You are on page 1of 30

Foucault'yu Unutmak

Jean Baudrillard
Çeviren: Oğuz Adanır

Çevirmenin Önsözü

Mike Gane, “Baudrillard Live” başlıklı metnin girişinde “Foucault’yu Unutmak”la


ilgili olarak şunları söylemektedir: “… Baudrillard, Foucault’yu eleştirdiği Oublier
Foucault adlı dillere destan, ünlü makalesiyle kendi ülkesi Fransa’da adından söz
ettiriyor ve bu makalesi yüzünden –aşağı yukarı Derrida’nınkine benzer bir şekilde-
Fransa’nın Akademik dünyasında giderek etkisi artan Collége de France (Michel
Foucault 1970 yılında bu kuruma seçilmiştir) Profesörünün nüfuzu altında bulunan
akademik kurumlardan dışlanıyordu. Aslında bu metin Critique dergisi için bir kitap
tanıtım yazısı olarak kaleme alınmış ve metnin bir kopyası üzerinde kimi yorumlarda
bulunabileceği beklentisiyle Foucault’ya gönderilmişti. Baudrillard uzun bir
gecikmeden sonra makaleyi Galilée yayınevi aracılığıyla yayınladı. Bu Foucault’nun
hoşuna gitmedi – hatta bir keresinde Foucault’nun “Bunca iş arasında Baudrillard
ismine ayıracak fazla zamanım yok” dediği söylenir (bakınız: D. Eribon, Michel
Foucault, Cambridge, Mass. Harvard University Press, 1991). Hiç kuşkusuz, Oublier
Foucault, Baudrillard’ın kariyerindeki önemli dönüm noktalarından biridir. Makale,
Baudrillard’ın akademik sosyoloji çalışmalarından kesinkes bir şekilde uzaklaşmaya
başlamış olduğu bir dönemde yazılmıştı- bu süreç ortodoks sosyologlarla kendisi
arasında dikkate değer bir ayrılığa yol açtı. Nitekim Baudrillard ele geçirdiği ilk
fırsatta üniversite öğretim üyeliğinden ayrıldı”. * *M. Gane. Baudrillard Live,
Routledge 1993, London-N. York, (Giriş Bölümü. S. 1-2. Yayınlanmamış çeviri:
Bernar Kutluğ) Bundan sonrasını Baudrillard’dan (1993 yılında İstanbul’a gelmiş
olduğu günlerde) dinlemiştim. Foucault’yu Unutmak yüzünden (Türkiye ve daha pek
çok ülkede olduğu gibi, bulunduğu kadrodan bir süt kadroya atanmak isteyen,
akademik kariyer peşinde koşan insanların, girmek zorunda oldukları
sınavlarla=aşmaları gereken jüriler vardır!) Baudrillard, birden çok kez karşısına
çıkmış olduğu (bu hep aynı üyelerden oluşan bir jüriymiş!) jürideki kadın profesörün
Foucault yandaşı olması ve kendi görüşlerine yakın diğer iki öğretim üyesini de
kendi yanına çekmesi sonucunda ünlü düşünür bir türlü bir süt kadroya yükselemez.
Bu “ilk fırsatın” eline geçebilmesi için yaklaşık on, on iki yıl beklemek zorunda
kalır. Sonunda değişen jüri üyesi kadın yerine Baudrillard’ın doktora tez jürisinde yer
almış olan bir profesör atanınca, Baudrillard üst düzey bir kadroya yükseltilir ve
emekliye ayrılması sağlanır. Doğal olarak bu işin tatlı yani dedikodu yanıdır. Peki, ne
olmuştur da Baudrillard’ın başına bu işler gelmiştir? Bu sorunun yanıtını bu metnin
tamamını okuduğunuzda almış olacaksınız. Ama ben okuyucunun müsaadesiyle
metinle ilgili bir iki şey söylemek istiyorum. “Foucault’yu Unutmak” yükte hafif
pahada “ağır” değil, “çok ağır” cinsinden bir metindir. Bir anlamda Foucault’nun bu
metnin ağırlığı altında ezilmiş, unufak edilmiş olduğu söylenebilir. O tarihlerde
Collége de France tarafından artık (en azından Fransa sınırları içinde) tarihi bir ‘anıt’
olduğu tescillenmiş bulunan Foucault’yu inanılmaz derecede kötü bir durumla baş
başa bırakan bu metin Foucault’yu ‘döven’ ama hakkını yemeyen bir metindir!
Baudrillard, uzun bir makale olabilecek kadar kısa bu metinde, özellikle
Foucault’nun “Gözaltında Tutma ve Cezalandırma…” ve “Cinselliğin Tarihi” (Asıl
üzerinde durulan metin budur.) kitaplarıyla, yazarın daha eski tarihlerde yayınlamış
olduğu “Deliliğin Tarihi” ile diğer metinlerine de gönderme yaparak: politik iktidar,
cinsel iktidar, arzu, üretim –bu arada Deleuze ve Guattari’nin Anti-Ödip’ini de
eleştirmeyi unutmadan-, psikanaliz, devrim, baskı altında tutma, vb. alanları
kapsayan çözümlemesini hedef almaktadır. 1976 yılında yayınlanmış olan ve
Baudrillard’ın düşüncesinde temel dönüm noktalarından biri olarak
nitelendirilebilecek “Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm”de yazar, gelişmiş olarak
nitelendirilen Batılı toplumların tarihsel bir sürecin sonuna gelmiş olduklarını ve
ulaşılmış olan bu uygarlık düzeyinin gerçekte ulaşılabilecek ya da ulaşılması gereken
en üst aşama değil, olsa olsa bir başarısızlığın simgesi olabileceğini (yani herkesin
söylediğinin tersini), oysa ilkel olarak (Batı tarafından doğal olarak) nitelendirilen ve
simgesel denilebilecek bir değiş tokuş düzenine sahip toplumların oluşturmuş
oldukları kusursuz olarak nitelendirilebilecek ritüel bir yapının yine Batıya oranla
çok daha başarılı sayılabileceğini ve onun alternatifi olarak gösterilebileceğini –diğer
pek çok öneri arasında doğal olarak- dile getirir. “Foucault’yu Unutmak”, daha
öncesinde “Göstergenin Bir Ekonomi Politiği…” ve “Üretimin Aynası” adlı
çalışmaların yanı sıra “Simgesel Değiş Tokuş…”da dile getirmiş olduğu kuramsal
düşüncenin Foucault metinleri özelinde bir tür uygulaması ve denenmesi gibi bir
şeydir. Çünkü simgesel değiş tokuş düzeninde cinsellik, iktidar, baskı, arzu,
bilinçaltı, değer, vb. kavramların ya bir anlamı yoktur ya da uygar olarak
nitelendirilen toplumlardakinin hemen tam tersi sayılabilecek anlamlara sahip
olduklarını (Mauss’un bu konuda yayınlanmış metinleriyle, özelikle “Bağış,
Armağan Üzerine Bir Deneme” başlıklı çalışmasından yola çıkarak) gösteren
Baudrillard “Foucault’yu Unutmak”da simgesel değiş tokuş (ya da potlaç) düzenine
ait terminoloji ve verilerden yararlanmanın yanı sıra, bizzat Foucault’nun unutmuş
olduğu ya da öyle göründüğü, içinde bulunulan tarihsel konjonktürü de göz önünde
bulundurarak ünlü düşünürü eleştirmektedir. Örneğin en azından başlangıcı
konusunda çok somut ve net bilgi ve verilere sahip olunmadığı söylenen “Klasik
Çağı” bir çözümleme alanı olarak seçmiş bulunan Foucault’nun bu seçiminin bir
anlamda bilinçli bir seçim olduğunu söyleyen Baudrillard, Foucault’nun böyle bir
seçim olanağından yararlanarak aslında çektiği söylev aracılığıyla –diğerleri
arasında- kendine ait bir iktidar alanı yaratma çabasında olduğunu iddia etmektedir.
Öte yandan: delilik, toplum, baskı, cinsel arzular, bilinçaltı ve iktidar arasındaki
ilişkileri açıklamaya çalışan Foucault’nun yine bilinçli olarak İktidar kavramını
(özellikle de politik iktidar) sorgulamaktan kaçtığını söylemektedir. Bu arada
devrimcilerin asıl istedikleri şeyin devrim yapmak değil iktidarı elde etmek
olduğunu, zaten bu yüzden günümüzde (1960-70’ler) iyice yüzeyselleşmiş olan
marksist düşüncenin iktidar kavramını sorgulayarak onu aşmak gibi bir niyete
kesinlikle sahip olmadığını ileri sürmektedir. Foucault’nun cinsellik, iktidar, baskı,
arzu, delilik, vb. konularla ilgili olarak bu kadar güzel ve kusursuz söylev çekebilmiş
olmasının kökeninde bütün bu konu ve kuramların günümüzde anlamlarını yitirmiş
olmalarının yattığını söyleyen Baudrillard, Foucault’nun söylevinin gerçekliği
kapsayan bir evrene değil, bir simülasyon evrenine ait olduğunu ve bu yüzden onu
bilimsel bir çözümlemeden çok bir “vakayiname” olarak nitelendirmenin daha doğru
bir şey olacağını iddia etmektedir. İktidar’ın bir nesne-özne (kadın-erkek ilişkilerinde
olduğu gibi) oyunu olduğunu ve bunun kökeninde arzu değil, meydan okuma ve
ayartma kavramlarının bulunduğunu söyleyen Baudrillard gerçekte iktidarın gerisi
hiçlik ve boşluktan ibarettir demektedir. Çünkü ilkel toplumlarda iktidar diye bir şey
yoktur ya da iktidar öznesi bir kukladan başka bir şey değildir. Bir başka deyişle
iktidar simgesel bir olaydır ve özneye ancak başkaları tarafından vekâleten, geçici
olarak devredilebilir. Bunun bilincinde olmayan bir iktidar öznesi (aydın, politikacı,
vb.) en kısa süre içinde alaşağı edilme durumuyla karşı karşıya kalacaktır. Öznenin
vekâleten iktidara gelebilmesi için nesneyi ayartması, ikna etmesi, ona meydan
okuması gerekmektedir. Baudrillard’a göre Foucault işte bu ayartma ve meydan
okuma düzenini reddettiği için, iktidarı cinsellik, arzu, baskı altında tutma ve
bilinçaltı gibi kavramlarla, mikro-fizik, mikro-biyoloji terminolojisinden de
yararlanarak bireyselleştirmeye yani maddileştirmeye ya da somutlaştırmaya yani
iktidar kavramını çarpıtmaya kalkışır. Bu bir anlamda genel olarak iktidarını yitirmiş
olan öznenin, bireysel boyutlarda (yani Foucault örneğinde olduğu gibi) bir (mikro?)
iktidara sahip olabilme şansı olduğunu ileri sürmesi gibi bir şeydir. Baudrillard’a
göre Foucault’nun söylevi özetle: İş işten geçtikten sonra ortaya çıkan bir mesihin, iş
işten geçtikten sonra yapılmaya çalışılan bir devrimin, iş işten geçtikten sonra
çekilmiş bir söylevin simülatif özelliklerine sahiptir. İşte bu yüzden Foucault’yu
Unutmakta yarar vardır.

Oğuz Adanır
____________________________________
Foucault'yu Unutmak
Bir ustanın elinden çıktığı belli olan ve ne demek istediğini, insanı kendine hayran
bırakacak bir şekilde sunan Foucault’nun anlatımı kusursuz olarak
nitelendirilebilecek bir anlatımdır. Foucault’nun sözünü ettiği şey despotik bir
yapıdan çok, bundan böyle bir iç içe geçmiş yapı görünümüne sahip, dürülmüş bir
halının yere yayıldıkça büyümesi ve lirik bir koronun kökeni belli olmayan (ve aynı
zamanda sonu da belli olmayan bir şiir, bir tragedya gibi) bir şarkı okumasına
benzeyen şu genetik iktidar sarmalıdır. Giderek büyüyen bu sarmalın, daha kesin
hatlara sahip olduğu görülmektedir. Öte yandan toplumsal, zihinsel ve bedensel
anlamda delik deşik olmuş bir ağın içinde yüzen şu iktidarın kılcal denilebilecek
damarlara kadar yayılmasını, şu iktidar teknolojilerinin en minimal boyutlara kadar
ayarlanabilme özelliklerine (bu noktada güç ilişkileriyle, ayartmayı birbirlerinden
ayırabilmek olanaksızlaşmaktadır), bütün bunlara (aynı zamanda bir iktidar söylevi
olma özelliğine sahip olan) Foucault’nun söylevinde dolaysız bir şekilde tanık
olabilirsiniz. Bu söylev yaratmış olduğu alanın tamamını biçimlendirmekte,
kaplamakta ve bu konuda söylenebilecek her şeyi ne bir fazlası ne de bir eksiğiyle
söylemektedir. Bu söylevde yer alan en önemsiz nitelendirmeler bile en ince
ayrıntılarına kadar anlamla yükleneceklerdir. Tanık olunan şey cümlelerle,
bölümlerden oluşan bir sarmalın yükselişidir. Bir ustanın elinden çıktığı belli olan bu
söylevde dünyanın merkezi yer değiştirerek, yeni alanlar açılmakta (bunlar yeni
iktidar alanlarıyla, söylev alanlarıdır) ancak bu boşluklar, her nedense, üstüne
titrenmiş ve çok sarih bir anlatım sayesinde hemen anında doldurulmaktadır.
Anlamsız tek bir sözcük, fantazm ya da geri tepmeden imtina edilmiş bu hatasız
Foucault söylevi aynı zamanda akıcı bir nesnellik, düz ve çizgisel olmayan bir
anlatımın yanı sıra belli bir yörüngeye de sahiptir. Bu söylevde anlam asla yazılı
metnin ötesine geçmeye çalışmamaktadır. Bu söylevin herhangi bir afallamaya yol
açmayan anlamı, metnin kendisine de üç numara bol gelmemektedir yani bu söylevin
amacı güzel bir söylev olabilmek değildir. Foucault’nun söylevi özetle kendilerini
betimlemeye çalıştığı iktidarların bir ikizi (aynadaki yansıması) gibidir. Zaten bu
söylevin gücü ve ayartıcılığı da buradan kaynaklanmaktadır yoksa sunmuş olduğu,
bir leit-motif’den başka bir şey olamayacak “hakikat payı” denilen şeyden değil.
Hakikat payı: hakikatle ilgili deneylerdir ama o kadar da önemli bir şey değildir.
Çünkü Foucault’nun söylevi bir başkasının söylevinden daha gerçekçi değildir –hayır
bu söylevin büyüleyici olan yanı nesnesini çok büyük bir kurnazlıkla gözler önüne
serebilen biz çözümleme olmayı becermiş olmasıdır. Bu çözümleme, nesnesini hem
somut hem de taktik açıdan, kesin bir şekilde betimleyebilmektedir. Bu betimleme
alanının içinde yer alan ayartma çözümlemenin gücünü arttırırken, dil de bu işlem
sayesinde yeni iktidar biçimlerinin oluşmasına neden olmaktadır. Tıpkı Lévi-Strauss
tarafından simgesel etkinliğine kadar belirlenmiş olan mit gibi. Öyleyse bu söylev
hakikat üzerine çekilmiş bir söylev değil, sözcüğün gerçek anlamında mitik
(efsaneye benzeyen) bir söylevdir ve yaratmış olduğu o hakikat etkisine şahsen içten
içe, hiçbir kuruntuya kapılmadan inanmış olduğumu söyleyebilirim. Zaten
Foucault’nun izini sürenler, farkına bile varmadan bu mitik düzenlemeyi ıskalamakta
ve kendilerini bir anda hakikat, sadece ve sadece hakikatin karşısında bulmaktadırlar.
