Professional Documents
Culture Documents
Birinci Basım
Haziran 1997
Kapak Tasarımı
Sarmal Yayınevi
Baskı-Cilt
Kayhan Matbaacılık
SARMAL YAYINEVİ
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ
1. DİN-TOPLUM-SİYASET
Dinler ve Köktendinciler
Din ve Devrim
Demokrasi-Kemalizm ve İslam
Üçlü Meşruiyet
Demokratik Çözümler
3. DİN VE AHLAK
KAYNAKÇA
Önsöz
Ancak bu cevap, Türk halkının demokrasi sandığı ile vereceği bir cevap
olmalıdır. Özgürlüğün ve demokrasinin tadını tatmış, çok sesliliğe
alışmış bir milletin, anti-demokratik bir din devleti yönünde, bunun
bilincinde olarak tercih kullanması beklenemez. Yeter ki aldatılmasın.
Türkiye, Siyasal İslam krizini aşacak kadar güçlü bir ülkedir. Bu kriz,
halkın bilinçlenmesi ile aşıldığında, demokratikleşme süreci önündeki
tüm engeller de kalkmış olacaktır.
Din-Toplum-Siyaset
A. Yaşama İçgüdüsü
İnsan, tüm canlılar gibi temel bir içgüdü olan yaşama içgüdüsü ile
dünyaya gelir. Ancak diğer canlılardan farklı olarak akıl ve düşünce
yeteneğine sahip olması, bu içgüdüyü şuurla kullanmasına yol açar. Yaşama
içgüdüsünün insandaki en belirgin göstergesi ölüme karşı olan korkuları
ve bu korkuların hareketlendirdiği direncidir.
Din, sınırlı dünya yaşamına karşılık, ebedi ve sonsuz bir ruhsal yaşam
vaad eden bir öğretidir. Yaşama içgüdüsünün doğal bir sonucu olarak insanoğlu,
ebedi bir ruhsal yaşam vaadi karşısında korkularını yenebilmekte ve farklı
bir mekan ve biçimde de olsa, sonsuz yaşamı vaad eden dinde teselli
bulabilmektedir. Kaldi ki vaad edilen sonsuz yaşam modeli, madde
dünyasının şartları ile de kısıtlanmış değildir. Dünya yaşamındaki tüm
maddi ve manevi tatminsizliklere karşın, ebedi yaşam iyi kullara
sadece ruh huzurunu değil, her türlü ihtiyacını kolayca elde edebileceği,
hatta hiç çalışmadan elde edebileceği bir bolluk ortamını da vaad etmektedir.
Dünyada yoksul ya da sağlıksız bir yaşam süren bireyin, öbür dünyada hep
özlemini çektiği bolluğa, huzura kavuşma şansına ve umuduna sahip olması,
insanı hiç de küçümsenmeyecek ölçüde etkileyen bir yaklaşımdır.
İnsanoğlunun bir diğer zayıf yönü ise, bilgisinin zaman ve mekanla sınırlı
oluşudur. Bilimdeki gelişmeler günümüzde bilgi ufkunun gelişimine büyük
katkıda bulunmuştur. Ancak bilimin buldukları, bilinecek olanın
sonsuzluğunu daha da açık biçimde ortaya koymaktadır. Dinler ise,
insanlığın ulaşabildiği zaman ve mekan ötesi konularla ilgili aktarımlarda
bulunmaktadırlar. Özellikle melekler, cinler, şeytan, varoluş gibi
konular, tamamen inanç ile kabul edilmesi mümkün olan aktarımlardır. İnsan
için bilgi, zamanla sınırlıdır. Oysa dinler, gelecekle ilgili konularda
da bilgi vererek, insanın en büyük zaafı olan geleceği öğrenme arzusuna
hitap etmektedirler. Böylece insan herşeyi bilen, geçmişin, geleceğin mutlak
hakimi olan Tanrı'nın sözleri olarak kabul ettiği dine bağlanmaktadır.
Dinlerin diğer bir temel ilkesini ise dini öndere mutlak itaat
oluşturur. Dini önder, Tanrı tarafından seçilmiş ve dini tebliğ etmekle
görevlendirilmiş peygamberdir. Tanrı ile insanlar arasında elçilik görevini
üstlenmesi, Tanrı'dan O'nun meleği aracılğı ile aldığı mesajları kitlelere
iletmesi, onu diğer insanlardan farklı ve üstün kılmaktadır. Görevi sadece
bu mesajları iletmek değil, onları açıklamak, yorumlamak ve bunlarla ilgili
sorulara, uygulamada ortaya çıkan sorunlara cevap bulmaktır. Dolayısı ile
dini toplumun tartışılmaz lideridir. Toplum onun kararlarına uymaya ve ona
itaate mecburdur. Özellikle yeni bir sosyal-siyasal düzen getiren
dinlerde, peygamber aynı zamanda topluluğun siyasi önderidir.
Tek bir lidere, üstelik diğer insanlardan üstün olduğu Tanrı tarafından
doğrulanmış bir lidere itaat, toplumsal birlik ve bütünlüğün sağlanmasına
da katkıda bulunmaktadır. Kaldı ki, sadece tebliğ edici olarak
tanımlanmış olmalarına rağmen, Tanrısal vahye muhatap olmaları ve
gösterdiklerine
inanılan mucizeler nedeniyle, onların sözü, kitleler tarafından
daima Tanrı'nın sözü olarak algılanmış, insanca hatalar yapmalarına rağmen,
toplum onların sorumluluğunu Tanrı'ya devrederek, itaat ve teslimiyette
kusur etmemeye özen göstermiştir.
Herşeyden önce, onun tahtı vardır, (Arş). Kuran-ı Kerim Arş (taht)
kelimesini Allah için kullanıyor. Arşın sahibidir(Büruc suresi, 15).
Bundan başka, bir kral, hazinelere sahip olur. Yine Kuran-ı Kerim
diyor ki: Göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır(Fetih suresi,4).
Kralın sahip olduğu diğer şeyler arasında araziler vardır. Kuran'da şöyle
buyuruluyor: Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır(Casiye suresi,27). Şayet
arazi çok büyükse, bu arazinin bir merkezinin olması lazımdır, yani
başşehir. Çok hayret vericidir ki, Kuran-ı Kerim Mekke için Ummul Kura
tabirini kullanmaktadır.(En'am,92, Şura,7). Umm anne, Kura da şehirler
manasındadır. Şehirlerin annesi yani başşehir...Bir başşehirde Kralın
sarayı olması icab eder ki, Beyt-ül Haram Allah-ü Teala'nın evidir.
Çağdaş insan, artık sadece Kutsal Kitaplar söylediği için değil, fakat
bilimin sunduğu sayısız örneklerle de Tanrı'nın varlığına inanmaktadırlar.
Dini öğretilerin tümünde insanın manevi gelişimi için gerekli olan temel
ahlak kuralları bulunmaktadır. Bu kurallar tüm dinlerde aynıdır.
Erdemli bir insanın tanımını yapan bu kurallar artık tümüyle insanlığa mal
olduğu gibi, tartışmasız doğrular olarak da kabul görmektedir. Hatta
dine ve Tanrı'ya inanmayanların dahi bu temel ahlak normlarını reddetmeleri
sözkonusu değildir. Bu yönü ile din ile çağdaş dünya arasında hiçbir
uyumsuzluktan ve çatışmadan söz edilemez.
Bu, asla sonu gelmeyecek olan kısır bir tartışmadır. Zira Kuran'daki
İslamı bütünü ile kabul ederek Siyasal İslamla mücadele etmek mümkün
değildir. Günümüzde sergilenen tablo ise, Kuran'ı bütünüyle kabul
ettiklerini zanneden, ona kendilerince yorumlar bulmaya çalışan ve
en müslüman olduklarını iddia eden laik düşünce taraftarlarının Siyasal
İslamla sürdürdükleri mücadeleden nasıl yenik çıktıklarını gösteren çok
sayıda örnekle doludur. Dinle, dinin kuralları ve oyun alanı içinde
mücadeleye kalkışanların, laiklik konusunda bir zafere ulaşmalarını
beklemek boşuna olacaktır.
