You are on page 1of 260

1

SİRACÜN NUR

MECMUASI
Müellifi

Said Nursî
Bediüzzaman

Mündericat
_______________________ ___________________________

1 Üçüncü Şua Münacat Risalesi.. 1


2 Yirmibeşinci Lem’a Hastalar Risalesi ve Zeyli 17
Onyedinci Mektub Çocuk Taziyenamesi..
3 Yirmialtıncı Lem’a İhtiyarlar Risalesi ve Zeyli Yirmibirinci Mektub.. 37
4 Dördüncü Şua Âyet-i Hasbiye Risalesi.. 89
5 Onüçüncü Lem’a Hikmet-ül İstiaze Risalesi.. 109
6 Otuzüçüncü Mektub.. Aynı zamanda Otuzüçüncü Söz Pencereler Risalesi.. 130
7 Eski Said’in Yeni Said’e inkılabı zamanındaki hazin münacatı.. 166
8 Onyedinci Lem’a’nın Onikinci Notasında Müellifin hazin münacatı.. 168
9 Onikinci Şua Denizli Müdafaanamesi.. 170
10 Beşinci Şua.. 227
11 Merhum Hasan Feyzi’nin Risale-i Nur hakkında manzumesi.. 257
____________________________________________________________________
ِ ِ َ ‫ن الَّر‬
‫حيم‬ ِ ٰ‫حم‬ ْ ‫الله ِه الَّر‬ّٰ ِ ‫سم‬ ْ ِ‫ب‬
َّ
‫ك التِى‬ ِ ْ ‫ل وَالنَّهَارِ وَالْفُل‬ِ ْ ‫ف الل ّي‬ِ َ ‫ختِل‬ ْ ‫ض وَا‬ ْ
ِ ‫ت وَالَْر‬ ِ ‫سمٰوَا‬ َّ ‫ق ال‬ ِ ‫خل‬
ْ َ ‫ن فِى‬ َّ ِ ‫ا‬
َ ‫ما يَنْفَعُ النَّا‬
‫س‬ َ ِ ‫حرِ ب‬ ْ َ ‫جرِى فِى الْب‬ ْ َ‫ت‬
‫ث فِيهَا‬ َّ َ ‫موتِهَا وَب‬
ْ َ َ ‫ض بَعْد‬ َ ‫حيَا بِهِ اْلَْر‬ ْ َ ‫ماءٍ فَا‬ َ ‫ن‬
ْ ‫م‬ ِ ِ‫ماء‬ َ ‫س‬ َّ ‫ن ال‬ َ ‫م‬ ّٰ ‫ل‬
ِ ‫الل ُهه‬ َ ‫ما اَنَْز‬ َ ‫َو‬
‫ح‬
ِ ‫ف الّرِيَا‬ ِ ‫صري‬ ِ ْ َ ‫ل دَابَّةٍ َوت‬ ِّ ُ ‫ن ك‬ ْ ‫م‬ ِ
‫ن‬ ُ
َ ‫ت لِقَوْم ٍ يَعْقِلو‬ ٓ َ
ٍ ‫ض ليَا‬ َ ْ َ َ ُ ْ ‫ب ال‬ َّ ‫وَال‬
ِ ‫ماءِ وَالْر‬ َ ‫س‬ ّ ‫ن ال‬ َ ْ ‫خرِ بَي‬ ّ ‫س‬ َ ‫م‬ ِ ‫حا‬ َ ‫س‬
2

Üçüncü Şua olan bu Münacat Risalesi bu mezkur âyetin


bir nevi tefsiridir.

M ü n a c a t Risalesi
Ya İlahî ve ya Rabbî! Ben imanın gözüyle ve Kur’ânın talimiyle ve nuruyla ve Resul-
i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın dersiyle ve İsm-i Hakîm'in göstermesiyle görüyorum ki:
Semavatta hiçbir deveran ve hiçbir hareket yoktur ki; böyle intizamıyla senin mevcudiyetine
işaret ve delalet etmesin. Ve hiçbir ecram-ı semaviye yoktur ki; sükûtlarıyla ve gürültüsüz
vazife görmeleriyle ve direksiz durmalarıyla, senin rububiyetine ve vahdetine şehadeti ve
işareti olmasın. Ve hiçbir yıldız yoktur ki; mevzun hılkatıyla ve muntazam vaziyetiyle ve
nuranî tebessümüyle ve bütün yıldızlara mümaselet ve müşabehet sikkesiyle senin haşmet-i
uluhiyetine ve vahdaniyetine işaret ve şehadette bulunmasın. Ve oniki seyyareden hiçbir
seyyare yıldız yoktur ki; hikmetli hareketiyle ve itaatli müsahhariyetiyle ve intizamlı
vazifesiyle ve ehemmiyetli peykleriyle senin vücub-ı vücuduna şehadet ve saltanat-ı
uluhiyetine işaret etmesin.
Evet: Gökler sekeneleriyle, herbiri tek başıyla şehadet ettikleri gibi, heyet-i
mecmuasıyla derece-i bedahette, ey zemin ve gökleri yaratan yaratıcı senin vücub-ı vücuduna
öyle zahir şehadet ederler ki ; ve ey zerratı muntazam mürekkebatıyla tedbirini gören ve idare
eden ve bu seyyare yıldızları manzum peykleriyle döndüren ve emrine itaat ettiren, Senin
vahdetine ve birliğine öyle kuvvetli şehadet ederler ki, göğün yüzünde bulunan yıldızlar
sayısınca nurani bürhanlar ve parlak deliller o şehadeti tasdik ederler. Hem bu safi, temiz,
güzel gökler; fevkalâde büyük ve fevkalâde sür'atli ecramıyla muntazam bir ordu ve elektrik
lâmbalarıyla süslenmiş bir saltanat donanması vaziyetini göstermek cihetiyle, senin
rububiyetinin haşmetine ve herşeyi icad eden kudretinin azametine zahir delalet ve hadsiz
semavatı ihata eden
3

hâkimiyetin ve herbir zîhayatı kucağına alan rahmetin hadsiz genişliklerine kuvvetli işaret
ederler ve bütün mahlukat-ı semaviyenin bütün işlerine ve keyfiyetlerine taalluk eden ve
avucuna alan, tanzim eden ilmin herşeye ihatasına ve hikmetin her işe şümulüne şübhesiz
şehadet ederler. Ve o şehadet ve delalet o kadar zahirdir ki; güya yıldızlar, şahid olan göklerin
şehadet kelimeleri ve tecessüm etmiş nurani delilleridirler. Hem semavat meydanında ve
denizinde ve fezasındaki yıldızlar ise; muti' neferler, muntazam sefineler, hârika tayyareler,
acaib lâmbalar gibi vaziyetleriyle, senin saltanat-ı uluhiyetin şaşaasını gösteriyorlar. Ve o
ordunun efradından bir yıldız olan güneşimizin seyyarelerinde ve zeminimizdeki vazifelerinin
delalet ve ihtarıyla, güneşin sair arkadaşları olan yıldızların bir kısmı âhiret âlemlerine
bakarlar. Ve vazifesiz değiller. Belki, bâki olan âlemlerin güneşleridirler.
Ey Vâcib-ül Vücud ve ey Vâhid-i Ehad! Bu hârika yıldızlar ve bu acib güneşler ve
aylar; senin mülkünde, senin semavatında, senin emrin ile ve kuvvetin ve kudretin ile ve senin
idare ve tedbirin ile teshir ve tanzim ve tavzif edilmişler. Bütün o ecram-ı ulviye, kendilerini
yaratan ve döndüren ve idare eden birtek Hâlık'a tesbih ederler ve tekbir ederler. Lisan-ı
halleriyle Sübhanallah Allahü Ekber derler. Ben dahi onların bütün tesbihatıyla seni takdis
ederim. Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş olan
Kadîr-i Zülcelal!
Ey Kâdir-i Mutlak! Kur’ân-ı Hakîmin dersiyle ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselâm'ın talimiyle anladım. Nasılki: Gökler ve yıldızlar, senin mevcudiyetine ve vahdetine
şehadet ederler. Öyle de; cevv-i sema bulutlarıyla ve şimşekleriyle ve ra'dları ve rüzgârları ve
yağmurlarıyla, senin vücub-ı vücuduna ve vahdetine şehadet ederler. Evet camid, şuursuz
bulut, âb-ı hayat olan yağmuru muhtaç olan zîhayatların imdadına göndermesi, ancak senin
rahmetin ve hikmetin iledir. Karışık tesadüf karışamaz. Hem elektriğin en büyüğü bulunan ve
fevaid-i tenviriyesine işaret ederek ondan istifadeye teşvik eden şimşek ise; senin fezadaki
kudretini güzelce tenvir ediyor. Hem yağmurun geleceğini müjdeleyen ve koca fezayı
konuşturan ve tesbihatının gürültüsüyle gökleri çınlatan ra'dat dahi, lisan-ı kal ile konuşarak
seni takdis edip, rububiyetine şehadet eder. Hem zîhayatların yaşamasına en lüzumlu rızkı ve
istifadece en kolayı ve nefesleri vermek ve nüfusları rahatlandırmak gibi çok vazifelerle tavzif
edilen rüzgârlar dahi;
4

cevvi âdeta bir hikmete binaen (levh, mahv, isbat) yani yazar ifade eder. Sonra bozar tahtası
suretine çevirmekle, senin kudretin faaliyetine işaret ve senin vücuduna şehadet ettiği gibi,
senin rahmetin ile bulutlardan sağıp zîhayatlara gönderilen rahmet dahi; mevzun ve muntazam
katreleri kelimeleriyle, senin vüs'at-i rahmetine ve geniş şefkatine şehadet ediyor. Ey
Mutasarrıf-ı Fa'al ve ey Feyyaz-ı Müteâl! Senin vücub-ı vücuduna şehadet eden bulut, berk,
ra'd, rüzgâr, yağmur; birer birer şehadet ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla keyfiyetçe
birbirinden uzak, mahiyetçe birbirine muhalif olmakla beraber, birlik, beraberlik, birbiri içine
girmek ve birbirinin vazifesine yardım etmeleri haysiyetiyle senin vahdetine ve birliğine gâyet
kuvvetli işaret ederler. Hem koca fezayı bir mahşer-i acaib yapan ve bazı günlerde birkaç defa
doldurup boşaltan rububiyetin haşmetine ve o geniş cevvi, yazar değiştirir bir levha gibi ve
sıkar onunla zemin bahçesini sulattırır bir sünger gibi tasarruf eden kudretin azametine ve her
şeye şümulüne şehadet ettikleri gibi umum zemine ve bütün mahlukatına cevv perdesi altında
bakan ve idare eden rahmetin ve hâkimiyetin hadsiz genişliklerine ve herşeye yetişmelerine
delalet eder.
Hem fezadaki hava, o kadar hakimane vazifelerde istihdam ediliyor. Ve bulut ve
yağmur, o kadar alimane faidelerde istimal olunuyor ki: Herşeye ihata eden bir ilim ve
herşeye şamil bir hikmet olmazsa, o istimal, o istihdam olamaz. Ey Fa'alün Limâ Yürid!
Cevv-i fezadaki faaliyetinle her vakit bir nümune-i haşir ve kıyamet göstermek, bir saatte yazı
kışa ve kışı yaza döndürmek, bir âlem getirmek, bir âlem gayba göndermek misillü şuunatta
bulunan kudretin; dünyayı âhirete çevirecek ve âhirette şuunat-ı sermediyeyi gösterecek
işaretini veriyor. Ey Kadîr-i Zülcelal cevv-i fezadaki hava, bulut, yağmur, berk ve ra'd; senin
mülkünde, senin emrin ve havlin ile, senin kuvvet ve kudretinle müsahhar ve vazifedardırlar.
Mahiyetçe birbirinden uzak olan bu feza mahlukatını, gâyet sür'atli ve âni emirlere ve çabuk
acele kumandalara itaat ettiren âmir ve hâkimlerini takdis ederek, rahmetini medh ü sena
ederler.
Ey Arz ve Semavatın Hâlık-ı Zülcelali! Senin Kur’ân-ı Hakîmin talimiyle ve Resul-i
Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın dersiyle iman ettim ve bildim ki: Nasıl semavat yıldızlarıyla
ve cevv-i feza müştemilatıyla senin vücub-ı vücuduna ve senin birliğine ve vahdetine şehadet
ediyorlar. Öyle de, arz bütün mahlukatıyla ve ahvaliyle senin mevcudiyetine ve vahdetine,
mevcudatı adedince şehadetler ve işaretler ederler. Evet zeminde hiçbir tahavvül, ağaç ve
hayvanlarında her senede elbiselerini değiştirmek gibi
5

ve hiçbir tebeddül -cüz'î olsun, küllî olsun- yoktur ki; intizamıyla, senin vücuduna ve
vahdetine işaret etmesin. Hem hiçbir hayvan yoktur ki, za'fiyet ve ihtiyacının derecesine göre
verilen rahimane rızkıyla ve yaşamasına lüzumu bulunan cihazatının hakimane verilmesiyle,
senin varlığına ve birliğine şehadeti olmasın. Hem her baharda gözümüzün önünde icad edilen
nebatat ve hayvanattan hiçbir tanesi yoktur ki, san'at-ı acibesiyle ve latif zînetiyle ve tam
temyiziyle ve intizamıyla ve mevzuniyetiyle seni bildirmesin ve zemin yüzünü dolduran ve
nebatat ve hayvanat denilen kudretin hârikaları ve mu'cizeleri; mahdud ve maddeleri bir ve
müteşabih olan yumurtalardan ve yumurtacıklardan ve katrelerden ve habbe ve
habbeciklerden ve çekirdeklerden; yanlışsız, mükemmel, süslü ve alâmet-i farikalı olarak
yaratılışları, Sâni'-i Hakîmlerinin vücuduna ve vahdetine ve hikmetine ve hadsiz kudretine
öyle bir şehadettir ki, ziyanın güneşe olan şehadetinden daha kuvvetli ve daha parlaktır. Hem
hava, su, nur, ateş, toprak gibi hiçbir unsur yoktur ki, şuursuzluklarıyla beraber, gâyet
şuurkârane, mükemmel vazifeler görmeleriyle ve basit ve istilâ edici, intizamsız, heryere
dağılmakla beraber, gâyet muntazam ve mütenevvi meyveleri ve mahsulleri hazine-i gaybdan
getirmeleriyle, senin birliğine ve varlığına şehadetleri bulunmasın.
Ey Fâtır-ı Kâdir! Ve Ey Fettah-ı Allâm! Ve Ey Fa'al-i Hallak! Nasıl Arz, bütün
sekenesiyle Hâlıkının Vâcib-ül Vücud olduğuna şehadet eder.. öyle de: Senin ey Vâhid-i Ehad
ve ey Hannan-ı Mennan ve ey Vehhab-ı Rezzak! vahdetine ve ehadiyetine, yüzündeki
sikkesiyle ve sekenesinin yüzlerindeki sikkeleriyle ve birlik ve beraberlik ve birbiri içine
girmek ve birbirine yardım etmek ve onlara bakan rububiyet isimlerinin ve fiillerinin bir
olması cihetinde, bedahet derecesinde senin vahdetine ve ehadiyetine şehadet eder. Belki
mevcudatı adedince şehadetler eder. Hem nasıl zemin bir ordugâh, bir meşher, bir talimgâh
vaziyetiyle ve nebatat ve hayvanat fırkalarında bulunan dörtyüz bin muhtelif milletlerin ayrı
ayrı cihazatları muntazaman verilmesiyle, senin rububiyetin haşmetine ve kudretin herşeye
yetişdiğine delalet eder; öyle de: Hadsiz bütün zîhayatın ayrı ayrı rızıklarının, kuru ve basit bir
topraktan, vakti vaktine rahimane ve kerimane verilmesi ve hadsiz o efradın kemal-i
müsahhariyetle evamir-i Rabbaniyeye itaatleri, rahmetin herşeye şümulünü ve hâkimiyetin
herşeye ihatasını gösteriyor. Hem zeminde değişmekte bulunan mahlukat taifelerinin sevk ü
idareleri, mevt ve hayatın münavebeleri ve hayvan ve nebatatın idare ve tedbirleri dahi,
herşeye taalluk eden bir ilim ile ve herşeyde hükmeden nihâyetsiz bir hikmetle olabilmesi,
senin ihata-i ilmine ve hikmetine delalet eder.
6

Hem zeminde kısa bir zamanda hadsiz vazifeler gören ve hadsiz bir zaman yaşayacak
gibi istid’ad ve manevî cihazat ile techiz edilen ve zemin mevcudatına tasarruf eden insan
için, bu talimgâh-ı dünyada bu muvakkat ordugâh-ı zeminde ve bu muvakkat meşherde; bu
kadar ehemmiyet, bu hadsiz masraf, bu nihâyetsiz tecelliyat-ı rububiyet, bu hadsiz hitabat-ı
Sübhaniye bu gâyetsiz ihsan’at-ı İlahiye, elbette ve herhalde bu kısacık ve hüzünlü ömre bu
karışık kederli hayata, bu belalı ve fâni dünyaya sığışmaz. Belki ancak başka ve ebedî bir
ömür için ve bâki bir dâr-ı saadet için olabildiği cihetinden, âlem-i bekada bulunan ihsan’at-ı
uhreviyeye işaret eder belki şehadet eder.
Ey Hâlık-ı Külli Şey! Zeminin bütün mahlukatı, senin mülkünde, senin arzında, senin
havl ü kuvvetin ile ve senin kudretin ve iradetin ile ve ilmin ve hikmetin ile idare olunuyorlar
ve müsahhardırlar. Ve zemin yüzünde faaliyeti müşahede edilen bir rububiyet, öyle bir ihata
ve şümul gösteriyor ve onun idaresi ve tedbiri ve terbiyesi öyle mükemmel ve öyle hassastır
ve her taraftaki icraatı öyle bir birlik ve beraberlik ve benzemeklik içindedir ki, tecezzi kabul
etmeyen bir küll ve inkısamı imkânsız bulunan bir küllî hükmünde bir tasarruf, bir rububiyet
olduğunu bildiriyor. Hem zemin bütün sekenesiyle beraber, lisan-ı kalden daha zâhir hadsiz
lisanlar ile Hâlıkları olan Zât-ı Akdesini takdis ve tesbih ediyorlar. Ve nihâyetsiz nimetlerin
lisan-ı halleriyle Rezzak-ı Zülcelalleri olan Zât-ı Zülcelalini hamd ile medh ü sena ediyorlar.
Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından istitar etmiş olan Zât-ı Akdes!
Zeminin bütün takdisat ve tesbihatıyla; seni kusurdan, aczden, şerikten takdis edib bütün
tahmidat ve senalarıyla sana hamd eder şükür ederim.
Ey Rabb-ül Berr Ve-l Bahr! Kur’ânın dersiyle ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselâm'ın talimiyle anladım ki: Nasıl gökler ve feza ve zemin senin birliğine ve varlığına
şehadet ederler.. öyle de: Bahrler, nehirler ve çeşmeler ve ırmaklar, senin vücub-ı vücuduna ve
vahdetine bedahet derecesinde şehadet ederler. Evet bu dünyamızın menba-ı acaib buhar
kazanları hükmünde olan denizlerde hiçbir mevcud, hattâ hiçbir katre su yoktur ki; vücuduyla,
intizamıyla, menfaatıyla ve vaziyetiyle Hâlıkını bildirmesin. Basit bir kumda basit bir suda
rızıkları mükemmel bir surette verilen garib mahluklardan ve hılkatları gâyet muntazam
hayvanat-ı bahriyeden, hususan bir tanesi, bir milyon yumurtacıklarıyla denizleri şenlendiren
balıklardan hiç birisi yoktur ki, hılkatıyla ve vazifesiyle ve idare ve iaşesiyle ve tedbir ve
terbiyesiyle yaratanına işaret ve Rezzakına şehadet
7

etmesin. Hem denizdelerdeki kıymetdar, hasiyetli, zînetli cevherlerden hiç birisi yoktur ki,
güzel hılkatlarıyla ve cazibedar fıtratlarıyla ve menfaatli hasiyetlerıyle seni tanımasın,
bildirmesin. Evet bunlar birer birer şehadet ettikleri gibi; heyet-i mecmuasıyla ve beraberlik
ve birbiri içine karışmak ve sikke-i hılkatte birlik ve icadça gâyet kolaylık ve efradça gâyet
çokluk noktalarından, senin vahdetine şehadet ettikleri gibi; küre-i arzı, toprağıyla beraber
kuşatan muhit denizleri muallakta durdurmak ve dökmeden ve dağıtmadan güneşin etrafında
gezdirmek ve toprağı istila ettirmemek ve basit kumundan ve suyundan, mütenevvi ve
muntazam hayvanatını ve cevherlerini halketmek ve erzak ve saire umûrlarını küllî ve tam bir
surette idare etmek ve tedbirlerini görmek ve yüzünde bulunması lâzım gelen hadsiz
cenazelerinden hiçbirisi bulunmamak noktalarından, senin varlığına ve Vâcib-ül Vücud
olduğuna mevcudatı adedince işaretler ederek şehadet eder.
Ve senin saltanat-ı rububiyetin haşmetine ve herşeye muhit olan kudretin azametine
pek zâhir delalet ettikleri gibi, göklerin fevkindeki gâyet büyük ve muntazam yıldızlardan, tâ
denizlerin diblerinde bulunan gâyet küçük ve intizam ile iaşe edilen balıklara kadar herşeye
yetişen ve hükmeden rahmetin ve hâkimiyetin hadsiz genişliklerine delalet.. ve intizamatıyla
ve faideleriyle ve hikmetleriyle ve mizan ve mevzuniyetleriyle, senin herşeye muhit ilmine ve
herşeye şamil hikmetine işaret ederler. Ve senin bu misafirhane-i dünyada yolcuların için
böyle rahmet havuzların bulunması ve insanın seyr ü seyahatına ve gezmesine ve istifadesine
müsahhar olması işaret eder ki; böyle yolda yapılmış bir handa, bir gece misafirlerine bu
kadar deniz hediyeleriyle ikram eden zât, elbette makarr-ı saltanat-ı ebedisinde öyle ebedî
rahmet denizleri bulundurmuş ki, bunlar onların fâni ve küçük nümuneleridirler. İşte
denizlerin böyle gâyet hârika bir tarzda arzın etrafında vaziyet-i acibesiyle bulunması ve
denizlerin mahlukatı dahi, gâyet muntazam idare ve terbiye edilmesi bilbedahe gösteriyor ki;
yalnız senin kuvvetin ve kudretin ile ve senin irade ve tedbirin ile, senin mülkünde, senin
emrine müsahhardırlar. Ve lisan-ı halleriyle Hâlıklarını takdis edip "Allahü Ekber" derler.
Ey dağları zemin sefinesine hazineli direkler yapan Kadîr-i Zülcelal! Resul-i Ekrem
Aleyhissalâtü Vesselâm'ın talimiyle ve Kur’ân-ı Hakîminin dersiyle anladım ki, nasıl denizler
acaibleriyle seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar.. öyle de: Dağlar dahi, zelzele tesiratından
zeminin sükûnetine ve içindeki dâhilî inkılabat fırtınalarından sükûtuna ve denizlerin
istilasından kurtulmasına ve havanın gazat-ı muzırradan tasfiyesine ve suların muhafaza ve
iddiharlarına ve zîhayatlara lâzım olan madenlerin hazinedarlığına ettiği hizmetleriyle
8

ve hikmetleriyle seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar. Evet dağlardaki taşların enva'ından ve


muhtelif hastalıklara ilâç olan maddelerin aksamından ve zîhayata, hususan insanlara çok
lâzım olan ve çok mütenevvi olan madeniyatın ecnasından ve dağları ve sahraları çiçekleriyle
süslendiren ve meyveleriyle şenlendiren nebatatın esnafından hiçbirisi yoktur ki; tesadüfe
havalesi mümkün olmayan hikmetleriyle, intizamlarıyla, hüsn-i hılkatlarıyla, faideleriyle..
hususan madeniyatın tuz ve limontuzu, sulfato ve şap gibi sureten birbirine benzemekle
beraber tadlarının şiddet-i muhalefetiyle.. ve bilhassa nebatatın basit bir topraktan çeşit çeşit
enva'larıyla, ayrı ayrı çiçek ve meyveleriyle, nihâyetsiz Kadîr nihâyetsiz Hakîm, nihâyetsiz
Rahîm ve Kerim bir Sâniin vücub-ı vücuduna bedahetle şehadet ettikleri gibi; heyet-i
mecmuasındaki vahdet-i idare ve vahdet-i tedbir ve menşe' ve mesken ve hılkat ve san'atça
beraberlik ve birlik ve ucuzluk ve kolaylık ve çokluk ve yapılmakta çabukluk noktalarından,
O Sâniin vahdetine ve ehadiyetine şehadet ederler.
Hem nasılki dağların yüzlerindeki ve karınlarındaki masnu'ların, zeminin her
tarafında, herbir nevi aynı zamanda ve aynı tarzda, yanlışsız, gâyet mükemmel ve çabuk
yapılmaları ve bir iş bir işe mani olmadan, sair neviler ile beraber karışık iken,
karıştırmaksızın icadları; senin rububiyetin haşmetine ve hiçbir şey ona ağır gelmeyen
kudretin azametine delalet eder;
Öyle de: Zeminin yüzündeki zîhayat mahlukların hadsiz hacatlarını, hattâ mütenevvi
hastalıklarını, hattâ muhtelif zevklerini ve ayrı ayrı iştihalarını tatmin edecek bir surette,
dağların yüzlerini ve içlerini muntazam eşcar ve nebatatla ve madeniyatla doldurmak ve
muhtaçlara teshir etmek cihetiyle, senin rahmetin hadsiz genişliğine ve hâkimiyetin nihâyetsiz
vüs'atine delalet.. ve toprak tabakatı içinde, gizli ve karanlık ve karışık bulunduğu halde;
bilerek, görerek, şaşırmayarak, intizam ile, hacetlere göre ihzar edilmeleriyle, senin herşeye
taalluk eden ilmin ihatasına ve herbir şeyi tanzim eden hikmetin bütün eşyaya şümulüne ve
ilâçların ihzaratı ve madenî maddelerin iddiharatıyla rububiyetin rahimane ve kerimane olan
tedabirinin mehasinine ve inâyetin ihtiyatlı letaifine pek zahir bir surette işaret ve delalet
ederler. Hem bu dünya hanında misafir yolcular için, koca dağları levazımatlarına ve
istikbaldeki ihtiyaçlarına muntazam ihtiyat deposu ve cihazat anbarı ve hayata lüzumu olan
çok definelerin mükemmel mahzeni olmak cihetinde işaret eder, belki delalet eder, belki
şehadet eder ki;
9

bu kadar kerim ve misafirperver ve bu kadar hakîm ve şefkatperver ve bu kadar kadîr ve


rububiyetperver bir Sâniin, elbette ve herhalde, çok sevdiği o misafirleri için, ebedî bir
âlemde, ebedî ihsan’atının ebedî hazineleri vardır. Buradaki dağlara bedel, orada yıldızlar o
vazifeleri görürler. Ey Kâdir-i Külli Şey! Dağlar ve içlerindeki mahluklar senin mülkünde
senin kuvvet ve kudretinle ve ilim ve hikmetin ile müsahhar ve müddehardırlar. Onları bu
tarzda tavzif ve teshir eden Hâlıkları olan Zât-ı akdesi takdis ve tesbih ederler.
Ey Hâlık-ı Rahman ve ey Rabb-i Rahîm! Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın
talimiyle ve Kur’ân-ı Hakîmin dersiyle anladım ki: Nasılki sema ve feza ve arz ve denizler ve
dağlar, müştemilâtlarıyla ve mahluklarıyla beraber seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar.. öyle de:
Zemindeki bütün ağaçlar ve nebatlar, yaprakları ve çiçekleri ve meyveleriyle, seni bedahet
derecesinde tanıttırıyorlar ve tanıyorlar. Ve umum eşcarın ve nebatatın cezbedarane hareket-i
zikriyede bulunan yapraklarından ve zînetleriyle Sâniin isimlerini tavsif ve tarif eden
çiçeklerinden ve letafet ve cilve-i merhametinden tebessüm eden meyvelerinden herbirisi,
tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkânı olmayan hârika san'at içindeki nizam ve nizam içindeki
mizan ve mizan içindeki zînet ve zînet içindeki nakışlar ve nakışlar içindeki güzel ve ayrı ayrı
kokular ve kokular içindeki meyvelerin muhtelif tatlarıyla, nihâyetsiz Rahîm ve Kerim bir
Sâniin vücub-ı vücuduna bedahet derecesinde şehadet ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla da,
bütün zemin yüzünde birlik ve beraberlik ve birbirine benzemeklik ve sikke-i hılkatte
müşabehet ve tedbir ve idarede münasebet ve onlara taalluk eden icadi fiillerde ve Rabbanî
isimlerde muvafakat ve o yüzbin enva'ın hadsiz efradlarını birbiri içinde şaşırmayarak birden
idareleri gibi noktalarıyla, o Vâcib-ül Vücud Sânilerinin bilbedahe vahdetine ve ehadiyetine
dahi şehadet ederler. Hem nasılki onlar senin vücub-ı vücuduna ve vahdetine şehadet
ediyorlar.. öyle de; rûy-i zeminde dört yüz bin milletlerden teşekkül eden zîhayat ordusundaki
hadsiz efradın yüzbinler tarzda iaşe ve idareleri; şaşırmayarak, karıştırmayarak mükemmel
yapılmasıyla, senin rububiyetin vahdaniyetteki haşmetine ve bir baharın icadını bir çiçek
kadar kolayca icad eden kudretin azametine ve herşeye taallukuna delalet ettikleri gibi, koca
zeminin her tarafında, hadsiz hayvanatına ve insanlara, hadsiz taamların çeşit çeşit aksamını
ihzar eden rahmetin hadsiz genişliğine ve o hadsiz işlerin ve in'amlar ve idarelerin ve iaşeler
ve icraatların kemal-i intizamla cereyanları ve herşeyi hattâ zerrelerin o emirlere ve icraata
itaat ve müsahhariyetleriyle, hâkimiyetin hadsiz vüs'atine
10

kat'î delalet etmekle beraber o ağaçların ve o nebatların ve herbir yaprak ve çiçek ve meyve ve
kök ve dal ve budak gibi herbirisinin herbir şeyi ve herbir işi bilerek, görerek, faidelere,
maslahatlara, hikmetlere göre yapılmakla, senin ilmin her şeye ihatasına ve hikmetin herşeye
şümulüne pek zâhir bir surette delalet ederler ve hadsiz parmaklarıyla işaret ederler. Ve senin
gâyet kemaldeki cemal-i san'atını ve nihâyet cemaldeki kemal-i nimetini hadsiz dilleriyle
medh-i sena ederler. Hem bu muvakkat handa ve fâni misafirhanede ve kısa bir zamanda ve
az bir ömürde, eşcar ve nebatatın elleriyle, bu kadar kıymetdar ihsanlar ve nimetler ve bu
kadar fevkalâde masraflar ve ikramlar işaret eder belki şehadet eder ki: Misafirlerine burada
bu kadar merhametler yapan kudretli, keremkâr Zât-ı Rahîm, bütün ettiği masrafları ve
ihsanları, kendini sevdirmek ve tanıttırmak neticesinin aksiyle, yani bütün mahlukat
tarafından "Bize tattırdı, fakat yedirmeden bizi i'dam etti" dememek ve dedirmemek ve
saltanat-ı uluhiyetini iskat etmemek ve nihâyetsiz rahmetini inkâr etmemek ve ettirmemek ve
bütün müştak dostlarını mahrumiyet cihetinde düşmanlara çevirmemek noktalarından, elbette
ve her halde ebedî bir âlemde, ebedî bir memlekette, ebedî bırakacak abdlerine, ebedî rahmet
hazinelerinden, ebedî Cennetlerinde, ebedî ve Cennet'e lâyık bir surette meyvedar eşcar ve
çiçekli nebatlar ihzar etmiştir. Buradakiler ise, müşterilere göstermek için nümunelerdir. Hem
ağaçlar ve nebatlar, umumen yaprak ve çiçek ve meyvelerinin kelimeleriyle seni takdis ve
tesbih ve tahmid ettikleri gibi, o kelimelerden herbirisi dahi ayrıca seni takdis ederler.
Hususan meyvelerin bedi' bir surette, etleri ve çok muhtelif, san'atları ve çok acib,
çekirdekleri ve çok hârika bir surette yapılarak o yemek tablalarını ağaçların ellerine verip ve
nebatatın başlarına koyarak zîhayat misafirlerine göndermek cihetinde, lisan-ı hal ile olan
tesbihatları, zuhurca lisan-ı kal derecesine çıkmakla. bütün onlar senin mülkünde, senin
kuvvet ve kudretinle, senin irade ve ihsan’atınla, ve senin rahmet ve hikmetinle
müsahhardırlar ve senin herbir emrine muti'dirler.
Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından tesettür etmiş olan
Sâni'-i Hakîm ve Hâlık-ı Rahîm! Bütün eşcar ve nebatatın, bütün yaprak ve çiçek ve
meyvelerinin dilleriyle ve adedleriyle; seni kusurdan, aczden, şerikten takdis ederek sana
hamd ü sena ederim.
Ey Fâtır-ı Kadîr! Ey Müdebbir-i Hakîm! Ey Mürebbi-i Rahîm! Resul-i Ekrem
Aleyhissalâtü Vesselâm'ın talimiyle ve Kur’ân-ı Hakîm'in dersiyle anladım ve iman ettim ki;
nasıl nebatat ve eşcar seni tanıyorlar, senin sıfât-ı kudsiyeni ve esma-i hüsnanı
11

bildiriyorlar.. Öyle de: Zîhayatlardan ruhlu kısmı olan insan ve hayvanattan hiçbirisi yoktur
ki; cisminde gâyet muntazam saatler gibi işleyen ve işlettirilen dâhilî ve haricî âzalarıyla ve
bedeninde gâyet ince bir nizamla ve gâyet hassas bir mizanla ve gâyet mühim faidelerle
yerleştirilen âlât ve duygularıyla ve cesedinde gâyet san'atlı bir yapılış ve gâyet hikmetli bir
tefriş ve gâyet dikkatli bir müvazene içinde konulan cihazat-ı bedeniyesiyle, senin vücub-ı
vücuduna ve sıfatların tahakkukuna şehadet etmesin. Çünki bu kadar basirane nazik san'ata ve
şuurkârane ince hikmete ve müdebbirane tam müvazeneye, elbette kör kuvvet ve şuursuz
tabiat ve serseri tesadüf karışamazlar ve onların işi olamaz ve mümkün değildir. Ve kendi
kendine teşekkül edip öyle olması ise, yüz derece muhal içinde muhaldir. Çünki o halde herbir
zerresinin; herbir şeyini ve cesedinin teşekkülünü, belki dünyada alâkadar olduğu herşeyini
bilecek ve görecek ve yapabilecek âdeta ilah gibi ihatalı bir ilmi ve kudreti bulunacak. Sonra
teşkil-i cesed ona havale edilir ve kendi kendine oluyor denilir. Ve heyet-i mecmuasındaki
vahdet-i tedbir ve vahdet-i idare ve vahdet-i nev'iye ve vahdet-i cinsiye ve umumun
yüzlerinde göz, kulak, ağız gibi noktalarda ittifak cihetinde müşahede edilen sikke-i fıtratta
birlik ve herbir nev'in efradı sîmalarında görülen sikke-i hikmette ittihad ve iaşede ve icadda
beraberlik ve birbirinin içinde bulunmak gibi keyfiyetlerinden hiçbirisi yoktur ki, senin
vahdetine kat'î şehadette bulunmasın! Ve herbir ferdinde, kâinata bakan bütün isimlerin
cilveleri bulunmakla, vâhidiyet içinde senin ehadiyetine işareti olmasın.
Hem nasılki insan ile beraber hayvanatın, zeminin bütün yüzünde yayılan yüzbin
enva'ı, muntazam bir ordu gibi techiz, talimat ve itaat ve müsahhariyetle ve en küçükten tâ en
büyüğe kadar, rububiyetin emirleri intizamla cereyanlarıyla o rububiyetin derece-i haşmetine
ve gâyet çoklukla beraber gâyet kıymetli ve gâyet mükemmel olmakla beraber gâyet çabuk
yapılmaları ve gâyet san'atlı olmakla beraber gâyet kolay yapılışlarıyla kudretin derece-i
azametine delalet ettikleri gibi; şarktan garba, şimalden cenuba kadar yayılan mikroptan tâ
gergedana kadar, en küçücük sinekten tâ en büyük kuşa kadar bütün onların rızıklarını
yetiştiren rahmetin hadsiz vüs'atine ve herbiri emirber nefer gibi vazife-i fıtriyesini yapmak ve
zemin yüzü her baharda, güz mevsiminde terhis edilenlerin yerlerinde yeniden taht-ı silâha
alınmış bir orduya ordugâh olmak cihetiyle, hâkimiyetinin nihâyetsiz genişliğine kat'î delalet
ederler.
12

Hem nasılki hayvanattan herbirisi, kâinatın bir küçük nüshası ve misal-i musaggarı
hükmünde gâyet derin bir ilimle ve gâyet dakik bir hikmetle, karışık eczaları karıştırmayarak
ve bütün hayvanların ayrı ayrı suretleri şaşırılmayarak, hatasız, sehivsiz, noksansız
yapılmalarıyla, ilmin herşeye ihatasına ve hikmetin herşeye şümulüne, adedlerince işaretler
ederler; öyle de: Herbiri birer mu'cize-i san'at ve birer hârika-i hikmet olacak kadar san'atlı ve
güzel yapılmalarıyla, çok sevdiğin ve teşhirini istediğin san'at-ı Rabbaniyen kemal-i hüsnüne
ve gâyet derecede güzelliğine işaret ederler ve herbirisi, hususan yavruların gâyet nazdar, ve
nazenin bir surette beslenmeleriyle ve heveslerinin ve arzularının tatmini cihetiyle, senin
inâyetin gâyet şirin cemaline hadsiz işaretler ederler.
Ey Rahmanürrahîm! Ey Sadık-ul Va'd-il Emin! Ey Mâlik-i Yevmiddin! Senin Resul-i
Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın talimiyle ve Kur’ân-ı Hakîmin irşadıyla anladım ki: Madem
kâinatın en müntehab neticesi hayattır.. ve hayatın en müntehab hülâsası zîruhtur.. ve zîruhun
en müntehab kısmı zîşuurdur.. ve zîşuurun en câmii insandır.. ve bütün kâinat hayata
müsahhardır ve onun için çalışıyor.. ve zîhayatlar, zîruhlara müsahhardır, onlar için dünyaya
gönderiliyorlar.. ve zîruhlar, insanlara müsahhardır, onlara yardım ediyorlar.. ve insanlar
fıtraten Hâlıkları olan Allah-ı teala hazretlerini pek ciddî severler ve Hâlıkları onları hem
sever, hem kendini onlara her vesile ile sevdirir.. ve insanın istid’adı ve cihazat-ı maneviyesi,
başka bir bâki âleme ve ebedî bir hayata bakıyor.. ve insanın kalbi ve şuuru, bütün kuvvetiyle
beka istiyor.. ve lisanı, hadsiz dualarıyla beka için Hâlıkına yalvarıyor; elbette ve herhalde, o
çok seven ve sevilen ve mahbub ve muhib olan insanları dirilmemek üzere öldürmekle, ebedî
bir muhabbet için yaradılmış iken, ebedî bir adavetle gücendirmek olamaz ve kabil değildir.
Belki başka bir ebedî âlemde mes'udane yaşaması hikmetiyle, bu dünyada çalışmak ve onu
kazanmak için gönderilmiştir. Ve insana tecelli eden isimlerin, bu fâni ve kısa hayattaki
cilveleriyle âlem-i bekada onların âyinesi olan insanların, ebedî cilvelerine mazhar
olacaklarına işaret ederler. Evet, ebedînin sadık dostu, ebedî olacak. Ve Bâki'nin âyine-i
zîşuuru, bâki olmak lâzım gelir. Hayvanların ruhları bâki kalacağını ve Hüdhüd-i Süleymanî
(A.S.) (A.S.)
ve Neml'i ve Naka-i Sâlih ve Kelb-i Ashab-ı Kehf gibi bazı efrad-ı mahsusa; hem
ruhu, hem cesediyle bâki âleme gideceği ve herbir nev'in arasıra istimal etmek için birtek
cesedi bulunacağı rivâyet-i sahihadan anlaşılmakla beraber;
13

hem hikmet ve hakikat, hem rahmet ve rububiyet öyle iktiza ediyorlar. Ey Kâdir-i Kayyum!
Bütün zîhayatlar ve zîruhlar ve zîşuurlar senin mülkünde, yalnız senin kuvvet ve kudretinle ve
ancak senin irade ve tedbirinle ve rahmet ve hikmetinle, rububiyetin emirlerine teshir
edilmişler ve fıtrî vazifelerle tavzif edilmişler. Ve bir kısmı, insanın kuvveti ve galebesi için
değil, belki insanın fıtraten zaa'fı ve aczi için, rahmet tarafından insana müsahhar olmuşlar. Ve
lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile Sâni'lerini ve Mabudlarını kusurdan, şerikten takdis ediyorlar ve
nimetlerine şükür ve hamd ederek, herbiri ibadat-ı mahsusalarını yapıyorlar. Ey şiddet-i
zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından perdelenmiş olan Zât-ı Akdes! Bütün
zîruhların tesbihatıyla seni takdis etmeyi niyet edip ِ‫ماء‬ َ ْ ‫ن ال‬
َ ‫م‬ َ َ‫جع‬
ِ ‫ل‬ َ ‫ن‬
ْ ‫م‬ َ َ ‫حان‬
َ ‫ك ي َها‬ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ى‬ َّ ُ ‫ك‬
َ ‫ل‬
ٍّ ‫ح‬
َ ‫ئ‬
ٍ ْ ‫شي‬ diyorum.
Ya Rabb-el Âlemîn! Ya İlahe-l Evvelîne Ve-l Âhirîn! Ya Rabb-es Semavat-ı Ve-l Ardîn!
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın talimiyle ve Kur’ân-ı Hakîm'in dersiyle anladım ve
iman ettim ki: Nasıl sema, feza, arz, berr ve bahr, şecer, nebat ve hayvan; efradıyla, eczasıyla,
zerratıyla seni biliyorlar, tanıyorlar ve varlığına ve birliğine şehadet ediyorlar delalet ve işaret
ediyorlar; öyle de: Kâinatın hülâsası olan zîhayat ve zîhayatın hülâsası olan insan ve insanın
hülâsası olan enbiyalar ve evliyalar ve asfiyalar ve bunların hülâsaları olan kalblerinin ve
akıllarının müşahedat ve keşfiyatlarıyla ve ilhamat ve istihracatlarıyla, yüzer icma' ve yüzer
tevatür kuvvetinde bir kat'iyetle senin vücub-ı vücuduna ve senin vahdaniyet ve ehadiyetine
şehadet edip, ihbar ediyorlar. Ve mu'cizat ve keramatlarıyla ve yakînî bürhanlarıyla,
haberlerini isbat ediyorlar. Evet kalblerde, perde-i gaybda ihtar edici bir zâta bakan hiçbir
hatırat-ı gaybiye; ve ilham edici bir zâta baktıran hiçbir ilhamat-ı sadıka; ve hakkalyakîn
suretinde sıfât-ı kudsiyeni ve esma-i hüsnanı keşfeden hiçbir itikadat-ı yakîniye; ve enbiya ve
evliyada bir Vâcib-ül Vücud'un envârını aynelyakîn ile müşahede eden hiçbir nurani kalb; ve
asfiya ve sıddıkînde, bir Hâlık-ı Külli Şey'in âyât-ı vücubunu ve berahin-i vahdetini
ilmelyakîn ile tasdik eden, isbat eden hiçbir münevver akıl yoktur ki, senin vücub-ı vücuduna
ve sıfât-ı kudsiyene ve senin vahdetine ve ehadiyetine ve esma-i hüsnana şehadet etmesin,
delaleti bulunmasın ve işareti olmasın. Ve bilhassa bütün enbiya ve evliyanın ve asfiya ve
sıddıkînin imamı ve reisi ve hülâsası olan
14

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ihbarını tasdik eden hiçbir mu'cizat-ı bahiresi ve
hakkaniyetini gösteren hiçbir hakikat-ı âliyesi ve bütün mukaddes ve hakikatlı kitabların
hülâsat-ül hülâsası olan Kur’ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın hiçbir âyet-i tevhidiye-i katıası ve
mesail-i imaniyeden hiçbir mes'ele-i kudsiyesi yoktur ki, senin vücub-ı vücuduna ve kudsî
sıfatlarına ve senin vahdetine ve ehadiyetine ve esma ve sıfâtına şehadet etmesin ve delaleti
olmasın ve işareti bulunmasın!.. Hem nasılki bütün o yüzbin muhbir-i sadıklar, mu'cizatlarına
ve keramatlarına ve hüccetlerine istinad ederek, senin varlığına ve birliğine şehadet ederler;
Öyle de: Herşeye muhit olan Arş-ı A'zam'ın külliyat-ı umûrunu idareden, tâ kalbin
gâyet gizli ve cüz'î hatıratını ve arzularını ve dualarını bilmek ve işitmek ve idare etmeye
kadar cereyan eden rububiyetin derece-i haşmetini.. ve gözümüz önünde hadsiz muhtelif
eşyayı birden icad eden ve hiçbir fiil bir fiile, bir iş bir işe mani olmadan, en büyük bir şeyi en
küçük bir sinek gibi kolayca yapan kudretin derece-i azametini icma' ile, ittifak ile ilân
ediyorlar ihbar ve isbat ediyorlar.
Hem nasılki bu kâinatı zîruha, hususan insana mükemmel bir saray hükmüne getiren ve
cenneti ve saadet-i ebediyeyi cinn ve inse ihzar eden ve en küçük bir zîhayatı unutmayan ve en
âciz bir kalbin tatminine ve taltifine çalışan rahmetin hadsiz genişliğini.. ve zerrattan tâ
seyyarata kadar bütün enva'-ı mahlukatı emirlerine itaat ettiren ve teshir ve tavzif eden
hâkimiyetin nihâyetsiz vüs'atini haber vererek, mu'cizat ve hüccetleriyle isbat ederler; öyle de:
Kâinatı, eczaları adedince risaleler içinde bulunan bir kitab-ı kebir hükmüne getiren ve Levh-i
Mahfuz'un defterleri olan (İmam-ı Mübin) ve (Kitab-ı Mübin)'de bütün mevcudatın bütün
sergüzeştlerini kaydedip yazan ve umum çekirdeklerde umum ağaçlarının fihristlerini ve
proğramlarını ve zîşuurun başlarında ve bütün kuvve-i hâfızalarda, sahiblerinin tarihçe-i
hayatlarını yanlışsız, muntazaman yazdıran ilmin herşeye ihatasına; ve herbir mevcuda çok
hikmetleri takan, hattâ herbir ağaçta meyveleri sayısınca neticeleri verdiren; ve herbir zîhayatta
âzaları, belki eczaları ve hüceyratları adedince maslahatları takib eden; hattâ insanın lisanını
çok vazifelerle tavzif etmekle beraber, taamların tatları adedince zevkî olan mizancıklarla
teçhiz ettiren hikmet-i kudsiyen herbir şeye şümulüne; hem bu dünyada nümuneleri görülen
celalî ve cemalî isimlerin tecellileri daha parlak bir surette
15

ebed-ül âbâdda devam edeceğine ve bu fâni âlemde nümuneleri müşahede edilen ihsan’atın
daha şaşaalı bir surette Dâr-ı Saadette istimrarına ve bekasına ve bu dünyada onları gören
müştakların ebedde dahi refakatlarına ve beraber bulunmalarına bil'icma' ve bil'ittifak şehadet
ve delalet ve işaret ederler. Hem yüzler mu'cizat-ı bahiresine ve âyât-ı katıasına istinaden, başta
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve Kur’ân-ı Hakîm'in olarak, bütün ervah-ı neyyire
ashabı olan enbiyalar ve kulûb-ı nuraniye aktabı olan evliyalar ve ukûl-i münevvere erbabı olan
asfiyalar; bütün suhuf ve kütüb-i mukaddesede, senin çok tekrar ettiğin va'dlerine ve
tehdidlerine istinaden ve senin kudret ve rahmet ve inâyet ve hikmet ve celal ve cemalin gibi
kudsî sıfatlarına ve şe'nlerine ve izzet ve celaline ve saltanat-ı rububiyetine itimaden ve keşfiyat
ve müşahedatlarıyla ve ilmelyakîn itikadlarıyla, saadet-i ebediyeyi cinn ve inse müjdeliyorlar.
Ve ehl-i dalalet için Cehennem bulunduğunu haber verip ilân ediyorlar ve iman edip şehadet
ediyorlar.
Ey Kadîr-i Hakîm! Ey Rahman-ı Rahîm! Ey Sadık-ul Va'd-il Kerim! Ey izzet ve celal
sahibi Kahhar-ı Zülcelal! Bu kadar sadık dostlarını ve bu kadar va'dlerini ve bu kadar sıfât ve
şuunatını tekzib edip, saltanat-ı rububiyetin kat'î mukteziyatını ve sevdiğin ve onlar dahi seni
tasdik ile kendilerini sana sevdiren hadsiz makbul ibadın hadsiz dualarını ve davalarını
reddederek, küfür ve isyan ile ve seni va'dinde tekzib etmekle, senin azamet-i kibriyana
dokunan ve izzet-i celaline dokunduran ve uluhiyetin haysiyetine ilişen ve şefkat-i rububiyetini
müteessir eden ehl-i dalaleti ve ehl-i küfrü, haşrin inkârında tasdik etmekten yüzbin derece sen
mukaddessin ve hadsiz derece münezzeh ve âlîsin! Böyle nihâyetsiz bir zulümden, bir
çirkinlikten senin nihâyetsiz adaletini ve cemalini ve rahmetini takdis ediyorum!
َ
‫ن ع ُلُوا كَبِيًرا‬ ُ ِ ‫ما يَقُولُو الظ ّال‬
َ ‫مو‬ َّ َ ‫ه وَ تَعَالَى ع‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ
âyetini, vücudumun bütün zerratı adedince söylemek istiyorum! Belki senin o sadık elçilerin ve
o doğru dellâl-ı saltanatın hakkalyakîn ve aynelyakîn ve ilmelyakîn suretinde senin uhrevî
rahmet hazinelerine ve âlem-i bekada ihsan’atının definelerine ve dâr-ı saadette tamamıyla
zuhur eden güzel isimlerin hârika güzel cilvelerine şehadet ve işaret ederler ve beşaret verirler
Ve bütün hakikatların mercii ve güneşi ve hâmisi olan "Hak" ismin en büyük bir şuaı, bu
hakikat-ı ekber-i haşriye olduğunu iman ederek, senin ibadına ders veriyorlar.
Ey Rabb-ül Enbiya Ve-s Sıddıkîn! Bütün onlar senin mülkünde, senin emrin ve kudretin
ile, senin irade ve tedbirinle,
16

senin ilmin ve hikmetin ile müsahhar ve muvazzaftırlar. Takdis, tekbir, tahmid ve tehlil ile
Küre-i Arz'ı bir zikirhane-i a'zam ve bu kâinatı bir mescid-i ekber hükmünde göstermişler.
Ya Rabbî ve ya Rabb-es Semavatı Ve-l Aradîn! Ya Hâlıkî ve ya Hâlık-ı Külli Şey!
Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilatıyla ve bütün mahlukatı bütün keyfiyatıyla teshir eden
kudretin ve iradetin ve hikmetin ve hâkimiyetin ve rahmetin hakkı için, nefsimi bana müsahhar
eyle! Ve matlubumu bana müsahhar kıl! Kur’âna ve imana hizmet için, insanların kalblerini
Risale-i Nur'a müsahhar yap! Ve bana ve ihvanıma, iman-ı kâmil ve hüsn-i hâtime ver. Hazret-i
(A.S.) (A.S.)
Musa A.S.)'a denizi Hazret-i İbrahim 'a ateşi ve Hazret-i Davud 'a dağı ve demiri ve
(A.S.)
Hazret-i Süleyman 'a cinn ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'a Şemsi
ve Kamer'i teshir ettiğin gibi, Risale-i Nur'a kalbleri ve akılları müsahhar kıl!.. Ve beni ve
Risale-i Nur talebelerini, nefis ve şeytanın şerlerinden ve kabir azabından ve Cehennem
ateşinden muhafaza eyle ve Cennet-ül Firdevs'te mes'ud kıl! Âmîn, âmîn, âmîn!..
َ َ
‫م‬ َ ْ ‫م ال‬
ُ ‫حكِي‬ ُ ‫ت الْعَلِي‬ َ َّ ‫متَنَا اِن‬
َ ْ ‫ك اَن‬ ْ ّ ‫ما ع َل‬َ ّ ‫م لَنَا اِل‬َ ْ ‫عل‬
ِ َ‫ك ل‬ َ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ن‬
َ ‫مي‬ َ ْ
ِ ‫ب العَال‬ ّ
ِّ ‫مد ُ ل ِٰله ِه َر‬
ْ ‫ح‬ ْ
َ ‫ن ال‬ َ
ِ ‫ما‬ ْ ُ‫خُر دَع َْويه‬ ِ ‫وَ ا‬

Kur’ândan ve münacat-ı Nebeviye olan Cevşen-ül Kebir'den aldığım bu dersimi, bir


ibadet-i tefekküriye olarak, Rabb-ı Rahîmimin dergâhına arzetmekte kusur etmiş isem,
kusurumun afvı için Kur’ânı ve Cevşen-ül Kebir'i şefaatçı ederek rahmetinden afvımı niyaz
ediyorum.
Said Nursî
17

[Yirmibeşinci Lem'a ]
Otuzbirinci Mektubun Yirmibeşinci Lem'ası
Yirmibeş devadır.

Hastalara bir merhem ve bir teselli ve bir manevî reçete ve bir iyadet-ül mariz
ve geçmiş olsun manasında yazılmıştır.
Said Nursî

Hicri 1353

(Hâşiye)
[İhtar] Bu manevî reçete, bütün yazdıklarımızın fevkınde bir sür'atle te'lif edildiği gibi;
hem umuma muhalif olarak tashihata ve dikkate vakit bulunamadı, te'lifi gibi gâyet sür'atle,
ancak bir defa nazardan geçirildi. Demek müsvedde-i evvel hükmünde müşevveş kalmıştır.
Kalbe fıtrî bir surette gelen hatıratı, san'atla ve dikkatle bozmamak için, yeniden tedkikata
lüzum görmedik. Okuyan zâtlar, hususan hastalar bazı nâhoş ibarelerden veyahud ağır
kelimelerden sıkılıp gücenmesinler, bana da dua etsinler.

ِ ِ ‫ن الَّر‬
‫حيم‬ ِ ٰ‫حم‬ ّٰ ِ ‫سم‬
ْ ‫الله ِه الَّر‬ ْ ِ‫ب‬
َ َ
َ ُ‫ن وَال ّذِى ه‬
‫و‬ َ ‫جعُو‬ِ ‫ة قَالُوا اِنَّا ّل ِٰله ِه وَاِنَّا اِلَيْهِ َرا‬ ٌ َ ‫صيب‬ِ ‫م‬ ْ ُ‫صابَتْه‬
ُ ‫م‬ َ ‫اَل ّذِي‬
َ َ ‫ن اِذ َا ا‬
‫ن‬
َ ‫في‬
ِ ‫ش‬ْ َ ‫ت فَهُوَ ي‬ ُ ‫ض‬ ْ ِ‫مر‬ َ ‫ن وَاِذ َا‬َ ‫قي‬ ِ ‫س‬ْ َ ‫منِى َوي‬ُ ِ‫يُطْع‬
Şu Lem'ada, nev-i beşerin on kısmından bir kısmını teşkil eden musibetzede ve
hastalara hakikî bir teselli ve nâfi' bir merhem olabilecek (yirmibeş deva) icmalen beyan
ediliyor.

[BİRİNCİ DEVA] Ey bîçare hasta! Merak etme, sabır et. Senin hastalığın sana dert
değil belki bir nevi devadır. Çünki ömür bir sermayedir, gidiyor. Eğer meyvesi bulunmazsa
zayi' olur. Hem ömür rahat ve gafletle olsa, pek çabuk gidiyor. Hastalık, senin o sermayeni
büyük kârlarla meyvedar ediyor. Hem ömrün çabuk geçmesine meydan vermiyor, tutuyor,

(Hâşiye)
: Bu risale, dört buçuk saat zarfında te'lif edilmiştir.
Evet Evet Evet Evet
Rüşdü Re'fet Hüsrev Said Nursî
18

uzun ediyor.. tâ meyvelerini verdikten sonra bırakıp gitsin. İşte, ömrün hastalıkla uzun
olmasına işareten bu darb-ı mesel dillerde destan olmuştur ki; "Musibet zamanı çok uzundur,
safa zamanı pek kısadır."
[İKİNCİ DEVA] Ey sabırsız hasta! Sabır et, belki şükür et. Senin bu hastalığın, senin
ömür dakikalarını birer saat hükmüne getirebilir. Çünki ibadet iki kısımdır. Biri müsbet
ibadettir ki; namaz, niyaz gibi malûm ibadetlerdir. Diğeri menfî ibadetlerdir ki; hastalıklar,
musibetler vasıtasıyla musibetzede, aczini ve zaa'fını his eder. Hâlık-ı Rahîmine iltica eder,
yalvarır. Hâlis, riyasız, manevî bir ibadete mazhar olur. Evet hastalıkla geçen bir ömür,
Allah'tan şekva etmemek şartıyla, mü'min için ibadet sayıldığına rivâyet-ı sahiha vardır. Hattâ
bazı sâbir ve şâkir hastaların bir dakika hastalığı, bir saat ibadet hükmüne geçtiği ve bazı
kâmillerin bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçtiği, rivâyat-i sahiha ile ve keşfiyat-ı sadıka
ile sabittir. Senin bir dakika ömrünü, bin dakika hükmüne getirip, sana uzun bir ömür
kazandıran hastalıktan teşekki değil, teşekkür et.
[ÜÇÜNCÜ DEVA] Ey tahammülsüz hasta! İnsan bu dünyaya keyif sürmek ve lezzet
almak için gelmediğine, mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlaşması ve
mütemadiyen zeval ve firakta yuvarlanmaları şahiddir. Hem insan, zîhayatın en mükemmeli
ve en yükseği ve cihazatça en zengini, belki zîhayatların sultanı hükmünde iken, geçmiş
lezzetleri ve gelecek belaları düşünmek vasıtasıyla, hayvanata nisbeten en edna bir derecede,
ancak kederli ve meşakkatli bir hayat geçiriyor. Demek insan, bu dünyaya yalnız güzel
yaşamak ve rahat ve safalarla ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki azîm bir sermaye elinde
bulunan insan, burada ticaret ile, ebedî ve daimî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir.
Onun eline verilen sermaye de ömürdür. Eğer hastalık olmazsa, sıhhat ve âfiyet gaflet verir,
dünyayı hoş gösterir, âhireti unutturur. Kabri ve ölümü hatırına getirmek istemez, sermaye-i
ömrünü bâd-i heva boş yere sarfettirir. Hastalık ise, birden gözünü açtırır. Vücuduna ve
cismine der ki: "Lâyemut değilsin, başıboş değilsin, vazifen var. Gururu bırak, seni yaratanı
düşün, kabre gideceğini bil, öylece hazırlan." İşte bu hastalık bu nokta-i nazardan hiç
aldatmaz bir nâsih ve ikaz edici bir mürşiddir. Bundan şekva değil, belki bu cihetten ona
teşekkür etmek lazımdır eğer fazla ağır gelse, sabır istemek gerektir.
19

[DÖRDÜNCÜ DEVA] Ey şekvacı hasta! Senin hakkın şekva değil şükürdür, sabırdır.
Çünki senin vücudun ve âza ve cihazatın, senin mülkün değildir. Sen onları yapmamışsın,
başka tezgâhlardan satın almamışsın. Demek onlar başkasının mülküdür. Onların mâliki,
mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Yirmialtıncı Söz'de denildiği gibi, meselâ gâyet zengin,
gâyet mahir bir san'atkâr; güzel san'atını ve kıymetdar servetini göstermek için, miskin bir
âdeme, bir ücrete mukabil, modellik vazifesini gördürür bir saatçik zamanda diktiği, murassa
ve gâyet san'atlı bir gömleği, bir hulleyi o fakire giydirir. Onun üstünde işler vaziyetler verir.
Hârika enva'-ı san'atını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli
miskin âdem, o zâta dese: "Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla verdiğin vaziyetten
bana sıkıntı veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi
bozuyorsun" böyle demeye hak kazanabilir mi? hürmetsizlik ettin, insafsızlık ettin diyebilir
mi?
İşte aynen bu misal gibi, Sâni'-i Zülcelal sana ey hasta! Göz, kulak, akıl, kalb gibi
duygularla murassa olarak giydirdiği cisim gömleğini, esma-i hüsnasının nakışlarını
göstermek için, çok hâlât içinde seni çevirir ve çok vaziyetlerde seni değiştirir. Sen açlıkla
onun Rezzâk ismini tanıdığın gibi, Şâfî ismini de hastalığınla bil. Elemler, ve musibetler bir
kısım esmasının ahkâmını gösterdikleri için, onlarda hikmetten lem'alar ve rahmetten şualar
ve o şuaat içinde çok güzellikler bulunuyor. Eğer perde açılsa, tevahhuş ve nefret ettiğin
hastalık perdesi arkasında, sevimli ve güzel manaları bulursun.
[BEŞİNCİ DEVA] Ey maraza mübtela hasta! Bu zamanda tecrübelerimle kanaatım
gelmiştir ki; hastalık bazılara bir ihsan-ı İlahîdir, bir hediye-i Rahmanîdir. Bu sekiz dokuz
senedir, liyakatsız olduğum halde, bazı genç zâtlar, hastalık münasebetiyle dua için benimle
görüştüler. Dikkat ettim; hangi hastalıklı genci gördüm, ise sair gençlere nisbeten âhiretini
düşünmeye başlıyor. Gençlik sarhoşluğu yok. Gaflet içindeki hayvanî hevesattan bir derece
kendini kurtarmış. Ben de bakıyordum, onların tahammül dâhilindeki hastalıklarının bir
ihsan-ı İlahî olduğunu onlara ihtar ediyordum.ve derdim ki: "Kardeşim, ben senin hastalığın
aleyhinde değilim, hastalık için sana karşı bir şefkat his edip acımıyorum ki dua edeyim.
Hastalık seni tam uyandırıncaya kadar sabra çalış hastalık
20

vazifesini bitirdikten sonra Hâlık-ı Rahîm inşâallah sana şifa verir." Hem derdim: "Senin bir
kısım emsalin sıhhat belasıyla gaflete düşüp, namazı terk ediyor, kabri düşünmüyor, Allah'ı
unutup, bir saatlik hayat-ı dünyeviyenin zahirî keyfi ile, hadsiz bir hayat-ı ebediyesini
sarsıyor, zedeliyor, belki de harab ediyor. Sen hastalık gözüyle, her halde gideceğin bir
menzilin olan kabrini ve daha arkasındaki menzilleri görüyorsun ve onlara göre davranırsın.
Demek senin için hastalık, bir sıhhattır. Bir kısım emsalindeki sıhhat, bir hastalıktır."
[ALTINCI DEVA] Ey elemden teşekki eden hasta! Senden soruyorum; geçmiş
ömrünü düşün ve o ömürde geçmiş olan lezzetli safalı günlerini ve belalı ve elemli vakitlerini
tahattur et. Herhalde ya oh, veya ah diyeceksin. Yani, ya elhamdülillah şükür veyahud vâ-
hasretâ, vâ-esefâ ya kalbin veya lisanın diyecek. Dikkat et, sana oh elhamdülillah şükür
dedirten, senin başından geçen elemlerin,ve musibetlerin düşünmesi, bir manevî lezzeti
deşiyor ki; senin kalbin şükür ediyor. Çünki elemin zevali, lezzettir.Ve o elemler, ve o
musibetler zevaliyle, ruhta bir lezzet irsiyet bırakmış ki, düşünmekle deşilse, ruhtan bir lezzet
akıyor, şükürler takattur ediyor. Sana vâ-esefâ, ve ya hasretâ dedirten, eski zamanda
geçirdiğin lezzetli ve safalı o hallerdir ki; zevalleriyle, senin ruhunda daimî bir elem irsiyet
bırakmış, ne vakit düşünsen, o elem yine deşiliyor, esef ve hasret akıtıyor. Madem bir günlük
gayr-ı meşru lezzet, bazan bir sene manevî elem çektiriyor. Ve muvakkat bir günlük hastalıkla
gelen elem, çok günler manevî lezzet-i sevabla beraber, zevalindeki halâs ve kurtulmaktan
gelen manevî lezzet vardır. Şimdilik senin başındaki bu muvakkat hastalığın neticesini ve iç
yüzündeki sevabı düşün, "Bu da geçer yahu!" de, şekva yerinde şükür et.
(Hâşiye)
[ALTINCI DEVA] Ey dünya zevkini düşünüp hastalıktan ızdırab çeken
kardeşim! Bu dünya eğer daimî olsa idi ve yolumuzda ölüm olmasaydı ve firak ve zevalin
rüzgârları esmeseydi ve musibetli ve fırtınalı istikbalde manevî kış mevsimleri olmasaydı; ben
de seninle beraber senin haline acıyacaktım. Fakat madem dünya bir gün bize haydi dışarı
diyecek, feryadımızdan kulağını kapayacak, o bizi dışarı koğmadan biz bu hastalıklar
ikazatıyla şimdiden

___________ ___________
_________________
(Hâşiye)
: Bu lem'a fıtrî bir surette tahattur ettiğinden, altıncı mertebede iki deva yazılmış. Fıtrîliğine
ilişmemek için böylece bıraktık, belki bir sır var diye değiştirmedik.
21

onun aşkından vazgeçmeliyiz. O bizi terketmeden, kalben biz onu terke çalışmalıyız. Evet
hastalık bu manayı bize ihtar ediyor ve diyor ki: "Ey hasta senin vücudun taştan, demirden
değildir. Belki daima ayrılmaya müsaid muhtelif maddelerden terkib edilmiştir. Gururu bırak,
aczini anla, mâlikini tanı, vazifeni bil, dünyaya ne için geldiğini öğren" kalbin kulağına gizli
ihtar ediyor. Hem madem dünyanın zevki, ve lezzeti devam etmiyor. Hususan meşru olmazsa
hem devamsız, hem elemli, hem günahlı oluyor. O zevki kaybettiğinden hastalık bahanesiyle
ağlama; bilakis hastalıktaki manevî ibadet ve uhrevî sevab cihetini düşün, zevk almaya çalış.
[YEDİNCİ DEVA] Ey sıhhatının lezzetini kaybeden hasta! Senin hastalığın
sıhhatindeki nimet-i İlahiyenin lezzetini kaçırmıyor, bilakis tattırıyor, ziyadeleştiriyor. Çünki
bir şey devam etse tesirini kaybeder. Hattâ ehl-i hakikat müttefikan diyorlar ki:
ْ َ ‫ف بِا‬
[‫ضدَادِهَها‬ ْ َ ‫ما اْل‬
‫شيَاءُ تُعَْر ُه‬ َ ‫]اِن َّه‬
yani: "Herşey zıddıyla bilinir." Meselâ, karanlık
olmazsa ışık bilinmez, lezzetsiz kalır. Soğuk olmazsa hararet anlaşılmaz, zevksiz kalır. Açlık
olmazsa, yemek lezzet vermez. Mide harareti olmazsa, su içmesi zevk vermez. İllet olmazsa,
âfiyet zevksizdir. Maraz olmazsa, sıhhat lezzetsizdir. Madem Fâtır-ı Hakîm insana her çeşit
ihsanını ihsas etmek ve her nevi nimetini tattırmak ve insanı daima şükre sevketmek
istediğini, şu kâinatta çeşit çeşit hadsiz enva'-ı nimetini tadacak ve tanıyacak derecede gâyet
çok cihazat ile insanı techiz etmesi gösteriyor; elbette sıhhat ve âfiyeti verdiği gibi;
hastalıkları, illetleri, dertleri de verecektir. Senden soruyorum: "Bu hastalık senin başında
veya elinde veya midende olmasa idi; sen, başın, elin, ve miden sıhhatindeki lezzetli, ve
zevkli nimet-i İlahiyeyi his edip şükür eder mi idin? Elbette şükür değil, belki
düşünmeyecektin; yalnız o sıhhatı şuursuz ve gafletle sefahete sarf edecekdin."
[SEKİZİNCİ DEVA] Ey âhiretini düşünen hasta! Hastalık, sabun gibi, günahların
kirlerini yıkar, temizler. Hastalıklar, keffaret-üz zünub olduğu hadîs-i sahih ile sabittir. Hem
hadîste vardır ki: "Ermiş ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşerse; imanlı bir hastanın titremesi
de, öylece günahları silker döker." Günahlar, hayat-ı ebediyede daimî hastalıklardırlar. Bu
hayat-ı dünyevîde dahi kalb, vicdan, ruh için manevî hastalıklardır. Sen eğer sabredip şekva
etmezsen, şu muvakkat hastalık ile daimî pek çok hastalıklardan kurtulursun. Eğer günahları
düşünmüyorsan, yahud âhireti bilmiyorsan
22

veyahut Allah'ı tanımıyorsan, sende öyle dehşetli bir hastalık var ki; milyonlar defa sendeki
bu küçük hastalıktan daha büyüktür. Ondan feryad et. Çünki bütün dünyanın mevcudatıyla
senin kalbin, ruhun ve nefsin alâkadardır. Mütemadiyen firak ve zeval ile o alâkalar kesilip,
sende hadsiz yaralar açılır. Bahusus âhireti bilmediğin için, ölümü i'dam-ı ebedî tahayyül
ettiğinden âdeta yara bere içinde, dünya kadar hastalıklı bir vücudun var. İşte en evvel hadsiz
yaralı ve hastalıklı büyük manevî vücudun hadsiz hastalıklarına hem kat'î ilâç hem kat'î şifa
verici bir tiryak olan iman ilâcını aramak ve itikadını düzeltmek gerektir ki, o ilâcı bulmakta
en kısa yol, bu maddî hastalığın yırttığı gaflet perdesi altında sana gösterdiği aczin ve zaa'fın
penceresiyle, bir Kadîr-i Zülcelal'in kudretini ve rahmetini tanımaktır. Evet Allah'ı
tanımayanın dünya dolusu bela başında vardır. Allah'ı tanıyanın dünyası nurlarla ve manevî
sürurla doludur. Derecesine göre iman kuvvetiyle hisseder. Bu imandan gelen manevî sürur ve
şifa ve lezzet altında, cüz'î ve maddî hastalıkların elemleri erir, ve ezilir.
[DOKUZUNCU DEVA] Ey Hâlıkını tanıyan hasta! Hastalıklardaki elem ve tevahhuş
ve korkmak ise; hastalık bazan ölüme vesile olduğu cihetdendir. Ölüm, nazar-ı gaflet ve zahirî
cihetinde dehşetli olduğundan, ona vesile olan hastalıklar korkutuyor, telaş veriyor. Evvelâ bil
ve kat'î iman et ki: "Ecel mukadderdir, tegayyür etmez." Çok ağır hastalar şifa bulup
yaşamışlar. Sâniyen: Ölüm, sureten göründüğü gibi dehşetli değildir. Çok risalelerde gâyet
kat'î, şeksiz, ve şübhesiz bir surette, Kur’ân-ı Hakîm'in verdiği bir nurla isbat etmişiz ki: Ehl-i
iman için ölüm, vazife-i hayat külfetinden bir terhistir; hem dünya meydanındaki imtihanda,
talim ve talimat olan ubudiyetten bir paydostur; hem öteki âleme gitmiş yüzden doksandokuz
ahbab ve akrabasına kavuşmak için bir vesiledir; hem hakikî vatanına ve ebedî makam-ı
saadetine girmeye bir vasıtadır; hem zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana bir davettir; hem
Hâlık-ı Rahîmin fazlından, kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir. Madem
ölümün mahiyeti hakikat noktasında budur; ona dehşetli bakmak değil, bilakis rahmet ve
saadetin bir mukaddemesi nazarıyla bakmak gerektir. Hem ehlullahın bir kısmının ölümden
korkmaları, ölümün dehşetinden değildir. Belki daha fazla hayır kazanacağım diye, vazife-i
hayatın idamesinde kazanacakları hayrat içindir. Evet ehl-i iman için ölüm, rahmet kapısıdır.
Ehl-i dalalet için, zulümat-ı ebedi kuyusudur.
23

[ONUNCU DEVA] Ey lüzumsuz yere merak eden hasta! Sen, hastalığın ağırlığından
merak ediyorsun. O merakın, senin hastalığını ağırlaştırıyor. Sen hastalığın hafifleşmesini
istersen, merak etmemeye çalış. Yani hastalığın faidelerini,ve sevabını ve çabuk geçeceğini
düşün, merakı kaldır, hastalığın kökünü kes. Evet merak, hastalığı ikileştirir; maddî hastalığın
altında merak ile manevî bir hastalığı kalbine verir; maddî hastalık ona dayanır, devam eder.
Eğer teslimiyetle, rıza ile ve hastalığın hikmetini düşünmekle o merak gitse, o maddî
hastalığın mühim bir kökü kesilir, hafifleşir, kısmen gider. Hususan evham ile bir dirhem
maddî hastalık, bazan merak vasıtasıyla on dirhem kadar büyür. Merakın kesilmesiyle, o
hastalığın onda dokuzu gider. Merak, hastalığı ziyade ettiği gibi, hikmet-i İlahiyeyi ittiham ve
rahmet-i İlahiyeyi tenkid ve Hâlık-ı Rahîminden şekva hükmünde olduğu için, aks-i
maksuduyla tokat yer, hastalığını ziyadeleştirir. Evet nasılki şükür nimeti ziyadeleştirir.. öyle
de şekva; hastalığı, ve musibeti tezyid eder. Hem merakın kendisi de bir hastalıktır. Onun
ilâcı, hastalığın hikmetini bilmektir. Madem hikmetini ve faidesini bildin; o merhemi meraka
sür, kurtul. Ah yerine oh de, vâ-esefâ yerine "Elhamdülillahi alâküllihal" de.
[ONBİRİNCİ DEVA] Ey sabırsız hasta kardeş! Hastalık, hazır bir elemi sana
vermekle beraber; evvelki hastalığından bugüne kadar o hastalığın zevalindeki bir lezzet-i
maneviyeyi ve sevabındaki bir lezzet-i ruhiyeyi de veriyor. Bugünden, belki bu saatten
sonraki zamanda hastalık yok, elbette yoktan elem yok; elem olmazsa teessür de olamaz. Sen
yanlış bir surette tevehhüm ettiğin için sabırsızlık geliyor. Çünki bugünden evvelki bütün
hastalık zamanının maddîsi gitmekle, elemi de gitmiş; kendindeki sevab ve zevalindeki lezzet
kalmış. Sana kâr ve sürur vermek lâzım gelirken, onları düşünmeyip müteellim olmak
sabırsızlık etmek divaneliktir. Gelecek günler daha gelmemişler. Onları şimdi düşünüp, yok
olan bir günden, yok olan bir hastalıktan, yok olan bir elemden tevehhüm ile müteellim
olmak, sabırsızlık göstermek, üç mertebe yok yoğa vücud rengini vermek, divanelik değil de
nedir? Madem bu saatten evvelki hastalık zamanları sürur veriyor. Ve madem bu saatten
sonraki zaman madum, hastalık madum, elem madumdur. Sen, Cenab-ı Hakk'ın sana verdiği
bütün sabır kuvvetini böyle sağa sola dağıtma; bu saatteki eleme karşı tahşid et; "Yâ Sabûr!"
de, dayan.
[ONİKİNCİ DEVA] Ey hastalık sebebiyle ibadet ve evradından mahrum kalan ve o
mahrumiyetten teessüf eden hasta!
24

Bil ki: Hadîsçe sabittir ki; müttaki bir mü'min, hastalık sebebiyle yapamadığı daimî virdinin
sevabını, hastalık zamanında yine kazanır. Farzları, mümkün olduğu kadar yerine getiren bir
hasta, sabır ve tevekkül ile ve farzları yerine getirmekle o ağır hastalık zamanında yapamadığı
sair sünnetler yerini, hem hâlis bir surette, hastalık tutar. Hem hastalık, insandaki aczini, ve
zaa'fını ihsas eder. O aczin lisanıyla ve zaa'fın diliyle halen ve kalen bir dua ettirir. Cenab-ı
Hak, insana hadsiz bir acz ve nihâyetsiz bir zaa'f vermiş.. tâ ki daimî bir surette dergâh-ı
İlahiyeye iltica edip niyaz etsin, dua etsin. ‫م‬ ْ ‫م َرب ّ ِهى لَوْل َ دُع َاوك ُه‬
ْ ‫ما يَعْبَوا بِك ُه‬ ْ ُ‫ق‬
‫ل َه‬
fermanıyla yani "Eğer duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var" diye olan âyetin sırrıyla insanın
hikmet-i hılkatı ve sebeb-i kıymeti olan samimî dua ve niyazın bir sebebi hastalık
olduğundan, bu nokta-i nazardan şekva değil, Allah'a şükür etmek ve hastalığın açtığı dua
musluğunu, âfiyeti kesb etmekle kapamamak gerektir.
[ONÜÇÜNCÜ DEVA] Ey hastalıktan şekva eden bîçare âdem! Hastalık bazılara
ehemmiyetli bir definedir, ve gâyet kıymetdar bir hediye-i İlahiyedir. Her hasta, kendi
hastalığını o neviden tasavvur edebilir. Madem ecel vakti muayyen değildir; Cenab-ı Hak,
insanı yeis-i mutlaktan ve gaflet-i mutlaktan kurtarmak için, havf u reca ortasında tutmak ve
hem dünya ve âhiretini muhafaza ettirmek için, hikmetiyle eceli gizlemiş. Madem her vakit
ölüm gelebilir; eğer ölüm insanı gaflet içinde yakalasa, ebedî hayatına çok zarar verebilir.
Hastalık ise gafleti dağıtır, âhireti düşündürür, ölümü tahattur ettirir, öylece hazırlanır. Bazen
öyle bir kazancı olur ki; yirmi senede kazanamadığı bir mertebeyi yirmi günde kazanır.
Ezcümle, arkadaşlarımızdan -Allah rahmet etsin- iki genç vardı. Biri İlama'lı Sabri,
diğeri İslâmköy'lü Vezirzade Mustafa. Bu iki zât, talebelerimin içinde kalemsiz oldukları
halde, samimiyette ve iman hizmetinde en ileri safta olduklarını hayretle görüyordum.
Hikmetini bilmiyordum. Vefatlarından sonra anladım ki; her ikisinde de ehemmiyetli bir
hastalık vardı. O hastalığın irşadıyla, sair gafil ve feraizi terkeden gençlere bedel, en mühim
bir takva içinde ve en kıymetdar bir hizmette ve âhirete nâfi' bir vaziyette bulundular.
İnşâallah iki senelik hastalık zahmeti, milyonlar sene hayat-ı ebediyelerinin saadetine medar
oldu. Ben onların sıhhatı için bazen ettiğim duayı, şimdi anlıyorum dünya itibariyle beddua
olmuş. İnşâallah o duam, sıhhat-ı uhreviyeleri için kabul olmuştur.
İşte bu iki zât, benim itikadımca, on sene bir takva ile elde edilecek bir kazanç kadar
kâr buldular. Eğer
25

bu ikisi, bir kısım gençler gibi sıhhat ve gençliklerine güvenip, gaflet ve sefahete atılsa idiler;
ölüm de onları tarassud edip tam günahların pislikleri içinde yakalasa idi; o nurlar definesi
yerine, kabirlerini yılanlar ve akrepler yuvası yapacaklardı. Madem hastalıkların böyle
menfaati var, ondan şekva değil tevekkül ve sabır ile şükredip, rahmet-i İlahiyeye itimad
etmektir.
[ONDÖRDÜNCÜ DEVA] Ey gözüne perde çekilen hasta! Eğer ehl-i imanın gözüne
gelen perdenin altında nasıl bir nur ve manevî bir göz olduğunu bilsen "Yüzbin şükür Rabb-ı
Rahîmime" dersin. Bu merhemi izah için bir hâdise söyleyeceğim. Şöyle ki: Bana sekiz sene
kemal-i sadakatla hiç gücendirmeden hizmet eden Barla'lı Süleyman'ın halasının, bir vakit
gözleri kapandı. O sâliha kadın, bana karşı haddimden yüz derece fazla hüsn-i zan ederek,
"Gözüm açılması için dua et" diyerek, câmi kapısında beni yakaladı. Ben de, o mübarek ve
meczube kadının salahatını duama şefaatçı yapıp, "Ya Rabbi, onun salahatı hürmetine onun
gözünü aç" diye yalvardım. İkinci gün Burdur'lu bir göz hekimi geldi, gözünü açtı. Kırk gün
sonra yine gözü kapandı. Ben çok müteessir oldum, çok dua ettim. İnşâallah o duam, âhireti
için kabul olmuştur. Yoksa benim o duam, onun hakkında gâyet yanlış bir beddua olurdu.
Çünki eceli kırk gün kalmıştı. Kırk gün sonra -Allah rahmet eylesin- vefat eyledi. İşte o
merhume, kırk gün Barla'nın bağlarına hazînane ve rikkatli ihtiyarlık gözüyle bakmasına
bedel; kabrinde, Cennet bağlarını kırkbin günler seyredeceğini kazandı. Çünki imanı kuvvetli,
salahatı şiddetli idi. Evet bir mü'min gözüne perde çekilse ve gözü kapalı kabre girse,
derecesine göre, ehl-i kuburdan çok ziyade o âlem-i nuru temaşa edebilir. Bu dünyada nasıl
çok şeyleri biz görüyoruz, kör olan mü'minler görmüyorlar. Kabirde o körler, iman ile
gitmişler ise, o derece ehl-i kuburdan ziyade görürler. En uzak gösteren dûrbînlerle bakar
nevinde, kabirlerinde derecelerine göre Cennet bağlarını sinema gibi görüp temaşa ederler.
İşte böyle gâyet nurlu ve toprak altında iken göklerin üstündeki Cennet'i görecek ve
seyredecek bir gözü, bu gözündeki perde altında şükür ile sabır ile bulabilirsin. İşte o perdeyi
senin gözünden kaldıracak ve o gözle seni baktıracak olan göz hekimi, Kur’ân-ı Hakîm'dir.
[ONBEŞİNCİ DEVA] Ey âh-ı enin eden hasta! Hastalığın suretine bakıp âh! eyleme.
Manasına bak oh! de. Eğer hastalığın
26

manası güzel birşey olmasa idi, Hâlık-ı Rahîm en sevdiği ibadına hastalıkları vermezdi.
Halbuki hadîs-i sahihte vardır ki: [‫ل‬ ْ َ ‫م اْلَوْلِيَاءُ اْل‬
ُ َ ‫مث‬ َّ ‫س بََلءً اْلَنْبِيَاءُ ث ُه‬
‫شد ُّ النَّا َه‬
َ َ‫ا‬
‫ل‬ ْ َ ‫فَاْل‬
ُ َ ‫مث‬ ] -ev kema kal- yani: "En ziyade musibet ve meşakkate giriftar olanlar, insanların
en iyileri ve en kâmilleridirler." Başta Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm, enbiyalar sonra evliyalar
sonra ehl-i salahat çektikleri hastalıklara birer ibadet-i hâlisa, birer hediye-i Rahmaniye
nazarıyla bakmışlar; sabır içinde şükür etmişler. Hâlık-ı Rahîm'in rahmetinden gelmiş birer
ameliyat-ı cerrahiye nev'inden görmüşler.
Sen ey âh-ı fizar eden hasta! Bu nuranî kafileye iltihak etmek istersen, sabır içinde
şükür et. Yoksa şekva etsen, onlar seni kafilelerine almayacaklar. O vakit Ehl-i gafletin
çukurlarına düşersin!.. Karanlıklı bir yolda gideceksin. Evet hastalıkların bir kısmı var ki; eğer
ölümle neticelense, manevî şehid hükmünde şehadet gibi bir velâyet derecesine sebebiyet
(Hâşiye)
verir. Ezcümle çocuk doğurmaktan gelen hastalıklar ve karın sancısıyla ve gark ve hark
ve taun ile vefat edenler, şehid-i manevî olduğu gibi, öyle çok mübarek hastalıklar var ki,
velâyet derecesini ölümle kazandırır. Hem hastalık, dünya aşkını ve alâkasını
hafifleştirdiğinden, vefat ile dünyadan, ehl-i dünya için gâyet elîm ve acı olan müfarakatı
tahfif eder ve bazan da sevdirir.
[ONALTINCI DEVA] Ey sıkıntıdan şekva eden hasta! Hastalık, hayat-ı içtimaiye-i
insaniyede en mühim ve gâyet güzel olan hürmet ve merhameti telkin eder. Çünki insanı
vahşete ve merhametsizliğe sevkeden istiğnadan kurtarır. Çünki [‫ن لَيَطْغَهى‬ َ ‫ن اْلِن ْه‬
َ ‫سا‬ َّ ‫ا ِه‬
‫ستَغْنَى‬ ْ َ ‫ ]ا‬âyetinin sırrıyla, sıhhat ve âfiyetten gelen istiğnada bulunan bir nefs-i
ْ ‫ن َرا ه ُ ا‬
emmare, şâyan-ı hürmet çok uhuvvetlere karşı hürmeti his etmez. Ve şâyan-ı merhamet ve
şefkat olan musibetzedelere ve hastalıklılara merhameti duymaz. Ne vakit hasta, o hastalıkta
aczini ve fakrını anlar, lâyık-ı hürmet olan kardeşlarına karşı hürmeti his eder. Ve rikkat-ı
cinsiyeden gelen şefkat-ı insaniye ve en mühim bir haslet-i İslâmiye olan musibetzedelere
karşı merhameti his eder ve onları nefsine kıyas ederek, onlara tam manasıyla acır, şefkat
eder, elinden gelse muavenet eder, hiç olmazsa dua eder, hiç olmazsa şer'an sünnet olan
keyfini sormak için ziyaretine gider, sevab kazanır.

(Hâşiye)
: Bu hastalığın manevî şehadeti kazandırması, lohusa zamanı olan kırk güne kadardır.
27

[ONYEDİNCİ DEVA] Ey hastalık vasıtasıyla hayrat yapamamaktan şekva eden


hasta! Şükür et, hayratın en hâlisinin kapısını sana açan, hastalıktır. Hastalık mütemadiyen
hastaya ve Lillah için hastaya bakıcılara sevab kazandırmakla beraber, duanın kabül
olunmasına en mühim vesiledir. Evet hastalara bakmak ehl-i iman için mühim sevabı vardır.
Hastaların keyfini sormak, fakat hastayı sıkmamak şartıyla ziyaret etmek, sünnet-i seniyedir;
keffaret-üz zünub olur. Hadîste vardır ki: "Hastaların duasını alınız, onların duası makbuldür."
Bahusus hasta, akrabadan olsa, hususan peder ve vâlide olsalar, onlara hizmet mühim bir
ibadettir, mühim bir sevabdır. Hastaların kalbini hoşnud etmek ve teselli vermek, mühim bir
sadaka hükmüne geçer. Bahtiyardır o evlâd ki; peder ve vâlidesinin hastalık zamanında,
onların seri-üt teessür olan kalblerini memnun edip hayır dualarını alır. Evet hayat-ı
içtimaiyede en muhterem bir hakikat olan peder ve vâlidesinin şefkatlerine mukabil,
hastalıkları zamanında kemal-i hürmet ve şefkat-i ferzendane ile mukabele eden o iyi evlâdın
vaziyetini ve insaniyetin ulviyetini gösteren o vefadar levhayı, hattâ melaikeler dahi
"Mâşâallah, Bârekâllah" deyip alkışlıyorlar. Evet o hastalık elemini hiçe indirecek, hastanın
etrafında tezahür eden şefkatlerden ve acımak ve merhametlerden gelen gâyet hoş ve ferahlı
lezzetler var. Hastanın duasının makbuliyeti, ehemmiyetli bir mes'eledir.
Ben otuz-kırk seneden beri, bendeki kulunç denilen bir hastalıktan şifam için dua
ederdim. Ben anladım ki, hastalık dua etmekliğim için verilmiş. Dua ile duayı kaldırmak, yani
(Hâşiye)
dua kendi kendini kaldırmadığından anladım ki, duanın neticesi uhrevîdir; kendisi de
bir nevi ibadettir çünkü hastalık ile aczini anlar dergâh-ı İlahiyeye iltica eder. Onun için otuz
senedir şifa duasını ettiğim halde, duam zahirî kabul olmadığından, duayı terketmek kalbime
gelmedi. Zira hastalık, duanın vaktidir; şifa, duanın neticesi değildir. Belki Cenab-ı Hakîm-i
Rahîm şifa verirse, fazlından verir. Hem dua, istediğimiz tarzda kabul olmazsa makbul olmadı
denilmez. Hâlık-ı Hakîm daha iyi biliyor, menfaatimize hayırlı ne ise onu verir. Bazan
dünyaya aid dualarımızı, menfaatimiz için âhiretimize çevirir, öyle kabul eder. Her ne ise...
Hastalık sırrıyla hulusiyet kazanan, hususan zaa'f ve aczden ve tezellül ve ihtiyaçtan gelen bir
dua.

________________________ ________________________
(Hâşiye)
: Evet, bir kısım hastalıklar duanın sebeb-i vücudu iken, dua hastalığın ademine sebeb olsa,
duanın vücudu kendi ademine sebeb olur; bu da olamaz.
28

kabule yakındır. Hastalık öyle hâlis bir duanın medarıdır. Hem dindar olan hasta, hem hastaya
bakan mü'minler bu duadan istifade etmelidirler.
[ONSEKİZİNCİ DEVA] Ey şükrü bırakıp şekva eden hasta! Şekva, bir haktan gelir.
Senin bir hakkın zayi' olmamış ki şekva ediyorsun. Belki senin üstünde hak olan çok şükürler
var, yapmadın. Cenab-ı Hakk'ın hakkını vermedin, haksız bir surette hak istiyorsun gibi şekva
ediyorsun. Sen, kendinden yukarı mertebelerdeki sıhhatte olanlara bakıp şekva edemezsin.
Belki sen, sıhhat noktasında kendinden aşağı derecelerde bulunan bîçare hastalara bakıp şükür
etmekle mükellefsin. Senin elin kırık ise, kesilmiş ellere bak! Bir gözün yoksa, iki gözü de
olmayan a'malara bak! Allah'a şükür et. Evet nimette kendinden yukarıya bakıp şekva etmeye
hiç kimsenin hakkı yoktur. Ve musibette herkesin hakkı, musibet noktasında kendinden daha
yukarı olanlara bakmaktır ki şükür etsin. Bu sır bazı risalelerde bir temsil ile izah edilmiştir. O
temsilin icmali şudur ki: Bir zât, bir bîçareyi, bir minarenin başına çıkarıır. Minarenin her bir
basamağında ayrı ayrı birer ihsan, birer hediye verir. Tam minarenin başında da en büyük bir
hediyeyi verir. O mütenevvi hediyelere karşı ondan teşekkür ve minnetdarlık istediği halde; o
hırçın âdem, bütün o basamaklarda gördüğü hediyeleri unutup yahud hiçe sayıp şükür
etmeyerek yukarıya baksa. Keşke bu minare daha uzun olsa idi, daha yukarıya çıksa idim, Ah!
ne için o dağ gibi veyahud öteki minare gibi çok yüksek değilim deyip şekvaya başlasa, ne
kadar bir küfran-ı nimettir, ve ne kadar bir haksızlıktır.
Öyle de: Bir insan hiçlikten vücuda gelip, taş olmayarak, ağaç olmayarak, hayvan
kalmayarak, insan olup, müslüman olarak, çok zaman sıhhat ve âfiyet görüp, yüksek bir
derece-i nimet kazandığı halde, bazı ârızalarla, sıhhat ve âfiyet gibi bazı nimetlere lâyık
olmadığından veya sû'-i ihtiyarıyla veya sû'-i istimaliyle elinden kaçırdığından veyahud eli
yetişmediğinden şekva etmek, sabırsızlık göstermek, aman ne yaptım böyle başıma geldi diye
rububiyet-i İlahiyeyi tenkid etmek gibi bir halet; maddî hastalıktan daha musibetli, manevî bir
hastalıktır. Kırılmış el ile döğüşmek gibi, şikâyetiyle hastalığını ziyadeleştirir. Âkil odur ki:
‫ن‬
َ ‫جعُو‬ ِ ‫صيبَةٍ* اِنَّا ّل ِٰله ِه وَاِنَّا اِلَيْهِ َرا‬
ِ ‫م‬ ِّ ُ ‫ لِك‬sırrıyla teslim olup sabr etsin; tâ o hastalık,
ُ ‫ل‬
vazifesini bitirsin gitsin.
29

[ONDOKUZUNCU DEVA] Cemil-i Zülcelal'in bütün isimleri esma-i hüsna tabir-i


Samedanîsiyle gösteriyor ki, güzeldirler. Mevcudat içinde en latif, en güzel, en câmi' âyine-i
Samediyet de hayattır. Güzelin âyinesi güzeldir. Güzelin mehasinlerini gösteren âyine
güzelleşir. O âyinenin başına o güzelden ne gelse, güzel olduğu gibi; hayatın başına dahi o
güzelden ne gelse, hakikat noktasında güzeldir. Çünki güzel olan esma-i hüsnanın güzel
nakışlarını gösterir. Hayat, daima sıhhat ve âfiyette yeknesak gitse, nâkıs bir âyine olur. Belki
bir cihette ademi yokluğu ve hiçliği ihsas edip sıkıntı verir. Hayatın kıymetini tenzil eder.
Ömrün lezzetini sıkıntıya kalbeder. Çabuk vaktimi geçireceğim diye, sıkıntıdan ya sefahete,
ve ya eğlenceye atılır. Hapis müddeti gibi, kıymetdar ömrüne adavet edip, çabuk öldürmek
çabuk geçirmek ister. Fakat tahavvülde ve harekette ve ayrı ayrı tavırlar içinde yuvarlanmakta
olan bir hayat, kıymetini ihsas ediyor, ömrün kıymetini ve lezzetini bildiriyor. Meşakkatte ve
musibette dahi olsa, ömrün geçmesini istemez. "Aman Güneş batmadı, ve gece bitmedi" diye
sıkıntıdan of! of! etmez.
Evet gâyet zengin ve işsiz ve istirahat döşeğinde herşeyi mükemmel bir efendiden sor;
ne haldesin? Elbette, aman vakit geçmiyor, gel bir şeş-beş oynayalım, veyahud vakti geçirmek
için bir eğlence bulalım, gibi müteellimane sözleri ondan işiteceksin.. veyahud tul-i emelden
gelen, bu şey'im eksik, keşke şu işi yapsaydım gibi şekvalar işiteceksin. Sen bir
musibetzededen veya işçi ve meşakkatli bir halde olan bir fakirden sor; ne haldesin? Aklı
başında ise diyecek ki: "Şükürler olsun Rabbime, iyiyim, çalışıyorum. Keşke Güneş çabuk
gitmeseydi, bu işi de bitirseydim. Vakit çabuk geçiyor, ömür durmuyor gidiyor. Vakıa zahmet
çekiyorum, fakat bu da geçer, herşey böyle çabuk geçiyor." diye, manen ömür ne kadar
kıymetdar olduğunu, geçmesindeki teessüfü ile bildiriyor. Demek meşakkat ve çalışmakla,
ömrün lezzetini ve hayatın kıymetini anlıyor. İstirahat ve sıhhat ise, ömrü acılaştırıyor
geçmesini arzu ediyor.
Ey hasta kardeş! Bil ki, başka risalelerde tafsilâtıyla kat'î bir surette isbat edildiği gibi;
musibetlerin, şerlerin, hattâ günahların aslı ve mayesi ademdir. Adem ise şerdir, karanlıktır.
Yeknesak istirahat, sükût, sükûnet, tevakkuf gibi haletler ademe, hiçliğe yakınlığı içindir ki,
ademdeki karanlığı ihsas edip sıkıntı veriyor. Hareket ve tahavvül ise vücuddur, vücudu ihsas
eder. Vücud ise hâlis hayırdır, nurdur. Madem hakikat budur; sendeki
30

hastalık, kıymetdar hayatı safileştirmek, kuvvetleştirmek, terakki ettirmek ve vücuddaki sair


cihazat-ı insaniyeyi o hastalıklı uzvun etrafında muavenetdarane müteveccih etmek ve Sâni'-i
Hakîm'in ayrı ayrı isimlerinin nakışlarını göstermek gibi, çok vazifeler için, o hastalık senin
vücuduna misafir olarak gönderilmiştir. İnşâallah çabuk vazifesini bitirir gider. Ve âfiyete der
ki; sen gel, benim yerimde daimî kal, vazifeni gör, bu hane senindir, âfiyetle kal.
[YİRMİNCİ DEVA] Ey derdine derman arayan hasta! Hastalık iki kısımdır. Bir kısmı
hakikî, bir kısmı vehmîdir. Hakikî kısmı ise Şâfî-i Hakîm-i Zülcelal, küre-i arz olan eczahane-
i kübrasında, her derde bir deva istif etmiş. O devalar ise, dertleri isterler. Her derde bir
derman halk etmiş. Tedavi için ilâçları almak, istimal etmek meşrudur. Fakat tesirini ve şifayı,
Cenab-ı Hak'tan bilmek gerektir. Dermanı o verdiği gibi, şifayı da o veriyor. Hâzık ve
mütedeyyin hekimlerin tavsiyelerini tutmak, ehemmiyetli bir ilâçtır. Çünki ekser hastalıklar
sû'-i istimalâttan, perhizsizlikten ve israftan ve hatiattan ve sefahetten ve dikkatsizlikten
geliyor. Mütedeyyin hekim, elbette meşru bir dairede nasihat eder vesayada bulunur. Sû'-i
istimalâttan, israfattan men'eder, teselli verir. Hasta o vesayaya ve o teselliye itimad edip
hastalığı hafifleşir, sıkıntı yerinde bir ferahlık verir.
Amma vehmî hastalık ise; onun en müessir ilâcı, ehemmiyet vermemektir. Ehemmiyet
verdikçe o büyür, şişer. Ehemmiyet verilmezse küçülür, dağılır. Nasılki arılara iliştikçe,
insanın başına üşüşürler, aldırmazsan dağılırlar. Hem karanlıkta gözüne sallanan bir ipten
gelen bir hayale ehemmiyet verdikçe büyür. Hattâ bazan onu divane gibi kaçırır; ehemmiyet
vermezse, âdi bir ipin yılan olmadığını görür, başındaki telaşına güler. Bu vehmî hastalık çok
devam etse, hakikata inkılab eder. Vehham ve asabî insanlarda fena bir hastalıktır. Habbeyi
kubbe yapar; kuvve-i maneviyesi kırılır. Hususan merhametsiz yarım hekimlere veyahud
insafsız doktorlara rastgelse, evhamını daha ziyade tahrik eder. Zengin ise malı gider; yoksa
ya aklı gider veya sıhhatı gider.
[YİRMİBİRİNCİ DEVA] Ey hasta kardeş! Senin hastalığında madem elem var, fakat
o maddî elemin tesirini izale edecek
31

ehemmiyetli bir manevî lezzet seni ihata ediyor. Çünki peder ve vâliden ve akraban varsa,
çoktan beri unuttuğun gâyet lezzetli onların şefkatleri senin etrafında yeniden uyanıp,
çocukluk zamanında gördüğün o şirin nazarları yine görmekle beraber; çok gizli ve perdeli
kalan etrafındaki dostluklar, hastalığın cazibesiyle yine sana karşı muhabbetdarane
baktıklarından, elbette onlara karşı senin bu maddî elemin çok ucuza düşer. Hem sen
müftehirane hizmet ettiğin ve iltifatlarını kazanmaya çalıştığın zâtlar, hastalığın hükmüyle
sana merhametkârane hizmetkârlık ettiklerinden, efendilerine efendi oldun. Hem insanlardaki
rikkat-i cinsiyeyi ve şefkat-i nev'iyeyi kendine celbettiğinden, hiçten çok yardımcı ahbablar ve
şefkatli dostların buldun. Hem çok meşakkatli hizmetlerden paydos emrini yine hastalıktan
aldın, istirahat ediyorsun. Elbette senin bu cüz'î elemin, bu manevî lezzetlere karşı seni
şekvaya değil, şükre sevketmelidir.
[YİRMİİKİNCİ DEVA] Ey nüzul gibi ağır hastalıklara mübtela olan kardeş! Evvelâ
sana müjde ediyorum ki; mü'min için nüzul mübarek sayılıyor. Bunu ben çoktan ehl-i
velâyetten işitiyordum. Sırrını bilmiyordum. Bir sırrı şöyle kalbime geliyor ki: Ehlullah,
Cenab-ı Hakk'a vâsıl olmak ve dünyanın azîm manevî tehlikelerinden kurtulmak ve saadet-i
ebediyeyi temin etmek için, iki esası ihtiyaren takib etmişler: [Birisi] Rabıta-i mevttir. Yani:
Dünya fâni olduğu gibi, kendisi de içinde vazifedar fâni bir misafir bulunduğunu düşünmekle,
hayat-ı ebedîyelerine o suretle çalışmışlar. [İkincisi] Nefs-i emmarenin ve kör hissiyatın
tehlikelerinden kurtulmak için, çillelerle, riyazetlerle nefs-i emmarenin öldürülmesine
çalışmışlar. Sen ey yarı vücudunun sıhhatını kaybeden kardeş! Sana ihtiyarsız ve kısa ve
kolay ve sebeb-i saadet olan iki esas verilmiş ki; daima senin vücudun vaziyeti, dünyanın
zevalini ve insanın fâni olduğunu ihtar ediyor. Daha dünya seni boğamıyor, gaflet senin
gözünü kapayamıyor. Ve yarım insan vaziyetindeki bir zâtı, nefs-i emmare elbette hevesat-ı
rezile ile ve nefsanî müştehiyat ile aldatamaz, çabuk o nefsin belasından kurtulur.İşte mü'min
sırr-ı iman ile ve teslimiyet ve tevekkül ile, o ağır nüzul gibi hastalıktan az bir zamanda, ehl-i
velâyetin çilleleri gibi istifade edebilir. O vakit o ağır hastalık çok ucuza düşer.
32

[YİRMİÜÇÜNCÜ DEVA] Ey kimsesiz, garib, bîçare hasta! Hastalığınla beraber


kimsesizlik ve gurbet, sana karşı en katı kalbleri rikkate getirirse ve nazar-ı şefkati celbederse;
acaba Kur’ânın bütün surelerinin başlarında kendini Rahman-ur Rahîm sıfatıyla bize takdim
eden ve bir lem'a-i şefkatıyla umum yavruları umum vâlidelere, o hârika şefkatıyla terbiye
ettiren ve her baharda bir cilve-i rahmetiyle zemin yüzünü nimetlerle dolduran ve ebedî bir
hayattaki Cennet, bütün mehasiniyle bir cilve-i rahmeti olan senin Hâlık-ı Rahîmine iman ile
intisabın ve onu tanıyıp hastalığın lisan-ı acziyle ona niyazın, elbette senin bu gurbetteki
kimsesizlik hastalığın, herşeye bedel o Zât’ın nazar-ı rahmetini sana celbeder. Madem o var,
sana bakar, sana herşey var. Asıl gurbette, kimsesizlikte kalan odur ki; iman ve teslimiyetle
ona intisab etmesin veya intisabına ehemmiyet vermesin.
[YİRMİDÖRDÜNCÜ DEVA] Ey masum hasta çocuklara ve masum çocuklar
hükmünde olan ihtiyarlara hizmet eden hasta bakıcılar! Sizin önünüzde mühim bir ticaret-i
uhreviye var. Şevk ve gayretle o ticareti kazanınız. Masum çocukların hastalıkları, o nazik
vücudlara bir idman ve bir riyazettir ve ileride dünyanın dağdağalarına mukavemet verdirmek
için bir şırınga ve bir terbiye-i Rabbaniye gibi, çocuğun hayat-ı dünyeviyesine aid çok
hikmetlerle beraber hayat-ı ruhiyesine ve tasaffi-i hayatına medar olacak büyüklerde keffaret-
üz zünub yerine, manevî ve ileride veyahud âhirette terakkiyat-ı maneviyesine medar
şırıngalar nev'indeki hastalıklarından gelen sevab, peder ve vâlidelerinin defter-i a'mallerine,
ve bilhassa sırr-ı şefkatle çocuğun sıhhatını kendi sıhhatına tercih eden vâlidesinin sahife-i
hasenatına girdiği, ehl-i hakikatça sabittir. İhtiyarlara bakmak ise; hem azîm sevab almakla
beraber, o ihtiyarın ve bilhassa peder ve vâlide olsalar, dualarını almak ve kalblerini hoşnud
etmek ve vefakârane hizmet etmek, hem bu dünyadaki saadete, hem âhiretin saadetine medar
olduğu rivâyet-i sahiha ile ve çok vukuat-ı tarihiye ile sabittir.
İhtiyar peder ve vâlidesine tam itaat eden bahtiyar bir veled, evlâdından aynı vaziyeti
gördüğü gibi; bedbaht bir veled eğer ebeveynini rencide etse, azab-ı uhrevîden başka,
dünyada dahi çok felâketlerle cezasını gördüğü, çok vukuat ile sabittir. Evet ihtiyarlara,
masumlara ve yalnız akrabasına bakmak değil; belki ehl-i iman madem sırr-ı imanla uhuvvet-i
hakikiye var onlara rastgelse, muhterem hasta ihtiyarlar onlara muhtaç olsa, ruh u canla onlara
hizmet etmek İslâmiyetin muktezasıdır.
33

[YİRMİBEŞİNCİ DEVA] Ey hasta kardeşler! Sizler gâyet nâfi' ve her derde deva ve
hakikatli kudsî bir tiryak isterseniz, imanınızı inkişaf ettiriniz. Yani tövbe ve istiğfar ile
namaz ve ubudiyetle, o tiryak-ı kudsî olan imanı ve imandan gelen ilâcı istimal ediniz. Evet
dünyaya muhabbet ve alâka yüzünden güya ve âdeta ehl-i gafletin dünya gibi büyük, hasta,
manevî bir vücudu vardır. İman ise, o dünya gibi zeval ve firak darbeleriyle, yara bere içinde
olan o manevî vücuduna birden şifa verip; yaralardan kurtarıp, hakikî şifa verdiğini pek çok
risalelerle kat'î isbat etmişiz. Başınızı ağrıtmamak için kısa kesiyorum. İman ilâcı ise, feraizi
mümkün oldukça yerine getirmekle tesirini gösterir. Gaflet ve sefahet ve hevesat-ı nefsaniye
ve lehviyat-ı gayr-ı meşrua, o tiryakın tesirini meneder. Hastalık madem gafleti kaldırıyor,
iştihayı kesiyor, gayr-ı meşru keyflere gitmeye mani oluyor; ondan istifade ediniz. Hakikî
imanın kudsî ilâçlarından ve nurlarından tövbe ve istiğfar ile, dua ve niyaz ile istimal ediniz.
Cenab-ı Hak sizlere şifa versin, hastalıklarınızı keffaret-üz zünub yapsın. Âmîn âmîn âmîn...
َ
ّٰ ‫ن هَدَينَا‬
‫الل ُهه‬ ْ َ ‫ما كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْل َ ا‬ َ َ‫مد ُ ّل ِٰله ِه ال ّذِى هَدَينَا لِهٰ ذ َا و‬ ْ ‫ح‬ َ ْ ‫وَقَالُوا ال‬
‫ق‬
ِّ ‫ح‬َ ْ ‫ل َربِّنَا بِال‬ ُ ‫س‬ ُ ‫ت ُر‬ ْ َ ‫جائ‬ َ ْ ‫لَقَد‬
َ َ
‫م‬
ُ ‫حكِي‬َ ْ ‫م ال‬ ُ ‫ت الْعَلِي‬َ ْ ‫ك اَن‬َ َّ ‫متَنَا اِن‬
ْ ّ ‫ما ع َل‬
َ ّ ‫م لَنَا اِل‬ َ ْ ‫عل‬ ِ َ‫ك ل‬َ َ ‫حان‬ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ن‬ َ ْ
ِ ‫ب وَدَوَائِهَا وَ ع َافِيَةِ البْدَا‬ ُ
ِ ‫ب القُلو‬ ْ ِّ ِ ‫مد ٍ ط‬ َ ّ ‫ح‬َ ‫م‬ُ ‫سيِّدِنَا‬ َ
َ ‫ل ع َلى‬ ِّ ‫ص‬ َ ‫م‬ َّ ‫ا َ ّٰلله ُه‬
ْ ِّ ‫سل‬
‫م‬ َ َ‫حبِهِ و‬ ْ ‫ص‬َ َ‫ضيَائِهَا وَ ع َلَى الِهِ و‬ ِ َ‫صارِ و‬ َ ْ ‫شفَائِهَا وَ نُورِ اْلَب‬ ِ َ‫و‬
ٍ‫ل دَاءٍ دَوَاء‬ ِّ ُ ‫ وَهُوَ لِك‬Meali: "Bu kitab her derde devadır."
Tevafukat-ı latifedendir ki; Re'fet Bey'in birinci tesvidden gâyet sür'atli yazdığı nüsha
ile, Hüsrev'in yazdığı diğer bir nüshada, ihtiyarsız hiç düşünmeden, satır başlarında gelen
elifleri saydık; aynen bu ٍ‫ل دَاءٍ دَوَاء‬ ِّ ُ ‫ وَهُوَ لِك‬cümlesine tevafuk ediyor.(Hâşiye-1) Hem bu
(Hâşiye-2)
risalenin müellifinin [Said] ismine, bir tek fark ile yine tevafuk ediyor. Yalnız risalenin
ünvanına aid yazıdaki bir elif hesaba dâhil edilmemiştir. Cây-ı hayrettir ki: Süleyman Rüş-
dü'nün, hiç elifler hatıra gelmeden ve düşünmeden yazdığı nüshada, 114 kelimesi, 114 şifa-yı
kudsiyeyi tazammun eden, 114 sure-i Kur’âniyenin adedine tevafukla beraber ‫ل‬ ِّ ُ ‫وَهُوَ لِك‬
ٌ‫دَاءٍ دَوَاء‬ şeddeli (lâm) bir sayılmak şartıyla, 114 harfine tamtamına tevafuk ediyor.

___________ ___________
_________________
(Hâşiye-1)
: Sonradan yazılan ihtarın iki elifi bu hesaba dâhil olamayacağı için dâhil edilmemiştir.
(Hâşiye-2)
: Madem Keramet-i Aleviyede ve Gavsiye'de, Said'in âhirinde nida için vaz'edilmiş bir elif
var, Said olmuş; belki fazla olan bu elif, o elife bakıyor.
Re'fet.. Hüsrev
34

[Yirmibeşinci Lem'anın Zeyli ]

Onyedinci Mektub Çocuk Ta'ziyenamesi Makam Münasebetiyle buraya alınmıştır.