İktidar üzerine yazılmış bu çözümleyici vakayinamenin (chronique) kusursuzluğu
insanı tedirgin etmektedir. Ancak satır aralarında bulunan bir şeyler, bu gerçek
olamayacak kadar güzel ve uyumlu anlatımın tersine, eğer iktidar, cinsellik, beden ve
disiplin konularında bu kadar kesin bir şekilde konuşabilmek mümkün olabiliyorsa
ve bu iş onların geçirmiş olduğu biçim ve yapı değişikliklerinin (métamorphoses) en
ince ayrıntılarına kadar sürdürülebiliyorsa; o zaman bir anlamda “tüm bu
anlatılanların bundan böyle miadını doldurmuş” şeyler oldukları ve Foucault’nun
böyle bir hayranlık uyandırıcı manzara sunabilmesini sağlayan şeyin ise, bugün artık
tersine çevrilebilmesi kesinlikle olanaksız bir dönemin ilk başlangıç yıllarını (bu
belki de üzerinde çalışan son dinazorun Foucault olacağı “klasik çağ”dır) kendine
çalışma sahası olarak seçmiş olmasıdır. Kullandığı terimlerin anlamlarını yitirmeden
önce, bu çözümlemenin en hararetli bölümleri aracılığıyla, sunabilecekleri en uyumlu
manzarayı sunmuş oldukları söylenebilir. Apollinaire: “Zaman dediğim zaman,
zaman geçmiş oluyor” diyordu. Foucault da iktidarın neye benzediğini bu kadar
güzel bir şekilde anlatabiliyorsa (üstelik bunun için gerçek, nesnel, çoğulcu bir bakış
açısına ait terimlerden yararlanmıştır. Ancak bu arada unutulmaması gereken bir şey
varsa o da bu terimleri nesnel bir şekilde sorgulama işini savsaklamış olduğu
gerçeğidir – görülemeyecek kadar küçük boyutlara indirgenip, unufak edilerek
darmadağın edilmiş ancak sahip olduğu gerçeklik ilkesi, her nedense, sorgulanmayan
bir iktidar), bunun nedeni iktidarın ölmüş olmasıdır. İktidarı herkesle paylaşmaya
kalkışmakla iktidar tamir edilip, onarılmış sayılmaz. Çünkü iktidar, bizim henüz nasıl
olduğunu tam olarak anlayamadığımız bir şekilde ortadan kaybolmuş durumdadır.
İktidar ne bileyim ben bir tersine çevrilme, hükmünü yitirtme ya da simülasyon
yoluyla hipergerçekleştirilerek yok edilmiş olabilir. Ancak doğru olan bir şey varsa o
da başını bir türlü soy ağacı denilen şeyin üzerinden kaldıramayan Foucault’nun,
iktidar düzeyinde gözden kaçırmış olduğu bir şeylerin bulunduğu gerçeğidir.
Foucault açısından politikanın sonu yoktur yalnızca biçimsel ve yapısal dönüşümler
vardır. Despotluktan, disiplin toplumuna oradan da mikrohücreleşmeye aynen fizik
ya da biyoloji alanlarındakine benzer bir şekilde geçilmiştir. Bu, egemenliği altında
bulunduğumuz iktidar düşüncesi konusunda muazzam olarak nitelendirilebilecek bir
gelişmedir –oysa iktidar aksiyom’u konusunda değişmiş olan bir şey yoktur. İktidar
henüz kendi sırrını ifşa etmemiştir, bir başka deyişle gerçek bir işleve sahip
minimum tanımının ötesine geçmeyi reddetmektedir. Öyleyse bu durumda yine çok
güçlü bir gerçeklik ilkesiyle, çok güçlü bir hakikat ilkesinin yanı sıra politikayla,
söylev arasındaki uyum olasılığına (iktidar artık yasal ve yasaklayıcı bir despotluk
düzeni değildir, o hala gerçeğe ait nesnel düzenin bir parçasıdır) doğru bir yön
değişikliğinden söz edilebilir. Foucault bize ardarda sıralanmış bu yön değişikliğini
bildiren sarmalları betimlerken, bu arada, birinci sarmalın da kendisine, iktidarın asıl
terim olması ve iktidarın yok edilmesi türünden bir sorunun da asla sorulmaması
koşuluyla, iktidarın en ince ayrıntılarına kadar nasıl ilerleyebileceğini gösterdiği
görülmektedir.
Peki ya Foucault’nun şu çok güzel bir şekilde dile getirmiş olduğu cinsellik (sonuç
olarak bu da cinsellik üzerine çözümleyici bir söylevden başka bir şey
olamamaktadır, bir başka deyişle söylemek istediklerini söyleyebilmek için öyle çok
derinlere yani cinsellik üzerine duygusal sözlere başvurmayan ya da bilinçaltının
altı’na inmeye çalışmayan söylevlerin, o metin düzeyindeki, berraklığına sahip olan
bir söylev) konusuna ne demeli? Peki ya bizim kültürümüze ait (o da) önemli bir
ürün olan cinsellik konusunda bize böylesine güzel bir tablo çizebilmiş olmasının
nedeni, diğeri gibi, onun da ortadan kaybolan bir şey oluşuysa ne olacak? Cinsellik
de insan ya da toplumsal gibi gelip geçici olabilir. Peki ya cinsellik söylevinin
ufuklarında görülen: cinselliğin gerçekliği adlı oyun, yerini başka simülakrlara
bırakarak, kendisiyle birlikte arzu, beden ve bilinçaltına ait çok önemli gönderenlerin
de silinip yok olmasına neden olursa ne olacak? –Bu anlatılanların hepsi günümüzde
öyle güçlü bir konumdadırlar ki Foucault’nun varsayımı bile uzun vadede az çok
cinselliğin ölmesiyle noktalanmaktadır. Cinsellikle, arzunun bin yılı (millenium)
olarak nitelendirilebilecek bir bin yılın açılış konuşmasını yapmışa benzeyen
psikanaliz, belki de bu bin yılın sona ermesinden önce herkesin gözleri önünde
cereyan edecek bir bitiş töreni düzenleyecektir. Belli bir açıdan bakıldığında
marksizmin sınıf mücadelesini: sınıflara ait töze el koyarak, onları birtakım kuramsal
girişimlerin içine gömmesi gibi psikanalizin de bilinçaltıyla, arzuya bir son vermiş
olduğu söylenebilir. Bundan böyle arzu’ya özgü bir üstdille (métalangage), aşılıp
geçilmiş bir cinsellik söylevine başvuracağız. Çünkü cinselliğe ait göstergeler bu
özgün üstdille, bu söylev içinde yinelenirlerken, gerçekte bir belirsizlikle, yoğun bir
psişik enerji eksikliğini gizlemektedirler. Cinselliğin gündemini atıl bir cinsel ortam
belirlemektedir. Politikayla, cinsellik arasında pek bir fark yok: “1968 yılında her
şeyin politik olduğunu anlayabilmemiz için ne kadar çok grev, barikat, söylev ve
kaldırım taşı görmemiz gerektiğini bir hatırlayın. Her yanı bir çığ gibi saran,
yasaklanan ve yinelenen pornografinin her şeyin cinsellikle ilişkili olduğunu
sezinletmeye başladığı görülmektedir” (Art Press, Pornografi Özel Sayısı). Katmerli
saçmalık. Her şey hem politikayla hem de cinsellikle ilişkiliymiş –politikanın
çökmekte olduğu, “özgürleştirilmiş” cinselliğin hipergerçekliği içinde yer alan
önemli bir gönderen sistemi olarak, aynı cinselliğin, için için eriyerek, ortadan
kaybolduğu bir sırada birbirine koşut iki saçma gündem. Foucault’nun dediği gibi,
cinsellik ve cinsiyet konusunda burjuvazi kendini önceleri görkemli bir bedenle,
itibarlı bir hakikate adamış olsa bile daha sonra bunları toplumun geri kalan
kesimlerine sıradan bir hakikat ve alın yazısı olarak kaktırmıştır. Bu simülakr
burjuvazinin teni üzerinden, muhtemelen cildini de eriterek, akıp gitmiştir. Bu yeni
sarmal ya da cinsellik simülasyonu, bu, birincisinin yerini almış olan yeni cinsel
gerçeklik, bu, yitirilmiş gönderenler sistemi* (*Muhtemelen pornonun varlık nedeni
tam tersine o grotesk hipergerçekliği sayesinde, bir anlamda, gerçek cinselliğin hala
yaşadığını kanıtlayabilmek amacıyla bu yitirilmiş referans sistemlerinin yeniden
harekete geçmesini sağlamaktır.) -bu yitirilmiş gönderenler sistemi gerçekte belli bir
biçime sokulmuş olan bilinçaltı adlı mitin uyumlu görüntüsünden başka bir şey
değildir- ne kadar da büyüleyicidir. Oysa Foucault’nun bu kadar güzel bir görüntü
sunmasının nedeni klasik cinsellik formülünün dışına çıkmayı başaramamış
olmasıdır. Cinsellik onun sayesinde bir söylev görünümüne kavuşmuş görünse bile
gerçekte bu görünümün kendi içinde tutarlı olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü iktidar
gibi bu görünümün (biçimin) ışınları da kendine özgü olumlu bir kırılmaya uğramış
gibidir. Söylev bir söyleve benzemekle birlikte kapsama alanı içinde bulunan
oyunlar, stratejiler ve tezgâhlar gerçektir: histerik kadın, histerik olgun insan,
mastürbasyon yapan çocuk, ödip kompleksi üreten aile gibi. Hem tarihi, hem gerçek
hem de güdümlenmiş olmakla birlikte içlerine asla hile katılmamış olan bu
düzenekler –psişik enerji ve libidinal açıdan arzulatıcı makinalardan (Deleuze-
Guattari –çn) daha hilekâr sayılamazlar. Bu düzeneklerin hepsinin sürüp gitmekte
oldukları iddiası doğrudur. Bir zamanlar bütün bunlar bir gerçekliğe sahiptiler ancak
simüle edici bu organizmalar bu “özgün” organizmaların her birinin yinelenebilmesi
için çaba sarf ederlerken, asıl büyük simülasyon tezgâhı bütün bu tertibatların bir
sonraki sarmalda yeniden ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Oysa Foucault’da bu
konuyla ilgili tek bir satır bile yoktur. Çünkü bakış açısı klasik iktidar ve cinsellik
semiyürji’sinin (sémiurgie) dışına çıkamamaktadır. Foucault bütün bu organizmaları
(makinaları) eline geçirmiş olan simülakrın saçma semiyürji’sinden bihaber
görünmektedir. Diğerlerini silip süpüren bu yeni sarmal belki de yeni bir arzu ve
iktidar biçiminden başka bir şey değildir. Ancak bu düşüncenin sahip olduğu
gerçeklik payı insana pek inandırıcı gelmemektedir çünkü kullandığı bu terminoloji
yüzünden her türlü söylevin daha baştan itibaren çökmesine neden olmaktadır.
Barthes, Japonya konusunda: “Orada cinsel ilişkinin dışında kalan bir alanda
cinselliğe rastlayabilmeniz mümkün değildir. Oysa Amerika Birleşik Devletlerinde
cinsellikle, cinsel ilişkinin dışında her yerde karşılaşabilirsiniz” demekteydi. Peki ya
cinsel ilişkinin artık cinsel ilişkiyle bir ilişkisi kalmamışsa ne olacak? Hiç kuşkusuz
cinsel özgürlük ve pornoyla birlikte cinsellikle ilgili açıklamaların da vb. ölümüne
tanık olmaktayız. Oysa Foucault’nun bu konuyla ilgili yapmış olduğu en güzel
açıklamalar, her nedense bütün bunların anlamlarını yitirmiş olduğu bir döneme
rastlayacaktır. Gözaltında tutma ve cezalandırma konusundaki disiplin, panoptik ve
saydamlık kuramı için de aynı şey söylenebilir. Büyük bir ustaya yakışan ancak
miadı dolmuş bir kuram. Nesnelleştirilmiş bir düşünce üzerine oturtulan bu denetim
kuramı, mikro boyutlardaki düzenlemesine kadar belirlenmiş olsa bile miadını
doldurmuştur. Bir simülasyon düzeni içinde yer alan saydamlık stratejisine ne kadar
yabancıysak, Foucault’nun cezalandırmayla ilgili olarak betimlemiş olduğu dolaysız
ve simgesel işlem de aynı saydamlık stratejisine, o kadar yabancıdır. Burada da eksik
bir halkanın varlığından söz edilebilir. Foucault’nun garip bir şekilde karşısında
çakılıp kaldığı ve asla kendisini aşıp geçme denemesinde bulunmadığı bu halka
güncel bir sistem devrimiyle ilgili başlangıç noktasını oluşturan halkadır. Kitabın ana
tezi konusunda söylenebilecek çok şey vardır. Örneğin cinsel ilişki asla baskı altına
alınmamıştır, tam tersine cinsel ilişkiden konuşmak, yüksek sesle söz etmek
yasaklanmış; cinsel ilişkiyi itiraf etme, dışavurma ve üretme zorunluluğu
getirilmiştir. Baskı altına almaysa bütün bir kültürün cinselliğin tahakkümü altına
alınmış olduğunu gizleyebilmek amacıyla oluşturulmuş bir tuzak, bir bahanedir.
Foucault’yla aynı fikri paylaştığınız zaman (bu tahakküm altına almanın, o eski,
arzuları baskı altında tutma eylemiyle bir ilişkisinin bulunmadığına dikkat edelim.
Çünkü bu baskı altına alma ya da onu “çağrıştıran” sözcükler arasında başka başka
sözcükler olmaktan başka ne fark vardır ki?) kitabın özünü oluşturan fikirden geriye
hiçbir şey kalmamaktadır. Çünkü bu yasakla, yasal bir düzen üzerine oturtulmuş
iktidarın aşkın, olumsuz tepki anlayışı, bu kitapta, yerini olumlu, etkili ve içkin bir
iktidar anlayışına bırakmaktadır ve bu gerçekten de hayati öneme sahip bir olaydır.
Deleuze ya da Lyotard’ın sunmuş oldukları arzunun yeni versiyonuyla, iktidarın bu
yeni versiyonu arasındaki benzerlik oldukça çarpıcıdır. Arzunun bu yeni
versiyonunda söz konusu olan şey arzudan yoksunluk ya da arzuya getirilen yasaklar
değildir. Önemli olan duygusal yoğunlukla, duygusal iniş çıkışların olumlu bir
şekilde yaygınlaşmasını sağlayan düzenlemedir. Bu çakışma bir kaza eseri
gerçekleşmemiştir. Bunun nedeni iktidarın Foucault’da arzu anlamına geliyor
olmasıdır. Arzunun başkalarında sahip olduğu anlama Foucault’daki iktidar sözcüğü
sahiptir. İktidar hep var olmuştur ve bir tür ağ’a benzemektedir. Sökülüp atılması
olanaksız bir köktür. İktidar sonsuza dek sürüp gidecek bir bağlantı, bir ilişki
biçimidir. İşte bu yüzden Foucault’nun arzuya ihtiyacı yoktur. Arzunun yerini başka
bir şey almıştır (buna karşılık “schizo” ve libido kuramlarında –her yanı sarmış olan
benzer bir içkinlik, benzer bir olumlu tavır, benzer koşullanmaların oluşturmuş
olduğu bir ortamda- arzu ya da ona benzeyen herhangi bir şeyin çarpıtılmış bir
iktidar biçimi anlamına gelip gelmediklerini sorgulamak gerekmektedir. Belki de bir
kuramdan diğerine sonu gelmeyen bir spekülasyon oyunu içinde arzuyla, iktidarın
sürekli olarak yer değiştirip değiştirmedikleri sorusunu sormak daha iyi olacaktır).
