Professional Documents
Culture Documents
Sikke-i Tasdik-i
Gaybî
Mecmuası
Müellifi
Said Nursî
ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه
ِ س
ْ بِا
Bu Sikke-i Gaybiye risalelerini mahrem tutuyorduk; yalnız has kardeşlerime
mahsustu. Ben vefat ettikten sonra neşredilsin demiştim. Fakat zâbıta geldi, adliye hesabına
onları sakladığımız yerden çıkardı. İki sene ellerinde kaldı. Üç mahkeme tedkik ettikten sonra
iade edildi. Bize muhalif olan gâyet nâmahremler dahi beraber okudular. Bize çok yabanî olan
insanlar gördüler. Hem Bu iki def'adır Isparta adliyesinin eline geçti. Başka risalelerle beraber
almışlardı hiçbir îtiraz edilmeden geri verildi. Mâdem umumun nazarına istemediğimiz halde
gösterilmiş ve mâdem Risale-i Nur'un ehemmiyetini isbat edip şâkirdlerini şevke getiriyor,
kuvve-i maneviyelerini ziyadeleştiriyor; elbette Medreset-üz-Zehra erkânlarının neşrine karar
vermelerine bende iştirâk ederim.
َ
ِمدِه ْ حَ ِح ب َ ُ ئ اِل ِ ي
ُ ِ سب ٍ ْ شيَ ن ْ مِ ن ْ ِ ه وَ اُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه ِ س ْ بِا
ما َ
ً ِ ه ابَدًا دَائ ِ
ُ ُ الله ِه وَ بََركَات
ٰ ة ُ م
َ ح
ْ م وَ َر َ
ْ ُ م ع َليْكُ َ سلَِ اَل
Evvelâ: Leyle-i Kadirde kalbe gelen pek uzun ve geniş bir hakikata pek kısaca işaret
edeceğiz. Şöyle ki: Nev'-i beşerin, bu son harb-i umumîde eşedd-i zulmü ve istibdadı ile ve
merhametsiz tahribatı ile ve bir düşmanın yüzünden yüzer mâsumu perişan etmesiyle ve
mağlûbların dehşetli me'yusiyetleriyle ve galiblerin dehşetli telâşlarıyla ve hâkimiyetlerini
muhafaza etmekten ve büyük tahribatlarını tâmir edememelerinden gelen dehşetli vicdan
azablarıyle hem dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet
fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olması umuma görünmesiyle ve fıtrat-ı beşeriyedeki
yüksek istidâdâtın ve mahiyet-i insaniyenin umumî bir surette dehşetli yaralanmasiyle ve
ebed-perest hissiyat-ı bâkıye ve fıtrî aşk-ı insaniyenin heyecan içinde uyanmasiyle ve gaflet
ve dalâletin, ve en sert, sağır olan tabiatın Kur’ân’ın elmas kılıncı altında parçalanmasiyle ve
gaflet ve dalâletin en boğucu ve aldatıcı en geniş perdesi olan siyasetin rûy-i zeminde pek
çirkin, ve pek gaddarâne hakikî sureti görünmesiyle, elbette ve elbette, hiç şüphe yok ki,
şimalde ve garbde ve Amerika'da emareleri göründüğüne binaen, nev'-i beşer mâşuk-ı
mecazîsi olan hayat-ı dünyeviye böyle çirkin ve geçici
2
olduğunu görmesiyle, fıtraten beşerin hakikî sevdiği ve aradığı hayat-ı bakıyeyi bütün
kuvvetiyle arayacaktır. Ve elbette ve hiç şüphe yok ki, bin üçyüz altmış senede her asırda
üçyüz elli milyon şâkirdi bulunan ve her hükmüne ve dâvasına milyonlar ehl-i hakikat tasdik
ile imza basan.. ve her dakikada milyonlar hâfızların kalblerinde kudsiyet ile bulunup
lisanlariyle beşere ders veren.. ve hiçbir kitapta emsâli bulunmayan bir tarzda beşer için
hayat-ı bâkıyeyi ve saadet-i ebediyeyi müjde verip beşerin yaralarını tedavi eden Kur’ân-ı
Mu'ciz-ül-Beyanın şiddetli ve kuvvetli ve tekrarlı binler âyâtiyle, belki sarîhan ve işareten on
binler def'a dâva ettiği.. ve haber verdiği sarsılmaz kat'î delillerle.. ve şüphe getirmez hadsiz
hüccetlerle hayat-ı bâkıyeyi kat'iyetle müjde ve saadet-i ebediyeyi ders vermesi.. elbette nev'-i
beşer bütün bütün aklını kaybetmezse ve maddî ve manevi bir kıyamet başlarında kopmazsa;
İsveç, Norveç, Finlândiya ve İngiltere'nin Kur’ânın kabûlüne çalışan meşhur hatibleri ve din-i
hakkı arayan Amerika'nın çok ehemmiyetli cemiyeti gibi rûy-i zeminin kıtaları ve
hükümetleri, Kur’ân-ı Mu'ciz-ül-Beyanı arayacaklar ve hakikatlarını anladıktan sonra bütün
ruh u canlariyle sarılacaklar. Çünki, bu hakikat noktasında kat'iyen Kur’ânın misli yoktur.ve
olamaz. ve hiç birşey bu mu'cize-i ekberin yerini tutamaz.
Sâniyen: Mâdem Risale-i Nur o mu'cize-i kübrânın elinde bir elmas kılınç hükmünde
hizmetini görmüş ve göstermiş ve en muannid düşmanları teslime mecbur etmiş; hem kalbi,
hem ruhu, hattâ hissiyatı tenvir edecek ve ilâçlarını verecek bir tarzda hazine-i Kur’âniyenin
dellâllığını yapan ve ondan başka mehaz ve mercii olmayan bir mu'cize-i maneviyesi bulunan
Risale-i Nur o vazifeyi yapıyor. ve aleyhinde olan dehşetli propagandalara ve gâyet muannid
zındıklara tam galebe çalmış ve dalâletin en sert ve kuvvetli kal'ası olan tabiatı, "Tabiat
risalesi" yle parça parça etmiş ve gafletin en kalın ve boğucu ve geniş dâire-i âfâkında ve
fennin en geniş perdelerinde "Asâ-yı Mûsa"daki Meyve'nin Altıncı Mes'elesi ve Birinci,
İkinci, Üçüncü ve Sekizinci Hüccetleriyle gâyet parlak bir tarzda gafleti dağıtıp nur-ı tevhidi
göstermiş; elbette bizlere lâzım ve millete elzem şimdi resmen izin verilen din tedrisatı için
hususî dershaneler açılmasına izin verilmesine binaen
3
Nur Şâkirdleri mümkün olduğu kadar her yerde küçücük "Dershane-i Nuriye" açmaları
lâzımdır. Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder, fakat herkes herbir mes'elesini
tam anlamaz. Hem iman hakikatlarının izahı olduğu için, hem ilim, hem mârifet, hem
(Hâşiye)
ibadettir. Eski medreselerde beş on seneye mukabil, inşâallah Nur Medreseleri beş on
haftada aynı neticeyi te'min edecek yirmi senedir ediyor.
Hem, hükûmet ve millet ve vatana hem hayat-ı dünyeviyesine ve siyasiyesine ve
uhreviyesine pek çok faidesi bulunan bu Kur’ân lemeatlarına ve dellâlı bulunan Risale-i Nura
değil ilişmek, belki tamamiyle terviç ve neşrine çalışmaları elzemdir ki.. geçen dehşetli
günahlara keffaret ve gelecek müdhiş belâlara ve anarşistliğe bir sed olabilsin.
Sâlisen: Bu Ramazan-ı şerifte Kur’ânı zevk ve şevk ile okumağa benim çok ihtiyacım
vardı. Halbuki elemli hastalığın, maddî ve manevi sıkıntıların, yorgunluğun ve meşgalelerin
te'siriyle telâş ettim. Birden Hüsrev'in şirin kalemiyle yazdığı mu'cizatlı cüzler ve mu’cizatlı
ve Hâfız Ali ve Tâhirî'ye pek çok sevab kazandıran parlak ve kerametli "Hizb-ül-Ekber-i
Kur’âniye"yi birbiri arkasından okumağa başladım. öyle bir zevk ve şevk verdi ki, bütün o
yorgunluklarımı hiçe indirdi. Hiçbir vesveseye meydan vermeyerek, pek parlak bir surette
ders-i Kur’âniyeyi onlardan dinlerken bütün rûh u cânımla arzu ettim ve kasd ettim ve
azmettim ki: mümkün olduğu derecede aynı "Hizb-ül-Ekber-i Kur’âniye" gibi mu'cizatlı
Kur’ânımızı fotoğrafla tab'edelim inşâallah tab’edeceğiz.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Kardeşiniz
Said Nursî
(Hâşiye):
Şâyet biri biliyor, ilim etmeğe muhtaç değilse ibadete muhtaçtır. ya mârifete müştaktır veya
huzur ister. Onun için herkese lüzumlu bir dersdir.
4
َ
ه
ِ ِ مدْ حَ ِح ب َ ُ ئ اِل ِ ي
ُ ِ سب ٍ ْ شيَ ن ْ مِ ن ْ ِ وَ ا ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه ِ س ْ بِا
ً ِ ه اَبَدًا دَائ
ما ِٰ ة
ُ ُ الله ِه وَ بََركَات ُ م
َ ح
ْ وَ َر ْ ُ م ع َلَيْك
م ُ َ سلَِ اَل
Aziz, Sıddık Kardeşlerim
Evvelâ: Nurun fevkalâde halis şâkirdleri, müştemilâtiyle beraber neşretmek istedikleri
"Sikke-i Gaybiye" yi evliya-yı meşhûreden, kırk günde bir def'a ekmek yeyip kırk gün
yemeyen Osman-ı Hâlidî'nin sarih ihbarı ve evlâdlarına vasiyeti ile ve Ispartanın meşhur ehl-i
kalb âlimlerinden Topal Şükrü'nün zâhiren haber vermesiyle çok ehemmiyetli bir hakikatı
kardeşlerim dâva edip.. fakat iki iltibas içinde bu bîçâre, ehemmiyetsiz kardeşleri Said'e bin
derece ziyade hisse vermişler. On senedenberi kanaatlarını tâdile çalıştığım halde, o bahadır
kardeşlerim kanaatlarında ileri gidiyorlar. Evet onlar, Onsekizinci Mektubtaki iki ehl-i kalb
çobanın macerası gibi, hak bir hakikatı görmüşler, fakat tâbire muhtaçtır. O hakikat da şudur:
Ümmetin beklediği, âhir zamanda gelecek zâtın üç vazifesinden en mühimmi ve en
büyüğü ve en kıymetdarı olan iman-ı tahkikîyi neşredip ehl-i imanı dalâletten kurtarmak
cihetiyle yapılan bu en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâmiha Risale-i Nurda görmüşler.
(R.A.) (Kuddise Sırruhu) (R.H.)
İmam-ı Ali ve Gavs-ı Âzam ve Osman-ı Hâlidî gibi zatlar, bu nokta
içindir ki: o gelecek zâtın makamını Risale-i Nurun şahs-ı manevîsinde keşfen görmüşler gibi
işaret etmişler. Bâzan da o şahs-ı manevîyi bir hâdimine vermişler, o hâdime mültefitane
bakmışlar. Bu hakikatdan anlaşılıyor ki; sonra gelecek o mübarek zat, Risale-i Nuru bir
program olarak neşr ve tatbik edecek.
O zâtın ikinci vazifesi, Şeriatı icra ve tatbik etmektir. Birinci vazife, maddi kuvvetle
değil, belki kuvvetli îtikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife, gâyet büyük
maddî bir kuvvet ve hâkimiyet lâzımdır ki, tatbik edilebilsin.
O zâtın üçüncü vazifesi, Hilâfet-i İslâmiyeyi İttihad-ı İslâma bina ederek, İsevî
ruhanîlerle ittifak edip Dîn-i İslâma hizmet etmektir. Bu üçüncü vazife, pek büyük bir saltanat
ve kuvvetle ve milyonlar fedakârlarla tatbik
5
edilebilir. Birinci vazife, o iki vazifeden üç-dört derece daha kıymetdardır, fakat o ikinci ve
üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şa'şaalı bir tarzda olduğundan
umumun ve avâmın nazarında daha ehemmiyetli görünüler. İşte o has Nurcular ve bir kısmı
evliya olan o kardeşlerimizin tâbire ve te'vile muhtaç fikirlerini ortaya atmak, ehl-i dünyayı ve
ehl-i siyaseti telâşa verir ve vermiş.. hücumlarına vesile olur. Çünki, birinci vazifenin
hakikatını ve kıymetini göremiyorlar, öteki cihetlere hamlederler.
Kardeşlerimin ikinci iltibası: Fâni ve çürütülebilir bir şahsiyeti, Bazı cihetlerle
birinci vazifede pişdarlık eden Nur Şâkirdlerinin şahs-ı manevîsini temsil eden o âciz
kardeşine veriyorlar. Halbuki bu iki iltibas da Risale-i Nurun hakikî ihlâsına ve hiçbir şey'e,
hattâ manevî ve uhrevî makamata dahi âlet olmamasına bir cihette zarar verdiği gibi, ehl-i
siyaseti de evhama düşürüp Risale-i Nurun neşrine zarar gelir. Bu zaman, şahs-ı manevî
zamanı olduğu için, böyle büyük ve bâkî hakikatlar, fânî ve âciz ve sukut edebilir şahsiyetlere
bina edilmez!
Elhâsıl: O gelecek zâtın ismini vermek, üç vazifesini birden hatıra getiriyor. Yanlış
olur. Hem hiçbir şey'e âlet olmayan Nurdaki ihlâs zedelenir, avâm-ı mü'minîn nazarında
hakikatların kuvveti bir derece noksanlaşır, yakîniyet-i bürhaniye dahi kazâyâ-yı makbûledeki
zann-ı galibe inkılâb eder, daha muannid ehl-i dalâlete ve mütemerrid ehl-i zındıkaya tam
galebesi, ehl-i imanda görünmemeye başlar; ehl-i siyaset evhama ve bir kısım hocalar itiraza
başlarlar. Onun için, Nurlara o ismi vermek münasip görülmüyor. Belki müceddittir, onun
pişdarıdır, denilebilir.
Umum kardeşlerimize binler selâm.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Kardeşiniz
Said Nursî
6
َ
ِمدِه
ْ ح
َ ِح ب َ ُ ئ اِل ِ ي
ُ ِ سب ٍ ْ شيَ ن ْ مِ ن
ْ ِ ه وَ ا ُ َ حان َ ْ سبُ ِمهِ س
ْ بِا
ه ِٰ ة
ُ ُ الله ِه وَ بََركَات ُ مَ ح
ْ م وَ َرْ ُ م ع َلَيْك ُ َ سل َِ اَل
Aziz, Sıddık, Sarsılmaz, Sebatkâr, Fedakâr, Vefadar Kardeşlerim!
Bilirsiniz ki, Ankara ehl-i vukufu, Risale-i Nura aid kerametleri ve işaret-i gaybiyeleri
inkâr edememişler, yalnız yanlış olarak o kerametlerde hissedar zannedip itiraz etmişler: ve
[Böyle şeyler kitapta yazılmamalı idi, keramet izhar edilmez] demişler. Bunların bu hafif bir
tenkidlerine mukabil, müdafaatımda onlara cevaben demiştim ki: O kerametler bana aid
değildir. Ve o kerametlere sahip olmak benim haddim değildir; belki, Kur’ânın mu'cize-i
maneviyesinin tereşşuhatı ve lem'alarıdır ki, hakikî bir tefsiri olan Risale-i Nurda kerametler
şeklini almıştır. O kerametler (Risale-i Nur Şâkirdlerinin kuvve-i maneviyelerini takviye
etmek için) ikrâmât-ı İlâhiye nev'indendir. İkram ise, izharı bir şükürdür, câizdir, hem
makbûldür.
Şimdi ehemmiyetli bir sebebe binaen, cevabı bir parça izah edeceğim. Ve ne için izhar
ediyorum ve ne için bu noktada bu kadar tahşidat yapıyorum ve ne için bu birkaç aydır bu
mevzuda çok ileri gidiyorum ve için ekser mektublar o keramete bakıyor? diye sual edildi.
[Elcevab] Risale-i Nurun hizmet-i imaniyesinde bu zamanda binler tahribatçılara
1
mukabil yüzbinler tâmiratçı lâzım gelirken , hem benimle beraber lâakal yüzer kâtib ve
2
yardımcı bulunmağa ihtiyaç varken , değil çekinmek ve temas etmemek, belki milletin ve ehl-
3
i idarenin takdir ile ve teşvik ile yardım etmeleri ve temas etmeleri zarurî iken ve o hizmet-i
imaniye hayat-ı bâkiyeye baktığı için, hayat-ı fâniyenin meşgalelerine ve faidelerine tercih
4
etmek ehl-i imana vâcib iken , kendimi misâl olarak derim ki: Beni herşeyden ve temastan ve
yardımcılardan men'etmek ile beraber, aleyhimizde olanlar bütün kuvvetleriyle arkadaşlarımın
kuvve-i maneviyelerini kırmak ve benden ve Risale-i Nurdan soğutmak ve benim gibi ihtiyar,
hasta, zaif, garib, kimsesiz bîçâreye binler âdemin göreceği vazifeyi başına yüklemek ve
tecrid ve tazyiklerde -maddî bir hastalık nev'inden- insanlarla temasdan ve ihtilâtdan
çekilmeğe mecbur olmaklığım, hem o derece te'sirli bir tarzda halkları ürküttürmek ile
7
ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه
ِ س
ْ بِا
Risale-i Nurun makbuliyetine imza basan ve gaybî işaretler ile ondan haber veren
sekiz parçadan birinci parçadır. Aynı mes'eleye dair bu birinci risalede yirmidokuz işaret var.
Sair parçalarla beraber bine yakın işaretler, remizler, imalar, emareler; aynı mes'eleye, aynı
dâvaya ittifakla bakmaları, sarahat derecesindedir.
Vahdet-i mes'ele cihetiyle, o emareler birbirine kuvvet verir; te'yid eder. O sekizden üç
(R.A.)
tanesi, İmam-ı Ali'nindir. İmam-ı Ali bu üç keramet-i gaybiyesiyle Risale-in-Nurdan
haber vermiş. Bu sekiz parçayı Ankara ehl-i vukufu tedkik etmiş, itiraz etmemişler. Bu
kerametler yazılmamalı idi. Keramet sahibi, kerametini yazamaz" demişler. Ben de onlara
cevab verdim ki: "Bu benim değil, Risale-i Nurun kerametidir. Risale-in-Nur ise, Kur’ânın
malıdır ve tefsiridir." dedim. Onlar sustular. Demek kabul ettiler. Gerçi bu çeşit ikramlar
yazılmasa idi daha münasip
8
olurdu. Fakat bu kadar hadsiz muarızlar ve çok kuvvetli ve kesretli düşmanlar karşısında az ve
zaif olan bizlere, kuvve-i maneviye ve gaybi imdat ve teşci' ve sebat ve metanet vermek için
mecburiyet-i kat'iye oldu, ben de yazdım. Benim benliğime bir hodfüruşluk verip sukutuma
sebeb olsa da ehemmiyeti yok. Bu hizmete, yani ehl-i imanı dalâlet-i mutlakadan kurtarmağa,
lüzum olsa, dünyevî hayatım gibi, uhrevî hayatımı da feda etmeyi bir saadet bilirim; binler
dostlarımın ve kardeşlerimin Cennete girmeleri için, Cehennemi kabûl ederim.
Said Nursî
[İşarat-ı Kur’âniye ve üç keramet-i aleviye ve keramet-i gavsiye hakkında bir tenbih ve bir
ihtar.]
[Birinci Nokta] Bu gâyet mahrem risalelerden her birisi nasılsa muannid bir
nâmahremin eline geçmiş, gâyet sathî ve inad nazarı ile bakmış ve bir-iki yerine haksız bir
itiraz edip ehemmiyetli bir hâdiseye sebebiyet verdiğinden, bu mecmua, Risale-i Nurun has
talebelerine, belki ehass-ul havassa mahsus olduğu halde ve benim vefatımdan sonra
intişarına müsaade edilmesiyle beraber, şimdi mezkûr hâdisenin sebebiyle herkese değil, belki
ehl-i insafa ve Risale-i Nurla alâkadar ve talebelerinden bulunanlara haslardan birkaç şâkirdin
tensibiyle gösterilebilir fikriyle yazdık. Şimdi ise, iki sene iki mahkeme tedkikten sonra bize
iade ettiler. Biz de neşrine mecbur olduk.
[İkinci Nokta] Bu mecmua, baştan aşağıya kadar birtek neticeye bakıyor, bine yakın
emarelerle, Risale-i Nur'un makbûliyetine imza basıldığını isbat ediyor. Böyle bir tek dâvaya
bu derece kesretli ve ayrı ayrı cihetlerde binler emareler ve îmalar onu göstermesi, ilmelyakîn
değil, belki aynelyakîn, belki hakkalyakîn derecesinde o dâvayı isbat eder.
[Üçüncü Nokta] Bu mecmuayı mütalâa eden zatların, inceden inceye tetkik
etemelerine hususan cifrî hesabatına meşgul olmalarına lüzum yok; bir kısmı anlaşılmasa da
zararı yok. Hem umumunu anlamak da lâzım değil. Hem keramet-i Gavsiyenin âhirindeki
Şamlı Hâfız Tevfiğin fıkrasından başlayıp âhire kadar mütalâadan sonra ve baştaki
mukaddimeyi okuduktan sonra, istediği parçayı okusun.
9
Mukaddime
ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه
ِ س
ْ بِا
َ
ِمدِه
ْ ح
َ ِح ب َ ُ ئ اِل ِ ي
ُ ِ سب َ ن
ٍ ْ شي ْ م
ِ ن
ْ ِ وَ ا
Malûm olsun ki: "Zübdet-ür-Resâil Umdetül-Vesâil" namında kutb-ül-ârifin Ziyaeddin
Mevlanâ Şeyh Hâlid (Kuddise sırruhu)nun mektûbat ve resâil-i şerifelerinden muktebes
nasâyih-ı kudsiyenin tercümesine dair bir risaleyi, onüç sene mukaddem Bursa'da Hoca Hasan
Efendiden almıştım, nasılsa mütalâasına muvaffak olamamıştım. Tâ bu günlerde kitablarımın
içerisinde bir şey ararken elime geçti. Dedim: "Bu Hazret-i Mevlânâ Hâlid üstadımın
hemşehrisidir. Hem İmam-ı Rabbanîden sonra Tarîk-ı Nakşî'nin en mühim kahramanıdır, hem
Tarîk-ı Hâlidiye-i Nakşiyenin pîridir." Risaleyi mütalâa ederken, Hazret-i Mevlânânın
tercüme-i hâlinden şu fıkrayı gördüm.
Ashab-ı Kütüb-i Sitte'den İmam-ı Hâkim "Müstedrek"inde ve Ebu Dâvud "Kitab-ı
Sünen" inde, Beyhakî "Şuab-ı İman"da tahriç buyurdukları: ِمة َِ ُ ث لِهٰذ ِهِ اْل ِٰ ن
ُ َ الل َهه يَبْع َِ ِ ا
جدِد ُ لَه َا دِينَه َا
َ ُن ي
ْ م َ ِماَة
َ ٍسنَة ِِ ُ س ك
ِ ل ْ َ
ِ ع َلى َرا
Yâni: "Her yüz senede Cenâb-ı Hak
bir müceddid-i din gönderiyor." Hadis-i Şerifine mazhar ve mâsadak ve müzhir-i tam olan
Mevlânâ Eşşehîr, Kutb-ül-Ârifîn, Gavs-ül-Vâsılîn, Vâris-i Muhammedî, Kâmil-üt-Tarîkat-ül
Aliyeti Vel-müceddidiyeti Hâlid-i Zülcenaheyn (kuddise sırruhu) ilâ âhir...
1193
Sonra tarihçe-i hayatında gördüm ki, tevellüdü, binyüz doksanüç tarihindedir.
1224
Sonra gördüm ki, bin ikiyüz yirmidört tarihinde saltanat-ı Hind'in pâyitahtı olan
Cihanâbâd'a dahil olmuş. Tarîk-ı Nakşî silsilesine girip müceddidiyete başlamış. Sonra bin
ikiyüz otuzsekizde1238 ehl-i siyasetin nazar-ı dikkatini celbedip, vatanını terkederek diyar-ı
Şam'a hicretle gitmiştir. Hem içinde gördüm ki: Hazret-i Mevlânâ'nın nesli, Hazret-i Osman
Bin Affân Radıyallahu Anh'a mensuptur. Sonra gördüm ki; tercüme-i halinde istid’ad-ı fıtrî ve
kabiliyet-i hârika ile sinni yirmiye bâliğ olmadan evvel a'lem-i ulemâ-i asr ve allâme-i vakit
olmuş, Süleymaniye kasabasında tedris-i ulûm ile iştigal etmiştir.
Sonra üstadımın tarihçe-i hayatını düşündüm. Baktım; dört mühim noktada tevafuk
ediyorlar:
[Birincisi] Hazret-i Mevlânâ, binyüz doksanüçde1193 dünyaya gelmiş. Üstadım ise,
arabî bin ikiyüz doksanüçte, tam Mevlânâ Hâlid'in yüz senesi hitam bulduktan sonra dünyaya
gelmiş.
10
(Hâşiye): (K.S.)
Hazret-i Mevlâna milyonlar etbâlarının ittifakiyle müceddittir ve baştaki Hadis-i Şerifin
bir mâsadakıdır. Ve mâdem tam yüz sene sonra dört mühim cihetle tevafukla beraber Risale-i Nur ayni
vazifeyi görüyor. Demek nass-ı Hadis ile Risale-i Nur eczaları tecdid ve takviye-i din vazifesini
görüyorlar.
11
[Birincisi] Hazret-i Mevlânâ, zülcenaheyndir. Yâni hem Kadirî, hem Nakşî tarikat
sahibidir. Fakat, Nakşî Tarîkatı onda daha galibdir. Üstadım da, bil'akis, Kadirî meşrebi ve
Şâzelî mesleği daha ziyade hükmediyor.
Ben Üstadımdan işittim ki: "Hazret-i Mevlânâ Hindistan'dan Tarîk-ı Nakşîyi getirdiği
vakit, Bağdat dairesi, Şâh-ı Geylânî'nin ba'delmemat, hayatta olduğu gibi tasarrufunda idi.
Hazret-i Mevlânâ manen bu tasarrufu cây-ı kabûl göremedi. Şâh-ı Nakşibend ile İmam-ı
Rabbanî'nin ruhaniyetleri Bağdad'a gelip, Şâh-ı Geylanî'nin ziyaretine giderek rica etmişler ki:
Mevlânâ Hâlid senin evlâdındır, kabûl et. Şâh-ı Geylânî onların iltimasını kabûl ederek
Mevlânâ Hâlid'i kabûl etmiş. Ondan sonra Mevlânâ Hâlid birden parlamış. Bu vâkıa ehl-i
keşifçe vâki ve meşhud olmuştur. O hâdise-i ruhaniyeyi o zaman ehl-i velâyetin bir kısmı
müşahede etmiş, Bazıları da rü'ya ile görmüşler." Üstadımın sözü burada tamam oldu.
[İkinci Fark] Üstadım kendi şahsiyetini merciilikten azletmiştir, yalnız Risale-i Nur'u
merci gösteriyor. Hazret-i Mevlânânın şahsiyeti ise; kutb-ül-irşad ve merci-ül-has ve-l-âm
olmuştur.
[Üçüncü Fark] Hazret-i Mevlânâ Zül'ecnihadır. Fakat zamanın muktezasiyle, Sünnet-
i Seniyeye çok kuvvet vermekle beraber -ilm-i tarîkatı esas tutmak cihetiyle- tarîkatı daha
ziyade tutmuş, o noktada sarf-ı himmet etmiş. Üstadım ise, şu dehşetli zamanın muktezasiyle,
ilm-i hakikatı ve hakaik-ı imaniye cihetini iltizam ederek tarîkata üçüncü derecede
bakmışlardır.
[Elhâsıl] Baştaki Hadîs-i Şerifin "Her yüz sene başında dini tecdit edecek bir
müceddid gönderiyor" va'd-i İlâhîsine binaen, Hazret-i Mevlânâ Hâlid, ekser ehl-i hakikatça
bin ikiyüz senesinin, yani onikinci asrın müceddididir. Mâdem tam yüz sene sonra, aynen dört
cihette tevafuk ederek Risale-i Nur eczaları aynı vazifeyi görmüştür, kanaat verir ki, nass-ı
Hadîsle Risale-i Nur, tecdid-i din hususunda bir müceddid hükmündedir. Benim Üstadım
daima diyor ki: "Ben bir neferim, fakat müşir hizmetini görüyorum. Yâni: Kıymet bende
değildir, Kur’ân-ı Hakîm'in feyzinden tereşşuh eden Risale-i Nur eczaları, bir müşiriyet-i
maneviye hizmetini görüyorlar." Üstadımı kızdırmamak için şahsını sena etmiyorum.
Şamlı Hâfız Tevfik
12
Re'fet Bey, Hüsrev ve Rüşdü gibi Risale-i Nur Şâkirdlerinin Risale-i Nur’un bereketine işaret
eden buldukları bir tevafuk-ı latife...
Ve Risale-i Nurun Isparta'ya ne derece rahmet olduğuna delâlet eden bir tevafuk-ı
acîbedir.
Risale-i Nurun mazhar olduğu inâyâtın külliyetinden mühim bir ferdi de şudur.Isparta
Vilâyeti, sekiz senedenberi Risale-i Nurun müellifini sinesinde saklamıştı ve Barla gibi şirin
bir nahiyesinde, Cenâb-ı Hakkın lütuf ve keremiyle muhafaza etmişti. Bu müddet zarfında
yavaş yavaş intişar eden Risale-i Nurdan, Ispartada binler âdem, imanlarını takviye ettiler.
Bilhassa gençler pekçok istifade ve istifaza ettiler. Vaktâ ki Üstadımızın Barla gibi lâtif ve
şirin bir mahaldeki sıkıntılı ve pek acıklı ve en katı kalbleri ağlatan işkenceli esareti bitti;
Risale-i Nurun müellifi olan Üstadımızın nazarı, Cenâb-ı Hakkın inâyetiyle Isparta'ya
müteveccih oldu. Evhama düşen Bazı zâlim ehl-i dünyanın teşebbüskârâne harekât-ı
zâhiriyesi bir sebeb-i âdi oldu. Üstadımız Isparta'ya getirildi.
Fakat Üstadımız teşrif ettiği zaman, yaz mevsiminin en hararetli zamanı idi.
Yağmurlar kesilmiş, Isparta'yı iska eden sular azalmış, bir kısm-ı mühimminin menbaı
kesilmişti, ağaçlar sararmağa, otlar kurumağa, çiçekler buruşmağa başlamıştı. Risale-i Nurun
en ziyade intişar ettiği mahal Isparta vilâyeti olduğu için, Risale-i Nur hakkındaki inâyet-i
Rabbaniyeyi pek yakından temaşa eden Risale-i Nurun şâkirdleri olan bizler, bir vak'aya daha
şâhid olduk. Bu hâdise ise, Üstadımızın Ispartaya teşrifini müteâkip, bir asır içinde bir veya
iki def'a vukua gelen bu yaz mevsimindeki yağmurun kesretle yağması olmuştur. Pek hârika
bir surette yağan bu yağmur, Isparta'nın her tarafını tamamen iskâ etmiş, nebatata yeniden
hayat bahşedilmiş, bağlar, bahçeler güzelleşmiş; ekserisi hemen hemen ziraatle iştigal eden
halkın yüzleri Risale-i Nurun nâil olduğu inâyetten ve bereketinden olan bu yağmurdan
istifade ederek gülmüş, ruhları inbisat etmişti. Cenâb-ı Hak kemal-i rahmetiyle, bu yaz
mevsiminin bu şiddetli ve hararetli vaziyetini, baharın en letafetli, en şirin ve en hoş
vaziyetine tebdil etti. Güya Risale-i Nur, yüz ondokuz parçasiyle müellifi olan Üstadımıza bir
taraftan hoş âmedi etmek ve mahzun olan kalbine teselli vermek ve gamnâk ruhunu tatyib
etmek diğer taraftan da sekiz senedenberi yaşadığı Barlayı unutturmak ve o muhteşem çınar
ağacını ve dostlarını alâkadar olduğu şeylerden gelen firak hüznünü hatırlatmamak için,
Cenâb-ı Hakdan, yüz ondokuz risalenin elleriyle yüz ondokuz bin
13
kelimeleri diliyle dua etti ve yağmur istedi. Cenâb-ı Hak öyle bereketli bir yağmur ihsan etti
ki, bir misli doksanüç tarihinde yağdığını ihtiyarlarımızdan işitiyoruz, bu tarih ise üstadımızın
tarih-i velâdetine tesadüf etmekle beraber, bu umumî hâdise-i rahmet olan kesretli yağmurun,
hususî bir şekilde Risale-i Nura baktığına bir delili şudur:
Risale-i Nurun neşrine vasıta olan Üstadımız geldiği gün, Isparta'yı gâyet sıcak ve
yağmursuzluktan toz toprak içinde görmüş, Barla gibi bir yayladan gelip böyle bir yerde
dayanamayacağım, diye telâş ediyordu. Üçüncü ve dördüncü günü bahçeleri kısmen gezdiği
vakit, sebzelerin ve ot ve çiçeklerin susuzluktan buruşmuş olduklarını gördü, gâyet müteessir
oldu Cenab-ı Hakk’dan yağmur taleb ediyordu. Arkadaşımız Bekir Beyden değirmenleri
çeviren suyu göstererek "Isparta'nın suyu bu kadar mıdır?" diye sordu. Bekir Bey de: "Gölcük
suyu kesilmiş, gelmiyor. Isparta'nın dörtte birini sulayan bu sudan başka yoktur" diye cevab
verdi. Üstadımızın, Ispartada çok talebeleri bulunduğundan ruhen yağmurun gelmesini
istiyordu. Aynı günde öyle bir yağmur geldi ki, elli senedenberi Isparta böyle bir hâdiseyi
görmemiş. O yağmur yüzde doksandokuz menfaat vermiştir.
Bundan anlaşılıyor ki, o tevafuk, tesadüfî değil. Bu rahmet, Isparta'ya rahmet olan
Risale-i Nura bakıyor. Lillâhilhamd, bu kerem-i İlâhi neticesi olarak Üstadımızın, "Bana
Barla'yı unutturdu, unutamayacağım birşey varsa, o da her yerde olduğu gibi, Barlada bulunan
ciddi dost ve talebelerimdir." diyor.
Mustafa, Lütfi, Rüşdü, Hüsrev, Bekir Bey, Re'fet
Risale-i Nur’un Bereketine Aid Yağmur Hadisesini Teyid Eden Muhacir Hâfız Ahmed,
Süleyman, Mustafa Çavuş Bekir Bey Ve Şem'i'nin Bir Fıkrasıdır.
Isparta'daki kardeşlerinin fıkrasındaki dâvayı ispat eden kuvvetli iki delili gösteriyor.
Re'fet Bey ve Hüsrev gibi kardeşlerimizin yazdıkları hârika bir surette yağan yağmurun,
Risale-i Nur bereketine hususî baktığına kanaatımız geliyor. Çünki yağmur hâdisesinin hususî
bir şekilde hizmet-i Kur’âna ve Risale-i Nura iki suretle baktığını
14
gözümüzle gördük. [Birinci Suret] Risale-i Nur'un vasıta-i neşri olan üstadımızın câmii
seddedildi. Risale-i Nur'u yazacak hariçteki talebelerinin yanına gelmeleri men'edildi. O
sırada kuraklık başladı. Yağmura ihtiyac-ı şedid oldu. Sonra yağmur başladı, her tarafta yağdı,
yalnız Karaca Ahmed Sultan'dan itibaren bir daire içinde kalan Barla mıntıkasına yağmur
gelmedi. Üstadımız bundan pek müteessir olarak dua ediyordu. Sonra dedi ki: "Kur’ânın
hizmetine sed çekildi, bu köyde mescidimiz kapandı, bunda bir eser-i itab var ki, yağmur
gelmiyor. Öyle ise mâdem Kur’ânın itabı var, Yâsin Sûresini şefaatçı yapıp Kur’ânın feyzini
ve bereketini isteyeceğiz." Üstadımız Muhacir Hâfız Ahmed Efendi'ye dedi ki: "Sen kırkbir
Yâsin-i Şerif oku." Muhacir Hâfız Ahmed Efendi bir kamışa okudu. O kamışı suya koydular.
Daha yağmur alâmeti görünmezken, ikindi namazı vaktinde, üstadımız daima îtimad ettiği bir
hâtırasına binaen Muhacir Hâfız Ahmed Efendiye söyledi ki: "Yâsinler tılsımı açtı, yağmur
gelecek." Aynı gecede evvelce yağmadığı Barla dairesi içine öyle yağdı ki, üstadımızın
odasının altındaki Çoban Ahmedin bahçesinin duvarı yağmurdan yıkıldı. Halbuki Karaca
Ahmed Sultanın arkasında ve deniz kenarında balık avlamakla meşgul olan Şem'i ile
arkadaşları bir damla yağmur görmediler. İşte bu hâdise kat'iyen delâlet ediyor ki, o yağmur
hizmet-i Kur’ân ile münasebetdardır. O rahmet-i âmme içinde bir hususiyeti var. Sûre-i Yâsin,
anahtar ve şefaatçı oldu ve yağmur da kâfi miktarda yağdı.
[İkinci Suret] Kuraklık zamanında yirmi-otuz gün içinde yağmur Barla'ya
yağmamışken, Yokuşbaşı çeşmesi yapıldığı bir zamanda menbaına yakın, Üstadımız, ben yani
Süleyman ve ben Mustafa Çavuş ve Ahmed Çavuş ve Abbas Mehmed... filân filân beraber
cemaatle namaz kıldık. Tesbihattan sonra dua için elimizi kaldırdık. Üstadımız yağmur duası
etti, Kur’ânı şefaatçı yaptı. Birden o güneş altında herbirimizin ellerine yedi- sekiz damla
yağmur düştü. Elimizi indirdik, yağmur kesildi. Cümlemiz bu hale hayret ettik. O vakte kadar
yirmi-otuz gündür yağmur gelmemişti, yalnız o yağmur duası anında dua eden her ele yedi-
sekiz damla düşmesi gösteriyor ki, bunda bir sır var. Üstadımız dedi ki, "Bu bir işaret-i
İlâhiyedir. Cenâb-ı Hak manen diyor ki, ben duayı kabûl ediyorum, fakat şimdi yağmur
vermiyorum." Demek sonra Sûre-i Yâsin şefaat edecek ve nitekim de öyle olmuştur.
15
Sadakatte Meşhur Olan Barlalı Süleyman'ın Vazife-i Sadakatını Tamamiyle Yapan Isparta
Süleymanı Rüşdü'nün
Bir Fıkrasıdır.
Aziz Üstadım Efendim! Kardeşlerimin Yirmiyedinci Mektub'a giren fıkralarını, kendi
fikrime ve hissiyatıma muvafık bulduğumdan, onları kendi fıkralarımdır diye başka fıkra
yazmağa lüzum görmedim. Fakat bu âhirlerde Risale-i Nurun kerametine temas eden Bazı
hâdiseler benimle de münasebetdar olarak vücuda geldiğinden, ondan bir ihtar hükmünde idi
ki, onlar münasebetiyle benim de bir hususî fıkram kardeşlerimin hususî fıkraları içine girmiş
diye o hâdiselerden Bazı lâtif tevafukatı ve Bazı rü'ya-yı sâdıkayı ve birkaç hâdiseyi
yazıyorum. Bu rü'yalar, birbirine yakın ve birkaç gün zarfında görülmüştür ve Hazret-i
Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm içinde bulunduğu cihetle, rü'ya-yı sâdıkadır. Çünki,
Hadisce sabittir ki, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm görülen rü'yada şeytan o rü'yaya
karışamıyor. Bu rü'ya-yı sâdıkadan herbiri, gerçi rü'yadır, hüccet ve delil olamaz, fakat
herbirinin aynı mealde ittifakları, bir müjde veriyor ve Risale-i Nurun makbûliyetine ve
Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın daire-i rızasında bulunduğuna bizlere kanaat
veriyor. Ezcümle:
[Birincisi] Risale-i Nur şâkirdlerinden Rıza görüyor: Hazret-i Peygamber
Aleyhissalâtü Vesselâm, camide Hazret-i Ebu Bekir-is-Sıddîk Radıyallahü Anha emrediyor:
"Çık hutbe oku" Ebu Bekir-is-Sıddîk koşarak minberin en yukarı basamağına kadar çıkar,
hutbe okur. Hutbe içinde cemaate der ki: "Bu söylediğim hakikatların izahatı
"Yirmidokuzuncu Söz" dedir.."
[İkincisi] Risale-i Nur şâkirdlerinden Osman Nuri diyor ki: Rü'yamda, Şemâil-i Şerife
muvafık, gâyet nuranî bir surette Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı oturduğu yere
dayanmış bir vaziyette gördüm. Bu anda bir sadâ geldi ki, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü
Vesselâmın bir yaveri geliyor. Kapılar birdenbire kendi kendine açıldı. Risale-i Nur
nâşirlerinin
16
kitapların listesidir, bir sebebe binaen saklamak lâzım gelmişti. Üstadım, bu listeyi saklamak
için bana verdiğini biliyormuş. Bir gün o listeye lüzum olacağını düşünerek, benden
isteyecekmiş. Fakat istememiş. O gece kalkar, o listeyi seccadesinin yanında görür, hayret
eder. Bu saklandığı yerden çıkıp, nasıl burada bulunsun? Sabahleyin benden soruyor. "Ben
getirmedim, haberim yok" dedim. Zaten gece yanına çıkmamıştım. Bunda bir mânâ var dedik,
düşündük. Aynı gün Milâsdan listeye göre kitap istemeye bir hak kazanmak için, Hazret-i
Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın, Mısır azizi Mukavkıs'e yazdığı mektub, eski Mısırlılara
aid kitaplar içinde bulunarak İstanbul'a gönderilmiş. Bu mektubun fotoğrafla alınan aynının
bir sureti, o gecenin gündüzünde bize geldi, o geceki liste hâdisesine tevafuk etti. Bunda
şüphemiz kalmadı ki, saklı olan o listenin kendi kendine orada bulunması, bu mektub-ı
Nebeviyenin gelmesine bir istikbal ve bir işaret idi.
İşte o günlerde Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm rü'yada Risale-i Nurla
münasebetdar görülmesi ve mektub da aynı vakitte gelmesi, o günlerde te'lif edilen hastalara
aid yirmibeş deva-yı maneviyeyi beyan eden "Yirmibeşinci Lem'a" ve iktisada aid
"Ondokuzuncu Lem'a" ve onların akabinde ihtiyarlara aid yirmialtı ricayı beyan eden
"Yirmialtıncı Lem'a"nın te'lif zamanlarına tevafuk etmesi şüphe bırakmıyor ki: Bu üç risale,
Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın makbûliyetine mazhar olmuş.
Hem yine Risale-i Nurla münasebeti tahakkuk eden hâdiselerden birisi de şudur ki,
Risale-i Nurun Ispartaya medar-ı bereket olduğunu çok emarelerle gördük ve görüyoruz.
Ezcümle: Şükrü Efendi hem kendi köşkünü, hem merhum kardeşi Nuri Efendinin köşkünü
Risale-i Nurun ders ve te'lifine verdiği zaman onun şehirdeki evine muttasıl büyük bir halı
binası ateş aldı. Bütün o büyük bina yandığı halde, Şükrü Efendinin evine sirâyet etmedi,
hattâ yanan halı binasının müştemilâtından olup, halı binası ile Şükrü Efendinin hanesine
bitişik olan ahşap odunluk dahi yanmadı. Bu vaziyeti gören herkes hayret içinde kaldı. Fakat
Risale-i Nur ile alâkaları olanların şüpheleri kalmadı ki; Şükrü Efendi Risale-i Nurun te'lifine
bu iki köşkü verdiği için, onun bereketiyle hârika bir surette hem kendi hanesi, hem merhum
kardeşinin hanesi o müdhiş yangından kurtuldu.
18
Hem Risale-i Nur yazın nasılki büyük bir yağmura ve rahmete sebeb olduğu delillerle
(K.S.)
beyan edildiği gibi ve Gavs-ı Geylânî'nin kerametine dair risalede kaydedilen hâdise
Risale-i Nurun bir kerameti olduğu gibi; bu senedeki kışta Risale-i Nurun merkez-i faaliyeti,
Barladan Ispartanın bağlarına nakledilmişti. Bağlarda soğuk ve fırtına, şehirden çok şiddetli
oluyordu. Bu şiddetli kışta Risale-i Nurun dersi tatil olmamak ve nâşiri de dayanabilmek için,
bir eser-i rahmet olarak bu senenin kışı gâyet mutedil geçti. Evet, herkes biliyor ki, şimdiye
kadar böyle mutedil ve bazı günleri yaza benzer tarzda bir kış, bu yakın zamanlarda
görülmemişti. İşte bu gün, yeni mart oniki, eski şubat yirmiyedidir. Sitte-i Sevr denilen
fırtınalı altı meşhur günün üçüncü günü olan bu gün, nevruz günü gibi açıktır, güzeldir.
Nasılki Risale-i Nurun bereketi yüzünden rahmet-i İlâhiye yaz ortasında bir bahar getirdiğini
kanaat verecek emarelerle görmüştük; öyle de bu kış ortasında da Risale-i Nurun bereketi
yüzünden bir güz mevsimi olmasına bir vesile olduğuna kanaat ettik.
Hem Risale-i Nur Eczasından "İktisad Risalesi"nin te'lifine çok yakın bir zamanda,
Üstadımın maişetindeki iktisadı ifrat derecesine girmişti. Ben ve Hüsrev ve daha diğer
arkadaşlarımız bütün biliyoruz ki: Üstadımızın hasta olmadığı hal de bütün Ramazanda yediği
gıdayı hesab ettik, bir tek fırancala ekmeği, yarım okka kese yoğurdu, yüz elli dirhem pirinç
idi. Biz tahmin ettik ki yirmidört saatte üç hurma tanesi kadar gıda ile külfetsiz idare etti.
