You are on page 1of 20

Türk

Destanları
Destanlar milletin aynasıdır
Kökü tarihten önceki çağlarda olan bir milletin tarih asırlarıyla birlikte çalkalanan millî
ruh ve heyecanın, kahramanlığının; ahlâk, fazilet ve imanın, yaratıcı hayâl gücünün
ebedi hatıraları demek olan bu destan menkıbelerinde her şeyden çok güzel sanatların
gelişmesine yarayacak bir servet ve enerji gizlidir.
Türk milletinin edebiyatı ilk çağlarda her şeyden çok, uzun ve zengin bir destan edebiyatıdır.
Destanlar, milletlerin, din, fazilet ve bilhassa millî kahramanlık maceralarının manzum masallarıdır.
İnsanlar, insanlığın başlangıç devirlerinde tabiat ve cemiyet olaylarını ekseriya derin bir korku
veya hayranlıkla seyrederlerdi. Hiçbir hadisenin sebebini bilmeyen bu ilk insanlar için her olay, çok
önemli, çok meraklı ve mutlaka Tanrı düşüncesiyle yoğrulmuş sihirli ve tılsımlı bir mahiyet taşırdı:
Onlara göre gök gürlemesi Tanrının hiddeti idi. Yıldırımlar Allah’ın cezasıydı. İnsanlar, Tanrı diye güneşe
tapıyorlar, kendilerinin bir ağaç kovuğundan çıktıklarına veya bir bozkurttan türediklerine inanıyorlardı.
O çağlar, acı ve tatlı bütün hakikatlerin türlü hayallerle donatılıp efsaneleştirildiği çağlardı. Topluluk
arasında meselâ ateş yakmayı keşfetmek veya korkunç bir canavarı öldürmek gibi yararlıklar gösteren
kimselere “tabiî insan” gözüyle bakılmıyordu. Onlarda Tanrı kanı bulunduğu düşünülüyor. Tanrılarla
akraba oldukları söyleniyordu.
Bu derece zengin bir hayâl dünyasında yaşayan insanların başına geçerek, başka kabilelerle daha
sonra başka uluslarla savaşan; zaferler ve ülkeler kazanan büyük kahramanlara ise daha yüksek rütbeler
veriliyordu. Bu kahramanların Tanrı kudreti taşıdıkları ve Allah’la birlikte hareket ettiklerine
inanılıyordu.
İşte hakikat dünyasında böyle bir hayâl âlemi yaşayan ilk insanlar, mühim buldukları her olayı
bu çeşit hayallerle süsleyerek birbirlerine anlattılar. Meraklı vakalar görmek, meraklı vakalar öğrenmek
ve bunları başkalarına da anlatmak ihtiyacı, insanların en önüne geçilmez ihtiyaçlarından biridir.
Bunun içindir ki ilk şairler, her şeyden çok kahramanlık vakalarını terennüm etmişler, bu
vakalarda yararlılıkları görülen din ve savaş kahramanlarını övmek için şiirler söylemişlerdir. Bu şiirler,
bol maceralı, bol hareketli ve çok defa olandan ziyade tahayyül edileni terennüm eden küçük fakat çeşitli
ve zengin efsanelerdir. Bu manzum efsaneler, halk dilinde ve halk arasında asırlarca yaşamış, her yeni
hâdise ile biraz daha zenginleşmiş, büyümüş, tazelenmiştir. Bu destan şiiri, bir çok olayların tabiliğine
alışıldığı devirlerde bile çok defa aynı kuvvetle devam etmiş ve milletler arasında büyük ve kuvvetli bir
“destan geleneği” yaratmıştır.
Destanlar bütün tarih boyunca milletlerin halk şairleri tarafından önce, gerek dil, gerek
“manzum söyleyiş” bakımından çok ilkel, şifahî terennümler hâlinde ortay konulmuştur. Fakat her
destan parçası derhal halk arasında yayılarak ve yeni ilâvelerle zenginleşip büyüyerek bir tek şairin değil,
bütün bir ulusun müşterek eseri hâline girmiştir. Her yeni ağız ve her yeni zevk bu destanlara yalnız
macera bakımından değil, dil ve söyleyiş bakımından da gittikçe olgunlaşan ve gittikçe güzelleşen bir çok
değerler ilâve etmiştir. Destanların böyle, fertlerin değil de milletlerin eseri olması onlara, ilk çağların
bütün dil edebiyat verimlerinin üstünde, ayrı bir kıymet kazandırmıştır.
Daha sonraları, destanî hayatları ve destan gelenekleri çok zengin olan ve eski çağların en büyük
medeniyetlerini kuran milletlerin aydınları arasında da yeni ve büyük destan şairlerinin yetiştiği
görülmüştür. Milletlerin hemen hemen ilk büyük şairleri diye, bildiğimiz bu sanatkârlar, halk arasındaki
destan şiirinden hoşlanıyor; târihî hâdiselerden o kadar gönül alıcı efsaneler yaratan halk muhayyilesine
ve halk dehâsına hayran kalıyorlardı. Bu şairler halk ağzında dolaşan sayısız destan parçalarından ilham
alarak ve onları toplayıp bütünleyerek milletlerin “efsanevî târihî” demek olan büyük millî destanlar
yazmışlardır. Yunan şairi Homer’in İlyada ve Odise’si; İran şairi Firdevsî’nin muazzam Şehnâme’si bu
çeşit destanlardandır.
Bazı milletlerin destanları ise o milletin edebiyatındaki destan devri yaşanıldıktan asırlarca sonra
bir destan şairi tarafından yazılarak değil, bir araştırıcı eliyle halk dilinden derlenerek meydana
getirilmiştir. Kalevalâ isimi meşhur Fin destanı böyle bir destandır.
İşte, ilk Türk şairlerinin; henüz “yazı”nın keşfedilmediği veya kullanılmadığı devirlerde
terennüm ettikleri şifahî edebiyat verimleri arasında en geniş ve zengin yeri işgâl eden terennümler, bu
destanlardır. Gerçi Türk milletinim ne İlyada ve Şehnâme gibi, ne de hattâ Kalevalâ gibi yazılmış veya
derlenmiş “bütün” bir destanı yoktur. Halbuki onun tarihinde, destan sahibi olabilmek için, gereken
bütün şartlar, bütün hâdiseler ziyadesiyle mevcuttur. Çünkü bir milletin destan sahibi olabilmesi için,
halk hayâl gücünün efsaneler yaratmaya elverişli bulunduğu eski ve ilkel tarih devirlerini yaşamış
bulunması şarttır.
Ayrıca bu milletin tarihinde büyük savaşlar, göçler, istilâlar ve değişik yerlerde hâkimiyet
kuruşlar gibi muazzam hâdiseler bulunmalıdır. Böyle zamanlarda hayatları türlü sarsıntılarla yoğrulan
milletler arasında bu hâdiseleri yapan ve çeviren bir takım kahramanlar yetişir. Ve destan şairleri bu
kahramanların macerasını terennüm eder. Büyük milletlerin hayatında bu çeşit olaylar sık sık
tekrarlanıp, sık sık yeni kahramanlar yetiştiği için; her yeni kahraman, yeni destan parçalarının
doğmasına yahut zamanla asıl sahipleri unutulmuş, eski destanların dirilip gelişmesine sebep olur.
Türk milletinin târihî ise baştan sona destan kahramanları ve destan kahramanlıkları ile
doludur. Denebilir ki bu millet, destan devri yaşamaktan ve yeni destanlar söylemekten, eski destanları
derleyip yazmaya vakit bulamayan, müstesna bir tarihe sahiptir. Bu sebeple Türk milletinin “bütün” bir
destanı yok, fakat bir çok destanları vardır.
Türk destanları, milletimizin tarihte yarattığı büyük medeniyetler, sarsıntılar ve devrimler
dolayısıyla diğer milletlerin destanlarından daha çeşitli ve hareketli olmuştur.
O kadar ki Potanin ve Van Gennep gibi tarafsız Avrupa bilginleri İslâvların, Cermenlerin, Fin ve
Fransız milletlerinin halk edebiyatındaki destan unsurlarının Türklerden alınmış olduğuna dikkat
etmişlerdir. Bu incelemelere göre Orta Avrupa milletlerine ait “destanî halk edebiyatları”nın temelleri
Âttila - Hun destanlarına dayanmaktadır.
Ayrıca eski İran, hattâ eski Yunan destanları ile Türk destanları arasında dikkate değer
yakınlıklar ve bağlılıklar bulunduğu göze çarpmaktadır. Her hâlde tarihin “destan devri” yaşayan bu en
eski kavimleri arasında bazı destanî alış verişler bulunduğunu düşünmek, hakikate aykırı bir düşünce
sayılamayacaktır.
Türk destanın bugün elimizde bulunan parçaları çeşitli kaynaklardan derlenmiştir. Bunlardan
bir kısmı Avrupalı ve Türkiyeli araştırıcılar tarafından doğrudan doğruya halk dilinde hâlâ yaşayan eski
ve yeni destanların derleyip yazılmasıyla elde edilmiştir. Bir kısmına eski Çin, İran, Arap milletleri gibi
Doğu milletlerine ait el yazması eserlerde bir kısmının da Bizans tarihleri gibi Batı kaynaklarında tesadüf
olunmuştur. Destanlarımızın diğer mühim bir kısmı da bizzat Türkler tarafından tarihin muhtelif dil ve
yazılarla yazılı edebiyata geçirilmiş bulunmaktadır.
Türk destanlarının ekserisi yazılı edebiyatta destanın teşekkül ettiği tarihten çok sonra geçmiştir.
Ancak destanlar, asırlarca halk dilinde yaşayıp yeni vakalarla zenginleşen, şifahî bir halk edebiyatı
verimli olmak dolayısıyla onların kâğıda alınışındaki bu gecikiş çok defa destanlarımızın lehinde olmuş,
Türk destanları gönülleri asırların vakaları için çarpan sayısız Türklerin duygu, görgü, tahayyül ve
hâtıralarıyla birleşip zenginleşmiştir. Tarihimizin ister istemez birbirine benzeyen bir dolu kahramanları
ve kahramanlıkları bu destanlarda elimize geçen birçok parçaları âdeta Türk fazilet ve kahramanlığını
hulâsa eden birer örnek hâline gelmiştir.
Esasen bir destanın doğduğu zamanla yazıya geçirildiği zaman arasındaki mesafe ne kadar uzun
olursa olsun o destan yine teşekkül ettiği çağlardan bir hâtıra saklar ve teşekkül ettiği çağların mahsûlü
sayılır. Çünkü destanların temel vakaları tamamiyle doğdukları asırlara aittir. Aradan geçen asırlar bu
ana vakaları ya halk dilinde yaşayan eski destan mısralarıyla yahut yeni destanî heyecanlarla süsleyerek
ekseriya teferruat bakımından değiştirip zenginleştirirler.
Destanların terennüm edildikleri veya yazıldıkları lisanla eski asırların lisanı arasında söyleyiş
farkı da onlardaki esas vakalara ve ruha tesir etmez.
Yalnız Türk destanlarının yabancı dillerle tespit edilen tercümeleri tabiatiyle o destanlardaki
millî terennüm lisanından mahrum kalmıştır.
Eski Türk tarihinin, maceralarını destanlar vasıtasıyla de öğrendiğimiz en büyük devletleri Hun,
Göktürk ve Uygur devletleridir.
Bunlar Hunlardan evvel ve onlardan sonra ya daha az belirli veya daha az önemli diğer Türk
devletleriyle birlikte -Milâttan önce yedinci asırdan, -Milâttan sonra on birinci asra kadar- birbiri ardınca
onyedi asır Türk milletinin Orta Asya’daki mukadderatını ellerinde tutmuşlardır. Bugün elimizde
bulunan destanlarımızın en eskileri de işte bu devletlerin kuruluş, yükseliş ve yıkılış çağlarındaki
tarihimizin ana vakaları ve büyük kahramanları için söylenilmiş destanlardır. Bu sebeple İslâmiyet’ten
önceki Türk tarihinin yarattığı çeşitli destanların beli başlıklarını şu dört bölümde toplamak
mümkündür:
1- Eski Türk destanları,
2- Hun destanları,
3- Göktürk destanları,
4- Uygur destanları
Türk milletinin, dünyanın yaradılışı hakkındaki dikkate değer düşünüş, buluş ve inanışlarını
anlatan ve yakın çağlara kadar Türk halkı arasında yaşamak kudretini gösteren Şu, Yaradılış masalı ise,
bu bölümlerin dışında fakat bütün bu destanları için karakteristik bir “başlangıç” sayılır.
Alp Er Tunga‟nın yolunda
Türk boyları arasında haklı ve onurlu bir şöhrete sahip olan Alp Er Tunga, savaşta
gösterdiği kahramanlık ve başarıyla düşmanlarının bile övgüsünü kazanmıştır. Birçok
eski Türk devleti kendilerinin Alp Er Tunga neslinden geldiğini belirtmiştir.
Bugünkü bilgimize göre, eski çağlar Türk tarihinin ilk büyük “destan kahramanı” Alp Er
Tunga isimli bir hükümdardır. Tunga Alp, kuvvetli bir ihtimale göre Milattan Önce; bir “Türk-İran”
savaşında ün kazanmış, İran ordularını yenilgiye uğratmış ve ancak İranlılar tarafından hile ile
öldürülmüştür. Bu kahraman için Türkler arasında söylenilen destanlar şimdiye kadar tanıdığımız hiçbir
eski kaynak tarafından kâğıda geçirilmediği için, zamanımıza kadar yaşayamamıştır.
Buna mukâbil, Göktürkler, Uygurlar ve Kara Hanlılar gibi daha yeni Türk devletlerini kuran
hükümdarların Alp Er Tunga’yı en eski ataları olarak tanıdıklarını gösteren veya bu hükümdarların Alp
Er Tunga neslinden geldiklerini bildiren eski tarih kayıtları vardır. Bilhassa şehirlerde yaşayan Türkler
arasında çok uzun ömürlü bir şöhretin sahibi olan bu Türk kahramanı için söylenilmiş bir sagu (ağıt-
mersiye) Milâdî on birinci asra kadar yaşayarak Türk dili edebiyatının bu asırdaki örnekleri arasına
girmiştir.
Fakat Tunga Alp’a ait çok sayıda destan mısraları, Şehnâme isimli meşhur İran destanında
bulunmaktadır. Şehnâme şairi Firdevsî, bu kahramanı Afrasya adıyla anmakta ve onun büyük
kahramanlıklarına ait uzun ve zengin menkıbeler anlatmaktadır. (1) İran destanı pek tabiî olarak onu
destanın en büyük kahramanı olarak göstermemekte; fakat bu Türk hükümdarına aşağı yukarı İran
kahramanları ile denk bir mevki vermektedir. Bu düşman destanında o derece esaslı bir yer tutabilmek
için bu eski Türk hükümdarının İran halkı arasında ve İran ananesinde ne büyük bir iz bırakmış
olduğunu kavramak güç değildir. Ayrıca Firdevsî’nin, destanını bütünleyen bir çok menkıbeleri de Türk
halkı arasından derlemiş olacağını düşünmek pek yersiz sayılmaz... Çünkü bu İran şairi, bir Türk devleti
olan Gazneliler zamanında ve sarayında Türkçe konuşulduğu pek iyi bilinen hükümdar Gazneli
Mahmut’un muhitinde yaşamıştır. Bununla beraber İran destanı, hiçbir zaman Türkler arasındaki
destanî ruhu aksettiren bir destan olarak kabul edilmez. İran destanını yazmak için otuz yıl heyecan
duyan şair, malzemesini Türkler arasında da toplamış olsa onları tamamiyle İran ruhunun terennümleri
hâline getirmesini bilmiştir. Bu münasebetle biz burada “ilk Saka kahramanı”na ait zengin
menkıbelerin şimdilik yalnız İran destanında bulunduğunu hatırlatmakla yetiniyoruz.

