Professional Documents
Culture Documents
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
AK PARTİ
Siyaset Akademisi
Ar-Ge Başkanlığı
Aralık 2009
Baskı
Semih Ofset
www.semihofset.com.tr
İÇİNDEKİLER
4
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
POLİTİKA/CUMHURİYET’İN TEMELLERİ1
POLİTİKANIN NEDENLERİ
Prof.Dr. Naci BOSTANCI
Çocuk muhayyilesiyle seçimlere ilişkin ilk hatırladığım gösteri 1969’a aitti. Okula gitmek
için her zaman ordan geçerken görürdüm; Türkiye’nin iki büyük partisinin ilçe binaları,
kasabanın küçük meydanında birbirine bakar ve tahta balkonlarından unutulmuş bir
çamaşır gibi tozlu bayrakları dalgalanırdı.
O gün meydanda bağrışıp çağrışan öfkeli bir kalabalık toplanmıştı.
Tuhaftılar, delirmiş gibiydiler.
İri iri açılmış gözler, gergin ağızlar, haykırmalar ve dinmek bilmeyen bir hareketlilik.
Nihayet aralarından bir kaçı ikinci kattaki parti binalarından birine tırmandı, alkışlar ara-
sında parti bayrağını balkondan söküp aşağıya attı. Kalabalık çıldırmış gibi bir süre bay-
rağın üzerinde tepindikten sonra rahatlamış, gevşemiş, yumuşamış, adeta özgül ağırlığı-
nı kaybetmiş bir halde dağıldı. Geriye camları kırılmış, bayrağı parçalanmış, bir toplumsal
öfkenin hedefi olmuş “bina” kaldı.
Küçük bir kasabanın, hele hele 1960’ların küçük bir kasabasının maddi zemininde bir-
birlerinden farklı olmalarına imkân bulunmayan, aksine birbirinin kopyası bir gündelik
hayatı yaşayan ve neredeyse akraba derecesinde tanışan bu insanlardaki “öteki”ne yö-
neltilmiş öfke nasıl çözümlenebilirdi?
Bu öfke birikimi; zorunlu olarak alış-verişlerini yaptıkları yegâne bakkaldaki karşılaşmala-
rından ya da meydana bakan yegâne salaş kahvehanede oturup, kırk yılın başı meydanı
dolanan bir yabancıyı aynı kafa hareketiyle takip etmelerinden kaynaklanıyor olmazdı.
Yine bu öfkeyi “fazla cereyan masarifi olmasın diye düşük voltlu ampullerle aydınlat-
tıkları” evlerin kasaba tuhafiyecisinin getirdiği iri güllü perdelerden dışarıya yansıyan
hüzünlü benzerliğinde mahremiyetini yitirmiş, şeffaflaşmış, ihtiraslara imkân vermeyen
odalarından biriktirmiş olamazlardı.
Daha başka bir şey olmalıydı.
Sonradan anladım ki, o “başka bir şey” gündelik hayatın evreninin dışında, kendi başına
ayrı bir evren oluşturan sembollerin dünyasıydı.
Gerçek hayatları aynı olsa bile zihinlerinde politik semboller üzerinden canlandırdıkları
dünyaları ayrıydı. İki büyük parti, sembolleriyle tezyin ettikleri kolektif imgelerini en ücra
yerlere kadar taşımışlar, oradaki insanların dünyayı algılama biçimlerinde ciddi bir yer
işgal etmeye başlamışlardı.
Küçük meydanda, bir seyir nesnesi olarak aynı küçük havuzu paylaşan, ikisi de ikinci
katta bulunan, kerpiç ve ağaç karışımı binaların aynı şekildeki balkonlarında kasabanın
1 İlk yayınlandığı yer: Siyasetin Arka Yüzü, Alternatif Yayınları, 2002
5
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
tembel rüzgârının aynı şekilde savurduğu bayraklarıyla bu partiler, kapısından giren in-
sanların farksızlığına rağmen sembollerle çizilen bir sınıra sahiptiler.
Muhayyel ekvator çizgisi gibi bu sınırı ne çizmişti? Belki benzerliğin öldürücülüğüne karşı
bir hayat girişimi olarak bu sınıra sarılmışlardı. Belki yabancı olan her şeyi merak haline
dönüştüren bu yeknesaklıktan kaçış arzusu, politikanın “biz” fantezisindeki farklılaşmayı
bir can simidi olarak görmüştü. Yaşamı hissedebilmenin yolu “sınırsız benzerliğin haya-
ta kanıt sunmayan ikliminden” çıkıp bir fail olarak kendiliği keşfetmekten geçiyordu ve
bunun şartı aynı evrende bir sınıra sahip olmaktı.
Hayatın ele avuca sığmaz renkliliği
1969’dan bu yana on yıllar geçti.
Artık Türkiye’de nüfusu az olan yerler dahi küçük kasaba değil.
Köyler, köylülerin hayata bakışını belirleyen moral değerler kadar maddi görünümünde
de farklılıklara, somut sınırlara sahip.
Sosyal tabakalaşma, toplumsal hiyerarşi, sınıflar düne nispetle daha belirgin. Dolayısıyla
bugünün politikasında politikanın tarifine uygun niteliklerin daha fazla olması beklenir.
Mesela, toplumsal ve iktisadi farklılaşmanın ürünü “çıkar kümeleri”nin örgütlenmesi ve
iktidardan pay almak için mücadele etmeleri. Toplumsal eğilimlerin ortak meşruluk te-
melinde iktidar oyununa katılabilmeleri ve böylelikle entegrasyonun sağlanması.
Bu sözler elbette bir hakikat payına sahip, fakat insanların politik motivasyonlarını açık-
lamada kâfi değil. Hayat ele avuca sığmaz renkliliğiyle hiçbir disiplinin tek başına getir-
diği açıklamalara teslim olmuyor, hep söylenenlerin daha ötesinde kalan bir muallâklıkta
sırrını korumayı sürdürüyor. Bilim, bireyselliğin spekülatifliğine bir disiplin getiremeyece-
ği haklı düşüncesiyle kendini toplumsal hikâyelerin üzerine kuruyor. Öte yanda kalan ise
romanın, hikâyenin, denemenin konusu oluyor.
1969 seçimlerini partilerin kolektif imge ve etrafında oluşturdukları söylemleriyle bunla-
rın üzerine yazıldığı toplumsal hikâyeler bağlamında ele alan yaklaşım, bize güvenli bir
“soyutlaştırılmış sistematik” sunabilir. Tıpkı Sokrat’la birlikte aklı ve onun güvenli anali-
tik sığınağını keşfetmemizde olduğu gibi. Artık iki kere ikinin insanın gerçek ve kararsız
dünyasından bağımsız bir şekilde her zaman dört etmesinin garanti altına alınması gibi,
bilim, politikayı ve onun toplumla olan irtibatını söylemiyle düzen altına alır. Fakat birey-
den ve onun kararsız dünyasından, karmaşık motivasyonlarından kopartılmış bu analiz
açıkladığı kadar saklar; söyleminde politik olayların “idealar dünyası”na nüfuz edebiliriz,
fakat gerçek dünyayı yeteri ölçüde anlayamayız. Bilimin bize hep “mağara metaforu”nu
hatırlatması, kimi zaman satır aralarında itiraf ettiği aslında kendisinin de bir metafor
olduğu bilgisi üzerine düşünmemize mani olmaz.
6
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
Buradayım çünkü...
Politikanın bir yanda toplumsal hikâyesi vardır, diğer yanda ise o hikâye üzerinde yer
alan aktörlerin kendi hayat hikâyeleri, nedenleri, mahremiyetleri. Genellikle bu ikisinin
örtüştüğü, hatta kişilerin, “orda bulunma nedenlerine” ve “üzerinde yer aldıkları hikâye-
nin hakikiliğine” ilişkin kaygılarını böylelikle giderdikleri düşünülür. “Buradayım, çünkü
milletimi seviyorum, dinimi seviyorum, halkımı seviyorum, insanlığı seviyorum, işçiyim,
köylüyüm, memurum, entelektüelim, avangardım vs...”. Ancak gerçekte bir şablon, bir
tasnifleme, maddi şartlara tekabül eden sınırlarla bir kategori olarak toplumsal hikâyele-
rin evrenleri her zaman vardır. Fakat onların insanlara “seslenmeleri” ve insanların onları
“duymaları, anlamlandırmaları” her zaman aynı şekilde olmaz.
Mesela milliyetçilik, içinde barındırdığı çeşitli renklerle her zaman bir politik değere sa-
hiptir, fakat milliyetçilikle insanların buluşması milliyetçiliğe ve o insanlara ait maddi
şartların karşılıklı determinist ilişkisine bağlı değildir. Sosyolojik analizin verileriyle milli-
yetçi olmaları beklenen insanlar bakarsınız nötr bir yerde ya da karşı safta bulunabilirler.
“Bilimsel sosyalizm”le “proleterler”in gerekçelerdeki ortaklık dolayısıyla kendiliğinden
buluşmalarını bekleyenler, bu gerçekleşmeyince “kendiliğinden sınıf, kendisi için sınıf”
ayrımlarından ve sınıfsal orijinlerine “ihanet eden” aydınların demirden disiplini altında
devrimci bir rol ihale edilen proletarya analizinden yardım beklediler.
Robert Owen bir fabrikatördü, Engels burjuvaydı, Henry Ford da öyle. Benzer şartlara
sahip bu insanlar hayata ilişkin tasavvurları, fantezileri, beklentileri, mahrem dünyaları-
nın derinliklerindeki sırlarla dolu nedenleri dolayısıyla farklı politik mevzilerde yer aldılar.
Bunlar bilinen, herkesin tanıdığı isimler. Oysa tarihte ve bugünde, meşhur olmayan,
lokal dünyalarında politika yapan bir çok insan, tıpkı yukarıdaki isimler gibi kendi maddi
şartlarıyla çelişen politik tercihlerde bulunabiliyor, hayata dair fantezilerini şaşırtıcı poli-
tik sembollerle birleştirip kanatlandırabiliyor...
Mesela seçim zamanlarında üzerinde en çok konuşulan konulardan biri, parti değiştiren
adaylardır. “Filan kişi falan partiden aday gösterilmeyince diğer partiye gitti.” Yahut bir
partinin sözcüsünün, kamuoyunda o partinin haklılığını anlatmakla ve rakip partilere ve-
rip veriştirmekle maruf olan kişinin birden “devrimci” bir kararla karşı saflara katıldığını,
her iki parti için de gerçekleştirdiği yeni keşiflerini, yani yeni partisinin hasletlerini, eski
partisinin kötülüklerini, yine aynı üslupla dile getirdiğini görürüz.
Elbette değişen sadece o kişi olmuyor, eski partisi artık onu hasım biliyor, yeni partisi
ise onu izzet ü ikram ile bağrına basıyor; geçmişe sünger çekilip yeni bir politik hayata
başlanıyor. Bir toplumsal hikâyenin üzerine oturan partilerin, temsilcisi oldukları çevre-
lere karşı sadakatleri üzerinden teşekkül eden hakikatin sözcüsü oldukları imanı, bu saf
değiştirmelerle yara alıyor. Eğer bir kişi (kendi toplumsal hikâyesi değişmeden, sadece
kazanma/kaybetme endişesi nedeniyle) partisini değiştirebiliyorsa, herkes potansiyel
olarak toplumsal hikâyesine bağlı olmaksızın partisini değiştirebilme durumundadır. Bi-
zatihi bu çıkarsamanın kendisi, toplumsal hikâyelerle onların aktörlerini birbiriyle ilintisiz
hale getirebilir.
7
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Politikanın ontolojisi
Fakat sadece bu kadar değil.
Politika ve toplumsallık arasındaki kaçınılmaz ilişki Eflatun’dan beri bir gereklilik olarak
bilinir. Çünkü toplum daha teşekkül ettiği andan itibaren siyasal bir örgütlenmedir; o
kolektif yapı adına birileri karar alacak, uygulayacak, kaynakları toplayacak ve dağıta-
caktır. Süreçleri ve karar vericileri belirleme işi siyasaldır.
Buraya kadar evet. Partiler, zümreler çıkarları doğrultusunda, maddi ve moral toplumsal
kaynaklar içindeki paylarını artırmak için tüm imkânların seferber edildiği bir siyasal faa-
liyette bulunurlar. Doğru. Peki, ama tek tek bireylere baktığımızda onlar niçin politika ya-
parlar; niçin gündelik hayatlarının önemli bir bölümünü politika üzerine konuşmalar oluş-
turur, heyecanlanır, öfkelenir, bazı fikirlere olaylara destek verir bazılarına karşı çıkarlar;
niçin temsilci, sözcü, yapan-eden olmak isterler; sözlerin kendi yankısında kaybolduğu
küçük kasabalarda sanki kendilerinin ve kendileriyle birlikte tüm insanlığın kaderini de-
ğiştirecek bir araçmış ciddiyeti içinde politikayla uğraşırlar?
Burada, sınıflarından, kökenlerinden, aldıkları eğitim inşa ettikleri kişiliklerinden öte or-
tak bir sebep olarak politikanın insanların hayatında oynadığı ontolojik rolden bahsedile-
bilir. Hepimiz gündelik hayatımızı daha “anlamlı” kılmak için çabalarız. Sosyal yönümüz
dolayısıyla “anlamlı” olanı toplumsal ilişkilerde ararız; çünkü anlama ilişkin sorun dahi
başkalarının varlığını gerektirir. Kendimizi dahi ötekilerin hayatları üzerinden kavrarız.
Bu ilişki biçimleri içinde en kapsamlı, başkalarının hayatlarını en derinden etkileme iddia-
sında olanı, toplumsal ilişkilere getirdiği hiyerarşi ile herkesi anlamlı bir bütünün işlevsel
unsurları haline dönüştüreni politikadır.
Politika kişiyi heyecanlandırır, motive eder, hayatını canlı ve renkli kılar. Politika marife-
tiyle “kışkırtıcı bir şekilde” tanımadığımız insanlardan dostlarımız ve hasımlarımız olur.
Üstelik politikanın çok katlı dünyası içinde bu dostlukları ve hasımlıkları çeşitli şiddet
derecelerinde yaşarız. İlişkili olduğumuz herkes bu iki uç arasında bir yerlerde bulunur.
“Partimiz” güç birliği ettiğimiz insanlardan oluşur, fakat aynı zamanda partimiz içindeki
iktidar mücadelesi de yeni ittifaklara açıktır. Birileriyle birilerine karşı saf tutarız, yenil-
memeye, onları yenmeye, oyun dışı bırakmaya, parti içinde daha fazla gücü kontrol
etmeye çalışırız.
Gündelik hayatın çeşitli mekânlarında politika skalasındaki yerleri itibariyle bize yakın ve
uzak olan insanlar vardır. Bu isimsiz, kafa karıştırıcı kalabalığa karşı bir izafiyet çizgisi
oluşturma, onları tasnifleme, yerlerini belirtme ve şüphesiz bütün bunların neticesinde
kendi konumumuzu tayin etme bakımından politika hayati bir rol oynar. İlişkiye girdiği-
miz diğer insanların “politikanın zımni hukuku çerçevesindeki” destekleri ve köstekleri
hayatımızı yeknesaklıktan kurtarır, kimi işlerimizi “kolayca” halletmenin mutluluğunu,
kimi işlerimizi köstekleri alt ederek, onlarla savaşarak çözmemizin sevincini yaşarız. Eğer
başarılı olamazsak, politik tercihlerimiz için fedakarlıkta bulunmuş olmanın, “kutsallık
8
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
için” kendimizi “kurban” etmenin hazzını düşünürüz. Bunlar birikecek ve adım adım ait
olduğumuz politik dünyanın sosyalitesinde bize daha prestijli bir konum bahşedecektir.
Yine politikayla uğraşanlar, sosyal ve iktisadi şartlarının kendilerine sağladığı mevkiinin
bir kademe daha üzerinde olduklarını düşünürler. Kişi bir politik hiyerarşinin neresinde
olursa olsun her zaman birileri için “bilen, belirleyen, yorumlayan, daha yukardan gelen
iktidarı aşağılara ileten” bir yere sahiptir. Bu “birileri” kendi sınıfının tabii coğrafyasında-
kilerdir; maddi şartların aynılığı dolayısıyla ilişkilerdeki eşitlikçilik politik konum tarafın-
dan kırılır ve “politikacı” nema dağıtma düzeneğinin bir parçası olarak ötekilerin üzerine
çıkar. Mutlaka nema dağıtması gerekmez; politikanın beklentileri her zaman canlı tutan
dili, bu konumu tahkim eden bir aura oluşturur.
Politika ve iktidar
Politika aynı zamanda iktidar arzumuzun tatmin alanıdır. Üstelik zenginlikle elde edilen
iktidardan çok daha etkileyici, çok daha “erotik” bir özellik taşır.
Çünkü iktidarı elinde tutan, iliklerine kadar sarsıldığı bir heyecanı yaşar.
İktidarın iç dünyasına yansıyan ışığında, kimliğinin karanlık sularında bekleyen “efendi”yi
keşfeder.
Zenginliğin sunduğu iktidar, kişinin doğrudan kendi beninin iktidarı değildir; en ahmak
zengin dahi kimliğinin bir parçası olmayan, dışındaki “para” diye bir şeyin insanları et-
kilediğini, davranışlarını belirlediğini, saygının, itibarin ve prestij sunumunun kökeninde
onun yattığını bilir. Çevrelerindeki insanların törensel davranışlarla bu görme biçimini
izole etme, hürmetin paradan bağımsız adeta o otantik bene karşı olduğu hissini yarat-
ma çabalarına rağmen, onlar olup-biteni fark ederler.
Oysa politikada edinilen prestijle kimlik arasında tam bir bütünleşme vardır. Hürmet,
tüm dünyevilikler bir kenara itildikten sonra geride kalan “ben”e yöneltilir. Bir meslek
olarak politikayı seçenlerin bir türlü bu dünyadan kopamamaları, emekli olamamaları,
“kendi”lerini ancak politik dünyanın ilişkileri içinde hissedebilmeleri, yakalayabilmeleri
nedeniyledir. Politikanın zengin hayat pratiğinden, sıradan insanların “hayat için gerçek
sonuçlar doğurmayacak ilişkileri”ne dönmek yaşamamak, yok olmaktır. “Bir geyik mu-
habbetine dönüşmüş” zaman, ölümü bekleme süresinin dolgu maddesidir sadece.
Politika tıpkı aşk gibi...
Bugünün Türkiye’si, yolları, iletişim araçları, insanları, fikirleri, binaları, şehirleri itibariyle
otuz yıl öncesinden köklü bir biçimde farklıdır. Ancak bütün bu renkli cümbüşün altında,
Parmenides’i haklı çıkartacak şekilde değişmeyen, politik dünya ile ilişkiler ve politikanın
kişideki anlamıdır.
Dün, saat gece yarısına geldiğinde, mazotla çalışan jeneratörlerin kapatılıp derin uyku-
suna terk edilen küçük kasabalardaki politik nabızla, bugün beş yıldızlı otellerin lobilerin-
de kotarılan politikanın nabzı benzer nedenlerle atıyor. Kıyafeti, yediği-içtiği, mekânları
9
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
10
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
11
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
12
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
yılını bir çocuk gözüyle de olsa hatırlayan, o günden bu yana ülkenin yaşadığı olaylara,
geçirdiği değişimlere birinci elden şahitlik eden insanlar var. 1930’ların Ankara’sının
Kızılay’ındaki kerpiç evden 2000 yılının gökdelenlerine doğrusal bir hat çizen kişisel
hafızanın canlı, hayat dolu Cumhuriyet kavrayışıyla, süreci bir toplumsal değişim tarihi
olarak soyut kavramlar üzerinden okuyan bugünkü gencin Cumhuriyeti kavrayışı arasın-
da derin farkların bulunuşu tuhaf değildir. Bundan seksen yıl önce, Tokat eşrafından
Ziya Beyin çiftliğindeki ortakçıları olduğu anlaşılan eşkıyalarca soyulan İzmit mebusu
Sırrı bey (TBMM..;1985;232), eğer bugünkü Türkiye’yi görebilmiş olsaydı, bu ülkenin
terakkisi hakkında herhalde (daha dün kadar yakın olan) bu tarihi kitaplardan okuyanlara
nispetle daha farklı fikirlere ve duygulara sahip olurdu.
İnsanın düşünmesini, her tür veriyi bir araya getirmesini, anlamlandırmasını sağlayan
kavramsal referans çevresi birincisinde hayatın kendisi, ikincisinde ise yazı dilinin dola-
yımıdır. Bu tıpkı, köyle bağını kaybetmiş şehir insanının “buğday, un, elma vs.” gibi kır
hayatının doğal çevresindeki unsurlara bağlamından kopuk, ancak şehir içinde kazandığı
yeni ilişkisellik üzerinden anlam yüklemesine benzer. Yaşananın kimi zaman tarihi belir-
leyen; ancak dolayımlarda, alt katmanlarda bulunan ve dile çevrilemez olan duyarlılığı
karşısında tarihin ancak dile çevrilebilmiş hikâyesi arasında, yani hayata ve kitaba ait
olan arasındaki mahiyet farkı önemlidir. Nüfuz edilmesi güç olan fakat işaret edilebilen
bu fark hala bugünün içindedir ve tarihin sözel yeniden inşasında kendisini göstermek-
tedir.
Çok uzaklara gitmeden hemen yirmi yıl öncesinin 12 Eylül dönemi hakkında bile o gün-
lerde yeni doğmuş şimdinin gençleri ile o günleri birinci elden yaşayan dönem gençleri-
nin bir tarih olarak zamanı inşalarının farklı olduğunu görürüz. Bu, tarihe tanıklık etmek
ile tarih hakkında sonradan bir fikir sahibi olmak arasındaki farktır. Dolayısıyla Cumhuri-
yet hakkında konuşurken, böylesine yakın bir geçmiş için, bugün ulaştığı sonuçlara, ge-
lecek için sahip olduğu kolektif tahayyüle bakarak değerlendirme yapmak daha baştan
zorluklar taşır. Yaşananın sıcaklığı, alanda yazılı olduğu kadar şifahi olarak da zengin bir
külliyatın bulunuşu, esasen geçmişe ait yorumlamalardaki neredeyse işin tabiatından
kaynaklanıyor denilebilecek parçalanmayı, dağılmayı artıran unsurlardır. Yazılı kültür ile
şifahi kültürün “konuşma”sı, “idraki,” hayat tasavvurunun derin farkları üzerine ortaya
konulan çalışmalar bir de bu açıdan, Cumhuriyetin “bugünde” anlatımı bakımından dü-
şünülmelidir.
Değerlendirmenin zorluğu sadece zamanın kısalığından kaynaklanmaz. Cumhuriyet dö-
nemi, bu coğrafyanın neredeyse iki yüz yıldır devam eden modernleşme çabalarının
önemli bir halkasını teşkil eder. Hayatları kendi tabii seyrinde akıp giden ülkeler ile,
hayatlarını “modernleşme, batılılaşma vs.” gibi yeni bir evreye taşımak ve radikal dönü-
şümler yapmak isteyen ülkelerin tarihe ve geleceğe gösterdikleri ilgi ciddi bir fark taşır.
İkincisinde yürütülen siyasal iktidar mücadelesinin alanı birinciye nispetle alabildiğine
geniştir ve mukayese kabul etmez bir şekilde “gelecek ve tarih” bu mücadele çerçeve-
13
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
sinde üretilen siyasal dilde saf tutar. Her bir siyasal grup, asabiye, kendi meşruluğunun
ve ikna ediciliğinin önemli bir unsuru olarak tarihi şahitliğe çağırır ve bu doğrultuda onu
yeniden kurar (Güngör;11982;13-7). Hayatın soluğunun çekildiği tarihin metruk alanla-
rında bu defa söylemlerin mevzilendiği, sloganlar, parolalar, popüler klişeler, hayal güç-
lerini tahrik eden parlak imajlar ile siyasal açıdan işlevsel bir tarihçiliğin peşine düşüldüğü
görülür. Mantık şudur: Geleceği biçimlendirmek için gereken nüfuz, güç ve kudretin
yolu mevcut siyasal çizginin tarihsel haklılığının ikna edici bir biçimde dile getirilmesine,
dolaşıma sokulmasına bağlıdır. O yüzden anakronik olmaya, tarihi kendi şartlarından ko-
partmaya aldırılmaz; zihnen hazır bir senaryoya çeşitli somut olayların kolajıyla canlılık,
etkileyicilik ve büyüleyicilik kazandırmaya dönük bir “gizli senaryo” ile hareket edilir.
Bizde, Cumhuriyet tarihi hakkında konuşmayı zorlaştıran bir diğer husus, resmi tarihçilik
diyebileceğimiz ekolün hayli baskın karakteri ve alandaki nüfuzudur. Siyasal grupların
kendilerini avantajlı kılacak bir tarih yorumunu alana egemen kılma girişimlerinin gerek-
çesi çerçevesinde, bu işi resmi çevreler bihakkın yerine getirmişlerdir bile. Bir siyasal
toplumda her yeni dönem kendine tekabül eden bir kolektif fantezi üretmek ve bunu bir
temel ortak payda haline getirmek ister. Önemli eksenlerinden birisini tarihin oluşturdu-
ğu bu girişim, kendi var oluşunu meşrulaştırmak kadar, hayal ettiği gelecek istikametin-
de toplumu hareketlendirmek için de zikredilen yapılanmayı zorunlu görür. Dolayısıyla
burada üzerinde durulması gereken resmi tarihçiliğin varlığı değildir, (çünkü her siyasal
hareket kendi dünyasında bir resmi tarih fantezisi taşır) ondan öte farklı seslere, yorum-
lara ne ölçüde izin verildiği, bu alandaki tartışmaların fikrin mi yoksa yargının mı alanı
içine girdiğidir.
Her şeyden evvel, resmi tarihçilik, kendini var eden entelektüel iklim ve iktidar şartları
nedeniyle derin zaaflar taşır. Birincisi, tarih her zaman bir seçme işidir; ancak resmi ta-
rihçilik bu seçmeyi yaparken mücadelelere ve toplumsal dinamiklere bütünüyle işlevsel
bir açıdan yaklaşır. Önemli olan “ne olduğu” değil, “bugün nasıl anlatılmasının amacı
tahakkuk ettireceği”dir. Soğukkanlı ve olabildiğince nesnel bir dil yerine coşkuyu, yü-
celtmeyi ve aynı ölçüde kötülemeyi esas alan bir dille alana yaklaşır.
İkincisi, iktidar mücadelesini daha baştan kazanmış olanlara has bir gevşeme bu alanda
çalışanları akademik performans konusunda zorlamaz ve yine daha baştan resmi üslubu
onaylamaya hazır bir çevrenin varlığı, eleştirel, mesafeli bir bakış açısının analitik akıl
yürütmesini engeller. “Şeytanın avukatlığı”nı üstlenenlerin olmadığı bir referans çevresi
yazılanların kendi üstüne kapanması ve zayıf bir kurgu ile tarihi inşa etmesi sonucunu
doğurur.
Üçüncüsü, tarih bilincini geniş kitlelere intikal ettirme çabasının bir tür popüler tarih
versiyonu doğurmuş olmasıdır. Popülerleşen her fikir ayrıntılarını kaybeder, stilize çizgi-
lere dönüşür ve kaçınılmaz olarak sınırlı bir kavram dünyası içinden konuşur. Dolayısıyla
ortaya çıkan tarih anlatısı, “geniş kitlelere iletilme”, “ortalama bir dil kullanma” ve ni-
hayet “tarihi şematize etme” zorunlulukları dolayısıyla iddiasıyla barışık olma şartlarını
14
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
yitirir. Popüler tarihçilik gücünü, basitliği, yalınlığı, masal kurgusu içindeki anlaşılırlığı
kadar bürokrasinin desteğine borçludur. Tarihe hak ettiği ilgiyi göstermeye zamanları ve
mesleklerinin hiyerarşisi mani olan bürokrasi, kamuya açık faaliyet ve konuşmalarında
-kariyerlerine ilişkin düşüncelerle- meşruluğu test edilmiş popüler tarihi versiyonu des-
tekleyecek şekilde atıflar yapmayı zorunlu görürler. Bu sicil parlatma girişimlerinin tarih
bilgisi ve bilinci üzerinde oluşturduğu hegemonya ve tahrifkar etki hakkında en fazla
düşünmesi gerekenler hiç şüphesiz öncelikle resmi tarihçiliğin savunucuları olmalıdır.
Çünkü bu çözük ve savruk tarih versiyonunun kendisinden umulan işlevi, en azından
uzun vadede yerine getirmesi beklenemez.
Kısaca yakın tarihe bakışı etkileyen ve çarpılmalar yaratan nedenlere değindikten sonra,
bu konuları da hatırda tutarak Cumhuriyetin felsefi temelleri üzerine ne söylenebilir?
Bu tür tarihi dönemeçlerin niteliklerini tasnif etmek “hayatın mantığı”na uymasa da ne
olup bittiğine nüfuz etmemizi kolaylaştırabilir.
Milli Devlet ve Millet
Cumhuriyetin en temel niteliklerinden birisi, hanedanlığa dayalı bir imparatorluğun tas-
fiyesi ardından, zamanın genel trendleri istikametinde (hatta bir ölçüde gecikmiş bir
şekilde) milli devletin kurulması ve siyasal toplumun millet olarak inşasıdır.
Milliyetçilik, millet ve mili devlet kavramları, çağrışımları itibariyle tarihin derinliklerine
uzansalar da, gerçekte 18. ve 19. yüzyıllarda öncesiyle mukayese edilemeyecek ölçüde
değişime uğramış ve başlı başına bir siyasal projeye dönüşmüşlerdi. Avrupa’da siyasal
iktidarı ölçekli bir iç pazar oluşturma ve pazarın bütünlüğünü milli siyasi toplumla ga-
ranti elinde tutan ve toplumsal gelişmeye öncülük eden burjuvazinin geniş altına alma
girişiminden, sanayileşme ve şehirleşmenin ihtiyaç duyduğu merkezileşme ve standart-
laştırmaya kadar birçok faktör milliyetçiliğin bu yeni ve özgün biçimini desteklemiş-
tir. Keza modernleşme insanların dünya kavrayışını, Weber, Gouchet gibi düşünürlerin
“kutsallığın kaybı” olarak tanımladıkları bir sonuç istikametinde daha fizik bir dünyaya
taşımıştır. Bu akli ve nesnel dünyanın ihtiyaç duyduğu mistisizmi ise, bir bakıma önemli
ölçüde dinlere benzeyen içeriğiyle milliyetçilik sağlamıştır. Çünkü tarihin her döneminde,
eski Yunan sitelerinden Roma imparatorluğuna, ortaçağ kentlerinden İslam dünyasına
ve nihayet uzak doğuya kadar çok farklı coğrafyalarda, siyasal toplumların bütünlüğünü
ve işleyişini sağlayan sadece akli ortaklıklar değil, aynı zamanda onları geçmişe ve ge-
leceğe bağlayan ruhani, kutsal, mistik sembollerin varlığı olmuştur (Bostancı;1999;89).
Şüphesiz bütün milliyetçiliklerin mistik bir içeriği olmakla ve dini kodda taraftarlarına
“seslenmeleri”ne rağmen, dinle rekabet, onun alanını ele geçirme ortak bir karakteristik
değildir. Pekala bir çok ülkede -özellikle Hıristiyanlığın dünyevileşerek milliyetçi mistisiz-
min önünü açtığı yerlerdeki milliyetçilik türleri de buna dahil olmak üzere- milliyetçilik
dinle beraber, onunla ittifak halinde bulunabilmektedir.
15
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
16
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
hatta esnek bir milliyetçilikle anasır-ı İslamı da buna katma projesine kadar hayli geniş
bir yelpazede varolmuştur. Cumhuriyeti kuran kadro, başta Atatürk olmak üzere Kuvay-ı
Milliyenin önderleri milliyetçilik anlayışları itibariyle ikinci türden eğilimi temsil ediyorlar-
dı.
Cumhuriyeti önceleyen dönemde, özellikle İstiklal Harbi sürecinde milliyetçilik çok fazla
vurgulanmamış, örneğin Büyük Millet Meclisi’nin başına Türk ibaresi getirilmemiştir.
Mücadele için geniş kitlelerin seferber edilmesinde kullanılan dil, sonradan hayli farklı
yorumlara konu olsa da doğal olarak manevi değerler üzerine yoğunlaşmıştır.
“Kurtuluş harbinde din ve milliyet fikirlerinin birbirinden ayrılmadığını, merkezleri bir ve
iç içe konmuş iki daire gibi birbirine yapıştığını söyleyenlerimiz ve yazanlarımız oldu. O
devirde milli heyecana dini heyecanın da karıştığına şüphe edilemez. Fakat bu, İslamcılık
ve şeriatçılık akidesinden doğma, klerikal bir zihniyetin mahsulü değildi; sadece fertleri
birbirine bağlıyan bütün alakaların kuvvetlendirilmesi şart olan bir mücadele devrinde de
milli duyguyu perçinleyen bir bağdı. Hatta o zamanın dini duyguları bile nasyonalistti,”
(Safa;1938;79). Safa’nın bu son derece heyecanlı ve yazıldığı devrin ruhunu taşıyan
ifadeleri “karışma” tespiti bakımından doğrudur, ancak “din ve milliyet”in zikredilen
zamandaki yeri bakımından tersinden okunmaya muhtaçtır. 4 Eylül 1919’da Sivas’ta te-
melleri atılan Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri’nin nizamnamesi okundu-
ğunda “millet”in bugünkü anlamda milleti değil dini bir kategoriyi, Osmanlı ülkesindeki
Müslümanları adlandırmakta kullanıldığı görülür (Tuncay;1999;22).
Neticede, Kuvay-ı Milliye’nin manevi değerler üzerine vurgu yapılarak örgütlenmesinin
araçsal bir yaklaşımın ürünü olduğu söylenemez; savaş hali atmosferi içinde ortak kim-
liğin en baskın nitelikleri, en heyecan verici unsurları kendiliğinden öne çıkmış, kitlelere
“seslenme gücü” en yüksek bir dil dolaşıma girmiştir.
Savaş sonrasında milliyetçilik işlenirken, bunun meşruluk temeli olarak halkçılığa gön-
derme yapıldığı görülmektedir. Bu tutum, Rusya’daki Narod hareketiyle benzerlik taşır.
Milliyetçiliğe neredeyse etnik kimliğe dönülüyormuş hissini verecek tarzda anlam yük-
lemelerin, Nazi ve Faşist hareketlerin Almanya ve İtalya’daki yükselişine paralel ola-
rak ortaya çıktığı malumdur. Meşru ya da mazur görülemeyecek, ancak nedenlerinin
anlaşılmasında dünya şartlarının hesaba katılması gereken dönemsel dalga bir kenara
bırakıldığında, Cumhuriyet Türkiye’sinin milliyetçiliği, kabile asabiyesinden uzakta, mev-
cut siyasal toplumun karakteristiklerini dikkate alan, modernlik misyonu çerçevesinde
Türkler de dahil olmak üzere her kesimi yeni bir ortak kültür üzerinde birleştirmeye çalı-
şan bir nitelikte varolmuştur. Mesela bu coğrafyada herhangi bir başka etnik grup Türk
milliyetçiliğinin kimliğinin tanımlanmasında, ne açık ne de gizli “öteki milliyetçilik” olarak
görülmemiştir. PKK’nın şiddet eylemlerine ve Kürt ulusallığını kurmak isteyenlerin bir
tür öteki millet olarak Türkleri işleme çabalarına rağmen, Kürt etnik kökeninden gelenler
arasında da bu yaklaşım kabul görmemiştir.
Cumhuriyet Türkiye’si milliyetçiliğinin fikir kaynakları olarak Namık Kemal, Şemseddin
17
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Sami, Necip Asım, İsmail Gasprinski, Hüseyinzade Ali, Ziya Gökalp, Akçuraoğlu Yusuf
sayılabilir. Bu milliyetçiliğin dayanışmacı karakteri, ilk beş yıl içinde öne çıkan ve Milli-
yetçiliğin yanı sıra sık sık zikredilen Halkçılık ve Cumhuriyetçilik kavramlarıyla birlikte
düşünülmelidir. Yeni rejim kendi reel durumuyla (siyasal sınırların dışında Türklerin olma-
sına karşı içerde “yabancı” unsurların bulunması hali) milliyetçi tahayyül arasındaki çe-
lişkiyi bu tür kavramları daha fazla vurgulayarak çözmeye çalışmıştır (Üstel;1997;136).
Otuzlu yılların başında bunlara Devletçilik, Laiklik ve İnkılapçılık da eklenecektir. Özü
itibariyle dayanışmacı bir cemiyet kurmak isteyen bu milliyetçilik, ülkeyi çeşitli meslek
kesimlerinin ortak çıkarlar etrafındaki entegrasyonu olarak görmek istemiştir. Nitekim
Halk partisi kurulurken adının “halk” olarak benimsenmesi ve herkesi temsil ettiğinin
varsayılması, en azından başlangıçta, “yanlış bilinç” yaratmanın değil samimi bir inancın
gösterenidir (Bostancı;1996;46-7). Ancak, içindeki toplumsal tabakalar (ya da zamanla
sınıflar) arasında çıkar farklılıklarının bulunduğu bir siyasal toplumda kendini var eden
şartlar itibariyle herkese açık olmayan bir siyasi iktidarın, “samimi inancı” ne olursa
olsun toplumsal kaynakları “herkes için” adilane bir şekilde dağıtması zordur. İnkılâpçı
kadroların heyecanı bunu sağlamaya yetmez. Nitekim zaman içinde Halk Partisi’nin kar-
şısına çeşitli muhalif partiler çıkmış, nihayet 1946’da çok partili hayata geçilmesinden
dört yıl sonra DP iktidara gelmiştir.
Modernleşme/İnkılâplar
Cumhuriyetin felsefi temellerinden ikincisi, Tanzimat ve sonrasındaki modernleşme giri-
şimlerinin bir uzantısı olmakla birlikte onlardan daha radikal dönüşümler amaçlayan bir
modernleşme projesini dile getirmek, inkılâplar ile bunları yürürlüğe koymaktır. Modern-
leşme ya da çağdaşlaşma ile ifade edilmeye çalışılan yönelim, sınırları belirgin olmamak-
la birlikte hayli geniş bir kapsama sahiptir. Dıştan bir bakış, bu projenin mahiyetini “din-
devlet” ayırımını gerçekleştirmek, dinden bağımsız bir dünyevilik oluşturmak şeklinde
algılayacaktır. Oysa Berkes’in “Türkiye’de Çağdaşlaşma” isimli hacimli eserinin “özü”
olarak da takdim ettiği bu ayrımdaki krtik unsur, modernleşmenin “kutsallaşmış gelenek
boyunduruğundan kurtulma sorunu” olarak görüldüğü biçimindedir (Berkes;1978;17).
Yani “çağdaşlaşma” girişiminin hasmı, ya da ötekisi, “tarihi bir kategori,” işlevini yitir-
miş geleneklerin takdisle korunma ortamıdır.
Yüz elli yılı aşkın bir tarihi geçmişe sahip, toplumun, ülkenin, nihayetinde fertlerin “kur-
tuluş ümidi”ni temsil eden bir kavram olarak çağdaşlaşma sözünün, klişelerin anahtar
kelimesi haline gelmesi, her derde deva bir tür büyülü kutsallığı yankılayan bir içerik ka-
zanması şaşırtıcı değildir. Nitekim sadece bizim tarihimiz için değil, kavramın yaklaşık on
beş yüz yıllık kendi tarihinde de benzeri bir çizgiyi izlemek mümkündür. Bu ölçüdeki bir
bulanıklık, tıpkı diplomasi dili için söylendiği gibi, bu kavramı da, söyleyen ama bir şey
anlatmayan durumuna düşürmektedir. Oysa çağdaşlık “Tarih boyunca gelişmiş kurum-
ların insanın bilgisindeki görülmemiş artışı yansıtan ve hızla değişen işlevlere uyarlanma-
sı süreci olarak tanımlanabilir ve bilimsel devrime eşlik eden bu süreç insanın çevresini
18
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
19
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Etkili tarihsel köklere ve halk nezdinde bir tür ruhani nüfuza sahip bu kurumların rehabi-
lite edilmesi kendi içindeki iktidar ilişkileri dolayısıyla mümkün gözükmemiştir. Yapılması
gereken daha radikal bir yöntemle bu kurumların ilgası ve yeni bir organizasyon, mo-
dernleşme misyonuna uygun bir şekilde eğitim-öğretimi üstlenecek mentaliteye sahip
kurumların oluşturulmasıdır. Öyle de yapılmış, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile yeni eğitim
düzenine geçilmiştir.
Diğer yandan Cumhuriyetin öncü kadrolarında din ile kutsallaştırılmış gelenek arasındaki
ayırımın ihtimamla yapıldığı söylenemez. Hatta “İslam’ın yüzeyde görülmesi mümkün
olmayan önemli fonksiyonlar gördüğünü idrak edememişler,” “Türkiye’de bir tek din
olduğu noktasından hareket etmişler,” “halk inançlarının kendi içinde anlamlı bir tür
olduğunu kabul etmemişlerdir... Bunun için yalnızca hurafeden bahsetmişlerdir” (Mar-
din;1983;108). Ancak dine karşı, devrim Fransa’sındaki ya da Sovyetlerde olduğu gibi
bir propaganda da yoktur. Zamanla daha fazla yapılan laiklik vurgulamasının arkasında
dahi “dine karşı olmaktan çok, misyoncu öncü kadroların kendisini halktan ayırmanın bir
yolu olarak bunu görmesi” vardır (Tunçay;1999;217).
Bu şekildeki büyük çaplı değişimlerin, dönemin imkânları da düşünüldüğünde eleştiri-
lerden vareste ideal bir yapı oluşturması, maddi imkânlardan insan unsuruna kadar her
şeyi tam da amaca uygun bir şekilde bir araya getirmesi kolay değildir. Hele eğitimin,
iktidar mücadelesinin can damarını teşkil eden, dolayısıyla, yapılıp edilenlerden bağım-
sız bir şekilde tartışmaların kaçınılmaz şekilde üzerinde yürüdüğü bir alan olması hali
düşünüldüğünde, bu konuya yönelik yoğun ilgi ve eleştiriler daha iyi anlaşılacaktır. Yeni
yetişecek nesillere Cumhuriyetin hedefleri olarak benimsetilmek istenen modernliğe ait
değerler bu kurumlar marifetiyle aktarılmaya çalışılmıştır. Bu değerlerin, kendine güven,
teşebbüs sahibi olmak, dünyaya yönelik ilgi, bilimsel gelişmeleri takip, ülkenin kalkınma
ve gelişmesi için heyecan duymak, millet bilinci içinde dayanışmayı temin etmek olduğu
söylenebilir (Bostancı;1996;22).
Kılık kıyafete, ölçü-tartı aletlerine vs yönelik inkılâpların amacı, göze görünür maddi
alanda batılı tarzı egemen kılmaktır. Böylelikle dıştan bakıldığında belli bir benzerlik ze-
mini yakalanmış olacaktır. Buna yönelik itirazlar, batıya muhalefet ile batıyı modern
kılan referansların “fotoğraf makinesinin tespit ettiği” alanda değil, aksine görünmeyen
kısımda, moral değerlerde ve zihniyet dünyasında olduğu tezi çerçevesinde işlenmiştir.
Keza buna, inkılâpların istenilen amaçları tahakkuk ettirmede yeterince etkili olamaya-
cağı kaydı da eklenebilir.
Bu coğrafyadaki batıya muhalefet çizgisi, uzun tarihi geleneğine rağmen muhalefetini
haklılaştıracak ölçüde ne kendini batıdan yalıtabilmiştir, ne de iddialı fikirler geliştirebil-
miştir. Kaldı ki, “yeni bir medeniyet” kurmak gibi kışkırtıcı, etkileyici bir düşüncenin dahi
ancak batı dünyasından haberdarlıkla, onunla kurulacak politik ve entelektüel ilişkiler
üzerine bina edileceği hesap edilmelidir. Nitekim günümüzde, aynı siyasi çizginin takip-
çileri, batı ile (en azından ondaki eleştirel çizgi ile) daha yakın düşünsel bağlar kurma
20
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
21
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
sını denetim altında tutmayı başarının bir şartı olarak değerlendirmesi. Diğer yanda ise,
“inkılâplara direnen kesimlerin bastırılması” gerekçesinin tekelci ve baskıcı bir iktidar
için kullanılarak sorgusuz sualsiz bir ortamın garanti altına alınmak istenmesi. Birbirini
tamamlar gözüken bu iki önerme, gerçekte her iktidarın daha fazla muktedir olma arzusu
dikkate alındığında, “iddiaları, araçları ve imkânları” bakımından bir hayli eleştiriye açık-
tır. 1930’da Serbest Fırka kurulduğunda, ülkeyi halkın çıkarlarını düşünerek yönetecek
yegâne partinin CHF olduğu, muhalefetin ise sadece kendi çıkarlarını düşünerek iktidara
gelmek istediklerini belirten yazılar, düşünceler, en temeldeki sorunun “misyoncu araç-
sallık” değil doğrudan iktidar olduğunu ortaya koyar (Shayegan;1991;161). Nitekim
1950 ile birlikte Türkiye’de yeni bir dönem açılmış; ancak ülkenin temel tercihleri de-
ğişmemiştir. 27 yıllık CHF iktidarının, “Artık Cumhuriyet için hiçbir tehlikenin olmadığı
yepyeni bir ülke ve ulus kurduğu, iktidara kim gelirse gelsin bu durumu değiştireme-
yeceği” iddiası da durumu açıklayamaz. Çünkü 27 yıllık bir süre, tam yetkili tek parti
iktidarının dahi ülkeyi “inkılâplar istikametinde bir gül bahçesi”ne çevirmesine yetmez.
İşin doğrusu, toplumsal muhalefet, mevcut iktidarda bu ölçüde bir egemenlik sendromu
oluşmasını haklı çıkartacak kudret boyutlarına hiçbir zaman ulaşmamıştır.
Neticede, inkılâplara yönelik olarak bu çerçevede toplanan eleştirilerde haklılık payı var-
dır. Ancak takdir edilmelidir ki, o dönemin Türkiye’sini hayal ederken, ideal yönetimin
nasıl olması gerektiğini değil, mevcut toplumsal ve politik şartlarda mümkün iktidar
biçimlerini düşünmek daha doğrudur. Ayrıca, alternatif iktidarlardan hangisi iş başına
gelseydi, atacağı her adımda burada zikredilen eleştirilerin benzerleriyle karşılaşmak-
tan kendini koruyamazdı. Ve yine sadece Cumhuriyetin başlangıç yıllarında değil her
halükarda eleştiriden vareste steril bir iktidar kurulamayacağı da malum. Tarihe ilişkin
analizlerde makul ve kabul edilebilir yorumlar için ideal tipler üzerinden gitmek yerine si-
yasetin mümkünlük şartları üzerinden konuşmak gerekir. Ayrıca dönemin politik kadro-
larının toplumsal değişme/modernleşme, yönetim konularına ilişkin birikimlerini bugünkü
bilgilerimizi (ve elbette onlardan bize ulaşan deneyimleri) dikkate alarak “sınava tabi
tutmak” da haksızlıktır. Unutmayalım ki, ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal bu göreve
geldiğinde, bugün Cumhurbaşkanı seçilebilmek için belirtilen alt sınırın sadece iki yaş
üzerindeydi.
Bir başka mesele, devlete, topluma, modernleşmeye ilişkin tartışmaların yoğunlaştığı
son yüz elli yıllık tarihi süreç içinde, toplumsal zeminlerinin yokluğu nedeniyle bir “en-
telektüel” sınıfının ortaya çıkmayışı, buna karşılık onların rolünü iktidar çevrelerinin ya
da alternatif iktidar iddiasına sahip olanların yerine getirmeleri ve ifa edicilerin/ideolog-
ların ciddi herhangi bir entelektüel direnişle karşılaşmaksızın icraatta bulunabilmeleridir.
“Sözleri tarih yapmaya, tarih değiştirmeye” (Bourdieu;1997;61) muktedir entelektüeller
bu özellikleriyle politik aktörlere benzerler. Ancak önemli bir fark, en azından “ifa” önce-
si bir zihni sürece tabi olan entelektüel faaliyetin farklı bakış açıları ve değerlendirmeleri
ile rasyonelleşmesidir. Kudretli politikacılar ise bizzat bu akliliğin kaynağı olduklarını dü-
şünme eğilimleri dolayısıyla böyle bir sürecin eksikliğini hissetmezler.
22
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
Genel manada entelektüelin kimliği var olma şartları üzerine burada herhangi bir tartış-
maya girmek yerinde olmayacaktır; ancak, fikrin iktisadi anlamda pazarının oluşmasın-
dan (onu satın alacak bir toplumsal çevrenin varlığı) tutun, devletten bağımsız bir aydın
zümrenin hayat bulmasına kadar hayli geniş bir yelpazede çeşitli kriterler bu zeminin
unsurlarıdır. Ancak kendisine tekabül eden bir iktisadiyatın mevcudiyeti halinde “..ka-
munun gündemine sıkıntı verici sorular getiren, ortodoksi ve dogma üretmektense bun-
lara karşı çıkan, kolay kolay hükümetlerin veya büyük şirketlerin adamı yapılamayan,
devamlı unutulan ya da sumen altı edilen insanları ve meseleleri temsil etmek için var
olan,” (Said;1995;27) entelektüel hayat bulabilir. Shayegan’ın entelektüel/ideolog kar-
şılaştırmasında saydığı niteliklere bir göz atalım: “..Zira hakiki entelektüel, karşıtlıkların
ötesinde kökensel ortak bağları (mitos ve akıl) yeniden bulan bilge-mistiğin aksine, ya da
aklın soysuzlaşmış serüvenlerini yeniden mitolojileştiren ideologun aksine, kahramanca,
kimlik dışılığın açık yarasına perçinlemiş olarak kalır, herhangi bir düzenle bütünleşmeyi
ve her tür kolektif bütünlüğe boyun eğmeyi ret eder...” (Shayegan;1991;161). He-
men hemen buradaki niteliklerin tümünün tersinden bir okunuşu üzerinden gittiğimizde
Türkiye’deki “entelektüel” sınıfı teşhiste daha işe yarar bir referans çerçevesi elde etmiş
oluruz. Dolayısıyla entelektüelin yerini ideologun aldığı bir toplumsal/siyasal ortamda,
alacakaranlıkta yolunu bulmaya çalışan iktidar gücünün pervasız cüretkârlığı üzerine dü-
şünürken, karar vericilerin güç tutkularının ötesinde “atmosferin” kolaylaştırıcı etkisini
de hesaba katmak gerekir.
Sanayileşme
Cumhuriyetin kuruluşundaki üçüncü felsefi temel, Osmanlı’da reayanın devletin belke-
miğini teşkil ettiği fikrinin bir devamı olarak kırsal alana, tarıma yönelik politikalara önem
atfedilmekle birlikte, asıl ağırlığı sanayileşmeye vermek, kalkınma ve gelişmenin taşıyıcı
sektörü olarak sanayileşmeyi görmektir.
Sanayileşme, sadece Cumhuriyet sürecinde değil, Osmanlı’nın son döneminde de devlet
için bir kurtarıcı proje olarak görülüyordu. İlk sanayileşme hamlelerinin, imparatorluğun
askeri yapısı ile açıklanabilecek şekilde ordunun ihtiyaçları çerçevesinde gerçekleştirildi-
ği biliniyor. Esasen sanayileşmeyi üstlenecek bir toplumsal sınıfın olmayışı, kara, kazan-
ca ve piyasaya yönelik sanayileşme girişimlerine imkân vermemiş, iş, kimi tarihçilerce
batıdaki burjuvazinin kısmen karşılığı gibi görülen bürokrasinin karar ve uygulamalarına
kalmıştır. Bürokrasinin ise temel tercihleri, sanayileşmenin asıl itici gücünü oluşturacak
pazar ekonomisi değil, devlet gücünün, çoğu zaman ekonomik akılcılığın kıstaslarıyla
hesap edilmesi mümkün olmayan ihtiyaçları ve bir öncelik olarak onun kudretini destek-
leme yönünde olmuştur.
Osmanlı’nın son yüzyılında savaşların kaybedilmesi, sınırların küçülmesinin yanı sıra
içerde toplumsal ve ekonomik düzenin bozulması, aydınları ve bürokratları en başta
“Devlet nasıl kurtulur”a cevap bulmaya sevk etmiştir. 19. yüzyılın sonuna doğru örgüt-
lenen, fikirlerini gazeteler vasıtasıyla “umumi efkara” duyurmak isteyen farklı muhalif
hareketlerin dahi kendi varoluşlarını bu sorun etrafında kurduklarını görürüz. Yeni Os-
23
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
manlılar, Jön Türkler, İttihat ve Terakki ve irili ufaklı bir çok muhalif hareket gerçekte
devletin temel düzenine yönelik yeni ve radikal öneriler getirmekten çok, geçmişi bir
şekilde ihya etmenin arayışı içindedirler.
Diğer yandan entelektüel çevreler bu yüzyılda, dünyada kurulmakta olan yeni ekonomik
düzen içinde Osmanlı’nın yerinin ne olması gerektiğine ilişkin tartışmaları da hayli renkli
bir şekilde sürdürmüşlerdir. Parvus Efendi, Ohannes Paşa, Mehmet Ali Ayni, Mehmet
Şerif Efendi, Mehmet Mithat Bey, Sadık Rifat Paşa, Tunuslu Hayreddin Paşa, Namık Ke-
mal bu tartışmanın taraflarıdır. Bir yanda Osmanlı ülkesinin, batı ile rekabet edemeyece-
ği sanayiye değil tarıma ağırlık vermesi ve dünya piyasalarına bu yönde egemen olması,
diğer yanda ise mutlaka sanayileşmesi gerektiği tezleri vardır. Keza bu tartışmaların bir
boyutunu da serbestçilik ve devletçilik etrafında şekillenen fikirler oluşturmaktadır. Bazı
aydınlar sanayileşmenin devlet denetiminde olması gerektiğini düşünürken, kimileri bu
alandaki devlet inisiyatifinin verimsizlik dolayısıyla istenilen neticeyi sağlayamayacağı
kanaatindedir (Sayar;1986).
Bir ülkenin kalkınma ve gelişmesinde sanayinin, fennin ağırlıklı yeri bulunduğu tezi, ba-
zen abartı sayılacak fikirler ileri sürülmesine de zemin hazırlamıştır. Mesela hemen her
konuda görüş açıklamaktan geri durmayan Abdullah Cevdet, maddi alandaki varoluşa
neredeyse kutsal bir anlam atfetmiş, hatta –geleneksel kültürün dünyayı mistikleştirme
girişimine bir tepki nedeniyle olsa gerek- insanın zekâsı ile kafasının büyüklüğü arasında
bile maddiliğin işaret ettiği bir bağlantı bulunduğunu iddia edebilmiştir. Modernleşmeyi
fen ve sanayileşme üzerinden okuyan ve topluma o yönde bir istikamet öneren kişi ve
projelerin, verimliliği artırmak amacıyla bir motivasyon unsuru olarak amacı kutsamaları
şaşırtıcı değildir.
Tanzimat ve sonrasında, özellikle Abdülhamid döneminde sanayii yaygınlaştırılmaya
çalışılmış, ancak imparatorluğun derin yapısal problemleri, radikal bir dönüşümü en-
gellemiştir. “Milli burjuvazinin yokluğu” –imparatorluk bünyesindeki özellikle ticaretle
uğraşan kimi “unsurlar” bu yönde hayli mesafe almıştı; bu kesimler daha sonra milli
devletlerini kurma aşamasında “milletleri için” öncü rolünü yerine getirecekti- birbiriy-
le çekişen ve enerji kaybı yaratan çok milletli siyasal yapı, tarımda kapitalistleşmenin
gerçekleştirilemeyişi, istikrarsız coğrafya nedeniyle sürekli harp hali yaşanması bu doğ-
rultuda sayılabilir. Bir bakıma imparatorluğun gerileme süreci ile umutsuz ihya çabaları
bir arada yaşanmıştır. Özellikle İttihat ve Terakki, 1909’dan itibaren kısmen 1913’le ise
tam anlamıyla ele aldığı iktidar marifetiyle sanayileşme çabalarını sürdürmüş, o zor şart-
larda, bir “milli burjuvazi kurmak” için uğraşmıştır. İktidarı elinde tutan “millici bürok-
rasi” Türk kökenli esnaf ve tüccar taifesini devlet eliyle desteklemek, böylelikle onlara
kaynak transferi yaparak palazlandırmak politikasını takip etmiştir. Buna rağmen Kur-
tuluş Savaşı’nın ardından ticareti yürüten kesim arasında Türk unsurunun yüzde beşte
kalan oranına bakarak bu girişimlerin hayli sınırlı kaldığını teslim etmek gerekir.
24
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
25
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Patrimonyal otorite
Patrimonyal otorite köken olarak Avrupa ortaçağındaki senyörlerin ve kralların egemen-
liklerine kadar uzanır. Burada toplumun tamamı otoriteyi temsil eden figürün etrafın-
da toplanmıştır ve “kan bağı” olmasa dahi tebaa kendisini otoriteye ait sayar (Sen-
nett;1992;59-64). Elbette günümüze ait devlet/toplum ilişkilerini çözümlerken “patri-
monyal” adlandırmasının kullanılışı, tam anlamıyla bir örtüşmeden çok “günün şartları
içinde teşekkül etmiş” bir benzerliğe dikkat çekmek içindir. Bu benzerliğin nitelikleri,
tebaanın otoriteye kayıtsız şartsız aidiyeti (ve buna bağlı olarak itaati), siyasal iktidar
alanının nesnel, standart, karşılıklı hak ve görevlere bağlı değil, “aile ilişkileri” gibi “bi-
rincil ilişkiler” üzerinden oluşturulması, otoritenin meşruluğunu, performansından ya da
çeşitli kriterle ölçülebilen icraatlarından değil, adeta verili bir statü gibi işgal ettiği yerden
aldığı iddiasıdır.
Cumhuriyetin başlangıç yıllarında da, patrimonyal otoritenin kimi nitelikleri, en azından
geçici bir süre için iktidar etmenin kaçınılmaz yöntemi olarak görülmüştür. Her ne kadar
kavramın tarihi çizgisi Avrupa’ya aitse de, “babacıl otorite” formundaki anlamı dolayı-
sıyla geleneksel dünyanın farklı coğrafyalarındaki bir çok iktidar biçimini adlandırmakta
da kullanılabilir ve bu arada Türkiye’nin üzerinde yer aldığı toprakların siyasal değerleri
içinde de karşılığı vardır. Mesela, yaygın bir şekilde kullanılan ve en azından yakın za-
manlara kadar çoğunluğun kabulüne mazhar olan “Devlet Baba” ifadesi siyasi ilişkiler-
deki “ailevi değerlerin egemenliğine” atıf yapar. Devlet, halkını koruyan, gözeten, ada-
letle davranan, bu tür işlevlerine ilişkin referansları kutsallıktan devşiren ve bu yüzden
dünyevi iktidar ilişkilerinin dönüştürücülüğünden masuniyet kazanmış bir yapı şeklinde
görülür. Buradaki mantık şudur: Nasıl baba oğlunun iyiliğini ister, onun geleceğini ve
çıkarlarını düşünürse iktidar da öyledir /ya da en iyisinden öyle olmalıdır temennisi/; an-
cak bir türlü reşit olamayan oğul bunu takdir edemediğinde gerekirse onun çıkarları için
zorlayıcı yöntemlere başvurmak bu otorite biçiminin meşruluğundan kaynaklanan bir
hak olarak doğar. Burada dikkate değer kriter, tek parti dönemi iktidarının kendisini bir
misyon içinde görmesi ve amacının meşruluğuna duyduğu derin inanç nedeniyle iktidarı
kullanım biçimini bir tür “özel ilişki” olarak telakki etmesidir. “Özel ilişki” hukuki düzen-
lemeden kendini tamamen kurtarmış, herhangi bir hukuki çerçeveye ihtiyaç duymayan
ilişkidir (Habermas;1997;237). Tek parti dönemi iktidar çevresi, basınla, Terakkiperver
Cumhuriyetçi Fırka ile, Takrir-i Sükun dönemindeki uygulamaları ve Serbest Fırka ile
olan ilişkilerinde, yani kritik dönemlerde hukuku önceleyen bir “özel ilişki” mantığına
yaslanmıştır.
Devletin bu şekilde kavranmasını yöneticilerden yönetilenlere intikal ettirilen bir doktrin
olarak yorumlamak elbette yanıltıcıdır; sadece iktidar çevrelerinin değil itaat edenlerin
de devlete bu şekilde bir anlam atfetmeleri bazı tarihi ve toplumsal temellere sahiptir.
Mesela geleneksel dünyada her şeyden evvel “iktidarın” tüm siyasal toplum tarafından
paylaşılması, bunu sağlayacak zeminin yokluğu dolayısıyla maddeten mümkün değildir.
26
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
Keza devlet iktidarı, bugünle mukayese kabul etmeyecek ölçüde daha dar bir alanla
ilgilidir; gündelik hayat çoğunlukla sivil inisayitiflerce belirlenir. Ekonomik yapısı tarıma
dayalı, siyasal örgütlenmesi fetih ve gaza esası üstüne kurulu bir ülkenin devlet iktidarı,
kritik şartların zorlayıcılığında “tekel olmak ve takdis edilmek” konularında ciddi bir sivil
direnişle karşılaşmadığı gibi aksine “işlevsel” bulunularak geniş bir kesim tarafından da
desteklenir. O yüzden Türkiye’nin siyasal geleneğinde iktidar “bölünme kabul etmez
kutsal bir bütün” olarak görülmüş ve genel bir onay kazanmıştır.
Avrupa’da patrimonyal otoritenin kırılmaya uğradığı dönem burjuva sınıfının yükseli-
şiyle birlikte başlar. Nasıl modernlik, ev içi düzeni ile çalışma hayatını ayırmışsa, yine
aynı şekilde iktidarı da aile ilişkilerinden ayırmış, otoritenin meşruluğunun sorgulandığı,
“kerameti kendinden menkul kutsallığının reddedildiği” yeni bir döneme girilmiştir. J.
Locke’un bu yöndeki yazıları, Hobbes’un Leviathan’ı toplumsal sözleşmeye bağlaması
bu doğrultudaki ilk işaretlerdir.
Türkiye’nin siyasal kültüründe eleştiriler olmakla birlikte yakın zamanlara kadar böyle-
sine bir radikal kırılma çizgisi meydana gelmemiştir. Ancak Cumhuriyet dönemindeki
maddi gelişmeler, kendisine tekabül eden bir siyasal karşılık yaratmakta gecikmemiş-
tir. Esasen Cumhuriyeti kuran irade, elbette girişimlerinin neticesinde iktidarın artık bu
geleneksel çizgide süremeyeceğini, sanayileşme, şehirleşme ve kaçınılmaz bir biçimde
demokratikleşmenin iktidarı parçalayacağı ve daha seküler bir forma dönüştüreceğini
bilmektedirler. Ancak, en azından toplumsal dönüşümlerin başlangıç aşamasında, nihai
hedefleri için, iktidarın bu güçlü geleneksel çizgisini sürdürmeyi ve paylaşımı reddet-
meyi kendilerinde hak olarak görmüşlerdir. Modernleşme en üst değerdir ve bunun
dışında kalan her şey bir bakıma araçsaldır. Zaman kaybetmemek, uygarlık hedefine
en kısa zamanda ulaşmak, bunun için top yekun seferberliği gerçekleştirmek, imkanları
merkezi bir iktidarın gücü ile en verimli şekilde kullanmak gibi düşünceler iktidar biçi-
minin haklılaştırılmasında ileri sürülen gerekçelerdir. Diğer yandan ise, rejimin radikal
bir şekilde değişmesi o ülkedeki siyasal kültürün, ondaki hakim eğilimlerin de benzer
bir değişimi yaşayacağı anlamına gelmez. Nitekim Cumhuriyetin ilanından sonra “ik-
tidarın biçimi, kullanımı” bu coğrafyadaki uzun tarihi geleneğin şekillendirdiği siyasal
kültürün kodları üzerinden yürümeye devam etmiştir. Tek partinin iktidarı, Cumhuri-
yetçi Terakkiperver Fırkanın üzerindeki baskılar ve nihayet kapatılması, Serbest Fırka
deneyiminde takınılan tutumlar, bu iktidar anlayışının somut tezahürleri olarak tarihteki
yerlerini almışlardır.
Sonuç
Cumhuriyetin felsefi temelleri üzerine yapılacak konuşmaların odak noktasını modern-
leşme oluşturmaktadır. Cumhuriyet bir modern projedir. Değerlendirmelerde, müellif-
lerin amaçları kadar tarihi mümkünlük şartlarını da dikkate almak gerekir. Alana ilişkin
tartışmaların serbestçe yapılabilmesi, geçmişin anlaşılmasına olduğu kadar günümüz
siyasetine ve entelektüel dünyasına da katkı sağlayacaktır. Tarih üzerine bunca tartış-
27
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
ma yapılan bir toplumda eklektik, derinliği olmayan tarih repliklerinin yine bunca ege-
men olması şaşırtıcıdır. Yakın geçmişin tarih kadar diğer sosyal bilimlerin de desteğiyle
ve disiplinlerarası bir yaklaşımla değerlendirilmesi, yorumları birbirine yaklaştırmasa
bile ortak bir bağlamın teşekkülüne zemin hazırlayacaktır.