Fazlaya iştihası olmadığı için yemiyordu. Bu hal, güya Ramazandan sonra ona yazdırılacak
olan "İktisad Risalesi"nin bereketine ve mübarekiyetine ve kerametine bir işaret idi.
Hem Risale-i Nurun takviye-i din hakkında hizmetine işaret eden bir diğer hâdise de
şudur: Ispartanın mühim bir âliminin takriben otuz-kırk sene evvel yazdığı istikbale dâir
kasidesinin fıkraları, Risale-i Nura tam tevafuk ediyor ve Risale-i Nuru gösteriyor. Şöyle ki:
Allah rahmet etsin ve kabri pürnur olsun, Topal Şükrü Efendi namında ehl-i kalb ve
Isparta'nın medar-ı fahri olan zâtın kerametkârâne buraca meşhur bir şiirini gördüm, getirip
arkadaşlarıma gösterdim. Dedim: Bu zat bu dalâletli zamanımızdan bahsettiği gibi, bir fıkrası
da harb-i umumîden bahsediyor gibi görünüyor. Çünki bu şi'rinde diyor:
19
(Âferin çarha ki, çattırdı kuduzu kuduza) Yâni, bütün dünya kâfirlerini birbirine musallat
ettirdi. Ve iki satır sonra yine diyor: "Sûk-i asr içre bütün dad ü sited, küfr ü dalâl. Müşteri
kalmadı, din indi ucuzdan ucuza." Yâni o asrın çarşısında alış veriş dinsizlik elinde olacak,
dinsizlik hükmedecek, din gâyet ucuza düşecek ve İslâmın şeairi gizlenecek. Sonra diyor:
"Şükür ya bilmezem esrar-ı gayıbdan amma; Ya ileri, ya geri, takrib ederim üç otuza." Kendi
tefsir ediyor. Yâni, otuzüçe şiddetli kafiyesini muhafaza etmek için, otuzüç yerine "üç otuz"
demiştir. Hem harb-i umumîye işaret eden fıkrasiyle, "dinsizlik düsturları ve kanunları, o asır
çarşısında hükmettiği..." fıkrasının ortasında şöyle diyor:
(Hâşiye)
(Eriş ey avn-i şeriat eriş ey muhyi-d-din! Elem-i rîş-i cefa sîneden erişti öze.)
Şimdi benim kanaatım geliyor ki, bu zat, otuzüç senesinden sonra Risale-i Nur'u Isparta'nın
imdadına çağırıyor.
(Ey avn-i Şeriat! Ey Muhyiddin yetiş!) diyor. Yâni vefatından takriben otuzüç sene
sonra Şeriata ve dinin şeairine, hizmet edecek bir nuru Isparta’ya çağırıyor. Cenâb-ı Hak
duasını kabul etmiş ki, vefatından otuz-kırk sene sonra Risale-i Nur o vazifeyi görmüş.
Talebeniz ve Hizmetkârınız
Süleyman Rüştü
Semâvattan mübarek kâğıdlar yağıyor. Soruyorlar: "Bu nedir?" Rü'yada demişler: "Risale-i
Nurun sahifeleridir." Yâni, tâbirce Risale-i Nur, Kur’ânın tefsiri olduğu cihetle, vahy-i semavî
olan Kur’ânın semavî ve ilhamî bir tefsiridir. Hem yağmur gibi, insanlara kesretli bir
rahmettir.
Hadisenin vukuundan evvel, Risale-i Nur şâkirdlerinin herbiri bir cesedin âzaları gibi,
bir cihette o cesede gelen müessir bir ârızayı bütün âzanın hissetmesi nev'inden, bu hâdiseyi
Risale-i Nurun dört şâkirdi, vukuundan bir-iki gün evvel şöyle görmüşler: Bunlardan üçü,
yani Mehmed Zühdü, Halil Ruhi, Mehmed Niyazi, Risale-i Nur nâşirlerinin üstadını vefat
etmiş görüyorlar, vefat ise tâbirce Risale-i Nurun tatilini haber veriyor. Dördüncüsü: Fâzıl
Bey’dir rüyasında görüyor ki: -Hâdiseden bir gün evvel - Rafda kitapları karıştırıyor, bazı
kitapları düşürüyor. Üstad ona hiddet ediyor, o diyor: "Re'fet düşürdü." Birden haneye polisler
doluyorlar, herşey'i alıyorlar.
Hem bundan yedi buçuk ay evvel Risale-i Nur nâşirlerine gelen elîm polishaneye
çağırma mes'elesi Risale-i Nurun şâkirdlerinin dört tanesi aynı hâdiseyi görüyor bir ikisi, yani
Rüştü ile Lütfi aynen görüyorlar, diğer ikisi de az bir tâbirle aynı hâdiseyi görmeleri ve bu
def'aki hâdiseyi, yine dört tane şâkirdler aynen görmeleri gösteriyor ki, Risale-i Nur
şâkirdleri, bir cesedin âzaları gibidirler ki, Risale-i Nura gelen hâdiseyi, bir cesedin âzaları
gibi hissediyorlar.
Hem Risale-i Nur şakirdlerinden Bekir o musibet gününden bir gün evvel biri demiş:
"Üstad seni çağırıyor!" Bir hiss-i kablelvuku' ile ikinci gün Üstadının başına gelen ve rahmet-i
İlâhiye ile hafif geçen müdhiş musibeti, düşmanların plânları derecesinde büyük ve ağır
hissetmiş gibi bir tarzda, ağlayarak gâyet korku ve halecan içinde koşup geldi. O halecan ve
ağlamasına hiç sebeb-i zâhirî yokken, yine heyecanını, ağlamasını teskin edemiyordu. Demek
Risale-i Nura gelen musibet, şâkirdlerini kerametkârâne îkaz ediyordu.
Hem musibetin aynı gününde üstadımız gezmekten dönerken, -Hüsrev ve Mehmedin
ihbariyle- birdenbire sebebsiz olarak Üstadımız ehl-i dünyaya karşı şiddete başladı. Yirmibeş
sene evvel Divan-ı Harb-i Orfîde kendi idam kararını beklerken, sebebsiz ve kalbsiz, rütbeli
iki âdem, Üstadımız mahpus olduğu koğuşa tahkir için geldikleri zaman gâyet acib bir surette
söylediği o hale mahsus meşhur bir sitemi üç def'a zâlim ve garazkâr
21
ehl-i dünyaya karşı sarfediyor. "Benden ne istiyorsunuz!" diye bağırarak tekrar ediyor. Sonra
susuyor. Aynı dakikada zabıta, köşkü basmak için yedi-sekiz polis köşkün etrafına girdikleri
zamana tevafuk ediyor.
[Medar-ı İbret Bir Hâdise] Risale-i Nur nâşirlerinin takibi yüzünden âmirlerinin
yanında yüz bulmak niyetiyle Risale-i Nur nâşirlerine ilişenlerin aks-i maksadiyle tokat
yediklerinin yüzler hâdiseden bir hadisesi şudur ki: Sebepsiz, sırf Bazı garazkârların keyfi için
Risale-i Nur nâşirlerine bir kulp takıp mahkemelerde süründürmek ve belki de mahvetmek
için sureten kendini dost gösterip gâyet hainane bir riyakârlıkla dairemize sokulup, bir takım
yalanlarla âmirlerini iğfal ederek Risale-i Nur nâşirlerine müdhiş darbe gelmesine vesile olan
bir âdem, teveccüh ve makam kazanmak değil, bilâkis öyle bir tokat yedi ki, dünyada kaldıkça
vicdanı varsa vicdan azabı çektirecek. Hem o kolay vazifesinden aldılar, müşkil bir vazifeye
tahvil ettiler hem de ona yalancı nazariyle baktılar. Hem nefret-i âmmeyi kazandı. Hem taharri
hâdisesinden iki gün sonra bir ihtiyar âdemi hanesinden çıkarıp yolda getirirken, o ihtiyar
zatın füc'eten vefat etmesiyle mes'uliyet-i maddiyeye ve maneviyeye mâruz kalmıştır. Evet,
Risale-i Nura hücum edenler, vaktiyle kefenini boynuna takmalı ve rezalete bürünmeli ve
manevi cehenneme dünyada girmeyi göze almalıdır.
Hem o musibet hâdisesinden iki gün evvel, Risale-i Nur şâkirdlerinden olmayan ve hiç
bizimle zihnen meşgul olmayan bir âdem rü'yasında görüyor ki: Ispartanın altındaki ovada
çok ormanlar bulunuyor. Kuvvetli bir sel geliyor, sel o ormanın çok ağaçlarını deviriyor.
Birdenbire bir zelzele-i arz oluyor, Risale-i Nur nâşiri, elbisesiyle heybetli bir surette yer
yarılıp çıkıyor (Hâşiye). O da korkusundan uyanıyor.
İki gün sonra Risale-i Nuru tâtil ve manen toprağa defnetmek niyetiyle küre-i arzı
titretecek derecede bir hatâ ile Risale-i Nurun eczalarını evrak-ı muzırra nev'inden taharri
edip, topladılar merkez-i hükûmete, tâ dahiliye vekâletine gönderdiler. Hiçbir daire kanunca
mucib-i muaheze ve mes'uliyet bir şey Risale-i Nurda bulamadıklarından, o manevi zelzele
içinde
(Hâşiye):
Demek bu geçen seneki zelzele yani İzmir zelzelesi Risale-i Nurun dirilmesine ve meydana
çıkmasına bir emaredir ve o rü'yayı tâbir ediyor. Evet o zelzeleden evvel Risale-i Nur defnolunmuş
gibi gâyet gizli perde altında intişar ediyordu. Zelzele başladıktan sonra eski elbise-i fâhiresiyle
meydan-ı zuhûra çıktı.
22
öldürdük, defnettik zannettikleri Risale-i Nur, dirilip, yer yarılıp meydana çıktığı gibi, yine o
rü'ya işaret ediyor ki, bir zelzele-i azîme ve bir sel içinde Risale-i Nur bu vatan ve millete bir
halâskâr ve bir münci suretinde musibetzedelerin imdadına yetişecek.
Risale-i Nur şâkirdlerinden Yıldırım
Süleyman Rüşdü
[Birinci mes'ele] Birinci Şuâ'da bir-iki âyetin işaretinde, Risale-i Nurun sâdık
talebeleri iman ile kabre girecekleri ve ehl-i Cennet olacaklarını, kudsi bir müjde ve kuvvetli
bir beşaret bulunduğu gösterilmiştir. Fakat bu pek büyük mes'eleye ve çok kıymetdar işârâta
tam kuvvet verecek bir delil ister, diye çoktanberi muntazırdım. Lillâhilhamd ve iki emare
birden kalbime geldi.
Birinci Emare: İman-ı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha
selbedilmiyeceğine ehl-i keşf ve tahkik hükmetmişler. Demişler ki: "Sekerat vaktinde şeytan,
vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir. Bu nevi iman-ı tahkîkî ise,
yalnız akılda durmuyor, belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letâife sirâyet ediyor,
kökleşiyor ki; şeytanın eli o yerlere yetişemiyor, öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor.
Bu iman-ı tahkikînin vusûlüne vesile olan birinci yolu, velâyet-i kâmile ile, keşf ve
şuhud ile hakikata yetişmektir. Bu yol, ehass-ı havassa mahsusdur, iman-ı şuhudîdir.
İkinci yol, iman-ı bilgayb cihetinde sırr-ı vahyin feyziyle bürhanî ve Kur'ânî bir tarzda
akıl ve kalbin imtizaciyle hakkalyakîn derecesinde bir kuvvet ile zaruret ve bedahet
derecesine gelen bir ilmelyakîn ile hakaik-ı imaniyeyi tasdik etmektir. Bu ikinci yol, Risale-i
Nurun esası, mâyesi, temeli, ruhu, hakikatı olduğunu has talebeleri görüyorlar. Başkaları da
insafla baksalar, Risale-i Nur hakaik-ı imaniyeye muhalif olan yolları gayr-ı mümkin muhal
ve mümteni' derecesinde gösterdiğini görecekler.
İkinci Emare: Risale-i Nurun sâdık şâkirdlerinin hüsn-i âkıbetlerine ve iman-ı kâmil
kazanmalarına o derece kesretli
23
ve makbul ve samimî dualar oluyor ki, o duaların içinde hiçbirinin kabûl olmamasına akıl
imkân veremiyor. Ezcümle, Risale-i Nurun bir hâdimi ve bir tek şâkirdi Risale-i Nur
talebelerinin hüsn-i âkıbetlerine ve saadet-i ebediyeye mazhar olmalarına, yüz def'a ettiği
duaları içinde hiç olmazsa yirmi-otuz def'a selâmet-i imanlarına ve hususî hüsn-i âkıbetlerine
ve iman ile kabre girmelerine aynı duayı en ziyade kabûle medar olan şeraid içinde ediyor.
Hem Risale-i Nur talebeleri, bu zamanda her cihetten ziyade hücuma mâruz
kaldıklarından iman hususunda birbirine selâmet-i iman hakkındaki samimî ve mâsum
lisanlariyle ettikleri dualarının yekûnu öyle bir kuvvettedir ki, rahmet ve hikmet-i İlahiye,
onun reddine müsaade etmez. Faraza mecmuu itibariyle reddedilse, tek bir tane onların içinde
kabul olunsa yine herbiri selâmet-i iman ile kabre gireceğine kâfi geliyor. Çünki herbir dua
umuma bakar.
Said Nursî
Risale-i Nur'un kerametinin bu havalide zuhur eden çok tereşşuhatından bir-iki hâdise
beyan ediyorum.
[Birincisi] Hatib Mehmed (Rahmetullahi Aleyh) namında ciddî bir ihtiyar talebe,
İhtiyarlar Risalesi'ni yazıyordu. Tâ Onbirinci Rica'nın âhirlerinde merhum Abdurrahman'ın
vefatının tam mukabilinde, kalemi "Lâ ilahe illâ hû" yazmış ve lisanı dahi "Lâ ilahe illallah"
diyerek hüsn-i hâtimenin hâtemiyle sahife-i hayatını mühürlemiş, Risale-i Nur talebelerinin
imanla kabre gireceklerine dair olan işarî beşaret-i Kur’âniyeyi vefatıyla imza etmiş.
(Rahmetullahi Aleyhi Rahmeten Vâsia.) Âmin.
[İkincisi] Sizin te'lifiniz olan Fihristin tashihinde bir müstensihin noksan bıraktığı bir
sahifeyi Tahsine dedim: "Yaz" O da yazmağa başladı. Simsiyah mürekkeple ve temiz kalemle
yazıyordu. Sizin yazdığınız ikinci cilt fihristin makbûliyetine hüccet olarak o siyah mürekkeb,
birden güzel bir kırmızı suretini aldı. Tâ yarım sahife kadar kırmızı yazdı. Biz bu garip
hâdiseye taaccüb ederek bakarken, o mürekkeb yine simsiyaha döndü. Sahifenin öteki yarısı,
aynı kalem aynı hokka tam siyah yazıldı. Bir zaman Barla'da bağlardaki köşkde Şamlı Hâfız,
Mes'ud ve Süleymanın müşahedesiyle aynı hâdiseyi başka şekilde görmüşdük. Şöyle ki: Ben
sevmediğim için siyah bir mürekkebi kısmen döktüm. Birden mütebakisi birden çok
beğendiğim güzel bir kırmızıya tahavvül etti, Risale-i Nur kâtiblerini şevklendirdi, gözümüze
silsile-i kerametin bir ucunu ve tereşşuhunu gösterdi.
Said Nursî
24
Bugünlerde manevî bir muhaverede bir sual ve cevabı dinledim. Size bir kısa hulâsasını
beyan
edeyim.
Biri dedi: Risale-i Nur'un iman ve tevhid için büyük tahşidatları ve küllî techizatları
gittikçe çoğalıyor ve en muannid bir dinsizi susturmak için o tahşidatın yüzde birisi kâfi iken,
neden bu derece hararetle daha yeni tahşidat yapıyor?
Ona cevaben dediler: Risalet-en Nur yalnız bir cüz'i tahribatı ve bir küçük hâneyi
tâmir etmiyor; belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları
bulunan bir muhit kal'ayı tâmir ediyor. Yalnız hususî bir kalbin ve bir vicdanın ıslahına
çalışmıyor; belki bin senedenberi terâküm ve tedarik edilen müfsid âletlerle dehşetli rahneler
ile kalb-i umumî ve efkâr-ı âmme-i umumînin bâhusus avam-ı mü'minînin istinadgâhları olan
İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeairler kırılmasıyla bozulmağa yüz tutan vicdan-ı umumîyi,
Kur’ânın i'caziyle ve geniş yaralarını, Kur’ân'ın ve imanın ilâçlariyle tedavi etmeğe çalışıyor.
Elbette böyle küllî ve dehşetli rahnelere ve yaralara hakkalyakîn derecesinde ve dağlar
kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb ilâçlar ve hadsiz edviyeler
bulunmak gerektir ki; bu zamanda Kur’ân-ı Mu'ciz-ül-Beyanın i'caz-ı manevîsinden çıkan
Risale-i Nur, o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve
inkişafata medardır diyerek uzun bir mükâleme cereyan etti. Ben de tamamen işittim, hadsiz
şükrettim.
İnşâallah bir zaman sonra size gönderilecek, Bazı kelimelerini tercüme ve bir kısım
kayıdlarını tefhim için vakit bulsam gâyet kısa hâşiye gibi bir şey yazacağım. Umum
kardeşlerime ve hizmet-i Kur’âniyedeki bütün arkadaşlarıma hasret ve iştiyakla binler selâm...
Said Nursî
Bugünlerde ziyade bir hassasiyetle risalelere bakıldığından, inâyetin himâyesi dahi bir
nevî hassasiyetle ikramını gösterdi. Gâyet cüz'i bir nümunesi şudur: Risale-i Nur şâkirdlerine
maişet cihetinde bir ikram-ı İlâhî ve küçük fakat şâyân-ı hayret ve gâyet lâtif bir tevafuk ve
bir vâkıadır ve Risale-i Nur hizmetinin şüphesiz bir kerametidir. Evet, Risale-i Nurun bir
silsile-i kerametinin menbaı olan tevafuk, bu vâkıada o cinsten olan altı adet tevafukatın
ittifakı ise, tesadüf ihtimalini köküyle keser diye hükmettik. Şöyle ki: Birkaç gündenberi
üstadımızın ziyaretine gitmemiştik, kardeşim Emin ile beraber üstadımızın ziyaretine gittik.
İkindi vakti beraber namaz kıldıktan sonra bize emretti ki: "Size yemek yedireceğim, burada
ta'yininiz var." Mükerreren dedi, "Yemezseniz bana dokuz zarar olur. Çünki, yiyeceğinize
karşı Cenâb-ı Hak gönderecek." Yemek yemekten affımızı rica ettik. Emretti: "Rızkınızı yiyin,
bana gelir." dedi. Emrini kırmamak için lütuf buyurduğu tereyağı ve kabak tatlısını ekmek ile
yemeğe başladık. Daha sofrada iken ümid edilmiyen bir vakitte ve bir tarzda ve aynı miktarda
bir âdem geldi, elinde yediğimiz kadar taze ekmek aynı yediğimiz miktarda -fındık kadar-
tereyağı ve diğer elinde bize verilenin tam bir misli kabak tatlısı olarak kapıyı açtı. Artık
taaccüb edilecek hiçbir cihette tesadüfe mahal kalmadı. Risale-i Nur şâkirdlerinin rızkındaki
bereket-i Rabbaniyeyi gözümüzle gördük. Üstadımız buyurdular: "İhsan on misli olacak.
Halbuki bu ikram tamı tamına mislidir. Demek ta’yin ciheti galebe etti. Ta'yın te'mini ise
mizan ile olur."
Sonra aynı akşamda sadaka ciheti de hükmünü gösterdi. Biz gördük ki: Ekmek on
misli, tereyağı tatlısı o da on misli kabak tatlısı yerine çok sevmediği kabak ve patlıcan
turşusu olarak on misli me'mulun hilâfında (Risale-i Nurdan İkinci Şuâ'ın bir hafta
mütalâasına mukabil bir manevî ücret olarak) geldi. Gözümüzle gördük. Demek kabak
tatlısının tatlılığı, tereyağı un helvasına girdi, kendisi turşuda kaldı.
26
Risale-i Nur şâkirdleri, hüsn-i hizmet içinde acele bir mükâfat gördükleri gibi,
hizmette kusur edenler dahi tokat yediklerini, Isparta'da olduğu gibi burada dahi gözümüzle
gördük. Pek çok vukuatından beş-altısını beyan ediyoruz.
[Birincisi] Ben, yani Tahsin, bir gün yeni açtığım dükkân meşgalesiyle bana
emrolunan vazife-i Nuriyeyi tenbellik edip yapamadım. Aynı vakitte şefkatli bir tokat yedim.
Dükkânda otururken birisi bana geldi, tebdil edilmek için emanet olmak üzere yüz lira verdi.
Bu paranın sahibine Allah için bir hizmet yapmak üzere tebdil için maliye sandığına gittim.
Bu parayı sayarken aralarında bir kalıp lira bulundu. Bu yüzden ifadeye, sual cevaba ve
muahazeye mâruz kaldığım gibi, evimizi de taharri etmek icab etti. Beni mahkemeye verdiler.
Fakat terbiye ve şefkat tokadı olmak cihetiyle yine Risale-i Nur kerâmetini gösterdi, zararsız
kurtulduk.
[İkincisi] Üstadımıza ve Risalet-ün-Nura dört-beş sene hizmet eden ve okutturan ve
cidden tarafdar bulunan bir zat, elinde dine aid bir gazete ile geldi. Risale-i Nurun mesleğine
muhalif bir cereyanın sahiplerine tarafdarane bir tavır gösterdiği zaman, Üstadımın canı çok
sıkıldı. Bir-iki gün sonra şiddetli, fakat şefkatli bir tokat yedi. Bir doktor ona dedi ki: "Eğer
ameliyat yaptırmazsan yüzde yüz ölüm var." O da bilmecburiye ameliyat yaptırdı. Fakat
şefkat ciheti imdada yetişerek çabuk kurtuldu.
[Üçüncüsü] Bir me'mur, Risale-i Nuru kemal-i iştiyakla okurdu. Hem Üstad ile
görüşmeğe ve tam ders almağa çalışıyordu. Birden bir komiser tarafından ona evham verildi.
O da görüşmeyi ve okumayı bırakıp başka şehre giderken birden sebebsiz bir tarzda bir ayağı
kırıldı, bir ay çekti. Yine şefkat yar oldu, şimdi okumağa şevk ile başladı.
[Dördüncüsü] Ehemmiyetli bir zat, Risale-i Nuru kemal-i takdir ile okur yazardı.
Birden sebatsızlık gösterdi. Şefkatsiz bir tokat yedi. Gâyet meftun olduğu refikası öldü. İki
oğlu da başka yere gitti acınacak bir hale girdi.
[Beşincisi] Dört senedir Üstadın çarşı içinde hizmetine bakan bir zat, birden sadakatını
bırakıp mesleğini değiştirdi. Birden şefkatsiz bir tokat yedi, bir senedir daha çekiyor.
[Altıncısı] Bir hocaya aid bir hâdisedir. Belki helâl etmez, biz de onu görmüyoruz.
Şimdilik kaldı. Bu vukuat nev'inden hem çok var, hem Risale-i Nura karşı kusura binaen tokat
olduğunda, kat'iyen şüphemiz kalmadı.
27
َ
ِمدِه
ْ ح
َ ِح ب َ ُ ئ اِل ِ ي
ُ ِ سب َ ن
ٍ ْ شي ْ م
ِ ن
ْ ِ ه وَ ا
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه
ِ س
ْ بِا
Aziz Kardeşlerim!
Sizinle pek çok alâkadarım ve görüşmeye çok müştakım ve vaziyetinizi bu soğuk kışta
merak ediyorum, hayalen sizin ile görüşürken bir-iki nokta hâtıra geldi, beyan ediyorum.
[Birincisi] Ondokuzuncu Söz'ün âhirinde Kur’ândaki tekraratın ekser hikmetleri
Risale-in-Nurda dahi cereyan eder. Bilhassa ikinci hikmeti tamtamına vardır. O hikmet şudur:
Herkes Kur’âna muhtaçtır, fakat herkes her vakit bütün Kur’ânı okumağa muktedir olamaz,
fakat bir sureye galiben muktedir olur. Onun için en mühim makasıd-ı Kur’âniye, ekser uzun
surelerde dercedilerek herbir sure bir Kur’ân hükmüne geçmişti. Demek hiç kimseyi mahrum
(A.S.)
etmemek için, Haşir ve Tevhid ve Kıssa-i Mûsa gibi bazı maksadlar tekrar edilmiş. Aynen
bu ehemmiyet-li hikmet içindir ki, Bazı def'a haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı
halde, ince hakaik-ı imaniye ve kuvvetli hüccetler, müteaddit risalelerde tekrar edilmiş. Ben
çok hayret ediyordum: Neden bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmış? Sonra kat'î bir
surette bildim ki: Herkes bu zamanda Risale-i Nura muhtaçtır, fakat umumunu elde edemez;
etse de tam okuyamaz; fakat küçük bir Risale-in-Nur hükmüne geçmiş bir risale-i câmiayı
elde edebilir ekser vakitlerde muhtaç olduğu mes'eleleri ondan okuyabilir. Ve gıda gibi, her
zaman ihtiyaç tekrar ettiği gibi o da mütalâasını tekrar eder.
[İkinci Nokta] "Âyet-ül-Kübrâ"dan çıkan "Vird-i Ekber" nâmındaki Arabî risaleciğin
âhirinde "Risale-i Münâcât'ın başındaki âyetin tefsiri diye Arabî kısımları ilâve edilse, beraber
okunsa, iyidir. Biz nüshamıza yazdık.
[Üçüncüsü] Aziz kardeşlerim! Çok def'a kalbime geliyordu: Neden İmam-ı Ali
Radıyallahü Anhu, Risale-i Nura ve bilhassa Âyet-ül-Kübrâ Risalesine ehemmiyet vermiş
diye sırrını bekliyorum. Lillâhilhamd, o sır ihtar edildi. İnkişaf eden o sırra şimdilik kısa bir
işaret ediyorum. Şöyle ki: Risale-i Nurun mümtaz bir hâsiyeti; imanın en son ve en külli
istinad noktası kuvvetli ve kat'î beyan edildiğinden bu hâsiyet Âyet-ül-Kübrâ Risalesi'nde
fevkalâde parlak görünüyor. Bu acib asırda mübareze-i küfür ve iman, en son nokta-i istinada
dayanıyor. Meselâ: Nasılki gâyet büyük bir meydan muharebesinde ve iki tarafın bütün
kuvvetleri toplandığı bir sırada iki tabur çarpışıyorlar; düşman tarafı en büyük ordusunun
cihazat-ı muharribesini kendi taburuna imdat ve kuvve-i maneviyesini fevkalâde takviye için
her vasıtayı istimal eder ehl-i iman taburunun kuvve-i maneviyesini bozmak ve efradının
tesanüdünü kırmak için her vesileyi
29
kullanır, ehemmiyetli bir istinadgâhı kendine temayül ettirerek ihtiyat kuvvetini dağıtır,
müslüman taburunun herbir neferine karşı cem'iyet ve komitecilik ruhiyle mütesanid bir
cemaat gönderir; bütün bütün kuvve-i maneviyesini mahvetmeye çalıştığı bir hengâmda Hızır
gibi biri çıkar, o tabur’a der: "Me'yus olma! Senin öyle sarsılmaz bir nokta-i istinadın ve öyle
mağlûb olmaz muhteşem orduların ve öyle tükenmez ihtiyat kuvvetlerin var ki; dünya
toplansa karşısına çıkamaz, kâinatı dağıtamıyan onu dağıtamaz. Şimdilik mağlûbiyetin sebebi,
bir cemaate ve bir şahs-ı manevîye karşı bir neferi göndermenizdir. Çalış ki, herbir neferin,
istinad noktaları olan dairelerden manen istifade ettiği kuvvetli kuvve-i maneviye ile bir şahs-ı
manevî ve bir cemiyet hükmüne geçsin!" dedi ve tam kanaat verdi;
Aynen öyle de: Ehl-i imana hücum eden ehl-i dalâlet, bu asır cemaat zamanı olduğu
cihetle, cem'iyet ve komitecilik mâyesiyle bir şahs-ı manevî ve bir ruh-ı habîs olmuş.
Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumîyi ve kalb-i küllîyi bozuyor ve avâmın taklidî olan
îtikadlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan ve
an'ane ile gelen hissiyat-ı mütevâriseyi yakıyor. Herbir müslüman tek başiyle bu dehşetli
yangından kurtulmağa me'yusane çabalarken, Risalet-ün-Nur, Hızır gibi imdada yetişti.
(Hâşiye)
Kâinatı ihâta eden son ordusunu gösterdi ve o son ordudan mukavemetsûz maddî ve
manevi imdat getirmek hizmetinde hârika bir emirber neferi olarak "Âyetül-Kübrâ Risalesi"ni
İmam-ı Ali Radıyallahu Anhu keşfen görmüş, ehemmiyetle göstermiş. Temsildeki sair
noktaları tatbik ediniz, tâ o sırrın bir hulâsası görünsün.
Said Nursî
(Hâşiye):
Kâinatı dağıtamayan bir kuvvet o orduyu bozamaz!
30
emir buyurdular. Hepimiz üçer şekerle ikişer çay içtik. Yalnız Emin kardeşimiz, bir şeker
kendisine noksan olarak içmiş. Akşam üzeri, Risalet-ün Nurun menba-ı intişarı olan
Üstadımızın odasına geldik. Emin, şeker kutusuna sarfolan şekerleri koymak istemiş, fakat
dokuz şekerden fazla almamış. Emin, "Fesübhanallah" der. Onyedi şeker yerinde dokuz şeker
ile dolsun, diye taaccüb ettik. Bu vak'a bize şuhud derecesinde kanaat verdi ki, şu sırr-ı
bereket, Risale-in-Nur hâdimlerine bir inâyet-i İlâhiye ve bir iltifat-ı Rabbaniyedir.
[İkincisi] Yine aynı günde ben, yani Mehmed Feyzi, evvelce yazıp Üstada teslim
ettiğim "Hücumat-ı Sitte Risalesi"ni bana vermek için sakladığı yerden arar, fevkalâde bir
surette bulunmaz. Birden o anda âdetlerinin hilâfına olarak hiç vuku bulmamış bir tarzda bir
hâdise zuhur etmekle, gözlüklerini bırakarak merdivene müteveccih olurlar. Aynı vakitte
Risale-i Nurun intişarına ve hizmetine zarar vermek niyetiyle casus bir âdemin merdivene
doğru zâhiren ziyaret maksadiyle geldiği görülür. Üstadımızın telâşlı olduğunu hisseder. Hem
Üstadımız onun nazarını hâdise-i bedeniyeye çevirir, ona der ki: "Görüyorsun, ben mâzurum,
ziyareti başka vakte bırak!" O da döner, gider. Hem Hücumat-ı Sitte, hem Mehmed Feyzi,
hem başka işlerimiz o tecessüsten kurtuldu. Evet "Hücumat-ı Sitte" saklandığı muayyen
yerinde fevkalâde bir surette kaybolması, ehemmiyetli bir hâdisenin önünü aldı. Üstada ârız
olan bu hilâf-ı âdet hâlet ve o risalenin yerinde bulunmaması, kat'iyen tesadüfe hamledilmez.
Bir hafta sonra o risaleyi hilâf-ı me'mul bir yerde bulduk. Üstadımızın emriyle Emin
kardeşime ehemmiyetli bir surette okudum. Üstadımız izah veriyordu. O vakte kadar öyle
mühim ve te'sirli ders almamıştık. Demek bu iki mühim sırra binaen risale kendini
göstermedi. Bu hâdise, Risale-i Nurun sâdık ve ihlâslı şâkirdleri daima bir hıfz-ı inâyet ve
himâyet altında olduklarına şüphe bırakmıyor.
[Üçüncüsü] Yine bir vak'a-i bereket: Üstadımızın bir kilo peyniri vardı. Ekser
günlerde o peynirden hoşuna gittiği için bir-iki def'a yiyordu ve bize de veriyordu. Hem
yemeksiz olduğu ekser vakitlerde ondan yediği halde altı aydır devam ettiğini ve hâlen yüz
dirhem kadar o peynirden bulunduğunu görüp yakînen tasdik ediyoruz. Fakat bu hadise-i
bereketin ifşasından sonra, evvelce görünmeyen dibi, görünmeye başladı, noksaniyetini
gösterdi. Evet, bereket hususunda şâyân-ı hayret bir hâdisedir. Hem, yarım kilo tereyağı, ekser
günlerde fazlaca sarfolunduğu
31
halde, elli güne yakın devam etmesi, şüphesiz bir bereket içine girmiş. Hem yine aynı
Ramazan Bayramında Üstadın rızası olmadığı halde Tahsin ve ben, yani Emin, bir kilo kadar
ince şeker getirmiştik. Ekser yoğurt ve süt ve tatlı kabağa vesair şeylere bazan yirmi - otuz
dirhemden fazla kattıkları halde, beş ay devam etti. Halen o şekerden yüz dirhem kadar
kalması, elbette bereket sebebiyledir. Hem bu havalideki şâkirdler, herkes, cüz'î - küllî
hissetmişler ve itiraf ediyorlar ki:
Risalet-ün-Nura çalıştığımız zaman, hem rızkımızda bereket ve suhulet, hem
kalbimizde bir inşirah ve ferah, zâhiren hissediyoruz. Ezcümle: Ben kendim, yani Emin, itiraf
ediyorum ki: Risalet-ün-Nur dairesine girmezden evvel bütün sene çalışırdım. Ne vakit
Risalet-ün-Nur dairesine girdim, beş senedenberi üç-dört ay kadar çalıştığım halde,
evvelkinden daha müferrah ve daha mes'ut bir halde yaşamaklığım, yüzde yüz Risalet-ün-
Nurun hizmetinin bereketiyle olduğunda hiç şüphem yoktur.
(Hâşiye)
Hem, ezcümle Üstadımız diyor ki: "Benim de kanaat-ı kat'iyem çok tecrübelerle
gelmiş ki, ben Risalet-ün-Nurun tashihatiyle meşgul olduğum zaman, pek zâhir bir tarzda hem
rızkımda bereket, hem suhulet görüyordum. Ne vakit çalışmazsam, o hali göremiyordum."
Hem üstadımız diyor ve biz de tasdik ediyoruz ki: "Ben son zamanda anladım:
Şimdiye kadar hem ben, hem dostlarım, bir hakikatın suretini başka şekilde görmüşüz. Şöyle
ki: Hapishanede bir tek ekmek, sekiz ve bazen on gün bana kâfi geldiği gibi, burada da aynen
o tarzda yaşıyorum. Hem ben, hem kardeşlerim, bunu benim az yemekliğime ve
iştahsızlığıma veriyorduk. Halbuki çok emarelerle kat'iyen anladık ki; o acib hal, bereket
neticeleri imiş. Birkaç def'a sekiz günde bana kâfi gelen bir ekmeği, çalışmadığımdan
berekete mazhar olmadığım zaman, aynı iştiha ile yediğim halde iki günde, bazen bir buçuk
günde bitiriyordum. Demek bu onaltı ve onyedi senedenberi benim mükemmel ta'yinatım,
Risalet-ün-Nurun hizmetinden gelen bir bereket idi. Evet, bize de aynelyakîn derecesinde
kanaat gelmiş ki; bu kesretli hâdisât-ı bereket, Kur’ân-ı Mu'ciz-ül-Beyanın i'câz-ı manevisinin
bir şuâıdır ki, manen der:
(Hâşiye):
Evet, bütün kuvvetimle tasdik ediyorum ki, Emin kardeşimiz memleketimize geldiği zaman
mütemadiyen fa'al bir surette her ay çalışıyordu. Şimdi ise, Risalet-ün-Nurun dairesine girdikten sonra,
üç-dört aydan fazla çalıştığını görmüyoruz. Feyzi
32
"Ey Kur’ân şakirdleri! Sizi vazife-i mukaddesenizden ekseriyetle geri bırakan, maişet
telâşesidir. Sizin maişetiniz ise, Kur’ânın feyziyle bereket nev'inden sizlere veriliyor,
vazifenize bakınız."
كَ ِ سولُ مةِ َر َ حْرُ ِ ك اْلَع ْظَم ِ وَب َ م ِ سْ ِ حقِ اَ ِم بَِ ُاَللَِه
ن اْلَنَام ِ فِى
َ ْ سالَةِ النُِورِ بِالدَِوَام ِ بَي َ ِشرِ ر ْ َ ن بِنِ ٰة الْقُْراَ م
َ ْ خد ِ سْرلَنَا
ِ َ اْلَكَْرم ِ ي
ِ َ سل
م ْ ِ ع َالَم ِ اْل
مين ِ ٰن ا َ مي ِ ٰن ا
َ مي ِ ٰا
Hem hâdisât-ı bereketin aynı zamanında Risalet-ün-Nurun bir kerameti olarak bir
şâkirdinin binler lira kıymetinde olan hanesi, ona yakın dehşetli bir yangından fevkal-me'mul
bir surette Risalet-ün-Nurun bereketiyle kurtulması
Ve Risalet-ün-Nurun tercümanına âhiret cihetinde çok alâkadarlık gösteren bir hanım,
o dehşetli yangında hanesinin üçüncü katında bulunan elmas ve mücevherat ve altunlarını
kurtarmak için koşup çıktığı vakit ateş her tarafını sarmış, elmas ve mücevheratını
kurtaramadığı gibi kendi nefsini de bütün bütün tehlike-i kat'iyede gördüğü vakitte Risale-in-
Nur tercümanı, o ateşten talebesinin hanesinin kurtulmasına şiddetli dua ederken o bîçâre
hanım hâtırına gelmiş, "Acaba o yangında o âhiret hemşirem bulunmasın?" diye ona da
Risalet-ün-Nuru şefaatçı edip dua etmiş. "Yâ Rabbî, ona merhamet eyle!" diye niyaz etmiş.
Aynı zamanda o hanım, pencereyi kırmış, kendini iki kat yüksekliğinde olan avluya atmış,
fevkalâde bir surette kurtulmuş. Ne incinmiş, ne de bir yeri kırılmış. Hem, bakır ve demiri
eriten o dehşetli ve şiddetli yangından bütün konak yandıktan sonra bütün mücevheratını ve
altunlarını, hiçbiri zâyi olmayarak bir sandık içindeki un onu muhafaza etmiş, bulmuş, almış.
Risalet-ün-Nurun bereketinden hem canını, hem malını kurtarmış.
Hem mezkûr hâdisenin aynı zamanında vuku bulması münasebetiyle Risalet-ün-Nurun
kerametkârâne iki tokadını aynı anda yiyen vazifece ehemmiyetli iki mütecaviz ve muacciz
(Hâşiye)
iki âdemin tecavüz ve ta'ciz ânında birisi kafasına, diğeri ciğerine vurması bizde hiçbir
şüphe bırakmadı ki, hizmet-i Kur’âniyedeki inâyet-i Rabbaniyenin bir hıfz ve himâyesinin
sillesidir, "Artık durunuz, yeter! Tokada müstehak oldunuz!" diye manen söylemesidir.
Risalet-ün-Nur Şâkirdlerinden
Emin. Feyzi
(Hâşiye):
Evet o mütecavizlerden birisi dehalet etti, ölümden kurtuldu. Diğeri bir sene azab çekti, hem
öldü.
33
Risale-i Nur Şâkirdlerinden Mehmed Feyzi Ve Emsaline Hitaben Beyan Edilen Bir Hakikattır.
Kardeşim Feyzi, mâdem sen Isparta Vilâyetindeki kahramanlara benzemek istiyorsun,
tam onlar gibi olmalısın. Eskişehir Hapishanesinde Allah rahmet etsin, mühim bir şeyh-i
mürşid ve câzibedar Nakşî evliyasından bir zat, dört ay mütemadiyen Risalet-ün-Nurun elli-
altmış şâkirdi içinde ve celbkârâne onlarla sohbet ettiği halde, yalnız birtek şâkirdi
muvakkaten kendine çekebildi. Mütebâkisi, o câzibedar şeyhe karşı müstağni kaldılar. Risalet-
ün-Nurun yüksek ve kıymetdar hizmet-i imaniyesi, onlara kâfi geliyordu, kanaat veriyordu. O
şâkirdlerin gâyet keskin kalb ve basîretleri,
34
şöyle bir hakikatı anlamış ki: Risalet-ün-Nur'a hizmet eden, imanını kurtarıyor. Tarîkat ve
şeyhlik ise, velâyet mertebeleri kazandırıyor. Bir âdemin imanını kurtarmak, on mü'mini
velâyet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevablıdır. Çünki iman, saadet-i
ebediyeyi kazandırdığı için, bir mü'mine küre-i arz kadar bir saltanat-ı bâkıyeyi te'min eder.
Velâyet ise, mü'minin Cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir âdemi sultan yapmak, on neferi
paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise; bir âdemin imanını kurtarmak, on âdemi velî yapmaktan
daha sevablıdır. İşte bu dakik sırrı senin Ispartalı kardeşlerin bir kısmının akılları görmese de
umumunun keskin kalbleri görmüş ki; benim gibi bîçâre, günahkâr bir âdemin arkadaşlığını,
evliyalara, -belki eğer olsaydı müçtehidlere- tercih ettiler. Bu hakikata binaen, bu şehre bir
kutub ve bir Gavs-ı A'zam gelse, dese: "Seni on günde velâyet derecesine çıkaracağım." Sen,
Risale-i Nur'u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.
Lillâhilhamd, bu zamanda Sünnet-i Seniye dairesinde kemâl-i imanı kazanan Risale-i Nur
şâkirdleri, evliyaların, mürşidlerin nazar-ı dikkatini celbedecek vaziyeti aldığından, her
zamanda bulunan hakikî mürşidler, her halde bu zamanda Risalet-ün-Nur şâkirdlerine müşteri
olurlar. Birisini elde etseler, yirmi mürid kadar kıymet verirler. Hem zevkli ve cazibedar
velâyet tereşşuhatı karşısında Risalet-ün-Nurun hizmetinde meşakkat, mücahede, külfet
bulunduğundan, Feyziye hitaben beyan edilen bu hakikat kaleme alındı.
Said Nursî
Aziz Üstadım! Yüksek ve ciddî irşadlarınızla adım atmağı en büyük bir maksad bilen
talebeleriniz, son zamanlarda şâyân-ı şükran bir vaziyete girdiler. Hulûsi-i sâni, beş-on
arkadaşiyle; Hâfız Ali, civarındaki yirmi-yirmibeş arkadaşiyle; mübârekler, otuz-otuzbeş
kadar refikleriyle ve bilhassa Hacı Hafız Köyünde Ahmedler ve Mehmedlerin çok hâlis
gayretleriyle umumiyet itibariyle hem hiç mübalâğasız olarak bin kalemle, belki daha fazla;
en geride kalan Isparta ise kahraman Rüşdünün ve risaleleri kendine tamamen yazan Mehmed
Zühdünün ve Küçük hafız Ali'nin ve Osman Nuri gibi fa'al talebelerin gayret ve himmetleriyle
otuz ile kırk arasında, hattâ bir cihette mümtaziyet kazanan Mehmed Zühdünün Küçük Hâfız
Ali gibi hem Risalet-i Nuru yazarak, hem kendi evinde yüz elli çocuğu
35
serbest olarak üç aydanberi okutmasiyle ve civarında diğer köylerde bulunan onbeşer yirmişer
arkadaşlariyle talebeleriniz, Kur'ânî hizmetlerinde pek gayretli bir surette çalışmaktadırlar.
Mübâreklerin yazdıkları gibi, dört köyde dört ay zarfında hiç okuyup yazmasını bilmeyen
kırk-elli âdem, Risalet-ün-Nuru mükemmel yazmağa muvaffak olmaları Risalet-i Nurun
harika bir kerameti olduğuna kanaatımız gelmiştir.
Risale-i Nur Talebelerinden
Hüsrev
ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه
ِ س
ْ بِا
Mahrem olan sırr-ı "İnnâ A'taynâ"da cifr ile istihracımda, aynen "Münâzarat Risalesi"
nde "Bir nur çıkacak, göreceğiz" diye gaybî müjdelerdeki gibi ilhâmî ve hak bir hakikatda
fikrimle tatbikatımda bir kusur vardı. O kusur, bir zaman beni düşündürüyordu. "Münâzarat"
ve "Sünuhat" gibi risalelerdeki müjde-i Nuriyeyi, Risale-i Nur halletti. Risale-i Nur daire-i
siyasiye yerine, yüksek bir daire-i Nuriye ile o kusuru izale ettiği gibi, mahrem sırr-ı İnnâ
A'taynâ'da, "Oniki, onüç sene sonra İslâmiyete darbe vuranların başlarına öyle müdhiş bir
patlayış olacak ki,
36
kıyamete kadar unutulmayacak" meâlindeki istihrac-ı cifrî çok geniş bir dairede olduğu halde,
(nur sırrının) aksine olarak dar bir dairede ve hususî bir hükûmette tatbik etmek suretiyle
fikrim o geniş daireyi ihâta edemeyerek o hakikatın suretini değiştirmiş. Halbuki o istihracını
gösterdiği aynı tarihte, o rejimin müessisi ve başı dünyadan göçtü, darbesini yedi. Aynı senede
perde altında, bilinmeyen ve küre-i arzın ekserisini ve nev'-i beşerin kısm-ı âzamını istibdadı
altına alan bir müdhiş cereyanın düğümü ve düğmesi ve manen başı ve en müdhiş olan o
göçüp giden âdem tokat yediği aynı zamanda, daha sene tamam olmadan o müdhiş cereyanın
bütün başları ve tarafdarları öyle semavî ve müdhiş tokatlara ve şiddetli fırtınalı musibetlere
tutulmaya başladılar ki, kıyamete kadar azabını çekecekler ve çekiyorlar; ve edyan-ı
semaviyeye ve İslâmiyete ettikleri cinâyetlerinin cezasını çok geniş bir dairede gördüler ve
görüyorlar. Mimsiz medeniyetin bu istifrağı ve kusması ile dünyayı mülevves ettikleri için,
aynı istihracın gösterdiği tarihte o medeniyetin başına öyle semavî tokat indi ki, o mimsiz
medeniyeti en karanlık vahşetten daha aşağı indirdi. Elhâsıl: Sırr-ı İnnâ A'taynâ'da, çok geniş
olan bir daireyi, dar bir dairede tatbik etmişim.
