Vahdaniyyet: Allah zatında, sıfatlarında ve işlerinde tektir. Yani Allah birdir. Cüzlerden
de meydana gelmemiştir. Ortağı yoktur. Hiç kimsede Allah’da bulunan sıfatlara benzer bir
sıfat yoktur. Hiç kimse Allah gibi yapamaz. O, her şeyi yapan, icad edendir. Bütün işler O’nun
elindedir.
b) Kıdem: Allah’ın varlığının başlangıcı bulunmaması demektir.
El-Akidetu’t-Tahaviyye’de şöyle denmektedir: “(Allah) başlangıcı olmayan ezeli, sonu
olmayan ebedidir.”
“O hem evveldir, hem ahirdir.” (Hadid: 57/3)
c) Beka: Allah’ın ebedi olması, daima var olması, varlığının sonu olmamasıdır.
“Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zatı
baki kalacak.” (Rahman: 55/26-27)
d) Kıyam binefsihi: Allah kendi kendine kaimdir. Başkasına muhtaç değildir. Allah her
şeyden önce ve hatta zamandan bile önce vardı.
“Allah Samed’dir.” (İhlas: 112/2) Yani O hiçbir şeye muhtaç değildir, her şey O’na
muhtaçtır.
e) Muhalefetun li’l-Havadis: Allah Teala kainattan ve mahlukattan hiçbir şeye
benzemez.
“Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O pek işiten ve görendir.” (Şura: 42/11)
Ebu Hanife “El-Fıkhu’l-Ekber” adlı eserinde der ki: “O (Allah) mahlukatından da hiçbir
şeye benzemez. Bütün sıfatları mahlukatınkine zıttır. (O’ndan başkadır) Bilir fakat bizim
bilmemiz gibi değil. Her şeye gücü yetendir. Ancak bizim gibi değil. Görür fakat bizim
görmemiz gibi değil.”
Allah’ın bütün sıfatları umumidir, kapsamlıdır. Mahlukatın sıfatları ise kapsayıcı değildir.
“En yüce sıfatlar ise Allah’a aittir. O her şeyden üstün ve hikmet sahibidir.” (Nahl: 16/60)
3) Sıfatu’l-Meâni: Bu sıfatlara subuti sıfatlar da denir. Bunlar Allah Teala’nın zatıyla
kaim olan sıfatlardır. Yedi tanedirler:
a) Kudret: Allah her şeyi bununla yapar ve yok eder ve şekillendirir. Allah her şeye
kadirdir. Hiçbir şey O’nu aciz bırakamaz. Yeri, gökleri, gece ve gündüzü ve bütün evreni
düşünerek bu sıfat idrak edilebilir.
“Mutlak hükümdarlık elinde olan Allah yüceler yücesidir ve O’nun her şeye gücü yeter. O
öyle yüce Allah ki hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı
yaratmıştır. O mutlak galiptir, çok bağışlayandır.” (Mülk: 67/1-2)
“Ne göklerde ne de yerde Allah’ı aciz bırakacak bir güç yoktur. O, bilir ve güçlüdür.”
(Fatır: 35/44)
“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Dilediğini yaratır, dilediğine kız çocukları,
dilediğine de erkek çocukları bahşeder. Yahut onları hem erkek hem kız olmak üzere çift verir.
Dilediğini de kısır bırakır. O her şeyi bütünüyle bilendir. Her şeye gücü yetendir.” (Şura:
42/49-50)
b) İrade: Allah Teala bu sıfatla mümkinatı varlık, yokluk ve şekille tahsis eder. Yani
dilerse var eder, yok eder, kısa eder, uzun eder, âlim eder, cahil eder. Burada da yapar başka
bir yerde de. Kainatta dilediği gibi hareket edebilme yalnızca Allah’a aittir.
“Bir şeyin olmasını istediğimiz zaman ona sözümüz sadece ‘ol’ dememizdir. Hemen
oluverir.” (Nahl: 16/40)
“Allah bir topluma kötülük diledi mi artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur.
Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur.” (Râd: 13/11)
c) İlim: Bu sıfatla Allah her şeyi bilir ve bilgisiyle kaplar. Allah her şeyi bilendir. Geçmiş,
şimdiki zaman, gelecek kısaca her şey O’nun malumu olur. Allah’ın bilgisi tamdır ve mekana
bağlı değildir. Kainatın düzeni, sağlamlılığı da bunun bariz delilidir.
“Hiç yaratan bilmez mi? O en ince işleri görüp bilendir. Ve her şeyden haberdardır.”
(Mülk: 67/14)
“O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.” (Taha: 20/98)
“O öyle bir Allah’tır ki O’ndan başka ilah yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O
esirgeyen bağışlayandır.” (Haşr: 59/22)
“Allah kalplerinizde olanı bilir. Allah hakkıyla bilen, cezada acele etmeyendir.” (Ahzab:
33/51)
“Göklerde ve yerde olanları Allah’ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişinin gizli
konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı
mutlaka O’dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerde bulunursa bulunsunlar mutlaka O,
onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah
her şeyi bilendir.” (Mücadele: 58/7)
d) Semi: Dinlenen-işitilen bütün varlıklarla ilgilidir. Ne hayalden ne de evhamdan
kaynaklanır. Allah her şeyi işitendir. O, karanlık gecede sonsuz çölde bile siyah karıncanın
yürümesini işitir.
“Allah’a tevekkül et. Çünkü O çok iyi işiten ve pek iyi bilendir.” (Enfal: 8/61)
“Allah adaletle hükmeder. Onu bırakıp taptıkları ise hiçbir şeyle hükmedemezler.
Şüphesiz Allah hakkıyla işiten ve görendir.” (Mü’min: 40/20)
e) Basar: Görünen varlıklara tealluk eder. Hayal ve evhamdan kaynaklanmaz. Duyu
organlarının etkisiyle de oluşmaz.
“Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla görendir.” (Mülk: 67/19)
“Böyle iken kiminiz kâfir, kiminiz mü’mindir. Allah yaptıklarınızı görendir.” (Teğabun:
64/2)
f) Kelam: Allah Teala bu sıfatıyla emreder, nehyeder.
El-Akidetu’t-Tahaviyye adlı eserde şöyle denmektedir: “Kur’an Allah kelamıdır. Söz
biçimi olmaksızın Allah’dan sadır olmuştur. Allah onu vahiy ile peygamberine indirmiş,
mü’minler de onu hak olarak tasdik etmiş ve onun Allah kelamı olduğuna kesin iman
etmişlerdir. İnsanların sözleri gibi mahluk (yaratılmış) değildir. Kim onu dinler ve beşer
kelamı olduğunu iddia ederse şüphesiz kâfir olur.”
“Ve Allah Musa ile de gerçekten konuştu.” (Nisa: 4/164)
“De ki: Rabbimizin sözleri için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave getirsek
dahi , Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenir.” (Kehf: 18/109)
“Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem deniz de mürekkep olsa ve hatta buna yedi deniz daha
eklense yine Allah’ın sözleri yazmakla tükenmez.” (Lokman: 31/27)
g) Hayat: Önceki sıfatların varlığı bu sıfatla hasıl olabilir.
“Allah kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan Allah’dır. O hayy ve kayyum’dur.”
(Bakara: 2/255)
“O daima diridir. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur.” (Mü’min: 40/65)
4) Sıfat-ı Maneviyye: Bu sıfatlar mana sıfatlarının sonuçları durumundadır. O sıfatlardan
kaynaklanır. Mana sıfatlarına paralel olarak yedi tanedirler. Allah’ın; Kadir, Mürid, Alim,
Semi, Basar, Mütekellim ve Hayy olmasıdır. Bu sıfatlara sahip olmak, mana sıfatlarına sahip
olmanın gereği olduğundan bunlara da manevi sıfatlar denmiştir. Zira kudret sıfatına sahip
omayana kadir; irade sıfatına sahip bulunmayana da mürid denemez. 42

SIFAT-I İLAHİYYE

Sıfat-ı ilahiyye (es-sıfatül-ilahiyye), "Allah Teâlâ'nın sıfatları" veya "ilahi sıfatlar" demektir.
Allah Teâlâ, kemal sıfatların hepsiyle muttasıf olup, bütün noksan sıfatlardan münezzeh ve
berîdir. Mümkin olan şeyleri yaratıp yaratmamak, Yüce Allah hakkında caizdir. Mümkinattan
dilediğini yaratır, dilediğini de yaratmaz. Hadd-i zatında Yüce Allah'ın kemal sıfatları
sonsuzdur. Fakat öğrenip bilmemiz için İslam âlimleri bunları başlıca 5 kısımda
toplamışlardır.
1- Sıfat-ı Nefsiyye (Vücûd),
2- Sıfat-ı Selbiyye (Tenzihat),
3- Sıfat-ı Sübûtiyye (Sıfat-ı Meânî),
4- Esmaül-Hüsna'nın delâlet ettiği manalar ve sıfatlar,
5- Sıfat-ı Haberiyye.
1- Sıfat-ı Nefsiyye:
a) Vücud: Cenab-ı Allah'ın hakkıyyetini ve varlığını gerektiren ve vücûd ile muttasıf
olduğunu belirten bir sıfattır. Bazı Kelâm âlimleri Yüce Allah'ın vücûduna "sıfat-ı nefsiyye"
demişlerdir. Ebul-Hasenil-Eş'ari ve Ebul-Hüseyin el-Basrî gibi bazı kelâmcılar da Yüce
Allah'ın vücûdunu, zatının aynı kabul ettikleri için sıfat saymamışlardır. Cenab-ı Hakk'ın
vücûdu, bütün sıfatlarının aslı ve merciidir. Vücüdun zıddı olan adem (yokluk), onun
hakkında muhaldir.
2- Sıfat-ı Selbiyye (Tenzihat): Bunlar Cenab-ı Allah'tan her türlü noksanlığı nefy eden ve
mahlukata benzerliğini kaldıran sıfatlardır. Bu sıfatların, müslümanların bilmesi lazım geçen
asılları beş tanedir.
a) Kıdem: Allah Teâlâ'nın varlığın ezelî olması, başlangıcı olmaması ve varlığına yokluğun
sebkat etmemesidir. O'nun hakkında kıdem ve ezeliyyet vacib; bunun zıddı olan hudüs,
muhaldir.
b) Beka: Allah Teâlâ'nın varlığının ebedî ve devamlı olması ve sonu olmaması demektir.
Kıdem ve Beka, Vacib li-Zatihi ve Vacibül-Vücûd olan Allah Teâlâ'nın zorunlu
özelliklerindendir. Fena ve yokluk, Allah Teâlâ hakkında muhaldir. Kıdem ve Beka'ya
"sermediyyet"de denilir.
c) Muhalefetün li'l-havadis: Allah Teâlâ'nın zat ve sıfatlarında hiç bir şey ve varlığa
benzememesidir. Başka şeyler mümkin, varlıklarında muhtaç, hâdis ve fanidirler. Cenab-ı
Hakk ise, Vacib li-zatihi (zatından dolayı varlığı zorunluğu), ihtiyaçsız, ezelî ve ebedîdir. Her
şey O'na muhtaçtır. Yüce Allah, mümkin olan varlıkların bütün özelliklerinden münezzehtir.
"O'nun benzeri hiç bir şey yoktur. O her şeyi işitici ve görücüdür." (eş-Şura: 42/11)
d) Kıyam bi-zatihi (Kıyam binefsihi): Cenab-ı Allah'ın varlığında ve varlığının devamında
hiç bir şeye, zamana ve mekana muhtaç olmayarak zati ile kaim olması ve her türlü ihtiyaçtan
münezzeh olması demektir.
e) Vahdaniyyet: Allah Teâlâ'nın zat, sıfat ve fiillerinde bir ve tek olması, O'nun şeriki ve
ortağı olmaması demektir. Yani, Yüce Allah, zat ve sıfatlarında tektir. Yegâne hâlik (yaratıcı)
ve hakiki müessir O'dur. Yegâne ibadete layık olan O'dur. O'ndan başka mabud, ibadete layık

42
Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Yayınları: 41-47.
başka bir zat ve nesne yoktur. Bunlardan birini kabul etmeyen, asla mü'min ve muvahhid
olamaz.
3- Sıfat-ı Sübûtiyye (Sıfat-ı Zatiyye): Bu sıfatlara Sıfat-ı Zatiyye, (Sıfat-ı Me'ânî) ve Sıfat-ı
İkrâm isimleri verilmiştir. Sıfat-ı Sübûtiyye, Yüce Allah'ın zâtı ile kaim olan ve O'nun zatına
mukaddes bir manâ ilave eden zatî, vücûdî, sübûti ve hakiki sıfatlardır. Sadece itibari
mefhûmlardan ibaret değildir. Ezelden beri Yüce Allah'ın muttasıf olduğu, O'ndan ayrılmayan
ve onunla beraber mevcut bulunan sıfatlardır.
Selef âlimlerine göre, bizler Allah'ın sübûti sıfatlarına inanmakla mükellef olup, bunların
hakikatını ve Zat-ı Bâri'ye zâid olup olmadığını bilmekle yükümlü değiliz.
Ehl-i Sünnet-i Âmme dediğimiz halef âlimleri olan Eş'ariyye ve Matüridiyye'ye göre, bu
sıfatlar, Allah Teâlâ'nın zatına zâid, hakiki ve vücûdî (O'nun zatı ile kaim olarak mevcut
bulunan) sıfatlardır. Ehl-i Sünnet-i Âmme âlimleri Yüce Allah'ın bu sıfatlarını şu şekilde ispat
ederler:
a- Kur'ân âyetleri ve hadislerle sabittir ki Allah Teâlâ hayy, âlim, kadir, mürîd, semi', basir,
mütekellim ve hâlıktır. Böyle olduğunda filozoflar da dahil İslâm âlimlerinin hepsi ittifak
etmişlerdir. "Hayy" demek, hayat sahibi demektir. "Âlim", ilim sıfatı olan demektir. Hayatı
olmadan hayy (diridir), ilmi olmadan âlimdir, kudretsiz kadirdir, demek mümkün değildir. O
halde Hakk Teâlâ bu sıfatlarla muttasıftır.
b- Âlim, kadir kelimeleri, ism-i fail ve mübalağa siğası olarak fer'dir, birer mastardan
müştaktırlar. Müştakk (türemiş) olan bu kelimelerin manâlarının Cenâb-ı Bâri'de sabit olması,
bunların asıl olan masdarlarının (me'hazü’l-iştikaklarının) da sabit olmasını gerektirir. Çünkü
fer'in sübutu, aslının da sübutunu lâzım kılar. Bir kimse âlim (bilen) olup da onda ilim (bilme)
aslının olmaması muhaldir. Allah Teâlâ; âlim, mürid, kadir... olup da O'nda bilme, irade ve
kudretin bulunmaması muhaldir.
c- Kur'ân-ı Kerim, Yüce Allah'ın İlim ve Kudret sıfatlarını te'vile ihtimal bırakmayacak
şekilde ispat etmektedir:
"... Bilin ki Kur'ân Allah'ın ilmiyle indirilmiştir." (Hûd: 11/14)
"Şüphesiz, asıl rızık veren, çetin kuvvet sahibi Allah'tır." (ez-Zariyot: 51/58)
Mu'tezile, Allah'ın zatıyla kaim, zatına zait hakikî ve vücudî sıfatlarının mevcudiyetini
reddeder. Yüce Allah'ın sıfat-ı sübûtiyyesini es-sıfatül-maneviyye şeklinde kabul eder. Es-
Sıfatül-maneviyye Allah Teâlâ'nın hayy, âlim, murid, kadir, semi', basir, hâlik ve mütekellim
olmasıdır. Halbuki Ehl-i Sünnet-i Âmme'ye göre, es-sıfatu’l-maneviyye, Yüce Allah'ın zatıyla
kaim hakiki sıfatların neticesidir. Mu'tezile, Allah'ın zatıyla kaim sübuti sıfatları olduğunu
reddetti. Çünkü, Allah'ın sıfatlarını kabul etmek, Allah'ın zatından başka teaddüd-i kudemayı
(Kadimlerin çokluğunu) gerektirir, iddiasında bulundu. Bu konuda Mu'tezilenin gerekçeleri
şöylece özetlenebilir:
a- Allah Teâlâ'nın zatıyla kaim, ona zaid hakiki mevcud sıfatları olsa, bunlar ya kadim olur ki,
kadim olan bir şey ise kendi zatıyla kaim olur ve başkasına muhtaç olmaz. Bu takdirde
sıfatların sayısına teaddüd-i kudemâ (kadimlerin çokluğu) lazım gelir. Kadimlerin çokluğunu
kabul etmek ise tevhid inancına aykırıdır.
Veyahut da sıfatlar hâdis olur. Sıfatların hâdis olması, Zat-ı Bâri'nin zâtı ile hâdis olan şeylerin
kaim olması, batıl ve muhaldir.
b- Allah'ın zâtına zâid mevcud sıfatları olsa, Zat-ı Bâri'nin eksik olup başkalarıyla
tamamlanmış (istikmâl bil-gayr) bulunması gerekir. Allah Teâlâ, zatıyla kâmil olup istikmâl
bil-gayr'den münezzehtir. O halde Allah'ın zâtına zâid mevcut sıfatları yoktur. Allah, hayatı
olmadan zatıyla hayy'dir. İlmi olmadan zatıyla âlimdir. Kudreti olmadan zatıyla kadirdir...
Allah'ın bu sıfatları zatının aynıdır. Allah Teâlâ'nın zatının hayyiyet (dirilik), alimiyyet,
kaderiyyet... halleri vardır. Bu halle de itibâri olup vücud ile vasıflanmazlar derler. Ehl-i
Sünnet-i Âmme, Mu'tezilenin sübutî sıfatlar hakkındaki bu görüşlerine şöyle cevap verirler:
"Sıfatları, Allah'ın zatının aynı değildirler; ondan ayrılan gayrı da değildirler.”
Mefhum itibariyle sıfattan anlaşılan anlam, zattan anlaşılan anlamdan başkadır. Eğer sıfatları
Zat-ı Bâri'nin aynı kabul edilirse:
a) Zât ve sıfatlar manâ bakımından birbirlerine karıştırılır. İlmin hayatın aynı; kudretin ilmin
aynı olması gerekir. Böyle olunca, "Kudret Allah'ın zatıdır, Allah'ın zatı ilimdir, Allah'ın zâtı,
iradedir, yaratmaktır." demek caiz olur. Bunun batıl olduğunda ise şüphe yoktur.
b) Eğer sıfatları Zât-ı Bâri'nin aynı olsaydı, mesela "ilim"; kadir, hayy, murid, vacibül-vücud,
bu âlemin hâlıkı, mahlûkâtın mabudu ve her türlü kemal sıfatları ile muttasıf olması gerekirdi.
Bu ise muhaldir. Böylece zât ve sıfatları anlamada karışıklığa düşülürdü.
c) Sıfatlar Zatullahın aynı olsaydı, hiç bir bürhana ihtiyaç duymadan, Allah'ın âlim, kadir,
hayy, semi' ve basîr olduğunu bilmemiz gerekirdi.
Çünkü bir şeyin aynının kendisi olması zorunludur.
d) Allah Teâlâ'nın bu sıfatlardan (manâlardan) halî olması, onda noksanlık gerektireceğinden,
bunlarla muttasıf olması zorunludur.
Zatullah, bil-icab (zorunlu olarak) kemalâtın menşeidir. Zât-ı Bâri, sıfatlarını gerektirir. Eğer,
sıfatlar zatının dışından gelip Allah'a ilave olunsalardı; o zaman istikmal bil-gayr (Allah'ın
başkasıyla kâmil olması) Iâzım gelirdi. Halbuki Yüce Allah, zorunlu olarak zatının
gerektirdiği ve zatıyla kaim olan sıfatlarıyla tek ilâhtır.
Sıfat-ı Sübûtiyye, Allah'ın zatının gayri de değil; O'nun zatının muktezasıdırlar.
Birbirinin aynı olmayıp birbirlerinden başka bulunan iki şeye birbirlerinin gayridir
(birbirlerinden başkadır) denilir. Biri diğeri olmayan ve birbirlerinden ayrılan şeyler,
birbirlerinden başkadır. Sıfatları ise Allah'ın zatının ve bir sıfatı diğer sıfatının gayri değildir.
Sıfatlar, vücud itibariyle Zat-ı Bâri ile birdirler.
İki şeyin birbirlerinden ayrılması mümkin olursa, bunlar da birbirlerinin gayridir. Ayrılmak ya
mekanda olur, iki cisim gibi; ya da baba oğul gibi zamanda olur. Veyahut da mevcud ve
ma'dum (yok olmuş) varlık ve yokluk itibariyle olur. Bu şekillerde sıfatlar, Allah'ın zatının
gayri olsa, sıfatların birden fazla vücudlarının olması ve dolayısıyla teaddüd-i Kudema
(Zatullah'tan ayrı kadimlerin bulunması) lâzım gelir. Bu ise batıldır. Sıfatı İlahiyyenin
Zatullah'tan ve birbirlerinden ayrılması ve başka şeylere hulûl etmesi ve yok olması asla
mümkin değildir. Bir kimse "evde Zeyd'den başkası yoktur" der ise; kimse "evde Zeyd'den
başka onun eli, kalbi, beyni de var mıdır?" demez. Gerçi Zeyd'den elinin, kalbinin... ayrılması
mümkündür. Allah'tan sıfatlarının ayrılması asla caiz ve mümkin değildir. Hak Teâlâ'nın zatı
sıfatsız, sıfatları da zatsız tasavvur edilemez. Allah zat ve sıfatlarıyla beraber tektir. Sıfatları
vücudu Zat-ı Bâri'ye tâbi ve onunla kaim olan manalardır. 10 rakamı kendisinde bir adedi
olmadan; 10 rakamının biri de 10 sayısından ayrı olarak tasavvur edilemez. 10'dan 1 veya iki
ayrılınca o rakam 10 olmaz.
Doğrusu Allah Teâlâ'nın bu kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğuna inanmak dinin
gereklerindendir. Bunlarla nasıl muttasıf olduğunun bilgisi Allah Teâlâ'ya havale edilir.
Şüphesiz, sıfatlarıyla nasıl muttasıf olduğunu ancak Hakk Teâlâ bilir.
Sıfat-ı Sübütiyye, Matüridilere göre, sekiz; Eş'arilere göre yedi'dir.
1- Hayat: Cenab-ı Hakk'ın bütün hayatların kaynağı olan ezelî ve ebedî, hakiki bir hayat ile
muttasıf olmasıdır. O'nun hakkında bunun zıddı olan memat (ölü olmak) muhaldir.
2- İlim: Cenab-ı Allah'ın olmuş ve olacak her şeyi bilmesidir. O'nun hakkında bilgisizlik
muhaldir.
3- Kudret: Cenab-ı Hakk'ın her şeyi (mümkini) yaratmaya ve yok etmeye gücünün
yetmesidir. O'nun hakkında acz muhaldir.
4- İrade: Allah Teâlâ'nın mecbur olmadan yaratacağı her mümkini istediği şekilde dilemesi
ve her şeyde serbest irade ve ihtiyar sahibi olmasıdır. O'nun dilemesi olmadan hiç bir şey
vukua gelmez.
5- Basar: Allah'ın her şeyi görmesidir.
6- Semi': Allah'ın her şeyi işitmesidir.
7- Kelâm: Allah Teâlâ'nın zatına mahsus kelamı ve konuşmasıdır.
8- Tekvin: Cenab-ı Hakk'ın dilediği şeyleri yok iken yaratması, vücuda getirmesi, var olanları
da yok etmesidir. Matüridilere göre, Tekvin sıfatı Yüce Allah'ın zatıyla kaim ezeli ve hakiki
bir sıfattır. Terzik, tasvir, ihya, imate (öldürme), inma' (büyütme) ve diğer bütün işlerin mercii
(masdarı) tekvin sıfatıdır. Allahın var edeceği her şey ve iş bu sıfatın teallukuyla vücûda gelir.
Eş'arilere göre, Tekvin, diğer yedi sıfat gibi müstakil ve hakiki bir sıfat olmayıp Cenab-ı
Hakk'ın yaratacağı şeylere kudret sıfatının hâdis olan teallukunun ismidir. Tekvin, kudret
sıfatına racidir. Cenab-ı Hakk'ın bütün işlerinin mercii, Kudret sıfatıdır. Allah her mümkini
ezeli iradesi ve ilmine uygun olarak kudret sıfatıyla yaratır.
Bu sekiz sıfattan hayat, ilim, irade, kudret, tekvin nakil ile isbat edildiği gibi, doğrudan
doğruya akıl ile de isbat edilebilir. Diğerleri ise özellikle nakli delil ile isbat edilir. Sıfat-ı
Sübütiyyeden irade, kudret ve tekvin, mümkinlere tealluk eder; vacib ve muhallere
(mümteni'âta) tealluk etmez. Çünkü vacib, varlığı zatın muktezası olup ezelî ve ebedî olandır.
Muhtaç olmayandır. Yaratılan her şeye hâdis (sonradan var edilmiş) ve varlığında ve varlığın
devamında yaratıcısına muhtaç olur. Muhal vukuu aklen imkânsız ve çelişik olandır. Mesela;
bir masa aynı anda iki yerde olmaz. Aynı masa aynı anda iki yerde olursa birin iki etmesi
gerekir. Bir her zaman birdir; birin iki olması aklen muhaldir.
Hayat sıfatı bir şeye tealluk etmez. İlim ve Kelam sıfatları, vacib, mümkin ve muhallere
tealluk eder. İlim, keşif ve açık olma yoluyla; Kelâm, delâlet yoluyla tealluk eder. Sem' ve
basar; mevcudâta yani işitilmek ve görülmek şanından olan şeylere tealluk eder.
4- Esmaül-Hüsna'nın delalet ettiği sıfat ve manalar:
Kur'an-ı Kerim ve hadislerde zikredilen el-esmaül-hüsna'nın43 her bir sıfat-ı ilahiyeden birine
delâlet eder. Esmaül-Hüsna'nın (Allah'ın güzel isimlerinin) çoğu, Allah'ın sıfat-ı selbiyye,
sıfat-ı sübûtiyye ve fiili sıfatlarını açıklayıcı durumdadır.
Esmaül-Hüsna'nın bir kısmı da Yüce Allah'ın rububiyyet, azamet, celâl ve cemâl sıfatlarıdır.
Mesela, Rabb, Rahman, Rahim ve Malik (melik) O'nun rubûbiyyet sıfatlarını bildirir. Kuddüs,
sıfat-ı selbiyyenin hepsine delâlet eder. el-Hakem, el-Adl, el-Halim, el-Azim, el-Gafur, eş-
Şekur, el-Aliyy, Allah'ın celâl ve cemal sıfatlarına delâlet eder. Bunlardan bazısı sıfat-ı
mütekabiledir (birbirlerine karşıt olanlardır). Rızâ, sehat, hubb ve buğz, afv ve intikam gibi...
Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarının her biri birer kemaldir. O'nun kemâlâtına nihayet yoktur.
5- Haberî Sıfatlar: Kur'an-ı Kerim ve hadislerde zahir manaları ile Cenab-ı Hakk'ın tenzih
etme esası ile uyuşmayan bir takım sıfatlar varid olmuştur. Sırf nakil ve haberlerde geldiği
için bu sıfatlara es-Sıfatül-haberiyye (haberlerde varid olan sıfatlar) denilmiştir.
Selef âlimleri, bu sıfatları, teşbihsiz, tecsimsiz (mahlukatın sıfatlarına benzetmeksizin ve
cismiyet vermeksizin) temsilsiz ve keyfiyetini Allah'a havale ederek kabul etmişler ve bunlar
hakkında herhangi bir te'vile gitmemişlerdir ve yorum yapmamışlardır.
İmam Eş'arî ile İmam Matüridî bu konuda selefin yoluna uymuşlardır.
Haşeviyye (sahih, zayıf demeyip buldukları her hadisi alıp bunların zahirlerine bağlananlar)
ile Şia'dan bazıları haberlerde varid olan bu lafızların zahirine tutunarak teşbih vadisine
düştüler. İlk defa Hişâm b. Hakem ve Hişâm b. Salim el-Cevâlikî, Allah Teâlâ'yı insana
benzeterek O'na insanların organları gibi bir takım organlar isnad edip Müşebbihe ve
Mücessime mezhebini ihdâs ettiler. Kerramiye mezhebinin kurucusu Muhammed b. Kerram
da Yüce Allah'ın Arş'ın üzerinde durduğunu ve Arş'a temas ettiğini söylemiştir.
Eş'ariyye ve Matüridiyye kelâmcılarının müteahhirîni "müslüman halk bu lafızların
zahirlerine bağlanarak Allah Teâlâ hakkında teşbihe düşer" korkusuyla haberî sıfatları mecaz
manalarına hamlederek te'vil etmiş ve bunlara Cenab-ı Hakk'ın azametine layık olan birer
manâ vermişler ve verdikleri manâ da kat'idir dememişler ve bunların murad edilen gerçek
anlamım ve keyfiyetini Allah bilir demişlerdir.
Kur'an-ı Kerim de geçen haberî sıfatlardan örnekler ve müteahhirine göre anlamları:
43
bk. Tirmizi, Daavat: 83; Hakim, Müstedrek: 1/16-17.
1- İstivâ': “Rahman olan Allah Arş üzerine istiva etmiştir." (Ta-Ha: 20/5). İstivâ'ya kahr,
galebe, istilâ, hüküm, idaresi ve tedbiri altına alma, tasarruf, ulûvv (yücelik) anlamı
vermişlerdir.
2- Yed, Yedeyn: Kudret, nimet, teşrif “Rabbi şöyle demişti: "Ey iblis! İki elimle yarattığıma
secde etmekten seni alıkoyan nedir?" (es-Sad: 38/75)
3- Vech: Zât, vücûd (bk. er-Rahman: 55/27)
4- Kabza: Kudret, mülk, tasarruf (bk. ez-Zümer: 39/67)
5- Yemîn: Tastamam kudret ve kuvvet (bk. ez-Zümer: 39/67)
6- Ayn, A'yün: Basar sıfatına irca' olunur (bk. Ta-Ha: 20/39; Hud : 11/37). Nezâret, gözetim,
bakım demektir. Muhafaza ve yardım etmeyi de ifade eder.
7- Cenb: Türkçede, yan ve kat anlamına gelen bu kelimeyi emir ve taat olarak
yorumlamışlardır: "Her bir nefsin, Allah cenbinde (katında) işlediğim kusurlardan dolayı vay
hasret ve nedametime diyeceği..." (ez-Zümer: 39/56)
8- İstihyâ: Türkçede utanmak anlamına gelen bu kelimeye; terk etmek, çekinmek, sakınmak
(istinkaf) anlamını vermişlerdir: "Gerçekte Allah, bir sivri sineği ve bunun üstündekini
(büyüğünü) mesel ve (misal) getirmekten çekinmez..." (el-Bakara: 2/26)
9- İtyân ve Meci': Bu kelimelerin mahlukat hakkındaki gelmek, bir yerden bir yere intikal
etmek anlamlarından Cenab-ı Hakk münezzehtir. "Ve cae Rabbüke" (Rabbinin emri geldi) (el-
Fecr: 89/22); "En ye'ti-yehümullahü: Allah'ın âyeti ve azabının gelmesi" (el-Bakara: 2/210)
Cenab-ı Hakk, büyüklüğünü ve kemallerinin sonsuzluğunu kullarına anlatıp tanıtmak ve
onların anlamlarını kolaylaştırmak için Kitab-ı Kerim'inde bu kelimeleri mecaz olarak
kullanmıştır. Yoksa Cenab-ı Allah, haberî sıfatlardaki geçen bu kelimelerin mahlukâtı
hakkında geçerli olan manalarından münezzehtir.44

SIFÂT-I SELBİYYE

Yüce Allah'ın zâtına ve varlığına yakışmayan, o yüce zât hakkında mümteni' (imkansız) olan
vasıflar. Zaten "selbetmek"; kaldırmak, uzaklaştırmak, tenzih etmek anlamındadır. İşte bu
sebeble Yüce Allah'ın zâtî ve sübûtî sıfatlarının zıdlarına "sıfât-ı selbiyye" denmiştir ki;
bunlar, Yüce Allah'ın zâtına mümteni' olan, yaraşmayan sıfatlardır. Başka bir deyişle Cenab-ı
Hakk, bu çeşit zıt sıfatlarla, yaratıklara mahsus olan bu olumsuz özelliklerle muttasıf değildir.
Bu yüzden sıfât-ı selbiyye denmiştir ki; şayet böyle bir sıfat verilmemesi düşünülmüş ise, bu
vasıf O'ndan selbedilsin, yani bu özellik O'nun Yüce zâtından kaldırılsın. İşte bunun için sıfât-
ı selbiyyeye "Tenzihât" da denir. Bunun anlamı, "bütün bu olumsuz özelliklerden, noksanlık
ve eksikliklerden Yüce Allah "berîdir, uzaktır" demektir.
Sıfât-ı selbiyye veya Yüce Allah'ın zâtından selbedilen hususlar, sıfât-ı zâtiyye ve sıfât-ı
sübûtiyye başlıkları altında sayılan on dört sıfatın zıdlarıdır. Bunlar şunlardır:
1. Adem (yokluk); 2. Hudûs (sonradan varolmak, öncesinde yokluk bulunmak); 3. Fenâ
(varlığının sonu olmak, belli bir süre sonra yok olup gitmek); 4. Teaddüt (birden fazla olmak,
eşi, ortağı, yardımcıları olmak); 5. Müşâbehet (sonradan yaratılmış bir şeye benzemek,
benzeri ve dengi olmak); 6. Başkasına muhtaç olmak, kendi kendine var olamamak; 7. Ölü
veya cansız olmak; 8. Câhil (bilgisiz, ilimsiz) olmak; 9. İradesiz olmak, bir şeyi bir başka şeye
tercih edememek; 10. Âciz (gücü yetmez) olmak; 11. Görmemek, kör olmak; 12. İşitmemek,
sağır olmak; 13. Konuşamamak, dilsiz olmak; 14. Yaratmamak, hiç bir şeyi var edip icad
edememek.

44
Sa'deddin et-Taftâzânî, Şerhul-Makasıd, İstanbul 1305, 2/61-79, 108-111; Şerhu’l-Akaid, İstanbul 1310, s. 65-84; es-Seyyidü'ş-Şerif el-
Cürcânî, Şerhu’l-Mevakıf, İstanbul 1239, s. 147, 471-479; İmam Zeyneddin Mer'î, Ekavilü's-Sikat Te'vilül-Esma-i ve's-Sıfat, Beyrut
1406/1985; Ahmet Asım, Merhu'l-Meâli Şerhu’l-Emali, İstanbul 1304; Abdüllatif Harput, Tenkihu’l-Kelam, Abdüsselam, b. İbrahim el-
Lakkanî, Şerh-ü Cevherati't-Tevhid; İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelam; Şehristanî, el-Milel ve'n- Nihal; Muhiddin Bağçeci, Şamil İslam
Ansiklopedisi: 5/401-404.
Görüldüğü gibi bu selbî sıfatları, "Yüce Allah şu değildir, bu değildir" şeklinde daha da
çoğaltmak mümkündür. Zira bu tarzda bazı hususları Cenab-ı Hakk'tan selbetmekle
(kaldırmakla), O'nun Zâtına ve vâcib olan sıfatlarına hiç bir şekilde zarar gelmez. Bununla
beraber sıfatlar hususunda İslâm âlimleri şu tarzda ittifak etmişlerdir:
Şayet isim ve sıfat tesbit etmeye dinen izin verilmiş ise, yani Kur'ân ve hadislerde bu sıfat ve
isimlere açıkça işaret eden lafızlar var ise; Yüce Allah'a isim ve sıfat tesbit etmek câizdir.
Şayet bu konuda bir yasaklama varsa, yani isim ve sıfat tesbit etmeyi yasaklayan bir âyet veya
hadis varsa; Cenab-ı Hakk için isim ve sıfat tesbit etmek câiz değildir. Eğer ne izin ne de
yasaklama hususunda bir âyet veya hadis yoksa; değişik görüşler ileri sürülmüş ise de, kabule
şâyan olan görüşe göre, isim ve sıfat verilmesine müsaade edilmemiştir.
İşte sıfât-ı selbiyye denilen bu olumsuz özellikler, Yüce Allahın zâtından kaldırıldığı için,
"tenzihât" olarak değerlendirilmiş ve sıfat olarak kabul edilmemiştir. Zira Cenab-ı Hakk, akıl
ve hayâle gelen ve gelebilecek olan her türlü eksikliklerden ve noksanlıklardan münezzeh,
bütün kemâl (yetkin) sıfatlarla ve özelliklerle muttasıftır.45

SIFÂT-I SÜBUTİYYE

Yüce Allah'ın zatının gereği olan ve bu zattan ayrılmayan, ezelî ve ebedî olan vâcib sıfatlar.
Bu sıfatların hepsi Kur'an ayetleriyle sabit oldukları ve bu ayetlerden çıkarıldıkları için ve
varlıkları Yüce Allah'ın zatında isbat edilmiş olduğu için, "sübutî sıfatlar" diye
isimlendirilmişlerdir. Yüce Allah bu sıfatlarla ta ezelde vasıflanmış idi. Bu sıfatların hiç biri
sonradan kazanılmış (hâdis) sıfatlardan değildir. Bunların da her biri Yüce Allah'ın zatıyla
kaimdir. O'nun Yüce zatı ve varlığı düşünülmeden bu sıfatlardan bahsetmek de mümkün
olmaz. Bu sıfat-ı sübutiyye şunlardır:
1. Hayat Sıfatı: Yüce Allah'ın diri, canlı ve ezelî bir hayat ile hayat sahibi olması demektir.
Bunun zıddı olan ölü ve cansız olmak, Allah hakkında düşünülemez, mümteni'dir. Allahu
Teâlâ'nın bu sıfatına işaret eden pek çok ayet vardır. Meselâ: "Ölümsüz, diri olan Allah'a
güven ve O'nu tesbih et!..." (Furkân: 25/58) diye buyurulmaktadır.
Her şeye can veren, ölü gibi görünen toprağa, kuru sanılan ağaçlara can, hayat ve tazelik
veren Allahu Teâlâ'dır. Bütün canlıların hayatı sonradandır ve Yüce Allah'ın yaratmasıyladır.
Halbuki Yüce. Allah'ın "Hayat" sıfatı da; zâtı gibi kadimdir, ezelî ve ebedîdir; zatından
ayrılmayan, zatı ile var olân vacib bir sıfattır. Zira hayat olmadan diğer sıfatları düşünmek,
onlarla Allah'ı vasıflandırmak abes olur. Bu bakımdan sübutî sıfatların ilki "hayat" sıfatıdır.
2. İlim Sıfatı: Allahu Teâlâ'nın ezelî ilmiyle her şeyi bilmesi demektir. O'nun ilmi, kâinattaki
her şeyi kuşatmıştır. Evrendeki hiç bir şey O'nun ilminin dışında meydana gelemez. Olmuşu,
olmakta olanı ve olacağı gerek küll halinde (genel kurallarıyla); gerekse ayrı ayrı, hepsini
bilir. O'nun ezelî olan ilim sıfatıyla muttasıf olduğunu gösteren pek çok ayet-i kerime vardır:
"İçinizde (sinelerinizde) olanı gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir. Göklerde olanları
da yerde olanları da bilir..." (Ali İmran: 3/29)
Şu halde Allah'ın ilmi gizli açık her şeyi kuşatmıştır. Kalblerimizden geçenler de O'na
malumdur. Bütün gayb alemi, bizim sınırlı ve sonradan kazanılma bilgimizin ulaşamadığı o
âlem, Allah'ın bilgisi dâhilindedir. O'nun ilmi, zatı ile kâim olan, ezelî ve ebedî, bilinenlerle
değişmeyen bir ilimdir. Kulların ilmi gibi kazanılmış, sonradan elde edilmiş bir ilim değildir.
3. İrade Sıfatı: Yüce Allah'ın istediğini dileyip tercih etmesi demektir. Yani O'nun, bir işin
şöyle olmasını değil de, böyle olmasını veya böyle olmasını değil de, şöyle olmasını dilemesi,
dilediği gibi tâyin ve tahsis etmesidir. Evrende olmuş ne varsa, hepsi O'nun dilemesi, iradesi
ile olmuştur. O'nun iradesi ve isteği dışında hiç bir şey var veya yok olamaz. Cenâb-ı Hakk'ın
"irade" sıfatı, mümkün veya câiz olan şeylere tealluk eder. O'nun iradesi o şeyin olması veya

45
Cihad Tunç, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/404.
olmaması şıklarından birini tercih eder. Tercih ettiği cihete iradesini tealluk ettirince, o şey de
ya hemen oluverir veya olmamasını tercih etmiş ise, o şey olmaz, yok olur.
Bu anlamda Yüce Allah'ın iradesini iki şekilde anlamak kabildir:
a) Tekvinî (kevnî) irade: Bu iradeye "meşiyyet" de denir ki; bütün yaratılmışlara şâmildir.
Bir şeye tealluk edince, o şey olmamazlık edemez, her halde vuku bulur. Bu anlamda Cenâb-ı
Hakk şöyle buyuruyor: "Bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, sözümüz ona sadece "ol!"
demektir ve o hemen oluverir." (en-Nahl: 16/40)
b) Teşriî (dinî) irade: Bu irade Cenab-ı Hakk'ın muhabbet ve rızası demektir ki; bu mânâda
irade ettiği şeyin herhalde meydana gelmesi vâcib değildir. Çünkü kulların işleriyle ilgilidir.
Bu mânâda Yüce Allah; "...Allah size kolaylık murat eder, zorluk istemez." (el-Bakara: 2/185)
buyuruyor. Bunun anlamı "şayet siz kullar, Allah'ın rıza ve mühabbetinin hilafına zorluk,
kötülük, isterseniz; kendisi bunları istemediği dilemediği halde, siz istediğiniz için yaratır;
zorluğa ve kötülüğe rızası yoktur." demektir.
4. Kudret Sıfatı: Allah Teâlâ'nın bütün mümkünâta gücünün yetmesi, her türlü tasarrufta
bulunması demektir. İradesiyle bütün mümkünâtı kuşattığı gibi, kudretiyle irade ettiklerini bir
fiil meydana getirerek, yaratarak bunlara kadir olur. Allah Teâlâ'nın nihayetsiz, bitmek
tükenmek bilmeyen kudreti vardır. Bu sıfat da diğerleri gibi ezelî ve ebedîdir. Ezelî olan bu
kudret sıfatıyla, her hangi bir şeyi dilediği gibi yapmaya kadirdir. O'nun kudretinin
erişemeyeceği, bu kudretin dışında kalan hiç bir şey yoktur. Nitekim Yüce Allah; "Muhakkak
ki, Allah her şeye kâdirdir, gücü yetendir." Buyurmaktadır. (el-Bakara: 2/20)
5. Basar Sıfatı: Cenâb-ı Hakk'ın görmesi demektir. O her türlü vasıta, organ ve bağıntılar
olmaksızın her şeyi görür. O'nun görmesi, göz gibi bir organa, ışığa, uzaklığa ve yakınlığa
bağlı değildir. Yüce Allah'ın görme sıfatı da ezelîdir, sonradan olma değildir. Bu sıfat da bütün
mevcudâta, görmek şanından olan her şeye tealluk eder. O'nun görmesinin dışında kalan hiç
bir mahlûk yoktur. İnsanın görmesi sınırlıdır, görme organından mahrum olanlar göremezler:
Ayrıca aydınlık, karanlık, uzaklık, yakınlık ve daha dünyadaki nice olay, görmeye veya
görmemeye etki etmektedir. Allah Teâlâ'nın görmesi hiç bir şeyden etkilenmez. Bu sıfatla
ilgili Kur'ân-ı Kerim'de yüzlerce ayet yer almaktadır. Meselâ; Bakara süresi 233. âyet meâlen
şöyle son bulmaktadır: "...Biliniz ki, Allah, şüphesiz yaptıklarınızı görür."
6. Semi' Sıfatı: Yüce Allah'ın işitmesi, duyması demektir. O bu sıfatla ezelde muttasıftır. O,
her çeşit, her kuvvette ve zayıflıktaki sesleri işitir, duyar. İşitilmek şanından olan her şeyi
işitir. Allahu Teâlâ'nın işitip duyması, kulların işitmesi gibi, bir takım kayıt ve şartlara,
vasıtalara ve organlara bağlı değildir. O, işitilmek şanından olan her şeyi, en gizli ve pek hafif
sesleri, fısıltıları bile duyar. Özellikle kullarının duâlarını, zikirlerini, gizli ve aşikar
niyazlarıyla yalvarışlarını işitir, kabul eder ve mükâfatlandırır. Bu sıfatla ilgili pek çok âyet
vardır, ekserisi görmek sıfatıyla beraber yer almaktadır. Meselâ; Nisâ suresi 134. âyet meâlen
şöyle nihayet bulur: "...Allah işitir ve görür."
7. Kelâm Sıfatı. Yüce Allah'ın söylemesi ve konuşması demektir. O, harf ve seslere muhtaç
olmadan konuşur ve söyler. Allah’ın "Kelâm" sıfatı, ezelî ve ebedîdir; yüce zatı için vacib
olan sıfattır. O'nun dilsiz olması, konuşamaması düşünülemez. İşte yüce Rabbimiz bu sıfatıyla
peygamberlerine söylemiş, emirler vermiştir. Kitablarını ve şeriatini bu kadîm kelâmıyla
bildirmiştir. O, kelâmını dilediği zaman, kendi zatına ve şanına layık bir şekilde meleklerine
bildirir, işittirir ve anlatır. Bunu yaparken harflere, seslere, hecelere ve kitabete (yazıya)
muhtaç değildir. Yüce Allah'ın dilediği şeyleri, emir ve yasaklarını peygamberlerine ya
Cebrâil vasıtasıyla veyahut doğrudan doğruya vahy ve ilham etmiş olması da bu "kelâm"
sıfatının bir tecellisidir. Cenâb-ı Hakk'ın, peygamberleriyle tekellüm ettiğini (konuştuğunu)
gösteren âyetler vardır. Meselâ; Cenab-ı Allah meâlen şöyle buyurmaktadır: "Allah Musa'ya
hitabetti" veya "Âllah, Musa'ya da hitab ile konuştu." (en-Nisa: 4/164). Ayrıca Bakara suresi
253. âyette de şöyle buyurulmuştur: "...Onlardan Allah'ın kendilerine hitab ettiği (konuştuğu),
derecelerle yükselttikleri kimseler vardır..."
8. Tekvîn Sıfatı: Allah Teâlâ'nın bilfiil yaratması, yoktan var etmesi demektir. Allah'ın bu
sıfatı ezelidir. Tekvîn sıfatı da diğer sıfatları gibi, O'nun yüce zatıyla kaim ve O'nun hakkındâ
vacib olan sübutî sıfatlarından biridir. Tekvin sıfatı, irade sıfatının muktezasına göre,
mümkünâta tesir eder, yaratır ve icad eder. Nitekim Allah Teâlâ meâlen şöyle buyurur: "Bir
şeyi dilediği zaman, O'nun buyruğu, sadece o şeye "ol!" demektir ve o hemen oluverir."
(Yasin: 36/82). İşte bütün bu kâinatın ve içindeki varlıkların yaratanı, icad edeni, Yüce
Allah'tır. Bunları varedip etmemeye muktedir olan (gücü yeten) Allah Teâlâ, "İrade" sıfatıyla
ezelî ilmine uygun olarak var olmasını, icad edilmesini irade buyurmuş (dilemiş) ve Tekvîn
sıfatıyla yaratıp icad eylemiştir.
Yüce Allah'ın alemleri yaratmak, rızık vermek, nimetler ihsan etmek, yaşatmak, öldürmek,
diriltmek, azab etmek, mükafatlandırmak gibi bütün fiilleri Tekvîn sıfatına râcidir, yani
Tekvîn sıfatının tealluklarının başka başka olmasıyla bu isimleri alır. İşte Tekvîn sıfatının
bütün bu tealluklarına "sıfât-ı fiiliyye" de denir.
Allahü Teâlâ'nın yüce zatına mahsustur. O'nun yüce zatı için vacib olan sıfatların hepsi,
görüldüğü gibi, ayetlerle sabit olduğundan, bütün İslâm âlimleri arasında bu konuda ittifak
vardır. O'nun bu sıfatlarla ezelde muttasıf olduğunda şüphe yoktur.
Yukarıda da ifade edildiği üzere, Yüce Allah, zatında, sıfatlarında, işlerinde, fiillerinde bir
tekdir; O'nun eşi, ortağı ve benzeri yoktur. O'nun sıfatları ve işleri de yüce zatına mahsustur.
O'nun yüce zatı ve varlığı kabul edilip tasdik edilmeden, yukarıda sayılıp açıklanan
sıfatlardan ve O'nun güzel isimlerinden sözetmek de mümkün olamaz. Zira bu sıfatlar ve
isimler, O'nun yüce zatının ve varlığının zorunlu bir gereğidir. Ne bu zat, bu sıfatlarsız; ne de
bu sıfatlar, bu zatsız olur. Yine dikkat edilecek olursa, bu sıfatların her biri açık ve seçik
olarak Kur'ân âyetlerine dayanmaktadır. Yani, bizzat Yüce Allah, kendisini bu sıfatlarla
vasıflandırmıştır. Böylece O'na olan inancımız daha da kuvvetlenmektedir. Çünkü bu
sıfatlarıyla O'nu daha iyi anlıyabiliyoruz. Yoksa O'nu her hangi bir şeye hâşâ benzetmek gibi
bir gaye için asla değildir. Bütün bu sıfatlar O'nun yüce zatına yaraşır bir tarzdadır. Biz bütün
bu sıfatların asıllarına imân ederiz; fakat keyfiyetlerine, nasıl ve nice olduklarına dair her
hangi bir şekilde söz söylemeyiz. Bu konuda söz etmeye de bilgilerimiz yeterli değildir.46

SIFAT-I ZÂTİYYE

Yüce Allah'ın zatı için vacib olan, zorunlu olan sıfatlar. Bunlara sıfât-ı nefsiyye de denir.
Diğer bir tabirle "zatî veya nefsî sıfatlar" da denilen bu sıfatlar, Yüce Allah'ın varlığını ve
hakikatını anlayıp kavramada biz kullarına yardım eden sıfatlardır. Bu sıfatlar sayesinde
Allahu Teâlâ'nın yüce zatını ve varlığını O'na yaraşır bir tarzda anlayıp, imanımızı da o
nisbette kuvvetlendirebiliriz. Yüce Allah'ın kendine mahsus bir zatı vardır ve bu zatının gereği
olan, bu zatdan ayrılması düşünülmeyen sıfatları vardır. Bunlardan bir kısmına "Zatî sıfatlar" ,
bir kısmına da "sübutî sıfatlar" denir.
Zatî sıfatlar, hiç bir sebebin eseri olmayan, Allah Teâlâ'nın hakikatını ortaya koyan sıfatlardır.
Bu sıfatlar Yüce Allah'ın zâtıyla, varlığıyla doğrudan doğruya alâkalı oldukları için ve sadece
Allah'ın yüce zatına mahsus oldukları için zatî sıfatlar diye isimlendirilmişlerdir. Zat veya
varlık olmadan bu sıfatların varlığını düşünmek ve bu sıfatlardan söz etmek imkansızdır.
"Sıfât-ı Zatiyye" denilen bu zatî sıfatlar şunlardır:
1. Vücûd Sıfatı: Yüce Allah'ın mevcudiyeti, varlığı demektir ki; bazı âlimlerimize göre, asıl
zatî veya nefsî sıfat budur. Zira Yüce Allah'ın mevcudiyeti, varlığı kabul edilmeden, diğer
sıfatlarından bahsetmek mümkün olmaz. Yüce Allah'ın varlığına, mevcudiyetine işaret eden
pek çok âyet-i kerime Kur'ânda mevcuttur. Bunlardan birisi olan Haşr suresinin 22. âyetinde
meâlen şöyle buyurulmaktadır:

46
Cihad Tunç, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/404-405.
"O Yüce Allah, görüleni de görülmeyeni de bilen, Kendisinden başka ilah olmayan, ancak
kendisi var olan Allah'dır."
Allah Teâlâ'nın varlığı, mevcudiyeti kendi zatının gereğidir. O'nun yüce zatı, yaratıklarda
olduğu gibi başkasından dolayı değildir. O kendi zatı ite vardır, kendi zatıyla kâimdir, varlığı
için bir başkasına muhtaç değildir. Zira muhtaç olan, İlâh olamaz.
2. Kıdem Sıfatı: "Yüce Allah'ın varlığının evveli ve başlangıcının olmaması" demektir. O,
ezelidir; O'nun var olmadığı bir an bile düşünülemez. Varlığı, zatının gereği olan Yüce
Allah'ın bu varlığının ezelî olması, evveli ve sonunun olmaması vâcibtir. Varlığında başlangıç
ve sonu olanlar, ancak yaratıklardır. Allah’ın kıdem sıfatına Hadid suresinin 3. Âyeti açıkça
işaret etmektedir: "O, her Şeyden öncedir; kendisinden sonraya hiç bir şeyin kalmayacağı
sondur; varlığı aşikardır; gerçek mahiyeti insan için gizlidir. O, her şeyi bilir."
3. Bekâ sıfatı: "Allah Teâlâ'nın varlığının sonu, bitiş noktası yoktur" demektir. O, ebedîdir,
yani onun mevcudiyeti, varlığı sonsuzca devam edip gitmektedir. Bu sıfat dahi sadece onun
yüce zâtına mahsus bir sıfattır, çünkü bütün yaratıklar sonludur, bir gün hayatları son
bulacaktır. İşte bu gerçek, Rahman suresinin 26. ve 27. âyetlerinde meâlen şöyle beyan
buyurulmuştur: "Yer yüzünde bulunan her şey fânidir (sonludur); ancak yüce ve cömert olan
Rabbinin varlığı bâkidir."
4. Vahdaniyet Sıfatı: Yüce Allahın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde (işlerinde) bir tek
olması demektir. O'nun eşi ve ortağı, yardımcısı yoktur; bir ve tek'tir.
İhlâs Suresi, Cenab-ı Hakk'ın bu sıfatını açık bir üslupla ortaya koymaktadır: Hz. Peygambere
hitaben; "De ki, Allah bir tektir; Allah hiç bir şeye muhtaç değildir, O doğurmamış ve
doğmamıştır, hiçbir şey O na denk değildir."
Her şeyi yaratan Allah Teâlâ olduğu için, O işlerinde, fiillerinde de tektir. O'nun hiç bir
benzeri, ortağı, örneği ve cüzleri (parçaları) ve yardımcıları yoktur. İbadete lâyık yegâne tek
mabut, Allah'tır. İşte "Vahdaniyet" sıfatını bütün bu hususları içine alan bir teklik (ehâdiyet)
olarak anlamak gerekir. O her bakımdan en mükemmel, bütün eksiklik ve noksanlıklardan
uzak (münezzeh) bir varlıktır.
5. Muhâlefetün lil-Havadis Sıfatı: Yüce Allah'ın sonradan olanlara, sonradan yaratılmış
olanlara benzememesi demektir. Yüce Allah'ın benzeri hiç bir şey yoktur. O'na eşit ve denk
olan hiç bir varlık yoktur. Zaten kâdîm, bâkî ve bir tek olan varlığın sonradan olanlara
benzememesi, yine O'nun bu sıfatlarının bir sonucudur ve O'nun yüce zatına mahsustur. Bu
sıfata Şûrâ suresinin 11. âyetinde açıkça işaret buyurulmuştur: "O'nun benzeri hiç birşey
yoktur, O işitendir, görendir."
6. Kıyam binefsihi (bizâtihi): "Yüce Allah'ın varlığı veya mevcudiyeti bir başkasına muhtaç
değildir; aksine varlığı kendi zâtındandır." demektir. Bütün yaradılmışlar (mahlukât), var
olmada ve varlığını devam ettirmede Cenâb-ı Hakk'a muhtaçtır. Halbuki Yüce Allah hiç bir
şeye muhtaç ve bağımlı değildir, O Azîz ve Samed’dir, yani hiç bir şeye ihtiyacı yoktur;
kâinattaki her şey O'na muhtaçtır. Bu sıfata da Kur'ân-ı Kerim'in pek çok âyetlerinde işaret
edilmektedir. Meselâ; Ali İmrân Suresinin 2. âyetinde şöyle buyrulmaktadır: "Allah, O'ndan
başka ilah olmayan, diri ve kendi kendine kâim (var) olandır."
Vâcibu'l-vücûd (varlığı zorunlu, varlığı kendi zâtının gereği) olan Allah'ın zatı düşünüldüğü
zaman, bu varlıkla beraber bu zâtî sıfatların da düşünülmesi zaruridir (vâcibtir). Varlık, yani
mevcudiyet ve sıfatlar O'ndan ayrılmaz. Allah Teâlâ kadîm, ezelî, ebedî ve her yönden en
mükemmel olduğu için, ne zamana, ne mekâna, ne bir yardımcıya muhtaçtır. O bunların
hepsinin üstünde, varlığı zâtının gereği, mutlak ve en mükemmel ve vâcib bir Allah'dır.47

VÜCUD

Olmak, varolmak, olan, varolan, mevcut.