28
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
SİYASET VE SOSYOLOJİ
VEYA SİYASETE SOSYOLOJİK AÇIDAN BİR YAKLAŞIM
(Bu bölüm Doç. Dr. Mustafa Aydın’ın Siyasetin Sosyolojisi1∗ İsimli kitabından
derlenerek hazırlanmıştır. Çalışmasının bu şekilde elinizdeki kitapta yer almasına
izin verdiği için Sayın Aydın’a teşekkür ediyoruz)
1. SİYASET KAVRAMI VE BİR KURUM OLARAK SİYASET
Siyaset kamu düzenini sağlama ve genel yönetimi gerçekleştirme görevini yerine getiren
bir temel kurumdur (Fichter, 1990: 116). Bu haliyle de insanlığın varlığıyla paralel bir
olgudur. Diğer kurumlar gibi bu temel kurumun altında düzinelerle alt kurum sıralanır.
Mesela otoriteler, önderler, seçim sistemi, oylama, baskı grupları, bürokrasi, partiler vb.
bunlardan sadece bir kaçıdır.
Siyasetin temel işlevi (tanımda da belirtildiği gibi) yönetim işlerinin yürütülmesi ve kamu
düzeninin sağlanmasıdır. Klan/ kabileden günümüz ulus/ devletlerine kadar bu işlevi tüm
toplumlarda görürüz. Konunun özünü oluşturan “kamu düzeni ve yönetim”, evrensel,
önemli ve zorunludur. Toplumsal bir farklılaşma ile daha belirgin bir hale gelmiştir. Söz
konusu düzen ve yönetim, toplumlarda birleştirme, aracı yapılar oluşturma ve yönlendi-
rip eğitme gibi işlemleri ihtiva etmiştir. Esasen tüm toplumlar fonksiyonel olarak sert ya
da yumuşak bir yöneten-yönetilen ayrımına sahip olmuş, yönetim, nihayet devlet gibi
siyasal (alt) kurumlarla sonuçlanmıştır.
Temel bir kurum olarak siyaset, insanlığın başından beri potansiyel olarak; klan ve kabile
hayatından itibaren de fiili olarak var olmuş olmalıdır. Yani aileden farklı ve aileler arası
bir düzenin ortaya çıkmasıyla başlamış bulunmalıdır. Çünkü nüfus yönünden yoğunlaş-
maya paralel olarak klanlarda aile başkanlarından birisi (aile başkanlığının yanında) kamu
düzenini sağlayıcı bir rol üstlenmiştir. İşte bu rol bizim burada söz konusu ettiğimiz salt
siyasal bir roldür.
Kurumun adı olarak kullanılan “siyaset”, Arapça kökenli bir kelimedir ve sözlük karşılı-
ğı eğitmek, yetiştirmek, düzenlemek anlamlarına gelir. Eski dilde terim olarak buradan
geliştirilmiş şekliyle “yönetme bilgisi ve tekniği” anlamında kullanıla gelmiştir (Kaplan,
1994: 11-16). Sözcüğün Batı dillerindeki karşılığı politika (politique) dır ve Grekçe şehir
yönetimi, kamu düzeni anlamlarına gelen “police”den türediği kabul edilir. Bazı sosyal
bilimciler ve günlük dilde halk, siyaset ve politikayı farlı anlamlarda kullanmak isterlerse
de bunlar aynı olguyu anlatırlar. Yani farklılık etimolojilerinde değil, kullanımlarındadır.
Siyaset kelimesi az çok farklı anlamları çağrıştırmaktadır. Bir anlayışa göre siyaset in-
sanlar arasında bir “çatışma”, bir mücadele ve kavgadır; bunun için güç elde etmek,
iktidarı ele geçirmek ve onun sağladığı çıkarları paylaştırmaktır. İkinci bir eğilime göre
1 ∗
Açılım Yayınları, [İstanbul 2004].
29
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
ise toplumda bütünlüğü dengeyi sağlamak; nimetleri kişisel olmaktan çıkarıp genelleş-
tirmektir (Kapani, 1989: 17). Belki daha doğrusu siyaset ikisidir de. Yani belli çıkar ve
çatışmaları, bütünlükleri ve bunun meşruiyet temellerini içeren bir kurum-kavramdır.
Siyaset kavramı bir bilgiyi içerdiği kadar, bir pratik ye tekniği de ifade etmektedir. Esa-
sen klasik tanımlarda o bir sanat veya bir teknik olarak da nitelenmektedir. Mesela
Fransız Akademisi sözlüğü siyaseti “devleti yönetme ve diğer devletlerle olan ilişkilerine
yön verme sanatına ait her şeyin bilgisi” olarak tanımlar. (Duverger, tarihsiz: 19). Onun
bu üstün bir sanat-teknik yönüne rağmen entelektüalizm ifade eden tüm kavramlarda
gördüğümüz bir olumsuz yön siyasette de vardır ve bir zekiliği/ kurnazlığı içerdiği kadar
bazen bir çıkarcılığı ve dolayısıyla aşağılanmayı da dile getirmektedir (Bilgin-bilgiç, ente-
lektüel- entel sözcüklerinde olduğu gibi).
Siyaset kavramının daha iyi anlaşılabilmesi için, ilgili bir kaç kavramın daha üzerinde du-
rulması gerekmektedir. Bunlardan birisi devlettir. Klasik teorilerde devlet, siyasal olanın
karşılığında kullanılmakta, diğer alt kurumlar ya da olgular onun ekseninde sıralanmak-
tadır. Mesela bu anlayışa göre ülke, halk, organizasyon, vb. devleti meydana getiren
öğelerdir. Ancak günümüz siyaset sosyolojisinde, devlet de dahil, bunların hepsi siyasal
olanın öğeleridir ve hiçbir zaman bu kurumsal olgu devlete indirgenemez. Bununla birlik-
te şüphesiz devlet bir kamu alanıdır ve toplumsalın önemli siyasal bir boyutudur.
Siyasetin ilgilendiği alan, özel kamu ayırımında, ikincisine (yani kamuya) tekabül etmek-
tedir. Ancak ayırımın ölçekleri üzerine çok şey söylenmiştir. Bu ölçeklerden birine göre
kamusal “publisite” yi (geneli, aleniyeti) gerektirir ve “hepimiz için ortak olma” anla-
mında “ortak”tır. Bu durum kendini rollerin kapsamında da yansıtır. Mesela “babalık’’
özel bir rol iken “yurttaşlık, seçmenlik” kamusal rolleridir. Ne var ki, bu çözüm yine de
mutlak değildir. Aynı adı veya görüntüyü taşıyan bir rol, farklı açılardan özel ya da ka-
musal olarak nitelendirilebilir. Mesela tarihsel binaları korumak için kurulmuş bir dernek,
bu eski eserin yeniden inşası için para verdiğinde özel bir kapasiteyle hareket etmekte;
amaçlarını destekleyecek bir yasa için parlamentoda lobi yaptığında ise kamusal olarak
faaliyet göstermiş olmaktadır (Runciman, 1986: 132).
Modern siyaset sosyolojisinin kurucusu sayılan Weber siyaseti, araç olarak nitelediği
iktidar ekseninde tanımlar. Ona göre siyaset (ya da devlet) amacıyla, bir başka deyişle
ne yaptığıyla tanımlanamaz. Çünkü o her şeyle ilgili bulunması bakımından bir amaç/
alan sınırına sahip değildir. O zaman devlet/ siyaset, kullandığı araçla yani iktidar (bir
güç vurgusu) ile tanımlanabilir (Weber, 1986).
Buradaki iktidar, gerektiğinde kullanılabilecek fiziki bir güçtür. Ama sırf fiziksel değil-
dir, her şeyden önce sosyaldir. Toplumun merkezi yapılanmasının, dolayısıyla da bir
eşitsizlik temeli üstüne oturmuş toplumsal bir güçtür ve bireylerin ellerindeki kudretin
birleştirilmesiyle elde edilmiştir (Lukes, 1993: 647). Onun içindir ki iktidar, bir bireyin
veya toplumsal kümenin, gerekirse bazılarının çıkarlarına ve hatta muhalefetine karşı bir
eylem sürecini izleme yetisidir.
30
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
Söz konusu iktidarın (veya gücün) en önemli özelliği meşruiyetidir. Yani topluluğun onu
saygıya değer, itaate lâyık bulmasıdır. Esasen sosyal eksenli olması salt zora başvurul-
maması onun meşruluğunun ilk şartıdır. Ne var ki bu onun için her zaman yeterli değildir
ve siyaset sosyolojisinde bu meşruluğun kaynağı çok tartışılmış, modern ve klasik te-
orilerde buna farklı açıklamalar getirilmiştir. Klasik teorilerde meşruiyetin kaynağı daha
çok dinidir ve aşkın niteliklidir; modern eğilimlerde ise toplumsal içkindir, kutsallık alanı
bir bakıma “egemenlik” gibi salt toplumsal bir konuma indirilmiştir (Kapani, 1989: 69).
İktidarın tanımında çok önemli bir rolü bulunmakla birlikte “meşruluk” pek çok proble-
me sahiptir. Felsefi bir deyimle “kendi başına” değildir, değişen bir yapısı vardır. Bugün
meşru sayılan yarın meşruiyetini yitirebilir ya da meşruiyet kazanabilir. Seçim gibi bir
yolla meşruluk kazanmış bir iktidarı alaşağı eden askeri darbelerin kısa bir süre sonra
yeni anayasal düzenlemelerle meşruluk kazanmaları bunun en açık örneğidir. Ama her
şeye rağmen meşruiyet siyasal iktidar için vazgeçilmez bir niteliktir.
Burada cevaplandırılması gerekli bir soru da bu “meşru güç”ün hangi toplum düzeyi ile
sınırlı olduğudur. Mesela bir ailenin, kabilenin, derneğin ya da ulusun hangisinin meşru
gücü “siyasal” sayılacak? Weber’e göre bunun sınırı/ düzeyi globalliktir. Yani kendi içe-
risinde tüm etkileşim süreçlerine sahip, bütünleşmiş, bir üst birimin emrinde olmayan
sosyal birliktir. Buna göre bir aile, bir sendika, bir global topluluk değildir; ama bir kabile,
bir imparatorluk, bir ulus, birer global toplumdurlar ve meşru merkezi güçleri siyasaldır
(Duverger: 21-22).
Bütün bu açıklamalardan sonra (Weber’e göre) iktidar “global toplumun meşru gücü”
olarak tanımlanabilir. Bir güç ile nitelenmiş olmasına rağmen sosyal kökenlidir, gerekti-
ğinde kullanılabilecek bir merkezi kuvvete sahiptir, ama meşruiyet ilkesine bağlı olarak
rıza ve itaatin geçerli olduğu bir alandır. Siyaset, bir sosyal yapılanmanın sonucu olarak
bir eşitsizliği de içerir. Esasen “fiili eşitlik” mümkün değildir. Çünkü bu fiziki denklikleri
gerektirir ki bu pek kolay sağlanamaz; gerçekleşebilecek eşitlik türel yani sosyal/ hukuki
eşitliktir.
Son zamanlarda siyaset sosyolojisinde iktidarı oluşturan kaynaklar üzerinde çok tartışıl-
mıştır. Burada ayrıntısına girmeden şu söylenebilir: Çağımızda bu güç kaynaklarının en
önemlileri bilim ve tekniktir. Esasen bilginin doğasında Antikçağdan beri hep bir siyasal-
lık vardır (Weber, 1986:137). Modern dönemlerde ise onun özel bir türü olan bilimsel
bilgi, teknolojinin alt yapısını oluşturduğu siyasal erkin hem önemli bir kaynağı, hem de
ciddi bir meşrulaştırma aracıdır.
Siyasal iktidarı kullananlara, (kişi, grup, örgütlere) siyasal otoriteler, ya da dar anlamda
siyasal iktidar adı verilir. Buradaki iktidar ve otoritenin anlamları şüphesiz birbirlerinden
az çok farklıdır. İktidar, salt siyasaldır ve öncelikle gücü çağrıştırır; halbuki otorite her
alanla ilgilidir, toplumsaldır, saygı ve karizmatik nedenlere dayanır (Lukes, 1990: 656).
Ne var ki başlarına, “siyasal” getirilmiş bu iki kavram aynı anlamda kullanılmış olurlar.
31
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
32
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
16. yüzyıldan itibaren, bir toplumsal yapı tipi olduğu kadar, bir siyasal yapı şekli olarak
ulus-devletler oluşmaya başlar ve yüzyılımızda tamamlanma noktasına ulaşırlar. Uluslar
bir bakıma derebeylik sisteminin (ve imparatorluk yıkıntılarının) üzerinde yükseldiler,
birleştirici siyasal bir devlet olarak ortaya çıktılar. Ayrıntısı aşağıda ayrı bir bölümde ve-
rileceği üzere geçmiş yüzyıllarda olduğu gibi, bu devletler nesnel bir siyasal yapı öğesi
olarak toplumu yönetmekle yetinmediler, geri dönüşlü olarak onu yeniden inşa ettiler,
tüm sosyal kurumları, belirledikleri bir plan dahilinde yeniden düzenlediler.
Siyasal gelişmenin ekseni (veya yönü) için kesin bir şey söylemek güçtür. Ancak bu
konuda ileri sürülen ilkeler şöyle özetlenebilir:
1) Siyasal hayat, iktidarın belli kişilerin elinde toplanmasından halka yayılmasına doğru
bir gelişme göstermiştir.
2) Siyasal hayat, dayanakları itibariyle büyüselden diniye ve oradan da profanlığa doğru
bir değişim geçirmektedir.
3) Başlangıçlarda siyaset sadece bir (iç veya dış) güvenlik kurumu iken gittikçe sosyal
hayatın bütününü kapsar hale gelmiştir (Baltacıoğlu, 1939, 346-350).
Şüphesiz bu ilkelere mutlak gözüyle bakılamaz. Bunlar pekâlâ içinde bulunduğumuz
şartların birer aklileştirmesi olabilirler. Kaldı ki meselâ totalitarizme (monarşizme) karşı
demokratik eğilimlerin arttığı, doğal bir sekülerlik yolunun izlendiği, vb. gibi ilk bakışta
doğru gözüken yargılar tartışmaya açıktır. Katı bir merkeziyetçiliğin yaşandığı ve kitle-
lerin rahatlıkla şekillendirilebildiği bir dünyada mutlak bir demokrasi, devletlerin yoğun
tedbirlerle dışta tutmaya çalıştığı dinin “doğal” sekülerliği tartışmalı olacaktır. O zaman
tarihsel gelişme ekseni konusunda ileri sürülebilecek daha doğru bir yargı, bunun çağla-
ra, toplumsal farklılıklara göre değiştiğidir.
Bir kere genel bir kategorileştirme olarak gözükse bile (modern dışı) geleneksel ve mo-
dern toplumlarda siyaset kurumu önemli farklılıklar göstermektedir. Habermas’a göre
geleneksel toplumlarda siyaset, temel ihtiyaçların giderilmesinden arta kalan bir mal
fazlalığına dayanıyordu; modern toplumlarda ise önemli bir yapısal değişime uğradı: Üre-
tilen, geri dönüşlü olarak siyasal hayatı yeniden belirledi. Bu yeni üretim süreci kendini
teknik ve bilim gibi uzmanlık alanlarında gösterdiği için eskisi gibi salt siyasal olmayan
bu alana halk katılamaz oldu (Habermas, 1993: 45 vb). Siyasal hayat Weber’in deyimiy-
le “meslekleri sırf bu olan birer girişimcinin işi” haline geldi (Weber, 1986: 89).
Öyle görünüyor ki. siyaset olgusu geçmiş yüzyıllardan, hem doğası hem de algılanışı
bakımından farklılıklar gösteriyor. Modern öncesi dönemlerde siyasal iktidar ya bir Tanrı
vergisiydi ya da bedeni, mali, vb, ayrıcalıklarla elde edilmiş bir görevdi: Yapılacak iş (ay-
rıcalıklarından yararlanarak) hiç kimseye bir borcu olmaksızın, sırf insani vicdani, ilahi bir
sorumlulukla bu görevi yerine getirmekti. Burada sonuç olarak güç, toplumu meydana
getiren fertlerin her birinin katkısıyla meydana gelmiş bir güç değildi.
33
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Modern dönemlerde ise (siyasal) iktidar (yukarıda da belirtildiği gibi) toplumu meydana
getiren her bireyin katkısıyla oluşmuş bir güçtür ve dolayısıyla temsilen onu kullanan
kişi grup ve örgütler, onlara karşı sorumludur. Esasen onların bir görevlendirmesidir;
onun için her hangi bir zamanda ilkece bu temsile fiilen katılabilir, kendine özgü yollarla
temsilcileri değiştirebilir, denetleyebilir.
Ne var ki geçmiş yüzyılların, bir yönü sübjektif kriterlere dayalı siyaset anlayışının so-
runları olduğu gibi, modern anlayış sorunsuz değildir. Bir kere iktidarı oluşturan güç,
günümüzde Habermas’ın da belirttiği gibi, toplumsal naif bir güç olmanın ötesinde bilim
ve teknik gibi belli çevrelerde elde tutulan bir güçtür. O zaman siyasal oluşum da, kul-
lanımı da her zaman sanıldığı gibi salt toplum çıkışlı olmayacaktır. Esasen çağın favori
sistemi olan demokrasi bile işlevseldir ve her şeyden önce sanayi olgusuna denk düşen
bir siyasal sistemdir.
3. BİR BİLİM OLARAK SİYASET VE SİYASET SOSYOLOJİSİ
Siyaseti bir sosyal kurum olarak ve bilimsel bir yöntem ile ele alan Siyaset Sosyolojisi,
kısaca toplum ve siyaset bileşkesindeki sorunlar ile ilgilenmektedir. Bir başka deyişle
siyasal olanı tanımlayıp, kurumların işlevlerini belirterek toplumsal hayatın siyasal olan
üzerinde, siyasal kurumların da toplum üzerindeki etkilerini göstermektedir. (Baltacıoğ-
lu, 1939: 336). Bottomore’un deyimiyle siyaset sosyolojisinin konusu en genel biçimiy-
le “toplumsal bağlam içinde iktidar” dır. (Bottomore, 1987: 1).
Bilindiği gibi hem toplumun hem de salt siyasal alanın kendine has bilimleri vardır; Genel
sosyoloji toplumu, siyaset bilimi de siyaseti kendine konu edinmişlerdir. Siyaset sosyo-
lojisi, bu iki genel disiplinin kesişme noktasında ortaya çıkmaktadır. Bu bakımdan göreli
de olsa salt siyasal ile sosyal arasındaki yüzyıllar süren bir ayırım süreci siyaset sosyo-
lojisinin ortaya çıkması bakımından önemli görülmektedir.
İç içe geçmiş bir olgu olarak toplum ve siyaset üstüne düşüncenin tarihi bir hayli eskidir.
İlk sistematik ve yazılı araştırmalara Antikçağda Aristo’da karşılaşırız. Bu konuda müsta-
kil bir eser veren Aristo’ya göre insan bir “Zoon politikon” (yani sosyal/ politik hayvan)
dır. Buradaki “politikon” iki anlamda kullanılmıştır: sosyal ve siyasal. (Runciman, 1986:
19). Bu sosyal ve siyasal özdeşliği 19. yüzyıl ortalarına kadar sürecek, sadece genel
anlamda siyasal olan topluma eş tutulmayacak, siyaset ile aynı kapsamda kabul edilen
devlet de toplumla özdeş sayılacaktır.
Toplum ve devlet (dolayısıyla siyaset)in aynılığı düşüncesi, antik çağdan tüm ortaçağlar
boyunca sürerek 19. yüzyıl ortalarına kadar tartışmasız geldi. Üstelik bu döneme kadar
sürüp gelen yaklaşım tarzı felsefi bir nitelik taşıyor, tek tek olguları ele alma yerine kav-
ramsal bir çerçevede, bütüncü bir eğilimle açıklanıyordu. (Abadan-Unat, 1986: 61-63).
Genelde de ortaya konanlar “olanlar” değil, “olması gerekenler” dir.
Bu yüzyılda tüm bilimler açısından olduğu kadar siyaset sosyolojisi açısından da bazı
önemli gelişmeler oldu. Bilimler gittikçe özerk disiplinler haline gelirler. Fen ve sosyal
34
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
bilimler ilkece bağımsız bir hal alırlar. Hatta bunlar kendi içlerinde alt branşlara bölünür-
ler. Mesela siyaset bilimi yüzyıllar süren bir “siyaset felsefesi” durumundan çıkar, hem
yöntemi belirginleşir hem çeşitlenir (Kapani, 1989: 24). Sosyoloji de bir taraftan pozitif
bilim haline gelirken diğer taraftan alt birimleri oluşmaya başlar. Siyaset sosyolojisi de
bu ana eğilimlerin içinde filizlenir. Ama siyaset sosyolojisini geliştiren daha önemli ve
özel türden bir neden 19. yüzyılda devlet-toplum farkı üstüne yapılan bir tartışmadır.
Pain gibi devlet karşıtı radikalistler ve özellikle de Godvin gibi anarşist düşünürler bu iki
kavramı birbirinden ayırdılar. Bunlara göre toplum, ihtiyaçlarımızın ürünü idi ve gerek-
liydi ama devlet (siyasal iktidar) aptallığımızın eseri idi ve mutlaka aşılmalıydı. Bu ayırım
Fourier ve Owen’dan geçerek Marksizm’de sistematik açıklamasını buldu (Runciman,
1986: 21).
Bir tarafta da devlete kutsallık veren ve mutlak önemini vurgulayan Hegelcilik vardı.
Hatta devleti toplumsal şartların bir ürünü sayan Marksist görüş, büyük çapta bu Hegel-
ci devlet anlayışının eleştirisine dayanıyordu. Bununla birlikte Marx’ın siyaset sosyoloji-
sine katkısı büyük oldu. O en azından toplumsal yapıların siyaset üzerine etkisini çarpıcı
örneklerle vermeye çalıştı. Devletin/ siyasalın önceliği ise bir bakıma Mosca, Pareto gibi
düşünürlerin seçkinci teorilerinde sürdürüldü.
Toplum ve devlet arasındaki farkı ortaya koyan bu sürecin siyaset sosyolojisinin alanının
belirlenmesinde önemli bir katkısının bulunduğunda şüphe yoktur. Çünkü bu yaklaşım,
birbirleriyle ilintiye getirilen değişkenleri de göstermiş oluyordu. Şüphesiz siyasal olan
toplumsal olanın dışında bir şey değildi, onun bir yönü bir parçasıydı. Ama bu alt olgular
açıklamada ilkece farklı birer değişken görevi yapmaktadırlar. Bu sürecin ortaya çıkardığı
sonuç şu idi: devlet /siyaset ve toplum diye iki ayrı alan ve bunları konu edinen bilimler
vardır: Siyaset bilimi ve sosyoloji. Siyaset sosyolojisi de bu iki temel bilimin birbirlerine
değen yüzeylerinde ortaya çıkmış bir disiplindir. Bir başka deyişle siyaset sosyolojisine
iki ayrı alandan ulaşılabilir: Birincisi genel sosyoloji yolunu izleyerek, (aile, ekonomi, din
gibi) bir kurumlar sosyolojisi olarak varılan siyaset sosyolojisi. İkincisi siyaset bilimini iz-
leyerek onun toplumla bağlantılarını gösterme amacında olan siyaset sosyolojisi. Burada
asıl sorun, aynı adı taşıyan bu iki disiplinin farkının olup olmadığıdır.
Pek çok sosyal bilimci sorunu “siyaset sosyolojisi ve siyaset bilim arasındaki fark” ola-
rak ortaya koymuşlar ve kriterleri uzun uzun tartışmışlardır. Kanaatimizce sorun ortaya
yanlış konulmaktadır: Üzerinde tartışılan konunun adı ya genelleştirilmiş biçimiyle ele alı-
nan olgulara “sosyolojinin ve siyaset biliminin bakış farkı”dır. ya da yukarıda söz konusu
ettiğimiz şekliyle “iki alandaki siyaset sosyolojilerinin farkı” olmalıdır.
Burada önce belirtmeliyiz ki elbette toplumun dışında bir siyaset yoktur. Ama ilkece
bir ayırım yapılabilir. Görünüşteki ikilemi Bottomore, ayırımın devlet-toplum değil, sivil
toplum- devlet (veya siyasal toplum) şeklinde yapılarak aşılabileceğini ileri sürer (Botto-
more, 1987: 2). Şimdi konusu siyasal toplum olan siyaset sosyolojisinin ilgi alanını daha
yakından göstermeye çalışalım.
35
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
S. M. Lipset, R. Bendix ile ortaklaşa ele aldığı bir incelemesinde; “Siyaset Sosyolojisinin
toplumu hareket noktası olarak ele aldığını ve toplumun devleti nasıl etkilediğini araş-
tırmasına karşılık, ‘siyasal bilimin’ (bize göre siyasal bilimin alanındaki siyaset sosyolo-
jisinin) devletten hareketle onun toplumu nasıl etkilediğini gösterdiğini belirtir (Abadan-
Unat, 1986: 69). Aynı görüşü L. Coser, Siyaset Sosyolojisinin toplum çıkışlı oluşuna
karşılık siyasal bilimin devleti eksen aldığı şeklinde dile getirir.
C. Sartori ve A. Effart gibi düşünürlere göre ise sınır, toplum ya da, siyasalın nesnel ön-
celiğine göre değil, incelenen olgunun “bağımlı” veya “bağımsız” değişken kabul edilip
edilmemesine göre çekilir. Buna göre siyasal yapı, sosyolog için bir bağımsız (toplumun
kendisinden etkilendiği) değişken iken, siyasal bilimci için bir bağımlı değişkendir (Aba-
dan-Unat, 1986: 70).
Demek ki iki siyaset sosyolojisi arasında toplum ve siyaset ilişkisinde ortaya çıkan bir
sorun alanıyla ilgilenme bakımından bir ortaklık vardır. İkisi de toplum- siyaset bağlan-
tısını göstermeyi amaçlamaktadır. Ancak belli bir yaklaşım farklılığı da söz konusudur:
Sosyolojik bir kurum olan Siyaset Sosyolojisi için önemli olan öncelikle toplumsal yapı-
ların açıklanmasıdır ve siyasetin bağımsız bir değişken olarak ele alınmasıyla, toplumsal
yapının bir kesitinin daha iyi açıklanabilmesi beklenmektedir. Hâlbuki aynı mekanizma-
ların analizinden siyasal bilimcinin beklediği, toplumla irtibatlandırarak siyasal olguların
daha iyi anlaşılmasını sağlamaktır.
Göründüğü kadarıyla burada sorun bu disiplinlerin ayrı adlarının olmayışından kaynak-
lanmaktadır. İşin gerçeği, siyaset sosyolojisi, sosyolojik bir disiplini ifade eder, belki
ikincisinin adı “Siyasal Sosyoloji” olmalıdır. Esasen siyasal bilimciler (ki siyaset sosyo-
lojisinin gelişmesinde büyük katkıları olmuştur), konuları ele alış tarzı itibariyle siyasal
sosyolojiyi vurgulamışlar, bazen ad konusunda da tereddüt etmişlerdir. Mesela Aba-
dan-Unat referans olarak aldığımız makalesinde bu farka dikkat çekmiş ve hem söz
konusu ikilemden kurtulabilmek ve hem de (bir siyasal bilimci olarak onu sosyolojiden
ayırabilmek için) adının siyasal sosyoloji olmasını önermiştir (Abadan-Unat, 1986: 72).
Ama her şeye rağmen bizim üzerinde durduğumuz bilimin adı Siyaset Sosyolojisidir ve
sosyolojinin bir alt birimidir, hedefi de öncelikle siyasal olgulardan yararlanarak sosyal
yapıları analiz etmektir.
Yerini belirledikten sonra artık siyaset sosyolojisinin ilgi alanı üzerinde durabiliriz. Klasik
anlayışta genellikle bu, devletti. Kuruluşu, işlevi, amaçları, fertle ilişkileri vb. Weber’in
siyasal olanı “iktidar” ile tanımlamasından sonra, eksen devlet olmaktan çıktı.
Esasen iktidar devletten daha kapsamlı bir kavramdır; ilkelinden gelişmişine kadar si-
yasal iktidar her toplumda var olmasına rağmen, belli örgütleniş biçimiyle devletler her
topluma mal edilmeyebilir (Kapani, 1989: 27). Demek ki, genel olarak ifade etmek gere-
kirse siyaset sosyolojisinin konusu (devlet değil) iktidar- toplum ilişkisidir. Bottomore’un
deyimiyle “toplumsal bağlamı içinde iktidar”dır (Bottomore, 1987: 1).
36
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
Her şeyin toplum tarafından tek yönlü olarak belirlendiği görüşünde olan klasik sosyo-
lojizmden farklı olarak günümüz sosyolojisinde ilişkilerin karşılıklı ve plüralist olduğu
düşünülürse, toplum- iktidar düzleminde doğal olarak (önce) iki konu karşımıza çıkar.
(Formüllerde S siyaseti, T toplumu ifade eder.)
a) Toplumun siyasal alana etkisi ( T->S)
b) Siyasal olanın topluma etkisi ( S->T).
R. G. Braungard’ın gayet yerinde belirttiği gibi bu formül üzerinde dikkat çekmeyen ama
gerçekte var olan bir üçüncü ilişki alanı daha vardır:
c) Siyasal olanın siyasal olana etkisi (S->S).
1- Braungard’ın “Siyasetin toplumsal kökleri” olarak adlandırdığı ve (T->S) formülü ile
gösterdiği alan basit bir etkileşim alanıdır. Genel sosyolojinin sıkça izlediği bir yol oldu-
ğu kadar siyaset sosyolojisinde hala en popüler yaklaşımdır ki toplumsal yapının iktidar
organizasyonunu ve dağılımını nasıl etkilemekte olduğunu araştırır. Başlıca inceleme
alanları “topluluk iktidârı”, “toplumsal yapının siyasete etkisi”, “toplumsal ve siyasal
değişmenin kaynakları” gibi konulardır (Abadan-Unat, 1986: 71). Toplum yapı tipinin
demokratik ya da otoriter bir parti yapısına neden olması bu ilişki türüne örnek verilebilir.
2- “Siyasetin topluma etkileri” olarak ifade edilen ve (S->T) formülü ile gösterilen ikinci
alan, ardışık, çok değişkenli bir ilişki üzerine kurulmuştur. Siyaset sosyolojisi diye ayrı
bir kurumlar sosyolojisinin var olmasını gerektiren nedenlerden en önemlisi budur. Gide-
rek hem sosyologlar hem de siyasal bilimciler arasında popüler hale gelen bu alan (ve
yaklaşım), siyasetin toplumun hangi yönlerden etkilendiği üzerinde yoğunlaşır. Bu yak-
laşımın en çok uygulandığı alanlar “siyasal ekonomi”, “kamu- siyasa değerlendirmesi”
ve “siyasa analizi” dir. Uzunca uygulanan bir çoğunluk seçim sisteminin, iki kutuplu bir
toplumsal yapılanmaya neden olması bu ilişki türüne örnek verilebilir.
3- “Siyasetin siyasal yapısı” olarak da adlandırılan ve (S->S) formülü ile gösterilebilecek
üçüncü alan, iki değişkenli nedensel ilişkileri esas alır ve iktidarın siyasal kaynakları ile
ilgilenir. Siyasal alanda yürütme, yasama ve yargı erklerinin, iktidarın yapısını oluşumu-
nu ve dağılımını ne şekilde etkilediğini ele alır. “Siyasal seçkinler”, “siyasal sistemler”,
“siyasal seçimler”, “siyasal gelişme”; vb başlıca konularıdır (Abadan-Unat, 1986, 71).
Çoğunluk seçim sisteminin, iki-partili sisteme neden olması, bu ilişki tipine verilebilecek
bir örnektir.
Braungard’ın bu yaklaşımı karşılıklı toplum- siyaset ilişkilerini ve siyasalın siyasal ile
ilişkisi gibi iç oluşumları kapsadığı için günümüz sosyolojik yaklaşımına daha uygun
düşmekte ve siyaset sosyolojisinin ilgi alanlarını daha iyi göstermektedir. Bizim bu araş-
tırmamız söz konusu üç alandan seçilmiş bir konular listesini ele almaktadır. .
Kısaca siyaset sosyolojisi, sorunları eksiksiz bir biçimde tanımlamayı, onların doğdukları
ortamları olabildiğince doğru olarak tasvir etmeyi, bunların önemini daha genel yapısal
37
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
38
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
prisinin “yukarıda yöneten bir azınlık, aşağıda bir yönetilen çoğunluk” denklemi üzerine
oturduğu göz önüne alınırsa seçkinler denen yönetici azınlığa giden bu yolda söz konusu
edilen tabakalaşmanın önemi anlaşılmış olur. Bu bakımdan tabakalaşma üzerinde biraz
durmakta yarar vardır.
Gerçekten de toplu halde yaşayan insanlar sadece bir arada yanana bulunmazlar, aynı
zamanda altlı üstlü hiyerarşik bir yapı da oluştururlar, Yukarıya doğru daralan bir pirami-
din değişik basamaklarında yer alırlar.
Toplumlarda sosyolojik olarak dünden bu güne fertlerin yerlerini belirleyen değişik öl-
çekler var olmuştur ki bunların en önemlileri: Soy, servet, meslek, eğitim/ bilgi, din ve
(yaş, cinsiyet, güçlülük, güzellik, vb. gibi) biyolojik etkenlerdir. İyi dikkat edilince görülür
ki bunlardan meslek, bilgi/ eğitim, dini inanç gibi bir kısmı insanların iradi çabalarıyla
sonradan kazandıkları statülerdir, ama buna karşılık soy ve biyolojik etkenler, “verilmiş”
statülerdir, elde edilmeleri insanların çabalarına bağlı değildir. Meselâ buna göre zenci
olmak verilmiş, ama bir aydın olmak kazanılmış bir statüdür.
Söz konusu statünün meydana getirdiği en önemli olgu sosyal tabakalaşmadır. Tabaka-
laşma aynı statüyü birleştiren ortak katların bir ifadesidir. Meselâ bilgililik bir statüdür,
ama bilgililerin oluşturduğu ortak yapıya aydınlar denir ki bu bir sosyal tabakadır. Sosyal
tabakalaşmanın en önemli görünümleri ise zümreler, sınıflar ve kastlardır.
Genel olarak zümre, belli inanış, düşünüş, yaşayış gibi daha çok kültürel eğilimleri ifade
eden, sırf ekonomiye dayalı olmayan, belirgin ortak bir bilinç taşımayan, yavaş da olsa
değişime açık sosyal tabakalardır. Meselâ buna göre esnaf, aydınlar birer zümredirler.
Kast ise ekonomik, dini farklı nedenlere bağlı olarak ortaya çıkan ama değişkenliği ol-
mayan sosyal tabakalardır, Hindistan örneğinde olduğu gibi. Burada toplum, yukarıdan
aşağıya doğru Brahman, Ksatria, Vaişya, Şudra, katlarından oluşmaktadır. Hatta bunun
yanında en alt kattaki Şudra’ya bile giremeyen dolayısıyla insan sayılmayan bir parya da
vardır. Ölüm ve sonrasında yeniden dünyaya gelmenin (reenkarnasyonun) dışında hiç
kimse bir kasttan diğerine geçemez.
Sınıf ise daha çok ekonomik nedenlere göre oluşmuş sosyal politik ve ekonomik yapılar-
dır. Olgu olarak çok eskiyse de onu sosyal bilim literatüründe eksen bir kavram haline
getiren Marx olmuştur. Tam bir tanım veremese de Marx’a göre sınıf, mülkiyet eksenin-
de doğan ve birbirleriyle çatışma halinde bulunan, üretilene sahip olma veya olamama
esasına dayalı, sonuç olarak da bir sınıf bilirci taşıyan ikili sosyal yapılardır. Sınıfın züm-
reden farkı açık politik bir bilinç taşıması, kasttan farkı ise her şeye rağmen fertlerin bir
sınıftan bir başka sınıfa geçebilmesidir.
Marx’a göre bütün toplumlarda iki sınıf vardır ve bunlar gittikçe derinleşen bir kutup-
laşmayla çatışmaya doğru giderler. Kapitalist toplumlarda bu sınıflar proletarya (işçi
sınıfı) ve burjuva (zengin, komprador) sınıflarıdır. Bu çatışmada hâkim sınıf olan burjuva
hukuk, din, aile, gibi üst yapı adını verdiği bütün kurumları kullandığı gibi devleti de bu
39
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
etkinliği için kullanır. Şüphesiz bu analiz ekonomik güç ile siyaset arasında bir ilişki kur-
ma bakımından anlamlıdır. Ancak siyasal güç her haliyle ekonomik güce indirgenemez,
dolayısıyla bu ilişkinin tersi de düşünülebilir.
Marksizm’in tüm sosyal statüyü sınıf olgusuna indirgeme eğilimine karşılık Weber bun-
ların farklı şeyler olduğunu belirtir ve basit bir ölçek de verir: Sınıf, paramızın nereden
geldiğine; statü, ise bu gelen paranın nereye gittiğine bağlıdır (Weber, 1986: 101). Bir
de statü örgüt gerektirmezken sınıf siyasal bir örgütlenmeyi gerektirir. .Bizim burada
sınıfla ilgilenmemizin nedeni de siyasetle olan bağlantısıdır. Ne var ki sınıf kavramı
onun üzerinde duran Marksist teori de dâhil ciddi belirsizliklere sahiptir. Mesela köy-
lülerin; beyaz yakalıların, memurların vb. nerede bulundukları hep tartışıla gelmiştir.
Ancak Marksizm’in açıkça gösterebildiği şey, onun siyasal ile olan ilişkisidir: Genelde
sınıf bilinci ve üst yapının bir ifadesi olan ideoloji, siyasal muhtevalıdır ve hâkim sınıfın
iktidarını işaretler. Ama partiler, hükümet, bürokrasi, vb., bazı durumlarda sınıfla bağ-
lantılı olsalar bile, doğrudan sınıfsal değildirler. Kaldı ki kapital ve emek arasında doğan
hizmet sektörü, teknokratik yapılar klasik sınıf yapısını büyük çapta değişikliğe uğrattı-
ğı gibi siyasetle olan bağlantılarında da yeni konumlar ortaya çıkarmıştır.
Siyaset sosyolojisi açısından statüleşmenin en genel ifadesi, yukarıda bir “yönetenlerin”
aşağıda ise çoğunlukta olan bir ‘yönetilenlerin” bulunmuş olmasıdır. Kendi aralarında da
derecelere sahip bulunan, yani “yönetim” ile ilişkileri farklı olan “yönetilenler” aşağıda
ayrı bir alt başlığın konusu olacak, burada ise “seçkinler” nitelemesiyle yönetenler üze-
rinde durulacaktır. Yöneten azınlık-yönetilen çoğunluk denklemi de “seçkinci” kuramla-
rın en önemli tartışma noktasını oluşturacaktır. Aslında “seçkinler” farklı anlamlarda kul-
lanılmaktadır: Yönetici seçkinler, düşünsel seçkinler, statü seçkinleri, vb. gibi. Önünde
tanımlayıcı bir deyim kullanılmadığı zaman “iktidar seçkini” (ya da siyasal seçkin) olarak
anlaşılmalıdır (Runciman, 1986, 135).
Gerçekten de, “seçkinler kuramı” modern siyaset sosyolojisinin önemli sorunlarından
birisidir ve konu üzerinde pek çok düşünür görüş ileri sürmüştür. Bunların en tanınmış-
ları Gaetano Mosca, Vilfredo Pareto, C. W. Mills, Roberto Michels ve George Sorel’dir.
Şüphesiz bu düşünürlerin söylediklerinde ortak noktalar vardır; seçkinlerin mahiyeti,
işlevi ve işlerliği ve hatta adlandırılmasında benzerlikler söz konusudur. Mesela aynı
olguya Mosca “yönetici sınıf” derken, Pareto “yönetici elitler”, Michels “Oligarşi” adını
vermektedir. Yine tüm siyasal sistemlerin sonuç itibariyle bir grup yönetimi (oligarşi)
niteliği taşıdığını savunmakla demokrasinin de en özgün eleştiricileri olarak gözükmek-
tedirler (Runciman, 1986: 49-50). Her şeye rağmen değişken bir seçkinler anlayışıyla
da, Marksizm’in istikrarlı sınıf olgusuna açık olmasa bile bir polemik oluşturmaktadırlar.
Seçkinci kuramcılar ortak yönlerine rağmen farklı çizgilere de değinmektedirler. Bu ba-
kımdan ayrı ayrı alıp görüşlerine kısaca değinmekte yarar görüyoruz.
Seçkinler kuramcılarının ilklerinden sayılan Mosca’ya göre, tüm toplumlarda, çok az-
gelişmiş ve uygarlığın şafaklarına pek ulaşamamış toplumlardan en ileri ve güçlü top-
40
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
lumlara kadar hepsinde iki sınıf insan görülür: Yöneten ve yönetilen sınıflar. Sayısı her
zaman daha az olan ilk sınıf, tüm siyasal işlevleri yerine getirir; erki tekelinde tutar ve
onun getireceği üstünlüklerden yararlanır. Buna karşılık daha kalabalık olan ikinci sınıf,
ilki tarafından artık bir miktar yasallaşmış, bir miktar da şiddete dayalı bir şekilde doğ-
rudan denetlenir ve ilk sınıfa hiç değilse görünüşte maddi geçim olanaklarını ve siyasal
organizmanın canlılığı için çok gerekli olan araçları temin eder (Runciman; 1986, 52).
Yine Mosca’ya göre yukarıda bir azınlık olan seçkinlerin (onun ifadesiyle yönetici sını-
fın), aşağıdaki çoğunluk üzerinde etkin olmasının nedeni “bilgili- yetenekli” ve özellikle
de “ örgütlü” olmalarıdır. Çünkü örgütlü azınlıklar örgütsüz çoğunluklara hep hakim ola-
gelmiştir. Seçkinler halk üzerindeki hâkimiyetlerini sürdürebilmek için de (Runciman’ın
da altını çizdiği gibi) inandırmadan şiddet ve tehdide kadar duruma göre pek çok yöntem
kullanmaktadırlar. Ancak seçkinler belli şartlar gereği oluştukları gibi yine belli şartlar
çerçevesinde çözülüp bu konumlarında değişiklikler olur.
Mosca’nın yeterince açıklığa kavuşturmadığı seçkinlerin bu oluşum ve çözülüş süreci,
seçkinler kuramının önemli tartışma konularından birisi olmuştur. Pareto gibi düşünürler
bunun değişkenliğini, Michels ve Mills gibi düşünürler ise sanıldığı kadar değişip dönüş-
mediğini savunmuşlardır.
Şüphesiz seçkinlerin doğası ve işlevine ilişkin daha kesin bir açıklamayı Pareto’da bulu-
ruz. Pareto’nun deyimiyle elitler “kendi faaliyet alanlarında en yüksek indekslere sahip
olanlardır”. Bu haliyle de Pareto elit kelimesini sırf siyasal üstünlüğü olanlar için değil,
her alanın en yetenekli kişileri için kullanır. Bu durumda topyekün toplum, önce, “elitler”
ve “elit olmayanlar” diye ayrılır. Elit olmayanlar, sıradan halk, derecelenmede geride
kalanlardır; elitler ise her alanın ilk sıralarındaki başarılı kişilerdir.
Elitler de kendi arasında “yönetici elitler” ve “yönetici olmayan elitler” olarak ayrılır. Me-
sela mesleğinde başarılı bir kişi bir elittir ama yönetici değildir. Pareto’ya göre yönetici
elitler de “hükümet elitleri” ve “hükümet dışı elitler” olarak ikiye ayrılır. Asıl siyasal olan
elitler hükümet elitleridir, toplumun yönetiminde doğrudan veya dolaylı bir rol oynayan,
siyasal iktidar üzerinde etkili olanlar da bu elitlerdir (Duverger: 161-163).
Pareto’ya göre bir toplum, ne kadar siyasal katılımlı olursa olsun, yönetimi bir grup seç-
kinin elindedir. Ancak yine ona göre bu seçkinler bir değişkenlik içindedir: Yukarıdaki
siyaset seçkinleri; güç kaybederek aşağı inerken, aşağıdan gelen yeni seçkinler onların
yerlerini alırlar ki düşünür bu duruma “seçkinlerin dolaşımı” adını vermektedir (Kapani,
1989: 113-114).
Pareto açısından bu dolaşımın dinamiği, seçkinlerin doğasında yatmaktadır. Buna göre
“Aşağıdaki en fakir ama zeki ve çalışkan insanlar zamanla hiyerarşi basamaklarını tırma-
nırlar, buna karşılık tembelleşmiş ve zihni yeteneklerini büyük çapta kaybetmiş yüksek
düzey mensupları (seçkinler) sürekli güç kaybederler ve alttan gelen yeni seçkinlerin
küçük hareketleriyle alaşağı edilirler ve bu böylece sürüp gider.”
41
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
42
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
gelen seçkinlerin zamanla (halk üstü) ortak bir düşünce ve çıkar grubu oluşturmaları sırf
liberalist ülkelere has bir şey değildir; sınıfsız toplum iddialarıyla işbaşına gelen Marksist
sistemler de, Milovan D’Jilas’ın deyimiyle (Sosyolojik anlamda bir sınıf olduğu tartışılsa
bile) bir “yeni sınıf” türetmiştir (D’jilas, 1974: 69 vd).
Seçkinler kuramcılarından Roberto Michels, 1911’lerde ileri sürdüğü ve “Oligarşinin
Tunç Yasası” adını verdiği tezinde her türlü siyasal sistemin esasının bir oligarşi olduğu-
nu söyler. Azınlık yönetimi anlamına gelen oligarşi genelde iktidarı kullanan bir siyasal
örgütleniş biçimidir. Bu örgütün resmi görünümü ya da adı siyasal iktidar, hükümet veya
bürokrasi olabilir. Sonuç itibariyle toplumdan belli ayrıcalıklarla ayrılmış bir kesimin yö-
netimi elinde tutmasıdır. Bu ayrıcalığın birkaç biçimi vardır. Doğuştan gelen bir soyluluk
düşüncesi, din adamlığı (ruhbanlık) ve çağımızda gittikçe belirginleşip güçlenen aydın
olma. Gerçi bilgi yönünden bir ayrışmanın tarihi yüzyıllar öncesine iner. Mesela seçkin-
liğin öncelikli olarak bilgiye dayandığının en açık örneklerinden birisi eski Çin Literatisi
(yönetici aydını) dır. Bu gurubun kriteri, iyi edebiyat bilgisine ve yazı kabiliyetine sahip
olmaktı (Weber, 1986: 346).
Michels’ın vurguladığı nokta, seçkinlerin ayrıcalığı değil, örgütlü oluşu ve halk çoğun-
luğuna karşı hep bir gücü elinde bulundurmasıdır. Esasen ona göre her örgütleniş bir
oligarşiyi içerir, yönetenler; yönetilenleri ne kadar temsil ederse etsin, sonuç itibariyle
yönetim, örgütlü grubun, çoğunluğa karşı ayrıcalığını vurgular (Runciman 1986: 51).
Michels’a göre otoritenin atanmasında başvurulan yol ne olursa olsun (isterse açık ve
özgür seçimlere başvurulmuş ve bu seçimler düzenli aralıklarla yenilenmiş bulunsun) de-
ğişik kademelerdeki yöneticiler, iktidarlarını sürdürme eğilimini taşırlar ve kendilerinden
sonra gelecek olanları bir çeşit kooptasyonla (yani halef tayin etme yoluyla) belirlerler;
resmi seçimler de bu durumda onaylamanın ötesinde bir anlam taşımazlar. Böylece ör-
gütlerin tümü, resmen demokratik olanları bile, yapılarını fiilen oligarşiye dönüştüren bir
“tunçtan yasa” ya tabi olurlar (Duverger: 176).
Michels’ın çizdiği bu şema gerçeği büyük çapta yansıtmaktadır. Basit gözlemler
bile göstermektedir ki iktidarların, kendileri gittikten sonra da etkilerini sürdürebilmekte-
dirler. Her türlü fiili yönetimin bir grup yönetimi olduğunda ve bu gurubun nüfuzunu ön-
celediğinde şüphe yoktur. Onun için de tartışma demokrasilerde bu nüfuz kullanımının
daha az yapılabildiği noktasında düğümlenmektedir.
Bütün bu kuramlar üstüne denebilir ki bir toplumda seçkinler kaçınılmazdır. Sıra-
dan bir sosyal faaliyetin başarılı biçimde yürütülebilmesi için gereklidir. Yüz yüze ilişki-
lerde bulunabilen gurup ve örgütlerde bile bir yürütme birimi olur, mesele 50 üyeli bir
kooperatifin 5 kişilik seçilmiş bir yönetim kurulu bulunur. Bunların toplanıp karar verme-
leri kolaydır. Kaldı ki bu beş kişinin düşünce potansiyeli, kendi çıkarlarına indirgememek
kaydıyla 50 kişinin potansiyeline yakındır. Basitçe ifade etmek gerekirse sorumlu kılmak
ve denetlemek, hesap sormak ve hesap vermek işlemleri içinde herkesin yönetici olma-
sından daha verimli bir sonuç elde edilebilir. Kaldı ki yüz yüze ilişki imkânı olmayan insan
birlikteliklerinde seçkinler daha bir zorunluluk haline gelir.
43
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Demek ki burada sorun seçkinlerin varlığı değil, çoğunlukla ilişkisi, varlık sebebini ken-
disine indirgeyip indirgememesidir. Bu noktada seçkinler kuramının en önemli tartışma
noktalarından birisi modern çağların favori sistemi kabul edilen demokrasi ile nasıl bağ-
daştırılabileceğidir.
44
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
İlk insan topluluklarından itibaren aynı toplumsal yapı içinde yer alan insanlar arasında
“yönetenler ve yönetilenler” şeklinde bir ayrışmanın varolduğu görülür. Bu bakımdan,
genellikle, topluluk üyeleri arasında eşitsiz bir güç ilişkisi bulunduğu, bunlardan bir kıs-
mının diğerlerini de ilgilendiren bazı kararları verme yetkisiyle donatıldığı ve onları yö-
nettiği, kısacası “iktidar”a sahip olduğu söylenebilir. Dolayısıyla topluluk içinde eşitsiz
güç ilişkilerinin ifadesi olarak iktidar evrenseldir ve toplumsallaşma ile yaşıttır. Burada
konumuz açısından asıl sorun ise iktidara sahip bulunan kişilerin bu konumu nasıl elde
ettikleri, iktidarda bulundukları süre içinde yapabileceklerinin sınırları ve mevcut yapının
değişme şeklidir.
Tarih boyunca iktidarın kullanılma ve devredilme yöntemleri, pek çok çeşitlilik göster-
miştir. Kısa bir genellemeye gidilecek olursa, iktidarın kullanılması bakımından temelde
üç yönetim modelinin olduğu görülür. İktidarın tek kişiye ait olması, “monokrasi” (tekin
iktidarı) adını alır. Eğer iktidar, birden fazla kişinin ya da bir grubun elindeyse, bu durum,
azınlığın yönetimi anlamında “oligarşi” nitelemesiyle anılır. Diğer iki modelden farklı
olarak iktidar, bir kişiye ya da gruba değil de toplumu oluşturan tüm bireylere ait olarak
kabul edilirse “demokrasi”den söz edilir. Bu bağlamda demokrasi, diğer yönetim model-
lerinden iktidarın toplum içinde bir kişi ya da kesime ait olmaması bakımından ayrılır;
başka bir açıdan ise, toplum içerisinde ayrıcalıklı kesimlerin bulunmaması ve herkesin
eşit siyasal haklara sahip olması anlamına gelir.
Demokrasinin bir diğer ayırt edici özelliği, iktidarın el değiştirme yöntemlerinde kendi-
sini gösterir. Bir ülkede siyasal iktidar, kan dökülmeden ve güç kullanılmasına ihtiyaç
hissedilmeden, kendiliğinden işleyen mekanizmalar aracılığıyla değişebiliyorsa, demok-
rasinin varlığından söz edilebilir. Demokrasiler içinde siyasal iktidarın el değiştirmesi ya
belirli dönemlerde yinelenen ve seçmenlerin özgür iradeleri ile tercihte bulunabildikleri
seçimlerle ya da mevcut hükümetin halkın seçilmiş temsilcilerinden oluşan parlamento
tarafından “güvensizlik oyları” aracılığıyla düşürülmesiyle olur.1 Bu bağlamda demok-
ratik yollarla iktidara gelen bir hükümet, zora ya da baskıya ihtiyaç duyulmaksızın, aynı
yöntemlerle iktidardan uzaklaşabilmelidir.
Öte yandan demokrasilerin temel iddiası, “halk”ın kendi kendisini yönetmesidir. Bu id-
dianın hayata geçirilmesi oldukça zor bir duruma işaret ettiği açıktır. Ancak insanlık
tarihinin küçük bir kesitinde yaşanan “doğrudan demokrasi” deneyimi dışında bir insan
topluluğunun hem yöneten hem de yönetilen durumda bulunması mümkün olmamıştır
1
Popper, Karl (2005), Hayat Problem Çözmektir: Bilgi, Tarih ve Politika Üzerine, (çev. Ali Nalbant), İstanbul: Yapı
Kredi Yayınları, s. 164.
45
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Toplumların ulaşmış olduğu nicel büyüklük nedeniyle, demokrasilerde halk, fiilen yöne-
tim işlevini üstlenemeyeceğinden temsilcilere ihtiyaç duyar. Bu durum, demokratik bir
anlayışın hâkim olduğu siyasal sistemlerde siyasal partiler gibi aracı kurumlar ile seçim-
ler gibi mekanizmaların devreye girmesi sonucunu doğurur. Bunun yanında kendilerine
yetki devredilen temsilcilerin bu yetkilerinin sınırlarından süresine ve kapsamına dek pek
çok nokta, demokratik siyasal sistemlerin ciddi tartışma konuları arasında yer alır.
O halde yukarıda anlatılanların ışığında demokrasinin öncelikle bir siyasal rejimin yöne-
tim ilkelerini belirleyen bir siyasal model, başka bir ifadeyle bir yönetim biçimi olduğunun
altı çizilmelidir.2 Demokrasi, anlamını ve uygulanma imkanını bir siyasal sistem içerisin-
de bulur ve bu sistem, söz konusu ülkenin siyasal geleneklerine ve kültürüne, başka bir
anlatımla, tarihin ve geçmişten gelen koşulların çizdiği yol haritasına göre değişiklikler
gösterir. Örneğin “meşrûti monarşi” ile idare edilen İngiltere, İsveç ve Hollanda gibi ge-
lişmiş Avrupa ülkelerinde kralın (veya kraliçenin) yanında halkın seçtiği bir parlamento
bulunur. Dolayısıyla ülke adına alınan kararlarda halkın temsilcilerinin yanında aslında
seçilmeyen ve yönetme yetkilerini veraset yoluyla atalarından devralan hanedan temsil-
cilerinin de (artık büyük ölçüde sembolik bir hâl almış olsa da) etki ve ağırlığı bulunur.
Ancak bu durum, ilgili ülkelerin “demokratik” olmadıkları şeklinde yorumlanamaz. Hatta
söz konusu ülkelerde gelişmiş demokrasilerin bulunduğu görülmektedir. Zira demokra-
si, tek ve standart bir yönetim modelini zorunlu kılmaz. Zaten insanlık tarihi boyunca
neredeyse her siyasal topluluğun tarihi, gelenekleri, içinde bulunduğu coğrafî koşullar
gibi çok sayıda farklı etmenle “özgün” bir yönetim anlayışı geliştirdiği görülür. Nitekim
ABD, Fransa ve Türkiye, cumhuriyet rejimleri ile yönetilen demokratik ülkelerdir. Ancak
bunların her birinin yönetim usûllerini gösteren hükümet sistemleri birbirinden farklıdır.
ABD’de başkanlık, Fransa’da yarı başkanlık sistemi benimsenmişken Türkiye’de parla-
menter sistem tercih edilmiştir. Diğer taraftan kendilerini “cumhuriyet” olarak niteleyen
Çin, İran ve Suriye gibi ülkelerin demokratik nitelikleri hayli tartışmalıdır. Bu açıdan
siyasal sistemlerin her biri yönetim pratikleri bakımından kendi içlerinde avantaj ve de-
zavantajlar taşırlar; ancak, birinin diğerine tercih edilmesi için çok ciddi bir argümanın
bulunduğu da söylenemez. Dolayısıyla siyasal sistemler ile rejimleri tanımlayıp belli ni-
teliklerine göre tasnif etmek aslında oldukça zor bir iştir. Kuşkusuz bu durum, herhangi
bir siyasal sistemin demokratik olarak nitelenebilmesi için bazı ölçütlerin bulunduğu
gerçeğini değiştirmez. Her ne kadar dünyanın farklı coğrafyalarında, yönetim yöntem ve
usûlleri değişse de, bir ülkenin “demokratik” sıfatını hak edip etmediğini gösterecek bir
takım ölçütlerden bahsetmek mümkündür.
En önemli ilk ölçüt, en başta belirtildiği gibi, iktidarın yalnız bir kişi ya da grubun elin-
de bulunmaması ve halkın tamamına ait olduğunun kabul edilmesidir. İkinci ölçüt ise,
iktidarın güç kullanılmasına ihtiyaç duyulmaksızın düzenli aralıklarla yinelenen seçimler
aracılığıyla el değiştirmesidir. Söz konusu seçimlerin halkın özgür tercihlerini yansıtacak
2
Dağı, İhsan, Polat, Necati (2004), Herkes İçin Demokrasi ve İnsan Hakları, Ankara: Liberte Yayınları, s. 3.
46
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
Büyük toplumsal gelişmeler, genellikle geçmişten köklü bir “kopuş”a işaret eden dev-
rimler bile, çoğunlukla kendilerini hazırlayan ve ortaya çıkış koşullarını üreten geniş bir
tarihsel arka plana sahiptirler. Nitekim Atina kent devletinde demokratik bir yapının ör-
gütlenmesi, uzun yıllar boyunca süren çabaların ürünüdür, bu bakımdan demokrasi, bir
evrim sürecinin nihaî sonucudur.
3
Mayo, Henry B. (1964), Demokratik Teoriye Giriş, (çev. Emre Kongar), Ankara: Türk Siyasî İlimler Derneği Yayınları,
s. 115.
47
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Eski Yunan’da “polis” adı verilen kent devletleri, toplumsal ve siyasal örgütlenme biçimi
olarak belirmiştir. Polis, genellikle bir kent ve bunun çevresindeki kırsal bölgeyi kapsa-
maktadır.4 Her türlü toplumsal ihtiyacın giderilmesini sağlayacak kompleks bir yapıya
sahip olan polis, içerisinde dinî, askerî ve ekonomik ilişkilerin de şekillendiği bir görünüm
çizmektedir. Ancak tüm bunların ötesinde, polis, siyasal bir örgütlenme biçimi olarak
vücud bulmuştur. Demokrasinin bir yönetim biçimi olarak tarih sahnesinde belirmesi de
Eski Yunan’ın kent devletleri içerisinde olmuş; kavram, aynı dönemde ortaya çıkmıştır.5
Yukarıda belirtildiği gibi demokrasinin, önce Eski Yunan’da en büyük kent devleti olan
Atina’da uygulamaya geçirilmesi, daha sonra diğer kent devletlerine yayılması birdenbi-
re ve kendiliğinden olmamış ve bir dizi reform girişiminin sonunda gerçekleşmiştir. M.Ö.
8. yüzyıla dek krallıkla yönetilen Atina’da, bu dönemde soylular krallığa son vermiş ve
yönetim işini yürütmek üzere dokuz kişiden oluşan bir kurul’u görevlendirmişlerdir. Yeni
yönetim biçimi de “azınlığın ya da küçük sayının yönetimi” anlamına gelen oligarşi (oli-
garkhia) nitelemesiyle anılmıştır.6 Bu tarihten sonra yönetim, fiilen soyluların eline geç-
miş ve soylular kendileri ile çekişme halinde bulunan çiftçiler, tüccarlar ve zanaatkârlara
karşı M.Ö. 621’de çıkarılan Drakon Yasaları aracılığıyla önemli bir koz elde etmişlerdir.
Ancak bu yasalar, alt sınıflar ve soylular arasındaki gerilimi artırmış, bunun sonucunda,
soylular dışında kalan sınıflar birleşerek bir hükümet darbesi aracılığıyla iktidarı ele geçir-
mişlerdir. Bu süreç, aynı zamanda tiranlar çağı’nın da başlangıcını teşkil etmektedir. İş-
başına gelen tiranlar, soyluların büyük çiftliklerine el koyarak bunları yoksul halka dağıt-
mışlar ve genel olarak alt sınıfları gözeten politikalar izlemişlerdir. Tiranların bu yönetim
anlayışlarının demokrasiye geçişi kolaylaştıran bir yüzü olduğu söylenebilir.7 Ancak bu
politikaların soylular ve genellikle ticaret ve zanaatle geçinen orta sınıflarda rahatsızlık
yarattığı açıktır ve bu rahatsızlığın yansıması, soylular ile orta sınıfların tiranlığı ortadan
kaldırmasıyla ortaya çıkacaktır.
Solon Yasaları, öncelikle yurttaşlığı sağlam bir temele oturtmuş ve daha önce borcu-
nu ödeyemeyen yurttaşların, alacaklılarının kölesi olmasını sağlayan uygulamayı yürür-
lükten kaldırmıştır. Bunun dışında Solon Yasaları’nın demokratik kuram açısından asıl
önemi, siyaseti belirli bir gruba özgü uğraş olmaktan çıkararak geniş halk kitlelerinin
siyasete katılımını sağlamış olmasında yatar.8 Yasalar aracılığıyla, tüm özgür yurttaşla-
4
Ağaoğulları, Mehmet Ali (2000), Kent Devleti’nden İmparatorluğa, 2. Baskı, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, s. 15-16.
5
Uygun, Oktay (2003), Demokrasinin Tarihsel, Felsefi ve Ahlaki Boyutları, İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları, s. 21.
6
Ağaoğulları, age, s. 13.
7
Ağaoğulları, age, s. 20.
8
Ağaoğulları, age, s. 16.
48
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
rın katılabildiği yasama ve yöneticileri seçme yetkisine sahip “Halk Meclisleri (ekklesia)”
oluşturulmuş ve yine kararları kesin olan, otuz yaşını doldurmuş her yurttaşın üyesi
olduğu “Halk Mahkemeleri” meydana getirilmiştir.
Bu yasaların getirdiği demokratik düzenlemeler, Kleisthenes Reformları ile yeni bir aşa-
maya gelmiş ve siyasal katılma mekanizmaları genişletilerek Atina’da özgür her ye-
tişkin erkeğin yönetimde söz sahibi olduğu bir demokratik yönetim devri başlamıştır.
Atina’daki bu model, izleyen süreçte diğer kent devletlerine de yayılmış ve demokrasi
bugünkü Batı Anadolu ve Yunanistan topraklarını kapsayan Eski Yunan coğrafyasında
hâkim yönetim biçimi görünümü kazanmıştır. Ancak burada demokratik haklardan yal-
nızca “yurttaşlar”ın yararlandığına dikkat edilmelidir. Yurttaş tanımının kapsamına ise
kent devletinin sınırları içinde yaşayan, özgür (köle olmayan), yetişkin erkekler girer.9
Kadınlar, köleler, çocuklar ve Atina’ya dışarıdan gelen “yabancılar” (metaikos) ise yurt-
taş sıfatına sahip olmadıklarından siyasal katılımın da dışında kalmaktadır.
Öte yandan söz konusu modelin, bugün “doğrudan demokrasi” nitelemesiyle anılan
yönetim anlayışına karşılık geldiği söylenmelidir. Bu bakımdan yurttaşların yasa yapma,
belirli kamusal görevleri yürütecek yöneticileri seçme ve hatta yargılama yetkileri, ilk
elden ve doğrudan karşılıklı müzakere aracılığıyla kullandıkları bir yönetim modeli hayata
geçirilmiştir. Örneğin yılda kırk olağan toplantı yapan “halk meclisleri”ne yurttaşlar tem-
silcileri aracılığıyla değil, bizzat katılmakta ve yöneticileri seçmek, bazı siyasal davalara
bakmak, dış politikaya ya da kişisel sorunlara ilişkin kararları almak gibi “yürütme”ye
ilişkin edimleri yerine getirmektedirler. Meclis, en başta yasa yapma yetkisini de haizken
daha sonra bunu “nomothetai” adı verilen bir tür yasama komisyonuna devretmiştir.10
Eski Yunan’da demokrasi anlayışının en iyi ifade edildiği metin, Thukydides’in M.Ö.