[Nur müjdesi] ise, dar ve manevî fakat yüksek olan bir daireyi, geniş ve maddî bir
daire suretinde tasvir edilmiş. Cenâb-ı Hakka yüz bin şükür ediyorum ki, bu iki kusurumu
تٍ سنَا
َ حَ مْ ِسيِئَاتِه ِٰ ل
َ الل ُهه ُ ِ يُبَدsırrına mazhar eyledi.
Said Nursî
Isparta'nın saf menâbi-i ilmiyesinden bir zat ki, Tarîkat-ı Aliye-i Nakşiye
rüesâsındandır binikiyüz doksaniki veya bin ikiyüz doksan üç tarihlerinde dâr-ı bekaya teşrif
buyurmuşlardır.Bu zat Beşkazalızade Osman-ı Hâlidî Hazretleridir, meslek-i ilmiye ve
ameliyesiyle alâkadarane keşfiyatını ve hâdisatını bir hüccet-i katıa gibi vârislerine vasiyet
eylemiş ve mahz-ı tebşiratları şöylece tevarüs edilmiştir. Hatta Üstad-ı muhteremimizin
tevellüdüne tam isabetli olarak o tarih-i mezkûrda (İmânı kurtaran bir müceddid çıkacak, o da
bu sene tevellüd etmiştir) demiştir.
Bundan başka dört evlâdından birisinin o zat ile müşerref ve mülâkî olacağını ilâve
etmiştir.
Bu beyanat-ı hakikiye şöylece cereyan etmiştir: Bin üçyüz yirmiyedi rûmî senesi
Atabeyde sünnet ve hafız cem'iyetlerinden birinde müşarün'ileyh Osman-ı Hâlidî
Hazretlerinin evlâdlarından sonuncusu olan Ahmed Efendi merhumdan, "Müceddid müceddid
diyorsunuz, nerede ve kimdir?" diye irad olunan suale cevaben: Ahmed Efendi "Evet, şimdi
mevcuddur hem otuz beş yaşlarındadır." demiştir.
Sâniyen: Isparta'nın Yenice Mahallesinden ve kardeşlerimizden Nuri Efendi merhum
mumaileyh Ahmed Efendiden sormuş (Pederiniz, benim evlâdımdan birisi o müceddidle
mükâleme ve musafahada olacaktır, demiş, bu nasıldır?) Cevaben Ahmed Efendi merhum
"Evet doğrudur. Ben onunla görüştüm" cevabında bulunması, işbu keşfiyat ve beyanata medar
olmuştur.
Müşarünileyh Osman-ı Hâlidî Hazretlerinin müstesna tesbihat ve tahmidatının biri َو
َ
سعَى َ ِ ن اِل
َ ما َ ْ س لِْلِن
ِ سا َ ْ ن لَي
ْ َ اâyet-i kerîmesinin fazl u tevfikına sığınarak Isparta'nın
cenubunda, dağda Sidre nam mevkide erbaîn eyyâm-ı mübarekesini tes'id ve hasr-ı tesbihata
niyetle kırk günlük iaşeye tahsis ettiği yiyeceğini, her bir gün için elli dirhem mikdarında bir
yufka ekmeğinden kırk tane olan bir tahsisatını bir-iki günde yer ve kırk gün daha yemek
yemeden o mevki-i mahsusada imrar-ı evkat ve tesbihatta bulunur. İkmalinde, geri
avdetlerinde mübarek dudakları birbirine yapışır, bıçakla tekrar açarlar. Biraz ileride şu asr-ı
hâzırın uğradığı ve uğrayacağı kaviyen me'mul ve melhuz olan sefahet ve atalete rağmen
düstur-ı şüyuhatını tahdit ve ancak anâsır-ı mecrûha cerrahını unutmayarak ve ihmal dahi
etmiyerek şehadet-i kat'iyesini gösterip
39
sahife-i hayatını bin ikiyüz doksanikide veya üçte imzalamıştır. Van'da te'sisine başlanan ve
te’hir edilen Medreset-üz Zehra için, (Doktor hastaya elzemdir) fehvasiyle, ondokuz bin altun
tahsisat ve arkasında Sultan Reşad, daha beride ikiyüz meb'usdan yüzaltmış küsur meb'usun
inzimam-ı re'yiyle yüzelli bin banknot kabûl ettikleri halde, mevki-i fiile îsal edilememiş.
Herhalde Hakîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak, daha ahsen suretini dilemiş ki, o Sultan-ı
Ezelînin lûtfiyle, maddiyata minnet etmeden, Hâzâ min fazlı rabbî, Elhamdülillâh, Isparta
Risale-i Nurun te'lifine menba' olması ve manevî Medreset-üz-Zehra hükmüne geçmesi,
pâyansız kusurlarımızın setrine inşâallah vesile olur düşüncesiyle olmasını Cenâb-ı
Erhamürrâhimînden dileyerek, işbu destgâh-ı manevîyi tahkîmen Osman-ı Hâlidînin
kıymetdar ve mânidar sâdık ve meşhur ihbaratının hedef ve masruf-ı lehi günden daha âşikâr
bir halde zuhur etmiştir.
Şu mütevâli vekâyi-i müsbete biz âciz hizmetçilere vazife-i aslîmizde ayrıca nazar-ı
dikkati celbettiğine muttali olduktan sonra, bin hamd ü sena ile huzur-ı Üstada birer birer
vücud-ı manevîmizle arz-ı endam eder mübarek ellerinden öper. Aynı gâyeye yardıma koşan
ve aynı destgâhın alâkadarları olan Küçük Hüsrev ve Feyzi, Nazif, Emin, Tahsin, Tevfik,
Hilmi gibi kardeşlerimize arzederiz.
Risale-i Nur Şâkirdlerinden
Hasan, Osman, Tâhirî, Abdullah, Hulûsi-i Sâni Sabri
ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه
ِ س
ْ بِا
َ
Aziz Kardeşlerim. ح َ ُ ئ اِل ِ ي
ُ ِ سب َ ن
ٍ ْ شي ْ م
ِ ن
ْ ِ وَ ا
ِمدِه
ْ ح
َ ِب
Bu günlerde, hem Tefsir'in hem Onuncu Söz'ün tevafukatına baktım. Kendi kendime
dedim ki: "Bu ziyade tafsilât israfdır; ehemmiyetli mes'eleler çoktur, vakit zâyi olmasın."
Birden ihtar edildi ki: "O tevafuk altında çok ehemmiyetli mes'eleler vardır. Hem mâdem
tevafukta Risalet-ün-Nura karşı bir inâyet-i hâssa ve bir iltifat-ı Rahmânî tezahür etmiştir; o
iltifata karşı yapılan hüsn-i şükran ve memnuniyet ve müteşekkirane sevinç ne kadar
ifratkârane de olsa, israf olmaz." Bu ihtar mücmeli iki cihetle izah edeceğim.
[Birincisi] Her şeyde, -ne kadar cüz'î olsa da- bir kasd ve iradenin cilvesi
bulunmasıdır. Tesadüf-i
40
ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه
ِ س
ْ بِا
َ
Aziz Sıddık Kardeşlerim. ح َ ُ ئ اِل ِ ي
ُ ِ سب َ ن
ٍ ْ شي ْ م
ِ ن
ْ ِ وَ ا
ِمدِه
ْ ح
َ ِب
Sizin fevkalâde sadakat ve ulûvv-i himmetinizden tereşşuh eden bir hafta evvelki
mektubunuza karşı hüsn-i zannınızı bir derece cerh eden benim cevabımın hikmeti şudur ki:
Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, herşey'i kendi hesabına aldığı için,
faraza hakikî beklenen o zat dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak
için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek, diye tahmin
ediyorum. Hem üç mes'ele var:
41
Biri hayat, biri şeriat, biri imandır. Hakikat noktasında en mühimmi ve en âzamı, iman
mes'elesidir. Fakat şimdi umumun nazarında ve hâl-i âlem ilcaatında en mühim mes'ele, hayat
ve şeriat göründüğünden, o zat şimdi olsa da, üç mes'eleyi birden umum rûy-i zemindeki
vaziyetleri değiştirmesi nev'-i beşerdeki câri olan âdetullaha muvafık gelmediğinden, herhalde
en azîm mes'eleyi esas yapıp, öteki mes'eleleri esas yapmıyacak, tâ ki, iman hizmeti, safvetini
umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında o hizmet başka
maksadlara âlet olmadığı tahakkuk etsin. Hem de, yirmi senedenberi tahribkârlıkla ve eşedd-i
zulüm altında o derece ahlâk bozulmuş ve o derece metanet ve sadakat kaybolmuş ki; ondan,
belki yirmiden birisine îtimad edilmez. Bu acib hâlâta karşı çok fevkalâde sebat ve metanet ve
hamiyet-i İslâmiye lâzımdır. Yoksa akim kalır, zarar verir. Demek en hâlis ve en selâmetli ve
en mühim ve en muvaffakıyetli hizmet, Risalet-ün-Nur şâkirdlerinin çalıştıkları daire içindeki
kudsî hizmettir. Her ne ise, şimdilik bu mes'eleye bu kadar yeter.
Said Nursî
kalblerine tahkikî bir tarzda iman dersi veren Risale-in-Nur olduğunu, pek çok emarelerle ve
şâkirdlerinden binler ehl-i hakikat ve dikkatin kanaatlarıyla isbat eder. Ezcümle bu
emarelerden biri; Risale-i Nura sıkıntı veren veyahut hizmetinden çekilen pek çok âdemlerin
tokat yemeleri gibi, bu sene bu memleketin etrafında umumî bir tarzda Risale-i Nurun
intişarına sıkıntı verip şimdiki bir nevi tevakkuf devresi vermenin hatâsı şimdiki umumî
sıkıntının bir sebebi olduğunu göstermesidir.
ِمرِه ِٰ ى
ْ َ الل ُهه بِا ْ َ َ ِحق
َ ِ حت ِى يَات
ْ
ِ َ الbirinci cümle binbeşyüz makamiyle âhir zamanda bir
1500
taife-i mücahedenin son zamanlarına ikinci cümle, bin beşyüz altı1506 makamıyla gâlibane
mücahedenin devamına ve üçüncü cümle bin beşyüz kırkbeş 1545 makamiyle pek az bir fark
ِ ْ وَ الْعَهsuresinin ikinci cümlesinin gaybî işaretlerine işaret edip
ile hem fatihanın, hem صر
tevafuk eder.
1500
Demek bu Hadîs-i Şerîfin üç cümlesinden herbirisi bin beşyüz tarihine ve
َ
mücahedenin ne kadar devam edeceğine dair işaretlerine aynen bu ملُوا
ِ َ وَع منُوا َ نا َ اَل ِذِي
تِ حاَ ِ صالَ ال ِهbin beşyüz altmış1560 makamıyla, hem ر َصوْا بِال ِه
ِ ْ صب وَتَوَا َه
şedde sayılır
(Hâşiye):
Bu "fil" lâfzının kalkmasının sırrı, eski zamanda dehşetli bir Fil-i Mahmudun azametine ve
heybetine dayanmışlar, hücum etmişler. Şimdi ise, dünya servetine ve malına dayanmışlar ve o
servetle havada ve denizde filolar teşkil edip o fil gibi filolarla nev'-i beşeri esaret altına almışlar ve
Avrupa medeniyetcileri, medeniyetin mehâsiniyle, iyilikleriyle menfaatleriyle değil, belki medeniyetin
seyyiatiyle ve sefahetiyle ve dinsizliğiyle üçyüz elli milyon müslümanların her tarafda hâkimiyetlerini
imha edip istibdadlarına serfüru' ettirmiş ve bu musibet-i semaviyeye sebebiyet vermişler ve
dünyaperest gaddar zâlimlere zulümlerine ceza olarak tokatlar gelmeğe ve fakirlerin ve mâsumların ve
mazlumların, fâni mallarını ve hayatlarını âhiretlerine çevirmeğe ve kıymetdar eylemelerin ve
dünyadaki günahlarına keffaret-üz-zünûb etmeğe Kader-i İlâhiyeye fetva verdirdiler. Şimdi yedi
senedir, dünya-perestlerin bu musibetteki vaziyetlerini ve safahatlarını ve harb-i umumî safhalarını
kat'iyen bilemiyorum. Fakat iki sene evvelki vaziyetleriyle, bu sûre-i kudsiyenin mânâ-yı işârî
tabakasından gelen tokatlar, tam tamına onların başlarına iniyor ve sûrenin bir mânâ-yı işârîsini tam
tefsir ediyor.
Tahlil: ٍجاَرة
َ ح
ِ ِم ب
ْ ِ ميه
ِ تَْر: İki ت تsekizyüz (800). İki ررdörtyüz (400). İki مم, bir
ب, bir ح, bir ىyüz (100). Tenvin vakıf olmadığından نdur, elli (50). Bir ه, bir ج, bir (medde
Elif)
47
Dokuz
(9)
. Mecmuu, bin üçyüz ellidokuz
(1359)
. ض: ل
ٍ ضلِي
ْ َ ف ِى تsekizyüz . تdörtyüz .
(800) (400)
فseksen (80)
. İki ى yirmi
(20)
. İki لaltmış. Tenvin vakfa rast gelmiş, sayılmaz. Yekûnü, bin
(1360)
üçyüz altmış eder.
لِ ب الْفِي
ِ حا ْ َ ك بِا
َ ص َ ُِ ل َرب ْ َ اَل: İki (re), bir (te) sekizyüz . İki ف ف, iki
َ ْ م تََر كَي
َ َف فَع (800)
ك كikiyüz (200). İki ل ل, bir مyüz (100). Bir ع, bir صyüzaltmış (160). Dört ب ب ب
بüç ا ا ا, bir ى, bir حyirmidokuz (29). ل ِ الْفِيyerine gelen الدُِنْيَاdaki iki دد, bir اdokuz
. Bir نelli. Bir ىon. Bir صهاBu yekûn, bin üçyüz ellidokuz
(9) (1359)
eder, okunmayan elif
(1358)
sayılmazsa bin üçyüz ellisekiz eder. Hem arabî, hem rumi tarihiyle bu semavî tokatların ayrı ayrı
(Hâşiye)
çeşitlerinin zamanlarına tevafuk ile parmak basıyor.
(Hâşiye):
Evet, bu tokatlardan, pürşer beşer, şirkten şükre girmezse ve Kur’âna tarziye vermezse,
melâike elleriyle de ahcâr-ı semaviye başlarına yağacağını, bu sûre bir mâna-yı işârisiyle haber verip
tehdit ediyor.
Kardeşiniz Said Nursî
ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه
ِ س
ْ بِا
َ
Aziz Sıddık Kardeşlerim. ح َ ُ ئ اِل ِ ي
ُ ِ سب َ ن
ٍ ْ شي ْ م
ِ ن
ْ ِ وَ ا
ه
ِ ِ مد
ْ ح
َ ِب
Bizim kat'iyen şek ve şüphemiz kalmadı ki: Bu hizmetimizin neticesi olarak Risale-i
Nurun serbestiyetini değil yalnız biz ve bu Anadolu ve âlem-i İslâm alkışlıyor, takdir ediyor;
belki kâinat dahi memnun olup cevv-i sema ve feza-yı âlem alkışlıyorlar ki, üç-dört aydır bir
yağmura şiddet-i ihtiyaç varken gelmemeişti, Ankara’nın teslim kararına tevafuk eden Leyle-i
Regaib’de emsalsiz ve gürültülü bir tarzda rahmetin gelmesi ve Denizlide Mahkemenin bilfiil
teslime karar vermesi, yine Leyle-i Mi'rac'da aynen Risale-i Nurun bir rahmet olduğuna
işareten Leyle-i Regaibe tevafuk ederek kesretle melek-i ra'd'ın alkışlamasiyle ve rahmetin
Emirdağında gelmesi ve o teslim kararına tevafuk etmesi ve bir hafta sonra, demek Denizlide
vekillerimizin eliyle alınması hengâmlarında, yine aynen Leyle-i Mi'raca ve Leyle-i Regaibe
tevafuk ederek aynen onlar gibi bir cum'a gecesinde kesretle rahmetin bu memlekete gelmesi
tevafuklarıyla kat'î kanaat verir ki; Risale-i Nurun müsaderesi ve hapsi zamanlarına
zelzelelerin tevafuku küre-i arzca bir îtiraz olduğu gibi,
48
bu Emirdağı memleketinde dört ay zarfında yalnız üç cum'a gecesinde ki, biri Leyle-i Regaib
ve biri Leyle-i Mi'rac, biri de Şâban-ı Muazzamın birinci cum'a gecesinde rahmetin kesretle
gelmesi ve Risale-i Nurun da üç devresine tam tamına tevafuk etmesi, küre-i havaiyenin bir
tebriki, bir müjdesidir ve Risale-i Nur dahi manevî bir rahmet ve bir yağmur olduğuna
kuvvetli bir emaredir.
Ve en lâtif bir emare de şudur ki: Dün, birdenbire bir serçe kuşu pencereye geldi,
pencereye vurdu. Biz uçurmak için işaret ettik, gitmedi. Mecbur olduk, dedim: "Pencereyi aç
bakalım, ne diyecek?" Pencereyi açtık içeri girdi, durdu.. tâ bu sabaha kadar kaldı sonra
odayı ona bıraktık, yatak odama geldim. Bu sabah çıktım, kapıyı açtım; yarım dakikada
döndüm, baktım, "kuddüs kuddüs" zikrini yapan bir kuş odamda gördüm, gülerek dedim: "Bu
misafir ne için geldi?" Tam bir saat bana baktı, uçmadı, ürkmedi. Ben de okuyordum. Bir saat
bana baktı; ekmek bıraktım, yemedi; yine kapıyı açtım, çıktım, yarım dakikada geldim; o
misafir de kayboldu. Sonra bana hizmet eden çocuk geldi, dedi ki: "Ben bu gece rü’yamda
(R.H.)
gördüm ki, Hâfız Ali'nin kardeşi yanımıza gelmiş." Ben de dedim: "Hâfız Ali ve Hüsrev
gibi bir kardeşimiz buraya gelecek." Aynı günde iki saat sonra çocuk geldi, dedi: "Hâfız
Mustafa geldi. Hem Risale-i Nurun serbestiyetinin müjdesini getirdi, hem mahkemedeki
kitapları da kısmen getirdi. Hem serçe kuşunun hem rü'yanın hem kuddüs kuşunun tâbirini
isbat etti, tesadüf olmadığını gösterdi. Acaba emsâlsiz bir tarzda hem serçe kuşu, hem kuddüs
kuşu acib ve garib bir surette gelip bakmaları, sonra kaybolmaları ve mâsum çocuğun rü'yası
tam tamına çıkması, Risale-i Nurun Hâfız Ali gibi bir zâtın eliyle buraya gelmesinin aynı
zamanına tevafuku hiç tesadüf olabilir mi? Bu vak’alar ancak ve ancak bir beşaret-i
(Hâşiye) Arka sahifede
gaybiyedir.
Evet, bu mes'ele küçük bir mes'ele değil, kâinat ve hayvanat ile alâkadardır. Ben
Risale-i Nurun bir şâkirdi olmaklığım îtibariyle onun serbestiyetinden kendi hisseme düşen
kâr ve netice binler altun lira kadar kazancım var kanaat ediyorum. Başka yüz binler Risale-i
Nur şâkirdleri ve takviye-i imana muhtaç ehl-i imanın istifadeleri buna kıyas edilsin. Evet,
dinin ve şeriatın ve Kur’ânın yüzden ziyade
49
(Hâşiye):
Hem bu kuşların Risale-i Nur'la alâkadarlıklarını te'yid eden çok emareler var. Ezcümle, o
kuşların alâkadarlığını gösteren mektub Milâs'a gittiği aynı vakitte garib bir tarzda kuddüs kuşu o
mektubun meâlini vaziyetiyle te'yid ettiği gibi; aynı mektub İnebolu'da geceleyin okunurken büyük bir
gece kuşu hârika bir tarzda pencereye gelip, kanadıyla vurup, durması ve dinlemesi ve aynı mektub
Sav'da okunurken bir def'ada iki çekirge mektubun üstüne gelip, okuması bitinceye durmaları ve bir
def'asında da bülbül ve serçe kuşları aynı mektubun okunmasında pervane gibi uçup alâkadarlık
göstermeleri gibi çok emareler bu keramet-i Nuriyeyi te'yid ediyor.
Emirdağında
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Kardeşiniz
Said Nursî
50
(Hâşiye):
Bu şerh-i sadırla münasebetdar bir tevafukdur. Üstadımdan anladım ki, Üstadımın yirmibeş
senedir daima ve en mühim duası م ْ ِ ن وَ اْل
ِ َ سل َ صدْرِى لِْلِي
ِ ما َ ح
ْ شَر َِ ُ ا َ ِٰلله
ْ ما münâcâtı
olmuştur.
51
ve ebcedî ve riyazî eskidenberi sağlam bir düsturdur ve kuvvetli bir emare olabilir; ve mâdem
Risale-i Nur ve tercümanı ve şâkirdleri ve iman ve Kur’ân hizmetinde parlak ve tesirli
vazifeleri gâyet ehemmiyet kesbetmiştir; ve mâdem bu büyük âyet, hesab-ı cifir ile bu asırda
iki harb-i umumiye bakar, eski harbin patlamasına ve Risale-i Nurun zuhuruna tevafuk
ettiğini, manen de gösterir; elbette mezkûr hakikatlara ve kuvvetli karinelere binaen,
bilâtereddüd hükmederiz ki: Risale-i Nurun şahs-ı manevisi ve tercümanı, bu âyet-i azîmenin
mânâ-yı işârî tabakasının külliyetinde dahil ve medar-ı nazar bir ferdidir, ve bu âyet ona işaret
eder ve mânâ-yı remziyle ondan haber verir ve ihbar-ı gayb nev'inden bir lem'a-i i'caziyeyi
gösterir, denilebilir.
ْ ِ ] لِْلdaki iki veya üç ا, iki veya üç.[ ] حsekiz .[ ِن َربِه
ِسلَم ْ مِ ٍ" ] نُورRisale-i Nur"
(2) (3) (8)
Her ikisinde de [ ]نُورvar. "Risale" de [ هِ ِ ]ر[] َربdeki [']رya mukabildir. Eğer [ورٍ ُ ]نdeki tenvin
sayılsa, النُِورda dahi şeddeli نsayılır, yine ittihad ederler. [ور
ٍ ُ ]نden başka [ن به ْ مِ ] doksan
eder, Risale-i Nur'da kalan [ ] ه ل سiki [ ]اdahi doksan yedi
(97) (97)
yedi ederek, tam tevafuk
eder. Türkçe telaffuzda Risale-i Nur hemze ile okunması zarar vermez.
Kur’ân-ı Mübînin nurunu ve hidâyetini neşreden bir kitab-ı mübîndir; ve mâdem zâhiren
ondan ileri o vazifeyi ağır şeraid altında yapanları görmüyoruz; ve mâdem âyetler sair
kelâmlar gibi cüz'i bir mânâya münhasır olamaz; ve mâdem delâlet-i zımnî ve işârî ile
kaideten mefhum-ı kelâmda dahil oluyor; ve mâdem Necmeddin-i Kübrâ ve Muhyiddin-i
Arab gibi çok ehl-i velâyet, mânâ-yı zâhirîden başka, bâtınî ve işârî mânalarla ekser âyâtı
tefsir etmişler, hattâ tefsirlerinde Mûsa ve Fir'avndan murad, kalb ve nefisdir dedikleri halde,
ümmet onlara ilişmemiş, ulemanın büyüklerinden bir çokları onları tasdik etmişler; elbette
âyetin delâlet-i zımnîsi ile Risale-i Nura kuvvetli karinelerle işareti kat'îdir, şüphe edilmemek
gerektir.
ْ ُ جائَك
Tahlil: [م
(169)
ِٰ ن
َ ْ ]قَدyüz altmışdokuz ,[الله ِه َ م
ِ ] yüz elliyedi (157).[ ]نُوٌرtenvin ile
beraber üçyüz altı
(306)
, ve [ن
ٌ مبِي
ُ ب (631)
ِٰ ِيَهْدِى بِه
ٌ ]وَ كِتَاaltıyüz otuzbir [ الل ُهه ] yüz üç
(103)
;
(1366)
yekûnu bin üçyüz altmışaltı . Eğer meddelerle, okunmayan hemzeler sayılmazsa, bu seneki
tam tevafuk eder. Eğer [ن
ً مبِي
(1362)
muharrem tarihine, yani bin üçyüz altmış ikiye ُ ] deki tenvin
(1316)
vakfedilse bin üçyüz on altıdır. ki, hem Risale-i Nurun mukaddematına, hem tenvin ile
tekemmülüne ve Birinci Şuâ'da beyan edildiği gibi çok âyâtın ehemmiyetle gösterdikleri aynı meşhur
tarihe tevafuk eder.
ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه
ِ س
ْ بِا
Ben, senin içtihadında hatâ var diyenlere ve isbat edenlere teşekkür edip ruh u canımla
minnetdarım. Fakat, şimdi o içtihadımı, binler ehl-i iman ve onlardan çokları ehl-i ilim
tamamiyle ve kanaatla tam tasdik ettikleri halde ve ben de dehşetli bir zamanda kudsî bir
teselliye muhtaç olduğum bir hengâmda sırf ehl-i imanın imanını Risale-i Nur ile muhafaza
etmek niyet-i hâlisasiyle ve Necmeddin-i Kübrâ ve Muhyiddin-i Arab ve binler ehl-i işârât
gibi cifrî ve riyazî hesabiyle beyan edilen bir müjde-i işariye-i Kur’âniyeyi kendime gelen bir
kanaat-ı tâmme ile, hem mahrem tutulmak şartiyle beyan ettiğim ve o içtihadımı da en
muannid dinsizlere de isbat etmeğe hazırım, dediğim halde beni gıybet etmek, dünyada buna
hangi mezheble fetva verilebilir, hangi fetvayı buluyorlar?! Ben herşeyden vazgeçtim, fakat
adalet-i İlâhiyenin huzurunda bu dehşetli gıybete karşı hakkımı helâl etmem!
53
Titresin!.. Bütün sâdâtın ceddi olan Fahr-ı Âlem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i
Seniyesini muhafaza için hayatını ve herşey'ini fedâ eden bir mazlûmun şekvasından elbette
bu şekva cevabsız kalmayacak! İllâ bir şart ile helâl edebilirim ki: Bu Ramazan-ı Şerifte bana
ve hâlis kardeşlerime verdiği endişe ve telâşı, hak-perestlik damariyle, büyüklere lâyık ulûvv-ı
cenabla, enaniyet-i taassubkârânesini hakikata ve insafa feda edip tâmire çalışsın; müşfik ve
munsıf bir hoca tavriyle, kusurumuz varsa bize lütufkârlık etsin ihtar ve îkaz etsin. Cenâb-ı
Hak, Settâr-ül-Uyûbdur, hasenat seyyiata mukabil gelse, afveder. İman hizmetinde yüzbinler
insanın imanını tahkikî yapmak hasenesine karşı değil bir yanlış belki yüz yanlış varsa da o
hasenata karşı gelemez, setr-i uyûb perdesini yırtamaz!... Her ne ise. Bu mes'ele yalnız
şahsıma taallûk etseydi, ben cidden nefs-i emmaremi tam kırmak için ona minnettar olurdum.
Mesleğimiz, bu zamanda hakka hizmet, bütün bütün terk-i enaniyetle olabileceğine kat'î
kanaatımız olduğu gibi, yirmi senede nefs-i emmarem ister istemez o mesleğe itâate mecbur
olmuş. Risale-i Nur ve mukaddematları, buna bir hüccet-i katıadır.
Fakat garaz ve inad ve bir nevi taassub mesleğini ihsas eden ve esrar-ı mestûreyi işaa
suretinde gelen îtiraz ve ayıblara karşı Eski Said lisaniyle derim: İşte meydan! En mütaassıb
ulemadan ve en büyük velîden tut, tâ en büyük dinsiz feylesoflara ve müdakkik hükemalara
kadar herkese Risale-i Nurdaki dâvaları isbat etmeğe hazırım ve hem de isbat etmişim ki,
benim mahvıma ve îdamıma mütemadiyen çalışan zındık feylesoflar ve mülhidler, o dâvaları
cerhedemiyorlar ve edememişler! Hem bütün hayatımda delilsiz dâvaları zikretmediğimi,
sizin gibi eski ve yeni arkadaşlarım biliyorlar. Bâhusus, Kur’ân-ı Mu'ciz-ül-Beyandan aldığım
bir kuvvetle Avrupa feylesoflarına Risale-i Nur meydan okuyor. Risale-i Nur bu zamanda
medar-ı nazar bir hâdise-i Kur’âniye olduğundan, bir iki işaret değil, belki benimle beraber
Risale-i Nur şâkirdleri tarafından istihraç edilen beş risalede yazılan işaretler, bir cihette bine
yaklaşıyor. Bin incecik saçlar dahi toplansa kuvvetli bir ip olduğu gibi, sarahata yakın bir
delâlet olur. Vahdet-i mes'ele cihetiyle o işaretler birbirine kuvvet verir. Bazı işârâtı zaif
görmekle onu inkâr etmek, insafa, hakperestliğe muvafık olamaz. İnkâr eden mâzur olamaz.
Hususan, lüzumsuz ve zararlı ve müfritane bir gıybet olsa, bu zamanda ehl-i ilim ortasında
ehl-i hakikatı ağlattıracak bir hâdise-i elîmedir.
54
ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمهِ س
ْ بِا
َ
ِمدِه
ْ ح
َ ِح ب َ ُ ئ اِل ِ ي
ُ ِ سب َ ن
ٍ ْ شي ْ م
ِ ن
ْ ِ وَ ا
Kardeşlerim. Kur’ân'ın bir tek âyetinin bir tek işareti ihbar-ı gayb nev'inden bir lem'a-i
i'caziyeyi tevafuk suretiyle gösterdiğini manevî bir ihtar ile gördüm. ن ْ م ا َه َ َب ا
ْ حدُك ُه ِ ُ اَي
ح ُِه
ميْت ًا ِ َم ا
َ ِخي ه ْ َل ل
َ ح َ ُ يَاْك Şu âyet-i kerimenin makam-ı cifrîsi -şedde ve tenvin sayılmazsa-
bin üçyüz ellibir (1351) dir. ميْت ًها
َ aslı ميِت ًها
َ olmasından, bin üçyüz altmışbir
1361
ederek bu
tarihte umûr-ı azîmeden bir dehşetli gıybeti, şu âyetin mânâ-yı işârî külliyetinde dahil ediyor.
Ve umûr-ı azîmeden böyle acib bir gıybet, aynı tarihte ve aynı senede vukua geldi. Şöyle ki:
Onsekiz sene müddetinde şimdi yirmi seneden geçti. Sünnet-i Seniyeyi muhafaza için
başına şapka koymadığından ve onsekiz senedir ihtilâttan men edilip haps-i münferid
hükmünde yalnız bir odada hayatını geçirmeğe mecbur edilen ve hususî ibadetgâhında Ezan-ı
Muhammedi okuyup "Allahu Ekber" dediğinden ve ه ِٰ َِ لَاِلٰ َهه اِلhakikatını güneş gibi
الل ُه
gösterdiğinden yüz arkadaşiyle taht-ı tevkife alınan bir âdem, yüzer emare ve karinelere
istinaden inâyet-i İlâhiyeden geldiğine kat'î bir kanaatı ile işârât-ı Kur’âniyeden bir müjdeyi
hem kendine, hem musibetzede arkadaşlarına teselli niyetiyle beyan ettiği için gıybet ve fena
tâbiratla teşhir etmek ve onun dersleriyle imanlarını kurtaran mâsum şâkirdlerini ondan tenfir
edip şüpheler vermek, güya ortalıkta medar-ı inkâr birşey yokmuş ve hiçbir münkeratı ve
cinâyeti görmüyormuş gibi yalnız o bîçârenin mevhum bir hatâsını sekiz senede seksen
müdakkiklerin nazarında saklanmış ve sathî ve inadî nazarına göre bir içtihadî yanlışını
görüyormuş zanniyle zemmetmek, elbette bu asırda, bu memlekette, Kur’ân-ı Mu'ciz-ül-
Beyanın kasden işaretine medar olabilir azîm bir hâdisedir. Bence Kur’ânın nasılki her sûresi
ve bazen bir âyeti ve bazen bir kelimesi bir mu'cize olur; öyle de: Bu âyetin tek bir işareti,
ihbar-ı gayb nev'inden bir lem'a-i i'câziyedir. Bu âyetin bu işâreti, bu asırda Risale-i Nur
şâkirdlerinin hakkındaki gıybete baktığına üç emare var:
tevafuk etmesidir.
[İkinci Emare] َ َب ا
ْ ُ حدُك
م ِ ُ اَي
ُِ ح ilâ âhir âyetin makam-ı cifrisi ve riyazîsi bin üçyüz
(1361)
altmışbir etmesidir. Aynı tarihde o acîb hâdise olmuştur.
[Üçüncü Emare] O muhterem ihtiyar zâtı unutmak, belki şahsıma karşı tezyifatını
ihtiyarlığına ve çok cihetlerle mabeynimizdeki uhuvvete hürmeten helâl etmeğe karar
verdiğim ve biz hizmetkâr olduğumuz Kur’âna havale edip bıraktığım hengâmda, birden
ihtiyarım haricinde beş vecihle zemmi zemmeden ve mu'cizane gıybetten altı cihetle zecreden
ميْت ًها ِ َ ح َمه ا
َ خيه ِه ْ َل ل
َ ُ ن يَاْك
ْ م ا َه َ َب ا
ْ حدُك ُه ح ُِهِ ُ اَيâyeti, karşımda kendini gösterip temessül
eyledi. Mânen bana "bak" dedi. Ben de baktım, birden tesbihat içinde gördüm ki; bin üçyüz
(1351) (1361)
ellibirden , tâ bin üçyüz altmışbir tarihini gösterdi. Halimize baktım. Perde altında
ellibirden tâ altmışbire kadar, Risale-i Nur meded beklediği İstanbul âfâkında bir taarruz
bulunmuş ve altmış birde birden patlamıştır.
[Tahlil][ ] تdörtyüz ,[ ] خaltıyüz .[ ]م م ى ىyüz ,[ ك ك
(400) (600) (1000) (100)
= bin
]ل لyüz (100), üçüncü [ ] م[]ن ىyüz (100),[ ] ح ح ح ب دotuz (30), dördüncü [ ]ىon (10),
beş elif bir [ ] هile beraber on
(10)
, âhirdeki tenvin vakfen elif olduğu için, yekûnu bin üçyüz
ellibir
(1351) (Hâşiye)
. ميْتًا
َ aslı yâ-yı müşeddede olduğundan, bin üçyüz altmış bir
(1361)
eder.
Said Nursî
حانَه
َ ْ سب
ُ ِمهِ س
ْ بِا
َ
ح َ ُ ئ اِل ِ ي
ُ ِ سب َ ن
ٍ ْ شي ْ م
ِ ن
ْ ِ وَا
ِمدِهْ ح
َ ِب
Bu âciz kardeşiniz, hem itiraz eden o eski dost zâta, hem ehl-i dikkate ve sizlere
beyan ediyorum ki: Kur’ân-ı Mu'ciz-ül-Beyanın feyziyle yeni Said hakaik-ı imaniyeye dair
mantıkca ve hakikatca o derece kuvvetli bürhanlar zikrediyor ki; değil yalnız müslüman
ulemasını, belki en muannid Avrupa feylesoflarını da teslime mecbur ediyor ve etmektedir.
(R.A.)
Amma Risale-i Nurun kıymet ve ehemmiyetine işarî ve remzî bir tarzda "Hazret-i Ali" ve
(R.A.)
"Gavs-ı A'zam"ın ihbaratı nev'inden
(Hâşiye):
Bu âyet, bizi şiddetle gıybetten men'ettiğinden, bu hâdiseyi unutmalıyız, medar-ı gıybet
etmemeliyiz. İnşâallah, daha tekerrür etmeyecek.
56
Kur’ân-ı Mu'ciz-ül-Beyan dahi bu zamanda bir mu'cize-i maneviyesi olan Risale-i Nura
nazar-ı dikkati celbetmesi Kur’ân’ın "Mâna-yı işârî" tabakasından rumuz ve îmaları, i'cazının
şe'nindendir ve o lisan-ı gaybın belâgat-ı mu'cizekâranesinin muktezasıdır.
Evet, Eskişehir Hapishanesinde dehşetli bir zamanda ve kudsî bir teselliye pek çok
muhtaç olduğumuz hengâmda, manevî bir ihtarla: "Risale-i Nurun makbûliyetine eski
َ
evliyalardan şahidler getiriyorsun. Halbuki نٍ مبِي
ُ بٍ س اِل ِ ف ِى كِتَا ٍ ْ وَل َ َرط
ٍ ِ ب وَل َ يَاب
sırriyle en ziyade bu mes'elede söz sahibi Kur’ândır. Acaba Kur’ân Risale-i Nuru, kabûl eder
mi? Ona ne nazarla bakıyor?" denildi. Böyle acib sual karşısında bulundum.
Ben de, Kur’ândan istimdat eyledim. Birden otuzüç âyetin mâna-yı sarîhinin teferruatı
nev'indeki tabakattan "mâna-yı işârî" tabakasından ve o mânâ-yı işârî külliyetinde dahil bir
ferdi Risale-i Nur olduğunu ve duhulüne ve medar-ı imtiyazına birer kuvvetli karîne
bulunduğunu bir saat zarfında hissettim; bir kısmını bir derece izahlı bir kısmını mücmelen
gördüm. Kanaatımda hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı; ben de, ehl-i imanın
imanını Risale-i Nur ile takviye etmek niyetiyle o kat'î kanaatı yazdım ve has kardeşlerime
mahrem tutulmak şartiyle verdim.
Hem o risalede biz demiyoruz ki: "Âyetin mâna-yı sarîhi budur." Tâ hocalar فِيه ِه
نَظٌَرdesin. Hem dememişiz ki: "Mâna-yı işârînin külliyeti budur." Belki diyoruz ki: Mânâ-yı
sarîhinin tahtında müteaddit tabakalar var. Bir tabakası da, mânâ-yı işârî ve remzîdir. Ve o
mâna-yı işârî de bir küllîdir, her asırda cüz'iyatları var. Ve Risale-i Nur dahi, bu asırda o
mânâ-yı işârî tabakasının külliyetinde bir ferddir. Ve o ferdin kasden bir medar-ı nazar
olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine (eskidenberi ulema beynindeki bir düstur-ı
cifrî ve riyazî ile) karineler, belki hüccetler gösterilmiş iken, Kur’ânın âyetini veya sarahatini,
değil incitmek, belki i'cazına ve belâğatına hizmet ediyor. Bu nevi işârât-ı gaybiyeye itiraz
edilmez. Ehl-i hakikatın nihâyetsiz işârât-ı Kur’âniyeden had ve hesaba gelmiyen
istihracatlarını inkâr edemiyen bunu da inkâr etmemeli ve edemez.
Amma benim gibi ehemmiyetsiz bir âdemin elinde böyle ehemmiyetli bir eserin zuhur
etmesini istiğrab ve istib'ad edip böyle itiraz eden zat, eğer buğday tanesi kadar çam
çekirdeğinden dağ gibi çam ağacını halk etmek azamet ve kudret-i İlâhiyeye delil olduğunu
düşünse, elbette bizim gibi acz-i mutlak ve fakr-ı mutlakda bulunan bir kimseden böyle
ihtiyac-ı şedid zamanında böyle bir eserin
57
zuhuru, vüs'at-i rahmet-i İlâhiyeye delildir, demeye mecbur olur. Ben, sizi ve mu'terizleri
Risale-i Nurun şeref ve haysiyetiyle te'min ediyorum ki, bu işaretler ve evliyaların îmalı
haberleri ve remizleri, beni daima şükre ve hamde ve kusurlarımdan istiğfare sevketmiş.
Hiçbir vakitte hiçbir dakika nefs-i emmareme medar-ı fahr ve gurur olan bir enaniyet ve
benlik vermediğimi, sizin gözünüzün önündeki yirmi sene hayatımın tereşşuhatiyle isbat
ediyorum. Evet, bu hakikatla beraber insan; kusurdan, nisyandan hâli değil. Benim,
bilmediğim çok kusurlarım var. Belki de fikrim karışmış, Risale-i Nurlarda Bazı hatâlar
olmuş. Fakat Kur’ânın hurufat-ı kudsiyesinin yerine beşerin tercümesini ikame perdesi
altında, noksan harflerle, yeni hat altında tahrifkârane ehl-i dalâletin te'vilât-ı fâsideleri, âyâtın
sarahatini incitmelerine bakmıyor gibi, bîçâre mazlum bir âdemin, kardeşlerinin imanını
kuvvetlendirmek için bir nükte-i i'caziyeyi beyan ettiği için hizmet-i imaniyesine fütur
verecek derecede itiraz etmek elbette, değil ehl-i hakikat zatlar, belki zerre mikdar insafı
bulunan, itiraz edemez.
Bunu da ilâve ediyorumki: Bu zamanda, gâyet kuvvetli ve hakikatlı milyonlar
fedakârları bulunan meşrebler, meslekler, tarikatlar; bu dehşetli dalâlet hücumuna karşı
zâhiren mağlûbiyete düştükleri halde, benim gibi yarım ümmî ve kimsesiz ve mütemadiyen
tarassut altında, karakol karşısında ve müteaddid cihetlerle aleyhinde müdhiş propagandalar
ve herkesi benden tenfir etmek vaziyetinde bulunan bir âdem, o mesleklerden daha ileri, daha
kuvvetli dayanan Risale-i Nura sahib değildir; ve o eser, onun hüneri olamaz, onunla iftihar
edemez. Belki, doğrudan doğruya Kur'ân-ı Hakîmin bu zamanda bir nevi mu'cize-i
maneviyesi olarak, rahmet-i İlâhiye tarafından ihsan edilmiştir. O âdem, binler arkadaşiyle
beraber, o hediye-i Kur’âniyeye el atmışlar. Her nasılsa, birinci tercümanlık vazifesi, ona
düşmüş. Onun fikri ve ilmi ve zekâsının eseri olmadığına delil, Risale-i Nurda öyle parçalar
var ki; Bazı altı saatte, Bazı iki saatte, Bazı bir saatte, Bazı on dakikada yazılan risaleler var.
(Hâşiye)
Ben, yemin ile te'min ediyorum ki; Eski Said'in kuvve-i hâfızası da beraber olmak
şartiyle, o on dakika işi, on saatte fikrim ile yapamıyorum; o bir saatlik risaleyi, iki gün
istid’adımla, zihnimle yapamıyorum; ve o bir günde altı saatlik risale olan "Otuzuncu Söz"ü
ne ben
(Hâşiye):
Bazı müstensihler bu bîçâre Said hakkında (R.A) kelimesini bir dua niyetiyle yazmışlar. Ben
bozmak istedim, hatıra geldi ki: (Allah razı olsun) mânasında bir duadır, ilişme; ben de bozmadım.
58
هُ َ حان
َ ْ سب ُ ِمه ِ سْ بِا
َ
ِمدِهْ حَ ِح ب َ ُ ئ اِل ِ ي
ُ ِ سب َ ن
ٍ ْ شي ْ م
ِ ن
ْ ِ وَا
ً ِ الله ِه وَ بََركَاتُه اَبَدًا دَائ
ما ِٰ ة ُ م
َ حْ م وََرْ ُ م ع َلَيْكُ َ سلَِ اَل
Çok Aziz, Çok Sıddık ve Sâdık Kardeşlerim ve Risale-i Nur cihetinde emin ve hâlis
vârislerim!
Çok mânidar ve kuvvetli bir tevafuk ve şâkirdlerin sadakatlerine delil, bir zâhir
keramet-i Nuriyeyi beyan etmeme bir ihtar aldım. Şöyle ki: Ben, vasiyetnamemi yazdığım
1
aynı zamanda gizli münafıklar benim îtimad ettiğim hizmetçilerimi zâbıta tarafından yanıma
gelmekten men'ettikleri aynı vakitte fırsat bulup tanımadığım birisiyle sâbık dokuz def'adan
2
daha te'sirli bir zehiri bana yutturdular. Hem aynı zamanda Tunuslu ve âlim kardeşlerimizden
geçen sene buraya kadar beni görmek için gelip görüşmeden giden hoca Haşmet, Yozgat'dan
buraya yazıyor ki: "Said vefat etmiş. Risale-i Nurun yüzotuz risalesi muhafaza edilsin, tâ ki
3
ileride tab'edeceğiz." Hem aynı zamanda Halil İbrahimin, vefatım hakkında bir hazin mersiye
4
hükmündeki parlak mektubu, şâkirdleri ağlattırdı. Hem bu zamana pek çok yakın Hüsrev'in
kendi âdetine muhalif, benim vefatıma dair bir iki mektubunda iki üç gün ömür gibi tâbirlerle
ecelime işaretleri, bir parça beni müteessir etti. "Acaba, ben gidiyormuyum? " diye endişe
ettim. Hem aynı bu hengâmlarda, en ziyade hayat-ı dünyeviyedeki vazifemi düşünüp
vefatımdan sonra şâkirdler bu dehşetli zamanda benim bedelime de o vazifeyi yapacaklar mı?
diye çok merak ederken; birden, Denizli, Milâs, Isparta, İnebolu, ümidimin yüz derece
fevkında öyle sahabetkârâne ve iltizamperverâne o vazifeye koşup, başkalarını da ve muallim
ve âlimleri de koşturdular ki; beni hayretler içerisinde bıraktılar. Elhâsıl: Bu beş cihetteki
tevafuk, zâhir bir keramet-i Nuriyedir. ربِى َ ل ْ َن ف
ِ ض ِ مد ُ ِل ِٰله ِه هٰذ َا
ْ م َ ْ اَلKardeşlerim,
ْ ح
merak etmeyiniz! Cevşen ve Evrad-ı Bahaiye, bu def'a dahi o dehşetli zehirin tehlikesine
galebe etti, tehlike devresi geçti, fakat hastalık devam ediyor. اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِىUmum
kardeşlerime birer birer selâm ve selâmetlerine dua edip, şüphesiz makbul olan dualarını
isterim ve İneboluda ve civarında çok hanımların, hem küçük yavrularının Risale-i Nuru
yazmağa başlamalarını ve Kur’ân dersini çok mâsumların almasını; bütün ruh u canımızla
tebrik ediyoruz.