َ
‫ه‬
ُ َ ‫حان‬َ ْ ‫سب‬ُ ِ‫مه‬ ِ ‫س‬ ْ ‫مدِهِ ]بِا‬ ْ ‫ح‬
َ ِ‫ح ب‬ُ ِّ ‫سب‬َ ُ ‫ئ اِل ّ ي‬ ٍ ْ ‫شي‬َ ‫ن‬ْ ‫م‬ِ ‫ن‬ْ ِ ‫]وَا‬
َ
‫ة قَالُوا‬
ٌ َ ‫صيب‬ِ ‫م‬ ُ ‫م‬ْ ُ‫صابَتْه‬َ َ ‫ن اِذ َا ا‬
َ ‫شرِ ال ّذِي‬ ِ ّ َ ‫حيم ِ وَب‬ ِ ‫ن الَّر‬ِ ٰ‫حم‬ ّٰ ِ ‫سم‬
ْ ‫الله ِه الَّر‬ ْ ِ‫ب‬
‫ن‬
َ ‫ج ُعو‬ َ َ ّ َ
ِ ‫اِن ّا ل ِٰله ِه وَاِن ّا اِليْهِ َرا‬
Aziz âhiret kardeşim Hâfız Hâlid Efendi. Kardeşim, senin çocuğun vefatı beni
müteessir etti. Fakat ‫م ّل ِٰله ِه‬
[ ُ ْ ‫ اَل‬kazaya rıza, kadere teslim İslâmiyetin bir şiarıdır.
ُ ‫حك ْه‬ ]
Cenab-ı Hak sizlere sabr-ı cemil versin. Merhumu da, size zahîre-i âhiret ve şefaatçı yapsın.
Size ve sizin gibi müttakilere büyük bir müjdeyi ve hakikî bir teselli gösterecek [Beş Nokta]
yı beyan ederiz:
َ
[Birinci Nokta]: Kur’ân-ı Hakîm'de [‫ن‬ َ ‫خل ّدُو‬
َ ‫م‬
ُ ‫ن‬ٌ ‫ ]وِلْدَا‬beşaretinin sırrı ve misali
şudur ki: Mü'minlerin kabl-el büluğ vefat eden evlâdları, Cennet'te Cennet'e lâyık bir surette
ebedi sevimli daimî çocuk kalacaklarını.. ve Cennet'e giden peder ve vâlidelerinin
kucaklarında ebedî medar-ı sürurları olacaklarını.. ve çocuk sevmek ve evlâd okşamak gibi en
latif bir zevki, ebeveynlerine temine medar olacaklarını.. ve herbir lezzetli şey'in Cennet'te
bulunduğunu.. "Cennet tenasül yeri olmadığından, evlâd muhabbeti ve okşaması olmadığı"nı
diyenlerin hükümleri hakikat olmadığını.. hem dünyada on senelik kısa bir zamanda
teellümatla karışık evlâd sevmesine ve okşamasına bedel safi ve elemsiz milyonlar sene ebedî
evlâd sevmesini ve okşamasını kazanmak, ehl-i imanın en büyük bir medar-ı saadeti olduğunu
َ
şu âyet-i kerime [‫ن‬َ ‫خل ّدُو‬
َ ‫م‬
ُ ‫ن‬ ٌ ‫ ]وِلْدَا‬cümlesiyle işaret ediyor ve müjde veriyor.
[İkinci Nokta]: Bir zaman bir zât, bir zindanda bulunuyor. Sevimli bir çocuğu yanına
gönderilmiş. O bîçare mahbus, hem kendi elemini çekiyor, hem veledinin istirahatını temin
edemediği için, onun zahmetiyle müteellim oluyordu. Sonra merhametkâr hâkim ona bir âdem
gönderir, der ki: "Şu çocuk çendan senin evlâdındır, fakat benim raiyetim ve milletimdir. Onu
ben alacağım, güzel bir sarayda beslettireceğim." O âdem ağlar, sızlar; "Benim medar-ı
tesellim olan evlâdımı vermeyeceğim" der. Ona arkadaşları derler ki: "Senin teessüratın
manasızdır. Eğer sen çocuğa acıyorsan, çocuk şu mülevves,
35

ufûnetli, sıkıntılı zindana bedel; ferahlı ve saadetli bir saraya gidecek. Eğer sen nefsin için
müteessir oluyorsan ve menfaatini arıyorsan; çocuk burada kalsa, muvakkat şübheli bir
menfaatinle beraber, çocuğun meşakkatlerinden çok sıkıntı ve elem çekmek var. Eğer oraya
gitse, sana bin menfaati var. Çünki padişahın merhametini celbe sebeb olur, sana şefaatçı
hükmüne geçer. Padişah, onu seninle görüştürmek arzu edecek. Elbette görüştürmek için onu
zindana göndermeyecek, belki seni zindandan çıkaracak o saraya celbedecek, çocukla
görüştürecek. Şu şart ileki, padişaha emniyetin ve itaatın varsa..."
İşte bu temsil gibi, aziz kardeşim, senin gibi mü'minlerin evlâdları vefat ettikleri vakit
şöyle düşünmeliki: Şu çocuk masumdur, onun Hâlıkı dahi Rahîmdir Kerim'dir. Benim nâkıs
terbiyeme ve şefkatime bedel, gâyet kâmil olan inâyet ve rahmetine aldı. Dünyanın elemli,
musibetli, meşakkatli zindanından çıkarıp Cennet-ül Firdevsine gönderdi. O çocuğa ne mutlu!
Şu dünyada kalsa idi, kim bilir ne şekle girerdi? Onun için ben ona acımıyorum, onu bahtiyar
biliyorum. Kaldı kendi nefsime aid menfaati için, kendime dahi acımıyorum, müteellim ve
müteessir de olmuyorum. Çünki dünyada kalsa idi, on senelik muvakkat elemle karışık bir
evlâd muhabbeti temin edecekti. Eğer sâlih olsa idi, dünya işinde muktedir olsa idi, belki bana
yardım edecekti. Fakat vefatıyla, ebedî Cennet'te on milyon sene bana evlâd muhabbetine
medar ve saadet-i ebediyeye vesile ve bir şefaatçı hükmüne geçer. Elbette ve elbette meşkuk,
muaccel bir menfaatı kaybeden, muhakkak ve müeccel bin menfaatı kazanan; elîm teessürat
göstermez; ve me'yusane feryad etmez.
[Üçüncü Nokta]: Vefat eden çocuk, bir Hâlık-ı Rahîm'in mahluku, memlukü, abdi ve
bütün heyetiyle onun masnu'u ve ona aid olarak ebeveyninin bir arkadaşı idi ki; muvakkaten
ebeveyninin nezaretine verilmiş. Peder ve vâlideyi ona hizmetkâr etmiş. Ebeveynine o
hizmetlerine mukabil, muaccel bir ücret olarak lezzetli bir şefkat vermiş. Şimdi bin hisseden
dokuzyüz doksandokuz hisse sahibi olan O Hâlık-ı Rahîm, mukteza-yı rahmet ve hikmet
olarak o çocuğu senin elinden alsa, hizmetine hâtime verse; surî bir hisse ile, hakikî bin hisse
sahibine karşı şekvayı andıracak bir tarzda me'yusane hüzün ve feryad etmek ehl-i imana
yakışmaz, belki ehl-i gaflet ve dalalete yakışır.
36

[Dördüncü Nokta]: Eğer dünya ebedî olsa idi, insan içinde ebedî kalsa idi ve firak
ebedî olsa idi; elimane teessüratın ve me'yusane teellümatın bir manası olurdu. Fakat madem
dünya bir misafirhanedir; vefat eden çocuk nereye gitmiş ise, siz de biz de oraya gideceğiz. Ve
hem bu vefat ona mahsus değil, umumî bir caddedir. Hem madem müfarakat dahi ebedî
değildir; ileride hem berzahta, hem Cennet'te görüşülecektir. ِ‫م ّل ِٰله ه‬ ُ ْ ‫ اَل‬demeli.. O
ُ ‫حك ْه‬
verdi, O aldı. ‫ل‬ ْ ‫حا‬ َ ‫ل‬ ِّ ُ ‫مد ُ ّل ِٰله ِه ع َلَى ك‬ْ ‫ح‬ َ ْ ‫ اَل‬deyib sabır ile şükretmeli.
[Beşinci Nokta]: Rahmet-i İlahiyenin en latif, en güzel, en hoş, en şirin cilvelerinden
olan şefkat; bir iksir-i nuranîdir. Aşktan çok keskindir. Cenab-ı Hakk'a çabuk vusule vesiledir.
Nasıl aşk-ı mecazî ve aşk-ı dünyevî pek çok müşkilâtla aşk-ı hakikîye inkılab eder, Cenab-ı
Hakk'ı bulur. Öyle de şefkat dahi -fakat müşkilâtsız- daha kısa, daha safi bir tarzda kalbi
Cenab-ı Hakk'a rabt eder.
Gerek peder ve gerek vâlide, veledini dünya gibi severler. Veledi elinden alındığı
vakit, eğer bahtiyar ise ve hakikî ehl-i iman ise; dünyadan yüzünü çevirir, Mün'im-i Hakikî'yi
bulur. Der ki: "Dünya madem fânidir, alâka-i kalbe değmiyor..." Veledi nereye gitmiş ise
oraya karşı bir alâka peyda eder, büyük ve manevî bir hal kazanır.
Ehl-i gaflet ve dalalet, şu beş hakikattaki saadetten ve müjdeden mahrumdurlar.
Onların hali ne kadar elîm olduğunu şununla kıyas ediniz ki: Gâyet sevimli sevdiği tek bir
çocuğunu sekeratta görüp, dünyada tevehhüm-i ebediyet hükmünce gaflet veya dalalet
neticesinde; mevti, adem ve firak-ı ebedî tasavvur ettiğinden, yumuşak döşeğine bedel kabrin
toprağını düşünüp gaflet veya dalalet cihetiyle, Erhamürrâhimîn'in Cennet-i rahmetini,
Firdevs-i nimetini düşünmediğinden, ne kadar me'yusane bir hüzün ve elem çektiğini kıyas
edebilirsin. Fakat vesile-i saadet-i dâreyn olan iman ve İslâmiyet, mü'mine der ki: Şu sekeratta
olan çocuğun Hâlık-ı Rahîmi, onu bu pis dünyadan çıkarıp Cennet-i Ala’ya götürecek. Hem
sana şefaatçı yapacak, hem ebedî bir evlâd yapacak. Müfarakat muvakkattır, merak etme;
‫ن‬
َ ‫جعُو‬ ِ ‫ اِنَّا ّل ِٰله ِه وَاِنَّا اِلَيْهِ َرا‬de, ‫م ّل ِٰله ِه‬ُ ْ ‫حك‬ُ ْ ‫ اَل‬de sabret.
‫اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى‬
Said Nursî
37

[Yirmialtıncı Lem'a]
İhtiyarlar Hakkında Yirmialtı rica ve ziya-yı ve teselliyi
câmi'dir.

[İHTAR]: Herbir "rica"nın başında manevî derdimi gâyet elîm ve acıklı ve sizi
müteessir edecek derecede yazdığımın sebebi: Kur’ân-ı Hakîm'den gelen ilâcın fevkalâde
tesirini göstermek içindir. İhtiyarlara aid bu Lem'a, üç dört cihetle hüsn-i ifadeyi muhafaza
edemedi.
[Birincisi]: Sergüzeşt-i hayatıma aid olduğu için, o zamanlara hayalen gidip o halette
yazıldığından; ifade, intizamını muhafaza edemedi.
[İkincisi]: Sabah namazından sonra gâyet yorgunluk hissettiğim bir zamanda, hem
mecburiyet tahtında sür'atle yazıldığından ifadede müşevveşiyet düştü.
[Üçüncüsü]: Yanımda daim yazacak bulunmadığından ve yanımda bulunan kâtibin de
Risale-i Nur'a aid dört beş vazifesi olmakla, tashihatına tam vakit bulamadığımızdan
intizamsız kaldı.
[Dördüncüsü]: Te'lifin akabinde ikimiz de yorgun düştüğümüzden, manayı dikkatle
düşünemeyerek, gâyet sathî bir tashih ile iktifa edildiğinden, tarz-ı ifadede elbette kusurlar
bulunacak.
Âlîcenab ihtiyarlar, ifadedeki kusurlarıma nazar-ı müsamaha ile baksınlar ve rahmet-i
İlahiye boş olarak döndürmediği, ellerini mübarek ihtiyarlar dergâh-ı İlahiyeye açtıkları vakit
bizi de dualarında dâhil etsinler.
Said Nursî

ِ ِ ‫ن الَّر‬
‫حيم‬ ِ ٰ‫حم‬ ّٰ ِ ‫سم‬
ْ ‫الله ِه الَّر‬ ْ ِ‫ب‬
‫ب‬
ِّ ‫ل َر‬ َ ‫خفِيًا قَا‬
َ ً‫ه نِدَائ‬ ُ َّ ‫ك ع َبْدَه ُ َزكَرِيَّا اِذ ْ نَادَى َرب‬َ ِّ ‫ت َرب‬ِ ‫م‬ ْ ‫ص ذِكُْر َر‬
َ ‫ح‬ ٓ ٓ‫كٓهٰيٰع‬
‫ى‬ ِ ّ ‫اِن‬
‫شقِيًا‬َ ‫ب‬ ِّ ‫ك َر‬َ ِ ‫ن بِدُع َائ‬ ْ َ ‫شيْبًا وَل‬
ْ ُ ‫م اَك‬ َ ‫س‬ ُ ْ ‫ل الَّرا‬ َ َ‫شتَع‬ ْ ‫منِّى وَا‬
ِ ‫م‬ ُ ْ ‫ن الْعَظ‬
َ َ‫وَه‬
Şu Lem'a [yirmialtı] ricadır.

[BİRİNCİ RİCA]: Ey sinn-i kemale gelen muhterem ihtiyar kardeşler ve ihtiyare


hemşireler! Ben de sizin gibi ihtiyarım. İhtiyarlık zamanında arasıra bulduğum ricaları ve o
ricalardaki teselli nurlarına sizleri de teşrik arzusuyla, başımdan geçen bazı hâlâtı yazacağım.
Gördüğüm ziyalar ve rastgeldiğim rica kapıları, benim nâkıs ve müşevveş istid’adıma göre
görülmüş ve açılmış. İnşâallah sizlerin safi ve hâlis istid’adınız, gördüğüm ziyaları
parlattıracak; bulduğum ricaları daha ziyade kuvvetleştirecek. İşte gelecek o ricaların ve
ziyaların menbaı, madeni ve çeşmesi; imandır.
[İKİNCİ RİCA]: İhtiyarlımığa girdiğim zaman; bir gün güz mevsiminde, ikindi
vaktinde, yüksek bir dağda dünyaya baktım. Birden gâyet rikkatli ve hazîn ve bir cihette
karanlıklı bir halet bana geldi. Gördüm ki; ben ihtiyarlandım, gündüz de ihtiyarlanmış, sene
de ihtiyarlanmış, dünya da ihtiyarlanmış. Bu ihtiyarlıklar içinde dünyadan firak ve
sevdiklerimden iftirak zamanı yakınlaştığından, ihtiyarlık beni ziyade sarstı. Birden rahmet-i
İlahiye öyle bir surette inkişaf etti ki; o rikkatli hüzün ve firakı, kuvvetli bir rica ve parlak bir
teselli nuruna çevirdi. Evet ey benim gibi ihtiyarlar! Kur’ân-ı Hakîm'de yüz yerde
38

"Errahmanirrahîm" sıfatlarıyla kendini bize takdim eden ve daima zeminin yüzünde


merhamet isteyen zîhayatların imdadına rahmetini gönderen ve gaybdan her sene baharı
hadsiz nimetleriyle ve hediyeleriyle doldurup rızka muhtaç bizlere yetiştiren ve zaa'f u aczin
derecesi nisbetinde rahmetinin cilvesini ziyade gösteren bir Hâlık-ı Rahîmimizin rahmeti, bu
ihtiyarlığımızda en büyük bir rica ve en kuvvetli bir ziyadır. Bu rahmeti bulmak, imanla o
Rahman'a intisab etmek ve feraizi kılmakla ve ona itaat etmek iledir.
[ÜÇÜNCÜ RİCA]: Bir zaman gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlık sabahıyla
uyandığım vakit kendime baktım;
39

vücudum kabir tarafına bir inişten koşar gibi gidiyor. Niyazi-i Mısrî'nin [Günde bir taşı düştü
yere bina-yı ömrümün, Can yatar gafil hanesi, oldu harab bîhaber] dediği gibi, ruhumun
hanesi olan cismimin de hergün bir taşı düşmekle yıpranıyor gördüm. Ve dünya ile beni
kuvvetli bağlayan ümidlerim, ve emellerim kopmaya başladılar. Hadsiz dostlarımdan ve
sevdiklerimden müfarakat zamanının yakınlaştığını his ettim. O manevî ve çok derin ve
devasız görünen yaranın merhemini aradım, bulamadım. Yine Niyazi-i Mısrî gibi dedim: [Dil
bekası, Hak fenası istedi mülk-i tenim. Bir devasız derde düştüm, ah ki Lokman bîhaber!]
(Hâşiye-1)
O vakit birden merhamet-i İlahiyenin lisanı, misali, timsali, dellâlı, mümessili olan
Peygamber-i Zîşan Aleyhissalâtü Vesselâm'ın nuru ve şefaati ve beşere getirdiği hediye-i
hidâyeti, o dermansız zan ettiğim derin yaraya güzel bir merhem ve tiryak oldu. Karanlıklı
ye'simi, nurlu bir ricaya çevirdi.
Evet ey benim gibi ihtiyarlığını his eden muhterem ihtiyarlar ve ihtiyareler! Biz
gidiyoruz, aldanmakta faide yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar, sevkiyat
var. Fakat gafletten ve kısmen ehl-i dalaletten gelen zulümat evhamlarıyla bize karanlıklı ve
firaklı görünen berzah memleketi, ahbabların mecmaıdır. Başta şefiimiz olan Habibullah
Aleyhissalâtü Vesselâm ile bütün dostlarımıza kavuşmak âlemidir. Evet bin üçyüz elli senede,
her sene üçyüz elli milyon insanların sultanı ve onların ruhlarının mürebbisi ve akıllarının
muallimi ve kalblerinin mahbubu ve her günde [‫ل‬ ِ ‫ع‬ِ ‫ب كَالْفَا‬ ‫ ]اَل َّه‬sırrınca, bütün
ِ َ ‫سب‬
ümmetinin işlediği hasenatın bir misli, sahife-i hasenatına ilâve edilen ve şu kâinattaki
makasıd-ı âliye-i İlahiyenin medarı ve mevcudatın kıymetlerinin teâlisinin sebebi olan Zât-ı
(Hâşiye-2)
Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyaya geldiği dakikada "ümmetî ümmetî"
dediği gibi mahşerde herkes "nefsî nefsî" dediği zaman, yine "ümmetî ümmetî" diyerek en
(A.S.M.)
kudsî ve en yüksek bir fedakârlıkla, yine şefaatıyla ümmetinin imdadına koşan bir zâtın
gittiği bir âleme gidiyoruz. Ve o güneşin etrafında hadsiz asfiyalar ve evliyalar yıldızlarıyla
(A.S.M.)
ışıklanan öyle bir âleme gidiyoruz. İşte o zâtın şefaatı altına girip nurundan istifade
etmenin ve zulümat-ı berzahiyeden kurtulmanın çaresi: Sünnet-i Seniyeye ittibadır.
___________ ___________
_________________
(Hâşiye-1):
Yani: Benim kalbim bütün kuvvetiyle beka istediği halde; hikmet-i İlahiye, cesedimin
harabiyetini iktiza ediyor. Hekim-i Lokman da çaresini bulamadığı dermansız bir derde düştüm.
___________ ___________
_________________
(Hâşiye-2):
Peygamberimiz Aleyhissalatü Vesselam’ın dünyaya geldiği anda "ümmetî ümmetî" dediği
rivâyet-i sahiha ile ve keşf-i sâdıkla sâbittir.
40

[DÖRDÜNCÜ RİCA]: Bir zaman ihtiyarlığa ayak bastığımdan, gafleti idame ettiren
sıhhat-i bedenim de bozulmuştu. İhtiyarlık ile hastalık, müttefikan bana hücum ettiler. Başıma
vura vura uykumu kaçırdılar. Çoluk çocuk, mal gibi beni dünya ile bağlayacak alâkalarım da
yoktu. Baktım gençlik sersemliğiyle zayi' ettiğim sermaye-i ömrümün meyvelerini; bütün
günahlar, hatiatlar gördüm. Niyazi-i Mısrî gibi feryad ederek dedim: [Bir ticaret yapmadım,
nakd-i ömür oldu heba. Yola geldim göçmüş cümle kervan bîhaber. Ağlayıp nalân edip
düştüm yola tenha garib, Dîde giryan, sîne püryan, akıl hayran bîhaber.] O vakit gurbette
idim. Me'yusane bir hüzün ve nedametkârane bir teessüf ve istimdadkârane bir hasret his
ettim. Birden Kur’ân-ı Mu'ciz-ül Beyan imdada yetişti. Bana o kadar kuvvetli bir rica kapısını
açtı ve öyle hakikî teselli ziyasını verdi ki, o vaziyetimin yüz derece fevkindeki ye'si dahi
izale edebilirdi ve o karanlıkları dağıtabilirdi.
Evet ey benim gibi dünya ile alâkaları kesilmeye başlayan ve dünya ile bağlanan ipleri
kopmaya yüz tutan muhterem ihtiyarlar ve ihtiyareler! Bu dünyayı en mükemmel ve en
muntazam bir şehir, ve bir saray hükmünde halkeden bir Sâni'-i Zülcelal, mümkün müdür ki;
o şehirde, ve o saraydaki en ehemmiyetli misafirleriyle ve dostlarıyla konuşmasın,
görüşmesin. Madem bilerek bu sarayı yapmış ve irade ve ihtiyar ile tanzim ve tezyin etmiş;
elbette nasılki yapan bilir öyle de bilen konuşur. Madem bu sarayı, ve bu şehri bize güzel bir
misafirhane ve ticaretgâh yapmış; elbette bize karşı münasebetini ve bizden arzularını
gösterecek bir defteri, ve bir kitabı bulunacaktır.
İşte o kudsî kitabın en mükemmeli; [ve kırk vecihle mu'cize ve her dakikada hiç
olmazsa yüz milyonun dillerinde gezen, ve nur serpen ve herbir harfinde asgari olarak on
sevab ve on hasene ve bazan onbin ve bazan Leyle-i Kadir sırrıyla bir harfinde otuzbin hasene
ve meyve-i Cennet ve nur-ı berzah veren] Kur’ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'dır. Ve bu makamda ona
rekabet edecek kâinatta hiçbir kitab yoktur ve hiçbir kimse gösteremez. Madem bu elimizdeki
Kur’ân, Semavat ve Arz'ın Hâlık-ı Zülcelalinin rububiyet-i mutlakası noktasından ve azamet-i
uluhiyeti cihetinden ve ihata-i rahmeti canibinden gelen kelâmıdır, fermanıdır ve bir maden-i
rahmetidir. Ona yapış. Her derde bir deva, her zulme bir ziya, her ye'se bir rica, içinde vardır.
İşte bu ebedî hazinenin anahtarı imandır ve teslimdir ve onu dinleyip kabul etmektir ve
okumaktır.
41

[BEŞİNCİ RİCA:] Bir zaman ihtiyarlığımın mebdeinde, bir inziva arzu ettim,
İstanbul'un boğaz tarafındaki Yuşa’ Tepesi'nde, yalnız kalmakla ruhum bir istirahat aradı. Bir
gün o yüksek tepede iken, daire-i ufka, ve etrafa baktım. Gâyet hazîn ve rikkatli bir levha-i
zeval ve firakı, ihtiyarlığımın ihtarıyla gördüm. Şecere-i ömrümün kırkbeşinci senesi olan
kırkbeşinci dalındaki yüksek makamından, tâ hayatımın aşağı tabakalarına nazar gezdirdim.
Gördüm ki; o aşağıda, herbir dalındaki, herbir senenin içinde sevdiklerimden ve
alâkadarlarımdan ve tanıştıklarımdan hadsiz cenazeler var. O firak ve iftiraktan gelen gâyet
rikkatli bir manevî teessürat içinde, Fuzulî-i Bağdadî gibi, müfarakat eden dostları düşünerek
ah-ı enîn edip: [Vuslatı yâdeyledikçe ağlarım, Tâ nefes varsa kuru cismimde feryad eylerim.]
diyerek bir teselli, bir nur, bir rica kapısını aradım. Birden, âhirete iman nuru imdadıma
yetişti. Hiç sönmez bir nur, hiç kırılmaz bir rica verdi. Evet ey benim gibi ihtiyar kardeşler ve
ihtiyare hemşireler!
Madem âhiret var ve madem bâkidir ve madem dünyadan daha güzeldir ve madem
bizi yaratan zât hem Hakîm, hem Rahîm'dir.. ihtiyarlıktan şekva ve teessüf etmemeliyiz.
Bilakis ihtiyarlık, iman ile ibadet içinde sinn-i kemale gelip, vazife-i hayattan terhis ile âlem-i
rahmete istirahat için gitmeye bir alâmet olduğu cihetle ondan memnun olmalıyız. Evet nass-ı
hadîs ile; nev-i beşerin en mümtaz şahsiyetleri olan yüz yirmidört bin enbiya icma' ve tevatür
ile; kısmen şuhuda ve kısmen hakkalyakîne istinaden, müttefikan âhiretin vücudundan ve
insanların oraya sevkedileceğinden ve bu kâinatın Hâlıkının kat'î va'dettiği âhireti
getireceğinden haber verdikleri gibi, onların verdikleri haberi keşif ve şuhud ile ilmelyakîn
suretinde tasdik eden yüz yirmidört milyon evliyanın o âhiretin vücuduna şehadetleriyle ve bu
kâinatın Sâni'-i Hakîminin bütün esmasının bu dünyada gösterdikleri cilveleriyle, bir âlem-i
bekayı bilbedahe iktiza ettiklerinden; yine âhiretin vücuduna delaletiyle; ve her sene baharda,
rûy-i zeminde ayakta duran had ve hesaba gelmez ölmüş ağaçların cenazelerini ‫ن‬ ْ َ‫ا‬
ْ ُ ‫مرِ ك‬
‫ فَيَكُو ُه‬ile
‫ن‬ ihya edip ‫ت‬ َ ْ ‫ث بَعْدَال‬
ْ ‫موْه‬ ُ ‫' بَعْه‬e mazhar eden ve haşir ve neşrin yüzbinler
nümunesi olarak nebatat taifelerinden ve hayvanat milletlerinden üçyüz bin nevileri haşr ve
neşr eden hadsiz bir kudret-i ezeliyenin ve hesabsız ve israfsız bir hikmet-i ebediyenin ve
rızka muhtaç bütün zîruhları kemal-i şefkatle gâyet hârika bir tarzda iaşe ettiren ve her
baharda az bir zamanda had ve hesaba gelmez enva'-ı zînet ve mehasini gösteren
42

bir rahmet-i bâkiyenin ve bir inâyet-i daimenin bilbedahe âhiretin vücudunu istilzam
etmeleriyle ve şu kâinatın en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı Kâinat'ın en sevdiği masnuu ve
kâinatın mevcudatıyla en ziyade alâkadar olan insandaki şedid,ve sarsılmaz, ve daimî olan
aşk-ı bekanın ve şevk-i ebediyenin ve âmâl-i sermediyenin, bilbedahe işareti ve delalatıyla bu
âlem-i fâniden sonra bir âlem-i beka ve bir dâr-ı âhiret ve bir dâr-ı saadet bulunduğunu o
derece kat'î bir surette isbat ederler ki, dünyanın vücudu kadar, bilbedahe âhiretin vücudunu
(Hâşiye)
kabul etmeyi istilzam ederler.
Madem Kur’ân-ı Hakîm'in bize verdiği en mühim ders, iman-ı bil'âhirettir ve iman
dahi bu derece kuvvetlidir ve imanda öyle bir rica ve öyle bir teselli var ki; yüz bin ihtiyarlık
bir tek şahsa gelse, bu imandan gelen teselli mukabil gelebilir. Biz ihtiyarlar
‫ن‬
ِ ‫ما‬َ ‫ما ِ اْلِي‬
َ َ ‫مد ُ ّل ِٰله ِه ع َلَى ك‬
ْ ‫ح‬َ ْ ‫ اَل‬deyip, ihtiyarlığımıza sevinmeliyiz.
[ALTINCI RİCA]: Bir zaman elîm bir esaretimde, insanlardan tevahhuş edip Barla
Yaylasında Çam Dağı'nın tepesinde yalnız kaldım. Yalnızlıkta bir nur arıyordum. Bir gece, o
yüksek tepenin başındaki yüksek bir çam ağacının üstündeki üstü açık odacıkta idim. Üç dört
gurbeti birbiri içinde ihtiyarlık bana ihtar etti. Altıncı Mektub'da izah edildiği gibi; o gece
ıssız, sessiz, yalnız ağaçların hışırtılarından ve hemhemelerinden gelen hazîn bir sadâ, bir ses
rikkatime, ihtiyarlığıma, gurbetime ziyade dokundu. İhtiyarlık bana ihtar etti ki; gündüz nasıl
şu siyah bir kabre tebeddül etti,
___________ ___________
_________________
(Hâşiye)
: Evet, sübutî bir emri ihbar etmenin kolaylığı ve inkâr ve nefy etmenin gâyet müşkil olduğu, bu
temsilde görünüyor. Şöyle ki: Biri dese: "Meyveleri süt konserveleri olan gâyet hârika bir bahçe,
Küre-i Arz üzerinde vardır." Diğeri dese: "Yoktur." İsbat eden, yalnız onun yerini veyahut bazı
meyvelerini göstermekle kolayca davasını isbat eder. İnkâr eden âdem, nefyini isbat etmek için, bütün
Küre-i Arz'ı görmek ve göstermekle davasını isbat edebilir. Aynen öyle de: Cennet'i ihbar edenlerin,
yüzbinler tereşşuhatını, ve meyvelerini, ve âsârını gösterdiklerinden kat-ı nazar.. iki şahid-i sadıkla
sübutuna şehadetleri kâfi gelirken; onu inkâr eden hadsiz bir kâinatı, ve hadsiz ebedî zamanı temaşa
ettikten ve eledikten sonra inkârını isbat edebilir, ve ademini gösterebilir. İşte ey ihtiyar kardeşler.
İman-ı âhiretin ne kadar kuvvetli olduğunu anlayınız.
43

dünya siyah kefenini giydi, öyle de; senin ömrünün gündüzü de geceye ve dünyanın gündüzü
de berzah gecesine ve hayatın yazı dahi ölümün kış gecesine inkılab edeceğini kalbin kulağına
söyledi. Nefsim bilmecburiye dedi: Evet ben vatanımdan garib olduğum gibi, bu elli sene
zarfındaki ömrümde zeval bulan sevdiklerimden de ayrı düştüğümden ve arkalarında onlara
ağlayarak kaldığımdan, bu vatan gurbetinden daha ziyade hazîn ve elîm bir gurbetten. Ve bu
gecenin ve dağın garibane vaziyetindeki hazîn gurbetten daha ziyade hazîn ve elîm bir gurbete
yaklaşıyorum ki, bütün dünyadan birden müfarakat zamanının yakınlaştığını ihtiyarlık bana
haber veriyor. Bu gurbet gurbet içindeki ve bu hüzün hüzün içindeki vaziyette bir rica ve bir
nur aradım. Birden iman-ı billah imdadıma yetişti. Öyle bir ünsiyet verdi ki; bulunduğum
muzaaf vahşet bin defa daha tezauf etse idi, yine o teselli kâfi gelirdi.
Evet ey ihtiyarlar ve ihtiyareler! Madem Rahîm bir Hâlıkımız var; bizim için gurbet
olamaz. Madem o var, bizim için herşey var. Madem o var, melaikeleri de var. Öyle ise bu
dünya boş değil, hâlî dağlar, boş sahralar Cenab-ı Hakk'ın ibadıyla doludur. Zîşuur ibadından
başka, onun nuruyla, onun hesabıyla taşı da ağacı da birer munis arkadaş hükmüne geçerler;
lisan-ı halleriyle bizim ile konuşabilirler ve bizleri eğlendirirler. Evet bu kâinatın mevcudatı
adedince ve bu büyük kitab-ı âlemin harfleri sayısınca vücuduna şehadet eden ve zîruhların
medar-ı şefkat ve rahmet ve inâyet olan cihazatı ve mat'umatı ve nimetleri adedince rahmetini
gösteren deliller, şahidler, bize Rahîm, Kerim, Enîs, Vedud olan Hâlıkımızın, Sâniimizin, ve
Hâmimizin dergâhını gösteriyorlar. O dergâhta en makbul bir şefaatçı, acz ve zaa'ftır. Acz ve
zaa'fın tam zamanı da, ihtiyarlıktır. Böyle bir dergâhda makbul bir şefaatçı olan ihtiyarlıktan
küsmek değil, belki de ihtiyarlığı sevmek lâzımdır.
[YEDİNCİ RİCA]: Bir zaman ihtiyarlığımın başlangıcında, Eski Said'in gülmeleri
Yeni Said'in ağlamalarına inkılab ettiği hengâmda, Ankara'daki ehl-i dünya, beni Eski Said
zan ederek oraya istediler; gittim. Güz mevsiminin âhirlerinde Ankara'nın benden çok ziyade
ihtiyarlanmış, yıpranmış, eskimiş olan kal'asının başına çıktım. O kal'a, bana tahaccür etmiş
hâdisat-ı tarihiye suretinde göründü. Senenin ihtiyarlık mevsimiyle benim ihtiyarlığım,
kal'anın ihtiyarlığı, beşerin ihtiyarlığı, şanlı Osmanlı Devleti'nin ihtiyarlığı ve Hilafet
saltanatının vefatı ve dünyanın ihtiyarlığı; bana gâyet hazîn ve rikkatli
44

ve rikkatli bir halet içinde, o yüksek kal'ada geçmiş zamanın derelerine ve gelecek zamanın
dağlarına baktırdı bende baktım. Birbiri içinde beni ihata eden dört-beş ihtiyarlık karanlıkları
(Hâşiye)
içinde, Ankara'da en kara bir halet-i ruhiye hissettiğimden, bir nur, bir rica, bir teselli
aradım. Sağa, yani mazi olan geçmiş zamana bakıp teselli ararken; bana mazi, pederimin ve
ecdadımın ve nev'imin bir mezar-ı ekberi suretinde göründü, teselli yerine vahşet verdi. Sol
tarafım olan istikbale derman ararken baktım. Gördüm ki: Benim ve emsalimin ve nesl-i
âtinin büyük ve karanlıklı bir kabri suretinde göründü, ünsiyet yerine dehşet ve vahşet verdi.
Sağ ile soldan tevahhuş edip hazır günüme baktım. O gafletli ve tarihvari nazarıma o hazır
gün, yarım ölmekte ve hareket-i mezbuhanedeki ızdırab çeken cismimin cenazesini taşıyan bir
tabut suretinde göründü. Sonra bu cihetten dahi me'yus olunca, başımı kaldırıp ömrümün
ağacının başına baktım. Gördüm ki; o ağacın tek bir meyvesi var, o da benim cenazemdir; o
ağaç üstünde duruyor, bana bakıyor. O cihetten dahi tevahhuş edip başımı aşağıya eğdim, o
ömür ağacının aşağısına, köküne baktım. Gördüm ki: O aşağıda olan toprak, kemiklerimin
toprağıyla, mebde-i hılkatimin toprağı birbirine karışmış bir surette ayaklar altında çiğneniyor
gördüm. O da derman değil, belki derdlerime dert kattı. Sonra mecburiyetle arkama baktım.
Gördüm ki; esassız, fâni olan dünya, hiçlik derelerinde yokluk zulümatında yuvarlanıp
gidiyor. Derdlerime merhem ararken, zehir ilâve etti. O cihetten dahi hayır göremediğimden
ön tarafıma baktım; ileriye nazarımı gönderdim. Gördüm ki; kabir kapısı yolumun üstünde
açık görünüp, ağzını açmış bana bakıyor. Onun arkasında ebed tarafına giden cadde ve o
caddede giden kafileler uzaktan uzağa nazara çarpıyor.
İşte bu altı cihetten gelen dehşetlere karşı bana nokta-i istinad ve silâh-ı müdafaa
olacak, cüz'î bir cüz'-i ihtiyarîden başka elimde birşey yok. O hadsiz a'daya ve hesabsız muzır
şeylere karşı tek bir silâh-ı insanî olan o cüz'-i ihtiyarî; hem nâkıs, hem kısa, hem âciz, hem
icadsız olduğundan, kesbden başka birşey elinden gelmez. Ne geçmiş zamana geçebilir, tâ
ondan bana gelen hüzünlerimi sustursun ve ne de istikbale hulûl edebilir, tâ ondan gelecek
korkularımı men' etsin. Geçmiş ve geleceklere aid emellerime ve elemlerime faidesi
olmadığını gördüm. Bu altı cihetten gelen dehşet ve vahşet ve karanlık ve me'yusiyet içinde
___________ ___________
_________________
(Hâşiye)
: O zaman bu halet-i ruhiyeyi Farisî bir münacat suretinde kalbe geldiği gibi, yazdım. Ankara'da
Habab Risalesi'nde tab' edilmiştir.
45

çırpındığım hengâmda, birden Kur’ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın semasında parlayan iman nurları
imdadıma yetişti. O altı ciheti o kadar tenvir edip ışıklandırdı ki; gördüğüm o vahşetler ve o
karanlıklar yüz derece daha tezauf etse idi, yine o nur, onlara karşı kâfi ve vâfi idi. Bütün o
dehşetleri birer birer teselliye ve o vahşetleri birer birer ünsiyete çevirdi. Şöyle ki:
İman, o vahşetli geçmiş zamanın mezar-ı ekber suretini yırtıp, ünsiyetli bir meclis-i
münevver ve bir mecma-i ahbab olduğunu biaynelyakîn, bihakkalyakîn gösterdi. Hem iman,
bir kabr-i ekber suretinde nazar-ı gaflete görünen gelecek zamanı, sevimli saadet saraylarında
bir ziyafet-i Rahmaniye meclisi suretinde biilmelyakîn gösterdi. Hem iman, nazar-ı gaflete bir
tabut suretinde görünen hazır zamanı ve o hazır günün tabutiyet şeklini kırıp, o hazır gün
uhrevî bir ticaretgâh dükkânı ve şaşaalı bir misafirhane-i Rahmanî suretinde bilmüşahede
gösterdi. Hem iman, nazar-ı gafletle ömür ağacının başında cenaze şeklinde görünen tek
meyvesinin cenaze olmadığını, belki ebedî bir hayata mazhar ve ebedî bir saadete namzed
olan ruhumun, eskimiş yuvasından, yıldızlarda gezmek için çıktığını biilmelyakîn gösterdi.
Hem iman; kemiklerimle, mebde-i hılkatimin toprağı, ayak altında çiğnenen ehemmiyetsiz
mahvolmuş kemikler olmadığını; belki o toprak, rahmet kapısı ve Cennet salonunun perdesi
olduğunu sırr-ı iman ile gösterdi. Hem iman; nazar-ı gafletle, arkamda, hiçlikte, ve yokluk
karanlığında yuvarlanan dünyanın vaziyetini sırr-ı Kur’ân ile gösterdi ki; o zahir zulümatta
yuvarlanan dünya ise; vazifesi bitmiş, manasını ifade etmiş, neticelerini kendine bedel
vücudda bırakmış bir kısım mektubat-ı Samedaniye ve sahaif-i nukuş-ı Sübhaniye olduğunu
gösterdi. Dünyanın mahiyeti ne olduğunu biilmelyakîn bildirdi. Hem iman, ileride gözünü
açıp bana bakan kabri ve kabrin arkasında ebede giden caddeyi, nur-ı Kur’ân ile gösterdi ki; o
kabir, kuyu kapısı değil, belki âlem-i nurun kapısıdır. Ve o yol ise; hiçliğe ve adem istana
değil, belki vücuda, nuristana ve saadet-i ebediyeye giden yol olduğunu tam kanaat verecek
bir derecede gösterdiğinden, dertlerime hem derman, hem merhem oldu. Hem iman, elinde
pek cüz'î kesb bulunan cüz'î bir cüz'-i ihtiyarî yerine, o hadsiz düşman ve zulmetlere karşı,
gayr-ı mütenahî bir kudrete istinad etmek ve hadsiz bir rahmete intisab etmek için o cüz'-i
ihtiyarînin eline bir vesika veriyor.. belki de iman, o cüz'-i ihtiyarînin elinde bir vesika oluyor.
Hem o cüz'-i ihtiyarî olan silâh-ı insanî, gerçi zâtında hem âciz, hem kısa, hem noksandır.
Fakat nasılki bir asker, cüz'î kuvvetini devlet hesabına istimal ettiği vakit,
46

binler derece kuvvetinden fazla işler görür; öyle de sırr-ı iman ile o cüz'î cüz'-i ihtiyarî,
Cenab-ı Hak namına ve onun yolunda istimal edilse, beşyüz sene genişliğinde bir Cennet'i
dahi kazanabilir. Hem iman, geçmiş ve gelecek zamana nüfuz edemeyen o cüz'-i ihtiyarînin
dizginini cismimin elinden alıp, kalbe ve ruha teslim eder. Ruh ve kalbin daire-i hayatı ise,
cisim gibi hazır zamana münhasır olmadığından, pek çok seneler maziden, pek çok seneler
müstakbelden daire-i hayatına dâhil olduğundan; o cüz'-i ihtiyarî, cüz'iyetten çıkıp külliyet
kesb eder. Zaman-ı mazinin en derin derelerine kuvvet-i iman ile girebildiği için o hüzünlerin
zulmetlerini def' edebildiği gibi; nur-ı iman ile istikbalin en uzak dağlarına kadar çıkar,
korkuları izale eder. İşte ey benim gibi ihtiyarlık zahmetini çeken ihtiyarlar ve ihtiyare
hemşireler! Madem biz elhamdülillah ehl-i imanız ve madem imanda bu kadar nurlu, lezzetli,
sevimli, şirin defineler var ve madem ihtiyarlığımız bizi bu define içine daha ziyade sevk
ediyor.. elbette imanlı ihtiyarlıktan şekva etmek değil, belki binlerle teşekkür etmeliyiz.
[SEKİZİNCİ RİCA]: İhtiyarlığın alâmeti olan başımdaki saçlarıma beyazlık
düşmeğe başladığı bir zamanda, gençliğin derin uykusunu daha ziyade kalınlaştıran Harb-i
Umumî'nin dağdağaları ve esaretimin keşmakeşlikleri ve son İstanbul'a geldiğim vakit;
ehemmiyetli bir şan şeref vaziyeti, hattâ Halifeden, Şeyhülislâmdan, Başkumandan tut, tâ
medrese talebelerine kadar haddimden çok ziyade bir hüsn-i teveccüh ve iltifat gösterdikleri
cihetle, gençlik sarhoşluğu ve o vaziyetin verdiği halet-i ruhiye, o uykuyu o derece
kalınlaştırmıştı ki; âdeta dünyayı daimî, kendimi de lâyemutane dünyaya yapışmış bir vaziyet-
i acibede görüyordum. İşte o zamanda, İstanbul'un Bayezid câmi-i mübarekine, Ramazan-ı
Şerifte, ihlaslı hâfızları dinlemeye gittim.
Kur’ân-ı Mu'ciz-ül Beyan, semavî yüksek hitabıyla beşerin fenasını ve zîhayatın
ُّ ُ ‫ ]ك‬fermanını,
vefatını gâyet kuvvetli bir surette haber veren [‫ت‬ َ ْ ‫ة ال‬
ِ ‫موْه‬ ُ َ‫س ذ َائِق‬
ٍ ‫ل نَفْه‬
hâfızların lisanıyla ilân etti. Kulağıma girip, tâ kalbimin içine yerleşti, ve o pek kalın gaflet
uykusunu ve sarhoşluk tabakalarını parça parça etti. Câmiden çıktım. Daha çoktan beri
başımda yerleşen o eski uykunun sersemliğiyle birkaç gün başımda bir fırtına, ve dumanlı bir
ateş devam etti pusulasını şaşırmış gemi gibi kendimi gördüm. Âyinede saçlarıma baktıkça,
beyazlaşan saçlarım bana
47

diyorlar: Dikkat et! İşte o beyaz saçlarımın ihtarıyla vaziyet tavazzuh etti. Baktım ki; çok
güvendiğim ve ezvakına meftun olduğum gençlik elveda diyor ve muhabbetiyle pek çok
alâkadar olduğum hayat-ı dünyeviye sönmeye başlıyor ve pek çok alâkadar olduğum ve âdeta
âşık olduğum dünya, bana uğurlar olsun diyerek, misafirhaneden gideceğimi ihtar ediyor.
Kendisi de Allah'a ısmarladık deyip, o da gitmeye hazırlanıyor. Kur’ân-ı Mu'ciz-ül Beyanda
ُّ ُ ‫ ك‬âyetinin külliyetinde: Nev-i insan bir nefistir, dirilmek üzere
‫ت‬ َ ْ ‫ة ال‬
ِ ‫موْه‬ ُ َ‫س ذ َائِق‬
ٍ ‫ل نَفْه‬
ölecek. Ve Küre-i Arz dahi bir nefistir, bâki bir surete girmek için o da ölecek. Dünya dahi bir
nefistir, âhiret suretine girmek için o da ölecek! manası, âyetin işaretinden kalbe açılıyordu.
İşte bu halette vaziyetime baktım ki; medar-ı ezvak olan gençlik gidiyor, menşe-i
ahzan olan ihtiyarlık yerine geliyor. O gâyet parlak ve nuranî hayat gidiyor; zahirî karanlıklı
dehşetli ölüm, yerine gelmeye hazırlanıyor. Ve o çok sevimli ve daimî zannedilen ve gafillerin
maşukası olan dünya, pek sür'atle zevale kavuşuyor gördüm. Kendi kendimi aldatmak ve yine
başımı gaflete sokmak için, İstanbul'da haddimden çok fazla gördüğüm makam-ı içtimaînin
ezvakına baktım, hiçbir faidesi olmadı. Bütün onların teveccühü ve iltifatları ve tesellileri;
yakınımda olan kabir kapısına kadar gelebilir, orada söner. Ve şöhretperestlerin bir gâye-i
hayali olan şan ve şerefin sevimli perdesi altında sakil bir riya, soğuk bir hodfüruşluk,
muvakkat bir sersemlik suretinde şan ve şerefi gördüm, anladım ki; beni şimdiye kadar
aldatan bu işler, hiçbir teselli veremez ve onlarda hiçbir nur yok. Yine tam uyanmak için,
Kur’ânın semavî dersini işitmek üzere, yine Bayezid Câmiindeki hâfızları dinlemeye
başladım.
َ
O vakit o semavî dersten [‫منُوا‬ َ ‫نا‬ ‫شرِ ال ّذِي َه‬
ِ ّ َ ‫ ]وَ ب‬ilâ âhir.. nev'inden kudsî
fermanlarla müjdeler işittim. Kur’ândan aldığım feyz ile hariçten teselli aramak değil, belki
dehşet ve vahşet ve me'yusiyet aldığım noktalar içinde teselliyi, ve ricayı, ve nuru aradım.
Cenab-ı Hakk'a yüzbinler şükürler olsun ki; ayn-ı dert içinde dermanı buldum, ayn-ı zulmet
içinde nuru buldum, ayn-ı dehşet içinde teselliyi buldum. En evvel herkesi korkutan, ve en
korkunç tevehhüm edilen ölümün yüzüne baktım.. gördüm ki: gerçi ölümün peçesi karanlıktır,
siyahtır, çirkindir; fakat mü'min için ölümün asıl sîması nuranîdir, güzeldir gördüm. Ve çok
risalelerde bu hakikatı kat'î bir surette isbat etmişiz.hususen Sekizinci Söz ve Yirminci
Mektub gibi
48

çok risalelerde izah ettiğimiz gibi; ölüm i'dam değil, firak değil, belki hayat-ı ebediyenin bir
mukaddemesidir, mebdeidir ve vazife-i hayat külfetinden bir paydostur, bir terhistir, bir
tebdil-i mekândır. Berzah âlemine göçmüş olan kafile-i ahbaba kavuşmaktır. Ve hâkeza bunlar
gibi hakikatlarla ölümün hakikî güzel sîmasını gördüm. Korkarak değil, belki bir cihetle
müştakane mevtin yüzüne baktım. Ehl-i tarîkatça mühim olan rabıta-i mevtin bir sırrını
anladım.
Sonra herkesi zevaliyle ağlatan ve herkesi kendine meftun ve müştak eden ve günah
ve gafletle geçen gençliğime baktım; o güzel süslü elbisesi ve çarşafı içinde, gâyet çirkin,
sarhoş, sersem bir yüz gördüm. Eğer mahiyetini bilmese idim birkaç sene beni sarhoş edip
güldürmesine bedel, yüz sene dünyada kalsam beni ağlattıracaktı. Nasılki öylelerden birisi
ağlayarak demiş: [‫ب‬ ‫شي ُه‬ِ ‫م‬َ ْ ‫ل ال‬
َ َ‫ما فَع‬ ْ ُ ‫ما فَا‬
َ ‫خبَِره ُه ب ِه‬ ً ‫ب يَعُود ُ يَوْه‬ َّ ‫ت ال‬
‫شبَا َه‬ َ ‫ ]لَي ْه‬Keşke
gençliğim bir gün dönse idi, ihtiyarlık benim başıma ne kadar hazîn haller getirdiğini ona
şekva edip söyleyecektim. Evet bu zât gibi gençliğin mahiyetini bilmeyen ihtiyarlar,
gençliklerini düşünüp, teessüf ve tahassürle ağlıyorlar. Halbuki gençlik, eğer ehl-i kalb, ehl-i
huzur ve aklı başında ve kalbi yerinde bulunan mü'minlerde olsa, ibadete hayrata ve ticaret-i
uhreviyeye sarf edilse; en kuvvetli bir vesile-i ticaret ve güzel ve şirin bir vasıta-i hayrattır. Ve
o gençlik, vazife-i diniyesini bilip sû'-i istimal etmeyenlere; kıymetdar, zevkli bir nimet-i
İlahiyedir. Eğer istikamet, ve iffet, ve takva beraber olmazsa çok tehlikeleri var.
Taşkınlıklarıyla, saadet-i ebediyesini ve hayat-ı uhreviyesini zedeler, belki hayat-ı
dünyeviyesini de berbad eder. Belki de bir iki sene gençlik zevkine bedel, ihtiyarlığında çok
seneler gam ve keder çeker.
Madem ekser insanlarda gençlik böyle zararlı düşüyor, biz ihtiyarlar Allah'a
şükretmeliyiz ki, gençliğin tehlikelerinden ve zararlarından kurtulduk. Herşey gibi, elbette
gençliğin dahi lezzetleri gidecek. Eğer ibadete ve hayrata sarf edilmiş ise; o gençliğin
meyveleri onun yerinde bâki kalıp, hayat-ı ebediyede baki bir gençliğin kazanılmasına vesile
olur.
Sonra ekser nâsın âşık ve mübtela olduğu dünyaya baktım. Nur-ı Kur’ân ile gördüm
ki; birbiri içinde üç küllî dünya var. [Birisi] esma-i İlahiyeye bakar, onların âyinesidir. [İkinci
yüzü] âhirete bakar, onun mezraasıdır. [Üçüncü yüzü], ehl-i dünyaya bakar, ehl-i gafletin
mel'abegâhıdır. Hem herkesin bu dünyada koca bir dünyası var. Âdeta insanlar adedince
dünyalar birbiri içine girmiş. Fakat herkesin bu hususî dünyasının direği, kendi hayatıdır. Ne
vakit cismi kırılsa,
49

dünyası başına yıkılır; kıyameti kopar. Ehl-i gaflet, kendi dünyalarının böyle çabuk yıkılacak
vaziyetini bilmediklerinden, umumî dünya gibi daimî zan edip perestiş ederler. Başkalarının
dünyaları gibi benim de çabuk yıkılır, bozulur, hususî bir dünyam var. Bu hususî dünyamın,
bu kısacık ömrüme ne faidesi var diye düşündüm. Nur-ı Kur’ân ile gördüm ki: Hem benim
için, hem herkes için, şu dünya muvakkat bir ticaretgâh ve hergün dolar boşanır bir
misafirhane ve gelen geçenlerin alış verişi için yol üstünde kurulmuş bir pazar ve Nakkaş-ı
Ezelî'nin teceddüd eden hikmetle yazar bozar bir defteri ve her bahar yaldızlı bir mektubu ve
herbir yaz manzum bir kasidesi ve o Sâni'-i Zülcelal'in cilve-i esmasını tazelendiren, ve
gösteren âyineleri ve âhiretin fidanlık bir bahçesi ve rahmet-i İlahiyenin bir çiçekdanlığı ve
âlem-i bekada gösterilecek olan levhaları yetiştirmeye mahsus muvakkat bir tezgâhı
mahiyetinde gördüm. Bu dünyayı bu suretle yaratan Hâlık-ı Zülcelal'e yüzbinler şükür ettim.
Ve anladım ki; dünyanın, âhirete ve esma-i İlahiyeye bakan güzel yüzlerine karşı nev-i insana
muhabbet verilmiş iken, insan o muhabbeti sû'-i istimal ederek dünyanın fâni, çirkin, zararlı,
‫ْه‬
gafletli yüzüne karşı sarf ettiğinden, [ٍ‫خطِيئَة‬
َ ‫ل‬ ِ ‫ب الدُّنْي َها َرا‬
ِّ ُ ‫س ك‬ ‫ح ُّه‬
ُ ] hadîs-i şerifinin
mazharı olmuşlar. İşte ey ihtiyarlar ve ihtiyareler! Ben Kur’ân-ı Hakîm'in nuruyla ve
ihtiyarlığımın ihtarıyla ve iman dahi gözümü açmasıyla bu hakikatı gördüm ve çok risalelerde
kat'î bürhanlarla isbat ettim. Kendime hakikî bir teselli ve bir kuvvetli rica ve parlak bir ziya
gördüm. Ve ihtiyarlığıma memnun oldum ve gençliğin gitmesinden mesrur oldum. Sizler de
ağlamayınız ve şükür ediniz. Madem iman var ve hakikat böyledir; ehl-i gaflet ağlasın, ehl-i
dalalet ağlasın.
[DOKUZUNCU RİCA]: Birinci Harb-i Umumî'de esaretle, Rusya'nın şark-ı
şimalîsinde, çok uzak olan [Kosturma] vilâyetinde bulunuyordum. Orada Tatarların meşhur
Volga Nehri'nin kenarında küçük bir câmileri bulunuyordu. Oradaki arkadaşlarım olan esir
zabitlerin içinde sıkılıyordum. Yalnız kalmayı istiyordum; dışarıda izinsiz gezemiyordum.
Tatar mahallesinin, kefaletiyle beni o Volga Nehri'nin kenarındaki küçük câmiye aldılar. Ben
yalnız olarak câmide yatıyordum. Bahar da yakın idi. O şimal kıt'asının pek çok uzun olan
gecelerinde çok uyanık kalıyordum. O karanlık uzun gecelerde ve karanlıklı elim gurbette, ve
Volga Nehri'nin hazîn şırıltıları ve yağmurun rikkatli şıpıltıları ve rüzgârların rikkatli esmeleri,
beni derin gaflet uykusundan muvakkaten uyandırdı.
50

Gerçi daha kendimi ihtiyar bilmiyordum, fakat Harb-i Umumî'yi gören ihtiyardır. Güya [‫ما‬
َ ْ‫يَو‬
‫شيب ًا‬ َ ‫ولْدَا‬
ِ ‫ن‬ ِ ْ ‫ل ال‬
ُ َ‫جع‬
ْ َ ‫ ]ي‬sırrına mazhar olmuş, öyle günlerdir ki; çocukları ihtiyarlandırdığı
cihetle, kırk yaşında iken, kendimi seksen yaşında bir vaziyette buldum. O karanlıklı uzun
gecede ve hazîn gurbette ve o hazîn vaziyet içinde hayattan ve vatandan bir me'yusiyet geldi.
Aczime, yalnızlığıma baktım, ümidim kesildi. O halette iken Kur’ân-ı Hakîm'den imdad
ُ ‫م الْوَكِي‬
geldi; dilim [‫ل‬ ّٰ ‫سبُنَا‬
َ ْ ‫الل ُهه وَنِع‬ ْ ‫ح‬ ْ َ ‫غَرِيب‬
َ ] dedi, kalbim de ağlayarak dedi: [‫م ب ِى‬
ْ ‫م زِدَْرگَاهَه‬
‫ت‬ ْ ‫خواهَه‬
َ ْ ‫مدَد‬
َ ‫م‬
ْ ‫جوي َه‬ ْ ‫ن گُوي َه‬
ُ ْ‫م عَفُو‬ َ َ ‫م اْل‬
‫ما ْه‬ ْ ‫م نَاتُوَان َه‬
ْ ‫ضعِيفَه‬
َ ‫م‬ َ ‫ك َه‬
ْ ‫س‬
‫ ]اِلٰه ِى‬Ruhum dahi vatanımdaki eski dostları düşünüp o gurbette vefatımı tahayyül ederek,
Niyazi-i Mısrî gibi dedim: [Dünya gamından geçip, yokluğa kanat açıp, Şevkle her dem uçup,
çağırırım dost, dost!] diye, dostları arıyordu.
Her ne ise... O hüzünlü, rikkatli, firkatli uzun gurbet gecesinde, dergâh-ı İlahîde zaa'f
ve aczim o kadar büyük bir şefaatçı ve vesile oldular ki, şimdi de hayretteyim. Çünki birkaç
gün sonra, gâyet hilaf-ı me'mul bir surette, yayan gidilse bir senelik mesafeden, tek başımla
Rusça bilmediğim halde firar ettim. Zaa'f ve aczime binaen gelen inâyet-i İlahiye ile hârika
bir surette kurtuldum. Tâ Varşova’ya ve Avusturya'ya uğrayarak İstanbul'a kadar geldim, bu
surette kolaylıkla kurtulmak pek hârika olmuştu. Rusça bilen en cesur ve en kurnaz âdemlerin
muvaffak olamadıkları, çok teshilâtla ve çok kolaylıkla, o uzun firarî seyahatı bitirdim.
Fakat o Volga Nehri kenarındaki câmideki mezkûr gecenin vaziyeti bana bu kararı
verdirmişdi ki; bâkiye-i ömrümü mağaralarda geçireceğim. Bu insanların hayat-ı
içtimaiyelerine karışdığım artık yeter. Madem sonunda kabre yalnız gireceğim; yalnızlığa
alışmak için, şimdiden yalnızlığı ihtiyar edeceğim, demiştim. Fakat maatteessüf, İstanbul'daki
ciddî ve çok ahbab ve İstanbul'un şaşaalı hayat-ı dünyeviyesi, hususan haddimden çok fazla
bana teveccüh eden şan ve şeref gibi neticesiz şeyler, kararımı muvakkaten bana unutturdular.
Güya o Volga nehri kenarındaki câmideki gurbet gecesi, hayatımın gözünde nurlu siyahlık idi.
Ve İstanbul'un şaşaalı beyaz gündüzü, o hayat gözümün nursuz beyazı idi ki, ileriyi göremedi,
yine yattı.. tâ iki sene sonra Gavs-ı Geylanî Fütuh-ul Gayb kitabıyla tekrar gözümü açtırdı.
51

İşte ey ihtiyarlar ve ihtiyareler! Biliniz ki; ihtiyarlıktaki zaa'f ve acz, rahmet ve inâyet-i
İlahiyenin celbine vesiledir. Ben kendi şahsımda müşahede ettiğim gibi, zeminin yüzündeki
rahmetin cilvesi de gâyet zahir bir tarzda bu hakikatı gösteriyor. Çünki hayvanatın en âcizleri
ve en zaîfleri, yavrulardır. Halbuki rahmetin en şirin ve en güzel cilvesine mazhar, yine
onlardır. Bir ağacın başındaki yuvada olan bir yavrunun aczi; annesini en muti' bir nefer gibi
rahmetin cilvesi istihdam ediyor. Annesi etrafı gezer, rızkını getirir. Ne vakit o yavru
kanatlarının kuvvetlenmesiyle aczini unutsa, vâlidesi ona Sen git rızkını ara bul der, daha onu
dinlemez. İşte bu sırr-ı rahmet, yavrular hakkında cereyan ettiği gibi, zaa'f ve acz noktasında
yavrular hükmüne geçen ihtiyarlar hakkında da câridir. Bana kanaat-ı kat'iye verecek derecede
tecrübelerim var ki; nasıl çocukların aczlerine binaen rahmet tarafından rızıkları hârika bir
surette memeler musluklarından gönderiliyor ve akıttırılıyor.. öyle de; masumiyet kesb eden
imanlı ihtiyarların rızıkları da, bereket suretinde gönderiliyor. Hem bir hanenin bereket direği,
o hanedeki ihtiyarlar olduğu; hem bir haneyi belalardan muhafaza eden, içindeki beli
bükülmüş masum ihtiyar ve ihtiyareler bulunduğu bu hadîs-i şerifin bir parçası olan [ َ‫وَلَوْل‬
َ ُّ ‫ ]ال‬yani: Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa
َ َ‫م الْبَلَء‬
‫صبا‬ ُ ُ ‫ب ع َلَيْك‬ ُ َ ‫خ الُّرك ّعُ ل‬
َّ ‫ص‬ ُ ‫شيُو‬
(Hâşiye)
idi, belalar sel gibi üzerinize dökülecekti. diye ferman etmekle, bu hakikatı isbat ediyor.
İşte madem ihtiyarlıktaki zaa'f ve acz, bu derece rahmet-i İlahiyenin celbine medardır;
hem madem Kur’ân-ı Hakîm
َ ُ‫ف وَل َ تَنْهَْره‬
‫ما‬ ّ ٍ ُ ‫ما ا‬َ ُ‫ل لَه‬
ْ ُ‫ما فَل َ تَق‬ َ ُ‫ما اَوْ كِلَه‬ َ ُ‫حدُه‬ َ َ ‫ك الْكِبََر ا‬َ َ ‫عنْد‬ ِ ‫ن‬ َّ َ‫ما يَبْلُغ‬َّ ِ ‫ا‬
ً ‫ما قَوْل ً كَرِي‬
‫ما‬ َ ‫ل ل َ ُه‬ ْ ُ‫]وَق‬
[‫ربَّيَانِى‬
َ ‫ما‬ َ َ ‫ما ك‬ َ ‫م ُه‬
ْ ‫ح‬َ ‫ب اْر‬ِّ ‫ل َر‬ ْ ُ‫مةِ وَق‬ ْ ‫ن الَّر‬
َ ‫ح‬ َ ‫م‬ ِ ‫ل‬ ِّ ُّ ‫ح الذ‬ َ ‫جنَا‬
َ ‫ما‬ َ ‫ض ل َ ُه‬ ْ ِ‫خف‬ ْ ‫وَا‬
‫صغِيًرا‬َ
âyeti ile, beş cihette gâyet mu'cizane bir surette ihtiyar peder ve vâlideye karşı hürmet ve
şefkate evlâdları davet ediyor; ve madem İslâmiyet dini, ihtiyarlara hürmet ve merhameti emr
ediyor; ve madem insaniyet fıtratı, ihtiyarlara karşı hürmet ve merhameti iktiza ediyor.. elbette
biz ihtiyarlar, gençlik iştihasıyla olan muvakkat bir zevk-i maddî yerine, manevî ve daimî ve
mühim inâyet-i İlahiyeden ve rikkat-i cinsiyeden gelen rahmet ve hürmeti ve rahmet ve
hürmetten neş'et eden ezvak-ı ruhaniyi alıyoruz.

(Hâşiye)
۪ َّ ‫ال‬
: Hadîs-i şerifin tamamı: [ُ‫رضيع‬ ‫ن‬ ِّ ‫م الُّرتَّعُ وَال‬
ُ ‫صبْيَا‬ ُ ِ ‫]وَلَوْل َ الْبَهَائ‬ ilâ âhir... ev
kema kal
52

O halde biz bu ihtiyarlığımızı, yüz gençliğe değişmemeliyiz. Evet ben kendim sizi temin
ederim ki: Eski Said'in on senelik gençliğini bana verseler, ben şimdi Yeni Said'in bir senelik
ihtiyarlığını vermeyeceğim. Ben ihtiyarlığımdan razıyım, siz de razı olmalısınız.
[ONUNCU RİCA]: Bir zaman esaretten geldikten sonra, İstanbul'da bir iki sene yine
gaflet galebe etti. Siyaset havası, nazarımı nefsimden kaldırıp âfâka dağıtmıştı, bir gün
İstanbul'un Eyüb Sultan kabristanının dereye bakan yüksek bir yerinde oturuyordum.
İstanbul’un etrafındaki âfâka baktım. Fakat bakıyorum birden, benim hususî dünyam vefat
ediyor, ve bazı cihette ruhum çekiliyor gibi bir halet-i hayaliye bana geldi. Dedim: Acaba bu
kabristanın mezar taşlarındaki yazılar mıdır ki, bana böyle hayal veriyor diye nazarımı
çektim. Uzağa değil, o kabristana baktım, kalbime ihtar edildi ki: Bu senin etrafındaki
kabristanın içinde yüz İstanbul vardır. Çünki yüz defa İstanbul buraya boşalmış. Bütün
İstanbul halkını buraya boşaltan bir Hâkim-i Kadîr'in hükmünden kurtulup sen müstesna
kalamazsın, sen de gireceksin.
Ben kabristandan çıkıp, bu dehşetli hayal ile Sultan Eyüb Câmi’inin mahfelindeki
küçük bir odaya çok defa girdiğim gibi, bu defa da girdim. Düşündüm ki; ben üç cihette
misafirim; bu menzilcikte misafir olduğum gibi, İstanbul'da da misafirim, bu dünyada da
misafirim. Misafir, yolunu düşünmeli. Nasılki bu odadan çıkacağım, bir gün de İstanbul'dan
da çıkacağım, diğer bir günde de dünyadan çıkacağım. İşte bu halette, gâyet rikkatli ve firkatli
ve elemli bir hüzün ve gam kalbime ve başıma çöktü. Çünki ben yalnız bir-iki dostu kayb
etmiyorum; İstanbul'da binlerle sevdiğim dostlarımdan müfarakat gibi, çok sevdiğim
İstanbul'dan da ayrılacağım. Dünyada yüzbinler dostlarımdan iftirak gibi, çok sevdiğim ve
mübtela olduğum o güzel dünyadan da ayrılacağım, diye düşünürken, yine kabristanın o
yüksek yerine gittim. Arasıra ibret için sinemaya gittiğimden; bana, İstanbul içindeki insanlar,
o dakikada sinemada geçmiş zamanın gölgelerini hazır zamana getirmek cihetiyle, ölmüş
olanları ayakta gezer suretinde gösterdiği gibi ben de aynen o vakit gördüğüm insanları,
ayakta gezen cenazeler vaziyetinde gördüm. Hayalim dedi ki: Madem bu kabristanda
olanlardan bir kısmı sinemada gezer gibi görülüyor; ileride kat'iyen bu kabristana girecekleri,
girmiş gibi gör; onlar da cenazelerdir,
53

geziyorlar. Birden Kur’ân-ı Hakîm'in nuru ile ve Gavs-ı A'zam Şeyh-i Geylanînin irşadıyla, o
hazîn halet, sürurlu ve neş'eli bir vaziyete inkılab etti. Şöyle ki: O hazîn hale karşı Kur’ândan
gelen nur böyle ihtar etti ki;
Senin, Rusya’nın Şimal-i Şarkîsinde, Kosturma'daki gurbetinde bir iki esir zabit
dostun vardı. Sen bu dostların her halde İstanbul'a gideceklerini biliyordun. Sana orada iken
birisi dese idi: Sen İstanbul'a mı gideceksin, yoksa burada mı kalacaksın? Elbette zerre mikdar
aklın varsa, ferah ve sürur ile İstanbul'a gitmesini kabul edecektin. Çünki bin bir ahbabdan
dokuz yüz doksan dokuz ahbabın İstanbul'dadırlar. Burada bir iki tanesi kalmış, onlar da
İstanbul’a gidecekler. Senin için İstanbul'a gitmek; hazîn bir firak ve elîm bir iftirak değil.
Hem de geldin, memnun olmadın mı? O düşman memleketindeki pek karanlık uzun
gecelerden ve pek soğuk fırtınalı kışlardan kurtuldun. Bu güzel dünya cenneti gibi İstanbul'a
geldin. Aynen öyle de; senin küçüklüğünden bu yaşa kadar, sevdiklerinden yüzde
doksandokuzu sana dehşet veren kabristana göçmüşler. Bu dünyada kalan bir iki dostun var,
onlar da oraya gidecekler. Senin dünyada vefatın firak değil, visaldir; o ahbablara
kavuşmaktır. Onlar, yani ervah-ı bâkiye, eskimiş yuvalarını toprak altında bırakıp bir kısmı
yıldızlarda, bir kısmı âlem-i berzah tabakatında geziyorlar diye ihtar edildi.
Evet bu hakikatı Kur’ân ve iman o derece kat'î bir surette isbat etmiştir ki; bütün bütün
kalbsiz, ve ruhsuz olmazsa veyahud dalalet kalbini boğmamış ise, görür gibi inanmak
gerektir. Çünki bu dünyayı hadsiz enva'-ı lütuf ve ihsan’atıyla böyle tezyin edip mükrimane
ve şefikane rububiyetini gösteren ve tohumlar gibi en ehemmiyetsiz şeyleri muhafaza eden bir
Sâni'-i Kerim ve Rahîm; masnuatı içinde en mükemmeli ve en câmi' ve en ehemmiyetlisi ve
en çok sevdiği masnuu olan insanı, elbette ve elbette ve bilbedahe sureten göründüğü gibi
böyle merhametsiz, akibetsiz i'dam etmez, mahvetmez, zayi' etmez. Belki çiftçinin toprağa
serptiği tohumlar gibi, başka bir hayatta sünbül vermek için, Hâlık-ı Rahîm o sevdiği
(Hâşiye)
masnuunu rahmetin bir kapısı olan toprak altına muvakkaten atar.

___________ ___________
_________________
(Hâşiye)
: Bu hakikat; iki kerre iki dört eder derecesinde sair risalelerde, hususan Onuncu ve
Yirmidokuzuncu Sözlerde isbat edilmiştir.
54

İşte bu ihtar-ı Kur’ânîyi aldıktan sonra, o kabristan, İstanbul'dan daha ziyade ünsiyetli
oldu. Halvet ve uzlet, bana sohbet ve muaşeretten daha ziyade hoş geldi. Ben de Boğaz
tarafındaki Sarıyer'de, bir halvethane kendime buldum. Gavs-ı A'zam Fütuh-ul Gayb'ıyla,
bana üstad ve tabib ve mürşid olduğu gibi, İmam-ı Rabbanî de Mektubat'ıyla, bir enis, bir
müşfik, bir hoca hükmüne geçti. O vakit ihtiyarlığa girdiğimden ve medeniyetin ezvakından
çekildiğimden ve hayat-ı içtimaiyeden sıyrıldığımdan pek çok memnun oldum. Allah'a şükür
ettim.
İşte ey benim gibi ihtiyarlık içine giren ve ihtiyarlığın ihtarıyla vefatı çok tahattur eden
zâtlar! Kur’ânın verdiği ders-i iman nuruyla, ihtiyarlığı ve hastalığı ve vefatı hoş görmeliyiz,
belki bir cihette sevmeliyiz. Madem iman gibi hadsiz derecede kıymetdar bir nimet bizde
vardır; ihtiyarlık da hoştur, hastalık da hoştur, vefat dahi hoştur. Nâhoş birşey varsa; o da
günahtır, sefahetlerdir, bid'atlardır, dalaletlerdir.
[ONBİRİNCİ RİCA]: Esaretten geldikten sonra, İstanbul'da Çamlıca tepesinde bir
köşkte, merhum biraderzadem Abdurrahman ile beraber oturuyorduk. Bu hayatım, hayat-ı
dünyeviye cihetinde bizim gibilere en mes'udane bir hayat sayılabilirdi. Çünki esaretten
kurtulmuştum, Dâr-ül Hikmet'te meslek-i ilmiyeme münasib en âlî bir tarzda neşr-i ilme
muvaffakıyet vardı. Bana teveccüh eden haysiyet ve şeref, haddimden çok fazla idi. Mevkice
İstanbul'un en güzel yeri olan Çamlıca'da oturuyordum. Herşeyim mükemmeldi. Merhum
biraderzadem Abdurrahman gibi gâyet zeki, fedakâr, hem bir talebe, hem bir hizmetkâr, hem
kâtib, hem evlâd-ı maneviyem beraberdi. Dünyada herkesten ziyade kendimi mes'ud bilirken
âyineye baktım; saçımda, ve sakalımda beyazları gördüm. Birden esarette, Kosturma'daki
câmideki intibah-ı ruhî yine başladı. Onun eseri olarak, kalben merbut olduğum ve medar-ı
saadet-i dünyeviye zannettiğim hâlâtı, ve esbabı tedkike başladım. Hangisini tedkik ettimse,
baktım ki; çürüktür, alâkaya değmiyor, aldatıyor. O sırada en sadakatli zannettiğim bir
arkadaşımda, umulmadık bir sadakatsizlik ve hatıra gelmez bir vefasızlık gördüm. Hayat-ı
dünyeviyeden bir ürkmek geldi. Kalbime dedim: Acaba ben bütün bütün aldanmış mıyım?
Görüyorum ki; hakikat noktasında acınacak halimize, pek çok insanlar gıbta ile bakıyorlar.
Bütün bu insanlar divane mi olmuşlar, yoksa şimdi ben divane mi oluyorum ki, bu
dünyaperest insanları divane görüyorum? Her ne ise... Ben, ihtiyarlığın verdiği şiddetli intibah
cihetinde, en evvel
55

alâkadar olduğum fâni şeylerin fâniliklerini gördüm. Kendime baktım, nihâyet aczde gördüm.
O vakit, beka isteyen ve beka tevehhümüyle fânilere mübtela olan ruhum bütün kuvvetiyle
dedi ki: Madem cismen fâniyim, bu fânilerden bana ne hayır gelebilir? Madem ben âcizim, bu
âcizlerden ne bekleyebilirim? Benim derdime çare bulacak bir Bâki-i Sermedî, bir Kadîr-i
Ezelî lâzım. diyerek taharriye başladım. O vakit herşeyden evvel, eskiden beri tahsil ettiğim
ilme müracaat ettim, bir teselli, bir rica aramaya başladım. Maatteessüf o vakte kadar ulûm-ı
felsefiyeyi, ulûm-ı İslâmiye ile beraber havsalama doldurmuştum o ulûm-ı felsefiyeyi pek
yanlış olarak maden-i tekemmül ve medar-ı tenevvür zannetmiştim. Halbuki o felsefî
mes'eleler ruhumu pek fazla kirletmiş ve terakkiyat-ı maneviyemde engel olmuştu. Birden
Cenab-ı Hakk'ın rahmet ve keremiyle Kur’ân-ı Hakîm'deki hikmet-i kudsiye imdadıma
yetişti. Çok risalelerde beyan edildiği gibi; o felsefî mes'elelerin kirlerini yıkadı, temizlettirdi.
Ezcümle: Fünun-ı hikmetten gelen zulümat-ı ruhiye, ruhumu kâinata boğduruyordu.
Hangi cihete baktımsa,o cihetde nur aradım; o mes'elelerde nur bulamadım, teneffüs
edemedim. Tâ Kur’ân-ı Hakîm'den gelen ve ‫الل ُهه‬ ّٰ َّ ‫ه اِل‬
َ ٰ‫ ل َ اِل‬cümlesiyle ders verilen tevhid,
gâyet parlak bir nur olarak bütün o zulümatı dağıttı; rahatla nefes aldım. Fakat nefs ve şeytan,
ehl-i dalalet ve ehl-i felsefeden aldıkları derse istinad ederek, akıl ve kalbe hücum ettiler. Bu
hücumdaki münazarat-ı nefsiye lillahilhamd kalbin muzafferiyetiyle neticelendi. Çok
risalelerde o münazara kısmen yazılmıştır. Onlara iktifa edip, burada yalnız binde bir
muzafferiyet-i kalbiyeyi göstermek için, binler bürhandan birtek bürhan beyan edeceğim. Tâ
ki, gençliğinde hikmet-i ecnebiye veya fünun-ı medeniye namı altındaki kısmen dalalet,
kısmen malayaniyat mes'elelerle ruhunu kirletmiş, kalbini hasta etmiş, nefsini şımartmış bir
kısım ihtiyarların ruhunda temizlik yapsın. Ve Tevhid hakkında şeytan ve nefsin şerrinden
kurtulsun.
Şöyle ki: Ulûm-ı felsefiyenin vekaleti namına nefsim dedi ki: Bu kâinattaki eşyanın,
tabiatıyla bu mevcudata müdahaleleri var. Herşey bir sebebe bakar. Meyveyi ağaçtan,
hububatı topraktan istemeli. En cüz'î, ve en küçük bir şey'i de Allah'tan istemek ve Allah'a
yalvarmak ne demektir? O vakit Nur-ı Kur’ân ile sırr-ı tevhid, şu gelecek surette inkişaf etti.
Kalbim o mütefelsif nefsime dedi: En cüz'î ve en küçük şey; en büyük şey gibi, doğrudan
doğruya
56

bütün bu kâinat Hâlıkının kudretinden gelir ve hazinesinden çıkar. Başka surette olamaz.
Esbab ise bir perdedir. Çünki en ehemmiyetsiz ve en küçük zannettiğimiz mahluklar, bazan
san'at ve hılkat cihetinde en büyüğünden daha büyüktür. Sinek tavuktan san'atça ileri
geçmezse de, geride de kalmaz. Öyle ise büyük küçük tefrik edilmeyecek. Ya bütünü esbab-ı
maddiyeye taksim edilecek veyahud bütünü birden birtek zâta verilecek. Birinci şık muhal
olduğu gibi, bu ikinci şık vâcibdir, zarurîdir. Çünki bir tek zâta verilse, yani Kadîr-i Ezelî'ye
verilse; madem bütün mevcudatın intizamat ve hikmetleriyle vücudu tahakkuk eden ilmi,
herşeyi ihata ediyor.. ve madem ilminde herşeyin mikdarı taayyün ediyor.. ve madem
bilmüşahede her vakit hiçten, nihâyetsiz sühuletle, ve nihâyetsiz san'atlı masnular vücuda
geliyor.. ve madem o Kadîr-i Alîm'in bir kibrit çakar gibi ‫ن‬ ُ ‫ن فَيَكُو‬
ْ ُ ‫مرِ ك‬ْ َ ‫ ا‬ile hangi şey
olursa olsun icad edebildiğini, hadsiz kuvvetli delillerle, çok risalelerde beyan etmişiz
hususan Yirminci Mektubda ve Yirmiüçüncü Lem'anın âhirinde isbat edildiği gibi, o Kadir-i
Alimin hadsiz bir kudreti var; elbette bilmüşahede görülen hârikulâde sühulet ve kolaylık, o
ihata-i ilmiyeden ve o azamet-i kudretten geliyor.
Meselâ nasılki göze görülmeyen eczalı bir mürekkeple yazılan bir kitaba, o yazıyı
göstermeye mahsus bir ecza sürülse; o koca kitab, birden her göze vücudunu gösterir kendini
okutturur. Aynen öyle de; o Kadîr-i Ezelî'nin ilm-i muhitinde, herşeyin suret-i mahsusası bir
mikdar-ı muayyen ile taayyün ediyor. O Kadîr-i Mutlak ‫نه‬ ُ ‫ن فَيَكُو‬
ْ ‫مرِ ك ُه‬ْ َ ‫ ا‬ile, o hadsiz
kudretiyle ve nafiz iradesiyle, yazıya sürülen ecza gibi, gâyet kolaylıkla ve sühuletle kudretin
bir cilvesi olan kuvvetini o mahiyet-i ilmiyeye sürer, o şeye vücud-ı haricî verir; göze gösterir,
nukuş-ı hikmetini okutturur. Eğer bütün eşya birden o Kadîr-i Ezelî'ye ve Alîm-i Külli Şey'e
verilmezse; o vakit sinek gibi en küçük bir şeyin vücudunu, dünyanın ekser nevilerinden
hususî bir mizan ile toplamak lâzım gelmekle beraber, o küçücük sineğin vücudunda çalışan
zerreler o sineğin sırr-ı hılkatini ve kemal-i san'atını bütün dekaikiyle bilmekle olur. Çünki
esbab-ı tabiiye ile esbab-ı maddiye, bilbedahe ve umum ehl-i aklın ittifakıyla, hiçten icad
edemez. Öyle ise, her halde onlar icad etse, elbette toplayacak. Madem toplayacak, hangi
zîhayat olursa olsun, ekser anasır ve enva'dan nümuneler, içinde vardır. Âdeta o
57

zîhayat kâinatın bir hülâsası, ve bir çekirdeği hükmündedir. Elbette o halde bir çekirdeği
bütün bir ağaçtan, bir zîhayatı bütün rûy-i zeminden ince elek ile eleyip ve en hassas bir
mizan ile ölçüp toplattırmak lâzım geliyor. Ve madem esbab-ı tabiiye cahildir, camiddir; bir
ilmi yoktur ki bir plân, bir fihrist, bir model, bir proğram takdir etsin ve ona göre manevî
kalıba gelen zerratı eritip döksün; tâ dağılmasın, intizamını bozmasın. Halbuki herşeyin şekli,
heyeti hadsiz tarzlarda olabildiği için, hadsiz had ve hesaba gelmez eşkaller, mikdarlar içinde,
bir şekil ve mikdarda sel gibi akan anasırın zerrelerini dağılmayarak, muntazaman, mikdarsız,
kalıpsız birbiri üstünde kitle halinde durdurmak ve zîhayata muntazam bir vücud vermek; ne
kadar imkândan, ihtimalden, akıldan uzak olduğu görünüyor. Elbette kimin kalbinde körlük
َ َ
yoksa, görür. Evet bu hakikata binaen [‫خلُقُوا‬ ْ َ ‫الله ِه ل‬
ْ َ‫ن ي‬ ّٰ ‫ن‬
ِ ‫ن دُو‬
ْ ‫م‬
ِ ‫ن‬ َ ‫ن ال ّذِي‬
َ ‫ن تَدْع ُو‬ ّ ِ‫ا‬
ُ ‫معُوا ل َه‬
‫ه‬ ْ ‫]ذُبَاب ًها وَلَوِ ا‬
َ َ ‫جت‬
(Hâşiye)
bu âyet-i azîmenin sırrıyla bütün esbab-ı maddiye
toplansalar, onların ihtiyarları da olsa, bir sineğin vücudunu ve o vücudun cihazatını mizan-ı
mahsus ile toplayamazlar. Toplasalar da, o vücudu mikdar-ı muayyenesinde durduramazlar.
Durdursalar da, daima tazelenmekte olan ve o vücuda gelip çalışan zerratı, muntazaman
çalıştıramazlar. Öyle ise; bilbedahe esbab, bu eşyaya sahib çıkamazlar. Demek sahib-i
hakikîleri başkadır.
َ
Evet.. Bu mevcudatın öyle bir sahib-i hakikîleri var ki; [ ّ‫م اِل‬ ْ ُ ‫خلْقُك‬
ْ ُ ‫م وَل َ بَعْثُك‬ َ ‫ما‬
َ
ٍ‫حدَة‬ ٍ ‫]كَنَفْه‬
ِ ‫س وَا‬ âyetinin sırrıyla, bütün zeminin yüzündeki zîhayatı, bir sineğin ihyası
kadar kolay ihya eder. Bir baharı, bir çiçek kolaylığında icad eder. Çünki toplamağa muhtaç
değildir. [Emr-i Kün Feyekûn]'e mâlik olduğundan ve her baharda hadsiz mevcudat-ı
bahariyenin madde-i unsuriyelerinden başka, hadsiz sıfât ve ahval ve eşkallerini hiçten icad
ettiğinden ve ilminde herşeyin plânı, modeli, fihristi ve proğramı taayyün ettiğinden ve bütün
zerrat onun ilim ve kudreti dairesinde hareket ettiklerinden, kibrit çakar gibi nihâyet derece
kolaylıkla herşeyi icad eder. Ve hiçbir şey, zerre mikdar hareketini şaşırmaz. Seyyarat muti'
bir ordusu olduğu gibi, zerrat dahi muntazam bir ordusu hükmündedir. Madem o kudret-i
ezeliyeye istinaden hareket ediyorlar ve o ilm-i ezelînin düsturuyla çalışıyorlar; işte o eserler,
o kudrete göre vücuda

___________ ___________
_________________
(Hâşiye)
: Yani Allah'tan başka bütün çağırdığınız ve ibadet ettiğiniz şeyler toplansalar, bir sineği halk
edemezler.
58

gelir. Yoksa o küçüklerin, ehemmiyetsiz şahıslarına bakmakla o eserler küçülmezler. O


kudrete intisab sırrıyla bir sinek, bir Nemrud'u gebertir. Karınca, Firavun'un sarayını harab
eder. Zerre gibi küçücük bir çam tohumu, dağ gibi koca bir çam ağacının yükünü omuzunda
taşır. Bu hakikatı çok risalelerde isbat ettiğimiz gibi, nasılki bir nefer, askerlik vesikasıyla
padişaha intisab noktasında yüzbin defa kendi kuvvetinden fazla, bir şahı esir etmek gibi
eserlere mazhar olur. Öyle de herşey, kudret-i ezeliyeye intisabı ile, yüzbin defa esbab-ı
tabiiyenin fevkinde mu'cizat-ı san'ata mazhar olur.
Elhâsıl; herşeyin nihâyet derecede hem san'atlı, hem sühuletli vücudu gösteriyor ki,
muhit bir ilim sahibi olan bir Kadîr-i Ezelî'nin eserleridirler. Yoksa yüzbin muhal içinde, değil
vücuda gelmek, belki imkân dairesinden çıkıp, imtina' dairesine girecek ve mümkün
suretinden çıkıp, mümteni' mahiyetine girecek ve hiçbir şey vücuda gelmeyecek, belki de
vücuda gelmesi muhal olacak.
İşte bu gâyet ince ve gâyet kuvvetli ve gâyet derin ve gâyet zahir bir bürhanla şeytanın
muvakkat bir şakirdi ve ehl-i dalaletin ve ehl-i felsefenin bir vekili olan nefsim sustu. Ve
lillahilhamd, tam imana geldi. Ve dedi ki: Evet bana öyle bir Hâlık ve Rab lâzım ki, en küçük
hatırat-ı kalbimi ve en hafî niyazımı bilecek ve en gizli ihtiyac-ı ruhumu yerine getirdiği gibi,
bana saadet-i ebediyeyi vermek için, koca dünyayı âhirete tebdil edecek ve bu dünyayı
kaldırıp âhireti yerine kuracak, hem sineği halkettiği gibi semavatı da icad edecek, hem
Güneş'i semanın yüzüne bir göz olarak çaktığı gibi bir zerreyi de gözbebeğimde yerleştirecek
bir kudrete mâlik olsun. Yoksa sineği halk edemeyen, hatırat-ı kalbime müdahale edemez,
niyaz-ı ruhumu işitemez.. semavatı halketmeyen, saadet-i ebediyeyi bana veremez. Öyle ise
benim Rabbim odur ki; hem hatırat-ı kalbimi bilir ve ıslah eder, hem cevv-i havayı bulutlarla
bir saatte doldurup boşalttığı gibi, dünyayı âhirete tebdil edip, Cennet'i icad eder, kapısını
bana açar; Haydi gir içeri der.
İşte ey nefsim gibi bedbahtlık neticesinde bir kısım ömrünü nursuz felsefî ve ecnebi
fünununa sarfeden ihtiyar kardeşlerim! Kur’ânın lisanındaki mütemadiyen zikir edilen َ‫ل‬
َ
َ ُ‫ه اِل ّ ه‬
‫و‬ َ ٰ‫ اِل‬ferman-ı kudsîsinden ne kadar kuvvetli ve ne kadar hakikatlı ve hiçbir cihetle
sarsılmaz ve zedelenmez ve tegayyür etmez kudsî bir rükn-i imanîyi anlayınız ki, nasıl bütün
manevî zulümatı dağıtır ve manevî yaraları tedavi eder. Bu uzun macerayı, ihtiyarlığımın rica
kapıları içinde
59

derc etmekliğim, âdeta ihtiyarımla olmamıştır. Hatta istemiyordum, belki usandırır diye
çekiniyordum. Fakat, bana yazdırıldı diyebilirim. Her ne ise, sadede dönüyorum.
Saç ve sakalımın beyazlaşmaya başlamasıyla ve bir vefadarın da sadakatsızlığı
neticesinde o şaşaalı ve zahiren süslü ve tatlı İstanbul'un hayat-ı dünyeviyesinin ezvakından
bana bir nefret geldi. Nefs, meftun olduğu ezvakın yerinde manevî ezvak aradı. ehl-i gafletin
nazarında soğuk ve ağır ve nâhoş görünen bu ihtiyarlıkta, bir teselli, bir nur istedi.
Felillahilhamd Cenab-ı Hakk'a yüzbin şükürler olsun, bütün o hakikatsız, tatsız, akibetsiz
َ
ezvak-ı dünyeviye yerine; hakikî, daimî ve tatlı ezvak-ı imaniyeyi َ‫ه اِل ّ هُو‬
َ ٰ‫ ل َ اِل‬da ve nur-ı
tevhidde bulduğum gibi.. ehl-i gafletin nazarında soğuk ve sakil görünen ihtiyarlığı, o nur-ı
tevhid ile çok hafif ve hararetli ve nurlu gördüm.
Ey ihtiyarlar ve ihtiyareler! Madem sizlerde iman var ve madem imanı ışıklandıran ve
inkişaf ettiren namaz ve niyaz var; ihtiyarlığınıza ebedî bir gençlik nazarıyla bakabilirsiniz.
Çünki onunla ebedî bir gençlik kazanabilirsiniz. Hakikî soğuk ve sakil ve çirkin ve zulümlü
ve zulmetli ve elemli olan ihtiyarlık ise; ehl-i dalaletin ihtiyarlıklarıdır, belki de onların
gençlikleridir. Onlar ağlamalı, onlar vâh-esefâ vâh-hasretâ demeli. Sizler, ey imanlı ihtiyarlar!
Elhamdülillahi alâküllihal deyip mesrurane şükretmelisiniz.
[ONİKİNCİ RİCA]: Bir zaman Isparta vilâyetinin Barla nahiyesinde nefy namı
altında, işkenceli bir esaretle yalnız ve kimsesiz bir köyde ihtilattan ve muhabereden
men'edilmiş bir vaziyette hem hastalık, hem ihtiyarlık, hem gurbet içinde gâyet perişan bir
halde iken; Cenab-ı Hak kemal-i rahmetinden, Kur’ân-ı Hakîm'in nüktelerine, ve sırlarına dair
benim için medar-ı teselli bir nur ihsan etmişti. Onunla o acı, ve elîm, ve hazîn vaziyetimi
unutmaya çalışıyordum. Vatanımı, akaribimi, unutabiliyordum. Fakat vâh-hasretâ birini
unutamıyordum. O da hem biraderzadem, hem manevî evlâdım, hem en fedakâr bir talebem,
hem en cesur bir arkadaşım olan merhum Abdurrahman idi. Altı yedi sene evvel benden
ayrılmıştı. Ne o benim yerimi biliyor ki bana yardıma koşsun, teselli versin ve ne de ben onun
vaziyetini biliyordum ki, onun ile muhabere edeyim, dertleşeyim. Benim bu ihtiyarlık
zamanımda; öyle fedakâr, sadık birisi bana lâzımdı. Sonra birden birisi bana bir
60

mektub verdi. Mektubu açtım gördüm ki: Abdurrahman'ın mahiyetini tam gösterir bir tarzda
bir mektubtur, o mektubun bir kısmı Yirmiyedinci Mektub'un fıkraları içinde, üç zahir
kerameti gösterir bir tarzda derc edilmiştir. O mektub beni çok ağlattırmış el'an da ağlattırıyor.
Merhum Abdurrahman o mektub ile pek ciddî ve samimî bir surette; dünyanın ezvakından
nefret ettiğini ve en büyük maksadı bana yetişip küçüklüğünde benim ona baktığım gibi, o da
ihtiyarlığımda hizmet etmekti. Hem dünyada benim hakikî vazifem olan neşr-i esrar-ı
Kur’âniyede, muktedir kalemiyle bana yardım etmekti. Hattâ mektubunda yazıyordu: "Yirmi
otuz risaleyi bana gönder, herbirisinden yirmi otuz nüsha yazıp yazdıracağım." diyordu.
O mektub, bana dünyaya karşı kuvvetli bir ümid verdi. Deha derecesinde zekâya mâlik
ve hakikî evlâdın çok fevkinde bir sadakat ve irtibat ile bana hizmet edecek böyle bir talebemi
buldum diye; o işkenceli esareti, o kimsesizliği, o gurbeti, ve ihtiyarlığı unuttum. O
mektubdan evvel iman-ı bil'âhirete dair tab'ettirdiğim Onuncu Söz'ün bir nüshası eline
geçmişti. Güya o risale ona bir tiryak idi ki; altı yedi sene zarfında aldığı bütün manevî
yaralarını tedavi etti. Gâyet kuvvetli ve parlak bir iman ile ecelini bekliyor gibi bana o
mektubu yazmış. Ben yine Abdurrahman vasıtasıyla mes'udane bir hayat-ı dünyeviye
geçirmek tasavvurunda iken bir iki ay sonra vâhhasretâ birden onun vefat haberini aldım. Bu
acı haber beni o derece sarstı ki, beş senedir onun te’siri altındayım. O vakit bulunduğum
işkenceli esaret ve yalnızlık ve gurbet ve ihtiyarlığım ve hastalığımın; çok derece fevkinde
bana bir rikkat, ve bir hüzün verdi ki. Ben merhum vâlidemin vefatıyla hususî dünyamın
yarısı, vefat etmiş diyordum. Abdurrahman'ın vefatıyla da, bâki kalan öteki yarı dünyam da
vefat etti gördüm. Dünyadan bütün bütün alâkam kesildi. Çünki o dünyada kalsaydı; hem
dünyadaki vazife-i uhreviyemin kuvvetli bir medarı ve benden sonra tam yerime geçecek bir
hayr-ül halef ve hem de bu dünyada en fedakâr bir medar-ı teselli, bir arkadaşım olabilirdi.. ve
en zeki bir talebem ve bir muhatab ve Risale-i Nur eczalarının en emin bir sahibi ve muhafızı
olurdu.
Evet insaniyet itibariyle böyle bir zayiat, benim gibi insanlara çok hirkatlidir, çok
yakıyor. Gerçi zahiren tahammüle çalışıyordum, fakat ruhumda şiddetli fırtına vardı. Eğer
arasıra Kur’ânın nurundan gelen teselli teskin etmese idi, benim için dayanmak mümkün
olamayacaktı. O zaman Barla nahiyesinin derelerine, dağlarına yalnız gidip geziyordum.
61

Hâlî yerlerde oturup o teessürat-ı hazîne içinde, eski zamanda Abdurrahman gibi sadık
talebelerimle geçirdiğim mes'udane hayat levhaları sinema gibi hayalimden geçtikçe,
ihtiyarlık ve gurbetin verdiği sür'at-i teessür mukavemetimi kırıyordu. Birden
َ ٌ ‫شيئ هَال ِه‬ ُّ ُ ‫ ]ك‬âyet-i kudsiyenin sırrı
[‫ن‬
‫جعُو َه‬َ ‫م وَاِلَي ْههِ تُْر‬ ُ ْ ‫ه ال‬
ُ ‫حك ْه‬ ُ ‫ه ل َه‬ ْ ‫ك اِل ّ َو‬
ُ ‫جهَه‬ ٍ ْ َ ‫ل‬
inkişaf etti. Bana [ ‫ت الْبَاق ِى‬ َ ْ ‫ت الْبَاق ِى *ي َا بَاق ِى اَن‬ َ ْ ‫ ] ي َا بَاق ِى اَن‬dedirtti ve onun
ile hakikî teselli verdi.
Evet ben o hâlî derede, o hazîn halette, bu âyet-i kudsiyenin sırrıyla, Mirkat-üs Sünne
Risalesinde işaret edildiği gibi, kendimi [üç büyük cenaze] başında gördüm: [Birincisi]:
Ellibeş yaşıma kadar, ellibeş ölmüş ve hayatımın ömrümde defnedilmiş Saidlerin kabri
üstünde, bir mezar taşı olarak kendimi gördüm. [İkinci cenaze]: Zaman-ı Âdem'den beri,
benim hemcinsim ve nev'im vefat edip mazi kabrinde defnedilmiş olan o büyük cenazenin
başında mezar taşı hükmünde olan bu asrın yüzünde gezen, karınca gibi küçük bir zîhayat
suretinde kendimi gördüm. [Üçüncü cenaze ise]; insanlar gibi her sene dünya yüzünde seyyar
bir dünyanın vefatıyla büyük dünya da bu âyetin sırrıyla vefat edeceği, hayalimin önünde
tecessüm etti. İşte Abdurrahman'ın vefatının hüznünden gelen bu dehşetli manayı bütün bütün
aydınlattıracak ve hakikî teselli ve sönmez nur verecek bu âyet-i kerime, mana-yı işarîsiyle
imdada yetişti. [‫و‬ َ ُ‫ت وَه‬
َ َ
ُ ‫ه ل َ اِلٰ َهه اِل ّ هُوَ ع َلَي ْههِ تَوَك ّل ْه‬ ّٰ ‫ى‬
‫الل ُه‬ َ ِ ‫سب‬
‫ح ْه‬
َ ‫ل‬ ْ ُ‫ولَّوْا فَق‬ ْ ‫فَا ِه‬
َ َ‫ن ت‬
‫يمه‬ ْ ْ ‫]َر ُّه‬
ِ ِ ‫ب العَْر شِه العَظ‬ İşte bu âyet-i azime bildirdi ki: Madem Cenab-ı Hak var, o
herşeye bedeldir. Madem o bâkidir, elbette o kâfidir. Birtek cilve-i inâyeti, bütün dünya yerini
tutar. Ve bir cilve-i nuru, mezkûr üç büyük cenazeye manevî hayat verir. Onların cenazeler
olmadığını, belki o cenazeler vazifelerini bitirmiş başka âlemlere gitmiş olduklarını gösterir.
Üçüncü Lem'ada bu sırrın izahı geçtiğinden ona iktifaen burada yalnız derim ki: [‫ئ‬ ُّ ُ ‫ك‬
َ ‫ل‬
ٍ ْ ‫شي‬
َ ٌ ِ ‫ ]هَال‬ilâhire... âyetinin manasını gösteren iki defa [ ‫ي ا باق ى اَن ت الْباق ى‬
ُ َ ‫جه‬
‫ه‬ ْ َ‫ك اِل ّ و‬ ِ َ َ ْ ِ َ َ
ْ
‫ت البَاقِى‬ َ
َ ْ ‫ ] *يَا بَاقِى ان‬beni, gâyet elîm o hazîn haletten kurtardı. Şöyle ki:
Birinci defa [‫ت الْبَاقِى‬ َ ْ ‫ ]يَا بَاقِى اَن‬dedim, dünya ve dünyadaki Abdurrahman gibi
hadsiz alâkadar olduğum ahbabların zevalinden ve rabıtaların kopmasından neş'et eden hadsiz
manevî yaralar içinde bir ameliyat-ı cerrahiye nev'inden bir tedavi
62

başladı. İkinci defa [‫ت الْبَاقِهى‬ َ ‫ ]ي َها بَاقِهى اَن ْه‬cümlesini dedim; bütün o hadsiz, manevî
yaralara hem merhem, hem tiryak oldu. Yani sen bâkisin; giden gitsin, sen yetersin. Madem
sen bâkisin, zeval bulan herşeye bedel senin bir cilve-i rahmetin kâfidir. Madem sen varsın,
senin varlığına iman ile intisabını bilen ve sırr-ı İslâmiyetle o intisaba göre hareket eden
insana herşey var. Fena ve zeval, mevt ve adem bir perdedir, bir tazelenmektir; ayrı ayrı
menzillerde gezmek hükmündedir diye düşünüp, o firkatli ve hirkatli, ve hazîn, ve elîm, ve
karanlıklı, ve dehşetli halet-i ruhiye; tamamıyla sürurlu, ve neş'eli, ve lezzetli, ve nurlu, ve
sevimli, ve ünsiyetli bir halete inkılab etti. Lisanım ve kalbim, belki lisan-ı hal ile bütün
zerrat-ı vücudum Elhamdülillah dediler.
İşte o cilve-i rahmetin binden bir cüz'ü şudur ki: Ben o hüzüngâhım olan dereden ve o
hüzün-engiz haletten Barla'ya döndüm. Baktım ki, Kuleönlü Mustafa namında bir genç,
benden ilm-i hale aid abdest ve namaza dair birkaç mes'eleyi sormak için gelmiş. O vakit
misafirleri kabul etmediğim halde, onun ruhundaki ihlas ve ileride Risale-i Nur'a edeceği
(Hâşiye-1)
kıymetdar hizmeti, güya hiss-i kabl-el vuku' ile ruhum o gencin ruhunda okudu. Onu
(Hâşiye-2)
geriye çevirmedim, kabul ettim. Sonra tebeyyün etti ki, Risale-i Nur hizmetinde ve
benden sonra hayr-ül halef olarak, bir vâris-i hakikî vazifesini tam yerine getirecek olan
Abdurrahman yerine, Cenab-ı Hak Mustafa'yı nümune olarak bana göndermiş ki;

___________ ___________
_________________
(Hâşiye-1)
: İşte Mustafa'nın küçük kardeşi olan Küçük Ali kendi güzel, sıhhatlı kalemiyle yedi yüzden
ziyade Nur Risalelerini yazmakla tamamıyla bilfiil bir Abdurrahman olduğu gibi, müteaddid
Abdurrahman'ları da yetiştirdi.
___________ ___________
_________________
(Hâşiye-2) (Hâşiye-3)
: Elhak, o Mustafa yalnız kabule değil, belki de istikbale lâyık olduğunu gösterdi.
___________ ___________
_________________
(Hâşiye-3):
Risale-i Nur'un birinci şakirdi olan Mustafa'nın istikbale liyakatına dair Üstadımın hükmünü
tasdik eden bir hâdise şöyleki: Kurban arefesinden bir gün evvel Üstadım gezmeye gidecekti. At
getirmek üzere beni gönderdiği zaman, ben Üstadıma dedim: Sen aşağıya inme, ben kapıyı arkasından
örtüp odunluktan çıkacağım. Üstadım: Hâyır dedi; Sen kapıdan çık dedi aşağıya indi. Ben kapıdan
çıktıktan sonra kapıyı arkasından sürgüledi. Ben gittim, kendisi de yukarıya çıkmıştı. Sonra yatmış Bir
müddet sonra Kuleönlü Mustafa, Hacı Osman'la beraber gelmişler.
63

senden bir Abdurrahman aldım, mukabilinde bu gördüğün Mustafa gibi otuz Abdurrahman o
vazife-i diniyede sana hem talebe, hem biraderzade, hem evlâd-ı manevî, hem kardeş, hem
fedakâr arkadaş vereceğim. Evet elhamdülillah otuz Abdurrahman'ı verdi. O vakit dedim: Ey
ağlayan kalbim! Madem bu nümuneyi gördün ve onunla manevî yaraların en mühimini tedavi
etti; sair bütün seni müteessir eden yaraları da tedavi edeceğine kanaatın gelmelidir. İşte ey
benim gibi ihtiyarlık zamanında gâyet sevdiği evlâdını veya akrabasını kaybeden ve beline
yüklenmiş ihtiyarlığın ağır yüküyle beraber firaktan gelen ağır gamları da başlarına yüklenen
ihtiyar kardeşler ve ihtiyare hemşireler!
Benim vaziyetimi anladınız ki sizinkinden çok şiddetli iken, madem böyle bir âyet-i
kerime tedavi etti, şifa verdi; elbette Kur’ân-ı Hakîm'in eczahane-i kudsiyesinde, umum
dertlerinize şifa verecek ilâçlar vardır. Eğer iman ile ona müracaat edip ve ibadetle o ilâçları
istimal etseniz, belinizde ve başınızdaki o ihtiyarlığın ve gamların ağır yükleri gâyet
hafifleşecektir. Bu bahsin uzun yazılmasının sırrı ise, merhum Abdurrahman'a ziyade dua-yı
rahmet ettirmek düşüncesidir. Sizleri usandırmasın. Hem sizleri belki ziyade müteellim
edecek en acıklı ve nefret verip ürkütecek en dehşetli yaramı, gâyet nâhoş ve elîm bir surette
size göstermekten maksadım: Kur’ân-ı Hakîm'in kudsî tiryakı ne derece hârikulâde bir ilâç ve
parlak bir nur olduğunu göstermektir.
___________ ___________
_________________
(62. sahifenin üçüncü hâşiyesinin devamıdır.)
Üstadım hiç kimseyi kabul etmiyordu ve etmeyecekti. Hususan o
vakit iki âdemi beraber hiç yanına almaz geri çevirirdi. Halbuki bu makamda bahsedilen kardeşimiz
Kuleönlü Mustafa, Hacı Osman'la gelince, kapı güya lisan-ı hal ile ona demiş ki: "Üstadın seni kabul
etmeyecek fakat ben sana açılacağım" diyerek arkasından sürgülenmiş kapı kendi kendine Mustafa'ya
açılmış. Demek Üstadımın onun hakkında "Mustafa istikbale lâyıktır" diye söylediğini istikbal
gösterdiği gibi, kapı da buna şahid olmuştur. Hüsrev

Evet Hüsrev'in yazdığı doğrudur, tasdik ediyorum. Kapı bu mübarek Mustafa'yı benim
bedelime hem istikbal etti, hem kabul etti. Said Nursî
64

(Hâşiye)
[ONÜÇÜNCÜ RİCA]: Bu ricada sergüzeşt-i hayatımın mühim bir levhasından
bahsedeceğimden, herhalde bir derece uzun olacak. Usanmamanızı ve gücenmemenizi arzu
ediyorum. Harb-i Umumî'de, Rus'un esaretinden kurtulduktan sonra, İstanbul'da iki üç sene
Dar-ül Hikmet'te yaptığım hizmet-i diniye beni orada durdurdu. Sonra Kur’ân-ı Hakîm'in
irşadıyla ve Gavs-ı A'zam'ın himmetiyle ve ihtiyarlığın intibahıyla İstanbul'daki hayat-ı
medeniyeden bir usanç ve şaşaalı hayat-ı içtimaiyeden bir nefret geldi. Dâüssıla tabir edilen
iştiyak-ı vatan hissi beni vatanıma sevketti. Madem öleceğim, vatanımda öleyim diye Van'a
gittim. Herşeyden evvel, Van'da [Horhor] denilen medresemin ziyaretine gittim. Baktım ki;
sair Van haneleri gibi onu da Rus istilâsında Ermeniler yakmışlardı. Van'ın meşhur kal'ası ki,
dağ gibi yekpare taştan ibarettir. Benim medresem onun tam altındadır ve ona bitişiktir. Yedi
sekiz sene evvel Benim terkettiğim, o medresemdeki dost, ve kardeş, ve enis talebelerimin
hayalleri gözümün önüne geldi. O fedakâr arkadaşlarımın bir kısmı hakikî şehid olmuşlar
diğer bir kısmı da o musibet yüzünden manevî şehid olarak vefat etmişler. Ben ağlamaktan
kendimi tutamadım.
O halde kal'anın tâ medresemin üstündeki iki minare yüksekliğinde medreseye nâzır
olan tepesine çıktım, oturdum. Yedi sekiz sene evvelki zamana hayalen gittim. Benim hayalim
kuvvetli olduğu için, beni o zamanda hayli gezdirdi. Etrafta kimse yoktu ki, beni o hayalden
çevirsin ve o zamandan beni çeksin. Çünki yalnızdım. Yedi sekiz sene zarfında, gözümü
açtıkça bir asır zaman geçmiş kadar bir tahavvülât görüyordum. Baktım ki benim medresemin
etrafındaki şehir içi Kal'a dibi mevkii, bütün baştan aşağıya kadar yakılmış, tahrib edilmiş.
Evvelki gördüğümden şimdiki gördüğüme, güya iki yüz sene sonra dünyaya gelip, öyle hazîn
nazarla baktım. O hanelerdeki âdemlerin çoğu ile dost ve ahbab idim. Kısm-ı a'zamı Allah
rahmet eylesin muhaceretla vefat etmişler, gurbette perişan olmuşlar. Hem Ermeni
mahallesinden başka Van'ın bütün müslümanlarının haneleri tahrib edilmiş gördüm.
Benim kalbim en derinden sızladı. O kadar rikkatime dokundu ki, binler gözlerim olsa
idi beraber ağlayacaklardı. Ben, gurbetten vatanıma döndüm; gurbetten kurtuldum zann
ediyordum. "Vâhesefâ", gurbetin en dehşetlisini vatanımda gördüm.
___________ ___________
_________________
(Hâşiye)
: Latif bir tevafuktur ki, bu Onüçüncü Rica'nın bahsettiği medrese hâdisesi onüç sene evvel
olmuşdur.
65