431 yılında yaşanan Peloponnesos Savaşı’nı anlattığı yapıtında aktardığı, komutan
Perikles’in savaşta ölenler anısına verdiği “Cenaze Töreni Üzerine Söylev”dir. Perikles,
söylevinde Atina’da hayata geçirilen demokrasiye başka hiçbir halkın sahip olmadığını
söyler ve “bütün yurttaşlara dayandığı için” demokrasiyi över. Demokrasi, yurttaşların
egemenliği üzerine kurulmasının yanında eşitlik (isonomia) ve özgürlük (isegoria) ilkele-
rini de içermektedir. Eşitlik, hem tüm yurttaşların aynı normlara tâbî olması anlamında
hukuksal hem de yasaların tüm yurttaşlara eşit biçimde siyasal hayata katılma imkanı
vermesinden ötürü siyasal boyut taşımaktadır. Özgürlük ise her şeyden önce yurttaş-
ların her konuda, özellikle kamusal meselelerde düşüncelerini özgürce açıklamalarında
somutlaşır. Bu kısa özetten anlaşılacağı gibi, Perikles’in Söylevi, Eski Yunan’da hâkim
olan demokrasi anlayışının genel çerçevesini çizmesi bakımından anlamlıdır. Ancak bu-
nun ötesinde söylev, demokratik ideallerin bugüne yansıyan yüzüyle de bağlantılıdır.
9
Atina’ya dışarıdan gelen “yabancılar” (metaikos) da yurratşlık
10
Uygun, age, s. 31.
49
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Bu bakımdan taslak olarak ortaya konulan Avrupa Birliği Anayasası’nın adı geçen söy-
levden alınan “Anayasamıza… demokrasi adı verilir; çünkü azınlığın değil, çoğunluğun
elindedir.” şeklindeki sözle başlaması oldukça ilginçtir.11
Bugünden bakıldığında antik demokrasinin tam anlamıyla ideal bir model olduğunu söy-
lemek oldukça güçtür. Her şeyden önce kent devletlerinin demokrasisi, sınırlı bir yurttaş
tanımı getirmekte ve toplumun geniş bir kesimini siyasal katılımın dışında bırakmaktadır.
Oysa günümüzde demokratik yönetimlerin meşrûiyeti, siyasal tabanın mümkün oldu-
ğunca geniş tutulmasıyla ölçülmektedir. Bunun yanında yaklaşık 300.000 kişilik bir nü-
fusu bulunan Atina istisna tutulursa demokrasinin bu ilk şeklinin nüfusları 10-15.000’i
geçmeyen kent devletlerinde uygulandığı görülür ki bu rakamın günümüzle kıyaslanama-
yacak kadar küçük olduğu açıktır. Bu bakımdan temsilciler devreye girmeden yapılan,
karar alma sürecine doğrudan müdahil yurttaş profili artık çok fazla gerçekçi değildir.
Ancak antik demokrasi, özellikle Batı’da sınıflar arasındaki çatışmaların yeni bir yönetim
modeli arayışlarını zorunlu kılmaya başladığı 18. yüzyılla beraber tekrar hatırlanmış ve
bir çözüm yolu olarak ortaya konulmuştur. Bu nedenle modern demokrasi anlayışının
temellerinin Eski Yunan’da bulunduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz.
Atina demokrasisi, görece erken bir tarihte belirmiştir; ancak, bu durum modern demok-
rasi anlayışının ortaya çıktığı 18. yüzyılla demokrasinin insanlık tarihindeki ilk uygulama-
ları arasında uzun süreli bir kesinti olduğu gerçeğini değiştirmez. M.Ö. 4. yüzyılın sonla-
rında Eski Yunan kent devletlerinin Makedon hâkimiyeti altına girmesi, demokrasinin de
uzunca bir süre tarih sahnesinden çekilmesiyle sonuçlanmıştır.
Modern demokrasi, büyük ölçüde Avrupa’da 17. yüzyılla beraber yaşanan toplumsal,
siyasal ve kültürel değişimlerle yeni hayat tarzları ve örgütlenme biçimlerini ifade et-
mekte kullanılan “modernite”nin12 bir ürünüdür. Demokrasinin neredeyse iki bin yıllık bir
kesintiden sonra tekrar ortaya çıkmasını sağlayan çok sayıda etmen vardır. Ancak Eski
Yunan demokrasisinin içkin olduğu birtakım ideallerin, özellikle Roma Cumhuriyeti baş-
ta olmak üzere, farklı siyasal rejimler içinde kısmen de olsa yaşadığının altı çizilmelidir.
Ayrıca Avrupa’nın demokrasiyi yeniden hatırlamasında aşağıda aktarılacak siyasal ve
tarihsel gelişmelerin dışında özellikle Rönesans ve Reform ile başlayan ve Aydınlanma
ile doruğuna çıkan düşünsel gelişimin de önemli bir rolü olduğu belirtilmelidir. Örneğin
demokrasi fikrinin gelişiminde, dinsel ve siyasal iktidar arasında bir ayrıma giden ve
sırf inançlarından ötürü toplumun bir kesimine ayrıcalıklar tanınmasına ya da ayrımcılık
uygulanmasına karşı çıkan “laiklik”in önemli bir payı vardır. Laiklik, kamu otoritesinin
belirli bir din, inanç veya felsefî düşünce lehinde ya da aleyhinde tavır almasını, ayrıca
kişilere inançlarından ötürü farklı davranılmasını engeller ve yurttaş kimliği içinde tanım-
11
Ağaoğulları, age, s. 16.
12
Ancien régime: “Eski düzen” anlamına gelen bu niteleme, özellikle Fransa’da devrim öncesi monarşi ve aristokrasi
ittifakına dayalı toplumsal ve siyasal düzene karşılık gelmek üzere kullanılır.
50
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
ladığı tüm bireylerin hak ve özgürlüklerden eşit şekilde yararlanmalarını güvence altına
alır. Bu açıdan bakıldığında laiklik, demokrasinin ön koşuludur. Ancak burada devletin
dinle olan ilişkisine dikkat edilmelidir. Laik devlet, başkasının özgürlüğüne zarar verme-
diği ve kamu düzeni için tehlike oluşturmadığı takdirde, herkesin dinî inancını özgürce
yaşamasının önünü açar. Zaten demokrasi de toplum içinde farklı görüş ve inanıştaki
insanların beraberce ve özgür şekilde yaşadıkları çoğulcu bir yapılanma içinde gerçek
anlamını bulacaktır.
Demokrasinin tekrar tarih sahnesine çıkması, büyük ölçüde Avrupa ülkelerinde toplum-
sal sınıflar arasındaki güç mücadelesinin sonucu olarak gerçekleşmiştir. Özellikle coğrafi
keşiflerden sonra “burjuvazi”nin ekonomik gücü elinde bulunduran, ama siyasal güçten
yoksun bir sınıf olarak ortaya çıkışı, yeni iktidar mücadelelerinin de habercisi olmuştur.
Başlangıçta pazar güvenliğini sağlama amacıyla feodal beyler ve kiliseye karşı mutlak
monarşileri destekleyen, böylece, hem feodalitenin çökmesine hem de kilisenin siyaset
üzerindeki etkisinin ortadan kalkmasına dolaylı olarak hizmet eden burjuvazi, bir süre
sonra siyasal iktidar üzerinde söz sahibi olmak, hatta iktidarı tamamen ele geçirmek
isteyecektir. Bu konuda ilk adımlar İngiltere’de atılır. İngiltere’de 1295 yılında kurulan
Parlamento ile krallar arasındaki güç mücadelesi, 1688’de kansız bir devrim aracılığıyla
Kral II. James’in tahttan uzaklaştırılması ve yerine Parlamentoca onaylanan bir tahta
çıkış kanununa uymayı kabul eden William of Orange’ın kral olmasıyla sonuçlanmıştır.
Bu anlaşma, Parlamentonun yasama yetkisini eline almasını, dolayısıyla mutlak mo-
narşinin “meşrutî monarşi”ye dönüşmesini sağlamıştır.13 Böylelikle yasama yetkisi, he-
nüz kısmen de olsa, halkın eline geçmiş olmaktadır. Ancak demokrasinin bu şekli, Eski
Yunan’da sahip olduğu görünümden hayli farklılık göstermektedir. Zira artık, halk adına
irade beyanında bulunacak “temsilcilerin” varlığı söz konusudur ve “doğrudan demok-
rasi” yalnızca tarihsel bir gerçek olarak görülmektedir. Burada asıl önemli olan, halkın
temsilcilerinden oluşan parlamentonun yasama yetkisini eline alması ve kendi üzerin-
de bir otorite merkezi tanımayarak demokratik yönetimin temellerini atmasıdır. Ayrıca
İngiliz Devrimi’yle kralın otoritesinin “anayasal” bir sınırı olduğu da ortaya konulmuş
olmaktadır.14
Fransa’da ise demokrasiye giden süreç daha farklı şekilde yaşanacaktır. Yönetim or-
ganları ve süreçleri üzerinde söz hakkını ekonomik gücüyle orantılı şekilde artıramayan
burjuvazi, arkasına yoksul halk kitlelerinin desteğini alarak, aristokratların ayrıcalıklarının
kaldırılması yönünde çaba harcamış, Fransız Devrimi aracılığıyla da bu amacına büyük
ölçüde ulaşmıştır. Fransız Devrimi, burjuvazinin özellikle siyasal ayrıcalıkların kaldırıl-
ması ve kamusal görevlere atanma hakkının topluma yayılması, böylece siyasal gücün
toplumsal sınıflar arasında görece eşit dağıtılması amacıyla attığı adımların sonucudur.
13
Tanilli, Server (1989), Dünyayı Değiştiren On Yıl: Fransız Devrimi Üstüne (1789-1799), İstanbul: Say Yayınları, s. 85.
14
Akal, Cemal Bali (1999), “Devlet, Yasa, Hakimiyet”, Cumhuriyet’in 75. Yıl Armağanı, İstanbul: İstanbul Üniversitesi
Yayınları, s. 36.
51
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Devrim sürecinde hazırlanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi, insanların doğal eşitliği
üzerine kuruludur ve bu nedenle “İnsanlar özgür doğar ve yasalar karşısında eşit haklara
sahip olarak yaşarlar” ifadesi ile başlar. Bu, yapısallaşmış bir eşitsizlik üzerine kurulu
ancien régime’in15 temellerini sarsıcı bir davranıştır.16 Nitekim Devrim’den sonra girişilen
hareketler, bireyi aynı yasal hükümlere tâbî yurttaş kimliği içerisinde tanımlamaya ve
ayrıcalıklarla ayrımcılığı ortadan kaldırmaya yöneliktir.
Devrim sonrası süreçte, egemenliğin krala değil, tüm ulusa ait olduğu düşüncesi yerleş-
miş ve böylece “ulusal egemenlik” anlayışı doğmuştur. Öte yandan Fransız Devrimi’nin
pratik sonuçlarından birisi, modern devlet ile ulus-devletin özdeşleşmesidir. Bu durum,
egemenliğin ulusa aktarılmasının doğrudan sonucudur. Ulusal egemenliğin belirleyici
özelliği, hukuksal bir birim olarak ulusun, devletin meşrûluk kaynağını oluşturmasıdır.
Ulusal egemenlik, ayrıcalıkların ortadan kalktığı, bireylerin “yurttaş” kimliği içinde ta-
nımlandığı bir siyasal anlayışa gönderme yapar. Dolayısıyla ulusal egemenlik, siyasal
iktidarın kullanımını doğrudan ulusa bağlayan bir özellik gösterir. Egemenlik, ulusa ait
olduğuna göre tüm siyasal organlar, kaynağı ulusta olan bir yetkiyi kullanırlar. Ulusal
egemenlik kuramı, yasaların kaynağının da ulusun bizatihi kendisi olması sonucunu do-
ğurur. Böylece yasa yaratıcı dünyevî işlevi doğrudan ulus üstlenmiş olacaktır. Ancak
yasaların tek kaynağı durumunda bulunan ulus, yasaların uygulamaya geçirilmesini, yani
yönetim işlevini, yine kendi içinden çıkacak siyasal iktidara devreder.17 Burada modern
devletle ulusun birbirlerine sıkıca bağlandığı ve ulusallığın devlet için temel meşrûiyet
kaynağı haline geldiği görülür. Ulusal egemenlik kuramında kurucu unsur olarak ortaya
çıkan ulusun fiziksel varlığı bulunmadığından, başka bir deyişle yasa yapma ve uygu-
lama yetkilerinin tüm ulus tarafından ortaklaşa kullanılması mümkün olmayacağından,
ulus adına irade kullanacak temsilcilere ihtiyaç duyulur. Dolayısıyla egemenliğin kullanı-
mı bakımından ulusu temsil yeteneğine sahip “aracı”ların devreye girmesine uygun bir
zemin oluşur. Kısacası ulusal egemenlik anlayışı, modern dünyada temsilî demokrasiyi
kurumsallaştıran bir görüntü çizer. Nitekim Fransız Devrimi sonrasında dünya ölçeğinde
temel siyasal birimler halini alan ulus-devletlerden, demokratik yönetim biçimini benim-
seyenlerin demokrasiden anladıkları, temsili demokrasidir. Doğrudan demokrasi, örneğin
İsviçre’nin bazı kantonlarında halen de süren uygulamalar istisna tutulursa, modern de-
mokrasi içinde siyasal pratiklere aktarılma şansı bulamamıştır.
15
Yayla, Atilla (2000), Liberalizm, 3. Baskı, Ankara: Liberte Yayınları, s. 25.
16
Ağaoğulları, Mehmet Ali (2006), Ulus-Devlet ya da Halkın Egemenliği, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, s. 22
17
Bunun yanında Locke siyasal iktidarın tüm inanışlar karşısında adil ve tarafsız davranması gerektiğini de savunur.
Locke’un bu konudaki argümanları için bkz. Locke, John (1998), Hoşgörü Üzerine Bir Mektup, (çev. Melih Yürüşen),
2. Baskı, Ankara: Liberte Yayınları, s. 12 vd.
52
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
olaylar, modern çağların başlamasıyla beraber demokrasinin bir yönetim biçimi olarak
Avrupalı devletler üzerine nüfûz edişinin tarihsel arka planını sunmaktadır. Ama bu si-
yasal ve toplumsal olayların dışında, demokrasinin güncel bir yönetim modeli olarak
düşünülebilmesini mümkün kılan fikir adamlarının teorik katkıları asla ihmal edilmeme-
lidir. Demokrasi düşüncesinin temellendirilmesinde özellikle iki düşünce adamının adı
öne çıkar. Bunlardan ilki İngiliz düşünür John Locke, diğeri ise Fransız Jean-Jacques
Rousseau’dur. Ancak her iki düşünürün farklı düşünsel geleneklerin öncüsü oldukları da
söylenebilir. Locke, devlet iktidarını sınırlandırmayı amaçlayan ve bireyi merkeze alan
görüşleriyle liberalizmin en önemli ve belki de ilk teorisyeni durumundayken18; Rous-
seau, siyasal ilişkilerin çözümlenmesinde salt betimlemelerle yetinmemesi ve siyasetin
ahlakî ilkelere dayalı normatif temellerinin bulunmasına, kısacası varolan düzenin değiş-
mesine yönelik çabalarıyla sol düşünce içerisinde bir ağırlığa sahiptir. Bu bağlamda Meh-
met Ali Ağaoğulları’na göre Rousseau sadece bir siyaset teorisyeni değil, aynı zamanda
“benzerlerine Antik dönemde rastlayabileceğimiz bir siyasal filozoftur.”19
Modern dünyada demokrasi kuramının ortaya çıkışı bakımından ilk önemli katkı John
Locke’tan gelmiştir. Bireysel hakların korunması gerekçesiyle Locke, dönemin ruhu göz
önünde bulundurulduğunda hiç de alışık olunmadık bir biçimde, mutlak monarşiye karşı
çıkmıştır. Monarşilerde tüm güçlerin aynı elde toplanması nedeniyle egemen otorite
durumunda bulunan kralın hem yasa yapan, hem yasayı uygulayan hem de uygulamayı
denetleyip suçları cezalandıran bir konumda olduğunu savunan Locke, bu işlevlerin bir-
birinden ayrılmasını, yani “kuvvetler ayrılığı” anlayışını önerir. Ancak Locke bununla da
yetinmeyerek devletin yürütme ve yasama işlevlerinin birbirlerinden ayrı ve sınırlı olma-
sı gerektiğini savunmuştur. Uygar Yönetim Üzerine İkinci İnceleme’de Locke, yasama
gücünün yasa yapma amacıyla belirli dönemlerde bir araya gelen ve yaptıkları yasalar
kendilerini de bağlayan temsilcilerin eline verilmesini ve halkın, bunlardan hoşnut kalma-
dığı takdirde temsilcilerini değiştirebilme hakkına sahip olmasını savunacaktır.20 Böylece
yasaların tek kaynağı olarak monarkın iradesini gösteren mutlak monarşi anlayışından
düşünsel bir kopuşu simgeleyen Locke, ayrıca yürütmenin iktidarının (dönemin koşulla-
rında kralın) yasamaya (parlamentoya) göre daha fazla sınırlandırılması gerektiğini söy-
ler. Bunun temel nedeni, yürütmenin edimleri bakımından yasamaya bağlı olmasıdır.
Yürütmenin uygulamaları, yasama gücü tarafından ortaya konulan normatif düzenleme-
lerin dışına çıkamaz ve bunlarla sınırlıdır.21
Locke’un demokrasi kuramına en önemli katkısı, siyasal iktidarın yönettiği insanlara kar-
18
Ebenstein, William (2001), Siyasî Felsefenin Büyük Düşünürleri, (çev. İsmet Özel), 2. Baskı, Şule Yayınları, İstanbul,
s. 252.
19 Ağaoğulları, Mehmet Ali, Ulus-Devlet başlıklı henüz yayımlanmamış kitap taslağının “Jean Jacques Rousseau: Halk
Egemenliği” bölümü, s. 66.
20
Ebenstein, age, s. 253.
21
Dahl, Robert A. (1996), Demokrasi ve Eleştirileri, (çev. Levent Köker), Ankara: Yetkin Yayınları, s. 275.
53
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
şı sorumlu ve doğal haklarla sınırlı olduğunu savunmasıdır. Bunun yanında Locke, dev-
leti, bireylerin güvenliğini sağlamak üzere meydana getirilmiş bir kurum olarak görür ve
bu şekilde iktidarı rasyonel bir zemine oturtmaya çalışır. Buna göre “doğa durumu”nda
özgürlüklerine gelebilecek saldırıları peşinen engellemek isteyen bireyler, bir araya ge-
lerek özgür iradeleri vasıtasıyla siyasal (devletli) toplumu meydana getirmişlerdir. İngiliz
düşünür, birey haklarının korunması açısından tek kişiye büyük yetkiler verilmesinin
tehlikeleri üzerinde durur ve yetkilerin dağıtıldığı bir sistem, yani “kuvvetler ayrılığı” ara-
cılığıyla birey haklarının güvence altına alındığı, sınırlı ve halka karşı sorumlu bir iktidar
yapısı kurgulayarak modern demokrasi düşüncesinin temellerini atar.
Demokrasi kuramının gelişimi bakımından öne çıkan bir diğer isim Jean-Jacques
Rousseau’dur. İnsanların belirli bir otoriteye tâbî olması Rousseau açısından “toplum-
sal sözleşme” kavramı çerçevesinde ele alınmıştır. Doğa durumunda tüm bireyler eşit
olarak bulunduğuna göre, eşitsizlik üzerine kurulan iktidar ilişkilerinin temelini insanlar
arasında akdedilen bir anlaşmanın gerisinde aramak Rousseau için en akılcı çözümdür.
Bu tür bir kurucu sözleşme aracılığıyla insanlar, öncelikle kendilerini halka dönüştürürler,
ardından da yönetsel işleri yürütmek üzere siyasal iktidarı oluştururlar.22 Rousseau’ya
göre, herkes aynı anlaşma hükümlerine tabi olduğu için aslında birey, hiç kimseye bağ-
lanmamış, dolayısıyla özgürlüğünü kaybetmemiş olacaktır.23 Aynı şekilde her birey bir
diğerinin haklarının aynısına sahip olduğu için yitirdiği kadar hakka ulaşacak, böylece
elindekini korumak için daha fazla güç kazanacaktır. Bu şekilde Rousseau, bireylerin
sözleşme sonrası döneme doğa durumundaki bireysel hakların aynen taşındığı Locke’un
yaklaşımından farklı bir anlayış ortaya koyar. 24
54
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
yönetilen ayrımı bir anlam ifade etmeyecektir. Rousseau, bu sorunu bir soyutlama ile aş-
maya çalışacaktır. Buna göre birey toplumsal ilişkileri bakımından iki farklı role sahiptir.
Rollerden ilki, genel iradenin oluşmasına katkıda bulunan “yurttaş” kimliğinde ortaya ko-
nulur. Bireyin diğer rolü ise herkesin (kamunun) iradesinin ürünü olarak doğan yasalara
boyun eğme yükümlülüğü bulunan uyrukluktur. Görüldüğü gibi Rousseau hem yasaların
kaynağı olma hem de yürütme gücünü elinde tutma bakımından “halk”ı siyasal iktidarın
yaslanacağı yegâne kaynak olarak göstermektedir. Rousseau’nun görüşleri, halkın kendi
kaderine hâkim olduğu bir demokratik teorinin ana hatlarını çizmektedir adeta.
Rousseau, başyapıtı Toplum Sözleşmesi’nde halkın kendisini temsil etmek üzere tem-
silci seçmesinin, kendini köleleştirmesi, dolayısıyla yurttaşlığın ve demokratik sürecin
doğasını değiştirmesi anlamına geleceğini savunur.27 Bu nedenle düşünür, yasama yet-
kisinin bizzat yurttaşlar tarafından kullanıldığı Eski Yunan’ın “doğrudan demokrasi” mo-
delini güncellemeye çalışır.28 Ancak Rousseau, bunun belirli bir çapa ulaşmış devletlerde
uygulamaya geçirilmesinin yaratacağı güçlüklerin de farkındadır. Bu nedenle Polonya
için kaleme aldığı anayasa taslağında Polonya gibi görece büyük ülkelerde doğrudan
demokrasi yönteminin uygulanamayacağını söyleyerek temsilî demokrasiye yeşil ışık
yakar. Ayrıca Rousseau “yürütme” işlevinin temsilcilere aktarılmasına da karşı çıkmaz,
temsil edilmeme meselesi yalnızca “yasama” alanına ilişkindir.29
27
Ağaoğulları, age, s. 77.
28
Ağaoğulları, age, s. 154.
29
Yılmaz, age, s. 197.
30
Bumin, Kurşat (1998), Batı’da Devlet ve Çocuk, 2. Basım, İstanbul: Yol Yayınları, s. 57.
31
Debray, Regis (1997), “Cumhuriyetçi misiniz, Demokrat mı?”, (çev. Ahmet Arslan), Türkiye Günlüğü, sayı 47, s. 19.
55
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
İlk bakışta bu tür bir gerilimin nedenlerini anlamak oldukça zordur. Zira cumhuriyet de
tıpkı demokrasi gibi “halk yönetimi”ne, başka bir açıdan da yöneticilerin seçimle iş-
başına gelmesine gönderme yapar. Öte yandan, hatırlanacağı üzere, demokrasinin bir
siyasal rejimin yönetim ilkelerini belirleyen bir model olduğunun altı daha önce çizilmiş-
ti. Cumhuriyet ise bundan farklı olarak bir siyasal rejimin ya da devlet biçiminin adıdır.
Dolayısıyla bir devletin cumhuriyet rejimiyle idare edilmesi, yönetimin belirli bir haneda-
na bırakılmadığını gösteren hukuksal bir durumu yansıtır.32 Bu bakımdan demokrasi ve
cumhuriyet aslında hukuksal açıdan farklı düzlemlerde yer alan kavramlardır. O halde
cumhuriyet ile demokrasi arasında varolabileceği iddia edilen “gerilim” neden kaynak-
lanmaktadır?
Öte yandan cumhuriyet ve demokrasi vurguları, toplum tasavvuru ile yakından ilgilidir.
Sözgelimi cumhuriyetçi tasarım, insanın doğal olarak toplumsallaşma sürecine girecek
olan “siyasal varlık” olduğunu varsayar ve aynı toplumda barış içinde yaşamak için belir-
32
Popper, Karl (2000), Açık Toplum ve Düşmanları: Cilt 1: Platon, (çev. Mete Tunçay), 4. Baskı, İstanbul: Remzi
Kitabevi Yayınları, s. 125-127.
33
Mahçupyan, Etyen (2000), “Uyduruk Demokrasi”, Radikal, 13 Şubat 2000.
34
Selçuk, Sami (1999), Demokrasiye Doğru, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, s. 27.
56
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
lenen ortak kurallara, yani “genel irade”nin ürünü olarak ortaya çıkan yasalara uyma zo-
runluluğunda olduğunu savunur. Burada karşılaşılan anahtar sözcük “erdem”dir. Cum-
huriyetçiler açısından erdemli bir toplum tasarımının önündeki en büyük engel ise siyasal
çatışma ve hiziplerdir.35 Tahmin edilebileceği üzere siyasal çatışma ve hiziplerin en fazla
görüldüğü yönetim modeli, çok sesliliği öne çıkaran ve destekleyen yaklaşımıyla demok-
rasidir. Lockeçu gelenekte demokrasi, bireysel çıkarlar dışında, topluma ait ortak ya da
genel çıkar tanımaz. Demokrasinin perspektifinde daha çok bireysel çıkarların en geniş
şekilde hayata geçirilebileceği özgürlükçü ortam ve piyasa koşullarının tesis edilmesi
bulunur. Bu bağlamda cumhuriyetçilik, mümkün olduğunda türdeş bir toplumsal yapı
oluşturmaya çalışırken demokratların hedefi, siyasal toplumda farklılıkların barış içinde
bir arada yaşamasıdır.
35
Arslan, Zühtü (2002), “Anayasal Devlet ve Siyasal Tarafsızlık”, (der. E. Fuat Keyman), Liberalizm, Devlet, Hege-
monya, İstanbul: Everest Yayınları, s. 157.
36
Giddens, Antony (2002), Sağ ve Solun Ötesinde: Radikal Politikaların Geleceği, (çev. Müge Sözen, Sabir Yücesoy),
İstanbul: Metis Yayınları, s. 115.
57
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Cumhuriyetçi bakış açısını yansıtan önemli isimlerden biri olan Regis Debray’ın şu sözü,
aslında iki yaklaşım arasındaki farkı gayet iyi özetlemektedir: “Cumhuriyette devlet top-
luma hâkimdir. Demokraside ise toplum devlete.”37 Cumhuriyet idaresi, yurttaşlar ara-
sındaki eşitsizliğin daha az; birliktelik bilincinin fazla olduğu bir siyasal ve toplumsal yapı
meydana getirmeye çalışır. Demokratlar ise eşitlik yerine özgürlüğü ön plana çıkardıkla-
rından, siyasal eşitliğin sağlanmasını yeterli görür ve ekonomik açıdan böyle bir hedefe
ulaşmaya çalışmanın yanlış olacağını savunurlar.
Görüldüğü üzere, demokrasi ile cumhuriyet arasında bir karşıtlık olmamasına rağmen fi-
kirleri özetlenen iki akım arasında bazı temel yaklaşım farklılıkları bulunmaktadır. Ancak
burada asıl önemli olan, bu farklılıkların en aza indirgenerek cumhuriyet ile demokrasi
arasında bir dengenin sağlanmasıdır. Bunun yolu cumhuriyet rejimlerinin demokrasiye
kapılarını sonuna dek açmalarından geçer. Demokrasinin güçlü bir şekilde yapısallaştığı,
bireysel özgürlüklerin güvence altına alındığı bir toplum modeli, cumhuriyet rejimlerinin
de güçlenmelerini beraberinde getirecek, böylece siyasal birlik kendiliğinden ama güçlü
bir şekilde kurulmuş olacaktır.
37
Giddens, age, s. 124-125
38
Cohen, Joshua (1999),”Müzakereci Demokraside Usûl ve Esas,” (yay. haz. Şeyla Benhabib), Demokrasi ve Farklı-
lık: Siyasal Düzenin Sınırlarının Tartışmaya Açılması, (çev. Zeynep Gürata, Cem Gürsel), İstanbul: WALD Yayınları, s.
140.
58
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
Halkın özgür iradesiyle demokrasinin fiilen ortadan kalkmasına yol açacak bir davranışa
izin verilip verilmeyeceği ilk kez Platon’un gündeme getirdiği bir sorundur; ancak, gü-
nümüzde yaşanan pek çok gelişme göz önüne alındığında bir o kadar da güncel olduğu
hemen fark edilmektedir. Hatırlanacağı gibi demokratik yöntem ve mekanizmaları kulla-
narak iktidarı ele geçirdikten sonra demokratik yönetimi ortadan kaldıracağı iddia edilen
siyasal eğilimlerin iktidarının engellenip engellenemeyeceği Türkiye’de son dönemlerin
hararetli tartışma konularından biri olmuş; “militan demokrasi” gibi kavramlar aracılı-
ğıyla demokrasinin kendi içinde yeşeren, ama tedricen kendisini kaldırmayı hedefleyen
yönelimlere karşı tavrı sorgulanmıştır. Burada farklı iki temel yaklaşım belirir. İlk yak-
laşım, demokratik yönetimlerin siyasal rejimin türünü değiştirmeyi hedefleyen ve açık
ya da gizli şekilde bu amaç doğrultusunda faaliyet gösteren akım ve ideolojilerin önünü
kesebilecekleri hatta bunu yapmaları gerektiği iddiasındadır. Buna göre, demokrasinin
anti-demokratik hareketlere karşı kendisini savunma hakkı bulunmaktadır ve demokra-
tik düzenin korunması için bu durum zorunluluk arz eder. Örneğin ülkenin demokratik
rejimi aleyhinde propaganda yapan kişilere özgürlüğü kısıtlayıcı cezaların verilmesi, bu
yönde eylemlerde bulunduğu iddia edilen siyasal partilerin hatta sivil toplum kuruluşla-
rının faaliyetlerinin yargı kararıyla sona erdirilmesi ve benzer gerekçelerle bazı insanlara
siyaset yasağı getirilmesi bu yönde tedbir olarak benimsenen yöntemlerin bir kısmıdır.
Bu yaklaşımı savunanların en çok kullandıkları örnek Almanya’da Hitler, İtalya’da Mus-
solini yönetimlerinin demokratik yollarla iktidarı ele geçirdikten sonra birer diktatörlüğe
dönüşmeleri ve insanlığın başına büyük felaketler açmalarıdır.
59
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Buradan da anlaşılacağı gibi, demokratik idealler açısından “tercih” adeta sihirli bir ke-
limedir. Bireylerin sadece seçmen sıfatıyla oy kullanırken değil, kendi hayatlarını ya-
şarken de özgür tercihleri doğrultusunda kararlar almaları ve bu sürece devletin müda-
hil olmaması demokrasinin kurumsallaşması açısından önem taşır. Böylece demokratik
rejimin kendi doğrularını topluma empoze etmeye çalışmak yerine herkesin fikirlerini
özgürce dile getirebileceği bir ortamı tesis etmekle görevli olduğu söylenebilecektir. Bu
açıdan devletin rolü, başkalarının kişisel tercihlerini özgür şekilde kullanmalarını engelle-
yen birey ve gruplar karşısında denetim, önleme ve yaptırım mekanizmalarını harekete
geçirmektir. Herhangi bir bireyin özgürlüklerini kullanması başkaları tarafından engelleni-
yorsa, devlet, sürece müdahale etmeli ve hak ihlallerini önlemelidir. Bunun dışında dev-
letin özgürlüğü kısıtlayıcı düzenlemelere gitmesi çoğulcu demokrasi anlayışına aykırıdır.
Günümüzde demokrasi ile ilgili tartışmaların yoğunlaştığı noktalardan bir diğeri de ne-
redeyse tüm dünyada demokrasinin “çoğulcu” değil, “çoğunlukçu” bir görünüm kazan-
masıdır. Demokrasi, esasında mümkün olduğunca fazla sayıda farklı düşünce ve görü-
şün siyasal mekanizmalara etkide bulunabilmesini amaçlar. Bu bakımdan, demokrasi,
yalnızca belirli dönemlerde tekrarlanan seçimler aracılığıyla iktidarın el değiştirmesini
sağlayacak mekanizmaların kurumsallaşması anlamına gelmez. Söz konusu durum, de-
mokrasinin sadece bir boyutunu yansıtır. Buna ek olarak demokratik yönetim, geniş
toplumsal katmanların talep ve beklentilerine karşı duyarlı olacak bir siyasal yapının
varlığını da zorunlu kılar. Ayrıca demokrasiler, farklı görüş ve inanışa sahip grupların da,
örneğin azınlıkların, hak ihlaline maruz bırakılmamasını güvence altına aldığı gibi bununla
yetinmeyerek yönetim mekanizmaları üzerinde doğrudan ya da dolaylı olarak söz sahibi
olmalarını sağlayacak önlemleri de almalıdırlar.
Kısacası demokrasi, sadece sayı hesabına bakılarak yönetimin oy çoğunluğunu ele ge-
çiren partilere devredilmesiyle yetinmez. Oysa günümüzde dünyanın pek çok yerinde
demokrasinin çoğulculuğu ve tüm bireylerin hak ve özgürlüklerinin mümkün olan en ge-
niş şekilde sağlanmasına yönelik bu nitelikleri adeta unutulmuş ve demokrasi, “çoğun-
lukçu” bir görünüm kazanmıştır. Bu duruma özellikle gelişmiş Batı ülkelerinde belirgin
bir şekilde yaşanan “siyasete ilgisizleşme” eklenince demokratik yönetimlerin meşrûi-
41
Benhabib, agm, s. 105
60
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
Böylece demokrasinin ruhuna aykırı olarak, toplumun pek çok üyesinin karar verme sü-
reçleri üzerinde söz sahibi olmasının önü kesilmiş olmaktadır. Aynı noktada bir “liyakat
sorunu” ile de karşılaşıldığı söylenebilir. Demokrasinin doğası gereği, en liyakatli olanın
seçimle üstlenilen kamusal bir göreve getirilmesi her zaman mümkün olmaz. Demokra-
silerde politikacıların liyakatini belirleyecek tek ölçüt, çoğunlukla halkın kendilerine gös-
terdiği teveccüh olarak belirmektedir. Bu durumda örneğin ekonomi yönetimi açısından,
kısa vadede toplum için yararlı görülen, ancak olumsuz etkileri hissedilecek siyasalar
izleyen bir politikacı başarılı olarak kabul edilebilecek; sonuçta popülist bir politika anla-
yışına veya siyasal dile sahip politikacılar iktidara gelme açısından daha şanslı olacaktır.
Demokrasiler, ilke olarak, en azından seçme hakkına sahip herkesin seçimle gelinen gö-
revlere aday olma hakkını tanımalıdır. Burada, başkasına göre yanlış ya da doğru, son
sözü söyleyecek olan “halk”tır. Ancak belirli nedenlerle (belirli suçları işlemiş olma, yaş
vb.) seçme ve özellikle seçilme haklarına bazı kısıtlamalar getirilebileceği belirtilmelidir.
Buna benzer şekilde demokrasilerde herkesin tek ve eşit oy kullanma hakkı vardır. Bazı
insanlara oy kullanma bakımından ayrıcalık tanımak demokrasinin doğasıyla bağdaşmaz.
Hemen herkesin bildiği ünlü örnek hatırlanacak olursa, “profesör ile çobanın oyunun eşit
sayılıp sayılmayacağı” sorusunun cevabı “evet”tir. Bu durum, demokrasi düşüncesinin
ardında yatan “siyasal eşitlik” ilkesinin gereğidir. Kaldı ki diğerine göre daha az eğitimli
olsa da bir insan, kendi çıkarlarının hangi doğrultuda en üst düzeyde gerçekleşeceğini
kendisi bilir. Bu bakımdan “cahil bir çoban”ın oyunun bir profesörün oyundan daha de-
ğersiz olduğunun savunulması demokrasinin mantığıyla bağdaşmaz. Ancak, yukarıda
değinildiği gibi, meselenin gözden kaçırılmaması gereken farklı bir boyutu da vardır.
Demokrasiler her ne kadar “siyasal eşitlik” ilkesi üzerine otursa da, özellikle ekonomik
etmenler göz önünde bulundurulduğunda, bu eşitliğin gerçekleşmesi fiilen mümkün ol-
mamaktadır. Bu nedenle toplum içinde eğitim ya da gelir düzeyleri gibi bazı unsurlar
nedeniyle diğerlerine göre öne çıkan kimselerin yönetici pozisyonlara gelmede avantajlı
oldukları açıktır. Buna rağmen demokrasinin en önemli getirisinin toplum içinde herkese
iktidara gelebilme şansı tanıması olduğunun bir kez daha altı çizilmelidir.
61
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Demokrasinin en başta ileri sürdüğü “halk yönetimi” olma iddiasının gerçek anlamda ha-
yata geçirilememesi ve bu yönde temel çözüm olarak gösterilen “temsil” ile ilgili pek çok
ciddi sorunun baş göstermesi, demokrasi kuramının temel öncüllerinin yeniden mercek
altına alınmasına neden olmuştur. Bu noktada, genellikle, demokratik kurum ve meka-
nizmaların toplumsal ve siyasal hayatın geniş alanlarını kapsayacak şekilde yeniden dü-
zenlenmesi ve halkın kendisi ile ilgili kararların alınmasına katılımının sağlanması çözüm
yolu olarak önerilmektedir. Örneğin Antony Giddens, temsilî demokrasinin aslında sıra-
dan halk kitlelerinin iktidardan uzak kaldıkları ve “çoğu zaman küçük parti çıkarlarının
hâkimiyeti” altında olduğu bir gerçekliğe karşılık geldiğini söyleyerek, temsilin karşısında
katılımı öne çıkaran görüşlerin çoğunlukla etkisiz kaldığını savunur.42 Giddens’ın çıkış
için önerdiği yol, devlet politikaları ile toplumsal ve siyasal hayata ilişkin düzenlemelerin
“diyalog” aracılığıyla belirlenmesidir. Giddens’ın deyimiyle “diyalojik demokrasi”ye gi-
den yol ise özel hayatın demokratikleştirilmesinden başlamaktadır. Aileden başlayacak
demokratikleşme hareketi, sivil toplumda etkinlik gösterecek toplumsal hareketlerin ve
inisiyatif gruplarının ortaya çıkmasını sağlayacak, buradan da bürokrasi ve iş dünyası
gibi büyük organizasyonel yapıların demokratikleşmesine ulaşılacaktır. Tüm bu sürecin
insanlığı götüreceği yer ise küresel çapta bir demokratik düzenin tesis edilmesidir.43
Özetle Giddens, demokrasinin dünya ölçeğinde yaygınlaşmasının demokratik ideallerin
öncelikle bireyler tarafından içselleştirilmesi, ardından bunun toplumsal ve siyasal haya-
ta aktarılması ile gerçekleşeceği iddiasındadır.
Temsilî demokrasinin yaşadığı açmazlara karşı bir diğer çıkış önerisi de “müzakereci
demokrasi” olarak anılan yöntemdir. Demokratik ideallerin hayata geçirilmesi bakımın-
dan hayatî bir önemleri bulunan partilerin giderek oligarşik bir görünüme bürünmeleri,
“parti disiplini” gibi olgular nedeniyle belli konularda demokratik tavır sergileyememeleri
ve siyasal katılımın önemli ölçüde azalmasıyla siyasetin teknik ve profesyonel bir hâle
gelmesi demokrasinin “halkın kendi kendini yönetmesi” iddiasını önemli ölçüde zedele-
miştir. Demokratik yönetimlerin 20. yüzyılda karşı karşıya bulunduğu açmazlara dikkat
çeken ilk isimlerden biri olan Jürgen Habermas’a göre temsilî demokrasilerde halka
sağlanan hak ve özgürlükler siyasal katılım mekanizmalarının etkin bir şekilde çalış-
masını sağlayamamakta, sadece halkın hukuk aracılığıyla korunması noktasında işlev
görmektedir. Bunun yanında liberal-demokratik ülkelerde, ilke olarak, bireylerin siyasete
katılarak seslerini duyurmalarına imkan tanıyacak siyasî partiler ve baskı grupları gibi
oluşumlar bulunmasına rağmen bunların hiyerarşik eşitsizliğe dayanan (oligarşik) yapıları
gerçek anlamda katılımı önlemektedir.44 Bu sorunu gidermek için zorunlu ilk koşul, yurt-
taş taleplerinin demokratik ve özgürlükçü bir ortamda seslendirilebileceği bir “kamusal
42
Keyman, age, s. 137.
43
Yılmaz, age, s. 277.
44
Mouffe, Chantal (1994), “Radikal Demokrasi: Modern mi, Postmodern mi?”, (çev. Mehmet Küçük), (der. Mehmet
Küçük), Modernite versus Postmodernite, 2. Basım, Ankara: Vadi Yayınları, s. 193.
62
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
alan”ın inşasıdır.45 Habermas’a göre “hukukî bir topluluğun kendi kendini örgütlemesine
olanak vermekle birlikte hiçbir biçimde yurttaşların iradesine bağlı olmayan bir çerçeve-
yi ifade” eden halk egemenliği kavramının46 gerçek anlamını bulması, hukuksal açıdan
kurumsallaşmış irade ile kültürel bakımdan harekete geçirilmiş halk kesimleri arasındaki
etkileşimle mümkün olacaktır. Alman düşünür, bu görüşleriyle “müzakereci demokrasi”
şeklinde nitelenen yeni bir yaklaşımın temellerini atmaktadır.
Buradan hareketle müzakereci demokrasiyi savunan düşünürler yeni bir meşrûiyet an-
layışına ulaşırlar. Örneğin Şeyla Benhabib’e göre demokratik kurumların meşrûiyeti, ko-
lektif karar alma süreçlerinin sözü edilen bu modele yaklaştıkları ölçüde artar.� Müzake-
reci demokrasinin ilk yararı, yurttaşların kendilerini ilgilendiren sorunlarda her türlü fikri
tartışma imkanına sahip olacaklarından, bunların bir kısmını kendileri için yararsız ya da
yanlış bularak devre dışı bırakmaları ve meydana gelen “ortak akıl” vasıtasıyla daha iyi
kararlar alabilmeleridir. Bu durum, aynı zamanda yurttaşlar arasında ortak bir deneyimi
paylaşma güdüsü yaratacağından toplumda daha fazla dayanışma ve birlik de sağlaya-
caktır.
45
Mouffe, agm, s. 351
46
Türköne, Mümtaz’er (2003), “Demokrasi”, (ed. Mümtaz’er Türköne), Siyaset, Ankara: Lotus Yayınları, s. 198.
47
Türköne, agm, s. 199.
63
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Radikal demokrasi, farklı kimliklerin kamusal düzlemde özgür şekilde belirmelerine fırsat
verilmesini savunur. Örneğin feminist grupların, çevrecilerin, eşcinsellerin vb. bu kim-
liklerini muhafaza ederek kamusal düzlemde belirmeleri ve politika yapılması sürecine
katılmaları radikal demokratların amaçları arasında yer alır. Bundan dolayı, kimlik poli-
tikaları bu yaklaşım içerisinde özel bir yere sahiptir. Burada yatan temel mantık, ulusal
düzeyde işleyen demokratik mekanizmaların yurttaşların büyük bir kısmını karar alma
sürecinin dışında bırakmasıdır. Bunun yanında temsilî demokrasi, yurttaş kategorisin-
de topladığı tüm vatandaşları aynı kapsamda değerlendirmekte ve onların farklılıklarını
yadsımaktadır. Oysa radikal demokratlara göre onları özgür kılacak olan esasında bu
farklılıklarıdır. Laclau ve Mouffe, kurguladıkları demokrasi anlayışını aynı zamanda yeni
bir tür “sosyalist strateji” olarak da görürler. Buna göre kapitalizmin yarattığı iktisadî
ilişkiler ve mevcut siyasal yapılanma içerisinde sosyalistlerin devrim yoluyla iktidarı elde
etmeleri oldukça zordur. Bunun için yapılması gereken, öncelikle toplumsal hayatın de-
mokratikleştirilmesi ve siyasal iktidarı ortadan kaldırmak yerine demokratik bir zemin
üzerine oturmasının sağlanmasıdır. Bu bağlamda örneğin anti-ırkçılık, anti-cinsiyetçi-
lik ve anti-kapitalizmin birbirlerine eklemlenerek müşterek bir mücadele zemini oluştur-
maları beklenir.� Yapılması gereken farklı amaçlarla hareket eden grupları, duygudaşlık
doğrultusunda aynı hedefe yönlendirmektir. Kısacası Laclau ve Mouffe mevcut iktidar
ve egemenlik ilişkilerini kaldırmayı değil, değiştirmeyi, daha doğrusu demokratik düzen
içinde yeniden biçimlendirmeyi hedefleyen bir model önerirler.
64
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
Temsilî demokrasi, gerçekte, liberal bir yöntemdir ve bu nedenle bu kavram aynı za-
manda “liberal demokrasi”ye karşılık gelmek üzere kullanılır. Bundan dolayı temsilî de-
mokrasiye yönelik itirazların genelde Marksist sol ideolojiden geldiğinin altı çizilmelidir.
Burada yatan mantık, Marksizmin “yapı ve üst yapı” analizleri en basite indirgenerek,
şu şekilde ifade edilebilir. Bilindiği gibi Marksist kuramda, bir toplumun yönetim şeklini
de içeren “üst yapı” kurumlarını biçimlendiren “yapı” veya “alt yapı” olarak nitelenen
ekonomik ilişkiler ağıdır. Kapitalist bir toplumda, ekonomik ilişkiler toplumun hâkim sınıfı
olarak beliren burjuvazi tarafından yönetildiğinden demokratik kurum ve mekanizmala-
rın da onların güdümünde olması kaçınılmazdır. Dolayısıyla Marksist kuram açısından,
aslında, temsilî demokrasi, demokrasinin gerçek anlamını bulmasını engellemekte ve
burjuvazinin sınıfsal çıkarlarının korunmasına hizmet etmektedir. Bu bakımdan özellikle
eşitliğe ve özgürlüğe yaptığı vurgu nedeniyle demokrasinin liberaller için olduğu kadar
Marksistler için de olumlu bir çağrışıma sahip bulunduğu, ancak itirazların genellikle
demokrasinin “temsilî” karakterine yöneltildiği görülür.� Klasik Marksist kuram, “burju-
va demokrasisi”nin komünist devrim aracılığıyla yıkılmasından sonra kurulacak komü-
nizmin “proletarya diktatörlüğü” aşamasında ekonomik eşitliğin gerçekleşeceği “halk
demokrasisi”nin kurulacağını, devrimin nihaî sonucu olan komünist toplumda ise devlet
ve hukuk gibi üst yapı kurumları ortadan kalkacağından demokrasiye ihtiyaç bulun-
mayacağını öngörür.� Kısacası Marksizmin temsilî demokrasiye yönelik eleştirisi büyük
ölçüde sınıf temeline dayalı ideolojik perspektiften kaynaklanır. Bu bağlamda müzake-
reci ve radikal demokrasi gibi tezler de esasında Marksist orijinli düşünürler tarafından
ortaya atılmasına rağmen kapitalizmin egemenliğine dayalı mevcut iktidar ilişkilerini ka-
bullendikleri gerekçesiyle aynı cenah içinden pek çok itirazla karşılaşırlar.
65
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Demokratlaşma Dalgaları*
Bir demokratlaşma dalgası, belli bir zaman dönemi içinde demokratik olmayan rejimlerden
demokratik rejimlere doğru gerçekleşen ve aynı zaman dönemi içinde aksi yöndeki
geçişlerden çok daha fazla sayıda olan bir grup geçiştir. Bir dalgada genellikle, tam
demokratlaşmayan siyasal sistemlerde liberalleşme veya kısmî demokratlaşmalar da söz
konusu olur. Modern dünyada üç demokratlaşma dalgası gerçekleşmiştir. Dalgalardan
her biri, nispeten az sayıda ülkeyi etkilemiş ve her dalga sırasında demokratik olmayan
yönde bazı geçişler de olmuştur. Üstelik, bütün demokrasiye geçişler, demokrasi dalgaları
sırasında gerçekleşmemiştir. Tarih karmaşık bir şeydir; siyasal değişimler de düzenli
tarihsel kutulara girmez. Keza tarih, tek doğrultulu da değildir. İlk iki demokratlaşma
dalgasının her birini, daha önce demokrasiye geçmiş olan ülkelerin hepsinin değil ama bir
bölümünün yeniden demokratik olmayan yönetime döndüğü bir ters dalga izlemiştir. Bir
rejim geçişinin tam ne zaman gerçekleştiğini belirlemeye çalışmak, çoğu zaman keyfî olur.
Demokratlaşma dalgalarıyla ters dalgaların tam tarihlerini belirlemeye çalışmak da keyfî bir
şeydir. Gene de, çoğu zaman keyfilikte yarar vardır ve bu rejim değişimlerinin tarihleri az
çok aşağıdaki şekilde belirtilebilir.
Birinci, uzun demokratlaşma dalgası1828-1926
Birinci ters dalga1922-1942
İkinci, kısa demokratlaşma dalgası1943-1962
İkinci ters dalga1958-1975
Üçüncü demokratlaşma dalgası1974-
Kaynak: Huntington, Samuel P. (1996), Üçüncü Dalga: Yirminci Yüzyılın Sonlarında Demokratikleşme, (çev. E. Özbudun),
Yetkin Yayınları, Ankara, s. 10-11.
Modern demokrasinin şekillenmesinde kapitalist gelişimin önemli bir yeri vardır. Daha
önce değinildiği gibi, modern demokrasi, modernitenin yarattığı iktidar ilişkilerinin bile-
şenlerinden biri olarak Batı coğrafyasında ortaya çıkmış ve ilerleyen yüzyıllarda dünya-
nın geri kalanına da yayılmıştır. Bu bağlamda demokrasi ile kapitalizm arasında inkar edi-
lemez bir ilişki bulunmaktadır. Burada asıl sorun, söz konusu ilişkinin içeriği ve kapsamı
ekseninde gelişmektedir.
Kapitalizm ile demokrasi arasındaki ilişki, farklı ideolojilerin birbirlerine zıt yorumlarına
konu olur. Örneğin liberal kuram, dünyada demokratikleşmenin kapitalizmin yayılımına
koşut olarak gerçekleştiğini savunmaktadır. Bu bağlamda kapitalizm, demokratikleşmeyi
tetikleyen ve besleyen bir gelişme olarak nitelendirilmektedir. Bu duruma kanıt olarak
demokrasi ile en az sorunu olan ülkelerin kapitalist gelişimini tamamlayanlar olması
gösterilir. Örneğin ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa gibi gelişmiş Batılı devletler aynı
66
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
zamanda dünya üzerinde kapitalizmin en fazla geliştiği ülkelerken, başta bazı Afrika ve
Asya ülkeleri olmak üzere pek çok ülke hem ekonomik kalkınmanın hem de demokra-
tikleşmenin uzağındadırlar. Ancak bu yaklaşımın aynı zamanda liberallerin özgürlüğe
bakışıyla da doğrudan ilişkili olduğu kaydedilmelidir. Liberaller, ekonomik ve siyasal öz-
gürlükler arasında yakın bir bağ bulunduğu iddiasındadırlar. Örneğin Milton Friedman’a
göre “ekonomik özgürlük siyasal özgürlüğe ulaşılmasında zorunlu bir araçtır.”48 Bu anla-
yışa göre ekonomik özgürlük, hem genel olarak özgürlüğün bir bileşenidir hem de siyasal
özgürlüğe ulaşılmasında bir araçtır. Gerçekten de kendilerini nitelemek için “demokra-
tik” sıfatını kullanabileceğimiz Batı ülkelerinin tamamı kapitalist gelişmelerin de merkezi
durumundadır. Bu bağlamda liberal teorisyenler, siyasal özgürlüğün yalnızca kapitalizm
içinde mümkün olduğunu söylerler.49
Liberal bakış açısından, ekonomik özgürlükle siyasal özgürlük arasındaki ilişki, en güçlü
şekilde Avusturyalı düşünür Hayek tarafından ortaya konulmuştur.� 1929 Dünya Eko-
nomik Bunalımının aşılması için gelişmiş Batı ülkelerinde, devletin arz mekanizmalarını
harekete geçirerek ekonomi üzerinde belirleyici rol üstlenmesini savunan Keynes’in tez-
lerine, Hayek, daha o yıllarda devletin ekonomik alana müdahalesinin kaçınılmaz olarak
toplumsal ve siyasal hayatı da denetim altına alması anlamına geleceği görüşüyle karşı
çıkmıştır. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra Keynes’in teorisini geliştirdiği “refah
devleti” anlayışı hâkim olmuş; bu durum, dünyada yeni bir ekonomik krizin yaşandığı
1970’lere dek sürmüştür. ‘70’lerde ise yaşanan yeni bir büyük ekonomik krizin etki-
siyle, temelleri Hayek’in tezlerinde bulunan, devletin ekonomi üzerindeki rolünü terk
etmesini savunan akımlar güç kazanmış ve devletin ekonomi alanından çekilmesi yaygın
bir eğilim olarak belirmiştir. Bunun altında devletin işlevinin yalnızca “güvenlik”le sınır-
landırılması gerektiğini savunan “minimal” ya da başka bir ifadeyle “gece bekçisi devlet”
anlayışı yatar. Bu yaklaşım açısından demokrasiyi yaşatacak asıl unsur özgürlük’tür ve
özgürlük, liberal demokratlar açısından “negatif” bir karakter taşır.� Bu bağlamda birey-
lerin özgür olabilmeleri, devlet ya da bir başka otorite tarafından kendi edim ve eylem-
lerine karışılmaması halinde mümkün olacaktır. Başka bir ifadeyle insan doğuşundan
itibaren zaten özgür bir varlıktır ve özgürlüğünün kısıtlanması, her ne şekilde gerçekle-
şirse gerçekleşsin bir müdahale aracılığıyla gerçekleşir. Dolayısıyla demokrasi, siyasal
ve ekonomik boyutlarıyla bir bütün olarak özgürlüğün tesis edilmesiyle kurulabilecektir;
bunu sağlayan da kapitalizm olacaktır.
Buna karşılık, pek çok Marksist, kapitalist dinamiklerin dünya üzerinde gerçek anlamda
demokratik bir düzen tesis edilmesinin önündeki en önemli engel olduğu kanısındadır.
Bu yaklaşıma göre demokrasi, her şeyden önce insanlar arasındaki tüm eşitsizliklerin
giderilmesini gerektirir ki ekonomik eşitlik de buna dahildir. Ekonomik eşitliğin sağla-
48
Barber, Benjamin (1995), Güçlü Demokrasi: Yeni Bir Çağ İçin Katılımcı Siyaset, (çev. Mehmet Beşikçi), İstanbul:
Ayrıntı Yayınları, s. 39
49
Bowles, Samuel, Gintis, Herbert (1996), Demokrasi ve Kapitalizm: Mülkiyet, Cemaat ve Modern Toplumsal Düşün-
cenin Çelişkileri, (çev. Osman Akınhay), İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s. 53
67
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
namadığı bir ortamda siyasal hakların elde edilmiş olmasının çok fazla anlamı yoktur;
zira sonuçta bu durum, emeği ile geçinen kitlelerin varolan iktidardan uzak tutulması ve
yönetim işlevinin belirli bir sınıf (burjuvazi) tarafından üstlenilmesini beraberinde getirir.
Bu bağlamda kapitalist ekonomik düzen, gerçek anlamda eşitlikçi bir yapıya sahip olma-
dığından yalnızca “biçimsel demokrasi”yi mümkün kılar. Marksistlere göre aslında belirli
bir sınıfın toplumsal ve siyasal hayat üzerindeki hegemonyasının göstermelik bir takım
uygulamalarla manipüle edildiği bir ortam mevcuttur. Aynı şekilde Marksist teori, liberal-
lerin demokrasi ile ekonomik gelişmişlik arasında kurduğu bağlantılara da itibar etmez.
Bunun sebebi, liberalizmin uluslararası ilişkileri analiz ederken “hegemonya” ve “emper-
yalizm” olgularını çoğunlukla dikkate almamasıdır. Yani bir ülkenin diğerlerine göre geri
kalmış olması, sadece kendi iç dinamiklerinden, örneğin tam anlamıyla kapitalist piyasa
mekanizmalarının önünü açmamasından veya kumanda ekonomisi izlemesinden, kay-
naklanmaz. Bu durum, gelişmiş Batılı ülkelerin izlediği emperyalist politikalar sonucu,
dünya genelinde servet transferinin eşitsizlikçi ve gayrı âdil bir şekilde gerçekleşmesiyle
doğrudan bağlantılıdır. Aynı şekilde zayıf bir devletin tam anlamıyla bağımsız karar ala-
bilme iradesine sahip olduğu söylenemez; zira üzerinde, gelişmiş ülkelerin, en basit şe-
kilde karar alma süreçlerini etkileme anlamında, kurduğu hegemonyanın gölgesi vardır.
Tarihsel açıdan bakıldığında ise kapitalist iktidar ilişkileri çerçevesinde şekillenen de-
mokrasi kuramında en önemli dönüm noktalarından biri “sosyal demokrasi”nin ortaya
çıkmasıdır.
68
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
Kaynak: Meiksins Wood, Ellen (2003), Kapitalizm Demokrasiye Kaynak: Rowley, Charles (2002), Özgürlük ve Devlet, (çev.
Karşı: Tarihsel Maddeciliğin Yeniden Yorumlanması, (çev. Ş. İ. Dalmış), Liberte Yayınları, Ankara, s. 88-89.
Artan), İletişim Yayınları, İstanbul, s. 239.
69
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Burada dikkat edilmesi gereken ilk husus, siyasal hakların genişlemesinin birdenbire ve
kendiliğinden değil, uzun ve zor bir evrim sürecinin sonunda gerçekleştiğidir. Örneğin
günümüzde kadınların erkeklerle aynı siyasal ve toplumsal haklardan yararlanmalarının
arka planında 19. yüzyılda yaşanan kadın hareketlerinin büyük etkisi vardır. Tıpkı bunun
gibi seçme ve seçilme haklarının genişleyerek demokrasinin daha geniş bir kitleye hitap
eder hâle gelmesi de özellikle 19. yüzyılda yaşanan gelişmelerin sonucudur. Bu dönem-
de örneğin Thomas Hill Green gibi aslında liberal gelenek içinden gelen düşünürler, ka-
pitalizmin toplumda sınıflar arasında yarattığı derin uçurumlara dikkat çekerek, siyasal
ve toplumsal birliğin sağlanması adına devletin yurttaşlar arasında sosyo-ekonomik ve
siyasal haklar açısından farklılıkları gidermesi gerektiğini savunmaya başlarlar. Öte yan-
dan aynı dönemde sosyalist hareket içinde de farklı akımlar ortaya çıkmış, Almanya’da
Bernstein, İngiltere’de ise Fabiancılar kapitalizmden sosyalizme geçiş için Marksist dev-
rim stratejisinden farklı yol ve yöntemler izlenebileceğini savunmuşlardır. Böylece as-
lında liberal demokratik yapı ve kurumları benimseyen, ancak bunların daha eşitlikçi bir
tarzda örgütlenmesini öneren, bir bakıma liberalizm ile sosyalizmin belirli unsurlarının ek-
lemlenmesi anlamına gelen “sosyal demokrasi”nin düşünsel temelleri atılmış olacaktır.
50
Macpherson, C.B. (1984), Demokrasinin Gerçek Dünyası, (çev. Levent Köker), Ankara: Birey ve Toplum Yayınları,
s. 10
70
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
Sosyal demokrasi, ilk olarak 19. yüzyılda kapitalizmin en ileri aşamaya vardığı ülke-
lerden İngiltere, Almanya ve İsveç’te, eş zamanlı olarak, işçilerin sosyal ve ekonomik
haklarını elde etmek amacıyla kurdukları sendikaların mücadelelerini siyasal hakları da
kapsayacak şekilde genişletmeleriyle hayat bulmuştur. Sayılan bu ülkelerde sosyalist
aydınlar, kapitalizmin o dönemde eriştiği güç nedeniyle, komünizmin öngördüğünün ak-
sine, bir devrimle ortadan kaldırılamayacağını, bunun zamana yayılacak bir evrim süreci
sonunda gerçekleşmesinin daha akılcı olduğunu savunurlar. Bu bağlamda sola düşen,
kapitalizmin hükümranlığında şekillenen toplumsal ve siyasal alanda birtakım kazanımlar
elde etmektir. İşçilerin çalışma saatlerinin iyileştirilmesinden ücretlerin artırılmasına, iş
güvencesi sağlanmasından kadınlara ve çocuklara ağır işlerde çalışma yasağı getirilme-
sine dek bir dizi sosyal hak bu süreçte sergilenen sendikal mücadeleler sayesinde elde
edilmiştir. Belirtildiği gibi söz konusu mücadeleler, bir süre sonra siyasal alana da taşına-
cak ve demokratik haklar toplumun bütün kesimlerine yayılacak şekilde genişleyecektir.
Sosyal demokrasi, gerek devletin gerekse yurttaşların üstlenmesi gereken rolü artırır.
Örneğin sosyal demokrasinin öngördüğü devlet, toplum içinde iktisadî açıdan daha kötü
durumda bulunan bireylerin durumlarını iyileştirmek için doğrudan ya da dolaylı olarak
piyasa’ya müdahil olacak ve “planlı ekonomi” gibi mekanizmalar aracılığıyla bu alanı
kendi kontrolünde tutacaktır. Böylece liberalizmin “küçük ve sınırlı (minimal)” devlet
modeli yerine, toplumsal ve ekonomik alanda daha etkin olarak işlev gören “sosyal
devlet”in ortaya çıktığı görülecektir. Ancak sosyal demokrat perspektif açısından görev
ve sorumlulukları artan yalnızca devlet değildir. Bunun yanında sadece birey değil, aynı
zamanda “yurttaş” kimlikleri de bulunan, hatta bu ikincisi toplumsal birliğin sağlanması
açısından daha fazla önem arz eden halkın da sorumlulukları artmıştır. Örneğin liberal
perspektiften bakıldığında, devlete ödenen vergi, devletten alınan güvenlik hizmetinin
bir bedelidir adeta. Oysa sosyal demokratlar için vergi, yalnızca devletin mülkiyet hak-
larının korunması karşılığında aldığı bir bedel değil, aynı toplumsal yapıyı paylaşmanın,
yani bir bakıma kader ortaklığı yapmanın bir sonucudur. Bundan dolayı, örneğin, artan
oranlı vergi tarifeleri, işsizlik sigortası ve iş güvencesi gibi daha çok çalışan kesimlere
yönelik haklar sosyal demokratlar tarafından savunulurken liberaller piyasanın kendi-
liğinden işleyen koşullarına müdahale anlamına geldiğinden çoğunlukla bunlara karşı
çıkarlar. Ancak sosyal demokrat ve liberal ayrımının daha çok Avrupa kıtası için geçerli
olduğu belirtilmeden geçilmemelidir. ABD’de, Avrupa sosyal demokratlarının savunduğu
türden fikirleri seslendirenler “liberal” nitelemesiyle anılırlar.
9. Değerlendirme
İnsanoğlu, hayatı ile ilgili pek çok kararı kendi tercihi doğrultusunda alır. Bireylerin hayatı
ve dünyayı algılama tarzları, alışkanlıkları, içinde yetiştikleri ortam, eğitim düzeyleri ve
gelecekten beklentileri gibi pek çok etmen bu tercihlerini belirleyen unsurlar arasında
bulunur. Kuşkusuz, birinin herhangi bir konudaki tercihi bir başkasına anlamsız, tutarsız
ya da yanlış gelebilir. Ancak her bireyin zihnî mantalitesinin ve tercihlerinin şekillenişini
71
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Siyaset, en genel şekilde, kolektif tercihlerin ortaya konulması ve icrası olarak görülebi-
lir.52 Demokratik siyasetin en önemli özelliği ise bireylerin yöneticilerini özgür tercihlerini
51
Arblaster, Anthony (1999), Demokrasi, (çev. Nilüfer Yılmaz), Ankara: Doruk Yayınları, s. 124.
52
Zakaria, Fareed (2003), The Future of Freedom: Illiberal Democracy at Home and Abroad, New York & London:
W.W. Norton Com., s. 13.
Kaynaklar
Ağaoğulları, Mehmet Ali (2000), Kent Devleti’nden İmparatorluğa, 2. Baskı, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.
Ulus-Devlet başlıklı henüz yayımlanmamış kitap taslağının “Jean-Jacques Rousseau: Halk Egemenliği” başlıklı bölümü.
Akal, Cemal Bali (1999), “Devlet, Yasa, Hakimiyet”, Cumhuriyet’in 75. Yıl Armağanı, İstanbul: İstanbul Üniversitesi
Yayınları.
Arblaster, Anthony (1999), Demokrasi, (çev. Nilüfer Yılmaz), Ankara: Doruk Yayınları.
Arslan, Zühtü (2002), “Anayasal Devlet ve Siyasal Tarafsızlık”, (der. E. Fuat Keyman), Liberalizm, Devlet, Hegemonya,
İstanbul: Everest Yayınları.
Barber, Benjamin (1995), Güçlü Demokrasi: Yeni Bir Çağ İçin Katılımcı Siyaset, (çev. Mehmet Beşikçi), İstanbul: Ayrıntı
Yayınları, s. 39
Benhabib, Şeyla (1999), “Müzakereci Bir Demokratik Meşruiyet Modeline Doğru”, (yay. haz. Şeyla Benhabib), Demok-
rasi ve Farklılık: Siyasal Düzenin Sınırlarının Tartışmaya Açılması, (çev. Zeynep Gürata, Cem Gürsel), İstanbul: WALD
Yayınları.
Beriş, Hamit Emrah (2003), “Moderniteden Postmoderniteye”, (ed. Mümtaz’er Türköne), Siyaset, Ankara: Lotus Yayın-
ları.
