You are on page 1of 90

Yazarı

Prof. Dr. Nur Serter

Birinci Basım

Haziran 1997

Kapak Tasarımı

Sarmal Yayınevi

Baskı-Cilt

Kayhan Matbaacılık

SARMAL YAYINEVİ

Babıali Cad. Pak Han No: 16/4 Cağaloğlu-İstanbul

Tel:(0 212) 522 45 78-512 70 20

Faks: (0212) 522 45 78

DİNDE SİYASAL İSLAM TEKELİ

Prof. Dr. Nur Serter

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ

1. DİN-TOPLUM-SİYASET

Din Toplumu Neden Etkiliyor?

İnanç Sistemlerinin Ana İlkeleri Nelerdir?

Dinler ve Tanrı İnancı

Peygamberlik Görevi ve Din

Çağdaş Dünya-Din Olgusu

Dinler ve Köktendinciler

Din ve Devrim

2. SİYASAL İSLAM VE DEMOKRASİ

Türkiye'de Siyasal İslamın Yükselişi

Siyasal İslam ve Kuran

İslam'da Demokrasi Tartışması

İnsan Hakları-Demokrasi ve İslam

Demokrasi-Kemalizm ve İslam

Siyasal İslam ve Ulus Devlet


Çok Hukukluluk Tartışması

Üçlü Meşruiyet

Demokratik Çözümler

İslam'da Türk Yorumu

3. DİN VE AHLAK

Siyasal İslam ve Ahlak

Ahlakta din tekeli

Çağdaş Ahlak Anlayışı

YOL AYIRIMI: TARİHE DÖNMEK ya da TARİH YAZMAK

KAYNAKÇA

Prof. Dr. Nur Serter

1948 yılında İstanbul'da doğdu. Orta öğremini Üsküdar


Amerikan Kız Kolejinde tamamladı. 1970 yılında İ.Ü. İktisat
Fakültesinden mezun oldu. Aynı yıl fakültede asistan olarak
göreve başladı. Mesleki-Teknik Eğitim ve Ekonomik Gelişme konulu
çalışması ile 1974 yılında iktisat doktoru ünvanını aldı. 1982 yılında
doçent, 1988 yılında profesör oldu.

Halen İ.Ü. İktisat Fakültesi ve Endüstri İlişkileri Bölümü


öğretim üyesidir.

Yayınlanmış başlıca eserleri: Türkiyenin Sosyal Yapısı, Sosyal Devlet,


İstihdam ve Gelişme, Giydirilmiş İnsan Kimliği, İnsan Merkezli Eğitim.

Önsöz

Su, kaynağından temiz ve arınmış çıkar... İleriye doğru, çağlayarak


akar... Akan suyu, kaynağına döndürmek isterseniz, onu bulandırmış
olursunuz. Çünkü o, bir başka su kaynağına ulaşmak, onunla birleşmek,
büyümek ve yeni niteliklerle bezenmek için çağıldamaktadır. Geçtiği
yerlere yaşam götürür, canlılık verir. Ancak hep ileriye doğru akar...
Zamanla eşgüdümlü...

Suları bulandırmadan hayat vericiliğini korumak, onların hep yararlı


kalmalarına hizmet etmektir. Sular bulanmasın ki, yeni kuşaklar da
onlardan yararlanabilsin. Tıpkı inanç sistemleri gibi...

Din, insanoğlunun en kutsal ihtiyaçlarından biri... Amacı insanlığa


yol göstermek... Yani kısacası amacı insan. Tarih boyu nice sınırlar aşmış,
nice ülkeler görmüş, nice kültürler arasında akmış, tıpkı berrak bir su gibi.
Geçtiği yerleri değiştirmiş... İklimine, bitki örtüsüne, toprağına, geçtiği
yerlerdeki doğanın özelliklerine göre farklı çiçekler açmış, farklı meyvalar
yetişmiş dallarda... İnsanlar inanmışlar, huzur dolmuş, mutlu olmuşlar...
Zora gelmeden, gönülden inanıp, bağlanmışlar...Asırlar boyu saygı ve sevgi
ile onda Yüce Yaratıcılarını bulmuşlar. Ama hep ileriye doğru aktığı için...

Birileri çıkıp da bu güçlü pınarı ilk kaynağına çevirmeye; geri akıtmaya,


o ilk kaynağın yanındaki bitki örtüsünü, orada yetişen meyvaları suyun
ulaştığı uzak diyarlarda da yetiştirmeye kalkana dek... O zaman su,
boşa harcanır olmuş... Dallarda meyva vermeyi bekleyen ağaçlar, açmaya
hazır çiçekler kuruyup solmuş...

İslamiyet en güzel meyvalarını Anadolu toprağında vermiş, en nadide


çiçekler bu topraklarda yeşermiş, gönüllere huzur veren, kardeşlik,
birlik türküleri Türk-İslam kültürünün sentezi ile bütünlenerek asırlar
boyu Anadolu'nun dağlarında nağmelenmiştir. Ta ki siyasal islam,
dostluk türkülerini cihad şarkılarıyla susturana dek...

Bu çatışma aslında siyasi bir kavgadır. Laik Müslüman Türkiye'nin


din ile değil, siyasi islamla çatışmasıdır yaşanan...Bu, suları geriye
akıtanların, siyasal yaşama dinin egemen olmasını bekleyenlerin, yüzyıllık
bir geçmişe umursamaz kalıp, siyasi iktidarı din adına kullanmayı
isteyenlerin kavgasıdır. Dini insan için değil, insanı din için
kulananların cihadıdır. Türkiye'nin ekonomik istikrarsızlığından yararlanarak
masum ve inançlı kitleleri siyasi ihtiraslarına alet etmek isteyenlerin
uğraşıdır.

Çağdaşlığa dur diyen, Türkiye'nin 73 yıllık kazanımlarına sırt çevirenlerin


din adına her yetkiyi kendilerine vehmedenlerin mücadelesidir. Türk
insanı elbetki bunun ardındaki karanlık gerçeği görecek, Allah adına
hüküm vermekte kendilerini yetkili sananlara, birlik ve kardeşliği
dinamitleyenlere gereken cevabı verecektir.

Ancak bu cevap, Türk halkının demokrasi sandığı ile vereceği bir cevap
olmalıdır. Özgürlüğün ve demokrasinin tadını tatmış, çok sesliliğe
alışmış bir milletin, anti-demokratik bir din devleti yönünde, bunun
bilincinde olarak tercih kullanması beklenemez. Yeter ki aldatılmasın.

Elinizdeki kitap, Türkiye'de Siyasal İslamın yapılanması, amaçları ve


yöntemleri konusunda, kendi kaynaklarından derlenmiş bilgilerle
Siyasal İslamcı Hareketin perdeli yüzünü tanıtmayı amaçlamaktadır. Karar
elbette okuyana aittir. Ancak kitabın yazılması sırasında özellikle İslamcı
yazar ve yayın organlarına atıf yapılmaya özen gösterilmiş, kişisel yorumlar,
İslamcı kaynaklardan, kuşkuya yer bırakmayacak bir titizlikle
desteklenerek okuyucuya aktarılmıştır. Yararlanılan temel kaynakların büyük
kısmı İslami Bilimler konusunda saygı değer yazarların eserleridir.

Bu kitapta amaçlanan, Türkiye'de İslam adına konuşmayı sadece kendi hakkı


olarak kabul eden ve halkı yanlışa yönlendiren sayıca küçük ancak çıkarılan
huzursuzlukların boyutu bakımından büyük bir radikal İslamcı kesimin
görüşlerine dikkati çekmek ve zaman zaman bu kesimin İslamı temsil etmediğini
söyledikleri halde suskunluğu seçerek onlara gizli destek verenlerin siyasal
beklentilerine karşı kamuoyunu uyarmaktır.

Türkiye, Siyasal İslam krizini aşacak kadar güçlü bir ülkedir. Bu kriz,
halkın bilinçlenmesi ile aşıldığında, demokratikleşme süreci önündeki
tüm engeller de kalkmış olacaktır.

Din-Toplum-Siyaset

Din Toplumu Neden Etkiliyor?

Dinin toplum üzerindeki tartışılmaz etkisini analiz edebilmek için


insanın doğası ile ilgili bazı temel ihtiyaçları incelemek gerekir.

Bu temel ihtiyaçlar iki ana gruba ayrılmaktadır.

A. Yaşama İçgüdüsü
İnsan, tüm canlılar gibi temel bir içgüdü olan yaşama içgüdüsü ile
dünyaya gelir. Ancak diğer canlılardan farklı olarak akıl ve düşünce
yeteneğine sahip olması, bu içgüdüyü şuurla kullanmasına yol açar. Yaşama
içgüdüsünün insandaki en belirgin göstergesi ölüme karşı olan korkuları
ve bu korkuların hareketlendirdiği direncidir.

O halde insan, dünya yaşamının sınırlı olduğunun bilincinde olan ve


bu sınırlılığın korkusu ile yaşayan bir varlıktır.

Din, sınırlı dünya yaşamına karşılık, ebedi ve sonsuz bir ruhsal yaşam
vaad eden bir öğretidir. Yaşama içgüdüsünün doğal bir sonucu olarak insanoğlu,
ebedi bir ruhsal yaşam vaadi karşısında korkularını yenebilmekte ve farklı
bir mekan ve biçimde de olsa, sonsuz yaşamı vaad eden dinde teselli
bulabilmektedir. Kaldi ki vaad edilen sonsuz yaşam modeli, madde
dünyasının şartları ile de kısıtlanmış değildir. Dünya yaşamındaki tüm
maddi ve manevi tatminsizliklere karşın, ebedi yaşam iyi kullara
sadece ruh huzurunu değil, her türlü ihtiyacını kolayca elde edebileceği,
hatta hiç çalışmadan elde edebileceği bir bolluk ortamını da vaad etmektedir.
Dünyada yoksul ya da sağlıksız bir yaşam süren bireyin, öbür dünyada hep
özlemini çektiği bolluğa, huzura kavuşma şansına ve umuduna sahip olması,
insanı hiç de küçümsenmeyecek ölçüde etkileyen bir yaklaşımdır.

Bir diğer önemli konu ise, insanın doğa yasaları karşısındaki


çaresizliği ve sınırlı korunma kapasitesi ile ilgilidir. Bilim ve
teknikte kaydedilen gelişmeler, insanın ortalama yaşam süresini uzatmış,
daha sağlıklı yaşama imkanlarını geliştirmiş, insanı çeşitli doğal
tehlikelere karşı önemli ölçüde korumaya almıştır. Ancak yaşama içgüdüsü
ile dünyaya gelen insanın asla karşı koyamayacağı doğa yasalarının önünü
almak mümkün olamamıştır. İnsan doğar, yaşlanır ve ölür. Yaşlanmayı
geciktirmek bilimle bir ölçüde sağlanabilse de tümüyle engellemek mümkün
değildir. Bazı hastalıkların tedavileri bulunmuş olsa da, yeni
hastalıklarla kitleler acı çekmekte ve ölmektedir. Doğal afetleri önceden
belirleyebilmek mümkün olmadığı için, fazla bir önlem alınamamaktadır.
Bütün bunlar, insanı kendi gücü dışında koruyucu bir güce yöneltmektedir.
İnsanın yaşama içgüdüsünün sonucu olan korunma ve sığınma isteği ise dinin
aracılığı ile Tanrı'dır. Çünkü din, Tanrının insandan istediklerini insana
ileten bir aracı kurum olduğu iddiası ile ortaya çıkmış ve kendisine
inananlara Tanrı'nın koruyuculuğunu vaad ederek, insanın en büyük ihtiyacına
cevap vermiştir.

İnsanoğlunun bir diğer zayıf yönü ise, bilgisinin zaman ve mekanla sınırlı
oluşudur. Bilimdeki gelişmeler günümüzde bilgi ufkunun gelişimine büyük
katkıda bulunmuştur. Ancak bilimin buldukları, bilinecek olanın
sonsuzluğunu daha da açık biçimde ortaya koymaktadır. Dinler ise,
insanlığın ulaşabildiği zaman ve mekan ötesi konularla ilgili aktarımlarda
bulunmaktadırlar. Özellikle melekler, cinler, şeytan, varoluş gibi
konular, tamamen inanç ile kabul edilmesi mümkün olan aktarımlardır. İnsan
için bilgi, zamanla sınırlıdır. Oysa dinler, gelecekle ilgili konularda
da bilgi vererek, insanın en büyük zaafı olan geleceği öğrenme arzusuna
hitap etmektedirler. Böylece insan herşeyi bilen, geçmişin, geleceğin mutlak
hakimi olan Tanrı'nın sözleri olarak kabul ettiği dine bağlanmaktadır.

Din, bireyin kimlik kazanması açısından da önemlidir. Bir inanç grubunun


ferdi olmak ve bu uğurda mücadeleye girmek, prestij ve üstünlük
kazandıncı bir ayrıcalıktır. Özellikle kutsal kitaplarda inananların ölüm
sonrası ruhsal yaşamda cennet vaadedilenlerden olması, onları diğer
insanlara karşı üstün ve seçilmiş konumuna sokmaktadır. Çeşitli maddi ve
manevi tatminsizlikler içinde yaşayan insan, dine inanarak ayrıcalıklı bir
statü ve dinsel bir kimlik kazanırken, hem ruhsal doyuma, hem de güce
ulaşmaktadır.
B. İktidar Güdüsü

Böylece herşeyi gören ve bilen, tüm varlık aleminin yaratıcısı olan,


koruyan, esirgeyen Tanrı'nın emir ve buyruklarını insana ilettiği
kabul edilen din, hem dünyadaki hem de dünya dışındaki yaşamı belirlemede
temel etken olmaktadır. Bu kabulün doğal sonucu ise, dinin buyruklarına ve
Tanrı'nın elçisine kayıtsız şartsız tabi olmaktır.

Dinlerin amacı homojen inanç toplulukları yaratmak ve dine


inananların sayısını artırmaktır. Dolayısıyla tüm dinler yayılmacı bir yol
izlemişlerdir. Yayılmacılık ise diğer inanç grupları ile çatışmayı kaçınılmaz
kılmıştır.

Yayılmacılık, beraberinde siyasal ve ekonomik gücü de getirmiştir.


Yeni fethedilen topraklarla birlikte, iktidar gücünü belirleyen iki ana
unsur olan servet ve insan sayısı artmıştır. Böylece dinler, kendilerine
inanan topluluklara ekonomik ve siyasal güç vaadeden öğretiler olmuşlardır.

Zaman içinde inanç mücadeleleri iktidardan pay alma savaşına dönüşmüş ve


bu pay, dini toplumun tüm üyelerinin iktidar olma güdüsünü tatminde önemli
rol oynamıştır.

İnanç Sistemlerinin Ana İlkeleri Nelerdir?

İnanç sistemlerinin değişmez ana ilkelerinin başında inanç birliği


gelir. Aynı şeye inanmak ve aynı doğrultuda düşünmek, homojen bir toplum
yaratmanın temel şartıdır. Oysa insan aklı, sınırsız düşünce üretme
ve sorgulama yeteneğine sahiptir. Aklın özgür bırakılması halinde
homojen inanç topluluklarının yaratılması son derece zordur. Ancak inanç
sistemleri, kutsal kitaplarda yer alan tüm hüküm ve bilgilerin Tanrı
kaynaklı olduğunu ileri sürerek, bunların tartışılması imkansız gerçekler
olduğu varsayımından yola çıkmaktadırlar. Böylece neyin, nasıl düşünüleceği,
hangi konuların asla tartışılmayacağı, nelerin mutlak doğru, nelerin
ise yanlış olduğu, inanç sistemlerinde açıkça belirtilmektedir. Bu düşünce
kalıplarının insan zihnine yerleştirilmesinde ise, yine insani
zaafların yardımına başvurulmaktadır. Özellikle vaadler ve tehditler,
insanın kalıplı düşünceyi benimsemesinde çok etkili olmaktadır. Kutsal
öğretileri reddedenlerin cehennemle cezalandırılacakları, kabul edenlerin
ise cennetle ödüllendirileceği telkinleri, insanın bir bilinmezle yaptığı
mücadeleden teslim olarak çıkmasına yol açmaktadır.

İnanç Sistemlerinin tartışılmaz doğruları olan dogmalar, homojen


toplumların oluşumunda büyük pay sahibidir. Çünkü sistemin temelleri
bu dogmalarla atılmıştır. Bunlara karşı çıkmak ya da aksini iddia etmek
mümkün değildir. Zira bunlar, gerçekliği ya da gerçek dışılığı kanıtlanamayan
hükümlerdir. Kutsal Kitapların Tanrı kaynaklı olduğu kabul edildiği takdirde,
doğru durlar. Tüm Kutsal Kitapların Tanrı inancını pekiştirmeyi temel ilke
olarak kabullenmesi ise bu kitapların Tanrı tarafından gönderilmiş olduğu
gibi kolaycı bir hükmün verilmesine yol açmaktadır.

Homojen bir toplumun yaratılmasında şekilsel bütünlük de önemlidir.


Dinler incelendiğinde ibadet şekillerinin birbirinden farklı oluşunun en
önemli ayıredici unsur olduğu görülecektir. Dini toplumu birleştiren,
farklılığını simgeleyen, kitleleri coşturan, gücünü ifadeye yarayan ibadet
şekilleri dinsel kimliğin oluşumuna da katkıda bulunmaktadır. İbadet
şeklinin yanısıra dinin ortaya çıktığı ilk toplumun örfleri, giyim tarzları
da zaman içinde dinin yayıldığı diğer bölgelerdeki toplumlara taşınmış ve
yöresel kültür bir ölçüde yaygınlaştırılarak dinle bütünleştirilmiştir.
Böylece şekilsel bütünlüğün oluşumuna katkı sağlanırken, homojen toplulukların
oluşumu da kolaylaşmıştır.
Şekilsel bütünlüğün oluşumu bakımından çok etkili olan diğer bir unsur da
toplumun yönetim biçimidir. Tevrat ve Kuran yönetimle ilgili düzenlemeler
getiren Kutsal Kitaplardır. Hitap ettikleri toplumun hangi yasalara göre
yönetileceği, temel hukuk normları, ekonomik faaliyetlerle ilgili bazı
düzenlemeler bu iki Kutsal Kitapta yer almaktadır. İncil'de ise bu
konularda herhangi bir düzenleme olmamakla beraber, zaman içinde
ortaya çıkan ruhban sınıfının devlet yönetimi konusunda verdiği kararlarla
inanç dünyası ile devlet düzeni arasında bağlar kurulmuştur. İnanç
topluluklarının ekonomik, sosyal ve siyasal alanda aynı ilkelerle
yönetilmelerinin
toplumsal bütünlüğe katkı yaptığı reddedilemez bir gerçektir.

Dinlerin diğer bir temel ilkesini ise dini öndere mutlak itaat
oluşturur. Dini önder, Tanrı tarafından seçilmiş ve dini tebliğ etmekle
görevlendirilmiş peygamberdir. Tanrı ile insanlar arasında elçilik görevini
üstlenmesi, Tanrı'dan O'nun meleği aracılğı ile aldığı mesajları kitlelere
iletmesi, onu diğer insanlardan farklı ve üstün kılmaktadır. Görevi sadece
bu mesajları iletmek değil, onları açıklamak, yorumlamak ve bunlarla ilgili
sorulara, uygulamada ortaya çıkan sorunlara cevap bulmaktır. Dolayısı ile
dini toplumun tartışılmaz lideridir. Toplum onun kararlarına uymaya ve ona
itaate mecburdur. Özellikle yeni bir sosyal-siyasal düzen getiren
dinlerde, peygamber aynı zamanda topluluğun siyasi önderidir.

Tek bir lidere, üstelik diğer insanlardan üstün olduğu Tanrı tarafından
doğrulanmış bir lidere itaat, toplumsal birlik ve bütünlüğün sağlanmasına
da katkıda bulunmaktadır. Kaldı ki, sadece tebliğ edici olarak
tanımlanmış olmalarına rağmen, Tanrısal vahye muhatap olmaları ve
gösterdiklerine
inanılan mucizeler nedeniyle, onların sözü, kitleler tarafından
daima Tanrı'nın sözü olarak algılanmış, insanca hatalar yapmalarına rağmen,
toplum onların sorumluluğunu Tanrı'ya devrederek, itaat ve teslimiyette
kusur etmemeye özen göstermiştir.

Dinlerin getirdiği inanç sistemi, ibadet ve yönetim şekilleri


belli bir zaman dilimiyle sınırlı olmadıkları halde, peygamberler ölümlüdür.
Bu nedenle lidere olan bağlılıkla sağlanan toplumsal bütünlük zaman
içinde bozulmaya mahkum olacaktır. Ne var ki dini toplumlar, peygamberlerinin
ölümünden sonra da onların tavır, davranış ve sözlerini rehber alarak
(sünnet, hadisler), onlara yaşadıkları dönemdeki saygı ve sadakati
göstererek toplumsal bütünlüğü devam ettirmeye gayret göstermişlerdir. Bunun
yanısıra günümüzde canlanan tarikatların liderleri de birer dini önder
olarak kabul edilmekte ve tarikatta kalabilmenin en önemli koşulu
onların emirlerine kayıtsız, şartsız itaat olmaktadır.

Dinler ve Tanrı İnancı

Dinlerin insanlığa en büyük armağanı Tanrı inancıdır. İnsanlık en ilkel


yaşam biçimlerine sahip olduğu dönemlerden itibaren, kendi
iradesi dışında ola gelen olayları, bir yüce gücün hakimiyetinde aramıştır.
Ancak Tek Tanrı inancına ulaşana dek, sezgileriyle yol almış, önceleri
çeşitli kutsal yaratıklar, ve nesnelerde Tanrısal gücü aramış, daha sonra
çok tanrılı dinlere yönelerek, pekçok doğa gücünü ve erdemi farklı adlar
altındaki Tanrı'larda odaklaştırmıştır.

Ancak Tek Tanrı inancının oluşumunda dinlerin rolü çok büyüktür.


Tanrı inancı ile ilgili belirsiz ve dağınık yorumlar, yerini daha
tutarlı ve geniş tanımlara bırakmıştır.Tanrı inancı, çağdaş insanın bilimde
kaydettiği ilerlemelerle daha da güçlenmiş ve korkuya dayalı inanç, yerini
akla ve saygıya dayalı bir inanca terketmiştir.
İnsanoğlunun putlarda temsil edilen Tanrısal güçten, Göklerde temsil
edilen Tanrısal güce yönelmesinde, özellikle Semavi dinlerin rolü
olmuştur. Ancak Tanrı'nın gücünü putla ya da bir nesne ile sembolleştirmeye
alışan insan, hiçbir maddi nesne ile ifadesi mümkün olmayan Yüce
Yaratıcıyı, belki kendine yakın hissetmek, belki O'na ibadette yakın
olmak için dünyevi sembollere, Tek Tanrılı dinlerde de ihtiyaç duymuştur.
Hıristiyanların haçla sembolleşen ibadeti, meryem ve İsa heykel ve
figürleri, bu ihtiyacın ürünüdür. Benzeri sembollerin İslamiyette olmadığı
iddia edilemez. Kabenin Allah'ın Evi olarak sembolize edilmesi, Hacer-ül
Esved'in Allah'ın yeryüzündeki sağ eli olduğunun Peygamber tarafından
söylenmesi bu sembolik anlatımlara örnektir.

İnsanın maddi dünyaya bağımlılığı, yeryüzünde göklerin izdüşümünü


görme ihtiyacını getirmiştir. Bu ihtiyaç, insanın inanç konusunda aradığı
tatmine cevap olmuştur. İslamiyet'in Allah'ın sıfatlarını sayarken,
doksan dokuz isminin arasında, insanın yaratıcısı ile olan alakasını en çok
ifade eden Melik sıfatına da yer vermesini, İslam alimi Hamidullah
şöyle anlatmaktadır:

Kral, herşeye muktedirdir. Onun zenginliği vardır. O, hakim olan,


cezalandırandır. Halbuki bir kul, köle olan insanın hiçbir şeyi yoktur
ne kuvveti, ne zenginliği. Ve bu, cemiyetlerde de böyledir. İnsan
cemiyetinde, kral en kuvvetli, köle de en kuvvetsiz insandır. Madem ki
insan, Allah için Melik ismini kabul etmiştir, bunun neticelerini de kabul
etmesi lazımdır. Kuran-ı Kerim'de görüyoruz ki, Melik sıfatının geçtiği
yerlerde bir kral için lüzumlu olan diğer sıfatlar da geçmektedir(el-Melikü'l
Kuddus) vs. İnsan cemiyetlerinde kral varsa, bu kral nelere sahiptir?

Herşeyden önce, onun tahtı vardır, (Arş). Kuran-ı Kerim Arş (taht)
kelimesini Allah için kullanıyor. Arşın sahibidir(Büruc suresi, 15).
Bundan başka, bir kral, hazinelere sahip olur. Yine Kuran-ı Kerim
diyor ki: Göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır(Fetih suresi,4).
Kralın sahip olduğu diğer şeyler arasında araziler vardır. Kuran'da şöyle
buyuruluyor: Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır(Casiye suresi,27). Şayet
arazi çok büyükse, bu arazinin bir merkezinin olması lazımdır, yani
başşehir. Çok hayret vericidir ki, Kuran-ı Kerim Mekke için Ummul Kura
tabirini kullanmaktadır.(En'am,92, Şura,7). Umm anne, Kura da şehirler
manasındadır. Şehirlerin annesi yani başşehir...Bir başşehirde Kralın
sarayı olması icab eder ki, Beyt-ül Haram Allah-ü Teala'nın evidir.

Şimdi devleti ele alalım. Bir devlette vatandaşlar vardır. Bu vatandaşlar


ne yaparlar? Bu tür insan cemiyetlerinde görüyoruz ki vatandaşlar,
kendi evlerinden kralın sarayının önüne gelip, ona sadakat yemininde
bulunurlar. Çok hayret vericidir ki, bu husus aynen Kabe için de
mevcuttur. Bir Hadis-i Şerifte- ve bunu en az iü sahabe rivayet
etmektedir- Hz. Peygamber diyor ki Hacer-ül Esved, Allah'ın yeryüzündeki
sağ elidir. Yani Kabedeki Hacer-ül Esved, Allah'ın yeryüzündeki sağ elini
temsil ediyor. Şu halde Mekke'ye giden hacılar, ellerini Allah'ın sağ eli
üzerine koyarak, sadakat yemininde bulunurlar.

Bu anlatımın da açıkça ortaya koyduğu gibi, Tanrısal gücü, maddi


nesnelerde sembolleştirmeye alışan ve ihtiyaç duyan insanın, soyut
bir Yaratıcı kavramına ulaşabilmesi, zamana muhtaçtır. Heryerde olan,
herşeyi bilen ve vareden, tarifi olmayan, şekillendirilmesi mümkün olmayan
Tanrı'yla yakın olmanın yolunu, O'na atfedilen semboller aracılığıyla
sağlamak, insani bir ihtiyaç olduğu içindir ki, Semavi dinler de
benzeri sembolleri kullanmışlardır.

İnsanoğlu kainatı keşfettikçe, içinde yaşadığı doğayı, bilimin ışığında


tanıdıkça bu muhteşem dengenin ardında, onu planlayan ve yaratan bir
yüce aklın ve gücün varlığını daha da yakından hisseder olmuştur. Bilimin
ışığında yol alan çağdaş insan için, Tanrı'yı sembolize eden maddi
nesnelere ihtiyaç bulunmamaktadır. Zira bilim, Yüce Yaratıcı Gücün ve
Aklın delillerini, sağlam bir Tanrı inancı oluşturacak biçimde insanlığa
sunmaktadır.

Yaradılışın bir başlangıcı olduğunu redderek, kainatın ezeli olduğunu


savunmak, ya da yaradılışı tesadüfe bağlayarak, varedici bir gücün varlığını
inkar etmek bilimsel açıdan mümkün görünmemektedir.

Yaradılışın bir başlangıcı olmadığını, kainatın ezeli olduğunu ileri


sürenler, bu iddiaları ile yaratıcı bir güce ihtiyaç bulunmadığını
kanıtlamak istemişlerdir. Ancak bilimde kaydedilen gelişmeler, kainatın
ezeli olmadığını ve bir varediliş zamanının bulunduğunu ortaya koymaktadır.

Stephen Hawking, evrenin yaradılışını sorgularken, Bu denkleme


yaşam veren ateşi üfleyen ve onlara betimleyecekleri evreni
sağlayan asıl şey nedir? diyor. Sonra devam ediyor, Evren niye
kalkıp varolma rahatsızlığına katlanıyor?.. Yoksa bir yaratıcıya
gereksinimi mi var? Öyleyse, o yaratıcının evrenin üzerinde başka bir
etkisi var mı?

Kainatın tesadüfen ortaya çıkmadığı ise, sergilediği


şaşmaz düzenden anlaşılmaktadır. Ancak düzendeki mükemmelliği anlayabilmede
en büyük yardımcı, bilim olmuştur.

Yaşam, çok sayıda ve değişmez yasanın, matematiksel bir kesinlikle


birlikte hareketinde ortaya çıkan bir sonuçtur. Örneğin dünya,
ekseni etrafında saatte bin millik bir hızla dönmektedir. Eğer böyle
olmak yerine, saatte yüz millik bir hıza sahip olsaydı, gündüz ve geceler
daha uzun olacak, güneşten yeryüzüne gelen enerjinin uzun aralıklı oluşu
sebebiyle, herhangi bir bitkinin yetişmesi mümkün olamayacaktı. Yaşam
kaynağımız olan güneşin dış tabakasının ısısı 12 bin fahrenheitdir. Bu ısı
yarıyarıya azalacak, ya da artacak olsa, donmak ya da kavrulmaktan
kurtulamazdık. Dünyanın eksenindeki 23 derecelik eğim, mevsimleri meydana
getirmektedir. Dünyanın böyle bir eğimi olmasa, okyanustan yükselen buharlar
kuzey ve güneye akın eder, kıtatan birer buz parçası yapardı. Ay, dünyaya
şimdikinden 50 bin mil daha uzak bulunsaydı, gelgitler, bütün kıtaların
günde iki kez su altında kalmasına yol açardı. Dünyayı kuşatan
atmosfer, daha ince olsaydı, hergün bizden uzakta yanıp tutuşan
meteorlar dünyaya çarpar ve herşeyi ateş içinde bırakırdı....(Gressy
Morrison; Allah'ın Varlığına Yedi Delil; Müsbet İlim ve Allah,s.8-9)

Hayvanların yaşamı ise, varedici aklın üstünlüğünü gösteren nice örneklerle


doludur. Örneğin yavru salomon balığı, yıllarca denizde kaldıktan sonra,
kendi öz vatanı olan nehire döner. Hem de tam doğduğu nehire... Onu alıp da
başka bir nehire koysanız, yeniden kendi doğduğu suları aramaya girişecektir...
Yılan balığının sırrını çözmek de mümkün değildir. Çünkü yumurtlama zamanları
geldiğinde, dünyanın her tarafındaki nehirlerden, binlerce millik okyanusu
aşarak Bermuda yakınlarındaki derin sulara gelirler. Orada yavrular ve
ölürler. Minicik yavrular ise, derin sulardan hareketle, analarının geldiği
sulara doğru yol alır, onların geldiği sahillere, hatta nehirlere ulaşırlar.
Şimdiye kadar Avrupa'da hiçbir Amerikalı yılan balığına, Amerika'da da
Avrupalıya rastlanmamıştır... Bir eşek arısı, bir çekirgeyi altederek,
onu konserve edip, uzun süreli yiyecek olarak kullanır... Bütün bunların
sebebi olan içgüdü, yaratıcı dehanın şaşmayan programıdır.

Evrenin muhteşem dengesini anlatmaya sayfalar yetmez. İnsan, doğanın


dengesini keşfetmenin yanısıra, kendi bedenindeki dengeyi, organlarının
yaradılışındaki sistemliliği ve işleyişindeki anlamlı sebep, sonuç ilişkilerini
de araştırmaya yönelmiştir. Çağdaş bilim için genler gerçek bir
mucizedir. Mikroskopla bile görülmeyen genlerin tüm canlıların
soylarından gelen özellikleri içeren şifreler oluşu, yaratıcı aklın bir
diğer kanıtı değil midir? Şaşmadan işleyen doğal düzen ve canlılık,
tesadüflerle açıklanamayacak bir planlayıcı ve yaratıcı aklın varlığını,
bilimin de desteği ile insanlığa yeni örnekleriyle sunmaktadır.

Bu nedenle dinlerde varlığı bildirilen Yüce Yaratıcı, bilimin gelişmesiyle


insanın mantık yolu ile de algılayabileceği bir Yüce Akıl ve İrade
olarak olarak ortaya çıkmış ve özellikle de bilim adamları, Tanrı'nın
varlığı konusunda insanlığı doğruya yönlendirecek pekçok delil sunmuşlardır.

Çağdaş insan, artık sadece Kutsal Kitaplar söylediği için değil, fakat
bilimin sunduğu sayısız örneklerle de Tanrı'nın varlığına inanmaktadırlar.

Dolayısıyla inanç, insanın yüce bir güce bağlanmak ya da sığınmak


ihtiyacının bir ürünü olmaktan çıkmış, aklın, mantığın, bilginin ışığında
daha sağlam temellere oturmuştur. İnsan herşeyi vareden bu Yüce Aklı
tanıdıkça, O'na karşı bilinçsiz bir korku duymak yerine büyük bir saygı ve
sevgiyle gönülden bağlanmayı seçmiştir. Saygı ve sevgiye dayalı bir
inancın, korkuya dayalı bir inançtan daha sağlam ve daha içten olacağı
açıktır.

Peygamberlik Görevi ve Din

İnsanlık, peygamberleri kutsal kişiler olarak kabul etmekte ve


dinlerin temsilcileri olarak görmektedir. Tanrısal vahyin ürünü ve
dolayısıyla Tanrı'nın sözü olarak kabul edilen Kutsal Kitaplar kadar,
peygamberlerin kişilikleri, sözleri, davranışları da kutsal kabul
edilmektedir. Peygamberler, Tanrı'nın gücünü ve sözünü yeryüzünde temsil
eden ve kayıtsız şartsız itaatte kusur edilmemesi gereken kişiler olarak
görüldüğü içindir ki, dinler zaman zaman peygamberlerin adları ile ayırd
edilmiş, Musevilik, İsevilik ve Muhammedilik gibi tasniflemelere
gidilmiştir.

Peygamberlerin temel görevlerinin neler olduğunu ve taşıdıkları özellikleri


bilmek, dinlerin gelişimini değerlendirmek bakımından çok önemlidir. Tanrı'ya
bile dünyada elle tutulur, maddi sembollerle ulaşmayı deneyen insanoğlunun,
peygamberleri Tanrılaştırmasının, hiç de garipsenecek yanı olmasa gerek...

Peygamberlerin Tanrısallaştırılması konusundaki en güçlü örnek,


Hıristiyanlıkta yaşanmıştır. Hıristiyan alemi, İsa Peygamberi Tanrı'nın oğlu
olarak kabul ederek, ona insan dışı bir hüviyet atfetmiştir.

İslamiyette ise peygamber, Allah'ın elçisidir. Allah, elçisinden neler


istemektedir? Herşeyden önce, gönderdiği mesajı insanlara bildirmesini
istemektedir. Kuran, Ey Muhammed vazifen sadece tebliğ etmektir. Hesap
görmek bize düşer(Kuran-ı Kerim; Ra'd suresi/40)...Peygamberlere apaçık
tebliğden başka ne vazife düşer(age; Nahl suresi/35)...senin üzerine düşen,
sadece açık bir şekilde duyurmaktır.(age; Nahl suresi/82) Resule düşen sadece
duyurmaktır. (age; Maide suresi/99) diyerek, peygamberin görevine açıklık
getirmektedir.

Peygamberin diğer görevi ise, yine teblig görevi içinde sayılması


gereken, mesajın kapalı kısımlarını izah etmektir. Kuran, ..sana da bu
Kitabı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın. Ta ki
düşünüp öğüt alsınlar(age; Nahl suresi/44) demektedir. Bu tebliğ edilen
mesaj, insanlara sorumluluk yüklediğinden, peygamber hem müjdeci, hem de
uyarıcı olarak gönderilmiştir. Sebe suresinin 28. ayetinde, Biz seni ancak
bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik denilmektedir.

Kuran, elçinin görevinin ne olduğunu belirtmekle kalmamış, hiç şüpheye


yer bırakmayacak şekilde, ne olmadığını da açıklamıştır. ...Biz seni
onların üzerine bekçi yapmadık, sen onlara vekil de değilsin.(age;. En'am
suresi/107) Biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen yalnız
duyurmaktır.(age; Şura suresi/48) Bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi,
peygamber ne vekil ne de bekçidir. O, Allah'ın mesajını insanlara
ileten bir elçidir.

Peygamberin sözkonusu mesaja herhangi bir ilave yapmaya yetkisi


yoktur.(Bkz. Kuran-ı- Kerim Hakka suresi 43-47) İnsanların uyduğu gibi
o da Kuran'a uymak zorundadır. Zira peygamber, insanların önünde, Kuran'a
uymak konusunda en güzel örnektir. Ahzap suresi 21. ayette, Ey iman
edenler, Andolsun ki, sizin için, Allah'a ve Ahiret gününe kavuşmayı
umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Resulullah en güzel örnektir.
denilmektedir.

Kuran, peygamberin elçiliğini, önemini, görevini açıkça ortaya koyup,


insanlardan ona uymalarını istemekle birlikte, peygamberin bir insan
olduğunu da önemle hatırlatacak ve onu tanrısallaştırmayı engelleyecek
bir üslup kullanmaktadır. Peygambere istenen itaat, onun Allah'ın
elçisi olmasından dolayıdır. Resule itaat eden Allah'a itaat etmiş olur
ayeti bunun açık bir kanıtıdır. Peygambere iman edilmesini istemenin sebebi
de aynıdır. İman edilmesi gereken, peygamberin fiziki varlığı değil, onun
Allah'ın elçisi olduğudur.

İslamiyetin tartışma konusu yapılmasında ve köktendinciliğin


yaygınlaşmasında, peygamberin sünneti ile ilgili yorumların büyük payı
vardır. Peygamberin, Kuran'ı açıklamak ve yorumlamak konusunda yaptığı
açıklamaları ve bu açıklamalardan günümüze gelen doğru, yanlış aktarımları
Kuran'a alternatif bir ölçü olarak takdim edenler, köktendinciliğin,
gelişmesinde önemli pay sahibi olmuşlardır. Söz konusu yaklaşım, dinde
ciddi görüş aynlıklarının ortaya çıkmasına yol açarken, peygamberi de
tanrılaştırarak Kuran'daki anlatımlara ters düşen bir düşünce ekolü
geliştirmiştir. Zira Kuran, peygamberin de bir insan olduğunu ve hata
yapabileceğini açıkça insanlara aktarmaktadır.

Peygamberi ikaz eden ayetler, hem onun da yanlış yapabileceğini


vurgulamakta, hem de vahyin dışında, peygamberin kendi görüşü ile hareket
ettiğini ortaya koymaktadır.(age.s.68) Örneğin Abese suresinin 1-12. ayetleri
Hz. Muhammedin, söz dinleyip, arınmak, verilen öğütlerden yararlanmak
üzere gelen kör bir adama surat asıp, arınmak istemeyen kibirli bir
zenginle uğraşmasını kınayan ayetlerdir. Enfal suresinin 67-68.
ayetlerinde Peygamberin Bedir savaşında alınan esirleri, Ebubekirin
düşüncesine uyarak fidye karşılığı serbest bırakması eleştirilmektedir.
Tevbe suresinin 43. ayetinde ise Tebuk seferine katılmak istemeyen ve
mazeret ileri sürerek izin alanlara, Peygamberin izin vermesinin
yanlışlığı Allah seni affetsin, doğru söyleyenler sana iyice belli olup,
yalan söyleyenleri bilmezden önce niçin onlara izin verdin? diyerek
belirtilmektedir. Ahzab suresinin 37. ayeti ise, peygamberin evlatlığı
olan Zeyd'in, karısı Zeynep'ten ayrılmak istemesi üzerine Peygamberin
bunu önlemeye çalışması sırasında içinden Zeynep'le evlenmek geçtiği halde,
bunu açığa vurmamasından söz etmektedir. Allah'ın nimet verdiği; senin de
kendisine nimet verdiğin kimseye: Eşini yanında tut, Allah'tan kork
diyordun, ama Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyordun; insanlardan
çekiniyordun. Oysa asıl çekinmene layık olan Allah idi. Zeyd o kadından
muradını alıp da ondan ayrılınca biz onu sana nikahladık ki evlatlıkları,
eşiyle ilişkilerini kestikleri zaman onların eşleriyle evlenmek hususunda
müminlere bir güçlük olmasın Bu ve benzeri ayetler Allah'ın elçisinin
de insan olduğunu ve hata yapabileceğini, ancak hatalarının Allah tarafından
düzeltildiğini ortaya koymaktadır. Bu ifadelerin Kuran'da yer alması,
Peygamberin gelecekte tanrılaştırılmasını önlemeye yönelik tedbirler olarak
kabul edilebilir. Ancak bunca uyarıya rağmen, Peygamberin sünneti, üstelik
zamanımıza aktarılanların kuşku götürür doğruluğuna rağmen, Kuran ayetlerine
neredeyse eş değer bir önemle uygulanmaya çalışılmaktadır.

Çağın değişen koşulları, Peygamberin yaşadığı döneme göre kıyaslanamaz


farklılıklara sahiptir. Bu koşullarda, Peygamber olsaydı acaba ne yapardı?
tarzındaki sorulara verilecek cevapların hiçbir şekilde bağlayıcı
ve doğru olması mümkün değildir. Zira bu sorulara verilecek cevaplar,
20.yy. insanının akıl yürütmesi ile oluşacak cevaplardır. Bu cevaplar,
üretenlerin kendi zihinlerinin ürünüdür. Çoğunlukla da 14. yüzyıl öncesinin
şartlarıyla koşullandırılmış zihinlerin malıdır. Aynca kimsenin de kendisini
Peygamber yerine koyup, üstelik de çağları geriye doğru devirerek,
güncel sorunlara kısır bir görüşle çözüm üretmeye hakkı yoktur. Çünkü
hiç kimse, Allah'ın kendisine Elçi olarak seçtiği bir Zat'ın 20.yy.
da yaşasaydı, ne karar vereceğini bilmek gücüne sahip olamaz. Bunu yapmaya
yeltenenlerin, köktendinci bir anlayışla dini kendi tekellerine
alarak, insanlara hükmetme arzularını tatminden başka bir amaçları olduğunu
kabul etmek mümkün değildir.

Çağdaş Dünya-Din Olgusu

Dini öğretilerin tümünde insanın manevi gelişimi için gerekli olan temel
ahlak kuralları bulunmaktadır. Bu kurallar tüm dinlerde aynıdır.
Erdemli bir insanın tanımını yapan bu kurallar artık tümüyle insanlığa mal
olduğu gibi, tartışmasız doğrular olarak da kabul görmektedir. Hatta
dine ve Tanrı'ya inanmayanların dahi bu temel ahlak normlarını reddetmeleri
sözkonusu değildir. Bu yönü ile din ile çağdaş dünya arasında hiçbir
uyumsuzluktan ve çatışmadan söz edilemez.

Ancak dini öğreti içinde yer alan sosyal kurallar, toplumsal


yapıdaki değişime paralel olarak tartışılmaya ihtiyaç göstermektedir.
Hıristiyanların kutsal kitabı olan İncil, sadece ahlaki ilkelere yer vermiş,
toplum düzenine ilişkin hiçbir kural getirmemiştir. Yine İsa Peygamber'e
yaşarken sorulan sorulardan ve onun verdiği cevaplardan da din ile yönetimin
birbirinden tamamen ayrı tutulduğu anlaşılmaktadır. Ancak Tevrat ve Kuran
için aynı durum sözkonusu değildir. Her ikisi de siyasal din niteliğinde
olup, dinin devlet işlerini de düzenlediği açıkça ifade edilmektedir.
Bu nedenle Batı, geçmişteki çarpıtılmış ruhban sınıfı hegemonyasını kırıp,
ortaçağ bağnazlığını bilimin ışığı ile aştıktan sonra, laiklik konusunda
hiçbir ciddi sorun yaşamamıştır.

Türkiye dışındaki İslam ülkelerinin ise İslam devletini benimsemiş


oldukları için, laiklikle ilgili bir sorunları bulunmamaktadır. Bu
nedenle Türkiye tipik bir model teşkil etmektedir; laik olan tek müslüman
ülkedir. Dolayısıyla da İslamın en fazla tartışıldığı ülke konumundadır:

Bu, asla sonu gelmeyecek olan kısır bir tartışmadır. Zira Kuran'daki
İslamı bütünü ile kabul ederek Siyasal İslamla mücadele etmek mümkün
değildir. Günümüzde sergilenen tablo ise, Kuran'ı bütünüyle kabul
ettiklerini zanneden, ona kendilerince yorumlar bulmaya çalışan ve
en müslüman olduklarını iddia eden laik düşünce taraftarlarının Siyasal
İslamla sürdürdükleri mücadeleden nasıl yenik çıktıklarını gösteren çok
sayıda örnekle doludur. Dinle, dinin kuralları ve oyun alanı içinde
mücadeleye kalkışanların, laiklik konusunda bir zafere ulaşmalarını
beklemek boşuna olacaktır.

Bu nedenle Türkiye'de din olgusunun ve bununla bağlantılı olarak


Siyasal İslamın tartışmaya açılmasına ihtiyaç vardır. Buna kalkışanları
nasıl bir akıbetin beklediği ise bir sır değildir. Ancak, gerçek bir
aydınlanma çağının başlayabilmesi için cesarete, işbirliğine muhtaç
olduğumuz da göz ardı edilemez bir gerçektir.

Bu tartışmanın amacı, insanların inanç özgürlüğüne müdahale amacı


taşımamaktadır. Çünkü ülkenin içinde bulunduğu koşullarda birey için en
büyük sorun, dini inancını ifade etmekte değil, inanç sistemini
tartışmakta ve bunu ifade etmekte özgür bırakılmamasıdır. Demokrasinin
inanç sistemlerine tanıdığı özgürlüğü, sistemleri tartışanlara da tanımasını
istemek ise demokrasinin gereği değil midir?

Dinler ve Köktendinciler

Dinler ortaya çıktığından beri, köktenciler de vardır. Köktendinciliği


sadece İslamiyete özgü bir hal saymak çok yanlış olur. Çünkü köktendinci
akımların en güçlü olanları Hıristiyanlık aleminde yaşanmıştır. Benzeri
akımlara İsrail de de sıkça tanık olunmaktadır. İsrail Başbakanı İshak
Rabin'in öldürülmesi, köktendinci hareketin varlığını gösteren en önemli
delillerden sayılmaktadır. Hıristiyanlık ise orta çağ boyunca kökten
dinciliğin sayısız örneklerini yaşamıştır. Bilimi dinin tekeline alan
kilise, dünyanın hareket ettiğini savunan Bruno'yu dini öğretilere aykırı
olan bu iddiası sebebiyle ateşte yakmış, dünyanın güneş etrafında döndüğünü
ileri süren Galile ise engizisyon mahkemesinin kararı ile dokuz yıl bir
kulübede hapse mahkum edilmiştir. Her yeni buluş ve düşüncenin kanıtını
dinde arayan bu anlayış, Avrupa'nın orta çağ karanlığını yaşamasına sebep
olmuştur.

Köktendinci akımlar; insanlığın gelişimi ile ortaya çıkan yeni ihtiyaçlara


cevap verecek her türlü yenileşme hareketine, dini kaynaklardan yanıt aramayı
esas aldıkları için, çağdaşlaşma ile daima çatışmak zorunda kalmışlardır.
Köktendincilik, Kutsal Vahye dayalı dini öğretilerin insan aklının üstünde
ve her türlü çağdaş ihtiyaca cevap verebilecek gizli ve açık şifreleri
taşıdığına inanan bir inancın ürünüdür. Vahyin ürünü olan her kelime, her
kalıp, her türlü yorumun dışında, olduğu gibi kabul edilmesi ve uyulması
gereken hükümler olarak kabul edilir. Ancak İslamcıların köktendinciliğinde
hedef, yalnızca şeriata dönüş değildir. Siyasal ve sosyal yaşamın, ilk
müslüman toplumun yapısına uygun biçimde yani Peygamber ve dört halife devri
olan Asr-ı Saadete göre yeniden yapılandırılmasını gerektirir. Dine bağlılık,
bu bağlılıktaki titizlik, her emre kılı kırk yararak uyma, uymayanları
cezalandırma köktendinci akımların temel felsefesini oluşturur. Böylece
köktendinciler, daima en dindar olduklarını ve dinin mutlak koruyuculuğu
görevini üstlendiklerini iddia edegelmişlerdir. Çoğu kez bir köktendinci
için savaşılması gereken asıl hedefi, farklı dine inananlar değil, kendisi
ile aynı dine inanıp da, dine farklı yorumlar getirdiği düşünenler teşkil
etmektedir. Çünkü dini çağdaşlaştırarak, günün ihtiyaçlarına uygun biçimde
yorumlamak, dini tahrif etmek anlamına gelmektedir ki, bu kabul edilmesi
mümkün bir durum değildir. Üstelik dini, günün şartlarına göre yorumlamak,
Allah sözü olan Kitabın özünden saptırılması olarak kabul edilmektedir ki,
bunu yapanlar, kendilerini Allah yerine koyup, O'nun sözlerini değiştirmeye
cüret edenler, bir başka ifade ile Allah'a şirk koşanlardır.

İslamda ilk köktendinci hareketler Sıffın savaşı ile başlamıştır. Hz.


Ali ile Muaviye arasındaki savaşta, Muaviye askerlerine mızraklarının
ucuna Kuran sayfalarını geçirmelerini söylemiş ve Ali'nin ordusunu,
Kuran'a uymaya davet etmiştir. Hz. Ali, bu eylemin bir anlamı olmadığını,
savaşmaya devam etmeleri gerektiğini askerlerine söylediği halde,
ordunun içinden bir grup, buna karşı koymuştur. Bu grup, Kurralar dır.

Kurralar, Kuran'daki hükümleri düşünmeden, boyuna Kuran okuyan,


vakitlerini ancak namaz kılmakla geçiren bir hafızlar topluluğudur.
Kurralar isimlerini ilk defa Ebu Bekir zamanında yalancı peygamber
Museylime ile yapılan savaşta duyurmuşlar ve o savaşta önemli ölçüde zaiyat
vermişlerdir. Kuran'ı ezbere bilen insanların savaşlarda ölmesinden endişe
duyan Ömer'in ısrarı ile Ebu Bekir ilk yazılı Kuran'ı oluşturmuştur. Hz.
Osman ise Kuran mushaflarını yeniden tanzim ettirip çoğalttırmıştır.(age,s.85)
İşte Ali'nin ordusunun dağılmasında rol oynayan Kurralar, İslamdaki
ilk köktendincilerdir. Böylece Peygamber zamanında Kuran'ı ezberlemekle
başlayıp, yavaş, yavaş aşırı dindarlığa dönüşen bir akım, Hz. Osman
zamanında yobazlığa dönüşüyor, Sıffın savaşında ise, yüzyılların kaderini
etkileyecek bir boyuta ulaşıyordu. Kurraların bu başkaldırısında
köktendinci eğilimlerinin yanısıra, giderek azalan sosyal statülerini
siyasal bir hareketle güçlendirme eğiliminin de yattığı kuşku götürmez bir
gerçektir. Halife Osman'ın Kuran'ı yazılı hale getirip çoğaltması,
Kurralara olan ihtiyacı azaltmış, onlar da siyasal bir hareketle eski
statülerini yeniden kazanmak için eyleme geçmişlerdir. Haricilik hareketi,
köktendincilerin öncülüğündeki ilk muhalefet hareketi olarak İslam
tarihindeki yerini almıştır.