Onikinci Rica'da bahsi geçen Abdurrahman gibi, ruhum ile pek alâkadar yüzlerle talebelerimi,
ve dostlarımı kabirde ve o ahbabların yerlerini harabezar gördüm. Eskiden beri hatırımda olan
bir zâtın bir fıkrası vardı, tam manasını göremiyordum.. o hazîn levha karşısında tam
manasını gördüm. Fıkra budur: [‫منَاي َا اِلَى‬
َ ْ ‫ت لَه َا ال‬
ْ َ ‫جد‬
َ َ‫ما و‬
َ ‫ب‬ ْ َ ‫مفَاَرقَةِ اْل‬
ِ ‫حبَا‬ ُ َ ‫لَوْل‬
ً‫سبُل‬ ِ ‫]اَْروَا‬
‫حن َها ُه‬ yani: "Eğer dostlardan müfarakat olmasa idi, ölüm ruhlarımıza yol
bulamazdı ki gelsin bizi alsın." Demek en ziyade insanı öldüren, ahbabdan müfarakattır. Evet
hiçbir şey beni o vaziyet kadar yakmamış, ağlatmamış. Eğer Kur’ândan ve imandan meded
gelmese idi; o gam, ve o keder, ve o hüzün ruhumu uçuracak gibi te’sirat yapacaktı.
Eskiden beri şâirler şiirlerinde, ahbablarıyla görüştükleri menzillerin mürur-ı zamanla
harabegâhlarına ağlamışlar. Bunun en firkatli levhasını da ben gözümle gördüm. İki yüz sene
sonra gâyet sevdiği dostların mahall-i ikametine uğrayan bir âdemin hüznüyle; hem ruhum,
hem kalbim gözüme yardım edip ağladılar. O vakit, gözümün önünde harabezara dönmüş
yerlerin, gâyet ma'mur ve şenlikli ve neş'eli ve sürurlu bir surette bulunduğu zaman, yirmi
seneye yakın en tatlı bir hayatta tedris ile, kıymetdar talebelerimle geçirdiğim hayatımın o
şirin safahatı, birer birer sinema levhaları gibi canlanıp görünerek, sonra vefat edip gidiyorlar
tarzında, hayali gözümün önünde epey zaman devam etti. O vakit ehl-i dünyanın haline çok
taaccüb ettim. Nasıl kendilerini aldatıyorlar? Çünki o vaziyet, dünyanın tam fâni olduğunu ve
insanlar da içinde misafir bulunduğunu bilbedahe gösterdi. Ehl-i hakikatın mütemadiyen,
dünya gaddardır, mekkârdır, fettandır, fanidir, fenadır, aldanmayınız demeleri ne kadar doğru
olduğunu gözümle gördüm. Hem insan nasıl cismiyle, hanesiyle alâkadardır; öyle de,
kasabasıyla, memleketiyle belki dünyasıyla da alâkadar olduğunu kendim de gördüm.
Çünki ben vücudum itibariyle ihtiyarlık rikkatinden iki gözümle ağlarken, medresemin
yalnız ihtiyarlığı değil, belki vefatından dolayı on gözle ağlamak istiyorum. Ve şirin
vatanımın yarı ölmesiyle yüzler gözle ağlamaya ihtiyacım vardı. Rivâyet-i hadîste vardır ki;
her sabah bir melaike [‫ب‬ َ ْ ‫ت وَابْنُوا لِل‬
‫خَرا ِه‬ َ ْ ‫ ]لِدُوا لِل‬diye çağırıyor yani "Ölmek için
ِ ‫موْه‬
tevellüd ediyorsunuz ve dünyaya geliyorsunuz, harab olmak için binalar yapıyorsunuz." diyor.
İşte bu
66

hakikatı, kulağımla gözümle işitiyorum. Evet o vaziyetim beni nasıl ağlattırmış; on senedir
hayalim, o vaziyete uğradıkça yine ağlıyor. Evet binler sene yaşamış o ihtiyar kal'anın
başındaki menzillerin harab olması ve onun altındaki şehrin sekiz sene zarfında sekiz yüz sene
kadar ihtiyarlanması ve kal'anın altındaki gâyet hayatdar ve mecma-i ahbab olan medresemin
vefatı, umum Osmanlı Devleti'nde ki bütün medreselerin vefatını gösteren cenazesinin
manevî azametine işareten koca Van kal'asının yekpare taşı, ona bir mezar taşı olmuş. Âdeta o
medresedeki sekiz sene evvel benimle beraber bulunan merhum talebelerim, kabirlerinde
benimle beraber ağlıyorlar. Belki o kasabanın harabe duvarları, dağılmış taşları benimle
beraber ağlıyorlar ve onları ağlar gibi gördüm. Ben o vakit anladım ki, vatanımdaki bu
gurbete dayanamayacağım; ya ben de kabre onların yanına gitmeliyim veyahud bir dağda bir
mağaraya çekilip ecelimi orada beklemeliyim diye düşündüm. Dedim: Madem dünyada böyle
tahammül edilmez, sabır-şiken, mukavemetsûz, yakıcı firkatler var. Elbette mevt, hayata
racihtir. Hayatın bu ağır vaziyeti çekilir derdlerden değildir.
O vakit cihat-ı sitte denilen altı cihette nazar gezdirdim, karanlıklı gördüm. O şiddet-i
teessürden gelen gaflet bana dünyayı korkunç, boş, hâlî, başıma yıkılacak bir tarzda gösterdi.
Ruhum ise, düşman vaziyetini alan hadsiz belalara karşı bir nokta-i istinad ararken ve
ruhumdaki ebede kadar uzanan hadsiz arzuları tatmin edecek bir nokta-i istimdad taharri
ederken ve o hadsiz firak ve iftiraktan tahrib ve vefattan gelen hüzün ve gama karşı teselli
ْ ُ ْ ‫مل‬ ُ َ‫ل‬
beklerken, birden Kur’ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın [‫حي ِى‬ ِ ‫ت وَ الَْر‬
ْ ُ‫ض ي‬ ِ ‫سمٰوَا‬ َّ ‫ك ال‬ ُ ‫ه‬
ْ َ ‫ح ّل ِٰله ِه‬
َ َّ ‫سب‬ ِّ ُ ‫ت وَ هُوَ ع َلَى ك‬
ِ ‫ت وَالَْر‬
‫ض‬ ِ ‫سمٰوَا‬ َّ ‫ما ف ِى ال‬ َ *‫ئ قَدِيُر‬ َ ‫ل‬
ٍ ْ ‫شي‬ ِ ُ ‫وَ ي‬
ٌ ‫مي‬
‫م‬ َ ْ ‫ ] وَهُوَ الْعَزِيُز ال‬âyetinin hakikatı tecelli etti. Beni o rikkatli, ve firkatli, ve dehşetli,
ُ ‫حكِي‬
ve hüzünlü hayalden kurtardı, gözümü açtırdı. Baktım ki, meyvedar ağaçların başlarındaki
meyveleri tebessüm eder bir tarzda bana bakıyorlar; bize de dikkat et diyorlar, yalnız
harabezâra bakıp durma diyorlardı. Bu âyet-i kerimenin hakikatı böyle ihtar ediyordu ki:
Van sahrasının sahifesinde misafir olan insanların eliyle yazılan ve şehir suretini alan
sun'î bir mektubun, Rus’un istilâsı denilen dehşetli bir sel belasına düşüp silinmesi neden seni
bu kadar müteessir ediyor? Asıl Mâlik-i Hakikî ve herşeyin sahibi ve Rabbi olan Nakkaş-ı
Ezelî'ye bak ki; bu Van sahifesindeki mektubatı, kemal-i şaşaa ile
67

eski zamanda gördüğün vaziyette yine devam edip yazılıyor. Senin o yerler boş, harab, hâlî
kalmış diye ağlamaların, Mâlik-i Hakikîsinden gaflet etmekten ve insanları misafir tasavvur
etmemekten ve mâlik tevehhüm etmek yanlışından ileri geliyor. Fakat o yanlışlıktan ve o
yakıcı vaziyetten bir hakikat kapısı açıldı. Ve o hakikatı tam kabul etmeye nefis hazırlandı.
Evet nasılki bir demir ateşe sokulur; tâ yumuşasın, güzel ve menfaatdar bir şekil verilsin. Öyle
de o hüzün-engiz halet ve o dehşetli vaziyet ateş oldu, nefsimi yumuşattı. Kur’ân-ı Mu'ciz-ül
Beyan, mezkûr âyetin hakikatıyla, hakaik-i imaniyenin feyzini tam ona gösterdi, kabul ettirdi.
Evet lillahilhamd şu âyetin hakikatı, iman feyziyle Yirminci Mektub gibi risalelerde kat'î isbat
ettiğimiz gibi herkesin kuvvet-i imaniyesi nisbetinde inkişaf eden öyle bir nokta-i istinadı
ruha ve kalbe verdi ki, o vaziyetin dehşetinden yüz derece ziyade korkunç, ve zararlı
musibetlere karşı gelebilir bir kuvveti, iman-ı billahtan verdi.
Ve şöyle ihtar etti ki: Senin Hâlıkın olan şu memleketin Mâlik-i Hakikîsinin emrine
herşey müsahhardır, herşeyin dizgini onun elindedir, ona intisabın yeter. O Hâlıkıma dayanıp
onu tanıdıktan sonra, düşman vaziyetini alan bütün şeyler, düşmanlıklarını terkettiler;
ağlattıran hazîn haller, beni neş'elendirmeye başladılar. Hem çok risalelerde kat'î bürhanlarla
isbat ettiğimiz gibi, o hadsiz arzulara karşı iman-ı bil'âhiretten gelen nur ile öyle bir nokta-i
istimdad verdi ki; değil küçücük ve muvakkat, ve kısa, dünyevî ahbablara karşı arzularıma ve
rabıtalarıma, belki ebed-ül âbâdda ve âlem-i bekada ve saadet-i ebediyede hadsiz uzun
arzularıma kâfi gelebilir bir nokta-i istimdadı verdi. Çünki bir cilve-i rahmetiyle, muvakkat
bir misafirhanesi olan bu dünyanın bir menzili olan şu zeminin yüzünde, o misafirlerini bir iki
saat sevindirmek için, bahar sofrasında had ve hesaba gelmez san'atlı, şirin nimetlerini, her
baharda ihsan edip bir kahvaltı hükmünde o misafirlere yedirdikten sonra, mesken-i
ebedîlerinde sekiz daimî Cennet'i hadsiz bir zamanda, hadsiz enva'-ı nimetiyle doldurup
ibadına ihzar eden bir Rahmanurrahîm'in rahmetine iman ile istinad edip, intisabını bilen
elbette öyle bir nokta-i istimdad bulur ki; en edna derecesi, hadsiz ebedî emellere meded verip
idame eder.
Hem o âyetin hakikatıyla, imanın ziyasından gelen nur öyle parlak bir surette tecelli
etti ki; zulümatlı olan
68

cihat-ı sitteyi gündüz gibi aydınlattırdı. Çünki bu medresemde ve bu şehirde talebe ve


dostlarımın arkalarında kalıp ağlamak vaziyetini şöyle aydınlattırdı ki: Ahbabın gittikleri âlem
karanlıklı değil, yalnız onlar yerlerini değiştirdiler; yine görüşeceksiniz diye ihtar etti. Ve
dünyada onların yerlerine geçecek ve benzeyecek olanları bulacağımı ifham etti. Ağlamamı
tamamen kestirdi. Evet lillahilhamd hem vefat eden Van medresesini Isparta medresesiyle
ihya etti, hem oradaki ahbabların fevkinde, daha çok, daha kıymetdar talebelerle ve ahbablarla
manen ihya etti.
Hem bildirdi ki; dünya boş ve hâlî olmadığını ve harab olmuş bir memleket suretini
yanlış tasavvur ettiğimi, belki Mâlik-i Hakikî hikmetinin iktizasıyla, sun'î insanların levhasını
değiştirdiğini, mektubunu tazelendirdiğini. Ve Bir ağacın bir kısım meyvelerini kopardıkça
yerlerine yine başka meyvelerin geldiği gibi, nev-i beşerde bu zeval ve firakın dahi bir
teceddüd, ve bir tazelenmek olduğunu. Hem İman noktasında, ahbabsızlıktan gelen elimane
bir hüzün olmadığını, belki başka güzel bir yerde görüşmek üzere ayrılmaktan gelen, lezizane
bir hüzün veren bir tazelenmek olduğunu bildirdi. Hem o dehşetli vaziyetten, kâinatın
mevcudatının karanlıklı görünen yüzünü aydınlattı. Ben de o vakit o halete şükür etmek
istedim, arabî şu fıkra geldi; tam o hakikatı tasvir etti. Şöyle ki dedim:
‫ما‬
َ ِ‫صوِّر‬ َ ‫م‬ ُ ْ ‫ن ال‬ ِ ‫ما‬ َ ‫مد ُ ّل ِٰله ِه ع َلَى نُورِ اْلِي‬ ْ ‫ح‬ َ ْ ‫اَل‬
ً ‫ن اَيْتَا‬
‫ما‬ َ ‫شي‬ِ ‫ح‬ ِّ َ‫مو‬ُ ‫موَاتًا‬ ْ َ ‫ب اَعْدَائً ا‬ َ َ‫م ا‬
َ ِ ‫جان‬ ُ َّ‫يَتَوَه‬
‫ن‬
َ ‫سي‬ ِ ِ ‫مون‬ ُ ً‫حيَائ‬ ْ َ ‫خوَانًا ا‬ ْ ِ ‫ن * اَوِدَّاءَ ا‬ َ ‫بَاكِي‬
‫ن‬
َ ‫حي‬ ِ ِّ ‫سب‬
َ ‫م‬ ُ ‫ن‬ َ ‫ن ذ َاكِرِي‬ َ ‫سُرورِي‬ ْ ‫م‬ َ ‫ن‬َ ‫صي‬ ِ ‫خ‬ َّ ‫مَر‬ ُ
Yani: "O şiddetli haletin tesirinden gelen gaflet ile, kâinatın mevcudatının bir kısmı düşman
(Hâşiye)
ve ecnebi bir kısmı müdhiş cenazeler, diğer bir kısmı ise, kimsesizlikten ağlayan
yetimler suretinde; gafil nefsime tevehhüm ile gösterilen bu korkunç levhayı, nur-ı imanla
aynelyakîn gördüm ki: O ecnebi ve düşman görünenler birer dost birer kardeştirler. Ve o
müdhiş cenazeler ise; kısmen hayatdar ve ünsiyetkâr ve kısmen vazifeden terhis
edilenlerdirler. Ve ağlayan yetimlerin vaveylâları ise zikir ve tesbihin zemzemeleri olduğunu
nur-ı iman ile gördüğümden, o hadsiz nimetlerin menbaı olan imanı bana veren Hâlık-ı
Zülcelal'e hadsiz hamd ediyorum. Ve bu dünyada, bu dünya kadar hususî büyük dünyamdaki
bütün mevcudatı, hamd ve tesbihat-ı İlahiyede tasavvur

(Hâşiye)
: Yani zelzeleler, fırtınalar, tufanlar, taunlar, ateşler gibi belalardır.
69

ve niyetim ile istimal etmek bir hakkım olduğu nokta-i nazarından, bütün o mevcudatın her
birisinin ve hem umumunun lisan-ı halleriyle beraber [‫ن‬ َ ‫مد ُ ّل ِٰله ِه ع َلٰى نُورِ اْلِي‬
ِ ‫ما‬ ْ ‫ح‬َ ْ ‫] اَل‬
deriz demektir.
Hem o gafletkârane halet-i müdhişeden hiçe inen ezvak-ı hayat ve bütün bütün çekilip
kuruyan emeller ve en dar bir daire içinde sıkışıp kalan belki mahvolan şahsıma aid nimetler,
lezzetler başka risalelerde kat'î isbat ettiğimiz gibi birden nur-ı iman ile kalbin etrafındaki o
dar daireyi öyle genişlettirdi ki, kâinatı içine aldı ve Horhor bahçesinde kurumuş ve lezzetini
kaçırmış nimetler yerinde, dâr-ı dünyayı ve dâr-ı âhireti birer sofra-i nimet ve birer tabla-i
rahmet şekline getirdi. Göz, kulak, kalb gibi, on değil, yüz cihazat-ı insaniyenin herbirini,
gâyet uzun bir el suretinde, her mü'minin derecesi nisbetinde o iki sofra-i Rahman'a uzanıp,
her tarafından nimetleri toplayacak bir tarzda gösterdiğinden; hem bu ulvî hakikatı ifade, hem
o hadsiz nimetlere şükür için o vakit böyle demiştim:
[‫و‬ َ ْ‫ن النِّع‬
َ ِ ‫مة‬ َ ‫م‬
ِ ‫ن‬
ِ ْ ‫ملوُوَتَي‬
ْ ‫م‬ ِ ْ ‫صوِّرِ للِدَّاَري‬
َ ‫ن‬ ُ ْ ‫ن ال‬
َ ‫م‬ َ ‫مد ُ ّٰلله ِه ع َلَى نُورِ اْلِي‬
ِ ‫ما‬ ْ ‫ح‬َ ْ ‫اَل‬
‫حقًا‬
َ ‫ن‬ ٍ ‫م‬ِ ‫مو‬ُ ‫ل‬ ِّ ُ ‫مةِ لِك‬ ْ ‫الَّر‬
َ ‫ح‬
‫ه‬
ِ ‫خال ِ ِق‬ ِ ْ ‫ة بِاِذ‬
َ ‫ن‬ ِ َ‫شف‬ ُ ْ ‫سهِ الْكَثِيَرةِ ال‬
ِ َ ‫منْك‬ ِّ ‫حوَا‬ َ ِ ‫ما ب‬
َ ُ‫منْه‬
ِ ُ ‫فيد‬ ْ َ ‫]ي‬
ِ َ ‫ست‬
Yani: "Dünya ve âhireti nimet ve rahmetle doldurmuş bir surette, hakikî mü'minlerin nur-ı
iman ve İslâmiyetle inkişaf ve inbisat etmiş bütün hasselerinin elleriyle o iki muazzam
sofradan istifadeyi temin eden ve gösteren nur-ı iman nimetinin mukabiline, o imanı veren
Hâlıkıma, bütün zerrat-ı vücudumla dünya ve âhiret dolusu hamd ve şükür, elimden gelse
yaparım" demektir. Madem iman bu âlemde bu tesirat-ı azîmeyi yapar; elbette bekada öyle
semerat ve füyuzatı olacak ki, bu dünyadaki akıl ile onlar ihata edilmez ve tarif edilmez.
İşte, ey benim gibi ihtiyarlık münasebetiyle pek çok dostların firak acılarını çeken
ihtiyar ve ihtiyareler! Sizin en ihtiyarınız her ne kadar zahiren benden yaşlı ise de, manen ben
onlardan daha ziyade ihtiyar olduğumu tahmin ediyorum. Çünki fıtratımda rikkat-ı cinsiye ile
acımak hissi ziyade bulunduğundan, kendi elemimden ziyade başka binler kardeşlerimin
elemlerini de o şefkat sırrıyla çektiğimden, yüzler sene yaşamış gibi ihtiyarım. Ve siz ne kadar
firak belasını çekmiş iseniz, benim kadar o belaya maruz kalmamışsınız. Çünki oğlum yoktur
ki yalnız oğlumu düşüneyim. Bendeki fıtrî bulunan bu ziyade acımak ve şefkat, binler
Müslüman evlâdlarının, hattâ masum
70

hayvanların teellümlerine karşı dahi bir rikkat, bir elem, o sırr-ı şefkat ile hiss ediyorum.
Hususî bir hanem yoktur ki fikrimi yalnız ona hasredeyim; belki bu memleketle ve belki
âlem-i İslâmın kıt'asıyla hanem gibi, hamiyet-i İslâmiye noktasında alâkadarım. Ve o büyük
hanedeki dindaşlarımın elemleriyle müteellim ve firaklarıyla mahzun oluyorum!.. İşte bütün
ihtiyarlığımdan ve firak belalarından gelen teessüratıma, bana nur-ı iman kâfi geldi; kırılmaz
bir rica, kopmaz bir ümid, sönmez bir ziya, bitmez bir teselli verdi. Elbette sizlere
ihtiyarlıktan gelen karanlık ve gaflete ve teessürat ve teellümata; iman kâfi ve vâfidir. Asıl en
karanlıklı ve en nursuz ve tesellisiz ihtiyarlık ve en elîm ve müdhiş firak, ehl-i dalaletin ve
ehl-i sefahetin ihtiyarlıklarıdır ve firaklarıdır. O rica ve ziya ve teselli veren imanı zevketmek
ve tesiratını hissetmek için, ihtiyarlığa lâyık ve İslâmiyete muvafık ubudiyetkârane bir tavr-ı
şuurdarane takınmakla olur. Yoksa gençlere benzemeye çalışmak ve onların sarhoşça
gafletlerine başını sokup ihtiyarlığını unutmak ile değildir.[‫ه‬ َ ‫شب َّه‬
َ َ‫ن ت‬
‫م ْه‬ ْ ‫شبَابِك ُه‬
َ ‫م‬ َ ‫خيُْر‬
َ
ْ ‫شبَابِك ُه‬
‫م‬ َ ‫شب َّه‬
َ ِ‫ه ب‬ َ َ‫ن ت‬
‫م ْه‬ ْ ‫شّرِ كُهُولِك ُه‬
َ ‫م‬ ْ ‫]بِك ُ ُهولِك ُه‬
َ َ‫م و‬ -ev kema kal- mealindeki hadîsi
düşününüz. Yani: "Gençlerinizin en iyisi, temkinde ve sefahetlerden çekilmekte ihtiyarlara
benzeyenlerdir. Ve ihtiyarlarınızın en fenası, sefahette ve başını gaflete sokmakta gençlere
benzeyenlerdir."
Ey kardeşlerim ihtiyarlar ve hemşire ihtiyareler! Hadîs-i şerifte vardır ki: "Altmış
yetmiş yaşlarındaki ihtiyar bir mü'min, dergâh-ı İlahiyeye elini kaldırıp dua ederken, rahmet-i
İlahiye onun elini boş döndürmeye hicab ediyor." Madem rahmet size karşı böyle hürmet
ediyor.. siz de rahmetin bu hürmetini ubudiyetinizle ihtiram ediniz.
َ َ
‫م‬ َ ْ ‫م ال‬
ُ ‫حكِي‬ ُ ‫ت الْعَلِي‬
َ ْ ‫ك اَن‬
َ َّ ‫متَنَا اِن‬
ْ ّ ‫ما ع َل‬ َ ْ ‫عل‬
َ ّ ‫م لَنَا اِل‬ ِ َ‫ك ل‬
َ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ

Dördüncü Şua’nın Fihristidir.


Makam münasebetiyle buraya alınmıştır.

[ONDÖRDÜNCÜ RİCA]: Dördüncü Şua olan Âyet-i Nuriye-i Hasbiye'nin başının


hülâsasıdır diyor ki: Bir zaman ehl-i dünya beni herşeyden tecrid ettiklerinden, beş çeşit
gurbetlere düştüm. Sıkıntıdan gelen bir gafletle, Risale-i Nur'un teselli verici ve meded edici
nurlarına bakmayarak, doğrudan doğruya kalbime baktım ve ruhumu aradım. Gördüm ki;
gâyet kuvvetli bir aşk-ı beka ve şedid bir muhabbet-i vücud ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve
hadsiz bir acz ve nihâyetsiz bir fakr,
71

bende hüküm ediyorlar. Halbuki müdhiş bir fena, o bekayı söndürüyor. O haletimde, yanık bir
şâirin dediği gibi dedim: [Dil bekasını, Hak fenasını istedi mülk-i tenim Bir devasız derde
düştüm, âh ki Lokman bîhaber.] Me'yusane başımı eğdim; birden [‫م‬ َ ‫ه وَنِعْه‬ ّٰ ‫سبُنَا‬
‫الل ُه‬ ‫ح ْه‬
َ
ُ ‫]الْوَكِي‬
‫ل‬ imdadıma geldi, "Beni dikkatle oku!" dedi. Ben de günde beşyüz defa okudum.
Okudukça, yalnız ilmelyakîn ile değil, aynelyakîn ile çok kıymetdar envârından [dokuz]
[mertebe-i nuriye-i hasbiye] bana inkişaf etti.
[Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye]: Bendeki aşk-ı beka; bendeki bekaya değil,
belki sebebsiz ve bizzât mahbub olan kemal-i mutlak sahibi, Zât-ı Zülkemal ve Zülcelal'in bir
isminin bir cilvesinin mahiyetimde bir gölgesi bulunduğundan, fıtratımda o Kâmil-i Mutlak'ın
varlığına ve kemaline ve bekasına müteveccih olan muhabbet-i fıtriye, gaflet yüzünden
yolunu şaşırmış, gölgeye yapışmış, âyinenin bekasına âşık olmuştu, [‫م‬ َ ْ ‫ه وَنِع‬ ّٰ ‫سبُنَا‬
‫الل ُه‬ ْ ‫ح‬
َ
ُ ‫]الْوَكِي‬
‫ل‬ geldi, perdeyi kaldırdı. Gördüm ve hiss ettim ve hakkalyakîn zevk ettim ki;
bekamın lezzeti ve saadeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemal'in bekasına
ve benim Rabbim ve İlahım olduğuna, tasdikimde ve imanımda ve iz'anımda vardır. Bunun
edillesi, zevil-ehsasını hayrette bırakacak gâyet derin ve dakik oniki hemhemelerle ve şuur-ı
imanlarla Risale-i Hasbiye'de beyan edilmiştir.
[İkinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye]: Fıtratımdaki hadsiz aczimle beraber, ihtiyarlık
ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim içinde; ehl-i dünya desiseleriyle, casuslarıyla bana
hücum ettikleri hengâmda kalben dedim: "Elleri bağlı, zaîf hasta bir tek âdeme ordular
ُ ‫م الْوَكِي‬
taarruz ediyor. Benim için bir nokta-i istinad yok mu?" diye [‫ل‬ ّٰ ‫سبنَا‬
َ ْ‫اللهه وَنِع‬ ْ ‫ح‬
َ ]
âyetine müracaat ettim. Bana bu âyet bildirdi ki; intisab-ı imanî vesikasıyla Kadîr-i Mutlak
öyle bir Sultan'a intisab edersin ki; zemin yüzünde her baharda dörtyüzbin milletten mürekkeb
nebatat ve hayvanat ordularının bütün cihazatlarını kemal-i intizam ile vermekle beraber,
başta insan olarak, hayvanatın muazzam ordusunun bütün erzaklarını, değil medenî insanların
son zamanlarda keşfettikleri et ve şeker ve sair taamların hülâsaları gibi, belki o medeni
hülasalardan yüz derece daha mükemmel ve bütün taamların her nev'inden tohum ve çekirdek
denilen Rahmanî hülâsalara koyup; ve o hülâsaları dahi, onların pişirmelerine ve inbisatlarına
mahsus kaderî tarifeler içinde sarıp, muhafaza için
72

küçük küçük sandukçalara koyup, tevdi' eder. O sandukçaların icadı, [Kün] emrinde bulunan
[kâf-nun] fabrikasında o kadar çabuklukla ve kolaylıkla ve çoklukla olur ki; Kur’ân der:
"Hâlık emreder, meydana gelir." Madem öyledir sen, intisab-ı imanî tezkeresiyle böyle bir
nokta-i istinad bulduğundan, hadsiz bir kuvvete ve kudrete dayanabilirsin. Ben de âyetten bu
dersimi aldıkça öyle bir kuvve-i maneviyeyi buldum ki; değil şimdiki düşmanlarıma, belki
dünyaya meydan okuyabilir bir iktidar-ı imanî hissederek, bütün ruhumla beraber [‫سبُنَا‬ْ ‫ح‬َ
ُ ‫م الْوَكِي‬
‫ل‬ ّٰ
َ ْ‫الل ُهه وَنِع‬
] dedim.
[Üçüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye]: Ben o gurbetlerin ve hastalıkların ve
mazlumiyetlerin tazyikiyle dünyadan alâkamı kesilmiş bularak, ebedî bir dünyada ve bâki bir
memlekette daimî bir saadete namzed olduğumu iman telkin ettiği hengâmda; tahassür akıtan
"of! of!"demekten vazgeçip, beşaşet izhar eden "oh! oh!" demeye başladım. Fakat bu gâye-i
hayal ve hedef-i ruh ve netice-i fıtratın tahakkuku, ancak ve ancak bütün mahlukatın bütün
harekâtlarını ve bütün sekenatlarını ve ahval ve a'mallerini, kavlen ve fiilen bilen ve kaydeden
ve bu küçücük âciz-i mutlak nev'-i insanı kendine dost ve muhatab eden ve bütün
mahlukatının üstünde bir makam veren bir Kadîr-i Mutlak'ın hadsiz kudretiyle ve insana
nihâyetsiz inâyet ve ehemmiyet vermesiyle olabilir, diye düşünürken bu iki noktada, yani
böyle bir kudretin faaliyeti ve zahiren bu ehemmiyetsiz insanın hakikatlı ehemmiyeti
hakkında imanın inkişafını ve kalbin itminanını veren bir izah istedim.
Yine o âyete müracaat ettim. Dedi ki: [‫سبُنَا‬‫ح ْه‬ َ ] daki [‫ ]ن َها‬ya dikkat et, senin ile
beraber lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile [‫سبُنَا‬
ْ ‫ح‬
َ ] yı kimler söylüyorlar, dinle!" emr etti. Birden
baktım ki, hadsiz kuşlar ve kuşçuklar olan sinekler ve hesabsız hayvanlar ve nihâyetsiz
nebatlar ve gâyetsiz ağaçlar dahi benim gibi lisan-ı hal ile [‫ل‬ ُ ‫م الْوَكِي‬ ّٰ ‫سبنَا‬
َ ْ ‫اللهه وَنِع‬ ْ ‫ح‬
َ ]
in manasını yâd ediyorlar ve herkesin yâdına getiriyorlar ki; bütün şeraid-i hayatiyelerini
tekeffül eden öyle bir vekilleri var ki, birbirine benzeyen ve maddeleri bir olan yumurtalardan
ve birbirinin misli olan katrelerden ve birbirinin aynı gibi habbelerden ve birbirine müşabih
çekirdeklerden kuşların yüzbin çeşitlerini, hayvanların yüzbin tarzlarını ve nebatatın yüzbinler
nev'ini ve ağaçların yüzbinler sınıfını yanlışsız, noksansız, iltibassız, süslü, mizanlı, intizamlı,
birbirinden ayrı farikalı bir surette gözümüzün önünde, hususan her baharda gâyet çok, gâyet
kolay, gâyet geniş bir dairede, gâyet çoklukla
73

halk eder, yapar bir kudretin azamet ve haşmeti içinde beraberlik ve benzeyişlik ve birbiri
içinde ve bir tarzda yapılmalarıyla vahdetini ve ehadiyetini gösterir ve böyle hadsiz mu'cizatı
ibraz eden bir fiil-i rububiyete ve bir tasarruf-ı Hallakıyete müdahale ve iştirak mümkün
olmadığını bildirir diye anladım. Her mü'min gibi benim hüviyet-i şahsiyemi ve mahiyet-i
insaniyemi anlamak isteyenler ve benim gibi olmak isteyenler [‫سبنَا‬ ‫ح ْه‬َ ] daki [‫] ن َها‬
cem'iyetinde bulunan enenin, yani nefsimin tefsirine baksınlar. Ehemmiyetsiz, hakir ve fakir
görünen vücudum -her mü'minin vücudu gibi- ne imiş, hayat ne imiş, insaniyet ne imiş,
İslâmiyet ne imiş, iman-ı tahkikî ne imiş, marifetullah ne imiş, muhabbet nasıl olacakmış?
Anlasınlar, derslerini alsınlar!..
[Dördüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye]: Bir vakit ihtiyarlık, gurbet, hastalık,
mağlubiyet gibi vücudumu sarsan ârızalar, bir gaflet zamanıma rastgelip şiddetle alâkadar ve
meftun olduğum vücudum, belki mahlukatın vücudları "ademe gidiyorlar" diye elîm endişe
ederken, yine bu Âyet-i Hasbiyeye müracaat ettim. Dedi: "Manama dikkat et ve iman
dûrbîniyle bak!" Ben de baktım ve iman gözüyle gördüm ki: Bu zerrecik vücudum, her
mü'minin vücudu gibi hadsiz bir vücudun âyinesi ve nihâyetsiz bir inbisat ile hadsiz vücudları
kazanmaya bir vesile ve kendinden daha kıymetdar bâki, müteaddid vücudları meyve veren
bir kelime-i hikmet olduğunu ve mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması, ebedî bir vücud kadar
kıymetdar olduğunu ilmelyakîn ile bildim. Çünki şuur-ı iman ile bu vücudum Vâcib-ül
Vücud'un eseri ve san'atı ve cilvesi olduğunu anlamakla, vahşi evhamdan ve hadsiz
firaklardan ve hadsiz müfarakat ve firakların elemlerinden kurtulup; mevcudata, hususan
zîhayatlara taalluk eden ef'al ve esma-i İlahiye adedince uhuvvet rabıtalarıyla münasebet
peyda eylediğim bütün sevdiğim mevcudata muvakkat bir firak içinde daimî bir visal var
olduğunu bildim. İşte iman ile ve imandaki intisab ile, her mü'min gibi, bu vücudum dahi
hadsiz vücudların firaksız envârını kazanır; kendi gitse de onlar arkada kaldığından kendisi
kalmış gibi memnun olur. Hülâsa: Ölüm firak değildir, bir visaldir, bir tebdil-i mekândır, bâki
bir meyveyi sünbül vermektir.
[Beşinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye]: Yine bir vakit hayatım çok ağır şeraid ile
sarsıldı ve nazar-ı dikkatimi ömre ve hayata çevirdi. Gördüm ki: Ömrüm koşarak gidiyor,
âhirete yaklaşmış. Hayatım dahi tazyikat altında sönmeye yüz tutmuş. Halbuki Hayy ismine
dair risalede izah edilen hayatın mühim vazifeleri ve büyük meziyetleri ve kıymetdar faideleri
böyle çabuk sönmeye değil,
74

belki uzun yaşamağa lâyıktır, diye müteellimane düşündüm. Yine üstadım olan [‫سبُنَا‬
‫ح ْه‬
َ
ُ ‫م الْوَكِي‬
‫ل‬ َ ‫ه َونِعْه‬ ّٰ
‫الل ُهه‬
] âyetine müracaat ettim. Dedi ki: "Sana hayatı veren Hayy-ı
Kayyum'a göre hayata bak!" Ben de baktım, gördüm ki: Hayatıın bana bakması bir ise, Zât-ı
Hayy-ı Kayyum'a bakması yüzdür; ve bana aid neticesi bir ise, Hâlıkıma aid bindir. Şu halde
marzî-i İlahî dairesinde bir an yaşamak kâfidir, uzun zaman istemez. Bu hakikat dört mes'ele
ile beyan ediliyor. Ölü olmayanlar veyahud diri olmak isteyenler, hayatın mahiyetini ve
hakikatını ve hakikî hukukunu o dört mes'ele içinde arasınlar, bulsunlar dirilsinler!..
[Hülâsası şudur ki]: Hayat, Zât-ı Hayy-ı Kayyum'a baktıkça ve iman dahi hayata
hayat ve ruh oldukça, beka bulur hem bâki meyveler verir, hem öyle yükselir ki, sermediyet
cilvesini alır, daha ömrün kısalığına ve uzunluğuna bakılmaz.
[Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye]: Müfarakat-ı umumiye hengâmında olacak
olan ve harab-ı dünyadan haber veren âhirzaman hâdisatı içinde müfarakat-ı hususiyemi ihtar
eden ihtiyarlık ve âhir ömrümde bir hassasiyet-i fevkalâde ile fıtratımdaki cemalperestlik ve
güzellik sevdası ve kemalâta meftuniyet hisleri inkişaf ettikleri bir zamanda, daimî tahribatçı
olan fena ve zeval ve mütemadi tefrik edici olan mevt ve adem, dehşetli bir surette bu güzel
dünyayı ve güzel mahlukatı hırpaladığını, ve parça parça edip güzelliklerini bozduğunu;
fevkalâde bir şuur ve te’sîr ile gördüm. Fıtratımdaki aşk-ı mecazî, bu hale karşı şiddetli
galeyan ve isyan ettiği zamanda bir medar-ı teselli bulmak için yine bu Âyet-i Hasbiyeye
müracaat ettim. Dedi: "Beni oku ve dikkat ile manama bak!"
ْ ‫ ] ا َ ّٰلل ُ ه‬ilâhire... âyetinin
Ben de Sure-i Nur'daki [‫ض‬ ‫ت وَالَْر ِه‬ِ ‫سمٰوَا‬‫ه نُوُر ال َّه‬
rasathanesine girip imanın dûrbîniyle bu Âyet-i Hasbiye'nin en uzak tabakalarına ve şuur-ı
iman hurdebîniyle en ince esrarına baktım, gördüm: Nasılki âyineler, şişeler, ve şeffaf şeyler,
hattâ kabarcıklar; Güneş ziyasının gizli ve çeşit çeşit cemalini ve o ziyanın elvan-ı seb'a
denilen yedi renginin mütenevvi güzelliklerini gösteriyorlar ve teceddüd ve teharrükleriyle ve
ayrı ayrı kabiliyetleriyle ve inkisaratlarıyla Güneş'in ve ziyasının ve elvan-ı seb'asının gizli
güzelliklerini güzel izhar ediyorlar.
Aynen öyle de: Şems-i Ezel ve Ebed olan Cemil-i Zülcelal'in cemal-i kudsîsine ve
nihâyetsiz güzel esma-i hüsnasının sermedî güzelliklerine âyinedarlık edip cilvelerinin
tazelenmesi için bu güzel masnu'lar, ve bu tatlı mahluklar, ve cemalli mevcudat, hiç
durmayarak
75

gelip gidiyorlar; kendilerinde görünen güzellikler ve cemaller, kendilerinin malı olmadığını,


belki tezahür etmek isteyen sermedî ve mukaddes bir cemalin ve daimî tecelli eden ve
görünmek isteyen mücerred ve münezzeh bir hüsnün işaretleri ve alâmetleri ve cilveleri
olduğunu bildiriyorlar. Bu hakikatin pek çok kuvvetli delilleri Risale-i Nur'da tafsilen beyan
edilmiş olduğunu. Ve burada ise o bürhanlardan üç tanesi, kısaca ve gâyet makul bir surette
zikredilmiştir, diye beyana başlar. Bu risaleyi gören herbir zevk-i selim ashabı hayrette
kalmakla beraber kendilerinin istifadelerinden başka, gayrilerinin de istifadelerine çalışmayı
lâzım buluyorlar. Hususan ikinci bürhanda beş nokta beyan ediliyor. Aklı çürük ve kalbi
bozuk olmayan, her halde takdir ve tahsin ve tasvib edecek ve "Mâşâallah Fetebârekâllah"
diyecek; ve fakir, ve hakir görülen vücudunu teâli ettirecek.. hârika bir mu'cize olduğunu derk
edecek ve tasdik edecektir.
(Hâşiye)
[ONBEŞİNCİ RİCA]: Bir zaman Emirdağı'nda ikamete memur edildim tek
başıma bir menzilde âdeta bir haps-i münferid içinde bana çok ağır gelen bu tarassudlar ve
tahakkümlerle bana işkence etmelerinden hayattan usandım, hapisten çıktığıma teessüf ettim.
Ruh u canımla Denizli Hapsi'ni arzuladım ve kabre girmeyi istedim. "Hapis ve kabir, bu tarz-ı
hayata müreccahtır" diye ya hapse veya kabre girmeye karar verirken, inâyet-i İlahiye imdada
yetişti; kalemleri teksir makinesi olan Medreset-üz Zehra şakirdlerinin ellerine, yeni çıkan
teksir makinesini verdi. Birden Nur'un kıymetdar mecmualarından, bir kalemle her
mecmuadan beş yüz nüsha meydana geldi. Fütuhata başlamaları, o sıkıntılı hayatı bana
sevdirdi, "Hadsiz şükür olsun" dedirtti.
Bir miktar sonra Risale-i Nur'un gizli düşmanları fütuhat-ı Nuriyeyi çekemediler.
Hükûmeti aleyhimize sevkettiler. Yine hayat bana ağır gelmeye başladı. Birden inâyet-i
Rabbaniye tecelli etti. En ziyade Nurlara muhtaç olan memurlar, vazifeleri itibariyle müsadere
edilen Nur Risalelerini kemal-i merak ve dikkat ile mütalaa ettiler. Fakat Nurlar onların
kalblerini kendine tarafdar eyledi. Tenkid yerine takdire başladılar, Nur Dershanesi çok
genişledi; zararımızdan yüz derece ziyade menfaat verdi, sıkıntılı telaşlarımızı hiçe indirdi.
Sonra gizli düşman münafıklar, hükûmetin nazar-ı dikkatini benim şahsıma çevirdiler. Eski
siyasî hayatımı

___________ ___________
_________________
(Hâşiye):
Nur'un te'lif zamanı onüç sene evvel bitmiş olduğundan, bu Onbeşinci Rica, ileride bir Nurcu
tarafından İhtiyar Lem'asının tekmiline ve te'lifine me'haz olmak üzere yazılmıştır.
76

hatırlatdılar. Hem adliyeyi, hem maarif dairesini, hem zabıtayı, hem dâhiliye vekaletini
evhamlandırdılar. Partilerin cereyanlarıyla ve komünistlerin perdesinde anarşistlerin
tahrikatıyla o evham genişlendi. Bizi tazyik ve tevkif ettiler ve ellerine geçen risaleleri
müsadereye başladılar. Nur şakirdlerinin faaliyetine tevakkuf geldi. Benim şahsımı çürütmek
fikriyle, bir kısım resmî memurlar, hiç kimsenin inanmayacağı isnadlarda bulundular. Pek
acib iftiraları işaaya çalıştılar. Fakat kimseyi inandıramadılar. Sonra pek âdi bahanelerle, ve
zemheririn en şiddetli soğuk günlerinde beni tevkif ederek, büyük ve gâyet soğuk ve iki gün
sobasız bir koğuşta tecrid-i mutlak içinde haps ettiler. Ben küçük odamda günde bir kaç
defalar soba yakarken ve daima mangalımda ateş bulunurken, za'fiyetten ve hastalıktan zor
dayanabilirdim. Şimdi ise, bu vaziyette hem soğuktan bir sıtma, hem dehşetli bir sıkıntı ve
hiddet içinde çırpınırken, bir inâyet-i İlahiye ile bir hakikat kalbimde inkişaf etti. Manen
denildi ki:
"Sen hapse Medrese-i Yusufiye namını vermişsin; hem Denizli'de sıkıntınızdan bin
derece ziyade hem ferah, hem manevî kâr, hem oradaki mahpusların Nurlardan istifadeleri,
hem büyük dairelerde Nurun fütuhatı gibi neticeler, size şekva yerinde binler şükrettirdi, hem
bir saat hapsinizi ve sıkıntınızı, on saat hükmüne getirdi; o fâni saatleri bâkileştirdi. İnşâallah
bu Üçüncü Medrese-i Yusufiyedeki musibetzedelerin Nurlardan istifadeleri ve teselli
bulmaları, senin bu soğuk ve ağır sıkıntını hararetlendirip, sevinçlere çevirecek ve hiddet
ettiğin âdemler eğer aldanmışlarsa bilmeyerek sana zulmediyorlar. Onlar hiddete lâyık
değiller. Eğer bilerek ve garazla ve dalalet hesabına seni incitiyorlar ve işkence ediyorlarsa,
onlar pek yakın bir zamanda, ölümün i'dam-ı ebedîsiyle kabrin haps-i münferidine girecekler,
ve daimî sıkıntılı ve azab çekecekler. Sen onların zulmü yüzünden hem sevab, hem fâni
saatlerini bâkileştirmeyi, hem manevî lezzetleri, hem vazife-i ilmiye ve diniyeyi ihlasla
yapmasını kazanıyorsun!" diye ruhuma ihtar edildi. Ben de bütün kuvvetimle "Elhamdülillah"
dedim ve insaniyet damarıyla o zâlimlere acıdım. "Ya Rabbi! Onları ıslah eyle!" diye dua
ettim.
Bu yeni hâdisede, ifademde Dâhiliye Vekaletine yazdığım gibi, bu hâdisenin on
vecihle kanunsuz olduğu ve kanun namına kanunsuzluk eden o zâlimler -asıl suçlu onlar
olduğu gibi- öyle bahaneleri aradılar ki; işitenleri güldürecek ve hakperestleri ağlattıracak
iftiralarıyla ve uydurmalarıyla ehl-i insafa gösterdiler ki; Risale-i Nur'a ve şakirdlerine
ilişmeye, kanun ve hak cihetinde imkân bulamıyorlar,
77

divaneliğe sapıyorlar. Ezcümle: Bir ay bizi tecessüs eden memurlar, birşey bahane
bulamadıklarından bir pusula yazmışlar: "Said'in hizmetkârı bir dükkândan rakı almış, ona
götürmüş." diye O puslayı imza ettirecek hiç kimseyi bulamamışlar, sonra yabancı ve sarhoş
bir âdemi yakalamışlar, tehdidkârane "Gel bunu imza et!" demişler. O da demiş: "Tövbeler
tövbesi olsun, bu acib yalanı kim imza edebilir?" Onları, o puslayı yırtmağa mecbur etmiş.
[İkinci nümune]: Bilmediğim ve şimdi de tanımadığım bir zât, atını beni gezdirmek için
vermiş, ben de rahatsızlığım için teneffüs kasdı ile, ekser günlerde, yazda bir-iki saat
gezerdim. O at ve araba sahibine elli liralık kitab vermeyi söz vermiştim. Tâ, kaidem
bozulmasın ve minnet altına girmeyeyim. Acaba bu işde hiç bir zarar ihtimali var mı? Halbuki
"O at kimindir?" diye, elli defa bizlerden hem vali, hem adliyeciler, hem zabıta hem polisler
sordular. Güya büyük bir hâdise-i siyasiye ve asayişe temas eden bir vakıadır. Hattâ bu
manasız soruşların kesilmesi için, iki zât hamiyeten biri "At benimdir" diğeri "Araba
benimdir" dedikleri için ikisini de benimle beraber tevkif ettiler. Bu nümunelere
kıyasen, çok çocuk oyuncaklarına seyirci olup gülerek ağladık ve anladık ki: Risale-i Nur'a ve
şakirdlerine ilişenler, maskara olurlar.
O nümunelerden latif bir muhavere: Benim tevkif kâğıdımda tevkifime sebeb,
emniyeti ihlâl suçu yazıldığından, ben daha o puslayı görmeden müdde-i umumîye dedim:
"Seni geçen gece gıybet ettim." Emniyet müdürü hesabına beni konuşturan bir polise: "Eğer
bin müddeiumumî ve bin emniyet müdürü kadar bu memlekette emniyet-i umumiyeye hizmet
etmemiş isem -üç defa- Allah beni kahretsin" dedim.
Sonra bu sırada, bu soğukta, en ziyade istirahata ve üşümemeğe ve dünyayı
düşünmemeğe muhtaç olduğum bir hengâmda, garazı ve kasdı ihsas eder bir tarzda, beni bu
tahammülümün fevkinde bu tehcir ve tecride ve tevkif ve tazyike sevk edenlere, fevkalâde bir
iğbirar ve kızmak geldi. Bir inâyet imdada yetişti. Manen kalbe ihtar edildi ki: "İnsanların
sana ettikleri ayn-ı zulümlerinde, ayn-ı adalet olan kader-i İlahînin büyük bir hissesi var ve bu
hapiste yiyecek rızkın var. O rızkın seni buraya çağırdı. Ona karşı rıza ve teslim ile mukabele
lâzım. hem Hikmet ve rahmet-i Rabbaniyenin dahi büyük bir hissesi var, bu hapistekileri
nurlandırmak ve teselli vermek ve size sevab kazandırmaktır. Bu hisseye karşı da, sabır içinde
binler şükretmek lâzımdır. Hem senin nefsin bilmediğin kusurlarıyla onda bir hissesi var. O
hisseye karşı sen istiğfar ve tövbe etmelisin ve nefsine "Bu tokata müstehak oldun" demelisin.
Hem gizli düşmanların desiseleriyle bazı safdil ve vehham memurları iğfal ile o zulme
sevketmek cihetiyle, onların da bir hissesi var. Ona karşı Risale-i Nur'un o münafıklara
vurduğu dehşetli manevî tokatlar, senin intikamını tamamen onlardan almış.
78

O, tokatlar onlara yeter. En son hisse, bilfiil vasıta olan resmî memurlardır. Bu hisseye karşı,
onların Nurlara tenkid niyetiyle bakmalarında, ister istemez şübhesiz iman cihetinde
istifadelerinin hatırı için [‫ن النَّا سِه‬ ْ َ ْ ‫مي َه‬
ِ ‫ن الغَي ْهظ وَالعَافِي نَه ع َه‬ ِ ِ ‫ ] وَالْكَاظ‬düsturuyla;
onları afvetmek, bir ulüvvücenablıktır." Ben de bu hakikatlı ihtardan kemal-i ferah ve şükür
ile, bu yeni Medrese-i Yusufiyede durmağa, hattâ aleyhimde olanlara yardım etmek için
kendime mûcib-i ceza zararsız bir suç yapmağa karar verdim.
Hem benim gibi yetmişbeş yaşında alâkasız ve dünyada sevdiği dostlarından,
yetmişten ancak hayatta beşi kalmış hem benim yerimde vazife-i nuriyeyi görecek yetmiş bin
nur nüshaları bâki kalıp serbest geziyorlar. bir dile bedel, binler dil ile hizmet-i imaniyeyi
yapacak kardeşleri ve vârisleri bulunan benim gibi bir âdeme kabir, hapisten yüz derece
ziyade hayırlıdır. Ve bu hapis dahi, haricindeki hürriyetsiz tahakkümler altındaki
serbestiyetten yüz derece daha rahattır, daha faidelidir. Çünki haricde, tek başıyla yüzer
alâkadar memurların tahakkümlerini çekmeğe mukabil, hapiste yüzer mahpuslarla beraber
yalnız müdür ve başgardiyan gibi bir-iki zâtın, maslahata binaen hafif tahakkümlerini
çekmeğe mecbur olur. Ona mukabil, hapiste çok dostlarından kardeşane taltifler,ve teselliler
görür. Hem İslâmiyet şefkati ve insaniyet fıtratı, bu vaziyette ihtiyarlara merhamete gelmesi,
hapis zahmetini rahmete çevirir diye, hapse razı oldum.
Bu üçüncü defa mahkemeye geldiğim sırada za'fiyetten ve ihtiyarlıktan ve
rahatsızlıktan ayakta durmağa sıkıldığımdan, mahkeme kapısının haricinde bir iskemlede
oturdum. Birden bir hâkim geldi, hiddet etti, ihanetkârane "Neden ayakta beklemiyor?" dedi.
Ben de ihtiyarlık cihetinden, bu merhametsizliğe kızdım. Birden baktım; pek çok
müslümanlar, kemal-i şefkat ve uhuvvetle merhametkârane bakıp etrafımızda toplanmışlar,
dağıtılmıyorlar. Birden [iki hakikat ] ihtar edildi:
[Birincisi]: Benim ve Nurların gizli düşmanlarımız, benim istemediğim hakkımdaki
teveccüh-i âmmeyi kırmakla Nur'un fütuhatına sed çekilir diye, bazı safdil resmî memurları
kandırıp, şahsımı millet nazarında çürütmek fikriyle, ihanetkârane böyle muameleye
sevketmişler. Buna karşı inâyet-i İlahiye, Nurların iman hizmetine mukabil, bir ikram olarak,
o bir tek âdemin ihanetine bedel, bu yüz âdeme bak! Hizmetinizi takdir ile şefkatkârane
acıyarak alâkadarane sizi istikbal ve teşci' ediyorlar. Hattâ ikinci gün, ben müstantık
dairesinde müddeiumumun suallerine cevab verirken, hükûmet havlusunda mahkeme
pencerelerine karşı bin kadar ahali
79

kemal-i alâka ile toplanmışlar ve lisan-ı halleriyle "Bunları sıkmayınız!" dediklerini,


vaziyetleriyle ifade ediyorlar gibi göründüler. Polisler onları dağıtamıyorlardı. Kalbime ihtar
edildi ki: Bu ahali, bu tehlikeli asırda tam bir teselli ve söndürülmez bir nur ve kuvvetli bir
iman ve saadet-i bâkiyeye doğru bir müjde istiyorlar ve fıtraten arıyorlar ve Nur Risalelerinde
aradıkları bulunuyor diye işitmişler ki, benim ehemmiyetsiz şahsıma, imana bir parça
hizmetkârlığım için haddimden çok ziyade iltifat gösteriyorlar.
[İkinci hakikat]: Emniyeti ihlâl vehmiyle bize ihanet etmek ve teveccüh-i âmmeyi
kırmak kasdıyla aldanmış mahdud âdemlerin tahkirkârane bed muamelelerine mukabil, hadsiz
ehl-i hakikatın ve nesl-i âtinin takdirkârane alkışlamaları var, diye ihtar edildi. Evet komünist
perdesi altında anarşistliğin, emniyet-i umumiyeyi bozmağa dehşetli çalışmasına mukabil,
Risale-i Nur ve şakirdleri iman-ı tahkikî kuvvetiyle bu vatanın her tarafında o müdhiş ifsadı
durduruyorlar ve emniyet ve asayişi temine çalışıyorlar ki, memleketin her tarafında pek çok
kesrette bulunan Nur talebeleriyle, bu yirmi sene zarfında alâkadar olan üç-dört mahkeme ve
on vilâyetin zabıtaları, emniyeti ihlâle dair Nur talebelerinin hiçbir vukuatlarını bulmamış ve
kayd etmemiş. Ve üç vilâyetin insaflı bir kısım zabıtaları demişler: "Nur talebeleri manevî bir
zabıtadır. Asayişi muhafazada bize yardım ediyorlar. İman-ı tahkikî ile; Risale-i Nur'u okuyan
her âdemin kafasına bir yasakçıyı bırakıyorlar, emniyeti temine çalışıyorlar." Bunun bir
nümunesi Denizli Hapishanesidir. Oraya Nurlar ve mahpuslar için yazılan Meyve Risalesi
girmesiyle, üç dört ay zarfında ikiyüzden ziyade olan oradaki mahpuslar öyle fevkalâde
itaatli, ve dindarane bir salah-ı hal aldılar ki; üç dört âdemi öldüren bir âdem, tahta bitlerini
öldürmekten çekiniyordu. Tam merhametli, zararsız, vatana nâfi' bir uzuv olmaya başladılar.
Hattâ resmî memurlar, bu hale hayretle ve takdirle bakıyorlardı. Hem daha hüküm almadan
bir kısım gençler dediler: "Nurcular hapiste kalsalar, biz kendimizi mahkûm ettireceğiz ve
ceza almaya çalışacağız; tâ onlardan ders alıp onlar gibi olacağız. Onların dersiyle kendimizi
ıslah edeceğiz."
İşte bu mahiyette bulunan Nur talebelerini, emniyeti ihlâl ile ittiham edenler, herhalde
gâyet fena bir surette aldanmış veya aldatılmış veya bilerek veya bilmeyerek anarşistlik
hesabına hükûmeti iğfal edip bizleri eziyetlerle ezmeye çalışıyorlar. Biz bunlara karşı deriz ki:
Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapanmıyor ve dünya misafirhanesinde yolcular gâyet
sür'atle ve telaşla kafile kafile arkasında, toprak içine girip kayboluyorlar; elbette pek yakında
birbirimizden ayrılacağız. Siz zulmünüzün
80

cezasını dehşetli bir surette göreceksiniz. Hiç olmazsa mazlum ehl-i iman hakkında terhis
tezkeresi olan ve ölümün, i'dam-ı ebedisi dar ağacına çıkacaksınız. Sizin tevehhüm-i
ebediyetle dünyada aldığınız fâni zevkleriniz, bâki ve elîm elemlere dönecek.
Maatteessüf gizli münafık düşmanlarımız, bu dindar milletin yüzer milyon veli
makamında olan şehidlerinin ve kahraman gazilerinin kanıyla ve kılıncıyla kazanılan ve
muhafaza edilen hakikat-ı İslâmiyete bazan "tarîkat" namını takıp ve o güneşin tek bir şuaı
olan tarîkat meşrebini, o güneşin aynı gösterip, hükûmetin bazı dikkatsiz memurlarını aldatıp,
hakikat-ı Kur’âniyeye ve hakaik-i imaniyeye tesirli bir surette çalışan Nur talebelerine
"tarîkatçı" ve "siyasî cem'iyet" namını vererek aleyhimize sevketmek istiyorlar. Biz hem
onlara, hem onları aleyhimizde dinleyenlere, Denizli mahkeme-i âdilesinde dediğimiz gibi
deriz:
"Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikata, bizim de başımız feda olsun.
Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-ı Kur’âniyeye feda olan bu başlar, zındıkaya teslim-i
silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyelerinden vazgeçmeyecekler inşâallah!"
İşte ihtiyarlığımın sergüzeştliğinden gelen ağrılara ve me'yusiyetlere, imandan ve
Kur’ândan imdada yetişen kudsî tesellilerle bu ihtiyarlığımın ve sıkıntılı bir senesini,
gençliğimin en ferahlı on senesine değiştirmem. Hususan hapiste farz namazını kılan ve tövbe
edenin herbir saati, on saat ibadet hükmüne geçmesiyle ve hastalıkta ve mazlumiyette dahi
herbir fâni gün, sevab cihetinde on gün bâki bir ömrü kazandırmasıyla, benim gibi kabir
kapısında nöbetini bekleyen bir âdeme ne kadar medar-ı şükrandır, o manevî ihtardan bildim.
"Hadsiz şükür Rabbime" dedim; ihtiyarlığıma sevindim ve hapse razı oldum. Çünki ömür
durmuyor, çabuk gidiyor. Lezzetle ve ferahla gitse, lezzetin zevali elem olduğundan, hem
teessüfle, hem şükürsüzlükle ve gafletle, bazı günahları yerinde bırakır, fâni olur gider. Eğer
hapisle ve zahmetle gitse, zeval-i elem bir manevî lezzet olduğundan, hem bir nevi ibadet
sayıldığından, bir cihette bâki kalır ve hayırlı meyveleriyle bâki bir ömrü kazandırır. Geçmiş
günahlara ve hapse sebebiyet veren hatalara keffaret olur, onları temizler. Bu nokta-i
nazardan, mahpuslardan farzlarını kılanlar, sabır içinde şükür etmelidirler.
81

[ONALTINCI RİCA]: Bir zaman ihtiyarlık vaktinde, Eskişehir hapsinden -bir sene
cezayı çekip- çıktım. Beni Kastamonu'ya nefy ettiler. Orada polis ve bir iki komiser
karakolunda iki-üç ay misafir ettiler. Benim gibi sadık dostlarıyla ve görüşmekten sıkılan bir
münzevi ve kıyafetinin tebdiline tahammül etmeyen bir âdem, böyle yerlerde ne kadar azab
çeker anlaşılır. İşte ben o me'yusiyette iken, birden inâyet-i İlahiye ihtiyarlığımın imdadına
geldi. O karakoldaki komiser, polislerle beraber sadık dost hükmüne geçtiler. Hiçbir vakit
şapkayı başıma koymayı ihtar etmedikleri gibi; benim hizmetçilerim misillü, istediğim zaman
beni şehrin etrafında gezdiriyorlardı. Sonra o karakolun karşısında Kastamonu'nun Medrese-i
Yusufiyesine girdim, Nurların te'lifine başladım. Feyzi, Emin, Hilmi, Sadık, Nazif, Salahaddin
gibi Nur'un kahraman şakirdleri, Nurların neşri ve teksiri için o medreseye devam ettiler.
Gençliğimde eski talebelerimle geçirdiğim kıymetdar müzakere-i ilmiyeyi daha parlak bir
surette gösterdiler.
Sonra gizli düşmanlarımız bazı memurları ve bir kısım enaniyetli hocaları ve şeyhleri
aleyhimize evhamlandırdılar. Bizi, Denizli Hapsine sevketmeye beş altı vilâyetlerden gelen
Nur talebelerini, o Medrese-i Yusufiyede toplanmağa vesile oldular. Bu Onaltıncı Rica'nın
tafsilâtı, Kastamonu'dan gönderilen ve Lâhika'ya geçen mektublarda Denizli Hapsinde
oradaki kardeşlerime gizli gönderdiğim küçük mektublar ve Denizli mahkemesindeki
Müdafaa Risalesi'dir ki; bu ricanın hakikatını parlak bir surette gösteriyorlar. Tafsilâtını
lâhikaya ve müdafaama havale edip, burada gâyet kısa bir işaret edeceğiz.
Ben Kastamonu’da mahrem ve mühim mecmuaları, hususan Süfyan'a ve Nur'un
kerametlerine dair risaleleri kömür ve odunlar altında sakladım; tâ benim vefatımdan sonra
veya baştaki başlar hakikatı dinleyip akıllarını başlarına aldıktan sonra neşredilsinler diye
müsterihane dururken, birden taharri memurları ve müddeiumumun muavini, menzilimi
bastılar. O gizli ve ehemmiyetli risaleleri, odunların altından çıkardılar. Hem beni tevkif edip
Isparta hapishanesine, sıhhatım muhtell bir halde gönderdiler. Ben pek çok müteellim oldum.
Nurlara gelen bu darbeden dehşetli müteessir iken, inâyet-i İlahiye imdadımıza yetişti. O
gizlenmiş olan risaleleri okumağa çok muhtaç olan ehl-i hükûmet kemal-i merak ve dikkatle
okumağa başladılar, büyük resmî daireler âdeta bir Dershane-i Nuriye hükmüne geçti. Tenkid
fikriyle okurlarken takdire
82

başladılar. Hattâ Denizli'de, hiç haberimiz yokken, fevkalâde bir surette perde altında matbu'
Âyet-ül Kübra Risalesini resmî ve gayr-ı resmî pek çok âdemler okudular, imanlarını
kuvvetlendirdiler. Bizim hapis musibetimizi hiçe indirdiler. Sonra bizi Isparta
Hapishanesinden Denizli Hapsine aldılar. Beni tecrid-i mutlak içinde ufunetli, rutubetli soğuk
bir koğuşa soktular. İhtiyarlıktan ve hastalıktan ve benim yüzümden masum arkadaşlarımın
zahmetlerinden bana gelen çok teellüm ve Nurların ta'til ve müsaderesinden gelen çok teessüf
ve sıkıntı içinde çırpınırken, birden inâyet-i Rabbaniye imdada yetişti. Birden o koca
hapishaneyi bir Dershane-i Nuriyeye çevirdi ve bir Medrese-i Yusufiye olduğunu isbat etti ve
Medreset-üz Zehra kahramanlarının elmas kalemleriyle Nurlar intişara başladı. Hattâ o ağır
şeraid içinde Nur'un kahramanı, üç dört ay zarfında yirmiden ziyade Meyve ve Müdafaat
Risalesi'nden yazdı. Hem hapiste, hem hariçte fütuhata başladılar. O musibetteki zararımızı
َ ُ‫شيْئًا وَه‬
büyük menfaatlere ve sıkıntılarımızı sevinçlere çevirdi. [‫و‬ ْ َ ‫سى ا‬
َ ‫ن تَكَْره ُو ا‬ َ َ‫ع‬
ْ ُ ‫خيٌْر لَك‬
‫م‬ َ ] sırrını tekrar gösterdi.
Sonra birinci ehl-i vukufun yanlış ve sathî zabıtlara binaen aleyhimizde şiddetli
tenkidleri ve Maarif Vekili'nin dehşetli hücumuyla beraber aleyhimizde bir beyanname neşr
etmesiyle, hattâ bazı haberlerle bir kısmımızın i'damına çalışıldığı hengâmda, bir inâyet-i
Rabbaniye imdadımıza yetişti. Başta Ankara ehl-i vukufunun şiddetli tenkidlerini beklerken,
takdirkârane raporları, hattâ beş sandık Nur Risalelerinde beş on sehiv buldukları halde,
mahkemede onların sehiv ve yanlış gösterdikleri noktalar ayn-ı hakikat olduğunu ve onların
sehiv ve yanlış dedikleri şeylerde kendileri sehiv ettiklerini isbat ettiğimiz gibi, beş yaprak
raporlarında beş on sehiv ve yanlışlarını gösterdik. Ve yedi makamata gönderdiğimiz Meyve
ve Müdafaaname Risaleleri ve Adliye Vekaletine gönderilen Nur'un umum risaleleri, hususan
mahremlerin dokunaklı ve şiddetli tokatlarına mukabil tehdidkârane şiddetli emirler beklerken
gâyet mülayimane, hattâ tesellikârane Başvekil'in bize gönderdiği mektubu gibi, musalaha
tarzında ilişmemeleri kat'î isbat etti ki: Risale-i Nur'un hakikatları inâyet-i İlahiyenin
kerametiyle, onları mağlub edip kendini onlara irşadkârane okutturmuş, o geniş daireleri bir
nevi dershane yapmış, çok mütereddidlerin ve mütehayyirlerin imanlarını kurtarmış ve bizim
sıkıntılarımızdan yüz derece ziyade manevî ferah ve faide verdi.
Sonra gizli düşmanlar beni zehirlediler benim bedelime Nur'un şehid kahramanı
merhum Hâfız Ali hastahaneye gitti ve benim
83

yerimde berzah âlemine seyahat eyledi, bizi me'yusane ağlattırdı. Ben bu musibetten evvel
Kastamonu'nun dağında bağırarak mükerrer defa dedim: "Kardeşlerim! Ata et, arslana ot
atmayınız." Yani her risaleyi herkese vermeyiniz; tâ, bize taarruz edilmesin. Yaya olarak
gidilse yedi gün uzaktaki Hâfız Ali Rahmetullahi Aleyh, manevî telefonuyla işitmiş gibi aynı
vakitte bana yazıyor ki: "Evet Üstadım, Risale-i Nur'un bir kerametidir ki; ata et, arslana ot
atmaz. Belki ata ot, arslana et atar ki, o arslan hocaya İhlas Risalesi'ni verdi." Diyor. Yedi gün
sonra mektubunu aldık, hesab ettik; aynı zamanda, ben dağda bağırırken, o da o garib sözleri
mektubunda yazıyormuş. İşte Nur'un böyle bir manevî kahramanının vefatı ve gizli
münafıkların aleyhimizde desiselerle bizi cezalandırmaya çalışmaları ve benim zehirli
hastalığımdan dolayı beni de hastahaneye gitmeğe resmî emirle mecbur etmeleri endişesi beni
sıkarken, birden inâyet-i İlahiye imdada geldi.
Kardeşlerimin hâlis dualarıyla zehirin tehlikesi geçti ve o merhum şehidin kuvvetli
emarelerle, kabrinde Nurlarla meşgul olması ve sual meleklerine Nurlarla cevab vermesi ve
onun bedeline ve onun sisteminde Nurlara çalışacak Denizli Kahramanı Hasan Feyzi
Rahmetullahi Aleyhin ve arkadaşlarının perde altında tesirli bir surette hizmetleri ve
düşmanlarımızın dahi, mahpusların birden Nurlarla ıslah olmaları cihetinde hapisten
çıkmamıza taraftar olmaları; ve Nur şakirdleri Ashab-ı Kehf misillü o sıkıntılı çilehaneyi
Ashab-ı Kehf’in ve eski zaman ehl-i riyazetinin mağaralarına çevirmeleri ve istirahat-ı kalble
Nurların yazmasına ve neşrine sa'y etmeleriyle, inâyet-i Rabbaniye imdadımıza yetiştiğini
isbat etti. Hem kalbime geldi ki:
Madem İmam-ı A'zam Radiyallahü Anh gibi eazım-ı müçtehidîn hapis çekmişler ve
İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel Radiyallahü Anh gibi bir mücahid-i ekbere, Kur’ânın bir tek
mes'elesi için hapiste pekçok azab verilmiş. Ve şekva etmeyerek kemal-i sabırla sebat edip o
mes'elelerde sükût etmemiş. Ve pek çok imamlara ve allâmelere sizlerden pekçok ziyade azab
verildiği halde, kemal-i sabır içinde şükr etmişler sarsılmamışlar. Elbette sizler Kur’ânın
müteaddid hakikatları için pek büyük sevab ve kazanç aldığınız halde, pek az zahmet
çektiğinize binler teşekkür etmek borcunuzdur. Evet zulm-i beşer içinde bir cilve-i inâyet-i
Rabbaniyeyi kısaca beyan edeceğim. Şöyle ki:
84

Ben yirmi yaşında iken tekrar ile derdim: "Eski zamanda mağaralara çekilen târik-üd
dünyalar gibi âhir ömrümde ben de bir dağa, bir mağaraya çekilip, insanların hayat-ı
içtimaiyesinden çıkacağım." Hem eski Harb-i Umumî'de şark-ı şimalîdeki esaretimde karar
vermiştim ki: "Bundan sonraki ömrümü mağaralarda geçireceğim. Hayat-ı siyasiyeden ve
içtimaiyeden sıyrılacağım. Artık karıştığım yeter." derken, hem inâyet-i Rabbaniye, hem
adalet-i kaderiye tecelli etti. Kararımdan ve arzumdan çok ziyade hayırlı bir surette
ihtiyarlığıma merhameten o mutasavver mağaralarımı hapishanelere ve inzivalara ve yalnızlık
içinde çilehanelere ve tecrid-i mutlak münzevilerine çevirdi. Ehl-i riyazet ve münzevilerin
dağlardaki mağaralarının çok fevkinde "Yusufiye Medreselerini" ve vaktimizi zayi' etmemek
için tecridhaneleri verdi. Hem mağara faide-i uhreviyesini verdi hem hakaik-i imaniye ve
Kur’âniyenin mücahidane hizmetini verdi. Hattâ ben azmetmiştim ki; arkadaşlarımın
beraetlerinden sonra bir suç gösterip, hapiste kalacağım. Hüsrev ve Feyzi gibi mücerredler
benim yanımda kalsınlar ben bir bahane ile insanlarla görüşmemek ve vaktimi lüzumsuz
sohbetlerle ve tasannu' ve hodfüruşluk ile geçirmemek için tecrid koğuşunda bulunacağım.
Fakat kader-i İlahî ve kısmetimiz, bizi başka çilehaneye sevkettiler. [‫رهُوا‬ ْ َ ‫سى ا‬
َ ْ ‫ن تَك‬ َ َ‫ع‬
‫ه‬ ّٰ ُ ‫ختَاَرههه‬
‫الل ُ هه‬ ْ ‫ما ا‬ َ ْ ‫اَل‬
‫خيُْر فِههى َهه‬ ْ ‫خيٌْر لَك ُهه‬
] [‫م‬ َ َ‫شيْئًا وَهُو‬
َ ] sırrı ile, ihtiyarlığıma
merhameten ve hizmet-i imaniyede daha ziyade çalıştırmak için ihtiyarımızın ve kudretimizin
haricinde bu üçüncü Medrese-i Yusufiyede vazife verildi.
Evet inâyet-i İlahiye, ihtiyarlığıma merhameten; kuvvetli ve gizli düşmanı bulunma-
yan gençliğime mahsus olan mağaralarımı, hapishanenin tecrid-i münferid menzillerine
çevirmesinde [üç hikmet] ve hizmet-i Nuriyeye [üç ehemmiyetli faidesi] oldu:
[Birinci hikmet ve faide]: Nur talebelerinin bu zamanda zararsız olarak toplanmaları;
Medrese-i Yusufiyede olur. Ve birbirini görüp sohbet etmek için, hariçte masraflı ve şübheli
olur. Hattâ benimle görüşmek için bazıları kırk-elli lira sarfederek gelir, ya yirmi dakika
görüşür veya hiç görüşmeden döner gider. Ben bazı kardeşlerimi yakından görmek için,
hapsin zahmetini severek kabul ederim. Demek hapis bizim için bir nimettir, bir rahmettir.
[İkinci hikmet ve faide]: Bu zamanda Nurlarla hizmet-i imaniye, her
tarafta ilânatla ve muhtaç olanların nazar-ı dikkatlerini celb
85

etmekle olur. İşte hapsimizle Nurlara nazar-ı dikkat celbolunur, bir ilânat hükmüne geçer. En
ziyade muannid veya muhtaç olanlar onu bulur, imanını kurtarır ve inadı kırılır, tehlikeden
kurtulur ve Nur'un dershanesi genişlenir.
[Üçüncü hikmet ve faide]: Hapse giren Nur talebeleri birbirinin hallerinden, ve
seciyelerinden, ve ihlas ve fedakârlıklarından ders almalarıyla beraber, Nurlar hizmetinde
dünyevî menfaatleri daha aramazlar. Evet Nur talebeleri Medrese-i Yusufiyede çok emarelerle
her sıkıntı ve zahmetin on misli, belki yüz misli maddî ve manevî faidelerini ve güzel
neticelerini ve imanı geniş ve hâlis hizmetleri, gözleriyle gördüklerinden, tam ihlasa muvaffak
olurlar, daha cüz'î ve hususî menfaatlere tenezzül etmezler.
Bu çilehanelerin bana mahsus bir letafeti hem hazîn ve fakat tatlı bir vaziyeti var.
Şöyle ki: Ben gençliğim zamanında bizim memlekette gördüğüm eski medresenin aynı
vaziyetini bu Medrese-i Yusufiyede görüyorum. Çünki vilâyet-i şarkıyede eski âdet medrese
talebelerinin bir kısmının tayinatları dışarıdan geliyordu. bazende medreseler, içinde
pişiriyorlardı. Ve daha üç-beş cihette bu çilehaneye benziyorlardı. Ben de lezzetli bir tahassür
içinde buraya baktıkça o eski gençlik ve şirin zamana hayalen gidiyorum ihtiyarlık
vaziyetlerini muvakkaten unutuyorum.

Şimdi [iki nokta] ihtar edildi.

[Birinci Nokta] Ben mahbuslara nisbeten on derece belki otuz derece daha ziyade
hem kendi zahmetimi hem bemin münasebetim ile zahmet çeken kardeşlerimin elemlerini
çektiğim halde şekva etmiyorum. Sabır içinde şükür ediyorum. Elbette o cesaretli ve metanetli
mahbusların benim gibi ihtiyar ve zaifden geri kalmamaları gerektir.

[İkinci Nokta] Madem hapis kardeşlerimizden bir kısmı bir saat keyif yüzünden beş
on sene burada durduğu halde şekva etmiyorlar. Elbette Nur Talebeleri de yüzlerce bâki ve
binler sene bâki lezzet ve saadet kazanmak yüzünden hizmet-i imaniye için bir iki ay belki
yüz ay hapis zahmetinden şekva etmemeleri elzemdir. Ve diğer kardeşleri olan mahbuslardan
geri kalmamaları gerektir.
Said Nursî
86

[Yirmialtıncı Lem'anın Zeyli ]


Yirmibirinci Mektubtur. Makam münasebetiyle buraya alınmıştır.
َ
‫مدِه‬ ْ ‫ح‬ َ ِ‫ح ب‬ ُ ِّ ‫سب‬ َ ُ ‫ئ اِل ّ ي‬ ٍ ْ ‫شي‬ َ ‫ن‬ ْ ‫م‬
ِ ‫ن‬ ْ ِ ‫وَا‬
‫ه‬
ُ َ ‫حان‬ َ ْ ‫سب‬ ُ ِ‫مه‬ ِ ‫س‬ ْ ‫بِا‬
ِ ِ ‫ن الَّر‬
‫حيم‬ ِ ٰ‫حم‬ ْ ‫الله ِه الَّر‬ ّٰ ِ ‫سم‬ ْ ِ‫ب‬
َ ُ‫ف وَل َ تَنْهَْره‬
‫ما‬ ّ ٍ ُ ‫ما ا‬ َ ُ‫ل لَه‬ ْ ُ‫ما فَل َ تَق‬ َ ُ‫ما اَوْ كِلَه‬ َ ُ‫حدُه‬ َ َ ‫ك الْكِبََر ا‬ َ َ ‫عنْد‬ ِ ‫ن‬ َّ َ‫ما يَبْلُغ‬َّ ِ ‫ا‬
ً ‫ما قَوْل ً كَرِي‬
‫ما‬ َ ‫ل ل َ ُه‬ ْ ُ‫]وَق‬
‫ما َربَّيَانِى‬ َ َ ‫ما ك‬ َ ‫م ُه‬ْ ‫ح‬َ ‫ب اْر‬ ِّ ‫ل َر‬ ْ ُ‫مةِ وَق‬ َ ‫ح‬ْ ‫ن الَّر‬ َ ‫م‬ ِ ‫ل‬ ِّ ُّ ‫ح الذ‬ َ ‫جنَا‬َ ‫ما‬ َ ‫ض ل َ ُه‬ ْ ِ‫خف‬ ْ ‫وَا‬
‫ما فِى‬ َ ِ‫م ب‬ ُ َ ‫م اَع ْل‬ ْ ُ ‫صغِيًرا َربُّك‬ َ
[‫را‬ ً ‫ن غَفُو‬ ْ
َ ‫ن ل ِلَوَّابِي‬ َ ‫ه كَا‬ َ
ُ ّ ‫ن فَاِن‬ َ ‫حي‬ ِ ِ ‫صال‬َ ‫ن تَكُونُوا‬ ْ ِ‫م ا‬ْ ُ ‫سك‬ِ ‫نُفُو‬
Ey hanesinde ihtiyar bir vâlidesi veya pederi veya akrabası veya iman kardeşlerinden
bir amel-mânde ve âciz, veya alîl bir şahıs bulunan gafil!. Şu âyet-i kerimeye dikkat et bak:
Nasılki bir âyette, beş tabaka ayrı ayrı bir surette ihtiyar vâlideyne şefkati celbediyor. Evet
dünyada en yüksek hakikat, peder ve vâlidelerin evlâdlarına karşı olan şefkatleridir. Ve en âlî
hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukabil onlara hürmet etmek onların haklarıdır. Çünki
onlar, hayatlarını kemal-i lezzetle evlâdlarının hayatı için feda ediyorlar sarfediyorlar. Öyle
ise, insaniyeti sukut etmemiş ve canavara inkılab etmemiş herbir veledin; farz olan bir
vazifesi de o muhterem, sadık, fedakâr dostlara hâlisane hürmet ve samimane hizmet ve
rızalarını tahsil ve kalblerini hoşnud etmektir.
Amca ile hala, peder hükmündedirler; teyze ile dayı, ana hükmündedirler. İşte o
mübarek ihtiyarların vücudlarını istiskal edip ölümlerini arzu etmek, ne kadar vicdansızlık ve
ne kadar alçaklıktır bil, ayıl! Evet hayatını senin hayatına feda edenin zeval-i hayatını arzu
etmek, ne kadar çirkin bir zulüm ve ne kadar çirkin bir vicdansızlık olduğunu anla!
Ey derd-i maişetle mübtela olan insan! Bil ki senin hanendeki bereket direği ve rahmet
vesilesi
87

ve musibet dafiası, hanendeki o istiskal ettiğin ihtiyar ve kör olan akrabandır. Sakın deme:
"Maişetim dardır, idare edemiyorum." Çünki eğer onların yüzünden gelen bereket olmasaydı,
elbette senin dıyk-ı maişetin daha ziyade olacaktı. Bu hakikatı benden işit ve inan. Bunun çok
kat'î delillerini biliyorum, seni de inandırabilirim. Fakat uzun gitmemek için kısa kesiyorum.
Şu sözüme dikkat et. Kasem ederim şu hakikat gâyet kat'îdir, hattâ nefis ve şeytanım dahi
buna karşı teslim olmuşlardır. Nefsimin inadını kıran ve şeytanımı susturan bir hakikat, sana
kanaat vermeli.
Evet kâinatın şehadetiyle, nihâyet derecede Rahman ve Rahîm ve Latif ve Kerim olan
Hâlık-ı Zülcelali Vel'ikram, çocukları dünyaya gönderdiği vakit, arkalarından rızıklarını da
gâyet latif bir surette gönderip ve memeler musluğundan ağızlarına akıttığı gibi; çocuk
hükmüne gelen ve çocuklardan daha ziyade merhamete lâyık ve şefkate muhtaç olan
ihtiyarların rızıklarını dahi, bereket suretinde gönderir. Onların iaşelerini, tama'kâr ve bahil
insanlara yükletmez. [* ‫م‬ ‫ل رِْزقَهَها ا َ ّٰلل ُه‬
ْ ‫ه يَْرُزقُهَها وَاِيَّاك ُه‬ ُ ‫م‬ ْ َ ‫م نْه دَابَّةٍ ل َ ت‬
ِ ‫ح‬ ْ ‫وَكَاَي ّ ِه‬
ِ ‫ن‬
َ ْ ‫ه هُوَ الَّرَّزا ُ ذ ُو الْقُوَّةِ ال‬
‫متِي نُه‬ ّٰ ‫ن‬
‫الل َه‬ َّ ‫ا ِه‬
] ilahire. âyetlerin ifade ettikleri hakikatı, bütün
zîhayatın enva'-ı mahlukları lisan-ı hal ile bağırıp, o hakikat-ı kerimaneyi söylüyorlar. Hattâ
değil yalnız akraba, belki insanlara arkadaş verilen ve rızıkları insanların rızıkları içinde
gönderilen kedi gibi bazı mahlukların rızıkları dahi, bereket suretinde geliyor. Bunu teyid
eden ve kendim gördüğüm bir misal şöyleki:
Benim yakın dostlarım bilirler ki; iki-üç sene evvel hergün yarım ekmek, muayyen bir
tayinim vardı -o köyün ekmeği küçük idi-, bana kâfi gelmiyordu. Sonra dört kedi bana misafir
(Hâşiye)
geldiler. O aynı tayinim hem bana, hem onlara kâfi geldi. Çok kerre de fazla kalırdı. İşte
şu hal o derece tekerrür etti ki, ben kedilerin bereketinden istifade ediyorum. Bana kanaat
verdi bunu kat'î bir surette ilân ediyorum: Onlar bana bâr değiller; hem onlar benden değil,
ben onlardan minnet alırdım.
___________ ___________
_________________
(Hâşiye):
O kedilerden birisinin ismi Abdurrahimdir.Çünkü fasih bir surette “mır mır” yerine Ya Rahim
Ya Rahim Ya Rahim zikrini çekiyordu.Umum kedilerin zikirlerini insanlara da işittiriyordu.
88

Ey insan! Madem canavar suretinde bir hayvan, insanların hanesine misafir geldiği vakit
berekete medar oluyor; öyle ise mahlukatın en mükerremi olan insan ve insanların en
mükemmeli olan ehl-i iman ve ehl-i imanın en ziyade hürmet ve merhamete şâyan aceze, alîl
ihtiyareler ve alîl ihtiyarların içinde şefkate ve muhabbete ve hizmete en ziyade lâyık ve
müstehak olan akrabalar ve akrabalar içinde dahi en hakikî dost ve en sadık muhib olan peder
ve vâlideler, ihtiyarlık halinde bir hanede bulunsalar, ne derece bir vesile-i bereket ve bir
َ ُّ ‫ ]لَول َ ال‬sırrıyla, yani:
vasıta-i rahmet ve [‫صبًا‬ َ ‫ب‬ ِ ‫م الْعذ َا‬ ُ ُ ‫ب ع َلَيْك‬ ُ َ ‫خ الُّرك ّعُ ل‬
َّ ‫ص‬ ُ ‫شيُو‬ ْ
Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi, belalar sel gibi üstünüze dökülecekti. Ne derece
sebeb-i def'-i musibet olduklarını sen kıyas eyle.
İşte ey insan! Aklını başına al. Eğer sen ölmezsen, ihtiyar olacaksın.
[‫ل‬ِ ‫م‬ ْ
َ َ‫س الع‬ َ ْ ‫ ]اَل‬sırrıyla, sen vâlideynine hürmet etmezsen, senin evlâdın da
ِ ْ ‫جن‬ ِ ‫ن‬ ْ ‫م‬ِ ُ‫جَزاء‬
sana hizmet etmeyecektir. Eğer âhiretini seversen, işte sana mühim bir define; onlara hizmet
et, rızalarını tahsil eyle. Eğer dünyayı seversen, yine onları memnun et ki, onların yüzünden
hayatın rahatlık içinde hem rızkında bereketli gitsin. Yoksa onları istiskal etmek ve ölümlerini
temenni etmek ve onların nazik ve seri-üt teessür kalblerini rencide etmekle
[ِ‫رة‬َ ‫خ‬ِ ‫سَر الدُّنْيَا وَ اْل‬ِ ‫خ‬
َ ] sırrına mazhar olursun.
Eğer rahmet-i Rahman istersen, o Rahman'ın vedialarına ve senin hanendeki
emanetlerine merhamet et. Âhiret kardeşlerimden Mustafa Çavuş isminde bir zât vardı. Onu
dininde, dünyasında muvaffakıyetli görüyordum. Sebebini bilmiyordum. Sonra anladım ki, o
muvaffakıyetin sebebi: O zât ihtiyar peder ve vâlidelerinin haklarını anlamış ve o hukuka tam
riâyet etmiş ve onların yüzünden rahat ve rahmet bulmuş. İnşâallah âhiretini de tamir etmiş.
Bahtiyar olmak isteyen ona benzemeli.

)‫ت‬ َّ ُ ‫ت اَقْدَام ِ اْل‬


ِ ‫م َها‬ َ ‫ح‬ْ َ‫ة ت‬ُ َّ ‫جن‬َ ْ ‫ل (اَل‬ َ ‫ن قَا‬ ْ ‫م‬ َ ‫م ع َلَى‬ ْ ِّ ‫سل‬ ِّ ‫ص‬
َ َ‫ل و‬ َّ ‫ا َ ّٰلله ُه‬
َ ‫م‬
‫ن‬
َ ‫معِي‬ َ ‫ج‬ ْ َ ‫حبِهِ ا‬ ْ ‫ص‬ َ َ‫وَ ع َلَى الِهِ و‬
َ
‫ما‬َ ّ ‫م لَنَا اِل‬ َ ْ ‫عل‬
ِ َ‫ك ل‬ َ َ ‫حان‬َ ْ ‫سب‬
َ
ُ
ُ ‫ت الْعَلِي‬
‫م‬ َ ْ ‫ك اَن‬ َ َّ ‫متَنَا اِن‬
ْ ّ ‫ع َل‬
‫م‬
ُ ‫حكي‬ َ ْ ‫ال‬
89

[Dördüncü Şua ]
Manen ve rütbeten Beşinci Lem'a sureten ve makamen Otuzbirinci Mektub'un Otuzbirinci
Lem'asının kıymetdar Dördüncü Şuaı ve Âyet-i Hasbiyenin mühim bir nüktesidir.

[İhtar] Risale-i Nur, sair kitablara muhalif olarak başta perdeli gidiyor; gittikçe inkişaf
eder. Hususan bu risalede, "Birinci Mertebesi" çok kıymetdar bir hakikat olmakla beraber çok
ince ve derindir. Hem bu birinci mertebe, bana mahsus gâyet ehemmiyetli bir muhakeme-i
hissî ve gâyet ruhlu bir muamele-i imanî ve gâyet gizli bir mükâleme-i kalbî suretinde
mütenevvi’ ve derin dertlerime şifa olarak tebarüz etmiş. Bana tam tevafuk eden tam
hissedebilir, yoksa tam zevkedemez.

ُ ‫م الْوَكِي‬
‫ل‬ ّٰ ‫سبُنَا‬
َ ْ‫الل ُهه وَنِع‬ ْ ‫ح‬
َ ِ ‫ن الَّر‬
ِ ‫حيم‬ ِ ٰ‫حم‬ ّٰ ِ ‫سم‬
ْ ‫الله ِه الَّر‬ ْ ِ‫ب‬
Bir zaman ehl-i dünya beni her şeyden tecrid ettiklerinden beş çeşit gurbetlere düştüm.
Ve ihtiyarlık zamanımda kısmen teessürattan gelen beş nevi hastalıklara giriftar olmuştum.
Sıkıntıdan gelen bir gafletle, Risale-i Nur'un teselli verici ve meded edici envârına
bakmayarak, doğrudan doğruya kalbime baktım ve ruhumu aradım. Gördüm ki; gâyet
kuvvetli bir aşk-ı beka ve şedid bir muhabbet-i vücud ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz
bir acz ve nihâyetsiz bir fakr, bende hükmediyorlar. Halbuki müdhiş bir fena, o bekayı
söndürüyor. O haletimde, yanık bir şâirin dediği gibi dedim: (Dil bekasını hak fenasını istedi
mülk-i tenim. Bir devasız derde düştüm, ah ki Lokman bîhaber.) Me'yusane başımı eğdim; [
ُ ‫م الْوَكِي‬
‫ل‬ ّٰ ‫سبُنَا‬
‫الل ُه‬
َ ‫ه وَنِعْه‬ ‫ح ْه‬
َ ] âyeti imdadıma geldi, dedi: "Beni dikkatle oku." Ben de
günde beşyüz defa okudum. Benim için aynelyakîn suretinde inkişaf eden çok kıymetdar
envârından bir kısmını ve yalnız [dokuz nurunu ve mertebesini] icmalen yazıp, eskiden
aynelyakîn ile değil, belki ilmelyakîn ile bilinen tafsilâtını Risale-i Nur'a havale ediyorum.
[Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye]: Bendeki aşk-ı beka, bendeki bekaya değil,
belki sebebsiz ve bizzât mahbub olan
90

kemal-i mutlak sahibi, Zât-ı Zülkemal'in ve Zülcemal'in bir isminin bir cilvesinin
mahiyetimde bir gölgesi bulunduğundan, fıtratımdaki o Kâmil-i Mutlak'ın varlığına ve
kemaline ve bekasına müteveccih olan muhabbet-i fıtriye, gaflet yüzünden yolunu şaşırmış,
gölgeye yapışmış, âyinenin bekasına âşık olmuştu. [‫ل‬ ُ ‫م الْوَكِي‬
َ ‫ه وَنِعْه‬ ّٰ ‫سبُنَا‬
‫الل ُه‬ ْ ‫ح‬
َ ] geldi,
perdeyi kaldırdı. Gördüm ve hissettim ve hakkalyakîn zevkettim ki; bekamın lezzet ve
saadeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemal'in bekasına ve benim Rabbim
ve İlahım olduğuna iman etmemde ve iz'anımda ve ikanımda vardır. Çünki onun bekasıyla
benim için lâyemut bir hakikat tahakkuk eder. Zira benim mahiyetim, hem bâki, hem sermedî
bir ismin gölgesi olur, daha ölmez şuur-ı imaniyle takarrur eder.
Hem şuur-ı imani ile mahbub-ı mutlak olan Kemal-i Mutlak'ın varlığı bilinmekle,
şedid ve fıtrî olan muhabbet-i zâtî tatmin edilir. Hem Bâki-i Sermedî'nin bekasına ve varlığına
aid o şuur-ı imani ile kâinatın ve nev'-i insanın kemalâtı bilinir ve bulunur ve kemalâta karşı
fıtrî meftuniyet, hadsiz elemlerden kurtulup zevk ve lezzetini alır.
Hem o şuur-ı imaniyle o Bâki-i Sermedî'ye bir intisab ve o intisabın imanıyla umum
mülküne bir münasebet peyda olur ve o münasebet-i intisabî ile hadsiz bir mülke bir nevi
mâlikiyet gibi iman gözüyle bakar, manen istifade eder. Hem şuur-ı imaniyle ve intisab ve
münasebet ile umum mevcudata bir alâka, bir nevi ittisal peyda olur. O halde, ikinci derecede
vücud-ı şahsîsinden başka hadsiz bir vücud, o şuur-ı imanî ve intisab ve münasebet ve alâka
ve ittisal cihetinde onun bir nevi varlığıdır gibi var olur; varlığa karşı fıtrî aşk teskin olur.
Hem o şuur-ı imanî ve intisab ve münasebet ve alâkadarlığı cihetiyle bütün ehl-i
kemalâta karşı bir uhuvvet peyda olur. O halde Bâki-i Sermedî'nin varlığıyla ve bekasıyla o
hadsiz ehl-i kemal mahvolmayıp zayi' olmadıklarını bilmekle, takdir ve tahsin ile merbut ve
dost olduğu hadsiz dostlarının bekaları ve devam-ı kemalâtları, o şuur-ı imanî sahibine ulvî
bir zevk verir. Hem o şuur-ı imanî ve intisab ve münasebet ve alâkadarlık ve uhuvvet
vasıtasıyla bütün dostlarının [ki hayatımı ve bekamı maalmemnuniye onların saadetleri için
feda ediyorum] onların mes'udiyetlerine hadsiz bir saadet kendim de ve kendinde hissedebilir
gördüm. Çünkü bir samimî dostun saadetiyle, şefkatli dostu dahi saadetlenir ve lezzetlenir. Şu
halde Bâki-i Zülkemal'in bekasıyla ve varlığıyla, başta
91

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve âl ve ashabı olarak sâdâtım ve ahbabım olan enbiya
ve evliya ve asfiyalar ve bütün sair hadsiz dostlarım i'dam-ı ebedîden kurtulduğunu ve bir
saadet-i sermediyeye mazhar olduklarını o şuur-ı imanî ile hiss ettim. Ve münasebet ve alâka
ve uhuvvet ve dostluk sırrlarıyla saadetleri bana in'ikas edip beni saadetlendirdiğini zevkettim.
Hem o şuur-ı imanî ile rikkat-i cinsiye ve şefkat-i akraba yüzünden gelen hadsiz
teellümattan kurtulup, hadsiz bir zevk-i ruhanî duydum. Çünki hayatımı ve bekamı maaliftihar
onların tehlikelerden kurtulmaları için feda etmeyi fıtraten arzu ettiğim başta pederlerim ve
vâlidelerim ve bütün neslî ve nesebî ve manevî akrabalarım, Bâki-i Hakikî'nin bekasıyla ve
varlığıyla mahvdan ve ademden ve i'dam-ı ebedîden ve hadsiz elemlerden kurtulup o hadsiz
merhametine mazhar olduklarını şuur-ı imani ile hissettim. Ve medar-ı gam ve elem olan cüz'î
ve tesirsiz şefkatime bedel, nihâyetsiz bir rahmet, onlara nezaret ve onları himâye ettiğini
duydum, hissettim. Bir vâlide veledinin lezzetiyle, zevkiyle, rahatıyla zevklendiği gibi; ben de
o bütün şefkat ettiğim zâtların, o rahmetin himâyesi altında necatlarıyla ve istirahatlarıyla
zevklendim ve ferahlandım ve çok derin şükrettim.
Hem o şuur-ı imani ile, netice-i hayatım ve sebeb-i saadetim ve vazife-i fıtratım olan
Resail-ün Nur dahi, mahvdan ve faidesiz kalmakdan ve manen kurumakdan
kurtulduklarınılarını ve meyvedar bâki kalacaklarını o intisab-ı imanî ile bildim, hiss ettim,
kanaat getirdim. Kendi bekamın lezzetinden daha çok ziyade bir manevî lezzet duydum, tam
hiss ettim. Çünki iman ettim ki: Bâki-i Zülkemal'in bekasıyla ve varlığıyla Resail-ün Nur
yalnız insanların hâfızalarında ve kalblerinde nakş olmuyor; belki hadsiz zîşuur mahlukatın ve
ruhanîlerin bir mütalaagâhları olmakla beraber rıza-i İlahîye mazhar ise Levh-i Mahfuz'da ve
elvah-ı mahfuzalarda irtisam ederek sevab meyveleriyle tezeyyün eder. Ve bilhassa Kur’âna
mensubiyeti ve kabul-i Nebevî ve inşâallah marzî-i İlahî cihetiyle bir an vücudu ve nazar-ı
Rabbaniyeye mazhariyeti, umum ehl-i dünyanın takdirinden daha ziyade kıymetdardır bildim.
İşte hayatımı ve bekamı o resailin hakaik-i imaniyeyi isbat eden herbir risalesinin bekasına,
devamına, ifadesine, ve makbuliyetine feda etmeğe her vakit hazır olduğum gibi saadetimide
onların Kur’âna hizmet etmelerinde bildim. o halde beka-i İlahî ile yüz derece insanların
tahsinlerinden daha ziyade takdire mazhar olduklarını o intisab-ı imanî ile anladım. Bütün
kuvvetimle
92

ُ ‫م الْوَكِي‬
[‫ل‬ ّٰ ‫سبُنَا‬
َ ْ‫الل ُهه وَنِع‬ ْ ‫ح‬
َ ] dedim.
Hem o şuur-ı imanî ile ebedî bir bekayı ve daimî bir hayatı veren Bâki-i Zülcelal'in
bekasına ve vücuduna iman ve imanın a'mal-i sâliha gibi neticeleri, bu fâni hayatın bâki
meyveleri ve ebedî bir bekanın vesileleri olduğunu bildim. Meyvedar bir ağaca inkılab etmek
için kabuğunu terkeden bir çekirdek gibi, ben de o bâki meyveleri vermek için bu fenayı
dünyevînin kabuğunu bırakmağa nefsimi kandırdım. Nefsimle beraber [‫م‬ ّٰ ‫سبُنَا‬
َ ْ‫الل ُهه وَنِع‬ ْ ‫ح‬
َ
ُ ‫ ]الْوَكِي‬deyip Onun bekası bize yeter" dedim.
‫ل‬
Hem şuur-ı imanî ile ve intisab-ı ubudiyet ile toprak perdesinin arkası ışıklandığını ve
ağır tabaka-i türabiye dahi ölülerin üstünden kalktığını ve kabir kapısıyla girilen yeraltı dahi,
adem-âlûd karanlıklar olmadığını ilmelyakîn ile bildim. Bütün kuvvetimle [‫ه‬ ّٰ ‫سبُنَا‬
‫الل ُه‬ ‫ح ْه‬
َ
ُ ‫م الْوَكِي‬
‫ل‬ َ ‫]وَنِعْه‬dedim. Hem gâyet kat'î bir surette hiss ettim ve o şuur-ı imanî ile
hakkalyakîn bildim ki: Fıtratımdaki çok şiddetli olan aşk-ı beka Bâki-i Zülkemal'in bekasına,
ve varlığına iki cihetle bakarken; enaniyetin perde çekmesiyle, mahbubunu kaçırmış,
âyinesine perestiş etmiş bir serseme dönmüş kendimi gördüm. Ve o çok derin ve çok kuvvetli
aşk-ı beka ise, bizzât ve sebebsiz, ve fıtraten sevilen ve perestiş edilen kemal-i mutlak bir
isminin gölgesi vasıtasıyla mahiyetimde hüküm edip o aşk-ı bekayı vermiş ve muhabbet için
zâtından başka hiçbir illet hiçbir garaz hiçbir sebeb iktiza etmeyen kemal-i zâtı perestişe kâfi
ve vâfi iken, sâbıkan beyan ettiğimiz ve her birisine bir hayat ve bir beka değil, belki elden
gelse binler hayat-ı dünyeviye ve binler beka feda etmeğe lâyık olan mezkûr bâki meyveleri
dahi ihsan etmekle, o fıtrî aşkı şiddetlendirmiş hiss ettim. Elimden gelse idi bütün zerrat-ı
vücudumla [‫ل‬ ُ ‫م الْوَكِي‬ ّٰ ‫سبُنَا‬
َ ْ ‫الل ُهه وَنِع‬ ْ ‫ح‬
َ ] diyecektim ve o niyetle dedim.bekasını arayan
ve beka-yı İlahîyi bulan o şuur-ı imanî ki bir kısım meyvelerine sâbıkan "Hem... Hem...
Hem..."ler ile işaret ettim bana öyle bir zevk ve şevk verdi ki; bütün ruhumla, bütün
kuvvetimle, en derin kalbimden nefsimle beraber dedim [‫ل‬ ُ ‫م الْوَكِي‬ ّٰ ‫سبُنَا‬
َ ْ‫الل ُهه وَنِع‬ ْ ‫ح‬
َ ].
[İkinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye]: Fıtratımdaki hadsiz aczimle beraber, ihtiyarlık
ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim içinde; ehl-i dünya desiseleriyle, casuslarıyla bana
hücum ettikleri hengâmda kalbimden dedim: "Elleri bağlı,
93

zaîf ve hasta bir tek âdeme ordular taarruz ediyor. Bu bîçarenin yani benim için bir nokta-i
istinad yok mu?" diye [‫ل‬ ُ ‫م الْوَكِي‬ ّٰ ‫سبُنَا‬
َ ْ‫الل ُهه وَنِع‬ ْ ‫ح‬
َ ] âyetine müracaat ettim. Bu âyet bana
bildirdi ki; intisab-ı imanî tezkeresiyle, Kadîr-i Mutlak öyle bir sultana istinad edersin ki;
zemin yüzünde her baharda dörtyüzbin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat ordularının
bütün cihazatlarını kemal-i intizamla vermekle beraber, her sene eşcar ve tuyur denilen bu iki
muazzam ordusunun elbiselerini tazelendirir yeni libaslar giydirir, urbalarını ve formalarını
değiştirir her tavuğun ve kuşun fistanlarını ve çarşaflarını tazelendirdiği gibi, bütün dağların
ve sahraların yüz örtülerini değiştirir. başta insan olarak, hayvanatın muazzam ordusunun
bütün erzaklarını, değil medenî insanların son zamanda keşf ettikleri et şeker ve sair taamların
hülâsaları gibi, belki o medenî hülâsalardan yüz derece daha mükemmel ve bütün taamların
nev'inden tohum ve çekirdek denilen Rahmanî hülâsalara koyup; ve o hülâsaları dahi, onların
pişirmelerine ve inbisatlarına dair kaderî tarifeleri içine sarıp muhafaza için küçücük
sandukçalara koyup tevdi eder. O sandukçukların icadı [Kâf-Nun ] fabrikasında o kadar
çabuklukla ve çoklukla ve kolaylıkla olur ki, Kur’ân der: Bir emir ile yapılır.
Hem o umum hülâsalar bir şehri doldurmadığı ve birbirine benzedikleri ve aynı
maddeler oldukları halde, Rezzak-ı Kerim onlardan bir yaz mevsiminde pişirdiği gâyet
mütenevvi ve leziz taamlar, zeminin bütün şehirlerini bir cihette doldurabilir. İşte sen, intisab-
ı imanî tezkeresiyle böyle bir nokta-i istinad bulduğundan hadsiz bir kudrete ve kuvvete
dayanabilirsin. Ben de âyetten bu dersimi aldıkça öyle bir kuvve-i maneviyeyi buldum ki,
değil şimdiki düşmanlarıma belki dünyaya meydan okuyabilir bir iktidar-ı imanî hiss ederek
bütün ruhumla [‫ل‬ ُ ‫م الْوَكِي‬ ّٰ ‫سبُنَا‬
َ ْ‫الل ُهه وَنِع‬ ْ ‫ح‬ َ ] dedim.
Hem hadsiz fakrım ve ihtiyacım cihetinde dahi bir nokta-i istimdad için yine bu âyete
müracaat ettim. Bana dedi ki: "Sen memlukiyet ve ubudiyet intisabıyla öyle bir Mâlik-i
Kerim'e mensubsun ve iaşe defterinde mukayyedsin ki; her bahar ve yazda gaybdan ve hiçten
ve umulmadık yerden ve kuru topraktan kaldırır, indirir tarzında yüz defa zemin sofrasını ayrı
ayrı yemeklerle tezyin eder, serer. Güya zamanın seneleri ve her senenin günleri, birbiri
arkasından gelen ihsan meyvelerine ve rahmet taamlarına birer kapdırlar ve bir Rezzak-ı
Rahîm'in küllî ve cüz'î ihsan’at mertebelerine birer meşherdirler.
94

İşte sen böyle bir Ganiyy-i Mutlak'ın abdisin. Abdiyetine şuurun varsa, senin elîm fakrın leziz
bir iştiha olur." Ben de dersimi aldım. Nefsimle beraber "Evet evet, doğrudur." deyip
mütevekkilane [‫ل‬ ُ ‫م الْوَكِي‬ ّٰ ‫سبُنَا‬
َ ْ‫الل ُهه وَنِع‬ ْ ‫ح‬
َ ] dedim.
[Üçüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye]: Ben o gurbetlerin ve hastalıkların ve
mazlumiyetlerin tazyikiyle dünyadan alâkamı kesilmiş bularak, ebedî bir dünyada ve bâki bir
memlekette daimî bir saadete namzed olduğumu iman telkin ettiği hengâmda "of! of!"tan
vazgeçtim, "oh! oh!" demeye başladım. Fakat bu gâye-i hayalin ve hedef-i ruhun ve bu netice-
i fıtratın tahakkuku, ancak ve ancak bütün mahlukatın bütün harekât ve sekenatlarını ve ahval
ve a'mallerini, kavlen ve fiilen bilen ve kayd eden ve bu küçücük âciz-i mutlak insanı kendine
dost ve muhatab eden ve bütün mahlukat üstünde bir makam veren bir Kadîr-i Mutlak'ın
hadsiz kudretiyle ve insana nihâyetsiz inâyet etmesiyle ve ehemmiyet vermesiyle olabilir, diye
düşünürken bu iki noktada; yani böyle bir kudretin faaliyeti ve zahiren bu ehemmiyetsiz
insanın hakikatlı ehemmiyeti hakkında imanın inkişafını ve kalbin itminanı veren bir izah
istedim. Yine bu âyete müracaat ettim;
Dedi ki: [‫سبُنَا‬
ْ ‫ح‬
َ ] daki [‫ ] ن َا‬ya dikkat et, senin ile beraber lisan-ı hal ile kimler [
‫سبُنَا‬
‫ح ْه‬
َ ] yı söylüyorlar, dinle!" emretti. Birden baktım ki, hadsiz kuşlar ve kuşçuklar ve
sinekler ve hesabsız hayvanlar ve hayvancıklar ve nihâyetsiz nebatlar, ve yeşilcikler ve
ُ ‫م الْوَكِي‬
gâyetsiz ağaçlar ve ağaççıklar dahi benim gibi lisan-ı hal ile [‫ل‬ ّٰ ‫سبُنَا‬
َ ْ‫الل ُهه وَنِع‬ ْ ‫ح‬
َ ]
in manasını yâd ediyorlar ve yâda getiriyorlar ki; bütün şeraid-i hayatiyelerini tekeffül eden
öyle bir vekilleri var ki, birbirine benzeyen ve maddeleri bir olan yumurtalardan ve birbirinin
misli gibi katrelerden ve birbirinin aynı gibi habbelerden ve birbirine müşabih çekirdeklerden
kuşların yüzbin çeşitlerini ve hayvanların yüzbin tarzlarını, ve nebatatın yüzbin nev'lerini, ve
ağaçların yüzbin sınıflarını yanlışsız, noksansız, iltibassız, süslü, mizanlı, intizamlı,
birbirinden ayrı, farikalı bir surette gözümüzün önünde, hususan her baharda gâyet
çabuklukla, ve gâyet kolaylıkla, ve gâyet geniş bir dairede gâyet çoklukla halk eder, yapar.
Kudretinin azamet ve haşmeti içinde, beraberlik ve benzeyişlik ve birbiri içinde ve bir tarzda
yapılmaları vahdetini ve ehadiyetini bizlere gösterir ve böyle hadsiz mu'cizatı ibraz eden bir
fiil-i rububiyete ve bir tasarruf-ı Hallakıyete müdahale ve iştirak mümkün olmadığını bildirir
diye bildim.
95

Sonra [‫سبُنَا‬
‫ح ْه‬َ ] daki [‫ ]ن َها‬da bulunan [ene] ye yani nefsime baktım, gördüm ki:
Hayvanat içinde beni menşeim olan bir katre sudan yaratan yaratmış, mu'cizane yapmış,
kulağımı açmış gözümü takmış, kafama öyle bir dimağ, sineme öyle bir kalb, ağzıma öyle bir
dil koymuş ki, o dimağ o kalb ve o dilde rahmetin umum hazinelerinde iddihar edilen bütün
rahmanî hediyeleri, ve atiyeleri tartacak, ve bilecek yüzer mizancıkları, ve ölçücükleri ve
esma-i hüsnanın nihâyetsiz cilvelerinin definelerini açacak, ve anlayacak binler âletleri
yaratmış, yapmış, yazmış; ve kokuların, tatların, renklerin adedlerince tarifeleri o âletlere
yardımcı vermiş.
Hem kemal-i intizam ile bu kadar hassas duyguları ve hissiyatları ve gâyet muntazam
bu manevî latifeleri ve bâtınî hasseleri bu cismimde dercetmekle beraber, gâyet san'atlı bu
cihazatı ve cevarihi ve hayat-ı insaniyece gâyet lüzumlu ve mükemmel bu kadar a'zaları ve
âletleri bu vücudumda kemal-i hikmetle yaratmış. Tâ ki, nimetlerinin umum nevilerini ve
umum çeşitlerini bana tattırsın ve ihsas etsin ve hadsiz tecelliyat-ı esmasının ayrı ayrı
zuhurlarını o duygular ve hissiyatlarla bana bildirsin, ve zevkettirsin ve bu ehemmiyetsiz
görünen hakir ve fakir vücudumu -her mü'minin vücudu gibi- kâinata bir güzel takvim ve
ruzname ve âlem-i ekbere muhtasar bir nüsha-i enver ve şu dünyaya bir misal-i musaggar ve
masnuatına bir mu'cize-i azhar ve nimetlerinin her nev'ine talib bir müşteri ve medar ve
rububiyetin kanunlarına ve icraatlarına santral gibi bir mazhar ve hikmet ve rahmet atiyelerine
ve çiçeklerine nümune bahçesi gibi bir liste, bir fihrist ve hitabat-ı Sübhaniyesine anlayışlı bir
muhatab yaratmış olmakla beraber,
En büyük bir nimet olan vücudu, bu vücudumda büyütmek ve çoğaltmak için hayatı
verdi. Ve o hayat ile o nimet-i vücudum âlem-i şehadet kadar inbisat edebiliyor. Hem
insaniyeti verdi; o insaniyet ile o nimet-i vücudum manevî ve maddî âlemlerde inkişaf ederek
insana mahsus duygularla o geniş sofralardan istifade yolunu açtı. Hem İslâmiyeti bana ihsan
etti. O İslâmiyet ile o nimet-i vücudum, âlem-i gayb ve alem-i şehadet kadar genişlendi. Hem
iman-ı tahkikîyi in'am etti. O iman ile o nimet-i vücudum, dünyayı ve âhireti içine aldı. Hem
o imanda marifet ve muhabbeti verdi. O marifet ve muhabbet ile o nimet-i vücudum daire-i
mümkinattan âlem-i vücuba ve daire-i esma-i İlahiyeye kadar hamd ve sena ile istifade için
ellerini uzatabilir bir mertebe ihsan etti.
96

Hem hususî olarak bir ilm-i Kur’ânî ve hikmet-i imaniye ihsan etti. Ve o ihsanıyla çok
mahlukat üstünde bir tefevvuk verdi ve sâbık noktalar gibi çok cihetlerle öyle bir câmiiyet
vermiş ki, ehadiyetine ve samediyetine tam bir âyine ve küllî ve kudsî rububiyetine geniş ve
küllî bir ubudiyet ile mukabele edebilen bir istid’ad vermiş. Ve enbiyalarla insanlara
gönderdiği bütün mukaddes kitabların ve suhufların ve fermanların icmaıyla ve bütün
enbiyaların ve evliyaların ve asfiyaların ittifakıyla, bu bende bulunan emaneti ve hediyesi ve
atiyesi olan vücudumu ve hayatımı ve nefsimi -âyet-i Kur’âniyenin nassıyla- benden satın
alıyor. Tâ ki, elimde faidesiz zayi' olmasın muhafaza etsin ve iade etmek üzere satmak
bahasına bedel saadet-i ebediyeyi ve Cennet'i vereceğini kat'î bir surette çok tekrar ile va'd ve
ahdettiğini ilmelyakîn ile ve tam iman ile anladım. Ve böyle hadsiz hayvanat ve nebatatın
yüzbinler nevilerinin ve çeşitlerinin suretlerini "Fettah" ismiyle mahdud ve müteşabih
katrelerden ve habbelerden gâyet kolaylıkla ve çabuklukla mükemmel açan ve insana sâbıkan
beyan ettiğimiz gibi hayret verici bu kadar ehemmiyet veren ve rububiyetin ehemmiyetli
işlerine medar yapan bir Zât-ı Zülcelal Ve'l-ikram olan rabbim var olduğunu ve gelecek
baharın icadı gibi kolay ve kat'î ve muhakkak olan haşri icad ve Cennet'i ihsan ve saadet-i
ebediyeyi halkedeceğini bu Âyet-i Hasbiye'den ders aldım. Elimden gelse idi bilfiil gelmediği
için binniyet, bittasavvur, bilhayal bütün mahlukatın dilleriyle [‫م‬ َ ‫ه وَنِعْه‬ ّٰ ‫سبُنَا‬
‫الل ُهه‬ ‫ح ْه‬
َ
ُ ‫ ]الْوَكِي‬dedim ve ebed-ül âbidîn daima tekrar etmesini isterim.
‫ل‬
[Dördüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye]: Bir vakit ihtiyarlık, gurbet, hastalık,
mağlubiyet gibi vücudumu sarsan ârızalar bir gaflet zamanıma rast gelip -şiddetli alâkadar ve
meftun olduğum vücudum, belki mahlukatın vücudları ademe gidiyorlar diye- bana elîm bir
endişe verirken yine Âyet-i Hasbiyeye müracaat ettim. Dedi: "Manama dikkat et ve iman
dûrbîniyle bak!" Ben de baktım ve iman gözüyle gördüm ki; bu zerrecik vücudum hadsiz bir
vücudun âyinesi ve nihâyetsiz bir inbisat ile hadsiz vücudları kazanmaya bir vesile ve
kendinden daha kıymetdar bâki, müteaddid vücudları meyve veren bir kelime-i hikmet
hükmünde bulunduğunu ve mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması ebedî bir vücud kadar
kıymetdar olduğunu ilmelyakîn ile bildim. Çünki şuur-ı iman ile bu vücudum Vâcib-ül
Vücud'un eseri ve san'atı ve cilvesi olduğunu anlamakla, vahşi evhamın hadsiz
karanlıklarından ve hadsiz müfarakat ve firakların
97

elemlerinden kurtulup mevcudata, taalluk eden hususan zîhayatlara taalluk eden ef'alde, esma-
i İlahiye adedince uhuvvet rabıtalarıyla münasebet peyda ettiğim bütün sevdiğim mevcudata
muvakkat bir firak içinde daimî bir visal var olduğunu bildim. Malûmdur ki, karyeleri ve
şehirleri ve memleketleri veyahud taburları, kumandanları veya üstadları gibi rabıtaları bir
olan âdemler sevimli bir uhuvvet ve dostane bir arkadaşlık hissederler. Ve bu gibi rabıtalardan
mahrum olanlar daimî, elîm karanlıklar içinde azab çekiyorlar. Hem bir ağacın meyvelerinin,
şuurları olsa, birbirinin kardeşi ve birbirinin bedeli ve musahibi ve nâzırı olduklarını
hissederler. Eğer ağaç olmazsa veya ağaçtan koparılsalar, herbir meyve koparılan meyveler
adedince firakları hissedecek.
İşte iman ile ve imandaki intisab ile, her bir mü'min gibi, bu vücudum dahi hadsiz
vücudların firaksız envârını kazanır; kendisi gitse de, onlar arkada kaldıklarından kendisi
kalmış gibi memnun olur. Bununla beraber -Yirmidördüncü Mektub'da tafsilen kat'î isbat
edildiği gibi- her zîhayatın, hususan zîruhun vücudu bir kelime gibidir. Söylenir yazılır, sonra
kaybolur. kendi vücuduna bedel ikinci derecede vücudları sayılan hem manasını, hem
hüviyet-i misaliyesini hem suretini, hem neticelerini, hem mübarek ise sevabını, hem hakikatı
gibi çok vücudlarını bırakır, sonra perde altına girdiği gibi, aynen öyle de: Bu vücudum ve her
zîhayatın vücudu, zahirî vücuddan gitse, zîruh ise hem ruhunu, hem manasını, hem hakikatını,
hem misalini, hem mahiyet-i şahsiyesinin dünyevî neticelerini ve uhrevî semerelerini, hem
hüviyet ve suretini hâfızalarda ve elvah-ı mahfuzalarda ve sermedî manzaraların film
şeritlerinde ve ilm-i ezelînin meşherlerinde ve kendini temsil eden ve kendisine beka veren
fıtrî tesbihatını defter-i a'malinde ve esma-i İlahiyenin cilvelerine ve mukteziyatlarına fıtrî
mukabelelerini ve vücudî âyinedarlıklarını daire-i esmada ve daha bunlar gibi zahirî
vücudundan daha kıymetdar müteaddid manevî vücudlarını kendi yerinde bırakır, sonra gider;
ilmelyakîn ile bildim.
İşte iman ve imandaki şuur ve intisab ile bu mezkûr bâki, manevî vücudlara sahib
olunabilir. Eğer iman olmazsa, bütün o vücudlardan mahrum olmakla beraber zahirî vücudu
dahi onun hakkında ademe ve hiçliğe gider gibi zayi' olur. Bir zaman bahar çiçeklerinin çabuk
mahvolmalarına çok yazık oluyor diyordum hatta o nazeninlere acıyordum.
98

Burada beyan edilen hakikat-ı imaniye gösterdi ki, o çiçekler âlem-i manada çekirdeklerdir.
Sâbıkan beyan ettiğimiz ruhtan başka bütün o vücudları meyve veren birer ağaç, birer sünbül
hükmünde nur-ı vücud noktasında kazançları bire yüzdür. Zahirî vücudları mahvolmaz,
saklanır. Hem bâki olan hakikat-ı nev'iyesinin tazelenen suretleridir. Geçen bahardaki yaprak,
çiçek, meyve gibi mevcudatı, bu bahardakinin mislidir. Fark yalnız itibarîdir. O itibarî fark
dahi, bu hikmet kelimelerine ve rahmet sözlerine ve kudret harflerine ayrı ayrı, müteaddid
manaları verdirmek içindir bildim. Yazıklar yerinde "Mâşâallah, bârekâllah" dedim.
İşte imanın şuuruyla ve iman rabıtasıyla, arz ve semavatın san'atkârına intisab
noktasında gökleri yıldızlarla, zemini çiçeklerle ve güzel mahluklarla yapan, ve süslendiren ve
böyle bir san'atta yüzer mu'cize gösteren bir san'atkârın eser-i san'atı ve böyle hadsiz hârikalı
bir ustanın yapılışı olmak, ne kadar antika ve kıymetdardır ve şuuru varsa ne kadar iftihar eder
ve şereflenir diye uzaktan hissettim. Hususan o nihâyetsiz mu'cizekâr usta, koca semavat ve
arzın büyük kitabını insan gibi küçük bir nüshada yazsa, belki insanı, o kitaba müntehab ve
mükemmel bir hülâsa yapsa; o insan ne kadar büyük bir şerefe, ve bir kemale, ve bir kıymete
medar ve iman ile mazhar ve şuur ve intisab ile o şerefe sahib olacağını bu âyetten ders
aldığımdan, niyet ve tasavvur cihetinde bütün mevcudatın dilleriyle [‫م‬ َ ْ ‫ه وَنِع‬ ّٰ ‫سبُنَا‬
‫الل ُه‬ ْ ‫ح‬
َ
ُ ‫ ]الْوَكِي‬dedim.
‫ل‬
[Beşinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye]: Yine bir vakit hayatım çok ağır şeraid altında
sarsıldı. Nazar-ı dikkatimi ömre ve hayata çevirdi; gördüm: Ömrüm koşarak gidiyor; âhire
yakınlaşmış hayatım dahi tazyikat altında sönmeğe yüz tutmuş. Halbuki "Hayy" ismine dair
olan risalede izah edilen hayatın mühim vazifeleri ve büyük meziyetleri ve kıymetdar
faideleri, böyle çabuk sönmeğe değil, belki pek uzun yaşamağa lâyıktır diyerek müteellimane
düşündüm. Yine üstadım olan [‫ل‬ ُ ‫م الْوَكِي‬ ّٰ ‫سبُنَا‬
َ ْ‫الل ُهه وَنِع‬ ْ ‫ح‬
َ ] âyetine müracaat ettim. Dedi:
"Sana hayatı veren Zât-ı Hayy-ı Kayyum'a göre hayata bak!" Ben de baktım, gördüm ki:
Hayatımın bana bakması bir ise, Zât-ı Hayy-ul Kayyum’a bakması yüzdür. Bana aid neticesi
bir ise, Hâlıkıma aid bindir. O cihet uzun zaman istemez, belki zaman istemez; bir an
yaşaması yeter. Bu hakikat, Risale-i Nur'un risalelerinde izah edildiğinden burada
99

[dört mes'ele ] içinde kısa bir hülâsası beyan edilecek.


