You are on page 1of 38

Türkiye’de Ekonomik Krizler: (1929-

2001)

Nedenleri ve Sonuçları Üzerine

Karşılaştırmalı Bir İrdeleme

Prof. Dr. Gülten Kazgan

(İstanbul Bilgi Üniversitesi)

25-26-27 Eylül,

DEGEV-Türkiye İş Bankası

1
GİRİŞ

Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana geçen yaklaşık 80 yıllık sürede (1923-2002), Türkiye

giderek sıklaşan ve şiddeti artan ekonomik krizlere sahne oldu. Krizlerin en şiddetlisi,

devraldığı ciddi sorunlarla yüklü mirası çok daha ağırlaştıran gelişmeler ve politikalarla

süren, 1998’den bu yana yaşadığımız bunalım oldu; bunun nasıl ve hangi sürede

atlatılabileceği şimdilik ucu açık bir soru niteliği taşıyor.

Tanık olunan altı adet çok ciddi (1929-31, 1958-61, 1978-81, 1988-89, 1994, 1998-2002

(?) ), ekonomiyi derinden sarsan ve büyük ekonomi politikası dönüşümlerine yol açan

krizlerin yanında, göreli daha kısa süreli ve etkileri daha sınırlı dört adet (1947, 1969,

1982, 1991) kriz yaşandı. Şiddetli ve göreli daha hafif krizlerin kapsadığı yılların toplamı

yirmidir ve cumhuriyet tarihinin dörtte birine varmaktadır. Serbestleşme-küreselleşme

sürecini yaşadığımız son 22 yılın tam 9 yılı, yani %40’ı kriz yıllarıdır. Bu rakamlar 1998’de

başlayan ve 2000 yılının bir bölümü dışında giderek derinleşen krizin 2002 yılı sonunda

biteceğini varsayar. 2000 yılındaki banka ve finans kurumu krizleri de gözönünde tutulursa

bu oran %45’e, bunalım gelecek yıla (2003) da sarkarsa %50’ye çıkar.1

Bu tablo, Türkiye’deki genç kuşakların ömrünü krizin yarattığı parasal, sosyal, siyasal

sorunlar ve hepsinden öte 1978 kriziyle başlayan süreçte ve özellikle 1990 ve sonrasında

işsizlik tehdidiyle geçirdiğini; ders kitaplarında “şiar” ı bağımsızlık olan Cumhuriyet

felsefesi okurken, gerçekte IMF ve Dünya Bankası dayatmalarıyla ekonomi ve sosyal

1
Bu rakamlara, İkinci Dünya Savaşı yıllarında, özellikle 1941-5 arası yaşanan ekonomide daralma yılları dahil
değildir. Aynı şekilde, 1965-70 yılına kadar süren GSMH ve ihracatta tarımın egemenliği dolayısıyla, olumsuz dışsal
şartların (bitki, hayvan hastalıkları, kuraklık gibi) yol açtığı GSMH düşüşleri ya da 1999’da yaşanan depremlerin
yarattığı yıkım krizler arasında incelenmemiştir.

2
politikaları belirlenen bir ülkede yaşadığına tanık olduğunu gösterir. Türkiye’nin ekonomik

bağımsızlığı kadar siyasal bağımsızlığını da kısıtlayan, çoğunluk için ülkede yaşamayı / iş

yapmayı güçleştiren en önemli zaafların krizlerle bağlantılı olduğu bir gerçektir. Özellikle

“tek kutuplu dünya” ortamına geçildiği 1990 ve sonrası yıllarda, hatta SSCB’den

kaynaklandığı varsayılan tehdidin önemsizleştiği 1980’li yıllardan itibaren, Batı dünyasının

(başta ABD) Türkiye’ye olağan koşullarda kabul ettiremediği politikaları, krizlerin getirdiği

ortamda, Türkiye’nin kredi ihtiyacını karşılamanın bedeli olarak kabul ettirdiği de bir diğer

gerçektir. Bu politikaların bir bölümü salt ekonomik niteliklidir ve ekonomik bağımsızlık

kadar, “küreselleşme” adına ekonomik büyüme / kalkınma sürecini de ortadan

kaldırmaktadır; diğer bölümüyse siyasal niteliklidir ve Türkiye’nin mali kayıplarını artırdığı

gibi komşularıyla ilişkilerini de olumsuzlaştırmaktadır. Bu değerlendirmeden ekonomide

gelişme kadar bağımsızlığı sağlayan politikaları getiren 1929 krizini ayrı tutmak gerekir.

Bu incelemede önce ekonomik krizlerin dış dünyadan yansıyan etkilerle bağlantılarını

karşılaştırmak olarak ele alacağız; amaç, krizlerin salt ülke içi etkenlerden

kaynaklanmadığını dünya boyutunun da varlığını ortaya koyabilmektir. İkinci olarak iç

etkenlerle krizlerin bağlantılarını ele alacağız, iç ve dış etkenlerin göreli olarak payını

irdeleyeceğiz. Nihayet, krizlerin yarattığı sonuçları, bunların özellikle kalıcı nitelikleri

itibariyle IMF ve Dünya Bankası’nın, özellikle Soğuk – Savaş sonrası dönemde krizlerin

getirdiği fırsatlarla, bu sonuçları ne yönde etkilediğini inceleyeceğiz. İnceleme amaç,

etkileri büyük olan bütün krizleri karşılaştırmak ve kronolojik biçimde ele alarak, hem

aralarındaki etki-sonuç, hem de zaman içinde ortaya çıkan farkları ortaya koymaktadır.

3
I- Krizlerde dünya olaylarının ve dünyadan yansıyan etkilerin rolü

1) Dış etkenlerin niteliği

Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, Türkiye’nin yaşadığı krizlerin zaman

boyutu şaşırtıcı bir düzen gösterir: Türkiye her on yılda bir dönemin sonuna doğru (on yılın

7. ile 9. yılı arası) şiddetli ya da hafif bir kriz yaşamıştır; yirmi yılda bir, 8. yılda başlayan

krizler (1958, 1978, 1998) olağanüstü şiddette ve uzunlukta olmuş ve Türkiye’ye izlenecek

politikalarda özgürlük bağlamında çok pahalıya gelmiştir; bu değerlendirme özellikle 1978

ile başlayan dönem için geçerlidir.

Krizlerin on yıllık devresel niteliği, “konjonktür dalgalanmaları” yazınında “Juglar dalgaları”

diye bilinen ve olgun kapitalist ekonomilerin dalgalı büyümelerini saptayan ekonomi

kuramını anımsatmaktadır. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler (GOÜ), kendileri, sermaye

karlılığına bağlı dalgaları kendi içsel dinamikleriyle yaratmadıklarına göre, bunların dünya

bağlantılı olmaları beklenebilir bir olgudur.

Aşağıdaki çizelgede, Türkiye’nin yaşadığı 10 adet krizin izdüşümündeki “kriz yaratan”

dünya olayları gösterilmektedir:

1929-31: Büyük Dünya Depresyonu sürecinde çöken tarım ürünleri fiyatları ve şiddetle

aleyhe dönen dış ticaret hadleri, daralan ihracat pazarları ve dış kredi olanakları;

1954: Kore Savaşı’nın bitmesiyle dünyada çöken hammadde ve tarım ürünü fiyatları,

aleyhe dönen dış ticaret hadlerinin izleyen yıllarda sürmesi.

4
1958: ABD’nin durgunluğa girmesi, Avrupa Ekonomik Topluluğu paralarının

konvertibiliteye geçmesi ve Roma Anlaşması’nın yürürlüğe girmesinin yarattığı pazar

daraltıcı etki;

1968: Doların altın değerinin, 1 ons eşit 35 dolarda kalmayacağının anlaşılmasını

izleyerek dolar aleyhine spekülasyonun giderek şiddetlenmesi;

1974: 1. petrol krizinin patlamasıyla dış ticaret hadlerinin şiddetle aleyhe dönmesi; Alman

markı ve İsviçre frankının dolara karşı hızla değer kazanması;

1978: “petro-dolarları dolaşıma döndürme” politikasının yarattığı aşırı kısa vadeli

borçlanmanın, Türkiye ile birlikte bir dizi gelişmekte olan ülkeyi (GOÜ) (Arjantin, Zaire,

Peru gibi) birlikte krize götürmesi; uluslararası bankaların GOÜ’ye kredileri kısarken,

faizleri yükseltmeleri;

1979 – 80: Petrol fiyatlarının tekrar reel sıçramaya geçmesi, ABD’de para arzı

kısılmasının dünya reel faiz hadlerini katlayarak artırması, tarım fiyatlarının tekrar

çökmesi;

1982: Büyük borçlu Latin Amerika ülkelerinin borç ödeyemez duruma düşmesiyle dünyada

“büyük borç krizi”nin patlaması, reel faiz hadlerinin tekrar yükselmesi;

1987: Kasım ayında New York borsasının çökmesi, izleyen yaygın banka iflaslarıyla ABD

ekonomisinin uzun süreli (1987-91) durgunluğa girmesi, doların güçlü paralar karşısında

(DM, yen gibi) değer kaybı;

5
1990: Tokyo borsasının çökmesi, Japonya’da finansal kırılganlığın ortaya çıkması ve uzun

süreli durgunluk / deflasyon sürecinin başlaması;

1990 – 1991: Irak’a ambargo ve izleyen Körfez Savaşı; bölgeden turist ve sermaye kaçışı,

petrol fiyatı ve bölgeye kredilerin faizlerinde fırlama;

1992 – 93 (yaz ayları): Avrupa paraları aleyhine spekülasyon sonucu Türkiye’ye rakip

ülkeler paralarının devalüasyonu; ABD’ye sermaye kaçışı; ABD’de hızlı, AB’da yavaş

büyüme; doların değerlenmesi;

1994: Meksika’nın krize girmesi, Brezilya ve Arjantin’in onu izlemesi; bunların paralarının

ve Çin parası yuan’ın devalüasyonu; bu ülkeler ile GOÜ pazarlarından sermaye kaçışı;