Türkmen isminin doğuşu


Uzun saçlı 22 yiğidi karşısında gören İskender, bu bahadırlar için “Türk‟e benzeyen”
anlamına gelen “Türkmânend” sözünü kullandı ve o tarihten sonra 24 kabile olan
Türkmenler, hep bu isimle anılır oldu...
Divan-ü Lugatit Türk’te yarı tarih sayılabilecek bir anlatış tarzı ile kayıtlı bulunan eski bir destan
parçası da, Şu Destan’dır.
Şu, Milâttan Önce dördüncü asırda yaşamış bir Türk hükümdarlarının ismidir.1 ( Onun ahsiyet
etrafında teşekkül eden ve Makedonyalı İskender’in Türk yurtlarına saldırışı çağrılarına ait olan bir
menkıbe Türkler arasında Milâttan sonraki on birinci asra kadar yaşamış ve bu asırda yazılı edebiyatta
geçirilmiştir. Bu uzun ömürlü destanın hikâye ettiği vaka şudur:

1 Profesör Zeki Velidi Şu’nun yine bir Saka hükümdarı olduğunu söylemektedir. (Bakınız: Zeki Velidi
Togan Umumi Türk Tarihine Giriş S.33
İskender2 (2) Semer -kand-ı geçerken Türk yurtlarını almak istediği zaman Türklerin hükümdarı
Şu isimli bir gençti. Balasagun yanındaki Şu kalesini yaptıran bu gencin büyük bir ordusu vardı. Şu
kalesinde, ordu beyleri için her gün 250 nöbet (bir nevi marş) çalındı. O zaman bu hükümdarlara dediler
ki:
“Ġskender yaklaĢtı. Bu adamla savaĢalım mı? Ne yapalım? Bize buyruğun nedir?”
Daha önce Hucend vadisi kıyılarına kumandalarından kırk kişi göndermiş olan Şu’nun gönlü rahattı: Bu
kumandanlar İskender askerlerinden hiç birine sezdirmeden onların arasından geçip gitmişlerdi ve
İskender’in yaklaştığı haber vereceklerdi.
Şu gümüşten bir havuz yaptırmıştı. Bu havuzu seferlerde bile yanında bulunduruyordu. Onu su
ile dolduruyor, içine kazlar, ördekler salıveriyordu. Kumandanları kendisini “Ne yapalım?” diye
sordukları zaman o bu havuzu gösterdi ve
“ġu kazlara, ördeklere bakın! Havuzda nasıl yüzüyorlar” dedi.
Bu söz halkın yüreğine bir ateş düşürdü. Sandılar ki hükümdar savaş için hazır olmadığı gibi bir
tarafa çekilmek için de hazırlanımı değildir. Fakat İskender ırmağı geçince hükümdarın gönderdiği
öncüler gelerek; gece yarısı bu hadiseyi ona haber verdiler. Bunun üzerine hükümdar davul çaldılar
Doğuya doğru yürümeye başladı. Önceden hazırlıklı görünmeyen hükümdarın böyle birdenbire yürüyüşü
halk arasında bir kargaşalık yaptı. Binecek bir hayvan bulanlar, kendilerini o hayvan üzerine bıraktılar ve
hükümdarlarla birlikte gittiler. Herkes birbirinin hayvanını almıştı. Sabah olunca düz bir ovada kuruldu.
O ağaçlarda Türk illerinden Balasagun, Ġspican, Taraz gibi büyük şehirler yapılmamıştı. Halk çadırda
yaşıyordu. Şu ve ordusu gittiği zaman geride (Batıda) aileleriyle birlikte 22 kişi kalmıştı. Bunlar, gece
yarısı yüklerini yükletecek hayvan bulamadıkları için gidememişlerdi. (Oğuz boyları, bu kalanlardan
doğmuĢtur) Bu 22 kişi yaya olarak gitmek yahut bulundukları yerde kalmak için düşündüler. Bu sırada
yanlarına iki kişi daha geldi... Bunlar eşyalarını sırtlarına almışlar, aileleriyle birlikte ordunun izini
tutmuş gidiyorlardı. Bunlar, yük taşımaktan yorulmuş ve terlemişti. Bu ikisi ile öteki 22 kişi birbirleriyle
konuşup tartıştılar. İlk 22 kişi;
“Erler, İskender gelip geçici bir adamdır. Bir yerde durmaz. Nasıl olsa buradan
geçip gider. Biz de yurdumuzda kalmıĢ oluruz.”
Ve iki kişiye “durun, bekleyin, eğlenin” manasında olan şu sözü söylediler:
“Kalaç”
Sonraları bu iki ile çocukları Kalaç adıyla anıldılar ve iki kabile olan Kalacı’ların kökü oldular.
Nihayet Ġskender geldi ve 22 kişiyi gördü. Bunların uzun saçlı insanlar olduğuna ve üzerlerinde
Türk alametleri bulunduğuna dikkat etti ve hiç kimseye sormadan bunlar için:
“Türk manend (Türk’e benziyorlar) dedi. Bu söz de o adamların adı olarak kaldı. Yirmi dört
kabile olan Türkmenler o tarihten beri hep bu isimle anıldılar. Bununla beraber adı Kalaç olan öteki
iki kabile bazı hususlarda bunlardan ayrılmıĢlardır. Onun için bu iki boy onlardan
sayılmaz. ĠĢte Türkmenlerin aslı bunlardır.

Leyleklere yasak şehir


Türk boyları arasında haklı ve onurlu bir şöhrete sahip olan Alp Er Tunga, savaşta
gösterdiği kahramanlık ve başarıyla düşmanlarının bile övgüsünü kazanmıştır. Birçok
Türk devleti kendilerinin Alp Er Tunga neslinden geldiğini belirtmiştir.
Hükümdara gelince, o, ordusu ile birlikte Çin taraflarına yürümüştü. İskender de onların
ardından gitti. Fakat İskender, Çin’e yaklaştığı yani Uygur yakınına ulaştığı zaman, Şu, onunla çarpışmak
için bir kuvvet gönderdi. Bu giden kuvvetlerin, hepsi gençlerden müteşekkildi. Veziri hükümdara:
“Sen Ġskender’le çarpıĢmak için yalnız gençleri gönderin. Onlarla birlikte yaĢlı ve
savaĢta denenmiĢ birisinin de bulunması gerekir” dedi. Hükümdar, “çok yaşlı” mânâsına gelen:
“Üge?” dedi. Veziri:

2Şu menkıbesinin Divani Lugahit Türk’te kayıtlı bulunan bu rivayetinde İskender’in kendi adı yerine
İslâm geleceğinin ona vermiş olduğu Zülkarneyn unvanı kullanılmıştır.
“Evet” dedi. Bunun üzerine gençlerle birlikte yaşlı bir adam da gönderildi. İskender de bir öncü
kıtası göndermişti. Türk kuvveti, İskender’in öncülerini bir gece baskını yaparak bozguna uğrattı. Bir
Türk, İskender askerlerinden birini kılıçla, beline kadar ikiye böldü. Ölü, beline altın dolu bir kemer
bağlamıştı. Kemer parçalandı. Yere, kana bulaşmış altınları görünce birbirlerine: “Altın kan” dediler.
Bu sözler, o civarda bulunan büyük bir dağın ismi oldu. Bugün oraya Altın Han deniliyor. Sonra
İskender, Türk hükümdarı ile barıştı. Hattâ Uygurlar için şehirler yaptı. Bir zamanlar oralarda kaldıktan
sonra geri döndü. O zaman Şu Balasagun’a gelip şimdi Şu diye anılan şehri yaptırdı ve oraya öyle bir
tılsım koydurdu ki bugün hâlâ leylekler bu şehrin karşısına kadar gelir fakat şehri geçip gidemezler...
Divan-ü Lûgatit Türk’te Türkmen, Kalaç gibi bazı kelimelerin mânâsını izah etmek maksadı ile
yazılan Şu menkıbesi burada bitiyor. Bu destan parçası İskender’in Türkistan’a gelişi üzerine bir kısım
Türklerin Doğuya çekilmesine mukâbil Oğuz Türklerinin yerlerinden kımıldatamayıp Batıda kaldıklarını
haber vermekle ve İskender’in Türkistan seferinde büyük bir başarı gösteremediğini anlatmaktadır. Buna
mukâbil destanda Türkler arasında şehircilik hayatının İskender’le temastan sonra geliştiğini gösteren
işaretler var.
Türklerin
yaradılış efsanesi
Daha hiçbir varlığın yaratılmadığı çağlarda, yalnız Tanrı Kara Han’la uçsuz bucaksız bir su vardı.
Ay, yıldızlar, gök ve toprak yaratılmamıştı. Bütün Tanrıların en büyüğü bütün varlıkların başlangıç ve
hattâ insan oğullarının da ilk atası olan Tanrı Kara Han’ın bu sade sudan ibaret âleme cânı sıkılıyordu. O,
bu yalnızlık içinde düşünürken bir aralık suyun üzerinde bir dalgalanma oldu. Ak ana denilen bir hayâl
sudan yükselerek, Tanrıya: “yarat!” dedi. “Tanrıya yaratmak ilhamını böylece, bir kadın hayali
verdi.” Bunun üzerine Kara Han ilk olarak kendisine çok benzeyen bir mahlûk yaratarak ona Kişi adını
koydu. Kara Han’la Kişi, sonsuz suyun üstünde iki “siyah kaz” gibi rahatça uçmaya başladılar. Fakat
Kişi, bu halin devamından memnun olmadı. Hayatında bir değişiklik aradı. İlk olarak kendisini yaradan
Tanrıdan daha yükseklerden uçmaya kalktı. O zaman Tanrı, Kişiden uçmak kabiliyetini aldı ve Kişi suya
yuvarlandı. Boğulmak üzere iken yaptığına pişman olarak Kara Handan imdat istedi. Tanrı; “Yüksel!”
emrini verdi. Kişi suyun derinlerinden çıktı. Sonra Tanrıdan denizden yükseldiği bir yıldızın üzerine
oturarak batmaktan kurtuldu. Fakat Kişi artık uçamayacağı için, Tanrı Kara Han bir dünya yaratmaya
karar verdi. Ona, suyun dibine dalarak bir avuç toprak getirmesini emretti. Fakat o, bu toprağı çıkarırken
de yeniden kötü düşüncelere saptı; Toprağın bir kısmını ağzında saklayarak ilerde kendisi için gizli bir
dünya yaratmayı düşündü. Avucunda kalan toprağı su üzerine serpince, Tanrı Kara Han bu toprağa;
“Büyü!” emrini verdi. Fakat büyümek emrini alınca, Kişi’nin ağzındaki toprak da büyümeğe başladı. O
kadar büyüdü ki eğer Tanrı Kara Han, Kişi’ye tükürmesini emretmeseydi nefessizlikten boğulacaktı...
Bu hadisen Tanrının istemediği yeni bir vaziyet doğdu: O kişi için dümdüz ve pürüzsüz bir dünya
yaratmak istemişti. Halbuki Kişi’nin ağzından çıkan topraklar bu pürüzsüz dünya üzerine fırlayarak yer
yüzünü bataklıklar, tepeciklerle örttü. Buna çok kızan Tanrı Kişi’yi kendi ışık âlemi’nden kovdu ve ona
Şeydan=Erlig adını verdi.
Sonra yerden dokuz dallı bir ağaç bitirerek her dalın altında yeni bir insan yarattı ki, bunlar
yeryüzündeki dokuz insan cinsinin ilk ataları oldular. Toprağın yeni insanları Toprağın yeni
insanları o kadar güzel ve iyi idiler ki Erlig, onlar kıskandı. Ve Tanrıdan onların kendisine verilmesini
istedi. Kara Han razı olmadı. Fakat şeytan onları kötülüğe sürükleyerek kendine çekmesini biliyordu.
Tanrı şeytana kapılan bu insanları akılsızlığına kızdı ve bundan böyle inanları kendi hâline bırakmaya
karar verdi. Erlig’i yeniden lanetleyerek toprak altındaki karanlıklar dünyasının üçüncü katına sürdü.
Kendisi için de göğün on yedinci katındaki nur alemini yaratarak oraya çekildi ve insanları büsbütün
başıboş bırakmamak için de onlara doğru yolu gösterecek bir melek gönderdi. Fakat Erlig Tanrı Kara
Han’ın oturduğu güzel âlemi görünce bir çok yalvarışlara Tanrıda kendisi için gökle yer arasında ona
benzer bir dünya yaratmak müsaadesini almaya muvaffak oldu. Erlig’in tebası yâni kandırdığı fena
ruhlar, bu yeni alemden daha iyi, “daha serbest” bir hayat yaşamaya başladılar. Bu durum Kara Han’ın
canını sıktı... Erlig’in dünyasını yakmak için oraya kahraman Mandişire’yi gönderdi. O, kuvvetli mızrağı
ile vurarak, korkunç gök gürültüleri arasında bu dünyayı parça parça etti. Parçalanan topraklar, Erlig ve
insanlar için yaratılan ilk dünyanın üzerine düştüler. Ve yeryüzünün biçimini büsbütün değiştirdiler.
Eski düz dünya şimdi, yüksek dağlar derin boğazlar ve balta girmez ormanlarla dolmuştu. Kara Han,
şeytanı dünyanın en alt katına sürdü... Orada ne güneşin, ne ayın ne de hattâ yıldızların ışığı vardı. Tanrı,
ona dünyanın sonuna kadar burada oturmasını emretti. Yaradılış masalının ana çizgileri bunlardır. Bu
masalın bugün hâlâ Altay Türkleri arasında yaşadığı söylenmektedir. Masalı on dokuzuncu asırda Prof.
W. Radlof, bu alandaki Türkler arasında derlemiştir. Masalın türlü rivayetlerinde Türkler tarafından
muhtelif devirlerde kabul edilmiş olan çeşitli dinlerin ve eski, yeni türlü inanışların izleri görülmektedir.