[Birinci Mes'ele]: Hayatın mahiyeti ve hakikatı Hayy-ı Kayyum'a baktığı cihetle
baktım, gördüm ki: Mahiyet-i hayatım esma-i İlahiyenin definelerini açan anahtarların
mahzeni ve nakışlarının bir küçük haritası ve cilvelerinin bir fihristi ve kâinatın büyük
hakikatlarına ince bir mikyas ve bir mizan ve Hayy-ı Kayyum'un manidar ve kıymetdar
isimlerini bilen, ve bildiren, ve fehmedip tefhim eden yazılmış bir kelime-i hikmettir anladım.
Ve hayatın bu tarzdaki hakikatı bin derece kıymet kazanıyor ve bir saat devamı bir ömür kadar
ehemmiyet alır. Zamanı olmayan Zât-ı Ezeliyeye münasebeti cihetinde ömrün uzun ve
kısalığına bakılmaz.
[İkinci Mes'ele]: Hayatımın hakikî hukukuna baktım, gördüm ki: Hayatım Rabbanî
bir mektubdur; kardeşlerim olan zîşuur mahlukata kendini okutturur, yaratanını bildirir bir
mütalaagâhtır. Hem Hâlıkımın kemalâtını teşhir eden bir ilânnameliktir. Hem hayatı yaratanın
hayat ile ihsan ettiği kıymetdar hediyeleriyle ve nişanlarıyla bilerek süslenip her gün tekrar
eden resm-i küşadda mü'minane, şuurdarane, şâkirane, minnetdarane Padişah-ı Bîmisalinin
nazarına arzetmektir. Hem hadsiz zîhayatların hâlıklarına vasıfane tahiyyatlarını ve şâkirane
tesbihat hediyelerini anlamak, ve müşahede etmek ve şehadetle ilân etmektir. Hem lisan-ı hal
ve lisan-ı kal ve lisan-ı ubudiyet ile Hayy-ı Kayyum'un mehasin-i rububiyetini izhar etmektir.
İşte bunlar gibi hayatın yüksek hukukları uzun zaman istemediği gibi, hayatı bin derece i'lâ
eder ve dünyevî olan hukuk-ı hayatiyeden yüz derece daha kıymetdardır diye ilmelyakîn ile
bildim: Sübhanallah! İman ne kadar kıymetdar ve hayatdardır ki, hangi şeye girse canlandırır
ve bir şu'lesi böyle fâni hayatı, bâkiyane hayatlandırır, üstündeki fenayı siler.
[Üçüncü Mes'ele]: Hayatımın Hâlıkıma bakan fıtrî vazifelerine ve manevî faidelerine
baktım, gördüm ki: Hayatım, hayatın Hâlıkına [üç vecih] ile âyinedarlık ediyor:
[Birinci Vecih]: Hayatım, acz ve za'fıyla fakr ve ihtiyacıyla Hâlık-ı Hayat'ın kudret ve
kuvvetine ve gına ve rahmetine âyinedarlık eder. Evet nasılki açlık derecesiyle yemeğin lezzet
dereceleri ve karanlığın mertebeleri ışığın mertebeleriyle ve soğuğun mikyasıyla hararetin
mizan dereceleri bilinir; öyle de hayatımdaki hadsiz acz ve fakr ile beraber
100

hadsiz ihtiyaçlarım izale ve hadsiz düşmanlarım def'edilmek noktasında Hâlıkımın hadsiz


kudret ve rahmetini bildim; sual ve dua ve iltica ve tezellül ve ubudiyet vazifelerini anladım.
[İkinci Vecih]: hayatım Hayatımdaki cüz'î ilim ve irade ve sem' ve basar gibi
manalarıyla, Hâlıkımın küllî ve ihatalı sıfatlarına ve şuunatına âyinedarlıktır. Evet ben kendi
hayatımda ve şuurlu fiillerimde bilmek, işitmek, görmek, sevmek, istemek gibi çok manalar
ile bildim ki; bu kâinatın şahsımdan büyüklüğü nisbetinde ve daha büyük bir mikyasta
Hâlıkımın muhit ilmini, iradesini, sem' basar kudret hayat gibi evsafını ve muhabbet ve
gazab ve şefkat gibi şuunatını anladım; iman ederek tasdik ettim ve itiraf ederek bir marifet
yolunu daha buldum.
[Üçüncü Vecih]: Hayatım hayatımda nakışları ve cilveleri bulunan esma-i İlahiyeye
âyinedarlıktır. Evet ben kendi hayatıma ve cismime baktıkça, yüzer tarzda mu'cizane eserler,
nakışlar, san'atlar görmekle beraber çok şefkatkârane beslendiğimi müşahede ettiğimden, beni
yaratan ve yaşatan zât, ne kadar fevkalâde sehavetli, merhametli, san'atkâr, lütufkâr, ve ne
kadar hârika iktidarlı, -tabirde hata olmasın- meharetli, hüşyar, işgüzar olduğunu iman nuruyla
bildim, tesbih ve takdis ve hamd ve şükür ve tekbir ve ta'zim ve tevhid ve tehlil gibi
fıtrat vazifeleri ve hılkat gâyeleri ve hayat neticeleri ne olduğunu öğrendim. Ve kâinatta en
kıymetdar mahluk hayat olduğunun sebebini ve her şeyin hayata müsahhar olmasının sırrını
ve hayata karşı herkeste fıtrî bir iştiyak bulunduğunun hikmetini ve hayatın hayatı iman
olduğunu ilmelyakîn ile anladım.
[Dördüncü Mes'ele]: Dünyadaki bu hayatımın hakikî lezzeti ve saadeti nedir diye
yine bu [‫ل‬ُ ‫م الْوَكِي‬ ّٰ ‫سبُنَا‬
‫الل ُه‬
َ ْ ‫ه وَنِع‬ ْ ‫ح‬
َ ] âyetine baktım, gördüm ki: Bu hayatımın en safi
lezzeti ve en hâlis saadeti imandadır. Yani, beni yaratan ve yaşatan bir Rabb-ı Rahîm'in
mahluku ve masnuu ve memlukü ve terbiyegerdesi ve nazarı altında olduğuma ve ona her
vakit muhtaç bulunduğuma ve o Rab ise hem Rabbim, hem İlahım olduğuna, hem bana karşı
gâyet merhametli ve şefkatli bulunduğuna kat'î iman etmekliğim öyle kâfi ve vâfi ve elemsiz
ve daimî lezzet ve saadettir ki, tarif edilmez. [‫ن‬ َ ‫ت اْلِي‬
‫ما ِه‬ َ ْ‫مد ُ ّل ِٰلهههِ ع َلَى نِع‬
‫م ِه‬ َ ْ ‫] اَل‬
ْ ‫ح‬
hakikati ne kadar yerinde diye âyetten fehmettim. İşte hayatın
101

hakikatine ve hukukuna ve vazifelerine ve manevî lezzetine aid olan bu dört mes'ele


gösterdiler ki; hayat, Zât-ı Hayy-ı Kayyum'a baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh
oldukça, hem beka bulur, hem bâki meyveler verir. Hem öyle yükseklenir ki, sermediyet
cilvesini alır; daha ömrün kısa ve uzunluğuna bakılmaz diye bu âyetten dersimi aldım ve niyet
ve tasavvur ve hayalce bütün hayatların ve zîhayatların namına [‫م‬ َ ‫ه وَنِعْه‬ ّٰ ‫سبُنَا‬
‫الل ُ ه‬ ‫ح ْه‬
َ
ُ ‫ ]الْوَكِي‬dedim.
‫ل‬
[Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye]: Müfarakat-ı umumiye hengâmı olan harab-ı
dünyadan haber veren âhirzaman hâdisatı içinde müfarakat-ı hususiyemi ihtar eden ihtiyarlık
ve âhir ömrümde bir hassasiyet-i fevkalâde ile fıtratımdaki cemalperestlik ve güzellik
sevdası ve kemalâta meftuniyet hisleri inkişaf ettikleri bir zamanda daimî ve tahribatçı olan
zeval ve fena ve mütemadi tefrik edici olan mevt ve adem, dehşetli bir surette bu güzel
dünyayı ve güzel mahlukatı hırpaladığını, ve parça parça edip güzelliklerini bozduğunu
fevkalâde bir şuur ve teessürle gördüm. Fıtratımdaki aşk-ı mecazî bu hale karşı şiddetle
galeyan ve isyan ettiği bir zamanda bir medar-ı teselli bulmak için yine bu Âyet-i Hasbiye'ye
müracaat ettim. dedi: "Beni oku ve dikkatle manama bak!"
Ben de, Sure-i Nur'daki Âyet-i Nur'un rasadhanesine girip imanın dûrbîniyle Âyet-i
Hasbiye'nin en uzak tabakatlarına ve şuur-ı imanî hurdebîni ile en ince esrarına baktım,
gördüm: Nasılki âyineler, şişeler, şeffaf şeyler, hattâ kabarcıklar güneşin ziyasının gizli çeşit
çeşit cemalini ve o ziyanın elvan-ı seb'a denilen yedi renginin mütenevvi güzelliklerini
gösteriyorlar ve teceddüd ve taharrükleriyle ve ayrı ayrı kabiliyetleriyle ve inkisaratlarıyla o
cemalleri ve o güzellikleri tazelendiriyorlar ve inkisaratlarıyla güneşin ve ziyasının ve elvan-ı
seb'asının gizli güzelliklerini ihtar ediyorlar. Aynen öyle de: Şems-i Ezel ve Ebed olan Cemil-i
Zülcelal'in cemal-i kudsîsine ve nihâyetsiz güzel olan esma-i hüsnasının sermedî
güzelliklerine âyinedarlık edip cilvelerini tazelendirmek için bu güzel masnular ve bu tatlı
mahluklar ve bu cemalli mevcudat hiç durmayarak gelip gidiyorlar. Kendilerinde görünen
güzellikler ve cemaller, kendilerinin malı olmadığını, belki tezahür etmek isteyen mücerred ve
münezzeh bir hüsnün işaretleri ve lem'aları ve cilveleri olduğunu, ihtar ediyorlar ve bu
hakikatlerin pek çok kuvvetli delilleri Risale-i Nur'da tafsilen beyan edilmiş olduğundan
102

burada o bürhanlardan [üç tanesine] kısaca işaret edilecektir:


[Birinci Bürhan]: Nasılki işlenmiş bir eserin güzelliği işlemesinin güzelliğine ve
işlemek güzelliği ustalığın o san'attan gelen ünvanının güzelliğine ve ustadaki san'atkârlık
ünvanının güzelliği o san'atkârın o san'ata aid sıfatının güzelliğine ve sıfatının güzelliği
kabiliyet ve istid’adının güzelliğine ve kabiliyetin güzelliği ruhunun ve zâtının ve hakikatının
güzelliğine derece-i bedahette gâyet kat'î bir surette delalet ettiği gibi, aynen öyle de: Bu
kâinatın baştan başa bütün güzel mahluklarındaki ve yapılışları güzel umum masnularındaki
hüsün ve cemal dahi San'atkâr-ı Zülcelal'deki fiillerinin hüsün ve cemaline kat'î şehadet eder
ve ef'aldeki hüsün ve cemal ise, o fiillere bakan ünvanların, yani isimlerin hüsün ve cemaline
şübhesiz delalet eder ve isimlerin hüsün ve cemali ise, isimlerin menşei olan kudsî sıfatların
hüsün ve cemaline kat'î şehadet eder ve sıfatların hüsün ve cemali ise, sıfatların mebdei olan
şuunat-ı zâtiyenin hüsün ve cemaline kat'î şehadet eder ve şuunat-ı zâtiyenin hüsün ve cemali
ise, fâil ve müsemma ve mevsuf olan zâtının hüsün ve cemaline ve mahiyetinin kudsî
kemaline ve hakikatının mukaddes güzelliğine bedahet derecesinde kat'î bir surette şehadet
eder.
Demek Sâni'-i Zülcelal'in kendi Zât-ı Akdesine lâyık öyle hadsiz bir hüsün ve cemali
var ki, bir gölgesi bütün mevcudatı baştan başa güzelleştirmiş ve öyle münezzeh ve mukaddes
bir güzelliği var ki, bir cilvesi kâinatı serbeser süslendirmiş ve bütün daire-i mümkinatı hüsün
ve cemal lem'alarıyla tezyin edip ışıklandırmış. Evet işlenmiş bir eser fiilsiz olmadığı gibi, fiil
dahi fâilsiz olamaz. Ve isimlerin müsemmasız olmaları muhal olduğu gibi, sıfatların dahi
mevsufsuz olmaları mümkün değildir. Madem bir san'atın ve bir eserin vücudu, bedahetle o
eseri işleyenin fiiline delalet eder ve o fiilin vücudu, fâilinin ve ünvanının ve eseri intac eden
sıfatın ve ismin vücudlarına delalet eder. Elbette bir eserin kemali ve cemali dahi fiilin
kendine mahsus kemal ve cemaline, o da ismin kendine mahsus cemaline o da sıfatın kendine
layık cemaline o da kabiliyetin o kabiliyete muvafık güzelliğine, o da zâtın ve hakikatın
-fakat zâta ve hakikata lâyık ve muvafık- kemaline ve cemaline ilmelyakîn ile ve bedahetle
delalet eder. Aynen öyle de: Bu eserler perdesi altındaki faaliyet-i daime fâilsiz olması muhal
olduğu gibi, bu masnuat üstünde cilveleri ve nakışları göz ile görünen isimler dahi
103

müsemmasız olması hiç bir cihetle mümkün olmadığından ve müşahede derecesinde


hissedilen kudret ve irade gibi sıfatlar dahi mevsufsuz olması muhal olduğundan, bu
kâinattaki bütün eserler, mahluklar, masnular hadsiz vücudlarıyla, hâlık ve sâni' ve fâillerinin
vücud-ı ef'aline ve esmasınında vücuduna ve evsafının vücuduna ve şuunat-ı zâtiyesinin
vücuduna ve Zât-ı Akdesin vücub-ı vücuduna kat'î surette delalet ettikleri gibi, o masnuatın
umumunda görünen muhtelif kemalât ve ayrı ayrı cemaller ve çeşit çeşit güzellikler, Sâni'-i
Zülcelal'de olan fiillerin ve isimlerin ve sıfatların ve şe'nlerin ve zâtının kendilerine mahsus ve
lâyık vâcibiyetine ve kurbiyetine muvafık olarak hadsiz kemalâtlarına ve nihâyetsiz
cemallerine ve ayrı ayrı umum kâinatın fevkinde olan güzelliklerine gâyet sarih şehadet
ederler ve gâyet kat'î delalet ederler.

[İkinci Bürhan] [beş nokta]’dır:


[Birinci Nokta]: Meşreblerinde ve mesleklerinde birbirinden ayrı ve uzak olan bütün
ehl-i hakikatın reisleri, zevk ve keşfe istinad ederek icma' ile, ittifak ile iman edip
hükmediyorlar ki; bütün mevcudatta görünen hüsün ve cemal, bir Zât-ı Vâcib-ül Vücud'da
bulunan mukaddes hüsün ve cemalin gölgesi ve perdelerin arkasında cilvesidir.
[İkinci Nokta]: Bütün güzel mahluklar, kafile kafile arkasında durmayarak geliyorlar
gidiyorlar, fenaya girip kayboluyorlar. Fakat o âyineler üstünde kendini gösteren ve cilvelenen
yüksek ve tebeddül etmez bir güzellik, tecellisinde devam ettiğinden kat'î bir surette gösterir
ki, o güzellikler o güzellerin malı ve o âyinelerin cemali değildirler. Belki güneşin cemal-i
şuaatı cereyan eden suyun üzerindeki kabarcıklarda göründüğü gibi, o cemaller ve o
güzelliklerde sermedî bir cemalin ışıklarıdırlar.
[Üçüncü Nokta]: Nurun gelmesi elbette nuraniyetden vücud vermesi her halde
mevcuddan ve ihsan ise gınadan ve sehavet ise servetten ve talim ilimden gelmesi bedihî
olduğu gibi, hüsün vermek dahi hasenden ve güzelleştirmek güzelden ve cemal vermek
cemilden olabilir, başka olamaz. İşte bu hakikata binaen iman ederiz ki: Bu kâinattaki
görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki; bu mütemadiyen değişen ve tazelenen
bu kâinat, bütün mevcudatıyla âyinedarlık dilleriyle, o güzelin cemalini tavsif ve tarif eder.
[Dördüncü Nokta]: Nasılki cesed ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır lafız manaya
bakar, ona göre nurlanır.
104

Suret hakikata istinad eder, ondan kıymet alır. Aynen öyle de; bu maddî ve cismanî olan âlem-
i şehadet dahi bir ceseddir, bir lafızdır, bir surettir; âlem-i gayb perdesi arkasındaki esma-i
İlahiyeye dayanır, hayatlanır, istinad eder, can alır, ona bakar, güzelleşir. Bütün maddî
güzellikler, kendi hakikatlarının ve manalarının manevî güzelliklerinden ileri geliyor. Ve
hakikatları ise, esma-i İlahiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridirler. bu hakikat,
Risale-i Nur'da kat'î isbat edilmiştir.
Demek bu kâinatta bulunan bütün güzelliklerin enva'ı ve çeşitleri, âlem-i gayb
arkasında tecelli eden ve kusurdan mukaddes ve maddeden mücerred bir cemalin esma
vasıtasıyla cilveleri ve işaretleri ve emaratlarıdır. Fakat nasılki Vâcib-ül Vücud'un Zât-ı
Akdesi, başkalara hiç bir cihetle benzemez ve sıfatları mümkinatın sıfatlarından hadsiz derece
yüksektir. Öyle de, onun kudsî cemali, mümkinatın ve mahlukatın hüsünlerine benzemez,
hadsiz derecede daha âlîdir. Evet koca Cennet bütün hüsün ve cemaliyle bir cilvesi bulunan ve
bir saat müşahedesi ehl-i Cennet'e, Cennet'i unutturan bir cemal-i sermedînin, elbette nihâyeti
ve şebihi ve naziri ve misli olamaz. Malûmdur ki; herşeyin hüsnü, kendine göredir, hem binler
tarzda bulunur ve nevilerin ihtilafı gibi güzellikleri de ayrı ayrıdır. Meselâ;
Göz ile hissedilen bir güzellik, kulak ile hissedilen bir hüsün bir olmaz ve akıl edilen
fehmedilen bir hüsn-i aklîde, ağız ile zevkedilen bir hüsn-i taam bir olmadığı gibi.. kalb, ve
ruh vesair zahirî ve bâtınî duyguların istihsan ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler,
onların ihtilafı gibi muhteliftir. Meselâ:
İmanın güzelliği ve hakikatın güzelliği ve nurun hüsnü ve çiçeğin hüsnü ve ruhun
cemali ve suretin cemali ve şefkatin cemali ve adaletin güzelliği ve merhametin hüsnü ve
hikmetin hüsnü ayrı ayrı oldukları gibi, Cemil-i Zülcelal'in nihâyet derecede güzel olan esma-
i hüsnasının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan,
105

mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı olmuştur. Eğer Cemil-i Zülcelal'in esmasındaki
hüsünlerin mevcudat âyinelerinde bir cilvesini müşahede etmek istersen, zeminin yüzünü bir
küçük bahçe gibi temaşa edecek bir geniş, hayalî göz ile bak hem bil ki: Rahmaniyet,
rahîmiyet, hakîmiyet, âdiliyet gibi tabirler, Cenab-ı Hakk'ın hem isim, hem fiil, hem sıfat, hem
şe'nlerine işaret ederler. İşte başta insan olarak bütün hayvanatın muntazaman perde-i gaybdan
gelen erzaklarına bak, rahmaniyet-i İlahiyenin cemalini gör. Hem bütün yavruların mu'cizane
iaşelerine ve başları üstünde ve annelerinin sinelerinde asılmış tatlı, safi, âb-ı kevser gibi iki
tulumbacık içinde gelen süte temaşa eyle, rahîmiyet-i Rabbaniyenin cazibedar cemalini gör.
Hem bütün kâinatı enva'ıyla beraber bir kitab-ı kebir-i hikmet haline getiren ve öyle bir kitab-ı
kebir-i hikmet ki; her bir harfi yüzer kelime, her bir kelimesi yüzer satır, her bir satırı bin bab,
her bir babı binler küçük kitab hükmüne getiren hakîmiyet-i İlahiyenin cemal-i bîmisalini gör.
Hem kâinatı bütün mevcudatıyla mizanı altına alan ve bütün ecram-ı ulviye ve süfliyenin
müvazenelerini idame ettiren ve güzelliğin en mühim bir esası olan tenasübü veren ve her
şeye en güzel vaziyeti verdiren ve her zîhayata hakk-ı hayatı verip ihkak-ı hak eden ve
mütecavizleri durduran ve cezalandıran âdiliyetin haşmetli güzelliğine bak gör. Hem her
insanın geçmiş tarihçe-i hayatını, buğday tanesi küçüklüğündeki kuvve-i hâfızasında ve her
nebat ve ağacın gelecek tarihçe-i hayat-ı sabitesini çekirdeğinde yazmasına ve her zîhayatın
muhafazasına lüzumu bulunan âlât ve cihazata bak, meselâ arının kanatçıklarına ve zehirli
iğnesine ve dikenli çiçeklerin süngücüklerine ve çekirdeklerin sert kabuklarına bak hafîziyet
ve hâfiziyet-i Rabbaniyenin letafetli cemalini gör.
Hem zemin sofrasında Kerim-i Mutlak olan Rahman-ı Rahîm'in misafirlerine, rahmeti
tarafından ihzar ettiği hadsiz taamların ayrı ayrı güzel kokularına ve muhtelif, süslü renklerine
ve mütenevvi, hoş tatlarına ve her zîhayatın zevk ve safasına yardım eden cihazlarına bak,
ikram ve kerimiyet-i Rabbaniyenin gâyet şirin cemalini ve gâyet tatlı güzelliğini gör. Hem
Fettah ve Musavvir isimlerinin tecellilerine bak başta insan olarak bütün hayvanatın, su
katrelerinden açılan pek çok manidar suretlerine ve bahar çiçeklerinin habbe ve zerreciklerine
açtırılan çok cazibedar sîmalarına bak, fettahiyet ve musavviriyet-i İlahiyenin mu'cizatlı
cemalini gör. İşte bu mezkûr misallere
106

kıyasen esma-i hüsnanın her birisinin kendine mahsus öyle kudsî bir cemali var ki; birtek
cilvesi, koca bir âlemi ve hadsiz bir nev'i güzelleştiriyor. Birtek çiçekte bir ismin cilve-i
cemalini gördüğün gibi, bahar dahi bir çiçektir Cennet dahi görülmedik bir çiçektir. Eğer
Baharın tamamına bakabilirsen ve Cennet'i iman gözüyle görebilirsen bak gör. Cemal-i
Sermedî'nin derece-i haşmetini anla. Ve O güzelliğe karşı iman güzelliğiyle ve ubudiyet
cemali ile mukabele etsen, çok güzel bir mahluk olursun. Eğer dalaletin hadsiz çirkinliğiyle ve
isyanın menfur kubhuyla mukabele edip karşılaşsan, en çirkin bir mahluk olmakla beraber,
bütün güzel mevcudatın manen menfurları olursun.
[Beşinci Nokta]: Nasılki yüzer hünerleri ve san'atları ve kemal ve cemalleri bulunan
bir zât; herbir hüner kendini teşhir etmek ve her bir güzel san'at kendini takdir ettirmek ve
herbir kemal kendini izhar etmek ve herbir cemal kendini göstermek istemesi kaidesince o zât
dahi bütün hünerlerini ve san'atlarını ve kemalâtını ve gizli güzelliklerini tarif edecek, teşhir
edecek, gösterecek bir hârika sarayı yapmış. Her kim o mu'cizeli sarayı temaşa etse, birden o
ustasının ve sahibinin hünerlerine ve mehasinine ve kemalâtına intikal eder ve gözü ile görür
gibi inanır, tasdik eder ve der ki: "Her cihetle güzel ve hünerli olmayan bir zât, böyle her
cihetle güzel bir eserin masdarı, mûcidi ve taklidsiz muhterii olamaz. Belki onun manevî
hüsünleri ve kemalleri bu saray ile tecessüm etmiş diye." hükmeder. Aynen öyle de, bu kâinat
denilen dünyanın ve bu meşher-i acaib saray-ı muhteşemin hüsünlerini gören ve aklı çürük ve
kalbi bozuk olmayan elbette intikal edecek ki; bu saray bir âyinedir, başkasının cemalini ve
kemalini göstermek için böyle süslenmiş. Evet madem bu saray-ı âlemin başka emsali yok ki
güzellikleri ondan iktibas edip taklid edilsin. Elbette ve her halde bu saray ustasının kendi
zâtında ve esmasında kendine lâyık güzellikleri var ki, kâinat bu güzellikleri onlardan iktibas
ediyor ve ona göre yapılmış ve o güzellikleri ifade etmek için bir kitab gibi yazılmış.

[Üçüncü Bürhan] [üç nüktesi] var: [Birinci Nükte]: Otuzikinci Söz'ün ikinci
Mevkıfında gâyet güzel
107

bir tafsil ve kuvvetli hüccetlerle beyan edilen bir hakikattır. Tafsilini ona havale ederek burada
kısa bir işaret ile ona bakacağız; şöyle ki:
Bu masnuata bakıyoruz, hususan hayvanata ve nebatata bakıyoruz, görüyoruz ki: Kasd
ve iradeyi gösteren ve ilim ve hikmeti bildiren daimî bir tezyin, bir süslemek ve tesadüfe
hamli imkânsız bir tanzim, bir güzelleştirmek hükmediyor. Hem kendi san'atını beğendirmek
ve nazar-ı dikkati celbetmek ve masnu’larını ve seyircilerini memnun etmek için her şeyde
gâyet nazik bir san'at ve ince bir hikmet ve âlî bir zînet ve şefkatli bir tertib ve tatlı vaziyet
görünüyor; bu hallerden bedahet derecesinde anlaşılır ki, kendini zîşuurlara bildirmek ve
tanıttırmak isteyen perde-i gayb arkasında öyle bir san'atkâr var ki, herbir san'atıyla çok
hünerlerini ve kemalâtını teşhir edip kendini sevdirmek ve medih ve senasını ettirmek ister.
Hem zîşuur mahluklarını minnettar ve mesrur ve kendine dost etmek için tesadüfe havalesi
imkân haricinde olan umulmadığı yerlerden leziz nimetlerin her çeşidini onlara ihsan ediyor.
Hem derin bir şefkati ve yüksek bir merhameti ihsas eden manevî ve kerimane bir muamele,
bir muarefe ve lisan-ı hal ile dostane bir mükâleme ve dualarına rahimane bir mukabele
görünüyor. Demek bu güneş gibi zahir olan tanıttırmak ve sevdirmek keyfiyeti arkasında
müşahede edilen lezzetlendirmek ve nimetlendirmek ikramı ise, gâyet esaslı bir irade-i
şefkatten ve gâyet kuvvetli bir arzu-yu merhametten ileri geliyor. Ve böyle kuvvetli bir irade-i
şefkat ve merhamet ise, hiçbir cihette ihtiyacı olmayan bir Müstağni-i Mutlak'ta bulunması
elbette ve herhalde kendini âyinelerde görmek ve göstermek isteyen ve tezahür etmek,
mahiyetinin muktezası ve tebarüz etmek, hakikatının şe'ni bulunan nihâyet kemalde bir
cemal-i bîmisal ve ezelî bir hüsn-i lâyezalî ve sermedî bir güzellik vardır ki; o cemal kendini
muhtelif âyinelerde görmek ve göstermek için merhamet ve şefkat suretine girmiş, sonra
zîşuur âyinelerinde in'am ve ihsan vaziyetini almış, sonra tahabbüb ve taarrüf halini -yani
kendini tanıttırmak ve bildirmek- keyfiyetini takmış, sonra masnuatını zînetlendirmek, ve
güzelleştirmek ışığını vermiş.
[İkinci Nükte]: Nev-i insanda, hususan nev-i insanın yüksek tabakasında, meslekleri
ayrı ayrı hadsiz zâtlarda,
108

gâyet esaslı bir surette bulunan şedid bir aşk-ı lahutî ve kuvvetli bir muhabbet-i Rabbaniye, ve
bilbedahe misilsiz bir cemale işaret eder, belki şehadet eder. Evet böyle bir aşk, öyle bir
cemale bakar, ve iktiza eder. Ve öyle bir muhabbet, böyle bir hüsün ister. Belki bütün
mevcudatta lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile edilen umum hamd ü senalar, o ezelî hüsne bakıyor, ve
gidiyor. Belki Şems-i Tebrizî gibi bir kısım âşıkların nazarında bütün kâinatta bulunan umum
incizablar, cezbeler, cazibeler, cezbedar hakikatlar; ezelî ve ebedî bir hakikat-ı cazibedara
işaretlerdir. ecramı ve mevcudatı mevlevî-misal pervane gibi raksa ve semaa kaldıran
cezbedarane harekât ve deveran, o hakikat-ı cezbedarın cemal-i kudsîsinin hükümdarane
tezahüratı karşısında âşıkane ve vazifedarane bir mukabeledir.
[Üçüncü Nükte]: Bütün ehl-i hakikatin icmaıyla vücud hayr-ı mahzdır, nurdur; adem
şerr-i mahzdır, zulmettir. Bütün hayırlar, iyilikler, güzellikler, lezzetler -tahlil neticesinde-
vücuddan neş'et ettiklerini ve bütün fenalıklar, şerler, musibetler, elemler -hattâ masiyetler-
ademe raci' olduğunu ehl-i aklın ve ehl-i kalbin büyükleri ittifak etmişler. Eğer desen:
vücudda küfür ve enaniyet-i nefsiye dahi var? Elcevab: Küfür ise hakaik-i imaniyeyi inkâr ve
nefy olduğundan ademdir. Enaniyetin vücudu ise, haksız temellük ve âyinedarlığını bilmemek
ve mevhumu muhakkak bilmekten ileri geldiğinden, vücud rengini ve suretini almış bir
ademdir.
Madem bütün güzelliklerin menbaı vücuddur ve bütün çirkinliklerin madeni ademdir.
Elbette vücudun en kuvvetlisi ve en yükseği ve en parlağı ve ademden en uzağı vâcib bir
vücud ve ezelî ve ebedî bir varlık, en kuvvetli ve en yüksek ve en parlak ve kusurdan en uzak
bir cemal ister, belki öyle bir cemali ifaza eder, belki öyle bir cemal olur. Güneşe ihatalı bir
ziyanın lüzumu gibi, Vâcib bir Vücud dahi sermedî bir cemali istilzam eder, ve onun ile ışık
verir.
‫ن‬
ِ ‫ما‬ َ ‫مةِ اْلِي‬ َ ْ‫د ُ ّل ِٰله ِه ع َلَى نِع‬
َ
‫م‬ َ ْ ‫اَل‬
ْ ‫ح‬
َ
ِ ‫م * َربَّنَا ل َ تُوا‬
‫خذ ْنَا‬ َ ْ ‫م ال‬
ُ ‫حكِي‬ ُ ‫ت الْعَلِي‬ َ ْ ‫ك اَن‬
َ َّ ‫متَنَا اِن‬
ْ ّ ‫ما ع َل‬ َ ْ ‫عل‬
َ ّ ‫م لَنَا اِل‬ ِ َ‫ك ل‬
َ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ
ْ‫خطَانَا‬َْ ‫سينَا اَوْ ا‬ ِ َ‫ن ن‬ ْ ِ‫ا‬
[İhtar]: Âyet-i Hasbiye-i Nuriyenin meratibinden dokuz mertebesi yazılacaktı, fakat
bazı esbaba binaen şimdilik üç mertebesi te'hir edildi.

[Tenbih]: Risale-i Nur, Kur’ânın Kur’ândan çıkan bir bürhanı ve bir tefsiri
olduğundan, Kur’ânın nükteli, hikmetli,
109

lüzumlu olan ve usandırmayan tekraratı gibi onun da lüzumlu, hikmetli, belki zarurî ve
maslahatlı tekraratı vardır. Hem Risale-i Nur, zevk ve şevk ile dillerde usandırmayan, ve
daima tekrar edilen kelime-i tevhidin delilleri olmasından onun zarurî tekraratı kusur değildir,
usandırmaz ve usandırmamalı.

[Onüçüncü Lem'a]
Hikmet-ül İstiaze

َّ ‫من ال‬
ِ‫جيم‬ِ ‫ن الَّر‬ ِ ‫شيْطَا‬ َ ِ ِ‫الله‬ ّٰ ِ ‫ اَع ُوذ ُ ب‬sırrına dairdir.
‫ن‬ ْ َ‫ب ا‬ َ ِ ‫ن وَاَع ُوذ ُ ب‬ َّ ‫ت ال‬ َ ِ ‫ب اَع ُوذ ُ ب‬ ْ ُ‫وَق‬
ِ ‫ضُرو‬
ُ ‫ح‬
ْ َ‫ن ي‬ ِّ ‫ك َر‬ ِ ‫شيَاطِي‬ ِ ‫مَزا‬َ َ‫ن ه‬
ْ ‫م‬
ِ ‫ك‬ ِّ ‫ل َر‬
ِ‫حيم‬ ِ ‫ن الَّر‬ِ ٰ‫حم‬ ّٰ ِ ‫سم‬
ْ ‫الله ِه الَّر‬ ْ ِ‫* ب‬
Şeytandan istiaze sırrı. [Onüç İşaret] ile yazılacak. O işaretlerin bir kısmı, müteferrik
bir surette Yirmialtıncı Söz gibi bir kısım risalelerde beyan ve isbat edildiğinden burada yalnız
icmalen bahsedilecek.
[BİRİNCİ İŞARET]: Sual: Şeytanların kâinatta icad cihetinde hiçbir medhalleri
olmadığı, hem Cenab-ı Hak rahmet ve inâyetiyle ehl-i hakka tarafdar olduğu, hem hak ve
hakikatın cazibedar güzellikleri ve mehasinleri ehl-i hakka müeyyid ve müşevvik bulunduğu,
hem dalaletin müstekreh çirkinlikleri ehl-i dalaleti tenfir ettikleri halde, hizb-üş şeytanın çok
defa ehl-i hakka galebe etmesinin hikmeti nedir? Ve ehl-i hak, her vakit şeytanların şerrinden
Cenab-ı Hakk'a sığınmasının sırrı nedir?
[Elcevab]: Hikmeti ve sırrı şudur ki: Ekseriyet-i mutlaka ile dalalet ve şerr, menfîdir
tahribdir ademîdir bozmaktır. Ve ekseriyet-i mutlaka ile hidâyet ve hayır müsbettir, vücudîdir
imardır tamirdir. Herkesçe malûmdur ki: Yirmi âdemin yirmi günde yaptığı bir binayı, bir
âdem, bir günde tahrib eder. Evet bütün âzâ-yı esasiyenin ve şeraid-i hayatiyesinin vücuduyla
vücudu devam eden insanın hayatı, Hâlık-ı Zülcelal'in kudretine mahsus olduğu halde; bir
zâlim, bir uzvunu kesmesiyle, hayata nisbeten ademî olan mevte o insanı mazhar eder. Onun
içindirki ‫ل‬ ْ َ‫ب ا‬
ٌ َ ‫سه‬ ۪ ْ َّ ‫ اَلت‬durub-ı emsal hükmüne geçmiştir. İşte bu sırdandır ki: Ehl-i
ُ ‫خري‬
dalalet, hakikaten zaîf bir kuvvetle pek kuvvetli ehl-i hakka bazan galib oluyor. Fakat ehl-i
hakkın öyle muhkem bir kal'ası var ki, onda tahassun ettikleri zaman, o müdhiş düşmanlar
yanaşamazlar ve bir halt edemezler. Eğer muvakkat bir zarar verseler, [‫ن‬ َ ‫قي‬ِ َّ ‫مت‬
ُ ْ ‫ة لِل‬
ُ َ ‫]وَالْعَاقِب‬
sırrıyla ebedî bir sevab ve bir menfaatle o zarar telafi edilir. O kal'a-i metin, o hısn-ı hasin ise,
şeriat-ı Muhammediye Aleyhisselatü Vesselamdır ve sünnet-i Ahmediye Aleyhisalatü
Vesselamdır.
110

[İKİNCİ İŞARET]: Sual: Şerr-i mahz olan şeytanların icadı ve ehl-i imana taslitleri
ve onların yüzünden çok insanlar küfre girip Cehennem'e girmeleri, gâyet müdhiş ve çirkin
görünüyor. Acaba Cemil-i Alelıtlakın ve Rahîm-i Mutlakın ve Rahman-ı Bil-Hakk'ın rahmet
ve cemali, bu hadsiz çirkinliğin ve dehşetli musibetin husulüne nasıl müsaade ediyor ve nasıl
cevaz gösteriyor? Şu mes'eleyi çokları sormuşlar ve çokların hatırına geliyor.
[Elcevab]: Şeytanın vücudunda cüz'î şerlerle beraber çok makasıd-ı hayriye-i külliye
ve kemalât-ı insaniye vardır. Evet bir çekirdekten koca bir ağaca kadar ne kadar mertebeler
var; mahiyet-i insaniyedeki istid’adda dahi ondan daha ziyade meratib var. Belki zerreden
şemse kadar dereceleri var. Bu istid’adatın inkişafatı, elbette bir hareket ister, ve bir muamele
iktiza eder. Ve o muameledeki terakki zenbereğinin hareketi, mücahede ile olur. O mücahede
ise, şeytanların ve muzır şeylerin vücuduyla olur. Yoksa, melaikeler gibi insanların da makamı
sabit kalırdı. O halde insan nev'inde, binler enva' hükmünde sınıflar bulunmayacak. Bir şerr-i
cüz'î gelmemesi için bin hayrı terketmekdir ki, bu da hikmete ve adalete münafîdir. Çendan
şeytan yüzünden ekser insanlar dalalete giderler. Fakat ehemmiyet ve kıymet, ekseriyetle
keyfiyete bakar, kemmiyete az bakar veya bakmaz.
Nasılki bin ve on çekirdeği bulunan bir zât, o çekirdekleri toprak altında bir muamele-i
kimyeviyeye mazhar etse, bini bozulsa on taneside ağaç olsa. O on ağaç olmuş çekirdeklerin
o âdeme verdiği menfaat, elbette bin bozulmuş çekirdeğin zararını hiçe indirir.
Öyle de: Nefs ve şeytanlara karşı mücahede ile, yıldızlar gibi nev-i insanı
şereflendiren ve tenvir eden on insan-ı kâmil yüzünden o nev'e gelen menfaat ve şeref ve
kıymet, elbette haşerat nev'inden sayılacak derecede süfli ehl-i dalaletin küfre girmesiyle
insan nev'ine vereceği zararı hiçe indirip göze göstermediği için, rahmet ve hikmet ve adalet-i
İlahiye, şeytanın vücuduna müsaade edip tasallutlarına meydan vermiş.
Ey ehl-i iman! Bu müdhiş düşmanlarınıza karşı zırhınız: Kur’ânın tezgâhında yapılan
takvadır. Ve siperiniz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Sünnet-i Seniyesidir. Ve
silâhınız, istiaze ve istiğfar ve hıfz-ı İlahiyeye ilticadır.
111

[ÜÇÜNCÜ İŞARET]: Sual: Kur’ân-ı Hakîm'de ehl-i dalalete karşı azîm şekvaları ve
kesretli tahşidatı ve çok şiddetli tehdidatı, aklın zahirine göre Kur’ân-ı Hakîmin adaletli ve
münasebetli belâgatına ve üslûbundaki itidaline ve istikametine münasib düşmüyor. Âdeta
Kur’ân-ı Hakîm âciz bir âdeme karşı, orduları tahşid ediyor. Ve o ehl-i dalaletin cüz'î bir
hareketi için, binler cinâyet etmişler gibi onları tehdid ediyor. Ve onların müflis ve mülkte hiç
bir hisseleri olmadığı halde onlara mütecaviz bir şerik gibi mevki verip onlardan şekvalar
ediyor. Bunun sırrı ve hikmeti nedir?
[Elcevab]: Onun sırr ve hikmeti şudur ki: Şeytanlar ve şeytanlara uyanlar, dalalete
sülûk ettikleri için, küçük bir hareketle çok tahribat yapabilirler. Ve çok mahlukatın hukukuna
tecavüz ediyorlar, az bir fiil ile çok hasaret veriyorlar. Nasılki bir sultanın büyük bir ticaret
gemisinde vazife gören bir âdem az bir hareketle, belki küçük bir vazifeyi terk etmesiyle, o
gemi ile alâkadar bütün vazifedarların semere-i sa'ylerinin ve netice-i amellerinin mahvına ve
ibtaline sebebiyet verdiği için, o geminin sahib-i zîşanı, o âsiden, o gemi ile alâkadar olan
bütün raiyetinin hesabına azîm şikâyetler edip o asiyi dehşetli tehdid eder ve onun cüz'î
hareketini değil, belki o hareketinin müdhiş neticelerini nazara alarak ve o sahib-i zîşanın
zâtına değil, belki raiyetinin hukuku namına o asiye dehşetli bir cezaya yapar. Öyle de:
Sultan-ı Ezel ve Ebed dahi, Küre-i Arz gemisinde ehl-i hidâyetle beraber bulunan ve ehl-i
dalalet olan hizb-üş şeytanın zahiren cüz'î hatiatlarıyla ve isyanlarıyla pek çok mahlukatın
hukukuna tecavüz ettikleri için ve mevcudatın vezaif-i âliyelerinin neticelerinin ibtal
edilmesine sebebiyet verdikleri için, onlardan azîm şikâyetler etmesi ve onları dehşetli tehdit
etmesi ve tahribatlarına karşı mühim tahşidat etmesi, ayn-ı belâgat içinde mahz-ı hikmettir ve
gâyet münasib ve muvafıktır. Ve mutabık-ı mukteza-yı haldir ki; belâgatın tarifidir ve esasıdır
ve israf-ı kelâm olan mübalağadan münezzehtir. Malûmdur ki; böyle az bir hareketle çok
tahribat yapan dehşetli düşmanlara karşı gâyet metin bir kal'aya iltica etmeyen, çok perişan
olur. İşte ey ehl-i iman! O semavî çelik kal'a: Kur’ândır. İçine gir, kurtul.
[DÖRDÜNCÜ İŞARET]: Adem şerr-i mahz ve vücud hayr-ı mahz olduğuna, ehl-i
tahkik ve ashab-ı keşf ittifak etmişler. Evet ekseriyet-i mutlaka ile hayır ve mehasin ve
kemalât, vücuda istinad eder ve ona raci' olur. Sureten menfî
112

ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalalet ve şerler ve musibetler ve masiyetler ve


belalar gibi bütün çirkinliklerin esası, ve mayesi; ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve
çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zahirîyede müsbet ve vücudî de görünseler, esasları
ademdir, nefiydir. Hem bilmüşahede sabittir ki: Bina gibi bir şeyin vücudu, bütün eczasının
mevcudiyetiyle takarrur eder. Halbuki onun harabiyeti ve ademi ve inhidamı, bir rüknün
ademiyle hasıl olur. Hem vücud, her halde mevcud bir illet ister. Muhakkak bir sebebe istinad
eder. Adem ise, ademî şeylere istinad edebilir. Ademî birşey, madum birşeye illet olur. İşte bu
iki kaideye binaendir ki: Şeytan-ı cin ve insin kâinattaki müdhiş âsâr-ı tahribkâraneleri ve
enva'-ı küfür ve dalaleti ve şürür ve mehaliki yaptıkları halde, zerre mikdar icada ve hılkate
müdahaleleri olmadığı gibi, mülk-i İlahîde bir hisse-i iştirakleri olamıyor. Ve bir iktidar ve bir
kudretle o işleri yapmıyorlar, belki çok işlerinde iktidar ve fiil değil, belki terk ve atalettir.
Hayrı yaptırmamakla, şerleri yapıyorlar. Yani, şerler oluyorlar. Çünki mehalik ve şürür,
tahribat nevinden olduğu için, illetleri, mevcud bir iktidar ve fâil bir icad olmak lâzım
değildir. Belki bir emr-i ademî ile ve bir şerrin bozulmasıyla koca tahribat olur. İşte bu sır,
Mecusilerde inkişaf etmediği içindir ki; kâinatta "Yezdan" namıyla bir hâlık-ı hayır, diğeri
"Ehriman" namıyla bir hâlık-ı şerr itikad etmişlerdir. Halbuki onların Ehriman dedikleri
mevhum ilah-ı şerr, bir cüz'-i ihtiyarıyla ve icadsız bir kesble şerlere sebebiyet veren malûm
şeytandır. İşte ey ehl-i iman! Şeytanların bu müdhiş tahribatına karşı sizin en mühim kuvvetli
silâhlarınız ve cihazat-ı tamiriyeniz istiğfardır ve "Eûzü billah" demekle Cenab-ı Hakk'a
ilticadır. Ve kal'anız Sünnet-i Seniyedir.
[BEŞİNCİ İŞARET]: Cenab-ı Hak, Kütüb-i Semaviyede beşere karşı Cennet gibi
azîm mükâfat ve Cehennem gibi dehşetli mücazatı göstermekle beraber beşeri pek çok irşad,
ve ikaz, ihtar, ve tehdid ve teşvik ettiği halde; ehl-i imanın, bu kadar esbab-ı hidâyet ve
istikamet varken hizb-üş şeytanın mükâfatsız çirkin desiselerine karşı mağlub olmaları, bir
zaman beni çok düşündürüyordu. Acaba iman varken, Cenab-ı Hakk'ın o kadar şiddetli
tehdidatına ehemmiyet vermemek nasıl oluyor? Nasıl iman gitmiyor? Nasıl [ َ‫ن كَيْد‬ َّ ‫ا ِه‬
َّ ‫]ال‬
‫ضعِيفًها‬
َ ‫نه‬ ‫شيْطَا ِه‬
َ ‫ن كَا‬ sırrıyla şeytanın gâyet zaîf desiselerine kapılıp Allah'a isyan
ediyor. Hattâ benim arkadaşlarımdan bazıları, yüz hakikat
113

dersini benden işittiği ve kalben tasdikle beraber bana karşı da fazla hüsn-i zannı ve irtibatı
varken, kalbsiz ve bozuk bir âdemin ehemmiyetsiz ve riyakârane iltifatına kapıldı, onun
lehinde benim aleyhimde bir vaziyete geldi. Fesübhanallah dedim, insanda bu derece sukut
olabilir mi? Ne kadar hakikatsız bir insan idi, diye o bîçareyi gıybet ettim, günaha girdim.
Sonra sâbık işaretlerdeki hakikat inkişaf etti, karanlıklı çok noktalar aydınlandı. O nur ile
lillahilhamd, hem Kur’ân-ı azîmüşşan’ın azim tergibat ve teşvikatı tam yerinde olduğunu,
hem ehl-i imanın desais-i şeytaniyeye kapılmaları, imansızlıktan ve imanın zaîfliğinden
olmadığını, hem günah-ı kebairi işlemekle küfre girmediklerini, hem Mu'tezile mezhebi ve bir
kısım Hariciye mezhebi "Günah-ı kebairi irtikâb eden kâfir olur veya iman ve küfür ortasında
kalır." diye hükümlerinde hata ettiklerini, hem benim o bîçare arkadaşımın yüz ders-i hakikatı
bir herifin iltifatına feda etmesi, düşündüğüm gibi çok sukut ve dehşetli alçaklık olmadığını
anladım. Cenab-ı Hakk'a şükrettim, ve o vartadan kurtuldum. Çünki sâbıkan dediğimiz gibi,
şeytan cüz'î bir emr-i ademî ile insanı mühim tehlikelere atar. Hem insandaki nefis ise, şeytanı
her vakit dinler. İnsandaki kuvve-i şeheviye ve gazabiye ise, şeytan desiselerine hem kâbile,
hem nâkile iki cihaz hükmündedirler.
İşte bunun içindir ki, Cenab-ı Hakk'ın "Gafur", ve "Rahîm" gibi iki ismi, tecelli-i
a'zamla ehl-i imana teveccüh ediyor. Ve Kur’ân-ı Hakîm'de Peygamberlere en mühim ihsanı,
mağfiret olduğunu gösteriyor ve onları, istiğfar etmelerine davet ediyor. ِ‫الله ه‬ ّٰ ِ ‫سم‬ْ ‫ب ِه‬
ِ ‫ن الَّر‬
ِ‫حيم‬ ْ ‫ الَّر‬kelime-i kudsiyesini her sure başında tekrar ile ve her mübarek işlerde
ِ ٰ‫حم‬
zikrini emir etmesiyle, kâinatı ihata eden rahmet-i vasiasını melce’ ve tahassüngâh gösteriyor
ْ ‫ فَا‬emriyle "Eûzü billahi mineşşeytanirracîm" kelimesini siper yapıyor.
ve ْ‫ستَعِذ‬
[ALTINCI İŞARET]: Şeytanın en tehlikeli bir desisesi şudur ki: Bazı hassas ve safi-
kalb insanlara tahayyül-i küfrîyi tasdik-i küfrî ile iltibas ettirir. Tasavvur-ı dalaleti, dalaletin
tasdiki suretinde gösterir. Ve mukaddes zâtlar ve münezzeh şeyler hakkında gâyet çirkin
hatıraları hayaline gösterir. Ve imkân-ı zâtîyi, imkân-ı aklî suretinde gösterip imandaki
yakînine münafî bir şekk tarzını verir o vakit o bîçare hassas âdem, kendisinin dalalet ve küfür
içine düştüğünü tevehhüm edip imandaki yakîninin zâil olduğunu zanneder, ye'se düşer,
114

o ye'sle şeytana maskara olur. Şeytan hem onun ye'sini, hem o zaîf damarını, hem o iltibasını
çok işlettirir, ya divane olur yahud "herçi bad âbad" der, dalalete düşer. Şeytanın bu
desisesinin mahiyeti ne kadar esassız olduğunu, bazı risalelerde beyan ettiğimiz gibi, burada
da icmalen beyan edeceğiz. Şöyle ki:
Nasılki âyinedeki yılanın sureti ısırmaz ve ateşin misali yakmaz ve murdarın aksi,
telvis etmez. Öyle de: Hayal ve fikir âyinesinde küfriyatın ve şirkin akisleri ve dalaletin
gölgeleri ve şetimli çirkin sözlerin hayalleri, itikadı bozmaz, imanı tağyir etmez, hürmetli
edebi kırmaz. Çünki meşhur kaidedir ki: Tahayyül-i şetm, şetm olmadığı gibi, tahayyül-i
küfür dahi, küfür değildir ve tasavvur-ı dalalet de dalalet değildir. İmanındaki şek mes'elesi
ise, imkân-ı zâtîden gelen ihtimaller, o yakîne münafî değildir ve o yakîni bozmaz. İlm-i usûl-
ِ ْ ‫ن اْلِل‬ ْ َ َ ‫مكَا‬ ْ ِ ‫ن اْل‬َّ ِ ‫]ا‬
i dinde kavaid-i mukarreredendir ki: [‫مى‬ ِ ‫ن الذ ّات ِى ل َ يُنَاف ِى اليَقِي‬
Meselâ: Barla Denizi su olarak yerinde bulunduğuna yakînimiz var. Halbuki zâtında
mümkündür ki; o deniz, bu dakikada batmış olsun ve batması mümkinattandır. Bu imkân-ı
zâtî, madem bir emareden neş'et etmiyor, zihnî bir imkân olamaz ki, şek olsun. Çünki yine
ilm-i usûl-i dinde bir kaide-i mukarreredir ki: [‫ن‬ ْ َ ‫شى ع‬ ِ ‫ل الْغَيَْر النَّا‬
ِ ‫ما‬ ْ ِ ‫عبَْرة َ لِْل‬
َ ِ ‫حت‬ ِ َ‫ل‬
‫ل‬
ِ ‫ ]دَلِي‬Yani: "Bir emareden gelmeyen bir ihtimal-i zâtî ise, bir imkân-ı zihnî olmaz ki, şübhe
verip, ehemmiyeti olsun."
İşte bu desise-i şeytaniyeye maruz olan bîçare âdem, hakaik-i imaniyeye yakînini,
böyle zâtî imkânlarla kaybediyorum zanneder. Meselâ: Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü
Vesselâm hakkında beşeriyet itibariyle çok imkân-ı zâti hatırına geliyor ki, imanın cezm ve
yakînine zarar vermez. Fakat o, zarar verdi zanneder, zarara düşer. Hem bazan şeytan, kalb
üstündeki (lümmesi cihetinden) Cenab-ı Hak hakkında fena sözler söyler. O âdem zanneder
ki; benim kalbim bozulmuş ki, böyle söylüyor der. Titrer. Halbuki onun titremesi ve korkması
ve adem-i rızası delildir ki: O sözler, onun kalbinden gelmiyor, belki lümme-i şeytaniyeden
geliyor veya şeytan tarafından ihtar ve tahayyül ediliyor. Hem insanın letaifi içinde teşhis
edemediğim bir-iki latife var ki, ihtiyar ve iradeyi dinlemezler; belki mes'uliyet altına da
giremezler. Bazan o latifeler hükmediyorlar, hakkı dinlemiyor, yanlış şeylere giriyorlar. Evet
şeytan o âdeme telkin eder ki: "Senin istid’adın hakka ve imana muvafık değil ki, böyle
ihtiyarsız bâtıl şeylere
115

giriyorsun. Demek senin kaderin, seni şekavete mahkûm etmiştir." O bîçare âdem, ye'se
düşüp, helâkete gider. İşte şeytanın evvelki desiselerine karşı mü'minin tahassüngâhı:
Muhakkikîn-i asfiyanın düsturlarıyla hududu taayyün eden hakaik-i imaniye ve muhkemat-ı
Kur’âniyedir. Ve âhirdeki desiselerine karşı; istiaze ile, ehemmiyet vermemektir. Çünki
ehemmiyet verdikçe, nazar-ı dikkati celbettirip büyür, şişer. Mü'minin böyle manevî
yaralarına tiryak ve merhem, Sünnet-i Seniyedir.
[YEDİNCİ İŞARET]: Sual: Mu'tezile imamları, şerrin icadını şerr telakki ettikleri
için, küfür ve dalaletin hılkatini Allah'a vermiyorlar. Güya onunla Allah'ı takdis ediyorlar.
"Beşer kendi ef'alinin hâlıkıdır" diye dalalete gidiyorlar. Hem derler ki: "Bir günah-ı kebireyi
işleyen bir mü'minin imanı gider. Çünki Cenab-ı Hakk'a itikad ve Cehennem'i tasdik etmek,
öyle günahı işlemekle kabil-i tevfik olamaz. Çünki dünyada gâyet cüz'î bir hapis korkusuyla
kendisini hilaf-ı kanun herşeyden muhafaza eden âdem, ebedî bir azab-ı Cehennem'i ve
Hâlık'ının gazabını nazar-ı ehemmiyete almayacak derecede büyük günahları işlerse, elbette
imansızlığa delalet eder."
[Elcevab]: Birinci şıkkın cevabı şudur ki: Kader Risalesi'nde izah edildiği gibi: Halk-ı
şerr, şerr değildir; belki kesb-i şerr, şerdir. Çünki halk ve icad; umum neticelere bakar. Bir
şerrin vücudu, çok hayırlı şeylere mukaddeme olduğu için, o şerrin icadı, netice itibariyle
hayır olur, hayır hükmüne geçer. Meselâ: Ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat insanlar
ateşi kendilerine şerr yapmakla "Ateşin icadı şerdir" diyemezler. Öyle de: Şeytanların icadı,
terakkiyat-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, sû'-i ihtiyarıyla ve yanlış
kesbiyle şeytanlara mağlub olan, "Şeytanın hılkati şerdir" diyemez. Belki o, kendi kesbiyle
kendine şerr yaptı. Evet kesb ise, mübaşeret-i cüz'iye olduğu için, hususî bir netice-i
şerriyenin mazharı olur; o kesb-i şerr olur. Fakat icad, umum neticelere baktığı için; icad-ı
şerr, şerr değil, belki hayırdır. İşte Mu'tezile bu sırrı anlamadıkları için, "Halk-ı şerr şerdir ve
çirkinin icadı çirkindir" diye Cenab-ı Hakk'ı takdis için şerrin icadını ona vermemişler,
dalalete düşmüşler. [ِ‫رِه‬ّ ‫ش‬ َ ِ‫ ]وَ بِالْقَدَر‬olan bir rükn-i imanîyi tevil etmişler.
َ َ‫خيْرِهِ و‬
[İkinci şıkk] ki: "Günah-ı kebireyi işleyen, nasıl mü'min kalabilir?" diye olan
suallerine cevab ise; evvelâ sâbık
116

işaretlerde onların hatası kat'î bir surette anlaşılmıştır ki, tekrara hacet kalmamıştır. Sâniyen:
Nefs-i insaniye, muaccel ve hazır bir dirhem lezzeti; müeccel, ve gaib bir batman lezzete
tercih ettiği gibi, hazır bir tokat korkusundan, ileride bir sene azabdan daha ziyade çekinir.
Hem insanda hissiyat galib olsa, aklın muhakemesini dinlemez. Hevesi ve vehmi hükmedip,
en az ve en ehemmiyetsiz bir lezzet-i hazırayı, ileride gâyet büyük bir mükâfata tercih eder.
Ve az hazır bir sıkıntıdan, ileride büyük bir azab-ı müecceleden ziyade çekinir. Çünki
tevehhüm ve heves ve hiss, ileriyi görmüyorlar belki inkâr ediyorlar. Nefs dahi yardım etse,
mahall-i iman olan kalb ve akıl susarlar, mağlub olur. Şu halde kebairi işlemek, imansızlıktan
gelmiyor, belki hissin ve hevesin ve vehmin galebesiyle aklın ve kalbin mağlubiyetinden ileri
gelir. Hem sâbık işaretlerde anlaşıldığı gibi; fenalık ve hevesat yolu, tahrib olduğu için gâyet
kolaydır. Şeytan-ı insî ve cinnî çabuk insanları o yola sevkediyor.
Gâyet cây-ı hayret bir haldir ki:Nassı hadis ile Âlem-i bekanın sinek kanadı kadar bir
nuru, ebedî olduğu için, bir insanın müddet-i ömründe umum dünyadan aldığı lezzet ve
nimete mukabil geldiği halde; bazı bîçare insanlar, bu fâni dünyanın bir sinek kanadı kadar
lezzetini, o bâki âlemin, bütün bu fâni dünyasına değer lezzetlerine tercih edip, şeytanın
arkasında gider. İşte bu sır içindir ki; Kur’ân-ı Hakîm, mü'minleri pek çok tekrarla ve ısrarla,
ve tehdid ve teşvik ile günahtan zecr edip hayra sevkediyor. Bir zaman Kur’ân-ı Hakîm'in bu
tekrarla şiddetli irşadatı bana bu fikri verdi ki; bu kadar mütemadi ihtarlar ve ikazlar, mü'min
insanları sebatsız ve hakikatsız gösteriyorlar. İnsanın şerefine yakışmayacak bir vaziyet
veriyorlar. Çünki bir memurun, âmirinden aldığı bir tek emri itaatine kâfi iken, aynı emri on
defa söylese, o memur cidden gücenecek ve beni ittiham ediyorsun, ben hain değilim,
diyecek. Halbuki en hâlis mü'minlere Kur’ân-ı Hakîm musırrane mükerreren emrediyor. Bu
fikir benim zihnimi kurcaladığı bir zamanda iki üç sadık arkadaşlarım vardı. Onları şeytan-ı
insînin desiselerine kapılmamaları için pek çok defalar ikaz ve ihtar ediyordum. "Bizi ittiham
ediyorsun" diye gücenmiyorlardı. Fakat ben kalben diyordum ki: "Bu mütemadiyen
ihtarlarımla bunları gücendiriyorum, sadakatsızlıkla ve sebatsızlıkla ittiham ediyorum." Sonra
birden sâbık işaretlerde izah ve isbat edilen hakikat inkişaf etti. O vakit o hakikat ile hem
Kur’ân-ı Hakîm'in tam mutabık-ı
117

mukteza-yı hal ve yerinde ve israfsız ve hikmetli ve ittihamsız bir surette o ısrarları ve o


tekraratı yapması ayn-ı hikmet ve mahz-ı belâgat olduğunu bildim. Ve o sadık arkadaşlarımın
gücenmediklerinin sırrını anladım. İşte bu hakikatın hülâsası şudur ki: Şeytanlar tahribat
cihetinde sevkettikleri için, az bir amel ile çok şerleri yaparlar. Onun için tarîk-ı hakta ve
hidâyette gidenler, pek çok ihtiyat etmeye ve şiddetli sakınmaya ve mükerrer ihtarata ve
kesretli muavenete muhtaç olduklarındandır ki, Cenab-ı Hak o tekrarat cihetinde binbir ismi
ile ehl-i imana muavenetini takdim ediyor ve binler merhamet ellerini imdadına uzatıyor.
Şerefini kırmıyor, belki vikaye ediyor. İnsanın kıymetini küçük düşürtmüyor, belki şeytanın
şerrini büyük gösteriyor. İşte ey ehl-i hak ve ehl-i hidâyet! Şeytan-ı ins ve cinnînin mezkûr
desiselerinden kurtulmak çaresi: Ehl-i Sünnet vel Cemaat olan ehl-i hak mezhebini karargâh
yap ve Kur’ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın muhkemat kal'asına gir ve Sünnet-i Seniyeyi rehber yap,
selâmeti bul!..
[SEKİZİNCİ İŞARET]: Sual: Sâbık işaretlerde isbat ettiniz ki: Dalalet yolu, kolay ve
tahrib ve tecavüz olduğu için, çokları o yola sülûk ediyorlar. Halbuki sair risalelerde kat'î
delillerle isbat etmişiz ki: Küfür ve dalalet yolu o kadar müşkilâtlı ve suubetlidir ki, hiç
kimsenin ona girmemesi gerekti ve kabil-i sülûk değildir. Ve iman ve hidâyet yolu o kadar
kolay ve zahirdir ki, herkes ona girmeli idi.
[Elcevab]: Küfür ve dalalet iki kısımdır. Bir kısmı amelî ve fer'î olmakla beraber,
iman hükümlerini nefyetmek ve inkâr etmektir ki, bu tarz dalalet kolaydır. Hakkı kabul
etmemektir, bir terktir, bir ademdir, bir adem-i kabuldür. İşte bu kısımdır ki, risalelerde kolay
gösterilmiş. İkinci kısım ise, amelî ve fer'î olmayıp, belki itikadî ve fikrî bir hükümdür. Yalnız
imanın nefyini değil, belki imanın zıddına gidip bir yol açmaktır. Bu ise, bâtılı kabuldür,
hakkın aksini isbattır. Bu kısım, imanın yalnız nefyi ve nakzı değil,belki imanın zıddıdır.
Adem-i kabul değil ki kolay olsun, belki kabul-i ademdir. Ve o ademi isbat etmek ile kabul
ُ ‫ ]اَلْعَد َه‬kaidesiyle: Ademin isbatı elbette kolay değildir. İşte sair
ُ ‫م ل َ يُثْب َه‬
edilebilir. [‫ت‬
risalelerde imtina derecesinde suubetli ve müşkilâtlı gösterilen küfür ve dalalet bu kısımdır ki,
zerre mikdar şuuru bulunanın, bu yola sâlik olmaması lâzımdır. Hem bu yolun, risalelerde
kat'î isbat edildiği gibi o kadar dehşetli elemleri var ve boğucu karanlıkları vardır ki; zerre
mikdar aklı bulunan, bu yola talib olmaz.
118

Eğer denilse: Bu kadar elîm ve karanlıklı, ve müşkilâtlı yola nasıl ekserî insanlar
gidiyorlar? [Elcevab]: İçine düşmüş bulunuyorlar, çıkamıyorlar. Hem insandaki nebatî ve
hayvanî kuvveler, akibeti görmediklerinden, ve düşünemediklerinden ve insandaki letaif-i
insaniyeye galebe ettiklerinden, o yoldan çıkmak istemiyor ve hazır ve muvakkat bir lezzetle
müteselli oluyorlar.
Sual: Eğer denilse: Dalalette öyle dehşetli bir elem ve bir korku var ki; kâfir, değil
hayatından lezzet alması, hiç yaşamaması lâzım gelir. Belki o elemden ezilmeli ve o korkudan
ödü patlamalı idi. Çünki insan insaniyet itibariyle hadsiz eşyaya müştak ve hayata âşık olduğu
halde, küfür vasıtasıyla mevtini bir i'dam-ı ebedî ve firak-ı lâyezalî ve zeval-i mevcudatı ve
ahbabının vefatlarını ve bütün sevdiklerini i'dam ve müfarakat-ı ebediye suretinde gözü
önünde gördüğünden bu halde insan, nasıl yaşayabilir? Nasıl hayatından lezzet alabilir?
[Elcevab]: Acib bir mağlata-i şeytaniye ile kendini aldatır, yaşar. Surî bir lezzet
alıyorum zanneder. Meşhur bir temsil ile onun mahiyetine işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Deniliyor: Deve kuşuna demişler: "Kanatların var, uç!" O da kanatlarını kısmış uçmamış,
"ben deveyim" demiş,. Fakat avcının tuzağına düşmüş. Avcı beni görmesin diye başını kuma
sokmuş. Halbuki koca gövdesini dışarıda bırakmış, avcıya hedef etmiş. Sonra ona demişler:
"Madem deveyim diyorsun, yük götür!" O zaman derhal kanatlarını açmış, "Ben kuşum"
demiş, yükün zahmetinden kurtulmuş. Fakat hâmisiz yümünsüz olarak avcıların hücumuna
hedef olmuş. Aynen bunun gibi; kâfir, Kur’ânın semavî ilânatına karşı küfr-i mutlakı bırakıp
meşkuk bir küfre inmiş. Ona denilse: "Madem mevt ve zevali, bir i'dam-ı ebedî biliyorsun;
kendini asacak olan darağacı göz önünde... Ona her vakit bakan, nasıl yaşar? Nasıl lezzet
alır?" O âdem, Kur’ânın umumî vech-i rahmetinden ve şümullü nurundan aldığı bir hisse ile
der: Mevt i'dam değil, ihtimal beka var. Veyahud deve kuşu gibi başını gaflet kumuna sokar,
tâ ki ecel onu görmesin ve kabir ona bakmasın ve zeval-i eşya ona ok atmasın!
[Elhâsıl ]: O meşkuk küfür vasıtasıyla deve kuşu gibi mevt ve zevali i'dam manasında
gördüğü vakit Kur’ânın ve semavî kitabların iman-ı bil'âhirete dair kat'î ihbaratı ona bir
ihtimal verir. O kâfir, o ihtimale yapışır, o
119

dehşetli elemi üzerine almaz. O vakit ona denilse: "Madem bâki bir âleme gidilecek; o âlemde
güzel yaşamak için tekâlif-i diniye meşakkatini çekmek gerektir." O âdem şekk-i küfür
cihetiyle der: "Belki yoktur; yok için neden çalışayım?" Yani: Vakta ki o hükm-i Kur’ânın
verdiği ihtimal-i beka cihetiyle i'dam-ı ebedî âlâmından kurtulur; ve meşkuk küfrün verdiği
ihtimal-i adem cihetiyle tekâlif-i diniye meşakkati ona müteveccih olur, ona karşı da küfür
ihtimaline yapışır, o zahmetten kurtulur. Demek kafir bu nokta-i nazarda, mü'minden ziyade
bu hayatta kendini lezzet alıyor zannediyor. Çünki tekâlif-i diniyenin zahmetinden ihtimal-i
küfrî ile kurtuluyor ve âlâm-ı ebediyeyi ise ihtimal-i imanî cihetiyle kendi üzerine almaz.
Halbuki bu mağlata-i şeytaniyenin hükmü, gâyet sathî ve faidesiz ve muvakkattır. İşte
Kur’ân-ı Hakîm'in küffarlar hakkında da bir nevi cihet-i rahmeti vardır ki; hayat-ı
dünyeviyeyi onlara Cehennem olmaktan bir derece kurtarıp bir nevi şekk vererek, şekk ile
yaşıyorlar. Yoksa âhiret cehennemini andıracak bu dünyada dahi manevî bir cehennem azabını
çekeceklerdi ve intihara mecbur olacaklardı. İşte ey ehl-i iman! Sizi i'dam-ı ebedîden ve
dünyevî ve uhrevî cehennemlerden kurtaran Kur’ânın himâyesi altına mü'minane ve
mu'temidane giriniz ve Sünnet-i Seniyesinin dairesine teslimkârane ve müstahsinane dâhil
olunuz, dünya şekavetinden ve âhiret azabından kurtulunuz!
[DOKUZUNCU İŞARET]: Sual: Hizbullah olan ehl-i hidâyet, başta Enbiyalar ve
onların başında Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm, o kadar inâyet ve merhamet-i İlahiyeye
ve imdad-ı Sübhaniyeye mazhar oldukları halde, neden çok defa hizb-üş şeytan olan ehl-i
(A.S.M.)
dalalete mağlub olmuşlar? Hem Hâtem-ül Enbiya'nın güneş gibi parlak nübüvvet ve
risaleti ve iksir-i a'zam gibi tesirli i'caz-ı Kur’ân vasıtasıyla irşadı ve cazibe-i umumiye-i
kâinattan daha cazibedar hakaik-i Kur’âniyenin komşuluğunda ve yakınında olan Medine
münafıklarının dalalette ısrarları ve hidâyete girmemeleri ne içindir ve hikmeti nedir?
[Elcevab]: Bu iki şık müdhiş sualin halli için, derince bir esas beyan etmek lâzım
gelir. Şöyle ki: Şu kâinat Hâlık-ı Zülcelalinin hem cemalî, hem celalî iki kısım esması
bulunduğundan ve o cemalî ve celalî isimler, hükümlerini ayrı ayrı cilvelerle göstermek iktiza
ettiklerinden, Hâlık-ı Zülcelal kâinatta ezdadı birbirine mezcedip ve birbirine mukabil getirip
ve birbirine mütecaviz ve mütedafi' bir vaziyet verip, hikmetli ve menfaattar bir nevi
mübareze
120

suretine getirmiş, ve ondan zıdları birbirinin hududuna geçirip ihtilafat ve tegayyürat meydana
getirmekle kâinatı kanun-ı tegayyür ve tahavvüle ve düstur-ı terakki ve tekâmüle tâbi' kıldığı
için; o şecere-i hılkatın câmi' bir semeresi olan insan nev'inde o kanun-ı mübarezeyi daha acib
bir şekle getirip bütün terakkiyat-ı insaniyeye medar bir mücahede kapısını açmış, ve
hizbullaha karşı meydana çıkabilmek için hizb-üş şeytana bazı cihazat vermiş.İşte bu sırr-ı
dakik içindir ki, enbiyalar çok defa ehl-i dalalete karşı mağlub oluyorlar. Ve gâyet zaa'f ve
aczde olan dalalet ehli, manen gâyet kuvvetli olan ehl-i hakka muvakkaten galib oluyorlar ve
mukavemet ediyorlar.
Bu acib mukavemetin sırr ve hikmeti şudur ki: Dalalette ve küfürde hem adem ve terk
vardır ki, pek kolaydır, hareket istemez. Hem tahrib var ki, çok sehildir ve âsandır; az bir
hareket yeter. Hem tecavüz var ki, az bir amel ile çoklarına zarar verip, ihafe noktasından ve
firavuniyet cihetinden onlara bir makam kazandırır. Hem akibeti görmeyen ve hazır zevke
mübtela olan insandaki nebatî ve hayvanî kuvvelerin tatmini, ve telezzüzü, hürriyeti vardır ki,
akıl ve kalb gibi letaif-i insaniyeyi insaniyetkârane ve akibet-endişane olan vazifelerinden
vazgeçiriyorlar.
Ehl-i hidâyet ve başta ehl-i nübüvvet ve başta Habib-ı Rabb-il Âlemîn olan Resul-i
Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın meslek-i kudsîsinde, hem vücudî, hem sübutî, hem tamir,
hem hareket, hem hududda istikamet, hem akibeti düşünmek, hem ubudiyet, hem nefs-i
emmarenin firavuniyetini, ve serbestliğini kırmak gibi esasat-ı mühimme bulunduğundandır
ki, Medine-i Münevvere'de bulunan o zamanın münafıkları, o parlak güneşe karşı yarasa kuşu
gibi gözlerini yumup, o cazibe-i uzmaya karşı şeytanî bir kuvve-i dafiaya kapılıp, dalalette
kalmışlar.
Eğer denilse: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm madem Habib-i Rabb-ül
Âlemîn'dir. Hem elindeki hak ve lisanındaki hakikattır. Ve ordusundaki askerlerin bir kısmı
melaikedir. Ve bir avuç su ile bir orduyu sular. Ve dört avuç buğday ve bir oğlağın etiyle bin
âdemi doyuracak bir ziyafet verir. Ve küffar ordusunun gözlerine bir avuç toprak atmakla o bir
avuç topraktan her küffarın gözüne bir avuç toprak girmesiyle onları kaçırır. Ve daha bunlar
gibi bin mu'cizat sahibi olan bir Kumandan-ı Rabbanî, nasıl oluyor Uhud'un nihâyetinde ve
Huneyn'in bidâyetinde mağlub oluyor?
121

[Elcevab]: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nev-i beşere mukteda ve imam ve


rehber olarak gönderilmiştir. Tâ ki, o nev'-i insanî, hayat-ı içtimaiye ve şahsiyedeki düsturları
ondan öğrensinler ve Hakîm-i Zülkemal'in kavanin-i meşietine itaata alışsınlar ve desatir-i
hikmetine tevfik-i hareket etsinler. Eğer Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hayat-ı
içtimaiye ve şahsiyesinde daima hârikulâdelere ve mu'cizelere istinad etse idi, o vakit imam-ı
mutlak ve rehber-i ekber olamazdı.
İşte bu sır içindir ki, yalnız davasını tasdik ettirmek için arasıra indelhace, münkirlerin
inkârını kırmak için mu'cizeler gösterirdi. Sair vakitlerde nasılki herkesten ziyade evamir-i
İlahiyeye itaat etmiştir. Öyle de: Hikmet-i Rabbaniye ile ve meşiet-i Sübhaniye ile tesis edilen
âdetullah kavaninine herkesten ziyade müraat ve itaat ederdi. Düşmana karşı zırh giyerdi,
"Sipere giriniz!" emrederdi. Yara alırdı, zahmet çekerdi. Tâ tamamıyla hikmet-i İlahiye
kanununa ve kâinattaki şeriat-ı fıtriye-i kübraya müraat ve itaatını göstersin.
[ONUNCU İŞARET]: İblis'in en mühim bir desisesi: Kendini, kendine tabi olanlara
inkâr ettirmektir. Şu zamanda, hususan maddiyunların felsefeleriyle zihni bulananların, bu
bedihî mes'elede tereddüd gösterdikleri için, şeytanın bu desisesine karşı bir-iki söz
söyleyeceğiz. Şöyle ki:
İnsanlarda şeytan vazifesini gören cesedli ervah-ı habise bilmüşahede bulunduğu gibi,
cinnîden cesedsiz ervah-ı habise dahi bulunduğu, o kat'iyettedir. Eğer onlar maddî cesed giyse
idiler, bu şerir insanların aynı olacaklardı. Hem eğer bu insan suretindeki insî şeytanlar
cesedlerini çıkarabilse idiler, o cinnî iblisler olacaklardı. Hattâ bu şiddetli münasebete
binaendir ki, bir mezheb-i bâtıl hükmetmiş ki: "İnsan suretindeki gâyet şerir ervah-ı habise,
öldükten sonra şeytan olur." Malûmdur ki: A'lâ bir şey bozulsa, edna bir şeyin bozulmasından
daha ziyade bozuk olur. Meselâ: Nasılki süt ve yoğurt bozulsalar, yine yenilebilirler. Fakat
Yağ bozulsa, yenilmez, bazan zehir gibi olur. Öyle de: Mahlukatın en mükerremi, belki en
a'lâsı olan insan, eğer bozulsa, bozuk hayvandan daha ziyade bozuk olur. Müteaffin
maddelerin kokusuyla telezzüz eden haşerat gibi ve ısırmakla zehirlendirmekten lezzet alan
yılanlar gibi, dalalet bataklığındaki şerlerle ve habis ahlâklarla telezzüz ve iftihar eder
122

ve zulmün zulümatındaki zararlardan ve cinâyetlerden lezzet alırlar; âdeta şeytanın


mahiyetine girerler.
[Elhâsıl]: Evvelan cinnî şeytanın vücuduna delil, insî şeytanın vücududur. Sâniyen:
Yirmidokuzuncu Söz'de yüz delil-i kat'î ile ruhanîlerin ve meleklerin vücudunu isbat eden
umum o deliller, şeytanların dahi vücudunu isbat ederler. Bu ciheti o Söz'e havale ediyoruz.
Sâlisen: Kâinattaki umûr-ı hayriyedeki kanunların mümessilleri ve nâzırları hükmünde olan
meleklerin vücudu, ittifak-ı edyan ile sabit olduğu gibi, umûr-ı şerriyenin mümessilleri ve
mübaşirleri ve o umûrdaki kavaninin medarları olan ervah-ı habise ve şeytaniyenin
bulunması, hikmet ve hakikat noktasında kat'îdir; belki umûr-ı şerriyede zîşuur perdenin
bulunması daha ziyade lâzımdır.
Çünki Yirmiikinci Söz'ün başında denildiği gibi: Herkes, herşeyin hüsn-i hakikîsini
göremediği için, zahirî şerriyet ve noksaniyet cihetinde Hâlık-ı Zülcelal'e karşı itiraz etmemek
ve rahmetini ittiham etmemek ve hikmetini tenkid etmemek ve haksız şekva etmemek için,
Halık-ı Zülcelal zahirî bir vasıtayı perde etmiş, tâ itirazlar ve tenkidler ve şekvalar, o
perdelere gidip, Hâlık-ı Kerim ve Hakem-i Mutlak'a teveccüh etmesin. Nasılki vefat eden
ibadın küsmesinden Hazret-i Azrail'i kurtarmak için hastalıkları ecele perde etmiş. Öyle de:
Hazret-i Azrail'i kabz-ı ervaha perde edip, tâ merhametsiz tevehhüm edilen o haletlerden
gelen şekvalar, Cenab-ı Hakk'a teveccüh etmesin. Öyle de: Daha ziyade bir kat'iyetle
şerlerden ve fenalıklardan gelen itirazlar ve tenkidler, Hâlık-ı Zülcelal'e teveccüh etmemesi
için, hikmet-i Rabbaniye, şeytanın vücudunu iktiza etmiştir.
Râbian: İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır. Bu küçük
insan, o büyük insanın bir fihristi ve hülâsasıdır. İnsanda bulunan nümunelerin büyük asılları,
insan-ı ekberde bizzarure bulunacaktır. Meselâ: Nasılki insanda kuvve-i hâfızanın vücudu,
âlemde Levh-i Mahfuz'un vücuduna kat'î delildir. Öyle de: İnsanda kalbin bir köşesinde
lümme-i şeytaniye denilen bir âlet-i vesvesenin ve kuvve-i vâhimenin telkinatıyla konuşan bir
şeytanî lisan ve ifsad edilen kuvve-i vâhime, küçük bir şeytan hükmüne geçtiklerini ve
sahiblerinin ihtiyarına zıd ve arzularına muhalif hareket ettiklerini herkes nefsinde hissen ve
hadsen görmesi, âlemde büyük şeytanların vücuduna kat'î delildir. Ve bu lümme-i şeytaniye
ve şu kuvve-i vâhime, bir kulak ve bir dil olduklarından, ona üfleyen ve bunu konuşturan
haricî bir şahs-ı şerirenin vücudunu ihsas ederler.
123

[ONBİRİNCİ İŞARET]: Ehl-i dalaletin şerrinden kâinatın kızdıklarını ve anasır-ı


külliyenin hiddet ettiklerini ve umum mevcudatın galeyana geldiklerini, Kur’ân-ı Hakîm
mu'cizane ifade ediyor. Yani: Kavm-i Nuh'un başına gelen tufan ile semavat ve arzın
hücumunu ve Kavm-i Semud ve Âd'in inkârından hava unsurunun hiddetini ve Kavm-i
Firavun'a karşı su unsurunun ve denizin galeyanını ve Karun'a karşı toprak unsurunun gayzını
ve ehl-i küfre karşı âhirette [‫ظ‬ ِ ‫ن الْغَي ْه‬ ِ ‫ميَُّز‬
‫م َه‬ َ َ ‫ ]تَكَاد ُ ت‬sırrıyla Cehennem'in gayzını ve
öfkesini ve sair mevcudatın ehl-i küfür ve dalalete karşı hiddetini gösterip ilân ederek gâyet
müdhiş bir tarzda ve i'cazkârane ehl-i dalalet ve isyanı zecrediyor.
Sual: Ne için böyle ehemmiyetsiz insanların ehemmiyetsiz amelleri ve şahsî
günahları, kâinatın hiddetini celbediyor?
[Elcevab]: Bazı risalelerde ve sâbık işaretlerde isbat edildiği gibi: Küfür ve dalalet,
müdhiş bir tecavüzdür ve umum mevcudatı alâkadar edecek bir cinâyettir. Çünki hılkat-i
kâinatın bir netice-i a'zamı, ubudiyet-i insaniyedir ve rububiyet-i İlahiyeye karşı iman ve
itaatla mukabeledir. Halbuki ehl-i küfür ve dalalet ise, küfürdeki inkâr ile, mevcudatın ille-i
gâyeleri ve sebeb-i bekaları olan o netice-i a'zamı reddettikleri için, umum mahlukatın
hukukuna bir nevi tecavüz olduğu gibi, umum masnuat âyinelerinde cilveleri tezahür eden ve
masnuatın kıymetlerini, âyinedarlık cihetinde âlî eden esma-i İlahiyenin cilvelerini inkâr
ettikleri için, o esma-i kudsiyeye karşı bir tezyif olduğu gibi, umum masnuatın kıymetini
tenzil ile o masnuata karşı bir tahkir-i azîmdir. Hem umum mevcudatın herbiri birer vazife-i
âliye ile muvazzaf birer memur-ı Rabbanî derecesinde iken, küfür vasıtasıyla sukut ettirip,
camid, fâni, manasız bir mahluk menzilesinde gösterdiklerinden, umum mahlukatın hukukuna
karşı bir nevi tahkirdir.
İşte enva'-ı dalalet [derecatına göre az çok] kâinatın yaratılmasındaki hikmet-i
Rabbaniyeye ve dünyanın bekasındaki makasıd-ı Sübhaniyeye zarar verdiği için, kainat ehl-i
isyana ve ehl-i dalalete karşı hiddete geliyor, mevcudat kızıyor, mahlukat öfkeleniyor. Ey
cürmi ve cismi küçük ve cürüm ve zulmü büyük ve ayb ve zenbi azîm bîçare insan! Kâinatın
hiddetinden, mahlukatın nefretinden, ve mevcudatın öfkesinden kurtulmak istersen, işte
kurtulmanın çaresi: Kur’ân-ı Hakîm'in dairesine girmektir ve Kur’ân-ı Hakimin mübelliği
olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Sünnet-i Seniyesine ittibadır. Gir ve tabi ol!
124

[ONİKİNCİ İŞARET]: [Dört sual ve cevabdır]. [Birinci Sual]: Mahdud bir hayatta,
mahdud günahlara mukabil, hadsiz bir azab ve nihâyetsiz bir Cehennem nasıl adalet olur?
[Elcevab]: Sâbık işaretlerde, hususan bundan evvelki Onbirinci İşaret'te kat'iyen anlaşıldı ki:
Küfür ve dalalet cinâyeti, nihâyetsiz bir cinâyet ve hadsiz bir hukuka tecavüzdür.
[İkinci Sual]: Şeriatta denilmiştir ki: "Cehennem ceza-yı ameldir, fakat Cennet fazl-ı
İlahî iledir." Bunun sırr-ı hikmeti nedir?
[Elcevab]: Sâbık işaretlerden tebeyyün etti ki: İnsan, icadsız bir cüz'-i ihtiyarî ile ve
cüz'î bir kesb ile ve bir emr-i ademî veya bir emr-i itibarî teşkil ile ve sübut vermekle müdhiş
tahribata ve şerlere sebebiyet verdiği gibi, insanın nefsi ve hevası daima şerlere ve zararlara
meyyal olduğu için, o küçücük kesbinin neticesinden hasıl olan seyyiatın mes'uliyetini,
kendisi çeker. Çünki onun nefsi istedi ve kendi kesbiyle sebebiyet verdi. Ve şerr ademî olduğu
için, abd ona fâil oldu. Cenab-ı Hak da halketti. Elbette o hadsiz cinâyetin mes'uliyetini,
nihâyetsiz bir azab ile çekmeye müstehak olur. Amma hasenat ve hayrat ise, madem
vücudîdirler; kesb-i insanî ve cüz'-i ihtiyarî onlara illet-i mûcide olamaz. İnsan, onda hakikî
fâil olamaz. Ve nefs-i emmaresi de hasenata tarafdar değildir, belki rahmet-i İlahiye ister ve
kudret-i Rabbaniye icad eder. Yalnız insan, iman ile, arzu ile, niyet ile sahib olabilir. Ve sahib
olduktan sonra, o hasenat ise, ona evvelce verilmiş olan vücud ve iman nimetleri gibi sâbık
hadsiz niam-ı İlahiyeye bir şükürdür, geçmiş nimetlere bakar. Va'd-i İlahî ile verilecek Cennet
ise, fazl-ı Rahmanî ile verilir. Zahirde bir mükâfattır, hakikatta fazıldır. Demek seyyiatta
sebeb, nefistir; mücazata bizzât müstehaktır. Hasenatta ise sebeb de Hak'tandır, illet de
Hak'tandır. Yalnız, insan iman ile tesahub eder. "Mükâfatını isterim" diyemez, "Fazlını
beklerim" diyebilir.
[Üçüncü Sual]: Beyanat-ı sâbıkadan anlaşılıyor ki; seyyiat, intişar ve tecavüz ile
taaddüd ettiğinden, bir seyyie bin yazılmalı idi, hasene ise vücudî olduğu için maddeten
taaddüd etmediğinden ve abdin icadı ile ve nefsin arzusuyla olmadığından hiç yazılmamalı idi
veya bir yazılmalı idi. Neden seyyie bir yazılır, hasene on ve bazan bin yazılır? [Elcevab ]:
Cenab-ı Hak, kemal-i rahmet ve cemal-i rahîmiyetini o suretle gösteriyor.
[Dördüncü Sual]: Ehl-i dalaletin kazandıkları muvaffakıyet ve gösterdikleri kuvvet ve
ehl-i hidâyete galebeleri gösteriyor ki;
125

onlar bir kuvvete bir hakikata istinad ediyorlar. Demek ya ehl-i hidâyette zaa'f var, veyahut
onlarda bir hakikat var?
[Elcevab]: Hâşâ... Ne onlarda hakikat var, ne de ehl-i hakikatte zaa'f vardır. Fakat
maatteessüf kasîr-ün nazar muhakemesiz bir kısım avam tereddüde düşüp vesvese ediyorlar,
akidelerine halel geliyor. Çünki diyorlar: "Eğer ehl-i hakta tam hak ve hakikat olsa idi, bu
derece mağlubiyet ve zillet olmaması gerekti. Çünki hakikat kuvvetlidir. [ َ‫حق ُّ يَعْلُو وَل‬
َ ْ ‫اَل‬
ِ ‫]يُعْلَى ع َلَي ْه‬
‫ه‬ olan kaide-i esasiye ile, kuvvet haktadır. Eğer o ehl-i hakka mukabil galib
gelen ehl-i dalaletin hakikî bir kuvveti ve bir nokta-i istinadı olmasa idi bu derece galibiyet ve
muvaffakıyet olmaması lâzım gelecekti?"
[Elcevab]: Ehl-i hakkın mağlubiyeti kuvvetsizlikten, ve hakikatsızlıktan gelmediği,
sâbık işaretlerde kat'î isbat edildiği gibi; ehl-i dalaletin galebeside kuvvetlerinden ve
iktidarlarından ve nokta-i istinad bulduklarından gelmediği, yine o işaretlerde kat'î isbat
edildiğinden; bu sualin cevabı, sâbık işaretlerin heyet-i mecmuasıdır. Yalnız burada
desiselerine ve istimal ettikleri bir kısım silâhlarına işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Ben kendim mükerreren müşahede etmişim ki: Yüzde on ehl-i fesad yüzde doksan ehl-
i salahı mağlub ediyordu. Hayretle merak ettim, tedkik ettim kat'iyen anladım ki: O galebe
kuvvetten, ve kudretten gelmiyor, belki fesaddan alçaklıktan ve tahribden ve ehl-i hakkın
ihtilafından istifade etmelerinden ve içlerine ihtilaf atmaktan ve zaîf damarlarını tutmaktan ve
aşılamaktan ve hissiyat-ı nefsaniyeyi ve ağraz-ı şahsiyeyi tahrik etmekten ve insanın
mahiyetindeki muzır madenler hükmünde bulunan fena istid’adları işlettirmekten ve şan ve
şeref namıyla riyakârane nefsin firavuniyetini okşamaktan ve vicdansızca tahribatlarından
herkes korkmalarından geliyor. Ve o misillü şeytanî desiseler vasıtasıyla muvakkaten ehl-i
hakka galebe ederler. Fakat [‫متَّقِي نَه‬ُ ْ ‫ة لِل‬
ُ َ ‫ ]وَالْعَاقِب‬sırrı ile, ve [‫حق ُّه يَعْلُو وَل َ يُعْلَى‬
َ ْ ‫اَل‬
ِ ‫]ع َلَي ْه‬
‫ه‬ düsturuyla: Onların o muvakkat galebeleri, (menfaat cihetinden) onlar için
ehemmiyetsiz olmakla beraber, Cehennem'i kendilerine ve Cennet'i ehl-i hakka
kazandırmalarına sebebdir.
İşte dalalette, iktidarsızların muktedir görünmeleri ve ehemmiyetsizlerin şöhret
kazanmaları içindir ki, hodfüruş,
126

şöhretperest, riyakâr insanlar az bir şey ile iktidarlarını göstermek için ve ihafe ve ızrar
cihetinden bir mevki kazanmak için ehl-i hakka muhalif vaziyete giriyorlar. Tâ görünsünler ve
nazar-ı dikkat onlara celbolunsun. iktidar ve kudretle olmayan yalnız terk ve ataletle sebebiyet
verdikleri tahribat onlara isnad edilip, onlardan bahsedilsin. Nasılki böyle şöhret
divanelerinden birisi, namazgâhı telvis etmiş, tâ herkes ondan bahsetsin. Hattâ ondan lanetle
bahsedilmiş de, şöhretperestlik damarı kendisine bu lanetli şöhreti hoş göstermiş diye darb-ı
mesel olmuş.
Ey âlem-i beka için yaratılan ve fâni âleme mübtela olan bîçare insan!
ُ ‫ماءُ وَ اْلْر‬
[‫ضه‬ َ َ ‫م ال‬
َ ‫سّه‬ ُ ‫ت ع َلَيْهِه‬
ْ ‫ما بَك َه‬
َ ‫ ]فَه‬âyetinin sırrına dikkat et, kulak ver! Bak ne
diyor! Bu âyet Mefhum-ı sarihiyle ferman ediyor ki: "Ehl-i dalaletin ölmesiyle insan ile
alâkadar olan semavat ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlamıyorlar, yani onların
ölmeleriyle memnun oluyorlar."mefhum-ı işarîsiyle ifade ediyor ki: "Ehl-i hidâyetin ölmesiyle
semavat ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlıyorlar, firaklarını istemiyorlar" Çünki ehl-i
iman ile bütün kâinat alâkadardır, onlardan memnundurlar. Zira iman ile Hâlık-ı Kâinat'ı
bildikleri için, kâinatın kıymetini takdir edip hürmet ve muhabbet ederler. Ehl-i dalalet gibi
tahkir ve zımnî adavet etmezler. Ey insan, düşün! Sen alâküllihal öleceksin. Eğer nefs ve
şeytana tabi isen, senin komşuların, belki akrabaların senin şerrinden kurtulmak için mesrur
َّ ‫م ن ال‬
olacaklar. Eğer ِ‫جيمه‬ ِ ‫ن الَّر‬ ‫شيْطَا ِه‬ ّٰ ِ ‫ اَع ُوذ ُ ب‬deyip, Kur’âna ve Habib-i
‫الله ِه ِ َه‬
Rahman'a tabi isen; o vakit semavat ve arz ve mevcudat, (herkesin derecesine nisbeten), senin
derecene göre senin firakından müteessir olup manen ağlarlar. Ulvî bir matemle ve haşmetli
bir teşci' ile, kabir kapısıyla girdiğin beka âleminde derecene nisbeten senin için bir hüsn-i
istikbal var olduğuna işaret ederler.
[ONÜÇÜNCÜ İŞARET]: "[Üç Nokta]"dır. [Birinci Nokta]: Şeytanın en büyük bir
desisesi: Hakaik-i imaniyenin azameti cihetinde dar kalbli ve kısa akıllı ve kasır fikirli
insanları aldatır, der ki: "Bir tek zât, umum zerratı ve seyyaratı ve nücumu ve sair mevcudatı
bütün ahvaliyle tedbir-i rububiyetinde çeviriyor, idare ediyor deniliyor. Böyle hadsiz acib
büyük mes'eleye nasıl inanılabilir? Nasıl kalbe yerleşir? Nasıl fikir kabul
127

edebilir?" der. Acz-i insanî noktasında bir hiss-i inkârî uyandırıyor.


[Elcevab]: Şeytanın bu desisesini susturan sırrı: "Allahü Ekber"dir. Ve cevab-ı
hakikîsi de "Allahü Ekber"dir. Evet "Allahü Ekber"in ziyade ve kesretle şeair-i İslâmiyede
tekrarı, bu desiseyi mahvetmek içindir. Çünki insanın âciz kuvveti ve zaîf kudreti ve dar fikri,
böyle hadsiz büyük hakikatları "Allahü Ekber" nuruyla görüp tasdik ediyor ve "Allahü Ekber"
kuvvetiyle o hakikatları taşıyor ve "Allahü Ekber" dairesinde birleştiriyor ve vesveseye düşen
kalbine diyor ki: Bu kâinatın gâyet muntazamca tedbiri ve tedviri bilmüşahede görünüyor.
Bunda iki yol var: Birinci yol: Mümkündür, fakat gâyet azîm ve hârikadır. Zâten böyle bir
hârika eser, ve hârika bir san'at, çok acib bir yol ile olur. O yol ise: Mevcudat adedince belki
zerrat adedince vücudunun şahidleri bulunan bir Zât-ı Ehad ve Samed'in rububiyetiyle ve
irade ve kudretiyle olmasıdır. İkinci yol: Hiçbir cihet-i imkânı olmayan ve imtina'
derecesinde müşkilâtlı olan ve hiçbir cihette makul olmayan şirk ve küfür yoludur. Çünki
Yirminci Mektub ve Yirmiikinci Söz gibi çok risalelerde gâyet kat'î isbat edildiği üzere: O
vakit kâinatın herbir mevcudunda ve hattâ herbir zerresinde bir uluhiyet-i mutlaka ve bir ilm-i
muhit ve hadsiz bir kudret bulunması lâzım geliyor. Tâ ki, mevcudatta bilmüşahede görünen
gâyet derecede nizam ve intizam ile ve gâyet hassas mizan ve imtiyaz ile mükemmel ve
müzeyyen nukuş-ı san'at vücud bulabilsin. Elhâsıl: tam lâyık ve tam yerinde olan azametli
ve kibriyalı rububiyet olmazsa, o vakit her cihetçe gayr-ı makul ve mümteni bir yol takib
etmek lâzım gelecek. Lâyık ve lâzım olan azametten kaçmak ile, muhal ve imtinaa girmeyi,
şeytan dahi teklif edemez.
[İkinci Nokta]: Şeytanın mühim bir desisesi: İnsana kusurunu itiraf ettirmemektir. Tâ
ki, istiaze ve istiğfar yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enaniyetini tahrik edip, tâ ki
nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin; âdeta taksirattan takdis etsin. Evet şeytanı dinleyen
bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de, yüz tevil ile tevil ettirir. [‫ن‬
ْ َ ‫ضا ع‬
َ ِ‫ن الّر‬
ُ ْ ‫وَ ع َي‬
ٌ َ ‫ب كَلِيل‬
‫ة‬ ِّ ُ ‫]ك‬
ٍ ‫ل ع َي ْه‬
sırrıyla: Nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için ayıbını görmez. Ayıbını
görmediği için kusurunu itiraf etmez, istiğfar etmez, istiaze etmez; şeytana maskara olur.
Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir Peygamber-i Âlîşan, [ِ‫سوء‬ َّ َ ‫س َل‬
ُّ ‫ماَرة ٌ بِال‬ َ ْ ‫ن النَّف‬
َّ ِ ‫ا‬
َ
‫م َربِّى‬
َ ‫ح‬ َ ّ ‫]اِل‬
ِ ‫ما َر‬
128

dediği halde, nasıl nefse itimad edilebilir? Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu
itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur.
Kusurunu görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük
bir noksanlıktır. kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, afva müstehak olur.
[Üçüncü Nokta]: İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur
ki: şeytan Bir mü'minin bir tek seyyiesiyle, bütün hasenatını örter. Şeytanın bu desisesini
dinleyen insafsızlar, o mü'mine adavet ederler. Halbuki Cenab-ı Hak haşirde adalet-i mutlaka
ile mizan-ı ekberinde a'mal-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenatı seyyiata galibiyeti, ve
mağlubiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiatın esbabı çok ve vücudları kolay olduğundan,
bazan bir tek hasene ile çok seyyiatı örter. Demek bu dünyada, o adalet-i İlahiye noktasında
muamele etmek gerektir. Eğer bir âdemin iyilikleri fenalıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten
ziyade gelse, o âdem muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki kıymetdar bir tek hasenesi ile,
çok seyyiatına nazar-ı afv ile bakmak lâzımdır.
Halbuki insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, ve şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz
hasenatını bir tek seyyiesi yüzünden unutur, mü'min kardeşine adavet eder, günahlara girer.
Nasıl bir sinek kanadı gözün üstüne bırakılsa; bir dağı setreder, göstermez. Öyle de insan
garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenatını örter, unutur; mü'min
kardeşine adavet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad âleti olur.
Şeytan bu desisesine benzer diğer bir desise ile, insanın selâmet-i fikrini ifsad ediyor,
hakaik-i imaniyeye karşı sıhhat-ı muhakemeyi bozuyor ve istikamet-i fikriyeyi ihlâl ediyor.
Şöyle ki:
Bir hakikat-ı imaniyeye dair yüzer delail-i isbatiyenin hükmünü, nefyine delalet eden
bir emare ile kırmak ister. Halbuki kaide-i mukarreredir ki: "Bir isbat edici, çok nefyedicilere
tereccuh ediyor." Bir davada müsbit bir şahidin hükmü, yüz nâfîlere racih olur. Bu hakikata
bir temsil ile bak. Şöyle ki:
129

Bir saray var, yüzer kapalı kapıları var. Bir tek kapı açılmasıyla, o saraya girilebilir,
öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o saraya
girilemeyeceği söylenemez.
İşte hakaik-i imaniye o saraydır. Herbir delil, bir anahtardır, isbat ediyor, kapıyı açıyor.
Bir tek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez.
Şeytan ise, bazı esbaba binaen, ya gaflet veya cehalet vasıtasıyla kapalı kalmış bir kapıyı
gösterir; isbat edici bütün delilleri nazardan iskat ediyor. "İşte, bu saraya girilmez, belki saray
değildir,belki içinde birşey yoktur." der kandırır.
İşte ey şeytanın desiselerine mübtela olan bîçare insan! Hayat-ı diniye, ve hayat-ı
şahsiye ve hayat-ı içtimaiyenin selâmetini dilersen ve sıhhat-ı fikir ve istikamet-i nazar ve
selâmet-i kalb istersen; muhakemat-ı Kur’âniyenin mizanlarıyla ve Sünnet-i Seniyenin
terazileriyle a'mal ve hatıratını tart ve Kur’ânı ve Sünnet-i Seniyeyi daima rehber yap
َّ ‫من ال‬
ِ ِ ‫ن الَّر‬
‫جيم‬ ِ ‫شيْطَا‬ ّٰ ِ ‫ اَع ُوذ ُ ب‬de, Cenab-ı Hakk'a ilticada bulun.
َ ِ ِ‫الله‬

İşte bu onüç işaret, onüç anahtardır. Kur’ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın en âhirki suresi ve "
َّ ‫م ن ال‬
ِ ‫ن الَّر‬
ِ‫جيم‬ ِ ‫شيْطَا‬ ّٰ ِ ‫" اَع ُوذ ُ ب‬in mufassalı ve madeni olan ‫الله ِه‬
َ ِ ‫الله ِه‬ ْ َ‫ا‬
ّٰ ِ ‫ستَعِيذ ُ ب‬
ِ ‫ن الَّر‬
ِ‫حيم‬ ِ ٰ‫حم‬ ّٰ ِ ‫سم‬
ْ ‫الله ِه الَّر‬ ْ ِ‫ب‬
‫ر‬
ِّ ‫ش‬ َ ‫ن‬ ْ ‫م‬
ِ ‫س‬ َ َ ِ ِ ‫مل‬ َ ِّ ‫ل اَع ُوذ ُ بَِر‬ْ ُ‫] ق‬
ِ ‫س اِلهِ الن ّا‬
ِ ‫ك الن ّا‬ َ ‫س‬
ِ ‫ب الن ّا‬ َ
[‫س‬ َ َ ِ ْ ‫ن ال‬ َ ْ َ‫س ال ّذِى يُو‬ َ َ ْ ‫سوَاس ال‬
ْ َ‫الْو‬
ِ ‫جن ّةِ وَ الن ّا‬ َ ‫م‬ ِ ‫س‬ ِ ‫صدُورِ الن ّا‬
ُ ‫س فِى‬ ُ ِ‫سو‬ ِ ‫خن ّا‬ ِ
Suresinin hısn-ı hasîninin ve kal'a-i metininin kapısını o onüç anahtarla aç, gir, selâmeti bul!