Hariciliğin köktendinci bir zihniyetin ürünü olduğunu gösteren ilginç


olayı aktarmakta, bu mezhebin dine bakışını anlamak açısından yarar vardır.

Basra'dan çıkan Hariciliğin bir bölüğü, Nehrevan'a gelirken, merkep


üstünde bir kadının gelmekte olduğunu, yanında da kocasının yürüdüğünü
görürler. Kadın hamiledir ve doğurması yakın görünmektedir. Adama
kim olduğu sorulur. O da Ashap'dan Habbab'ın oğlu Abdullah
olduğunu söyler. Bunun üzerine kendilerine bir hadis söylemesini isterler.

Konuşma devam eder. Daha sonra adama Halife Ebu Bekir, Ömer, Osman
hakkında ne düşündüğü sorulur. Hepsi için iyi şeyler söyler. Ali hakkındaki
görüşü istendiğinde de Abdullah, Ali'nin hepsinden daha alim, takva
sahibi ve basiret sahibi olduğu cevabını verir. Bu cevaptan hoşlanmayan
Hariciler Abdullah'ı öldürmeye karar verirler. Onu ve karısını bir
hurma ağacının altına sürüklerler. Bu sırada ağaçtan bir hurma düşer.
Haricilerden birisi, bu hurmayı alıp, ağzına atar. Bir diğeri, hemen
arkadaşını uyarır. Çünkü hurmayı sahibi helal etmeden ya da para vermeden
almıştır. Hurma hemen ağızdan çıkarılır. O sırada bulundukları yere bir
Hıristiyana ait bir domuz gelir. Haricilerden biri bir kılıç sallayarak
domuzu öldürür. Diğerleri ona, bu yaptığının fesat çıkarmak olduğunu
söylerler ve hemen domuzun sahibi bulunup, parası verilir. Bu örnekler,
Haricilerin Kurandaki emirlere nasıl itina ile uyduklarına örnektir. Ancak
olay burada bitmemektedir. Çünkü Abdullah, müslüman olduğunu ve İslamda bir
kötülük yapmadığını söylemesine rağmen koyun gibi yatırılıp boğazlanır.
Karısının da karnı deşilir. Ağaçtan düşen hurmayı sahibinin izni olmadan
yemeyen, domuzun bedelini ödeyen bu köktendinciler, kendi dindaşlarını
hem de sahabeden bir müslümanı ve onun hamile karısını acımasızca öldürmekte
bir sakınca görmemişlerdir.(Önder Güngör; age,s.82-83) Bu örnek, Kuran'ı
ezbere bilmek, ve emirlerine aynen uymanın, dar görüşlülüğe engel olamadığını ve
insan
hayatı gibi en kutsal değerlerin, hatta Kuran'da büyük önem verilen
din kardeşliğinin bile bu kısır düşünce sistemi içinde nasıl kolayca feda
edilebildiğini göstermektedir. Köktendinciliğin dine verdiği büyük
zararı da açıkça ortaya koymaktadır.

Köktendinci akımların günümüzdeki izdüşümlerinde de benzeri motifleri


bulmak mümkündür. Türk toplumunun 20. yy. daki köktendincileri,
hayatın her aşamasına dinin egemen olmasını isterken kuşkusuz dinin
sahibi olarak kendilerini görmektedirler. Dinin siyasal ve sosyal
yaşama hakimiyeti, köktendincilerin de iktidara hakimiyeti anlamına
gelmektedir.

Ancak iktidar sözkonusu olduğunda cevaplanması gereken pekçok soru


vardır. Köktendinci bir iktidarın çağdaş toplumun ihtiyaçları konusundaki
çözümleri neler olacaktır? Akit Gazetesi yazarlarından Faruk Köse, İslam
Devleti Kurulamaz başlıklı yazısında(Akit Gazetesi, 14 Mart.1997) bu
konudaki zorlukları ve İslami kesimin yeterince hazırlıklı olmadığını, ince bir
serzenişle şöyle
dile getiriyor: İslam Devletine giden yolda vazgeçilmez ve olmazsa
olmaz üç esas vardır. Bunlardan birincisi, şahıslar etrafında değil,
ilkeler, prensipler ve müesseseler etrafında bir araya gelmektir. Bunları
belirleyip, tespit ettik mi? İkincisi lüzumlu eleman yetiştirmek, kadro
hazırlamaktır. Hangi kadroları kurabildik? Üçüncüsü gerçekleştirilecek
İslami Devlete ulaştırabilecek nitelikte yapılanmaktır. Devlete göre mi
yapılandık?

Dilerseniz bu hususu biraz açalım. İslam fıkhı ve hukuku inceden


inceye araştırıldı mı? Değişik kitapların değişik yerlerinde varolan
hukuk kaideleri konularına göre ayrı ayrı ve her konuya dahil hükümler de
kendi içinde sistematik olarak düzenlenmek suretiyle tedvin ve tasnif
edildi mi?

İslam hukuku şahıs, aile, miras, borçlar, alacaklar, haklar,


ticaret, sözleşmeler, tüzel kişiler, kurumlar, ceza, mükafat vb. bütün
hususlarıyla sistemli birer hukuk külliyatı olarak hazırlandı mı? Mesela
İslam hukukuna göre İslami Ceza Kanunu hazırlandı mı? İslam Devletine giden
yolda gerek duyulacak şeri ilkeler, prensipler, müesseseler tespit,
tayin ve tedvin edildi mi? Sağlıklı bir şekilde müesseseleşildi mi?...

Görülen odur ki İslam Devletini kurmaktan belki daha zor olan yönetmektir.
Ancak bu zorluğun sebebi elbet ki köktendinci yaklaşım olmaktadır. Zamanın
ihtiyaçlarına cevap vermeyen bir sistemden, zorlama yorumlarla yeni ve
köklerine tamamen bağlı bir sistem üretmek nasıl mümkün olabilir ki? Böyle
bir sistemin üretilebilirliğini iddia edenlerin karşısında, her zaman
sistemin dinin özüne, Peygamber dönemindeki uygulamalara uygun olmadığını
iddia eden başka köktendinci grupların olması kaçınılmazdır.

Köktendinci zihniyetin bu konudaki rahatsızlığı, gazete sütunlarına da


yansımaktadır. İşte Akit Gazetesi yazarlarından Mustafa Kaplan bir
okuyucusunun düşüncelerine katıldığını ifade ederek, rahatsızlığını şöyle
dile getiriyor: Rasulullah sana geliyor! Evet yarın zaman ve mekan
kavramı ortadan kalksa ve birisi size böyle söylese ne olur? Evimize,
efendimiz, şefaatçimiz gelse, evimizden neler kaldırırız? diye bir soru
ile başlıyor yazısına. Sonra devam ediyor, Ömründe hiç oturmadığı ceviz
koltuktarı mı, yatağını sermek için çabalarken yaylı sünger yatakları mı
kaldırırız? Köşede asılı duran babamızın resmini mi, büfedeki kristal
bardakları mı?...İşlerimizi sorsa, fabrikamıza aldığımız kredinin düşük
faizli olduğunu nasıl izah ederiz?...Okuduğumuz dergiyi, gazeteyi ona
gönül rahatlığı ile gösterebilir miyiz? Eş ve çocuklarımızın onun
hanımlarına benzediğini söyleyebilir miyiz? Ya da sakal bırakmamamızın
sebebini izah edebilir miyiz? ...Onunla yemeğe otursak, ömründe üç çesit
yemeği bir arada yememiş olan Allah'ın Habibine, Getirin buzdolabındaki
katıkları dese, ne cevap veririz?. Namazlarımızı kılarken O önümüzde
durduğunda, ayağımızda kotla, kısa kollu gömlekle ya da başımızda baba,
şapkası gibi takkeyle namaza dahil olmaya kalksak, bizi cemaatine alır
mı?...(Akit Gazetesi, 20 Mart 1997) Yazar bu soruların ardından peygamberin
Sünnet-i Seniyyesinden
uzakta yaşamasının acısını hissettiğini anlatıyor.

Bu anlatım çağdaş yaşamın her türlü imkan ve kolaylığının sadece


Peygamber döneminde olmadığı için dine aykırı olduğu mesajını vermekte ve
köktendinciliğin boyutlarını anlamaya yardımcı olmaktadır.

İnsanın toplumsal yaşamını olduğu kadar özel yaşamını da en küçük


ayrıntısına varana dek düzenlemeye talip olanlar, Kuran'da yer
almayan, insanın özgür iradesine terkedilen alanları da kontrole almak
konusunda özel bir gayretkeşlik içindedirler. Bu zorlama dinselleştirme
gayretlerine birkaç örnekle açıklık kazandırmak yararlı olacaktır. Aşağıdaki
örneklerle, halkın özgür iradesinin dini kullananlarca nasıl engellenmeye
çalışıldığına özellikle dikkati çekmek ve köktendinci düşünce sistemine
açıklık getirmek amaçlanmıştır.

Bir okuyucu Akit Gazetesinde Fıkıh yazarı Yusuf Kerimoğluna soruyor:


İslam dininde müziğin hükmü nedir?....Mübah olan müzik çeşidi var mıdır?

Cevap: İslam dinide müziğin hükmü nedir sualine tek bir cevap verebilmemin
imkanı yoktur. Zira müçtehid imamlar, farklı delillere dayanarak değişik
içtihadları gündeme getirmişlerdir. Bunlardan herhangi birisini tek başına
islamın hükmü ilan etmek doğru değildir. Önce Hanefi fukahasının müzik
konusunda ortaya koyduğu hükümleri izah etmeye gayret edelim.

Resul-i Ekrem (SAV)'in çalgı aletlerini kendi arzusuyla dinlemesi


ben-i adem için ma'siyettir. Onun ile zevklenmek, küfran-ı nimettir.
hadisi şerifini esas alan Hanefi fukahası Müzik çalmak ve isteyerek
dinlemek caiz değildir hükmünü Zahirur rivaye olarak benimsemiştir.
Cihada teşvik için vurulan kös, düğünlerde çalınan zilleri olmayan
tef(müzik olarak değil ilan olarak belirlendiği için) istisna kabul edilmiştir.
Başkasına dinletmek ve rızkını o yoldan temin etmek caiz değildir. Feteva-ı
Hindiyye'de Bir mükellef, davul zurna çalarak, bunun karşılığında mal
alsa, bu kazancı helal olmaz. Teganni ederek (şarkı-türkü söyleyerek)
kazandığı parayı borcuna veren kimsenin alacaklısı, bunu kabul edemez.
hükmü kayıtlıdır. İmam-ı Merginani bir değnek çubuğunun yere düzenli, şekilde
vurulmasından çıkan sesin dahi müzik hükmünde olduğunu ve bundan
zevklenmenin caiz olmayacağını belirtmektedir. İmam-ı Yusufa Tef çalmanın
hükmü nedir? suali sorulmuş, bunun üzerine: Düğün merasiminde çalışma
caizdir. Ayrıca bir kadın ağlayan çocuğunun susması için tef çalarsa, zararı
yoktur. Bu mekruh da değildir. Ancak tef ile beraber şarkı-türkü söylerse bu
kerihtir. (iğrençtir). Bayram gününde tef çalmakta bir beis yoktur.
cevabını vermiştir. İmam-ı Şafşi ve İmam-ı Malik, Düğün merasimlerinde
çalınan musikinin ve bayram eğlencelerinin caiz olduğunu esas almışlardır.
İmam-ı Gazali İhya isimli meşhur eserinde, müzik hakkında varid olan
bütün ihtilafları zikrettikten sonra, Müziğin tek bir hükme bağlanamayacağını,
durumuna göre haram, mektuh, mübah ve müstehab olabileceğini kaydetmektedir...
İslam uleması Güftesi İslami hükümlerin reddini, kaderin inkarını ve
fesadın yayılmasını teşvik ediyorsa, icra edilmesi caiz olmaz hükmünde
müttefiktirler. Konu Elfaz-ı Küfr açısından değerlendirilmiştir. Bugün
güftesi elfaz-ı küfr (dinden çıkmaya sebep olan sözler) içinde mütalaa
edilebilecek çok şarkı ve türkü vardır.....

Bu örnek, müzik dinleme ve icra etmenin dini açıdan ne kadar farklı


ve karmaşık yorumlara açık olduğunu ortaya koymaktadır. Kuran'da bu
konuda herhangi bir hüküm olmamasına rağmen, köktendinciliğin, insan
ruhunun gelişmesi, sanatın ilerlemesi açısından son derece önemli olan
müzik gibi bir konuda bile nasıl kısıtlayıcı bir tavır aldığını ortaya
koymaktadır. Elbette burada sorulması unutulan bir soru vardır. Onu
da biz soralım. Müziğin kaynağı doğanın ta kendisi değil midir? Rüzgarın
sesi, ağaçların hışırtısı, kuşların nağmeleri, yağmur damlacıklarının sesini
dinlemek, dinen caiz midir?

Bir başka örnek, ilkinden daha da garip. Yine Akit Gazetesinin


okuyucu köşesi olan Sizin Köşeniz(Akit Gazetesi, 15. Mart. 1997)
bölümünde yer aldığı için, okuyuculardan özür dileyerek, aktarıyorum:

Yazının başlığı: Yaşar Nuri ve ayakta bevl! Yazan İsmail Kurtaran


adlı bir okur.

Yazının ana konusunu teşkil ettiği için bevl kelimesinin lügat anlamını
da açıklayalım. Bevl: idrar yapma

Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk'ün 7.3.1997 günü ATV'de katıldığı bir
programda, şu ifadeleri kullandı; Ayakta bevl yapmak günahtır diyorlar,
bunun dinle ne alakası var? ve buna benzer birçok ifadeler kullandı...
Kitaplarda def-i hacetten bahsederken ayakta bevl yapmanın mekruh olduğu
ifade edilmektedir. Bununla alakalı bilgi fıkıh kitaplarında
hatta kitapların taharet bölümünde hususiyle kitapların ibtidasında
zikredilmektedir.

Ayakta bevl yapma ve bevlden kaçınma hususunda bazı hadis-i Şerifleri


hatırlatmak istiyorum.

1.İdrardan korununuz, çünkü kabir azabının hemen hepsi bevldendir.

2.İdrardan çok iyi korununuz, çünkü kulun kabirde ilk önce hesaba
çekileceği husus bevldir.

3.Muhakkak ki sizden biriniz, kabirde azab edilir. Şüphesiz bevl


ettiği zaman istintar etmezdi denilir. İstintar, idrarın son damlasını
çıkarmak için çaba harcamaktır.

Özürsüz olarak ayakta idrar yapmak mekruhtur. Bu hususta Peygamberimiz,


şöyle buyurur: Hz. Ayşe: Kendisine Kuran nazil olmaya başladığından beri..
Resulullah ayakta bevl etmemiştir.

Yine İmam-ı Ahmed'in Tirmizi'nin (cilt 1,225. sayfa) Nesai'nin 307


nolu hadis ve İbn-i Mace'nin tahriş ettiği hadiste de Ayşe demiştir ki,
Size Nebiyyi Azam'ın ayakta bevl ettiğini kim haber verirse ona inanmayın.
mutlaka oturarak abdest bozardı.

4.Abdullah İbni Mesud'un şöyle dediği rivayet olunmuştur: Şüphesiz


ayakta abdest bozman da cefadandır.

5.Peygamberimiz ayakta idrar yapmayı yasakladı.

Bazı alimler de ayakta idrar yapmayı caiz görmüşlerdir, ayakta idrar


yapmaya ruhsat vermişlerdir. Dayandıkları isnad, Şu hadisi
şeriftir: Hz. Huzeyf'dan bir gün Peygamber bir kavimin çöplüğüne vardı ve
oraya ayakta bevl etti.

Ayakta idrar yapmayı mekruh gören ulema bu hadisi şerif karşısında


şu tevili yapmıştır.

A.Kadı İyaz'ın beyanına göre; uzun zaman oturan Efendimiz'i bevl


sıkıştırmış, uzağa gidememiş hemen ayakta bevlini yapmıştır.

B.Rasulullah dizindeki veya belindeki bir hastalıktan dolayı


idrarını ayakta yapmıştır. (Zira Araplarda bu şekilde yapılan idrarın bel
ağrılarına iyi geleceği kanaati yaygındı)

C.Çöplükte müsait bir yer bulamamıştır.

D.Bir ihtimal de ayakta küçük abdest bozmanın caiz olduğunu göstermek


için yapmıştır.

Bu hadis-i şeriflerden çıkarılan neticeye göre ayakta idrar yapmak


mekruhtur. Fakat bu mekruhiyet, kerahati tahrimiye olmayıp, kerahati
tenzihiyedir.

Bütün bunlardan anlaşılan şudur ki; ayakta veya oturarak bevl yapmanın
dinle alakası çoktur...

Bu örnekle ilgili yorumu okuyucuya bırakıyorum. Ancak yukarıdaki


konularda bile bir fikir birliğine varmayı zorunlu gören, buna
ulaşmak için de büyük emek harcayan köktendinci zihniyetin, çağdaş sorunları
din aracılığı ile nasıl çözüme ulaştıracağını sorarak, Türk insanının hakkı
olsa gerek.

Elbet ki köktendinciler her zaman bu kadar masum konularla uğraşmıyorlar.


Ancak zihniyeti tanımak için, bu masum örneklere atıf yapmak gerekmiştir.
İnsanların tuvalet alışkanlıklarına dahi karışma ihtiyacı duyan bir
zihniyetin nasıl bir sistemin müjdecisi olduğu ortadadır.

Köktendinci zihniyetin bir diğer örneği ise Türk kamuoyuna mal olmuş
bir olaydır. RP. milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan, sarıkla namaza
gitmenin 80 kere daha fazla sevap teşkil ettiği konusunda halkı
bilgilendirmiştir. İslamın ibadet anlayışı ile tezat teşkil eden ve Diyanet
İşlerinin de itirazına yol açan bu açıklama, köktendinci anlayışa tam bir
örnek teşkil etmektedir. Halkın bir bölümü ise, Peygamberin de namazı
sarıkla kıldığını ve bu sebeple sarıkla namaz kılmanın sünnet olduğunu
TV kameraları önünde söylemekte ancak sevabın kaç kat arttığı konusunda
Ceylan'la anlaşamamaktadırlar. Hatta namaza yürüyerek gitmekle, bir taşıta
binerek gitmenin sevaba katkısı da irdelenen konular arasında yer almaktadır.
Bu anlayışın, dinin amacına ya da insanın imanına ve ahlakına ne gibi bir
katkısı olduğu ise, tartışma dışıdır.

Köktendinci harekete gösterilen tepkinin, bilinçsiz bir tepki


olmadığı da açıktır. Din adına iktidara talip olanların, ülkeyi nasıl bir
maceraya sürüklemek istedikleri, fıkıh karmaşasına boğulmuş bir sistemden,
nasıl bir yönetim yaratmayı amaçladıkları ve özel hayatın hangi noktalarına
kadar dini tekel uygulamayı planladıkları düşünülmesi gereken ciddi
sorulardır.

Dinler tarihi boyunca yaşanan pekçok olaydan da görülebileceği gibi,


köktendincilik, dipsiz bir kuyu gibidir. Her İslami hareket ve
yorumun kaışısında daha köktenci bir hareket bulması kaçınılmazdır.
Dolayısıyla köktendinci düşünceler, sadece din devletine karşı olanlar için
değil, Siyasal İslamı yaşama geçirmek isteyenler için de büyük bir tehdit
oluşturmaktadırlar. Şeriata dayalı bir devlet düzenine karşı çıkıp, yine din
ve Allah adına daha katı bir anlayışla yönetime talip olmak isteğinin önü
alınamaz.

Tarihin her döneminde dinin özünü hayata geçirmeye talip olan yeni
köktendinci gruplara raslamak kaçınılmazdır. Çünkü İslam dini, doğruluğu
kuşku götürecek kadar geniş, sahih olduğu tartışılır nitelikteki bir
hadis kaynağına sahiptir: İslamda otorite kabul edilen en önemli
hadis yazarlarından olan Buhari, Sahih-i Buhari diye bilinen eserini
yazarken, 600.000 hadis toplamış, ancak bunların 7275'ini değerlendirmiştir.
Bir diğer önemli hadis kitabı olan Sahih-i Müslim'in yazan Müslim bin
Haccac ise, topladığı 300.000 hadisten sadece 4000'ini kitabına almıştır.
Ahmednin Hanbel ise Müsned isimli hadis kitabı için 750.000 hadis
toplamış, bunlardan 40.000 ini seçerek kullanmıştır. Ebu Bekir ve Ömer'in
döneminde hadis yasağı konulmuş ve yazılı hadisler toplanıp yaktırılmış
ancak Emevi Halifesi Ömer bin Abdülaziz döneminde yeniden hadis toplama
işlemi başlatılmıştır.(Önder Güngör; age, s.100) Acaba Peygambere en yakın
kişiler olan Ebu Bekir
ve Ömer hadisleri neden yaktırmışlardır? Bu kararı almalarındaki sebebin,
sahih olmayan hadislerin, gelecekte dini yozlaştırmasından duydukları
endişe olduğu muhakkaktır.

Ayrıca Hz. Peygamber, peygamberliğinin ilk yıllarında kendi sözlerinin


yazılıp, toplanmasını yasaklamıştır. Sebep açıktır: O, yalnız Kuran
vahiylerinin yazılmasını, ezberlenmesini ve korunmasını esas alıyordu.
Kendi sözleriyle Kuran ayetleri arasında korunması gereken farkı
sahabilerin bildiklerinden kuşkusu olmamakla beraber, ilk zamanlarda
dikkatleri yalnız Kuran üzerinde toplamak için böyle bir yol seçmiştir.
Daha sonra, vahyin gelen ayetleri yerleşmiş bir tavır ve metodla, mükemmel
biçimde zaptedildiği için, başta konan yasak kaldırılmıştır.(Yaşar Nuri
Öztürk; 500 Soruda İslam, İstanbul, 1989, s.143)

Ancak peygamberin sözü olduğundan kuşku duyulmayan ve mütevatir denilen


hadislerin sayısı çok azdır. Lafzı ve manasıyla mütevatir sayılan
hadislerin sayısı 20'ye kadar inmektedir... Mütevatir dışında kalan hadislere,
İslam bilginleri haber-i vahit, yani tek kişiden nakledilen haber demişlerdir...
Bunlar ancak günlük hayatın pratik meselelerinde uygulamaya esas alınabilir.
Ne var ki bu konu da başlangıçtan beri tartışılmıştır. Kısacası hadis alanı
hayli söz götüren bir alandır. Yüzlerce, binlerce hadis uydurulmuştur. (24.
age,s. l42)
Bu uydurma hadislerin köktendinciliğin kaynağını oluşturduğu, şüphe götürmez
biçimde açıktır.

İslam alemi uydurma hadislerin yanısıra, dar görüşlülükle kısır yorumlara


açık bir sünnet anlayışına sahip kitleleri de içinde barındırmaktadır.
Peygamberin davranışlarından, hal ve tavırlarından günümüze aktarılan
bilgilerin, ne kadar doğru olduğu da en az sözlerinde ki aktarımlar kadar
kuşkuya açıktır. Bu nedenlerle, Kuran'la sınırlı kalamayan ve bireysel
yorumlarla yapılanmayı sürdüren dinin, köktendinci görüşlere geçit
vermesinden en fazla yara alan yine yaşayan İslam olmaktadır. İnsan aklının,
din adına yapılan yorumların altında bir değere sahip kılınması,
köktendincilere alabildiğine geniş bir hareket alanı yaratmaktadır.

Din ve Devrim

Şeriat zorla gelmez, o Allahı Lütfudur. Şeriat, ancak ona layık olan
topluma gelir... Bu sözler, Siyasal İslamcılarca sık sık
söylenmektedir. Bu gerçekten doğru mudur? Yakın tarihe bir göz atanlar,
din ve devrim sözcüklerinin birlikte kullanılır olduğunu göreceklerdir.
20. yy'ın son çeyreği, İslam Devrimlerinin İslam şeriatının yolu olduğunu
ortaya koymaktadır.

İslam ve devrim arasındaki ilişki, İslamın siyasal bir din oluşundan


kaynaklanmaktadır. Siyasal iktidarın dini esaslara göre yapılanmasını amaç
bilen ulemanın planlı gayretleri İslam devrimi olgusunu ortaya koymuştur.
İslam Devrimi, Humeyni ile başlayan ve İran'ın önderliğinde yükselen bir
siyasal harekettir. Dolayısıyla kendiliğinden değil, uzun yıllar süren
kadrolaşmalar, eğitim faaliyetleri ve halkın dini yönden bilinçlendirilmesinin
bir ürünüdür.

Devrime hizmet eden şartlar ise, en az devrimi hazırlayanların


planlı çalışmaları kadar önemlidir. Çünkü halkın bir ayaklanmaya razı
edilmesi, onun yaşadığı koşullara duyduğu tepki ile bağlantılıdır. Ekonomik
şartların devrime giden yolda en önemli faktör olduğu inkar edilemez.
Gelir dağılımındaki adaletsizlik, halkın yoksullaşması, azınlığın refah ve
sefahati, yönetenlerle yönetilenler arasındaki güveni zedeleyen ve halkta
yönetenlere karşı kin ve nefret duyguları uyandıran önemli sebepler
arasında yer alır. Bunun en tipik örneğini İran'da görmek mümkündür. Şah
rejiminin halkta uyandırdığı tepkiyi, İran Devriminin yaratıcısı olan
koşullar içinde önemsememek mümkün olamaz. Ülkede kişi başına düşen gelir
4000 doları aştığı halde, toplam milli gelirin yarıdan fazlasının ülke
nüfusunun yüzde 1'inin elinde toplanması ve petrolden kazanılan milyarlarca
doların Şah ailesi ve yakınlarının hizmetine ayrılması yolundaki iddialar,
(İntişarat-ı Nida-yı Ehli Beyt; İran İslam İnkılabı, Ankara 1993, s.282)
halkın rejime duyduğu güvensizliğin önemli sebeplerini oluşturmuştur.

Devrimi hazırlayan diğer bir faktör, yönetimin despotik karakteri olmuştur.


Halkı karşısına alan, ayaklanmaları silahla önlemeye çalışan, baskın,
tutuklama, sürgün gibi yıllara başvuran iktidarın, dökülen kanların
bedelini kendi varlığı ile ödemek durumunda kaldığı açıkça ortadadır.
Burada çok dikkat çekiçi olan husus, halkla devlet, halkla ordu arasındaki
çatışmaların daima devrimi planlayanların işine yaramış olmasıdır: Hatta
denilebilir ki halk-devlet güçleri arasındaki çatışma, devrime giden
yolda beklenen, istenen, planlanan bir çatışmadır. Büyük halk yığınlarını
harekete geçirmek için, kendi aralarından birilerinin öldürülmesi kadar
işe yarayan hiçbir şey yoktur. Devrimi planlayanlar, yüce bir ideal
uğruna mücadeleye girecek kitleleri ölmeye ve öldürmeye şartlamakta,
hatta bunun şerefi konusunda ikna ederek, göğüs, göğüse bir çatışmanın
yaşanacağı ortamı önceden hazırlamaktadırlar. İran Devrimine giden yolda
halkın cihad konusunda şuurlandırılmasında Humeyni'nin mesajları büyük
rol oynamıştır. Humeyni, Keşf ul Esrar adlı kitabında İslam devrimi
için silahlı mücadeleyi desteklemiş, hatta müslümanları buna katılmaya
çağırmıştır. Bu kitabında Humeyni, Bazen İmam'ın ya da onun vekili
temsilcinin yokluğunda savaş, savunma için vacip olur. Mesela bir
insan, düşman saldırısına uğrayan bir grubun içindeyse veya düşman akını
İslam şehirlerini ele geçirmek veya müslümanları tutuklamak veya onların
mal ve mülklerini soymak için yapılıyorsa böyle durumlarda ve bütün bu
şartlarda kendi canlarını ve mallarını savunmaları ve yabancılarla
savaşmaları vaciptir. diyerek ve(age., s.28-29) Kuran da Onlar sizinle
savaştıkları
gibi hepiniz müşriklerle savaşmalısınız ayetini de vurgulayarak halkı
savaşa psikolojik yönden hazırlamıştır. İlahiya| öğrencilerine yaptığı
bir başka konuşma da yukarıda anlatılanları doğrular mahiyettedir.
Öğrencilere hitaben Humeyni, Kendinizi öldürülmeye, hapsedilmeye ve
mecburi askerliğe hazırlayın. Dövülmeye, işkence görmeye, hakaretlere
uğramaya kendinizi hazırlayın. İslamı ve bağımsızlığı savunma uğrunda
zorluklara katlanmaya hazırlanın. Güçlü ve metin olun. Allah'ın kendilerinin
hakimi olduğunu beyan edenler metin olurlar. Allah onların üzerlerine
meleklerini indirir. Onların korkacakları, kaygılanacakları bir şey yoktur.
diyerek gençliği yeni başlayan bir mücadeleye zihnen hazırlamaktadır.

Bu sözlerle şartlanan kitlelerin Allah adına iş yaptıkları inancı ile


devlet güçlerine gösterecekleri tepki, elbette çatışmayı teşvik edici olacaktı.
Oldu da. Sonuçta rejim, halkı ezen, öldüren, tutuklayan, işkence eden ve
en önemlisi Allah'ın yolu önüne set çeken bir düşmanla eş değer hale gelmiş,
halkın gördüğü eziyet, halk hareketine duyulan sempatiyi ve katılımı
artırmıştır.

Din devrimi, hiç de halkın içinden fışkıran, kendiliğinden oluşan bi


hareket olmamıştır. Bu konudaki çalışmalar, adım adım bu devrimi
hazırlamıştır. Devrimi yaratan ana fikir, Kuran ve dinin bir tehditle
karşı karşıya olmasıdır. Böyle bir durumda müslümanların Şah'a bağlılık
göstermeleri ya da en azından takiyye yaparak canlarını korumaları,
hareketin hızını kesmektedir. Bu nedenle Humeyni, içinde bulunulan
şartlarda takiyye yapmayı haram ilan ederek, müslümanları Şah ile açıkça
mücadeleye davet etmiştir. Şah'a bağlılık felaket demektir. İslam'a
hakaret, müslümanların haklarına tecavüz ve ilim ve öğretim kurumlarına
saldırı demektir. Şah'a bağlılık demek, İslam vücuduna ve Kuran'a darbe
indirmek, İslam'ın sembollerini yakmak demektir... Şah'a itaat demek İslam
yasalarının hiçe sayılması, Yüce Kuran'ın yasalarının değiştirilmesi
demektir. Şah'ı sevmek demek din adamlarına zulmedilmesi ve peygamberliğin
bütün işaretlerinin yok edilmesi demektir. İslamın ilkeleri tehlike
içindedir.(age,s.80-81) diyen Humeyni artık kutsal dinle şeytani Şah yönetimi
arasında
halkı bir tercihe zorlamaktadır.

Humeyni'nin halkı adım adım devrime götüren faaliyetleri sürerken


Şah, Ak Devrim'i yürürlüğe sokmuş, halkın iktidara karşı ayaklanmasındaki
ekonomik sebepleri ortadan kaldıracağı yolundaki taahhüdü ile derebeylik
sistemine son vererek, işçilere fabrikalardan hisse verdiğini, toprak
reformunun yapılmaya başlandığını, seçim reformları yasasının yürürlüğe
konulduğunu duyurmuştu. Ancak bu reformlarda geç kalınmıştı. Hareket
artık sadece gelir adaletsizliğinden değil, dinin yok edilme kaygısından
güç alır hale gelmişti: Kaldı ki Şah'ın Ak Devrimini karartan başka
basiretsizliklere imza atması, İran'ı en hassas dönemde derinden etkilemişti.
1967 de yapılan son Anayasa değişikliği ile Şahbanu ve Veliahd Prense
Anayasa içinde uygun bir yer aranmış, Veliahd Prensin 20 yaşına gelince
devlet işlerinin başına geçmesi, Şah öldüğünde 20 yaşına gelmemişse ve Şah
bir naib tayin etmemişse, bu görevi Şahbanu'nun devralması kararlaştırılmıştı.
Böylece Veliahd'a ve Şahbanu'ya da taç giydirilmesi kararı alınmaktaydı.

Taç giyme töreni, bütün dünyada geniş yankılar uyandırmıştı. Halkın


sefaletine karşı sergilenen ihtişam ve sefahat, yöneticilerin akıl
almaz duyarsızlıklarının bir göstergesi olmuştur. 13 Ekim 1967 de başlayan
törene Yunan Kralı, Etopya İmparatoru, İngiliz Hanedanı, Körfez Emirleri,
Mareşal Tito, Çin temsilcileri ve daha pekçok devlet reisi katılırken,
merasimlerin yapılacağı sahanın 100 km. yarı çapındaki alanda yaşayan
halkın evleri boşaltılmış, Tahran'daki tüm okul ve üniversiteler
kapatılmıştır. Kutlamalar için harcanan para, 300 milyon dolardır.(age; 202)

İran İslam Devriminin oluşumunda bu ve benzeri uygulamaların katkıları


ihmal edilemez. Ancak Devrimin en büyük gücünü oluşturan iki kurum vardır.
Bunlar camiler ve eğitim kurumlarıdır. Rejimin din adamları üstündeki
baskısı arttıkça, camiler ve din eğitimi veren okullar rejime karşı
sürdürülen savaşın açık üsleri haline gelmiştir. Üniversite ve diğer
yüksek öğrenim kurumlarında İslam Birlikleri ve İslami Eğitim Merkezleri
kurulmuştur. Bu kurumlar aracılığıyla süren eğitim faaliyetlerinde
dersler, hükümete ve mevcut rejime karşı mücadeleyi amaçlamaktaydı. İslamın
mesajını ülkenin genç insanlarına iletmek için büyük bir seferberlik
başlatılmıştı. İslami hareketin önde gelenleri yalnızca okulların bilinen
sınıf düzenini kullanmıyor, aynı zamanda camileri de donatıp, onlara
ihtişam kazandırıyor, talebeleri daima güçlü ve kararlı tutmak için gayret
gösteriyorlardı. Ayrıca halk arasında sürekli toplantılar düzenliyorlardı.

Bu dönemde Humeyni'nin çizgisinde ilerleyen pekçok ulema ve mücadeleci(age;


s.262)
müslüman uzun süreli hapiste cezalandırılmıştı. Bunların hapiste uğradıkları
işkenceri bilmeyen yoktu. Bütün bunların sonucunda halk rejimin insafsız
yüzünü görerek, harekete daha da yaklaşıyordu.

İran Devrimi yaklaşık 18 yıl süren bir sürecin ürünü olmuştur. Ancak
devrime son noktanın konulmasında, ordunun harekete katılımı büyük önem
taşımaktadır. Zira 500 bin kişilik, iyi bir donanımlı İran ordusu ile
50 bin kişilik Savak Askeri gücü karşısında hiçbir halk hareketinin ayakta
kalması mümkün değildi. Ordu, bu hareketi ne pahasına olursa olsun
bastırmakta kararlılık göstermiş olsaydı, bugün İran Devriminden söz etmek
mümkün olmayacaktı. Bu nedenle Humeyni'nin bir biçimde orduyu yanına alması
gerekiyordu. Bunun ilk adımını ise halkı, ordu ile yakınlaştırmak
ve aslında halkın ta kendisi olan askeri, harekete katmaktı. Bu
nedenle Devrimin başında, halk-ordu çatışmasını teşvik ederek, devrim
lehine kullandığı orduyu, devrimin sonunda ikinci kez kullanmıştır. İkinci
kez kullanımı ise ilkinin tamamen tersi yönde olup, halkla bütünleştirici
mahiyettedir.

Humeyni, 9 Eylül 1978 deki hitabında orduya şu mesajı gönderiyordu:


İran'ın vatansever Silahlı Kuvvetleri, siz de gördünüz ki, halk
size dostça davranıp sizi çiçeklere boğmuştur. Biliyorsunuz ki rejim
haydutları kendi zalim hakimiyetlerini sürdürebilmek için kardeş kanına
elinizi bulayarak sizi alet ettiler. Silahlı Kuvvetler de Şah'dan ayrılarak,
halkın yanında düşmana karşı birleşen kardeşlerinize katılınız. Ayağa
kalkınız ve ülkenizin mahvolmasına seyirci kalmayınız. Kardeş ve bacılarınızı
kana boyamalarına izin vermeyiniz. Adınızı bir an önce tarihin sayfalarına
yazdırınız. Baskı ve hıyaneti köklerinden çıkarıp atınız.(age;s. 355) Bundan
yaklaşık
dört ay sonra Şah ülkeyi terketti. Onun ayrılışı ile birlikte, ordunun
harekete olan gizli desteği daha açık biçimde ifade edilir hale geldi,
önce Hava Kuvvetleri daha sonra da Silahlı Kuvvetler Devrimi desteklemeye
başladı. Kuvvet komutanlarının asker ve subaylar üzerindeki kontrolü
kaybettikleri, halkla dayanışma içine girdikleri artık açıkça görülmekteydi.
Humeyni'nin İran'a dönüşünden sonra Hava Kuvvetlerinden bir kısım subay,
Humeyni'yi ziyaret etmiş, Muhafız Kuvvetlerinin halkla çalışması sırasında
da halka silah ve cephane dağıtarak Muhafız kuvvetleriyle çatışmaya
girmişlerdi. Artık İran Devrimi, karşısındaki en büyük güç olan Orduyu da
yanına almıştı. Böylece yıllar süren kanlı mücadele İran'da Humeyni iktidarı
ile sonuçlanıyordu.

İran Devriminin önemini sadece İran'daki değişimle sınırlı tutmak


mümkün değildir. Çünkü bu hareket, İslam Alemi için adeta bir yeniden
doğuş hareketi olarak mütalaa edilmekte ve diğer İslam ülkeleri
açısından da bir model oluşturmaktadır. Devrim ve Din sözcüklerini bir
araya getiren ve yeni bir mücadelenin kapısını açan bir hareket olarak,
tüm İslam ülkelerini etkilemeye devam etmektedir.

Bu etkileyişde, İran'ın devrim ihracı modelinin de hatırı sayılır bir


önemi bulunmaktadır. İran'ın devrim ihracı modelini benimsemesinin çeşitli
sebepleri vardır. Ancak bu sebeplerin başında, İslamın evrensel niteliği
gelir. İslam, belli bir kavim ve topluluğa gelmiş bir din değildir. Tüm
insanlığa hitap etmekte ve bütün dünyayı İslamlaştırma amacı taşımaktadır.
Bu nedenle devrim ihracı, İslam kültürünün yayılmasını ve İslami
bağımsızlığın gerçekleşmesini ifade eder. İslamın hakimiyeti,
İslami dayanışma kuralları olmaksızın gerçekleşemeyecektir. Bu da bir devrim
olmadan mümkün değildir. Devrim, İslam ile Allah yolunda doğru bir
yönelime girmektir.(Faik Bulut; İslamcı Örgütler, İstanbul,
l993, s.479.)

İran Devriminin, İran'la sınırlı kalmayacağı, İran Anayasasının 154.


maddesinde de şu şekilde ifade edilmektedir. İran İslam Cumhuriyeti,
beşeri toplumların tümünde, insan mutluluğunu kendi gayesi bilir.
Binanaleyh, diğer milletlerin iç işlerine her türlü müdahaleden kaçınmakla
beraber, mazlumların zalimlere karşı haklı mücadelelerini, dünyanın
neresinde olursa olsun himaye eder. Bu maddeye göre, mazlum ve
zalimi takdir etmek ve mücadelenin haklılığı konusunda hüküm vermek yetkisi
İran İslam Cumhuriyetine bırakılmış ve bu çerçevede diğer ülkelerin iç
işlerine karışılabileceği açıkça ortaya konulmuştur. Nitekim Humeyni'nin
Necefte verdiği derslerde söylediği şu sözler de devrim ihracı
modelini teyid eder niteliktedir. Siz İslam'ı, İslami devletin programını
tanıtınız. Dünyanın bilgisine sununuz ki, İslam ülkelerinin sultan ve
başkanları da belki duyar, gerçeği kavrar ve uyar. İslam'a tabi olup,
güvenilir kişi olanları da makamlarında bırakır, ellerinden almayız.(Önder
Güngör; Siyasal İslamda Bölünmeler, İstanbul, 1997, s.113)
Devrim ihracında izlenecek yöntemin ne olduğu da Humeyni tarafından
ortaya konulmuştur: Tebliğ ve davet.

Tebliğ, dini yayma, kendi dinine çevirme ve propaganda yolu ile


ikna etme anlamına gelmektedir. Davet ise, İslama çağrıdır.

Bu yöntemle başlayan hareket, temelde İslamın dört esasına dayanmaktadır.


Bunların ilki, tevhid ilkesidir. Humeyni'nin düşüncesinde tevhid, İslamın
yorumlanış tarzıdır. Allah'ın otoritesini kabul eden, fakat dünyevi otorite
ile mücadele etmeyen bir din anlayışı, Humeyni'nin kabul edebileceği bir
anlayış değildir. Bu nedenle İslamiyetin tevhid, yani birlik ilkesi hayata
geçirilerek, amaçları müslümanları ezmek olan her türlü yönetim ile mücadele
etmek gereklidir. Tevhid, Müslümanların birleşmesi ve güçlenmesini
beraberinde getirecektir.

İkinci ilke, cihad ilkesidir. Mücadelenin yolu, devrimci bir


başkaldırıyı simgeleyen cihaddır. Gerek kitleler, gerek din alimleri
siyaset sahnesinde aktif bir rol almak zorundadır. Ancak kitlelerin
siyasette seslerini duyurabilmesi, din adamlarının bilinçlendirme
görevlerini yapmaları ile mümkün olacaktır. Başka bir deyişle müslüman,
doğuştan itibaren devrimci yetişmek zorundadır.

Üçüncü ilke, ümmet boyutudur. İslam ümmetinin birliği esastır. Aksi


halde devrimin gerçekleşmesi mümkün olamaz. Dünyanın hangi köşesinde
olursa olsun, müslümanlar dayanışma içinde olmalıdırlar. İslam ümmetçiliği,
tevhid ve cihad boyutlarını bir arada yürütüp ayrılıkları ortadan
kaldırmak anlamına gelir.

Dördüncü ilke ise musta'zafın boyutudur. İslam aleminde halk yoksuldur.


Egemen sınıfların baskısı ve sömürüsü altındadır. Politik baskı ve
ekonomik sömürü çok boyutludur. O halde ezilenlere karşı özel ilgi
gösterilmelidir.(Faik Bulut; age, s.481-482)

Humeyni'nin devrim ihraç modelini uygulamaya sokacak bir teşkilatlanmayı


da başlattığı bilinmektedir. Burada açıkça görülen, İran İslam
devriminin, bir son değil, İslam alemi için bir başlangıç olarak
kabul edildiği ve devrim fikirlerinin tüm müslüman ülkelere ihraç edilme
yolundaki gayretlerin aralıksız sürdüğüdür.

Dinin dünya siyasetinde üstlendiği bu devrimci misyon, dine bakışı da


tüm dünyada önemli biçimde etkilemiştir.

Din ve devrim sözcüklerini bir başka biçimde de olsa dünyanın gündemine


sokan ikinci ülke ise Cezayir olmuştur.

İslamcı hareket, uzun yıllar bir Fransız sömürgesi olan bu ülkede,


Hıristiyan Batı kültürüne karşı gelişen Arap-İslam kültürüne sahip çıkılması
ve kimlik mücadelesi şeklinde başlamıştır. Ancak uzun yıllar boyunca hemen
bütün siyasetçiler, aydınlar ve din adamları çifte kültüre sahip
olarak yaşamış, hiçbir silahlı ayaklanma görülmemiştir. Zaman içinde
İslami söylemi daha çok kullanan bir aydınlar grubunun ortaya çıkması ile
islahatcı İslamcılar, 1931'de Müslüman Alimler Cemiyetini kurmuşlardır. Bu
ekip, gelenekçi ve kır kökenli İslamcılarla sert mücadelelere
girmiştir.

1954 de Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN)'nin kurulmasıyla daha da


güçlenen İslami hareket, cihad kavramında ısrarlı olmaya başlamış ve
nihayet Cezayir Anayasasına Bu ülkenin resmi dini İslamdır. Tüm kanunlar,
kaynağını İslam şeriatından alır. ibaresi konulmuştur. Kültürel devrim
adı altında başlatılan bu dini yapılanma sürecinde camiler, eğitim kurumları
ve vakıflar İslamcıların denetimine girmiş, devletin en üst makamlarında
kadrolaşma faaliyetleri sürdürülmüş ve dini eğitim devletçe teşvik edilmiştir.
Bu dönemde ülkedeki ekonomik, toplumsal ve siyasal başarısızlıklar da
İslamcı düşüncenin gelişimine katkıda bulunmuştur. 1980'lerde üniversite
gençliği ve esnaf arasında çok yaygınlaşan İslamcı düşünce, 1988 de patlama
noktasına gelerek, siyaset sahnesine tüm gücü ile girmiştir.

İslamcı gelişmenin bu döneme kadar geliştirdiği karakter incelendiğinde,


Cezayir bağımsızlık hareketi döneminde İslamcı ulemanın yaptığı iki
hatadan söz edilir. Bunların ilki, siyasi özerkliğini bir dönem
FLN'ye kaptırması, ikincisi ise, birinci hatanın sonucu olarak İslami
ideoloji ile bağdaşmayan, ulus devlet projesinde FLN'ye destek olmasıdır.
Daha sonraki dönemde ise İslamcılar örgütlenerek, sokak hareketlerini
başlatmışlar ve hareket kitlesel bir özellik kazanmıştır. (Faik Bulut; age,
s.32-33)

Halkın yönetime karşı ayaklanması ile tek partili yönetimden çok partili
hayata geçilmiş ve Cezayir Anayasasının 243. maddesi din ve dil esasına
dayalı herhangi bir partinin kurulmasını yasakladığı halde, 1989 da İslami
Selamet Cephesi (FIS) kurulmuştur.

Aslında İslamcıların mevcut düzenle ilgili sorgulamaları iki ana


noktada toplanmaktaydı. Bunların birincisi, ulus devlet projesine karşı
geliştirilen ümmet projesiydi. Bir yandan bağımsızlık hareketi ile Arap
milliyetçiliği canlandırılmaya çalışılırken, diğer yandan Arap-İslam
sentezi içinde ümmetçilik cereyanları, Cezayir için zorlukların başında
geliyordu. İkinci olarak sorgulanan, rejimin Anayasa ile teminata alınan
İslamcı yapısı idi. Anayasada devletin resmi dininin İslam olduğu ve
yasaların şeriata ters düşmeyecek biçimde yapılması kabul ediliyor, diğer
yandan yasama ve yürütme erki, bundan bağımsız yapılanıyordu. Bu konuda
İslamcılar şunu soruyordu. Yargı erki şeriata uygun olunca, yasama ve
yürütmenin yargıdan bağımsız kılınması nasıl mümkün olabilir? Böyle bir
düzene şeriat düzeni denilebilir mi? Gerçekten de bu garip bir durumdu.

Bu nedenle devletin güdümünde olan dini, devlet mekanizmasından


ayırıp, bağımsız bir İslami hareketin doğuşunu gerçekleştirmek
gerekiyordu. Bu amaçla resmi olanların yanında resmi olmayan yüzlerce cami,
medrese ve binlerce Kuran kursu açıldı. Okullarda mescid kampanyaları
başlatıldı. İslamın tebliğ hükmü uyarınca İslama uymayanları uyarmak,
olmazsa zor kullanıp yola getirmek için faaliyetler başaltıldı.
Çok sayıda eğlence yeri basılıp, kapatıldı. Modern giyinen kadınların
örtünmeleri sağlandı.(age, s.34) Erkeklere birden fazla kadınla evlenme hakkı
verildi. Boşanma şeriata uygun biçime getirilerek, mirasta erkeklerin
kadınların iki katı pay alacakları hükme bağlandı. FLN iktidarı,
giderek daha dini bir kisveye bürünürken, ülkede güçlenen dini muhalefet
gruplarını yanına çekmeyi amaçlıyordu. 1989-1991 arasında başbakanlık
yapmış olan FLN lideri Mevdut Hamruş, erkeklerin eş ya da eşleri namına oy
vermesine izin veren yasayı onaylayarak, belediye toplantılarının camilerde
yapılmasına izin vererek (Halide Mesudi; Cezayir'de Kadın Olmak, İstanbul,
1996, s.110) siyasi yatırımlarını sürdürüyordu.

İslami fikirler kısa sürede üniversite gençliği arasında yaygınlaştı.


Klasik dini cemaatler, gençlerin katılımı ile gençleştikçe siyasi
örgütlere dönüştüler. Cemaatler, camileri sokağa dökerken, kullanılan
sloganlar daha çok halkın maddi talepleri ile ilgiliydi. 1984-88 arasındaki
pekçok ayaklanma ekmek ayaklanması diye adlandırılan türdendi. Ancak bu
ayaklanmalar, ordu tarafından bastırılmış, asker halka kurşun sıkmış ve
çok sayıda insan ölmüştür. Tek partili dönemde İslamcıları sosyalist ve
komünist muhaliflere karşı kullanmak amacıyla yasaklanan İslami akımların
serbestçe örgütlenmelerine izin verilmiş olması, İslamcıların sokağa
dökülmelerini kolaylaştırıyordu.

Cezayir'de çok sayıda eylemci silahlı örgüt mevcuttu. FIS'in içinde


ise birbirinden farklı yedi İslami akımın temsilcileri bulunmaktaydı.
FIS, 1991 yerel seçimlerinde ezici bir çoğunlukla seçimleri aldı.
1991 sonunda yapılan genel seçimlerin birinci turuna kayıtlı seçmenlerin
yüzde 24,79'u katıldı. FIS, geçerli oyların yüzde 42'sini alarak birinci turu
kazandı.

FIS sözcüsü, ikinci tur öncesi sürdürülen seçim kampanyasında, kendilerine,


oy vermeyenlerin ülkeyi terk etmeleri yönünde demeçler verdi.
Ancak ikinci tur seçime geçilmeden, 11 Ocak 1992 de ordu bir darbe yaparak
duruma el koydu. (Halide Mesudi; age, s.134) Bin Cedid istifaya zorlandı. Millet
Meclisi
dağıtıldı. Seçimlerin ikinci turu iptal edildi. Eski sosyalist lider Muhammed
Budiyaf 25 yıllık sürgünden getirilerek devlet başkanı yapıldı. Ancak 29
Haziran 1992 de Annaba kentinde, televizyon kameraları önünde bir konuşma
yaparken öldürüldü.