1997 – 99: Uzak Doğu ve Güneydoğu Asya ülkelerinde kriz; bu ülkeler ve GOÜ’den

sermaye kaçışı; krizin başta bölgeye yatırımcı Japonya, dünyayı tehdit eder boyuta

varması; petrol fiyatının çökmesi, ülke paralarında büyük çaplı devalüasyonlar; dünyü

pazarının daralması;

1998: Asya krizinin Rusya’ya intikali ve Rusya’nın moratoryum ilanı; bölgeden sermaye

kaçışı ve kredi faizlerinin artışı; ruble’nin devalüasyonu; Rusya pazarının daralması;

2000: Dünya petrol fiyatlarının katlanarak artması; ABD’de Nasdaq’da çöküşün

başlaması; ABD’de durgunluk işaretleri ve sermaye kaçışı;

6
2001: Arjantin krizi ve Latin Amerika’ya yayılması; ABD’de 11 Eylül terörüyle birlikte savaş

göstergelerinin ortaya çıkışı ve Nasdaq’daki çöküşün diğer hisselere de yayılması;

ABD’de büyük boylu şirketlerin iflasları ve büyük çapta yolsuzlukların patlak vermesi;

ABD’de durgunluğun yayılması;

2002: ABD’nin İngiltere ile birlikte Afganistan’ı bombalaması ve işgal etmesi, işgalin

bölgedeki petrol yollarını kapsaması; savaşın, ABD’ye boyun eğmeyi reddeden Irak ve

İran’ı da kapsama olasılığının artması; Nasdaq başta, ABD’de New York borsasında

çöküş, şirket iflasları ve şirket yolsuzluklarının sürmesi; Avrupa’da dolaşıma giren Euro

karşısında ABD dolarıın değer yitirmesi, giren sermayenin ABD’yi terketmesi; Arjantin’deki

çöküşü başta Uruguay ve diğer bölge ülkelerinin izlemesi.

Yukarıdaki tablonunu izdüşümündeki Türkiye krizleri, bunların hiç küçümsenemeyecek

uluslararası boyutları olduğunu ortaya koymaktadır. Dünya ekonomisinde istikrarsızlığın

çok arttığı 1970’li yıllar, özellikle 1990 sonrasında yaşanan mali serbestlik ile kısa/uzun

vadeli sermayenin serbest dolaşım sürecinde Türkiye’nin de istikrarsızlığını artırmış; artan

krizlerle birlikte kalkınması da duraklamıştır. Gerçekte bu süreci en yoğun yaşayanlar,

dışa çok açık politikaları uygulayan Türkiye gibi orta derecede gelişmiş ülkelerdir; en fakir

ülkeler ise artık açlık çeker duruma girmiştir.

2) Olumsuz dış etkenlerin Türkiye’ye intikal yolları

Ekonominin dış dünya ile bütünleşme derecesi yükseldikçe, hükümetin elinde piyasaya

müdahale araçlarının sayısı azaldığı gibi, elde kalan politika aletlerinin de etkinliği azalır;

dünya ekonomisindeki istikrarsızlık/durgunluk durumlarını aynen yaşamaya başlar.

Bundan ötürü, Türkiye’de dışa açıklığın dış dayatmalarla ve kurumsal bağlantılarla doruğa

7
çıktığı 1990’lı yılların, dünyadan yansıyan istikrarsızlaştırıcı öğelerin çok güçlenmesiyle

çakışması olağandır; bu olguya bulunduğu coğrafi bölgenin “sorunlu” petrol haritası

eklenmelidir. Sonuçta, Türkiye ekonomisi, dış dünya bağlantılı sarsıntılardan kurtulamaz

olmuştur. Tabii, bunları şiddetlendiren iç öğelerin de daima sahnede bulunduğu

belirtilmelidir. Aşağıda kısaca, dünyadaki kriz yapıcı öğelerin Türkiye’ye intikal kanalları ve

bunların zamanla değişen önemlerine değinelecektir.

i) Dış ticaret hadlerinde (DTH) şiddetli aleyhe dönüşler: bu, iki bağlamda

ekonomiyi çok olumsuz etkileyen süreçler yaratmıştır. Birincisi, GSMH’sının

önce yarısı, ihracatınınsa %80’den fazlasının tarım kaynaklı olduğu

ekonomik yapının, sırasıyla 1960’lı ve 1970’li yılların sonuna kadar

sürmesidir; bu yapı dünya tarım fiyatlarının çöküşünü ekonomide çöküşle

örtüştürmüştür. 1929 Büyük Dünya Bunalımının Türkiye’yi intikalinde; Kore

Savaşı sonrası, 1954’ü izleyen ve 1958 krizine götüren yolda ve 1978-83

dönemindeki ihracatı artırma güçlükleriyle içiçe geçen krizde, tarım ürünleri

DTH’deki aleyhe dönüş başat rol oynamıştır. GSMH ve ihracat gelirindeki

payının giderek azaldığı izleyen yıllarda, tarım bu bağlamda kriz yaratıcı bir

öğe olmaktan çıkmıştır.

İkincisi, petrol fiyatlarındaki şiddetli fırlamalardır; 1974 petrol krizi ile

başlamış, 1979-80 ikinci petrol kriziyle, 1990-91’deki Irak ambargosu ve

Körfez savaşıyla sürmüş, 1999 – 2000’de ve 11 Eylül sonrasında da ani

fırlamalar yinelenmiştir. Her üç dönem de Türkiye’nin krizleriyle

çakışmaktadır. ABD’nin petrol bölgelerinde egemenlik kurmak için

8
müdahaleleri sürdükçe, önümüzdeki yıllarda petrol fiyatı artışları, DTH’ni

aleyhe döndürerek kriz ortamını yine ateşleyebilecektir.

ii) İhraç mallarına rakip mallar satan ya da başlıca ihracat pazarlarımız olan

ülke paralarının devalüasyonu: Bu etkenin önemi Türkiye ekonomisinin

göreli dışa kapalı olduğu 1980 öncesi yıllarda sınırlıdır; fakat Türkiye’nin dış

ticaret / GSMH oranının giderek yükseldiği ve imalat sanayii üretiminde

ihracatın payı ile iç pazardaki arzda ithalat payının hızla arttığı 1980

sonrasında, bu devalüasyonların önemi de çok artmıştır. 1992-3’deki Avrupa

ve 1997’deki Asya paralarının devalüasyonu rakip mallar satan, hem de

önemli pazar olan; 1998’deki Rusya devalüasyonu ise rakip mal satmayan

fakat önemli ihraç pazarı olan ülke devalüasyonlarına örnektir. Türkiye

ihracatının düşüp, ithalatının artma eğilimini, dolayısıyla cari işlemler

bilançosu (CİB) açığı artışını tetiklemişlerdir. Bu devalüasyonlar,

Türkiye’deki 1994 ve 1998 – 99 krizlerini öncelemiş, sermaye kaçışıyla

birlikte yüksek oranlı devalüasyona yol açan krizi hazırlamıştır.

iii) Türkiye’nin başlıca ihraç pazarı olan büyük boylu ülkelerde

konjonktürel durgunluk ve/veya ayırımcılık: Türkiye’nin başlıca ihracat

pazarlarında, başta Almanya (ve diğer Avrupa ülkeleri), ABD ve (1992

sonrasında) Rusya’da durgunluk ve ekonomik daralma ya da (politika

gereği) yapılan aleyhe bir ayırımcılık, Türkiye’de bir krizi hazırlama ya da

hazırlanmış kriz ortamında krizi tetiklemede başat rol oynar.Petrol krizlerinde

(1874 ve 1979-1980) Petrol krizlerinde (1974 ve 1979-80), OPEC üyeleri ve

diğer petrol ihracatcıları dışında dünya çapındaki pazar daralması, 1929

9
krizinde ya da petrol krizlerinde ihracat pazarlarını, DTH’deki aleyhe dönüşle

birlikte daralttığında duraklayan / gerileyen ihracat gelirinin en yakın etkisi,

CİB açıkları büyürken kısa vadeli borçlanmayı artırması ve / veya şiddetli bir

devalüasyonu hazırlamasıdır. Ancak bazen büyük boylu başlıca bir ihracat

pazarının hızla konjonktürel daralması (ya da Türkiye aleyhine ayırımcılığı)

kriz ortamını hazırlamaya yeter. Bunun en iyi örneği 1998 ve 1999’da

birbirini izleyen olaylardır: 1998 Rusya krizi ve rublenin devalüasyonu hem

mal hem hizmet (başta giyim eşyası, turizm ve taşıma) pazarını daraltırken

sermaye kaçışına da ivme vermiştir; 1999’un ilk yarısında A. Öcalan’ın

yakalanmasını izleyen Alman kamuoyu tepkisiyle turist gelişinin (ve ihracat

artışının) durması ya da 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında Avrupa’nın

(örtülü) ticari ambargosu, ABD’nin açık askeri ambargosu diğer örneklerdir.

Aynı yolda bir diğer etken, Türkiye’nin ortak gümrük tarifesini kabul ederek

AB’ın tavizli ticaret yaptığı ülkelere pazarını açarken, bu ülkelerin benzer

tavizleri Türkiye’ye tanımalarının engellenmesidir. Nitekim, 1996-2000

yıllarında (bavul ticareti dahil) ihracat artışının duraklamasındaki etkenlerden

biri de budur. Bundan ötürü, 2000 yılı son çeyreğiyle birlikte patlayan ve

bugüne dek süren krizi hazırlayan öğelerden biri olduğu söylenebilir. 2

2
Örneğin 1974’de petrol krizini izleyerek Alman Markı ve İsviçre Frangı dolara karşı sürekli değer kazanmış,
Türkiye’nin kısa vadeli DÇM borçlarında bunlar ağırlıklı olduğu için de kısa vadeli borçlar dolar üzerinden giderek
ağırlaşmıştır. Ancak, bu etkiyi pek ölçemediğimiz için metinde ayrıca üzerinde durulmamıştır. Örneğin Birinci petrol
krizini izleyerek (194-1978) Alman markı ve İsviçre frankı dolar karşısında sürekli değer kazanmış; Türkiye’nin DÇM
borçlarında bunlar ağırlıklı olduğu için de kısa vadeli borç dolar üzerinden giderek ağırlaşmıştır. Buna karşılık 1929
krizi yıllarında tersi geçerli olmuştur: Osmanlı borçlarının büyük kısmı fransız frangı ile ödenecek iken bunun
devalüasyonu, kriz yıllarında borç ödeme yükünü hafifletmiştir.