Dinler ve Köktendinciler
Konuşma devam eder. Daha sonra adama Halife Ebu Bekir, Ömer, Osman
hakkında ne düşündüğü sorulur. Hepsi için iyi şeyler söyler. Ali hakkındaki
görüşü istendiğinde de Abdullah, Ali'nin hepsinden daha alim, takva
sahibi ve basiret sahibi olduğu cevabını verir. Bu cevaptan hoşlanmayan
Hariciler Abdullah'ı öldürmeye karar verirler. Onu ve karısını bir
hurma ağacının altına sürüklerler. Bu sırada ağaçtan bir hurma düşer.
Haricilerden birisi, bu hurmayı alıp, ağzına atar. Bir diğeri, hemen
arkadaşını uyarır. Çünkü hurmayı sahibi helal etmeden ya da para vermeden
almıştır. Hurma hemen ağızdan çıkarılır. O sırada bulundukları yere bir
Hıristiyana ait bir domuz gelir. Haricilerden biri bir kılıç sallayarak
domuzu öldürür. Diğerleri ona, bu yaptığının fesat çıkarmak olduğunu
söylerler ve hemen domuzun sahibi bulunup, parası verilir. Bu örnekler,
Haricilerin Kurandaki emirlere nasıl itina ile uyduklarına örnektir. Ancak
olay burada bitmemektedir. Çünkü Abdullah, müslüman olduğunu ve İslamda bir
kötülük yapmadığını söylemesine rağmen koyun gibi yatırılıp boğazlanır.
Karısının da karnı deşilir. Ağaçtan düşen hurmayı sahibinin izni olmadan
yemeyen, domuzun bedelini ödeyen bu köktendinciler, kendi dindaşlarını
hem de sahabeden bir müslümanı ve onun hamile karısını acımasızca öldürmekte
bir sakınca görmemişlerdir.(Önder Güngör; age,s.82-83) Bu örnek, Kuran'ı
ezbere bilmek, ve emirlerine aynen uymanın, dar görüşlülüğe engel olamadığını ve
insan
hayatı gibi en kutsal değerlerin, hatta Kuran'da büyük önem verilen
din kardeşliğinin bile bu kısır düşünce sistemi içinde nasıl kolayca feda
edilebildiğini göstermektedir. Köktendinciliğin dine verdiği büyük
zararı da açıkça ortaya koymaktadır.
Görülen odur ki İslam Devletini kurmaktan belki daha zor olan yönetmektir.
Ancak bu zorluğun sebebi elbet ki köktendinci yaklaşım olmaktadır. Zamanın
ihtiyaçlarına cevap vermeyen bir sistemden, zorlama yorumlarla yeni ve
köklerine tamamen bağlı bir sistem üretmek nasıl mümkün olabilir ki? Böyle
bir sistemin üretilebilirliğini iddia edenlerin karşısında, her zaman
sistemin dinin özüne, Peygamber dönemindeki uygulamalara uygun olmadığını
iddia eden başka köktendinci grupların olması kaçınılmazdır.
Cevap: İslam dinide müziğin hükmü nedir sualine tek bir cevap verebilmemin
imkanı yoktur. Zira müçtehid imamlar, farklı delillere dayanarak değişik
içtihadları gündeme getirmişlerdir. Bunlardan herhangi birisini tek başına
islamın hükmü ilan etmek doğru değildir. Önce Hanefi fukahasının müzik
konusunda ortaya koyduğu hükümleri izah etmeye gayret edelim.
Yazının ana konusunu teşkil ettiği için bevl kelimesinin lügat anlamını
da açıklayalım. Bevl: idrar yapma
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk'ün 7.3.1997 günü ATV'de katıldığı bir
programda, şu ifadeleri kullandı; Ayakta bevl yapmak günahtır diyorlar,
bunun dinle ne alakası var? ve buna benzer birçok ifadeler kullandı...
Kitaplarda def-i hacetten bahsederken ayakta bevl yapmanın mekruh olduğu
ifade edilmektedir. Bununla alakalı bilgi fıkıh kitaplarında
hatta kitapların taharet bölümünde hususiyle kitapların ibtidasında
zikredilmektedir.
2.İdrardan çok iyi korununuz, çünkü kulun kabirde ilk önce hesaba
çekileceği husus bevldir.
Bütün bunlardan anlaşılan şudur ki; ayakta veya oturarak bevl yapmanın
dinle alakası çoktur...
Köktendinci zihniyetin bir diğer örneği ise Türk kamuoyuna mal olmuş
bir olaydır. RP. milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan, sarıkla namaza
gitmenin 80 kere daha fazla sevap teşkil ettiği konusunda halkı
bilgilendirmiştir. İslamın ibadet anlayışı ile tezat teşkil eden ve Diyanet
İşlerinin de itirazına yol açan bu açıklama, köktendinci anlayışa tam bir
örnek teşkil etmektedir. Halkın bir bölümü ise, Peygamberin de namazı
sarıkla kıldığını ve bu sebeple sarıkla namaz kılmanın sünnet olduğunu
TV kameraları önünde söylemekte ancak sevabın kaç kat arttığı konusunda
Ceylan'la anlaşamamaktadırlar. Hatta namaza yürüyerek gitmekle, bir taşıta
binerek gitmenin sevaba katkısı da irdelenen konular arasında yer almaktadır.
Bu anlayışın, dinin amacına ya da insanın imanına ve ahlakına ne gibi bir
katkısı olduğu ise, tartışma dışıdır.
Tarihin her döneminde dinin özünü hayata geçirmeye talip olan yeni
köktendinci gruplara raslamak kaçınılmazdır. Çünkü İslam dini, doğruluğu
kuşku götürecek kadar geniş, sahih olduğu tartışılır nitelikteki bir
hadis kaynağına sahiptir: İslamda otorite kabul edilen en önemli
hadis yazarlarından olan Buhari, Sahih-i Buhari diye bilinen eserini
yazarken, 600.000 hadis toplamış, ancak bunların 7275'ini değerlendirmiştir.
Bir diğer önemli hadis kitabı olan Sahih-i Müslim'in yazan Müslim bin
Haccac ise, topladığı 300.000 hadisten sadece 4000'ini kitabına almıştır.
Ahmednin Hanbel ise Müsned isimli hadis kitabı için 750.000 hadis
toplamış, bunlardan 40.000 ini seçerek kullanmıştır. Ebu Bekir ve Ömer'in
döneminde hadis yasağı konulmuş ve yazılı hadisler toplanıp yaktırılmış
ancak Emevi Halifesi Ömer bin Abdülaziz döneminde yeniden hadis toplama
işlemi başlatılmıştır.(Önder Güngör; age, s.100) Acaba Peygambere en yakın
kişiler olan Ebu Bekir
ve Ömer hadisleri neden yaktırmışlardır? Bu kararı almalarındaki sebebin,
sahih olmayan hadislerin, gelecekte dini yozlaştırmasından duydukları
endişe olduğu muhakkaktır.
Din ve Devrim
Şeriat zorla gelmez, o Allahı Lütfudur. Şeriat, ancak ona layık olan
topluma gelir... Bu sözler, Siyasal İslamcılarca sık sık
söylenmektedir. Bu gerçekten doğru mudur? Yakın tarihe bir göz atanlar,
din ve devrim sözcüklerinin birlikte kullanılır olduğunu göreceklerdir.
20. yy'ın son çeyreği, İslam Devrimlerinin İslam şeriatının yolu olduğunu
ortaya koymaktadır.