Said Nursî
59
[ Birinci Şua ]
ن
ُ ستَعِي ِ ن الَِر
ْ َ حيم ِ َو بِهِ ن ِ ٰحم ِٰ ِ سم
ْ الله ِه الَِر ْ ِب
İki Acib Suale Karşı Def'aten Hatıra Gelen Garib Cevabtır.
[Birinci Sual] Denildi ki: "Fatiha ve Yâsin ve hatm-i Kur'ânî gibi okunan virdler ve
kudsî şeyler bazan hadsiz ölmüş ve sağ insanlara bağışlanıyor. Halbuki böyle cüz'î birtek
hediye ân-ı vâhidde hadsiz zatlara yetişmesi ve her birisine aynı hediyenin düşmesi, tavr-ı
aklın haricindedir."
[Elcevab] Fâtır-ı Hakîm nasılki unsur-ı havayı kelimelerin berk gibi intişarlarına ve
tekessürlerine bir mezraa bir vasıta yapmış ve radyo vasıtasiyle bir minarede okunan ezan-ı
(A.S.M.)
Muhammedîyi ; umum yerlere ve umum insanlara aynı anda yetiştirmek gibi.. öyle de:
Okunan bir Fâtiha’yı dahi, meselâ umum ehl-i iman emvatına aynı anda yetiştirmek için
hadsiz kudreti ve nihâyetsiz hikmetiyle manevî âlemde, manevî havada çok manevî
elektrikleri ve manevî radyoları sermiş ve serpmiş; fıtrî telsiz telefonları istihdam ediyor,
çalıştırıyor. Hem nasıl ki bir lâmba yansa, mukabilindeki binler âyineye herbirine tam bir
lâmba girer. Aynen öyle de, bir Yâsin-i Şerif okunsa, milyonlar ruhlara hediye edilse, herbir
ruha tam bir Yâsin-i Şerif düşer.
[İkinci Sual] Şiddetle ve âmirane denildi ki: "Sen Risale-i Nur'un makbuliyetine dair
(R.A.)
Hazret-i Ali Radıyallahü Anh ve Gavs-ı A'zam gibi zâtların kasidelerinden şahidler
gösteriyorsun. Halbuki: Asıl söz sahibi Kur'ân'dır. Risale-i Nur Kur'ân'ın hakikî bir tefsiri ve
hakikatının bir tercümanı ve mes'elelerinin bürhanıdır. Kur'ân ise, sair kelâmlar gibi kışırlı ve
kemikli ve şuuru hususî ve cüz'î değildir. Belki Kur'ân, umum işârâtiyle ve eczasiyle ayn-ı
şuurdur, kışırsızdır; fuzulî ve lüzumsuz maddeleri yoktur. Âlem-i gaybın tercümanıdır. Sözler
hakkında söz onundur, görelim o ne diyor."
[Elcevab] Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur'ân'ın bâhir bir bürhanı ve kuvvetli bir
tefsiri ve parlak bir lem'a-i i'caz-ı manevîsi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuâı ve o
mâden-i ilm-i hakikattan mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i maneviyesi olduğundan
onun kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmek Kur'ân'ın şerefine
60
hesabına ve senâsına geçtiğinden, elbette Risale-i Nur'un meziyetini beyan etmekliği, hak
iktiza eder ve hakikat ister, Kur'ân izin verir. Benim gibi bir tercümanın hissesi yalnız
şükürdür. Hiçbir cihetle fahre, temeddühe, gurura hakkı yoktur ve olamaz. Gelecek âyetlerin
işârâtına bu nokta-i nazarla bakmak gerektir. Yoksa beni hodbinlik ile ittiham edenlere
hakkımı helâl etmem.
Bu çok ehemmiyetli suale karşı iki-üç saat zarfında birden Kur'ân'ın âyât-ı
meşhuresinden "Sözler" adedince otuzüç âyet hem mânasiyle, hem cifr ile Risale-i Nur'a
işâretleri uzaktan uzağa icmâlen görüldü. Ayrı ayrı tarzlarda otuzüç âyet müttefikan Risale-i
Nur'u remizleriyle gösterdiği, hayal meyal görüldü.
[İhtar] En evvel yirmidördüncü âyetin başında zikredilen ihtara dikkat etmek
lâzımdır. O ihtarın yeri başta idi. Fakat orada hatıra geldi, oraya girdi.
[İkinci Bir İhtar] Tevâfukla işâretler eğer münâsebat-ı maneviyeye istinad etmezse
ehemmiyeti azdır. Eğer münâsebet-i maneviyesi kuvvetli ise ve onun bir ferdi, bir mâsadakı
hükmünde olsa ve müstesna bir liyakatı bulunsa, o vakit tevâfuk ehemmiyetlidir. Ve o
kelamdan onun irâdesine bir emâre olur. Ve ondan o ferdin hususî bir surette dahil olduğuna
ya remz, ya işaret, ya delâlet hükmünde onu gösterir. İşte gelecek âyât-ı Kur'âniyenin Risale-i
Nur'a işaretleri ve tevâfukları ekseriyet ile kuvvetli bir münasebet-i maneviyeye istinad
ederler.. evet bu gelecek âyât-ı meşhure müttefikan onüçüncü asrın âhirine ve ondördüncü
asrın evveline cifirce bakıyorlar ve Kur'ân ve iman hesabına bir hakikata işaret ediyorlar. Ve
medar-ı teselli bir "Nur"dan haber veriyorlar. Ve o zamanın dalâlet fitnesinden gelen şübehâtı
izâle edecek Kur'ânî bir bürhanı müjde veriyorlar. Ve o işaretlere ve remizlere tam mazhar ve
o vazifeleri bihakkın görecek Risale-i Nur gibi bir tefsir-i Kur'ânî olacağını ihbar ediyorlar.
işte Risale-i Nur bu mezkûr noktada ileri olduğunu, onu okuyanlarca şüphesiz olmasiyle
delâlet eder ki; o âyetler bilhassa Risale-i Nur'a bakıp ona işâret ediyorlar.
[Birincisi] Sûre-i Nur'dan Âyet-i Nur'dur ki, Risale-i Nur'un, Resâil-in-Nur ve Risâle-
in-Nur ve Risâlet-ün-Nur namlariyle sebeb-i tesmiyesinin onaltı sebebinden bir sebebi
olduğundan, birinci olarak onu beyan etmek gerektir.
Bu âyet-in Nur:
ح
ُ صبَاْ م ِ ْ ح اَل
ٌ صبَا
ْ مِ شكَاةٍ فِيهَا ْ م ِ َ ل نُورِهِ ك ُ َ مث
َ ض ْ
ِ ت وَالَْر ِ سمٰوَا َِ ا َ ِٰلل ُهه نُوُر ال
ٍمبَاَركَةٍ َزيْتُونَةُ ٍجَرةَ شَ ن ِ ُ ب دُِرِى يُوقَد
ْ م ٌ َ ة كَاَنَِهَا كَوْكُ ج َ جةٍ اَلُِز
َ جا َ جا
َ فِى ُز
ئ
ُ ضي ِ ُ شْرقِيَِةٍ وَل َ غَْربِيَِةٍ يَكَاد ُ َزيْتُهَا ي َ َل
61
eder ki, o tarihte Resail-in Nur müellifinin Risalet-ün Nur'un mübarek şecere-i kudsiyesi olan
Kur’ânın basamakları olan ulûm-ı Arabiyeyi tedrise başladığı aynı tarihe tevafuk ederek
remzen bakar. İşte bu kadar manidar ve müteaddid tevafukat-ı Kur’âniyenin ittifakı yalnız bir
emare ve bir işaret değildir. Belki kuvvetli bir delalettir. Belki elektrik ile beraber Resail-in
Nur'a münasebet-i maneviyesiyle bir tasrihtir.
Bu âyetin münasebet-i maneviyesinin letâfetlerinden bir letâfeti şudur ki; ihbar-ı gayb
nev'inden mu'cizâne hem elektriğe, hem Risâle-in-Nur'a işaret ettiği gibi, ikisinin zuhurlarını
ve zaman-ı zuhurlarından sonraki tekemmül zamanlarını ve hilâf-ı âdet vaziyetlerini çok güzel
gösteriyor. Meselâ, ةٍ َِ شْرقِيَِةٍ وَ ل َ غَْربِي
َ َ َزيْتُونَةٍ ل
63
cümlesi der: "Nasılki elektriğin kıymetdar metaı, ne şarktan ne de garbdan celbedilmiş bir mal
değildir. Belki yukarıda, cevv-i havada rahmet hazinesinden, semavat tarafından iniyor. Her
yerin malıdır. Başka yerden aramağa lüzum yoktur" der. Öyle de manevî bir elektrik olan
Resail-in Nur dahi ne şarkın malûmatından ve ne ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve
fünunundan gelmiş bir mal ve de onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki semavî olan
Kur’ân'ın, şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşiyesinden iktibas edilmiştir.
Hem meselâ ر ٌ ه نَاٌر نُو
ُ س
ْ س
َ مْ َم تْ َ ئ وَ لَوْ ل ُ ضي ِ ُ يَكَاد ُ َزيْتُه َا يcümlesi, mana-yı
remziyle diyor ki: "Onüçüncü ve ondördüncü asırda semavî lâmbalar ateşsiz yanarlar, ateş
dokundurmadan parlarlar. Onun zamanı yakındır, yani bin ikiyüz seksen (1280) tarihine
yakındır. İşte bu cümle ile nasılki elektriğin hilaf-ı âdet keyfiyetini ve geleceğini remzen
beyan eder. Aynen öyle de: Manevî bir elektrik olan Resail-in Nur dahi gâyet yüksek ve derin
bir ilim olduğu halde, külfet-i tahsile ve derse çalışmağa ve başka üstadlardan taallüm
edilmeğe ve müderrisînin ağzından iktibas olmağa muhtaç olmadan herkes derecesine göre o
ulûm-ı âliyeyi, meşakkat ateşine lüzum kalmadan anlayabilir, kendi kendine istifade eder,
muhakkik bir âlim olur.Hem işaret eder ki: Resâil-in Nur müellifi dahi ateşsiz yanar, tahsil
için külfete ve ders meşakkatine muhtaç olmadan kendi kendine nurlanır, âlim olur.
Evet bu cümlenin mu'cizane üç işârâtı elektrik ve Resâil-in-Nur hakkında hak olduğu
gibi, müellif hakkında dahi ayn-ı hakikattır. Tarihçe-i hayatını okuyanlar ve hemşehrileri
bilirler ki, "İzhar" kitabından sonraki medrese usulünce onbeş sene ders almak ile okunan
kitabları Resâil-in-Nur müellifi yalnız üç ayda tahsil etmiştir.
Hem nasılki bu cümlenin manevî münâsebet cihetinde kuvvetli ve letâfetli işâreti var;
öyle de cifrî ve ebcedî tevâfukiyle hem elektriğin zaman-ı zuhurunun kurbiyetini, hem Resâil-
in-Nur'un meydana çıkmasını, hem de müellifinin velâdetini remzen haber veriyor. Ve bir
lem'a-i i'caz daha gösterir. Şöyle ki ئ ُ ضي ِ ُ يَكَاد ُ َزيْتُهَها يcümlesinin makamı, bin ikiyüz
ه نَاٌر نُوٌر
ُ سْ سه
َ م ْ وَلَوْ ل َه
ْ َم ت ن
(1279)
yetmişdokuz olup, kısmı ise, iki tenvin sayılmak
(1284)
cihetiyle bin ikiyüz seksendört ederek hem elektriğin taammümünün kurbiyetini, hem
Resail-in Nur'un yakınlığını, hem ondört sene sonra müellifinin veladetini ُ يَكَادkelime-i
kudsiyesiyle manen işaret ettiği gibi, cifr ile de tam tamına
64
aynı tarihe tevafukla işaret eder. Malûmdur ki, zaîf ve ince ipler içtima ettikçe kuvvetleşir,
kopmaz bir halat olur. Bu sırra binaen, bu âyetin bu işaretleri birbirine kuvvet verir, teyid eder.
Tevafuk tam olmazsa da tam hükmünde olur ve işareti, delalet derecesine çıkarır.
[Tenbih] "Ben bu âyet-i Nuriyenin işaretlerini elektrik ve Resâil-in-Nur'un hatırı için
beyan etmedim. Belki bu âyetin i'caz-ı manevîsinin bir şubesinden bir lem'asını göstermek
için beyan ettim."
[Elhâsıl] Bu âyet-i kudsiye sarih mânasiyle Nur-ı İlâhîyi ve Nur-ı Kur'ânîyi ve Nur-ı
Muhammedîyi (Aleyhisselâtü Vesselâm) ders verdiği gibi, mâna-yı işârîsiyle de her asra
baktığı gibi, onüçüncü asrın âhirine ve ondördüncü asrın evveline dahi bakar ve dikkatle
baktırır. Ve bu iki asrın âhirlerinde ve evvellerinde en ziyade nazara çarpan ve en ziyade
münasebet-i maneviyesi bulunan ve bu âyetin umum cümlelerinin muvâfakatlerini ve
mutâbakatlarını en ziyade kazanan elektrik ile Resâil-in-Nur olduğundan doğrudan doğruya
mâna-yı remziyle onlara bakar diye bana kanaat-ı kat'iye verdiğinden çekinmeyerek kanaatımı
yazdım. Hatâ etmiş isem Erhamürrâhimîn'den rahmetiyle afvetmesini niyaz ediyorum.
Resâil-in-Nur'un bu âyetin iltifatına liyakatını anlamak istiyen zatlar hangi risaleye
dikkatle baksalar anlarlar. Hiç olmazsa Eskişehir hapishânesinin bir meyvesi olan Otuz
Üçüncü Lem'a namındaki altı esmâ-i İlâhiyeye dair altı nükte risalesine, hiç olmazsa o
Lem'a'dan "İsm-i Hayy ve Kayyuma" dair Beşinci ve Altıncı Nükte'lere dikkatle baksalar
elbette tasdik ederler.
[RESAİL-İN NUR’A İŞARET EDEN İKİNCİ ÂYET] ت ِ ُ ما ا
مْر َه َ م ك َه فَا ْه
ْ ِستَق
âyet-i meşhuresidir ki, شيَِبَتْن ِهى ُه
ٍسوَرة ُ هُود َ hadîsinin vüruduna sebeb olmuştur.
ت ِ ُ ما ا
َ مْر َ َم ك
ْ ِستَق
ْ ِ اâyetinin işareti Sekizinci Lem'ada tafsilen beyan edildiği gibi, Sure-i
Hud'da ٌسعِيد َ َشق ِى و َ م ِ َ فilâ âhirihî âyetinin iki kuvvetli işaret veren sahifesinin
ْ ُ منْه
(1303)
mukabilindeki gâyet meşhur bir âyettir. Makam-ı cifrîsi bin üçyüz üç eder. Hem Sure-i
Şûra'nın ikinci sahifesinde ت َ مْرِ ُ ما ا
َ َم ك
ْ ِستَق
ْ وَاâyeti ise, bin üçyüz dokuz
(1309)
ederek o
tarihte umum muhatabları içinde birisine hususan Kur’ân hesabına iltifat edip istikametle
emreder ki; birinci tarih ise, Resail-in Nur müellifi Risale-i Nur'u netice veren ulûmun
tahsiline başladığı tarihtir. Ve ikinci âyetin
65
tarihi ise, o müellifin hârika bir surette pek az bir zamanda ilimce tekemmül etmesi, tahsilden
tedrise başladığı ve üç ayda ve bir kış içinde onbeş senede medresece okunan yüz kitaptan
ziyade okuduğu ve o zamanın o muhitinde en meşhur ulemâsının yanında o üç ayın mahsülü
onbeş senenin mahsulü kadar netice verdiği ve çok mükerrer imtihanlarla ve hangi ilimden
(Hâşiye)
olursa olsun sorulan her suale karşı cevab-ı savab vermekle isbat ettiği aynı tarihe tam
tamına tevâfukla remzen Risâle-i Nur'un istikametine bir işârettir.
َ
[ÜÇÜNCÜ ÂYET-İ MEŞHURE] سبُلَنَا ُ م ْ ُجاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَِه َ ن َ وَال ِذِيâyeti
(1344)
kuvvetli münasebet-i maneviyesiyle beraber cifirce bin üçyüz kırkdört eder ki, o tarihte
Risale-i Nur'un şakirdleri gibi bu âyetin manasına daha ziyade mazhar olanlar zahiren
görülmüyor. Demek bu âyet, manasının müteaddid tabakalarından işarî bir tabakadan ve remzî
bir perdeden Kur’ânın parlak bir tefsiri olan Risale-i Nur'a bakıyor ve en evvel nâzil olan
Sure-i Alak'ta ن لَيَطْغ َى َ ْ ن اْلِن
َ سا َِ ِ اâyeti gibi manasıyla ve makam-ı cifriyle ifade ediyor
ki; bin üçyüz kırkdörtte1344 nev'-i insan içinde firavunane emsalsiz bir tuğyan, bir inkâr
َ
çıkacak. جاهَدُوا فِين َا
َ نَ وَال ِذِيâyeti ise, o tuğyana karşı mücahede edenleri sena ediyor.
Evet harb-i umumînin neticelerinden hem âlem-i insaniyet, hem âlem-i İslâmiyet çok zarar
gördüler. Nev'-i insanın, hususan Avrupa'nın mağrur ve cebbarları, bilhassa birisi, kuvvet ve
gınaya ve paraya istinad ederek firavunane bir tuğyana girdiklerinden, o hususî insanlar nev-i
beşeri mes'ul ediyor diye âyette insan ism-i umumîsiyle tabir edilmiş. Eğer م ْ ُ لَنَهْدِيَنَِهdeki
(1294)
şeddeli "nun" bir "nun" sayılsa, bin ikiyüz doksandört eder ki Risalet-ün Nur müellifinin
besmele-i hayatıdır ve tarih-i veladetinin birinci senesidir. Eğer şeddeli لiki لve "nun" bir
(1324)
sayılsa, o vakit bin üçyüz yirmidörtte hürriyetin ilânı hengâmında mücahede-i maneviye
ile tezahür eden Risale-in Nur müellifinin görünmesi tarihidir.
[DÖRDÜNCÜ ÂYET-İ MEŞHURE] مثَان ِى َ ْ ن ال
َ م َ َ وَلَقَد ْ اتَيْنَاâyetidir.
ِ سبْعًا
Şu cümle Kur’ân-ı Azîmüşşan'ı
(Hâşiye):
Bu beyanat-ı medhiye Said'e aid değildir. Belki Kur'ân'ın bir tilmizini bir hâdimini Said
lisaniyle ve hâliyle târif eder. Tâ hizmetine itimad edilsin.
66
ve Fatiha Suresi'ni müsenna senasıyla ifade ettiği gibi, Kur’ânın müsenna vasfına lâyık bir
bürhanını ve altı erkân-ı imaniye ile beraber hakikat-ı İslâmiyet olan yedi esasını ve Kur’ânın
seb'a-i meşhuresini parlak bir surette isbat eden ve (Seb'a-l Mesanî) nuruna mazhar bir âyinesi
olan Risale-i Nur'a cifirce dahi işaret eder. Çünki مثَان ِهى َ ْ م نَه ال ِ سبْعًا اتَيْنَا َ َهmakam-ı
ebcedîsi binüçyüz otuzbeş (1335) adediyle Risale-in Nur'un Fatihası olan İşarat-ül İ'caz
tefsirinin Fatiha Suresi'yle Elbakara Suresi'nin başına aid kısmını basmakla intişar tarihi olan
bin üçyüz otuzbeş (1335) veya altıya tevafukla remzî bir perdeden ona baktığına bir emaredir.
[BEŞİNCİ ÂYET] ِشى ب ِه ِ م ُ َ جعَلْن َا ل
ْ َ ه نُوًرا ي َ َحيَيْنَا ه ُ وْ َ ميْت ًا فَا َ ن كَا
َ ن َ َاَو
ْ م
س َ
ِ ف ِى الن ِا dir. Bu âyetin remzi latiftir. Çünki hem kuvvetli münasebet-i maneviye ile,
hem cifirle efrad-ı kesîresi içinde hususî bir surette Risale-in Nura ve müellifine bakıyor.
Şöyle ki: ميْت ًا
(500)
َ kelimesi tenvin "nun" sayılmak cihetiyle beşyüz ederek "Said-ün Nursî"
500
adedi olan beşyüze tevafukla işaret ediyor ki, "Said-ün Nursî dahi meyyit hükmünde idi.
Risalet-ün Nur ile ihya edildi, onunla hayat buldu."
Evet, را ُ َ جعَلْن َا ل
ً ه نُو ْ َ ميْت ًا فَا
َ َحيَيْنَا ه ُ و َ ن كَا
َ ن َ َ اَوdeki iki tenvin نdurlar.
ْ م
(1334)
Bin üçyüz otuzdört eder ki, Arabî tarihle o aynı zamanda Said umumî harbde maddî ve
dehşetli bir mevtten hârika bir tarzda kurtulması ve felsefe ve gafletten gelen manevî ve
şiddetli bir ölümden necat bulması ve Kur’ânın âb-ı hayatıyla taze bir hayata girmesi tarihidir.
ْ َ فَا
Bu tevafuk-ı manevî ve muvafakat-ı cifriye delalet derecesinde bir işarettir. Hem ُحيَيْنَا ه
س َ ُ َ جعَلْنَا ل
ِ ه فِى الن ِا ِ ِ شى ب ْ َ ه نُوًرا ي
ِ م َ َ وtenvin ve şeddeli "nun" iki "nun" ve هِ ِ بdeki
telaffuz edilen ىsayılmak cihetiyle bin ikiyüz doksandört
(1294)
eder ki, veladetinin ve
hayatının birinci senesidir. Demek bu cümle ile hayat-ı maddiyesine, evvelki cümle ile de
hayat-ı maneviyesine işaret eder. [Elhâsıl] Bu âyet müteaddit ve çok tabakalarından bir işarî
tabakadan hem Risalet-ün-Nur'a, hem müellifine, hem bu on üçüncü asrın ibtidasına, hem
ibtidasındaki Risalet-ün-Nurun mebde'ine remzen, belki işâreten, belki delâleten bakar.
67
[
ميْتًا
َ نَ ن كَا ْ مَ َ اَوÂYETİNİN TETİMMESİ ]
س َ ُ َ ج ُعَلْنَا ل ْ َ ميْتًا فَا َ ن كَا َ َاَو
ِ شى بِهِ فِى الن ِا ِ م ْ َ ه نُوًرا ي َ َحيَيْنَاه ُ و َ ن ْ م
منْهَاِ خارٍِج َ ِس ب َ ْ ت لَي ِ ما َ ُ ه فِى الظ ِل ُ ُ مثَل
َ نْ مَ َك
âyetinin kuvvetli işâretini hem te'yid hem letafetlendiren üç münâsebet birden Ramazanda
kalbime geldi. Birincisi: bana kat'î bir kanaat verdi ki ميِت
َ kelimesine tam münasib Saiddir.
Bu âyet Risale-i Nurun tercümanı olan Said'i مي ِت َ unvaniyle göstermesinin hikmeti budur
ki: Mevtin muammasını ve tılsımını Risale-i Nur ile o açmış, o dehşetli yüzün altında ehl-i
imana çok ünsiyetli ve sürurlu ve nurlu bir hakikat keşfedip isbat etmiş. Ve mevt-âlûd hayat-ı
fâniyede boğulan ehl-i ilhada karşı, bâkıyane hayat-âlûd muvakkat bir mevt-i zâhirî ile
ُ
galibane mukabele eder. ت َ ُ ه فِى الظ ِل
ِ ما ُ ُ مثَل
َ ن
ْ مَ َ كsırrına mazhar olan ehl-i ilhad, gayr-
ı meşrû müştehiyatın ibahesiyle fani dünyayı süslendirmesine mukabil, Risale-i Nur, mevti o
aldatıcı, fâni hayata karşı çıkarıp lezzet ve zînetini zir ü zeber eder. Ve der ve isbat eder ki:
"Mevt ehl-i dalâlet için îdam-ı ebedîdir ve o dehşetli darağacından kurtaran ve mevti mübarek
bir terhis tezkeresine çeviren yalnız Kur'ân ve imandır. İşte bunun içindir ki, bu hakikat-ı
muazzama-i mevtiye, Risale-i Nur'da gâyet mühim ve geniş bir mevki almış; hattâ ekser
hücumunda mevti elinde tutup ehl-i dalâletin başına vurur, aklını başına getirmeye çalışır.
[İkincisi] Ehl-i tarikatın ve bilhassa Nakşîlerin dört esasından biri ve en müessiri olan
rabıta-i mevt, Eski Said'i Yeni Said'e çevirmiş ve daima hareket-i fikriyede Yeni Said'e yoldaş
olmuş. Başta İhtiyarlar Risalesi olarak, risalelerde o rabıta keşfiyatı göstere göstere tâ ehl-i
iman hakkında mevtin nûranî ve hayatdar ve güzel hakikatını görüp gösterdi.
[Üçüncüsü] Bu âyet cifir ve ebced hesabiyle her tarafda Said'e hücum eden üç çeşit
mevtin temas zamanını ve tarihini aynen gösterip tevâfuk eder. Demek âyetteki مي ِ ِهت َ
kelimesinin efradından medar-ı nazar bir ferdi ve cifirce onun ismi مي ِ ِهت َ adedine tam
tevâfukla hususî işarete mazhar bir mâsadak "Said-ün-Nursî"dir.
Sabri'nin sadakatinin bir kerametidir. Ben namazdan sonra bu tetimmeyi yazarken
Sıddık Süleyman'ın halefi Emin, Sabri'nin ميْتًا َ ن كَا
َ ن َ َ اَوâyetine dair parçayı aldığını ve
ْ م
Ramazanın feyzinden onun izahı gibi nurlar istediğini gördüm.
68
Ne yazdığımı Emin'e gösterdim, hayretle dedi: "Bu hem Sabri'nin, hem Risale-i Nur'un bir
kerametidir." Bu âyetteki esrarlı müvazene-i Kur’âniyeyi düşünürken, Sure-i Hud'daki
َ َ َ َ َ َ َ
شقُوا َ ن َ ما ال ِذِي ِ َِ جن
ِ فاfıkrasına karşı ة َ ْ سعِدُوا فَف ِى ال ُ ن َ ما ال ِذِي
ِ وَاdeki müvazene
hatıra geldi ve bildirdi ki: Nasılki bu ikinci âyet ve birinci fıkra Risale-i Nur'un muarızlarına
ve düşmanlarına ve onların cereyanlarının mebdeine ve faaliyet devresine ve müntehasına
cifir ile, tevafuk ile işaret eder. Şöyle ki: م ْ ِالله ِه بِاَفْوَاهِه
ِٰ ن يُطْفِوا نُوَر ْ َن ا
َ يُرِيدُوgibi
âyetlerin bahsinde Birinci Şua'da yedi-sekiz âyâtın ehemmiyetle gösterdikleri bin üçyüz
َ َ َ َ
ve yedi tarihi ki, Kur’âna karşı olan sû'-i kasdın mebdeidir. شقُوا َ ن َ ما ال ِذِي
ِ فا
(1316)
onaltı
cifirce aynı tarihi gösteriyor. Eğer şeddeli مiki مsayılsa bin üçyüz elliyedi
(1357)
, eğer şeddeli
لiki لsayılsa binüçyüz kırkyedi
(1347)
ederki bu asrın tâgiyâne faaliyet tarihidir. Her iki
ِٰ ِ ب اِل َ
eder الل ُهه ُ ْ م الْغَي
ُ َ ل َ يَعْلdehşetli
(1387)
şeddeli ikişer sayılsa bin üçyüz seksenyedi
bir cereyanın müntehası tarihi olmak ihtimali var.
ق
ٌ شهِي ْ ُ فَف ِى النَِارِ لَهise bin üçyüz altmışbir
َ َم فِيه َا َزفِيٌر و , eğer فَف ِى
(1361)
ve tahribatına karşı mücahedesi cüz'î ve az olduğu halde gâyet büyük bir ehemmiyet
kesbetmiş ki bu âyette işaret ve beşaret-i Kur'âniyede ifade eder Risale-i Nur dairesi içine
girenler tehlikede olan imanlarını kurtarıyorlar ve imanla kabre giriyorlar ve cennete
(evet) (evet) (evet)
gidecekler diye müjde veriyorlar . Evet bazı vakit oluyorki, bir nefer gördüğü
hizmet için bir müşirin fevkine çıkar, binler derece kıymet alır.
[İhtar] Geçmiş ve gelecek âyetlerin işaretleri yalnız tevâfuk ile değildir belki herbir
âyetin mâna-yı küllîsindeki cüz'iyat-ı kesiresinden bir cüz'î ferdi Risale-i Nur olduğuna imâen,
münasebet-i maneviyeye göre cifrî ve ebcedî bir tevâfuk ile o münasebeti te'yiden ve ona
binaen hususî ona bakar demektir.
[ALTINCI ÂYET] Sure-i Hadîd'de ه ِ ن ب ِه ُ م
شو َه ْ ل لَك ُه
ْ َ م نُوًرا ت ْ َجع
ْ َ وَيYani:
"Karanlıklar içinde size bir nur ihsan edeceğim ki o nur ile doğru yolu bulup onda gidesiniz."
Lillahilhamd Risale-i Nur bu kudsî ve küllî manasının parlak bir ferdi olduğu gibi را ً نُوdeki
tenvin نsayılmak cihetiyle bin üçyüz onsekiz
(1318)
adediyle Resail-in Nur müellifi
tedristen, te'lif vazifesine ve mücahidane seyahata başladığı zamanın beş sene evvelki
zamanına ve çok âyetlerin işaret ettikleri bin üçyüz onaltı tarihindeki mühim bir inkılab-ı
fikrîden iki sene sonraki zamana tevafuk eder ki; o zaman istihzarat-ı Nuriyeye başladığı aynı
tarihtir. İşte şu nurlu âyetin, hem manaca hem cifirce tevafuku ise, umum vücuhu ayn-ı şuur
olan Kur’ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'da elbette ittifakî ve tesadüfî olamaz.
[YEDİNCİ ÂYET] ِمات ِهه َ ْ ه ال
َ ِ حق َِه بِكَل ِٰ حق ُِه
الل ُه ِ ُ وَ يşu âyet-i meşhurenin küllî
manasının bu zamanda zahir bir mâsadakı Risalet-ün Nur olduğu gibi, Lafzullahtaki şeddeli
لbir لve ِمات ِهه َ ِ بِكَلdeki melfuz ىsayılmamak şartıyla dokuzyüz doksansekiz
(998)
(998)
adediyle Risalet-ün Nur'un dokuzyüz doksansekiz adedine tam tamına tevâfukla
münasebet-i maneviyeye binaen remzen ona bakar. Ve bu remzi lâtifleştiren ve kuvvet veren
münasebetlerin birisi şudur ki: Risalet-ün-Nur eczaları Sözler namiyle iştihar etmiştir. Sözler
ise Arabca "kelimat"dır ve o kelimat ile Kur'ân'ın hakaikını o derece mahz-ı hak ve ayn-ı
hakikat olduğunu isbat etmiş ki, bu zamanın dinsiz feylesoflarını tam susturuyor.
70
(Hâşiye):
Yani mertebesine işaret için iki fark var. Risale-i Nur vahiy değildir, ilhamdır. Ve istihracdır.
71
(1302)
bin üçyüz iki ederek Risale-i Nur müellifinin Kur'ân dersini aldığı tarihe tam tamına
tevâfuk ile remzen Kur'ân'ın bâhir bir bürhanı olan Resâil-in-Nur'a bakar. Üçüncü âyet ise:
(1338)
Bin üçyüz otuzsekiz olduğundan hikmet-i Kur'âniyeyi Avrupa hükemasına karşı parlak
bir surette gösterebilen ve gösteren Risale-in-Nur müellifi "Dâr-ül-Hikmet-il-İslâmiye"de
hikmet-i Kur'âniyeyi müdafaa etmekle, hattâ İngilizin baş papasının sual ettiği ve altıyüz
kelime ile cevab istediği altı sualine altı kelime ile cevab vermekle beraber inzivaya girip
bütün gayretiyle Kur'ân'ın ilhâmâtından Risale-i Nur'un mes'elelerini iktibasa başladığı aynı
tarihe tam tamına tevâfukla remzen bakar.
[ONÜÇÜNCÜ ÂYET] Sûre-i Âl-i İmran'da َه و ِٰ َِ ه اِل
الل ُهه ُ م تَاْوِيل َه
ُ ما يَعْل َه
َ وَه
م ْ ْ ِ الَِرا
ِ ن فِى العِل
َ خو
ُ س
[ONDÖRDÜNCÜ ÂYET] Sûre-i Nisâ'da م ِ ِ ن ف ِى الْعِل ْم
ْ ُ منْه َ خو ِ ن الَِرا
ُ س ِ ِ لٰك
Bu iki âyet bu asra da hususî bakarlar. Birincisinin meâli gösteriyor ki: Ehl-i dalâletin
müteşabihat-ı Kur’âniyeyi yanlış te'vilat ile tahrife ve şüpheleri çoğaltmağa çalıştığı bir
zamanda, ilimde rüsuhu bulunan bir tâife o müteşabihat-ı Kur'âniyenin hakikî te'villerini
beyan edip ve iman ederek o şübehatı izâle eder. Bu küllî mânanın her asırda mâsadakları ve
cüz'iyatları var. Harb-i umumî vasıtasiyle, bin senedenberi Kur'ân aleyhinde terâküm eden
Avrupanın itirazları ve evhamları âlem-i İslâm içinde yol bulup yayıldılar. O şübehatın bir
kısmı fennî şeklini giydi, ortaya çıktı. Bu şübehatı ve itirazları bu zamanda def'eden Risale-
in-Nur ve Şâkirdleri göründüğünden, bu âyet bu asra da baktığından Risale-in-Nur ve
Şâkirdlerine remzen bakmakla beraber ulema-i müteahhirînin mezhebine göre الل ُهه ِٰ َِ اِلda
vakfedilmez. O halde makam-ı cifrîsi aynen ن لَيَطْغ َى َ ْ ن اْلِن
َ سا َِ ِ ا nın makamı gibi bin
(1344)
üçyüzkırkdört ederek Resâil-in Nur ve Şâkirdlerinin meydan-ı mücahede-i maneviyeye
atılmaları tarihine tam tamına tevâfukla onları da bu âyetin harîm-i kudsîsinin içine alıyor.
Hem haşrin en kuvvetli ve parlak bir bürhanı olan Onuncu Söz'ün etrafa yayılması
tarihine ve Kur'ân'ın kırk vecihle mu'cize olduğunu beyan eden Yirmibeşinci Söz'ün iştiharı
hengâmına hem ن لَيَطْغَهى َ ن اْلِن ْه
َ سا َِ ا ِهadedine tam tamına tevâfukla bakar. Eğer
mezheb-i selef gibi ِٰ َِ اِل
اللهه da vakıf olsa, o halde ن
َ خو ِ اَلَِرا
ُ س deki şeddeli رiki ر ر
(1360)
sayılsa bin üçyüz altmış küsur ederek Risalet-ün-Nur Şâkirdlerinin bundan onbeş - yirmi
sene
72
sonraki râsihane ve muhakkikane olan ilimlerine ve imanlarına remzen baktığı gibi, şeddeli ر
asıl itibariyle bir لbir رsayılsa bin ikiyüz oniki
(1212)
ederek bundan bir buçuk asır evvel
Mevlâna Halid Zülcenaheynin Hindistan'dan getirdiği parlak bir ilm-i hakikat rusuhiyle o
zamanda meydana gelen te'vilat-ı fasideyi ve şübehatı dağıtarak yüz senede elli milyondan
ziyade insanları daire-i irşadına aldığı ve tenvir ettiği zamanın tarihine tam tamına tevâfukla
bakar.
[İkinci Âyet olan] م ِ ِ ن ف ِى الْعِل ْم
ْ ُ منْه َ خو ِ اَلَِراşeddeli رaslına nazaran bir ل
ُ س
bir رsayılmak cihetiyle makam-ı ebcedîsi bin üçyüz kırkdört
(1344)
etmekle her asra baktığı
gibi bu asra da hususî remzen bakar. Ve ilm-i hakikatta râsihane çalışan ve kuvvetli iman eden
bir tâifeye işaret eder. Ve çok âyetlerin ehemmiyet ile gösterdikleri bu bin üçyüz kırkdörtte
(1344)
Risalet-ün-Nur ve Şâkirdlerinden bu vazifeyi daha ziyade müşkil şeraid altında
sebatkârane yapan zâhirde görülmüyor. Demek bu âyet onları dahi daire-i harîmine hususî
dahil ediyor.
[ONBEŞİNCİ ÂYET] زلْنَا َ ْ م وَاَن
ْ ُ ن َرب ِك
ْ م
ِ ن ْ ُ جائَك
ٌ م بُْرهَا ُ يَا اَي ُِ َها النَِا
َ ْ س قَد
مبِينًا ْ ُ اِلَيْك
ُ م نُوًرا
Şu âyet bu zamana dahi hitab eder. Çünki tamam – مبِين ًها
ُ hariç kalsa– (bin üçyüz
ْ جائَك ُه
م َ ْ قَدden ن
بُْرهَا ٌه نُوًرا
(1360)
altmış küsur eder.) Eğer sonraki olsa ve ve
(1310)
kelimelerindeki tenvinler "nun" sayılsalar bin üçyüz on eder. Demek bu asra da hitab
eder. Hem ن ْ ُ جائَك
ٌ م بُْرهَا َ ْ قَدcümlesi alnız dört farkla (Furkan) adedine tevafukla sarihan
baktığı gibi, o kudsî bürhan-ı İlahînin bu zamanda parlak ve kuvvetli bir bürhanı olan Resail-
in Nur'a dahi ikinci cümlesi olan مبِين ًا ُ م نُوًراْ اَنَْزلْن َا اِلَيْك ُهadedi, iki tenvin vakıfta iki
(598)
(elif) sayılmak cihetiyle beşyüz doksansekiz ederek aynen tam tamına Resail-in Nur'a ve
Risale-in Nur adedine tevafuk ile o semavî bürhan-ı kudsînin yerde bir bürhanı Resail-in Nur
olduğunu remzen haber veriyor.
َ
[ONALTINCI ÂYET] ٌشفَاء ِ َمنُوا هُدًى و َ نا لِل ِذِي َهdur. Şu şifalı âyet çok
zamandır benim derdlerimin şifası ve ilâcı olduğu gibi eczahane-i kübra-yı İlâhiye olan
Kur'ân-ı Hakîm'in tiryakî ilâçlarından, Risale-in-Nur eczalarının kavanozlarından alarak belki
bin manevî derdlerime bin kudsî şifayı buldum ve Resail-in-Nur Şâkirdleri dahi buldular. Ve
fenden ve felsefenin bataklığından çıkan ve tedavisi çok müşkil ve zındıka hastalığına
mübtelâ olanlardan çokları onunla şifalarını buldular. İşte her derde şifa olan Kur'ân'ın
ilaçlarının bu zamanda bir kısım kavanozları hükmünde bulunan Resail-in-Nur dahi bu şifadar
âyetin bir medar-ı nazarı olduğuna kuvvetli bir emâresi şudur ki: Bu âyetin makam-ı cifrîsi
(1346) (1346)
olan bin üçyüz kırkaltı adedi Resâil-in-Nur'un bin üçyüz kırkaltıda şifadarane etrafa
intişarının tarihine ve Mu'cizat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm namında olan Risale-i
hârikanın zaman-ı te'lifine tam tamına tevâfukudur. Şu tevâfuk hem münasebet-i maneviyeyi
te'yid ve onunla teeyyüd eder, hem remizden işaret derecesine çıkarıyor.
[ONYEDİNCİ ÂYET] ِو ع َلَي ْه
َ
َ ُه اِل ِ ه ِٰ ى
َ ٰالل ُهه ل َ اِل َ ِ سب ْ ح
َ ل ْ ُن تَوَلَِوْا فَق
ْ ِ فَا
َ َ َ
تُ ْ تَوَك ِلdeki ت
ُ ْ ه اِل ِ هُوَ ع َلَي ْهِ تَوَك ِل ِٰ ى
َ ٰالل ُهه ل َ اِل َ ِ سب
ْ ح ْ ُ فَقnün makam-ı cifrîsi
َ ل
şeddeli لlar birer لve şeddeli كbir كsayılmak cihetiyle bin üçyüz yirmidokuz
(1329)
ederek, harb-i umumînin başlangıcı zamanında Resail-in Nur'un başlangıcı olan İşarat-ül İ'caz
tefsirinin tarih-i te'lifine tam tamına tevafukla beraber, şeddeli كiki كsayılmak cihetiyle
(1349)
bin üçyüz kırkdokuz ederek harb-i umumînin verdiği sarsıntılar zamanında Resail-in Nur
ِ
الل ُهه
ٰ َ سبِى
ح ْه
َ diyerek ehl-i dünyadan hiç bir yerde himaye görmeden belki tehacüme hedef
olmakla beraber çekinmeyerek yalnız başlarıyla müşkilât içinde envar-ı Kur'âniyeyi
neşrettikleri ayni tarihe tam tamına tevâfuku ise, her cihetiyle ayn-ı şuur olan âyâtta elbette
tesadüfî olamaz. Belki bu gibi âyetler, müşkül zaman olan bu asra dahi hususî bakarlar ve o
âyâtı kendilerine rehber ittihaz eden bir kısım şâkirdlerine hususî iltifat edip iltifatlariyle teşcî
ederler. Bu âyetin sâbık âyetler gibi münasebet-i maneviyesi gerçi zâhiren görünmüyor; fakat
bir cihetle Resail-in-Nur ile bir nevi münasebeti vardır. Şöyle ki: Onüç senedir. Bu âyet
Risalet-ün-Nur müellifinin ve sonra has şâkirdlerinin mağribden sonra bir vird-i hususîleridir.
Hem bu âyetin mânasına bu zamanda tam mazhar ve herkes onlardan çekinmesinden fütur
ِٰ َ سبِى
getirmeyerek الل ُهه ْ ح
َ deyip mütevekkilâne müşkilât-ı azîme içinde
74
envar-ı imaniyeyi ve esrar-ı Kur'âniyeyi neşreden, ehl-i imanı me'yusiyetten kurtaran başta
Risalet-ün-Nur ve Şâkirdleridir.
[ONSEKİZİNCİ ÂYET] ن َ م الْغَالِبُو ِٰ ب
ُ ُ الله ِه ه َ حْز ِ نَِ ِ اdir. Bu âyet meâliyle
hizbullahın zâhiri mağlûbiyetinden gelen me'yusiyeti izâle için kudsî bir teselli verir hizbullah
olan hizb-i Kur'ânînin hakikatta ve âkıbette galebesini haber verir. Ve şu asırda hizb-i
Kur'ânînin hadsiz efradından Resail-in-Nur Şâkirdleri tezahür ettiklerinden bu âyetin küllî
(1350)
mânasında hususî dahil olmalarına bir emâre olarak makam-ı cifrîsi bin üçyüzelli adedi
ile Resail-in-Nur Şâkirdlerinin zâhirî mağlûbiyetleri ve bir sene sonra mahbusiyetleri içinde
manevî galebeleri ve metanetleri ve haklarında yapılan müthiş imha plânını akîm bırakan
ihlâslarının ve kuvve-i maneviyelerinin tezahür etmesinin rumî tarihi olan bin üçyüz elli veya
ellibir veya elliiki adedine tam tamına tevâfuku elbette şefkatkârane ve teselliyetdârâne bir
remz-i Kur'ânîdir.
َ
[ONDOKUZUNCU ÂYET] ن َ سعَى بَي ْهه ْ م ي َههْ ه نُوُرهُههُ معَهه
َ منُوا وَ ال ِذِي َهه
َ نا
فْرلَنَا
ِ ْ م لَنَا نُوَرنَا وَاغ ِ ْ ن َربَِنَا اَت
ْ م َ م يَقُولُو َ ْ م وَبِاَي
ْ ِمانِه ْ ِاَيْدِيه
Şu âyetin umum mânasındaki tabakalarından bir tabaka-i işariyesi bu asra da bakıyor.
َ م لَن َا نُو
Çünki رن َا ِ ْ ن َربَِن َا اَت
ْ م
(1326)
َ يَقُولُوhem mânaca kuvvetli münasebeti var... Hem cifirce
bin üçyüz yirmialtı ederek o tarihteki harb inkılâbından neş'et eden fırtınaların
hengâmında herşey'i sarsan o fırtınaların ve harblerin zulümatından kurtulmak için nur arayan
mü'minler içinde, Resail-in-Nur Şâkirdleri az bir zaman sonra tezahür ettiklerinden bu âyetin
efrad-ı kesiresinden bu asırda bir mâsadakı onlar olduğuna bir emâredir. رلَن َا ِ ْ وَاغcümlesi
ْ ف
(1360)
bin üçyüz altmışa bakıyor. Demek bundan beş altı sene sonra istiğfar devresidir. Resail-
in-Nur Şâkirdleri o zamanda istiğfar dersini vereceğini remzen bir îmâdır.
iktibas olunan Risalet-ün-Nur, benim çok tecrübelerimle umum manevî derdlerime şifa
olduğu gibi Resâil-in-Nur Şâkirdleri dahi tecrübeleriyle beni tasdik ediyorlar. Demek Resâil-
in-Nur bu âyetin bir mâna-yı işârîsinde dahildir. Bu duhulüne bir emâre olarak و َ ُما ه
َه
من ِهين ُ ْ ة لِل
ِ مو ٌ م ْ شفَائٌ وََر
َ ح
(1339)
ِ nin
makam-ı cifrîsi bin üçyüz otuzdokuz ederek aynı
tarihte Kur'ân'dan ilham olunan Resail-in-Nur bu asrın manevî ve müthiş hastalıklarına şifa
olmakla meydana çıkmağa başladığından, bu âyet ona hususî remzettiğine bana kanaat
veriyor. Ben kendi kanaatımı yazdım, kanaata itiraz edilmez.