47
Cihad Tunç, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/406.
Kelam ilminde Allah'ın zorunlu varlığını dile getirir. Kelamcılara göre Allah'ın nefsî, zatî ya
da sübutî sıfatlarındandır.
Yunan felsefesinin, özellikle Aristo metafiziğin İslâm dünyasına girmesinden önce, kelamcılar
genel bir kavram olarak vücud yerine şey ve cisim kavramlarını kullanıyorlardı. Bu dönemde,
kelamcıların tartıştıkları başlıca konulardan birini, Allah'a şey ya da cisim denilip
denilemeyeceği oluşturuyordu. Sonunda Allah'a cisim denilemeyeceği, çünkü Allah'ın cismin
gerekli niteliklerinden olan boyutlu olmaktan münezzeh olduğu sonucuna varıldı. Buna
karşılık, diğer şeyler gibi olmamakla birlikte, Allah'a şey denilebileceği kelamcıların büyük
çoğunluğu tarafından kabul edildi. Zeydî kelamcılarla Mutezile'den Cehm bin Safvan bu
görüşü benimsemediler.
Vücud ve cevher kavramları, İslâm felsefe ve kelamına Aristoteles felsefesinin etkisiyle girdi.
Felsefecilerle kelamcılar bu kez de bu kavramları tartışmaya başladılar. Allah için cevher
kelimesinin kullanılması uygun görülmedi. Vücudun ise O'nun zatî sıfatlarından biri olduğu
kabul edildi. Ama sorun bununla bitmiyordu. Tartışma, vücudun Allah'ın zatından ayrı birşey
olup olmadığı konusunda sürdü. Kelamcıların büyük çoğunluğu, vücudun zattan ayrı, zata
eklenmiş ezeli, ebedi ve bağımsız bir sıfat olduğunu kabul etti. Ebu'l-Hasan el-Eş'arî ile
Mutezile kelamcılarından Ebu'l-Hüseyin el-Basrî ise, İslâm felsefecilerine uyarak vücudun
zata eklenmiş bağımsız bir sıfat olduğu görüşünü reddettiler.
Hem Allah, hem de diğer nesneler için ortaklaşa kullanılması, vücud kavramına nisbetleri
bâkımından varlıkların derecelendirilmesini gerektirdi. Buna göre varlıklar, vücud kavramıyla
nisbetleri bakımından üç kategoriye ayrıldı. Bu kategoriler vacib (zorunlu), mümkün (olabilir)
ve mümteni (olması imkansız) biçiminde adlandırıldı.
Vacib vücud, varlığı zorunlu ve zatının gereği olan, varolmakta başka bir varlığa muhtaç
olmayan varlık, Allah'tır. Vacib vücudun zatı ile vücudu arasında başkalık yoktur. Vacib vücud
aynı zamanda yokluğu düşünülemeyen, yokluğu kabul etmeyen varlıktır. Vücudun yokluğu
kabul etmemesi ya zatı gereği ya da başka bir varlıktan dolayıdır. Yokluğu kendi zatı gereği
kabul etmeyen (Allah'ın zatı gibi) vücud vacib lizatihi adını alır. Yokluğu kabul etmeyişi
başka bir varlıktan dolayı ise (Allah'ın sıfatları gibi) vacib liğayrihi denir. Varlığının
başlangıcı ve sonu olmaması; atomlardan, cevher ve arazlardan ya da madde ve suretten
bileşmemesi vacib vücudun başlıca özellikleridir.
Mümkün vücud, ne varlığı, ne de yokluğu zatının gereği olmayan, zatı bakımından varlığı ile
yokluğu eşit olandır. Mümkün varlık, varlığı da, yokluğu da vacib olmayan ya da varlığı da,
yokluğu da mümteni olmayan diye de tanımlanır. Mümkünün varlığı da, yokluğu da eşit
olduğundan varolmak için mutlaka tercih edici bir sebebe muhtaçtır. Bu sebep, onun varlığını
yokluğuna tercih ederse, varolur. Varlığı, sebebinden sonra olduğu için hadis, sonradan
olmadır.
Yokluğu zatının gereği olan, bu nedenle varlığı imkansız şeylere mümteni, muhal ya da
müstahil denir. Mümteninin temel özelliği hiçbir şekilde varolmamaktır. Mümteniyi aklen
varolan bir nesne gibi düşünmek bile mümkün değildir.48

VACİBU'L-VÜCUD

Zorunlu varlık ya da varlığı zorunlu olan, Allah.


Kelam ilminde Allah'ın varlığının zorunluluğunu, gerekliliğini belirtir.
Vücud kavramının Yunan felsefesinin etkisiyle İslâm felsefe ve kelamına girmesinden sonra
başlayan, vücudun Allah'a nisbet edilip edilemeyeceği tartışması, vücudun Allah'ın
sıfatlarından biri olduğunun kabul edilmesiyle sona erdi. Genel kabule göre vücud, Allah ın
zatından ayrı, ezelî, ebedî ve bağımsız bir sıfattır.

48
Ahmet Özalp, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/353.
Vücud kavramının diğer nesnelere de nisbet edilmesi, varlıklar arasında bir ayrım yapılmasını
gerekli kıldı. Bunun yapılmaması durumunda Allah ile diğer varlıklar aynı kavram altında
toplanmış olacaktı. Bu sorunun ortadan kalkması için varlıklar, vücuda nisbetleri bakımından
vacib (zorunlu), mümkün (olabilir) ve mümteni (olması imkansız) denilen üç bölüme ayrıldı.
Varlığı zatının gereği olan Allah'ın vücudu vacib; varlığını başka bir varlığa borçlu olan
yaratılmış varlıklar mümkün; olması hiçbir şekilde düşünülemeyen şeyler de mümteni
varlıklar olarak tanımlandı.
Zorunlu varlığın ya da varlığı zorunlu olan Allah'ın zorunluluktan gelen ayırıcı özellikleri
olmalıydı. Kelam bilginleri bu ayırıcı özellikleri de şöyle belirlediler:
Bir varlık hem zatı gereği, hem de başkasından dolayı vacib olamaz.
Çünkü başkası ile var olanın, başkasının yok olması ile yok olması gerekir. Bu nedenle iki
durumun bir araya gelmesi imkansızdır.
Zatı gereği vacib olan bileşik olamaz. Çünkü her bileşik parçasına muhtaçtır. Bu varlığın
başkasına muhtaç olduğu anlamına gelir. Başkasına muhtaç olan varlık, zatı bakımından vacib
değil, mümkündür. Zatı bakımından vacib olan başkası ile birleşmez. Birleşme, başkası ile
ilişki kurmaktır. Zatı bakımından vacib olanın böyle bir ilişkisi de olamaz.
Zatından dolayı vacib olanın vücudu, mahiyeti üzerine zaid olamaz. Çünkü o vücud
mahiyetten müstağni değilse, zatı bakımından mümkün ve bir müessire muhtaçtır. Zatından
dolayı vacib olanın vücudu kendi üzerine zaid olamaz. Çünkü eğer vücubiyet vücudu
gerektiriyorsa fer'î olan asıl olana asıl olur ki, bu imkansızdır.
Zatıyla vücubiyet iki nesne arasında ortak olmaz. Yoksa bu, ikisinden birinin öbüründen
ayrıldığı nesneye ters düşer ve böylece her biri, ortaklaştıkları nesne ile ayrıldıkları nesneden
bileşmiş olurlar. Zatı bakımından vacib olan, her yönden vacibdir. Zatından dolayı vacib olan
yok olamaz. Eğer yok olursa, varlığı, yokluğunun sebebinin yok olmasına bağlı olurdu.
Başkasına bağlı olanın da zatı bakımından mümkün olması gerekirdi. Zatı bakımından vacib
olan, zatının gerektirdiği bir takım niteliklerle donanabilir.49

KIDEM

Eski, kadîm ve önce olma karşıtı sonradan olan manasına gelen hudûs'tur.
Kıdem kelimesi, İslâm felsefesi ve kelâm tarihinde üç anlamda kullanılmıştır: 1- Kıdem-i
zamanî (Zamanla ezeli olmak): Bir şeyin varlığı ezelî olup, vücudundan adem (yokluk)
geçmemek demektir. 2- Kıdem-i zâtî. Bir şeyin varlığı başkasına muhtaç olmamak, muhtaç
olmadığı ve li-zatihî var olduğu için de başlangıçsız ve öncesiz olmak. 3- Kıdem-i izâfi. Bir
şeyin varlığının başlangıcı, başkasına nisbetle daha önce olmak. Babanın zaman bakımından
oğlundan daha önce olması gibi.
Bunların karşıtı ise: 1- Hudûs-i zamanî: Bir şeyin yok iken sonradan olması. İnsanların
hudûsu gibi... 2- Hudûs-i zatî: Bir şey varlığında başkasına muhtaç olmak. İslâm filozoflarına
göre akıllar ve nefisler gibi... 3- Hudûs-i izâfi: Bir şeyin, başkasına nisbetle sonradan olması.
Oğlun zaman bakımından babasından sonra olması gibi...
Farabî gibi İslâm filozoflarına göre akıl, nefis, felek ve heyülâ gibi varlıklar kıdem-i zamanî
ile ezeli; varlıklarında Allah'a muhtaç oldukları için de hudûs-i zâtî ile hâdistirler.
Bütün ehl-i sünnet âlimleriyle beraber kelâmcıların hepsi Allah'tan başka hiç bir şeyin ezelî ve
öncesiz olmadığını söylemişlerdir. Kıdem; ezelî, öncesiz ve varlığında hiçbir şeye muhtaç
olmamak anlamında kullanılması itibarıyla yalnız Yüce Allah'a mahsustur. Ondan başka her
şey sonradan var edilmiştir. Kıdem, beka, muhalefetün li'l-havadis, kıyam bizatihî,
vahdaniyet, gibi sıfatlar Allah Teâlâ için gereklidir. Bu sıfatlara, Yüce Allah'tan bunların
zıtlarını selb edip (kaldırıp) O'nun noksanlıklardan münezzeh olduğunu ifade ettiği için "sıfat-
ı selbiyye" veya "sıfat-ı tenzihiyye" denilir. Bu sıfatların başında "kıdem" gelir. Cenabı Allah,
49
Ahmet Özalp, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/283.
vacib li- zâtihî veya vacibü'l-vücûd (varlığı zorunlu) olduğu için ezelîdir. O'nun başlangıcı ve
öncesi yoktur. Kıdem, Cenâb-ı Hakk'tan geçmişteki yokluğu selbeden ve O'nun yokluktan
münezzeh olduğunu ifade eden bir kavramdır. Kıdem, "vacîb lizatihî" kavramının içinde
mevcuttur. Allah Teâlâ vâcibu'l-vücûddur (vâcib li-zatihîdir). Vâcibü'l-vücûd, varlığı, zatının
muktezası olan demektir. Vacibü'l-vücûdun, yani başkasına muhtaç olmadan zatının gereği
olarak var olanın, ademi (yokluğu) muhaldir ve asla mümkün değildir. Ademi mümkün
olmayan kadîmdir. O halde Yüce Allah için kıdem, sabittir. Kıdemi sabit olanın ademi
(yokluğu) muhal olduğu için, bekası da lâzımdır. Vâcib li zâtihî, cüz ve parçalardan da
mürekkeb değildir. Aksi takdirde cüz ve parçalarına muhtaç olur. Başlangıcı bulunmayan,
varlığı zorunlu olan Yüce Allah, ezelî olmazsa, hâdis olur ve varlığını başkasının icadına
muhtaç olur. Ebedî olmazsa fâni ve âciz bulunur. Hudûs (sonradan olma) ve başkasına muhtaç
olmak ise vâcibü'l-vücûd (varlığı zorunlu olan) kavramına aykırı düşer. O halde kıdem (evveli
ve başlangıcı olmamak), Vâcib li-zâtihi'ye açıkça lazım gelen özelliklerdendir.
Eğer Cenab-ı Allah kıdem'le muttasıf olmayıp hâdis (sonradan olmuş) ve yaratılmış farz
edilse, bir muhdis ve hâlikın kendisini yaratmasına ihtiyaç duyması lazım gelir. Kendisini
yaratan kadîm ise, o Allah olur; kadîm değilse, o da başka bir yaratıcıya muhtaç olup böylece
mâzî cihetinde sonsuza doğru her yaratıcı kendisinden önceki yaratıcıya muhtaç olur. Bu
husus ise nihayetsiz bir mûcidler silsilesini ve batıl bir teselsülü gerektirir. Halbuki Vâcibü'l-
vücûd Allah hiç bir yaratıcıya muhtaç olmadan li-zatihi vardır. Mümkün ve hâdis varlıklar
vücudlarında yaratıcıya muhtaç olurlar. Mümkün demek, varlığı zatının gereği olmayan, var
olmasında bir yaratıcıya muhtaç olan demektir. Gördüğümüz âlem ve içindekiler mümkin ve
hâdistirler. Varlıklarını kendi zatları gerektirmez. Varlıkları vâcib (zorunlu) olmayıp
varlıklarını yokluklarına tercih edecek bir müreccihe (sebebe) muhtaçtırlar. Bu müreccih,
vücudu mümkin bulunan bir şey olursa, bunun, diğer bir mümkini vücuda getiremeyeceği
açıkça anlaşılır. Meselâ bugün sonradan yaratıldığı açıkça anlaşılan maddenin özelliklerini
ilim ortaya çıkarmıştır. Madde âtıldır; şuursuz dış tesirler karşısında dağılır ve saçılır; akılsız,
bilgisiz ve şuursuzdur. Enerji de böyledir. Çeşitli madde ve enerjiler, aralarında ittifak edip
şuurluca karar vererek kâinatın nizâmını ve dünyanın içindeki canlıları yaratamazlar. O halde
şu gördüğümüz mümkün olan varlıklar, mümkinât silsilesinin dışında bir vâcibu'l-vücud, bir
başlangıcı bulunmayan ezelî yaratıcının varlığına delâlet edip dururlar. Kıdem, bu vâcibu'l-
vücud olan yaratıcının varlığının gereğidir. Çünkü her ne zaman, kıdem ile vâcibu'l-vücûd
düşünülürse, ikisinin de birbirini lâzım kıldığını akıl anlar. Vâcibu'l vücûd; zâtı ve yüce
sıfatlarıyla beraber Allah Teâlâ'dır. Allah sıfatlarıyla beraber ezelîdir. O'nun hiç bir sıfatı
sonradan olmamıştır. Sıfatları, Allah Teâlâ'nın zâtının muktezasıdır ve O'nun zâtıyla
kaimdirler. Allah'ın sıfatları O'nun gayrı değildirler ve zâtından ayrılmazlar. Allah'ın zatı,
sonradan olan sıfat ve özelliklere mahal (yer) olamaz. Allah zaman ve mekandan münezzehtir.
Mekân, zaman, kâinat ve bunların içinde bulunan her şey, O'nun kudret, irade, ilim ve
yaratmasıyla var olmuşlardır. Allah, muhtar (murîd) olan hâlıktır. Murîdin, eserinin sonradan
olmaklığı gereklidir. İrade sahibinin eseri kadîm olsa, bunu yaratmayı dilemesi, varlığı
halinde olur. Var olanı yaratmayı dilemek muhaldir. Çünkü var olanı yaratmak, hâsılı (var
olanı) tahsil (tekrar husûle getirmek) demektir. Var olan yok değil ki tekrar yaratılsın.
Binaenaleyh ihtiyar ile yaratmak, bir şeyi yok iken dileyip var etmek demektir. Böyle bir
murîd yaratıcının da bizatihî mevcut ve ezelî olması şarttır.
Materyalistler ve diğer münkirler, mü'minlere yönelik olarak şu şekilde sorular sorarlar:
"Allah'ı kim yarattı? Allah'ın her şeyi yaratmaya gücü yeterse, kendisi gibi bir Allah
yaratabilir mi?" Bunlar şu şekilde cevaplandırılır:
Allah'ın kudret, irade ve yaratması mümteniâta (muhallere) ve vâcibâta (varlığı zorunlu
olanlara) bağlı değildir. Muhaller, aklen imkansız olduğu için vuku bulmaz. Meselâ, bir evin
bizzat kendisinin varlığı aynı anda hem Eskişehir'de, hem de İstanbul'da muhaldir. Aynı bir
şey aynı anda iki veya üç ayrı yerde bulunsa, bu takdirde birin iki veya üç etmesi gerekir. Bir,
birdir; iki veya üç etmez. Ama bir şeyin sureti, benzeri, kalıpları pek çok yerde olabilir. Eğer
Allah yaratılmış olsa, kadîm olmayıp hâdis olur; vâcib olmayıp mümkün olur ve varlığında
başkasına muhtaç olur. Mümkün olup yaratıları ve muhtaç olan varlık li-zatihî zorunlu
olmayıp hâdis olur, ezelî olmamış olur. Varlığı vâcib, ezelî olmayan ve varlığında başkasına
muhtaç olan Allah değildir. O halde vâcibu'l-vücûd ve ezelî olan Allah'ın yaratılması
muhaldir, imkânsızdır.
Allah Teâlâ'nın ezelî olduğunu bildiren naklî deliller:
"O (Allah) evvel (öncesiz, ezelî) ve ahirdir..." (el-Hadîd: 57/3)
"De ki o Allah sameddir (ihtiyaçsız, herkesin doğrudan doğruya kendisine muhtaç olduğu
zeval bulmayan kadîm ve bakîdir). O doğurmadı ve doğurulmadı. Hiç bir şey O'nun dengi
değildir." (İhlas, 112/1-3.)50

BEKÂ

Sonsuz, ebedî kalmak; durmak, sürmek, devam etmek ve özellikle eski hâli üzere sabit olmak.
Istılahta; Yüce Allah'ın sıfatlarından birisidir. Allah'ın varlığının bir sonunun olmaması
demektir. Bütün sonradan yaratılan varlıklar için bir son düşünüldüğü halde, O'nun için bir
son düşünülemez. O hem ebedî hem de ezelîdir. Başlangıcı ve sonu yoktur.
İki türlü bâkî varlık vardır: 1- Sonsuza kadar kendi kendine bâki olan varlık. Bu varlık için bir
fena, yani son bulmak, zevâl bulmak düşünülemez. İşte bu varlık Yüce Allah'tır.
2- Belli bir süreye kadar, bir başkası sebebiyle, bir başkasına muhtaç olarak bâki olan varlık.
Bu, Allah'ın dışında, Allah'ın belli bir süreye kadar bâki kıldığı varlıklardır. Bunlar için son ve
zevâl bulmak mümkündür.
Allah'ın bâki kılmasına bağlı olan varlıkların bâkiliği de iki şekilde olur:
a- Bizzat kendisi, özel varlığı bâki olanlar ki; bunların bâkiliği tek tek her varlık içindir. Buna
örnek olarak gök cisimleri, ay, dünya, yıldızlar ve diğer gezegenler verilebilir. Her birinin
bâkiliği kendisine mahsustur. Bütün bunların son ve zeval bulması Allah'a bağlıdır. O istediği
anda bunlara bir son verebilir.
b- Cins ve türleri itibariyle bâki olanlar. Bunların bâkiliği her varlığın bizzat kendisi için
değildir. Bu tür bâkî varlıklara da insan ve hayvan türleri örnek verilebilir. İnsan cins ve tür
olarak Allah'ın istediği ve dilediği vakte kadar bâkidir. Bir insan ölür ama insan türü bâkidir.
Diğeri yaşar ve insan nesli devam eder. Özel varlığı bâki olan varlıklar ise böyle değildir. Ay,
zâti olarak kendisi için, herhangi bir yıldız kendisi için bâkidir, süreklidir.51
Dünya fâni, ahiret ise bâkidir. Cennet, Cehennem bâkidir. Oradaki mükâfat ve azap da bâkidir.
Yüce Allah Cennet ehli için "Onlar Cennetliktirler. İşlediklerine karşılık olarak ebediyen
Cennet'te kalacaklardır." (Ahkâf: 46/14) buyurmakta, Cehennem ehli için de, "Kim Allah'a ve
Peygamberi'ne karşı gelirse ona, içinde sonsuz olarak kalacakları Cehennem ateşi vardır."
(Cin: 72/23) buyurarak, her iki grubun mükâfât ve azabının daimî olacağını açıkça ifade
etmektedir.
Allah'ın dışındaki her şey O'nun dilemesi ve isteğine göre, O'nun istediği zamana kadar, O'na
muhtaç olacak şekilde bizâtihî olmayıp, biğayrihî bâkidir. O nasıl isterse o şekilde olur ve
geçici bâkilik son bulur.
Yüce Allah ise bizâtihî olarak bâkidir. Başlangıcı olmadığı gibi bir sonu da yoktur. Zira O
Vâcibu'l-Vücûd'dur, varlığı zorunlu olandır. Kıdemi sabit olanın bekâsı da vaciptir. O'nun bâki
olması Vâcibu'l-Vücûd olmasının bir gereğidir. Bekâ, Allah'ın zâtî sıfatlarındandır. Bunun
zıddı olan "fenâ" yani "bir sonu olmak" Yüce Allah için muhaldir. Böyle bir şeyin
düşünülmesi tenâkuzdur.52
50
Sa'duddin et-Taftazânî, Şerhu'l-Makâsıd: 1/60-61; Şerhu'l-Akâid, s. 65-66; Seyyid Şerif el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, s. 469-470;
Abdullatif el-Harputî, Tenkihu'l-Kelâm, s. 180; Muhiddin Bağçeci, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/352-353.
51
Râğıb el-Isfahâni, Müfredât, İstanbul 1986, s. 74.
52
Abdurrahim Güzel, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/219-220.
VAHDÂNİYET

Birlik. İslâm kelamında Allah'ın, cisimsel niteliklerden soyutlamaya dayanan tenzihî ya da


selbî sıfatlarından biri.
Vahdaniyet, Allah'ın zat, sıfat ve fiillerinde tekliğini belirtir. Vahdaniyetin zıddı olan birden
olma (taaddüd) ve ortağı bulunma (şirk), Allah için düşünülemez.
Allah'ın vahdaniyeti; sayısal anlamda bir birliği değil, O'nun zatının, sıfatlarının ve fiillerinin
eşsizliğini, benzersizliğini dile getirir. Buna göre, O'ndan başka yaratıcı ve O'ndan başka
tapınılacak varlık yoktur. Kur'ân, birçok âyette bu anlamda Allah'ın vahdaniyetini dile
getirerek bunun zıddının imkansızlığını vurgular. Bu âyetlerden birkaçı şöyle sıralanabilir:
"O münezzehtir (eksiklerden uzaktır), yücedir. O öyle Allah'tır ki, (eşi ve benzeri yoktur), bir
ve her şeye hakimdir." (ez-Zümer: 39/4)
"De ki: "O Allah bir tektir. O Allah'tır, samedtir, O doğurmamıştır, doğurulmamıştır. Hiçbir
şey O'nun dengi değildir." (el-İhlâs: 112/1-4)
"Âllah hiçbir evlad edinmemiştir. O'nunla birlikte hiçbir ilah yoktur. (Öyle olsaydı) bu
durumda her tanrı, kendi yarattığını (sürükler) götürür ve kimi kiminin üstüne çıkıp
yükselirdi. Allah onların nitelediği şeylerin hepsinden yücedir." (Mü'minun: 23/91)
"De ki: Allah ile beraber söyleye geldikleri gibi (başka) tanrılar olsaydı, onlar arşın sahibine
elbet bir yol ararlardı. O, bunların söylemekte oldukları şeylerden tamamiyle münezzehtir,
yücedir, büyüktür." (el-İsrâ: 17/42-43)
Kelam bilginleri, Kur'ân'dan Allah'ın vahdaniyetine ilişkin birçok kanıt çıkarmışlardır.
Bunların başlıcaları burhan-ı temanü' ve burhan-ı tevarüd adı verilen kanıtlardır.
“Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka tanrılar olsaydı, onların her ikisi (yer ve gökler) de
fesada uğrardı (düzenleri bozulurdu)." (Enbiya: 21/22) âyetinden çıkarılan burhan-ı temanü'
şöyle ifade edilir: Evrende birbirine her bakımdan eşit iki tanrı bulunsaydı, bunlardan biri
birşeyin hareketini, diğeri de durmasını irade edebilirdi. Çünkü tanrı hür iradeye ve tam
kudrete sahiptir. Bu durumda ortaya şu üç ihtimal çıkardı:
1- Her iki tanrının da dediği olurdu. Bu ihtimal batıldır. Çünkü aynı zaman ve mekanda
hareket etme ve durma gibi iki zıd şeyin birleşmesi imkansızdır.
2- Her iki tanrının da dediği olmazdı. Bu ihtimal de batıldır. Çünkü iradesi gerçekleşmeyen
acizdir, aciz ise ilah olamaz, Acizlik, sonradan olma (hudus) ve vacib değil mümkün olma
belirtisidir.
3- Tanrılardan birinin iradesi gerçekleşir, diğerininki gerçekleşmezdi. Bu da batıl bir
ihtimaldir. Çünkü iradesi gerçekleşmeyen acizdir, aciz tanrı olamaz. Diğer tanrı da, her
bakımdan buna eşit olduğuna göre, onun da aciz olması, dolayısıyla tanrı olmaması gerekir.
Öyleyse Allah'ın bir ve tek olması zorunludur.
Aynı âyetten çıkarılan burhan-ı tevarüd ile Allah'ın vahdaniyeti şöyle kanıtlanır:
Yerde ve gökte Allah'tan başka birkaç tanrı olsaydı, varlıklar:
1- Bütün tanrıların kudretiyle meydana gelirdi. Bu ihtimalde tanrılardan her birinin gücü
varlıkları tek başına yaratmaya yetmemiş olurdu. Bu, acizliktir ve tanrılıkla bağdaşmaz.
2- Varlıklar her tanrı tarafından ayrı ayrı yaratılırdı. Bu durumda eser, eksiksiz ve tam iki
müessirden meydana gelmiş olurdu. Diğer bir deyişle bir malul üzerine iki illetin tevarüdü
gerekirdi. Bu da imkansızdır.
3- Varlıklar yalnız bir tanrının gücüyle yaratılırdı. Eğer varlıklar bir tanrının gücüyle yaratılır,
diğerlerinin yaratmada bir etkisi olmazsa, tercih edici olmadan tercihin bulunması (tercih bila
müreccih) sonucuna ulaşılır ki, bu durumda da varlıkların yaratılmaması gerekirdi. Bu üç
ihtimal de batıl olduğuna göre Allah'ın vahdaniyeti kanıtlanmış olur.53

53
Ahmet Özalp, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/285-286.
KIYÂM Bİ-NEFSİHİ

Kendi özü gereği varolan. Kıyam bi-zatihi de denir. Allah'ın Tenzihat ya da Sıfat-ı Selbiye
(Allah'ın soyutlama, olumsuzlama yoluyla ulaşılan sıfatları) denilen sıfatlarındandır. Allah'ın
bizzat varolduğunu, varolmak için başka bir varlık ya da nedene muhtaç olmadığını dile
getirir.
Allah dışındaki varlıklar özleri gereği değil başka bir varlık ya da nedene bağlı olarak
vardırlar. Varolmak için ikamet edecekleri bir mekana, içinde bulunacakları bir yere (mahal),
kendilerini seçecek bir seçiciye ya da icad edecek bir mucide ihtiyaç duyarlar.
Böyle bir neden olmadıkça varolmaları düşünülemez. Bu nedenle Allah dışındaki tüm
varlıklar kıyam biğayrihi (başkasıyla varolan) varlıklardır. Allah, varlıklara ait niteliklerden
münezzehtir. Bu nedenle O'nun kendi özü gereği varolması gerekir. Bu gereklilik Allah için
vücub (zorunluluk) ifade eder. Aksi durumda Allah'ın diğer varlıklara benzemesi, onlar gibi
başka bir nedene bağımlı (muhtaç) olması gerekir ki, Allah için böyle birşey düşünülemez. Bu
nedenle Allah'ın varlığı vâcibu'l-vücud (varlığı zorunlu) olarak tanımlanır. Varlığı zorunlu
olan Allah, diğer varlıkların varlık varoluş nedenidir.
Başka bir deyişle tüm evren ancak Allah'ın varlığı nedeniyle, O'nun yaratması, varetmesiyle
vardırlar. Varolmaları Allah gibi zorunlu (vacib) olmadığı için varlıkları "mümkün" olarak
nitelenir, eş deyişle varlıkları ile yoklukları arasında bir fark yoktur.
Allah'ın varlığının zorunluluğu ve kendindenliği Kur'an'da tenzih, soyutlama yoluyla ortaya
konulur. Tevhîd inancını özetleyen İhlas Sûresi Allah'ın birliğini, doğmak ve doğurmak gibi
yaratılmışlara özgü niteliklerden yüce olduğunu, hiçbir varlığın O'nun dengi olamayacağını
belirtirken O'nun "Samed" olduğunu da vurgular. Samed, müfessirlere göre, tüm varlıkların
varlık ve bekalarının Allah'a bağlı olduğunu, her şeyin O'na muhtaç bulunduğunu, O'nun ise
hiçbir şeye bağımlı ve muhtaç olmadığını, her şeyin yöneleceği, yardım dileyeceği tek varlık
olduğunu dile getirir. Allah'ın varlıklardan aşkınlığı, münezzeh oluşu, muhtaç olmayışı "Ey
iman edenler, siz Allah'a muhtaçsınız. Allah ise müstağnidir (hiçbir şeye muhtaç; değildir)."
(el-Fatır: 35/15) ve "Allah, âlemlerden müstağnidir." (el-Ankebut: 29/6) gibi âyetlerle de sık
sık vurgulanır.54

MUHÂLEFETÜN Lİ'L-HAVÂDÎS

Cenab-ı Allah'ın tenzîhî ve selbî zâtına layık ve vacib sıfatlarından birisi. Bu sıfat Cenab-ı
Hakk'ın zat ve sıfatlarında hiç bir şeye benzemediğini ifade eder. Muhalefetün li'l-havâdîs
Allah'ın sonradan olan şeylere muhalif olması (benzememesi) demektir. Bunun zıddı sonradan
olan şeylere mümaselet (benzemek)'tir; ki, Cenab-ı Hakk bundan münezzehtir. Allah
Teâlâ'nın, zat ve sıfatlarından mümaselet ve müşahebeti (benzeri olmayı) kaldırdığı ve
mefhumunda selb (nefy) anlamı bulunduğu için bu sıfat da Tenzihât denilen sıfat-ı selbiyeden
sayılır.
Cenab-ı Allah, Vâcibü'l-vücûd'tur. Zâtından dolayı zorunlu olarak var olmak, varlığında
başkasına muhtaç olmamak, başlangıcı olmayıp ezeli olmak, bâkî ve ebedî olmak, vâcibü'l-
vücûd'a lazım gelen vasıflardır. Cenab-ı Allah'tan başka her şey mümkindir ve sonradan var
edilmişlerdir (hadisdirler). İmkan (varlığı zorunlu olmamak), hudûs (sonradan olmak),
varlığında başkasına ihtiyaç, fâni ve sonu olmak, zeval bulmak, noksanlık her mümkine lazım
gelen vasıflardır. Vacib her bakımdan mümkinlerin zıddıdır. Zat ve sıfatları bakımından
birbirine zıd olan iki şey asla birbirlerine benzemezler. O halde Vacib Teala'nın zatı ve sıfatları
mümkinatın hakikat ve özelliklerine benzemez.
Allah, zat ve sıfatlarıyla ekmeldir. Başkaları noksan olup varlıklarında ve özelliklerinde
Allah'a muhtaçtırlar. Kendisine muhtaç olunan ve kendisi mutlak ihtiyaçsız bulunan Allah
54
Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/366.
Teâlâ, elbette her bakımdan kendisine muhtaç olan varhklara benzemez. Cenabı Allah'ın
noksan varlıklara benzemesi, O'nun için nakisa (eksiklik) olur. O halde başkalarına benzemek
Allah Teâlâ hakkında muhaldir. Mümkinatın her birinin birbirleri içerisinde cinsleri, tür ve
benzerleri vardır. Cenab-ı Hakk'ın cins ve benzeri yoktur. Cins ve benzeri olmadığı için O'nun
mahiyeti nedir? diye sorulamaz. O cüz ve parçalardan da mürekkep değildir. Cüz ve
cisimlerin bitişme, ayrılma, hareket gibi hiç bir özelliği O'nda yoktur. Böyle olsa, bunlara
muhtaç olmuş olurdu. O, mutlak ihtiyaçsızdır. O, bütün kâinatı yaratan tek yaratıcıdır. O,
noksanlıklardan münezzeh, bütün ekmel sıfatlarla muttasıf, ekmel varlık ve tek yaratıcı
olduğu için, azamet ve ahadiyyet perdesi ile gözlerden gizlenmiştir. Hattâ o kadar büyüktür ki,
O'nun mahiyetini ve zatını akıllar idrak edemez, O'nun hakikatına hayal ve vehimler erişemez.
Bunun için Peygamberimiz (s.a.s), (Aklına gelen her şeyden Allah başkadır) buyurmuştur.
Allah Teâlâ'nın zat ve sıfatlarının hakîkatini kavramak, O'nun ilâhi mahiyetini tasavvur
edebilmek mümkün olmadığından, akıl ve hayalimize ne gelirse gelsin ve ne şekilde nasıl
düşünürsek düşünelim; O, hayal ve tasavvur ettiklerimizden ve düşündüklerimizden başkadır.
Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.s), "Allah'ın mahlûkatı, nîmetleri ve varlığına delâlet eden
ayetleri hakkında düşününüz. O'nun zat ve mahiyeti hakkında düşünmeyiniz" buyurmuştur.55
Buna göre, Allah'ın varlığına, kudret, ilim ve hikmetine delalet eden ayet ve delilleri akıllar
idrak eder, gözler görür, var ve bir olduğu kesin olarak anlaşılır.
Zatında ve sıfatlarında Allah Teâlâ'nın yerini tutacak ve O'nun makamına kaim olabilecek hiç
bir şey de yoktur. Zatında O'nun yerini tutabilecek bir şeyin olmadığı malumdur. Cenab-ı
Vacibul-Vücud'un hayat, ilim, kudret ve diğer bütün sıfatları, mahlûkatın sıfatlarından
aralarında hiç bir münasebet ve benzerlik olmayacak kadar ekmel ve çok daha yücedir.
Meselâ, bizim ilmimiz zorunlu olmayıp sonradan kazanılmıştır, arâzdır, bâki değildir; zail
olur, her zaman yenilenir ve çok eksiktir. Yüce Allah'ın ilmi, O'nun zatına vacib zorunlu ezelî,
ebedî ve tastamamdır. Geçmişte ve gelecekte O'nun ilminden bir zerre bile hariç kalmaz. O
kudretiyle de ezelde ve ebed'te ekmeldir. O'nun her mümkine gücü yeter.
Yüce Allah hiç bir şeye benzemediği için araz değildir. Çünkü araz, var olabilmesi için
kendisini tutup taşıyan bir mahalle muhtaçtır. O'nun şekil ve sureti yoktur. Sonlu ve sınırlı
değildir. Sonu yoktur. O zaman ve mekandan münezzehtir. Zaman ve mekânın fevkindedir.
Hülâsa; Yüce Allah, mümkinât ve hadisler denilen varlıklara hiç bir şekilde benzemeyen ve
bunların özelliklerinden münezzeh ekmel varlık ve tek yaratıcıdır.
"O'nun benzeri şöyle dursun, benzeri gibisi bile yoktur. O, hakkıyla işitici ve görücüdür." (eş-
Şura: 42/11)
"Melekler saf saf olduğu halde Rabbin (in emri) geldiği vakitte." (el-Fecr: 89/22)
"Rahman olan Allah Arş'ın üzerine istiva etmiştir." (Taha: 20/5)
"Allah'ın eli, onların ellerinin üstündedir." (el-Feth: 48/10) gibi ayetlerde Allah Teâlâ'ya bir
tür teşbihi (benzetmeyi) andıran sıfatlar isnad edilmiştir. Bu sıfatlara, haberî sıfatlar (es-
Sıfatü'l-haberiyye) denilir. Selef uleması bu sıfatları tecsimsiz (cismiyat isnad etmeyerek)
teşbihsiz (başkalarınınkine benzetmeyerek ve benzerliğini reddederek ve te'vilsiz kabul
ederler ve bunlardan murad edilen manâyı Allah'a havale ederler. Halef uleması:
(Kelamcıların müteahhirîni) ise, halkı teşbih vadisine düşmekten, Cenab-ı Allah'ı başka
şeylere benzetmekten korumak için haberî sıfatlara Arap dili ve belağatına uygun olarak
Cenab-ı Hakk'ın zatına lâyık bir anlam vermişlerdir. Meselâ yedullah'taki" yed'e kudret ve
nimet; "vechü Rabbike" (er-Rahman: 55/27) deki vech'e, zat anlamını vermişler ve verdikleri
bu manâların ihtimal dahilinde olduğunu ve kesinlik kazanamayacağını da söylemişlerdir ve
neticede bu haberi sıfatlardan kesin olarak murad edilenin ne olduğunu yine Allah'a havale
etmişlerdir.56

55
İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim; en-Necm: 53/42, et-Talak: 65/12. ayetlerinin tefsirinde el-Azîzî, Siracü'l-Münir Şerhu'l-Camiu's-Sagir
Mısır, 130 h. 2/170.
56
Şamil İslam Ansiklopedisi: 4/241-242.
HAYAT

Allah'ın subûtî sıfatlarından biri. Allah hakkında hayat sıfatının varlığı zorunludur. Sözlük
anlamı, ölümün zıttı olan diri olmak demektir. Allah hakkında kullanıldığında bunun anlamı,
Allah'ın her zaman için ölmeyen ve uyumayan diri olması anlamındadır. Hayatı için bir
başlangıç ve sonuç yoktur. Diğer isim ve sıfatları gibi hayat sıfatı da ezelî ve ebedîdir.
Hayat sıfatı Allah'ın ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarla ittisafını sahih kılan, Zat-ı Bari ile
kâim, subuti, ezeli ve vücudî bir sıfat olarak tanımlanmaktadır.57
Uyku hali canlıda his, idrak ve şuur duygularının yok olmasına sebeptir. Bu sebeple Allah
hakkında uyumak ya da uyuklamak söz konusu değildir:
"Allah ki O'ndan başka ilah yoktur; daima diri ve yaratıklarını koruyup yöneticidir...
Kendisini ne bir uyuklama, ne de uyku tutar." (el-Bakara: 2/225)
Allah hakkında "hayat", Kur'an-ı Kerim'de beş yerde zikredilmektedir:
"Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur, daima diri (hayat sahibi) ve yaratıklarını koruyup
yöneticidir..." (el-Bakara: 2/255)
"Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur, daima diri ve (yaratıklarını) koruyup yöneticidir." (Âli
İmran: 3/2)
"Bütün yüzler, O diri ve yöneticiye boyun eğmiştir. Zulüm yüklenen perişan olmuştur." (Tâhâ:
20/111)
"Ve ölmeyen (diriy)e tevekkül et ve O'nu överek tesbih et. Kullarının günahlarını O'nun
bilmesi yeter." (el-Furkan: 25/58)
“O, diri olandır. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. O halde dini yalnız O’na halis kılanlar
olarak O’na dua edin. Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun." (el-Mü'min: 40/65)
Bu yerlerin üçünde, yaratıkları ayakta tutan, yöneten, idare eden ve koruyan anlamında olan
"Kayyûm" ismiyle birlikte zikredilmektedir. Bütün canlılar, hayatlarını Allah'a borçludur.
Onları dirilten, var eden ve diri tutan O'dur. Onun için Allah'a muhtaçtırlar. Oysa Allah
başkasına muhtaç değildir. O, Samed'dir, her şey O'na muhtaç olduğu halde kendisi başka bir
şeye muhtaç değildir.
Allah'ın "hayat"ı, tam kâmil bir hayattır. O, ölümsüzdür. Diğer canlılar hayatlarını devam
ettirmek için hava ve gıda gibi başka şeylere muhtaçtırlar. Oysa Allah Teâlâ'nın hayat için
başka bir şeye ihtiyacı yoktur. Onun için Allah Teâlâ'nın hayatı, diğer canlıların hayatına
benzemez.
"O'na benzer hiçbir şey yoktur." (eş-Şûra: 42/11). Yaratıcı olan Allah'ın hayatı yaratılmışların
hayatına nasıl benzesin ki, yaratılmışların hayatları bile biribirlerine benzememektedir.
Bitkilerin hayatı ile hayvanların hayatı; hayvanların hayatı ile insanların hayatı birbirlerinden
farklıdır. Hayat fonksiyonları farklılık arzetmektedir. Bitkiler de diridirler, doğar, yer, içer,
büyür, ürer ve nihayet ölürler. Durumlarına göre bilgileri de vardır; kendilerine yarayan
şeyleri yaramayanlardan ayırdederler. Ancak kendi hayatlarından daha yüksek ve daha
kudretli bir hayata sahip varlıklardan haberleri yoktur. Hayvanların hayatı, bitkilerin
hayatından daha ileridir. Hayvanlar fazladan olarak görür, işitir ve uzak yerlere hareket
ederler.
İnsanların hayatı ise, hayvanların hayatından da ileridir; onlarınkine ilaveten düşünür ve
değerlendirme yaparlar, mükellef olmalarının sebebi de budur.
Netice olarak tek bir ilah olan Allahu Teâla'nın zatını tavsif buyurduğu Hayat sıfatı Hak Teâla
tarafından bahşedilmiş olan ve insanların teşekkülünü sağlayan hayat kaynağından daha başka
kaynaklardan sûdur etmektedir. İşte bu mana ile Allah hayat bakımından diğer eşyadan ayrılır.
Hiçbir mebdeden başlamayan ve hiçbir nihayet ile müntehi olmayan ebedi ve ezelî hayatında
57
Curcanî, et-Tarifat, 65; İ. Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm: 2/104; Seyyid Sabık, el Akaidu'l-İslâmiyye, s. 68; Metin Yurdagür Allah'ın
Sıfatları Esmaü'l Hüsna, İstanbul 1984, s. 177.
kendisidir. Mahdut sınırların mahkûmu, başlangıç ve sonuçların çerçevelediği ve zaman
kavramından tamamen uzaktır. Allah'ın hayatı bambaşka bir hayat şeklidir. Cenab-ı Allah'ın
hayat sıfatı, insanların hayat sıfatıyla alışageldikleri özelliklerin hepsinden uzak olduğu gibi
mutlaktır da. İşte bu mana ile, beşer hayalinde dolaşan bütün efsanevi unsurlar vahdaniyet
akidesinin dışında kalır... Kulu ne zaman O'na yönelirse O kuluna icabet eder. "Allah'ım! Sana
teslim oldum, Sana inandım, Sana güvendim, Sana yöneldim, Senin için cihad ettim, Senin
izzetine sığındım. Beni doğru yol üzerinde sabit kılacak Sen den başka ilah yoktur. Sen
ölmeyen Dirisin, cinler ve insanlar hep ölürler"58 şeklinde Hz. Peygamberin sözleri ve şu ayet-
i kerime konuyu açık bir şekilde izah etmektedir: "O diridir, O'ndan başka ilah yoktur. Dini
yalnız kendisine hâlis kılarak O'na yalvarın. Hamd âlemlerin Rabbine mahsustur." (el-
Mü'min: 40/65)59

İLİM

Cenâb-ı Allah'ın sıfatlarından biri.


İlim, vakıaya uygun olan kesin bilgidir. Hükemaya göre ilim, bir şeyin zihinde
şekillenmesidir. ilmin karşıtı cehalettir.
İlim iki kısına ayrılır. Birincisi kadîm olan ilim; diğeri de hâdis olan ilimdir. Kadîm olan ilim
Allah'ın zatîna aittir. Kulların sonradan kazandıkları ilme benzerliği yoktur.60
Allah'ın ilim, kudret ve hayat gibi sıfatları vardır. Bu sıfatlardan her biri vacip ve zarûri varlık
kavramının dışındadır. Allah'ın ilim sıfatı, onun ilmiyle beraberdir. Allah'ın ezelî (başlangıcı
olmayan) bir ilmi vardır; Bu ilim her şeyi içine almaktadır; biz insanların ilmi gibi, sonradan
kazanılan araz cinsinden değildir. Hiç bir şey onun ilminin ve kudretinin dışında değildir. Bazı
şeyleri bilip bazılarını bilmemek noksanlıktır ve bir tahsis ediciye muhtaç olmanın ifadesidir.
Allah bundan münezzehtir.61
Gazzâlî şöyle demektedir: "Allah mâlumatın hepsini bilir. Yerde ve gökte meydana gelen her
şeyi, onun ilmi her şeyi kuşatmıştır. Kainatta zerre kadar bir şey dahi onun ilminden gizli
değildir. O, karanlık gecede, kara taşın üzerine, siyah karıncanın kımıldamasını da bilir, ondan
haberi vardır. Hava boşluğunda yer alan zerrenin hareketini, sırları ve en gizli olanları bilir.
Kalplerin, beyinlerin ve gönüllerin her türlü eğilimlerini, hareketlerini ve gizliliklerini
başlangıç ve sonu olmayan yanî kadîm ve ezelî ilmiyle bilir."62
Mülk suresinin bir ayetinde şöyle buyurulur: "Sözünü ister gizleyin, ister açığa vurun; bilin ki
o, sînelerin özünü bilir. Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her
şeyden haberdardır." (el-Mülk: 67/13-14) Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır bu ayetin
tefsirinde şöyle der: "Allah'ın Latîf isminde iki tefsir vardır. Bunlardan birisi en ince ve en
gizli işleri bütün incelikleriyle kolayca bilendir. Bu ayetten şunu da anlıyoruz ki, yaratan Allah
(c.c) yarattığını, yaratacağını ve her şeyi bilir. O halde, bütün sînelerin künhünü kalplerde
saklı olan her şeyi bilen O'dur. Mükelleflerden sâdır olan gizli-açık, iyi-fenâ her söz ve fiil
O'na nisbetle eşittir, onları bilir.63
Geçmiş zamanla ilgili bilgiler, şu andaki durumlar ve gelecekteki olaylar Allah'ın ilmine göre
farklılık arzetmemektedir. Allah'ın ilminin önüne cehalet geçmemiştir. O'nun ilmine unutma
bulaşmaz, O, hiç bir zaman ve mekanla kayıtlı değildir. Küll ve cüz'ü bilmedeki ilmi aynıdır.
Küll'ü nasıl biliyorsa, cüz'ü de aynen öyle bilmektedir. Kainattaki nizam, sağlamlık ve ahenk
O'nun ilminin şümûlüne (genişliğine) apaçık bir delildir.64
58
Taftazâni, Şerhu'l-Makâsıd: 2/64-65; Cürcanî, Şerhu'l-Mevâkıf, 2/353.
59
M. Sait Şimşek, Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/380.
60
Cürcani, et-Ta'rîfât.
61
Taftazânî, Şerhü'l-Akaid: 22-23.
62
Gazzâlî, İhya: 1/124.
63
M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili: 7/5222.
64
Seyyid Sabık, el-Akaid el-İslâmiyye: 67.
Allah'ın ilminden hiç bir şeyin gizli kalmayacağı; dolayısıyla O'nun insanların bütün
yaptıklarını ve yapacaklarını bilmekte olduğu, Kur'an'ın bir çok ayetinde zikredilmektedir. Bu
ayetlerden bir kaçının meali şöyledir:
"Ne yerde, ne de gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz." (Yûnus:
10/61)
"Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır. O'nun için gaybı ancak O bilir. O, karada ve
denizde ne varsa hepsini bilir. O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları
içindeki tek bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır. Yani levh-i mahfuzda
veya Allah'ın ilmindedir." (el-En'âm, 6/59)
"Göklerde ve yerde olanları, Allah'ın bitirdiğini görmüyor musun? Üç kişinin gizli konuştuğu
yerde dördüncüsü mutlaka O'dur, beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur,
bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla
beraberdir. Sonra onlara kıyamet günü yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah, her şeyi
bilendir." (el-Mücadele: 59/7)
Allah'ın ilmini ispat etmek için bir delile ihtiyaç yoktur. Alemdeki nizam, hikmet sahibi bir
bileni iktizâ eder. İlim sıfatının kainata taalluku vardır. O'nun ilmi, varlığı caiz olana ve
mümkün olana taalluk ettiği gibi, müstahîl (imkansız) olana da taalluk eder. Hiç bir şey ilim
sıfatının taallukundan hariç olamaz. ilmin taalluku vukûa tabidir. Yani ilim tasavvuru vakıa ve
gayrı vakıa şâmildir. İlim sıfatı, iradeden başkadır. Makdûrâtın muhassısı (tahsis edicisi)
değildir. Malum asıldır; ilim, malumatın süreti ve hikayesidir. Bir şeyin suret ve hikayesi o
şeyin fer'i (bölümü)dir. İlim malumdan mukaddem (önde) olursa, ona ilm-i fiilî denir. Cenab-ı
Hakk'ın masnuata (sonradan ortaya çıkmış şeylere) ait ilm-i ilâhîsi, ilm-i fiilîdir. İlim sıfatı,
vücut gibi mütekâmil bir sıfattır. Vacibin varlığı için gereklidir. Cenab-ı Hakk, zâtı ve sıfat-ı
barı gibi vacibleri, şerîk-i barı gibi mümtenîleri -mevcut olsun veya olmasın bilir. Madum
olan şeylerin mevcut olacak (varlık alemine çıkacak) ve mevcut olmayacak (varlık alemine
çıkmayacak) kısımlarını tam ayrıntılarıyla bilir. Madumlar sonsuz olduğuna göre Allah'ın ilmi
de sonsuzdur. Malumat müteceddit (yenilenen) oldukça ilm-i ilâhînin de taalluku yenilenir.
Böylelikle eşyanın cüziyatı (ayrıntıları) da Allah'ın ilmi kapsamına girer. Aynaya yansıyan
şekil ve suretlerin değişmesi, aynının değişmiş olduğu anlamına gelmediği gibi, Allah'ın
ilminin taalluku, O'nun gerçek bir sıfatı olan ilminin de değişmiş olmasını gerektirmez.
Binaenaleyh Allah'ın ilminin taalluku ezelîdir. O'nun ilmi zatından başka bir şeye muhtaç
değildir.65

SEMİ'

Cenab-ı Allah'ın sıfatlarından biri. İster gizlensin ister açıkça söylensin, gizliyi, fısıltıyı bile
işiten anlamına gelen es-Semi' ismi âyet-i kerimelerde tek başına bulunmayıp es-Sebe': 34/50;
ed-Duhan: 44/6; el-Hucurat: 49/1; el-İsra: 17/I âyetlerinde görüldüğü gibi daha çok Karîb,
Basîr ve Alîm isimleriyle birlikte getirilmiştir.
Semi', bazen duaların kabulü manasına "Semiu'd-dua" (duayı tam anlamıyla duyan, işiten)
anlamına gelir. Meselâ; İbrahim: 14/39 ve Ali İmran: 3/38; âyetlerde Hz. İbrahim ve Hz.
Zekeriyya peygamberlerin dualarında gördüğümüz "duaları çok işiten, yani çok kabul eden"
manasındaki "semiu'd-dua" bunu göstermektedir.66
Semi', Cenab-ı Allah'ın sıfat-ı subütiye veya sıfat-ı meani ve sıfat-ı zâtiyye de denen
sıfatlarından biri olup, O'nun zâtının gereği, ezelden muttasıf olduğu ve O'ndan hiç
ayrılmayacak olan sıfatlarındandır. Bu sıfat, ezelî ve ebedî olarak Allah ile kaim, nasslarla
sabit, ancak O'nun ne aynı ne de gayrı diye kabul edilen hakiki sıfatlarından olup; selbi

65
İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm: 105-107; Dursun Ali Türkmen, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/136-137.
66
Metin Yurdagür, Allah'ın sıfatları, İstanbul 1984, s. 86.
sıfatlar, yani, Allah'ta bir eksikliğin bulunmadığını ifade eden sıfatlar gibi O'nu
noksanlıklardan tenzih eden itibâri bir mefhum değildir.67
Semi' sıfatının ifade ettiği Cenab-ı Allah'ın işitmesi, O'nun yarattıklarında olduğu gibi işitmek
için bir organı, yani kulağı veya onun kısımlarından birini gerektirmez. Çünkü Allah bir cisim
olmaktan münezzehtir. Allah'ın gizli-açık her şeyi işittiği, Kur'an-ı Kerim'in âyetleriyle sabit
olduğu gibi; Hz. Peygamberin hadislerinde de ifade buyurulmuştur. Nitekim bir hadiste;
"Kendinize hakim ve sahip olun. Siz, sağır ve gâib olana değil; işiten, gören ve çok yakında
olan Allah'a dua ediyorsunuz." Buyurulmuştur.68
Allah Teâlâ'nın gizli-açık her şeyi işitmesini ifade eden semi' (işitme) sıfatı, mahiyeti ve
işleyişi bakımından insanlık tecrübesinin dışında bulunur. Çünkü, Allah'ın zatını ve mahiyetini
kavramak bakımından da biz insanların durumu aynıdır. Bu konuda kullara ve bir insanlara
düşen görev, Kur'an-ı Kerim'de çeşitli münasebetlerle pek çok yerde zikredilmiş bulunan ve
semi' kelimesiyle ifade edilmiş olan bir sıfatı olarak Allahu Teâlâ'nın her şeyi işittiğine
inanmaktır. Bu sebeple, bu sıfat İslam din bilginlerince Allah'a sübûtu zarûrî bulunmuş ve
isbatı için akıldan delil getirmeye bile gerek görülmemiştir.69
Allah'ın semi' sıfatına sahip olduğu her ne kadar âyet ve hadislerle ispatlanıyor ve başka delile
gerek duyulmuyorsa da, Kelam kitaplarında akıldan da deliller getirilmiştir. Nitekim,
yarattıklarında bile işitmenin, işitmemeye göre bir kemal ve üstünlük taşıdığı bilinirken; en
yüce kemal sahibi olan Allah Teâlâ için bu sıfatı kabul etmek gerektiği ortadadır. Başka
yönden ilim bir kemâl sıfatıdır. İşitme ise ilmin şartı ve üstünlüğünü açıkça ortaya koyar.70

BASAR

Allah'ın sıfatlarından biri. Işık, renk, şekil, miktar ve her türlü davranışın, güzellik ve
yanlışlıkların idrak edildiği duyudur.
Kur'an-ı Kerîm'de görmek anlamına gelen Basîr' sözcüğü 36 ayette geçmektedir. Ayetlerin
çoğunda71 basîr sözcüğü, a-m-l' fiilî ile birlikte "Allah yaptıklarınızı görür, Allah onların
yaptıklarını görüyor" biçiminde değişik şekillerde geçmektedir. Bazı ayetlerde72 basîr
sözcüğü, kul anlamına gelen İbad sözcüğü ile birlikte "Allah kullarını görür, görmektedir"
biçiminde geçmektedir. Bazı ayetlerde73 basîr sözcüğü, işitmek anlamına gelen semi sözcüğü
ile birlikte geçmektedir. Bazı ayetlerde74 basîr sözcüğü, kör anlamına gelen amâ sözcüğüyle
birlikte geçmektedir. Hûd suresinde (11/24) basîr sözcüğü, ama sözcüğüyle sağır anlamına
gelen esamm' sözcüğü ile birlikte geçmektedir. Mülk suresinde (67/19) Allah'ın her şeyi'
gördüğü bildirilmekte, Fâtır suresi (35/31) ile Şûra suresinde (42/27) basîr sözcüğü, haber
alan veya haberdar olan anlamına gelen habîr sözcüğüyle birlikte geçmektedir.
Allah her şeyi görür. Onun görmesi her şeyi ve her tarafı kuşatır. Hiç bir şey onun görmesine
engel olamaz. Hiç bir şey de onun görmesinden gizli kalamaz. Bazı şeyleri görüp, bazılarını
görmemesi mümkün değildir. Gizlilik, kapalılık, aydınlık, karanlık onun için söz konusu
değildir.
Allah'ın görmesiyle, kulların görmesi arasında bir kıyas yapılamaz. Zira Allah'ın görmesi
yaratıklarda olduğu gibi göz aracılığıyla değildir. Allah her türlü maddilikten uzaktır,
mahluklara benzemekten münezzehtir. Allah'ın her şeyi görme sıfatına sahip olduğuna iman
67
İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlmi Kelam, II, İstanbul 1339-1343, s. 104, 111-112.
68
Buhari, el-Camiu's-Sahih, İstanbul 1315, 8/168.
69
Seyyid Şerif Cürcânî, Şerhul Mevâkıf, II, s. 359, Fahreddin er-Razî, Kelâma Giriş (el-Muhassal), Terc., Hüseyin Atay, Ankara 1978, s:
165.
70
Necip Taylan, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/136-137.
71
el-Bakara: 2/96,110, 233, 237; Âli İmrân: 3/156, 163; el-Maide: 5/71; el-Enfâl: 8/39; Sebe': 34/11; Fussilet: 41/40; el-Hucurât: 49/18; el-
Hadîd: 57/4; Mümtehine: 60/3; Teğabun: 64/2.
72
Âli İmrân : 3/15, 20; Mü'min: 40/44.
73
el-İsrâ: 17/1; el-Hacc: 22/61, 75; Lokman: 31/28; Mü min: 40/20, 56; eş-Şûra: 42/11; el-Mücadele: 58/1.
74
el-En'am: 6/50; er-Ra'd: 13/16; el-Fâtır: 35/19; Mü'min: 40/58.
etmek gerekir. Allah Teâlâ gizli ve açık herkesin ne yaptığını ve ne yapacağını görür, Mesafe,
zaman ve karanlıklar Cenab-ı Allah'ın görmesine asla engel değildir.75

İRADE

İstemek, dilemek, meyletmek, arzulamak. Kelâm ilminde Allah'ın bir sıfatı ve aynı zamanda
insanın bir özeliği olarak ele alınmıştır.
Allah'ın sıfatı olarak irade; O'nu diğer sıfatlarıyla beraber tavsif eder. Allah nasıl her şeyin
kusursuz ve mükemmeline sahipse ve her konuda mutlak kemâl O'na nisbet edilmek
gerekiyorsa; irade hususunda da Allah mutlak irade sahibidir. Yani Allah'ın iradesini
kısıtlayan, onu tehdit eden herhangi bir başka irade söz konusu olamaz. Öyleyse Allah'ın
iradesi bütün yaratıklar üzerinde mutlak surette geçerlidir.
"Rabbin şüphesiz irade ettiği şeyi kolaylıkla yapabilen ve yerine getirebilendir." (Hûd:
11/107)
"Allah bir şeyi dilediği zaman, O’nun buyruğu sadece o şeye "ol" demektir; o da hemen olur."
(Yâsin: 36/82)
"Rabbin dilediğini yaratır ve seçer." (el-Kasas: 28/68)
"Şüphe yok ki Allah dilediğine hükmeder." (el-Mâide: 5/1)
Allah'ın iradesi bütün yaratılmışlar, yani bütün varlıklar üzerinde geçerli ise, nasıl oluyor da
insanın da bir iradeye sahip olduğu söylenebiliyor? Bu noktada İslâm tarihinin çok erken
dönemlerinden itibaren meydana gelen tartışmalar, iki-üç asır devam etmiş ve nihayet hicrî
asırdan itibaren belli bir kararlılık bulmuştur. Ehl-i Sünnet kelâmcılarına göre; Allah mutlak
irade sahibidir. Bu irade fark gözetmeksizin bütün varlıklar üzerinde egemendir. Ama insanın
da dünyada imtihan edilebilmesi için belirli bir kudrete sahip olması gereklidir ki,
yaptıklarından sorumlu tutulabilsin. Şu halde insan belirli bir fiili yapmaya niyetlendiği
zaman ilâhî irâdenin kulun fiillerini halk etmesi esnasında İrâde-i Külliyeye katılır, yani onu
kesb eder. İşte insan bu kesbi dolayısıyla sorumluluğu üzerine almaktadır. Bu sorumluluğu
yüklenip iradesini kullanmaya da ihtiyar denilir.