İran Devrimi yaklaşık 18 yıl süren bir sürecin ürünü olmuştur. Ancak
devrime son noktanın konulmasında, ordunun harekete katılımı büyük önem
taşımaktadır. Zira 500 bin kişilik, iyi bir donanımlı İran ordusu ile
50 bin kişilik Savak Askeri gücü karşısında hiçbir halk hareketinin ayakta
kalması mümkün değildi. Ordu, bu hareketi ne pahasına olursa olsun
bastırmakta kararlılık göstermiş olsaydı, bugün İran Devriminden söz etmek
mümkün olmayacaktı. Bu nedenle Humeyni'nin bir biçimde orduyu yanına alması
gerekiyordu. Bunun ilk adımını ise halkı, ordu ile yakınlaştırmak
ve aslında halkın ta kendisi olan askeri, harekete katmaktı. Bu
nedenle Devrimin başında, halk-ordu çatışmasını teşvik ederek, devrim
lehine kullandığı orduyu, devrimin sonunda ikinci kez kullanmıştır. İkinci
kez kullanımı ise ilkinin tamamen tersi yönde olup, halkla bütünleştirici
mahiyettedir.
Halkın yönetime karşı ayaklanması ile tek partili yönetimden çok partili
hayata geçilmiş ve Cezayir Anayasasının 243. maddesi din ve dil esasına
dayalı herhangi bir partinin kurulmasını yasakladığı halde, 1989 da İslami
Selamet Cephesi (FIS) kurulmuştur.
Ancak her iki ülkede yaşanan İslamcı hareketin temelde benzer motifler
taşıdığı ortadadır. Her iki harekette de ülkenin ekonomik şartlarındaki
istikrarsızlıklar, gelir dağılımındaki bozukluklar etkili olmuştur.
Halkın memnuniyetsizliği, dini ideolojiye çekilmesini kolaylaştırmıştır.
Yine her iki ülkede de iki kurumun Siyasal İslamcıların etkileri attına
girmesi, hareketin can damarını oluşturmuştur. Bunlar eğitim kurumları
ve din kurumlandır. Eğitim kurumları içinde din eğitimi veren
okullar ve üniversiteler en önemli fonksiyonu görmüşlerdir. Üniversite
gençliğinin Siyasal İslama yönlendirilmesi, siyasal örgütlenmenin
hızlanmasında büyük rol oynamıştır. Dini fikirlerin üniversite gençliği
arasında yayılması ile dini cemiyetler, siyasal örgütler şekline dönüşerek,
siyasi hareketlere önderlik etmeye başlamışlardır. Dini kurumlar içinde
camiler, hareketin halka ulaşması ve halkın sokağa dökülmesinde kilit
kurumlar olarak görev yapmışlardır. Ancak siyasi cemiyetlerin, cami
cemaatlerini harekete geçirmede büyük rol oynadığı da açıktır. Bu alandaki
yapılanmayı kısaca formüle etmek gerekirse, cemiyet + cemaat = halk hareketi
olarak özetlenebilir. Dini vakıfların faaliyetleri de gerek üniversite
gençliğine gerek halka maddi ve bilimsel destek bakımından büyük önem
taşımıştır.
Her iki ülkede de ordu, büyük önem taşımaktadır. Ordu hareketin karşısında
olduğu sürece devrimlerin başarılı olamayacağı görülmüştür. Nitekim İran
Devrimi ordunun halkla bütünleşmesi ile sonuca ulaşabilmiş, Cezayir'de ise
ordu Siyasal İslam'a geçit vermediği için hareket sonuca ulaşamamıştır.
a. Din eliti:
Geçmişte din gücünün en önemli iki kaynağı, Ulema sınıfı ile tarikatlar
olmuştu. Ancak Atatürk, 1924 de çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile
eğitimi tek merkezde toplayarak, dini eğitimi yasaklamış, din bilginlerini
yetiştiren Süleymaniye Medresesini İ.Ü. bünyesinde oluşturulan İlahiyat
Fakültesine, daha sonra da İslami Araştırmalar Enstitüsü şekline
dönüştürmüştü. Dini eğitimin diğer bir kolu olan Kuran Kursları ise
devletin resmi bir organı olan Diyanet İşleri Başkanlığına bağlanmıştı.
Böylece dini eğitim, devletin resmi ideolojisi tarafından güdülenen ve
kontrol altında tutulan bir özelliğe bürünmüştür.
Dinin ikinci büyük güç kaynağını teşkil eden ve ulemanın yetişmesi
açısından da önem taşıyan tarikatlar ise 2 Eylül 1925 de türbe, tekke ve
zaviyelerin kapatılması ile önemli bir darbe yemişlerdir. Bu uygulamalar,
İslamın siyasi vechesini de içeren dini eğitimi kontrole alırken,
ulema sınıfının oluşumunu uzunca bir süre engellemiş, bu konudaki
faaliyetleri yer altına iterek etki alanını daraltmıştır.
Türkiye'de din elitinin oluşumu ile ilgili ilk adımlar çok partili
yaşama geçişle birlikte başlamış ve özellikle 1. ve 2. MC Hükümetleri
döneminde hız kazanmıştır. Din elitinin oluşumu açısından büyük önem taşıyan
İmam Hatip Liselerinin sayılarında meydana gelen büyük artışlar söz konusu
kurumların mesleki eğitimden öte amaçlarla açılmakta olduğunu şüphe götürmez
bir gerçek olarak ortaya koymaktadır. Bu okulların 1960 yılında sayılan
19 iken, bu sayı 1970'de 72'ye, 1980'de 374'e, 1990'da 384'e ve 1995'de
560'a ve 1997'de 601'e ulaşmıştır. Okul sayılarındaki en büyük artışların
MSP'nin koalisyon ortağı bulunduğu dönemlere denk gelmesi ise, tesadüf
olarak açıklanamaz. 1975-76 da yani, 1. MC iktidarında 144 İmam Hatip Lisesi;
2. MC 'nin iktidarda olduğu 1977-78 döneminde ise 86 İmam Hatip Lisesi
eğitime başlamıştır. 1971- 1994 arasında İmam Hatip Orta Okullarından mezun
olan öğrenci sayısı 600 bin, Liselerinden mezun olan ise 300 bin
dolaylarındadır. 1994 sonu itibariyle mesleki-teknik orta okullarda okuyan
toplam öğrencilerin yüzde 85,2'si, mesleki-teknik orta ögrenimin ise yüzde
40'ı İmam Hatip okullarında eğitim görmektedir. Toplam orta öğretim içinde
yaklaşık yüzde 10'luk bir paya ulaşan bu eğitim modeli, mesleki amaçlı
olmanın çok ötesine geçmiş bulunmaktadır. Zira söz konusu okullardan mezun
olanların özellikle kamu yönetimi, hukuk, siyasal bilgiler, uluslararası
ilişkiler gibi devlet içinde örgütlenmeye yatkın alanlarda yüksek öğretime
devam ettikleri, YÖK istatistiklerinden anlaşılmaktadır. Bu nedenle, mesleki
eğitim kisvesini kullanıp, Tevhid-i Tedrisat Yasasını delerek alternatif bir
orta öğretim kurumu biçiminde faaliyet gösteren İmam Hatip Liselerinin din
elitinin oluşumunda önemli bir rol üstlendikleri son derece açıktır. Bunun
daha somut bir kanıtı ise siyaset sahnesinde RP kanadında yer alan pekçok
ünlü ismin, Hasan Hüseyin Ceylan, Şevki Yılmaz, Tayyip Erdoğan gibi, İmam
Hatip Lisesi mezunu olmalarıdır.