(Hâşiye):
Risalet-in-Nur'un mertebesi ikinci ve üçüncüde olduğuna işarettir. Risalet-in-Nur vahiy değil
ve olamaz. Ancak ilham ve istihractır.
76
ت الْقُْرا ِه
ن َ ب تِل ْه
ك ايَا ُه ت الْكِتَا ِه َ ب تِل ْه
ك ايَا ُه ت الْكِتَا ِه َ تِل ْهfermanlariyle
ك ايَا ُه Kur'ân-ı
Mu'ciz-ül-Beyan ilânat yapıyor. Öyle de, bu dehşetli asırda dahi bir mâna-yı işârîsiyle o âyât-ı
Furkaniye'nin bürhanları ve hakkaniyetinin alâmetleri ve hakikatlarının hüccetleri ve Hak
Kelâmullah olduğuna delilleri olan Resail-in-Nur mâna-yı işârîsi ile alâmet ve bürhan ve
emâre ve delil mânasiyle âyâtın âyetleri diye tekrar ile بِ ت الْكِتَا َ ْ تِلferman ederek
ُ ك ايَا
nazar-ı dikkati Kur'ân hesabına bu asra bu çekip bu asırdaki Resail-in Nuru haber veriyor
îtikad ediyorum. Evet herbir cihet ile ayn-ı şuur olan âyât-ı Kur'âniye'nin böyle yirmi vechile
ve yirmi parmakla aynı şey'e müttefikan işaretleri tasrih derecesinde bana kanaat veriyor.
Benim kanaatıma iştirâk etmiyen bu ittifaka ne diyecek? Ve ne diyebilir? Hangi kuvvet bu
ittifakı bozar! Resail-in Nur bu asra gelen işârât-ı Kur'âniyeye hususî bir medar-ı nazar
olduğuna kimin şüphesi varsa Kur'ân'ın kırk vecihle mu'cizesini isbat eden Mu'cizat-ı
Kur'âniye namındaki Yirmibeşinci Söze ve Yirminci Söz'ün ikinci makamına ve haşre dair
Onuncu Söze ve Yirmi dokuzuncu Sözlere baksın, şüphesi izale olmazsa gelsin parmağını
gözüme soksun.
böyle işarete lâyık delilleridirler diye remzen Resail-in-Nur'u bir işarî mânasının küllî
dairesine hususî ve medar-ı nazar bir ferdi olarak dahil ediyor. Elhâsıl: Nasılki bu âyette
bulunan işarî mâna yedi sûrede yedi işaret hükmünde olup delâlet eder belki sarahat
derecesine çıkarıyor. Aynen öyle de: يم ٍ ِستَق
م ْهُ طٍ صهَرا
ِ deki remzi dahi, yedi - sekiz
sûrelerde bulunmakla yedi - sekiz remz hükmünde olarak o remzi, işareti belki delâlet belki
sarahat derecesine çıkarıyor.
[İHTAR] Külfetsiz olmak üzere birden hatıra gelen işârat kaydedildi. Tekellüfe
girmemek için işaretli otuzüç âyetin çok işâratı kaydedilmedi.
[İzahtan Evvel Mühim Bir İhtar] Lüzumlu (dört - beş nokta) beyan edilecek.
[Birinci Nokta] Hadîste vârid
79
olduğu gibi, "Herbir âyetin mana mertebelerinde bir zahiri, bir bâtını, bir haddi, bir muttalaı
vardır. Ve bu dört tabakadan herbirisinin hadîsçe (şücun ve gusûn) tabir edilen füruatı, işaratı,
dal ve budakları vardır." mealindeki hadîsin hükmüyle, Kur’ân hakkında nâzil olan bu âyet-i
kudsiye, fer'î bir tabakadan ve bir mana-yı işarîsi ile de Kur’ân ile münasebeti çok kuvvetli bir
tefsirine bakmak, şe'nine bir nakîse değildir. Belki o lisan-ül gaybdaki i'caz-ı manevîsinin
muktezasıdır.
[İkinci Nokta] Bir tabakanın mâna-yı işârisinin külliyetindeki efradının (bu asırda
tezâhür eden ve münasebeti pek kuvvetli) bir ferdi Risalet-ün-Nur olduğuna, onu okuyan
herkes tasdik eder. Evet ben Risalet-ün-Nur'un has şâkirdlerini işhad ederek derim: Risalet-
ün-Nur sair te'lifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamıştır. Kur'ân'dan başka
me'hazı yoktur. Kur'ân'dan başka üstadı yoktur. Kur'ân'dan başka mercii yoktur. Te'lif olduğu
vakit hiçbir kitab müellifin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur'ân'ın feyzinden
mülhemdir ve semâ-i Kur'ânîden ve âyâtının nücumundan ve yıldızlarından nüzul ediyor.
[Üçüncü Nokta] Resail-in-Nur baştan başa ism-i Hakîm ve Rahîm'in mazharı
olduğundan bu üç âyetin âhirleri ism-i Hakîm ile ve gelecek yirmibeşinci âyet dahi Rahman
ve Rahîm ile bağlamaları münasebet-i maneviyeyi cidden kuvvetlendiriyor. İşte bu kuvvetli
münasebet-i maneviyeye binaen deriz ki: ب ِ ل الْكِتَا
ُ تَنْزِيcümlesinin sarih bir mânası asr-ı
saadette vahiy suretiyle (Kitab-ı Mübîn)'in nüzulü olduğu gibi.. mâna-yı işârîsiyle de, her
asırda o Kitab-ı Mübîn'in mertebe-i arşiyesinden ve mu'cize-i maneviyesinden feyz ve ilham
tarikıyle onun gizli hakikatları ve hakikatlarının bürhanları iniyor, nüzûl ediyor diyerek şu
asırda bir şâkirdini ve bir lem'asını cenah-ı himâyetine ve daire-i harîmine bir hususî iltifatla
alıyor.
[Dördüncü Nokta] İşte bu risalede otuzüç âyet-i meşhurenin bil'ittifak, tekellüfsüz,
mânaca ve cifirce Resail-in-Nur'un başına parmak basmaları ve başta Âyet-in-Nur on
parmakla ona işaret etmesi eskidenberi ulema ortasında ve edibler mabeyninde meşhur bir
düstur ve hakikatlı bir medar-ı istihracat ve hattâ hususî tarihlerde ve mezar taşlarında
ediplerin istimal ettikleri mâruf bir kanun-ı ilmî iledir. Eğer o kanuna tasannu karışmazsa,
işâret-i gaybiye olabilir. Eğer sun'î ve kasdî yapılsa, yalnız bir letâfet,
80
bir zerâfet, bir cezâlet olur. Evet edipler hususî ve şahsî tarihlerde onun taklidini yapmakla
kelâmlarını güzelleştirmişler. Hem cifir ilminin en esaslı bir kaidesi ve mühim bir anahtarı
olan makam-ı ebcedî ile işaret ise: Her cihet ile ayn-ı şuur ve nefs-i ilim ve mahz-ı irade ve
tesadüfî halleri olmayan ve lüzumsuz maddeleri bulunmayan Kur'ân'ın bu kadar âyât-ı
meşhuresi icma' ile ittifak Risale-in-Nur'a işaretleri ve tevâfukları sarahat derecesinde onun
makbuliyetine bir şehadettir. Ve hak olduğuna bir imzadır ve şâkirdlerine bir beşarettir.
[Beşinci Nokta] Bu hesab-ı ebcedî, makbul ve umumî bir düstur-ı ilmî ve bir kanun-ı
edebî olduğuna deliller pek çoktur. Burada yalnız dört - beş tanesini nümune için beyan
edeceğiz.
(A.S.M.)
[Birincisi] Bir zaman Benî-İsrail âlimlerinden bir kısmı huzur-ı Peygamberîde
sûrelerin başlarındaki م ٓ ص ال ٓه
ٓ كٓهٰيٰعٓهgibi mukattaat-ı hurufiyeyi işittikleri vakit, hesab-ı
(A.S.M.)
cifrî ile dedilerki: "Ya Muhammed! Senin ümmetinin müddeti azdır." Onlara mukabil
dedi: "Az değil." Sair sûrelerin başlarındaki mukattaatı okudu ve ferman etti, "Daha var."
Onlar sustular... [İkincisi] Hazret-i Ali Radiyallahu Anh'ın en meşhur kaside-i Celcelûtiyesi,
baştan nihâyete kadar bir nevi hesab-ı ebcedî ve cifir ile te'lif edilmiş ve öyle de matbaalarda
(R.A.)
basılmış. [Üçüncüsü] Cafer-i Sâdık Radıyallahü Anh ve Muhyiddin-i Arabî gibi esrar-ı
gaybiye ile uğraşan zâtlar ve esrar-ı huruf ilmine çalışanlar, bu hesab-ı ebcedîyi gaybî bir
düstur ve bir anahtar kabul etmişler. [ördüncüsü] Yüksek edipler bu hesabı, edebî bir kanun-ı
letâfet kabul edip eski zamandan beri onu istimal etmişler. Hattâ letâfetinin hatırı için irade ve
sun'î ve taklidî olmamak lâzım gelirken, sun'î ve kasdî bir surette o gaybî anahtarların
taklidini yapıyorlar. [Beşincisi] Ulûm-ı riyaziye ulemasının münasebet-i adediye içinde en
lâtif düsturları ve avamca hârika görünen kanunları, bu hesab-ı tevâfukînin cinsindendirler.
Hattâ fıtrat-ı eşyada Fâtır-ı Hakîm bu tevâfuk-ı hesabîyi bir düstur-ı nizam ve bir
kanun-ı vahdet ve insicam ve bir medar-ı tenasüb ve ittifak ve bir namus-ı hüsn-i ittisak
yapmış. Meselâ: Nasılki iki elin ve iki ayağın parmakları, âsabları, kemikleri, hattâ
hüceyratları, mesâmatları hesabca birbirine tevâfuk ederler. Öyle de: Bu ağaç bu baharda
geçen bahardaki çiçek, yaprak, meyvece tevâfuk ettiği gibi, bu bahar dahi az bir fark ile geçen
bahara tevâfuk ve istikbal baharları dahi mâzi baharlarına ihtiyar ve irâde-i İlâhiyeyi gösteren
sırlı az fark ile muvafakatları,
81
Sâni-i Hakîm-i Zülcemâl'in vahdetini gösteren kuvvetli bir şahid-i vahdaniyettir. İşte mâdem
bu tevâfuk-ı cifrî ve ebcedî, bir kanun-ı ilmî ve bir düstur-ı riyazî ve bir namus-ı fıtrî ve bir
usûl-i edebî ve bir anahtar-ı gaybî oluyor. Elbette menba-ı ulûm ve mâden-i esrar ve fıtratın
tercüman-ı âyât-ı tekvîniyesi ve edebiyatın mu'cize-i kübrâsı ve lisan-i gayb olan Kur'ân-ı
Mu'ciz-ül-Beyan, o kanun-ı tevâfukîyi, işârâtında istihdam ve istimal etmesi i'cazının
muktezasıdır. İhtar bitti, şimdi sadede geliyoruz.
Sûre-i Zümer, Câsiye, Ahkaf'ın başlarındaki يز ِ ِالله ِه الْعَز
ِٰ ن
َ م ِ ل الْكِتَا
ِ ب ُ تَنْزِي
يمه َ ْ ال
ِ ِ حك olan âyetlerin sâbık ihtarın ikinci noktasında, münâsebet-i maneviyesi beyan
edildiğinden burada yalnız cifrî remzini beyan edeceğiz. Şöyle ki: İki تsekizyüz(800), iki ن
yüz , iki م كkırk(40), üç زyirmibir(21), üç يotuz(30), bir بbir حon(10),
(100) (80)
ِ seksen , iki
(Lafz-ı Allah) altmış yedi , bir عyetmiş , dört لdört "elif" yüz yirmi dört
(67) (70) (124)
olup
(1342)
yekûnü bin üçyüz kırkiki ederek bu asrın şu tarihine nazar-ı dikkati celbetmekle beraber,
Kur'ân'ın tenziliyle çok alâkadar bir Nura parmak basıyor. Ve o tarihten az sonra Mu'cizat-ı
(A.S.M.)
Ahmediye Risalesi ve Yirminci ve Yirmidördüncü Mektublar gibi Risalet-ün-Nur'un en
nuranî cüzlerinin meydan-ı intişara çıkmaları ve Kur'ân'ın kırk vecihle i'cazını isbat eden
Mu'cizat-ı Kur'âniye Risalesiyle haşre dair Onuncu Söz'ün ikisinin kırkikide intişarları ve
kırkaltıda fevkalâde iştiharları aynı tarihte olması bir kuvvetli emâredir ki, bu âyetin ona
hususî bir iltifatı var. Hem nasılki bu âyetler te'lif ve intişarına işaret ederler, öyle de; yalnız
ل الْكِتَا ِه
ب ُ تَنْزِيkelimesi Risalet-ün Nur'un ismine -şeddeli "nun" bir "nun" sayılmak
cihetiyle- gâyet cüz'î bir fark ile tevafuk edip remzen bakar, kendine kabul eder. Çünki
ل الْكِتَا ِه
ب ُ تَنْزِيkelimesi dokuzyüz ellibir(951) ederek Risalet-ün Nur'un makamı olan
(948)
dokuzyüz kırksekize sırlı üç farkla tevafuk noktasından bakar. Birden hatıra geldi ki: Bu
üç farkın sırrı ise Risalet-ün-Nur'un mertebesi üçüncüde olmasıdır. Yani vahiy değil ve
olamaz. Hem umumiyetle dahi ilham değil, belki ekseriyetle Kur'ân'ın feyziyle ve medediyle
kalbe gelen sünühat ve istihracat-ı Kur'âniyedir. Cay-ı dikkattir ki birinci م
ٓ ٰ حolan Sûre-i
يمه ْ ْ الله ِه
ِٰ ن ل الْكِتَا ِه
ُ تَنْزِي
Mü'min'de ِ ِ ( العَزِيزِ العَل1370) م َه
ِ ب makam-ı cifrîsi, bazı mühim
âyetler gibi bin üçyüz yetmişe bakıyor. Acaba onbeş - yirmi sene sonra başka bir nur-ı
Kur'ân mı zuhur edecek.. yahut Resail-in Nur'un bir inkişaf-ı fevkalâde ile bir fütuhatı mı
olacak bilmediğimden o kapıyı açamıyorum.
82
(1349)
bin üç yüz kırk dokuz eder. Bu müjde-i Kur’âniyenin binden bir vechinin bize teması, bin
hazineden daha ziyade kıymetdardır. Bu müjdenin bir müjdecisi bir sene evvel görülmüş bir
rü'ya-yı sadıkadır. Şöyle ki: Isparta'da başımıza gelen bu hâdiseden bir ay evvel bir zât
rü'yasında ona deniliyor ki: "Resail-in Nur Şakirdleri, İman ile kabre girecekler, imansız
vefat etmezler." Biz o vakit o rü'yaya çok sevindik. Demek o müjde bu müjde-i Kur'âniyenin
(Hâşiye)
bir müjdecisi imiş.
(Hâşiye):
Cihan saltanatından daha ziyade kıymetdar bir müjde-i Kur'âniye ve bir beşâret-i semâviye bu
sahifede yani bu 83. sahifede vardır.
85
َ ْ اِلَي
[YİRMİDOKUZUNCU ÂYET] Sûre-i İbrahim'in başında ك ُ ب اَنَْزلْنَاه ٌ كِتَا
ُ
ِ ِط الْعَز
يز ِ م اِلَى
ِ صَرا ِ ْ ت اِلَى النُِورِ بِاِذ
ْ ِن َربِه َ ُ ن الظ ِل
ِ ما َ م َ ج النَِا
ِ س َ ِخر ْ ُ لِت
د
ِ مي َ ْ الâyetidir. Şu âyetin dört-beş cümlesinde dört-beş îma var. Mecmuu bir işaret
ِ ح
hükmüne geçer.
86
[Birincisi] مْ ن َربِهِ هِ اِلَى النُِورِ بِاِذ ْ هcümlesi ifade eder ki, (Kitab-ı Mübîn)
vasıtasiyle, ondördüncü asırdaki zulümattan, insanlar (biiznillâh Kur'ân'dan gelen bir nur ile
çıkarlar.) Bu meal ve hususan nur lafzı, Resail-in Nur'a mutabık olduğu gibi, makam-ı cifrîsi
şeddeli ن َهiki ن
(1338)
َهolmak üzere bin üçyüz otuzsekiz veya dokuz ederek harb-i umumî
zulümatında te'lif edilen ve Resail-in Nur'un fatihası olan İşarat-ül İ'caz Tefsirinin, o zulmetler
içindeki zuhuru tarihine tam tamına tevafuku ve âyetteki Nur kelimesi Risale-i Nur'daki Nur
lafzına îma ile bakıyor.
[İkincisi] ِميد َ ْ ط الْعَزِيزِ ال
ِ ح ِ صهَراِ اِلَىcümlesi evvelki cümledeki Nur'u tarif
ederek der: O Nur Cenab-ı Hakk'ın İzzet ve Mahmudiyetini gösteren yoldur. Bu cümlenin
veya elli olarak Resail-in Nur'un şeddeli ن
َ bir ن
(548)
makam-ı ebcedîsi beşyüz kırk sekiz َ
(548)
olmak üzere, adedi olan beşyüz kırksekize tam tamına tevâfuk eder. Eğer okunmayan iki
(elif) sayılsa, mertebesine işaret eden iki farkla yine tam tamına tevâfuk eder. Bu îmayı te'yid
eden, hem letâfetlendiren bir münasebet var. Şöyle ki: Âlem-i İslâm için dehşetli asır altıncı
asır ile Hülâgu fitnesi ve onüçüncü asrın âhiri ve ondördüncü asır ile harb-i umumî fitneleri ve
neticeleri olduğu münasebetiyle bu cümle makam-ı ebcediyle altıncı asra ve evvelki cümle
gibi ِميد َ ْ اَلْعَزِيزِ الkelimeleri ile bu asra, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid
ِ ح
devirlerine îma eder. Hem, sâbık âyetlerde ise, Resail-in-Nur'un ikinci ismine tevâfukla işaret
eden umum o âyetler, dehşetli asır olan Hülâgû ve Cengiz asrına dahi îma ederler. Hattâ o
âyetlerin hem o asra, hem bu asra îmaları içindir ki, Hazret-i Ali Radıyallahü Anh Ercûzesinde
(R.A.)
ve Gavs-ı A'zam Kasîdesinde Resail-in-Nur'a kerametkârane işaret ettikleri vakit hem o
asra, hem bu asra bakıp hiddetle işaret etmişler.
ُ ُ
[Üçüncüsü] ت َ ُ ن الظ ِل
ما ِه م َه
ِ kelimesindeki ت َ ُ اَلظ ِلın adedi bin üçyüz
ما ِه
(1372)
yetmişiki ederek bu asrın zulümleri, zulmetleri ne vakte kadar devam edeceğini, o
zulmetlerin içinde bir Nur daima tenvire çalışacağına îma ile Risale-i Nur'un tenvirine remzen
bakar.
[Dördüncüsü] س ج النَِا َه
َ خرِه
ْ ُ لِتcümlesi diyor ki: "Bin üçyüz kırkbeşte(1345)
Kur’ândan gelen bir Nur ile
87
(1345)
insanlar karanlıklardan ışıklara çıkarılacak." Bu meal ise, bin üçyüz kırkbeşte fevkalâde
tenvire başlayan Resail-in Nur'a tam tamına hem cifirce, hem mealce muvafık ve mutabık
olmakla Risale-i Nur'un makbuliyetine îma ediyor belki remzediyor.
[Beşincisi] كَ ب اَنَْزلْنَا ه ُ اِلَي ْه
الٓرٰ كِتَا ٌهdeki ك
َ اِلَي ْهkelimesi Kur’âna has baktığı
ُ ب اَنَْزلْنَا
için hariç kalmak üzere, ه ٌ الٓرٰ كِتَاcümlesinin makamı Risalet-ün Nur'un birinci
ismine tam tamına tevafuk etmesi Risalet-ün Nur'u, Kitab-ı Münzel'in tam bir tefsiri ve
manası olduğunu ve ondan yabani olmadığını remzen ifade eder. Çünki ٰ الٓرüçyüz
ب
ٌ كِتَا ُ اَنَْزلْنَا
ه
(382) (423) (144)
sekseniki, dörtyüz yirmiüç, yüz kırkdört, yekûnü dokuzyüz
(949) (999)
kırkdokuz ; eğer tenvin "nun" sayılsa dokuzyüz doksandokuz ederek Risalet-ün Nur'un
(948)
-eğer şeddeli "nun" bir "nun" sayılsa- adedi olan dokuzyüz kırksekize eğer şeddeli "nun"
(998)
iki "nun" olsa, dokuzyüz doksansekize sırlı yani vahiy olmadığını ifade için birtek fark ile
tevafuk edip ona îma eder.
[Elhâsıl] Bu birtek âyette mezkûr beş cümlenin münasebet-i maneviyeyi gözeterek
beş adet îmaları bir kuvvetli işaret, belki delâlet hükmüne geçebilir kanaatı bana bunu
yazdırdı. Hatâ etmiş isem Kitab-ı Mübîn'i şefaatci edip Erhamürrâhimîn'den kusurumun afvını
niyâz ederim.
َ َ
م َ ْ م ال
ُ حكِي ُ ت الْعَلِي
َ ْ ك اَن
َ َِ متَنَا اِن
ْ ِ ما ع َل َ ْ عل
َ ِ م لَنَا اِل ِ َك ل
َ َ حان
َ ْ سب
ُ
ِ ِ ن الَِر
حيم ِ ٰحم ِٰ ِ سم
ْ الله ِه الَِر ْ ِب
Yirmidokuzuncu Âyetin Sehvine Dair Tafsilât
Küçük bir sehivden kuvvetli bir işaret-i gaybiye gördüm. Ondan bildim ki o sehiv
bunun için olmuş.
Şöyle ki: Birinci Şua olan İşarat-ı Kur’âniye Rislaesinin yirmidokuzuncu âyeti Sure-i
ُ
İbrahim'in başında, ت اِلَى َ ُ م نَه الظ ِل
ما ِه َ ج النَِا
ِ سه َ خرِه َ ب اَنَْزلْنَاه ُه اِلَي ْه
ْ ُ ك لِت الٓرٰ كِتَا ٌه
ْ ِ ن َرب ِه
م ْ النُِورِ بِاِذ
ِ (1334) içinde ِ ْ اِلَى النُِورِ بِاِذ
ْ ِ ن َرب ِه
م cümlesine makam-ı cifrîsi bin üçyüz
otuzdört ederek Risale-i Nur'un fatihası olan İşarat-ül İ'caz Tefsirinin zuhuru ve tab'ı
tarihine tevafukla bakar denilmiş. Halbuki melfuz harflerinin makamı, bin üçyüz
(1339)
otuzdokuz olup tefsirin fevkalâde iştiharı ve Dâr-ül Hikmet tarafından ekser müftülere
gönderilen nüshalar, müteaddid maddî ve manevî inkılabların sarsıntılarından
88
vikaye noktasında -çok emarelerle ve müftülerin itirafıyla- birer kal'a yerine geçmeleri ve
ekser müftülerin ellerinde birer elmas kılınç hükmüne geçmeleri tarihine tevafukla
takdirkârane bakar. Ve okunmayan iki (elif) sayılsa, bin üçyüz kırkbir (1341) edip Risale-i
Nur'un mebde-i zuhuruna tam tamına tevafukla bakar. Bu küçük sehiv şöyle bir mânayı
kuvvetli ihtar etti ki, o sûre-i İbrahim'in (Aleyhisselam) başındaki âyetin Risale-i Nur'a
remzen bakan yalnız onun dört cümlesi değildir, belki o birinci sahife âhirine kadar
münâsebât-ı maneviye cihetinde bir mâna-yı remziyle -efrad-ı kesiresi içinde- Risale-i Nur'a
gizli bir hususiyet ile îma eder, remzen bakar. Ben şimdi o hakikat-ı remziyeyi beyan
edemem. Yalnız kısa bir işaret edilecektir. Evet Risale-i Nur'un mayası ve meşrebi tefekkür ve
şefkat olduğu cihetle Hazret-i İbrahim'in (Aleyhisselam) hususî meşrebi olan tefekkür ve
şefkat noktasında tam tevâfuk etmek sırriyle şu sûre daha ziyade Risale-i Nur'u kucağına
alıyor. Baştaki âyet; dört cümle ile en karanlık bir asrın karanlık karanlık içindeki, zulmet
zulmet içindeki insanları nura çıkaran ve Kur'ân'dan çıkan bir nura parmak basıyor.Ve en
karanlık içinde bulunan Risale-i Nur'un cereyanına muhalif gidenleri târif ediyor.
[ÜÇÜNCÜ ÂYET]
َ
ِٰ ل
الله ِه ِ سبِي
َ ن َ صدُِو
ْ َن ع ُ َ خَرةِ وَي ِ حيَاة َ الدُِنْيَا ع َلَى اْل
َ ْ ن ال
َ حبُِو َ اَل ِذِي
ْ َن ي
ِ َ ست
جا
ً َعو ِ وَيَبْغُونَهَا
ٍل بَعِيدٍ َ ضل
َ ك فِى َ ِ اُولٰئ
Bu dahi, üç cümlesiyle bazı münasebat-ı maneviye ve muvafakat-ı mefhumiye
cihetinde hem Risale-i Nur'un mesleğine, hem mülhidlerin mesleğine îmaen bakar. Ve birinci
cümlesiyle der ki: "O bedbahtlar, bazı ehl-i imanın (imanları beraber olduğu halde) ve bir
kısım ehl-i ilm (âhireti tam bildikleri halde) onlara iltihak etmeleri delaletiyle, bilerek ve
severek hayat-ı dünyeviyeyi dine ve âhirete, yani ahireti elmas tanıdığı ve bulduğu halde beş
paralık şişeyi ona tercih etmek gibi; sefahet-i hayatı, dinî hissiyata muannidane tercih edip
dinsizlik ile iftihar ederler." Bu cümlenin bu asra bir hususiyeti var. Çünki hiçbir asır böyle bir
tarzı göstermemiş. Sair asırlarda o ehl-i dalalet âhireti bilmiyorlar ve inkâr ediyorlar. Elması
elmas bilmiyor, dünyayı tercih ediyor. Ve ikinci cümlesi olan ل ِ سبِي
ن َه َ صدُِو
ْ ن ع َه ُ وَ ي َه
ِٰ
الله ِه ile der ki: "O bedbahtların dalaleti, muhabbet-i hayattan ve temerrüdden neş'et ettiği
için kendi halleri ile durmuyorlar, tecavüz ediyorlar. Bildikleri ve onunla ecdadları bağlı olan
dinin adavetkârane, menbalarını kurutmak ve esasatını bozmak ve kapılarını ve yollarını
kapatmak istiyorlar."
89
hem tenvin hem şeddeliler sayılsa bin üçyüz altmışsekiz (1368) ederek Risale-i Nur'un beş
ُ
devresine ve beş vaziyetine remzen ve imaen bakar. تِ ماَ ُ ن الظ ِل
َ م َ م
ِ ك َ ْج قَو ْ َن ا
ْ ِ خر ْ َا
ِٰ ِ م بِاَيَِامه
ِاللههه ْ اِلَى النُِورِ وَذَكِِْرهُ ه
Beşinci Âyette م بِاَيَِام ِه
ْ اِلَى النُِورِ وَذَكِِْرهُ ه
cümlesinin makam-ı cifrîsi, şeddeliler birer sayılmak cihetiyle bin üçyüz elliiki (1352) ederek
Risale-i Nur'un şimdilik beyanına iznim olmayan ehemmiyetli vazifesinin ve bu evamir-i
Kur’âniyeyi imtisalinin tarihine tam tamına tevafuk-ı cifrî ve muvafakat-ı maneviye
karinesiyle ve kıssadan hisse almak münasebet-i mefhumiye remzi ile Risale-i Nur'a îmaen
bakar. Daha yazılacak çok gaybî işaretleri var, fakat izin verilmedi şimdilik kaldı.
۪ موا َه
صعيدًاطَيِبًا َِ َ مآءً فَتَي
ُ م َ âyeti mana-yı zahirisiyle diyor ki: Su bulamadığınız vakit
(1357)
temiz toprak ile teyemmüm ediniz. Ve mana-yı işarisiyle diyor ki: Binüçyüzelliyedi de
manevi ab-ı hayat menbaları kapatıldığı zamanda temiz toprağa kast ve teveccüh ediniz. Onda
bir menba-ı hayat ve bir maden-i nur bulursunuz.Bu âyetin işareti hususi bir surette Risale-i
Nur’a baktığına iki emare var.
۪ َ موا
[Birincisi] Bu صعيدًاطَي ِبًا َِ َ مآءً فَتَي
ُ م َ جدُوا ْ َ فَلâyetinin makam-ı ebcedisi
ِ َم ت
(1357)
ve cifrisi binüç- yüzelliyedi eder. O tarihlerde medreselerin ve irşadgahların seddiyle ve
ehl-i ilmin sarıklarının açılmasıyla manevi susuzluk başladığı hengamda Risale-i Nur hakaik-i
imaniye cihetinde onbeş senede kazanılan iman-ı tahkikiyi on beş haftada belki onbeş günde
belki tam müsteidlere onbeş saatte sarsılmayacak derecede iman-ı tahkikiyi kazandırması kavi
bir emaredir ki şu işaret ona hususi bakar.
[İkinci Emare] صادVe سينbirbirine tam kardeş olması ve bir kelimede birbirinin
yerine geçmesi münasebetiyle bu âyetteki صعي۪دًا
َه kelimesindeki ص سokunsa Risale-i
Nurun tercümanını göstermesi hem bu cümlenin birinci mukaddimesi olan م
ُ ُ ست َ ٰاَوْل
م ْه
َسآء
َ الن ِ ِهfıkrasının işaretiyle kadınların çıplak bacak olarak erkeklere karışması ve Risale-i
Nur’un şiddetli taarruzlar içinde tesettür lehinde kuvvetli mukavemeti zamanına şeddeli نiki
نolmak üzere makam-ı ebcedisi ًمآءَ جدُوا ْ فَل َهile beraber bin üç yüz kırk yedi
ِ َم ت
(1347)
adediyle parmak basması َر ٍ سهفَ اَوْع َلٰىfıkrasının işaretiyle umumi harplerin asrında her
millet seferberlik vaziyetinde bulunması ve ط ِ ن الْغَآئ ِه
م َه
ِ مْ منْك ُه َ َ جآءَ ا
ِ ٌ حد َ ْ اَوfıkrasının
makam-ı ebcedisiyle hem bu senenin tarihini hem م ْ فَل َه
(1357)
aynen bin üç yüz elli yedi
۪ موا َهه
صعيدًاطَيِبًا َِ َ مآءً فَتَي
ُ م َ جدُوا ِ َ تcümlesinin aynı tarihini göstermesiyle beraber
müteaffin çukur manasında olan ط ْ غَآئ ِهden yani manevi bataklıktan çıktığınız ve
temizlenmek için su aradığınız zaman manasını ifade etmesi latif ve kuvvetli bir emaredir ki
۪ موا َه
صعيدًاطَيِبًا َِ َ مآءً فَتَي
ُ م َ جدُوا ْ فَل َهâyetinin işareti bu asra ve Risale-i Nur’a bir
ِ َم ت
hususiyeti var ve remzen ona bakar. Evet makam-ı ebcedisi ve cifrisi tenvinler halet-i vakıfta
eder.Çünki iki ت
(1357)
elifler sayılmak ve şeddeli bir sayılmak cihetiyle binüçyüzelliyedi
birinci فseksen , üç م
(800) (80)
sekizyüz,
92
ikinci فiki yüz(200) , dördüncü مbir صbir عiki yüz(200), لve iki ىelli(50), iki وiki د
bir جdört الفyirmiyedi
(27) (1357) (Hâşiye-1) (Hâşiye-2) (Hâşiye-3)
eder.Yekünü binüçyüzelliyedi olur.
(Hâşiye-4) (Hâşiye-5)
(Hâşiye-1)
Yani turabın manevi hassası olan mahviyet ve terk-i enaniyet ve tevazu ile topraktan
çıkan temiz ve şüphesiz bir su ile temizleniniz. م ْ م وَاَيْدِيَك ُه
ْ جوهِك ُه
ُ ُحوا بِو
ُ س ْ فَا
م َه
cümlesinin iması ve remzi ile o menbadan gelen nura yüzünüz ile müteveccih olup,mütalaa ve
istifade ediniz ve ellerinizde kalemlerle neşredip halkları sukut-ı ahlaktan suuda ve terakkiye
çıkmalarına çalışınız.
(Hâşiye-2)
ًمآء
َ جدُوا ْ َ سآءَ فَل
ِ َم ت َ ِ م الن
ُ ُ ست َ ٰاَوْل
ْ م
makam-ı cifrisi olan binüçyüzkırkyedi
(1347)
edip aynı tarihte cazibedar fitne-i nisaiye ehl-i islamı içine cezbetmesi ve ref-i tesettürün
resmileşmesidir ve Risale-i Nur’un tam mücahedesi aynı tarihine muvafakati bu emareyi tam
kuvvetlendiriyor.
(Hâşiye-3)
Bu dört cümlenin münasebet-i maneviyeleri ile ve üç cümlenin üç makam-ı ebcedileri ile bu
zamanımızdaki Risale-i Nur’un hizmetine tam mutabakatı o hususiyeti ispat eder.
(Hâşiye-4)
Salahaddin pederiyle beraber bu âyette bir işaret var diye icmalen hissedip sordu,gece de
manevi bir ihtar ile bu cevab geldi.
(Hâşiye-5)
Birinci şuaın otuzüç âyetinden otuzbirinci âyetinin dört sene sonra zuhurunun sırrı her iki
ُ َ لَيَعْل
cümlesiyle bu senenin aynı tarihini göstermesidir. م ب ُ َ الل ُهه اَع ْل
َِ م بِا
ْ صوَا ِٰ َو
ِٰ َِ الْغَيْبُاِل
الل ُهه
93
işarisinde ikinci emarenin birinci noktasında س harfi ص harfinin altında gizlenmesi ve
ص görünmesinin iki remzi var. (Birisi): Said toprak gibi mahviyet ve terk-i enaniyet ve
tevazu-ı mutlakta bulunması şarttır, ta ki; Risale-i Nuru bulandırmasın, tesirini kırmasın.
İkincisi: Şimdiki bataklığa ve manevi tağuta sukutun sebebi ise terakki etmek fikrinden neşet
ettiği cihetiyle onların hatalarını gösterip Müslüman için suud ve terakki ancak İslamiyet’te ve
imanlı olmakta olduğuna işaret etmektir.
[ Risale-i Nur'un faal bir şakirdi olan Ahmed Nazif’in bir fıkrasıdır. ]
[Otuzikinci Âyet] Bunu hem Birinci Şua'ın otuzikinci âyeti olarak, hem Yirmiyedinci
Mektub'un fıkralarında kaydetmek münasib görüldü. O kendisi Ahmed Nazif diyor. Gelen
âyetleri hâfızdan dinledim. Sure-i Ahzab'dan:
َ َ
نَ صيلً * يَا اَيُِهَا ال ِذِي ِ َ حوه ُ بُكَْرة ً وَا ُ ِ سب
َ َه* و ُ ُ ملٰئِكَت َ َم و ْ ُ صل ِِى ع َلَيْك َ ُ هُوَ ال ِذِى ي
الل َهه ذِكًْرا كَثِيًرا ِٰ منُوا اذ ْكُُروا َ ا
ُ
ِ ُِ ت اِلَى الن
ور ِ ما َ ُ ن الظ ِل َ م ِ م ْ ُ جك َ ِخر ْ ُ جًرا* لِي ْ َم ا ْ ُم وَاَعَد َِ لَه ٌ َ سل َ ه ُ َ م يَلْقَوْن ْ ُحيَِتُه
َ ْم يَو ِ َت
ماً حي ِ ن َر َ منِي
ِ مو ُ ْ ن بِال َ وَكَا
* شاهِدًا َ َ سلْنَا َ ى اِنَِا اَْر
ُِ ِ منِيًرا * يَا اَيُِهَا النَِب ُ جا ً سَرا ِ َالله ِه بِاِذ ْنِهِ و ِٰ عيًا اِلَى ِ وَدَا
ما ً ري ِ َ شًرا َونَذِيًرا* ك ِ َ مب ُ َو
ضل ً كَبِيًراْ َالله ِه ف ِٰ ن َ مِ م ْ ُن لَه َِ َ ن بِا َ منِي ِ موُ ْ شر ال ِ َ ظيم * وَب ۪ َه الْع ُصدَقَ ِٰالل َ
Bu âyetlerde Risale-i Nur'a îma ve remz ve belki işaretler var, diye hissettim. Evet
madem bu âyet gibi vazife-i risalet ve davete bakan âyetler her asra bakıyorlar her asırda
efradları ve mâsadakları var. Ve madem bu âyetlerde Resul-i Ekrem'e (Aleyhisselâtü
Vesselâm)’a verilen sıfatlar ve ünvanlar her zamanda cereyan ediyor ve her bir asırda
hükmetmek haysiyetiyle o ünvanların altında mana-yı remziyle Risale-i Nur gibi o vazifeyi
yerine getiren eserler ve zâtlar bu gibi âyâtın şümullü dairelerine girmeleri, Kur’ândaki i'caz-ı
manevîsinin şe'nidir belki muktezasıdır ve lâzımıdır. Ve madem Risale-i Nur, bu acib asırda
müstesna bir surette bu âyetin işaret ettiği vazifeyi yapıyor ve manasının daire-i külliyesinde
bir ferdidir. Elbette müteaddid emarelerle ve gizli karinelerle diyebiliriz ki; bu âyet dahi
Birinci Şua'ın sair otuzbir aded âyetleri gibi Risale-i Nur'a mana-yı işariyle bakar. Şöyle ki:
94
ُ
ما
ً حي
ِ ن َر
َ منِي ُ ْ ن بِال
ِ مو َ ت اِلَى النُِورِ وَكَا َ ُ ن الظ ِل
ِ ما َ م ْ ُ جك
ِ م َ ِخر
ْ ُ لِي cümlesi, mana-yı
(1370)
işarîsiyle Binüçyüzyetmişe kadar tecavüz eden en karanlık bir zulmetten sizi ey ehl-i
iman ve Kur’ân! Kur’ândan gelen Nurlara ve imanın ışıklarına çıkaran ve isminde Nur ve
manasında rahîmiyet bulunan ve ism-i Nur ve ism-i Rahîm'in mazharı olan bir lem'a-i
Kur’âniyeye ve bu asrımıza bakıp îma ediyor. Mana mutabakatından başka, bir emare ve
karinesi budur ki: ما
حي ًه
ِ ن َر
منِي َه ُ ْ ن بِال
ِ مو اِلَى النُِورِ وَكَا َهfıkrasının makam-ı cifrîsi
(947)
dokuz yüz kırk yedi edip Risalet-ün Nur veya Risalet-i Nur olan isminin makamı olan
dokuz yüz kırk yedi
(947)
adedine tam tamına tevafuk ediyor. راً شِ َ مب َ َ سلْنَا
ُ َشاهِدًا و َ اِن َِا اَْر
cümlesi, -şedde sayılmaz ve âhirde tenvin vakıftır, elif sayılır- makam-ı cifrîsi binüçyüz yirmi
(1323)
üç tarihini gösterir ve o tarihte, Merkez-i Hilafette dehşetli bir inkılabın mebde-i infilâkı
içinde ye'se düşen ehl-i imana müjde verip, İslâmiyet'in hakkaniyetine ve kuvvetine kuvvetli
şehadet eden ve veraset-i nübüvvet noktasında davette bulunan bir şahide işaret eder. را ً وَنَذِي
ِٰ عي ًا اِلَى
الله ِه ِ وَ دَا cümlesi -tenvinler vakf olmadığından sayılır- makam-ı cifrîsi binikiyüz
(1256)
elli altı tarihini göstermekle, bu asıra ve bu zamandaki İslâmiyetin inhisafını bir asır
evvel ihzar eden mukaddematına bakarak, ِاللههِٰ عي ًها اِلَى
ِ ( وَ دَاHâşiye-1) kelimesi Risale-i
(191)
Nur'un bir ismi olan Bediüzzaman'ın yüz doksan bir adedine tamtamına tevafukla îma
eder ki; Risale-i Nur dahi, o inhisaf içinde bir (dâî-i ilallah)tır. را
ً منِي
ُ جا
ً سهَرا ۪ بِاذ ْن ِه
ِ َه و
(Hâşiye-2)
kelimesi ise tam tamına Risale-i Nur'un bir ismi olan "Siracünnur"a lafzen ve manen
ve cifren tevafukla bakar. را
(R.A.)
ً منِي ِ ُِ م ى( النdaki şeddeli نmukabilidir. Evet İmam-ı
ُ daki (ور
Ali keramet-i gaybiyesinde Risale-i Nur'a "Siracün-Nur" namını vermesi, bu âyetin bu
fıkrasından mülhemdir denilebilir ve çekinmeyerek deriz.
(Hâşiye-1):
ِٰ عي ًها اِلَى
الله ِه ِ وَ دَا kelimesi, Risale-i Nur'un bir ismi olan Bediüzzaman'ın makamına
tam tamına tevafuku ve manen mutabakatı olduğu gibi, yalnız عي ًا ِ وَ دَاkelimesi de, Risale-i Nur'un
tercümanı olan Said ismine üç harf ile ittihad ve üç farkla tevafuk eder. Çünki tenvin ve elif ve vav
mecmuu 57'dir. س den (3) fark var.
: را
ً منِي جا
ً سَرا
ِ َ بِاِذ ْن ِهِ وbin üçyüz otuz(1330) ederek Risale-i Nur'un fatihası olan İşarat-
(Hâşiye-2)
ُ
tefsirinin zuhuruna tevafuku ve ِ بِاِذ ْن ِههdeki melfuz ىsayılsa bin üçyüz kırk
(1340)
ül İ'caz edip,
Risale-i Nur'un zuhuruna tetabuku ve birinci tenvin vakf olmadığından (nun) sayılsa, bin üçyüz
(1380)
seksen ederek Risale-i Nur'un o tarihte inşâallah Küre-i Arz'ı ışıklandıracak bir sirac-ı nuranî
olacağına bir remz-i Kur’ânîdir.
Risale-i Nur şakirdlerinden Tahsin
95
ِٰ ن
ِالله ه م َه ْ ن لَهُه
ِ م َِ ن بِا َه منِي ُ ْ شرِ ال
ِ مو
( َه1359) ِ َ وَ ب cümlesi, şedde sayılmak cihetiyle makam-ı
cifrîsi binüçyüz elli dokuz tarihini göstermekle bu asrımızın tam bulunduğumuz bu
senesine bakarak ehl-i imana bir büyük ihsanı var diye mana-yı remziyle haber veriyor. Biz
bakıyoruz, bu zamanda en büyük ihsan, imanı kurtarmaktır. Ve görüyoruz, imanı hârika
bürhanlarla kurtaran başta Risale-i Nur'dur. Demek bu zamana nisbeten bir "fadl-ı kebir"
Risale-i Nur’dur.
ً ضل ً كَبِي
Bu işareti kuvvetlendiren şudur: را ْ َ فdaki ًضل
ْ َ فkelimesi dokuzyüz
(Hâşiye)
(960)
altmış edip Risale-i Nur'un bu ismi, izafeten tavsif tarzına geçmekle "Risalet-i Nuriye"
(960)
olup, dokuzyüz altmış adedine manidar iki farkla tevafuku, onun başına remzen ve îmaen
parmak basmasıdır.
(Hâşiye):
Hem burada ً ض
ل ْ َ فkelimesi Risalet-i Nurun makamına kuvvetli tevafuku ve
müteaddid âyetlerde َٓ َ ن ي
شائ ْ م ۪ ْه يُوئ
َ ِتي ه ِ ل ِٰالل
ُ ض َ ِ ذٰ لdeki الله ِه
ْ َك ف ِٰ ل ْ َ فkelimesi
ُ ض
(947)
şedde sayılmazsa dokuz yüz kırk yedi ederek Risalet-i Nurun makam-ı cifrisi olan dokuz yüz kırk
(947)
yedi adedine tam tamına tevafuku ve tetabuku işaret derecesinde bir remizdir ki; Risalet-i Nur bu
(1359)
bin üç yüz elli dokuz tarihinde bir fazl-ı kebirdir ve bir Fazlullahdır ve her iki âyette bir medar-ı
nazardır ve kasden dahildir. ب
ْ صوَا ُ َ الل ُهه اَع ْل
َِ م بِا ِٰ َو
Risale-i Nur Şakirdlerinden Hilmi
96
ه ْ َ ه بِا
ِ مرِه ِٰ ى
الل ُ ه ْ َ َ
َ ِ حت ِهى يَات fıkrası dahi şedde sayılır makam-ı cifrîsi 1545 olup,
kâfirlerin başlarına kıyamet kopmasına îma eder. ِٰ َِ ب اِل
الل ُهه َ ْ م الْغَي
ُ َ ل َ يَعْل
(1500)
[Cây-ı dikkat ve hayrettir] ki, üç fıkra bil'ittifak bin beşyüz tarihini gösterme-
leriyle beraber, tam tamına manidar, makul ve hikmetli bir surette 1506'dan tâ 42'ye, tâ 45'e
kadar üç inkılab-ı azîmin ayrı ayrı zamanlarına tetabuk ve tevafuklarıdır. Bu îmalar gerçi
yalnız bir tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil, fakat birden ihtar edilmesi bana
kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat'î tarzda bir kimse bilmez; fakat böyle îmalar ile bir
nevi kanaat, ve bir galib ihtimal olabilir. Fatiha'da (sırat-ı müstakim) ashabının taife-i
َ
ْ ِت ع َلَيْه
kübrasını tarif eden م ْ َن اَنْع
َ م َ اَل ِذِيfıkrası, şeddesiz bin beşyüz altı
(1506) 7
veya yedi
ederek tam tamına قِه َ ْ ن ع َلَى ال
ِ ح ِ ِ ظَاهfıkrasının makamına tevafuku ve manasına
ري َه
tetabuku ve şedde sayılsa مت ِهى َِ ُ ن ا
م ْهِ ة ٌ َ ل َ تََزا ُ طَائِفfıkrasına üç manidar farkla tam
muvafakatı ve manen mutabakatı bu hadîsin îmasını teyid edip remz derecesine çıkarıyor. Ve
müteaddid âyât-ı Kur’âniyede (sırat-ı müstakim) kelimesi, bir mana-yı remziyle Risalet-in
Nur'a manaca ve cifirce îma etmesi remze yakın bir îma ile; Risalet-in Nur şakirdlerinin
taifesi, âhirzamanda o taife-i kübra-i a'zamın âhirlerinde bir hizb-i makbul olacağını işaret
eder diye def'aten birden ihtar edildi.