“Düzenlenme biçimleri” (bu onların sevdiği bir terimdir) açısından ele alındıklarında
hiç kuşkusuz bunları eşsüremli (synchrone), eşsüreli (isochrone) ikiz ya da tıpkısının
aynısı, aynı yolu izleyen kuramlar olarak nitelendirebilmek mümkündür – zaten bu
yüzden kolayca yer değiştirilebilmektedirler (bakınız Deleuze’ün Critique Dergisi,
Aralık 1975’te Foucault üzerine yazmış olduğu yazı). İşte bu yüzden tüm alt-
ürünlerin üretimine geçebilmektedirler –bu alt-ürünler: “iktidarın verdiği haz”,
“kapital arzusu”, vs. –ki bunlar bir önceki kuşağın üretmiş oldukları alt-ürünlere
denk düşen karşılıklardır -“devrim arzusu”, “iktidarda olmanın verdiği haz”, vs. –
çünkü o Reich’çı ve Freudo-Marksist günlerde arzu ve iktidar birbirlerine karşıt
göstergelerdi. Günümüzdeyse mikro (iktidar) arzusuyla, (arzunun) mikro-politikası,
libidonun derinlikleri üzerine oluşturulmuş kombinezonların içinde kesinlikle
birbirlerine karışmaktadırlar. Minyatürleştirme işlemine başvurduğunuzda bu
karışma kendiliğinden gerçekleşmektedir. Foucault’nun oluşturduğu sarmalda:
iktidar/bilgi/haz vardır (çünkü iktidar/bilgi/arzu demekten çekinmektedir. Oysa söz
konusu olan şey doğrudan arzuyla, arzu kuramının bizzat kendisidir). Bu moleküler
örgü, gelecekte kendisiyle karşılaşacağı apaçık bir şekilde belli olan bu histeriyi
bütün ayrıntılarıyla sunmaktadır. Foucault da bu örgünün bir parçasıdır. Çünkü o da
aynen arzununkine benzeyen bir iktidar düzenlemesinin yerli yerine oturtulmasına
katkıda bulunacaktır. Tıpkı Deleuze’ün geleceğin iktidar düzenlerine ait bir arzu
kavramını yerli yerine oturtmuş olması gibi. Oysa böyle bir suç ortaklığı kendisinden
kuşku duyulmasına neden olabilecek kadar güzel bir suç ortaklığıdır. Ne ki bu suç
ortaklığı nişanlı bir çiftin masum suç ortaklığına benzemektedir. İktidar arzuya
yanaşıyorsa ya da arzu iktidara yanaşıyorsa, bu durumda, ikisini birden defterden
silmekte yarar var. Baskı altında tutma (refoulement) varsayımına radikal bir şekilde
karşı çıkmaya evet ama bunun basit bir tanımlama üzerine oturtulmaması koşuluyla.
Oysa Foucault’nun reddettiği tanım işte bu sonuncusudur yani bütün enerjilerin
maddi üretime doğru yönlendirilebilmesi için baskı altına alınması gereken bir
cinsellikten söz etmektedir. Bu noktadan hareketle proletaryanın baskı altına alınması
gereken ilk sınıf olacağını söylemek çok kolay bir çözüm yoludur –oysa tarih, baskı
denilen şeyin önce ayrıcalıklı sınıflar üzerinde denenmiş olduğunu göstermektedir.
Sonuç: baskı altında tutma varsayımı ayakta duramamaktadır. Çünkü ilginç olan
diğer varsayımdır. Bu varsayım, bu arada cinselliğin kapsadığı tüm alanları da içine
alarak, baskı altında tutma olayını manifaktür aşamasından çok daha eski tarihlere
götüren bir varsayımdır. Üretim güçlerinin, enerjilerin ve cinsellik üzerine
konuşmanın özgürleştirilmesi. Giderek güçlenen ve farklılaşan bir toplumsallaştırma
konusunda verilen benzer bir mücadeleyle, ulaşılan benzer bir sonuç. Bu varsayım en
uç noktasına kadar götürüldüğündeyse, bu baskı altında tutmanın asla, cinselliğin
herhangi bir şeyin yararına baskı altına alınmış biçimi olmadığını; buna karşın
cinselliğin üzerine yıkılan bir baskı altında tutma olayının varlığına tanık olunduğunu
söylemek daha doğru olacaktır –söylevlerin, bedenlerin, enerjilerin, kurumların
cinsellik aracılığıyla “özgür cinsel söylev” adına bir çember içine alınması. Sonuç
olarak baskı altında tutulan cinsellik, cinsellik aracılığıyla bir baskı altında tutmayı
gizlemekten başka bir işe yaramamaktadır. Çalışmadan cinselliğe giden bir yolu
izleyen üretim kademeleri bu işi ancak bir yön değişikliği sayesinde
gerçekleştirebilmişlerdir. Politik ekonomiden, libidinal ekonomiye giden yol (1968’e
ait en son bulgu) bu yönlendirme sonucunda vahşi ve arkaik bir toplumsallaştırma
modelinden (çalışma düzeni), daha ayrıntılı, daha esnek ve aynı zamanda daha
“psişik” ve bedenle daha yakından ilgilenen (cinsel ve libidinal) bir
toplumsallaştırma modeline doğru olmuştur. Emek gücüne içgüdüsel bir biçim ve
renk kazandırmayla, bir temsil etme (o ünlü “ideoloji”) sisteminden, duygular
üzerinde oynayan bir modele doğru kaydırma eylemi –cinsellik burada kategorik bir
toplumsal zorunluğun bir tür çarpıtılmış biçimi gibi bir şeydir. Bir söylevden diğerine
atladığınız zaman (çünkü söz konusu olan şey gerçekten de bir söylevdir) sözcüğün
kesin anlamında aşırı üretici olma ültimatomuyla karşılaşıyorsunuz. Oysa “üretimin”
(production) ilk anlamı maddi bir edimle ilgili olanı değil görünür kılma, ortaya
çıkarma, belli bir sürecin sonunda ortaya çıkma yani: producere (belgeleme)dir. Her
nedense cinsellik de bir belge üretilir gibi üretilmektedir. Cinsellik bir oyuncunun
sahnede görünmesine (yani bir düşünce ürünü olan bir oyunun belgelenmesine –çn)
(produire sur scéne) benzer bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Üretmek ise bir başka
alana yani sırla, ayartma gibi alanlara ait olanın zorla somutlaştırılması (maddi bir
görünüm kazanması)dır. Çünkü ayartma her zaman ve her yerde production (üretim)
denilen şeye karşı çıkmıştır. İster bir nesne, ister bir sayı, isterse bir kavram rolünü
oynasın amacı apaçık bir şekilde üretimin tam tersini gerçekleştirmek olan ayartma
somut ve görünür nesneler evrenine ait bir şeylerin eriyip gitmesine neden
olmaktadır. Pornografinin içinde yer alan cinselliğin sahip olduğu anlam ya da daha
genelinde bizim kültürümüzün pornografinin doğal bir önkoşulu gibi algılanmasını
amaçladığı “müstehcenliğin” gerçeklik, görünürlük ya da etkinlik katsayısının ister
üretilmiş isterse apaçık bir şekilde görünüyor olması ya da her şeyin güç ilişkileri,
kavram sistemleri ve sayısal üretim tahminleriyle açıklanıyor olması ya da yine her
şeyin daha önceden söylenmiş, tasarruf edilmiş, tasnif edilmiş ve kayda geçirilmiş
olması gibi, sonuç olarak bizim kültürümüzün de bir “üretim” canavarlığı, bir
gösterme ve gösteri kültürü olduğu söylenebilir (Foucault’da işte bu biçimlerden
sadece biri olan “itiraf”ın çözümlemesini çok güzel bir şekilde yapmaktadır). Bu
kültürde ayartma diye bir şey yoktur –(ne de porno’da) çünkü porno cinsel ilişkiye
ait olan eylemlerin bir anlığına üretilmesinden, zevkin vahşi bir şekilde
güncelleştirilmesinden başka bir şey olmadığı gibi, kesinlikle cinselliğin
gerçekliğinden başka bir şeyi amaçlamayan bakışların dikkatle izledikleri bu çıplak
bedenlerde ayartmanın zerresiyle bile karşılaşılmamaktadır -nesneler, makinalar,
cinsel ilişkiler ya da gayri safi milli hasıla gibi somut bir şekilde ortaya çıkartılabilen
ya da sayısal hale gelebilen bir olaylar silsilesi içinde tüm güçlerin (gerçeklik)
saydamlık ilkesi tarafından yönlendirildiği bir üretim evreninde ayartma diye bir şey
yoktur. Çok zorlandığı zaman pornografi, cinselliğin paradoksallaştığı bir sınır
çizgisine yani gerçeğe uygunluk katsayısının çok abartıldığı, manyakça bir gerçeklik
saplantısının bulunduğu bir şeye dönüşmektedir –hem etimolojik anlamda hem de
sahip olduğu tim diğer anlamlarda “müstehcen” işte budur. Oysa bizzat cinselliğin
kendisi bir zorlama sonucunda ortaya çıkmamış mıdır? Zaten cinselliğin ortaya çıkışı
Batı gerçekçiliğine uygun bir olgu değil midir? Cinsellik her şeyi bir araç ve bir
kuruma dönüştüren bizim kültürümüze özgü bir saplantı değil midir? Diğer
kültürlerde dini, ekonomik, politik, hukuki hatta toplumsal ve diğer sınıflandırılmış
(gruplandırılmış) fantazmagorileri birbirlerinden ayırmaya çalışmak saçma bir şeydir
çünkü onlarda böyle bir sınıflandırma (ya da gruplandırma) yoktur. Üstelik bütün bu
kavramlar onların bakış açısından birer zührevi hastalık gibidirler. Biz ise onları daha
iyi “anlayabilmek” adına bu zührevi hastalıkları onlara da bulaştırmaya çalışıyoruz.
İşte bu yüzden cinselliği tüm diğer alanların kendisine indirgenebileceği ancak
kendisinin indirgenebilmesi mümkün olmayan bir veri ya da bir özerkleştirme örneği
olarak sunmaya kalkışmak saçma bir girişimdir. Cinsel Aklın bir eleştirisi ya da
Nietzsche’nin dile getirmiş olduğu şekliyle, Ahlak’ın soy ağacına benzer bir Cinsel
Aklın soy ağacı gibi bir şeyin çıkartılması gerekmektedir –çünkü bizim yeni ahlak
anlayışımız budur. Ölüm konusunda da yineleyebilmek mümkün: “Cinsellik, bilincin
kısa bir süre önce edinmiş olduğu bir alışkanlıktır”. Cinsel ilişkinin kendi başına bir
anlama sahip olmadığı, cinselliğin özgürleştirilmesi gereken bir enerji, bir zorla
boşalma ya da her ne pahasına olursa olsun bir üretim, bedenle ilgili olarak yapılan
bir sağlık muhasebesinin aşırı ciddiye alınmış bir biçimi gibi algılanmadığı diğer
kültürleri ya hiç anlamıyoruz ya da onlarla çok az uyuşabiliyoruz. Bu kültürlerde
ayartma ve duygusallık hala uzun bir süreç olarak varlıklarını sürdürmektedirler. Bu
kültürlerde cinsellik diğerleri gibi bir hizmet, uzun süren bir armağanlar ve karşı-
armağanlar (şeklinde cereyan eden bir) yöntem(i)dir. Bu kültürlerde aşk eylemi
kendisinden kaçınılması olanaksız bir ritüele göre karşılıklı olarak (birlikte) söylenen
bir şarkının olası bir nihai sonucudur. Bütün bunların bizim için artık bir anlamı
kalmamıştır –bizim için cinsellik kesinlikle bir arzunun, zevke dönüştürülmesi
olayıdır- gerisi bizim için “hikâye”den ibarettir. Kendisi de enerji yüklü olan bir
tözün somutlaşmasından başka bir şey olmayan orgastik (orgazm özellikleri taşıyan)
işlev konusunda olağanüstü bir görüş birliği sağlanmıştır. Bizim kültürümüz bir
erken boşalma kültürüdür. Büyük ölçüde “ritüelleşmiş” bir süreç olan ayartmanın,
giderek her türlü ayartma biçiminin doğallaştırılmış bir cinsellik zorunluğuyla, bir
arzunun bir anlığına zorunlu olarak gerçekleştirilme eylemi karşısında her geçen gün
giderek gerilediği görülmektedir. Çekim (cazibe) merkezimiz gerçekten de bilinçaltı
ve libidinal ekonomiden yana kaymış durumda. Böyle bir ekonomideyse, içgüdüsel
duyguların yanı sıra salt ve yalın bir mekanikleşmeyle birlikte, özellikle bir baskı
altında tutma ve özgürleştirilme düşüncesine mahkûm edilerek temelinden
doğallaştırılmış bir arzudan başka bir şeye yaşam hakkı tanınmamaktadır. Bundan
böyle artık: “Sahip olduğun ruhu kurtarmaya bak” değil “Cinsel bir organa sahip
olduğuna göre bundan iyi yararlanmaya bak” “Bir bedene sahipsin, onu zevk alma
amacıyla kullanmayı öğren” “Bir libidon olduğuna göre, bu enerjiyi nasıl
harcayacağını öğrenmen gerekiyor”, vs., vs. diyeceğiz. Bu hızlandırılmış dolanım
düzeninde, rahat rahat harcanabilecek kadar bol miktarda ruhsal, cinsel ve bedensel’e
sahip olma zorunluğu gerçekte ticari değeri belirleyen zorunluğun tam bir
karşılığıdır. Yerinde duramayan kıpır kıpır bir kapitali kendine çekebilen bir merkez
ya da sabit bir noktanın bulunmaması; yatırım ve yeniden yatırım zincirlerinin dur
durak bilmemelerine ve sonuç olarak değerin ışınlarını aralıksız olarak dört bir yana
yaymalarına neden olmaktadır –günümüzde değer işte bu şekilde bir kapitale
dönüşmektedir. Bu kapitalin biçimidir. Cinselliğe gelince, cinselliğin gündemini
belirleyen şey ya da cinsellik modeli denilen şey kapital düzeyinde karşılaşılan
biçimin beden düzeyinde ortaya çıkan görünümüdür. Zaten kendisine hiç durmadan
gönderme yapılan şu beden cinsel ve üretici modelden başkasına sahip değildir. Aynı
anda hem iş gücüne ait enerji yüklü bir varlık olarak bedeni, hem de günümüzde
kendisine bir arzuyla, bir bilinçaltının yüklenmiş olduğu, psişik enerjiyle, içgüdülere
ait bir sığınak olmanın yanı sıra; ilkel süreçlerin yiyip bitirdiği şu içgüdülerin
yönlendirdiği bir varlık olarak bedeni yaratan kapital –önce ilkel bir süreç olarak
varlığını sürdüren sonra da bir anti-corps (beden düşmanın)a dönüşmüş olan beden
sahip olduğumuz son devrimci gönderenler sistemidir. Baskı altında tutuldukları bir
sırada aynı anda ortaya çıkmış olan kapitalle, cinselliğin birbirlerinin karşıtı
kavramlar gibi algılanmalarının nedeniyse yine baskı altında tutulmuş olmalarıdır.