Din elitinin diğer bir faaliyet alanını da son yıllarda sayıları giderek
artan dini amaçlı vakıflar oluşturmaktadır. Vakıflar, din-siyaset ilişkileri
bakımından uygun bir ortam yaratmanın yanısıra, ilmi faaliyetleri ve yayınları
ve yoksul kitlelere götürdükleri hizmetlerle de Siyasal İslamın gücüne
katkıda bulunulmaktadır.
c. Tarikatlar:
Siyasal İslamın hız kazanınasında rol oynayan diğer bir etmen de
tarikatlardır. Tarikatların siyasi partiler içindeki desteği, Türk
siyasal yaşamının inkar edilemez bir boyutunu oluşturmaktadır. Atatürk
döneminde, 1925 yılında kapatılmalarına rağmen faaliyetlerini gizliden
gizliye sürdüren ve dini cemaat adını benimseyerek kendilerine yasal bir
serbestiyet alanı yaratan tarikatlar, özellikle 2. Dünya Savaşından sonra,
daha açık biçimde kendilerini göstermeye başlamışlar ve İslami cemaatlerle
birlikte dini hayatın merkezini oluştumuşlardır.
Siyasal İslamın önde gelen isimlerinden olan Fethullah Gülen ise, önceleri
Nurcuların Yeni Asya Grubuna dahil olmuş, 1980'lerde Sıddık Dursun'dan
ayrılmış daha sonra ise Türkiye'de liberal bir İslami hareketin öncüsü
olmuştur. Gülen'in siyasetle ilişkisi, doğrudan değil, dolaylı biçimde
devam etmektedir. Fethullah Gülen'in büyük gücü, eğitim alanında geliştirdiği
model ve sunduğu hizmetle doğru orantılı bir artış göstermiştir.
Büyüyen ekonomik gücüne paralel olarak açtığı okul ve dersane sayıları
artmış, Turgut Özal ile aralarındaki büyük bağlılık, bu güç artışına olumlu
etki yapmıştır. Gülen'in İslami çevrelerde artan itibarı, Tansu Çiller'i
de Başbakanlığı döneminde (1994) onunla görüşmeye sevk etmiş, bu olay
Fethullahçı çevrelerin DYP'ne siyasal desteği olarak yorumlanmıştır.
Sahip olduğu medya kuruluşları (Zaman Gazetesi ve Samanyolu TV), diğer
eğitim kuruluşlarının yanısıra faaliyete geçen Fatih Üniversitesi ve
yakın zamanda açtığı İslami Finans Kurumu Asya, büyüyen maddi gücün en
önemli simgeleridir. Bu maddi güç, İslami faaliyetlere önemli bir
kaynak teşkil ederken, Gülen'in siyaset içindeki etkinliğini de
artırmaktadır.
Kuran 6200 kadar ayetten oluşmuştur. Bunlar içinde 300 kadarı, İslamın
siyasal yönünü belirleyen şer'i hükümleri ifade etmektedir.
Bu hükümlerin belli bir toplum ya da zamanla kısıtlı olmadığı ise yine
Kuran'da belirtilmiştir. Geçmişte ve gelecekte Kuran'ı batıl kılacak
yoktur. Hakim ve övülmeye layık olan Allah katından indirilmiştir.(Kuran-ı
Kerim; Fusillet/42) Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek kimse yoktur(Kuran-ı
Kerim; En'am/34 ayetlerinden de açıkça anlaşılacağı gibi Allah'ın sözleri olarak
kabul edilen Kuran
ayetlerinin insan tarafından değiştirilmesi ya da yürürlükten
kaldırılması mümkün değildir. Nitekim bir başka ayette Biz daha iyisini
veya benzerini getirmedikçe bir ayeti yurülükten kaldırmaz veya
ertelemeyiz(Kuran-ı
Kerim; Bakara/106) denilerek, Kuram değiştirmek yetkisinin yalnızca Allah'a ait
olduğu
açıkça belirtilmiştir.
Kısasta hayat vardır ifadesine dikkat edilsin... İnsanı yoktan vareden Allah,
bir katil bir Müslümanı taammüden öldürürse, o katilin kısas edilmesini
emrediyor...İşte bu kısas can emniyetini muhafaza ediyor. Bu gerçeği anlamak
için Türkiye'ye ve dünyaya bir bakalım. İnsan hayatının hiçbir kıymeti yok...
Adi cinayetler, terör, anarşi, siyasi cinayetler hergün rastlanılan
olağanüstü hadiseler haline gelmiş...Amerika'nın bazı eyaletlerinde insanlar
güneş battıktan sonra sokağa çıkamıyorlar...Cinayetlerin önü alınmıyor.
Hapisaneler tıklım tıklım dolu...Katiller hapisanelere sığmıyor. Neden?
Çünkü ilahi sosyal şeriatın ceza hukukunun kısas maddesi kaldırılmış.
Beşeri sosyal şeratın maktulü değil, katili koruyan hapis cezaları
uygulanmaya konulmuş....Peki kısas uygulansaydı ne olacaktı? Bir
katil öldürülecekti. Binlerce cinayet planı kursaklarda kalacak,
yüzbinlerce hayat kurtulacaktı.(Milli Gazete, 26 Şubat.l997)
Cihad, İslam'da farzdır. Amacı ise dini yaymaktır. Dini yaymanın elbetki
silahlı mücadele dışında yolları da vardır. Silahlı mücadele, dini
kabulde direnenlere uygulanacak bir yöntemdir. İslam tarihi içinde
de uygulama bu yönde olmuştur. Günümüzde Siyasal İslamcı radikal unsurlar,
dini kabulde direniş gösterenlerin, Türk toplumu içinde bulunduğu
inancındadırlar. Bunlar, kendilerine İslam dışı bir din icad etmiş bulunan
laiklerdir, O halde, bugün için önemli olan bu ayetlerin Kutsal Kitaba
hangi koşullarda konulduğu, geçmişte nasıl yorumlandığı değil, siyasi güce
din aracılığı ile ulaşmak isteyenlerce nasıl kullanılacağıdır. Kendini dini
mücahid kabul eden Allah adına savaşma yetkisini kendinde bulan ve
Kuran'a tam olarak uymayı en kutsal görev sayanlar, bu emirleri 1400 yıl
öncesi için değil, süresiz olarak doğru ve geçerli emirler olarak
kabul etmektedirler. Bu kabulden dolayıdır ki, İBDA-C ve Hizbullah gibi
örgütler, silahlı eylemlerini Tanrısal vahyin gereği olarak kabul
etmekte ve kutsal bir görev ifa ettikleri inancı ile canlarını Allah yoluna
adayarak dine düşman saydıkları aydın ve Atatürkçü insanların yaşamlarına
son vermektedirler.
Dinin cihad emrini, din uğruna yapılacak her türlü mücadele olarak
kabul eden Siyasal İslamcılar bu düşüncelerini kamu oyuna kendi yayın
organları ile de duyurmaktadırlar. İşte 30 Ocak 1997 tarihli Akit
Gazetesinden bir manşet: İbadetlerin En Büyüğü: Cihad Bu manşetin altında
Prof. Dr. Ali Özek'le yapılan bir röportaj yer alıyor. İslam İnanç
Sistemini anlatan bir alt başlık altında Ali Özek şöyle diyor: Her
sistemin kendisine karşı olan sistemlerle yapacağı mücadeleyi
değerlendiren bir prensibi vardır. İslamın bu prensibine veya nizamına
Cihad denilmiştir. Bu itibarla cihad vazifesini ihmal eden her Müslüman,
bunun dışında ne kadar hayır ve hasenatta bulunursa bulunsun yine de İslami
vazifesini noksan yapıyor demektir. Yazının ileriki bölümlerinde İslam'da
cihadın iki anlamı üzerinde durulmaktadır. İlk anlamı nefisle cihad olarak
açıklanmakta ve bunun nefsi terbiye anlamına geldiği ve esas büyük cihadın
da bu olduğu ifade edilmektedir. İkinci cihad ise küçük cihad olarak
adlandırılıp, cephede düşmanla savaşmak olarak tanımlanmaktadır. Türkiye
savaşta olmadığına göre, bu küçük cihadın şu anda önemi olmadığı
düşünülebilir. Ancak Siyasal İslam, kendini böyle bir mücadelenin içinde
görmüş olmalı ki, yazının devamında küçük cihadın boyutları anlatılmaktadır.