10
iv) Küresel veya Bölgesel (reel) faizlerde hızlı yükseliş;

Bunun en tipik örneği dünya pazarında reel faizlerin (daha önce çok düşük

hatta negatif iken) 1979’da ve 1980’de çok yüksek reel pozitif düzeylere

(ABD’deki sıkı para politikasını izleyerek) fırlamasıdır. Bölgesel örnek ise,

1991 Körfez Savaşı ya da 1998 Rusya krizi ile birlikte artan bölge

rizikosunun fırlattığı faizlerdir. Borçlanarak yaşayan devlet ve özel kesim için

bu artışlara TL devalüasyonu da eklendiğinde, faiz yükünün TL üzerinden

boyutu krizi tetikleyebilir düzeye gelebilmektedir.

v) Kısa vadeli Sermayenin kaçışı:

Yukarıdaki olaylar cari işlemler açıklarını hem GSMH’ya oranla ve mutlak

anlamda büyüterek, hem kısa vadeli borçların (uzun-orta vadeli borç taksit

ve faizleriyle birlikte) döviz rezervlerine oranını yükselterek, devalüasyon

beklentisi yaratır; bu da, dış ve iç finans kurumlarının genelde mali


3
sermayenin “riziko”larını artırır. Riziko artışını izleyerek, bunlar çeşitli

tepkiler gösterebilirler: ya büyük çapta kredileri geri çekmek isteyebilirler (22

Kasım 2000’de Deutsche Bank’ın kredilerini geri çekmek istemesi gibi);

ve/veya kısa vadeli kredileri yenileyip (roll over) taze kredi vermek

istemeden faizleri yükseltirler; aynı zamanda spekülatif beklentilerle dövizler

ihracatçılarca vb. dışarda tutulur. Bu iki öğe 1985 öncesi krizlerde en önemli

tetikleyici oldular. Mali serbestlikle birlikte 1990’dan itibaren sermaye kaçışı

kaynakları çok büyüdüğü gibi, sermayenin küresel çapta kâr alternatifleri de

3
Sadece ekonomik değil, grevler gibi toplumsal ya da hükümetin düşmesi gibi siyasal olaylar da sermayenin
rizikosunu artırır.

11
çeşitlendi. Dış ve iç sermaye hisse senetleri, hazine bonoları gibi yerli

kağıtlardan, iç piyasadaki bütün TL kaynaklı yatırımlardan içeride dövize

kaçtığı gibi, dış pazarlardaki yatırım alanlarına da kaçabiliyor; içerde büyük

riziko artışı olmasa da daha yüksek karlı bir dış pazar ortaya çıktığında yine

oraya kaçabiliyor. İncelediğimiz riziko artırıcı öğeler sermaye kaçışlarıyla

krizi tetiklemede baş rolü oynamayı sürdürmektedir.

Sermaye kaçışlarının krizi patlatma etkisi önce mali pisayalarda TL dış

değerinin düşüşü, rezerv azalışıyla birlikte para arzının daralması ve faiz

haddinin fırlaması, borsadan paraların çekilip mali plasmanların döviz ve

faize kayması; bunu izleyerek de borsanın çöküşüyle ortaya çıkar. Dövize

spekülatif hücumu durdurmak için devlet faiz haddini daha da yükseltici

önlemler alır. Mali piyasalardaki bu sarsıntılar, iç piyasada yarattıkları

daralışla birlikte, talep daralması yoluyla hemen reel üretim kesimlerini ve

devleti etkisi altına alır. Şirketler iç ve dış borç yükleri oranında faiz haddi ile

döviz fiyatı fırlamasından; borsaya açıklıkları ölçüsünde de borsa

çöküşünden; ayrıca talep için iç piyasaya bağlılıkları ölçüsünde de bunun

daralışından doğru orantılı olarak etkilenirler, üretimi ve istihdamı daraltırlar.

Bankalar dış borçlulukları (açık pozisyonları) oranında devalüasyondan;

rizikosu artan dış alacaklıların yükselttikleri faiz hadleri yanında şirketlere

verdikleri kredileri geri alamamaktan; işsizlik artarken tüketim kredilerinin

geri dönmemesinden daralır/tasfiye olurlar; üretim daralışı ve işsizler bu

kaynaktan yeni bir artış yaşar. İlk tur şirket ve banka çöküşlerini, ikinci turda,

bunlarla bağlantılı olanlar yaşarken üretim tekrar daralır ve işsizlik daha da

12
artar; daralma yığımlı bir sürece döner; iç piyasada talep daralışı sürerken

bunlara yenileri eklenir.

Türkiye’de özel kesimin ve devletin giderek artan ve aşırılaşan borçluluğu,

genişletici politikalarla (Keynesci harcama artırıcı önlemlerle) buna çare

üretilmesini önlemektedir. 2000 – 2001 krizinde TCMB’nin para basmaması

ve kamu harcamalarını (IMF programı nedeniyle) sınırlama, iç talebi

çökertmiş, krizi derinleştirmiştir. Aşırılaşan borç yükünde diğer yandan

krizler de önemli bir öğedir. Faiz hadlerindeki fırlama, bütçe üzerindeki faiz

yükünü artırırken, devalüasyonun getirdiği fiyat artışı yükü de dış borç

faizleri kanalından bütçeye biner; Buna özel şirketler ve bankalardaki çökme

olaylarının yükünün de devlete (halka) kalması eklenir. Diğer yandan,

ekonomide artan durgunluk ve daralma devletin vergi gelirinde önemli (bir)

reel artışı engeller, aksine bunu daraltır. Harcamalar artarken gelirdeki

artışın duraklaması / gerilemesi yeni borçlanma için baskı yaratır. Devletin

iç/dış borçlarının artışında krizler bu bakımdan baş rolü oynamaktadır.

IMF’nin devrede oluşu da ayrıca para arzının ve kamu harcamalarının

artışına başlıca engeldir.; dolayısıyla IMF iç/dış borçlanmayı artıran ve krizi

atlatmayı zorlaştıran bir “dışsal etken” niteliğindedir.

Dış konjonktür ve döviz kuru elverişliyse, ihracat artışı ve yeni olanakların

devreye girmesi (1994 krizinden sonra birkaç yıl bavul ticaretinin patlaması

gibi) krizden çıkışı kolaylaştırır. Ancak dış konjonktür elverişli değilse (1929-

31, 1958-61, 1978-81, 2000-02 arası yıllar gibi) krizden çıkış uzar ve (1929

krizi hariç) IMF dayatmaları, etkisini sonuna kadar duyurur.

13
II- Krizlerde ekonomi politikalarının ve genelde iç etkenlerin rolü

1) İç etkenlerin niteliği

Krizlerin sıklığı, süresi ve şiddetinde uygulanan ekonomi politikaları, ekonominin yapısı ve

bu yapının sağlamlığı kadar bu yapının ekonomi politikalarıyla uyumu, siyasal iktidarların

becerisi ve saydamlığı ön planda etkilidir. Hükümetlerin elinde ekonomiyi kontrol

bağlamındaki aletlerin etkenliği, hem krize girişi hem bundan çıkışı kolaylaştırabilir.

Ekonomi politikaları dahil “iç etkenler” başlığı altında topladığımız yukarıdaki etkenler,

ekonomide krize yatkınlık eğilimlerini ortaya çıkarabildiği gibi, kriz patladıktan sonra bunun

hükümetlerce denetimini ve atlatılabilmesini de zorlaştırıcı nitelikte olabilir. Bu bağlamda

öncelik, uygulanan ekonomi politikalarının “serbestlik” derecesiyle doğru orantılıdır; bu sav

Türkiye gibi GOÜ açısından öncelikli bir etken olarak ortaya çıkmaktadır.4

i) Ekonomi politikalarının rolü: Denetimli/karma –planlı ekonomi ve mali

serbestliği gerçekleştirmiş serbest piyasa ekonomisi

Eğer bir sav gözlemlerle desteklenebilirse, denetimli/planlı karma ekonominin, hem krizleri

önleme hem patlayan krizi kolayca atlatabilme bağlamında, en etkili ekonomi politikaları

demetini sağladığı sonucuna varılır. Türkiye bu politikalar demetini iki dönemde sıkı

biçimde uygulamıştır: 1930’lu yıllar ve 1961-74 arası yıllar. Aşağı yukarı benzer

politikaların uygulandığı bütün GOÜ dünyası kadar Türkiye için de, (1961-74 yıllarını

kapsayan dönemin iki kutuplu dünyasında) Batı blokunda da istikrarlı büyüme başlıca

hedeftir; gelişmiş ve GOÜ’de farklı derecelerde olsa da, mali piyasalar denetimlidir; tarım

pazarları ülke ihtiyaçlarına yönelik olarak korumalıdır; imalat sanayiinde gelişmiş ülkeler

4
Eldeki verilere gore ekonomide serbestleşmenin devrede olduğu “son 20 yılda, 93 ülkede 113 finansal kriz yaşandı
ve kamudan mali sisteme aktarılan kaynak 1 trilyon doları buldu. (Özgürlük ve Eşitlik Gelecek dergisi, s.4, No4,
Ağustos 2002)

14
serbestleşmeye geçerken, GOÜ’in serbestleşmeyi ayarlamaları kendi hedeflerine

bırakılmıştır. Türkiye için bu iki dönem hem makro-ekonomik istikrarın korunduğu, hem

ekonominin hızla büyüdüğü ve sanayileştiği, hem de 1969-70’deki krizin fazla sarsıntı

yaratmayan bir devalüasyonla kolayca atlatıldığı yıllardır. Dünya ekonomisinden

yansıyabilecek sarsıntılar, örneğin dönemin sonuna doğru dolar aleyhine başlayan büyük

çaplı spekülasyonlar, hafif sarsıntıyla geçip gitmiştir. Siyasal/sosyal sarsıntılarsa, iç

kargaşa ekonomiye yansımadan kendi alanlarında kalmıştır. 1930’lu yıllarda da dış

tahriklerle süren Kürt isyanları ve sosyal-siyasal alanlandaki büyük dönüşümler ya da

1961-74 arasında üniversitelerde sergilenen sağ-sol çatışmaları ekonomi politikalarında

sağlanan etkinlikle ayrı bir düzlemde tutulabilmiş, iktisadi kalkınma sürecini

duraklatmamıştır.