Enerjileri denetim altında bulunan üretici bedenlere karşılık; bedenlerin gizemi
içinde daha önceden özgür bırakılmış bir “libidinal” enerjiyi yeniden keşfetmek.
Bedenle ilgili fantazmatik ve içgüdüsel bir hakikatin arzudan kaynaklandığını
yeniden keşfetmek. Oysa bütün bunlar kapitalin ruhsal metaforunu keşfetmekten
başka bir anlama sahip olamaz.
Kapitalin psişik metaforu ve politik ekonomiye ait bir çöp yığınından ibaret olan
arzuyla, bilinçaltı arasında hiçbir fark yoktur. Cinsellik hukuku ise özel mülkiyetin
inanılmaz bir uzantısı olarak herkese bir kapital (kendisininkini –çn) yönetme
sorumluluğunu yükleyebilmek için ideal bir araçtır. Bireysel özgürlük adına bu
herkesin kendi kendisinden sorumlu olduğu psişik, libidinal, cinsel ve bilinçsiz bir
kapitaldir. (Kendisine rağmen) Foucault’nun bize iletmiş olduğu mesaj işte budur.
Baskı yoluyla hiçbir sonuca ulaşamazsınız. Eğer bir sonuca ulaşmak istiyorsanız
bunu ancak üretim aracılığıyla başarabilirsiniz –baskı altında tutma yoluyla hiçbir
sonuca ulaşamazsınız, eğer bir sonuca ulaşmak istiyorsanız bunu ancak özgürleştirme
aracılığıyla başarabilirsiniz. Ancak bu ikisi arasında hiçbir fark yoktur. Her
özgürleştirme biçiminin altında yatan bir baskı altında tutma vardır. Üretici güçlerle,
arzu, bedenler ve kadınların baskı altında tutulmaları, vb. Özgürleştirme mantığının
bir istisnası yoktur. Özgürleşen her güç, her söz iktidar sarmalına eklenen yeni bir
halka demektir. “Cinsel özgürlük” de işte bu şekilde aynı devrimci idealde baskı
altında tutulmanın bu iki temel sonucunu yani özgürleşmeyle, cinselliği bir araya
getirmeyi başarmıştır. Tarihsel açıdan bakıldığında bu olay en azından iki yüz yıllık
bir sürecin sonucudur ancak bugün psikanalizin de hayır duasını almış bir şekilde
bütün hızıyla sürüp gitmektedir –aynen politik ekonomiyle, üretimin ancak Marx’ın
tasdiki ve hayır duasını alarak en hızlı aşamalarına geçebilmiş olmaları gibi. Marx’la,
psikanalizin* “radikal” muhalefetlerine karşın bugün bizi tamamıyla egemenliği
altına almış olan konjonktür işte budur. -* Marx’ın getirdiği politik eleştiri (devrimin
devrimci partiler tarafından) bürokratik yoldan tersyüz edilmesi, sınıflararası
mücadelenin altyapısal ve ekonomist bir anlayış aracılığıyla saptırılıp, yoldan
çıkartılması, vs.) bugün yeniden gündeme gelmektedir. Çünkü onunki kısmi bir
eleştiriydi. Şimdi bu eleştirinin üretim aksiyomatiğini de kapsayacak bir şekilde
genelleştirilmesi (total bir gönderen olarak üretkenlik) gerekmektedir. Bu ise en saf
biçimiyle marksizmi kendi hesabına geçirmekten başka bir şey değildir. Psikanalizin
(Deleuze, vs.) “Ödip’le ilgili” eleştirisiyse (arzunun bir gösteren, yasa, hadım etme
ve Ödip modeli aracılığıyla tersine çevrilmesi) yine kısmi bir eleştiridir ve bu yüzden
arzuyla, bilinçaltı aksiyomatiğini katıksız bir şekilde övmekten başka bir şey
yapamamaktadır.Böylece arındırılıp, geliştirilmiş marksist ve psikanalitik aksiyomlar
el birliği ederek günümüzdeki tek “devrimci” –“arzu”nun “üretkenliği”- gündemi
belirlemektedirler. “Arzulatıcı makina” (Deleuze-Guattari –çn) bir çırpıda
marksizmle, psikanalizin olumlu yazgısını bir çözüme kavuşturmaktadır. Sonuç
olarak baskı altında tutma ve sınıflararası mücadele aracılığıyla Ödip ve
proletaryanın hala önemli bir yere sahip oldukları, Reich’ınki kadar naif olmayan
göstergeler sayesinde, anlatılmış olmaktadır. Bünyelerinde hala bir yığın lüzumsuz
unsuru barındıran tarihi ve psişik bu iki disiplin aracılığıyla bir senteze ulaşmaya
çalışan Reich biraz erken davranmıştı. Arkaik bir görünüm sunan bu karışım yorum
düzeyinde de yanlıştır –herhalde henüz zamanı gelmemişti. Oysa bugün
(çelişkilerden, tarihi amaçlarıyla, tespitlerinden) arındırılmış bir üretkenlik temeliyle
(Ödip, baskı altında tutma, cinsel organlarla, aile konusundaki abartılı tespitlerinden)
arındırılmış bir libido üzerine oturtularak hem tarih hem de psikanaliz yararına bir
düzenleme yapabilmek, bir senteze ulaşabilmek mümkündür. Üretimin aynasıyla,
arzunun aynası nihayet birbirlerini, birbirlerinin yüzeyinde, sonsuza dek
yansıtabileceklerdir. Eskiden denetlenmeye gerek duyulmayan, saçma, dengesiz ya
da çok yoğun bir şekilde ritüelleşmiş biçimlerden “başka hiçbir şeyin bulunmadığı
bir yerde” –klinikle, kliniğe özgü bakış açısının ortaya çıkması gibi şimdi de
cinsellikle, cinsellik üzerine konuşma ortaya çıkmıştır. Öyleyse “geçmişte baskı
altında tutma diye bir şeyin olabilmesi” mümkün değildir. Bizden önce gelip geçmiş
tüm toplumların üzerine (yoksa kendi üzerimize değil) yıkmaya çalıştığımız (çünkü
işin içinden bu şekilde sıyrılacağımızı sanıyoruz) bu düşünce ya da leitmotif’e
dayanarak (teknolojik açıdan onları ilkel olmakla suçlamak yetmiyormuş gibi asıl
önemlisi) onları bir de cinsel açıdan ilkel olmakla suçluyoruz. Çünkü bize göre onlar
baskı altında tutulan, “özgür” olmayan toplumlardı. Bilinçaltı denilen şeyden bile
habersizdiler –ortaya çıkan psikanaliz, cinsellik üzerindeki bu ipoteği kaldırarak,
neyin gizlenmekte olduğunu açıklamıştır. İnsan hakikat konusunda bu kadar ırkçı
olabilir. Psikanaliz’in ırkçılığı kutsal kitaba dayandırılmaktadır. Her şey Kelâm (söz)
ile birlikte değişmektedir. Bizim kültürümüz açısından baskı altında tutma ya da
tutmama diye bir şeyin olup olmaması bir tartışma konusu haline gelirken; başka
toplumların kafalarını kesinlikle böyle bir konuya takmamış olduklarını görüyoruz.
Çünkü onlar baskı altında tutma ya da bilinçaltı diye bir şeyin farkında bile
değildirler. Aynen cinsellik denilen şeyden bihaber olmaları gibi. Oysa biz kendi
kendine ortaya çıkmamış olan cinsellik konusunda sanki “baskı altında
tutuluyormuş” gibi yapıyor ve kendimize göre bir cinsellikle, bir cinsellik ilkesi
tutturmuş gidiyoruz. Baskı altında tutma varsayımının arkasına gizlenerek doğru bir
cinsellik değerlendirmesi yapmamızı engelleyen (psişik ve psikanalitik) ahlaki
yapımız da işte böyle. Feodal, köylü ya da ilkel toplumlarda “baskı altında tutulan”
ya da “yüceltilen” bir cinsellikten söz etmek, tıpkı bir ideoloji ve mistifikasyon
biçimi olarak dinin asla değişmeyen (ne varietur) bir şey olduğunu söylemek kadar
büyük bir eblehlik göstergesidir. Çünkü bu bakış açısının doğruluğunu kabul edecek
olursanız, o zaman Foucault’yla birlikte bizim kültürümüzde de asla baskı altında
tutma diye bir şey olmamıştır ve olmayacaktır diyebilirsiniz. Bunu onun söylediği
anlamda değil ama gerçek anlamda asla bir cinselliğe sahip olunmadığı anlamında
söyleyebilirsiniz. Politik ekonomi gibi (Foucault’nun bütün izleri değerlendirerek
çözümlediği) cinsellik de bir kurgudan başka bir şey değildir. Bize anlatıldığı ve
herkesin “sözünü ettiği” hatta (“ça parle” denilen şey) “toplumsal bilinçaltının
bireysel yoluyla su yüzüne çıkmış olan biçimiyle” cinsellik: uygulama düzeyinde ele
alındığında, herhangi bir sistem gibi yanından geçilip gidilmiş, bozguna uğratılmış ve
yıpranmış bir simülakrdan başka bir şey değildir. Homo sexualis’teki uyum ve
saydamlığın homo economicus’unkinden daha gerçekçi olduğunu söyleyebilmek
mümkün değildir. Uzun bir süre boyunca ruhsalla, cinsel aynı anda iş görmüşler ve
birlikte fantazmla, bilinçaltına ait olan şu “diğer sahne”nin oluşmasını sağlamışlardır
–sahnelenmiş bir baskı altında tutma kuruntusunun doğrudan bir sonucu olan psişik
enerji. Cinsel bir töz olma özelliğine sahip, psişik alan ve ekonomiyle ilgili çeşitli
koşullarda, ikincil, üçüncül, vb. baskı altında tutma yöntemlerine uygun, hem
metaforik hem de metonimik bir biçim olarak bir psişik enerji kuruntusu –
psikanalizin yaratmış olduğu muhteşem yapı budur işte. Nietzsche olsaydı buna
olabilecek en güzel “öte-dünya” kuruntusu derdi. Enerjetik ve sahne özellikli bir
simülasyon modelinin olağanüstü etkinliği –olağanüstü bir kuramsal melodram
olmanın yanı sıra, “psyché”nin (insanın kişilik yapısını oluşturan tüm ruhsal olgular)
bu şekilde sahnelenmesi ve (aynen başkalarının başka yerde üretimi genel ya da itici
bir güç olarak ilahi bir konuma oturtmuş olmaları gibi) sonsuza dek sürüp gidecek bir
gerçeklik örneği olarak cinsellik adlı senaryo. Bu sahneye koyma olayında
ekonomik, biyolojik ya da psişik olanın harcanıp gitmiş olmasının hiç mi hiç önemi
yoktur? –“sahne” ya da “diğer sahne” hiç fark etmez, önemli olan senaryodur yani
bir simülasyon modeli olarak psikanalizin sorgulanması gerekmektedir. Bu, her ne
pahasına olursa olsun üretim anlayışıyla, cinselliğin modern kutsanma biçiminde
öylesine terörist bir yaklaşım, öylesine bir saf dışı etme düşüncesi vardır ki insanın
kendi kendine ya da çelişkinin kusursuzluğuna bakıp bakıp, baskı altında tutmanın
varlığını neden yadsıyacakmışım ki diyesi geliyor. Belki de baskı altında tutma
yeterince güçlü bir terim değildir? Foucault’nun baskı’dan söz etmek istemediği
doğru ama artık geçmişte kalmış ve ancak ruhun enfeksiyon kapmasıyla (bakınız
Nietzsche –cinsel enfeksiyon: materyalist (!) bir görünüm kazanarak yeniden
dünyaya gelen ruhun, zihinsel açıdan bir enfeksiyon kapması sonucunda, tarihsel
anlamda baskı altında tutulması demektir) karşılaştırılabilecek cinselliği kullanarak,
zihinsel düzeyde yavaş yavaş ve kaba bir şekilde, bulaştırmaya çalıştığı o
enfeksiyona ne demeli? Gerçeği söylemek gerekirse terimlerle boğuşmanın bir yararı
yoktur. Sorun etmeden, önce konuşma emrinin verilmiş olduğunu söylersek, bu
durumda baskı bir şaşırtmacadan başka bir şeye benzemeyecektir (zaten bu yüzden
çalışma ve sömürünün de bir şaşırtmaca ve daha önemli bir başka şeyi gizlemeye
yarayan bir bahaneden başka bir şey olmadıklarını söyleyebiliriz –bu konuda
tamamıyla hem fikiriz). Ya da baskı altında tutma birinci sıradaysa, bu kez de söz
onun daha modern bir değişkeninden başak bir şey olamamaktadır (“baskıcı
desüblimasyon”). Her iki durumun da temel bir değişikliğe yol açmadığı söylenebilir.
Birinci varsayımda (yani Foucault’nunkinde) insanın canını sıkan şey: eğer bir
anlamda baskı altında tutma ya da baskı altında tutmanın etkisi denilen bir şeyler
varsa (ki bu tartışma götürmeyen bir konu) bile, bu baskı altında tutmanın ne
olduğunun açıklanmamasıdır. Baskı altında tutma düşüncesi neden tümevarım
(induction), söz üretimiyle, sözün kötüye kullanımı sayesinde ayakta duran
iktidarların dengesi için zorunlu bir şey gibi gösterilmektedir? Oysa değişmeyen bir
sistem olarak kaldığı zaman sözün, dengesiz bir iktidar sistemi olan baskı’nın peşi
sıra gitmesinin nedeni şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Gerçeklik yalnızca söz, söylev
ve itiraflar aracılığıyla üretilebilen bir şeyse, o zaman cinselliğin bir söz görünümüne
bürünmeden önce nerede bulunduğunun sorulması gerekmektedir. Cinsellik üzerine
oturtulan bu söz ne türden bir kopuş sonucunda ve neye oranla gerçekleşmiştir? Bu
bakış açısını benimsediğiniz zaman bu olayın çevresinde dönmekte olan yeni
dolapların farkına varabiliyorsunuz. Ancak hangi beklenmedik iktidar oyununun bu
olayın ortaya çıkmasına neden olduğunu da sormak gerekmektedir. Bu olayın
nötralize ettiği şey nedir? Sona erdirdiği şey nedir? Neyi tasfiye etmektedir?* (*
Foucault’ya göre “bedenle, bedenin aldığı zevklere” bir son veren şey çapkınlığın
masumluğuyla, ars erotica (aşk sanatıdır) –bütün bunlardan geriye ayartma, çekicilik,
arzulatma, haz, “zevk” gibi terimler kalmıştır –örneğin bir şehvet düşkünlüğünden
artık söz edilmemektedir.- Bu terimleri cinsel ya da psikanalitik söylevlerin içine
katarak eritmeyi bir türlü beceremediler.- Bence bu olay yalnızca cinsellikle, arzunun
değil aynı zamanda beden ve zevkin özgün birer varlık gibi algılanmalarını
engelleyen çok daha radikal bir biçime son vermektedir. Tıpkı üretim söylevinin
yalnızca değişim değeri değil aynı zamanda bir kullanım değerinden de yoksun
kalmış bir düzene bir son verebilmesi gibi. İster cinsellik, isterse ekonomi alanı olsun
kendisine başvurulan son bahane: kullanım değeridir. Korkarım Foucault’da
“zevkler” hala “cinselliğin değişim değerine” karşı, bedenin kullanım değeriyle
direnmeye çalışıyorlar.) -aksi takdirde kim 213. sayfada söylenmiş olduğu gibi:
“cinsellik örneğinden kaçıp kurtulabilir?” ya da buna yeltenebilir?- Ne yapılırsa
yapılsın “cinselliğe anlam yükleme” masumane bir girişim değildir, bir şeyler
iktidardan yoksun bırakılmaktadır –aksi takdirde 127. sayfada karşılaşılan
direnişlerle karşılaşabilmek mümkün olmazdı.- Bu yoksun bırakılmaysa bu tür
iktidarı dışlama, iktidarın bölünmesi ya da yadsınması türünden bir şeydir. İktidar da
zaten buradan hareketle “gerçek” ya da “gerçeği” üretmektedir. İşte yalnızca bu
andan itibaren iktidarla ilgili ve bu kez bir felaketi andıran beklenmedik bir olayın
tasarlanabilmesi mümkün olabilmektedir. Artık bu kez gerçeği ve gerçeğin kendisi
olarak kendi kendini yeniden üretmeyen iktidar, gerçeklik ilkesine yeni alanlar
kazandırmadığından, bir anlamda hipergerçekleşerek, ortadan kaybolmaktadır –bu
iktidarın ya da gerçek konusunda güttüğü stratejinin sonudur. Deleuze’ün de dediği
gibi Foucault açısından bir iktidar bunalımı ya da beklenmedik kazalar ya da sorunlar
diye bir şey yoktur. Foucault için yalnızca ayarlama, tansiyon yükselmeleri ve
alçalmalarıyla, “iktidarın mikro-fizik” boyutlara indirgenerek parçalanması vardır.