Hun Destanı Mete ile başlar


Orta Asya’da; Kora’dan Edil’e kadar uzanan topraklardaki Türk kavimlerini bir araya toplayarak
eski Türk tarihinin en büyük devletini kuran Türkler Hunlardır.
Hunların Milâttan önce üçüncü asır sonralarından başlayarak Milâttan sonra üçüncü asır
başlarına kadar uzayan tarihi hemen boydan boya Türk-Çin savaşları ile doludur.
Fakat bu devleti kuran unsurlar, daha sonraki asırlarda Batı ve Güney illerine akarak daha başka
milletlerle savaşmışlar, Asya’dan Avrupa’ya ve Afrika’ya aşmışlar; yeni ve büyük ülkeler açarak oralarda
yeni ve büyük devletler kurmuşlardır.
Attillâ Hunlarından başka; İslâmlıktan sonraki Türk tarihinin Selçuklular ve Osmanlılar gibi Batı
Türklerine ait devletler, hemen umumiyetle bu eski Hun birliğine mensup ana unsurların çocukları
tarafından kurulmuştur.
Böylelikle Hunların -kat’î olarak- Milâttan önce üçüncü asırdan başlayan macerası, kısa
fasılalarla Milâttan sonra on üçüncü asra ve bu asırdan zamanımıza kadar sürmüş; değişik topraklarda,
türlü vakalarla birleşip zenginleşerek âdeta diğer Türk boylarından ayrı ve onlardan daha üstün maceralı
bir Türk kavminin destanı hâlinde yaşayıp gelişmiştir.
Bugün Oğuz Türkleri diye anılan bu büyük ve ileri Türk kolonun on üçüncü ve daha sonraki
asırlarda yarattığı yeni destanları kendi çağlarının edebiyat tarihi ile birlikte tanıtacağız. Burada şunu
hatırlatmak istiyoruz ki Oğuzların çok zengin ve çeşitli olan destanlarının ve destanî edebiyatlarının
başlangıcı bu iki Hunlar devrine aittir. Oğuz destanına isim veren ilk büyük kahraman da Hunların en
ünlü hükümdarı olan Mete’dir. Tarihin Mete -Motun; destanın Oğuz Kağan diye isimlendirdiği bu
kahramanla onun çocuklarına ait -bugün elimizde bulunan- ilk destan ise, Oğuz Kağan destanıdır.

Gün, Ay ve Yıldız
Günlerden, gecelerden sonra bir gün gözleri parlayan bu kız, Oğuz‟a üç erkek
çocuk doğurdu. Birinciye Gün, ikinciye Ay, üçüncüye Yıldız adını koydular. Türk adı
bu çocuklara dünyaya yayıldı.
Oğuz doğduğu zaman yüzü gözleri elâ, saçları ve kaşları siyahtı. En güzel perilerden daha güzel
bir çocuktu (1). Annesinin göğsünden ilk sütü emdi. Bir daha emmedi. Çiğ et yemek istedi. Dile geldi.
Kırk günde büyüdü. Yürüdü, oynadı. Oğuz’un ayağı bir buğa ayağı gibi “sert ve katı”, beli bir kurt beli gibi
“ince” omuzu samur omuzu; göğsü ayı göğsü gibi “kıllı” idi. Bütün vücudu tüylerle örtülüydü. At sürüleri
güdüyor, ata biniyor, av avlıyordu. Günlerden gecelerden sonra Oğuz bir yiğit oldu.
O çağda ve o yerde büyük bir orman vardı. Birçok çaylar, ırmaklar vardı. Buraya gelen geyikler,
burada uçan kuşlar çoktu. Bu ormanın içinde büyük ve yaman bir canavar, at sürülerini ve insanları
yiyor, halka çok eziyet ediyordu. Oğuz bu canavarı öldürmeyi düşündü. Bir gün kargı, yay, ok, kılıç ve
kalkan kuşanarak onu avlamaya gitti. Önce bir geyik tutarak söğüt dallarıyla bir ağaca bağladı ve çekildi.
Tan ağardığı zaman tekrar geldi. Gördü canavar geyiği almıştır. Bu sefer bir ayı tuttu ve altınlı kuşağı ile
aynı ağaca bağladı. Ertesi gün tan ağarınca tekrar geldi ve canavarın ayıyı da almış olduğunu gördü. O
zaman ağacın dibinde kendisi durdu ve canavarı bekledi. Canavar gelip de başıyla Oğuz’un kalkanına
vurunca Oğuz kargısıyla onu öldürdü ve kılıcı ile başını kesip öldürdü. Tekrar ormana döndüğü zaman
orada canavarın barsaklarını yiyen bir ala doğan gördü. Ok, yay kullanarak Oğuz, bu ala doğanı öldürdü.
Sonra kendi kendine şöyle düşündü: “Geyiği ve ayıyı yiyen bu canavarı ben kargı ile öldürdüm.
Çünkü kargım demirden yapılmıĢtı. Canavarı yiyen ala doğanı da ok-yayla vurdum.
Çünkü oklar bakırdan yapılmıĢtır.
Oğuz Kağan bir gün Tanrıya tapınırken ansızın ortalığı bir karanlık bastı. Karanlıklar arasında
gökten yere mavi bir nur indi. Güneşten de aydan da parlak bir nur. Oğuz Kağan bu ışığın aydınlattığı
yere yürüdü ve orada yapayalnız bir kız buldu. Çok güzel bir kızdı. Başında ateşli, ışıklı bir ben vardı ki,
kutup yıldızı gibi parlıyordu. Bu kız öyle güzeldi ki gülünce mavi gök de gülüyordu. Ağlayınca mavi gökler
de ağlıyordu. Onu görünce Oğuz’un aklı başından gitti. Onu sevdi, aldı. Günlerden, gecelerden sonra bir
gün gözleri parlayan bu kız, Oğuz’a üç erkek çocuk doğurdu. Birinciye Gün, ikinciye Ay, üçüncüye Yıldız
adını koydular.
Yine bir gün Oğuz Kağan ava gitti. Bir göl ve gölün ortasında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda
yalnız oturan bir kız vardı. Güzel, alımlı bir kızdı. Gözü gökten daha mavi; saçı ırmak akışı gibi, dişi inci
gibi idi. Bu kız, öylesine güzeldi ki, yeryüzünün insanları onu görseler: “Eyvah, ölüyoruz!” diyerek, süt
olur, kımız olur, akarlardı. Bu kızı görünce Oğuz Kağan’ın aklı başından gitti. Yüreğine ateş düştü. O’nu
sevdi ve aldı. Günlerden, gecelerden sonra, bu kızın da gözleri parladı ve Oğuz’un bu kızdan da üç erkek
çocuğu oldu. Birinciye Gök, ikinciye Dağ, üçüncüye Deniz adını koydular. Bir gün Oğuz Kağan bütün
halkı toplayarak onlara bir ziyafet verdi. Oğuz’un halkı, birbiriyle danışıp, konuşup geldiler. Oğuz Kağan
kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. Türlü şaraplar, tatlılar ve kımızlar getirildi. Yeme, içme oldu.
Ziyafetten sonra Oğuz Kağan beylere ve halka yarlık verdi. Dedi ki:

Ben sizlere oldum Kağan


Alalım yay, dâhi kalkan
Talih olsun bize niĢan
Bozkurt sesi olsun Uran (2)
Demir kargılar bir orman
Avlakta yürüsün kulan (3)
Daha deniz daha muran (4)
Gün Tuğ olsun, Gök Kurıkan (5)

Ziyafetten sonra, Oğuz Kağan dört bir yana buyruklar yolladı. Bildirikler yazdı ve elçilere verip
gönderdi. Bu bildiriklerde deniliyordu ki:
“Ben Uygurların Kağanıyım ki yeryüzünün dört köĢesinin Kağanı olsam gerektir.
Sizden itaat istiyorum. Her kim benim emirlerimi dinlerse onu dost edineceğim. Her kim
bana baĢ eğmezse, onu cezalandıracağım, onu basıp astıracak, yok edeceğim.”
O çağlarda, sağ yanda Altun Kağan denilen bir hükümdar vardı. Bu Altın Kağan, Oğuz Kağan’a
elçi gönderdi. Pek çok altın, gümüş yolladı. Pek çok kız yakut taşı, pek çok inci gönderip Oğuz Kağan’a
saygı ile itaat etti. Güzel vergilerle onun dostluğunu diledi ve onunla dost oldu.

Gök Kurt yol gösterdi


Işığın içinden çıkan gök tüylü, gök yeleli, büyük bir erkek kurt, Oğuz Kağan‟a
seslenir: “Ey, ey Oğuz! Sen Urum üzerine yürümek istiyorsun. Ey, ey Oğuz! Ben, senin
önünde yürüyeceğim!”
Çağlarda sol tarafta Urum adında bir Kağan vardı. Bu Kağan’ın şehirleri çoktu. Urum Kağan,
Oğuz Kağan’ın emirlerini dinlemedi. Onun dilediğini yapmadı. “Ben onun sözünü tutmam” diyerek,
emirlerine uymadı. O zaman Oğuz Kağan bayrağını açarak, askerleri ile Urum Kağan’ın üzerine yürüdü.
Kırk gün sonra Muz Dağ (Buz Dağı) denilen bir dağın eteğine vardı. Çadırını kurdurdu ve dinlenip
uyudu.
Tan ağarırken Oğuz’un çadırına gün gibi bir ışık girdi. O ışığın içinden gök tüylü, gök yeleli büyük
bir erkek kurt çıktı. Bu kurt Oğuz Kağan’a söz söyledi. Dedi ki:
“Ey, ey Oğuz! Sen Urum üzerine yürümek istiyorsun. Ey, ey Oğuz! Ben, senin
önünde yürüyeceğim!”
O zaman Oğuz Kağan çadırını dürdürdü ve gitti, gördü ki; ordusu, gök tüylü, gök yeleli büyük bir
erkek kurdun ardında yürümektedir.
Nice günlerden sonra gök tüylü, gök yeleli bu büyük kurt durdu. Oğuz Kağan da ordusuyla
durdu. Burada Ġtil müren denilen bir deniz vardı. Ġtil suyunun kenarında bir kara dağın önünde savaş
başladı. Ok, kargı ve kılıçla savaştılar.