İrade-i Külliyye ve İrade-i Cüz'iyye:

İslâm akaidindeki belli başlı konulardan biri de irade-i külliye meselesidir. Kavramın Kelâm
ilmindeki ıstılahi anlamı; bütün yaratılmışların üzerinde tek ve mutlak bir iradenin, yani
Allah'ın iradesinin bulunduğudur. Bütün yaratıklar (ister canlı ister cansız olsun) bu ilahî
iradeye boyun eğerler. İslâm akaidinde tevhid, bütün inanç sisteminin merkezidir. Her şey tek
bir ilahî kaynaktan vücut bulmuştur. Bütün kainatın Allah karşısında pasif olduğu
düşünülürse, her fiilin Allah tarafından "halk" edilmiş olması da tabiidir. Fakat insanoğlunun
yaratılma hikmeti, onun bu dünyada bir imtihana tabi tutulması olduğu için, kullara da bir
çeşit irade verilmiştir. İşte buna Kelâmda; İrade-i Cüz'iyye" denilmektedir. Burada İslâm
tarihinde, çokça tartışılmış bir konuya geliyoruz. İlk kelâm tartışmalarını başlatan Mu'tezile
ekolü, insanın kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu savunmuş ve ilahî iradenin (irade-i
külliyye) insanı bu dünyadaki fiillerinde serbest bıraktığını söylemiştir.76 Buna karşılık bir
diğer ekol olan Cebriyye, insanın hiçbir iradeye sahip bulunmadığını, onun bütün yapıp
ettiklerinin irade-i külliyyeye ait olduğunu iddia etmektedir. Her ikisinden de ayrılan Ehl-i
Sünnet akaidi ise, orta yolu tutarak şunları ileri sürmüştür. Her ne kadar Allah Teâlâ, bütün
fiillerin yaratıcısı ise de, kullarını birtakım hükümler ve ödevlerle yükümlü tutmuş
olduğundan. bunları yerine getirmeleri için onlara bir irade de bağışlamıştır. İnsan iyiyi de
kötüyü de seçmekte serbesttir. Dilerse Allah'ın istemediği bir iş yapar; dilerse O’nun
75
Cemil Çiftçi, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/202.
76
Mu'tezile'ye Kaderiyye de denilmektedir.
arzuladığı bir işi yapar. Şu kadar ki; ne zaman kendi iradesini bir fiili yapmaya yöneltirse o
zaman Allahu Teâlâ o fiili yaratır. Bu durumda, o fiili Allah'ın kudreti yaratmıştır. Fakat,
insanın iradesi de o fiili isteme suretiyle fiile ortak olmuştur. İşte buna, yani irade-i
cüz'iyyenin ilâhi fiile katılışına "kesb" denilir. Aksi takdirde, kişinin bu fiilde hiçbir katkısı
olmaması77, zulmü iktiza eder ki, bu Cenâb-ı Hakka noksanlık izafe etmek manasına gelir.
Mu'tezile'nin ileri sürdüğü ve fiillerini yalnız insanın yarattığı görüşü ise, İrade-i külliyye
haricinde ona denk bir başka irade kabul etmek demektir ki, bu da şirk anlamına gelir. Şu
halde Ehl-i sünnetin görüşü bu ikisinden de ayrılır. İnsan irade sahibidir; ama aynı zamanda
daha küllî bir irade tarafından kuşatılmıştır. Bu sebeple yerine getirdiği filler, kendisinin
seçmesi, Hak Teâlâ'nın halketmesi ve bu ikisinin neticesinde kulun bu halk edilen fiili kesb
etmesi şeklinde vukû' bulur.
Kur'an-ı Kerîm'den anlaşıldığına göre; Allah'ın irade sıfatı iki şekilde olur:
a- Tekvinî İrade: Bir şeye taalluk edince hemen vuku bulur.
Yukarıdaki ayetler bunun misalidir.
b- Teşriî irade: Bu, Allah'ın muhabbet ve rızası demektir. Bu manada Allah'ın irade etmiş
olduğu şeyin meydana gelmesi vacip değildir.
"Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez." (el-Bakara: 2/185) ayeti bu türdendir.
Allah Teâla, bu manadaki iradesini ilâhi bir lutfu olarak kullarının iradesine bağlamıştır. Kul
neyi dilerse Allah onu irâde edip kulun isteğine uygun olarak yaratır. Kul da yaptığı şeyleri
kendi hür iradesiyle yaptığı için sorumlu olur.
Allah Teâlâ, kulun isteğine ve çalışmasına göre hayrı da irade eder, şerri de. Fakat hayra rızası
var iken; şerre rızası yoktur.78

KUDRET

Kuvvet, güç, takat. Canlının irade ile bir şeyi yapmaya ve yapmamaya muktedir olduğunu
gösteren bir özellik. Allah'ın subûtî sıfatlarından biri. Allah'ın her şeyde etki ve tasarrufa kadir
olması. Kudret bu manaya göre gücü yetmek demektir. Yaratıklarla ilgili olduğu zaman tesir
eden ezeli bir sıfattır. Bunun anlamı şudur: Şüphesiz Allah Teâlâ ezeli ve ebedî olan hayatı ile
yaşamaktadır ve kudret sıfatı ile her istediğini yapmaya muktedirdir. Kudret Allah'ın ezeli bir
sıfatıdır ki mümkinâta taalluk ettiği zaman onlarda etki eder.79 Allah'ın kudretinin en büyük
kanıtı kâinattır.
Evren ve evrenin kapsadığı bütün canlı ve cansız varlıklar ilâhî kudretin eseridir. Allah,
sonsuz kudretiyle bütün varlıkları yoktan var etmiştir. İlahî kudret evrenin her tarafını
kuşatmıştır. İlahi kudreti hiçbir şey aciz bırakamaz, hiç bir şey onu engelleyemez. Kur'an-ı
Kerim ilahi kudreti şöyle anlatır: "(Bütün) mülk(-ü tasarruf, ilâhi kudretinin) elinde bulunan
(Allah)ın şânı ne yücedir. O, her şeye hakkıyle kadirdir." (el-Mülk: 67/1)
"Bunun sebebi şudur: Çünkü Allah Hakkın ta kendisidir. Ölüleri ancak O diriltiyor. O,
şüphesiz her şeye hakkıyle kadirdir." (el-Hacc: 22/6)
Allah'ın kudreti sınırsızdır. Beşerin kudreti ise sınırlıdır. Bütün beşeriyet bir araya gelse
Allah'ın en basit yaratıklarından biri olan bir sineği yaratmaya kudreti yetmez. Sonsuz olan
ilâhi kudret ile son derece sınırlı olan beşeri kudret arasındaki farkı Kur'an şöyle tasvir ediyor:
"Ey insanlar, size bir örnek verildi. Şimdi onu dinleyin: Sizin, Allah'ı bırakıp da taptığınız
(putlar) hakikaten bir sinek bile yaratamazlar, hepsi bunun için bir yere toplanmış olsalar
bile." (el-Hacc: 22/73)

77
Cebriyenin görüşü.
78
Nureddin es-Sâbûnî, Maturidiyye Akaidi, terc. Bekir Topaloğlu, s. 105, 106; H. Fehmi Kumanlıoğlu, , Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/171-
172.
79
Taftazânî, Şerhu'l-Akaid, İstanbul 1304, s.89.
İlahî kudretin eserleri hiç bir sınır tanımayan bir güce, bir enerjiye delâlet eder. İlahi kudret,
insanın hayatıyla içiçedir. Ondan ayrılması asla düşünülemez. Öyleyse arzu edilen bir şeyi
elde etmek veya arzu edilmeyen bir şeyden sakınmak için ilahi kudretten başka hiç bir sığınak
yoktur. Çünkü Allah'tan başka hiç bir varlık böyle bir sığınmaya sahip değildir. Allah Teâlâ
şöyle buyurur:
"Eğer Allah sana bir belâ dokundurursa onu kendisinden başka giderebilecek kimse yoktur.
Eğer sana bir hayır da dokundurursa... İşte O, her şeye hakkıyle kadirdir. O, kullarının
üstünde (essiz) kahr (galebe ve tasarruf) sahibidir. O, Yegane hüküm ve hikmet sahibidir, her
şeyden hakkıyle haberdârdır." (el-En'am: 6/17-18)
Kur'an'ın ifadesine göre ilâhî kudret erkek ve dişinin yaradılışında tek etkendir. Öyleyse başka
ilâhlara sığınmaya veya çocuk sahibi olmak için başkasının gücüne kudretine sığınmaya gerek
yoktur. Kur'an şöyle der:
"O, kimi dilerse ona kız (evlât)lar bağışlar, kimi dilerse ona erkek (evlât)lar lütfeder." (es-
Şura: 42/50)
İlahi kudret, milletlerin aziz veya zelil oluşlarında yeğane nüfuz ve etki sahibidir:
"(Habibim) de ki: Ey mülkün sahibi Allah, sen mülkü kime dilersen ona verirsin; mülkü
kimden dilersen ondan alırsın; kimi dilersen onun kadrini yükseltir, kimi dilersen onu
alçaltırsın; hayr, yalnız senin elindedir. Şüphesiz ki sen her şeye hakkıyle kadirsin." (Âli
İmrân: 3/26)
Fertlerin ve toplumların hayatlarının var olmalarını devam ettiren ve etkileyen, yönlendiren
yegane etki, ilâhî kudrettir.80

KELÂM

Konuşma. Allah'ın Sübuti sıfatlarından. Allah'ta bulunması zorunlu olan konuşma niteliğini
belirtir. Allah bu sıfatı ile peygamberler aracılığıyla emir ve yasaklar koyar, haberler verir.
Ancak konuşmasının mahiyeti bilinemez.
Kur'an'da Allah'ın konuşma niteliğine sahip olduğunu gösteren çok sayıda âyet vardır. Bu
âyetlerden birkaçı:
"Musa, tayin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmaya gelip de Rabb'i onunla konuşunca..." (el-
A'raf: 7/143)
"De ki: "Rabbimin sözleri için deniz mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden önce deniz
tükenir." (el-Kehf: 18/109)
"Ve eğer ortak koşanlardan biri güvence dileyip yanına gelmek isterse, onu yanma al ki,
Allah'ın sözünü işitsin..." (el-Tevbe: 9/6)
"Kıyamet günü Allah ne onlarla konuşacak ve ne de onları temizleyecektir." (el-Bakara:
2/174)
Kelamcılara göre Allah'ın Kelam sıfatı ile nitelenmesinin zorunlu olduğu akıl yürütme yoluyla
da kanıtlanabilir. Kelam bir olgunluk, kemal niteliğidir. Bu nedenle Allah'ın Kelâm sıfatı ile
nitelenmesi zorunludur. Allah bunun tersi olan konuşmama ve dilsizlik niteliğinden
münezzehtir. Diri olan varlık konuşma niteliğine sahip değilse, konuşmama ve dilsizlik gibi
afetlerle nitelenmesi gerekir. Oysa Allah tüm eksiklik ve kusurlardan uzaktır. Tüm
peygamberler Allah'ın kelâmını insanlara aktarmış, O'nun emir ve yasaklarını, haberlerini
bildirmişlerdir. Bu, bütün peygamberlerden mütevatir olarak gelmiştir. Peygamberlerin elçilik
görevi de ancak Allah'ın kelam sıfatı ile mümkündür. Allah'ın konuşma niteliğine sahip
olmaması durumunda risalet görevinden de söz edilemez. peygamberlerin varlığı ve
bildirdikleri Allah kelamı Allah'ın konuşma niteliğine sahip olduğunun kanıtıdır.
Allah, peygamberlerle konuşur. Ancak bu konuşma iki insanın karşılıklı konuşmalarına
benzetilemez. Bu konuşmanın biçimi Kur'an'da şöyle belirtilir: "Allah bir insanla (karşılıklı)
80
Abdülbaki Turan, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/399.
konuşmaz. Ancak vahiyle (ilham yoluyla, kulunun kalbine dilediği düşünceyi doğurarak),
yahut perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder." (eş-Şûrâ:
42/51) Allah'ın "perde arkasından" konuşması, Hz. Musa (a.s) ile olduğu gibi bir ağaç ya da
benzeri bir nesne aracılığı ile konuşmasıdır. Bir elçi göndermesi de kelâmını bir melek
(Cebrail) vasıtasıyla vahyetmesidir.
Kelamullah ve Kelam-ı Kadim deyimleri Kur'an'ı dile getirir. Allah'ın mütekellim (konuşan)
ve Kur'an'ın da Allah'ın kelamı olduğunda tüm İslam mezhepleri görüş birliği içindedirler.
Ancak Kur'an'ın Kelam sıfatı gibi kadim (ezeli) mi, yoksa mahluk (yaratılmış) ve hâdis
(sonradan olma) mı olduğu konusunda çok farklı görüşler öne sürülmüş, çok şiddetli
tartışmalar yürütülmüştür. Bu konudaki belli başlı görüşler Selef, Mutezile ve Eş'ariye ile
Mâturidiyye tarafından savunuldu.
Selef'e göre Kur'an Allah'ın kelâmıdır ve mahluk değildir. Allah'la kaimdir ve O'ndan ayrı
değildir. Kur'an ne yalnız anlam, ne de yalnız harflerden ibarettir; her ikisinin toplamından
oluşur. Allah harflerle konuşur, harfler de mahluk değildir. Kulun okuyuşu, sesi ve okuma fiili
yaratılmıştır, Allah ile kaim değildir. Fakat dinlenilen Kur'an mahluk değildir, Allah ile
kaimdir. Allah'ın kelâmı Cibril vasıtasıyla inzal olunan anlamın hikayesi değil, ibaresidir.
Selef'in benimsediği anlayışın tam karşısında Mutezile'nin görüşleri yer alır. Mu'tezile'ye göre
Kur'an ses, harf, âyet, sûre vb.lerinden oluşmakta; telif, tanzim, tenzil, inzal gibi hudûs
(sonradan olma) nitelikleri taşımaktadır. Bu nedenle kadim değil, mahluktur. Allah'ın
konuşması, mütekellim olması, kelamı belli bir mahalde, örneğin Cebrail'de, peygamberlerde,
Levh-i Mâhfuz'da, insanın okuyuşunda yaratmasıdır. Kur'an'ın kadim (ezeli) olması, Allah'ın
zatı ile birlikte ikinci bir kadimin daha bulunması demektir. Bu da tevhide ters düşer.
Eş'ari ve Maturidi kelamcılar Selef ile Mutezile arasında bir yol izlediler. Bunlar kelamı
"nefsi" ve "lafzi" olmak üzere ikiye ayırdılar. Nefsi kelam (kelam-ı nefsi), Allah'ın zatı ile
kaim, mahiyetini anlayamayacağımız ezeli bir sıfattır. Lafzi kelâm (kelâm-ı lafzî) ise nefsi
kelâma delalet eden ses ve harflerden oluşan Kur'an'ın lafzıdır. Bu lafzî kelam hudûs
(sonradan olma) nitelikleri taşıdığı için ezeli değildir, mahluktur. Eş'arî ve Maturidîler nefsi
kelâmın işitilip işitilmemesi konusunda ayrılmışlardır. Eş'arîlere göre nefsi kelam işitilebilir.
Çünkü varolan bir şeyin işitilmesi de mümkündür. Maturidîler ise nefsi kelamın
işitilemeyeceğini savunurlar.81

TEKVİN

Cenâb-ı Allah'ın, zatıyla kaim, bilfiil yaratmak ve icat etmek şanından olan sübûtî ve hakiki
sıfatlarından biri. Allah Teâlâ bu sıfatıyla dilediği her mümkünü yokken varlık sahasına
çıkarır. Tekvin ile murad edilen bir eserin vücuda gelmesine bilfiil müessir olan mebde-i
tekvindir. Yoksa mükevvin (yaratıcı) ile mükevven (yaratılan) arasındaki ilişki değildir. Bu
ilişki izafi bir durum olduğu için hâdistir. Tekvinin (yaratmanın) menşei ise bir eserin vücud
bulmasında doğrudan doğruya müessir olan Allah'ın zatıyla kaim bir sıfattır. Tekvine, halk,
îcâd ve te'sir de denilir.
Eş'arîlere göre yaratmanın mebde' ve illeti kudret ve irade sıfatlarıdır. Onlara ise, madrubsuz
(dövülensiz) darbın (dövmenin) husulü tasavvur olunamayacağı gibi mükevvensiz
(yaratılansız) tekvin de düşünülemez. Tekvin kadim olsa mükevvenâtın da kıdemi lâzım gelir.
Yine Eş'arîlere göre, kudret sıfatının iki çeşit taalluk ve te'siri vardır: Ezelî ve layezâli (hâdis
olan) taalluklar. Ezelî olan taalluk, mümkünatın fâilden (Allah'tan) sudûr etmesini salih ve
sahih kılar ki, bilfıil sonsuzdur. Kudret sıfatının "taalluk-ı layezlisi” (hadis ve sonradan olan
taalluku) ise ezelî irade sıfatının mümkünün varlık ve yokluğundan birini tercihine göre, hâdis
olan taalukudur. İşte bu kudret sıfatının ikinci ve hâdis olan taallukuna tekvin derler. Bu
tekvîn hâdistir, Allah'ın zatıyla kâim değildir. Allah'ın zatıyla kâim olan kudret ve iradedir.
81
Ahmed Özalp, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/337.
Allah Teâlâ'ya hâlık (yaratıcı) denilmesi, ayrıca O'na bu iki sıfatın dışında hakiki bir tekvin
sıfatının isnâd edilmesini gerektirmez. Kudretin bu hâdis taalluku bilfiil sonlu, bilkuvve
sonsuzdur.
Mutezile'ye göre, Allah'ın eşyayı yaratmada ayrıca hakiki bir tekvin sıfatına ihtiyacı yoktur.
Dilediği her şeyi yaratmada O'nun zâtı kâfidir.
Matürîdlere göre tekvin, Allah'ın bütün âlemleri ve bunlarda bulunan her bir şeyi ve cüz'ü
ezelde değil, ilim ve iradesine göre var olacakları vakitte yaratması demektir. Tekvin
(yaratma) yaratılandan (mükevvenden) başkadır. Tekvin, ezelde ve ebedde Cenab-ı Hakk'ın
zatıyla kaim, zatından ayrılmayan ve bakî bir sıfattır. Mükevven (mahluk) ise, tekvin sıfatının
taallukunun hudûsüyle hâdistir.

Tekvin Sıfatının İsbatı:

a) Allah Teâlâ'nın hâlık olduğu ve her şeyin mükevvini (yaratıcısı) bulunduğunda akıl ve nakil
ittifak etmiştir. Esasen hâlik ve mükevvin kelimeleri halk ve tekvin masdarlarından türemiş
ism-i fâillerdir. Muştak (türemiş) kelimelerin manâlarının Zât-ı Bâri'ye sâbit olmasını
gerektirir. Masdarı sabit olmadan, bundan türemiş olan ismin bir şey için sabit olmasının
muhalliğinde (imtina'ında) akıl ve nakil müttefiktir. O halde tekvin Allah'ın zatına sâbit olup
kudret sıfatından başka bir sıfattır.
b) Tekvin sıfatı; kudret, irade ve ilimden başkadır. Çünkü ilim ile ma'lumat münkeşif ve belli
olur. Kudret ile mümkinin işlenip var edilmesi veya terk edilmesi sahih olur. Çünkü kudretin
bütün makdûrata (yaratılacak şeylere) taalluku ezelidir ve her bir şeye nispeti eşittir. Kudret,
makdûrun vücudunu gerektirmez, ancak, onun Hakk Teâlâ'dan sudûrunu sahih kılar. O halde
kudretin taallukundan başka, icad ve yaratmada bilfiil müessir (etkileyici) bir sıfat lâzımdır.
Bu sıfat da tekvindir. İrade sıfatıyla mümkün olan bir şeyin yaratılması veya terk olunması
yönlerinden biri diğerine tercih edilir. İrade ile tercih edileni bilfiil yaratmada müessir olan
tekvin sıfatıdır. Tekvin iradenin tercihine göre mümkünata taalluk edip onu icad ederek
müessir olur. Tekvin makdûrattan ancak vücuda getirilecek şeylere taalluk eder ve makdûrun
(vücuda getirilecek şeyin) vücudunu (varlığını) gerektirir.
c) Cenab-ı Allah'ın ilim ve iradesine göre yarattığı şeylerin ve canlıların nizamlı, sanatlı,
sağlam ve akıllara hayranlık verecek bir şekilde güzel yaratılması da tekvin sıfatıyla olur.
Tekvin, kudret ve irade gibi mümteni'âta (muhallere) taalluk etmez. Ancak câizâta
(mümkinlere) taalluk eder. Mümkinâta taalluku Cenab-ı Allah'ın irâde ve ihtiyarı ile olacağı
için layezâlîdir (hâdistir).
Halk, icâd, ten'îm (nimetlendirme ve nimet verme), ta'zîb (azablandırma) ihyâ, imâte
(öldürme), tasvir, terzîk gibi ilâhî fiillerin hepsinin mercii, Cenab-ı Allah'ın tekvin sıfatıdır.
Tekvin sıfatı bir tanedir. Eserlerinin çeşitli olmasıyla tekvin sıfatının bunlara taalluklarına
çeşitli isimler verilir. Tasvir ve terzik gibi. Allah'ın bütün fiilleri ne kadar çeşitli olursa olsun,
O'nun zatıyla kaim ve tek bir sıfat olan tekvin sıfatına racidir ve bu sıfatın taalukuyla husûle
gelir.
"O bir şey dilediği vakit, ancak O'nun emri buna ol demesidir ki, bu da hemen oluverir."
(Yâsin: 36/82) ayeti, tekvin sıfatına ve fiillerinin de buna racî olduğuna delildir.82

ARŞ

Tavan, çatı, dam, çardak. Bir eve nisbetle tavanı; tavanına nisbetle üstündeki çatısı, kubbesi,
tepesindeki köşkü. Çadır ve çardak gibi yükselen, gölge veren her şeye arş denir. İfade ettiği
kelimelerden anlaşıldığı gibi ulviyyet, yükseklik manasını içerir. Bu münasebetle
hükümdarların üzerine oturdukları "taht" manasında da kullanılmıştır. Hükümdarların tahtı,
82
Muhiddin Bağçeci, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/173-174.
mülk ve saltanatın remzi olduğundan arş kelimesi, kinayeli olarak mülk ve saltanat manasını
da taşır. Ayrıca, bir işi ayakta tutan şey; bir şeyin temeli; bir cemaatin reisi; tabut, kuyunun
dibinden adam boyu kadar taşla örüldükten sonra ağzına kadar yukarısına yapılan ahşap
bölme; ayağın parmak tarafına doğru yüzündeki yumruca tümsek; kuşun yuvası gibi manâlar
da arş kelimesi ile ifade edilmiştir. Bazıları Âyetü'l-kürsî'de geçen Kürsî ile Arş'ın (ikisini de
taht manasında kullanarak) aynı şey olduğunu sanmışlarsa da Arş, Kürsî'nin üzerindedir. Bu
suretle Kürsî taht manasında düşünülürse Arş, onu kuşatan saray ve sarayın tavanı olarak
kabul edilir. Bir rivayette Kürsî, Arşın ayağının konulduğu yerdir.
Bu iki mana itibarıyla Arş, İslâm'a göre, bütün alemi kuşatan, sınırlandırılması ve takdir
edilmesi beşer aklının dışında kalan ve gerçeğini Allah'ın bildiği yüce bir makamdır. Yedi kat
gök, Cennet, Sidre, Kürsî Arş'ın altında tasavvur edilir. Arş'ın sınırı, alemi tasavvurun son
sınırıdır. Arş'tan evvelki Sidre-i Müntehâ geçilmeden Allah'ın cemâli = (Cemâlullah)
müşahede edilemez. Rasulullah (s.a.s.) Mirac gecesinde83 Sidre-i Müntehâ'yı geçerek Arş'a
ulaşmıştı. Yukarda da belirtildiği gibi Arş'a taht ve tahttan kinaye olarak mülk ve saltanat
manası verilmişti. Ayette: "...Sonra Arş üzerine istiva buyurdu..." (Araf: 7/54) denilmektedir.
Bilinen manasıyla taht, bir hükümdarın hükûmet işlerini yürütürken üzerine kurulduğu bir
cisimdir. Fakat "tahta çıktı" denilince, "hükûmet işlerini yani saltanatı eline aldı" manası
anlaşılır. Yedi kat sema'nın üstünde ve bütün âlemi içine alan Arş'ın, bilinen taht manasıyla
sınırlanamayacağı şüphesizdir. Binaenaleyh bahse konu olan "el-Arş" kelimesi mecazî ve
kinayi bir mânâ ifade eder. O halde Arş'ın cisim olduğu iddia edilemez. Arş'ı bütün bir cisim
tasavvur etsek bile, cihet ve cismaniyyetin hepsi Arş'ın sınırında sona erdiğinden, bunun
üstünde bir cisim, mekan ve cihet tasavvuru tezat olur. Allah'ın Arş'a istivası da yine mecazî
manadadır. Allah'ın Arş'a istivasının keyfiyetini soran birine İmam Malik İbn Enes: "İstiva
malûm, keyfiyeti akılla idrak edilemez, buna iman vacip ve bu konuda soru sormak bid'attır."
diye cevap verir .
Râgıp el-İsfahânî, "İstiva" kelimesine: Müsâvî olmak; kendi kendine itidal manasını vermiştir.
Arapça olan bu kelime "alâ" takısı ile "istilâ", "ilâ" takısı ile "nihayete erme" manasında
kullanılır. Bu suretle istiva lügatte: İstikrar etmek, karar kılmak, kararını bulmak ulüvv-i
isti'lâ; yükselmek, yüksek olmak, üstün olmak müsâvî veya mümâsil veya denk olmak;
dosdoğru varmak, veya kastetmek, istilâ etmek manalarına gelir. Bu lügat anlamlarına göre,
âyette geçen "Sonra Allah Arş'a istiva etti." cümlesinin manası:
a) Arş'a mülkiyet ve saltanat manası verilmesi halinde: "Allah bütün mahlûkatı üzerinde
düzenli ve sırayla işleri düzene koydu, hükümlerini muntazam bir şekilde yerine getirdi,
hiçbir engel olmaksızın kudretini tesir ve mahlûkâtı üzerinde "meşîetini" (dilemesini) cereyan
ettirdi."
b) "Mahlûkâtı yarattıktan sonra da başından sonuna kadar hepsini kudret ve galebesi velâyet
ve hâkimiyeti altında tuttu." Bu ifadede istiva, istilâ manasında kullanılmıştır.
c) Arş'a mülk ve memleket, istivaya da istila manası verilmesi halinde "Sonra Allah mülkünü
hâkimiyeti altında tuttu."
d) İstivaya "müsavî" manası verilmesi halinde de: "Allah Arş üzerine öyle bir istîlâ ile istiva
etmiştir ki Sema ve Semada bulunanlar O'na daha yakın, arz ve arzda bulunanlar daha uzak
bir mevki ve mesâfede değil, hepsi müsâvî bir nisbettedirler." demektir. Bu cümlede geçen
mevki ve müsâvîlik maddî mânada değil, mecazî manadadır.
"...O gün Rabb'ının tahtını, bunların da üstünde sekiz (melek) taşımaktadır." (el-Hakka:
69/17) Arş'la ilgili olan bu ayetin tefsirinde İbn İshak Hz. Peygamber'in: "Onlar, yani
Hamele-i Arş (Arş'ı taşıyanlar) bugün dörttür. Kıyamet günü olduğunda Allah onları diğer bir
dört ile te'yid edecek sekiz olacaklar." buyurduğunu söylüyor. Bir başka izaha göre Hamele-i

83
bk. İsrâ: 17/1, Necm: 53/1 vd. ayetler.
Arş olan bu sekizden maksat, Allah'ın hayat, ilim, kudret, irade, kelâm, semî, basar ve tekvin
sıfatlarıdır.84
İmrân İbn Husayn Peygamberimiz'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "(Ezelde)Allah vardı ve
Allah'tan başka bir şey yoktu. Ve Allah'ın Arş'ı su üzerinde bulunuyordu. Sonra Allah
(levh'de) kâinatın tamamını takdir ve tesbit etti. Ve göklerle yeri yarattı..." Arş'ın ıtlak
olunduğu pek çok şeylerin hepsinde yücelik ve yükseklik mânâları vardır. Padişahların
oturduğu tahta Arş denilmesi de bu yükseklik münasebetiyledir. Allah'ın ilk yarattığı ve
yükseklik ifade eden mevcuda da Arş, ve Allah'a nisbet edilerek Arşullah denilmiştir ki,
Allah'ın kudretinin tecellî ettiği ilk mahlûktur. Kelam âlimleri ile eski düşünürler Arş'ı, kâinatı
her yönden kuşatan yuvarlak bir felektir, diye tarif ederler. Dokuzuncu felek ve felek-i atlas da
derler. Rivayet âlimleri bu tahtın ayakları bulunduğunu da kabul etmişlerdir. Fakat meseleyi
tahkik eden âlimlere göre, şerîat örfünde vârid olan arşın hakikatini tahdit ve takdir, beşerin
aklı ve idraki haricindedir. Bu konuda vârid olan haberlerde arşın mahiyeti değil, diğer
varlıklara nisbetle büyüklüğü bildirilmiştir. Meselâ Peygamberimiz bir kere Ebu Zerr-i
Gıfârî'ye: "Ya Ebâ Zer, yedi kat gök ile yedi kat yerin kürsî yanında büyüklükleri, ancak bir
çölün ortasına atılmış bir kapı veya yüzük halkası gibidir. Arş'ın da kürsîye göre büyüklüğü, o
çölün o halkaya nazaran büyüklüğü derecesindedir" buyurmuştur."85
Arş hakkında İmam Gazalî'nin İhya’sında geçen bir hadis-i şerif "Abdullah b. Amr b. el-Âs'a,
ölen müminlerin ruhları nerededir, diye sorulduğunda: "Arş'ın gölgesinde, beyaz kuşların
kursağında; kâfirlerin ruhları da yedi kat yerin dibindedir." dedi. "86

KÜRSÎ

Taht. Kök anlamıyla üst üste katlanmayı, bir araya toplanmayı belirtir. Belli parçaların bir
araya toplanmasından, üst üste eklenmesinden oluştukları için sandalye, koltuk, taht gibi
üzerine oturulacak eşyaya kürsi denilmiştir. Mecâzî olarak da ilim, güç, egemenlik, sultan gibi
anlamları dile getirir. Kur'an'da Allah'ın da bir kürsisi olduğu, bu kürsinin gökleri ve yeri içine
aldığı belirtilir.87 Söz konusu âyet bu özelliği nedeniyle Kürsi Âyeti (Âyetü'l-Kürsi ) olarak
adlandırılır.
Allah'ın kürsisinin mahiyeti hakkında Kur'an'da bilgi verilmez. Hz. Peygamber (s.a.s)'den
gelen rivayetlerde de bu konuda bir açıklama yoktur. Taberî'nin kaydettiği bir hadise göre yedi
gök kürsi içinde bir kalkan içine atılmış yedi dirhem gibi kalır. Ebu Zer'in rivayet ettiği bir
hadis de Kürsi'nin arş karşısındaki durumunu belirler: "Arş içinde Kürsi, yeryüzünde bir çölün
içine atılmış demir bir halka (yüzük) kadardır."88
Ayetü'l-Kürsi'de söz konusu edilen Allah'ın Kürsisi'ne müfessirlerce getirilen yorumlar başlıca
dört görüş çevresinde toplanır. Râzi'nin özetlediği89 görüşlerden birincisine göre Kürsi, gökleri
ve yeri kaplayan büyük bir cisimdir. Bu görüştekilerden Hasan el-Basri ayrıca Kürsi'nin Arş
ile aynı şey olduğunu söyler. Ona göre üzerine oturulması nedeniyle tahta bazen arş, bazen de
kürsi denmektedir. Bazı bilginler Hasan el-Basri'ye karşı çıkarak kürsi ile arşın ayrı şeyler
olduğunu savunurlar. Bunlardan bazıları Kürsî'nin Arş'ın altında, yedinci semanın üstünde
olduğunu söylerken, İmam Süddî'nin de içinde olduğu diğerleri yerin altında bulunduğu
görüşünü öne sürerler. Said İbn Cübeyr'in rivayet ettiğine göre ibn Abbâs Kürsî'nin Allah'ın
ayakların koyduğu yer olduğunu söylemiştir.
İkinci görüş Kürsi'yi Allah'ın hükümranlığı, kudreti ve mülkü olarak yorumlar. Kürsi'nin
cisimliğini redde yönelik bu görüşe göre ulûhiyyet (tanrılık) ancak kudretle olur ve oturulan
84
Arş'la ilgili ayetler: 7/54, 9/129, 10/3, 11/7, 13/2, 20/5, 21/22, 23/86, 116, 25/59, 27/26, 32/4, 39/75, 40/7, 15, 43/82, 57/4, 85/15, 69/17.
85
Tecrid-i Sarih: 9/7.
86
Cengiz Yağcı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/154-155.
87
el-Bakara: 2/255.
88
İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azım : 1/309.
89
Tefsir-i Kebir, Ankara, 1989, 5/420-421.
yere kürsî dendiği gibi bazan üzerine oturana da kürsi adı verilir. Bu nedenle Allah'ın Kürsi'si
O'nun hükümranlığına, dolayısıyla kendisine işarettir.
Üçüncü görüşe göre: Kürsi Allah'ın ilmidir. İlim, âlimin dayandığı şey olması bakımından
kürsi olarak adlandırılır. Kendisine güvenilen, dayanılan âlimlere de kürsiler (kerasi) denilir.
Bu nedenle âyetteki Kürsi Allah'ın ilmini ifade etmektedir.
Kürsi'nin Allah'ın büyüklüğünü, ululuğunu dile getirdiği yolundaki yorum dördüncü görüşü
oluşturur. Keffâl'in diğerlerine yeğlediği bu görüşe göre Allah, büyüklüğünü anlatmak için
insanların kolayca anlayabileceği benzetmeler yapar. Allah'ın evi (Beytullah, Kâbe), Allah'ın
eli (Yed'ullah, Hacerü'l-Esved) gibi deyimler de aynı amaçla kullanılır. Bunları maddi
anlamlarıyla anlamak doğru değildir ve kişiyi tecsim (Allah'ı cisim gibi düşünme) ve teşbih
(Allah'ı insana benzetme) yanlışına götürür.
Müfessirlere göre Kürsi konusunda nassa dayalı bir delil olmadıkça te'vile gitmek doğru
değildir. Bu nedenle Kürsi'ye ilişkin âyetin açık anlamına uygun ilk görüşün doğru kabul
edilmesi gerekir. Ancak bu görüşten yola çıkarak Allah'ın cisim olduğu, insanlara benzediği
gibi bir sonuca varmaktan da sakınmak gerekir.90

LEVH-İ MAHFUZ

Arapça'da korunmuş levha demektir. İslâm'da olmuş ve olacak her şeyin yazılmış olduğu
manevî levhayı dile getirir. Olmuş ve olacak şeyler Allah'ın bilgisine bağlı olduğundan Levh-i
Mahfuz doğrudan Allah'ın ilim sıfatı ile ilgilidir. Korunmuş (mahfuz) olarak nitelenmesinin
nedeni, burada yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile değiştirilmekten, bozulmaktan
uzak olmasıdır. Kur'an'da Ümmü'l-Kitap (Kitapların Anası, Ana Kitap), Kitabun Hafîz
(Koruyan Kitap), Kitabun Mübin (Apaçık Kitap), Kitabın Meknun (Saklanmış Kitap),
İmamun Mubin (Apaçık İnen Kitap) ve sadece kitap olarak da anılır. İnsanların başlarına
gelecek şeyleri de ihtiva ettiği için Kitabul-Kader (Kader Kitabı) da denir.
Levh-i Mahfuz adı Kur'an'da yalnız bir ayette geçer. Bu ayette Kur'an'ın Levh-i Mahfuz'da
bulunduğu bildirilir91, ancak hiçbir tanım getirilmez. Buna karşılık birçok ayette nitelikleri
belirtilerek tanımlanır. Buna göre Levh-i Mahfuz içinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı92,
olacak şeylere ait bilgileri saklayan93, yeryüzüne ve insanlara gelecek tüm belaların yazılı
bulunduğu94 her şeyin sayılıp tesbit edildiği95, gökte ve yerdeki tüm gizliliklerin açıkça
belirtildiği96, temiz yaratılan meleklerden başka kimsenin dokunamayacağı apaçık, korunmuş,
koruyan, saklanmış ve ana kitap'tır.
Bazı zayıf hadislerde Levh-i Mahfuz'un yaratılışına ilişkin bilgiler vardır. İbn Abbas'tan
rivayet edildiğine göre Allah Levh-i Mahfuz'u beyaz inciden, kenarlarını da kırmızı yakuttan
yarattı, kalemi de, yazısı da nurdur. Aynı konuda Enes bin Mâlik'ten yapılan bir rivayete göre
de Levh-i Mahfuz'un bir yüzü yakut bir yüzü yeşil zümrüt ve kalemi de nurdur. Allah buraya
yaratacağı, rızıklandıracağı, yaşatacağı, öldüreceği, izzetlendireceği ve dilediği şeylerden
yapacağı her şeyi o nurdan kalemle yazdırmıştır. Bu yazma işlemi her gün ve gece
sürmektedir. İbn Abbas'tan gelen zayıf bir rivayete göre Allah Levh-i Mahfuz'a ilk olarak şu
sözü yazdırmıştır:
"Muhakkak ki ben Allahım. Benden başka ilah yoktur. Rahmetim gazabımı geçmiştir. Kim ki
Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammedin O'nun kulu ve rasulü olduğuna şehadet
ederse, ona cennet vardır" Yine İbn Abbas'tan gelen diğer bir rivayete göre ise Levh-i
90
Ahmet Özalp, Şamil İslam Ansiklopedesi: 3/424-425.
91
el-Buruc: 88/22.
92
el-En'âm: 6/59.
93
Kaf: 50/4.
94
el-Hadid: 57/22.
95
Yasin: 36/12.
96
en-Neml: 27/75.
Mahfuz'a ilk olarak "Bismillahirrahmanirrahim, kazâma teslim olan ve hükmüme ram olan ve
belâma da sabredeni kıyamet gününde sıddıklarla birlikte diriltirim" sözü yazılmıştır.97

İSTİVÂ

Allahu Teâlâ'nın haberi sıfatlarından istilâ ulüvv, suûd ve irtifa anlamlarında haberî bir terim.
Kur'ân-ı Kerîm'de "istivâ" sözcüğü dokuz yerde kullanılmaktadır. Bu kullanışların hepsinde
fiil olarak "istevâ: istivâ etti" şeklindedir. Bunlardan ikisi, "ilâ:...e doğru" edatı ile
kullanılmıştır. Söz konusu ayetler şöyledir:
"O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı, sonra göğe yöneldi (istevâ), onları yedi
gök olarak düzenledi. O, her şeyi bilir." (Bakara, 2/29)
"Sonra duman halinde olan göğe yöneldi (istevâ)..." (Fussilet: 41/11)
Allah Teâlâ hakkında "istivâ" söz konusu edilirken, bu iki ayetteki kullanılış pek bir problem
teşkil etmemektedir.
Diğer yedi yerde ise, "istivâ" sözcüğü "alâ: üzerine, üzerinde" edatıyla kullanılmıştır. Bunların
altısında "sümmâstevâ ale'l-Arş" şeklinde kullanılmıştır.98 Bir yerde de "er-Rahmanu ale'l-
Arşi istevâ: O Rahman Arş'a istivâ etti" (Tâhâ, 20/5) şeklinde kullanılmıştır.
"İstivâ" denildiğinde bu yedi yerdeki kullanılış kastedilir. Allah'ın haberi sıfatları konusunda
farklı görüşlerin en çok ileri sürüldüğü meselelerin başında, "istivâ" meselesi gelir. İstiva ile
ilgili olarak görüş ileri süren alimleri önce iki gruba ayırmak mümkündür.
a- Te'vil yolunu seçenler.
b- Te'vil yoluna sapmayıp sözü zâhiri üzere kabul edenler.
İslâm tarihinde Allah'ın sıfatları konusunda te'vil çığırını başlatanlar, Mu'tezilî âlimleridir.
Onlara göre "istivâ", istilâ ve hâkimiyeti altına alma anlamındadır.99
Mu'tezile, Allah Teâlâ'nın kulların vasıflandığı sıfatlarla nitelenmesinin caiz olmayacağını,
bunların kabulünün teşbihi gerektireceğini söylemiştir. Bu çığırı ilk başlatan Ca'd b.
Dirhem’dir.100 Ondan Cehm b. Safvân101 bu görüşü almıştır.102
Niçin te'vil yoluna gittiklerini de şöyle izah ederler: "İstivâ sözünü zahirine hamledersek,
Allah hakkında mekân ve yön tayin etmiş oluruz ki, bu, ancak cisimler için söz konusudur."
Bu sebeple de bu âyetleri te'vil etmeyenleri Mücessime ve Müşebbihe olmakla itham ederler.
Onlara göre Allah bir yerde değil, her yerdedir. Mu'tezile te'vil'in gerektiğini ileri sürerek
Allah'ın bu sıfatlarını nefyetmiş olacağından, onları haberi sıfatları nefyedenler olarak tesbit
etmek de mümkündür.103
Te'vile sapmayıp "istiva" lafzını zâhiri üzere anlayanları da iki gruba ayırmak mümkündür:
a- Allah'ın cisim olduğunu söyleyenler.
b- Allah'ı yaratıklarına benzetmeyenler.
Allah'ın cisim olduğunu söyleyenler, söz konusu ayetleri, insanın kürsiye oturması gibi
Allah'ın Arş'a oturduğunu; insanlarda olduğu gibi Allah'ın da et, kemik ve kandan olup el,
ayak, baş ve gövdesinin bulunduğunu söylerler. Bu sebepledir ki bunlara "Mücessime ve
Müşebbihe" ismi verilmiştir.
Allah'ı yaratıklarına benzetmeyi reddederek "İstiva"yı kabul edenlere gelince, Ehl-i Sünnet ve
ümmetin selefinin görüşü budur. Eş'arî104 meşhur "Makalâtü'l-İslâmiyyin" isimli eserinde bu
konudaki fırkaların görüşlerini serdederken şöyle demektedir: "Ehl-i Sünnet ve hadis ehli dedi
97
Şamil İslam Ansiklopedesi: 4/20-21.
98
bk. el-A'râf: 7/54; Yunus: 10/3; er-Ra'd: 13/2; el-Furkân: 25/59; es-Secde: 32/4; el-Hadîd: 57/4.
99
Eş'arî, Makalâtü'l-İslâmiyyîn, Kahire 1969, 1/285; İbn Hazm, el-Fısal fi'l-Milel ve'n-Nihal, Beyrut 1975, 11, 123.
100
118/736.
101
128/745.
102
İbnu'l-Esir, el-Kâmil: 5/236.
103
Metin Yurdagür, Allah'ın Sıfatları, s. 239.
104
ö. 324/935.
ki: Allah cisim değildir ve yaratıklara benzemez. O, Arş'ın üzerindedir. Nitekim; "O Rahman,
Arş'a istivâ etti." buyurulmuştur. Allah'ın söylediğinden öteye gitmez, söz söylemeyiz.
Aksine, keyfiyetsiz olarak istivâ etmiştir, deriz."105
Eş'arî, bu sözleriyle Allah'ın, Arş'ın yukarısında olduğunu, bunun nasıllığının tarafımızdan
bilinemeyeceğini, istivâyı te'vil etmenin ve Allah'ı yaratıklara benzetmenin yanlış olduğunu
söylemek istemektedir. Nitekim"el-İbâne an Usûli'l-Diyâne" isimli eserinde meseleyi daha
geniş bir şekilde şöyle izah eder: "Biri çıkıp: İstivâ hakkında ne dersiniz? diyecek olursa, ona
deriz ki: Allah, Arş'ı üzerine istivâ etmiştir. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır:
"O Rahman Arş'a istivâ etti." (Tâhâ: 20/5)
"Güzel söz O'na çıkar." (el-Fâtır: 35/105)
"Hayır Allah onu (İsâ'yı) kendisine yükseltti." (en-Nisâ: 4/158)
"(Allah, yaratma) işi (ni) gökten yere düzenler." (es-Secde: 32/5)
"Firavun dedi: Ey Hâmân, bana yüksek bir kule yap ki o sebeplere (yollara) erişeyim, (yani
göklerin yollarına erişeyim de Mûsâ'nın tanrısına çıkıp bakayım." (el-Mümin: 40/36-37)
Bu sözleriyle Firavun, Mûsâ (a.s.)'ın, Allah'ın göklerin yukarısında olduğu şeklindeki sözünü
yalanlamaktadır.
"Gökte olanın, sizi yere batırmayacağından emin misiniz?" (el-Mülk: 67/16)
Göklerin yukarısında Arş vardır. Arş, göklerin yukarısında olunca "Gökte olandan emin
misiniz?" buyurmuştur. Çünkü Allah, göklerin üzerindeki Arş'a istivâ etmiştir. Her yukarıda
olan, göktür. Arş, göklerin en yukarısıdır."106
Eş'arî bu konuya devam ederek, dua esnasında insanların ellerini Arş'a doğru kaldırdıklarını,
Mu'tezile, Cehmiyye ve Hâriciyye mezheplerine müntesib olanların, istivâ'yı istilâ, mülk ve
kahr gibi şeylerle te'vil ederek Allah'ın her yerde olduğunu söylediklerini, Hak ehlinin görüşü
olan Allah'ın Arş'ın üzerinde' olduğu görüşüne karşı çıktıklarını anlatır ve bu konuda daha pek
çok delil sıralar.
Maturidîler istiva ve diğer haberî sıfatları te'vil etmemişlerdir.107
İmam Maturudî (333/944) Kitabu't-Tevhîd'de, "İstiva" ayeti ile ilgili muhtemel bir çok
te'villeri (mülk, ulûvv, Arşı ta'zim ve teşrif, istilâ, kasd vb.) sıralayıp, teşbihe kaçan anlayışları
reddeddikten sonra şöyle demektedir:
"Bu mevzuda bize göre aslolan şudur ki, Allah Teâlâ; "Hiç bir şey O'nun benzeri olamaz"
buyurmak suretiyle kendini mahlukatına benzetmekten tenzih etmiştir. Nitekim biz de O'nun
fiillerinde ve sıfatlarında benzeri bulunmadığını, benzerlerinden münezzeh olduğunu yukarıda
beyan etmiştik. Bundan ötürü, "Rahman'ın Arş üzerine istivâsını" vahyin getirdiği ve akılda
sabit olduğu gibi kabul etmemiz gerekir. Artık biz bu ayetin belli bir anlam ile kesin te'viline
hükmedemeyiz. Çünkü zikrettiğimiz te'villerden herhangi birine ihtimali olduğu kadar; henüz
bize ulaşmamış, teşbih şâibesi taşımayan başka bir manaya gelmesi de muhtemeldir. Biz
ancak bu ayette Allah'ın o tabirle muradı ne ise, ona iman ederiz. Vahy ile sabit olan
ru'yetullah vb. diğer meselelerde de inancımız böyledir. Bu hususlarda teşbihi nefyederek, hiç
bir yorum yapmadan murâd-ı ilâhi her ne ise ona iman gereklidir.108
Hanefi mezhebinin imamı Ebû Hanife (öl. 150/766) de aynı görüştedir. O şöyle demektedir:
"Bilmiyorum, Rabbim gökte midir, yerde midir" diyen kâfir olur. "Allah Arş'ın üzerindedir
ama Arş gökte midir, yoksa yerde midir, onu bilmiyorum" diyen de kâfir olur. Allah'a dua
ederken yukarıya yönelinir, aşağıya değil. Çünkü aşağının rubûbiyet ve ulûhiyyet vasfıyla
hiçbir ilgisi yoktur.
Nitekim şu hadis de bunu anlatıyor: Bir adam Hz. Peygamber'e siyah bir cariye getirdi ve:

105
Eş'arî, a.g.e., 1/285.
106
İmam el-Eş'ârî, el-İbâne an Usûlü'd-Diyâne, Medine 1975, s. 30-31.
107
Süleyman Uludağ, Kelâm İlmi ve İslâm Akâidi, s. 50.
108
Maturidî, Kitabu't-Tevhîd, s. 74.
- Benim üzerime mümin bir köle azat etmek vacip oldu. Bu kâfi midir? diye sordu.
Peygamber (s.a.s) o cariyeye sordu:
"Sen mümin misin?" Cariye:
"Evet" dedi. Peygamber (s.a.s): "Peki, Allah nerededir?" diye sordu. Cariye göğe işaret etti.
Bunun üzerine Peygamber: "Onu azat et, o mümindir" dedi.109 Nitekim Ebû Hanife'nin
talebesi Ebû Yusuf, Allah'ın gökte (yukarıda) olduğunu reddeden Bişr el-Merisî'yi bu
görüşünden dolayı hesaba çekmiş ve tövbe etmesini istemiştir.110
Görülüyor ki, kelâm metodunu büyük çapta benimseyen imamlarımızdan Eş'ari'de müşahede
edilen haberî sıfatların (ve müteşabihatın) te'vili konusunda muhafazakârlık, İmam
Maturîdî'de de aynen mevcuttur. Ancak, Ehl-i Sünnetin her iki koluna mensup müteahhir
âlimlerin aynı tutumu devam ettirmedikleri, te'vili benimsediklerini de biliyoruz.
Müteahhirin'in bu tutumunun sebepleri arasında avâmın yanlış yorumlarla teşbihe düşmelerini
önlemek gayesini sayabiliriz. Onlar bu gayeyle Arap dilinin müsaadesi çerçevesinde bu
sıfatların mecazi mâhiyette te'vilini caiz görmüşler, fakat yapılan bu te'villerin ihtimal
dairesinin ötesine geçemediğini ve kesin olmadığını da belirtmeyi ihmâl etmemişlerdir.111
İmam Mâlik'e Allah'ın Arş'a nasıl istivâ ettiği sorulduğunda; "O Rahman, kendini vasıfladığı
şekilde Arş'a istivâ etmiştir, O'nun hakkında nasıl sorusu sorulmaz." demiştir. Başka bir
rivayete göre ise şöyle demiştir:
"İstivâ (Arap dilinde anlamı) meçhul değildir. Keyfiyeti akıl ile bilinmez. Buna iman etmek
vaciptir ve bu konuda soru sormak bid'attir."112 Selef hakkında şöyle denebilir: Onlar,
nassların sınırlarını aşmamak için bu gibi konularda çok titiz davranır ve fazla izahatta
bulunmaz, teferruata dalmazlardı.113

NÜZÛL

“İnmek” anlamına gelen bir usul-ü tefsir terimi. Allah Teâlâ hakkında hadislerde "yenzilü:
İner", Kur'an-ı Kerim'de ise, "cae:(geldi)" ve "ye'tî:(gelir)" lafızları kullanılmaktadır. Şöyle ki:
"Melekler sıra sıra olduğu halde Rabb'in geldi." (el-Fecr, 89/22)
"Onlar, buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin gelmesini ve işin bitirilmesini
bekliyorlar değil mi? Halbuki bütün işler tekrar Allah'a döndürülüp götürülecektir." (el-
Bakara: 2/210)
Hadis-i şeriflerde de: "Yenzilü rabbena ilessemaiddünya..." "Rabbimiz dünya göğüne iner..."
buyurulmaktadır.114
İbn Hacer115 Buhârî şerhinde "Nüzûl”un ne anlama geldiği konusunda ihtilâf vardır"
demektedir.
Kimi, bu sözü hakikat ve zahiri üzere alır ki, bunlar Müşebbihe'dir. Allah onların bu
görüşlerinden münezzehtir.
Kimi, nüzûl ile ilgili hadislerin sahih olmadıklarını söyler ki, bunlar, Haricîlerle, Mutezile'dir.
Kimi, bu hadislere mücmel olarak inanır, onları te'vil etmez ve onları olduğu gibi kabul eder;
ancak Allah'ı keyfiyet ve teşbihten de tenzih eder. Selefin cumhuru bu görüştedir.
Kimi, Arap dilinde kullanılan uygun bir tarzda bu hadisleri te'vil eder.
Kimi de tevilde aşırı giderek neredeyse tahrif derecesine varır.116
109
İmam-ı Azam'ın Beş Eseri, İstanbul, 1981, s. 45-48 Arapça kısmı.
110
İbnu Ebi'l-İzz el-Hanefi, Şerhu'l Akîdeti't-Tahâviyye, Beyrut 1988, s. 288.
111
el-Beydâvî, İşârâtü'l-Merâm min İbârâti'l İmâm, 186-189; krş: Gazzâlî, el-İktisâd, s. 52-53.
112
Beyhakî, el-Esmâ' ve's-Sıfât; Mısır 1358, s. 408.
113
M. Sait Şimşek, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/233-234.
114
Buhârî, Teheccüd: 14; Müslim, Misafirîn: 168-170; Ebû Davud Sünne:19; Tirmizî, Salâ: 211; İbn Mâce, İkame: 182; İbn Hanbel,
Müsned: 2/264, 266.
115
öl. 852/1448.
116
İbn Hacer, Fethu'l Bârî, el Matbaatu's-Selefiyye, 3/30.
Ehl-i sünnet âlimlerinin meseleye bakışları, diğer fiilî sıfatlara bakışları gibidir. Selef tevile
dalmazken, müteahhirûndan kelâmcılar tevil yolunu seçmişlerdir. Meteahhirûndan Fahruddin
er-Râzî117, nüzûl ile ilgili ayet ve hadisleri naklettikten sonra te'vil gerekçesini özet olarak
şöyle anlatır:
Allah, gelip-gitmekten münezzehtir. Çünkü gelip-gitmek, ancak sonradan meydana gelmiş
şeyler hakkında geçerlidir. Allah hakkında bunun varlığım kabul etmek, kadîm olduğunu
reddetmek anlamına gelir.
Bir mekândan başkasına intikal eden varlık, sınırlı bir varlıktır. Allah ise, sınırsızdır.
Allah hakkında gelip gitmeyi kabul edecek olursak Ay ve Güneşin ilâh olmadıklarını
ispatlayamayız. Nitekim Hz. İbrahim, yıldızların, ay ve güneşin ilâh olmadıklarını söylerken,
"lâ uhibbul-âfılîn"demişti. Ufül'un anlamı, yok olup tekrar geri gelmekten başka bir şey
değildir.118 Râzî, ayetlerde Allah hakkında kullanılan "gelme" lafzının ise, yerine göre
"Allah'ın azabının gelmesi", "emrinin gelmesi", "rahmetinin gelmesi" gibi anlamlarda
olduğunu söyler.119
Selef âlimleri, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bu nassları te'vil etmekten kaçınmışlardır.
Onların bu tavırlarını savunan âlimler, te'vile sapmış olanlara şiddetle karşı çıkarlar ve te'vilin
tahrif anlamına geldini söylerler. Fudayl b. İyâz, şöyle der: "Cehmiyeye mensup biri sana:
"Ben yerinden aşağıya inen bir rabbı reddederim” derse, sen de, de ki: Ben de, dilediğini
yapan bir Rabba inanıyorum."120
İmamul-Haremeynin babası Cüveynî de, te'vile karşı çıkarken şöyle demektedir:
"İstivâ'yı, istilâ; nüzûl'ü, emrin inmesi; iki eli, iki nimet, iki kudret olarak te'vil eden şu
kelamcılar, Rabb'ın sıfatlarını ancak yaratıkların sıfatlarına uygun şeylerle anlıyorlar. Onlar,
Allah'a yaraşır bir istivâ'yı, O'na yaraşır bir nüzûl'ü, keyfiyet ve teşbihe sapmaksızın Allah'ın
azametine yaraşır iki eli anlayamadılar. Bu sebeple kelimelerin yerlerini değiştirip tahrif
ettiler. Allah'ın, kendisini ve Peygamberi'nin O'nu onlarla vasıfladığı şeyleri ta'til ettiler
Hiç şüphesiz bizler de, onlar da Allah hakkında Hayat, Semi', Basar, İlim, Kudret, İrade,
Kelâm gibi sıfatları kabul ediyoruz. Yine hepimiz kesin olarak biliyoruz ki; hayat, semi', basar
ve ilimden ancak organlarımızın faaliyeti sonucu ortaya çıkan arazlara aklımız eriyor. Hani
şöyle derler: Allah'ın Hayat'ı, İlim, Semi' ve Basar'ı araz değildir. Aksine, Allah'a yaraşır
sıfatlardır, biz yaratıklara yaraşır şekilde değil, Allah'ın yücelerde oluşu -fevkiyet- istivâ'sı,
Nüzûlü ve benzeri şeyler de aynen öyledir. Bütün bunlar, kula yaraşan bir hareket ya da bir
yerden başkasına intikal keyfiyetiyle olmaksızın, aksine, Allah'ın azamet ve celâline yaraşır
şekilde sabit ve malumdurlar. Çünkü Allah'ın sıfatları mücmel olarak ve subût açısından
malum, fakat nasıllık ve tarif edilip sınırlarının çizilmesi açısından akılla bilinemezler. İstivâ
ve Nüzûl ile, Semi' ve Basar arasında bir fark yoktur. Hepsi de nassla sabittir. Kelâmcıların
İstivâ ve Nüzûl'ü kabul etmekle Allah, yaratıklara benzetilmiş olur savına karşı Selefiler Semi'
ve Basar'ı kabul etmekle de Allah yaratıklarına benzetilmiş olmaz mı? Bu da arazla vasıflanışı
demek değil midir? derler. Kelamcılar "bunda araz yoktur, aksine, Allah'a yaraşır bir Semi' ve
Basar'ı kabul ediyoruz" dediklerinde selefiler; "o zaman biz de: Allah'a yaraşır bir İstivâ ve
Nüzûlü kabul ediyor ve bunu söylüyoruz", derler."121
Hanefî ekolünün öncüsü Ebû Hanife'ye, Nüzûl hakkında bir soru yönetildiğinde: "Allah,
keyfiyetsiz olarak iner" karşılığını vermiştir"122