Bu doğru bir görüştür çünkü Foucault’da iktidar, Monod’daki genetik kod gibi
(DNA) yayılım ve komut diyagramına uygun bir şekilde ve téléonomique
(maksatlılık ilkelerinin araştırılması – çn) bir sıralamaya göre anında harekete
geçmektedir. Teolojik iktidarla, teleolojik iktidar sona erdi yaşasın “téléonomique”
iktidar! Téléonomie: her türlü diyalektikle, her türlü maksat belirlemenin sonu
demektir. Teleonomi koda özgü bir tür önceden bilinen, içkin, kendisinden
kaçınılması olanaksız, her zaman olumlu ve yalnızca akla gelebilecek en küçük
boyutlarda dönüşümlere müsaade eden bir yazılı kurallar bütünüdür. Yakından
bakılacak olursa Foucault’daki iktidar anlayışının, bilimin sunmuş olduğu nimetler
karşısında birdenbire apışıp kalmış olan Deleuze’ün: “güncel fizik ve matematik
anlayışı kadar yeni bir toplumsal anlayış” dediği şeye tuhaf denilebilecek kadar çok
benzediği görülmektedir. Asıl ifşa edilmesi gereken bir şey varsa o da bu gülünç suç
ortaklığıdır. Çünkü günümüzde herkes moleküler olanla ilgilenmeyi seviyor, tıpkı bir
zamanlar herkesin devrimcilikle ilgilenmekten hoşlanmış olması gibi. Oysa (bu
sonuncusu olabilir) yeni bir emre kadar hakiki molekül devrimcilere değil, Monod’a
ait olan genetik kodla, “karmaşık DNA spiralleridir”. Sibernetikçilerin bir kod ve
denetim matrisi (kalıbı) olarak sunmuş oldukları şeyi bir arzu düzeni olarak yeniden
keşfetmenin bir alemi yok. Eski maksatlılık, diyalektik ya da baskıcı kuramlar
üzerine total pozitivite, bir teleonomi ve mikro-fizikle yüklü bir iktidar anlayışı
oturtulduğu zaman bu işten ne kadar kazançlı çıkıldığı ortadadır. Ancak bu durumda
başınıza geleceklere de katlanmak zorundasınız. Çünkü bu durumda geçmişte aynı
şemaların doğruluklarından kuşku duymuş olan sibernetikle tuhaf bir suç ortaklığına
girmiş olursunuz (zaten Foucault da Jacob, Monod ve daha yenilerde Ruffié (De la
Biologie â la Culture) ile olan yakınlığını gizlememektedir). Deleuze’ün sözünü
ettiği arzunun moleküler topolojisi konusunda da benzer şeyler söylenebilir.
Deleuze’de yoğunlaşan ve yoğunluğunu yitiren arzuyla, arzu kopukluklarının, eğer
bu işi daha önce başaramamışlarsa, pek yakında genetik simülasyonla, mikro-
hücresel boyut değişiklikleri ve kodların güdümlenmesi sonucunda ortaya çıkan
rastlantısal tekrarlara benzeyeceklerini söyleyebiliriz. Kafka’daki (Deleuze-Guattari)
aşkın Şato Yasa’sı birbirlerinin ikizi sayılabilecek bürolar yüzünden içkinleşen
arzu’nun karşıtına dönüşür gibidir. Oysa bu Şato Yasası’nın “köklerinin”
koridorlarla, büroların içinde gizlenmiş oldukları nasıl olur da görmezden gelinir? –
Yasal engel ve kopukluklar moleküler ve petek doku şeklindeki bir ardışıklık içinde
sonsuz sayıda çoğalmışlardır. Arzu, Yasa’nın moleküler bir versiyonundan başka bir
şey değildir. Her tarafta tuhaf arzu ve denetim şemalarıyla karşılaşılmaktadır. Bu kez
iktidar, arzu ve molekülden oluşan bir sarmal bizi doğruca salt (absolu) denetim
olarak nitelendirilebilecek bir sonuca doğru sürüklemektedir. Moleküler olana dikkat
edin! “Deliliğin Tarihi” ve bu kitapla ilgili soy ağacının özgün düzenlemesine karşın,
“Gözaltında tutma ve Cezalandırma’dan bu yana Foucault’daki yön değişikliği
giderek barizleşmeye başlamıştır. Cinsellik de aynen delilik gibi egemen bir
mantıkla, egemen bir ahlaka ait kızıştırılmış terimlerin yer aldığı bir hapsedilme
evresinden neden geçmiş olmasın ki? Doğal olarak bu iş cinsellikle, delilik belli bir
dışlama mantığına uygun olarak birer referans niteliği kazanmış birer söyleve
dönüşmeden önce gerçekleşmiş olmalıdır. Böylelikle cinsellik yeni bir ahlak
anlayışının gündemini oluştururken, delilik de cinsellikten yoksun kalma korkusuyla
uzun bir süre yaşadıktan sonra, bu kez de cinselliğin özgürleştirilmesi
(normalleştirilmesi) kültü gibi bir çözüme mahkûm edilmiş bir topluma ait
paradoksal bir mantığa dönüşmektedir. Ayrımcılıkla, bir baskı altında tutmadan
oluşan eğri büğrü bir alan içinde sahneye konulmaya çalışılan bir oyun ve uzun
vadeli bir strateji aracılığıyla yeniden bir oyun kuralı haline getirilmeye çalışılan
cinsellik işte böyle bir yörüngeye oturtulmuştur. Baskı altında tutmayla, sır düşsel
kurallar şeklinde yazıya dökülmüşler ve daha sonra da delilikle, cinsellik bu kurallar
temel alınarak bir değer* (*Cinsellikten söz edilmesinin nedeni baskı altında
tutmadır. Oysa baskı altında tutma’dan daha güzel bir cinsellik söylevi olamaz.
Çünkü cinsellik yalnızca baskı altında tutmanın çektiği söylevde bir gerçeklikle, bir
yoğunluğa sahip olabilmektedir. Zira kilit altına alınmış cinsellik bir efsane gücüne
sahip olmaktadır. Özgürleştirilen cinsellik sonun başlangıcıdır.) gibi değiş tokuş
edilebilmişlerdir. Ayrımcılığın, her alanda, Aklın oluşmasına yol açan vahşi bir
eylem olduğunu, bizzat Foucault, çok güzel bir şekilde göstermiştir –cinsel akıl
konusunda da neden benzer bir yol tutulmasın ki? Bu kez de hiçbir boşluğun
bulunmadığı, iktidarın ışınlarının en ufak deliğe kadar her yeri aydınlatmasına
karşılık (aynen üzerindeki binlerce çatlak izine karşın hala düşüp kırılmayan bir oto
ön camı gibi) paramparça olmuş bir mekâna sahibiz. Oysa böyle bir “iktidar”ın ne
anlama geldiğini söyleyebilmek imkânsızdır –despotik bir merkeziyetçilikten yola
çıkarak yolun yarısına gelindiğinde “güç ilişkilerinde bir artış”a dönüşen (oysa
herhangi bir sonuç getirmeyen bir güç ilişkileri de neyin nesidir?) –bu olay biraz Ubu
Baba’nın (A. Jarry –çn) (yengeçler gibi dört bir yana kaçışan) çok yüzlü
(polyédre)lerine benzemektedir. Çünkü gidebileceği en uç noktaya kadar
götürüldüğünde (126. sayfadaki ilahi sürpriz!) o kadar önemsiz, üzerinde bile
durmaya değmeyecek o kadar küçük direnişler’le karşılaşılmaktadır ki sözcüğün
kesin anlamında bu, mikroskobik boyutlara indirgenmiş iktidar atomlarıyla, iktidara
karşı direnen atomların birbirlerine karışması demektir –birbirinin aynı olan bir
davranış, bir beden, bir bakış ve bir söylev kırıntısı iktidarın pozitif enerjisiyle,
muhalefetin negatif enerjisini kilit altına almaktadır (ki biz bu enerjinin ortaya nasıl
çıkmış olduğunu anlayabilmiş değiliz çünkü kitapta “güç ilişkileri” denilen ve
içinden çıkılması olanaksız olan bir anıştırmanın dışında, bunun neye benzediğini
açıklayan bir veri de yoktur.- Aynı soru kesinlikle iktidar konusunda da sorulmalıdır.
Çünkü şeyler temelinde, kesinlikle tek gerçek sarmal olan bu söylevin sahip olduğu
güç (iktidar) sayesinde dengeli bir görünüme sahip olabilmektedirler. Burada bir
karşı çıkış yoktur. Metni* gidebileceği en uç noktaya kadar götürdüğünüzde
terimlerin anlamlarını yitirmeleri olumlu bir şeydir ama bu kadarı yeterli değildir.
Foucault cinsellik terimiyle, cinselliğe özgü gerçeklik ilkesine (“cinselliğin kurmaca
bir anlama sahip olduğu nokta”) anlamını yitirtirken, iktidar teriminde bir anlam
kaybına yol açmaya çalışmamaktadır. Çünkü iktidarın ortadan kaybolduğu nokta
zaten iktidarla hiçbir ilişkisinin kalmadığı noktadır. (*Bir kuramın başına bundan
daha güzel bir şey gelemez. Yoksa bir kuramın amacı birkaç hakikat önerisiyle
“cinsellik adlı bir süreçten kurtulmak” olmamalıdır –bu saygın bir istektir zaten baskı
diye bir şey yoksa insanlar neden ondan kurtulmaya çalışmak istesinler ki? Bu bakış
açısı doğrultusunda yeni bir militan kuşağın “yeni hakikat yöntemleri” bayrağını
sallayarak ayaklanma çıkaracağına dair bahse girebiliriz.) Ekonomik referansın güç
kaybına uğradığı ölçüde, arzuyla iktidarın güç kazandıkları görülmektedir. Arzu’nun
psikanalizde filizlenmiş olan gücü, Deleuze’ün parçalarına ayırarak, moleküler hale
getirmiş olduğu anti-psikanalizde olgunlaşmıştır. İktidarın gücü denilen şeyin ise
uzun bir hikâyesi vardır. Bugün parçalara bölünmüş ve en ince ayrıntılarına kadar
inilmiş, gözaltına alınmış bedenler ve onaylanmış denetimler düzeyinde kendini
somutlaştıran iktidar hikâyesi Foucault tarafından yeniden devreye sokulmak
istenmektedir. Bu şekilde davranan Foucault en azından (ancak onları yadsımadan,
çünkü kendisi çok dikkatli bir insan olduğundan sonunda her şeyin yeniden iktidarın
eline geçmesine özen göstermektedir) arzuyla, tarihten tasarruf etmekle birlikte bu işi
iktidar kavramını indirgemeden ve makaslamadan yapmaktadır –aynen Deleuze’de
her şeyin arzuya ya da Lyotard’da her şeyin bir yoğunluğa (intensité) indirgenmiş
olması gibi. Bunlar ayrıntılarına indirgenmiş görünmekle birlikte güncel
anlamlarından hiçbir şey yitirmemiş olan kavramlardır. Arzuyla, yoğunluk “bir gücü
temsil eden” kavramlardır oysa Foucault’daki iktidar kavramı unufak edildiği zaman
bile yapısal özelliklerini koruyan, kutuplaşmış, kusursuz bir soy ağacına sahip,
sürekliliğini açıklayabilmenin olanaksız olduğu ve gizliden gizliye suçlanmasına
karşılık hala aşılıp geçilememiş; mikroskobik noktalar ya da noktacıklar halindeki
görünümlerinin bile bir bütünlük, bir bölünmezlik izlenimi verdiği bir kavram olmayı
sürdürmektedir ve bu iktidar kavramının nasıl tersyüz edilebileceğiyse pek belli
değildir (tersine çevrilen bir arzunun kendi kendini baskı altına almasını
açıklayamayan Deleuze de aynı açmazla karşı karşıya kalmaktadır. İktidar artık
zorlama gücünü yitirmiştir çünkü bu zorlama gücünün ötesinde ya da berisinde
kayda değer hiçbir şey kalmamıştır (Deleuze’de “molaire” (moler)’den “moleküler”
geçiş hala bir arzu devrimi anlamını taşırken, Foucault’da bu çarpıtılmış bir iktidar
biçimi anlamına gelmektedir) –her nedense Foucault iktidarın ya da olabilecek en
küçük boyutlarına indirgenmiş olan iktidarın bile geberip gitmekte olduğunu
görememektedir. Foucault iktidarın yalnızca unufak edilmiş olmakla kalmayıp,
üzerinin tozla kaplanmış olduğunu, bir tersine çevirme aracılığıyla darmadağın
olduğunu ve yalnızca bir soy ağacı sürecinde belli olabilecek bir ölüm ve bir tersine
çevirme süreci tarafından ince ince işlenmiş olduğunu unutmaktadır. Foucault’yu
okurken, son aşamada, hep politik belirleyiciliğe sürtünmek zorunda kalıyorsunuz.
Foucault’nun metnine hapishane, askeri birlik, akıl hastaneleriyle, disipline dayalı
olan modeller şeklinde ortalığı sarmış olan bir biçim egemendir. Her nedense bu
biçimin kökeninde artık üretim ilişkilerinin bulunmadığını görüyorsunuz (tam aksine
üretim ilişkilerinin böyle bir biçim üzerine oturtulmuş olduğunu görüyorsunuz).
Sanki kendi yolunu kendi kendisine bulmuş gibi –bu olay bir arzu ya da bir üretim
tözü içine “oturtulmak” istenen bir iktidar düşüncesi konusunda atılmış olan en
büyük adımdır-. İktidarın maksatları ve nedenleriyle ilgili bütün illüzyonların
maskesini düşüren Foucault, iktidar simülakr’ının kendisiyle ilgili tek bir söz bile
söylememektedir. İktidar ona göre tersine çevrilmesi olanaksız bir örgütlenme
ilkesidir. Gerçeği iktidar üretir ve iktidar her zaman daha çok gerçek üretmek
durumundadır –kaçınılması olanaksız bir sorun, bir sınıflandırma ve diktatörlük.