َ َ
‫م‬
ُ ‫حكِي‬َ ْ ‫م ال‬ُ ‫ت الْعَلِي‬َ ْ ‫ك اَن‬َ َّ ‫متَنَا اِن‬
ْ ّ ‫ما ع َل‬ َ ّ ‫م لَنَا اِل‬َ ْ ‫عل‬
ِ َ‫ك ل‬
َ َ ‫حان‬ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ن‬ ْ َ‫ب ا‬ َ ِ ‫ن وَاَع ُوذ ُ ب‬ َ ّ ‫ت ال‬ َ ِ ‫ب اَع ُوذ ُ ب‬
ِ ‫ضُرو‬ُ ‫ح‬ْ َ‫ن ي‬ ِّ ‫ك َر‬ ِ ‫شيَاطِي‬ ِ ‫مَزا‬ َ َ‫ن ه‬ ْ ‫م‬
ِ ‫ك‬ ِّ ‫َر‬
130

[Otuzüçüncü Mektub ]

ِ ِ ‫ن الَّر‬
‫حيم‬ ِ ٰ‫حم‬ ّٰ ِ ‫سم‬
ْ ‫الله ِه الَّر‬ ْ ِ‫ب‬
ْ ُ‫ن لَه‬
‫م‬ َ َّ ‫حتَّى يَتَبَي‬َ ‫م‬ ِ ُ‫ق وَفِى اَنْف‬
ْ ِ‫سه‬ ِ ‫م ايَاتِنَا فِى اْلفَا‬ ْ ِ‫سنُرِيه‬ َ
ٌ‫شهِيد‬َ ‫ئ‬ َ ‫ل‬
ٍ ْ ‫شي‬ ّ ُ َ
ِ ‫ه ع َلى ك‬ َ َ َ
ُ ّ ‫ف بَِرب ِّك ان‬ ْ
ِ ‫م يَك‬ َ َ ُ
ْ ‫حقّ اوَل‬ ْ
َ ‫ه ال‬ َ َ
ُ ّ ‫ان‬
Sual:? Şu iki âyet-i câmianın ifade ettiği vücub ve vahdaniyet-i İlahiye ve evsaf ve
şuunat-ı Rabbaniyeye, âlem-i asgar ve ekber olan insan ve kâinatın vech-i delaletlerini,
mücmel ve kısa bir surette beyanlarını isteriz. Çünki münkirler pek ileri gittiler. Ne vakte
kadar ‫ر‬ ٌ ‫ئ قَدِي‬ ِّ ُ ‫ وَ هُوَ ع َلَى ك‬deyip, elimizi kaldıracağız? diyorlar.
َ ‫ل‬
ٍ ْ ‫شي‬
[Elcevab]: Yazılan bütün otuzüç aded Sözler, o âyetin denizinden ve ifaza ettiği
hakikat bahrinden otuzüç katredir. Onlara baksanız, cevabınızı alabilirsiniz. Şimdilik yalnız o
denizden bir katrenin reşhatına işaret nev'inden şöyle deriz ki:
Meselâ: Nasılki bir zât-ı mu'ciznüma, büyük bir saray yapmak istese: Evvelâ
temellerini, esaslarını muntazaman hikmetle vaz'eder ve ilerideki neticelerine ve gâyelerine
muvafık bir tarzda tertib eder. Sonra menzillere, kısımlara meharetle tefrik ve tafsil ediyor.
Sonra o menzilleri tanzim ve tertib ediyor. Sonra nukuşlarla tezyin ediyor. Sonra elektrik
lâmbalarıyla tenvir ediyor. Sonra o muhteşem ve müzeyyen sarayda meharetini, ihsan’atını
tecdid etmek için herbir tabakada yeni yeni icadlar, tebdiller, tahviller yapıyor. Sonra herbir
menzilde kendi makamına merbut bir telefon rabtedip bir pencere açarak, herbirinden onun
makamı görülür.
Aynen öyle de: [‫لَع ْلَى‬ ْ‫لا‬ َ ْ ‫ ] وَ ّل ِٰله هِ ال‬Sâni'-i Zülcelal, Hâkim-i Hakîm, Adl-i
ُ َ ‫مث‬
Hakem ve binbir esma-yı kudsiye ile müsemma Fâtır-ı Bîmisal, şu âlem-i ekber olan kâinat
sarayının ve hılkat şeceresinin icadını irade etti. Altı günde o sarayın, o şecerenin esasatını
desatir-i hikmet ve kavanin-i ilm-i ezelîsi ile vaz'etti. Sonra ulvî ve süflî tabakata ve dallara
ayırıp, kaza ve kader desatiri ile tafsil ve tasvir etti. Sonra her mahlukatın
131

her taifesini ve her tabakasını sun' ve inâyet düsturu ile tanzim etti. Sonra herşeyi, herbir
âlemi ona lâyık bir tarzda, meselâ semayı yıldızlarla, zemini çiçeklerle tezyin ettiği gibi,
süslendirip tezyin etti. Sonra o kavanin-i külliye ve desatir-i umumiye meydanlarında
esmalarını tecelli ettirip tenvir etti. Sonra bir kanun-ı küllînin tazyikinden feryad eden ferdlere
Rahman Rahîm gibi isimlerini hususî bir surette imdada yetiştirdi. Demek o küllî ve umumî
desatiri içinde hususî ihsan’atı, hususî imdadları, hususî cilveleri var ki: Herşey, her vakit, her
haceti için ondan istimdad eder, ona bakabilir. Sonra her menzilden, her tabakadan, her
âlemden, her taifeden, her ferdden, herşeyden, kendini gösterecek yani vücudunu ve vahdetini
bildirecek pencereler açmış. Her kalb içinde bir telefon bırakmış. Şimdi şu hadsiz
pencerelerden elbette haddimizin fevkinde olarak bahsine girişmeyeceğiz. Onları ilm-i muhit-
i İlahîye havale edip, yalnız âyât-ı Kur’âniyenin lemaatı olan (otuzüç pencereyi) Otuzüçüncü
Söz'ün Otuzüçüncü Mektubunun namazdan sonraki tesbihatın otuzüç aded-i mübarekine
muvafık olmak için (otuzüç pencereye) icmalî ve muhtasar bir surette işaret edip, izahını sair
Sözler'e havale ederiz...

[Birinci Pencere]: Bilmüşahede görüyoruz ki: Bütün eşya, hususan zîhayat olanların
pekçok muhtelif hacatı ve pekçok mütenevvi metalibi vardır. O matlabları, o hacetleri,
ummadığı ve bilmediği ve eli yetişmediği yerden münasib ve lâyık bir vakitte onlara veriliyor,
imdada yetiştiriliyor. Halbuki o hadsiz maksudların en küçüğüne o muhtaçların kudreti
yetişmez, elleri ulaşmaz. Sen kendine bak: Zahirî ve bâtınî hasselerin ve onların levazımatı
gibi elin yetişmediği ne kadar eşyaya muhtaçsın. Bütün zîhayatları kendine kıyas et. İşte
bütün onlar, birer birer, vücub-ı Vâcib'e şehadet ve vahdetine işaret ettikleri gibi, heyet-i
mecmuasıyla, güneşin ziyası güneşi gösterdiği gibi, o hal ve bu keyfiyet, perde-i gayb
arkasında bir Vâcib-ül Vücud'u, bir Vâhid-i Ehad'i, hem gâyet Kerim, Rahîm, Mürebbi,
Müdebbir ünvanları içinde akla gösterir. Şimdi ey münkir-i cahil ve ey fâsık-ı gafil! Bu
faaliyet-i hakimaneyi, basîraneyi, rahimaneyi ne ile izah edebilirsin?
132

Sağır tabiatla mı, kör kuvvetle mi, sersem tesadüfle mi, âciz camid esbabla mı izah
edebilirsin?...

[İkinci Pencere]: Eşya, vücud ve teşahhusatlarında, nihâyetsiz imkânat yolları içinde


mütereddid, mütehayyir, şekilsiz bir surette iken, birdenbire gâyet muntazam, hakimane öyle
bir teşahhus-ı vechî veriliyor ki; meselâ herbir insanın yüzünde, bütün ebna-yı cinsinden
herbirisine karşı birer alâmet-i fârika, o küçük yüzde bulunduğu ve zahir ve bâtın duygular ile
kemal-i hikmetle teçhiz edildiği cihetle, o yüz gâyet parlak bir sikke-i ehadiyet olduğunu isbat
eder. Herbir yüz, yüzer cihetle bir Sâni'-i Hakîm'in vücuduna şehadet ve vahdetine işaret
ettikleri gibi, bütün yüzlerin heyet-i mecmuasıyla izhar ettikleri o sikke, bütün eşyanın
Hâlıkına mahsus bir hâtem olduğunu akıl gözüne gösterir. Ey münkir! Hiçbir cihetle kabil-i
taklid olmayan şu sikkeleri ve mecmuundaki parlak sikke-i Samediyeti hangi tezgâha havale
edebilirsin?...
(Hâşiye)
[Üçüncü Pencere ]: Zeminin yüzünde dörtyüzbin muhtelif taifeden ibaret olan
bütün hayvanat ve nebatat enva'ının ordusu; bilmüşahede ayrı ayrı erzakları, suretleri,
silâhları, libasları, talimatları, terhisatları kemal-i mizan ve intizamla hiçbir şeyi
unutulmayarak, hiçbirini şaşırmayarak bir surette tedbir ve terbiye etmek öyle bir sikkedir ki;
hiçbir şübhe kabul etmez güneş gibi parlak bir sikke-i Vâhid-i Ehad'dir. Hadsiz bir kudret ve
muhit bir ilim ve nihâyetsiz bir hikmet sahibinden başka kimin haddi var ki, o hadsiz derecede
hârika olan şu idareye karışsın. Çünki şu biribiri içinde girift olan enva'ları, milletleri,
umumunu birden idare ve terbiye edemeyen, onlardan birisine karışsa elbette karıştıracak.
Halbuki ‫ور‬ ٍ ُ ‫م نْه فُط‬
ِ ‫ل تََرى‬ َ ‫ج ِهع الْب َه‬
ْ َ‫صَر ه‬ ِ ‫ فَاْر‬sırrıyla, hiçbir karışık alâmeti yoktur.
Demek hiçbir parmak karışmıyor.

___________ ___________
_________________
(Hâşiye):
Hattâ o taifelerden bir kısım var ki; bir senedeki efradı, zaman-ı Âdem'den kıyamete kadar
vücuda gelen bütün insan efradından ziyadedir.
133

[Dördüncü Pencere]: İstidad lisanıyla bütün tohumlar tarafından ve ihtiyac-ı fıtrî


lisanıyla bütün hayvanlar tarafından ve lisan-ı ızdırarıyla bütün muztarlar tarafından edilen
duaların makbuliyetidir. İşte bu nihâyetsiz duaların bilmüşahede kabul ve icabeti, herbiri
vücuba ve vahdete şehadet ve işaret ettikleri gibi, mecmuu büyük bir mikyasta bilbedahe bir
Hâlık-ı Rahîm ve Kerim ve Mücîb'e delalet eder baktırır.

[Beşinci Pencere]: Görüyoruz ki: Eşya hususan zîhayat olanlar, def'î gibi âni bir
zamanda vücuda gelir. Halbuki def'î ve âni bir surette basit bir maddeden çıkan şeyler, gâyet
basit, şekilsiz, san'atsız olması lâzım gelirken; çok meharete muhtaç bir hüsn-i san'atta, çok
zamana muhtaç ihtimamkârane nakışlarla münakkaş, çok âlâta muhtaç acib san'atlarla
müzeyyen, çok maddelere muhtaç bir surette halk olunuyorlar. İşte bu def'î ve âni bir surette
bu hârika san'at ve güzel heyet, herbiri bir Sâni'-i Hakîm'in vücub-ı vücuduna şehadet ve
vahdet-i rububiyetine işaret ettikleri gibi mecmuu gâyet parlak bir tarzda nihâyetsiz Kadîr,
nihâyetsiz Hakîm bir Vâcib-ül Vücud'u gösterir.
Şimdi, ey sersem münkir! Haydi bunu ne ile izah edersin? Senin gibi sersem, âciz,
cahil tabiatla mı? Veyahut hadsiz derece hata ederek o Sâni'-i Mukaddes'e "Tabiat" ismini
verip onun mu'cizat-ı kudretini, o tesmiye bahanesiyle tabiata isnad edip, bin derece muhali
birden irtikâb etmek mi istersin?

[Altıncı Pencere]:
َ َ
‫جرِى‬ ْ َ ‫ك ال ّتِىت‬ ِ ْ ‫ل وَالنَّهَارِ وَالْفُل‬ِ ْ ‫ف الل ّي‬ ِ َ ‫ختِل‬ ْ ‫ض وَا‬ ْ
ِ ‫ت وَالَْر‬ ِ ‫سمٰوَا‬ َّ ‫ق ال‬ ْ َ ‫ن فِى‬
ِ ‫خل‬ َّ ِ ‫ا‬
‫ه‬
ِ ِ ‫حيَا ب‬ ْ َ ‫ماءٍ فَا‬ َ ‫ن‬ ْ ‫م‬ِ ِ‫ماء‬َ ‫س‬َّ ‫ن ال‬ َ ‫م‬ ّٰ ‫ل‬
ِ ‫الل ُهه‬ َ ‫ما اَنَْز‬َ ‫س َو‬ َ ‫ما يَنْفَعُ النَّا‬ َ ِ ‫حرِ ب‬ ْ َ ‫فِى الْب‬
‫ب‬ِ ‫حا‬ َ ‫س‬ َّ ‫ح وَال‬ ِ ْ َ ‫ل دَابَّةٍ وَت‬ ِّ ُ ‫ن ك‬ َّ َ ‫موْت ِ َها وَب‬ َ ‫اْلَْر‬
ِ ‫ف الّرِيَا‬ِ ‫صري‬ ْ ‫م‬ ِ ‫ث فِيهَا‬ َ َ ‫ض بَعْد‬
َ ‫ت لِقَوْم ٍ يَعْقِلُو‬ ٍ ‫ض َلٓيَا‬ ْ َّ ‫س‬ ُ ْ ‫ال‬
‫ن‬ ِ ‫ماءِ وَالَْر‬ َ ‫س‬َّ ‫ن ال‬َ ْ ‫خرِ بَي‬ َ ‫م‬
Şu âyet, vücub ve vahdeti gösterdiği gibi, bir ism-i a'zamı gösteren gâyet büyük bir
penceredir. İşte şu âyetin hülâsat-ül hülâsası şudur ki: Kâinatın ulvî ve süflî tabakatındaki
bütün âlemler ayrı ayrı lisan ile birtek neticeyi, yani birtek Sâni'-i Hakîm'in rububiyetini
gösteriyorlar. Şöyle ki: Nasıl göklerde (hattâ Kozmoğrafyanın itirafıyla dahi) gâyet büyük
neticeler için gâyet muntazam hareketler, bir Kadîr-i Zülcelal'in vücud ve vahdetini ve kemal-
i rububiyetini gösterir. Öyle de: Zeminde
134

bilmüşahede hattâ Coğrafyanın şehadetiyle ve ikrarıyla gâyet büyük maslahatlar için


mevsimlerdeki gibi gâyet muntazam tahavvülâtlar dahi, aynı o Kadîr-i Zülcelal'in vücub ve
vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Hem nasıl berr'de ve bahr'de kemal-i rahmet ile rızıkları verilen ve kemal-i hikmetle
muhtelif şekiller giydirilen ve kemal-i rububiyetle türlü türlü duygularla teçhiz edilen bütün
hayvanat, birer birer yine o Kadîr-i Zülcelal'in vücubuna şehadet ve vahdetine işaret etmekle
beraber, heyet-i mecmuasıyla gâyet geniş bir mikyasta azamet-i uluhiyetini ve kemal-i
rububiyetini gösterir. Öyle de: Bağlardaki muntazam nebatat ve nebatatın gösterdikleri
müzeyyen çiçekler ve çiçeklerin gösterdikleri mevzun meyveler ve meyvelerin gösterdikleri
müzeyyen nakışlar, birer birer yine o Sâni'-i Hakîm'in vücubuna şehadet ve vahdetine işaret
etmekle beraber külliyetleriyle gâyet şaşaalı bir surette cemal-i rahmetini ve kemal-i
rububiyetini gösterir.
Hem nasıl cevv-i semadaki bulutlardan mühim hikmetler ve gâyeler ve lüzumlu
faideler ve semereler için tavzif edilen ve gönderilen katreler, katreler adedince yine o Sâni'-i
Hakîm'in vücubunu ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir. Öyle de: Zemindeki bütün
dağların ve dağların içindeki madenlerin ayrı ayrı hasiyetleriyle beraber ayrı ayrı maslahatlar
için ihzar ve iddiharları, dağ metanetinde bir kuvvetle yine o Sâni'-i Hakîm'in vücub ve
vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Hem nasıl sahralarda ve dağlardaki küçük küçük tepelerin türlü türlü muntazam
çiçeklerle süslenmeleri, herbiri bir Sâni'-i Hakîm'in vücubuna şehadet ve vahdetine işaret
etmekle beraber, heyet-i mecmuasıyla haşmet-i saltanatını ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Öyle de: Bütün otlarda ve ağaçlardaki bütün yaprakların türlü türlü eşkâl-i muntazamaları ve
ayrı ayrı vaziyetleri ve cezbekârane mevzun hareketleri, yapraklar adedince yine o Sâni'-i
Hakîm'in vücub-ı vücudunu ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Hem nasıl bütün ecsam-ı nâmiyede, büyümek zamanında muntazaman hareketleri ve
türlü türlü âlât ile teçhizleri ve çeşit çeşit meyvelere şuurkârane teveccühleri, herbiri ferden-
ferda yine o Sâni'-i Hakîm'in vücub-ı vücuduna şehadet ve vahdetine işaret eder. Ve heyet-i
mecmuasıyla gâyet büyük bir mikyasta ihata-i kudretini ve şümul-i hikmetini ve cemal-i
san'atını ve kemal-i rububiyetini gösterir. Öyle de: Bütün hayvanî cesedlerde kemal-i hikmetle
nefislerini, ruhlarını yerleştirmek, türlü türlü cihazat ile kemal-i intizam ile teslih etmek, türlü
türlü hizmetlerde
135

kemal-i hikmetle göndermek, hayvanat adedince belki cihazatları sayısınca yine o Sâni'-i
Hakîm'in vücub-ı vücuduna ve vahdetine şehadet ve işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla
gâyet parlak bir surette cemal-i rahmetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Hem nasıl bütün kalblere, insan ise her nevi ulûm ve hakikatları bildiren, hayvan ise
her nevi hacatlerinin tedarikini öğrenen bütün ilhamat-ı gaybiye, bir Rabb-ı Rahîm'in
vücudunu ihsas eder ve rububiyetine işaret eder. Öyle de: Gözlere kâinat bostanındaki manevî
çiçekleri toplayan şuaat-ı ayniye gibi zahirî bâtınî bütün duyguların, ayrı ayrı âlemlere herbiri
birer anahtar olmaları, yine o Sâni'-i Hakîm, o Fâtır-ı Alîm, o Hâlık-ı Rahîm, o Rezzak-ı
Kerim'in vücub-ı vücudunu ve vahdet ve ehadiyetini ve kemal-i rububiyetini güneş gibi
gösterir.
İşte şu yukarıda geçen oniki ayrı ayrı pencerelerden, oniki vecihten bir pencere-i a'zam
açılıyor ki; oniki renkli bir ziya-yı hakikat ile Cenab-ı Hakk'ın ehadiyetini ve vahdaniyetini ve
kemal-i rububiyetini gösterir. İşte ey bedbaht münkir! Şu daire-i arz kadar, belki medar-ı
senevîsi kadar geniş olan şu pencereyi ne ile kapatabilirsin? Ve güneş gibi parlak olan şu
maden-i nuru ne ile söndürebilirsin ve hangi perde-i gaflette saklayabilirsin?...

[Yedinci Pencere]: Şu kâinat yüzünde serpilen masnuatın kemal-i intizamları ve


kemal-i mevzuniyetleri ve kemal-i zînetleri ve icadlarının sühuleti ve birbirine benzemeleri ve
birtek fıtrat izhar etmeleri, nasılki bir Sâni'-i Hakîm'in vücub-ı vücudunu ve kemal-i kudretini
ve vahdetini gâyet geniş bir mikyasta gösteriyorlar. Öyle de: Camid ve basit unsurlardan,
hadsiz ve ayrı ayrı ve muntazam mürekkebatın icadı, mürekkebat adedince yine o Sâni'-i
Hakîm'in vücub-ı vücuduna şehadet ve vahdetine işaret etmekle beraber, heyet-i mecmuasıyla
gâyet parlak bir tarzda kemal-i kudretini ve vahdetini gösterdiği gibi terkibat-ı mevcudat tabir
edilen terkib ve tahlil hengâmındaki teceddüdde nihâyet derecede ihtilat ve karışma içinde
nihâyet derecede bir imtiyaz ve tefrik ile, meselâ topraktaki tohumların ve köklerin çok
karışık olduğu halde hiç şaşırmayarak bir surette sünbülenmelerini ve vücudlarını temyiz ve
tefrik etmek ve ağaçlara giren karışık maddeleri yaprak ve çiçek ve meyvelere tefrik etmek ve
hüceyrat-ı bedene karışık bir surette giden gıdaî maddeleri kemal-i hikmetle ve kemal-i
mizanla ayırıp tefrik etmek, yine o Hakîm-i Mutlak ve o Alîm-i Mutlak ve o Kadîr-i
136

Mutlak'ın vücub-ı vücudunu ve kemal-i kudretini ve vahdetini gösterdiği gibi; zerreler âlemini
hadsiz ve geniş bir tarla hükmüne getirip, her dakikada kemal-i hikmetle alıp biçip, yeni yeni
kâinatlar mahsulâtını ondan almak ve o camide, âcize, cahile olan zerrata gâyet şuurkârane ve
gâyet hakimane ve muktedirane hadsiz muntazam vazifeleri gördürmek, yine o Kadîr-i
Zülcelal'in ve o Sâni'-i Zülkemal'in vücub-ı vücudunu ve kemal-i kudretini ve azamet-i
rububiyetini ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir. İşte bu dört yol ile büyük bir
pencere marifetullaha açılır. Ve büyük bir mikyasta bir Sâni'-i Hakîm'i akla gösterir. Şimdi ey
bedbaht gafil! Şu halde Onu görmek ve tanımak istemezsen; aklını çıkar at, hayvan ol,
kurtul...

[Sekizinci Pencere]: Nev'-i beşerdeki bütün ervah-ı neyyire ashabı olan


(Aleyhimüsselâm)
Enbiyalar , bahir ve zahir mu'cizatlarına istinad ederek ve bütün kulûb-ı
münevvere aktabı olan evliyalar, keşf ve kerametlerine itimad ederek ve bütün ukûl-i nuraniye
erbabı olan asfiyalar, tahkikatlarına istinad ederek, birtek Vâhid-i Ehad, Vâcib-ül Vücud,
Hâlık-ı Külli Şey'in vücub-ı vücuduna ve vahdetine ve kemal-i rububiyetine şehadetleri, pek
büyük ve nurani bir penceredir. Hem her vakit o makam-ı rububiyeti göstermektedir. Ey
bîçare münkir! Kime güveniyorsun ki, bunları dinlemiyorsun? Veyahut gündüz içinde gözünü
kapamakla, dünyayı gece mi oldu zannediyorsun?

[Dokuzuncu Pencere]: Kâinattaki ibadat-ı umumiye, bilbedahe bir Mabud-ı Mutlak'ı


gösteriyor. Evet âlem-i ervaha ve bâtına giden ve ruhanî ve meleklerle görüşen zâtların
şehadetleriyle sabit olan umum ruhanî ve melaikelerin kemal-i imtisal ile ubudiyetleri ve
bilmüşahede bütün zîhayatların kemal-i intizam ile ubudiyetkârane vazifeler görmeleri ve
bilmüşahede anasır gibi bütün cemadatın kemal-i itaat ile ubudiyetkârane hizmetleri, bir
Mabud-ı Bilhakk'ın vücub-ı vücudunu ve vahdetini gösterdiği gibi, herbir taifesi icma' ve
tevatür kuvvetini taşıyan bütün âriflerin hakikatlı marifetleri, bütün şâkirler taifesinin
semeredar şükürleri ve bütün zâkirlerin feyizli zikirleri ve bütün hâmidlerin nimet artıran
hamdleri ve bütün muvahhidlerin bürhanlı tevhidleri ve tavsifleri
137

ve bütün muhiblerin hakikî muhabbet ve aşkları ve bütün müridlerin sadık irade ve rağbetleri
ve bütün münîblerin ciddî taleb ve inabeleri, yine Maruf, Mezkûr, Meşkûr, Mahmud, Vâhid,
Mahbub, Mergub, Maksud olan o Mabud-ı Ezelî'nin vücub-ı vücudunu ve kemal-i
rububiyetini ve vahdetini gösterdiği gibi, kâmil insanlardaki bütün makbul ibadetin ve o
makbul ibadetin neticesinden hasıl olan füyuzat ve münacat, müşahedat ve keşfiyat, yine o
Mevcud-ı Lemyezel ve o Mabud-ı Lâyezal'in vücub-ı vücudunu ve vahdetini ve kemal-i
rububiyetini gösterir. İşte şu üç cihette ziyadar büyük bir pencere, vahdaniyete açılır.

[Onuncu Pencere]:
َّ ‫س‬ َ
ُ ُ ‫خَر لَك‬
‫م‬ َ َ‫م و‬ ْ ُ ‫ت رِْزقًا لَك‬ ِ ‫مَرا‬َ ّ ‫ن الث‬ َ ‫م‬ ِ ِ‫ج بِه‬ َ ‫خَر‬ ْ َ ‫ماءً فَا‬ َ ِ‫ماء‬ َ ‫س‬َّ ‫ن ال‬ َ ‫م‬ ِ ‫ل‬ َ ‫وَاَنَْز‬
‫س‬ َّ ‫م ال‬ُ ُ ‫خَر لَك‬ َّ ‫س‬
َ َ‫م اْلَنْهَاَر و‬ ُ ُ ‫خَر لَك‬ َّ ‫س‬ ْ َ ‫حرِ بِا‬
ْ َ ‫جرِىَ فِى الْب‬ َ ْ ‫الْفُل‬
َ ‫م‬ ْ ‫ش‬ َ َ‫مرِهِ و‬ ْ َ ‫ك لِت‬
‫ن‬
ِ ْ ‫مَر دَائِبَي‬ َ َ‫وَالْق‬
‫ت‬َ ‫م‬ َ ْ‫ن تَعُدُّوا نِع‬ ْ ِ ‫موه ُ وَا‬ُ ُ ‫ساَلْت‬
َ ‫ما‬ َ ‫ل‬ ِّ ُ ‫ن ك‬ْ ‫م‬ ِ ‫م‬ ْ ُ ‫ل وَالنَّهَاَر وَاتَيك‬ َ ْ ‫م اللَّي‬
ُ ُ ‫خَر لَك‬ َّ ‫س‬َ َ‫و‬
‫صوهَا‬ ُ ‫ح‬ ْ ُ ‫الله ِه ل َ ت‬ّٰ
Şu kâinattaki mevcudatın birbirine teavünü, tecavübü, tesanüdü gösterir ki; umum
mahlukat, birtek Mürebbi'nin terbiyesindedirler. Birtek Müdebbir'in idaresindedirler. Birtek
Mutasarrıf'ın taht-ı tasarrufundadırlar. Birtek Seyyid'in hizmetkârlarıdırlar. Çünki zemindeki
zîhayatlara levazımat-ı hayatiyeyi emr-i Rabbanî ile pişiren Güneş'ten ve takvimcilik eden
Kamer'den tut, tâ ziya, hava, mâ, gıdanın zîhayatların imdadına koşmalarına ve nebatatın dahi
hayvanatın imdadına koşmalarına ve hayvanat dahi insanların imdadına koşmalarına, hattâ
a'za-yı bedenin birbirinin muavenetine koşmalarına ve hattâ gıda zerratının hüceyrat-ı
bedeniyenin imdadına koşmalarına kadar cari olan bir düstur-ı teavün ile, camid ve şuursuz
olan o mevcudat-ı müteavine, bir kanun-ı kerem, bir namus-ı şefkat, bir düstur-ı rahmet
altında gâyet hakimane, kerimane birbirine yardım etmek, birbirinin sadâ-yı hacetine cevab
vermek, birbirini takviye etmek, elbette bilbedahe birtek, yekta, Vâhid-i Ehad, Ferd-i Samed,
Kadîr-i Mutlak, Alîm-i Mutlak, Rahîm-i Mutlak, Kerim-i Mutlak bir Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un
hizmetkârları ve memurları ve masnuları olduklarını gösterir.
İşte ey bîçare müflis felsefî! Bu muazzam pencereye ne diyorsun? Senin tesadüfün
buna karışabilir mi?...

[Onbirinci Pencere]: [‫ب‬ ُ ‫ن الْقُلُو‬ َ ْ ‫الله ِه تَط‬


ُّ ِ ‫مئ‬ ّٰ ِ‫ ] اََل بِذِكْر‬Bütün ervah ve kulûbün
dalaletten neş'et eden ızdırabat ve keşmakeş ve ızdırabattan neş'et eden manevî elemlerden
kurtulmaları, birtek Hâlık'ı tanımak ile olur.
138

Bütün mevcudatı, birtek Sâni'a vermek ile necat buluyorlar, birtek Allah'ın zikriyle mutmain
olurlar. Çünki hadsiz mevcudat birtek zâta verilmezse Yirmiikinci Söz'de kat'î isbat edildiği
gibi o zaman her birtek şeyi, hadsiz esbaba isnad etmek lâzım gelir ki, o halde birtek şeyin
vücudu, umum mevcudat kadar müşkil olur. Çünki Allah'a verse, hadsiz eşyayı bir zâta verir.
Ona vermezse, herbir şeyi hadsiz esbaba vermek lâzım gelir. O vakit bir meyve, kâinat kadar
müşkilât peyda eder, belki daha ziyade müşkil olur. Çünki nasıl bir nefer yüz muhtelif âdemin
idaresine verilse, yüz müşkilât olur. Ve yüz nefer, bir zabitin idaresine verilse, bir nefer
hükmünde kolay olur. Öyle de: Çok muhtelif esbabın birtek şeyin icadında ittifakları, yüz
derece müşkilâtlı olur. Ve pek çok eşyanın icadı, birtek zâta verilse yüz derece kolay olur. İşte
mahiyet-i insaniyedeki merak ve taleb-i hakikat cihetinden gelen nihâyetsiz ızdırabdan
kurtaracak yalnız tevhid-i Hâlık ve marifet-i İlahiyedir. Madem küfürde ve şirkte nihâyetsiz
müşkilât ve ızdırabat var. Evet o yol muhaldir, hakikatı yoktur. Madem tevhidde, mevcudatın
yaratılışındaki sühulete ve kesrete ve hüsn-i san'ata muvafık olarak nihâyetsiz sühulet ve
kolaylık var. Elbette o yol vâcibdir, hakikattır. İşte ey bedbaht ehl-i dalalet! Bak: Dalalet yolu
ne kadar karanlıklı ve elemli!. Ne zorun var ki, oradan gidiyorsun? Hem bak: İman ve tevhid
yolu ne kadar kolay ve safalı... Oraya gir, kurtul...
َ َ
[Onikinci Pencere]: [‫وَال ّذِى‬ ‫سوَّى‬ َ ‫ك اْلَع ْلَى اَل ّذِى‬
َ ‫خل َهقَ فَه‬ َ ‫م َرب ّ ِه‬
َ ‫سه‬ ِ ِّ ‫سب‬
ْ ‫حا‬ ‫َه‬
‫]قَدََّر فَهَدَى‬sırrınca: Umum eşyada hususan zîhayat masnularda hikmetli bir kalıbdan
çıkmış gibi her şeye bir miktar-ı muntazam ve bir suret, hikmetle verildiği ve o suret ve o
miktarda maslahatlar ve faideler için eğri büğrü hududlar bulunması; hem müddet-i
hayatlarında değiştirdikleri suret-i libasları ve miktarları yine hikmetlere, maslahatlara
muvafık bir tarzda mukadderat-ı hayatiyeden terkib edilen manevî ve muntazam birer suret,
birer miktar bulunması, bilbedahe gösterir ki: Bir Kadîr-i Zülcelal'in ve bir Hakîm-i
Zülkemal'in kader dairesinde suretleri ve biçimleri tertib edilen ve kudretin destgâhında
vücudları verilen o hadsiz masnuat, o zâtın vücub-ı vücuduna delalet ve vahdetine ve kemal-i
kudretine hadsiz lisan ile şehadet ederler. Sen kendi cismine ve a'zalarına ve onlardaki
139

eğri büğrü yerlerin meyvelerine ve faidelerine bak! Kemal-i hikmet içinde kemal-i kudreti
gör.

َ
[Onüçüncü Pencere]: [ِ‫مد ِهه‬ ْ ‫ح‬
َ ِ‫ح ب‬ َ ‫ئ اِل ّ ي ُه‬
ُ ِّ ‫سب‬ َ ‫ن‬
ٍ ْ ‫شي‬ ‫م ْه‬
ِ ‫ن‬
ْ ‫ ]وَ ا ِه‬sırrınca: Herşey
lisan-ı mahsus ile Hâlıkını yâd eder, takdis eder. Evet bütün mevcudatın lisan-ı hal ve kal ile
ettiği tesbihat, birtek Zât-ı Mukaddes'in vücudunu gösteriyor. Evet fıtratın şehadeti
reddedilmez. Delalet-i hal ise, hususan çok cihetlerle gelse, şübhe getirmez. Bak hadsiz fıtrî
şehadeti tazammun eden ve nihâyetsiz tarzlarda lisan-ı hal ile delalet eden ve mütedâhil
daireler gibi birtek merkeze bakan şu mevcudatın muntazam suretleri, herbiri birer dildir. Ve
mevzun heyetleri, herbiri birer lisan-ı şehadettir. Ve mükemmel hayatları, herbiri birer lisan-ı
tesbihtir ki, Yirmidördüncü Söz'de kat'î isbat edildiği gibi, o bütün diller ile pek zahir bir
surette tesbihatları ve tahiyyatları ve birtek mukaddes zâta şehadetleri, ziya güneşi gösterdiği
gibi bir tek Zât-ı Vâcib-ül Vücud'u gösterir. Ve kemal-i uluhiyetine delalet eder.

[Ondördüncü Pencere]:
‫ن‬
ْ ‫م‬
ِ ‫ما‬
َ ‫ه‬ُ ُ ‫خَزائِن‬ ِ َّ ‫ئ اِل‬
َ ‫عنْدَنَا‬ َ ‫ن‬
ٍ ْ ‫شي‬ ْ ‫م‬ِ ‫ن‬ ْ ِ ‫ئ وَا‬ ٍ ْ ‫شي‬َ ‫ل‬ ِّ ُ ‫ت ك‬ُ ‫ملَكُو‬ َ ِ‫ن بِيَدِه‬ْ ‫م‬ ْ ُ‫ق‬
َ ‫ل‬
ٌ ‫حفِي‬ ِّ ُ ‫ى ع َلَى ك‬ َّ ِ ‫صيَتِهَا ا‬ َ
‫ظ‬ َ ‫ئ‬ َ ‫ل‬
ٍ ْ ‫شي‬ ِ ّ ‫ن َرب‬ ِ ‫خذ ٌ بِنَا‬
ِ ‫وا‬َ ُ‫دَابَّةٍ اِل ّ ه‬
sırlarınca: Herşeyi herşeyinde ve her şe'ninde tek bir Hâlık-ı Zülcelal'e muhtaçtır. Evet
kâinattaki mevcudata bakıyoruz ve görüyoruz ki: Za'f-ı mutlak içinde bir kuvvet-i mutlaka
tezahüratı var. Ve acz-i mutlak içinde bir kudret-i mutlakanın âsârı görünüyor. Meselâ
nebatatın tohumlarında ve köklerindeki ukde-i hayatiyelerinin intibahları zamanında
gösterdikleri hârika vaziyetleri gibi. Hem fakr-ı mutlak ve kuruluk içinde bir gına-i mutlakın
tezahüratı var: Kıştaki toprağın ve ağaçların vaziyet-i fakiraneleri ve baharda şaşaalı servet ve
gınaları gibi. Hem cümud-ı mutlak içinde bir hayat-ı mutlakanın tereşşuhatı görünüyor:
Anasır-ı camidenin zîhayat maddelere inkılabı gibi. Hem bir cehl-i mutlak içinde muhit bir
şuurun tezahüratı görünür: Zerrelerden yıldızlara kadar herşeyin harekâtında nizamat-ı âleme
ve mesalih-i hayata ve metalib-i hikmete muvafık bir tarzda hareket etmeleri ve şuurkârane
vaziyetleri gibi. İşte bu acz içindeki kudret ve za'f içindeki kuvvet ve fakr içindeki servet ve
gına ve cümud ve cehil içindeki hayat ve şuur; bilbedahe ve bizzarure bir Kadîr-i Mutlak ve
Kaviyy-i Mutlak
140

ve Ganiyy-i Mutlak ve Alîm-i Mutlak ve Hayy-ı Kayyum bir zâtın vücub-ı vücuduna ve
vahdetine karşı her taraftan pencereler açar. Heyet-i mecmuasıyla büyük bir mikyasta bir
cadde-i nuraniyeyi gösterir. İşte ey tabiat bataklığına düşen gafil! Eğer tabiatı bırakıp kudret-i
İlahiyeyi tanımazsan; herbir şeye, hattâ herbir zerreye, hadsiz bir kuvvet ve kudret ve
nihâyetsiz bir hikmet ve meharet, belki ekser eşyayı görecek, bilecek, idare edecek bir iktidar,
herşeyde bulunduğunu kabul etmek lâzım gelir.

َّ ُ ‫سن ك‬ َ
[Onbeşinci Pencere]: [‫ه‬ ُ ‫خلَقَه‬
َ ‫ئ‬ َ ‫ل‬
ٍ ْ ‫شي‬ ْ َ ‫ ]وَال ّذِى ا‬sırrınca: Herşeye, o
َ ‫ح َه‬
şeyin kabiliyet-i mahiyetine göre kemal-i mizan ve intizam ile biçilip hüsn-i san'at ile tertib
edilip, en kısa yolda, en güzel bir surette, en hafif bir tarzda, istimalce en kolay bir şekilde,
meselâ kuşların elbiselerine ve her vakit tüylerini kolayca oynatmalarına ve istimal etmelerine
bak hem israfsız hikmetli bir tarzda vücud vermek, suret giydirmek, eşya adedince diller ile
bir Sâni'-i Hakîm'in vücub-ı vücuduna şehadet ve bir Kadîr ve Alîm-i Mutlak'a işaret ederler.

[Onaltıncı Pencere]: Rûy-i zeminde mevsim-bemevsim tazelenen mahlukatın icad ve


tedbirlerindeki intizamat ve tanzimat, bilbedahe bir hikmet-i âmmeyi gösterir. Sıfat,
mevsufsuz olmadığından; elbette o hikmet-i âmme, bizzarure bir Hakîm'i gösterir. Hem o
perde-i hikmet içinde hârika tezyinat, bilbedahe bir inâyet-i tâmmeyi gösterir. Ve o inâyet-i
tâmme, bizzarure inâyetkâr bir Hâlık-ı Kerim'i gösterir. Ve o perde-i inâyette umuma şamil bir
taltifat ve ihsan’at, bilbedahe bir rahmet-i vasiayı gösterir. Ve o rahmet-i vasia, bizzarure bir
Rahman-ı Rahîm'i gösterir. Ve o perde-i rahmet üstünde dahi bütün rızka muhtaç zîhayatların
lâyık ve mükemmel bir tarzda iaşeleri ve erzakları, bilbedahe terbiyekârane bir Rezzakıyet ve
şefkatkârane bir rububiyeti gösterir. Ve o terbiye ve idare, bizzarure bir Rezzak-ı Kerim'i
gösterir. Evet zeminin yüzünde kemal-i hikmetle terbiye edilen ve kemal-i inâyet ile tezyin
edilen ve kemal-i rahmetle taltif edilen ve kemal-i şefkat ile iaşe edilen bütün mahlukat, birer
birer bir Sâni'-i Hakîm, Kerim, Rahîm, Rezzak'ın vücubuna şehadet ve vahdetine işaret
ettikleri gibi, yeryüzünün mecmuunda tezahür eden ve umumunda görülen ve kasd ve iradeyi
bilbedahe gösteren hikmet-i âmme; ve hikmeti dahi tazammun eden umum masnuata şamil
inâyet-i tâmme;
141

ve inâyet ve hikmeti tazammun eden ve umum mevcudat-ı arziyeye şamil olan rahmet-i vasia;
ve rahmet ve hikmet ve inâyeti de tazammun eden umum zîhayata şamil bir surette ve gâyet
kerimane bir tarzda olan rızk ve iaşe-i umumiyeyi birden nazara al, bak! Nasılki elvan-ı seb'a,
ziyayı teşkil eder. Ve yeryüzünü tenvir eden o ziya, nasıl şübhesiz güneşi gösterir. Öyle de; o
hikmet içindeki inâyet ve inâyet içindeki rahmet ve rahmet içindeki iaşe-i rızkî, nihâyet
derecede Hakîm, Kerim, Rahîm, Rezzak bir Vâcib-ül Vücud'un vahdetini ve kemal-i
rububiyetini büyük bir mikyasta, yüksek bir derecede, parlak bir surette gösterir. İşte ey
sersem münkir-i gafil! Göz önündeki bu hakimane, kerimane, rahimane, rezzakane terbiyeti
ve bu acib ve hârika ve mu'cize keyfiyeti ne ile izah edebilirsin? Senin gibi serseri tesadüfle
mi? Ve kalbin gibi kör kuvvetle mi? Ve kafan gibi sağır tabiatla mı? Ve senin gibi âciz, camid,
cahil esbabla mı? Yoksa nihâyetsiz derecede mukaddes, münezzeh müberra, muallâ ve
nihâyetsiz derecede Kadîr, Alîm, Semi', Basîr olan Zât-ı Zülcelal'e nihâyetsiz derecede âciz,
cahil, sağır, kör, mümkin, miskin olan "tabiat" namını verip nihâyetsiz hata işlemek mi
istersin? Hem güneş gibi parlak şu hakikatı, hangi kuvvetle söndürebilirsin? Hangi perde-i
gaflet altında saklayabilirsin?

[Onyedinci Pencere]: [‫ن‬ ‫منِي َه‬ ُ ْ ‫ت لِل‬


ِ ‫مو‬ ‫ض َلٓيَا ٍه‬ ْ
‫ت وَالَْر ِه‬
َّ ‫]ا ِه‬
‫ن فِهى ال َّه‬
ِ ‫سمٰوَا‬
Zeminin yüzünü yaz zamanında temaşa edip görüyoruz ki: İcad-ı eşyada müşevveşiyeti iktiza
eden ve intizamsızlığa sebeb olan nihâyetsiz sehavet ve bir cûd-ı mutlak, gâyet derecede bir
insicam ve intizam içinde görünüyor. İşte zemin yüzünü tezyin eden bütün nebatatı gör. Hem
mizansızlığı ve kabalığı iktiza eden icad-ı eşyadaki sür'at-i mutlaka dahi kemal-i mevzuniyet
içinde görünüyor. İşte zemin yüzünü süslendiren bütün meyvelere bak. Hem ehemmiyet-
sizliği, belki çirkinliği iktiza eden kesret-i mutlaka dahi, kemal-i hüsn-i san'at içinde
görünüyor. İşte yeryüzünü yaldızlayan bütün çiçeklere bak! Hem san'atsızlığı, basitliği iktiza
eden icad-ı eşyadaki sühulet-i mutlaka dahi, nihâyetsiz derecede san'atkârlık ve meharet ve
ihtimamkârlık içinde görünüyor. İşte yeryüzündeki ağaç ve nebatat cihazatının sandukçaları
ve proğramları ve tarihçe-i hayatlarının kutucukları hükmünde olan bütün tohumlara,
çekirdeklere dikkatle bak.
142

Hem ihtilaf ve ayrılığı iktiza eden uzaklık ve bu'd-ı mutlak dahi bir ittifak-ı mutlak içinde
görünüyor. İşte bütün aktar-ı zeminde zer'edilen her nevi hububata bak. Hem karışmayı ve
bulaşmayı iktiza eden kemal-i ihtilat, bilakis kemal-i imtiyaz ve tefrik içinde görünüyor. İşte
bütün yer altına karışık atılan ve madde itibariyle birbirine benzeyen tohumların sünbül
vaktinde kemal-i imtiyazları ve ağaçlara giren muhtelif maddelerin yaprak, çiçek ve
meyvelere kemal-i imtiyaz ile tefrikleri ve mideye giren karışık gıdaların muhtelif a'za ve
hüceyrata göre kemal-i imtiyaz ile ayrılmalarına bak, kemal-i hikmet içinde kemal-i kudreti
gör. Hem ehemmiyetsizliği, kıymetsizliği iktiza eden gâyet derecede mebzuliyet ve nihâyet
derecede ucuzluk dahi, yeryüzünde masnuatça, san'atça nihâyet derecede kıymettar ve pahalı
bir keyfiyette görünüyor. İşte o hadsiz acaib-i san'at içinde yeryüzünün Rahmanî sofrasında
yalnız kudretin şekerlemeleri olan dutların nevilerine bak! Kemal-i rahmeti, kemal-i san'at
içinde gör.
İşte bütün rûy-i zeminde gâyet kıymettarlık ile beraber hadsiz ucuzluk; ve hadsiz
ucuzluk içinde hadsiz ihtilat ve karışıklık ile beraber hadsiz imtiyaz ve tefrik; ve hadsiz
imtiyaz ve tefrik içinde gâyet uzaklık ile beraber son derecede muvafakat ve benzeyiş; ve son
derece benzemek içinde gâyet derecede sühulet ve kolaylık ile beraber gâyet derecede
ihtimamkârane yapılış; ve gâyet derecede güzel yapılış içinde sür'at-i mutlaka ve çabukluk ile
beraber gâyet derecede mevzun ve mizanlı ve israfsızlık; ve gâyet derecede israfsızlık içinde
son derece çokluk ve kesret ile beraber son derecede hüsn-i san'at; ve son derece hüsn-i san'at
içinde nihâyet derecede sehavet ile beraber intizam-ı mutlak.. elbette gündüz ışığı, ışık güneşi
gösterdiği gibi, bir Kadîr-i Zülcelal'in, bir Hakîm-i Zülkemal'in, bir Rahîm-i Zülcemal'in
vücub-ı vücuduna ve kemal-i kudretine ve cemal-i rububiyetine ve vahdaniyetine ve
ehadiyetine şehadet ederler, [‫سنَى‬ ْ ‫ح‬ُ ْ ‫ماءُ ال‬
َ ‫س‬ ُ َ ‫ ] وَل‬sırrını gösterirler.
ْ َ ‫ه اْل‬
Şimdi ey bîçare cahil, gafil, muannid, muattıl! Bu hakikat-ı uzmayı ne ile tefsir
edebilirsin? Bu nihâyet derecede mu'cize ve hârika keyfiyeti ne ile izah edebilirsin? Bu hadsiz
derecede acib şu san'atları neye isnad edebilirsin? Bu yeryüzü derecesinde geniş bu pencereye
hangi perde-i gafleti atıp kapatabilirsin? Senin tesadüfün nerede, tabiat dediğin ve güvendiğin
şuursuz yoldaşın ve dalalette istinadgâhın
143

ve arkadaşın nerede? Bu işlere tesadüfün karışması yüz derece muhal değil mi? Ve şu hârika
işlerin binden birini tabiata havalesi, bin derece muhal olmuyor mu? Yoksa camid, âciz
tabiatın; herbir şeyin içinde o şeyden yapılan eşya adedince manevî makineleri matbaaları mı
var?..

[Onsekizinci Pencere]: [‫ر ضِه‬ ْ َ ‫ت وَ اْل‬ ِ ‫ملَكُو‬


َّ ‫ت ال‬
ِ ‫سمٰوَا‬ َ ‫م يَنْظُُروا فِهى‬ ْ ‫]اَفَل َه‬
Yirmiikinci Söz'de izah edilen şu temsile bak ki: Nasıl mükemmel, muntazam, san'atlı, saray
gibi bir eser, bilbedahe muntazam bir fiile delalet eder. Yani bir bina, bir dülgerliğe delalet
eder. Ve mükemmel, muntazam bir fiil, bizzarure mükemmel bir fâile ve mahir bir ustaya, bir
dülgere delalet eder. Ve mükemmel usta ve dülger ünvanları, bilbedahe mükemmel bir sıfata,
yani san'at melekesine delalet eder. Ve mükemmel sıfat ve o mükemmel meleke-i san'at,
bilbedahe mükemmel bir istid’adın vücuduna delalet eder. Ve mükemmel bir istid’ad ise, âlî
bir ruh ve yüksek bir zâtın vücuduna delalet eder. Öyle de: Zeminin yüzünü, belki kâinatı
dolduran müteceddid eserler, bilbedahe gâyet derece-i kemalde bulunan ef'ali gösteriyor. Ve
şu nihâyet derecedeki intizam ve hikmet dairesindeki ef'al, bilbedahe ünvanları ve isimleri
mükemmel olan bir fâili gösteriyor. Çünki muntazam, hakimane fiiller, fâilsiz olmadığı
kat'iyen malûm. Ve son derece mükemmel ünvanlar, o fâilin son derece kemaldeki sıfatlarına
delalet eder. Çünki fenn-i Sarfça nasıl ism-i fâil masdardan yapılıyor. Öyle de, ünvanların ve
isimlerin dahi masdarları ve menşe'leri, sıfatlardır. Ve son derece-i kemalde sıfatlar, şübhesiz
son derece mükemmel olan şuunat-ı zâtiyeye delalet eder. Ve kabiliyet-i zâtiye (tabir
edemediğimiz) o mükemmel şuun-ı zâtiye, bihakkalyakîn hadsiz derece-i kemalde olan bir
zâta delalet eder.
İşte bütün âlemdeki âsâr-ı san'at ve bütün mahlukat, herbiri birer eser-i mükemmel
olduğundan, herbiri bir fiile ve fiil ise isme, ve isim ise vasfa ve vasıf ise şe'ne ve şe'n ise zâta
şehadet ettikleri için; masnuat adedince birtek Sâni'-i Zülcelal'in vücub-ı vücuduna şehadet ve
ehadiyetine işaret ettikleri gibi; heyet-i mecmuası ile, silsile-i mahlukat kadar kuvvetli bir
tarzda bir mi'rac-ı marifettir. Hiçbir cihette içine şübhe girmeyen müteselsil bir bürhan-ı
hakikattır. Şimdi ey bîçare münkir-i gafil! Silsile-i kâinat kadar kuvvetli
144

şu bürhanı ne ile kırabilirsin? Şu masnuat adedince hakikatın şuaını gösteren hadsiz delikli ve
kafesli şu pencereyi ne ile kapatabilirsin? Hangi perde-i gafleti üstüne çekebilirsin?

[Ondokuzuncu Pencere]: [‫ن‬


‫م ْه‬
َ َ‫و‬ ‫سبْعُ وَاْلَْر ُه‬
‫ض‬ ‫ت ال َّه‬
ُ ‫سمٰوَا‬ ُ ‫ح ل َه‬
‫ه ال َّه‬ َ ‫ت ُه‬
ُ ِّ ‫سب‬
َ
‫ه‬
ِ ‫مد ِه‬
ْ ‫ح‬
َ ِ‫ح ب‬ َ ‫ئ اِل ّ ي ُه‬
ُ ِّ ‫سب‬ َ ‫ن‬
ٍ ْ ‫شي‬ ‫م ْه‬
ِ ‫ن‬ َّ ‫ ]فِيهِه‬sırrınca: Sâni'-i Zülcelal, semavatın
ْ ‫ن وَ ا ِ ه‬
ecramına o kadar hikmetler, manalar takmış ki; güya celal ve cemalini ifade etmek için
semavatı; güneşler, aylar, yıldızlar kelimeleriyle süslendirdiği gibi, cevv-i semada dahi olan
mevcudata öyle hikmetler manalar maksadlar takmış ki; güya o cevv-i semayı berkler,
şimşekler, ra'dlar, katreler kelimeleriyle intak ediyor. Ve kemal-i hikmet ve cemal-i rahmetini
ders veriyor. Ve nasıl zemin kafasını, hayvanat ve nebatat denilen manidar kelimeleriyle
söyleştirip kemalât-ı san'atını kâinata gösteriyor. Öyle de; o kafanın birer kelimesi olan
nebatları ve ağaçları dahi; yapraklar, çiçekler, meyveler kelimeleriyle intak edip yine kemal-i
san'atını ve cemal-i rahmetini ilân ediyor. Ve birer kelime olan çiçekleri ve meyveleri dahi
tohumcuklar kelimeleriyle konuşturup dekaik-ı san'atını ve kemal-i rububiyetini ehl-i şuura
talim ediyor.
İşte bu hadsiz kelimat-ı tesbihiye içinde yalnız tek bir sünbül ve tek bir çiçeğin tarz-ı
ifadesine kulak verip dinleyeceğiz. Nasıl şehadet eder, bileceğiz. Evet herbir nebat, herbir
ağaç, pekçok lisan ile Sâni'lerini öyle gösteriyorlar ki; ehl-i dikkati hayretlerde bırakır ve
bakanlara "Sübhanallah! Ne kadar güzel şehadet ediyor!" dedirtirler. Evet, herbir nebatın
çiçek açması zamanında ve sünbül vermesi anında, tebessümkârane manevî tekellümleri
hengâmındaki tesbihleri, kendileri gibi güzel ve zahirdir. Çünki herbir çiçeğin güzel ağzıyla
ve muntazam sünbülün lisanıyla ve mevzun tohumların ve muntazam habbelerin kelimatıyla
hikmeti gösteren o nizam, bilmüşahede ilmi gösteren bir mizan içindedir. Ve o mizan ise,
meharet-i san'atı gösteren bir nakş-ı san'at içindedir ve o nakş-ı san'at, lütuf ve keremi
gösteren bir zînet içindedir. Ve o zînet dahi, rahmet ve ihsanı gösteren latif kokular içindedir.
Ve birbiri içinde bulunan şu manidar keyfiyetler, öyle bir lisan-ı şehadettir ki; hem Sâni'-i
Zülcemal'ini esmasıyla tarif eder, hem evsafıyla tavsif eder, hem cilve-i esmasını tefsir eder,
hem teveddüd ve taarrüfünü, yani sevdirilmesini ve tanıttırılmasını ifade eder.
145

İşte bir tek çiçekten böyle bir şehadet işitsen, acaba zemin yüzündeki Rabbanî
bağlarda umum çiçekleri dinleyebilsen, ne derece yüksek bir kuvvetle Sâni'-i Zülcelal'in
vücub-ı vücudunu ve vahdetini ilân ettiklerini işitsen, hiç şübhen ve vesvesen ve gafletin
kalabilir mi? Eğer kalsa, sana insan ve zîşuur denilebilir mi?
Gel şimdi bir ağaca dikkatle bak! İşte bahar mevsiminde yaprakların muntazaman
çıkması, çiçeklerin mevzunen açılması, meyvelerin hikmetle, rahmetle büyümesi ve dalların
ellerinde, masum çocuklar gibi, nesimin esmesi ile oynaması içindeki latif ağzını gör. Nasıl
bir dest-i keremle yeşillenen yaprakların dili ile ve bir neş'e-i lütuf ile tebessüm eden
çiçeklerin lisanıyla ve bir cilve-i rahmet ile gülen meyvelerin kelimatıyla ifade edilen hikmetli
nizam içindeki adilli mizan; ve adli gösteren mizan içinde bulunan dikkatli san'atlar, nakışlar
ve meharetli nakışlar ve zînetler içinde rahmet ve ihsanı gösteren ayrı ayrı tatlı tatmaklar ve
ayrı ayrı güzel kokular ve hoş tatmaklar içinde birer mu'cize-i kudret olan tohumlar ve
çekirdekler, gâyet zahir bir surette bir Sâni'-i Hakîm, ve Kerim, Rahîm, Muhsin, Mün'im,
Mücemmil, Mufaddıl'ın vücub-ı vücudunu ve vahdetini ve cemal-i rahmetini ve kemal-i
rububiyetini gösterir. İşte eğer bütün rûy-i zemindeki ağaçların lisan-ı hallerini birden
dinleyebilsen, [‫ر ضِه‬ ْ َ ‫ما فِهى اْل‬
َ ‫ت وَه‬
ِ ‫سمٰوَا‬ ‫ح ّل ِٰله هِ َه‬
‫ما فِهى ال َّه‬ َ ‫ ] ي ُه‬hazinesinde ne
ُ ِّ ‫سب‬
kadar hadsiz güzel cevherler bulunduğunu göreceksin, anlayacaksın.
İşte ey nankörlük içinde kendini başıboş zanneden bedbaht gafil! Bu derece hadsiz
lisanlarla kendini sana tanıttıran ve bildiren ve sevdiren bir Kerim-i Zülcemal, tanımak
istenilmezse bu lisanları susturmalı. Mademki susturulmaz, dinlemeli. Gafletle kulağını
kapasan kurtulamazsın. Çünki sen kulağını kapamakla kâinat sükût etmez, mevcudat susmaz,
vahdaniyet şahidleri seslerini kesmezler. Elbette seni mahkûm ederler...

(Hâşiye.. Bir sahife sonradadır.)


[Yirminci Pencere]:
َ
‫ما‬
َ َ‫ه و‬
ُ ُ ‫خَزائِن‬ ِ َّ ‫ئ اِل‬
َ ‫عنْدَنَا‬ ٍ ْ ‫شي‬ َ ‫ن‬ ْ ‫م‬ ِ ‫ن‬ ْ ِ ‫ئ وَا‬ٍ ْ ‫شي‬َ ‫ل‬ ِّ ُ ‫ت ك‬ ُ ‫ملَكُو‬ َ ِ‫ن ال ّذِى بِيَدِه‬َ ‫حا‬ َ ْ ‫سب‬ُ َ‫ف‬
َ
ً‫مائ‬َ ‫ئ‬ ِ ‫ما‬ َّ ‫ن ال‬
َ ‫س‬ َ ‫م‬ ِ ‫ح فَاَنَْزلْنَا‬َ ِ‫ح لَوَاق‬ َ ‫سلْنَا الّرِيَا‬ َ ‫معْلُوم ٍ وَاَْر‬ ُ ُ ‫نُنَّزِل‬
َ ٍ‫ه اِل ّ بِقَدَر‬
‫ن‬
َ ‫خازِنِي‬َ ِ‫ه ب‬ ُ َ‫م ل‬
ْ ُ ‫ما اَنْت‬َ َ‫موه ُ و‬ ُ ُ ‫سقَيْنَاك‬ْ َ ‫مبَاَركًا) فَا‬
ُ (
Nasıl cüz'iyat ve neticelerde ve teferruatta kemal-i hikmet ve cemal-i san'at görünüyor.
146

Öyle de: Tesadüfî ve karışık tevehhüm edilen küllî unsurların, büyük mahlukatın zahiren
karışık vaziyetleri dahi, bir hikmet ve san'at ile vaziyetler alıyorlar. İşte ziyanın parlaması, sair
hikmetli hidematının delaletiyle, yeryüzünde masnuat-ı İlahiyeyi izn-i Rabbanî ile teşhir ve
ilân etmektir. Demek bir Sâni'-i Hakîm tarafından ziya istihdam ediliyor. Çarşı-yı âlem
sergilerindeki antika san'atlarını onun ile irae ediyor.
Şimdi rüzgârlara bak ki: Sair hakimane, kerimane faidelerinin ve vazifelerinin
şehadetiyle gâyet mühim ve kesretli vazifelere koşuyorlar. Demek o dalgalanmak bir Sâni'-i
Hakîm tarafından bir tavziftir, bir tasriftir, bir kullanmaktır. Dalgalanmaları ise, emr-i
Rabbanînin çabuk yerine getirilmesine sür'atle çalışmaktır.
Şimdi bak çeşmelere, çaylara, ırmaklara... Yerden, dağlardan kaynamaları tesadüfî
değildir. Çünki onlara terettüb eden âsâr-ı rahmet olan faidelerin ve semerelerin şehadetiyle ve
dağlarda bir mizan-ı hacet ile iddiharlarının ifadesiyle ve bir mizan-ı hikmetle
gönderilmelerinin delaletiyle gösteriliyor ki; bir Rabb-ı Hakîm'in teshiriyle ve iddiharıyladır.
Ve kaynamaları ise, onun emrine heyecanla imtisal etmeleridir.
Şimdi yerdeki bütün taşların ve cevahirlerin ve madenlerin enva'ına bak. Bunların
tezyinatları ve menfaatlı hâsiyetleri bir Sâni'-i Hakîm'in tezyini ile,, tedbiri ile, tertibiyle
tasviri ile olduğunu, onlara müteallik hakimane faideleri ve mesalih-i hayatiye ve levazımat-ı
insaniye ve hacat-ı hayvaniyeye muvafık bir tarzda ihzarları gösteriyor.
Şimdi çiçeklere, meyvelere bak! Bunların gülümsemeleri ve tadları ve güzellikleri ve
nakışları ve koku vermeleri; bir Sâni'-i Kerim'in, bir Mün'im-i Rahîm'in sofrasında birer
taarrüfe, birer davetname hükmünde olarak muhtelif renk ve koku

(Hâşiye):
Şu Yirminci Pencere'nin hakikatı, bir zaman Arabî bir surette şöyle kalbe gelmişti:
: َ ْ ‫تَلَئ‬:‫ك‬
‫ل‬ َ ِ ‫ظيف‬ ۪ ْ‫ك تَو‬ َ ِ‫صرِيف‬ ْ َ‫ن ت‬ ْ ‫م‬ ِ ‫صاُر‬ َ ْ ‫ج اْلَع‬ َ َّ ‫مو‬َ َ ‫ ت‬:‫ك‬ َ َ ‫سلْطَان‬ ُ ‫م‬ َ َ ‫مااَع ْظ‬ َ ‫ك‬ َ َ ‫حان‬ َ ْ ‫سب‬ ُ
َ‫شهِيرِك‬ َ
ْ َ ‫ن تَنْوِيرِك ت‬ ْ ‫م‬ ِ ُ‫ضيَاء‬ ِّ ‫] ال‬
: :‫ك‬ َ ِ‫صوير‬ ِ ْ ‫ك ت َهه‬ َ ‫ن تَدْبِيرِهه‬ ‫م ْهه‬ ِ ‫جاُر‬ َ ‫ح‬ ْ َ ‫ن اْل‬ َ َ‫ تََزي ّهه‬: ‫ك‬ َ ‫مت َهه‬َ ْ ‫حك‬ِ َ ‫مااَبْد َههع‬َ ‫ك‬ َ َ ‫حان‬ َ ْ ‫سب‬
‫ُهه‬
‫ك‬ َ ِ‫خير‬ ِ ‫س‬ ْ َ‫ك ت‬ َ ِ‫دخير‬ ۪ َ‫ن ت‬ ْ ‫م‬ َ
ِ ‫جَرالْانْهَاُر‬ َ ّ َ‫تَف‬
:‫م‬ َ ‫س‬ َّ ‫تَب َه‬: ‫ك‬ ‫م َه‬ ِ ‫ك اِكَْرا‬ ‫م َه‬ ِ ‫ن اِنْعَا‬ ‫م ْه‬ ِ ‫ماُر‬ َ ْ ‫ج اْلَث‬ ‫تَبََّر َه‬: ‫ك‬ َ َ ‫صنْعَت‬ ‫ن َه‬ َ ‫س‬‫ح َه‬ ْ َ ‫ماا‬
َ ‫ك‬ َ َ ‫حان‬ َ ْ ‫سب‬‫ُه‬
‫ك‬ َ ِ ‫حسين‬ ۪ ْ َ‫ك ت‬ َ ِ ‫ن تَْزيِين‬ ْ ‫م‬ ِ ‫اْلَْزهَاُر‬
: َ‫جع‬ َّ ‫س‬ َ َ‫ ت‬: ‫ك‬ َ ِ ‫ضال‬ َ ْ‫ك اِف‬ َ ِ ‫ن اِنَْزال‬ ْ ‫م‬ِ ‫مطَاُر‬ ْ َ ‫ج اْل‬ َ ‫تَهََّز‬: ‫ك‬ َ َ ‫مت‬َ ‫ح‬ْ ‫سعَ َر‬ َ ْ ‫ما اَو‬ َ ‫ك‬ َ َ ‫حان‬ َ ْ ‫سب‬ُ
َ‫ك اِْرفَاقِك‬ َ ِ‫ن اِنْطَاق‬ ْ ‫م‬ ِ ‫الطيَاُر‬ ْ َ ْ
:‫ر‬ َ َ‫ما اَنْو‬ َ ‫ك‬ َ َ ‫حان‬ َ ْ ‫سب‬ ُ ‫كو‬ َ ِ‫وير‬ ِ ْ ‫ك تَن‬ َ ِ‫ك تَد ْ ِوير‬ َ ِ‫ك تَدْبِير‬ َ ِ‫ن تَقْدِير‬ ْ ‫م‬ِ ‫ماُر‬ َ ْ‫ك اْلَق‬ َ ‫حَّر‬ َ َ‫ت‬
‫ك‬َ َ ‫سلْطَان‬ ُ ‫مااَبْهََر‬ َ ‫ك‬ َ َ ‫بُْرهَان‬
147

ve tatlar ile her nev'e ayrı ayrı tarife ve davetname olarak verilmiştir.
Şimdi kuşlara bak! Onların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları, bir Sâni'-i Hakîm'in intak
ve söyletmesi olduğuna delil-i kat'î ise, hayret verir bir tarzda birbirine o seslerle müdavele-i
hissiyat ve ifade-i maksad etmeleridir.
Şimdi bulutlara bak! Yağmurun şıpıltıları, manasız bir ses olmadığına ve şimşek ile
gök gürlemesi, boş bir gürültü olmadığına kat'î delil ise, hâlî bir boşlukta o acaibi icad etmek
ve onlardan âb-ı hayat hükmündeki damlaları sağmak ve zemin yüzündeki muhtaç ve müştak
zîhayatlara emzirmek, gösteriyor ki: O şırıltı, o gürültü gâyet manidar ve hikmettardır ki; bir
Rabb-i Kerim'in emriyle, müştaklara o yağmur bağırıyor ki, "Sizlere müjde, geliyoruz!"
manasını ifade ederler.
Şimdi göğe bak! Gök içinde hadsiz ecramdan yalnız Kamer'e dikkat et! Onun hareketi,
bir Kadîr-i Hakîm'in emriyle olduğu, ona müteallik ve yeryüzüne aid mühim hikmetlerdir ki,
başka yerde beyan ettiğimizden kısa kesiyoruz.
İşte ziyadan tut, tâ Kamer'e kadar saydığımız küllî unsurlar gâyet geniş bir tarzda ve
büyük bir mikyasta bir pencere açar. Bir Vâcib-ül Vücud'un vahdetini ve kemal-i kudretini ve
azamet-i saltanatını gösterir, ilân ederler.
İşte ey gafil! Eğer bu gök gürlemesi gibi bu sadâyı susturabilirsen ve güneşin ışığı gibi
parlak o ziyayı söndürebilirsen, Allah'ı unut! Yoksa aklını başına al! [‫ح‬ ُ ِّ ‫سب‬
َ ُ‫ن ت‬
ْ ‫م‬
َ ‫ن‬
َ ‫حا‬
َ ْ ‫سب‬
ُ
َّ ِ‫ن فِيه‬
‫ن‬ ْ ‫م‬ ُ ‫سبْعُ وَاْلَْر‬
َ َ‫ض و‬ َّ ‫ت ال‬
ُ ‫سمٰوَا‬ ُ َ ‫ ]ل‬de.
َّ ‫ه ال‬

[Yirmibirinci Pencere]: [‫ر‬ َ ‫ستَقَّرٍ لَهَ ها ذٰل ِ ه‬ َّ ‫و ال‬


ُ ‫تَقْدِي‬ ‫ك‬ ‫م ْه‬
ُ ِ ‫جرِى ل‬
ْ َ‫س ت‬
‫م ُه‬
ْ ‫ش‬ َ
ْ ْ
ِ‫ ]العَزِيزِ العَلِيم‬Şu kâinatın lâmbası olan güneş, kâinat Sâniinin vücuduna ve vahdaniyetine
güneş gibi parlak ve nurani bir penceredir. Evet, manzume-i şemsiye denilen küremizle
beraber oniki seyyare; cürmleri küçüklük-büyüklük itibariyle pekçok muhtelif ve mevkileri
uzaklık-yakınlık noktasında pekçok mütefavit ve sür'at-i hareketleri çok mütenevvi' olduğu
halde kemal-i intizam ve hikmet ile ve kemal-i mizan ile ve bir saniye kadar şaşırmayarak
hareketleri ve deveranları ve güneş ile, cazibe kanunu tabir edilen bir kanun-ı İlahî ile
bağlanmaları, yani onlar
148

imamlarına iktidaları; büyük bir mikyasta bir azamet-i kudret-i İlahiyeyi ve vahdaniyet-i
Rabbaniyeyi gösterir. Çünki o camid cürmleri, o şuursuz büyük kitleleri, nihâyet derecede
intizam ve mizan-ı hikmet içinde muhtelif şekillerde ve muhtelif mesafelerde ve muhtelif
hareketlerde döndürmek, istihdam etmek, ne derece bir kudreti ve bir hikmeti isbat ettiğini
kıyas et. Bu büyük ve ağır işe zerre mikdar tesadüf karışsa, öyle bir patlayış verecek ki,
kâinatı dağıtacak. Çünki bir dakika, tesadüf birisini tevkif etse, mihverinden çıkmasına
sebebiyet verir, başkaları ile müsademe etmesine yol açar. Küre-i Arzdan bin defa büyük
cürmlerle müsademenin ne derece dehşetli olduğunu kıyas edebilirsin.
Manzume-i Şemsiyenin yani şemsin me'mumları ve meyveleri olan oniki seyyarenin
acaibini ilm-i muhit-i İlahîye havale edip, yalnız gözümüzün önünde seyyaremiz bulunan arza
bakıyoruz, görüyoruz ki: Bu seyyaremiz, bir azamet-i şevket-i rububiyeti ve haşmet-i saltanat-
ı uluhiyeti ve kemal-i rahmeti ve hikmeti gösterir bir surette Güneşin etrafında, emr-i Rabbanî
ile yedinci Mektub'da beyan edildiği gibi pek büyük bir hizmet için bir uzun seyr ü seyahat
ona ettiriliyor. Bir sefine-i Rabbaniye olarak acaib masnuat-ı İlahiye ile doldurulmuş ve zîşuur
ibadullaha seyrangâh gibi bir mesken-i seyyar vaziyeti verilmiş. Ve evkat ve hesabı bildirecek
saat akrebi gibi Kamer dahi dakik hesablarla, azîm hikmetlerle ona takılmış ve o Kamer'e
başka menzillerde ayrı seyr ü seyahat verilmiş. İşte bu mübarek seyyaremizin şu halleri, küre-
i arz kuvvetinde bir şehadetle, bir Kadîr-i Mutlak'ın vücub-ı vücudunu ve vahdetini isbat eder.
Madem şu seyyaremiz böyledir, manzume-i şemsiyeyi ona kıyas edebilirsin.
Hem şemse kendi mihveri üstünde cazibe denilen manevî ipleri yumak yaptırmak için
dolap ve çıkrık hükmünde olan güneşi, bir Kadîr-i Zülcelal'in emriyle döndürüp, o seyyaratı o
manevî iplerle bağlayıp tanzim etmek ve güneşi bütün seyyaratıyla saniyede beş saatlik bir
mesafeyi kestirecek kadar bir sür'atle, bir tahmine göre "Herkül Burcu" tarafına veya Şems-üş
Şümus canibine sevk etmek, elbette ezel ve ebed sultanı olan Zât-ı Zülcelal'in kudretiyle ve
emriyledir. Güya haşmet-i rububiyetini göstermek için, bu emirber neferleri hükmünde olan
manzume-i şemsiye ordusu ile bir manevra yaptırır. Ey kozmoğrafyacı efendi! Hangi tesadüf
bu işlere karışabilir? Hangi esbabın eli buna
149

ulaşabilir? Hangi kuvvet buna yanaşabilir? Haydi sen söyle... Hiç böyle bir Sultan-ı Zülcelal,
aczini gösterip mülküne başkasını karıştırır mı? Bahusus kâinatın meyvesi, neticesi, gâyesi,
hülâsası olan zîhayatları, başka ellere verir mi? Başkasını müdahale ettirir mi? Bahusus o
meyvelerin en câmii ve o neticelerin en mükemmeli ve zeminin halifesi ve o sultanın âyinedar
bir misafiri olan insanları başıboş bırakır mı? Ve onları tabiata ve tesadüfe havale edip
haşmet-i saltanatını hiçe indirir mi, kemal-i hikmetini sukut ettirir mi?

ْ ُ ‫خلَقْنَاك‬
[Yirmiikinci Pencere]: [‫م‬ َ َ‫و‬ ‫جبَا َ اَوْتَادًا‬
ِ ْ ‫مهَادًا وَ ال‬ َ ‫ل اْلَْر‬
ِ ‫ض‬ ِ َ‫جع‬ ْ َ ‫اَل‬
ْ َ‫م ن‬
‫موتِه َا‬ َ ‫حي ِى اْلَْر‬
ْ َ َ ‫ض بَعْد‬ ْ ُ‫ف ي‬ ّٰ ‫ت‬
َ ْ ‫الله ِه كَي‬ ِ ‫م‬ ْ ‫جا[ ] فَانْظُْر اِلَى اثَارِ َر‬
َ ‫ح‬ ً ‫ ]اَْزوَا‬Küre-i
Arz bir kafadır ki, yüzbin ağzı vardır. Her ağzında, yüzbin lisanı vardır. Her lisanında, yüzbin
bürhanı var ki; herbiri çok cihetle Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad, herşeye kadîr, herşeye alîm
bir Zât-ı Zülcelal'in vücub-ı vücuduna ve vahdetine ve evsaf-ı kudsiyesine ve esma-i
hüsnasına şehadet ederler. Evet arzın evvel-i hılkatına bakıyoruz ki: Mayi haline gelen bir
madde-i seyyaleden taş ve taştan toprak halkedilmiş. Mayi kalsaydı, kabil-i sükna olmazdı. O
mayi taş olduktan sonra, timur gibi sert olsa idi kabil-i istifade olmazdı. Elbette buna bu
vaziyeti veren, yerin sekenelerinin hacetlerini gören bir Sâni'-i Hakîm'in hikmetidir. Sonra
tabaka-i turabiye, dağlar direği üzerine atılmış, tâ içindeki dâhilî inkılablardan gelen
zelzeleler, dağlarla teneffüs edip, zemini hareketinden ve vazifesinden şaşırmasın. Hem
denizin istilâsından toprağı kurtarsın. Hem zîhayatların levazımat-ı hayatiyesine birer hazine
olsun. Hem havayı tarasın, gazat-ı muzırradan tasfiye etsin, tâ teneffüse kabil olsun. Hem
suları biriktirip iddihar etsin. Hem zîhayata lâzım olan sair madenlere menşe' ve medar olsun.
İşte bu vaziyet bir Kadîr-i Mutlak ve bir Hakîm-i Rahîm'in vücub-ı vücuduna ve vahdetine
gâyet kat'î ve kuvvetli şehadet eder.

Ey coğrafyacı efendi! Bunu ne ile izah edersin? Hangi tesadüf şu acaib-i masnuat ile
dolu sefine-i Rabbaniyeyi bir meşher-i acaib yaparak yirmidörtbin sene bir mesafede, bir
senede sür'atle çevirip, onun yüzünde dizilmiş eşyadan hiçbir şey düşürmesin? Hem zeminin
yüzündeki acib san'atlara bak! Anasırlar,
150

ne derece hikmetle tavzif edilmişler. Bir Kadîr-i Hakîm'in emriyle zemin yüzündeki Rahman
misafirlerine nasıl güzel bakıyorlar, hizmetlerine koşuyorlar. Hem acib ve garib san'atlar
içinde rengârenk acib hikmetli zemin yüzünün sîmasındaki bu nakışlı çizgilere bak! Nasıl
sekenelerine enhar ve çayları, deniz ve ırmakları, dağ ve tepeleri, ayrı ayrı mahluklarına ve
ibadına lâyık birer mesken ve vesaid-i nakliye yapmış. Sonra yüzbinler ecnas-ı nebatat ve
enva'-ı hayvanatıyla kemal-i hikmet ve intizam ile doldurup hayat vererek şenlendirmek,
vakit-bevakit muntazaman mevt ile terhis ederek boşaltıp yine muntazaman (“Ba'sü ba'de-l
mevt)" suretinde doldurmak; bir Kadîr-i Zülcelal'in ve bir Hakîm-i Zülkemal'in vücub-ı
vücuduna ve vahdetine yüzbinler lisanlarla şehadet ederler.
[Elhâsıl]: Yüzü, acaib-i san'ata bir meşher ve garaib-i mahlukata bir mahşer ve kafile-i
mevcudata bir memer ve sufûf-ı ibadına bir mescid ve makarr olan zemin; bütün kâinatın
kalbi hükmünde olduğundan, kâinat kadar nur-ı vahdaniyeti gösterir.
İşte ey coğrafyacı efendi! Bu zemin kafası yüzbin ağız, herbirinde yüzbin lisan ile
Allah'ı tanıttırsa ve sen Onu tanımazsan, başını tabiat bataklığına soksan, derece-i kabahatını
düşün. Ne derece dehşetli bir cezaya seni müstehak eder, bil, ayıl ve başını bataklıktan çıkar.
َ
‫ئ‬ َ ‫ل‬
ٍ ْ ‫شي‬ ُ ‫ملَكُو‬
ِّ ُ ‫ت ك‬ َ ِ‫الله ِه ال ّذِى بِيَدِه‬
ّٰ ِ ‫ت ب‬
ُ ْ ‫من‬
َ ‫ ا‬de.
َ
[Yirmiüçüncü Pencere]: [ َ‫حيَوة‬ َ ْ ‫ت وَ ال‬ َ ْ ‫خل َههقَ ال‬
َ ‫موْهه‬ َ ‫ ]اَل ّذِى‬Hayat, kudret-i
Rabbaniye mu'cizatının en nuranisidir, en güzelidir. Ve vahdaniyet bürhanlarının en kuvvetlisi
ve en parlağıdır. Ve tecelliyat-ı Samedaniye âyinelerinin en câmii ve en berrakıdır. Evet, hayat
tek başıyla bir Hayy-ı Kayyum'u bütün esma ve şuunatıyla bildirir. Çünki hayat, pekçok
sıfâtın memzuç bir macunu hükmünde bir ziya, bir tiryaktır. Elvan-ı seb'a, ziyada; ve muhtelif
edviyeler, tiryakta nasılki mümtezicen bulunur. Öyle de: Hayat dahi, pekçok sıfâttan yapılmış
bir hakikattır. O hakikattaki sıfatlardan bir kısmı, duygular vasıtasıyla inbisat ederek inkişaf
edip ayrılırlar. Kısm-ı ekseri ise hissiyat suretinde kendilerini ihsas ederler. Ve hayattan
kaynama suretinde kendilerini bildirirler. Hem hayat, kâinatın tedbir ve idaresinde
hükümferma olan rızk ve rahmet ve inâyet ve hikmeti tazammun ediyor. Güya hayat onları
arkasına takıp, girdiği yere çekiyor. Meselâ hayat bir cisme, bir bedene girdiği vakit; Hakîm
ismi dahi tecelli eder, hikmetle yuvasını güzelce
151

yapıp tanzim eder. Aynı halde Kerim ismi de tecelli edip, meskenini hacatına göre tertib ve
tezyin eder. Yine aynı halde Rahîm isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın devam ve kemali
için türlü türlü ihsanlarla taltif eder. Yine aynı halde Rezzak isminin cilvesi görünüyor ki, o
hayatın bekasına ve inkişafına lâzım maddî, manevî gıdaları yetiştiriyor. Ve kısmen bedeninde
iddihar ediyor. Demek hayat bir nokta-i mihrakıye hükmünde; muhtelif sıfât birbiri içine girer,
belki birbirinin aynı olur. Güya hayat tamamıyla hem ilmidir, aynı halde kudrettir, aynı halde
de hikmet ve rahmettir ve hâkeza... İşte hayat bu câmi' mahiyeti itibariyle şuun-ı zâtiye-i
Rabbaniyeye âyinedarlık eden bir âyine-i Samediyettir.
İşte bu sırdandır ki: Hayy-ı Kayyum olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud, hayatı pek çok
kesretli ve mebzuliyetle halkedip, neşir ve teşhir eder. Ve herşeyi hayatın etrafına toplattırıp,
ona hizmetkâr eder. Çünki hayatın vazifesi büyüktür. Evet Samediyetin âyinesi olmak kolay
bir şey değildir, âdi bir vazife değil. İşte göz önünde her vakit gördüğümüz bu hadd ü hesaba
gelmeyen yeni yeni hayatlar ve hayatların asılları ve zâtları olan ruhlar, birden ve hiçten
vücuda gelmeleri ve gönderilmeleri, bir Zât-ı Vâcib-ül Vücud ve Hayy-ı Kayyum'un vücub-ı
vücudunu ve sıfât-ı kudsiyesini ve esma-i hüsnasını; lemaatın güneşi gösterdiği gibi
gösteriyorlar. Güneşi tanımayan ve kabul etmeyen âdem, nasıl gündüzü dolduran ziyayı inkâr
etmeye mecbur olur. Öyle de: Hayy-ı Kayyum, Muhyî ve Mümît olan Şems-i Ehadiyeti
tanımayan âdem, zeminin yüzünü belki mazi ve müstakbeli dolduran zîhayatların vücudunu
inkâr etmeli ve yüz derece hayvandan aşağı düşmeli. Hayat mertebesinden düşüp camid bir
cahil-i echel olmalı.

َ ٌ ‫شيئ هَال ِه‬ ُّ ُ ‫ل َ اِلٰ ه اِل َّ هُو ك‬


ُ ‫ل َه‬
[Yirmidördüncü Pencere]: [‫ه‬ ْ َ‫ك اِل ّ و‬
ُ ‫جهَه‬
‫ه‬ ٍ ْ َ ‫ل‬ َ ‫َه‬
‫ن‬ َ ‫م وَ اِلَي ْهِ تُْر‬
َ ‫جعُو‬ ُ ْ ‫ ]ال‬Mevt, hayat kadar bir bürhan-ı rububiyettir. Gâyet kuvvetli bir
ُ ْ ‫حك‬ َ
hüccet-i vahdaniyettir. [ َ‫حيَوة‬ َ ْ ‫ت وَ ال‬ َ ْ ‫خلَقَ ال‬
َ ْ ‫مو‬ َ ‫ ]اَل ّذِى‬delaletince, mevt; adem, i'dam,
fena, hiçlik, fâilsiz bir inkıraz değil, belki bir Fâil-i Hakîm tarafından hizmetten terhis ve
tahvil-i mekân ve tebdil-i beden ve vazifeden paydostur ve haps-i bedenden âzad etmek ve
muntazam bir eser-i hikmet olduğu, Birinci Mektub'da gösterilmiştir. Evet nasıl zemin
yüzündeki masnuat ve zîhayatlar ve hayattar zemin yüzü,
152

bir Sâni'-i Hakîm'in vücub-ı vücuduna ve vahdaniyetine şehadet ediyorlar. Öyle de: O
zîhayatlar ölümleriyle bir Hayy-ı Bâki'nin sermediyetine ve vâhidiyetine şehadet ediyorlar.
Yirmiikinci Söz'de; mevt, gâyet kuvvetli bir bürhan-ı vahdet ve bir hüccet-i sermediyet
olduğu isbat ve izah edildiğinden, şu bahsi o söze havale edip yalnız mühim bir nüktesini
beyan edeceğiz. Şöyle ki:
Nasıl zîhayatlar, vücudlarıyla bir Vâcib-ül Vücud'un vücuduna delalet ediyorlar. Öyle
de: O zîhayatlar, ölümleriyle bir Hayy-ı Bâki'nin sermediyetine, vâhidiyetine şehadet
ediyorlar. Meselâ yalnız birtek zîhayat olan zemin yüzü, intizamatıyla, ahvaliyle Sânii
gösterdiği gibi, öldüğü vakit yani kış, beyaz kefeni ile ölmüş o zemin yüzünü kapamasıyla
nazar-ı beşeri ondan çeviriyor. Veyahut nazar, o giden bahar cenazesinin arkasından maziye
gider, daha geniş bir manzarayı gösterir. Yani herbiri birer mu'cize-i kudret olan zemin dolusu
bütün geçen baharlar misillü yeni gelecek birer hârika-i kudret ve birer hayattar zemin olan,
bahar dolusu hayattar mevcudat-ı arziyenin gelmelerini ihsas ve vücudlarına şehadet
ettiklerinden; öyle geniş bir mikyasta, öyle parlak bir surette, öyle kuvvetli bir derecede bir
Sâni'-i Zülcelal'in bir Kadîr-i Zülkemal'in, bir Kayyum-ı Bâki'nin, bir Şems-i Sermedî'nin
vücub-ı vücuduna ve vahdetine ve beka ve sermediyetine şehadet ederler ve öyle parlak
delaili gösterirler ki, ister istemez bedahet derecesinde [ِ‫حد‬ َ َ ‫حد ِ اْل‬
ِ ‫الله هِ الْوَا‬
ّٰ ِ ‫ت ب‬
ُ ‫من ْه‬
َ ‫]ا‬
dedirtir.
[Elhâsıl]: [‫موتِه َا‬ َ ‫حي ِى اْلَْر‬
ْ َ َ ‫ض بَعْد‬ ْ ُ ‫ ]وَ ي‬sırrınca; hayattar bu zemin, bir baharda
Sâni'a şehadet ettiği gibi; onun ölmesiyle, zamanın geçmiş ve gelecek iki kanadına dizilmiş
mu'cizat-ı kudretine nazarı çeviriyor. Bir bahar yerine binler baharı gösteriyor. Bir mu'cize
yerine binler mu'cizat-ı kudretine işaret eder. Ve onlardan her bahar, şu hazır bahardan daha
kat'î şehadet eder. Çünki mazi tarafına geçenler, zahirî esbablarıyla beraber gitmişler;
arkalarında yine kendileri gibi başkalar yerlerine gelmişler. Demek esbab-ı zahiriye hiçtir.
Yalnız bir Kadîr-i Zülcelal, onları halkedip, hikmetiyle esbaba bağlayarak gönderdiğini
gösteriyor. Ve gelecek zamanda dizilmiş hayattar olan zemin yüzleri ise, daha parlak şehadet
eder. Çünki yeniden, yoktan, hiçten yapılıp gönderilecek, yere konup vazife gördürüp sonra
gönderilecekler.
153

İşte ey tabiata saplanan ve bataklıkta boğulmak derecesine gelen gafil! Bütün mazi ve
müstakbele ulaşacak hikmetli ve kudretli manevî el sahibi olmayan bir şey, nasıl bu zeminin
hayatına karışabilir? Senin gibi hiç ender hiç olan tesadüf ve tabiat buna karışabilir mi?
Kurtulmak istersen: "Tabiat, bir defter-i kudret-i İlahiyedir. Tesadüf ise, cehlimizi örten gizli
bir hikmet-i İlahiyenin perdesidir" de, hakikata yanaş.

[Yirmibeşinci Pencere]: Nasılki madrub, elbette dâribe delalet eder. San'atlı bir eser,
san'atkârı îcab eder. Veled, vâlidi iktiza eder. Tahtiyet, fevkıyeti istilzam eder ve hâkeza...
Bütün umûr-ı izafiye tabir ettikleri biri birisiz olmayan evsaf-ı nisbiye misillü şu kâinatın
cüz'iyatında ve heyet-i umumiyesinde görünen imkân dahi, vücubu gösterir. Ve bütün onlarda
görünen ef’al, bir faaliyeti gösterir. Ve umumunda görünen mahlukıyet, hâlıkıyeti gösterir. Ve
umumunda görünen kesret ve terkib, vahdeti istilzam eder. Ve vücub ve fiil ve hâlıkıyet ve
vahdet, bilbedahe ve bizzarure mümkin, münfail, kesîr, mürekkeb, mahluk olmayan; vâcib ve
fâil, vâhid ve hâlık olan mevsuflarını ister. Öyle ise bilbedahe bütün kâinattaki bütün
imkânlar, bütün infialler, bütün mahlukıyetler, bütün kesret ve terkibler bir Zât-ı Vâcib-ül
Vücudu, Fa'alün-Lima Yürîd, Hâlık-ı Külli Şey'e, Vâhid-i Ehad'e şehadet eder.
[Elhâsıl]: Nasıl imkândan vücub görünüyor, infialden fiil ve kesretten vahdet;
bunların vücudu, onların vücuduna kat'iyen delalet eder. Öyle de: Mevcudat üstünde görünen
mahlukıyet ve merzukıyet gibi sıfatlar dahi, sâniiyet, rahimiyet gibi şe'nlerin vücudlarına kat'î
delalet ediyor. Şu sıfâtın vücudu dahi, bizzarure ve bilbedahe bir Hallak ve bir Rezzak Sâni'-i
Rahîm'in vücuduna delalet eder. Demek herbir mevcud, taşıdığı yüzler bu çeşit sıfatlar
lisanıyla, Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un yüzler esma-i hüsnasına şehadet ederler. Bu şehadetler
kabul edilmezse, mevcudatın bütün bu çeşit sıfatlarını inkâr etmek lâzım gelir...
154

(Hâşiye)
[Yirmialtıncı Pencere]: Şu kâinatın mevcudatı yüzünde tazelenen ve gelip
geçen cemaller ve hüsünler; bir Cemal-i Sermedî cilvelerinin bir nevi gölgeleri olduğunu
gösterir. Evet, ırmağın yüzündeki kabarcıkların parlayıp gitmesinden sonra arkadan gelenlerin
gidenler gibi parlamaları, daimî bir şemsin şualarının âyineleri olduklarını gösterdikleri gibi;
seyyal zaman ırmağında, seyyar mevcudatın üstünde parlayan lemaat-ı cemaliye dahi, bir
cemal-i sermedîye işaret ederler ve onun bir nevi emareleridirler. Hem kâinatın kalbindeki
ciddî aşk, bir Maşuk-ı Lâyezalî'yi gösterir. Evet, ağacın mahiyetinde olmayan bir şey, esaslı
bir surette meyvesinde bulunmadığı delaletiyle; şecere-i kâinatın hassas meyvesi olan nev'-i
insandaki ciddî aşk-ı lahutî gösterir ki; bütün kâinatta -fakat başka şekillerde- hakikî aşk ve
muhabbet bulunuyor. Öyle ise kalb-i kâinattaki şu hakikî muhabbet ve aşk, bir Mahbub-ı
Ezelî'yi gösterir. Hem kâinatın sinesinde çok suretlerde tezahür eden incizablar, cezbeler,
cazibeler; ezelî bir hakikat-ı cazibedarın cezbiyle olduğunu hüşyar kalblere gösterir. Hem
mahlukatın en hassas ve nuranî taifesi olan ehl-i keşf ve velâyetin ittifakıyla, zevk ve şuhuda
istinad ederek, bir Cemil-i Zülcelal'in cilvesine, tecellisine mazhar olduklarını ve o Celil-i
Zülcemal'in kendini tanıttırılmasına ve sevdirilmesine zevk ile muttali olduklarını, müttefikan
haber vermeleri, yine bir Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un, bir Cemil-i Zülcelal'in vücuduna ve
insanlara kendini tanıttırmasına kat'iyen şehadet eder. Hem kâinat yüzünde ve mevcudat
üstünde işleyen kalem-i tahsin ve tezyin; o kalem sahibi zâtın esmasının güzelliğini vâzıhan
gösteriyor.
İşte kâinat yüzündeki cemal ve kalbindeki aşk ve sinesindeki incizab ve gözlerindeki
keşf ve şuhud ve hey'atındaki hüsün ve tezyinat; pek latif, nurani bir pencere açar. Onun ile,
bütün esması cemile bir Cemil-i Zülcelal'i ve bir Mahbub-ı Lâyezalî'yi ve bir Mabud-ı
Lemyezel'i, hüşyar olan akıl ve kalblere gösterir. İşte ey maddiyat karanlığında, evham
zulümatında, boğucu şübehat içinde çırpınan gafil! Kendine gel. İnsaniyete lâyık bir surette
yüksel. Şu dört delik ile bak; cemal-i vahdeti gör, kemal-i imanı kazan, hakikî insan ol!..

___________ ___________
_________________
(Hâşiye):
Şu pencerenin umuma değil, ehl-i kalbe ve ehl-i muhabbete hususiyeti var.
155

[Yirmiyedinci Pencere]: [‫ئ‬ َ


ٍ ْ ‫شي‬ ِّ ُ ‫ئ وَهُوَ ع َلَى ك‬
‫ل‬ ٍ ْ ‫شي‬ ِّ ُ ‫خال ِهههقُ ك‬
َ ‫ل‬ ‫ا َ ّٰلل ُههه‬
َ ‫ه‬
ٌ ‫ ]وَكِي‬Kâinatta, "esbab ve müsebbebat" görünen eşyaya bakıyoruz ve görüyoruz ki: En a'lâ
‫ل‬
bir sebeb, en âdi bir sebebe kuvveti yetmiyor. Demek esbab bir perdedir. Müsebbebleri yapan
başkadır. Meselâ; hadsiz masnuattan yalnız cüz'î bir misal olarak insan başı içinde bir hardal
küçüklüğünde bir yerde yerleştirilen kuvve-i hâfızaya bakıyoruz. Görüyoruz ki: Öyle bir câmi'
kitab belki kütübhane hükmündedir ki, bütün sergüzeşte-i hayatı, içinde karıştırılmaksızın
yazılıyor. Acaba bu mu'cize-i kudrete hangi sebeb gösterilebilir? Telâfif-i dimağiye mi? Basit,
şuursuz hüceyrat zerreleri mi? Tesadüf rüzgârları mı? Halbuki o mu'cize-i san'at, öyle bir zâtın
san'atı olabilir ki; beşerin haşirde neşredilecek büyük defter-i a'malinden muhasebe vaktinde
hatıra getirilecek ve işlediği her fiilleri yazıldığını bildirmek için bir küçük sened istinsah
edip, yazıp aklının eline verecek bir Sâni'-i Hakîm'in san'atı olabilir.
İşte beşerin kuvve-i hâfızasına misal olarak bütün yumurtaları, çekirdekleri, tohumları
kıyas et ve bu câmi' küçücük mu'cizelere de, sair müsebbebatı da kıyas et. Çünki hangi
müsebbebe ve masnua baksan, o derece hârika bir san'at var ki, değil onun âdi, basit sebebi,
belki bütün esbab toplansa, ona karşı izhar-ı acz edecekler. Meselâ: Büyük bir sebeb
zannedilen güneşi; ihtiyarlı, şuurlu farz ederek ona denilse: "Bir sineğin vücudunu yapabilir
misin?" Elbette diyecek ki: "Hâlıkımın ihsanı ile dükkânımda ziya, renkler, hararet çok. Fakat
sineğin vücudunda göz, kulak, hayat gibi öyle şeyler var ki, ne benim dükkânımda bulunur ve
ne de benim iktidarım dâhilindedir." Hem nasılki müsebbebdeki hârika san'at ve tezyinat,
esbabı azledip Müsebbib-ül Esbab olan Vâcib-ül Vücud'a işaret ederek, [‫جع ُه‬ َ ‫وَ اِلَي ْههِ يُْر‬
ُ
ُ ‫مُر كُل ّه‬
‫ه‬ ْ َ ‫]اْل‬
sırrınca: Ona teslim-i umûr eder. Öyle de: Müsebbebata takılan neticeler,
gâyeler, faideler; bilbedahe perde-i esbab arkasında bir Rabb-ı Kerim'in, bir Halık-i Rahîm'in
işleri olduğunu gösterir. Çünki şuursuz esbab, elbette bir gâyeyi düşünüp çalışmaz. Halbuki
görüyoruz: Vücuda gelen her mahluk, bir gâye değil, belki çok gâyeleri, çok faideleri, çok
hikmetleri takib ederek vücuda geliyor. Demek bir Rabb-ı Hakîm ve Kerim, o şeyleri
156

yapıp gönderiyor. O faideleri onlara gâye-i vücud yapıyor. Meselâ, yağmur geliyor. Yağmuru
zahiren intac eden esbab; hayvanatı düşünüp, onlara acıyıp merhamet etmekten ne kadar uzak
olduğu malûmdur. Demek hayvanatı halkeden ve rızıklarını taahhüd eden bir Hâlık-ı Rahîm'in
hikmetiyle imdada gönderiliyor. Hattâ yağmura "rahmet" deniliyor. Çünki çok âsâr-ı rahmeti
ve faideleri tazammun ettiğinden, güya yağmur şeklinde rahmet tecessüm etmiş, takattur
etmiş, katre katre geliyor. Hem bütün mahlukatın yüzüne tebessüm eden bütün zînetli nebatat
ve hayvanattaki tezyinat ve gösterişler, bilbedahe perde-i gayb arkasında bu süslü ve güzel
san'atlarla kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve bildirmek isteyen bir Zât-ı Zülcelal'in vücub-ı
vücuduna ve vahdetine delalet ederler. Demek eşyadaki süslü vaziyetler, gösterişli keyfiyetler;
tanıttırmak ve sevdirmek sıfatlarına kat'iyen delalet eder. Sevdirmek ve tanıttırmak sıfatları
ise; bilbedahe Vedud, Maruf bir Sâni'-i Kadîr'in vücub-ı vücuduna ve vahdetine şehadet eder.
[Elhâsıl]: Sebeb gâyet âdi, âciz ve ona isnad edilen müsebbeb ise gâyet san'atlı ve
kıymetli olduğundan, sebebi azleder. Hem müsebbebin gâyesi, faidesi dahi, cahil camid olan
esbabı ortadan atar, bir Sâni'-i Hakîm'in eline teslim eder. Hem müsebbebin yüzündeki
tezyinat ve meharetler, kendi kudretini zîşuurlara bildirmek isteyen ve kendini sevdirmek arzu
eden bir Sâni'-i Hakîm'e işaret eder.
Ey esbab-perest bîçare! Bu üç mühim hakikatı ne ile izah edebilirsin? Sen nasıl
kendini kandırabilirsin? Aklın varsa, esbab perdesini yırt. ‫ك لَه‬ ‫شري َه‬
ِ َ َ ‫حد َهه ُ ل‬
ْ َ‫ و‬de, hadsiz
evhamdan kurtul.

ُ َ ‫ختِل‬ ْ َّ ‫خل ْقُ ال‬


[Yirmisekizinci Pencere]: [‫ف‬ ْ ‫وَا‬ ِ ‫ت وَالَْر‬
‫ض‬ ِ ‫سمٰوَا‬ َ ِ‫ن ايَات ِه‬
ْ ‫م‬
ِ َ‫و‬
‫ن‬
‫مي َه‬ ْ ‫ك ٓليَا ٍه‬
ِ ِ ‫ت لِلعَال‬ َّ ‫م ا ِه‬
َ ‫ن فِهى ذل ِه‬ ْ َ
ْ ‫م وَ الوَانِك ُ ه‬ْ ُ ‫سنَتِك‬ ‫ه‬ ْ َ
ِ ‫ ]ال‬Şu kâinata bakıyoruz,
görüyoruz ki: Hüceyrat-ı bedenden tut, tâ mecmu-ı âleme şamil bir hikmet ve tanzim var.
Hüceyrat-ı bedene bakıyoruz, görüyoruz ki: Mesalih-i bedeni gören ve idare eden birisinin
emriyle, kanunuyla o küçücük hüceyrelerde ehemmiyetli bir tedbir var. Mideye, nasıl bir
kısım rızk, iç yağı suretinde iddihar olunup vakt-i hacette sarfedilir. Aynen o küçücük
hüceyrelerde de, o tasarruf ve iddihar var. Nebatata bakıyoruz, gâyet hakimane
157

bir terbiye, bir tedbir görünüyor. Hayvanata bakıyoruz; nihâyet derecede kerimane bir terbiye
ve iaşe görüyoruz. Kâinatın erkân-ı azîmesine bakıyoruz; mühim gâyeler için haşmetkârane
bir tedvir ve tenvir görüyoruz. Âlemin mecmuuna bakıyoruz; muntazam bir memleket, bir
şehir, bir saray hükmünde âlî hikmetler, galî gâyeler için mükemmel bir tanzimat görüyoruz.
Otuzikinci Söz'ün Birinci Mevkıfında izah ve isbat edildiği üzere bir zerreden tut, tâ yıldızlara
kadar zerre mikdar şirke yer bırakmıyor. Öyle birbirlerine manen münasebetdardırlar ki;
bütün yıldızları müsahhar etmeyen ve elinde tutmayan, bir zerreye rububiyetini dinlettiremez.
Bir zerreye hakikî Rab olmak için, bütün yıldızlara sahib olmak lâzım gelir. Hem Otuzikinci
Söz'ün İkinci Mevkıfında izah ve isbat edildiği üzere semavatın halk ve tesviyesine muktedir
olmayan, beşerin sîmasında teşahhusu yapamaz. Demek bütün semavatın Rabbı olmayan,
birtek insanın sîmasındaki alâmet-i fârika olan nakş-ı semavîyi yapamaz. İşte kâinat kadar
büyük bir pencere ki; onunla bakılsa [‫ئ‬ ٍ ْ ‫شي‬ ِّ ُ ‫ئ وَهُوَ ع َلَى ك‬
َ ‫ل‬ ِّ ُ ‫خال ِهقُ ك‬
َ ‫ل‬
ٍ ْ ‫شي‬ ‫ا َ ّٰلل ُ ه‬
َ ‫ه‬
ْ ُ َ‫ل ل‬
ِ ‫ت وَ الَْر‬
‫ض‬ َّ ‫مقَالِيد ُ ال‬
ِ ‫سمٰوَا‬ َ ‫ه‬ ٌ ‫ ]وَكِي‬âyetleri, büyük harflerle kâinat sahifelerinde
yazılı olduğu, akıl gözüyle de görülecek. Öyle ise: Görmeyenin ya aklı yok, ya kalbi yok veya
insan suretinde bir hayvandır!

َ
[Yirmidokuzuncu Pencere]: [ِ‫مد ِهه‬ ْ ‫ح‬
َ ِ‫ح ب‬ َ ‫ئ اِل ّ ي ُه‬
ُ ِّ ‫سب‬ َ ‫ن‬
ٍ ْ ‫شي‬ ‫م ْه‬
ِ ‫ن‬
ْ ‫ ]وَ ا ِه‬Bir bahar
mevsiminde, garibane, mütefekkirane seyahata gidiyordum. Bir tepecik eteğinden geçerken,
parlak bir sarıçiçek nazarıma ilişti. Eskiden vatanımda ve sair memleketlerde gördüğüm o cins
sarıçiçekleri derhatır ettirdi. Şöyle bir mana kalbe geldi ki: Bu çiçek kimin turrası ise, kimin
sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise, elbette bütün zemin yüzündeki o nevi
çiçekler, onun mühürleridir, sikkeleridir. Şu mühür tahayyülünden şöyle bir tasavvur geldi ki:
Nasıl bir mühür ile mühürlenmiş bir mektub; o mühür, o mektubun sahibini gösterir. Öyle de;
şu çiçek, bir mühr-i Rahmanîdir. Şu enva'-ı nakışlarla ve manidar nebatat satırlarıyla yazılan
şu tepecik dahi, bu çiçek Sâniinin bir mektubudur. Hem şu tepecik dahi bir mühürdür. Şu
sahra ve ova bir mektub-ı Rahmanî hey'atını aldı. İşbu tasavvurdan şöyle bir hakikat zihne
geldi ki: Herbir şey, bir mühr-i Rabbanî hükmünde bütün eşyayı kendi Hâlıkına isnad eder.
Kendi kâtibinin mektubu olduğunu isbat eder.
158

İşte herbir şey, öyle bir pencere-i tevhiddir ki, bütün eşyayı bir Vâhid-i Ehad'e mal eder.
Demek herbir şeyde, hususan zîhayatlarda öyle hârika bir nakış, öyle mu'cizekâr bir san'at var
ki: Onu öyle yapan ve öyle manidar nakşeden, bütün eşyayı yapabilir ve bütün eşyayı yapan,
elbette o olacaktır. Demek bütün eşyayı yapamayan, birtek şeyi icad edemez. İşte ey gafil! Şu
kâinatın yüzüne bak ki: Birbiri içinde hadsiz mektubat-ı Samedaniye hükmünde olan sahaif-i
mevcudat ve her bir mektub üstünde hadsiz sikke-i tevhid mühürleriyle techiz edilmiş. Bütün
bütün bu mühürlerin şehadetlerini kim tekzib edebilir? Hangi kuvvet onları susturabilir? Kalb
ّٰ َّ ‫ه اِل‬
kulağı ile hangisini dinlesen, [‫الل ُهه‬ ْ َ ‫شهَد ُ ا‬
َ ٰ‫ن ل َ اِل‬ ْ َ ‫ ]ا‬dediğini işitirsin.
[Otuzuncu Pencere]: [‫ئ‬ َ
ٍ ْ ‫شي‬
ُّ ُ ‫سدَتَا ك‬
‫ل‬ َ ‫ه لَفَه‬ ّٰ َّ ‫ة اِل‬
‫الل ُهه‬ ٌ َ‫ما الِه‬ ‫لَوْ كَا َه‬
َ ‫ن فِيهِه‬
َ ٌ ِ ‫ ]هَال‬Şu pencere, imkân ve hudûsa müesses
‫ن‬ َ ‫م وَ اِلَي ْهِ تُْر‬
َ ‫جعُو‬ ُ ْ ‫ه ال‬
ُ ْ ‫حك‬ ُ َ‫ه ل‬ ْ َ‫ك اِل ّ و‬
ُ َ ‫جه‬
umum mütekellimînin penceresidir ve isbat-ı Vâcib-ül Vücud'a karşı caddeleridir. Bunun
tafsilâtını, "Şerh-ül Mevakıf" ve "Şerh-ül Makasıd" gibi muhakkiklerin büyük kitablarına
havale ederek, yalnız Kur’ânın feyzinden ve şu pencereden ruha gelen bir-iki şuaı
göstereceğiz. Şöyle ki:
Âmiriyet ve hâkimiyetin muktezası; rakib kabul etmemektir, iştiraki reddetmektir,
müdahaleyi ref'etmektir. Onun içindir ki; küçük bir köyde iki muhtar bulunsa, köyün rahatını
ve nizamını bozarlar. Bir nahiyede iki müdür, bir vilâyette iki vali bulunsa, herc ü merc
ederler. Bir memlekette iki padişah bulunsa, fırtınalı bir karmakarışıklığa sebebiyet verirler.
Madem hâkimiyet ve âmiriyetin gölgesinin zaîf bir gölgesi ve cüz'î bir nümunesi, muavenete
muhtaç âciz insanlarda böyle rakib ve zıddı ve emsalinin müdahalesini kabul etmezse; acaba
saltanat-ı mutlaka suretindeki hâkimiyet ve rububiyet derecesindeki âmiriyet, bir Kadîr-i
Mutlak'ta ne derece o redd-i müdahale kanunu ne kadar esaslı bir surette hükmünü icra
ettiğini kıyas et. Demek uluhiyet ve rububiyetin en kat'î ve daimî ve lâzımı; vahdet ve
infiraddır. Buna bir bürhan-ı bahir ve şahid-i kat'î, kâinattaki intizam-ı ekmel ve insicam-ı
ecmeldir. Sinek kanadından tut, tâ semavat kandillerine kadar öyle bir nizam var ki; akıl onun
karşısında hayretinden ve istihsanından "Sübhanallah, mâşâallah, bârekâllah" der, secde eder.
159

Eğer zerre miktar şerike yer bulunsa idi, müdahalesi olsa idi,
َ ‫ه لَفَ ه‬
[‫سدَتَا‬ ّٰ َّ ‫ة اِل‬
‫الل ُهه‬ ٌ َ‫ما الِه‬ ‫ ] لَوْ كَا َ ه‬âyet-i kerimesinin delaletiyle: Nizam
َ ‫ن فِيهِ ه‬
ْ َ‫ه‬
bozulacaktı, suret değişecekti, fesadın âsârı görünecekti. Halbuki [‫ل‬ َ ‫ج ِهع الْب َه‬
‫صَر‬ ِ ‫فَاْر‬
َ ُ‫سئًا وَ ه‬
‫و‬ ‫خا ِه‬
َ ‫صُر‬ َ ‫ب اِلَي ْه‬
َ ‫ك الْب َه‬ ْ ‫ن يَنْقَل ِه‬ َ ‫ج ِهع الْب َه‬
ِ ‫صَر كََّرتَي ْه‬ َّ ‫ن فُطُورٍ ث ُه‬
ِ ‫م اْر‬ ‫م ْه‬ِ ‫تََرى‬
‫سيٌر‬ِ ‫ح‬َ ] delaletiyle ve şu ifade ile nazar-ı beşer, kusuru aramak için ne kadar çabalasa, hiçbir
yerde kusuru bulamayarak, yorgun olarak menzili olan göze gelip, onu gönderen münekkid
akla diyecek: "Beyhude yoruldum, kusur yok" demesiyle gösteriyor ki: Nizam ve intizam,
gâyet mükemmeldir. Demek intizam-ı kâinat, vahdaniyetin kat'î şahididir.
Gel gelelim "hudûs"a. Mütekellimîn demişler ki: "Âlem, mütegayyirdir. Her mütegay-
yir, hâdistir. Her bir hâdisin, bir muhdisi, yani mûcidi var. Öyle ise bu kâinatın kadîm bir
mûcidi var." Biz de deriz: Evet kâinat hâdistir. Çünki görüyoruz: Her asırda, belki her senede,
belki her mevsimde bir kâinat, bir âlem gider, biri gelir. Demek bir Kadîr-i Zülcelal var ki, bu
kâinatı hiçten icad ederek her senede belki her mevsimde, belki her günde birisini icad eder,
ehl-i şuura gösterir ve sonra onu alır, başkasını getirir. Biribiri arkasına takıp zincirleme bir
surette zamanın şeridine asıyor. Elbette bu âlem gibi birer kâinat-ı müteceddide hükmünde
olan her baharda gözümüzün önünde hiçten gelen ve giden kâinatları icad eden bir Zât-ı
Kadîr'in mu'cizat-ı kudretidirler. Elbette âlem içinde her vakit âlemleri halkedip değiştiren zât,
mutlaka şu âlemi dahi O halketmiştir. Ve şu âlemi ve rûy-i zemini, o büyük misafirlere
misafirhane yapmıştır.
Gelelim "imkân" bahsine Mütekellimîn demişler ki: "İmkân, [mütesaviy-üt
tarafeyn]"dir. Yani: Adem ve vücud, ikisi de müsavi olsa; bir tahsis edici, bir tercih edici, bir
mûcid lâzımdır. Çünki mümkinat, birbirini icad edip teselsül edemez Veyahut o onu, o da onu
icad edip devir suretinde dahi olamaz. Öyle ise bir Vâcib-ül Vücud vardır ki, bunları icad
ediyor. Devir ve teselsülü, oniki bürhan yani arş ve süllemî gibi namlarla müsemma meşhur
oniki delil-i kat'î ile devri ibtal etmişler ve teselsülü muhal göstermişler. Silsile-i esbabı kesip,
Vâcib-ül Vücud'un vücudunu isbat etmişler. Biz de deriz ki: Esbab, teselsülün berahini ile
âlemin nihâyetinde
160

kesilmesinden ise, her şeyde Hâlık-ı Külli Şey'e has sikkeyi göstermek daha kat'î, daha
kolaydır. Kur’ânın feyziyle bütün Pencereler ve bütün Sözler, o esas üzerine gitmişler.
Bununla beraber imkân noktasının hadsiz bir vüs'atı var. Hadsiz cihetlerle Vâcib-ül Vücud'un
vücudunu gösteriyor. Yalnız, mütekellimînin teselsülün kesilmesi yoluna, elhak geniş ve
büyük olan o caddeye münhasır değildir. Belki hadd ü hesaba gelmeyen yollarla, Vâcib-ül
Vücud'un marifetine yol açar. Şöyle ki:
Herbir şey vücudunda, sıfâtında, müddet-i bekasında hadsiz imkânat, yani gâyet çok
yollar ve cihetler içinde mütereddid iken, görüyoruz ki; o hadsiz cihetler içinde vücudça
muntazam bir yolu takib ediyor. Herbir sıfatı da mahsus bir tarzda ona veriyor. Müddet-i
bekasında bütün değiştirdiği sıfat ve haller dahi, böyle bir tahsis ile veriliyor. Demek bir
muhassısın iradesiyle, bir müreccihin tercihiyle, bir mûcid-i hakîmin icadıyladır ki; hadsiz
yollar içinde, hikmetli bir yolda onu sevkeder, muntazam sıfâtı ve ahvali ona giydiriyor. Sonra
infiraddan çıkarıp, bir terkibli cisme cüz' yapar, imkânat ziyadeleşir. Çünki o cisimde binlerle
tarzda bulunabilir. Halbuki neticesiz o vaziyetler içinde neticeli, mahsus bir vaziyet ona verilir
ki; mühim neticeleri ve faideleri ve o cisimde vazifeleri gördürülüyor. Sonra o cisim dahi
diğer bir cisme cüz' yaptırılıyor. İmkânat daha ziyadeleşir. Çünki binlerle tarzda bulunabilir.
İşte o binlerle tarz içinde, birtek vaziyet veriliyor. O vaziyet ile mühim vazifeler gördürülüyor
ve hâkeza... Gittikçe daha ziyade kat'î bir Hakîm-i Müdebbir'in vücub-ı vücudunu gösteriyor.
Bir Âmir-i Alîm'in emriyle sevk edildiğini bildiriyor. Cisim içinde cisim, birbiri içinde cüz'
olup giden bütün bu terkiblerde; nasıl bir nefer, takımında, bölüğünde, taburunda, alayında,
fırkasında, ordusunda mütedâhil o heyetlerden herbirisine mahsus birer vazifesi, hikmetli
birer nisbeti, intizamlı birer hizmeti bulunuyor. Hem nasılki senin gözbebeğinden bir hüceyre;
gözünde bir nisbeti ve bir vazifesi var. Senin başın heyet-i umumiyesi nisbetine dahi, hikmetli
bir vazifesi ve hizmeti vardır. Zerre miktar şaşırsa, sıhhat ve idare-i beden bozulur. Kan
damarlarına, his ve hareket asablarına, hattâ bedenin heyet-i umumiyesinde birer mahsus
vazifesi, hikmetli birer vaziyeti vardır. Binlerle imkânat içinde, bir Sâni'-i Hakîm'in
hikmetiyle o muayyen vaziyet verilmiştir.
161

Öyle de: Bu kâinattaki mevcudat, herbiri kendi zâtıyla, sıfâtıyla çok imkânat yolları
içinde has bir vücudu ve hikmetli bir sureti ve faideli sıfatları, nasıl bir Vâcib-ül Vücud'a
şehadet ederler. Öyle de: Mürekkebata girdikleri vakit, herbir mürekkebde daha başka bir
lisanla yine san’atı ilân eder. Git gide, tâ en büyük mürekkebe kadar nisbeti vazifesi, hizmeti
itibariyle Sâni'-i Hakîm'in vücub-ı vücuduna ve ihtiyarına ve iradesine şehadet eder. Çünki bir
şeyi, bütün mürekkebata hikmetli münasebetleri muhafaza suretinde yerleştiren, bütün o
mürekkebatın Hâlıkı olabilir. Demek birtek şey, binler lisanlar ile ona şehadet eder
hükmündedir. İşte kâinatın mevcudatı kadar değil, belki mevcudatın sıfât ve mürekkebatı
adedince imkânat noktasında Vâcib-ül Vücud'un vücuduna karşı şehadetler geliyor. İşte ey
gafil! Kâinatı dolduran bu şehadetleri, bu sadâları işitmemek.. ne derece sağır ve akılsız
olmak lâzım geliyor? Haydi sen söyle...