ِٰ َِ ب اِل
الل ُهه ُ َ الل هِ ل َ يَعْل
َ ْ م الْغَي ِٰ َ عنْد ُ ْ الْعِل
ِ م
تٌ ِ صلُهَاثَابْ َ جَرةٍ طَيِبَةٍ اَ شَ َة كً َ ة طَيِب َ ِ مثَل ً كَل
ً م ِٰ ب
َ الل ُهه َ ضَر َ ف ْ َ اَل
َ ْ م تََركَي
مآء َِ وَفَْرعُهَافِى ال
َ س
ً َ ة طَيِب
ة َ ِ كَلkelimesi tenvinler sayılır şedde sayılmaz,bin on birdir.
ً م (1011)
رسالت
النوري ِههnin makamına üç fark ile tevafuk eder ve ة ً َ ة طَيِب ً م َ ِ كَلmübarek ve güzel söz
manasıyla Risale-i Nur’un güzel sözlerine tetabuku ve ٍرةٍ طَيِبَة َ جَ ش َ َ كtenvinler ve şedde
(1344)
sayılmazsa bin üçyüz kırk dört ederek tam tamına Risaleten-Nur’un zuhur ve intişarına
ve yükselmesinin tarihine muvafakati ve manaca mutabakatı bir ima belki bir remizdir belki
bir işarettir ki ٍمةٍ طَيِبَة
َ ِ كَلolan Risale-i Nur’un güzel sözleri bu âyetin bu asırda bir
medar-ı nazarıdır. Bu âyetin tam arkasında ۪ َ ٍجَرة
ٍخبيثَة َ ش ۪ َ ٍ مة
َ َ خبيثَةٍ ك َ ِ ل كَل
ُ َ مث
َ
ilââhire.. Âyeti Risale-i Nur muarızlarının pis mesleklerine manen bakması o imayı teyid eder.
97
[Otuzüçüncü Âyet] Risale- i Nura işaret eden Otuzüçüncü Âyetin istihracına dair
Hafız Ali’nin bir fıkrasıdır. Dün akşam namazını kılarken ikinci rek’atinde Fatiha-i Şerifeden
َ
sonra َط ل
ِ سْ ِ ما بِالْق
ً ِ ة وَاُولُو الْعِل ْم ِ قَائ َ ْ ه اِل ِ هُوَ وَ ال
ُ َ ملٰئِك ُ َِ ه اَن
َ ٰه ل َ اِل ِٰ َ شهِد
الل ُه َ
َ
م َ ْ ه اِل ِ هُوَ الْعَزِيُز ال
ُ حكِي َ ٰ اِلâyetini okurken, hiç düşünmediğim halde, akıl ve kalbimde
de bir şey, taharriye bir sebeb yokken, birdenbire ruhumun penceresine şu azîm âyet-i
kerimenin Risale-i Nur'a ve müellifine bir münasebet-i maneviye ile işareti gösterildi.
Namazdan sonra ben düşündüm. Hakikaten kuvvetli bir münasebet-i maneviyesi var. Şöyle
ki: Bu kâinatta, vahdaniyet-i İlahiyeyi cinn ve inse ve ruhaniyata karşı kat'î bir surette gösterip
isbat eden birincisi, Kur’ân-ı Azîmüşşan olduğu gibi; bu asırda ikinci ve üçüncü derecede
kemal-i adaletle sadık ve musaddak hüccetlerle vahdaniyeti gâyet vâzıh ve bahir bir surette,
kâinat safahatında ins ü cinnin enzarına arzedip isbat eden Risale-i Nur; bütün tabakat-ı beşere
hem medrese, hem mekteb, hem kışla, hem hakîm, hem hâkim olarak, en âmî avamdan en
ehass-ı havassa kadar ders verip, talim ve terbiye etmesi bizce meşhud olmasıyla, bu âyet-i
kerimenin bir mevzuu ve bir mâsadakı da Risale-i Nur olduğuna şübhesiz bir kanaat veriyor.
İkincisi: kelime-i tevhidden sonra "El-Aziz-ül Hakîm" isimleriyle Cenab-ı Hak (Celle
Celalühü) zâtını tavsif buyurup, ikinci derecede aynı isimlerin mazharı olan Risalet-ün Nura
ve tercümanına işaret etmesi Kur’ân-ı Azîmüşşan'ın şanına yakışır bir keyfiyettir.
Çünki bütün dünyaya muhalif olarak fakr-ı haliyle beraber izzet-i şeriat-ı ilahiyeyi ve
izzet-i ilmiyeyi muhafaza için
98
ölümden beter musibetlere karşı göğüs geren ve tahammül eden Risale-i Nur müllifi olduğu
gibi; zeminde ve semavattaki hikmetle tasarrufatın muammasını açan yine Risale-i Nur
olduğu sadık ve musaddaktır. Bu kuvvetli münasebet-i maneviyeyi teyid eden bir emaresi de
şudur ki: ِ اُولُوا الْعِل ْهمin makam-ı cifrîsi ikiyüz ondört
(214)
olup, Risale-i Nur'un bir ismi
olan "Bediüzzaman"ın makamına (şeddeli زve لaslî sayılmak cihetiyle) ikiyüz
(214)
ondörde tam tamına tevafuku müellifin hakikî ve daimî olan ismi (Molla Said)in
(215)
makamı olan ikiyüz onbeş adedine bir tek farkla tevafuku, elbette bu kelime-i kudsiyenin
her asra baktığı gibi, bu asra da medar-ı nazar bir ferdi Resail-in Nur olduğuna bir emare
olduğu gibi; ط
ِ س ْ ِما بِالْق
ً ِ وَ اُولُوا الْعِلْم ِ قَائcümlesinin makamı okunmayan (vav) ve iki
(601) (599)
(hemze) sayılmaz altıyüzbir adediyle, Risale-i Nur'un beşyüz doksandokuz makamına
yalnız iki fark ile iki ismine tevafuku dahi bir emaredir.
ملٰئِك َ ُ ُ ُ ْ ْهه َ
Hem م ِ ة وَاولو العِل َ ْ ه اِل ِ هُوَ وَ ال ُ َه اَن ِهه
ه ل َ اِلٰ َهه ِٰ َ شهِد
الل ُ هه َ cümle-i
(1360)
tevhidiye-i kudsiyesinin makam-ı cifrîsi ve ebcedîsi olan bin üçyüz altmış adediyle tam
tamına bu acib isyan ve tuğyan ve temerrüd asrının bu garib galeyan ve küfran ve ilhad
zamanının bu senesine ve bulunduğumuz bu tarihe tevafuku ve tetabuku elbette kavi bir
emaredir ki; bu pek büyük ve âmm ve geniş olan tevhid ve şehadetin medar-ı nazar
ehemmiyetli efradı ve mâsadakları, her zamandan ziyade bu şehadete daha muhtaç bu asrın bu
vaktinde bulunacaktır. Hem şimdilik o şehadeti tesirli bir surette isbat eden Resail-in Nur’un o
efraddan birisi ve hususî medar-ı nazar olduğuna pek çok emareler ve işaretler ve beşaretler
vardır.
ِٰ َ عنْد
الله ِه ِ م ُ ْ ب وَالْعِل ِ َ صوَا َِ م بِالُ َ ه اَع ْلُ ا َ ِٰلل
َ
م َ ْ م ال
ُ حكِي ُ ت الْعَلِي َ ْ ك اَن َ َِ متَنَا اِنْ ِ ما ع َلَ ِ م لَنَا اِل َ ْ عل
ِ َك ل َ َ حان
َ ْ سب
ُ
Rahmetullahi Aleyh
Hâfız Ali
99
[ Sekizinci Şua ]
[ Üçüncü Keramet-i Aleviye Risalesi ]
[ Bir İfade-i Meram ]
Mâlum olsun ki; ben Risale-i Nur'un kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmekle
Kur'ân'ın hakikatlarını ve imanın rükünlerini ilân etmek ve zaaf-ı imana düşenleri onlara dâvet
etmek için onların kuvvetlerini ve hakkaniyetlerini göstermek istiyorum. Yoksa, hâşâ!
kendimi ve hiçbir cihetle beğenmediğim nefs-i emmaremi beğendirmek ve medhetmek
maksadında değilim. Hem Risale-i Nuru zâhiren benim eserim olmak haysiyetiyle senâ
etmiyorum. Belki yalnız Kur'ân'ın bir tefsiri ve Kur'ân'dan mülhem ve Kur’ân’ın bir
tercüman-ı hakikisi ve imanın hüccetleri ve dellâlı olması haysiyetiyle meziyetlerini beyan
ediyorum. Hattâ, bir kısım risaleleri ihtiyarım haricinde yazdığım gibi, Risale-i Nur'un
ehemmiyetini zikretmekte ihtiyarsız hükmündeyim. İmam-ı Ali radıyallahü anh'ın "Âyetü'l-
Kübrâ" namını verdiği "Yedinci Şua" risalesini yazmakta çok zahmet çektiğime bir mükâfat-ı
âcile ve bir alâmet-i makbuliyet ve bir medâr-ı teşvik olarak bu keramet-i Celcelûtiye, inâyet-i
İlâhiye tarafından verildiğine şüphem kalmamış. Tahdis-i ni'met kabilinden bunu "Sekizinci
Şuâ" olarak yazdım. Yoksa haşre dair bir âyetin mu'cizeli olan bürhanlarını yazacaktım.
ِ ِ ن الَِر
حيم ِ ٰحم ِٰ ِ سم
ْ الله ِه الَِر ْ ِب
İmam-ı Ali Radıyallahü anh’ın [Risale-i Nur'a dair] üçüncü bir kerâmetidir. Evet
(R.A.)
İmam-ı Ali Onsekizinci ve Yirmisekizinci Lem'alarda izah ve isbat edilen iki zâhir
kerâmetini te'yid ve takviye ederek Kaside-i Celcelûtiyesinde, Siracün-nur'dan sarahat
derecesinde haber verdiği gibi, yine o Kasidesinde Siracün-nur'un en namdar risalelerine
parmak basıyor, âdeta alkışlıyor; ve (sekiz adet remz) ile meşhur bir kısım risalelerini
gösteriyor.
[Birincisi] Risale-i Nur'a tasrih eden ة ِ ِج النُِور
ً َ سرا بَيَان ُ سَرا
ِ ُ تُقَادfıkrasından
sonra Süryanî lisaniyle esma-i hüsnâdan istimdat ve suver-i Kur'âniye ile bir münâcât yapıyor.
Tam otuzüç sûrelerle öyle garip ve mânidar bir tarzda zikrediyor ki; bir kısım sırları ve gaybî
haberleri dahi bildirmek istediği anlaşılıyor. Ben sıkıntılı bir zamanda
100
İmam-ı Ali Radıyallahü anh’ın Âyet-ül-Kübrâ namını verdiği "Yedinci Şuâ"ı bitirdiğim aynı
zamanda -îtikadımca bana acele bir mükâfat ve bir ücret olarak- geceleyin Celcelûtiyeyi
okudum. Birden bir ihtar-ı gaybî gibi kalbime denildi: İmam-ı Ali Radıyallahü anh Risale-i
Nur ile çok meşguldür. Mecmuundan haber verdiği gibi kıymetdâr risalelerine de işaret
derecesinde remzedip îmâ ediyor. Eğer sarîh bir surette gaybdan haber vermek çok zararlı
olduğundan hikmete münafî olduğu cihetle hikmet-i İlâhiye tarafından yasak olmasa idi tasrih
edecekti. Meselâ: Sûreleri tâdât ederken, yirmibeşinciye geldiği vakit diyor ki:
ْ س كُوَِر
ت ُ م
َِ ميز وال
ْ ش َ ِ ِ ْسوَرةِ التَِه ُ ِ ل وَ ۪فى ب ٍ ِ سائَ َن و ٍ م نُو َ حقِ تَبَاَر
َِ ُ ك ث َ ِب
تْ َ موُر ت َ َقَِرب ْ
ُ ُ ى ال ْ َ جم ِ اِذ َا هَوَى وَ بِاِقْتََرب َ
ْ ِ ت ذَْروًا وَالن َ
ِ وَ بِالذ ِارِيَا
َ ِت ل
ْ َ ما قَد ْ تَنََِزل
ت َ َما قََرا َ الْقَارِى و َ َ ة عَدَدً َ حْزبًا وَ اي ِ نِ سوَرِ الْقُْرا ُ ِ وَ ۪فى ب
َ
تْ َ ضلَِ َت كُتْبًا تَف َ ْ ما اَنَْزل
َ ل ِِ ُ ك ال ِذِى ع َلَى ك َ ِ ضل
ْ موْلَىَ ب ِ َف َ ك يَا ْ َ فَا
َ ُ سئَل
İşte bu fıkralarda Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesini hayrette bırakan ve üstünde göz ile
görünen bir kerametiyle kıyamet ve haşri isbat eden ve hârika hüccetleriyle iştihar eden
"Yirmidokuzuncu Söz"e Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü anh, zikir ve tadâd ettiği sûrelerin
yirmidokuzuncu mertebesinde ت س كُوَِر ْه َِ والile ona işaret eder. Çünki, kıyamet
م ُه
ْ ش َ
kopmasından gâyet dehşetli haber veren ت ْ س كُوَِر َِ اِذ َا الsûresine tam mutâbık bir
ُ م ْ ش
surette o Yirmidokuzuncu Söz, kıyametin ve harab-ı âlemin ve mevt-i dünyanın ve hayât-ı
âhiretin ve ihya-yı emvâtın kat'î hüccetlerini beyan ederken, bu sûrenin dehşetli tasvirini
zikretmesi; hem mânada, hem yirmidokuzuncu mertebede tetabukları ve işâreti isbat eder.
Hem tahavvülât-ı zerratta boğulan maddiyunları susturan ve zerratın tahavvülât ve harekâtını,
vazife ve intizamlarını emsalsiz bir tarzda isbat eden Otuzuncu Söz namındaki Zerrat
Risalesi'ne Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, otuzuncu mertebede روًا ِ وَ بِالذَِارِيَا
ْ َت ذ
kasemiyle ona işaret eder. Evet bu işarette lafzan ve sureten Sure-i روًا ِ وَالذَِارِيَاve
ْ َت ذ
Risale-i Zerrat, birbirine müşabehet ile beraber mana cihetiyle dahi münasebet var. Çünki
Sure-i وَالذَِارِيَاتın başında tesadüfî ve intizamsız zannedilen temevvücat-ı havaiye, gâyet
hikmetli ve vazifedar olarak rububiyetin tekvinî emirlerini etrafa yetiştirir diye ifade ettiği
gibi, Risale-i Zerrat dahi maddiyunlar tarafından tesadüfî ve intizamsız telakki edilen harekât-
ı zerratı dahi, hikmetli ve o zerreler muntazam vazifelerle vazifedar olduklarını gâyet kuvvetli
ve kat'î bürhanlarla ile isbat ediyor.
Hem Mi'rac-ı Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâmı delâil-i akliye ile gâyet mâkul ve
kat'î bir surette isbat eden
101
Mâlumdur ki: İlm-i belâgatta ve fenn-i beyanda uzak ve gizli mânalara delâlet etmek için
karine tâbir ettikleri emârelerden ve münâsebetlerden bir şey bulunsa, uzak bir mâna ve gizli
ve işârî olan bir mefhum, karinenin kuvvetine göre sarîh ve zâhir mânası gibi kabul edilir. İşte
bu kaideye binaen, bu işârî mânaların herbirisine müteaddid karineler ve emâreler bulunduğu
gibi sair arkadaşları da ona karine olurlar. Risale-i Nur'un mecmuundan haber veren sarîh
fıkralar dahi herbirisine kuvvetli bir karinedir.
[İkinci Remz] Kur'ân'ın Âyet-ül-Kübrası olan ُسبْع ت ال َِه
ُ سمٰوَا ُ ح ل َه
ه ال َِه َ ت ُه
ُ ِ سب
َ
ِمد ِ هه
ْ ح
َ ِح ب َ ئ اِل ِ ي ُ ه
ُ ِ سب َ ن
ٍ ْ شي م ْه
ِ ن َِ ن فِيهِ ه
ْ ن وَ ا ِ ه م ْه وَاْلَْر ُ هâyetinin
َ َض و hakikat-ı
kübrasını ve tefsir-i ekberini gösteren ve ramazan-ı şerifin ilhamî bir hediyesi bulunan
"Yedinci Şuâ" risalesine Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh Mektûbat'a işâretten sonra
"Lem'alar"a işâreti içinde Şuâlar'a bakarak ت ْ ج َ َن الْف ِ َ وَ بِاْليَةِ الْكُبَْرى اdeyip
ِ من ِى
َ م
ilm-i belâğâtça "müstetbiat-üt-terakib" ve "maarîz-ül-kelâm" denilen mâna-yı zâhirînin
tebaiyetiyle ve perdesinin arkasiyle müteaddid karinelerin kuvvetine göre işaret eder. Ve o
acîb ve yüksek tevhidin hüccet-ül-kübrâsı; ve El-Âyet-ül-Kübrânın bir alâmet-i kübrâsı ve
tefsir-i âzamı olan risaleye "Âyet-ül-Kübrâ" nâmını veriyor. Ve o nâmla hem menbaı olan
Âyet-ül-Kübrâ'nın azametini, hem bu "Yedinci Şuâ" olan vahdaniyetin ve tevhidin bürhan-ı
âzamının fevkalâde kuvvetini ilân eder, haber verir. Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın
bu büyük iltifatına, bu risalenin liyâkatına her kimin bir şüphesi varsa, gelsin bir def'a o
risaleyi okusun. Evet eğer, lâyıktır demezse bana tûh ! desin.
Evet Kur'ân'ın aleyhinde bin seneden beri müntakimane hazırlanan dinsizlerin
itirazlarını ve kâfir feylesofların teraküm edip şimdi yol bularak intişar eden şüphelerini ve
Kur'ân'ın dehşetli darbelerinden intikam besleyen muannid Yahudilerin ve mağrur bir kısım
Hıristiyanların hücumlarını def'edip mukabele eden her asırda Kur'ân'ın pek çok kahramanları
ve manevî kal'aları vardı. Şimdi ise ihtiyaç bir-iki'den, yüze çıkmış. Ve müdafîler yüzden, iki
üçe inmiş. Hem, hakaik-ı imaniyeyi, ilm-i kelâmdan ve medreseden öğrenmek çok zamana
muhtaç bulunduğundan bu zamanda dahi o kapı kapandı. Hem çabuk, hem herkes anlayacak
bir tarzda en derin hakikatları tâlim eden Risale-i Nur, elbette Hazreti İmam-ı Ali Radıyallahü
anhünün bu iltifatına lâyıktır.
103
Hem İmam-ı Ali Radıyallahü Anh onuncu mertebe-i tâdâdında onuncu sûre olarak ve
kıyamete ve leyle-i berata bakan ت م ْهَ ِ حك ْ ُ سرا قَد ْ ان ِهخا ِهَ ُِ سوَرةِ الد ُ و فِهي ب ِهdeyip
mâna-yı işârîsiyle "Onuncu Söz" nâmında ve mertebesinde olan Haşir Risalesi'ne işâretle
beraber o risalenin fevkalâde ehemmiyetini ve gâyet muhkem olduğunu ve o zamanın
dumanlı karanlıklarını izâle eden bir leyle-i beratın bir kandili hükmünde bulunduunu ve haşir
ve kıyametin bir alâmeti olan duhanı, hem leyle-i beratın senevî olarak hikmetli tefrik ve
taksim-i umur noktalariyle ve başka karinelerle îmâen ve remzen haber veriyor. Evet Onuncu
Söz, çok ehemmiyetli bir belâyı def'etti.
Hürriyet-i efkâr serbestiyeti ve harb-i umumî sarsıntısı vaktinde haşri inkâr eden
münafıklar, fırsat bulup çok yerlerde zehirli fikirlerini izhara başladıkları bir zamanda
"Onuncu Söz" çıktı ve tab'edildi. Bin nüshası etrafa yayıldı. Onu gören herkes kemal-i iştiyak
ve merakla okudu. Zındıkların kâfirane fikirlerini tam kırdı. Ve onları susturdu. İmam-ı Ali
Radıyallahü anhünün bu takdirine liyakatini isbat etti. Kimin şüphesi varsa gelsin onu dikkatle
okusun, haşrin ne kadar kuvvetli bir bürhanı olduğunu görsün.
Hem Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü anhü ondokuzuncu sûre olarak sûret-ün-Nur'u
تْ م ِ ْ ل النُِورِ ي َا نُوُر اُق
َ س ِ ض َ ْ ميعِه َا ع َلَي
ْ َك بِف ِ ج
َ بِ ميم ِ الْكِتَا ِ حوَا
َ ِسِر ِ ِ بfıkrasıyle
zikrederek pek muhtasar olan Ondokuzuncu Söz'e ve pek mükemmel bulunan "Ondokuzuncu
Mektub"a işaret için nur lâfzını tekrar etmekle mektubların mertebesi, yani "Ondördüncü
Mektub" noksan kalmasına binaen sûre-i Nur'u onbeşincide yine zikretmesiyle gâyet lâtif ve
müdakkikane haber veriyor. Ve o iki risaleleri, Risale-i Nur'un büyük Nurları olduklarını
bildiriyor. Evet Risalet-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm'a dair olan "Ondokuzuncu
Söz" hem üç cihetle kerametli ve hârika olan "Ondokuzuncu Mektub" elhak Risale-i Nur'un
en parlak birer nurudurlar.
Ve Aişe-i Sıddîka Radıyallahü anhanın beraeti münasebetiyle, âyet-i Nur'un ل ُ َ مث
َ و
ِنُورِههkelimesinde zamirin, üç vecihten birisi Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma râci
olması haysiyetiyle Sûret-ün- Nur Zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm ile ziyade
alâkadar bulunduğundan, o sûre ile Risalet-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâmı isbat
eden o iki risaleye iki nur lâfziyle, belki üç nur kelimeleriyle yine aynen risalet-i Ahmediye
Aleyhissalâtü Vesselâmı isbat eden "Mi'rac Risalesi"ne dahi işaret etmiş. Ben itiraf ediyorum
ki: Ondördüncü Mektub noksan kaldığını unutmuştum. Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh
aynı sûreyi iki def'a tekrar etmesiyle tahattur ettim ve işârâtındaki dikkatine hayran oldum.
Fakat o tekrar,
104
dini dünyadan tefrik fırsatından istifade ile, dinin ve Kur'ân'ın zararına olarak ilerliyen
dehşetli tasavvuratın tecavüzatı tevakkuf etmesi, elbette karşılarında kuvvetli bir seddin
bulunmasındandır. O sed ise, bu zamanda çok intişar eden Risale-i Nur'un keskin hüccetleri
ve kuvvetli bürhanları olduğu çok emâreler ile hissediliyor. Ve bu ikinci ihtimaldeki işâret-i
Aleviye dahi onu te'yid ediyor.
(Hâşiye)
Evet cifirce خ:ت ْ مد َه ْ ُ ب ِههِ النَِاُر اaltıyüz, (600)
ِ خ
dörtyüz, رikiyüz
(400)
سşeddeli نyüz,
(200)
مkırk , دdört اelif üç, بiki, ه
(100) (40)
kuvvetlisi ve en dehşetlisi bütün bütün çekildi. Kabir altında azap çekiyor. Ve en büyüğünün dahi
alakası bilfiil çekilmiş. Mason komitesinin mahkumu ve âleti olup azabiyle meşguldür. Yalnız onun
gölgesi hükmediyor. İleri tecavüz etmemekle beraber kısmen geriliyor. Bakî kalan iki şahıs ise
ellerinden gelse tâmire çalışacaklar.
106
(R.A.)
aynı tarihte Latinî huruflarına gece dersleriyle cebren çalıştırıldı. Sonra İmam-ı Ali
Sekine ile meşgul olan Said'e bakar, konuşur. Akabinde ن َ ك الَِز
ِ ما َ ِ مدْرِكًا لِذٰلُ يَاder. İki-
üç yerde kuvvetli işaret ile Said ismini verdiği şakirdine hitaben "Sekine ile dua edip kendini
muhafazaya çalış. Der çünki" Ya-i nidaîden sonra müteaddid karineler ve emareler ile Said
var. Demek ن َ ك الَِز
ِ ما َ ِ مدْرِك ًا لِذٰل َ ي َاolur. Bu fıkra nasılki مدْرِك ًا
ُ ُ سعِيد ُ kelimesiyle
(El-Kürdî) lâkabına hem lafzan hem cifren bakar. Çünki mimsiz دْرِكًا Kürd lâkabıdır. (Mim)
ise, لve يye tam muvafıktır. Öyle de; diğer bir ismi olan Bediüzzaman lâkabına dahi
(ez-zaman) kelimesiyle îma etmekle beraber bin üçyüz ellidört (1354) veya bin üçyüz ellibeş
(1355) makam-ı cifrîsiyle Said'in hakikat-ı halini ve hilaf-ı âdet vaziyetini ve hıfz u vikaye
için kesretli duasını ve halvet ve inzivasını tamamıyla tabir ve ifade ettiğinden sarahata yakın
bir surette parmağını onun başına o kasidede teselli için basıyor. Ve burada da ر ُ ب ِههِ النَِا
ت
ْ َ مد ْ ُا
ِ خ sırrına mazhar olan Risale-i Nur'u alkışlıyor.
Mâlûm olsun ki Celcelûtiye'nin esası ve ruhu olan ُمع ُه وَالدَِع ْوَة َ ْ م ال
ِ جا َ اَلْقَه
ُ س
ُ َ م اْلَع ْظ
م ْ ِ ة وَاْل
ُ س َِ ال
ُ َشرِيف İmam-ı Ali Radıyallahü anhü'nün en mühim ve en müdakkik
Üveysî bir şâkirdi ve İslâmiyetin en meşhur ve parlak bir hücceti olan İmam-ı Gazâlî Hüccet-
ül-İslâm diyor ki: "Onlar vahy ile Peygambere nazil olduğu vakit Peygamber Aleyhisselâtü
Vesselâm İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’a emretti: 'Yaz. Dedi ' O da yazdı. Sonra tanzim etti."
İmam-ı Gazâli diyor:
م
َ سْ ِ معَ وَ اْل
ِ جا َ ْ م ال َ َم وَ الْق
َ س َ ة وَ الْوِفْقَ الْعَظِي َ َشرِيفَِ ن هٰذِهِ الدَِع ْوة َ ال َِ ِ ا
َ
َ َ اْلَع ْظ
م
َ
ة
ِ خَرِ ن كُنُوزِ الدُِنْيَا وَ اْلْ مِ ه كَنٌْز ُ َِ ك وَ اِن
ٍِ ش
َ َ م بِلَ ِ معَظ ُ ْ ن ال َ ْ سَِر ال
َ مكْنُو ِ وَ ال
İmam-ı Gazâlî, İmam-ı Nureddin'den ders alarak bu Celcelûtiyenin hem Süryani
kelimelerini, hem kıymetini hem hasiyetini şerhetmiş.
تْ م
َ َ ش لِنَارِ الْعِدَا
س ٍ مهَْرا ِ ٍ مطَام ْ َ صالِيًا بِط َ َ موهٍ ا ُ َ وَيَا يُوهٍ ن
َِ َ
ت ْ َب طيَطه ٍ ب طَيْطَهُو ٍ ى طَهُو َ
ِ ٍ ِشالٍِع طه َ ب ٍ شلْعُو َ شلٍْع َ ل ٍ بِهَا ٍ اَهِي
ت
ْ خ َ م َِ ش َ َ موٍخ ت ُ شَ ت ٍ ملِيِخ ايَا ْ َ ت بِت ْ م َ س ِ ْخ اُق َ
ٍ خ وَ ابُْرو ٍ ملو
ُ ْ َ اَنُوخ بِي
ٍ
خ ْ َ ماُروٍخ ي َ ت
َ ِ ْ ابَاذِي خ
َ َ
م َ
ش َ ت (خ)حاشيهٍ شْر َ ِب
ٍ شُرو َ خ
َ خ بَعْدَهَا ٍ موُ ْ خ وَ ذ َي ٍ خ بَيْذ ُو
تْ مَر ِ ُن ع ُ وْ َ موٍخ بِهِ الْكُ ش ْ َخ اٍ مو ُ ْ ن وَ بَاُزوٍخ بَعْدَهَا بِذ َي ٍ ميَا ْ سِ َخ و ْ
ٍ بِبَل
ل دُع َائِى ْ َ ت اِقْب ٍ خ َ مَ ْ شل
َ ِب
diye dua ile hatmeder.
Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh başta sarahat ile haber verdiği Risale-i Nur'u,
Sirac-ün-Nur ve Sirac-üs-Sürc namiyle Birinci Mertebede âşikâre onu gösterip tâdâd ederken,
tâ Yirmi beşe geldiği vakit ت خ ْه َِ ش
َ م َ َخ ت
مو ٍه َ ت
ُ ش خ ايَا ٍه
ملِي ِه
ْ َ بِتder. Âyât-ı Kur'âniyenin
i'cazlarını beyan ve Kur'ân'ın kırk vecihle mu'cize olduğunu yedi küllî vecihde isbat eden
Risale-i Nur'un en meşhur ve parlak risalesi olan Yirmi beşinci Söz namındaki Mu'cizat-ı
Kur'âniye Risalesine işaret eder.
Çünki başta Sirac-ün-Nur'un birinci mertebede sayılması hem ت خ ايَا ٍه
ملِي ِه
ْ َ بِت
fıkrasında ت ٍ ايَاkelimesinin bulunması, hem yirmi beşinci mertebede zikretmesi, kuvvetli
bir karinedir ki: Pekçok âyetleri zikredip i'cazları ve sırları beyan eden Yirmi beşinci Söze
mâna-yı mecâzî ile bakar. Ve sûrelerin tâdâdında dahi yine yirmi beşinci mertebede ibareyi
değiştirip baştan başlar gibi ك َ ق ِ تَبَاَر
ِ حَ ِ بdiyerek Risale-i Nur'un en mübarek ve bereketli
olan Yirmi beşinci Sözün’ün ehemmiyetini gösteriyor. Sonra yirmi altı ve yirmi yedide
مو ٍهخ بَعْدَهَهاُ ْ خ وَ ذَي َ
ابَازِي ٍهخ بَيْذ ُو ٍهdeyip. yine ibareyi değiştirip بَعْدَهَهاkelimesini
zikreder. Gâyet zahir ve kuvvetli bir karine ile içtihada dair olan Yirmiyedinci Söz'ün
sahabeler hakkındaki çok mühim ve kıymetdar zeyline ve Mi'raca dair olan Otuz birinci
Söz'ün Şakk-ı Kamer'e dair ve ona çok ihtiyaç bulunan ehemmiyetli zeyline بَعْدَهَها
kelimesiyle gösterir gibi, kuvvetli işaret eder.
Ben itiraf ediyorum ki; ben bu zeyilleri unutmuştum. İmam-ı Ali'nin Radıyallahü Anh
bu ihtarı ile tahattur ettim. Şakk-ı Kamer'i sâbıkan yazdım. Şimdi bu anda sahabeler
hakkındaki zeyli hatırladım. İşte madem ilm-i belâgat ve fenn-i beyanda bir tek karine ile
mecazî bir mana murad olunabilir ve birtek münasebetle, bir mefhuma işaret bulunsa, o
mefhuma bir mana-yı işarî olarak kabul edilir. Elbette zahir ve çok karinelerden ve
emarelerden kat'-ı nazar, yalnız bu iki yerde tam zeyillerin
________
_________________
(Hâşiye):
Haşre dair olan meşhur Yirmi dokuzuncu Söz'e sonra Mi'raca ve zeyli Şakk-ı Kamer'e bakar.
108
bulunduğu aynı makamda ve zeyl manasında olan بَعْدَه َا kelimesini tekrar suretinde ifadeyi
(R.A.)
değiştirerek söylemesi, tam bir karinedir ki; Hazret-i İmam-ı Ali mana-yı hakikîsinden
başka bir mana-yı mecazî ve işarîyi dahi ifade etmek istiyor.
Sonra yirmi dokuzuncu mertebede, heybetli bir tarzda خ َ ِخ ب
ٍ شْر ٍ شُروْ َ ماُرو ٍخ ي
َ خ
َ
ت
خ ْه َِ ش
َ م َ َت diyor. Yirmi beşincide geçen ve sırları bilmek mânasında olan ت خ ْه َِ ش
َ م َ َت
kelimesini tekrar ile sabıkan beyan ettiğimiz hârikalı Yirmi dokuzuncu Söz'e kuvvetli bir
karine ile işaret eder.
Sonra otuz ikinci mertebede sûrelerin tâdâdında ehemmiyetle işaret ettiği risale-i
câmia olan Otuz ikinci Söz'e yine nazar-ı dikkati kuvvetli celbetmek için, خ
ٍ مو ْ َخ ا
ُ ش ٍ مو ُ ْ ذ َي
ت
مَر ْه ُ ب ِههِ الْكَوْه
ِ ُن ع ve bir nüshada ت ن ع ُط َِِر ْه
ُ ب ِههِ الْكَوْهyani İsm-i Adl ve İsm-i
Hakîm'in tecellisiyle ve adalet ve mîzaniyle ve intizam ve hikmetiyle dünya tâmir edilir.
Tahribden kurtulur. İkinci nüsha ile ve o ismin rayiha-i tayyibesiyle ve çok hoş kokulariyla,
dünya güzel koku alır. Attar dükkânı gibi rayiha-i tayyibe verir.
İşte, İsm-i Adl ve İsm-i Hakîm'in parlak bir âyinesi ve bir tefsiri hükmünde olan
Otuzikinci Söz'e parmak basıyor ve mâna-yı mecazî suretinde ifade ediyor. خ ُ ْ ذَي
مو ٍه
kelimesinin tekrariyle Sözler otuzüç olup bir mertebesi mektublardan ibaret olduğuna ve
Otuzikinci Söz, son mertebesi bulunduğuna îmâ eder. Ben Süryanî kelimelerinin mânalarını
tamamiyle bilmediğimden ve İmam-ı Gazâlî de tamamiyle îzah etmediğinden Hazret-i İmam-
ı Ali Radıyallahü Anh o kelimeler ile sair risalelere işaretini şimdilik bırakıyorum.
Beşinci Remz: Mâdem Celcelûtiye vahy ile Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'a
nâzil olmuştur. Ve Allâm-ül-Guyûb'un ilmiyle ifade-i mâna eder. Hem madem Celcelutiye ْاَقِد
ve ِج النُِور
كَوْكَب ِهى ُ سهَرا ِ ُ تُقَادfıkralarında mana-yı mecazî ile o kasidenin hakikatını
isbat eden Risale-i Nur'a sarihan ve onun onüç ehemmiyetli risalelerine işareten haber
َِ ج َ
vermekle beraber, ره ُهُ ْ ل قَد َ سم ِ ال ِذِىْ ل اْل ِه
َ م َ فَي َهاde dahi o kasidenin bir esası
ِ حا
َ
olan َم ُ ْ م ال
ُ ِ معَظ ْ ِ اْلile çok iştigal eden ve istimdad eden Risale-i Nur müellifini ve onun
ُ س
onüç ehemmiyetli vakıat-ı hayatını îmaen ve remzen ve işareten mana-yı mecazî ile haber
veriyor. Hem mâdem mâna-yı mecâzî ile mefhum-ı işarînin murad olmasına bir zaîf karine ve
bir gizli emâre ve birtek münasebet kâfi geliyor. Hem mâdem Risale-i Nur’a ve risalelerine
109
ve müellifine ve ahvaline olan işaretler birbirine karine olur. Belki mes'elenin vahdeti
itibariyle umum işaretler, karineleriyle beraber her birisine kuvvetli bir karine ve kavî bir
emâre hükmündedir. Elbette diyebiliriz ki: Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh nasılki başta:
ت ْ ف ا َه
ْ سَرارٍ بِبَاطِن ِههِ انْطَوَه ش ِهْ َ ت اِلَى كْ حى ب ِههِ اهْتَد َه ِٰ ِ سم
الله هِ ُرو ِه ُ بَدَئ ْه
ْ ت بِب ِه
diyor. Yâni, "hazine-i esrar olan حيمه ِ ِ ن الَِر حمٰ ِه ِٰ ِ سم
ْ اللههِ الَِر ْ ب ِهile başladım. Ruhum,
onun ile o hazineyi keşfetti" diyerek sair işarâtın karinesiyle bir mâna-yı işârî ve bir medlûl-ı
ِٰ ِ سم
mecazî suretinde Risale-i Nur'un اللهه ْ ِ بı hükmünde ve fatihası ve besmelesi ve سمِ ْ ِب
ِٰ
اللهه daki büyük sırrın hakikatını beyan eden ve kısa ve gâyet kıymetli Birinci Söz namında
ِٰ ِ سم
olan اللهه ْ ِ بRisalesine îmâ ediyor, belki remz ediyor, belki işaret ediyor.
Aynen öyle de: Sair işârâtın karine ve münasebetiyle ve huruf-ı Kur’âniyenin
esrarından bahseden ve Rumuzat-ı Semaniye namında bulunan sekiz küçük risalelerin
mahiyetlerini andırır bir tarzda, ibareyi değiştirerek hurufların esrariyle istimdat etmeğe
başlaması, karinesi, lâtifesiyle muazzam dua ve münâcât ve câmi kasem-i istimdadînin
âhirlerinde Sözlere ve Mektublara işaretten sonra ت ْ َ صرِ ا
ْ َ سَرع ْ َِ ح وَالن ْ
ِ ْ حا بِالفَت َ ْ بِوَاِح ال
َ و
fıkrasiyle Yirmidokuzuncu Mektub'un bir kısım esrar-ı huruf-ı Kur'âniye'yi beyan eden
Rumuzat-ı Semaniye namındaki sekiz küçük risalelerin en mühimleri olan ve feth-i Mekke ve
feth-i Şam ve feth-i Kudüs ve feth-i İstanbul gibi çok fütuhat-ı İslâmiyeden gaybî haber veren
ُ ْ الله ِه وَ الْفَت
sûre-i ح ِٰ صُر
ْ َ جاءَ ن
َ اِذ َاnun esrarını beyan ile, fütuhat-ı İslâmiyenin pehlivanı
olan Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh nazar-ı dikkatini celbeden Feth ve Nasr risalesine..
hem sûre-i Feth'in en mühim ve en âhir âyetinin beş vecihle i'cazını beyan ve isbat ile,
kahraman-ı İslâm Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh nazar-ı dikkatini celbeden ve gâyet
kıymetli olan âyet-i Feth risalesi namındaki küçük bir risaleye îmâ eder, belki işaret eder,
îtikadındayım. Böyle îtikada iştirâk edilmezse de itiraz edilmemeli.
[Altıncı Remz] Mâdem Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, üstad-ı kudsîsinden
aldığı derse binaen, Kur'âna taallûk eden gelecek hâdisattan haber veriyor ve müteaddid
defalar "benden sorunuz" diye müteaddit ve doğru haberleri verip bir şah-ı velâyet olduğunu
öyle kerametlerle isbat etmiş. Ve mâdem bu asırda Avrupa dinsizlerinin ve ehl-i dalâlet
münafıklarının, dehşetli bir surette Kur'ân'a hücumu hengâmında Risale-i Nur o seyl-i dalâlete
karşı mukavemet edip, Kur'ân'ın tılsımlarını
110
Vesselamın küllî teveccühü ve üstadının Üstad-ı Zülcelâlinin ihâtalı ilmi onlara bakar. İradesi
dairesine alır. Bu hususta kat’î ve yakînî derecesindeki kanaatimin bir sebebi şudur: Müşkilât-
ı azîme içinde El-Âyet-ül-Kübrâ'nın tefsir-i ekberi olan (Yedinci Şuâı) yazmakta çok zahmet
çektiğimden, bir kudsî teselliye ve teşvike cidden çok muhtaç idim. Şimdiye kadar mükerrer
tecrübelerimle ile bu gibi haletlerimde inâyet-i İlâhiye imdadıma yetişiyordu. Risaleyi
bitirdiğim aynı vakitte hatırıma hiçbir şey gelmediği halde birden bu keramet-i Aleviyenin
zuhuru bende hiçbir şüphe bırakmadı ki: Bu dahi benim imdadıma gelen sair inâyet-i İlâhiye
gibi Rabb-ı Rahîmimin bir inâyetidir. İnâyet ise aldatmaz, hakikatsız olmaz.
[Yedinci Remz] Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh nasılki
ت ْ ج َ َن الْف َ م ِ منِى ِ َ وَ بِاْليَةِ الْكُبَْرى ا
مةٍ يَا اِلٰهَنَا َ خ
ْ م َ َمع َ ج ٍ َحقِ فَق َ ِ وَ ب
شتَت َ ِ ن ال َ ْ َ ِ مائ ْ َ بِا
َ م ِ جْرنِى ِ سنَى ا ْ ح ُ ك ال َ س
تْ خ َ م َ شا َ َ ت وَ ت ْ َ ف لِبَهَْرام ع َل ٌ حُرو ُ
ُ ٍ
ْ َ جل
ت َ ْ ت ان ُ مَ ْ سى بِهِ الظ ِل َ مو ُ صا َ َم ع ُ س ْ وَ ا
diyerek birinci fıkrasiyle Yedinci Şuâ'a işaret etmiş. Öyle de, aynı fıkra ile âlî bir
tefekkürnâme ve tevhide dair yüksek bir mârifetname namında olan Yirmidokuzuncu Arabî
Lem'aya dahi işaret eder.
İkinci fıkrasiyle ism-i âzam ve sekine denilen esma-i sitte-i meşhurenin hakikatlarını
gâyet âlî bir tarzda beyan ve isbat eden ve Yirmidokuzuncu Lem'ayı tâkip eyleyen ve
Otuzuncu Lem'a namında altı nükte-i esma risalesine ن َ م
ِ جْرن ِىِ َ سنَى ا ُ ْ ك ال
ْ ح َ ِ مائ ْ َ بِا
َ س
ت َِ ال
ْ شت َه cümlesiyle işaret ettikden sonra akabinde risale-i esmayı takib eden Otuzbirinci
Lem'anın Birinci Şuâı olarak otuzüç âyet-i Kur'âniye'nin Risale-i Nur'a işârâtını kaydedip
hesab-ı cifrî münasebetiyle baştan başa ilm-i huruf risalesi gibi görünen ve bir mu'cize-i
Kur'âniye hükmünde bulunan risaleye ت ْ خَ م
َ شا ُ ْ َ ف لِبَهَْرام ٍ ع َل
َ َ ت وَ ت ٌ حُرو
ُ kelimesiyle
işaret edip, der'akab ت ْ جل َه
َ ْ ت ان َ ْ سى ب ِههِ الظ ِل
م ُه مو َه ُ صاَ م ع َه ُ سه ْ وَ اkelâmiyle dahi
risale-i hurufiyeyi tâkib eden ve Âyet-ül-Kübra'dan ve başka Resail-i Nuriye'den terekküp
eden ve Asâ-yı Mûsa namını alan ve Asâ-yı Musa gibi, dalâletin ve şirkin sihirlerini iptal eden
Risale-i Nur'un şimdilik en son ve âhir risalesine Asâ-yı Mûsa namını vererek işaretle beraber
manevî karanlıkları dağıtacağını müjde ediyor. Evet رى َ ْ ة الْكُب
ِ َ وَ بِاْليkelimesiyle Yedinci
Şuâ'a işareti, kuvvetli karinelerle isbat edildiği gibi, aynı kelimeler, diğer bir mâna ile elhak
Risale-i Nur'un Âyet-i Kübrası hükmünde ve ekser Risalelerin ruhlarını cem'eden ve Arabî
bulunan Yirmidokuzuncu
112
Lem'aya bu kelâm (müstetbeat-üt terakib) kaidesiyle bakıyor ve efradına dahil ediyor. Öyle
ise: Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh dahi bu fıkradan ona bakıp işaret eder diyebiliriz.
Hem sair işârâtın karinesiyle, hem Mektûbat'tan sonra Lem'alara, başka bir tarz-ı ibare
ile îma ederek Lem'aların en parlağının te'lifi dehşetli bir zamanda olduğundan hapis ve
idamdan kurtulmak ve emniyet ve selâmet bulmak için mâna-yı mecazî ve mefhum-ı işarî ile
Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh kendi lisanını büyük tehlikelerde bulunan müellifin
hesabına istimal ederek ت ْ ج َ َن الْف ِ َ وَ بِاْليَةِ الْكُبَْرى اdiye yani: "Yâ Rab !
ِ من ِى
َ م
Beni kurtar, bana eman ve emniyet ver" diye dua etmesiyle, tam tamına Eskişehir
hapishanesinde îdam ve uzun hapis tehlikesi içinde te'lif edilen Yirmidokuzuncu Arabî
Lem'anın ve sahibinin vaziyetine tevafuk karinesiyle kelâm-ı zımnî ve işarî delâlet ettiğinden
diyebiliriz ki: Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh dahi bu kelamından ona işaret eder.