KIZIL DAMAR GĠBĠ AKTI


Vuruşma öyle yaman oldu ki Ġtil suyu kızıl bir damar gibi aktı. Oğuz Kağan üstün geldi. Urum
Kağan kaçtı. Oğuz onun Hanlığını ve halkını aldı. Oğuz’un eline canlı ve cansız pek çok ganimet düştü.
Urum Kağan’ın Uruz Beg adında bir kardeşi vardı. Uruz Beg, oğlunu dağ başında, derin ırmak
arasında güzel, sarp bir şehre yolladı. Ve “ġehri korumak gerek. Sen Ģehri bizim için koru ve
savaĢtan sonra gel!” dedi. Oğuz bu şehre yürüdü. Beyin oğlu Oğuz’u iyi karşıladı, O’na altın ve gümüş
verdi. Ona tâbi olmak dileğini söyledi. Oğuz Kağan bu yiğidin sözlerini beğendi. Güldü ve: “Sen bana
çok altın yollamıĢ ve Ģehri iyi saklamıĢsın” dedi. Oğuz, onun adını Saklap koydu ve onunla dost
oldu.
Sonra Oğuz Kağan, erleriyle Ġtil kadındaki ırmağa geldi. İtil, büyük bir ırmaktır. Oğuz Kağan onu
görünce; “Ġtil suyundan nasıl geçeceğiz?” dedi. Bu akıllı bir erdi. Baktı ki, bu yerde pek çok dallar,
pek çok ağaçlar vardır. Bu ağaçları kesti, üzerlerine yattı ve suyu geçti. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve
“Sen burada bey ol! Sana Kıpçak denilsin” dedi. Ve yürüdüler. Bir gün Oğuz Kağan yine gök tüylü
ve gök yeleli erkek kurdu gördü. Bu gök kurt Oğuz Kağan’a dedi ki: “Sen atlılarında buradan yürü!
Halkı ve beyleri götür. Ben önden yürüyüp sana yol göstereceğim.” Tan ağarınca Oğuz, bu
kurdun, ordunun önünde yürüdüğünü gördü. Sevindi ve ilerledi.

ĠKĠ KAĞAN VURUġTU


Oğuz Kağan her zaman bir aygıra biner ve bu atı çok severdi. Yolda bu at gözden yitip, kaçtı.
Burada ulu bir dağ ve bu dağın üstünde don ve buz vardı. Bu dağın başı soğuktan ap aktı. Oğuz’un atı işte
bu Buz dağ’ı içine kaçtı. Oğuz buna çok üzüldü. Fakat ordu içinde kahraman bir bey vardı. Bir şeyden
korkmazdı. Yola ve soğuğa dayanıklı idi. Bu bey, dağlara girdi ve dokuz gün sonra atı bulup Oğuz’a
getirdi. Buz dağda çok soğuk olduğundan Beyin üstü karla örtülmüştü. Oğuz sevindi. Güldü ve, “Sen
buradaki beylere baĢ ol. Senin ebediyyen Karluk olsun” dedi. Ve yürüdü. Yine yolda büyük bir
ev gördü. Bu evin damı altından, pencereleri gümüşten, çatısı demirden yapılmıştı. Kapalı idi ve açacak
yoktu. Erler içinde becerikli bir adam vardı. Onun adı Tömürtü Kağul’du. Oğuz ona: “Sen burada
kal, aç! Sonra orduya gel” dedi. Onun adını Kalaç koydu ve ilerledi. Yine bir gün gök tüylü, gök
yeleli erkek kurt, durdu. Oğuz Kağan da durup çadır kurdu. Burası Çürçet denilen çorak ve tarlasız bir
ovaydı. Burada Çürçet Kağanı, Oğuz Kağan’a karşı çıktı. Aralarında savaş başladı. Oklarla, kılıçlarla
vuruştular. Oğuz Kağan üstün geldi. Çürçet Kağanı öldürdü. Halkını kendine tâbi kıldı.

“SENĠN ADIN KANGA OLSUN”


Savaştan sonra Oğuz’un erlerine, buyruklarına ve kalkına o kadar çok ganimet düştü ki onları
yüklenecek at, katır ve öküz az geldi. O zaman Oğuz’un erleri arasında tecrübeli ve çok akıllı bir adam
çıktı. Onun adı, Barmaklığ Çosun Bilig idi. Bu becerikli usta, bir kağnı yaptı. Üstüne malları, önüne
hayvanları koydu. Canlı ganimetler böylece cansızları çekip götürdüler. Buna herkes şaştı ve sevindi.
Ötekiler de öyle yaptılar. Halk, kağnıları sürerken “Kanga! Kanga!” diye sesleniyordu. Oğuz Kağan
bunarı gördü. Güldü ve dedi ki: “Kanga kanga ile canlılar, cansızları yürütsün ve senin adın
Kangalug olsun...” Ondan sonra bu gök tüylü ve gök yeleli erkek kurtla Hind, Tangut ve ġam
taraflarına yürüdü. Onları savaşla alıp kendi yurduna kattı.

“DÜġÜN GERÇEK ÇIKSIN”


Yine söylenmeden kalmasın ve bilinsin ki, güney tarafında Barkan denilen bir yer vardır. Ok
sıcak fakat çok zengin bir yurttur. Avı, kuşu, altını, gümüşü çoktur. Bura halkının çehresi kapkaradır. Bu
yerin Kağanı Masar denilen bir kağandı. Büyük bir savaştan sonra, Oğuz, bu kağanı da yendi. Yurdunu
aldı. Ve pek çok ganimetler de alarak dönüp kendi yurduna geldi. Oğuz Kağan’ın yanında kır saçlı, ak
sakallı ve uzun tecrübeli bir ihtiyar vardı. Bu anlayışlı, asîl adam. Oğuz Kağan’ın veziri idi. Adı Uluğ
Türk’tü. Uluğ Türk, bir gece uykusunda bir altın yay ve üç gümüş ok gördü.
Bu altın yay, gün doğusundan, gün batışına kadar uzanıyor, bu üç gümüş ok, kuzeye gidiyordu.
Uluğ Türk, düşte gördüğünü Oğuz’a bildirdi ve “Ey Kağanım, sana hayat hoĢ olsun. Sana ömür
hoĢ olsun. Gök Tanrı, düĢümde verdiğini gerçeğe çıkarsın. Dünyayı senin uğruna
bağıĢlasın” dedi. Oğuz Kağan, Uluğ Türk’ün sözlerine sevindi ve onun öğütlerini tuttu. Ertesi gün
büyük ve küçük oğullarını çağırttı ve “Benim gönlüm av istiyor. KocamıĢ olduğum için
cesaretsizim. Gün, Ay, Yıldız! Siz doğuya gidin” dedi.
Kün Ay Yıltuz teng sarığa senler barung
Kök Tağ Tengiz tün sarığa senler barung.

Doğuştan Müslümandı
Oğuz, dünyaya doğuştan müslüman gelmiş ve etrafındakileri hak dinine davete
başlamıştır. Büyüdüğü zaman bu din ayrılığı ve kadın fesatçılığı yüzünden babası ile
arası açılan Oğuz nihayet babası ile savaşmak zorunda kalmıştır...
Oğuz’un üç oğlu Doğuya, üçü Batıya vardılar. Gün, Ay, Yıldız çok geyikler ve çok kuşlar
avladıktan sonra yolda bir altın yay buldular. Aldılar ve babalarına getirdiler. Oğuz Kağan sevindi. Güldü.
Yayı üçe böldü. Ve: “Yay sizlerin olsun, yay gibi okları göğe kadar atın!” dedi.
Gök, Dağ, Deniz çok av ve çok kuş avladıktan sonra yolda üç gümüş ok buldular. Alıp, babalarına
verdiler. Oğuz Kağan sevindi. Güldü. Ve: “Ey küçük oğullarım oklar, sizlerin olsun. Yay oku
atar. Sizler ok gibi olun!” dedi.
Ondan sonra Oğuz Kağan büyük bir kurultay topladı. Nökerlerini (maiyetini, buyruklarını) ve
halkını topladı. Obasının sağına kırk kulaç uzunluğunda bir direk diktirdi. Direğin tepesine bir altın
tavuk, ayağına bir kara koyun Ak Koyun bağlattı. Sağ yanına boz okları ve sol yanına da üçokları
oturtturdu. Kırk gün, kırk gece yeme içme oldu, sevinç duyuldu.
Bundan sonra Oğuz yurdunu oğullarına teslim etti. Ve: “Ey oğullarım! Ben çok yaĢadım.
Çok savaĢlar gördüm. Çok ot attım, çok ata bindim. DüĢmanları ağlatıp, dostları
güldürdüm. Gök Tanrıya borcumu ödedim. Sizlere de yurdumu veriyorum” dedi.

Ay oğullar köp men aĢdum


UruĢgular köp men kördüm
Çıda bile köp men atdum
Aygır birle köp yürüdüm
DuĢmanlarını ığlağurdum
Dostlarımı men küldürdüm
Kök tengrige men ötedim
Senlerge bire men yurtum

Oğuz Destanının eski manzum söylenişinden bazı hatıralar da saklayan bu menkıbe aslında çok
daha büyük ve zengin olan destanın küçük bir hülâsası mahiyetindedir. Milâttan sonra on üçüncü asra
kadar Oğuz Türkleri arasında kuvvetle yaşayan bu destanın, araya giren asırların hâdiseleri ile, daha çok
değişmiş ve daha çok masallaşmış bir takım rivayetleri daha vardır. Bunlar arasında en önemlisi,
destanın islâm inanışları ile ve müslüman Oğuzların yayılıp yaşadıkları coğrafi muhitle birleşip
kaynaşarak almış olduğu şekildir. Oğuz Destanının tarihî kaynaklara geçirilmiş bulunan bu islâmî şekli
bazı bakımlardan eski şeklinden daha zengin ve daha etraflıdır.
Destanın islami şeklinde Türk Milleti’nin en eki atası olarak gösterilen Türk isimli şahsiyetin,
meşhur Nuh Peygamberin birinci torunu olduğu bildirilmekte ve Türk Milleti’nin macerası bu Türkün
Işık Göl civarına yerleşmesiyle başlamaktadır.
Zamanla Türklerin başında Karahan isimli bir hükümdar bulunduğu bir çağda Oğuz’un,
Türklerin hükümdarı olan Karahan’ın oğlu olarak dünyaya geldiği hikâye edilmektedir.
Fakat Oğuz, dünyaya doğuştan müslüman gelmiş ve etrafındakileri hak dinine davete
başlamıştır. Büyüdüğü zaman bu din ayrılığı ve kadın fesatçılığı yüzünden babası ile arası açılan Oğuz
nihayet babası ile savaşmak zorunda olmuştur.
Destanda bundan sonra Oğuz’un diğer kavimlerle yaptığı savaşlar hikâye edilmekte ve bu arada
birinci rivayetten küçük farklarla ayrılmakla beraber Türk boylarına birer birer isim verişinin sebepleri
anlatılmaktadır. Meselâ Kıpçak adı birinci rivayette İtil suyunu ağaç vasıtasıyla geçen bir Türk’e verildiği
hâlde, ikinci rivayette yavrusunu ağaç kavuğunda doğuran bir kadının oğluna Kıpçak denilmektedir.
İkinci destanda Oğuz’un yurdunu Bozoklar ve Üçoklar diye anılan çocuklarına taksim edişi daha
etraflı olarak anlatılmıştır. Destanın bu şeklinde birinci destandaki Uluğ Türkün yerine Irkıl Ata diye
anılan ihtiyar vezir vardır. Gerek Oğuz Han, gerek Oğuz’un yerine geçen büyük oğlu Gün Han bu vezirin
öğütlerini saygı ile dinlemişlerdir. Yine bu vezirin öğüdü ile Gün Han’ın babasından kalan yurdu Oğuz’un
nikâhlı kadınlardan doğan yirmi dört torunu arasında takdim edişi daha zengin tafsilâtla anlatılmıştır.

Türk isimli ilk devlet


Tarih sahnesinde 16 büyük devlet kurmuş olan atalarımız, „Türk‟ ismini ilk kez
Göktürk İmparatorluğu‟nda kullanmışlardır. Göktürkler, millî tarihlerini taşlara
yazarak günümüze ulaşmışlardır...
Tarikte Türk adını ilk defa bir devlet ismi olarak kullanan Türkler, Göktürklerdir. Mavi ve geniş
manalarına gelerek, Türk ismini sıfatlandıran “gök” kelimesini, burada kurulan devletin büyüklüğünü ve
genişliğini ifade edebilsin diye kullanılmıştır. Eski Türk devletleri içinde târihî maceraları kadar, millî
inanış ve kuruluşları da bizce en aydınlık olarak bilinen devlet, bu Göktürk devletidir. Bunun sebebi
Göktürklerin kendi millî tarihlerini, kendi millî yazıları ile taşlar üzerine yazıp bize miras bırakmış
olmalıdır. Bu sebeple onların hakikî Türk benliğini tanıtış bakımından çok önemli olan târihî hayatlarına
bu kitabın “yazılı edebiyat” bölümünde daha yakından temas edilecektir. Bu sayfalarda Göktürklerin
kendi soylarına ait inanışları ile ve bu devleti kurmadan önceki tarihleriyle büyük yakınlığı görülen
“Göktürk Destanı”nın iki “ana rivayeti”ni tanıtacağız; ki bunlardan birisi Bozkurt, ikincisi ergenekon
destanı diye isimlendirilmiştir.