İslamiyet yalnız belli ibadetleri yapmak, sonra da yan gelip yatmak
değildir. Hakiki Müslümanlık, icap ederse bize Müslümanlığı getiren
Peygamberimizin ve onun ashabının çektiği sıkıntıları çekmek, icabında
dövülmek, kovulmak, hatta ölmek, fakat vatan ve millet uğruna doğruyu
ve hakkı müdafaadan asla vazgeçmemektir. Allah Teala Kıyamet gününde
huzura varan kuluna, Cihad vazifesini yaptın mı? Allah'ın dini
İslamı muarızlarına karşı müdafaa ettin mi? Bu uğurda ne gibi eziyetlere
ve fedakarlıklara katlandın? diye sorarsa, her Müslüman ne cevap
vereceğini şimdiden düşünmelidir. Yazının ilerleyen bölümünde, cihadın
anlamına daha da açıklık getiren ayetlere yer verilmektedir. Prof. Özek,
Şüphesiz Allah Teala, müminlerden Allah yolunda (din uğruna) savaşan,
öldüren, öldürülenlerin canlarını ve mallarını, mukabilinde -onlara-
Cennet'i vermek suretiyle satın aldı. Allah, bunu Tevrat, İncil ve
Kuran'da kati olarak taahhüt etmiştir. Allah'tan başka kim taahhüdünü
noksansız yerine getirir. O halde yapmış olduğunuz savaştan size
müjdeler olsun. İşte büyük kazanç budur.(Tevbe/111) Bu ayette Allah
yolunda cihad edenlere Cennet vaad olunmak suretiyle, İslam'ın
en büyük rüknü olan cihadın mana ve ehemmiyeti tam olarak belirtilmiştir.
diyerek cihad konusundaki İslami yoruma açıklık kazandırmaktadır.
Kuran'ı çağdaş dünyanın tüm ihtiyaçlarına cevap veren bir Kutsal Kitap
olarak kabul etmek mümkün müdür? Bazı İslam bilginleri bu konuda
büyük gayret içindedirler. Bu gayret öylesine büyüktür ki, yapılan Kuran
yorumları adeta yeni bir din yatratmaya eşdeğer hale getirilmektedir.
Buna karşı çıkan radikal İslamcı kesim ise dini çarpıtmaya çalışanları ağır
bir dille eleştirmektedir. İşte bu keskin, eleştirilere bir örnek:
Muaviye ile hilafet saltanata dönüşmüş ve oğlu Yezid halife ilan edilmiş,
buna karşılık Ali'nin oğlu, peygamberin torunu olan Hüseyin, hilafetin
kendi hakkı olduğunu ileri sürerek savaştığı için kafası kesilerek
katledilmiştir. Bu örnekler, hilafet konusundaki belirsizliğin İslamdaki
siyasal bölünmelere ve ahlaki deformasyona yol açan bir sonuç doğurduğunu
ortaya koymaktadır. Bundan daha da önemli olan savaş, hile, vahşeti
kullanarak hilafeti ele geçirenlerin, bu gücü Allah adına kullanıyor
görünmeleridir.
Birkaç ayet dışında kadını muhatap alan bir üslup kullanılmamıştır. Kadının
erkek karşısında ikinci sınıf bir birey olduğu açık biçimde ifade
edilmektedir.
Nitekim, çağdaş dünyada hala kadın dövmeyi, dini bir emir kabul edip,
bunun yöntemini tartışanlar da pekçoktur. İşte, Kadın Dövmenin İncelikleri
başlıklı yazıdan (Süleyman Çobanoğlu; Milli Gazete, 8.Şubat,1997) birkaç
satır: Nietzsche demiştir ki: Kadına mı gidiyorsun? Kırbacını unutma! Bittabi
bu, Şaklat koçum kırbacını şunun sırtında anlamına gelmiyor.
Köleliğin varlığı kadar önemli olan bir konu, kölenin farklı ve daha
aşağı sınıfa mensup bir birey olarak görülmesidir.
İslam dini, köleleri azad etmeyi teşvik etmekle birlikte, kölelik uygulamasını
yasaklamayarak, eşitlik ve adalet bakımından ciddi bir boşluk yaratmıştır.
Arap toplumunun ekonomik yaşamında bedava işgücü olan kölelerin ekonomik bir
fonksiyon gördükleri kabul edilse bile, değişmez, kalıcı, kesin hükümler
içeren bir Kutsal Kitabın, geleceğin dünyasını oluştururken insan haklarına
ilişkin temel ilkeleri topluma benimsetme konusunda tavizsiz bir yaklaşım
izlemesi gerekmez miydi?
Araplarda yaygın bir adet ve bir tür tapınma kabul edilen kurban,
İslamiyette de aynı derecede önemli bir ibadet olarak kabul
edilmiştir. Araplar kurbanın, onu keseni Tanrı ile yakınlaştırdığına
inanıyor ve kutsal taşlar üzerinde kesilen kurbanın kanı, o taşa dökülüyor,
ya da sürülüyor, böylece tanrılara hizmet edildiğine inanılıyordu. Hz.
İbrahim'den itibaren süren kurban geleneğinin, Arap inançları içinde de
kendisine farklı yorumlarla da olsa yer bulması dikkat çekicidir. Kurban ya
kurba kelimesi Arapça yakın olmak anlamına gelmekte ve Tanrılarla
yakınlaşmanın bir yolu olarak kabul görmekteydi. Araplarda var olan bir diğer
gelenek de bir çocuğun doğuşundan hemen sonra başının kazınması ve onun
adına bir koyunun kurban edilmesi idi. (agm. s. 153) Bu adetler, Kuran'da dinin
kapsamı içine alınmış ancak bazı yeni düzenlemeler getirilmiştir. Bakara
suresinin 196. ayeti kurban ve saç kazıma konusunda şöyle demektedir. Eğer
düşman veya hastalık gibi bir engelle çevrilmiş olursanız kurbanı
gönderin: Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin. İçinizden
hasta olan ya da başından bir rahatsızlığı bulunan, bundan ötürü traş olmak
zorunda kalan kimse, oruçtan, sadakadan veya kurbandan biriyle
fidye verir.
Kuran hac ve umreyi İslamın önemli bir şartı olarak kabul etmiştir.
Allah için hace ve umreyi tamamlayın (Kuran-ı Kerim; Bakara suresi/196) Safa ile
Merve Allah'ın
nişanlarıdır. Kim evi (Kabe) hacceder, ya da umre yaparsa, onları tavaf
etmede kendisine bir günah yoktur. (Kuran-ı Kerim; Bakara suresi/158) Allah
Kabe'yi, o saygı değer evi,
insanlar için hayat ve güven durağı yaptı. O saygı değer ayı,
kurbanı, boynu bağlı kurbanları da böyle yaptı ki Allah'ın gökte ve
yerde olanları bildiğini ve Allah'ın herşeyi bilici olduğunu anlayasınız.
(Kuran-ı Kerim; Maide suresi/97)
Kabe, İslam öncesi Arap toplumu için de kutsal bir mekandı. İçinde
360 put bulunan bu taştan yapı Araplar için sadece bir ibadet yeri
değil, aynı zamanda bir hac yeriydi. Yılın belli aylarında orada toplanılır,
bu toplantılar panayır ve bayram niteliğine dönüşürdü. Hac ile ilgili tören
ve merasimlerin yapıldığı Zilhicce ayı, kendisinden önceki ve sonraki
aylar olan Muharrem ve Zilkade ayları, kutsal aylar olarak kabul
edilirdi. Bu aylarda savaşmak yasaklanmıştı. Hacılar, kutsal topraklara
girer girmez bir takım yasaklara dikkat ederek, nefislerini bazı sıkıntılara
katlanarak köreltmek zorundaydılar. Kabe'yi tavaf ederler, duvarlarından
birinin içine yerleştirilen Hacer-ül Esved'i öperler, Zilhiccenin 9. günü
Arafat tepesine çıkarlardı. Hac adetleri içinde Mina'ya gitmek, burada
kurban kesmek, belli bir mekana taş atmak da vardı. (Şeyh İnayetullah; agm.,
s.154-155 Mekkeden akan Zemzem) adındaki su kaynağı da daha sonra kutsal
bir su olarak İslam inanışlarındaki yerini almıştır.