Hem Otuzuncu Lem'a namında hem altı nükte olan risale-i esmaya bakarak َو
سنَى ُ ْ ك ال
ح ْه َ ِ مائ ْ بِا َه
َ س deyip sair işârâtın karinesiyle, hem Yirmidokuzuncu Lem'ayı tâkib
karinesiyle, hem ikisinin isimde ve esma lâfzında tevafuk karinesiyle, hem teşettüt-i hale ve
sıkıntılı bir gurbete ve perişaniyete düşen müellifi o lem’anın te'lifi bereketiyle teselli ve
tahammül bulmasına ve mâna-yı mecazî cihetinde Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın
lisaniyle kendine dua olan ت َِ م ن ال
ْ شت َه ِ َ سنَى ا ُ ْ ك ال
َ ِ مائ ْ وَ بِا َهdeyip yanî
جْرن ِهى ِ َه ح ْه َ س
ism-i âzam olan o esmâ risalesinin bereketiyle beni teşettütten, perişaniyetten hıfz eyle yâ
rabbi meâli, tam tamına o risale ve sahibinin vaziyetine tevafuk karinesiyle kelâm, mecâzî
delâlet; ve İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın ise gaybî işaret eder diyebiliriz.
1
Hem madem Celcelûtiye'nin aslı vahy'dir. Ve esrarlıdır. Ve gelecek zamana bakıyor;
2
ve gaybî umur-ı istikbaliyeden haber veriyor. Ve mâdem Kur'ân itibariyle bu asır dehşetlidir
3
ve Kur'ân hesabına Risale-i Nur bu karanlık asırda ehemmiyetli bir hâdisedir. Ve madem
sarahat derecesinde çok karinelerle ve emârelerle Risale-i Nur Celcelûtiye'nin içine girmiş, en
4
mühim yerinde yerleşmiş. Ve mâdem Risale-i Nur ve eczaları bu mevkie lâyıktır ve Hazret-i
İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın nazar-ı takdirine ve tahsinine ve onlardan haber vermesine
5
liyakatları ve kıymetleri vardır. Ve mâdem Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh Sirac-ün-
Nur'dan, zâhir bir surette haber verdikten sonra ikinci bir derecede perdeli bir surette
Sözler'den, sonra Mektublardan, sonra Lem'alar'dan, (risalelerdeki aynı tertip, aynı makam,
aynı numara tahtında) kuvvetli karinelerin sevkiyle
113
Delâlet-i kelâm Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın işaret ettiğini isbat eylemiş. Ve
mâdem başta: ِرارٍ بِبَاطِن ِه ْ َف ا
َ س ْ َ ت اِلَى ك
ِ ش ْ َ حى ب ِهِ اهْتَد ِٰ ِ سم
ِ الله ِه ُرو ُ ْ بَدَئ
ْ ِ ت بِب
6
ْ انْطَو
ت kelamıyla risalelerin başı ve Birinci Söz olan اللهه ِٰ ِ سم
ْ ِ بRisalesine baktığı gibi,
kasem-i câmi-i muazzamın âhirinde risalelerin kısm-ı âhirleri olan son Lem'alara ve Şuâlara,
hususan bir Âyet-i Kübrâ-yı tevhid olan Yirmidokuzuncu Lem'a-yı hârika-i Arabiyeye ve
risale-i esmâ-i sitteye ve risale-i işârât-ı huruf-ı Kur'âniyeye ve bilhassa şimdilik en âhir Şuâ
olan ve Asâ-yı Mûsa gibi; dalâletlerin bütün manevî sihirlerini iptal edebilen bir mahiyette
bulunan ve bir mânada Âyet-ül Kübrâ namını alan risale-i hârikaya bakıyor gibi bir tarz-ı
7
ifade görünüyor. Ve mâdem bir tek mes'elede bulunan emâreler ve karineler, mes'elenin
vahdeti haysiyetiyle, birbirine kuvvet verir ve zaîf bir münasebet ile bir tereşşuh dahi menba’a
7
ilhak edilir. Elbette bu yedi adet esaslara istinaden deriz:
(R.A.)
Hazret-i İmam-ı Ali nasılki: Meşhur Sözler'e tertipleri üzerine işaret etmiş
Mektûbat'tan bir kısmına ve Lem'alar'dan en mühimlerine tertiple bakmış. Öyle de:
ت َِ م ن ال
ْ َ شت ِ َ سنَى ا ُ ْ ك ال
َ ِ مائ ْ َ بِاcümlesiyle Otuzuncu Lem'aya yani müstakil
َ ِ جْرن ِى ْ ح َ س
Lem'alar'ın en sonu olan Esmâ-i Sitte Risalesi'ne tahsin ederek bakıyor ve رام
ٍ َ ْف لِبَه
ٌ حُرو
ُ
ت
ْ خ
َ م
َ شا ْ َ ع َل
َ َ ت وَ ت kelâmiyle dahi Otuzuncu Lem'ayı tâkip eden İşârât-ı Huruf-ı Kur'âniye
ُ
Risalesi'ni takdir edip işaretle tasdik ediyor. ت َ ْ سى ب ِههِ الظ ِل
م ُه مو َه
ُ صا
َ م ع َه
ُ س
وَ ا ْه
جلَت
َ ْ ان kelimesiyle dahi şimdilik en âhir risale ve tevhid ve imanın elinde Asâ-yı Mûsa gibi
hârikalı ve en kuvvetli bir bürhan olan Asâ-yı Mûsa mecmuası risalesini senakârane remzen
gösteriyor gibi bir tarz-ı ifadeden bilâperva hükmediyoruz ki: Hazret-i İmam-ı Ali
Radıyallahü Anh hem Risale-i Nur'dan, hem çok ehemmiyetli risalelerinden mâna-yı hakikî
ve mecazî ile işârî ve remzî ve îmaî ve telvihî bir surette haber veriyor. Kimin şüphesi varsa
işaret olunan risalelere bir kere dikkatle baksın. İnsafı varsa şüphesi kalmaz zannediyorum.
Buradaki mâna-yı işarî ve medlûl-ı mecâzîlere karinelerin en güzeli ve lâtifi, aynı
tertibi muhafaza ile verilen isimlerin münasebetidir. Meselâ, yirmidokuz ve otuz ve otuzbir ve
otuziki mertebe-i tâdâdda Yirmidokuz ve Otuz ve Otuzbir ve Otuzikinci Sözlere gâyet
münasib isimlerle başta Sözler'in başı olan Birinci Söz'e, aynı Besmele sırriyle; ve âhirde
şimdilik risalelerin âhirine, mahiyetini gösterir lâyık birer isim vererek işaret etmesi gerçi gizli
ise de.. fakat çok güzeldir ve letâfetlendirir. Ben itiraf ediyorum ki:
114
Böyle makbul bir eserin mazharı olmak, hiçbir vecihle o makama liyakatım yoktur. Fakat
küçük ve ehemmiyetsiz bir çekirdekten koca dağ gibi bir ağacı halk etmek, Kudret-i
İlâhiyenin şe'nindendir ve o Kudret’in âdetidir ve azametine delildir. Ben kasemle te'min
ederim ki: Risale-i Nur'u senâdan maksadım Kur'ân'ın hakikatlarını ve imanın rükünlerini
te'yid ve isbat ve neşirdir..
Hâlık-ı Rahîmime yüzbinler şükürler olsun ki: Kendimi kendime beğendirmemiş.
Nefsimin ayıplarını ve kusurlarını bana göstermiş. Ve nefs-i emmâremi başkalara
beğendirmek arzusu kalmamış. Kabir kapısında bekleyen bir âdemin, arkasındaki fâni
dünyaya riyakârane bakması, acınacak bir hamakattır. Ve dehşetli bir hasârettir. İşte bu hâlet-i
ruhiye ile yalnız hakaik-ı imaniyenin tercümanı olan Risale-i Nur'un doğru ve hak olduğuna
lâtif bir münasebet söyleyeceğim. Şöyle ki:
Celcelûtiye, Süryanîce bedî demektir. Ve bedî mânasındadır. İbareleri bedî olan Risale-
i Nur, Celcelûtiye'de mühim bir mevki tutup ekser yerlerinde tereşşuhatı göründüğünden,
Kasidenin ismi ona bakıyor gibi verilmiş. Hem şimdi anlıyorum ki: Eskiden beri benim
liyâkatım olmadığı halde bana verilen Bediüzzaman lâkabı benim değildir. Belki, Risale-i
Nur'un manevî bir ismi idi. Zâhiren bir tercümanına âriyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o
emanet isim, hakikî sahibine iade edilmiş. Demek Süryanîce bedî mânasında ve kasidede
tekerrür etmesine binaen kasideye verilen Celcelûtiye ismi işârî bir tarzda bid'at zamanında
çıkan Bediülbeyan ve Bediüzzaman olan Risale-i Nur'un hem ibare, hem mâna, hem isim
noktalariyle bedîliğine münasebettarlığı ihsas ettiğini ve bu isim bir parça Ona da bakdığını ve
bu ismin müsemmasında Risale-i Nur çok yer işgal ettiği için hak kazanmış olduğunu tahmin
ediyorum.
ْ َ سينَا اَوْ ا
خطَاْنَا ِ َن ن ِ َربَِنَا ل َ تُوا
ْ ِ خذ ْنَا ا
[Sekizinci Remz] Bu remzin beyanından evvel en mühim iki suale cevab yazılacak.
[Birinci Sual] Bütün kıymetdar kitablar içinde Risale-i Nur, Kur'ân'ın işaretine ve
iltifatına ve Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın takdir ve tahsinine ve Gavs-ı Âzam'ın
teveccüh ve tebşirine vech-i ihtisası nedir? O iki zâtın kerametle Risale-i Nur'a bu kadar
kıymet ve ehemmiyet vermelerinin hikmeti nedir?
[Elcevab] Mâlumdur ki: Bazı vakit olur bir dakika; bir saat belki bir gün, belki seneler
kadar ve bazı vakit olur bir saat; bir sene, belki bir ömür kadar netice verir ve ehemmiyetli
olur. Meselâ: Bir dakikada şehid olan bir âdem, bir velâyet kazanır.
115
Ve soğuğun şiddetinden incimad etmek zamanında ve düşmanın dehşet-i hücumunda bir saat
nöbet beklemek, bir sene ibadet hükmüne geçebilir. İşte aynen öyle de; Risale-i Nur'a verilen
(A.S.M.)
ehemmiyet dahi zamanın ehemmiyetinden hem bu asırda Şeriat-ı Muhammediyeye ve
(A.S.M.)
şeair-i Ahmediyeye edilen tahribatın dehşetinden hem bu âhir zamanın fitnesinden eski
zamandan beri bütün ümmetin istiaze etmesi cihetinden hem o fitnelerin savletinden
mü'minlerin imanlarını kurtarması noktasından Risale-i Nur, öyle bir ehemmiyet kesbetmiş ki;
Kur'ân ona kuvvetli işaretle iltifat etmiş. Ve Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh üç keramet
ile ona beşaret vermiş. Ve Gavs-ı Âzam Radıyallahü Anh kerametkârane ondan haber verip
tercümanını teşcî etmiş.
Evet bu asrın dehşetine karşı taklidî olan îtikadın istinad kal'aları sarsılmış ve
uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan her mü'mini tek başıyla dalâletin cemaatle hücumuna
mukavemet ettirecek gâyet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin. Risale-i Nur,
bu vazifeyi en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nâzik bir vakitte, herkesin anlayacağı
bir tarzda hakaik-ı Kur'âniye ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini gâyet kuvvetli
bürhanlarla isbat ederek o iman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sâdık şâkirdleri dahi, bulundukları
kasabalarda, karyelerde ve şehirlerde -hizmet-i imaniye itibariyle- âdeta birer gizli kutup gibi
mü'minlerin manevî birer nokta-i istinadı olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve
görüşülmedikleri halde kuvve-i maneviye-i îtikadiyeleriyle cesur birer zabit gibi kuvve-i
maneviyeyi ehl-i imanın kalblerine verip mü'minlere manen mukavemet ve cesaret veriyorlar.
[İkinci Sual] Keramet izhar edilmezse daha evlâ olduğu halde, neden sen ilân
ediyorsun?
[Elcevab] Bu, bana aid bir keramet değildir. Belki, Kur'ân'ın i'caz-ı manevisinden
tereşşuh ederek has bir tefsirinden keramet suretinde bizlere ve ehl-i imana bir ikram-ı
Rabbânî ve in'am-ı İlâhîdir. Elbette Mu'cize-i Kur'âniye ve onun lem'aları izhar edilir. Ni'meti
ise şükür niyetiyle ilân etmek, bir tahdis-i ni'mettir. حدِث َ مةِ َرب ِ ِه
َ َك ف َِ وَ ا َهâyeti
َ ْما بِنِع
ni’metin izharını emreder. Benim için medar-ı fahr ve gurur olacak bir liyakatım ve
istihkakım olmadığını kasemle itiraf ediyorum. Ben çekirdek gibi çürüdüm ve kurudum.
Bütün kıymet ve hayat ve şeref o çekirdekten çıkan şecere-i Risale-i Nura ve mu'cize-i
maneviye-i Kur'âniyeye geçmiş biliyorum. Ve öyle îtikad ettiğimden kerameti i'caz-ı Kur'ânî
hesabına izhar ederim. Bütün kıymet bir mu'cize-i Kur'âniye olan Risale-i Nur'dadır. Hattâ
eskiden beri taşıdığım Bediüzzaman ismi onun imiş.. Yine ona
116
iade edildi. Risale-i Nur ise, Kur'ân'ın malıdır. Bu remizde hususî kanaatımı te'yid eden
kendime mahsus çok emâreler ve karineler var. Fakat başkalara isbat edemediğimden
yazamıyorum. Yalnız iki-üçüne işaret etmeğe münasebet geldiği için yazıyorum.
[Birincisi] Ben Celcelûtiye'yi okuduğum vakit, sair münâcâtlara muhalif olarak
kendim bizzat hissiyatımla münâcât ediyorum diye his ediyorum. Ve onu okurken başkasının
lisaniyle taklidkârane okuyor gibi olmuyordu. Benim için gâyet fıtrî ve dertlerimle alâkadar
ve tefekkürât-ı ruhiyeme hoş bir zemin oluyordu. Birkaç sene sonra kerametini ve Risale-i
Nur ile münasebetini gördüm ve anladım ki: O hâlet, bu münasebetten gelmiş.
başta رار ْ َف ا
ٍ َ س ْ َ ت اِلَى ك
ِ ش ْ َ حى بِهِ اهْتَد
ِ ُرو
(R.A.)
[İkincisi] Hazret-i İmam-ı Ali
ْ بِبَاطِن ِههِ انْطَوَهve ortalarında عل ْهم ٍ ي َها
ت ْ ة بِا َه
ِ ِسَرار َ ل كََرا
ً م ِ َ جل َ ْ حن ِهى ي َها ذ َا ال ِ َ وَا
َ ْ من
تْ جل َ ه َ م ب ِه
َ ْ ك ان حلِي ُ هَ ve âhirinde سُِر ع ُلُوم ٍه
مدٍ وَ ِ ه َِ ح
َ م
ُ م ِهِ َن ع ُ ى وَ اب ْه ُ َ
ِ ٍ ِ مقَا عَل
ت ْ معَه ِ جُ ق ِ خلَئ ِهَ ْ لِلdiyerek Celcelutiyeyi bir hazine-i ulûm olarak gösteriyor. Halbuki
zahirinde yalnız bir münacattır. Hattâ İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın hakikat-feşan sair
kasidelerinin ve ilimlî başka münacatlarının Celcelutiye gibi, esrar-ı ilmiye ile tam
münasebeti görünmüyor. Benim hususî kanaatım şudur ki: Celcelutiye, madem Risale-i Nur'u
ُ
içine almış ve sînesine basıp manevî veled gibi kabul etmiş, elbette ومهٍ سُِر ع ُل
وَ ِه
ْ معَه
ت ِ ج
ُ ق َ ْ لِل
ِ خلَئ ِه fıkrası ile, kendi hazinesinin bir kısım pırlantalarını âhirzamanda
neşreden Risale-i Nur'u şahid gösterip Celcelutiye'yi bir hazine-i ulûm ve bir define-i
ilmiyedir diye bihakkın medh ü sena edebilir.
[Üçüncüsü] Mâlûmdur ki, bazan gâyet küçük bir emare, bazı şeraid dahilinde gâyet
kuvvetli bir delil hükmüne geçer. Yakîn derecesinde kanaat verir. Bana böyle kanaat veren çok
misallerinden yalnız sâbıkan beyan ettiğim birtek misal bana kâfi geliyor. Şöyle ki: Hazret-i
İmam-ı Ali Radıyallahü Anh ِج النُِور ُ سَرا
تُقَاد ُ ِهfıkrasiyle Risale-i Nur'u tarihiyle ve
ismiyle ve mahiyetiyle ve esaslariyle ve hizmetiyle ve vazifesiyle gösterdikten sonra,
Süryanîce isimleri tâdâd ederek münâcât eder. Otuziki veya otuzüç adet isimlerde iki def'a da
بَعْدَه َاkelimesini tekrar eder. Biri, yirmiyedincide خ بَعْدَه َا ُ ْ وَ ذ َيder diğeri otuzbirde
ٍ مو
خ بَعْدَهَها
وَ بَاُزو ٍه
der. İşte Risale-i Nur'un Sözleri otuzüç ve bir cihette otuzikidir. ve
Mektûbat namındaki risaleler dahi bir cihette otuziki ve bir cihette otuzüç olup bu münâcâtla
mutabık olması ve diğer risale şeklinde iki adet zeyilleri bulunması ve o zeyillerin
117
birisi Yirmi yedinci Sözün ehemmiyetli zeyli diğeri, Otuz birinci Sözün kıymetdar zeyli
olması ve o iki Zeyl risalelerinin müstakil mertebe ve numaraları bulunmaması ve بَعْدَهَها
kelimesi dahi aynı yerde ve aynı mânada tevafuk etmesi bana iki kere iki dört eder
(R.A.)
derecesinde kanaat veriyor ki: Hazret-i İmam-ı Ali tebeî bir mâna ile ve işarî bir mefhum
ile Risale-i Nur'a, hattâ zeyillerine bakmak için öyle yapmış. Daha çok karineler var söze
(Hâşiye)
işaret eden münasebetler var. Fakat gizli ve ince olduklarından zikredilmedi.
ب
ِ صوَا َِ م بِال ُ َ الل ُهه اَع ْل ِٰ َه و ُ الل ِٰ َِ ب اِل َ ْ م الْغَي ُ َ ل َ يَعْل
سهْوِى َ ن ْ م ِ َخطِيئَاتِى و َ َخطَائِى و َ ن ْ م ِ الل َهه ِٰ اَستَغْفُِر
نِ ن وَ الْقُْرا ِ ما َ مةِ اْلِي َ مد ُ ِل ِٰله ِه ع َلَى ن ِ ْع ْ ح َ ْ وَغَلَطَاتِى وَال
ِمقُْروئَة َ ْ ل النُِورِ ال ِ ِ سائ َ ف َر ِ حُرو ُ ب ِ ضْر َ ل ِ ص ِ حا َ ِ بِعَدَد
تِ شَرا ِ ئ فِى ع َا ِ مث ِلَةِ فِى الْهَوَا ُ ْ مكْتُوبَةِ وَ ال
َ َ مت َ ْ وَ ال
ِخَرة ِ خ وَ اْل ْ ُ
ِ حيَاتِى فِى الد ِنْيَا وَ البَْرَز َ ق ِ ِ دَقَائ
حابِهِ بِعَدَدِهَا َ ص ْ َ مد ٍ وَ ع َلَى الِهِ وَ ا َِ ح َ م ُ م ع َلَى ْ ِِ سل َ َل و ِِ ص َ م َِ ا َ ِٰلله ُه
ِ ُِ ل الن
ور ِ ِ سائ َ ة َر َ َ م طَلَب ْ ح َ منَا وَ اْر ْ ح َ وَاْر
نَ مي َ ْ
ِ ب العَال ِ
ِ مد ُ ل ِٰله ِه َر َْ ح ْ
َ ن وَ ال َ مي ِ بِعَدَدِهَا ا
َ
م
ُ حكِي َ ْ م ال ُ ت الْعَلِي َ ْ ك اَن َ َِ متَنَا اِن ْ ِ ما ع َل َ ِ م لَنَا اِل َ ْ عل ِ َك ل َ َ حانَ ْ سب ُ
________
_________________
Meselâ, Yirmi sekizinci mertebede ميز
(Hâşiye):
۪ ْسوَرةِ التَِه
ُ ِ وَبkelimesiyle Yirmi sekizinci Söz'ün
âhiri olan cehennem mes'elesinin çok kuvvetli bir bürhanına işaret edip baştaki cennet mes'elesinin
yalnız iki - üç sual ve cevaba dair bahse ise, başka yerde işaret ettiğinden münasebet gizlenmiş. Hem
meselâ, İkinci Mertebede سه
ٓ يkelimesiyle, hem İkinci Söze, hem İkinci Mektûba, hem İkinci
Lem'aya, hem İkinci Şuâ'a baktığından münasebet genişlendiğinden gizlenmiş. Hem meselâ: ٍ كَا
ف
صادِهَا ٓ ٓ كٓهٰيٰعkelamının beşinci mertebede bulunması, hem Beşinci
ٍ ْ هَايَاءٍ وَع َيyani ص
َ َن و
Söze, hem Beşinci Mektuba, hem Beşinci Lem'aya ve Dördüncü Şuâ olan Âyet-i Hasbiye Risalesine,
hem Üçüncü Şuâ olan Münâcât'a baktığı cihetiyle münasebet gizlenmiş. Buna başkaları da kıyas
edilsin...
118
Bir tek cümle olan gâyet kısa bu hadîsin beş lem'a-i i'caziyesine dair bir nüktedir.
Buraya münasebeti olduğu için girmiştir. ة ً َ سن
ن َه ۪ ْة بَع
دى ثَلٰثُو َه ُ َخلَف ِ ْ ن ال
ِ ا ِهHadîs-i
Şerifinin ihbar-ı gaybî nev'inden tarihçe musaddak beş lem'a-i i'caziyesi vardır.
[Birincisi] Hulefâ-yı Râşidinin hilafetleri ile Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın altı
aylık hilâfetinin müddeti otuz sene olacağını ihbardır. Aynen çıkmış. [İkincisi] Otuz senelik
halifeleri olan Hazret-i Ebu Bekir Radıyallahu Anh, Hazret-i Ömer Radıyallahu Anh, Hazret-i
Osman Radıyallahu Anh ve Hazret-i Ali Radıyallahu Anh'ın ebcedî ve cifrî hesapları bin
üçyüz yirmialtı eder ki, o tarihten sonra şeraid-i hilâfet daha tekerrür etmedi. Hilâfet-i Âliye-i
Osmaniye bitti.
[Üçüncüsü] ن ثَلٰثُو َهkelimesi, cifr hesabıyla bin seksen yedi
(1087)
eder ki, tarihçe
hilâfet-i Abbasiyenin inkıraziyle hilâfet-i Osmâniyenin tekarrürüne kadar olan zamandan
küsür kalır. Eğer nâkıs hilâfetler sayılsa ن َ ثَلٰثُو
(1080)
[Fetret Zamanı] tayyedilse bin seksen
ً َ سن
ة َه deki (sene) lâfzı ilâve olur. O halde bin ikiyüz iki eder ki, (Rumuzat-ı Semâniye-i
Kur’âniye Risaleleri)nde hem ك َ َ حنَال
ْ َ اِن َِا فَتhem Fâtiha, hem Sûre-i Nasr, hem Sûre-i Alâk
gibi çok yerlerde aynen hilâfetle beraber Devlet-i İslâmiyenin hem terakki, hem galibiyet
devresi olan bin iki yüz iki tarihini gösterir. Hem nâkıs hilâfetle beraber bütün müddet-i
hilâfet-i İslâmiye bin iki yüz iki eder ki, tam tamına tevafukla haber verir. ت ْ مَ ستَقَا
ْ نا
ِ ِ وَا
َ
م
ٍ ف يَوْه
ُ ص ٌ مت ِهى فَلَهَها يَوْه
ْ م وَاِل ِ فَن ِه َِ ُ اHadîsinin
mu'cizâne ihbar-ı gaybîsini izah eder.
Yâni, bu Hadis, kıyametten değil, belki galibane hâkimiyet-i İslâmiyeden haber verir.
"Onsekizinci Lem'a"da ve başka yerde bu hadîsin üç lem'a-i i'caziyesini beyan ettiğimizden
burada kısa kesiyoruz.
[Dördüncüsü] دى ۪ ْة بَع ِ ْ ن اَل
َ َخلَف َِ ِ اyüz bir ة
َِ ِ اilâ ahir… Şeddeli ن ِ ْ اَلbin yüz
َ َخلَف
۪ ْ بَعseksen altı eder. Yekûnu: Arabîce bin üçsüz yirmi sekiz olur ve Rumîce bin
kırk bir, دى
1328
üçyüz yirmi altıdır ki hulefâ-yı Râşidînin isimlerinin ikinci vecihte gösterdiği aynı tarihe ve
hürriyetin üçüncü senesindeki inkıtâ-i hilâfetin tarihine tam tamına tevafuku, elbette o lisân-
(A.S.M.)
ül-gayb olan Zâtın lisânında tesadüf olamaz; belki onu da görmüş ona da işaret etmiş.
[Beşincisi] ةَ َخلَف ِ ْ ن اَل
َِ ِ اşeddeli nun bir nun sayılsa bin yüz doksan iki eder ki aynen
ة
ً َ سن َ ثَلٰثُوcümlesinin gösterdiği gibi bin ikiyüz iki tarihine on farkla tam tevafuk ederek
َ ن
tam ve nâkıs bütün müddet-i hilâfeti göstermesi ve yalnız (hilâfet) kelimesi bin yüz on bir
َ ثَلٰثُو
edip tam hilâfetin müddetine tam tevafukla beraber o müddete işaret eder. ن
119
kelimesinin cifrî hesabı olan bin sekseneydi adedine, yirmi dört gibi cüz'î bir farkla muvafakat
etmesi, elbette ve herhalde o Muhbir-i Gaybî'nin bir işaret-i gaybiyesidir ve bir nevi mu'cizat-ı
gaybiyesinin bir lem'asıdır.
İşte bu kısacık Hadîsin câmiiyetine, sâir cevâmi-ül-kelim olan Hadîsler kıyas edilsin…
َ َ
م َ ْ م ال
ُ حكِي ُ ت الْعَلِي َ َِ متَنَا اِن
َ ْ ك اَن ْ ِ ما ع َل
َ ِ م لَنَا اِل
َ ْ عل
ِ َك ل
َ َ حان
َ ْ سب
ُ
[ YİRMİSEKİZİNCİ LEM'A ]
ِ ِ ن الَِر
حيم ِ ٰحم ِٰ ِ سم
ْ الله ِه الَِر ْ ِب
Hapsin bir latif hatırasıdır ki: Risale-i Nur gizlenir, fakat sönmez ve söndürülmez. Bir âlem-i
mânâda Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın ilminden sordum: جم ٍه ْ ُف ع ْ َا
حُر ُ ه
سطِيًرا ْ سط َِِر
ْ ت ت َه ُه demişsin, muradın nedir? Dedi: جمه ٍ ْ ُ عyani hecevâri terkipsiz ve
vakflarda olduğu gibi rakamvâri, şekilsiz harflerdir ki (Latinî hurufudur.) Lâ-dini zamanında
taammüm eder. Sonra sordum, "Ercüzende benden bahs ile 'kendini muhafaza et' demişsin.
Hem tam vaktinde emrinizi gördük, fakat kendimizi muhafaza edemedik. Bu belaya düştük.
Şahsımdan binler defa daha ehemmiyetli olan Risale-i Nur'dan bahs ve işaretin yok mu?"
dedim. Dedi, "Yalnız işaret değil, belki Celcelûtiyemde tasrih ediyorum." Ben bu cevabtan
sonra kasâid-i Aleviyeden en meşhur ve en ziyade esrarlı olan Celcelûtiye kasidesinde bu
fıkrayı gördüm. ت ْ سرا تَنَوََِر ُِ ج ال
ِ سْرِج ُ سَرا
ِ ُ ة تُقَاد ِ ِج النُِور
ً َ سرا بَيَان ُ سَرا
ِ ُ تُقَاد
Dikkat ettim, sarahat derecesinde Risale-i Nur'a bakar. Ezcümle: Siracü’n Nur bir tek fark ile
tam ve aynen Risale-i Nur'dur. Çünki Siracü’n Nur'da ا ل جile beraber otuz dört (34) eder.
Risalede ه لotuz beş (35) eder ki, bir tek fark var. O tek fark elif'dir. O da bine işaret eder.
Hem birinci fıkra cifir ve ebced hesabıyla bin üç yüz elli (1350) veya elli iki (1352) eder ki,
bu tarih
120
Risale-i Nur'un gizlenmesine ve gizli parlamasına ve iştiâline tam tevafuk eder. Eğer ً َ بَيَان
ة
kelimesi sayılmazsa (Hâşiye) o vakit سرا
ِ kelimesinin ahirindeki tenvin, nun sayılır. Bin üç yüz
(1333) (1335)
otuz üç veya otuz beş olur ki, bu tarih Risale-i Nur'un mebde-i intişarıdır. İkinci fıkra
olan سرا ِ سْرِج ُ ِ ج ال
ُ سَراِ ُ تُقَادde ج ُِ ج ال
ِ سْر ُ سَرا
ِ yine on farkla Risale-i Nur'a ve
farksız (Risale-i Nurî) tevafuk etmekle beraber, tamam fıkra cifir ve ebced hesabıyla bin iki
eder ki, Risale-i Nur müellifinin tarih-i veladetidir. Ve سرا
(1293)
yüz doksan üç ِ deki tenvin,
(1343)
nun olsa bin üç yüz kırk üç olur ki, Risale-i Nur'dan Onuncu Söz'ün intişarı ile parlaması
zamanıdır. Eğer ج ِ سْر ُ ِ الdeki şeddeli سiki سsayılsa o vakit bin üç yüz elli üç
(1353)
eder ki, bu tarih Risale-i Nur'un bir musibet neticesinde muvakkat gizlenmesine ve gizli perde
altında parlamasına ve tenvirine tam tevafuk eder. Acaba Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’ın gibi
esrar-ı huruf ve cifir ilminde üstad-ı mutlak ve Celcelûtiye gibi cifirli, ebcedli, sırlı bir
kasidesinde bu mânâ cihetiyle ve cifir itibariyle ve hakikat noktasında ve vakıaya mutabakatı
haysiyetiyle ve mukteza-yı hale muvafık olan müteaddit ve mânidar tevafukat-ı acibesi
tesadüf olabilir mi? Hâşâ olamaz. Belki, Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’ın bir kerametidir.
Ercüze'deki çok zahir olan meşhur kerametini teyid ve onunla teeyyüd eder.
Celcelûtiye'nin Risale-i Nur'a işaretini teyid eden cay-ı dikkat bir tevafuk var. Şöyle
ki: Bu sırlı ve cifirli kasidenin cifrî, hesabî rakamları her satırın altında matbu olarak yazılmış
o rakamlar ayrı ayrıdırlar. Fakat Risale-i Nur'dan bahsettiği yerde o cifrî rakamlar resmen
kabul edilen miladî tarihe tevafuk ediyor. Ve o tarihin tarih-i kabulünü ve Risale-i Nur'un
(1929)
perde altında tenvirinin tarihini gösteriyor. Bin dokuz yüz yirmi dokuz 'dan tâ otuz
(39) (1944)
dokuza tâ kırk dörde kadar gösterir. Otuz iki sayfadan ibaret olan o kasidenin yalnız bir
iki yerinde bu zamanın miladî tarihini gösterir. Zannederim ki öteki yerde dahi bu zamandan
bahsediyor. Daha tam anlayamadım. Hem başta Sûre-i İhlas ile işaret edilen vefk-i müselles
(1351)
bin üç yüz elli bir eder. Hem bu işaret-i Aleviyeye bu da ima eder ki, o kasidenin nısf-ı
evvelinde yetmiş fıkrada
(Hâşiye):
ة
ً َ بَيَان kelimesindeki ت vakfa rast geldiğinden ه olur.
121
on yedi defa Nur kelimesini tekrar ediyor. (Hâşiye-1) Ve müteaddit defalar Süryanice bedî
mânâsında olan Celcelûtiye kelimesini öyle ehemmiyetli zikrediyor ki, kasidenin ismi
Celcelûtiye olmuştur. Risale-i Nur, Esma-i Hüsna içinde ism-i Nur, ism-i Hakîm ve ism-i
Bedi'in mazharıdır. Ve zahirinde, tarz-ı beyanında ism-i Bedi'in cilvesi görünüyor. Hem ُتُقَاد
ِ ُِ ج الن
ور ُ سَرا
ِ fıkrasından iki satır evvel bu fıkra-ı râ'na belki en ehemmiyetli ve en parlak
fıkra olan مدَى الدَِهْرِ وَاْلَيَِامهه ِ ي َهها نُوُر
َ ة
ً ج ْ اَقِد ْ كَوْكَب ِههى بِاْل ِهه
َ ْسم ِ نُوًرا وَ بَه
تْ جل َه
َ ْ جلَ yani, "Ya Rab! Benim yıldızımı nur eyle. Âhirzamana kadar bedi' surette
ışıklandır, şûlelendir" diyor. Evet Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın şu duası bu
zamanda Risale-i Nur ile kabul olduğunu ve Risale-i Nur'u irade ettiğini şu bedî, acip tevafuk
ispat eder. Şöyle ki: را ْ اَقِد ْ كَوْكَب ِهى بِاْل ِهtam tamına aynen cifir ve ebced
ً سم ِ نُو
hesabıyla Risale-i Nur oluyor. Çünki nur kelimesi her ikisinde de var. اَقِد ْ كَوْكَب ِهى
سم ْ
ِ ْ بِال ِه
(296)
İki yüz doksan altı eder. Risale-i Nur'daki (Risale) kelimesi aynen iki yüz
(296)
doksan altı 'dır. Demek hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh bütün ulumunun hazinesi olan
Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyanın bir şûle-i i'cazı bulunan Risale-i Nur'u Cenab-ı Haktan ahir
zamanda Kur'ân'a çelik bir sur ve parlak bir yıldız olarak istemiş. (Hâşiye-2) Ve duası kabul olmuş.
Celcelûtiye'de daha bu zamana ve Risale-i Nur'a ima eden müteaddit emareler var. Hattâ
hayretimi mucib bir rüyada Eskişehir hapsinde
____________ _____________________
(Hâşiye-1)
Risale-i Nur'un sebeb-i tesmiyesi on yedi cihetle nur ile alakadar olduğundan on adedden
ziyadesi Risale-i Kaderin mesail-i müteferrikasının ahirinde zikredilmiştir. Bu latif tevafuk manasız
olamaz.
____________ ________________________
تْ سرا تَنَوََِر
(Hâşiye-2):
ِ سْرِج ُِ ج ال ُ سَرا
ِ ُ تُقَادdan sonra muttasıl olarak gelen şu satır ور
ِ ُ بِن
ْ مد َه
ت ْ ُ ت ب ِههِ النَِاُر ا
ِ خ شَرنْط َهٍخ بِقُدُِو سِه بَْركُو ٍه
َ َخ و ٍ َ جل
ٍ ل بَازِه َ cümlesi yine Risale-i
Nur'a pek zâhir bir surette bakar. Çünki manası şudur: Risale-i Nur âhirzamanda perde altında gizlice
َ
tenevvür edip nurlu isim ت ِ شَرنْط ٍخ بِقُدُِو
ٍ س بَْركُو َ yani Rauf ve Rahimden ve ism-i a’zamın
te’siri altında Celal ve kibriyanın azametli nurundan iktibas ederek dalalet ve ilhad ateşini söndürecek.
Evet bu mana Risale-i Nur'a tam tamına mutabıktır. Çünki Risale-i Nur'u mutalaa edenler bilirler ki:
Onun iki menbaı var. Biri ism-i a’zamın kibriyalı ve azametli cilvesi.. Diğeri ism-i Rahim’in şefkatli
ve re’fetli tecellisidir. Ve onun nuruyla fitne-i diniye narı ve zındıka ateşi sönüyor. Ve sönecek.
122
Cay-ı dikkattir ki: Ben üveysî bir tarzda bir kısım ilm-i hakikatı Hüccetü'l-İslâm olan
İmam-ı Gazali'den almıştım. Şimdi anlıyorum ki, İmam-ı Gazali aynı dersi üveysî bir tarzda
İmam-ı Ali Radıyallahü Anh'den almıştır. Demek Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın bir
şakirdi olan İmam-ı Gazali'nin başı üstünde bu biçare talebesine şefkatkârâne, tesellidarâne en
sıkıntılı bir zamanda bakması acip değildir, belki lâzımdır ve öyle olması gerektir. Risale-i
Nur'a üç fıkrasında kuvvetli işaret eden Hazreti İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın kaside-i
Celcelûtiyesi hiçbir cihetle tesadüfe haml edilmez. Ve tevafuklu bir kerametini beyan etmeye
mecbur oldum.
Şöyle ki: Üç aydan beri o kasideyi okuyorum. Yalnız sekiz sayfayı hal edemediğim bir
vefka dair olduğu için okumuyordum. Fakat ahirinde ل اِلٓه ِى ِِ ص
َ َ وden başlayan ahirki iki
sayfayı da ötekilerle beraber okuyordum. Yetmiş defa kat'î, belki tahminime göre yüze yakın
defada istisnasız her defa ne vakit elime alıp baştan okuduktan sonra ahirini açarken فَي َها
َِ ج َ
ل قَدُْره ُه َ سم ِ ال ِذِى
ْ ل اْل ِه
َ م
ِ حا
َ ile başlayan sayfa açılıyordu. Ben hayret ediyordum.
Onu okumayarak iki sayfa sonra ل اِلٓه ِى ِِ ص
َ َ وile başlayan iki sayfa ahirini okuduklarıma
zam ederek her ne vakit baştan okuduğumda terkettiğim sekiz sayfaya gelirken kitabın bâki
kalan yüze yakın sayfaları içinde açtıkça yine سم ْ َ م َ فَي َهاsayfası açılıyordu.
ِ ْ ل ال ِه ِ حا
Hayret içinde hayret ediyordum. Elli def’adan sonra dedim acaba bu sayfa neden açılıyor.
123
Onu da okusam ne olur?" Baktım ki, Kaside-i Celcelûtiyeyi okuduğum maksadın neticesini o
sayfa gösteriyor. Ben terk ettiğimden hatâ ettiğimi bildim. Ondan sonra okumaya başladım.
Ondan sonra belki kırk defadan fazla el attıkça yine o sayfa açılıyordu. Nihâyet arkadaşlarıma
hikâye ettim. Onlar da hayret içinde hayrette kaldılar. Dedim: "Bu Celcelûtiyenin bir
kerametidir. Sizleri değil, başkalarını ikna edecek maddî delil elimde yok. Yalnız benim
müşahedatım var. Benim müşahedatım başkasına hüccet olamaz. Benim de şimdiye kadar
delilsiz dâvâları yazmak adetim değildir. Fakat madem şu tevafuk aciptir. Elbette "Beni yaz.
Diye işaret ediyor. " Ve inanmayanlara kendini inandıracak ki yazdırmak istiyor. Cenab-ı
Hakka yüz bin şükür ediyorum ki, bana hem büyük bir teselli, hem dâvâma büyük bir delil
gösterdi. Ve tevafukun beş altı nev'i bize ve mesleğimize medar-ı imtiyaz ve vesile-i teşvik
olarak verilmiştir. Ve her me'yusiyet ve gevşeklik zamanımızda bir kamçı ve teşvik ve bir
keramet ve hizmet-i Kur'ânîyeye, medar bir tevafuk-ı latife imdadımıza yetiştiği gibi bu defa
da yetişti. Evet, kalben gâyet alâkadar olduğum kardeşlerimin müfarakat zamanının pek yakın
olduğu bir zamanda ve hapiste yalnız kalacağım bir anda ve üç ayda yetmiş defa acip bir
tarzda bana açılan bir sayfanın kerametini dâvâ ettiğim ve delilsiz kaldığım bir hengamda
Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’ın Celcelûtiye kasidesinin yetmiş defa bila-istisna bana açılan
َِ ج َ
ل قَدُْره ُه ْ ل اْل ِه
َ سم ِ ال ِذِى َ م َ فَي َهاden başlayan üç-dört satırda üç-dört kuvvetli
ِ حا
سم ْ َ م َ فَيَاhitab-ı umumisinde bize hususi bakıyor.
emare ve delil vardır ki, ِ ْ ِ ل ال ِ حا
َِ ج َ
[Birinci Emare] ه ُ ل قَدُْر َ سم ِ ال ِذِى
ْ ِ ل اْلَ م َ فَي َاfıkrası hem makam, hem
ِ حا
mânâ, hem cifir ve ebced hesabıyla bu nidâ-i umumi-i Alevî hususi bir tarzda bu zamana ve
َِ ج َ
Risale-i Nur'a ve Risale-i Nur'un müellifine bakıyor. Çünki ل َ سم ِ ال ِذِى
ْ ل اْل ِه
َ م
ِ حا
َ
ُ قَدُْرcifir ve ebced hesabıyla bin üç yüz elli üç
ه (1353)
senesi zamanını tam gösterdiği ve o
zamanda da Risale-i Nur ve şakirdlerinin en korkulu bir zamanıdır ki, altı satırda yedi defa
ش
َ خ ْ ِ ل اْل
ْ َ لَتkelimelerini tekrar ediyor ِسم َ م
ِ حا ْ ِ ل اْل
َ فَيَاfıkrasında سم َ م
ِ حا
َ Molla
Saidi ve ِسم ْ ل اْل ِه
َ م َ ( فَي َهاMolla Kürd)ü ve (Said-i Bedî')’i yalnız üç farkla tevafuk
ِ حا
sırrıyla gösteriyor. Ve bu isim sahibi bu hitapta hususi murad olduğuna işaret ediyor. Ve
(1353)
mânâsıyla da bin üç yüz elli üç senesinin tarihinde bu ism-i Âzamın hamili yani ism-i
Âzamı kendine muhafaza edici ittihaz eden şahıs demekle, o umumi hitapta böyle hususi bize
bakıyor.
124
(1353)
Çünki Lillahilhamd bin üç yüz elli üç tarihinde her yirmi dört saatte yüz yetmiş bir defa
َ َ
ل قَدُْره ُه ِ ج ْ اْل ِهolan ism-i Âzamı okuyorum ve kendimi onunla muhafazaya
َ سم ِ ال ِذِى
çalışıyorum. Evet kaside-i Ercüze'sinde Sekine tabir ettiği ism-i Âzamı ve Celcelûtiye'sinde
َِ ج َ َِ ج َ
Süryani ve Arabî olarak yine müteaddit tarzda ل َ ل قَدُْره ُه ال ِذِى ْ اْل ِه
َ سم ِ ال ِذِى
ُ قَدُْر
ه gibi tabirle beyan ettiği Esma-i Sitte-i Meşhureyi (ki, ism-i Âzamdır). Gösterdiği bin
(1353)
üç yüz elli üç tarihinde yüz yetmiş defa Esma-i Sittesi Risale-i Nur müellifinin daimi
(Hâşiye) (171) (71)
virdidir. Ve o yüz yetmiş bir defa okuduğum Esma-i Sitte ile beraber yetmiş bir
(1353)
âyeti yirmi dört saatte on dokuz defa okuyarak yekûnü bin üç yüz elli üç de bin üç yüz
(1341) (1340)
kırk bir eder ki, bu ism-i Âzama bin üç yüz kırk 'dan beri devam ettiğimin tarihine
tevafuk ediyor. Hem bir defasında on dokuz âyet ism-i Âzam ile beraber on dokuz defa daimi
(6666)
okunur. Ve âyetlerin tekrâratının hurufatının adedi altı bin altı yüz altmış altı . Ayât-ı
Kur'âniyeye tevafuk ediyor. Sûre-i İhlasın üç Fâtiha-i Şerifenin tekerrür-i nuzûlü için iki olsa
yine tam tamına tevafuk ediyor.
َ
[İkinci Emare] سم ِ ال ِذِى
ْ ل اْل ِه
َ م َ فَي َها
ِ حا satırından sonra شه ْ َ ل وَل َ ت
َ خ ْ ِ فَقَات
ف َ َ ب وَل َ ت
خ ْه ْ حارِه
َ َو
fıkrası pek zahir ve kat'i bir surette harb-i umumiyi gösterdiği gibi,
harb-i umumide gâyet tehlikeli bir surette harbe iştirak eden bu fakirin en korkunç zamanına
bakar ve teselli eder, "korkma" der. Ve bu umumi hitapta hususi olarak Risale-i Nur'un
başlangıcı olan
____________
________________________
َِ ج َ
Belki فَي َاnida ile çağırdığı ُر ه
(Hâşiye)
ُ ْ ل قَد َ سم ِ ال ِذِى
ْ ِ ل اْل
َ م
ِ حا
َ hesab-ı ebced ve cifir ile
bin üçyüz elli dört eder ki; bu arabi tarihte Risale-i Nur’un kırktan fazla şakirdlerini ve müellifini imha
etmek planı ile hapishaneye attıkları zamandır ve tevkif ettikleri tarihtir. O tarihte bu hitaba tam
muhatab olarak yalnız bunlar görünüyorlar. Çünki vaziyetleri gâyet korkulu idi. Halbuki harika olarak
selamete çıktılar.
َ َِ ُ تَو ِٰقىه ب هِ ك
Bu fıkrada Hazret-i İmam Ali radıyallahü anh diyor. ت َ ِ سل
ْ م ُ ُ ل اْل
ِ َ مورِ ت ِ َ
yani ism-i a’zamın bereketiyle her bir tehlikeden selametle kurtulacaksın. Evet yüz binler şükür
َِ ج َ
kurtulduk. Eğer ل َ ال ِذِىdeki iki şeddeli لler birer لsayılsa bin iki yüz doksan dört eder ki:
o zaman Risale-i Nur müellifinin dünyaya geldiği tarihtir. Ve doksan üç müdhiş harbinden, ta harb-i
umumiye kadar ve bin üç yüz elli dörde kadar olan tehlikeli zamanda yaşayacaksın ve çok tehlikelere
düşeceksin. Fakat korkma Biiznillah kurtulacaksın diye işaret ediyor.