Yağmur ve rüzgara hükmetmek


Bu destanın, eski Çin kaynaklarında tesadüf edilen iki ayrı şekli vardır. Bunlardan birincisinde
Göktürklerin Hunlarla aynı soydan oldukları işaret edilmekte ve bunların Hun ilinin şimalindeki “So”
ülkesinde yaşadıkları haber verilmektedir. O zaman, Türklerin Kapanpu isimli bir başbuğları vardı.
Kapanpu’nun onaltı kardeşinden birisi bir Kurd’dan doğmuştu.
Annesi kurd (yâni Totem - Tanrı) olduğu için rüzgârlara ve yağmurlara hükmeden bu ilâhi
çocuk, kardeşlerinin düşmanlar tarafından yokedildiği bir felâket gününde, yaradılışındaki üstünlük
yüzünden ölümden kurtulmuş ve biri, “Yaz Tanrısı”nın, öteki “Kış Tanrısı”nın kızı olan iki karsı ile, Türk
neslini yeniden kurmaya ve çoğaltmaya muvaffak olmuştu. Bunun en büyük oğlu, “Türk” adını almıştı.
Türkün on karısı vardı; ve çocuklarından biri kendi annesinin adı olan Asena-Kurt ismini taşıyordu. Türk
soyu ile “Kurt” totemi arasındaki bağlılığı gösteren ve Türklerin bir Bozkurt neslinden geldiklerine ne çok
inandıklarını haber veren bu rivayetin gene Çin kaynaklarındaki ikinci şekli de şöyledir:
“Türkler, önceleri Batı denizinin (Bu, belki Hazar denizidir.) Batı kıyılarında oturuyorlardı.
Komşu bir kavim -belki bir baskınla- bunları olduğu gibi yok etti. Baskın sonunda yalnız bir Türk genci
sağ kaldı, ki düşmanlar onu öldürmekten çekindiler; ve ellerini, ayaklarını keserek onu büyük bir
bataklığa bıraktılar. Fakat bir dişi kurt, bu delikanlıya baktı; onu iyi etti. Yiyecek getirdi ve hayatını
kurtardı. Beraber yaşadılar ve dişi kurt bu delikanlıdan gebe kaldı. O zaman komşu milletin delikanlıdan
gebe kaldı. O zaman komşu milletin hükümdarı bu delikanlıyı öldürmek için bir asker gönderdi. Asker
geldiği zaman kurdu Türk gencinin yanında gördü. Ancak kurt, bir Tanrı yardımına uğramışçasına, genci
oradan alarak denizin Doğu tarafına geçirdi; ve bir dağın üstüne indi. Bu dağın eteğinde bir mağara
vardı. Kurt oraya girdi. Gene bu yerde yeşilliklerle dolu, çok geniş bir meydan vardı. Kurt, burada on
oğlan doğurdu; ki Asena, bütün kardeşlerin en akıllısı olduğu için biraz sonra hükümdar seçildi. Ve:
Soyunu unutmadığını belli etmek için de çadırının önüne, üzerinde bir kurt kafası bulunan bir bayrak
diktirdi.

Ergenekon yurdun adı


Burada akar sular, türlü otlar, yemişli ağaçlar ve çeşitli avlar vardı. Bu yerde kaldılar
ve oraya Ergenekon dediler. Fakat Ergenekon‟da dörtyüz yıl kalıp çoğalan Türkler
nihayet bu yurda sığmaz oldular.
Ergenekon, büyük bir Göktürk boyundan çift sürerek, av avlayarak ve maden işleyerek yaşayıp
çoğaldığı kapalı ve mukaddes bir Türk yurdunun adıdır.
“... Göktürklerin3 hükümdarı İlhan zamanında Tatar ülkesinin hükümdarı da Sevinç Han’dı. Bu
iki kavim arasında savaşlar olur ve Göktürkler, o ülkelerdeki milletlerin en kalabalığı oldukları için bu
savaşları daima İlhan kazanırdı. Türk illerinde Göktürk oku ötmiyen ve Göktürk kolu yetmiyen bir yer

3 Ergenekon destanı, aslında “Bozkurt” rivayetlerinin daha değişik ve tafsilatlı bir şeklidir. Bu destan, milâdî
onüçüncü asırda Türk illerine, Türkleşmiş Moğolların hâkim olduğu bir devirde ve Türk-Moğol ananesi yaşatan
Moğollar arasında yazılı edebiyata geçirildiği için; destanda “Göktürk” kelimesi yerine “Moğol” kelimesi
yazılıdır. Filhakika milâdî dokuzuncu asırda bir kısım Türklerin Moğol ülkesine giderek onlar arasına
karıştıkları ve hattâ Cingiz Han’ın bu gelen Türklerin torunlarından olduğu târihî bir hakikattir. Bozkurt ve
Ergenekon destanlarında olduğu kadar Cingiz destanında da bu târihî hakikati aydınlatacak noktalar çoktur.
İşte “İlhanoğulları” tarihçilerinin Moğollar” diye andıkları, Hun-Oğuz Türklerinin bir devamı olan bu,
“Göktürkler”dir; ki biz bu ciheti gözeterek destanın yazılı şeklindeki “Moğol” kelimesini aslı ile değişerek
kullanmayı daha aydınlatıcı bulduk.
yoktu. Tatar Hanı, Göktürkleri yenmek için, türlü hediyeler göndererek bir çok komşuları kandırdı ve
kendi tarafına topladı. Göktürkler, çadırlarını ve sürülerini bir yere toplayarak etrafına hendekler kazıp
müdafaaya hazırlandılar. Tatar Hanı geldi ve savaş başladı. On gün süren bu savaşı da gene Göktürkler
kazandı.
Bunun üzerine Tatarlar bir hile düşündüler. Bir sabah sadırlarını söküp, bir kısım ağılıklarını
bırakıp kaçmaya başladılar. Türkler, bunu bir mağlûbiyet hareketi sanarak, müstahkem yurtlarından
çıkıp, tatarları kovalamaya başladılar. Fakat Sevinç Han’ın askerî birden geri dönerek Göktürkleri
umulmaz bir bozguna uğrattı. Tatarlar bütün büyük Türkleri kılıçtan geçirdiler. Çocukları da köle diye
yanlarına aldılar.
Bu harbin sonunda, İlhan’ın Kayan isimli oğlu ile Nüküz adlı yeğeni, kadınları ile birlikte
düşmanların elinden kaçmaya muvaffak oldular. Bunlar, düşman elinden kurtulmuş olan bazı hayvanları
önlerine katarak dağlara yürüdüler. Bir sarp dağın içinde karlı bir yol buldular. Ancak bir tek devenin, tek
bir koyunun zorlukla geçebileceği bu çok tehlikeli yoldan geçerek, etrafı aşılmaz ve geçitsiz dağlarla
çevrili, geniş bir ülkeye vardılar. Burada akar sular, türlü otlar, yemişli ağaçlar ve çeşitli avlar vardı. Bu
yerde kaldılar ve oraya Ergenekon dediler. Fakat Ergenekon’da dört yüz yıl kalıp çoğalan Türkler nihayet
bu yurda sığmaz oldular. O zaman Ergenekon çocukları aralarında şöyle konuştular:
“Atalarımızdan duyardık ki, Ergenekon dıĢında büyük ve güzel bir ülke varmıĢ.
Onlar, düĢmanlarına karĢı duramayacakları için bu kapalı yurda gelmiĢler. ġimdi ise
düĢmandan korkacak kadar az değiliz. Bir yol bulup bu dağları aĢalım ve dostlarla
buluĢup, düĢmanla vuruĢalım.”
Bunun üzerine Ergenekon’dan çıkmaya karar verdiler. Fakat geçmek istedikleri yolu
bulamadılar. O zaman bir demirci dedi ki: “Burada demirden bir dağ var, onu eritelim.” Ve öyle
yaptılar dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür koydular. Yetmiş deriden körük yapıp yetmiş
yerde kurdular. Birikip körüklediler. Nihayet demir eridi ve yüklü bir deve geçecek kadar yol açıldı.
Buradan çıktılar. Anayurtlarına gidip Tatarlardan intikam aldılar. Ergenekon’dan çıktıkları günü bayram
günü tanıdılar.
Bu bayramın her yıl dönümünde bir demiri ateşte kızdırdılar ve önce Türk Hanı, bu demiri ör
üzerine koyarak çekiçle vurur, sonra beyleri de öyle yapardı.
Göktürklerin Ergenekon’dan çıktıkları zaman hükümdarları Kayan soyundan bir beydi ve adı
Börteçine yâni Bozkurt’tu. Bu, Göktürk destanlarının târihî hâdiseleri de aydınlatan iki mühim cephesi
vardır: Bu destanlar bize Göktürklerin bu isimle anılan Türk devletini kurmadan evvelki hayatları
hakkında bütünleyici bilgiler veriyor. Büyük Hun devleti dağıldıktan sonra bir kısım Türkler Altay dağları
civarına çekilmiş, burada dörtyüz yıldan fazla kalarak toprak ve maden işlemişlerdir. Türklerin
Ergenekon dedikleri kapalı ülkenin işte burası olması ihtimali çok kuvvetlidir. Göktürklerin bu yerlerde
demir ve çelik işleyerek kendilerinden önce bir Türk devleti kurmuş olan Aparlara silâh yaptıkları çok iyi
bilinmektedir.
Destan bize, Göktürklerin bir “Bozkurt” neslinden türediklerine ne kadar çok inandıklarını ve
şüphesiz eski bir Türk totemi olan bu “Bozkurt”un Türkler arasında ne mukaddes ve ne ölmez bir millî
sembol olarak yaşadığını da haber veriyor. O kadar ki Bozkurt adı Moğolların içine karışan Türkler
arasında bile asırlarca unutulmamış ve Ergenekon’dan çıkaran hükümdarın adını asırlarca sonra yine
“Bozkurt” olarak hikâye etmiştir.
Göktürk devleti zamanında, Ergenekon’da yaşanılan târihî hayatın ve demirleri eriterek oradan
kurtuluşun hatıralarını yaşatan dinî bir temsil de Türkler arasında çok eski ve dinî bir temaşa hayatı belki
de şifahi bir temaşa edebiyatı bulunduğunu meydana koymaktadır. Hakan’ın ateşte kızdırılan demir
parçasını bir örs üzerine koyarak çekiçle dövmesi ve bütün devlet büyüklerinin aynı hareketi sıra ile
tekrar edişleri Türk medeniyet ve milliyeti adına övünçle kaydedilecek dinî ve millî bir tören ve madeni
bir gelenek mahiyetindedir.

Medeniyet beşiği
Esasen bu on dokuz boy içinde, Uygur boyları, daha önce de az, çok medenî bir hayat
yaşıyorlardı. O kadar ki bunların milâdî V‟inci asırda kendilerine mahsus bir yazıya
sahip bulundukları hakkında, Çin kaynaklarında katî bulunmaktadır.
Uygur devleti, İslâmlıktan önceki büyük Türk İmparatorlukların sonucudur. Milâdî VIII’nci asra
kadar Dokuz Oğuz boyları ile birlikte, Moğolistan’ın şimalinde yaşayan On Uygur Türk boyları bu asrın
ortalarında gene Dokuz Oğuzlarla birlikte Göktürk devletinin yerini almışlar ve kısa bir zamanda büyük
ve medeniyette ileri bir Türk devleti olan Uygur devletini kurmuşlardır.
Esasen bu on dokuz boy içinde, Uygur boyları, daha önce de az, çok medenî bir hayat
yaşıyorlardı. O kadar ki bunların milâdî V’inci asırda kendilerine mahsus bir yazıya sahip bulundukları
hakkında, Çin kaynaklarında katî kayıtlar bulunmaktadır. Uygur Türkleri VIII’inci asır ortalarından
başlayarak bir asır boyunca illerini büyük bir hakimiyet ve muvaffakiyetle idare ettiler. Ancak Uygur
illerinde 840 yıllarında başlayan müthiş bir kıtlık, devlet hakimiyetinin şiddetle sarsılmasına sebep oldu.
Uygur boyları ikiye bölünerek cenuba doğru bir göç yapmak zorunda kaldılar. Bunların bir kısmı
cenuptan Çinlilerin, şimalden Kırgızların taarruzlarına uğrayarak düşmanlarına ve açlığa zebun oldular;
yok oldular. Bir kısım Uygurlar ise cenup batıya doğru göçerek buralarda evvelce kendilerine tâbi olan
şehirlere yerleştiler ve yeni şehirler yaptılar. Bu şehirlerde daha az hareketli fakat medenî bir hayat
yaşadıktan sonra, Türk illerindeki geniş hakimiyetlerini 940 yılarında büyük bir “Müslüman Türk
Devleti” kuran Karahanlılar ailesine bıraktılar. Bugün elimizde bulunan Uygur destanları işte tarihteki
maceraları ana çizgileriyle böyle olan Uygurların, önce ekendi türeyişlerine dair inanışlarını anlatır;
sonra, Tanrı soyundan gelen Uygurların, hükümdarlarının fena idaresi yüzünden millî birliği sağlayan
tılsımlar bozulunca ne büyük ıstıraplar çektiklerini hikâye eder ve nihayet kendilerine yiyecek vermeyen
yurtlarını bırakarak cenup batıya doğru nasıl göç ettiklerini bildirir:

TÜREYĠġ EFSANESĠ
Eski Hun hükümdarlarından birinin çok güzel iki kızı vardı. Bunlar o kadar güzeldiler ki,
Tanrının bunları Tanrılarla evlenmek için yaratmış olduğu sanılırdı. Hükümdar da böyle düşündü.
Kızlarını insanlardan uzak tutmak için yüksek bir kule yaptırdı ve kızlarını bu kuleye bıraktı.
Hükümdarın, kızları ile evlenmesi için yakarışlarla çağırıp beklediği Tanrı, nihayet iri bir Bozkurt
şeklinde geldi. Bu kızlarla evlendi. Bu evlenişten doğan mukaddes Dokuz Oğuz - On Uygur çocuklarının
hepsi birer Bozkurt ruhu ve Bozkurt ataklığı taşıyarak çoğaldı ve yaşadılar.