Dünyanın hiçbir yerinde, hiç kimse iktidarı ortadan kaldıramıyor, eğip bükemiyor ve
öldüremiyor. Bu anlamda bir maksatlılık ve bir çözüm olasılığından yoksun
bırakıldığı zaman bile iktidarın kendi kendine, uyulması gereken temel bir kural’a
dönüştüğü görülmektedir –o hem herhangi bir şeye indirgenebilmesi olanaksız hem
de kendi kendini açıklayabilen ve dünya adlı denkleme bir yapı görünümü
kazandırabilen son terimdir. Foucault’nun sunduğu işte böyle bir iktidar tuzağı’dır.
Üstelik bu tuzağın içine yalnızca bir söylev aracılığıyla çekilmiyorsunuz. Oysa
Foucault’nun göremediği bir şey varsa o da iktidarın kesinlikle ortadan kaybolmuş
olduğudur. Kesinlikle Rönesans dönemindekine benzeyen “gerçek” bir perspektif
alan içinde yer almayan bu iktidar çözümlemesinin sunmuş olduğu perspektif bir
perspektif simülasyonudur. Böyle bir gerçeklik düzeyi ise ekonomik anlamdaki
biriktirimin gerçeklik düzeyini aşamamıştır –en büyük tuzak biriktirim denilen
şeydir. Zamanın, değerin ve öznenin biriktirilmesi, vb. Tüm yaşantımız gerçek ya da
olası bir biriktirim efsanesi ya da aksiyomu tarafından belirlenmektedir. Oysa biz
biriktirme ya da çoğaltmanın söz konusu olamayacağını ve aynen modern
megalopoller ya da aşırı yüklenmiş bellekler gibi, yalnızca stokların, kendi
kendilerini yiyip yutmakta olduklarını biliyoruz. Her biriktirme girişimi daha ortaya
çıkmadan önce bir boşluk* tarafından yutulmaktadır. (* İşte gerçekleştirilmesi
olanaksız bu biriktirme, yasal açıdan baskı altında tutmayı da olanaksız hale
getirmektedir. Çünkü baskı altında tutma biriktirimin tam tersi bir görüntü
sunmaktadır – o daha avantajlı bir durumdadır.) İçimizde eriyerek, ölüp giden ve
gerçekle, yaşamın baskısına karşı koymamızı kolaylaştırabilmek amacıyla bozguna
uğramış, yıkılmış ve tasfiye edilmiş bir şeyler vardır. Üretim sisteminin ta
derinliklerinde bulunan bir şeyler sonsuz üretim düşüncesine karşı direnmektedir –
zaten böyle bir direniş olmasaydı üretim hepimizi çoktan gömmüş olurdu. İktidarın
içindeki bir şeyler –burada iktidar olanlarla, iktidarın egemenliği altında bulunanlar
arasında hiçbir fark yoktur. Böyle bir ayrıma gitmenin artık bir anlamı kalmamıştır,
bunun nedeni rollerin değiş tokuş edilebilir olması değil ancak tersine çevrilebilen bir
biçim olarak iktidarın, tek yönlü bir uygulamasına karşı her iki taraftan da direniş
gösteren bir şeylerin bulunmasıdır. Aynen bir başka yerde üretimin sonsuza dek
sürmesine karşı çıkılmış olduğu gibi. Bu bir şeylerin adı “arzu” değildir. Zaten bu
yüzden iktidarın tersine çevrilemez olduğunu söyleyen mantık yaygınlaştıkça
iktidarın çözülüp, dağıldığı görülmektedir. İktidar çözümlemesinin gerçekten de
yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. İktidar sahibi olmak ya da olmamak,
iktidarı ele geçirmek ya da yitirmek, iktidarı ya da muhalefeti temsil etmek –eğer
iktidar denilen şey bunlarla sınırlı olsaydı, o zaman ortada iktidar diye bir şey
olmasına bile gerek kalmazdı. Foucault’nun bize söylediği başka şeyler de vardır.
Örneğin, iktidar görevini yapar, “o ne bir kurum, ne bir yapı ne de bir güçtür –iktidar
belli bir toplumda karmaşık bir stratejik duruma verilen ad’dır” –o ne merkezi, ne tek
taraflı, ne de egemen bir konumdadır. İktidar paylaşılan, yönlendirilebilen, vardiya
ve devretmeler yoluyla işgören bir şeydir. İçkin ve sınırları olmayan bir etki alanına
sahip, salt bir yayılma ve insanları büyüleme, mıknatıslama biçimi olarak iktidarın
hangi engele çarpmış olduğu ve nereye takılıp kalmış olduğu hala anlaşılamamıştır.
Eğer iktidar toplumsal denilen şeyin en ince ayrıntılarına kadar sızabilen bir şeyse, o
zaman iktidara karşı direnme denilen şeyin çok uzun bir süre önce ortadan
kaldırılmış olması gerekirdi. Yok, bunun tersine iktidar, eğer geleneksel bakış
açısının ileri sürdüğü gibi, tek taraflı bir boyun eğişin yarattığı bir şeyse o zaman da
(iktidarın) yine her yerde çoktan devrilmiş olması gerekirdi. Karşıt güçlerin baskısı
altında kalacak bir iktidarın çoktan çökmüş olması gerekirdi. Oysa “tarihi” bir iki
istisnanın dışında asla böyle bir şey söz konusu olmamıştır. “Materyalist” düşünce
için: nasıl olur da “egemenlik altında bulunan” bir kitle iktidarı hemen alaşağı
etmez(?) sorusu sonsuza dek çözümsüz kalabilir! Faşizm neden ortaya çıkmıştır?
Foucault’nun bu tek yanlı vardiya ve devretme terimleriyle açıkladığı iktidar
kuramının (zaten bu yüzden özellikle “devrimcilerin” kafasında bu düşüncenin
varlığını nasıl olup da hala koruyabildiğini anlayabiliyoruz. Çünkü onlar da iktidara
tek başlarına sahip olmak istiyorlar) bu naif ancak işlevsel bakış açısına karşı iktidar
mübadele edilebilen bir şeydir yanıtı verilebilir. Bu ekonomik anlamda bir değiş
tokuş değildir. Bu tersine çevrilebilen bir ayartma, bir meydan okuma ve bir
kurnazlık (yoksa öyle sonsuza dek uzanıp gidecek bir vardiya olayı değil) düzeni
anlamında değiş tokuş edilebilen bir iktidar anlayışıdır. Peki ya iktidar bu şekilde
değiş tokuş edilemezse? O zaman iktidar kendiliğinden ortadan kaybolmaktadır.
İnsanların iktidar tarafından ayartıldıkları düşüncesi doğru bir düşüncedir, ancak
bunun, iktidarın egemenliği altında bulunan bağımlılarla işbirliği yapan basit bir arzu
anlamına sahip olmadığını da belirtmek gerekir (çünkü böyle bir şey söylemek
iktidar başkalarının arzuları tarafından belirlenen bir şeydir demekle aynı anlama
sahip olmaktadır ki bu da insanları aptal yerine koymak demektir) –hayır, eğer
iktidar ayartabiliyorsa bunu kendi kendini yiyip bitiren ve üstüne minimal düzeyde
simgesel bir düzen oturtabildiği o tersine çevrilebilme özelliği sayesinde
gerçekleştirebilmektedir. Egemenle, bağımlı ya da kurbanla, cellât sayısı arasında
pek bir fark yoktur (oysa “sömürenlerle”, “sömürülenler” diye bir şey vardır ve bu
doğrudur. Hem biri hem de diğeri vardır. Bunun nedeniyse üretimin tersine
çevrilebilmesinin mümkün olamamasıdır. Zaten böyle bir şey mümkün olamadığı
için bu düzeyde çok önemli bir değişiklikle karşılaşılmamaktadır). Birbirlerine karşıt
mevziler söz konusu değildir çünkü iktidar dönüşümlü (çembersel) bir ayartma
düzenine sahiptir. İktidara özgü bir “yapıyla”, iktidara özgü bir “gerçekliğin” üzerine
oturtulmuş tek yönlü güç ilişkilerine asla yer vermeyen Foucault’nun iktidara bakış
açısı yine geleneksel görüşe uygun olarak sonsuza dek sürüp gidecek çizgisel ve bir
maksadı olan iktidar anlayışına da ters düşen, her tarafı ışınlarıyla aydınlatan ve bir
sarmal görünümüne sahip olan bir akış açısıdır. Aklın bize zorla kabul ettirmeye
çalıştığı bir iktidar anlayışı varsa o da: tek yönlü ve bölüşülen bir iktidar anlayışıdır.
Oysa gerçekler hiç de böyle değil. İktidar da dâhil olmak üzere hemen her şey kendi
sonunu merak ediyor, daha doğrusu (pek bir şey fark etmiyor ama) her şey belli bir
düzen içinde mübadele edilmek, tersine çevrilmek ve ortadan kaybolmak istiyor
(zaten bu yüzden gerçekten de baskı altında tutma ya da bilinçaltı diye bir şeyin var
olabilmesi mümkün değildir çünkü tersine çevirme ya da tersyüz etme diye bir şey
her zaman var olmuştur). Zaten hücrelerine kadar sızarak insanı ayartabilen şey de
budur. Zevk veren tek şey bu tersine çevirme olayı olmasına karşın, iktidar yalnızca
akla özgü belli bir hegemonik mantığı hoşnut etmeye çalışmaktadır. İktidar bundan
başka bir işe yaramamaktadır oysa ayartma böyle değildir. Ayartma iktidardan daha
güçlüdür çünkü o tersine çevrilebilme özelliğine sahiptir. Oysa iktidar ekonomik
değer gibi tersine çevrilebilmesi olanaksız ve onun gibi biriktirilerek çoğaltılan,
ölümsüz bir şey olmak istemektedir –gerçekle, üretim illüzyonlarının tümünü
paylaşan iktidar gerçek bir şey olmaya çabalarken, bu arada (ona muhalefet etmek
amacıyla bile olsa, kendisini çözümleyen kuramların da yardımıyla) farkında
olmadan iktidar adlı hurafeyle, iktidar adlı bir düşselliğin içine yuvarlanmaktadır.
Ayartmanın gerçekle bir ilişkisi yoktur. Ayartma asla bir güç ya da bir güç ilişkileri
düzeninde yer almamıştır. Zaten bu yüzden gerçek üretim süreci gibi, gerçek iktidar
süreci de ayartma tarafından sarılıp sarmalanmaktadır. Bu dur durak bilmeyen tersine
çevrilebilme özelliği sayesinde de iktidar ve üretim varlıklarını sürdürebilmişlerdir.
İktidarın gerisi hiçlik ve boşluktan ibarettir. Hatta bugün iktidarla, üretimin tam
merkezinde yer alan ve onları gerçekliğin yayabildiği soluk bir ışıkla aydınlatmaya
çalışan şey de yine bu hiçliktir. Bütün bunları tersine çeviren, yürürlükten kaldıran,
ayartan bir şeyler olmasaydı, onların bir gerçekliğin gücüne sahip olabilecekleri asla
düşünülemezdi. Zaten kimsenin gerçek denilen şeyle ilgilendiği falan yok. İşte bu
yüzden ölüm karşısındaki gerçeğin bir düş kırıklığı, bir biriktirme simülakrının
yaşandığı kusursuz bir hakikat alanına dönüştüğü görülmektedir. Bundan daha kötü
bir şey olabilir mi? Zaman zaman gerçekle, hakikatin büyüleyici bir görünüm
kazanmalarını sağlayan bir şey varsa o da bu görünümün gerisinde gizlenen bir
felaket düşüncesidir. Kendilerine iktidar, ekonomi, cinsellik dediğimiz şu çok önemli
“gerçek” dalgamotorların, insanların kafasında sürekli olarak tersine
çevrilebilecekleri ve başlarına her an için bir felaket gelebileceği düşüncesiyle,
bundan alınabilecek belirgin bir zevk düşüncesinin o gerçek dalgamotorlara sağlamış
olduğu büyüleyici destek olmadan, bu sonuncuların ayakta durabilmelerinin
imkânsız olacağı düşüncesi hiç aklınıza geldi mi? Özellikle günümüzde gerçek
dediğimiz şey bundan başka bir özelliğe sahip değildir. Gerçek: ölü materyal, ölü
bedenler ve ölü dil yetisinin stoklanması demektir. Bugün hala kendisinden
söz edilen bir gerçek stoğu (ben bir enerji stoğundan söz etmiyorum. Ekolojik
şikâyetlerin gerisinde, asıl fark edilmesi gereken şey: insanlığın gelecekte maddi bir
enerjiden çok gerçeğe ait enerji’den yani gerçeğin gerçekliğiyle, gerçeğin kapitalist
ya da devrimci bir anlamda ciddi olarak yönlendirebilmelerinin mümkün
olamayacağı bir gerçekten söz ediyorum) bizim rahatlamamıza neden olmaktadır.
Üretimin bir geleceği olmayabilir ama bu durum onun yerini cinsellik, söz ya da
arzunun alamsına engel değildir –çünkü her zaman için özgürleştirilecek, zevk
alınacak bir şeyler olacağı gibi, her zaman başkalarına tanınması gereken söz hakkı
türünden bir şeyler olacaktır. Zaten gerçek olarak nitelendirilen şey de bundan başka
bir şey değildir. Töz denilen şey budur. Stoklanmış gelecek budur. Öyleyse iktidar
budur. Maalesef değildir! Bir başka deyişle bu iş uzun süre bu şekilde devam
edemez. Çünkü zaman içinde kendi kendini yiyip tüketecektir. Bir yandan cinsellik,
iktidar gibi tersine çevrilmesi olanaksız bir süreç haline getirilmek istenirken, öte
yandan arzunun da tersine çevrilmesi olanaksız bir güç, bir enerjiye dönüşmesi
sağlanmak istenmiştir. (Söylemeye gerek var mı bilmem ama arzunun her zaman için
kapitalin yanı başında bir yerlerde bulunduğunu bilmeyen yoktur.) Çünkü genelde
bizim bakış açımıza göre yalnızca tersine çevrilemeyenin bir anlamı vardır: maddi
birikim, gelişme, üretim, değer, iktidar ve arzu’nun kendisi bile tersine çevrilmesi
olanaksız süreçlerdir (şu bizim ekonomik, politik, ya da cinsel düzenlerimize
şırıngalanacak çok küçük bir tersine çevirme dozunun bütün bunların anında
çökerek, yok olmalarına neden olacağı kesindir). Bugün cinselliğin insan
bedenleriyle, kalpleri üzerindeki efsanevi otoritesinin kökeninde de bu olay vardır.
Ancak bu olay hem üretim adlı kocaman yapının hem de cinselliğin en hassas
noktasını oluşturmaktadır. Ayartma, üretimden daha güçlüdür. Asla cinsellikle
karıştırılmaması gereken ayartma, cinsellikten de daha güçlü bir şeydir. Ayartma,
genellikle indirgenmeye çalışıldığı o cinsellik süreci içinde yer alan bir şey değildir.