Bunu, hayali bir iddia saymak ne yazık ki mümkün değildir. Zira yaşayan
İslamın özellikle Yahudilere bakış açısı son derece olumsuzdur. Bu
olumsuzluk bazı hallerde tırmanışa geçmekte ve akıl dışı, kışkırtmacı bir
üslup kazanabilmektedir. Dini nikah tartışmalarının gündemi işgal ettiği
günlerde, Mason Nikahının da konu edilmesi, Yahudilere gözdağı vermeyi
fırsat bilen bazı İslami çevreleri harekete geçirmiştir. İşte RP'nin yayın
organı olan Milli Gazete'nin (Milli Gazete, 1.Şubat.1997) Ahmet Akgül tarafından
yazılan Masonluk-
Gladyo ve Siyonizm adlı yazı dizisinden birkaç satır: Şeytanın
birinci sınıf askerleri ve avaneleri ise, tarih boyunca hep
Yahudiler olmuştur. Şeytan Hak dinin saptırılması ve hükümlerinin tersine
çevrilerek uygulanması üzerine kurduğu batıl dinini ve düzenini önce
Kabbalist Hahamlara öğretir.... Yani bugün Siyonizm, Deccalizm'dir.....
Muharref Tevrat'taki Yehovadiye adlandırılan Tanrı'dan da aslında şeytan
kastedilmektedir.
Demokrasi-Kemalizm ve İslam
Laiklik ve Demokrasi:
Ancak devletin dini hala İslam olarak geçtiği için, dini yetkilerin
devletin bir bakanlığına verilmesi, din devleti yapısı ile tezat
oluşturmuyordu. Dini yetki, bir yönü ile kurumsallaştırılmış oluyordu.
Bundan sonraki aşama ise, halen çok taıtışılan bir uygulamanın başlangıcı
olmuştur. 1924 yılının 2 Mart günü Şeriye ve Evkaf Vekaleti kaldırılarak
429 sayılı kanunla Diyanet İşleri Reisliği kurulmuş ve bu kurum başbakanlığa
bağlanmıştır. Ancak devletin resmi dini hala İslamdır. 29 Ekim 1923 de
cumhuriyet ilan edilmiş, 20 Nisan 1924 de Teşkilatı Esasiye Kanunu yani ilk
cumhuriyet anayasası kabul edilmiştir. Anayasada da devletin resmi dininin
İslam olduğu ibaresi yer almaktadır. Bu nedenle Diyanet İşleri Reisliğinin
devlete bağlı bir kurum olmasında sistem açısından bir çelişkinin mevcut
olduğu söylenemez.
Yine önemli bir ibadet biçimi olan cuma namazı, tamamen siyasi
amaç taşıyan bir ibadet biçimi olup, halkla yöneticinin devlet
meseleleri konusundaki istişaresini sağlamaya yönelik bir ibadet türüdür.
İslamın bu özelliği, laik, demokratik bir hukuk devletinde, din-devlet
işleri ayrılığı önündeki en önemli engeli oluşturacağından, din
görevlilerinin devlete bağlı bir kurum olan Diyanet aracılığı istihdamı,
rejimin devamlılığı bakımından bir zorunluluk olmaktadır.
Öte yandan güney doğu Asya ülkeleri içinde Modern İslam Devleti
uygulamalarına geçilme girişimleri görülmektedir. Örneğin bir İslam
Devleti olan Malezya'da Başbakan Mahathir Mohammed'in dini reformu
da öngören girişimleri, bölgede bir örnek oluşturmaktadır. Mahathir Mohammed'in
öncelikle el attığı konu, İslam hukuk sisteminin değişmesidir.
Üçlü Meşruiyet
Demokratik Çözümler
Oysa söz konusu partinin vaad ettiği ekonomik düzen tamamiyle ütopiktir.
Necmettin Erbakan'ın Adil Düzen adlı kitabıyla (Daha fazla bilgi için
Bkz: Necmettin Erbakan; Adil Düzen, İzmir, 1991) yayınladığı ekonomik
görüşleri, ciddiye alınmadığı ve Erbakan da sürekli tartışmaktan kaçtığı için
kamuoyu tarafından bilinmemektedir. Takas ekonomisini öneren, parayı
vakıf senedine dönüştüren, vergilerin üretilen mal cinsinden toplanmasını
esas alan, çalışmadan ve prim ödemeden sigortalılık ve emeklilik
haklarını getireceğini, herkesi sigortalı yapacağını vaad eden, serbest
piyasa ekonomisini savunurken, merkeziyetçi ve devletçi bir anlayış
sergileyen bu garip ekonomik düzen, adil sloganı altında halkı
aldatmaktadır. Ekonomik görüşleri tartışmaya değecek kadar bile ciddi kabul
edilmeyen bir lider, bugün Türkiye'yi yönetmekte ve ulaştığı oy potansiyeli,
onun ekonomik düzenini tartışmayı dahi kendilerine yediremeyen aydınları
kara kara düşündürmektedir.
Türk insanı yıllardan sürdürülen Batı hayranlığı, Batı ile yapılan ekonomik
ve sosyal kıyaslamalar nedeniyle gizli bir ezilmişlik duygusu içindedir.
Siyasal İslamla birlikte, Batıya bir başkaldırı yaşarken, kırılan onurunu
onarmakta, mensup olmaktan heyecan duyacağı, kimlik bulacağı yer olarak da,
İslamı tek alternatif olarak görmeye başlamaktadır. Bu mensubiyet duygusundan
tadılan tatminin en fazla yaşandığı ortamlar ise tarikatlar olmaktadır.
Bu nedenle Türk toplumunun başarıları tadmaya, ulusal onurunu yüceltmeye,
dünyanın saygın bir ülkesinin ferdi olma hazzını yaşamaya ihtiyacı vardır.
Bunu da sağlamanın ilk adımı siyasal ve ekonomik istikrarın izleyeceği
sosyal ve bilimsel yaşamdaki canlanmadır.
Türkiye'de sayıları son yıllarda büyük bir hızla artan İslamcı vakıfların,
Siyasal İslamın yapılanmasına büyük katkıda bulundukları açıktır. Modern
hukuk devletinin savunusunu yapanların da laik düşünceyi temsil eden sivil
toplum örgütlerine daha büyük destek vermelerinin, Türkiye'nin geleceği
bakımından önem taşıdığı ortadadır.
Tartışılan üçüncü sorun ise din eğitimidir. Din eğitiminin iki boyutu
vardır. Bunlar, İmam Hatip Liseleri ve Kuran kurslarıdır.
İmam Hatip Liseleri, her şeyden önce meslek okulu statüsü içinde
açılımş bulunan okullardır. Türkiye'de Tevhid-i Tedrisat Kanunu yürürlükte
kaldığı sürece, Milli Eğitimin belirlediği müfredat dışında eğitim
veren, özel amaçlı okulların açılması mümkün değildir. Meslek okulları,
mesleki ihtiyaçlar doğrultusunda açılması gereken okullardır. Bu
kriter sadece İmam-Hatip Liseleri için değil, tüm meslek okulları için
geçerlidir.
Takılan adların pek de fazla önemi yoktur. Zira İslamın Türk yorumu,
Türk insanını ne Allah'tan, ne peygamberden ne ahlaktan koparmıştır.