Hazır olmayan bir ekonomik yapılanma üzerine (IMF ve Dünya Bankası dayatmalarıyla)

aşılanmak istenen serbest piyasa ekonomisine geçişe bir örnek 1950’li yıllardır. Getirilmek

istenen bütün ekonomik serbestlikler 1954 sonrasında çökmüş, günü birlik olmayacak ya

da olmaması gereken arızi ve gelişigüzel hükümet kararları ekonomiyi en temel tüketim

mallarında, (kahve-mendil-rontgen filmi gibi) darlıklara sokarken, duruma karşı artan

muhalefeti önleme girişimleri de anti-demokratik uygulamalara yol açmıştır. Serbest

piyasa ekonomisi işleyemeden bir krizle sonuçlanmıştır. İkinci serbestleşmeye geçiş

denemesi 1978 krizini izleyerek IMF ve Dünya Bankası dayatmalarıyla 1980’li yıllarda

yaşanan kargaşadır; ilk üçyılı askeri rejimin, kalan 4-5 yılı da demokrasiyle bağdaşmayan

bir siyasal ortamın ürünüdür. Zaten krizden çıkamamış ekonomiye aktarılan serbestleşme

girişimleri bir para krizi (1982-83), bunu izleyerek de biriken kısa vadeli dış borçları tasfiye

için hükümetin aldığı önlemlerle ekonomiyi duraklatıp krize sokması (1988-89) ile

geçmiştir; bu on yıllık dönemin dört yılı böylece krizli yıllara dönmüştür. Buna, sürekli reel

15
devalüasyonlarla TL’nin üçte bir oranında reel değer kaybı ve hızlanan enflasyon ile vergi

almayı iç borçlanmayla ikame çabasının başlattığı iç borç birikimi eklenmelidir. Dış

borçlarsa on yılda 14 milyar dolardan 49 milyar dolara, 3.5 katına çıkmıştır.

1978 krizini serbestleşerek atlatma çabalarının olumsuzluğu ortadadır. Buna rağmen,

1988-89 krizini atlatmak için dış dayatmalarla giderek mali piyasaları tam serbestleştirme

ve TL’nin konvertibilitesine geçme, böylece sermaye hakeretlerini de her biçimiyle serbest

bırakma politikalarının amacının Türk ekonomisini “düzeltmek” olmadığı açıktır. Kaldı ki,

iktisatçıların bir çoğu, ya GOÜ için mali serbestliğin uygun olmadığı (Bhagwati) ya da mali

istikrarını kurmamış ekonomilerde mali serbestliğin istikrarsızlığı daha da artıracağını

(Dornbusch) savunurlar.

1990’lı yıllarda sermaye hareketleriyle birlikte mal-hizmet pazarlarını da tam

serbestleştiren Türkiye, günümüze kadar çok dikkat çekici bir deneme yaşamıştır; bu

deneme, Latin Amerika ülkelerininkiyle tam örtüşmektedir. 1990’dan 1997’ye kadar iki kriz

atlatmak (1991 ve 1994) pahasına da olsa, Türkiye, ekonomisini büyütmüştür; ancak

bunun karşılığında artan iç ve dış borçlar, finansal kırılganlığı artırmıştır. Nitekim 1998’de

yeniden girilen kriz ortamında 2000 yılında IMF’nin hatalı politikaları eklenince, borçların

artık toplamı GSMH’yı (2001) aşar olmuştur; borçlar artarken GSMH 1990’lı yılların

başındaki düzeye gerilemiştir.

“Küreselleşme”nin “neo-liberal” politikaları sadece Türkiye’yi değil, krizlerle birlikte bütün

Latin Amerika’yı da, bir zamanların Asya Kaplanlarını da batırmıştır.

16
Kısacası, ekonominin yapısıyla bağdaşmayan serbestleşme politikaları son yirmi yılda

yaşanan krizlerin temel nedenidir.

İi ) Cari İşlemler Bilançosu Açıkları

Krizlerin hemen öncesinde CİB açıklarında büyük sıçramalar olduğu görülür. Enflasyon

sürerken bunu telafi edecek kur düzeltmesi için TL değerinin düşürülmemesi veya IMF’nin

2000 yılında uygulattığı kur çapası, ya da sermaye girişlerinden ötürü kurun düşmemesi,

ihracatı caydırıp ithalatı teşvik ettiği ölçüde, CİB açıklarını (1977, 1987, 1990, 1993, 1997

ve 2000’de olduğu gibi) sıçratan bir etkendir. Sık sık daha önce incelenen dış etkenler de

devreye girebilir. Mali serbestlikte, sermaye girişleri, TL’de aşırı değerlenmeyi ve CİB

açıklarını büyüten başlıca nedendir. CİB açıklarını büyüten etkenlere karşı, açıkları kısa

vadeli dış kredi ile karşılamak Türkiye’de daima ilk adım olmuştur. Döviz kontrolü

uygulanan yıllarda ise, dış krediler pahalılaşırken ya da geri çekilirken ithalat

kısıtlamalarının artırılması, (1954-58 ya da 1978-79’da olduğu gibi) diğer önlem

olmaktaydı; böylece CİB açıkları kısıtlanırken mal darlıklarıyla fiyat artışları, üretim

düşüşleri devreye girmekteydi. Serbest döviz piyasalarına geçişi izleyerek bu uygulama

imkansızlaşınca, kısa vadeli kredilerin duraklamasıyla birlikte ya da devalüasyon

beklentisi doğarken döviz fiyatı patlamaları, krizi tetikleyen başlıca öğeye dönüşmüştür.

1991, 1994 ve 2001 krizleri, sırasıyla 1990’da 2.6, 1993’de 6.3 ve 2000’de 9.8 milyar dolar

tutarındaki CİB açıklarını izlemiştir. Bu açıkların GSMH’nın %5’ne varması kriz için tehlike

“sinyali” gibidir. Sermaye girişleri bir süre TL’yi aşırı değerlendirip CİB açıklarını

büyütürken, devalüasyon beklentisiyle sermayenin rizikosunu artırdığı ölçüde, kriz

yaratıcı bir etkiye dönüşmektedir.

17
iii) Kamu İç/Dış Borç Stoku

Kamu kesimi iç/dış borç stokunun GSMH’ya oranı, devletin (dış dayatmalar gereği) üretim

alanından çekilip, iç/dış sermayenin “finansal garantörlüğü”ne ve “zararlarını taşıyıp

yararlarını artırmakla görevli bir kurum” olmasına geçiş sürecinde sürekli artmıştır. 1980

öncesi yıllarda bu stok GSMH’nın en çok üçte biri civarındayken, 1980 sonrası sürekli

yükselmiş, en şiddetli artış ise 1998-2001 arasında (%69.1’den %125’e) ortaya çıkmıştır.

Buna karşılık 1978 krizi öncesi yılların krizlerinde bu öğenin payı yoktur.

Kamu iç/dış borç stoku krizlerle iki yönlü olarak içiçedir; bir yandan krizlerin patlamasında

rol oynayan öğeler arasında yer alır, bir yandan da, her kriz bu stoku hızla sıçratan öğeleri

devreye sokar. Stok büyüdükçe, 2000’li yıllar başlarken olduğu gibi, devletin krizin

etkilerini hafifletecek politikaları uygulamaya sokması da imkansızlaşmaktadır.

Kamu borç stokunun krizleri hazırlayıcı boyutu çok açıktır: Kamu açıklarını karşılamak

amacıyla girişilen borçlanma, bankaların kısa vadeli yüksek faizli dış borçlanmasıyla

karşılandığı ölçüde, kamu borçlarını kısa vadeli çok yüksek faizli borçlanma biçimine

sokmakta, ticari banka sisteminin de rizikosunu artırmaktadır. Kısa vadeli dış borç birikimi

artarken kredi faizlerinin artması ve/veya borçların (roll over) yenilenmemesi ya da bu

beklentinin doğması, krizi tetikleyen bir öğedir.

Diğer yandan, krizler aynı zamanda kamu borçlarını sıçratan öğeleri devreye sokar.

Bunların başında kısa vadeli özel dış kredilerin krizlerde (IMF ile anlaşma sürecinde) uzun

vadeli kamu borcuna, bir “konsolidasyon” işlemiyle ,döndürülmesi (1978 krizini izleyerek

olduğu gibi) veya 1980’li yıllarda batma noktasına giren bankaları ve şirketleri kamu

bankalarınca, KİT’lere yamayarak kurtarma ya da 1990’lı ve 2000-2002 yıllarındaki banka

18
çöküşlerinde yükü devletin üstlenmesi kamu borçlarını sıçratan bir öğedir. Aynı zamanda

krizde fırlayan döviz fiyatları, dış borçların TL karşılıklarını ve faiz hadlerini patlatırken iç

borçların faiz giderleri de sıçramaktadır. Döviz ataklarının spekülatif döviz fiyatları

artışlarını durdurmak için, mali serbestlik sürecinde elde kalan başlıca politika aleti faiz

hadleridir; devlet göklere tırmanan faiz hadleriyle borçlanarak bu atakları durdurmaya

çalışır. 1994 ve sonrası yaşanan krizlerde, dış banka kredilerine tanınan devlet garantisi;

2000’li yılların başındaki krizde döviz bağlantılı kamu iç borçlanması, patlayan döviz

fiyatlarının kamu borçlarıyla bağlantısını olağanüstü düzeylere çekmiş bulunuyor.5

Kamu borçlarını krizler boyunca, özellikle son krizle birlikte, giderek artıran başlıca öğe

banka ve şirketlerin içine düştüğü durumdur. Krizlerde çok sayıda banka ve şirket güç

duruma düşmekte, borçlarını ödeyememekte, taahhütlerini karşılayamamaktadır; bu arada

kimi kurtarılmak için devletin kucağına düşmekte, kimi tasfiye olurken borçları devlet

üstlenmektedir. Bu bağlamda en ağır miras bırakanlar 1958,1978, 1982-83 ve 2000’in son

çeyreğiyle başlayan krizlerdir.