Ayartma dönüşümlü olma özelliğine sahip, tersine çevrilebilen bir meydan okuma,
bir anlamsız vaat yarışı ve bir ölüm sürecidir. Buna karşın ayartmanın indirgenmiş ve
arzuyla ilgili enerji terimleri tarafından belirlenmiş biçimineyse cinsellik
denilmektedir. Üretim ve iktidar sürecine hile hurdayla katılmaya çalışılan bir
ayartma süreci vardır. Her tersine çevrilmesi olanaksız süreçte minimal düzeyde bile
olsa karşılaşılan ve bu süreci için için kemirerek hiç belli etmeden parçalayan ve yine
bu süreç aracılığıyla minimal düzeyde bile olsa insanın her zaman zevk almasını
sağlayan küçücük bir tersine çevrilebilirlik saldırısıyla karşılaşabilmek mümkündür.
Bunlardan yoksun bir süreç anlamsız bir sürece dönüşecektir, zaten çözümlenmesi
gereken de işte bu süreçtir. Bunu yaparken de üretimin her yerde ve her zaman
ayartmayı yok etmeye çalışarak, onun yerine güç ilişkileri ekonomisini yerleştirmeye
çalışacağını; cinsellikle, cinsellik üretiminin ayartmayı gördükleri yerde yok etmeye
çalışarak, onun yerine arzu ilişkileri ekonomisini koymak isteyeceğini de
unutmamalıyız. “When Jesus arose from the dead, he became a Zombie.” “İsa
dirildiği zaman bir Zombi’ye benzeyecektir.” (Graffiti – WATTS, Los Angeles)
“Mesih, artık kendisine gerek duyulmadığı bir anda gelecektir. Kıyamet Günü değil,
bir sonraki gün gelecektir.”
Kafka Böylelikle insanlar Mesih’i yalnızca bir sonraki gün değil, bir sonraki günden
sonra gelen bütün günler boyunca bekleyeceklerdir. Oysa bu arada O gelmiş
olacaktır. Ya da bir başka örnek verelim. Tanrı’nın ölmüş olduğu O’nun ölümünden
çok sonra anlaşılacaktır. Aradaki ışık yılları nedeniyle aynı olayın bir yıldızdan
diğerine değişik anlamlara sahip olması gibi – Mesih’in geliş tarihiyle, olay tarihini
birbirinden ayıran ışık yılları türünden bir şey. Yapılması gereken bir Devrim’i
yapılması gereken tarihten çok sonraki bir tarihte gerçekleştiren devrimciler gibi,
daha doğrusu onlar uygun bir Devrim tarihi saptamaya çalışırlarken bir de bakacaklar
ki Devrim kendi kendine gerçekleşivermiş. İşte bu yüzden onların Devrim yaptıkları
gün, Devrim yapmanın bir anlamı kalmamış olacaktır. Bu türden bir Devrim ise
ancak ve ancak olup bitmiş bir şeylerin göstergesi olabilir yoksa olacakların değil.
Mesih’le Devrim’in her zaman gecikmeli olarak gelmelerine, bir gölge gibi geride
kalmalarına ve olup bitmiş bir gerçekliğin sonucu gibi algılanmalarına neden olan
Mesih’in geliş tarihiyle, Devrim’in gerçekleştirilme tarihi bu kadar anlamsız
mıdırlar? Çünkü var olabilmek için şeyler asla bir Mesih ya da bir Devrim’e gerek
duymamışlardır! O zaman da devrim: gününden önce gerçekleştirilmiş ve
gerçekleştirildiği günden önceki gün bir anlama sahip olup, gerçekleştirildiği gün bir
anlamı kalmayan bir şey anlamına gelecektir. Zaten Devrim’in yapılış amacı da
Devrim yapmanın bir anlamı kalmamış olduğu gerçeğini gizleyebilmektir. Gerçekten
de devrim, kendisi için ön görülen tarihten çok önce gerçekleşmiştir. Hayır, benim
sözünü ettiğim şey burjuva ya da komünist değil, kısaca olup bitmiş olan devrimdir.
Bir başka deyişle onlar bütün bir dönemin sona erişinin farkına bile varamamışlardır.
Onlar çizgisel bir devrim oyunuyla meşgulken, Devrim o sıralarda, aynen eğik bir
aynanın yüzeyinde elleriyle, ayakları birleşen yalancı mermerden yapılmış melek
heykelcikleri gibi kendi simülakrını üretebilmek amacıyla, kendi üzerine doğru
eğilip, bükülen bir çizgiye benzemekteydi. Simülasyon aracılığıyla yinelenen bir şey
sona ermiş, hükmü kalmamış bir şeydir. Böyle bir yineleme bir dönemin sonunun
gelmiş olduğunun göstergesidir. Aynen gelmesi gereken günden bir sonraki gün
gelen Mesih olayında olduğu gibi, gerçeklik denilen oyun, şeylerin akışında gereksiz
bir yinelenmeye neden oluyorsa, bu onun, hakikat adlı ufukta bir döneme ait her
şeyin ortadan kaybolmadan önce bir kez daha bir simülakrlar oyunu içinde yer
aldıktan sonra yok oluşlarını kanıtlayan bir gösterge olduğu anlamına geldiğini
gösterir. Öyleyse iktidarın peşinde koşmanın ya da iktidar üstüne bitip tükenmek
bilmeyen söylevler çekmenin bir anlamı yoktur. Çünkü iktidar da bundan böyle
kutsal görünümler düzeninin içinde yer alarak, ortada bir iktidarın bulunmadığı
gerçeğini gizlemeye ya da daha doğrusu bunun doruk noktası aşılıp geçilmiş bir
politika olduğunu ve iktidarın bir simülakr şeklinde tersine çevrilme adlı, iniş olarak
nitelendirilebilecek bir döneme girmiş olduğunu göstermekten başka bir işe
yaramayacaktır. Tıpkı sırrın çözülememesi gibi, iktidarın da ele geçirilmesi söz
konusu değildir. Çünkü iktidarın sırrıyla, sırrın sırrı aynı şeydir yani iktidarın sırrı
diye bir şey yoktur. Aynı dönemi kapsayan sürecin diğer cephesinde yani gerçeğin
çökmeye başladığı bir sırada işlemsel olabilen tek şey: sahneye konulmuş bir sır ya
da iktidardır. Oysa bu, yüzyıllardır dur durak bilmeden genişleyerek, yayılan bir
iktidar tözünün aniden için için kaynamaya başlamış olmasının yanı sıra iktidar
alanının yani şu en büyük yıldınız önce cüce bir kızıl yıldıza sonra da gerçeğe ait
tözün tamamıyla, onu çevreleyen enerjilerin tamamını yutan bir kara deliğe, bir
başka deyişle şu yoğunluğu altında ezilmekte olduğumuz toplumsal adlı tek bir
göstergeye dönüşmekte olduğunun göstergesidir. Gerçekten de iktidar ne bir süreç,
ne bir yapı, ne bir töz, ne de bir güç ilişkisidir –iktidar bir meydan okumadır. İlkel
toplumlarda hiçbir şey söylememiş olmak için konuşan iktidar kuklasından
günümüzdeki iktidarın yokluğunu gizlemeye çalışan iktidara gelinceye kadar çok
uzun bir dönem aşılıp geçilmiştir. Bu dönemin adıysa: bir karşılıklı (ikili anlamında)
meydan okuma dönemidir. Bütün bir topluma meydan okuyan iktidara karşılık,
toplum da iktidarı ellerinde tutanlara meydan okumaktadır. İktidarın yok olması ya
da iktidarın sırrı bu hikâyenin içinde yer almaktadır. Kapital’in gerçek tarihine
gelince, Materyalist eleştiri düşüncesinin tek amacı kapitali durdurmak, onu
ekonomik ve politik anlamda rasyonelleşmiş olduğu bir aşamada dondurabilmektir.
Beşiği, büyüleyici bir diyalektik tarafından sallanan kapitalin “Ayna Evresi”.
Diyalektik bu evrede kendisine karşı koyan her şeyi doğal olarak dondurmaktadır.
Neyse ki kapital bu modelin içine sıkışıp kalmamış, irrasyonel bir atılımla
materyalist eleştiriyi aşıp geçerek, onu, bulunduğu yerde o nostaljik diyalektiğiyle,
anlamını yitirmiş devrim düşüncesinin üzerine iki büklüm olmuş bir vaziyette
bırakmıştır. Böyle bir materyalist düşüncenin gerçekte marksist kuramın oldukça
yüzeyselleşmiş olduğu bir ana denk geldiği görülmektedir. Materyalist düşünce bu
aşamada bir fren, ölçülü bir toplumsallıkla, ideal bir toplumsal gerçeklik içindeki
derin bir çatışmayı nötralize etme girişimi olmanın yanı sıra toplumsalın kendisine de
bir meydan okuma biçimidir. Eleştirel düşüncenin tutucu ipoteğinden bir kez
kurtulduktan sonra günümüzde nihayet aşırı uçların çatışmalarına tanık
olunmaktadır. Çatışan yalnızca toplumsal güçler değil (ancak tek bir büyük
toplumsallaşma modelinin egemen olduğu) aynı zamanda biçimlerdir. Bu çatışmaysa
toplumsalın ölümüyle sonuçlanabilir –kapitalin biçimiyle, kurban etmenin biçiminin
yanı sıra değerle, meydan okuma biçimleri. Toplumsa bile yıkılması ve bir
simülasyon modeline indirgenmesi gereken bir biçim olmalıdır –kapitalin zorla,
vahşi bir şekilde yerli yerine oturttuğu ve eleştirel düşüncenin de daha sonra
idealleştirmiş olduğu ve halen tarih boyunca kimin kendisine karşı gelmiş ve bugün
de hiç zorlanmadan ezip geçmiş olduğunu bilmediğimiz değerin stratejik değeri adlı
biçim. Bütün iktidarlar bu temel meydan okuma biçimini güç ilişkileri –
egemen/bağımlı, sömüren/sömürülen- denilen şeyin arkasına gizlemeye çalışırlarken
bu arada tüm direnişler de bir cephe ilişkisi şekline sokulmak istenmiştir (mikro-
strateji boyutuna indirgendiği zaman bile Foucault’da egemen olan anlayış budur.
Gerilla denilen yap-boz oyunu yerini bir çıkarlar mücadelesine bırakmaktan başka bir
şey yapmamıştır). Çünkü güç ilişkileri terimleriyle konuştuğumuz zaman, bu işten
her zaman için kazançlı çıkacak olan taraf iktidar olacaktır. İktidarlar devrimler
aracılığıyla el değiştirse bile hiçbir şey değişmeyecektir. Oysa bugüne kadar hiç
kimsenin aklına iktidar adlı gücün büyüsünü bozma gibi bir düşüncenin gelmemiş
olması insana pek de inandırıcı gelmemektedir. Buna karşın kesinlikle herkesin,
iktidarın, kişisel olarak kendisine karşı bir meydan okuma, bir ölümüne meydan
okuma olduğu konusunda son derece bilinçli olduğu ve bu meydan okumaya bir
karşı-meydan okumayla yanıt vererek iktidarın mantığını çökertebileceğini ya da
daha iyisi onu dönüşümlü (çemberleşen) bir mantığın içine sokabileceğini bildiği
görülmektedir. Tarih boyunca sayısız örnekleriyle karşılaşılmış olan bu politik,
diyalektik ve stratejik olmayan gücün karşı-meydan okuma biçimiyse: iktidarı en
ufak ayrıntılarına kadar iktidarın gereklerini yerine getirmeye zorlama şeklinde
gerçekleştirilen bir meydan okumadır ki bu da bağımlı durumunda bulunanların
ölümü anlamına gelmektedir. Bu total, tersine çevrilemeyen, hayâsız ve şiddete
başvurma konusunda sınır tanımayan bir iktidar olma biçimine karşı bir meydan
okumadır. Hiçbir iktidar işi bu noktaya kadar götürmeye cesaret edememektedir
(çünkü bu durumda kendisinin de yok olması kaçınılmazdır). Zaten böyle bir meydan
okumaya bir karşılık veremeyen iktidar yavaş yavaş çökmeye başlamaktadır. Bir
zamanlar iktidar, bu kendisinden kaçamadığı simgesel oyun kuralları çerçevesi içinde
kurban edilmeyi kabul ediyordu. Bu dönemlerde iktidar, kurban edilmesi gerekenin
kısa süreli ve ölümlü olma gibi bir niteliğe sahip olmasını gerektiriyordu. Ancak bu
oyun kuralından kaçmaya çalıştığı yani simgesel bir iktidar olmaktan vazgeçerek
politik bir iktidara dönüştüğü ve bir toplumu egemenliği altında tutma gibi bir strateji
gütmeye başladığı zaman bile, simgesel meydan okuma, politik denilen iktidarın
korkulu rüyası olmayı ve politik gerçekliği bozguna uğratmayı sürdürmüştür. Bu
meydan okuma yöntemiyle indirilmiş bir darbe sonucunda, bugün, politik tözün
tamamen çökmekte olduğunu görüyoruz. Artık öyle bir noktaya geldik ki kimse ne
iktidara sahip olmak ne de iktidar ilmiğini boynuna geçirmek istiyor. Bu davranışın
nedeni tarihsel zayıflık ya da bir karakter zayıflığı değildir. Bunun nedeni iktidarın
sırrı diye bir şeyin kalmamış olması ve hiç kimsenin artık bu meydan okumaya bir
karşılık vermek istememesidir. Bu düşüncenin ne kadar doğru bir düşünce olduğunu
yani iktidarın geberişini bizzat yaşayarak görmek istiyorsanız onu iktidarda kalmaya
zorlayın yeter. İktidar bu bir stratejiye benzemeyen “stratejiye” karşı her türlü önlemi
alarak kendini korumaya çalışmıştır (zaten bu iktidar olmak anlamına geliyordu).
Demokratik olmayı denedi, özgürlüklerden yana olmayı denedi, bayağılaşmayı ve şu
son zamanlarda da merkeziyetçi olmaktan kaçmayı ve mülki yetkilerini
paylaştırmayı denedi, vb. “Güç ilişkileri”nin politik kurnazlıklar tarafından tongaya
düşürülerek, nötralize edildikleri bir sırada; o inanılmaz yalınlıktaki karşı meydan
okuma biçimi ancak iktidara sahip olduğu zaman bu meydan okumadan
vazgeçmektedir. Bugüne kadar hep strateji ve güç ilişkileri terimleri aracılığıyla akıl
yürütülmüş olduğundan, ezilenlerin ezilmekten kurtulabilmek ya da iktidarı ele
geçirebilmek amacıyla umutsuz bir mücadele içine girmiş oldukları düşünülmektedir.
Meydan okumanın o fantastik gücünün sahip olduğu boyutları ölçmek, hiç kimsenin
aklının ucundan bile geçmemiştir. Çünkü bu, bir sürekliliğe sahip, görünmeyen bir
güçtür (üstelik bu güç çok büyük çapta eylemlere dönüşüp, yayılabilmektedir ancak
bunlar genelde “amaçsız, süreleri belli olmayan ve bir gelecek beklentisine sahip
olmayan eylemlerdir”). Çünkü bu meydan okumanın bel bağladığı büyük umutlar
yoktur –oysa umut önemsiz bir değerdir, tarihin kendisi bile zaman içinde önemini
yitirmiş ve amaçla, araçlar arasına sıkıştırılarak çarpıtılmış olan bir değerdir. Tarihi
bir önem ya da değere sahip tüm iddialar açıklanabilen, tartışılabilen ve diyalektik
olan iddialardır. Oysa meydan okuma bir diyaloğun tam tersi olan bir şeydir.
Diyalektik olmayan ve açıklanabilmesi imkânsız bir alan görünümüne sahiptir.
Meydan okuma ne bir araçtır ne de bir amaç. O politika alanına, kendi yaratmış
olduğu alanla karşı çıkmaktadır. Ne uzun vadeden haberi vardır ne de orta vadeden.