Ordunun müdahalesi Cezayir'de sorunları çözemedi. FIS'in 1991 yılında


seçim yasası ile ilgili iki kanun taslağının meclise sunulması
sırasında başlattığı sivil isyan, ordunun müdahalesinden sonra da devam
etti. FIS başkanının İslamcı belediye başkanlarına verdiği gerilimi
tırmandırmada
talimatları, İslami terörün sürdürülmesinde etkili oldu.

Böylece Cezayirde hala devam eden iç savaş can almayı sürdürüyor.


İran örneğinden farklı olarak Cezayir'de ordu, İslamcılara karşı olan
katı tutumunu sürdürmektedir: İslamcıların orduya sızamayacağı yolundaki
kesin kanıya karşılık, NewYork Times'in yorumcusuna göre, ordudan
firar edip, İslamcı gerillalara katılanların sayısı her geçen gün
artmaktadır.(Faik Bulut; age, s. 54) Sonuçta Cezayir olayında perde henüz
kapanmamıştır.

Ancak her iki ülkede yaşanan İslamcı hareketin temelde benzer motifler
taşıdığı ortadadır. Her iki harekette de ülkenin ekonomik şartlarındaki
istikrarsızlıklar, gelir dağılımındaki bozukluklar etkili olmuştur.
Halkın memnuniyetsizliği, dini ideolojiye çekilmesini kolaylaştırmıştır.

Her iki ülkede de halk hareketini durdurmaya yönelik üslup, acımasız,


sert ve kan dökücüdür. Bu üslup aslında devrim önderlerinin amaçlarına
hizmet eden ve halkı devrimcilerle birleştiren bir sonuca ulaşılmasında
yardımcı olmaktadır.

Her iki ülkede de İslamcıların izlediği yöntem aynıdır. Siyasal İslam


önce din adamları, Ulema aracılığı ile yapılanmaya başlamıştır. Halkın
Siyasal İslama yönelişinde, dini duyguların uyandırılmasında din
adamlarının ve din bilginlerinin büyük rolü olmuştur. Dini ve Allah
inancını mevcut rejime alternatif olarak sunmanın halk üzerindeki etkisi
tartışılmaz biçimde ortadadır.

Yine her iki ülkede de iki kurumun Siyasal İslamcıların etkileri attına
girmesi, hareketin can damarını oluşturmuştur. Bunlar eğitim kurumları
ve din kurumlandır. Eğitim kurumları içinde din eğitimi veren
okullar ve üniversiteler en önemli fonksiyonu görmüşlerdir. Üniversite
gençliğinin Siyasal İslama yönlendirilmesi, siyasal örgütlenmenin
hızlanmasında büyük rol oynamıştır. Dini fikirlerin üniversite gençliği
arasında yayılması ile dini cemiyetler, siyasal örgütler şekline dönüşerek,
siyasi hareketlere önderlik etmeye başlamışlardır. Dini kurumlar içinde
camiler, hareketin halka ulaşması ve halkın sokağa dökülmesinde kilit
kurumlar olarak görev yapmışlardır. Ancak siyasi cemiyetlerin, cami
cemaatlerini harekete geçirmede büyük rol oynadığı da açıktır. Bu alandaki
yapılanmayı kısaca formüle etmek gerekirse, cemiyet + cemaat = halk hareketi
olarak özetlenebilir. Dini vakıfların faaliyetleri de gerek üniversite
gençliğine gerek halka maddi ve bilimsel destek bakımından büyük önem
taşımıştır.

Her iki harekette de silahlı eylem gruplarından yararlanılmıştır. İran


Devrimi, Filistinde eğitim gören militanları kullanırken, Cezayir halk
hareketinde İslam Bekçileri, Cezayirli Afgan Grubu, El Tekfir ve'l Hicra
ve Cezere Akımı gibi örgütlerden yararlanılmıştır.

Her iki ülkede de ordu, büyük önem taşımaktadır. Ordu hareketin karşısında
olduğu sürece devrimlerin başarılı olamayacağı görülmüştür. Nitekim İran
Devrimi ordunun halkla bütünleşmesi ile sonuca ulaşabilmiş, Cezayir'de ise
ordu Siyasal İslam'a geçit vermediği için hareket sonuca ulaşamamıştır.

Siyasal İslam ve Demokrasi

Türkiye'de Siyasal İslamın Yükselişi

Türkiye, cumhuriyetten bu yana laik bir müslüman ülke olarak yaşamıştır.


Dinin inanç ve ibadetle sınırlı olarak kabul edildiği ve dinle devlet
işlerinin birbirinden ayrıldığı bu uygulamadan, Siyasal İslama kayışında
rol oynayan sebepler üzerinde kısaca durmakta yarar vardır.

Siyasal İslamın yükselişini toplumun tabanından gelen bir baskı olarak


kabul etmek mümkün değildir. Bugün dahi bu hareketin tabanla bütünleşmiş
olduğu iddia edilemez.

Siyasal İslamın yükselişinde Türkiye'de uzun yılların planlı birikimi


ile oluşan din eliti'nin büyük bir önemi vardır. Esasen laiklik ve İslam
konusunda süregelen tartışmaların da muhatabı bunlardır. Din elitinin
özellikle son on yılda ortaya çıkışı, Türkiye'de dinin doğal akışı dışına
çıkarak yeniden yükselen bir değer olmasına yol açmıştır.

Hemen tüm toplumlarda sanayileşme sürecinin hız kazanması ile dine


olan bağımlılık azalmaktadır. Tarım toplumlarının doğa ile iç içe
sürdürdükleri yaşam mücadelesinde, inançtan güç alarak yaşanılan zorluklara
göğüs germek yaygın bir davranış biçimidir. Tarım toplumunun örgütlü
bir yapıya sahip olmayışı, bireyi yaşamın zorlukları ile tek başına
mücadeleye mahkum bırakırken, manevi bir güce sığınma ihtiyacını da
artırmaktadır. Yağmuru, bereketi Tanrı'dan beklemek, doğal afetlere karşı
O'na yakarmak ve bunları yaparken de dinin emrettiği ibadet
kurallarına uymak, yaşam koşullarının doğal bir sonucu ve insan doğasının
gereğidir.

Ancak sanayileşme ile birlikte doğaya olan bağımlılık azalmakta, yaşam


mücadelesinde başvurulacak merci, göklerden yere inmektedir. Sanayi
toplumunun muhatabı Tanrı değil, insan; bireye iş ve aş sağlayacak
olan işveren, doğadan bağımsız olarak çalışmaya imkan sağlayan makinelerdir.
Çalışma yaşamındaki sorunlarının çözümünde ise mesleki örgütler
ve devlet yani tamamiyle dünyevi kurumlar söz sahibi olmaktadır.
Bunun sonucunda sanayileşmenin, dinin gücünde bir zayıflamayı da
beraberinde getirmesi doğaldır.

Türkiye'de bu sürecin farklı biçimde yaşanmasında rol oynayan üç temel


faktör vardır. Bunlar; din elitinin ortaya çıkışı, demokratikleşme
sürecindeki yasal düzenlemeler ve tarikatlardır.

a. Din eliti:

Geçmişte din gücünün en önemli iki kaynağı, Ulema sınıfı ile tarikatlar
olmuştu. Ancak Atatürk, 1924 de çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile
eğitimi tek merkezde toplayarak, dini eğitimi yasaklamış, din bilginlerini
yetiştiren Süleymaniye Medresesini İ.Ü. bünyesinde oluşturulan İlahiyat
Fakültesine, daha sonra da İslami Araştırmalar Enstitüsü şekline
dönüştürmüştü. Dini eğitimin diğer bir kolu olan Kuran Kursları ise
devletin resmi bir organı olan Diyanet İşleri Başkanlığına bağlanmıştı.
Böylece dini eğitim, devletin resmi ideolojisi tarafından güdülenen ve
kontrol altında tutulan bir özelliğe bürünmüştür.
Dinin ikinci büyük güç kaynağını teşkil eden ve ulemanın yetişmesi
açısından da önem taşıyan tarikatlar ise 2 Eylül 1925 de türbe, tekke ve
zaviyelerin kapatılması ile önemli bir darbe yemişlerdir. Bu uygulamalar,
İslamın siyasi vechesini de içeren dini eğitimi kontrole alırken,
ulema sınıfının oluşumunu uzunca bir süre engellemiş, bu konudaki
faaliyetleri yer altına iterek etki alanını daraltmıştır.

Türkiye'de din elitinin oluşumu ile ilgili ilk adımlar çok partili
yaşama geçişle birlikte başlamış ve özellikle 1. ve 2. MC Hükümetleri
döneminde hız kazanmıştır. Din elitinin oluşumu açısından büyük önem taşıyan
İmam Hatip Liselerinin sayılarında meydana gelen büyük artışlar söz konusu
kurumların mesleki eğitimden öte amaçlarla açılmakta olduğunu şüphe götürmez
bir gerçek olarak ortaya koymaktadır. Bu okulların 1960 yılında sayılan
19 iken, bu sayı 1970'de 72'ye, 1980'de 374'e, 1990'da 384'e ve 1995'de
560'a ve 1997'de 601'e ulaşmıştır. Okul sayılarındaki en büyük artışların
MSP'nin koalisyon ortağı bulunduğu dönemlere denk gelmesi ise, tesadüf
olarak açıklanamaz. 1975-76 da yani, 1. MC iktidarında 144 İmam Hatip Lisesi;
2. MC 'nin iktidarda olduğu 1977-78 döneminde ise 86 İmam Hatip Lisesi
eğitime başlamıştır. 1971- 1994 arasında İmam Hatip Orta Okullarından mezun
olan öğrenci sayısı 600 bin, Liselerinden mezun olan ise 300 bin
dolaylarındadır. 1994 sonu itibariyle mesleki-teknik orta okullarda okuyan
toplam öğrencilerin yüzde 85,2'si, mesleki-teknik orta ögrenimin ise yüzde
40'ı İmam Hatip okullarında eğitim görmektedir. Toplam orta öğretim içinde
yaklaşık yüzde 10'luk bir paya ulaşan bu eğitim modeli, mesleki amaçlı
olmanın çok ötesine geçmiş bulunmaktadır. Zira söz konusu okullardan mezun
olanların özellikle kamu yönetimi, hukuk, siyasal bilgiler, uluslararası
ilişkiler gibi devlet içinde örgütlenmeye yatkın alanlarda yüksek öğretime
devam ettikleri, YÖK istatistiklerinden anlaşılmaktadır. Bu nedenle, mesleki
eğitim kisvesini kullanıp, Tevhid-i Tedrisat Yasasını delerek alternatif bir
orta öğretim kurumu biçiminde faaliyet gösteren İmam Hatip Liselerinin din
elitinin oluşumunda önemli bir rol üstlendikleri son derece açıktır. Bunun
daha somut bir kanıtı ise siyaset sahnesinde RP kanadında yer alan pekçok
ünlü ismin, Hasan Hüseyin Ceylan, Şevki Yılmaz, Tayyip Erdoğan gibi, İmam
Hatip Lisesi mezunu olmalarıdır.

Din elitinin diğer bir faaliyet alanını da son yıllarda sayıları giderek
artan dini amaçlı vakıflar oluşturmaktadır. Vakıflar, din-siyaset ilişkileri
bakımından uygun bir ortam yaratmanın yanısıra, ilmi faaliyetleri ve yayınları
ve yoksul kitlelere götürdükleri hizmetlerle de Siyasal İslamın gücüne
katkıda bulunulmaktadır.

Din elitinin oluşumunda ileride anlatılacak olan tarikatların ve


özellikle de tarikat-siyaset ilişkisinin de pay sahibi olduğu inkar
edilemez. Ancak din elitinin oluşumu kadar önemli olan bir diğer husus, bu
kitlenin Siyasal İslam Hareketini oluşturmadaki faaliyetleridir. Seslerini
geniş kitlelere duyurmakta kazandıkları başarının demokratikleşme süreci
ile bağlantılı olduğu açıkça görülmektedir.

Ancak içinde yaşamakta olduğumuz dönemde, yasalardaki zenlemeler, din


eğitimi konusunda atılan adımlar ve tarikatların faaliyetlerine karşı
siyasi partilerin tavrı, yeni bir dini elitin oluşumuna ve ortaya
çıkışına elverişli bir ortam hazırlamıştır.

b. Demokratikleşme ve Yasal Düzenlemeler:

Türkiye'nin laik düzene geçişinde rol oynayan en önemli ikinci etken,


hukuksal düzenlemelerle din devletinin kapılarının kapanması
olmuştu. Atatürk 1922 de saltanatı, 1924 de de hilafeti lağvederken,
halife-sultan statüsüne de son veriyor, sultanın kişiliğinde bütünleşen
halifelik olgusunu da ortadan kaldırıyordu. Bu uygulama İslam dünyasından
Batı dünyasına doğru atılan ilk adımdı. Ancak İslami devletten, hukuk
devletine uzanan yolda bu yeterli değildi. Bu nedenle reformların hukuk
alanında devam etmesi gerekiyordu. 1924 de dini mahkemelerin kaldırılması,
l926 da Yeni Ceza Kanununun kabulü ve yine aynı yıl İsviçre Medeni
Kanununun kabulü İslam hukukundan, laik hukuka geçişin en önemli adımları
olmuştur. 1928 de laikliğin anayasada yer almasına ilişkin kanun teklifi
yapılmış, 1222 sayılı kanunla anayasadan dine ait maddeler çıkarılmış ve
laiklik ilkesi 1937 de anayasaya girmiştir. Ayrıca yasalarda yapılan
çeşitli düzenlemelerle de Siyasal İslami hareketler engellenmiştir.

Ancak 1980 sonrası dönemde, demokratikleşmede atılan adımların


özellikle din açısından daha liberal yaklaşımlar taşıdığı kabul edilebilir.
Türkiye'nin yasa dışı örgütlerle sürdürdüğü mücadelede ise özellikle
12 Eylülü izleyen dönemde tek taraflı bir tutum izlenmiş, hatta
milletin birlik ve bütünlüğünü koruyucu bir unsur telakki edildiğinden,
dini teşkilatlanmalar üzerine pek fazla gidilmeden mücadele yasa dışı sol
örgütlerde odaklaştırılmıştır. Kenan Evren'in pekçok konuşmasını Kuran'dan
ayetlerle süslemesi, ordunun laiklik konusundaki geleneksel tavrı ile pek
de uyuşmayan bir tavır olarak kabul edilmelidir. Bu tavrın Siyasal İslami
Harekete daha rahat bir oyun alanı yarattığına kuşku yoktur.

Demokratikleşme yolunda atılmaya çalışılan bir diğer adım ise Türk


Ceza Kanununun 163. 241. ve 242. maddelerinin değiştirilmesi
yolundadır. Nitekim Yıkıcı Gericilik Faaliyetleri ile ilgili 163. madde
1991 yılında yürürlükten kaldırılmıştır. Din Hizmetlilerinin kamu düzeninin
bozmaları ile ilgili 241. madde ile din hizmetlilerinin sıfatlarını
kötüye kullanmalarına ait 242. madde de değiştirilmek istenmektedir. 241.
İmam, hatip, vaiz, rahip, haham gibi dini reislerden biri
vazifesini ifa sırasında alenen Hükumet idaresini ve Devlet Kanunlarını
ve Hükumet icraatını takbih ve tezyif ederse ceza alabilmektedir.

242. maddede ise 241. maddede sözü edilen kişilerin, sıfatlarından


yararlanarak halkı kanunlara yahut Hükumet emirlerini icraya veya
memuru görevini yapmaya karşı itaatsizliğe teşvik etmesi; kanunlara veya
kanuna göre kazanılmış olan haklara muhalif iş ve sözlerde bulunmaya
icbar ve ikna etmesi halinde cezalandırılacaklarını belirtmektedir.
Bu iki madde de din görevlilerinin, dini ve kendi dini hüviyetlerini
kullanarak devlet işlerine müdahalede bulunmalarını önlemek bakımından büyük
önem taşımaktadır. Dolayısıyla laik devlet olgusunun yasal bir teminatıdır.
Bu maddelerin demokratikleşme ve özgürlükler ileri sürülerek kaldırılmasına
ilişkin tartışmalar, dinin siyasal fonksiyonunu daha rahat ifa etmesine
imkan hazırlayacaktır.

Ancak yukarıdaki yasal değişiklik gayretlerinden daha da önemli olan


girişim, Anayasanın, laikliği tanımlayan 24. maddesinin son fıkrasının,
Anayasa değişikliği sırasında gündeme getirilmesi ile ilgili yoğun
gayretlerdir. 24. maddenin son paragrafı Kimse, Devletin sosyal,
ekonomik, siyasi ve hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına
dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her
ne suretle olursa olsun dini veya din duygularını yahut dince kutsal
sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz. şeklindedir. Bu
paragraf, laikliğin tanımını yapan ve dine dayalı devlet düzenine kapıları
kapayan son derece önemli hükümler ifade etmektedir. Bu paragrafın
değiştirilmesi yolundaki gayretler, dine dayalı devlet kurma yolunda
beslenen gizli emellerin varlığını açıkça ortaya koymaktadır.

Halkın iradesi ile iktidar olanların, yasama gücünü kullanarak,


demokrasiye kapalı olan din devletini hayata geçirmek yolundaki
gayretleri, Türkiye'yi demokratik sistemin kuralları ile Siyasal İslami
hareket arasına sıkıştırmış durumdadır.

c. Tarikatlar:
Siyasal İslamın hız kazanınasında rol oynayan diğer bir etmen de
tarikatlardır. Tarikatların siyasi partiler içindeki desteği, Türk
siyasal yaşamının inkar edilemez bir boyutunu oluşturmaktadır. Atatürk
döneminde, 1925 yılında kapatılmalarına rağmen faaliyetlerini gizliden
gizliye sürdüren ve dini cemaat adını benimseyerek kendilerine yasal bir
serbestiyet alanı yaratan tarikatlar, özellikle 2. Dünya Savaşından sonra,
daha açık biçimde kendilerini göstermeye başlamışlar ve İslami cemaatlerle
birlikte dini hayatın merkezini oluştumuşlardır.

l9.yy'ın sonundan itibaren Anadolu'da ağırlık kazanan iki tarikat,


faaliyetlerini içinde yaşanılan günlere kadar sürdürmüşlerdir. Bunlardan
birisi, Süleyman Hilmi Tunahan'ın (1888-1959) kurduğu, Süleymancılık;
diğeri ise Said-i Nursi'nin (1873-1960) önderliğinde kurulan
Nurculuk tarikatlarıdır.

Nakşibendi tarikatına mensup olması nedeniyle, Süleymancılığı


Nakşibendilik içinde bir kol saymak gerektiğini düşünenler olduğu gibi,
bir kol olma özelliğine sahip bulunmadığını ileri sürenler de vardır. Kuran
kurslarının Diyanetin denetiminde olmasını protesto ederek kurulan
ve başta Kuran kursları olmak üzere orta ve yüksek öğretimdeki örgütlenmeleri
ile dikkati çeken Süleymancıların, eğitim aracılığı ile Siyasal
İslami Harekete verdikleri destek açıktır. Faaliyetlerini Avrupa'ya taşıyan
ve oradaki Türk işçileri arasında büyük maddi destek ve yandaş bulan
tarikatın, Tunahan'dan sonraki lideri, Tunahan'ın damadı Kemal Kaçar'dır.
Kaçar'ın eski AP milletvekili olması, yine tarikatın önde gelen
isimlerinden Ali Ak'ın da eski AP milletvekilleri arasında yer alması
siyaset-tarikat ilişkilerinin en canlı örneğidir. 12 Eylül döneminde bir ara
MDP'ye destek veren tarikat DYP nin kuruluşu ile birlikte desteğini bu parti
yönünde kullanmış ve Özal bu oy deposunu ANAP'a çekmek için büyük çaba
harcamıştır.

Almanya'da kurdukları İslam Kültür Merkezlerinde Müslümanların


temsilciliğini üstlenmek yolundaki girişimleri Almanya'daki Müslümanlardan
vergi toplamak ve dini eğitimlerini üstlenmekle sonuçlanacak iken
orada yaşayan bir Türk sendikacısının faaliyetleri sonucu bu girişim
son anda durdurulmuştur. Bu girişimin başarıya ulaşması ve temsil
yetkisinin bir kez İslam Kültür Merkezlerine verilmesi halinde artık Diyanet
İşleri dahil hiçbir Müslüman kuruluş bu hakkı elde edemeyecekti. (Daha fazla
bilgi için Bkz. Uğur Mumcu; Rabıta, Ankara 1987, s.127-129) 20. yy
içinde Türkiye'de siyasal açıdan en fazla etkinliği olan tarikatlar ise
Nakşibendilik ve Nurculuk olmuştur. Nakşibendi Tarikatının önemli ismi
olan Mehmet Zahit Kotku (1897-l980), Siyasal İslamın liderlerinden biri
olarak kabul edilebilir. Özellikle siyasetle ilgileri bulunan
üniversite öğrencilerini tarikata çekmekte son derece başarılı olan Kotku'nun
öğrenci grubu içinde yer alanlardan biri de Necmettin Erbakan olmuştur.
Necmettin Erbakan'ın 1969 da Milli Nizam Partisini kurmasında,
Kotku'nun teşvikinin önemli rol oynadığı kabul edilmektedir. Kotku'nun
Siyasal İslami hareket üzerindeki etkileri daha sonraki yıllarda da devam
etmiş, Nakşi bir aileden gelen Turgut ve Korkut Özal'ın Kotku'nun yakın
çevresinde bulunmaları, din-siyaset ilişkisi açısından din lehine önemli
kazanımlar getirmiştir.

Saidi Nursi'nin liderliğinde gelişen Nurculuk akımı siyasal açıdan büyük


önem taşıyan bir harekettir. Kurucusunun Kürt kökenli olması sebebiyle,
cumhuriyet öncesi dönemden bu yana siyasi niteliği ağır basan bir
özellik taşır. Said-i Nursi'nin, Abdülhamit'ten Doğu Anadolu'da Kürtçe
eğitim yapacak üç lise kurmasını ve bir teknik okul açmasını talep etmiş
olması, tarikatın sosyo-politik kararlara katılma eğilimi konusunda
ilk ipuçlarını vermektedir. Düşüncelerini Risale-i nurlarda toplayan ve
Kuran'ı yorumlayarak, dinde kendi adını alacak bir yenileşme
hareketini başlatan Nursi, cumhuriyet rejimi ile keskin anlaşmazlıklara
düşmüş fakat rejime açıkça karşı çıkmaktan kaçınmıştır. Nursi, Batı ilmi ile
Kuran arasındaki paralellikleri ortaya koyan ve Kuran'ın mucizevi içeriğini
anlatan yorumları ile büyük ilgi görmüş ve İslamın yeniden canlanışı
hareketinin lideri olmuştur. Yaşamındaki bazı olayları, mucizevi ve seçilmiş
kişiliği ile bağlayarak anlatan müridleri sayesinde, efsanevi bir hüviyete
bürünmüştür. Yaşamının önemli bir bölümünü Isparta'da geçiren Said-i Nursi,
oradaki Nur öğrencilerine Isparta'dan çıkacak önemli bir kişiden bahsetmiş
fakat adını vermemiştir. 1960 da ölümünden birkaç yıl sonra, Süleyman
Demirel'in siyasete atılması ve Türk siyasal yaşamının önemli bir
şahsiyeti haline gelmesi, Nursi'nin kehanetinin gerçekleşmesi
şeklinde yorumlanarak, Nurcuların Demirel'e sempati ile yaklaşmalarına yol
açmıştır.

Demirel ise bu sempatiyi kaybetmemeye özen göstererek, Anadolu'da


Nurcular'dan büyük destek görmüştür. Said-i Nıusi'yi yeni İslam yüzyılının
müceddidi, yani müminlere hak yolunu gösteren kişisi olarak gören
Nurcular, onun ölümünden sonra bölünmüşlerse de siyasal alandaki
etkinliklerini devam ettirmeyi sürdürmüşlerdir.

Bu bölünme sonrasında ortaya çıkan Nurcu gruplardan birisi, Yeni


Asya Gazetesini yayınlayan Mehmet Kutlular liderliğindeki grup
olmuştur. Dinci-milliyetçi çizgiyi benimseyen grup, Demirel'i açıkça
desteklemiş ve zamanla siyasal sisteme entegre olmuştur. Bu uzlaşmacı tavrı
kabullenemeyen ikinci bir grup ise, Dava adlı bir dergiyi
yayınlayan Sıddık Dursun ve taraftarlarıdır. Bu grup, Yeni Asya Grubunu
mevcut düzenle uyuşabilmek için Nursi'nin risalelerini tahrif etmek ve yine
Nursi'nin Kürt kökenini gizleyerek milliyetçi kesimle uzlaşmacı bir tutum
izlemekle suçlamışlardır. Yeni Asya Grubu ise 12 Eylül Askeri Darbesinden
sonra ikiye bölünmüş; Mehmet Kırkıncı liderliğindeki grup, Kenan Evren
yönetimindeki askeri yönetime destek verirken, Mehmet Fırıncı
liderliğindekiler Said-i Nursi'nin radikal tavrına dönüş yapmışlardır.

Siyasal İslamın önde gelen isimlerinden olan Fethullah Gülen ise, önceleri
Nurcuların Yeni Asya Grubuna dahil olmuş, 1980'lerde Sıddık Dursun'dan
ayrılmış daha sonra ise Türkiye'de liberal bir İslami hareketin öncüsü
olmuştur. Gülen'in siyasetle ilişkisi, doğrudan değil, dolaylı biçimde
devam etmektedir. Fethullah Gülen'in büyük gücü, eğitim alanında geliştirdiği
model ve sunduğu hizmetle doğru orantılı bir artış göstermiştir.
Büyüyen ekonomik gücüne paralel olarak açtığı okul ve dersane sayıları
artmış, Turgut Özal ile aralarındaki büyük bağlılık, bu güç artışına olumlu
etki yapmıştır. Gülen'in İslami çevrelerde artan itibarı, Tansu Çiller'i
de Başbakanlığı döneminde (1994) onunla görüşmeye sevk etmiş, bu olay
Fethullahçı çevrelerin DYP'ne siyasal desteği olarak yorumlanmıştır.
Sahip olduğu medya kuruluşları (Zaman Gazetesi ve Samanyolu TV), diğer
eğitim kuruluşlarının yanısıra faaliyete geçen Fatih Üniversitesi ve
yakın zamanda açtığı İslami Finans Kurumu Asya, büyüyen maddi gücün en
önemli simgeleridir. Bu maddi güç, İslami faaliyetlere önemli bir
kaynak teşkil ederken, Gülen'in siyaset içindeki etkinliğini de
artırmaktadır.

Fethullah Gülen kendisini bir şeyh ya da siyasal İslami lider


olarak tanıtmamaya özen gösterdiği halde Küçük Dünyam adı ile yayınlanan
ve yaşamını anlatan ilk kitapta onunla ilgili kerametlere yer
verilmektedir.

Örneğin ilk Kabe ziyaretinde herkesi sokan sinekler onu sokmamakta,


kaldığı evi kimse bilmediği halde bir sabah uyandığında yastığının üzerinde
kendisine yazılmış ve Türkiye'den bir yakını tarafından gönderilmiş
bir mektup bulmakta, şeytanın kendini öldürmesi yolundaki telkinlerine
karşı çıkmakta, bir arkadaşının rüyası ile peygamberden mesaj alarak
evlenmemektedir. Bu ifadeler tevazu kisvesi altında gizlenen bir
yüceliğin anlatımı değil ise neden kitaplara aktarılmıştır? Fethullah
Gülen'in bu olaganüstü vasıllarını kamuoyuna yansıtarak kerametlerin
gücünden yarar sağlaması pekçok şeyhin kol gezdiği ülkemizde pek de
yadırganacak bir tutum olmasa gerek.

Fethullah Gülen'in bu hızlı yükselişi, Türkiye'de Siyasal İslamın


yegane temsilcisi olan Refah Partisini ve onun lideri Erbakan'ı
tek otorite olmaktan çıkarımış bulunmaktadır. Gülen, liberal bir İslami
yaklaşımla Türk muhafazakarlarının manevi lideri ve İkinci
cumhuriyetçilerin fikir babası konumuna gelmektedir.

Farklı tarikatlarda yetişen Erbakan ile Gülen, siyasi bakımdan da


farklı eğilimlere sahip görünmektedirler. Ancak yukarıda anlatılanlar
ışığında, Türkiye'de dini geçerliliği tartışılır olmakla birlikte, siyasi
iktidara oynayan tarikat liderlerinin ve İslami önderlerin, dinde bir yeniden
diriliş hareketini doğrudan ve dolaylı olarak yaratmaktaki katkıları açıktır.
İslami mücadelenin ülke çapında gelişip yayılmasında rolü olan kesimleri,
yine bir İslami yazar, 1989 yılında yazdığı bir makalede şöyle
anlatmaktadır: Bu çevreleri iki grupta mütalaa etmek gerekir:
Birincisi islamcı aydınlar, ikincisi de Refah'a entegre edilmemiş bazı dini
grup ve cemaatler. Ayrıca buna Refah dışında siyasal tercihleri bulunan ferd
ferd geniş dindar kesimler de eklenmelidir. Bir hareketin büyüme
istidadı taşıması, kamuoyunda böyle bir beklenti hasıl etmesi ona karşı olan
tavırları derinden etkileyecektir. Böyle bir gelişme yani büyüme imajı,
siyaseten bitaraf kişilerin katılımını hızlandıracağı gibi, ileride sağ
liberal partileri destekleyen dini kesitleri de asgariden partiye karşı
tarafsızlaştıracaktır.

Gelişen bir hareketin karşısında durmanın izahı imkansız olduğu kadar,


bunun vicdanlarda meydana getireceği baskı da giderek büyüyecektir...Bu
bakımdan Refah hareketi, Türkiye'deki İslami taban ve tavırların
bileşke iradesi biçiminde bir ekseni yakalayabilmelidir. (Ahmet
Rıdvan; İslamcı Aydınlar ve Toplumsal Sorumluluk Şuuru, İstanbul, 1995, s.75)

Bu görüşlerin ve özellikle de yaratılan büyüme imajının Refah Partisinin


yükselişinde rol oynamadığı iddia edilemez.

Türkiye'nin mevcut düzenine entegre olmuş bulunan İslamcı eğilimlerin


yanısıra, Siyasal İslamın temel amacı olan İslam Devletine demokratik
süreç içinde geçişi amaçlamayan militan İslami hareketler de mevcuttur.
Bu hareketler, şeriatı silah zoru ile gerçekleştirmeyi yöntem olarak
benimsemiş bulunmaktadırlar. İBDA-C ve Hizbullah örgütleri, bu hareketler
içinde en önde olanlardır.

İBDA-C, Büyük Federatif İslam Devleti amacına yönelik faaliyet


göstermektedir. Bu örgütün teorik altyapısının oluşumunda Necip Fazıl
Kısakürek'in büyük rolü olmuştur. İslami Devletlerin bir araya gelmesi
ile kurulacak büyük ve birleşik İslam Devletini hedefleyen Büyük Doğu
düşüncesi, Necip Fazıl tarafından 1940'larda ortaya atılmıştır. Örgütün
şimdiki lideri ise, Kürt bir aileden gelen Salih Mirzabeyoğlu'dur.
Örgütün terör eylemleri için kullandığı altgruplar içinde; İslami Kısas
Kıtaları, İslami Kısas Timi, İslami Gerilla Ordusu, Öncü Birlikler vs. yer
almaktadır.

Hizbullah Hareketi ise Türkiye'de İran devriminden sonra örgütlenmiştir.


1980'den sonra ikiye bölünen hareketin birinci kolu, hedefe siyasal
yoldan ulaşmayı hedefleyen Menzilcilerden oluşmuştur. Silahlı mücadeleyi,
yani cihadı amaçlayan ikinci kol ise İlimciler adını almıştır.
İlimcilerin amacı Güneydoğu Anadolu'da bir İslam Devleti kurmaktır.
İlimciler, zamanla Menzilcileri silerek, hareketi silahlı eylem
amacında bütünleştirmişlerdir. Böylece Türkiye Hizbullah aracılığı ile
devrim ihracı modelini benimseyen İslam ülkelerinin de etki alanına
girmiştir.

İran İslam Devrimi ülkemizin bazı İslamcı teorisyenleri tarafından


savunulması, hatta bu devrimle övünülmesi, geleceğe yakılan bir yeşil ışık
olarak yorumlanmalıdır. Dinin devrimlerin nedeni olduğunu savunan
bir İslamcı yazar İran Devrimini anlatırken şöyle diyor: Din kitleleri
motive ediyor, halkın vicdanında ve ruhunun derinliklerinde yatan özgürlük
ve adalet duygularına çarpıcı cevaplar veriyordu. Hem İran'da onbinlerce
insanın canını ortaya koyarak gerçekieştirdiği İslam Devrimi'nin kendinden
başka hiçbir ideoloji, doktrin veya siyasal felsefeye borcu yoktu...
78 yaşında yaşlı bir din adamının liderliğinde gerçekleşen devrim, diğer
büyük devrimler gibi tutuşmuş bir ateş denizi gibi dalga dalga çevre
ülkelere, oradan da bütün dünyaya yayıldı...İslam devrimi bir gerçeği daha
somut olarak ortaya koydu: Bütün toplumsal hareketlerin gerçek hareket
ettirici gücü elit sınıflar, okumuş aydın zümreler, sosyal bilimlerin
geveze kuramcıları, toplumun öncülüğüne soyunmuş Jakobenci ceberrut
kadrolar değil, halk yığınlarıdır.

Kadınıyla, erkeğiyle, çocuğuyla, yaşlısıyla halk yığınları... İslam


devrimine kadar yönetimlerin güçlü, orduların düzenli, sivil polisin
teçhizatlı ve organizeli, uluslararası desteklerin sağlandığı ve
modernleştirme politikalarının izlendiği ülkelerde devrimlerden söz
edilemeyeceği, hatta bu sürece iyiden iyiye giren çağımız uluslarının
sergilediği genel konjonktürde devrimler döneminin kapandığı yolunda yaygın
bir inanç vardı. Bunun boş bir inanç olduğunu İslam Devrimi kanıtladı...
Sarsılmaz sanılan bir rejim en güçlü döneminde ve uluslararası tam desteğe
sahipken devrilmiş, din adamları, yığınların önüne düşüp cumhuriyet talep
etmiş ve Batı sosyal bilimleri tarafından neredeyse müzelere kaldırılacak
kadar ölü ilan edilen İslam, dini bir devrimi ateşleyip yeniden bütün
dünyanın gündemine girmiştir...artık bundan sonra bir devrim ihtimalinden
söz edilecekse, din olmadan devrim düşünülemeyecekti (Ali Bulaç; Din ve
Modemizm, İstanbul 1995, s.245-248)

İran devriminin ana stratejisi ve halk hareketinin devrimdeki


büyük rolünün yanısıra Türkiye açısından son derece önemli olan ordu
faktörüne de devrimin anlatımı içinde yer verilmiştir. Yazar öncelikle halk
yığınları karşısında sanıldığının aksine asker faktörünün güçsüz ve çaresiz
olduğu gerçeğinin altını çizmekte, daha sonra da İran'ın 500 bin
kişilik ordusunun ayaklanan halk güçleri karşısında tutunamayıp dağıldığını
anlatmakta ve devam etmektedir. (Age;s.249)

Dağıldı, ama verdirdikleri zayiat da çok büyük oldu. İran'da devrim


boyunca yüzbine yakın kişi hayatını kaybetti. Ama ordu ve gizli
polis sonunda şunu anladı, milyonlarca insanı katlederek bir devrim
bastırılamaz. Humeyni şu direktifi veriyordu: Askerleri göğüslerinden değil,
kalplerinden vurun. Halk ve özellikle kadınlar direniş boyunca hep
askerlere çiçek attılar ve sonunda halk çocuklarından başka bir şey olmayan
askerler, halkın safhına geçtiler.(Age;s.249)

Bu satırlar, Türkiye'de Siyasal İslamın silahlı eylem gruplarına şüphesiz


ki büyük umut vermektedir. Devrim stratejisi ise halk-dini adamı-ordu
bütünleşmesinden ibarettir. Siyasal İslamın bu strateji doğrultusundaki
eylemleri içinde orduyu içeriden kuşatmak isteği, Türk milletinin hiç
de yabancısı olmayan bir gerçektir.
::::::::::::::::::::::::::::

Siyasal İslamın yükselişine karşı laik düşünceyi benimseyen çevrelerde


görülen hassasiyetin ve oluşan tepkinin belki küçük bir bölümü bilinçlidir.
Türk toplumunda inanç ve düşünce sistemlerinin derin bir incelemeye tabi
tutularak değil, duygusal olarak kabul veya reddedilme eğilimi yaygındır.
Atatürk'e duyulan sevgi ve modem dünyaya ayak uydurma hevesi, toplumda o
derece baskındır ki, bu duygusal yöneliş içindeki kitleler için Siyasal
İslam, Atatürk düşmanlığına ve geçmişe dönük bir yaşam modeline eş değerdir.
Özellikle kadın haklarının kısıtlanması, başörtüsü, çember sakal gibi
simgelerle bütünleşmiş bir korku, laikliğin savunusuna yol açmaktadır.

Toplum, cumhuriyetten bu yana müslüman olduğuna inanarak fakat


laik bir devlet düzeni içine yaşarken, aniden dinden dışlanmanın,
Siyasal İslamı benimsemediği için dinsiz sayılmanın şaşkınlığını da
yaşamaktadır. İslamiyeti, ahlak ve ibadet kurallarından ibaret bir din kabul
ederek inananların yaşadıkları şokun temelinde, din konusundaki yetersiz
bilgilenmenin yattığı ise, acı bir gerçektir.

Yaşamakta olduğumuz dönemde yeni bir keşif süreci başlamıştır.


Kendilerini doğduklarından beri müslüman olarak kabul edenler, şimdi
mensup oldukları dinin ikinci yüzünü keşfetmeye ve resmi ideoloji
taraftarları ile Siyasal İslam savunucuları arasından bir seçim yapmaya,
kimin doğruyu söylediğini anlamaya zorlanmaktadırlar.

Yıllardır bir kenara itilen Kuran ayetleri, İslamın hukuk normları,


devlet düzeni artık Türkiye gündeminin öncelikli konusu haline gelmiştir.
Arapça ezberlenen dualar, tutulan oruç, kılınan namaz hatta haç
ziyaretleri müslüman olmaya yetmemektedir. Evlerin dolap üstlerine, en
mutena yerlere konulan, saygı ile ele alınan, abdestsiz, başörtüsüz kapağı
açılmayan, belli günlerde huşu içinde ancak anlamadan, düşünmeden okunan o
Kutsal Kitap, Kuran bambaşka bir amaçla yaşama girmekte ve toplumun
yıllar boyu oluşturduğu yaşam biçimine bir tehdit olarak karşılarına
dikilmektedir. Oysa Kuran da değişen birşey yoktur. Tek değişim, onun
getirdiği siyasal düzeni topluma sunan bir siyasal dini hareketin
ortaya çıkmış olmasıdır.

Siyasal İslam ve Kuran

Şimdi Kuran'ın bazı özelliklerini ve Siyasal İslama kaynak teşkil


eden bazı ayetleri kısaca inceleyelim:

Kuran 6200 kadar ayetten oluşmuştur. Bunlar içinde 300 kadarı, İslamın
siyasal yönünü belirleyen şer'i hükümleri ifade etmektedir.
Bu hükümlerin belli bir toplum ya da zamanla kısıtlı olmadığı ise yine
Kuran'da belirtilmiştir. Geçmişte ve gelecekte Kuran'ı batıl kılacak
yoktur. Hakim ve övülmeye layık olan Allah katından indirilmiştir.(Kuran-ı
Kerim; Fusillet/42) Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek kimse yoktur(Kuran-ı
Kerim; En'am/34 ayetlerinden de açıkça anlaşılacağı gibi Allah'ın sözleri olarak
kabul edilen Kuran
ayetlerinin insan tarafından değiştirilmesi ya da yürürlükten
kaldırılması mümkün değildir. Nitekim bir başka ayette Biz daha iyisini
veya benzerini getirmedikçe bir ayeti yurülükten kaldırmaz veya
ertelemeyiz(Kuran-ı
Kerim; Bakara/106) denilerek, Kuram değiştirmek yetkisinin yalnızca Allah'a ait
olduğu
açıkça belirtilmiştir.

Bu ayeti esas alarak yola çıkıldığında Kuran'daki bazı ayetlerin vahiy


devam ettiği sırada yine vahiy aracılığıyla değiştirilmesi (nesh) mümkün
görünmektedir. Zira Kuran, İslamın son din, Muhammedin de son peygamber
olduğunu kesin bir dille söyleyerek, Tanrısal vahyin kapılarını İslam'la
birlikte kapatmıştır.

Bu koşullar altında bazı ayetlerin yine vahiy sırasında


değiştirildiğini, yani nesh edildiğini kabul edenler olduğu gibi reddedenler
de bulunmaktadır. Ancak peygamberin bu konuda hiçbir hadisinin bulunmaması
ve değiştirildiği iddia edilen ayetlerin, yerine konulan ayetlerin daha
önce mi yoksa daha sonra mı geldiğinin bilinmemesi nesih kapılarının çoğu
yerde kapanmış olduğunu ortaya koymaktadır. Kaldı ki, bu değişikliklerin
olduğu kabul edilse bile, bunların günümüzde sorun teşkil eden ayetleri
kapsadığına ilişkin hiçbir yorum mevcut değildir.

İslamın siyasal bir din olduğu, en açık biçimde Kuran'da görülmektedir.


Çünkü Kuran yöneten-yönetilen ilişkisini, tarafları da ortaya koyarak
açıkça belirlemiştir. Yönetilecek olanlar, İslam ümmeti, onları yöneten
ise, Allah'tır. Ancak Allah'ın ümmeti doğrudan yönetmesi söz konusu
olamayacağına göre, yönetim erki, Tanrısal iradeyi temsil eden Kuran
aracılığıyla peygamber ve diğer yöneticilere devredilmektedir. Nitekim
Resule itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur(Kuran-ı Kerim; Nisa suresi/80)
ayeti de bunu doğrulamaktadır.

Ayrıca peygamberin yönetme görevini nasıl yerine getireceği de


belirtilmekte ve Onların aralarında Allah'ın indirdiği (Kuran) ile hükmet(Kuran-
ı
Kerim; Maide suresi/48) denilerek, İslam devletinin yönetim yasası Kuran
olarak belirlenmektedir. Ümmete ise Kuran'a ve peygambere kayıtsız şartsız itaat
etmek
düşmektedir. Ahzab suresinin 36. ayetinde, Allah ve Resulü, bir
işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi
isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resulüne karşı
gelirse, apaçık bir sapıklığa düşer denilmektedir. Böylece peygamber
döneminde toplumun hem manevi, hem de siyasi önderi peygamberdir.
Peygamberden sonra ise, Tanrısal iradenin temsilcisi olan Kuran,
yönetimin hangi esaslara uygun olması gerektiğini belirleyen bir
Anayasa olarak kabul edilmiştir. Ancak peygamberin siyasi önderliği onun
vefatından sonra da etkinliğini sürdürmüş ve sözleri(hadisler),
davranışları(sünnet), olaylar hakkında verdiği toplumsal kararlar, buna
tanık olanların da sahitliği ile İslami yönetimin ve İslam hukukunun temel
yol göstericileri olmuştur.

İslamda Demokrasi Tartışması

Dinle ilgili tartışmaların en can alıcısı dinin demokrasi ile


bağdaştırılmaya çalışılmasından kaynaklanmaktadır. Demokrasi bir yönetim
biçimidir. Yöneten ve yönetilen ilişkisinin halka verildiği ve yöneticinin
değiştirilmesi yetkisinin halkta bulunduğu bu yönetim biçiminde halkın
iradesi en üstün irade olarak kabul edilmektedir. Halkın yöneticilerini
seçme hakkı kadar önemli olan bir diğer husus, bu seçimde aralarında tercih
yapabileceği çeşitli seçeneklere sahip bulunmasıdır. Seçeneklerin bulunmadığı
bir sistemde, salt seçme yetkisinin
kullanılması fazla bir anlam ifade etmekten uzaktır. O halde çok
partili siyasi sistemler, demokrasi bakımından yadsınamaz bir zorunluluk
olmaktadır.

Yine demokrasi, ancak bir hukuk devletinde yaşama geçirilebileceği


için, hukukun üstünlüğü ilkesi, vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Ancak
hukukun vasıtaları olan yasalar, zamana, koşullara, toplumun
ihtiyaç ve gelişimine uygun olarak yenilenmeye ihtiyaç gösterirler. Hiçbir
hukuk normu ebediyyen kalıcı ve değişmez olarak yorumlanamaz. Toplumun
gelişimine paralel olarak hukuk da kendini yenilemekte ve gelişimini
sürdürmektedir.

Demokrasi, yalnızca seçme ve seçilme fonksiyonlarının icra edildiği


bir yönetim biçimi değildir. Bireyin yaşamının hemen her aşamasında
kendini belli eden, özgür düşünceyi, tartışmayı, sorgulamayı da
beraberinde getiren bir yaşam tarzıdır. Diğer bir ifade ile demokrasi
bireyin her alandaki uygulamayı tartışma, sorgulama, eleştirme, alternatif
yöntem üretme gibi aktif katılımını gerektiren bir yaşam biçimini de
beraberinde getirmektedir. Bu katılım bireysel olabileceği gibi örgütlü de
olabilmektedir.

Bu ana ilkelerden hareketle siyasal sistem getiren hiçbir dinin


demokratik bir toplumsal düzene izin vermesi mümkün görünmemektedir. Zira
dinlerin özünü teşkil eden Tanrısal vahiy sistemi ve onun anayasası
olan Kutsal Kitaplar, Tanrı sözü olarak kabul edilmekte ve yönetme
erkini Tanrı'ya ve O'nun seçtiklerine devretmektedirler. Tanrı'nın
anayasası olan kutsal kitapların karşısına hukuk devletinin yasalarını
çıkarmak, Tanrısal irade yerine halkın iradesini ikame etmek, siyasal sistem
getiren dinlere inananlar için kabul görebilecek yaklaşımlar olmamaktadır.
Kuran, yönetimin hangi esaslarla yapılacağını Maide suresinin 48. ayetinde
açıkça belirtmektedir. Allah'ın indirdiği ile hükmet dedikten sonra,
sizden herbiriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik
diyerek yönetimin Allah'ın kitabındaki esaslara kayıtsız şartsız uyma
zorunluluğundan söz etmektedir. Yönetim esasları, Peygamber için de
bağlayıcı olmakta, Kuran, Peygamberin de yönetimini Kuran esaslarına uygun
yapma zorunluluğunu açıkça ifade etmektedir. Aynı surenin 49. ayeti Aralarında
Allah'ın indirdiği ile hükmet, onların keyiflerine uyma ve onların Allah'ın
indirdiği şeylerin bir kısmından seni şaşırtmalarından sakın ifadesi,
Peygamberin, yönetme erkini, Kuranın esasları doğrultusunda kullanmak
zorunluluğunu ortaya koymaktadır.

Dolayısıyla demokraside yönetim, meşruiyetini halkın iradesinden


alırken, İslam Devletine yönetim meşruiyetini İlahi hükümleri hayata
geçireceğine dair verdiği taahhütten ve bu taahhütleri harfiyyen
yerine getirmekten alır. İlahi hükümlere riayet etmeyen her yönetim gayr-i
meşrudur, Şeriata aykırıdır.(Ali Bulaç; Modern Ulus Devlet; İstanbul,
1995, s.151)

Demokrasinin, insanın Tanrı karşısında mutlak özgürlük ve bağımsızlığını


öngören bir rejim olarak kabulü halinde ise Tanrısız bir rejim olduğu(age,
s.l02),
yine İslamcıların iddiaları arasında yer almaktadır. Bu koşullarda demokrasi,
Siyasal İslamcılarca, Tanrı'ya inanmayanların rejimi olarak tanımlanmış
olmaktadır.

Günümüzün bazı İslamcı ideologları, Kuran'ın siyasal sistemini yorumlarken


tevhid ilkesinin yol gösterici bir kriter olarak alınmasını gerekli
görmektedirler. Bu ilkeye göre tüm varlık alemi tek bir güce, Allah'a
boyun eğmiştir. Bu sebeple her alanda O'na teslim olmak gereklidir. Sosyal,
siyasal, ekonomik yaşamın insan iradesinin ürünü olan objektif yasalara ve
kurumlara terkedilmesi ise Allah'a şirk koşmaktır. Tevhid ilkesine
göre gücünü ve meşruiyetini kendisinden alan dünyevi bir iktidar düşünülemez.
Ancak kaynağını Kuran'dan alan siyasal proje sadece müslümanlar
için bağlayıcıdır, dolayısıyla İslam, sadece müslümanlar için ve müslüman
blokla sınırlı olarak totaliter özellikler taşır. (age, s.152)

Demokrasinin temel şartları arasında yer alan çoğulculuk ilkesi de aynı


prensipten hareketle, kabulü imkansız bir ilkedir. Zira Tanrının
vahyine dayanan bir siyasal sisteme alternatif öneren siyasal partiler
peşinen, inançsız, imansız ve kafir olarak adlandırılacaklardır.
Nitekim İBDA'nın Ulu Mimarı olarak adlandırılan Salih Muzabeyoğlu, bu konuyu
kendi yayın organı olan Akademya Dergisinde şöyle anlatıyor: İslami Devlet
biçimi içinde hakimiyetin kaynağı ve kullanılması, kafirlerin vehmettiği
gibi havada ve mücerret bir kavram değildir...Hakimiyet Hakkındır
düsturu, hem hakimiyetin kaynağını, hem de hakimiyet -Allah'ın ve Resulü'nün
rızasına uygun davranan ümmet tarafından- kullanılmasını, hem de iktidar
olarak tecellisini apaçık çerçevelemektedir. Hakimiyetin ümmet olarak
kullanılmasının, kafirlerin halk hakimiyeti veya millet hakimiyeti diye
belirlediği hususla hiçbir alakası yoktur. Hakimiyetin kaynağı ahali değil.
Allah'ın ve Resulü'nün belirlediği emirler manzumesidir....Allah'ın ve
Resulü'nün emirlerine tabi olanlar, yani müslümanlar, Allah'ın halifeleridir...
Kafirler ise, Allah'ın hakimiyetine ve tabii ki müslümanların hakimiyetine
tabi olanlardır...Kafirle bir arada yaşamak, ancak İslam şemsiyesinin altında
ona yer göstermekle mümkündür. Herhangi bir laik-demokratik şemsiyeyi kabul
ederek, onun altında kafirle yaşamak değil. Zaten bu şekil, küfrün
hakimiyeti ve müslümanların mahkumiyetinin görüntüsüdür. (Akademya Dergisi,
İstanbul, Ocak 1997, s.9-10) Bu ifadelerin de açıkça ortaya koyduğu gibi, Kuran
dışı yönetime taraf olanlar kafir
olmakta ve onlarla birlikte yaşamak, ancak onlara hükmetme kaydı ile
uygun görülmektedir. Bu koşullar altında İslam Devletinin laik anlayışa
dayalı siyasi oluşumlara izin vermesi mümkün görülmemektedir.