Tevhid üç kısımda anlaşılmaktadır:


117
öl. 606/1209.
118
Râzî, Esasu't-Takdis fi ilmil-Kelâm, Mısır 1935, s. 102.
119
a.g.e., s. 110.
120
Zeynu'd-Din Meri el-Kermî el-Makdisî, Akavîlu's-Sikat fî Te'vîlil-Esmâ' ve's-Sıfât, Beyrut 1975, s. 200-201.
121
Cüveynî, "İsbâtül-İstivâ vel-Favkıyye", er-Rasâilul- Müniriyye isimli derleme, Beyrut 1970, I, 181-182.
122
İbnu Ebil-İzz el-Hanefî, Şerhu Akideti't-Tahâviyye, Beyrut 1988, s. 223; M. Sait Şimşek, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/132-133.
1) Zat’ta Tevhid: Allah’ın zatı yönünden tek olması, bir benzerden, ortaktan (şerikten)
münezzeh (uzak) olması demektir. Allah aynı zamanda insanların bildiği gibi bir cisim, bir
cevher (görünen bir varlık), bir şeylerin birleşimi de değildir. Kur’an farklı şekillerde sürekli
olarak Allah’ın bir olduğunu, eşinin ve benzerinin olmadığını vurguluyor. Kur’an Allah’ın
varlığına ait ne kadar delil getiriyorsa, bir o kadar da bir olduğuna delil getiriyor.
Kur’an, Allah’ın birliğini şu yollardan biriyle anlatıyor:
1) Ehad ve vahid kelimeleriyle:
“De ki: “O Allah birdir.” (İhlas: 112/1)
“Gerçek sizin ilahınız hakikaten birdir.” (Saffat: 37/4)
Ehad ve vahid kelimeleri aynı manada olup yalnız ve tek olmak, bir olmak demektir. Sayı
olarak vahid bir demektir. Ancak ikisi arasında kullanılış yönünden incelikler vardır. Sayı
saymaya vahid-bir ile başlanır, ehad ile başlanmaz. Evde, bir değil iki kişi var, derken vahid
kullanılır. Kur’an’da Allah hakkında bir ayette ehad, yirmiiki ayette ise vahid kelimesi
kullanılıyor.
2) Olumsuzluk ifadesiyle: “Allah’tan başka ilah yoktur.” (Al-i İmran: 3/62)
3) Yasaklama ifadesiyle: “Allah ile beraber başka bir ilah edinmeyin.” (Nahl: 16/51)
4) Tevhid kelimesini kullanarak: “Allahu la ilahe illa hu: Allah, O’ndan başka ilah
olmayandır...” (Bakara: 2/255)
“Şüphe yok ki Ben, Ben Allah’ım... Benden başka ilah yoktur; şu halde bana ibadet et...”
(Taha: 20/14)
5) Birliğin soru şeklinde vurgulanmasıyla: “Size gökten ve yerden rızık verecek Allah’tan
başka yaratıcı mı var?” (Fatır: 35/3)
6) Hristiyanların teslisini (üçlü ilah inancını) reddederek: “Allah, ancak bir tek ilahtır. O,
çocuk sahibi olmaktan yücedir.” (Nisa: 4/171)
7) İnsanın yaratılışı da bir Allah inancını kabul etmeye uygundur. Örneğin, insan kurtulma
ümidinin kaybolduğu, kimsenin yardımcı olamayacağı bir sıkıntı anında Allah’a yalvarır.
“Size denizde bir sıkıntı dokunduğu zaman , O’nun dışında dua ettikleriniz kaybolur-gider;
fakat karaya sizi kurtarınca sırt çevirirsiniz. İnsan pek nankördür.” (İsra: 17/67)
8) İnsanın aklını kullanmasını sağlayarak: “Eğer her ikisinde Allah’ın dışında ilahlar
olsaydı, elbette ikisi de bozulup gitmişti. Arş’ın sahibi olan Allah onların nitelendiregeldikleri
şeylerden yücedir.” (Enbiya: 21/22)
9) Hayretle karışık soru şeklinde: “Allah ile başka ilahlar var mı?” (Neml: 27/60-63)
2) Sıfat’ta Tevhid: Allah sıfatlarında da tektir, hiç bir varlık O’na sıfatlarında ortak (şerik)
veya denk değildir. Allah’ın sıfatları denildiği zaman, Allah’ı bize bildiren ilahi özellikleri
akla gelir. Allah’ın sıfatları O’na aittir ve kendisi gibi ezelidir, başlangıcı yoktur. Allah’ın bazı
sıfatları O’ndan başka hiç bir yaratıkta olamaz. Mesela: “Beka: Sonu olmamak” sıfatı gibi.
Allah’ın sonu yoktur. O, ölümsüzdür, varlığı asla sona erici değildir. Allah bazı sıfatlarından
varlıklara da vermiştir. Mesela: “Hayat: Diri ve canlı olma” sıfatı gibi. Canlılar da hayat
sahibidir ama, günün birinde onların hayatı sona erer. Hayvanlar ve insanlar ‘Görme’ sıfatına
sahiptirler ama onların görmeleri sınırlıdır, bazı araçlarla olmaktadır. Allah’ın görmesi ise
tıpkı diğer sıfatları gibi mutlaktır, bir aracıya muhtaç değildir.
3) Fiilde Tevhid: Allah’ın yaratmasına, bir şeyi yokluktan varlığa çıkarmasına O’nun fiili
denir. Yaratma yalnızca Allah’a aittir. Çevremizde ve evrende gördüğümüz bütün olaylar ve
oluşumlar, Allah’ın yarattığı sebeplere bağlı olarak meydana gelmektedir. Asıl yaratıcı
Allah’tır. Alemi, alemin içindeki her şeyi, insanı ve insanla ilgili her şeyi yaratan O’dur.
O’nun bu yaratmasında bir ortağı, bir yardımcısı veya bunlara benzer bir şeyi yoktur. Var eden
de O’dur, öldüren de O’dur, varlığın devamını yaratn da O’dur.
Fiilde Tevhid, Allah’ın tek yaratıcı olmasına inanmadır, yaratma ve var etme sıfatını başka
ilahlara vermemektir. O’nun yaratmada bir yardımcısı olmadığı gibi, alete, araca, zamana da
ihtiyacı yoktur. “Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri, ona yalnızca ‘ol’ demesidir; o da
hemen oluverir.” (Yasin: 36/82)
Tevhid, Allah’ı uluhiyyette-ilahlıkta ve rububiyyette-rablikte tek ve bir bilmenin
ifadesidir. Allah hem yaratıcı olarak tek ilahtır, hem de evreni ve içindekileri yaratan,
düzenleyen, idare eden ve insanlar için hükümler koyan bir Rabdir. Kimileri Allah vardır ve
yücedir, derler ama, O’na bir takım şeyleri eş tutarlar. Bazı şeyleri Allah gibi düşünürler. Veya
Allah’a ait sıfatları onlara verirler. Onların tıpkı Allah gibi saygı duyulacak, emirlerine itaat
edilecek, önlerinde boyun eğilecek yüce varlıklar olduğunu düşünürler. Ya da Allah büyüktür
dedikleri halde hayatlarına ilişkin temel hükümleri bir başka makamdan alırlar. Allah’ın
koyduğu helal ve haram hükümlerini kabul etmezler, onların yerine tağutların hükümlerini
benimserler.
Bu gibi kimseler Tevhid’e iman etmemiş sayılır. Çünkü Allah hem eşi ve benzeri olmayan
tek ilahtır, hem de tek Rabb’dir. Tek Rabb olmanın anlamı, yaratan, şekil verip terbiye eden,
yöneten, tek sahib ve hüküm koyucu demektir. İlahlığı Allah’a yakıştırıp da Rabbliği
başkalarına tanıyanlar Tevhid’i bilmeyenlerdir. Böyle yapanlar şirk koşup müşrik olanlardır.
Kur’an’ın ifadesi açık olmasına rağmen Allah’ın hükümlerine zıt olacak şekilde, onları
beğenmeyerek, ‘Bana göre, bize göre, bizim sistemimize göre, çağımıza göre, falanca ilkelere
göre, falanca ilim adamına ve efendiye göre, gibi ölçüler Tevhid’e uymaz. Böyle bir inanca
sahip olanlar, Allah’ın Rabliğini tanımayanlardır. “Dikkat edin, hükmün tamamı O’nundur...”
(En’am: 6/62)
Burada söz konusu edilen nokta, Allah’ın ölçülerine rağmen, sırf onların yerine geçmesi
için hüküm koymak ve Allah’ın dininin yerine başka dinler uydurmak mantığıdır. Bu Tevhid’e
aykırıdır. Tevbe suresinin otuzbirinci ayetini ve bu ayetle ilgili Rasulullah’ın Adiyy b.
Hatem’e cevabını hatırlayalım: Ayet, bazılarının din adamlarını, hahamlarını ve İsa’yı Rabb
edindiklerini, yani onlara kulluk yaptıklarını söylüyor. Adiyy b. Hatem, onların bu gibilere
kulluk yapmadıklarını söyleyince, Rasulullah işin mantığını çarpıcı bir şekilde izah etti: halk,
onların helal ve haram ölçülerini kabul ediyorsa, bunun anlamı onları Rabb haline getirmektir.
(nak. Muh. İbni Kesir, 2/317. Tirmizi, nak. Elmalı, 4/317)
Öyleyse Tevhide inanan bütün mü’minler, bu inanmanın gereğine uymak zorundadırlar.
Allah’ı hem ilahlıkta tek ve bir, hem de Rabb olmada tek ve bir bilecekler. O’nun emrinin,
O’nun hükmünün, O’nun büyüklüğünün üzerine hiç bir şey koymayacaklar. O’nu zatında,
sıfatlarında, fiillerinde ehad-tek olarak tanıyacaklar.
Bazılarının yaptığı gibi gökleri Allah’a, yeryüzünü de insanlara bırakmak Tevhid değildir.
Yani onlara göre Allah, yer ve gökleri yarattı ve yönetmektedir. Tamam bu doğrudur, ‘O
Allah, gökleri yönetmeye devam etsin, canlıların rızkını versin, sıkışanların da yardımına
koşsun, ama yeryüzüne karışmasın. Toplumlara ve insanlara ait hükümleri biz O’ndan daha
iyi biliriz’ şeklinde düşünürler ve inanırlar.
İşte bu mantık şirk mantığıdır, tağutluktur. Dikkat edilirse, İslam gelmeden önce cahiliyye
insanları ‘Allah yoktur’ demiyorlardı. Allah’ın var olduğuna inanıyorlardı ama O’na putları
ortak koşuyorlardı ve O’nun insanlar hakkında koyduğu hükümleri tanımıyorlardı, ya da
O’nun adına kendileri hüküm koyuyorlardı.123
Allah’tan Başka İlah Yoktur İfadesinin Anlamı: Tevhid kelimesinde bir incelik daha
var. Orada Allah vardır ifadesi değil, Allah’tan başka ilah yoktur ifadesi yer almaktadır. Allah
elbette vardır. İnsanlar zaten ilahsız olamazlar ki. Herkesin mutlaka bir ilahı veya bir çok ilahı
vardır. İnsan ilah inancından uzak olamaz. Önemli olan bu ilah inancı değil, yanlış ilah
inançlarını terkedip, alemlerin Rabbi Allah’a inanmaktır. İşte bu Tevhid’dir. Tevhid aynı
123
Hüseyin K. Ece-Kur’an’da Temel Kavramlar: 719-722.
zamanda İslam’ın dünya görüşüdür. Evet, İslam Tevhidi bir dünya görüşüne sahiptir. Hayat
anlayışı, evreni izah edişi, ölüm gerçeğine bakışı, hükümler konusundaki tavrı, geçmişe ve
geleceğe bakışı tamamen bir Allah inancına dayanır.
İslam’ın getirdiği bütün çözümler, önerdiği yaşama tarzı, bu hayatı devam ettirecek ilkeler
ve prensipler, insanlara ve toplumlara, bilgiye ve bilginin kaynaklarına bakışı, tarihi
değerlendirişi hep bir Allah inancından, yani Tevhid’ten kaynaklanmaktadır. En ufak, hatta
göze görünmeyen varlıktan en büyük varlıklara kadar, galaksi ve nebulalara varıncaya kadar
her şey, her varlık Allah’ın birliğinin isbatıdır, Tevhid’in görüntüsüdür.124
Tevhidin Pratik Görüntüleri: Bu muazzam görüntüyü ve Allah’ın vahiy ile öğrettiği
Tevhid’i, beş maddede daha açık görebiliriz.
1) Kainattaki Tevhid: Kainattaki her varlık bu inancı bize haber veriyor. Kur’an’da sık
sık bu duruma dikkat çekilmekte, Allah’ın sonsuz kudretinin eserine bakmamız tavsiye
edilmektedir. Kainattaki her varlık kendine ait bir özelliğe sahiptir ve her biri kendi görevini
yerine getirmektedir. Bu durum tevhidin göstergesidir.
“Yeryüzünde kesin bir bilgiyle inanacak olanlar için ayetler vardır. Ve kendi nefislerinizde
de. Yine de görmüyor musunuz?” (Zariyat: 51/20-21)
“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde temiz akıl
sahipleri için gerçekten ayetler vardır.” (Al-i İmran: 3/190)
2) Siyasette Tevhid: Siyaset, idare etme, yönlendirmedir. Alemlerin Rabbi Allah, alemleri
yaratan ve idare edendir. O’nun hükmü hem kainatta hem de insan hayatında geçerlidir.
“O gökte de ilahtır, yerde de ilahtır.” (Zuhruf: 43/84)
Allah’ı dünya ve toplum işlerine karıştırmak istemeyen mantık Tevhid’e aykırıdır ve
tağutluktur.
3) Toplumda Tevhid: İslam Ümmeti, Tevhid Dinine inanmakla tek bir ümmet, tek bir
topluluk olmaktadır. “Gerçekten, sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin
Rabbinizim, öyleyse bana ibadet ediniz.” (Enbiya: 21/92)
Öyleyse mü’minler, hayatlarına Tevhid ilkelerini hakim kılarak birliklerini koruyacaklar,
Allah’ın ipine sımsıkı sarılarak ayrılıp-parçalanmayacaklar ve vahdet olacaklar. Mü’minleri,
ancak Tevhid ilkelerine topluca sarılma birleştirir, bir araya getirir. Mü’minler, kendilerine
Allah’ın ayetleri geldikten sonra parçalananlar, bölük pörçük olanlar gibi olmazlar.
“Kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, parçalanıp ayrılan ve anlaşmazlığa
düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azab vardır.” (Al-i İmran: 3/105)
4) Kişide Tevhid: İman edenler, İslam’ın kendilerinden istediği muvahhid tipli insan
olmak, hayatlarının her anında Tevhid inancını göstermek, kulluğu tek bir Rabb’e yapmak
durumundadırlar. Muvahhid, bütün benliği ve duygularıyla Tevhid ilkelerine inanır,
mücadelesini bu uğurda yapar.
5) Yürekte ve Dilde Tevhid: Mü’minler, Tevhid Dininin özeti olan Tevhid kelimesini
yürekten kabul ederler, inanırlar, dilleriyle de inandıklarını ortaya koyarlar. Sonra da bu
inançlarını fikirde, düşüncede, ahlakta, ibadette, sosyal hayatta ve her konuda gösterirler.
Tevhid’in ilkelerini hayata hakim kılarlar. Lailahe illallah dedikten sonra başka ilahların
peşine gitmezler, şirk olabilecek fikirleri kabul etmezler, ilah zannedilenlerin ve tağutların
hükümlerine itibar etmezler. Allah’a rağmen insanlara hükmetmeye kalkışanlara yüz
vermezler. İbadetlerini yalnızca Allah’a yaparlar. İmanlarında asla taviz vermezler.
“Allah’a dayan, vekil olarak Allah yeter. Allah bir adamın göğsünde iki kalp
yaratmadı...” (Ahzab: 33/3-4)

124
Hüseyin K. Ece-Kur’an’da Temel Kavramlar: 722-723.
İşte bu makamda kim Kelime-i Tevhid’i (veya şehadeti) kabul ederse, kim hayatını bu
inanç doğrultusunda yaşarsa, kimin son sözü Lailahe illallah Muhammedun Rasulullah olursa,
onun cennete gideceği umulur.125
İnsanlık tarihi baştanbaşa bir Tevhid mücadelesi tarihidir. Kimileri şirk dinine girip
saptıkça, azdıkça, kısaca yoldan çıktıkça Allah’ın rasulleri onları Tevhid’e davet ettiler,
kurtulmalarını sağlamaya çalıştılar. İnsanlar Rablerine isyan etmeye, Allah da onlara elçi ve
elçilerle beraber kurtuluş davetini göndermeye devam etti. Bugün de Allah’ın son vahyi olan
İslam ve O’nun kitabı Kur’an, Muhammed’in (s.a.v.) mesajı bütün insanlığı Tevhid’e davet
ediyor. Çünkü gerçek kurtuluş Tevhid’e uygun yaşamaktır. Kur’an’ın deyişiyle:
“Ey zindan arkadaşlarım, birbirinden ayrı Rabler mi daha hayırlıdır, yoksa kahhar olan
bir tek Allah mı?” (Yusuf: 12/39)126
Tevhid Akidesinden Doğan Neticeler:
Şüphesiz ki Allah’a iman etmenin, tevhid inancının gerek fertlere nisbetle ve gerekse
toplumlara nisbetle bir çok önemli sonuçlar doğurur. Bu sonuçlardan bazıları şunlardır:
1) Nefsi başkalarının tahakkümünden ve korkusundan kurtarmak.
“Allah’ı bırakıp da sana fayda veya zarar veremeyecek şeylere tapma. Eğer bunu
yaparsan o takdirde sen mutlaka zalimlerden olursun. Eğer Allah sana bir zarar
dokundurursa, onu yine O’ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse O’nun
keremini geri çevirecek yoktur. O hayrını kullarından dilediğine eriştirir. Çünkü O çok
bağışlayan, pek esirgeyendir.” (Yunus: 10/106-107)
2) Nefsi hayat korkusundan kurtarmak.
Zira mü’min kesin olarak inanır ki ölüm de hayat da Allah’ın elindedir. Ne zaman olursa
olsun hiçbir yaratık ömrünü kısaltamaz, uzatamaz.
“Hiçbir kimse yok ki ölümü Allah’ın iznine bağlı olmasın. Belli bir süreye göre
yazılmıştır.” (Âl-i imran: 3/145)
“Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır. Sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile.” (Nisa:
4/78)
Bu inanç insanın kalbinde cesaret ve şecaat ruhu uyandırır. Çünkü mü’min inanır ki ömür
sınırlıdır. Eğer savaşa gider de şehid düşerse o zaman da cennettedir.
3) Nefsi rızık korkusundan kurtarmak:
Mü’minin inanması gerekir ki; rızık veren Allah’dır. Hiç kimsenin hırsı teşvik
edemeyeceği gibi istemeyenin de istememesi O’nu rızık vermekten alıkoymaz.
“Allah kullarından dilediğine rızkı bol verir, dilediğine de kısar. Şüphesiz Allah her şeyi
hakkıyla bilendir.” (Ankebut: 29/61)
“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı yalnızca Allah’ın üzerindedir. Allah o canlının
durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekanı bilir. Çünkü hepsi açık bir kitapta (Levh-i
mahfuz’da)dır.” (Hud: 11/6)
4) İnsanı sınıflaşma ve makam korkusundan kurtarmak.
“De ki: mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü
dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin
elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin.” (Âl-i imran: 3/26)
5) Güven vermek ve ümitsizliği gidermek:
“Onlar Allah’a iman ederler ve gönülleri Allah’ı anmakla sükunete erenlerdir. Bilesiniz ki
kalpler ancak Allah’ı anmakla sükunet bulur.” (Râd: 13/28)

125
Müslim, İman: 40, Hadis no: 94, 1/94. Buhari, Tirmizi, nak. K. Sitte: 2/206-207.
126
Hüseyin K. Ece-Kur’an’da Temel Kavramlar: 723-724.
“İmanlarına iman katsınlar diye mü’minlerin kalplerine güven indiren O’dur.” (Fetih:
48/4)
6) İstikamet üzere olmayı sağlamak:
Yaşamında hiçbir şeyin kendisine gizli kalmadığı, alemlerin Rabbi olan Allah’ın istediği
şekilde, ilahi metod üzere hareket etmek.
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Şura: 42/15)
7) Dünyada hoş bir hayat sağlamak, imkanlar tanımak ve bereket kapılarını açmak.
“Erkek veya kadın kim mü’min olarak iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayatla
yaşatırız. Ve onların mükafatlarını yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz.” (Nahl: 16/97)
8) Mü’mini düşmanlarından korumak, müdafaa etmek ve onlara karşı onu desteklemek.
“Bu yüzden koruyucu olarak Allah en hayırlı olandır. O acıyanların en merhametlisidir.”
(Yusuf: 12/64)
“Şüphesiz peygamberlerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında hem şahitlerin
(şahitlik) edecekleri günde yardım ederiz.” (Mü’min: 40/51)
9) İnsanı, mal, şan, şeref, neseb, makam gibi sosyal değerlere tapmaktan korumak.
“Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, O’ndan en çok
korkanınızdır.” (Hucurat: 49/13)
“Ve ilave ettiler; biz malca ve evlatça daha çoğuz, biz azaba uğratılacak da değiliz. De ki:
Rabbim dilediğine bol rızık verir ve (dilediğinden) kısar; fakat insanların çoğu bilmezler. Hiç
birinizin malları ve evlatları, huzurumuzda size bir yakınlık sağlamaz. İman edip iyi
amellerde bulunanlar müstesna. Ancak onlara yaptıklarının kat kat fazlası vardır. Onlar
odalarında güven içindedirler.” (Sebe: 34/35-37)
10) İnsanı, dünya lezzetlerinden ve şehevi arzularından emin kılar:
“Kadınlardan, oğullardan, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşten, salma atlardan,
sağmal hayvanlardan ve ekinlerden gelen zevklere düşkünlük ve bağlılık insanlar için bezenip
süslendi. Bunlar dünya hayatının metaıdır. Nihayet varılacak güzel yer, Allah’ın huzurudur.
De ki: “Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi? Takva sahipleri için Rableri yanında
içinde ırmaklar akan ebediyyen kalacakları, tertemiz eşler ve Allah’ın hoşnutluğu vardır.
Allah kullarını çok iyi görür.” (Al-i imran: 3/14-15)
11) Ahirette cennete girmek:
“İman edip iyi davranışlarda bulunanlara gelince, onlar için konak olarak Firdevs
cennetleri vardır. Orada ebedi kalacaklar. Oradan hiç ayrılmak istemezler.” (Kehf: 18/107-
108)127

Tevhidin Faziletleri:

Tevhid kelimesinin Allah katında çok büyük değeri vardır. Tevhid, şirk dışında bütün
günahların bağışlanmasına vesile olur. Yalnızca Allah’a ibadet edip O’na hiçbir şeyi şirk
koşmayan kimseler ahiret gününde her türlü tehlikeden emin olacaklar, cennet nimetleri
içerisinde mutlu bir şekilde ebedi olarak yaşayacaklardır.
“İman edip imanlarına zulüm karıştırmayanlar, işte güvenlik onlar içindir ve onlar
hidayete ermişlerdir.” (En’am: 6/82)
Allah’tan başka ibadete layık ilah olmadığına, O’nun eşi, ortağı, dengi ve benzeri
olmadığına, Muhammed’in Allah’ın kulu ve rasulü olduğuna inanan ve bu inanca göre haraket
eden kimse şirk işlemediği müddetçe eninde sonunda cennete gidecektir.

127
Ubade b. Samit’ten Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Kim Lailahe illallah’a şehadet
edip, Allah’ın tek olduğuna ve ibadette hiç bir ortağı bulunmadığına, Muhammed’in O’nun
kulu ve rasulü olduğuna, İsa’nın O’nun kulu, rasulü ve O’nun katından bir ruh olduğuna, ‘ol’
kelimesinin Meryem’e yöneltildiğine, cennet ve cehennemin hak olduğuna şehadet ederse, ne
yaparsa yapsın Allah onu cennet koyar.”128
İhlaslı olarak kalbiyle Allah’a yönelip, Allah’ın rızasını hedef kabul ederek, laihe illallah
diyen ve şirkin her çeşidini terkeden kimse, günah işlemiş olsa bile ebedi olarak cehennemde
kalmayacaktır. Allah’ın dilemesi sonucu ya hiç azap görmeyecek ya da günahları oranında
cehennemin Derk-i A’la denilen en üst tabakasında yandıktan sonra cennete girecektir.
Utban b. Malik’ten Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allah, kendisinin rızasını isteyerek
Lailahe illallah diyen kimseye cehennemi haram kıldı.”129
Lailahe illallah’ın faziletlerini rasuller bile tam olarak anlayamamışlardır. Bu konuda
yeterince bilgiye sahip değillerdir. Musa’nın (a.s.) uyarıldığı gibi uyarılmaya muhtaçtırlar.
Lailahe illallah sözü, tartıda bütün mahlukat karşısında ağır bastığı halde, onu söyleyenlerden
çoğunun mizanı hafif gelecektir. Çünkü bunlar Lailahe illallah’ı sadece dilleriyle söylüyor,
amellerinde ise buna ters düşecek hareketlerde bulunuyorlar.
Ebu Said Hudri’den Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Musa Allah’a şöyle yalvardı: “Ya
Rabbi! Bana, Seni hatırlayıp dua edebileceğim bir şey öğret.” Allah şöyle buyurdu: “Ey
Musa Lailahe illallah de” Musa dedi ki: “Ya Rabbi bunu zaten bütün kulların söylüyorlar.”
Allah şöyle buyurdu: “Ey Musa yedi gökler, yedi yerler ve bunların içinde bulunanlar bir
kefeye konsa Lailahe illallah da bir kefeye konsa Lailahe illallah daha ağır gelir.”130
Bu hadisten Allah’ın Musa ile konuştuğu bildirilmiştir. Bu ise, Eş’ariler’in iddia
ettiklerinin aksine Allah’ın ‘Kelam’ sıfatına sahip olduğunu göstermektedir.
Allah, şirk koşmadan ölen kimseyi, dünya dolusu günahı olsa bile, ‘Lailahe illallah’
kelimesinin fazileti sebebiyle -ister günahlarının cezasını çektirdikten sonra ister günahlarının
cezasını çektirmeden- affedecektir.
Enes b. Malik’ten Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allah-u Teala buyurdu ki: Ey
Ademoğlu! Yeryüzünü dolduracak kadar günahla gelsen ve bana hiçbir şeyi şirk koşmadığın
halde kavuşsan, ben seni yeryüzünü dolduracak kadar mağfiretle karşılarım.”131

La İlahe İllallah Muhammedun Rasulullah’ın Manası:


La İlahe İllallah’a Davet Etmek:

La İlahe İllallah’ın Şartları:

İslam’ın özünü oluşturduğunu belirttiğimiz bu iki temel kuralın ifadesi Kelime-i


Tevhid’dir. Bu yüce kelime Lailahe illallah’tır. Bu kelime ile şehadette bulunmayanın İslam’a
girmesi asla mümkün olmaz. Yine, nasıl ki dişsiz bir anahtarın kapıyı açması mümkün
değilse, bu anahtar kelimenin şartları gerçekleşmeden de İslam’ın kapısını açmak mümkün
değildir. Onun neleri öngördüğünü şöyle bir hatırlayalım:

128
Buhari-Enbiya: 47; Tefsir: 5/17; Müslim-İman: 46; Tirmizi-Kıyame: 10; Ahmed: 2/436; 5/292.
129
Buhari-Rikak: 6; İstitabe: 9; Müslim-İman: 47; Tirmizi-İman: 17; Ahmed-Müsned: 4/44.
130
Hakim-Müstedrek: 1/528; Heysemi-Mecmau’z-Zevaid: 10/82; Beğavi-Şerhü’s-Sünne: 5/54-55; İbn Hibban, Mevarid-Zikir: 2324;
Nesai-Amelu’l-yevm ve’l-leyl: 834, 1141.
131
Müslim-Zikir: 22; Tirmizi-Daavat: 98; İbn Mace-Edeb: 58; Ahmed: 5/147-148.
1) İlim: Manasını bilmek. Lailahe illallah’ın manasını, redle ortadan kaldırdığının ve
isbatla ortaya koyduğunun ne olduğunu, kavrayacak şekilde bilmektir. Böylece dille söylenen
kalp ile de bilinmiş olur. Ki onun, manasını ve içeriğini bilmeden söyleyene faydası yoktur.
Çünkü o kimse, kelimenin gösterip işaret ettiği doğrultuda bir inanca sahip değildir. Onun
durumu anlamadığı bir dilde konuşan kimseye benzer.
Allah teala şöyle buyuruyor:
“Bil ki Allah’tan başka ilah yoktur.” (Muhammed: 47/19)
“... Ancak bilerek hak için şehadette bulunanlar müstesnadır.” (Zuhruf: 43/86)
Bundan kasıt, dilleriyle söyledikleri Lailahe illalah’ın manasını kalpleriyle bilenlerdir.
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
“Her kim Allah’tan başka gerçek ilah olmadığını ve yalnız O’nun ilah olduğunu bilerek
ölürse Cennete girer.”132
Gerçekten ibadet edilmeyi hak eden yalnız ve yalnız Allah’tır. İbadet ise, Allah’ın sevip
razı olduğu, gizli ve açık her türlü söz ve ameldir.
2) Yakîn: Şeksiz-şüphesiz inanmak. Lailahe illallah kelimesi hakkında şek ve şüpheye yer
vermeyen tam bir biliş ve kavrayış sahibi olmak.
Lailahe illallah kelimesini söyleyenin, onun manasını bilmesinden sonra, bu kelimenin
delalet ettiği şey hakkındaki inancının şek ve şüpheye yer vermeyen, derinden bir kavrayışın
ve kesin bir bilişin eseri olmasıdır. Çünkü yakinen bilinmeyen bir şey hakkında iman sahibi
olunmaz.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Mü’minler ancak Allah’a, Rasul’üne iman edip, sonra da şüpheye düşmeden malları ve
canları ile Allah yolunda cihad edenlerdir. İşte sadıklar olardır.” (Hucurat: 49/15)
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
“Şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur ve ben Allah’ın Rasulü’yüm. Allah’ın
huzuruna bu ikisinde şek şüphe etmeden çıkan kimse cennete girer.”133
3) İhlas: İhlaslı olmak. Şirke yer vermeyen bir ihlasa sahip olmaktır. Bu, amelin her türlü
şirk şaibesinden arınmış, yalnız Allah’a yönelmiş halis bir niyetle yapılmasıdır ki o, “Lailahe
illallah” kelimesinin ortaya koyduğudur.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“İyi bilin ki halis din yalnızca Allah’ındır.” (Zümer: 39/3)
“Onlar ancak Allah için dini halis kılarak ibadet etmekten başka bir şeyle
emrolunmadılar.” (Beyyine: 98/5)
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
“Kıyamet günü insanlar arasında benim şefaatime erecek olan en mutlu kişi, kalbinden
halis ve ihlaslı bir şekilde Lailahe illallah diyendir.”134
4) Sevmek: Gerek bu kelimeyi, gerekse içerdiği, taşıdığı, gösterdiği her şeyi sevmek ve
bunlarla sevinç duymak.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“İnsanlar arasında Allah’ı bırakıp O’na koştukları eşleri ilah olarak benimseyenler ve
onları, Allah’ı severcesine sevenler vardır. Mü’minlerin Alah’ı sevmesi ise hepsinden
kuvvetlidir.” (Bakara: 2/165)
Allah Teala bu ayette mü’min kullarının kendisine olan kuvvetli sevgisini bildirmiştir.
Çünkü onlar Allah’tan başka ilahlar edinmediler. Kulun, Rabbini sevmesinin alameti ise,
132
Müslim.
133
Müslim.
134
Buhari.
nefsinin hoşuna gitmese bile O’nun emrini her şeyin üstünde tutmasıdır. Sevgisi ve nefreti
yalnız Allah için olur. O’nun Rasulü’ne itaat eder ve O peygamberin (s.a.v.) sünnetine sıkı sıkı
bağlanır.
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
“Her kimde şu üç haslet varsa imanın tadını almıştır. Allah ve Rasulü’nü herkesten daha
çok sevmek; birini ancak Allah için sevmek, Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra
tekrar küfre dönmeyi ateşe atılmayı kerih gördüğü gbi kötü bulmak.”135
5) Sıdk: Yalan ve nifakın yeşerme ortamı bulamayacağı gerçek bir doğruluk. Kişinin bu
kelimeyi kalpten gelen bir doğrulukla yani dilinin söylediğini kalbi de tasdik ederek
söylemesidir.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“And olsun, biz kendilerinden öncekileri de denemişken, insanlar “inandık” deyince,
denenmeden bırakılacaklarını mı sandılar? Allah elbette doğru olanları da yalancıları da
ortaya çıkaracaktır.” (Ankebut: 29/3)
“Gerçeği getiren ve onu doğrulayanlar, işte onlar, Allah’a karşı gelmekten sakınmış
olanlardır.” (Zümer: 39/33)
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
“Her kim Allah’tan başka ilah olmadığını ve Muhammed’in (s.a.v.) Allah’ın Rasulü
olduğunu bütün kalbi ile tasdik ederek ölürse, cennete girer.”136
6) Lailahe illallah hukukuna riayet etmek: Bu yalnız Allah rızası gözetilerek yapılan ve
terkine en ufak bir meyil olmaksızın eda edilen farzlardır, vacip amellerin tümüdür.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Rabbinize yönelin. Azap size gelmeden önce O’na teslim olun; sonra yardım
görmezsiniz.” (Zümer: 39/54)
“İhsanla kendisini Allah’a veren kimse, şüphesiz en sağlam kulba sarılmış olur.”
(Lokman: 31/22)
Yani kişi Lailahe illallah sözüyle en sağlam kulba sarılmış olacaktır ki, bu da kişinin,
Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getirmesi sonucudur.
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
“Ben, sizlerden birine; evladından, babasından ve de tüm insanlardan daha sevgili
olmadıkça iman etmiş olmaz.”137
İşte bu, Rasulullah’a (s.a.v.) gerçek bir sevgi ve de gerçek bir itaattir.
7) Kabul: Öyle ki inkâra asla yer verilmesin. Lailahe illallah dediği halde bu kelimeye ve
bu kelimenin hukukunu eda etmeye çağrıldığında kibir ve taassubu nedeniyle red ve inkara
kalkanlar da vardır. Bundan kaçınmak kesinlikle şarttır.
Allah Teala, bunu cehennem ehlinin vasıflarını bildirirken şöyle beyan etmiştir:
“Onlara Lailahe illallah denilince büyükleniyorlardı.” (Saffat: 37/35)
Buraya kadar olanlar Lailahe illallah ile birlikte olması gerekenler idi. Bunların Kelime-i
Tevhid’in ayrılmaz şartları olduğunu hatırladık.

Lailahe illallah’ı Bozan Şeyler:

1) Allah’a kullukta O’na ortak koşmak:


Allah Teala şöyle buyuruyor:
135
Buhari, Müslim.
136
Ahmed b. Hanbel, Müsned. Sahihtir.
137
Müslim.
“Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar.
Allah’a ortak koşan kimse, şüphesiz büyük bir günahla iftira etmiş olur.” (Nisa: 4/48)
“Her kim Allah’a şirk koşarsa, Allah ona cenneti haram kılar ve varacağı yer de ateş
olur. Zalimler için yardımcı yoktur.” (Maide: 5/72)
2) Kişinin Allah ile arasında vasıtalar edinmesi. Dualarında Allah’tan istediği gibi bu
vasıtalardan da bir şeyler medet edip onlara tevekkülde bulunmak insanı icmaen kâfir yapar.
Çünkü şeriatların tebliği dışında hiçbir hususta Allah ile mahluk arasında vasıta olmaz.
3) Müşrikleri tekfir etmeyip onların küfre düştüklerinde şüphe etmek veya onların
yollarını doğru bulmak. Bu kimse İslam’ın tanımadığı için icmayla küfre düşmüş olur.
4) Başka birinin yol ve hükmünü, Rasulullah’ın (s.a.v.) yolundan daha güzel bulmak, bir
başkasının hükmünün O’nun hükmünden daha iyi olduğunu söylemek. Tağutların hükmünü
O’nun hükmünden üstün gören, yine Kur’an ve Sünnet’e aykırı kanunları daha üstün kabul
eden kimse gibi.
Yine her kim Allah’ın indirdiği hükümden başka bir hükmü helal görürse, Allah’ın
hükmünün daha iyi olduğunu söylese bile kâfir olur.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.” (Maide: 5/44)
“Hayır! Rabbine andolsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip
verdiğin hükme içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen teslim olmadıkça iman etmiş
olmazlar.” (Nisa: 4/65)
5) Allah Rasulü’nün (s.a.v.) getirmiş olduğu bir şeye onunla amel etse bile buğzeden kâfir
olur. Çünkü bu sahibinin cehennemin en alt tabakasında bulunacağı itikadi nifak
(münafıklık)tandır.
6) Dinden olan bir şeyle, onun sevabı veya günahıyla alay etmek küfürdür.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Onlara soracak olursan, “Biz and olsun ki, eğlenip oynuyorduk” diyecekler. De ki:
“Allah’la, ayetleriyle, rasulüyle mi alay ediyordunuz? Özür beyan etmeyin, inandıktan sonra
inkâr ettiniz.” (Tevbe: 9/65-66)
7) Sihir yapmak. Kim sihir yapar veya sihir yapılmasına razı olursa kâfir olur.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“... Bu ikisi “Biz sadece imtihan ediyoruz, sakın küfre düşme” demedikçe kimseye bir şey
öğretmezlerdi.” (Bakara: 2/102)
8) Müslümanların aleyhine olup müşriklere arka çıkmak.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Sizden kim onlara dost olursa o da onlardandır. Allah zulmeden kimseleri doğru yola
eriştirmez.” (Maide: 5/51)
9) Hızır’ın (a.s.) Musa’nın (a.s.) şeriatına uymadığı vs. iddiasıyla; bazılarının
Rasulullah’ın (s.a.v.) şeriatına uymamasının mümkün olduğunu söyleyen kâfir olur.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Her kim İslam’dan başka bir din ararsa kendisinden asla kabul edilmeyecektir. O kimse
ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır.” (Al-i imran: 3/85)
10) Allah’ın dininden yüz çevirmek. Dinini öğrenmemek ve onunla amel etmemek.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Kendisine Rabbinin ayetleri hatırlatıldıktan sonra O’ndan yüz çevirenden daha zalim
kim olabilir? Elbette ki biz, suçlulardan intikam alıcıyız.” (Secde: 32/22)
Burada yüz çevirmekten, kişinin kendisiyle müslüman olacağı bilgiyi almaması
kasdedilmiştir.
Kişinin İslam’ını gideren bu hususlarda; şaka edenle, ciddi davranan arasında hiçbir fark
yoktur, hepsi aynı ölçüde bunlara muhataptırlar. Ancak can tehlikesi söz konusu olduğunda,
zorla (ikrahen) bunlardan birine düşen kimse müstesnadır.
Zikri geçen bu on madde çok tehlikeli ve tehlikesine rağmen çokça karşılaşılması üzüntü
veren durumlardandır. Bununla beraber, bu derece çokça karşılaşılması da Allah’ın, Din’in ve
Peygamber’in doğru tanınıp tanınmadığına ait bir göstergedir.

İMAN

Sözlükte iman tasdik etmek demektir. Şeriatta ise kalb ile itikat etmek, dil ile söylemek, azalar
ile amel etmektir.
“İman yetmiş küsür şu’bedir.” ifadesindeki “küsür (el-bid’)” üçten dokuza kadar olan sayıyı
ifade eder. “Şu’be” ise bir şeyin bir parçası demektir. Rahatsızlık veren şeyleri, gidip
gelenleri, rahatsız eden taş, diken, çöp, hoş kokmayan vb. her bir şeyin yoldan kaldırılması da
imanın en alt mertebesidir. Hayâ, utanma halinde meydana gelen tepkisel bir nitelik olup
kişiyi insanlığa aykırı işleri yapmaktan alıkoyar.
Akidenin kendisi olan imanın esasları altı tanedir. Bunlar da Cibril hadisi diye bilinen meşhur
hadiste Rasulullah’a (s.a.v.) imana dair soru sorduğu vakit söz konusu ettiği şu hususlardır:
“İman, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman edip, hayrı
ile şerri ile kadere iman etmendir.” Bu hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmişlerdir.
Amellerin türlerini ve cinslerini kapsayan iman ise yetmiş küsür şubedir. İşte bundan dolayı
yüce Allah “Allah imanınızı boşa çıkaracak değildir.” (Bakara: 2/143) buyruğunda
namaz’dan iman diye söz etmektedir. Müfessirlerin açıklamalarına göre kasıt sizin Beytü’l-
Makdis’e yönelerek kıldığınız namazlardır, şeklindedir. Çünkü Ashab-ı Kiram, Kabe’ye
dönmekle emrolunmadan önce Beytü’l-Makdis’e doğru namazlarını kılıyorlardı.138

MÜ'MİN

Allah'tan gelen her şeyi mutlak anlamda tasdik eden, doğrulayan kimseler için kullanılan
Kur'ânî bir terim.
Arapça "doğruladı, tasdik etti" anlamındaki "â.me.ne" fiilinin ism-i failidir.
Kur'an-ı Kerim'de, tekil, çoğul ve müennes siğalarında olmak üzere, iki yüz yirmi dokuz kere
geçmektedir.
Mü'min, Allah Teâlâ'nın tek olduğunu, ibadette hiç bir ortağı olamayacağını, O'nun dışında
ibadete layık olan ve O'na denk olabilecek hiç bir ilâhın bulunmadığını, ibadetin yalnızca O'na
hasredileceğini kalben ikrar ve zâhiren açığa vuran kimsedir. İman kalpte; Allah sevgisi, O'na
boyun eğme, korkma, ümid etme; varlığı karşısında ürperme, tevbe etme, tevekkül, sığınma,
güvenme ve buna benzer şekillerde tecelli eder. Dışa yansıyan yönü ise; Allah'ın şerîatiyle
hükmetmek, O'na ve Rasûlüne tam anlamıyla itaat etmek, bunun yanında namazı kılıp, oruç
tutmak, zekât vermek ve güç yetirebilenler için haccetmek ve farz kılınan diğer şeyleri yerine
getirmektir.
Buna, Allah Teâlâ'nın yasaklayıp haram kıldığı şeyler de girmektedir. Allah Teâlâ'nın haram
kıldıklarından kaçınmak da mü'minin temel vasıtlarındandır. Bu haramların başında, Allah
Teâlâ'ya şirk koşmak, rububiyyetinde, uluhiyyetinde veya isim ve sıfatlarında O'na ortaklar
izafe etmek gelir. Mü'min, şirkten, şirk ve küfür ehlinden şiddetle sakınır. İçki, zina, yalan,
hile, emanete hıyanet, komşusuna eziyet vb. haramlara kesinlikle yanaşmaz.
Allah Teâlâ'nın emrettiklerinin hepsine uyan ve haram kıldıklarından sakınan kimse, azap
görmeden Cennette girmeye hak kazanır ve mutlak anlamdaki mü'min ismiyle isimlendirilir.

138
Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 91-92.
Bu emir ve yasaklara uyma hususunda eksiklik gösterenler, mutlak anlamdaki mü'min ismiyle
anılma hakkını kaybederler. Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır:
"Mü'minler ancak o kimselerdir ki; Allah zikredildiği zaman kalpleri ürperir. Allah'ın âyetleri
onlara okunduğu zaman imanlarını kat kat artırır ve sadece Rablerine güvenirler. Onlar
namazlarını dosdoğru kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcarlar.
İşte gerçek mü'minler onlardır. Onlar için Rableri nezdinde dereceler, mağfiret ve güzel rızık
vardır." (el-Enfâl: 8/2-4)
"Allah'a imanında şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad eden
kimseler ancak, hakkıyla iman edenlerdir. Samimi olanlar da işte bunlardır." (el-Hucurat:
49/15)
Rasûlüllah (s.a.s.) de bunu, şu şekilde dile getirmiştir:
"Zina eden kişi zina ettiği zaman, mü'min olarak zina etmez. İçki içen kişi de, içki içtiği
zaman mü'min olarak içmez. Hırsız da çaldığı vakit mü'min olarak çalmaz. Başkasına âit bir
malı insanların gözleri önünde zorla alan kişi de bunu alenen gasbettiği zaman mü'min
olarak bu suçu işlemez."
"Hiç biriniz kendiniz için arzuladığınızı, mü'min kardeşi için de arzulamadıkça iman etmiş
olmaz."139 Bunlar gibi diğer bir takım âyet ve hadislerde de, bazı emirleri terk eden veya bazı
haramları işleyenlerin, mutlak anlamdaki iman sıfatından tecrid edildikleri görülmektedir.
Ancak, mü'min ismiyle isimlendirilmeyi hak etmeyen kimse, kâfir olarak isimlendirilebilir
mi? Şerîatın bazı hükümlerine muhalefette bulunmak, bazı emirleri terk etmek ve Allah'a şirk
koşmak, ölülerden fayda beklemek, yardım dileyip onlara sığınmak, Allah'ın indirdiklerinin
dışında başka bir şeyle hükmederek, O'na ortak koşmak, Allah'ın, kullarından birine hulûl
ettiğini söylemek, Vahdeti vücûd iddiasında bulunmak, müşrikleri dostlar edinmek, onları
mü'minlere karşı desteklemek ve "Allah zatıyla her yerdedir" demek gibi birtakım haramları
işlemek, insanın küfrüne sebep olur.
Şirkin dışında, helâl olduğunu iddia etmeden, yani haramiyetine inandığı halde; içki, zina,
hırsızlık, vb. bir takım ma'siyetleri işleyenler kâfir olmazlar. Bu tip kimseler, mutlak
anlamdaki mü'min ismiyle anılma hakkını kaybederler. Onlar, imanlarıyla beraber İslâm
dairesinin içinde bulunurlar.
İman sıfatı tek başına ele alındığı zaman konu, bu şekilde incelenebilir. Ancak, iman olayına
İslâm'la birlikte yaklaşıldığı zaman iman; kalbin tasdik edip, amel etmesidir. İslâm ise, bu
imanın dil ile ikrar edilip, erkânıyla amel edilmesidir.
Bu konu Cibrîl Hadisi'yle, eksiksiz olarak ortaya konulmaktadır. Cebrail (a.s), Rasulullah
(s.a.s)'e gelip onu, "Bana İslâm'dan haber ver" dediği zaman o; "İslâm, Allah'tan başka ilâh
olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Rasûlü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru
kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve güç yetirebilirsen Beyt'i haccetmendir"
buyurmuş ve imandan sorulduğunda ise; "Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine,
âhiret gününe ve kadere; hayrına ve şerrine inanmandır." demişti.140
Rasûlüllah (s.a.s)'in, "Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet etmen" sözü, ubudiyyet ve
ulûhiyyetin tek olan Allah Teâlâ'ya ait olduğunu kabul ve bu kabulün zorunlu kıldığı ibadetleri
ifa etmeyi ifade etmekte idi. Bazılarının zannettiği gibi, mücerred ikrar isteniyor değildir.
Bunun gibi, "Allah'a iman etmen" sözünün anlamı da, Allah'ın hak olduğunu -farz kılınan
amel ve davranışları üzerine bina etmeden- tasdik edip, ikrar etmek değildir.
Allah ve Rasûlünün hak üzere olduğunu kalben bilmek, hiç bir şey ifade etmez. Allah Teâlâ,
Yahudilerin Peygamber (s.a.s)'e karşı takındıkları tavrın yanlışlığını ortaya koyarken şöyle
buyurmaktadır:
"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, Peygamberi, kendi çocuklarını tanıdıkları gibi
tanırlar, yine de onlardan bir cemaat, bile bile gerçeği gizlerler." (el-Bakara: 2/146)
139
Buhârî, İman: 81; Müslim, İman: 71.
140
Müslim, İmân: 1.
"Vicdanları doğruluğuna kanaat getirdiği halde, sırf zulümleri ve büyüklenmeleri yüzünden, o
mucizeleri inkâr ettiler." (en-Neml: 27/14)
Bu âyetler onların, Allah Rasûlünü bâtınen yalanlamadıklarını açıklamaktadır.
Kalpleri tasdik ettiği halde, yeryüzünde büyüklük taslamaları onları bu tasdiğe boyun
eğmekten kendilerini alıkoymuştu. Bu da imanın; ibadeti tek olan Allah Teâlâ'ya hasretmek;
şirki ve hiç bir gücü olmayan batıl ilahları reddetmek olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır.
Mü'min, emirlere uyup kötülüklerden sakınır. İşlediği bu amelleri, âhirette bir cezalandırma
ve mükâfaatlandırma olduğunun bilincinde olarak işlemesi gerekir. Dünyada ise, imanın
zahire varan tarafıyla muamele görür. Çünkü hiç kimse, onun, iç dünyasında imanına halel
getirecek olan şirk hali üzere olup olmadığını bilemez. Bu, namaz, oruç, zekât vb. imanın
alâmetleri olan amellerde de böyledir: Bir câriye Peygamber (s.a.s)'e getirildiğinde, ona;
"Allah nerededir?" diye sormuş, cariye de; "göktedir" cevabını vermişti. "Ben kimim?" diye
sorduğunda da cariye; "Sen Allah'ın Resûlüsün" cevabını verince, Rasûlüllah, cariyenin
sahibine; "Onu azad et. Çünkü o, bir mü'minedir." demişti.141 Bu olay, dünyada insanın dışa
vurduğu imanın durumuna göre muamele göreceğini açıkça ortaya koymaktadır. İnsanın
içinde saklayıp, hiç bir dış yansıması olmayan inancı, onun ahirette saadete erişen kullardan
olmasını temin etmez.
İmam Şafiî Hz. Ömer (r.a)'ın rivayet ettiği; "Ameller niyetlere göredir."142 hadisini delil
getirerek, namazın niyetsiz sahih olmayacağını belirttikten sonra, Sahabe, Tabiin ve onlara
yetişenlerin; "İmanın, söz, amel ve niyetten ibaret olduğu ve bu üç şeyden biri olmadığı
zaman hiç birinin caiz olmadığı" şeklindeki görüş üzerinde icma ettiklerini eklemektedir.
Selef-i Salihîn, fasık bir kimse için, imandan İslam'a çıktı denileceği, ancak, onda imandan
hiç bir şey kalmadı demenin caiz olmadığı görüşünde idiler. Fakat bu, amelin imanın bir
parçası olduğunu kabul etmeyenler için farklılık arzetmektedir. Ehl-i Sünnetin fasıkların
ahiretteki durumları hakkındaki görüşü, onların Cehennemden ancak şefâatle çıkabilecekleri
yolundadır.143

İmanın Şartları:

İmanın şartları altı tanedir: 1) Allah’a iman 2) Meleklere iman 3) Kitaplara iman 4)
Peygamberlere iman 5) Ahiret gününe iman 6) Kadere iman.
Bu konuda bir çok şer’i deliller vardır:
a) Kur’an-ı Kerim’den deliller:
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Gönderilen peygamber Rabbi tarafından gönderilene iman etti, mü’minler de iman ettiler.
Onlardan her biri, Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. (Biz
de onun için) Allah’ın peygamberlerinden hiçbirini ayırmayız (hepsine inanırız). Onlar:
“işittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz mağfiretini niyaz ederiz. Dönüş yalnızca sanadır.” dediler.”
(Bakara: 2/285)
“Gerçek iyilik; yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik o kimsenin
iyiliğidir ki; Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. Allah rızası
için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında
bulunan köle ve esirlere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Andlaşma yaptığı
zaman sözlerini yerine getirirler. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru
olanlar bu vasıfları taşıyanlardır. Muttakiler ancak onlardır.” (Bakara: 2/177)

141
Müslim, Mesâcid: 33.
142
Buhârî, İman: 41.
143
Eymen ed-Dımaşki, Şamil İslam Ansiklopedisi:
“Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine, indirdiği kitab’a iman (da sebat) ediniz. Kim
Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse tam
manasıyla sapıtmıştır.” (Nisa: 4/136)
b) Sünnetten deliller:
Ömer b. Hattab’tan (r.a.) şöyle rivayet edildi: “Bir gün Rasulullah’ın (s.a.v.) yanında
otururken aniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat çıka geldi. Üzerinde
hiçbir yolculuk eseri bulunmuyor; bizden de hiç kimse kendisini tanımıyordu. Doğru
peygamberin yanına oturdu; ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzerine
koydu. Ve:
“Ey Muhammed! Bana İslam’ın ne olduğunu haber ver.” dedi. Rasulullah (s.a.v.):
“İslam: Allah’dan başka ilah olmadığına, Muhammed’in (s.a.v.) de Allah’ın Rasulü olduğuna
şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve yol
(külfetleri) cihetine gücün yeterse beyti haccetmendir.” buyurdu o zat:
“Doğru söyledin.” dedi. Babam dedi ki: “Biz buna hayret ettik. Hem soruyor, hem de tasdik
ediyordu.” O zat:
“Bana imandan haber ver.” dedi. Rasulullah (s.a.v.):
“Allah’a, Allah’ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanman, bir
de hayrıyla şerriyle kadere inanmandır.” buyurdular. O zat yine:
“Doğru söyledin.” dedi. Bu sefer:
“Bana ihsandan haber ver.” dedi. Rasulullah (s.a.v.):
“Allah’a, O’nu görüyormuş gibi ibadet etmendir. Çünkü her ne kadar sen O’nu görmüyorsan
da O seni muhakkak görür.” buyurudu. O zat:
“Bana kıyametten haber ver.” dedi. Rasulullah (s.a.v.):
“Bu konuda sorulan sorandan daha bilgili değildir.” buyurdu. O zat:
“O halde bana bari onun alametlerinden haber ver.” dedi. Rasulullah (s.a.v.):
“Cariyenin kendi sahibesini doğurması ve yalın ayak çıplak, yoksul koyun çobanlarının bina
yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir.” buyurdular.
Bundan sonra o zat gitti. Ben hayli bir müddet (bekledim) durdum. Nihayet Rasulullah
(s.a.v.): “Ey Ömer o soru soran zatın kim olduğunu biliyor musun?” buyurdular.
“Allah ve Rasulü daha iyi bilirim.” dedim.
“Gerçekten o Cibril’dir. Size dinizi öğretmeye gelmiş.” buyurdular.
Mezkur hadis, İslam’ın şu hadiste belirtilen beş rüknünü de içine almıştır:
“İslam beş (temel) üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in
(s.a.v) O’nun rasulü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan orucunu
tutmak, yol bakımından imkânı olanlar için hacca gitmek.”
İşte bir mü’minin imanın rükünlerinin hepsine birden inanması gerekir. Bunlardan birini inkâr
eden kâfir olur.
İslam’ın ve imanın rükunlarını zikrettikten sonra, dinin emareleri (alâmetleri) konusunda
kayda değer bir beyt vardır.
Dinin alametleri (dörttür): Samimi niyet, sözünde durmak, yasağı terketmek (yapmamak) ve
sağlam inançlı olmak. 144

ALLAH’A İMAN

Allah’a İmanın Manası: Kesin olarak; Allah’ın varlığına, tek olup, ortağı olmadığına, her
şeyin yaratıcısı olduğuna, bütün kemâl sıfatlarına sahip olduğuna ve bütün noksan sıfatlardan
münezzeh olduğuna ve tek ibadet olunanın O olduğuna inanmaktır.
Allah teala şöyle buyuruyor.