1958 krizinde6 çok sayıda küçük-orta boy şirketle birlikte 7 adet banka iflas etmiştir;

1978’den sonra süren mali krizle birlikte 2 büyük bankerlik kurumu ve 5 adet küçük boy

banka batmış, bu süreçte zor duruma giren çok sayıda büyük boylu özel şirket ya

kamulaştırılmış ya kamu bankalarına devredilmiş veya kredilerle ayakta tutulmaya

çalışılmıştır. Fakat rekor, 1998’de başlayıp 2000’in son çeyreğiyle giderek derinleşen
5
1970’li yıllarda sıfıra yakın olan iç borç reel faiz hadlerinin 1980’li ve 1990’lı yıllarda sürekli yükselerek 1990’ların
ikinci yarısından sonra %30’a, 2000’in son çeyreğiyle başlayan krizde %35 düzeyine varması; TL/dolar kuru 24 Ocak
1980 devalüasyonunda 47.10 TL/dolar iken 2001’deki d evalüasyonu izleyerek 1.6-1.7 milyon TL’ye fırlaması ve
TL’nin tartılı reel efektif kurunun 1990’lı yıllarda %20-25 oranında reel değer yitirmesi, sadece bu iki kaynaktan kamu
borç stokuna binen yükü göstermeye yeter.
6
1958 krizinde batan bankalar Sanayi Bankası, Esnaf-Kredi Bankası, Doğubank, Türkiye Birleşik Tasarruf ve Kredi
Bankası, Tutum Bankası, Raybank, Türkiye Kredi Bankası; 1978’de başlayan krizi izleyen para krizinde çok sayıda
küçük boylu banker, iki adet büyük bankerlik kuruluşu (Kastelli ve Meban) ve beş banka (Hisarbank, Odibank,
İstanbul Bankası, İşçi-Kredi Bankası, Bağbank); 1994 krizinde 11 adet aracı kurum ve üç adet banka (Impexbank,
Marmarabank, TYT bank) batmıştı. 1998’de başlayıp 2000’in son çeyreğiyle derinleşen krizde batan banka sayısı tam
21 adettir ve aralarında Demirbank ve Pamukbank gibi Türkiye’nin en büyük bankaları vardır.

19
krizdedir; rekor, batanların sayısı kadar kamuya bindirilen yük ve araya karışan yolsuzluk

olaylarındadir. 2002’nin ilk yarısına kadar olan sürede batan banka sayısı 21’dir, devlete

getirdiği yükse 25-30 milyar dolardır; buna krizde işsiz kalan 1 milyon ile birlikte toplam 2

milyon kişinin ve batan 120-130 bin işyerinin vergisinden devletin yoksun kalması

eklenmelidir. Devletin yükünü artırırken gelirini azaltan kriz süreci, buna çözüm üretmeyi

de güçleştirmektedir.

1994 krizinin devlete ve ekonomiye getirdiği yüklere ayrıca değinmek gerekir. Bu krizde

başlayan süreçlerin daha sonra da etkilerini sürdürmesi krizin başlıca özelliğidir. Etkilerin

başında, kredi veren yabancı bankalara “devlet garantisi” verilmesi, ödenemeyen özel

kredileri devletin ödemeyi üstlenmesidir. İkincisi, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF)

yoluyla devletin (belirgin sınırlamalarla da olsa) banka paniklerini önlemek için banka

mevduatlarının garantörlüğünü yapmasıdır. İktisat kuramında “saflığın tehlikesi” (moral

hazard) diye bilinen bir ortam yaratan bu iki olgu, 7 1990’lı yıllarda katlanarak artan banka

sayısı kadar, izleyen krizde batan bankaların çokluğu ve getirdikleri yüklerin de başlıca

nedenidir. Tabii buna, yeterince incelenmeyen banka kuranların kimlikleri, bankaların

özsermaye yeterliği, yaptıkları işlemlerin izlenmemesi ya da denetçiler bunları izliyor ve

raporluyor olsa da üst makamlarca gözardı edilmeleri gibi olgular da eklenmelidir.

Kısacası, kamu borç stokunun giderek büyümesi, 1990’lı yıllardan itibaren hem yeni

krizleri hazırlayan bir nedendir; hem de her krizin giderek büyüttüğü, bu arada, özel kesim

rizikolarının da bedelinin karşılığı olduğu bir sonuçtur.

7
Saflığın tehlikesi şöyle ortaya çıkar: Devletin verdiği mevduat garantisi, mudileri, faizleri en yüksek olan bankaları
seçerken buna bağlı rizikolara tümüyle gözardı etmeye; kredi verenleriyse, kredilere en yüksek faizi verenleri seçerken
bunların rizikosu yüksek işlemlerini gözardı etmeye sevkeder. Böylece, rizikoların yüksekliği yanında bu işlemlerin
giderek yayılması, izleyen krizde çöküşleri ve tabii, devlete binen yükleri çok artırır.

20
Oysa 1929 krizini yaşarken, devlet (1932’de varılan anlaşmayı izleyerek) Osmanlı’dan

devralınan Düyunu Umumiye borçlarını ödemeye, bu arada, Lozan Antlaşması’nda görüş

birliğine varılamayan yabancı “İmtiyazlı şirketleri” de kamulaştırarak buna çözüm

üretmeye geçmiştir. Ayrıca dünya kriz yaşarken GSMH’da hızla artmıştır. Bu nokta, kamu

borçlarıyla krizler arasındaki ilişkide, ekonomi politikası farklarının önemini gösterir. Tabii,

bu krizde, IMF/Dünya Bankası gibi bir dış dayatmacı kredisi veren de yoktur.

iv) Bankaların ve şirketlerin kısa vadeli dış borçları

Krizleri hazırlayan süreçte, CİB açıklarıyla birlikte kısa vadeli dış borçlarda da hızlı artışlar

görülür. Bunların cüzi bir kısmı kamu kaynaklıdır, büyük kısmı özel borçlar niteliğindedir.

Yenilendikleri (roll over) sürece, bileşik faizle çığ gibi büyürler ve kredi verenlerin

rizikosunun giderek arttığı bir evreye girilir. Reel faizleri artar, süreleri kısalır ve bir

noktada yenilenmez olurlar, hatta kredilerde geri çekilişler başlar. İşte, bunların faizlerinin

ödenemiyor olması krizi patlatır. Krizler, genelde, bunların geri ödenmesini sağlayacak

CİB fazlalarıyla sürer. Ekonomideki duraklama/gerileme ve artan işsizlik iç talebi

daraltırken ve fırlayan faiz haddi ile döviz fiyatı ithalatın kısılıp ihracatın teşvikini

yaratırken, CİB fazlası doğar; kısa vadeli borç stoku azaltılır. Bunların geri ödenme

olanağının bulunamamasıysa (1958’de ve 1978’de IMF ile anlaşma öncesinde olduğu

gibi) ülkeyi “moratoryum” ilanına götürür. Dünya finans piyasası açısından, bu çok ciddi bir

durum sayılır. Mali serbestlik, devletin ve iş dünyasının hesap bilmezliğiyle

tamamlandığında, kısa vadeli dış borçları, ülkenin finansal dengelerini bozan başlıca

etkene dönüştürmektedir. Kısa vadeli dış kredilere dayanarak verilen kısa vadeli iç

kredilerse, kamu ile özel kesimleri kısa vadeli kredilerle yaşar duruma getirdiği ölçüde,

bütün ekonomi düzleminde rizikoları büyüten ve krizi hazırlayan öğeye dönüşmektedir.

Çünkü, (yüksek riziko primi dolayısıyla) yüksek faizli bu borçlar yenilenirken ödemeler

21
(bileşik faizle) çığ gibi büyür ve ödenmeleri olanaksız hale girer. (Bunların kamuya

getirdiği yük önceki paragrafta incelenmiştir.)

v) Makro-ekonomik istikrarsızlık

Türkiye, mali piyasaları denetimli planlı ekonomi uygulandığı 1930’lu ve 1960’lı yıllar

dışında, makro-ekonomik istikrarı koruyamamıştır. Bunun en iyi göstergesi, gündemden

düşmeyen yüksek oranlı enflasyondur. 1980’li yıllarda önce (istikrar programı uygulandığı

sürede) düşüşe geçmişken, tekrar ivme kazanmış, 1990’lı yıllardaysa (ortalama yılda

%70’lere varan) yüksek bir oranda süreğenleşmiştir. 2000’li yılların başındaysa, krize

çözüm üretmek yerine enflasyonu indirmek çabası öncelik almıştır.

Enflasyon, sermayenin rizikosunu artıran bir olaydır; nedeni, gelir-gider tahminlerinde

yanılma payını büyütmesi, nispi fiyatları çarpıtması, gereken önlemler enflasyon

muhasebesi gibi, uygulanmıyorsa firmaların karlılık hesaplarını yanıltıcı duruma getirmesi

ve genelde, toplumda gelir bölüşümünü bozarken belirsizlikleri büyütmesidir. Birkaç ülke

dışında yıllık ortalama fiyat artışının tek haneli düzeyde seyrettiği 1990 sonrası dünyada,

Türkiye’nin süreğen yüksek ve değişken oranlı bir enflasyonu yaşaması, ekonomik

hesaplarda yanılma payını artırdığı ölçüde, krizlerde rol oynayabilmiştir. Fakat

enflasyonun ivme kazanması, tıpkı iç/dış borçlar gibi, aynı zamanda krizlerin bir yan

ürünüdür. Çünkü, fırlayan döviz fiyatları ve faiz hadleri, “maliyet enflasyonu” yaratır.