Demokrasilerdeki hukukun üstünlüğü ilkesi ise Tanrısal vahiy tarafından


ortaya konulan hukuk normları karşısında geçersizdir. Tanrısal
vahiy, değişmez hukuk ilkelerini açıkça belirtmiştir. Bu ilkeler aile
hukuku, ceza hukuku, miras hukuku, borçlar hukuku vs. gibi alanlarda açık
hükümler getirmektedir. Üstelik geçerlilik süreleri de belli bir zaman
dilimi ya da toplumla sınırlı değildir. Bu koşullarda devletin zamana ve
koşullara göre değişen hukuk normlarının, kesin, değişmez ve tüm insanlığı
bağlayıcı olması amaçlanan dini hukuk normları ile kıyaslanması dahi mümkün
değildir. Kaldı ki İslam'da bile yönetim veya devleti ne de devlet başkanı
hukuku meydana getiremez; tam aksine devleti ve başkanı var kılan
hukuktur. Hem devletin ve hem de devlet başkanının görevi, kendisinin de
bağlı olduğu İlahi Hukuku korumak, desteklemek ve devamını sağlamaktır.(age,
s.151)
Siyasal İslamcıların şeriattan taviz vermemek yolundaki
kararlılıkları son derece açıktır. Kuran'daki şeri hükümlerin, çağın
gereklerine uygun olup, olmaması tamamiyle tartışma dışıdır. Bu konudaki
görüşlere bir küçük örnek, Milli Gazetenin yazarlarından Abdullah Altay'ın
Kalem'inden geliyor. Şeriat Dersleri başlıklı yazıda Altay şöyle diyor: Önce
Ceza
Hukukundan başlayalım: Herşeyi bilen, geçmiş ve geleceğe hakim olan,
insanları ve onların ruhlarını yaratan Allah'ın ceza hukuku diyor ki:

Ey iman edenler! Öldürülen insanlar hakkında size kısas farz kılındı.


(Bakara 178. ayetten) Hem sizin için kısasta hayat vardır. Ey akıl
sahipleri, umulur ki (haksız yere adam öldürmekten ) korunursunuz (Bakara 179).

Kısasta hayat vardır ifadesine dikkat edilsin... İnsanı yoktan vareden Allah,
bir katil bir Müslümanı taammüden öldürürse, o katilin kısas edilmesini
emrediyor...İşte bu kısas can emniyetini muhafaza ediyor. Bu gerçeği anlamak
için Türkiye'ye ve dünyaya bir bakalım. İnsan hayatının hiçbir kıymeti yok...
Adi cinayetler, terör, anarşi, siyasi cinayetler hergün rastlanılan
olağanüstü hadiseler haline gelmiş...Amerika'nın bazı eyaletlerinde insanlar
güneş battıktan sonra sokağa çıkamıyorlar...Cinayetlerin önü alınmıyor.
Hapisaneler tıklım tıklım dolu...Katiller hapisanelere sığmıyor. Neden?
Çünkü ilahi sosyal şeriatın ceza hukukunun kısas maddesi kaldırılmış.
Beşeri sosyal şeratın maktulü değil, katili koruyan hapis cezaları
uygulanmaya konulmuş....Peki kısas uygulansaydı ne olacaktı? Bir
katil öldürülecekti. Binlerce cinayet planı kursaklarda kalacak,
yüzbinlerce hayat kurtulacaktı.(Milli Gazete, 26 Şubat.l997)

Kısacası Altay, öldüreni öldür emrinin Tanrı'nın buyruğu olduğunu


ve bunun yapılmaması sonucunda cinayetlerin arttığını anlatıyor. Demek
ki Türkiye'de Şeriat devleti kurulsa, Altay, eline silahı alıp,
Kuran'ın hükmünü yerine getiriyorum diye, katil zanlısını vuracak ve bunu
da Allah'ın emri kabul edecektir. Bu eylem, yazarın Kuran'dan çıkardığı
kendi yorumu mudur, yoksa gerçekten Kuran, kesin bir biçimde kısas emri mi
veriyor? Yazarın referans verdiği, Bakara suresinin 178. ayetinin
ilk satırıdır.

Her nedense, ayetin devamı dikkate alınmamış ve yazarın gönlündeki arzuya


uygun bir yorum için ayet kullanılmıştır. Oysa ayetin bütününde aynen
şöyle denmektedir. Ey inananlar, öldürmede kısas size farz kılındı. Hüre
hür, köleye köle, kadına kadın. Ama kim (yani katil, ölenin) kardeşi
tarafından affedilirse, o zaman (affedenin örfe göre) uygun olanı yapması
(uygun diyeti istemesi, affedileninde) güzelce onu ödemesi gerekir. Bu
Rabb'iniz tarafından bir hafifletme ve acımadır. Kim bundan sonra saldırıya
kalkarsa artık onun için acı bir azap vardır.

Demek ki Kuran, kısası farz kılmakla birlikte affedilmeye de imkan


tanımakta hatta affetmenin koşulu olarak da diyet ödenmesini şart koşmaktadır.
O halde, yazarın ifade ettiği gibi, kısasın kalkması, dünyada ahlakın
yozlaşmasının sebebi olarak gösterilemez. Ancak burada dikkat çekilmesi
gereken çok daha önemli bir durum söz konusudur. Bu da Kuran'ı yorumlamada
ortaya çıkan farklılıktır. Kuran'ı Abdullah Altay gibi yorumlayanlarla,
diyet ödeyerek katili affetmek şeklinde yorumlayanlar bulunduğu sürece
gerçek adalet nasıl sağlanacaktır? Kuran adam öldürmenin karşılığında
verilecek olan cezayı net bir biçimde belirlememiş, çeşitli seçenekler
sunarak, kararı kişiye bırakmıştır. İşte beşeri hukukla, şeri hukuk arasında
objektivite bakımından varolan bu büyük farklılığı görerek,
şeri hukuku istemek, bireysel iradeyi objektif hukuk ilkelerinin
önüne geçirmeyi seçmektir.

Tanrısal vahyi esas alan bir yönetimin, tartışılması, eleştirilmesi, bu


yönetime alternatif modeller üretilmesi, kısaca bireysel ve örgütsel
olarak düşünce ve ifade özgürlüğünün kullanılmasına izin verilmesi de bir din
devletinin kabul edebileceği yöntem olmaktan çak uzaktır. Dini inancın
daha önce de belirtildiği gibi tartışılmaz ve dogmatik oluşu, inananların
bu alanda özgür düşünce anlayışını sınırlamalarını kendi mantığı içinde
doğru kılmaktadır.

İslam dininde varolan hoşgörü ve vicdan özgürlüğünün, İslam devleti


olgusu ile karıştırılmaması gerekir. Çünkü İslam'da tanınan vicdan özgürlüğü,
bireyseldir. İslam devletinde yaşayan fakat İslamı kabul etmeyen diğer
dinlerin inananlarına, inançları konusunda baskı yapılmaması ve
dinde zorlamanın olmaması, bireysel inanç ve vicdan özgürlüğü anlamına
gelir. Ancak bir İslam devletinde, İslami kurallara aykırı, örgütlü bir
siyasal hareketin kabul görmesi ve çoğulcu demokrasi içinde bu harekete
siyasal özgürlük tanınması mümkün değildir.

Kaldı ki ümmetin vicdan özgürlüğünün sınırları da tartışmaya açıktır.


Örneğin Ali-İmran suresinin 85. ayetinde, Kim İslamdan başka bir
din ararsa ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette kaybedenlerden
olacaktır. denilerek, İslamı kabul edenlerin vicdan özgürlüğü ahiret
yaşamına ilişkin tehditlerle sınırlandırılmıştır. Yine aynı surenin 3.
ve 4. ayetlerinde de Allah'ın ayetlerini (Kuran'ı) inkar edenler için
mutlaka çetin bir azap vardır. Allah daima üstündür ve öc alandır denilmek
suretiyle, vicdan özgürlüğüne ciddi bir sınırlama getirilmiştir.
Bakara suresi 217. ayetteki Sizden kim dininden döner ve kafir olarak
ölürse, işte onların bütün yaptıkları dünyada da ahirette de boşa çıkmıştır
ve onlar ateş halkıdır, orada ebedi kalacaklardır. ifadesi bu
konudaki özgürlüğün sınırını ortaya koymaktadır. Zira gerçek anlamda
bir vicdan özgürlüğü, inanmak kadar inanmamakta da özgür olmayı gerektirir.
Kaldı ki Kuran, inanmamanın cezasını sadece ahiret yaşamına da bırakmamıştır.
Enfal suresinin 59-61. ayetlerinde, İnkar edenler geçtiklerini sanmasınlar.
Onlar bizi aciz bırakmazlar. Onlara karşı gücünüz yettiği kadar
kuvvet ve cihad için bağlanıp, beslenen atlar hazırlayın. Bununla Allah'ın
düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka bilmediğiniz, Allah'ın
bildiği düşman kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız tam
olarak size ödenir, hiç haksızlığa uğratılmazsınız. denilerek, inanmamanın
cezasını verme görevini inananlara yüklemiştir. Tevbe suresinin 5.
ayetinde ise Haram aylar çıkınca Allah'a ortak koşanları nerede bulursanız
öldürün; onları yakalayın, hapsedin ve her gözetleme yerinde oturup, onları
bekleyin. diyerek, inanmamanın cezasını ölüm olarak tescil etmiştir. Bu ve
benzeri pekçok ayet İslamın yayılma dönemi içinde gelmiş ve dine karşı
çıkanlar için açıkça öldürme emri vermiştir. Bakara suresi 191. ayetinde de
Onları nerede bulursanız öldürün, onların sizi çıkardıkları yerden (Mekke'den)
siz de onları çıkarın. Fitne çıkarmak, adam öldürmekten daha kötüdür...
denilerek, din uğruna adam öldürmek adeta kutsallaştırılmıştır. Aynı
surenin 218. ayeti, Onlar ki inandılar, göç ettiler, Allah yolunda
savaştılar; işte onlar Allah'ın rahmetini umarlar diyerek, bu kutsallığı
teyid etmektedir.

Cihad, İslam'da farzdır. Amacı ise dini yaymaktır. Dini yaymanın elbetki
silahlı mücadele dışında yolları da vardır. Silahlı mücadele, dini
kabulde direnenlere uygulanacak bir yöntemdir. İslam tarihi içinde
de uygulama bu yönde olmuştur. Günümüzde Siyasal İslamcı radikal unsurlar,
dini kabulde direniş gösterenlerin, Türk toplumu içinde bulunduğu
inancındadırlar. Bunlar, kendilerine İslam dışı bir din icad etmiş bulunan
laiklerdir, O halde, bugün için önemli olan bu ayetlerin Kutsal Kitaba
hangi koşullarda konulduğu, geçmişte nasıl yorumlandığı değil, siyasi güce
din aracılığı ile ulaşmak isteyenlerce nasıl kullanılacağıdır. Kendini dini
mücahid kabul eden Allah adına savaşma yetkisini kendinde bulan ve
Kuran'a tam olarak uymayı en kutsal görev sayanlar, bu emirleri 1400 yıl
öncesi için değil, süresiz olarak doğru ve geçerli emirler olarak
kabul etmektedirler. Bu kabulden dolayıdır ki, İBDA-C ve Hizbullah gibi
örgütler, silahlı eylemlerini Tanrısal vahyin gereği olarak kabul
etmekte ve kutsal bir görev ifa ettikleri inancı ile canlarını Allah yoluna
adayarak dine düşman saydıkları aydın ve Atatürkçü insanların yaşamlarına
son vermektedirler.

Dinin cihad emrini, din uğruna yapılacak her türlü mücadele olarak
kabul eden Siyasal İslamcılar bu düşüncelerini kamu oyuna kendi yayın
organları ile de duyurmaktadırlar. İşte 30 Ocak 1997 tarihli Akit
Gazetesinden bir manşet: İbadetlerin En Büyüğü: Cihad Bu manşetin altında
Prof. Dr. Ali Özek'le yapılan bir röportaj yer alıyor. İslam İnanç
Sistemini anlatan bir alt başlık altında Ali Özek şöyle diyor: Her
sistemin kendisine karşı olan sistemlerle yapacağı mücadeleyi
değerlendiren bir prensibi vardır. İslamın bu prensibine veya nizamına
Cihad denilmiştir. Bu itibarla cihad vazifesini ihmal eden her Müslüman,
bunun dışında ne kadar hayır ve hasenatta bulunursa bulunsun yine de İslami
vazifesini noksan yapıyor demektir. Yazının ileriki bölümlerinde İslam'da
cihadın iki anlamı üzerinde durulmaktadır. İlk anlamı nefisle cihad olarak
açıklanmakta ve bunun nefsi terbiye anlamına geldiği ve esas büyük cihadın
da bu olduğu ifade edilmektedir. İkinci cihad ise küçük cihad olarak
adlandırılıp, cephede düşmanla savaşmak olarak tanımlanmaktadır. Türkiye
savaşta olmadığına göre, bu küçük cihadın şu anda önemi olmadığı
düşünülebilir. Ancak Siyasal İslam, kendini böyle bir mücadelenin içinde
görmüş olmalı ki, yazının devamında küçük cihadın boyutları anlatılmaktadır.
İslamiyet yalnız belli ibadetleri yapmak, sonra da yan gelip yatmak
değildir. Hakiki Müslümanlık, icap ederse bize Müslümanlığı getiren
Peygamberimizin ve onun ashabının çektiği sıkıntıları çekmek, icabında
dövülmek, kovulmak, hatta ölmek, fakat vatan ve millet uğruna doğruyu
ve hakkı müdafaadan asla vazgeçmemektir. Allah Teala Kıyamet gününde
huzura varan kuluna, Cihad vazifesini yaptın mı? Allah'ın dini
İslamı muarızlarına karşı müdafaa ettin mi? Bu uğurda ne gibi eziyetlere
ve fedakarlıklara katlandın? diye sorarsa, her Müslüman ne cevap
vereceğini şimdiden düşünmelidir. Yazının ilerleyen bölümünde, cihadın
anlamına daha da açıklık getiren ayetlere yer verilmektedir. Prof. Özek,
Şüphesiz Allah Teala, müminlerden Allah yolunda (din uğruna) savaşan,
öldüren, öldürülenlerin canlarını ve mallarını, mukabilinde -onlara-
Cennet'i vermek suretiyle satın aldı. Allah, bunu Tevrat, İncil ve
Kuran'da kati olarak taahhüt etmiştir. Allah'tan başka kim taahhüdünü
noksansız yerine getirir. O halde yapmış olduğunuz savaştan size
müjdeler olsun. İşte büyük kazanç budur.(Tevbe/111) Bu ayette Allah
yolunda cihad edenlere Cennet vaad olunmak suretiyle, İslam'ın
en büyük rüknü olan cihadın mana ve ehemmiyeti tam olarak belirtilmiştir.
diyerek cihad konusundaki İslami yoruma açıklık kazandırmaktadır.

Cihad çığlıkları ve intikam yeminlerine bir başka örnek de radikal


islamcıların bir diğer yayın organı olan Cuma Dergisinde şu satırlarla
dile getiriliyor: Müslüman olarak bizlerin hem namusumuza kastederler,
hem ibadet ettirmezler, hem de kendi topraklarında esir hayatını, yani
Müslüman kanı akıtılarak kazanılmış topraklarda esir gibi yaşatırlar.
Bizler artık dinimizi ve topraklarımızı bu pis, necis, soysuz satılmışlardan
kurtarmalıyız. Onlara karşı tek yumruk haline gelmeliyiz. Onların o
ilkel ve sadist kafalarını koparmadıkça dinim, Şehit kanlarıyla sulanmış bu
mukaddes topraklarda esir olmaya devam edecektir....Biz Müslümanlar;
biz de dinimizi ve namusumuzu koruyacağız. Çünkü, Kuran-ı Kerim bizlere
şehitliği müjdeliyor. Peygamberlikten sonra gelen mübarek makamı...Cihad
farzdır. Cihad edelim, birleşelim. Uykudan uyanalım.(Cuma dergisi; 21-27 Şubat
1997, s.40.)

Bu ifadeler, baştan beri yazılanları doğrulayan açık bir kanıttır.

Yukarıdaki ifadeler, cihad için bir inançsız tarafın olması gerektiğini


ortaya koymaktadır. Zira savaş, Allah yolunda yapılacağına göre, düşman
tarafın, Allah'ı ve dini inkarı gerekmektedir. Oysa ülkemizde halk,
müslüman ve inançlıdır. O halde bu savaşın, karşı tarafı yoktur. Ne var ki
bu görüş, bir kesim Siyasal İslamcılarca kabul görmemektedir. Onlara göre
savaşılması gereken taraf, laiklerdir. 1 Şubat 1997 tarihli Akit
Gazetesinde yazar Faruk Köse, Laik olanın Müslüman olması mümkün değildir...
Bir kimse laik ise Müslüman değildir, Müslüman ise laik değildir.
demektedir. Bu yaklaşım, oldukça geniş kabul görmekte ve cihadın ikinci
tarafını da belirlemektedir. Yine aynı gazetenin 30 Ocak 1997
tarihli nüshasında Yaşar Kaplan, Hainlere Geçit Yok başlıklı
yazısında, Türkiye'de faşist, ateist, Kemalist çeteler suyun başını
tutmuşlar diyerek, düşman cepheyi daha açık biçimde ifade etmekte ve
Şimdi halkımızın bu ihanete karşı bir hareket başlatması gerekir.
Aydın-halk elele vererek ülkenin geleceği için seslerimizi yükseltmemiz
gerekir. Milletlerin, milli bir şahlanış olmadan, büyük badireleri
atlatması mümkün değildir. Bugün milli bir şahlanış başlatma günüdür.
Meydanlara inmeye, şimdilik ihtiyaç yoktur diye düşünebiliriz, ama hiç
değilse elimizdeki medya platformlarını bu amaçla kullanalım istiyoruz.
Haydi platformlara... Hainlere geçit yok ! diye haykıralım....
Bu ihanete karşı birleşik cephe oluşturalım ve sesimizi yükseltelim.:
İhanete geçit yok! Bu ayırımcı anlayışın

Siyasal İslamcılarca kabulü halinde, İslam'ın demokrasiye açık olduğunu


iddia etmek nasıl mümkün olabilir? Zira sistem kendine düşman kabul ettiği
kitlelere kendilerini ifade etme özgürlüğü vermeyecektir.

Siyasal İslamcıların hayallerini süsleyen yönetim tarzının özgürlüklerden


ne kadar uzak olduğunu, yine kendi kalemlerinden okuyalım. Akit Gazetesi
yazarlarından Mustafa Kaplan yazıyor: Benim hayal dünyamın görüntüsü ile
2017 senesi şöyle boy gösteriyor: Bütün İslam alemindeki rejimler tarümar
olmuş, birkaç tanesi hariç hemen hepsi halifelik sancağı altında tek devlet
olmuşlar. Kalan birkaçı da aynı ideal için kaynayıp duruyor. Şeriat-ı
garra her köşeye hakim olmuş. Kuran-ı Kerimin sosyal hayata bakan bütün
emirleri eksiksiz tatbik ediliyor. El kesme cezası hırsızlığa, recm cezası
zinayı kökten kaldırmış. Kadınlar zaruret olmadan sokağa çıkmıyor, çıkanlar
da çarşaflarını, peçelerini edeple takıyorlar. Resim ve heykel diye birşey
yok. İnançsızlar sanki yer yarılmış da içine girmişler. Sosyal adalet
bütünüyle temin edilmiş. Yirmi sene önce mangalda kül bırakmayan şeriat
düşmanlarının çoğu Cehenneme yollanmış, kalan bir ikisi de camilerin en ön
safında yer tutmuş, hepsinin çocukları İslam mücahidi olmuşlar. Tek vücut
olan İslam alemi Hz. Mehdinin riyaseti altında huzura kavuşmuş, dünyanın
öbür yakasını hizaya getirme hazırlıklarına başlamışlar. Hz.İsa da aynı
maksat için çalışıyor. (Akit Gazetesi; 12.Mart.1997)

Bu hayaller, Siyasal İslamcıların kurmayı amaçladıkları sistem hakkında


bilgilenmek isteyenlere ışık tutucudur. İnsan haklarını, çağdaşlığı,
özgürlüğü yok eden bir sistemin hayalini kuranların, buna demokrasiyi
alet etmeyi amaçladıkları son derece açıktır.

Peygamberden sonraki dört halifenin seçimini, İslamın demokrasiye


açık bir din olduğu şeklinde yorumlamak ise çok zordur. Zira toplumda
temsil edilen görüş ve inançların din odaklı bir seçicilik içinde halkın
oyuna sunulması halinde, gerçek bir demokrasiden söz etmek mümkün
değildir. Örneğin bir İslam devletinde birden çok siyasi parti
bulunsa bile, bu siyasi partilerin hepsinin İslam devleti ilkelerini yaşama
geçirmek istemeleri durumunda demokrasiden söz edilemez. İslam'da
yönetilenlerin özgür iradeleriyle ehil olan kimseleri yönetici olarak
seçmesi ve onlarla hukuki bir sözleşme (Biat) aktedmesini ya da işlerin
Şura ile yürütülmesini demokrasi olarak nitelemek de mümkün değildir. Zira
demokrasi farklı düşünce ve inançlara da temsil edilme, seçilme ve yönetme
hakkı veren bir sistemdir. Bir İslam devletinde, halkı dini esaslara göre
yönetmeye talip olan bir partinin yanısıra, din ve devlet işlerini
birbirinden ayıran, laik devlet anlayışına sahip bir siyasi parti de
kurulabiliyorsa, demokrasiden söz edilebilir. Ancak tüm siyasal rejimler
gibi, İslam devleti de kendi varlığını korumayı öncelikli hedef olarak
alacağından, laik, demokratik bir devlet anlayışına izin vermeyi doğal
olarak kabul etmeyecektir.

Kaldı ki bir demokrasi örneği gibi takdim edilen halife seçimlerinde,


bu seçime halkın bütünü katılmamıştır. Halifeyi başkentte oturan, ileri
gelenler seçmiş, biat ise diğer yerleşim merkezlerinden alınmıştır.(Ali
Bulaç; Modern Ulus Devlet, age. s.211) Dolayısıyle halkın iradesi, sandığa
yansımamıştır. Öte yandan seçilen halifenin iktidar süresi belirlenmemiş ve
halifeler kaydı hayat şart ile yönetimde kalmışlardır. Hatta hukuku ihlal
eden, baskı ve şiddete başvuran halifelerin bile hangi yöntemle azledileceği
belli olmadığı için halkın halife ile gelen iktidarı değiştirmesi için
kılıca başvurması gerekmiştir.

Zaman içinde hilafet, saltanatla bütünleşmiş, dini önderlik babadan


oğula geçmeye başlamış, ve biyoloji kanunları, Allah'ın gücünü arkasına
alarak ümmeti yönetme hakkını tayin eder olmuştur. Günümüzde ise Din
Devletine alkış tutanların ve iktidar hırslarını Allah'ın gücünü arkalarına
alarak tatmine çalışanların, bu yönetim erkinin kendilerine hangi
kutsal vahiy ile devredildiğini açıklamaları gerekmektedir.

Kuran'ı çağdaş dünyanın tüm ihtiyaçlarına cevap veren bir Kutsal Kitap
olarak kabul etmek mümkün müdür? Bazı İslam bilginleri bu konuda
büyük gayret içindedirler. Bu gayret öylesine büyüktür ki, yapılan Kuran
yorumları adeta yeni bir din yatratmaya eşdeğer hale getirilmektedir.
Buna karşı çıkan radikal İslamcı kesim ise dini çarpıtmaya çalışanları ağır
bir dille eleştirmektedir. İşte bu keskin, eleştirilere bir örnek:

Abdurrahman Dilipak Sizi Allah ve Kuran ile Aldatmasınlar başlıklı


yazısında (Akit Gazetesi; 6.Şubat.l997) şöyle yazıyor İslam adına hümanist,
rasyonalist,
pragmatist bir din icad etmek isteyenlere dikkat etmek gerek.
Kuran'daki İslam talebini alkışlıyorum, destekliyorum, övünüyorum, ama
bunu istismar etmek isteyenlere karşı da dikkatli ve duyarlı olmak
zorundayız. Kuran'daki İslam, laikleştirilmiş İslam değildir. Kuran'ı açıp
okuyunuz. Kuran'ın her hükmüne tabiyiz. Değil bir ayetini, bir harfini inkar
eden dinden çıkar.

Kurandaki ayetleri günün koşullarına göre yorumlayarak, dini çağa


uydurma yolundaki gayretlere gösterilen büyük tepki, gücünü Kuran'dan
almaktadır. Kuran'ın Ali-İmran suresinin 7. ayeti, Kuran ayetlerini
muhkem(açık anlamlı) ve çeşitli anlamlar taşıyan ayetler olarak ikiye
ayırmaktadır. Muhkem ayetlerin kitabın anası olduğu belirtildikten
sonra, yoruma açık, gizli ve çeşitli anlam taşıyan ayetlerin fitne çıkarmak
isteyenler tarafından kullanılacağına işaret edilmektedir. Aynı ayet oysa
onun tevitini Allah'tan başkası bilmez. İlimde ileri gidenler: Ona
inandık, hepsi Rabbimiz katındandır derler. Aklı selim sahiplerinden
başkası düşünüp, anlayamaz diyerek, bu ayetlerin yorumu ile ilgili
sınırlamalar getirmiştir. Kaldı ki En'am suresinin 38. ayeti, Biz
kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır. diyerek, her türlü bilginin
Kuran'da var olduğunu, insanın buna ilave bir bilgi getirmesine gerek
olmadığını anlatmaktadır. Diğer bir ifade ile, dinin ana esasları ve
insanlık için gerekli tüm bilgiler Kuran'da mevcuttur. Bu nedenle fitne
yaratabilecek yorumlar yapmanın ve Kuran ayetlerine dinin özü ile çelişkiye
düşecek biçimde ilavelerde bulunmanın kapıları kapatılmış, bu tarz yorumlar
ise ilim ve akıl dışı ilan edilmiştir. Bu zihinsel şartlandırılma içinde,
dinin değişik boyutlarda tartışılmasının da önü tıkanarak, tek tip düşünme
yöntemi empoze edilmiştir.

Ancak Kuran'ın gelişen toplumun her türlü ihtiyacına cevap vermediği,


yine İslam tarihinde açıkça görülmektedir. Bu konuda ilk ciddi
kriz, peygamberin ölümünden sonra yaşanmıştır. Kuran'da halifelerin hangi
yolla seçileceğine ilişkin bir hükmün bulunmaması ve Peygamberin de bu
konuya ilişkin bir vasiyetinin olmaması, halife seçiminde uygulanacak
yöntem konusunda büyük tereddütler yaratmıştır.

Bu tereddütler, İslam dünyasındaki siyasal ayrılıkların da temelini


atmıştır. Kuran'ın bu konuda her hangi bir hüküm getirmemesi neden
önemlidir? Kuran yönetme erkinin Allah'a ve O'nun seçtiklerine ait
olduğunu belirlemekle birlikte, peygamberden sonra, O'nun
seçtiklerinin hangi esaslara göre tayin edileceğini açıklamamıştır.
Ortada bu göreve layık birden fazla adayın olması, herşeyi Kuran'a göre
yapmaya alışan sahabe için, önemli bir sorun olarak ortaya çıkmıştır.
Medine'de siyasal etkinliği olan iki büyük grubun mevcudiyeti, bunlardan
Ensar'ın (Medine'li Müslümanlar) aday olarak Hazreç kabilesinin önde
gelenlerinden Sad bin Ubade'yi aday göstermelerine, buna karşılık Mekke'den
Medine'ye Peygamberle göç eden ve ilk müslümanlar olarak bilinen grubun da
kendi içlerinde Ali ve Ebu Bekir'in adaylığı konusunda bölünmelerine yol
açmıştır. Seçim, şehrin ileri gelenlerince yapılmış, Ebu Bekir Halife
seçilmiş, fakat Ali'nin adaylığı konusunda ısrarcı olanlarla İslamdaki ilk
muhalefet hareketinin tohumları atılmıştır. Peygamberin ölümünün hemen
ardından ortaya çıkan bu karışıklık, Kuran'ın daha başlangıçta, her konuda
düzenleme getiren bir özellik taşımadığını ortaya koymuştur.

Yönetme erkini Allah adına kullandığı kabul edilen halifelerin, bu


göreve hangi yollarla geldikleri, ayrı bir araştırma konusudur.
Halifelerin seçim usulü... İslamın sadece demokrasi ile değil...cumhuriyetle
de bağdaşmadığını ortaya koymaktadır. İslami yönetim biçiminin demokrasi ya
da cumhuriyetle bağdaşmaması, sistemin eleştirilmesine bir sebep teşkil
etmez. 7.yy'ın Arap toplumu için geçerli ve gerekli olan koşulları
değerlendirmek, 20. yy. insanı için mümkün değildir. Dolayısıyla İslam
devletinin demokrasi ve cumhuriyete kapalı oluşu, sistemin bir eleştirisi
olarak değil, sistemi bugüne taşımak isteyen düşüncenin eleştirisi olarak
algılanmalıdır.

Halife seçimini cumhuriyet yönetimine eş değer kabul etmek mümkün


görünmemektedir. Çünkü cumhuriyet rejiminde seçim, halkın tamamının
oylarıyla gerçekleşmekte ve seçilenin yönetimde kalma süresi önceden
belirlenmektedir. Diğer bir ifade ile hayat boyu yönetme ilkesi,
cumhuriyet yönetimi için geçerli olmamaktadır. Halife şeçimlerinde ise,
hem halkın tamamının katılımı bulunmamakta, hem de seçilen halife, bu görevi
ölene kadar yapmak üzere devralmaktadır.

Halife seçimlerinden birkaç örnek vermek gerekirse, her halifenin


farklı bir yöntemle seçildiği ve seçimdeki liyakatin zaman içinde kılıç
gücüne kadar uzandığı görülecektir. Ebu Bekir'i Ashap seçmiş, Ömer, Ebu
Bekir'in vasiyeti ile seçilmiştir. Halk, Ebu Bekir'in vasiyeti
olduğu için fakat kimin seçildiğini bilmeden yeni halifeye biat etmiştir.
(Muhammed Hamidullah; İslam Müesseselerine Giriş, age, s.119-121)

Osman'ın halife seçiminde izlenen yol ise bambaşkadır. Halife Ömer,


vasiyet yolu ile bir halife belirlememiş ancak seçilecek halifenin
Peygamberin öldükten sonra cennete gireceğini müjdelediği aşere-i mübeşşere,
yani on kişi arasından yapılmasını istemiştir. O sırada bu on
kişiden ikisi vefat etmiş olduğundan, bunlar arasında yer alan Ömer de ölüm
döşeğinde olduğundan, geriye aralarında seçim yapılacak yedi kişi kalmaktaydı.
Bu yedi kişiden bir tanesi ise Medine'de bulunmuyordu. O halde ortada altı
halife adayı mevcuttu. Bu altı aday, yine kendi aralarında birini
seçeceklerdi. Ancak bu altı kişinin üçü bir kişiyi, üçü de diğerini seçerse,
seçim kilitlenebilirdi. Bu nedenle Ömer kendi oğlu Abdullah bin Ömer'i,
halife adayı olmamak, sadece çoğunluk elde edilemezse oy kullanmak
şartıyla seçici kurula kattı. Ancak bu altı kişinin de istedikleri
gibi hareket etme imkanları yoktu. Çünkü Ömer, bir şart daha ileri sürmüştü.
İbn Kesir gibi kaynakların iddiasına göre Hz. Ömer, bu altı kişiyi
murakabe etmek için bir polis komiseri seçmişti. Ayrıca bu altı kişinin bir
odaya kapatılmasını emretmişti ve bunların birini halife seçmeden bu odadan
çıkmamaları emrolunmuştu. Ayrıca Hz. Ömer, polis komiserine şu emri
vermişti. Şayet bu altı kişiden birisi, ekseriyetle seçilirse, buna karşı
adaylığını koyup, kaybeden, seçilen halifeyi kabul etmezse, onu derhal
öldürmeniz lazımdır. Bu son derece sert bir emirdi. Fakat bu emir
İslamın, faydasına mülahazası ile verilmişti. Çünkü Hz. Ömer bir iç harp
istemiyordu.(Muhammed Hamidullah; age, s.133)

Bu altı kişi toplandığında, üçü aday olmak istemedi. Geriye kalan üç


kişi Ali, Osman ve Abdurrahman bin Avf'dı. Abdurrahman bin Avf,
aday olmak istemediğini, fakat hakem olarak görev yapmak istediğini
söyledi. Ali ile Osman arasında hilafete en layık olanı seçmekte yetki
istedi. Kendisine bu yetki verildi. Abdurrahman bin Avf, halkın arasında
dolaşarak, onların tercihleri konusunda görüş aldı. Tercih, Osman lehine
idi. Daha sonra camide müslümanları topladı ve minberden Ali ve Osman'a ayrı
ayrı şu soruyu sordu: Şayet ben seni halife tayin etsem, sen her
zaman Kuran-ı Kerim'e ve Hz. Peygamber'in sünnetine ve Hz. Ebu Bekir ile
Hz. Ömer'in tatbikatına uymaya söz verir misin? Osman buna evet
cevabını verirken Ali, Kuran ve sünnete evet dediğini, fakat ilk iki
halifenin tatbikatına uymaya mecbur olmadığını söyledi. Bunun üzerine
Abdurrahman bin Avf, Osman'ı halife ilan etti.(age, s.134-136)

Bu örnekten de açıkça görüleceği gibi, halife seçiminde uygulanan


yöntemler birbirinden tamamen farklı olabilmekteydi. Nitekim
Ali'nin halifeliği de diğerlerinden tamamiyle farklı şekilde gerçekleşmiştir.
Osman'ın öldürülmesinden sonra ortaya çıkan karışıklıkta, halk Halife öldü,
izin ver de sana biat edelim diyerek Ali'ye gitmiş, Ali bunu önce kabul
etmemiş, daha sonra da camide halkın oylarıyla seçilmiştir. Ancak
seçimi yapanlar arasında önemli şahsiyetlerin (Talha, Zübeyr, Abdullah bin
Ömer gibi) bulunmaması, seçimin meşruluğuna gölge düşürebilmiştir. İslamdaki
en ciddi siyasal ayrılıkların sebebi olan bu seçim, daha sonra ilk
müslümanlar arası savaş olan Cemel Vakasına yol açmış, bunu Ali ile
Muaviye arasındaki Sıffın savaşı izlemiş ve Ali'nin halifeliği Muaviye
tarafından hile ile engellenmiştir.

Muaviye ile hilafet saltanata dönüşmüş ve oğlu Yezid halife ilan edilmiş,
buna karşılık Ali'nin oğlu, peygamberin torunu olan Hüseyin, hilafetin
kendi hakkı olduğunu ileri sürerek savaştığı için kafası kesilerek
katledilmiştir. Bu örnekler, hilafet konusundaki belirsizliğin İslamdaki
siyasal bölünmelere ve ahlaki deformasyona yol açan bir sonuç doğurduğunu
ortaya koymaktadır. Bundan daha da önemli olan savaş, hile, vahşeti
kullanarak hilafeti ele geçirenlerin, bu gücü Allah adına kullanıyor
görünmeleridir.

Yalnızca halife seçimi dahi, dünyevi yaşamı düzenlemekte, insan iradesine


geçit verilmesi gerektiğini ortaya koyan anlamlı bir örnektir. Nitekim
toplumun gelişen ihtiyaçlarına Kuran ve sünnetle cevap verebilmenin
mümkün olamadığı, zaman içinde ortaya çıkmış ve İslam Hukuku, Kuran
ve sünnete bağımlı kalmanın zorluklarını yaşayarak beşeri ihtiyaçlara insan
aklının yorumlarıyla çözüm aramak zorunda kalmıştır. Ancak Kuran
ve sünnetin bağlayıcılığı, insan aklının beşeri ihtiyaçlar doğrultusunda
çözüm bulma imkanlarını ve özgürlüğünü engellemiş ve dogmaların esareti
ile yol alan İslam dünyası, gerçek demokrasiye kapalı bir yönetim
tarzını sürdürmüştür.

Kurandaki esaslardan hareketle İslamın demokrasiye açık olduğunu


iddia etmek mümkün değildir. Kuran'ın bireyi inanç konusunda özgür kıldığı
ve demokrasiye açık olduğu yolundaki ifadeler ise, demokrasinin
nitelikleri dikkate alındığında son derece yetersiz kalmaktadır. Zira
üzerinde esas durulması gereken husus bireyin özgürlüğü değil, devletin
yönetim biçimini ve hukuku belirlemedeki tercihlerinde dogmalardan
bağımsız olup, olmadığıdır. İslam devleti ise kendi varlığını korumak ve
vahyin gerektirdiği sosyal, ekonomik, siyasal ve hukuksal düzeni kurmak
için Allah'ın sözü olarak kabul ettiği Kuran'la bağlıdır.

İnsan Hakları-Demokrasi ve İslam

Tüm çağdaş demokrasilerin insan hakları konusunda kabul ettiği evrensel


ilkeler içinde eşitlik ilkesi başta gelir. Eşitlik, ilkesi cinsiyet
ayırımcılığının ortadan kaldırılması bakımından önemlidir. Bireyin
cinsiyetine bakılmaksızın tüm haklardan eşit olarak yararlanması ve hukuk
karşısındaki eşitliği, tartışılmaz bir gerçek olarak kabul görmektedir.

İslam dini ise, zamanına göre kadın hakları bakımından reformist ve


koruyucu olmakla birlikte, günümüz dünyası ile kıyaslandığında kabulü
imkansız olan bir ayırımcılık yansıtmaktadır. Kuran'da hitap
erkekleredir.

Birkaç ayet dışında kadını muhatap alan bir üslup kullanılmamıştır. Kadının
erkek karşısında ikinci sınıf bir birey olduğu açık biçimde ifade
edilmektedir.

Bakara suresinin 228. ayetinde Erkeklerin kadınlar üzerindeki


hakları bir derece dahs fazladır, Nisa suresi 11. ayette, Allah size,
çocuklarınızın alacağı miras hakkında, erkeğe kadının payının iki
mislini tavsiye eder., Nisa suresi 34. ayette Erkekler
kadınların üzerine yöneticidirler. Çünkü Allah, kimini kimine üstün
kılmıştır. Çünkü erkekler kadınlara mallarından harcamaktadır... Dik
kafalılık, şirretlik etmelerinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin,
yataklarından ayırın ve dövün. ayetlerinin yanısıra erkeğin dört kadına
kadar evlenmesine, teşvik edilmemekle birlikte izin verilmesi; evlenme
ve boşanma ile ilgili kuralların erkek lehine düzenlenmesi, çağdaş dünyada
kabul gördüğü biçimde bir eşitlik anlayışının dinde yer almadığını
göstermektedir. Günümüz koşullarında, söz konusu ilkelerin yaşama
geçirilmesi mümkün olmamakla birlikte, Kuran'ı anayasası olarak kabul eden
Siyasal İslam Hareketi için, söz konusu ilkeleri uygulamak bir
zorunluluktur.

Nitekim, çağdaş dünyada hala kadın dövmeyi, dini bir emir kabul edip,
bunun yöntemini tartışanlar da pekçoktur. İşte, Kadın Dövmenin İncelikleri
başlıklı yazıdan (Süleyman Çobanoğlu; Milli Gazete, 8.Şubat,1997) birkaç
satır: Nietzsche demiştir ki: Kadına mı gidiyorsun? Kırbacını unutma! Bittabi
bu, Şaklat koçum kırbacını şunun sırtında anlamına gelmiyor.

Bu dünya hayatında erkek iradesi ile kadın işlevi arasındaki dengeyi


betimlemektedir sadece. Çağdaş dünyanın bir türlü anlamadığı, anlamak
istemediği dengeyi. İslam kaynaklarına göre kadına hüsnü muamele esas.
Pek çok, şartla birlikte eğer ortada bir nüşuz (serkeşlik) varsa,
önce nasihat, sonra yatakların ayrılması ve nihayet hiçbiri kar etmezse
belli sınırlar içinde darb... Bunun ötesi ise meşrebinize göre isim bekler;
artık maçoluk mu olur vahşet mi... Netice, kadın dövmek ince iştir.

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin birinci maddesi, bütün insanlar hür,


haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar ifadesine yer vermektedir. Bu
madde, insanların doğuştan hür ve haklar bakımından eşit olduğunu
vurgulayarak, kimsenin diğerinden farklı ve özel yaratılmadığını ve dünyadaki
idealin de yaradılıştaki bu eşitliği yaşama geçirmeye yönelik olmasını
vurgulamaktadır. Zira eşitsizliği doğuşta varolan bir yazgı olarak
kabullenmek, eşitliği sağlamayı imkansızlaştıracaktır.

Herşeyi Allah'ın yarattığını defalarca tekrarlayan Kuran ise, yaradılıştaki


farklılıkları, bir ayrıcalık olarak ifade etmekle, eşitsizliği olağan kabul
etmektedir. En'am suresi 165. ayette, Sizi yeryüzünün halifeleri
yapan, size verdiği şeylerde, sizi denemek için, kiminizi
kiminizden derecelerle üstün kılan O'dur.denilmektedir. Bu ayetin
tefsiri Allah, şerefte, akılda, malda, mevkide insanların bazılarını diğer
bazılarından, üstün kılmıştır. Kimi güzel, kimi çirkin, kimi zeki, kimi bön,
kiminin geçimi bol, kiminin dar, kiminin mevkii yüksek vs(Süleyman Ateş; Kuran-ı
Kerim Tefsiri, Cilt 2, s.969, Milliyet, 1995)
şeklinde yapılmıştır. Farklılıkların doğuştan var olan ayrıcalıklar ve Tanrısal
iradenin kararı olarak kabulü halinde, insanın bu eşitsizliği değiştirmek
yolundaki gayreti acaba Tanrısal iradeye karşı gelmek mi olacaktır?

Kuran'da pekçok surede Allah'ın dilediğinin rızkını genişletip, dilediğinin


kıstığı anlatılmaktadır. Bunun sebebi, Rum suresinin 37. ayetinde
de açıklandığı gibi inanan toplum için ibretler taşımasıdır. Ancak yine
Kuran'ın çeşitli yerlerinde, Allah dilediğini doğru yola iletir.(Kuran-ı
Kerim; Bakara/213) ve Allah dilediğini saptırır(Kuran ı Kerim; Rad/27)
Allah'ın göğsünü İslama açtığı kimse (Kuran-ı Kerim; Zümer/22)
gibi ayetlerin bulunması, inanmamak konusundaki kararda Allah'ın
dahli bulunduğu izlenimine yol açmaktadır. Bu durumda rızıkların
dağılımındaki eşitsizliği açıklamak mümkün olamamaktadır.

Zuhruf suresi 32. ayetinde, Rabbin nimetini onlar mı bölüştürüyorlar?


Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz taksim ettik ve
onların kimini ötekine derecelerle üstün kıldık ki, biri diğerine iş
gördürebilsin. ifadesi ise gelir dağılımındaki adaletsizliği bir
Tanrısal yazgı haline dönüştürmektedir.

Dünyanın gelir dağılımı en bozuk ülkeleri arasında petrol zengini


Arap Ülkelerinin de yer alması ve krallıkla yönetilmeleri acaba bu
ayetleri bire bir uygulamalarından mı kaynaklanmaktadır?

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin birinci maddesinin devamında


bütün insanların birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile
hareket etmelerinden söz edilmektedir. Oysa Kuran'daki kardeşlik sadece
müminlerin kardeşliğidir. (Müminler ancak kardeştirler. (Hücurat 1O))

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 4. maddesi, Hiç kimse kölelik


veya kulluk altında bulundurulamaz; kölelik ve köle ticareti
her türlü şekliyle yasaktır. demektedir. Kuran ise köleliği kaldırmayı
teşvik etmiştir. Örneğin Maide suresi 89. ayette yemini bozanların kefareti
olarak bir köleyi hürriyete kavuşturmak önerilen yollardan biridir.
Nur suresi 33. ayette ise çalışıp, belli bir para karşılığı hürriyetlerini
kazanmak isteyen kölelere eğer kendilerinden bir iyilik görürseniz mükatebe
yapın. Ve Allah'ın size verdiği malından onlara da verin denilmektedir.

Bir başka ayette ise Kadınlarından zıhar edip, sonra


söylediklerinden dönenler, karılarıyla temasa geçmeden önce bir köleyi
hürriyetine kavuştursunlar(Kuran-ı Kerim; Hadid/3) denilmektedir. Bütün bu
ayetler, İslamda köleliğin teşvik edilmediğini, tam tersine kaldırılması yolunda
telkinlerin
yapıldığını ortaya koymaktadır. Ancak kölelik yasaklanmamıştır.

Köleliğin varlığı kadar önemli olan bir konu, kölenin farklı ve daha
aşağı sınıfa mensup bir birey olarak görülmesidir.

Nahl suresinin 74. ayetinde ise, bu eşitsizlik şu sözlerle ifade


edilmektedir: Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir
köle ile; kendisine güzel rızık verdiğimiz, o rızıktan gizli ve açık harcayan
kimseyi misal olarak anlattı. Hiç bunlar bir olurlar mı? İnsan
topluluklarının çağlar boyu geçirdiği gelişim, insanın hak ve özgürlüklerindeki
gelişimle paralellik göstermektedir. İlkçağların, insanı bir mal olarak
kabul eden kölelik uygulamaları, zaman içinde tarihe karışmış ve bu
uygulamaların insanlık dışı olduğu, hemen herkes tarafından kabul edilmiştir.
Tanrısal vahyin ürünü olarak kabul edilen dinlerin, ahlaki bir
devrimi amaçladıkları ise, son derece açıktır. Bu koşullar altında,
Tanrı sözü olarak kabul edilen Kutsal Kitapların, öncelikle kölelik
uygulamasını yasaklamasını, varedilişte meleklerin önünde secde ettiği
insanı, mal konumundan, insan konumuna yükseltmesini beklemek, dine
haksızlık yapmak olmasa gerek...

İslam dini, köleleri azad etmeyi teşvik etmekle birlikte, kölelik uygulamasını
yasaklamayarak, eşitlik ve adalet bakımından ciddi bir boşluk yaratmıştır.
Arap toplumunun ekonomik yaşamında bedava işgücü olan kölelerin ekonomik bir
fonksiyon gördükleri kabul edilse bile, değişmez, kalıcı, kesin hükümler
içeren bir Kutsal Kitabın, geleceğin dünyasını oluştururken insan haklarına
ilişkin temel ilkeleri topluma benimsetme konusunda tavizsiz bir yaklaşım
izlemesi gerekmez miydi?

Benzeri soruları cariye uygulaması için de sormak gerekir. Kadının


rızasına bakılmadan, hatta evli olup, olmadığına aldırmadan (Kuran-ı
Kerim; Nisa/ 24 (Savaşta esir olarak) ellerinize geçen (cariyeler)
müstesna, evli kadınlarla evlenmeniz yasaklandı.) cinsel
ihtiyaçlarını karşılamak üzere erkeğe bir hak olarak verilmesi de çağdaş
dünyanın kabul edebileceği bir uygulama olmaktan çok uzaktır.

İslamiyet, kölelik ve cariyelik konularında, onların özgürlüğünü teşvik


edici telkinlerde bulunmakla birlikte, sözkonusu uygulamaları
yasaklamamış, sadece neyin daha iyi olacağının altını çizerek kararı insana
bırakmıştır. Oysa pekçok başka konuda açık yasaklar getirmekten kaçınmadığı
için, kararı insana bırakmanın, Kuran'ın genel uslubu olduğunu kabul
etmek mümkün değildir.

Ancak söz konusu ayetlerin de açıkça gösterdiği gibi, bu düzenlemeler


Kuran'ın geldiği dönem için anlamlıdır. İnsan idrakının bilgi ile
orantılı olarak geliştiği bir gerçektir. Dolayısıyla Kuran, 7. yy'ın Arap
toplumu insanını doğruya yönlendirmeyi amaçlayan bir dil kullanmış ve o
günkü toplumun ihtiyaçları ve örfleri doğrultusunda düzenlemeler getirmiştir.

Kuran'da Cahiliyye dönemi Arap toplumunun İslam'la ters düşmeyen


örf ve yasalarının aynen ya da biraz değiştirilerek uygulanmasını
emreden ayetler olduğu gibi, dine aykırı olduğu için tamamen kaldırılan örf
ve yasalar da mevcuttur. Bu konuyu Prof. Süleymen Ateş şöyle açıklamaktadır:
Kuran Araplar arasında uygulanan geleneksel şifahi yasaların
tevhid dinine aykırı olmayanlarını almış, bunların ya aynen veya biraz
tadil ile uygulanmasını emretmiş, tevhide aykırı gelenek ve yasaları ise
lağvetmiştir. Kuran'ın getirdiği yasalar, Kitab-ı Mukaddesteki prensiplerle
Arapların şifahi yasalarının karışımıdır. Bunda da ğaripsenecek birşey yoktur.
Çünkü Kuran, bir toplumu mutlu kılmak için gelmiştir. Toplumun mutluluğu,
alışılagelen iyi yasaların ve geleneklerin adil biçimde uygulanması,
kötülerin kaldırılması; toplumu engelleyici hurafelerin, batıl düşüncelerin
atılması ile olur. (Süleyman Ateş; Kuran-ı Kerim Tefsiri, Cilt 1, s.53)

Gerçekten de toplumsal değişim toplumun tüm adet ve alışkanlıklarına,


yılların birikimi olan örflerine ve yaşamı düzenleyici, benimsenmiş
doğru yasa ve kurallarına karşı gelerek sağlanamaz. Dolayısıyla
Kuran, Arap toplumunuu örf ve yasalarını doğrulamakla en akılcı ve gerçekçi
yolu seçmiştir.

Nitekim, Tek Tanrı düşüncesinin isimlendirilmesinde Arapların İslam


öncesinde muğlak olarak sezinledikleri ve başları sıkıştığında başvurdukları
En Yüce Varlık için, yeni bir ad bulmaya ihtiyaç hissetmemiş, o zamanlar
kullanımda olan Allah terimini benimsemiştir. (Şeyh İnayetullah; İslam
Öncesi Arap Düşüncesi, M.M. Şerif; İslam Düşüncesi Tarihi, Cilt 1, İstanbul
1990, s.156)

Araplarda yaygın bir adet ve bir tür tapınma kabul edilen kurban,
İslamiyette de aynı derecede önemli bir ibadet olarak kabul
edilmiştir. Araplar kurbanın, onu keseni Tanrı ile yakınlaştırdığına
inanıyor ve kutsal taşlar üzerinde kesilen kurbanın kanı, o taşa dökülüyor,
ya da sürülüyor, böylece tanrılara hizmet edildiğine inanılıyordu. Hz.
İbrahim'den itibaren süren kurban geleneğinin, Arap inançları içinde de
kendisine farklı yorumlarla da olsa yer bulması dikkat çekicidir. Kurban ya
kurba kelimesi Arapça yakın olmak anlamına gelmekte ve Tanrılarla
yakınlaşmanın bir yolu olarak kabul görmekteydi. Araplarda var olan bir diğer
gelenek de bir çocuğun doğuşundan hemen sonra başının kazınması ve onun
adına bir koyunun kurban edilmesi idi. (agm. s. 153) Bu adetler, Kuran'da dinin
kapsamı içine alınmış ancak bazı yeni düzenlemeler getirilmiştir. Bakara
suresinin 196. ayeti kurban ve saç kazıma konusunda şöyle demektedir. Eğer
düşman veya hastalık gibi bir engelle çevrilmiş olursanız kurbanı
gönderin: Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin. İçinizden
hasta olan ya da başından bir rahatsızlığı bulunan, bundan ötürü traş olmak
zorunda kalan kimse, oruçtan, sadakadan veya kurbandan biriyle
fidye verir.