Bir küçük grup dışında herkes, dinin Türk yorumuna inanarak bu topraklar
üzerinde huzurla yaşamıştır. İbadetini yapmış, camiine gitmiş, dini
bayramlarını kutlamış, hac ziyaretlerini yapmış, Kuran okumuş, okutmuş,
ölülerini dini merasimle gömmüş, kısacası dinini kutsal bilmiş ve
olabildiğince de ona uygun yaşamaya çalışmıştır.
İslamın Türk yorumu, İslam alemi içinde yer alan özgün bir örnektir.
Bu örneğin en önemli özelliği ise, siyasal bir din olan İslama,
siyaset dışı bir yorum getirilmesinden kaynaklanmaktadır. Türkiye örneği,
Batılılarca İslamın yoruma son derece açık bir din oluşuna delil olarak
gösterilmektedir. Fred Halliday, İslam, The Mith of Confrontation adlı
eserinde, ...kutsal metinden çıkarılacak tek bir yorum yoktur. Çağdaş
dünyada, bir zamanlar İslam İmparatorluğunun lideri olan Türkiye gibi bir
ülkenin varlığı, belirgin bir ekonomik ve politik sistem ya da devletle,
dini müeyyideler arasında, İslam dünyası bakımından zorunlu bir ilişkinin
bulunmadığını ortaya koymaktadır...din ile devletin birbirinden ayrılması,
diğer bir ifade ile dindeki dünyevi ve siyasi faaliyetlerin reddedilmesi,
İslami düşünce bakımından mümkün görünmektedir.demektedir. İşte Türkiye'nin
İslam dünyasında sergilediği bu tablo, şüphesiz ki, pekçok İslam ülkesini
tedirgin etmekte ve gelecekte diğer İslam ülkelerince de örnek alınabilecek
bu modelin ortadan kaldırılması için, İslami devrim ihracı modelleri, Türkiye
üzerinde sıklıkla denenmektedir. Çünkü bu model, çağdaş dünyaya kolayca uyum
sağlamaya imkan veren, dinin manevi yönü ile çağdaş dünyanın modern
kurumlarını ahenkle bütünleştirebilen bir modeldir. Kısacası önü, dogmalarla
tıkanmamış, açık bir modeldir.
İslamın Türk yorumunun İslami bir devlet modeline kapalı oluşu, bazı
çevrelerce ahlaki yozlaşmanın temel sebebi olarak gösterilmektedir.
İslam ahlakının ancak İslamın siyasal sistemi ve hukuku altında yaşama
geçirilebileceğine ilişkin iddiaların, yaşayan örnekler esas alındığında,
doğruluğu oldukça tartışmalıdır. Çünkü Siyasal İslamı yaşayan ülkelerdeki
ahlaki yozlaşma Türkiye ile kıyaslanmayacak boyutta ve örtülü yaşanmaktadır.
Türk insanı ikiyüzlü bir dindarlığı değil, açık yürekli bir imanı seçmiştir.
Eğer din insan için ise, Türk insanına yaptığı katkı ortadadır. Dinin Türk
yorumu, kimilerinin asla kabullenemeyeceği, iktidar aracı olmayan
çağdaş bir yorumdur. Türk halkının en az yüzde 80'i de bu yorumdan yana
olduğunu yüksek sesle haykırmaktadır. Bunu günah ya da dinsizlik olarak
yorumlayanlara verilecek cevap o günahın azabına katlanmayı seçmenin
de insanın en doğal hakkı ve cüzi iradesinin varolma sebebi olduğudur.
Kaldı ki toplumda dini kullanarak yaratılan kin ve ayrılık, kardeşi
kardeşe, düşman etme çabaları ve özellikle de toplumun bir kesimini dinsiz
laikler olarak nitelemek, günahın takdirini Allah'a bırakırsak, en azından
gayri insanidir. Hatta daha da ötesi, İslami tanımla Allah'a şirk koşmaktır.
Çünkü birileri, kendileri Allah'ın yerine koyarak kimin dindar,
kimin dinsiz olduğuna karar vermektedirler.
Din ve Ahlak
Türk halkının din ile ahlakı özdeşleştiren bir inanca sahip bulunuşu,
siyasal söylemini din üzerine inşa eden bir siyasi partiye elbette
büyük avantaj sağlayacaktı. Nitekim Refah Partisi bunun meyvalarını
toplamış ve halkın beklentilerine cevap verecek olan Adil Düzen sloganı
ile de halkın, temiz toplum yolundaki duygularının tercümanı olmuştur.
Dini siyasette kullanmakla, dini yaşamak elbette çok farklı şeylerdir.
Din ile ahlakı bir bütün olarak kabul edenler, yine dinden aldıkları
güçle, dayatmacı bir ahlak anlayışını, insanlığın varlığını devam ettirmesinin
tek şartı olarak da ortaya koyabilmektedirler. Dini inanca göre insan,
inanç ve imanla bütünleşen bir ahlakı seçmek ya da dinler tarihinde yer
alan çeşitli menkıbelerde de görüldüğü gibi, Allah tarafından cezalandırılmak
arasında bir tercih yapmak zorundadır.
Dinler tarihi incelendiğinde, ahlakın pekçok menkıbede temel motif
olarak yer aldığı görülecektir. Bunların en çarpıcısı Sodom ve Gomorra
halkının yok edilişi ile ilgili hikayedir. Lut peygamberin'in
hikayesi Tevrat'ta (Eski Ahid, Tekvin, Bap 19) ve Kuran'da anlatılmaktadır. Her
iki kutsal kitap da
Sodom halkının ahlaktan uzak yaşantısının Allah tarafından nasıl
cezalandırıldığına
yer vermektedir. Kuran Sodom halkının ahlak dışı yaşantısını şu sözlerle
anlatmaktadır. Lut'u gönderdik. Kavmine dedi ki: Siz, sizden önce
dünyalarda hiç kimsenin yapmadığı fuhşu mu yapıyorsunuz? Siz kadınları bırakıp,
erkeklere şehvetle gidiyorsunuz ha! Doğrusu siz azgın bir kavimsiniz...
Biz onu (Lut) ve ailesini kurtardık, yalnız karısını kurtaramadık.
Çünkü o, gerilerde kalanlardan oldu. Ve üzerlerine bir yaş yağmuru yağdırdık;
bak işte suçluların sonu nasıl oldu!( Araf Suresi/80-84)
Bir diğer örnek ise Şuayb Peygamber'in gönderildiği Medyen halkı ile
ilgilidir. Kuran, bu olayı şöyle anlatmaktadır: Medyen'e de kardeşleri Şuayb'i
gönderdik: Ey kavmim, dedi, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka Tanrınız
yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi: ölçüyü ve tartıyı tam yapın,
insanların eşyalarını eksik vermeyin, düzeltildikten sonra yeryüzünde
bozgunculuk yapmayın.... (Araf suresi/85) Kavmin yola gelmemesi üzerine ise
o müthiş sarsıntı onları yakalayıverdi, yurtlarında diz üstü çökekaldılar(Araf
suresi/91)
(Hem evet, hem hayır...Daha açık biçimde ifade etmek için, evrensel
ahlakın çekirdeğini dinin oluşturduğunu söyleyebilir miyiz?)
Yukarıda yer alan ortak alan, şüphesiz ki tüm dinler için, aynı
büyüklükte olmayacaktır. Ancak evrensel ahlakın oluşumunda dinin etkisi
inkar edilemez gibi görülse de, ahlak anlayışının mutlak dinsel
ahlakla sınırlı olduğu da iddia edilemez.
Benzeri bir eşitlik sosyal sınıflar için de söz konusudur. Yanlış olan
bir davranış biçimi toplumdaki sosyal statüsü ne olursa olsun,
toplumda yaşayan tüm bireyler için yanlış olmalıdır.