Nitekim kriz yıllarında TEFE’deki artış TÜFE’dekini aşar. Bunlara üretim düşüşünün fiyat

artırıcı etkileri eklenir. Gerçekten de (İkinci Dünya Savaş yılları hariç) Türkiye’de fiyat

artışlarının yılda %50’yi aşması, ilk kez 1978 krizinde ortaya çıkmış, 1980’de yüksek

oranlı devalüasyon ve KİT ürünleri fiyatlarını artırma, faiz hadlerinin serbestleşince

fırlaması gibi nedenlerle birlikte bu hız %100 geçmiştir; fiyatların tekrar %100’ü

22
geçmesiyse (yılda %120 artış ile) 1994 krizini, sadece kamuda geçmesiyse 2001’in son

çeyreğini beklemiştir. Kısacası fiyat enflasyonu, makro-ekonomik bir istikrarsızlık

göstergesi ve riziko belirsizlik kaynağı olarak krizlere neden olabilse de, aynı zamanda

onun ürünüdür.

III- Dış ve İç Etkenlerin Rolü Konusunda Bir Karşılaştırma

Tablo I ve Tablo II, dış ve iç etkenler olarak incelediğimiz öğeleri belirli kıstaslara göre

tartılandırarak (Bkz: Tabloların ekleri) her krizde bunların göreli payını, hangi etkenin

hangi krizde daha büyük rolü olduğunu tahmin etme çabasıyla hazırlanmıştır. Buna göre,

dış etkenlerin en önemli rol oynadığı krizler öncelikle 1978 ve onu yakından izleyerek de

1929 ile 1991 yılındakilerdir; en az etkili olduklarıysa 1988-89 ile 19998 ve 2000 yılı

krizleridir. Bununla birlikte, geri kalanlarda da ihmal edilemeyecek etkileri bulunmaktadır.

İç etkenlerin daha ağırlıklı gözüktükleriyse, 1994 ve 2000 yıllarında yaşanan ve bütün iç

etkenlerin birilkte aynı ağırlıkla katıldığı krizlerdir; bunları yakından 1988-9 ve 1991 krizleri

izlemektedir. Krizlerin çoğunda iç ve dış etkenler birbirine yakın ağırlıktadır: 1958, 1982-3,

1991, 2001 buna örnektir.

Dış etkenler arasında hemen her krizde kısa vadeli sermaye kaçışları/çekilişleri, onu

izleyerek de dış pazarlarda durgunluk ve/veya savaş ile reel faiz haddi artışları yer

almaktadır. İç etkenlerdeyse, yine her krizde ekonomi politikalarında kriz öncesi

serbestleşmeyi getiren politikalar ile kısa vadeli banka/şirket borçları birikimi mevcuttur;

makro-ekonomik istikrarsızlık bunlara yakın ağırlıktadır.

8
1999’da depremin getirdiği yıkımın Marmara Bölgesi’nde, yani GSMH’nın büyük kısmının yaratıldığı bölgede
yoğunlaşmasının GSMH’daki şiddetli düşüşte, tabii payı vardır; dolayısıyla da bu düşüşte “ekonomi-dışı”, yani
ekoonmiye dışsal bir etken söz konusudur. Ancak, bu, “dünyadan yansıyan” anlamında bir dış etken değildir.

23
Dış etkenler arasında en az sayıda krizde rol oynayan DTH’de ortaya çıkan aleyhe

dönüşler, iç etkenlerdeyse kamu iç/dış borç stoku / GSMH oranıdır. Bazı iç etkenlerin bazı

krizlerde hiç rolü olmazken (1998 ve 1999’da CİB açıkları, ya da 1958 ve 1978

krizlerinde kamu borç stoku gibi), bazı dış etkenler için de aynı durum geçerlidir. Örneğin

DTH’de aleyhe gidiş 1988-9, 1994 ve 1998 krizlerinde, ya da rekabet gücünü kıran diğer

ülke devalüasyonları 2000 ve 2001’de etkisizdir.

Genelde süreğen nitelikli uygunsuz ekonomi politikaları, özel kısa vadeli dış borçlar,

makro-istikrarsızlık gibi olaylar dolayısıyla, iç etkenlerin daha çok sayıda krizde

tekrarlandığı, bu nedenle etkenlerin tümü arasında daha ağırlıklı gözüktüğü söylenebilir.

Ancak hiç bir krizin dış veya iç etkenlerden tümüyle bağımsız olmadığı, bu ikisinin içiçe

geçtiği karmaşık bir süreç yarattığı ortaya çıkmaktadır. Ancak krizi patlatan “tetikleme”

olayı, sermaye kaçışları/çekilişlerine ivme veren bir iç/dış etkene bağlıdır; ve, hemen her

krizde rol oynamıştır.

IV- Krizlerin 2000’li yılların başında Türkiye ekonomisini getirdiği nokta ve

IMF/DB’nin rolü

Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, özellikle 1978 ve izleyen yıllarda yaşadığı

krizler sadece birkaç yılda atlatılan geçici olaylar olarak kalmadı. Batı kapitalizmindeki

krizler konusunda bir çok iktisatçının söylediği olumlu sonuçlarıysa ilk iki kriz hariç, hiç

getirmedi; Bu sav herhalde ancak 1929 ve 1958 krizlerinin getirdiği büyük ekonomi

politikası dönüşümlerinin, ekonomiyi uzun süreli büyüme için sağlam bir temele oturtması

bağlamında geçerli olabilir, fakat 1978 ve sonrakiler için kesinlikle sözkonusu olamaz.

Nedeni iki sonuçla ilişkilidir: Birincisi, ekonomi düzleminde krizlerin birikimli olumsuz

24
sonuçlarıdır; İkincisi, siyasal düzlemde Türkiye’yi istenen bütün tavizleri verme

zorunluğunda bırakması, bunların da etkilerini izleyen yıllarda sürdürmesidir. IMF ve

Dünya Bankası, 1978 ve izleyen yılların krizlerinde, kredileri verirken ekonomiyi dış

dünyanın, uluslararası sermayenin gereklerine uyduracak “yeniden yapılanma” koşullarını

getirmiş; ek kredileri veren Batı dünyası da (OECD) siyasal tavizleri buna açıkça

eklemiştir. Aşağıda bu konulara kısaca değinilecektir.

1) Krizlerin bıraktığı ekonomik miras:

Batı kapitalizminde krizlerin geride olumlu miras bıraktığı (Marxist iktisatçılar dışında)

kabul edilir. Bir kere rekabet gücü düşük firmalar tasfiye edilmiş, geride yüksek rekabet

gücü olanlar kalmıştır; ikincisi ayakta kalanlar, rekabet güçlerini yükseltecek nitelikte

önlemleri devreye sokmuşlardır; öyle ki, firma birleşmeleri ya da zayıfların ele geçirilmesi

yoluyla firma ölçekleri giderek büyümüş, yeni pazarlar açılmış, yeni teknolojiler maliyetleri

düşürmek, yeni mallar yaratmak ya da yeni tekel – gücü kazanmak amacıyla yaratılmış ve

uygulamaya sokulmuştur. Bunun sonucunda rekabet gücü yükselmiş, pazarları genişlemiş

olarak ekonomi, yeni bir ivmeyle artık tekrar büyüme sürecine daha güçlü olarak

başlayabilir. Bunlara, başta ABD Batılı ülkelerin, dünyayı kendi ihtiyaçlarına uygun düşen

yeni kalıplara sokma ve bunlardaki olumsuz etkileri gözardı edebilme güçleri eklenmelidir.

“Küreselleşme” bu bağlamda en yakın örnektir.

Türkiye’nin yaşadığı krizlerin bıraktığı ekonomik mirası değerlendirmek amacıyla Tablo III

hazırlanmıştır. Mirası değerlendirmek için kullanılan göstergeler krizi izleyen 5 yıllık

sürede (reel) büyüme hızı, krizi izleyen üç yıl zarfında ekonomide ortaya çıkan yapısal

dönüşüm (GSMH’da sınai katma değer payında, ya da ihracatta mamul mal payında ve

ihracatta teknoloji yoğun mal payında artış); gelir bölüşümünde iyileşme (krizi izleyen 3

25
yılda tarımda çalışan göreli ya da mutlak nüfusta azalma, kentsel sınai istihdamda mutlak

artış, reel ücretlerde artış); ve iç/dış borç yükünün azalmasıdır. (Bu göstergeler için geniş

açıklama Tablo III’ün ekindedir.)

Tablo III’e göre geride en olumlu miras bırakan kriz 1929 krizidir, bütün göstergeleri 1

puan göstergeler toplamı 4 puandır. Ekonomi hem izleyen 5 yılda en az ortalama %5 hızla

GSMH artışı yaşamış, hem GSMH’da sınai katma değer payı artmış, hem dış borçların

(Osmanlı borçları) GSMH’ya oranı azalmış, hem de sınai istihdam artışı yaşanmıştır. 1958

krizinin ekonomik mirası da bu kadar olmasa da iyidir; puan toplamı 3 1/2 ‘dır. Dış borçlar

artsa da hiç olmazsa kısa vadeli borçlar kısmen ortadan kalkmıştır; izleyen yıllarda

ekonomi hızla büyümüş, yapısal dönüşümler yaşamış, gelir bölüşümünde de göreli bir

iyileşme olmuştur. Yapısal dönüşüm ve gelir bölüşümü iyileşmesi, sırasıyla sınai katma

değer payının artması, sanayideki istihdamın artması ve reel ücretlerin ve tarım gelirinin

artışıyla ilgilidir.