Kuran hac ve umreyi İslamın önemli bir şartı olarak kabul etmiştir.
Allah için hace ve umreyi tamamlayın (Kuran-ı Kerim; Bakara suresi/196) Safa ile
Merve Allah'ın
nişanlarıdır. Kim evi (Kabe) hacceder, ya da umre yaparsa, onları tavaf
etmede kendisine bir günah yoktur. (Kuran-ı Kerim; Bakara suresi/158) Allah
Kabe'yi, o saygı değer evi,
insanlar için hayat ve güven durağı yaptı. O saygı değer ayı,
kurbanı, boynu bağlı kurbanları da böyle yaptı ki Allah'ın gökte ve
yerde olanları bildiğini ve Allah'ın herşeyi bilici olduğunu anlayasınız.
(Kuran-ı Kerim; Maide suresi/97)

Kabe, İslam öncesi Arap toplumu için de kutsal bir mekandı. İçinde
360 put bulunan bu taştan yapı Araplar için sadece bir ibadet yeri
değil, aynı zamanda bir hac yeriydi. Yılın belli aylarında orada toplanılır,
bu toplantılar panayır ve bayram niteliğine dönüşürdü. Hac ile ilgili tören
ve merasimlerin yapıldığı Zilhicce ayı, kendisinden önceki ve sonraki
aylar olan Muharrem ve Zilkade ayları, kutsal aylar olarak kabul
edilirdi. Bu aylarda savaşmak yasaklanmıştı. Hacılar, kutsal topraklara
girer girmez bir takım yasaklara dikkat ederek, nefislerini bazı sıkıntılara
katlanarak köreltmek zorundaydılar. Kabe'yi tavaf ederler, duvarlarından
birinin içine yerleştirilen Hacer-ül Esved'i öperler, Zilhiccenin 9. günü
Arafat tepesine çıkarlardı. Hac adetleri içinde Mina'ya gitmek, burada
kurban kesmek, belli bir mekana taş atmak da vardı. (Şeyh İnayetullah; agm.,
s.154-155 Mekkeden akan Zemzem) adındaki su kaynağı da daha sonra kutsal
bir su olarak İslam inanışlarındaki yerini almıştır.

Görüleceği gibi İslam öncesi Arap toplumunun örfleri İslam sonrasında


ibadeti belirleyen esaslar içinde yer almıştır. Arap toplumunun
örflerinden kaynaklanan ve sosyal yaşamı belirleyen esasların Kuran'da
yer alması ve İslama inanan toplumların tümüne teşmili yolundaki yorumlar,
İslamın sosyal ve siyasal düzeninin günümüz dünyasının ihtiyaçları ile
uyuşmazlığının en önemli sebepleri arasında yer almaktadır. Geldiği dönem
ve toplum için son derece anlamlı olan ve o toplumun mutluluk, huzur ve
düzenine büyük katkıda bulunan hükümlerin, günümüz toplumunun ihtiyaçlarını
tatminde yeterli olmaması ve toplumsal huzura aynı derecede katkı yaratacak
sosyal hükümler içermemesini olağan karşılamak gerekir. Ancak Kuran'daki her
hükmü, değişmeksizin yaşama geçirmek isteyen Siyasal İslamcılar, sadece
Kuran'daki ahlaki normları değil; 14 yüzyıl öncesinin Arap örflerini de Türk
insanına dayatmayı amaçlamaktadırlar ki, toplumdaki laik-islamcı çatışmasının
temelinde yatan gerçek de budur.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti asırlardır içinde farklı din, ve inançlara


sahip toplumları barındıran bir devletin muasçısıdır. Cumhuriyetle
birlikte vatandaşlık esası kabul edilmiş ve farklı dinlere mensup olan
kitlelere de eşit haklar tanınarak, barış içinde bir arada yaşamanın en
güzel örneklerinden biri dünyaya sunulmuştur. 21. yüzyılın küreselleşen
dünyası ise farklı inanç, ırk, milletlerle bütünleşmenin ve işbirliğinin
antrenmanlarına gebedir. Bu koşulları sağlayan rejim ise ancak demokrasi
olabilir. Zira Siyasal İslamın ekonomik ve siyasal işbirliği tercihleri din
birliği esasına dayalıdır. Kuran'ın Maide suresinin 5. ayetindeki Ey
inananlar, Yahudileri, Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin
dostudurlar. Sizden kim onları dost tutarsa, o onlardandır. ifadesinin
günümüze uyarlanarak uygulanmaya kalkışılması halinde Türkiye'yi içeride ve
dışarıda bekleyecek olan tehlikeler de Siyasal İslami Hareketin
yaratacağı diğer bir tehdit olarak gözden uzak tutulmamalıdır.

Bunu, hayali bir iddia saymak ne yazık ki mümkün değildir. Zira yaşayan
İslamın özellikle Yahudilere bakış açısı son derece olumsuzdur. Bu
olumsuzluk bazı hallerde tırmanışa geçmekte ve akıl dışı, kışkırtmacı bir
üslup kazanabilmektedir. Dini nikah tartışmalarının gündemi işgal ettiği
günlerde, Mason Nikahının da konu edilmesi, Yahudilere gözdağı vermeyi
fırsat bilen bazı İslami çevreleri harekete geçirmiştir. İşte RP'nin yayın
organı olan Milli Gazete'nin (Milli Gazete, 1.Şubat.1997) Ahmet Akgül tarafından
yazılan Masonluk-
Gladyo ve Siyonizm adlı yazı dizisinden birkaç satır: Şeytanın
birinci sınıf askerleri ve avaneleri ise, tarih boyunca hep
Yahudiler olmuştur. Şeytan Hak dinin saptırılması ve hükümlerinin tersine
çevrilerek uygulanması üzerine kurduğu batıl dinini ve düzenini önce
Kabbalist Hahamlara öğretir.... Yani bugün Siyonizm, Deccalizm'dir.....
Muharref Tevrat'taki Yehovadiye adlandırılan Tanrı'dan da aslında şeytan
kastedilmektedir.

Yeri geldiğinde, din ve vicdan özgürlüğünden dem vuran ve İslam'ın


hoşgörüsünü anlatan bu ağızlar, fırsat bulduklarında gerçek niyetlerini
açıkça sergilemektedirler.

Bu yaklaşımların demokrasiye olduğu kadar, dine de ters düşen ve birliği


bozucu ciddi bir tehdit içerdiği açıktır.

Bu koşullar altında ortaya çıkan açık gerçek, Siyasaİ İslamın demokrasi


ile bağdaşmasının ne derece zor olduğudur.

İslamın demokrasi ile bağdaşamayacak bir sistem olduğu bazı İslami


yazarlarca da açıkça ifade edilmektedir. Faruk Köse, Demokratik Çeçenistan
başlıklı yazısında (Akit Gazetesi, 31 Ocak 1997) şöyle demektedir: Demokrasi,
hiçbir zaman
İslam ile bağdaşabilecek bir sistem değildir. Ne zaman ki demokrasi yoluna
girilmiştir, o zaman İslamın iktidarı imkansız hale gelmiştir. Çünkü
demokratik seçim ve iktidara geliş-gidiş mekanizması, hükumete
gelecek kişi veya gruplar bakımından her zaman da değil, çoğu zaman
İslamcı hükumetlere geçit vermez... Oysa, İslami seçim ve şura olsa,
mekanizma ve sistem İslam olacak, İslam'dan ayrılık da o kadar kolay
olmayacaktır... Demokrasi sandığı, İslami Hareket için en büyük tuzaktır.

Demokrasi-Kemalizm ve İslam

David Hotham 1972 yılında yayınladığı The Turks adlı kitabında,


60'lı yılların sonuna kadar ki süreç içinde Türkiye'yi analiz etmekte
ve dikkat çekici bir yaklaşımda bulunmaktadır. İkili meşruiyet (David
Hotham; The Turks, London, 1972, s.63) adını verdiği bu yaklaşımıyla
Türkiye'nin demokrasiye geçişte yaşadığı sancıların sebeplerine somut bir
teşhis koymaktadır.

Hotham'a göre Türkiye ikili bir meşruiyetin sıkıntılarını yaşamaktadır.


İkili meşruiyet, devletin gücünü hangi esastan almakta olduğu sorusuna
iki farklı cevabın verilmesini zorunlu kılmaktadır. Bu ikili yapının birinci
ayağı Kemalizm'dir. Kemalizm'e göre, Atatürk ilkeleri, Anayasa'nın
ve hukukun değişmez, tartışılmaz ilkeleri olarak kabul edilmiştir.
Siyasal ve sosyal yaşam bu ilkeler doğrultusunda işlemektedir. Diğer bir
ifade ile, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, gücünü Atatürk'ün belirlediği
milliyetçilik anlayışı ve onun inkılap ve ilkelerinden almaktadır.
İkinci ayak ise demokrasi, yani halkın iradesidir. Devlet kendini
demokratik olarak tanımlayarak, gücünü halkın iradesinden aldığını beyan
etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Başlangıç bölümünde de
bu ikili yapı açıkça ifade edilmektedir. Birinci paragrafta Atatürk
inkılap ve ilkeleri yer alırken, üçüncü paragrafta egemenliğin kayıtsız
şartsız milletin olduğu vurgulanmıştır.

Türkiye'de uzun yıllar tüm siyasi partiler, en muhafazakarından,


devrimcisine, liberalinden, sosyalistine kadar kendilerine
Atatürkçülük şemsiyesi altında bir yer aramışlardır. Hemen her siyasi
iktidar da kendini Atatürkçü olarak tanımladığı içindir ki, bu ikili yapıyı
açıkça teşhis etmek mümkün olmamıştır. Ancak günümüzde ortaya çıkan durum,
David Hotham'ın 25 yıl önce koyduğu teşhisi yaşama geçirmiştir. Hotham, o
günlerde şu soruyu soruyordu: Atatürk, hakimiyetin kayıtsız şartsız
milletin olduğunu söylemiştir. Halkın iradesi ise parlamentoda temsil
edilmektedir. Pekiyi halkın çoğunluğu iradesini, Kemalist ilkelere karşı
kullanırsa ne olacaktır?
İşte o zaman meşruiyetin ikili yapısından dolayı devletin güç aldığı bu
iki kaynak arasında bir çatışma yaşanması kaçınılmaz olacaktır. O zaman
demokrasi ile Atatürkçülük karşı karşıya kalarak bir mücadeleye mi
gireceklerdir? Bunun devletin bölünmez bütünlüğü üzerindeki etkileri neler
olacaktır?

Bu sorulara Atatürk ilke ve inkılapları ile demokrasi ilişkisi açısından


yaklaşmakta yarar vardır. İlk yapılması gereken, Atatürk ilke ve
inkılaplarının demokrasi açısından ne gibi bir engel oluşturduğunu incelemek
olmalıdır. Bu ilkelerin hiçbirisi, demokratik sürecin işlemesine engel
teşkil etmez. Ancak inkılap kanunlarının Anayasa ile korumaya alınmış olması
ve Atatürk'ün en önemli devrimlerinden sayılan laikliğin, laiklik
karşıtı görüşleri Anayasaya karşı gelmek suçu ile yüzyüze getirmesi,
Atatürkçülüğe karşı gelmenin suç sayılması gibi konuların demokrasiyle
bağdaşıp, bağdaşmadığı soruları akla gelebilmektedir.

Laiklik ve Demokrasi:

Türkiye gündeminde yer alan en sıcak tartışmalar laiklik konusunda


yaşanmaktadır. Laiklik, siyasal iktidarın dini otoriteden bağımsızlaştırılması
ve bunun sonucunda da siyasal ve toplumsal sistemin din ve devlet
ayrılığı ilkesine dayanması biçiminde tanımlanmaktadır. Anayasanın 24.
maddesi, bu tanıma daha geniş biçimde yer vermiştir.

Laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması biçiminde


tanımlanırken, laik düzenin dini inkar eden, yok sayan bir anlayış
getirmediğine kanıt olarak da çeşitli yasal düzonlemeler yapılmıştır.
Anayasanın 24. maddesinde Herkesin vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine
sahip olduğu, dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamayacağı hatta din
kültürü ve ahlak öğretiminin orta öğretim kurumlarında zorunlu ders olarak
okutulacağına ilişkin hükümlere de yer vermektedir. Ayrıca TCK'nun
İkinci Faslı Din Hürriyeti Aleyhinde Cürümler başlığı altında Din
faaliyetini men ve bozma, dini eşyayı bozma-din görevlilerine saldırma,
mabed ve kabirlerdeki eserlere saldırmaya ilişkin cezalar
getirmektedir. Dini Faaliyeti men ve bozmaya ilişkin hükümleri düzenleyen
175. madde, Dinlerden birine ait dini işleri veya ibadet ve ayinin
yapılmasını men ve ihlal eden kimselere... Allah'a veya dinlerin
peygamberlerinden veya kutsal kitaplarından veya mezheplerinden birine
hakaret eden veya bir kimseyi dini inançlarından veya mensup olduğu dinin
emirlerini yerine getirmesinden veya yasaklarından kaçınmasından dolayı
kınayan veya tezyif veya tahkir eden veya alaya alan kimseye hapis ve
para cezası verileceğini ifade etmektedir. Bu düzenlemeler laikliğin
dinsizliği teşvik eden bir amaç taşımadığını ortaya koymaktadır.

Ancak laiklik, siyasal iktidarı dini otoriteden bağımsızlaştırarak,


din devletine kapıları kapamakta ve Siyasal İslamın önündeki en büyük
engeli oluşturmaktadır. Türkiye'de Siyasal İslami hareketin güçlenmesi,
bu sebeple laiklik konusunun en çok tartışılan konular arasında yer
almasına yol açmaktadır.

Laikliğin din devletine kapıları kapaması, tartışılmasındaki en önemli


sebebi teşkil etmektedir. Bu kapıları kapayan cumhuriyet idaresi
de elbetki her türlü laneti üzerine çekmektedir. Ancak üzeri örtülen ve hiç
sözü edilmeyen bir tarihi gerçek vardır. Osmanlı'yı idealize eden dini
çevrelerin bu gerçeği hasır altı etmekte oldukça başarılı oldukları da
açıktır. Bu gerçek, laikleşme sürecinin cumhuriyetten çok önce, başlamış
olduğudur. Bu konuda kısa bir tarih özeti vererek, laiklik günahından(!)
Osmanlı'ya düşen payı da belirtmek, yararlı olacaktır.

Osmanlı Devletinde din-devlet ilişkisini iki dönemde ele almak


gerekir. Birinci dönem, Yavuz Sultan Selim'in Mısır'ı zaptederek Abbasi
halifesinden hilafeti devr alması ile başlar ve l9. yy'ın ilk yarısına
kadar devam eder. Bu dönemde devletin anayasası şeriat, hükumet tarzı ise
saltanattır. Halife-Sultan, şeriat kanunlarına aynen uymak ve bu
yoldan dışarı çıkmamakla yükümlüdür. Devlet, dini esaslara göre
yönetilmektedir. Halifeyi din konusunda aydınlatmak ve yol göstermek üzere
kurulmuş yüksek bir dini makam vardır ki, bu makamın sahibi Şeyhülislamdır.
Şeyhülislamlık, şeriatın koruyucusu ve halife-sultanın dini rehberidir.
Şeyhülislamı halife tayin eder ancak bir kez o makama gelindiğinde artık
şeyhülislam olağanüstü yetkiler kazanır. Bu yetki, onun icabında vereceği
bir (hal'i) fetvasıyla, halife-sultanı hükümdarlıktan azle kadar
gider. (Ali Fuad Başgil; Din ve Laiklik, İstanbul; 1996, s.194)
Devletin yönetimi şeriata göre yürütüldüğü halde, hükümdarın
yönetim konusunda alacağı kararlarla ilgili olarak Padişah Kanunnameleri
ne başvurduğu da bir gerçektir. Ancak bu kanunnameler şeriata aykırı olamaz.

Osmanlı idaresi, l9. yy'ın ilk yarısına kadar bu esaslarla devam


etmiş, yani dine bağlı devlet yönetimi benimsenmiştir. İkinci dönem ise
Tanzimatla başlamaktadır. 1839 da okunan ve İslahat Fermanı diye anılan
ünlü Gülhane Hattı Humayunu, sadece bir yenileşmenin değil, aynı zamanda
laiklik uygulamalarının da başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Zira
Tanzimat döneminde din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması yolunda
ilk ciddi adımlar atılmış ve Osmanlı toplumunda müslümanların diğer inanç
grupları üzerindeki mutlak hakimiyetlerine son verici uygulamalar
başlatılmıştır. Bu dönemi laik devlete geçiş olarak değil, fakat yarı dini
devlet uygulaması olarak yorumlamak daha doğru olur. Zira devlet, hala din
devletidir. Ancak dinin devlet yönetimi üzerindeki tekelci yapısı kırılmış,
yasalar yalnızca şeriata bağlı olmaktan çıkmış ve iktidara din dışı
unsurlar hakim olmaya başlamıştır. Özellikle yeni yapılan kanunlarda,
dini esaslardan ziyade değişen şartların ortaya çıkardığı ihtiyaçlar
dikkate alınmış ve Avrupa'dan, özellikle de Fransa'dan iktibas edilen
Ticaret, Ceza Kanunları ile ilk kez din hukukunun dışına çıkılmıştır.
(Ali Fuad Başgil; age, s.196)

Laikliğin ilk işaretleri, bu dönemde bizzat Padişahın sözleriyle


verilmiştir. Sultan Abdülaziz, 10. Mayıs. 1868'de Şurayı Devletin açılış
konuşmasında şöyle demiştir: Teşkilat-ı cedide, kuvve-i icraiyyenin,
kuvve-i adliyye, diniye va teşri-iyyeden tefriki esasına müsteniddir.
(Yılmaz Öztuna; Türkiye Tarihi Cilt 12, İstanbul, 1967, s.42)
Diğer bir ifade ile, yeni teşkilatta yürütme kuvvetinin, yargıdan, dinden
ve yasamadan ayrıldığı ifade edilmekteydi. Böylece meclisin yürütme fonksiyonu
büyük ölçüde dinden bağımsız hale geliyordu.

Ayrıca halk arasında din ve inanç ayrılığından dolayı yerleşmiş olan


farklılıkların ortadan kaldırılması amacıyla devlet dini olan Müslümanlığa
önceden tanınmış olan imtiyazların bir çoğu bu dönemde iptal edilmiştir.
Bunlar arasında, devlet memurluğunun sadece müslümanlara özgü bir
meslek olması, eşit oranda vergi alınması, mahkemeler önünde eşitlik,
askerlik de eşitlik gibi esaslar yer almaktadır.

Ancak laikliğe geçiş bakımından en dikkat çekici gelişme, yargı kurumunun


teşkilatlanması ile ilgili olandır. Batı kökenli kanunların, bir ölçüde
yerlileştirilerek de olsa uygulamaya sokulması, Şeriyye mahkemelerinin
yanısıra karma mahkemelerin de kurulmasını zorunlu kılmış ve dine dayalı
hukuk, belli alanlarda yerini din-dışı hukuka terk etmeye başlamıştır.

Bu dönemin laikliğe geçiş sürecini başlattığını iddia etmek için bir


başka önemli değişimden de söz etmek gerekir. Bu değişim, eğitim felsefesi
ile ilgilidir. Gülhane Hattı Humayununda alınan kararlardan biri de
Batı örneğine uygun okulların açılması olmuştur. Bilim, öğretmen ve sermaye
olarak Batı'dan yararlanılması yolunda alınan karar, eğitimde laikleşmeye
doğru atılan önemli bir adım olmuştur.

1876 da çıkarılan Kanunu Esasi, bir Anayasadır. Bu anayasada devletin


dininin İslam olduğu yer almakla birlikte, yarı dinilik vasfına
sahip olduğu da açıkça ortadadır. Zira Kanunu Esasinin 11. maddesi, din
hürriyetini garanti altında almakta ve memlekette mevcut bütün dinlerin
serbestçe icrasını, devlet himayesine vermektedir. (Ali Fuad Başgil;
age, s.197) Bu neden önemlidir?

Artık devlet, sadece müslümanların devleti değildir. Yazılı olarak ifade


edilmese bile, diğer dinlere de yasal bir meşruiyet tanınmıştır. Bu
sebeple, devlet dini İslamdır yazmanın, pek fazla bir önemi kalmamıştır.
Devlet, diğer dinlerin inananlarına da İslama inananlara olduğu
mesafededir. Artık devlet hayatı sadece dini hükümlere göre değil, beşeri
hükümleri temsil eden bir Anayasaya bağlanmıştır. Ancak tam laik de
değildir, çünkü devletin dini İslam, başkanı ise halifedir. Halife dine
aykırı gördüğü konuları onaylamamak yetkisine sahiptir. Ne var ki bu dönem,
laikliğe giderek yaklaşılan bir sürecin başlangıcıdır.

Ankara'da büyük Millet Meclisi Hükumetinin kurulmasıyla birlikte ortaya


çıkan gelişmelere bakıldığında din ve devlet ilişkilerinin düzenlenmesinde
belli aşamalardan geçildiği görülecektir. İlk aşama 1920 yılında Şeriye
vekaletinin kurulmasıdır. Osmanlı İmparatorluğunda dini yetkileri
elinde bulunduran Şeyhülislam, aslında Sadrazamla birlikte devletin
yürütme organın liderliğini paylaşmaktaydı. Yapılan değişiklik,
şeyhülislamlığın yetkilerini bir bakanlık bünyesinde toplamak, ancak bir
yönü ile de onun yetkilerini hükumetin başı olmaktan bir bakanlık statüsüne
indirgemekti.

Ancak devletin dini hala İslam olarak geçtiği için, dini yetkilerin
devletin bir bakanlığına verilmesi, din devleti yapısı ile tezat
oluşturmuyordu. Dini yetki, bir yönü ile kurumsallaştırılmış oluyordu.
Bundan sonraki aşama ise, halen çok taıtışılan bir uygulamanın başlangıcı
olmuştur. 1924 yılının 2 Mart günü Şeriye ve Evkaf Vekaleti kaldırılarak
429 sayılı kanunla Diyanet İşleri Reisliği kurulmuş ve bu kurum başbakanlığa
bağlanmıştır. Ancak devletin resmi dini hala İslamdır. 29 Ekim 1923 de
cumhuriyet ilan edilmiş, 20 Nisan 1924 de Teşkilatı Esasiye Kanunu yani ilk
cumhuriyet anayasası kabul edilmiştir. Anayasada da devletin resmi dininin
İslam olduğu ibaresi yer almaktadır. Bu nedenle Diyanet İşleri Reisliğinin
devlete bağlı bir kurum olmasında sistem açısından bir çelişkinin mevcut
olduğu söylenemez.

Ancak 10 Nisan 1928 de Teşkilatı Esasiye Kanunundan devletin dinini


belirleyen madde çıkarılmış ve 1937 yılında da laiklik ilkesi anayasaya
dahil edilmiştir. Böylece devletin niteliği belirgin biçimde ortaya
çıkmış ve din ile devlet işleri birbirinden tamamiyle ayrılmıştır.
Günümüzde laiklikle ilgili tartışmaların büyük bölümü bu konuda cereyan
etmektedir. Türkiye'de din ve devlet işleri gerçekten birbirinden ayrılmış
mıdır?

Türkiye'de din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması iki yönlüdür;


dinin devlete karışmaması, devletin de dine karışmaması gerekir. Mevcut
uygulamalar, dinin devlete karışmadığı biçiminde yorumlanabilir. Her
ne kadar devleti oluşturan bireylerin inançları mevcut ise de bu
inançların, devletin fonksiyonlarını dine dayalı biçimde etkilememesi
halinde, dinin devlete karıştığı iddia edilemez.

Konuyu tartışılır kılan husus, laiklik tarifinin ikinci aşaması olan,


devletin dine karışmaması esasıdır. Türkiye'de devlet dine karışmakta mıdır?
Anayasanın 136. maddesi Diyanet İşleri Başkanlığının işlevine ayrılmıştır.
Bu madde Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik
ilkesi doğrultusunda bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve
milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanunda gösterilen
görevleri yerine getirir demektedir.

Bu maddenin açıkça ortaya koyduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti Devletinde dinin


özerk bir biçimde örgütlenmesine
izin verilmemiş ve Diyanet İşleri Başkanlığı ile din hizmetlerinin devlet
tarafından karşılanması esas alınmıştır. Bunun yanısıra Diyanet İşleri
Başkanlığının faaliyetlerinin laiklik ilkesi doğrultusunda yapılması ve
dinin hiçbir biçimde siyasete alet edilmemesi de belirtilmiştir. Devlete
din alanında geniş bir denetim ve müdahale yetkisi tanıyan bu uygulama, ulus
devlete geçiş, ulusal egemenlik ilkesinin yerleşmesi ve çağdaşlaşma
girişimlerinin gereği olarak yapılan tercihin sonucudur. Laikliğin tanımi
ile, uyumsuzluk içinde bulunduğu iddia edilse de Türkiye'nin Cumhuriyetten
bu yana yaptığı siyasal tercihlerin devamlılığı açısından önem taşımaktadır.

Dinin devletin denetimi altına sokulması sonucu, İslam, siyasal


rejimin ana ilkeleri ile tezat oluşturmayacak biçimde, radikal İslamcıların
ifadesiyle resmi, ya da laik din haline dönüşmüştür. Ancak bu kesimin göz
ardı ettiği gerçek İslamın bu yeni yorumunun yıllar boyu bu özelliği ile
kitlelerce kabul görmüş, inanç, iman ve ahlaka ilişkin temel fonksiyonunu
yerine getirmiş ve halkı birleştirici rolünü kusursuz biçimde ifa etmiş
olduğudur.

Oysa günümüzde, İslamın Türkiye'ye özgü bu yorumunu tanımayıp,


Siyasal İslamı yaşama geçirmek isteyenler, öncelikle laikliğin tanımından
hareketle, dinin devletin resmi ideolojisinden bağımsızlaştırılması, talebini
gündeme getirmektedirler. Bunun ilk adımı ise Diyanet İşleri Başkanlığının
özerkleştirilmesidir.

Bu gerçekleştiği takdirde neler olacaktır? Diyanetin son yıllarda sıkça


tanık olunan fetvaları, siyasi rejimle ya da Kemalizm'le çatışabilecek;
geniş halk kitleleri zaman içinde Siyasal İslami bir şuura
yönlendirilebilecektir.
Zira İslamiyet, siyasal bir dindir ve din ile ibadet, çoğu halde içiçe
girmiş durumdadır. Diyanetin tamamen bağımsız bir kurum olarak kabulü
halinde, dini kurumların, siyasetten bağımsız bir fonksiyon görmeleri
beklenemez.

İslam tarihi içinde cami, dini ve siyasal vaazların verildiği bir


din kurumu olarak görev yapmıştır. Siyasi önderin aynı zamanda dini önder
olması, halifenin aynı zamanda hem dini, hem de siyasi önder olarak
imamlık görevini ifa etmesi, dini kurumlarla siyasi kurumların birbirinden
ayrılmasına imkan vermemiştir. Abbasiler dönemine kadar halifeler,
camilerde beş vakit imamlık yapan, imana ilişkin konuların yanı sıra,
yönetimle ilgili konularda da halkla görüşen, dolayısıyla din ve devlet
işlerini bir arada yürüten yöneticiler olmuştur. İslam Devletinin
genişlemesi, imamlık görevinin, bölgenin en büyük mülkü amiri olan valilere
devredilmesine yol açmış ancak ülkenin başkentinde bu görev, devlet
başkanınca sürdürülmüştür.

Yine önemli bir ibadet biçimi olan cuma namazı, tamamen siyasi
amaç taşıyan bir ibadet biçimi olup, halkla yöneticinin devlet
meseleleri konusundaki istişaresini sağlamaya yönelik bir ibadet türüdür.
İslamın bu özelliği, laik, demokratik bir hukuk devletinde, din-devlet
işleri ayrılığı önündeki en önemli engeli oluşturacağından, din
görevlilerinin devlete bağlı bir kurum olan Diyanet aracılığı istihdamı,
rejimin devamlılığı bakımından bir zorunluluk olmaktadır.

Siyasal İslamın günümüzde rejimin boşluklarını belirlemede büyük bir


titizlikle çalışması ve laiklik ilkesi ile uygulama arasındaki
çelişkileri belirlemesi, hukuk devletini güçsüz kılma konusunda önemli bir
girişim olarak değerlendirilmelidir.

Siyasal İslamcıların laiklikle ilgili ikinci iddiaları ise, Siyasal


İslamın laikliğe konu olmamasını amaçlamaktadır. İddiaya göre laiklik
devlet ve siyaset üzerinde kilise ve din adamlarının, yani İslamda
varolmayan ruhban sınıfının, iddia ve teşebbüslerine karşı siyaseti ve
dini özgürleştirmektir. Oysa otoriter laik görüşe göre; İslamın iki
kutsal referansını (Kuran ve sünnet) bir üst hukuk kabul edip, genel İslami
değerlere uygun siyasi tasarım ve programlara sahip insanların yönetime
katılma istekleri, laikliğe aykırı kabul edilmekte, böylece paradoksal bir
şekilde kilisesi ve ruhban sınıfı olmayan İslam dini ve ona bağlılık hissi
içinde bulunan müslümanlar, laiklik adı altında siyasi sistemin dışında
tutulmaya çalışılmaktadır. Türkiye'de savunulan ise düpedüz dinsizliktir.
(Ali Bulaç; Modern Ulus Devlet, age. s.113)

Bu iddialar, İslamın laikliğe konu teşkil edecek bir din olarak


kabul edilemeyeceğinden hareketle, yaratılacak olan boşluktan, Siyasal
İslamın geçişini kolaylaştıracak bir yaklaşımdır. Oysa ruhban sınıfı olsun,
olmasın toplumun sosyal ve siyasal yaşamını düzenleyici ilkeler içeren ve
hukuku (şeriatı) olan bir dinin, kendi kutsal referanslarından oluşan
ilkelerle ve bir siyasal parti aracılığı ile devleti yönetmeye talip olması,
elbet ki laiklikle bağdaşması mümkün olmayan bir durumdur. İslamın, yasa ve
kural koyucu bir ruhban sınıfına ihtiyacı yoktur. Çünkü Kuran, bu ihtiyaca
cevap vermekte ve siyasal sistemin esaslarını ayrıntılı biçimde
belirleyerek, siyasal iktidara yol çizmektedir. Dolayısıyla Hırıstiyan
alemindeki ruhban sınıfını bahane ederek, laikliği özünden saptırarak
tanımlamanın sadece bir laf cambazlığından ibaret olduğu açıktır.

Ülkemizde laiklik ilkesi ile anti-laik siyasal oluşumların


yasaklanması, konuyu bir demokrasi tartışmasına da dönüştürmektedir.
Özgürlük ve demokrasiyi öne sürerek siyasal amaçlı dini faaliyetler
önündeki engelleri, laikliği devre dışı bırakarak kaldırmak isteyenlerin
ana hedefi nedir? Siyasal İslamın güç kazandığı bir ülke olması nedeniyle
Türkiye'de laiklik sadece siyasal rejimin değil, demokrasinin de teminatı
olarak kabul edilmektedir. Çünkü Siyasal İslami Hareket olarak kendini
gösteren anti-laik siyasal oluşumlar, demokrasiye kapalıdır. Bu nedenle
laiklik ilkesinin korunmasına gösterilen özenin bir demokratikleşme
sorunu olarak değil, demokratik sistemin kendi varlığını devam ettirme
vasıtası olarak görülmesi gerekmektedir. Bu durum bir din devletinde laik
siyasal oluşumlara izin verilmemesine eş değerdir.

O zaman Daha demokratik bir yönetim için bu ilkelerden fedakarlık


edilemez mi? sorusuna dünyanın başka bir ülkesinde olumlu cevap
vermek mümkün iken, Türkiye'nin içinde bulunduğu koşullar incelendiğinde,
Atatürk ilkelerinin daima İslam devleti olgusuna karşı en önemli
engeli oluşturduğu görülecektir.

Buna karşılık demokratik rejimin varlığını sürdürmesi için elzem


olmayan ancak toplumda ciddi gerginliklerin yaşanmasına yol açan bazı
konuların yeniden gözden geçirilmeleri mümkündür. Örneğin faşist devlet
imajı yaratmak için kullanılan başörtüsü sorunu, demokrasinin yaşaması
ile ilişkili bir sorun değildir. Her ne kadar İslami ideolojinin
göstergesi olarak kullanılıyorsa da, yasaklamanın demokratik rejime
getirdiği yük daha fazladır. Bu gibi konuların demokratikleşme olgusu
içinde yeniden ele alınarak yasal düzenlemelerin yapılmasını, Atatürk'ün
manevi şahsiyetine yapılan bir saygısızlık olarak görme hassasiyetinden
fedakarlık yapılması mümkündür.

Türkiye'nin kızışan siyasal gündeminde demokrasiyi kullanarak, anti


demokratik bir uygulamayı başlatmayı amaçlayan Siyasal İslami Harekete
halkın desteğini kazandıracak olan ve bu hareketin temsilcilerini mazlum
konumuna düşürecek her türlü kısıtlamanın yeniden gözden geçirilmesine
ihtiyaç bulunmaktadır.

Ancak göz ardı edilemeyecek gerçek, laiklik ilkesinin Türk demokrasisi


açısından taşıdığı önemdir. Laiklik, anti-demokratik bir oluşum olan,
din devletine kapıları kaparken, İslamiyeti de her türlü siyasal
kavgaya alet olmaktan uzak tutan, halkın vicdanında siyaset üstü bir konuma
yükselten ve yine siyaset aracılığıyla tahriften koruyan bir fonksiyon da
görmektedir.

Laiklik ilkesi aynı zamanda bireysel inancın siyasal bir baskı ve


telkin altında kalınmadan da yaşanmasını mümkün kılmaktadır. Devletin
yönetici bir otorite olarak herhangi bir dini, telkin ya da tavsiye
etmemesi, inancın vicdan ve irade özgürlüğüyle belirlenmesi açısından da
büyük önem taşımaktadır. Türk insanı inanmakta da, inanmamakta da, farklı
dinlere inanmakta da hürdür, devlet tarafından hiçbir baskı altında
tutulmamaktadır. Bu nedenle bu ülkede yaşayanlar, Ben Müslümanım
diyorlarsa, bu onların dürüst, saf, içten tercihlerinin ve güçlü
inançlarının bir göstergesi olmaktadır. Diğer bir ifadeyle, laiklik, Türk
insanının ikiyüzlü bir inanç yerine dürüst ve güçlü bir inanca ulaşmasında
da büyük rol oynamıştır.

Siyasal İslam ve Ulus Devlet

İslam'da yöneten-yönetilen ilişkisinde yönetilen kesim ümmet olarak


tanımlanmıştır. Ümmet ise Allah'tan peygamber aracılığıyla indirilen ilahi
hükümleri yegane yol gösterici olarak kabul eden evrensel İslam
toplumudur. Bu nedenle ümmet ile millet kavramları birbiriyle özde çatışma
gösterirler. Zira millet, aralarında ortak dil, din, ve kültür bağı
bulunan, ortak bir ülkü etrafında birleşmiş, aynı kaderi paylaşan ve
bağımsız bir siyasal kimlikle aynı topraklar üzerinde yaşayan insan
topluluğu olarak tanımlanmaktadır. Böylece toprak ve siyasal kimlik,
milleti tanımlayan en önemli öğeler haline gelmektedir. Ümmetin dini inançta
birleşen ve ulusla sınırlı kalmayan evrensellik boyutu, millette bulunmadığı
gibi, milletleşme olgusu ile birlikte toplumsal kimlik oluşumu da dini
kimlikten siyasal milli kimliğe dönüşmektedir. Bu nedenlerle ulus devlet,
Siyasal İslamcıların bir bölümü için gayri meşru bir oluşumdur. Ayrıca İslam
dünyasında yer alan ulus devletlerin dahi, İslam siyasetinin nihai
amaçlarıyla zıtlık gösterdiğini ileri sürenler bulunmaktadır. Bu itirazlarda
ulus devletlerin İslam ümmetini ulusal kimliklere bölen ve parçalayan bir
sonuça hizmet ettiğini düşünmenin de payı olduğu muhakkaktır. Gerek
peygamberin ölümünden hemen sonra başlayan İslamdaki siyasal ayrılıklar,
gerek ekonomik çıkarlara endeksli ulusal ekonomi politikaları günümüzde tek
bir ümmette birleşecek bir İslam dünyasına ulaşmanın gerçekçi olmadığını
ortaya koymaktadır. Ancak Büyük Doğu düşüncesindeki Tek İslam Devleti
ülküsü, pekçok İslamcı düşünürün ütopyası olarak yaşamaya devam etmektedir.

Günümüz dünyasının gelişen şartlarına daha gerçekçi bir gözle bakanlar


için ise, küreselleşme, din olgusunu yeniden canlandırmayı gerekli kılan
oluşumlara gebedir. Küreselleşme dünyada din temeline dayanan yeni
kutuplaşmalar ortaya çıkarmaktadır. Gelecekte dünyanın Hıristiyanlık/sekülarizm,
Konfuçyüsçü/Budizm ve İslamcılık olmak üzere üç ana blok içinde
kutuplaşacağını düşünenler, İslamın tek ümmete dönüşümünde ısrarcı olmasalar
da dine dayalı bu yeni entegrasyon içinde, bütünleşmeyi sağlayacak arayışlar
içindedirler. Esasen tüm ekonomik entegrasyonların nihai hedefi siyasal
entegrasyon olduğuna göre, İslam dünyasındaki bu arayışı da yadırgamamak
gerekir. Necmettin Erbakan'ın İslam ülkeleri ile ilişkilere öncelik tanıması
ve kendisini İslam aleminin lideri olarak kabul ettirme yolundaki çabaları,
bu İslami entegrasyon modelinin Türkiye'deki ilk adımlarıdır. İslami
entegrasyon, ekonomik bir modelle başlasa dahi, siyasi ve kültürel amaçlar
taşıması kaçınılmazdır. Benzeri hedeflerin Avrupa Topluluğu içinde de
uygulanmakta oluşu, buna en somut örnektir.

Sosyal ve kültürel entegrasyon, AB'nin sosyal ve kültürel


politikalarını yeniden oluşturmasını gerekli hale getirmiş, yeni hukuki
düzenlemeler kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu deneyimlerin ışığında yol alan
bazı İslamcı düşünürler, İslam dünyasının sosyal, kültürel ve daha ileri
aşamada da siyasal entegrasyonu için İslamın siyasal yapısı içinde bir üst
kurumun gerekliliğini öne sürmektedirler. Bu üst kurumla ilgili en somut
öneri ise, yeni içtihad ve İslami perspektitlere İslam dünyasında siyasi
ve manevi bir üst birleştirici kimlik (Ali Bulaç; Modem Ulus Devlet,
age, s. 214) kazandıracak olan Hilafet kurumudur.

Ancak Hilafet Kurumunun yeniden kurulması elbetki yeni anlaşmazlıklara


yol açacaktır. Zira hilafet hakkının son sahibi olan Türklerin, Halifeler
Kureyşi soyundan olduğu için bu hakkı kendilerinde gören Arapların
ve nihayet bu kurumu tarih boyunca reddetmiş olan Şii dünyası ve
İran'ın, Hilafetin temsili ve üst kurum olarak kabulunde anlaşmaları son
derece zordur. Ayrıca bu kurumun yeniden yapılandırılması ve fonksiyonlarının
belirlenmesi konusunda da İslamın başlangıçtan beri yaşadığı güçlükler
devam etmektedir. İslam Hukukunun kaynağı olan Kuran ve sünnete ek
olarak peygamberin ölümünden sonra gerekli görülen sahabe ictihadı, Kuran
ve sünnetin tartışmasız doğrular olarak kabul edilen hükümlerinden
hareketle ortaya çıkan sorunları hükme bağlamaktaydı. Buradaki hareket
noktası, peygamber yaşasaydı, bu sorunu nasıl çözümlerdi? sorusuna
cevap aramak yolunda gelişmişti. Zaman zaman daha bağlayıcı kabul
edilen Şura kararlarına da başvurulmuş ve karara bağlanan konulardaki
hükümler, İslam hukukunun bir diğer önemli kaynağını oluşturmuştur. Ancak
Emeviler döneminden itibaren özellikle kamu hukuku alanında Kuran
ve Sünnetten sapmalar görülmüştür. İslam Hukukunun olgunluk çağı olarak
kabul edilen Abbasiler döneminde fıkhın önceki kaynakları olan
Kuran, sünnet ve sahabe ictihadına ilaveten tabiin içtihadı, nazari ve
farazi fıkıh çalışmaları, fetihlerle kültür ve örflerin fıkıh yorumlarına
katılması, bu alandaki ihtilatların artmasına yol açarken, fıkıh alimlerinin
kendi görüşlerini kaleme almaları ile fıkıh ilminde gelişmeler olmuş ancak
farklı yorumlar da uzlaşmayı zorlaştırmıştır.

Abbasiler döneminde İslam Hukukunun ana kaynakları konusunda görüş


ileri sürenlerin dört ana gruba ayrıldıkları görülmektedir. Birinci
grup, sünneti delil ve hüküm olarak kabul etmeyen, Kuran ve re'ye dayanan
aşırı re'ycilerdir ki, bunlar Kuranda belirgin olmayan konularda
nas'lardan hareket ederek akıl yürütme yolu ile hüküm üretmekte, yani
Kuran'ı ana kaynak kabul etmektedirler. İkinci grup ise sünneti
de delil sayan ancak titizlikle inceleyen ve hadislerin sıhhatini
araştırarak onları hukukun kaynağı olarak kullanan ılımlı re'yciler dir.
Üçüncü grup, re'y ictihadını, kıyası, tabiin içtihadını delil kabul
etmeyen aşırı esercilerdir. Dördüncü grup ise, re'y ve kıyasa nadiren
başvuran hadisler, sahabe ve tabiin fetvalarını ana kaynak kabul eden
gruptur. Bu gruplaşma, İslam Hukukunun kaynakları konusunda Abbasiler
döneminden itibaren başlayan farklı yorumları ortaya koymak bakımından somut
bir örnek teşkil etmektedir.

Günümüzde ise İslam Ülkeleri uyguladıkları hukuk bakımından üç


grupta toplanmaktadır. Birinci grup nüfusun çoğunluğu müslüman olan
eski sosyalist ülkelerdir. SSCB döneminde laik, ateist temele
dayalı bir hukuka sahip olan bu ülkeler, şimdi hukuklarını milli bünyelerine
uydurma çabası içindedirler. İkinci grup, modernizmden az etkilenen,
kapalı rejim sürdüren ülkelerdir ki, (S.Arabistan, Yemen, Umman, BA Emirlikleri,
Katar, Afganistan, Sudan, İran, Pakistan,) bu ülkeler teorik olarak İslam
Hukukunu, pratikte ise geniş ölçüde örf adete dayanan hukuku uygulamaktadırlar.
Üçüncü grupta yer alan ülkeler ise, belli alanlarda (şahsın hukuku, miras,
aile hukuku, vakıflar gibi) İslam Hukukunu, diğer alanlarda ise Batı kaynaklı
yasaları uygulayan ülkelerdir. Bunların çoğunluğunu eski sömürgeler teşkil
ettiğinden sömürgecilik döneminden kalan Batı yasaları hala yürürlüktedir.
Örneğin Hindistan, Malezya, Bengal, K. Nijerya'da İngiliz Hukuku (Common Law),
Kuzey Afrika'da Fransız Hukuku, Endonezya'da Hollanda Hukuku hala
yürülüktedir.

Öte yandan güney doğu Asya ülkeleri içinde Modern İslam Devleti
uygulamalarına geçilme girişimleri görülmektedir. Örneğin bir İslam
Devleti olan Malezya'da Başbakan Mahathir Mohammed'in dini reformu
da öngören girişimleri, bölgede bir örnek oluşturmaktadır. Mahathir Mohammed'in
öncelikle el attığı konu, İslam hukuk sisteminin değişmesidir.

Mevcut adalet sistemi ikili bir yapı göstermekte, ülkede merkezi


yönetime bağlı sivil mahkemelerin yanısıra, mahalli yönetime bağlı şeriat
mahkemeleri bulunmaktadır. Mahathir Mohammed'in şeriatın ağır işleyen,
son derece katı ve yeterince güven vermeyen uygulamalarına karşı
olması, hukuktaki reform girişimlerinin temel sebebini teşkil
etmektedir. İslamın her çağa hitap eden bir din olabilmesi, ancak 1400
yıl önceki yorumlardan kurtarılması ile mümkün olabilir diyen Başbakan,
Kuran'ın toleranslı ve esnek biçimde yorumundan yanadır. Bu esneklik mali
sistemin İslamlaştırılmasında da kendini göstermektedir. Bankalar faiz alma
ve verme konusunda yeni ölçüler benimsemektedirler. Borsacılar, yeni
İslam indeksleri çıkararak, haram faaliyetlerde bulunmayan işletmelerin
hisselerinin satışına izin vermektedirler. Haram faaliyet, alkol,
domuz ürünleri, kumar vs. gibi konuları içermekte ve haram faaliyetteki
ölçü, işletmenin toplam üretiminin yüzde 30'u ile sınırlanmaktadır. Arap
Malezya Bankası, çıkardığı kredi kartlarının gece klüpleri, masaj slonları
gibi yasaklanmış faaliyetler dışında kullanımına izin vermektedir.

Mahathir Mohammed'in yakın zamanda Suudi Arabistan otoritelerince,


Arap dünyasında büyük prestiji olan Kral Faysal Uluslararası Ödülüne
Layık görülmesi, modernleşme eğilimlerine Arap dünyasının bakışı konusunda
bazı ipuçları vermektedir. Ülkede radikal İslamcı muhalefetin bu
değişimlere göserdiği tepkiye rağmen, komşu ülkelerin, en başta da en
büyük nüfuslu İslam ülkesi olan Endonezya'nın Malezya'daki modernleşme
sürecinin yakın takipçisi olduğu bilinmektedir: Bu reformist yaklaşımların
geleceğin İslam dünyasında özellikle güney doğu Asya'da bir örnek
model olarak değerlendirildiği açıktır. (Financial Times Eki, 26-27 Nisan 1997)
İslam hukukundaki farklı yorum ve kabullerden ve İslam ülkelerindeki farklı
hukuki uygulamalardan
da açıkça görüleceği gibi, ortak bir hukuki yapıya geçişi sağlamak son derece
zordur. Bir üst kurumun ortak hukuki yaptırımlarını, İslamın bütününe
teşmil etmenin adeta imkansız olduğu bilinmektedir. Bu nedenle
Hilafet kurumuna bağlanan ümitlerin hiç de gerçekçi olmadığı açıktır.

Çok Hukukluluk Tartışması

Demokrasi kullananın niyetine göre değişen bir keskin kılıçtır. Bireyi


esas alan bu hak ve özgürlükler rejimin kendi kendini yok edecek
bir maharette kullanma çabalarına Türkiye çokça tanık olmaktadır. Bu
uygulamalardan en dikkat çekici olanı da demokrasiyi öne süren ve bireyi
esas aldıklarını iddia eden bazı siyasal İslam yanlılarının ileri
sürdükleri çok hukukluluk iddiasıdır.

Çok hukukluluk fikrini savunanlara göre, devletin, farklı kültürleri


olan insan topluluklarına tercihleriyle kendi hukukunu seçme şansını vermesi
hukuk üretme gibi bir görevi olmaması ve bu görevi insanlara bırakması;
böylelikle insanların daha özgür bir ortamda ilerleme sağlamakla beraber,
aynı zaman diliminde hukukların da tatbikattaki başarıları ile
mukayeselerinin yapılabileceği (Milli Gazete; 14 Kasım 1995) ileri
sürülmektedir.

Bu iddiaya dayanak alınan uygulama ise Peygamberin Medine Sözleşmesi dir.


Bu sözleşme Medine'deki Yahudi ve putperest kabilelerle
imzalanmış ve imzacı taraflara kendi hukukularına göre yaşama hakkı
tanınmıştır. Bu sözleşmeden hareket eden Siyasal İslamcı bazı düşünürler,
çağımızda da etnik, dini, ideolojik gruplara kendi hukuklarını seçme
özgürlüğü tanıyarak bir arada yaşamayı ve toplumsal barışa bu yolla ulaşmayı
önermektedirler. Bu öneriler sadece fikri düzeyde kalmaktan öteye
geçmiş ve RP İstanbul Milletvekili Mustafa Baş, Meclise bir kanun
teklifi vererek, belediyelerin yanısıra müftülere de nikah kıyma
yetkisinin verilmesini ve resmi nikahtan önce dini nikah kıymanın serbest
bırakılmasını istemiştir.

Çok hukukluluğun tarihi geçmişi araştırıldığında, tarafların eşit haklara


sahip olduğu bir çok hukukluluk uygulamasının İslamiyet içinde dahi
belli bir dönem için yürürlükte kaldığı görülecektir. Medine sözleşmesi
imzalandığında, söz konusu uygulama Sizin dininiz size, bizim dinimiz
bize ayetinden güç alırken, daha sonra Tek din İslamdır ayetinin
gelmesi ile gayri müslümlerin bu hukuki özgürlükleri kullanmadaki
statüleri değişmiş, itaate ve Müslümanların hakimiyetini kabule dayalı,
eşit olmayan bir yönetim başlamıştır. Kaldı ki çok hukukluluk geleneği
sadece Müslümanlar arasında değil Roma İmparatorluğunda Avrupa'daki çeşitli
İmparatorluklarda ve İslam öncesi Orta Doğuda da mevcuttu. Ancak ulus
devletin ortaya çıkışı ile birlikte bireysel hukuk yetersiz kalmış ve
hukukun mülkiliği bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Ulus devletle
birlikte vatandaşlık kavramının ortaya çıkışı, ulusun birliği, bütünlüğü
bakımından kişiye ya da cemaatlere özel olmayan ve ülkenin tümü için
geçerli olacak yasaları zorunlu kılmıştır. Hukuk birliğinin milletleşme
sürecinin en önemli araçlarından biri olduğu açıktır. Nitekim Osmanlı
İmparatorluğunda Kanuni döneminden itibaren başlatılan tek hukuka geçiş
gayretleri cumhuriyete kadar aralıklı olarak devam etmiştir.
Osmanlının parçalanma sebepleri arasında çok hukuklu yapıdan kurtulamamanın
da önemli bir rolü olduğunda pekçok tarih bilimci birleşmektedir.

Günümüz Türkiye'sinde Siyasal İslamcıların demokrasi ve insan haklarını


öne sürerek başlattığı çok hukukluluk tartışması, Medine Sözleşmesini
model almaktadır. Bu sözleşmenin yapıldığı koşulları, günümüz Türkiye'sinin
koşulları ile karşılaştırmanın dahi anlamsız olacağı ortadadır.
Ancak birkaç özelliğe dikkat çekerek, çok hukuklulukla ilgili iddialara
açıklık kazandırmak yararlı olacaktır.