GÖÇ DESTANI
Uygur ilinde Hulin adında bir dağ vardı. Bu dağda Tuğla ve Selenge adında iki ırmak çıkardı. Bu
gece bu iki ırmak arasında bir ağacın üstüne gökten mavi bir ışık indi. Bu, mukaddes bir ışık, bir nurdu.
İki ırmak arasında yaşayan halk, bunu, dinî bire heyecanla karşıladılar.
Mukaddes ışık, ağacın gölgesinde aylarca durdu. Ağacın gövdesi yavaş yavaş kabarıyor ve
bulunduğu yerden çok güzel bir musiki, bir ilâhi sesi duyuluyordu. Bir gün bu güzel sesler daha çok arttı;
ışık daha çok göz kamaştırdı ve ağacın gövdesi yarılarak içinde beş odacık göründü.
Her odada, yeni doğmuş, bir çocuk vardı. Bunlar, nurdan doğmuş, mukaddes çocuklardı ve
ağızları üstünde asılı bir emzikle süt emiyorlardı.
Halk amirler, çocuklara çok saygı gösterdiler. Hepsine ayrı isimler koydular. En küçük ve akıllı
olan çocuğun adı Buğu Tigin idi. Uygurlar onu kendilerine hükümdar seçtiler ve bir şölen yaparak Buğu
Hanı tahta oturttular. Buğu Han zamanında Uygur illeri çok güzel idare edildi. Çinlilerle yapılan bir çok
savaşlar kazanıldı.
Aradan uzun zamanlar geçti. Buğu Han soyundan bir çok hükümdarlar gelip gitti. Bir gün Uygur
tahtına yeni bir Prens oturdu. Yeni hükümdar, Çinlilerle yapılmakta olan bitmez, tükenmez savaşlara bir
son vermek istedi. Bu maksatla bir Çin Prensesi ile evlenmeyi düşündü. O zaman Uygur ilinde Kutlu Dağ
adını taşıyan büyük bi kaya vardı. Çinliler, Prenseslerine karşılık olarak bu kayanın kendilerine
verilmesini istediler. Yeni ve toy hükümdar, yurt içindeki bu taş parçasını Çinlilere hiç kıskanmadan
vermeye razı oldu. Halbuki bu, mukaddes bir taştı. Uygur ülkesinin saadeti bu tılsımlı taşın, Türk
bütünlüğünün ve yurtseverliğinin timsali olan bu kayanın yurtta kalmasına bağlıydı. O giderse, saadet de
giderdi.
Zaten Çinliler de mukaddes kayayı, Uygur devletini zayıflatmak için istemişlerdi. Fakat bu, kolay
götürülecek bir kaya değildi. Çok büyüktü. Onun için, Çinliler kayanın etrafına odunlar yakarak ateşe
verdiler. Taşı iyice kızdırdılar. Sonra üzerine keskin sirke dökerek parçaladılar; parçaları birer birer Çin’e
götürdüler.

Mânevî işaretler
Uygurlar nerede durmak istedilerse orada yeniden artan göç! göç! sesleri ile karşılaştılar.
Nihayet Beş Balığ‟ın bulunduğu yere gelince sesler de kesildi. Burada durarak beş
mahalle yaptılar ve adını Beş Balığ koyarak burada yaşayıp çoğaldılar...
Bu, çok büyük bir hâdise oldu. Son taş parçası ana yurttan ayrılınca, yurdun bütün saadeti bitti.
Vatandaki bütün kuşlar, havanlar, kendi dilleriyle bu kayanın gidişine ağladılar. Yedi gün sonra da bu
kayanın gidişine ağladılar. Yedi gün sonra da hükümdar öldü. Memleket felâketten kurulamadı. Irmaklar
kurudu. Göllerin suyu çekildi. Topraklar çatladı ve mahsûl vermez oldu.
Nihayet Buğu Han’ın çocuklarından bir başkası hükümdar seçildi. Onun zamanında memleket
içindeki ehlî ve vahşî bütün hayvanların, bütün kuşların, bütün çocukların hattâ bütün cansız varlıkların
sonsuz bir alem içinde ve hep bir ağızdan göç! göç! diye bağırdıkları işitildi. Sesler, derin, devamlı ve
heybetli bir uğultu halini aldılar. Uygurlar bu mânevî işaretle, bu ilâhi emre uyarak toplandılar. Ellerinde
kalan eşya ve hayvanlarla birlikte göçmeğe başladılar.
Nerede durmak istedilerse orada yeniden artan bu seslerle karşılaştılar. Nihayet Beş Balığ’ın
bulunduğu yere gelince sesler de kesildi. Uygurlar da burada durarak beş mahalle yaptılar ve adını Beş
Balığ koyarak burada yaşayıp çoğaldılar.
Çok güzel ve zengin bir Türk destanı olduğu anlaşılan bu göç destanının da elimizde Türkçe,
manzum parçaları yoktur. Yukarıdaki satırlar, destanın Çin ve İran kaynaklarındaki yazılı şekillerinin
birleştirilmesi ve bütünleştirilmesiyle meydana gelmiştir. Destan bize millî yurdun en küçük bir
kayasının bile başkalarından kıskanılıp korunması gerektiğini anlatıyor. Türk erkeğinin, yabancı
milletlerin kızları ile evlenmesinden doğacak uğursuzlukları belirtiyor.
Yukarıdaki destan örneği, daha çok Çin kaynaklarındaki rivayete dayanılarak yazılmıştır. İran
kaynaklarındaki rivayetin bu hikâye edilen destandan ayrılan tarafları şunlardır: İran rivayetine göre:
Tuğla ve Selenge ırmaklarının birleştiği yerde bir fındık ağacı ile bir kayın ağacı vardı. Ve Uygurlara Tanrı
tarafından gönderilen mukaddes çocuklar bir ağaç kovuğunda değil, bu iki ağaç arasında peyda olan bir
dağın karnında açılan beş hücrede bulunmuşlardı. İkinci rivayette bu beş çocuğun isimleri ayrı ayrı
sayılmakta ve yine en akıllıları olan Buku’nun hükümdar seçildiği tekrarlanmaktadır.
Yine bu rivayete göre, birinci rivayetteki mukaddes kaya. Buku Han’a, rüyasına giren ak sakallı
ve ak değnekli bir ihtiyar tarafından verilmiş, fıntık şeklinde bir taştır ki, bu ihtiyar, Buku’ya; “Bu taşı
sakladığınız müddetçe dünyanın dört bir tarafına hâkim olacaksınız” demişti.
Ayrıca, İran rivayetinde, Buku Han’a Tanrı tarafından verilmiş üç kargadan bahsedilmektedir.
Bu kargalar, hükümdara olup bitenleri haber veriyorlardı. Nihayet Buku’nun rüyasına girerek ona
talimat veren ilâhi bir kız, bu ikinci rivayeti zenginleştiren bir takım destan, hattâ masal unsurları
arasındadır.
Uygurlar devrinin “tarih”le “destan” arası “menkıbe”lerinden biri de bu devirde bir aralık Türkler
arasına yayılan ve Uygur hükümdarlarından Börgü Kağan tarafından resmen kabul edilen Manihaizm
dininle, daha doğrusu bu dinin Türkler arasında girişi hâdisesine ait bir menkıbedir. Bu menkıbeye göre;
Bögü, Manihaizm dinini yayan dindarlarla görüşmüş, onları büyük bir müsamaha ile dinlemiş ve hiçbir
eski taasuba kapılmadan bu dini benimseyerek halkına da kabul ettirmiştir.
Türkler arasında kısa bir ömür yaşamış olmasına rağmen Manihaizm dininin Türk inanışları
üzerinde bazı kuvvetli tesirler bıraktığı görülmektedir. Bu tesirler gerek Milâdî XIII’üncü asra kadar
yaşayan bu menkıbeden, gerek Mani dinine ait bazı inanışların Uygur destanındaki tezahürlerinden
anlaşılmaktadır. İran kaynağında Manihaizm’in kabulü rivayeti, göç, destanının arasına katılmış
bulunmaktadır.4

Destanların millî ve bediî


4
Bu İran kaynağı, İlhanoğulları devrinde, İran diliyle bir Uygur ve Moğol târihî yazmış olan Güveynî’nin Tarih-i Cihan - Küşa
isimli eseridir. Güveyni kitabının Uygurlara ait kısmını Uygur kitap ve kitabelerinden istifade ederek yazdığını bildirmektedir
Bir milletin kültür hayatına destanların gerek tarih, gerek sanat bakımından büyük kıymet ve
ehemmiyetleri vardır. Tarih bakımından ehemmiyetleri şudur ki: Bazı milletler tarihin pek eski
çağlarında yaşadıkları için bunların tarihten evvelki hayatları hakkında bilgi edinebilmek ekseriya pek
güçlükle mümkün olabilir. Fakat destanlar, tarihleri, bu kadar eski bir maziye dayanan milletlerin o
çağlardaki türeyiş, yaşayış ve inanışlarını bize birtakım efsanevî menkıbelerle tasvir ve hikâye ederler.
Bunlar, hakikatin kendisi olmasalar bile bir milletin kendi mazisi hakkındaki düşüncelerini, kendi ahlâk
ve adetlerinin izlerini taşımaları bakımından kıymetlidir.
Türk milletinin destanlarında ise tarihle olan yakınlık, başka milletlerin destanları ile
ölçülemeyecek kadar kuvvetlidir. Gerçi destan, hiç şüphesiz ve hiçbir zaman “tarih” demek değildir.
Destan, kökü tarihe dayanan, ilhamını tarihten alan bir “halk edebiyatı” verimidir. Ancak kendi mazisine
ait hatıraları büyük bir sevgi ve alâka ile saklayan Türk milletinin destanları; Türk ahlâkının icabı olarak,
mümkün olduğu kadar tarihten uzaklaşmamıştır. O kadar ki bu destanlar, bazı masal unsurları
çıkarıldığı takdirde, tarihimize kaynak olabilecek bir durumdadır.
Fakat destanların bir milletin “güzel sanatlar” alanındaki faaliyetlerine kaynak olmak
bakımından ehemmiyetleri çok daha büyüktür: Kökü tarihten önceki çağlarda olan bir milletin tarih
asırlarıyla birlikte çalkalanan millî tuh ve heyecanın, kahramanlığının; ahlâk, fazilet ve imanın, yaratıcı
hayâl gücünün ebedi hatıraları demek olan bu destan menkıbelerinde her şeyden çok güzel sanatların
gelişmesine yarayacak bir servet ve enerji gizlidir.
Şairler, şiirleri, ressamlar tabloları, heykeltıraşlar, heykelleri için sanatın, ilk ve asîl malzemesini
hep bu millî ve bediî unsurları burada umumî çizgileriyle belirterek tekrarlamayı yarınki Türk sanatı için
faydalı bir hizmet ve lüzumlu bir vazife sayıyoruz:

MAVĠ IġIK
Işık, Türk destanlarının dinî-bediî destan unsurlarından biridir. Destanlarımızdaki büyük
kahramanlarımıza kadınlık, mukaddes Türk çocuklarına analık yapan kadınların hemen ekserisi,
ekseriya mavi olan bu ilâhî ışıktan doğar: Yaradılış masalımızda Tanrının kendisi için yarattığı; göğün on
yedinci katındaki âlem, Bir ışık, bir nur âlemidir. Hun-Oğuz destanındaki büyük kahraman Oğuz Kağan
doğduğu zaman, onun yüzü mavi yâni ışıklı, nurlu idi. Oğuz’un Gün, Ay, Yıldız isimli oğullarını doğrudan
ilk karısı, ortalığım karanlıklar bastığı bir günde bu karanlıkları yararak inen mavi bir nurdan, ışıktan
doğmuştu. Oğuz’u ve çocuklarını doğuran annelerin, bu çocukları doğuracakları zaman gözlerine bir
parlayış doluyor, yüzlerine nur iniyordu. Oğuz ordularına yol gösteren ve destan boyunca bu orduların
önünde yürüyen gök tüylü, gök yeleli meşhur Boz Kurt, bir sabah Oğuz’un çadırına düşen mavi bir ışıktan
doğmuştu. Oğuz Kağan’ın nurdan yaratılan birinci karısından doğan çocukların üçünün de isimleri Gün,
Ay, Yıldız gibi hep ışıklı isimlerdi.
Uygur Türklerinin destanlarında, Uygurlara hükümdar seçilen Buğu Han, öteki dört kardeşiyle
birlikte Selenge ve Tuğla nehirleri arasındaki bir ağaç veya toprak üzerine inen mukaddes bir ışıktan
yaratılmıştı. Gene Buğu Hanım rüyasına girerek ona fikir ve ilham veren “Kız şeklindeki nur” ayni
mukaddes ışıktan başka bir şey değildir.
İslâmlıktan sonraki Türk destanlarında da görülecek olan bu “mukaddes ıĢık” bizim
destanlarımızda atalarımızın güneşi hayat saçan yurtlarındaki engin bir sevgisinin eseridir. Türklerin
kendi vicdanlarından ve kendi coğrafyalarından doğan Şamanizm dininin “cennet” diye gösterdiği ebedî
saadet ülkesi de böyle bir aşk âlemidir. Bu dine göre, yerden on yedi kat göğe doğru gittikçe aydınlanarak
yükselen bir nur âlemi vardır ki, bunu on yedinci katında bulunan “Türk Tanrısı” gibi, yeryüzünde
iken “iyilik” yapmış olan “ruhlar” da vücuttan ayrılınca bir kuş şekline girerek bu engin ışık âlemine
yükselirdi. Yine Türkler tarafından kabul edilen Manihaizm dininin esas Tanrısı da iyiliği ve “ıĢığı”
temsil eden bir Tanrıydı. Bu dinî Türklere kabul ettiren Buku Han’ın rüyasın giren kız da Mani dininin
meşhur “nur ve ıĢık bâkiresi”nden başka kimse değildir. Işığın Türk destanlarında bu eski dinlerin ve
bu ezeli ışık sevgisinin tesiriyle yer aldığı şüphe götürmez bir hakikattir.
AĞAÇ: Medeniyetin beşiği olan “ağaç” gibi medenîliğin ilk tezâhürü sayılan “ağaç sevgisi” de
Türk destanlarında hususî bir yer işgâl etmektedir. Türklerin, insanlığın yaradılışı hakkında
tasavvurlarına göre Tanrı yer yüzündeki dokuz insan cinsini, bu insanlardan önce yarattığı dokuz dalı
büyük bir ağacın gölgesinde barındırmıştır: Önce yerden dokuz dallı bir ağaç yükseltmiş, sonra her dalın
altında bugünkü insanların ilk cedleri olan dokuz adam yaratarak onlara ağaç gölgesine sığınmayı bir
yaradılış bilgisi olarak vermiştir.
Oğuz destanında, Oğuz’un Gök, Dağ, Deniz isimli küçük oğullarını doğuran ikinci karısı bir göl
ortasındaki mukkadesî bir ağacın kovuğunda yaratılmıştı. Oğuz orduları Batıya doğru akarlarken İtil
suyunu ağaçlar üzerine yatarak geçmişler; Çürçet Kağan’ın ordusunu yendikleri meydan savaşında
ellerine düşen sayısız ganimetleri, ağaçtan yaptıkları “kağnı”larla taşımışlardı. Bu destanın İslâmlıktan
sonraki rivayetinde Kıpçak adının, yavrusunu bir ağaç kovuğunda doğuran bir Türk kadınının oğluna
verildiği hikâye ediliyor, ki bu çocuğun neslinden gelen Türk kabilesine Kıpçak Türkleri denmişti.
Göktürkler Ergenekon’daki demirden dağı onun etrafında ağaçlar yakarak eritmişler, içinde dört
yüz yıl kaldıkları bu kapalı yurdun “meyveli ağaçları” ile övünmüşlerdir. Uygur hükümdarı ve Tanrı
çocuğu Buğu Han, Tuğla ve Selenge ırmakları arasındaki mukaddes bir ağacın kovuğunda dört kardeşi ile
bir arada doğmuştu. Türk destanlarında da gittikçe artan bir sevgi ile tekrarlanacak, bir medeniyet
sembolü olan ağaca karşı Türk ruhunda duyulan derin sevgi ve minnettarlık duygularının bu destanlarda
türlü tezahürleri olacaktır. Bilhassa Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu, Osman Gazi’nin rüyasına
giren bir ağaç, bugünkü yeşil Türkiye topraklarına hâkim olan Türklerin bu topraklardaki medenî
gelişmelerini hız katan bir ülkünün timsali sayılacaktır.
XIV’üncü asır sonlarında Azerbaycan dolaylarında yazıya alınan bir Dede Korkut hikâyesinden
aldığımız şu ağaç tasviri, ağacın İslâmlaşan Türk destanlarındaki yerini ve değerini tanıtan karakteristik
bir destan parçasıdır;

Ağaç ağaç, der isem sana arlanma ağaç


Mekke ile Medine’nin ağaç
Musâ Kelîm’ün asâsı ağaç
Büyük büyük suların köprüsü ağaç
Kara kara denizlerin gemisi ağaç
Şah-ı merdan Alinin düldülünün eğeri ağaç
Zülfikârın kıniylen kabzası ağaç
Şah Hasan’la Hüseyin’ün beşiği ağaç
Eğer erdür eğer avrat korkusu ağaç.

MADEN VE MADEN ĠSĠMLERĠ


Türk destanlarında dikkati çeken mühim bir nokta da madenler ve maden isimleridir:
Saka destanlarında Şu isimli Türk hükümdarının seyyar havuzu gümüşten yapılmıştı. Aynı
destanda bir Türk askerî, İskender ordusu askerlerinden birini belinden kılıçla ikiye bölmüş ve
düşmanının belindeki kemerden kanlı altınlar döküldüğünü görmüştü. Oradaki Türkler hayretle
birbirlerine bakmışlar ve “Altun – Kan” demişlerdi. Bu sebeple o civardaki bir dağın adına da Altın Han
denilmişti. Oğuz Kağan, ormandaki canavarı ve onun leşini yiyen ala doğanı öldürdüğü zaman şöyle
söylenmişti: Canavarı kargı ile öldürdüm. Çünkü kargım demirdendir. Ala doğanı ok-yayla vurdum.
Çünkü onlar bakırdandır.
Yine Oğuz’un, hükümdarlığını ilân ettiği gün milletine söylediği hitabede “Demir kargılar orman
gibi olsun” gibi muhteşem ve demirden sözler vardı. O çağlarda Türkler sağ yanda oturan bir kavmin
(Çinliler) hükümdarına, Altın Kağan diyorlardı, ki bu hükümdar Oğuz’a pek çok altın ve gümüş
yollamıştı. Yine Oğuz Kağan Çörçet hükümdarının üzerine yürüdüğü zaman yolda bir ev görmüştü ki bu
evin damı altından, pencereleri gümüşten, çatısı demirden yapılmıştı. Bu çatıyı ancak Oğuz ordusundaki
Tömürdü Kağul adlı bir kahraman açabilmişti.
Oğuz’un ak saçlı vezirinin rüyasında gördüğü şeyler arasında bir altın yay ve üç gümüş ok vardı.
Oğuz’un sağa, sola gönderdiği yerlerde bir altın yay ve üç gümüş ok bulan çocukları sonradan Üçoklar ve
Bozoklar diye anılan iki büyük Oğuz kolunun ilk ataları olmuşlardı. Fakat Türk destanının, madenle en
çok ilgisi olan parçası meşhur Ergenekon, Türklerin maden işleyerek yaşadıkları mukaddes bir yurdun
adıydı.
Bu Türkleri, mukaddes yurtlarında çoğaldıktan sonra daha eski ve daha büyük yurtları istilâya
götürecek olan yolu açmak için demirden bir dağ eritmişti.
Destanlarda altın, gümüş, demir, bakır gibi maden isimlerinin geçtiği yerler daha çoktur. Ve
diğer bütün Türk destanlarında da bu Türkçe maden isimlerine sık sık rastlanmaktadır. Görülüyor ki bu
maden isimlerinin hemen hepsinin Türkçe oluşu bir tesadüf değildir. Kumaş isimleri, yiyecek isimleri,
hattâ hükümdar isimleri arasında bile Türkçe olmayan kelimelere tesadüf edildiği hâlde eski Türk
dilindeki maden isimleri hemen münhasıran Türkçe’dir. Bugünkü Türkçe’de bile altın, gümüş, demir,
bakır, çelik, kurşun, pirinç, kalay, tunç gibi maden ve maden halitalarına ait isimler de yine tamamiyle
Türkçe’dir. Tunç yüzlü, demir bilekli, altın yürekli gibi halk edebiyatına giren ve münevverleri gönülden
saran bir çok tabirlerde bu güzel Türk kelimelerinin sihirli âhenkleri vardır. Bütün bunlar, Türklerin,
tarihin en eski çağlarından beri, başka milletlerin tesiri altında kalmaksızın, doğrudan doğruya maden
keşfetmiş, maden işlemiş ve orijinal bir madencilik yapmış olduklarının en katî delillerindendir.

BOZKURT
Totem devri yaşayan Türklerin Ongunu olan Bozkurt, destanlarımızda âdeta bugünkü Türklüğü
ve Türk kahramanlarını temsil eden “Mehmetçik" sembolünün yüceltilmiş bir benzeridir. Türkler, ana
yurtlarının bu cesur ve asîl mahlûkuna önce İlah diye tapmışlar; sonra bizzat kendilerinin bir bozkurt
neslinden geldiklerine, birer bozkurt olduklarına inanmışlardır. Türk halkı Bozkurt’u ilâhî bir Türk ceddi
tanıyarak asırlarca sevmiş; bir halk edebiyatı verimi olan destanî Türk tarihinde Bozkurt’a, çok üstün bir
mevkî ayırmıştır. Bozkurt, destanlarımıza bir taraftan kendi şekil, kendi heybeti, kendi rengi, kendi sesi
velhasıl kendi benliğiyle girerken bir taraftan da büyük destan kahramanlarımızın bir bozkurt hüviyetiyle
övüldüğü görülmüştür. Meselâ, Hun-Oğuz destanına göre Oğuz Kağan’ın vücudu kurt vücuduna
benziyordu. Bilhassa beli, kurt beli gibi idi. O, halkına hükümdarlığını ilân için verdiği bir ziyafette:
“Gökböri bolsungır uran” (Bozkurt sesi bizim savaĢ parolamız olsun!) diye haykırmıştı.
Filhakika Türkler, düşmanlarının üzerine bozkurt sesleriyle haykırarak atıldılar: “Onlar güzellikte ve
çeviklikte ceylân gibi iseler de, hücum ederken ürkütülmüĢ kurtlar gibi saldırılardı.”
Kadının Türk destanlarındaki görünüşü eski Türk topluluklarındaki üstün ve muhterem
mevkiînin tamamiyle aynıdır. Eski Türk cemiyetinde kadın bazen Türk aile hayatının reisi, Türk
erkeğinin vefalı, sadık arkadaşı ve bütün bunların üstünde mukaddes Türk çocuğunun annesiydi.
Yaradılışın en tabiî bir icabı olmasına rağmen bu “annelik vazifesi” Türkler arasında kadını çok kutsal
bir mevkiîye çıkarmış, Türk destanları onu kutsallaştırmıştır. Yaradılış destanında büyük Tanrıya
insanları ve dünyayı yaratması için ilk ilhamı veren Akana bir kadındı. Oğuz’un annesi Ay Kağan, öyle
ışıklı bir varlıktı. Oğuz’un ilk karısı karanlıklar içinde gökten yere düşen mavi ve kutsal bir ışıktan
doğmuştu ve başında kutup yıldızı gibi parlayan bir ben vardı. İkinci karısı bir ağaç kovuğunda
yaratılmıştı. Bu kutsal kadınların güzellikleri Oğuz Destanında en sıcak ve en parlak sözlerle terennüm
ediyordu. Bunlar Oğuz’a altı erkek çocuk doğurmuşlar; Oğuz soyundan ve Tanrı-Işık kadından türeyen
yeni ve kutsal bir Türk neslinin çoğalmasına sebep olmuşlardır. Göktürkleri, tek başına dirilten Türk
prenslerinin annesi, dişi bir kurt, bir Tanrı idi. Bu prens ile evlenerek Göktürk neslini ihya eden
kadınlardan biri Yaz Tanrısının, öteki Kış Tanrısının mukaddes kızlarıydı. İşte bütün bunlar ve bunların
İslâmlıktan sonraki Türk destanlarında da yer alan birçok izleri bize eski Türklerde ve Türk
destanlarında kadının “nur”dan, “Tanrı”dan, “ağaç”tan ve Bozkurt”tan ayrılmayan ilâhî bir varlık
olarak kabul edildiğini ve çocuk annesi olduğu kadar yaratıcılık, sanat ve tefekkür için de bir “ilham
kaynağı” olduğunu açıkça göstermektedir.