Bowles, Samuel, Gintis, Herbert (1996), Demokrasi ve Kapitalizm: Mülkiyet, Cemaat ve Modern Toplumsal Düşüncenin
Çelişkileri, (çev. Osman Akınhay), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Bumin, Kurşat (1998), Batı’da Devlet ve Çocuk, 2. Basım, İstanbul: Yol Yayınları.
Cangızbay Kadir (1996), Sosyolojiler Değil Sosyoloji, Ankara: Öteki Yayınları.
Cohen, Joshua (1999),”Müzakereci Demokraside Usûl ve Esas,” (yay. haz. Şeyla Benhabib), Demokrasi ve Farklılık:
Siyasal Düzenin Sınırlarının Tartışmaya Açılması, (çev. Zeynep Gürata, Cem Gürsel), İstanbul: WALD Yayınları.
Dağı, İhsan, Polat, Necati (2004), Herkes İçin Demokrasi ve İnsan Hakları, Ankara: Liberte Yayınları.
Dahl, Robert A. (1996), Demokrasi ve Eleştirileri, (çev. Levent Köker), Ankara: Yetkin Yayınları.
de Jasay, Anthony (tarih yok), Tercih, Sözleşme, Rıza: Liberalizme Yeni Bir Bakış, (çev. Alişan Oktay), Ankara: Liberte
Yayınları.
de Jouvenel, Bertrand (1997), İktidarın Temelleri: İktidarın Mahiyeti ve Tarihî Gelişimi, (çev. Nejat Muallimoğlu), İstan-
bul: Birleşik Yayıncılık.
Debray, Regis (1997), “Cumhuriyetçi misiniz, Demokrat mı?”, (çev. Ahmet Arslan), Türkiye Günlüğü, sayı 47.
Ebenstein, William (2001), Siyasî Felsefenin Büyük Düşünürleri, (çev. İsmet Özel), 2. Baskı, Şule Yayınları, İstanbul.
Edwards, Michael (2004), Civil Society, London: Polity Press, 2004.
Eroğul, Cem (2000), Anatüzeye Giriş (Anayasa Hukukuna Giriş), 6. Baskı, Ankara: İmaj Yayınları.
Friedman, Milton (1988), Kapitalizm ve Özgürlük, (çev. Doğan Erberk, Nilgün Nimmetoğlu), Altın Kitaplar Yayınları,
İstanbul.
Giddens, Antony (2002), Sağ ve Solun Ötesinde: Radikal Politikaların Geleceği, (çev. Müge Sözen, Sabir Yücesoy),
İstanbul: Metis Yayınları.
Goldsworthy, Jeffrey (1999), The Sovereignty of Parliament: History and Philosophy, Oxford: Clarendon Pres.
Habermas Jürgen (1999), “Demokrasinin Üç Normatif Modeli”, (yay. haz. Şeyla Benhabib),
Demokrasi ve Farklılık: Siyasal Düzenin Sınırlarının Tartışmaya Açılması, (çev. Zeynep Gürata, Cem Gürsel), İstanbul:
WALD Yayınları.
(1976), Legitimation Crisis, İng. Çev. T. Mc Carthy, London: Heinaman Educational Books. Hayek, Friedrich A. (1995),
Kanun, Yasama Faaliyeti ve Özgürlük: Cilt 2/Sosyal Adalet
Serabı, (çev. Mustafa Erdoğan), Ankara: T. İş Bankası Kültür Yayınları.
Keyman, E. Fuat (1999), Türkiye ve Radikal Demokrasi, İstanbul: Bağlam Yayınları.
72
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
73
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
yurttaşların belirli bir sorun üzerindeki fikrinin aynı anda alınmasını mümkün kılmaktadır.
Bu durum, demokratik anlayışın yakın gelecekte yeni bir boyut kazanacağının işareti ola-
rak okunabilir. Ancak mevcut ilişkiler açısından bakıldığında, geçerli anlayış hâlâ temsilî
demokrasi olduğuna göre bu çerçevede kalıp demokratik değerlerin ne şekilde koruna-
bileceğine daha fazla eğilmek gerekir.
Halen dünyada pek çok siyasal rejim “demokratik” bir içerik taşıdığı iddiasındadır. Bunun
temel sebebi, modern dünyada demokrasinin devletin meşrûiyet kriterleri arasında en
önde geleni olmasıdır. Öte yandan dünyada hiçbir ülkenin “ideal” nitelemesiyle anılacak
bir demokratik ve özgürlükçü ortam meydana getiremediği görülür. Bu durum, rejimlerin
siyasal sorunlar karşısında anti-demokratik tavırlar sergilemekten kaçınmamaları kadar
demokrasi ve özgürlüğün açık uçlu bir çizgi hâlinde olmalarından da kaynaklanır. Doğası
gereği, her devlet insan özgürlüğüne birtakım sınırlamalar getirir. Bu yüzden sınırlı dev-
let anlayışı, bireysel hakların korunması açısından önem arz eder. Demokrasinin en bü-
yük yararı, halka, kendisini yönetenleri denetleme ve hoşnut kalmadığında yöneticilerini
değiştirme imkanı vermesidir. Dolayısıyla demokratik yönetimlerde ipler büyük ölçüde
bireylerin elindedir. Demokrasiyi günümüz dünyasında saygın bir yönetim modeli yapan
gerçeklik de budur. Nitekim özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sona dünyanın
dört bir yanında demokratik yönetimlerin sayısı önemli ölçüde artmıştır.
1900 yılında dünyada hiçbir ülke bugün kullanılan ölçütler uygulandığında “demokratik”
değildi. Oysa halen 119 ülke, kısmî sorunlar yaşayabilmelerine rağmen genel olarak bu
sıfatı hak etmektedir. Bu rakam, Birleşmiş Milletler Teşkilatı’na üye devletlerin % 62’si-
nin demokratik yönetimlerce idare edildiklerini ortaya koymaktadır.� Hatta günümüzde
bazı istisnalar dışarıda tutulduğunda hemen her devlet kendisinin demokratik olduğunu
iddia etmekte, dahası bunların pek çoğu demokratik standartların yükseltilmesi konu-
sunda çaba harcamaktadır. Bunların gösterdiği gibi demokrasi, günümüz dünyasında ol-
74
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
dukça saygın bir kavram halini almıştır. Örneğin Avrupa Birliği gibi ulusüstü bir oluşum,
aday ülkelerin üyeliğe kabulü için bu ülkelerde yerleşmiş ve kurumsallaşmış bir demok-
rasi anlayışını aradığı gibi, ticarî ilişkide bulunduğu başka devletlerin de demokrasiyle
ilişkisini sorgulayabilmektedir. Bundan da anlaşılacağı gibi demokrasi ile sağlıklı ilişki
kurabilmesi bir devletin uluslararası düzlemde saygın bir yer kazanması için zorunludur.
Ancak bundan daha önemli olan demokrasinin yalnızca bir “imaj sorunu” değil, aynı za-
manda devletlerin meşrûiyetlerinin göstergelerinden biri olarak algılanmasının sağlanma-
sıdır. Bunun yolu ise sadece demokratik yapı, kurum ve mekanizmaların devlet bünyesi
içine yerleştirilmesiyle yetinilmemesi ve yurttaşların kendilerinden farklı düşünenlerin
görüş ve inançlarına saygı duymalarında somut örneğini bulacağı üzere, demokrasi fik-
rini içselleştirmelerinden geçer.
75
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
76
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
Mektupta özetle şu ifadeler yer alır: “Bütün yönetimler Allah’tandır. Yöneticiler Allah’ın
yeryüzünde görevlendirdiği birer papaz gibidir. Bu bakımdan yöneticilere mutlak şekilde
itaat etmelisiniz. Yönetime karşı direnen Allah’a karşı direnmiş olur. İnananlar sadece
korkudan dolayı yönetime itaat etmez, aynı zamanda vicdanlarından dolayı da itaat
ederler. Yöneticiler Allah’ın elçileri olduğu için onlara ait olanların kendilerine verilmesi
gerekir. Her kim ki yönetime karşı direnirse o kötülüklerin en büyüğünü işlemiş ve
cezaların en büyüğünü hak etmiştir” (Romalılar 13: 1-7).
Görüldüğü gibi İncil’de yönetime ilişkin ortaya konan anlayış dinle devlet işlerinin
birbirinden ayrılması hususudur. Devlet yönetimi nasıl olursa olsun inananların yönetime
mutlak olarak itaat etmeleri gerektiği anlayışı vurgulanmıştır. Burada altı çizilmesi
gereken husus şudur: İncil’de itaat, yöneticilerin şahsına değil, makamına yöneliktir.
Bu bakımdan kötü bir yönetici dahi olsa, makamından dolayı itaati hak eder. Bu anlayış
Hıristiyanlar arasında Batı Roma İmparatorluğunun yıkıldığı beşinci yüzyıla kadar devam
etmiştir.
2. Tanrı Devleti Anlayışının Ortaya Çıkışı ve Orta Çağ Boyunca Sürmesi
Yukarıda ifade edildiği gibi yönetime ne pahasına olursa olsun itaat anlayışı Roma
İmparatorluğunun yıkıldığı beşinci yüzyıla kadar Hıristiyanlarda yaygın olan bir düşünce
olarak devam etmiştir. Fakat Batı Roma’nın yıkılmasından sonra siyasi bir güç kazanan
Katolik Kilisesiyle birlikte “itaat ve sadakat” konusunda bir belirsizlik baş göstermeye
başlamıştır. Roma’nın yıkılmasıyla doğan boşluk kısa bir zaman içinde Kilise tarafından
doldurulunca, Kilise ile devlet ilişkisinin nasıl olacağına ilişkin tartışmalar da baş
göstermeye başlamıştır.
Bu sorun Doğu Roma İmparatorluğunda yaşanmamıştır. Zira Doğu Roma, 396 yılında
Batı Roma’dan ayrıldığında Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmiş ve devletin altında
örgütlenmesine izin vermişti. Dolayısıyla burada kilise ile devlet arasında bir gerilim
olmamış, aksine kilise devlet otoritesine bağlı kalmış ve ona itaat etmiştir.
Oysa Batı Roma, yıkıldığı tarihe kadar Hıristiyanlığı resmen tanımamıştır. Bu bakımdan
burada kilise ile devlet arasındaki ilişkiler, Roma yıkılıncaya kadar gergin olmuştur. Aziz
Ambrose, Aziz Gregory ve Aziz Augustine gibi Kilise Babaları, Batı Roma’nın yıkılmasıyla
birlikte “iki kılıç” doktrinini geliştirerek, “kilise otoritesi” ile “devlet otoritesi”ni birbirinden
ayırmış ve kiliseye itaati, devlete itaatin üzerine çıkarmışlardır. Bu konuda kapsamlı bir
felsefe geliştirmiş olan Aziz Augustine’in görüşleri, Orta Çağ boyunca Katolik dünyada
geçerli olan ana görüş haline gelmiştir. Orta Çağ boyunca kilise ile devlet arasındaki
ilişkiyi anlamak için Aziz Augustine’in öğretisini analiz etmek gerekir.
Aziz Aurelius Augustine (M.S. 354-430) Yeni Ahit’te yer alan ve ilk kuşak Hıristiyanlar
tarafından kabul edilen yönetime mutlak itaat düşüncesini tersine çevirmiştir. Augustine,
Tanrı Devleti adlı eserinde geliştirdiği kilise otoritesi ile devlet otoritesi ayrılığını ifade
eden iki kılıç tezini insandaki ruh-beden ayrımına dayandırır. Ruh iyiliklerin, bedense
kötülüklerin alanıdır. Beden, bu dünyaya, ruh ise öte dünyaya aittir. Beden, şeytani
77
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
78
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
döşemişlerdir. Bu anlayış, Orta Çağ boyunca Avrupa’da hakim düşünce haline gelmiştir.
Devlet otoritesini, ulusal papazlar aracılığıyla Roma Katolik Kilisesine bağlayan sistem
tam anlamıyla “teokratik” yapıyı ifade etmiştir. Orta Çağın derinliklerine doğru gelindikçe
kilise otoritesi hem devleti, hem de insan yaşamının en küçük ayrıntılarını kuşatır hale
gelmiştir. İmparatorlar, taçlarını Papa’nın elinden almak zorunda kalmışlardır. Papa’nın
onaylamadığı birinin imparator olarak atanması mümkün değildi. Bu anlayış Protestanlığın
ortaya çıktığı on altıncı yüzyıla kadar devam etmiştir.
3. Protestan Düşüncenin Gelişimi ve Modernleşmeye Giden Yol
Protestanlığın gelişimini anlamak için Orta Çağ boyunca papalarla imparatorlar arasında
süren kavgayı anlamak gerekir. Orta Çağ’da imparatorların üzerine çıkan Papa, zaman
zaman kendisine bağlı olan krallarla çatışma içine girmiş, bu çatışmaların bir kısmı
kralların aforozuyla son bulmuştur. Bu tür çatışmalardan biri Papa VII. Gregorius ile
Alman İmparatoru IV. Heinrich arasında yaşanmıştır. Papa, IV Heinrich’i günah çıkarması
için sırtında bir çul ve yalınayak üç gün üç gece bir şatonun avlusunda karların üzerinde
bekletmiş, daha sonra da kendisini aforoz etmiştir. Orta Çağ boyunca, Roma Katolik
Kilisesi pek çok devlet ve hükümdar üzerinde siyasi ve manevi otoritesini zorla kabul
ettirmiştir.
On beş ve on altıncı yüzyıllara doğru gelindikçe papalarla krallar arasındaki çatışmaların
dozu giderek artmış ve gün yüzüne çıkmıştır. Bu çatışmayı körükleyen tarihsel olayların
başında, Avrupa’da ulus devlet arayışlarının baş göstermesi gelmektedir. Ulus devlet
oluşumu, beraberinde kaçınılmaz olarak dinin de ulusal bazda örgütlenmesini getirmiştir.
Ulus devlet düşüncesini savunan Machiavelli, İtalya’nın bir ulusa dönüşebilmesinin
birinci şartı olarak, devleti Roma Katolik Kilisesi’nden ayırmayı görmüştür. Roma Katolik
Kilisesi’nin geniş mülklere ve servete sahip olması ve lüks içinde yaşaması zamanla
kendisine bağlı bazı toplumlarda tepkilere yol açmıştır. Başta Almanya olmak üzere,
İngiltere, Fransa, İsviçre, Norveç ve Danimarka gibi ülkelerde Roma’ya vergi transferi
sorgulanır hale gelmiştir.
Öte yandan Rönesans’la birlikte gelişen yeni felsefi akımlar, insanı yücelten hümanist
bir anlayış geliştirmiştir. Katolik Kilisesi’nin tarih boyunca insanı aşağılayan tutumuna
bir yönüyle başkaldırı anlamını taşımaktadır bu. Rönesans, gelişen bilimsel disiplinler,
evren ve tabiatın işleyişi hakkındaki yeni bilgiler ve insan merkezli felsefi akımlar,
Hıristiyanlıkta yeni teolojik arayışların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Hıristiyanlık içinde
yeni arayışları başlatan Reformcularla, imparatorların çıkarları ve yolları Vatıkan’a karşı
kesişmiş ve birleşmiştir. Bu bakımdan on beş ve on altıncı yüzyıldan itibaren bunların
birlikte hareket ettiklerini görüyoruz. Protestanlık, bu ittifakın sonucunda gelişmiştir.
Dinde reform düşüncesini başlatanların başında, 1517 yılında Wittenberg Kilisesi’ne 95
ilkeden oluşan bildiriyi asarak protest bir hareket başlatan Martin Luther gelmektedir.
Başlangıçta Almanya’daki Reform hareketinin başını çeken Martin Luther (1483-1546),
daha sonra İskandinav ülkeleriyle Avrupa’nın önemli bir kesiminde Protestan hareketin
79
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
öncü ismi haline gelmiştir. Luther’in başlattığı hareket, her şeyden önce varlık içinde
yüzen Katolik Kilisesi’nin Hıristiyanlar üzerinde kurduğu otoriteye karşı bir tepkiydi.
Luther, Kilisenin Orta Çağ boyunca insanı aşağılayan tutumuna karşı insanı yücelten
bir anlayış geliştirmiştir. Luther’e göre inananların referansı Vatıkan’ın ruhban sınıfı
değil, doğrudan doğruya Yeni Ahit’in kendisi olmalıdır. Kutsal Kitapta, insanla Tanrı
arasında aracılık eden, Tanrı katında insana şefaat dileyen ve onun kurtuluşunu elinde
bulunduran ruhban sınıfı gibi aracı bir kurum yoktur. Luther, kiliseyi siyasi bir otorite
olmaktan çıkarıp, ibadet ve toplantı (cogregation) merkezi haline getirerek ruhbanlık
sınıfına son vermek istemiştir. Luther, bu bakımdan, her Hıristiyan’ın, “kendi kendisinin
papazı olması” ilkesini hararetle savunmuştur. Her insan, kendi başına Kutsal Kitabı
okuyabilir ve kendi başına anlayabilir. Bunun için ruhban sınıfına ihtiyaç yoktur. İnsanın
kendi aklı ve bilgisi bunun için yeterlidir.
Luther, Yeni Ahit’e referans vererek, Hıristiyanlar arasında pratikte oluşmuş olan ruhban
sınıfıyla, sıradan insan arasındaki ayrıma sert eleştiriler yöneltmiştir. Luther’e göre Kutsal
Kitap, tüm insanların eşitliği ve kardeşliği inancını geliştirmiştir. Bununla birlikte Luther,
aynı zamanda Katolik Kilisesi’nin geliştirmiş olduğu lüks yaşam tarzını da sert biçimde
eleştirir ve Alman halkının bu kadar varlık içinde yüzen bir kuruma yardım etmemesini
önerir. Hıristiyanlığın sade, yalın ve mütevazı bir yaşam biçimi olduğunu savunan
Luther, Almanların kendi kiliselerine yardım etmeleri gerektiğini tavsiye eder. Luther,
aynı zamanda kendisini aforoz eden Roma Katolik Kilisesi’nin adalet mekanizmasına
karşı da sert eleştiriler yöneltmiş, kilise otoritesini adil olmamakla suçlamıştır.
Roma Katolik Kilisesine karşı mücadelesini güçlendirmek için yönetimle ilgili görüşler de
geliştirmiştir Luther. Luther’in seküler yönetime ilişkin görüşleri Yeni Ahit’teki orijiniyle
aynı, hatta daha da ileri düzeydedir. Luther’e göre “krallar ve prensler zorunluluktan
dolayı birer piskoposturlar.” Bu bakımdan yöneticilere karşı “pasif itaat”i ısrarla savunur.
Aziz Pavlus gibi Luther de yöneticilerin kendilerine değil, makamlarına saygı ve itaati
önermiştir. İtaat, makama yönelince doğal olarak yöneticinin kişisel özelliklerinin önemi
kalmamaktadır. Adil olmasa dahi, yönetim gücünü elinde bulundurduğu için yönetici, itaat
edilmeyi hak eder. Buradan hareketle Luther, yönetime “itaatsizliği” cinayet, iffetsizlik,
onursuzluk ve hırsızlıktan daha şiddetli bir günah olarak kabul etmiştir. Luther’e göre
inanan biri için “başındakine itaatten daha üstün bir değer yoktur.”
Protestanlık hareketinin diğer bir öncü ismi olan Jean Calvin (1509-1564) yönetim
konusunda Luther’le benzer görüşler savunmaktadır. Calvin devletle kilise ayrılığını
hararetle savunmuştur. Anglo Sakson dünyada gelişen seküler sistemin temelinin
Calvin’e uzandığı genel olarak kabul gören bir düşüncedir. Devletle kilise arasındaki
ayrımı devleti özgürleştirmek için değil, kiliseyi başlı başına özgür bir otorite haline
getirmek için gerekli görmüştür. Kendi normlarını, standartlarını, değerlerini özgürce
geliştirmek için kilisenin mutlaka bağımsız olmasını savunmuştur.
Calvin de Luther gibi devlet otoritesini önemsemiş ve itaat edilmesi gereğini belirtmiştir.
80
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
Calvin’in deyişiyle devlet, “kurtuluşun harici bir aracıdır.” Devlet, Calvin’e göre barışı,
güvenliği, adaleti, birlik ve beraberliği sağlamakla ve insanları bir arada tutmakla
kurtuluş için bir zemin oluşturmaktadır. Bu yönüyle seküler devlet, kurtuluşa hizmet
etmektedir. Bu bakımdan Luther gibi o da yöneticilere karşı “pasif itaat”i önermektedir.
Yöneticiler, kurtuluşu sağlama konusunda Tanrı’nın yer yüzündeki vezirleri gibidirler.
Onlara itaatsizlik, Tanrı’ya karşı itaatsizlik anlamına gelir. Calvin’e göre yönetici, gücünü
halktan almaz, doğrudan doğruya Tanrı’dan alır.
Calvin’in getirdiği en önemli yenilik devletle kiliseyi birbirinden ayırarak seküler
bir sistemin gelişmesine hizmet etmiş olmasıdır. Bununla birlikte, Calvin, çalışıp
çabalamayı ve zenginleşmeyi önemsemiştir. Bazı sosyologların kapitalizmin arkasındaki
gücü Calvinist ahlaka dayandırmasının nedeni budur. Calvin’e göre çok çalışarak bu
dünyayı imar etmek de dini bir ibadettir. Calvin öğretisinin en önemli açılımı Amerika’da
görülmüştür. Amerika’ya gelen ilk kuşak Protestanlar, burada Calvin’in öngördüğü
tarzda kilisenin devlet otoritesinden bağımsızlığını sağlayarak ayrılık duvarına dayalı bir
siyasi model kurmuşlardır. Aynı zamanda bilime önem vererek eğitim kurumları kurmuş
ve gelişmenin yollarını aramaya koyulmuşlardır. Amerika’yı var eden motivasyonun
önemli ölçüde buraya gelen ilk kuşak Protestanlara borçlu olduğu genel olarak kabul
gören bir yaklaşımdır.
3.1. Protestanlığın Getirdiği Yenilikler ve Modernleşme
Protestanlığın Avrupa’ya en önemli katkısı ulus devletin gelişmesini kolaylaştırması
olmuştur. Protestanlar, her ulusun, Roma Katolik Kilisesiyle bağını kopararak, kendi
ulusal kilisesini inşa etmesini savunan görüşleriyle, değişik ulusların Vatikan karşısında
hükmü şahsiyet kazanmasına katkıda bulundular. Bununla birlikte, yöneticileri yücelterek
ulusların nihai otoritesi haline gelmelerine katkı sağladılar. Yine İncil’in değişik dillere
çevrilmesini sağlayarak dinin ulusal bir karakter kazanmasına hizmet ettiler. Protestanlık,
bu tür açılımlarla ulus devletin gelişimine önemli bir katkı olarak düşünülebilir.
Protestanlığın Avrupa’ya ikinci bir katkısı, seküler düşünceye ve sisteme verdiği
destek olmuştur. Kuşkusuz seküler düşünce biçimini geliştiren hareketler Rönesans
ve Aydınlanma hareketi içinden doğmuştur. Ancak Protestanların da dünyevi otoriteyi
yüceltmesi, ona itaati öngörmesi seküler yapıya hizmet etmiştir.
Protestanlığın üçüncü bir sonucu, bireyci düşünceyi geliştirmiş olmasıdır. Protestanlık,
her Hıristiyan’ı kendi kendisinin papazı haline getirmiştir. Herkes hür aklı ve kendi
vicdanıyla Kutsal Kitabı okuyabilir ve oradan mesajlar çıkarabilir. Protestanlığın içinde
çok farklı yaklaşımların çıkmasının temel nedeni budur.
Protestanlık dördüncü olarak, kilisenin konumunu değiştirmiştir. Kilise, Katolik anlayışta
ruhban sınıfına işaret ederken, Protestanlıkta bir mekan haline gelmiştir. Protestan
anlayıştaki kilise, ibadet için toplanılan yer (congregation) anlamına gelmektedir. Burada
din adamı da, ayini ve ibadeti organize eden kişi olmanın ötesinde bir anlam ifade etmez.
Protestanlık son olarak, eşitlik düşüncesini getirmiştir. Hıristiyanları ruhban ve sıradan
81
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
vatandaş olarak iki sınıfa ayıran düşünceyi bir kenara bırakarak, herkesin insan olarak
Tanrı nezdinde eşit olduğu anlayışını yaymıştır. Protestanlığın, bu anlayış itibariyle
demokrasinin gelişimini kolaylaştırdığını söylemek mümkündür. Demokrasinin öncelikle
Protestan ülkelerde gelişmiş olması, Protestanlığın getirdiği yeni açılımlara bağlanabilir.
Bütün bu konulardaki katkılarını dikkate aldığımızda Protestanlığın modern dünyadaki
en önemli katkısının dinle devlet arasındaki ilişkinin belirlenmesinde görüldüğünü
söyleyebiliriz. Protestanlıkla birlikte gelişen sekülerizm veya laiklik dinsel yaşam alanıyla
devlet arasına bir ayrılık duvarı koyarak hem seküler özgürlükleri mümkün kılmıştır,
hem de dinsel özgürlükler. Sekülerizm sayesinde devlet tüm dinler ya da dinler içindeki
farklı inançlar karşısında tarafsız olduğu için her tür inanç kendisini rahat biçimde ifade
edebilmektedir.
BÖLÜM II
İSLAM DÜNYASINDA DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ
1. İslam Kaynaklarında Yönetim
İslam hangi yönetim biçimine daha yakın mesafede durur diye baktığımızda gerek
Kur’an’da, gerekse Sünette yönetim biçimiyle ilgili gerekli ve yeterli teorik kaynağın
bulunmadığını görmekteyiz. Kur’an’da yönetimin esasları ve teşkilat yapısı yerine
yönetimle ilgili ahlaki bir kaç ilke zikredilmekle yetinilmiştir. Meşveret ve adalet yönetimle
ilgili zikredilen temel ilkeler olarak karşımıza çıkmaktadır. Kur’an sık sık geçmişte
yaşayan toplumlara ve yöneticilere atıfta bulunur, ancak bu atıfları toplumların yönetim
yapılarına yönelik olmaktan ziyade bu toplumlardaki yaşam biçimine ve yöneticilerin
adaletle yönetip yönetmediklerine yöneliktir. Bunların taşkınlık yapıp yapmadıkları bu
toplumların ihyası veya helaki için gerekçe olarak gösterildiği gibi adaletle hükmeden
krallardan da övgü ile söz edilmiştir. Mesela Hz. Davud ve Süleyman gibi peygamberler
aynı zamanda birer kraldır. Kur’an, kavimlerine karşı gösterdikleri adalet ve müşfikten
dolayı bu ve benzeri peygamberlerden övgü ile söz etmektedir. Hz. Peygamber’in
Sünnetinde de yönetimin yapısına yer verilmemiş; sadece yöneticilerin adalet, şefkat,
merhamet gibi ilkelere riayeti ve Allah’a itaati hususunda tavsiyelere yer verilmiştir.
Kur’an ve Sünnetin yönetimin yapısına ilişkin belirleyici ve bağlayıcı ilkeler vazetmemiş
olması Müslümanları bu konuda serbest bırakmış; bunun sonucunda gerek Dört Halife
döneminde, gerekse sonraki dönemlerde zamanın şartlarına veya Müslüman yöneticilerin
reylerine göre yönetim yapıları teşekkül etmiştir. Dört Halife döneminde teşekkül eden
hilafet tarzı yönetim kaynağını Kur’an ve Sünetten almaktan çok, sahabenin gösterdiği de
facto irade ve tercihten almıştır. Bununla birlikte Müslümanlar, özellikle yönetime ilişkin
normların ihdasında ve kurumların tesisinde başka toplumların etkisinde kalmışlardır.
Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlılar zamanında yönetimin yapısı ve normları büyük
ölçüde İslam öncesi Arap, Fars ve Türk töreleri ile Bizans kurumlarına dayanmıştır.
Dört Halife döneminde icra edilen hilafet modelinin Emevilerle birlikte mülke (saltanata)
dönüşmesi büyük ölçüde İran etkisinde olmuştur. Emevilerden başlayarak Osmanlılara
82
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
kadar devam eden İslam toplumlarında yönetilen tebaa reaya olarak telakki edilmiştir. Bu
düşünce gerçekte İslam’ın orijinal kaynaklarından değil, Doğu düşüncesinden türemiştir.
İslam toplumlarının dışında Çin ve Japonya gibi toplumlarda da yönetilen kesim, yönetici
tarafından “güdülen” anlamında “reaya” kavramıyla ifade edilmiştir.
İslam tarihinde Müslümanların başka toplumların etkisi altında bir takım kurumlar
ve normlar ihdas etmeleri o tarihlerde İslam’dan sapma olarak telakki edilmemiştir.
Hiçbir din kendi saf ve otantik özelliğini koruyamaz. Hatta dinler kültür ve toplumdan
bağımsız “saf” özellikler taşımazlar. Aksine dini mesajlar belli bir kültür ortamı içinde
nazıl olur ve o kültürün kavramları ile ifade edilir. Dinlerin yoğunlaştığı ve insana
vazettiği temel hususlar vardır. Dinler bu temel hususları bazen yaşanmış örnek
olaylarla, bazen de sembolik bir dil ile zenginleştirmekte ve insanın dikkatini bu nokta
üzerinde yoğunlaştırmaktadırlar. Dolayısıyla dinsel mesajlar kültürel ifadeler, değerler,
semboller ve anlatımlarla sarmalanarak muhatabına ulaşır. Bu özelliği göz önünde
bulundurulduğunda dinlerin daha nüzul esnasında beşeri özellikler taşımaya başladıklarını
görürüz. Hele Hıristiyanlık gibi mesajı ve normları sonradan tevatür ve tevil yoluyla
inşa edilen dinler daha fazla beşeri özellikler taşımaktadır. İslam, doğası gereği kendini
hiçbir zaman beşerin katkısına kapatmamıştır. Aksine İslam insan aklına hitap ederek
kendini ona kabul ettirme sürecinden başlar, gene beşeri akıl ile kendini sosyal hayata
aktarır. Hz. Peygamber sahabesinden vali olarak görevlendirdiklerine gittikleri bölgelerde
karşılaşacakları sorunları nasıl çözeceklerini sorduğunda yönetici sahabe “Kur’an, Sünnet
ve kendi reyi” şeklinde cevap vermiştir. Bu husus daha sonraları Müslüman yöneticiler
için bir mehaz teşkil etmiş, böylece yönetime ilişkin hususlarda yöneticilerin şahsi reyine
geniş yer verilmiştir. Bu husus sadece yönetimle sınırlı kalmamış, aynı zamanda İslam
hukukunda da yaşanmıştır. İslam hukuku olarak kabul edilen fıkıhta icma ve içtihat
yoluyla kişisel rey büyük bir önem taşımaktadır.
Zamanın giderek karmaşık bir hal alması, İslam’ın yeryüzünde kültürler ötesi bir tarzda
gelişmesi, Müslümanların karşılaştıkları yeni sorunlara çözümler bulabilmesi, ondan da
önemlisi İslam’ın her kültür içinde yaşanabilir evrensel bir din olma özelliği taşıyabilmesi
ancak bireylerin reyine geniş yer verilmesi ve dini normların izafi yorumuyla mümkün
olabilir. Nitekim İslam’ın en parlak dönemleri izafi normların ve yorumların ortaya
konabildiği ortamlara denk gelmektedir. Gerek itikadı, gerekse ameli sahada çok sayıda
mezhebin, inanışın, düşünce biçiminin ve yorumun yapılabilmesi bu ortamlarda söz
konusu olmuştur. Bu tür ortamların sağladığı zengin inanç ve düşünce temeli üzerinde
doğal olarak maddi zenginlik ve refah da peyda olabilmiştir.
Bu noktadan hareketle Müslümanların geçmişte ortaya koydukları siyasal kurum,
değer veya pratiklere bakınca bunların İslam’ın temel kaynağı olan Kur’an’dan neşet
etmekten çok tarihsel koşullarda oluştuklarını görmekteyiz. Hz. Peygamber’in Medine
Vesikası etrafında Medine’de inşa etmiş olduğu sosyal proje, başka bir deyişle birlikte
yaşama pratiği, gerçekte dinsel olmaktan ziyade tarihseldir. Müslümanların Medine’de
oluşturdukları siyasi model dini normlara göre oluşturulmuş ideal bir model değil, şartların
83
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
gerekli gördüğü zorunlu bir sosyolojik olgudur. Heretik bir hareket olarak ortaya çıkmış,
her an düşman tehlikesi tarafından kuşatılmış ve bu şartlar altında varlığını sürdürmek
zorunda kalmış olmak ister istemez Müslümanları örgütlü sosyal bir yapıya dönüşmek
zorunda bırakmıştır. Bu durum Peygamber döneminde söz konusu olduğu gibi sonraki
dönemler için de söz konusu olmuştur.
2. Hilafet Sisteminin Ortaya Çıkışı ve Sosyolojik Boyutu
Hz. Peygamber’den sonra oluşan ve ancak yaklaşık 36 yıl devam ettirilebilen hilafet
sistemi Kur’an’ın aslı bir unsuru değil tarihsel, spontane ve de facto olarak ortaya çıkmış
olan bir müessesedir. Diğer İslam ülkelerinde meydana gelen idari yapılara bakıldığında
buralarda dönemin şartlarına uyulduğu ve temas kurulan ülkelerin etkisinde kalındığı
görülür. Mesela Emevilerin merkezi, bir Akdeniz ülkesi olan Suriye olduğu için Emeviler
daha çok Bizans etkisinde kalmıştır. Bizans’ta ise o tarihlerde devlet maslahatını öne
çıkaran bir din-devlet ilişkisi bulunmaktaydı. Bu model Emevilere de geçmiş; Emevilerde
de devlet maslahatı din maslahatının önünde seyretmiştir. Halbuki Abbasilerin merkezi,
ticaret yolları üzerinde bulunan ırak olduğu için Abbasiler daha çok İran etkisinde
kalmışlardı. İran modelinde ise dini etkilere açık bir din-devlet ilişkisi bulunmaktaydı.
İran’daki bu modelin etkisi altında Abbasilerde devlet, dini etkilere Emevilere göre daha
fazla açık olmuş; yöneticilerin statüleri tamamen dinsel normlarla meşrulaştırılmıştır.
Aynı şekilde Osmanlı’nın merkezi, Anadolu’nun Bizans’tan kalma batı yakası olduğu
için imparatorluğun kurumlarına sirayet eden ana hatlarıyla Bizans kurumları olmuştur.
Osmanlı’da on altıncı yüzyıla kadar Selçuklular kanalıyla tevarüs eden İran modeli
baskındır. Bu tarihlere kadar din maslahatı devlet maslahatına baskın geldiği gibi,
din adamları (özellikle tarikat şeyhleri) devlet yöneticilerinin üzerinde bir konumda
bulunmuşlardı. Mesela Yavuz Sultan Selim’e kadar gelen Osmanlı Padişahlarının birer
hocası veya şeyhi bulunmaktadır. Oysa Osmanlı’nın İstanbul fethinden sonra tamamen
Bizans etkisine girdiği on altıncı yüzyıldan sonraki dönemlerde devlet maslahatı din
maslahatının önüne geçtiği gibi, din adamları da devletin altında bir konumda yer almaya
başlamışlardır.
Gerek dört halife zamanında tesis etmiş, gerekse daha sonraki yöneticilerin kendi
egemenliklerini meşrulaştırma aracı olarak kullanmış oldukları hilafet kavramı dini değil
siyasi bir kurumdur. Zaten dört halife döneminden sonra hilafet bir saltanat ve monarşi
şeklinde inşa edilmiştir. Islam toplumlarında halife hiçbir zaman Katolik kilisesinin ortaya
koyduğu Sezar Papa, yani hem dini hem de siyasi otoritenin sahibi olmamıştır. Aksine
halife dini normlara ilişkin düzenleme yetkisine sahip olmadığı gibi dini bir sıfata da
sahip değildi. O sadece İslam toplumunun yönetimiyle ilgili hususları düzenlemektedir.
Dini normları gerek itikadı, gerek ameli, gerekse muamelat düzeyinde yorumlayan ulema
olmuştur. Böyle olunca aslında hilafet müessesinin seküler bir özellik taşıdığını ileri
sürmek fazla yanlış olmayacaktır. Hele halifeye geniş bir örf-i alanın bırakıldığı gerçeği
göz önünde bulundurulduğu zaman bu iddianın ne kadar haklı olduğu bir kez daha
anlaşılmış olur.
84
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
İslam’da hilafet yönetimi mülkiyet ve güç yönetimine hizmet etmekten çok, ümmetin
maslahatı için genel iradenin ikame edilmesine hizmet etmektedir. İçerde sosyal denge ve
güvenliği sağlama, dışardan gelecek olan tehlikelere karşı toplumun savunma merkezini
oluşturma gibi görevleri bulunmaktadır. Hilafet ilk dönemlerde halkın iradesi ile sınırlı
kalmıştır. Dört Halife döneminde Halifeye verilen güç ve yetki bugünkü demokrasilere
benzer bir usul ile sadece halktan alınmıştır. Halife gücünü veya yetkisini Tanrı veya
başka bir güçten almamıştır. Nitekim Hz. Ebubekir “ben size itaat ettiğim sürece siz de
bana itaat ediniz, şayet yoldan saparsam beni kılıçlarınızla düzeltiniz demiştir”. Ömer
halife seçildiği zaman bir sahabe ona şunu söylemiştir: “Halife, aldığını hakla (hukukla)
alır, harcadığını hakka uygun olarak harcar. Melik ise halka zulmeder, şundan alır buna
verir”. Dört Halife döneminde hilafet sadece Müslümanların meşveretine değil, aynı
zamanda Müslümanlarla birlikte yaşayan gayri Müslim halkın da meşveretine dayanmıştır.
Dört halife döneminde halifeler için “Emir’ul Müminin” tabiri kullanılırdı. Yani halifelerin
İlahi ve kutsal bir özelliği söz konusu değildi. O müminlerin yöneticisi ve başı olarak kabul
edilirdi. Müminlerin başı olunca ister istemez meşruiyetini de müminlerin iradesinden
almak zorundaydı. Dört Halife döneminde buna sıkı biçimde riayet edildiği görülmektedir.
Ancak Muaviye ile birlikte bu uygulama terk edildi. Saltanat geleneğini başlatan Muaviye
kendisini müminlerin emiri yerine Allah’ın yer yüzündeki halifesi ve temsilcisi olarak
lanse etmiştir. Nitekim “Emir’ül Müminin” kavramı Muaviye ile “Emir’ullah” yani Allah’ın
temsilcisi ve yeryüzündeki idarecisi anlamında bir kavramla yer değiştirmiştir. Bu kavram
Abbasilerle birlikte “zil’ullah”, yani Allah’ın yer yüzündeki gölgesi şeklinde kullanılmıştır.
Kısaca, dört halife zamanındaki meşruiyetin kaynağı doğrudan doğruya yönetilen toplum
olarak Müslümanların iradesi iken, saltanat geleneği ile birlikte bu Allah’ın gerçekte soyut
olan ve bir çok durumda bir retorik olmaktan öteye gitmeyen iradesi olmaya başlamıştır.
Saltanat, meşruiyetini sağlamak için uygun bir teolojiyi gerekli görür ve buna dayanır.
Bu bakımdan saltanatın hamisi durumundaki Sultan kendi durumunu ilahi bir sıfatla
daima meşrulaştırmaya çalışmıştır. İslam toplumlarındaki saltanat yönetimlerinde Allah
kainatın tepesindeki gücü temsil ederken, Sultan yer yüzündeki siyasi gücü temsil eder.
Her ikisinden de azamet ve kudretle söz edilen Allah göğün, Sultan ise yerin ilahı ve
maliki haline gelir. Türk kültüründe yer alan “gökte Allah, yerde devlet” anlayışı bu
düşünceden neşet etmiştir.
3. İslam ve Temel Hedef Olarak İnsan
İslam’ın temel hedefi insandır. Onun bütün mesajları insanın hidayetine yönelik olup
insana doğru ve yanlış yolu öğretme çabasındadır. İnsana hitabeden ayetlerin büyük
bir kısmı insanı düşünmeye ve akıl yürütmeye yöneltmektedir. Dolayısıyla insanın aklını
rehber olarak kullanmak suretiyle tabiattaki ayetler üzerinden muhakemede bulunmasını
sağlamaya çalışır. Bu dünyada Kur’an’ın davetine muhatap olan bireyin kendisi olduğu
gibi öteki dünyada da Allah’a karşı hesap verecek olan da yine bireydir. İslam, dinin
algılanışını, yaşam pratiğine dönüştürülmesini ve bunun sonucundan doğan sorumluluğu
tamamen bireye yüklemiş; Hıristiyanlığın aksine aracı kurumları devreden çıkarmıştır.
85
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
İslam’da ruhban sınıfının olmayışı Allah ile insan arasındaki ilişkinin dolaysız biçimde
kurulmasına yol açmışken, bireyi de Allah karşısında yüceltmiştir. Halbuki Allah ile birey
arasına aracı koyan öğretilerin arka planında birey adeta bir günah tekesi, basit ve zavallı
bir yaratık olarak kabul edilir. Bu bireyler kendi başlarına doğruyu bulamadıkları gibi, öte
dünyada da Tanrı ile doğrudan doğruya muhatap olma erdemine sahip olmayacaktır.
Halbuki İslam bireyle Allah arasındaki aracı kurumları kaldırmış ve öte dünyada kendi
kazanımlarının dışında, kendisine Peygamberler dahil hiç kimsenin şefaat ve yardım
edemeyeceğini belirtmiştir. Bu noktadan hareket edildiği zaman İslam’ın muhatabının
insan üstü kolektif varlıklar olmadığı aşikar biçimde anlaşılmış olur. İslam, bir din olarak
toplumun temeline “insan”ı, demokrasi ise “birey”i yerleştirmektedir. Demokrasideki
birey hukuksal haklarla donanmış ve sosyolojik kimliklerinden arındırılmış bir hukuki
varlıktır. İslam’da mikro varlık olarak ele alınan insan demokrasideki birey gibi ele
alınmasa da en azından kolektif kimliklerin önüne geçtiği için demokrasideki bireyle bir
yakınlık arz etmektedir.
İslam’ın tarih içinde daha çok cemaatçi bir özellik kazanmış olması gerçekte İslam’ın
doğasından ziyade tarihsel koşullardan kaynaklanmıştır. Zira geleneksel toplumların
tümü cemaatçi özellikler taşımaktadır. Nitekim geleneksel toplumlarda bir dine girmek
veya dinden çıkmak daha çok kabile, soy, boy veya köy gibi cemaatler düzeyinde
olmuştur. Bireysel tercih veya bireysel özgürlük gibi bir sorunla İslam ancak modern
dünyada karşı karşıya kalmıştır. Tarihte Müslümanlar özgürlüğü bireysel olmaktan çok
cemaat düzeyinde telakki etmiş, gerçekte çağlarının şartlarına göre çok ileri düzeyde
özgürlük örneği sergilemişlerdir. Burada geleneksel toplumların cemaatçi özelliğinin
dinden mi kaynaklandığı, yoksa dinin mi geleneksel toplumların şartları altında cemaatçi
bir yapıya büründükleri sorusu sosyal antropoloji ve tarihsel sosyolojinin çalışma alanı
içine girmektedir. Ancak şurası bir gerçektir ki, geleneksel toplumlar daha çok cemaatçi
özellikler taşırken, modern toplumlar bireyci özellikler taşımaktadır. Hıristiyanlık on
altıncı yüzyıldan itibaren Protestanlık aracılığıyla modern toplumun bireycilik özelliğini
kazanarak modern yaşama ayak uydururken, İslam bu konuda gerçekte kendi Rönesans
ve Reformunu yapamadığı için modernleşme ile uyumu konusunda ciddi bir kriz içinde
bulunmaktadır.
İslam’da temel haklar kolektif varlıklara değil, insana verilmiştir. Başka bir deyişle
İslam kimlik haklarından ziyade insan olarak bireye haklar tayin etmektedir. Bu insan
demokrasinin temelindeki liberalizmde olduğu gibi otonom bir statüye değil, kul statüsüne
sahiptir. Ancak bu kulluk beşere, yada totaliter rejimlerde olduğu gibi siyasal otoriteye
karşı bir kulluğu değil, Allah’a karşı bir kulluğu ifade etmektedir. İnsanın başka insanlarla
ve Allah’la ilişkisi kulluk statüsü çerçevesinde tanımlanmıştır. Gerçekte kulluk gibi bir
statüden başlaması itibariyle liberalizmden farklı bir çıkış noktasına sahip olmakla birlikte,
İslam’ın insana tanımış olduğu temel haklar liberalizmdekiyle aşağı yukarı aynıdır. İslam,
insana yaşam, mülkiyet, ırz güvenliği, inanç ve teşebbüs hürriyeti vermiştir. Demokrasinin
sosyal kurgusu liberalizme dayanmaktadır. Liberalizm ise bireyi sosyal yaşamın merkezi
86
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
olarak alır ve bütün hakları birey üzerine bina eder. Bireye verdiği hakları ise bireyin
“insan” olmasına dayandırır. Halbuki mesela sosyalist düşünceye baktığımızda insanın
bir anlamı yoktur. Sosyal yaşamın temeline sosyal sınıflar yerleştirilmiş, insansa maddi
koşulların basit bir ürünü olarak ele alınmıştır. İnsanı yücelten liberalizmle, onu eşref-i
mahlukat (yaratılanların en onurlusu) olarak kabul eden İslam arasında bu anlamda
büyük bir paralellik bulunmaktadır.
Aynı şekilde İslam’daki mülkiyet ve miras anlayışı liberalizmdekiyle büyük ölçüde
benzerlik göstermektedir. Mülkiyet hem İslam’da, hem de demokrasinin temeli olan
liberal düşüncede bireyin yaşamı kadar kutsal ve masum (müdahale dışı) bir hak olarak
kabul edilmiştir. Mülk edinme İslam’da amel-i salih (yararlı işler) arasında mütalaa
edilmiş ve bireylerin mülkiyetine, kazancına karşı büyük bir saygı geliştirilmiştir. Bu ilke
İslami kaynaklarda açıkça ortaya konduğu gibi İslam tarihinde de titizlikle uygulanmıştır.
Mesela bir Gayri Müslim’in arazisinin bir kısmını işgal ettiği için Hz. Ömer döneminde bir
cami yıktırılmış ve buna müsaade eden Vali görevinden alınmıştır. Mülkiyet kavramının
bir boyutu olarak İslam özel yaşam alanına (mahremiyet) büyük bir önem vermiştir.
İslam’da bireyler hanelerini de kapsayan kendi mülklerinde, başkasının haklarını ihlal
etmedikleri sürece her tür eylemde serbest bırakılmışlardır. Modern dünyadaki liberal
demokrasilerde kamusal yaşamla ilgili ortak değerlerin dışında bireylere özel yaşam
alanında genişçe bir özgürlük alanı bırakılmıştır. Başkasının hakları ihlal edilmedikçe
bireyler özel yaşam alanlarında tamamen serbesttirler. Halbuki mesela despotik bir
niteliğe sahip totaliter rejimlere baktığımızda rejimin değerleri sadece kamusal yaşamla
sınırlı tutulmaz; bireylerin özel yaşam alanlarına da riayet eder. Bunu sağlamak için de
jurnalcilik gibi bir müessese totaliter rejimlerde yaygın olarak geliştirilir. Totaliter rejimler
insanları komşusunun ajanı haline rahatlıkla getirilebilmektedirler.
İslam’ın eşitlik kavramı ile liberal demokratik eşitlik arasında büyük bir paralellik
bulunmaktadır. İslam insanlar arasındaki hukuksal hiyerarşiyi kaldırmış ve bütün herkesi
Allah nezdinde eşit statü ve haklara sahip kılmıştır. Bir yönetici ile bir yönetilen arasında
Allah nezdindeki statüsü itibariyle bir fark olmadığı gibi, bir köle ile sahibi arasında da
fark bulunmamaktadır. Her ikisi de insan olmak gibi üstün bir imtiyaza sahiptir. Allah
nezdindeki üstünlükleri sadece takva (iyi insan olma) derecelerine bağlıdır. İslam doğal
olarak sosyo-ekonomik eşitliği insan doğası, hakkaniyet ilkesi ve sosyal yaşamın seyrine
aykırı bulduğu için kabul etmez. Liberal demokrasi de eşitliği salt hukuksal olmakla
sınırlı tutar ve herkesin kazancı nispetinde sosyo ekonomik değer elde etmesi anlamında
hakkaniyete büyük bir önem verir.
Liberal değerler üzerinde inşa edilen demokrasinin en asli özelliği bu sistemin bir
sözleşme, bir akit esasına dayanmış olmasıdır. Gerek siyasi yaşamda, gerekse iktisadi
yaşam alanında karşılıklı tekabüliyet ilkesi liberal demokrasilerin en vazgeçilmez özelliğini
oluşturmaktadır. Akit kavramı gerçekte demokrasilerden daha ileri düzeyde İslam’da
esas alınmıştır. İslam bireyin Allah ile olan ilişkisinden, birbirleriyle olan ilişkilerine kadar
tüm yaşamını akit esasına göre tanzim etmektedir. Birey daha İslam inancına ilk adımını
87
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
atarken Tanrı ile karşılıklı bir sözleşme yapmaktadır. Kur’an’ın bir çok yerinde öte
dünya nimetleri bu dünyadaki pratiklere karşılık olarak bireylere taahhüt edilmektedir.
Dolayısıyla birey hangi tür eylemlerden dolayı hangi muameleye tabi tutulacağını
önceden bilmektedir. Kur’an Müslümanların birbirleriyle ilişkilerini de akit çerçevesinde
yürütmelerini öngörmektedir. Bu ilke yönetim konusunda da geçerlidir. Yönetimin
esası olan şura kavramı sözleşmeye dayalı bir yönetim yapısının inşa edilmesinde
başat rolü oynar. Sözleşmeye dayalı siyasi yaşamı seçimler aracılığıyla kurumlaştıran
demokratik sistemin, İslam’ın yönetime ilişkin vazettiği temel ilkeleri en iyi biçimde
hayata geçirecek bir sistem olduğunda kuşku yoktur. İslam’da yönetim için akit biat
süreci ile başlamaktadır. Biat yönetilenlerin yönetime belli şartlarda tabi olması anlamına
gelmektedir. Bunun ilkelerini gerek Kur’an ayetleri, gerek Hz. Peygamberin sünneti,
gerekse İslam ulemasının içtihadı açık biçimde ortaya koymuştur.
İktisadi hayatta da sosyalist rejimlerde görüldüğü gibi devletin iktisadi yaşamı organik
biçimde düzenleyen bir pozisyonda olmadığı görülmektedir. İktisadi hayat Hz. Peygamber
döneminde geçerli olan şartlarda yegane geçim kaynağı olan ticarete dayandırılmıştır.
Hz. Peygamberin kendisi ticareti övmüş, rızkın onda dokuzunun ticarette bulunduğunu
ifade etmekle yetinmemiş, aynı zamanda kendisi de geçimini ticaretten sağlamıştır.
Ticari hayatın dinamiğini ise insanlar arasındaki karşılıklı tekabüliyet ve mübadele
oluşturmaktadır. Başka bir deyişle bireylerin kendi aralarında vardıkları anlaşma İslam’da
öngörülen akit ilkesinin bir sonucu olarak gerçekleşmektedir.
İslam ile demokrasi arasında uzlaşmazlık olduğunu vurgulayan bir çoğu oryantalist
düşünürler iddialarını genelde iki nokta üzerinde temellendirmeye çalışmaktadırlar.
Bu tür düşünürlere göre İslam, doğası gereği seküler bir din olmadığı için sekülerizm
temeli üzerine inşa edilen demokrasi ile bağdaşamaz. Bunlara göre ikinci olarak İslam’ın
hukuk sistemi olan Şer’i hukuk değişmeyen, başka bir ifade ile izafi özellikler taşımayan
dogmatik özellikler taşıdığı için her zaman ve mekana uyarlanması söz konusu edilemez;
dolayısıyla aşılmak zorundadır. İslam’ın ve Müslüman aydınların sekülerizm gibi bir
konuyla karşı karşıya kalışları çok yenidir. Aşağı yukarı Machiavelli ile başlayan modern
düşüncenin bir ürünü olan sekülerizm Batı dünyasında değişik şekillerde algılanmıştır.
Anglo Sakson dünyada sekülerizm din karşıtlığı anlamında herhangi bir anlam ifade
etmediği gibi, dini özgürlüklerin önünü açıcı bir işleve de sahiptir. Bu dünyada gelişmiş
olan sekülerizm dini yorumların ruhban sınıfından oluşan tek bir zümreye bırakılmasına
karşı çıkmış, deyim yerindeyse herkesi kendi kendisinin papazı durumuna getirmiştir.
Halbuki Fransız aydınlanma geleneğinde yer alan laisizm doğrudan doğruya bireyi ve
toplumu dinden arındırmak şeklinde anlaşılmış ve bu kavramla dini değerlere karşı büyük
bir husumet ve savaş yürütülmüştür. Sosyalist ülkelerde sekülerizm adına dini değerlere
ve normlara karşı başlatılan savaş da bu anlayışın tuzunu, biberini oluşturmuştur.
Müslüman aydınların sekülerizm kavramına mesafeli durmalarının temelinde Fransız
kaynaklı laik dünya görüşü ile karşı karşıya gelmiş olmaları yatmaktadır. Gerçekte İslam
ülkelerinde yayılmakta olan modern değerler daha çok Fransız eksenli değerler olmuş,
88
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
89
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
sekülerizmin gelişmesinde Protestan din anlayışının büyük bir katkısı olmuştur. Protestan
din anlayışının Batı dünyasına getirmiş olduğu iki değişiklikten biri dinin bireysel olarak
yorumlanması, böylece Ruhban sınıfının tekeline son verilmesi; ikincisi ise dini bu dünya
için bir motivasyon kaynağı haline getirmesidir. Bu motivasyon Hıristiyan bir müminin
çok çalışıp, tasarruf etmesi ve tasarrufunu yatırıma dönüştürmesi şeklinde ekonomik bir
değere dönüşmüştür.
İslam’ın ticaretin önemine, çalışmaya, kazanmaya, başkasına muhtaç olmamaya verdiği
değer esasında dinin aynı zamanda bu dünya hayatını iyileştirmek için insanları ne kadar
motive edici olduğunu da göstermektedir. Hz. Peygamber’in kazancın önemini vurgulayan
bir çok hadisinden “veren el alan elden daha üstündür” anlamındaki hadisi bu anlamda
manidar bir örnek teşkil etmektedir. Müslümanların İslam’ın nüzulünden bir kaç yıl sonra
Türkistan içlerinden Avrupa ve Afrika içlerine kadar yayılan üç kıtada hakimiyet kuracak
duruma gelmesi, İslam’ın bu dünyayı imar etmeye matuf bir dini motivasyon özelliğinden
kaynaklanmaktadır. Bu özellikleri göz önünde bulundurulduğunda İslam’ın bu dünyayı
imar etmeye matuf rasyonel değerlere ne kadar açık olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Oryantalistlerin demokrasiyle uyuşmadığını ileri sürdükleri Şer’i hukukun modern
dünyada kamusal yaşamı düzenleme konusunda yeterli olup olmadığı konusunu bir
kenara bırakarak bu hukuk sisteminin iç yapısına bakıldığında, gerçekte Şer’i hukukun
ilahi değil, beşeri özellikler taşıdığı; bu yüzden de dokunulmaz kutsal kurallar olmadığı
görülür. Fıkıh ve usul-i fıkıhtan müteşekkil olan Şeriat Peygamberin vefatından yaklaşık
iki asır sonra oluşturulmuştur. Şeriatın ana kaynağı olan Kur’an ayetleri bütün halinde
değil, parça parça yaklaşık yirmi üç yıla yayılarak geldiği için, Peygamber döneminde
kalıplaşmış bir Şer’i hukuk tesis edilememiştir. Peygamber’den sonra sahabe Kur’an’ı,
Sünneti ve kendi aralarındaki icmayi esas alarak hüküm verdiği için Abbasiler dönemine
kadar Şer’i hukuk şablonu içinde kalıplaşmış bir kurallar dizisi oluşmamıştır. Peygamber
döneminden uzun zaman sonra oluşturulan Şeriatın Edile-i Şer’iye denen, Kur’an,
Sünnet, icma ve kıyastan oluşan dört kaynağı bulunmaktadır. Bu dört kaynaktan
üçü beşeri ve kültüreldir. Başka bir deyişle Kur’an dışındaki üç kaynak ilahi vahye
değil beşere dayanmaktadır. İcma ve kıyas zaten Müslümanların kendi aralarındaki
ittifakına ve kişisel reyine dayandığı için beşeridir. Peygamber’in Sünneti ise Müslüman
düşünürler arasında tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Kur’an’ın bizlere
bildirdiği kadarıyla Hz. Peygamber vasıtasıyla gelmiş olan vahiy Kur’an’dan ibarettir. Hz.
Peygamber yaşamında sergilediği pratikleri Kur’an yorumuna dayandırmıştır. Kur’an’ın
yetersiz kaldığı durumlarda ister istemez kendi içtihadını kullanmıştır. Bu içtihatlarda
yaşadığı kültürün ve şartların etkisinin olması kaçınılmazdır. Kısaca, İslam hukukunda
yorum (kıyas) önemli bir etkinlik olarak yüksek bir değere sahip olmuştur. Hatta Hz.
Peygamber “ümmetimin ihtilafı rahmettir” diyerek Müslümanları cesur bir şekilde İslami
nassları yorumlamaya teşvik etmiştir.
İslam, hukuki çoğulculuk temeli üzerinde önemli bir dinamizme sahip bulunmaktadır.
İslam’da dini yorumu tekeline alacak olan bir ruhban sınıfının bulunmaması neticesinde
90
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
itikadı ve ameli konularda birbiriyle tartışan, yarışan çok çeşitli anlayışlar, mezhepler,
fikirler ve akımlar ortaya çıkabilmiştir. Bu akımların ortaya çıkmasıyla İslam teolojisinde
gerçekte ortodoksi ve hetorodoksi gibi ikili bir ayırım oluşmamıştır. Bu gibi ayrımlar
tarihsel dinamiklere bağlı iktidar eksenli ayrımlar olarak tezahür etmiştir. İslam dairesi
içinde ortaya çıkan anlayışların tümü başta meşru olarak kabul görmüş, ancak sonraları
iktidar hesapları yapılınca Şiilik ve Haricilik gibi bazı akımlar hetorodoksal bir kimlik
kazanarak dışlanmıştır. İslami kaynaklara dayalı olarak yorum yapma meselesi aynı
zamanda İslam’da hukuksal ve kurumsal bir temele de kavuşmuştur. Bu temel de İslam’ın
“Edile-i Şer’iye” olarak kabul edilen dört kaynağından biridir. İçtihat ve rey müessesesi
dinin değişik toplumsal ortamlara ve yeni ortaya çıkan sorunlara uyarlanmasını mümkün
kılmış olan dinamik bir araçtır. Her yetkin din bilgini İslam’ın temel referansı olan Kur’an’ı
kendi tarihsel-toplumsal bağlamına uygun olarak yorumlamak ve pratik bir İslami anlayış
geliştirmek ahlaki otoritesine ve hatta sorumluluğuna sahiptir.
İslam’ın temel esasları ile kültürler arasındaki geçişkenlik gerçekte her zaman tartışma
konusu olarak var olmaya devam ede gelmiştir. Gerek peygamber dönemindeki
uygulamaların bir kısmı, gerekse sonraki dönemlerde ulemadan sadır olan yorumların
büyük bir kısmı kültürel özellikler taşımaktadırlar. Zamanın ve o zamanki toplumların
ihtiyaçlarına göre oluşmuş izafi normlardır. Arap kültürünün, hadis külliyati ile, yedinci-
on ikinci yüzyıl arasındaki dönemde gelişen ulemanın yorumları üzerindeki etkisi
kaçınılmazdır. Bu bakımdan bu kaynakların ışığı altında oluşmuş normları İslam’ın yegane
ve nihai, aynı zamanda değişmez normları olarak kabul etmek İslam’ın zaman ve mekan
üstü evrenselliğine de gölge düşürür. Hattı zatında hiçbir dinin böyle bir özelliği söz
konusu değildir. Sosyolojik realitenin zorunlu bir sonucu olarak bütün dinler zamanın
şartlarına göre esneme özelliği gösterirler.
Oryantalistlerin İslam teolojisine ilişkin yanılgılarından biri de İslam’ın din ile devlet işlerini
bütünleyen total bir yapı arz ettiği yolundaki yanılgılarıdır. Gerçekte İslam tarihinde
daima Örf-i hukuk ile Şer-i hukuk ayrımı yapılmış, hükümdar çağının şartlarına göre
hüküm koyabilmiştir. Şer-i hukuk Abbasi döneminde geliştirilen fıkıhtan neşet etmiştir.
Halbuki Müslümanlar daha Emeviler döneminde Batı’da Endülüs’e, Doğuda Türkistan
içlerine kadar yayılmışlardı. Bu yayılmada yöneticilerin iradesine dayanan Örf-i hukuka
geniş yer verilmesinin önemli bir payı vardır. Kamu hukukunun temelini oluşturma
anlamında Örf-i hukuk konusunda en kapsamlı ve köklü adımı atan kişi hiç kuşkusuz
Fatih Sultan Mehmet’tir. Fatih Şer-i hukuktan tamamen bağımsız bir Örf-i hukuk sistemi
ihdas etmiştir. Fatihin başlattığı çizgi Kanuni döneminde biraz daha ileri götürülmüş
bu da Örf-i hukuk maslahatını Şer-i hukuk maslahatına baskın hale getirmiştir. On
dokuzuncu yüzyıl Osmanlı modernleşmesi döneminde Nizamiye mahkemelerinin ortaya
çıkmasına kaynaklık eden Batıdan müktesep hukuki normlar karşısında Şer’i hukuk
biraz daha gerileyerek özel yaşam alanıyla sınırlı kalmıştır.
Bu bakımdan Oryantalistlerin veya oryantalistlerin gözüyle meseleye bakanların
Hıristiyanlığı bir kenara bırakarak İslam teolojisinin ve tarihsel pratiğinin din-devlet
91
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
bütünleşmesini öngören organik bir özellik taşıdığı, başka bir deyişle teokratik bir yapıya
kaynaklık ettiği yolundaki açıklamaları tarihi realiteyle uyuşmamaktadır. Kur’an’ın
kendisi “örf ile emret” (7.199) diyerek örfe bir alan bırakmaktadır. Bu Kur’an’i hüküm
aslında yönetim biçimlerinin relativist bir yaklaşımla kurulmasına cevaz vermektedir.
Nitekim Abbasilerden beri fakihler yeni konularda hükümdarın koyduğu irade ile norm
geliştirmenin mümkün olduğunu belirtmişlerdir. Hıristiyan öncülerin aksine İslam
hukukçuları Şer’i hükümlerin sarih bir şekilde aksini emretmediği sahalarda yöneticilere
“örf ve adetlere” ve “amme maslahatının icaplarına” uygun kanun ve nizam koyma
yetkisi tanımışlardır. Hatta daha da ileri giderek amme menfaatini gerektiren konularda
devletin ihdas ettiği normların Şeriatça da sahih ve muteber olduğunu kabul edenler
olmuştur. Bununla birlikte başta Osmanlı olmak üzere bir çok İslam toplumunda “şeriat”
ile “kanun” arasında ayırım yapılmıştır. Şeriat İslami hükümlere verilen isim iken, kanun
devlet yasası olarak kabul görmüştür.
İslam’ın demokrasiyle bağdaşmadığını ileri sürenlerin ileri sürdükleri iddialardan biri de
İslam’da kadına verilen yer, yani İslam’ın kamusal alanı erkeğe, özel yaşam alanını
ise kadına tahsis etmiş olmasıdır. İslam tarihinde kadının özel yaşam alanıyla özdeş
tutulduğu hususu bir realitedir. Ancak bu İslam’ın doğasından değil, aksine tarihsel
koşullardan kaynaklanmaktadır. Kadının özel yaşam alanıyla sınırlandırılması gerçeği
Batılı toplumlarda da aşağı yukarı on sekiz ve on dokuzuncu yüzyıllara kadar devam
ede gelmiştir. Tarıma dayalı geleneksel toplumlarda aile neredeyse yaşam alanının
temelini oluşturduğu için kadın ister istemez bu alanda yer almaktadır. Aile geleneksel
toplumlarda sadece kadının değil, aynı zamanda erkeğin de yaşam alanını oluşturur.