İslamiyet, ahlaka büyük önem veren bir dindir. Hz. Muhammed, Ben ahlakın
güzelliklerini tamamlamak için gönderildim. diyerek, tebliğ görevinde
ahlaka verilen önemi açıkça anlatmıştır. Kuran'da yer alan ahlaki
kurallar, hayat verici, hayatı zenginleştirici niteliktedir. Nahl
suresinin 97. ayetinde, Erkek ve kadınlardan her kim inanmış olarak iyi bir
iş yaparsa, onu dünyada hoş bir hayatla yaşatırız... Ahirette ise onların
ücretini yaptıklarının en güzeliyle veririz. diyerek, bu konuya açıklık
getirilmektedir. Ancak ahlaklı insana vaadedilen iyi yaşamın şartı,
inanarak ahlaklı olmaktır. Kuran'ın ideali, aşırılıklardan arınmış, orta yolu
izleyen, sağlıklı bir toplum yaratmaktır. Bunun için de insanlar, dünyada
kendilerine sunulan iyi şeyleri almak, ancak aşırılığa varmadan
kullanarak yaşamak durumundadırlar. Kuran, Araf suresinin 31. ayetinde, Ey
Adem oğulları, her mescide gidişinizde, süslü, güzel elbiselerinizi üzerinize
alın, yeyin, için, fakat israf etmeyin. Çünkü O israf edenleri sevmez.
diyerek bu yaşam modelinin sınırlarını çizmektedir.
İslam ahlakı bakımından çok önemli bir nokta, ahlakın Allah'a karşı
yerine getirilmesi gereken bir görev ve sorumluluk olarak kabul
edilmesidir. İnsan, ahlaklı olup, olmama konusunda Allah'la karşı karşıyadır.
Çünkü insan ruhu ile Allah arasında, ruhların ilk yaradılışında yapılan bir
mukavele vardır. Bu mukavele ile insana doğuştan Allah'ı tanıma sezgisi
verilmiş ve O'nu inkar için herhangi bir bahanelerinin kalması önlenmiştir.
O'nu inkar etmek, yaradılışta varolan bu sezgiye ve yapılan mukaveleye
karşı gelmektir. Dolayısıyla Allah'ın ayetlerini inkar etmek, şuurlu
olarak işlenen bir suç, şeytana uymak olmaktadır ki, bunun da cezası büyüktür.
Kuran A'raf suresi 172-173. ayetlerde bunu anlatmaktadır. Rabbin, Adem
oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine
şahit tutmuştu. Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diye. Evet (buna) şahidiz
dediler. Kıyamet günü biz bundan habersizdik demiyesiniz. Yahut, Ne
yapalım daha önce babalarımız Allah'a ortak koştu, biz de onlardan sonra
gelen bir nesil olduğumuz için öyle yaptık. Gerçekleri iptal edenlerin
yaptıkları yüzünden bizi helak mı ediyorsun? demeyeseniz diye (sizin
Rabbiniz olduğum hakkında sizi şahit tutmuştuk). İşlenen zerre kadar
kötülüğün cezalandırılacağı, zerre kadar hayrın da ödüllendirileceği
Kuran'da yer almaktadır.
Din devleti olmak, müslüman olmak, ibadeti yerine getirmek, görüldüğü gibi
ahlaklı olmaya yetmiyor, ahlakın göstergesi de olamıyor. Eygi'nin de şaşkınlıkla
dile getirdiği onca dünyevi ve uhrevi hüküm ve müeyyide, bugünün insanını
ahlaklı kılmakta pek de yeterli değil.
Dolayısıyla İslamiyet boş bir alanda değil, bazı verimli tohumlara sahip
bir kavmin içinde yeşermiştir.
İnsan, doğası gereği çok hızlı tekamüle uğrayabilecek bir varlık değildir.
Kötülüğü bir anda iyiliğe dönüştürmek, nefsani taleplerden kısa sürede
kurtulup, gönül rahatlığı ile ve hiç zorlanmadan daha az ile yetinebilmek
çok zordur. Ancak vaad ve korku, içte duyulan gizli hevesleri dizginlemenin,
arzuları bastırarak, emirlere itaatkar davranmanın teşviki bakımından etkili
yöntemlerdir. Bu nedenle Kuran, korku ve ödül ikilemini insanların önüne
koymuş ve son derece canlı tasvirlerle Allah'ın ödülü olan Cennet'le, cezası
olan Cehennem'i anlatarak, toplumu hızla islah etmeye çalışmıştır.
Bu inanca dayalı ahlak anlayışının insanlık tarihi içinde önemli bir yer
tuttuğu inkar edilemez. İnsan topluluklarının evrimi içinde, gerekli
ve yararlı bir rol oynadığı da açıktır. Ancak günümüzün düşünen, sorgulayan,
akli deliller arayan, sebep-sonuç ilişkileri içinde olaylara
yaklaşan ve dogmaların dışına çıkmış insanı için inanca dayalı ahlakın eski
etkileyiciliğini yitirdiği açıktır. Çağdaş insan inanca dayalı tüm ahlaki
öğretilerden yararlanmış ancak onları aşan, zaman zaman da sorgulayan yeni
bir ahlak anlayışına yönelmiştir. Bu anlayış büyük ölçüde endüksiyona (tüme
varım)
dayalı, kişisel ya da toplumsal deneyimlerden çıkarılan sonuçlarla genişleyen
yeni bir ahlaki yaklaşımdır.
Çağdaş ahlakın 20. yy. daki sembolleri özgürlük, eşitlik, insan hakları
kavramları ile bağlantılı olarak ele alınabileceği gibi, fırsatçılık,
bencillik, madde tutkunluğu gibi motivasyonunu ekonomik sistemden alan değer
yargıları ile de ifade edilebilir.
Çağdaş dünyanın temel insan hakları içinde yer alan bir diğer ilkesi
ise cinsiyet ayırımcılığının kaldırılmasıdır. Bu ayırımcılik tüm dinler için
geçerlidir. Dinlerin toplumun kültür değerleri üzerindeki etkileri,
günümüz dünyasında kadın-erkek eşitsizliğini, değiştirilmesi zor bir değer
hükmü olarak zihinlere kazımıştır. Yasalar önünde sağlanmaya çalışılan
eşitliğin, sosyal yaşamda geçerli olmayışı, toplumun örfleri ile yakından
ilgilidir. Bu eşitsizlik, şüphesiz ki ahlakın temel kuralı olan adil olmakla
çatışmaktadır. Kadına önceden biçilmiş olan ve onun korunması olarak
yorumlanan sosyal statü, aslında onun kendi hakkında karar alması
ve yaşamını kendi iradesiyle yönlendirmesinin en büyük engelini oluşturmaktadır.
Çağdaş ahlak bir yandan insan hakları gibi yüce değerleri yaşama geçirirken,
diğer yandan bireysel ihtirasla beslenen ekonomik sistemin, çıkarcı ahlak
anlayışı içine sıkışmış durumdadır. Sistemin ürünü olan ekonomik insan kimliği,
o derece baskın bir kimliğe dönüşmüştür ki, ister dindar, ister dinsiz olsun
hemen hemen her fert, bu kimliğin etkisinden kendisini sıyıramamakta ve
erdemleri çarpıtarak çıkarcılık kulvarında yol almaktadır.
Hiç şüphe yoktur ki, ahlaklı olmayı hedef görerek, ahlaklı yaşamak,
sarsılmaz ve kalıcı bir ahlak anlayışına ulaşmanın en sağlam yoludur. Ancak
buna erişebilmek için, kişisel çıkarları pompalayan ekonomik ahlakın
ve dinden çıkar sağlamayı alışkanlık edinen zihniyetin alt edilmesi
gerekir.
Yani artık tarihe dönmeye değil, yeni bir tarih yazmaya adım
atılmalıdır.
Kaynakça
Kitaplar:
İnayetullah Ş.; İslam Öncesi Arap Düşüncesi, M.M. Şerif, İslam Düşüncesi
Tarihi Cilt 1., İstanbul, 1990
Gazete ve Dergiler:
Diğer Kaynaklar:
Eski Ahid; Kitab-ı Mukaddes, İstanbul, 1969
::::::::::::::::::::::