144
Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Yayınları: 14-17.
“De ki: O Allah birdir. Allah sameddir. Doğurmamış ve doğrulmamıştır. Hiçbir şey O’na denk
değildir.” (İhlas: 112/14)
“Allah, kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan Allah’dır. O, Hayy ve Kayyum’dur.
Kendisini ne uyku yakalar ne de uyuklama. Göklerde ve yerde bulunanların hepsi O’nundur.
İzni olmadan katında kimse şefaat edemez. O, kullarının yapmakta olduklarını ve önceden
yaptıklarını bilir. O’nun dilemesi hariç insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak
bilemezler. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine ağır
gelmez. O yücedir, büyüktür.” (Bakara: 2/255)
“O, ilktir, sondur, zahirdir, batındır. O her şeyi bilendir.” (Fussilet: 41/54)
“O’nun vechinden başka her şey helak olacaktır. Hüküm O’nundur. Ve siz ancak O’na
döndürüleceksiniz.” (Kasas: 28/88)
“O her şeyin yaratıcısıdır.” (En’am: 6/102, Râd: 13/16, Zümer: 39/62)
“Bilesiniz ki yaratmak da emretmek de O’na mahsustur.” (A’raf: 7/54)
“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (Şura: 42/11)
“O’nun işi bir şeyi yaratmak istediği zaman sadece ol demektir. Ve o şey derhal oluverir. Ve
siz elbette sadece O’na döndürüleceksiniz.” (Yasin: 36/82-83)
“Kullarım sana beni sorduğu vakit de ki: “Ben her halde yakınım. Dua edenin duasını bana
dua ettiği anda işitir, ona karşılık veririm. O halde kullarım da benim davetime uysunlar ve
bana inansınlar, umulur ki doğru yolu bulurlar.” (Bakara: 2/186)
“Göklerde ve yerde bulunanlar ister istemez secde ederler.” (Râd: 13/15)
“Ey insanlar” Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz, umulur ki böylece
korunmuş olursunuz. O Rab ki yeri sizin için bir zemin, göğü de tavan yaptı. Gökten size bir
su indirdi. O su sebebiyle türlü meyvelerden size bir rızık çıkardı. Bunları bilerek sakın
Allah’a ortaklaş koşmayın.” (Bakara: 2/21-22)
İşte bu ayetler İslam’da tevhid inancının genel prensiplerine değiniyor. Bu inançlar da
Allah’ın irade edip kullarına emrettiği katıksız tevhid inancıdır. Ayetler iki varlığa işaret
ediyor: Birinci varlık her şeyi yaratan, evveli ahiri olmayan, her şeyi bilen, benzeri olmayan
Allah Teala’nın varlığıdır. Diğer varlık ise, Allah’ın yarattığı ve yine Allaha’a dönecek olan
yaratıkların varlığıdır.
Bu düşüncenin insanın iç alemine yerleşmesi, şahsiyetinin oluşmasında rol oynayan ve
yaşamını biçimlendiren bir çok neticeler doğuracaktır.145
Allah’a iman dört hususu kapsar:
1) Allah’ın varlığına iman: Yüce Allah’ın varlığına fıtrat, akıl, şeriat ve duyular delil teşkil
etmektedir.
a) Fıtratın Allah’ın varlığına delil olması: Şüphesiz ki her bir yaratık daha önce bu hususta
herhangi bir düşünme ya da öğretme söz konusu olmaksızın, yaratıcısına iman etmek fıtratına
sahip olarak yaratılmıştır. Bu fıtrattan uzaklaşmak ancak kalbini bu fıtrattan uzaklaştıran ve
sonradan ortaya çıkan etkenlerle karşı karşıya kalmak halinde söz konusu olur.146
Allah’ın varlığını fark eden, insanın içinde kök salan bu his fıtri bir duygudur. Allah insanları
bu fıtrat üzere yaratmıştır. Din duygusu diye ifade edilen de budur.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa o fıtrata çevir.
Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.
Hepiniz O’na yönelerek O’na karşı gelmekten sakının, namazı kılın; müşriklerden olmayın.”
(Rum: 30/30-31)
Ebu Hureyre’den (r.a.) Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Doğan herkes mutlaka fıtrat
üzere doğar. Ancak anne babası onu Yahudi, Hristiyan ya da Mecusi yaparlar. Nasılki her
hayvanın yavrusu bütün azaları tam olarak doğar. Hiç o yavrusunun burnunda, kulağında
145
El-Felsefetü’l-Kur’aniyye: 101; Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Yayınları: 17-19.
146
Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 92.
eksik, kesik bir şey görülür mü?” Sonra Ebu Hureyre diyor ki: Dilerseniz şu ayeti okuyun:
“Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa o fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında değişme
yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.”147
Hadis-i şerifin anlamı şudur: Her doğan hakkı benimsemekten ibaret olan İslam fıtratı üzerine
doğar. Fakat daha sonra çevre ona engel olur. Bu şuur bazı sebeplerle unutulur. Ama yine de
onu rahat bırakmayan acılar ve sıkıntılarla uyandırır. Şu ayeti kerimeler de buna işaret
etmektedir:
“İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman, yan yatarak, oturarak veya ayakta durarak bize dua
eder. Fakat biz onların sıkıntısını kaldırınca, sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan ötürü
bize dua etmemiş gibi geçip gider.” (Yunus: 10/12)
“İnsanlar bir darlığa uğrayınca, Rablerine yönelerek O’na yalvarırlar.” (Rum: 30/33)
“Dağlar gibi dalgalar onları kuşattığı zaman dini tamamen Allah’a has kılarak O’na
yalvarırlar.” (Lokman: 31/32)148
b) Aklın Allah’ın varlığına delil olması: Öncesiyle, sonrasıyla bütün bu yaratıkların var
edici bir yaratıcısının olması kaçınılmaz bir şeydir. Zira bu varlıkların kendi kendilerini var
etmeleri imkansız olduğu gibi, tesadüfen var olmalarına da imkân yoktur.
Kendi kendilerini var etmeleri imkansızdır. Çünkü hiçbir şey kendi kendisini yaratamaz. Zira
o şey var olmadan önce yoktu, nasıl kendisinin yaratıcısı olabilir?
Bu varlıklar tesadüfen de var olmuş olamazlar. Çünkü sonradan gelen her bir şeyin mutlaka
bir meydana getiricisi vardır. Diğer taraftan bu harikulade nizam, bu son derece dengeli uyum
ve sebeplerle sonuçlar arasında bu kopmaz ilişki ile kainatın birbirleriyle olan ilişkisi
kesinlikle bunların tesadüfen var olmuş olmalarına ihtimal bırakmamaktadır. Zira tesadüfen
var olan bir şeyin, var oluşu esnasında herhangi bir düzen söz konusu olamaz. Peki ya
kalıcılığı ve tekâmülü halinde onun son derece düzenli ve muntazam olması nasıl mümkün
olabilir?
Yaratıkların kendi kendilerini var etmeleri imkânsız olduğuna göre, tesadüfen de var
olmadıklarına göre mutlaka onları var eden birisi vardır. İşte o da âlemlerin rabbi Allah’tır.
Yüce Allah bu akli delili ve bu kat’i burhanı et-Tûr suresinde söz konusu ederek şöyle
buyurmaktadır:
“Yoksa onlar bir şeysiz (yaratıcısız) mı yaratıldılar? Yoksa yaratanlar onlar mıdır?” (Tûr:
52/35)
Yani onlar herhangi bir yaratıcı olmaksızın yaratılmış değillerdir. Kendilerini yaratanlar da
kendileri değildir. O halde onların yaratıcılarının Allah Tebareke ve Teala olduğu kaçınılmaz
bir gerçektir. Bundan dolayı Cübeyr b. Mut’im (r.a.) Rasulullah’ın (s.a.v.) et-Tûr suresini
okuduğunu dinlemiş ve Rasulullah (s.a.v.) “Yoksa onlar bir şeysiz (yaratıcısız) mi
yaratıldılar? Yoksa yaratanlar onlar mıdır? Yoksa göklerle yeri onlar mı yarattılar? Hayır,
onlar yakîn sahibi değildirler. Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Yoksa
egemen olanlar onlar mıdır?” (Tûr: 52/35-37) buyruklarına geldiğinde –ki o sırada Cübeyr
müşrik idi- şöyle demişti: “Kalbim neredeyse uçacaktı. İmanın kalbime ilk yer ettiği zaman o
zamndır.” Bu hadisi Buhari değişik yerlerde kısım kısım rivayet etmiştir.
Şimdi bunu açıklayacak örnek verelim: Bir kimse bize oldukça yüksek, etrafı bahçelerle
çevrilmiş, bahçelerin arasında ırmakların aktığı, içi yataklarla, sedirlerle dopdolu, gerek temel,
gerek tamamlayıcı çeşitli zinetlerle süslenmiş bir köşkün varlığından söz ederek: Bu koskoca
köşk ve içindeki bütün mükemmelliklerin hepsi kendi kendisini var etmiştir, ya da var eden
kimse bulunmaksızın tesadüfen var olmuştur diyecek olsa, elbetteki böyle diyen kimsenin
yalancı olduğunu kabul etmekte gecikmez ve onun bu sözlerini beyinsizce harcanmış sözler
olarak değerlendiririz. Durum böyle olduğuna göre göğüyle, semasıyla, yörüngelerinde
hareket eden gezegen ve yıldızlarıyla, çeşitli halleriyle, göz kamaştırıcı harikulade düzeniyle
147
Buhari.
148
Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Yayınları: 19-20.
bu uçsuz bucaksız kâinatın kendi kendisini var etmiş olması yahut ta var eden birisi
olmaksızın tesadüfen meydana getirilmiş olması düşünülebilir mi? 149
İslam’ın, aklı uyarmak ve onu düşünmeye sevketmek konusunda en büyük gayesi; insanı
hayat kanunlarına, kainat düzenine ve eşyaların hakikatlerine ulaştırmak ve bunları anlamaya
çağırmaktır. Çünkü insan bu yolla evrenin yaratıcısını düşünür ve neticede onu tanır. İşte bu
Kur’an-ı Kerim’in, Allah’ın varlığını kanıtlarken izlediği metodlardan biridir. O aklı uyarır ve
önüne tabiat kitabını açar ki; böylece O’nun kemal ve büyüklük sıfatlarını, azametini,
kudsiyetinin delillerini, ilminin genişliğini, kudretinin geçerliliğini ve tek yaratıcı ve icad
edicinin O olduğunu anlasın ve bilsin.
Allah Teala insana, gökler ve yer saltanatına ve içinde geçen olaylara bakmasını emretmiştir.
Şüphe yok ki, birbirine bağlı olarak “her sonradan olan” bir “var eden”e muhtaçtır. Zaruri
olarak anlaşılıyor ki, bu kainatın ibadet edilmeye ve kulu olunmaya layık bir yaratıcısı vardır.
Şimdi akli yollarla Allah’ın varlığını isbat eden ayetlere bir göz atalım:
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklı selim
sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Ayakta dururken, otururken, yanları üzerine
yatarken Allah’ı anarlar (şöyle dua ederler): “Rabbimiz sen bunu boşuna yaratmadın. Seni
tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru.” (Al-i imran: 3/90-91)
“De ki: Göklerde ve yerde neler var. Bakın (da ibret alın.)” (Yunus: 10/101)
“Şüphesiz göklerde ve yerde inananlar için bir çok ayetler vardır.” (Casiye: 45/3)
“De ki: Hamdolsun Allah’a, selam olsun seçkin kıldığı kullarına. Allah mı hayırlı yoksa O’na
koştukları ortakları mı? (Onlar mı hayırlı) yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su
indiren mi? Çünkü biz onunla bir ağacını bile bitirmeye gücünüzün yetmediği güzel güzel
bahçeler bitirmişizdir. Allah’la beraber başka bir ilah mı var? Doğrusu onlar sapıklıkta
devam eden bir kavimdir. (Onlar mı hayırlı) yoksa yeryüzünü oturmaya elverişli kılan,
aralarından nehirler akıtan, onun için sabit dağlar yaratan, iki deniz arasına engel koyan
mı? Allah’ın yanında başka ilahlar var öyle mi? Doğrusu onların çoğu (hakikatleri)
bilmiyorlar. (Onlar mı hayırlı) yoksa kendisine yalvardığı zaman bunalmışa karşılık veren ve
başındaki sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün hakimleri yapan mı? Allah’ın yanında başka bir
ilah mı var? Ne kıt düşünüyorsunuz? (Onlar mı hayırlı) yoksa karanın ve denizin karanlıkları
içinde size yolu bulduran, rahmetinin (yağmurunun) önünde rüzgârları müjdeci olarak
gönderen mi? Allah’ın yanında başka bir tanrı var öyle mi? Allah onların koştukları
ortaklardan çok yücedir, münezzehtir. (Onlar mı hayırlı) yoksa önce yaratan; sonra yaratmayı
tekrar eden ve sizi hem gökten hem de yerden rızıklandıran mı? Allah ile beraber başka bir
ilah mı var? De ki: “Eğer doğru söylüyorsanız, kesin delilinizi getirin haydi.” (Neml: 27/59-
64)
“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde,
insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyarak yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten
indirdiği bir su ile ölmüş olan toprağı diriltmesinde, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında
rüzgarları ve yer ile gök arasında emre amade bekleyen bulutları döndürmesinde, elbette
düşünen bir topluluk için bir çok deliller vardır.” (Bakara: 2/164)
“Kesin olarak inananlar için yeryüzünde işaretler vardır. Kendi nefislerinde de ibretler
vardır. Görmüyor musunuz?” (Zariyat: 51/20-21)
“Ondan sonra yerküreyi (geord şeklinde) yuvarlattı.” (Naziat: 79/30)
“Kendisine hayat verdiğimiz ölü toprak hakikatte bir ibret ayetidir. Çünkü biz onu yağmurla
dirilttik de ondan pek çok tarım ürünleri çıkardık. İşte onlar bundan yerler. Biz yeryüzünde
nice nice hurma bahçeleri, üzüm bağları yarattık ve oralarda birçok pınarlar kaynattık.
Onların meyvelerinden ve elleriyle bunlardan imal ettiklerinden yemeleri için (Bu nimetleri
verdik). Hal böyle iken onlar şükretmezler mi? Yerin bitirdiklerinden, insanoğlunun kendi
varlığından ve henüz mahiyetini bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah’ı tesbih
149
Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 93-94.
ederim. Gece de onlar için bir ibret ayetidir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çekeriz de, onlar
karanlıklara gömülürler. Güneş kendine mahsus yörüngesinde akıp gitmektedir. İşte bu aziz
ve alim olan Allah’ın takdiridir. Ay için bir takım menziller tayin ettik. Nihayet o, eğri hurma
dalı gibi olur da geri döner. Ne güneş aya yetişebilir ne de gece gündüzü geçebilir. Bunlardan
her biri belli bir yörüngede yüzmeye devam ederler.” (Yasin: 36/33-40)
“Gökte burçları var eden, onların içinde bir kandil ve aydınlatıcı bir ay vareden Allah
yüceler yücesidir.” (Furkan: 25/61)
“Biz yakın göğü, bir süslü yıldızlarla süsledik.” (Saffat: 37/6)
“Hayır! Yıldızların yerlerine yemin ederim ki, bilirseniz gerçekten bu büyük bir yemindir.”
(Vakıa: 56/75-76)
“Şüphesiz Allah tohum ve çekirdeği yaran, ölüden diri, diriden ölü çıkarandır. İşte size
vasıfları anlatılan o zat Allah’tır. O halde (ona imandan) nasıl çevriliyorsunuz?” (En’am:
6/95)
“O gökten suyu indirendir. İşte biz, bitip gelişen her bitkiyi onunla yetiştirdik. O bitkiden bir
yeşillik çıkardık ki ondan birbiri üzerine binmiş taneler çıkarttık. Hurmanın tomurcuğundan
sarkan salkımlar, üzüm bağları, bir kısmı birbirine benzeyen, bir kısmı da benzemeyen zeytin
ve nar bahçeleri çıkardık. Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her birinin meyvesine bakın!
Kuşkusuz bütün bunlarda inanan bir toplum için ibretler vardır.” (En’am: 6/99)
“Yeryüzüne bir bakmadılar mı ki orada her güzel çiftten nice bitkiler yetiştirmişiz. Şüphesiz
bunlarda birer nişane vardır; ama çoğu iman etmezler.” (Şuara: 26/7-8)
“Allah her canlı şeyi sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı
üzerinde yürür, kimi dört ayağı üzerinde yürür. Allah dilediğini yapar. Çünkü Allah her şey
kadirdir.” (Nur: 24/45)
“Üstlerinde kanatlarını açıp kapatarak uçan kuşları görmediler mi? Onları Rahman olan
Allah’dan başkası tutmuyor. Şüphesiz O her şeyi görmektedir.” (Mülk: 67/19)
“Rabbin bal arısına vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan
kendine evler edin. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı
yaylanın yollarına git. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet çıkar. Orada insanlar
için bir şifa vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır.” (Nahl:
16/68-69)
“Kendi nefislerinde de ibretler vardır. Görmüyor musunuz? Rızkınızda, size vadedilen
şeylerde semadadır. Göğün ve yerin Rabbine andolsun ki bu vaad sizin konuşmanız gibi kesin
ve gerektir.” (Zariyat: 51/21-23)
“Andolsun ki biz insanı çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu emin ve
sağlam karargâhta nutfe haline getirdik. Sonra nutfeyi bir kan pıhtısı haline soktuk; bu bir
lokmacık eti kemiklere çevirdik. Bu kemikleri etle kapladık. Sonunda onu bambaşka bir
yaratık olarak teşekkül ettirdik. -Yapıp- Yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.”
(Mü’minun: 23/12-14)
“İnsan kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı sanar öyle mi? Evet, bizim
onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter.” (Kıyamet: 75/3-4)
“Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O’dur. O’ndan başka ilah yoktur. O mutlak güç ve
hikmet sahibidir.” (Âl-i imran: 3/6)
Mezkur ayetleri serdettikten sonra görülüyor ki Allah teala insan aklını “Büyük hakikat”e
çeviriyor ki O da Allah’ın varlığıdır. Zaten bu O Allah’ın yarattığı tabiatın kâinatın
nişanelerinden bellidir. Kâinattaki her şey O’na muhtaçtır ve dolayısıyla Allah’ın varlığına
şahittirler... Feza alemi ve içinde bulunan güneş ,ay ve yıldızlar, gezeenler, yeryüzü ve içinde
bulunan insanlar, hayvanlar, bitkiler ve cansız varlıklar...
Bu alemi biraraya getiren ve iyice sağlamlaştıran bu sapasağlam bağlantı ve ipincecik düzen...
İşte bunların hepsi sadece yegâne bir gerçeği ortaya koyar. Allah vardır ve bunları yaratan,
yoktan var eden yalnız ve yalnızca O’dur. Nasıl ki hiçbir sanat eseri sanatçısı olmadan
meydana gelmiyorsa, en değerli sanatsal değere sahip olan bu alem de elbetteki sanatkarsız
olmaz.
Eğer akıl, yapıcısı olmayan bir uçağın göklerde uçmasını, üreteni olmayan bir denizaltının da
denizin derinliklerine dalmasını imkansız görüyorsa, bu demektir ki; o akıl, kesin olarak bu
benzersiz âlemin ve güzel tabiatın da bir yaratanın varlığına inanıyor. Böylece bu âhenk ve
düzen bozulmuyor.150
c) Şeriatın Allah’ın varlığına delil olması: Semavi kitapların hepsi bu gerçeği dile
getirmektedir. Bu semavi kitaplarda bulunan ve insanların maslahatlarını ihtiva eden bu
hükümler bu kitapların hikmeti sonsuz ve yarattıklarının maslahatlarını çok iyi bilen bir rab
tarafından gönderilmiş olduklarının delilidir.Vâkıa’nın doğruluğuna tanıklak ettiği bu
kitapların bildirdiği kevni haberler de bu kitapların haber verdiği her şeyi var etmeye kadir bir
rab tarafından indirilmiş olduğuna da delildir.151
Kur’an-ı Kerim Allah’ın varlığını kanıtlayan delillerin en hayırlısıdır. Çünkü alemlere önder,
yol gösterici olmak üzere Rasulü Muhammed’e (s.a.v.) indirdiği kitap o kitaptır. Ayetleri; pek
hikmetli ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından ifade edilmiştir. O bir mucizedir. Onu
korumayı Allah Teala kendi üzerine almıştır.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Kur’an’ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.” (Hicr: 15/9)
Malumdur ki kendisine Kitap indirilen Rasulullah (s.a.v.) okuma-yazma bilmeyen bir yüce
zattır. Buna rağmen Kur’an-ı Kerim Araplara meydan okumuş ve onları Kur’an’ın bir
benzerini veya bir suresinin bir benzerini meydana getirmeye çağırmıştır. Fakat onlar bunu
başaramamış, aciz kalmışlardır. Sebebi de Kur’an’ın, yaratıcı olan Allah tarafından
vahyedilmiş olmasıdır.
“De ki: Andolsun ki; Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler bir
araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler.” (İsra:
17/88)
“Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri
bir sure getirin eğer iddianızda doğru iseniz. Allah’dan gayri şahitlerinizi de çağırınız. Bunu
yapamazsanız –ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı insan ve taş olan ateşten sakının. Çünkü
(o ateş) kâfirler için hazırlanmıştır.” (Bakara: 2/23-24)
Nitekim Kur’an-ı Kerim’in ince sağlam düzeni de onun Allah tarafından indirilen bir kitap
olduğunu ispatlar.
“Hâlâ Kur’an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından
gelmiş olsaydı, onda bir çok tutarsızlıklar bulurlardı.” (Nisa: 4/82)
İşte bu Kur’an-ı Kerim, Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın kelamıdır. Bu söz insanların,
dinlemeğe, okumağa alışageldikleri türden bir şey değildir. Hiçbir kelam, söz, ibare ona
benzeyemez. Hiç kimsenin yapamayacağı mucizevi bir eserdir. Bu da Allah’ın varlığının
delilidir. O Allah ki Kur’an’ı, Rasulü Muhammed’e (s.a.v.) alemlere uyarıcı olsun diye
indirdi.
“Alemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed’e furkanı indiren Allah, yüceler yücesidir.”
(Furkan: 25/1)
Hz. Ali (r.a.) bir hutbesinde şöyle buyuruyor: “O kur’an’da her şeyin izahı vardır. Cenab-ı
Hak buyuruyor ki: “Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” (En’am: 6/38)
Bu ayetler birbirini tasdik eder ve aralarında kesinlikle çelişki yoktur.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Eğer o, Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda bir çok tutarsızlık bulunurdu.”
(Nisa: 4/82)

150
Seyyid Sabık, el-Akidetü’l-İslamiyye: 39; Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Yayınları: 20-26.
151
Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 94-95.
Zahiri çok hoş, batını da çok derindir. Güzellikleri bitmez, hoşlukları tükenmez. Karanlıklar
ancak onunla aydınlanır.”
İmam Suyuti der ki: “Kur’an, ilimlerin menbaı ve ilimler güneşinin doğma yeridir. Allah her
şeyin bilgisini ona bırakmış, sapıklığın da hidayetin de ayrımını onda yapmıştır. Görürsün ki
her bilim ondan yardım bekler ve ona dayanır. Fakih, hükümleri ondan çıkarır. Haram helâlı
ondan elde eder. Nahivci de irab kaidelerini onun üzerine kurar. Yanlış ve doğruyu anlamak
için ona müracaat eder. Beyan ilmiyle uğraşan da onun sayesinde güzel ifadeler kullanabilir.
Belağat metodlarını ona göre düzenler ve kalıp döker. Onda, basiret sahipleri için birçok
kıssalar ve haberler, fikir ve ibret sahipleri için de bir çok vaazlar ve örnekler vardır. Bunların
dışında sayısız bilim dalları vardır ki, onlar da Kur’an-ı Kerim’den istifade ederler. Buna
rağmen akılları kahredecek ve kalpleri sıkıştıracak kadar fasih ve beliğdir ve gaybları bilen
Allah’tan başka kimsenin kadir olamayacağı mucizevi bir sisteme sahiptir.”152
d) Duyuların Allah’ın varlığına delil olması: Bu da iki yolladır:
Birinci yol: Bizler dua edenlerin, dualarının kabul edilmesi, sıkıntıda olanların imdadına
koşulmasına dair duyup tanık olduğumuz hususlar kat’i olarak yüce Allah’ın varlığını
göstermektedir.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Nuh’u da an. Hani o daha önce bize dua etmişti de, onun duasını kabul etmiştik.” (Enbiya:
21/76)
“Hani siz Rabbinizden imdat istiyordunuz. O da duanızı kabul buyurmuştu.” (Enfal: 8/9)
Sahih-i Buhari’de, Enes b. Malik’ten (r.a.) rivayete göre Bedevi bir Arap bir cuma günü
Rasulullah (s.a.v.) hutbe irad ederken mescide girmiş ve şöyle demiş: “Ey Allah’ın Rasulü!
Malımız telef oldu. Çoluk çocuğumuz aç kaldı. Bizim için Allah’a dua et.” Bunun üzerine
Rasulullah (s.a.v.) ellerini kaldırıp dua etti. Bulutlar dağlar gibi ortaya çıkıverdi. Daha
minberinden inmeden yağmur tanelerinin sakalından düşmekte olduğunu gördüm. İkinci
Cuma yine o Bedevi Arap yahut bir başkası kalkıp şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasulü,
binalarımız yıkıldı, mallarımız sular altında kaldı. Bizim için Allah’a dua et.” Bunun üzerine
ellerini kaldırıp Allah’a şöyle dua etti: “Allah’ım etrafımıza, üzerimize değil.” Hangi tarafa
işaret etti ise, mutlaka orada bulut açıldı.”
Şanı yüce Allah’a samimi olarak sığınan ve duanın kabul edilme şartlarını yerine getiren
kimselerin dualarının kabul edilmesi günümüze kadar görülüp tanık olunagelen bir husustur.
İkinci yol: Mucize diye adlandırılan insanların gördükleri yahut ta duydukları peygamberlerin
belgeleri de, onları peygamber olarak gönderenin varlığına dair kesin bir delildir. Onları
gönderen ise yüce Allah’tır, çünkü bunlar beşeriyet güç ve takati dışında olan hususlardır.
Yüce Allah bu olağanüstü olayları peygamberlerini desteklemek ve onlara yardım etmek için
meydana getirir.
Musa’nın (a.s.) ortaya koyduğu belge (mucize) buna örnektir. Yüce Allah kendisine asasıyla
denize vurmasını emredince, o da denize vurdu. Deniz kupkuru on iki ayrı yola ayrılıverdi. Bu
yollar arasında sular ise dağları andırıyordu.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Biz de Musa’ya: Asa’nla denize vur diye vahyettik. Ardından deniz ayrılıp her bir tarafı
büyük bir dağ gibi oldu.” (Şuara: 26/63)
İkinci bir örnek İsa’nın (a.s.) gösterdiği mucizedir. O Allah’ın izniyle ölüleri diriltir ve
kabirlerinden çıkartırdı.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Ve Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim.” (Al-i imran: 3/49)
“Ve yine benim iznimle ölüleri çıkartıyordun.” (Maide: 5/110)
Üçüncü bir örnek de Muhammed’e ait bir örnektir. Kureyş ondan bir mucize göstermesini
isteyince, o da aya işaret etmiş ve ay iki parçaya ayrılmış, herkes de onu böylece görmüştü.
152
Celaleddin es-Suyuti, el-itkan fi ulumi’l-Kur’an: 1/34; Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Yayınları: 26-28.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“O saat (kıyamet) yaklaştı ve ay yarıldı. Eğer bir ayet (mucize) görseler, yüz çevirirler ve:
“Devam edip gelen bir büyüdür.” derler.” (Kamer: 54/1-2)
Yüce Allah’ın Rasullerini desteklemek ve onlara yardım etmek üzere meydana getirdiği bu
tanık olunan apaçık deliller, O’nun varlığının kesin delilleridir. 153
2) Allah’ın Rububiyyetine iman:
3) Allah’ın Uluhiyyetine iman:
4) Allah’ın isim ve sıfatlarına iman:154

MELEKLERE İMAN

“el-Melaike” kelimesi “melek” veya “melak” kelimesinin çoğuludur. Aslı ise elçilik anlamına
gelen “ülüke” kelimesinden türeyen “melek”dir.
Melekler mahlukatın bir çeşididir. Allah onları göklere yerleştirmiş, mahlukatıyla ilgili
görevleri onlara yüklemiştir. Onlar Allah’a isyan etmez ve emrolundukları şeyleri hemen
yerine getirirler. Gece gündüz Allah’ı tenzih ederler ve kesinlikle Allah’a isyan etmezler. Bu
sebeple bizim onlar hakkında Kitap ve Sünnette varid olan haberlere inanıp bunun dışındaki
bilgilerden kaçınmamız gerekir. Bu konular bizim bilebileceğimiz konular değil. Bunları
Allah ve Rasulünün bildirmesiyle biliriz.155
Meleklere iman da imanın rükunlarından biridir. Bu Kitap ve sünnetin kesin delilleriyle
sabittir.
Kitaptan delili: “Rasul, Rabbi tarafından kendisine gönderilene iman etti, mü’minler de iman
ettiler. Onlardan her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler.”
(Bakara: 2/285)
Sünnetten delili: Cibril’in “iman nedir?” diye sorduğu meşhur hadiste meleklere iman da
belirtilmiştir.156
Yaratılışı ve Özellikleri: Allah Teala melekleri Adem’den önce yaratmıştır.
Melekler alemi bir gayb alemidir. Melekler Allah tarafından yaratılmış ve Allah’a ibadet eden
varlıklardır. Uluhiyyet ve rububiyyet özelliklerinden hiçbirini taşımazlar. Allah onları nurdan
yaratmış ve onlara emirlerini tam anlamıyla uyma imkanı ile bu emirlerini yerine getirme
gücünü vermiştir.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“O’nun yanında olanlar ise O’na ibadete karşı büyüklenmezler ve usanmazlar. Gece ve
gündüz aralıksız (O’nu) tesbih ederler.” (Enbiya: 21/19-20) 157
Sayıları: Meleklerin sayısı pek çoktur, sayılarını Allah’tan başka hiçbir kimse bilemez.
Buhari ile Müslim’de yer alan Enes (r.a.) yoluyla gelen ve Miracı anlatan hadis-i şerifte
bildirildiğine göre Rasulullah’a (s.a.v.) semadaki el-Beytü’l-Ma’mur gösterilmiş ve orada her
gün yetmiş bin meleğin namaz kıldığı, oradan çıkanlara ise bir daha ebediyyen oraya girmek
için sıra gelmediği bildirilmektedir. 158
Reisleri: Meleklerin reisleri üçtür. Cebrail, Mikail, İsrafil. Hayat görevleri bunlara verilmiştir.
Vahiy Cibril’e; su ve yağmur işleri Mikail’e; Sûr’a üfürme görevi de İsrafil’e verilmiştir.
Cebrail ve Mikail Kur’an-ı Kerim’de anılmışlardır.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Cebrail’e kim düşman ise şunu iyi bilsin ki Allah’ın izniyle Kur’an’ı senin kalbine bir
hidayet rehberi, önce gelen kitapları doğrulayıcı ve mü’minler için de müjdeci olarak o
153
Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 95-96.
154
Bu üç konu Tevhid ve türleri konusunda işlendi oraya bakınız.
155
Fethu’l-Bari: 4/332; Şerhü’l-Akidetu’t-Tahaviyye: 15; Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Yayınları: 52.
156
Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Yayınları: 52-53.
157
Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 104.
158
Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 104.
indirmiştir. Zira kim Allah’a düşman olursa bilsin ki Allah da inkârcı kâfirlerin düşmanıdır.”
(Bakara: 2/97-98)
Kur’an-ı Kerim’de adı geçen meleklerden biri de cehennem bekçisi olan Malik’dir.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Ey Malik! Rabbin bizim işimizi bitirsin, diye seslendiler.” (Zuhruf: 43/77)
Bazı meleklerin adları da sahih hadislerde zikredilmiştir.159
Kapsamı: Meleklere iman şu dört hususu kapsar:
1) Onların varlıklarına iman etmek.
2) Cebrâil gibi isimlerini bildiğimiz meleklere ismen, isimlerini bilmediklerimize de icmalen
iman etmek.
3) Cebrâil gibi sıfatlarını bildiğimiz meleklerin o sıfatlarına da iman etmek. Mesela
Rasulullah (s.a.v.) Cebrail’i (a.s.) yaratılmış olduğu surette altı yüz kanadı ile ufuğu kapatmış
haliyle gördüğünü bize haber vermiş bulunmaktadır.
Melek bazen yüce Allah’ın emriyle adam suretine de girebilir. Nitekim Cebrail’i (a.s.) yüce
Allah Meryem’e (a.s.) gönderdiği sırada tam bir beşer suretinde görünmüştü. Aynı şekilde
Rasulullah (s.a.v.) de ashabı ile birlikte otururken son derece beyaz elbiseli, oldukça siyah
saçlı, üzerinde yolculuğun izlerini taşımayan ve ashab-ı kiram’dan hiçbir kimsenin
tanıyamadığı surette geldiği de bilinen bir husustur. Cebrail, Rasulullah’ın (s.a.v.) önünde
oturmuş, dizlerini dizlerine dayamış, ellerini de dizleri üzerine koyup Rasulullah’a islam,
iman, ihsan, kıyamet ve kıyametin alametlerine dair soru sormuştur. Rasulullah (s.a.v.)
sorularına cevap verdikten sonra, ayrılıp gitmiştir. Daha sonra da Rasulullah (s.a.v.): “Bu
Cebrâil’dir, size dininizi öğretmek üzere gelmiştir.” diye buyurmuştur. Bu hadisi Müslim
rivayet etmiştir.
Aynı şekilde yüce Allah’ın İbrahim ve Lut’a (ikisine de selam olsun) göndermiş olduğu
melekler de adam suretine bürünmüşlerdi.
4) Yüce Allah’ın emri ile yerine getirdiklerini bildiğimiz amellerine iman etmek. Meleklerin
yüce Allah’ı tesbih etmeleri, gece-gündüz usanmadan ve yorulmadan O’na ibadet etmeleri
gibi.
Kimi meleklerin özel bir takım işleri de bulunabilir.
Mesela Cebrail yüce Allah’ın vahyinin eminidir. Allah vahiy ile onu nebi ve rasullere
göndermiştir.
Mikâil yağmur ve bitki ile görevlidir.
İsrâfil, kıyametin kopacağı ve insanların diriltilecekleri vakit Sûr’a üflemekle görevlidir.
Ölüm meleği ölüm esnasında ruhları almakla görevlidir.
Cehennem ateşi ile görevli olan melek de cehennemin bekçisidir.
İnsanın annesinin karnında dört ayı tamamlaması halinde rahimlerdeki ceninlerle görevli
melekler de vardır. Bu duruma gelmiş olan cenine yüce Allah bir melek gönderir ve ona, o
ceninin rızkını, ecelini, amelini, mutlu mu yoksa bedbaht mı olacağını yazar.
Her bir kişi için ayrı ayrı olmak üzere Âdemoğullarının amellerini tesbit edip yazmakla
görevli ikişer melek vardır. Bunlardan biri sağda, diğeri de solda bulunur.
Ölü kabre konulduğu vakit ona soru sormakla görevli olan melekler de vardır. Kabre konulan
ölüye eke melek gelir ve rabbi, dini ve peygamberi hakkında ona soru sorarlar. 160
Meleklere İmanın Faydaları:
Meleklere imanın çok önemli faydaları vardır. Bunların bazıları şunlardır:
1) Yüce Allah’ın azameti, gücü ve uçsuz bucaksız egemenliği bilinmiş olur. Çünkü yaratılanın
azameti, yaratıcının azametinin bir tecellisidir.

159
Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Yayınları: 55.
160
Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 104-106.
2) Âdemoğullarına gösterdiği inayet dolayısıyla yüce Allah’a şükretmek. Çünkü o bu
melekler arasından Âdemoğullarını korumak, amellerini yazmak ve buna benzer onların
çeşitli işlerini yerine getirmek üzere melekler görevlendirmiştir.
3) Yüce Allah’a ibadetleri dolayısıyla melekleri sevmek. 161
Melekleri İnkâr Etmenin Hükmü: Sapkın bir takım kimseler meleklerin kendilerine has bir
cisimlerinin olduğunu kabul etmeyerek onların mahlukatta gizli bulunan hayır güçlerden
ibaret olduklarını söylemişlerdir. Bu ise yüce Allah’ın Kitabını ve Rasulünün sünneti ile
müslümanların icmaını yalanlamak demektir.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Hamd göklerle yeri yoktan var eden, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçiler kılan
Allah’a mahsustur.” (Fatır: 35/1)
“Meleklerin o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura ve: ‘O yakıcı azabı tadın’ diye diye
canlarını alırken bir görseydin.” (Enfal: 8/50)
“Sen zalimleri ölümün sıkıntıları içinde meleklerin ellerini uzatarak: ‘Ruhlarınızı çıkarın...’
derken bir görsen..” (En’am: 6/93)
“Nihayet kalplerinden krku giderilince: ‘Rabbiniz ne buyurdu?’ diyecekler, onlar: ‘Hak
(buyurdu)’ diyeceklerdir. O, çok yüce, çok büyüktür.” (Sebe: 34/23)
“Melekler de her kapıdan onların yanına girip: ‘Sabrettiğiniz şeylere karşılık selam sizlere
(dünya) yurdun (un) ne güzel sonucudur bu!’ derler.” (Rad: 13/23-24)
Ebu Hureyre’den (r.a.) Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Allah bir kulu sevdi mi Cebrail’e: Şüphesiz Allah filan kişiyi sever, sen de onu sev, diye nida
eder. Cebrail de onu sever. Sonra Cebrail de semadakiler arasında şöyle seslenir: Muhakkak
Allah filan kişiyi sever, siz de onu seviniz. Bu sefer semadakiler de onu sever, daha sonra da o
kimse için yeryüzünde (hüsn-ü) kabul konulur.”162
Ebu Hureyre’den (r.a.) Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Cuma günü oldu mu mescidin her bir kapısı üzerinde melekler durur ve sırasıyla önce
gelenleri yazarlar. İmam (hutbe okumak üzere minbere) oturdu mu onlar da sahifeleri
dürerler ve gelip zikri (hutbeyi) dinlerler.”163
İşte bu naslar meleklerin sapkın kimselerin söyledikleri gibi; manevi güçler olmayıp
kerdilerine has bir cisimlerinin bulunduğu noktasında apaçıktır. Bu nassların gereğini de
müslümanlar icma ile kabul etmiş bulunmaktadırlar. 164

KİTAPLARA İMAN

Kitaplar (el-kütüb) kitabın çoğulu olup yazılmış şey (mektûb) anlamındadır. Burada
kitaplardan kasıt yüce Allah’ın insanlara bir merhamet olarak onları hidayete iletmek üzere
rasullerine indirmiş olduğu kitaplardır. Böylelikle insanlar bu kitaplar sayesinde dünya ve
ahirette kendilerini mutlu kılacak şeylerle uğraşırlar.
Kitaplara iman etmek şu dört hususu ihtiva etmektedir:
1- Bu kitapların gerçekten Allah’tan indirilmiş olduklarına iman etmek.
2- İsmen bildiklerimize, ismen iman etmek. Muhammed’e –sallallahu aleyhi ve sellem-
indirilmiş Kur’an, Musa’ya –aleyhi’s-selam- indirilmiş Tevrat, İsa’ya –aleyhi’s-selam-
indirilmiş İncil, Davud’a –aleyhi’s-selam- indirilmiş Zebur gibi. Adını bilmediğimiz kitaplara
da icmalen iman ederiz.
3- Bu kitapların sahih olarak nakledilen haberlerini tasdik etmek. Kur’an’ın haberleri ile
önceki kitaplardan değiştirilmeyen ya da tahrif edilmeyen haberler gibi.

161
Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 106.
162
Buhari.
163
Buhari.
164
Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 107-108.
4- Nesh olunmamış hükümleriyle amel edip hikmetini ister kavramamış olalım, ister
kavramamış olalım bunlara da rıza ve teslimiyet göstermek.
Daha önce indirilmiş bütün kitaplar ise Kur’an-ı Azimu’ş-Şan ile neshedilmiştir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Biz sana da Kitabı hak ile kendinden önce indirilen kitapları doğrulayıcı ve onlar üzerinde
bir hakim olmak üzere indirdik.” (Maide: 5/48)
Buna göre Kur’an-ı Kerim’in benimseyip, sahih olanlar dışında önceki kitapların
hükümlerinden herhangi birisiyle amel etmek caiz değildir. 165

Kitaplara İmanın Faydaları:

Kitaplara imanın oldukça önemli bir takım etkileri vardır. Bunların bazıları şunlardır:
1- Her bir kavme kendilerini hidayete erdirmek üzere bir kitap indirmiş olduğu için yüce
Allah’ın kullarına gösterdiği inâyeti bilmek.
2- Yüce Allah’ın şeriatındaki hikmetleri bilmek. Çünkü yüce Allah her bir kavme durumlarına
uygun düşecek şekilde şeriatler göndermiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik.” (el-Maide: 5/48)
3- Bu hususta Yüce Allah’ın nimetine şükretmek. 166

PEYGAMBERLERE İMAN

“Rusul: Peygamberler” kelimesi “rasul”ün çoğulu olup, “mürsel” demektir. Bu da bir şeyi
tebliğ etmek üzere gönderilen kişi anlamına gelir. Burada kasıt ise yüce Allah’ın insanlar
arasından kendisine bir şeriat vahyedip, o şeriatı tebliğ etmesini emrettiği kimsedir.
Rasullerin ilki Nuh, sonuncusu da Muhammed’dir (s.a.v.) Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Nuh’a ve ondan sonraki rasullere vahyettiğimiz gibi muhakkak biz sana da vahyettik.”
(Nisa: 4/163)
Sahih-i Buhari’de, Enes b. Malik’ten (r.a.) rivayet edilen şefaat hadisinde belirtildiğine göre
Rasulullah (s.a.v.) insanların Adem’e (a.s.) başvurarak kendilerine şefaat etmesini
isteyeceklerini, onun da özür belirterek onlara: “Nuh’a gidiniz, o Allah’ın gönderdiği ilk
rasuldür” diyeceğini belirtmekte ve hadisin tamamını zikretmektedir. Yüce Allah da
Muhammed (s.a.v.) hakkında şöyle buyurmaktadır: “Muhammed sizin adamlarınızdan
kimsenin babası değildir; fakat o Allah’ın Rasulü ve peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzab:
33/40)
Yüce Allah’ın kavmine bağımsız bir şeriat ile bir rasul göndermediği yahut ta kendisinden
önceki peygamberin şeriatını yenilemek üzere vahiy ettiği bir peygamber (nebi) göndermediği
hiçbir ümmet yoktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun ki biz her ümmet arasında: “Allah’a ibadet edin ve tağuttan kaçının diye bir
peygamber göndermişizdir.” (Nahl: 16/36)
“Arasında bir uyarıcının gelip geçmediği hiçbir ümmet de yoktur.” (Fatır: 35/24)
“Şüphesiz Tevrat’ı biz indirdik ki onda bir hidayet ve bir nur vardır. Allah’a teslim olmuş olan
peygamberler, rabbaniler ve bilginler de... onunla Yahudilere hükmederlerdi.” (Maide: 5/44)
Rasuller de yaratılmış insanlardır. Rububiyyet ve uluhiyyet özelliklerinin hiçbirisine sahip
değildirler. Yüce Allah rasullerin efendisi, Allah nezdinde en yüksek mertebeye sahip
peygamberi Muhammed (s.a.v.) hakkında şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Ben kendim için –Allah’ın dilediğinden başka- ne bir fayda sağlayabilirim, ne de bir
zarar. Eğer gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır yapardım ve bana hiçbir fenalık
dokunmazdı. Ben ancak bir uyarıcı ve iman eden bir topluluğu müjdeleyenim.” (A’raf: 7/188)
165
Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 108-109.
166
Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 109.
“De ki: Gerçek şu ki beni (evet) beni Allah’tan asla kimse kurtaramaz ve ben O’ndan başka
sığınacak kimse de asla bulamam.” (Cin: 72/22)
Hastalık, ölüm, yemeğe ve içeceğe ihtiyaç duymak ve buna benzer beşeri özellikler onlar
hakkında da söz konusudur. Yüce Allah İbrahim’in (a.s.) Rabbini nitelendirirken şunları
söylediğini bize nakletmektedir:
“Beni yediren ve içiren O’dur. Hastalandığımda bana şifa veren O’dur. Beni öldüren sonra
diriltecek olan O’dur.” (Şuara: 26/79-81)
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
“Ben ancak sizin gibi bir insanım. Unuttuğunuz gibi unuturum. Bu sebeple ben unutacak
olursam, siz bana hatırlatın.”
Yüce Allah en üstün mevkilerinden söz ederken ve onlardan övgü sadedinde kendisine kul
olmakla (ubudiyetle) onları nitelendirmiş bulunmaktadır. Mesela Nuh (a.s.) hakkında:
“Şüphesiz o çok şükreden bir kuldu.” (İsra: 17/4) diye buyurmaktadır. Muhammed (s.a.v.)
hakkında da: “Hak ile batılı ayıranı, âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna (Muhammed’e)
indiren (Allah) ne yüce, ne mübarektir.” (Furkan: 25/1) diye buyurmaktadır.
İbrahim, İshak ve Yakub (a.s.) hakkında da şöyle buyurmaktadır:
“Güçlü ve basiretli kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub’u da an. Çünkü biz onları bir hasletle
ihlaslı kıldık ki bu da (ahiret) yurdu(nu) anmaktır. Muhakkak onlar yanımızda seçkinlerden ve
hayırlılardan idiler.” (Sad: 38/45-47)
“Meryem oğlu İsa hakkında da şöyle buyurmaktadır:
“O ancak kendisine nimet verdiğimiz bir kuldur ve biz onu İsrailoğullarına bir misal kıldık.”
(Zuhruf: 43/59)
Peygamberlere iman şu dört hususu ihtiva etmektedir:
1) Onların yüce Allah tarafından hak ile, elçi olarak gönderildiklerine iman etmek. Onlardan
herhangi birisinin risaletini inkar eden bir kimse, hepsini inkar etmiş demektir. Nitekim yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
“Nuh kavmi rasulleri yalanladılar.” (Şuara: 26/105)
Yüce Allah böylelikle onları rasulleri yalanlamış olmakla nitelendirmektedir. Halbuki onu
yalanladıklarında Nuh’dan başka rasul yoktu. Buna göre Muhammed’i (s.a.v.) yalanlayan ve
ona tabi olmayan Hristiyanlar aynı zamanda Meryem oğlu Mesih’i yalanlamakta ve ona tabi
olmamaktadırlar. Özellikle de İsa (a.s.) onlara Muhammed’in (s.a.v.) gönderileceğini de
müjdelemişti. Onlara geleceğini müjdelemesinin, onun kendilerine gönderilmiş ve Allah’ın
kendisi vasıtasıyla kendilerini sapıklıktan kurtarıp dosdoğru yola ileteceği bir rasul
olmasından başka hiçbir anlamı yoktur.
2) Peygamberlerden ismini bildiğimiz kimselere ismiyle iman etmek gerekir. Muhammed,
İbrahim, Musa, İsa ve Nuh (a.s.) gibi. Adı anılan bu beş peygamber, rasuller arasından Ulu’l-
Azm diye bilinirler. Yüce Allah onları Kur’an-ı Kerim’de iki yerde zikretmiş bulunmaktadır:
“Hani biz peygamberlerden, senden, Nuh’tan, İbrahim’den, Musa’dan ve Meryem oğlu
İsa’dan ahidlerini almıştık.” (Ahzab: 33/7)
“O: ‘Dinidosdoğru tutun, onda ayrılığa düşmeyin’ diye dinden Nuh’a tavsiye ettiğini, sana
vahyettiğimizi, İbrahim, Musa ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi size de şeriat yaptık.” (Şura: 42/13)
İsimlerini bilmediğimiz peygamberlere de icmalen iman ederiz. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Andolsun biz senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan kiminin kıssalarını sana
anlattık. Kiminin kıssalarını da anlatmadık.” (Mü’min: 40/78)
3) Onlardan bize sahih olarak nakledilen haberlerini tasdik etmek.
4) Onlardan bize gönderilmiş rasulün şeriatı gereğince amel etmek. Bu rasul de sonuncuları
olan Muhammed’dir (s.a.v.) o bütün insanlara da peygamber olarak gönderilmiştir. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Hayır! Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp sonra da
verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim
olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa: 4/65)167

Peygamberlere İmanın Faydaları:

Peygamberlere imanın oldukça önemli etkileri vardır. Bunlardan bazıları:


1) Yüce Allah’ın kullarına olan rahmet ve inayetini bilmek. Çünkü onları Allah yoluna iletme,
Allah’a nasıl ibadet edeceklerini kendilerine anlatmak üzere peygamberler göndermiştir. Zira
insan aklı tek başına bunları bilemez.
2) Bu büyük nimeti dolayısıyla yüce Allah’a şükretmek.
3) Yüce Allah’ın gönderdiği peygamberleri sevmek, onları ta’zim etmek ve onlara yakışır
şekilde övgüyle söz etmek. Çünkü onlar Allah’ın rasulleridir, onlar Allah’a gerçekten ibadet
etmiş, risaletini tebliğ etmiş ve O’nun kullarına samimi olarak öğüt vermişlerdir.
İnatçı kimseler peygamberlerini, Allah’ın rasulleri insanlar arasından olmazlar iddiasıyla
yalanlamaya kalkışmışlardır. Yüce Allah onların bu iddialarını şu buyruğuyla söz konusu
etmiş ve çürütmüş bulunmaktadır:
“Kendilerine hidayet geldiği zaman insanları iman etmekten alıkoyan tek şey onların: “Allah
bir insanı mı peygamber olarak gönderdi?” demeleri olmuştur. De ki: “Şayet yeryüzünde
yerleşmiş yürüyen melekler olsaydı biz onlara gökten melek bir peygamber gönderirdik.”
(İsra: 17/94-95)
Yüce Allah bu iddiayı gönderilen rasulün de mutlaka bir insan olmasının kaçınılmaz olduğunu
belirterek çürütmektedir. Çünkü bu rasul yeryüzünde yaşayanlara gönderilmiştir, onlar da
insandırlar. Şayet yeryüzünde yaşayanlar melek olsalardı, yüce Allah da onlara semadan elçi
bir melek gönderirdi. Böylelikle o da onlar gibi olsun. İşte yüce Allah peygamberleri
yalanlayanlar hakkında bize şunları söylemektedir:
“Dediler ki: “Siz de ancak bizim gibi bir insansınız. Atalarımızın taptıklarından bizi
alıkoymak istiyorsunuz, o halde bize apaçık bir delil getirin.” Peygamberleri onlara şöyle
demişti: “Biz ancak sizin gibi bir insanız. Ancak Allah (peygamberlik nimetini) kulları
arasından dilediği kimselere lutfeder. Allah’ın izni olmadıkça bizim size apaçık bir delil
getirmemize imkan yoktur.” (İbrahim: 14/10-11) 168

AHİRET GÜNÜNE İMAN

Ahiret günü yüce Allah’ın insanları hesap ve ceza (amellerin karşılıklarının verilmesi) için
dirilteceği kıyamet günüdür. Ona bu ismin veriliş sebebi, ondan sonra gün olmayacağından
dolayıdır. Çünkü artık cennetlikler konaklarına, cehennemlikler de yerlerine yerleşmiş
olacaklardır.
Ahiret gününe iman üç hususu kapsar:
1) Öldükten sonra dirilişe iman etmek: Öldükten sonra dirilişi (el-Ba’s) Sur’a ikinci defa
üfürüleceği vakit ölülerin diriltilmesidir. O zaman insanlar âlemlerin Rabbinin huzuruna
çıplak ayaklı, üzerlerinde elbise olmaksızın ve sünnet edilmemiş halleriyle kalkacaklardır.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“İlk yaratmaya başladığımız gibi onu tekrar iade ederiz. Üzerimize bir vaad olarak bunu
mutlaka yapacağız.” (Enbiya: 21/104)
Ba’s (öldükten sonra diriliş) sabit değişmez bir hakikattir. Kitap, sünnet ve müslümanların
icmaı buna delil teşkil etmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

167
Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 109-113.
168
Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 113-114.
“Bundan sonra şüphesiz siz öleceksiniz. Sonra da şüphesiz ki sizler kıyamet gününde elbette
diriltileceksiniz.” (Mü’minin: 23/15-16)
Rasulullah (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur:
“İnsanlar kıyamet gününde çıplak ayaklı ve sünnet edilmemiş halleriyle haşredileceklerdir.”
Hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.
Müslümanlar da öldükten sonra dirilişin sabit olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Ayrıca
hikmetin gereği de budur. Çünkü Yüce Allah’ın yaratmış olduğu bu varlıkları tekrar
diriltmelerini ve peygamberleri vasıtasıyla kendilerini yükümlü kıldığı hususlar dolayısıyla
onlara amellerinin karşılığının verilmesini gerektirmektedir. İşte yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Acaba siz, bizim sizi boşuna yarattığımızı ve sizin bize gerçekten döndürülmeyeceğinizi mi
zannettiniz?” (Mü’minun: 23/115)
Yüce Allah peygamberine hitaben de: “Sana Kur’an’ı farz kılan Allah, elbette seni bir dönüş
yerine geri çevirecektir.” (Kasas: 28/85) diye buyurmaktadır.
2) Hesab ve cezaya iman etmek. Kul amelleri dolayısıyla hesaba çekilecek ve yaptıklarının
karşılığı ona verilecektir. Buna da Kitap, sünnet ve müslümanların icmaı delil teşkil
etmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Şüphe yok ki dönüşleri yalnız bizedir, sonra da hesaplarını görmek de şüphesiz yalnız bize
aittir.” (Ğaşiye: 88/24-25)
“İyilikle gelene bunun on misli vardır. Bir günah ile gelen de ancak onun misliyle
cezalandırılır, onlara zulmedilmez.” (En’am: 6/160)
“Kıyamet gününe has adalet terazilerini koyarız. Kimseye en ufak bir zulüm yapılmaz. (İyliği)
bir hardal tanesi ağırlığınca olsa bile biz onu getiririz. Hesaba çekenler olarak biz yeteriz.”
(Enbiya: 21/47)
İbni Ömer’den (r.a.) riveyete göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Allah mü’mini
yaklaştırır, onun üzerine örtüsünü koyar ve onu örter. Ona der ki: Şu günahı(nı) biliyor
musun? Kul da: “Evet ey Rabbim” der. Bütün günahlarını tek tek ona söyletir. Kul artık
kendisinin helak olacağı kanaatine sahip olduğu sırada yüce Allah ona şöyle diyecek:
Dünyada iken ben senin bu günahlarını sakladım, bugün de bu günahlarını sana
bağışlıyorum. Sonra da ona yaptığı iyiliklerin yazılı olduğu kitabı verilir. Kâfirlerle
münafıklara gelince, bütün insanların işiteceği bir şekilde onlara şöyle seslenilir: İşte bunlar
Rablerine karşı yalan söyleyen kimselerdir. Şunu bilin ki Allah’ın laneti zalemlerin
üzerinedir.” Hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.