Erkeklerin gerek Batılı toplumlarda, gerekse Doğulu veya özel olarak İslam toplumlarında
kamusal yaşam ile özdeşleşmeleri üretimin ve siyasal yaşam dinamiğinin kamusal yaşama
taşınmasıyla oluşan bir şeydir. İslam ülkelerinde modernleşme hareketi esas itibariyle
kadınların konumundaki değişiklik çabalarıyla başlamıştır. Nitekim Osmanlı’daki siyasal
modernleşmenin başlangıç noktası Tanzimat Fermanı’nın ilanı ise, sosyolojik anlamdaki
modernleşmenin başlangıç noktası da kadınların üç yıl sonra, yani 1842 yılından itibaren
kamusal yaşamda eğitim hakkına kavuşmaları olmuştur. İslam ülkeleri içinde iktisadi,
sosyolojik ve siyasi modernleşme alanlarında bir adım daha ilerde gözükmekte olan
Türkiye’de kadınların kamusal yaşam alanıyla sınırlı tutulmasını savunan İslami bir
yorum söz konusu değildir. Aksine tarikatlardan, cemaatlere uzanan geniş bir yelpaze
içinde İslami kesim kadınlarının, kızlarının özellikle modern eğitim kurumlarıyla (lise,
üniversite vs) bütünleşmesini, böylece kamusal yaşama dahil olmasını talep etmekte ve
bunun için mücadele vermektedir. Dolayısıyla geleneksel İslam toplumlarında kadınların
özel yaşam alanıyla sınırlı olması İslam’ın bir gereği değil, tarihsel ve sosyolojik şartların
bir gereğidir.
Kısaca, İslam’ın demokratik ve despotik rejimlerden hangisine daha yakın mesafede
durduğu hususu analiz edilirken yukarda irdelenen kriterler göz önünde bulundurulduğunda,
despotik yönetim tarzından çok demokratik yönetim tarzının İslam’ın doğasına daha
92
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
uygun olduğu anlaşılır. Burada demokrasinin tarihsel koşulların getirdiği siyasal bir
araç, İslam’ın ise ahlaki ilkeleri bulunan, başka bir deyişle insanın ihyasını vazeden bir
din olma gerçeğini göz ardı etmemek gerekir. Devlet ve kurumları sosyolojik şartların
elverdiği ölçüde teşekkül eden bir olgudur. Din, özünde insanın hidayete ermesini
vazeden bir ahlaki ilkeler bütünü olmakla birlikte, toplumsal yaşama yön veren değerlere
ilişkin de ahlaki ilkeler vazetmiştir. Ahlaki ilkelerin gerek dini, gerekse din dışı kaynaklara
dayansın; evrensel, ortak özellikler taşıdığı hususu göz önünde bulundurulduğunda bu
ilkelerin de esas itibariyle bir sosyal yaşam pratiğini totalize edecek nitelikte olmadığı
anlaşılmış olur. Dinin sosyal yaşam pratiğini düzenleyen normlarının zamanla değişmesi
ve şartlara göre şekillenmesi kaçınılmazdır. Aksi taktirde dini değerler hem şartlara cevap
vermediği için sosyal hayatın dışında kalır, hem de toplumsal gelişmeye ve değişmeye
ayak bağı oluşturur.
4. İslam Dünyasında Demokrasi Neden Gelişmiyor?
Yukarda ortaya konduğu kadarıyla İslam’ın öğretileriyle demokrasi arasında taban
tabana zıt özellikler bulunmamaktadır. Ancak buna rağmen İslam ülkelerinin büyük bir
kısmında demokrasi yerine despotik rejimler gelişmiştir. O halde neden bu dünyada
demokratik yönetimler gelişememektedir? Genel olarak İslam dünyası, özel olarak da
Arap dünyasında liberal demokrasinin neden gelişmediği sorusu siyaset bilimiyle ilgilenen
çok kişiyi düşündürmüş ve bu konuda çalışmaya yöneltmiştir. Modernist düşünürler
demokrasinin gelişmesini modernleşmenin göstergeleri niteliğindeki kişi başına düşen
gayri safi milli hasılanın yüksekliği, okuma yazma oranının yüksekliği, sanayiye endeksli
kentsel yaşam, yüksek medya tüketimi, sosyal sınıfların gelişmesi, nüfusun azlığı gibi
hususlara bağlamaktaydılar. Kısaca demokrasiye geçmek için toplumların Batıda olduğu
gibi iktisadi modernleşmesini tamamlaması gerekiyor.
1970’li yıllarda özellikle Arap ülkelerinin demokrasiye geçemeyişi çoğunlukla bu anlayışla
açıklanmaktaydı. Ancak Suudi Arabistan ve Kuveyt gibi ülkelerde kişi başına düşen milli
gelir Batı standartlarında olmasına rağmen buralarda demokrasi gelişememiştir. Petrol
ihracatçısı bazı Arap ülkeleri gerçekte Batı standartlarında bir iktisadi alt yapı ortaya
koymuş olmalarına rağmen buralarda despotik rejimler varlıklarını devam ettirmektedirler.
O halde demokrasinin İslam dünyasında gelişmeyişini başka nedenlerle açıklamak
gerekiyor. Özel olarak Arap dünyasında, genel olarak da İslam dünyasında demokrasinin
gelişmesine engel teşkil eden birbirinden farklı hususlar bulunmaktadır. Ancak bunlardan
iki tanesi çok önemlidir. Bunlardan birincisi geleneksel merkeziyetçi siyasal yapı ve bunu
besleyen siyasal kültür. İkincisi ise merkeziyetçi siyasal kültüre muhalif olarak doğan
hareketlerin liberal demokratik referanslardan çok, sosyalist referanslara başvurmaları
ve bu paradigma üzerinden alternatif bir siyasal düşünceye ulaşmaları.
İslam ülkelerinin bir çoğunda kabile şefi, parti lideri, asker, kral veya emir gibi liderlerin
etrafında örgütlenmiş katı merkeziyetçi siyasal yapılar bulunmaktadır. Siyasal otoritenin
buralarda dar bir çemberde, sınırlı bir elit grubu etrafında yoğunlaşmasını sağlayan
93
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
tarihsel ve güncel faktörler bulunmaktadır. Bir kere tarihsel olarak incelendiğinde Batı
feodalizmi ve kapitalizmi döneminde sürükleyici rolü oynamış olan sosyal sınıfların,
dolayısıyla toplumla devlet arasında ara katman işlevi görmüş olan aracı kurumların
İslam tarihinde gelişemediğini görmekteyiz. Batıda sivil toplumun sürükleyici gücü
ekonomi ve ekonomik alanda ortaya çıkan sosyal sınıflar iken, İslam toplumlarında
sürükleyici güç merkezi otorite olmuştur. İslami nasslarda mülkiyete verilen öneme
rağmen, İslam tarihinde ortaya çıkan saltanat yönetimlerinin mülkiyeti devletin elinde
yoğunlaştırması neticesinde toplum ekonomik yaşamdan kopmuş ve devlete zorunlu
olarak bağımlı hale gelmiştir. Tarıma dayalı geleneksel İslami toplumlarda ekonomik
mübadeleye dayalı bir piyasa gelişemediği gibi piyasayı ayakta tutacak olan sınıflar da
gelişememiştir. Hiç kuşkusuz geçmişte İslam toplumlarında sivil toplum işlevi gören
aracı kurumlar bulunmuştur. Ancak bu aracı kurumlar ekonomik alt yapı yerine kültürel
alt yapıda teşekkül ettiği için bunlar güçlü örgütlere dönüşememiş, sonuçta devletin
birer sacayağı işlevini görmekle yetinmiştir. Ulema, vakıf ve lonca gibi unsurlar devletin
çevredeki işlerini yürütmekle görevli birer sacayağını oluşturmuşlardır.
Batı’da Rönesans ve Reform hareketlerinin akabinde zengin kültürel ve entelektüel temeller
üzerinde ortaya çıkan arayışların bir parçası olarak merkezde (kralın elinde) yoğunlaşmış
olan siyasal gücün toplumla paylaşılması yönünde arayışlar baş göstermişken, İslam
toplumlarının bir çoğunda, aksine toplum tüm gücünü merkezi idarenin ve yöneticilerin
etrafında raptederek sömürgecilikten kurtulma ve bağımsızlık elde etme arayışı içinde
bulunmuştur. Avrupa’da geniş imparatorluklardan kopan ülkeler ulusal devlet inşa
ettikleri için demokratik yapıya kolayca kavuşabildiler. Oysa İslam dünyasında geniş
imparatorluklardan kopan ülkeler ulusal devlet inşa edememiş, aksine İngiltere, Fransa
veya İtalya gibi ülkelerin sömürgesi altına girmişlerdi. Osmanlı’dan ayrılan Bulgaristan
ve Yunanistan ulusal devlet çatısı altında daha yirminci yüzyılın başında demokrasiyle
tanışırken; Mısır, Lübnan, Cezayir, Irak ve Suriye gibi ülkeler sömürge altına girmişlerdi.
Arap dünyası Suudi Arabistan ve 1922 yılında bağımsızlığını elde eden Mısır istisna
tutulursa İkinci Dünya Savaşı’na kadar İngiltere, Fransa veya İtalya’nın sömürgesi
altında bulunmuştur. Dolayısıyla bu ülkelerde gerekli olan şey, merkezi siyasal gücün
toplumla paylaşılması değil; aksine toplumun merkezi otorite etrafında kenetlenerek
kurtuluşunu sağlamasıydı. Sömürgecilik deneyimi yaşamamış olan Osmanlı, İkinci
Meşrutiyetle birlikte meclis, çok partili yaşam ve seçimler gibi demokratik mekanizmalarla
tanışmış, ancak Kurtuluş Savaşı esnasında bunları askıya almak zorunda kalmıştı. Hangi
partinin iktidar olacağı yerine, ülkenin kurtuluşunun nasıl sağlanacağı yönünde arayışlar
başlamış, toplum bağımsızlığı sağlayan liderler etrafında kenetlenme ihtiyacı hissetmişti.
İslam dünyasında yaşanan sömürgecilik deneyimi buralarda geleneksel olarak zaten
merkeziyetçi bir yapıya sahip olan bir siyasal kültürü daha fazla bu yöne kaydırmıştır.
Emevi ve Abbasiler döneminde Tanrının yeryüzündeki mümessili gibi sıfatları haiz olan
yöneticilerin karizmatik gücü, sömürgecilik deneyimi ile birlikte iyice pekişmiş oldu.
Kimi liderler bağımsızlıkta gösterdiği başarıdan dolayı ülkesinde adeta tanrılaştırılmış
94
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
95
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
96
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
aykırıdır. Sosyal hayatı tam anlamıyla siyah veya beyaz olarak telakki edemeyiz. Değişik
kültürlerden, düşüncelerden ve yaşam pratiğinden alınabilecek hususlar vardır; daha
doğrusu toplumlar zorunlu olarak birbirlerinden kültür alış verişi içinde bulunurlar. Kaldı
ki Batı medeniyetini anlamak durumundayız. Gerçekte İslam’ın özüne uygun siyasal
kurumları ve değerleri bugün İslam ülkelerindeki despotik siyasal yapılarda değil, Batıdaki
demokratik siyasal yapılarda görmekteyiz. Batı toplumlarındaki siyasal kurumlara
baktığımız zaman İslam tarihinde ender karşılaşılan mükemmellikte müesseselerle, temel
hak ve hürriyetlerle karşılaşmaktayız.
Radikal siyasal İslam devletçi ve devrimcidir. Devletçilik ve devrimcilik yönündeki
düşünceler büyük ölçüde Marksist menşelidir. Bu dünya görüşünün kendi toplumlarını
nereye getirdiğini bütün dünya gördü. Bu bakımdan bu tür kolektif ve totaliter sistemlere
biraz kuşku ile yaklaşmak gerekmektedir. Siyasal İslam düşüncesini benimseyenler
özgürlükçü değildir. Kendileriyle birlikte başkalarının özgürlüğünü de savunacak yerde,
kendilerine dayalı bir siyasi dominasyon talep etmektedirler. Başkasına rağmen iktidarını
sürdürmek zaten İslam ülkelerinin geçmişte ve bugün için yaşadığı temel problemdir.
Orduya, kabile veya aşiret gücüne, devlet bürokrasisine, lider karizmasına dayalı bir
diktatörlüğü İslam’ın bir yorumuna dayandıran bir diktatörlükle ikame etmek bir şeyi
değiştirmez. Siyasal İslami anlayış kin, nefret ve öfkecidir. Bu düşünce biçimi gerçekte
insanı anlamaktan uzaktır; insanı siyasal otoriteye boyun eğici bir süje olarak tasavvur
eder. Bu düşünce aynı zamanda kimlikçidir. Biz ve onlar çerçevesinde meseleye yaklaşır.
Bu hareketlerin büyük bir kısmı Hariciler gibi başkalarını rahatça tekfir etmekte ve
şiddete başvurmayı meşru olarak kabul edebilmektedir. Başka insanlarda müşterek
noktalar arayarak onlarla birlikte bir arada yaşamak yerine, onları ayırt edici hususları
bularak tekfir etme, dışlama, horlama gibi durumlara sapar. Bu anlayış dogmatik olup
meselelere eleştirel yaklaşmadığı, bunun aksine kendine ait olanları idealleştirdiği
için İslam’ın günümüz sorunlarından hangilerine çözüm getirebildiğini, hangi sorunlar
karşısında yetersiz kaldığını görmekten de uzak durur.
Devrimci radikal İslami anlayışların reaksiyon temeli büyük ölçüde sosyalizme dayanırken,
din devleti yönündeki mütalaaları da Katolik Kilisesine dayanmaktadır. Halbuki ne İslam
tarihinde, ne de Kur’an’ın kendisinde Katolik Kilisesinin kurguladığı tarzda bir siyasi
model çıkarma imkanı yoktur. Saint Augustinus, 426 yılında kaleme aldığı “De Civitate
Dei” (Tanrı Devletine Dair) adlı eserinde dünyanın, Ademin cennetten kovulmuş olduğu
tarihten itibaren iki farklı siyasi varlık alanına bölündüğünü savunmuştur. Bunlardan biri
“Tanrı Sitesi”, diğeri ise “Yeryüzü Sitesi”dir. Tanrı sitesi veya devleti Tanrının inayetine
mazhar olmuş, hidayete ermiş, günahlarından arınmış müminlerden oluşacak; buna karşın
yeryüzü sitesi (devleti) ise şeytana boyun eğmiş olanlardan oluşacaktır. Bütün insanlık
tarihi bu ikisi arasındaki mücadelenin yaşandığı bir tarih olacaktır. Hıristiyanların nihai
hedefi Tanrı devletini gerçekleştirmektir. Tanrı devleti müminlerin hem bu dünyalarını,
hem de öteki dünyalarını kapsamaktaydı. Bu dünyada Tanrı devletinin tebaası olma
imtiyazına sahip olanlar öbür dünyada da Tanrının cennetine layık olacaklardı.
97
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
98
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
Saint Augustinus’un yaptığı gibi teokratik bir devlet modeli çıkarmak gerçekten çok zor
görünmektedir.
Devlet insanların ihtiraslarını, menfaatini, egemen olma tutkusunu, kısaca zaaflarını
harekete geçiren alandır. Dinin buruya sokulması onun asli amacından sapması,
kirletilmesi, istismar edilmesi, sadece bir dini anlayışa hayat hakkının tanınması anlamına
gelir. Orta çağ Katolik kilisesi ve İslam tarihinin uzunca deneyimi bu konuyu bizlere
göstermek için yeteri deneyime sahiptir. İslam tarihinde kimsenin hayatta kalmayacağı
kadar tarafların birbirini yok ettiği savaşlar yaşanmıştır. Tarafların birbirinin kökünü
kazıyacak kadar kan akıtmış olmasının altında iktidara hakim olma tutkusu yatmıştır.
Devlet aynı zamanda sosyolojik ihtiyaçlar doğrultusunda sürekli olarak değişkenlik
arz eden bir olgudur. Halbuki dinin değişmeyen evrensel ilkeleri vardır. Bu bakımdan
devlet ile din bütünleştirildiği zaman ister istemez sosyolojik yaşam alanı değişimin
dışında tutulmuş olur. İslam tarihindeki gerilemenin temel nedeni budur. Siyasal otorite
ve bu otoritenin hükümranlığının dayandığı kutsallık anlayışı bu alana ilişkin eleştirel
düşüncenin önüne geçmiş; bu da İslam dünyasında düşüncenin, ilmi yaratıcılığın ve
tefekkürün durmasına, dolayısıyla gerileme sürecine yol açmıştır.
SEÇİLMİŞ KAYNAKÇA
Akal Cemal Bali, Sivil Toplumun Tanrısı, İstanbul: Engin, 1995.
Arnhart Larry, Plato’dan Rawls’a Siyasi Düşünce Tarihi, Çev. A. K. Bayram, Ankara:
Adres Yayınları, 2004.
Augustine Saint, The City of God, trans. Marcus Dods, New York: Modern Library,
1994.
Aydın Mehmet, S., İçe Kritik Bakış: Din, Felsefe, Laiklik, İstanbul: İyi Adam Yayınları,
1999.
Brecht Martin, Martin Luther: Shaping and Defining the Reformation, 1521-1532,
Minneapolis: Fortress Press, 1990.
Bulaç Ali, “Asr-ı Saadette Medine Vesikası”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslâm, II.
Cilt, der. Vecdi Akyüz, İstanbul: Beyan Yayınları, 1995.
Bulaç Ali, Din, Devlet ve Demokrasi, İstanbul: Zaman Kitap, 2001.
Bulaç Ali, İslâm ve Demokrasi: Teokrasi-Totaliterizm, İstanbul: Beyan Yayınları, 1993.
Conser Walter H. Jr and Suwner B. Twiss, “Editorial Introduction: Past Traditions,
Future Directions”, Religious Diversity and American Religious History, ed. Walter
H. Conser Jr. and Summer B. Twiss, Athens and London: The University of
Georgia Press, 1997.
Corbett Julia Mitchell, Religion in America, New Jersey: Prentice Hall, 1990.
Corbett Michael and Julia Mitchell Corbett, Politics and Religion in the United States,
New York and London: Garland Publishing Inc., 1999.
99
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Corbin H., İslam Felsefesi Tarihi. Çev. A. Arslan, İstanbul: İletişim Yayınları, 2002.
Crane Robert D., The Grand Strategy of Justice, Islamic Institute for Strategic Studies
(April 2000).
Crone, Patricia, Ortaçağ İslam Dünyasında Siyasi Düşünce, Çev. Hakan Köni, İstanbul:
Kapı Yayınları, 2007.
Çaha Ömer, “Türkiye’de Resmi Din Anlayışı: Etatokratik Sistemin İnşası”, Açık Toplum
Yazıları, Ankara: Liberte, 2004.
Çaha Ömer, Bitmeyen Beraberlik: Modern Dünyada Din ve Devlet, İstanbul: Timaş
Yayınları, 2008.
Çaha Ömer, Siyasi Düşüncelere Giriş, İstanbul: Dem Yayınları, 2008.
Çaha, Ömer, Dört Akım, Dört Siyaset, Ankara: Orion Yayınları, 2007.
Dağı D. İhsan, Ortadoğu’da İslâm ve Siyaset, İstanbul: Boyut Kitapları, 1998.
Dursun Davut, Osmanlı Devletinde Siyaset ve Din, İstanbul: İşaret Yayınları, 1989.
Eisensdadt S. N., “Introduction: Historical Traditions, Modernization and Development”,
Patterns of Modernity (Vol. I: The West), ed. S. N. Eisensdadt, London: Frances
Pinter Publishers, 1987.
Erdoğan Mustafa, Demokrasi, Laiklik, Resmi İdeoloji, Ankara: Liberte Yayınları, 2001.
Esposito John, İslâm Tehdidi Efsanesi, çev. Ömer Baldık, Ali Köse ve Talip Küçükcan,
İstanbul, Ufuk Kitapları, 1999.
Farabi, Alfarabi: The Political Writings. Trans. C. E. Butterworth, Ithaca: Cornell
University Press, 2001.
Farabi, El-Medinetü’l Fazıla. Çev. A. Arslan, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1990.
Fowler Robert B. and Allen D. Hertzke, Religion and Politics in America: Faith, Culture
and Strategic Choice, USA: Westview Press, 1995.
Göle Nilüfer, “Secularism and Islam in Turkey: The Making of Elites and Counter-
Elites”, Middle East Journal, 51, 1 (Winter 1997).
Hammond Phillip, “Can Religion Be Religious in Public?”, The Power of Religous
Publicus: Staking Claims in American Society, ed. William H. Swatos and James
K. Wellman, Westport, Connectitut and London: 1999.
İnalcık Halil, Osmanlı İmparatorluğu: Toplum ve Ekonomi, İstanbul: Eren, 1993.
Kara İsmail, Türkiye’de İslâmcilik Düşüncesi, Cilt 1 ve 2, İstanbul: İz Yayıncılık, 1997.
Keddie Nikki R., “Ideology, Society and the State in Post-Colonial Muslim Societies”,
State and Ideology in the Middle East and Pakistan, ed. Fred Halliday and Hamza
Alavi, New York: Monthly Review Press, 1988.
Keddie Nikki R., “The Revolt of Islam and Its Roots”, Comparative Political Dynamics:
Global Research Perspectives, ed. Dankwart A. Rustow and Kenneth Paul Ericson,
New York: Harper Collins Publishers, 1991.
100
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
101
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Sencer Ayata, “Patronage, Party and State: The Politicization of Islam in Turkey”,
Middle East Journal, 50, 1 (Winter 1996).
Tannenbaum D. ve D. Schultz, Siyasi Düşünce Tarihi: Filozoflar ve Fikirleri, Çev. F.
Demirci. Ankara: Adres Yayınları, 2005.
Thomson D., Siyasi Düşünce Tarihi, Çev. A. Y. Aydoğan ve diğerler, İstanbul: Şule
Yayınları, 1997.
Tocqueville Alexis de, American Democracy, Vol. 1, New York: Knopf, 1945.
Toprak Binnaz ve Ali Çarkoğlu, Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset, TESEV,
(Kasım 2006).
Toprak Binnaz, Islam and Political Development in Turkey, Leiden: E.J. Brill, 1981.
Turner Bryan S., Max Weber: From History to Modernity, London and New York:
Routledge, 1992.
Türköne Mümtazer, İslâmcılığın Doğuşu, İstanbul: İletişim Yayınları, 1991.
Ward Brian and Tony Badger, (ed.), The Making of Martin Luther King and the Civil
Rights Movement, London: Macmillan, 1996.
102
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
DIŞİŞLERİ BAKANI
AHMET DAVUTOĞLU
103
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
GİRİŞ
1990’ların başında büyük umutlarla girilen ve küreselleşme sürecinin yeni evresi olarak
tarif edilen dönemde yirmi yılı geride bırakmak üzereyiz. Köklü değişim ve dönüşümle-
re sahne olan bu dönem, bir yandan insanlığın önüne yeni işbirliği olanakları açarken,
diğer taraftan uluslararası toplumu gayet ciddi sorunlarla mücadele etmek durumunda
bırakmıştır. Teknoloji ve iletişim, önceden tahmin edilemez bir hızla gelişmiş; nimetleri
hepimizin günlük hayatlarındaki vazgeçilmezler arasına girmiştir. Bilgiye erişimde sınırlar
adeta kalkmıştır. Gelişmeler, dünyamızı her geçen gün daha da küçültmektedir.
Buna rağmen, hala çok sayıda önemli sorunla karşı karşıyayız. Sınırların eski önemini yi-
tirmesi, bilgiye erişim için olduğu kadar, sorunlarla yüzleşme bakımından da geçerli hale
gelmiştir. Münferit sorunlar bölgesel istikrarsızlıklara, bölgesel istikrarsızlıklar ise küresel
güven bunalımına ve krizlere yol açabilmektedir. Savaşlardan iklim değişikliğine, terö-
rizm ve kitle imha silahlarının yayılmasından küresel ekonomik düzendeki aksaklıklara ve
yaygın sağlık risklerine kadar yayılan birçok tehdit ve riskin yarattığı manzara, insanoğ-
lunun ulaştığı bugünkü bilgi, kültür ve medeniyet düzeyine yakışmamaktadır. Küçülen
dünyamızda, sorunların, toplumların arasını bu denli açabilmeye muktedir olması temel
bir çelişki ve hazin bir gerçektir.
Bu girift tablo, durağan, gelişmeleri izlemekle yetinen ve doğrudan etkilenmedikçe inisi-
yatif alma gereğini hissetmeyen, edilgen bir dış politika zihniyetinin, çağdaş ve barışçıl
devletler bakımından artık tarihe karıştığını resmetmektedir. Bu durum, her istikamette
sayısız kilometrelerce uzanan bir havzadaki gelişmelerin birebir ilgilendirdiği ülkemiz ba-
kımından özellikle geçerlidir.
Bu bilinçle hareket eden Türkiye, ulusal çıkarları ışığında, özellikle 2002’den bu yana
kararlı, cesur, özgüvenli, sağduyulu ve belki de en önemlisi, vizyon sahibi bir dış politi-
ka anlayışı benimsemiştir. Bir yandan yoğun dış politika gündemi doğrultusunda kararlı
adımlar atarken, saygın ve ağırlığı bulunan bir ülke olarak bölgesi ve ötesinde ortak
çıkarlara hizmet edecek koşulların oluşmasını sağlamaktadır. Türkiye, önümüzdeki on
yıllarda bölgesel ve uluslararası düzene hâkim olacak koşulları daha bugünden belirleyen
aktörler arasında yerini almaya başlamıştır.
Dış politikamızın temelinde, krizden çözüme giden bir yaklaşım değil, bir vizyon ortaya
koymak suretiyle olası krizlerin önüne geçilmesini ve mevcut sorunların çözüm süreç-
lerinin de bu anlayışla kolaylaştırıp hızlandırılmasını sağlamak yatmaktadır. Sorunların
halli yönünde önalma seferberliğimize, en yakınımızdan, komşularımızdan başlanmıştır.
Komşularımızla “sıfır sorun” olarak adlandırdığımız bu yapıcı duruşumuzun şimdiden
görmeye başladığımız olumlu sonuçları, adeta durgun suya atılan bir taşın yarattığı ve
giderek genişleyen halkalar gibi, önce bölgemizde ve nihayet küresel ölçekte daha da
fazla görülecektir.
Bu dış siyaset anlayışımız, daha güçlü ve etkin bir Türkiye, daha barış içinde bir dünya
ülkümüzü ilerletecek tek yaklaşımdır. Türkiye dış siyasetini, Ulu Önder Mustafa Kemal
104
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
Atatürk’ün “Yurtta Sulh Dünyada Sulh” ilkesi temelinde, geniş ve yapıcı bir vizyonla ve
tüm imkânlardan azami surette yararlanılarak, ulusal hedeflerimizin tahakkuku ve insan-
lığın ortak bekası yolunda bundan sonra da kararlılıkla yürütecektir.
AVRUPA BİRLİĞİ
Bir devlet politikası olan Avrupa Birliği’ne katılım, Türkiye’nin stratejik hedefi olarak
gündemimizin öncelikli maddesini oluşturmaya devam etmektedir.
Bölgesinde güven ve istikrar unsuru olan Türkiye’nin AB üyeliği, evrensel değerleri geniş
bir coğrafyaya yaymak ve ortak refah ve güvenliği artırmak için vazgeçilmez niteliktedir.
Türkiye, bu anlayışla, tam üyelik hedefi doğrultusunda kararlılıkla ilerlemeyi sürdürecek-
tir.
Bu bağlamda, 3 Ekim 2005’te başlayan katılım müzakereleri sürecinde, Yüce Meclisi-
mizin çatısı altında tarihi sayılabilecek reformlar hayata geçirilmiştir. Halkımızın sürece
olan samimi inancı ve Yüce Meclisimizin iradesi, bu zorlu süreçteki en değerli güç ve
moral kaynaklarımızdır.
AB’ye üyelik hedefinden ve bu kapsamda kazanılmış haklarımızdan hiçbir şekilde taviz
verilmeyecektir. Türkiye-AB ilişkilerinin tarihi ve ahdi temeli, bazı Avrupalı liderlerin iç
siyasi gereksinimlerine göre değiştirilemeyecek kadar sağlam ve değerlidir. Türkiye’nin
bu tarihi tercihinin, AB’nin inandırıcılığı ve geleceğin dünyasındaki rolünün güçlendirme-
si açısından AB tarafından da benimsenmesi gerektiği, AB Komisyonu ve üye ülkelerin
büyük çoğunluğunca artan biçimde ve gür bir sesle dile getirilmektedir. Bu yapıcı anla-
yış, katılım sürecimizin devamında kayda değer rol oynamaktadır.
Türkiye, tam üyelik hedefiyle katılım müzakerelerini sürdürmektedir. Bu yoldaki kararlı-
lığımız her vesileyle Brüksel’de ve AB ülkelerinin başkentlerinde yaptığımız temaslarda
muhataplarımız�ın dikkatine getirilmektedir.
Katılım sürecimizde bugüne dek 11 fasıl müzakerelere açılmış olup (“Bilim ve
Araştırma-25”, “İşletme ve Sanayi Politikası-20”, “İstatistik-18”, “Mali Kontrol-32”,
“Tüketicinin ve Sağlığın Korunması-28”, “Trans Avrupa Şebekesi -21”, “Şirketler
Hukuku-6”, “Fikri Mülkiyet Hukuku-7”, “Sermayenin Serbest Dolaşımı-4”, “Bilgi
Toplumu ve Medya-10” ve “Vergilendirme-16), bunlardan biri (Bilim ve Araştırma) ge-
çici olarak kapatılmıştır. 2008 yılından bu yana açılış kriteri olan toplam beş fasıl müza-
kerelere açılmıştır. Bu, ülkemizin katılım müzakereleri bağlamında üzerine düşen yüküm-
lülükleri yerine getirdiğinin bir göstergesidir.
Öte yandan, AB’nin 2008 Katılım Ortaklığı Belgesi’nde gerek siyasi ve ekonomik kriter-
ler, gerek müktesebata uyum konusunda yer alan kısa ve orta vadeli önceliklere cevap
teşkil eden ve müzakere sürecimizin yol haritası niteliğinde olan Ulusal Programımız sivil
toplum ve siyasi partilerin de dâhil edildiği şeffaf bir süreç neticesinde 31 Aralık 2008
tarihinde ilan edilmiştir.
İlgili tüm kurumlarımız, Ulusal Program kapsamında gerekli mevzuat uyumu konusunda
105
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
106
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
kapsamında özellikle son bir yıl içinde atmış olduğu adımlar, bu konudaki iradesinin
ne denli kuvvetli olduğunun bir göstergesidir. Ulusal Programın kabulü; Sayın Egemen
Bağış’ın Devlet Bakanı ve Başmüzakereci olarak atanması; Kürtçe TRT 6 kanalının 24
saat yayın yapmaya başlaması; TBMM’de “Kadın-Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu” ku-
rulması gibi kararlar ile Sayın Cumhurbaşkanımız (25-27 Mart 2009) ve Sayın Başba-
kanımızın (18-20 Ocak 2009 ve 5-26 Haziran 2009) Brüksel’i ziyaretleri, Türkiye’de
AB reform sürecine olan ilginin zayıfladığı yönündeki görüşlere en iyi cevapları teşkil
etmektedir. Öte yandan, ilk toplantısını 18 Eylül 2003’te yapan ve 2009 yılı başına dek
13 kez toplanan Reform İzleme Grubu (RİG), sadece bu yıl içinde 4 kez toplanmıştır.
Reform sürecinin kamuoyumuzca daha yakından izlenebilmesini teminen son iki top-
lantısı Ankara dışındaki illerimizde yapılan RİG’in bir sonraki toplantısının önümüzdeki
günlerde Konya’da düzenlenmesi öngörülmektedir. Benimle birlikte Sayın Devlet Bakanı
ve Başmüzakerecimiz, Sayın Adalet Bakanımız ve Sayın İçişleri Bakanımızın katılımlarıy-
la, siyasi reform çalışmaları gündemiyle toplanan RİG, demokrasi, hukukun üstünlüğü,
temel hak ve özgürlükler konularındaki düzenlemeleri güçlendiren ve güvence altına alan
kapsamlı mevzuat çalışmalarının sürdürülmesi ve etkin olarak uygulanmasını üst düzey-
de takip etmekte ve yönlendirmektedir.
Genişleme konusunda, gerek Türkiye’ye yönelik taahhütler, gerek AB içinde süren tar-
tışmalar tabiatıyla tarafımızdan yakından izlenmektedir. Tam üyelik, hukuki ve siyasi
sonuç doğuracak şekilde, pek çok AB belgesinde yer almaktadır. AB Komisyonu’nun
2006 Genişleme Stratejisi Belgesi burada özellikle vurgulanmalıdır. Sözkonusu belge-
de mevcut genişleme gündeminin Türkiye ve Batı Balkan ülkelerini içerdiği, keza AB
Konseyi’nce bu ülkelere gerekli koşulları yerine getirmeleri halinde açık biçimde üyelik
perspektifinin verildiği kuşkuya mahal kalmayacak netlikle ifade edilmektedir. Öte yan-
dan, genişlemenin etkin biçimde sürdürülebilmesi için AB’nin öncelikle kendi iç kurum-
sal reformunu tamamlaması gerektiği savı son dönemde AB içinde genel kabul görmek-
teydi. Ancak, Lizbon Antlaşması’yla ilgili olarak sağlanan olumlu gelişmeler, kurumsal
yapılanma bağlamında bu savın geçerliliğinin sorgulanabileceği yeni ve önemli bir döne-
mecin başlangıcını teşkil etmektedir. Birliğin şeffaf ve demokratik niteliği ile kurumsal
yapısını güçlendirmeyi, karar alma mekanizmalarını etkinleştirmeyi, AB vatandaşlarının
temel hak ve özgürlüklerini daha da genişletmeyi amaçlayan Lizbon Antlaşması’nın önü-
müzdeki bir veya iki ay içerisinde resmen yürürlüğe girmesi beklenmektedir. AB’yi tüzel
kişiliğe de kavuşturacak Antlaşma neticesinde AB Konseyi Başkanlığı, Dış İlişkiler ve
Güvenlik Politikası Yüksek Temsilciliği ve Dış İlişkileri Servisi tesis edilmesi gibi önemli
kurumsal değişiklikler meydana gelecektir. Antlaşmayla öngörülen değişiklikler, ülkemizi
de yakından ilgilendiren siyasi, hukuki ve teknik nitelikte önemli unsurlar içermektedir.
Her şeyden önce, Antlaşma’nın yürürlüğe girmesiyle, genişlemeye engel oluşturduğu
kaydedilen kurumsal belirsizlik gerekçesi ortadan kalkmış olacaktır. Öte yandan, diğer
hususların yanı sıra, Avrupa Parlamentosu ve ulusal parlamentoların rolü de güçlene-
cektir. Böylelikle, AB’yle parlamenter ilişkilerimizin daha da geliştirilmesi gereksinimi
107
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
artacaktır.
Küresel ekonomik kriz, enerji güvenliği, iklim değişikliği, insan kaçakçılığı, örgütlü suç
ve terörizmle mücadele gibi küresel nitelikteki sorunların ülkelerin bireysel gayretleriyle
çözülemeyeceği açıktır. Bu sorunların en etkili çözüm yöntemi şüphesiz uluslararası
dayanışmadır. Türkiye’nin AB üyeliğinin geçerliliği ve gerekliliği de bu yaklaşımla ele
alınmalıdır. AB’nin çeşitli nedenlerle kendisini yapay coğrafi ve düşünsel sınırlar içine
kapatması kendisi için ciddi ekonomik, siyasi ve sosyal sorunlara yol açabilecek stratejik
bir hata olacaktır. Keza AB, bu yönde alacağı bir kararla, genişleme sürecinin kendisine
sağlayacağı sosyo-ekonomik kazanımlardan da mahrum kalacaktır. Tabiatıyla bu süreç
ülkemizi de olumsuz etkileyecektir. Zira uluslararası etkinliğini yitirmiş, ekonomik ve
siyasi etki alanı daralmış bir AB’nin hem mezkûr sorunlarla mücadele için etkinliği aza-
lacak, hem de geleceğe dönük işbirliği vizyonu zayıflayacaktır.
AB, dünya tarihinin en önemli barış projelerinden biridir. Türkiye içinde yer almadıkça
bu projenin tekemmül edemeyeceği, sadece AB içinde değil, yakın coğrafyamızda hatta
dünya genelinde artan biçimde vurgulanmaktadır. Bu küresel desteğin bilinciyle hareket
etmek ve reform sürecimizi kararlılıkla sürdürmek, AB içinde Türkiye’nin üyeliğine karşı
çıkanlara en güçlü yanıtı oluşturacaktır.
AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ
Yarım yüzyılı aşkın bir süredir ortak değer ve idealleri paylaşan ve bunların ilerletilmesi
için işbirliği yapmakta olan Türkiye ve ABD, iki yakın müttefik ve stratejik ortak olarak,
yoğun bir ortak gündem çerçevesinde ilişkilerini sürdürmektedirler.
Türkiye ve ABD, Irak, Afganistan, Pakistan, Orta Doğu, Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya,
Doğu Akdeniz, İran’ın nükleer programı meselesine diplomatik çözüm arayışları, terörle
mücadele, enerji arz güvenliği ve küresel ekonomik kriz ile iklim değişikliği gibi çok geniş
bir alanda, pek çok meselenin çözümü için işbirliği yapmaktadır. Bu işbirliği ve dayanış-
ma, sadece iki ülkenin ulusal çıkarlarına hizmet etmekle kalmayıp, küresel ve bölgesel
barış, istikrar ve huzurun sağlanmasına yönelik çabalara da önemli katkı sağlamaktadır.
Türkiye-ABD ilişkilerinde, Başkan Obama’nın liderliğindeki yeni ABD Yönetimi’nin işba-
şına geldiği 2009 yılı Ocak ayından bu yana yapılan karşılıklı ziyaretlerle yeni bir ivme
yakalanmıştır. Dışişleri Bakanı Clinton 7 Mart 2009 tarihinde ülkemizi ziyaret etmiştir.
Başkan Obama ise göreve başladıktan sonra ilk deniz aşırı ikili resmi ziyaretini 5-7 Nisan
2009 tarihlerinde ülkemize yapmıştır. Bu ziyaretler, iki ülke arasında karşılıklı güven ve
birlikte çalışma iradesinin en üst düzeyde teyidine imkân sağlamıştır. Ziyareti sırasında
Başkan Obama iki ülke ilişkilerini “Model Ortaklık” olarak tanımlamıştır.
İki ülke arasındaki ekonomik, ticari, yatırım ve teknolojik ilişkilerin ve işbirliğinin, siyasi,
askeri ve güvenlik alanında ulaşılan düzeye çıkarılabilmesi amacıyla sürdürülen çalış-
malar devam etmektedir. ABD yatırımlarının ülkemize çekilmesi ile ekonomik ve ticari
ilişkilerin yanı sıra bilimsel ve teknolojik işbirliğinin arzu edilen seviyeye yükseltilmesi
konusunda en yüksek düzeyde ortak bir anlayışa varılmış olup, bu yöndeki çabaların
108
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
109
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
110
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
Sayın Başbakanımız 2 Nisan 2009’da yapılan G-20 Londra Zirvesi vesilesiyle İngiltere’yi
ziyaret etmiştir. Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcımız Sayın Ali Babacan, selefim
olduğu dönemde İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband’in davetine icabetle, 14-15
Nisan 2008 ve 6-8 Kasım 2008 tarihlerinde İngiltere’ye resmi birer ziyaret gerçekleş-
tirmiştir.
İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband, Kraliçe II. Elizabeth’in Mayıs 2008’deki resmi
ziyaretinde Kraliçe’ye refakat etmiş ayrıca Mayıs 26-27 Mayıs ve 4-5 Kasım 2009 ta-
rihlerinde ülkemizi ziyaret etmiştir. Ben de önümüzdeki dönemde İngiltere’ye resmi bir
ziyaret yapmayı planlıyorum.
Köklü tarihi bağlara sahip olduğumuz Fransa’yla ilişkilerimize önem vermekteyiz. Ülke-
lerimiz arasındaki dostluk ilişkileri dört yüz yıldan fazla bir süredir devam etmektedir.
Zengin bir tarihi geçmişe ve mirasa sahip olan ikili ilişkilerimizin, halklarımızı birbirine
yakınlaştıran sosyal, ekonomik ve kültürel boyutları bulunmaktadır. Fransa’da yaşayan
yaklaşık 500 bin civarındaki vatandaşımız ilişkilerimizin diğer önemli bir unsurunu teşkil
etmektedir. Bu çerçevede, Fransa’yla işbirliğinin her alanda geliştirilmesinde ülkemizin
stratejik çıkarı bulunduğuna inanıyorum.
Ülkemizin temel dış politika öncelikleri arasında başta gelen AB tam üyelik hedefimiz
dikkate alındığında, AB içindeki ağırlıklı ve belirleyici konumuyla Fransa, AB katılım
sürecimizde kilit öneme sahiptir. Geçmiş Fransız Hükümetlerinin, inişli çıkışlı da olsa,
Türkiye’ye AB üyelik perspektifi verilmesi konusunda yapıcı bir tutum sergilemiş olduk-
ları görülmektedir.
Bugüne baktığımızda ise, Fransa, AB ülkeleri içinde, genişlemenin ve bu bağlamda ülke-
mizin AB üyeliğinin en hararetli biçimde tartışıldığı ülkedir. Fransa, müzakere sürecimiz-
de ilave 5 faslın müzakereye açılmasını engellemekteyken, 2008 yılının ikinci yarısında
üstlendiği AB Dönem Başkanlığı döneminde, iki faslın açılmasını sağlayarak müzakere-
lerin sürdürülmesine destek vermiştir. Dönem Başkanlığının bitiminden sonra ise, AB
üyeliğimize muhalefetini her vesileyle ve her düzeyde tekrar etmeyi sürdürmektedir.
Diğer taraftan, Fransa Ulusal Meclisi’nde 2006 Ekim ayında kabul edilen ve hem kamu-
oyumuzu ve Fransa’da yaşayan vatandaşlarımızı derinden yaralayan, hem de Türkiye-
Fransa ilişkilerini olumsuz yönde etkilemiş olan “Ermeni soykırımının inkârının cezalan-
dırılması” konulu yasa teklifinin bilahare Senato gündemine alınmamış olması kaydedil-
miştir. Aralık 2008’de, Fransa Ulusal Meclis Genel Kurulunda Hükümeti temsilen sözlü
soruları yanıtlayan İçişleri ve Yerel Yönetimler Devlet Sekreteri, Alain Marleix (Bakan
düzeyindedir), hükümetinin yasa teklifinin Senato gündemine kaydedilmesine taraftar
olmadığını resmen beyan etmiştir. Öte yandan, Sayın Cumhurbaşkanımızın Erivan ziya-
retiyle başlayan Türkiye ile Erivan arasındaki yakınlaşma Fransız kamuoyunda olumlu bir
yankı bulmuştur. Nitekim, Devlet Sekreteri Alain Marleix, yukarıda bahsekonu açıklama-
sında, tarafımızdan başlatılan bu sürece zarar vermemeyi, hükümetinin ülkemize yönelik
yeni tutumunun gerekçelerinden biri olarak ifade etmiştir.
111
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Fransa’yla birçok alanda işbirliğini daha ileriye götürebileceğimiz köklü ilişkilerin, Fransız
siyasi çevrelerinin ülkemizi iç politika konularına alet etmeleriyle bağlı sorunların gölge-
sinde kalabildiği değerlendirilmektedir. Bu bakımdan, 1 Temmuz 2009 - 31 Mart 2010
dönemini kapsayan 9 aylık sürede, ülkenin önemli şehirlerinde 400 civarında sanat
ve kültür faaliyeti düzenlenmesini içeren ve Fransız yönetimiyle ortaklaşa düzenlenen
Fransa’da Türkiye Mevsimi etkinlikleri, Fransız kamuoyunun Türk Kültürünü ve insanını
daha yakından tanımasına imkân veren önemli bir kamu politikası girişimimizi oluştur-
muştur.
Türkiye Mevsimi etkinlikleri kapsamında, Sayın Cumhurbaşkanımız, Cumhurbaşkanı Ni-
colas Sarkozy’nin resmi davetlisi olarak, 7-9 Ekim 2009 tarihlerinde Fransa’yı ziyaret
etmiş ve Cumhurbaşkanı Sarkozy’yle birlikte, Paris’in en önemli sanat mekânlarından
Grand Palais’de “Bizans’tan İstanbul’a: İki Kıtanın Limanı” adlı serginin açılışını yapmış-
tır. Ben de 6 Kasım 2009 tarihinde Fransa’ya bir çalışma ziyareti yaparak, mevkidaşım
Kouchner’le görüştüm.
Fransa, 1963 yılında ayrılmış olduğu NATO’nun askeri kanadına, ittifakın Nisan 2009’da
Strasbourg/Kehl’de düzenlenen 60. Yıldönümü Zirvesi’nde ülkemizin de vermiş olduğu
onayla geri dönmüştür. Türkiye-Fransa ilişkilerindeki güven bunalımını aşmak amacıyla
atılan adımlara ilaveten bu gelişme de, Fransa’yla Türkiye arasındaki müttefiklik ilişkile-
rinin yeniden canlandırılmasına imkân sağlamıştır.
Türkiye ve İtalya arasında da tarihe dayanan köklü ilişkiler bulunmaktadır. Dost ve müt-
tefik bir Akdeniz ülkesi olarak değerlendirdiğimiz ve yoğun ilişkiler içinde bulunduğumuz
İtalya’yla süregelen çok boyutlu ilişkilerimiz mevcuttur. İtalya ve Türkiye, ekonomik
açıdan birbirleri için vazgeçilemeyecek işbirliği ortaklarıdır.
Ülkemizin AB üyeliğini destekleyen ülkelerin başında gelen İtalya, bu desteğini 2009 yılı
içinde yapılan karşılıklı üst düzey ziyaretler sırasında da en üst seviyede teyid etmiştir.
İtalya’yla siyasi, ekonomik ve ticari ilişkilerimiz hem nitelik, hem hacim itibariyle giderek
gelişmektedir. Ticaret hacmimiz 2008 yılı sonu itibariyle 18,8 milyar Dolar civarında
gerçekleşmiştir. İtalya’nın Agusta Aerospace firması ile TAİ arasında 2007 yılında im-
zalanan 3 milyar Dolarlık ATAK Helikopteri Tedarik Sözleşmesi, savunma sanayi ilişkile-
rinde son dönemde kaydedilen ilerlemenin göstergesidir.
Giderek büyüyen ekonomik ilişkilerin yanısıra, İtalya Dışişleri Bakanlığıyla yürüttüğümüz
siyasi istişareler yapıcı bir işlev görmekte, turizm ve kardeş şehir ilişkileri gelişmekte
ve genelde Türkiye’yi konu alan konferans, seminer, ekonomik veya diğer toplantılarda
memnuniyet verici bir artış olduğu gözlemlenmektedir.
Türkiye’deki Stratejik Araştırmalar Merkezi ile İtalyan jeopolitik düşünce kuruluşu LIMES
ve İtalyan Unicredit Bankası’nın işbirliğiyle, her yıl düzenli olarak benim ve İtalyan mev-
kidaşımın eş-başkanlığında düzenlenen Türk-İtalyan Forumu toplantıları bu bağlamda
somut bir örnek olarak verilebilir.
112
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
Son olarak, Türk - İtalyan Forumu V. Toplantısı selefim Sayın Ali Babacan ve İtal-
yan mevkidaşı Frattini’nin katılımlarıyla 5 Kasım 2008 tarihinde Roma’da yapılmıştır.
Forum’da Türkiye ve İtalya, Akdeniz’e ilişkin ortak politikaları, uluslararası mali piyasa-
larda yaşanan kriz, Türkiye’nin AB’ye katılım müzakereleri sürecine İtalya’nın katkıları
ele alınmış; ayrıca, önümüzdeki dönemde Türkiye ile İtalya’nın ARTE (Fransız-Alman
ortak kanalı) benzeri ortak yayın organı kurmaları ve Avrupa’daki kültürel farklılıkların
giderilmesine katkıda bulunmak amacıyla ortak projeler geliştirilmesi ele alınmıştır.
Türk-İtalyan Forumu Altıncı Toplantısı’nın, Cumhurbaşkanı Giorgio Napolitano’nun 17
Kasım günü başlayan ülkemizi ziyareti vesilesiyle 18 Kasım günü İstanbul’da yapılması
öngörülmektedir.
Bir diğer ikili diyalog forumu olan Türk-İtalyan Medya Forumu’nun İkinci Toplantısı 17-
18 Nisan 2009 tarihlerinde İstanbul’da yapılmıştır. Medya Forumu toplantıları önde
gelen basın temsilcileri başta olmak üzere, iki ülke sivil toplum kuruluşlarını bir araya
getirmekte ve “Friendship Union Between Italy and Turkey” isimli dernek tarafından
organize edilmektedir.
İtalya-Türkiye Dostluk Grubu İtalyan Parlamentosunda Senatör Di Girolamo başkanlığın-
da 2009 Mayıs ayında oluşturulmuştur.
Sayın Başbakanımızın 2007 Kasım ayında, İtalya Başbakanı Prodi’nin davetine icabetle
İtalya’yı ziyareti sırasında İtalyan tarafı, Fransa, Almanya ve İspanya’yla gerçekleştir-
dikleri formatta olmak üzere, her yıl iki ülkeden ilgili Bakanların da katılımıyla Başba-
kanlar riyasetinde İtalya-Türkiye zirvesi yapılmasını önermiş, Sayın Başbakanımız bu
öneriyi kabul etmiştir. Türkiye-İtalya Hükümetlerarası Zirve toplantılarının ilki 12 Kasım
2008’de İzmir’de yapılmıştır. Bu çerçevede, Türkiye ile İtalya arasında mevcut stratejik
ortaklık, İzmir Zirvesi’yle bir kez daha en üst düzeyde teyit edilmiştir.
Zirve’de Türkiye’de bir Türk-İtalyan üniversitesinin kurulmasını öngören bir anlaşma
imzalanmış olması da kültürel alandaki işbirliğinin önemli bir aşamasını oluşturmaktadır
Ülkemiz ile İtalya arasında Zirve toplantılarının başlatılmış olmasının ülkelerimiz arasında
son dönemde giderek yoğunluk ve derinlik kazanan ilişkilerimizin kurumsal bir çerçeveye
kavuşturduğunu düşünüyorum. İkinci Zirve toplantısı 16 Aralık’ta Roma’da yapılacaktır.
Önümüzdeki dönemde de, İtalya’yla mevcut “İkili İlişkilerin ve İşbirliğinin Güçlendirilme-
sine Yönelik Strateji Belgesi” çerçevesindeki çalışmalarımıza devam etmeyi öngörüyo-
ruz.
AB ülkeleri içinde, AB üyeliğimize olumlu bakan ve destekleyen ülkeler arasında
İspanya’nın ön sıralarda yer aldığı görülmektedir. Türkiye ile İspanya arasında diplomatik
ilişkilerin tesis edilmesinin 225. Yıldönümü geçen sene kutlanmıştır.
İspanya’yla ikili ilişkilerimiz, 2006 yılında imzalanan “Türkiye ile İspanya Arasında İkili
İlişkilerin Güçlendirilmesine Yönelik Strateji Belgesi” çerçevesinde, geliştirilmeye devam
edilmiştir.
113
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Sayın Başbakanımız ile İspanya Başbakanı Jose Luis Rodriguez Zapatero, Batı ile İs-
lam toplumları arasında gittikçe arttığı gözlenen anlayış eksikliğinin önüne geçilmesi ve
farklı medeniyetler arasındaki ortak noktalara görünürlük kazandırmak amacıyla 2005
Temmuz ayında BM Genel Sekreteri tarafından yapılan bir açıklamayla hayata geçirilen
“Medeniyetler İttifakı Girişimi”nin eş-sunuculuğunu yapmaktadırlar.
Sayın Başbakanımız, 13-16 Ocak 2008 tarihlerinde İspanya’yı ziyaret ederek, Madrid’de
düzenlenen Medeniyetler İttifakı I. Forum toplantısına katılmış ve ikili görüşmelerde bu-
lunmuş; İspanya Başbakanı Zapatero da ülkemizin evsahipliğinde 6-7 Nisan 2009 tarih-
lerinde İstanbul’da gerçekleştirilen Medeniyetler İttifakı II. Forum toplantısına katılmıştır.
Medeniyetler İttifakı II. Forum Toplantısı’ndan hemen önce, 5 Nisan 2009’da İstanbul’da
“Türkiye-İspanya Hükümetlerarası Birinci Zirvesi” yapılmıştır. Zirve’ye, iki ülke Başba-
kanlarının yanısıra, Dışişleri, Savunma, İçişleri, Sanayi - Turizm ve Ticaret, Bayındırlık
Bakanlarının yer aldıkları üst düzey heyetler katılmıştır. Zirve’de, Sayın Başbakanların
huzurunda, iki ülke arasındaki işbirliğinin güçlenmesine katkı sağlayacak bir dizi an-
laşma imzalanmıştır. “Türkiye-İspanya Hükümetlerarası İkinci Zirvesi” Şubat 2010’da
İspanya’da yapılacaktır.
Türkiye-İspanya Hükümetlerarası Zirvesi öncesinde, 4 Nisan 2009 günü Sabancı
Müzesi’nde, Sabancı Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü ile merkezi Barselona’da
bulunan Akdeniz Avrupa Enstitüsü işbirliğinde, her iki ülkeden siyasetçi, işadamı, aka-
demisyen, entelektüel ve parlamenterlerin katılımıyla, Akdeniz Bölgesi’ne ve Türkiye-
İspanya ilişkilerine odaklanan bir konferans düzenlenmiştir. Konferans, selefim Sayın Ali
Babacan ile İspanyol mevkidaşı Sayın Moratinos tarafından Zirve sırasında imzalanan
Mutabakat Muhtırası uyarınca, bundan böyle iki ülke arasında düzenli olarak her yıl
gerçekleştirilecek sivil toplum diyaloğu niteliğindeki “Türkiye-İspanya Forumu”nun ilk
ayağını oluşturmuştur.
Temmuz 2007 genel seçimlerinden sonra TBMM’de Türkiye-İspanya Dostluk Grubu ye-
niden teşkil edilmiş ve Başkanlığını bir kez daha Sayın Afif Demirkıran üstlenmiş; İspan-
ya Temsilciler Meclisindeki İspanyol kanadı da 9 Mart 2008 genel seçimlerini takiben
kurulmuştur. Başkanlığına, Halkçı Parti (PP) mensubu Ana Maria Pastor Julia ile Başkan
Yardımcılığına, Bask Milliyetçi Partisi (PNV) mensubu Jose Ramon Beloki Guerra geti-
rilmiştir. İspanya-Türkiye Dostluk Grubu 7-11 Ekim 2009 tarihlerinde ülkemizi ziyaret
etmiştir.
Son olarak ben de, mevkidaşım Miguel Angel Moratinos’un davetine icabetle 14-16
Kasım 2009 tarihlerinde İspanya’yı ziyaret ettim. Bu ziyaretim, iki ülkeyi ilgilendiren
bölgesel ve uluslararası meselelerin yanısıra, İspanya’nın 1 Ocak 2010 tarihinde devra-
lacağı AB Dönem Başkanlığı öncesinde bu ülkenin AB tam üyelik müzakere sürecimize
yapabileceği katkıları ele almamız bakımından da yararlı ve zamanlı olmuştur.
Türkiye ve Portekiz arasındaki ilişkiler de rahat ve pürüzsüz bir seyir izlemekte olup, iki
ülke arasında herhangi bir anlaşmazlık veya sorun bulunmamaktadır. İki ülke kamuoyu
114
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
da, farklı kültür, dil, din ve medeniyetlere mensup olmalarına rağmen birbirine sempa-
tiyle bakmaktadır. Transatlantik ilişkiler, NATO üyeliği, Akdenizlilik kimliği gibi Türkiye
ve Portekiz’i ortak paydada birleştiren olgular ikili ilişkilere olumlu yansımaktadır. Son
olarak, Portekiz Cumhurbaşkanı Anibal Cavaco Silva 11-15 Mayıs 2009 tarihlerinde
ülkemizi ziyaret etmiştir.
Portekiz, dünyanın esas gündemini teşkil eden ama coğrafî uzaklık gereği yeterince bil-
gi birikimine sahip olmadığı, RF-Gürcistan uyuşmazlığı, Irak’taki gelişmeler, Ortadoğu,
İran, Pakistan ve Afganistan’daki durum, Balkanların geleceği gibi konularda en güncel
ve doğru bilgiyi alabileceği ülkelerin başında Türkiye’yi görmektedir.
Portekiz AB’nin genişlemesinden yanadır. Ülkemizin AB’ne üyelik sürecine vermekte
olduğu desteği, hem 2007’nin ikinci yarısında yürüttüğü Dönem Başkanlığı sırasında,
hem de bunu izleyen dönemde devam ettirmiştir. Portekiz, kendi üyelik sürecinde ülke-
mizin şu anda karşılaşmakta olduğu güçlüklerin bir kısmını yaşamış olduğundan, iktidarı
ve muhalefetiyle ülkemizin üyelik sürecine samimi yaklaşmakta ve AB’nin Türkiye’ye
karşı taahhütlerinde “sadakat” ilkesi çerçevesinde hareket etmesi gerektiğini her vesi-
leyle vurgulamaktadır.
Portekiz, PKK terör örgütünün eylemleri hakkında tıpkı Kıbrıs konusunda olduğu gibi ön
alıcı tavır takınmamaktadır. Gerek basında, gerek kamuoyunda bu konular diğer Batı
Avrupa ülkelerinde olduğu gibi fazla işlenmemektedir.
Portekiz Ulusal Meclisi’nde, 1915 olaylarına ilişkin herhangi bir karar alma girişiminin
vuku bulmamış olması örnek bir durumdur. Meclis Başkanı Jaime Gama’nın, “Portekiz
Parlamentosundan böyle bir karar çıkması düşünülemez” şeklindeki ifadeleri Bakanlığım
kayıtlarında yer almaktadır. Merkezi Lizbon’da bulunan ve Avrupa’nın en varlıklı vakfı
olan, kültür ve sanat konuları dışında ülke siyasetinde de hatırı sayılır ağırlığı bulunan
Gülbenkyan Vakfı dahi bu yönde bir faaliyette şimdiye kadar bulunmamış, bilakis birçok
konuda Büyükelçiliğimizle işbirliği içinde hareket etmiştir.
Askeri açıdan bakıldığında, iki ülkenin NATO’daki köklü işbirliği deneyimi ilişkileri olum-
lu yönde etkilemektedir. Son dönemde gerçekleştirilen Kuvvet Komutanı düzeyindeki
ziyaretler ilişkilere farklı bir ivme kazandırmaktadır. Son olarak, Portekiz Milli Savunma
Bakanı Severiano Teixeira 24-25 Haziran 2009 tarihlerinde ülkemize, Genelkurmay Baş-
kanı Sayın İlker Başbuğ, Eylül 2009’da Portekiz’e ziyarette bulunmuştur.
Tarihi ilişkilere sahip olduğumuz bir diğer ülke Hollanda’dır. Bu ülkeyle ikili ilişkilerimizin
kökleri 17. yüzyıla dayanmaktadır. 2012 yılında ülkelerimiz arasında diplomatik ilişkile-
rin kurulmasının 400. yılı kutlanacaktır. Hollanda’yla çok taraflı platformlarda işbirliğimiz
bulunmaktadır.
Hollanda’da 400 bine yakın vatandaşımızın yaşıyor olması ilişkilerimizin önemli bir veç-
hesini oluşturmaktadır.
115
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Yüzölçümü ve nüfusu küçük olmakla beraber, ekonomik açıdan güçlü olan Hollanda
ile Türkiye arasındaki ekonomik ve ticari ilişkiler gelişmekte, Hollanda iş çevrelerinin
Türkiye’ye yönelik ilgisi artmaktadır. Hollanda, geleneksel olarak Türkiye’nin ticaret or-
takları arasında ön sıralardadır. Hollanda’yla ikili ticaretimizin hacmi 2008 yılında, 3,14
milyar Doları ihracat ve 3,05 milyar Doları ithalat olmak üzere, 6,19 milyar Dolar düze-
yinde gerçekleşmiştir.
Hollanda ile temel konularda görüş birliği ve işbirliğimiz mevcuttur. Özellikle ticari ve
ekonomik açıdan yoğun ikili bağlarımız bulunan Hollanda, ülkemizdeki en büyük yatırım-
cı ülke konumundadır.
Avrupa Birliği’nin nüvesini oluşturan Avrupa Ekonomik Topluluğunun kurucu ülkelerin-
den olan Hollanda için AB dış politikada öncelikli bir yere sahiptir. Hollanda, “adil ama
katı” şeklinde tabir ettikleri bir yaklaşımla AB üyelik sürecimizi desteklemektedir. Bu çer-
çevede, Hollanda gerekli koşulları yerine getirmemiz halinde AB’ye üye olabileceğimizi,
AB’nin de taahhütlerine sadık kalması gerektiğini vurgulamaktadır. Hükümet ayrıca, mü-
zakere sürecinde “oyunun kurallarının” değiştirilmemesi gerektiğini dile getirmektedir.
Türkiye ile Hollanda arasında, AB üyelik sürecimizin desteklenmesi bağlamında, iki ülke
arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesi ve danışma mekanizması tesis edilmesi hakkında
bir Mutabakat Muhtırası imzalanmıştır. İki ülke Dışişleri Bakanları tarafından, 25-27
Mart 2008 tarihlerinde Hollanda’da imzalanan “Türkiye – Hollanda İlişkilerinin Güçlen-
dirilmesi ve bu çerçevede Türkiye – Hollanda Konferansı Kurulmasına İlişkin Mutaba-
kat Muhtırası” başlıklı metin uyarınca oluşturulan Türkiye-Hollanda Konferansının açılış
toplantısı da aynı tarihlerde yapılmıştır. Dışişleri Bakanları başkanlığındaki bu danışma
mekanizması çerçevesinde iki ülkenin kamu kurumları, meslek kuruluşları ve hükümet
dışı örgütlerinin arasında görüşmeler yapılması öngörülmüştür.
Türkiye-Hollanda Konferansı ikinci toplantısı için Dışişleri Bakanı Maxime Verhagen,
10 Ekim 2008 tarihinde ülkemizi ziyaret etmiştir. Dışişleri Bakanı Maxime Verhagen’in
davetine icabetle 7 Ekim 2009 tarihinde Lahey’e yaptığım çalışma ziyareti sırasında
da, Hollandalı mevkidaşımla birlikte, Türkiye-Hollanda Üçüncü Konferansı’nın açılışını
yaptık. Konferans çerçevesinde, Milli Eğitim, Kültür ve Turizm, Enerji ve Tabii Kaynaklar
Bakanlıklarından Müsteşar Yardımcıları ve üst düzey bürokratlardan oluşan teknik he-
yetler, Hollandalı karşıtlarıyla ayrı çalışma grupları halinde, eş zamanlı paralel toplantı-
larda bir araya gelerek, ülkelerimiz arasında eğitim, kültür ve enerji alanlarındaki işbirliği
olanaklarını ele almışlardır.
Belçika’yla siyasi ilişkilerimiz geleneksel olumlu çizgisini korumaktadır. Bunda, iki ülke-
nin müttefik olmasının yanısıra, dış politika çıkarları arasında herhangi bir çatışmanın
bulunmaması rol oynamaktadır. Belçika’daki yaklaşık 95.000’i çifte uyruklu, 180.000
vatandaşımızın mevcudiyeti de ikili ilişkilere olumlu yansımaktadır.
Belçika AB üyeliğimizi desteklemektedir. Bu destek, çeşitli defalar üst düzeyde dile
getirilmiş, Belçika Dışişleri Bakanlığının yıllık faaliyet raporunda dahi teyit edilmiştir.
116
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
117
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
de 13 Mayıs 2009 tarihinde, Dışişleri Bakanı Bildt’in İsveç’in AB dönem başkanlığı çer-
çevesinde düzenlediği akşam yemeği vesilesiyle İsveç’e bir ziyarette bulundum. İsveç,
AB üyelik sürecimize vermiş olduğu desteği hâlihazırda sürdürmekte olduğu dönem baş-
kanlığında da devam ettirmekte, sözkonusu destek çeşitli vesilelerle tekrarlanmaktadır.
İlişkilerimizin olumlu seyir izlediği bir diğer ülke de Finlandiya’dır. Finlandiya Dışişleri Ba-
kanı Alexander Stubb, 8 Mayıs 2009 tarihinde ülkemizi ziyaret etmiştir. Son olarak Fin-
landiya Başbakanı Matti Vanhanen, 6 Ekim 2009 tarihinde de beraberinde bir işadamları
heyeti olduğu halde ülkemize bir çalışma ziyaretinde bulunmuştur. Ziyaret sırasında
Başbakan Vanhanen, İstanbul’da Sayın Cumhurbaşkanımız tarafından da kabul edilmiş,
beraberindeki işadamları ile çeşitli resmi toplantılara katılmıştır.
İskandinav ülkeleriyle ilişkilerimizin gelişmesi bölgenin önemli ülkelerinden Norveç ba-
kımından da geçerlidir. Norveç Parlamentosu Başkanı Throbjorn Jagland, Avrupa Kon-
seyi Genel Sekreterliği adaylığına destek sağlamak amacıyla 16 Nisan 2009 tarihinde
Türkiye’yi ziyaret etmiştir. Ayrıca TBMM Başkanımız Sayın Köksal Toptan da, Jagland’ın
davetine icabetle 5-7 Mayıs 2009 tarihleri arasında Norveç’e bir ziyaret gerçekleştirmiş-
tir.