Onun bildiği bir şey varsa o da verilmesi gereken yanıtın ya da ölümün anındalığıdır.
Tarih de dâhil olmak üzere çizgisel bir özelliğe sahip olan her şeyin bir sonu varken
onun bir sonu yoktur çünkü o sonsuza dek tersine çevrilebilecek bir şeydir. Ona bu
müthiş gücü* kazandıran şey de işte bu tersine çevrilebilirliktir. Hiç kimse iktidarın
bu politik olmayan yüzüyle yani bu simgesel olarak tersine döndürülebilme
özelliğiyle bugüne kadar ciddi bir şekilde ilgilenmemiştir. Oysa sonuç olarak
iktidarın (merkezi, yasal ya da polise dayalı) politik tanımı konusunda haklı olarak
belirleyici bir rol
oynamış olan bir şey varsa o da her zaman için işte bu karşı-meydan okumayla, bu
tanımlanamazlıktır. Toplumsalın içinde yer alan bir kambur gibi algılanan ya da
ortalığa dağılmış zerreciklerin baskınına uğramış ya da bir “üzüm salkımına
benzeyen”, rastlantılardan oluşan bir yapı (mikro-fizik ya da enformasyon
kuramlarından transfer edilebilecek herhangi bir terimi iktidar ya da arzu alanlarına
uyarlayabilirsiniz) sunan güncel iktidarı hala o güç belirlemektedir –bu Foucault
usulü yönlendirici, çağrıştırıcı ve bir konuşma ustalığına dayanan bir iktidar evresidir
–buna karşın Foucault’nun gerçekleştirdiği baskıcı merkeziyeti tersine çevirerek,
olumlu yönde ilerleyen bir iktidar haline getirmesi bu evrede karşılaşılan olaylardan
yalnızca biridir. Çünkü burada politik bir söylevin dışına çıkılması söz konusu
değildir –Foucault “politik söylevden kurtuluş yok” demektedir-. Oysa burada söz
konusu edilen şey radikal bir politika tanımının yanı sıra onun artık var olmadığını,
bir simülasyona dönüşmüş olduğunu kavramak ve bu noktadan hareketle iktidar
aynaya baktığında hiçbir yansımayla karşılaşmamasının neye bağlanması gerektiğini
anlayabilmektir. Simgesel şiddet her türlü politik şiddetten daha baştan çıkartıcı bir
şeydir. (* Bu güç bizim cinsel kültür tarihimiz boyunca hiç kuşkusuz kadının, erkek
üzerinde bıraktığı etkinin aynısıdır. Kadının zevk alma konusunda kendisine meydan
okuyarak egemenliği altına almış olduğu erkeğe karşı cinsel ilişkiye girmeyle, zevk
alma hakkını tek taraflı olarak kullanması. Kadınların sahip oldukları bu cinselliği
denetim altında tutma haklarıyla, zevk vermeyi reddetmeleri, hiç kesintiye
uğramadan sürüp giden bir tersine çevirme olayı, sürekli olarak yanıtsız kalan bir
cinsel iktidar sorusu, “güçlü” görünen taraf olan erkek üzerinde her zaman için
kesinlikle karşılık veremeyeceği inanılmaz bir baskı unsuru olmayı sürdürmüştür ya
da bu baskı erkeği cinsiyet ayrımı denilen şeye doğru sürüklemiştir ki bu olay
kendisiyle birlikte tüm geleneksel cinsellik anlayışını da peşinden sürükleyerek bu
meydan okumanın karşısında –yoksa kesinlikle bir kadın özgürlüğü hareketinin
baskısı nedeniyle değil- çökmüş durumdadır.) Sınıflararası mücadelenin gerçek
tarihine gelince, gerçekten yaşanmış tarihi anlar varsa bu yalnızca bağımlı denilen
sınıfın “bir sınıf olarak” kendi kendini yadsıyıp, bir hiç olduğunu kabul ederek
girişmiş olduğu mücadele anlarıdır. Marx, bu bağımlı sınıfın günün birinde ortadan
kaybolmak durumunda kalacağını söylemişti ancak bu bile politik bir görüştür. Oysa
bir sınıfın kendisi ya da bir kesimi radikal anlamda bir sınıf –olmamaya çalıştığı, bir
sınıf olmayı yadsıdığı, bir başka deyişle kapitalin o tehlikeli yapısı içinde kendi ölüm
sahnesini hemen oynamak ve politik anlamda sınıfsal bir egemenliğe sahip olup,
bunu genişletmeye çalışmak yerine aniden için için bir kaynama süreci içine
girdiğinde ortaya: 1848 Haziran’ı, Commune (Komün) ya da 1968 Mayıs’ı gibi
sonuçlar çıkmıştır. Hiçliğin sırrı, (bizim dışa dönük patlama düşüncesine dayalı
devrimci düşünme biçimimizin tersine) için için kaynamanın o inanılmaz gücü –
(Paris’te) 3 Mayıs (1968) öğleden sonra Quartier Latin’i görecektiniz! Çoğu kez
iktidar bile kendi kendini bir iktidar olarak görmemiştir ve büyük politikacıların
sahip oldukları bir sır varsa o da iktidar diye bir şeyin var olmadığını biliyor
olmalarıdır. İktidarın aynen bir Rönesans dönemi resmi gibi üç boyutlu bir
simülasyon alanı olduğunu biliyor olmalarıdır. Eğer iktidar ayartıcı olabiliyorsa
bunun nedeni (naif gerçekçi bir politika anlayışına sahip olanlar böyle bir şeyi asla
kabul etmeyeceklerdir) iktidarın bir simülakr oluşu, göstergelere dönüşebilme
özelliği ve göstergeler aracılığıyla yaratılabilmesidir (işte bu yüzden parodi,
göstergelerin tersine döndürülmesi ya da gereğinden çok üretilmesi iktidarı herhangi
bir güç ilişkisinden çok daha derinden etkileyebilecektir). İktidarın yokluğu adlı bu
sırra ancak büyük politikacılar vakıf olabilmişlerdir. Onların yanı sıra büyük
bankacılar da bu sırra vakıftırlar çünkü onlar için de paranın hiçbir anlamı yoktur,
para diye bir şey yoktur. Bu aynı zamanda büyük tanrıbilimcilerin vakıf oldukları bir
sırdır: Tanrı diye bir şey yoktur, Tanrı ölmüştür. Bunu bilmek onların inanılmaz bir
güce sahip olmalarını sağlamaktadır. Bu sırra vakıf olan ve bu yüzden kendi kendine
meydan okuyabilen bir iktidar işte o zaman gerçek anlamda egemen bir konuma
sahip olabilmektedir. Bu davranış biçiminden vazgeçerek bir hakikat, bir töz, (halkın
iradesini, vs.) temsil etme hakkına olduğunu ileri sürmeye kalkıştığı andaysa
egemenliğini yitirmekte ve karşısındakiler onu ölüme gönderecek bir meydan okuma
eylemini gerçekleştirerek, iktidarı bu kendini beğenmişlik sürecinin içine
hapsetmekte ve orada kendi kendini bir töz gibi görme düşüncesi yani, irrasyonel bir
düşünce biçiminden kurtararak, hiçliğinin ve ölümlü bir şey olduğunun bilincine
varıncaya kadar da bu işi sürdürmektedirler. Eskiden bu sırrın varlığını unutan şefleri
öldürüyorlardı. İktidardan bu kadar çok söz edilen bir yerde, iktidar diye bir şeyin
olabilmesi mümkün değildir. Keza Tanrı konusunda da benzer şeyler söylenebilir.
Tanrı’nın ölümünden bir önceki evre Tanrı’nın her yeri kapladığı ve her yerde
olduğu evredir. Bu iktidar konusunda da böyledir. İktidar bir hayal, bir hayalet, bir
müteveffadır –Kafka’nın sözleri de zaten kelimesi kelimesine bu anlama sahiptir:
gelmesi gerektiği günden bir sonraki gün gelen Mesih, ölüler arasında yeniden
yaşama dönmüş bir Tanrı –bir zombi’den başka bir şey olamaz-. İktidardan bu kadar
çok ve güzel bir şekilde söz ediliyor olması, çözümlemedeki titizlik ve mikroskobik
bakış açısının bile bir nostalji efektine dönüşmesine yol açmaktadır. İşte tam da bu
noktada hemen her yerde iktidarın, kendisine ikinci bir yaşam hakkı tanıma adına,
ayartmayla çiftleştirilmesine –bu günümüzde sanki bir zorunluluğa dönüşmüş
gibidir- tanık olunmaktadır. İktidara taze kan sağlayan şeyin adı arzudur. Oysa arzu
bile, toplumsalın ta derinliklerinde yer alan bir tür arzu efektinden başka bir şey
değildir. Tarihin ta derinliklerinde bir yerlerde bulunan bir strateji efekti gibi bir şey.
Her nedense Foucault’nun sözünü ettiği iktidar“lar” da işte tam bu noktada ortaya
çıkmaktadırlar. Bu iktidarların ise her nedense sıcak bedenler, bir içeriğe sahip
söylevler ve üretilmiş jestler üzerine yapıştırılmış, aşılanmış oldukları görülmektedir.
Bu daha güzel konuşabilen, daha sinsi ve daha kurnaz stratejinin, burada da iktidarı
tarihten uzaklaştırarak, ayartmaya yakınlaştırma gayreti içinde olduğu görülmektedir.
Gerek uygulama, gerekse kuramsal açıdan iktidar evrensel düzeyde büyüleyici olan
bir şeydir. Ancak ölü bir iktidar bu kadar etkin bir büyüleyiciliğe sahip olabilir. Ölü
bir iktidar ise: daha önce karşılaşılmış olan tüm iktidar biçimlerinin müstehcen ve
parodik bir yöntemle aynı anda yeniden yaşama döndürülme efekti olarak
tanımlanabilir –aynen cinselliğin pornografi aracılığıyla yeniden yaşama
döndürülmeye çalışılması gibi. Ölümün nefesini enselerinde hisseden tüm büyük
gönderen sistemleri (din, cinsellik, politika, vb.) sonunda kendilerini bir zamanlar
belirlemiş olan temsil etme ve şiddet biçimlerinin azmasına neden olmaktadırlar.
Örneğin faşizm, hiç kuşkusuz, politik iktidarın umutsuzca girişmiş olduğu ilk
“yeniden yaşama dönme” (revival) hareketinin ilk müstehcen ve pornografik
biçimidir. (XIX. ve XX. yüzyıllar boyunca anlamını yitirmiş olan temsil etme
biçiminin) rasyonel temellerini sarsan bir iktidarın vahşi bir şekilde yeniden
canlanması. Bu temellerinden oynamış ve bir sözleşmeye dayanan, rasyonel bir
toplumda toplumsalın vahşi bir şekilde yeniden hareketlenmesi demektir –oysa
faşizmden başka büyüleyici bir modern biçim yoktur. Çünkü Makyavel’e özgü
iktidar anlayışından bu yana bir meydan okuma biçimi olmanın yanı sıra, her türlü
politik “hakikat”le alay edip, ölümü (kendi ve diğerlerinin ölümünü) göze alan bir
iktidar olma iddiasıyla ortaya çıkmış olan tek modern iktidar biçimi: faşizm’dir.
Ölüme meydan okuma iddiasıyla ortaya çıktığı için de o tuhaf denilebilecek
toplumsal muvafakati sağlayabilmiş ve iktidara karşı direnme diye bir şey
görülmemiştir. Bütün simgesel direnişler neden faşizme teslim olmuşlardır? -Bu,
tarihte eşi benzeri görülmemiş tek olaydır. Bunu hiçbir ideolojik mistifikasyon ya da
Reich usulü bir cinsel baskı altında tutma düşüncesi açıklayamaz. Yalnızca bir
meydan okuma olayı bu türden bir yanıt verme tutkusunun (onaylama anlamında
yanıt verme –çn) oluşmasına neden olabilir. Ancak böylesine saçma, ters etki yapan
bir rıza gösterme oyunu, her türlü direnişin ortadan kalkmasına neden olabilir. Zaten
faşizm halen çözülmemiş bir bilmece olarak kalmayı sürdürmektedir. İnsanlar bir
meydan okumaya neden karşılık verirler? Bu gereksinimi neden duyarlar? Neden
oyunu karşımızdakinden daha iyi oynayabileceğimizi düşünüp, böylesine nedensiz
bir buyurma olayına karşı tutkuyla yanıt verme gibi bir zorunluluk hissediyoruz?
Faşist iktidar ölümün o ritüel itibarından yeniden yararlanmayı becerebilmiş olan tek
iktidardır. Ancak bu işi (işte burası çok önemlidir) hile ve ölüm bir simülakr olarak
yeniden ortaya çıkmanın yanı sıra anlamsız boyutlara varan abartılı vaatler ve bir
sahneye koyma yöntemine başvurarak yapmıştır. Bu işi daha önce Benjamin’in
söylemiş olduğu gibi estetik – yoksa gerçekten bir kurban verme töreni şeklinde
değil- bir yönteme başvurarak yapmıştır. Faşist politika daha ortaya yeni çıkmış
olduğu günlerde bile bir ölüm estetiği, retro olarak nitelendirilebilecek bir estetiğe
sahiptir. O günden bu yana retro olan her şey faşizmden ancak daha önce yaşanmış
bir müstehcenlik ve şiddet; daha önce tutucu olmuş ve daha tarih sahnesine çıkmış
olduğu anda aşılıp geçilmiş bir iktidar ve ölüm senaryosu olarak esinlenebilir.
Kafka’nın dediği gibi, Mesih’in ortaya çıkmış tarihiyle ilgili sonsuza dek sürüp
gidecek olan bir gecikme olayı. Neye benziyorsa onun göstergesinden başka bir şey
olmayan bir iktidarın sonsuza dek sürüp gidebilecek içsel simülasyonu. “Mikro”
faşizmlerle, “mikro” iktidarların gündemde olduğu bu günlerde aynı retro nostalji ve
aynı simülasyon olayıyla karşılaşılmaktadır. “Mikrolaştırma” işlemi faşizme bir
çözüm getirmediği gibi onun hızını kesip, devrini yükseltmekten başka bir işe de
yaramamaktadır. Mikrolaştırma işlemi çok karmaşık bir ölüm ve simülasyon
senaryosunu, “temel işlevi ihbarcılık olan” basitleştirilmiş bir “yüzer gezer
gösterene” dönüştürmektedir (Foucault). Bir başka temel işlevi de tanıklık olan bir
gösteren. Çünkü mikro düzeyde bile olsa faşizmin geri çağrılması (aynen iktidarın
geri çağrılması gibi) politikanın, politik bir hakikatin nostaljik denilebilecek türden
bir tanıklık yapmak üzere geri çağrılmasının yanı sıra iktidar ya da faşizmin
paranoyak bir kaza eseri olduğunu tekrarlayıp duran bizim gibi insanların, farkında
olmadan arzu varsayımını yaşatmasına neden olmaktadır. İktidar her halükârda bir
yanılgıdır. Hakikat her halükârda bir yanılgıdır. Her şey belli bir biriktirim, bir
iktidar ya da bir hakikat döneminin şimşek kadar kısa süren bir özeti içine
yerleştirilmiştir. Bu özetlenmiş dönemde tersine çevrilme ya da yıkıcılığa asla yer
verilmemektedir. Çünkü bu dönemin yaşama geçirilmesi gerekmektedir. Oysa bu bir
anlık bir şeydir. Bu bir anlık özetse ölüm demektir.

You might also like