Herşeyden önce Sözleşmenin kabul edildiği dönemde Medine'nin nüfusu


Müslüman, gayri müslim, toplam 10 bin kişi idi. Üstelik müslümanların
sayısı yaklaşık 1500 dolaylarında kabul edilmektedir. Bir kent devletinin
bile olmadığı Medine'de farklı mahallelerde oturan ve bütün işlerinde
bağımsız kabileler yaşamaktaydı. Her kabilenin başında hayat boyu görev
için seçilen kabile başkanları bulunuyordu. Bu koşullarda azınlıkta olan
Müslümanların, bütün işlerinde bağımsızlaşmış kabilelerle ortak bir
yönetimde anlaşmalarının yolu, elbet ki onlara kendi özyönetimlerini
verecek bir model çerçevesinde olacaktı.

Bu zor şartlar altında Peygamber, bütün kabile başkanlarını toplantıya


çağırarak onlara konfederasyona dayalı bir kent devleti kurmayı
önerdi. Dolayısıyla, üstü örtülmeye çalışılan gerçek, Medine sözleşmesi ile
kurulan yönetimin bir konfederasyon olduğudur. Sadece bu özellik dahi,
Medine'de yaşama geçirilen sistemin, her inanç grubunun kendi coğrafi
bölgesinde yaşamasıyla işleyebilen bir yönetim olduğunu, aksi halde
pekçok zorlukla karşılaşılacağını ortaya koymaktadır. Diğer bir ifade
ile çok hukukluluğu önerenler, Türkiye'de de bir konfedersayon kurulmasını
isteyip, istemediklerine açıklık getirmemektedirler.
İkinci olarak, ayırımın özü, inanç esasına dayanmaktaydı. Müslümanlar,
Yahudiler, putperest Araplar ve az sayıda Hıristiyan'dan oluşan Medine
halkı, hukuk konusundaki seçimini dine dayalı olarak yapmaktaydı.

Oysa Türkiye'de dine dayalı bir hukuk ayırımının temel alınmasının


mümkün olamayacağı, alınması halinde ise çok parçalı bir tablo ile
karşılaşılacağı açıktır. Herşeyden önce laik-anti laik ayırımı, dine dayalı
bir ayırım olmayıp, siyasi tercihi belirleyen bir ayırımdır. Toplumun bir
kesiminin kendisi için din hukukunu seçmesi halinde, geriye kalan
çoğunluğun seçeceği beşeri hukukla, din dışı sayılması gibi bir çarpıklık
ortaya çıkacaktır ki, kanımızca asıl amaçlanan da budur. Bunun yanısıra
peygamber zamanında mevcut olmayan mezhep ayırımı, bugün mevcuttur.
Her mezhebin İslam Hukukuna ilişkin yorumları ise farklıdır. Çok
hukukluluk karşısında Türkiye'de yaşayan müslümanlar sünni, alevi, caferi vs.
gibi dallara ayrılarak, her biri farklı bir hukukla temsil edilmek mi
isteyecektir?

İş bununla da bitmemektedir. Türkiye'de çok hukukluluğun talepcisi


olacak başka gruplar da mevcuttur. Örneğin etnik gruplaşmaların önünü
açan sistem, Kürtleri İslam hukuku içine mi alacak, yoksa onların Kürt
Federe Devleti kuma taleplerine farklı bir hukuki statü mü tanıyacaktır?
Ermenilerin bu konudaki talepleri ne olacaktır? Hiç olmayan bir
Hıristiyan hukukunu mu yoksa özerk yönetimi gerçekleştirmek için beşeri
hukuku mu seçeceklerdir? Ya Bahailer, Yehova Şahitleri, Ortodoks,
Protestan, Katolikler? Kısacası Türkiye'yi parçalamak için bundan uygun bir
öneri olmasa gerek.

Üçüncü ve en önemli husus, Medine Sözleşmesi ile başlatılan sistemin,


belli bir dönem için geçerli olduğu, daha sonra uygulanamadığıdır.
Medine'nin farklı inanç grupları arasında yer alan müşrikler, yani
putan tapanlara sözleşme ile birlikte tanınan özgürlük, daha sonra ortadan
kaldırılmıştır. Medine'de gelen Tevbe suresi, bu konudaki anlaşma hükmünün
iptalini açıkça anlatmaktadır. Allah ve Resulünden, andlaşma yaptığınız
müşriklere ihtardır diye başlayan sure, dört ay içinde Allahın bir olduğunu
kabul etmedikleri takdirde öldürüleceklerini bildirmektedir.
Tevbe suresinin 2. ayetinde bu süre açıkça belirtilmiştir. Dört ay
yeryüzünde dolaşın, bilinki siz, Allah'ı aciz bırakamazsınız ve Allah,
kafirleri rezil edecektir. Müşriklerin tevbe etmeleri ve İslama
dönmeleri halinde öldürülmelerine gerek yoktur. Ancak İslamı kabul
etmeyenlerin öldürülmeleri Kuran'da emredilmektedir. Haram aylar çıkınca
Allah'a ortak koşanları nerede bulursanız öldürün; onları yakalayın,
hapsedin ve her gözetleme yerinde oturup onları bekleyin. Eğer tevbe ederler,
namazı kılarlar, zekat verirlerse yollarını serbest bırakın. (Kuran-ı Kerim;
Tevbe suresi/5)

Söz konusu durumu günümüz şartlarına uyarlayacak olursak, Siyasal


İslamcılara göre çağdaş müşrikler, laik ve Kemalistlerdir. Çok hukuklu
bir yapıya geçişle, laiklerin İslam Şeriatına ilişkin uygulamalardan
etkilenecekleri ve kendi iradeleriyle zaman içinde şeriatı seçecekleri
umulmaktadır. Ancak şüphesiz ki bunun bir bekleme süresi vardır. Kemalist
laikler, böyle bir tercihe yönelmedikleri zaman ne olacaktır? Tevbe
suresinin 5. ayeti mi uygulanacaktır?

Sistemin işleyişine ilişkin sorular da pek çoktur. Örneğin yargı nasıl


yapılanacak? Her din ya da özerk yönetimin mahkemesi, savcısı, yargıcı,
avukatı ayrı okullarda mı eğitilecek? Farklı hukuku seçen bireyler
arasındaki ilişkiler nasıl çözümlenecek? Bireysel seçme özgürlüğü olarak
tanımlanan sistemde ailenin bireyleri farklı hukuk alanlarını seçerse,
aile ilişkiler nasıl, hangi hukuku esas alarak sürdürülecektir?
Maliye hangi hukuka göre teşkilatlanacak? Vergi nasıl toplanacak?
İslam hukukunu seçen zekat verirken, laik hukuku seçen vergi mi
verecektir?

Ekonomide hangi ilkeler esas alınacak? İslam ekonomisine göre faiz


yasaklanırken, liberal ekonomide faiz mi uygulanacak? Aynı topraklarda
içiçe yaşayan insanlar vatandaşlık olgusunu yitirince nasıl bir kör döğüşü
yaşanacaktır?

Toplumda bireylerin birbirine yabancılaşması ve kaos ortamının


yaratılmasından kimler, ne gibi amaçlar bekliyorlarsa, şüphesiz çok
hukukluk bu amaçlara vefasızlık etmeyecek bir tercih olacaktır.
Sonuç son derece açıktır. Çok hukukluluk, hukuk devletinden güç alan
demokratik rejimin zaafa uğratılarak, yıpratılması ve din devletine
kolay bir geçiş yapılması dışında hiçbir amaca hizmet etmeyecektir.

Üçlü Meşruiyet

Yukarıda bahsi geçen girişimler de dikkate alındığında, Siyasal İslami


Hareketin ortaya çıkışı ile birlikte, Türkiye'de ikili değil, ancak üçüncü
ayağı gizli, üçlü bir meşruiyetin varlığından söz etmek mümkündür. İlk
ikisi Kemalizm ve demokrasi olarak yasal bir serbestiyet içinde hareket
ederken, üçüncüsü devletin güç kaynağı olarak Tanrısal iradenin temsilcisi
olan dini aracı kılmak isteyen Siyasal İslam Hareketidir.

Bu üçlü yapı içinde yaşanan çatışma Türkiye'deki demokratikleşme


sürecinin önündeki en büyük engeli oluşturmaktadır. Demokrasiye geçiş
süreci içinde zamanla eriyecek olan anti demokratik bazı ilkelerin,
demokrasiyi korumak amacıyla varlıklarını sürdürmeleri zorunluluğu,
Türkiye'ye özgü koşulların bir ürünüdür.

Devletin, yegane güç kaynağı olarak halkın iradesini kabullenebilmesi


için, demokratik rejimi tehdit eden ve halkın inancından güç alan
Siyasal İslam Hareketinin oluşturduğu tehdidin demokratik süreç içinde
etkinliğini yitirmesi mi gerekmektedir? Yoksa Türkiye, her türlü riski göze
alarak, demokratikleşme sürecini gerçek anlamda başlatmalı mıdır?

Bu, cevaplanması güç bir sorudur. Yükselen Siyasal İslamın Türkiye'yi


Kemalizm'le demokrasi arasına sıkıştırmış gibi görünmesi, durumun
ciddiyetini ortaya koymaktadır. Ne var ki, demokratik sistem ve
hukuk devleti içinde bu sorunlara çare üretmek de mümkündür. Zira
demokrasi, her koşula uygun çözümlerin de üretimine imkan veren bir rejimdir.

Demokratik Çözümler

Siyasal yolla iktidara gelmeyi amaçlayan İslami Hareketin halktan


aldığı desteğin sebeplerini incelemek gerekir. Öncelikle Türk insanı yıllar
süren ekonomik istikrarsızlıktan, gelir dağılımındaki adaletsizlikten,
sosyal sınıflar arasında giderek büyüyen yaşam düzeyi farklılıklarından ve
yeteneksiz siyasetçilerden yorulmuştur. Bu yorgunluk ekonomik ve
siyasal düzene olan güven duygularını da sarsmıştır. Son çareyi kendisine
adil bir düzen vaad eden bir başka siyasal partiyi denemekte
aramaktadır. Bu siyasal parti onun manevi duygularına, kutsal bildiği
kavramlar aracılığı ile seslenmekte, yıllardır boyun eğdiği fakat eğerken de
ezildiği Batı dünyasına kafa tutmakta, ahlak ve adalet vaad etmektedir.
Siyasi görüşleri refah düzeylerine endeksli olan bir halk çoğunluğu için, bu
alternatifi de denemek, hiç de yadırganacak bir tutum olmasa gerek....

Oysa söz konusu partinin vaad ettiği ekonomik düzen tamamiyle ütopiktir.
Necmettin Erbakan'ın Adil Düzen adlı kitabıyla (Daha fazla bilgi için
Bkz: Necmettin Erbakan; Adil Düzen, İzmir, 1991) yayınladığı ekonomik
görüşleri, ciddiye alınmadığı ve Erbakan da sürekli tartışmaktan kaçtığı için
kamuoyu tarafından bilinmemektedir. Takas ekonomisini öneren, parayı
vakıf senedine dönüştüren, vergilerin üretilen mal cinsinden toplanmasını
esas alan, çalışmadan ve prim ödemeden sigortalılık ve emeklilik
haklarını getireceğini, herkesi sigortalı yapacağını vaad eden, serbest
piyasa ekonomisini savunurken, merkeziyetçi ve devletçi bir anlayış
sergileyen bu garip ekonomik düzen, adil sloganı altında halkı
aldatmaktadır. Ekonomik görüşleri tartışmaya değecek kadar bile ciddi kabul
edilmeyen bir lider, bugün Türkiye'yi yönetmekte ve ulaştığı oy potansiyeli,
onun ekonomik düzenini tartışmayı dahi kendilerine yediremeyen aydınları
kara kara düşündürmektedir.

Bu siyasi partiyi denemeyi göze alan halkın çoğunluğu ise, oy


pusulalarındaki tercihlerini İslami görüş lehine kullanırken acaba bir İslam
Devletinde yaşamak yolunda tercihte de bulunmuşlar mıdır? Geçmişte merkez
sol partilere ya da liberal partilere oy veren bir büyük grubun, İslam
devletine bilinçli şekilde onay verdiğini düşünmek için hiçbir sebep
mevcut değildir. Nitekim yapılan kamuoyu araştırmaları, R.P.'ne oy veren
seçmenlerin sadece yüzde 20.9'unun dini değerleri savunduğu için bu
partiye oy verdiğini ortaya koymaktadır. O halde durum değerlendirmesi
yaparken varılan ilk sonuç, İslamın siyasal yüzünün Türk halkı tarafından
bilinmemesidir. Bu bilinmezlikte geçmiş yıllarda devletin zorla
bireyselleştirdiği İslam dinine ilişkin telkinleri kadar, siyasi partilerin
örtülü amaçlarla hareket etmeleri de etken olmaktadır.

O halde, İslamiyetin ikinci yüzü olan Siyasal İslamın kamu oyuna


açıkça anlatılmasına ihtiyaç vardır. Bu konuda kamuoyunu bilgilendirmek ise
laiklik ve demokrasiye bağlı aydınların görevidir. Zira Siyasal İslamı
yaşama geçirmek isteyenler, T.C. Anayasasının din devleti kurulmasına kapalı
olduğunu bildikleri için, gerçek amaçlarını açıkça ifade etmek yerine, yine
İslam'dan aldıkları güçle takiyye yapmaktadırlar. Al-i İmran suresinin 28.
ayetinde Müminler, inananları bırakıp kafirleri dost edinmesin. Kim böyle
yaparsa Allah ile bir dostluğu kalmaz. Ancak onlardan (gelebilecek tehlikeden)
korunmanız başka. (Şerlerinden korunmak için dost gözükebilirsiniz).
denilmektedir. Prof. Süleymen Ateş'in bu konudaki Kuran Tefsiri açıklaması
aynen şöyledir: Ancak korunmanız başka cümlesi özetinde çok durulmuştur.
Bu cümleden takiyye hükmü çıkarılmaktadır. Takiyye, birinin kötulüğünden
korunmak için, asıl inancını gizlemek anlamına gelir. Bazı müfessirlere göre
tehlikeli olan her durumda takiyye caizdir. Kafirlere karşı takiyye ile
hareket edilebileceği gibi, müslümanlar birbirlerine karşı da takiyye
uygulayabilirler. Buhari, Ebu'd-Derda'nın şu sözlerini naklediyor. Biz,
bir takım insanların yüzlerine karşı güleriz, fakat kalplerimiz onlara lanet
eder. Bu ifadeler bir İslamcı bilim adamına aittir. Siyasal İslamın din
devleti kurmak, laikliği kabullenmek, demokrasi içinde yol almak, hatta
Batı dünyasına sempatik görünmek yolundaki uygulamalarını takiyye olarak
yorumlamamak için hiçbir sebep yoktur. Bundan dolayı halkın Siyasal
İslamın amaçları konusunda bilgilendirilmesi görevi laik düşünceye
inananlara düşmektedir.

Laik kesimin öncelikle dinin siyasal amaçları ve şeri hukuk konusunda


bilgisizce sürdürdükleri inkardan vaz geçmeleri, dini, dincilere
öğretmek gibi gülünç uğraşları terk etmeleri ve İslamın siyasal bir din
olduğu gerçeğini kabullenmelerinin zamanı çoktan gelmiştir. Müslüman olduğunu
kabul eden herkes, dinin sadece Tanrı inancı, ahlak ve ibadet öğreten
bir kurum değil, siyasal ve sosyal bir devlet düzeni getiren bir kurum
olduğunu da bilmek zorundadır. Bunu bilerek Siyasal İslama onay verenler
olacağı gibi, bu onayını geri çekenlerin de olacağı açıktır. Halkın
bilgilenme hakkını engellemek ne dinle ne de demokrasi ile bağdaşır bir
durumdur.

Sosyal adaletsizlik Türk toplumunun yumuşak karnı haline gelmiştir.


Din ise sosyal adaleti sağlayacak önemli düzenlemeler içermektedir.
Bu nedenle Sosyal Hukuk Devletinin yetersiz bıraktığı sosyal adalet
uygulamalarına karşı, Din Devletinin alternatif olması kaçınılmazdır.
Adil Düzen çağrısının içi boş bir slogan olmakla birlikte halkı
etkilemesinin sorumluluğunu, sosyal adaleti sağlamaktaki acizlikte aramak
gerekmektedir. Oysa Sosyal Hukuk Devleti, sosyal adaleti sağlayacak geniş
bir kurumsal yapıya sahiptir. Üstelik dinde nefsani denetimini sağladığı
kabul edilen, iman ve ibadetle bütünleştirilerek insanın vicdanına terk
edilen sosyal adalet (zekat, fitre vs. ), sosyal devlette kurumlar
aracılığı ile hayata geçirilmektedir. Ancak Türkiye, dünyada esen liberal
rüzgarların da etkisiyle henüz tam olarak hayata geçiremeden, sosyal devlet
ilkesinden sapma göstermiştir. Baba devlet, koruyucu devlet imajı hızla
silinmektedir. Bireyi kendi sorunları ile yüzyüze bırakan liberal devlet
anlayışı ise Türkiye koşulları açısından ciddi tehlikeler taşımaktadır. Bu
nedenle devletin yeniden baba fonksiyonun üstlenmeye başlamasına ve
kurumsal yapıya, sosyal adaleti sağlayacak biçimde destek vermesine
ihtiyaç vardır.

Dünyada yaşanan çeşitli örneklerin de ortaya koyduğu gibi, feodal yapı,


devletle halkın yabancılaşmasına yol açmaktadır. Özellikle Güney Doğu
Anadolu, bu açıdan üzerinde titizlikle durulması gereken bir bölgedir.
Devletin halka yabancılaşması ve halkın feodal aracılar vasıtasıyla
devletle ilişkiye girmesi, sivil yapılanmalar için uygun bir ortam
yaratmaktadır.

Aşiret yasaları, aşiret reislerinin siyasal görüşlerini, devlete


altematif ve devletten güçlü olarak halka benimsetmesine yol açmaktadır.
Güney Doğu Anadolu, yasa dışı İslamcı terör örgütleri için, etnik
ayrılıklardan da yararlanılabilecek uygun bir ortam teşkil etmektedir. Bu
nedenle devlete aracılık fonksiyonu üstlenen feodal yapının egemen
unsurlarının devre dışı bırakılarak halkla devlet arasındaki yabancılaşmanın
giderilmesi, dinin siyasal amaçla kullanımının önlenmesi açısından gereklidir.
Bunun için atılacak ilk adım, aşiret hakimiyetini kıracak olan toprak
refomunu hayata geçirmek olacaktır. Söz konusu önlem, kırsal kalkınma ve
gelir dağılımı adaleti açısından da önem taşımakta ve din duyguları güçlü
kırsal bölge halkının, ekonomik sorunlarının provokasyonu ile dinci grupların
etkisi altına girmeleri önlenmiş olacaktır.

Ekonomik istikrarsızlık, özellikle terörün de devreye gimesi ile hız


kazanmıştır. Ekonomik istikrarsızlığın sosyal dengeleri de olumsuz
etkilediği açıktır. Türkiye terörle mücadelenin yanısıra ekonomik ve sosyal
hayatını düzene sokacak siyasal istikrara da muhtaçtır. Siyasal
istikrarsızlıktan kurtulmanın yolu, halkın özlemini çektiği yeni bir siyasal
yapılanma ile mümkündür. Siyasette yeniden yapılanma, siyasi partilerin
lider partisi olmaktan, kadro partisine dönüşümleri ile sağlanabilir.
Kadro partileri, daha nitelikli, bilgili ve deneyimli insanların siyasete
girmelerini teşvik açısından da önemlidir. Siyasal alandaki yeniden
yapılanma, halk için yeni bir umudu, ekonomik sorunların çözümü, sosyal
adaletin sağlanması için de yepyeni fırsatları beraberinde getirecektir.
Böylece Türkiyenin çevresine örülen ve Siyasal İslamı yegane alternatif
gibi sunan çaresizlik halkasının kırılması mümkün olabilecektir.

Türk insanı yıllardan sürdürülen Batı hayranlığı, Batı ile yapılan ekonomik
ve sosyal kıyaslamalar nedeniyle gizli bir ezilmişlik duygusu içindedir.
Siyasal İslamla birlikte, Batıya bir başkaldırı yaşarken, kırılan onurunu
onarmakta, mensup olmaktan heyecan duyacağı, kimlik bulacağı yer olarak da,
İslamı tek alternatif olarak görmeye başlamaktadır. Bu mensubiyet duygusundan
tadılan tatminin en fazla yaşandığı ortamlar ise tarikatlar olmaktadır.
Bu nedenle Türk toplumunun başarıları tadmaya, ulusal onurunu yüceltmeye,
dünyanın saygın bir ülkesinin ferdi olma hazzını yaşamaya ihtiyacı vardır.
Bunu da sağlamanın ilk adımı siyasal ve ekonomik istikrarın izleyeceği
sosyal ve bilimsel yaşamdaki canlanmadır.

Türk aydınının halktan kopukluğuna karşılık, din elitinin halka yakınlığı


da İslami Hareketin güç kazanmasında önemli bir etkendir. Laik aydınların
halkla paylaşılacak ortak temalar bulması, halkla yakınlaşması ve
onun hizmetinde olduğunu hissettirmesi son derece önemlidir.
Şüphesiz ki eğitimdeki atılımlar, fikri paylaşımı ve dolayısıyla bütünleşmeyi
hızlandıracak ve Türk insanının, bu milletin ferdi olmaktan onur
duymasını kolaylaştıracak bir yoldur, fakat yeterli değildir. Eğitimin
yarattığı sınıf farkının halka hizmetle dengelenmesine ihtiyaç bulunmaktadır.
Özellikle laik düşünceyi benimsemiş sivil toplum örgütlerinin bu bütünleşmeyi
sağlayıcı yoldaki faaliyetlerine hız vermeleri gerekmektedir.

Türkiye'de demokrasinin teminatı olan laiklik ilkesine özellikle


bazı kurumların oluşumu açısından hassasiyet gösterilmesi çok önemlidir.
Bu kurumlar içinde ordu, adalet mekanizması ve eğitim kurumları ilk
sıralarda yer almalıdır. Özellikle Yüksek Öğretim kurumlarında gençlere
siyasal İslamcı görüşlerin aşılanması, hem kadrolaşma faaliyetleri için
gerekli alt yapıyı oluşturmakta, hem de İslami cemaatlerin siyasallaşmasında
genç kadroların etkin rol almasına imkan vermektedir. Cemiyet artı Cemaat =
halk hareketi formülünün, Türkiye açısından da büyük önemi olduğu
açıktır. Bazı İslamcı gençlik örgütlerinin Beyazıt meydanında Cuma namazı
sonrasında gösteri yapma arzuları, yukarıdaki formülün provaları
olarak değerlendirilebilir. Üniversite gençliğinin İslamcı fikirler
doğrultusunda yapılandırılmasında öğretim üyeleri ve vakıfların etkin rolü
dikkate alınarak, demokıasi ve laikliğe bağlılık konusuna titizlik
gösterilmesine ihtiyaç bulunmaktadır.

Vakıfların siyasal İslamcı hareket içinde oynadıkları rol, oldukça etkindir.


Çünkü vakıflar, eğitim faaliyetlerinin yanısıra gençliğe burs, yurt ve iş
imkanları da sağlayarak din elitinin oluşumuna katkıda bulunmaktadırlar.
İslamcı eğitimin önde gelen vakıflarından birinin başkanı ile yapılan bir
röportaj gerek dine bakış açısının anlaşılması, gerek faaliyetlerin
kapsamı bakımından kamu oyunu aydınlatıcı niteliktedir. Bu röportajda
vakıf başkanı Modern toplumdaki nihai hedef sapması dini, herhangi
bir sosyal kurum olarak ele alma yanlınlığından kaynaklanıyor... Halbuki
İslam'da din, bir yaşam tarzıdır. Hayatın kendisidir, hayattan bir
parça değildir.... Din eğitimi diye bir şey olamaz. İnsan hayatının
herşeyi dindir... İmam Hatip ve İalahiyatlar modern eğitimin bir parçası
olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu iki eğitim kurumunda da din, hayatın
kendisi değil, bir parçası olarak veriliyor. Yani dini bilgi hayatamızı
yönlendiren bir olgu olarak değil, varolan bilgi kategorilerinden sadece
biri olarak veriliyor. Bu sekülarizmdir ve bu aydınlanmacı kafadır...
Bilimsel anlayışa göre, dinin ve bilimin kendine ait alanları vardır...
Halbuki ashab, öznel alan ve alan düalizmine sapmamış bilgiye bütüncül
anlayışla yaklaşmıştı. İşte o zaman bilgi yaşanabilir hale gelir
demektedir. Böylece dine göre yapılandırılmış bir yaşam tarzının hedef
olduğunu kapalı biçimde ifade etmektedir.

Vakfın çalışmaları ise özellikle üniversite gençliğine yöneliktir. Vakıf


başkanı kendisinin bizzat yönettiği üç grup bulunduğunu söyleyerek, devam
ediyor. Bunlardan iki tanesi seçkin lisans öğrencilerinden müteşekkil, bir
tanesi de master ve doktora öğrencilerinden oluşan üç grupla uygulama
yapıyoruz... Bahsettiğim çalışmayı sosyal bilimler alanında yapıyoruz...
Bu inşallah önümüzdeki kısa zaman dilimi içinde açacağımız sosyal bilimler
enstitüsünün ön çalışmalarıdır. Bahsettiğimiz üç gruptan başka 20'ye
yakın çalışma grupları bulunmakta... Bizim hedeflediğimiz seviye doktora
seviyesidir. İstanbuldaki... Vakfı gençliği, doktora seviyesinde olmalıdır.
Bu ileride Türkiye geneline de yayılacak. Bunun için gençleri teşvik
ettiğimiz gibi, bizzat ellerinden tutarak oraya götürüyoruz ve bunun için
organizasyonlarımız var... İnşallah üniversitelerde, hem bizim kendi iç
bünyemizde yaptığımız eğitim-öğretim çalışmalarıyla kendimiz ve toplumumuzun
özüne uygun bir eğitim modeli ortaya çıkaracağız.

Türkiye'de sayıları son yıllarda büyük bir hızla artan İslamcı vakıfların,
Siyasal İslamın yapılanmasına büyük katkıda bulundukları açıktır. Modern
hukuk devletinin savunusunu yapanların da laik düşünceyi temsil eden sivil
toplum örgütlerine daha büyük destek vermelerinin, Türkiye'nin geleceği
bakımından önem taşıdığı ortadadır.

Bu konuda basiretli davranması gereken bir diğer kurum ise medyadır.


Medyanın kamuoyunu bilinçlendirmedeki rolü son derece önemlidir. Ancak
laiklik ilkesine olan bağlılığından asla kuşku duyulmayacak olan
bazı büyük medya kuruluşlarının, laiklik ve demokıasiye olan bağlılıklarını,
rating savaşlarının önünde tutmayı da ulusal bir görev kabul etmeleri
gerekmektedir. İslami Hareketin oyun alanı içinde sürdürülen ve hukuk
devletinde yaşanıldığını neredeyse unutturacak boyuta gelen fikir
tartışmalarında,
Türk halkı çoğu halde tarikatçılarla, şeriatçıların görüşleri arasında
bir tercih yapmaya itilmektedir. Laikliği savunan aydınların
İslamiyet konusundaki bilgisizlikleri ise, hemen her programda Siyasal
İslamın tartışmadan zaferle ayrılmasına yol açmaktadır. Türkiye'nin içinde
bulunduğu durumun hassasiyeti, medya kuruluşlarının da maddi çıkarlarının
önüne milli çıkarları almalarını zorunlu hale getirmiştir.

Dini, ahlakla özdeşleştiren bir anlayışın yaygınlığı nedeniyle, Siyasal


İslamın daha dürüst bir topluma kapı açacağı inancı, halkın oylarını yönlendiren
en önemli sebeplerden birini teşkil etmektedir. Bu nedenle demokratik süreç
içinde halkın siyasal iradesi, İslami görüş lehine bir artış gösterirken, bu
tercihin din devletine değil, dürüst ve refah içinde bir toplum özlemine
yöneldiği çok açıktır. Ancak halkın iradesinden güç alan Siyasal İslamın, bu
iradeyi İslam devleti lehine kullanacak bir çoğunluğa kavuşması halinde
Türkiye anti demokratik bir sürece adım atma tehlikesi ile yüzyüze gelebilir.
Bu sebeple temiz toplum yolunda başlatılan mücadelenin kamu oyunu tatmin
edecek biçimde sonuçlandırılması önem taşımaktadır. Türk halkının, demokratik
rejimin temiz bir topluma ulaşmayı sağlayacak güçte olduğuna inanması,
alternatif rejimlere özenmemesi bakımından büyük önem taşımaktadır.

Demokrasiden ödün vermeden, halkın iradesini üstün kılarak yürümenin yolu,


kamuoyunu İslam devleti konusunda bilgilendirmekten ve dürüst, refah toplumu
beklentilerine siyasal dini hareket dışında da güvenilir alternatifler
sunmaktan geçmektedir.

Siyasal İslama duyulan tepkinin temel sebebini açıkça ortaya koymak


çok önemlidir. Bu tepki, dine değil, din devletine yönelik bir
tepkidir. Bu nedenle devletle halkı karşı karşıya getirmek için ceberrut
devlet imajından yararlanan Siyasal İslamcı çevrelere karşı, devletin halkla
barışması, demokratik rejimin devamlılığı bakımından çok önemlidir. Halkı,
devlete karşı kışkırtmanın en etkin yöntemi ise, halkı bölerek, devleti bir
kesimin koruyucusu, diğerinin celladı gibi gösterme girişimleridir.
Bu konuda kullanılan başlıca motifler ise başörtüsü, mesai saatlerinin
düzenlenmesi, din eğitimi gibi halkı da yakından ilgilendiren konulardır.
Bu sorunların Siyasal İslamcıların istekleri doğrultusunda çözümlenmesi
halinde talepler son bulacak mıdır? Kesinlikle bulmayacaktır. Çünkü amaçlanan,
devletin halkla barışması değil, kavganın sürmesi ve İslam Devleti
Modelinin hayata geçirilmesidir. Ancak bu sorunlara devletin sıcak ve
şefkatli yaklaşımı, sorunları sürekli kılarak halkı kışkırtmak isteyenlerin
gerçek yüzlerinin halk tarafından tanınmasını kolaylaştıracaktır.

Burada sorulması gereken temel bir soru vardır. Bu soru, korunulması


gereken temel ilkelerin neler olduğu sorusudur. Korunulmasında öncelik
taşıyan esas, hiç şüphe yoktur ki, demokratik sistemdir. O halde,
mevcut talepleri, demokratik sistemle bağlantılı olarak değerlendimeye
almakta yarar vardır. Taleplerin demokratik sistemle bağlantılı olarak
değerlendirilmesi halinde resmi ideolojiden ödün vermeden bazı çözümler
üretilmesi de mümkün olabilecektir.

Başörtüsü, Türkiye'nin kronikleşmiş bir hastalığı haline dönüşmüştür.


Siyasal İslamcılarca en fazla istismar edilen konu durumuna
getirilmiştir.

Oysa başörtüsü Türkiye'de yaşayan kadınların çok küçük bir bölümünü


ilgilendiren bir konudur. Ülkemizde istihdam edilen kadınların
sadece yüzde 5,6 sı, toplam kadın nüfusun ise, yüzde 1.2 si devlet memurudur.
Devlet memuru olanlar içinde ise çok küçük bir bölüm, başını örtme talebinde
bulunmaktadır. Başörtüsü ile ilgili kıyafet yönetmeliği ise sadece devlet
memuru olan ve 657 sayılı kanuna tabi bulunanlar için yürürlüktedir. Bu
nedenle başörtüsünü, Türk kadının sorunu olarak sunmak, ciddi bir yanıltmacadır.
Zira tarımda, özel sektörde ya da serbest meslekte çalışanların ya da hiç bir
işte çalışmayanların başlarını örtmeleri ya da örtmemeleri ile ilgili
herhangi bir baskı, ya da yasal düzenleme mevcut değildir.
Ancak demokrasi, azınlığın haklarına da çoğunluğun hakları kadar titizlik
gösteren bir rejimdir. Bu nedenle başörtüsü, ibadet özgürlüğü biçiminde
takdim edilmekte ve devlet, bu özgürlüğü kısıtlayan bir kurum olarak
yıpratılmaktadır.

Oysa ortada açıkça varolan gerçek, başörtüsünün ideolojik amaçla kullanılmakta


oluşudur. Kaldı ki, başörtüsü sadece Türkiye'de değil, tüm İslami
Hareketlerde de bir sembol olarak kullanılmıştır. İran Devrimini hazırlayan
olaylar içinde, 1962 de Şah tarafından hicabın yani örtünmenin
kaldırılması ve kadınlara erkeklerle birlikte toplumun ön saflarında
yer alma imkanı tanınması köktendincilerin büyük tepkisini çekmiştir.
Kadınlara tanınan bu özgürlüğü, kadınların yüksek mevkileri ile şereflerine
aykırı, ahlaksızca ve dinsizce bulan köktendinci zihniyet, hicabı hareket
içinde bir sembol olarak kullanmıştır. Örtünmüş kadınların örgütlenerek köy
ve kasabalara kadar yayılması ile başlayan hareketlerin, devrimin
hazırlık döneminde önemli bir etkinliği olmuştur. Çarşaf ve başörtüsünün
Cezayir, Afganistan örneklerinde de İslami Hareketin sembolü olarak
kullanıldığı görülmektedir. Türkiye'de özellikle son onbeş yıl içinde
başörtüsü ile ilgili taleplerin artış göstermesi, Siyasal İslamın
yapılanmasına paralel bir gelişim içindedir.

Başörtüsü konusunda Türkiye'de süregelen tartışmalar, halka benimsetilmeye


çalışılanın tam tersine bir durumun varolduğunu ortaya koymaktadır. Türkiye'de
söylenildiği gibi devletin halka değil, fakat Siyasal İslamcıların devlete
dayatması mevcuttur. Yıllardır süregelen Devlet Memurları Kıyafet
Kararnamesini, sanki tüm kadınların ibadet özgürlüğüne müdahale imiş gibi
göstererek, halkı devlete karşı kin duyguları ile doldurmak, rejimle mücadele
etmenin etkili bir metodu olarak kullanılmaktadır. Devlet, kadının ahlakına,
şerefine ve dinine göz diken bir duruma getirilmek istenmektedir. Başörtüsü
artık bırakalım Yüksek öğretim kurumlarını, ortaöğretime de girme girişimleri
içindedir. İmam Hatip Liseleri, bu konuda bir model oluşturmakta, klasik
liselere giden öğrenciler, artık bu okulların kapısını da başlarını örterek
zorlama girişimlerinde bulunmaktadırlar. Bunun sonucunda Türkiye'nin
çehresi değişmektedir. Bu çehre, zaman içinde İslam ülkesi görüntüsüne
bürünmeye başlamıştır. Daha da önemlisi, Türk halkı ikiye parçalanmaktadır.
Gençlik, birbirine yabancılaşmaktadır. Toplum ikili bir yapıya bürünmektedir.
Taraflar, artık sadece kıyafetlerine bakarak birbirlerini ayırd etmeye,
kendinden olanla olmayanı teşhise başlamışlardır. Zira başörtüsü ile başlayan
ayırım sarığa, sakala, diğer dini addedilen kıyafetlere de sirayet etmiştir.
Anadolu kültüründe olmayan, kırsal kesimde rastlanmayan kıyafetlerin
kentlerde yaygınlaşmasını, dini vecibe gibi masum isteklere bağlamak ne
kadar mümkündür? Kıyafet konusundaki ısrarcılıktan anlaşılan odur ki, bu
bir İslami üniformadır. Bunun temelinde de İslami Kimlik arayışı yatmaktadır.

Gözle görülen bütün bu gerçeklere rağmen, başörtüsünün ya da İslami


addedilen kıyafetlerin yasalarla engellenmesi mümkün değildir. Zira
bugünkü görüntü, yılların ürünüdür. Temelinde de eğitim yatmaktadır.
Türkiye'de uygulanan eğitim politikalarının nasıl bir zaafiyet içinde
olduğu, cehaletin boyutları, ezberci eğitimin ürünleri bugün Türkiye'de
yaşanan tablo ile kanıtlanmıştır. Hiçbir amaca hizmet etmediği açıkça
görülen ve düşünceye ipotek koyan eğitimin sadece sistemi bakımından değil,
felsefesi bakımından yeniden yapılandırılmaya muhtaç olduğu açıktır. Bu
nedenle, Türkiye'nin sorunu kökü geçmişe uzanan bir sorundur. Çözümünü
yasalarda ya da dayatmacı anlayışlarda aramak da boşunadır.

O halde kısa dönemde devletin yapması gereken, halkla barışmaktır.


Bu nedenle de başörtüsü ile ilgili yeni bir düzenlemeye gidilmesine
ihtiyaç vardır.

Bu düzenleme ne olabilir? Bununla ilgili pekçok model üretilebilir


ancak ilk akla gelenlerden biri, belki devleti birinci derecede
temsil eden memuriyetler, eğitim ve yargı kurumları dışında başörtüsü
uygulamasına nisbi bir rahatlık sağlanmasıdır. Bu belki bir iyi niyet
gösterisidir. Ancak bu iyi niyetin gösterilmesine ihtiyaç duyulan günlerde
yaşamaktayız.

Elbette yukarıda sözü edilen öneriler de sorunları çözmeyecektir. Ancak


daha ileriye gidecek olan talepler, devletin laik niteliği ile
bağdaşmayacağı için kabulü mümkün olmayan talepler olacaktır. Zira laik
devlette, devleti birinci derecede temsil fonksiyonu üstlenenlerin dini bir
kisve ile hizmet görmeleri kabul edilemez bir durumdur.

Mesai saatlerinin ibadet saatleri dikkate alınarak düzenlenmesi


ise belki başörtüsü sorunu ile kıyaslanıldığında daha kolaydır. Ancak bu
kolaylık sadece yoğun bir istihdama sahip bulunan devlet çalışanları için
söz konusudur. Kaldı ki özel sektörün bu konudaki tercihleri, tamamen
özel sektör yöneticilerinin yetkisine bırakılmalıdır. Ancak devlet memuru
olarak çalışanların, modern çalışma yöntemlerinden olan esnek çalışma içinde
hem daha verimli, hem daha kesintisiz bir hizmet anlayışı içinde
hemde din istismarcılarını susturacak uygulamalara yönelmeleri mümkündür.
Bu konuda uygulanabilecek olan model, Kayan İş Süresi modelidir. Kayan iş
süresi; işe başlama ve paydos zamanlarını, ortalama günlük
çalışma süresini aşmamak ve altında kalmamak koşulu ile çalışanın
belirleyebilmesidir.
Bu sistem içinde çalışan işe başlama ve bitirme saatlerini belli bir zaman
dilimi için, ve önceden işverene bildirme koşuluyla kendisi
belirleyebilmektedir. Bu modelden hareketle, Türkiye'deki sorunun nasıl
çözümlenebileceğini irdeleyelim:

Çok fazla personel istihdam eden devlet dairelerinde, çalışacağı ve öğle


tatiline çıkacağı saatleri iki ana grup üzerinden belirleme hakkı
çalışanlara verilebilir. Bir grup, öğle tatili saatlerini namaz
vakitlerine göre tayin ederken, diğerleri onların öğlen tatilinden
dönüşünden sonra ya da çıkmadan önce öğle tatiline çıkabilir. Bu sistemin
uygulanması halinde devlet daireleri bazı bankaların uygulamaya soktuğu gibi
kesintisiz hizmet vererek halkın devlet daireleri kapılarındaki uzun
bekleyişlerine de çözüm getirebilirler.

Aynı uygulama, iftar saatleri için de geçerlidir. Kesintisiz


hizmet anlayışından hareketle akşam erken çıkacak olanlar ya sabah daha
erken iş başı yaparak ya da öğle tatiline çıkmayarak halka daha uzun süreli
ve kesintisiz hizmet sunabilir, aynı zamanda da dini ibadetlerini
rahatlıkla yerine getirebilirler.
Bu önerinin pekçok devlet dairesinde uygulamaya geçirilmemesi için
hiçbir sebep yoktur. Bunu uygulamaya geçirmeyi, Atatürkçülükten sapış
ya da dinci ideolojilere verilen bir taviz olarak değerlendirmek
de son derece yanlıştır. Belki yakın bir gelecekte, hizmet anlayışındaki
değişmeler, halka sunulan hizmetin kalitesinin artırılması ve çalışanların
zamanı daha prodüktif kullanmaları için pekçok esnek çalışma modelini Türk
çalışma hayatına sokacaktır. Bu modeli, çalışanlara sunulan bir hizmet
olarak değerlendirmek, en doğru yaklaşım olacak ve bu modelden sadece
ibadet için değil, başka zorunlu ihtiyaçlar için de pekçok çalışan ve
özellikle de kadın işgücü yararlanacaktır. Unutulmamalıdır ki Türkiye'nin
gerilimleri tırmandırmaya değil, çözmeye ihtiyacı vardır.

Tartışılan üçüncü sorun ise din eğitimidir. Din eğitiminin iki boyutu
vardır. Bunlar, İmam Hatip Liseleri ve Kuran kurslarıdır.
İmam Hatip Liseleri, her şeyden önce meslek okulu statüsü içinde
açılımş bulunan okullardır. Türkiye'de Tevhid-i Tedrisat Kanunu yürürlükte
kaldığı sürece, Milli Eğitimin belirlediği müfredat dışında eğitim
veren, özel amaçlı okulların açılması mümkün değildir. Meslek okulları,
mesleki ihtiyaçlar doğrultusunda açılması gereken okullardır. Bu
kriter sadece İmam-Hatip Liseleri için değil, tüm meslek okulları için
geçerlidir.

Ancak Türkiye'de ciddi bir insangücü planlaması yapılmadığı için,


tüm mesleki ve teknik eğitim plansız ve programsız bir gelişim içine
girmiştir. İnsangücü planlaması, tüm mesleki-teknik orta öğretim ve yüksek
öğretim kontenjanlarının, sözkonusu mesleklere olan talep dikkate
alınarak belirlenmesi anlamına gelir. Bu okulların mezunları, insangücü
arzını oluşturur. Ülkenin ekonomik ve sosyal gelişme parametreleri ise,
gerekli insangücü talebinin niteliğini belirler. Buna göre mezun olanların
işsiz kalması, işyerlerinin de gereken nitelikteki işgücünden mahrum
kalması önlenmiş olur.

Türkiye, insangücü planlaması yapmadığı içindir ki, burada doğan


boşluktan İmam-Hatip Okulları yararlanmış ve kontenjanlarını alabildiğine
artırarak alternatif orta öğretim kurumu niteliğine dönüşmüşlerdir. O
halde ilk yapılması gereken, ciddi bir insangücü planlamasıdır. Bu
planlamanın hedefini sadece İmam-Hatip Okulları olarak görmek, çok yanlıştır.
Bu, Türk eğitiminde yıllardır süren başıbozuk gidişin sonu olacak,
eğitim-istihdam ilişkisi bu yolla sağlanabilecektir. Söz konusu planlama,
sekiz yıllık ilköğretime alternatif bir model değildir. Aksine sekiz yıllık
eğitime geçildikten sonra yapılması gereken bir uygulamadır. Türk Milli
Eğitiminin bu planlamanın yol göstericiliğine şiddetle ihtiyacı vardır.

Eğitimde tartışılan sekiz yıllık kesintisiz eğitim, Türkiye için hayati


önem taşımaktadır. Ancak yıllardır öğrenci sayıları giderek artırılan İmam
Hatip ortaokullarının da diğer meslek ortaokulları gibi kapatılmasının
gündeme gelmesi, konunun yıllardır askıda kalmasına yol açmıştır. Türkiye'de
ortaokul düzeyinde meslek eğitimi veren okullar, kız ve erkek teknik
ortaokullarıyla, ticaret ve turizm okulları ve İmam-Hatip ortaokullarıdır.
Diğer meslek okullarının tümünün orta kısımları daha önce kapatılmıştır.
Mesleki-Teknik orta okullar içinde İmam-Hatip ortaokullarındaki
öğrencilerin oranı ise, yüzde 85.2 dir. İmam-Hatipler dışında kalan meslek
ortaokullarına devam eden yaklaşık 44 bin öğrenci vardır. İmam-Hatip
Ortaokullarına devam edenlerin sayıları 300 bin kadardır. Bu tablo,
Türkiye'de mesleki ortaokul eğitiminin dini bir eğitime dönüştüğünü ortaya
koymaktadır.

Sekiz yıllık kesintisiz eğitimle bu okulların orta kısımların


kapatılması konusunda gösterilen tepkiyi, mesleğin altyapısının yetersiz
kalacağına duyulan endişeye bağlamak mümkün değildir. Çünkü bu okulların
orta kısmında uygulanan müfredata bakıldığında, klasik orta okullardan
farklı olarak okutulan ders sayısının sadece iki olduğu görülecektir. Bu
dersler haftada 5'er saat Kuran-ı Kerim dersi ile 3'er saat okutulan
Arapçadır. Bunun dışındaki tüm program, diğer okullarla aynıdır. Dolayısıyla
mesleğin altyapısını hazırlama bakımından bu okulların büyük bir önem
taşıdığı söylenemez. Nitekim dört yıllık İmam-Hatip lisesi öğretimi içinde.
haftada 8 saat tutan bu farkı kapatmak hiç de zor değildir. Kaldı ki, bu
fark, kapatılması imkansız bir fark olsaydı, İmam-Hatip Liselerinin kendi
ortaokulları dışından öğrenci almamaları gerekirdi. Oysa bu okullar, lise
1. sınıflara normal ortaokulu bitirmiş öğrencileri de kabul etmektedirler.
Dolayısıyla, sekiz yıllık kesintisiz eğitim konusunda süren anlaşmazlıkların,
eğitimin niteliği ile değil, ideolojisiyle bağlantılı olduğu açıktır.
Burada amaçlanan, alternatif ortaöğretim kurumları oluşturarak, belli bir
dini ideoloji ile donanmış birey yetiştirmektir.

İmam-Hatip Liselerini orta öğretime alternatif kurumlar olarak


kabul etmek ise, hiçbir biçimde söz konusu edilemez. Bunlar meslek okulu
statüsü içinde kurulmuş bulunan okullardır. Kaldı ki devletin açtığı okullar
içinde din ve ahlak bilgisi adı altında verdiği dersler, dini tanıtmak
amacına yöneliktir. Aileler, çocuklarını din konusunda bilgilendirmek
isterlerse, bunda elbetki özgürdürler. Ancak bu hizmeti alternatif bir orta
öğretim hizmeti olarak, dine karışmasından dolayı sürekli eleştiride
bulundukları devletten beklemeye hakları yoktur. Devletin din görevlilerine
maaş ödemesini yadırgayan bir anlayışın, okullarında dini eğitim yaptırmasını
istemesi büyük bir çelişkidir. Bu talep İslam Devleti için doğru ve
yerinde bir taleptir ancak laik, demokratik bir ülke için yanlış ve geçersiz
bir istek olmaktadır.

Kuran kursları ise, Diyanet İşleri Başkanlığının yetkisine verilmiş olan


kurumlardır. Bir hukuk devletinde, amaçlara hizmeti esas alan ve özel
nitelik taşıyan kurslara izin verilmesini beklemek şaşırtıcı bir
taleptir. Zira Türkiye'de ne Kuran kursu, ne de Yabancı dil, Üniversiteye,
Anadolu Liselerine hazırlık kurslarının bağımsız olarak açılması mümkün
değildir.

Yabancı dil, Üniversiteye, Anadolu Liselerine hazırlık kursları nasıl


Milli Eğitim Bakanlığının iznine tabi ise, Kuran Kurslarının da Diyanetin
iznine tabi olması son derece doğaldır. Burada tek taraflı bir tasarruf söz
konusu dahi değildir. Dolayısıyla bunu din düşmanlığı gibi göstermenin hiçbir
mantıklı yanı bulunmamaktadır.

Kuran kurslarının dikkati çekici tarafı, ilkokuldan sonra ögrenciyi eğitimden


koparan bir özellik kazanması olmuştur. Bilgi toplumuna adım atılan bir
dünyada ilkokul eğitimi ile yetinen bir topluma dönüşmek, hüzün vericidir.
Çocuğunu orta okula veya meslek okuluna göndermek yerine Kuran kursuna
göndermeyi seçen zihniyetin, çağdaş bir zihniyet olamayacağı ve gelecek
kuşakları işsizlik ve cehaletle yüzyüze bırakacağı açıktır.

Bu nedenle Kuran kursuna değil, Kuran Kursunun ortaöğretime


alternatif bir öğretim kurumu haline dönüşmesine tepki göstermek, daha
gerçekçi bir tutum olacaktır. Ailelerin eğitimden arta kalan zamanlarda
çocuklarını bu kurslara göndermelerini engellemeye yönelik hiçbir uygulamayı
doğru bulmak da mümkün değildir.

Bu nedenle Kuran Kurslarının formel eğitimden arta kalan zamanlarda


devam edilecek biçimde zamanlanmasına ihtiyaç vardır. Yaz tatillerinde,
hafta sonlarında ya da okul saatleri dışında hizmet veren bir modele
dönüştürülmeleri, bu kursların formel eğitime alternatif kurumlar
olmasını önleyecek ve dileyenlerin okul dışı saatlerde devamına da imkan
verecektir.
Türkiye aydını ve siyasetçileri ile demokrasiden fedakarlık etmeden
ve çağdaşlık çizgisinden taviz vermeden gerilimlerine çözüm üretebilecek
bir ülkedir. Ancak bu çözümlerin yolu, kesinlikle tavizsiz, inatçı,
dayatmacı politikalarla ve dogmatik kutsallık saplantıları ile bulunamaz.

İslamda Türk Yorumu

Türkiye'de İslam, uzunca süredir gündemin baş köşesine oturmuştur.


Yapılan tartışmalar, gerçek islamı tanımlamaya yöneliktir. Açıkça görülen
gerçekleri, görmezden gelerek, ya da çarpıtarak yol almak ise
imkansızdır. Ortada açıkça görülen gerçek, İslamın siyasal bir din olduğu
ve Türkiye'nin dini cumhuriyetten bu yana, farklı bir yorumla;
adeta resmileştirerek sunduğudur.

Bu noktada sorulması gereken önemli bir soru vardır. Bu, dinin


hangi amaca hizmet ettiği sorusu olmalıdır. Din bir amaç mıdır, yoksa
insanlığa hizmet eden bir araç mıdır? Bu soruya İslami bir cevap vermek
gerekirse, dinin insan için olduğunu, insanın din için var edilmediğini
kabul etmek gerekir.

Sorulması gereken ikinci soru ise, dinlerin bir sistem


getirmelerindeki sebebin ne olduğudur. İslam, insanları kendi esasları
doğrultusunda yapılandırmak, yani ahlaklı ve inançlı bireyler haline
getirebilmek için ekonomik, sosyal ve siyasal sistem getirmiştir. Çünkü
insana karakterini veren iki temel unsur vardır. Bunların biri doğası, yani
doğuştan gelen özellikleri, diğeri de yaşadığı ortamdır. Dinler yaşanılan
ortamı, kendi ahlaki esaslarının yaşama geçmesini sağlayabilecek biçimde
şekillendirerek, ahlaki devrime hız katmayı amaçlamışlardır.