NATO çerçevesindeki müttefiklerimiz Baltık Cumhuriyetleri Estonya, Letonya ve
Litvanya’yla ilişkilerimiz tüm alanlarda gelişmeye devam etmektedir. Bu ülkeler,
Türkiye’nin AB üyeliğine verdikleri desteği çeşitli vesilelerle vurgulamaktadırlar. Eston-
ya Parlamentosu Başkan Yardımcısı Kristiina Ojuland, 8 Mart 2009 tarihinde Bolu’da
düzenlenmiş olan İkinci Anadolu Kayak Maratonu’na katılmak ve müteakiben Ankara’da
görüşmelerde bulunmak üzere 6-10 Mart 2009 tarihleri arasında ülkemizi ziyaret et-
miştir. Selefim Sayın Ali Babacan da, 2009 Şubat ayında Litvanya ile Letonya’ya birer
resmi ziyarette bulunmuştur.
NATO ve AB üyesi Orta Avrupa ülkeleriyle ilişkilerimiz karşılıklı yarar esasına dayanan
yapıcı bir işbirliği temelinde ilerlemektedir. Batı Avrupa’ya açılan kapımızı teşkil eden
Orta Avrupa ülkeleriyle ikili ilişkilerimizin tüm sahaları kapsayacak şekilde geliştirilmesi,
bölgesel ve uluslararası platformlarda işbirliğimizin artırılması ve AB üyeliğimize verdik-
leri desteğin sürekli ve daha görünür hale getirilmesi bölgeye yönelik başlıca hedefleri-
miz arasındadır.
Avusturya’yla uzun bir tarihi geçmişe sahip olan ilişkilerimiz mevcuttur. Avusturya’nın
AB üyelik sürecinde ülkemize yönelik olumsuz tutumunda yaşanan yumuşama çerçe-
vesinde son dönemde ilişkilerimiz hız kazanmıştır. Selefim Sayın Ali Babacan 14-15
Nisan 2009 tarihlerinde Avusturya’ya yaptığı ziyaret sırasında Avusturya’nın ülkemizin
AB üyeliğine destek vermesine atfettiğimiz önemi vurgulamıştır. Avusturya’da yaklaşık
yarısı Avusturya vatandaşı olan 200 bini aşan sayıdaki Türk toplumu da ülkelerimiz ara-
sındaki ilişkilerin önemli bir unsurunu oluşturmaktadır.
Türkiye ile Çek Cumhuriyeti arasında güçlü bir diyaloga dayanan dostane siyasi ilişkile-
rin yanısıra, her geçen gün somut şekilde ilerleyen kapsamlı ekonomik, ticari ve kültürel
118
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
ilişkiler mevcuttur. Çek Cumhuriyeti, Türkiye’nin AB içinde yer alması gerektiğine inan-
makta ve bunu her vesileyle dile getirmektedir. Nitekim 2009’un ilk yarısında üstlendiği
AB Dönem başkanlığı sırasında ülkemizin AB üyeliğini destekleyici bir politika izlemiştir.
Çek Cumhuriyeti’yle her düzeyde sıklıkla ikili ziyaretler yapılmakta ve bu vesilelerle Çek
yetkililere AB üyelik sürecimiz ve Kıbrıs meselesine ilişkin güncel gelişmeler hakkında
bilgi verilmektedir. Üst düzey ziyaretler bağlamında son olarak, Sayın Cumhurbaşkanı-
mız, 29-30 Nisan 2009 tarihlerinde Çek Cumhuriyeti’ni, Dışişleri Bakanı ve Başbakan
Yardımcısı Jan Kohout ise 19-20 Ekim 2009 tarihlerinde ülkemizi ziyaret etmiştir.
Ülkemizin AB’ye üyelik yolunda sürdürmekte olduğu müzakere sürecinin, kriterlerin ye-
rine getirilmesi koşuluyla, tam üyelikle sonuçlanmasını destekleyen Slovakya’yla son
dönemde ikili ziyaret trafiğimizde bir hareketlenme yaşanmaktadır. Bu kapsamda, Slo-
vakya Başbakanı Fico, 13 Ekim 2009 tarihinde ülkemizi ziyaret etmiş, bunun akabinde
Sayın Cumhurbaşkanımız 1-3 Kasım 2009 tarihlerinde Slovakya’ya resmi bir ziyarette
bulunmuştur. Slovakya’yla özellikle ikili ekonomik ilişkilerimizin geliştirilmesine yönelik
çalışmalar sürmektedir. Bu bağlamda Başbakan Fico’nun ülkemizi ziyareti sırasında Ya-
tırımların Teşviki ve Korunması Anlaşması imzalanmıştır. I. Dünya Savaşı’nda Galiçya
cephesinde yaşamlarını yitiren ve Slovakya’da çeşitli mezarlıklarda gömülü şehitlerimiz
için Bratislava’da bir şehitlik yapılmasına ilişkin bir süredir yürüttüğümüz çalışmaların
sonucu olarak Sayın Cumhurbaşkanımızın ziyareti sırasında Slovakya’yla Şehitlik Anlaş-
ması imzalanmıştır
Slovenya’yla ilişkilerimizde herhangi bir pürüz bulunmamaktadır. Slovenya ülkemizin AB
üyeliğini güçlü bir şekilde desteklemektedir. Yapılan kamuoyu araştırmaları, Slovenlerin
Avrupa halkları arasında ülkemizin AB üyeliğine en fazla destek veren halklar arasında
yer aldığını göstermektedir. Nitekim, Slovenya Cumhurbaşkanı Danilo Türk, 20-21 Ma-
yıs 2009 tarihlerinde ülkemizi ziyareti sırasında bunu vurgulu bir şekilde ifade etmiştir.
Ben de 29-20 Ağustos 2009 tarihlerinde Slovenya’yı ziyaret ederek, muhatabımla ikili
ilişkilerimizin özellikle ekonomik/ticari sahada daha fazla geliştirebilmesine yönelik gö-
rüşmelerde bulundum. Temaslarımda, Sloven yetkililer genelde AB’nin genişleme süreci,
özelde Türkiye’nin üyeliğine ilişkin içten ve destekleyici beyanlarını dile getirmişlerdir.
Keza, çok köklü tarihi ilişkilerimizin mevcut olduğu Polonya’yla ilişkilerimiz sorunsuz
bir temelde gelişim seyrini sürdürmektedir. Coğrafi konumu, nüfus yapısı ve ekonomik
potansiyeliyle Avrupa’nın güvenlik ve istikrarı bakımından ülkemizin öneminin idrakinde
olan Polonya, AB üyeliğimize desteğini her platformda ve düzeyde dile getirmektedir.
Polonya’yla ekonomik ve ticari ilişkilerimiz de gelişmeye devam etmektedir. Türkiye, AB
ve NATO üyesi, Orta Avrupa’nın önemli ülkesi Polonya’yla her alandaki ilişkilerini daha
da geliştirmeyi hedefleyen politikasını sürdürmektedir.
Macaristan ise Türkiye’yi bölgenin önemli bir ülkesi olarak görmekte ve ikili ilişkilere
önem vermektedir. 2011 yılının ilk yarısında AB Dönem Başkanlığını üstlenecek olan
Macaristan’ın ülkemizin AB üyeliğine verdiği desteğin daha görünür hale getirilmesini,
119
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Macar Dışişleri Bakanı Peter Balaz’a 2009 Ekim ayında ülkemizi ziyareti vesilesiyle bir
kez daha görüştük.
Bu ülkedeki Osmanlı ve Türk kültürel mirasının korunmasında Macar makamlarınca ti-
tizlikle hareket edilmektedir. Aynı şekilde, ülkemizde Macar tarihine ait anıt ve yapılara
gösterilen ihtimam da Macar tarafının takdiriyle karşılanmaktadır. AB Konseyi tarafın-
dan 2010 Avrupa Kültür Başkentleri olarak İstanbul’un yanısıra keza Osmanlı ve Türk
kültürel mirasının yoğun biçimde yer aldığı Macaristan’ın Pecs şehrinin seçilmiş olması
da kültürel ilişkilerimize çok taraflı bir boyut kazandırmıştır. Macaristan’la henüz arzu
edilen düzeyde bulunmayan ikili ticaretimiz ve ekonomik işbirliğimizin arttırılmasına yö-
nelik çalışmalar sürdürülmektedir.
Hristiyanlığın ilkçağlarda Anadolu’da gelişmesi Vatikan açısından ülkemize ayrı bir an-
lam kazandırmaktadır.
Vatikan’ın 28 Haziran 2008-29 Haziran 2009 tarihlerini “Aziz Pavlus’un 2000. Doğum
ve Kutlama Yılı” olarak ilan etmesi, Aziz Pavlus’un doğduğu yer olan Tarsus’un Hıristi-
yanlık ve dinler tarihindeki öneminin hatırlanması bakımından önemli bir fırsat oluştur-
muştur.
Aziz Pavlus Yılı Kutlamaları Vatikan’la karşılıklı temaslarımızın artmasına vesile teşkil
etmiştir. Kutlamaların Haziran ayında gerçekleştirilen açılış töreni vesilesiyle, Vatikan
Hıristiyanlarının Birliğini Geliştirme Konseyi Başkanı Kardinal Walter Kasper Başkanlığın-
da bir heyet Tarsus’u ziyaret etmiştir. Çok sayıda din adamı ve Hıristiyan hacı dünyanın
her yöresinden Tarsus’a gelmektedir. Ülkemizden de, en son Tarsus Belediye Başkanı
başkanlığında bir heyet, Eylül ayında Vatikan ve Roma’da temaslarda bulunmuştur.
Aziz Paul yılının sona ermesiyle ilgili olarak, Papa 29 Haziran’da ülkemizde yapılan ka-
panış törenlerine katılmak üzere, Papalık Dinlerarası Diyalog Konseyi Başkanı Fransız
Kardinal Jean-Louis Tauran’ı özel temsilci olarak görevlendirmiştir.
Bulgaristan’la ilişkilerimizde 2009 yılında önemli bir gelişme, 16-17 Aralık 2008 tari-
hinde Cumhurbaşkanı Parvanov’un ülkemizi resmi ziyareti sırasında Sayın Cumhurbaş-
kanlarının iki ülke gündemini uzun yıllardır işgal eden meselelerin (gayrimenkul iddiaları,
sosyal güvenlik sorunları, Tunca Barajının inşası vs.) çözüme kavuşturulması amacıy-
la Dışişleri Bakanlıkları Müsteşarları başkanlığında kurulmasını kararlaştırdıkları Ortak
Komisyon’un ilk toplantısının 18 Mayıs 2009 tarihinde Ankara’da yapılmış olmasıdır.
Ortak Komisyon ve Ortak Komisyona bağlı alt çalışma gruplarının toplantıları düzenli
aralıklarla sürdürülecektir. Karşılıklı ziyaretler de her düzeyde yoğun aralıklarla düzenlen-
mektedir. Bu bağlamda, Bulgaristan Dışişleri Bakanı’nın 2009 sonunda ülkemizi ziyareti
sözkonusudur.
Bulgaristan’la siyasi ilişkilerimizdeki en önemli pürüzü, bu ülkede artış eğilimi gösteren
Türk/Türkiye karşıtlığını içeren milliyetçi söylem ve eylemlerle bunun bir tezahürü olarak
asılsız Ermeni iddialarının birçok yerel mecliste kabul edilmesi oluşturmaktadır.
120
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
1915 olaylarının soykırım olarak tanınmasına ilişkin Bulgaristan Ulusal Meclisi’nde çeşit-
li girişimler olmuşsa da bu girişimler Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin (HÖH) iktidar ortağı
olması dolayısıyla akim kalmıştır. Son dönemde Türkiye-Ermenistan ilişkilerindeki olumlu
gelişmelere rağmen, 5 Temmuz 2009 tarihinde yapılan genel seçimler sonrasında Bul-
garistan Parlamentosu’nda temsil edilen milliyetçi-aşırı sağcı bazı partilerin sözkonusu
iddiaları Meclis gündemine her fırsatta taşıyacağını beyan etmeleri önümüzdeki dönem-
de ikili ilişkilerimizi etkileme potansiyeli taşımaktadır. Bulgaristan’da Boyko Borissov
Başbakanlığındaki GERB (Bulgaristan’ın Avrupa Gelişimi için Halk Partisi) Hükümeti’nin
temsilcileri, çeşitli temaslarımızda Türkiye’nin Bulgaristan ve bölge için önemini müdrik
bulunduklarını ve sözkonusu iddiaların Bulgar Meclisi’nden geçmemesi yönünde çaba
sarfedeceklerini ifade etmektedirler.
Karadeniz komşumuz ve müttefiklik ilişkilerimizin bulunduğu Romanya’yla ilişkilerimiz
her düzeyde çok iyi bir seyir izlemektedir. Romanya’nın, ülkemizin AB üyelik sürecinin
samimi bir destekçisi olması memnuniyet vericidir.
Üst düzey ziyaretler çok sık aralıklarla yapılmaktadır. 2-3 Temmuz 2009 tarihlerinde
Romanya’yı ziyaretimin, Dışişleri Bakanı Diaconescu 28-29 Ağustos 2009 tarihlerin-
de ülkemizi ziyaret etmiş ve bu ziyaret sırasında esasen çok boyutlu işbirliğimizin bu-
lunduğu Romanya’yla ilişkilerimizin Stratejik Ortaklık seviyesine yükseltilmesine karar
verilmiştir. Romanya’yla ticari/ekonomik ilişkilerimiz de memnuniyet verici bir düzeyde
bulunmaktadır. Nitekim, Romanya ülkemizin Balkanlar’daki en büyük ticaret ortağıdır.
Karadeniz bağlamında, Romanya’yla Karadeniz’in Trans-Avrupa Ulaşım Ekseni’yle bağ-
lantısını güçlendirmek ve limanlarımız arasında Karadeniz ve ötesinde Deniz Otoyolları
kurarak daha verimli bir şekilde bağlantı kurmak için işbirliğimizi artırma çalışmalarımız
sürmektedir. Balkanlar coğrafyasının iki önemli ülkesi olarak bu bölgedeki istikrar, barış
ve refah ortamının güçlendirilmesi de Türkiye ile Romanya arasındaki işbirliğinin hedef-
leri arasında yer almaktadır.
BALKANLAR
Balkanlar’da geçtiğimiz dönemde dikkat çekici ilerlemeler sağlanmıştır. Buna karşın, böl-
genin genelinde normalleşme sürecinin tamamlanmış olduğunu söylemek henüz müm-
kün değildir.
Avrupa-Atlantik kurumlarıyla bütünleşme perspektifi, bölgede reformların sürdürülmesi
açısından önemli bir teşvik unsuru olmaya devam etmektedir. Türkiye Balkan ülkelerinin
bu perspektifini desteklemektedir. Öte yandan, ülkemiz bölge istikrarının pekiştirilme-
sine her zaman büyük önem vermekte, bunu Avrupa’nın genel güvenlik ve istikrarının
dayanaklarından biri olarak görmektedir.
2009 yılında Balkanlar’da önemli gelişmeler yaşanmıştır. Özellikle Bosna-Hersek’teki
anayasa reformu süreci ve 2008 yılında bağımsızlığını kazanan Kosova’nın 62 ülke
tarafından tanınması dünyanın dikkatinin yeniden bu bölgeye yönelmesini sağlamıştır.
2009 yılında yaşanan bir başka önemli gelişme de ülkemizin Güney Doğu Avrupa Ülke-
leri İşbirliği (GDAÜ) Süreci Dönem Başkanlığını devralmış olmasıdır.
121
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
GDAÜ İşbirliği Süreci, ülkemizin de içinde etkin biçimde yer aldığı ve Balkanlar’dan
kaynaklanan tek işbirliği platformu olma özelliğine sahip bir siyasi oluşumdur. GDAÜ
İşbirliği Süreci, 1934 yılında oluşturulan Balkan Antantı ile 1954 yılında kurulan Balkan
Paktı’nın halefi olarak düşünülebilir. GDAÜ bölgenin ortak iradesini ve özgün sesini
yansıtan tek Balkan işbirliği forumudur. Esnek bir daimi istişare mekanizması şeklinde
yapılanan ve bir merkezi bulunmayan GDAÜ’nün icra “organı” dönem başkanlıklarıdır.
Sekretarya hizmetleri de uygulamada dönem başkanı ülke tarafından üstlenilmektedir.
Ülkemiz 2009-2010 GDAÜ Dönem Başkanlığını Haziran 2009’da Kişinev’de yapılan
Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’nde devralmış bulunmaktadır. Dönem Başkanlığı-
mız çerçevesinde ilk etkinliğimiz olan Gayrıresmi Dışişleri Bakanları Toplantısı ve Siyasi
Direktörler Toplantısını 9 Ekim 2009 tarihinde İstanbul’da yaptık. Dönem Başkanlığımız
süresince bir Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi, ilkini düzenlemiş olduğumuz Dışiş-
leri Bakanları Toplantısının ikincisi, üç Siyasi Direktörler Toplantısı, bir Parlamento Baş-
kanları Toplantısı ve Bakan ve uzmanlar düzeyinde sektörel toplantılar tertiplenecektir.
Dönem Başkanlığımız faaliyet programımızın şekillendirilmesinde üç temel unsur dikkate
alınmıştır. Bunlar, Balkanlar bölgesini etkileyen güncel sorunlarla mücadele, Balkan ülke-
leri arasında ekonomik entegrasyon sağlanması ve Balkanlar’da yeni bir işbirliği vizyonu
geliştirilmesidir. GDAÜ Dönem Başkanlığımız birçok açıdan önem taşımaktadır. Ülkemi-
zin Balkanlar’a yönelik aktif katkıları genel kabul gören bir husustur. Dönem Başkanlığı-
mızın, hem bölgenin istikrar ve kalkınmasına, hem de Avrupa’yla bütünleşmesine esaslı
katkıda bulanacak şekilde bölgesel işbirliğine ivme kazandırması hedeflenmektedir.
Bosna Hersek’in (B-H) toprak bütünlüğü ve siyasi egemenliğinin muhafazası ülkemizin
bölgeye yönelik dış politika önceliklerinin başında gelmektedir. Hâlihazırda B-H günde-
mini işgal eden meselelerin başında anayasa reformu çalışmaları gelmektedir. Ülkemiz
anayasa reformuna etkin destek sağlamakta, bu husustaki görüşlerini B-H makamlarının
yanısıra her vesileyle AB ve ABD’nin de dikkatine getirmektedir.
B-H’le siyasi ilişkilerimiz mükemmel seviyede bulunmaktadır. İlişkilerimizin bu özelliği
Sayın Başbakanımızın 24-25 Mart 2008, B-H Cumhurbaşkanlığı Konseyinin de 2-4 Ey-
lül 2008’deki ziyaretleri vesilesiyle bir kez daha teyit edilmiştir. B-H Cumhurbaşkanlığı
Konseyinin Boşnak, Sırp ve Hırvat üyelerinin ülkemizi ziyareti, Konseyin her üç üyesinin
beraberce iştirak ettikleri az sayıdaki dış ziyaretlerden biri olması açısından anlamlıdır.
Selefim Sayın Ali Babacan 15-16 Ocak 2009; Sayın TBMM Başkanımız 9-11 Nisan
2009 tarihlerinde B-H’e ziyarette bulunmuşlar, Cumhurbaşkanlığı Konseyi Boşnak Üyesi
Haris Silajdziç, 7 Temmuz 2009 tarihinde İstanbul’da Sayın Cumhurbaşkanımız ve be-
nimle görüşmüştür. B-H Dışişleri Bakanı Sven Alkalaj 29-31 Temmuz 2009 tarihlerinde
ülkemize resmi bir ziyaret gerçekleştirmiştir. Müteakiben, B-H Cumhurbaşkanlığı Kon-
seyi Üyesi Haris Slajdziç İKÖ B-H Temas Grubu Toplantısı vesilesiyle 11-12 Ekim 2009
tarihlerinde ülkemizi ziyaret ederek Sayın Cumhurbaşkanımız ve Sayın Başbakanımızla
biraraya gelmiştir.
122
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
Son olarak 16-17 Ekim 2009 tarihlerinde B-H’i ziyaretim çerçevesinde, Cumhurbaş-
kanlığı Konseyi Üyesi Haris Slajdziç ve Bosna-Hersekli siyasi parti liderleriyle biraraya
gelerek anayasa reformu süreci başta olmak üzere güncel gelişmeler hakkında görüş
alışverişinde bulundum.
Diğer taraftan, 2002’den beri toplanamayan İslam Konferansı Örgütü B-H Temas Gru-
bu ülkemizin ön almasıyla Ekim ve Kasım aylarında iki kez Türkiye’de toplanmış ve
B-H’e güçlü desteğini ortaya koymuştur. Aynı yaklaşım içinde Sırbistan ve B-H Dışişleri
Bakanları’yla başlattığımız üçlü diyalog süreci de Balkanların istikrarı için önem taşımak-
tadır. İki mevkidaşımla iki kez bir araya geldik ve İstanbul’da 8 Kasım’da yapılan toplan-
tımızda her ay toplanma kararı almış bulunuyoruz.
Türkiye, B-H’in Avrupa ve Avrupa-Atlantik kurumlarıyla bütünleşmesini desteklemek-
tedir. Bu çerçevede, B-H’in AB’nin bölgeye yönelik vize muafiyeti politikasının dışında
bırakılması üzüntüyle karşılanmıştır.
Türkiye, bağımsızlığını 17 Şubat 2008 tarihinde ilan eden Kosova Cumhuriyeti’ni ertesi
gün 18 Şubat’ta tanımıştır. 1999’dan bu yana faaliyet göstermekte olan Priştine’deki
Eşgüdüm Büromuz Büyükelçilik düzeyine yükseltilmiş; ilk Priştine Büyükelçimiz Nisan
2009’da görevine başlamıştır. Kosova Cumhuriyeti’nin Büyükelçilik açtığı 18 ülke ara-
sında Türkiye de bulunmaktadır. Türkiye-Kosova ilişkileri, ortak tarihi geçmiş ve kar-
deşlik bağları temelinde mükemmel düzeyde seyretmektedir. 1999 yılından beri NATO
öncülüğündeki KFOR bünyesinde görev yapan Kosova Türk Tabur Görev Kuvvet
Komutanlığı’nda takriben 524 askeri personelimiz görev yapmaktadır.
Ülkemiz Kosova’nın uluslararası toplumla bütünleşmesine ve kalkınmasına somut katkı-
larda bulunmaktadır. Türkiye, Kosova’nın bağımsızlığını kabul eden yegâne uluslararası
örgütlenme olan Uluslararası Sivil Ofisin üyesidir ve bütçesine katılmaktadır. Bağışçılar
Konferansı’nda 30 milyon Avro hibe taahhüt edilmiştir. TİKA vasıtasıyla kalkınma proje-
lerine destek vermektedir. Kültür ve eğitim projeleri çeşitli araçlarla desteklenmektedir.
Kosova’yla ülkemiz arasındaki mükemmel ilişkiler karşılıklı ziyaretlerle pekiştirilmektedir.
Selefim Sayın Ali Babacan, 13-14 Ocak 2009 tarihlerinde Kosova’yı ziyaret etmiştir.
Kosova Dışişleri Bakanı İskender Hüseyni 27-28 Ağustos 2009 tarihlerinde ülkemize
ziyarette bulunmuştur.
Balkanlar’daki barış, istikrar ve refah için Sırbistan en önemli ülke konumundadır. Sırbis-
tan, Türkiye-Batı Avrupa güzergâhı merkezinde bulunmaktadır. Bu yolun açık tutulması,
hem ticari ve ekonomik çıkarlarımız bakımından, hem de Batı Avrupa’da yaşayan vatan-
daşlarımız açısından önem arz etmektedir.
Kosova’nın bağımsızlığını ilk sıralarda tanımamızın ardından Türkiye-Sırbistan ilişkile-
rinde yaşanan gerginlik, her iki tarafın da dikkatli tutumu sayesinde, kısa bir sürede
hemen hemen tümüyle aşılabilmiştir. BM Genel Kurulu oylamasındaki tutumumuz ve
Uluslararası Adalet Divanı’na görüş bildirilmemesi, Sırbistan nezdinde memnuniyet ya-
ratmıştır. Kosova nedeniyle Dışişleri Bakanlıkları arasında bir süredir işletilemeyen istişa-
123
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
124
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
görmekte, uluslararası veya bölgesel toplantılar gibi çeşitli vesilelerle ülkemiz makamla-
rıyla temas etmeye önem vermektedirler.
Bugün bir bölümü Karadağ Cumhuriyeti sınırları içinde yer alan Sancak bölgesinden çe-
şitli tarihlerde ülkemize göç eden birçok vatandaşımızın mevcudiyeti ve halen Karadağ
Sancak’ında yaşayan Boşnak topluluğuyla tarihsel, kültürel ve insani bağlarımız ikili
ilişkilerimizin geliştirilmesi için ayrı bir teşvik unsurudur.
Karadağ’ın bağımsızlığını kazanmasından bu yana ülkelerimiz arasında üst düzeyli ikili
ziyaretler devam etmektedir. 2008’de Karadağ Dışişleri Bakanı Milan Roçen ülkemize
bir resmi ziyarette bulunmuş, Milli Savunma Bakanları düzeyinde karşılıklı ziyaretler ya-
pılmış, Serbest Ticaret Anlaşması imzalanmıştır. Sayın TBMM Başkanımız, 7-9 Temmuz
2009 tarihlerinde Karadağ’ı ziyaret etmiştir. Son üst düzey ikili ziyareti tarafımdan 24-
26 Temmuz 2009’da Karadağ’a yapılan ziyaret teşkil etmiştir.
Türkiye ile Arnavutluk arasındaki siyasi ilişkiler çok iyi düzeydedir. Rejim değişikliğinden
sonra Türkiye’nin Arnavutluk’a verdiği güçlü destek bu ülkede önemli izler bırakmıştır.
Türklerle Arnavutlar arasındaki akrabalık bağları karşılıklı güveni pekiştirmektedir. Ar-
navutluk bölgede Türkiye’ye en yakın ülkelerden biri olup, ülkemizi zor zamanlarında
yardımına koşan güvenilir dost, bölgesel güç ve komşu ülke olarak görmektedir. Türkiye
ve Arnavutluk’un bölgesel ve uluslararası konulara yaklaşımları büyük ölçüde örtüş-
mektedir. Başta Birleşmiş Milletler olmak üzere, KEİ, GDAÜ, İKÖ gibi örgütlerde işbirliği
ve karşılıklı destek politikaları takip edilmektedir. Kosova’nın bağımsızlığını tanımamız
Arnavutluk indinde büyük memnuniyet yaratmıştır. �
İki ülke arasında ziyaretler oldukça yoğun olup, 2008’den bu yana anılan ülkeyle Cum-
hurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan ve Dışişleri Bakanı düzeyindeki ziyaretler, siyasi
ilişkilerin mükemmel olarak tanımlanan mahiyetini teyit edip pekiştirmek bakımından
son derece yararlı olmuştur. Sayın Başbakanımız 25 Haziran 2009 tarihinde Reşen-Ka-
limaş otoyolunun açılış töreni vesilesiyle Arnavutluk’u ziyaret etmiştir. Son olarak, bu
ülkeye 17-18 Ekim 2009 tarihlerinde tarafımdan da resmi bir ziyarette bulunulmuştur.
YUNANİSTAN
Yunanistan’la ilişkilerimizin her alanda geliştirilmesi ve çeşitlendirilmesi Hükümetimizin
öncelikleri arasındadır. Türkiye ve Yunanistan arasında karşılıklı saygı ve anlayış teme-
linde geliştirmeye çaba gösterdiğimiz ilişkiler, bölgesel barış, istikrar ve güvenlik açısın-
dan da önem taşımaktadır. Bu çerçevede Yunanistan’la yaklaşık 10 yıldır sürdürmekte
olduğumuz ikili işbirliği ve diyalog sürecine yoğunluk ve bu süreçte ihdas edilmiş olan
mevcut mekanizmaların işleyişine hız kazandırılması gerektiğine inanıyoruz.
Bu çerçevede Yunanistan Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Sayın Papandreu’nun
Yunanistan’da gerçekleştirilen seçimlerin akabinde, İstanbul’da düzenlenen GDAÜ Gayri
Resmi Dışişleri Bakanları toplantısı vesilesiyle, 9 Ekim 2009 günü ülkemize yapmış oldu-
ğu ziyareti memnuniyetle karşıladık. Sayın Başbakanımız ve ben, Sayın Papandreu’yla
birer görüşme gerçekleştirdik. Bu vesileyle Yunanistan’da işbaşına gelen yeni Hükümet-
125
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
le iki ülke ilişkilerinin yeni bir solukla geliştirilmesi konusunda ortak bir vizyonu paylaş-
tığımızı gözlemledik. Her iki ülkenin diyalog ve işbirliği sürecine bağlılığını teyit ettik.
Sayın Papandreu’nun İstanbul ziyareti, iki ülke ilişkilerinin geliştirilmesinde karşılıklı üst
düzey temasların ve ziyaretlerin devamının önemini bir kez daha ortaya koymuştur.
Yıl içinde, dönemin Dışişleri Bakanı Dora Bakoyanni’yle 27-28 Haziran 2009 tarihlerinde
Korfu’da düzenlenen AGİT Gayriresmi Bakanlar Konferansı marjında bir araya geldim.
Selefim Sayın Ali Babacan da, Sayın Bakoyanni’yle Medeniyetler İttifakı İkinci Forumu
marjında 6 Nisan 2009’da resmi bir görüşme yapmış; ayrıca, Devlet Bakanı ve Baş-
bakan Yardımcısı sıfatıyla da Bilderberg toplantısına katılmak amacıyla, 14-17 Mayıs
2009 tarihleri arasında Yunanistan’ı ziyaret etmiştir. Bu arada, dönemin Milli Savunma
Bakanı Evangelos Meymarakis, İstanbul’da yapılan 26. Küresel Savunma Çalıştayı için
24 Haziran 2009 tarihinde ülkemizi ziyareti sırasında Sayın Milli Savunma Bakanı Vecdi
Gönül’le ikili bir görüşme yapmış, Kültür ve Turizm Bakanı Sayın Ertuğrul Günay da, ül-
kemizi ziyaret eden dönemin Turizm Kalkınma Bakanı Kostas Markopulos’la 13 Temmuz
2009 tarihinde, Ankara’da, iki ülke arasındaki turizm işbirliği konularının ele alındığı bir
görüşme gerçekleştirmiştir.
Ayrıca, iki ülke askeri makamları arasındaki temaslar devam etmiştir. Yunanistan Deniz
Kuvvetleri Komutanı Koramiral Yorgos Karamalikis, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral
Sayın Metin Ataç’ın davetlisi olarak 1-5 Haziran 2009 tarihleri arasında ülkemizi ziyaret
etmiştir. Bu temasların iki ülke arasında güven ortamı oluşmasında önemli rol oynadığını
değerlendiriyoruz.
Bu bağlamda, Ege sorunlarıyla bunların barışçıl çözümleri konusunda görüş alış verişinde
bulunulmasının yolunu açan istikşafi görüşmelerin 42. turu 22 Temmuz 2009 tarihinde
Atina’da düzenlenmiştir. Türk-Yunan ilişkilerinin çeşitli veçhelerinin ele alındığı Yönlen-
dirme Komitesi’nin 14. Toplantısı ise 7 Mayıs 2009 tarihinde keza Atina’da yapılmıştır.
Diyalog sürecinde, Türkiye ile Yunanistan arasında 33 Anlaşma / Mutabakat Muhtırası /
Protokol imzalanmış; böylece ikili ilişkilerin yasal çerçevesi oluşturulmuştur.
Halen karşılıklı güvenin yerleşmesini sağlamaya yönelik olarak sürdürülen Güven Artırıcı
Önlemler sürecinde bugüne kadar 24 GAÖ üzerinde mutabakat sağlanmış; ayrıca Tem-
muz-Ağustos aylarında tatbikat yapmama uygulamasının süresi bir ay daha genişletil-
miştir. Bu gelişmeler, karşılıklı çabaların ve iyi niyetin ürünüdür.
İki halk arasındaki yakınlaşma ve dayanışma duygusunu pekiştiren doğal afetlere karşı
mücadele ikili işbirliğimizin önemli bir unsurunu oluşturmaya devam etmektedir. Türk-
Yunan Doğal Afetlere Karşı Ortak Görev Gücü’nün ilk toplantısı 26 Ocak 2009 günü
Ankara’da yapılmış olup, Koordinasyon Komitesi fiilen hayata geçirilmiştir
Ekonomi, ticaret, ulaştırma, turizm ve enerji sektörleri, ikili ilişkilerimizin gelişmesinin
somut neticelerinin elde edilebildiği alanlar olarak göze çarpmaktadır. Ekonomik alan-
daki bu hareketlilik ve gelişmeler, diyalog sürecinin olumlu yansımalarının bir sonucu
olup, aynı zamanda iki ülkenin iş ve ticaret çevrelerinin diyalog ve işbirliği sürecine
126
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
güven ve desteğini ortaya koymaktadır. 2008 yılında ikili ticaret hacmimiz 3,5 milyar
Doları geçmiştir. Ülkemizle Yunanistan arasındaki karşılıklı uçuş sefer sayısı haftalık
31’e çıkarılmış; Atina-İzmir arasında doğrudan uçak seferleri başlatılmıştır. Keza ülke-
mizdeki Yunan yatırımları 2008 yılında 6 milyar Dolar düzeyine ulaşmış; Türk firmaları
Yunanistan’da yatırım olanakları aramaya başlamışlardır. Bankacılık alanında süregiden
işbirliği çerçevesinde, T.C. Ziraat Bankası, Atina ve Gümülcine Şubeleri Şubat 2009’da
resmen hizmete açılmıştır. İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’yla Atina Borsası arasında
oluşturulan Türk-Yunan endeksi, 28 Eylül 2009 tarihinde faaliyete başlamıştır. Söz-
konusu endeks Yunanistan’la yatırım ve ticaret ilişkilerimize katkıda bulunan bir diğer
işbirliği alanını teşkil etmiştir.
Batı Trakya Türk Azınlığı ile İstanbul’daki Rum Azınlık mensuplarını iki ülke arasında
dostluk köprüsü olarak gördüğümüz her vesileyle vurgulanmaktadır. Batı Trakya Türk
Azınlığı’nın temel hak ve özgürlüklerinden ve ikili ve çok taraflı Antlaşmalarla teminat al-
tına alınmış olan Azınlık haklarından çağdaş standartlarda yararlanabilmeleri beklentimiz
sürmektedir. Yunanistan’da işbaşına gelen yeni hükümetin bu konuda adımlar atması
ümit edilmektedir. Batı Trakya Türk Azınlığı’nın sorunlarını ikili ve çok taraflı platform-
larda gündeme getirmeye devam edeceğiz. Buna ilaveten Rodos ve İstanköy Adalarında
yaşayan soydaşlarımızın Azınlık haklarından yararlandırılmaları yönündeki çabalarımızı
da sürdüreceğiz.
Öte yandan, Sayın Başbakanımız Yunanistan Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Papandreu’ya
muhatap 30 Ekim 2009 tarihli mektubunda, Yunanistan’la ilişkilerimizin tüm alanlarda
geliştirilmesi konusunda Hükümetimizin kararlı olduğunu vurgulamış; Yunanistan’daki
seçimler sonrasında Türk-Yunan ilişkilerinin geleceği için ortaya çıkan olumlu atmos-
ferden yararlanarak iki ülke münasebetlerinde yeni bir sayfa açılabileceğini kaydetmiş;
bu çerçevede, iki ülke arasında sorun teşkil eden tüm konuların ele alınabileceğini be-
lirtmiştir. Kıbrıs sorunu, Ege meseleleri, Türkiye’nin AB üyelik süreci, azınlık konuları,
yasadışı göç gibi başlıklar ile iki ülke ekonomik ilişkilerinin geliştirilmesi gibi hususların
bu kapsamda ele alınabileceğine değinilen mektupta, uygun bir ekonomik ve siyasi alan
yaratılmasının sorunların çözümünde dostane yaklaşımlar benimsenmesini sağlayabile-
ceğine dikkat çekilmiş; Yunanistan’la ortaklık anlayışı temelinde bölge barış ve istikrarı-
na büyük katkısı olacak ortak bir gündem ve ortak bir vizyon çerçevesinde yeni işbirliği
imkanları yaratılmasına ülkemizin hazır olduğu vurgulanmıştır.
KIBRIS
Hükümetimiz, Kıbrıs sorununun BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde,
yerleşik BM parametreleri olan siyasi eşitlik ve iki kesimlilik temelinde, eşit statüde iki
Kurucu Devleti haiz yeni bir Ortaklık kurulması ve bu yeni Ortaklığın Türkiye’nin etkin ve
fiili garantisini içeren Garanti ve İttifak Andlaşmalarının teminatı altında kalmaya devam
etmesi ve AB içinde birincil hukuk kaynağına dönüştürülerek hukuki güvenlik ve kesinli-
ğinin teminat altına alınması suretiyle çözümüne destek vermektedir.
Hükümetimiz, Kıbrıs meselesinin adil, kalıcı ve kapsamlı çözümü yolunda Kıbrıs Türk
127
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
tarafının yapıcı çabalarına destek vermekte olup, bu yöndeki ilkeli politikasını 2009 yı-
lında da kararlılıkla sürdürmüştür. Kapsamlı çözüm hedefine önümüzdeki aylar zarfında
ulaşılması öncelikli beklentimizdir.
Kıbrıs’ta 3 Eylül 2008 tarihinden bu yana devam eden müzakerelerin ilk turu 11 ay
sürmüş, ikinci tur görüşmeler 10 Eylül 2009 tarihinde başlamış olup halen devam et-
mektedir. KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Talat, yerleşik BM parametreleri çerçevesinde,
dinamik ve yapıcı biçimde müzakereleri sürdürmektedir. KKTC’nin, müzakere sürecinde
muhtelif alanlarda ihtiyaç duyduğu teknik desteği ilgili kurumlarımızla eşgüdüm içinde
sağlamaya devam etmekteyiz.
Kapsamlı çözüm hedefine önümüzdeki aylar zarfında ulaşılması gerçekçi bir hedeftir.
Zira 40 yıllık müzakere sürecinde adil ve kalıcı bir çözüm için yeterli zemin ve malzeme
oluşmuştur. Dolayısıyla, Rum tarafında yeterli siyasi irade bulunması halinde kapsamlı
çözüme kısa sürede ulaşılması mümkündür. Türk tarafı, bu çerçevede, müzakerelerde
BM’nin rolünün arttırılması, sürece bir takvim getirilmesi ve gerektiğinde bir noktada
2004 yılında olduğu gibi BM’ne tarafların görüş ayrılıklarını gidermede köprü kurma im-
kânı tanınması gerektiği görüşünü dile getirmeyi sürdürmektedir.
Kıbrıs Türk halkının, 2004 yılında Ada’da çözüm için gerekli iradeyi sergileyen taraf
olduğu halde, BM Genel Sekreteri’nin çağrısı ve AB Konseyi’nin 2004 yılında aldığı
karara rağmen hala haksız bir şekilde izolasyon ve kısıtlamalara maruz bırakılmasına iliş-
kin rahatsızlığımızı her vesileyle vurguluyor, sözkonusu haksız kısıtlamaların kaldırılması
zımnında uluslararası kuruluşlar nezdinde ve ikili düzeydeki girişimlerimizi sürdürüyoruz.
Uluslararası camianın bu yönde şimdiden gerekli mesajları vermesinin Rum tarafını kap-
samlı çözüm yönünde teşvik edeceğine inanıyoruz.
KKTC’nin kalkınması, Kıbrıs Türk Halkı’nın hak ettiği refah düzeyine kavuşması, Türkiye
için öncelik teşkil etmektedir. KKTC ekonomisinin güçlendirilmesi bağlamında gerekli
yapısal reformların süratle uygulamaya konulması, özelleştirmenin hızlandırılması teş-
vik edilmekte, KKTC’nin altyapı yatırımlarına öncelik tanınmakta ve KKTC’ni, bölgenin
önemli turizm ve eğitim merkezlerinden biri haline getirmek amacı doğrultusunda turizm
ve yükseköğretim alanlarındaki projelere destek verilmektedir. Sözkonusu çalışmalar her
zaman olduğu gibi KKTC Hükümeti’yle yakın işbirliği ve dayanışma içinde devam ettiril-
mekte, sağlıklı ve sürdürülebilir bir ekonomik yapının temellerini güçlendirmek yönünde
çaba sarfedilmektedir.
KKTC’nin uluslararası alanda görünürlüğünün giderek artması, Kıbrıs davasına ilişkin
görüşlerimizin ilk elden muhataplarımıza aktarılması açısından memnuniyet verici olmuş
ve KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Talat, 2009 yılı içinde de Kıbrıs davasını birçok ulusla-
rarası kuruluşta ve yurtdışına yaptığı ziyaretlerde anlatma fırsatı bulmuştur. KKTC’nin
halen 18 olan yurtdışındaki temsilciliklerinin sayısının arttırılması yönündeki çalışmalar
da devam etmektedir. Bu bağlamda önümüzdeki dönemde bazı merkezlerde yeni KKTC
Temsilciliklerinin açılması da sözkonusu olacaktır. Öte yandan, Bakanlığımız, KKTC’li
128
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
129
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Öte yandan, Dış Ticaretten Sorumlu Devlet Bakanı Sayın Zafer Çağlayan’la birlikte
30-31 Ekim 2009 tarihlerinde Basra, Erbil ve Musul’a yaptığımız resmi ziyaret, etnik
veya mezhepsel ayrım gözetmeksizin tüm Irak halkına eşit mesafede durduğumuzun
ve Irak’ın birlik, bütünlük ve beraberliğine verdiğimiz önemin teyit edilmesi bakımından
son derece faydalı olmuştur. Sözkonusu ziyaret aynı zamanda Iraklı gruplarla aramızdaki
güven ortamının pekiştirilmesine katkıda bulunmuştur.
Erbil’i ziyaretimiz ise, ülkemizden IKBY’ne yönelik ilk siyasi teması teşkil etmesi bakı-
mından tarihi önemdedir. IKBY Başkanı ve IKBY liderliğiyle yaptığımız görüşme Bakan
düzeyindeki ilk görüşmeyi oluşturmuştur. Son derece olumlu bir atmosferde cereyan
eden görüşmeler, ülkemizle IKBY arasındaki işbirliğinin geliştirileceği ve teröre karşı
ortak bir vizyon doğrultusunda kararlılıkla hareket edileceği yeni bir dönemin başlangıcı
olmuştur.
Son dönemde güvenlik ve istikrar alanında kaydedilen gelişmelere rağmen Irak halen
son derece hassas bir dönemden geçmektedir. Asayiş alanında sağlanan kazanımlar
halen kaybedilebilir niteliktedir.
25 Ekim 2009 tarihinde Bağdat’ta vuku bulan bombalı saldırılar bu acı gerçeği bir kez
daha gözler önüne sermiştir. Irak’ın karşısındaki temel sorunların üstesinden gelirken
ülkeyi oluşturan tüm etnik, dini ve mezhepsel kesimlerin birlik ve uzlaşma içinde hareket
etmeleri, bu çerçevede, sorumluluk mevkiindeki siyasi grupların Irak’ı ilgilendiren her
konuda halkı sükûnet ve sağduyuya imale etmeleri büyük önem taşımaktadır.
Irak yeniden seçim ortamına girmiştir. Önümüzdeki yıl Ocak ayında düzenlenmesi öngö-
rülen parlamento seçimlerinin Irak’taki siyasi dengeler üzerinde önemli etkide bulunması
beklenmekte, seçimler öncesinde kampanya çalışmalarının hızlandığı, ittifak arayışları-
nın yoğunlaştığı, siyasetin giderek hareketlendiği görülmektedir. Irak’ta demokrasinin
hâkim kılınmasına ve siyasi istikrarın sağlanmasına yönelik çabalara destek veren ül-
kemiz, parlamento seçimleri öncesinde Irak siyasetinde yaşanan gelişmeleri yakından
takip etmekte, Iraklı siyasi parti ve liderlerle temaslarını sürdürmektedir.
Temaslarımızda, Iraklı tüm taraflara sağduyulu davranmalarını ve ulusal uzlaşı ruhu için-
de diyaloga açık tavır sergilemelerini tavsiye ediyoruz. Gelecek seçimlerde de etnik ve
mezhepsel partileşmeler olması halinde, Irak’taki bölünmüşlük anlayışının yerleşmesin-
den endişe ettiğimizi sürekli vurguluyoruz.
Malumları olduğu üzere, Kerkük Irak siyasetini uzun süredir meşgul etmektedir.
Kerkük’ün nihai statüsünün burada yaşayan tüm etnik ve mezhepsel grupların etkin
katılımıyla, uzlaşı temelinde çözülmesi önem taşımaktadır. Kerkük meselesinin adil ve
kalıcı çözümü tartışmalı bölgeler sorununun da çözümünü kolaylaştıracaktır. Türkiye,
Kerkük’ün özel statülü bir bölge olarak ilan edilmesinin sorunun çözümü için en ideal yol
olduğu yönündeki görüşünü muhafaza etmektedir.
Irak halkını oluşturan farklı etnik, dini veya mezhepsel aidiyete mensup kişiler bu ülkenin
en büyük zenginliğidir. Tüm bu farklı unsurlar barış ve ahenk içinde bir arada yaşadıkları
130
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
sürece Irak hem kendi içinde hem bulunduğu bölgede istikrarın öncüsü olacaktır. Irak’ın
kurucu unsurları arasında yeralan Iraklı Türkmenlerin Irak’ın yönetim yapılarında, ekono-
mik, sosyal ve düşün yaşamında görünürlüklerinin her geçen gün artması memnuniyet
vericidir. Türkiye, Irak’ı oluşturan tüm nüfus kesimlerine olduğu gibi Türkmen kardeşle-
rine desteğini önümüzdeki dönemde de sürdürecektir.
Irak’a 2003 yılında yapılan askeri müdahaleden sonra, ülkemizle Irak arasındaki ekono-
mik ve ticari ilişkiler yeniden artış dönemine girmiştir. Bunda, Irak’a uygulanan ekono-
mik ambargonun tamamen kaldırılması ve Irak’ın ekonomi dâhil yeniden yapılanmaya
başlaması etkili olmuştur.
Ülkemizin Irak’a ihracatı, 2006 yılı hariç, 2003 yılından itibaren sürekli artış göstermiş-
tir. 2003 yılında 829 milyon Dolar olan ihracatımız 2008 yılında, bir önceki yıla oranla
% 37 artışla, 3,9 milyar Dolar seviyesine ulaşmış, ikili ticaret hacmi ise 5,2 milyar
Dolar seviyesini aşmıştır. Küresel krizin etkisiyle 2009 yılı Ocak-Temmuz döneminde
Türkiye’nin genel ihracatı % 30 oranında azalırken, Irak’a ihracat % 52 oranında art-
mıştır.
Türk müteahhitleri 2003-2008 yılları arasında Irak’ta toplam 6,2 milyar Dolar değerinde
440 civarında iş üstlenmişlerdir. Yıllık bazda ise, üstlenilen iş miktarı 2003 yılında 242
milyon Dolardan 2008 yılında 1,4 milyar Dolara yükselmiştir.
İRAN
Komşumuz İran’la ilişkilerimizi sosyal ve tarihsel derinliği, komşu olmamızın kendine has
gerekleri ve ekonomik, güvenlik ve uluslararası konjonktür boyutları ile bir bütünsellik
içinde ele almamız gerekmektedir. Bu çerçevede ikili ilişkilerimizin içişlerine karışmama,
karşılıklı saygı, iyi komşuluk ve güvenlik işbirliği ilkeleri zemininde olumlu yönde geliş-
meye devam ettiğini öncelikle ifade etmemiz gerekir. Bu siyasanın izlenmesinde üst
düzey temas trafiğinin kuşkusuz önemli bir rolü bulunmaktadır.
Yasal çerçevesini İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın ülkemizi ziyareti vesilesiyle 2008
yılında imzalanan “Uyuşturucu Kaçakçılığı, Organize Suçlar ve Terörizmle Mücadele-
de İşbirliği Anlaşması”nın oluşturduğu güvenlik işbirliği, ilişkilerimizin önemli bir diğer
boyutunu teşkil etmektedir. Terörle mücadele ve sınır güvenliği alanlarında güvenlik
makamlarımız arasında tesis edilen mekanizmaların tatmin edici seviyede işlediği düşü-
nülmektedir.
Öte yandan, İran’ın nükleer programının uluslararası toplum bakımından endişe yarattığı
bilinmektedir. Bu konudaki tutumumuz açıktır. Barışçı ve sivil amaçlı nükleer teknoloji-
nin geliştirilmesi, ülkelerin egemenlik hakkıdır. Bu itibarla, komşumuz İran’ın da nükleer
enerjiden barışçı amaçlarla yararlanma hakkı bulunmaktadır. Ancak bu hakkın kullanı-
mının temel şartı, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’ndan kaynak-
lanan yükümlülüklere tümüyle riayet edilmesi ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’yla
(UAEA) tam bir işbirliğine gidilmesidir.
131
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Bilindiği üzere, BM Güvenlik Konseyi, 1696 sayılı kararı uyarınca İran’dan uranyum zen-
ginleştirme faaliyetlerini askıya almasını talep etmiştir. Bu talebin yerine getirilmemesi
üzerine, 1737, 1747 ve 1803 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararlarıyla, BM Şartının VII.
Bölümü kapsamında bazı yaptırımlar uygulanmaya konulmuştur. BM Güvenlik Konseyi
son olarak 2008 yılı Eylül ayında kabul ettiği 1835 sayılı kararıyla İran’a yönelik ta-
leplerini yinelemiştir. Sözkonusu kararlar, 24 Eylül 2009 tarihinde gerçekleştirilen BM
Güvenlik Konseyi Zirvesi vesilesiyle kabul edilen 1887 (2009) sayılı kararla da teyit
edilmiştir.
Diğer taraftan, BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi beş devlet ile Almanya (P5+1/Altılar),
İran’a ilki 2006 yılı Haziran ayında, yenilenmiş hali ise 2008 Haziran ayında sunulan
teşvik paketi temelinde yapıcı diyalog imkânı aramışlardır. P5+1 ülkelerinin 8 Nisan
2009 tarihinde yaptığı diyalog çağrısına cevaben İran 9 Eylül 2009 tarihinde bir öne-
riler paketi hazırlayarak bu ülkelere tevdi etmiştir. Paket diyalog çağrısına değinmekle
birlikte, İran’ın nükleer programına odaklanmaktan ziyade, uluslararası konular ve nük-
leer silahsızlanma ile ilgili İran’ın genel ilkelerine yer verilmektedir. Öte yandan İran,
21 Eylül 2009 tarihinde UAEA’ya bir mektup göndererek, Kum kentinde yeni bir pilot
yakıt zenginleştirme tesisinin inşa halinde olduğunu; tesiste azami % 5 düzeyinde
zenginleştirme yapılacağını ve ‘uygun ve gereken zamanda, tamamlayıcı bilginin ileti-
leceğini’ bildirmiştir.
Dinamik olan ve yeni gelişmelere sahne olan bu süreçte, İran ile Altılar arasında 1 Ekim
2009 tarihinde Cenevre’de yapılan görüşmeler, İran’la diplomatik diyaloğun yeniden
başlatılması açısından önemli bir başlangıç teşkil etmiştir. Keza, İran’ın Kum’daki nük-
leer tesisi Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın denetimine açması ve İran’a zenginleş-
tirilmiş uranyum temin edilmesi konusunda 18-21 Ekim tarihlerinde Viyana’da uzman
düzeyinde gerçekleştirilen görüşmeler bu bağlamda yaşanan kayda değer gelişmeler-
dir.
Sorunun barışçıl yollarla çözümü için ilgili tüm taraflar nezdinde yoğun girişimlerini sür-
düren Türkiye, diplomatik çözümün mümkün olduğuna inanmakta ve esasen bunun
dışında bir çıkar yol da görmemektedir.
İran’ın, nükleer program konusunda uluslararası toplumla saydam bir işbirliği sergile-
mesinin, hem İran hem de tüm bölge açısından daha olumlu sonuçlar doğurabileceği;
nükleer faaliyetlerin barışçı niteliğinin UAEA raporuyla teyit edilmesinin önem taşıdığı;
mevcut durumda ABD’nin Altıların çabalarına daha önce hiç olmadığı ölçüde müdahil ol-
duğu; Obama Yönetimi’nin İran’la angajmana devam etme iradesini ortaya koyduğu ve
bu fırsatın değerlendirilmesi gerektiği yolundaki düşüncelerimiz İran makamlarına çeşitli
vesilelerle ve her düzeyde ifade edilmektedir.
İran’ın nükleer sorununun çözümü yolunda son dönemde olumlu yönde bir ivme yara-
tıldığını düşünüyoruz. Bu çerçevede, İran tarafına, sözkonusu ivmenin sürdürülmesine
ihtiyaç duyulduğu; yaptırımların arttırılmasının halen gündemde bulunduğu; bu nedenle
132
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
133
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Hükümetimiz barış yönündeki her çabayı desteklediği gibi, bunun aksi istikametteki her
girişime de karşı durma anlayışıyla Gazze’de yaşanan bu yıkıma sert tepki göstermiş,
çatışmaların durdurulması için bölgede yoğun mekik diplomasisi yürütmüş ve nihayet
18 Ocak 2009 tarihinde tek taraflı ateşkeslerin ilan edilmesine katkıda bulunmuş ve
Gazze Krizi bağlamında BM Güvenlik Konseyi’nde 1860 sayılı kararın kabul edilmesinde
önemli rol oynamıştır.
Bugün, yaşanan olayların etkisiyle taraflar arasında sarsılmış bulunan güven yeniden
tesis edilememiş, barış süreci rayına oturtulamamış, daha da önemlisi Gazze Krizi’nin
yolaçtığı yaralar aradan geçen 10 aya rağmen hâlâ sarılamamıştır. Gazze Şeridi üzerin-
deki abluka sürmekte, bölgenin yeniden imarına başlanamamaktadır. Gazze’deki halkın
temel ihtiyaç maddelerine erişimi sınırlı olmaya devam etmektedir.
ABD’de Orta Doğu bağlamında daha nesnel ve olumlu bir tutum benimseyen yeni yö-
netimin işbaşına gelmesi ve ilk günlerden itibaren Orta Doğu’ya aktif şekilde angaje ol-
ması barış ümitlerini arttırmıştır. ABD Başkanı Obama’nın ülkemizde ve Mısır’da yaptığı
konuşmalarda Arap dünyasıyla ilişkilere ve barış sürecine ilişkin yerinde saptamalarda
bulunması, ABD’yle İslam dünyası arasında tüm tarafların geçmişteki hatalarından ders
aldığı yeni bir döneme vurgu yapması da Orta Doğu Barış Süreci konusundaki gayretlere
yardımcı olacak, küresel bazda olumlu bir hava yaratmıştır.
Ancak, bölgedeki tüm sorunların merkezinde yeralan İsrail-Filistin ihtilafının çözümü-
ne yönelik kapsamlı müzakerelerin başlatılması amacıyla ABD tarafından sürdürülen
çabalarda hedeflenen noktaya henüz gelinememiştir. Bu çerçevedeki başlıca tıkanıklık
İsrail’in Doğu Kudüs dâhil Batı Şeria’daki yerleşim faaliyetlerine son vermemesinden,
Filistin tarafının da Yahudi yerleşim faaliyetleri bütünüyle durdurulmadan doğrudan ba-
rış müzakerelerine başlamayacağı önkoşulunu ileri sürmesinden kaynaklanmaktadır. Bu
bağlamda, İsrail hükümetinin sağ-dinci koalisyon ortaklarının yerleşimlerin sürdürülmesi
yönündeki baskısı altında olduğu gözardı edilmemelidir.
�Filistin tarafında 2006 yılından beri devam eden iç bölünmüşlük de barış sürecinin
önündeki diğer bir önemli engeldir. Taraflar arasında Mısır’ın himayesinde gerçekleştiri-
len müzakereler altı doğrudan görüşme turuna ve bunlara yönelik birçok hazırlık tema-
sına karşın hâlâ sonuç vermemiştir. 2009 Ağustos ayında başlaması öngörülen yedinci
tur görüşmeler önce Ekim’e, bilahare de açıklanmayan bir tarihe ertelenmiştir. Öte yan-
dan, Başkan Abbas 24 Ekim 2009 tarihinde yayınladığı başkanlık kararnamesiyle 24
Ocak 2010’u Filistin Yasama Konseyi ve Filistin Başkanlık seçimlerinin yapılacağı tarih
olarak ilan etmiştir.
Tüm bu hususlarla bağlantılı olan, esir İsrail askeri Gilad Shalit’e karşılık İsrail’de tutuklu
bulunan Filistinli mahkûmların serbest bırakılması konusunda son dönemde yeniden ha-
reketlilik yaşanmış, ancak Almanya’nın arabuluculuğunda başlatılan bu yöndeki çabalar
da henüz kaydadeğer sonuç vermemiştir.
134
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
135
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
136
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
137
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
muştur. Bu, cumhurbaşkanı düzeyinde iki ülke arasında 54 yıl aradan sonra gerçekleşen
ilk ziyarettir.
1701 sayılı BMGK kararıyla güçlendirilen BM Gücü UNIFIL’e yaptığımız askeri katkı
ve Lübnan’ın yeniden imarı yönündeki çalışmalarımız 2009 yılında devam etmiştir.
UNIFIL’de görevli Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarının görev süresinin 5 Eylül 2009 ta-
rihinden itibaren bir yıl uzatılması 23 Haziran 2009 tarihinde Yüce Meclisimizce kabul
edilmiştir. UNIFIL’e Sur şehri yakınlarındaki Es-Şatiye’de görev yapan İstihkâm-İnşaat
Bölüğü ve Deniz Görev Gücü’nde bir firkateynle katılımımızı sürdürmekteyiz.
Diğer taraftan, Orta Doğu bölgesinde ve Arap ülkeleri arasında özel konuma sahip olan
Mısır’la ilişkilerimizin her boyutta güçlendirilmesine ve bu ülkeyle bölgesel konularda
yakın diyalog içinde bulunmaya önem vermekteyiz.
Mısır’la ülkemiz arasında gerçekleştirilen üst düzeyli ziyaretler bu ilişkinin geliştirilme-
sinde ayrı önem taşımıştır. Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek 11-12 Şubat 2009
tarihlerinde ülkemizi ziyaret etmiştir. Son olarak, ben Mısır Dışişleri Bakanı Ahmed Abul
Gheit’in davetine icabetle, 1-3 Eylül 2009 tarihlerinde Mısır’a bir ziyaret gerçekleştir-
dim.
Bölgesel konulardaki yaklaşımlarımızın genel olarak örtüştüğü Ürdün’le de ilişkilerimiz
olumlu seyir izlemektedir. Bu çerçevede, Ürdün Dışişleri Bakanı Naser Judeh 19 Ağus-
tos 2009 tarihinde ülkemizi ziyaret etmiştir. Ben ise 10 Eylül 2009 tarihinde Ürdün’e
bir ziyaret gerçekleştirdim. Kral Abdullah’ın da Sayın Cumhurbaşkanımıza bir daveti
bulunmaktadır. Gelişen siyasi ilişkilere paralel olarak ekonomik ilişkilerimiz de güçlen-
mektedir. Bu bağlamda, Ürdün’deki Türk müteahhitlik hizmetleri ve yatırımlarında artış
görülmektedir. Son olarak GAMA firması, Suudi Arabistan sınırındaki DİSİ aküferinden
Amman’a boru hattıyla su nakledilmesine ilişkin yaklaşık 1 milyar Dolarlık proje ihalesini
kazanmıştır. Projenin 2009 yılı sonunda tamamlanması öngörülmektedir.
Son yıllarda Türkiye ile Arap ülkeleri arasında kaydedilen önemli ilerlemelerin diğer bir
somut yansıması Türkiye ile Arap Ligi arasındaki ilişkilerde yakalanan ivmedir. “Türk-
Arap İşbirliği Forumu Çerçeve Anlaşması” uyarınca tesis edilen danışma mekanizmaları-
nın en üst düzeylisi olan Dışişleri Bakanları Toplantılarının ilki, Arap Ligi Zirvesi Başkanı
Suriye ile Arap Ligi Troykası üyeleri Suudi Arabistan, Cezayir, Cibuti Dışişleri Bakanları
ve Arap Ligi Genel Sekreteri’nin katılımıyla 11 Ekim 2008 tarihinde ülkemizde düzen-
lenmiştir. Bu toplantıların ikincisinin önümüzdeki ay Şam’da yapılması öngörülmektedir.
Bugün, geniş finansal ve enerji kaynaklarıyla dünyanın ilgi odağında yer alan Körfez
bölgesiyle ilişkilerimiz, yıl içinde bölge ülkeleriyle gerçekleştirilen karşılıklı üst düzey
ziyaretler ve çok taraflı platformlardaki temaslarımızla gelişmeye devam etmektedir. Bu
bağlamda, Katar Emiri Şeyh Al Thani’nin Ağustos ayında ülkemizi ziyareti ve Sayın Cum-
hurbaşkanımızın Nisan ayında Bahreyn’e, Şubat ve Ekim aylarında Suudi Arabistan’a
gerçekleştirdikleri ziyaretler ile Başbakan ve Bakanlar düzeyinde çok sayıda ziyaret
2009 yılı içinde bölge ülkeleriyle ilişkilerimizin derinlik kazanmasına katkı sağlamıştır.
138
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
Bölgeyle ikili ilişkilerde son dönemde yakalanan bu ivme, Körfez İşbirliği Konseyi’yle
(KİK) 2008 yılında tesis edilen ve KİK ülkeleriyle esasen mevcut olumlu ilişkilerin ve
işbirliğinin yapısal çerçevede daha da geliştirilmesi amacına matuf Stratejik Diyalog’la
pekiştirilmiştir.
Başta siyasi, ekonomik, savunma, güvenlik ve kültür alanları olmak üzere, ortak ilgi
alanına giren çeşitli konularda Dışişleri Bakanları düzeyinde düzenli danışmalara imkân
sağlayacak bu mekanizma, Türkiye’nin Körfez bölgesinin güvenlik ve istikrarına atfettiği
önemi göstermesi ve KİK’in bir ülkeyle sahip olduğu ilk düzenli istişare aracı olması ba-
kımından ayrı önem taşımaktadır. Stratejik Diyalog çerçevesindeki ilk Dışişleri Bakanları
toplantısı 8 Temmuz 2009 tarihinde İstanbul’da düzenlenmiştir.
KİK’le ilişkilerimizde belirleyici unsur ekonomik ve ticari ilişkilerdir. KİK üyesi ülkelerle
gerçekleştirdiğimiz ticaret hacmi son altı yılda sekiz kat artarak 16.6 milyar Dolar sevi-
yesine ulaşmış bulunmaktadır. Bu rakam ticaret hacmimizin %4.9’una denk gelmekte-
dir. KİK üyesi ülkelerle ortak bir serbest ticaret anlaşması (STA) imzalanması amacıyla
KİK Sekretaryası’yla müzakereler sürmektedir.
Ülkemiz, geniş anlamda İslam dünyasıyla ilişkilerimizde önemli işlev gören İslam Kon-
feransı Örgütü’ndeki (İKÖ) öncü konumunu sürdürmektedir. Genel Sekreter Prof.
İhsanoğlu’nun 2013 yılı sonuna kadar Örgüt’ün başında bulunacak olması ve 2014
yılında düzenlenecek İKÖ Zirvesi’nin evsahipliğine adaylığımızı açıklamış bulunmamı-
zın ışığında, ülkemizin kurum içindeki etkinliğinin uzun süre devamı öngörülmektedir.
Ülkemiz İKÖ’nün uluslararası platformdaki görünürlüğünün ve etkinliğinin artmasına ve
örgütün reform sürecini sürdürmesine güçlü destek vermektedir.
Tarihsel ve kültürel bağlarımız bulunan Mağrip ülkeleriyle ilişkilerimizin her bakımdan
geliştirilmesine önem vermekteyiz. Afrika politikamız kapsamında Mağrip ülkelerini kı-
taya açılan kapımız olarak görüyor ve bu ülkelerle ilişkilerimizdeki birikimi bu amaçla
da değerlendirmeyi hedefliyoruz. Öte yandan, Mağrip bölgesinin istikrar ve refahına
atfettiğimiz önem çerçevesinde bölge ülkelerindeki iç siyasi gelişmeleri de yakından
izliyoruz. Bu anlayışla, Mağrip ülkeleriyle uluslararası platformda ve ikili düzeyde temas
ve işbirliğimizi yoğun şekilde sürdürmeyi öngörüyoruz. Bu çerçevede, Afrika’da mevcut
Büyükelçiliklerimize ek olarak Moritanya’yla da yakın zamanda karşılıklı olarak Büyükel-
çilik açılması konusunda teknik düzeyde müzakereler sürdürülmektedir.
Arzumuz Orta Doğu’da refah ve işbirliğinin hüküm sürmesidir. Çok boyutlu, ön alıcı,
yapıcı ve geleceğe dönük politikalarla hem yakın bölgemizde hem de daha geniş çevre-
sinde kalıcı güvenlik ve istikrar ortamının tesisine, ayrıca bölge refahının artışına katkı
sağlamak için çaba göstermekteyiz. Ortak risk ve tehditlerden ziyade karşılıklı çıkar ve
yarara dayalı işbirliği zeminlerine odaklanmak, böylece bölgeyi çatışma ve buhranların
kısır döngüsünden çıkarıp, istikrar ve refah alanına dönüştürmek ve tüm bölge ülkelerini
bu yönde teşvik etmek temel hedeflerimizdir.