Ahiret Gününe İmanın Faydaları:

KADERE İMAN

Kadere İmanın Faydaları:

İLAH

“De ki: “Ey Kâfirler! Ben sizin ibadet ettiklerinize ibadet etmem. Siz de benim ibadet
ettiklerime ibadet etmezsiniz. Ben sizin ibadet ettiklerinize ibadet edecek değilim. Siz de
benim ibadet ettiklerime ibadet edecek değilsiniz. O halde sizin dininiz size, benim dinim
bana!” (Kâfirun: 109/1-6)
RAB

Rab; Anlam ve Mâhiyeti:


“Rabb” kelimesi, terbiye eden ve yetki sahibi anlamında Arapça bir isimdir. Bu kelime
aynı zamanda, ıslah etmek, üzerinde tasarrufta bulunmak, kemâle erdirmek, efendi olmak,
sorumluluğunu yüklenmek, başkanlık yapmak, mâlik ve sahip olmak, sözü dinlenmek, itaat
edilmek, üstünlüğü ve otoritesi kabul edilmek gibi anlamlara da gelir.
Kur’ânî bir terim olarak Rab; varlıklar âlemini yaratan, terbiye ederek geliştiren, onları
maddî ve mânevî olgunluğa götüren, terbiyenin bütün gereklerine mâlik ve her şeye sahip
olan Allah anlamına gelmektedir. Allah'ın umumi isimlerindendir. Kur'an'da Allah lafzından
sonra en çok kullanılan isimdir; 968 defa geçer. Nüzul sıralamasında ilk âyette kullanılan
isim/sıfat, Rab ismi olduğu gibi, Kur'an'ı açtığımızda bizi ilk karşılayan Fâtiha'nın
başlangıcında da yine O'nun onlarca ismi arasından seçilerek başa alınan Rab ismidir.
Rab, sadece terbiye eden (mürebbî) anlamında olmayıp, yardım etmek, yol göstermek,
tasarruf etmek, korumak, her şeye hâkim olmak, emretmek ve yasaklamak, sakındırmak gibi
terbiyenin bütün gereklerine sahip olabilmeyi de ifade etmektedir. Bunun için rab denilince,
sadece terbiye ve mâlik olma durumları değil; her şeye sahip olan ebedi ve sonsuz kudret
sahibi Allah anlaşılmalıdır. Bu özelliğinden dolayı rab kelimesi, Allah'tan başka varlıklar için,
bir şeye izâfe edilmeden tek olarak kullanılamaz.
Kur'an'da Rab ismi, sonsuz kudreti ile her şeyi idaresi altına alan, yöneten, terbiye eden ve
bunları yapabilecek kudrete mâlik olan Allah anlamına gelmektedir. Ayrıca, Rab ismi, her şeyi
idare eden, koruyup gözeten, hâkimiyeti altında bulunduran ve gerçek rab olan Allah'a, O'nun
rubûbiyet bağına, mutlak tevhid ve tam bir kulluk şuuru ile bağlanmayı da ifade etmektedir.
Allah'tan başkasının hükmünü hüküm edinmemek, O'nun dinini her şeyden üstün tutmak,
bütün mahlûkatı O'nun mutlak hâkimiyetine teslim olmuş bilmek, Allah'ı gerçek rab olarak
tanımak demektir.
Allah, kendi katında tek geçerli din olan İslâm'ı, insanları, kullara ve diğer varlıklara
ibâdet etmekten kurtarıp, Allah'a kulluk etmeleri için göndermiştir. İslâm, insanları kulların
zulmünden, Allah'ın adaletine götürür. Tevhid gerçeğinin birinci şartı, Rubûbiyette tevhiddir.
Yani gerçek Rab ve Hâkim olanın tek bir Allah olduğuna inanmaktır. İkinci şartı da, kullukta
tevhiddir; bu da Allah'tan başkasına kulluk etmemektir. İnsan, Rabbine ibadet etmekle
yükümlüdür. Müslüman, yalnızca Allah'a ibâdet eden kimsedir. Sadece Allah'a ibâdet ise,
Allah'tan başkasını rab edinmemek, O'na hiçbir varlığı ortak koşmamak demektir.
İslâm, insanları, birbirlerine kul olmaktan kurtaran hürriyet dinidir. Sadece İslâm dinidir
ki, insanları bir olan Rabb'a ibâdet etmeye çağırmış ve onları çeşitli bâtıl inançların yanlış
sonuçlarından koruyarak, böylece onları Allah'ın dışındaki varlıklara kul olmaktan
kurtarmıştır.
Kur'an'da Rab Kavramı:
“Rab” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de tam 970 yerde geçer. Rab kelimesinin çoğulu olan
“erbâb” 4 yerde (3/64, 80, 9/31, 12/39) ve bu kelimeden türemiş olan din ilimlerinde rusuh
sahibi, bilginler anlamındaki “rabbâniyyûn” 2 (5/44, 63), "Rabbanîyn” bir (3/79), “ribbiyyûn”
ise bir yerde kullanılır (3/146). Ayrıca bir adamın hanımının başka kocadan olan üvey kızı
anlamındaki “Rabaib” kelimesi de bir yerde geçmektedir (4/23). Toplam olarak “rab” kelimesi
ve türevleri Kur’an’da 979 yerde tekrar edilir.
Kur’an-ı Kerim, besmeleden sonra “Hamd, âlemlerin Rabbı Allah’a aittir” cümlesiyle
başlamaktadır. Bu giriş oldukça ilginçtir. Vahy kitabı olan Kur’an söze Allah’a ait en önemli
özelliği vurguluyarak, insanlara bu önemli gerçeği hatırlatarak başlıyor: Allah’ın Rablığı. Her
türlü övgü, her türlü saygı ve itaat ifadesi, her türlü şükran duygusu ve bağlılık; bütün
âlemlerin, âlem diye nitelediğimiz bütün varlıkların asıl sahibi, mâliki, yöneteni, bakıp
gözeteni, koruyup ihtiyaçlarını gidereni, onlara dilediği gibi yön veren yüce güç sahibi
Allah’a aittir. Kur’an, O’nun sözüdür ve O yaratıp şekil verdiği insanları müdeliyor,
korkutuyor doğru yola dâvet ediyor. Çünkü O, âlemlerin Rabbı Allah’tır.
Rab ismi, Kur'an'da Allah lafzından sonra en çok kullanılan isimdir. İlginçtir ki, ilk nâzil
olan 30 sûrede "Rab" ismi 80 kez geçtiği halde, "Allah" ismi sadece 20 kez geçer. Buna göre
Rab lafzı, Allah lafzının dört katı olmuş oluyor. Elbet bu gerçek, tesadüfle açıklanamaz.
Kur'an, ilk mü'minlerin gönlünde sahih bir Allah inancını oluşturmayı hedeflemişti.
Çünkü sorun insanları Allah'ın varlığına inandırma sorunu değildi. Câhiliye insanı Allah'ın
varlığına zaten inanıyordu. Ama bu insanlar sahih Allah inancını kaybettikleri, Allah'ın olanı
başkalarıyla paylaştırdıkları için sapıtmışlardı. Bu nedenle Allah, ilk indirdiği âyetlerinde
insanların zihinlerinde kendi rablığını silinmez bir biçimde yazmayı murad ediyordu. Bundan
dolayıdır ki, yaratıcının en büyük ismi olan "Allah"ın dört katı olarak "Rab" ismi
kullanılmıştı. Rablığı kabul edilmemiş bir Allah'a müşrikler zaten öteden beri inanıyorlardı.
İşte Kur'an, Allah'ın rab oluşunu ilk mü'minlerin kalbine ve kafasına silinmez harflerle
yazdıktan sonradır ki, taşın gediğine konduğunun delili olarak, tam sekiz ayrı yerde şu hitapta
bulunuyordu: "Zâlikumullahu Rabbukum: İşte bu Allah'tır sizin Rabbınız" (Mü'min: 40/62,
64) Yani, ancak Allah olan, rabbınız olabilir, deniliyor. "Rabbımız Allah'tır deyip sonra da
dosdoğru olanlar" (Fussılet: 41/30) ebedî saâdetle müjdeleniyordu.
Kur'an'da rablığın belirgin özellikleri açık olarak bildirilmiştir. Bunların başında,
insanlardan mutlak itaat ve kulluk istemek, insanlık hayatını ve varlıklar âlemini düzenleyen
ilâhî nizamlar koymak, mutlak değer ölçüleri belirtmek gibi özellikler gelir. Bunlardan birini
kendine tahsis eden insan, rablık iddiasında bulunmuş olur. Allah, Kur'ân-ı Kerim’de, ibâdet
edilecek tek rab olduğunu açık bir şekilde bildirmiş ve kendisine bu konuda şirk/ortak
koşulmamasını istemiştir. Buna rağmen, insanların yine de Allah'tan başka varlıkları rab
edindikleri görülmektedir. Bir kısım insanlar çıkıyor, rabba ait olan özellikleri kendilerine mal
etmeye kalkışıyorlar. Sonra da insanları gerçek Rabb'ın emir ve yasakları dışında kendi
koydukları kurallara, ilkelere, değer ölçülerine ve kendi düşüncelerine kayıtsız şartsız uymaya
çağırıyorlar. Oysa bu durum, rablık iddia etmenin ta kendisidir. Bazı insanlar her ne kadar
onlar için secdeye varmasalar da Allah'ın koyduğu hükümleri bırakıp, onların gayr-ı meşrû
emirlerini benimseyerek dinlemek suretiyle onlara kul olma derekesine düşerler. Onların bu
durumu Allah'tan başkalarını rab edinmeleri demektir. Kur'an'daki rabla ilgili âyetler bu
konuyu açıkça ortaya koymaktadır.169
Kur’ân-ı Kerim, sık sık, insanların ve bütün evrenin Rabbının Allah olduğunu
vurgulamaktadır. O, kendi irâdesiyle evreni ve içindekileri yaratıp şekil vermiş,
biçimlendirmiştir. Yarattığı her şeyin tek sahibi ve maliki O’dur. O aynı zamanda yarattığı
evreni ve içindekileri yönetmektedir, her şeye tasarruf etmektedir. Bu tasarruf etmenin
içerisinde elbette yaratılmışların ihtiyacı olan şeyleri onlara karşılıksız vermek de vardır.
Kur’an’da Rabb’ın Manaları: Kur’an-ı Kerim, Rab kelimesini bir kaç manada
kullanmaktadır:
1) Özel İsim Olarak: Birçok yerde Rab kavramı, Allah’ın özel ismi olarak geçmektedir
(26/77-80; 73/9; 6/164).
2) Kendisine Yönelinen: Bazı âyetlerde, etrafında toplanılan, kendisine dönülen en yüce
varlık anlamında kullanılmaktadır. Bu anlam ile Allah’ın özel ismi Rab arasında bağlantı
vardır. (Sebe’: 34/26)
3) Karşı Gelinemeyen Otorite: Emrine uyulan, kendisinden daha üstün kimsenin
olmadığı, koyduğu ilkelere uyulan ve karşı gelinmeyen otorite anlamında da kullanılır:

169
Yakup Çiçek, Fahrettin Yıldız-Hamd Rabb: 47-49.
“Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu İsa’yı (Mesih’i) rab olarak
kabul ettiler. Halbuki bir tek ilâhtan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. O’ndan
başka ilâh yoktur. Allah, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir (uzaktır).” (Tevbe:
9/31) (Ayrıca bkz. Âl-i İmrân: 3/64). Âyette geçen “erbâb” rab kelimesinin çoğuludur.
Birtakım insanlar, Allah’ı bırakıp O’nun dışındaki bazı şeyleri rab haline getirirler, onları
rabb kabul ederler. Onların emirlerini, sözlerini ve koydukları hükümleri mutlak ölçü olarak
alırlar. Allah’ın kanun ve ölçülerini bırakıp, bu yücelttikleri ölçüleri en doğru ilke kabul
ederler. Allah, onların rab haline getirdiği şeylerin aslında rab olmayıp, güçsüz varlıklar
olduğunu vurgulamaktadır.
4) Efendi-Yönetici Anlamında: Yûsuf sûresi âyet 50’de rab kelimesi sahip, efendi veya
yönetici anlamındadır.
5) Mâlik/Sahip Manasında: Bazı âyetlerde rab kelimesi, mâlik/sahip anlamındadır.
“Yedi göğün Rabbı, yüce Arşın da Rabbı kimdir?” (Mü’minûn: 23/86) “Eğer yerde ve gökte
birden fazla ilahlar olsaydı, şüphesiz her ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki Arş’ın Rabbı
olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir/uzaktır.” (Enbiyâ: 21/22)
6) Allah’ın Sıfatı Olarak Rab: Görüldüğü gibi Rab olmak, Allah’ın sıfatlarından biridir.
İlâhlığının bir gereğidir. Rab ismi geniş anlamlı bir sıfattır. Allah’ın yaratıcılığını, evrene
sahip ve hâkim oluşunu, insana ait her şeyi yaratıp şekil verdiğini, evrende olan her şeye yüce
kudretiyle tasarruf ettiğini, insanlar hakkında hükümler/yasalar koyduğunu ve bu hükümlere
itaat etmenin gerekliliğini, mutlak anlamda itaatın ancak Allah’a yapılması gerektiğini, ıslah
edenin, şekil verenin, her şeyi elinde tutanın yalnızca Allah olduğunu ifade eder.170
Rab Konusunda Bâzı Âyetler:
"Âlemlerin Rabb'ı (terbiye edip yetiştiricisi) Allah'a hamd olsun." (1/Fâtiha, 1)
"O Rab ki, yeri sizin için döşek, göğü de bina yaptı. Gökten su indirdi, onunla size rızık
olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de bile bile Allah'a eşler koşmayın." (2/Bakara, 22)
"Rabbı ona 'İslâm ol' demişti. 'Âlemlerin rabbına teslim oldum' dedi." (2/Bakara, 131)
"De ki, Allah her şeyin rabbı iken ben O'ndan başka rab mı arayayım? Herkesin
kazandığı yalnız kendisine aittir. Kendi (günah) yükünü taşıyan hiç kimse, bir başkasının
(günah) yükünü taşımaz. Sonra dönüşünüz Rabbınızadır. (O) ayrılığa düştüğünüz gerçeği size
haber verecektir." (6/En'âm, 164)
"De ki: Sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Ya da o kulaklara ve gözlere kim
sahiptir (onları yaratıp yöneten kimdir)? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor?
(Yaratma) işini kim düzenleyip yönetiyor? "Allah" diyecekler. O halde O'nun azâbından
korunmuyor musunuz? İşte gerçek rabbınız Allah budur. Haktan sonra sapıklıktan başka ne
var? Öyleyse nasıl (haktan sapıklığa) çevriliyorsunuz?" (10/Yûnus, 31-32)
"Size ulaşan her nimet Allah'tandır. Sonra size bir sıkıntı dokunduğu zaman da yalnız
O'na yalvarırsınız. Sonra, sizden o sıkıntıyı açıp kaldırdığı zaman, içinizden bir grup derhal
rablarına ortak koşarlar." (16/Nahl, 53-54)
"Onlar benim düşmanımdır. Yalnız âlemlerin rabbı (benim dostumdur). Beni yaratan ve
bana yol gösteren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur. Beni öldürecek, sonra
diriltecek O'dur. Ceza günü hatamı bağışlayacağını umduğum da O'dur. Rabbım, bana hüküm
(yüksek bilgi, olgun hareket) ver ve beni salihler (zümresin)e kat." (26/Şuarâ, 77-83)
"Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan rabbınıza kulluk edin ki, Allah'ın azâbından
korunasınız." (2/Bakara, 21)
"De ki: Ey kitap ehli, Bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız Allah'a
tapalım (O'nun emrine itaat edelim.) O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; birimiz, diğerini

170
Hüseyin K. Ece-İslâm’ın Temel Kavramları: 510.
Allah'tan başka rablar edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse: Şahit olun, biz müslümanlarız
deyin." (3/Âl-i İmrân, 64)
"Rabbın yalnız kendisine tapmanızı ve ana babaya iyilik etmenizi emretti." (17/İsrâ, 23)
"De ki: Ben de sizin gibi bir insanım. İlâhınızın tek bir ilâh olduğu bana vahyolunuyor.
Kim rabbına kavuşmayı arzu ediyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbına yaptığı ibadete hiç kimseyi
ortak etmesin." (18/Kehf, 110)
"Hahamlarını ve râhiplerini Allah'tan ayrı rablar edindiler. Meryem oğlu Mesih'i de.
Oysa kendilerine yalnız tek ilâh olan Allah'a ibadet etmeleri emredilmişti. O'ndan başka ilâh
yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir." (9/Tevbe, 31)
"İyi bilin ki, yaratma ve emir O'nundur. Âlemlerin rabbı Allah ne uludur." (7/A'râf, 54)
"Ey benim zindan arkadaşlarım, (düşünün bir kere) çeşitli rablar mı iyi, yoksa her şeyi
(hükmü altında tutan) kahredici tek Allah mı?" (12/Yûsuf, 39)
"(Allah) geceyi gündüzün içine katar, gündüzü de gecenin içine katar. Güneşi ve ayı emri
altına almıştır. Her biri belirtilmiş bir süreye kadar akıp gidiyor. İşte (bütün bunları yapan)
Rabbınız Allah'tır. Mülk O'nundur. O'ndan başka (yalvarıp) çağırdıklarınız ise, bir çekirdek
kabuğuna bile sahip değillerdir." (35/Fâtır), 13)
"O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin rabbıdır. Daima üstündür, çok bağışlayandır."
(38/Sâd, 66)
Rab Konusunda Bazı Hadis-i Şerifler:
"Sizden biriniz (kölesine) kulum ve kölem demesin. Köle de efendisine "rabbım" demesin;
sadece efendim desin. Hepiniz Allah'ın kulusunuz. Gerçek rab, Allah Teâlâ'dır." (Buhârî, Itk
17; Müslim, Elfâz 14) Peygamberimiz, Allah'tan başkasına kul olmak ve O'na diğer varlıkları
ortak koşmak tehlikesini gidermek için böyle buyurmuşlardır. Çünkü her şeyin gerçek sahibi
ve mâliki Allah'tır. Rubûbiyet, Allah'a ait bir sıfattır. İnsanlar ise O'nun terbiyesi altındadır.
Allah'tan başka varlıkların rab diye isimlendirilmeleri, bazılarının da başkalarının kulu kabul
edilmeleri İslâm'la, tevhidle bağdaşmayan bir alçalmadır.
Başkasının emrinde olan anlamına gelen "memur" ve görevlilerden bazılarının, yaptıkları
bir haksızlığa kılıf bulmak için yapıştıkları bir deyim vardır: "Ne yapayım, ben emir
kuluyum." Yaptıkları işin yanlış olduğunu, onu savunamayacağını bilen zavallının, bu
birincisinden daha büyük ikinci yanlışıdır, kula kulluğunu belirtmek. Kimsenin kimseyi,
Allah'a rağmen her istediğini emredebileceği emir kulu görmesini İslâm onaylamadığı gibi;
hiçbir kulun da başka bir kulun kulluğunu kabullenme gibi insanlık şerefiyle bağdaşmayacak
aşağılığa rızâ göstermesini de kabul etmez. İslâm'ın hâkim olmadığı yerde, güçlüler
kendilerini rab yerine koymaya; zayıflar da bu rab taslaklarının rablığını kabul etmeye
meyillidirler. Kur'an'ın rab konusundaki tavrı ve yukarıdaki hadis-i şerif, öncelikle bu iddia ve
kabullenmeyi yasaklamaktadır.
Denilebilir ki, "günümüzde kölelik yok; kimse kimseye kulum, kölem demez." Kölelik
kalkmadı, şekil değiştirdi. Ceberut devletler, vatandaşlarını kul, köle gördükleri,
çıkardıkları kanunlarla insanları ezdikleri gibi; kapitalist zenginler de, işçilerini köle gibi,
hizmetçi ve sekreterlerini câriye gibi görmekteler. Değişen pek bir şey yok.
Yine, Rasûlüllah (s.a.s.)’ın şöyle buyurduğu rivâyet edilir: "Münâfığa seyyid (efendi)
demeyin. Eğer o efendi kabul edilirse, çok yüce ve aziz Rabbınız'ı gazablandırmış olursunuz."
Eğer münafık birisi, efendi, sözü dinlenen kişi olarak kabul edilirse, o zaman ona itaat
kaçınılmaz olur. Bu durum da Allah'ın gazabını gerektirir. Çünkü münâfığı, sözü dinlenen bir
kişi olarak kabul etmek, ona itaatı kabullenmek demektir ki, bu durum Allah'ın gazabına
sebep olur. "Efendi" kelimesi yerine, münâfık ve İslâm düşmanlarına, saygıdeğer anlamında,
günümüzde "sayın", "beyefendi" gibi ünvanlar vermek de aynı yasağın sınırına girer diye
düşünüyorum. İslâm'ı yürürlükten kaldırmaya ve günlük hayattan çıkarmaya çalışanlar
"efendi" kelimesini artık saygı ünvanı olmaktan çıkardılar. Çünkü müslümanlar,
Peygamberlerine, büyük zatlara, âlimlerine "efendi" diyorlardı. Bunları küçük gören zihniyet,
romanlarıyla, filmleriyle "efendi" ünvanını sadece kapıcılara, hizmetçilere lâyık gördüler ve
topluma benimsettiler. Efendi ünvanıyla birlikte nice İslâmî isimler de, başörtüsü de
hizmetçilere lâyık görüldü. Rablık taslayanlara artık efendi denmiyor; "sayın, saygıdeğer,
hocam, paşam" deniyor. Hadis-i şeriften anlayacağımız yasak, inançsızlara saygı ünvanlarını
verme, onları saygın görme yasağıdır. İslâm’a düşman olduğu için krallığı ve otoritesi kabul
edilmeyen birine, meselâ Fas'ta yaşayan bir müslümanın "Kral Hasan" demesinin yanlışlığı, o
makamı, onun o makamdaki meşrûluğunu diliyle kabul etmiş intibaı oluşturacağındandır.
Bu duyarlılığı taşıyan bir İslâm ülkesi, resmen ve fiilen "İsrail" diye bir ülke tanımadığını,
bu ismi kullanmayarak gösteriyor. Bu ülkeden bahsederken, Kudüs’ü işgal eden rejim
demektedir. İslâm-küfür savaşı aynı zamanda bir kavram savaşıdır. Bu, dün de böyle idi, bu
gün de böyledir. Hudeybiye antlaşmasında, müşrikler, besmeledeki "Rahmân" kavramını
antlaşma yazısından sildirmeye çalışmışlar, "biz Rahmân'ı kabul etmiyoruz" demişlerdi.
"Rasûlullah" ifadesi için de benzer tavır sergilemişlerdi. Bu gün de kâfirler aynı tavrı
sürdürüyorlar. "Şeriat, şehâdet, tesettür..." gibi kavramları unutturmaya çalıştıkları gibi;
"irtica, gericilik, çağdaşlık..." gibi kavramları kullanıma sunuyorlar. Günümüz müslümanları,
Kur'anî kavramları topluma gerçek anlamlarıyla yeniden benimsetecek yerde; onların tüm
kavramlarını, hem de onların içini doldurdukları anlamlarla kullanmakta sakınca görmüyor.
Atatürkçülük, demokrasi, laiklik, özgürlük gibi kavramları sorgulayarak düşünüverin.
Âlemlerin Tek Rabbı Allah
"El-hamdü lillâhi rabbi'l-âlemîn: (Hamd bütünüyle âlemlerin rabbı olan Allah içindir.)"
(1/Fâtiha, 1) Burada yaratıcımız, kendisini tanımak isteyenlere "Rab olan Allah" biçiminde
tanıtıyor. Allah, tek rabbımızdır, yani O bizi yaratıp da bırakıvermedi. Yarattığı bütün
varlıkları terbiye ediyor, tekâmüle erdiriyor. Devamlı, yeniden yaratıyor, geliştiriyor. Prensip
ve kanunlarıyla iyiye, hayra, güzele yönlendiriyor. Varlıklarda, özellikle canlılarda
gördüğümüz tekâmül ve değişim, O'nun rablığının göstergesidir. Bu ayette O'nun rablığının
büyüklüğünü gösteren bir açıklama da var: "Âlemlerin rabbı olan" O'nun rablığı, O'nun
Allah'lığının en vazgeçilmez vasıflarından birisidir.
Onun için Meryem oğlu İsa (a.s.) da elçi olarak gönderildiği insanlara O'nu şöyle
tanıtmıştı: "Ey İsrâiloğulları, benim ve sizin Rabbınız olan Allah'a ibâdet edin." (5/Mâide,
30) "Âlemlerin rabbı" ifadesi İslâm'ın evrenselliğini de vurgulamaktadır. Rabbımız, herkesin,
tüm insanların, tüm varlıkların rabbıdır. Tüm yaratıklar aynı Rabbın kullarıyız. Bu ifade,
varlıklarla ortak dil, ortak eylem sahibi olduğumuzu vurgulamış oluyor. Tüm varlıklar O'na
kulluk/ibâdet ediyorlar, O'nu rab kabul ediyorlar (17/İsrâ, 44). İşte evrenle, tüm yaratıklarla
uyum ve kardeşliğimiz, aynı Rabbın kanun ve otoritesine (rablığına) boyun eğdiğimiz, O’nu
âlemlerin Rabbı olarak benimsememizde açığa çıkıyor. İşte tevhid, işte evrensellik!
"Âlemlerin rabbı": Evrende büyük bir nizam, uyum ve yardımlaşma göze çarpmaktadır.
Karada, denizde, dağda, ormanda yaşasın; bazı canlıların, diğer canlılar aleyhine aşırı
üremeleri söz konusu değil. Bütün canlılar, intizamlı şekilde çoğalıyorlar. Erkek-dişi oranları
da, bütün hayvanların yaşadığı yerlerde oranlı. İnsanların erkek ve dişi oranları da, akıl almaz
şekilde her ülke ve her yerleşim biriminde birbirine oranlı. Büyük bir düzen göze çarpıyor.
Gökte eksiklik, aksaklık yok; yerde, “tabiat kanunları” denilen, bizim “sünnetullah” demeyi
tercih ettiğimiz Rabbın kanunları tıkır tıkır işliyor. Dünya, içindekilerle birlikte en güzel
misafirhane olarak yaratılıp insanın hizmetine verilmiş. Problemler, fesat ve fitneler, Allah'tan
ve O'nun yolundakilerden kaynaklanmıyor. Tam tersine Allah'ı tanımayanlar, O'nun düzenini
bozmaya çalışıyorlar. "İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen
bozuldu, fesat çıktı, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü
yoldan) dönerler." (30/Rûm, 41)
İğrenç bir ahlâksızlığın AIDS ile cezasının tattırılması gibi, Allah fesattan dönmeleri için
ihtarlar veriyor. Fesat, düzen bozuculuk, kâfir ve münafıkların özelliklerindendir (2/Bakara,
11-12). Mü'minin özelliği ise fesadın tam zıddı ıslah'tır. O, sâlih amel yapmaya çalışır; yani
bozulan düzeni Allah'ın istediği ve insanların huzur duyacağı şekle, aslına döndürme
eylemleri içindedir. Bu sâlih eylemler, mü’minin kendi kurtuluşu için şarttır. (103/Asr, 3)
Toplumun dünyada huzur ve nizamı; ahirette de kurtuluşu için, yani yeryüzünün bozulan
düzenini ıslah için yapacağı gayretlerin adıdır cihad. Dünyada devlet, âhirette cennet isteyen
bir mü’min cihadı terk edemez.
Eğitim Açısından Rab Kavramı
Rab kelimesi, terbiye eden, yetiştiren, eğiten demek olduğundan, lügat anlamıyla ana
babaya rablık (terbiye edicilik, eğiticilik) isnâd edilir (17/İsrâ, 24). Çocuklarını eğitip terbiye
eden anlamındaki bu rablık, tabii ki sınırlı ve mecazî anlamda rablıktır. Elbette, kelimenin tüm
anlamlarıyla ve hakiki olarak Allah’tan başka rab yoktur. Kâmil anlamda eğitmek ve
yetiştirmek de mutlak ve hakiki Rab olan Allah'a aittir. O, sadece yarattıklarından bir cins olan
insanı değil; tüm evrenleri terbiye eden, olgunlaştıran, yönetendir; âlemlerin rabbıdır. Terbiye,
her varlığın kendi sınırları içinde tekâmül etmesi demektir. Devamlı yaratma halinde olan,
yaratıp da bırakıvermeyen, onları kemâle erdiren de Rab olan Allah’tır. Her varlık, bizzat
Allah tarafından terbiye edilmektedir. Bu terbiye, "eğitim" kelimesini hemen tümüyle karşılar.
O yüzden “öğretim ve eğitim” kavramlarının karşılığı olarak Türkçe'de yakın zamana kadar
"ta'lim ve terbiye" kullanılırdı; eski yoğunlukta olmamakla birlikte hâlâ kullanıldığı
görülmektedir. İşte, eğitim karşılığı kullanılan “terbiye” kelimesi, “rab” kelimesinin türevidir.
Kur’an’ın tertibinde (Mushaf’da) ilk âyette Allah’ın bu ismi seçilip vurgulandığı gibi,
nâzil olan ilk âyette de Rab ismi kullanılır: “Oku, yaratan Rabbının adıyla.” (96/ Alak, 1) İlk
insanın yaratılması ve halifeliği konusunda da yine bu isim kullanılır: “Hatırla ki: Rabbın
meleklere, ‘Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım’ dedi. Onlar, ‘biz hamdinle sana tesbih ve
seni takdis edip dururken yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife
kılıyorsun?’ dediler. Allah da onlara: ‘Sizin bilemeyeceğinizi ben bilirim’ dedi.” (2/ Bakara,
30)
“Kaalû belâ” veya “elest bezmi” diye ifade edilen mîsak almada, Allah’ın yine bu ismi
zikredilir: “Kıyamet gününde, ‘biz bundan habersizdik’ demeyesiniz diye Rabbın Âdem
oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı ve onları kendilerine şâhit tuttu ve dedi
ki: ‘Ben sizin Rabbınız değil miyim?’ (Onlar da), ‘Evet, (Rabbımız olduğuna) şâhit olduk’
dediler.” (7/A’râf, 172)
Rab isminin geçtiği yukarıdaki konuların eğitimle çok yakından ilgileri vardır. Bunların
dışında yine eğitimle direkt ilgili olan başka âyetlerde de Rab ismi vurgulanır: “Oku, insana
bilmediklerini öğreten ve kalemle yazmayı ta’lim eden Rabbın ekremdir (en cömerttir).”
(96/Alak, 3-5) “Gerçek yönetici olan Allah, yücedir. Sana O’nun vahyi tamamlanmazdan
önce Kur’an’ı (okumakta) acele etme ve ‘Rabbım, benim ilmimi artır’ de.” (20/Tâhâ, 114)
“Rabbım, bana hikmet ver ve beni sâlihler (iyiler) zümresine kat.” (26/Şuarâ, 83)
Başkasını eğitmeye, yanlış olma ihtimali olan kendi göreceli doğrularımızı, beşerî
prensiplerimizi başkalarına öğretip uygulatmaya hakkımız var mı? İnsanları eğitme, terbiye
etme konusunda yetki kimindir? Bu soruları rab kavramı etrafında düşündüğümüzde, şunları
ifade edebiliriz: her şeyi yaratıp onlara sahip olan, yarattıklarını terbiye edip eğiten,
olgunlaştıran sadece Allah'tır. Yardım etmek, yol göstermek, yön vermek, değiştirmek,
tasarruf etmek, korumak, hâkim ve egemen olmak, sakındırmak, yasaklamak ve emretmek
gibi eğitimle ilgili tüm alanlarda yetki ve gücü tümüyle elinde bulunduran yalnız Allah'tır.
Allah'tan başkasının kendi adına, beşerî prensiplerle bu özellikleri istediği gibi kullanması
rablık taslamak ve eğittiğini zannettiklerine az veya çok zulmetmektir. Allah'tan başka rab
kabul etmemenin pratikteki uygulanışı ve başkasının kulluğunu kabul etmemenin zarûrî
gereklerinden biri de, eğitim prensipleri konusunda Allah'ın koyduğu hükümlere ters
düşülmemesidir. Başkasının eğitimle ilgili ilkelerini Allah'ın hükümlerine tercih etme, o kimse
veya görüşü rab kabul etme anlamına gelecektir.
Rab, mutlak manada kullanılınca, mutlak eğitenin Allah olduğu ortaya çıkar. Allah'tan
başka rabbın olmadığına inanan muvahhid mü'minin, “rabb”ın eğiten, yetiştiren anlamından
dolayı, Allah'tan başka gerçek anlamda eğitimci -mutlak eğiten- kabul etmemesi gerekir. Eğer
vahiyle açıklanan Allah'ın eğitim ve terbiye prensipleri doğrultusunda eğitim söz konusu ise,
tabii ki bu eğitim faâliyetinin, başkasını rab kabul etme anlayışına girmeyeceği açıktır.
İnsanı insanla eğitmek zorundayız, ama insanı yine insanın fikirleri doğrultusunda
eğitmek, hem zor, hem tehlikeli, hem de gayr-ı meşrûdur. Vahyin yön vermediği insan aklı,
mükemmel bir eğitim görüş ve uygulayışı oluşturmakta yetersizdir. Bu, birbirlerinin eksik
yönlerini görüp düzeltmeye çalışan tarihteki yüzlerce eğitim görüşünün her birinin teori ve
pratikteki eksik ve yanlışlarından da kolayca anlaşılabilecektir. Beşerin vahiyden uzak tüm
uygulamalarındaki çıkmazların eğitime yansıması olarak, günümüzde de hâlâ yaz boz
tahtasından farksız eğitim teori ve uygulamalarını ve çağdaş eğitimin problemlerini objektif
gözle değerlendirebilen tüm eğitimcilerin yakınmaları, bu tezi doğrulamaktadır.
Felsefî yaklaşımların üzerinde ittifak ettikleri bir eğitim görüşü yoktur. Nice ideolojilerin
eğitim görüşlerinin olmadığı veya olmasının olmamasından daha kötü olduğu gibi. Bazı
eğitim görüşleri merkeze çocuğu, bazısı merkeze öğretmeni, bazısı geçmişi, bazısı bir
ideolojiyi veya beşerî bir ilkeyi, bazısı faydayı... almıştır. Tüm bu anlayışların, kurulu
düzenden ve materyalist hayat anlayışından da bağımsız olmadığı ve tümünde, kişinin kendi
hevâ ve heveslerini veya bir şahıs veya görüşü rablaştırdığı olgusu temel problemdir.
Günümüzde eğitimin hemen her yerde, vahyin kabul ve redleri doğrultusunda ve Rabbimiz'e
gerçek kullar yetiştirme modeliyle tanzim edilmediğini görmekteyiz. Ders araç ve gereçleri
vahyin süzgeciyle oluşturulmamakta, öğretilenlerin önemli bir yekûnu dinin öğretilmesini
istediği faydalı bilgi, yani ilim değeri taşımamakta, tevhid ve Rabb'ın terbiyesi öncelikler
içerisinde bulunmamaktadır. Yani eğitim konusunda başka rablar devreye girmektedir.
Bu rab taslakları, tuğyanlarını arttırarak, câhiliyye müşrikleri kadar bile Allah'ı işlerine
karıştırmak istememekteler. Gerçek Eğitici'nin prensiplerinden hemen hiç birinin kendi
rablarına ortak olmasına bile izin vermemekteler. Okullardaki başörtüsü yasağını, tören ve
kutlamaları, sözgelimi sakallı bir öğretmene, "selâm"la sınıfa girmeye, besmeleyle başlanan
derse bile tahammül edememeleri, bu çarpık rab anlayışının yansımaları olarak
değerlendirilmelidir.
Tek rabbım Allah'tır deyip insanların da içinde bulunduğu tüm evreni terbiye edenin ve
eğitme hakkına sahip olanın Allah olduğunu kabul eden müslüman, bu inancının sonucu
olarak Rabbânî ilke ve prensiplere uymak zorundadır. Kendini ve ehlini ateşten korumak
zorunda olan (66/Tahrîm, 6) insanın temel görevi, Allah'ı tek rab kabul edip O'na kulluk
yapmak, çoluk çocuğunu da Rabb'ın terbiyesi ile yetiştirmektir. Âdem oğlu, yeryüzünün
halifesi olduğu veya olması gerektiği için, Allah adına yaşamak ve O'nun ilke ve
prensiplerine tümüyle uymak zorundadır.
Tevhid, Allah'ı tek rab ve tek ilâh kabul etmek demek olduğuna göre, eğitim konusunda da
ilâhî prensiplere ters ilke, anlayış ve uygulamaların tevhid-i tedrisat kapsamına girse de
tevhidî tedrisata, meşrû eğitim kapsamına girmediği kabul edilmelidir. Unutulmamalıdır ki,
hakka; hangi oranda olursa olsun bâtılın karıştırılması, o sentezi hak olmaktan çıkarır.
Tevhidin en küçük bir küfür ve şirkle beraber bulunması mümkün değildir. Hak görüntüsüne
bürünmeyen, içinde cüz'î doğrular barındırmayan bâtılın zararı daha sınırlı ve izâle edilmesi
daha kolaydır.
Allah'ın tek rab olduğu inancına ve bu kabulün gerektirdiği eğitim anlayışına sahip
olmayan kimsenin, öncelikle kendisinin eğitilmesi gerektiğinden, başkalarını eğitme hakkı
yoktur. Gerçek Rabbını tanımayanın kendini tanıması da mümkün değildir. İnsanı doğru
tanımayan, yaratılışı, fıtratı keşfedemeyen kimselerin eğitim görüşlerinin de eksik ve
yanlışlarla dolu olacağı doğaldır. Ancak doğru Rab anlayışı; insanı, kendi fıtratı ve kendi
psikolojik yapısına göre eğitmeyi sağlayabilir. Kişinin haddini ve Rabbini bilmemesi, eksik ve
yanlış tanımladığı insanı, fıtratına ters ve dolayısıyla sağlıksız, başarısız, adâletsiz, huzursuz
bir potada eğitmek/öğütmek demektir. "Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne
vermek istediğini de Biz biliriz. Ona şah damarından daha yakınız." (50/Kaf, 16)
Nefsine Bile Söz Geçiremeyen Rab Taslakları
Âlemlerin rabbı Allah'tır. Yarattıklarını besleyen, rızıklandıran, koruyan, gözeten... O'dur.
Suyun derinliklerinde, ormanın ıssızlığında, toprağın altında, dağın tepesinde yaşayan, hasta,
sakat veya sağlam, gözü olan - olmayan nice varlıklara rızık veren O'dur. İnsanın hizmetine
sunulan sayısız nimetler bize Rabbımızı tanıtıyor. Bütün âlemler, tüm varlıklar; Rabbını
tanıyor, O'na itaat ve kulluk ediyor (41/Fussılet, 11). Bizim de fıtratımızda Rabb’ı tanıyıp
kabul etmek ve O'na ibâdet etmek var. Kur'an bize Rabbımızı tanıtıyor.
İnanmayan insanlar, eğer güçsüz (müstaz'af) iseler, çevrelerindeki rab taslaklarından birini
rab olarak kabul ederler. Bu kula kulluk ve rab kabulü, çok farklı şekillerde ortaya çıkar.
İnançsız ve güçsüz kişi, bazen özgür irâdesiyle, bazen reklâm ve aldatmacalarla
kandırılarak, bazen tâğutların zorlamalarıyla piyasadaki rablardan birine veya birkaçına boyun
eğer. Piyasada tedâvülde bulunan çeşit çeşit rab(!) vardır. Müzik ilâhından tutun, fuhuş
tanrısına, futbolcudan tutun, artiste, yöneticilere kadar. Demokrasi var: Herkes istediği tâğutu,
beğendiği putu seçmekte serbesttir. Allah'a gerçekten inanıp teslim olmayanlar, eğer
kendilerinde güç ve otorite vehmediyorlarsa, başka bir rabba boyun eğmezler; kendileri rablık
taslarlar.
Rablık taslayan güçlüler (müstekbirler) üç kısma ayrılır: Siyasî, dinî ve iktisadî güçlüler.
Siyasî güçlerin rablık taslamalarına örnek; Fir'avn, Nemrut ve onların izinden giden çağdaş
yöneticilerdir. "(Fir'avn,) Ben sizin en yüce rabbınızım, dedi." (79/Nâziât, 24) "Allah
kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik) verdiği için şımararak Rabbı hakkında İbrahim ile
tartışmaya gireni (Nemrut'u) görmedin mi? İşte o zaman İbrahim: 'Rabbım hayat veren ve
öldürendir' demişti. O da: 'Ben de hayat verir ve öldürürüm' demişti. İbrahim: 'Allah güneşi
doğudan getirmektedir. Haydi sen de onu batıdan getir' dedi. Bunun üzerine kâfir apışıp
kaldı. Allah zâlim kimseleri hidâyete erdirmez." (2/Bakara, 258)
Dinî yönden ellerinde güç bulundurup rablık taslayanların örnekleri de Kur'an'dan
öğrendiğimiz şekilde haham, papaz gibi din adamları, kutsallık atfedilen ölü veya diriler,
yatırlar, efendiler. İktisadî rab taslakları da Karun'lar, emperyalistler, sömürücü azgınlar, azan,
ezen ve üzenler ve de düzenler.
Rablık iddiasında bulunanlar ve onları piyasaya sürenler aslında samimi değillerdir. Onlar
sadece basit çıkarlarının peşinde olan, menfaat çarklarını döndürmek için böyle bir sahtekârlık
düzeni kurup devam ettirmeye çalışanlardır. Ebu Leheb'in Peygamberimiz'e (s.a.s.) gelip
"Müslüman olursam bana ne var, benim elime ne geçecek?" diye sorması üzerine Efendimiz
cevap verir: "Başka müslümanlara ne varsa, sana da o var." İnsanları sömüren düzenlerini ve
çıkarlarını müslüman olunca devam ettiremeyeceğini anlayan Ebu Leheb'in karşılığı şöyledir:
"Bir köleyle beni eşit gören din olmaz olsun!" Kendisini güçlü gösteren insan, sanki bilmez
mi, başkalarına ve her şeyden önce Allah'a muhtaç âciz biri olduğunu. “Lâ havle velâ kuvvete
illâ billâhi'l-aliyyi'l-azîm: Güç ve kuvvet kimseye ait değildir; ancak yüce ve büyük olan
Allah, güç ve kuvvet sahibidir.”
Rab Olmayan Bir Tanrı Edinme İsteği
Kur'an'da "ilâh" ifadesi putlar için de kullanılırken; "Rab" ismi putları ve tâğutları ifade
için kesinlikle kullanılmaz. Kur'an, rablık vasfını sırf Allah'a hasretmiş, başkası için bu sıfatı
kullanmamıştır. "Rab" olmayan bir tanrı edinme isteği, insanoğlunun en eski
sapkınlıklarından ve de açıkgözlülüklerinden biridir. Çünkü rab olan bir tanrı, insanın
varlığını kuşatan bir tanrıdır. Yapısı itibarıyla zulme ve cehle aşırı meyyal olduğunu vahiyden
öğrendiğimiz insan, kendi varlığını kuşatan bir tanrı yerine; varlığını kuşattığı ve kontrol
altında tuttuğu sahte bir tanrı edinmeyi şeytanî menfaatlerine ve nefsânî zaaflarına daha uygun
bulmaktadır.
Bu nedenledir ki hep işine karışmayan, nefsi, malı, vicdanı, duygusu, düşüncesi ve eylemi
üzerinde söz ve karar, güç ve kuvvet sahibi olmayan bir uyduruk ilâh aramış; bulamamışsa
kendi elleriyle icat ve imal etmiştir. Güneş, ay, deniz, nehir, inek, kurt, taş, tunç, ateş
insanoğlunun bulduğu bu türden "rab olmayan" ilâhlarıdır. Gök tanrısı(!) gibi, hükmü göklere
geçen, yağmur yağdıran, tabiata hükmeden; ama sokağa, okula, devlete, kanunlara,
yaşayışa... karışmayan bir
tanrı anlayışı var kimi çevrelerde. Rab olmayan tanrı; göklerde hâkim ve vicdanlarda mahkûm
bir tanrı. Rablığı kabul edilmeyen, câmilere hapsedilmiş bir tanrı; câmilerin ve vicdanların
dışına çıkamayan bir tanrı!
Tabii bu da kurtarmamış, insan en sonunda Rab olan bir Allah'a inanmak zorunda kalınca,
bu kez de laiklik sapkınlığına başvurarak varlığını ve birliğini tasdik ettiği İlâhın rablığını
inkâra kalkışmıştır. İşte böylece şirk, laiklik adı altında tedavüle sürülerek çağdaş insanın
Rabbıyla olan ilişkisi bir kez de böylesine çağdaş bir yöntemle koparılmaya çalışılmıştır.
Nasıl Allah'ın vahdâniyetini inkâra kalkışan antik müşrikler Hz. İbrahim'in hanif dinini tahrif
ve tahrib etmişlerse, Allah'ın rablığını inkâra kalkışan çağdaş müşrikler olan laikler de Hz.
Muhammed (s.a.s.)'in hanif dinini tahrif ve tahribe yeltenmişlerdir.
Sevilenlerin Putlaştırılması; Allah'tan Başkasını Rab Edinme
Allah'ın rab oluşu konusunda insanoğlunun düştüğü tek şirk, rubûbiyeti inkâr şirki
değildir. Bu konuda düşülen bir başka şirk türü de, Allah'ın bu sıfatını Allah'tan başkasına
vermek, O'ndan başkasını rablar edinmek biçiminde ortaya çıkmaktadır. "Hahamlarını ve
râhiplerini Allah dışında rablar edindiler; Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa kendilerine tek ilâh
olan Allah'a ibâdet etmeleri emredilmişti. O'ndan başka tanrı yoktur. O, onların şirk
koştukları şeyden uzaktır." (9/Tevbe, 31) Burada sorun "rab" edinilenin kimliği değildir. Bu,
İsrâil oğullarının yaptığı gibi din adamları, zâhid ve âbid velîler ve hatta Hz. İsa gibi bir
peygamber de olabilir. Sorun eylemin kendisidir ve o da Allah'tan başkasını rab edinmektir.
İşte bunu Kur'an Allah'tan başkasına kulluk yapmak olarak niteliyor ve bu tavra da doğrudan
şirk diyor. Yahudileşme temayüllerinden biri olan Hz. Mûsâ ve Hz. İsa ümmetinin bu şirk türü
aynen Hz. Muhammed ümmetine de geçmiş, bu ümmet de ulularını, din büyüklerini, velîlerini
Allah'tan başka rablar edinme sevdasına düşmüşlerdir.
Elbette bu rab ediniş, onların önünde secde etmek, onlara doğrudan ibâdet etmek
biçiminde gerçekleşmiyordu. Yukarıdaki âyet nâzil olduğunda eski bir Hıristiyan din adamı
olan Adiy b. Hâtem'i boynunda altın bir haçla gören Allah Rasûlü, onu bir put olarak nitelemiş
ve atmasını öğütlemiş, ardından yukarıda meâlini verdiğimiz âyeti okuyarak şöyle tefsir
etmişti: "Kuşkusuz onlar din adamlarına ve ulularına tapmıyorlardı. Lâkin onlar, şu sınıfların
helâl kıldığını helâl kabul ediyorlar, yasakladıklarını da haram kabul ediyorlardı."
(Tirmizî'den Câmiu'l-Usûl, II/161). Başka bir âyet-i kerimede de Allah'tan başkalarını rab
edinmek, isterse bu başkaları melekler ve nebîler olsun, müslüman olduktan sonra küfre
dönmek olarak adlandırılır: "Hiçbir insana yakışmaz ki Allah ona Kitap, hüküm ve
peygamberlik versin de ardından insanlara dönüp 'Allah'ı bırakıp bana kullar olun' desin.
Fakat 'öğrendiğiniz ve okuduğunuz Kitap gereğince Rabb'a hâlis kullar olun' der. Ve size
'melekleri ve peygamberleri rablar edinin' diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra
size inkârı emreder mi?" (3/Âl-i İmrân, 79-80).
Diriler yanında ölüleri bile nasıl rableştirmiş insanoğlu?! Kendine bile faydası olmayan bir
ölüyü, bir yatırı nasıl rableştirerek putlaştırıyor? Yatırlara kurban kesmek, onlara karşı duâ
etmek, ölülerden çocuk, nasip veya yardım istemek, çelenk koyar gibi, deftere yazı yazar gibi,
dilekçe sunar gibi bez bağlamak, mum yakmak, Fir'avun'lar için yapılan piramitlere özenerek
anıtmezarlar, kümbetler, kubbeler yapmak, tavaf eder gibi kabrin etrafında dönmek, kabre
karşı kıyâma durmak, namaz kılmak, onun yüzüsuyu hürmetine deyip Allah'la arasına aracı
koymak, putperestlerin putlarını şefaatçi kabul etmelerine benzer bağımsız şefaat anlayışına
sahip olmak ve buna benzer tavırlar ölüleri rab kabul etmenin örnekleridir. Yaşayan bazı
insanlara kerâmet veya kutsallık atfetme adına Allah'a ait bazı vasıflar vermek de
rableştirmeye ayrı örneklerdir.
İnsanların önderlerini, din ulularını, büyüklerini, hatta peygamberlerini rablar edinmeleri
sevginin ve bağlılığın cinayet derecesine vardığı bir aşırılık örneği. Allah bundan
müslümanları şiddetle nehyediyor. Bir yahudileşme temâyülü olan üstadını, ustasını,
efendisini, şeyhini, hocasını Allah dışında rab edinme ifrâdının zıddı da, itaat halkasını
boynundan atıp hevâsını ve nefsini ilâh edinme tefrîdidir. Elbette her ikisi de aşırılıktır. Bu
ifrât ve tefrît aşırılıklarını iyi anlamak için rab edinmeyi nehyeden hemen tüm âyetlerde gelen
"min dûnillâh" (Allah'ın dışında) lafzını iyi anlamak gerek (3/Âl-i İmrân, 64; 9/Tevbe, 31).
Değilse, bu yaklaşım nefsi, hevâ ve hevesi rab edinmek (45/Câsiye, 23) demek olan
mürebbîsizlik, ustasızlık, büyüksüzlük ve kılavuzsuzluğa delil olamaz.
Kur'an'da nehyedilen rablık, Allah'a mahsus olan bir sıfatı O'nun dışında başkalarına
vermek demeye gelen rablıktır. Terbiyesinde Allah'ı dışarıda bırakan bir terbiyecinin
terbiyesini kabul, Allah dışında bir rabbı kabulle eş tutulmuştur. Ancak mutlak mürebbî olan
Allah'ın ilkeleriyle terbiyecilik yapmak, isterse bu terbiye mânevî değil de; besleyip
büyütmekten ibaret maddî bir terbiye olsun, bu sınıfa girmez. Ortada Allah'la iddialaşmak
yoksa orada terbiye eden de, terbiye edilen de suçlanamaz (12/Yûsuf, 23).
Allah'tan başkasını rablar edinme ifrâdının tefrîdi olan terbiyesizlik ve terbiyecisizlik,
seviyesizlik ve hercailik de bir akîde sorunu olarak çıkıyor önümüze. Bu durumda kişi ipsizdir
belki, ama zannettiği gibi hür değildir. Büyük bir kesimin birinci türden hastalığına karşı
gösterilen tepki, bu ikinci tür hastalığı doğurmaktadır.171
Rab konusunda, televizyonlarla evlere rahatlıkla giren misyonerlik, mitoloji ve
süpermenliği, he-man (hîmen)liği de sorgulamak gerekiyor. Filmleri, dizileri, çocuk
filmlerini, çizgi filmleri değerlendirdiğimizde çoğunda "gökler hâkimi, kâinatın sahibi, filân
tanrısı-tanrıçası..." gibi rab vasıflarının bir insana ünvan olarak verildiğini ve uydurma
tanrılıkları, rablıkları; tepkisiz, benimseyerek seyretmenin inançlardaki tahrib ve tahrifini
düşünüverin.
Kur'an, Allah'ın rab oluşundan sözederken, O'nun göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin,
doğunun batının, doğuların ve batıların; en fazla olarak da âlemlerin rabbı olduğunu ısrarla
vurgular. Allah, evreni yaratmakla kalmamış, âlemleri yetiştirip, kemâle erdirmiş, hükmünü
icrâ etmiştir. Bazı filozoflar, “Allah, evreni yarattı ve bıraktı” gibi yanlış, yanlış olduğu kadar
gözlem ve tecrübelere de zıt bir anlayışa düşmüşlerdir. Bu yanlış anlayış, sonunda, filozofların
koyacakları kurallarla da yeryüzünde ilâhî ve ideal bir devlet ve hükümet kurulabilir
düşüncesine varmıştır. Laikliğin temeli de bu sakat anlayıştır. Kur'an "Allah, âlemlerin
rabbıdır", "Sizi ve yaptıklarınızı yaratan Allah'tır." âyetleriyle Allah'ın evreni kendi haline
bırakmadığını açıklıyor.
Allah, âlemlerin rabbıdır. Makro anlamda, şehâdet âlemi, gayb âleminin, yerlerin,
göklerin, galaksilerin, güneşlerin, sular, okyanuslar âleminin, gezegenler ve yıldızlar
âleminin... rabbı Allah'tır. Mikro anlamda, bitkiler âleminin, insanlar, melekler, cinler
âleminin, böcekler âleminin, kuşlar âleminin, milyonlarca tür ve cinsdeki hayvanlar âleminin,
mikroplar âleminin, görülen ve görülmeyen âlemlerin... rabbı Allah'tır. Rivâyete göre, toplam
sayısı on sekiz bin, ya da sayısını bilmediğimiz binlerce âlemi, bütün âlemleri yarattığı gibi;
171
Mustafa İslâmoğlu-İman Risalesi: 176.
yetiştiren, hükmünü geçiren, tümünü yöneten Allah'tır. Allah açısından evrendeki her hareket
Allah'a aittir.
Her varlığın varlığı O'ndandır. Varlıklar, cisimleriyle değil; kendilerini cisim şeklinde
gösteren içlerindeki varlık özüyle vardırlar; bu öz de bütünüyle Allah'tandır. Yani, hiçbir
varlık, kendi halinde bir hareket yeteneğine sahip olmadığı gibi, böyle bir yetkiyle donatılmış
da değildir. Mutlak güç ve kuvvet kaynağı sadece Allah'tır. İzafî olarak varlıkların fıtratlarında
varmış gibi görünen ve adına bugün "tabiat kanunları" veya "içgüdü" denilen birtakım
sebepler, gerçekte Allah'ın sürekli olarak evreni yeniden yaratması ve yenilemesinden başka
bir şey değildir. Allah açısından sebep-müsebbip şeklinde bir ikilem asla söz konusu olamaz.
Sebep de müsebbip de Allah'tır. Soruna izafi olarak varlıklar açısından yaklaşıldığında
karşımıza bir sebep-sonuç ilişkisi çıkmaktadır. Ne var ki, bu ilişki, bazıları tarafından
mutlaklaştırılıp âdeta Allah'ın ilâh ve rab olarak yerini almaktadır ki, bugün batının ve bazı
müslümanların bilmeden vardıkları büyük yanılgı burasıdır; yani sebepleri putlaştırmak.
Sözgelimi deprem olayında, sarsıntının maddî sebeplerini putlaştırarak depremin oluşumunu
Allah adını hiç anmadan yorumlamak, sebepler ve tabiat kanunlarını rab kabul etmektir.
Allah'ı sadece ilk yaratıcı veya ilk hareket ettirici olarak görmek, O'nu evrenden çekip
çıkarmak, sonuçta O'nun rablığını inkâr etmek demektir. Oysa Kur'an'ın ısrarla vurguladığı
gibi, Allah, evreni ve içindeki bütün varlıkları "kudret elinde" tutmakta olup, dilediği biçimde
yönetmektedir. Doğuda da, batıda da, yerde de gökte de idare yalnızca Allah'a aitttir. Her şey
O'nun irâdesi, hükmü ve bilgisi altındadır. Hiçbir varlık, kendiliğinden bir hareket, yaşama ve
davranma gücüne sahip değildir. Besleyen, büyüten, yediren, rızıklandıran, üreten,
öldüren, dirilten hep O'dur. O âlemlerin rabbıdır.
İnsana, yeryüzünde hiçbir varlığa verilmeyen üç önemli özellik verilmiştir: İrâde,
konuşma ve bilgi. Allah'ın ilmi, irâdesi ve kelâmı mutlakken ve insan dahil her şeyi
kuşatmışken; insanın ilim, irâde ve kelâmı izafîdir, Allah'ınkilere tabi olmak zorundadır.
Çünkü o yeryüzünde halife olarak vardır. Allah'ın irâdesi çerçevesinde dileyecek, O'nun
ilminden bilgisini alacak ve O'nun kelâmı çerçevesinde davranacaktır. Ama, eğer insan
Allah'ın ilâh olduğunu kabul etmezse, bu kez kendi dileme ve bilgisini mutlaklaştırır ve
sonunda dilediği biçimde eylemde bulunur. Yeryüzünde dilediği biçimde tasarruf etmeye
kalkar, iradesini kendi arzuları doğrultusunda kullanır. İşte bu da, Allah'ın rablığını kabul
etmemek, O'na bu noktada ortak koşmak demek olur.
Demek ki, rabb olarak Allah evrende mutlak tasarruf sahibidir. Yaratıklar arasında
yalnızca insan teşrîî alanda bu rablığa karşı çıkabilir. Yeryüzündeki tasarrufunu Allah'ın değil;
kendi irâdesi doğrultusunda yapmaya kalkışabilir. Dünyadaki hayatı, istediği biçimde
yönlendirmeye kalkar. Bunun için, Allah'ın kurallarına rağmen kendinden kurallar koyar.
Böylece insan, kendi arzularını ilâhlaştırmış olur. Arzularının doğrultusunda yeryüzüne şekil
vermeğe kalkınca da yeryüzünde rableşmiş olur. Bunun sonucunda, böylesi insanlara
isteyerek itaat edenler de, Allah'ı değil; bu insanları rab kabul etmiş olurlar.
Kur'an, Allah'ın mutlak rab olduğunu belirtirken, bazı insanların bilginlerini, râhiplerini,
hahamlarını, büyük kabul ettikleri birtakım kimseleri, yöneticilerini rab edindiklerini, yani
onların kendi hevâlarından uydurdukları ve hayatı düzenleyici kurallara bağlı kaldıklarını da
vurgular. Sözgelimi, Hz. Mûsâ, Allah'ın mutlak anlamda rab olduğunu ilân ederken, Fir'avn,
kavmine karşı, "en büyük rabbınız benim" (79/Nâziât, 24) diye seslenir. Yine Kur'an,
insanları, birbirlerini rablar edinmeyi bırakıp, yalnızca Allah'ı rab edinmeğe çağırır (9/Tevbe,
31; 3/Âl-i İmrân, 64).
Kur'an'da rab ve melik sıfatları, insanla ilgili kullanıldığında ilâh kavramından önce
gelmektedir. "De ki, sığınırım insanların Rabbına, insanların melikine, insanların ilâhına"
(114/Nâs, 1-3) Bunun nedeni oldukça basittir. İnsanların birinci derecede Allah'ın yolundan
ayrılmalarının nedeni rablık ve melikliği kendilerine özgü kılma, yani Allah'ı yeryüzünden
kaldırma sevdalarıdır. Eğer, Allah rab ve melik olarak insanların hayatına müdâhale
etmeyecek olursa, bu durumda rablık ve meliklik; güçlü, kurnaz ve zengin insanların eline
geçecek, bunlar da diğer insanlar üzerinde kolaylıkla rab ve melik olabileceklerdir. İnsan,
arzularına, tutkularına kurban olmakta, arzularını dilediği gibi tatmin etmek ve dolayısıyla
yeryüzüne ve yeryüzündeki gelir kaynaklarına dilediği ölçüde sahip olmak istemekte, bu da
kendiliğinden daha başka insanlar üzerinde tasarruf sahibi olmayı gerektirmektedir. İşte rablık
iddia eden egemen güçlerin zorbalık ve zulümleri, bu anlayıştan kaynaklanmaktadır. İnsanlar,
Allah'tan başka kimseyi rab kabul etmezlerse, zulüm en büyük desteğini de yitirmiş
olacaktır.172
Rab kelimesi, kapsamının geniş olması ve insanlık hayatındaki fonksiyonu yönünden çok
önem ifade eden Kur’ânî bir kavramdır. Özellikle, insanların çeşitli rablere kul olduğu
günümüzde; İslam'ın pratiği açısından taşıdığı önem daha da büyüktür.
Günümüz insanlığının rab anlayışını, onların inançlarında ve pratik hayatlarında çok açık
bir şekilde görmek mümkündür. Gerek inanç ve gerekse düşünce yönünden, Allah'a tek rab
olarak inanılmadıkça, amelî hayatta, yani pratikte O'nun dinine uymak da mümkün olamaz.
Dinin ilk şartı, Allah'a, O'nun emirlerine teslim ve tâbi olmaktır. Allah'a rağmen Allah'tan
başkalarının koyduğu gayr-ı meşrû hükümlerine seve seve uyanların, "Allah'ın rablığına ve
ilâhlığına inandık" demeleri kendilerini kurtarmaz. Çünkü İslâm; rab olarak sadece Allah'a
inandıktan ve O'na karşı kulluk vecîbelerini yerine getirdikten sonra, O'nun koyduğu hüküm
ve kurallara uyulmasını da ister. Bunun için insanlar, Allah'ın kesin olarak bildirdiği
hükümleri bırakıp, ilâhî emirlere ters olarak başkalarının ortaya koyduğu ilke ve hükümlere
isteyerek uymaları halinde, her ne kadar iddiaları Allah'a iman olsa da, bu imanları geçerli
olamaz.
Günümüz İnsanının Çeşitli Rabları
Günümüzde, insanların, vicdanlarında inanıp kabul ettikleri rabla, yaşantılarında,
hükümlerine teslim oldukları rablar aynı değildir. Teorik olarak inandıklarını ifade ettikleri
Allah'ın rablığını, vicdanlarına hapseden günümüz insanlarının pek çoğu, pratik hayatlarında
Allah'tan başka rabların emirlerine ve hükümlerine teslim olmaktadırlar. Üzülerek belirtelim
ki, insanların pek çoğunun mâruz kaldığı en büyük tehlike, Allah'ı günlük yaşantılarında rab
kabul edemeyişleridir. Onlar, bir yandan mü'min ve müslüman olduklarını söylerlerken, diğer
yandan da Allah'ın emir ve yasaklarını bir tarafa atarak çeşitli varlıkların ve rehber edindikleri
önderlerinin emirlerine uyarlar. Onların koyduğu gayr-ı meşrû hükümlere gönüllü olarak itaat
ederler; böylece Allah'tan başkalarını rab edinmiş olurlar. "Lâ"sı olmayan bir inanç
yaygınlaştırılıyor; her şeyle, özellikle egemen tüm güçlerle ve onların rab anlayışlarıyla
uzlaşan, tepkisiz, laik müslümanlık (!). Allah'a inanan, ama tâğuta itaattan ayrılmayan, Allah'a
inanan ve tâğutların ilke ve hükümlerini kabul ettiğini ifade eden, hakla bâtılın karıştığı bir
din!
Kur'an'ın eski kavimleri ve peygamberleri anlattığı âyetlerinden anlaşılmaktadır ki, en eski
asırlardan, kendi nüzûlü zamanına kadar, sapıklık ve inanç bozukluğu ile tanıttığı tüm
toplumların, doğrudan Allah'ın varlığını inkâr etmediklerini görüyoruz. Ancak onların
hepsinin müşterek sapıklıkları; Allah'ın mutlak rablığını kabul etmeyişleri, Allah'ın yaratıcı
olduğuna inansalar da O'nun tek rablığına pek çok varlıkları ortak etmeleridir. Rablığın bir
kısım özelliklerini Allah'tan başkalarında görmeleri, ahlâkî, sosyal ve kişisel hayatları için
gerekli olan emir ve kuralları, Allah'tan başkalarından almalarıdır. Bunun için, insanların pek
çoğu, ya doğrudan doğruya Allah'tan başka rablar olduğuna inanıyorlar, veya Allah'ın
rablığına teorik olarak inansalar da pratik hayatlarında Allah'tan başkalarının rablığına teslim
oluyorlar. İşte rab konusunda, peygamberlerin her asırda yıkmak istedikleri asıl sapıklık
budur. Hükmü sadece göklere geçen; dünyaya, insanlara, yönetime, sosyal ve siyasal hayata...