Türkiye, Cumhuriyetle birlikte yani İslamiyetin doğumundan 14 yüzyıl


sonra bir tercih yapmıştır. Dinin siyasal sisteminin 14 yüzyıl sonra,
genç cumhuriyetin ve çağdaş dünyanın ihtiyaçlarına yeterince cevap
veremeyeceğine ve en önemlisi de değişime kapalı olduğuna karar vererek,
siyasal olmayan fakat ahlaki olan İslamı seçmiştir. Yani dini
bireyselleştirmiş, Allahla kul arasına indirgemiş ve Türkiye yorumu ile
insanına sunmuştur. Kimileri buna laikleşmiş din, kimileri resmi din
demektedirler.

Takılan adların pek de fazla önemi yoktur. Zira İslamın Türk yorumu,
Türk insanını ne Allah'tan, ne peygamberden ne ahlaktan koparmıştır.
Bir küçük grup dışında herkes, dinin Türk yorumuna inanarak bu topraklar
üzerinde huzurla yaşamıştır. İbadetini yapmış, camiine gitmiş, dini
bayramlarını kutlamış, hac ziyaretlerini yapmış, Kuran okumuş, okutmuş,
ölülerini dini merasimle gömmüş, kısacası dinini kutsal bilmiş ve
olabildiğince de ona uygun yaşamaya çalışmıştır.

Kısacası dinin siyasal sistemden yoksun olması topluma zarar vermediği


gibi toplumu bütünleştirici fonksiyonunu da yerine getirmiştir.
Zira İslam tarihi incelendiğinde, İslamdaki siyasal bölünmelerin, dinin
ahlaka ve imana yönelik esaslarının yorumundan değil, siyasal
sistemine ve şeriatına ilişkin yorum farklılıklarından ortaya çıktığı
görülecektir. Şeriatın farklı yorumları İslam ümmetinin farklı mezheplere
ayrılmasına, müslümanın müslümanla savaşmasına ve dinin özünün dünyevi
hırslara feda edilmesine yol açmıştır. Prof. Fığlalı'nın ifadesiyle,
Peygamberin ölümünden 30 yıl geçmeden, İslam toplumunda yok olduğu sanılan
cahiliyye döneminin çirkin kabilecilik anlayışı, zulüm, entrika ve dünyevi
hırslar dirilmeye, düzensizlik, anarşi kol gezmeye başlamıştır Dolayısıyla
İslamın anayasası olan Kuran ve onun açıklayıcısı olan sünnet peygamberin
ölümünden sonra ne temel ahlaki değerler, ne de beşeri düzen bakımından tam
olarak uygulanamamıştır. Kuran ve sünnete dönüş gibi cazip görünen
anlayışların ortaya koyduğu tablolar bile, sonuçta Kuran ve sünnete bakıştaki
anlayış farklılığını da beraberinde taşıdığı için, kendisi bir mezhep
hüviyeti kazanmıştır. (age; s.51)

Türkiye Cumhuriyeti, İslamın Türk yorumu ile siyasal İslami düzen


ve şeriatın yerine, sosyal hukuk devletinin yasalarını koyarak,
dinin toplumda ayrılıklar yaratacak, mezhep kavgalarına yol açacak
uygulamalarını engellemiş ve İslam ahlak ve imanının birleştirici ve
uzlaştırıcı özelliğinin engelsiz biçimde yaşanmasına kapı açmıştır.
Türkiye, İslamda Türk yorumunu cumhuriyetle birlikte açık biçimde
ortaya koymuştur. Ancak Türk insanının bu yorumu kabullenmesinin sebeplerine,
tarihin derinliklerinden bakmak gerekir. Türkler, İslamiyeti 10. yy'ın
başlarında kabul etmeye başlamışlardır. Bu tarihe kadar Müslüman olmamakta
direnmelerinin sebepleri Emeviler dönemindeki baskıcı, ezici ve eşitliğe
aykırı uygulamalara tanık olmaları ve Arap olmayan müslümanları, Emevilerin
azadlı köle (Mevali) sayarak, hakir görmeleri, cizye ve haraç almaları
olmuştur. (age; s.74) Müslümanlik adına sunulan bu ilkel örnekler, Türklerin
yaklaşık 3,5 yy boyunca İslamiyetten uzak durmalarının en önemli sebeplerini
teşkil etmektedir. Türklerde İslamlaşma süreci Abbasiler döneminde
başlamıştır. Bu süreç içinde Türkler, dini iki kaynaktan öğrenmişlerdir. Bu
kaynaklardan birincisi Abbasilerden gelen sünni propogandacılar, diğeri ise
İslamı dar şeriat kaideleriyle değil, tasavvuf felsefi ışığında geniş ve
yumuşak bir mana ve ruh ile sunan tasavvuf erbabıdır. (age;s.85)
İslamın bu geniş ve yumuşak yorumu, Şamanist Türklerin Şaman inancı
ile İslamiyet arasındaki ortak yönleri görmelerini ve İslamı kendi
örfleriyle bütünleştirerek kabullenmelerini kolaylaştırmıştır. Dolayısıyla
İslamda Türk yorumu 10. yy'ın başlarında başlamış ve Cumhuriyet Türkiyesinde
yeni bir dönüşüm geçirerek bugünün İslamiyet yorumuna ulaşılmıştır.

Bu yorum, İslamın siyasal sistemini ve şeriatını modern hukuk devletinin


yasaları ile ikame eden fakat dinin ahlaka, imana, ibadete ilişkin hükümlerinin
Kuranda olduğu şekliyle, en saf biçimiyle yaşanmasını telkin eden bir
yorumdur. Dolayısıyla dinin temel amacını yerine getirmesine engel
oluşturmadığı gibi, Allah inancını, peygamber sevgisini, ahlaklı insan
olunmasını, ibadetin gereğini de olanca etkinliği ile vurgulayan bir
ilahi öğreti olarak toplumsal yaşamdaki önemini korumuştur.

İslamın Türk yorumu, İslam alemi içinde yer alan özgün bir örnektir.
Bu örneğin en önemli özelliği ise, siyasal bir din olan İslama,
siyaset dışı bir yorum getirilmesinden kaynaklanmaktadır. Türkiye örneği,
Batılılarca İslamın yoruma son derece açık bir din oluşuna delil olarak
gösterilmektedir. Fred Halliday, İslam, The Mith of Confrontation adlı
eserinde, ...kutsal metinden çıkarılacak tek bir yorum yoktur. Çağdaş
dünyada, bir zamanlar İslam İmparatorluğunun lideri olan Türkiye gibi bir
ülkenin varlığı, belirgin bir ekonomik ve politik sistem ya da devletle,
dini müeyyideler arasında, İslam dünyası bakımından zorunlu bir ilişkinin
bulunmadığını ortaya koymaktadır...din ile devletin birbirinden ayrılması,
diğer bir ifade ile dindeki dünyevi ve siyasi faaliyetlerin reddedilmesi,
İslami düşünce bakımından mümkün görünmektedir.demektedir. İşte Türkiye'nin
İslam dünyasında sergilediği bu tablo, şüphesiz ki, pekçok İslam ülkesini
tedirgin etmekte ve gelecekte diğer İslam ülkelerince de örnek alınabilecek
bu modelin ortadan kaldırılması için, İslami devrim ihracı modelleri, Türkiye
üzerinde sıklıkla denenmektedir. Çünkü bu model, çağdaş dünyaya kolayca uyum
sağlamaya imkan veren, dinin manevi yönü ile çağdaş dünyanın modern
kurumlarını ahenkle bütünleştirebilen bir modeldir. Kısacası önü, dogmalarla
tıkanmamış, açık bir modeldir.

İslamın Türk yorumunun İslami bir devlet modeline kapalı oluşu, bazı
çevrelerce ahlaki yozlaşmanın temel sebebi olarak gösterilmektedir.
İslam ahlakının ancak İslamın siyasal sistemi ve hukuku altında yaşama
geçirilebileceğine ilişkin iddiaların, yaşayan örnekler esas alındığında,
doğruluğu oldukça tartışmalıdır. Çünkü Siyasal İslamı yaşayan ülkelerdeki
ahlaki yozlaşma Türkiye ile kıyaslanmayacak boyutta ve örtülü yaşanmaktadır.
Türk insanı ikiyüzlü bir dindarlığı değil, açık yürekli bir imanı seçmiştir.
Eğer din insan için ise, Türk insanına yaptığı katkı ortadadır. Dinin Türk
yorumu, kimilerinin asla kabullenemeyeceği, iktidar aracı olmayan
çağdaş bir yorumdur. Türk halkının en az yüzde 80'i de bu yorumdan yana
olduğunu yüksek sesle haykırmaktadır. Bunu günah ya da dinsizlik olarak
yorumlayanlara verilecek cevap o günahın azabına katlanmayı seçmenin
de insanın en doğal hakkı ve cüzi iradesinin varolma sebebi olduğudur.
Kaldı ki toplumda dini kullanarak yaratılan kin ve ayrılık, kardeşi
kardeşe, düşman etme çabaları ve özellikle de toplumun bir kesimini dinsiz
laikler olarak nitelemek, günahın takdirini Allah'a bırakırsak, en azından
gayri insanidir. Hatta daha da ötesi, İslami tanımla Allah'a şirk koşmaktır.
Çünkü birileri, kendileri Allah'ın yerine koyarak kimin dindar,
kimin dinsiz olduğuna karar vermektedirler.

Bu sonu gelmeyecek tartışmayı sürdürenlerin, bundan en büyük yarayı


alanın, savunusunu kimselere bırakmadıkları din olduğunu, idrak
etmememiş oldukları düşünülemez. Zira bu tartışmalar genç kuşağın büyük
bölümünü dine karşı şartlandırmaktadır. Bu amansız mücadeleyi dini yıpratarak
sürdürmeye devam edenlerin, siyasal iktidar hırsından başka
bir amaç taşıdıklarını ise düşünmek ne yazık ki çok zordur. Türkiye'de
demokrasinin faziletlerini kullanarak, anti demokratik bir din devletine
geçiş özlemi besleyen Siyasal İslamcıların, gerçek demokrasinin önündeki
en büyük engeli oluşturduklarının, samimi dindarların haklarını da gasp
etmekte olduklarının kamuoyunca bilinmesinin zamanı gelmiştir. Ancak
bu gerçeği onlardan da önce idrak etmesi gerekenler, sahte
dindarlık peçeleri altında oy avına çıkan ve dini 47 yıldır siyasete alet
ederek, halkı din odaklı iktidar arayışına güdüleyen ikiyüzlü politikacılardır.

Kapı bir kez aralanmaya görsün... Kendini demokrat ve çağdaş sayanlar,


halkı din-odaklı iktidar arayışına şartlandırarak kapıyı aralamış, ama
o kapıdan Siyasal İslam girmiştir. Bu deneyim, Türk demokrasisi ve
siyaseti için terbiyevi bir özellik taşırsa, aydınlık bir Türkiye, hayal
olmayacaktır.

Din ve Ahlak

Siyasal İslam ve Ahlak

Siyasal İslamın Türkiye'de güç kazanmasında en önemli etkenlerden


biri, toplumun uğradığı ahlaki deformasyon olmuştur. Gerçekten de Türk
toplumu her yönden bir yozlaşma bombardımanı ile karşı karşıyadır. Bir
yandan gençliği pençesine alan uyuşturucu ve alkol bağımlılığı, diğer
yandan yaşamın her kesitinde kendini gösteren fırsatçı zihniyet, toplumda
büyüyen gelir farklılıklarına karşı takınılan vurdumduymaz tavır,
siyasetteki kirlenme, adalete olan güvenin azalması, devlette ortaya çıkan
çeteler, yargısız infazlar, kaybolan Türk gelenekleri, teşhirci bir
cinsellik anlayışının yaygınlaşması, halkın sömürülen umutları Türk insanın
yeni bir arayışa yönelmesindeki en önemli sebepleri oluşturmuştur.

Türk halkının din ile ahlakı özdeşleştiren bir inanca sahip bulunuşu,
siyasal söylemini din üzerine inşa eden bir siyasi partiye elbette
büyük avantaj sağlayacaktı. Nitekim Refah Partisi bunun meyvalarını
toplamış ve halkın beklentilerine cevap verecek olan Adil Düzen sloganı
ile de halkın, temiz toplum yolundaki duygularının tercümanı olmuştur.
Dini siyasette kullanmakla, dini yaşamak elbette çok farklı şeylerdir.

Ancak Türk siyasetinde yaşanan tıkanıklık, yakın tarihimizde dini


siyasette kullananlara avantaj sağlamış ve umut sömürüsüne son vermek
isteyen seçmenler, dini siyasette kullananları deneyerek bu çıkmazı aşmayı
tercih etmişlerdir. Oysa biraz daha dikkatli davransalar, Türkiye'de
ahlaki deformasyonun hız kazanmasında, ağzından Allah adını düşürmeyen,
Allah'ın ipine sarılmayı öneren, tarikat üyesi, milliyetçi, muhafazakar bir
liderin inkar edilemeyecek derecede önemli rol oynadığını görecekler, hatta
dini kullanarak siyaset yapan liderlerin açık yalanlarını kolayca tesbit
edebileceklerdi. Zira ülkenin yakın tarihi, işini bilen liderlerin, dini
kullanarak fırsatçılık ahlakının yaygınlaşmasına yaptıkları katkıların
örnekleriyle doludur. Bu nedenle dine bağlılık ile ahlaklılık arasında
doğrudan bir ilişki kurmak hiç de sanıldığı kadar kolay değildir.

Günümüzün radikal Siyasal İslamcıları ise, dinin ahlaki boyutundan


ziyade siyasal boyutunu vurgulamaktadırlar. Din-ahlak ilişkisine
en fazla sahip çıkan ise her zaman Diyanet İşleri Başkanlığı olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşundan itibaren, din ile ahlak adeta
özdeşleştirilmiş, devlet dini bu boyutu ile sahiplenmiş, bir ahlaki öğreti
olarak yorumlamış, okullarında bile bu ilişkiyi açıkça sergileyecek biçimde
Din ve Ahlak Bilgisi adı altında ders olarak okutmuştur.

Siyasal İslamın görünen hedefi, dini, ahlakli bir topluma ulaşmanın


aracı olarak yorumlamaktan ziyade, Allah'ın emri olduğu için,
siyasal sistemi ve kurumlarıyla yaşama geçirmektir. İslamın, siyasal ve
sosyal düzeni kurulduğunda, bu düzen içinde yaşayan insanların, İslam
ahlakını benimseyeceklerine inanılmaktadır. Daha açık bir ifade ile Siyasal
İslamcılara göre İslami düzen önceliğe sahiptir. İslam devleti kurulduğunda
İslam ahlakı arkadan gelecektir.

Oysa İslamın toplumsal sisteminin başarısı bireysel ahlak ile yakından


ilişkilidir. Kuran, sistemin özünü ve en önemli karakteristiğini
oluşturan sosyal adalet ilkesini, ahlaklı insanın iradesine terk etmiş
ancak bunun Allah'ın emri olduğunu da beyan ederek, cüzi iradenin Allah'ın
istediği yolda kullanılmasını emretmiştir. Zekat, fitre, sadaka, karz-ı
hasen gibi yardımlaşma yöntemleri, İslamda sosyal adaletin temelini
oluşturmaktadır. Ancak sistemin meyva verebilmesi için bu yardımlaşma
şuurunun bireylerce benimsenmesi gerekmektedir. Dinin amaçladığı ahlak
anlayışının yaşama geçip, yaygınlaşması ve bireyin hiçbir zorlama ve
yaptırım olmaksızın gelir dağılımındaki adaleti sağlayacak zekat, fitre,
sadakalarını, dinin emrettiği sınırlar içinde vermeleri İslamdaki sosyal
adaletin sağlanmasındaki tek yoldur. Bu durumda İslami sistemin başarısının,
güzel ahlaklı ve imanı bütün bireyler yaratılmasına bağlı olduğu ortadadır.
Dolayısıyla hem sistemin işlemesi için ahlaklı bir topluma, hem de
ahlaklı toplum için sisteme ihtiyaç olduğu görülmektedir. Bu, içinden
çıkılması oldukça zor bir durumdur. Günümüz koşullarında siyasal
islamcıların seçtiği yol, sistemi öne almak, bir İslami düzen kurmaya
öncelik vermek şeklindedir.

Ahlaklı bir topluma ulaşmanın ilk adımı eğitimden geçmektedir. Eğitim,


güzel ahlakı tanıtıcı ve ona özendirici yöntemlerle ahlaklı bir
toplumun oluşuma hizmet eden bir araçtır. Bireyin özgür iradesi ve aklı ile
ahlakı seçmesi ve yaşaması, sağlam ve kalıcı bir ahlak anlayışına ulaşmak
bakımından büyük önem taşır. Ancak dinsel ahlak kişiyi özgür iradesi ve
aklının yanısıra, ceza (cehennem) ve ödül (cennet) ilişkisini ve
özellikle de Allah korkusunu işleyerek, ahlaklı yaşamaya teşvik etmektedir.

Din ile ahlakı bir bütün olarak kabul edenler, yine dinden aldıkları
güçle, dayatmacı bir ahlak anlayışını, insanlığın varlığını devam ettirmesinin
tek şartı olarak da ortaya koyabilmektedirler. Dini inanca göre insan,
inanç ve imanla bütünleşen bir ahlakı seçmek ya da dinler tarihinde yer
alan çeşitli menkıbelerde de görüldüğü gibi, Allah tarafından cezalandırılmak
arasında bir tercih yapmak zorundadır.
Dinler tarihi incelendiğinde, ahlakın pekçok menkıbede temel motif
olarak yer aldığı görülecektir. Bunların en çarpıcısı Sodom ve Gomorra
halkının yok edilişi ile ilgili hikayedir. Lut peygamberin'in
hikayesi Tevrat'ta (Eski Ahid, Tekvin, Bap 19) ve Kuran'da anlatılmaktadır. Her
iki kutsal kitap da
Sodom halkının ahlaktan uzak yaşantısının Allah tarafından nasıl
cezalandırıldığına
yer vermektedir. Kuran Sodom halkının ahlak dışı yaşantısını şu sözlerle
anlatmaktadır. Lut'u gönderdik. Kavmine dedi ki: Siz, sizden önce
dünyalarda hiç kimsenin yapmadığı fuhşu mu yapıyorsunuz? Siz kadınları bırakıp,
erkeklere şehvetle gidiyorsunuz ha! Doğrusu siz azgın bir kavimsiniz...
Biz onu (Lut) ve ailesini kurtardık, yalnız karısını kurtaramadık.
Çünkü o, gerilerde kalanlardan oldu. Ve üzerlerine bir yaş yağmuru yağdırdık;
bak işte suçluların sonu nasıl oldu!( Araf Suresi/80-84)

Bir diğer örnek ise Şuayb Peygamber'in gönderildiği Medyen halkı ile
ilgilidir. Kuran, bu olayı şöyle anlatmaktadır: Medyen'e de kardeşleri Şuayb'i
gönderdik: Ey kavmim, dedi, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka Tanrınız
yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi: ölçüyü ve tartıyı tam yapın,
insanların eşyalarını eksik vermeyin, düzeltildikten sonra yeryüzünde
bozgunculuk yapmayın.... (Araf suresi/85) Kavmin yola gelmemesi üzerine ise
o müthiş sarsıntı onları yakalayıverdi, yurtlarında diz üstü çökekaldılar(Araf
suresi/91)

Kuran, Hud peygamberin kavmi olan Ad kavminin, sapıklığa düştüğü


için şiddetli bir rüzgarla, Salih peygamberin kavmi olan Semud
kavminin de benzeri sebeple gökten gelen kuvvetli bir sesle yok edildiği
anlatmaktadır.

Bu mesellerin, dinde ahlaka verilen önemi ve güzel ahlakın öncüsü sayılan


peygamberlere uymama karşılığında çarptırılacak cezaları göstermesi
bakımından önemi vardır. Bundan çıkan sonuç, dinsiz bir ahlaklılığın
olamayacağıdır.

Ahlakta Din Tekeli

Ahlak; dar anlamda insanın iyi veya kötü olarak vasıflandırılmasına


yol açan manevi nitelikleri, huyları ve bunların etkisiyle ortaya
koyduğu iradeli davranışları olarak tanımlanabilir. Bu tanımın en dikkat
çekici yönü, bireysel niteliklerin iradeli davranışlara yansıması koşuludur.

Ahlakın ne olduğu konusu, özellikle Türk toplumu açısından son derece


açıktır. Ancak ahlakın kaynağı ile ilgili görüşler, tüm dünyada yüzyıllardır
tartışmaya açık olan konular arasında yer alır.

Ahlak kuramlarını klasik olarak iki sınıfa ayırmak mümkündür:


Bunlardan ilki, metodu dedüksiyon (tümden gelim) olan teorilerdir
ki bunlar dine ve metafiziğe dayanırlar. Diğeri ise metod olarak
endüksiyona (tüme varım) dayalı teorilerdir ki, bunlar da bireysel ve
toplumsal deneyimlere önem verirler. Bu ikili ayırımın dışında bir de pozitif
bilime dayanan ve insanın biyolojik yapısında varolan ahlaki yetenekleri,
ahlakın kaynağı kabul eden bilimsel kuram mevcuttur.

Ahlak kurallarının kollektifleşmesinde de iki temel kaynağın rol oynadığı


görülür. Bunların birincisi din, ikincisi ise kamu vicdanıdır.
Dinler, kamu vicdanının oluşumuna, bireyleri bilgilendirmek yolu ile etki
yaparlar.

Ancak kamu vicdanını oluşturan temel öge, toplumun yaşadığı deneyimlerdir.


Kaldı ki kamu vicdanını ürünü olan her değer yargısının erdem olarak
nitelendirilmesi de mümkün değildir. Zira örflerin de kamu vicdanını
oluşturmada büyük etkisi vardır.

Bu açıdan bakıldığında, dinlerin kamu vicdanının ürünü olan ve örflerle


de beslenen doğru değer hükümlerini ayıklayarak, onlara ilaveler
yaparak ahlak sistemine dönüştürmede ve yaygınlaştırmada büyük bir rol
oynadıkları görülür.

Bu ayırımdan anlaşılacağı gibi, dünyada ahlakın yegane kaynağı, din


olarak kabul edilmemektedir. Ancak en yaygın kanının, ahlakın kaynağını
din olarak kabullenme eğilimi olduğu da açıktır. Çünkü dinler, Tanrısal
iradeden aldıklarını iddia ettikleri güçle, ahlaklı insan profilini
net biçimde çizmişler ve buna uygun yaşamanın ödülleri ile uymamanın
cezalarını da insana iletmişlerdir. Ödül ve ceza ikilemi içindeki insanın,
bilinmeyene duyduğu korkunun ve dünya dışı sonsuz yaşama olan özlemin de
etkisiyle, ahlaklı yaşama konusundaki gayreti din aracılığı ile ivme
kazanmıştır. Bu nedenle de dinler, diğer ahlak teorilerine kıyasla, insana
daha az gayretle, daha kolaylaştırılmış yöntemlerle ahlaklı yaşamanın yollarını
açarak, birer ahlak devrimi başlatmışlardır.

Neden daha az gayretle ?

Çünkü endüksiyona dayalı metod, bireysel ve toplumsal deneyimlerden ahlak


kurallarını çıkarmak gibi, aklı ve muhakeme gücünü gerekli kılan bir çaba
istemektedir. Kaldı ki bu çaba içindeki bireyin, kişisel arzu ve ihtiraslardan
kendini soyutlayarak, doğru ahlak kurallarına ulaşması her zaman mümkün
değildir. Bu kuralların anonimleşmesi ise ayrıca bir zorluk yaratmaktadır.

Ancak endüksiyona dayalı ahlaklarda, kuralların toplumsal gelişime


paralel olarak geliştirilmeleri mümkündür. Endüksiyon, evrimci ahlak
anlayışını da beraberinde getirmektedir. Din ve metafiziğe dayalı mutlak
ahlak anlayışları ise, evrime kapalı olma özelliği gösterirler.

Belli bir ahlak kuralının, zamana, koşullara, toplumun içindeki çeşitli


gruplara, üretim ve bölüşüm ilişkilerine, korunma, savunma koşullarına,
aile içi sorumluluklara, vs. göre yorumu, genellikle dine dayalı
mutlak ahlakın kesin kuralları karşısında bireyi zorlamaktadır. Oysa
endüksiyona dayalı ahlak kuramı içinde, ahlak nomunun genelden özele
indirgenmesi ve uygulanabilir bir gerçekçiliğe erişmesi daha kolaydır. O
zaman da ahlakın başta yapılan tanımındaki gibi, yalnızca bir kurallar demeti
olmaktan çıkıp, iradeli bir davranış haline gelmesi mümkün olabilmektedir.

Ahlakın bireysel ve toplumsal olarak iki ayrı boyutta incelenmesi


gerekir. Bireysel açıdan ahlak, kişinin huzurlu yaşaması açısından önem
taşımaktadır. Huzur, gerek dünyadaki yaşamı süresince, gerek dini inanışa
göre ölümden sonraki sonsuz ruhsal yaşamı süresince vaadedilenlere
ulaşmak bakımından bireye bir moral güç vermektedir. Yine ahlaklı yaşamın
toplumsal ilişkiler açısından da taşıdığı önem büyüktür. Ahlaklı bir toplumda
yaşamanın bireye verdiği güven, toplumsal ilişkilere getirdiği
düzen inkar edilemeyecek kadar önemlidir. Bu nedenle ahlakın, toplumsal
amaç ve hedefleri dikkate alarak tanımlanmasına da ihtiyaç vardır.

Toplumsal açıdan ahlak, toplumun dirlik ve düzeninin en doğal koruyucusu


olup, o toplumu oluşturan bireylerin karşılıklı haklarını, ödevlerini
güvence altına alan ve gelişimlerini sağlayabilecekleri ortamı oluşturan,
benimsenmiş kurallar olarak tanımlanabilir.

Ahlakın odak noktası insandır. Bu nedenle insanın moral eğitimini


gerçekleştirmesi, ahlak normlarına olan duyarlılığı ile doğrudan bağlantılıdır.
Moral eğitim, bireysel gelişimin de önemli bir unsuru olarak kabul
edilmelidir. Çünkü bir dünya görüşünün kazanılmasında, insana bakış açısında
ve temel hakların belirlenmesinde ahlaki değerler önemli yer tutar.
Ahlakın dünya görüşünü belirleyen bir değerler sistemi oluşu, statik ya da
mutlak ahlak anlayışlarının tartışılabilirlik olgusunu da gündeme getirmektedir.
Diğer bir ifade ile ahlak anlayışımız, dünyaya açılan penceremizdir. Öğrenilen
doğru ve yanlış kalıpları, olayları değerlendirmenin temel kıstasını
oluşturur. Örneğin kin, intikam, kan dökücülüğün aile, ırk, millet ya da
dinin şerefi ile bütünleştirilmiş bir sosyal değerler kalıbının
benimsendiği toplumlardaki ahlak anlayışı ile, insanın ne pahasına
olursa olsun yaşama hakkı olan kutsal bir varlık olduğunu kabul eden
toplumların ahlak normları arasında fark vardır. Yine cinsiyet ayırımcılığını
doğal kabul eden toplumlarla, ayırımcılığa karşı olan toplumların ahlaki
değer kalıpları da farklılık gösterir.

Tarihsel süreç içinde yaşanan değişim dikkate alındığında, kabile


ahlakından yola çıkan insan toplumlarının, evrensel bir ahlaka doğru yol
aldıkları açıkça görülmektedir. Dünya küçülmekte, insan ilişkileri yerel
özelliklerinden sıyrılıp, globalleşmektedir. Bu değişim, insana bakış açısında
da genişleme meydana getirmektedir. Artık ırk, soy, din, mezhep, hatta
milletle sınırlı olmayan insanı odak alan bir değerler sistemi ile
bütünleşen bir dünyaya adım atılmaktadır. İletişim çağı, sadece teknik
bilginin değil, sosyal ve ahlaki değerlerin de iletilmesine yol
açmaktadır.

Değer kalıplarındaki hızlı değişim, çoğu zaman hoş karşılanmasa da,


kaçınılmazdır. Ahlakın evrenselleşmesi, bazı değerlerin ortadan kalkmasına,
bazı yeni değerlerin de kabul görmesine yol açmaktadır. Bu değişimin
değişmeyen odak noktasının dinlerde yer alan temel ahlaki prensipler
olduğunu iddia etmek mümkün müdür?

(Hem evet, hem hayır...Daha açık biçimde ifade etmek için, evrensel
ahlakın çekirdeğini dinin oluşturduğunu söyleyebilir miyiz?)

(Yoksa evrensel ahlakın oluşumunda, bir değişim mi söz konusudur? Din,


evrensel ahlakın çekirdeği olma özelliğini kısmen mi yerine getirmektedir?)

Yukarıda yer alan ortak alan, şüphesiz ki tüm dinler için, aynı
büyüklükte olmayacaktır. Ancak evrensel ahlakın oluşumunda dinin etkisi
inkar edilemez gibi görülse de, ahlak anlayışının mutlak dinsel
ahlakla sınırlı olduğu da iddia edilemez.

İnsan odaklı evrensel ahlakın oluşumunda insan hakları bilinci, eşitlik ve


özgürlük kavramları önemli yer tutmaktadır. İnsanın hangi inanca sahip
olursa olsun, ya da inancını ne yönde değiştirirse değiştirsin,
yaşamaya ve eşit muamele görmeye hakkının olduğu düşüncesi, evrensel ahlakın
insanlığa önemli bir katkısıdır. Evrensel ahlak, cinsiyet ayırımcılığına
kesinlikle yer vermeyen, hukuki yaptırımları bakımından da ayırım gözetmeyen
bir değişimi beraberinde getirmiştir. Dinlerde çok büyük önem taşıyan
cinsel ahlakla ilgili yaklaşımlar ise, evrensel ahlakta, cinsiyet
ayırımcılığını ortadan kaldırmaya yönelik bir gelişme göstermektedir. Diğer
bir ifade ile, toplumun ya da ailenin namusunu, kadına fatura etmeye
yönelik dinsel ahlak normları, kadınla erkeğin, cinsel ahlak anlayışı
bakımından eşitlendiği bir değerler sistemine yerini bırakmaktadır.

Benzeri bir eşitlik sosyal sınıflar için de söz konusudur. Yanlış olan
bir davranış biçimi toplumdaki sosyal statüsü ne olursa olsun,
toplumda yaşayan tüm bireyler için yanlış olmalıdır.

Evrensel ahlakın oluşumunda büyük rolü olan dinlerdeki ahlaki değerler


sistemi üzerinde durmak, konuyu açıklık kazandıracaktır.

Tüm dinler toplum yaşamını düzenleyici ve bireyi doğru davranışa


yönlendirici ahlak kuralları getirmişlerdir. Bu kurallar dinin
ortaya çıktığı toplumun yaşam biçimi ve değerler sistemi ile de oldukça
ilişkilidir. Zira tüm dinler, ortaya çıktıkları toplumlardaki yanlış davranış
ve değer yargılarına atıf yaparak ve bu konudaki değişimi vurgulayarak yeni
bir değerler sistemini yerleştirmeyi amaçlamışlardır.

Tevratın ahlaki değerler sistemini on emir ile özetlemek mümkündür.


On emir, yapılması gerekenden önce yapılmaması gerekenleri vurgulayan
ve yasaklayan bir üsluba sahiptir. Katletmeyeceksin, zina etmeyeceksin,
çalmayacaksın, komşuna karşı yalan yere şahadet etmeyeceksin, komşunun
hiçbir şeyine tamah etmeyeceksin, başka ilahlara tapmayacaksın,
putlara tapmayacaksın, Allah'ın adını boş yere ağızına almayacaksın, sept
gününe uyacaksın, anana, babana hürmet edeceksin. Açıkça görüleceği
gibi on emrin sekiz tanesi yapılmaması gerekenlerle ilgilidir ve
ahlaki hüküm mahiyetini taşıyanlar ise sadece altı tanedir. Bu emirlerin
bozulması halinde ise Tanrı'nın gazabına gelme gibi bir tehditle
karşılaşılacağı açıktır. Emirler ve yasaklarla örülü bir ahlak anlayışının,
gönül rızasına dayalı iradeli bir davranışa dönüşümü son derece zordur.
Burada sunulan ahlak ilkeleri korku egemen bir benimsetme yöntemi ile
birlikte getirilmiştir.

İsrailoğullarının tarihi bu yasakların otorite boşluğu doğar dogmaz ihlal


edildiğinin örnekleri ile doludur. Özellikle Musa'nın dağa çıkıp, bir
süre ortalıkta görülmemesi ile birlikte, kavmin derhal altın bir buzağı
yapıp, tapması emir ve otoriteye dayalı bir ahlak sisteminin ne derece
zaafiyet içinde olduğunu göstermeye yeter.

Tevratın evrensel bir din olmayıp, sadece İsrailoğullarına hitap


etmesi ve onları Tanrı'nın yegane sevgili ve seçilmiş toplumu olarak görmesi,
ahlaki değer hükümlerinin ırksal motifler taşımasına yol açmıştır. Örneğin
bir sömürü aracı olarak görülen faiz İsrailoğullarına yasaklandığı halde,
Yabancıya faizle ödünç verebilirsin fakat kardeşine faizle ödünç
vermeyeceksin.(Eski
Ahid; Çıkış 23/20) ifadesinden de anlaşılacağı gibi yabancılar bu kapsamın
dışında tutularak
faizle sömürülebilir sayılmaktadırlar. Bir diğer örnek de kölelik uygulaması
için verilebilir. İbrani bir köleye, altı yıl hizmetten sonra özgürlük
tanınmakta fakat aynı hak farklı ırka mensup olanlar için verilmemektedir.(Eski
Ahid; Çıkış 21/2)

Cinsiyet ayırımcılığı Tevratta da açıkça mevcuttur. Örneğin boşanma


hakkı sadece erkeğe verilmiştir. Erkek çocuk doğuran kadın, doğumdan
sonraki 9 gün boyunca murdar sayılırken, kız çocuk doğuran kadın 60
gün murdar sayılmaktadır.

Hıristiyanlıkta ise Tevrattaki on emirin İsa tarafından genişletildiği


görülmektedir. Ancak bu genişletilmeye bir üslup yumuşaklığı da eşlik
etmektedir. Bu konuda birkaç örnek verecek olursak; İşittiniz ki eski zaman
adamlarına denildi: Katletmeyeceksin ve Kim katlederse hükme müstahak
olacaktır. Fakat ben size derim: Kardeşine kızan her adam hükme müstahak
olacaktır... Zina etmeyeceksin denildiğini işittiniz, Fakat ben size derim
ki: Bir kadına şehvetle bakan her adam zaten yüreğinde onunla zina etmiştir...
Göz yerine göz, diş yerine diş denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim ki;
kötüye karşı koyma ve senin sağ yanağına kim vurursa, ona ötekini de çevir...
Sen komşunu sevecek ve düşmanından nefret edeceksin denildiğini işittiniz.
Fakat ben size derim ki düşmanınızı da sevin ve size cefa edenler için dua
edin... Sadaka verdiğin zaman sol elin sağ elinin ne yaptığını bilmesin de
sadakan gizlide olsun... Hükmetmeyin ki hükmolunmayasınız. Çünkü ne hükümle
hükmederseniz, onunla hükmolunacaksınız (Yeni Ahid; Matta Bap 5-7)

Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi Hıristiyanlık, ahlakı gösteriş


ahlakı olmaktan çıkarıp, benimsetmeye çalışmış ve ahlakı akıl ve vicdan
çerçevesinde yorumlamıştır. Ancak Tanrı korkusu, tüm inanç sistemlerinde
olduğu gibi Hıristiyanlıkta da ahlaklı olmaya yönlendiren bir motif olma
özelliğini korumuş ve bu dünyadaki iyilik ve kötülüklerin öbür dünyadaki
ödül ve mükafatlarla karşılanacağı inancı aşılanmaya çalışılmıştır.

İslamiyet, ahlaka büyük önem veren bir dindir. Hz. Muhammed, Ben ahlakın
güzelliklerini tamamlamak için gönderildim. diyerek, tebliğ görevinde
ahlaka verilen önemi açıkça anlatmıştır. Kuran'da yer alan ahlaki
kurallar, hayat verici, hayatı zenginleştirici niteliktedir. Nahl
suresinin 97. ayetinde, Erkek ve kadınlardan her kim inanmış olarak iyi bir
iş yaparsa, onu dünyada hoş bir hayatla yaşatırız... Ahirette ise onların
ücretini yaptıklarının en güzeliyle veririz. diyerek, bu konuya açıklık
getirilmektedir. Ancak ahlaklı insana vaadedilen iyi yaşamın şartı,
inanarak ahlaklı olmaktır. Kuran'ın ideali, aşırılıklardan arınmış, orta yolu
izleyen, sağlıklı bir toplum yaratmaktır. Bunun için de insanlar, dünyada
kendilerine sunulan iyi şeyleri almak, ancak aşırılığa varmadan
kullanarak yaşamak durumundadırlar. Kuran, Araf suresinin 31. ayetinde, Ey
Adem oğulları, her mescide gidişinizde, süslü, güzel elbiselerinizi üzerinize
alın, yeyin, için, fakat israf etmeyin. Çünkü O israf edenleri sevmez.
diyerek bu yaşam modelinin sınırlarını çizmektedir.

İslamın ahlaki öğretisi adalet, hikmet, cesaret, dürüstlük, yardımlaşma,


ahde vefa, çalışarak kazanma, tevazu, şefkat, bağışlamak, sabır, saygı,
cömertlik gibi erdemleri teşvik etmektedir. Buna karşılık yalancılık,
haksızlık, kibir, gurur, gıybet (dedikodu), kin, kötülük, alaycılık,
korkaklık, tembellik, hainlik, fitnecilik, fesatçılık, cimrilik,
vefasızlık, saygısızlık gibi davranışları yasaklamaktadır.

İyilik, Allah'ın bir sıfatıdır. Bu sebeple insanların iyiliğe yönelik


içgüdülerine uygun davranmaları bir zorunluluk olmaktadır. Allah,
herkese, herşeye iyiliğini yaydığı, iyilik yapanları sevdiği için iyilik
yapılmalıdır. Bakara suresi 195 ayetinde, Mallarınızı Allah yolunda
harcayın, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın, iyilik edin,
doğrusu Allah, iyilik edenleri sever. denilmektedir.

Adalet, Kuran'ın ahlaki bir ideal olarak benimsenmesini öğütlediği ilahi


bir sıfattır. Allah, insanların birbirlerine karşı adil olmalarını emrederken,
kendisi de adaletle hükmetmektedir. Müminlere kendileri, aileleri, yakınları
aleyhine bile olsa, zengin-yoksul ayırımı yapmadan adaleti uygulamaları
emredilmiştir. Nisa suresi 135. ayetinde, Ey inananlar, adaleti tam yerine
getirerek Allah için şahitlik edenlerden olun. Kendinizin, ana, babanızın ve
yakınlarınızın aleyhine bile olsa, şahitlik ettiğiniz kimseler zengin veya
fakir de olsalar adaletten ayrılmayın denilmektedir. Adaletin ölçüsü olarak
insanlara sunulan ise Kuran'ın hükümleridir. Hadid suresinin 25 ayetinde,
Andolsun, biz elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve onlarla beraber
Kitab'ı ve adalet ölçüsünü indirdik ki insanlar adaleti yerine getirsinler
denilerek konu açıklığa kavuşturulmaktadır. Adalet, kişilerin sözlerinde ve
hareketlerinde doğru olmalarını, ahidleştiklerinde ahidlerini gözetmelerini,
üzerlerine düşen yükümlülükleri yerine getirmelerini gerektirmektedir. Ayrıca
Kuran'da müminlere, adaletin uygulandığı bir sistem kurmaları, yeryüzünde
kötülüğün yaygınlaşmasını doğuracak, bozgunculuk yapma, ölçü ve tartıda hile
yapma, insanların ellerinden mallarını haksızca alma gibi fullerde bulunmamaları
tavsiye edilmektedir.

Hz. Muhammed ise insanlara şu altı konuya dikkat ettikleri


takdirde mutlu olacaklarını söylemiştir:

Bunlardan ilki, doğruluktur. Peygamber'in bir hadisinde Şüphesiz


ki doğruluk insanı tam hayra ulaştırır. Tam hayır da cennete götürür. Yalan
söylemek ise ise insam gerçekten kötülüğe ulaştırır. Kötülük de cehenneme
götürür. dediği rivayet edilmektedir. Doğruluktan söz ederken yalan
yere tanıklık etmenin de önemi belirtilmiş ve bir başka hadiste; Yalancı
tanıklıktan uzaklaşın. Bir kimse bir müslümanın aleyhine yalan yere
tanıklık ederse cehennemde yerini hazır bilsin. denilmektedir.

Ayrıca Hz. Muhammed, verilen sözü yerine getirmek, emanete hıyanet


etmemek, namuslu ve dürüst olmak, haramdan kaçınmak, yasak olan şeyleri
yapmamak gibi konulara da dikkat çekmiştir.

İslamda ahlaklı olmanın en kestirme yolu, Allah'ın ve Peygamberin


emirlerine uymak, olarak özetlenebilir. Ayrıca İslamda peygamber,
ümmete mükemmel bir ahlaki model olarak da sunulmuştur. Peygamberin
ahlakı, sanki İslam ahlakının yaşayan bir örneği, onun davranışları,
ahlakın özeti gibi kabul edilmektedir. Peygamberin bu konudaki
örnekliği, yaşamından sonra da devam etmiştir. Peygamberin örnekliği,
Kuran'da şöyle anlatılmıştır. Andolsun Allah'ın elçisinde sizin için
Allah'ı ve ahireti arzu eden ve Allah'ı çok anan kimseler için, uyulacak en
güzel örnek vardır. (Ahzap/21)

İslam ahlakı bakımından çok önemli bir nokta, ahlakın Allah'a karşı
yerine getirilmesi gereken bir görev ve sorumluluk olarak kabul
edilmesidir. İnsan, ahlaklı olup, olmama konusunda Allah'la karşı karşıyadır.
Çünkü insan ruhu ile Allah arasında, ruhların ilk yaradılışında yapılan bir
mukavele vardır. Bu mukavele ile insana doğuştan Allah'ı tanıma sezgisi
verilmiş ve O'nu inkar için herhangi bir bahanelerinin kalması önlenmiştir.
O'nu inkar etmek, yaradılışta varolan bu sezgiye ve yapılan mukaveleye
karşı gelmektir. Dolayısıyla Allah'ın ayetlerini inkar etmek, şuurlu
olarak işlenen bir suç, şeytana uymak olmaktadır ki, bunun da cezası büyüktür.
Kuran A'raf suresi 172-173. ayetlerde bunu anlatmaktadır. Rabbin, Adem
oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine
şahit tutmuştu. Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diye. Evet (buna) şahidiz
dediler. Kıyamet günü biz bundan habersizdik demiyesiniz. Yahut, Ne
yapalım daha önce babalarımız Allah'a ortak koştu, biz de onlardan sonra
gelen bir nesil olduğumuz için öyle yaptık. Gerçekleri iptal edenlerin
yaptıkları yüzünden bizi helak mı ediyorsun? demeyeseniz diye (sizin
Rabbiniz olduğum hakkında sizi şahit tutmuştuk). İşlenen zerre kadar
kötülüğün cezalandırılacağı, zerre kadar hayrın da ödüllendirileceği
Kuran'da yer almaktadır.

Bu ceza ve ödül nasıl belirlenecektir? Bunun cevabını da Kuran şöyle


vermektedir:
Her kişinin fiilerini kendi boynuna taktık. Kıyamet günü onun için her şeyin
kaydedildiği bir kitap çıkaracağız ki, şahıs o kitabı önünde açılmış olarak
görecektir. Ona Oku kitabını bugün, sana hesap görücü olarak, kendi benliğin
yeter denilecektir. (İsra suresi 13-14) Bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi,
kişinin dünyadaki iyi ve kötü eylemleri onun kitabına kaydedilmekte ve bunun
hesabı da Kıyamet günü sorulmaktadır. O halde ahlaki görevini yerine
getirmeyenler için azap, kaçınılmaz bir son olmaktadır. Çünkü İslamın
getirdiği ahlak ilkelerine uymamak, aynı zamanda Allah'a ve Resulüne de
karşı gelmek ve ruhların yaradılışında Allah'la yapılan ahdi bozmaktır.

Bu ayetlerin de açıkça ortaya koyduğu gibi, İslam'da bireyi ahlaklı olmaya


iten iki temel etken mevcuttur. Öncelikle İslamda bütün ahlaki vazifeler,
uhrevi müeyyidelere bağlanmış, iyiler için cennet vaad edilmiş, kötüler
cehennemle tehdit edilmiştir. Böylece ödül ve ceza, ahlakı teşvik edici
önemli unsurlar olmaktadır. Ancak ahlak kurallarının uygulanmasında,
özellikle sosyal düzenin sağlıklı işletilmesinde sadece bu motiflere dayanan
bir ahlak tam olarak saygıya değer sayılamayacağından, Kuran ve sünnette
Allah'ı en yüksek derecede sevmek, O'nun hoşnutluğuna layık olmak ve O'ndan
hoşnut olmak temel ahlaki motif olarak gösterilmiş; doğru inanç ve temiz
yaşayışın en yüksek gayesinin Allah rızası olduğu vurgulanmıştır. (age. s. 7-8)
Sorulması gereken diğer bir önemli soru ise şudur: İslamiyete göre bir
insanın herhangi bir dine ya da İslama inanmadığı halde, ahlaklı olması
mümkün müdür? Yani ahlakın tüm gereklerine göre yaşayan ancak inancı
olmayan bir insanı, İslam ahlaklı sayacak mıdır? İnanç ile ahlak arasında
kurulan bağ, özellikle de ahlakın Allah'a karşı yerine getirilmesi
gereken bir görev olarak kabulü, cevabın olumsuz olduğunu ortaya koymaktadır.
İslamda ahlaki terakkinin ulaşacağı son nokta insanın tüm niyetlerini ve
davranışlarını Allah'ın emrine ve rızasına uygun düşüp, düşmeyeceği ölçüsüne
göre değerlendirmesidir.(age. s.8)

O halde İslamiyet, dinden bağımsız bir ahlaklılığı kabul etmemekte,


bunun olabilirliğini dahi tartışmamaktadır. O zaman dinin ana
fonksiyonunun inanç ve iman olduğu, bunun doğal sonucunun da ahlak olacağı
açıktır. Bu açıdan konuya yaklaşıldığında, ahlakin göstergesi olan erdemlerin
varlığı, İslamiyette ahlakı tanımlamak için yeterli değildir. Bu erdemlere
mutlak inanç ve imanın da eklenmesi gerekmektedir.

Ahlak teorileri açısından konuya yaklaşıldığında İslamın mutlak


ahlak anlayışını esas alan, Tanrı merkezli bir modeli benimsediği
ortadadır.

Sıkça sorulan ve tartışılan bir soru, burada da ister istemez akla


gelmektedir. İslam ahlakı amacına ulaşmış mıdır? İslamiyet ahlaklı bir toplum
yaratabilmiş midir?

İslam'daki Tevhid (Birlik) prensibi, Allah'ın birliği esasına


dayalıdır. Allah'ın zatında, sıfatlarında ve fiilerinde bir olmasıdır...
Ortağının bulunmamasıdır...Zatta birdir demek, bölümü, parçası ve kısmı yok
demektir...sıfatta birdir demek, benzeri, misli yok demektir...fiilerinde
birdir demek, ortağı yoktur demektir. Allah'ın bu özelliği, O'nun getirdiği
esaslarda da kendini gösterir. Tevhid, kişinin ruhi yapısında ahengi,
akıl-irade ve hareket işbirliğini gösterdiği için insanın ideallerinden
birini oluşturur. Kişinin hırsı, ihtirası ve şehveti üzerinde tam bir
kontrole sahip olmayı işaret eder. Bundan başka kişinin söylediği ile
yaptığı arasında bir uygunluğu da gerçekleştirir. Allah'a iman ahlaki bir
yaşantının ön şartıdır. Ama iman sadece sözlü bir tasdikten ibaret olmamalı,
Allah'ın
iradesine tam bir teslimiyetin yönlendirdiği halet-i ruhiyenin bulunduğuna
delalet eden iyi amellerle de desteklenmelidir. İslamın tevhid düşüncesinden
hareketle getirdiği ahlak, içe sindirilmiş, benimsenmiş, yaşayan bir
ahlaktır. İşte başta sorulan soruyu bu kıstasa göre cevaplamak gerekir. Bu
amaca ulaşılmış mıdır?

İslam ahlakını bireysel olarak uygulayan ve örnek oluşturan insanlar,


şüphesiz ki vardır. Ancak olaya toplum ahlakı bakımından yaklaşıldığında
buna olumlu cevap vermek mümkün değildir. Bu olumsuzluk, sadece
İslamiyet için değil, tüm diğer dinler için de söz konusudur. Ahlaki
kurallar, kutsal metinlerden yaşama indirgenememiş, dilin söylediği ile
davranışların sergilediği arasında bir uyum sağlanamamıştır. Dinler nefsin
terbiyesini, her türlü aşırı istek ve tutkulardan kurtulmayı önemle önermelerine
rağmen, insanı bundan vazgeçirmiş gibi görünmemektedirler.

İslam ülkelerindeki ahlaki yozlaşma, dinin ahlaklılık konusunda yeterli


bir garanti teşkil etmediğini ortaya koymaktadır. Profesör Seyyid Hüseyin
el-Attas'ın Toplumların Çöküşünde Rüşvet adlı kitabından...Pakistan'la
ilgili şu satırlara göz atalım: Başlangıçta rüşvet daha az idi ve daha çok
alt kademelerde bulunan memurlar tarafından alınmakta idi. Zamanla büyük
gelişmeler gösterdi. Alanla veren arasında sıkı ilişkiler kuruldu.
Yolsuzlukların yürütülebilmesi için çeteler, teşkilatlar kuruldu. Bürokratlar
ve iş adamları arasındaki bağlar güçlendi. Büyük çaplı fırıldaklar
döndürülmeye başlandı. Simsarlar, tefeciler boy göstermeye başladılar.
Başlangıçta yolsuzluklar gizli kapaklıydı. Daha sonraları gizlenmesine gerek
görülmeksizin hükümet dairelerinde icra edilir oldu.

Profesör el-Attas'ın kitabından öğrendiğimize göre, anayasasına göre


bir İslam cumhuriyeti olan Pakistan'da rüşvet, yolsuzluk ve kokuşma
korkunç boyutlara ulaşmıştır. Eser Hindistan, Malezya ve Endonezya'daki
yolsuzluk ve kokuşma ile de ilgili bilgi vermektedir... İslam
dini rüşvet alıp vermeyi, emanetlere hıyanet etmeyi, her türlü yolsuzluğu,
haksızlığı, kokuşmayı şiddetle yasak ettiği, bunlara karşı dünyevi ve uhrevi
hükümler ve müeyyideler koyduğu halde, Pakistan gibi bir İslam ülkesinde
rüşvet, yolsuzluk ve kokuşma nasıl olabilmektedir?