139
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
RUSYA FEDERASYONU
Rusya Federasyonu’yla (RF) ilişkilerimiz ve işbirliğimizde 90’lı yılların başından bu yana
önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Sözkonusu yıllarda ekonomik işbirliği genel ilişkilerin
itici gücü rolünü oynarken, 21. yüzyılda ilişkilerimizin siyasi dokusu da gelişmiş ve güç-
lenmiştir.
RF’yla ilişkilerimiz çok yönlü ve dengeli dış politika anlayışımızın başlıca unsurlarından
biridir. Karşılıklı güven ortamının daha da güçlendirilmesi, işbirliğinin geliştirilmesi ve
şeffaf, samimi diyalogun sürdürülmesi RF’ye yönelik politikamızın başlıca unsurlarıdır.
RF’yla siyasi diyalogumuz, karşılıklı üst düzey ziyaretler, çeşitli kurumlar arasında te-
maslar ve Dışişleri Bakanlıkları arasındaki danışmalarla sürdürülebilir bir nitelik kazanmış
ve kurumsallaşmıştır.
Türkiye ve RF tarih, kültür ve ortak coğrafyadan kaynaklanan Avrupa ve Asya özellik-
lerini paylaşmaktadırlar. Avrasya coğrafyasında sürdürülebilir istikrarın tesisi ve korun-
ması her iki ülkenin de çıkarınadır. Kasım 2001’de iki ülke arasında Dışişleri Bakanları
düzeyinde imzalanan “Avrasya’da İşbirliği Eylem Planı” ilişkilerimizi ikili işbirliğinden çok
taraflı ortaklığa taşımış ve Avrasya coğrafyasında “rekabet yerine işbirliği” perspektifini
sunmuştur. Türkiye ile RF arasındaki olumlu ilişkilerin tüm bölgenin barış, istikrar ve
refahına katkıda bulunacağı her iki ülke tarafından paylaşılan bir olgudur. Bu tarihten
sonra, iki ülke arasında her seviyede üst düzey ziyaretler ivme kazanmış; bu bağlamda
örneğin, 2005 yılında Sayın Başbakanımız RF’na üç kez çalışma ziyaretinde bulunmuş;
Dışişleri Bakanı düzeyi dâhil birçok Bakanımız sık sık RF’nu ziyaret etmiş; Rus tarafın-
dan da, Devlet Başkanı Putin ve Dışişleri Bakanı’nın yanısıra, çeşitli Bakanlar düzeyinde
ülkemize çok sayıda ziyaret gerçekleşmiştir.
Sayın Cumhurbaşkanımız, 12-15 Şubat 2009 tarihleri arasında RF’nu ziyaret etmiş; bu
ziyaret, bu ülkeye Türkiye’den yapılan ilk devlet ziyareti olması, ziyaretin tarihsel ve
kültürel bağlarımız olan kardeş Tataristan Cumhuriyeti’ni de kapsaması ve Tataristan’a
Cumhurbaşkanı düzeyinde ülkemizden yapılan ilk ziyaret olması itibariyle önem arzetmiş-
tir. Ziyaret sırasında Sayın Cumhurbaşkanımız ile RF Devlet Başkanı Medvedev tarafın-
dan imzalanan Ortak Deklarasyon’la, Devlet Başkanı Putin’in Aralık 2004’te Türkiye’yi
ziyareti sırasında imzalanan Ortak Deklarasyon’da yer alan “çok boyutlu güçlendirilmiş
ortaklık” hedefine ulaşıldığı teyit edilmiş, yeni Deklarasyon’un başlığında da belirtildiği
üzere “ilişkilerin yeni bir aşamaya doğru ilerlemesi ve dostluğun ve çok boyutlu ortaklı-
ğın daha da derinleştirilmesi” hususunda varılan mutabakat vurgulanarak, önümüzdeki
dönem için ilişkilerimizin bir nevi yol haritası belirlenmiştir.
Sayın Başbakanımız 15-16 Mayıs 2009 tarihlerinde, RF Başbakanı Putin’in davetine
icabetle Soçi’yi ziyaret etmiştir. RF Başbakanı Vladimir Putin, 6 Ağustos 2009 tarihinde
ülkemize bir çalışma ziyareti gerçekleştirerek, Sayın Başbakanımızla görüşmüş ve Sayın
Cumhurbaşkanımız tarafından da kabul edilmiştir.
Ayrıca, TBMM Başkanı Sayın Köksal Toptan’ın, RF Federasyon Konseyi Başkanı Sergey
Mironov’un davetine icabetle 21-24 Haziran 2009 Moskova ve St. Petersburg’u ziya-
140
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
141
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
142
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
143
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
rıyla sürmektedir. Aralarında ciddi siyasi ihtilaflar bulunan bu beş ülkenin, benzer ilke
ve amaçlar doğrultusunda bir masa etrafında toplanmalarının kolay bir hedef olmadığı
takdir edilecektir. Bununla birlikte, katılımcı ülkelerin şimdiye kadar düzenlenen hazırlık
toplantılarında yapıcı ve destekleyici bir tutum almaları, KİİP’in geleceği açısından umut
vericidir.
Yakın insani ilişkilerimize ilaveten kültürel ve tarihi bağlarla bağlı bulunduğumuz Azer-
baycan, ülkemiz dış politikasındaki öncelikli yerini, geçmişte olduğu gibi bugün de mu-
hafaza etmektedir. Azerbaycan’la ilişkilerimizi, egemen eşitlik ve içişlerine karışmama
ilkeleri çerçevesinde yürütmekteyiz. Ülkelerimiz arasındaki özel ilişkilerin ve stratejik
işbirliğinin bir sonucu olarak, Azerbaycan’la her düzeyde ve her konuda dayanışma or-
tamının yaratılmasına önem veriyoruz.
Bu çerçevede, Ermenistan’la başlattığımız ilişkilerin normalleşmesine yönelik çabala-
rımızın Azerbaycan için hassasiyet arzettiğinin bilinci içinde, sürecin her aşamasında
Azerbaycan üst düzey yönetimine gerekli bilgilendirmede bulunmaya özen gösterdik.
Bu temasların sadece son dönemdeki birkaçını sıralamak gerekirse; Sayın Başbakanı-
mız, 12-13 Mayıs 2009 tarihlerinde Azerbaycan’ı ziyaret etmiş, ziyaret çerçevesinde
Cumhurbaşkanı Aliyev tarafından kabul edilmiş ve Azerbaycan Milli Meclisine hitaben
bir konuşma yapmıştır. Ben de, Bakanlık görevimi üstlenişimin ardından, KKTC’den
sonra ilk yurtdışı ziyaretimi 25-26 Mayıs 2009 tarihlerinde Azerbaycan’a yaptım. Sayın
TBMM Başkanımız, 26-27 Eylül 2009 tarihlerinde Azerbaycan’ı ziyaret etmiştir. Sayın
Cumhurbaşkanımız, Nahçıvan’da düzenlenen Türk Dili Konuşan Ülkeler Devlet Başkan-
ları Zirvesi’ne katılmak üzere 2-3 Ekim 2009 tarihlerinde Azerbaycan’a gitmiş, Sayın
Cumhurbaşkanımız ve Cumhurbaşkanı Aliyev, Zirve marjında, benim ve Azeri mevki-
daşımın da katılımıyla dörtlü bir görüşme yapmışlardır. Ayrıca, 22 Ekim 2009 tarihinde
KEİ Dışişleri Bakanları toplantısına katılmak üzere gittiğim Bakü’de Cumhurbaşkanı Ali-
yev tarafından kabul edildim. Tüm bu temas ve ziyaretler, Azerbaycan kamuoyunda,
Ermenistan’la devam eden normalleşme süreci hakkında ortaya çıkan soru işaretlerinin
giderilmesi ve iki ülke arasındaki karşılıklı anlayış ve güvenin teyidi bakımından faydalı
olmuştur.
Bu temasların da neticesi olarak, Azerbaycan yönetimi Hükümetimizin Ermenistan’la
başlatılan normalleşme sürecine ilişkin yaklaşımını ve maksatlarını açıkça bilmektedir.
Bununla birlikte, Azerbaycan kamuoyunun çeşitli kesimlerinin kendileri için önem taşı-
yan bu konuda zaman zaman duygusal tepkiler verebildikleri veya duygusal yönü ağır
basan açıklamalar yapabildikleri görülmektedir. Esasen Azerbaycan için olduğu kadar,
ülkemiz açısından da hassasiyet taşıyan bir konuda gösterilen bu tür duygusal tepkile-
rin, maksadını aşarak iki ülke arasındaki ilişkilere olumsuz yansıyacak boyutlara ulaş-
maması için gerekli tedbirlerin karşılıklı olarak alınması gerektiği yönünde Azerbaycan
nezdindeki girişim ve telkinlerimiz sürecektir.
Azerbaycan’la stratejik bir nitelik taşıyan ilişkilerimiz ve işbirliğimiz, sadece siyasi düz-
lemde değil, ekonomik boyutuyla da gelişmekte ve çeşitlenmektedir. Bugün Türkiye,
Azerbaycan’ın enerji dışındaki sektörlerine en fazla yatırım yapan ülke konumunu sürdür-
144
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
mektedir. Türk yatırımları, yarısı petrol dışındaki sektörler olmak üzere, 6 milyar Dolara
ulaşmış olup, her geçen yıl artmaktadır. Öte yandan, Azeri iş çevrelerinin Azerbaycan
dışındaki toplam 3 milyar Dolar tutarındaki yatırımlarının 2,5 milyar Doları Türkiye’dedir.
Gürcistan’la ilişkilerimizdeki istikrarlı gelişme devam etmektedir. Gürcistan’ın, Avrasya
ulaşım ve enerji nakil hatları üzerinde, BTC petrol ve BTE doğalgaz boru hatları ile BTK
demiryolu projesi güzergâhı üzerinde bulunması, ilişkilerimize ayrı bir boyut kazandır-
maktadır.
Sayın Başbakanımız, Sarp Sınır Kapısı’nın modernizasyonu tamamlanan Türkiye bölü-
münün açılışını yapmak üzere 5 Mart 2009’da Batum’u ziyaret etmiş ve törene katılan
Devlet Başkanı Saakaşvili’yle bir görüşme yapmıştır. Tarafımdan da Gürcü mevkidaşım
Vaşadze’nin davetine icabetle 7-8 Eylül 2009 tarihlerinde Gürcistan’a resmi bir ziyaret-
te bulunulmuştur. Mevkidaşımla ikili resmi ziyaretlerin haricinde, çeşitli uluslararası top-
lantılar vesilesiyle de biraraya gelerek, gerek ikili ilişkilerimizi, gerek bölgesel gelişmeleri
ilgilendiren konularda görüş alışverişinde bulunmaktayız.
Gürcistan Devlet Başkanı Saakaşvili ise, 13 Temmuz 2009’da yapılan Nabucco Hü-
kümetlerarası Anlaşması’nın imza töreni vesilesiyle bulunduğu Ankara’da Sayın Cum-
hurbaşkanımız ve Sayın Başbakanımızla ikili görüşmeler yapmıştır. Ayrıca, dönemin
Gürcistan Başbakanı Mgaloblişvili, ilk yurtdışı resmi ziyaretini 23-24 Aralık 2008’de
Türkiye’ye yapmış; adıgeçenin sağlık sorunları nedeniyle istifasını takiben bu göreve
atanan Başbakan Gilauri ise Dünya Bankası-IMF Yıllık Toplantısı vesilesiyle bulunduğu
İstanbul’da 7 Ekim 2009’da Sayın Başbakanımızla ikili bir görüşmede biraraya gelmiştir.
Diğer taraftan, “Gül Devrimi”nin ardından Gürcistan’da yaşanan ekonomik iyileşme ve
yabancı yatırım ortamının iyileştirilmesi sonucunda ekonomik ve ticari ilişkilerimizde
yaşanan gelişme devam etmektedir. 2002’de 241 milyon Dolar seviyesinde olan ikili
ticaret hacmimiz bugün 2 milyar Dolar düzeyine yaklaşmıştır. Halen Gürcistan’ın birinci
ticaret ortağı olan Türkiye, ayrıca en büyük dördüncü yatırımcı ülke konumundadır. Öte
yandan, Batum Havalimanı’nın Türkiye ve Gürcistan tarafından ortak işletilmesi, vatan-
daşlarımızın karşılıklı ziyaretlerinde 90 güne kadar vize muafiyeti bulunması, Serbest Ti-
caret Anlaşması’nın yürürlüğe girmesi ve Sarp Sınır Kapısı’nın “tek-pencere” modelinde
işletilmesine yönelik çalışmalar, ikili ilişkilerimizin geldiği aşamayı göstermesi yönünden
dikkat çekicidir.
Gürcistan’ın toprak bütünlüğünün korunması ve Abhazya ile Güney Osetya ihtilaflarına
Gürcistan’ın uluslararası tanınmış sınırları içinde çözüm bulunmasına yönelik politikamız
kararlılıkla sürdürülmektedir. Ancak Ağustos 2008’de Gürcistan ve RF arasında yaşa-
nan ihtilafı takiben RF’nun anılan bölgelerin bağımsızlıklarını tanıması; bu karara, aradan
geçen bir yılı aşkın süre zarfında sadece Nikaragua ve Venezuela’nın katılmış olmala-
rına rağmen, ihtilafların çözümünü daha da güçleştirmiştir. Böyle kritik bir dönemde,
Gürcistan’da görev yapan BM ve AGİT gözlem misyonlarının görev yönergelerinin sona
ermesi, olumsuz bir gelişme olmuştur. Bu çerçevede, bölgesel güvenlik ve istikrarın ka-
145
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
lıcı bir şekilde temininde bir tehdit olarak gördüğümüz bu ihtilafların Gürcistan’ın toprak
bütünlüğü içinde çözümü yönünde uluslararası toplum tarafından sürdürülen girişimleri
destekliyor, ayrıca bu amaçla önalıcı girişimlerde bulunmaya önem veriyoruz.
Diğer taraftan TİKA tarafından, Ağustos 2008 olaylarında zarar gören Gori kentinde
100 konut inşasını içeren bir proje yürütülmüş olup, inşaatı tamamlanan sözkonusu
konutlar sahiplerine teslim edilmiştir.
Geçtiğimiz dönemde Gürcistan’la ilişkilerimizde sıkıntı yaratan bir konu, başka ülke ban-
dıralı olmakla birlikte Türk şirketlerine ait iki gemiye Ağustos 2009’da Gürcistan tara-
fından, ihtilaflı Abhazya bölgesine yük taşıdıkları gerekçesiyle uluslararası sularda el ko-
nulmasıdır. Mevcut iyi komşuluk ilişkilerimizle bağdaşmayan bu uygulama, uluslararası
hukukun da açık bir ihlalini teşkil etmiştir. Duyduğumuz rahatsızlık diplomatik kanallarla
ve ayrıca 7-8 Eylül 2009 tarihlerinde Gürcistan’ı ziyaretim sırasında Gürcü tarafına
iletilmiştir. Temaslarımda, ileride bu tür olayların önlenmesi için alınabilecek tedbirler
üzerinde de durulmuştur. Ziyaretimin akabinde ise sözkonusu gemi olaylarıyla ilgili ola-
rak Gürcistan’da tutuklu bulunan son vatandaşımızın serbest bırakılması tarafımızdan
memnuniyetle karşılanmıştır.
Gürcistan’ın Abhazya’ya yönelik olarak 1995’ten bu yana uyguladığı ambargoyla Ağus-
tos 2008 olaylarını takiben Gürcistan Parlamentosunca kabul edilen “İşgal Altındaki
Topraklara Dair Kanun” hükümlerine dayandırdığı sözkonusu uygulaması, Türkiye ve
Gürcistan ikili ilişkilerinin yanısıra, RF ve Gürcistan arasında süregelen ihtilaf çerçeve-
sinde Karadeniz güvenliği bağlamında da önem taşımaktadır.
Diğer taraftan, Ahıska Türklerinin Gürcistan’daki ata topraklarına dönüşleri konusu Gür-
cü makamlarıyla temaslarımızda gündeme getirilen önemli bir konu olmaya devam et-
mektedir. Bu çerçevede, Gürcistan Parlamentosu’nca Temmuz 2007’de onaylanarak 1
Ocak 2008 itibarıyla uygulanmaya başlanan, Ahıska Türklerinin Gürcistan’a dönüşleri-
nin yasal çerçevesini oluşturan Yasa tarafımızdan memnuniyetle karşılanmıştır. Ağus-
tos 2008 olaylarının Yasa’nın uygulanmasını olumsuz etkilemesi nedeniyle, Yasa’da
öngörülen başvuru süresi Gürcü makamlarınca son olarak 1 Ocak 2010 tarihine kadar
uzatılmıştır. Tarafımızdan bu dönemde, başvuru sürecinin sorunsuz işlemesi ve Yasa’da
mevcut bazı pürüzlerin giderilmesi için çaba harcanmakta; ayrıca, dönüş sonrasında ge-
rek Gürcistan’a dönecek Ahıska Türklerinin, gerek dönecekleri bölgede hâlihazırda yaşa-
yan halkın istifade edebileceği kapsamlı projeler geliştirilmesine gayret gösterilmektedir.
Ermenistan’la iyi komşuluk ilkesi çerçevesinde şekillenen normal ilişkilerin tesisi ama-
cıyla başlattığımız çabaları da, bu bölgede kriz odağı olan sorunların çözümüne yönelik
anlayışımız doğrultusunda değerlendirmekteyiz. Sözkonusu süreç, sadece aynı coğraf-
yayı paylaştığımız bir komşu ülkeyle mevcut sorunlarımızı ortadan kaldırmayı değil, aynı
zamanda Güney Kafkasya’da sürdürülebilir bir barış ortamının yaratılmasını kolaylaştır-
mayı da amaçlamaktadır.
146
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
2007 yılından itibaren İsviçre’nin kolaylaştırıcılığında iki ülke arasında yürütülen diyalog
süreci, 6 Eylül 2008’de Sayın Cumhurbaşkanımızın Erivan’a yaptığı ziyaret sonrasında
hız kazanmış; bu çerçevede, selefim Sayın Ali Babacan Eylül 2008-Nisan 2009 dö-
neminde Ermeni mevkidaşıyla ikili formatta yedi görüşme yapılmıştır. Sözkonusu üst
düzeyli siyasi diyalog çerçevesinde, iki ülke ilişkilerinin normal bir zemine oturtulması
amacıyla hazırlanan diplomatik ilişkilerin tesisi ve ikili ilişkilerin geliştirilmesine dair Pro-
tokoller, 10 Ekim 2009 tarihinde Zürih’te düzenlenen bir tören sırasında imzalanmıştır.
Onay için TBMM’ye sevkedilmiş bulunan sözkonusu Protokollere ilişkin nihai karar Yüce
Meclisimiz tarafından alınacaktır. (Protokoller hakkında ˝1915 olayları˝ başlığını taşı-
yan müteakip bölümde daha ayrıntılı bilgi verilmektedir).
Protokollerin imzalanmasının ardından Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ın 14 Ekim
2009 tarihinde Türkiye-Ermenistan milli futbol takımları arasında oynanan rövanş maçı-
nı izlemek üzere ülkemizi ziyareti vesilesiyle Sayın Cumhurbaşkanımız Ermeni mevkida-
şıyla başbaşa ve heyetlerarası görüşmelerde bulunmuştur.
Bölgemizin kalıcı bir barış ve istikrara kavuşması için Türkiye-Ermenistan ilişkilerindeki
normalleşmenin yeterli olmayacağı ve bu çabalara paralel olarak Azerbaycan’la Erme-
nistan arasında devam eden Yukarı Karabağ sorununun çözümü için de somut adımların
atılmasının gerekliliği, Ermenistan’la başlatılan sürecin başından beri Sayın Başbakanı-
mız başta olmak üzere tüm üst düzey yetkililerimizce vurgulanan bir husus olmuştur.
Diğer taraftan, Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde yaşanacak olumlu yöndeki gelişmelerin,
Azerbaycan ve Ermenistan arasında Yukarı Karabağ sorununun çözümü amacıyla yü-
rütülen müzakerelere de olumlu etki edeceği düşüncesindeyiz. Nitekim, Türkiye-Erme-
nistan normalleşme sürecinde sağlanan ilerlemeye paralel olarak son dönemde Azer-
baycan-Ermenistan Devlet Başkanları arasındaki görüşmeler sürecinin de hız kazandığı
görülmektedir. Ülkemiz son dönemde, Azerbaycan topraklarının haksız işgalinin sona
ermesi ve Yukarı Karabağ sorununun çözümü yönünde ivedilikle somut adımlar atılabil-
mesi için çözüm müzakerelerinin yürütüldüğü AGİT Minsk Grubunun daha etkin hale ge-
tirilmesi yönündeki diplomatik çabalarına hız vermiştir. Bu amaçla, özellikle Eşbaşkanlığı
yürüten ABD, Fransa ve RF nezdinde üst düzeyli girişimlerimiz sürmektedir.
1915 OLAYLARI
Türkiye, küresel ve bölgesel düzeyde etrafında yaşanan hızlı değişim ve dönüşüm süre-
cinde ortaya çıkabilecek yeni gerilim ve sorunların krize dönüşmeden çözümlenmesini
ve doğan fırsatlardan hem ulusal çıkarların geliştirilmesi, hem de küresel barış, istikrar
ve refahın yaygınlaştırılması yönünde yararlanılmasını amaçlayan barış vizyonuna odak-
lı, proaktif ve sonuç almaya yönelik etkin bir dış politika izlemektedir.
Bu anlayışla Türkiye, uluslararası hukuk ilkeleri zemininde kapsamlı ve kalıcı barışın
sağlanması için, mevcut ihtilafların barışçı yollardan çözümlenerek bölgede güvenlik
ve istikrarın güçlendirilmesini, bölgesel işbirliğinin ve refahın önünde uyuşmazlıkların
teşkil ettiği engelin, ülkemizin menfaatlerine halel getirilmeksizin, ortadan kaldırılmasını
hedeflemektedir.
147
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
148
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
de bulunduğu gibi iddiaların hukuken herhangi bir geçerliliği olmadığı yeniden vurgulan-
mış olmaktadır.
Öte yandan, Protokoller, Türkiye ile Ermenistan arasında ilişki kurulduğunda, bu ilişkinin
hangi esaslara göre yürütüleceğini belirleyen birçok hüküm içermektedir. Ayrıca, ilişki
kurulduğu takdirde işbirliği alanlarını da tadat etmektedir. Ermenistan üzerine düşen
yükümlülükleri, kendisinden beklenenleri yerine getirebildiği takdirde, iki komşu devlet
arasındaki ilişkiler başka birçok ülkeye ve coğrafyaya örnek olacak şekilde, sağlıklı bir
yapıya dayanarak normalleşecektir.
Türkiye, gerekli koşullar oluştuğu takdirde, Ermenistan’la ilişkilerinin, normalleşmesini
samimiyetle istemektedir. Bu bağlamda, geçmişte asırlar boyu birlikte yaşamış olan
Türk Milleti ile Ermeni Milletinin ilişkilerini düzeltmek, yeniden yakınlaşmalarını sağlamak
önemli bir görevdir.
TBMM’nin, Türkiye ile Ermenistan arasında Ortak Tarih Komisyonu kurulması konu-
sunda 13 Nisan 2005 günü oy birliğiyle kabul ettiği deklarasyonda “Türk ve Ermeni
Uluslarını barıştırmak” amacı vurgulanmıştı. Ortak Tarih Komisyonu kurulması önerisi
Sayın Başbakanımız tarafından dönemin Ermenistan Cumhurbaşkanına da bir mektupla
iletilmiş, ancak, önerimiz bugüne kadar hayata geçirilememiştir.
“Türkiye Cumhuriyeti ile Ermenistan Cumhuriyeti arasında İlişkilerin Geliştirilmesine Dair
Protokol”de, iki halk arasında karşılıklı güvenin yeniden tesis edilmesi amacıyla mevcut
sorunların, tanımlanmasına ve tavsiyelerde bulunulmasına yönelik çalışmalar yapacak
bir Tarihsel Boyut Alt Komisyonu kurulması öngörülmektedir.
İki Hükümet arasında oluşturulacak Komisyonun çatısı altında yer alacak bu Tarihsel
Boyut Alt Komisyonu’nun yapacağı çalışmalarda tarihsel kaynak ve arşivleri tarafsız
ve bilimsel bir incelemeye tabi tutması Protokolde kayıt altına alınmıştır. Tarih alanında
mevcut sorunların tanımlanması ve tavsiyelerde bulunulması, tarihsel kaynak ve arşiv-
lerde tarafsız bilimsel inceleme yapılması taahhüdü metnin hem işlem, hem de uygula-
ma bölümlerinde iki kez yer almaktadır.
Tarihsel Boyut Alt Komisyonu Protokolde vasıflandırılmış olan tek alt komisyondur. Bu
durum Tarihsel Boyut Alt Komisyonu’na öncelikli bir konum vermektedir.
Böylece, 2005 Nisan ayında TBMM’nin oybirliğiyle Osmanlı Ermenileri tarihini ve 1915
olaylarını ortak bir girişimle incelemek ve değerlendirmek, tarihi gerçekleri bilimsel araş-
tırmayla gün ışığına çıkarmak üzere Ermeni Hükümeti’ne önermeyi kararlaştırdığı Tür-
kiye-Ermenistan Ortak Tarih Komisyonu’ndan esinlenen bir yapı iki ülke hükümetlerinin
oluşturacakları çatı altında gerçekleştirilmiş olacaktır.
Protokolde öngörülen diğer alt-komisyonlar gibi Tarihsel Boyut Alt Komisyonunun da
görev yönergesi bilahare belirlenecektir. Bu görev yönergesinde 1915 olaylarına ilişkin
tarihsel gerçeklerin, önyargılardan arınmış bilimsel yöntemlerle ortaya konulmasına iliş-
kin tüm hususlar açıklıkla yer alacaktır.
149
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
İki ulusun hafıza çatışmasını geride bırakarak adil hafızaya ulaşmalarının yegâne yolu bu
bilimsel çalışmanın gerçekleştirilmesidir. Çocuklarımızın ve gelecek nesillerin karşılıklı ön
yargı, husumet ve intikam duygularından korunması ve yeniden güçlü bir dostluk inşa
etmeleri ancak bu şekilde mümkün olabilecektir.
Türkiye, infilak edebilecek ihtilafların çözümlendiği, kapsamlı normalleşmenin sağlandı-
ğı, tüm sınırların açıldığı, serbestçe kullanıldığı, karşılıklı bağımlılıkların oluştuğu, ekono-
mik entegrasyonun kurulduğu, etnik birlikteliğin yeniden zenginlik addedildiği ve siyasi
bağların olabildiğince güçlendiği, refah üreten bir düzene kavuşmuş, istikrarlı bir Güney
Kafkasya öngörmekte, çabalarını bu siyasi projenin gerçekleşmesine teksif etmektedir.
Kafkaslar’da, kapsamlı barışın önündeki en ciddi engeli teşkil eden Azerbaycan-Ermenis-
tan ihtilafının uluslararası hukuk normları ve uluslararası kararlar zemininde çözümlen-
mesi bu bölgesel vizyonun öncelikli unsurudur.
Türkiye’nin çabaları, aynı zamanda, Azerbaycan’ın topraklarındaki işgalin son bulmasını
sağlayacak, kapsamlı bir bölgesel barış zemini oluşturmaya yöneliktir.
Nitekim, Protokollerin imzalanmasından önce, 22 Nisan 2009 tarihinde, Ermenistan ve
İsviçre’yle yapılan ilk ortak açıklamada, “ikili ilişkilerin normalleştirilmesine ve bu suretle
tüm bölgede barış, güvenlik ve istikrarın ileri götürülmesine” vurgu yapılmıştır.
İmzalanan İlişkilerin Geliştirilmesine dair Protokolün giriş bölümünde “Bölgesel ve ulus-
lararası uyuşmazlık ve çatışmaların uluslararası hukuk ilkeleri ve normları temelinde ba-
rışçı şekilde çözümlenmesi” ifadesi yer almaktadır. Bu hükmün Yukarı Karabağ ihtilafına
işaret ettiği açıktır.
Ayrıca, Diplomatik İlişkilerin Tesisine dair Protokolde, “toprak bütünlüğü ve sınırların
dokunulmazlığı ilkelerine saygı gösterilmesi ve saygı gösterilmesinin sağlanması” hu-
susunun altı çizilmektedir. Bu taahhüt Yukarı Karabağ sorununun halli için izlenmesi
gereken yönteme ışık tutmaktadır.
Türkiye-Ermenistan görüşmeleri başladığından bu yana, Minsk Sürecinin çalışmaları hız-
lanmış, uluslararası camianın Azerbaycan-Ermenistan ihtilafının halledilmesi yönündeki
çabaları yoğunlaşmıştır. Sorun yeniden dünya gündemine taşınmıştır.
Bir yıldan kısa bir süre içinde, Azerbaycan ve Ermenistan Cumhurbaşkanları 7 kere
buluşmuşlardır ve meselenin çözümünde ilerleme konularını ele almışlardır. Son olarak,
Azerbaycan ve Ermenistan Cumhurbaşkanları 8 Ekim günü Kişinev’de biraraya gelmiş-
lerdir.
Türkiye, Azerbaycan-Ermenistan ihtilafına ilişkin gelişmeleri çok yakından izlemekte ve
bu sorunun halledilmesi için elinden geleni yapmaktadır.
ORTA ASYA
Orta Asya Cumhuriyetleri, tarihi ve soy yakınlığımız ile kültür ve dil bağlarımızın yanısı-
ra, ülkemizin Avrasya coğrafyasına yönelik dış politikası bakımından önem taşımaktadır.
Bölge ülkelerinin bir yandan bağımsız, müreffeh, siyasi ve ekonomik istikrara sahip,
150
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
151
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
resmi ziyaret sırasında iki ülke arasındaki ilişkilerin stratejik ortaklık seviyesine çıkarıl-
masına imkân sağlayacak Stratejik Ortaklık Anlaşması imzalanmıştır. Diğer yandan, iki
ülke arasında uluslararası örgütlerde karşılıklı destek tatmin edici düzeydedir. Türk Dili
Konuşan Ülkeler Devlet Başkanları Zirveler sürecinin devamlılığına ve kurumsallaşması-
na en büyük katkıyı Kazakistan sağlamaktadır.
Türkmenistan’ın, Gurbanguli Berdimuhamedov’un liderliğinde bölgesel ve uluslararası
planda dışa açılım politikasını ve reform çabalarını olumlu karşılamaktayız. Son dönem-
de üst düzey ziyaret ve toplantılar sonucu Türkmenistan’la ilişkilerimizde açılım sağlan-
mış olması memnuniyet vericidir. Mevcut potansiyelimizin bu ilişkilerimizin daha ileri dü-
zeylere taşınabilmesine imkân verdiğine inanmaktayız. Başta NABUCCO projesi olmak
üzere, Türkmenistan’la enerji alanındaki işbirliği önem taşımaktadır. Son olarak Türkmen
Cumhurbaşkanı beraberinde Dışişleri Bakanı ve üç Başbakan Yardımcısı olduğu halde
27-28 Ağustos 2009 tarihlerinde Antalya’ya bir çalışma ziyaretinde bulunmuştur. Bu
vesileyle gerçekleştirilen görüşmelerde, turizm alanında işbirliği, Türkmen gazının Hazar
üzerinden Batıya nakli ve Türkmenistan ile Azerbaycan’ın Hazar Denizindeki sınır anlaş-
mazlığı konuları ele alınmıştır.
Özbekistan, coğrafi konumu, doğal kaynakları, nüfus ve yetişmiş insan gücüyle Orta
Asya’da önemli bir konuma sahiptir. Özbekistan’la ilişkilerimiz arzu edilen seviyede de-
ğildir. Bu ülkeyle ilişkilerimize önem atfediyor, yeni bir dönemin açılmasını samimiyetle
diliyoruz. Birbirimizi daha iyi anlayabilmek için her seviyede diyalogun sağlanması, üst
düzey ziyaretlerin gerçekleştirilmesi gerektiğine inanıyor ve bu yönde çaba harcıyoruz.
Özbekistan Dışişleri Bakanı Norov’la BM 64. Genel Kurulu marjında 29 Eylül 2009 tari-
hinde New York’da biraraya gelerek kendisini ülkemize davet ettim. Görüşmemizde ikili
ilişkilerde yapılacak açılımla yeni bir döneme girilmesi hususunu ele aldık.
Kırgızistan’la ilişki ve işbirliğimiz kardeşlik bağlarımıza yakışır şekilde olumlu bir se-
yir izlemektedir. Uluslararası örgütlerde karşılıklı destek tatmin edici düzeydedir.
Kırgızistan’ın demokrasisini geliştirme bakımından katettiği mesafe sevindiricidir. Türki-
ye, Kırgızistan’ın demokratik reformlarla beraber ekonomik kalkınmasını da sürdürmesi-
ni arzu etmekte ve Kırgızistan’ı imkânları nispetinde desteklemektedir. Sayın Cumhur-
başkanımız geçtiğimiz Mayıs ayında Kırgızistan’ı ziyaret etmiştir.
Tacikistan’la ilişkilerimizin seviyesi memnuniyet vericidir. Sayın Cumhurbaşkanımızın
geçtiğimiz Mayıs ayında yaptığı ziyaret ile Tacikistan Cumhurbaşkanı İmamali Rahman’ın
2009 Mart ayında Dünya Su Forumu münasebetiyle ülkemizi ziyareti sırasındaki görüş-
melerde, ilişkilerin geliştirilerek derinleştirilmesine yönelik olarak karşılıklı siyasi irade bir
kez daha teyit edilmiştir. Afganistan menşeli terör odakları ve narkotik kaçakçılık gibi
tehditlere maruz kalan bu dost ülkenin istikrar ve refah arayışlarına katkıda bulunmayı
sürdüreceğiz.
Moğolistan toprakları tarihte ilk Türk Devletlerine ev sahipliği yapmıştır. Türk ve Moğol
ulusları arasında kökünü ortak tarih ve kültürel değerlerimizden alan kardeşlik bağları
152
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
153
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
milyon Dolar tutarında kalkınma projesine imza atmıştır. Eğitim, sağlık, tarım, güvenlik,
su ve enerji, diyanet, bayındırlık, kültür ve yönetişim gibi çeşitli alanlarda 96 projesi
bulunan Vardak İl İmar Ekibimiz, vilayetinin dokuz ilçesinin her birinde Türkiye’nin kalıcı
katkısını ortaya koyan projeler gerçekleştirmiştir. Bu çerçevede İl İmar Ekibimiz, Tarım
Meslek Lisesi, öğrenci yurdu, su deposu, ilkokul, ortaokul, kız lisesi, cami ve sosyal
kompleksi, tarım ürünleri için soğuk hava deposu, kadın sağlığı kliniği, veteriner kliniği,
spor kompleksi, sokak aydınlatması ve çocuk parkı inşaatı ile içme suyu kuyuları açılma-
sı gibi imar faaliyetlerinde bulunmaktadır. Ayrıca, kentteki Afgan Ulusal Polis güçlerinin
eğitimine de katkıda bulunmaktadır. İl İmar Ekibimizce Meydan Vardak’ta yetişkin kadın-
lara ve kız çocuklara yönelik olarak başlatılan kurslar kapsamında şimdiye dek binlerce
kişiye okuma-yazma öğretilmiştir.
Türkiye’nin Afganistan’daki projelerini daha da kapsamlı kılmak ve dost Afgan halkına
erişimini geliştirmek amacıyla Afganistan’ın kuzeyinde Cevizcan ve Sarıpul vilayetle-
rinde ikinci bir İl İmar Ekibi kurulmasına ilişkin çalışmalara başlanmıştır. İl İmar Ekibinin
gelecek yıl içinde faaliyetlerine başlaması planlanmaktadır.
2009 yılı içinde, selefim, Şanghay İşbirliği Örgütü Afganistan Özel Konferansı ile hemen
akabinde BM himayesinde Lahey’de tertiplenen Uluslararası Afganistan Konferansına
katılmıştır. Görevimi üstlenmemin ardından yaptığım ilk dış seyahatler kapsamında geç-
tiğimiz Haziran ayında Afganistan’ı ziyaret ettim. Ziyaretim vesilesiyle, Türkiye ile Afga-
nistan arasında stratejik diyalog mekanizması kurulması yönünde bir karar da alınmıştır.
Öte yandan, uzun ve zorlu bir seçim sürecinden sonra yeniden seçilen Cumhurbaşkanı
Hamid Karzai ilk dış ziyaretini İstanbul’a yapmış olup, 19 Kasım’da düzenlenecek yemin
törenine çok sayıda Dışişleri Bakanıyla birlikte ben de katılacağım. Geniş ve kritik önem-
deki bir bölgenin odağında yer alan Afganistan’ın huzur, barış ve refaha kavuşturulması
yolundaki uluslararası çabalarda Türkiye önemli bir işlev üstlenmeyi sürdürecektir.
Dost ve kardeş Pakistan’la, köklerini tarihten alan ilişkilerimiz mükemmel bir düzeyde
sürmektedir. Sayın Başbakanımızın 24-26 Ekim 2009 tarihlerinde bu ülkeye gerçek-
leştirdiği ve benim de iştirak ettiğim resmi ziyaret, emsalsiz olarak nitelendirdiğimiz
işbirliğinin daha da ileri götürülmesi bakımından yeni bir sayfa açmıştır. İkili ilişkileri-
mizin her alanda ilerletilmesi konusunda mevcut irade birliği, iki ülke Başbakanlarının
eşbaşkanlığını yapacağı Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyinin kurulmasıyla teyit edilmiş ve
bunun kuvveden fiile geçirilmesine yönelik önemli bir adım teşkil etmiştir. İslamabad’da
imzalanan Ortak Siyasi Bildiri’yle tesis edilen Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi, siyasi,
diplomatik, ekonomik, ticari, enerji, güvenlik, askeri ve kültür alanlarındaki işbirliğinin
ileri götürülmesini sağlayacak bir denetim ve yönlendirme mekanizması teşkil edecektir.
Türkiye, bölgesinde barış ve istikrarın korunması konusunda önemli bir rol oynayan
Pakistan’da son dönemde artış gösteren terör olaylarını kaygıyla izlemektedir. Pakistan’ın
güven ve istikrar içinde olması, bölgenin istikrarı bakımından büyük önemi haizdir. Bu
anlayışla, ikili işbirliği gayretlerine paralel olarak, uluslararası toplumun ilgi ve desteğini
154
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
155
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Bölgenin diğer ülkeleri olan Bangladeş, Sri Lanka, Maldivler, Nepal ve Butan’la ilişkile-
rimizde son dönemde memnuniyet verici düzeyde ilerleme kaydedilmiştir. Kardeş ülke
Bangladeş’le ilişkilerin her alanda daha da geliştirilmesi yönünde karşılıklı siyasi irade
mevcuttur. Sözkonusu irade, son olarak, İSEDAK Zirvesi vesilesiyle bu ay İstanbul’u
ziyaret eden Bangladeş Cumhurbaşkanı Zillur Rahman tarafından da teyit edilmiştir.
Sri Lanka Cumhurbaşkanı Mahinda Rajapaksa’nın geçtiğimiz yıl Aralık ayında ülkemize
gerçekleştirdiği ziyaret ülkelerimiz arasında bu düzeydeki ilk ziyaret olması bakımından
büyük önem taşımış ve ilişkilerimize ivme kazandırmıştır. Maldivler’le özellikle ekonomi
ve eğitim alanlarında işbirliği imkânlarının arttırılması yönündeki çalışmalarımız sürmek-
tedir. Geçtiğimiz yıl Cumhuriyet ilan eden ve tarihi bir dönüşümden geçmekte olan
Nepal’le ilişkilerimiz, ülkemizin insani nedenlerle yıl içinde anılan ülkeye yapmış olduğu
mütevazı katkılarla daha da güçlenmiştir. Benzer şekilde, Mayıs ayında yaşanan doğal
afet nedeniyle Butan’a Hükümetimizce yapılan nakdi insani yardımın, diplomatik ilişki-
lerin en kısa sürede kurulmasını arzu ettiğimiz Butan’la ilişkilerimize olumlu yansımaları
olmuştur.
ASYA-PASİFİK
Dünya ekonomisinin üçüncü ağırlık merkezini oluşturan ve buna paralel olarak uluslara-
rası alanda da etkinliğini hızla arttıran Doğu Asya ve Pasifik Bölgesi ülkeleriyle ilişkileri-
mizin geliştirilmesi, dış politikamızın öncelikli hedefleri arasında yer almaktadır.
Doğu Asya ve Pasifik ülkeleriyle ilişkilerimiz sorunsuz ve özellikle ekonomik alanda ge-
liştirmeye açık bir biçimde ilerleme kaydetmektedir. G-20’ye üye 5 ülke ve ASEAN üye
ülkelerinin yer aldığı Doğu Asya ve Pasifik Bölgesi’ndeki ülkelerle ekonomik ilişkilerimiz
sürekli gelişme seyri izlemektedir.
Bu çerçevede, önümüzdeki dönemde dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline gelme-
si beklenen Çin Halk Cumhuriyeti’yle (ÇHC) her alanda işbirliğimizin geliştirilmesi yö-
nündeki çabalarımız sürdürülmektedir. Bu çerçevede, Sayın Cumhurbaşkanımızın Hazi-
ran 2009’da ÇHC’ni ziyareti ikili ilişkilerin geliştirilmesi bakımından önem arzetmiştir.
ÇHC’yle son dönemde üst düzey ziyaretlerde kayda değer bir canlanma yaşanmış olup,
yakalanan bu yeni ivmenin önümüzdeki dönemde de devam ettirilmesi hedeflenmekte-
dir.
ÇHC’yle 2008 yılında 17 milyar Dolar olan ikili ticaret hacminin 2009 yılında da yüksel-
meye devam ettiği görülmektedir. İkili ticarette Türkiye aleyhine yaşanan dengesizliğin
giderilmesi amacıyla gerekli tedbirler alınarak, Türk inşaat sektörünün ÇHC’deki altyapı
ihalelerinden pay almasının sağlanması, Türk ve Çinli müteahhitlik firmalarının üçüncü
ülkelerdeki ihalelere ortaklaşa katılmaları, Çinli yatırımcıların ülkemizde doğrudan yatı-
rım yapmaya yöneltilmesi ve Türkiye’ye “Resmi Turist Güzergâhı” statüsü tanımış olan
ÇHC’nden ülkemize turist akışının artırılması hedeflerinin gerçekleştirilmesi yönünde ça-
lışmalarımız sürdürülmektedir.
Japonya’yla esasen çok iyi düzeyde seyreden köklü ilişkilerimiz, 2003 yılının Japonya’da
156
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
Türk Yılı olarak kutlanması ile yeni bir ivme kazanmıştır. 2010 yılının “Türkiye’de Japon
Yılı” olması vesilesiyle Japonya’yla ilişkilerimizin daha da derinleşeceğine inanıyoruz. Bu
vesileyle ve Sayın Cumhurbaşkanımızın davetine icabetle Japon İmparatoru Akihito’nun
gelecek yıl ülkemizi ziyareti beklenmektedir. Veliaht Prens Naruhito 2009 Mart ayında
İstanbul’da yapılan 5. Dünya Su Forumu’na katılmıştır. Öte yandan, Japonya’yla 2008
yılında 4,5 milyar Dolara yaklaşan ikili ticaret hacmimiz her sene daha da büyümektedir.
Güney Kore’yle aramızdaki tarihi dostluk bağları, ikili ilişkilerimizin her alanda gelişti-
rilmesine olanak sağlamaktadır. 2010 yılında Kore Savaşı’nın 60. yıldönümü Güney
Kore’de düzenlenecek çeşitli etkinlikler çerçevesinde anılacaktır. Bu bağlamda, karşılıklı
ikili ziyaretlerin ilişkilerimizi daha da derinleştirmesi amaçlanmaktadır. Güney Kore ül-
kemizde yeni yatırımlar gerçekleştirme yolunda çeşitli girişimlerde bulunmakta, ayrıca
savunma sanayi alanındaki ilişkilerimizi daha da genişletme yönünde çaba sarfetmekte-
dir. Ekim ayında AB’yle Serbest Ticaret Anlaşması imzalayan Güney Kore’yle ülkemiz
arasında yakın zamanda bir Serbest Ticaret Anlaşması imzalanması için görüşmeler
devam etmektedir.
Avustralya ve Yeni Zelanda’yla Çanakkale Savaşları sonrasında oluşan derin dostluk
çerçevesinde sürdürülen yakın ilişkilerimiz, her yıl düzenlenen Çanakkale Kara Savaşla-
rını Anma Törenleriyle perçinlenmekte ve törenlere sözkonusu iki ülkeden de üst düzey
katılım olmaktadır. Nitekim, 2009 yılındaki törenlere Yeni Zelanda genel Valisi Anand
Satyanand ve Avustralya Dışişleri Bakanı Stephen Smith iştirak etmişler, Satyanand
ayrıca resmi ziyaret de gerçekleştirmiştir. 2010 yılında Çanakkale Kara Savaşlarının 95.
Yıldönümünü Anma Törenlerine Avustralya ve Yeni Zelanda Başbakanlarının katılımı
öngörülmektedir.
Asya Pasifik bölgesine açılım politikamız çerçevesinde, 2008 yılında Cook Adaları,
Marshall Adaları ve Kiribati Cumhuriyeti’yle ülkemiz arasında tesis edilen diplomatik
ilişkiler sonucunda bu ülkelerle ilişkilerimiz gelişmektedir. Türkiye, Pasifik Ada ülkeleriy-
le uluslararası alanda işbirliği yapmakta ve bu ülkelerde yardım projeleri yürütmektedir.
ÇHC, Hindistan, Avustralya ve Yeni Zelanda’yla yaptığı serbest ticaret anlaşmalarıy-
la küresel etkinliği daha da artan ASEAN’a üye devletler 2015 yılı itibariyle, ASEAN
Topluluğu’nu oluşturmayı, böylelikle bölgede AB’ye benzer bir yapı teşkil etmeyi hedef-
lemektedir. Türkiye ASEAN’la yakın ilişkiler tesis etme yönünde çalışmalarını sürdür-
mektedir. Bu çerçevede, ASEAN Dostluk ve İşbirliği Anlaşması’na taraf olma başvuru-
muzun 2010 yılı içinde olumlu neticelenmesi beklenmektedir.
ASEAN üyesi ülkeler Endonezya, Filipinler, Malezya, Singapur, Tayland, Brunei, Vi-
etnam, Laos, Myanmar ve Kamboçya’yla ikili planda iyi ilişkiler sürdürülmektedir. Bu
bağlamda, Filipinler Dışişleri Bakanı Romulo’nun Mart ayında, Singapur Cumhurbaşkanı
Nathan ile Vietnam Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Pham Gia Khiem’in Haziran
ayında ve Filipinler Devlet Başkanı Arroyo’nun Eylül ayında ülkemizi ziyaretleri bu ülke-
lerle ikili ilişkilerimize yeni bir ivme kazandırmıştır. Gelişen Sekiz Ülke (D-8) 12. Dışişleri
157
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
158
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
Ağustos ayında yapılan “Türkiye – Afrika İşbirliği Zirvesi” sonrasında karşılıklı ziyaretler-
de ve ikili ilişkilerde son yıllarda sağlanan ivme devam etmektedir.
Bu çerçevede, Birinci Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi’ni takip eden dönemde;
- BMGK geçici üyelikleri seçimlerinde Afrika ülkelerinden yoğun destek alınmış,
- Sayın Cumhurbaşkanımız Kenya (20-22 Şubat 2009) ve Tanzanya’ya (22-23 Şubat
2009) resmi ziyarette bulunmuşlar;
- Cibuti Cumhurbaşkanı İsmael Omar Guelleh (16-17 Ocak 2009), Somali Cumhurbaş-
kanı Şeyh Şerif Ahmet (17-21 Nisan 2009) ve Sudan Cumhurbaşkanı Yardımcısı Ali
Osman Mohamed Taha (3-4 Şubat 2009) ülkemizi ziyaret etmişler;
- Etyopya Federal Demokratik Cumhuriyeti Halk Temsilcileri Meclisi Başkanı Teshome
Toga (28 Aralık 2008-1 Ocak 2009) ve Nijerya Temsilciler Meclisi Başkanı Dimeji S.
Bankole (10-13 Temmuz 2009) ülkemize ziyarette bulunmuşlar;
-Botsvana Dışişleri ve Uluslararası İşbirliği Bakanı Phandu T. C. Skelemani (21-23 Ocak
2009), Etyopya Dışişleri Bakanı Seyoum Mesfin (8-10 Şubat 2009), Benin Dışişleri,
Afrika Bütünleşmesi, Frankofoni ve Yurtdışında Yaşayan Beninliler Bakanı Jean-Marie
Ehouzou’nun (10 Nisan 2009) ziyaretleri başta olmak üzere, Bakan seviyesinde çok
sayıda karşılıklı ikili ziyaret yapılmış;
- Türkiye’ye akredite Afrika ülkeleri Büyükelçileri ile dönemin Dışişleri Bakanlığı Müs-
teşarı başkanlığında bir toplantı (Ankara, 22 Ocak 2009) yapılmış-Kenya (Ankara, 3-4
Kasım 2008), Uganda (Ankara, 26 Şubat 2009), Tanzanya (Ankara, 26 Mart 2009) ve
Güney Afrika Cumhuriyeti (Pretoria, 30 Mart 2009) ile Müsteşar Yardımcıları düzeyinde
siyasi istişareler yapılmış;
- Afrika’yla hızla gelişen ilişkilerimiz birçok ülkenin dikkatini çekmiş, ABD ve İngiltere
gibi ülkeler Türkiye’yle istişarelerin gündemine Afrika’nın da alınmasını talep etmeye
başlamışlar;
-2009 yılında mevcut Hartum, Lagos, Addis Ababa ve Johannesburg seferlerine ek ola-
rak, Nairobi ve Dakar’a da THY seferleri başlatılmış;
- Darüsselam (Tanzanya) Büyükelçiliğimiz 18 Mayıs 2009 tarihinde faaliyete geçirilmiş
ve
-Fildişi Sahili, Kamerun Cumhuriyeti, Mali Cumhuriyeti, Nijer Cumhuriyeti, Uganda Cum-
huriyeti, Angola Cumhuriyeti, Madagaskar Cumhuriyeti ve Gana Cumhuriyeti’nde Büyü-
kelçilik açma işlemlerinin tamamlanması aşamasına gelinmiştir.
Tüm bu gelişmelerin sonucunda, Türkiye, SAGA (Sahra Altı Güney Afrika) ülkeleriyle
sürdürülebilir bir işbirliği için gerekli zemine kavuşmuş ve artık bölge ülkeleriyle ilgili ge-
lişmelerde görüşü ve desteği aranan memleket konumuna gelmiştir.
Diğer taraftan, Ankara’da Büyükelçilikleri bulunan Mısır, Libya, Cezayir, Fas, Tunus,
Sudan, Nijerya ve Güney Afrika Cumhuriyeti’ne ilaveten, 2006 yılında Etyopya ve
159
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Senegal’in, 2008 yılında ise Somali’nin ülkemizde Büyükelçilik açmaları kıtayla ilişkileri-
mizi pekiştirici gelişmeler olmuştur. Diğer bazı Afrika ülkelerinin de Türkiye’de Büyükel-
çilikler açmaları gündemdedir.
Ülkemiz Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA) vasıtasıyla da Afrika ülke-
lerinin kalkınmasına ve ilişkilerimizin geliştirilmesine katkıda bulunmaktadır. TIKA tara-
fından Afrika’daki ilk Bölge Koordinasyon Ofisi 2 Mart 2005 tarihinde Etyopya’nın baş-
kenti Addis Ababa’da resmen açılmış olup, 2006’da Hartum ve 2007’de de Dakar’da
açılan bölge koordinasyon ofisleri ile toplam 37 Afrika ülkesinde, özellikle sağlık, tarım
ve eğitim alanlarında hizmet verilmektedir.
Diğer taraftan, Afrika genelinde ticaret müşavirliklerimizin sayısı 11’e ulaşmış; ikili ti-
caretimiz 2008 yılında 16,8 milyar, müteahhitlik projelerimiz 25 milyar, yatırımlarımız
da 1,6 milyar Dolara yükselmiştir. Bu çerçevede, SAGA ülkeleriyle 2000 yılında 742
milyon Dolar olan ticaret hacmimiz, 2008 yılında 5,7 milyar Dolara yükselmiştir. 2009
yılının ilk dört ayı için SAGA ülkeleriyle toplam ticaret hacmimiz 1,8 milyar Dolardır.
SAGA ülkeleriyle dış ticaretimiz 2008 yılında 709 milyon Dolar, 2009 yılının ilk dört
ayında ise 733 milyon Dolar ülkemiz lehine fazla vermiştir.
Öte yandan, Afrika’da mevcut toplam sekiz barışı koruma operasyonundan altısında
varlığımız Kıta’daki görünürlüğümüze önemli katkıda bulunmaktadır.
BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğimizin de verdiği imkânlarla bölgesel sorunların çözü-
müne müspet katkılarda bulunulmaya çalışılmaktadır.
LATİN AMERİKA VE KARAYİPLER
Küreselleşen dünya düzeni, ülkelerin uluslararası ilişkilerinde bulundukları bölgelerin dı-
şındaki ülkelerle de siyasi, ekonomik ve kültürel temasların artırılması ihtiyacını be-
raberinde getirmektedir. Bu gerçeğin bilincinde olan Türkiye, bölgesinde izlediği aktif
dış politikayla uyumlu olarak, tarihsel olarak yakın ilişkiler tesis edilememiş olan Latin
Amerika ve Karayipler bölgesiyle ilişkilerini geliştirmek amacıyla on yılı aşkın bir süredir
çalışmalarını sürdürmektedir.
Bu doğrultuda 2006 yılında yenilenen “Latin Amerika ve Karayipler Eylem Planı” kap-
samında bölgeyle ilişkilerimizin kurumsallaştırılması hedefiyle çalışmalarımız yoğunlaştı-
rılmıştır. Bu çerçevede, bölge ülkeleriyle hukuki altyapının tamamlanması, üst düzey si-
yasi temasların artırılması, diplomatik ve ticari temsil ağımızın nitelik ve nicelik itibariyle
geliştirilmesi, ekonomik ve ticari ilişkilerimizin ilerletilmesi ve bölgede bulunan örgütlerle
kurumsal ilişki tesisine öncelik verilmektedir.
Bölgedeki belli başlı ülkelerle ilişkilerimizin hukuki altyapısının oluşturulması sürecinde
son yıllarda, siyasi danışma mekanizmalarının tesisi, ticari ve ekonomik işbirliği, yatırım-
ların karşılıklı teşviki ve korunması, çifte vergilendirmenin önlenmesi, sağlık, denizcilik,
havacılık, tarım, turizm, bilim ve teknoloji alanlarında işbirliği, konsolosluk, uyuşturucu
maddeyle mücadele gibi çeşitli konularda ikili anlaşmalar imzalanmıştır. Bu çerçevede,
160
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
bölge ülkeleriyle ilk örneği oluşturması bakımından da önem taşıyan, Şili’yle 2009 Tem-
muz ayında imzaladığımız Serbest Ticaret Anlaşması (STA) öne çıkmaktadır.
Brezilya, Arjantin, Uruguay, Paraguay ve Venezuela’nın üye olduğu Güney Ortak
Pazarı’yla (MERCOSUR) STA müzakereleri ise devam etmektedir. Aynı zamanda, Mek-
sika, Kolombiya, Peru, Ekvator gibi ülkeler ve Karayipler Topluluğu (CARICOM) ülke-
leriyle de STA imzalanması amacıyla önümüzdeki dönemde müzakerelere başlanması
hedeflenmektedir.
Bölge ülkeleriyle 1999 yılında 830 milyon Dolar olan dış ticaret hacmimiz, 2008 yılında
5,5 milyar Dolar seviyesine çıkmıştır. Bu rakam ülkemizin genel ticareti içinde mütevazı
görünmekte ise de, ilişkilerde yakalanan ve STA’ların da kazandıracağı ivmeyle, ticaret
hacmimizin 2015 yılında 15 milyar Doları aşması beklenmektedir.
Ekonomik ve ticari ilişkilerin geliştirilmesi hedefi doğrultusunda, bölgenin sekiz ülkesiyle
(Meksika, Brezilya, Arjantin, Şili, Küba, Bolivya, Peru, Kosta Rika) Karma Ekonomik Ko-
misyon (KEK) mekanizması oluşturulmuştur. Bu çerçevede, geçtiğimiz ay içinde Küba
ve Arjantin’le KEK Toplantıları yapılmış olup, Aralık ayı başında da Brezilya’yla yapılması
planlanmaktadır.
THY’nin 2009 yılı içinde Latin Amerika’nın ticaret merkezi olarak nitelendirilen Sao
Paolo’ya başlatmış olduğu doğrudan seferlerin, sadece Brezilya’yla değil, tüm Güney
Amerika ülkeleriyle ekonomik ilişkilerimize olumlu katkı yapacağı düşünülmektedir.
Öte yandan, bölge ülkeleriyle karşılıklı üst düzey ziyaretler son yıllarda artış göster-
miştir. 2009 yılında Brezilya Cumhurbaşkanı Lula da Silva ile Dışişleri Bakanı Amorim
ve Paraguay Dışişleri Bakanı Hamed Franco ülkemizi ziyaret etmiştir. Kosta Rika Cum-
hurbaşkanı Oscar Arias’ın da önümüzdeki hatfa, 23-26 Kasım 2009 tarihleri arasında
ülkemizi ziyareti öngörülmektedir.
Hâlihazırda altı bölge ülkesinde (Arjantin, Brezilya, Küba, Meksika, Şili, Venezuela) mu-
kim bulunan Büyükelçiliklerimizin sayısının artırılması planlanmaktadır. Bu çerçevede,
Kolombiya’nın başkenti Bogota ile Peru’nun başkenti Lima’da Büyükelçilik, Brezilya’nın
Sao Paolo kentinde ise bir muvazzaf Başkonsolosluk açma çalışmaları ileri bir aşamaya
ulaşmıştır. Ekvator da yakın bir zamanda ülkemizde Büyükelçilik açmayı planlamaktadır.
Ülkemiz ayrıca, Latin Amerika ve Karayipler’deki çok taraflı bölgesel kuruluşlarda da
aktif bir konum kazanmaya yönelik faaliyetlerini sürdürmektedir. Gözlemci üye statü-
sünü haiz olduğumuz Amerika Devletleri Örgütü (OAS) ile Karayip Devletleri Birliği’nin
(ACS) çalışmalarına katkıda bulunmaktayız. Bölgenin bir diğer çok taraflı örgütü olan
Karayipler Topluluğu’yla (CARICOM) ülkemiz arasında bir Ortak Forum mekanizması
oluşturulması konusunda da ilerleme kaydedilmiştir.
Ülkemizin Latin Amerika ve Karayipler ülkeleriyle siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkileri-
nin genişletilmesine yönelik bu çalışmalar önümüzdeki dönemde de etkin şekilde devam
edecektir. Önümüzdeki yıl bazı bölge ülkelerinin bağımsızlıklarının 200. yıldönümünün
161
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
162
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
dünya koşullarına ayak uydurabilmesi amacıyla devam eden reform çalışmalarını da ya-
kından izlemekte, desteklemekte ve sürece katkıda bulunmaktadır.
Dış politikamızın esas unsurlarından biri olan, bölgemizde ve dünyada barış ve istikrarın
tesis edilmesine ve güçlendirilmesine katkıda bulunma hedefi doğrultusunda ülkemiz
BM koruma/destekleme harekâtlarına güçlü bir şekilde iştirak etmektedir. Barışı koruma/
destekleme harekâtlarına katılımımıza dair ilkeler, Sayın Başbakanımız tarafından 15
Mart 2005 tarihinde onaylanan “Türkiye’nin Barışı Destekleme ve Koruma Harekâtlarına
Katılım Konsepti”yle düzenlenmiştir. 30 Eylül 2009 itibariyle dünyanın çeşitli yerlerine
konuşlandırılmış 11 BM barış operasyonuna ülkemiz 370 askeri personel, 161 sivil polis
ve 1 gözlemci subayla katkıda bulunmaktadır. Türkiye, toplam katkı açısından 192 ülke
arasında 31. , sivil polis katkısı bakımından ise 17. sıradadır.
Seksenli yılların ortalarından itibaren bazı ülkelere gıda yardımı şeklinde başlayan insani
yardımlarımız, son yıllarda kayda değer bir ivme kazanarak dünyanın birçok bölgesine
yayılmış, ayrıca nicelik ve nitelik bakımından çeşitlenerek, gıda dışında birçok alanı kap-
sar hale gelmiştir. Öte yandan, insani yardımlarımız uluslararası boyut da kazanmış ve
bu alanda faaliyet gösteren uluslararası kuruluşlarla işbirliğimiz de arttırılmıştır. Nitekim
Dünya Gıda Programı, ülkemizi “donör olma yolundaki ülke” (emerging donor) olarak
nitelendirmiştir.
Bu çerçevede, 2009 Kasım ayı itibariyle çeşitli ülke ve uluslararası kuruluşlara toplam
12.270.000 Dolar nakdi insani yardımda bulunulmuştur. Sözkonusu tutara Başbakanlık
Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı başta olmak üzere Türk Kızılayı, sivil toplum
örgütlerimiz ve derneklerimizce yapılan yardımlar dâhil değildir. İhtiyaç halindeki ülkelere
yönelik insani yardımlarımız gelecekte de düzenli olarak devam edecektir.
Türkiye’nin bu aşamada taraf olmadığı Uluslararası Ceza Divanı (UCD) Statüsü (Roma
Statüsü), 60 ülkenin onay işlemlerini tamamlamalarıyla, 1 Temmuz 2002 tarihinde
yürürlüğe girmiştir. Hâlihazırda imzacı ülke 148, taraf ülke sayısı ise 110’dur. Sayın
Başbakanımız, 6 Ekim 2004 günü Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde yaptığı
konuşmada, Türkiye’nin yakında UCD Roma Statüsü’ne taraf olacağını açıklamıştır.
UCD’nin yargı yetkisine giren suçların mevzuatımıza dâhil edilmesi yönündeki çalışmalar
bağlamında Anayasa’nın 38. maddesi ile Türk Ceza Kanunu’nun 76. ve 77. maddelerin-
de gerekli değişiklikler yapılmıştır.
Öte yandan, uyum çalışmaları bağlamında, Adalet Bakanlığı’nın koordinatörlüğünde
ve ilgili kurumlardan temsilcilerin katılımlarıyla bir komisyon kurulmuştur. UCD Roma
Statüsü’ne taraf olunmasına ilişkin hazırlıklar devam etmektedir. Bununla birlikte, UCD
Statüsü’ne ülkemizin taraf olmasının zaman alabileceği anlaşılmaktadır.
Bu çerçevede, 2010 yılı Mayıs ayında Uganda’da yapılacak UCD Gözden Geçirme Kon-
feransında ortaya çıkacak yönelimlerin izlenmesi ve ülkemizin UCD Statüsü’ne taraf ol-
ması açısından yeni bir değerlendirmenin yapılmasının gerekebileceği düşünülmektedir.
163
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
MEDENİYETLER İTTİFAKI
Türkiye ve İspanya’nın ortak sunuculuğunda başlatılan ve Batı ile İslam dünyası arasın-
da görülen kutuplaşma ve diyalog eksikliğinin ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmayı
amaçlayan Medeniyetler İttifakı, uluslararası toplumdan büyük ilgi görmüş ve bir BM gi-
rişimi haline gelmiştir. İttifak, kültürler arasında karşılıklı saygı ve anlayışı güçlendirmeye
yönelik gayretleriyle artan bir görünüm kazanmış ve bu alanda öndegelen girişim olma
özelliğini kazanmıştır.
BM çatısı altında kurulan Medeniyetler İttifakı Dostlar Grubu hâlihazırda 88 ülke ve 16
uluslararası örgütü bünyesinde barındırmaktadır. Dostlar Grubu üyeleri, İttifakın ilke ve
hedeflerinin hayata geçirilmesine yönelik birer plan hazırlamaya ve uygulamaya koyma-
ya teşvik edilmektedirler. Bu meyanda ülkemizce hazırlanan Ulusal Stratejimiz, Prof.
Dr. Sayın Mehmet Aydın’a bağlı Devlet Bakanlığımızın gözetimi altında çeşitli kurum ve
kuruluşlarımızın yapmakta oldukları katkılar çerçevesinde uygulanmaktadır.
İttifakın İkinci Forumu 6-7 Nisan 2009 tarihlerinde İstanbul’da düzenlenmiştir. Foruma,
5 Devlet ve Hükümet Başkanı, 1 Meclis Başkanı, 25 Dışişleri Bakanı, 10 diğer Bakan
ve 12 uluslararası kuruluşun en üst düzey yetkilisi katılmıştır. Medeniyetler İttifakı’nın
kültürlerarası diyalog alanındaki başlıca uluslararası girişim olma niteliği İstanbul Forumu
sırasında bir kez daha teyit edilmiştir. İstanbul Forumu’yla birlikte kurumsallaşma süre-
cini tamamlayan Medeniyetler İttifakı’nın uygulamaya yönelik adımlar atması hususun-
da mutabık kalınmıştır. İstanbul Forumu, kültürlerarası diyalog çabalarında Türkiye’nin
öncü rolünün ve vazgeçilmezliğinin pekiştirilmesinin yanısıra, ülkemizin tanıtımı ve gö-
rünürlüğümüzün artırılması bakımından da yararlı olmuştur.