BOZKURT
Oğuz Destanında Bozkurt’un en büyük vazifesi, Oğuz ordularının önünde yürüyerek, bu ordulara
yol göstermek olmuştu. Bir sabah vakti “Tan ağrıyorken Oğuz’un çadırına manevi ve mukaddes bir ışık
girmiş, bu ışığın içinde beliren gök tüylü, gök yeleli bir erkek kurt, Oğuz’a hitap ederek: “Ey Oğuz. Ben
senin ordularının önünde yürüyeceğim” demişti. O yürüdüğü zaman ordular da yürümüş, onun
durduğu yerde ordular da durarak düşmanla savaşmış ve kazanmışlardı.
Göktürk destanlarında bütün Türklerin düşmanlar tarafından imha edildiğini bildiren büyük bir
millî felâketin hâtırası zikrediliyordu. Bir rivayete göre Türk neslini -anası bir bozkurt olduğu için- bu
müthiş felâketten tek başına kurtulabilen bir Türk prensi yaşatmıştı:
Bu Türk genci, yaz ve kış Tanrılarının kızları ile evlenmiş ve yeni Türkler böyle kutsal bir
izdivacın mahsûlü olarak türemişlerdi. Onun en büyük oğlunun adı, “Türk”dü ve Türkün on
çocuğundan birinin ismi de, en eski annelerinin ismi olan Bozkurt-Asena idi.
Bir başka rivayet, bu millî felâketten kurtulan tek Türk gencini bir dişi kurdun koruyup
beslediğini ve yeni Türk nesillerini Türk delikanlısı ile bu dişi kurtar asında izdivaçtan türediklerini haber
vermektedir. Bu izdivaçtan doğan Türk nesillerinden birinin hükümdarı Eçine, Çine (Asena) adını taşıyor
ve ecdadını unutmadığını belli etmek için de çadırın önüne, üzerinde altından bir kurt kafası bulunan bir
bayrak diktiriyordu.
Bu Türkleri Ergenekon’dan çıkaran hükümdarın adı da yine Börteçine, yâni Bozkurt’tu. Uygur
destanına göre ise, Tanrı bir erkek kurt şekline girerek yeryüzüne gelmiş ve Türk hükümdarlarından
birinin Tanrılarla evlenmek için yaratılan iki güzel kızı ile evlenmiş, yeni ve mukaddes Türk-Uygur
nesilleri işte bu mukaddes izdivaçtan türemişti.
Yalnız İslâmiyet’ten önce Türk destanlarından derlediğimiz bu Bozkurt rivayetleri Türk
inanışında kurda ne büyük bir mevkî ayrıldığını açıkça göstermektedir. Eski Türkler, çocuklarına çok
defa isim olarak bu eski totemlerinin adını veriyorlar ve her hâlde “Kurt” adını taşıyan birçok
kahramanlar da zaman zaman büyük ordular önünde yürüyerek Türk Milleti’ne şerefli zaferler
kazandırıyorlardı.
Yine eski Türk bayraklarının ucuna bugünkü ay-yıldız yerine altundan, tunçtan velhasıl
madenden yapılmış bir kurt başı takılıyor; böylelikle bu bayrak orduların önünde zafere doğru
koşturulurken Türk savaşçıları yine bir Bozkurt’un arkasından yürümüş oluyorlardı.
Herhalde Oğuz ordularının önünde koşan veya mukaddes hükümdarlara isim olan, nihayet
direğine takılan bu bozkurtların, Türk tarihinde yukarıdaki tahminleri hatıra getirecek ölçüde hakikî bir
rol oynamış olmaları pek uzak bir ihtimal sayılamayacaktır.
Bozkurt’un, bir destan unsuru olduğu ölçüde, bugün hayatlarını iyice bilemediğimiz bir çok târihî
kahramanlarımız için “Mehmetçik” tarzında müşterek bir sembol olması da Türk destan ve tarihe pek
yakışan bir ihtimaldir.
Bozkurt, İslâmlıktan sonraki Türk-Moğol destanlarında da rol almakta, bilhassa aşkurd
Türklerinin mazisine ait halk rivayetlerinde geniş bir mevkî işgâl etmektedir.

AT SEVGĠSĠ
Türk destanlarında at, destan kahramanlarının vefalı ve sevgili arkadaşıdır. Türkü varmak
istediği hedefe o eşsiz süratiyle at ulaştırır. At üstünde doğup, at üstünde ölmeyi şeref ve atı silâh gibi,
kadın gibi “namus” sayan bir milletin destanında savaş meydanlarının bu çevik, azimli ve kahraman
hayvanına geniş ve sevgili bir yer ayrılması gayet tabiî bir olaydır. Oğuz destanının büyük kahramanı,
daha çocukluk çağında “at sürüleri gütme, ata binmesi ve avlanması” ile övülüyordu. O’nun ormanda
öldürdüğü canavar, at sürülerini ve insanları yediği için Oğuz halkına çok eziyet vermiş bir canavardı.
Oğuz Kağan, her zaman bir aygıra biner ve bu atı çok severdi. Bu at, ak başlı Muzdağ’a kaçtığı zaman
Oğuz çok üzülmüş ve onu dokuz gün bu kârlı dağda aradıktan sonra bulup getiren Türk kahramanına
Beylik vermiş ve adını Karluk koymuştu. Ergenekon Destanı gibi İslâmlıktan önceki diğer Türk
destanlarında da mühim bir mevkii olmakla beraber at unsuruna bu destanların İslâmlıktan sonraki
şekillerinde daha çok rastgelinmektedir. Bunlar arasında, başlangıcı Göktürkler devrinde olan Köroğlu
destanında, destan kahramanı Köroğlu’nun meşhur kır at’ı bizzat Köroğlu kadar, Ayvaz kadar bu
destanda mühim bir rol oynamakta ve mühim bir mevkî tutmaktadır. Bu kır at, Köroğlu Destanını en
olgun şekline büründüğü bir Anadolu rivayetinde şöyle övülmektedir:

İşte gidince ceylân inişli


Yokuşa gidince keklik sekişli
Karakuş oyumlu Bozkurt bakışlı
Kız yeleli, alma gözlü kır atım.
Çamlıbelden aştığımı görmüşler
Kır atımın sekişinden bilmişler
Şu gelen koç Köroğlu demişler
Kız yeleli, alma gözlü kır atım.

Yine başlangıcı, İslâm’dan, hattâ Milâttan önceki Oğuz destanında bulunan, Dede Korkut
efsanelerinden Bamsı Beyrek Destanı’nda bir boz atın şu mısralarla övüldüğü görülmektedir:

Açuk açuk meydana benzer senün alıncuğun


İki şepçerâğa benzer senin gözceğizün
İbrişime benzer senin yeleciğün
İki koşa kartaşa benzer senün arkacığun
At demezem sana kartaş derüm
Kartaşımdan yeg
Başuma iş geldi yoldaş derüm
Yoldaşımdan yeg

KARDEġTEN DE ÜSTÜN
Türk kahramanları tarafından böylesine sevilen, kardeşten ve yoldaştan üstün tutulan at, bütün
destanlarda gördüğü sevgiye lâyık hareketler yapar: Kale duvarları içine hapsedilen sahibini, uçar gibi bir
atlayışla kalelerden kaçırdığı olur; dosta ulaşmak, düşmanı basmak için koşan kahramanını sarp
dağlardan uçurduğu görülür. Av yerinde, savaş yerinde ondan ayrılmaz. Onunla beraber yaralanır,
birlikte gazi olur. Bilhassa İslâm’dan sonraki Türk destanlarında, Türk ata sözlerinde, Türk halk
edebiyatı metinlerinde ya eski destanlarından miras kalmış, yahut devamlı bir destanlardan aksetmiş,
zengin bir at sevgisi edebiyatı vardır.

YA DA TAġI
Uygur destanında Türk bütünlüğünün sembolü gibi gösterilen bu yurd parçası taş, destanın bir
başka rivayetinde bir “yüzük taşı” şeklindedir. “Türklerin Ya da taşı dedikleri ve kendisinde sihirli bir
kuvvet bulunduğuna inandıkları bu taş Türkler arasında pek eski çağlardan beri bir tılsım mahiyetinde
telâkki edilmektedir. Yada taşı, İslâmiyet’ten sonraki Türk destan ve masallarında da mühim bir masal
unsuru olarak yer alacaktır. Fakat Yada taşının destanlarımızdaki en dikkate değer anılışı Uygur
destanlarındaki şeklidir. Bir Türk beyinin yabancı bir milletten kız almak uğruna kendi yurdundan hattâ
bir taş parçasını bile fedâ etmesi yurt bütünlüğüne karşı affedilmez bir kayıtsızlıktır.
Böyle bir kayıtsızlığın neticesi ise yurdun parçalanması ve milletin felâkete sürüklenmesidir.
Destana göre “mukaddes yurt taşları” başkalarına bahşedilmeyecek bir vatan ve millet sevgisi
sembolüdürler.
SU SEVGĠSĠ
Daha yaradılış efsanesinde “Tanrı”ya yaratmak ilhamını veren “kadın” kâinatı kaplayan uçsuz
bucaksız “su”yun dalgaları arasından yükselmişti. Yunan mitolojisindeki “Venüs’ün doğuşu”nu
hatırlatan, fakat ondan daha güzel ve daha mânalı bir tablo olan bu yaradılış sahnesinden beri su, Türk
ruhunda böyle ezeli bir sevgi ile yer almış bir ilham ve güzellik kaynağı olmuştur. Bir “eski Türk”
destanında “Şu” isimli Türk hükümdarının yanında seyyar bir havuz taşıyarak ve her vardığı yerde onun
içine su doldurarak; ördekler, kazlar salarak seyre dalması az mânalı bir hâdise değildir. Bozkırlardaki su
hasretinin bir sembolü, Türk ruhundaki su sevgisinin bir görünüşü olan bu destan motifi destanlarımızın
en bediî unsurlarından biridir. Oğuz destanında, yüzünü görenleri “süt yahut kımız olup” eritecek
derecede güzel olan “mukaddes kız” da böyle bir dekor içinde doğmuştu: Bir göl ortasında bir ağaç ve
ağacın kovuğunda Gök, Dağ, Deniz isimli çocukları doğuracak olan ilâhî genç kız... Aynı destanda bu
sahnenin hemen arkasından, sularla çevrili ülkelere ve büyük sulara varmayı milletine hedef olarak
gösteren Oğuz Kağan’ın hitabesi gelmektedir. Oğuz, Türk halkına;
Daha deniz, daha muran
Sözleriyle yurdumuzu başka ırmaklara, başka denizlere doğru yürütelim diyordu. Oğuz orduları
bu sözlerdeki cazibeye kapılarak “İtil” suyunu geçmişler, büyük Batı denizlerine doğru hızla
ilerlemişlerdi. Uygur destanın “Tanrı – Hükümdar”ları da ancak “Tuğla” ve “Selenge” gibi kutlu sularla
çerçevelenmiş mukaddes bir ülkede yaratılmışlardı. Fakat Türkler için su nasıl büyük bir uğur ve saadet
kaynağı ise susuzluk da öyle bir felâket ve ümitsizlik membaıdır. “Göç” destanında “Yada taşı”nı
yabancılara veren bir Türk beyinin bu hareketi üzerine Türk yurdunun ırmakları kurumuş, göllerin suyu
çekilmişti. Türkler, bu felâket yüzünden yurtlarını bırakıp, başka ülkelere göçmek zorunda kalmışlardı.
İşte bütün bu işaretler, tarihleri boyunca büyük ve güzel sulara hâkim olmayı ülkü edinen ve bunda
muvaffak olan Türklerin ruhunda bu en büyük medeniyet ve hayat kaynağına karşı sonsuz bir sevgi ve
cazibenin yandığını ifade edecek ölçüde kuvvetli ve bediî destan hareketleridir.

AKSAÇLI ĠHTĠYARLAR
Hükümdarların kendilerine akıl danıştıkları, kendilerinden öğüt aldıkları gün görmüş yaşlılar da
Türk destanlarının karakteristik unsurları arasındadır. Bu yaşlı Türklerin en kuvvetli örneği Oğuz
Destanı’ndaki ihtiyar vezirdir. Destan, bu veziri şu sözlerle tarif etmektedir: “Oğuz’un yanında kır saçlı,
ak sakallı, uzun tecrübeli bir ihtiyar vardı. Bu, Oğuz Kağan’ın veziri idi. Adı “Uluğ Türk”tü. Uluğ Türk,
Oğuz Destanı’nda hükümdara öğütler veren ve ona Türk devletlerinin târihî ananevî idare taksimatını
yaptırtan bir devlet adamı olarak gösterilmektedir. Oğuz Destanı’nın İslâmî şeklinde Irkıl Ata adını
taşıyan aynı “ihtiyar vezir” öteki Türk destanlarında ve bilhassa İslâmiyet’ten sonraki destanlarımızda
daima hayırlı, daima iyiyi ve doğruyu gösteren bir insan olarak görünmektedir. Bütün bu “ak sakallı
ihtiyarlar” Türk milletinin ve Türk büyüklerinin tecrübe görmüş yaşlılara verdikleri kıymetin ve
gösterdikleri saygının efsanevî kahramanlarıdır.

Nihad Sami BANARLI / Yeniçağ / 10-21 Eylül 2004

You might also like