1978 kriziyle birlikte krizlerin mirasının giderek kötüleştiği görülmektedir: Bir kere

bunlardan sonra ya büyüme hızı düşük kalmakta ya da hızlı olsa da sadece birkaç yıla

inhisar etmektedir. 1983-87 arası ekonomi %5’e yakın büyüse de bu hız ve süre

tekrarlanmamıştır. Gözlenen yapısal dönüşüm özellikle 1982 sonrasında mamul mal

ihracatının ihracat payının hızla yükselmesiyle ilgilidir. DTH’nin hızla tarım aleyhine

döndüğü bu yıllarda Türkiye bu yapısal dönüşümü yapamasaydı, ihracatın artması

mümkün olmayacak, dış borç ödemeleri çok büyük sorunlar çıkaracaktı. 1980’li yıllar, bu

bağlamda daha önceki yıllarda kurulan ve krizde atıl kalan kapasiteleri devreye sokarak

bu yapısal dönüşümü yaşayabildi, yoksa kendi dürtüleriyle sanayileşmeye büyük bir ivme

vererek değil. Bu dönemde, Türkiye’nin bir takım hizmetlerin (başta turizm ve müteahhitlik

26
hizmetleri) ihracatını da artırmaya geçerek ihracatta bir diğer yapısal dönüşüm yarattığı da

belirtilmelidir. Yapısal dönüşümün ekonomik maliyetiyse sürekli devalüasyonlar (yozlaşma

yaratan) büyük ihracat teşvikleri, reel ücretlerin düşürülmesi olmuştur. Ancak bu bağlamda

kalıcı bir olumlu dönüşümün gerçekleştiği de bir gerçektir. 1980’li yıllarda krizlerin puan

toplamı 2 ve daha düşük düzeydedir; en düşük puanlar gelir bölüşümündeki iyileşme ile

iç/dış borç yükü azalışında, en yüksek puanlarsa yapısal dönüşüm göstergesindedir.

1990’lı yılların krizlerinde, oysa, özellikle 1994’ten sonra olumlu hiç bir miras yoktur. 1991

ve 1994 krizleri kendilerinden sonra sadece sırasıyla, 2 ve 3 yıllık hızlı büyümeye yer

bırakmıştır. Ayrıca, bir miktar yapısal dönüşüm ve bölüşüm iyileşmesi de görülüyor.

Ancak Tabloda gösterilmeyen çok sayıda olumsuzluğun da negatif mirasa eklenmesi

gerekir. 1994 krizi finansal darboğaza düşen şirketlerin (başta süt ürünleri sanayiinde)

hızla yabancılara satışıyla, TMSF’nin devreye girmesiyle, kitlesel işten çıkarmalarla,

yabancı bankalara verilen taahhütlerle çok sayıda olumsuzluğa kapı açmıştır. Yine de kriz

9-10 ayda atlatılmış, izleyen 3 yıl ekonomi hızla büyümüştür. Ne var ki, Tablo III’de

gösterilmeyen diğer olumsuzluklar bakidir.

1998 krizi ve izleyen 2001 krizinin olumsuzluklarıysa daha önceki bütün krizlerin ötesinde

kötü bir miras bırakmıştır. Her yılı ayrı bir kriz kaynağı olan bu dönemde hiç bir yılın puan

toplamı 1’e dahi varmadan ½’da kalmakta, bu da ihracatta, daha yüksek katma değerli

malların payındaki artışla ilgili olarak, yapısal dönüşümden kaynaklanmaktadır. Buna

27
karşılık, Tablo’da gösterilmeyen çok sayıda olumsuzluk vardır. Bir kere, yüksek vasıflı

işgücünün kitlesel işsizliğine tanık olmuş bulunuyoruz; bankacılık gibi imalat sanayii de
9
binlerce çalışana yol vermiş, bu beyinleri yitirmiştir. Finans kesimi çok büyük yara aldığı

gibi iç/dış borç oranı da GSMH’yı aşar duruma gelmiştir. Türkiye’nin yıllık dış borç servisi

tutarı neredeyse mal ihracat gelirine yaklaşmaktadır. Türkiye yatırım yapma gücünü

yitirmektedir. Kriz öncesi sahip olduğu bankalar/şirketler finans darboğazını aşamadığı,

KİT’ler de özelleştirilme süreci yaşadığı için, ekonomi hızla yabancıların eline

geçmektedir. Diğer bir deyişle Tablo III’de her ne kadar bu döneme ilişkin bir miktar puan

görülüyorsa da, rakama dökülmemiş çok sayıda negatif puan bulunmaktadır. Ekonomik

mirası ekonomik düzlemde en kötü olan krizin 1998’de başlayan ve 2000’lerin başında da

süren kriz olduğuna kuşku yoktur.

2) Krizlerin Siyası mirası:

1929 krizi dışındaki bütün ekonomik krizlerin ağır bir siyası miras bıraktığı da bir gerçektir.

Bu mirasın bir önemli öğesi demokrasinin tahribi, diğeri olağan koşullarda

uygulanmayacak politikaların dayatmalarla uygulatılmasıdır.

i) Bir kere, Soğuk Savaş yıllarında yaşanan ve IMF ile Dünya Bankası yanında

OECD fonları ile de desteklenen 1958 ve 1978 krizlerini askeri darbe ve

demokrasinin askıya alınması, partilerin kapatılması izlemiş; toplum uzunca bir

süre bu müdahalenin yarattığı ciddi çalkantılarla sarsılmıştır. Çalkantıların en

ağır biçimde hissedildiği kurumların başında üniversitelerin öğretim kadroları

gelmektedir. Bu sarsıntıların etkilerinin çok uzun süre devam ettiği ve

bilinmektedir. Bazı gözlemciler 1990’lı yallardaki siyasal istikrarsızlığın


9
Yabancı konsoloslukların önünde uzayan kuyruklar bu sınıfın bir kısmının dış göçe başladığına göstergedir; içeride
kalanların bir bölümü vasıflarıyla bağlantısız işler yapmaya başlamıştır (evlerinde matematik, fizik, İngilizce dersi
vermek gibi) ya da boş oturmak zorunda kalmıştır. Bu, Türkiye’nin eğitime/yetiştirme yolunda bu kişilere yaptığı
milyarlarca dolarlık yatırımın boşa gitmesi demektir. Bir kısım firmalarsa yüksek vasıflı ve yüksek ücretli işgücünü
tasfiye edip, yerlerini, becerisi düşük fakat ücreti de düşük işgücüyle doldurma yoluna girmiştir. Bu ise sonuçta rekabet
kaybına yol açacaktır.

28
kökeninde siyasi partilerin kapatılmasının yattığı kanısındadir. Bunlara gençliğin

aldığı ciddi yaralar eklenmelidir.

İkinci etki alanı 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte işçi sendikalarıdır; DİSK’in

tasfiyesi, mallarına el konulması yoluyla sendikal hareketin aldığı ağır yaralardır.

Ancak aynı ölçüde önemli olan, yine 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte,

Türkiye’nin ekonomi politikalarının tamamıyla siyasal iktidarın iradesinden çıkıp,

IMF ve Dünya Bankası’nın tekeline girmesi; ve çok zaman kendi çıkarıyla

bağdaşmayan, mantık dışı olan ekonomi politikalarının dayatılmasıdır. Bunun

en çarpıcı örnekleri 1998’de başlayan krizi izleyerek Aralık 1999’da IMF ile

imzalanan stand-by anlaşmasıdır; 2000 başında devreye sokulan (“kur çapası”

temelli) ekonomi politikaları 2001’deki şiddetli krizi hazırlamış,10 Türkiye aldığı

kredilerle karşılanamayacak gelir kaybı artı borç artışı yaşamıştır ve 2002’de de

yaşamaktadır. Artık Türk ekonomisi Türk halkının hizmetinde değildir;

İktidardaki hükümet de, dolayısıyla, Türk halkının aleyhine olabilecek

uygulamaları yürütmek durumunda kalmaktadır; hükümet pek çok alanda

alınan kararlara dahi katılmıyor, “kurul”lar yoluyla bunlar siyaset dışına itilmiş

bulunuyor.

“Ekonomiyi güçlendirme programı” yaftasıyla IMF/DB kanalından uygulatılan

politikalar, kurulu ekonomik yapıyı, başta tarım kesimi, tasfiye amaçlı gibidir. Bu

programın uygulanması tamamlandığında Türkiye şimdi ihraç ettiği pek çok

10
IMF aynı politikayı ya da daha şiddetlisini 1978 krizi sonrasında Latin Amerika ülkelerine uygulattığında, sonuç tam
fiyasko olmuştu. Enflasyonu durdurma gerekçesiyle para kurulu uygulatılan Arjantin’in geldiği nokta ortadadır.
1997’de patlayan Uzak Doğu krizinin tetikleyicisi de, bu ülkelerin paralarını 1992 sonrasında dolara endekslemiş
olmalarıdır.

29
ürünü ithal etmek zorunda kalacaktır. Ayrıca, krizler sürerken üretim/hizmet

kesimleri büyük ölçüde uluslararası tekellerin eline geçmiş olacak,

Cumhuriyet’in tasfiye ettiği ekonomik yapı geri dönmüş olacak gibi

gözükmektedir.

Krizler, ekonomiyi, IMF/DB kredilerine muhtaç bıraktığı ölçüde, eş – anlı olarak,

dış karar merkezlerinin çıkarlarını tatmin etme durumuna sokmaktadır.

ii) Krizlerin, siyasi tavizler verme yolunda Türkiye’yi baskı altına sokması, 1978

krizini izleyen askeri darbeyle birlikte çarpıcı boyutlara gelmiştir. Türkiye’nin

vetosunu kaldırarak NATO’nun (ABD’nin) istediği gibi Yunanistan’ın NATO’nun

askeri kanadına dönüşünü taviz almaksızın onaylaması; ABD gözlem uçakları

U2’lerin Türkiye’de konuşlandırılmasına olanak tanıması bu bağlamda çarpıcı

örneklerdir.

1998 krizini izleyerek (Aralık 1999’da stand-by anlaşması imzalanırken)

uluslararası “tahkim”in Anayasa değiştirilerek kabulü ve Danıştay’ın bir danışma

kuruluna indirgenmesi; GATT-Uruguay turlarında kabul edilen tarım politikalarını

(gelişmekte olan ülkelere tanınan tavizleri bir yana bırakıp) en ileri biçimde

uygulamak zorunda kalması; en önemlisi, ABD’nin Irak’ta yapmayı tasarladığı

savaşta ve işgalde, hem ekonomik hem siyasal açıdan uğrayabileceği kayıplara

rağmen katılmak durumunda kalacak olması bu tavizlere çarpıcı örneklerdir.

Krizle ekonomisi bu kadar zayıflamış, IMF/DB’den ABD desteğiyle büyük

krediler almış bir devletin, ABD taleplerine “hayır” deme gücü olmayacağı

açıktır.