[Otuzbirinci Pencere]: [‫فِهى‬ َ‫ن تَقْوِيمه ٍ و‬ ِ ‫س‬


‫ح َه‬ْ َ ‫ن فِهى ا‬ َ ‫خلَقْن َها اْلِن ْه‬
َ ‫سا‬ َ ْ ‫لَقَد‬
‫ن‬ ِ ‫م اَفَل َ تُب ْ ه‬
َ ‫صُرو‬ ِ ‫ن وَ فِ هى اَنْفُ ه‬
ْ ُ ‫سك‬ ‫موقِنِي َ ه‬ُ ْ ‫ت لِل‬
‫ض ايَا ٌ ه‬ ْ
‫ ]الَْر ِ ه‬Şu pencere insan
penceresidir ve enfüsîdir. Enfüsî cihetinde şu pencerenin tafsilâtını binler muhakkikîn-i
evliyanın mufassal kitablarına havale ederek yalnız feyz-i Kur’ândan aldığımız birkaç esasa
işaret ederiz. Şöyle ki: Onbirinci Söz'de beyan edildiği gibi: "İnsan, öyle bir nüsha-i câmiadır
ki: Cenab-ı Hak bütün esmasını, insanın nefsi ile insana ihsas ediyor." Tafsilâtını başka
Sözlere havale edip yalnız [üç nokta]yı göstereceğiz. [Birinci Nokta]: İnsan, [üç cihetle]
esma-i İlahiyeye bir âyinedir.
[Birinci Vecih]: Gecede zulmet, nasıl nuru gösterir. Öyle de: İnsan, za'f ve acziyle,
fakr ve hacatıyla, naks ve kusuruyla, bir Kadîr-i Zülcelal'in kudretini, kuvvetini, gınasını,
rahmetini bildiriyor ve hakeza pek çok evsaf-ı İlahiye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hattâ
hadsiz aczinde nihâyetsiz za'fında, hadsiz a'dasına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan
daima Vâcib-ül Vücud'a bakar. Hem nihâyetsiz fakrında, nihâyetsiz hacatı içinde, nihâyetsiz
maksadlara karşı bir nokta-i istimdad aramağa mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan
bir Ganiyy-i Rahîm'in dergâhına dayanır, dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i
istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük
162

pencere, Kadîr-i Hakîm'in barigâh-ı rahmetine açılır, her vakit onun ile bakabilir.
[İkinci Vecih âyinedarlık ise]: İnsana verilen nümuneler nev'inden cüz'î ilim, kudret,
basar, sem', mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyat ile kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, sem'
ve basarına, hâkimiyet ve rububiyetine âyinedarlık eder. Onları anlar, bildirir. Meselâ: "Ben
nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare
ediyorum. Öyle de şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare
eder ve hâkeza...
[Üçüncü Vecih âyinedarlık ise]: İnsan, üstünde nakışları görünen esma-i İlahiyeye
âyinedarlık eder. Otuzikinci Söz'ün Üçüncü Mevkıfının başında bir nebze izah edilen insanın
mahiyet-i câmiasında nakışları zahir olan yetmişten ziyade esma vardır. Meselâ:
Yaradılışından Sâni', Hâlık ismini ve hüsn-i takviminden Rahman ve Rahîm isimlerini ve
hüsn-i terbiyesinden Kerim, Latif isimlerini ve hâkeza... Bütün a'za ve âlâtı ile, cihazat ve
cevarihiyle, letaif ve maneviyatıyla, havas ve hissiyatıyla ayrı ayrı esmanın ayrı ayrı
nakışlarını gösteriyor. Demek nasıl esmada bir ism-i a'zam var, öyle de o esmanın nukuşunda
dahi bir nakş-ı a'zam var ki, o da insandır. Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku... Yoksa
hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var! [İkinci Nokta]: Mühim bir sırr-ı
ehadiyete işaret eder. Şöyle ki: İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine öyle bir münasebeti var ki:
Bütün a'zasını ve eczasını birbirine yardım ettirir. Yani, irade-i İlahiye cilvesi olan evamir-i
tekviniyeye ve o emirden vücud-ı haricî giydirilmiş bir kanun-ı emrî ve latife-i Rabbaniye
olan ruh, onların idaresinde onların manevî seslerini hissetmesinde ve hacatlarını görmesinde
birbirine mani olmaz, ruhu şaşırtmaz. Ruha nisbeten uzak-yakın bir hükmünde. Birbirine
perde olmaz. İsterse, çoğunu birinin imdadına yetiştirir. İsterse bedenin her cüz'üyle bilebilir,
hissedebilir. Hattâ çok nuraniyet kesbetmiş ise, herbir cüz'üyle görebilir ve işitebilir. Öyle de:
[‫لَع ْلَى‬
ْ‫لا‬ َ ْ ‫ ] فَ ّل ِٰله ِه ال‬Cenab-ı Hakk'ın madem onun bir kanun-ı emri olan ruh, küçük bir
ُ َ ‫مث‬
âlem olan insan cisminde ve a'zasında bu vaziyeti gösteriyor. Elbette âlem-i ekber olan
kâinatta o Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un irade-i külliyesine ve kudret-i mutlakasına hadsiz fiiller,
hadsiz sadâlar, hadsiz dualar,
163

hadsiz işler, hiçbir cihette ona ağır gelmez, birbirine mani olmaz. O Hâlık-ı Zülcelal'i meşgul
etmez, şaşırtmaz. Bütününü birden görür, bütün sesleri birden işitir. Yakın uzak birdir. İsterse,
bütününü birinin imdadına gönderir. Herşeyle her şeyi görebilir, seslerini işitebilir ve her şey
ile herşeyi bilir ve hâkeza...
[Üçüncü Nokta]: Hayatın pek mühim bir mahiyeti ve ehemmiyetli bir vazifesi var.
Fakat o bahis, Hayat Penceresinde ve Yirminci Mektub'un Sekizinci Kelimesinde tafsili
geçtiğinden ona havale edip yalnız bunu ihtar ederiz ki: Hayatta hissiyat suretinde kaynayan
memzuç nakışlar; pekçok esma ve şuunat-ı zâtiyeye işaret eder. Gâyet parlak bir surette Hayy-
ı Kayyum'un şuunat-ı zâtiyesine âyinedarlık eder. Şu sırrın izahı, Allah'ı tanımayanlara ve
daha tam tasdik etmeyenlere karşıdır. Zamanı olmadığından kapıyı kapıyoruz...

[Otuzikinci Pencere]:
َ
‫ن كُل ِّهِ َو‬
ِ ‫قّ لِيُظْهَِره ُ ع َلَى الدِّي‬ ِ ‫ح‬َ ْ ‫ن ال‬ِ ‫ه بِالْهُدَى وَدِي‬ ُ َ ‫سول‬
ُ ‫ل َر‬َ ‫س‬ َ ‫هُوَ ال ّذِى اَْر‬
َ
‫ميعًا ال ّذِى‬ ِ ‫ج‬َ ‫م‬ ْ ُ ‫الله ِه اِلَيْك‬
ّٰ ‫سو‬ُ ُ ‫س اِنِّى َر‬ ُ ‫ل يَا اَي ُّ َها النَّا‬ْ ُ‫شهِيدًا * ق‬ ّٰ ِ ‫كَفَى ب‬
َ ‫الله ِه‬
َ ْ ُ ْ ‫مل‬
‫ت‬ُ ‫مي‬ ِ ُ ‫حيِى وَ ي‬ ْ ُ ‫ه اِل ّ هُوَ ي‬
َ ٰ‫ض ل َ اِل‬ِ ‫ت وَ الَْر‬ ِ ‫سمٰوَا‬ َّ ‫ك ال‬ ُ ‫ه‬ُ َ‫ل‬
Şu pencere, sema-i risaletin güneşi, belki güneşler güneşi olan Hazret-i Muhammed
Aleyhissalâtü Vesselâm'ın penceresidir. Şu gâyet parlak ve pek büyük ve çok nurani pencere
Otuzbirinci Söz olan Mi'rac Risalesiyle, Ondokuzuncu Söz olan Nübüvvet-i Ahmediye
Risalesinde ve ondokuz işaretli olan Ondokuzuncu Mektub'da, ne derece nurani ve zahir
olduğu isbat edildiğinden, o iki Sözü ve o Mektubu ve o Mektubun Ondokuzuncu İşaretini bu
makamda düşünüp, sözü onlara havale edip, yalnız deriz ki: Tevhidin bürhan-ı nâtıkı olan
Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm risalet ve velâyet cenahlarıyla, yani kendinden evvel
bütün enbiyanın tevatürüyle icma'larını ve ondan sonraki bütün evliyanın ve asfiyanın
icma'kârane tevatürlerini tazammun eden bir kuvvetle bütün hayatında bütün kuvvetiyle
vahdaniyeti gösterip ilân etmiş. Ve Âlem-i İslâmiyet gibi geniş, parlak, nurani bir pencereyi,
marifetullaha açmıştır. İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî, Muhyiddin-i Arabî, Abdülkadir-i
Geylanî gibi milyonlar muhakkikîn, asfiya ve sıddıkîn o pencereden bakıyorlar, başkalarına
da gösteriyorlar. Acaba böyle bir pencereyi kapatacak bir perde var mı? Ve onu ittiham edip, o
pencereden bakmayanın aklı var mı? Haydi sen söyle!
164

[Otuzüçüncü Pencere]:
ٰ‫ما الٓر‬
ً ِّ ‫جا قَي‬ ً َ‫عو‬ ُ َ‫ل ل‬
ِ ‫ه‬ ْ َ‫جع‬ ْ َ‫م ي‬
ْ َ ‫ب وَل‬َ ‫ل ع َلَى ع َبْدِهِ الْكِتَا‬ َ ‫مد ُ ّٰلله ِه الَّذِى اَنَْز‬
ْ ‫اَلَح‬
ُ
ِ‫ت اِلَى النُّور‬ِ ‫ما‬َ ُ ‫ن الظ ّل‬ َ ‫م‬
ِ ‫س‬َ ‫ج النَّا‬ َ ِ‫خر‬ َ ْ ‫ب اَنَْزلْنَاه ُ اِلَي‬
ْ ُ ‫ك لِت‬ ٌ ‫كِتَا‬
Bütün geçmiş pencereler, Kur’ân denizinden bazı katreler olduğunu düşün. Sonra
Kur’ânda ne kadar âb-ı hayat hükmünde olan envâr-ı tevhid var olduğunu kıyas edebilirsin.
Fakat bütün o pencerelerin menbaı ve madeni ve aslı olan Kur’âna gâyet mücmel bir surette,
gâyet basit bir tarzda bakılsa dahi, yine gâyet parlak, nurani bir pencere-i câmiadır. O pencere
ne kadar kat'î ve parlak ve nurani olduğunu, Yirmibeşinci Söz olan İ'caz-ı Kur’ân Risalesine
ve Ondokuzuncu Mektub'un Onsekizinci İşaretine havale ediyoruz. Ve Kur’ânı bize gönderen
Zât-ı Zülcelal'in Arş-ı Rahmanîsine niyaz edip deriz:
* ‫خطَاْنَا‬ ْ َ ‫سينَا اَوْ ا‬ ِ َ‫ن ن‬
ْ ِ ‫خذ ْنَا ا‬ ِ ‫َربَّنَا ل َ تُوا‬
‫َربَّنَا ل َ تُزِغ ْ قُلُوبَنَا بَعْد َ اِذ ْ هَدَيْتَنَا * َربَّنَا‬
‫م * َو‬ ُ ‫ميعُ الْعَلِي‬ ِ ‫س‬َّ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ك اَن‬ َ َّ ‫منَّا اِن‬
ِ ‫ل‬ْ َّ ‫تَقَب‬
*‫م‬ ُ ‫حي‬ِ ‫ب الَّر‬ ُ ‫ت التَّوَّا‬َ ْ ‫ك اَن‬َ َّ ‫ب ع َلَيْنَا اِن‬ْ ُ‫ت‬

[İhtar] Şu Otuzüç Pencereli olan Otuzüçüncü Mektub, imanı olmayanı inşâallah


imana getirir. İmanı zaîf olanın imanını kuvvetleştirir. İmanı kavî ve taklidî olanın imanını
tahkikî yapar. İmanı tahkikî olanın imanını genişlendirir. İmanı geniş olana bütün kemalât-ı
hakikiyenin medarı ve esası olan marifetullahta terakkiyat verir; daha nurani, daha parlak
manzaraları açar. İşte bunun için, "Bir pencere bana kâfi geldi, yeter" diyemezsin. Çünki senin
aklına kanaat geldi, hissesini aldı ise; kalbin de hissesini ister, ruhun da hissesini ister. Hattâ
hayal de o nurdan hissesini isteyecek. Binaenaleyh herbir pencerenin ayrı ayrı faideleri vardır.
Mi'rac Risalesi'nde asıl muhatab, mü'min idi; mülhid ikinci derecede istima'
makamında idi. Şu risalede ise muhatab, münkirdir; istima' makamlarında mü'mindir. Bunu
düşünüp öylece bakmalı. Fakat maatteessüf mühim bir sebebe binaen şu mektub gâyet sür'atle
yazıldığından ve hattâ müsvedde halinde kaldığından, elbette bana aid olan tarz-ı ifadede
müşevveşiyet ve kusurlar olacaktır. Nazar-ı müsamaha ile bakmalarını ve ellerinden gelirse
ıslahlarını ve mağfiret ile bana dua eylemelerini ihvanlarımdan isterim.
‫ن اتَّبَعَ الْهَوَى‬ِ ‫م‬ َ ‫م علَى‬ ُ َ ‫مل‬ َ ْ ‫ن اتَّبَعَ الْهُدَى َ وَال‬ ِ َ ‫م ع َلَى‬
‫م‬ ُ َ ‫سل‬ َّ ‫وَال‬
َ
‫م‬ُ ‫حكِي‬َ ْ ‫م ال‬
ُ ‫ت الْعَلِي‬ َ ْ ‫ك اَن‬َ َّ ‫متَنَا اِن‬ ْ ّ ‫ما ع َل‬ َ ّ ‫م لَنَا اِل‬َ ْ ‫عل‬
ِ َ‫ك ل‬ َ َ ‫حان‬َ ْ ‫سب‬ُ
ِ‫حبِه‬
ْ ‫ص‬ َ
َ َ‫ن وَ ع َلى الِهِ و‬ َ ‫مي‬ َ ْ
ِ ‫ة لِلعَال‬ ً ‫م‬
َ ‫ح‬ ْ ‫ه َر‬ ْ
ُ َ ‫سلت‬ َ
َ ‫ن اْر‬ ْ ‫م‬
َ ‫م ع َلى‬َ ّ
ْ ِ ‫سل‬َ َ‫ل و‬ ِّ ‫ص‬ َّ ‫ا َ ّٰلله ُه‬
َ ‫م‬
‫ن‬
َ ‫مي‬ ِ ‫ما‬ ْ ِّ ‫سل‬ َ َ‫و‬
‫‪165‬‬

‫‪Ramazanda ikindiden sonra Şeyh-i Geylanî'nin Esma-i Hüsna manzumesini‬‬


‫‪okudum. Bana bir arzu geldi ki, esma-i hüsna ile bir münacat yazayım. Fakat o vakit‬‬
‫‪bu kadar yazıldı. O kudsî üstadımın mübarek Münacat-ı Esmaiyesine bir nazire‬‬
‫‪yapmak istedim. Heyhat!. Nazma istid’adım yok. Yapamadım, noksan kaldı.‬‬
‫(هُوَ الْبَاقِى)‬
‫ض َو‬ ‫ه اْلَْر ُ‬ ‫ل لَ ُ‬ ‫م الْعَد ْ ُ‬ ‫حك َ ُ‬ ‫مهِ هُوَ ال ْ َ‬ ‫حك ْ ِ‬ ‫ض ُ‬ ‫ن فِى قَب ْ ِ‬ ‫ح ُ‬ ‫ضايَا ن َ ْ‬ ‫م الْقَ َ‬ ‫حكِي ُ‬ ‫َ‬
‫ماءُ‬ ‫س َ‬ ‫َ‬ ‫ال ّ‬
‫َ‬
‫ش وَ الث َّراءُ‬ ‫ه الْعَْر ُ‬ ‫م لَ ُ‬ ‫ملْكِهِ هُوَ الْقَادُِر الْقَيُّو ُ‬ ‫ب فِى ُ‬ ‫خفَايَا وَ الْغُيُو ِ‬ ‫م ال ْ َ‬‫عَلِي ُ‬
‫ن َو‬ ‫س ُ‬ ‫ح ْ‬ ‫ْ‬
‫ه ال ُ‬ ‫َ‬ ‫ْ‬
‫صنْعِهِ هُوَ الفَاطُِر الوَدُود ُ ل ُ‬ ‫ْ‬ ‫ش فِى ُ‬ ‫ُ‬ ‫ْ‬ ‫لَطِي ُ‬
‫مَزايَا وَ الن ّقُو ِ‬ ‫ف ال َ‬
‫الْبَهَاءُ‬
‫ه الْعُِّز وَ الْكِبْرِيَاءُ‬ ‫س لَ ُ‬ ‫مرايَا و ال ُّ‬
‫ك الْقُدُّو ُ‬ ‫مل ِ ُ‬ ‫خلْقِهِ هُوَ ال ْ َ‬ ‫ن فِى َ‬ ‫شو ِ‬ ‫َ‬ ‫ل ال ْ َ َ‬ ‫جلِي ُ‬ ‫َ‬
‫ْ‬
‫ك وَ البَقَاءُ‬ ‫ْ‬
‫مل ُ‬ ‫ْ‬
‫ه ال ُ‬ ‫َ‬
‫م البَاقِى ل ُ‬ ‫ْ‬ ‫َ‬
‫صنْعِهِ هُوَ الد ّائ ِ ُ‬ ‫ش ُ‬ ‫ْ‬
‫ن نَقْ ِ‬ ‫م ْ‬ ‫ن ِ‬ ‫ح ُ‬ ‫بَدِيعُ البََرايَا ن َ ْ‬
‫مد ُ وَ الثَّنَاءُ‬ ‫ح ْ‬ ‫ه ال ْ َ‬ ‫ضيْفِهِ هُوَ الَّرَّزا ُ الْكَافِى ل َ ُ‬ ‫ب َ‬ ‫ن َرك ْ ِ‬ ‫م ْ‬ ‫ن ِ‬ ‫ح ُ‬ ‫م الْعَطَايَا ن َ ْ‬ ‫كَرِي ُ‬
‫جود ُ وَ الْعَطَاءُ‬ ‫ه ال ْ ُ‬ ‫خالِقُ الْوَافِى ل َ ُ‬ ‫مهِ هُوَ ال ْ َ‬ ‫عل ْ ِ‬‫ج ِ‬ ‫س ِ‬
‫ن نَ ْ‬ ‫م ْ‬ ‫ن ِ‬ ‫ح ُ‬ ‫ل الْهَدَايَا ن َ ْ‬ ‫مي ُ‬ ‫ج ِ‬ ‫َ‬
‫َ‬
‫شكُْر وَ الث ّنَاءُ‬ ‫ُ‬ ‫ه ال ّ‬ ‫َ‬
‫شافِى ل ُ‬ ‫َ‬ ‫م ال ّ‬ ‫ري ُ‬ ‫خل ِقهِ هُوَ الك َ ۪‬
‫ْ‬ ‫ْ‬ ‫ئ لِ َ‬ ‫ُ‬
‫شكَايَا وَ الد ّع َا ِ‬
‫َ‬ ‫ميعُ ال ّ‬ ‫س ِ‬ ‫َ‬
‫ْ‬ ‫َ‬ ‫َ‬ ‫ْ‬
‫ب لِعَبْدِهِ هُوَ الغَفّاُر الَّر ِ‬ ‫ُ‬ ‫َ‬ ‫ْ‬ ‫َ‬
‫ضاءُ‬ ‫ه العَفْوُ وَ الّرِ َ‬ ‫حيم ِ ل ُ‬ ‫خطايَا وَ الذ ّنُو ِ‬ ‫غفُوُر ال َ‬
‫‪Said Nursî‬‬
‫‪166‬‬

‫‪Eski Said’in Yeni Said'e inkılab ettiği dakikada, eskisinin‬‬


‫‪güldüğüne bedel, Yeni Said'in ağlamasıdır. Belki dergah-ı İlahide‬‬
‫‪o gülmeklerin bir ağlamasıdır.‬‬

‫حال َ ۪تى‬ ‫شكُوا َ‬ ‫ن اَ ْ‬ ‫م ْ‬ ‫كى وََرازِ ۪قى ا ِ ٰلى َ‬ ‫مال ِ ۪‬ ‫ربى وَ َ‬ ‫قى وَ َ ۪‬ ‫خال ِ ۪‬ ‫دى َو َ‬ ‫سي ِّ ۪‬
‫اِل ٓ ۪هى وَ َ‬
‫َ‬
‫ت بِ ُ ِ‬
‫سو‬ ‫ضيَّعْ ُ‬ ‫رتى وَقَد ْ َ‬ ‫سا َ ۪‬ ‫خ َ‬ ‫عل ّ ۪تى وَ َ‬ ‫وَ ِ‬
‫ابى فِى‬ ‫شب َ ۪‬
‫حتى وَ َ‬ ‫ص َّ ۪‬ ‫اتى وَ ِ‬ ‫حي َ ۪‬ ‫مرى وَ َ‬ ‫مةِ ع ُ ْ ۪‬ ‫ن نِعْ َ‬ ‫م ْ‬ ‫ة ِ‬ ‫سن َ ً‬ ‫ن َ‬ ‫ارى اَْرب َ ۪عي َ‬ ‫ختِي َ ۪‬
‫اِ ْ‬
‫ريَٓاءِ‬ ‫َ‬
‫ب الهَائِلةِ وَ َفِىال ّ ِ‬ ‫ْ‬ ‫ُ‬
‫اصى وَالذ ّنُو ِ‬ ‫معَ ۪‬ ‫ال َ‬‫ْ‬
‫شهَْرةِ‬ ‫مذِل ّةِ الَّزائِلَةِ‪ ..‬وفِىال ُّ‬
‫َ‬ ‫رزيلَةِ ال ْ ُ‬ ‫ت ال َّ ۪‬ ‫سا ِ‬ ‫ملَةِ وَفِى ال ْ َهوَ َ‬ ‫شا ِ‬‫والْغَفْلَةِ ال َّ‬
‫َ‬
‫ت‬ ‫َ‬ ‫َ‬ ‫َ‬
‫ض ّرةِ الٰفِلةِ فاوَْرث ْ‬ ‫َ‬ ‫ْ‬ ‫َ‬ ‫م ِ‬ ‫ْ‬
‫الكاذِبَةِ ال ُ‬ ‫َ‬ ‫ْ‬
‫ل وَقَدْدَنَى‬ ‫ل ذ َ۪لي ٌ‬ ‫ن وَانَاع َ۪لي ٌ‬‫َ‬ ‫مسي َ‬ ‫خ ْ ۪‬ ‫ْ‬
‫ت ال َ‬ ‫شي ْ ۪بى وَقَدْنَاهَْز ُ‬ ‫ن َ‬ ‫موُر ۪فى ٰاوَا ِ‬ ‫ك اْل ُ ُ‬ ‫تِل ْ َ‬
‫ما‬ ‫سن اٰل َ ً‬ ‫م ِ‬ ‫مسىءٌ َ‬ ‫ل وَاَنَا ُ ۪‬ ‫رحي ُ‬ ‫ال َّ ۪‬
‫َ‬ ‫َ‬
‫مهْلِك َ ً‬
‫ة‬ ‫ضَّرةً وَاِع ْتِيَادَاتًا ُ‬ ‫م ِ‬ ‫س ُ‬ ‫ساوِ َ‬ ‫ة وَ وَ َ‬ ‫مذِل ّ ً‬ ‫ما ُ‬ ‫ة وَاٰثَا ً‬ ‫ضل ّ ً‬
‫م ِ‬ ‫‪ُ ..‬‬

‫ه‬
‫ج ِ‬ ‫و ْ‬ ‫ل وَال ْ َ‬ ‫قي ِ‬ ‫ل الث َّ ۪‬ ‫م ِ‬ ‫ح ْ‬ ‫ن اَفُِّر اِذ ْاَنَاب ِ ٰهذ َال ْ َ‬ ‫جى وَاِلى اَي ْ َ‬ ‫ن اَلْت َ ۪‬ ‫م ْ‬ ‫يَااِل ٓ ۪هى‪:‬ا ِ ٰلى َ‬
‫ماِ‬‫ب بِك َ َ‬ ‫متَقَّرِ ٌ‬ ‫ل ُ‬ ‫ب الْعَ ۪لي ِ‬ ‫ل وَالْقَل ْ ِ‬ ‫خجي ِ‬ ‫ال ْ َ ۪‬
‫رانى‬ ‫ابى وَاَقْ َ ۪‬ ‫حب َ ۪‬ ‫ختِيَارٍ ك َ ٰابَا ٓ ۪ئى وَا َ ْ‬ ‫ف وَبِل َ ا ِ ْ‬ ‫حَرا ٍ‬ ‫شاهَدَةِ وَبِل َ اِن ْ ِ‬ ‫م َ‬‫سْرعَةِ َوبِاال ْ ُ‬ ‫ال ُّ‬
‫َّ‬
‫ذى‬ ‫ب الْقَبْرِال ۪‬ ‫وَاَقَارِ ۪بى ا ِ ٰلى بَا ِ‬
‫ق اَبَدِاْلٰبَاد ِ لِلْفَِراِ‬ ‫ري ِ‬ ‫حدَةِ وَاْلِنْفَِراد ِ ۪فى ط َ ۪‬ ‫ت الْوَ ْ‬ ‫ل بَي ْ َ‬ ‫مثْلِى الْغَافِ ِ‬ ‫هُوَ ل ِ ِ‬
‫ن هٰذِهِ الدُّنْيَاالْفَانِيَةِالْهَالِكَةِ‬ ‫م ْ‬ ‫دى ِ‬ ‫اْلَب َ ۪‬
‫‪....‬الَزائلَةالَراحلَة وال ْ َ‬
‫س اْل َ َّ‬ ‫مث ْ ۪لى ذِىالن ّفْ ِ‬
‫ماَرةِ‬ ‫َ‬ ‫مك ّاَرةِ ل ِ ِ‬ ‫ّ ِ ِ ّ ِ ِ َ َ‬
‫ت اِلٰى‬ ‫جه ْ ُ‬ ‫و َّ‬ ‫وتى وَت َ َ‬ ‫ت تَاب ُ ۪‬ ‫ت كَف َ۪نى وََركِب ْ ُ‬ ‫س ُ‬ ‫ب وَقَد ْ لَب ِ ْ‬ ‫ري ٍ‬ ‫ن قَ ۪‬ ‫رانى ع َ ْ‬ ‫يَااِل ٓ ۪هى‪ :‬ا َ َ ۪‬
‫ابى اَْرفَعُ‬ ‫حب َ ۪‬ ‫رى وَوَدَّع َ۪نى ا َ ْ‬ ‫ب قَب ْ ۪‬ ‫بَا ِ‬
‫ن‬
‫م ْ‬ ‫ن ِ‬ ‫ما ُ‬ ‫ْ‬
‫ن ال َ َ‬ ‫ما ُ‬ ‫ْ‬ ‫َ‬
‫حالى ال َ َ‬ ‫ن َ ۪‬ ‫سا ِ‬ ‫ادى بِل ِ َ‬ ‫ك ان َ ۪‬
‫ُ‬ ‫مت ِ َ‬ ‫ح َ‬ ‫ش َر ْ‬ ‫راسى ا ِ ٰلى عَْر ِ‬ ‫َ ۪‬
‫ن الْفَِرا ِ‬
‫ق‬ ‫م َ‬‫ن اٰهْ‪..‬وَاهْ‪ِ ..‬‬ ‫صيَا ِ‬ ‫ت الْعِ ْ‬ ‫جال َ ِ‬ ‫خ َ‬ ‫َ‬
‫حنَّا ْ‬
‫ن‬ ‫ن يَا َ‬ ‫حمٰ ُ‬ ‫ث يَاَر ْ‬ ‫ث اَلْغِيَا ْ‬ ‫ن الْغِيَا ْ‬ ‫سيَا ِ‬ ‫‪..‬وَالن ِّ ْ‬
‫َ‬ ‫‪..‬ا ِ ۪‬
‫ك‬‫مت ِ َ‬ ‫ح َ‬ ‫مفََّر اِل ّ اِلٰى َر ْ‬ ‫جا َ وَل َ َ‬ ‫من ْ َ‬ ‫جا َ وَل َ َ‬ ‫مل ْ َ‬‫ن لَ َ‬ ‫ت بِا َ ْ‬ ‫لهى قَد ْ تَيَقَّن ْ ُ‬
‫شكَاي َ ۪تى‬ ‫زنى وَ ِ‬ ‫ح ْ۪‬ ‫ك اَْرفَعُ ب َ ۪ثى وَ ُ‬ ‫سيل َ ۪تى وَاِلَي ْ َ‬ ‫جاى وَوَ ۪‬ ‫مل ْ َ ۪‬ ‫ك َ‬ ‫مت ُ َ‬ ‫ح َ‬ ‫لهى َر ْ‬ ‫‪..‬ا ِ ۪‬
‫ف‬ ‫ضعي ُ‬ ‫ك ال َّ ۪‬ ‫ك وَع َبْد ُ َ‬ ‫صنُوع ُ َ‬ ‫م ْ‬ ‫ك َو َ‬ ‫خلُوقُ َ‬ ‫م ْ‬ ‫دى َ‬ ‫سي ِّ ۪‬‫اِل ٓ ۪هى وَ َ‬
‫مسيى‬ ‫ل ال ْ ُ ۪‬ ‫جاه ِ ُ‬ ‫ل ال ْ َ‬ ‫صى الْغَافِ ُ‬ ‫جُزالْعَا ِ‬ ‫َقيُرالْعَا ِ‬ ‫الْف ۪‬
‫قَّرا‬‫م ِ‬‫ك ُ‬ ‫مت ِ َ‬ ‫ح َ‬ ‫ب َر ْ‬ ‫سنَةٍ اِلٰى بَا ِ‬ ‫ن َ‬ ‫مسي َ‬ ‫خ ْ ۪‬ ‫ى اْلٰبِقُ قَدْع َاد َ َ‬ ‫ق ُّ‬ ‫ش ِ‬ ‫ن ال َّ‬ ‫س َّ‬ ‫م ِ‬ ‫ال ْ ُ‬
‫مبْتَلً‬ ‫ب ُ‬ ‫ُ‬
‫ت وَالذ ّنُو ِ‬ ‫خطيٓئَا ِ‬ ‫اصى وَال ْ َ ۪‬ ‫معَ ۪‬ ‫بِال ْ َ‬
‫ل‬‫ت لِذ َا َ اَهْ ٌ‬ ‫ل فَاَن ْ َ‬ ‫م وَتَغْفِْر وَتَقَب َّ ْ‬ ‫ح ْ‬ ‫ن تَْر َ‬ ‫ب فَا ِ ْ‬ ‫س وَالْعُيُو ِ‬ ‫ساوِ ِ‬ ‫و َ‬ ‫سقَام ِ وَال ْ َ‬ ‫بِاْل َ ْ‬
‫سوَا َ‬
‫ك‬ ‫م ِ‬ ‫ح ْ‬ ‫ن يَْر َ‬ ‫م ْ‬ ‫ن تَطُْرد ْ فَ َ‬ ‫وَا ِ ْ‬
‫‪167‬‬

‫ح ْ۪‬
‫منى‬ ‫فَاْر َ‬
‫‪168‬‬

‫ف ع َ۪نى يَاَرازِقِ َ‬
‫ى‬ ‫رحيم ِ وَاع ْ ُ‬ ‫ف ۪بى يَاَرب ِّىَال َّ ۪‬ ‫قى وَاْرئ َ ْ‬ ‫خال ِ ۪‬ ‫رلى يَا َ‬ ‫يَااِل ٓ ۪هى وَاغْفِ ْ ۪‬
‫ك ال َ ۪ ِ‬ ‫الْك َ ۪‬
‫حكيم‬ ‫حقّ قُْران ِ َ ْ‬
‫ريم ِ ب ِ َ ِ‬
‫ن‬
‫امي ْ‬ ‫سلَم ۪‬ ‫صلَة ُ وَال َّ‬ ‫ريم ِ ع َلَيْهِ ال َّ‬ ‫ك الْك َ ۪‬ ‫سول ِ َ‬ ‫مةِ َر ُ‬ ‫حْر َ‬ ‫‪ ..‬وَب ِ ُ‬
‫حصٰى‬ ‫اتى لَت ُ ْ‬ ‫ماتى وَفَاقَ ۪‬ ‫شعَْرةٍ وَلَوَازِ َ ۪‬ ‫ارى ك َ َ‬ ‫ختِي َ ۪‬ ‫كى ا ِ ْ‬ ‫مال ِ ۪‬ ‫دى وَ َ‬ ‫سي ِّ ۪‬‫اِل ٓ ۪هى وَ َ‬
‫ب‬ ‫حسي ُ‬ ‫ك يَا َ ۪‬ ‫ل وَلَقُوَّة َ اِلَّب ِ َ‬ ‫حوْ َ‬ ‫وَل َ َ‬
‫افى‬ ‫‪.‬يَاك َ ۪‬
‫ن اْلَعْدَاءَ وَالْعِل َ َ‬
‫ل‬ ‫معَ ا َ َّ‬ ‫ضعيفَةٍ َ‬ ‫ارى كَذََّرةٍ َ ۪‬ ‫كى اِقْتِد َ ۪‬ ‫مال ِ ۪‬ ‫دى وَ َ‬ ‫سي ِّ ۪‬ ‫اِل ٓ ۪هى وَ َ‬
‫سفَاَر‬ ‫ل وَاْل َ ْ‬ ‫ضل َ َ‬ ‫م وَال َّ‬ ‫وَاْلَوْهَا َ‬
‫ل‬‫ظ يَاوَ ۪كي ُ‬ ‫حفي ُ‬ ‫ك يَا َ ۪‬ ‫ل وَلَقُوَّة َ اِلَّب ِ َ‬ ‫حوْ َ‬ ‫حصى فَل َ َ‬ ‫مالَت ُ ْ ٰ‬ ‫م َ‬ ‫سقَا َ‬ ‫م وَاْل َ ْ‬ ‫لل َ َ‬ ‫الط ِّوَا َ وَا ْ ٰ‬
‫ديُر‬ ‫‪.‬يَاقَوِىُّ يَاقَ ۪‬
‫حصٰى‬ ‫مالى لَت ُ ْ‬ ‫مانى وَا َ َ ۪‬ ‫ن اَ َ ۪‬ ‫معَ ا َ َّ‬ ‫الى َ‬ ‫مث َ ۪‬ ‫فى كَا َ ْ‬ ‫شعْلَةٍ تَنْط َ ۪‬ ‫اتى ك َ ُ‬ ‫حي َ ۪‬ ‫اِل ٓ ۪هى َ‬
‫م يَا‬ ‫ى يَاقَيُّو ُ‬ ‫ح ُّ‬ ‫ك يَا َ‬ ‫ل وَلَقُوَّة َ اِلَّب ِ َ‬ ‫حوْ َ‬ ‫وَل َ َ‬
‫افى‬ ‫ب يَاك َ ۪‬ ‫حسي ُ‬ ‫‪۪ َ .‬‬
‫مطَال ِ ۪بى‬ ‫صدى وَ َ‬ ‫مقَا ِ ۪‬ ‫ن َ‬ ‫معَ ا َ َّ‬ ‫رانى َ‬ ‫َضى كَاَقْ َ ۪‬ ‫مرى كَد َ ۪قيقَةٍ تَنْق ۪‬ ‫اِل ٓ ۪هى ع ُ ْ ۪‬
‫ك يَااََزل ِ ُّ‬
‫ى‬ ‫ل وَلَقُوَّة َ اِلَّب ِ َ‬ ‫حوْ َ‬ ‫حصٰى فَل َ َ‬ ‫لَت ُ ْ‬
‫ل‬ ‫ظ يَاوَ ۪كي ُ‬ ‫حفي ُ‬ ‫‪.‬يَااَبَدِىُّ يَا َ ۪‬
‫ه‬
‫من ْ ُ‬ ‫فَراُر ِ‬ ‫ب وَال ْ ِ‬ ‫جن ُّ ُ‬ ‫ظ وَالت َّ َ‬ ‫حفُّ ُ‬ ‫م الت َّ َ‬ ‫مايَلَْز ُ‬ ‫ن َ‬ ‫معَ ا َ َّ‬ ‫معَةٍ تَُزوُ َ‬ ‫ورى كَل َ ْ‬ ‫شعُ ۪‬ ‫اِل ٓ ۪هى ُ‬
‫ُ‬
‫ت لَ‬ ‫ضلَل َ ِ‬ ‫ت وَال َّ‬ ‫ما ِ‬ ‫ن الظ ّل ُ َ‬ ‫م َ‬ ‫ِ‬
‫ل وَلَقُوَّةَ‬ ‫حوْ َ‬ ‫حصٰى فَل َ َ‬ ‫ك لَت ُ ْ‬ ‫معْرِفَت ِ َ‬ ‫ن اَنْوَارِ َ‬ ‫م ْ‬ ‫ه وَتَعَهُّدُه ُ ِ‬ ‫حفْظ ُ ُ‬ ‫م ِ‬ ‫مايَلَْز ُ‬ ‫تُعَد ُّ َو َ‬
‫ظ‬‫حفي ُ‬ ‫خبيُر يَا َ ۪‬ ‫م يَا َ ۪‬ ‫ك يَاع َ۪لي ُ‬ ‫اِلَّب ِ َ‬
‫ل‬ ‫‪.‬يَاوَ ۪كي ُ‬
‫ف‬
‫حي ٌ‬ ‫م نَ ۪‬ ‫س ٌ‬ ‫ج ْ‬ ‫ف وَ ِ‬ ‫ضعي ٌ‬ ‫صبٌْر َ ۪‬ ‫جُزوع ٌ وَ َ‬ ‫ب َ‬ ‫س هَلُوع ٌ وَقَل ْ ٌ‬ ‫دىلى نَفْ ٌ‬ ‫سي ِّ ۪ ۪‬ ‫اِل ٓ ۪هى وَ َ‬
‫ل‬‫ل ذ َ۪لي ٌ‬ ‫ن ع َ۪لي ٌ‬ ‫وَبَد َ ٌ‬
‫ى ال ْ َ ۪‬ ‫َ‬ ‫ل ثَ ۪‬ ‫ى ثَ ۪‬ ‫مو ع َل َ َّ‬
‫م‪.‬‬‫حكي ُ‬ ‫خالِقِ َ‬ ‫ك يَا َ‬ ‫ل وَلَقُوَّةَ اِل ّب ِ َ‬ ‫حوْ َ‬ ‫ل فَل َ َ‬ ‫قي ٌ‬ ‫قي ٌ‬ ‫ح ُ ُ‬ ‫م ْ‬ ‫وَال ْ َ‬
‫م‬ ‫ري ُ‬ ‫‪.‬يَاَرازِقِىَالْك َ ۪‬
‫ن‬
‫م َ‬ ‫ى ِ‬ ‫منَةِ وَل ِ َ‬ ‫سائِرِ اْلَْز ِ‬ ‫معَ ع َلَقَ ۪تى ب ِ َ‬ ‫ل َ‬ ‫سي ٌ‬ ‫ن يَ ۪‬ ‫ن ٰا ٌ‬ ‫ما ُ‬ ‫ن الَّز َ‬ ‫م َ‬ ‫اِل ٓ ۪هى ۪لى ِ‬
‫ُ‬
‫مكِنَةِ‬ ‫معَ تَعَل ّ ۪قى بِاْل َ ْ‬ ‫مقْدَاُرالْقَبْرِ َ‬ ‫ن ِ‬ ‫مكَا ِ‬ ‫ال ْ َ‬
‫مكِنَةِ‬ ‫خالِقَ اْل َ ْ‬ ‫ن وَيَا َ‬ ‫ما ِ‬ ‫ب الدُّهُورِ وَاْلَْز َ‬ ‫ك يَاَر َّ‬ ‫ل وَلَقُوَّةَ اِلَّب ِ َ‬ ‫حوْ َ‬ ‫سائَِرةِ فَل َ َ‬ ‫ال َّ‬
‫ن‬ ‫مكي ِ‬ ‫ب ال ْ َ ۪‬ ‫ن وَيَاَر َّ‬ ‫وَاْلَكْوَا ِ‬
‫افى‬ ‫ب يَاك َ ۪‬ ‫حسي ُ‬ ‫ن يَا َ ۪‬ ‫مكَا ِ‬ ‫‪.‬وَال ْ َ‬
‫معَ ا َ َّ‬
‫ن‬ ‫ف بِلَغَايَةٍ َ‬ ‫ض ْع ٌ‬ ‫جٌز بِلَن ِ َهايَةٍ وَ َ‬ ‫كى ۪لى ع َ ْ‬ ‫مال ِ ۪‬ ‫ربى َو َ‬ ‫قى وَ َ ۪‬ ‫خال ِ ۪‬ ‫اِل ٓ ۪هى وَ َ‬
‫م وَاْلَ‬ ‫ل وَاْلَوْهَا َ‬ ‫اْلَعْدَائَ وَالْعِل َ َ‬
‫َ‬
‫سفَاَرالط ّوَاَ‬ ‫ُ‬
‫ل وَاْل َ ْ‬ ‫مل َ َ‬ ‫س وَال ْ َ‬ ‫ساوِ َ‬ ‫ل وَالْوَ َ‬ ‫ضل َ َ‬ ‫ت وَال َ‬ ‫ما ِ‬ ‫هْوَا َ وَالظ ّل ُ َ‬
‫ل وَلَقُوَّة َ اِلَّب ِ َ‬
‫ك‬ ‫حوْ َ‬ ‫حصٰى‪ .‬فَل َ َ‬ ‫مالَت ُ ْ‬ ‫َ‬
‫ل‬‫ظ يَاوَ ۪كي ُ‬ ‫حفي ُ‬ ‫ديُر يَا َ ۪‬ ‫‪..‬يَاقَوِىُّ يَاقَ ۪‬
169

‫ن‬َّ َ ‫معَ ا‬َ ٍ‫ة بِلَغَايَة‬ ٌ َ‫ربى وََرازِ ۪قى ۪لى فَقٌْر بِلَن ِ َهايَةٍ وَفَاق‬ ۪ َ َ‫قى و‬ ۪ ِ ‫خال‬َ َ‫اِل ٓ ۪هى و‬
َ‫ونى و‬ ۪ ُ ‫ماتى وَدُي‬ ۪ َ ِ‫مطَال ِ ۪بى وَلَوَاز‬ َ َ‫جاتى و‬۪ َ ‫حا‬ َ
‫مغ ْ۪نى‬ ۪ َ ‫ى يَاك‬ َ
َ ِ ‫ل وَلَقُوَّة َ اِل ّب‬ ٰ ْ ُ ‫مالَت‬ ۪ ِ ‫وَظَآئ‬
ُ ‫م يَا‬ُ ‫ري‬ ُّ ِ ‫ك يَاغَن‬ َ ْ‫حو‬ َ َ ‫حصى فَل‬ َ ‫فى‬
‫م‬ُ ‫رحي‬ ۪ َ ‫يَا‬..
َ‫ك فَل‬ َ ِ ‫ك وَقُوَّت‬ َ ِ ‫حوْل‬ َ ‫ت اِلٰى‬ ُ ْ ‫جئ‬ َ َّ ‫حوْ ۪لى وَقُوَّ ۪تى وَالت‬ َ ‫ن‬ْ ‫م‬ِ ‫ك‬ َ ْ ‫ت اِلَي‬ ُ ‫اِل ٓ ۪هى تَبََّرا‬
‫جزى‬ ۪ ْ َ‫م ع‬ ْ ‫ح‬ َ ‫و ۪تى وَاْر‬ َّ ُ‫حوْ ۪لى وَق‬ َ ‫تَكِل ْ ۪نى ا ِ ٰلى‬
‫رى‬ ۪ ْ ‫مرى وَتَاه َ فِك‬ ۪ ْ ُ ‫ضاع َ ع‬ َ َ‫صد ْ ۪رى و‬ َ ‫ك‬ َ ‫ضا‬ َ ْ ‫ْرى وَفَاقَ ۪تى فَقَد‬ ۪ ‫فى وَفَق‬ ۪ ْ‫ضع‬َ َ‫و‬
‫رى‬ ۪ ْ ‫جه‬ َ َ‫رى و‬ ّ۪ ‫س‬ ِ ِ‫م ب‬ ُ ِ ‫ت الْعَال‬ َ ْ ‫رى وَاَن‬ ۪ ْ ‫صب‬
َ ‫وَقَنَا‬
ِ‫سير‬ ۪ ْ ‫ربى وَتَي‬ ۪ ْ ُ‫ح ك‬ ُ ‫ْري‬ ۪ ‫ت الْقَادُِر ع َٰلى تَف‬ َ ْ ‫رى وَاَن‬ ّ۪ ‫ض‬
َ َ‫ك لِنَف ْ۪عى و‬ ُ ِ ‫مال‬ َ ْ ‫ت ال‬ َ ْ ‫وَاَن‬
‫سَر‬ ِّ َ ‫مي‬ ُ ‫َسيرٍ يَا‬ ۪ ‫لع‬ َّ ُ ‫ى ك‬ َّ َ ‫سْر ع َل‬ ِّ َ ‫سرى فَي‬ ۪ ْ ُ‫ع‬
‫ن‬ ْ ‫امي‬۪ ٍ‫َسير‬ ۪ ‫لع‬ ِّ ُ ‫ ك‬..

[Onyedinci Lem’anın Onikinci Notasından]


Müellifin
Hazin Münacatı

[ONİKİNCİ NOTA]: Ey bu Notaları dinleyen dostlarım! Biliniz ki; ben hilaf-ı âdet
olarak, gizlemesi lâzım gelen Rabbime karşı kalbimin tazarru' ve niyazını ve münacatını
bazan yazdığımın sebebi; ölüm, dilimi susturduğu zamanlarda, dilime bedel kitabımın
söylemesini rahmet-i İlahiyeden kabulünü rica etmektir. Evet kısa bir ömürde, hadsiz
günahlarıma keffaret olacak, lisanımın tövbe ve nedametleri kâfi gelmiyor. Sabit ve bir derece
daim olan kitabımın lisanı daha ziyade o işe yarar.
İşte on sene evvel, dağdağalı bir fırtına-i ruhiye neticesinde, Eski Said'in gülmeleri,
Yeni Said'in ağlamalarına inkılab edeceği hengâmda; gençliğin gaflet uykusundan ihtiyarlık
sabahıyla uyandığım bir anda, şu münacat ve niyaz-ı Arabî yazılmıştır. Türkçe meali şudur:
Ey Rabb-i Rahîmim ve Hâlık-ı Kerimim! Benim sû'-i ihtiyarımla ömrüm ve gençliğim
zayi' olup gitti. o ömür ve gençlik meyvelerinden elimde ancak elem verici günahlar, zillet
verici elemler, dalalet verici vesveseler kalmıştır. Ve bu ağır yük ve hastalıklı kalb ile ve
hacaletli yüzümle kabre yaklaşıyorum. Bilmüşahede göre göre gâyet sür'atle, ve sağa ve sola
inhiraf etmeyerek, ihtiyarsız bir tarzda, vefat eden ahbab ve akran ve akaribim gibi kabir
kapısına yanaşıyorum. O kabir, bu dâr-ı fâniden firak-ı
170

ebedî ile ebed-ül âbâd yolunda kurulmuş, ve açılmış evvelki menzil ve birinci kapıdır. bu
bağlandığım ve meftun olduğum şu dâr-ı dünyayı, kat'î bir yakîn ile anladım ki; heliktir gider
fânidir ölür.
Ve bilmüşahede içindeki mevcudat dahi, birbiri arkasından kafile kafile göçüp gider,
kaybolur. Hususan benim gibi nefs-i emmareyi taşıyanlara şu dünya çok gaddardır, çok
mekkârdır. Bir lezzet verse, bin elem takar çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.
Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerimim! ‫ب‬ ٌ ‫ت قَرِي‬
ٍ ‫لا‬ ُّ ُ ‫ ك‬sırrıyla ben şimdiden
görüyorum ki: Yakın bir zamanda ben kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarım ile veda
eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken, senin dergâh-ı rahmetinde, cenazemin lisan-ı
haliyle, ruhumun lisan-ı kaliyle bağırarak derim: El-Aman el-Aman! Yâ Hannan! Yâ Mennan!
Beni günahlarımın hacaletinden kurtar! İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma takılan
kefenimle kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergâh-ı rahmetine
kaldırıp bütün kuvvetimle feryad edip nida ediyorum: El-Aman el-Aman! Yâ Hannan! Yâ
Rahman! Beni günahların ağır yüklerinden halas eyle!
İşte kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyi'ciler beni bırakıp gittiler. Senin afv ve
rahmetini intizar ediyorum. Ve bilmüşahede gördüm ki: Senden başka melce' ve mence'
yoktur. ve Günahların çirkin yüzünden ve masiyetin vahşi şeklinden ve mekânın darlığından
ben bütün kuvvetimle nida ediyorum: El-Aman, el-Aman! Yâ Rahman! Yâ Hannan! Yâ
Mennan! Yâ Deyyan! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar, yerimi genişlettir.
İlahî! Senin rahmetin melceimdir ve Rahmeten lil-Âlemîn olan Habib'in senin rahmetine
yetişmek için vesilemdir. Senden şekva değil, belki nefsimi ve halimi sana şekva ediyorum.
Ey Hâlık-ı Kerimim ve ey Rabb-ı Rahîmim! Senin Said ismindeki mahlukun ve
masnuun ve abdin hem âsi, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelil, hem müsi',
hem müsinn, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra
nedamet edip senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz
günahlarını ve hatiatlarını itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle mübtela olmuş. Sana
tazarru' ve niyaz ediyor. Eğer kemal-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen;
zâten o senin şe’nindir. Çünki sen Erhamürrâhimînsin. Eğer kabul etmezsen, senin kapından
171

başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki, dergâhına gidilsin.
Senden başka hak Mabud yoktur ki, ona iltica edilsin!.."
‫ل الْكَلَم ِ فِى‬
ُ َّ‫خُر الْكَلَم ِ فِى الدُّنْيَا اَو‬ َ َ‫ك ل‬ َ
ِ ‫كا‬ َ ‫شري‬ِ َ َ‫ك ل‬ َ َ ‫حد‬ ْ َ‫ت و‬َ ْ ‫ه اِل ّ اَن‬
َ ٰ‫ل َ اِل‬
‫خَرةِ َو‬ ِ ٓ ‫اْل‬
َ
‫صل ّى‬ ّٰ ُ‫سو‬
َ ‫الله ِه‬ ُ ‫مدًا َر‬ َّ ‫ح‬
َ ‫م‬
ُ ‫ن‬َّ َ ‫شهَد ُ ا‬
ْ َ ‫ه وَ ا‬ُ ّٰ َّ ‫ه اِل‬
‫الل‬ َ ٰ‫ن ل َ اِل‬ْ َ ‫شهَد ُ ا‬
ْ َ ‫فِى الْقَبْرِ ا‬
َّ
‫م‬
َ ‫سل‬ َ َ‫الل ُهه ت َ َعالَى ع َلَيْهِ و‬ ّٰ

[Onikinci Şua ]
[Denizli Müdafanamesi]

‫ن‬ ِ ‫ن الَّر‬
ْ َ ‫حيم ِ وَ بِهِ ن‬
ُ ‫ستَعِي‬ ِ ٰ‫حم‬ ّٰ ِ ‫سم‬
ْ ‫الله ِه الَّر‬ ْ ِ‫ب‬
Onsekiz sene sükûttan sonra mecburiyet tahtında bu istid’a mahkemeye ve sureti
Ankara'ya makamata verilmiş iken; tekrar vermeğe mecbur olduğum iddianameye karşı
itiraznamemdir.
Malûm olsun ki; Kastamonu'da üç defa menzilimi taharri etmek için gelen iki
müddeiumumî ve iki taharri komiserine ve üçüncüde polis müdürüne ve altı-yedi komiser ve
polislere ve Isparta'da müddeiumumun suallerine karşı dedim ve ehemmiyetli bir kısmının
sureti Kastamonu zabıta ve adliyesi elinde kalan ayn-ı hakikat küçük bir müdafaanın
hülâsasıdır. Şöyle ki:
Onlara dedim: Ben, onsekiz-yirmi senedir münzevi yaşıyorum. Hem Kastamonu'da
sekiz senedir karakol karşısında ve sair yerlerde dahi yirmi senedir daima tarassud ve nezaret
altında kaç defa menzilimi taharri ettikleri halde, dünya ile ve siyasetle hiç bir tereşşuh, hiç bir
emare görülmedi. Eğer bir karışık halim olsaydı, buranın adliye ve zabıtası bilmedi veyahut
bildi aldırmadı ise, elbette benden ziyade onlar mes'uldürler. Eğer yoksa, bütün dünyada kendi
âhireti ile meşgul olan münzevilere ilişmediği halde, neden bana lüzumsuz, vatan ve millet
zararına bu derece ilişiyorsunuz! Biz Risale-i Nur şakirdleri,
172

Risale-i Nur'u değil dünya cereyanlarına, belki kâinata da âlet edemeyiz.


Hem Kur’ân bizi siyasetten şiddetle men'etmiş. Evet Risale-i Nur'un vazifesi ise,
hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-i
mutlaka karşı, imanî olan hakikatları gâyet kat'î ve en mütemerrid zındık feylesofları dahi
imana getiren kuvvetli bürhanlar ile Kur’âna hizmet etmektir. Onun için Risale-i Nur'u hiçbir
şeye âlet edemeyiz.
Evvelâ: Kur’ânın elmas gibi hakikatlarını, ehl-i gaflet nazarında propaganda-i siyaset
tevehhümüyle cam parçalarına indirmemek ve o kıymetdar hakikatlara ihanet etmemektir.
Sâniyen: Risale-i Nur'un esas mesleği olan şefkat, hak ve hakikat ve vicdan, bizleri
siyasetten ve idareye ilişmekten men etmiş. Çünki tokada ve belaya müstehak ve küfr-i
mutlaka düşmüş bir-iki dinsize müteallik yedi-sekiz çoluk-çocuk, hasta, ihtiyar, masumlar
bulunur. Musibet ve bela gelse, o bîçareler dahi yanarlar. Bunun için, neticenin de husulü
meşkuk olduğu halde, siyaset yoluyla idare ve asayişin zararına hayat-ı içtimaiyeye
karışmaktan şiddetli men'edilmişiz.
Sâlisen: Bu vatanın ve bu milletin hayat-ı içtimaiyesi bu acib zamanda anarşilikten
kurtulmak için beş esas lâzım ve zarurîdir:
(Hürmet1, merhamet2, haramdan çekinmek3, emniyet4, serseriliği bırakıp itaat
etmektir5. Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeye baktığı zaman, bu beş esası kuvvetli ve kudsî bir
surette tesbit ve tahkim ederek, asayişin temel taşını muhafaza ettiğine delil ise; bu yirmi sene
zarfında Risale-i Nur'un, yüzbin âdemi vatan ve millete zararsız bir uzv-ı nâfi' haline
getirmesidir. Isparta ve Kastamonu vilâyetleri buna şahiddir. Demek Risale-i Nur'un
ekseriyet-i mutlaka eczalarına ilişenler, herhalde bilerek veya bilmeyerek anarşilik hesabına
vatana ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye hıyanet ederler. Risale-i Nur'un, yüzotuz
risalelerinin bu vatana yüzotuz büyük faidesini ve hasenesini, vehham ehl-i gafletin sathî
nazarlarına kusurlu tevehhüm edilen iki-üç risalenin mevhum zararları çürütemez. Onları
bunlar ile çürüten, gâyet derecede insafsız bir zâlimdir.
Amma benim ehemmiyetsiz şahsımın kusurları ise, bilmecburiye istemeyerek derim
ki: onsekiz sene müddetinde gurbette haps-i münferid hükmünde, yalnız ve münzevi olarak
hayat geçiren1 ve bu müddet zarfında ihtiyarıyla bir defa çarşıya ve mecma-ı nas büyük
câmilere gitmeyen2 ve çok tazyik ve sıkıntı verildiği halde, bütün emsali menfîlere muhalif
olarak istirahatı için birtek defa
173

hükûmete müracaat etmeyen3 ve yirmi sene zarfında hiçbir gazeteyi okumayan4 ve


dinlemeyen5 ve merak etmeyen6 ve tam iki senedir Kastamonu'da bütün dostların şehadetiyle,
küre-i arz yüzündeki boğuşmaları ve harbleri ve sulh olmuş olmamış ve daha kimler harb
ettiklerini bilmeyen7 ve merak etmeyen8 ve sormayan9 ve üç sene yakınında konuşan radyoyu
üç defadan başka dinlemeyen10 ve hayat-ı ebediyeyi imha eden ve hayat-ı dünyeviyeyi dahi
elem içinde eleme, azab içinde azaba çeviren küfr-i mutlaka karşı galibane Risale-i Nur ile
mukabele ettiğine onunla imanlarını kurtaran yüzbin şahidin şehadetiyle isbat11 eden ve
Kur’ândan tereşşuh eden Risale-i Nur ile ölümü yüzbin âdem hakkında i'dam-ı ebedîden
terhis tezkeresine çeviren12 bir âdeme bu derece ilişmek ve me'yus etmek ve onu ağlatmakla, o
masum yüzbinler kardeşlerini ağlatmak hangi kanun var? Hangi maslahat var? Adalet namına
emsalsiz bir gadr olmaz mı? Ve kanun hesabına, emsalsiz bir kanunsuzluk değil mi? Eğer bu
taharrilerde bazı vazifedar memurların itiraz ettikleri gibi derseniz ki: Sen ve bir-iki risalen
rejime ve usûlümüze muhalif gidiyor?
Elcevab: Evvelen: Bu yeni usûlünüzün münzevilerin çilehanelerine girmeğe hiçbir
hakkı yok. Sâniyen: Bir şeyi reddetmek ayrıdır, kalben kabul etmemek ayrıdır ve amel
etmemek bütün bütün ayrıdır. Ehl-i hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz. İdare ve asayişe
ilişmeyen şiddetli muhalifler, her hükûmette bulunur. Hattâ Hazret-i Ömer Radıyallahü Anh
taht-ı hâkimiyetindeki hristiyanlar, kanun-ı şeriatı ve Kur’ânı inkâr ettikleri halde onlara
ilişilmiyordu. Hürriyet-i fikir ve serbestiyet-i vicdan düsturuyla Risale-i Nur'un bir kısım
şakirdleri; idareye dokunmamak şartıyla rejim ve usûlünüzü ilmen kabul etmezse ve muhalif
amel etse hattâ rejimin sahibine adavet etse, onlara kanunen ilişmez. Malûmdur ki; bir
mektubda kusur olsa, yalnız o kusurlu kelimeler sansür edilir, mütebâkisine izin verilir.
Eskişehir Mahkemesinde dört ay tedkikat neticesinde, yüz Risalede medar-ı tenkid yalnız
onbeş kelime bulmaları kat'î isbat eder ki; risale-i nura ilişilmez onun hedefi dünya değil,
herkes bu zamanda ona muhtaçtır. Eğer dinsizliği bir nevi siyaset zannedip, bu hâdisede
bazıların dedikleri gibi derseniz: "Bu risalelerin ile medeniyetimizi, keyfimizi bozuyorsun."
Ben de derim:
(Dinsiz bir millet yaşayamaz.) Dünyaca umumî bir düsturdur ve bilhassa küfr-i mutlak
olsa Cehennem'den daha elîm bir azabı dünyada dahi verdiği, Risale-i Nur'dan (Gençlik
Rehberi) gâyet kat'î bir surette isbat etmiş. O risale
174

taharride elinize geçen risaleler içinde Miftah-ul iman risalesinin ahirinde bir kısım
nüshalarında vardır. Bir müslüman el'iyazü billah, eğer irtidad etse, küfr-i mutlaka düşer; ve
bir derece yaşatan küfr-i meşkukta kalmaz. Ecnebi dinsizleri gibi olamaz. Ve lezzet-i hayat
noktasında, mazi ve müstakbeli olmayan hayvandan yüz derece aşağı düşer. Çünki geçmiş ve
gelecek mevcudatın ölümleri ve ebedî müfarakatları, onun dalaleti cihetiyle, onun kalbine
mütemadiyen hadsiz karanlıkları ve elemleri yağdırıyorlar. Eğer iman gelse kalbe girse,
birden o hadsiz dostlar diriliyorlar. "Biz ölmemişiz, mahvolmamışız" lisan-ı hal ile diyerek, o
cehennemî haleti, cennet lezzetine çevrilir.
Madem hakikat budur, size ihtar ediyorum: Kur’âna dayanan Risale-i Nur ile
(Hâşiye)
mübareze etmeyiniz. O mağlub olmaz, bu memlekete yazık olur. O başka yere gider,
yine tenvir eder. Hem eğer başımdaki saçlarımın adedince başlarım bulunsa hergün biri
kesilse, hakikat-ı Kur’âniyeye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-i mutlaka eğmem ve bu
hizmet-i imaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem diye üç kısım taharricilere
söylediğim gibi sizede söylüyorum. Yirmi seneden beri bir münzevinin ifadedeki kusuruna
bakılmaz. Risale-i Nur'u müdafaa ettiği için, saded haricine çıktın denilmez. Madem bir sene
evvel Risale-i Nur'un bütün eczaları Isparta hükûmetinin eline geçti. Birkaç ay tedkikten
sonra, sahiblerine aynen iade edilmiş. Ve madem Kastamonu'da sekiz sene zarfında şiddetli
taharriyatta zabıtayı ve adliyeyi alâkadar edecek bir tereşşuh bulunmamış. Ve madem bu son
taharride, hiç bulunmayacak ve neşredilmeyecek bir tarzda kaç sene evvel odun yığınları
altında saklanmış olduğu göründü heyet-i zabıtaca tahakkuk etti. Ve madem Kastamonu'da
polis müdürü ve adliyesi o saklanmış zararsız kitablarımı bana iade etmek üzere kat'î söz
verdikleri halde, ikinci gün birden Isparta'dan tevkif emri geldiğinden, daha o emanetlerimi
almadan sevkedildim. Elbette ve elbette bu mezkûr hakikata binaen, Denizli adliyesi ve
müddeiumumîsi benim çok ehemmiyetli bu hukukumu nazar-ı dikkate almaları, vazifelerinin
muktezasıdır. Ve hukuk-ı umumiyeyi müdafaa eden müddeiumumîden, Risale-i Nur
münasebetiyle ehemmiyetli bir hukuk-ı âmme hükmüne geçen bu şahsî hukukumu da
müdafaa edeceğine ümidvarım, bekliyorum. Yirmiiki seneden beri hayat-ı içtimaiyeden
çekilen ve şimdiki kanunları ve tarz-ı müdafaayı bilmeyen ve Eskişehir Mahkemesinde cerh
edilmez yüz sahifelik müdafaatını, bu yeni mahkemeye karşı da aynen takdim eden ve
Kastamonu'da mütemadiyen tarassud altında ve haps-i münferid tarzında yaşayan Yeni Said,
sükûtla sözü Eski Said'e bırakıyor. O da
___________ ___________
_________________
(Hâşiye):
Dört defa mübareze zamanında gelen dehşetli zelzeleler, "Yazık olur" hükmünü isbat ettiler.
175

diyor ki: Yeni Said dünyadan yüzünü çevirdiği için, ehl-i dünya ile konuşmayı, müdafaayı
mecburiyet-i kat'iye olmadan yapmıyor. Fakat bu mes'elede çok masum rençber âdemler bize
az bir münasebetle tevkif edilerek, iş zamanında, çoluk-çocuklarına nafaka tedarik
edemediklerinden, şiddetle rikkatime dokundu. Derinden derine beni ağlattırdı. Kasem
ederim, eğer mümkün olsa idi, onların bütün zahmetlerini kendime alırdım. Zâten bir kusur
varsa benimdir. Onlar masumdurlar. İşte bu elîm halet için, Yeni Said'in sükûtuna rağmen, ben
diyorum: Madem Isparta’da müddeiumumînin yüzer lüzumsuz suallerine bîçare Yeni Said
cevab veriyor. Ben de, dokuz sene evvel, başta Kaya Şükrü olarak, dâhiliye vekaletinden ve
şimdiki adliye vekaletinden hukukumuzu müdafaa niyetiyle üç sual sormak bir hakkımdır.
[Birinci Sual]: Risale-i Nur'un talebesi olmayan ve yanında yalnız âdi bir
mektubumuz bulunan Eğirdir'li bir âdemin bir jandarma çavuşuyla vukuatsız bir münakaşa-i
lisaniyesi bahanesiyle, beni ve yüzyirmi âdemi tevkif ile, dört ay tedkikden sonra, onbeş
bîçareden başka bütün beraet kazanmakla, masumiyetleri tahakkuk eden, yüzden ziyade
âdemlere binler lira zarar vermek, hangi kanun iledir. ve imkânatı vukuat yerinde istimal
etmek, adaletin hangi düsturuyladır?
[İkinci Sual]: [‫رى‬ ْ ُ ‫ ]وَل َ تَزُِر وَازَِرة ٌ وِْزَر ا‬ferman-ı esasîsiyle bir kardeşin
َ ‫خ‬
hatasıyla, diğer öz kardeşi mes'ul olmadığı halde, yanlış mana verilmemek için neşrini katıyen
men'ettiğimiz1 ve sekiz sene zarfında, bir veya iki defa elime geçen2 ve aynı vakitte kayb
ettirilen3 ve yirmibeş sene evvel aslı yazılan4 ve ehemmiyetli noktalarda imanı şübhelerden5
ve manaları anlaşılmayan bir kısım müteşabih hadîsleri inkârdan kurtaran6 bir küçük risalenin
bizden uzak bir yerde7, bilmediğimiz bir âdemde8 bulunmasıyla ve yanlış mana verilmesiyle9
bizleri bu Ramazan-ı Şerifte ve otuz kırk masum rençber ve esnafları, hattâ âdi ve eski bir
mektub ve on sene evvel bize bir dostluk münasebetiyle tevkif edip, perişan etmek ve
maddeten ve manen onlara ve vatana ve millete lüzumsuz bir evham yüzünden, binler zarar
vermek, hangi adalet kanunuyladır? Adliyenin, hangi madde-i kanuniyesiyledir? Ayağımızı
yanlış atmamak için, o kanunları bilmek taleb ediyoruz.
Evet(Hâşiye) tevkifimizin bir sebebinin hakikatı şudur ki: Bir kısım hadîslerin manası ve
tevili bilinmemesinden, "Akıl kabul etmiyor" diye inkâr
___________ ___________ _________________
(Hâşiye):
Evet kelimesinden tâ üçüncü suale kadar bu makam dikkatle okunsun.
176

edenlere karşı avamın imanını kurtarmak fikriyle, çok zaman evvel Dâr-ül Hikmet-ül
İslâmiyede iken ve daha evvel aslı yazılan Beşinci Şua farz-ı muhal olarak, dünyaya ve
siyasete baksa ve bu zamanda yazılsada, madem gaybî haberleri doğrudur ve imanî şübheleri
izale eder ve asayişe dokunmuyor ve mübareze etmiyor ve yalnız ihbar eder ve şahısları tayin
etmiyor ve ilmî bir hakikatı, küllî bir surette beyan eder. Elbette o külli hakikat-ı hadîsiye bu
zamanda dahi bir kısım şahıslara mutabık çıksa adalet cihetinde hiçbir vecihle bir suç teşkil
etmez. Hem bir şeyi reddetmek ayrıdır ve ilmen kabul etmemek veya amel etmemek bütün
bütün ayrıdır. O risale yakın bir istikbalde gelecek bir rejimi ilmen kabul etmiyor diye bir suç
olduğuna, dünyada adliyelerin bir kanunu bulunmasına ihtimal vermiyoruz.
[Elhâsıl]: Hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyide dehşetli bir zehire
çeviren ve lezzetini imha eden küfr-i mutlakı otuz seneden beri köküyle kesen1 ve tabiiyunun
dehşetli bir fikr-i küfrîlerini öldürmeğe muvaffak olan2 ve bu milletin iki hayatının saadet
düsturlarını hârika hüccetleriyle parlak bir surette isbat eden3 ve Kur’ânın hakikat-ı arşiyesine
dayanan4 Risale-i Nur, böyle bir küçük risalenin bir-iki maddesiyle değil, bin kusur dahi olsa
onun binler büyük haseneleri onları affettirir diye dava ediyoruz ve isbatına dahi hazırız.
[Üçüncü sual]: Bir mektubun yirmi kelimesinde beş kelime kusurlu görülse, o beş
kelime sansür edilir. Mütebâkisine izin vermek bir düstur iken, Eskişehir Mahkemesi'nin dört
ay tedkikten sonra, yüzbin kelime içinde zahirî nazarda zararlı tevehhüm edilen yalnız onbeş
kelimeden başka bulmamasıyla ve şimdiye kadar yüzbinler âdemin ıslahına vesile olmasıyla,
vatana ve millete bin büyük menfaatı tahakkuk eden Risale-i Nur'a, küçük bir hizmet eden
veya kendi imanını kurtardığı için bir risalesini yazan ve hatta Abdullah Çavuş gibi onbeş
sene evvel yalnız şahsıma yemek pişirmek gibi rıza-yı İlahî için hizmet eden bîçareleri bu iş
mevsiminde taht-ı tevkife almak, hükûmet-i cumhuriyenin hangi prensibiyle kabil-i tevfik
olabilir? Ve hangi kanunu, müsaade etmeğe imkânı var?
Madem cumhuriyet prensipleri hürriyet-i vicdan kanunuyla dinsizlere ilişmiyor,
elbette mümkün olduğu kadar dünyaya karışmayan ve ehl-i dünya ile mübareze etmeyen ve
âhiretine ve imanına (vatanına dahi nâfi' bir tarzda) çalışan dindarlara da ilişmemek gerektir
177

elzemdir. Bin seneden beri bu milletin gıda veya ilâç gibi bir hacet-i zaruriyesi olan takvayı ve
salahatı bu mazhar-ı enbiya olan Asya'da hükmeden ehl-i siyaset yasak etmez ve edemez
biliyoruz. Vatan ve millet ve asayişin menfaatı hesabına bunu da hatırlatmak bir vazife-i
vataniyem olması cihetiyle derim: Böyle bize ve Risale-i Nur'a az bir münasebetle taht-ı
tevkife almak, gücendirmek yüzünden vatana ve asayişe dindarane menfaatı ve anarşiliğe
karşı kuvvetli bir sed teşkil eden yüzbinler âdemleri idare aleyhine fikren çevirmeye yol açar
ve anarşiliğe meydan verir.
Evet Risale-i Nur ile imanlarını kurtaran ve millete zararsız ve tam menfaatdar bir
vaziyete girenler yüzbinden çok ziyadedir. Hükûmet-i cumhuriyenin belki her büyük
dairesinde ve milletin her tabakasında faideli ve müstakimane bir surette bulunuyorlar.
Bunları gücendirmek değil, belki himaye etmek elzemdir.
Şekvamızı dinlemeyen ve bizi söyletmeyen ve bahaneler ile sıkıştıran bir kısım resmî
âdemler, vatan aleyhinde anarşiliğe meydan açıyorlar diye kuvvetli bir vehim hatırımıza
geliyor. Madem Beşinci Şua'ı Mahkemeler tedkik edip ilişmemişler, bize verdiler. Elbette onu,
yeniden resmiyete koyup dedikodulara meydan açmamak, idarece zarurîdir. Biz o risaleyi,
eskiden beri gizlediğimiz gibi, hükûmet ve mahkeme dahi onu medar-ı sual ve cevab
2
etmemeli. Çünki kuvvetlidir, reddedilmez! Kabl-el vuku' haber vermiş, doğru çıkmış. Hem
hedefi dünya değil, olsa olsa ölmüş gitmiş bir şahsa, müteaddid manalarından bir manası
3
muvafık geliyor. Onun dostluğu taassubu ile o gaybî ihbarı ve manayı, resmiyete koymamayı
ve bizi onunla muahaze etmekle daha ziyade teşhirine yol açmamayı, vatan ve millet ve asayiş
ve idare hesabına ihtar etmeye vicdanım beni mecbur eyledi.

Şiddetli hasta ve çok zayıf ve ihtiyar ve


hayli zaman münzevi
Mevkuf

Said Nursî
178

[Bu Fıkra Resmi Memurların Ellerine Bir Casusun Eliyle Geçtiği İçin ]
buraya girdi.

[‫ه‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ ِ‫مه‬
ِ ‫س‬
ْ ‫]بِا‬
Ramazan-ı Şeriften birgün evvel, gizli zındık düşmanlarım tarafından verildiğine,
kuvvetli ihtimal verdiğimiz doktorun tasdikiyle, zehirin hastalığıyla hararetim kırk dereceden
geçmeğe başlamış iken, Kastamonu'da adliye müdde-i umumileri ve taharri komiserleri
menzilimi taharri etmeğe geldiler.Ben o dakikadan sonra, başıma gelen dehşetli taarruzu, bir
hiss-i kablel vuku' ile anlayarak ve şiddetli zehirli hastalığım dahi ölüme gidiyor diye, Isparta
vilâyetinde kıymettar kardeşlerimin kucaklarında teslim-i ruh edip, O mübarek toprakta defn
olmamı kalben niyaz ettim. Hizb-ül Ekber-il Kur'ânı açtım. Birden bu Âyet-i Kerime [‫ر‬ ْ ِ ‫صب‬
ْ ‫وَا‬
َ ِّ ‫مد ِ َرب‬
‫ك‬ ْ ‫ح‬
َ ِ‫ح ب‬
ْ ِّ ‫سب‬ َ َّ ‫ك فَاِن‬
َ َ‫ك بِاَع ْيُنِنَا و‬ َ ِّ ‫حكْم ِ َرب‬
ُ ِ ‫ ]ل‬âyeti karşıma çıktı. Bana bak, dedi. Ben
de baktım. [Üç kuvvetli emare] ile, mânâyı işâri bana ve bize teselli veriyor. Şimdi başımıza
gelen bu musibeti, bir cihette hiçe indirdi. Ve Isparta'ya mevkufen beşinci nefyimi, o kalbi
duamın kabul olmasına delil eyledi.
l362
[Birinci Emare]: (Şeddeler sayılır) Hesab-ı ebcedî ile, binüçyüz altmış iki
bu sene arabi aynı tarihine tevafuk edip, manasıyla der: [Sabıreyle] başına gelen kazâ-yı
Rabbaniyeye teslim ol. Sen inâyet gözü altındasın. Merak etme, gecelerde tesbihat ve
tahmidata devam eyle.
[Tahlil]: Üç ‫ ر‬altıyüz , dört ‫ ن‬ikiyüz , bir ‫ س‬bir ‫ م‬yüz , bir ‫ ص‬bir
600 200 l00

‫ ف‬bir ‫ م‬ikiyüzon2l0, dört ‫ سهك‬bir ‫ ع‬yüzellil50, üç ‫ سهح‬bir ‫ سهواو‬bir ‫ ى‬kırk40, bir


‫ سهل‬dokuz ‫ سهب‬bir ‫ سهدال‬bir ‫ سهواو‬dört ‫ الف‬altmışiki62, eder. Yekûnu binüçyüz
l362
altmışiki ederek bu senenin aynı tarihine ve başımıza gelen musibetin aynı dakikasına tam
tamına tevafuku kuvvetli bir emaredir.
[Üçüncü emarenin beyanına şimdilik lüzum olmadığından yazdırılmadı.]
Said Nursî
179

[‫ه‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ ِ‫مه‬
ِ ‫س‬
ْ ‫]بِا‬
Başta Üçüncü Sahifenin Âhirinde Kur’ân Bizi Siyasetten Şiddetle Men Etmiş
Cümlesinin Bir İzahıdır ve Hâşiyesidir.

Bu defaki küçük müdafaatımda ve istid’amda demiştim ki, Risale-i Nur'-daki şefkat,


vicdan, hakikat, hak bizi siyasetten men'etmiş. Çünki masumlar dahi belaya düşerler, onlara
zulmetmiş oluruz. Bazı zatlar bunun izahını istediler, ben de dedim: Şimdiki fırtınalı asırda,
gaddar medeniyetten neş'et eden hodgamlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumi harpten gelen
istibdadat-ı askeriye ve dalaletten çıkan merhametsizlik cihetinde, öyle bir eşedd-i zulüm ve
eşedd-i istibdad meydan almış ki; ehl-i hak hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya
eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok biçareleri yakacak. O halde o da azlem-i zâlim
olacak ve mağlub kalacak.
Çünki mezkur hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir iki âdemin hatasıyla,
yirmi otuz âdemi âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak adalet ve hak yolunda,
yalnız vuranı vursa, o vakit otuz zayiata mukabil, yalnız biri kazanır, mağlub vaziyetde kalır.
Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zâlimanesiyle, o ehl-i hak dahi bir ikinin hatasiyle, yirmi
otuz bîçareleri ezseler, o vakit hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.İşte Kur’ânın emriyle
gâyet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karışmakdan kaçındığımızın hakiki hikmeti ve
sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam ve mükemmel müdafa
edebilirdik. Hem madem herşey geçici ve fanidir ve ölüm ölmüyor ve kabir kapısı
kapanmıyor ve zahmet ise rahmete kalboluyor, elbette biz sabr ve şükür ile tevekkül edip
sükut ederiz. Zor ile, icbar ile sükutumuzu bozdurmak ise; insafa, adalete, gayret-i vataniyeye
ve hamiyet-i milliyeye bütün bütün zıttır,ve mühaliftir.
Hülasa-i Kelam: Ehl-i hükümetin ve ehl-i siyasetin ve ehl-i idare ve inzibatın ve
adliye ve zâbıtanın bizimle uğraşacak hiçbir işleri yoktur. Olsa olsa dünyada hiçbir hükümetin
müdafaa edemediği ve aklı başında hiçbir insanın hoşlanmadığı küfr-i mutlak ve dehşetli bir
taun-ı beşeri ve maddiyunluktan gelen zındıkanın taassubiyle, bir kısım gizli zındıklar
şeytanetle, bazı resmi memurları aldatarak, evhamlandırıp aleyhimize sevketmek var.Biz de
deriz; Değil böyle birkaç vehhamı, belki dünyayı aleyhimize sevketseler, Kur’ânın kuvvetiyle
Allah'ın inâyetiyle yine kaçmayız. O irtidatkar küfr-i mutlaka o zındıkaya teslim-i silah
etmeyiz.
180

Bu gelen fıkra buraya müsveddeye girdi. Belki bir hikmeti var diye
çıkarmadık.
[‫ه‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ ِ‫مه‬
ِ ‫س‬
ْ ‫] بِا‬
Bu hâdise tesiriyle ben kendimi masum kardeşlerime rıza-yı kalb ile feda etmeye kat'î
azm u cezm ettiğim ve çaresini fikren aradığım vakitte, Celcelutiye'yi okudum. Birden hatıra
geldi ki, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh: (Ya Rab! Aman ver!) diye dua etmiş; inşâallah, o
duanın sırrıyla selâmete çıkarsınız.
Evet Hazret-i Ali Radıyallahü Anh, Kaside-i Celcelutiye'de iki suretle Risale-i Nur'dan
haber verdiği gibi, Âyet-ül Kübra Risalesine işareten  [‫ن‬ ِ َ ‫وَ بِاْليَةِ الْكُبَْرى ا‬
ِ ‫من ّ ِهى‬
‫م َه‬
‫ت‬ َ َ‫]الْف‬
ْ ‫ج‬ der. ve Bu işarette ima eder ki: Âyet-ül Kübra yüzünden ehemmiyetli bir musibet
Risale-i Nur talebelerine gelecek [ve Âyet-ül Kübra hakkı için o fecet ve musibetten
şakirdlerine aman ver], diye niyaz eder, o risaleyi ve menbaını şefaatçı yapar. Evet Âyet-ül
Kübra Risalesinin tab'ı bahanesiyle gelen musibet, aynen o remz-i gaybîyi tasdik etti. Hem o
kasidede Risale-i Nur'un mühim eczalarına tertibiyle işaretlerin hâtimesinde, mukabil sahifede
der: [‫ت‬
ْ ‫م‬ َ ‫م‬ َ ْ ‫معَانِيه َا بِه َا ال‬
ِّ ُ ‫خيُْر ت‬ َ ْ‫حق ِّق‬ َّ ‫خوَا‬
َ َ‫صهَا و‬ َ ْ‫م ع‬ ْ ‫ف النُّورِ فَا‬
َ ‫ج‬ ُ ‫حُرو‬ َ ْ ‫]فَتِل‬ 
ُ ‫ك‬
Yani: (İşte Risale-i Nur'un sözleri harfleri ki, onlara işaretler eyledik. Sen onların hassalarını
topla ve manalarını tahkik eyle. Bütün hayır ve saadet, onlarla tamam olur.) der. (Harflerin
manalarını tahkik et.) karinesiyle manayı ifade etmeyen hecaî harfler murad olmadığına, belki
kelimeler manasındaki "Sözler" namıyla risaleler muraddır.

ْ َ‫ا‬
[‫خطَاْنَا‬ ْ‫سينَا اَو‬ِ َ‫ن ن‬ ْ ِ ‫خذ ْنَا ا‬ِ ‫]َربَّنَا ل َ تُوا‬
ّٰ َّ ‫ب اِل‬
‫الل ُهه‬ َ ْ ‫م الْغَي‬ ُ َ ‫ل َ يَعْل‬

َ
ِ‫مدِه‬
ْ ‫ح‬
َ ِ‫ح ب‬ َ ُ ‫ئ اِل ّ ي‬
ُ ِّ ‫سب‬ َ ‫ن‬
ٍ ْ ‫شي‬ ْ ‫م‬
ِ ‫ن‬
ْ ِ ‫ه وَ ا‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ ِ‫مه‬
ِ ‫س‬
ْ ‫بِا‬
Resmi, bir Ciddi Hasb-i Hâlimi ve Ehemmiyetli Şekvalarımı, Denizli Mahkemesinin
Reislerine ve Müdde-i umumîsine ve Sorgu Hâkimlerine Takdim Ediyorum.
181

Efendiler!
Yirmi seneden beri, hayât-ı içtimaiyeyi âhiret hesabına olmadan, alakası düşüncesi
beni incittiğinden bilemiyorum. İfadedeki kusurlarıma bakmayınız, afvediniz. Ben dokuz sene
evvel, dünyaca bir büyük âdemin evhamına uğradım. Yüz risalelerimi tetkikten sonra, yalnız
bir risalemi, bir iki meselesiyle, bir sene ceza verdiler. Ben de, hem o cezayı, hem sekiz sene
bir haps-i münferid hükmünde, bir odada karakol karşısında, yalnız vakit geçirdim. Tâ ki, ehl-
i siyasetin evhamına dokunacak bir halim bulunmasın. Kastamonu hükümeti ve adliyesi ve
zabıtası beni tasdik eder. Ve o cezadan sonra çok defa menzilimi taharrilerde, karışık bir hâlim
görünmedi ve bulunmadı. Eğer bulunsa idi, ve Kastamonu hükümeti bilmedi veya aldırmadı.
Benden ziyade onlar mes'ul olur. Mâdem hükümetin prensibi, cumhuriyetin serbestiyet-i
vicdan düsturuyla. dinsizlere sefahetçilere ilişmiyor. Elbette mümkün olduğu kadar dünyaya
ve siyasete karışmayan dindarlara da, o prensip hükmüyle ilişmez ve ilişmemeli.
Kastamonu'da sekiz sene nezaret ve tarassut altındaki hayatım, zâbıta ve adliyenin
tasdikiyle sabittir ki; Şimdi bana ilişenler, hükümet-i cumhuriyenin prensibi ile ve kanunu ile
değil, belki evham ve garaz yüzünden, habbeyi kubbe yaptılar. Evet vehim ve inat ile, bir
habbeyi bir dağ gibi gösterdiklerinin çok emarelerinden, [iki üçünü] müsaadenizle beyan
ediyorum.
[Birincisi]: Onbeş sene evvel bana hizmet eden ve Eskişehir mahkemesinde
beraatinden sonra, daha hayatından dahi haberim olmayan bazı zatları ve hiç görmediğim ve
bir mektubta çabuk Kur’ân okumuş ve imanî risaleleri yazıyor diye hoşuma gitmiş, ben de
Maşaallah, Barekellah dediğim, oniki onüç yaşlarında tahmin ettiğim bazı çocukları ve
Eskişehir mahkemesinde bahsi geçen, fakat ehemmiyet verilmeyen bir kısım eski
mektublarım yüzünden, bazı rençber ve esnafları ellerine kelepçe vurup, benim şimdiki
mevhum suçumun şerikleri olarak, taht-ı tevkife alınmalarıdır.
[İkincisi]: Kastamonu adliyesi ve zâbıtası, gâyet dikkatli bir aramada, bütün
kitaplarımı ve mektublarımı ve gizli eşyamı aldıkları halde,. beni değil tevkif, belki
kitaplarımı ve eşyamı taahhüdlerine binaen, bana iade edeceklerini beklerken, birden Isparta
müdde-i umumîsinin tevkif iş'arı üzerine, adliyedeki emanetlerimi almadan sevk edildim.
Isparta'da gayr-i mevkuf olarak bir sual cevab beklerken, en müthiş bir câni gibi, tecrid-i
mutlak içinde, gâyet adi bir bahane ile, yani bir jandarmanın akşam namazımı, yol üstünde
camiin dışında kazaya kalmamak için müsaade etmesi bahanesiyle, öyle bir sıkıntı, o muddei
umuminin emriyle
182

verildi ki, ifadeye gittiğim vakit, hem benim, hem masum biçare arkadaşlarıma ve yolda
şimendifer içinde kelepçe vurmalarıdır.
O risale ile isim müşabeheti bulunan ve sırf imanî olan Yedinci Şua eski harfler ile tab'
edilmesi sebebiyle, o yedinciyi bu Beşinci Şua tevehhüm edip, yirmi senelik Risale-i Nur
eczalarını ve onbeş seneden beri yazılan ve ele geçen mektubları, ne mürur-ı zamanı, ve ne de
afv kanunlarını ve ne de, Eskişehir mahkemesinin tebrie ve tahliye ve tasfiyesini nazara
almayarak, öyle lüzumsuz ve manasız sualler ve verdikleri yanlış manalarla, Isparta müdde-i
umumîsi muahezeye çalıştı.
Ezcümle: Yirmi sene evvel, bir rivâyete binaen demiştim: (Dehşetli Süfyan İstanbul'da
ölecek. Dikilitaşta şeytan bağıracak ve dünyaya işittirecek. Yani radyo ile öldü diye ilan
edecek) İşte bu cümledeki (diye) kelimesini müddei umumi okumadı ve itiraz etti. (Sen öldü
diyorsun) dedi. Ben de dedim; (diye) kelimesi var, sonra sustu. Daha çok emareler var ki,
bana karşı bir habbeyi, evham ve garaz yüzünden yüz kubbe yapılmış. Hatta en acibi şudur ki,
hiçbir şey bulamadıklarından, Eskişehir mahkemesinden beraat kazandığımız, (Tarikatçılık,
ve cem'iyetçilik ve dini hissiyatı âlet etmek, emniyet-i dahiliyeye zarar vermek) ihtimali ve
imkânı gibi, eski nakaratı tazelemek ve yüzelli sahifelik müdafaatım ile, gâyet kat'i reddedilen
o asılsız bahaneler ile, bizi muaheze etmeleridir. Ben, bütün bu asılsız bahanelere karşı derim:
Eğer bu sekiz sene bana dikkatle bakan ve ilişmeyen Kastamonu hükümetini ve dokuz sene
evvel, bir iki risalenin bir iki mes'elesiyle, yalnız bir sene ceza verebilen, başkasına ilişmeyen,
Eskişehir mahkemesini ve bir sene evvel Risale-i Nur'un bütün eczalarını, üç ay tetkikten
sonra aynen iade eden Isparta adliyesini itham edebilirlerse ve şimdi benim münasebetimle
tevkif olunanların münasebetleri derecesinde, benimle ve Risale-i Nur ile münasebetleri
bulunan ve bu milletin ruhen en mübarek ve bir cihette ve keyfiyetçe ekseriyet teşkil eden, o
hadsiz ve zararsız mütedeyyin zatları mahkemeye sokabilirlerse o vehham mu'terizler, Risale-
i Nur'un bu yeni meselesini muannid ve hakkımda evhamlı Isparta müdde-i umumîsi gibi,
inceden inceye tetkike çalışıp, o yirmi sene mahsulunu, birden bu senenin mahsulüdür, hiç afv
kanununa rast gelmemiş diye bizleri onunla itham ederek, mahkemeye verebilirler. Yoksa
koca milletin hatırı olan adalet ve hak ve kanunu, bazı şahısların hatırı için kırmakla, en
ziyade bîtaraf ve hiç te'sirat-ı hâriciye altına girmeyen ve padişahları âdi âdemler sırasında
önünde diz çöktüren, mâhiyet-i adalet, onları dairesinin haricine atacak.
183

Ben Denizli mahkemesine teslim olmuşum. Onu hakkımda bir adalet dairesi bilmek ve
görmek, Halıkımın rahmetinden beklerim.
Madem, şimdi hayatım Denizli mahkemesiyle alakadardır. Elbette sıhhatim dahi ona
bakar. Ben hastalığım için şefkatli bir hekim istedim, bekledim. Gelmeden, burada doktorların
hey'etine yazdığım istirhamnameyi, şimdi benim bir resmi merciim mahkemenin hâkimlerine
suretini takdim ediyorum.
Doktorlara hitaben yazmıştım ki; Siz hekim olmak haysiyetiyle şefkat etmek, sizin
1
meslekçe ehemmiyetli bir seciyeniz olması ve hakikat-ı mevti ve ölüm mahiyetini, her
2
taifeden ziyade sizin bilmenizin lüzumu ve küçük bir kainat hükmünde olan insanın
teşrihatındaki hikmet-i Rabbaniye, her meslekten ziyade mesleğinizde medar-ı nazar
3
bulunması nokta-i nazarda, müdde-i umumîden evvel bizimle alakanız var.
Çünki bu meselemizde, bütün vatanı alakadar edecek olan Risale-i Nur'a bir nevi
taarruz var. Risale-i Nur ise, ism-i Hakim ve ism-i Rahime mazhar olduğu için, en
ehemmiyetli bir esası da şefkat olduğundan büyük bir manevi doktordur. Ve her gün nev-i
beşerde otuzbin cenaze ile, ölüm haktır diye imza edilen, hakikat-ı mevtin tılsımını ve dehşetli
ölümün sevimli muammasını açarak, sırr-ı Kur’ân ile ölümü, yüzbinler âdem hakkında idam-ı
ebedi mahiyetinden çıkarıp, terhis tezkeresine çeviren ve ehl-i iman hakkında ölüm, terhis
tezkeresi olduğunu, o derece kat'i isbat etmiş ve hakiki teselli vermiş ki, yirmi seneye
yakındır, zındıklara maddiyunlara, tabiiyunlara meydan okuduğu halde, hiçbir feylesof, hiçbir
mes'elesini cerh edememiş olan Risale-i Nur'u müdafaaya mecbur olduğumdan ve sıhhatim
birkaç vecihte muhtel olmasından, nazar-ı şefkatinizi ciddi bir surette rica ederim.
Çünkü ben onsekiz senedir, bir içtimai hastalık sebebi ile, haps-i münferid hükmünde,
münzevi yalnız yaşamışım ve yirmi senedir yine, içtimai bir manevi rahatsızlık cihetiyle,
hiçbir gazeteyi ne okudum ve ne dinledim ve ne de merak ettim. Ve yine ehemmiyetli bir
maraz-ı içtimai cihetiyle, şimdi iki sene ve iki aydır, zemin yüzündeki harplerden ve
hâdiselerden, hiçbir haber almadım ve merak etmedim ve sormadım. Halbuki ben Risale-i
Nur itibariyle, binler âdem kadar alakadarım.
Saniyen: Gerçi, ben, onsekiz sene haps-i münferid hükmünde, yalnız bir odada
yaşamışım. Fakat menzilim, bu haps-i münferid gibi dar, rutubetli ufunetli, manzarasız,
güneşsiz değildi. Teneffüs ederdim. Bir iki dostumla görüşürdüm. Hem şimdi ihtiyarım,
yetmiş yaşındayım.
184

Hem zaifim, iyi bir hizmetçiye ihtiyacım var. Hem kırk elli senelik bir kulunç illetine
müptelayım. Soğuğa dayanamıyorum. Bu geçen bütün Ramazanda, yalnız iki ekmek
yiyebildim. Onun için benim sıhhatimin muhafazası, bu ağır şeraid altında, vazifenize ve
himmetinize bakar. Benim ehemmiyetsiz şahsım, itibarıyla sıhhatim dahi ehemmiyetsizdir.
Fakat madem zararsız bir surette, hem vatana, hem millete, hem idareye, hem asayişe,
hem inzibata, büyük faideleri tahakkuk eden ve yüzbinler âdem, onunla imanlarını
tehlikelerden kurtaran ve yüzotuz risale, binler nüshalarıyla nâşir-i efkarı bulunan ve dünya
cereyanlarından hiçbir cereyanla alakası bulunmayan ve siyasetten bilkülliye tecerrüd eden ve
asılsız bir evham yüzünden, bir seneden beri aleyhine hücum planı çevrilen imanî ve Kur’ânî
ve sırf uhrevî bir tâife-i azîmenin müdafaası ve evhamın zararından kurtulması, benim
sıhhatim ile ve itidal-i demimle bağlanmış. Elbette siz, binler masum şakirdlerin hayır
dualarını kazanmak niyetiyle, sıhhatin şeraidine ciddiyetle bakarsınız. Tevkif altına alınmış bir
müttehem âdemin sıhhati ne ehemmiyeti var diye yalnız resmi baksanız, hekimlikteki hikmet
ve şefkat ve insaniyet incinecekler.Benim de şimdiki insanlardan ümidim kesilecek.
Hayli ihtiyar, çoktan hasta ve çok
zaif ve cidden tam müteessir
Mevkuf
Said Nursî

Efendiler, Hâkimler;

Çok geniş, Risale-i Nur'a aid, Isparta müdde-i umumîsinin hem mükerrer, hem
intizamsız, hem muhtelif, hem çok suallerine karşı, benim de Risale-i Nur'u müdafaa
mecburiyetiyle, böyle intizamsız ve parça parça ve bazen mükerrer ifadelerime, nazar-ı
müsamaha ile bakmanızı rica ederim. Risale-i Nur'un kıymetini gösteren bazı hususi mahrem
risaleler ki; (Kerâmat-ı Aleviye ve Kerâmat-ı Gavsiye ve İşârât-ı Kur’âniye risaleleridir.)
Elinize geçmek ve geçmiş ihtimaliyle derim: Bu mahkemenin, Risale-i Nur'a itiraz ve tenkit
değil, onu müdafaa etmek bir vazifesi olduğunu iddia ediyorum. Evet (vahdet-i mesele)
cihetiyle, o mezkur üç mahrem risaleler, yüzer işaretleriyle Risale-i Nur'u tasdik ve
hakkaniyetine imza basıyorlar. Bir davada bu kadar emareler şehadet ettikleri halde, o dava
çürütülmez. Risale-i Nur'un arkasında otuzüç âyât-ı Kur'âniye işaratı ve Hazret-i İmam-ı Ali
Radıyallahu Anh'ın üç kerâmât-ı gaybiye ile ihbaratı ve Gavs-ı
185

A'zamın sarahata yakın şehadatı vardır. Ona hücum, bunlara hücumdur. Evet mâdem ölüm
öldürülmemiş ve kabir kapısı kapanmıyor ve hayat-ı dünyeviye sür'atle hiçliğe gidiyor, elbette
Risale-i Nur gibi kudsi ve kat'i bir esere eşedd-i ihtiyaç vardır.

Bu fıkra dahi müsveddeye girdi, daha çıkarmadık. Hapisteki


Kardeşlerime yazdığım bir mektubtur.

[‫ه‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ ِ‫مه‬
ِ ‫س‬
ْ ‫]بِا‬
Sorgu hâkimi beni isticvab için çağırdığı gün, ben kardeşlerimi nasıl müdafaa edeyim
diye düşünürken, İmam-ı Gazali'nin Hizb-ül Masun'unu açtım.
Birden bu gelen âyetler nazarıma göründü.
َ
[‫م‬ َ ْ ‫م وَبِاَي‬
ْ ‫مانِهِه‬ ْ ‫ن اَيْدِيهِه‬
َ ‫م بَي ْه‬ ْ ‫منُوا ي َه‬
ْ ‫سعَى نُوُرهُه‬ ‫ن ال ّذِي َه‬
َ ‫نا‬ ِ ‫ه يُدَافِهعُ ع َه‬ ّٰ ‫ن‬
‫الل َهه‬ َّ ‫ا ِه‬
ْ ُ ‫م طُوب َى لَه‬
‫م‬ ْ ِ ‫ظ ع َلَيْه‬
ٌ ‫حفِي‬
َ ‫ ] ا َ ّٰلل ُهه‬baktım ki: Birinci âyet (şeddeler sayılsa ve meddeler
l362
sayılmazsa) [‫منُوا‬َ ‫ ]ا‬daki [‫ ]واو‬dahi (medde)dir makam-ı cifri ve ebcedisi eder ki, tam
tamına bu senenin hicri aynı tarihine ve bizim mü'min kardeşlerimizi müdafaaya azmettiğimiz
aynı zamanına, hem manası, hem makamı tevafuk ediyor. "Elhamdulillah dedim, benim
müdafaama ihtiyaç bırakmıyor." Sonra hatırıma geldi ki, "netice ne olacak" diye merak ettim
gördüm; [‫م‬ْ ِ ‫ظ ع َلَيْه‬ َ ‫م ا َ ّٰلل ُهه‬
ٌ ‫حفِي‬ ْ ُ ‫ ] طُوب َى لَه‬deki iki cümle (tenvin sayılmak şartıyla),
l362
makam-ı cifrisi aynen bin üçyüz altmış iki , eğer bir medde sayılmazsa ve binüçyüz altmış
1363
üç eder. Eğer o medde dahi sayılsa tam tamına hıfz-ı ilahiye pekçok muhtaç olduğumuz
bu zamana ve bu senenin ve gelecek senenin hicri aynı tarihine tevafuk ederek, bir seneden
beri büyük bir dairede ve geniş bir sahada, aleyhimize ihzar edilen dehşetli bir hücum
karşısında, mahfuziyetimize te'minat ile teselli veriyor.Risale-i Nur'un bu hadisede daha
parlak fütuhatı me'murîn dairelerinde bulunmasından, şimdiki muvakkat tevkif bizi me'yus
etmez ve etmemeli. Ve Âyetül Kübranın tab'ı sebebiyle müsaderesi, onun parlak makamına ve
nazar-ı dikkati her tarafdan ona celbetmesine bir ilânname telâkki ediyorum. [‫ن‬ ‫م َه‬
َ ‫م نْه ا‬
َ
‫ن الْكَد َ ِر‬
َ ‫م‬
ِ ‫ن‬ ِ َ ‫بِالْقَدَرِ ا‬
َ ‫م‬ ] en güzel bir düstur-ı tesellidir.
186

Bu teslimiyetle beraber, gâyet kuvvetli bir tesanüde ve birbirinin kusuruna bakmamaya


ve Risale-i Nur'a karşı alakayı gevşetmek değil, belki daha ziyade kuvvetleştirmeye şiddetle
ihtiyacımız var. Ben görüyorum, bize hücum edenler, en ziyade tesanüdümüzü bozmak
istiyorlar ve en ziyade bana karşı ihanet derecesinde hürmeti kırmaya çalışıyorlar. Güya
Risale-i Nur'a karşı hürmet, benden ileri geliyor. Beni kırmakla, o kırılır diye,
divaneliklerinden zan ediyorlar. Hem şiddetli bir surette konuşmakdan beni men ediyorlar. Tâ
ki hakikat-ı mes'ele anlaşılmasın. Ve Risale-i Nur sussun.
O bedbahtlar bilmiyorlar ki; benim zaif dilimin susmasıyla, etrafda binler
kardeşlerimin kuvvetli dilleri ve Risale-i Nur'un memlekette intişar eden binler nüshalarının
parlak lisanları konuşuyorlar. Ve susmazlar ve susturulmazlar. Biz onların bütün tazyik ve
sıkıntı vermelerine karşı, iman-ı tahakiki kuvvetiyle ve sırrıyla kabre iman ile girmek ve
şirket-i maneviye ile her birimiz, yüzer lisanla dua ve tesbihat ve a'mal-i saliha yapmak olan
iki kudsi ve cihandeğer kıymetli ve medar-ı sürûr kazancımızla mukabele edip, geçmiş
zahmetlerin sevablarını ve manevi lezzetlerini ve gelecek meşakkatlerin hazırda yokluğunu
düşünerek, yalnız hazır saatteki musibete karşı, sabr içinde şükür etmeliyiz.
Madem ben, sizin elemlerinizle de müteellimim ve sizden pekçok ziyade tazyika
maruz olduğum halde, sabır ve tahammül ediyorum, elbette sizler benim tesellilerime
ihtiyacınız çok olmaz diye çok teselli yazmıyorum.
Said Nursî

[‫ه‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ ِ‫مه‬
ِ ‫س‬
ْ ‫]بِا‬
Emniyet Müdürü Müddei umumla beraber, hapiste yanıma geldikleri vakit, bu
mektubu verdim. O da vâliye vermiş.
Emniyet dairesindeki Hey'et-i Zâbıtaya bir maruzatımdır.

Efendiler,
Benim başıma evham yüzünden gelen hâdise ile, hey'et-i zâbıta emniyet-i dahiliye
cihetiyle çok alakadardır diye, size de bir hakikatı beyan edeceğim.
Çünki hem Kastamonu'da, hem Ankara'da hem Isparta'da taharri me'murları ve
komiserler, bizim esrarımızı anlamak için çok temas
187

ettiler. Kastamonu zabıtası bildi ki, biz zâbıta vazifesine endişe vermek değil, belki yardım
ediyoruz. Ve Isparta zabıtası dahi, müteaddid temasında bizi ve Risale-i Nur'u ve şakirdlerini,
asayiş ve inzibat cihetinde yardımcı ve dost görmeğe başladılar. Hatta en mahrem esrarımızı
ki, Isparta müdde-i umumîsi dinlemesinden telaş ettiği halde, bila tereddüd Isparta zabıtasına
verecektim. Ve benimle gelecek sivil komiserler ile gönderecektim: Fakat beni kelepçelediler.
Onlar da gelmediler. Ben de, gönderemedim.
Evet gerçi şahsım itibarıyla, ehemmiyetsiz ve kıymetim yok, fakat kırk senedir
memleketin çok yerleriyle alakadar olmuşum. O yerlerde ciddi dostlarım ve hakiki
kardeşlerim ve Risale-i Nur dersinde arkadaşlarım kesretle varlar. Eğer onların vaziyeti,
inzibat ve asayiş lehinde olmasa idi, elbette şimdiye kadar, bir vukuatları görünecekti.
Halbuki hem Eskişehir mahkemesinde, hem bu defa da vukuata binaen değil, belki imkâna
bina edilmiş. Yani, yapmış diye ilişmiyorlar, belki yapabilir diye, evham yüzünden ilişiyorlar.
İşte buranın zabıtasına, en mahrem esrarımı bilaperva içine alan müdafaatımı,
isterlerse takdim edeceğim. Çünki ekser vilâyetlerde Risale-i Nur ve şakirdleri girmişler.
Herhalde Denizli'ye eğer girmemişse, girecek. Böyle hasbi, fahri bir tarzda fenalığı,
ahlaksızlığı, anarşiliği, serseriliği izaleye ciddi çalışan ve te'siratını Kastamonu'da ve Isparta
havalisinde gösteren yılmaz, geri çekilmez bir inzibat kuvvetini, buranın emniyet dairesi
nazara alıp, asayiş lehinde isti'mal etmek varken, bu kuvvete endişeli ve müttehem nazariyle
baksa birkaç cihette zarardır diye arz ediyorum; Ben buranın adliyesine karşı ehemmiyetsiz
şahsım değil, belki memlekete zararsız bir surette menfaatli ve kıymetli Risale-i Nur ve
şakirdlerini nazara alıp müdafaa ettiğim halde, "Sen kendini müdafaa et" diye beni acip bir
câni tarzında herşeyden ve konuşmaktan tecrit ve haps-i münferide, ve sıhhatime ve
ihtiyarlığıma tam dokunacak bir şekilde soktular. Sonra doktorları hastalığım haysiyetiyle
istedim. Onlara hitaben derdimi yazdım. Birkaç gün te'hirden sonra, bir doktor geldi. Öyle bir
acele ile baktı ki; "Güya müttehem ve vatana muzır bir şahsiyetin sıhhati ne ehemmiyeti var."
diye manasını fehm ettim. Daha onlara hitaben yazdığım istirhamnameyi vermedim. Şimdi en
son size de müracaat ediyorum. Bu gurbette hiç dost bulmayan ve herkes ona müttehem
nazarıyla bakan bir âdemin derdini de dinlemek gerekdir. Bir vazife ile, bir sivil
188

polis gönderebilirsiniz. Tâ ki hakikat-i hâli anlasın, size haber versin. Ve Isparta ve Denizli
adliyelerine müdafaatımın suretini size getirsin. Ve zâbıta ile Risale-i Nur şâkirdlerinin
ortasına anlaşmamazlık girmesin.
Haps-i münferidde mevkuf
Said Nursî

[‫ه‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ ِ‫مه‬
ِ ‫س‬
ْ ‫]بِا‬
En mühim parça budur.
Bir Cum'a Gününün Birkaç Saatinin Bir Mahsulüdür.