172
Ali Ünal-Kur'an'da Temel Kavramlar: 148.
karışmayan bir Allah inancı. Yani göklerin rabbı. Halbuki Allah; göklerin, yerin, bütün
âlemlerin rabbıdır.
Önceden hıristiyan olan Adiyy b. Hâtem, boynunda altından bir haç olduğu halde
Rasûlüllah'ın huzuruna geldi. Peygamberimiz ona: "Ya Adiyy, boynundan şu putu çıkar."
buyurdu. Bu sırada Rasülüllah "Yahudiler ve hıristiyanlar, haham ve râhiplerini Allah'tan
başka rablar edindiler." (9/Tevbe, 31) meâlindeki âyeti okuyordu. Adiyy: "Ey Allah'ın Rasûlü,
hıristiyanlar, râhiplere ibâdet etmediler ki (onları rab edinmiş olsunlar)" dedi. Peygamberimiz:
"Evet ama onlar (hıristiyan râhipleri ve yahudi hahamları) Allah'ın helâl kıldığını haram;
haram kıldığını da helâl saydılar. Onlar da bunlara uydular. İşte onların bu tutumları, onlara
ibâdet etmeleri ve onları rab edinmeleridir." buyurdu.
Bu hadis-i şerif açık olarak gösterir ki, herhangi birini rab edinmiş olmak için, ona rab adı
vermek şart değildir. Allah'tan başkalarının emrine, Allah'ın dinine uyup uymadığı hiç hesaba
katılmaksızın isteyerek itaat etmek, hükümle ilgili konularda Allah'tan başkalarının sözünü
dinleyip kabullenmek, Allah'tan başkasına itaat ederek O'nun dininin emir ve hükümlerine
başkasını tercih ederek muhalefet etmek, Allah'tan başkalarını rab edinmek ve onlara tapmak
demektir.
Putlara, şeytanlara ve tâğutlara tapmak nasıl şirk ise; Allah'ın emrine, Hakk'ın hükmüne
uymayan kişilerin ortaya attıkları görüşleri benimsemek ve onları Allah'a tercih edip onlara
uymak da öylece bir şirktir. Bu durum, onlara kulluk mertebesinden fazla değer vermek,
Allah'ın ilâhî hükümlerine uymayan görüş ve fikirlerini benimsemek olduğu için, hem bir
çeşit şirk, hem de Allah'ı bırakıp onları rab edinmektir. Onlara her ne kadar dil ile rab
denilmese de durum, onları rab tanımanın ta kendisidir.
Onların sözlerine itaat edip, Allah'ın emirlerini terk etmenin puta ve tâğuta tapmakla aynı
olmasının sebebi ise açıktır. Çünkü gerçek âlim, Hakk'ın kulu ve ilâhî hükümlerin mahkûmu
olan kişidir. Hakkı bâtıl, batılı da hak yapmaya çalışıp, insanlara helâlı haram, haramı da helâl
tanıtarak Allah'ın hükümlerini değiştirmeye çalışanlar, ilmî haysiyetten uzak birer tâğutturlar.
Bunlara uymak da onları rab kabul etmektir. Çünkü bu duruma düşenler, Allah'ın hükmüne
değil de onların isteklerine uyarak onlara Allah'a tapar gibi tapmış olanlardır.
Günümüzde de insanların hayatına hâkim pek çok rab kabul edilenler var. Her insan,
hangi rabbin kulu olduğunu kendisi tayin edebilir. Ancak, bunu yaparken, kimin mülkünde
yaşadığını, hangi rabba kulluk etmesi gerektiğini iyice düşünmelidir. Şu iyi bilinmelidir ki,
inanılan ve hayatın her safhasında emrine uyulan tek rab Allah olmadıkça O'na kullukta
bulunulmuş olunamaz. Peygamberimiz'in: "Rabbım Allah de ve bu sözünde dosdoğru ol"
anlamındaki mübarek sözü, Kur'an'daki rab kavramının ve O'na kulluğun en veciz ifadesidir.
Kabirde sorulacak insanlara: "Rabbın kim?" Dünyada rab anlayışı ve bu konudaki
davranış ve eylemlerine göre cevap çıkacak o insandan. "Rabbım filandır" diyecek insan. Dil,
irâdemizin emrinden çıkacak orada. Dünyada kimi rab kabul etti veya eylemleriyle bu
görüntüyü verdiyse, onu söyleyecek dil. Orada "Rabbım Allah'tır" diyebilmek için, burada
"Rabbım Allah'tır" deyip bu sözünü yaşantı olarak isbatlamak gerekiyor. Evet, kurtuluşun tek
reçetesi: “Rabbım Allah” deyip dosdoğru olmak...
Rab Konusunda Sahih İtikad
Âyet ve hadisler, evrende olup bitenlerin gelişi güzel ve tesadüfen olmadığını, aksine her
şeyin, başlangıçtan itibaren sonuna kadar ilâhî bir irâdenin eseri olduğunu açıkça ortaya
koyar. Beliren bu hakikatten sonra Allah'ın rablığı konusunda varılabilecek sonuçları şöyle
sıralamak mümkündür:
Allah, âlemlerin rabbıdır. Her varlığın geçek sahibi Allah'tır. Varlıkların tümünü yaratan,
eğiten, geliştiren, besleyen yegâne rabb Allah'tır. Allah'tan başka ma'bud kabul edilecek hiçbir
varlık olamaz. Sevilerek kendisine ibâdet ve itaat edilecek tek rab ve ma'bud ancak Allah'tır.
Rubûbiyet ve ülûhiyet sadece O'nun hakkıdır. İnsanlığın ilerlemesi ve medenîleşmesi, Rabbını
tanımasıyla mümkündür. Allah'ı tek ve gerçek rab olarak tanımak; O'nun emir ve
hükümlerine göre yürümek, Allah'a güvenerek başkalarının arzusunu O'nun emrinden
üstün görmemek, O'nun hükümlerine uymayan her düşüncenin ve her işin bâtıl
olduğuna inanmak demektir. Allah'ın yegâne rab olduğuna inanmak; her işi yönetip tanzim
edenin, yine her şeye sonsuz kudretiyle gâlip olanın ancak Allah olduğunu kabul etmek
demektir.
Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, Allah'tan başka hiçbir rabba kul olmamak, her işi
Allah için yapmak, O'nun emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmak, “Allah'tan başka
hiçbir ilâh yoktur” ilkesi üzerinde ölünceye kadar sâbit kalmak, Allah'a itaatta dosdoğru
yaşayıp hilekârlığa sapmamak, Allah'a tek rab olarak inanmak ve bunda doğru olmak
demektir. "Rabbımız Allah deyip sonra dosdoğru olanların üzerine melekler iner; Korkmayın,
üzülmeyin. Size söz verilen cennetle sevinin. Biz dünya hayatında da âhiret hayatında da sizin
dostlarınızız. Orada size canlarınızın çektiği her şey var. Orada size istediğiniz her şey var
(derler)." (41/Fussılet, 30-31)173
Tüm yaratıkları yönlendiren, ihtiyaçlarını karşılayan, âlemlerin rabbı Allah olduğu gibi;
beşere Cenneti gösteren, onu terbiye eden de Allah’tır. Cehennemi gösteren ve ondan
sakındırıp korkutan, Peygamberimiz’i gösteren ve O’na bağlanmayı teşvik eden de
Rabbımızdır. Kur’an hakikatlarını gösterip insanın gözünü gönlünü açan, Kur’an’da kâinatı
dile getiren, evreni anlatıp insanın karşısına apaçık gerçekleri ayan beyan seren, tek rab
Allah’tır.
Varlığa gelen, vücuda eren bütün mahlûkatı terbiye eden Allah’tır. Ve her varlık, bizzat
Cenâb-ı Hak tarafından kendi fıtrat hudutları içerisinde terbiye edilmektedir. Terbiye
sınırlarının dışına çıkmış hiçbir varlık gösterilemez. Bu evrensel terbiyenin tek sahibi Rabbu’l
âlemîn olan Allah’tır. İnsanı da terbiye eden O’dur. Hidâyet ve dalâlet yolunu göstermek ve
gönderdiği peygamberleri, dünya ve âhiret hayatının lider ve önderleri kılmakla Cenâb-ı Hak
insanı terbiye etmektedir. Ve yine, bir nebî ile bir bedevîyi, yetenekleri ölçülerine göre terbiye
etmektedir.
Beşer, ancak O’nun terbiyesi ile gerçek olgunluğa ulaşabilir, insan-ı kâmil olabilir. Bunun
en sağlam yolu ise, Kur’an’ı rehber edinmektir. Terbiye, her varlığın kendi sınırları içinde
tekâmül etmesi demektir. Onları kemâle erdiren ise, Rab olan Allah’tır.174
İnsana yakışan, bütün evrenin ve kendisinin yaratıcısı, sahibi, rızık vericisi, yetiştiricisi
olan Allah’ı tek rab kabul edip O’na ibâdet ve itaat etmektir.
Rab Kavramıyla İlgili Âyet-i Kerimelerden Bazıları

a- her şeyin Rabbı (Terbiye Eden, Besleyen, Rızık Veren) Allah'tır: Fatiha, 1 ; Bakara,
22, 126, 131 ; Al-i İmran, 37 ; En'am, 164 ; Yunus, 31-32 ; Yusuf, 100 ; İbrahim, 37 ;
Nahl, 53-54 ; İsra, 30, 66 ; Ta-ha, 49-50 ; Şuara, 77-83.
b- Rabb, Her şeye Gerçek Anlamda Sahip ve Maliktir: Bakara, 139, 258, 286 ; Nisa, 17 ;
A'raf, 155 ; Tevbe, 129 ; Hud, 107.
c- Rabb, Kendisine Kulluk Edilecek Yegane Varlıktır: Bakara, 21, 112, 127, 128 ; Al-i
İmran, 64, 79, 80 ; Maide, 72 ; En'am, 106 ; A'raf, 3 ; Yusuf, 23, 41, 42 ; Nahl, 86 ;
İsra, 23 ; Kehf, 110 ; Meryem, 34 ; Fecr, 15-16.
d- Rabb, İnsanları Huzurunda Toplayacaktır: Al-i İmran, 9 ; En'am, 30, 51 ; Secde, 10,
11, 12 ; Sebe', 26 ; Mutaffifin, 6 ; İnfitar, 6 ; İnşikak, 6.
e- Rabb, İlahi Nizamıyla İnsanları Gerçeğe Ulaştırır: Bakara, 37, 129 ; Al-i İmran, 8.
f- Yalnız Rabbımıza İtaat Edilmelidir: En'am, 114, 115 ; A'raf, 33 ; Tevbe, 31.
173
Yakup Çiçek, F.ahreddin Yıldız-Hamd Rabb: 79.
174
Hikmet Işık-Fâtiha Üzerine Mülâhazalar: 114-115.
g- Rabbımız, Her şeyi Yaratan ve Yöneten Allah'tır: Al-i İmran, 191 ; Nisa, 1 ; En'am,
133 ; A'raf, 54 ; Yunus, 3, 39 ; Yusuf, 101 ; Ra'd, 16 ; Hicr, 86 ; Kehf, 14, 36-38 ;
Enbiya, 56 ; Faatır, 13 ; Saad, 66 ; Mü'min, 64 ; Alak, 1-5 ; Adiyat, 6.
Konuyla İlgili Bazı Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhari, Itk 17
Müslim, Elfaz 13, 14, 15
Ebu Davud, Edeb 83, 84.
Kütüb-i Sitte, Tercüme: İbrahim Canan, Akçağ Yay. c. 12 s. 8-11

ABD

Kul, köle, mahlûk, insan. İtaat etmek, boyun eğmek, tevâzu göstermek, daha açık bir ifade ile
kişinin bir kimseye, ona isyan etmeden ve ondan yüz çevirmeksizin itaat etmesidir. Abd
kelimesinin masdarı olan ubudiyyet (kulluk etmek) insanın sıfatıdır. Sâmî menşeli olduğu
için; İbrânîce'de ve diğer akraba dillerde de görülen Abd kelimesi, Arapça'da bazı hususiyetler
ifade etmektedir. insanın yaratılış hikmetinin Allah'u Teâlâ (c.c.)'ya kulluğa dayandığı kat'i
nasslarla sabittir.
"Bana karşı imtihan ettiğin -başıma kaktığın- ganimet, İsrailoğullarını kendine kul -köle-
edindiğin için." (eş-Şuarâ: 26/22) ifâdesindeki meâl, Musa (a.s.)'ın Firavuna cevabında olduğu
gibi "kul", "köle" edindin demektir.
Abd kelimesinin masdarı olan ubûdiyet ve kulluk, insanın; rubûbiyet ise Allah'ın sıfatıdır.
Zaman zaman müstekbir ve mütekebbir insanlar, ilâhlık taslayarak Allah'a ait vasıfların
kendilerinde de bulunduğunu iddia ederler. Bilhassa hüküm vermede ve kanun yapmada bu
durum kendini açıkça belli eder. Cenâb-ı Hak ise bu durum karşısında bütün insanların kul
olduğunu, hüküm koymanın yalnız Allah'a ait bulunduğunu, bir insanın Allah'ın hükümlerine
bağlı kalarak mükemmel bir kul ve insan olacağı üzerinde Kur'ân'da ısrarla durmuştur.
Kur'ân-ı Kerim'de: "Cinleri ve insanları, bana ibadet etmeleri için yarattım." (ez-Zâriyât:
51/56) hükmü beyan buyurulmuştur. Bütün peygamberler abd olduklarını övünerek
söylemişlerdir. Hristiyanlar tarafından ilâh olduğu ileri sürülen Hz. İsa (a.s.) bu iddiayı
kesinlikle reddederek Kur'ân-ı Kerim'in tabiriyle şöyle der: "Ben Allah'ın bir kuluyum."
(Meryem: 19/30). Hz. Davud (a.s.) için "O ne güzel bir kuldu." (Sâd: 38/30) diye buyrulurken
Hz. Eyyüb (a.s.) hakkında da sabrından dolayı şöyle ifade edilmektedir: "Gerçekten biz onu
sabırlı bulmuştuk. O ne güzel kuldu." (Sâd: 38/44). Kur'ân-ı Kerim'de birçok isim ve sıfatla
anılan Hz. Peygamber (s.a.s.) için en şerefli isim olarak "abd" tabiri kullanılmaktadır. Cenâb-ı
Allah'a en yakın bulunduğu Mîrac gecesinde kendisinden "abd" diye sözedilmektedir.175
Rasûlullah (s.a.s.)'in "abd" yönü ve özelliği rasûl sıfatından daha üstündür. Zira kul olma
yönüyle Hakk'a ubûdiyet özelliğini yansıtır; rasûl yönüyle ise insanlara tebliğ özelliğini ifade
eder. Allah'a yönelik kul olma özelliği, halka yönelik rasûl özelliğinden daha önemli ve daha
üstündür. Bundan dolayı da Kelime-i Şehâdet ve Kelime-i Tevhid'de önce abd (kul) sıfatı
sonra rasûl sıfatı zikredilmektedir. Aynı şekilde Cenâb-ı Hakk Kur'ân-ı Kerim'de "Allah
Kur'ân'ı kuluna indirdi." (el-Kehf: 18/1) âyetiyle peygamberlik görevinden söz ederken
Rasûlullah'tan "kul" diye söz etmektedir.
Hz. Âdem (a.s.)'den itibaren bütün peygamberler insanları, Allah'u Teâlâ (c.c.)'ya ibadet
etmeye davet etmişlerdir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de "Andolsun ki biz her kavme: -Allah'a
ibadet edin, tâğuta kulluk etmekten kaçının diye- (tebligat yapması için) bir peygamber
göndermişizdir." (en-Nahl: 16/36) buyurulmaktadır. Bilindiği gibi tâğut; Allah'u Teâlâ
175
el-İsra: 17/1; en-Necm: 53/10.
(c.c.)'nın indirdiği hükümlere karşı ayaklanan (tuğyan eden) her güce verilen bir isimdir.
Bunun insan olması, şeytan olması, put olması veya bir ideoloji olması, mahiyetini
değiştirmez. Nitekim: "İman edenler, Allah yolunda cihad ederler; küfredenler de (kâfirler)
tâğut yolunda savaşırlar." (en-Nisâ: 4/76) âyet-i kerimesi insanların, ya Allah'a iman edip
O'nun dini için cihad edeceklerini, ya da küfredip (kâfir olup) tâğut yolunda savaşacağını
sarih olarak ortaya koymuştur. Bu iki hâlin dışında, üçüncü bir hâlden söz etmek mümkün
değildir. Bu mücadelenin ortaya çıkardığı hukûkî bir durum "abd" kavramı ile alâkalıdır.
Şöyle ki; abd kelimesi, köle mânâsına da kullanılmıştır.176 Şimdi bu mâhiyet üzerinde kısaca
duralım.
Ruhlar âleminde iken Allah'u Teâlâ (c.c.) bütün insanlardan "mîsak" almıştır. Bu bir anlamda
Allah'u Teâlâ (c.c.) ile insanlar arasında tahakkuk eden mânevî bir mukaveledir. Her mü'min
"Ne zamandan beri müslümansın?" suâline; "Kâlû Belâ'dan beri" diyerek, bu manevî
mukâveleyi ikrar eder. Kur'ân-ı Kerim'de; Allah (c.c.)'ın "emâneti" göklere, dağlara ve
yeryüzüne teklif ettiğini, onların bu emanetin ağırlığı karşısında endişeye düştükleri, insanın
ise kendi iradesiyle yüklendiği bildirilmiştir.177 Emânet; Allah'u Teâlâ (c.c.)'nın tekliflerinin
tamamına verilen isimdir. Ruhlar âleminde gerçekleşen mîsak ve yüklenilen emânet
sebebiyle; insan, yeryüzünde Allah (c.c.)'ın halîfesi hükmündedir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in:
"Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzerine doğar." müjdesi sarihtir. İnsan; dünyaya geldikten
sonra mîsakı unutur, emânete ihanet eder ve İslâm'a karşı savaşırsa "kölelik" (abd, rakik,
memlûk, cariye vs...) gündeme girer. Nitekim Molla Hüsrev: "Kölelik; tevhid akîdesinden yüz
çevirmenin cezası olarak, Allah'u Teâlâ (c.c.)'nın takdir ettiği bir hakirliktir.” 178 diyerek,
meselenin içeriğine işaret etmiştir. İbn Âbidîn'de bu konuyla ilgili olarak şu hükümlere yer
verilmiştir: "Bulunan çocuk (lâkit) bütün hükümlerde hürdür. Hattâ kazf (zina isnadı iftirası)
edene, had vurulur. Çünkü âdemoğlu için asıl olan hürriyettir. Zira insanlar müslümanların en
hayırlıları olan, Hz. Adem ile Hz. Havva'nın çocuklarıdırlar. Bazı insanlardaki kölelik hâli ise,
daha sonra ortaya çıkan küfür sebebiyle meydana gelmiştir." Dikkat edilirse köleliğin
tahakkuku, ruhlar âleminde gerçekleşen mîsakı reddetmek ve emânete ihanet ederek İslâm'a
karşı savaşmakla ilgilidir. Müsteşriklerin (veya onları taklid eden kimselerin) iddia ettikleri
gibi kaba kuvvetle alâkası yoktur. Rasûlullah (s.a.s.)'ın hür bir insanı, kuvvet kullanarak
kendisine hizmetçi yapanın namazının asla kabul edilmeyeceğini ve kıyâmet gününde onun
karşısında olacağını ifade ettiği bilinmektedir.179 Dolayısıyla bir İslâm beldesi kâfirlerin
istilâsına uğrarsa, o beldedeki müslümanlar "esir" olabilirler, ancak kat'iyyen "köle"
olamazlar.
Râgıp el-İsfahânî; "abd" kavramının Kur'ân-ı Kerim'de dört ayrı mahiyeti ifade için
kullanıldığını kaydeder. Bunlar:
1) Hukûkî açıdan köle mânâsına: el-Bakara Sûresi'nin 221. âyetinde olduğu gibi.
2) Yaratılması bakımından abd: Bu mâhiyette, sadece Allah'u Teâlâ (c.c.)ya nisbet edilerek
kullanılır. Nitekim Rasûl-ü Ekrem (s.a.s.): "Hiç biriniz (elinizin) emrinizin altında
bulunanlara kulum demesin. Çünkü hepiniz Allah'u Teâlâ (c.c.)'nın kullarısınız" diyerek bu
mahiyete işaret etmiştir.
3) Allah'a kulluk yapması açısından abd: İster hür, ister köle olsun şer'î hududlara riâyet eden
kimse.
4) Dünyaya ve dünya servetine kul haline gelen abd: Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in: "Kahrolsun
altına, gümüşe ve lükse kul olan insan"180 diye zemmettiği kimseler.
Kelime-i Şehâdet getirirken; bütün ilâhları reddettiğimizi, sadece Allah'u Teâlâ (c.c.)'ya iman
ettiğimizi, Peygamber Efendimizin (s.a.s.) önce "abd" (kul), sonra "rasûl" olduğunu ikrar ve
176
el-Bakara, 2/221.
177
el-Ahzab: 33/72.
178
Molla Hüsrev, ed-Dürer, İstanbul 1307, 2/6.
179
Buhârî, İcare: 10.
180
Tirmizî, Zühd: 42.
tasdik ediyoruz. Dikkat edilirse, kelime-i şehâdette geçen kavramlardan birisi de "abd"
kavramıdır. İnsanın sıfatı; Allah'u Teâlâ (c.c.)'ya kul olmasıdır: Eğer bu sıfat kaybedilirse,
tâğut'un esiri haline gelme tehlikesi mevcuttur. Allah'u Teâlâ (c.c.)'ya kulluk eden kimseye
"hür insan", tâğuta kulluk edene de "köle" denilir. Bu mahiyet asla unutulmamalıdır. Hz.
Âdem (a.s.)'den beri devam eden mücadelenin mahiyeti "abd" kavramı ile izah edilebilir. Zira
bütün peygamberler insanları "Allah'a kulluk (ibadet) edin, tâğût'a kulluk etmekten kaçının"
diyerek uyarmışlardır. Günümüzde "Hâkimiyet kayıtsız ve şartsız insanındır" sloganının
arkasına gizlenen tâğûtî güçler kuvvet kullanarak, müslümanları esir etmek arzusundadırlar.
Bu büyük tehlike karşısında; ihlâsla Allah'u Teâlâ (c.c.)'ya kulluk eden mü'minlerin, cihâd
ibadetini ihya etmeleri zarûrîdir. Gerçek mânâda ubûdiyyet (kulluk); İslâm'ın temel
hedeflerini gerçekleştirmek için ihlâsla ve sabırla gayret sarfetmektir.181

ÂBİD

İbâdete düşkün, çok ibâdet eden kimse. Çoğulu ubbâd, âbidîn ve âbidûn'dir.
Kur'ân'da tekil ve çoğul hâliyle, toplam oniki yerde geçer. Bir âyet-i kerime şöyledir: "Ey
Muhammed, Allah'a tevbe eden, ibâdete düşkün (âbidleri), ona hamdeden, onun, yolunda
(dinini yaymak için seyahat eden)... Müminleri müjdele!" (et-Tevbe: 9/112). Âbid kelimesi
hadis-i şeriflerde de "ibâdete düşkün" anlamını ifâde eder. Ancak hadislerde ilimsiz ibâdet
düşkünlüğü ile ahlâkî olgunluğa ulaşmamış bir âbidliğin değerinin olmadığı anlatılır: "Âlim
kişinin, (âlim olmayan) âbid üzerine üstünlüğü, ayın yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Ya da
benim, sahâbilerimden en aşağı seviyede bulunana üstünlüğüm gibidir."182 "Cömerd fakat
câhil olan kişi, âbid fakat cimri olan kimseye nazaran Allah nezdinde daha makbûldur."183
Hz. Peygamber ve hulefâ-i râşidin devrinden sonra İslâm devletinin sınırlarının genişleyerek
müslümanların büyük bir servete sahip olması, devlet idarecileriyle halkın zenginlerinden bir
kısmının dünya malına fazlaca rağbet etmeleri, samimi müslümanların tepkisini doğurdu. Hz.
Peygamber ve ashâbının sade ve gösterişsiz, yaşantısına özlem duyan bazı insanlar, dünyaya
değer vermeden, halkın arasından uzaklaşarak kendilerini Hakk'a ibâdete verdiler. Halkın
büyük bir bölümünün lüks ve refah peşinde koştuğu bir dönemde böyle bir hayatı tercih
ederek kendilerini ibâdete verenlere bir ayrıcalık olmak üzere "âbid", "zâhid" ve "nâsik" gibi
adlar verildi. İlk Âbidler diyebileceğimiz bu kişilerin çoğu, ilim ve amelle meşgul kimselerdi.
Şu kadar var ki, âbid kelimesi tasavvuf literatüründe pek kullanılmamış ve tasavvuf
lügatlerine girmemiştir. Tasavvufta âbid yerine daha çok ârif ve âşık terimleri benimsenmiştir.
İlk mutasavvıflardan Bâyezid-i Bistâmî "Abîd hâl ile ibâdet eden, vâsıl-ârif ise içinde
bulunduğu hâl ibâdet olan kimsedir" der.184 İbnu'l-Cellâ, "Zâhid; övme ve yerme, nazarında
eşit olana, âbid; farzları ilk vaktinde kılana, muvahhid; her şeyi Allah'tan bilene denir" diyerek
âbid, zâhid ve muvahhid arasındaki nüansı ifâde etmektedir.185

MİSAK

Sağlam olma, işi sağlam tutma, güçlendirme, emniyet etme, sözleşme, anlaşma ve bir şeyi
bağlayacak ip; Allah'a, Rasulüne ve insanlara verilen sözü, yapılan her türlü anlaşmaları ifade
eden bir terim. Misak; ahd, akd, and gibi kelimelerle eş anlamlıdır. Fakat terim olarak
kullanım yerleri bakımından bir takım farklılıklar gösterir.
Kur'an'da misak, bazan genel bir sözleşmeye, bazan da özel bir sözleşmeye işaret eder.
Nitekim "Rabb'in, Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve; "Ben sizin
181
Yusuf Kerimoğlu, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/3-5.
182
Ebû Dâvud, İlim: 1; Tirmizî, İlim: 19; İbn Mâce, Mukaddime: 39; İbn Hanbel, Müsned: 5/196.
183
Tirmizi, Birr: 40.
184
Sülemî, Tabakâtu's-Sûfiyye, Kahire 1986, s. 69.
185
M. Kâmil Yılmaz, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/24-25.
Rabb'iniz değil miyim?" diye onları kendilerine şahit tutmuştu. (Onlar) "Evet, (buna) şahidiz
dediler. Kıyamet günü "Biz bundan habersizdik!" demeyesiniz." (el-A'raf: 7/172) âyetinde
misak, genel bir sözleşmeyi dile getirir.
Fakat, yukardaki âyette dile getirilen misakın mahiyeti hakkında müfessirler çok farklı
yorumlara gitmişlerdir. Bu yorumlar şöyle gruplandırılabilir: Müfessirlerden çoğunluğu
oluşturan grup bu âyeti, sembolik (remzî) bir anlatım olarak kabul ederler.186
Bunlara göre, Kur'an, bu uslüp ile, âdeta Allah'ın uluhiyeti fikrinin, gerçekte insanın doğasına
yerleştirildiğini, bunun da kavranabilir bir vakıa olarak meydana geldiğini anlatmak ister.187
Diğer bir grup müfessir, bu misakın fiilen meydana geldiğini kabul ederler.
Bazı müfessirler ise, bu misak, fıtrî olması ve kelâm-ı nefsiyi de içine alması itibariyle gerçek
bir sözleşme gözüyle bakarlar. Dolayısıyle olayın fıtrî olması, fiili olarak olmasına engel
teşkil etmez görüşündedirler.
Bütün müfessirler, bu misakı ister fıtrî, ruhî bir misak olarak isterse fiilî, kelâmî bir misak
şeklinde kabul etsinler, insanlığın bu misak'la gerçek anlamda Allah'a söz vermiş ve onunla
bir sözleşme yapmış olduğu hususunda söz birliği içindedirler. 188
"Peki Allah hakkında gerçekten başkasını söylememeleri hususunda kendilerinden Kitap
misakı alınmamış mıydı?" (el-A'raf: 7/169) âyetinde ise misak kelimesi özel bir sözleşmeyi
dile getirmektedir.
Allah, misakını bozanları şiddetle kınar, onların cezalandırılacaklarını belirtir. Bozulan misak,
ister Allah ile, ister Peygamber ile, isterse insanlar ile yapılan misak olsun, bozanlar
cezalandırılmayı hak ederler:
"Onlar ki, misakla bağlandıktan sonra Allah'a verdikleri ahdi bozarlar, Allah'ın
bitiştirilmesini emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar; işte ziyana
uğrayanlar onlardır." (el-Bakara: 2/27),
“Misaklarını bozdukları için onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık." (el-Maide: 5/13)189

EMÂNET

Birisinin koruması için bırakılan maddî ve manevî hak. Emniyet edilip inanılan şey.
Peygamberlerde bulunan sıfatlardan biri de "emânet"tir. Kur'an'a, Sünnete ve Resulullah'ın
eşyasına da "emânet" denir.
Resulullah, hicretten önce, kendisinde bulunan emânetleri sahiplerine iade etmişti. Çünkü
kâfirler ona "el-emin" olarak mallarını emânet ediyorlardı. Hz. Peygamber "emânete ihânetin
münâfıkların alâmetlerinden olduğunu" söylemiştir.190 Emânet, müminlerin de vasfıdır.191
Vedâ Haccı'nda Rasûlullah, kadınların da erkeklere birer emânet olduklarını açıklamıştır.192
Yine Vedâ Hutbesi'nde Rasûlullah, "Size bir emânet bırakıyorum ki, ona sarıldıkça sapıklığa
ve dinsizliğe düşmezsiniz. Bu emânet Allah'ın kitabı Kur'ân ve benim sünnetimdir."193 İbn
Hanbel rivâyet eder: "Emânet sahibi olmayan kişinin gerçek imânı yoktur"194
Allah Teâla, "emânet" kavramını Kur'an-ı Kerîm'de çok geniş bir anlamda zikretmiştir: "Biz,
emâneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onu yüklenmekten kaçındılar; onu insan
yüklendi; çünkü o çok zâlim çok câhildir..." (el-Ahzâb: 33/72). Bu genel anlamlandırmadan
sonra, "Emanetleri ehline vermemizi, insanlar arasında hükmettiğimiz zaman adâletle
186
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 4/2334 ve devamı.
187
Elmalılı, Hak Dini, Kur'an Dili, 4/2334-2338.
188
Elmalılı, Hak Dini, Kur'an Dili, 4/2334-2338.
189
Ertuğrul-Ömer H. ÖZALP, Şamil İslam Ansiklopedisi: 4/216.
190
Buhâri, İmân: 64; Müslim, İmân: 106.
191
el-Mü'minûn: 23/8.
192
Ebû Dâvûd, Menâsik: 56.
193
Buhâri, Tecrid, 1654; İbn Hişâm, es-Sire, IV, 603; Sahih ve Sünen'lerin Vedâ Haccı bölümleri.
194
Ahmed b. Hanbel, Müsned: 3/135.
hükmetmemizi emreder." (en-Nisâ: 4/58). Rasûlullah'ın şu buyruğu da emânete riâyetin
yozlaşması durumunda neler olacağını açıklamaktadır: "Emânet kaybedildiği zaman yani
-işler ehli olmayanlara verildiği zaman- kıyâmeti bekle."195
İsrailoğulları bu yüzden çökmüş ve sapmışlardı. Beceriksiz, sorumsuz, ahlâksız, adâletsiz
kimselere yetki vermişlerdi. Halbuki İslâmî harekette, her işte en ehil kişilerin yeraldığı
"Ulu'l-emr"e itâat söz konusudur.
Geniş anlamıyla, "Allah'ın tekliflerinin tamamına" emânet denilmiştir.196 Usûl-i fıkıhta,
Allah'ın insanlâra yüklediği bütün mükellefiyetlere emânet denilmiştir.197 Eşref-i mahlûkat,
Allah'ın yeryüzündeki halifesi olarak tanımlanan insan; Allah'ın öğüdü ve rehberi olan Kur'an-
ı Kerîm ile ruhlar âleminde verdiği 'misâk'ı aldığı emâneti yerine getirmeye çalışmakla
mükelleftir. Bu manada, herhangi bir şekilde kendisine emânet edilmiş bir malı korumamak
nasıl hâinlik olmaktaysa; daha geniş kapsamlı olarak Kur'ân ve Sünnet emânetini
sahiplenmemek, İslâm'a yönelmemek ve İslâmî ilkeleri yaşamamak, yaşatmayı unutturmak
veya engellemek de emânet ve emânet ilkelerine uymamak demektir.198

İSRÂ

Gece yürüyüşü, geceleyin yaya veya binekli olarak yapılan yürüyüş. Istılahta; Hz. Peygamber
(s.a.s)'in gece Burak isimli bir binitle Mekke'den Kudüs'teki Beyt-i Makdis'e götürülmesi
hadisesidir. Buradan Hz. Peygamber Mi'raca çıkmıştır.
İsrâ hadisesi Kur'an ile sabit olduğu için bu hadisenin inkârı mümkün değildir. Kur'an-ı
Kerîm'de bu olay şöyle anlatılmıştır: "Kulu (Muhammed)'i geceleyin, Mescid-i Haram'dan
çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya ayetlerini göstermek için götüren Allah noksan
sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz ki O, Semî'dir, Basir'dir." (el-İsrâ: 17/1). Ayet-i Kerimenin
ifadesine göre isrâ hadisesi ruhanî bir hadise değildir. Hz. Peygamber bedeni ile birlikte Beyt-i
Makdis'e götürülmüştür. İsrâ'dan sonraki safhanın, yani mi'rac hadisesinin yalnızca ruhanî
olduğunu bazı âlimler söylemişlerdir.
Ayet-i Kerimedeki "ayetlerini göstermek için" ifadesi "O (s.a.s)'i ayetlerimizden olarak
gösterelim diye" şeklinde tefsir etmişlerdir. Bu takdirde İsrâ hadisesi Hz. Peygamber'e bazı
ilahî ayetler göstermek için değil; O'nu bir ayet olarak semâ ehline ve kâinata göstermek için
yapılmıştır.
Bazı tefsirciler isrâ ve mi'rac hadisesini fiziki örneklerle, aklın anlayışına yaklaştırmaya
çalışmışlardır. Fakat doğrudan doğruya ilahî bir ayet olan İsrâ'nın aklîleştirilmesi mümkün
değildir. Tabiî bir tasavvur emsâl ile tasavvur demektir. Halbuki benzeri görülmemiş bir olayı
benzeri ile tasavvura kalkışmak tezat olur. O ancak müşahede ve haber ile bilinir. 199 İsrâ
hadisesinin, önemli bir diğer boyutu da, bu olaydan sonra Kudüs ve Mescidi Aksanın İslâm
ümmetinin gözündeki öneminin daha da artmış olmasıdır.200

MİRAC

Arapça'da merdiven, yukarı çıkmak, yükselmek anlamlarını dile getirir. İslam'da Hz.
Peygamber (s.a.s)' in göğe yükselerek Allah'ın huzuruna kabul edilmesi olayı. Mirac olayı
hicretten bir yıl ya da onyedi ay önce Receb ayının yirmi yedinci gecesi gerçekleşir. Olayın
iki aşaması vardır. Birinci aşamada Hz. Peygamber (s.a.s) Mescidül-Haram'dan Beytü'l-
Makdis'e (Kudüs) götürülür. Kur'an'ın andığı bu aşama, gece yürüyüşü anlamında isra adını
195
Buhari, İmân: 1.
196
Mecmuat'ut-Tefâsir, İstanbul 1979, 5/142, 143.
197
Molla Hüsrev, Mir'at el-Usûl fî Şerhi'l Mirkat el-Vüsûl, İstanbul, 1307, I, 591.
198
Yusuf Kerimoğlu, Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/92.
199
Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 4/3150.
200
Şâmil İslam Ansiklopedisi: 3/204.
alır. İkinci aşamayı ise Hz. Peygamber (s.a.s)'in Beytü'l-Makdis'ten Allah'a yükselişi oluşturur.
Mirac olarak anılan bu yükselme olayı Kur'an'da anılmaz, ama çok sayıdaki hadis ayrıntılı
biçimde anlatılır.
Hadislerde verilen bilgiye göre Hz. Peygamber (s.a.s), Kâbe'de Hatim'de ya da amcasının kızı
Ümmühani binti Ebi Talib'in evinde yatarken Cebrail gelip göğsünü yardı, kalbini Zemzem ile
yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurdu. Burak adlı bineğe bindirilerek Beytü'l-
Makdis'e getirildi. Burada Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve diğer bazı peygamberler
tarafından karşılandı. Hz. Peygamber (s.a.s) imam olarak diğer peygamberlere namaz kıldırdı.
Hz. Peygamber (s.a.s), Beytü'l-Makdis'te kurulan bir Mirac'la ve yanında Cebrail olduğu
halde göğe yükselmeye başladı. Göğün birinci katında Hz. Adem, ikinci katında Hz. İsa ve
Yahya, üçüncü katında Hz. Yusuf, dördüncü katında Hz. İdris, beşinci katında Hz. Harun,
altıncı katında Hz. Musa ve yedinci katında Hz. İbrahim ile görüştü. Cebrail ile birlikte
yükseliş Sidretü'l-Münteha'ya kadar sürdü. Cebrail, "Buradan bir parmak ucu ileri geçecek
olursam yanarım" diyerek Sidretü'l Münteha'da kaldı. Hz. Peygamber (s.a.s) buradan itibaren
Refref adlı başka bir binekle yükselişini sürdürdü. Bu yükseliş sırasında Cennet ve
nimetlerini, Cehennem ve azabını müşahede etti. Sonunda Allah'ın huzuruna kabul edildi.
Kendisine ümmetinden Allah'a şirk koşmayanların Cennet'e gireceği müjdelendi, Bakara
suresinin son ayetleri verildi ve beş vakit namaz farı kılındı. Yeniden Refref ile Sidretü'l-
Münteha'ya, oradan Burak'la Kudüs'e, oradan da Mekke'ye döndürüldü.
Hz. Peygamber (s.a.s) ertesi günü Mirac olayını anlattı. Olayı duyan müşrikler yoğun bir
kampanya başlatarak Hz. Peygamber (s.a.s)'i suçlamaya, alaya almaya başladılar. Bu
kampanya bazı müslümanları da etkileyerek şüpheye düşürdü. Olayın gerçek olup olmadığını
araştırmak isteyenler Beytü'l-Makdis'e ve Mekke'ye gelmekte olan bir kervana ilişkin sorular
sorarak Hz. Peygamber (s.a.s)'i sınadılar. Hz. Peygamber (s.a.s)'in verdiği bilgilerin doğruluğu
müslümanları şüpheden kurtardıysa da müşriklerin inatlarını kırmaya yetmedi. Mirac olayı
inatlarını ve düşmanlıklarını artırarak onlar için bir fitne nedeni oldu. Bu olay karşısındaki
tutumu nedeniyle Hz. Ebu Bekr, Hz. Peygamber (s.a.s)'ce "Sıddîk" lakabıyla onurlandırıldı.
Hz. Ebu Bekir olayı kendisine anlatarak hala inanmaya devam edip etmeyeceğini soran
müşriklere "O söylüyorsa şüphesiz doğrudur" cevabını vermişti.
Ahad hadislere dayansa da Mirac olayının gerçekliğinde tüm müslümanlar birleşmişlerdir.
Ancak olayın gerçekleşme biçimi İslam bilginleri arasında görüş ayrılıklarına neden olmuştur.
Buna göre İbn Abbas'ın da içinde bulunduğu bazı bilginlere göre Mirac olayı uykuda
gerçekleşmiştir. Bilginlerin büyük çoğunluğuna göre ise uyku durumunda ve rüyada değil,
uyanık iken gerçekleşmiştir. Fakat bu görüşü savunanlar da Mirac'ın yalnız ruhla mı, yoksa
hem ruh, hem de bedenle mi olduğu konusunda ikiye ayrılmışlardır. Sonraki Kelamcıların
büyük çoğunluğuna göre mirac olayı uyanıkken hem ruh, hem de bedenle gerçekleşmiştir.
İçlerinde Hz. Aişe'nin de bulunduğu bazı bilginlerle mutasavvıfların büyük çoğunluğuna göre
ise uyanık durumda iken ama yalnız ruhla gerçekleşmiştir.
Mirac olayının gerçekleştiği gece müslümanlarca kadir gecesinden sonra en kutsal gece
sayılmış ve bu gecenin ibadetle ihyası gelenekleşmiştir. Osmanlılar döneminde, camiler
kandillerle donatıldığı için Mirac kandili olarak anılan geceyi izleyen gün, cami ve tekkelerde
Mirac olayını anlatan ve Miraciye adı verilen şiirlerin okunması, dinleyenlere süt ikram
edilmesi de bir gelenekti.201