30
1929 krizini izleyen yıllarda ekonomisini, yeni tarım kurumları yaratarak, tarım

politikaları uygulayarak; imalat sanayiini geliştirerek; alt-yapısını

yabancılaşmadan kurtarararak Türkiye siyasal bağımsızlığını pekiştirmişti. İkinci

Dünya Savaşı’na katılmadan tarafsız kalabilmesini, attığı bu sağlam temellerle

mümkün kılmıştı. 1978 krizi ve onu izleyen diğerleri, özelikle yaşadığımız son

krizlerin ekonomiyi getirdiği nokta gerçekten düşündürücüdür. Açık olan nokta

şudur: Türkiye’nin bir yeni kriz daha yaşaması söz konusu olmamalıdır.

31
TABLO I

Dünya Olayları ve Krizler

Pazarlarda DTH’de aleyhe gidiş Pazarlarda Reel Faiz haddi KV’li* sermaye kaçışı ve/veya Dış Toplam
Ekonomik ve/veya artışları çekilişi
durgunluk Rakiplerde
ve/veya savaş devalüasyon
1929-31 1 1 ½ ½ 1 4
1958-61 ½ 1 ½ ½ 1 3½
1978-81 1 1 1 1 1 5
1982-3 ½ ½ 1 1 ½ 3½
1988-9 ½ 0 ½ ½ ½ 2
1991 1 ½ ½ 1 1 4

1994 ½ 0 1 1 1 3½
1998 1 0 1 ½ 1 3½
1999 ½ ½ ½ ½ ½ 2½
2000 ½ ½ 0 ½ 1 2½
2001 1 ½ 0 1 1 3½

Toplam 8 5½ 6½ 8 9½

Kaynak: DIE, DPT ve TCMB

* KV: Kısa vadeli

32
TABLO II: İç Etkenler ve Krizler

Uygunsuz CİB açıkları Kamu iç-dış Bk/şirket KV Makro-ek istikrarsızlık İç

ek pol borçları dış borçları Toplam


1929-31 1 1 ½* ½ 0 3
1958-61 1 1 0 1 ½ 3½
1978-81 1 1 0 1 1 4
1982-3 1 ½ ½ 1 1 4
1988-9 1 1 ½ 1 1 4½
1991 1 1 ½ 1 1 4½
1994 1 1 1 1 1 5
1998 1 0 1 1 1 4
1999 1 0 1 1 1 4
2000 1 1 1 1 1 5
2001 1 0 1 1 1 4
İç Toplam 11 7 1/2 7 10 1/2 9 1/2
Kaynak: DIE, DPT ve TCMB

* Osmanlı borçları bağlantılı tahmini değerlendirmedir; bu yıllar için GSMH tahminleri de

çok güvenilir değildir.

Tablo III

Krizlerin ekonomik mirası

İzleyen 5 yıl hızlı Olumlu Yapısal Bölüşümde İç ve Dış borç Toplam

33
büyüme dönüşüm iyileşme yükü azalışı
1929-31 1 1 1 1 4
1958-61 1 1 1 ½ 3½
1978-81 0 ½ 0 ½ 1
1982-83 1 1 0 0 2
1988-89 ½ ½ 0 0 1
1991 ½ ½ ½ 0 1½
1994 ½ ½ ½ ½ 2
1998* 0 ½ 0 0 ½
1999 0 ½ 0 0 ½
2000 0 ½ 0 0 ½
2001 0 1/2 0 0
Toplam 4 1/2 7 3 2
Kaynak: DIE, DPT ve TCMB

*1998 krizinin izleyen yıllardaki uzantıları o yıla ilişkin sonuçlarla değerlendirilmişti

Tablo Ekleri

Tablo I’deki başlıklar ve rakamlar ile ilgili açıklama:

Pazarlarda ekonomik durgunluk: Avrupa ve ABD’de GSMH artışı yılda, %1’in altındaysa 1

puan %1-2 arasındaysa ½ puan, , %2’nin üstündeyse 0 puan;

DTH’de aleyhe dönüş: %10-20 arasındaysa 1 puan; %5-10 arasındaysa ½ puan, %5’in

altındaysa 0 puan;

Pazarlarda ve rakip mal satanlarda yerli paraların devalüasyonu: ihraç pazarı olan veya

bu pazara benzer malları/hizmetleri satan ülke paralarının %20 veya daha yüksek oranda

devalüasyonu 1 puan, %10-20 arası ½ puan, %10’un altında 0 puan;

Dünya veya bölgesel ya da Türkiye için kredilerde reel faizlerindeki fırlamalar: reel faiz

%10’un üstündeyse 1 puan, %6-10 arasındaysa ½ puan, %6’nın altındaysa 0 puan;

34
Kısa vadeli sermaye kaçışı veya çekilişi: ihracat gelirinin %10’nu aşan net çıkış 1 puan,

%5-10 arasında çıkış ½ puan, %5’in altında çıkışı 0 puan;

Tablo II’deki başlıklar ve rakamlarla ilgili açıklama

Uygunsuz ekonomi politikaları: Kriz öncesi yıllarda dış ticaret ve/veya mali piyasalarda

(kişisel değerlendirmeme göre) dönemin ekonomisinin taşıyamayacağı çapta ve nitelikte

serbestleşme yapılması 1 puan; mali piyasaları denetimli planlı ekonomi 0 puan;

CİB açıkları: CİB açığı GSMH’nın %4’nün üstündeyse 1 puan, %2-4 arasındaysa ½ puan,

%2’nin altındaysa 0 puan;

Özel kısa vadeli dış borçlar: özel kısa vadeli borçların krizde konsolide edilip, IMF ile

anlaşma çerçevesinde uzun-orta vadeli kamu borcuna d önüştürüldüğü durumlarda, bu

borçlar özel borç sayılmıştır; çünkü hesaba katılan borçlar kriz öncesi yıldaki kısa vadeli

birikimdir. Bunlar toplam net uluslararası rezervlerin %75 ve daha fazlasına eşitse 1 puan,

%50-75 arasıysa ½ puan, %50’nin altındaysa 0 puan;

Kamu iç ve dış borçları: Bu toplamın GSMH’ya oranı %50’nin altındaysa 0 puan, %50-60

arasındaysa ½ puan, %60’ın üstündeyse 1 puan; %60’lık sınır AB’ın kamu borçları için

koyduğu sınırdır.

Makro – ekonomik istikrarsızlık: (Bunun göstergesi olarak) yıllık enflasyon oranı %20 ve

daha fazlaysa 1 puan, %10-20 arasındaysa ½ puan, %10’un altındaysa 0 puan.

Tablo III’deki başlıklar ve rakamlarla ilgili açıklama:

Hızlı büyüme; krizi izleyen en az 5 yıllık sürede ekonomi yılda ortalama en az %5

oranında reel GSMH artışı yaşadıysa 1 puan; eğer %5 artışı sadece 2-4 yıl yaşadıysa ½

35
puan, 2’den az yıl yaşadıysa 0 puan; veya GSMH artışı %3-4’de kaldıysa süreden

bağımsız olarak ½ puan; %3’ün altındaki büyüme 0 puan almıştır.

Yapısal dönüşüm: üç bağlamda düşünülmüş, bunların herhangi birinin gerçekleşmesi ayrı

ayrı ele alınmıştır. Burada kıstas GSMH’da sınai katma değer payının veya ihracatta

mamul mal payının ya da teknoloji-yoğun malların ihracat payının krizi izleyen 3 yılda

sürekli artışıdır. Eğer bunların sadece birincisi varsa 1, eğer hepsi varsa yine 1 puan,

sadece ikinci veya sadece üçüncüsü varsa ½ puan almıştır. Eğer bu üç öğeden hiçbiri

yoksa sıfır puan almıştır.

Gelir bölüşümünde iyileşme: bunu ancak bazı göstergelere göre saptamak mümkün

olabilmiştir. Bu göstergelerden herhangi birindeki olumlu saydığımız yönde değişme gelir

bölüşümünde iyileşme sayılmıştır. Krizi izleyen 3 yılda tarımda çalışan göreli ya da mutlak

faal nüfus payında azalma; sınai istihdamda en az 20 bin kişilik artış; reel ücretlerde en az

%5 artış. Eğer bunların hepsi bir arada gerçekleşiyorsa, bu, 1 puan; eğer bunlardan

herhangi biri gerçekleşiyorsa ½ puan verilmiştir. Eğer herhangi biri gerçekleşirken aynı

zamanda atıl işgücü oranı yükseliyorsa ya da hiçbiri gerçekleşmiyorsa 0 puan almıştır.

İç/dış borç yükü azalışı; yine GSMH’’ya oran olarak ölçülmüştür. Eğer bu oran toplam

olarak düşüyorsa 1 puan; eğer bu oran düşmese de kısa vadeli dış borçlar mutlak olarak

azalıyorsa ½ puan, eğer azalmak bir yana borçların GSMH’ya oranı artıyorsa 0 puan

verilmiştir.

36
İstatistik Kaynaklar:

DIE: Çeşitli yayınlar

DPT: Çeşitli yayınlar

TCMB: Çeşitli yayınlar

Makaleler ve Kitaplar

Kazgan, G, “Türkiye Ekonomisinde Strüktürel Değişme: 1950-1960” İktisat Fakültesi

Mecmuası, Cilt XXIII, Sayı 3-4, İstanbul

37
Kazgan, G, “Türk Ekonomisinde 1927-1935 Depresyonu, Kapital Birimi ve Örgütleşmeler”

Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları: 1923-1938, İktisadi ve Ticari İlimler

Akademisi Mezunları Derneği, İstanbul 1977

Kazgan, G, “ Türk Ekonomisi’nin Dışa Açılması ve Bankalar Sistemi”, Bankacılık Enstitüsü

Dergisi, İstanbul 1981

Kazgan, G., Ekonomide Dışa Açık Büyüme (2. baskı), Altın Kitaplar, İstanbul, 1988

Kazgan, G., Tanzimattan 21. yüzyıla Türkiye Ekonomisi, İstanbul Bilgi Üniversitesi, 2002

38

You might also like