Müdde-i umumî Bey,


Yirmi senedir, hayat-ı içtimaiyeyi ve bilhassa böyle resmi ve ince ve siyasi hayatı terk
etmişim. O hallere karşı alması lazım gelen vaziyeti bilemiyorum ve düşünemiyorum ve
düşünmesi beni cidden incitiyor. Fakat mecburiyetle, Isparta'da insafsız bir zatın intizamsız ve
mükerrer ve lüzumsuz pekçok suallerine verdiğim cevabların hatimesi ve hülasası ve sorgu
hakiminin zabtına geçen ve ayrıca size verilmiş olan, intizamsız müdafaatım ve istid’amda
belki saded haricinde ve lüzumsuz ve tekrar ve intizamsızlık ve aleyhime dönecek şiddetli
ta'birler ve bilemediğim yeni kanunlara muhalif ifadeler bulunabilir. Fakat madem hakikat
üzere gidiyor, hakikatın hatırı için o kusurlara bakmamak gerektir. O istid’a da [üç dört, belki
dokuz esas] üzere gidiyor.
[Birincisi]: Madem hükümet-i Cumhuriye, Cumhuriyetteki hürriyet-i vicdan
düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmiyor. Elbette dindarlara ve takvacılara da
ilişmemek gerektir.Ve mâdem (dinsiz bir millet yaşamaz.) Ve Asya din noktasında Avrupaya
benzemez. Ve İslamiyet hayat-ı şahsiye ve uhreviye cihetinde hristiyanlığa uymaz. Ve dinsiz
bir müslüman başka dinsizler gibi olmaz. Ve bu bin seneden beri, dünyayı diyanetiyle
ışıklandıran ve bütün dünyanın tehacümüne karşı, salabet-i diniyesini kahramanane muhafaza
eden ve bu vatandaki milletin bir ihtiyac-ı fıtrısi hükmüne geçen diyanet, salahat ve bilhassa
iman hakikatlarının öğrenmesi yerlerine hiçbir terakkiyat, hiçbir medeniyet tutamaz ve o
ihtiyacı onlara unutturamaz. Elbette bu vatandaki millete hükmeden bir hükümet, Risale-i
Nur'a adalet ve kanun ve asayiş cihetinde ilişmez ve iliştirmemeli.
189

[İkinci Esas]: Madem bir şeyi red etmek başkadır, ve o şeyi kalben kabul etmemek
daha başkadır, ve onunla amel etmemek bütün bütün başkadır.ve Her hükümette şiddetli
muhalifler bulunur. Ve mecûsi hakimiyeti altında müslümanlar ve Hükümet-i İslamiye-i
Ömeriyede Yahudiler, Hristiyanlar bulunmuş ve asayişe ve idareye ilişmeyenin hürriyet-i
şahsiyesi, her hükümette vardır, ilişilmez. Ve hükümet ele bakar kalbe bakmaz. Ve madem
asayişe ve idareye ve siyasete ilişmek isteyen, herhalde hiç şüphesiz gazeteler ile ve dünya
hadisatı ile alakadar olacak. Ta kendine yardım eden cereyanları, vaziyetleri hadisatı bilsin. Tâ
yanlış ayağını atmasın. Ve Risale-i Nur ise, şakirdlerini o derece men etmiş ki; bütün yakın
dostlarım biliyorlar ki; yirmi senedir değil gazeteleri okumak, belki sormasını ve merak
etmesini ve düşünmesini bana terk ettirmiş. Ve iki sene ve iki aydır, kat’iyen dünya
harplerinden ve vaziyetlerinden, hiç bir haber almamak derecede beni hayat-ı içtimaiyeden
çekmiş. Elbette ve elbette hikmet-i hükûmet ve kanun-ı siyaset ve düstur-ı adalet bana ve
benim gibi kardeşlerime ilişmez. Ve ilişen herhalde ya evhamdan veya garazından veya
inadından ilişir.
[Üçüncüsü Esas]: Bir müdde-i umumî yanlış bir mana ile, Beşinci Şua'a dair
suallerinde kanun hesabına değil, belki ölmüş bir şahsın dostluğu taassubu hesabına, manasız
ve lüzumsuz itirazları sebebiyle, bu gelecek uzunca tafsilatı vermeğe mecbur oldum.
Evvelen: Bu Beşinci Şua'ı biz gâyet mahrem tutuyoruz1, neşretmiyoruz2. Hem bütün
taharrilerde bende bulunmadı3. Hem sekiz senede, bir iki defa, bir iki saat elime geçti4. Hem
maksadı, yanlız avamın imanlarını şüphelerden ve müteşabih hadisleri inkârdan kurtarmaktır.
[Dünya cihetine üçüncü, dördüncü derecede dolayısıyla bakar5. Hem verdiği gaybi haberler
doğrudur6. Hem ehl-i siyaset ve dünya ile mübareze etmez, yalnız ihbar eder 7. Hem şahısları
tayin etmiyor, külli bir surette, bir hakikat-i hadiseyeyi beyan eder. [Fakat bir zaman sonra, o
külli hakikatı, bu asırdaki dehşetli bir şahsa, tam tatbik etmişler]. Onun için bu senelerde, yeni
te'lif edilmiş zannıyla itiraz ettiler. Hem o risalenin aslı Dâr-ül Hikmetten de daha eskidir.
Yalnız bir zaman sonra, tanzim edildi. Risale-i Nur'a girdi. Şöyle ki:
190

Hürriyetten evvel İstanbul'a geldim. O zaman Japonya’nın başkumandanı İslam


ulemasından dini bazı sualler sormuştu. Onları İstanbul hocaları benden sordular. Hem çok
şeyleri, o münasebetle sual ettiler. Ezcümle: Bir hadiste, âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah
kalkar, alnında [‫ر‬ ٌ ِ‫ ]هَذ َا كَاف‬cümlesi yazılmış bulunur, hadis vardır, diye benden sual ettiler.
Dedim: Bir acip şahıs, bu milletin başına geçer ve sabah kalkar, başına şapka giyer ve giydirir.
Bu cevabtan bunu sordular: "Acaba o zaman onu giyen kafir olmaz mı"? Dedim: şapka başa
gelecek, secdeye gitme diyecek. Fakat baştaki hakiki iman şapkayı da secdeye getirecek,
müslüman edecek, İnşaallah. Sonra dediler; aynı şahıs bir su içecek, onun eli delinecek, bu
hâdise ile süfyan olduğu bilinecek. Ben de cevaben dedim: Bir darb-ı mesel var ki; çok israflı
âdeme eli deliktir, yani elinde mal durmuyor, akıyor, zayi olur deniliyor. İşte o dehşetli âdem,
bir su olan rakıya müptelâ ve onunla hasta olacak, ve kendisi hadsiz israfata girecek,
başkalarını da alıştıracak.Sonra birisi sordu ki:
O süfyan öldüğü zaman, İstanbul'da dikilitaşta, şeytan bütün dünyaya bağıracak ve
işittirecek ki "filan öldü" Ben o vakit dedim: Telgrafla haber verilecek. Fakat bir zaman sonra
[radyo] çıkmış işittim. Eski cevabım tam değilmiş bildim. Dâr-ul hikmette iken dedim: şeytan
gibi radyo ile dünyaya işittirecek. Sonra sedd-i zü-l karneyn ve ye'cüc ve me'cüc ve dabbet-ül
arz ve deccal ve nüzul-ı İsâ Aleyhisselâm hakkında sualler sorulmuştu. Ben de cevab
vermiştim. Hatta eski risalelerimde onlar kısmen yazılmışlar.
Bir zaman sonra Mustafa Kemal, iki defa şifre ile vanın eski valisi ve benim dostum
Tahsin Bey'in vasıtasıyla, beni Ankara'ya taltif için neşr edilen Hutuvât-ı Sitte'ye mükâfeten
celb etti, gittim. Şeyh Sünûsi o kürdçe lisanı bilmediğinden, beni onun yerinde üçyüz lira
maaşla, vilâyât-ı şarkiyeye vâiz-i umumi, hem meb'us, hem Diyanet Riyaseti Dairesinde Dâr-
ul Hikmet azalarıyla beraber, eski vazifem ile memnun etmek ve benim Van'da temelini
attığım Medreset-üz Zehra ve Şark Dâr-ül Fûnununa, Sultan Reşadın verdiği ondokuzbin altın
lirayı, yüzelli bin banknota iblağ ederek, ikiyüz meb'us içinde, yüzaltmışüç meb'usun
imzasıyla kabul edildiği halde ben Beşinci Şua aslının verdiği haberin bir kısmını orada, o
âdemde gördüm. Mecburiyetle o çok ehemmiyetli vazifeleri bıraktım ve "Bu âdemle başa
çıkılmaz, mukabele edilmez." diye dünyayı ve siyaseti ve hayat-ı içtimaiyeyi terk edip, yalnız
imanı kurtarmak yolunda vaktimi sarfettim. Yalnız bazı zâlim ve insafsız memurlar, bana
dünyaya bakacak iki
191

üç risaleleri yazdırdılar. Sonra bazı zatlar, âhirzaman hadisatını haber veren, müteşabih
hadîsleri sual etmek münasebetiyle, o eski risalenin aslını tanzim ettim. Risale-i Nur'un
Beşinci Şua'ı namını aldı.
Risale-i Nur'un numaraları te'lif tertibiyle değil. Mesela Otuzüçüncü Mektub, Birinci
Mektubtan daha evvel te'lif edilmiş. Ve bu Beşinci Şua'nın aslı gibi, Risale-i Nur'un bir kısım
eczaları, Risale-i Nurdan evvel te'lif edilmiş.
Her ne ise... Bu makamda bir müdde-i umumînin, Mustafa Kemal'e dostluğu
taassubiyle, kanunsuz ve lüzumsuz ve yanlış itiraz ve sualleri, beni bu saded harici izahatı
vermeğe mecbur eyledi. Ben onun adliye kanunu namına, tamamen şahsi ve kanunsuz bir
sözünü misal olarak beyan ederim. O dedi: "Beşinci Şua'da sen hiç kalben nedamet etmedin
mi ki, onu rakıdan ve şaraptan su tulumbası gibi tabirler ile tezyif etmişsin." Ben, bu bütün
bütün manasız ve yanlış dostluk taassubuna mukabil derim:
Kahraman ordunun zaferi ve şerefi ona verilmez. Yalnız bir hissesi olabilir. Nasıl ki,
ordunun bütün ganimeti, malları, erzakları bir kumandana verilse zulümdür. Dehşetli bir
haksızlıktır. Evet nasıl, o insafsız o çok kusurlu âdemi sevmemekle beni ittiham etti. Âdeta
vatan haini yaptı. Ben de, onu orduyu sevmemekle ittiham ediyorum. Çünkü bütün şerefi ve
manevi ganimeti o dostuna verip, orduyu şerefsiz bırakıyor. Hakikat ise, müsbet şeyler
haseneler, iyilikler, cemaate, orduya tevzi' edilir. Ve menfi tahribat ve kusurlar başa verilir.
Çünki bir şeyin vücudu, bütün şeraidin ve erkânının vücuduyla olur ki; kumandan yalnız bir
şarttır. Ve o şeyin ademi ve bozulması ise, bir şartın ademiyle ve bir rüknün bozulmasıyla
mahvolur, bozulur. O fenalık başa, reise verilebilir. İyilikler, haseneler ekseriyetle müsbet ve
vücûdidir. Başlar sahip çıkamazlar. Fenalıklar ve kusurlar ademidir ve tahribidir. Reisler
mes'ul olurlar. Hak ve hakikat böyle iken, nasılki bir aşiret fütûhat yapsa, aferin Hasan Ağa,
eğer mağlup olsa tuh diye aşiret tezyif edilir. Bütün bütün hakikatın aksine hükmedilir.
Aynen öyle de, beni ittiham eden o müddei, bütün bütün hakkın ve hakikatın aksine bir
hatasıyla, güya adliye namına hükmetti. Aynen bunun hatası gibi, eski harb-i umumiden biraz
evvel, ben Vanda iken bazı muttaki zatlar yanıma geldiler, dediler ki: "Bazı kumandanlarda
dinsizlik oluyor, gel bize iştirak et. Biz bu münafık reislere itaat etmiyeceğiz. "Ben de dedim:
"O fenalıklar, o dinsizlikler o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onunla mes'ul olmaz. Bu
Osmanlı ordusunda, yüzbin evliyalar var. Ben bu
192

orduya karşı kılınç çekemem, size iştirak etmem." O zatlar benden ayrıldılar, kılınç çektiler.
Neticesiz Bitlis hadisesi vücuda geldi.
Az bir zaman sonra, harb-i umumi patladı. O ordu, Din-i İslam namına iştirak etti,
cihada girdi. O ordudan yüzbin şehitler evliya mertebesine çıkıp, beni o davamda tasdik
ederek, kanlarıyla velâyet fermanlarını imzaladılar. Her ne ise.. Biraz uzun söylemeğe mecbur
oldum. Çünki hiçbir hissiyatla ve harici te'siratla müteessir olmamak mahiyetinin kat'i bir
hassası bulunan adalet hakikatı namına, böyle cüz'i ve hata hissiyatla ve tarafgirlikle bize ve
Risale-i Nur'a karşı, müzeyyifane hareket eden müdde-i umumînin acip vaziyeti, beni bu uzun
ifadeye sevketti.
[Dördüncü Esas]: Eskişehir mahkemesi yüz risaleyi ve mektubları, dört ay tetkikten
sonra yalnız yüzyirmiden onbeş âdeme, altışar ay ceza ve bana da yüz risaleden yalnız bir iki
risalede onbeş kelime ile, bir sene ceza verebildi. Tarikatçılık ve cem'iyetçilik ve şapka
mes'elelerinde beraat ettirdiler. Ve biz dahi o cezayı çektik. Ondan sonra Kastamonu'da çok
defa taharrilerde, hiçbir ilişiğimizi bulmadılar. Ve geçen sene Isparta'da mahrem ve gayr-ı
mahrem Risale-i Nur'un bütün eczaları, bilâ istisna hükümetin eline geçti. Üç ay tetkikten
sonra, umumu sahiplerine iade edildi. Madem hakikat budur. Beni ve Risale-i Nur'un
şâkirdlerini ittiham eden, o gibi âdemler kanun namına kanunsuz ve garaz ve hissiyatla bizi
muaheze edenler, bizden evvel hem Eskişehir mahkemesini, hem Kastamonu hükümetini ve
zabıtasını, hem Isparta Adliyesini ittiham edip, (varsa suçumuza) tam teşrik ediyorlar. Çünki
bir suçumuz olsa idi, bu üç hükümetin yakınında çok zaman tecessüs ile görmedi veya
aldırmadı. Bizden ziyade onlar suçlu olurlar.
Halbuki; dünyaya karışmak arzusu bizde bulunsa idi, böyle sinek vızıltısı gibi değil,
top güllesi gibi ses ve patlak verecekti. Divan-ı Harb-i Örfî de ve Mustafa Kemal'e hiddetine
karşı divan-ı riyasette, şiddetli ve dokunaklı müdafaa eden bir âdem, onsekiz sene zarfında
kimseye sezdirmeden dünya entirikalarını çeviriyor diye onu ittiham eden, elbette bir garazla
eder. Biz Denizli Müdeiumumisinden ümit ederiz ki, bizi böylelerin ağrazından kurtarsın.
Hakikat-ı adaleti göstersin.
[Beşinci Esas]: Risale-i Nur şakirtlerinin, mümkün olduğu kadar siyasete ve idare
işine ve hükûmetin icraatına karışmamak, bir düstur-ı esasileridir. Çünkü hâlisane hizmet-i
Kur’âniye, onlara herşeye bedel kâfi geliyor. Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli
193

cereyanlar içinde, hiç kimse istiklaliyetini ve ihlâsını muhafaza edemez. Her halde bir
cerayan onun hareketeni kendi hesabına alacak. Kendi dünyevi maksadına alet edecek. O
hizmetin kudsiyetini bozacak. Hem maddi mübazarede, şu asrın bir düsturu olan eşedd-i
zulüm ve eşedd-i istibdad ile birinin hatasıyla onun masum çok taraftarlarını ezmek lazım
gelecek, yoksa mağlûp düşecek. Hem dünya için dinini bırakan veya alet edenlerin
nazarlarında, Kur’ânın hiçbir şeye alet olamayan kudsi hakikatları, bir propaganda-i siyasette
alet olmuş tevehhüm edilecek. Hem milletin her tabakası muvafıkı, muhalifi, memuru, âmisi o
hakikatlarda hisseleri var ve onlara muhtaçtırlar. Risele-i Nur şakirtleri tam bîtaraf kalmak
için, siyaseti ve maddi mübarezeyi tam bırakmak ve hiç karışmamak lazım gelmiş.
[Altıncı Esas]: Bu meselede benim şahsımın veya bazı kardeşlerimin kusurlarıyla
Risale-i Nur'a hücüm edilmez, o doğrudan doğruya Kur’âna bağlanmış ve Kur’ân dahi arş-ı
azam ile bağlıdır. Kimin haddi var elini oraya uzatsın. O kuvvetli ipleri çözsün. Hem bu
memlekete maddi ve manevi bereketi ve fevkalade hizmeti, otuzüç âyât-ı Kur'âniyenin işaratı
ile ve imam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın üç keramat-ı gaybiyesiyle ve Gavs-ı Azamın kat'i
ihbarıyla tahakkuk etmiş olan Risale-i Nur, bizim âdi ve şahsi kusurumuzdan mesul olmaz ve
olamaz ve olmamalı. Yoksa bu memlekete hem maddi, hem manevi telafi edilmeyecek
(Hâşiye)
derecede zarar olacak. Bazı zındıkların şeytanetiyle, Risale-i Nur'a karşı çevrilen planlar
ve hücumlar, İnşaallah bozulacaklar. Onun şakirtleri başkalara kıyas edilmez dağıttırılmaz,
vazgeçirilmez. Cenab-ı Hakkın inâyetiyle mağlup edilmezler. Eğer maddi müdafaadan Kur’ân
men etmeseydi, bu milletin can damarı hükmünde, umumun teveccühünü kazanan ve her
tarafta bulunan o şakirtler, Şeyh Said ve Menemen hadiseleri gibi, Cüz'i ve neticesiz
hadiselerle bulaşmazlar. Allah etmesin ! Eğer mecburiyet-i kat'iye derecesinde onlara zulm
edilse ve Risale-i Nur'a hücum olsa: Elbette hükümeti iğfal eden zındıklar ve münafıklar bin
derece pişman olacaklar.
[Elhâsıl]: Madem biz ehl-i dünyanın dünyalarına ilişmiyoruz onlar da bizim
ahiretimize ve imani hizmetimize ilişmesinler.
Mevkuf Said Nursî
______________________
______________________
(Hâşiye):
Bu istid’a, Kastamonu zelzelesinden yirmi gün evvel yazılmıştır. Risale-i Nur bereketiyle her
vilâyetten ziyada âfatten mahfuz kalmıştı. Şimdi âfet başladı; bu davamızı tasdik etti.
194

[‫ه‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ ِ‫مه‬
ِ ‫س‬
ْ ‫]بِا‬

Denizli'nin insaflı Müdde-i umumîsinin iddianamesine karşı evvelen (beş altı esas)
olarak, Müdde-i umumî beye evvelce yazılan bir küçük müdafaayı, bir itirazname ve sâniyen
mahkemenin elinde bulunan, Eskişehir müdde-i umumîsinin iddianamesine mukabil verilen,
eski itirazname ve müdafaayı ve sâlisen küçük müdafaadaki (Beş altı esasa) (Üç dört esası)
bir itirazname olarak, iddia makamına, ağır ceza mahkemesine takdim ediyorum:
[Birinci Esas]: İddianamade başka yerlerdeki sathî tahkikata binaen, bize bir cemiyet-
i siyasiye noktasında bakmış. Buna cevabımız:
Evvelen: Bütün benimle arkadaşlık eden zatların şehadetiyle, ondokuz seneden beri,
hiçbir gazeteyi okumayan ve dinlemeyen ve sormayan ve bu iki sene beş aydır, harb-i
umumiden hiçbir haber almayan ve merak etmeyen ve bilmeyen bir âdem, elbette siyasetle
hiçbir alakası yoktur. Ve siyasi cemiyetler ile hiçbir münasebeti olmaz.
Ve Saniyen: Risale-i Nur'un yüzotuz parçaları meydandadır, içinde imanî
hakikatlardan başka bir hedef, bir maksad-ı dünyevi olmadığını, Eskişehir mahkemesi yalnız
bir iki risaleden başka ilişmemesi ve koca Kastamonu zabıtasının sekiz sene zarfında daimi
tarassut ile beraber, iki hizmetçimden başka, yalnız üç âdemden başka bir bahane ile
müttehem bulmaması, kat'i bir hüccettir ki, Risale-i Nur şakirtleri hiçbir vecihle siyasi
cemiyet değiller. Eğer iddianamedeki cemiyetten maksadı, imanî ve uhrevi bir cemaat ise; ona
cevaben deriz ki: Eğer Darülfünün talebelerine ve her nevi esnafa, birer cemiyet nâmı verilse:
bize de o neviden bir cemiyet nâmı verilebilir. Eğer dini hissiyatla, emniyet-i dahiliyeyi ihlal
edecek bir cemaat nâmı veriliyorsa, buna mukabil deriz: Yirmi sene zarfında, bu fırtınalı
zamanda, Risale-i Nur'un yüzer risalelerinden binler nüshalarını binler âdem kemal-i merakla
okudukları halde, hiçbir yerde, hiçbir vukuat ile emniyet-i dahiliyeye ilişmeleri, ne hükümetçe
ve ne de mahkemece kaydedilmemesi bu ittihamı çürütüyor. Eğer hissiyat-ı diniyeyi
kuvvetlendirmesinden, istikbalde emniyet-i dahiliyeye zarar verebilir diye, bir cemiyet namı
verilmiş ise, buna mukabil deriz: Evvelen: Başta Diyanet Riyaseti ve bütün vaizler aynı
hizmeti görüyorlar. Saniyen: Risale-i Nur şakirtleri değil emniyete, ve âsayişe zarar vermek,
belki bütün kuvvet ve kanaatlarıyla milleti anarşilikten muhafaza ve emniyet ve âsayişi temin
etmek için çalıştıklarına delil ise; birinci esasta beyan edilmiş.
Evet biz bir cemaatız, hedefimiz ve proğramımız evvela kendimizi, sonra milletimizi
idam-ı ebediden ve daimi haps-i münferidden kurtarmak ve
195

vatandaşlarımızı anarşilikten ve serserilikten muhafaza etmek ve iki hayatımızı


imhaya vesile olan zındıkaya karşı, Risale-i Nur'un çelik gibi hakikatlarıyla kendimizi
muhafaza olduğuna hüccet ise: Risale-i Nur'un zındıkaya karşı manevi bir müdafaanamesi
hükmünde olan, Denizli hapsinin meyvesi namında ve Risale-i Nur'un kısa bir hülasası ve
esas mesleğini beyan eden risaleciktir ki, bir nüshası müdde-i umumîliğe verilmiş.
[İkinci Esas]: Risalelerde bazı dokunaklı cümleler vardı. Başka yerlerin nâkıs ve sathi
tahkikatlarına binaen bizi itham ediyor. Buna mukabil deriz: Madem maksadımız iman ve
âhirettir. Ehl-i dünya ile mübareze değil. Ve mâdem, o pek cüz'i ve yalnız bir iki risaleye
mahsus ilişmek kasdi değil, belki maksadımıza yürürken onlara çarpmışız. Elbette bir garaz-ı
siyasi manasında olamaz.Ve madem imkanat başkadır, vukuat başkadır. (Hakkımızda asayişe
zarar yapmış değil, yapabilir diye itham ediyor). Herkesin bir âdemi öldürebilir diye, ithamı
gibi manasız bir ithamdır. Ve madem yirmi sene müddetinde, yirmi binler âdemde ve binler
nüshalar ve mektublarda hem Eskişehir ve hem Kastamonu hem Isparta şiddetli tetkik ve
tahharrilerde, hakiki bir suç teşkiledecek maddeleri bulamadılar. Ve Eskişehir mahkemesi
birşey bulamadığından mecburiyetle, bir lastikli kanun maddesinden bizi mesul ettiği gibi,
bütün dini dersini vereni dahi mesul eder bir tarzda, yüz âdemden onbeş âdeme altışar ay ceza
verebildi. Acaba bizim gibi bir âdemin sizden olsa, bir senede yirmi mahrem mektubları bu
tarzda tetkik edilse, onu mesul ve mahcup edecek yirmi cümle bulunmaz mı ? Halbuki, bizde
yirmi bin âdemden, yirmi bin nüsha ve mektublarda, hakiki mesul edecek yirmi cümle
bulamadıklarından gösteriyor ki: Risale-i Nur'un hedefi, doğrudan doğruya âhirettir. Dünya ile
alışverişi yoktur.
[Üçüncü Esas]: Denizli mahkemesinin insaflı müddeiumumusinin, başka yerlerde
insafsız ve sathi zaptnamelerine binaen, iddianamede kaydettiği maddeler ve tarihsiz
mektublar, hem yirmi ve onbeş
196

ve on beş sene zarfındaki muhaberelerden ve kat'i cevabı, üçüncü esasta ve istid’amın ikinci
sualinde bulunan beşinci Şuadan, o yüz otuz risalelerin yalnız dört beş risalelerinden ve
Eskişehir mahkemesinin tetkikinden geçer ve cezasını çektiren ve af kanunları gören
mektublar ve risalelerden ittihamımıza medar bazı bahaneler var. Acaba: Otuzbir mart
hadisesinde, (Bâb-ı Seraskeride ve şeyl-ül İslam ve ulemayı dinlemeyen) sekiz taburu bir
nutukla itaate getiren bir âdem, sekiz sene zarfında zabtnamelere göre çalışmış, Kastamonuda
yalnız beş âdemi iğfal edebilmiş, denilebilir mi?
İşte mahrem ve gayr-i mahrem bütün evrak ve kitaplarımı odun yığını altından çıkarıp,
üç ay tetkikten sonra yalnız Feyzi, Emin, Hilmi, Tevfik ve Sâdık'tan başka kimseyi, o koca
Kastamonu'da bulmadılar. Bu beş zat ise, Lillah için, bana şahsi hizmet münasebetiyle
gönderilmişler. Eğer o sathi zabtnameler gibi yapsa idim beş değil, belki beşyüz belki beş bin
âdemi kandırabilirdim. O zabtnamelerde, ne kadar yanlışlıklar bulunduğuna bir iki numuneyi
beyan ediyorum.
Zaman-ı saadetten şimdiye kadar câri olan bir âdet-i islâmiyeye ittibaen, Risale-i
Nur'un hususi menbaları olan yüzer âyât-ı meşhûreyi, Bir Hizb-i Kur'âni yaptığımızı, " Dinde
tahrifat yapıyor" diye muâheze etmişler.
Hem Eskişehir mahkemesinde medar-ı nazar olup, ehemmiyet verilmeyen ve
bilmediğimiz bir zatın ilavesi bulunan (Lâdini zamanında latin harflerinin kabulü tarihine
tevafukla, inkâr-ı haşre bir emâredir) diye olan yazıdan bugün yazılmış gibi bizi mes'ul etmek
istiyor. Hem bir sene cezasını çektiğim ve mahrem tutulan ve zabtnamede kayd edildiği gibi,
odun yığınları altından çıkarılan Tesettür Risalesiyle, bu sene yazılmış ve neşr edilmiş gibi,
bizi ittiham etmek ister.
Hem Ankara'da hükümetin başında bulunan birisine söylediğim itirazlara ve ağır
sözlere mukabele etmeyip, sûküt eden ve o âdem öldükten sonra, yanlışını gösteren bir
hakikat-i hadîsiyeyi, beyandaki fıtrî ve lüzumlu ve mahrem tenkitlerim, medar-ı mes'uliyet
yapılmış. Ölmüş ve hükümetten alakası kesilmiş bir şahsın hatırı nerede ? hükümetin ve
milletin bir hâtırı ve Cenab-ı Hak'kın bir tecelli-i hâkimiyeti olan, adalet kanunları nerede?
Hem biz hükümet-i cumhuriye esaslarından en ziyade kendimize medar-ı istinad
yaptığımız ve onunla kendimizi müdafaa ettiğimiz hürriyet-i vicdan esası bizim aleyhimizde
medar-ı mes'uliyet tutulmuş. Güya biz, hürriyet-i vicdan esasına muarız gidiyoruz.
Hem medeniyetin seyyiatını ve kusurlarını tenkidimden, hatır ve hayalime gelmeyen
bir şey zabtnamelerde isnad ediliyor. Güya ben radyoyu,
197

(Hâşiye)
tayyareyi ve şimendiferi kullanmasını kabul etmiyorum diye, terakkiyat-ı hazıra
aleyhinde bulunduğum ile, mes'ul ediyor.
İşte bu numunelere kıyasen, ne kadar hilaf-ı hakikat ve adalet bir muamele yapıldığını
inşallah insaflı ve adaletli olan Denizli müdde-i umumîsi ve mahkemesi göstererek, o
zabıtnamelerin evhamlarına ehemmiyet vermeyecekler.
Hem en acibi budur ki; Isparta müdde-iumumisi benden sordu: "Mahrem Beşinci
Şua'da demişsin; (Ordu dizginini, o dehşetli şahsın elinden kurtaracak.) Muradın orduyu
hükümete karşı sevk etmek midir? " Ben de dedim: Maksadım o kumandan ya ölecek veya
tedbil edilecek, ordu onun tahakkümünden kurtulacak demektir. Acaba; Hem gâyet mahrem,
hem sekiz senede yalnız iki defa elime geçen ve aynı zamanda kaybedilen, hem âhir zamana
aid bir hadisin manasını, külli bir surette beyan eden, hem aslı eskiden te'lif edilen bir risaleyi,
hem bir tek nefer görmediği halde, nasıl sebeb-i ittiham olur. Maatteesüf o insafsızın o acip
ittihamı, iddianemeye girmiş.
Hem en garibi şudur ki; bir yerde demiştim: "Cenab-ı Hakkın büyük ni'metleri olan
(tayyareyi, şimendiferi radyoyu) büyük bir şükürle mukabele lazım iken, beşer şükür etmedi.
Tayyarelerle bombalar yağdı. Ve radyo, öyle büyük bir ni'met-i ilahiyedir ki; ona mukabil
şükür ise, o radyo milyonlar dilli bir külli hâfız-ul Kur’ân olup, bütün zemin yüzündeki
insanlara Kur’ân'ı dinlettirsin. Ve Yirminci Sözde, Kur’ânın medeniyet hârikalarından haber
verdiğini beyan ederken, bir âyetin işaratı olarak, (kâfirler şimendiferle âlemi islâmı mağlub
ederler) demişim. İslâmı bu harikalara teşvik ettiğim halde, bir sebeb-i ithamım olarak,
şimendifer tayyare ve radyo gibi terakkiyat-ı hazıranın aleyhindedir diye, iddianamenin
âhirinde, beni Isparta müdde-i umumîsinin garazlarına binaen, ittiham eder.
Hem hiç bir münasebeti olmadığı halde bir âdem Risale-i Nur'un ikinci bir ismi olan
Risalet-en Nur tâbirinden (Kur’ânın nurundan bir risalettir bir ilhâmdır) demiş. İddianamede,
başka yerlerin verdikleri yanlış mana ile, güya "Risale-i Nur bir resûldür" diye benim için bir
sebeb-i ittiham tutulmuş.
______________________
______________________
(Hâşiye):
Radyo gibi azim bir ni'met-i İlâhiyeye karşı, azîm bir şükür olmak için: " Radyo Kur’ân'ı
okuyup bütün ruy-ı zemindeki insanlara dinlettirip, küre-i havanın hâfız-ı Kur’ân olmasıdır."
demiştim.
198

Hem müdafaatımda yirmi yerde, hüccetlerle isbat etmişiz ki; bütün dünyaya karşı da olsa, dini
ve Kur’ânı ve Risale-i Nur'u âlet edemeyiz ve edilmez. Ve biz onların bir hakikatını, dünya
saltanatına değiştirmeyiz, ve bilfiil öyleyiz. Bu davanın emareleri, yirmi senede binlerdir.
Halbuki iddianame başka zabtnamelere binaen güya bizim bütün maksadımız ve saimiz dünya
entrikalarını çevirmek ve dünya garazlarıyla dini hasis şeylere alet etmek kudsiyetini
düşürmektir diye bizi ittiham ediyorlar. Madem böyledir. Ben ve biz bütün kuvvetimizle [
‫م الْوَكِيل‬ ّٰ ‫سبُنَا‬
َ ْ‫الل ُهه وَنِع‬ ْ ‫ح‬
َ ] deriz.
Mevkuf Said Nursî

[‫ه‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ ِ‫مه‬
ِ ‫س‬
ْ ‫]بِا‬
Mahkemeye Hitabdır.
Efendiler,
Size kat'i haber veriyorum ki; buradaki zatların, bizimle ve Risale-i Nur ile münasebeti
olmayan veya az bulunan veya inkar edenlerden başka, istediğiniz kadar hakiki kardeşlerim
ve hakikat yolunda arkadaşlarım var. Bizler, Risale-i Nur'un keşfiyat-ı kat'iyesiyle, iki kere iki
dört eder derecesinde, sarsılmaz bir kanaatle bilmişiz ki: Ölüm bizim için, sırr-ı Kur’ânla,
idam-ı ebediden terhis tezkeresine çevrilmiş; ve bize muhalif olanlar ve dalalette gidenler için,
o kat'i ölüm, ya idam-ı ebedidir. Eğer ahirete imanı yoksa, veya ebedi ve karanlıklı haps-i
münferiddir. Eğer ahirete inanıyorsa ve sefahette ve dalalette gitmiş ise. Acaba dünyada bu
mes'eleden daha büyük, daha ehemmiyetli bir mes'ele-i insaniye var mı ki, bu ona alet olsun?
Sizden soruyorum. Madem yoktur ve olamaz, neden bizimle uğraşıyorsunuz?
Biz, en ağır cezanıza karşı kendimiz, alem-i nura gitmek için, bir terhis tezkeresini
alıyoruz diye kemal-i metanetle bekliyoruz. Fakat bizi reddedip, dalalet hesabına mahkûm
edenleri, sizi bu mecliste gördüğümüz gibi, idam-ı ebedi ile ve haps-i münferid ile mahkûm
ve pek yakın bir zamanda, o dehşetli cezayı çekeceklerini müşahade derecesinde biliyoruz,
belki görüyoruz. Onlara insaniyet damarıyla cidden acıyoruz. Bu kat'i ve ehemmiyetli
hakikatı isbat etmeye ve en mütemerridleri dahi ilzam etmeye hazırım. Değil öyle vukufsuz,
garazkar, maneviyatta behresiz, ehl-i vukufa karşı, belki en büyük alim ve feylesoflarınıza
karşı, gündüz gibi isbat etmezsem, her cezaya razıyım. İşte yalnız bir nümune olarak, iki
Cum'a gününde mahpuslar için te'lif edilen ve Risale-i Nur'un umdelerini ve hülasalarını ve
esaslarını beyan ederek, Risale-i Nur'un bir müdafaanamesi hükmüne geçen Meyve Risalesini
ibraz ediyorum ve Ankara makamatına
199

vermek için, yeni harflerle yazdırmağa müşkilatlar içinde gizli çalışıyoruz. İşte onu okuyunuz,
tam dikkat ediniz, eğer kalbiniz (nefsinize karışmam) beni tasdik etmezse, bana şimdiki
tecrid-i mutlak içinde, her hakareti ve her işkenceyi de yapsanız, sükût edeceğim.
[Elhâsıl]: Ya, Risale-i Nur'u tam serbest bırakınız, veyahut o kuvvetli ve zedelenmez
hakikatı elinizden gelirse kırınız. Ben şimdiye kadar sizi ve dünyanızı düşünmüyordum ve
düşünmeyecektim, fakat mecbur ettiniz, belki de sizi ikaz etmek lâzımdı ki, kader-i ilâhi bizi
bu yola sevketti. Biz de; [ِ‫ن الْكَدَر‬
َ ‫م‬ ِ ‫ن‬ ِ َ ‫ن بِالْقَدَرِ ا‬
َ ‫م‬ َ ‫م‬
َ ‫نا‬
ْ ‫م‬
َ ] düstur-ı kudsiyi kendimize
rehber edip, her sıkıntılarınızı sabır ile karşılıyacağız, diye azmettik.
Said Nursî

[‫ه‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ ِ‫مه‬
ِ ‫س‬
ْ ‫]بِا‬
[İddianameye karşı itiraznamemin tetimmesidir.]

Bu itirazda muhatabım, Denizli mahkemesi ve müdde-i umumîsi değil, belki başta


Isparta ve İnebolu müdde-i umumîleri olarak, yanlış ve nâkıs zabıtnameleriyle, buradaki acib
iddianameyi aleyhimize verdiren garazkâr ve vehham me'murlardır.
(Evvelen) aslı faslı olmayan ve hatırıma gelmiyen bir siyasi cemiyet nâmını, mâsum
ve siyasetle hiç alakaları olmayan Risale-i Nur talebelerine takıp ve o daire içine giren ve
İman ve âhiretinden başka hiçbir maksadları bulunmayan bîçareleri, o cemiyetin ya nâşiri, ya
fa'al bir rüknü veya mensubu veya Risale-i Nur'u okumuş veya okutmuş veya yazmış diye
suçlu sayıp, mahkemeye vermek, ne kadar adâletin mahiyetinden uzak olduğuna kat'i bir
hücceti şudur ki: Doktor Duzinin ve sair zındıkların o muzır eserlerini okuyanlara, "Hürriyet-i
fikir ve hürriyet-i İlmiye" düsturuyla bir suç sayılmadığı halde, (hakikat-ı Kur’âniyeyi ve
imaniyeyi öğrenmeye gâyet muhtaç ve müştak olanlara güneş gibi bildiren) Risale-i Nur'u
okumak ve yazmak bir suç sayılmış. Ve, yüz risale içinde, yanlış mana verilmemek için
mahrem tuttuğumuz ve neşrine izin vermediğimiz iki üç risalede, yalnız birkaç cümlelerini
bahane gösterip ittiham etmiş. Halbuki o risaleleri (biri müstesna) Eskişehir mahkemesi tetkik
etmiş. Ve müstesnası ise, hem istid’amda hem itiraznamemde gâyet kat'i cevab verildiği ve
(Elimizde nur var, siyaset topuzu yok.) Eskişehir mahkemesinde, yirmi vecihle kat'i isbat
edildiği halde, o insafsız müddeiler, üç mahrem ve neşr olmayan risalelerin
200

üç dört cümlelerini, bütün Risale-i Nur'a teşmil eder gibi, Risale-i Nur'u okuyanı ve yazanı
suçlu ve beni de "Hükümetle mübareze eder" diye ittiham etmişler. Ben bana yakın ve
benimle görüşen bütün dostlarımı işhad ve kasemle te'min ederim ki, bu on seneden ziyadedir
ki, iki reisten ve bir meb'ustan ve Kastamonu valisinden başka, hükümetin erkanını,
vükelasını; ve kumandanları, me'murları, meb'usları kimler olduğunu kat'iyen bilmiyorum. Ve
bilmeyi de merak etmemişim. Acaba hiç imkanı var mı ki, bir âdem mübareze ettiği âdemleri
tanımasın ve bilmeye merak etmesin? Dost mu, düşman mı? karşısındakini tanımasına
ehemmiyet vermesin. Bu hallerden anlaşılıyor ki; bil'iltizam, herhalde beni mahkum etmek
için, gâyet asılsız bahaneleri icad ederler.
Madem hakikat böyledir, ben de buranın mahkemesine değil, belki o insafsızlara
derim; Ben, sizin bana vereceğiniz en ağır cezanıza beş para kıymet vermiyorum. Ve hiç
ehemmiyeti yok. Çünkü ben, kabir kapısında, yetmiş yaşındayım. Böyle mazlum ve masum
bir iki sene hayatı, şehadet mertebesiyle değiştirmek benim için büyük bir saadettir. Risale-i
Nur'un binler hüccetleriyle kat'i imanım var ki, ölüm bizim için bir terhis tezkeresidir. Eğer
idam da olsa; benim için bir saat zahmet, ebedi bir saadetin ve rahmetin anahtarı olur. Fakat
siz, ey zındıka hesabına adliyeyi şaşırtan ve hükümeti bizimle sebebsiz meşgul eden
insafsızlar! Kat'i biliniz ve titreyiniz ki; sizler, idam-ı ebedi ile ve ebedi haps-i münferid ile
mahkum oluyorsunuz. İntikamımız sizden pekçok ve muzaaf bir surette alınıyor görüyoruz;
hatta sizlere acıyoruz.
Evet, bu şehri yüz defa mezaristanına boşaltan ölüm hakikatının, elbette hayattan
ziyade, bir istediği var. onun idamından kurtulmak çaresi, insanların her mes'elesinin
fevkınde en büyük ve en ehemmiyetli ve en lüzumlu bir ihtiyac-ı zarurisi ve kat'isidir. Acaba
bu çareyi kendilerine bulan Risale-i Nur şakirtlerini ve o çareyi binler hüccetlerle bulduran
Risale-i Nur'u âdi bahaneler ile ittiham edenler, ne kadar kendileri hakikat ve adalet nazarında
müttehem oluyorlar, divaneler de anlar. Bu insafsızları aldatan ve hiç münasebeti olmayan bir
siyasi cemiyet vehmini veren (üç madde)dir.
[Birincisi]: Eskiden beri benim talebelerim, benimle kardeş gibi şiddetli alakadar
olmalarından, bir cemiyet vehmini vermiştir.
[İkincisi]: Risale-i Nur'un bazı şakirdleri, her yerde bulunan ve cumhuriyet kanunları
müsaade eden ve ilişmeyen cemaat-i islamiye hey'etleri gibi hareket etmelerinden, bir cemiyet
zannedilmiş. Halbuki, o mahdut üç-dört şakirdin niyetleri, cemiyet değil, belki sırf hizmet-i
imaniyede halis bir kardeşlik ve uhrevi bir tesanüddür.
201

[Üçüncüsü]: O insafsızlar, kendilerini dalalet ve dünya-perestlikte bildiklerinden ve


hükümetin bazı kanunlarını kendilerine müsaid bulduklarından fikren diyorlar ki: "Herhalde
Said ve arkadaşları, bizlere ve hükümetin bizim medenice nameşru hevesatımıza müsaid
kanunlarına muhaliftirler. Öyle ise muhalif bir cemiyet-i siyasiyedirler." Ben de derim: Hey
bedbahtlar! Eğer dünya ebedi olsa idi; ve insan içinde daimi kalsa idi; ve insanî vazifeler
yalnız siyaset bulunsa idi; belki bu iftiranızda bir mana bulunabilirdi. Hem eğer ben siyasetle
işe girse idim, yüz risalede on cümle değil, belki yirmibin cümleyi, siyasetvari ve
mübarezekârâne bulacaktınız. Hem farz-ı muhal olarak, eğer biz dahi sizin gibi bütün
kuvvetimizle dünya maksadlarına ve keyflerine ve siyasetlerine çalışıyoruz ahiretten
haberimiz yok hile perdesi altında dünya garazları peşinde koşuyoruz diye ki, şeytan da bunu
inandırmaya çalışamıyor ve kimseye kabul ettiremez, haydi böyle de olsa, madem bu yirmi
senede hiçbir vukuatımız gösterilmiyor, ve hükümet ele bakar, kalbe bakamaz ve herbir
hükümette şiddetli muhalifler bulunur; elbette yine adliye kanunu ile bizi mes'ul etmezsiniz.
Son sözüm
ْ ْ ُّ ‫ت وَهُوَ َر‬ َ َ
[‫يم‬
ِ ِ ‫ش العَظ‬ِ ‫ب العَْر‬ ُ ْ ‫ه اِل ّ هُوَ ع َلَيْهِ تَوَك ّل‬ ّٰ ‫ى‬
َ ٰ‫الل ُهه ل َ اِل‬ َ ِ ‫سب‬
ْ ‫ح‬
َ ]
Said Nursî

[‫ه‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ ِ‫مه‬
ِ ‫س‬
ْ ‫]بِا‬
Aziz Sıddık Kardeşlerim.. Eskişehir hapishanesinde gizli kalmış, ve resmen zabta
geçmemiş müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve latif bir vâkıa-i müdafaayı
beyan ediyorum.
Orada benden sordular: "Cumhuriyet hakkında fikrin nedir? "Ben de dedim: (Eskişehir
mahkeme reisinden başka) sizler daha dünyaya gelmeden, ben, dindar cumhuriyetçi
olduğumu, elinizdeki tarihçe-i hayatım isbat eder. Hülasası şudur.
O zaman, şimdiki gibi, bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu, ben
de tanelerini karıncalara veriyordum, ekmeğimi onun suyu ile yiyordum. İşitenler benden
soruyordular, ben de diyordum: "Bu karınca ve arı milletleri, cumhuriyetçidirler, onların
cumhuriyet-perverliklerine hürmeten tanelerini karıncalara veriyorum. Sonra dediler: "Sen,
selef-i sâlihine muhalefet ediyorsun?" Cevaben diyordum:
"Hulefa-i Raşidinin; herbiri hem halife, hem Reis-i Cumhur idi. Sıddîk-ı Ekber Aşere-i
Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve
resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer'iyeyi taşıyan, manasıyla
202

dindar cumhuriyetin reisleri idiler." İşte ey müdde-i umumî ve mahkeme azaları: Elli seneden
beri, bir fikrimin aksiyle beni ittiham ediyorsunuz. Eğer lâik hükümet soruyorsanız; ben
biliyordum ki, lâik manası, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve
sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükümet telakki ederim.
On senedir (şimdi yirmi sene oluyor), hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hükümet-i
cumhuriye ne hal kesbettiğini bilmiyorum. El'iyazubillah, farz-ı muhal olarak eğer dinsizlik
hesabına, imanına ve ahiretine çalışanları mes'ul edecek kanunları yapan ve kabul eden
dehşetli bir hale girmiş ise, bunu size bila-perva ilan ve ihtar ederim ki: Bin canım olsa,
imanıma ve ahiretime feda etmeğe hazırım. Ne yaparsanız yapınız. Benim son sözüm [
ُ ‫م الْوَكِي‬
‫ل‬ َ ‫ه وَنِعْه‬ ّٰ ‫سبُنَا‬
‫الل ُ ه‬ ‫ح ْه‬
َ ] dir. Sizin beni idam ve ağır ceza ile zulmen mahkum
etmenize mukabil derim: Ben, Risale-i Nur'un keşf-i kat'isiyle idam olmuyorum, belki terhis
edilip, nur ve saadet alemine gidiyorum. Ve sizi, ey dalalet hesabına bizi ezen bedbahtlar; sizi
idam-ı ebedi ile ve daimi haps-i münferid ile mahkum bildiğimden ve gördüğümden,
tamamiyle intikamımı sizden alarak, kemal-i rahat-ı kalb ile teslim-i ruh etmeye hazırım.
Said Nursî

[‫ه‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ ِ‫مه‬
ِ ‫س‬
ْ ‫] بِا‬
Mahkemede son sözüm. Efendiler,
Çok emarelerle kat'i kanaatim gelmiş ki; hükümet hesabına, bize "hissiyat-ı diniyeyi
alet ederek emniyet-i dahiliyeyi ihlal edeceğimiz" için hücum edilmiyor. Belki bu yalancı
perde altında, zındıka hesabına, bizim imanımız için ve imana ve emniyete hizmetimiz için
hücum ediliyor, çok hüccetlerinden bir hücceti şudur ki:
Yirmi sene zarfında, Risale-i Nur'un yirmi bin nüshalarını veya parçalarını yirmi bin
âdemler okuyup kabul ettikleri halde, Risale-i Nur'un şakirdleri tarafından, emniyetin ihlâline
dair, hiçbir vukuat olmamış ve hükümet kaydetmemiş ve eski ve yeni iki mahkeme bulmamış.
Halbuki, böyle kuvvetli propaganda, yirmi günde vukuatlarla kendini gösterecekti. Demek
hürriyet-i vicdan prensibine zıd olarak, bütün dindar nasihatçılara şamil, lastikli bir kanunun
yüzaltmış üçüncü maddesi, sahte bir maskedir. Zındıklar, hükümeti iğfal ederek, ve adliyeyi
şaşırtıp, bizi herhalde ezmek istiyorlar.
203

Madem hakikat budur, biz de bütün kuvvetimizle deriz: Ey dinini dünyaya satan ve
küfr-i mutlaka düşen bedbahtlar! Elinizden ne gelirse yapınız. Dünyanız başınızı yesin.. ve
yiyecek. Yüzer milyon kahraman başlar feda oldukları bir kudsi hakikata, başımız dahi feda
olsun. Her cezanıza ve idamınıza hazırız. Hapsin harici, bu vaziyette, yüz derece dahilinden
daha fenadır.
Bize karşı gelen, böyle bir istibdad-ı mutlak altında hiçbir hürriyet, yani ne hürriyet-i
ilmiye, ne hürriyet-i vicdan, ne hürriyet -i diniye olmadığından, ehl-i namus ve diyanete ve
tarafdar-ı hürriyet olanlara, ya ölmek veya hapse girmekten başka çaresi kalmaz. Bizde
[‫ن‬
َ ‫جعُو‬ِ ‫ ] اِنَّا ّل ِٰله ِه وَ اِنَّا اِلَيْهِ َرا‬diyerek, Rabbimize dayanıyoruz.
Mevkuf Said Nursî

[‫ه‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ ِ‫مه‬
ِ ‫س‬
ْ ‫]بِا‬
Mahkeme Reisi Ali Rıza Bey Efendi,
Hukukumu müdafaa etmek için, ehemmiyetli bir talebim ve ricam var. Ben yeni
harfleri bilmiyorum ve eski yazım da pek nâkıstır, hem beni başkalarıyla görüştürmüyorlar,
âdeta tecrit-i mutlak içindeyim. Hatta iddiânâme, onbeş dakikadan sonra benden alındı.Hem
avukat tutmaya iktidarım yok. Hatta size takdim ettiğim müdafaatımı, çok zahmetle, bir
kısmını gizli olarak, ancak yeni harfle bir suretini alabildim. Hem Risale-i Nur'un bir nev'i
müdafaası ve mesleğinin hülasası olan, Meyve Risalesinin bir suretini, müdde-i umumîye
vermek ve bir iki suretini Ankara makamatına göndermek için yazdırmıştım. Birden onları
elimden aldılar, daha vermediler. Halbuki Eskişehirin adliyesi, bize bir makinayı hapse
göndermişdi. Biz müdafaatımızı onda, yeni harfle bir iki nüsha yazdık. Hem o mahkeme dahi
yazdı.
İşte ehemmiyetli talebim: ya bize bir makineyi siz veriniz veya bize müsaade ediniz,
biz celbedeceğiz. Ta ki, hem müdafaatımı, hem Risale-i Nur'un müdafaanamesi hükmünde
olan risalenin, yeni harfle iki üç suretini alıp, hem Adliye Vekâletine, hem hey'et-i vekileye,
hem büyük millet meclisine, hem şûra-yı devlete göndereceğiz. Çünki, iddianamede bütün
esas Risale-i Nur'dur ve Risale-i Nur'a aid dava ve itiraz, cüz'i bir hadise ve şahsi bir mes'ele
değil ki, çok ehemmiyet verilmesin. Belki bu milleti ve bu memleketi ve bu hükümeti ciddi
alakadar edecek ve dolayısıyla Âlem-i İslâmın nazar-ı dikkatini ehemmiyetli bir surette
celbedecek bir külli hadise hükmünde umumi bir meseledir.
Evet, Risale-i Nur'a perde altında hücum eden, ecnebi parmağıyla bu vatandaki
milletin, en büyük kuvveti olan Âlem-i İslâmın teveccühünü ve muhabbetini ve uhuvetini
kırmak ve nefret verdirmek için, siyaseti dinsizliğe âlet ederek, perde altında küfr-i mutlakı
yerleştirenlerdir ki, hükümeti iğfal
204

ve adliyeyi iki defadır şaşırtıp, ve der: "Risale-i Nur ve şakirdleri, dini siyasete âlet eder,
emniyete zarar ihtimali var." Hey bedbahtlar!
Risale-i Nur'un, gerçi siyasetle alakası yoktur, fakat küfr-i mutlakı kırdığı için, küfr-i
mutlakın altı olan anarşiliği ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasıyle bozar, reddeder. Ve
Emniyeti, asayişi, hürriyeti, adaleti te'min ettiğine yüzer hüccetlerinden birisi, bu
müdafaanamesi hükmündeki Meyve Risalesidir. Bunu, âli bir hey'et-i ilmiye tetkik etsinler,
eğer beni tasdik etmezlerse, ben her cezaya ve işkenceli idama razıyım.
Said Nursî

[‫ه‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ ِ‫مه‬
ِ ‫س‬
ْ ‫]بِا‬
Reis Beyefendi,
Kararnamede [üç madde] esas tutulmuş. Birisi: Cemiyettir. Ben buradaki bütün Risale-
i Nur şakirtlerini ve benimle görüşenleri veya okuyan ve yazanlarını ayniyle işhad ediyorum,
[onlardan sorunuz ki], ben hiçbirisine dememişim: " Bir cemiyet-i siyasiye veya cemiyet-i
nakşiye teşkil edeceğiz." daima dediğim budur: Biz, imanımızı kurtarmağa çalışacağız.
Umum ehl-i iman dahil oldukları ve üç yüz milyondan ziyade efradı bulunan, bir mukaddes
cemaat-i islamiyeden başka, mabeynimizde medar-ı bahs olmadığını ve Kur’ânda "
Hizbullah" nâmı verilen ve umum ehl-i imanın uhuvvet cihetiyle kendimizi, Kur’ân'a
hizmetimiz için Hizb-ül Kur’ân, Hizbullah dairesinde bulmuşuz. Eğer kararnamede bu mânâ
murad ise, bütün ruhumuzla, kemal-i iftihar ile itiraf ederiz. Eğer başka mânâlar murad ise,
onlardan haberimiz yoktur.
[İkinci Madde]: Kararnamenin itirafıyla, Kastamonu zabıtasının rapor ve tasdikiyle,
hiç neşrolunmayacak tarzda odun ve kömür yığınları altında ve mıhlı sandıklarda bulunan ve
Eskişehir mahkemesinin tedkikinden ve tenkidinden geçen ve bir hafif cezayı çektiren ve
mahrem tutulan " Tesettür Risalesi " ve " Hücumat-ı Sitte ve Zeyli " risalesi gibi kitaplardan
bazı cümlelerine yanlış mana vererek, dokuz sene evvelki zamana bizi götürüp, cezasını
çektiğimiz suçuyla mes'ul etmek istiyor.
[Üçüncü Madde]: Kararnamede kaç yerinde: " Devletin emniyetini ihlâl edebilir ve
yapabilir." gibi tabirlerle imkânat, vukuat yerinde istimal edilmiş. Herkes, mümkündür ki bir
katl yapsın, bu imkân ile mes'ul olabilir mi ?
Mevkuf Said Nursî
205

َ
‫ه‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ ِ‫مه‬
ِ ‫س‬
ْ ‫مدِهِ ]بِا‬
ْ ‫ح‬
َ ِ‫ح ب‬ َ ُ ‫ئ اِل ّ ي‬
ُ ِّ ‫سب‬ َ ‫ن‬
ٍ ْ ‫شي‬ ْ ‫م‬
ِ ‫ن‬
ْ ِ ‫]وَ ا‬
Eski Said'in matbu' "Lemaat" başındaki acib imzası az tağyir ile şimdiki halime ve
yetmişinci sene-i ömrüme tam muvafık gelmesi cihetiyle yazdım. Münasib görürseniz hem
müdafaatın, hem Meyve'nin, hem küçük mektubların âhirinde imza yerinde yazarsınız.
[‫عى‬ ِ ‫]اَلدَّا‬
Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde Said'den
Altmış dokuz emvat bâ-âsam âlâma
Yetmişinci olmuştur, o mezara bir mezar taş,
Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâm'a
Ümidim var ki, istikbal semavatı zemin-i Asya, bâhem
Olur teslim yed-i beyza-i İslâma
Zira yemin-i yümn-i imandır; te’min eder.
Emn-i eman emniyeti enâma.

Said Nursî

[‫ه‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ ِ‫مه‬
ِ ‫س‬
ْ ‫]بِا‬
Elmas Kalemli, Altın Başlı, Mu'cizeli Kur’ân'ın Kâtibi Hüsrev'in mutâbık bir fıkrasıdır.
Risale-i Nur'un kerametlerindendir ki, Üstadımız: çok defa risalelerde (Ey mülhidler
ve ey zındıklar Risale-i Nur'a ilişmeyiniz. Eğer ilişirseniz, yakından sizi bekleyen belalar, sel
gibi başınıza yağacaktır.) diye on seneden beri, kerratla söylüyorlardı. Bu hususta şahit
olduğumuz felaketlerden:
206

[Birincisi]: Dört sene evvel, Erzincan'da ve İzmir civarında vukua gelen hareket-i arz
olmuştur. O vakitler münafıklar desiselerle, Isparta mıntıkasında Sav, ve Kuleönü ve civarı
köylerdeki Risale-i Nur talebelerine iliştiler. Otuz, kırk kadar Risale-i Nur talebelerini"
Camiye gitmiyorsunuz, takke giyiyorsunuz, tarikat dersi veriyorsunuz." diye, mahkemeye
sevk etmişlerdi. Cenab-ı Hak İzmir civarını ve azerileri ve civarındaki halkı, dehşetler içinde
bırakan zelzelelerle, Risale-i Nurun bir vesile-i def-i bela olduğunu gösterdi. Bu Zelzeleden
sonra, mahkemeye sevk edilmiş olan o kardeşlerimizin hepsi, beraat ettirilerek kurtulmuşlardı.

[İkincisi]: Yine vakit vakit, Risale-i Nur talebelerinin arkalarında koşmakta devam
eden mülhidler, hatt-ı Kur’ân ile çocuk okuttuklarını bahane ederek, Isparta'da müteveffa
Mehmet Zühtü ile, Sav karyesinden müteveffa Hafız Mehmet isminde iki Risale-i Nur
talebesine hücum etmişler. Çocuklar bu iki kardeşimizin evlerinden alınan Risale-i Nur
eczalarıyla birlikte mahkemeye sevk edilmiş. Merhum Mehmet Zühtü, para cezasıyla
mahkum edilmek istenilmiş, neticede merkezi Erbaa ve Tokat'ta vukua gelen ikinci bir
korkunç zelzele ile, Cenab-ı Hak Risale-i Nur bir vesile-i def-i bela olmakla, şakirtlerine
yardım ederek, üstadlarının verdiği haberin sıhhatini tasdik etmek için, o kardeşimizi beraat
ettirmiş ve alınan bütün Risale-i Nur eczalarını kendilerine iade ettirmiştir.
[Üçüncüsü]: İçinde bulunduğumuz Denizli Hapishanesindeki musibetimizin, başımıza
gelmesine sebeb olan o münafıklar, Rumi binüçyüz elli dokuz senesinde, tekrar başta sevgili
üstadımız olduğu halde, bize ve Risale-i Nur'a hücum ettiler. Bir kısmımızı Isparta'dan
topladılar. Bir kısmını Çivril'den Isparta'ya getirdiler. Sevgili üstadımızı da, yalnız olarak
Kastamonu'dan Isparta'ya sevk ettiler. Daha başka vilâyetlerden de arkadaşlarımız Isparta'ya
getirilmişti. Ehl-i garazın iğfaline kapılan Isparta adliyesi, Risale-i Nur'un gâyesi haricinde
bulunan cephelerde, bizce manası olmayan ittihamlar altında bizi sıkıyordu. Bilhassa
kıymettar üstadımızı daha çok tazyik ettikleri vakit, üstadımıza lüzumlu lüzumsuz, birçok
sualler açan Isparta müddeimumisinin, " Bu belalar dediğin nedir, " diye olan sualine cevaben:
"Evet" demiş. (Zındıklar eğer Risale-i Nur'a ve şakirdlerine ilişseler, yakından bekleyen
belaların, hareket-i arz suretiyle geleceğini.) söylemişti. Daha sonra bizi Denizli'ye sevk
ettiler. Kastamonu, İstanbul, Ankara dahil olmak üzere, on vilâyetten adliyelere sevk edilen
yüzü mütecaviz
207

Risale-i Nur talebelerinin bir kısmı bırakılmış, yetmiş kişiden ibaret olan diğer bir kısmı da,
Denizli'de medrese-i Yusufiyede bulunuyorduk. Bizim bütün müracaatlarımıza sudan cevab
veriliyor, sevgili üstadımız daha çok tazyik ve sıkıntı içerisinde yaşattırılıyor, ufunetli,
rutubetli, zulmetli havasız bir yerde bütün bütün konuşmaktan ve temastan menedilmek
suretiyle, hapis-i münferidde ve komşusunda bulunan daha genç yaşlarında iken âdem
öldürmek hırsızlık etmek kız kaçırmak gibi en şeni’ suçlardan dolayı mahkum edilmiş ahlakı
terbiyelerinden soyulmuş gençler arasında azap çektiriliyordu.
İşte bu sıralarda, Denizli zindanının bu dehşetli ızdıraplarını geçirmekte idik. Allah'tan
başka hiç bir istinadgahları bulunmayan bu biçarelerin, bir kısmı Kastamonu'dan diğer bir
kısmı İnebolu'dan diğer bir kısmı da İstanbul'dan henüz gelmemişlerdi. Bu vatanın her
köşesinde bulunan ve hak ve hakikat için çırpınan ve saf kalpleriyle necatları için Rabb-ı
Rahimlerine iltica eden pek çok masumların, semavatı delip geçen ve arş-ı Rahmana dayanan
âhları boşa gitmedi. Allahu zülcelâl hazretleri, o mübarek üstadımızın Isparta'da söylediği,
masumları cennete götüren zâlimleri cehenneme yuvarlayan dehşetli bir diğer zelzeleyi
gönderdi.Karşısında Risale-i nur,müdafaa vaziyetinde bulunmamasından Çok haneler harap
oldu, çok insanlar enkaz altında ezildi. Çokları sokak ortalarında kaldı. Henüz
memleketlerinin hapishanelerinde bulunan kardeşlerimizden Kastamonudan Mehmet Feyzi
Sâdık, Emin, Hilmi ve İnebolu'dan Ahmet Nazif, denizli hapishanesine sevk edildiklerinde,
şu malumatı verdiler:Zelzele tam gece saat sekizde başladı. Bütün arkadaşlar ّ‫هه اِل‬
َ
َ ٰ‫ل َ اِل‬
‫الل ُهه‬
‫ه‬ ّٰ zikrine devam ediyorduk. Zelzele bütün şiddetiyle devam etmekte idi. O sırada
hatırımıza geldi,risale-i nuru aşkla ve bir saikle, üç beş defa şefaatçi ederek, Cenab-ı Hak'tan
hâlâs istedik. Elhamdülillah derhal sakin oldu. Kastamonu ise; o gece kal’adan kopan çok
büyük bir taş aşağı yuvarlanmış bir haneyi ezmiş, tekrar kalkıp bitişiğindeki hanenin
üzerinden atlayarak, diğer bir hanenin üzerine düşmüş onu da ezmiş. Bir Çok hanelerde
yarıklar çıkıklıklar olmuş. Birkaç ev çökmüş, Hükümet binası yarılmış. Daha bunun gibi
hasarat ve zaiyat olmuş. Fakat zelzele hergün olmak suretiyle bir müddet devam etmiş.
Tosya'da bin beş yüz ev harab olmuş. Ölü ve yaralı çok fazla imiş. Kargı, ve Osmancık
tamamen, Ladik ve sair mahallerde zayiat fazla miktardaymış. İnebolu'da bir minarenin alemi
eğrilmiş, ufak tefek çatlaklar olmuş, hasarat ve zayiat olmamış.

Doğrudur, Ahmet Nazif Doğrudur, Emin Doğrudur, Sadık Doğrudur, Mehmet Feyzi
208

[Dördüncüsü]: Üçüncü olan bu hareket-i arzdan sonra, yine Risale-i Nur'a ve


talebelerine ve müellifine hücum eden ehl-i garazın sözlerini dinleyen adliye, aynı tarzda bizi
sıkmakta devam ediyordu. Zındıka taraftarları mübarek üstadımızın ihbarları olan ve Risale-i
Nur'un büyük kerametlerinden olup, zelzele eliyle gelen beliyelere ehemmiyet vermek
istemiyorlardı.
Risale-i Nur'un ilahi ve Kur’âni hakikatlarına karşı cephe alan bu zümre-i münafıkînin
başlarına bir dördüncü tokat daha geldi. Garibi şu ki, biz şubatın üçüncü günü mahkemeye
çağrılmıştık. Izdırap ve elemleri içinde yüreklerimizi ağlatan hastalıklı haliyle, kendisinden
sorulan suallere cevab vermek için, altmışbeş kadar talebesinin önünde ayağa kalkan mübarek
üstadımızın cevabları arasında, (o zındıkların dünyaları başlarını yesin ve yiyecek.) kelimeleri
tekrar tekrar heyet-i hakimenin yüzlerine karşı ağzından dökülüyordu. Birkaç defa
mahkemeye gidip geldikten sonra 7 şubat 944 tarihli İstanbul'da münteşir, Hemşehri isminde
bir gazete elime geçti. Gazete okumaya ve radyo dinlemeye hevesli olmamaklığımla beraber,
yirminci asrın medenileriyiz diyerek, bugünkü terakkiyat-ı beşeriyeyi kendilerinden bilen,
Allah'ı unutan, ahirete inanmayan insanların başlarına Cenab-ı Hak'kın motorlu vasıtalar
eliyle, nasıl ateşler yağdırdığını, o münkirlerin dünkü cennet hayatlarının, bugünde cehennemi
hâlât içinde nasıl geçmekte olduğunu bilmek ve Risale-i Nur'un bereketiyle, Anadolu'yu bu
dehşetli ateş yağmurundan nasıl muhafaza etmekte olduğunu görmek ve şükür etmek
hâletinden gelen bir merakla bazı bu gibi havadisleri sorardım ve dinlerdim.
İşte bu gazetenin de harp boğuşmalarının resimlerine bakıyordum. Nazarıma çarpan
büyük yazı ile yazılmış bir sütunda, anadolunun yirmi bir vilâyetini sarsan ve şubatın birinci
gününün gecesinde, sabaha karşı herkes uykuda iken vukua gelen ve pekçok zayiata mal olan
dehşetli bir zelzeleyi haber veriyordu. Derhal şubatın üçünde mahkemede, sevgili üstadımızın
hey'et-i hâkimiye (Zındıkların dünyaları başlarını yesin ve yiyecek.) diye, tekrar tekrar
söylediği sözlerini hatırladım, eyvah dedim. "Risale-i Nur, ıslah eder, ifsad etmez. İmar eder,
harap etmez. Mes'ud eder, perişan etmez." diye söylerken aksiyle bizi ve Risale-i Nur'u
ittiham etmek. Hâlıkın hoşuna gitmiyor, dedim. İşte merkezi Gerede, ve Bolu, ve Düzce olan
bu kanlı zelzele, Risale-i Nur'un dördüncü bir kerameti idi. Bu gazete şu malumatı veriyor:
Ankara, Bolu, Zonguldak, Çankırı İzmit vilâyetlerinde fazla kayıplar varmış. Gerede'de iki
bin ev yıkılmış, yıkılmayan evler de oturulmayacak derecede
209

harab olmuş. Binden fazla ölü varmış. Enkaz altından mütemadiyen ölü çıkarılıyormuş
Düzce'de zarar çokmuş, ölü ve yaralıların miktarı malum değilmiş. Ankara'da yüzotuz ölü ve
bir o kadar da yaralı varmış. Bine yakın ev yıkılmış. Debbağhanede iki ev çökmüş, Bazı
köylerde sarsıntıyı müteakip yangınlar olmuş. İlk sarsıntı çok kuvvetli olmuş, sarsıntıyı
yeraltından gelen bir takım gürültüler takip etmiş. Bolu'dan ve diğer yerlerin köylerinden bir
hafta geçtiği halde henüz malumat alınamıyormuş. Diğer bir yerde ikiyüz ev yıkılmış onbir
ölü varmış. Bolu ile telgraf ve telefon hatları kesilmiş, zelzele mıntıkasında şiddetli bir kar
fırtınası hüküm sürüyormuş. İzmit'te zelzele olurken şimşekler çakmış, şehir bir kaç saniye
aydınlık içinde kalmış. Birçok yerlerde halk, çırılçıplak sokaklara fırlamış. Dünyanın bütün
rasathaneleri, bu büyük Anadolu zelzelesini kaydetmiş. Bir İngiliz rasathanesi, sarsıntının çok
harab edici olduğunu bildirmiş. Sinop'ta aynı günde çok korkunç bir fırtına olmuş. Gök
gürültüleri ve şimşeklerle gittikçe şiddetini artırmış.
Daha sonra başka bir gazetede tamamlayıcı ve hayret verici şu malumatları gördüm.
Zelzeleden evvel kediler, köpekler üçer-beşer toplanmışlar, düşünceli gibi, hüzünlü gibi, alık
alık birbirine bakarak bir müddet beraber oturmuşlar, sonra dağılmışlar. Gerek zelzele olurken
ve gerek olmadan evvel ve olduktan sonra da, bu hayvanlardan hiçbirisi görülmemiş.
Kasabalardan uzaklaşarak kırlara gitmişler. Bir garibi de şu ki; bu hayvanlar, isyanımızdan
mütevellid olarak başımıza gelen felaketleri lisan-ı halleriyle haber verdiklerini yazıyorlar da,
biz anlamıyoruz diye taaccüb ediyorlar.
İşte üstadımız Bediüzzaman hazretleri uzun senelerden beri, (Zındıklar Risale-i Nur'a
dokunmasınlar ve şakirdlerine ilişmesinler. Eğer dokunurlar ve ilişirlerse, yakından bekleyen
felaketler, onları yüz defa pişman edecek.) diye, Risale-i Nur ile haber verdiği yüzler hadisat
içinde, işte zelzele eliyle doğruluğunu imza ederek gelen dört hakikatlı felaket daha. Cenab-ı
Hak bize ve Risale-i Nur'a taarruz edenlerin kalblerine iman, ve başlarına hakikatı görecek
akıl ihsan etsin. Bizleri bu zindanlardan, onları da bu felaketlerden kurtarsın. Âmin.

Mevkuf Hüsrev
210

َ
‫ه‬
ِ ِ ‫مد‬
ْ ‫ح‬
َ ِ‫ح ب‬ َ ُ ‫ئ اِل ّ ي‬
ُ ِّ ‫سب‬ َ ‫ن‬
ٍ ْ ‫شي‬ ْ ‫م‬
ِ ‫ن‬
ْ ِ ‫ه وَ ا‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ ِ‫مه‬
ِ ‫س‬
ْ ‫بِا‬
Aziz Kardeşlerim, Bu fecirde birden bu fıkra ihtar edildi..
Evet ben de, Hüsrev'in zelzele hakkında tafsilen yazdığı keramet-i nuriyeyi tasdik
ediyorum ve kanaatim de o merkezdedir. Çünkü Risale-i Nur'a ve şakirdlerine, dört defa
şiddetli taarruzların aynı zamanında dört defa dehşetli zelzelenin hücumu, ve tam tamına
tevafukları tesadüfi olmadığı gibi, Risale-i Nur'un iki merkez-i intişarı olan Isparta ve
Kastamonu'nun sair yerlere nisbeten afattan mahfuz kalmaları ve (sure-i Ve-l Asr)ın işaretiyle,
âhirzamanın en büyük bir hasaret-i insaniyesi olan, bu harb-i umumiden çare-i necat ise, iman
ve amel-i salih olmasından, Risale-i Nur'un Anadolu'nun her tarafında iman-ı tahkikiyi neşri
zamanına tevafuku ve Anadolu'nun fevkalâde olarak bu hasaret-i azime-i harbiyeden
kurtulmasına cifir ve ebced hesabıyla aynen zamanına tam tamına tevafuku dahi tesadüfi
olamaz. Hem Risale-i Nur'un hizmetine zarar verenlere veya hizmette kusur edenlere, aynı
zamanda gelen şefkat veya hiddet tokatlarının yüzer vukuatları, tam tamına tevafukları,
tesadüfi olmadığı gibi, Risale-i Nur'a hüsn-i hizmet edenlerin, hemen hemen bilâ-istisna
maişetinde vüs'at ve bereket ve kalbinde meserret ve rahat görmelerinin, binler hâdiseleri dahi
tesadüfi olamaz.
Said Nursî

[Elmas kalemli kahraman Hüsrev'in zelzele hakkındaki fıkrasını


tasdik eden Emirdağındaki bir hâdise]
[‫ه‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ ِ‫مه‬
ِ ‫س‬
ْ ‫]بِا‬
‫ه‬ ّٰ ‫ة‬
ُ ُ ‫الله ِه وَ بََركَات‬ ُ ‫م‬
َ ‫ح‬ ْ ُ ‫م ع َلَيْك‬
ْ ‫م َر‬ َّ ‫اَل‬
ُ َ ‫سل‬
Aziz, Sıddık Kardeşlerim,

Evvelen; şimdi tam tahakkuk etti ki, zelzele Risale-i Nur ile alâkadardır. Hüsrev'in
müdafaatımda yazılan dört zelzele mes'elesini tasdik eden, bu geceki dört defa şiddetli
zelzele, bana ve nurlara ve bu memlekete kat'i bir sû-i kasd eseri olarak, hükümet içinde
hizmetçime bağırarak, tahkirkârâne ihanet ve şetm edip, "git ona söyle" diyen ve kaymakamın
emr-i cebriyle, hasta da olsa buraya getiriniz, bekçilere ve jandarmalara emir veren ve
Afyon'un perde altındaki büyük me'mura valisine dayanan bir bedbaht, hem Nur şakirdlerinin
şevklerine, hem nurların burada yazılmasına, hem bana ehemmiyetli sıkıntı vermesi, aynı
vakitte böyle burada görülmeyen bu şiddetli zelzelenin gelmesi, gösteriyor ki; Risale-i Nur bir
vesile-i def-i belâdır. Tatile uğradıkça belâlar fırsat bulup gelir.

Kardeşiniz Said Nursî


211

[‫ه‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ ِ‫مه‬
ِ ‫س‬
ْ ‫]بِا‬
Efendiler,
Her hükûmetin adliyesinin, kanunundan başka bir istinadgâhı yoktur. Ve onun adliyesi,
her bir merkezde aynı kanun ile amel eder. Ve yüz cinâyeti bulunan bir âdemin dahi, müdafaa
hakkı vardır. Ve O hakkından men'edilmez. Ve bu memlekette madem Kur’ân serbesttir.
Kur’ân'ın hakikatlerini küfre karşı müdafaa etmek vazifesi, yasak edilmedi, biliyordum.
Halbuki; bu altı aydır, beni konuşmaktan ve görüşmekten kanunsuz olarak men'ettiler. Ve
Eskişehir hapsinde, adliye malumatı altında, müdafaattan başka on risale daha te'lif ettim. Ve
müteaddid nüshalar yazıldığı halde, bize kanun cihetinde ilişmediler. Burada ise, yeni harf
bilmediğimden, mecburiyetle eski yazı ile müdafaatımı yazdım. Benim yazım pek nakıs,
herkes okuyamaz, diye başkalara yazdırdım.
Risale-i Nur mes'elesi, hem hükümeti, hem âlem-i islâmı tam alakadar edecek bir
umumi hadise hükmünde bulunmasıyla, hem benim ve arkadaşlarımın (mes'elenin vahdeti
haysiyetiyle) bir müdafaanamemizin ve Risale-i Nur'un mahiyetini gösteren o hakikatları,
cerh edilmez diye isbat eden ve onun bir nev'i müdafaanamesi hükmünde bulunan Meyve
Risalesinin, herbirinden üç dört nüsha yazdırmıştım. Tâ ki hem burada adliyeye ve Ankara
makamatına vereyim. Birden onları kanunsuz olarak, evrak-ı muzırra gibi elimden aldılar,
daha vermediler. Sonra çok yalvardık, bize bir makinayı müsaade ediniz. Ta hakkımızı
müdafaa edeceğiz. Kanunsuz olarak müsaade etmediler. Ben mecburiyetle, temas edemediğim
arkadaşlar vasıtasıyla, yeni huruf ile üç nüsha yazdırdım. Biri Ankara ağır ceza mahkemesine
ki; evraklarımız ve kitaplarımız oraya gönderilmiş. Birisi de Reis-i Cumhura, diğer biri de,
Diyanet işleri riyasetine göndermek için hazırladık. Fakat makine ve serbestiyet verilmediği
için, el yazısı müşevveş ve noksan ve okunmaz diye, onların okunmasına yardım etmek
fikriyle, iki alâkadar me'murlara söyledik, müsaade yüzü gösterdiniz. Madem kitaplarımız
eski harfle, Ankara'ya mahkemeye gönderildi. Biz dahi yeni harf ile, eski harf ile iki müdafaa
göndereceğiz, diye hapishane müdürüne verdik. O da sabahleyin dedi; eski harf ile yasaktır.
Ben daha bunları size veremem diye kanunsuz müsadere etti. Ben dedim; bütün buradaki
arkadaşlarımın müdafaası hükmündedir. Çünki mes'ele birdir. Her birinin elinde hakkını
müdafaa etmek için bulundurmak, kanunen haklarıdır. Hem madem altı aydan sonra, şimdi
makineye müsaade ettiniz. Tashihli nüshalardan bir nüshayı, makamata verilmek için makine
ile yazacağız ve bir nüshayı da bana veriniz ki, onun ile
212

tashih edeyim diye çok ısrar ettim. Yalnız bir nüsha bana verdi. Ötekileri müsadere etti
vermedi. Halbuki, kendisinin itirafıyla ayn-ı hakikat olduğunu söyledi.
Reis-i Cumhura ve ağır ceza mahkemesine ve büyük millet meclisine yazılan ayn-ı
hakikat bir müdafaaname risalesini müsadere etmek için, dünyada hiçbir kanun olamaz ve
ihtimal vermiyordum. Hem aynı mes'elede, müşterek âdemlerin ellerinde, o müşterek
müdafaaname bulunmasının yasak olması, hiçbir hükümetin kanununda yoktur ve olmaz
biliyorum. Biz böyle hilâf-ı kanun mes'elelere hedef olmuşuz. Şimdiye kadar sabrettik,
sabrımız kalmadı.

Said Nursî

[‫ه‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬ُ ِ‫مه‬ ِ ‫س‬
ْ ‫]بِا‬
Risale-i Nur'un hukukunu müdafaa etmek için, ehemmiyetli bir talebim ve bir ricam
var. Risale-i Nur, umum âlem-i İslâma taalluk edecek hakaiki cami' olduğundan, muhakkik
ulemalardan ve feylesoflardan ehl-i vukuf bir hey'et-i ilmiyeyi teşkil edip, (gâyet mahremler
mahdud bir iki risale hariç olarak) bütün risalelerimi tetkik için, Denizli Ağır Ceza
mahkemesi, Ankara Ağır Ceza mahkmesine sevk etmiştir. Bu memlekete maddi ve manevi
(R.A.)
bereketi ve fevkalade hizmeti, otuz üç âyât-ı Kur’âniyenin işârâtiyle ve İmam-ı Ali 'nin üç
(K.S.)
keramat-ı gaybiyesiyle ve Gavs-ı A'zamın kat'i ihbarıyla, tahakkuk etmiş olan Risale-i
Nur'a aid dava ve itiraz cüz'i bir hâdise ve şahsi bir mes'ele değil ki, ehemmiyet verilmesin.
Belki bu milleti ve bu memleketi ve hükümeti ciddi alakadar edecek, ve dolayısıyla âlem-i
islâmın nazar-ı dikkatini ehemmiyetli bir surette celb edecek bir küllî hâdise hükmünde
umumi bir mes'eledir.
Evet Risale-i Nur'a perde altında hücum edenler, ecnebi parmağıyla bu vatandaki
milletin en büyük kuvveti olan âlem-i islamın teveccühünü muhabbetini ve uhuvvetini kırmak
ve nefret verdirmek için, siyaseti dinsizliğe âlet ederek, perde altında küfr-i mutlakı
yerleştirenlerdir ki; hükûmeti iğfal ve adliyeyi iki defadır şaşırtıp der: Risale-i Nur ve
şâkirdleri dini siyasete âlet eder. Emniyete zarar ihtimali var. Risale-i Nur'un gerçi siyasetle
alakası yoktur, fakat küfr-i mutlakı kırdığı için, küfr-i mutlakın altı olan anarşiliği ve üstü olan
istibdad-ı mutlakı esasıyla bozar, red eder. Emniyeti, asayişi hürriyeti, adaleti te'min ettiğine,
yüzer hüccetlerinden bu müdafaanamesi hükmündeki Meyve Risalesini takdim ediyorum.

Said Nursî
213

[‫ه‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ ِ‫مه‬
ِ ‫س‬
ْ ‫]بِا‬
Aziz Sıddık Kardeşlerim,
Bize ihbar edene ve yazana zarar gelmemek için, şimdilik ehl-i vukufun ittifak ile
verdikleri kararlarını size göndermiyeceğim. Bu ehl-i vukuf bütün kuvvetiyle bizi kurtarmak
ve ehl-i dalâlet ve bid'iyatın şerrinden muhafaza etmek için çalışmışlar. Bizi bize İsnad edilen
bütün suçlardan tebrie ediyorlar. Ve Risale-i Nur'dan tam ders aldıklarını ihsas edip, Risale-i
Nur'un ilmî ve imanî kısmını ekseriyet-i mutlaka ile vâkıfâne yazıldığını ve Said ise, hem
samimi, hem ciddi kanaatlarını beyan ederek, ondaki kuvvet ve iktidar isnad edildiği gibi,
tarikat icadı veya cemiyet kurmak veya hükümetle mübareze etmek de değildir. Belki yalnız
Kur’ân'ın hakikatlarını muhtaçlara bildirmek kuvvet ve iktidarıdır diye, müttefikan karar
vermişler. Ve gayr-i îlmi tabir ettikleri mahremlere karşı demişler ki; bazen cezbeye ve şuurun
heyecanına ve ihtilâl-i ruhiyeye kapılmasından: bu eserlerle mes'ul olmamak lazım geliyor,
manasını fehm ediyorlar. Ve Eski Said ve Yeni Said tabirinde iki şahsiyet, ikincisinde
fevkalade bir kuvvet-i imaniye ve ilim ve hakikat-i Kur’âniye manasını vermişler, ve bir nev'i
cezbe ve ihtilâl-i dimağiye ihtimali var, demişler hem bizi şiddetli ta'biratın mes'uliyetinden
kurtarmak, hem muarızlarımızı okşamak için, (sem' ve basar) cihetinde (Hallüsinasyon)
hastalığı ihtimâli nazara alınabilir demişler. Onların bu ihtimalini esasıyla çürüten, ellerine
geçen ve bütün akılları geri bırakan Nur risaleleri ve bütün avukatlara hayret veren Müdafaa
ve Meyve Risaleleri kâfi ve vâfi bir cevabtır. Ben çok teşekkür ediyorum ki; bir hâdis-i şerifin
mazhariyeti bu ihtimal ile bana verilmiş.
Hem o ehl-i vukuf bütün kardeşlerimizi ve beni tam tebrie ediyorlar ve diyorlar: "
Said'in âlimane ve vâkıfane eserlerine iman ve âhiretleri için bağlanmışlar. Hiçbir cihette
hükûmete karşı su-i kasdlarına dair bir sarahat ve bir emare ne muhaberelerinde ve ne kitap ve
risalelerinde bulmadık." diye o hey'et ittifak ile karar verip, bir "Necati Feylesof" bir "Yusuf
Ziya Âlim" biri de "Yusuf Feylesof" namlarında üç zat imza etmişler.Lâtif bir tevafuktur ki;
biz bu hapse, kendimiz hakkında bir medrese-i Yusufiye ve Meyve Risalesi onun meyvesi
dediğimizden, bu iki Yusuf dahi perde altında, "biz dahi, o medrese-i Yusufiyedeki derslere
hissedarız diye." lisan-ı halleriyle ifade etmeleridir.
Hem cezbeye lâtif bir delilleridir ki; Otuzüçüncü Sözün, otuzüç pencereli ve Otuz
üçüncü Mektub gibi tabirleri, hem kendi kedisinin
214

“Yâ Rahim, Yâ Rahim” tesbihini işitmesi, hem kendini bir mezar taşı görmesi, cezbeye ve
"Hallüsinasyon" ihtimâline delil göstermişler.

Said Nursî

[‫ه‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ ِ‫مه‬
ِ ‫س‬
ْ ‫]بِا‬
Aziz Sıddık Kardeşlerim: Mâdem biz çok emarelerle inâyet altındayız. Ve mâdem
gâyet çok ve insafsız düşmanlara karşı, Risale-i Nur mağlub olmadı, Maarif vekilini ve halk
fırkasını bir derece susturdu. Ve madem bu kadar geniş bir sahada mes'elemizi pek ziyade
i'zam ile, hükûmeti telaşa düşürenler, her halde iftiralarını ve yalanlarını bir derece
setretmeğe, bahanelerle çalışacaklar. Elbette bize lâzım olan, kemal-i teslimiyetle sabır ve
temkinde bulunmak ve bilhassa inkisar-ı hayale düşmemek ve bazen ümidin hilâfı zuhur ile
me'yus olmamak ve muvakkat fırtınalarla sarsılmamakdır. Evet, gerçi inkısar-ı hayal, ehl-i
dünyanın kuvve-i maneviyelerini ve şevklerini kırar, perişan eder. Fakat meşakkat ve
mücahede ve sıkıntıların altında inâyet, ve rahmetin iltifatlarını gören Risale-i Nur
şakirdlerinde inkısar-ı hayal gayretlerini ve ileri atılmalarını ve ciddiyetlerini takviye etmek
lazım geliyor.
Kırk sene evvel ehl-i siyaset, bana bir cinnet-i muvakkata isnad ederek, beni
tımarhaneye sevkettiler. Ben onlara dedim; sizin akıllılık dediğinizin çoğunu ben akılsızlık
َّ ُ ‫ك‬
biliyorum, o çeşit akıldan istifa ediyorum ve [‫ى‬ َ ‫ن ع َل‬
ْ ‫ن وَلٰك ِه‬
‫جنُو ٌه‬
ْ ‫م‬ ‫ل النَّا ْه‬
َ ‫س‬
‫ن‬ ُ ْ ‫ف ال‬
‫جنُو ْه‬ ْ ِ ‫]قَدَرِالْهَوَى ا‬
َ ‫ختَل َه‬ kaidesini sizlerde görüyorum, demiştim. Şimdi de, ben
kardeşlerimi şiddetli bir mes'uliyetten kurtarmak fikriyle, bana mahrem risaleler cihetinde
arasıra bir cezbe, bir cinnet-i muvakkata isnad edenlere, aynı sözleri tekrar ile, iki cihet
memnunum. Birisi: Hadis-i sahihde vardır ki; "Bir âdemin kemal-i imanı kazandığına, avam-ı
nasın akıllarının tavrı haricindeki hallerini cünunluk, divanelik saymaları, onun kemal-i
imanına ve tam itikadına delalet eder." diye ferman ediyor. İkinci Cihet: Ben, bu hapisteki
kardeşlerimin selametleri ve necatları ve zulümden kurtulmaları için değil yalnız bir divanelik
isnadını, belki kemal-i fahr ve ferah ile, tamam aklımı ve hayatımı feda etmeyi kabul
ediyorum. Hatta siz münasib görürseniz, o üç zata benim tarafımdan bir teşekkürnâme
yazılsın ve onları manevi kazançlarımıza teşrik ettiğimiz bildirilsin.
Said Nursî
215

[‫ه‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ ِ‫مه‬
ِ ‫س‬
ْ ‫]بِا‬
Ben muhterem ehl-i vukufun raporuna hakkımızda adalet ve hakkaniyet noktasında,
onlara bütün ruhumla teşekkür ediyorum. Onların yüz risaleden fazla kitapları, kısa bir
zamanda tetkik etmeleri cihetiyle, elbette bazı noksanlar bulunur. Ben de, o zatların
raporlarına bir yardım niyetiyle birkaç noktasını izah edeceğim. Onları tenkid etmiyorum,
belki tetkiklerine yardım ediyorum.
Hatta bana verdikleri cezbe ve arasıra ihtilâl-i ruhiyi, kemal-i memnuniyetle kabul
ediyorum. Fakat bu kadar var ki, onların tasdikiyle de, gâyet vâkıfane ilmi eserler ki, yüz
yirmi yedi risaledir. Bunları en meşhur ulemalar ve âkiller hayretlerle ve takdirlerle
karşılıyorlar. Değil bir meczub, belki en meşhur muhakkik ulemalar, fikren o dereceye
yetişemiyorlar. Demek ne benim ve ne de başkasının değildir, belki Kur’ân-ı Azimuşşanın
hakikatlarıdırlar. Biz de kaleme almışız. Fakat şahsım hakkındaki cezbe ve ihtilâl-i ruhiyi, bu
noktadan kabul ediyorum. Çünki ben şimdiki insanların çoklarını divane görüyorum. Benim
aklım, onların akıllarının cinsinden değildir. Ya ben divaneyim, ya onlar divanedirler. Elbette
onlar çokluk olmalarından cinnet-i muvakkata ve ara sıra meczubiyet, benim hakkım
oluyor.Bununla beraber, yüksek ehl-i vukufun insaflı raporları gelinceye kadar, bizim medar-ı
ittihamımız olan, hissiyat-ı diniyeyi âlet edip, emniyet-i dahiliyeyi ihlâl etmek teşviki ve
cemiyet kurmak ve tarikat gütmek ve tedrisat yapmak esaslarını red ettikleri ve risalelerde ve
mektublarda buna dair hiçbir emare bulunmadığına, müttefikan karar vermeleri, cumhuriyet
hükümetinin adliyesinin ilmî hey'etinin, dünyaca yüksek kıymetlerini ve hakikatı hiçbir şeye
feda etmediklerini gösterdiğinden, ruh-ı canımızla onlara hem teşekkür, hem dua ediyoruz.

[Raporun sathi birkaç cümlelerine bir küçük izahtır:]


Meşihat ve adliyenin yanması münasebetiyle, bir sözüme yanlış mana verilmiş. Şöyle ki;
bundan on dokuz sene evvel, haksız bir surette İstanbul'a menfi olarak perişan bir halde
gönderildiğim vakit, bir zaman meşihattaki Dâr-ül Hikmette bulunduğumdan meşihatı
sordum, ne haldedir? Dediler: "Büyük kızların lisesi olmuş." Ben de hiddet ettim. Bir beddua
ettim. Hem dedim: "Ya Rab meşihatı kurtar." O gece meşihat kısmen yandı. Ben de o
münasebetle dedim; bazen ateş temizlik yapar. Bu fakir millete beş milyon zarar veren
adliyenin yanması da, belki inşallah bir temizliktir. O zarar telafi edilir, dediğim halde,
zararımıza
216

bir rıza mana verilmiş. Hem bundan otuz sene evvel, matbu lemât nâmındaki eserimde,
manevi bir meclis-i ruhanide, rüya gibi bir vakıada, ruhaniler benden sual sormuşlardı. Ben de
cevab vermiştim. Ezcümle "Eski harb-i umumide mağlubiyetinizin hikmeti nedir?"
demişlerdi. Ben de bir cevab vermiştim. Bu hadiseden yirmi sene sonra, aynen öyle bir halde
ben soruyorum: "Neden bizim hükümet galib tarafı tutmadı, ta ki Arabistanı, Hindistanı,
Afrikayı kurtarsın" Bana o rüya gibi vakıada cevab verdiler ki: "Senin eskide verdiğin cevabın
sana cevabtır." "Yani eğer galib taraf tutulsa idi, şimdi Avrupaya pek yakın olan bu civarda,
kolayca tatbik edilen yeni icadlar, Haremeyn-i Şerifeyn gibi, yerlerde dahi, müşkilatlar içinde
tatbika çalışılmak ihtimaline binaen, Kader-i İlahi mağlubiyetimize fetva verdiği gibi, galip
tarafını tutturmadı." diye gâyet müteessirane yazıldığı halde, zararımıza ve mağlubiyetimize
bir rıza gösterir gibi bir ibare zan edilmiş.
Bir de cifir ve ebced hesapları, değil yalnız Muhyiddin-i Arab gibi dahi muhakkiklerin,
belki ekser ediblerin ve ulemaların, hususan ehl-i keşfin mabeyninde câri, medar-ı istihrac ve
esrardır. Kur’ân-ı Azimüşşanın sureleri başındaki mukattaât-ı hurufun, bu hesap ile
münasebeti bulunduğunu, bu hadîs-i şerif isbat ediyor: [Bir zaman yahudi ulemasından bir
kısmı, Peygamber Aleyhissalatü Vesselama demişler: "Senin ümmetin müddeti azdır [‫م‬ ٓ ‫]ال ٓه‬
işaret ediyor." Peygamber Aleyhissalatü Vesselam ferman etmiş ki;" [ٓ‫سق‬
ٓ ‫ع ٓه‬ ‫م‬
‫ح ٰ ٓه‬
ٓ ‫]كٓهٰيٰعٓه‬
‫ص‬ gibi daha çok var." onlar susmuşlar. Demek işârât-ı Kur’âniyenin cifir ile
münasebeti var. Madem Kur’ân'ın işârâtı çok tarzlarda, çok cihetlerle oluyor ve var ve
muhakkaktır ve beleğat noktasında işârâtıyla çok hakaiki ve ahkâmı ifade ediyor. Hadsiz
tefsirler ve muhtelif oniki mezheb, onun işârâtını nazara almışlar. Elbette muntazam kaideleri
bulunan ve riyazi hesap nev'inde işârât ile gaybi haberleri, onun i'cazının yüksek makamına
yakışır. Ve Risale-i Nur'un mahrem cüzleri, o işaratı kaydetmesiyle, hem Kur’âna hizmet, hem
Risale-i Nur Kur’ânın bir hakiki ve manevi bir mu'cizesi olduğunu isbat etmek ehl-i vukufun
takdirine layıkdır. Hem, bir davaya, bin emare hükmünde, bin işaret bulunsa, o dava sarahat-ı
kat'iye derecesinde sübut bulunduğu cihetle, o istihraclara Risale-i Nur'un verdiği ehemmiyet,
ihtilâl-i ruhiyeden değil, belki tam bir inkişâf-ı ruhiyenin eseri olabilir.
Bir de cezbeye bir emare "kendimi bir mezartaşı gördüğüm beyan edilmiş" Ben bu
muhterem zatların acelelik ile verdikleri hükümlerine, otuz sene evvel söylediğim bu fıkrayı
tekrar ediyorum:
Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde Said'den, altmış dokuz emvat bâ-âsam-ı
âlâma
217

Yetmişinci olmuştur, o mezara bir mezar taş, Beraber ağlıyor, hüsran-ı İslâma
Ümidim var ki, istikbâl semavatı, zemin-i Asya Bâhem olur teslim, yed-i beyza-i İslâma Zira
yemin yümn-i imandır. Temin eder emn-i eman emniyeti enama.

Hem cezbeme bir emare, latif bir vakıayı beyan ediyorum. Bir vakit "Kedilere ne için
mübarek denilmiş, halbuki insana karşı sadakatı yok, bir canavar görünüyorlar." dediğimin
gecesinde, kedi yavrusundan birisi, yastığıma gelip ağzını kulağıma yapıştırdı. "Ya Rahîm, Ya
Rahîm," deyip taifesine karşı tahkirimi yüzüme vurdu. Manen "biz her iyiliği Rahîm'den
biliyoruz. İt gibi esbaba perestiş etmiyoruz. Onun için bize mübarek, onlara pis denilmiş."
diye hatırıma geldi. Sabahleyin bana hizmet eden Hafız Tevfik, Süleyman, Abdullah Çavuş,
Merhum Hafız Ahmed, ve Mustafa Çavuş, daha başkaları yanıma geldiler. Vakıayı söyledim.
Abdurrahîm namını alan bir yaşındaki o kediyi okşadım. Onlar aynen benim gibi, "Ya Rahîm,
Ya Rahîm" dediğini Abdurrahim'den işittiler. Sonra başka kedilere baktık. Onların da
mırmırları, dikkat ile dinlenilse "Ya Rahîm"dir. Fakat Abdurrahim gibi sarih değildirler.
Yalnız bir noktada, Risale-i Nur'a bir haksızlık olduğu cihetle, hatırlatmak lazımdır.
Şöyle ki: Muhterem ehl-i vukufun yüz yirmi yedi ilmi risaleleri tam takdir ile, vâkıfane
olduğunu beyan ettikleri yerde, yalnız üç küçük mahrem risalelerin, gayr-i ilmi ve şaşırtıcı ve
normal olmadığı bir halde olmasına mukabil tutmaları doğru değildir. Risale-i Nur'un yüz
yirmi yedi ilmi risalesini, onlarca musaddak yüksek kıymetlerine ve binler hakikatlerine karşı
üç dört risalenin onlarca şaşırtıcı üç dört mes'eleleri mukabil tutulmaz diye, o zatlara
hatırlatıyorum.
Hem bir kardeşimiz bir hadisin hükmüyle ve Mevlânâ Hâlid'in hayatının, dört cihetle
bu bîçare Said'in hayatıyla tevafuk etmesiyle, "Risale-i Nur dahi, Mevlânâ Halid gibi bir
müceddiddir." diye beyanı benim benliğime ve şahsıma ve şahsiyetime verilmiş. Halbuki: Ben
bütün arkadaşlarımı işhad ediyorum ki, ben benlik peşinde koşmuyorum. Ve reddediyorum.
Ve bana, şahsıma karşı ziyade hüsn-i zan edenleri men' edip, hatırlarını çok defa kırıyorum.

Teşekkürün bir tetimmesidir. Muhterem ehl-i vukufun raporunda, medar-ı nazar olmuş
ve itiraz edilmiş "Risale-i Nur şakirtleri, ehl-i cennet olacakları ve iman ile kabre girecekleri"
cihetidir. "Aşere-i Mübeşşere'den başka şahsıyla, ve ismiyle bu fazilete kimse yetişmez" diye,
218

bir nev'i itirazlarına karşı deriz: Bu mes'elede şahıs ismiyle tayin edilmemiş, yalnız kuvvetli
َ ْ َّ ‫ ]ا ِه‬gibi âyetlerin iman ve amel-i salih sahipleri ehl-i
ٍ ِ‫ن الَبَْراَر لفِهى نَع‬
işaretlerle [ ‫يمه‬
cennettir dedikleri misillü, Risale-i Nur'un şeytanları susturan iman-ı tahkikisini ders alan
şâkirdleri, iman ile kabre gireceklerine kuvvetli emarelerle hükmedilse; elbette medar-ı itiraz
olamaz.
Hem o zatlar acelelik cihetiyle, Risale-i Nur'a aid kerametleri bana isnad oluyor diye,
medar-ı tenkid ederek demişler: Bir veli keramet dava etmez. Elcevab: O pekçok hadiseler
kerametler değildir, belki ikramlardır. İkram ise izharı bir şükürdür. Hem onlar benim değil.
Ve benim hiç bir cihetle o kerametlere liyakatım olmadığını, bütün kardeşlerime mükerreren
söylemişim ve yazmışım. Belki binden ziyade olan o vakıalar, Kur’ânın bir mu'cize-i
maneviyesi olan Risale-i Nur'un makbuliyetine dair, Kur’ân'ın i'caz-ı manevisinden tereşşuh
etmiş Risale-i Nur'un, ikram nev'inden kerametleridir. Benim ne haddim var ki, onlara sahip
çıkayım.
Said Nursî

[‫ه‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ ِ‫مه‬
ِ ‫س‬
ْ ‫]بِا‬
Ehl-i vukuf ittifakla, bizi şimdiye kadar suçlu vehmini veren" emniyeti ihlâl, cemiyet
kurmak, tarikat gütmek, hükümete ve siyasete ilişmek" maddelerinden tebrie etmeleri ve
masumiyetimize karar vermeleriyle insaflarını ve hak-perestliklerini gösterdiklerinden,
onların az zamanda, beş sandık, iki çuval kitap ve mektub ve evrakların tetkikinde
aleyhimizde toplanan çok evham ve ağır şeraid içinde benim şahsımın aleyhindeki bazı
tenkidleri, beni müteessir etmiyor. Bilakis kalben memnun oluyorum. Çünki; bilemediğim
düşünemediğim bazı kusurlarımla Risale-i Nur'a ve iman hizmetine zarar olan bir kısım
şeyleri öğrendim. Fakat evvelce takdim edilen teşekkürnamede, kısmen izah ettiğimiz gibi,
şimdi raporu gördükden sonra, sekiz dokuz yerde acelelik sebebiyle sehivler ve iltibaslar ve
anlamamazlıklar ve yanlışlıklar olmuş. Ben bu zatları tenkit değil, belki onların bu mes'elede
kazanacakları hayrat ve hesenatlarına yardım fikriyle, o sehivlerin sahihini beyan edeceğim.
[Birinci Sehiv]: Onlar ittifakla, yüzde doksan risaleleri, gâyet takdir ile beraber derler:
Bunlarda müellif hem samimi, hem hasbi, hem ilim ve hakikatden ve din esaslarından
ayrılmamıştır. Bu doksan kitapta, dini alet etmek veya cemiyet teşkil etmek ile emniyeti ihlâl
hareketinin bulunmadığı sarihtir. Ve şakirdlerinin birbiriyle ve Said ile muhabere mektubları
da bu nevdendir deyip, muhakkikane hüküm verdikleri, bir yerde şahsımın bir kusurunu
beyan için derler: [Said bazen bu âyetin yüzer hikmetinden beşi beyan
219

olunacak] der bu ise ilim vakarına yakışmaz. Hem bazen " Bu risale (dört buçuk saatte
yazıldı)" der. bu söz ise: kendini medhe ve muhatabını hayrete düşürmek mahiyetinde
küçüklüktür.
(Elcevab) Ben kusuru ve küçüklüğü nefsime memnuniyetle kabul etmekle beraber
derim: Bu çeşit sözlerimin sebebi, kendimi beğendirmek değil, hâşâ, belki " Risale-i Nur,
Kur’ân'ın bütün nükte ve hikmetlerini ihata edemez. Ancak yüzde dördünü-beşini beyan
edebilir, diye Kur’ân-ın vüs'at-i manadaki i'caz-ı manevisini ihtardır ve ona işarettir. Ve dört
veya altı veya oniki saatte te'lif edildi demekle Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur’ân-ın
şakirdidir. Ve Kur’ânın hazır malını, hazinesinden çabuk çıkarır, satar demekle, kendimi medh
değil, belki Risale-i Nur'un makbuliyetine bir emare ve bu halde müflis bir hizmetkârı
olduğumu göstermek niyetiyle, başka kitaplardan veya diğer fikirlerden ve kendi
fikirlerimden olmadığını bildirmektir. Evet yirmi seneden beri, Kur’ân'dan ve Risale-i
Nur'dan başka hiçbir kitabı yanında bulundurmayan ve okumayan ve hiçbir gazete ve
mecmuaları bilmeyen ve istemeyen bir âdem, o niyetle öyle söyleyebilir.
[İkinci Sehiv]: [‫ن‬ َ ‫ك الَّز‬
ِ ‫ما‬ َ ِ ‫مدْرِكًا لِذٰل‬
ُ ‫ ]يَا‬ebced hesabıyla, (binüçyüz ellide Said-
i Kürdî gelecektir,) çıkıyor. Bir mahrem Risaleden almışlar. (Elcevab) Hulagu'dan latin
harfinden islâm deccalından ve bir kısım ulemaların yanlışlarından, haber veren İmam-ı Ali
Radıyallâhü Anh o cümle ile biçare Said'e diyor: (Sen o zamana yetişeceksin. Cenab-ı Hakdan
muhafazanı niyaz eyle.) demiş. Yoksa hâşâ kendime bir paye vermek hatırıma gelmemiş.
Ve hem o sahife raporda, (deccalın mühim kuvveti yahudidir. Mançur, Moğol ve
Kırgız anarşist ve sosyalisttir.) denilmiş. Halbuki o sehivdir. Sahihi: (Deccalın mühim bir
kuvveti yahudidir. Ve ye'cüc me'cüc ise Çin-i Maçinde bulunan mançur ve moğol ve kırgız ve
her tarafda bulunan anarşistler ve sosyalistlerin müfritleri olanlardır.)
[Üçüncü Sehiv]: Yanlış mana vermekle raporda, (Said bazı kerametler yazar. Yazmak
istemezdim, bana yazdırıldı. "Hem bazen" bu cevab manevi canibden ve hakikat aleminden
bildirildi. " Hem bazen" kudsi bir müjde diyor. "" Her yüz senede bir müceddit gelir" fikriyle
kendisinin zamanın müceddidi olduğu fikrini uyandırıyor) demişler. (Elcevab) Hâşâ bin defa
hâşâ. Benim haddim değil ki, o kerametleri benliğime mal edeyim. Belki benim pekçok
kusurlarımla beraber Risale-i Nurla iman hizmetinde çalışmamıza
220

bir ikrâm-ı ilahi ve o hizmetin makbuliyetine dair bereketten bir emareyi göstermek ve " Ne
ile yaşıyor, nasıl geçiniyor?" diyenlere karşı, bereket-i ilâhiye, bu hizmetimizi dünya maişetini
âlet etmeye mecbur etmiyor demektir. Hem bu yazdığım hakikatlar benim fikrimin, malı
değil. Belki herkesin kalbinin bir köşesinde bulunan bir lümme-i rahmani ve meleki ilham ve
bir tarafında lümme-i şeytani ve vesveseci bulunduğuna,, ehl-i hakikat ve diyanetin
hükümlerine binaen, benim kalbimde dahi herkes gibi, bazen ihtiyarımın haricinde ve
fikrimin fevkinde hatırıma bir hakikat hutur eder. Yani Kur’ân'dan manevi bir canibden bir
nevi ilham hükmünde, bir güzel nükte ifham edilir demektir. Hiç hatırıma gelmiyor ki, Yeni
Said zamanında çok aciz ve nefsinin şerrinden ve benliğinden çok korkan ve belasını çeken
şahsıma, böyle bir mevki' verdiğimi veya vermek istediğimi tahattur etmiyorum. Belki Risale-
i Nur'da isbat edilmiş ki: Bu zaman cemaat zamanıdır. Şahs-ı manevi hükmeder. Eski
zamanda dalalet bir şahıstan geldiği için, karşısına bir dâhi-i hidâyet çıkardı. Şimdi cemaat
şeklinde bir şahs-ı manevi olmasından, karşısında ancak bir şahs-ı manevi mukabele edebilir.
Yalnız eskiden beri ehl-i hakikat mabeyninde câri olan üstadına karşı fart-ı muhabbetten gelen
fevkalhad hüsn-i zanları tadil etmek ve ni'met-i ilahiyeye karşı küfran ve inkâr etmemek
niyetiyle, müceddidlik vazifesi olabilir. Fakat benim değildir Risale-i Nur'undur. Bu zamana
bakan, Kur’ân'ın bir cilve-i hakikatıdır. Risale-i Nur onu temsil ediyor. Ben neci oluyorum ki,
kendime dava edeyim.
[Dördüncü Sehiv]: Isparta'ya yağmur yağdırmak, ve yazı bahara çevirmek
kerametidir. Şakirdleri tarafından denilmiş.
(Elcevab) Yağdırmak, ve çevirmek değildir, belki Risale-i Nur bereketiyle yağdı ve
döndü denilmiş.

Said Nursî

[Mahkemede son sözün bir paçasıdır.]

Bir inâyettir ki: Ehl-i vukuf, beş sandık yüz otuz risalelerde, beş ay tetkikte, on beş
itiraz ve zahiri yanlış bulmuşlar. Ve onların beş yaprak raporlarında, onbeş yanlışları ve
sehivleri mahkemede isbat edilmiş. 31 Mayıs 944 Çarşamba günü, mahkemede bir saat devam
eden müddeiumumun okuduğu iddianemesine karşı, iki dakikada hazırlanan ve okunan bir
mukabeledir.
Efendiler, Yirmi sene bir mazlumiyet hayatında, yüz kitaplarında, en mahrem, mektub
ve risalelerinde, asabiyetle bi'l-iltizam onu
221

mahkum etmek fikriyle, yalnız sekiz, dokuz sehivli bahanelerden başka bulmamaları
gösteriyor ki: Risale-i Nur mahkum olamaz. Kim varki; yirmi sene mazlumiyet hayatında, bin
yanlışı olmasın. Bu mahkeme yalnız bu hazır zamanı değil, belki istikbalin dehşetli tenkid ve
itirazlarını nazara almalı, öylece muhakeme etsin.