Bu satırlar Mehmet Şevket Eygi'ye ait. Yazar, olanca içtenliği ile


İslam dünyasında yaşanan ahlak bunalımını ortaya döküyor ve sorguluyor. Son
derece önemli noktalara da parmak basıyor. Rüşvet ve yolsuzluğun
yaygınlaşmasının birinci sebebi paranın put haline gelmiş olmasıdır diyor
ve devam ediyor: Bu ortam içinde bazı zayıf ve ahlaksız Müslümanlar, kötü
işler yapmak için uyduruk fetvalar, ruhsatlar aramaya başlamıştır. İslamın
kesin olarak yasakladığı bazı şeyler için Darü-l harpte bunu işlemeye cevaz
var mıdır? diye sahte müftülere sorulmakta ve onlardan da fetva alınmaktadır.
Böylece toplumu çürüten nice kötülük ve kokuşma, dinlerini dünyevi
menfaatlerine değişen yarı mühtedilerin çıkarcılığı yüzünden zuhur etmiştir...
Türkiye'deki dinsiz, ateist, hedonist kesimin rüşvete, yolsuzluğa, kokuşmaya
bulaşmış olması normal karşılanabilir. Ancak Pakistan gibi bir İslam
ülkesinde rüşvet ve kokuşma olması çok düşündürücüdür.

Din devleti olmak, müslüman olmak, ibadeti yerine getirmek, görüldüğü gibi
ahlaklı olmaya yetmiyor, ahlakın göstergesi de olamıyor. Eygi'nin de şaşkınlıkla
dile getirdiği onca dünyevi ve uhrevi hüküm ve müeyyide, bugünün insanını
ahlaklı kılmakta pek de yeterli değil.

O halde ahlakın yegane kaynağı olarak dinleri görmek ve toplumsal


ahlakın gelişimini dine bağlamak pek anlamlı bir iddia olmamaktadır.

O zaman karşımıza ikinci bir soru çıkmaktadır. Dinler, ilk ortaya


çıktıklarında
toplumun ahlaki değerlerindeki yükselişi nasıl sağlamışlardır?

Bunun en açık örneği, İslamiyet öncesi ve sonrası İslam toplumunda


görülebilir. Cahilliyye dönemine hakim olan Arap gelenekleri
özellikle puta tapmak, güçlü olanın zayıfı ezmesi, affa yer vermeyen barbar
adetleri, vahşet mantalitesi, sürekli çekişme ve savaşlara sebep olan
kabilecilik anlayışı, kan davaları, kadının toplumda eşya muamelesi görmesi,
fuhuşun yaygınlığı gibi başlıklarla özetlenebilir.

Ancak, İslam öncesi Arap toplumunun her türlü erdemden, tamamen


yoksun olduğunu iddia etmek de mümkün değildir. Zira hiçbir erdemi
tanımayan toplumların, yeni bir dini anlamaları, inanmaları ve ona
uymaları hemen hemen imkansızdır. Bunun açık örneğini Kuran, Sodom halkının
Allah tarafından islah edilemez kabul edilip, helak edilmesi ile
vermektedir. O halde, Arap toplumunda da dini anlayacak ve yüceliğini
idrak edecek, asgari düzeyde de olsa bir alt yapının olması gerekmektedir.
Bu alt yapmın en önemli özelliği, puta tapmanın yani çok tanrıcılığın
yanısıra, Allah adını verdikleri ve diğer tanrıların üstünde bir Yüce
Tanrı'nın varlığına da inanmalarıdır. Bu inancın çok berrak olmamakla
birlikte mevcut olması, onların tehlike ile yüzyüze gelince ve zaman zaman da
olsa Allah'a dua etmeleri İslamiyetteki Tek Tanrı düşüncesini kabul
etmelerini ve O'nun ahlaki emirlerine uymalarını kolaylaştırmıştır.

Diğer yandan İslam öncesi Arap toplumundaki en yüksek erdemler savaşta


kahramanlık, kötü kadere katlanma, kendi kabilesinden olana sadakat, yoksul
ve ihtiyaçta olanlara cömertlik, misafire ve yolcuya misafirperverlik ve
intikam alma duygusunu sürdürme idi. (Agm, s.158) Dürüstlüğün de önemli bir
erdem sayıldığı, Peygamber'e verilen Muhammed-ül Emin sıfatı ile ortaya
çıkmaktadır. Ayrıca Arap Tanrılarına verilen isimler, bazı erdemleri
sembolize etmektedir. Örneğin rida, iyi istek ve arzu duyulan anlamına gelen;
vedd, dostluk, muhabbet anlamına gelen; menaf, yükseklik (agm;152) anlamına
gelen tanrı isimleridir. Toplum bu değerlerin önemini kabul ettiğini ancak
bunların ulaşılması zor, tanrısal erdemler olduğunu, bu isimlendirme ile
ortaya koymuştur.

Dolayısıyla İslamiyet boş bir alanda değil, bazı verimli tohumlara sahip
bir kavmin içinde yeşermiştir.

İslamiyetin kabulü ve yayılmasında Peygamberin ve yanındakilerin


kişilikleri ve sahip oldukları ahlaki erdemler de şüphesiz büyük rol
oynamıştır. Nitekim Profesör Seyyid Hüseyin el-Attas, Ahlaki donanımları
yeterli derecede mükemmel olan yeterli sayıda insanın desteği olmaksızın,
yolsuzluklarla başa çıkmak için girişilen her çaba sonuçsuz kalmaya mahkumdur
diyerek, dini yaşayan kadroların ahlakı yerleştirmedeki önemine dikkat
çekmektedir.

İslamiyet getirdiği teşvik ve yasaklarla ilkel Arap toplumunun ahlaki


değerlerini yeniden düzenlemiş ve temel erdemlerin yerleşmesine büyük
hız katmıştır. Bu yeni düzenlemelerde ahlaklı olmayı Allah'a inanmanın
en önemli göstergesi sayarken, İslam ümmetinin birbirine kardeşçe bağlarla
bağlanmasını, yardımlaşmasını, kötülüğe karşı iyilikle mücadele etmelerini
ve her türlü kötülüğün kaynağı olan nefisleri kontrol altına alarak aşırı
istek ve heveslerden uzaklaşılmasını emretmiştir. Bunları gerçekleştirebilenlere
de Cennet'i vaad etmiştir. Ra'd suresinin 20-22 ayetlerinde, Allah'la ahdini
bozmayan, akraba ve müminlerle ilişkisini kesmeyen, bütün peygamberlere
inanan, hesaptan korkan, nefsinin gücüne giden şeylere sabreden, namazı kılan,
kendilerine verilen rızıktan hayır yolunda harcayan, kötülüğü iyilikle
savanların Cennet'e girebilecekleri anlatılmaktadır. İslamda dünya hayatı
önemli olmakla birlikte, dünya hayatının ana amacı ahiretteki hayatın
güzelleştirilmesidir
ve ona hazırlık mahiyetini taşır. Çünkü dünya hayatı geçici, ahiret hayatı
ise kalıcıdır. O halde Cennet, inançlı, imanlı ve ahlaklı insanın en büyük
ve ebedi ödülü olmaktadır.

İnsan, doğası gereği çok hızlı tekamüle uğrayabilecek bir varlık değildir.
Kötülüğü bir anda iyiliğe dönüştürmek, nefsani taleplerden kısa sürede
kurtulup, gönül rahatlığı ile ve hiç zorlanmadan daha az ile yetinebilmek
çok zordur. Ancak vaad ve korku, içte duyulan gizli hevesleri dizginlemenin,
arzuları bastırarak, emirlere itaatkar davranmanın teşviki bakımından etkili
yöntemlerdir. Bu nedenle Kuran, korku ve ödül ikilemini insanların önüne
koymuş ve son derece canlı tasvirlerle Allah'ın ödülü olan Cennet'le, cezası
olan Cehennem'i anlatarak, toplumu hızla islah etmeye çalışmıştır.

Ancak Kuran'ı tarafsız gözle okuyan pekçok kişinin dikkatini çeken


önemli bir husus, dünya hayatında nefsin islahı için çalışan insanın,
Cennet'te buna ihtiyacının hiç kalmamasıdır. Zira cennet, ihtişamlı bir
yaşam vaad etmektedir. İnce ipekten ve parlak atlastan elbiseler
giyerek,(Kuran-ı Kerim; Duhan suresi/53) astarları kalın atlastan yataklara
yaslanıp (age; Rahman suresi/54), altın ve cevahirle işlenmiş tahtlar
üzerinde,(age; Vakıa suresi/15) yanlarında gümüşten kaplar, billur
kupalar (age; İnsan suresi/15)la gümüşten bilezikler takınmış (age; İnsan
suresi/21) olarak içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan
ırmaklar (age; Muhammed suresi/15) akan Cennette hertürlü meyva, et, yiyecek
bolluğu içinde bir sonsuz yaşam vaadedilmektedir. İnsanın ikinci temel
ihtiyacı olan cinsellik konusu da çok çarpıcı biçimde işlenmiştir.
Cennettekiler;
hitap genellikle erkeklere olduğu için, burada da onlar kastedilmektedir,
iri gözlü hurilerle evlendirilmiştir. (age; Duhan suresi/54)
Daha önce ne insan ne de cinin dokunmadığı, bakışlarını yalnızca eşlerine
diken dilberler, (age; Rahman suresi/56) yeniden inşa edilerek, bakire yapılan
kadınlar (age; Vakıa suresi/35) göğüsleri yeni tomurcuklanmış yaşıt
kızlar, (age; Naziat surresi/31-35) kendilerine ait, sedefle saklı inci
gibi civanlar dolaşmaktadır, çevrelerinde. (age; Tur suresi/24)

Bu tasvirler, Allah'ın emri olduğu için dünya yaşamında kendini sıkıntıya


sokarak nefsani isteklerini frenlemeye çalışan fakat şehvete düşkün olan
Cahiliyye dönemi erkeği için, son derece cazip ve teşvik edici motifler
taşımaktadır. Yoksa Kuran'ın kendi koyduğu ahlaki sınırları, sadece
dünya hayatı için geçerli sayıp, ahiret yaşamında insanı nefsani ve bazı
yönleriyle de gayri ahlaki bir yaşama teşvik etmesi gibi bir paradoksla
karşılaşılır ki, Allah'ın sözü olan bir kitapta bu düşünülemez. Ancak bu
ödülden güç alan dünya insanın, dine daha sıkı sarılması mümkün olmuş,
zorlanarak da olsa İslam ahlakını yaşamaya çalışmak, bu değerlerin yaşama
geçmesi ve gelecek kuşaklara nakli bakımından önem taşımıştır.

Dolayısıyla İslam, Allah korkusunu sürekli yineleyerek, kıyamet ve


cehennem konusunda toplumu uyararak ve nihayet cennette sonsuz
bir huzur ve ihtişamı vaadederek ahlaklı bir toplumun yaratılmasına çalışmıştır.
Bu ceza ve ödüllere inanmak ise imanın gereği olduğu için, ahlak inançla
bütünleşmiş ve toplumun değer yargılarında olumlu değişiklikler ortaya
çıkmıştır. Allah'ın herşeyi gören ve bilen oluşu ise, insana kaçacak
delik bırakmamış, gönlünü tam olarak denetleyemese de, davranışlarını
denetim altına almaya zorlamış, gönlündeki çarpık arzular için ise Allah'ın
bağışlayıcılığına sığınmayı denemiştir.

Bu inanca dayalı ahlak anlayışının insanlık tarihi içinde önemli bir yer
tuttuğu inkar edilemez. İnsan topluluklarının evrimi içinde, gerekli
ve yararlı bir rol oynadığı da açıktır. Ancak günümüzün düşünen, sorgulayan,
akli deliller arayan, sebep-sonuç ilişkileri içinde olaylara
yaklaşan ve dogmaların dışına çıkmış insanı için inanca dayalı ahlakın eski
etkileyiciliğini yitirdiği açıktır. Çağdaş insan inanca dayalı tüm ahlaki
öğretilerden yararlanmış ancak onları aşan, zaman zaman da sorgulayan yeni
bir ahlak anlayışına yönelmiştir. Bu anlayış büyük ölçüde endüksiyona (tüme
varım)
dayalı, kişisel ya da toplumsal deneyimlerden çıkarılan sonuçlarla genişleyen
yeni bir ahlaki yaklaşımdır.

Çağdaş Ahlak Anlayışı

Çağdaşlık, çağa uygunluk anlamına gelen ve bir olguyu ifadelendiren


kavramdır. Dolayısıyla çağdaş olanın mutlaka en iyi ve en doğru olması
gerekmez. Diğer bir deyişle, çağdaş olan değer ya da kavram, o çağda
yaşayan toplumun beklentilerine ve değer yargılarına uyum sağlayan
anlamına da gelir.

Bu tanımdan hareketle çağdaş ahlak anlayışını da olumlu ve olumsuz


yönleriyle değerlendirmek mümkündür.

Çağdaş ahlakın 20. yy. daki sembolleri özgürlük, eşitlik, insan hakları
kavramları ile bağlantılı olarak ele alınabileceği gibi, fırsatçılık,
bencillik, madde tutkunluğu gibi motivasyonunu ekonomik sistemden alan değer
yargıları ile de ifade edilebilir.

Bu bakımdan çağdaş ahlakı olumlu ve olumsuz yönleriyle incemeye


almak ve inanca dayalı ahlak anlayışları ile iki aşamada kıyaslamak
gerekir.

Çağdaş Ahlak ve İnsan Hakları:

İnsanlık, köleci toplum düzeninden günümüze kadar geçen süre içinde,


insanın, insan olmak özelliğinden dolayı sahip olduğu temel haklara
kavuşması için zorlu bir mücadele vermiştir. Yaşamakta olduğumuz çağ,
hiç şüphe yoktur ki, insanlık tarihine insan hakları çağı olarak
geçecektir. Bu, zorlu bir mücadeledir ve henüz tamamlanmış da değildir.
Ancak bu mücadele son derece meşru bir dayanağa sahiptir. Bu dayanak,
insanın doğuştan var olan temel hak ve özgürlüklerine, yaşamı süresince de
sahip olma talebidir. İnsan olma onuruna sahip çıkmak, insanın doğuştan
sahip olduğu hak ve özgürlükleri ayırımcılık gözetmeksizin kullanmasına
imkan tanımak ve her türlü eşitsizliğe set çekmek, yüzyıllardır süregelen
gelenekleri, zihinsel şartlanmaları, ayırımcı telakkileri yıkarak yol
almak, insanlık tarihinde uzun ama şerefli bir mücadeleyi gerekli
kılmaktadır.

İnsan hakları şuurunun oluşmadığı bir toplumda, ahlakın gelişmesi


düşünülemez. Zira ahlaklı olmanın birinci adımı zararsızlığı öğrenmek, ikinci
adımı ise yararlı hizmette rol almaktadır. Yine ahlakın bireysel
ve toplumsal hedefi, iki kelimeye indirgendiğinde huzur ve adalettir. O
halde insan haklarının yerleşmediği, ayırımcılığın, eşitsizliğin sürdüğü
toplumlarda bu amaçlara ulaşmak mümkün olamayacaktır. Zira insan hakları,
dünyada özgürlük, adalet ve barışın en etkin güvencesidir.

Dünyamız insan haklarının tanınmamasının ve hor görülmesinin insanlık


vicdanını yaralayan barbarca eylemlere yol açtığını, korkudan ve yoksulluktan
kurtulmuş insanların söz ve inanç özgürlüğüne sahip olacakları bir dünyanın
herkesin en yüksek amacı olduğunu (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi; Başlangıç
Bölümü) idrak etmiş bulunmaktadır.

İnsan haklarının en önemli ölçüleri arasında; İnsanların özgür, onur


ve haklar bakımından eşit olarak doğdukları; birbirlerine kardeşlik
anlayışıyla davranmaları; ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka
bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir
ayırım gözetilmeksizin bütün hak ve özgürlüklerden yararlanabilmeleri,
ayırım görmemeleri; kölelik veya kulluk altında bulundurulamayacakları,
işkeneeye tabi tutulamayacakları, yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği
haklarına sahip bulundukları, yasalar önünde eşit oldukları, düşünce,
vicdan ve din özgürlüğüne sahip oldukları, din veya inancını değiştirme
özgürlüğüne sahip bulundukları yer alır.

Bu hakların tüm insanlara tanınmış olması, en önemli ahlaki ilke olan


adalet ilkesinin gerçekleşmesi bakımından önemlidir.

Eşitlik ve özgürlüğün giderek genişleyen bir yelpaze içindeki bu yorumunu


hiçbir dinde bulmak mümkün değildir. Zira dinler, söz konusu eşitliği
kendilerine inananlar için geçerli saymışlar, inanmayanların kardeşliği ya
da inananlanlarla temel hak ve özgürlükler bakımından eşitliği konusunda
daha dar kapsamlı yorumları benimsemişlerdir.

Örnek verilecek olursa Tevrat'ta inananların birbirleriyle yardımlaşmaları,


faiz almamaları emredilmekte fakat aynı ilkeler inanmayanlara
teşmil edilmemektedir. Benzer özellikleri İslam'da da görmek mümkündür.
Kardeşlik, müslüman kardeşliği esasına dayalı olup, inanmayanlar veya
farklı dine inananlarla kardeşlik bir yana dostluk dahi yasaklanmaktadır.
Müminlerin inanları bırakıp, kafirleri (Kuran-ı Kerim; Al-i İmran
suresi/28), yahudileri ve hıristiyanları (age; Maide suresi/51),
imana karşı küfrü seviyorlarsa babalar ve kardeşlerini (age; Tevbe suresi/23)
dahi dost edinmeleri yasaklanmıştır. Bu ayetlerden de açıkça görüldüğü
gibi, İslamiyette inanç birliğine dayalı bir kardeşlik anlayışı
esastır.

Bütün dinler birer inanç sistemi getirmişlerdir. Bu inancın yerleşmesi


için de büyük mücadeleler yaşanmıştır. Bu mücadeleler inançsızlara ve
farklı dinlere inananlara karşı sürdürülmüştür. Bu nedenle dinlerin,
kendi varlık sebeplerine karşı çıkarak din ve inanç konusunda herhangi bir
ayırımcılığa gitmemeleri elbet ki beklenemez. Ancak çağdaş dünya, bireyin
vicdanına verdiği önem ve özgürlüğe olan saygısı nedeniyle din ve inanç
konusunda hiçbir kimse ya da topluluğa baskı yapılmaması kararını almış
ve herkesi inancında tamamen özgür bırakmıştır. İnanç özgürlüğünü sindirebilen
ve bireyin en temel hak ve özgürlüğü olarak kabul edebilenlerin,
farklı inanca sanip oldukları için birbirlerine düşmanca hisler beslemesi
pek anlamlı olmayacaktır. Dolayısıyla dünya, inanç farklılıklarına rağmen
insan olarak paylaşılan kader ortaklığının yarattığı kardeşlik duygularına,
insan hakları yolu ile kapı açmaya hazırlanmaktadır. İnançlar konusundaki
özgürlük ve oluşan karşılıklı saygı, daha huzurlu bir dünyaya adım atılmasını
kolaylaştırmaktadır. Ayrıca kimsenin kendi inancını ikiyüzlülük ya da
yalanla gizlemesine ihtiyaç kalmamakta, adil ve dürüst, dolayısıyla
ahlakın hedeflerine ulaşmış bir topluma doğru yürüyüş kolaylaşmaktadır.

Çağdaş dünyanın temel insan hakları içinde yer alan bir diğer ilkesi
ise cinsiyet ayırımcılığının kaldırılmasıdır. Bu ayırımcılik tüm dinler için
geçerlidir. Dinlerin toplumun kültür değerleri üzerindeki etkileri,
günümüz dünyasında kadın-erkek eşitsizliğini, değiştirilmesi zor bir değer
hükmü olarak zihinlere kazımıştır. Yasalar önünde sağlanmaya çalışılan
eşitliğin, sosyal yaşamda geçerli olmayışı, toplumun örfleri ile yakından
ilgilidir. Bu eşitsizlik, şüphesiz ki ahlakın temel kuralı olan adil olmakla
çatışmaktadır. Kadına önceden biçilmiş olan ve onun korunması olarak
yorumlanan sosyal statü, aslında onun kendi hakkında karar alması
ve yaşamını kendi iradesiyle yönlendirmesinin en büyük engelini oluşturmaktadır.

İslam'da kadın, ne yaradılışta, ne aile yaşamında, ne de kanunlar önünde


erkekle eşit değildir. Yaradılışta eşit değildir çünkü Erkekler kadınların
üzerine yöneticidirler ve üstün kılınmışlardır. (Kuran-ı Kerim; Nisa
suresi/34), hakları bir derece daha fazladır. (age; Bakara/228) Aile yaşamında
erkekle hiçbir konuda eşitlikleri yoktur, çünkü kadınlar erkeklerin
diledikleri gibi girebildikleri tarlalarıdır. (age; Bakara/223),
dörde kadar kadınla evlenmeye izin verilmiş, fakat bunlar arasında adaleti
sağlama şartı, yine de erkeğin takdirine bırakılmıştır. (age; Nisa suresi/3)
Boşanma konusunda kadının söz hakkı yoktur, erkeğin takdirine göre dikkafalılık
ya da şirretlik ettiğinde dövülmesi ilahi bir emirdir. (age; Nisa suresi/34)
Kadınları ücret karşılığı almak, yararlanılan süre karşılığı ücretlerini
vermek (age; Nisa suresi/24) şartıyla erkeğe hak olarak tanınmıştır. Kadının
hukuk önünde
erkekle eşit olmadığı yukarıdaki açıklamalarla da görülmekte, ayrıca mirastan
da kadın, erkeğin yarısı kadar pay almaktadır.

Dolayısıyla cinsiyet ayırımcılığı bakımından çağdaş ahlak anlayışı,


inanca dayalı ahlak anlayışının dar sınırlarını aşarak, insana daha yaraşan
bir zemine oturmuş bulunmaktadır.

İnsanların onur ve haklar bakımından eşit dogması, insan haklarının


temel bir kriteridir. Zira insanların doğarken bazı özel haklara
sahip kılınarak yaratıldıkları kabul edildiğinde, bu hakların kimlerde olup,
olmadığını belirlemek mümkün olamayacağı gibi, hak eşitliğini sağlamak da
Tanrısal iradeye karşı gelmek şeklinde yorumlanacaktır.

Bu konuyu bir örnekle açıklayalım. Kuran doğuştan bir eşitliği kabul


etmemekte ve bunu Allah'ın insanları imtihanı için bir vesile saymaktadır.
İnsanların sahip olduğu nimetlerden dolayı sınanmaları ise Allah'ın
doğadaki yasası olarak yorumlanmaktadır. (Süleyman Ateş; Kuran-ı Kerim
Tefsiri, Cilt 2, s.969) Dolayısıyla, Allah'ın insanların geçimliklerini
taksim etmesi (Kuran-ı Kerim; Zuhruf suresi/321) ve kimini ötekine
derecelerle üstün kılması (age, Zuhruf suresi/32, Enam suresi/165) hem
sınanmaları için, (age, Enam suresi/165) hem de bu üstünlükten yararlanarak
birinin diğerine iş gördürebilmesi için (age; Zuhruf suresi/32) dir.
Bu ilkelerin günümüz toplumunda uygulumaları halinde, sosyal sınıf
farklarının Tanrısal yazgı olduğunu kabul etmek ve sosyal tabakalar
arasındaki dengesizliği gidermeyi, Tanrı'nın iradesine karşı gelmek olarak
kabul etmek gerekecektir. Nitekim bu ayetlerin açıklanmasında da aynı bakış
açısından hareket edildiği ortadadır. Süleyman Ateş, sosyal tabakaların,
toplum yapısının temel taşları olduğunu ifade ederek ayeti şöyle
yorumlamaktadır.
Bunlar birbirine lazımdır. Toplumda başkan, yönetici, memur olduğu gibi,
esnaf, işçi de lazımdır. Memurların ve işçilerin de çeşitleri vardır.
Eğer insanlar birbirine muhtaç olmasalar çalışmazlar. Yönetici, memura,
işçiye; işçi, işverene, fabrikatöre; işveren işçiye; zengin fakire, fakir de
zengine muhtaçtır. Memurun ihtiyacı olmasa ne diye çalışsın? İşverenin
işçiye ihtiyacı olmasa niçin ona para versin? İşte yüce Allah, toplumun
sosyal tabakaları arasındaki farkların hikmetini böyle belirtiyor

Bu koşullarda kimin işçi, memur ya da işveren olacağına Allah karar


vermekte ve bunu sosyal yaşamın düzgünce yürümesi için yapmaktadır.
Daha az geçimlik verdiğini ise daha çok verdiğinin yanında çalışmaya
sevk ederek sınamakta, kimini amir, kimini memur kılarak hayatı dengelemektedir.
Günümüzün çalışma koşulları dikkate alındığında asgari ücretle yaşam
savaşı veren ya da işsizlik nedeniyle aç yaşayan insanların, bunun
Tanrı'nın takdiri olduğunu duşünüp, insanca yaşamak için sosyal mücadeleye
başvurmaktan kaçınmaları mı gerekmektedir? Ya da gelir dağılımında büyüyen
uçurumlardan Tanrı mı sorumludur? Elbette değildir... O zaman söz
konusu ayetlerin yorumundan hareketle günümüzde karmaşık ilişkilerin bir
sonucu olarak ortaya çıkan sosyal sorunları çözümlemenin mümkün olamayacağı
ortaya çıkmaktadır. İnsanları doğuştan farklı kabul etmenin ise,
sorunları daha da çözülemez kılacağı, geçimlikleri fazla olanların
tahakkümünü daha da artıracağı bellidir. Bu koşullarda, İnsan Hakları
Evrensel Bildirgesinin ilk maddesinin, adil bir yaşama ulaşmak için çağdaş
dünyanın ihtiyaçlarına daha iyi cevap vereceği açıktır.

İnsan haklarının vazgeçilmez bir parçası olan özgürlük ise, çağdaş


dünyanın henüz tam olarak yaşama geçirebildiği bir hak değildir. Özgürlük
mücadeleleri insanlık tarihinde çok uzun bir dönemi kapsamaktadır. Özgürlüğün
ilk ve en önemli koşulu, insanın düşüncesini esaret altına alan kalıplardan
kurtulmasıdır. Herşeyi tartışabilmek, korkusuzca sorgulayabilmek,
gerektiğinde karşı çıkabilmek ve nihayet kendi aklının emeği olan bir düşünce
sentezine ulaşabilmek hiç de kolay olmamaktadır. Ancak sınırsız ve koşulsuz
düşünceyi suç ya da günah sayan ideolojilerin yarattığı baskıdan kendini
sıyırabilen zihinler, kendi malları olan ve tüm varlıkları ile
sahiplenebildikleri fikirlere ulaşabilmektedirler.

Bu neden önemlidir? İnsanın kendi emeği ile ulaştığı düşünce sentezlerinde


dürüstlük ve içtenlik hakimdir. Tanrı merkezli sisteme eşlik eden
korkular ise kaypak ve ikiyüzlü bir yaşama kapıyı aralar. Aklın son
derece özgür olan çalışma sistemi, dogmalara bürünmüş düşünce sistemleri
içinde doğruyu ararken bocalar, mantık çarpıtmaları ile gerçekleri
karartır ve yapay kanıtları gerçekmiş gibi sahiplenerek, kendine karşı
bile dürüst olmaktan korkarak yol alır.

Özgür düşünce, insanın zihinsel ve ahlaksal gelişimi için olduğu kadar,


toplumun yeniliklerle kucaklaşması bakımından da çok önemlidir.
Dinler ise kendi çizdikleri inanç çerçevesinin tartışılmasına asla izin
vermeyen, bunu tartışmaya girişeni ise azapla tehdit ederek, dinin
koruyucu alanı dışına iten inanç sistemleridir. Bu nedenle dini hükümleri
tartışmaya açmak ya da yenileştirmeye tabi tutmak kesinlikle mümkün değildir.

Çağdaş dünyada özgürlük, eşitlik ve insan hakları ahlakın evrensel ilkeleri


olarak kabul edilmekte ve inanca dayalı ahlak anlayışlarının sınırını
genişleterek daha adil ve dürüst bir yaşama kapı açmaktadırlar.

Çağdaş Ahlak ve Cinsellik:

Çağdaş ahlakın belki de en dikkat çekici ve eleştiriye açık yönü, cinsel


ahlakta yaşanan yozlaşmadır. Ancak cinsel ahlakı, genel ahlakla özdeş
olarak görmek, son derece yanlıştır. Dolayısıyla cinsel ahlakta yaşanan
yozlaşmaya bakarak, çağdaş ahlakın yozlaştığını iddia etmek, kısır bir bakış
açısı olmaktadır.

Cinsel ahlakla ilgili yorumlar, bireyin kendi bedeni üzerindeki


tasarruf hakkının kullanımına üst kurumların müdahalesindeki toplumsal
tercihlerden kaynaklanmaktadır. Toplumun örf, adet, inanç ve kültürü sonucu
oluşan toplumsal cinsel ahlak normlarının tarih boyunca insan
topluluklarına göre değişim gösterdiği bilinmektedir. Bu nedenle de cinsel
ahlakı, iffet olarak adlandırmak ve genel ahlaktan ayırarak incelemek
gerekir.

İffetsizlik, kadın ya da erkeğin cinsel alışkanlıklarından kaynaklanan


ve toplumun örfleriyle zıtlık gösteren davranışlar olarak kabul
edilmektedir. O halde ahlak normları evrensel olduğu halde, iffet, yerel
özelikler taşımaktadır.

Bunun en canlı örneklerini Türkiye'de gözlemlemek mümkündür. Doğu ve


Güney Doğu Anadolu'da genç bir kızın, çarşıya tek başına çıktığı
için iffetsizlik yaptığı gerekçesiyle öldürülmesi ailenin namusunu
kurtarırken, benzeri bir olay, Batı Anadolu'da vahşet olarak kabul
edilmektedir.

Ancak iffet kavramının özellikle kadında odaklaştırılmasında dinlerin


katkısı açıktır. Gerek Musa şeratında, gerek Hıristiyanlıkta, gerekse
İslamiyette kadın, iffetin sembolü olarak kabul edilmiştir.

Çağdaş ahlak anlayışı analize tabi tutulduğunda, özellikle Batı


toplumlarında yaşanan cinsel özgürlüğün aile kurumunu da tehdit eden bir
boyut kazanması yozlaşmanın daha da çok tepki çekmesine yol açmaktadır.
Ancak söz konusu eleştirilerde tarafsız olabilmek için, kapalı ve geleneksel
dini toplumlarda da örtülü biçimde yaşanan iffetsizliği görmezden
gelmemek gerekir. Ne var ki cinsel yozlaşmanın açıkça sergilenmesinin,
genç kuşaklar açısından taşıdığı özendirici olma riskini de dikkate almamak
mümkün değildir.

Günümüz toplumlarında kadının cinsel bir obje olarak kullanımının,


inanç sistemleri ile olduğu kadar, yasalarla da engellenmeye
çalışılmasını ve özellikle çarpık cinsel ilişkilerin, dinler ve vicdanen
gelişmiş toplumlarca hoş karşılanmamasını doğal kabul etmek gerekmektedir.

Çağdaş ahlak anlayışını, cinsel ahlakla özdeşleştirmek ne kadar yanlışsa,


cinsel ahlaktaki çarpıklıkları görmezden gelmek de aynı derecede
yanlıştır. Ancak cinsiyet ayırımcılığının reddedildiği bir dünyada, iffeti
kadına has bir özellik saymanın ve erkeği tamamen bunun dışında tutmanın da
mümkün olamayacağı bir diğer gerçektir.

Çağdaş Ahlak ve Faydacılık:

Ahlakı içinde yaşanılan ekonomik sistemden soyutlamak mümkün değildir.


Sistem, ilkeleri ve kurumlarıyla insanın belli değer hükümleri doğrultusunda
yapılanmasında çok büyük bir role sahiptir. Hatta öyle ki, günümüz dünyasında
insanın şekillenmesinde ekonomik sistemin taleplerinden daha etkin bir gücün
varlığından dahi söz edilemez.

Dünyaya hakim olan ekonomik anlayış, liberalizm, ya da yeni adıyla


neo-liberalizmdir. Sistemi, bireysel özgürlüğe atıf yapan kelime
anlamından uzaklaşıp, amaçları doğrultusunda ele alınca, karşımıza çıkarcılığı
ya da daha yumuşak bir ifadeyle faydacılığı esas alan bir insan tipi
çıkmaktadır. Ahlaki yozlaşmanın temeli ise büyük ölçüde sistemin eseridir.

Kendi çıkarlarını maksimize etmeyi yaşamın amacı olarak kabul eden


bencil insanı üreten sistem, bu insanın tüketim çılgınlığı ile kendisine
yaşam bulmaktadır. Bu nedenle de dinmeyen ihtiraslar, tatmin olmayan nefisler,
savurganlık, her türlü ahlaki değerin önüne geçen madde tutkusu sistemin
hayat pınarıdır.

Çağdaş ahlak bir yandan insan hakları gibi yüce değerleri yaşama geçirirken,
diğer yandan bireysel ihtirasla beslenen ekonomik sistemin, çıkarcı ahlak
anlayışı içine sıkışmış durumdadır. Sistemin ürünü olan ekonomik insan kimliği,
o derece baskın bir kimliğe dönüşmüştür ki, ister dindar, ister dinsiz olsun
hemen hemen her fert, bu kimliğin etkisinden kendisini sıyıramamakta ve
erdemleri çarpıtarak çıkarcılık kulvarında yol almaktadır.

Çağdaşlaşmaya yönelik ciddi eleştirilerden biri de, insanlar arasındaki


yardımlaşma, hizmet ve sevgi ilişkilerine getirdiği kısırlıktır. Çağdaş
yaşamın kurumsallaşmış yapısı, geçmişte yaşanan bireysel ilişkileri kurumlara
devretmektedir. Örneğin geçmişte mahalle halkının elbirliği ile yoksula
uzattığı yardım eli, hastaya götürdüğü bir tas çorba, yaşlıya verdiği
destek, artık kurumlar aracılığı ile üstlenilmekte ve devlet sosyal
güvenlik ve sosyal yardım kurumları aracılığıyla bu görevi üstlenmektedir.
Bu uygulamanın, yardıma muhtaç bulunanlar için geçmiştekinden daha büyük
bir güvence olduğu açıktır. Ne var ki, sorumluluğu devlete devretmenin,
bireyin yardımlaşma ve hizmet duygularını körleştirdiği ve gönüllerde
durgunluk yarattığı da bir gerçektir. Özellikle Batı toplumlarında bu
gönül durgunluğunu ve vurdumduymazlığı görmek çok kolaydır

Türk insanı, henüz bu vurdumduymazlık çarkına esir olmamıştır. Ancak


olmak üzeredir. Bu esaretin ahlakın iyilik yapmak, yardımlaşmak,
fedakarlık gibi temel motiflerini olumsuz biçimde etkileyeceği açıktır.
Dolayısıyla çağdaşlaşmanın, vurdumduymazlıkla eş anlamlı olmadığını ortaya
koyan milli kültürümüzün ve örflerimizin Türk toplumunun ahlaki değerlerine
büyük katkısı olduğunu unutmamak gerekir.

Çıkarcı ahlakın ürünlerine karşı gösterilen tepkiler, dünyanın hemen


her yerinde sürmektedir. Ancak Türkiye gibi İslamın muhafazakar değerleriyle
yoğrulmuş toplumlarda, tepki, adeta paniğe dönüşmekte ve ekonomik
istikrarsızlıkların ve yoksulluğun da devreye girmesi, ahlaki
yozlaşmaya ivme kazandırmaktadır.

Yoksulluk ve büyüyen gelir farklılıkları, ahlaktan sapışa adeta meşruiyet


kazandırır hale gelmiştir. Çaresiz insanların fuhuşa, teröre, soyguna
alet edilmelerindeki kolaylık, suçlunun toplum ya da devlet olduğu
yolundaki görüşlerin yaygınlık kazanmasına yol açmaktadır.

Siyasetteki kirlenme ise, halkın yolsuzluğa eğilimini artıran bir


diğer etkendir. Adaletin ağır işleyen çarkları; suçluların cezalandırılmadan
elden kaçırılışı, rüşvetle açılan kapılar, çıkarcı ahlakın egemenlik alanının
genişlemekte oluşuna somut örneklerdir.

Türk insanı evrensel ve yüce değerlerle bezenmiş bir ahlaka taliptir.


Ancak bunu nerede bulacağını ve nasıl yaşama geçireceğini bilememekte,
dinin çatısına sığınarak daha ahlaklı bir topluma ulaşmanın umudunu
beslemektedir.
Görülen odur ki, dinsel ahlak anlayışında, bireyi ahlaklı yaşamaya iten
korku ve ödül ikilemi iken, çağdaş ahlakın oluşumunda itici güç,
hazdır. Faydacı ya da çıkarcı yaşam felsefesi, bu çıkarlara ulaşmada
bireyin duyacağı hazzı öne çıkarmakta ve yaşam, tatmin olmaz arzulara yönelik
bir koşu biçimine dönüşmektedir.

Burada cevaplanması gereken soru, bireyin herhangi bir ödül olmaksızın da


ahlaklı olup olamayacığıdır. Ahlaklı olmayı yalnızca erdemli yaşamak ve
huzurlu, adil bir toplum yaratmak için arzulamak, acaba insanlığın henüz
ulaşamadığı, üst bir realite midir? Eğer öyleyse, bu realiteye nasıl, ne
yöntemle ve ne zaman ulaşılacaktır?

Hiç şüphe yoktur ki, ahlaklı olmayı hedef görerek, ahlaklı yaşamak,
sarsılmaz ve kalıcı bir ahlak anlayışına ulaşmanın en sağlam yoludur. Ancak
buna erişebilmek için, kişisel çıkarları pompalayan ekonomik ahlakın
ve dinden çıkar sağlamayı alışkanlık edinen zihniyetin alt edilmesi
gerekir.

Ahlaklılığın toplumun saygı gösterdiği bir değer olduğu konusunda,


kamu oyunun verdiği mesajları göz ardı etmemek gerekir. Türk insanı,
dürüst ve temiz toplum için ağırlığını her geçen gün biraz daha net olarak
ortaya koymaktadır. Halkın sağ duyusu, başta siyasetçiler olmak üzere,
ahlaka sırt dönenler için en büyük uyarıdır.

Yol Ayırımı: Tarihe Dönmek ya da Tarih Yazmak

Türkiye zor günler geçiriyor. Belki de ertelenmiş sorunlarını en canlı


biçimde yaşıyor. Cumhuriyetten bu yana üstü örtülmüş ne varsa ortaya çıkıyor.
İyileşen yaralar tekrar kanatılıyor. Sevgisizlik ve güvensizlik diz
boyu... Korku, saldırganlığı körükleyecek en tehlikeli duygu... kol geziyor...
Gelecek nasıl şekillenecek? Türkiye 21. yüzyıla hangi kıyafette girecek?
Geleceği yazacak kalemi kimler tutuyor? Demokrasi ağacı olgun meyvalar
verecek mi? Bu sorunlar çözüldüğünde, gerçek demokrasinin önündeki engeller
de aşılmış olacak.

Anadolu, rengarenk bir yarımada... Tarihin Anadoluya armağanı olan


bu kültür tayfı içinde, çeşitlilikteki güzelliği yakalamak, tek bir
renkte buluşmaktan daha güzel olacak... Hiçbir renk, bir diğerini boğmadan,
ahenk içinde, özgür, çağdaş, yeni bir yüzyılı kucaklamaya hazır bir ülke
yaratmak, herkesin hedefi olmalı...

Türkiye'deki huzursuzluk, geleceği geçmişte aramaktan kaynaklanıyor. Ne


demek geleceği geçmişte aramak? Zaman ileriye doğru hızla akıp
giderken, geçmişi geleceğe taşımak, aklın çağa özgü ürünlerini geçmişe
doğrulatmak gibi gerçekçilikten uzak bir gayretkeşlik demek.

Oysa akıl, bilgi ile şekilleniyor. Bilgi, bırakalım yüzyılları, on


yılları hergün yenileniyor. Yaşam, bilginin ışığında hızlı bir devinim
içinde. Bugünün insanı, istese bile yüzyıllar öncesinin düşüncesini
yakalamaktan aciz... Hatta her fert, kendi birikimi, sosyal çevresi,
deneyimleri ile bir diğerinden farklı bir mantıkla düşünce üretiyor. Bu
koşullarda insanın günün şartlarından kendini tamamen soyutlayarak,
geçmişteki bir yüce önderin düşüncesini yakalaması mümkün mü?

Türkiye'deki çatışmanın temelinde yatan sorun işte bundan kaynaklanıyor.


Köktendinci zihniyet, günün koşullarını Asr-ı Saadete uydurma gayreti içinde.
Kuran, tüm sorulara cevap vermediği için de İslamcılar soruyor:
Peygamber olsaydı ne yapardı? Peygamberin sünneti ile de cevap
bulunamayan sorulara, birileri kendilerini Peygamber yerine koyarak
cevap üretmeye çalışıyorlar. Bu cevap Türkiye'yi asırlarca geriye götürüyor.

İkinci arayış ise Kemalistlerden geliyor. Onlar da soruyor: Atatürk


olsaydı ne yapardı? Onlar da kendilerini Atatürk'ün yerine koyarak
sorunlara çözüm arama çabasındalar.

Çünkü ne din, ne Atatürkçülük olarak tanımlanan dar kalıplar, Türkiye'nin


sorunlarını çözümlemeye yetmiyor. Her ikisi de kendi dönemleri içinde
gerçekçi, tutarlı, ilerici, yenilikçi...Her ikisi de ait olduğu dönemin
toplumsal sorunlarına çözüm getirmiş, toplumu yeniden yapılandırmış.
Ancak zaman hızla akarken, toplum değişmiş, sorunlar farklılaşmış, sosyal
ve ekonomik ilişkiler çeşitlenmiş, ortaya ihtiyaçlara cevap veren yeni
kurumlar çıkmış.

Bu koşullarda, gerçek Atatürkçüler, Atatürk'ün değişimden yana felsefesini


anlayıp, zamana ayak uydurulmasını onaylayanlar, devletçilik ilkesinden
feragat etmekte hiçbir sorun görmemişlerdir. Atatürk'ün gerçek amacının
kendisini putlaştırmak değil, Türk milletine hizmet etmek olduğunu açıklayan
şu sözleri, Kemalizmin ne kadar önü açık bir ideoloji olduğunu açıklamaya
yeterlidir. Atatürk, Atatürk ilkeleri ve devrimlerden şöyle bahsetmektedir:

Bu koyduğumuz prensipler, bugünün icaplarına göre milletimizin


medeniyet yolunda gelişmesi için faydalı bulduklarımızdır. Ancak
sosyal bünye, daima gelişen ve tekamüle yönelmesi zaruri olan bir
durumdadır. İlim ve teknik ise her an yeniliklere, icatlara açıktır. İşte
bu durum karşısında insanların istek ve ihtiyaçları hem maddi, hem manevi
sahada daima çoğalan bir şekilde gelişir. Tarihin seyri içinde hiçbir prensip
dogmatik bünyesini muhafaza edemez. Onun için Türk milleti, yaşadığı çağın
medeniyet seviyesinin icaplarını yerine getirmek mecburiyetindedir. (Afet
İnan; M. Kemal Atatürk'ten Yazdıklarım, İstanbul, 1971, s.122)

Bu sözler, Atatürkçülüğü anlamak, yorumlamak ve benimsemek bakımından


büyük anlam taşımaktadır. Atatürk'ün hayalindeki ülke, çağa ayak uyduran,
değişime açık, uygarlıkla yarışan, bu sebeple de hiçbir katı ve dogmatik
ilke ile önünü tıkamayan insanların ülkesidir. Atatürk'ün hedefi Türk
insanını çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak, onu dünyanın en saygın ve
mutlu milleti yapmaktı. Düşünen, üreten, kendini geliştirmiş, kendi ayakları
üzerinde durabilen bir topluma ulaşmayı amaçlamıştı.

Yoksa kendisine köle olacak bir toplum yaratmayı hedetlememişti. Bu


nedenle çağdaş Türk insanı, yeni fikirleri, kurumları, politikaları
ortaya koyarken, bunları Atatürk'e mal etmek gibi bir yükümlülük altına
sokulmamıştır. Atatürkçülük, bir çağdaşlık ve değişimcilik çizgisidir. Her
türlü dogmaya, durgunluğa ve kalıplaşmış düşünceye de kapalıdır.

Bu sebeple Atatürkçülüğü dine alternatif göstermek mümkün değildir.


Atatürkçülük bir inanç sistemi değil, bir çağdaşlaşma felsefesidir.
Esasen insanı konu alan sosyal ve siyasal sistemlerde mutlak
doğru diye bir şey de olamaz. Çünkü sosyal değişim, doğrunun zamana,
mekana ve koşullara göre değişimini zorunlu kılar. Ülkenin belli bir
dönemde içinde bulunduğu koşullar ve yine o dönemde belirlenen temel
hedefler değişmiş ise, o dönemin doğruları ile yol almak, toplumu en büyük
yanlışa götürür. Toplumsal gelişme için doğrunun kıstası, amaçlanan hedefe
ulaşmadaki yararlılıktır. Bu ilke sosyal, ekonomik ve siyasal sistem
içeren tüm ideolojiler ve inanç sistemleri için de geçerlidir.

İnsanın ahlaki nitelikleri konusunda öne sürülen doğrular, yani temel


erdemler, her zaman ve koşulda doğrudurlar. Ancak toplumsal yaşamı düzenleyici
ilkeler, değişime muhtaçtır ve değiştirilmedikleri zaman da aşınır ve
kendiliğinden devre dışı kalırlar.
Bu nedenle İslamın Türk yorumu son derece önemlidir. Çünkü dini,
çağdaş dünyanın siyasal ve sosyal sistemi ile çatışmaya sokacak statik
kalıplardan arındırılmıştır. Bu nedenle de her türlü yenileşmeye açıktır.
Türk aydını, değişen koşulların bilincinde olarak, fikirsel üretimlerini,
tarihin parlak şahsiyetlerine mal ederek topluma dayatmak yerine, kendi
malı olarak hayata geçirmenin mücadelesini yapmalıdır. Artık tarihten
ödünç alınan fikirlerin borcunu, topluma huzur ve refah sağlayarak ödeyecek
yeni düşünceler üretmenin zamanı gelmiştir. Çünkü tarih, kavga, acı, gözyaşı
ve küllenmiş yaralarla yüklüdür. Bu acıları tekrar canlandırmak yerine
uygarlığın imkanlarından yararlanarak çağdaş ve refaha ulaşmış bir ülke
yaratmak için tüm yaratıcı düşüncelerin sentezine ihtiyaç vardır.

Yani artık tarihe dönmeye değil, yeni bir tarih yazmaya adım
atılmalıdır.

Tarih yazmak için yıldızın parladığı anlar vardır. İşte Türkiye'de,


içinde yaşadığımız günlerde barış ve kardeşlik tarihini el birliği ile
yazanların yıldızı, Türkiye'nin yıldızı ile birlikte parlayacaktır.

Kaynakça

Kitaplar:

Akyol Taha; Medine'den Lozan'a, İstanbul,1996

Akbulut Ahmet; Nübüvvet Meselesi İzerine, Ankara, 1992

Allen Frank; Kainat Tesadüfen mi Meydana Gelmiştir?, Allah'a Niçin


İnanıyoruz? Cilt 1., İstanbul, 1985

Başgil Ali Fuad; Din ve Laiklik, İstanbul, 1996

Bulaç Ali; Din ve Modernizm, İstanbul, 1995

Bulaç Ali; Modern Ulus Devlet, İstanbul, 1995

Bulut Faik; İslamcı Örgütler, İstanbul, 1993

Çağrıcı Mustafa; İslam Düşüncesinde Ahlak, İstanbul, 1989

Çubukçu İ. Agah; İslam'da Allah ve Mutluluk Felsefesi, Ankara, 1992

Dar B.A.; Kuran'daki Ahlaki Öğretiler, M.M.Şerif; İslam Düşüncesi


Tarihi Cilt 1., İstanbul, 1990

Erbakan Necmettin; Adil Düzen, İzmir, 1991

Fığlalı Ethem Ruhi; Türkiye'de Alevilik ve Bektaşilik, Ankara, 1990

Güngör Önder; Siyasal İslam'da Bölünmeler, İstanbul, 1997

Halliday Fred; İslam and the Mıth of Confrontation; London, 1995

Hamidullah Muhammed; İslam Müesseselerine Giriş, İstanbul, 1992

Hamidullah Muhammed; İslam Anayasa Hukuku, İstanbul, 1995

Hawking Stephen; Zamanın Kısa Tarihi, İstanbul, 1991

Hotham David; The Turks, London, 1972


İbni Kesir; Hadislerle Kuran'ı Kerim Tefsiri, Cilt 1., İstanbul, 1983

İnayetullah Ş.; İslam Öncesi Arap Düşüncesi, M.M. Şerif, İslam Düşüncesi
Tarihi Cilt 1., İstanbul, 1990

İnan Afet; Atatürk'ten Yazdıklarım, İstanbul, 1971

İntişarat-ı Nida-yı Ehli Beyt; İran İslam İnkılabı, Ankara, 1993

Mesudi Halide; Cezayir'de Kadın Olmak, İstanbul, 1996

Morris Henry; Yaratılış Modeli, Ankara, 1985

Morris Gressy; Allah'ın Varlığına Yedi Delil, Müsbet İlim ve Allah

Mumcu Uğur; Rabıta, Ankara, 1987

Öztuna Yılmaz; Türkiye Tarihi Cilt 12, İstanbul, 1967

Öztürk Yaşar Nuri; 500 Soruda İslam, İstanbul, 1989

Rıdvan Ahmet; İslamcı Aydınlar ve Toplumsal Sorumluluk Şuuru, İstanbul, 1995

Gazete ve Dergiler:

Akademya Dergisi; İstanbul, Ocak, 1997

Akit Gazetesi; 31 Ocak 1997

Akit Gazetesi; 6 Şubat 1997

Akit Gazetesi; 12 Mart 1997

Akit Gazetesi; 14 Mart 1997

Akit Gazetesi; 15 Mart 1997

Akit Gazetesi; 20 Mart 1997

Akit Gazetesi; 21 Mart 1997

Akit Gazetesi; 22 Mart 1997

Cuma Dergisi; 21-27 Şubat 1997

Milli Gazete; 14 Kasım 1995

Milli Gazete; 1 Şubat 1997

Milli Gazete; 5 Şubat 1997

Milli Gazete; 26 Şubat 1997

Milli Gazete; 27 Mart 1997

Sabah Gazetesi; 16 Ocak 1997

Financial Times; 26-27 Nisan

Diğer Kaynaklar:
Eski Ahid; Kitab-ı Mukaddes, İstanbul, 1969

Yeni Ahid; Kitab-ı Mukaddes, İstanbul, 1969

Kuran'ı Kerim Tefsiri, (S. Ateş), İstanbul, 1988

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Başlangıç Bölümü

Türk Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1988

::::::::::::::::::::::

You might also like