NATO
Ülkemizin 1952 yılında üye olduğu NATO, güvenlik ve savunma politikamızın temel
taşı olma özelliğini sürdürmektedir. İttifakın 57 yıldır önde gelen Müttefiklerinden olan
ülkemiz, uluslararası barışın sağlanması ve korunmasına verdiği önem muvacehesinde,
NATO’nun gerek askeri gerek siyasi etkinliğinin muhafazası için her türlü çabayı sarfet-
mektedir. Avrupa-Atlantik bölgesi ve ötesinde istikrar ve barışın temini amacıyla üç kıta-
da misyon ve operasyonlar yürüten İttifak, ayrıca, Kafkaslar, Orta Asya, Doğu Avrupa,
Ortadoğu ve Akdeniz bölgelerinde kurduğu ortaklık ilişkileri vasıtasıyla da uluslararası
güvenlik ve istikrara önemli katkılarda bulunmaktadır.
İttifak’ın kuruluşunun 60. yılı münasebetiyle 3-4 Nisan 2009 tarihinde Almanya ve
Fransa’nın ortak evsahipliğinde Kehl ve Strazburg kentlerinde düzenlenen NATO Dev-
let ve Hükümet Başkanları Zirvesi, yalnızca tarihi ve sembolik önemi haiz bir buluşma
olmakla kalmamış, aynı zamanda önemli kararların alınmasına da vesile oluşturmuştur.
NATO Genel Sekreterliği görevine Rasmussen’in seçilmesi, Fransa’nın entegre askeri
yapıya dönüşü, Stratejik Konsept ve Afganistan Zirvenin ağırlıklı gündem maddelerini
oluşturmuştur. NATO’nun Balkanlara yönelik politikası, NATO’nun dönüşümü ve karar-
gâh reformu Zirve marjında ele alınan diğer konuları teşkil etmiştir.
164
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
165
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
166
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
167
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
168
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
Bakanlar Komitesi’nin Dönem Başkanlığı’nı 2010 Kasım ayından başlayarak altı aylık bir
süre için üstlenecek olmamız çerçevesinde, gerek ülkemiz gerek AK üyesi diğer 46 ülke
vatandaşlarının temel hak ve özgürlüklerinin daha ileri götürülmesi amacıyla çalışmaları-
mızı yoğunlaştırarak sürdüreceğiz.
Şeffaflık ve kararlılıkla uygulanan reform sürecimize ilaveten, uluslararası örgütlerde
üstleneceğimiz sorumluluklar da ülkemizin uluslararası alandaki saygınlığı ve konumunu
güçlendirecektir.
AGİT, SİLAHSIZLANMA VE SİLAHLARIN KONTROLÜ
Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) Orta Asya ve Kafkasya dâhil olmak üzere
56 katılımcı ülkeyi kapsayan geniş üyelik yapısıyla ve güvenliğin siyasi-askeri, ekonomik
ve insani boyutlarını bütünsel bir yaklaşımla dikkate alan “kapsamlı güvenlik” anlayı-
şıyla, Avrupa güvenlik yapılanmaları içindeki önemini korumaktadır. Türkiye, kapsamlı
güvenlik anlayışının tüm boyutlarına eşit önem verilmesi ve boyutlardan birinin diğerinin
önüne geçmemesi görüşünü AGİT içinde ısrarla savunan ülkelerin başında gelmektedir.
Bu konudaki görüşlerimizin AGİT’te yürütülmekte olan çalışmalarda giderek artan bir
oranda benimsenmesi memnuniyet vericidir.
Öte yandan, RF ve Batı arasında, AGİT coğrafyasındaki belli başlı güvenlik meselelerine
ilişkin yaklaşım farklılıkları son yıllarda giderek artmış ve Örgütü kilitlenme noktasına
getirmiştir. Bununla beraber, Örgütün genişletilmiş bir Avrupa güvenlik diyalogu foru-
mu olarak mevcut Avrupa güvenlik mimarisi içindeki yerini koruyacağı ve “artı değer”
sağlamaya devam edeceği değerlendirilmektedir. Bu anlayıştan hareketle, 1-2 Aralık
2009 tarihlerinde Atina’da düzenlenecek olan ve ülkemizin başkanlığımda bir heyetle
temsil edilmesi öngörülen müteakip Bakanlar Konseyi toplantısında, AGİT bağlamındaki
önceliklerimizin takipçisi olurken, Örgüt içindeki mevcut anlaşmazlıkların da mümkün
olduğunca aşılmasına yönelik uzlaştırmacı bir tutum sergileyeceğiz.
Atina toplantısının önceliklerinin başında, RF Başkanı Medvedev tarafından ortaya atı-
lan ve 27-28 Haziran tarihlerinde Korfu’da gerçekleştirilen AGİT Gayrıresmi Bakanlar
toplantısında ilk defa kapsamlı olarak ele alınan yeni bir Avrupa Güvenlik Anlaşması
aktedilmesi önerisine ilişkin sürecin ne şekilde ileriye taşınabileceğine dair gelişmeler
gelmektedir. Türkiye, yeni bir Avrupa Güvenlik belgesinin müzakere edilebileceği ye-
gâne forumun AGİT olduğunu değerlendirmektedir. AGİT çerçevesinde başlatılabilecek
kapsamlı bir müzakere sürecinin temelinin iyi bir şekilde hazırlanarak bu sürecin sonun-
da daha etkin bir güvenlik sisteminin oluşturulması önem taşımaktadır.
Ülkemiz, ayrıca AGİT’in reform sürecine açık fikirlilikle ve yapıcı bir anlayışla katkı sağ-
lamaktadır. AGİT’in, NATO ve AB genişleme süreçlerinin dışında olan Orta Asya ve Kaf-
kasya bölgelerinde istikrar ve güvenliğin tesisine yönelik rolünün artarak devam etmesi-
ni temenni ediyoruz. Bunun sağlanması için AGİT’in bu bölgelere yönelik faaliyetlerine
destek ve katkılarımızı sürdürmeye kararlıyız.
AGİT’in bir diyalog ve güvenlik forumu olarak dünyanın diğer bölgelerine de örnek oluş-
169
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
170
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
171
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
olarak ihracat kontrol uygulamalarıyla ilgili tüm kurumlarımızın katıldığı eşgüdüm toplan-
tıları düzenlenmektedir. Bu toplantıların, ihracat kontrolleri ile ilgili kurumlarımızın birlikte
ve etkin çalışması için çok yararlı bir zemin oluşturduğunu değerlendirmekteyiz.
ULUSLARARASI VE BÖLGESEL EKONOMİK ÖRGÜTLER
Tüm dünyada 2000 yılından itibaren yükselmeye başlayan büyüme oranları ve ihracat
artışları sonucunda meydana gelen iyimser ekonomik atmosfer, 2007’de ABD’de başla-
yan bankacılık krizi ve ardından hızlı bir şekilde yükselen petrol ve gıda fiyatları ile yerini
beklentilerin düştüğü, yatırımların artış hızının kesildiği bir ortama bırakmıştır.
ABD’de başlayarak diğer ülkelere yayılan ve finans piyasaları ile dünya ekonomisini
ciddi şekilde etkileyen krize karşı uluslararası camiada uzun süredir devam eden çözüm
arayışları çerçevesinde, 14-15 Kasım 2008 tarihlerinde G-20 üyesi ülkelerin devlet ve
hükümet başkanları Vaşington’da “Mali Piyasalar ve Dünya Ekonomisi Zirvesi” adı altın-
da gerçekleştirilen toplantıda biraraya gelmişlerdir.
G-20, küresel ekonomik ve finansal sistemde önemli ağırlığı olan ülkelerin uluslararası
karar alma sürecine daha fazla katılımlarını sağlamak üzere 1999 yılında oluşturulmuş
bir platformdur. Bu platformun üyeleri dünya gayrı safi milli hasılasının yaklaşık yüzde
seksenini ve dünya nüfusunun yüzde yetmişini temsil etmektedirler. Ülkemiz kuruluşun-
dan bu yana bu platformun etkin bir üyesidir.
Vaşington Zirvesinde mutabık kalınan kararların ve ilkelerin uygulamasını gözden ge-
çirmek üzere 2 Nisan 2009 tarihinde Londra’da yeni bir zirve toplantısı düzenlenmiştir.
Ülkemizin Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan tarafından temsil edildiği zirve toplan-
tısına Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Sayın Nazım Ekren ile Devlet Bakanı Sayın
Mehmet Şimşek de katılmışlardır.
Zirvede, önümüzdeki dönemde ülkemize ve küresel ekonomiye olumlu etkileri olacak
önemli kararlar alınmış, IMF kaynaklarının arttırılması, çok taraflı kalkınma bankalarının
gelişmekte olan memleketlere daha fazla kaynak kullandırmaları, IMF kota reformunun
erkene alınması, kredi derecelendirme kuruluşlarına ilişkin düzenlemelerin sıkılaştırılması
ve Türkiye’nin yanısıra diğer G-20 ülkelerinin Finansal İstikrar Kurulu’na üye olmaları
gibi memleketimiz açısından öncelikli konular Zirve Bildiri metnine yansıtılmıştır.
Ülkemiz, G-20’nin küresel finans krizine çözüm arayışları bağlamında en etkin platform
olduğunu değerlendirmekte ve sürdürülen çalışmalara aktif katkı sağlamaya gayret et-
mektedir. Bu çerçevede, Londra Zirvesi’nde ülkemizde finans sektörünün yeniden yapı-
landırılması ve 2001 krizi sonrası dönemde kamu maliyesinde kaydedilen uyum süreci
konularındaki tecrübelerimiz, G-20 ülke Liderleri ile paylaşılmıştır.
Zirve toplantılarının üçüncüsü 24-25 Eylül 2009 tarihlerinde Pittsburgh’da düzenlenmiş,
sözkonusu Zirve’ye de Sayın Başbakanımız başkanlığında bir heyetle iştirak edilmiştir.
Ülkemiz Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) çalışmalarını yakından takip
etmekte ve eğitimden ekonomik kalkınmaya birçok alanda sürdürülen faaliyetlere aktif
172
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
173
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Ekonomik işbirliği ve ortaklığın bölgesel istikrarın temel taşı olduğuna ve siyasi riskler ile
çatışmaları azaltmaya yönelik pratik bir mekanizma oluşturulabileceğine inanıyoruz. Bu
çerçevede, Türkiye KEİ’yi desteklemekte ve dış politika öncelikleri arasında bulundur-
maktadır. Esasen KEİ, Karadeniz ülkeleri arasındaki güçlü bir ekonomik işbirliğinin bölge-
sel istikrarı arttıracağı fikri üzerine kurulmuştur. KEİ’nin rolü, birçok ihtilafın bulunduğu
bölgedeki en kapsayıcı ve tam teşekküllü yegâne örgüt olduğunu ispat etmesiyle daha
da görünür hale gelmiştir.
BM’de gözlemci statüsünü haiz KEİ’nin ayrıca BM Avrupa Ekonomik Komisyonu, UNEP,
UNIDO, FAO, DTÖ, Enerji Şartı Sekretaryası, Avrasya Ekonomik Topluluğu ve Dünya
Bankası ile de değişik düzeylerde işbirliği mevcuttur.
Zaman içinde işbirliği alanlarında somut sonuçlar alınmaya başlanmıştır. Ahiren imza-
lanan “Karadeniz Çevre Otoyolu” ve “Deniz Otoyolları”na ilişkin Mutabakat Muhtıraları
hedefleri ve KEİ ülkeleri arasındaki ticaret ve yatırımın gelişmesine yapacakları olumlu
katkılar bakımından önemli görülmektedir. Ayrıca, en az üç üye ülkeden ortaklar tara-
fından sunulması gereken projelerin finansmanına yönelik Proje Geliştirme Fonu’nun
oluşturulması da keza önemli bir başarıdır.
KEİ 21. Dışişleri Bakanları Konseyi Toplantısı 22 Ekim 2009 tarihinde KEİ Dönem Baş-
kanı Azerbaycan’ın ev sahipliğinde, Bakü’de düzenlenmiştir. Toplantıya başkanlığımda
bir heyetle katılınmıştır. Toplantıda, KEİ’nin mali işbirliği aracı olan KEİ Proje Geliştirme
Fonu, KEİ çalışma gruplarına ülke koordinatörleri atanması, KEİ gözlemci ve sektörel di-
yalog ortaklarının statülerinin yenilenmesi gibi çeşitli konularda kararlar kabul edilmiştir.
Toplantı sonunda KEİ Dönem Başkanlığını Bulgaristan devralmıştır.
Güney-Güney diyalogu çerçevesinde gelişme yolundaki ülkeler arasında oluşturulan iş-
birliği örneklerinden birini oluşturan ve Haziran 1997’de resmen kurulan Gelişen Sekiz
Ülke (D-8), üye ülkeler (Türkiye, İran, Pakistan, Bangladeş, Malezya, Endonezya, Mısır
ve Nijerya) arasında ekonomik ve ticari işbirliğinin geliştirilmesine yönelik bir oluşumdur.
D-8’in amacı kalkınma yolundaki ülkelerin dünya ekonomisi içindeki konumlarını iyileş-
tirmek, ticari ilişkilerini çeşitlendirmek ve ticaret alanında üye ülkelere yeni imkânlar
yaratmak, uluslararası seviyede karar verme mekanizmalarına güçlü biçimde katılımları-
nı sağlamak ve halklarının yaşam seviyesini yükseltmektir. İlkeleri ve kapsadığı coğrafi
alan itibariyle bölgesel olmaktan çok küresel bir oluşum özelliğine sahip olan D-8’e üye-
lik, yukarıda kayıtlı amaç ve ilkelere bağlı tüm gelişme yolundaki ülkelere açıktır. D-8
çerçevesinde işbirliği esas itibariyle sektörel bazda yürütülmektedir.
Şimdiye kadar D-8 çerçevesinde İstanbul, Dakka, Kahire, Tahran, Bali ve Kuala
Lumpur’da olmak üzere 6 Zirve, 12 Bakanlar Konseyi, 27 Komisyon ve çok sayıda tek-
nik toplantı düzenlenmiştir. 27. Komisyon Toplantısı 30-31 Ekim 2009 tarihlerinde, 12.
Bakanlar Konseyi Toplantısı ise 2 Kasım 2009 tarihinde Kuala Lumpur’da yapılmıştır.
Sözkonusu toplantıya başkanlığımda bir heyetle katılınmıştır. Toplantıda, D-8 çerçeve-
sinde ele alınmakta olan işbirliği konuları gözden geçirilmiş, başta gıda güvenliği olmak
174
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
175
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Türkiye’de 13 Temmuz 2006 tarihinde gerçekleştirilmiş olup, 1 Kasım 2009 tarihi iti-
bariyle BTC boru hattında, 953. tankere petrol yüklemesi yapılmış, toplam ihraç hacmi
756 milyon varile çıkmıştır.
Doğu-Batı Enerji Koridoru’nun ikinci bileşeni olan Bakü-Tiflis-Erzurum (BTE) Doğal Gaz
Boru Hattı, 3 Temmuz 2007 itibariyle faaliyete geçmiştir. Hazar Denizi’nin Azerbaycan’a
ait kesiminde yer alan Şahdeniz sahasında üretilen doğal gazı Gürcistan üzerinden Gür-
cistan-Türkiye sınırına ulaştıran boru hattından yılda 6,6 milyar m³ doğal gaz ithal edil-
mesi öngörülmektedir. BTE Boru Hattı aynı zamanda, Türkmenistan ve Kazakistan’da
yer alan büyük doğal gaz rezervlerine erişecek olan Hazar Geçişli Doğal Gaz Boru Hattı
Projesi’nin ilk ayağı olarak değerlendirilmektedir.
“Güney Avrupa Doğal Gaz Ringi” olarak da bilinen Türkiye-Yunanistan-İtalya doğal gaz
enterkonektörünün Türkiye ile Yunanistan arasındaki bölümünün açılış töreni 18 Kasım
2007 tarihinde iki ülke Başbakanlarının katılımlarıyla gerçekleştirilmiş olup, bu hat üze-
rinden Yunanistan’a doğal gaz ihraç edilmektedir.
Diğer taraftan, doğal gazın Türkiye-Bulgaristan-Romanya ve Macaristan üzerinden
Avusturya’ya taşınmasını öngören Nabucco Boru Hattı Projesinin Hükümetlerarası An-
laşması (IGA) 13 Temmuz 2009 tarihinde Ankara’da gerçekleştirilen bir törenle imzalan-
mıştır. Projenin yapımına ilişkin teknik ve hukuki çalışmalar devam etmektedir.
Öte yandan, Mısır doğal gazını Ürdün ve Suriye üzerinden Türkiye’ye ulaştıracak olan
Arap Doğal Gaz Boru Hattı’nın 2010 yılında yapımının tamamlanması ve işler hale geti-
rilmesi planlanmaktadır.
Ayrıca ülkemiz, Irak doğal gaz rezervlerinin geliştirilmesine de ilgi duymaktadır. Irak do-
ğal gazının Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı’nın altyapısından yararlanarak ona para-
lel biçimde inşa edilecek bir boru hattıyla Türk ulusal şebekesine bağlanması kolaylıkla
mümkündür. Bu kapsamda, Sayın Başbakanımızın 15 Ekim 2009 tarihinde Bağdat’a
gerçekleştirdiği resmi ziyaret sırasında Türkiye ile Irak arasında bir doğal gaz korido-
runun geliştirilmesini öngören bir Mutabakat Muhtırası imzalanmış olup, bu konudaki
çalışma ve girişimlerimiz devam etmektedir.
Diğer yandan, İran’la 14 Temmuz 2007 tarihinde imzalamış olduğumuz Anlayış Muh-
tırası, iki ülkenin petrol ve doğal gaz alanındaki çıkarları doğrultusunda bu alanlardaki
işbirliğini daha da geliştirmelerine yönelik bir ön anlaşma niteliği taşımaktadır. Sayın
Başbakanımızın 27-28 Ekim 2009 tarihleri arasında İran’a yaptığı resmi ziyaret sırasın-
da, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Sayın Taner Yıldız ile İranlı mevkidaşı Petrol Bakanı
Dr. Mir Kazemi arasında 28 Ekim 2009 tarihinde yeni bir Mutabakat Zaptı (MZ) imzalan-
mıştır. İmzalanan MZ, Türkmenistan doğal gazının İran üzerinden Türkiye’ye sevkedil-
mesini, İran doğal gazının Türkiye’ye ve ülkemiz üzerinden Avrupa’ya sevk edilmesini,
Güney Pars sahasının 22. , 23. ve 24. Fazlarının TPAO tarafından işletilmesine imkan
tanıyan 17 Kasım 2008 tarihli MZ’nın süresinin 3 ay uzatılmasını öngörmektedir. Taraf-
lar arasındaki teknik görüşmelerin önümüzdeki günlerde başlatılması planlanmaktadır.
176
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
177
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
178
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
Çevre sorunlarının çözümüne katkıda bulunmayı arzulayan ülkemiz, ulusal çıkar ve ko-
şullarını, sosyo-ekonomik koşullarını da gözönünde bulundurarak, gerek BM düzeyinde,
gerek bölgesel düzeyde pek çok uluslararası sözleşmeye taraf olmuştur.
Türkiye, uluslararası ve bölgesel anlaşmalardan doğan sorumluluklarını yerine getirme
konusunda kararlı ve azimlidir.
Türkiye, çevre sorunlarının çözümüne katkılarını, uluslararası alanda kabul görmüş “or-
tak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar” ve “hakkaniyet” ilkeleri ışığında, ulusal koşulları,
ekonomik ve sosyal kalkınma hedeflerini de dikkate alarak, gerçekleştirme yolunda ge-
rekli gayreti göstermeye devam edecektir.
Özellikle, günümüzde insanlığın karşı karşıya kaldığı en büyük küresel sorunlardan biri
olan iklim değişikliği olgusunun bilimsel verilerle de kanıtlanmış olması, konuyu ulusla-
rarası gündemin en üst seviyelerine taşımıştır.
Küresel düzeyde mücadeleyi gerekli kılan iklim değişikliği sorununa karşı alınacak önlem-
lere tüm Birleşmiş Milletler üyelerinin katkıda bulunmaları elzemdir. Birleşmiş Milletler’in
saygın bir ülkesi olarak, Türkiye, insanlığın maruz kaldığı başlıca sorunlardan biri olan
iklim değişikliğiyle mücadelede üzerine düşeni yapmaya hazırdır.
Bu anlayışla, ülkemiz, 2004 yılından beri taraf olduğu Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği
Çerçeve Sözleşmesi’nin Kyoto Protokolü’ne de 26 Ağustos 2009 tarihinde taraf olmuş-
tur.
2012 yılı sonunda Kyoto Protokolü’nün yerini alması beklenen yeni iklim değişikliği an-
laşmasının müzakerelerinin önümüzdeki ay Kopenhag’ta düzenlenecek olan konferansta
tamamlanması öngörülmektedir. Türkiye, 2012 sonrası, yeni iklim değişikliği rejiminde,
“adil” bir hukuki statüyle, “ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar” ilkesi çerçevesinde
ve “ulusal koşulları”, “görece kapasitesi” ile “ekonomik ve sosyal kalkıma hedefleri”
doğrultusunda yer almayı istemektedir.
TERÖRİZMLE ULUSLARARASI MÜCADELE
Terörizm, çağımızın en ciddi küresel tehditlerinden biri olmaya devam etmektedir.
Dünyanın dört bir tarafında hemen her gün meydana gelen terör eylemleri terörizmin
ulusal, coğrafî veya dinî sınırlar tanımadığını gözler önüne sermektedir. Biz terörün her
türüne karşıyız. Terörü haklı gösterecek hiçbir gerekçeyi kabul etmiyoruz. Kaynağı, ge-
rekçesi ve iddiası ne olursa olsun terörizm kınanmalı ve “insanlığa karşı suç” olarak
kabul edilmelidir.
Terörizmle uzun süren mücadelemiz sırasında edindiğimiz en önemli deneyim, bir ül-
kenin tek başına terörizme karşı savaşta başarılı olamayacağıdır. Küresel nitelikteki bu
tehlikeye karşı tüm ülkelerin, ortak bir eylem platformunda birleşmeleri ve işbirliği yap-
maları gereklidir.
Ülkemiz, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere tüm ilgili uluslararası forumlarda terörle
mücadele için kararlı ve etkili önlemler alınması gerektiğini her vesileyle savunmaktadır.
179
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Bu konuda kabul edilmiş çok sayıda karar, belge ve bildiride Türkiye’nin önemli katkıları
vardır.
Türkiye’nin terörle mücadelede uluslararası işbirliğinin güçlendirilmesi yolunda temel
işlev gören Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) üyeliğine seçilmiş olması, ülke-
mizin bu platformun en etkin biçimde kullanılması yolundaki çalışmalarına ivme kazan-
dırmıştır.
BMGK’nin 1373 sayılı kararı Türkiye’nin terörizm konusunda öteden beri savunmakta
olduğu hususları BM üyesi ülkelerin uymaları zorunlu kurallar haline getirmiş ve üye
ülkeleri, kararın uygulanması konusunda BMGK’ne rapor vermekle yükümlü kılmıştır.
Ülkemiz bu bağlamda, anılan komiteye bugüne kadar beş rapor sunarak öncü rol oyna-
mıştır.
2010 yılında Türkiye sözkonusu BMGK kararıyla kurulan Terörle Mücadele Komitesi’nin
(CTC) başkanlığını üstlenecektir. Bu görevi önemsemekteyiz. Terörizmle mücadele ala-
nında kabul edilmiş olan BMGK kararlarının tüm üye ülkelerce etkin biçimde uygulanma-
sı amacıyla CTC başkanlığımızı en iyi şekilde kullanmaya gayret edeceğiz.
Ülkemiz BM Kapsamlı Terörizm Sözleşmesi’nin müzakere edildiği Genel Kurul 6. Ko-
mite çalışmalarına aktif olarak katılmaktadır. Türkiye ayrıca, 2006’da kabul edilen ve
terörizmle mücadelede uluslararası işbirliğini öngören “BM Terörizmle Küresel Mücadele
Stratejisi”ni de desteklemektedir.
Türkiye, BM’nin yanısıra, AGİT, NATO ve KEİ gibi örgütlerde de terörle mücadele çalış-
malarında öncü rol oynamaktadır. Ülkemiz, ikili düzeyde de 70’i aşkın ülkeyle terör ve
örgütlü suçlara karşı mücadele alanında işbirliği anlaşmaları imzalamıştır.
Terörizmle mücadele konusunda uluslararası platformlarda ve ikili temaslarımızda, te-
rörizmin hiçbir din, ırk, milliyet veya coğrafi bölgeyle ilişkilendirilemeyeceğini, terörizm
ile herhangi bir din arasında ilişki kurmaya yönelik her türlü girişimin aslında teröristlerin
amaçlarına hizmet ettiğini, bu çerçevede İslamiyet adına gerçekleştirildiği iddia edilen
terörist eylemleri şiddetle kınadığımızı her vesileyle ifade etmekteyiz.
UYUŞTURUCUYLA VE ÖRGÜTLÜ SUÇLARLA MÜCADELE
Uyuşturucu ve örgütlü suçlar, günümüzde küresel bir nitelik kazanmış ve hemen her
ülkeyi tehdit eder duruma gelmiştir. Bu durum çerçevesinde, uyuşturucuyla ve örgütlü
suçlarla mücadele konusu dış politikamızın önemli gündem maddelerinden biri haline
gelmiştir.
Türkiye, uyuşturucuyla mücadeleye ilişkin bütün Birleşmiş Milletler Sözleşmelerinin ya-
nısıra, BM Yolsuzlukla Mücadele Sözleşmesini, BM Sınıraşan Örgütlü Suçlarla Müca-
dele Sözleşmesi ile bu Sözleşmeye Ek İnsan Ticareti, Göçmen ve Silah Kaçakçılığının
Engellenmesine dair üç Ek Protokolü imzalamış ve onaylamıştır. Türkiye, sözkonusu
Sözleşmelerden doğan yükümlülüklerini yerine getirebilmek amacıyla gereken çabayı
göstermektedir.
180
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
181
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
182
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
183
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
184
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
185
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
tahttan indirdiler; fakat iktidarı tam anlamıyla ellerine geçirmeleri 1913’te Enver ve
Talat beylerin önderliğindeki bir grup subayın Babıâli’yi basıp, Sadrazam Kamil Paşa’yı
istifaya zorlayarak yerine Mahmud Şevket Paşa’yı sadrazam ilan etmelerinden sonra
yaşanan olayların ardından oldu. Aynı yıl içinde Sadrazamın bir suikaste kurban gitmesi,
beraberinde pek çok tutuklama ve cezalandırma ile İTC’nin gücünün de en üst düzeye
çıkmasını getirdi (Zürcher, 2000: 159-163).
İttihat ve Terakki, kuruluş dönemlerinde heterojen bir örgüttü. İTC, içinde Emmanuel
Karasu gibi gayrimüslim isimleri de barındırıyor ve hatta bunlar Cemiyetin lider kadrosunda
dahi yer bulabiliyorlardı. Amaç, İmparatorluğu oluşturan tüm unsurların birliğini
sağlamak, bir başka deyişle “ittihad-ı anasır” idi. Fakat bunun mümkün olamayacağı
Balkan Savaşında anlaşılmıştır. Bu nedenle, Balkan Savaşı’ndan sonra politika değişir.
Artık hedef Müslümanları önceleyen bir politika izlemekti ve bu politika Müslümanları
iktisaden himaye etme yaklaşımını da içermekteydi. Zira Müslümanlar, zaten ticarî
zihniyete uzak oldukları için tebaanın diğer unsurlarına göre ekonomik açıdan daha zor
durumdaydılar ve II. Meşrutiyet ile başlayan göreli ekonomik liberalleşme sürecinde
mensupları arasında iktisadî dayanışma zihniyeti doğuran loncaların ortadan kaldırılışı,
küçük ölçekli üretimde uzmanlaşmış Müslüman üreticilere ölümcül bir darbe vurmuştu
(Toprak, 1995: 4). O halde İmparatorluğun aslî ve kalıcı olacağı düşünülen Müslüman
unsurlarının ticaretle daha fazla uğraşması ve bu şekilde ekonomik açıdan güçlenmesi
sağlanmalıydı.
Balkan Savaşının hemen ardından gelen I. Dünya Savaşı, İttihatçılara millî burjuvazi
oluşturma yönündeki politikalarını uygulama için eşsiz bir fırsat sağladı. Dış ticarette
spesifik tarife benimsenerek yerli üreticiler korundu; devlet dış para akımını kontrol
altına aldı. Müslüman esnafın işletmelerini büyüterek anonim şirketler haline getirmeleri
teşvik edildi; bunlara ayrıcalıklar tanındı (Toprak, 1995: 6). İttihatçıların ünlü İaşe
Nazırı Kara Kemal bu işlerle ilgili koordinasyonu sağlıyordu ve bir anlamda herhangi
bir Müslüman esnafın belirli bir konuda ayrıcalık elde ederek büyük sermaye sahibi bir
işadamı haline gelmesi Kara Kemal’in iki dudağının arasından dökülecek birkaç sözcüğe
bağlıydı (Tekeli ve İlkin, 2004: 20-24). Ayrıca 1913’te çıkarılan Teşvik-î Sanayi Kanunu
ile yerli üreticilere vergi, bunların kullandıkları girdilere gümrük muafiyetleri getirildi.
Bunun yanında sanayi tesisleri için kamu arsalarının ücretsiz tahsisi kararlaştırıldı (Buğra,
1995: 69). Devlet savaş yıllarında ülke ekonomisinin kontrolünü bu şekilde sağlamayı
başarınca savaş sonrasında ticaretin artık büyük ölçüde Müslüman tüccarların eline
geçtiği görülecekti (Toprak, 1995: 6). Göreli bir büyüklüğe erişmiş millî burjuvazi ortaya
çıkmaya başlamıştı. Ancak bu, Batı’dakinin aksine kendi doğal gelişim koşulları ve
tarihselliği içinde değil, devletin aktif müdahalesi ile oluşan bir süreçti.
Savaşın kaybedilmesi eski çekişmeleri su üstüne çıkardı. Ülke içinde İttihat ve Terakkinin
fiilî egemenliği sona ermiş ve İttihatçılar davranışlarının hesaplarını vermeye zorlanmıştı.
İTC’ye yöneltilen suçlamalar arasında savaş yıllarında spekülasyonlar yaparak ülke
ekonomisinin zarar görmesi pahasına birtakım kişi ve kurumların zenginleşmesine neden
oldukları da bulunmaktaydı. Ama her şeye rağmen İttihat ve Terakki, kendi amacına
ulaşmış ve millî burjuvazinin nüvelerini atmıştır.
186
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
187
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
188
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
1942 yılında çıkarılan Varlık Vergisi Kanunu ise, millî burjuvazi oluşturma girişimlerinin
en önemli halkalarından birisini oluşturuyordu. Devletin Varlık Vergisi uygulamasındaki
amaçlarının; “savaş vurguncularının elde ettiği karların bir kısmını vergilendirmek,
spekülatörleri ellerindeki malları piyasaya sürmeye zorlamak suretiyle karaborsacılığın
önünü almak, hükümet bütçesi üzerindeki baskıyı kaldırmak” (Buğra, 1995: 167)
olduğu ifade edilir. Ancak dönemin Başbakanı Şükrü Saracoğlu’nun “Bu kanun aynı
zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat
karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldıracak, Türk
piyasasını Türklerin eline vereceğiz.” şeklindeki sözleri, verginin gerçek amacını gayet iyi
sergilemektedir (Barutçu, 1977: 263’ten aktaran Aktar, 1996: 105). Verginin takdir ve
tahakkuku aşamasında Müslüman ve gayrimüslim işadamları için ayrı ayrı tarifeler tespit
edilmesi, gayrimüslim işadamlarının vergi oranlarının Müslümanlara göre daha yüksek
olarak belirlenmesi ve verginin ödenme zorunluluğunun (sürgün gibi) sıkı yaptırımlara
bağlanması servet yapısının dönüşümünü de beraberinde getirmiş, Müslüman işadamları
düşük fiyatlarla vergilerini ödeyemeyen gayrimüslim işadamlarının mallarını satın alma
imkanı bulmuştur (Aktar, 1996: 118-119). Gayrimüslim işadamlarına yüksek oranlı
vergiler salınmasının dolaylı sonucu, ülke içindeki sermaye yapısının önemli ölçüde
değişmesi ve ekonomik alandaki kontrolün tamamıyla Müslüman-Türk işadamı kliğine
geçmesidir. Öyle ki bu dönemde sahipleri kendilerine salınan vergiyi ödeyemedikleri
için el değiştiren gayrımenkullerin % 67.7’si Müslüman Türk İşadamlarınca, % 30’u
ise kamu kurum ve kuruluşlarınca satın alınırken, azınlık mensuplarınca alınan malların
toplam içindeki oranı yalnızca % 2.3’tür (Aktar, 1996: 141).
Tek Parti yıllarında izlenen iktisat politikalarının temelinde devletçilik anlayışı bulunur.
Cumhuriyetin ilk yıllarında kısa bir süreliğine de olsa liberal ekonomi yanlısı bir tutum
takınılmış olsa da ilerleyen süreçte devletçiliğin hâkim olduğu bir yönetim anlayışına
geçiş yaşanmıştır. İktisadi devletçilik açısından en fazla dikkat çeken nokta politikaların,
Cumhuriyetin modernleşme bağlamında genel anlayışına aslında pek de uygun
olmayan bir şekilde, radikal bir tavırla değil zaman içine yayılan bir şekilde yavaş
yavaş uygulanmasıdır. Önceki bölümde vurguladığımız gibi yasalar aracılığıyla yaşanan
toplumsal değişim, mümkün olan en kısa sürede dönüştürülecek bir toplum tasavvuruna
sahipken sıra ekonomiye geldiğinde daha kontrollü adımların atıldığı görülür. Ahmet
İnsel, çıkarılan yasaların tamamen veya kısmen sık sık değiştirilmesi ya da en azından
bazı maddelerinin uygulanmamasında örneğini bulan bu esnekliğin rejimin ekonomi
yönetimini “el yordamıyla” götürmesinden kaynaklandığını savunur (İnsel, 1996: 167).
Buna göre rejimin genel politikalarının ana hatlarını çizme noktasında tutarlı ve bütünlüklü
bir ideolojiye sahip olmaması, hatta konjonktürel etmenlerin burada başlıca yürütücü
güç olarak belirmesi daha en baştan izlenecek rotanın ortaya konulmasını engellemiştir.
Büyük ölçüde haklı olan bu teze başka bir unsur daha eklenmelidir. Dönemde dış politika
açısından bir denge politikası izleyen Türkiye’nin yabancı ülkelerin doğrudan veya dolaylı
olarak çıkarlarının etkileneceği bir alanda çok radikal kararlar alabilmesi oldukça güç
görünmektedir. Nitekim İsmet İnönü, siyasal iktidar olarak Lozan’ın kısıtlayıcı hükümleri
nedeniyle 1929’a dek tam bağımsız bir iktisat politikası izleyemediklerini, bu tarihten
sonra ise gerçek anlamda inisiyatifi ellerine alabildiklerini kaydeder (İnönü, tarih yok:
261). 1929’dan sonra ise dış ticaret ve kambiyo alanlarında rejim değişikliklerine gidilir;
ithalatı kısıtlayıcı önlemler alınır. 1930’da kabul edilen Türk Parasının Kıymetini Koruma
189
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
Kanunu ile yabancı paralar karşısında liranın değeri korunmaya çalışılmıştır. Aynı yıl
kurulan Merkez Bankası aracılığıyla da devlet para arzı ve dolaşımını kontrolü altına alır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Lozan Anlaşması’nın öngördüğü kısıtlayıcı hükümler yanında
uluslararası kapitalizmin hiçbir yerde yazmayan başka kuralları da devletin tam bağımsız
bir politika geliştirmesini engellemiştir. Oysa 1930’lardan sonra içte otoritenin nispeten
sağlanmış olmasının doğurduğu özgüven ve dış konjonktürün yardımıyla devlet daha
bağımsız ve daha katı iktisadî politikalar izlemeye başlamıştır.
Cumhuriyetin ilanından hemen sonra başlayan yönetim anlayışı doğal olarak devletin
toplum üzerinde tam bir denetim kurmasına neden olur. Yazı dilinden kılık-kıyafete pek
çok alanı kapsayan bu çabaların toplumsal ilişkilerin şekillenmesinde başlıca işlevlerden
birine sahip olan ekonomiyi dışarıda bırakması beklenemez. Ancak iç ve dış koşulların
diğer alanlarda olduğunun aksine tam bir denetim sağlanmasına imkân vermemesi,
daha mutedil hareket edilmesine sebep olacaktır. Örneğin Kurtuluş Savaşı yıllarında
ortak payda olarak emperyalizm karşıtı bir dil kullanılmasına rağmen ne o dönem ne de
daha sonra resmî söylemde kapitalizm karşıtlığının izine rastlanmaz. Hatta tam tersine
kapitalizmin Batılı toplumlarda ekonomik kalkınmayı sağlayan temel etmen olduğu, bu
nedenle olumlu bir anlam taşıdığı, ancak Türkiye’nin kendine özgü koşulları nedeniyle
kalkınma ihtiyacına yanıt veremeyeceği savunulur ve onun karşısında özgün bir model
olarak devletçilik kurgulanır.
Aslında devletçilik, kapitalizmi dışlamayan, ancak kapitalizmin getireceği sınıf
çatışmalarından çekinen rejimin bulduğu çözümlerden biridir (Gevgilili, 1989: 48).
Ayrıca kapitalistlerin neden olacağı öngörülemez sorunlardan kaçmak, ekonomik
kalkınmayı daha küçük kalkınma rakamları getirmesi pahasına devlet eliyle kontrollü
şekilde yürütmek devletçiliğin temel amaçlarından biridir. Aynı zamanda Necmettin Halil
Sadak’ın olumlayarak belirttiği gibi devletçilik aracılığıyla devlet, servetin belirli ellerde
toplanmasını ve belirli güç merkezlerinin oluşmasını engellemektedir. Sadak’a göre
“devletçiliğin en büyük faydası, kazanç ve anamalın sayılı fertler elinde birikmesine engel
olmak, Avrupa’da olduğu gibi sosyalizm, komünizm gibi cereyanların doğmasına sebep
bırakmamaktır.” (zikreden Uyar, 2002: 103) Sadak’ın formülü gayet basittir: Toplum
içinde servetin çoğunu elinde tutan büyük kapitalistler olmadığı takdirde sosyalizmin
ve komünizmin doğuşuna neden olan koşullar meydana çıkmayacak ve devlet bu
akımların zararlı etkilerinden korunmuş olacaktır. Bunun yanında devlet kimlerin servet
sahibi olacaklarını kendi kontrolü altında tutarak hem kendisine göre “halkçılık” ilkesinin
gereklerine uygun bir toplumsal denge sağlamakta hem de potansiyel muhalefetin önünü
kesmektedir.
Öte yandan dönemde dış konjonktürün de devletçiliği ve bu anlayışın öngördüğü güdümlü
ekonomiyi desteklediğinden söz edilebilir. Dünyanın dört bir yanında yükselen otoriter
ve totaliter rejimler, Tek Parti yönetimine devlet iktidarının güçlü olduğu bir vizyon
sunarlar. Nitekim devletçiliğin haklılaştırılması, o dönemde kriz yaşayan sosyalist ve
kapitalist modellere karşı devletçiliğin ülke koşullarına en uygun ve en gerçekçi strateji
olarak gösterilmesiyle olur. Örneğin Sadri Etem kalkınma stratejisinde devletçiliğin
benimsenmesini “maddenin ve realitenin bir ifadesi” olarak görür. Etem’e göre “Türk
inkılâbını devletçi yapan sebebi şu veya bu sosyal felsefede aramak, ona nazarî bir
başlangıç bulmaya çalışmak, Türk İnkılâbını nazariyeler âleminden bulup çıkarmaya
çalışmak gibi bir şey olur.” Burada altı çizilmesi gereken nokta önceki bölümde
190
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
191
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
otoritarizm güçlendirilmiş, devlet siyasal açıdan kurduğu iktidar modelini kalıcı kılacak
bir yapılanma oluşturmuştur. Tüm bu süreçte ekonomiden destekleyici bir araç olarak
yararlanılmış ve ekonominin özgül koşullarda gelişmesine ve kendiliğinden işleyen bir
akışa sahip olması engellenmiştir.
Öte yandan yerli üretim, uzun süre ithal ikameci bir seyir izlemiş ve iç pazarlara yönelik
olmuştur ki bu pazar mekanizmaları da tamamen devletin kontrolündedir. Devletin
ekonomik hayat üzerindeki yoğun kontrolü, işadamları üzerindeki devlet otoritesini
pekiştirici bir unsur olmuştur.
Demokrat Parti Dönemi ve Sonrası
Türk ekonomisinde ilk önemli yapısal değişimlerin 1950 yılında Demokrat Parti’nin
(DP) iktidara gelmesiyle başladığı söylenebilir. Türkiye’nin 1945 yılında özellikle dış
faktörlerin etkisiyle çok partili demokrasiye geçme kararı, 14 Mayıs 1950 tarihinde
Demokrat Parti’nin iktidarı elde etmesi ile sonuçlanır. DP zamanında Türkiye’nin sahip
bulunduğu stratejik konum koz olarak kullanılarak ABD’den gerek malî gerekse de askerî
yardım alınmaya çalışılmıştır. Aynı süreçte İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile
ABD’nin daha önce başlayan yardımlarının da giderek arttığı görülür.
DP iktidarı ilk yıllardan itibaren selefine göre daha liberal bir ekonomik program izleyeceği
izlenimi vermiştir. Gerçekten de Türk ekonomisinin dışa açılmasına yönelik ilk önemli
girişimler bu dönemde ortaya konulur. Ancak başka bir açıdan bakıldığında devletçi
ekonominin “müdahaleci” anlayışından çok da uzaklaşılmadığı görülür. Bu bağlamda
DP ekonomi politikalarını karma ekonomi kapsamında değerlendirmek gerekir. Piyasa
ekonomisi henüz tam anlamıyla uygulamaya alınmış değildir. Burada bir parantez açarak
piyasa ekonomisinin temel varsayımlarına değinelim.
Piyasa ekonomisinin oluşumuna ve işleyişine ilişkin ilk ve en önemli savunu, klasik
ekonomi politikçilerden gelir. İlk olarak kapitalist gelişim dinamiklerinin temel yasalarını
ortaya koyan Adam Smith, yukarıda zikrettiğimiz “görünmez el” metaforuyla “ulus-
devletler çağı”nda, siyasal iktidarların dışında gelişen ve onlardan bağımsız olarak kendi
iç işleyiş mekanizmalarına sahip bir yapıyı betimler. 1776’da yayımlanan anıtsal yapıtı
Ulusların Zenginliği’nde Smith, evrensel ölçekte bir bolluk meydana getirilmesini ve
emeğin teşvik edilerek daha üretken hâle getirilmesini, doğrudan “ekonomik özgürlük”
kavramı ile ilişkilendirmektedir (Skousen, 2007: 19). Smith’e göre insanların ekonomik
özgürlüğe sahip olmaları, “doğal” bir haktır. Dolayısıyla, tüm doğal haklar gibi, başka bir
güç unsuru tarafından bahşedilmemiş olduğundan devlet dahil hiçbir otorite tarafından
sınırlanamaz. Ekonomik özgürlüklerin en geniş düzeyde yaşanması; gümrük tarifeleri ve
ithalat kotaları sınırlanmaksızın, tüketicilere malı diledikleri üreticiden alma özgürlüğünün
tanınmasıyla olur. Bunun yanında Smith, emeğin serbest dolaşımı üzerinde de durmuştur.
Bu bağlamda, Adam Smith, kendi öngördüğü ekonomik düzenin ilkelerini üç temel
kavram üzerinde kurgulamıştır: Özgürlük, kişisel çıkar ve rekabet (Smith, 2006).
Piyasa mekanizmasının devlet müdahalesinden bağışık bir şekilde kendiliğinden
işlediğini savunan tüm kuramlarda ortaya çıkan en önemli ortak özellik, kendiliğinden
işleyen piyasa mekanizmasının bireylerinin refahlarının artması yönünde etki meydana
getireceğidir. Bu bakımdan fayda maksimizasyonunun sağlanması için piyasanın en
elverişli zemini oluşturduğu söylenir. Buna göre insanların temel amaçları kendi özgül
çıkarlarının peşinde koşarak hem siyasal hem de toplumsal anlamda elde edecekleri
192
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
faydayı en üst düzeye çıkarmaktır. Piyasa, rasyonel bir zemin üzerine oturur. Zira, her
insan doğal olarak kendi faydasının ne şekilde ve hangi araçlarla gerçekleşeceğini en iyi
kendisi bilir. Bunun aksini düşünmek insanın yazgısını bir başkasının ya da başkalarının
eline vermek anlamına gelecektir.
Piyasaya ilişkin daha güçlü bir kuramsal zemine sahip savunular ise Avusturya Okulu’nun
temsilcilerinden gelmiştir. Carl Menger ile başlayan çizgi, devletin rolünün yalnızca
toplumun güvenliği ve devamlılığını sağlamak ile sınırlı olduğunu, kendiliğinden işleyen
bir mekanizma olan piyasanın devlet müdahalesi dışında gelişmesi gerektiğini savunur.
Okulun erken döneminde en yetkin temsilcilerinden biri olarak beliren Ludwig von
Mises’a göre insanlar, kendi ihtiyaçlarının tatmini için sürekli olarak eylemde bulunurlar
ve bunu yaparken aynı zamanda başka bir insanın da kendi beklentilerine ulaşmasını
sağlarlar. Dolayısıyla, bireylerin kendi çıkarlarını elde etme yönündeki her eylemi,
hem amaç hem de araçtır. Söz konusu düzen, yani, farklı çıkarların eş zamanlı olarak
karşılanması süreci, doğrudan piyasa tarafından yönetilir. Devlet, piyasa tercihlerinin
belirlenmesi bakımından hiçbir bireye müdahale edemez. Buna karşılık devlet, piyasa
ekonomisinin düzgün işleyişini sağlar ve piyasaya yönelik yıkıcı etkilerin engellenmesi
açısından birtakım önlemler alır (Mises, 2008: 257). Mises, devlet faaliyetlerinin
oldukça masraflı olduğunu söyler. Bu nedenle kamu otoritesinin piyasa ekonomisinin
pürüzsüz işleyişini sağlamak ve piyasayı iç ve dış saldırganlara korumak dışındaki
eylemlere girişmesi durumunda totaliterliğe kayacağını iddia eder (2008: 280). Zira,
bu tür faaliyetler, devleti, kaçınılmaz şekilde, harcamalarını finanse edecek kaynaklar
bulma arayışına itecek, görünmez el bir anda oldukça görünür hâle gelecektir.
Devlete bu denli dar bir sınır çizilmesi ve piyasanın kendiliğinden bir akışa bırakılması,
Mises’ın deyimiyle “tüketicilerin hükümranlığı”nı sağlar (2008: 269). Buna göre piyasa
ekonomisi içinde ekonomiye yön verme işi girişimcilerin yükümlülüğündedir ve bunlar
bir bakıma gemilerdeki dümencilere benzetilebilirler. Geminin asıl emirleri veren kaptanı
ise tüketicidir. Girişimciler, kaptan köşkünde bulunan tüketicilerin tüm emirlerine uymak
zorundadırlar; aksi takdirde tüketim tercihleri kendi mallarına yönelmeyeceğinden zarar
etmekten işlerini kaybetmeye uzanacak bir dizi olumsuz durumla karşılaşacaklardır.
Dolayısıyla, ekonomiye yön veren asıl itici güç, tüketicilerin tercihleridir. Avusturya
Okulu’nun temsilcileri, söz konusu tercihleri doğrudan özgürlük kavramıyla ilişkilendirirler.
Bu bakımdan DP iktidarı döneminde de devletin ekonomiden tam olarak çekildiğini
söylemek mümkün değildir. Devletin ekonomi üzerindeki müdahil ve belirleyici pozisyonu
tıpkı Tek Parti döneminde olduğu gibi DP iktidarında da varlığını sürdürür. Örneğin
bu süreçte kamu kesiminin imalat sanayindeki katma değer payı 1955 sonuna kadar
% 50’nin üzerindedir. Aynı dönem içinde, sabit sermaye yatırımları içinde kamunun
payı, 1951’den sonra biraz azalarak 1954’e kadar % 50’nin altında kalmış, sonra yeni
ekonomik kararların alındığı ve bu arada Türk Parası’nın değerinin düşürüldüğü 1958
yılına kadar % 50’nin üzerindeki durumunu sürdürmüştür. Ayrıca ithalat üzerinde devlet
tam bir denetim sağlamış, ithalatın devlet tarafından üçer aylık periyotlarla belirlenecek
rakamlar içinde kalmak kaydıyla yapılabileceği öngörülmüştür. Taleplerin belirlenen
rakamların üstünde olması durumunda kimlerin ithalat yapabileceğine ilişkin izinler
de yine devlet tarafından verilecektir. DP iktidarıyla başlayan ve 1970’ler boyunca
devam eden karma ekonomi modeli ithal ikameci bir kalkınma anlayışına dayanır. İthal
ikamecilik, yabancı bir tüketim malının ithaline izin vermektense, aynı malın benzerini
193
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
ülkede üretme çabasına dayanır. Bu amaçla örneğin yüksek gümrük duvarları konularak
yabancı malların reel satış fiyatları yükseltilir ve bunlara iç piyasada talep gelmemesi
sağlanır. Bu durum, yurtdışından getirilebilecek daha kalitesiz bir malın emsallerine
göre çok daha yüksek bir fiyatla üretilmesine ve iç piyasadaki tüketiciye zorunlu olarak
satılmasına neden olur. Öte yandan ithal ikameci bir ekonomi içinde yerli firmalar yabancı
şirketlerle rekabet etmeyeceklerinden, ar-ge ve know-how harcamalarına yeterince pay
ayırmazlar. Bundan dolayı uzun vadede ülkenin teknoloji üretmesi imkânsız hale gelir.
Türk ekonomisi; tek parti döneminin sonları, DP iktidarı ve 1960’lı yıllar boyunca bu
türden bir ekonomi anlayışına sahip olmuş, dış pazarlarla ilişkisini sınırlı tutmuştur.
1970’li yıllar ve Ekonomide Dönüşümün Başlaması
Hiç şüphesiz özellikle 1970’lerin sonlarından itibaren dünya siyasetini en fazla etkileyen
olgulardan biri küreselleşmedir. 1980’lerde akademik çevrelerce kullanılmaya başlanan
kavram, 90’lı yıllarla beraber soğuk savaşın sona ererek bir anlamda ideolojilerin
sonunun geldiğinin ilan edilmesine koşut olarak giderek yaygınlaşmıştır. Küreselleşme,
değişik zihin yapılarında farklı anlamlar taşıyor olsa bile herkesin hemfikir olduğu konu,
özellikle enformasyon teknolojilerinin gelişmesinin dünyada insanlar arası mesafeleri
kısalttığı, sosyal, ekonomik ve kültürel etkileşimi arttırdığıdır. Bu bağlamda Giddens
küreselleşmeyi; “Uzak yerleşimleri birbirlerine, yerel oluşumların millerce ötedeki
olaylarca biçimlendirildiği ya da bunun tam tersinin söz konusu olduğu yollarla bağlayan
dünya çapındaki toplumsal ilişkilerin yoğunlaşması...” şeklinde tanımlar ve modernliğin
yapısal sonucu olarak görür (Giddens, 1998: 66). “Bugün, elektronik teknolojisinin
uygulamaya konuluşundan bir yüzyıl sonra, merkezî sinir sistemimizin kendisini
bütün küreyi kucaklayacak biçimde yaymış, gezegenimiz ölçeğinde mekân ve zamanı
ilga etmiş bulunuyoruz” diyen Marshall McLuhan da ünlü “küresel köy” kavramı ile
iletişim teknolojilerindeki hızlı ilerlemenin insanlar arasındaki ilişkileri yoğunlaştıracağını
ve hızlandıracağını, dolayısıyla coğrafi sınırları ortadan kaldıracağını iddia etmiştir
(McLuhan, 1966’dan aktaran Harvey, 1999: 327).
Küreselleşmenin temelde iki boyutu olduğu söylenebilir: Kültürel küreselleşme ve
ekonomik küreselleşme... Küreselleşme sürecinde bu iki faktör etki ve sonuçları
bakımından giderek iç içe geçmektedirler (Robertson, 1998: 103).
Küreselleşmenin kültürel boyutu bağlamında süreç, ilkede, değişik sosyo-kültürel
yapılanmaların yerlerini gitgide küresel, birbirine yaklaşan ve yerel kültürleri aşan kültür
örüntülerine bırakması yönünde işlemektedir. Bu bağlamda kapitalist ekonomik sistemin
doğasının ortaya çıkardığı akışlar, yani ülkeler ve bölgeler arası meta, sermaye ve insan
gücü akışı ulusal farklılıkları ortadan kaldırmakta, değişik insan topluluklarına mensup
bireylerin gündelik yaşamları, giyim tarzları dahi birbirine benzemektedir (Wallerstein,
1998: 129). Bu şekilde değişik insan topluluklarının kültürel etkileşimlerinin tüm insanlığın
ortak değerlerini kapsayacak evrensel bir kültür oluşturmasının küreselleşmenin kültür
ayağını meydana getireceği düşünülmekte, ancak pratikte gerçeklerin tam da bu şekilde
cereyan etmediği görülmektedir. Zira paradoksal olarak küreselleşme çağında evrensel
değerlerin yanında yerel olana ilgi artmakta, alt kimliklere ve farklılığa bugüne değin
olmadığı kadar vurgu yapılmaktadır. Robertson’un “glokalleşme (küyerelleşme) ” olarak
adlandırdığı bu olgu, yerel değerlerin kendi özgünlüklerini koruyarak evrensel sahada
temayüz edeceği öncülünden hareket eder. Bu nedenle Robertson, küreselleşmenin
194
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
195
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
eklemleyen bir söylemle ortaya çıkan ve dört temel siyasal eğilimi temsil etme gibi
bir iddia taşıyan Özal’ın devlet yönetimine getirdiği yaklaşım, Türkiye’deki bürokratik
eğilimli, seçkinci tavırdan farklıdır ve yine onun döneminde işadamları ile devletin (daha
doğrusu siyasal iktidarın) ilişkileri yeni bir temayül kazanır (İlkin, 1993: 193-194). Kendisi
de bir süre özel sektör deneyimi yaşamış olan Özal, iş çevreleri ile oldukça sıcak ilişkiler
içerisine girmiş, iş dünyasından pek çok kişiyi partisine almıştır (Bali, 1998: 31). Hatta ilk
Özal kabinesinin yirmi üyesinden on altısı özel sektör kökenlidir (Arat, 1991: 144). Dış
gezilere kalabalık işadamı heyetleriyle gidilmekte, hatta Özal yurt dışı gezilerde kendine
yakın işadamlarının işleri için lobi çalışmaları yapmaktan kaçınmamaktadır (Birand ve
Yalçın, 2001: 240-1, 247-9, 259).
Bunun yanında 24 Ocak Kararları’nın hazırlanmasında aktif olarak görev alan Özal’ın
liderliğini yaptığı Anavatan Partisi (ANAP), iktidarı süresince liberal politikaların izlenmesine
büyük önem vermiştir. ANAP’ın iktidarda olduğu dönemde Türk parası konvertibl hale
getirilmiş, kamu ekonomik kurumlarına dayanan kalkınma stratejisinden vazgeçilerek
mevcut kamu iktisadî teşebbüslerinin özelleştirilmesi yönünde büyük çaba sarf edilmiş,
ithal ikameci sistem yerine serbest ithalat rejimi benimsenmiştir (Karluk, 1995:86-7).
1981-1988 arasındaki süreçte mal ticaretinin serbestleştirilmesi, ülke ekonomisinin
küresel ekonomiye entegre olması noktasında son derece önemlidir (Boratav vd., 2000:
3). Bu durum yerli girişimciler için yeni fırsat kapılarının açılması demektir. O günlere
değin kısıtlı iç pazarın imkânlarıyla yetinmek zorunda kalan girişimciler dış pazarlara
açılarak rekabet etme şansı bulmuştur; bu durum iç pazarda satılan malların fiyatları ve
kaliteleri üzerinde de olumlu etki yapmıştır. Vergi iadesi gibi teşvik mekanizmalarının
yardımıyla ihracatın artırılmasına yönelik bir strateji izlenmesi nedeniyle bu dönemde
reel ihracat dolar bazında % 19.7 ve % 12.5 artmıştır (Köse ve Yeldan, 1998: 50).
Özal politikalarının belki doğrudan amacı değil, ama sonucu, girişimcilerin hem kendi
içinde hem de devletle ilişkileri bağlamında bir kırılma yaşanmasıdır. Daha önce de
Türkiye’de burjuvazi varlığını büyük ölçüde devlete borçludur. İttihat ve Terakki Partisi
tarafından nüveleri atılan ve Cumhuriyet yönetimince de büyük ölçüde tevarüs edilen
“millî ekonomi” politikaları siyasal rejimin kontrolünde olacak bir “millî burjuvazi”nin
varlığını da beraberinde getirmiştir (Buğra, 1995: 67).
Buna karşılık Özal’ın teşvik edici etkisine rağmen bu şirketlerin büyümelerinde asıl
etkili olan unsurun, uluslararası işbirliği kanallarının açılması ve piyasa ekonomisinin
yaygınlaşmasının olduğu bir kez daha belirtilmelidir. Devletin ekonomi üzerindeki
rolünün azalması, uluslararası düzlemde yeni ekonomik güç odaklarıyla ilişkiye giren ve
çıkarlarını yerel iktidarın ötesinde kapitalist mekanizmalara bağlayan sermayedarların
işini kolaylaştırmıştır. Söz konusu şirketlerin büyük çoğunluğu dış pazarlara da açılmakta
ve kısıtlı iç pazar imkânları göz önünde tutulduğunda zaten aslında ihracat yaptıkça
gelişmektedirler (Öniş, 1997: 743).
Türk ekonomisinin küreselleşmeye, dolayısıyla uluslararası kapitalizme eklemlenme
süreci yalnızca zaten belirli bir sermaye büyüklüğüne sahip olan işadamlarını değil,
bunların yanında o zamana dek taşranın kısıtlı imkânlarıyla yetinmiş bir diğer kitleyi de
bu fırsattan yararlanmaya itmiştir. Bu bağlamda, öteden beri Anadolu’da belirli ölçekte
ticarî ya da sınaî faaliyet gösteren eşraf, liberalizasyon sürecinin sunduğu imkânlardan
yararlanarak sermayelerini büyütmeleri ile ortaya çıkmıştır. Bu süreçte yerel ölçekli
196
AK PARTI
SIYASET
AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları AKADEMISI
küçük ve orta boylu pek çok işletme, kimi zaman aldıkları teşviklerin de etkisiyle,
sermayelerini büyüterek ulusal çapta faaliyet göstermeye başlamışlardır. Burada altı
çizilmesi gereken nokta, taşradaki eşrafın büyük sermaye sahibi kimliğiyle ortaya
çıkmasında siyasal iktidarın destekleyici tutumunun büyük bir etkisinin bulunmasıdır.
Turgut Özal’ın ekonomik açıdan liberal tutumunun siyasal açıdan muhafazakâr tavrıyla
birleşmesi, farklı sermaye gruplarının önünü açan bir etmen olmuştur.
AK Parti Dönemi
Türkiye ekonomisi 2001 yılında en ciddi krizlerinden birini yaşamıştır. Özal sonrasında
ülkenin sürekli siyasal sorunlarla boğuşması doğal olarak ekonomik göstergelerle verileri
de etkilemiş ve 1990’lı yılların büyük kısmında görülen sorunlar 2001 yılında büyük bir
krizin doğmasına yol açmıştır. Bu bağlamda 3 Kasım 2002’de iktidara gelen Adalet ve
Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) parlak bir ekonomik tablo devralmadığı açıktır. Üst üste
gelen ve genellikle kısa süreli olan koalisyon hükümetlerinin geride bıraktıkları miras
yalnızca siyasal açıdan değil ekonomik bağlamda da istikrarsız bir yapının doğmasına
sebebiyet vermiştir. Bütçe Kanununun bile neredeyse bir yıl geriden geldiği ve ülkenin
geçici bütçe uygulamalarıyla yönetildiği bu istikrarsız yapı, ülkenin uluslararası alanda
da güç ve prestij kaybına neden olmuştur.
AK Parti iktidarı ekonomik büyüme ve kalkınmanın oluşmasında piyasa ekonomisinin
dinamiklerinden geniş ölçüde yararlanmıştır. Bu bakımdan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin
kendi ideolojisini konumlandırdığı muhafazakâr demokrasi anlayışının piyasa ekonomisine
ve devletin ekonomi alanındaki rolünün minimize edilmesi anlayışına dayandığı görülür.
Bu bağlamda muhafazakar demokrasi anlayışının öncüllerine uygun şekilde liberal bir
ekonomik program benimsenmiş, devletin piyasa ilişkilerini düzenleyen ve belirleyen
bir rol oynamasından ziyade denetleyen bir görünüm kazanmasına çaba harcanmıştır.
Devletçi ekonomik model yerine liberal modelin hâkim olduğu AK Parti iktidarı boyunca
enflasyonun tek haneli rakamlara indirilmesi, ülke ihracatının daha önceki tüm süreçte
yaşanan toplam ihracat rakamlarını aşması ve giderek itibarsızlaşan liradan altı sıfır
atılması gibi gelişmeler yaşanmış olup bunların tamamı ekonomik göstergelerde olumlu
etki meydana getirmiştir. Örneğin enflasyon 2002 yılında yüzde otuzlar civarında
seyrederken 2009 itibariyle yüzde altı gibi bir enflasyon oranıyla karşılaşılmaktadır.
Enflasyonun tek haneli rakamlara inmesi ekonomik gelişme ve kalkınmanın sağlanması
açısından tek başına yeter bir husus değildir. Bundan daha önemli olarak millî gelire
ilişkin rakamlara bakılması gerekir.
AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılının sonlarında Türkiye’nin toplam milli geliri 2002
yılında 230 milyar dolar iken 2008 yılı sonunda yaklaşık 3,5 kat artışla 750 milyar
dolara kadar çıkmıştır. Bunun kişi bazında değerlendirmesi yapıldığında, 2002 yılında
kişi başına milli gelir sadece 3.500 dolar iken 2008 yılı sonunda ulaştığımız rakamın
9.300 dolar seviyesinde olduğu görülür.
Hatırlanacağı gibi 1990’lı yılların özellikle sonralarında Türkiye ekonomisi IMF ile
imzalanan stand-by anlaşmalarının güdümünde kalmıştır. Ancak AK Parti döneminden
hemen önce, 2002 yılında IMF’ye olan 23,5 milyar dolar borç, 2008 yılı sonunda 8,5
milyar dolara kadar düşürülmüştür. IMF ile bir stand-by anlaşması ilk defa bu dönemde
tamamlanmıştır. Buna karşılık IMF’nin yönlendirmesine ihtiyaç duyulmadan sıkı para ve
maliye politikalarından taviz verilmiştir. Böylece ekonomi yönetimi ve bütçe açısından
197
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
199
AK PARTI
SIYASET
AKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları
SEN, Amartya (2004), Özgürlükle Kalkınma, Çev: Yavuz Alogan, İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
SKOUSEN, Mark (2007), İktisadi Düşünce Tarihi: Modern İktisadın İnşası, Çev: Mustafa
Acar, Ekrem Erdem, Metin Toprak, Ankara: 3. Baskı, Liberte Yayınları.
SMITH, Adam (2006), Milletlerin Zenginliği: Çev: Haldun Derin, İstanbul: İş Bankası
Kültür Yayınları.
TEKELİ, İlhan, Selim İlkin (2004), Cumhuriyetin Harcı: Köktenci Modernitenin Ekonomi
Politiği, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., İstanbul, 2004
TOKAR, Feyyaz (1971), “Nasıl Bir Özel Sektör ?”, Milliyet, 8 Mayıs 1971
TOPRAK, Zafer (1995), Türkiye’de Ekonomi ve Toplum (1908-1950) : Millî İktisat-
Milli Burjuvazi, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay.
TUNÇAY, Mete (1999), Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetiminin Kurulması
(1923-1931), 3. Basım, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay.
ULAGAY, Osman (2000), Quo Vadis ? Küreselleşmenin İki Yüzü, 2. Baskı, İstanbul:
Doğan Kitapçılık
UYAR, Hakkı (2002), “Necmettin Halil Sadak”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt
2: Kemalizm, der. Ahmet İnsel, İstanbul: İletişim Yay.
WALLERSTEIN, Immanuel (1998),“Ulusal ve Evrensel: Dünya Kültürü Diye Bir şey
Olabilir mi?”, Kültür, Küreselleşme ve Dünya Sistemi : Kimlik Temsilinin Çağdaş
Koşulları, der. A.King, çev. G.Seçkin-Ü.H.Yolsal, Ankara: Bilim ve Sanat Yay., 121-
137
ZÜRCHER, Erik Jan (2000), Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, çev.Y.S. Gönen, 9.Baskı,
İstanbul: İletişim Yay.
200