İSM-İ A'ZÂM

Allah'ın en büyük ismi. Bir kısım bilginler, özellikle mutasavvıflar tarafından varlığı kabul
edilir. Bu bilginlerin ve mutasavvıfların inancına göre İsm-i Azâm, halk tarafından bilinemez,
yalnız peygamberler ve velilerce bilinebilir. İsm-i a'zâm ile yapılan tüm dualar kabul edilir,
201
Ahmet Özalp, Şamil İslam Ansiklopedisi: 4/197-198.
tüm istekler yerine getirilir. Bu ismi bilenler, olağanüstü işler yapabilirler. Meselâ Kur'an'da
Hz. Süleyman kıssasında geçen ve "yanında Kitap'tan bir ilim bulunan kimse" olarak
nitelenen kişi, Belkıs'ın tahtını İsm-i a'zam sayesinde göz açık kapayıncaya kadar geçen bir
süre içinde getirmiştir (en-Neml, 27/40). Gerçekte Allah'ın hangi isminin İsm-i a'zâm olduğu,
böyle bir ismin bulunup bulunmadığı tartışma konusudur.
İbn Kesir'in Şehr b. Havşeb Esma binti Yezid b. el-Seken'den aktardığı bir hadise göre,
Allah'ın İsm-i a'zam'ı, "İlahınız bir tek ilâhtır. O'ndan başka ilah yoktur, O Rahman'dır,
Rahim'dir" (el-Bakara, 2/163) ve "Elif, lam, mim. Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur, daima
diridir ve (yarattıklarını) koruyup yöneticidir" (Âlu İmrân, 3/ 1-2) anlamındaki ayetlerde
bulunmaktadır (Nakleden Saîd Havva, el-Esas fi't-Tefsir, I, 288). Elmalılı Muhammed Hamdi
Yazır'ın TirmiZi, Ebû Dâvud ve Nesâî'den aldığı bir hadise göre namaz kıları birisinin
"Allahümme inni es'elüke bienne leke'l-hamdü la ilahe illa ente'l Mennân Bediü's-semâvat
ve'l-ard Zü'l-celali ve'l-ikrâm ya Hay ya Kayyum" diye dua ettiğini duyan Resulullah, "Biliyor
musunuz ne ile dua etti?"diye sormuş, ashabın "Allah ve Rasûlü bilir" demeleri üzerine,
"Nefsim kudret elinde bulunan Zat-ı Ecell'e yemin ederim ki, Allah'a en büyük ismi (ism-i
a'zâm) ile dua etti. O ism-i a'zâm ki, onunla çağırıldığı vakit icabet buyurur ve onunla
istenildiği vakit verdr" (Hamdi Yazır, Hak Dini, Kur'an Dili, VI, 4678) buyurmuştur.
Muhammed Hamdi Yazır, yukarıda anıları el-Bakara Suresi'nin 163. ayetini yorumlarken
"Hüve" kelimesinin bir zamir olmasına karşılık Allah'ın zatına delâlet eden en büyük ismi gibi
olduğunu belirttikten sonra, sözü İsm-i a'zam'ın hangi isim olduğu konusuna getirerek şöyle
der: "Tevhit denizine dalmış olan ehlullah'a göre bu ismin (Hüve'nin) ehemmiyeti pek
büyüktür. Buna İsm-i a'zam diyenler de vardır. Maahaza, İsm-i A'zam "Allah" ism-i şerifidir
diyenler çoğunluk âlimlerdir. "Hüve" ise makamı-ı tevhidde a'zamdır" (Hamdi Yazır, Hak
Dini Kur'an Dili, I, 562).
Fahreddin er-Râzî ise bu konudaki tartışmalara tefsîrinde daha büyük bir yer verir. Ona göre
birtakım eski filozoflar, "İsim koymaktan maksat, o ismi söyleyerek müsemmayı
(isimlendirilen varlığı) belirtmektir. Şayet Allah'ın zatı gereği bir ismi olmuş olsaydı, bu ismi
koymaktan maksat, bu müsemmayı (varlığı) tanıtmak için o ismi başkasıyla zikretmek olurdu.
İnsanlardan hiç birinin Allah'ın hususi zatını kesin olarak bilmediği ortada olunca, bu gerçeğe
isim koymanın bir faydası yoktur. Bu ilâhi hakikatin bir ismi yoktur. Aksine, onun için
bilginin bize bildirdiği zorunlu şeyler vardır. Bu zorunlu şeyler (levazım) şunlardır: "Allah,
yok olmayan ezeli varlıktır, yokluğu kabul etmeyen vâcibu'l-vücuttur" diyerek İsm-i A'zam'ın
varlığını reddetmişlerdir. Buna karşılık bir kısım bilgin ve filozoflar da, "Cenâb-ı Allah'ın
kendisine yakın (mukarreb) kullarından bazısını bu hususi hakikati (yani zatını) bilebilecek
bir kabiliyette yaratarak şereflendirmesi, ilahî kudrete göre imkansız değildir. Durum böyle
olunca, Allah'a mahsus bu hakikate (yani zatına) bir isim koymak da imkansız değildir"
diyerek İsm-i A'zâm'ın varlığını kabul etmişlerdir.
Râzî'ye göre Allah'ın zatına bir isim koymanın mümkün olması durumunda bu ismin,
isimlerin en büyüğü ve bu zikrin de zikirlerin en şereflisi olduğuna kesin olarak hükmetmek
farz olur. Çünkü ilmin şerefi malumun; zikrin şerefi de mezkûrun şerefi iledir. Allah'ın zatı
malumat ve mezkurâtın en şereflisi olunca, O'nu bilmek, bilmelerin (ilimlerin) en şereflisi,
O'nu anmak anmaların (zikirlerin) ve o isim de isimlerin en şereflisi olur. İnsanlarca çok
söylenen şu sözün manası da budur: "Bir mukarreb meleğin veya peygamberin bu isme (tam
bu ismin manasının kendisine tecelli ettiği bu hâl esnasında) vakıf olması halinde bütün
cismânî ve ruhânî âlemlerin ona itaat etmesi tuhaf sayılmamalıdır."
Fahruddin er-Râzî, İsm-i A'zâm'ın hangi isim olduğu konusundaki baslıca görüşleri dört
maddede toparlayarak değerlendirir. Buna göre 1. İsm-i a'zam, Zül-Celal ve'l-İkram'dır.
Çünkü Hz. Peygamber, "Ya Ze'l Celâl ve'l-İkrâm demeye devam edin" demiştir. Bu görüş
zayıftır. 2. İsm-i A'zâm, "el-Hayyu'l-Kayyum" sözüdür. Çünkü Hz. Peygamber Ubeyy b.
Ka'ab'a; "Allah'ın kitabında en büyük ayet hangisidir?" dediğinde Ubey; "Allah, kendisinden
başka hiçbir ilah yoktur, Diridir, zatıyla ve kemaliyle Kaimdir..." (el-Bakara, 2/255) dedi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber, "İlim sana helal olsun ey Eba'l-Münzir!" buyurmuştur. Bu
görüş de zayıftır. 3. Allah'ın bütün isimleri yüce ve takdire layıktır. Bunlardan herhangi birini
daha büyük olmakla nitelemek uygun değildir. Çünkü bu, diğerlerinin noksanlıkla
nitelenmesini gerektirir. Bu görüş de zayıftır. 4. İsm-i A'z^3am, Allah ism-i şerifidir. Doğruluk
ihtimali en kuvvetli olan bu görüştür. Çünkü Allah ismi, Cenâb-ı Hakkın zatına delalet
etmektedir (Fahruddin er-Râzı, et-Tefsîru'l-Kebir, l, 158-159).
Ahmed ÖZALP
ESMÂÜ'L-HÜSNÂ
Cenâb-ı Allah'ın güzel isimleri.
Yasadığımız dünya, felekler, yıldızlar, ay ve güneş birer âlemdir. Bütün bu âlemler bir ahenk
içindedirler. Bu, Allah'ın Rab sıfatının bir tecellisidir. Dünyadaki düzenin kaidelerini koyup,
varlıkları bir ahenk içinde yaşatma da Rab sıfatının gereğidir.
Doğmamız, büyümemiz, ölmemiz, insanlardâki yücelik, ahlâk, terbiye, kemal hep Rubûbiyet
sıfatının yansımasındandır. Gözün görmesi, aklın ermesi, bütün iş ve hareketler, olma ve
oluşma Rab sıfatının bir tecellisidir. Onsuz bir hareket ve düşünce yoktur.
Gerek Kur'ân-ı Kerîm'de gerek hâdis-i şeriflerde gecen birçok güzel ismi vardır. Aslında bu
isimleri iki grupta ele almak mümkündür:
a) Hak Teâlâ'nın zatına mahsus bir özel isim olan "Allah" lâfz-ı şerifi Ondan başka bir varlık
hakkında kullanılmamıştır. Kullanılması caiz değildir. Bu ismin tesniyesi (ikil siğası) ve
çoğulu da yoktur. Bir başka dile tercüme edilemez, hiçbir kelime onun yerini tutamaz.
b) Allahu Teâlâ'nın ikinci gruba giren isimleri, sıfatlarından alınan isimlerdir. Ayet ve
hadislerde Cenâb-ı Hakk'ın pekçok güzel isminden bahsedilir. Bunlardan her biri O'nun
sıfatları ile ilgili ve onlardan alınan isimlerdir. Rahman, Rahîm, Âlîm, Hâlik vs. gibi. Bu
isimler bir başka dile tercüme edilebilir. Meselâ, Hâlik ismi, yaratan veya yaratıcı olarak
söylenebilir. Müminin Allah hakkındaki inancı, O'nun zâtının mukâddes olduğu, diğer zat ve
eşyâyâ benzemediği, yüce sıfatlarla sıfatlandığıdır. Allah kendisini Esmâü'l-Hüsnâ en güzel
isimler ile isimlendirmiştir (el-A 'râf, 7/180; el-İsrâ, 17/1 10; Tâhâ, 20/7; el-Haşr, 59/24).
Doksan dokuz adet olan bu isimlerin basında "Allah gelir. Diğer isimlerin hiçbiri anlam ve
içerik itibarıyla "Allah" isminin yerini alamaz. Bu nedenle, İslâm'a girecek kişi, "Lâ ilâhe
İllâllah" der; "Lâ ilâhe illarahman" demez. Namaza başlarken, "Allahü Ekber"der; "Rahman
Ekber" diyemez. Allahu Teâlâ'nın bütün isimleri güzeldir. Kur'an-ı Kerîm'de, "Allah'ın güzel
isimleri vardır. O halde Allah'a o güzel isimlerle dua edin" (el-A'râf, 7/180);
"De ki: "İster Allah deyip dua edin, ister Rahman deyip dua edin; hangisi ile dua ederseniz
edin, onun güzel isimleri vardır '' (el-İsrâ, 1 7/110) buyurulmuştur
Peygamber efendimiz de bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: "Allahu Teâlâ'nın doksan dokuz
ismi vardır. O isimleri kim ezberlerse (sayar, manasını anlar ve şuûruna ererse) cennete gider.
şüphesiz, Allah tektir ve tek olmayı sever" (Buhârî, Daavât, 68). Allahu Teâlâ'nın isimleri
doksandokuz isimden ibaret değildir. O'nun ayet ve hadislerde gecen başka isimleri de vardır.
Yalnız Tirmizî ve İbn Mâce'de geçen bir hadiste bu doksandokuz isim teker teker sayılmıştır.
Bu isimler şunlardır:
1) ALLAH:-Tüm isim ve sıfatlan kendinde toplayan yüce Allah'ın zatının, başka hiçbir varlığa
verilemeyen ismidir.
2) RABB: Terbiye eden, yaratan, besleyen, mâlik, en mükemmel, sahip tutan ve idare eden
anlamlarına gelir. Rabb ismi, yüce Allah'ın umûmî isimlerindendir. Âlemlerin devamını
sağlayan yüce Allah, onların Rabbi'dir. Allah'ın her türlü eksiklikten münezzeh olan
Rubûbiyeti ve O'nun neticesi olan terbiyesi, besleyip büyütmesi olmasaydı, kainatta ne
varlıktan, ne de tekâmül'den hiçbir eser bulunmazdı. Eğer bir kemâlimiz, bir terbiyemiz,
ölçülü bir şekilde doğmamız, büyümemiz, yaşamamız ve ölmemiz varsa bunlarda yüce
Allah'ın Rab sıfatının yansımasını görmemek mümkün değildir. Bu âlemde görülen ve bilinen
her şeyde yüce Allah'ın sıfatlarının belirtisi vardır.
3) RAHMAN: Allah'ın pek merhametli, çok rahmet sahibi olması anlamlarına gelen bir sıfat
ismidir. Sıfat ismi olmakla beraber, bu ismin Allah'tan başkasına verilmesi uygun görülmez.
"Çok rahmet sahibi, gayet merhametli ve sonsuz rahmeti bulunan" diye tefsir edilip
açıklanabilirse de, yalnız yüce Allah'ın özel bir ismi olduğundan dolayı tam anlamıyla
tercüme edilemez. Dilimizde onun tam karşılığı olan bir kelime yoktur. "Esirgeyici" olarak
tercüme edilmesi de doğru değildir. Dolayısıyla bu anlam Rahman isminin tercümesi olamaz.
"Acıyan" diye tercüme edilmesi de onun tam anlamını vermekten uzaktır. Çünkü kuru bir
acıma merhamet değildir. Bilindiği gibi, merhamet acıyı giderip yerine sevinç ve iyiliği
getirmektir. Bu itibarla merhametli sözcüğünden anladığımız anlamı, diğerlerinden
anlayamayız. Rahman, "pek merhametli" şeklinde eksik olarak tefsir edilebilirse de tercüme
edilemez. Yüce Allah'ın rahmeti, sadece bir iyilik duygusundan ibâret değildir. O'nun rahmeti,
insanlara iyilik dilemesi ve sayılamayacak kadar nimetler vermesidir. O halde "Rahman"
ismini böylece bilmek ve anlamak gerekir. Her gün karşılaştığımız ve içinde bulunduğumuz
nimetler, aslında bize Rahman'ın en güzel açıklamasıdır.
4) RAHÎM: "Çok merhamet edici' anlamında bir isimdir. Allah'ın sıfat ismi olmayıp, Allah'tan
başka varlıklara da verilebilen bir isimdir. Bu iki sıfat "Rahmet" mastarından türemiş olmakla
beraber, aralarında ifade ettikleri anlam bakımından farklar vardır. Rahman ve Rahîm
arasındaki bu farklar şöylece belirtmek mümkündür:
a) Rahman sıfatı; daha ziyâde ezelle; Rahîm sıfatı ise daha çok ebedle ilgilidir. Bu nedenle
hadislerde yüce Allah'ın hakkında "Dünyanın Rahman'l ahiretin Rahîm'i" ifadelerinin
kullanıldığını görüyoruz. Rahman sıfatı bütün insanları; Rahîm sıfatı ise yalnız müminleri
kapsar.
b) Rahman sıfatı; hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmaksızın varlıkları yaratmak, meydana
getirmek, onların çalışıp çalışmadıklarına bakmadan sayısız nimetlerle nimetlendirmek
anlamına gelirken; Rahîm sıfatı Allah'ın emirleri doğrultusunda çalışanlara, çalıştıklarının
karşılığını vermek anlamına gelmektedir.
c) Rahman sıfatı; ümitsizliğe, karamsarlığa imkan bırakmayan kesin bir ümit ve ezelî bir
yardım ifade eder. Rahîm sıfatı ise, yaptığımız işlerimizin Allah tarafından
mükâfatlandırılacağını ifade etmektedir. Bu nedenle Rahman sıfatının ifade ettiği mânâda
mü'min ve kâfir eşit tutulup ayırım yapılmamış; Rahîm sıfatının belirttiği manada ise, mü'min
ve kâfir açık bir farkla ayrılmışlardır.
5) el-MELİK: Yüce Allah Melik'tir. Yani mülk sahibi, bütün eşyanın ve yaratılanların tek
mâlikidir. Bütün varlıklar üzerinde emretme, istediği gibi tasarruf etme, hiçbir şarta bağlı
olmaksızın sahip olma O'na mahsustur. Yarattıklarına emretme, sakındırma, cezalandırma,
istediğini zelil, dilediğini de aziz etme kudretine sahip olan yalnız yüce Allah'tır. O yarattığı
mülkünde ve orada olanların hepsinde yegane hükümdardır. Sonsuz kudretiyle onları idaresi
altında tutan tek yaratık Allah'tır..
6) el-KUDDÛS: Her türlü hata, gaflet ve acizlikten uzak, eksiklikten beri, mutlak kemâl
sahibi anlamında. Allah, sonradan olma ve hiçbir tasvir kayıtlarına sığmayan, hakkında hiçbir
eksiklik düşünülemeyen en mukaddes olan en yüce varlıktır (el-Haşr, 59/23; el-Cum'a, 62/1).
7) es-SELÂM: Allah, her türlü eminliğin, salimliğin aslı olup, ayıptan kusurdan ve her çeşit
eksikliklerden uzak olan yüce yaratıcı anlamındadır. Allah, yok olmaktan ve hatıra gelen her
türlü eksikliklerden uzaktır. Buna göre dünyadan ve ahiretten emin olmak isteyenleri ve
kurtuluşa ermek dileğinde bulunanları, kurtuluşa erdirecek olan da yalnız Allah'tır (el-Haşr,
59/23).
8) el-MÜMİN: Allah'ın iman ve güven veren her türlü şüphe ve tereddütleri kaldıran
anlamında bir ismidir. Allah, korku içinde olanlara emniyet ve güven verendir. Bu bakımdan
her türlü korkudan emin olmak için Allah'a iltica edilmeli, O'na sığınılmalıdır.
9) el-MÜHEYMİN: Allah'ın görüp gözeten, her şeye şahit olan, her şeyi koruması altına alan,
onları muhâfaza edip saklayan olduğu anlamına gelir.
10) el-AZİZ: Allah'ın, hiçbir yönden mağlup edilemeyen, her işinde mutlak gâlip gelen, son
derece izzetli ve yüce olduğu manasına gelir. Hiçbir yönden benzeri olmayan dilediğini yapan
ve buna güç yetiren, yüce varlığını ve kudretini hiçbir gücün mağlup edemediği tek yaratıcı
Allah'tır.
11) el-CEBBAR: Allah'ın, yarattığı tüm varlıklarının ihtiyaçlarını karşılayan, her konuda çok
güçlü ve kudretli olduğu anlamındadır. Ayrıca Allah'ın yarattıklarının tümünü kendi iradesine
mecbur eden, dilediğini de zorla yaptırmaya gücü yeten, kesin hükmüne karşı gelinemeyen
yaratıcı olduğu anlamına da gelir. Yüce Allah'ın "Cebbâr" sıfatı sebebiyle insanların, işlerine
kendi iradeleri ve serbestlikleri olmadığı sanılmamalıdır. Çünkü Allah, bildirdiği emir ve
yasaklarına uyup uymama konusunda insanları kendi iradelerinde serbest bırakmıştır.
Şüphesiz insanların, Allah tarafından akıllı ve iradeli yaratılmalarının bir anlamı vardır. Allah,
insanı O'nun hükümlerini tanıyıp bilmesi için akıllı, kendi irade ve istekleri ile O'nun emrine
uymaları ve gösterdiği bu yolda yürümeleri için de serbest iradeli yaratmıştır.
Ancak Allah'ın, insanlara işlerinde serbestlik tanımış olması, onların bütün isteklerini yerine
getirmeye mecbur olduğu anlamına gelmez. Örneğin Allah'ın emirlerini dinlemeyip O'na karşı
gelen asiler, günahkârlar cezaya yanaşmak istemeseler de vakti gelince cezalarını çekmeye
mecbur olacaklardır. Allah'ın mutlak iradesi ve kudreti altına girmeyen hiçbir varlık
düşünülemez. "Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanların
hepsi, ister istemez O'na teslim olmuştur ve O'na döndürülüp götürüleceklerdir" (Âlu İmrân,
3/83).
12) el-MÜTEKEBBİR: Allah'ın her hususta çok büyük ve azamet sahibi ulu bir yaratıcı
olduğu anlamındadır. Büyüklük O'nun hakkıdır. Yaratılmışların hiçbirinin böyle bir hakkı
yoktur. Allah, zatında sıfatlarında ve işlerinde, mutlak manada büyüklüğün tek sahibidir.
Hiçbir insan için bu mânâda bir büyüklükten söz edilemez. Kendilerini büyük sanan
nicelerinin, Allah'ın sonsuz kudreti ve büyüklüğü karşısında ne kadar küçüldükleri imkân
imkânsız olan bir gerçektir. Büyüklük sevdasına kapılanların yok olmalarına, bazen küçücük
bir olay hattâ çok küçük bir yaratık, bir mikrop bile yetmiştir. Bu gerçek karşısında insanlar
hangi büyüklükten söz edebilirler?..
13) el-HÂLİK: Allah'ın yaratıcı olduğunu belirten bir sıfattır. Yaratmak ise bir şeyi var etmek,
hiç benzeri olmayan bir şeyi meydana getirmek demektir. Bu manada Allah'tan başka hiçbir
yaratıcı yoktur. Her şeyi yaratan O'dur. İnsanların ortaya koydukları şeyler yaratma değildir;
var olanlardan yeni bir şey elde etmektir. Allah, yaratandır; O'nun dışındaki tüm varlıklar ise
yaratılmıştır.
14) el-BÂRÎ: Allah'ın, yarattıklarını temiz ve sağlam bir nizâm üzere yaratması,
olgunlaştırarak birbirinden farklı niteliklerde meydana getirmesi mânâsındadır. Şüphesiz
varlıkları seçip, düzenleyip olgunlaştırarak her birini ayrı bir özellikte yaratan Allah'tır.
15) el-MUSAVVİR: Allah'ın yaratmış olduğu varlıkların şekil ve durumlarını takdir edip,
dilediği şekilde meydana getirmesi, şekillendirmesi anlamına gelir.
16) el-GAFFÂR: Kullarının günâhlarını affeden ve çok bağışlayan yüce varlık anlamına gelir.
Günâh işlemek insanların özelliği olduğu gibi, onların günâhlarını örtmek ve bağışlamak da
yüce Allah'ın ayrılmaz sıfatlarındandır.
17) el-KAHHÂR: Allah'ın ziyadesi ile kahredici, yok edici yüce bir varlık olduğu manasına
gelir. Sonsuz kudretinin karşısında hiçbir kimsenin gücü ve kudreti olamaz. Ama serbest
iradeleriyle O'nun karşısına çıkma cüretini gösterenlere de lâyık oldukları cezaları tam olarak
verecektir. Allah'ın kayıtsız üstünlüğüne sınır koyacak hiçbir varlık yoktur.
18) el-VEHHÂB: Allah'ın çok hibe eden, çok fazla bağışlayan olduğu anlamına gelir. Hak
sahibi olmadıkları halde yarattıklarına çok çok verendir.
19) er-REZZÂK: Allah'ın bütün yaratıkların rızıklarını veren olduğunu ifade eder. Her canlı
için gerekli gıdayı bahşedip yaratan ve bol bol veren Allah'tır.
20) el-FETTAH: Kulların, her türlü güçlük ve sıkıntılarını açan ve kolaylaştıran manasına
gelir. Faydalı ilimlere karşı insanların kalbini açarak, onların islerini kolaylaştıran, bütün
zorluklarını ortadan kaldıran yüce Allah'tır. Her işinde üstün gelen O'dur.
21) el-ÂLİM: Allah'ın, çok bilen, bilgisi ezelî ve ebedî olan, her şeyi her yönüyle bilen tek
yaratıcı olduğu manasını ifade eder.
22) el-KÂBIZ: Allah'ın, her şeyi sonsuz kudreti altına alan, bu kudretiyle kuşatıp kavrayan,
her şeyi emri altına alıp tutan en yüce varlık oldu
Bu anlamına gelir.
23) el-BÂSIT: Allah'ın, her hayrı veren, lütuf ve rahmetini kullarına yayan yüce yaratıcı
olduğunu ifade eder. Allah, insanlara rızık, neşe, rahatlık ve bolluk vererek onlara lütuf ve
rahmetiyle muâmele etmektedir.
24) el-HÂFID: Allah'ın, emirlerini dinlemeyen, başkalarını beğenmeyen, büyüklenip hak ve
hukuk tanımaz zorbaları rezil, perişan eden anlamına gelen bir ismidir.
25) er-RÂFİ: Kaldıran, yükselten ve yüksek olan anlamlarına gelir. Gönülleri iman ve irfan
ışığıyla parlatan, yüksek gerçeklerden haberdar eden yüce Allah'tır. Her yönüyle yüce ve
yüksek olan O'dur.
26) el-MU'İZZ: İzzet ve ikrâm edici, şeref sahibi anlamına gelir. Yalancılığa, samimiyetsizliğe
itibar etmez.
27) el-MÜZİLL: Yüce Allah'ın, lâyık olanları zillete düşüren, zelil kılan, onları hor ve hakir
eden anlamına gelen bir sıfat isimdir.
28) es-SEMI': İşiten, işitme kuvve tine sahip olan ve işitme gücünü verendir. O, hiçbir şartla
ve kayda bağlı olmaksızın işitir.
29) el-BASÎR: Her şeyi her yönüyle eksiksiz gören, yaratıklarına da görme duyusunu veren
anlamını taşır.
30) el-HAKEM: Hüküm koyan, emir veren, varlıklar hakkında hükmünü tamamen icra eden
anlamına gelir.
31) el-ADL: Allah'ın herkese hakkını veren, koyduğu âdil hükümleriyle zulme razı olmayan,
zulmü ve zâlimi sevmeyen anlamına gelen sıfatının ismidir. O, hüküm verenlerin en
hayırlısıdır (el-A 'raf, 7/85; Yûnus, 10/109; Yûsuf, 12/80).
32) el-LATÎF: En ince işlerin bile bütün inceliklerini bilen, nasıl yapıldığına nüfuz edilemeyen
en ince şeyleri de yapan, seçilmez yollardan da kullarına çeşitli faydalar ulaştırandır (el-
En'âm, 6/103).
33) el-HABÎR: Her şeyden haberdar olan, her şeyin iç yüzünden ve gizli tarafından her
yönüyle haber sahibi bulunan, onlara yumuşak davranarak cezalarını geriye bırakandır.
34) el-HALİM: Acele etmeyen, günahkârların cezasını vermeye güç yetirdiği halde bunu
acele yapmayıp, onlara yumuşak davranarak cezalarını geriye bırakandır.
35) el-AZİM: Çok yüce ve çok büyük olan; sınırsız ve kayıtsız büyüklük, üstünlük de yalnız
O'ndadır.
36) el-GAFÛR: Mağfiret eden, yargılayan, suçları bağışlayan, affeden, insanların
beğenilmeyen taraflarını gizleyendir.
37) eş-ŞEKÛR: Çok şükre lâyık olan, kendi rızası için şükredilen, şükür olarak yapılan iyi
işlerin daha fazlasıyla karşılığını veren, insanlara nimetlerini artırarak şükür muamelesi
yapandır.
38) el-ALİYY: Yüksek, büyük ve yüce olan; kudrette, bilgide, hükümde, irâdede ve diğer
bütün kemâl sıfatlarında üstün olandır. her şey O'nun hükmü ve emri altındâdır.
39) el-KEBİR: Büyük, yüce anlamında olup, Allah'ın kâinatı ve ondâkileri hüküm ve
kudretiyle idâre eden, her şeyi hükmü altına alan sıfatının ismidir.
40) el-HAFIZ: Muhafaza eden, koruyup saklayan, yapılan işleri bütün ayrıntılarıyla saklayıp,
her şeyi belli vaktinde afet ve belâlardan koruyandır.
41) el-MUKÎT: Rızıkları yaratıcıdır.
42) el-HASÎB: Herkesin yaptıklarını takdir eden, yapılanları bütün ayrıntılarıyla bilip her
insanı hesaba çekerek yaptığının karşılığını verendir (el-Ahzâb, 33/39).
43) el-CELÎL: Büyüklük ve ululuğu pek yüce olandır. Sıfat ve-isimleriyle her türlü büyüklük
kendine ait olandır.
44) el-KERÎM: Cömert, kerem sahibi; muktedir iken affeden, cömertlik duygusunu veren,
va'dini yerine getirendir.
45) er-RAKÎB: Görüp gözeten, murâkebe eden, bütün varlıklar üzerine gözcü olup bütün
işlerini kontrol altına alandır (en-Nisâ, 4/1).
46) el-MUCÎB: İcâbet eden, isteyene karşılık veren, teklifleri bilen ve O'na yalvaranların
isteklerine icâbet eden ve karşılık verendir (el-Bakara, 2/186).
47) el-VASİ': Bağışlaması bol ve rahmeti çok olandır. Yarattıklarına maddi ve manevigenişlik
verendir (el-Bakara, 2/247).
48) el-HAKIM: her şeyi inceliğiyle bilen, bu bilgisine göre emir ve yasakları vâzeden,
buyrukları ve bütün işleri yerli yerinde olandır.
49) el-VEDÛD: Çok şefkatli, muhabbetli, salih kullarını çok seven ve onlarca çok sevilen,
onları rahmet ve rızasına erdiren; sevilmeye ve dostluğu kazanılmaya yegane lâyık olandır.
Sevgi ve dostluk hissini yaratandır (Hud, 1 1/90).
50) el-MECÎD: Şan, şeref, büyüklük ve kudretinden dolayı yüce olan ve güzel işlerinden
dolayı da sevilip övülendir. Şeref, ancak kendi emir ve yasaklarına uymakla elde edilebilir
(Hud, 11/73).
51) el-BAİS: Sebepleri yaratan ve ölüleri diriltendir. İhtiyaçlarma göre insanlara
peygamberler gönderendir.
52) eş-ŞEHÎD: her şeye şahit olan, her şeyi hakkıyla gören, bilen ve muamelesini de buna
göre yapandır.
53) el-HAKK: Varlığı hiç değişmeyen, hiç yok olmayan ve gerçek olandır (el-Hacc, 22/6).
54) el-VEKİL: Hayatını, O'na tevekkül ederek düzenleyen ve böylece O'na sığınanların
işlerinde kendilerine yardım edendir; İdaresinde hiçbir kayda ve şarta bağlı olmayandır.
55) el-KAVÎ: Kudretli, güçlü ve sınırsız kuvvet sahibi olandır. her şey O'nun kudret ve
kuvveti karşısında güçsüzdür; O'na boyun eğmek zorundadır.
56) el-METİN: Metânetli, kuvveti çok şiddetli olup hiçbir iş O'na zor değildir.
57) el-VELÎ: Emir sahibi ve iyi insanların yani müminlerin dostu (velisi) olup onlara yardım
ederek işlerini yönetendir.
58) el-HAMÎD: Çok övülen, övgüyle değer sıfatlarıyla hamd edilendir. Bütün varlığın diliyle
övülmeye lâyık ve her an hamd edilen tek yüce varlıktır.
59) el-MUHSÎÎ: Allah, çokça veren, sonsuz düşünülse bile her şeyin sayısını her yönüyle
bilendir.
60) el-MÜBDÎ: Hiç yoktan ortaya koyan, vareden, yaratandır. O'ndan başka yaratıcı yoktur.
61) el-MU'ÎD: Yaratılmışları yok ettikten sonra tekrar yaratandır. O'ndan başka yaratıcı
olamaz.
62) el-MUHYÎ: Dirilten, canlandıran ve hayat verendir. O'nun öldürdüğüne kimse hayat
veremez (Fussilet, 41/39)
63) el-MÜMÎT: Öldüren, ölümü her canlıya takdir edip bunu uygulayandır.
64) el-HAYY: Diri, canlı hiç ölmeyen, hayatı ezeli ve ebedi olandır.
65) el-KAYYÛM: Baki ve ebedi olan; her şeyin O'nun kudret ve iradesiyle varlığını
sürdürebildiği tek varlıktır (el-Bakara, 2/250; Âlu İmrân, 3/1).
66) el-VÂCİD: Var olan ve her şeyi vareden, icad eyleyen; varlığı kendinden olan; dilediğini
istediği anda var edip yaratandır. O'na karşı hiçbir şey kendini gizleyemez.
67) el-VAHİD: Tek, bir olmak, Allah ikincisi olmayan tek birdir. Zatında, sıfatlarında,
işlerinde ve hükümlerinde asla ortağı-dengi ve benzeri bulunmayandır.
68) es-SAMED: Hiçbir şeye muhtaç olmayan, tüm yaratıkların ihtiyacını gideren ve her türlü
istekte doğrudan kendisine başvurulandır.
69) el-KADÎR: Kudret sahibi, tükenmez kudreti olan, istediğini dilediği gibi yapmaya
muktedir olandır. Her türlü güç ve kuvvet de O'ndandır (el-Bakara, 2/20).
70) el-MUKTEDİR: Gücü her şeye yeten, her şeyi dilediği duruma getiren, kuvvet sahipleri
üzerinde istediği gibi tasarruf edendir.
71) el-MUKADDİM: her şeyden önce olan, dilediğini öne alan; dilediğine maddi ve manevi
nimetler verip yükselten, öne geçiren, ilerlemelerini sağlayandır.
72) el-MUAHHİR: her şeyden sonra yine var olan; emir ve yasaklarına uymayanları zelil edip
arkaya bırakan, istediğini geri koyandır. Sonunda yine sadece O var (olarak) kalacaktır.
73) el-EVVEL: her şeyden önce, öncelerin öncesi, başlangıçların yaratıcısı ve varlığının
öncesi olmayandır.
74) el-AHİR: her şey son bulunca O, var olarak kalacaktır. Varlığının sonu yoktur.
75) ez-ZÂHİR: Görünen, varlığında hiç şüphe olmayan, varlığı her şeyden aşikâr olandır. Her
yaratık yaratanının görülen bir şâhididir.
76) el-BATIN: Gizli, cisim olarak görülmeyen, varlığı gizli olan, ancak varlığı da kesin olarak
bilinendir. (Hayal, duygu, akıl ve düşüncenin de görülmeyip eserle varlıklarının kesin olarak
bilinmesi gibi).
77) el-VALÎ: İdare eden bu büyük kâinatı ve onda her an olup bitenleri idare edip yönetendir.
İdare etme yeteneği O'nundur.
78- el-MUTE'AL: Yüksek ve yüce varlık... Bilinenlerin en üstün olanı... Akım yaratılmışlarda
mümkün gördüğü her şeyden çok yüce olandır.
79) el-BİRR: İyilik ve güzellik, bağışta bulunma, kullarına yardımcı olma anlamlarında Yüce
Allah'ın bir sıfat ismidir. İyiliği ve ihsânı çoktur. İyilik ve ihsan gibi hisler de sadece ondadır
(et-Tûr, 52/28).
80) et-TEVVÂB: Tövbeleri çok kabul eden, tövbe kapısını açık tutarak tövbe etme imkânı
verendir. Samimi olarak günahlardan dönüp tövbe edenleri bağışlayandır.
81) el-MÜNTEKİM: İntikam alan, günahkârları, adaletiyle yargılayarak lâyık oldukları
cezaya çarptıran demektir.
82) el-AFÜV: Merhametli, daima affeden, günâhlardan dilediğini affedip suçları
bağışlayandır.
83) er-RAÛF: Çok merhamet eden, insanları yükümlü tutmada pek müsâmahalı ve yumuşak
davranandır.
84) MALİKÜ'L-MÜLK: her şeyin tek sahibi, her ne varsa O'nundur. her şey üzerinde mutlak
tasarruf yetkisi sadece O'na aittir. O h;llde Ondan başkasına kulluk edilmez.
85) ZÜLCELÂL-İ VE'L-İKRÂM: Celâl ve ululuk sahibidir. İkrâm ve ihsân edicidir. Hürmet
ve saygıya yegane lâyık ve tüm büyüklüklere sahip olandır.
86) el-MUKSİT: Doğru hareket eden, bütün işlerini birbirine uygun ve yerli yerinde yapandır.
87) el-CÂMİ: Derleyen, toplayan, her şeyi kudreti içinde bulundurup dilediğini istediği anda
ve istediği yerde toplayandır.
88) GANÎ: Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, hakkında noksanlık ve ihtiyaçtan sözedilemeyendir.
89) el-MACİD: Kerem ve müsâmahası sınırsız olandır. İnsanlara iyilikle muamele edip onları
himâye etme lütfunda bulunan, her türlü sıkıntılarını giderendir.
90) el-MÂNİ': her şey O'nun emir ve korumasına bağlıdır. O'nun emri olmadıkça hiçbir şey
olamaz. İstemediği şeyin, yani takdir etmediğinin olmasına imkân yoktur.
91) en-NÛR: Alemleri, bütün kâinâtı nurlandıran, aydınlatan; istediği simalara, zihinlere ve
gönüllere nur, aydınlık ihsan edendir.
92) el-HADÎ: Hidâyet eden, doğru yolu gösteren; hidayet yaratan; istediğini iyi işlerde
başarıya ulaştıran, kullarına doğru yolu gösterendir.
93) el-BEDÎ: Eşi ve benzeri olmayan, bir şeyi en mükemmel yapan, yaratan, eşsiz ve
görülmemiş şeyleri varedendir. Varlıklar âleminde O'nun eşi ve benzeri yoktur. Hayret verici
âlemleri yoktan var eden, icad eden O'dur.
94) el-BÂKÎ: Sürekli var olan ve var olacak olandır. Sonu olmayandır. Allah'ın varlığının
sonu yoktur.
95) el-VARİS: Tüm varlıkların gerçek sahibi, varisidir. Servetlerin geçici sahipleri yok
olduktan sonra da varlığı devam eden ve o servetlerin sahibi olandır.
96) er-REŞÎD: Doğru yolu gösteren: İnsanları, peygamberlerin getirdiği ve tebliğ ettiği
kitaplar vasıtasıyla doğru yola iletendir. Allah, bütün işleri ezeli takdirine göre yönetip,
dosdoğru bir düzen içinde sonuca ulaştırandır.
97- es-SABÛR: Çok sabırlı, hiçbir şeyde acele etmeyen; kendine isyan edenleri
cezalandırmada acele etmeyip, onlara süre verendir.
98- ed-DAR: Elem ve zarar verici şeyleri hikmetinin gereği olarak yaratandır. Yüce Allah,
zarar veren şeyleri yaratmıştır. Fakat onlardan zarar görmemizi değil, akine maddi-manevi
bütün zararlardan sakınarak korunmamızı emretmiştir.
99) en-NAFİ: Hayır ve fayda verici şeyleri yaratandır. Bütün olaylar sebepleriyle meydana
geliyorsa da, sebepler yok'u var edemez. Onlar ancak insanların elinde birer vesîle ve
Hakk'tan isteme vâsıtası olmak üzere yaratılmışlardır.
Allah'ın zâtı, bir: güzel isimleri (esmâü'l-hüsnâ) ise çoktur. Allah'ın doksan dokuz ismi hadis-i
şeriflerde de bildirilmiştir. İbn Kesir, tefsirinde, Buhâri ve Müslim'in Ebû Hureyre (r.a.)'den
naklettikleri bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.s.)'den şöyle buyurduğu rivâyet ediliyor:
"Yüce Allah'ın bir eksiğiyle yüz ismi vardır. (yani doksandokuz). Kim onları sayarsa cennete
girer. O tektir, tek 'i sever. "
Osman ÇETİN
BERZAH
Set, engel, iki şey arasındaki perde. Istılahî anlamıyla berzah; madde âlemi ile mana âlemi
(ruhlar âlemi), ruhlar âlemi yani ölümden sonra ruhların kıyamete kadar kalacakları âlem, ya
da kabir âleminin adıdır. (es-Seyyit eş-Şerif el-Cürcanî, et-Târifat, Kahire 1938, s. 38; Râgıb
el-Isfahânî, el-Müfredât s. 56).
Berzah kelimesi Kur'an-ı Kerîm'de üç yerde geçmektedir. Bunlardan "İki denizi kavuşmaları
için salıvermiştir. (Böyle iken) aralarında karışmalarına engel perde (berzah) vardır
karışamazlar. "(er-Rahman, 55/19-20) Ayrıca iki şey arasındaki engel anlamında
kullanılmıştır. (el-Furkan, 25/53). Müminun suresinde ise "Nihayet onlara ölüm gelip çatınca
tekrar tekrar şöyle diyecekler: "Rabbım beni dünyaya geri gönder, tâ ki ben zaâyi ettiğim
ömrüm mukabilinde iyi amel ve harekette bulunayım ". Hayır onun söylediği hu söz hakikatte
boş laftan ibarettir. Önlerinde ise diriltilip kaldırılacakları güne kadar (dönmelerine mani) bir
engel (berzah) vardır. " şekliyle, yani dünya ve kabir âlemini ayıran perde anlamında
kullanılmıştır. (el-Mû'minun, 23/100). Bu ayetten anlamaktayız ki ruhlar ölmemekte; cesedin
ölümünden sonra, İslâmî ıstılahta berzah denilen bir âlemde yaşamaktadırlar.
Mümin öldüğünde ise kendisi için bir berzah olmayacaktır. Hadislerde belirtildiğine göre
kabirdeki soru ve cevaptan sonra salih amel işlemiş olanlara şöyle denilecektir: "Gelinler gibi
uyuyun. Gelin çok sevildikçe rahat uyur. Allah onları bu uykudan uyandırıncaya kadar
gelinler gibi uyurlar. " (Tirmizî, Cenaiz, 70).
Bu delillerden anlaşıldığına göre berzahtaki yaşayışda ruh bedenden ayrıdır.
Buradaki yaşayış nasıldır? sorusunun cevabında Şah Veliyyullah ed-Dehlevî şöyle der: "Bu
âlemde insanların (yani ruhlarının) sayılamayacak kadar çok tabakaları vardır. Fakat bu
tabakalar başlıca dört sınıftır. Birincisi uyanıklık (yakaza) ehli olanlar ki iyiliklerinden ve
kötülüklerinden dolayı iyilik veya azap görecek olan ruhlardır. İkincisi ise tabiî uyku halinde
olup rüya gören, rüya ile ferahlandırılan veya azaplandırılan ruhlardır. Üçüncüsü behîmî
(hayvanî) ve melekî yönleri zayıf olanlardır. Bunlardan başka bir de fazilet ehli iyi ruhlar
vardır ki (dördüncü sınıf olsa gerek) bunlar meleklere karışır, melekî bir hayat sürerler."
(Huccetullahi'l-Bâliğa, Kahire 1355, I, s. 34-36).
Bilindiği gibi ruhlar birer emri ilâhidir. Asıl mahiyetleri insanlar tarafından pek bilinmez,
insan ölünce ruhu geçici olarak başka bir âleme gider; orada ameline göre ya rahat yaşar, veya
azap görür. O âleme "Âlemi Berzah" denir ki dünya ile ahiretten başka bir âlemdir. Yaşayışla
ölüm arasındaki uyku âlemi nasılsa; dünya ile ahiret arasındaki berzah âlemi de o gibi bir
varlıktır. Bunun mahiyetini ancak Allah bilir. (Ömer Nasuhî Bilmen, Büyük İslâm İlmihali s.
28),
Habil NAZLIGÜL
MAHŞER
İnsanların toplandığı yer anlamında "Ha.şe.re" fiilinden ismi mekân. İkinci sûr'a üflendikten
(nefha-i saniyeden) sonra insanların hepsinin diriltilerek kabirlerinden kalkıp muhakeme
edilmeleri için toplandıkları yer anlamına gelir. Mahşere "mevkıf" (insanların muhakeme
olunmak üzere toplanacağı yer) zamana da "Yevmü'l-haşr" denilir. Şöyleki: Birinci nefhada
(sûr'a ilk defa üflendiğinde) Allah'ın kalmasını dilediği melekler müstesna, canlıların hepsi
ölecek, yerin ve göklerin nizamı bozulacaktır. Sonra göklerin ve genişletilen yerin nizamı
başka bir şekilde sağlandıktan sonra ikinci nefha esnasında (sûr'a ikinci defa üfürülünce) her
insan ve cinnin ruhları, diriltilen bedenleri ile birleşir. Yani ruhları, diriltilen bedenlerine
taallûk eder. "Birinci defa sûr'a üflenince, Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere, göklerde
olanlarla yerde bulunan kimselerin hepsi düşüp ölecektir. Sonra ona bir daha üfürülecek. O
anda görürsün ki ölüler diriltilip ayakta bakınıp duruyorlar" (ez-Zümer, 39/68). Herkes,
diriltildikten sonra, "mahşer" denilen yere sevkedilir ve burada toplanır: "...Artık sûra
üfürülmüştür. Bu suretle hepsini mahşer'de toplamışızdır" (el-Kehf 18/99). "O gün (haşir
günü) yer başka bir yere, gökler de (başka göklere) döndürülecektir. İnsanlar (kabirlerinden
kalkıp) bir ve kahhâr olan Allah'ın huzurunda toplanacaklardır" (İbrahim 14/48). Diriltilen
mahlukatın toplandıkları "mahşer" fevkalâde geniş, düz, binasız ve yapısız yepyeni bir yer
olacaktır. Peygamberimiz (s.a.s:), "Kıyamet günü insanlar, halis undan yapılmış dümdüz
ekmek gibi esmere yakın beyaz bir yer üzerinde toplanacaklardır" buyurmuştur (Buhârî ve
Müslim'den, Mansûr Ali Nâsıf, et-Tac, İstanbul 1962, V, 365).
Ebû Hureyrenin Peygamberimiz (s.a.s)'den rivayet ettiği bir hadisten öğrendiğimize göre;
insanlar, mahşere yürüyerek, binek üzerinde ve ateş azabı içerisinde olmak üzere üç grub
halinde sevk edileceklerdir (Buhârî ve Müslim den M.A.Nâsıf, et-Tac, 364). Tirmizi'nin başka
bir rivayetine göre üçüncü grub, yüz üstü sürünerek mahşere çekilip götürüleceklerdir (et-Tâc,
V, 365).
İnsanlar ve cinler, mahşerde toplandıktan sonra muhakeme olunmak için çeşitli korku ve
sıkıntılar içinde uzun müddet bekletileceklerdir. Bu müddetin bin ila ellibin yıl arası olduğu
söylenir. Mahşer yerine Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'in eline "Livâü'l-hamd"
sancağı verilecektir. Başta Hz. Âdem olmak üzere bütün peygamberler, Resulullah (s.a.s)'ın
sancağı altında toplanacaklardır (Tirmizi, et-Tâc, V, 385).
Mahşerde, insanların muhakeme ve muhasebesinin bir an önce yapılması için, şefaatta
bulunacak zat, büyük Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'dir. Onun bu şefaatine "şefaat-i
uzma" denilir. Hayız olduğu bu mertebe ve makamda "Makam-ı Mahmud" denir. Şöyle ki
mahşerde, mevkıfın güneşi insanların tepelerine yaklaşacaktır. İnsanlar, dayanamayacakları ve
tahammül edemeyecekleri son derece sıkıntı ve zorluklara maruz kalacaklar, şiddetli korku ve
dehşetler içinde çok fazla bekleyeceklerdir. Kendilerinin bu güç durumdan kurtulmaları için
şefaat edecek birini arayacaklardır. Bazı kimseler, bir kısım in. sanlara Âdem (a.s)'a gidin
diyeceklerdir. Hz. Âdem, yasak ağaçtan yemesini hatırlayacak, onları Nuh (a.s)'a gönderecek;
Hz. Nuh da onları Hz. İbrahim (a.s)'e gönderecek, Hz. İbrahim Hz. Musa'ya yollayacak, Hz.
Musa (a.s) da Hz. İsa'ya (a.s) gönderecektir. Hz. İsa da son peygamber Hz. Muhammed
(s.a.s)'e gönderecektir. Hz. Muhammed (s.a.s)'de secdeye kapanacak, kendisine ilham edilen
en güzel hamd ve senalarla Allah Teâlâ'ya hamd ve senalarda bulunacaktır. Sonra Cenab-ı
Allah ona "Ey Muhammed başını kaldır, işte, istediğin verilecek, şefaat et, şefaatın kabul
olunacaktır" buyuracaktır. O da yüce Allah'a dua edecek, Allah Teâlâ da onun duasına icabet
edecektir. Bundan sonra kullar arasında muhakeme ve muhasebe başlayacaktır. Büyük bir
adalet mahkemesi kurularak herkese dünya da yaptığı her iş sorulacak, amel defterleri
verilecek ve mizan konulacaktır. Herkes küfr ve dalâletteki veya iman ve hidayetteki
rehberleriyle birlikte çağırılacaktır. Bu konuda Kur'an da şöyle buyuruluyor: "O gün insan
sınıflarından her birini rehberleriyle (izinden gittiği kimselerle birlikte) çağıracağız. Artık
kimin kitabı (defteri), sağından verilirse, onlar kitablarını, en küçük haksızlığa uğratılmayarak
okuyacaklardır" (el-İsrâ, 17/71). Herkese "amel defterini oku" denilecek (el-isrâ 17/14). Her
insan da amel defterinde neler yazılı olduğunu anlayacaktır. "Yüce Allah, kula bu gün şahid
olarak nefsin ve şahidler olarak Kirâmen Kâtibin melekleri kâfidir, der ve sonra ağzı
mühürlenir ve azaları da dünyada neler yaptıklarını anlatır" (Müslimden et-Tâc, V, 372). "O
gün onların ağızlarını mühürleriz. İşleyip kazandıklarını bize elleri söyler, ayakları da şehâdet
eder" (Yâsin, 36/65).
İnsan öldükten sonra, bedeni dağılarak, molekül ve maddeleri başka hayvan ve insanlara
geçiyor. Allah, insanı ahirette diriltirken başka insanlara aslî cüz (DNA: Deoksiribonükleik
asit) olmaktan koruduğu ve altın zerresi gibi kaybolmaktan muhafaza ettiği ve onun bedeninin
planını tamamen içeren bir molekülden yaratacaktır. Ve onu bu molekülden aynen yaratırken
de diğer maddelerini ilâve edecektir. Zaten insanın bedeni dünyada iken de ölen ve dökülen
hücrelerinin yerine yenisi yaratılarak beş ile altı senede tamamen yenileniyor. O halde insanın
mahşerdeki bedeni ve organları, dünyadaki azalarının aynısı değildir. "Nasıl oluyor da
eskisinin tam benzeri olsa da yeni maddelerden yaratılmış insanın azaları, eski organlarının
işlediği suçlarına şahidlik yapacaktır" diye sorulursa; bunun doğru cevabı şudur:
İnsan ruhuyla insandır. İnsanın ruhu değişmez ve ölmez. Bozulmadan aynen kalır. İnsanın
dünyada şuurlu olarak işledikleri amellerinin hepsinin bilgisi onun ruhunda aynen mahfuz
kalır. Allah Teâlâ mahşerde insanın ağzını mühürleyerek, ruhundaki işlediklerine ait bu
bilgileri onun el ve ayak gibi organlarına harikulâde bir yolla söyletecektir.
Mahşerde Peygamberimiz (s.a.s)'e gayet büyük bir havuz ihsan buyrulacak ki bunun
büyüklüğü (boyu) Medine ile San'a arası kadar, veya Şam'ın bir kasabası olan Eyle ile San'a
arası kadar bir mesafedir. Suyu sütten daha ak, kokusu miskten daha güzel ve baldan daha
tatlıdır. Kupaları da gökteki yıldızlar kadardır. Ondan bir defa içen bir daha susamaz (Buhârî
ve Müslim'den, et-Tâc, V, 380). Böylece müminler Cennete girmeden önce bu havuzun
suyundan içerek mahşerin dehşetinden ileri gelen hararetlerini gidereceklerdir. Gerçi
Tirmizî'nin garib bir senetle rivayet ettiği hadiste şöyle buyuruluyor. Mahşerde "Her
Peygamberin bir havuzu olacak. Onlar içinde havuzlarına su içmeye gelenlerin en çok ben
olacağını umuyorum" (Tirmizî'den, et-Tac, V, 378). Yine Peygamberimiz (s.a.s), bir hadisinde,
"Havuzun başına gelenlerin bir kısmının döndürüldüğü anda Onlar, benim ümmetim,
diyeceğim. Onların senden sonra ne işler yaptığını (dinlerinden döndüklerini) bilemezsin,
denilecek. Ben de, bundan sonra dinlerini değiştirenler helâk olsun, diyeceğim" (Buhârî ve
Müslim'den, et-Tâc, V, 379).
Mahşerde insanların muhakeme işleri bitirildikten sonra mahşerle Cennet arasında
Cehennemin üzerine sırat köprüsü kurulacaktır. İnsanlar, bölük bölük Cehenneme bir kısmı da
Cennete sevk olunacaktır (Sa'deddin Teftâzâni, Şerhu'l-Makasıd, II, 222-223, İstanbul 1305;
Abdüsselâm b. İbrahim el-Lakkâni, Şerh-ü Cevhereti't-Tevhid, Mısır, 1955/1375, s. 231-234;
Fahreddin er-Razi, Mefâtihu'l-Gayb, İstanbul, 1308)
Muhiddin BAĞÇECİ
A'RAF
Her şeyin tümseği yüksek yer, burç, sırt, tepe, örfler, âdetler, iki şey arasında kalan kısım arf
kelimesinin çoğulu. Bu nedenle atın yelesine, horozun ibiğine de arf denmiştir. Kur'an'da üç
ayette geçer:
"İki (taraf) arasında (surdan) bir perde ve A'râf üzerinde de, (Cennetlik ve Cehennemliklerin)
her biri simalarıyla tanıyacak adamlar vardır ki onlar henüz oraya (Cennete) girmemiş, fakat
onlar girmeyi şiddetle arzu eder olarak Cennet yârânına: "Selâmün Aleyküm " diye nidâ
ederler...
Gözleri ehl-i Cehennem tarafına çevrildiği zaman da "Ey Rabbimiz bizi zalimler gürûhu ile
beraber bulundurma" derler.
(Yine) A'râf yaranı (kâfirlerden) simalarıyla tanıdıkları (elebaşı) bir takım adamlara şöyle nidâ
ederek derler: "Ne çokluğunuz (yahut topladığınız mallar), ne de (hakka karşı) yeltenmekte
devam ettiğiniz o kibr (ve azamet) size hiç bir fayda vermedi. " (el-A'râf, 7/46-48).
Müfessirlere göre bu ayetlerdeki A'râfdan maksad, Cennetle Cehennem arasındaki sur benzeri
bir perdenin yüksek tepeleridir.
İbn Cerîr'in rivayetine göre Huzeyfe (r.a.)'e A'râf'ın ne olduğu sorulduğunda şöyle demiştir:
"A'râf; iyilikleri ile kötülükleri eşit gelen insanlardır. Kötülükleri Cennet'e girmelerine,
iyilikleri de Cehennem'e girmelerine mani olmuştur. Bunlar, Cenâb-ı Hak onların hakkında
hüküm verinceye kadar bu sur üzerinde kalacaklardır."
Kimler A'râf'ta bulunacaktır? Bu hususta çeşitli rivayetler varsa da konuyu şöyle özetlemek
mümkündür: İyilikleriyle kötülükleri denk gelenler A'râf'ta bekletileceklerdir. Nitekim İbn
Merdûye'nin Câbir b. Abdullah'dan merfu olarak rivayet ettiği bir hadis'te: "Peygamberimiz
(s.a.s.)'e iyilikleriyle kötülükleri denk gelenlerin durumu sorulduğu zaman, Hz. Peygamber,
"Onlar A'râf'ta bulunacaklardır. Onlar oraya isteyerek girmemişlerdir." buyurmuştur. Daha
sonra bunlar Allah'ın lûtfuyla Cennet'e gireceklerdir. (Muhtasaru Tefsîr, ibn Kesîr, II, 22).
Bazılarına göre de fetret devirlerinde ölenlerle müşriklerin çocukları da burada kalacaklardır.
A'râf konusunda daha başka açıklamalar da yapılmıştır. Ez cümle Hasan-i Basrî Hazretleri
"A'râf marifetten gelir. Bu da Cennetliklerle Cehennemlikleri simalarından tanıyan bazı
kimseler demektir. Belki de şimdi aramızda olanları vardır." şeklinde izah etmiştir.
Şamil İA

ÂMENTÜ

İman ettim anlamında, iman esasları hakkında kullanılan tabir.


Âmentü kelimesi Arapça olup 'âmene" fiilinin nefs-i mütekellim vahdesi (di'li geçmiş
zamanın 1. tekil şahsı)dır. Türkçe'de "inandım" demektir. Terim olarak ise, iman esaslarını
ifade için kullanılır. Zira Arapça'da inanç esaslarını topluca bildiren cümleler "âmentü"
kelimesiyle başlamaktadır ki şu cümlelerdir: "Âmentü billâhi ve melâiketihi ve kütübihî ve
rusulihî ve'l-yevmi'l-âhiri ve bi'lkaderi hayrihî ve şerrihî mine'llâhi teâlâ". Bu cümlelerin
Türkçe karşılığı şöyledir: "Ben, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret
gününe ve kadere, hayır ve şer her şeyin Allah'ın yaratmasıyla olduğuna inandım." İşte
müslümanın âmentüsü yani inanç esasları bu cümlelerde formüle edilmiştir. Bu formül elbette
ayet ve hadislere dayanmaktadır. Nitekim Cenâb-ı Allah şöyle buyurur: "...Fakat birr (kişiyi
Allah'a yaklaştıran her iyi şey), Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitab'a ve peygamberlere
iman eden (in bu imanı)dır..." (el-Bakara: 2/177). Bu ayette ve Nisâ suresinin şu ayetinde
Cenâb-ı Allah iman esaslarından beşini bir arada zikretmektedir. "Ey iman edenler! Allah'a,
O'nun peygamberine, peygamberine indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği Kitab'a iman (da
sebât) edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini, ahiret gününü inkâr ederek
kâfir olursa, şüphesiz derin bir sapıklığa sapmıştır." (en-Nisâ: 4/136) Cenâb-ı Allah bu ayette
müminlere, Allah'a, O'nun peygamberi Hz. Muhammed'e, peygamberine indirdiği Kitab
(Kur'an)'a, daha önceki peygamberlere indirdiği mukaddes kitaplara inanmalarını emretmekte
ve Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr edenlerin doğru
yoldan tam olarak sapıp kâfir olduklarını bildirmektedir.
Ömer (r.a.)'den sahih senetle rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.s.), iman esaslarını
altı madde hâlinde bildirmiştir. Cibrîl hadîsi diye meşhur olan bu hadise göre Cebrâîl (a.s.),
Hz. Peygamber'in yanında ashabdan bir kısmının bulunduğu bir zamanda insan kılığında
gelmiş ve Hz. Peygamber'in dizinin dibine oturarak İslâm, iman, ihsan ve kıyamet hakkında
bilgi edinmek ve bunları ashaba öğretmek istemiştir. İmanla ilgili soruya Hz. Peygamber
şöyle cevap vermiştir: "İman, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret
gününe, bir de hayrı ve şerri ile kadere inanmandır." Cebrâîl de "doğru söyledin" diye tasdik
etmiştir.202 Hz. Peygamberin bu ve benzeri hadislerinde, iman esaslarını altı madde halinde
bildirmesiyle, iman esasları Âmentü dediğimiz cümlelerde altı madde halinde ifade edilmiştir.
Ehl-i Sünnet mensuplarınca ondört asırdır bu maddeler iman esasları olarak kabul edilmiş ve
bu hususta icmâ-ı ümmet tahakkuk etmiştir.
Her ne kadar iman esaslarını bildiren ayetlerde203 kadere imân zikredilmemişse de kadere ve
kazaya imân, Allah Teâlâ'nın ilim, irâde, kudret ve tekvin sıfatlarına inanmanın gereğidir. Bu
sıfatlara inanma zarureti olduğu gibi bu sıfatlara iman da kaza ve kadere inanmayı gerekli
kılar. Kaza ve kadere inanmak demek, iyi kötü, hayır şer, acı tatlı her şeyin Allah'ın bilmesi,
dilemesi, takdiri ve yaratmasıyla olduğuna inanmaktır. Ayrıca, Kur'an-ı Kerim'de mevcut bir
takım ayetler kadere inanmamızı istemektedir. Meselâ: "Şüphesiz biz, her şeyi bir takdir ile
(kaderle, bir ölçüye göre) yarattık." (el-Kamer: 54/49), "O (Allah), her şeyi yaratıp ona bir
nizam vermiş "mahlûkâtın mukadderatını tayin etmiştir." (el-Furkan: 25/2) gibi ayetler
bunlardandır. Kaza ve kadere imanla ilgili ayet ve hadisler birbirini teyid ederek kesinlik ifade
eder.
Bir insanın mümin sayılabilmesi, önce Allah'ın varlığına ve birliğine inanmasıyla gerçekleşir.
Kısaca "La ilâhe illallah Muhammedün Rasulullah" kelime-i tevhidini (birleme cümlesini)
diliyle söyleyip kalbiyle buna inanan İslâm'a ilk adımını atmış olur. Ancak hemen belirtelim
ki bu cümle ile bütün iman esasları özlü ve toplu bir şekilde ifade edilmiş olur. Allah'ı yegane
ilâh tanıyan ve Hz. Muhammed'i O'nun elçisi (peygamberi) kabul eden kişi, Hz.
Muhammed'in Allah tarafından getirdiği hükümlerin ve esasların tamamını toptan
kabullenmiş ve benimsemiş demektir. Zaten İslâmî bir terim olarak iman şöyle târif
edilmektedir: "Hz. Muhammed (s.a.s.)'in, Allah tarafından getirdiği kesin olarak bilinen
İslâmî esasların, hükümlerin ve haberlerin doğru ve gerçek olduğuna gönülden, tereddütsüz
inanmak ve bunların yeryüzünde uygulanmasından yana olmaktır." Bu inanca sahip kişiye de
mümin denir. Bütün bunlara iman edip uygulanmasını istemeyenlerin imanı yok
hükmündedir.
Demek ki mümin sayılabilmek için sadece Allah'a inanmak yetmiyor. Allah'a inanmakla
beraber Hz. Muhammed'in O'nun peygamberi olduğuna ilâhi emir ve yasakların insanlar
arasında uygulanmasının lüzumuna inanmak gerekiyor. Yine, âmentü esasları dediğimiz
imanın şartlarına yani Allah'ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe,
öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayır ve şer her şeyin Allah'ın dilemesi ve yaratmasıyla
olduğuna inanmak icab ediyor. Hatta bunlar da yeterli olmayıp; bunlarla beraber Kur'an ve
mütevâtir hadislerle bildirilen ve halkın, derin bir tefekkür ve muhâkemeye ihtiyaç duymadan
bilebileceği dînî hükümlere de inanmak ve uygulanmasını istemek zarûreti vardır. Meselâ, beş
vakit namazın farz olduğuna, rekatlarının belli sayıda olduğuna, Ramazan orucunun, zekâtın,
gücü yetene hac etmenin farz olduğuna; haksız yere insan öldürmenin, şarap içmenin, ana-
babaya asî olmanın, hırsızlık ve zina etmenin faiz ve yetim malı yemenin, vb. haram olduğuna
inanmak şarttır...

202
Buhârî, İmân: 37; Müslim, İmân: 1; Ebû Dâvûd, Sünnet: 15; Tirmizî, İmân: 4; İbn Mâce, Mukaddime: 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned:
1/51...
203
el-Bakara: 2/177; 285; en-Nisâ: 4/136.
İman bir bütün olup bölünme kabul etmediğinden, mümin sayılabilmek için bütün bu
saydıklarımıza topluca ve herbirine ayrı ayrı inanma ve yeryüzünde bu hükümlerle
hükmetmenin gereğini kabul etme mecburiyeti vardır. Bu, inanılması zarûrî hususlardan
birinin inkârı, tamamını inkâr sayılmaktadır ve kâfir olmaya sebeptir. Hiç kimseye, imân
konuları arasında bazılarına inanmak ve bazılarını reddetmek hakkı tanınmamıştır. 'Biz
bazılarına inanırız, bazılarına inanmayız' demek küfürdür.204
Âmentü esaslarının mana ve mahiyeti hakkında özetle şunları söylememiz mümkündür:
1) Allah'a inanmanın manası şudur; Allah'ın var olduğuna; birliğine, eşi, dengi, benzeri
olmadığına; yegane yaratıcı olduğuna; O'ndan başka bir ilâh bulunmadığına; Allah'ın
Kur'ân'da bildirilen yüce sıfatlarına, her türlü kemâl sıfatlarla muttasıf her türlü eksikliklerden
uzak olduğuna; oğlu, kızı bulunmadığına; hiçbir şeye muhtaç olmadığına... vb. inanmak.
2) Allah'ın gözle görülmeyen nurânî ve ruhânî yaratıkları olan meleklerin varlığına inanmak.
3) Allah'ın, insanlar arasından, kendisiyle kulları arasında elçilik yapan peygamberler
seçtiğine ve bunlardan ismi Kur'an'da bildirilenlerin tek tek peygamberliğine inanmak.
4) Allah'ın, peygamberlerden bazılarına kitaplar indirdiğine, bunlardan özellikle Hz.
Muhammed (s.a.s.)'e indirilen Kur'an'a ve Kur'an'da zikredildiği üzere Hz. Musâ'ya indirilen
Tevrat'a, Hz. Dâvûd'a indirilen Zebur'a, Hz. İsâ'ya indirilen İncil'e inanmak.
5) Ahiret gününe, kıyametin kopacağına, dünya hayatının son bulacağına, herkesin öleceğine
ve tekrar diriltileceğine; hesaba, Sırata, Mizâna, Cennet'e, Cehennem'e... vb. Inanmak.
6) Kadere, hayır ve şer her şeyin Allah'ın dilemesi ve yaratmasıyla olduğuna inanmak
gerekmektedir.
Mümin sayılabilmek için bunlara toptan inanma gereği olduğu gibi, her birine ayrı ayrı
inanmak da zarurîdir. Bunlardan ve zarurât-ı dîniyye (kesin dini emir ve yasaklar)dan
herbirine inanmak gerekir. Bunlardan birini inkâr, tamamını inkâr sayıldığından, küfürdür.
Zira imanda bölünme olmaz.
"Kalbinde arpa (zerre) ağırlığınca iman olduğu hâlde "Lâ ilâhe illallah" diyen Cehennem
ateşinden çıkar (Cennet'e girer)."205 hadisinin anlamı şudur: Cidden az bir imana sahip kimse
Cehennem'de ebedî kalmaz. Cezasını çektikten sonra Cehennem'den çıkarılır, Cennet'e
sokulur. Burada "az bir imanı olan" demek, "inanılması gerekenlerden bazılarına inanan,
bazılarına inanmayan" demek değildir. İman bir bütün olduğundan, bu küfürdür. Müminler,
iman esaslarına inanma açısından eşittirler. Ancak, imanlarının kuvvetli ve zayıf oluşları
açısından farklıdırlar. Bir de İslâm'ın emirlerinin yerine getirilmesi açısından farklıdırlar.
"Kalbinde en küçük iman bulunan"dan maksat, zayıf bir imana sahip olup amellerde kusur
eden demektir. Helâl saymaksızın bazı haramları işleyen, farzları terk edenler cezalarını
çektikten sonra Cennet'e gireceklerdir.206
Şunu da belirtmek gerekir ki; bu ve benzeri hadislere bakıp da gayr-i müslimlerin (Ehl-i
Kitâb'ın) Cennet'e gireceğini sanmak imkânsızdır. Çünkü -Allah Kur'an-ı Kerîm'de onların
kâfir olduğunu açıkça bildirmiştir.207 Cennet'i hak etmenin ilk şartı imandır. İman da, önce
Allah'a Hz. Muhammed'in peygamberliğine inanmak ve bütün Kur'anî hükümlerin hiçbirin
ihmâl etmeden, eksiksiz olarak toplumda uygulanmasını istemekle gerçekleşir.208

204
el-Bakara: 2/85; en-Nisâ: 4/150-151.
205
Buhârî, Tevhîd: 19; Müslim, İmân: 316, 325, 326; Nesâî, İmân: 18; Tirmizî, Birr: 61.
206
el-Aynî, Umdetu'l-Kârî, Beyrut, (t.y), 1/168, 172, 173.
207
el-Mâide: 5/17, 72-73; Nisâ: 4/151-152.
208
Mehmed Bulut, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/129-130.

You might also like