Said Nursî

‫ه‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ ِ‫مه‬
ِ ‫س‬
ْ ‫بِا‬
Reis Beyefendi,
Ankara makâmatına ve Reis-i Cumhura istid’a suretinde gönderdiğim müdafaanâmemi
ve başvekâletin de, bunu ehemmiyetle kabul ettiklerini gösteren cevabi mektubunu rabten
sunuyorum. Makam-ı iddianın aleyhimizde beyan ettiği asılsız, ittihamkârane evhamın kat-i
cevabları bu müdafaatımda vardır. Sair yerlerin garazkârane ve sathi zabıtnamelerine bina
edilen, buranın ehl-i vukuf raporunda, o kadar hilaf-ı vaki ve mantıksız sözler var ki, onlara
karşı, bu itiraznamem takdim edilmişti. Ezcümle: Size evvelce arzettiğim gibi, Eskişehir
mahkemesine, [163. madde ile, beni mahkûm etmek istedikleri zaman ] demiştim: Hükûmet-i
Cumhuriyenin iki yüz meb'usu içinde aynı rakam 163 meb'usun imzalarıyla, Van'daki Dâr-ül
Fünunuma medreseme yüzelli bin banknot tahsisat kabul etmeleri ve onun ile hükûmet-i
cumhuriyenin bana karşı olan teveccühünü, " bu 163. maddeyi hakkımda, hükümden ıskat
ediyor. " dediğim halde, o ehl-i vukuf ise 163 meb'us. Said aleyhinde takibat yapmışlar." diye
tahrif etmiş ve bazı ayat-ı Kur’âniyeyi bir büyük enam şeklinde eskiden beri bir âdât-ı
islamiyeye binaen yazdığımız halde [dinde tahrifat yapmış ] diye ittihama kalkışmışlar. İşte
makam-ı iddia da, bu ehl-i vukufun böyle bütün bütün asılsız evhamlarına binaen, bizi mes'ul
tutuyor. Halbuki, meclisinizin kararıyla, en yüksek hey'et-i ilmiye ve fenniyenin tetkik ve
tahkikine havale edilen Risale-i Nur'un bütün eczaları tetkikten sonra, bil'ittifak, hakkımızda
verdiği kararda " Said ve Risale-i Nur şakirdlerinin yazılarında; dini, mukaddesatı âlet edip,
devletin emniyetini ihlâle teşvik etmek veya bir cemiyet kurmak ve hükümete karşı bir su-i
kasdı bulunmak, kasdında olduğunu gösterir bir sarahat ve emare olmadığını ve Said'in
şakirdleri, muhaberelerinde hükümete karşı kötü bir kasd beslemedikleri ve bir cemiyet
kurmak veya tarikat gütmek fikriyle, hareket etmedikleri anlaşılmaktadır. denilmektedir.
222

Hem o ehl-i vukuf müttefikan, " Said Nursî'nin yüzde doksan risalesi; hem samimi,
hem hasbi, hem ilim ve hakikat ve din esaslarından hiçbir cihetle ayrılmamış; bunlarda, dini
âlet etmek veya bir cemiyet teşkil etmek ile emniyeti ihlâl hareketenin bulunmadığı sarihtir.
Şakirdlerin birbiriyle ve Said Nursî ile muhabere mektubları da, bu nevidendir. Beş-on
mahrem ve şekvalı ve gayr-ı ilmî olan risalelerden başka, bütün risaleleri, herbiri bir âyetin
tefsiri ve bir Hâdis-i şerifin hakikatı namına yazılmışlardır.
Din, iman, Allah, Peygamber, Kur’ân, Âhiret akidelerini ve ibarelerini açıkça anlatmak
için temsilleriyle yazılmış ve ilmi görüşleri ve ihtiyarlara ve gençlere ahlaki öğütleri ve hayat
tecrübelerinden alınmış ibretli vak'aları ve faideli menkıbeleri ihtiva eden ve mevcudun yüz
doksanını teşkil eden risalelerdir. Hükümete, idareye ilişecek hiçbir ciheti yoktur."
demişlerdir. Bu yüksek ehl-i vukufun raporuna bakmıyarak, eski ve nâkıs ve müşevveş rapora
bina edip, acîp tarzlarda bizi ittiham etmesinden hakikaten fevkalhad müteesir bulunmaktayız.
Bu yüksek mahkemenin müsellem insaflarına elbette yakıştıramayız. Hattâ Temsilde hata
olmasın bir bektaşiye: "Niçin namaz kılmıyorsun?" demişler. "Kur’ân'da [‫ربُوا‬ َ ْ‫ل َ تَق‬
َ ‫صلَو‬
‫ة‬ َّ ‫ ]ال‬var" demiş ona demişler: "Bunun arkasını da oku, yani [‫سكَاَرى‬ ْ ُ ‫ ]وَ اَنْت‬yı da
ُ ‫م‬
oku" denildiğinde: "ben hâfız değilim" demiş olması kabilinden, Risale-i Nur'un bir cümlesini
tutup, o cümleyi ta'dil ve neticeyi beyan eden âhirini nazara almıyarak, aleyhimizde hüküm
verilmektedir. Takdim edeceğim müdafaanamemde, o iddianâmeye karşı mukayese
edildiğinde, bunun otuz kırk misali görülecektir.
Bu nümunelerden lâtif bir vakıayı beyan ediyorum: Eskişehir mahkemesinde, makam-ı
iddia nasılsa bir sehiv neticesi, Risale-i Nur'un iman derslerine, " Halkları ifsad ediyor" gibi
bir tâbir kullanmış ve sonrada o tâbirden vazgeçildiği halde, Risale-i Nur’un şakirdlerinden
Abdürrezzak nâmında bir zat, mahkemeden bir sene sonra demiş. ["Hey bedbaht; Otuzüç
âyât-ı Kur’âniyenin işârâtının takdirine mazhar ve İmam-ı Ali'nin üç kerametinin ihbar-ı
gaybisiyle ve Gavs-ı Azam'ın kuvvetli bir tarzda ihbarıyla, kıymet-i diniyesi tahakkuk eden ve
bu yirmi sene zarfında idareye hiçbir zararı dokunmayan ve hiçbir kimseye zarar vermemesi
ile beraber, binler vatan evlâdlarını tenvir ve irşad eden ve imanlarını kuvvetlendiren ve
ahlâklarını düzelten Risale-i Nur'un irşadlarına " ifsad" diyorsun. Allahtan korkmuyorsun,
dilin kurusun.] demiş. Şimdi, bu şâkirdin haklı olan, bu sözünü iddia makamı gördüğü halde "
Said etrafına fesat saçmış." tabirini insafınıza vicdanınıza havale ediyorum.
Makam-ı iddia, Risale-i Nur'un içtimai derslerine ilişmek fikriyle: [Dinin tahtı ve
makamı, vicdandır; hükme kanuna bağlanmaz. Eskide
223

bağlanmasıyla içtimai keşmekeşler olmuştur.] dedi. Ben de derim ki: " Din yalnız iman değil,
belki amel-i salih dahi, dinin ikinci cüz'üdür. Acaba katl, zina, sirkat, kumar, şarap gibi hayat-ı
içtimaiyeyi zehirleyen pekçok büyük günahları işleyenleri onlardan menetmek için, yalnız
hapis korkusu ve hükümetin bir hafiyesinin görmesi tevehhümü kâfi gelir mi ? O halde: Her
hanede, belki herkesin yanında daima bir polis, bir hafiye bulunması lazım gelir ki, serkeş
nefisler kendilerini o pisliklerden çeksinler. İşte Risale-i Nur, amel-i sâlih noktasında, iman
cânibinden, herkesin başında, bir manevi yasakçıyı bulundurur. Cehennem hapsini ve gazab-ı
ilahiyi hatırına getirmekle, fenalıktan kolayca kurtarır.
Hem, makam-ı iddia, bir risalenin güzel ve fevkalede kerametkârane bir tevafukunu
imza etmelerine " bir cemiyet efradı " diye mânasız bir emare beyan etmiş.Acaba esnafların
hancıların defterlerinde bulunan bu nevi imzalara cemiyet bu namı verilebilir mi? Eskişehir'de
aynı böyle bir vehim oldu. Cevab verdiğim ve Mu'cizat-ı Ahmediye Risalesini gösterdiğim
zaman, taaccüble karşıladılar.Eğer mâbeynimizde dünyevî bir cemiyet olsaydı. Bu derece
benim yüzümden zarar görenler, elbette kemal-i nefretle benden kaçacak idiler. Demek benim
ve bizim, İmam-ı Gazali ile irtibatımız var kopmuyor; çünki uhrevîdir, dünyaya bakmıyor;
aynen öyle de: Bu mâsum ve sâfi ve halis dindarlar, benim gibi bir bîçareye imani derslerini
hatırı için kuvvetli bir alâka göstermişler. Ondan bu asılsız mevhum bir cemiyet-i siyasiye
vehmini vermiş. Son sözüm
ُ ‫م الْوَكِي‬
[‫ل‬ ّٰ ‫سبُنَا‬
َ ْ‫الل ُهه وَنِع‬ ْ ‫ح‬
َ ]
Habs-i münferidde Mevkuf Said Nursî

‫ه‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ ِ‫مه‬
ِ ‫س‬
ْ ‫بِا‬
Efendiler,
Otuz-kırk seneden beri, ecnebi hesabına ve küfür ve ilhad namına bu milleti ifsad ve
bu vatanı parçalamak fikriyle,Kur’ân hakikatine ve iman hakikatlerine,her vesile ile hücum
edip ve çok şekillere giren, bir gizli ifsad komitesine karşı, bu mes'elemizde kendilerine perde
yaptıkları, insafsız ve dikkatsiz me'murlara ve bu mahkemeyi şaşırtan onların müslüman
kisvesindeki propagandacılarına hitaben, fakat sizin huzurunuzda, zahiren sizinle birkaç söz
konuşmaklığıma müsaade ediniz.
Son sözüm.
224

Efendiler, dikkat ediniz. Risale-i Nur'u ve şakirdlerini mahkûm etmek, doğrudan


doğruya küfr-i mutlak hesabına, hakikat-ı Kur’âniye ve hakaik-i imaniyeyi mahkûm etmek
hükmüne geçmekle, binüçyüz seneden beri, her senede üçyüzmilyon onda yürümüş üçyüz
milyar müslümanların hakikata ve saadet-i dareyne giden cadde-i kübrâlarını kapatmaya
çalışmakdır. Ve onların nefretlerini ve itirazlarını kendinize celbetmektir. Çünkü bütün o
caddede gidenler, geçmişlere dua ederler. Ve mübarek vatanın başına bir kıyamet kopmaya
vesile olmaktır. Acaba, mahkeme-i Kübrâ'da, bu üçyüz milyar davacıların karşısında sizden
sorulsa ki: " Doktor Duzi'nin baştan nihâyete kadar serapa islâmiyet ve vatanınız ve dininiz
aleyhinde ve frenkçe " Tarih-i islâm" namındaki eseri gibi, zındıkların kütüphanelerinizdeki
kitaplarına ve serbest okumalarına ve okutmalarına ve o kitapların şâkirdlerinin, kanununuzca
cemiyet şeklini almalarıyla beraber, dinsizlik veya bolşevinizmlik veya anarşistlik veya pek
eski olan ifsad komiteciliği veya turancılık gibi, siyasetinize ilişen cemiyetlerine
ilişmiyordunuz da. Neden hiçbir siyasetle alakaları olmayan yalnız iman ve Kur’ân cadde-i
kübrâsında kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebediden ve ebedi haps-i münferidden
kurtarmak için, Kur’ân'ın hakiki tefsiri olan Risale-i Nur gibi, gâyet hak ve hakikat bir eseri
okuyanlara ve hiçbir siyasi cemiyetle münasebeti olmayan o halis dindarların, birbiriyle
uhrevi dostluk ve uhuvvetlerine cemiyet namı verip iliştiniz ? Onları pek acîp bir kanun ile
mahkûm ettiniz, dedikleri zaman, ne cevab vereceksiniz ? diye biz de sizlerden soruyoruz.
Sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükümeti bizimle, vatana ve millete zararlı bir
surette meşgul eyleyen muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar, istibdad-ı mutlaka
"Cumhuriyet" namı vermekle, irtidad-ı mutlaka rejim ismi takmakla, sefahet-i mutlakaya
"medeniyet" namını vermekle, cebr-i keyf-i küfriye "kanun" ismi takmakla hem sizi iğfal,
hem hükümeti işgal hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i islamiyeye ve bu millet ve vatana
ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar.
Ey Efendiler, dört senede, dört defa dehşetli zelzeleler, tam tamına dört defa, Risale-i
Nur şakidlerine şiddetli bir surette taarruz ve hem zulüm zamanında tevafuku, ve her bir
zelzele aynı taarruz zamanında gelmesi ve hücumun durmasıyla zelzelenin durması işaretiyle,
şimdiki mahkûmiyetimiz ile gelen semavî ve arzî belâlardan siz mes'ulsünüz.
Said Nursî
225

‫ه‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ ِ‫مه‬
ِ ‫س‬
ْ ‫بِا‬
Efendiler,
Şimdiki hayat-ı içtimaiyeyi bilmediğimden, sizin musammem mahkumiyetimize bir
bahane olmak için, pek musırrane ileri sürdüğünüz cemiyetçilik ittihamına karşı, pek çok kat'i
cevablarımızla, ve Ankara ehl-i vukufunun dahi müttefikan tasdikleriyle beraber, bu derece,
bu noktada ısrarınıza çok hayret ve teaccüpte bulunurken, kalbime bu mânâ geldi: Mâdem
hayat-ı içtimaiyenin bir temel taşı; ve fıtrat-ı beşeriyenin bir hâcât-ı zaruriyesi; ve aile
hayatından, tâ kabile ve millet ve islâmiyet ve insaniyet hayatına kadar, en lüzumlu ve
kuvvetli rabıtası; ve her insanın kâinatta gördüğü ve tek başına mukabele edemediği medar-ı
zarar ve hayret ve insanî ve islâmî vazifelerin îfasına mâni, maddi ve manevî esbabın
tehacümatına karşı bir nokta-i istinadı ve medar-ı tesellisi olan dostluğun ve kârdeşâne
cemaatin ve topluluğun ve samimane uhrevî cemiyet ve uhuvvetin, siyasî cephesi olmadığı
halde ve bilhassa hem dünya, hem din, hem âhiret saadetlerine kat'i vesile olarak, iman ve
Kur’ân dersiyle hâlis bir dostluğa ve hakikat yolunda bir arkadaşlığa ve âhiretine ve vatanına
ve milletine zararlı şeylere karşı bir tesanüd taşıyan, Risale-i Nur şakirdlerinin pekçok takdir
ve tahsine şâyân ders-i imanda toplanmalarına, " cemiyet-i siyasiye" namını verenler, elbette
ve herhalde, gâyet fena aldanmış veya gâyet gaddar bir anarşidir ki, hem insaniyete vahşiyane
düşmanlık eder, hem İslâmiyete nemrudane adavet eder, hem hayat-ı içtimaiyeye, anarşistliğin
en bozuğu ve mütemerridi tavrıyla husumet eder ve bu vatana ve millete ve hâkimiyet-i
islâmiyeye ve dinin mukaddesatına mürtedâne ve mütemerridâne, anudâne mücadele eder.
Veya ecnebi dinsizleri hesabına, bu milletin can damarını kesmeye veya bozmaya çalışan [
ْ ‫خنَّا‬
‫س‬ َ ْ ‫ ]اَل‬bir zındıktır ki, hükûmeti iğfal ve adliyeyi şaşırtır, tâ o şeytanlara ve Fir'avunlara
ve anarşistlere karşı şimdiye kadar istimâl ettiğimiz manevi silahlarımızı, kardeşlerimize ve
vatanımıza çevirtsin veya kırdırsın.
Mevkuf Said Nursî
226

[Müdafaatın Zeyli]

Mühim Bir Sualin Cevabıdır.


Büyük me'murlardan işimizle alakadar olanlar sordular dediler ki: " Mustafa Kemal"
sana üç yüz lira maaş verip, Kürdistana ve Vilayat-ı Şarkiyeye, Şeyh Sinûsi yerine seni vâiz-i
umumi yapmak teklifini ne için kabul etmedin ? Eğer kabul etse idin, ihtilal yüzünden kesilen
yüzbin Kürdün canlarını kurtaracaktın.
Ben de onlara cevabımda dedim ki: " Yirmişer- otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi,
yüzbin âdem hakkında kurtarmadığıma bedel, yüzbin vatandaşa herbirisine, milyonlar senelik
hayatlarını kazandırmağa vesile olan Risale-i Nur, o zâyiâtın yerine binler derece fevkinde iş
görmüş. Eğer ben o teklifi kabul etse idim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olamayan ve sırr-
ı ihlâsı taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi. En mahrem kardeşlerime yazmışım ki:
Ankara'ya giden Risale Nur'un şiddetli tokatları için, beni idama mahkûm eden zatlar, eğer
Risale-i Nur ile imanlarını kurtarıp, idam-ı ebedîden, necat bulsalar, ben ruh-ı cânımla onları
helal ediyorum. "
Beraatımızdan sonra, beni tarassut ile taciz eden polis müdürüne ve iki mülkiye
müfettişine ve başka büyük arkadaşlarına karşı dedim: Risale-i Nur'un kabil-i inkâr olamayan
bir kerametidir ki; yirmi sene mazlumiyet hayatımda, yüzer risale ve mektublarımda ve binler
şakirdlerinde, hiçbir cereyan ile ve hiçbir cemiyet ile ve dâhilî ve hâricî hiçbir komite ile,
hiçbir vesika, ve hiçbir alaka, dokuz ay tetkikatta bulunmamasıdır. Hiçbir fikrin ve tedbirin
haddi midir ki, bu hârika vaziyeti versin. Bir tek âdemin, bir kaç senedeki mahrem esrarı
meydana çıksa, elbette onu mes'ul ve mahcub edecek yirmi madde bulunacak.
Mâdem hakikat budur; ya diyeceksiniz ki: " Pek hârika ve mağlub olmaz bir deha bu
işi çeviriyor" veya diyeceksiniz ki " inâyetkârane bir hıfz-ı ilâhidir. "Elbette böyle bir deha ile
mübareze hatâdır, millete ve vatana büyük bir zarardır; ve böyle bir hıfz-ı ilâhîye ve inâyet-i
Rabbaniyeye karşı gelmek fir'avunane bir temerrüddür.
Eğer deseniz: " Sizi serbest bırakdık ve tarassut ve nezaret etmesek, derslerinle ve gizli
esrarınla hayat-ı içtimaiyemizi bulandırabilirsin." Ben de derim: Benim derslerim, bilâ- istisna
bütün hükûmetin ve adliyenin eline geçmiş, birgün cezayı mucib bir madde bulunmamış,
Kırk-elli bin nüsha risale ve dersler dahi milletin ellerinde, dikkatle ve merakla gezdiği halde,
menfaatten başka hiçbir zararı, hiçbir kimseye
227

olmadığına, hem eski mahkemenin, hem yeni mahkemenin mûcib-i mes'uliyet bir madde
bulamamaları cihetiyle, yenisi ittifakla beraatimize; eskisi, bir büyük âdemin hatırı için, yüz
otuz risaleden beş-on kelimeyi bahane edip, yalnız kanaat-ı vicdaniye ile, yüzyirmi mevkuf
kardeşlerimden, yalnız onbeş âdeme altışar ay ceza vermesi, kat'i bir hüccettir. Hem daha yeni
bir dersim kalmadı ve bir sırrım gizli kalmadı ki, nezaretle tadile çalışsanız. Ben şimdi
hürriyetime çok muhtacım. Yirmi seneden beri lüzumsuz ve haksız ve faidesiz tarassutlar artık
yeter. Benim sabrım tükendi. İhtiyarlık zaafiyetinden, şimdiye kadar yapmadığım bedduayı
yapmak ihtimalim var. " Mazlumun âhı arşa kadar gider. " bu bir kuvvetli hakikattır.
Sonra o zâlim ve dünyaca büyük makamlarda bulunanlar dediler: " Sen, yirmi senedir
birtek defa takkemizi başına giymedin, ve eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını
açmadın, eski kıyafetinle bulundun. Halbuki onyedi milyon bu kıyafete girdi?" Ben de dedim:
" Onyedi milyon değil, belki rızasıyla ve kalb kabullüğüyle ancak yedi bin Avrupa-perest
sarhoşların kıyafetlerine, ruhsat-ı şer'iye ve cebr-i kânuni cihetiyle girmekten ise; azimet ve
takva -i şer'iye haysiyetiyle, yediyüz milyar zatların kıyafetlerine giren Benim gibi otuz
seneden beri hayat-ı içtimaiyeyi terkeden âdeme " inad ediyor, bize muhalefettir" denilmez.
Haydi inad dahi olsa, mâdem Mustafa Kemal o inadı kıramadı. Ve iki mahkeme kırmadı ve üç
vilâyetin hükûmetleri onu bozmadı; siz neci oluyorsunuz ki, beyhude hem milletin, hem
hükûmetin zararına, o inadı kırmaya çalışıyorsunuz? Haydi siyasî muhalif de olsa, mâdem
tasdikinizle, yirmi senedir dünya ile âlakamı kesmişim ve manen yirmi seneden beri ölmüş bir
âdemim, yeniden dirilip, faidesiz ve kendime çok zararlı olarak, hayat-ı siyasiyeye girerek
sizinle uğraşmam; elbette benim muhalefetimden tevehhüm etmek, divaneliktir. Divanelerle
konuşmak dahi, bir divanelik olduğundan, sizin gibilerle konuşmayı terkediyorum. "Ne
yaparsanız yapınız minnet çekmem" dedim onları hem kızdırdım, hem susturdum.
َ َ
‫سبُنَا‬ َ * ِ ‫ش الْعَظِيم‬
ْ ‫ح‬ ْ ُّ ‫ت وَهُوَ َر‬
ِ ‫ب العَْر‬ ُ ْ ‫ه اِل ّ هُوَ ع َلَيْهِ تَوَك ّل‬ ّٰ ‫ى‬
َ ٰ‫الل ُهه ل َ اِل‬ َ ِ ‫سب‬
ْ ‫ح‬
َ
‫ل‬ُ ‫م الْوَكِي‬ ّٰ
َ ْ‫الل ُهه وَنِع‬
Said Nursî
228

[Beşinci Şua]

Otuzbirinci Mektubun Otuzbirinci Lem'asının Beşinci Şua'ıdır.

Otuz sene evvel yazılan matbu' "Muhakemat-ı Bediiye"de bahsedilen "Sedd-i


Zülkarneyn" ve "Ye'cüc Me'cüc" ve sair eşrat-ı kıyametten yirmi mes'eleyi, o Muhakemat'a
(Hâşiye)
bir tetimme olarak onüç sene evvel bir kısım müsveddesi yazılmış idi. Aziz bir
dostumun hatırı için tebyiz edildi, Beşinci Şua oldu.

[İhtar]: Evvelce mukaddimeden sonra gelen mes'eleler okunsun, tâ mukaddimedeki


maksad anlaşılsın.Hem bu Şuanın mes’elelerini herkese göstermek caiz değil mahremdir.
Neşrine iznim yok.Ta yanlış telakki edilmesin.
_________________________________
(Hâşiye):
Şimdi kırk seneden ziyade olmuştur.

ْ َ ‫جاءَ ا‬
‫شَراطُهَا‬ َ ْ ‫حيم ِ فَقَد‬
ِ ‫ن الَّر‬ ّٰ ِ ‫سم‬
ْ ‫الله ِه الَّر‬
ِ ٰ‫حم‬ ْ ِ‫ب‬
Âyetinin bir nüktesi olup, bu zamanda akide-i avam-ı mü'minîni vikaye ve şübehattan
muhafaza için yazılmıştır. Âhirzamanda vukua gelecek hâdisata dair olan hadîslerin bir
kısmının müteşabihat-ı Kur’âniye gibi derin manaları var. Muhkemat gibi tefsir edilmez ve
herkes bilemez. Belki tefsirinde tevil ederler. [‫ن‬
َ ‫خو‬
ُ ‫س‬ ّٰ َّ ‫ه اِل‬
ِ ‫الل ُهه وَ الَّرا‬ ُ َ ‫م تَاْوِيل‬
ُ َ ‫ما يَعْل‬
َ َ‫و‬
‫م‬ ْ ْ
ِ ‫ ]فِى العِل‬sırrıyla, vukuundan sonra tevilleri anlaşılır ve murad ne olduğu bilinir ki, ilimde
râsih olanlar [‫ربِّنَا‬
َ ِ ‫عنْد‬
ِ ‫ن‬ ِ ‫منَّا بِهِ كُل‬
ْ ‫م‬ َ ‫ ]ا‬deyip o gizli hakikatları izhar ederler.
229

Bu Beşinci Şua'ın [bir mukaddimesi] ve [yirmiüç mes'elesi] var.


[Mukaddime] [beş nokta] dır.

[Birinci Nokta]: İman ve teklif ihtiyar dairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir
müsabaka olduğundan, perdeli ve derin ve tedkike ve tecrübeye muhtaç olan nazarî
mes'eleleri elbette bedihî olmaz. Ve herkes ister istemez tasdik edecek derecede zarurî olmaz.
Tâ ki Ebu Bekirler a'lâ-yı illiyyîne çıksınlar Ebu Cehiller esfel-i safilîne düşsünler.Eğer ihtiyar
kalmazsa teklif olamaz. Bu sır ve hikmet içindir ki, mu'cizeler seyrek ve nâdir verilir.
Hem dâr-ı teklifte gözle görünecek olan alâmet-i kıyamet ve eşrat-ı saat, bir kısım
müteşabihat-ı Kur’âniye gibi kapalı ve tevilli oluyor. Yalnız, Güneş'in mağribden çıkması
bedahet derecesinde olup herkesi tasdike mecbur ettiğinden, tövbe kapısı kapanır;o zaman
daha tövbe ve iman makbul olmaz. Çünki Ebu Bekirler, Ebu Cehiller ile tasdikte beraber
olurlar. Hattâ Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın nüzulü dahi ve kendisi İsa Aleyhisselâm olduğu,
nur-ı imanın dikkatiyle bilinir; herkes bilemez. Hattâ Deccal ve Süfyan gibi eşhas-ı müdhişe,
kendileri dahi kendilerini bilmiyorlar.
[İkinci Nokta]: Peygamber Aleyhisselatü Vesselam’a bildirilen umûr-ı gaybiyenin, bir
kısmı tafsil ile bildirilir. Bu kısımda hiç tasarruf edilmez ve karışamaz. Kur’ânın ve hadîs-i
kudsîlerin muhkematı gibi. Diğer bir kısmı icmal ile bildirilir, tafsilât ve tasviratı Peygamber
Aleyhisselatü Vesselam’ın içtihadına havale edilir. İmana girmeyen hâdisat-ı kevniyeye ve
vukuat-ı istikbaliyeye dair hadîsler gibi. Bu kısımda, Peygamber Aleyhisselatü Vesselam
belâgatıyla -temsiller suretinde- sırr-ı teklif hikmetine muvafık olarak tafsil ve tasvir eder.
Meselâ: Bir sohbette derin bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: "Bu gürültü, yetmiş seneden beri
Cehennem tarafına yuvarlanan bir taşın bu dakikada Cehennem'in dibine yetişip düşmesinin
gürültüsüdür." Bu garib haberden beş-altı dakika sonra birisi geldi dedi: "Ya Resulallah!
Yetmiş yaşında bulunan filan münafık vefat etti, Cehennem'e gitti." Peygamber Aleyhisselatü
Vesselam ‘ın yüksek beligane kelâmının tevilini gösterdi.
[İhtar]: Hakaik-i imaniyeye girmeyen cüz'î hâdisat-ı istikbaliye, nazar-ı nübüvvette
ehemmiyetsizdir.
230

[Üçüncü Nokta]: [İki Nükte] dir. [Birincisi]: Teşbihler ve temsiller suretinde rivâyet
edilen bir kısım hadîsler, mürur-ı zamanla avamın nazarında hakikat telakki edildiğinden
vakıa mutabık çıkmıyor. Ayn-ı hakikat olduğu halde vakıaya mutabakatı görünmüyor. Meselâ:
Hamele-i Arş gibi arzın hamelesinden olan [Sevr] ve [Hut] namında ve misalinde olan iki
melaike, koca bir öküz ve gâyet büyük bir balık tasavvur edilmiş. [İkincisi]: Bir kısım
hadîsler İslâmların ekseriyeti noktasında veya hükûmet-i İslâmiyenin veyahut merkez-i
hilafetin nokta-i nazarında vürûd ettiği halde, umum ehl-i dünyaya şamil zannedilmiş ve bir
cihette hususî bulunduğu halde, küllî ve âmm telakki edilmiş. Meselâ, rivâyette vardır ki: (Bir
zaman gelecek, Allah Allah diyen kalmayacak.) Yani, zikirhaneler kapanacak Türkçe ezan ve
kamet okunacak demektir.
[Dördüncü Nokta]: Ecel ve mevt gibi umûr-ı gaybiye çok hikmet ve maslahat
cihetiyle gizli kaldığı misillü, dünyanın sekeratı ve mevti ve nev'-i beşerin ve cins-i
hayvanatın eceli ve vefatı olan kıyamet dahi çok maslahatlar için gizlenilmiş. Evet, eğer ecel
vakti muayyen olsaydı, yarı ömür gaflet-i mutlaka içinde ve yarıdan sonra, darağacına
asılmak için her gün bir ayak daha onun tarafına atılmakla dehşet-i mutlaka içinde- havf ve
recanın müvazene-i maslahatkâranesi ve hakimanesi bozulacağı gibi, aynen öyle de:
Dünyanın eceli ve sekeratı olan kıyamet vakti muayyen olsa idi, kurûn-ı ûlâ ve vustâ fikr-i
âhiretten pek az müteessir olacaktı. Kurûn-ı uhrâ, dehşet-i mutlaka içinde bulunacaktı o vakit
ne hayat-ı dünyeviyenin lezzeti ve kıymeti kalırdı ve ne de havf ve reca içinde ihtiyar ile
itaatkârane olan ubudiyetin ehemmiyeti ve hikmeti bulunurdu. Hem eğer muayyen olsa idi,
bir kısım hakaik-i imaniye bedahet derecesine girerdi, herkes ister istemez tasdik ederdi.
İhtiyar ve irade ile bağlı olan sırr-ı teklif ve hikmet-i iman bozulurdu.
İşte bunun gibi çok maslahatlar için umûr-ı gaybiye gizli kaldığından herkes her
dakikada hem ecelini, hem bekasını düşündüğü için hem dünyaya, hem âhiretine çalışabildiği
gibi, her asırda dahi hem kıyamet kopacağını, hem dünyanın devamını düşünebildiği için;
hem dünyanın fâniliğinde hayat-ı bâkiyeye, hem hiç ölmeyecek gibi imaret-i dünyaya
çalışabilir.
231

Hem eğer musibetlerin vakti muayyen olsa idi, musibet başına gelen âdem, musibetin
intizarında o gelen musibetin belki on mislinden ziyade manevî bir musibet -o intizardan-
çekmemesi için, hikmet ve rahmet-i İlahiye tarafından gelecek musibetler gizli, ve perdeli
bırakılmış. Ve ekser hâdisat-ı kevniye-i gaybiye böyle hikmetleri bulunduğundandır ki,
gaibden haber vermek yasak edilmiş. [‫ه‬ ّٰ َّ ‫ب اِل‬
‫الل ُهه‬ َ ‫م الْغَي ْ ه‬
ُ ‫ ] ل َ يَعْل َ ه‬düsturuna karşı
hürmetsizlik ve itaatsizlik etmemek içindir ki, medar-ı teklif ve hakaik-i imaniyeden başka
olan umûr-ı gaybiyeden izn-i Rabbanî ile haber verenler dahi, yalnız işaret suretinde perdeli
ve kapalı ihbar etmişler. Hattâ Tevrat İncil ve Zebur'da Peygamber Aleyhisselatü Vesselam
hakkında gelen müjdeler ve haberler dahi bir derece perdeli ve kapalı gelmiş ki; o kitabların
bir kısım tâbileri tevil edip iman etmediler. Fakat itikad-ı imaniyeye giren mes'eleleri tasrih ile
tekrar ile ihbar etmek ve açık bir surette tebliğ etmek hikmet-i teklifin muktezası olduğundan,
Kur’ân-ı Mu'ciz-ül Beyan ve Tercüman-ı Zîşan'ı Aleyhisselatü Vesselam umûr-ı uhreviyeden
tafsilen ve hâdisat-ı istikbaliye-i dünyeviyeden icmalen haber vermişler.
[Beşinci Nokta]: Hem her iki Deccal'ın asırlarına aid hârikaları, onların bahisleriyle
ve münasebetleriyle rivâyet edildiğinden onların şahıslarından sudûr edeceği telakki ve
tevehhüm edilmesinden, o rivâyet müteşabih olmuş, manası gizlenmiş. Meselâ, tayyare ve
şimendiferle gezmesi... Hem meselâ, meşhur olmuş ki; İslâm Deccalı öldüğü vakit ona hizmet
eden şeytan, İstanbul'da Dikili Taş'ta bütün dünyaya bağıracak ve herkes o sesi işitecek: "O
deccal öldü." Yani pek acib ve şeytanları dahi hayrette bırakan radyo ile bağırılacak, haber
verilecek. Hem Deccal'ın rejimine ve teşkil ettiği komitesine ve hükûmetine aid garib halleri
ve dehşetli icraatı, onun şahsıyla münasebetdar rivâyet edilmesi cihetiyle manası gizlenmiş.
Meselâ: "O kadar kuvvetlidir ve devam eder; yalnız Hazret-i İsa Aleyhisselam onu öldürebilir,
başka çare olamaz." diye rivâyet edilmiş. Yani, onun mesleğini ve yırtıcı rejimini bozacak, ve
öldürecek; ancak semavî ve ulvî, ve hâlis bir din İsevîlerde zuhur edecek ve hakikat-ı
Kur’âniyeye iktida ve ittihad eden bir İsevî dinidir ki, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın nüzulü ile
o dinsiz meslek mahvolur ölür.
232

Yoksa onun şahsı bir mikrop, ile ve bir nezle ile öldürülebilir.
Hem bir kısım râvilerin kabil-i hata içtihadlarıyla olan tefsirleri ve hükümleri, hadîs
kelimelerine karışıp hadîs zannedilir, mana gizlenir. Vakıa mutabakatı görünmez, müteşabih
hükmüne geçer. Hem eski zamanda, bu zaman gibi cemaatin ve cem'iyetin şahs-ı manevîsi
inkişaf etmediğinden ve fikr-i infiradî galib olduğundan, cemaatin sıfat-ı azîmesi ve büyük
harekâtı o cemaatın başında bulunan şahıslara verildiği cihetiyle; o şahıslarda, o hârika ve
küllî sıfatlara lâyık ve muvafık olmak için yüz derece cisimlerinden ve kuvvetlerinden büyük
bir acûbe cisim ve müdhiş bir heykel ve çok hârika bir kuvvet ve iktidar bulunmak lâzım
geldiğinden öyle tasvir edildiği için Vakıa mutabakatı görünmüyor o rivâyet müteşabih olur.
Hem iki Deccal'ın sıfatları ve halleri ayrı ayrı olduğu halde, mutlak gelen rivâyetlerde iltibas
oluyor, biri öteki zannedilir. Hem "Büyük Mehdi"nin halleri sâbık Mehdilere işaret eden
rivâyetlere mutabık çıkmıyor, hadîs-i müteşabih hükmüne geçer. İmam-ı Ali Radıyallahü Anh
yalnız İslâm Deccalından bahseder.

Mukaddime bitti, mes'elelere başlıyoruz.

Şimdilik o hâdisat-ı gaybiyenin yüzer misallerinden -mülhidler tarafından avamın


akidelerini bozmak fikriyle işaa edilen- [yirmiüç mes'ele], tevfik-i Rabbanî ile gâyet muhtasar
bir surette beyan edilecek. Ve o mes'eleler mülhidlerin tahminleri gibi zarar vermemekle
beraber, her biri bir lem'a-i i'caz-ı Nebevî olduğu görünmekle ve hakikî tevilleri izhar ve isbat
edilmekle akide-i avamı kuvvetlendirmeğe mühim bir sebeb olmasını rahmet-i Rabbanîden
rica edip hatiatımı ve galatatımı afv ve mağfiret altına almasını Rabb-ı Rahîmimden niyaz
ediyorum.
233

[Beşinci Şua'ın İkinci Makamı ve Mes'eleleri]


(Hâşiye)
Aşağıda gelecek olan Birinci Mes'ele yazıldıktan hayli zaman sonra zuhur eden
bir hâdise tam te'vilini göstermiştir. Şöyle ki: Hadiste (O süfyan bir su içecek, eli delinecek)
denilmiş. Yani bir çeşit su olan rakıyı su gibi çok içecek ve o sebebten batnı su tulumbası gibi
olacak ve o hastalığı yüzünden zulüm ve hile ile topladığı milyonlarla mal su gibi elinden
akacak, ecnebi doktorların boğazına girecek. [Mesmuatıma nazaran]; üç senede üç milyona
yakın lirayı tedavisine gâyet israf ile sarfeden " bir insan " asrımızda göründü, " bu hadîsin
te'vilini bende görünüz" hayatının lisan-ı haliyle dedi. Hem, [bir su içecek eli delinecek] olan
kudsi söz ne kadar manidar ve mu'cizekâr ve yüksek ve cem'iyetli olduğunu vefatiyle bildirdi,
gitti.

ِ ِ ‫ن الَّر‬
‫حيم‬ ِ ٰ‫حم‬ ّٰ ِ ‫سم‬
ْ ‫الله ِه الَّر‬ ْ ِ‫ب‬

[Yirmi mes’eleden Birinci Mes'ele]: Rivâyette var ki: (Âhirzamanın eşhas-ı


mühimmesinden olan Süfyan'ın eli delinecek.) ‫م‬ ُ َ ‫ ا َ ّٰلل ُهه اَع ْل‬, bunun bir tevili şudur ki: Sefahet
ve lehviyat için gâyet israf eder elinde mal durmaz, israfata akar. Darb-ı meselde deniliyor ki,
"Filan âdemin eli deliktir." Yani çok müsriftir. İşte, Süfyan israfı teşvik etmekle, şiddetli bir
(Hâşiye)
hırs ve tama'ı uyandırarak insanların o zaîf damarlarını tutup kendine müsahhar eder
diye bu hadîs ihtar ediyor. İsraf eden ona esir olur, onun dâmenine düşer diye haber veriyor.
[İkinci Mes'ele]: Rivâyette vardır ki: (Âhirzamanın dehşetli bir şahsı, sabah kalkar;
alnında [‫ر‬ ٌ ِ‫ ]هٰذ َاكَاف‬yazılmış bulunur.) ‫ب‬ َّ ‫م بِال‬
ِ ‫صوَا‬ ُ َ ‫ ا َ ّٰلل ُهه اَع ْل‬bunun tevili şudur ki: O
Süfyan, kendi başına
___________ ___________
_________________
(Hâşiye):
Evet kendisi onyedi milyon lirayı, onbeş senede onbeş milyon fakir bir milletten hırs ve tama’
ile boğazına akıtması ne derece hırs ve tama’ı tehyic ettiği kıyas edilsin.
234

firenklerin serpuşunu kor herkese de giydirir. Fakat cebir ve kanun ile tamim ettiğinden, o
serpuş dahi secdeye gittiği için inşâallah ihtida eder, daha herkes -yalnız onu istemeyerek-
giymek ile kâfir olmaz.
[Üçüncü Mes'ele]: Rivâyette var ki: (Âhirzamanın müstebid hâkimleri, hususan
Deccal'ın yalancı cennet ve cehennemleri bulunur.) ِ‫الله ه‬ ّٰ َ ‫عنْد‬ ِ ‫م‬ُ ‫ اَلْعِل ْه‬bunun bir tevili
şudur ki: Hükûmet dairesinde karşı karşıya kurulan ve birbirine bakan vaziyette bulunan
hapishane ile lise mektebi, biri huri ve gılmanın çirkin bir taklidi, diğeri azab ve zindan
suretine girecek diye bir işarettir.
[Dördüncü Mes'ele]: Rivâyette var ki: (Âhirzamanda, Allah Allah diyecek kalmaz.)
َ
ّٰ ّ ‫ب اِل‬
‫الل ُهه‬ َ ْ ‫م الْغَي‬
ُ َ ‫ ل َ يَعْل‬bunun bir tevili şu olmak gerektir ki: [Allah!. Allah!. Allah!.]
deyip zikreden tekyeler, zikirhaneler, medreseler kapanacak ve ezan ve kamet gibi şeairde
(ismullah) yerine başka isim konulacak" demektir. Yoksa umum insanlar küfr-i mutlaka
düşecekler demek değildir. Çünki Allah'ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan
uzaktır. Umum değil, belki ekser insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Allah'ı
inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hata ediyorlar. Diğer bir tevili şudur ki: Kıyamet kopmasının
dehşetini görmemek için, mü'minlerin ruhları bir parça evvel kabzedilir; kıyamet, kâfirlerin
başlarında patlar.
[Beşinci Mes'ele]: Rivâyette vardır ki: (Âhirzamanda Deccal gibi bir kısım şahıslar,
uluhiyet dava edecekler ve kendilerine secde ettirecekler.) ‫م‬ ‫ ا َ ّٰلل ُه‬, bunun bir tevili
ُ ‫ه اَع ْل َه‬
şudur ki: Nasılki padişahı inkâr eden bir bedevi kumandan, kendinde ve başka
kumandanlarda, hâkimiyetleri nisbetinde birer küçük padişahlık tasavvur eder. Aynen öyle de:
Tabiiyun ve maddiyun mezhebinin başına geçen o eşhas, kuvvetleri nisbetinde kendilerinde
bir nevi rububiyet tahayyül ederler ve raiyetlerini kendi kuvvetleri için kendilerine ve
heykellerine ubudiyetkârane serfüru ettirirler, başlarını rükûa getirirler demektir.
[Altıncı Mes'ele]: Rivâyette vardır ki: (Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse
(A.S.M.)
nefsine hâkim olamaz.) Bunun için, binüçyüz sene zarfında emr-i Peygamberi ile bütün
ümmet o fitneden istiaze etmiş, azab-ı kabirden
235

sonra [‫ن‬ َ ‫الَّز‬


ِ ‫ما‬ ِ‫خر‬ِ ‫ن فِتْنَةِ ا‬
ْ ‫م‬
ِ َ‫ل و‬ َّ َّ ‫ن فِتْنَةِ الد‬
ِ ‫جا‬ ِ ] duası vird-i ümmet olmuş. ‫ا َ ّٰلل ُهه‬
ْ ‫م‬
‫ب‬
ِ ‫صوَا‬ ُ ‫اَع ْل َه‬, bunun bir tevili şudur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun
َّ ‫م بِال‬
eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkleriyle irtikâb ederler. Meselâ; Rusya'da hamamlara
kadın-erkek beraber çıplak olarak girerler kadın kendi güzelliklerini göstermeğe fıtraten çok
meyyal olmasından seve seve o fitneye atılır, baştan çıkar fıtraten cemalperest erkekler dahi,
nefislerine mağlub olup o ateşe sarhoşane bir sürur ile düşerler, yanarlar. İşte dans ve tiyatro
gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid'aları birer cazibedarlık ile pervane gibi
nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder. Yoksa cebr-i mutlak ile olsa ihtiyar kalmaz, günah
dahi olmaz.
[Yedinci Mes'ele]: [Rivâyette var ki: "Süfyan büyük bir âlim olacak, ilim ile dalalete
düşer. Ve çok âlimler ona tâbi' olacaklar."] Vel'ilmu indallah, bunun bir tevili şudur ki: Başka
padişahlar gibi kuvvet veya kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i
saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla
çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar. Ve çok muallimleri kendine
tarafdar eder ve din derslerinden tecerrüd eden maarifi rehber edip tamimine şiddetle çalışır,
demektir.
[Sekizinci Mes'ele]: Rivâyetlerde, [Deccal'ın dehşetli fitnesi İslâmlarda olacağını
ّٰ َّ ‫ب اِل‬
gösterir] ki, bütün ümmet istiaze etmiş. ‫الل ُهه‬ َ ْ ‫م الْغَي‬ ُ َ ‫ ل َ يَعْل‬Bunun bir tevili şudur
ki: İslâmların Deccal'ı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tahkik İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın
dediği gibi demişler ki: Onların Deccal'ı Süfyan'dır. İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş
görecek. Kâfirlerin Büyük Deccal'ı ayrıdır. Yoksa Büyük Deccal'ın cebr ve ceberut-ı
mutlakına karşı itaat etmeyen şehid olur ve istemeyerek itaat eden kâfir olmaz, belki günahkâr
da olmaz.
[Dokuzuncu Mes'ele]: Rivâyetlerde, [vukuat-ı Süfyaniye ve hâdisat-ı istikbaliye
Şam'ın etrafında ve Arabistan'da tasvir edilmiş]. ‫م‬ ‫ ا َ ّٰلل ُه‬, bunun bir tevili şudur ki:
ُ ‫ه اَع ْل َه‬
Merkez-i hilafet eski zamanda Irak'ta Şam'da
236

ve Medine'de bulunduğundan, râviler rivâyetlere kendi içtihadlarıyla -daimî öyle kalacak gibi-
mana verip "merkez-i hükûmet-i İslâmiye" yakınlarında tasvir etmişler, Haleb Şam demişler.
Hadîsin mücmel haberlerini, kendi içtihadlarıyla tafsil etmişler.
[Onuncu Mes'ele]: Rivâyetlerde, [eşhas-ı âhirzamanın fevkalâde iktidarlarından
bahsedilmiş]. Vel'ilmü indallah, bunun tevili şudur ki: O şahısların temsil ettikleri manevî
şahsiyetin azametinden kinayedir. Bir vakit Rusya'yı mağlub eden Japon Başkumandanının
sureti; bir ayağı Bahr-i Muhit'te, diğer ayağı Port Artür Kal'asında olarak gösterildiği gibi,
şahs-ı manevînin dehşetli azameti, o şahsiyetin mümessilinde, hem o mümessilin büyük
heykellerinde gösteriliyor. Amma fevkalâde hârika iktidarları ise, ekser icraatları tahribat ve
müştehiyat olduğundan fevkalâde bir iktidar görünür, çünki tahrib kolaydır. Bir kibrit bir köyü
yakar. Müştehiyat ise, nefisler tarafdar olduğundan çabuk sirâyet eder.
[Onbirinci Mes'ele]: Rivâyette var ki: (Âhirzamanda bir erkek kırk kadına nezaret
eder.) ‫ب‬ِ ‫صوَا‬ ُ َ ‫ ا َ ّٰلل ُهه اَع ْل‬, bunun iki tevili var: [Birisi]: O zamanda meşru nikâh azalır
َّ ‫م بِال‬
veya Rusya'daki gibi kalkar. Birtek kadına bağlanmaktan kaçar başıboş kalan, bedbaht kırk
kadına çoban olur.
[İkinci tevili]: O fitne zamanında, harblerde erkeklerin çoğu telef olmasından, hem bir
hikmete binaen ekser tevellüdat kızlar bulunmasından kinayedir. Belki hürriyet-i nisvan yani
kadınların tam serbestiyetleri kadınlık şehvetini şiddetle ateşlendirdiğinden fıtratça erkeğine
galebe eder; veledi kendi suretine çekmeğe sebebiyet verdiğinden, emr-i İlahiyle kızlar
pekçok olur.
[Onikinci Mes'ele]: Rivâyetlerde var ki: (Deccal'ın birinci günü bir senedir, ikinci
günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü bir gündür.) ‫الل ُهه‬ ّٰ َّ ‫ب اِل‬ ُ َ ‫ل َ يَعْل‬
َ ْ ‫م الْغَي‬
Bunun iki tevili var: [Birisi]: Büyük Deccal'ın kutb-ı şimalî dairesinden ve şimal tarafından
zuhur edeceğine kinaye ve işarettir. Çünki kutb-ı şimalînin
237

mevkiinde bütün sene, bir gece bir gündüzdür. Bir gün şimendiferle bu tarafa gelinse, yaz
mevsiminde bir ay mütemadiyen güneş gurub etmez. Daha bir gün otomobil ile gelinse, bir
haftada daima güneş görünür. Ben Rusya'daki esaretimde bu mevkiye yakın bulunuyordum.
Demek büyük Deccalın, şimalden bu tarafa tecavüz edeceğini mu'cizane bir ihbardır. İkinci
tevil ise: Hem büyük Deccal'ın, hem İslâm Deccalı'nın üç devre-i istibdadları manasında üç
eyyam var. "Bir günü; yani birinci devre-i hükûmetinde öyle büyük icraat yapar ki, üçyüz
senede yapılmaz. İkinci günü, yani ikinci devresinde, bir senede otuz senede yapılmayan işleri
yaptırır. Üçüncü günü yani üçüncü devresinde, bir senede yaptığı tebdiller on senede
yapılmaz. Dördüncü günü ve devresi âdileşir, bir şey yapmaz, yalnız vaziyetini muhafazaya
çalışır." diye, gâyet yüksek bir belâgatla ümmetine haber vermiş.
[Onüçüncü Mes'ele]: Kat'î ve sahih rivâyette vardır ki: (İsa Aleyhisselâm büyük
Deccal'ı öldürür.) Vel'ilmü indallah, bunun da iki vechi var: Bir vechi şudur ki: Sihir ve
manyetizma ve ispirtizma gibi istidracî hârikalarıyla kendini muhafaza eden ve herkesi teshir
eden o dehşetli Deccal'ı öldürebilecek, ve mesleğini değiştirecek; ancak hârika ve mu'cizatlı
ve umumun makbulü bir zât olabilir ki: O zât, en ziyade alâkadar ve ekser insanların
peygamberi olan Hazret-i İsa Aleyhisselâm'dır. İkinci vechi şudur ki: Şahs-ı İsa
Aleyhisselâm'ın kılıncıyla maktul olan şahs-ı Deccal'ın teşkil ettiği dehşetli maddiyunluk ve
dinsizliğin azametli heykelini ve şahs-ı manevîsini öldürecek ve inkâr-ı uluhiyet olan fikr-i
küfrîsini mahvedecek ancak İsevî ruhanîleridir ki; o ruhanîler, din-i İsevî'nin hakikatını
hakikat-ı İslâmiye ile mezcederek o kuvvetle onu dağıtacak, manen öldürecek.
Hattâ "Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelir. Hazret-i Mehdi'ye namazda iktida eder, tâbi'
olur." diye olan rivâyet bu ittifaka ve hakikat-ı Kur’âniyenin metbuiyetine ve hâkimiyetine
işaret eder.
[Ondördüncü Mes'ele]: Rivâyette var ki: (Deccal'ın mühim kuvveti yahudilerdir.
Yahudiler severek deccala tâbi' olurlar.)
238

ُ ‫ه اَع ْل َه‬
[‫م‬ ‫] ا َ ّٰلل ُ ه‬, diyebiliriz ki, bu rivâyetin bir parça tevili Rusya'da çıkmıştır. Çünki her
hükûmetin zulmünü gören Yahudiler, Almanya memleketinde kesretle toplanıp intikamlarını
almak için, Komünist Komitesi'nin tesisinde mühim rol oynayarak yahudi milletinden olan
"Troçki" namında dehşetli bir âdemi, Rusya'nın başkumandanlığına ve terbiyegerdeleri olan
meşhur Lenin'den sonra Rus hükûmetinin başına geçirerek Rusya'nın başını patlatıp bin
senelik mahsulâtını yaktırdılar. Büyük Deccal'ın komitesini ve bir kısım icraatını gösterdiler.
Ve sair hükûmetlerde dahi ehemmiyetli sarsıntılar verip karıştırdılar.
[Onbeşinci Mes'ele]: [Ye'cüc ve Me'cüc hâdisatının icmali Kur’ânda olduğu gibi,
rivâyette bir kısım tafsilât var]. Ve o tafsilât ise, Kur’ânın muhkematından olan icmali gibi
muhkem değil, belki bir derece müteşabih sayılır. Onlar tevil isterler. Belki râvilerin
içtihadları karışmasıyla tabir isterler. Evet ‫ه‬ ّٰ َّ ‫ب اِل‬
‫الل ُه‬ َ ‫م الْغَي ْه‬
ُ ‫ ل َ يَعْل َه‬Bunun bir tevili
şudur ki: Kur’ânın lisan-ı semavîsinde Ye'cüc ve Me'cüc namı verilen Mançur ve Moğol
kabileleri, eski zamanda Çin-i Maçin'den bir kısım tatarları beraber alarak kaç defalar Asya ve
Avrupa'yı herc ü merc ettikleri gibi, gelecek zamanlarda dahi dünyayı zîr ü zeber edeceklerine
işaret ve kinayedir. Hattâ şimdi de komünistlik içindeki anarşistin ehemmiyetli efradları
onlardandır. Evet, ihtilâl-i Fransavîde hürriyetperverlik tohumuyla ve aşılamasıyla sosyalistlik
türedi, tevellüd etti. Ve sosyalistlik ise bir kısım mukaddesatı tahrib ettiğinden, aşıladığı fikir
bilâhere bolşevikliğe inkılab etti. Bolşeviklik dahi çok mukaddesat-ı ahlâkiyeyi ve kalbiyeyi
ve insaniyeyi bozduğundan, elbette ektikleri tohumlar hiç bir kayıd ve hürmet tanımayan
anarşistlik mahsulünü verecek. Çünki kalb-i insanîden hürmet ve merhamet çıksa; akıl ve
zekâvet, o insanları gâyet dehşetli ve gaddar canavarlar hükmüne geçirir, daha siyasetle idare
edilmezler. Ve anarşistlik fikrinin tam yeri ise; hem mazlum hem kalabalıklı, hem
medeniyette ve hâkimiyette geri kalan çapulcu kabileler olacak. Ve o şeraide muvafık insanlar
ise, Çin-i Maçin'de kırk günlük bir mesafede yapılan ve acaib-i seb'a-i âlemden birisi bulunan
Sedd-i Çinî'nin binasına sebebiyet veren Mançur ve Moğol ve bir kısım Kırgız ve tatar
(A.S.M.)
kabileleridir ki, Kur’ân'ın mücmel haberini tefsir eden Zât-ı Ahmediye mu'cizane ve
muhakkikane haber vermiş.
239

[Onaltıncı Mes'ele]: Rivâyette var ki: (İsa Aleyhisselâm Deccal'ı öldürdüğü zaman
"Deccal'ın fevkalâde büyük ve minareden daha yüksek bir azamet-i heykelde ve Hazret-i İsa
Aleyhisselâm ona nisbeten çok küçük bulunduğunu gösterir.) ‫ه‬ ‫الل ُه‬ ّٰ َّ ‫ب اِل‬
َ ‫م الْغَي ْه‬
ُ ‫ل َ يَعْل َه‬
Bunun bir tevili şu olmak gerektir: İsa Aleyhisselâm'ı nur-ı iman ile tanıyan ve tâbi' olan
cemaat-ı ruhaniye-i mücahedenin kemmiyeti, Deccal'ın mektebce ve askerce ilmî ve maddî
ordularına nisbeten çok az ve küçük olduğuna işaret ve kinayedir.
[Onyedinci Mes'ele]: Rivâyette var ki: (Deccalin çıktığı gün bütün dünya işitir ve kırk
günde dünyayı gezer ve hârikulâde bir eşeği vardır.) ‫م‬ ُ ‫ه اَع ْل َه‬
‫ ا َ ّٰلل ُه‬, bu rivâyetler tamamen
sahih olmak şartıyla tevilleri şudur: Bu rivâyetler mu'cizane haber verir ki, "Deccal
zamanında vasıta-i muhabere ve seyahat o derece terakki edecek ki, bir hâdise bir günde
umum dünyaya işitilecek. Radyo ile bağırır, şark ve garb işitir ve umum ceridelerinde
okunacak. Ve bir âdem kırk günde dünyayı devredecek ve yedi kıt'asını ve yetmiş hükûmetini
görecek ve gezecek." diye on asır evvel telgraftan, telefondan, radyodan, ve şimendifer, ve
tayyareden mu'cizane haber verir.
Hem Deccal, deccallık haysiyetiyle değil, belki gâyet müstebid bir kral sıfatıyla işitilir.
Ve gezmesi de her yeri istilâ etmek için değil, belki fitneyi uyandırmak ve insanları baştan
çıkarmak içindir. Ve bindiği merkebi ve himarı ise; ya şimendiferdir ki bir kulağı ve bir başı
cehennem gibi ateş ocağı, diğer kulağı yalancı cennet gibi güzelce tezyin ve tefriş edilmiş.
Düşmanlarını ateşli başına, dostlarını ziyafetli başına gönderir. Veyahut onun eşeği, ve
merkebi; dehşetli bir otomobildir veya tayyaredir veyahut...... sükût lâzım!
[Onsekizinci Mes'ele]: Rivâyette var ki: (Ümmetim istikametle gitse, ona bir gün
var.) Yani [‫ة‬
ٍ َ ‫سن‬ َ ْ ‫مقْدَاُر ه ُ اَل‬
َ ‫ف‬ َ ‫ ]ف ِى يَو ْم ٍ كَا‬âyetinin sırrıyla bin sene hâkimane ve
ِ ‫ن‬
mükemmel yaşayacak. [Eğer istikametle gitmezse, ona yarım gün var]. Yani [ancak beşyüz
sene kadar hâkimiyetini ve galibiyetini muhafaza eder. ‫م‬ ُ َ ‫ ا َ ّٰلل ُهه اَع ْل‬, bu rivâyet kıyametten
haber vermek değil; belki İslâmiyetin galibane hâkimiyetinden ve hilafetin saltanatından
bahseder ki, ayn-ı hakikat ve bir mu'cize-i gaybiye olarak aynen öyle çıkmış. Çünki Hilafet-i
Abbasiye'nin âhirlerinde,
240

onun ehl-i siyaseti istikameti kaybettiği için, beşyüz sene kadar yaşamış. Fakat ümmetin
heyet-i mecmuası ise istikameti kaybetmediğinden Hilafet-i Osmaniye imdada gelip binüçyüz
sene kadar hâkimiyeti devam ettirmiş. Sonra Osmanlı siyasiyunları dahi istikameti muhafaza
edemediklerinden, onlar da ancak hilafetle beşyüz sene yaşayabilmiş. Bu hadîsin mu'cizane
ihbarını, Hilafet-i Osmaniye kendi vefatıyla tasdik etmiş. Bu hadîsi başka risalelerde dahi
bahsettiğimizden burada kısa kesiyoruz.
[Ondokuzuncu Mes'ele]: [Rivâyetlerde, âhirzamanın alâmetlerinden olan ve Âl-i
Beyt-i Nebevî'den gelecek Hazret-i Mehdi hakkında ayrı ayrı haberler var. Bir kısım ehl-i
ilim ve ehl-i velâyet, eskiden onun çıktığına hükmetmişler]. ‫ب‬ ِ ‫صوَا‬ ُ َ ‫ ا َ ّٰلل ُهه اَع ْل‬, bu ayrı
َّ ‫م بِال‬
ayrı rivâyetlerin bir tevili şudur ki: Büyük Mehdi'nin çok vazifeleri var. siyaset âleminde, ve
diyanet âleminde, ve saltanat âleminde, ve cihad âleminde çok dairelerde icraatları olduğu
gibi.. herbir asır me'yusiyet vaktinde, kuvve-i maneviyesini teyid edecek bir nevi Mehdi'ye
veyahut Mehdi'nin onların imdadına o vakitlerde gelmek ihtimaline muhtaç olduğundan;
rahmet-i İlahiye ile her devirde belki her asırda bir nevi Mehdi, Âl-i Beyt'ten çıkmış, ceddinin
şeriatını muhafaza ve sünnetini ihya etmiş. Meselâ: Siyaset âleminde Mehdi-yi Abbasî diyanet
âleminde Gavs-ı A'zam ve Şah-ı Nakşibend ve aktab-ı erbaa ve oniki imam gibi Büyük
Mehdi'nin bir kısım vazifelerini icra eden zâtlar dahi, -Mehdi hakkında gelen rivâyetlerde-
(A.S.M.)
medar-ı nazar-ı Muhammedi olduğundan rivâyetler ihtilaf ederek, bir kısım ehl-i
hakikat demiş: "büyük mehdi Eskiden çıkmış." Her ne ise... Bu mes'ele Risale-i Nur'da beyan
edildiğinden, onu ona havale ile burada bu kadar deriz ki:
Dünyada mütesanid hiçbir hanedan ve mütevafık hiçbir kabile ve münevver hiçbir
cem'iyet ve cemaat yoktur ki, Âl-i Beyt'in hanedanına ve kabilesine ve cem'iyetine ve
cemaatine yetişebilsin. Evet yüzer kudsî kahramanları yetiştiren ve binlerce manevî
kahramanları ve kumandanları ümmetin başına geçiren ve hakikat-ı Kur’âniyenin mayasıyla
ve imanın nuruyla ve İslâmiyet'in şerefiyle beslenen, ve tekemmül eden Âl-i Beytin, elbette
(A.S.M.)
âhirzamanda şeriat-ı Muhammediyeyi ve hakikat-ı Furkaniyeyi ve Sünnet-i
(A.S.M.)
Ahmediyeyi ihya ile, ilân ile, icra ile, başkumandanları olan Büyük Mehdi'nin
241

kemal-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya göstermeleri gâyet makul olmakla beraber, gâyet
lâzım ve zarurîdir ve hayat-ı içtimaiye-i insaniyedeki düsturların muktezasıdır.
[Yirminci Mes'ele]: (Güneş'in mağribden çıkması ve zeminden dâbbet-ül arzın
zuhurudur.) Amma Güneş'in mağribden tulûu ise, bedahet derecesinde bir alâmet-i kıyamettir.
Ve bedaheti için, aklın ihtiyarıyla bağlı olan tövbe kapısını kapayan bir hâdise-i semaviye
‫ا َ ّٰلل ُه‬
olduğundan tefsiri ve manası zahirdir, tevile ihtiyacı yoktur. Yalnız bu kadar var ki: ‫ه‬
ُ ‫اَع ْل َه‬, o tulûun sebeb-i zahirîsi: Küre-i Arz’ın kafasının aklı hükmünde olan Kur’ân onun
‫م‬
başından çıkmasıyla zemin divane olup, izn-i İlahî ile başını başka bir seyyareye çarpmasıyla
hareketinden geri dönüp, garbdan şarka olan seyahatını, irade-i Rabbanîye ile şarktan garba
tebdil etmekle Güneş garbdan tulûa başlar. Evet arzı şems ile,ve ferşi arş ile kuvvetli bağlayan
ve hablullah-il metin olan Kur’ânın kuvve-i cazibesi kopsa; küre-i arzın ipi çözülür, başıboş
serseri olup aksiyle ve intizamsız hareketinden Güneş garbdan çıkar. Hem müsademe
neticesinde emr-i İlahî ile kıyamet kopar diye bir tevili var.
Amma "Dabbet-ül Arz": Kur’ânda gâyet mücmel bir işaret ve lisan-ı hâlinde kısacık
bir ifade ve bir tekellüm var. Tafsili ise; ben şimdilik, başka mes'eleler gibi kat'î bir kanaatla
bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim: [‫ه‬ ّٰ َّ ‫ب اِل‬
‫الل ُ ه‬ َ ‫م الْغَي ْه‬ ُ ‫ ] ل َ يَعْل َه‬Nasılki kavm-i
Firavun'a "çekirge âfâtını ve bit belası" ve Kâ'benin tahribine çalışan Kavm-i Ebrehe'ye
"Ebabil Kuşları" musallat olmuşlar. Öyle de: Süfyan'ın ve Deccalların fitneleriyle bilerek, ve
severek isyana ve tuğyana ve Ye'cüc ve Me'cüc'ün anarşistliğiyle fesada ve canavarlığa giden
ve dinsizliğe, ve küfr ü küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle,
arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zîr ü zeber edecek. ‫م‬ ُ َ ‫ ا َ ّٰلل ُهه اَع ْل‬, o dabbe bir nev'dir.
Çünki gâyet büyük birtek şahıs olsa, her yere ve herkese yetişmez. Demek dehşetli bir taife-i
hayvaniye olacak. Belki [‫ه‬ ُ َ ‫ساَت‬
َ ْ ‫من‬ ُ ُ ‫ض تَاْك‬
ِ ‫ل‬ ‫ر‬
ْ َ ْ‫ةا‬
‫ل‬ ُ َّ ‫ ]اِل َّ دَاب‬âyetinin işaretiyle, o hayvan,
ِ
dabbet-ül arz denilen ağaç kurtlarıdır ki; insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın
cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü'minler iman bereketiyle sefahet
242

ve sû'-i istimalâttan tecennübleriyle kurtulacaklarına işareten, âyet, iman hususunda o


hayvanı konuşturmuş.
‫خطَاْنَا‬ْ َ ‫سينَا اَوْ ا‬ ِ َ‫ن ن‬ ْ ِ ‫خذ ْنَا ا‬ ِ ‫َربَّنَا ل َ تُوا‬
َ َ
‫م‬ َ ْ ‫م ال‬
ُ ‫حكِي‬ ُ ‫ت الْعَلِي‬َ ْ ‫ك اَن‬ َ َّ ‫متَنَا اِن‬
ْ ّ ‫ما ع َل‬ َ ّ ‫م لَنَا اِل‬ َ ْ ‫عل‬ِ َ‫ك ل‬
َ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ
Sâbık yirmi aded mes'elelere bir tetimme olarak [üç küçük mes'ele] dir.

[Birinci Mes'ele]: Rivâyetlerde [Hazret-i İsa Aleyhisselâm'a "Mesih" namı verildiği


gibi her iki Deccal'a dahi "Mesih" namı verilmiş] bütün rivâyetlerde [‫ح‬
ِ ‫سي‬ َ ْ ‫ن فِتْنَةِ ال‬
ِ ‫م‬ ْ ‫م‬
ِ
َّ َّ ‫سيِح الد‬
ِ‫جا‬ َ ْ ‫ن فِتْنَةِ ال‬
ِ ‫م‬ ْ ‫م‬ِ ِ ‫جا‬ َّ َّ ‫ ]الد‬denilmiş. Bunun hikmeti ve tevili nedir?
[Elcevab]: ‫م‬ ُ ‫ه اَع ْل َ ه‬‫ ا َ ّٰلل ُهه‬bunun hikmeti şudur ki: Nasılki emr-i İlahî ile İsa
Aleyhisselâm, şeriat-ı Museviyede bir kısım ağır tekâlifi kaldırıp şarab gibi bazı müştehiyatı
helâl etmiş. Aynen öyle de; Büyük Deccal, şeytanın iğvasıyla ve hükmüyle şeriat-ı İseviyenin
ahkâmını kaldırıp Hristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtalarını bozarak,
anarşistliğe ve Ye'cüc ve Me'cüc'e zemin hazır eder. Ve İslâm Deccalı olan Süfyan dahi, şeriat-
(A.S.M.)
ı Muhammediyenin ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleri ile kaldırmağa
çalışarak hayat-ı beşeriyenin maddî ve manevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve
sersem nefisleri başıboş bırakarak, hürmet ve merhamet gibi nurani zincirleri çözer; hevesat-ı
müteaffine bataklığında, birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdad bir
hürriyet vermekle dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gâyet şiddetli bir
istibdaddan başka zabt altına alınmazlar.
[İkinci Mes'ele]: Rivâyetlerde [her iki Deccal'ın hârikulâde icraatlarından ve pek
fevkalâde iktidarlarından ve heybetlerinden bahsedilmiş. Hattâ bir kısım bedbaht insanlar,
onlara bir nevi uluhiyet isnad ederler] diye haber verilmiş. Bunun sebebi nedir? [Elcevab]:
ّٰ َ ‫عنْد‬
ِ‫اللهه‬ ِ ‫م‬ُ ‫ وَالْعِل ْه‬her iki deccalin İcraatlarının büyük ve hârikulâde olması ise: Ekseri
tahribat ve hevesata sevkiyat olduğundan, kolayca hârikulâde öyle işler yaparlar ki; bir
rivâyette "Bir günleri bir senedir" yani, bir senede yaptıkları işleri, üçyüz senede yapılmaz, Ve
iktidarları pek fevkalâde görünmesi ise, [dört cihet ve sebebi] var:
243

[Birincisi]: İstidrac eseri olarak, müstebidane olan koca hükûmetlerinde, cesur


orduların ve faal milletin kuvvetiyle vukua gelen terakkiyat ve iyilikler haksız olarak onlara
isnad edilmesiyle binler âdem kadar bir iktidar onların şahıslarında tevehhüm edilmeğe sebeb
olur. Halbuki hakikaten ve kaideten, bir cemaatin hareketiyle vücuda gelen müsbet terakkiyat
ve mehasin ve şeref ve ganîmet o cemaate taksim edilir ve efradına verilir. Ve seyyiat ve
tahribat ve zayiat ise, reisinin tedbirsizliğine ve kusuruna verilir. Meselâ: Bir tabur bir kal'ayı
fethetse, ganîmet ve şeref süngülerine aidtir. Ve menfî tedbirler ve zayiatlar olsa,
kumandanlarına aidtir. İşte hak ve hakikatın bu düstur-ı esasiyesine bütün bütün muhalif
olarak müsbet terakkiyat ve hasenat o müdhiş başlara ve menfî icraat ve seyyiat bîçare
milletlerine verilmesiyle; nefrat-i âmmeye lâyık olan o şahıslar, -istidrac cihetiyle- ehl-i gaflet
tarafından bir muhabbet-i umumiyeye mazhar olurlar.
[İkinci cihet ve sebeb]: Her iki Deccal, a'zamî bir istibdad ve a'zamî bir zulüm ve
a'zamî bir şiddet ve dehşet ile hareket ettiklerinden,onlarda a'zamî bir iktidar görünür. Evet,
öyle acib bir istibdad ki; -kanunlar perdesinde- herkesin vicdanına ve mukaddesatına, hattâ
elbisesine müdahale ederler. Zannederim, asr-ı âhirde İslâm ve Türk hürriyetperverleri, bir
hiss-i kabl-el vuku ile bu dehşetli istibdadı hiss etmişler oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok
aldanmışlar yanlış bir hedef ve hata bir cebhede hücum göstermişler. Hem öyle bir zulüm ve
cebir ki, bir âdemin yüzünden yüz köyü harab ve yüzer masumları tecziye ve tehcir edib
perişan ederler.
[Üçüncü cihet ve sebeb]: Her iki Deccal, Yahudinin İslâm ve Hristiyan aleyhinde
şiddetli bir intikam besleyen gizli komitesinin muavenetini ve kadın hürriyetinin perdesi
altındaki dehşetli bir diğer komitenin yardımını, hattâ İslâm Deccalı masonların komitelerini
aldatıp müzaheretlerini kazandıklarından kendilerinde dehşetli bir iktidar zannedilir. Hem bazı
ehl-i velâyetin istihracatıyla anlaşılıyor ki, İslâm Devletinin başına geçecek olan Süfyanî
Deccal ise; gâyet muktedir ve dâhî ve faal ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şan ü şerefe
ehemmiyet vermeyen bir sadrazam ve gâyet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevval ve
şöhretperestliğe tenezzül etmeyen bir serasker bulur, onları teshir eder. Onların fevkalâde ve
dâhiyane icraatlarını, riyasızlıklarından istifade ederek
244

kendi şahsına istinad eder ve o vasıta ile koca ordunun ve hükûmetin teceddüd ve
inkılabından ve harb-i umumî inkılabından gelen şiddet-i ihtiyacın sevkiyle işledikleri
terakkiyatı şahsına isnad ettirerek şahsında pek acib ve hârika bir iktidar bulunduğunu
meddahları tarafından işaa ettirir.
[Dördüncü cihet ve sebeb]: Büyük Deccal'ın ispirtizma nevinden teshir edici
hassaları bulunur. İslâm Deccalı'nın dahi, bir gözünde teshir edici manyetizma bulunur. Hattâ
rivâyetlerde "Deccal'ın bir gözü kördür" denmekle nazar-ı dikkati gözüne çevirerek Büyük
Deccal'ın bir gözü kördür ve ötekinin bir gözü öteki göze nisbeten kör hükmünde olduğunu
hadîste kaydetmekle, onlar kâfir-i mutlak bulunduklarından yalnız münhasıran bu dünyayı
görecek birtek gözleri var ve akibeti ve âhireti görebilecek gözleri olmadığına işaret eder.
Ben manevî bir âlemde İslâm Deccalını gördüm. Yalnız birtek gözünde teshirci bir
manyetizmayı gözümle müşahede ettim ve onu bütün bütün münkir bildim. İşte bu inkâr-ı
mutlaktan çıkan bir cür'et ve cesaretle mukaddesata hücum eder. Avam-ı nâs hakikat-ı hali
bilmediklerinden, hârikulâde bir iktidar ve cesaret zanneder. Hem şanlı ve kahraman bir
milletin, mağlubiyeti hengâmında, böyle istidraclı ve şanlı ve tali'li ve muvaffakıyetli ve
kurnaz bir kumandanı bulduğundan gizli ve dehşetli olan mahiyetine bakmayarak
kahramanlık damarıyla onu alkışlar, başına kor, seyyielerini örtmek ister. Fakat kahraman ve
mücahid ordunun ve dindar milletin ruhundaki nur-ı iman ve Kur’ân ışığıyla hakikat-ı hali
göreceği ve o kumandanın çok dehşetli tahribatını tamire çalışacağı rivâyetlerden anlaşılır.
[Üçüncü Küçük Mes'ele]: Medar-ı ibret [üç hâdise] dir. [Birinci Hâdise]: Bir zaman
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Hazret-i Ömer Radıyallahü Anh'a yahudi çocukları
(R.A.)
içinde birisini gösterdi, "İşte sureti" dedi. Hazret-i Ömer , "Öyle ise ben bunu
öldüreceğim" dedi. Ferman etti: "Eğer bu Süfyan İslâm Deccalı olsa, sen öldüremezsin; eğer o
değilse, onun suretiyle öldürülmez." Bu rivâyet işaret eder ki; onun sureti, hâkimiyeti
zamanında çok şeylerde görüneceği gibi, kendisi de yahudiler içinde tevellüd edecek. Garibdir
ki, onun suretindeki bir çocuğu katledecek derecede
245

(R.A.)
ona hiddet ve adavet eden Hazret-i Ömer , o Süfyan'ın en çok beğendiği ve takdir ettiği ve
çok defa ondan senakârane bahsedeceği bir memduhu olmuştur.
[İkinci Hâdise]: O İslâm Deccalı, "Sure-i [‫ن‬‫ن وَ الَّزيْتُو ِه‬
‫ ]وَ التِّي ِه‬nin manasını
ْ ‫]اِقَْرا ْ بِا‬
َ ِّ ‫سم ِ َرب‬
merak edip soruyor" diye çoklar nakletmişler. bu surenin akibinde olan [‫ك‬
suresinde [‫ن لَيَطْغَهى‬ َ ‫سا‬َ ‫ن اْلِن ْه‬ َّ ‫ ]ا ِه‬cümlesi, onun aynı zamanına ve şahsına -cifir ile ve
manasıyla- işaret ettiği gibi, ehl-i salât ve câmilere tâgiyane tecavüz edeceğini gösteriyor.
Demek o istidraclı âdem, küçük bir sureyi kendisiyle alâkadar hisseder. Fakat yanlış eder,
komşusunun kapısını çalar.
[Üçüncü Hâdise]: Bir rivâyette (İslâm Deccalı Horasan taraflarından zuhur edecek
ّٰ َّ ‫ب اِل‬
denilmiş.) ‫الل ُهه‬ َ ْ ‫م الْغَي‬ ُ َ ‫ ل َ يَعْل‬Bunun bir tevili şudur ki: Şarkın en cesur ve kuvvetli
ve kesretli kavmi ve İslâmiyet'in en kahraman ordusu olan Türk milleti, o rivâyet zamanında
Horasan taraflarında bulunup daha Anadolu'yu vatan yapmadığından, o zamandaki meskenini
zikretmekle Süfyanî Deccal onların içinde zuhur edeceğine işaret eder.
Garibdir hem çok garibdir ki. Yediyüz sene müddetinde İslâmiyet'in ve Kur’ân'ın
elinde şeref-şiar, bârika-asa bir elmas kılınç olan Türk milletini ve Türkçülüğü, muvakkaten
İslâmiyet'in bir kısım şiarına karşı istimal etmeğe çalışır. Fakat muvaffak olamaz, geri çekilir.
"Kahraman ordu, dizginlerini onun elinden kurtarıyor" diye rivâyetlerden anlaşılıyor.
‫ب‬ِ ‫صوَا‬ َّ ‫م بِال‬ ّٰ َ ‫و‬
ُ َ ‫الل ُهه اَع ْل‬
ّٰ َّ ‫ب اِل‬
‫الل ُهه‬ َ ْ ‫م الْغَي‬ ُ َ ‫ل َ يَعْل‬
246

[‫سبَْحانَُه‬
ُ ِ‫مه‬ ْ ‫]بِا‬
ِ ‫س‬
َ
‫ن‬ ِ َ ‫مة لِلْعَال‬
َ ‫مي‬ ْ ‫سلْنَا َ اِل ّ َر‬
َ ‫ح‬ َ ‫ما اَْر‬ ِ ‫ن الَّر‬
َ ‫حيم ِ َو‬ ِ ٰ‫حم‬ ّٰ ِ ‫سم‬
ْ ‫الله ِه الَّر‬ ْ ِ‫ب‬
(A.S.M.)
Âyetinin veraset-i Ahmediye cihetinde mâna-yı işârî noktasında bu asırda o
Rahmet-en-lil'âleminin bir âyinesi ve hakikat-ı Kur’âniyenin bir hakikî tefsiri olan Risale-i
Nur, o küllî rahmetin bir cilvesi, ve bir nümunesi olmasından; hakikat-ı
(A.S.M.)
Muhammediyenin bir kısım evsafı, mâna-yı mecâzî ile cüz'î bir varisine verilebilir diye
(A.S.M.)
bu parlak kasideye ilişmedim. Yalnız hakikat-ı Ahmediye ile âyinesinin farkına işareten
bâzı kelimeler ilâve edildi.

1 5

Huzur bulur bu gün seninle âlem Yolumuz, bu Nurun nurlu yolu,


Ey bu asırda rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur. Olduk hepimiz O Nûrun bir kulu,
Sürur bulur bugün seninle âdem Nur yolunda yürüyen hem ne mutlu
Ey bir rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur! Ey nümune-i rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur!
2 6

Bu hasta gönüller çoktan perişan, Nurs'un nur çıkan nurlu dağında,


Varsa sende eğer Lokman'dan nişan, Bülbül öter bahçesinde bağında,
Bir şifa sun, gel ey mahbub-ı zîşan Tozu olsak ânın pâk ayağında
Ey cilve-i rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur! Ey rahmet-i âlem cilvesi Risalet-ün-Nur!
3 7

Gelmez mi sonu bu uzun hecenin, Dertlere dermansın, mahbub-ı cansın,


Geçmez mi gamı bu yaslı gecenin, Hem câmi-ül-Esma vel'Kur’ânsın
Zâri arttı, sabrı bitti nicenin Hem de nur Hakkında bize ihsansın
Ey cilve-i rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur! Ey bir rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur!
4 8

Fahr-i âlem arşdan bu yere indi, Bu âlemde madde değil bir özsün,
Şâh-ı velâyet gelip düldüle bindi, Her bir zerrede bakan bütün bir gözsün;
Zülfikar bugün artık "Nur’a" dendi Kâinatı hayran eden bütün bir yüzsün
Ey bu zamanda rahmet-i âlem Risalet-ün- Ey misâl-i rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur!
Nur!
247

9
Ey ziyâ-yı rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur!
14
Asl-ı evvelisin balın, şekerin,
Deryasısın cümle ilmin, hünerin, Cürmümüzle külhan gibi pürnârız,
Gelmedi, cihana böyle eser benzerin Derd elinden hem her gün zâr u zârız,
Ey mir'ât-ı rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur! Afvet bizi mâdem hep sana yârız
Ey nur-ı rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur!
10
15
Sen, aylardan, güneşlerden üstünsün,
Nihâyetsiz, sonu gelmez bütünsün, Meylimiz yok yalancı bir dünyaya,
Nur cemâlin bütün bütün görünsün Son verdik biz bid'alara, riyaya,
Ey mazhar-ı rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur! Kapılmayız öyle kuru hülyaya,
Ey bir hakikat-ı rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur!
11
'
Boyun büküp acı acı melerdik,
16
Göz yaşını kanlar ile silerdik,
Görsek diye seni Hakdan dilerdik Yok bizde cemiyet kurma hülyası,
Ey bir temsil-i rahmet-i âlem Risalet-ün- Yok başka bir yola gitme sevdası,
Nur! Olduk ancak nurun dertli şeydası
12
Ey dertlilere rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur!
Çünki sensin, bu asırda Rahmet-en-
17
lil'âlemînin cilvesi
Çünki sensin şimdi Şefi'-ül-Müznibîn'in Yollarda bıraktık geçtik dervişi,
vârisi, Attık gönüllerden öyle teşvişi,
‫ اغثنا ياغياث المستغيثين‬bir duası Kâfi bu parlayan nurun güneşi
Ey şu'le-i rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur! Ey ma'kes-i rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur!
18
13

Şifa bulsun şimdi biraz yaramız, Geçmişiz hep medihlerden senadan,


Revaç bulsun, geçmiş olsun paramız, Yüz çevirdik servetlerden gınadan,
Saç nurunu, aka dönsün karamız Nur isteriz geçmeden bu fenadan
Ey bu asırda rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur!
248

19
24
Nur elinden içeli biz şarabı,
Çevirmişiz tatlılığa azâbı, Her yangını senin nurun söndürür,
Bir mahbûbun biz de olduk türâbı Her bir yeri bir gülşene senin nurun döndürür,
Ey bize rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur! Deccâlı da bir gün gelir elbette öldürür
Ey nur-ı rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur!
20
25
Âşıkların arşa çıkan feryâdı,
Ağlatıyor o pâk ruhlu ecdâdı. Zındıkaya küfre karşı saldırdın,
Allah için eyle bize imdâdı Gönüllerden kederleri kaldırdın,
Ey muhtaçlara rahmet-i âlem Risalet-ün- Bizi nurun deryasına daldırdın
Nur! Ey bîçârelere rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur!
21 26

Gökler saldı belâ, yer verdi belâ, Kaldıramaz sana asla kimse el,
Sarsdı âfâkı bir acı vâveylâ, Bağlıyoruz bizler sana candan bel,
Rahmet et âleme ey Nur-ı Mevlâ Dünyalara sensin ümid ve emel
Ey cilve-i rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur! Ey ziya-yı rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur!
22 27

Bir yanda sel var, bir yanda kan akar, Sen ordu kurmazsın erle uşakla,
Bu belâ âteşi âlemi yakar, Savaşmazsın öyle topla bıçakla..
Ağlayan bu beşer hep sana bakar Nurunla şu asrı tutup kucakla
Ey nümune-i rahmet-i âlem Risalet-ün- Ey şimdi rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur!
Nur!
28
23
Bitsin de bu korkunç tufan-ı şedid,
Çevrildi âteşle bu koca dünya, Açılsın yep yeni bir devr-i mes'ud,
Bir Cehennem gibi kaynadı derya, Onsekiz bin âlem eylesin hep iyd
Yetiş imdada ey şâh-ı evliya! Ey ehl-i Kur’âna rahmet-i âlem Risalet-ün-
Ey bu zamanda rahmet-i âlem Risalet-ün- Nur!
Nur!
249

29 34

Geliyor şu karşıdan gerçi bir zulmet, Bir mikrop ki ciğerleri dişliyor,


Fakat sensin bugün aleme rahmet... Kanımızla kendisini besliyor,
Boğacaksın onu nurunla elbet Temiz yurdu telvis edip pisliyor
Ey bir rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur! Ey bir eczahane-i rahmet-i âlem Risalet-ün-
Nur!
30
35
Kızıl ejder yuvamıza girmesin,
Zehirli eli yakamıza ermesin, Gazilerin, fâtihlerin konağı,
Karşı durup nurun fırsat vermesin Seyyidlerin, serverlerin otağı,
Ey seyf-i rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur! Bu vatandır şehidlerin yatağı
Ey cilve-i rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur!
31
36
Kara duman üstümüzden sağılsın
Kızıl alev sönüp âlem ayılsın, O şehidin ala dönmüş kefeni,
Bu zaferin haşre kadar anılsın Miskler kokar güle benzer bedeni
Ey zülfikar-ı rahmet-i âlem Risalet-ün- Öper Melekler de o nurlu na'şını,
Nur! Ey nümune-i rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur!
32 37

O soydandır nice canlar yakanlar, Kur’ân diyor ölmemiştir diridir,


O soydandır evler, barklar yıkanlar, Her birisi Hakkın arslan eridir,
O soydandır sana kinle bakanlar Türbeleri yürekleri titretir
Ey hüccet-i rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur! Ey âyine-i rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur!
33 38

Mâsumların kanlarını içerler, Armağansın çünki asıl millete


Ebu Cehilleri Nemrudları geçerler, Düşmeyelim bir gün bile zillete,
Ölümlerden ölümleri seçerler Götür bizi şanlı büyük devlete
Ey şimdi bir rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur! Ey misâl-i rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur!
250

39 40

Eyleyeler nurun ile hep savlet, Nurdan kanadın var, hem sağlam kolun var,
Zaferlerle şanlar bulup bu millet, Nurdan senin Hakka giden yolun var,
Şarka garba ziya salsın bu devlet Kabûl et bir kemter Feyzi kulun var
Ey bizlere rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur! Ey bu asırda rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur!

َ
Üstadım Efendim Hazretleri.. [‫ن‬ َ ‫مي‬ِ َ ‫مة لِلْعَال‬ ْ ‫سلْنَا َ اِل ّ َر‬
َ ‫ح‬ َ ‫ما اَْر‬
َ َ‫ ]و‬âyetinin
nurlarından nurun sayesinde alabildiğim bir zerreyi bu şekilde yazdım ve huzur-ı irfanınıza
sundum. Kabûlünü rica eder. Selâmlarımı sunar, mübarek ellerinizi öperiz efendimiz.
Bîçâre talebeniz Hasan Feyzi
ً ِ ‫ةالله ِه ع َلَيْهِ اَبَدًا دَائ‬
‫ما‬ ّٰ ُ ‫م‬
َ ‫ح‬
ْ ‫َر‬
[‫ه‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ ِ‫مه‬
ِ ‫س‬
ْ ‫]بِا‬
Merhum Hasan Feyzi, nurlardan aldığı hakikat dersini, nurlara işaret
ederek güzel tanzim etmiş. Lahikaya girsin.
Said Nursî
Güzel oku! Her zerrede coşkun birer mana var,
Dert ehline bu mânâda canlar sunan eda var,
Vermek için parlaklığı, gamlı gönül evine,
Bir bak hele, her cilâdan üstün olan cilâ var.
Derin, güzel düşünce ile incelersen bunu sen,
Zaiflemiş ruhlar için dağlar gibi gıda var,
Hem dilersen, tükenmiyen sermaye-i serveti,
Aç gözünü Nurlara bak, işte sana tufan gibi gına var.
Beni tanı, yürü kulum yürü diye bizlere,
Her nefeste şefkat ile Rabbimizden nida var,
251

Duymuş isen bu nidayı her zerrenin dilinden,


Müjde olsun, artık sana Cennet denen safa var.
Uzaklara bakma ! " Nurlara bak, yürü ! "âlem onun ayinesi,
Görmez misin, her yüzünde aynı renkte ziya var,
Bir güneşdir her zerrede cilve yapıp parlayan;
Bilmez misin, sende dahi o edadan eda var.
Eller açıp yürü bugün kana kana Risale-i Nurdan ışık al,
Aşka uyan, nura kanan her zerrede reha var,
Hüner değil; dostu, düşman: yârı ağyar eylemek;
Yadı biliş yapasın ki, ancak dostta vefa var.
Hünerdir ki; yaprak, atlas; toprak, elmas olmalı!
Çünki bir bak, ne yaprakta ne toprakta beka var.
Kısa görüp denizleri damlalara çevirme;
Hakikatta, her damlada gizli birer derya var.
Damla iken aslın senin, dağı taşı aşarsın,
Hem gökleri keşfedersin, sende ey nur, böyle deha var,
Bir noktayı cihan yap, o cihana hâkim ol,
Zira senin bir noktanda, güneş kadar zekâ var !
Her zerrenin kâbesidir kalbi, yine kendine,
Dikkat eyle, herbirinde yine ancak hüda var,
Sakın Feyzi ! Sen gözünü Hak yüzünden ayırma,
Hakkı gören gerçeklere, hakkı kadar atâ var.

Denizli Kahramanı Merhum


HASAN FEYZİ Rahmetullahi Aleyh
252

‫ه‬
ُ َ ‫حان‬ َ ْ ‫سب‬
ُ ِ‫مه‬
ِ ‫س‬
ْ ‫بِا‬
َ
ِ‫مدِه‬
ْ ‫ح‬
َ ِ‫ح ب‬ َ ُ ‫ئ اِل ّ ي‬
ُ ِّ ‫سب‬ َ ‫ن‬
ٍ ْ ‫شي‬ ْ ‫م‬
ِ ‫ن‬
ْ ِ ‫وَ ا‬
ّ
‫الله ِه‬
ٰ ‫ة‬ُ ‫م‬
َ ‫ح‬
ْ ‫م وَ َر‬ َ
ْ ُ ‫م ع َليْك‬
ُ َ ‫سل‬
َّ ‫ال‬ َ

Hasan Feyzi'nin Denizli ve hapsinin ve civarının has talebelerini temsil ederek, onların
namına üstadının vasiyetnamesi ve zehirlenmeden şiddetli hasta olması münasebetiyle yazdığı
bir mersiyedir. ve Vefat haberini almış gibi kalemi ağlamış. Lahikaya geçirilsin.

Said Nursî

۪‫ستَاد‬
ْ ُ ‫ْسى يَاا‬ ۪ ‫مى وَنَف‬ ّ۪ ُ ‫ك ا َ ۪بى وَا‬
َ ‫فَدَا‬
ّٰ ِ ‫علْم‬
‫اللهه‬ ِ ِ ‫ه بِعَدَد‬ ّٰ ‫ة‬
ُ ُ ‫الل هِ وَ بََركَات‬ ُ ‫م‬َ ‫ح‬ْ ‫م وَ َر‬ ْ ُ ‫م ع َلَيْك‬ َّ ‫اَل‬
ُ َ ‫سل‬
Anam ve babam ve tatlı canım sana feda olsun üstadım.
Birkaç gündür, acılarımıza zehirler katan ve ciğerlerimize şişler ve hançerler saplayan
ve gözyaşlarımızı kızıl ırmaklara çeviren acı ve kara haberler almaktayız. Işığında derdimize
devalar aradığımız o mübarek ay, akibet husufa mı uğruyor. Nuruyla bu güzel vatanı
aydınlatan ve parlatan Üstadımız, bir daha dönmemek ve bizlere görünmemek üzere, âkıbet
göç mü ediyor. ‫واخليله‬
Neşr ve tamim buyurduğunuz vasiyetname, bizler için hakikaten böyle bir kara haberi
bildiren bir ye's ve matem işareti midir ? Yoksa yıllardan beri rûy-ı zeminde ağlayıp, inleyen
kimsesiz müslümanların, büsbütün kurtuluşu beşareti midir ? Bize bir haber sal. Sal ki; eğer
böyle bir beşaret ise; senelerden beri hep ağlayan gözyaşlarımızı tutup, biraz da gülmesini
bilelim ve öğrenelim. Acaba bu, bize tahminlerimizi te'yid ve takviye edecek bir nevruzîmi
Yoksa Maazallah gözyaşlarını çağlatıp umman edecek bir nevmidi mi verecek ? O bir
vasiyetnâme mi? Yoksa bir tebriknâme mi ? Yoksa oğul, uşak, ve aileden mahrumum, belki
bana ye’s tutan ve mersiye yazan olmaz diye, kendi mersiyeni kendin mi yazdın üstadım.
Senin sayısı yüzbinleri aşan büyük bir aile efradın var. Hem öyle ki: Eğer istesen,
hepsi sana hayatlarını fedaya hazır, sana üçyüzelli milyon insan ye’s tutup ağlar. Belki sana
aylar ve güneşler de ağlar, sana meleklerde mersiyeler okur ve yazar. Sana, seninle beraber
ّٰ َّ ‫ه اِل‬
daima ‫الل ُهه‬ َ ٰ‫ ل َ اِل‬deyip zikir eden geceler de, gündüzler de ağlar üstadım.
Şimdiye kadar hangi ölünün böyle milyonlarca ye’scisi, mersiyecisi ve aile efradı
vardı ki: Bize sultanların
253

ve hakanların bile bırakamayacağı bir mirası, çok zengin ve büyük bir hazineyi ölmeyecek
olan Risale't-ün Nur'u armağan edip asıl dosta gidiyorsun.Allah senden ebediyen râzı olsun
üstadım. Demek bundan sonra kederlerimizi onunla giderip, bütün müşkillerimizi o Risale-i
Nur'a mi havale edeceğiz? Gece ve gündüz hep onunla mı müteselli olacağız? Demek [
‫ ]حياتهى خيرلكهم ومماتهى خيرلكهم‬diyerek hayatının bizim hakkımızda hayırlı ve
nurlu olduğu kadar, mevtinin de aynı vecihle yine bizler için iyi ve hayırlı olduğunu
göstermek istiyorsun. Şahsıma aid diye, belki bu yazılarımı da kabul etmek istemezsin, fakat
kabul buyurmanı rica ederim. Çünki ben, seni medh ve sena etmiyorum. Ben senin medhini
ve vasfını, hep Hazret-i Kur’ân'a havale ediyorum.Esasen bende o dil, o kudret ve o iktidar
yok ki; ben ancak, bu ölme ve göçme hadisesinin bize saldığı elemlerden ve yağdırdığı
kederlerden, ancak bir damlasını yazıyorum.Zaten şimdiye kadar sana Gavs dedik, Münci
dedik, Kutub dedik hiçbirini kabul etmedin. Veli dedik, Hazret dedik, asla iltifat etmedin.
İsmini ve resmini, nam ve nişanını hep unutmak ve unutturmak istedin. Kendini hâk ve
yeksân ettin, son[Ebu't- türab] da sen oldun. Senin Kur’ân hâdimliğinin meddahı ve vassafı o
Hutbe-i Ezeliye iken, biz âcizler seni nasıl medh edebilirdik, nasıl tarif ve tavsif edebilirdik.
Madem ki, Kur’ân sana [‫ ] سعيد‬demiş.. Elbette Saidsin hem ismin ve hem resmin
Saiddir.
Madem ki, Kur’ân sana [‫ ]صعيد‬demiş.. Elbette hem için temiz ve tahirdir, hem de
dışın.
Madem ki, Celcelutiye sana [Bedi'] demiş. Bundan daha güzel medh ve bundan daha
a'lâ ve ezka bir vasıf mı olur? Sen böyle nişanlar ve ihsanlarla gelen bu asrın bir hidâyet
serdarısın. Bizler senin kadrini ve bu kıymetini bilemedik. Senin büyük kadrini ve şanını
gelecek olan asırlar takdir edip, asıl menkıbe ve mersiyeni yine onlar yazacaklar.
Âh... ne olurdu, şimdi şu sayılı nefeslerini verdiğin şu anda, şu son deminde,
huzurunda ve yanında bulunup, sana hizmet edebilse idim. Son kelamını ve son vasiyetini
işitebilse idim. Hararetten kuruyan o mübarek ağzına sıcak bir fincan çay, birkaç damla su
verebilse idim. Ağrıyan mübarek kollarını ellerimle tutup oğuşturabilse idim. Risale't-ün
Nur'un te'lifini tamam edip, neşrinin dahi esbabını te'min ve tanzim ederek ve talebelerinize,
biz acizlere bırakarak ebediyete, Refîk-ı A'laya ve Allah'a gidiyorsun. Âlem-i ervaha
uçtuğunda bizi unutma. Büyük ağabeyimiz ki, şanlı ve muhterem
254

Şehid Hâfız Ali'dir. Ona ve bütün kardeşlere ve ecdada ve atalara ve evliyanın büyük
ruhlarına bizden selâm et. Halet-i nez'imizde, ve berzahımızda, Ruz-i ceza ve mahkeme-i
kübramızda bize şefaatçi ol..
Âh.. Demek o sû-i kastçılar, nail-i meram mı oluyor. Demek güzel yüzün, bize artık
haram mı oluyor?
Âh.. Ahbabın ağlayıp, a'danın güleceği böyle kara bir günü görmek istemezdik. Bizler
hep, halâsı bekler ve arardık. Demek onlara bayram, bize matem mi var. Biz dostlara ne
diyelim, seni soranlara ne cevab verelim. Demek bundan sonra, seni bu dünyada şu baş
gözümüzle bir daha görmiyecek miyiz? Artık vuslat, hasrete mi döndü ? Öyle ise rüyamızda
olsun bize görün dur. Kusurumuza bakma, âlem-i hayal ve menamda olsun teselli buyur. Biz
senin terhisini ister ve serbest olmanı dilerdik, fakat böyle mevt tezkeresiyle değil. Yoksa ten
kafesinden uçan cankuşunun, daha şen ve daha serbest beden kınından çıkan o ruh kılıncının,
daha parlak, daha keskin olacağını ve o vakit bize daha şefik ve daha rahim ve daha kurtarıcı
olacağı için mi, ölümü arzuladın Üstadım. Çünkü Hâfız Ali'yi evvelce yerine bedel
göndermeye razı olduğun ve icra ettiğin halde, bu sefer hiç bir bedel ve feda da kabul
etmiyorsunuz. Hüsrev gibi bir sevgilinin, senin yerinde ölmek teklifini red ediyorsunuz.
Demek göç ve sefer muhakkak mı üstadım.
(R.A.) (R.A.)
Demek Hazret-i İmam-ı Ali'yi ağlatıp, Ömer'i şaşırtan, Ehl-i Beyti inletip,
Medine-i Münevvereyi karartan o hâl-i pür-melalin bir nümunesi, âkıbet bizim bu garip
başlarımıza da mı çöküyor. Pek vakitsiz pek erken değil mi Üstadım..
Sana bu mektubum acaba son mu olacak, diye titriyorum. Gerçi sen diyorsun;
mektuba, şahsa ve söze ne hacet, bize uzaklık ve yakınlık yok, birimiz şarkda, birimiz garbda
veya kabirde olsa, yine istediğimiz zaman görüşebiliriz. Evet âmenna bu doğrudur. Fakat
benim gibi körler ve körpeler ne yapsın Üstadım.
Otuz yıl evvel lemeatınızda yazdığınız: (Yetmişinci olubdur, o mezara bir mezar
taş,Beraber ağlıyor hüsran-ı İslam'a.) hakikatı bu mu idi, böyle mi tecelli edecekti ? Aziz
canınızın canan eline cemal güllerine ermesi bu dem mi idi ? Yirmibeş yıldır çekmekte
olduğunuz çilelerden halâs ve necatınız böyle ölümle mi, ayrılıkla mı olacaktı ? Acılar ve
ağrılar çeken ve zehirler içen o mübarek kalbinizin istirahatı, böyle varıp kara toprağa
yatmakla mı olacaktı? Hiçbirimizin huzurunuzda hazır bulunmadan ve bu gözümüzle bir daha
görmeden, yapayalnız ve hücra bir köşede bu ölümün, bu ef’alin ne acı ve ne hazin.. Günün
birinde birdenbire
255

Üstad ölmüş âh.. diye bir ses işitmek, veya bir iki satırlık mektub almak, veyahut rüyada
görüp pür-telaş uyanmak ve sarsılmak ne kadar elim Üstadım..
Mübarek vasiyetnamenizi görmek ve okumakla ve korkulu ve endişeli haberler
gelmekle beraber, biz hâlâ bu irtihal ve mevt hâdisesinin bu kadar yakın bir zamanda vuku
bulacağına inanamıyoruz. Hattâ bunu şu surette te'vil ve hayır ile tefsir ederek, bunun eza ve
işkencelerden ve esaretten kurtulması ve dirilmesi alametidir diye telakki ediyoruz.
Evet madem ki, [‫نه‬ َ ‫مي ِّتُو‬ ْ ‫ت وَاِنَّهُه‬
َ ‫م‬ ٌ ِّ ‫مي‬ َ َّ ‫ ]اِن‬var. Senin de birgün olup öleceğini
َ ‫ك‬
biliyoruz. Fakat böyle tenha ve garib, mesmum ve mağmum ve işkencelerle ve biraz da
mevsimsiz olarak değil; Yirmibeş senedir, seni hep menfalarda ve hep hücralarda arayan bu
hicranlı gönüller, demek hiç mi gülmeyecek. Üç-beş sene hatta bir senecik olsun, gözlerimizle
serbest olarak, bu derdliler ve kimsesizler seni hiç mi görmeyecek. Zehirli yılan ve akreplerin
bile gezip dolaşmasına, vahşi kafirlerin bile serbest yaşamasına açılan bu yeryüzü, yalnız sana
mı yasak. Dünya kurulalı akan ve harlayan ve her zîruha mübah ve helâl olan gümüş gibi
ırmak ve çayların tatlı ve serin suları, bağ ve bahçe ve gülistanları ve bunların türlü çiçek ve
meyveleri yalnız sana mı memnu. Çekilen âhlar yüzünden yalnız senin değil, yüzlerle
yerinden delinen hepimizin ciğerlerimizin tamir ve tedavisi kabil değil. Biz hep ağlayan bu
beşeriyetin gözyaşlarının seninle, yani Risale-i Nur ile dineceğine, hep sızlayıp acıyan
kalblerin, hâdim olduğun nurlarla teselli bulacağına bel bağlamış ve inanmıştık. Böyle bir
emr-i Hak vuku bulduğunda, seni nerede defn edeceğiz. Konya'da Hazret-i Meylana' da mı ?
Civar-ı Hazret-i Eyyüb'de mi ? Yoksa Cennet-ül Mualla veya Cennet-ül Baki'de mi ? Bunu
bize açıkca bildir. Hayır üstadım, gel biz seni Risale-i Nur tercümanı şahsiyetiyle gönlümüze
gömelim. Her zaman seni orada görelim, görüşelim, her zaman sevelim ve sevişelim ve
söyleşelim. Veyahut bu ciheti [‫ماقبهض الله نبيها الفهى الموضهع الذى يحهب ان‬
‫]يدفن فيه‬ Hadis-i Âlisine havale ederek, vasiyetnamenizde onun için mi beyan ve tasrih
buyurmadınız. Eğer böyle ise Emirdağını intihab ve ihtiyar ettiğiniz anlaşılıyor.
Âh..O Emirdağı... biz onun nasıl bir dağ olduğunu hâlâ anlayamadık. ondaki esrarı hâlâ
çözemedik. O dağ hakikaten Emirdağı mı ? Yoksa esirdağı mı ? O dağ bize bir dağ oldu. O
dağın vurduğu dağ yine bizi dağladı. O’nun dağı bizi
256

dağladı.Onun dağı bizi yaktı, kavurdu. O dağ bizim bir dağımız üzerine binlerle dağ vurup,
hepimizi dağdâr-ı hüzün ve elem etti.
Âh.. o dağ yüzbinlerle kardeşin yetim kalmasını kasdetti. Hepimizi diri diri ateşlere
yaktı. Hasılı o dağ seni harab, bizi kebab etti üstadım. Ona emirdağı değil Emerdağı, eceldağı
demeli. Seni aramızdan alıp kendine ve içine çeken o dağa, emirdağı değil, Emendağı
demeli.Ey [ ‫ه‬ ْ َ ‫ميْت ًا فَا‬
ُ ‫حيَيْنَا‬ َ ‫ن كَا‬
َ ‫ن‬ َ َ‫ ]اَو‬nefs-i rahmanisiyle dirilen Üstadımız.. Said öldü
ْ ‫م‬
desek, inanırlarmı ? Hem said ölür mü, ölen şaki ve hayvan değilmidir ? Buyurduğun gibi bu
ancak bir yer değiştirme ve muvakkat bir ayrılmadır. Fakat bizim için çok acı çok..
"Ey benim kıymetli babam" diye ağlayan Fatıma't-üz Zehra anamız gibi (Ey
[seyyidimiz, ey Üstadımız]..[Va esefa va kürbeta]) diye yaşlar döküp ağlıyoruz. O anamızın
dediği: [‫ن لَيَالِي َا‬
َ ‫حْر‬ ِ ِ ‫ى الَيَّام‬
َ ‫ت ع َل‬ْ َّ ‫صب‬
ُ ‫ب لَوْاَنَّه َا‬
ٌ ِ ‫صائ‬
َ ‫م‬
َ ‫ى‬ ْ َّ ‫صب‬
َّ ‫ت ع َل‬ ُ ] misillü biz
de deriz:
Âh sevgili üstadımız.. Üzerimize öyle musibetler çöktü ve döküldü ki; eğer o
musibetler şu güneşli güzel gündüzler üzerine dökülse ve yağsa idi, gündüzler kararır
muhakkak gece olurdu. Artık bundan sonra yapcağımız birşey varsa, o da semler için, gamlar
çeken üstadınız göçtü bekaya, hasret kalan kardeşlerim, dostlarım size olsun elveda deyip,
ağlamak hep ağlamak.
Üstadım sen dünya lezzetlerini tatmadan, ömründe bir kere olsun bu fena güllerine el
uzatmadan ve uzana uzana bir saat bile sıcak ve rahat döşeklerde yatmadan, akıbet bırakıp
gidiyorsun. Şimdi biz Hacca't-ül Veda'sız böyle bir ölüme nasıl inanalım.Hutbet-ül veda’sız
bir hicrana nasıl dayanalım.
Ey Fahr-i Alemin nurdan bir incisi, Ey ehl-i İslâm'ın bir müncisi,
Gel sana bir değil, bu sefer bin bedel verelim de şu rıhlet, şu hicret şu hicran daha bir kaç sene
sonraya kalsın. Hep beraber arz-ı hicaza varalım. Ka'be'ye yüzler sürelim, bizi Arafat'a çıkar.
Son sözlerini Hind'den, Yemen'den, Irak'dan, ve Afgan'dan ve dünyanın her yerinden o
mahall-i mübarek ve mukaddeste toplanan bütün müslümanlara, bütün âşıklara
257

ve bütün hicranlı gönüllere söyle, bize [‫ ]الهلبلغت‬ı tekrarlayıp, [‫منكم‬ ‫فليبلغ الشاهد‬
‫]الغائب‬ derken, alem-i gayb ve ervaha işte oradan pervaz et. Mübarek cesedini alıp
hürmetle Harem-i Şerif'e getirip, pâk olan vücudunu âb-ı zemzem ile gasl ederken, biz de bir
taraftan hiç durmadan akan gözyaşlarımızla yıkanıp, arınalım. Mübarek nâşını Risale-i
Nur'dan yapılan ak kefene kat kat sarıp, Misk-i anberle buhurladıktan sonra, ûd ağacından
yapılan hususi tabuta koyup, son defa olmak üzere, bir daha ellerini öperek Kabe-i
muazzamanın kara perdesini de üstüne çekerek, Hacer-ül Esved huzuruna çıkalım. Ka'be
avlusunda toplanan ve daireler şeklinde saf, saf dizilen yüzbinlerle ehl-i iman ve melaike-i arz
ve âsumana, o aziz ruhun imam olup cenaze namazını eda edilim. Arştan ve hatiften duyulan
"nice bilirsiniz" sualine;
Fahr-i Alemin nurdan bir incisi bu, Ehl-i İslâmın büyük bir müncisi bu,
Şanında söylemiş Kur’ân-ı Mecid, deriz hep ٌ‫سعِيد‬ ‫شقِهى وَ َه‬ َ ‫م‬ ْ ‫منْهُه‬ِ َ‫ ف‬diye cümleten
cevab verip, oradan başlarımız ve parmaklarımız üstünde, yalın ayak ve baş açık, arz-ı Hicazı
velveleye ve dehşete salan tekbir ve tehlil sadaları ve meleklerin de çıkardığı yas ve matem
sesleriyle, Medine-i Resulullah'a ve Ravza-i Mutahhara'ya varalım [‫م‬ ُ َ ‫سل‬‫صلَة ُ وَ ال َّه‬
‫ال َّه‬
ّٰ َ‫سو‬
‫اللهه‬ َ ‫ع َلَي ْه‬
‫ك يَاَر ُه‬ ] İşte emanetin, işte Risale't-ün Nur'un kahramanı, işte Kur’ân'ında
Said ve Hadisinde Seyyid diye söylenen mübarek üstadımız diyerek, seni fahr-i Âleme
(A.S.M.)
sunalım. O nurani yeşil perdeler arkasında uzanan Muhammedimizin mahbubumuzun
nur elleri, tabutunu kendine ve kabr-i saadetine çekerken, hepimiz bayılıp bir daha ayılmamak
üzere, ALLAH na'rasıyla Ravza-i Pâk'e serilip ve ‫ن‬ ِ ‫ اِنَّا ّل ِٰله ِه وَاِنَّا اِلَيْهِ َرا‬olup biz de
َ ‫جعُو‬
canlarımızı cananımıza verelim ve

‫ستَغْفَُروا‬ ْ ‫ك فَا‬ َ ُ ‫جائ‬


َ ‫م‬ ْ ُ‫سه‬َ ُ‫موا اَنْف‬ ْ ُ‫وَلَوْاَنَّه‬
ُ َ ‫م اِذ ْظَل‬
‫ما‬
ً ‫حي‬ ٰ ّ ُ ‫جد‬
ِ ‫واالل َهه تَوَّابًاَر‬ َ َ‫سوُ لَو‬
ُ ‫م الَّر‬ ُ ُ‫فَرلَه‬َ ْ‫ستَغ‬
ْ ‫ه وَا‬ َ ‫الل‬ّٰ
sırrına erelim.
258

[Hazretinize Buradan Ayrılık Söylemiştim.]

Çekilip nur-ı hidâyet, yine zindan olacak


Yine firkat, yine hasret, yine hüsran olacak,
Yine sen, yaş yerine kan akıtıp ağla gözüm,
Çünki hicran dolu kalbim, yine hicran olacak.
Yine göç var diye, mecnuna haber verme sakın,
Yine matem, yine zâri, yine efgan olacak.
Açılan ol gül-i tevhid, sararıp solsa gerek,
Kapanıp Ka'be-i irfan, yine viran olacak.
Haber aldım ki, yarın yâd olacakmış bize yâr
Ne büyük yare ki, kimler buna derman olacak,
Bu büyük dert-i elemden, kime şekva edeyim.
İşiten nâlemi, hep ben gibi nâlân olacak
O şifa-bahş olan envarını sen çeksen eğer,
Bana kim nur verecek, kim bana Lokman olacak.
O temiz pak nefesin âb-ı hayatı bu çölün,
Onu dûr etme ki, her ferd ona reyyan olacak.
Hele ol nur-ı şerifin, kime değmişse eğer,
Küçücük zerre de olsa, meh-i tâbân olacak.
O lütufkâr, o keremkâr eli öptükçe, benim,
Bu küçük kalb-i hazinim, yine handan olacak.
259

Bab-ı feyzinden ırak olmayı asla çekemem,


(Hâşiye)
Dahi nezrim bu ki, canım sana kurban olacak.

Nazarın erse, garib başıma ey nur-ı hüda,


Bu gün artık bu hakir bende de umman olacak.

Bu anasır, yüzüne her ne kadar çekse hicab;


Yine haksın, buna şahid yine Kur’ân olacak.

Kab-ı Kavseynden alıp dersimi, bildim ki ayân,


O güzel nur-ı bedi' manevi sultan olacak.

Sakınıp, Feyzi-i bîçareye bahs açma bugün,


Yeni baştan yine şeyda, yine giryan olacak.

Bîçare talebeniz
Hasn Feyzi

___________ ___________
_________________
(Hâşiye):
Bu şehid kardeş gibi, Nurun kahraman fedakar şakirdlerinin pek kuvvetli duaları o zehiri kırdı.
O vasiyetnamenin hükmünü te'hire vesile oldu.
Said Nursî
260

ِ ِ ‫ن الَّر‬
‫حيم‬ ِ ٰ‫حم‬ ّٰ ِ ‫سم‬
ْ ‫الله ِه الَّر‬ ْ ِ‫ب‬
ُ َ ‫حك‬
‫م‬ ُ ‫ى يَاقُيُّو‬
َ ‫م يَا‬ َ ‫م يَافَْرد ُ يَا‬
ُّ ‫ح‬ ۪ َ ‫ن يَا‬
ُ ‫رحي‬ ُ ٰ‫حم‬ ُ‫يَاا َّٰلل‬
ْ ‫ه يَاَر‬
‫س‬ُ ‫ل يَاقُدُّو‬ ُ ْ ‫يَاعَد‬
İsm-i A'zam'ın hakkına, Kur’ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın hürmetine ve
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın şerefine, bir kalemle binler
nüsha yazan Hüsrevi ve mübarek yardımcılarını ve Nurcu
arkadaşlarını Cennet-ül Firdevs'te saadet-i ebediyeye mazhar eyle.
Âmîn! Ve hizmet-i imaniye ve Kur’âniye de daima muvaffak eyle.
Âmîn! Ve defter-i hasenatlarına Siracün Nur’un herbir harfine mukabil
bin hasene yazdır. Âmîn! Ve Nurların neşrinde sebat ve devam ve ihlas
ihsan eyle... Âmîn!

Ya Erhamerrâhimîn! Umum Risale-i Nur


şakirdlerini iki cihanda mes'ud eyle. Âmîn! İnsî ve cinnî
şeytanların şerlerinden muhafaza eyle. Âmîn! Ve bu âciz
ve bîçare Said'in kusuratını affeyle... Âmîn!

Umum Nur Şakirdleri Namına

Said Nursî

You might also like