125
____________
َِ ________________________
(Hâşiye)
ْ ِ ل اْل
سم ِ الذِى َ م َ فَي َاilâ âhira... Fıkraları dört satırda beş-altı vecihle Risale-i Nur’a
ِ حا
ve müellifine işaret ettiği gibi hayatındaki vukuat-ı mühimmeye parmak basıyor. Ezcümle dördüncü
satırda خشٰى ٌ َِ حي
ْ َة ت َ َ فَلfıkrasıyla bin üç yüz kırk sekiz raddelerinde ve rumi ise bin üç yüz kırk
beşde Hocam ve Üstadım dağdaki cesim bir kara ağaca dayandığı esnada yarım saat bir gürültü işittiği
halde bakmamıştı. Sonra baktı ki, gâyet müdhiş ejderha gibi bir yılan arkasında ağzını açmış bekliyor.
Hücum edemiyor. Birden Hocam o yılanın önünden tarlanın içine çekildi. Yılan ise, çöreklenmiş ve bir
metre de ayağa kalkmış bir vaziyette iken, onun hücumuna intizar ediyordu. Halbuki harika olarak o
müdhiş hayvan kımıldanamadı. Çünki Hocamın o gün çok defa okuduğu Âyet-el Kürsi himayesi o
hayvanı gem vurmuş gibi üç metre mesafede durdurdu. En nihâyet çekildi gitti. Bu manayı te’yid eden
cifirce ٌ َِ حي
ة َ deki تmüennes alameti olduğu için sayılmaz. Çünki o yılan dehşetine göre müzekker
idi. Ta’bir-i hakkı حى َ dür. حى َ Olsa o vakit خشٰى َ َ فَلolur. Arabi bin üç yüz kırk
ْ َ حى ت
sekiz eder ki, aynı tarihte bu hadise olmuştur. Hem
126
[Üçüncü Emare] Bu üç güz mevsiminde aynı zamanda medar-ı teselli (üç kerameti) gördük.
____________
َِ ________________________
َِ ُ ه ك ْ َ م
(Hâşiye):
ت
ْ م َ سل ُ ُ ل ال
َ َ مورِ ت ِ ِ بBin üç yüz yirmi beştir. Bu tarihte o سم
ِ ْ ِ ل ال ِ حاَ divan-ı
harbin dar ağacına asılmaktan me’mulün hilafına olarak selametle kurtulduğu gibi سم ِ ْ ِ ل اْل
َ م
ِ حا
َ
َ َ
ُل قَدُْر ه ِ جَ ال ِذِىbin üç yüz elli dörttür. Bu tarihte bu müdhiş musibetten harika olarak selamete
çıktık.
128
otuz bir Mart hadisesi münasebetiyle İstanbul'dan kaçarak muvakkat bir zaman mücahede-i
maneviyeyi bırakmak niyetiyle hareket ordusundan firar edip İzmit'e geldiği tarihe tevafuk
ediyor. ب تَرٰىْ لَعَقَْرfıkrasında dahi muhatap, hususi o "Nursî" olduğundan سى ِ يَانُوْر
(1341)
izhar edilerek ilave edilse bin üç yüz kırk bir eder. İşte o tarihte ben Barla'da menfî
olarak insan suretindeki akreplerin tacizleri altında azap çekerken harap ve hususi, küçük
mescidimde otururken seccademin altında yeri bulunan ve emsalini görmediğim büyük bir
akrep çıktı. Bir zat onu öldürdü. Daha ondan sonra on senedir dağlarda akrepli yerlerde
kaldığım halde hiçbir akrebi görmedim. Bu fıkranın tam mânâsına mazhar oldum. Eğer
129
سى
نُوْر ِه deki ىşeddeli olsa o vakit bin üç yüz elli bir (1351) eder ki o tarihte insan
akreplerinin, o سى
ِ نُوْرnin mahvına ve idamına çalıştıkları fakat muvaffak olamadıkları
zamanı tam tamına tevafuk eder.
ت
م ْه
َ َمه
ْ َك بِه َ وَل َ ا َه
َ سد ٌ يَاْت ِهى اِلَي ْه fıkrasının muhatabı müteaddit emarelerle
يَاكُْردِى dir. Çünki Hazret-i İmam-ı Ali
(R.A.)
Kaside-i Ercüzesinde َ مدْرِك ًها لِذٰل ِه
ك ُ ي َها
ن َ الَِز
ما ِه fıkrasında lafzen ve manen "Kürdî" namını veriyor. O halde ردِى ْ ُ كdeki ى
(1321)
şeddesiz olsa o vakit bin üç yüz yirmi bir eder. O tarihte o (Kürdî), Başît namındaki
meşhur dağın başında bir taş üstünde akşam namazını kıldıktan sonra yalnız olarak otururken
o dağın esedi ve arslanı hükmünde olan bir canavar kurt yanına geldi. Bir arkadaş gibi ona
ilişmedi. Eğer ردِى ْ ُ كdeki ىşeddeli olsa bin üç yüz otuz bir
(1331)
eder ki, o tarihte Ermeni
ve Rus komitesinin canavarlarının her tarafta o "Kürdî"yi sardıkları ve katline çalıştıkları ve
fakat muvaffak olamadıkları tarihe tam tamına tevafuk eder.
(1331)
İşte bin üç yüz otuz bir tarihine ve o dehşetli harb-i umuminin şiddetli zamanına
(R.A.)
ve Said Kürdî'nin en musibetli ve en korkulu zamanına Hazret-i İmam-ı Ali bu altı
satırda altı defa ش َ خ َ
ْ َ لت، شه َ
ْ َ لت، ش
َ خ َ خ َ
ْ َ لتdiye mükerreren o tarihe işaret etmesi
elbette hiçbir cihetle tesadüf olmaz. Ve ilm-i esrar ve cifirde allâme-i ümmet olan Hazret-i
(R.A.)
İmam-ı Ali sırlı ve kerametli olan meşhur Kaside-i Celcelûtiye'sinde istikbale bakan altı
satırda altı defa mükerreren aynı tarihi ve aynı korkulu vaktini ش َ خ ْ َ لَتkelimesinde cifir
hesabıyla ve mânâsıyla göstermesi şeksiz, şüphesiz bir keramet-i gaybiyesidir. Resul-i Ekrem
Aleyhisselâtü Vesselâm’dan ders almış, ümmete ders vermiştir.
Evet ش َ خ ْ َ لَتcifir ve ebced hesabıyla bin üç yüz otuz bir eder. Çünki ش َ خ ْ َ لَت
deki خ altı yüz ت dört yüz ش üç yüz ل otuz bir eder, mecmuu bin üç yüz otuz bir
(1331)
eder.
ٍچر
َ ْ خن َ ف وَلَطَعْه
َ ن ٍ ْ سي
ن َهم ْه
ِ ش
خ َه َ ف وَلَطَعْه
ْ َ لَتfıkrasındaki ن ٍ ْ سي
ن َه
م ْهِ
ٍچر َ cümlesi ف
َ ْ خن ٍ ْ سي
(1309)
َ ahirindeki tenvin nun sayılmak şartıyla bin üç yüz dokuz eder .
İşte o tarihte ise شَ خ ْ َ لَتhitabına mazhar olan Risale-i Nur müellifinin adet-i mahalliye ve
silah-ı milli olan seyf ve hançerin hücumuna hedef olduğu, seyf ve hançeri beraberinde
taşımaya mecbur olduğu ve kıskançlık sebebiyle Siirt’de alimlerin ve talebelerin büyük bir
münazaalarını ve kavgalarına maruz bulunduğu hengama tam tamına tevafuk eder. Bu tevafuk
ise sair fıkraların ittifakıyla kuvvetleniyor. Îmadan, işarete belki
130
[Keramet-i Aleviyenin neticesi] Madem Hazret-i İmam Ali Radıyallahü Anh اَن َها
ة الْعِلْم ِ وَ عَلِى بَابُهَا
ُ َ مدِين
َ
hadisine mazhardır. Hem Şah-ı Velâyet ünvanını alarak harika
kerametleri göstermiştir. Hem âhirzamanda gelen hadiselere karşı Kur'ân ve Âl-i Beyt
cihetinde herkesten ziyade alâkadardır. Hem madem esrarlı Kaside-i Ercüzesinde ve meşhur
Kaside-i Celcelûtiyesinde vâkıat-ı istikbaliyeden haber veriyor. Ve "esrar-ı gaybiyeyi benden
sorunuz" diye iddia ederek kısmen dâvâsını ihbarat-i sadıka-ı gaybiye ile ispat etmiştir. Hem
madem o iki kasidesinde takip ettiği en mühim esas ve en büyük ders ism-i Âzamdır. Ve ism-i
Âzam ile meşgul olanlarla konuşur, teselli ve teşci' eder. Hem madem o kasideler istikbale
baktıkları vakit çok emareler ve işaretler ile hem mânâlar ile, hem cifir hesabıyla şu
zamanımızı ve şu zamandaki hadisat-ı acibeye parmak basıyor. Ve aynı hadiseyi mükerreren
işaretle gösteriyor. Hem madem Risale-i Nur bu zamanda iman ve Kur'ân hizmetinde Hazret-i
Ali Radıyallahü Anh’ın nazarına çarpan en ehemmiyetli bir hadisedir. Ve Hazret-i Ali
Radıyallahü Anh’ın tesisinde harika ilmiyle ve fevkalâde şeceatıyla cihanpesendane hizmet
ettiği
131
ve üstünde titrediği hakaik-i imaniye ve Kur'âniyeyi harika bir tarzda kat'i bürhanlarıyla ispat
eden Risale-i Nur, o kudsi hakikatları güneş gibi göstermiştir. Hem madem Hazret-i Ali
Radıyallahü Anh’ın kudsi Üstadından aldığı ve bu ümmete verdiği en mühim ders ve bu iki
kaside-i gaybiyesinin mevzuu ve esası ve ruhu olan Sekine'yi ve ism-i Âzamı bu zamanda
herkesten ziyade kendine vird eden ve on üç seneden beri ism-i Âzamla beraber binbir Esma-i
İlahiye içinde bulunan Cevşenü'l-Kebir ile ve o Esma ile ulûm-ı Kur'âniyenin hazinesini açan
yüz yirmi risaleyi o Esma'nın feyzi ile Kur'ân'a tefsir yapan ve yirmi dört saatte yüz yetmiş
defa Sekine ve ism-i Âzam denilen Esma-i Sitte-i Meşhureyi bin üç yüz mükerrer âyatla
okuyan ve Âl-i Beytin manevî ve gâyet mühim bir mirası ve bir maden-i feyzi olan Cevşenü'l-
Kebir'i kendine üstad eden ve bidâyette her günde bir defa bazan iki-üç defa tamamını okuyan
ve talebelerine tavsiye eden âdem, Risale-i Nur müellifidir. Hem madem iki kaside sarahata
َِ ج َ
yakın altı yerinde ondan haber veriyor. Hattâ yalnız ل ْ ل اْل ِه
َ سم ِ ال ِذِى َ م َ فَي َها
ِ حا
ُقَدُْر ه makamında dahi altı satırda altı defa ش َ خ ْ َ لَتile bu zamanın en müthiş hadisesi
olan birinci harb-i umumiyi gösterip o harpte ilimce ve şeriatça ve şahısça korkulara düşen bir
şakirdini teşci' eden bu altı satır bilâistisna on üç cümlesiyle on üç defa aynı şakirdinin başına
parmak basıyor. Ve on üç seneden beri ism-i Âzama devam eden o şakirdin tarih-i hayatının
on üç vakıat-ı mühimmesine on üç surette işaret ediyor ve umum işaretler birbirine kuvvet
verip ittifak ettikleri âdem, Risale-i Nur müellifidir. Elbette bu mezkur dokuz hakikat gâyet
kat'i bir surette netice verir ki Hazret-i Ali Radıyallahü Anh Ercüze ve Celcelûtiye'sinde
Risale-i Nur'u alkışlıyor, haber veriyor ve müellifi ile konuşuyor, teselli ediyor.
ب َِ م بِال
ِ صوَا
(Hâşiye)
ِٰ َالل هِ و
ُ َ الل ُهه اَع ْل ِٰ َ عنْد ُ ْ اَلْعِل
ِ م
____________ _____________________
Bu keramet-i Aleviye ya tafsilatıyla ona gösterilmiş. O da ihbar etmiştir. Zâhirde budur. Veyahut
(Hâşiye):
icmali bildirilmiş. Tafsilatı bildirilmemiş. Belki intak-ı bilhak nevinden Cenab-ı Hakk onu
söylettirmiş. O halde ona bir keramet ve Risale-i Nur’a bir ikram-ı İlahi olarak kelamında bu ihbar-ı
gaybi bulunmuş. Evet keramet iki kısımdır. Keramet elinde zâhir olan zat, bazen bilir. Bazen
bildirilmez. İkisi de keramettir. Belki bildirilmezse daha selametlidir.
ة الْعِلْم ِ وَ عَلِى بَابُهَا وَ ع َلَى الِهِ َو ُ َ مدِينَ ل اَنَا َ ن قَا َ ل ع َلَى
ْ م ِِ ص َِ ا َ ِٰلله ُه
َ م
ن
َ معِي َ جْ َ حبِهِ ا ْ صَ
ن
َ مي َ ْ
ِ ب ال َعال ِ
ِ مد ُ ل ِٰله ِه َرْ حَ ْ ن وَال
َ ميِ ا
132
[ ONSEKİZİNCİ LEM'A ]
[ Birinci Keramet-i Aleviye ]
[Cay-ı dikkat] Şu acip lem'anın ehemmiyeti üç noktadan geliyor.
(A.S.M.)
[Birincisi ve en mühimi] Gizli kalmış gaybî mühim bir mucize-i Ahmediyeyi
(Hâşiye)
cevami-ü1 kelim nev'inden (iki cümleden ibaret bir hadis-i şerif) iki sayfa kadar hakaik-
i tarihiyeyi ve iki devlet-i azime-i İslâmiyenin hatimelerini ifade ediyor.
[İkincisi] Keramat-ı evliya hak olduğuna kat'i bir bürhan gösteren Hazret-i Ali
Radıyallahü Anh’ın, latin hurufunun kabulünü tam tarihiyle ve tarz-ı tatbikini iki kelime ile
göstermesidir.
[Üçüncüsü] Risale-i Nur şakirdlerine ve naşirlerine karşı Hazret-i Ali Radıyallahü
Anh’ın irşadkârane ve teveccühkârane bakması ve işaret etmesidir.
م ۪ َِ ن ال
ْ رحي ٰ ْ هِ الَِر
ِ حم سم ِ ِٰالل
ْ ِب
Hazret-i Gavs-ı Âzam Şeyh-i Geylanî'nin, sarahat derecesindeki keramet-i gaybiyesini
teyid ve takviye eden Hazreti Esedullahü'1-Galib Ali İbni Ebu Talib Radıyallahü Anh ve
kerremallahu vechehu kaside-i ercüze-i meşhuresinde aynen ihbarat-ı Gavsiyeyi tasdik edip
işaret ediyor. Mecmuatü'1-Ahzab'ın beşyüz seksen iki sayfasından, beş yüz doksan yedinci
sayfasına kadar o Ercüzedir. O Ercüze'nin mevzuu ve içindeki maksad-ı aslı İsm-i Âzamı
tazammun eden altı ismin ehemmiyetini beyan etmek, hem, o münasebetle istikbaldeki bir
kısım umur-ı gaybiyeye ve tesis-i İslâmiyet’teki bir kısım mücahedatına işaret etmektir.
Evet, Hazret-i İmam Ali Radıyallahü Anh, üstadı olan Habibullah Aleyhisselâtü
Vesselâmdan aldığı dersin bir kısmını işarî bir surette zikrediyor. Feth-i Hayberdeki hem
mucize-i Nebeviye, hem keramet-i Aleviye olan harika vakıayı bahsettiği gibi, tesis-i
İslâmiyete temas eden mühim noktaları da bahsediyor. Sonra istikbale bakıyor. Peygamber-i
Zişan Aleyhisselatü
____________ ________________________
(Hâşiye): (A.S.M.)
Mucizat-ı Ahmediyeye dair olan On Dokuzuncu Mektubun cüz-i evvelinde zikredilen
(A.S.M.) (A.S.M.)
hadsiz ihbarat-ı gaybiye-i Ahmediye nev'inden seksen mucize-i gaybiye-i Ahmediye
bununla seksen bir olur.
133
vesselamdan aldığı dersle bir kısım Â’râbın kendisine karşı isyanlarından hiddet ederek
demiş:
ن ۪ ْ ِ علْم ٍ ت
َ سعي ِ ۪فى
س ع َلَى
ُ ستَظْهَُرالْفُْر َ ..اصى ۪ َمع
َ ْ سِع الِ ن تَا ٍ ن بَعْدِقَْر
ْ م
ِ سى ۪ ِب الْفَار ِ سا
َ ح ِ
بِ الَعَْرا ْ
س ۪ َ خن
ِ ادي َ ْ مةِ ال
َ ْ ة كَظُل َ ِ مظْل
ً م ُ .س
ِ ِ ن ع َوَاب
ْ َ ن
ِ َ مبْدَافِت ُ ب تَكُوِ م كَقَتْلَةِ الدَِوَا
ْ ُتَقْتُلُه
yani: Dokuz karın sonra (Fürs), yani akvam ı Şarkiye, Â’râb üzerine hücum edecek, galebe
edip Â’râbı hayvan gibi kesecek. Öyle müthiş fitneler ve karanlıklı musibetler ki; en
karanlıklı gecelerden daha ziyade karanlık olacak. İşte Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’ın bir
keramet-i bahiresi ki kendinden beş yüz sene sonra gelen ve Arab Devlet-i Abbasiyesini
mahveden ve hadsiz kütüb-i İslâmiyeyi nehr-i Fırat'a döken ve Â’râbı gâyet zâlimane katleden
Hülagû vakıa-i meşhuresini haber veriyor. Çünki, meşhur olan karn kırk sene değil o zamanın
istilahınca ağleb-i ömür olan altmış seneden ibarettir. Çünki bir devir altmış senede değişir.
Bu suretle İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın hicretten otuz sene sonra Kûfe'de yazdığı bu
(570)
Ercüze'deki dokuz defa altmış, otuza ilave edilse beş yüz yetmiş oluyor ki, Cengiz'in ve
Hülagû'nun hücum ve tahribat zamanıdır.
Sonra Hazret-i Cebrail'in, Âlâ Nebiyyina ve Aleyhisselâtü Vesselâm huzur-ı Nebevide
getirip Sekine namıyla bir sayfada yazılı İsm-i Âzam, Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’ın
kucağına düşmüş. Hazret-i Ali Radıyallahü Anh diyor: "Ben Cebrail'in şahsını yalnız
alâimü's-sema suretinde gördüm Sesini işittim, sayfayı aldım bu isimleri, içinde buldum"
diyerek bu İsm-i Âzamdan bahs ile bazı hadisatı zikirden sonra tahdis-i nimet suretinde diyor
ki
.ت ِ ٰمبْدَااِدُِنْيَالِيَوْم ِ اْل
ِ خَر ِ ن ع ُلُوم ٍ فَا ُِ ُ فَك
َ ن ْ مِ .تٍ خَر ْ م
ِ معْنًا
َ ل
ُ ك غَدًا
م َهانًا ٍِ ش َ ل ۪ذى ُِ ُ وك.عنْدَنَاع َيَانًا
َ ِ شفًا ْ َ صاَركَ ْ قَد
yani "Evvel-i dünyadan kıyamete kadar ulum-ı esrar-ı mühimme bize şûhûd,
derecesinde inkişaf etti. Kim ne isterse sorsun, sözümüze şüphe edenler zelil olur." Sonra yine
İsm-i Âzam içinde bulunan o altı Esma-i Hüsna'dan bahsedip birdenbire aynen Gavs-ı
Geylanî'nin ihbar-i gaybisi gibi Hülagû asrından bu asrımıza bakıyor ve ikinci bir keramet-i
(Hâşiye)
ت ۪ ْ ت ت َه
َِ ِ سطيًراب ْ سط َِِر
جمه ٍ ُه
ْ ُف ع ْ َا
خُر َه
gaybiyeyi izhar ediyor. Ve diyor ki:
۪ ميُروَالْف
َقيًرا ۪ َ بِهَااْل (1349)
yani on dördüncü asr-ı Muhammedîde bin üçyüz kırkdokuz
____________ _____________________
(Hâşiye):
Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’ın şu kerameti pek zahirdir. Çünki: Huruf-ı ecnebiyenin İslâm
içinde cebren kabul ettirildiği zamanı ۪ ْ ت ت َه
سطيًرا ْ سط َِِر
ُه cümlesiyle tam tamına aynı tarihi
gösteriyor. Cifirle ve hesab-ı ebcedle fıkranın mânâsını takviye ediyor. Şöyle ki: İki س yüz yirmi
(120)
, iki ط on sekiz
(18)
, iki ت sekiz yüz
(800)
, iki ر dört yüz
(400)
, bir ى on
(10)
, bir الف
(1) (1349)
bir , bin üçyüz
134
(1347)
ve Rûmice bin üç yüz kırk yedi de Arabî hurufunu terk edip, ecnebi ve acemi hurufuna
İslâm içinde başlanacak. Hem umum, fakir, zengin, emir ve işçi, çoluk çocuk gece dersleri ile
o hurufu cebren öğrenecekler. Çünki bir nüshada [ت َ ]بَاdir. [ت
َ ]بَاise gece çalışmasıdır.
َِ ب ِه
ت ise kat'i ve cebri ifade ediyor. جمه ٍ ْ ُف ع خُر َه ْ َ اFıkrasındaki جمه ٍ ْ ُ عise o zamanın
istilahınca Arabın gayri Lâtince ve Frengî huruf demektir.
۪ ه ب ِ ٰهذ ِههِ ال َِه
Sonra diyor. ِسكينَة َ ْ اَت. ه
ُ حفَه ُ ن ي ُ ۪عين َه
ْ م نْه اََراد َ ِٰاللُهه ا َهَ َ فyani, "Kim
inâyet-i ilahiyeye mazhar ise Hazret-i Cebrail'in tabiriyle bu Sekine-i Kudsiye olan İsm-i
Âzamı Cenab-ı Hak ona hediye eder. Onunla o zamanın şer ve fitnelerinden kurtarır." Bu
ُِ ُ فَك
sözden dört sayfa evvel yine demiş: ه فِهى ُ نه ل َهَ كَا.ُسِهعَادَة َ ه ال ُ ت ل َه
ح ْه َ َ م نْه ل
َ ل
۪ ْ ال
ِجيدِكَاالْقِلَدَة yani, "Kim saadete mazhar ise...said ise... şaki değilse... o İsm-i Âzam
onun boynunda mübarek bir gerdanlık hükmünde bir nüsha olur." Sonra diyor َِ ث ُه
م
َِ ُ م ث
م ْ ُ مآءُ َزوَِقُوااَفْوَاهَهَ َ م ع ُل
ْ ُ ه. ن َ خرِالَِز
ِ ما َِ َ ا. ن
ِ ٰن ع ُوَاة َ ا ْ ِ شَراْل
ِ خوَا ِ معَا ُ َ اِع ْل
َ موا
م ْ انْثَنُواوَاتَِبَعُوااَهْوَ ائَهُهyani, "O bid'alar ve acemî ve ecnebi hurufunun intişarı, zamanı
olan o âhirzamanın fena âdemleri bir kısım ülemaü`s-su'dur ki; hırs sebebiyle batınlarını
haramla doldurmak için bid'alara yardım edenler ve fetva verenlerdir."
ْ َ سئ
Sonra bir kısım ülemaü's-su'u tokatlamakla beraber birisiyle konuşuyor. Der: ل ْ َف
كَ شَِر تِل ْه
َ ك قي َه ۪ َن ي
ْ بِا َه. ن
ما ِه َ مدْرِك ًها لِذٰل ِه
َ ك الَِز ُ يَا.ن
شا ِه ِ ۪ َموْل َهيَ الع
َِ ظيمه ال ْ َ ِل
ٍحنَة
ْ م ِ َل كُْربَةٍ و َ َ و.ِ الْفِتْنَةyani, "O zamana yetişen ve alimlerden olan insan!
ِِ ُ شَِر ك
Cenab-ı Haktan o fitnenin şerrinden muhafaza için sana ders verdiğim İsm-i Âzamla dua et."
ق
ٍ ضي۪ َل كُْربَةٍ و
ِِ ُ ث لِك
ٌ ْ غَو. ق ۪ ْ َِ ن ع َٰلى الت
ِ حقي ُ ح َ َِ فَاِنyani: "Biz Al-i Beyt'ten birer
ْ َ مان
Gavs çıkıp her kürbet ve şiddet zamanında imdat ediyoruz."
Esedullahü'I-Galib Hazret-i Ali İbn-i Ebu Talib Radıyallahü Anh ve keramullahü
vechehünün ihbarat-ı gaybiyeye aid şu kasidesinin bir kısmında Risale-i Nur şakirdlerine
bilhassa baktığına (müteaddit emareler) var. O da Gavs-ı Geylanî gibi Risale-i Nur'un
makbuliyetini imza ediyor ve alkışlıyor.
(1349) (1353)
kırk dokuz 'dur. Şimdi Arabî bin üç yüz elli üç `tür. Bu hurufun cebren kabulü ve Ramazan
gecelerinde çoluk çocuk ve kadınlara okutturulması dört sene evveldir.
135
[Birinci Emare] Latin hurufunun İslâmlar içinde cebren kabul ettirileceğini teessüfle
bahsedip ve ulema-üs su'u tokatladığı yerde birdenbire birisiyle irşadkârane konuşuyor ve
diyor ki, ن َ ك الَِز
ْ ما َ ِ مدْرِكًالِذٰل
ُ " يَاSana verdiğim ders ile hıfz duasını et." İşte bu مدر
aynen Hazret-i Gavs'ın kaside-i meşhuresinde مريدىdediği âdemin aynıdır. Çünki ikisi
de aynı fitneden bahs edip umum içinde hususi bir âdeme iltifat gösteriyorlar. Kaside-i
Gavsiyede مريدىilm-i cifr ve on yedi emare ile ملسعيدdir. Hem الكردىolduğu
tahakkuk etmiş Risale-i Nur'un bir vasıta-i naşiri olan Üstadımızın hem ismi hem lakabı
مريدىlafzında olduğu gibi aynen Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’ın ك َ مدْرِكًالِذٰل ِه
ُ يَا
نه َ الَِز
ْ ما fıkrasındaki مدْرِك ًها
(Hâşiye)
ُ kelimesi ilm-i cifir ve hesab-ı ebcedle aynen hem
ملسعيدhem الكردىoluyor.
Her ikisi de iki yüz altmış beş ediyor. مدْرِك ًا
ُ üstündeki tenvin vakfta elif'e inkılap
ettiği için ٌ اَل ْهoluyor. مدرlafzı yukarıdan okunmasıyla كردolduğu gibi نه
ف َ اَلَِز
ْ ما
lafzı da بديهع الزمانın bir parçasını okumakla bu emareyi letafetlendiriyor. Demek o
zamana yetişenlerin arasında Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’ın hitabına mazhar çok efrad
içinde Risale-i Nur naşirine hususi bir iltifatı vardır.
[İkinci Emare] Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh hırs ve tama' yolunda bid'alara
tâbi olan bir kısım ulemaü's-su'u tokatladığı vakit ulema içinde birisiyle merhametkârane
konuşmaya başlıyor Üstadımızı bilenlere malumdur ki; Ankara rüesası onun İstanbul'da
İngilizlere karşı mücahedatını takdir ederek onu istediler. Ankara'ya gitti. Van'da Medresetü'z-
(150)
Zehra namındaki kendi darü'I-funununa yüz elli bin banknot, (iki yüz meb'usdan yüz
altmış üçünün) imzasıyla i'tası kararlaştırılan layiha-ı kanuniye kabul edilmekle beraber Şeyh
Sinûsî makamında vilayat-ı Şarkiye vaiz-i umumiliği hem Darü'1-Hikmetin hem diyanetin
azaları orada olmakla, o da onlar içinde bulunmakla beraber meb'us olmak ve daha ne isterse
yapılacak diye teklif ettikleri halde sırf sünnet-i seniyeye muhalif
____________ ________________________
(Hâşiye):
مدْرِكًا
ُ يَا tenvin, nun sayılmak şartıyla (üç yüz yirmi beş)
(325)
olup نورسىbir fark ile
ediyor. O fazla elif bine işaret ettiği için üç yüz yirmi beş kalıp, hem مدْرِكًا
(326)
üç yüz yirmi altı ُ ne
tam tevafuk ediyor. Hem fitnelerin başlangıcının hem o "Nursî"nin mücahedesinin başlangıcının
tarihini gösteriyor.
136
hareket etmemek için o teklifleri kabul etmeyerek on dokuz sene, belki yirmi iki sene
işkenceli esareti kabul eden Üstadımıza elbette Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anhın
ulemaü's-su'a hiddet ettiği zaman ona karşı hususi iltifatı olacak ve o manevî mecliste onu
okşayacak. Onun için bu hal bir emaredir ki Hazret-i Ali Radıyallahü Anh, Hazret-i Gavs-ı
Geylanî gibi umum muhatapları içinde Risale-i Nur'un bir vasıtası olan Hocamıza işareten
ْ ُل ك
iltifat ediyor. ٍربَة ِِ ُ ث لِك
ٌ ْ غَو. ق ۪ ْ َِ ن ع َٰلى الت
ِ حقي ُ ح
ْ َ نfıkrasında gavs lafzıyla Gavs-ı
Geylanî'nin müridine şefkatle bakmasına İmam Ali Radıyallahü Anh’ın baktığını ima ediyor.
(Hâşiye-1)
۪ شه َه
سعيدًا
Bu satırdâ Gavs'ın ُ ت َ ۪عيfıkrasındaki سعيدًا
۪ َهlafzını هُ ي ُ ۪عين َهdahi aynen
سكينهyine aynen gösteriyorlar. Her birisi سعيدًاoluyor, Demek Gavs gibi bu fıkra Said ile
konuşuyor. هharfi beştir. Dördü دdır. Biri دüstündeki tenvin vakıfda elif’e mukabildir.
(Hâşiye-2)
Cay-ı dikkattir ki: Bu iki satır mânâ itibariyle doğrudan doğruya Risale-i Nur nâşirine baktığı
gibi cifir ve ebced hesabıyla yine bakıyor. Çünki ه ۪ ه بِهٰذ ِههِ ال َِه
َ َ سكين َ ْ اَت
ُ حفَه cifir ve ebced
(1351)
hesabıyla bin üç yüz elli bir tarihini gösteriyor ki, Risale-i Nur'un galibane intişar ve tekemmül
tarihidir. İkinci satır ۪ ْ ه فِهى ال
ِجيدِكَاالْقِلَدَة ُ نه ل َه
َ كَا.ُسِهعَادَة ُ ت ل َه
َ ه ال َ َ م نْه ل
ح ْه
ُِ ُ فَك
َ ل
(1329)
yine cifir ve ebced hesabıyla bin üç yüz yirmi dokuz ediyor ki, Risale-i Nur naşirinin hakiki
mebde-i mücahedesi tarihidir. Yalnız bu َِ اَل
ُسعَادَة ve ِاَلْقِلَدَة deki iki ت vakfa rastgeldikleri
için kaideten ه
sayılırlar. Elhâsıl bu iki satır üç cihet ile Risale-i Nur naşirine bakıyor.
[Birincisi] İsm-i Âzamı tazammun eden altı ismin ona hediye edildiği ve onunla muhafaza
edildiği aynen vakıa olmuş ve olmaktadır.
[İkincisi] ُ َ ي ُ ۪عينcifirce سعيد السكينه
ه cifirce yine ة َِ اَل
ُ َ سعَاد سعيد mânâ
ve lafızca yine سعيدoluyor.
[Üçüncüsü] Evvelki satır Risale-i Nur'la mücahedenin bugününü, ikinci satır mücahedenin
mebdeini tam tamına tarihiyle gösteriyor. İşte bu iki satır Risale-i Nur naşirinin yirmi senelik
mücahedatının biri mebdeini, diğeri müntehasını göstermesi elbette tesadüfi olamaz. Belki
(R.A.)
mücahedenin makbuliyetine bir işaret-i gaybiyedir. Ve Hazret-i İmam Ali’nin bir sikke-i
tasdikidir.
Süleyman Rüştü, Hüsrev
137
ve saadete mazhar ise o âhirzamanın fitnelerinden bu altı ismi verdiğim ders tarzında vird
edenler mahfuz kalır."Hazret-i İmam Ali Radıyallahü Anh huruf-ı ecnebiyi İslâmlar içinde
kabul ettirmek hadisesi ile ulemaü's-su'un bid'alara yardımlarından teessüfle bahsedip o iki
hadise ortasında irşadkârane bazılarından bahsediyor ki, o Sekine olan İsm-i Âzam ile ecnebi
hurufuna karşı mukabele ediyor. Ve hem ulemaü's-su'a karşı muhalefet ediyor.
İşte bu zamanda o âdemler Risale-i Nur şakirdleri ve naşirleri oldukları şüphesizdir.
Çünki onlardır ki hatt-ı Kur'ân'ı muhafaza ediyorlar ve bid'akâr bir kısım ulemalara karşı
mukavemet ediyorlar.
Evet biz Hocamızdan anlamışız ki, On üç sene evvel Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’ın
bu kasidesinin sırrını bilmeden yedi sene evvel bu altı ismi İmam-ı Gazali'den ders alarak
kendine vird etmiş. Hem bütün evradları tebeddül ve tahavvül ettiği halde bu Sekine tabir
edilen altı ismi Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’ın verdiği ders tarzında mütemadiyen terk
etmeden devam etmiş. Bu tarzda devam edenleri işitmemişiz. Hem hilaf-ı adet bir tarzda
yirmi sene zarfında yirmi fitne-i azimeye düştüğü gibi tesirli bir surette hayat-ı içtimaiye-i
İslâmiyeye karıştığı halde harika bir mahfuziyet altında olduğunu gözümüzle gördüğümüzden
Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’ın âhir zamandaki hitap ettiği dostları içinde bilhassa ona ruy-i
iltifatı olduğunu hissediyoruz. Hem َسعَادَة ُ َت ل
َِ ه ال ْ حَ َ لlafzıyla, yani, Said olduğunu ve
ulema bahsine muttasıl birisinin inâyete mazhar olduğunu ve ن َ ك الَِز
ما ْه َ مدْرِكًالِذٰل ِه
ُ يَا
(Hâşiye)
fıkrası hesab-ı ebcedle on üçüncü asrı gösterip o asırda dünyaya gelen ulemadan Said
isminde birisine lâtifane bir îma bu emareyi zînetlendiriyor.
(Hâşiye):
ن َ ك الَِز
ْ ما َ ِ مدْرِكًالِذٰل ۪ َ يَا
ُ ْ سعيد tenvin nun sayılmak şartıyla bin üç yüz yirmi beş
(1325)
tarihi olan hürriyetin ikinci ve üçüncü senelerinde hilafet-i İslâmiyeyi kaldırmaya teşebbüsle o
hilafetin kırılmasından fitnelerin kapısı açıldığının zamanıdır. Hazret-i Ali Radıyallahü Anh o zamana
dehşetli bakıyor.
138
ve üstadı olan Hazret-i İmam Ali Radıyallahü Anh elbette Al-i Beyte bir cihette düşman olan
Vehhabilerin Haremeyn-i Şerifeyni istilası hengâmında ve Haricilerden daha berbat bir tarzda
sünnet-i seniyeye muhalefet eden bir kısım ulemaü's-su' ve zalemelerin istilası zamanında
Risale-i Nur vasıtası ile Risale-i Nur şakirdleri bütün kuvvetleriyle sünnet-i seniyenin
muhafazasına ve Al-i Beyt'in hürmetine ve meveddetine çalışdıkları ve o müthiş mehalike
karşı sarsılmadıkları halde imdad-ı ruhaniye ve kuvve-i maneviyenin takviyesine pek çok
muhtaç oldukları bir zamanda o ulûm-ı evvelîn ve ahirîni bildiğini müftehirane iddia eden
Hazret-i Ali Radıyallahü Anh hiç mümkün müdür ki, evladından olan Gavs-ı Geylani'den geri
kalsın. Şeceat-ı Haydaranesiyle Risale-i Nur şakirdlerinin imdadına yetişmesin. Elbette bu
suretle yetişir ve yetişti. Malumdur ki: Meselâ, umum bir cemaat içinde biri hareket etse, biri
de dese, "Ey insan bana bak" o insan lafz-ı umumisinde karine-i hal ile o hareket eden âdeme
hitaptır. Madem muktezâ-yı hal ve karine-i hal ile Hazret-i İmam Ali Radıyallahü Anh’ın
umum muhatapları içinde en ziyade muhtaç ve en ziyade Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’ın
maksadı lehinde hareket eden Risale-i Nur şakirdleridir. Elbette o zat istikbale bakıp
ن
ْ خوَاْ ِ يَآاَيُِهَااْلtabiriyle konuştuğu cemâat içinde en ziyade müteharrik ve en ziyade kuvve-i
maneviyenin takviyesine muhtaç olanlara hususiyetle bakar.
[Beşinci Emare] Ecnebi hurufatını ehl-i İslâmın en mühim hükümeti resmi bir surette
kabul ve neşir ve cebrettiği halde Risale-i Nur şakirdleri bütün kuvvetleriyle hatt-ı Kur’âniyi
harika bir surette neşir ve tamim ile muhafazasına çalıştıkları bir zamanda Hazret-i Ali
Radıyallahü Anh tarihiyle ondan haber vermekle gaybî keramatı beyan ettiği yerde ulema
içinde birisine iltifat gösteriyor. Elbette bu iltifatın gerçi çok efradı olabilir. Fakat bu karine-i
hal gösteriyor ki Risale-i Nur şakirdleri bir hususiyet kesbetmiş ki Hazret-i Ali Radıyallahü
Anh iltifatıyla Risale-i Nur'u alkışlıyor.
[Altıncı Emare]............................... Kuvvetlidir, fakat yazamayız.
[Yedinci Emare]............................. Zahirdir, fakat gösteremiyoruz.
[Elhâsıl] Hazret-i Ali keremallahü vechehü ecnebi hurufuna karşı şiddetli teessüf ve
hiddet ettiği ve bid'alara taraftarlık eden bir kısım ulemaü's- su'a karşı şiddetli nefret ve hiddet
ettiği yerde irşadkârâne bazılarla konuşuyor. Ve Hazret-i Cibril'in tabiriyle Sekine ismi verilen
ve İsm-i Âzam sandukçası olan Esma-i Sitteye
139
devam edeni irşad ediyor, taltif ediyor. İşte o Esma-i Sittenin devamından tereşşüh eden ve o
Esmanın lemeatı olan Risale-i Nur ve o Risale-i Nur kendi şakirdleri ile lâakal yüzer kalemle
yüzer parça Risale-i Nur'un eczalarıyla ve intişar eden yirmi bin nüshasıyla lâakal yüz bin
âdemi huruf-ı Kur'âniye lehine ve sünnet-i seniyeye ittibaa ve imanlarının takviyesine ve
Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’ın hiddet ettiği iki cereyana karşı tamamıyla mukavemet
ettiklerinden elbette Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’ın ن ْ خوَاْ ِ يَآاَيُِهَااْلtabir ettiği ihvanları
içinde hususî bir surette onlara bakıyor.
Evet, Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’ın bu zahir keramat-ı gaybiyesi Hazret-i
Peygamberin Aleyhisselâtü Vesselâm’ın irşadıyla olduğu için başka şekilde bir mucize-i
Peygamberiye olduğu münasebetiyle aynı keramet-i Gavsiye ve işarat-ı harika-i Aleviye gibi
beşinci asırla, on dördüncü asrın fitnelerine işaret eden ve gizli kalıp mânâsı anlaşılmayan bir
mucize-i gaybiye-i Nebeviyeyi beyan etmeye münasebet geldi, şöyle ki: Hadis-i sahihte vardır
ki Resul-i Ekrem (Aleyhisselâtü Vesselâm) ferman etmiş: يوم والفنصههف يوم
انااسهتقامت امتهى فلههم evkemakâl... Bu hadis-i şerife her nasılsa kıyamete işaret
ediyor suretinde mânâ verilmiş, mucize-i Nebeviye gizlenmiş, anlaşılmamış. Hem Şeyh-i
Geylaninin hem Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’ın irşad-ı Nebevi ile beşinci ve altıncı ve on
dördüncü asırların fitnelerinden kerametkârane bahisleri gösteriyor ki, bu hadis-i şerif onların
bu zamana bakmak için bir teleskoplarıdır ki bu iki asra bakıyorlar. Evet hâdiste يومtabiri
َ ماتَعُدُِو
ن َِ م
ِ ٍسنَة ِ ْ ك كَاَل
َ ف َ ِ عنْد َ َرب
ِ ما َِ ِ ا
ً ْ ن يَو âyetinin delaletiyle bin seneden ibarettir.
Hilafet-i İslamiyeye ve hükümet-i Arabiyeye hadis mûcibince tam istikâmetle gitmediği için
(Hâşiye)
tam nısf-ı yevm olan beş yüz küsur senede Hülagû hücumuyla hâtime verildi. Üç-dört
ُ
asır zaman-ı fetretten sonra حب ِون َه ُ
ْ ُ حب ِه
ِ ُ م َوي ِ ُ الله ِه بِقَو ْم ٍ ي ِ ْ يَاâyetinin sırrına mazhar
ِٰ ت
olan Osmanlı âdil padişahları hadis-i şerifteki istikâmeti yerine getirmeye çalıştıklarından
hadisin hükmüyle ümmet için bin sene hilafet-i İslâmiyeyi ve şer-i şerif üzerinde giden
hükümetin idamesine vasıta oldular. Hadisin ikinci ciheti ki:
(Hâşiye)
Hadisin hükmüyle hükümet-i Arabiye beş yüz sene yaşayacak. Halbuki beş yüzden bir miktar
geçer. Bunun sırrı şudur ki: Yezid, Velid, Haccâc-ı Zâlim gibi zalemenin ve Ebû Müslim-i Horasâni'nin
tahakkümü ve Emevilerin inkirazından sonra Abbâsilerin tam takarruruna kadar olan zaman hükümet-i
Arabiyenin fetret zamanı sayıldığından bu fetret zamanı tayyedilmekle tam beş yüz kalır.
140
م ْ فَلَهُه
ٌ م يَوْه de tahakkuk ediyor. Ve İstanbul'un fethinden takriben yirmi sene evvel yine
hilafet-i İslâmiyeye zemin ihzar edildi ve tam umum âlem-i İslâmın merkez-i hükümeti olacak
bir vaziyet almaya başladı ve müjde ve sena-i Peygamberiye mazhar olan Fatih'in vasıtasıyla
İstanbul'un fethi tarihinden fetret zamanını tayyedip, Abbasiler nereden bırakmışlar ise oradan
başlayarak Osmanlılar bil-istihkak Alem-i İslam’ın başına geçtiler. Yine hadis-i şerifin
hükmüyle, eğer istikâmetle gitse hilafet bin seneden ibaret olan bir gün devam edecek, yoksa
yarım gün devam edecek. İşte aynen Abbasiler gibi Osmanlılar da yarım gün devam etti, yani
beş yüz sene devam etti. Bu Mucize-i Nebeviye pek parlak bir surette tezahür etti.
İşte hilafet-i Arabiye tam istikâmete mazhar olmadığından yalnız yarım gün olan beş
yüz seneyi aldı. Osmanlı Devleti dahi tek başıyla ahirlerinde ecnebilerin ve münafıkların
müdahaleleri yüzünden tam istikameti muhafaza edemediği için o da yarım gün olan beş yüz
seneyi aldı. Bu iki kardeş olan iki unsurun ittihadından tam istikâmete mazhariyet sırrı vardır
ki, bin sene olan bir günü tamam aldılar.
[Sual] Rüya-yı sadıka vasıtasıyla veya hakiki keşif cihetiyle, Hazret-i Ali
Kerremallahu Vechehu ve Gavs-ı Âzam Radıyallahü Anhüma gibi zevat-ı kudsiye cüz'i işlere
dair âmi âdemlerla da temas edebilirler ve bazı şeyleri haber veriyorlar. Nedendir ki bunların
bir işaret-i gaybiyelerini gâyet ehemmiyetle binler keşif ve binler rüya-yı sadıka kadar
tutuyorsunuz ve ehemmiyet veriyorsunuz?
[Elcevab] Sekiz yüz sene ve bin üç yüz sene mesafede veraset-i Nübüvvet makamında
âlem-i İslâmın istikbali nokta-i nazarında külli bir nazara o uzun mesafede görünen hadisatın
elbette çok ehemmiyeti olacak ve dağ gibi bir büyüklüğü olacak ki o uzun mesafede ve o küllî
nazarda âlem-i İslâmın menfaati nokta-i nazarında uzaktan görünsün ve ona dikkat edilsin ve
vücuda gelmeden evvel ondan haber verilsin. Rüya-yı sadıka ve keşif ise cüz'i ve hususidir.
Vücuda geldikten sonra yakından bakmaktır. Elbette böyle keşif cihetinde ruhani temessül
itibariyle yakından bakıldığı vakit zerreler dahi görünebilir.
141
[ Sekizinci Lem'a ]
Gavs-ı A'zamın Hizb-ül Kur’âna Dair Keramet-i Gaybiyesidir.
Sabri, Süleyman, Bekir, Galib, Tevfiğin fıkrasıdır. Hem Hüsrev, Hâfız Ali, Re'fet,
Asım ve Kuleönünden Mustafaların fıkrasıdır.
[Latif Ve Müjdeli Bir Tefe'ül] Üstad, Galib ve Süleyman, Ümmi Sinan’ın divanında
mesleğimize ve Sözler'e dair tefe'ül edildi, şu beyitler çıktı. Baktık, "Sözler" bahsi, bütün
divanında yalnız bu kafiyelerde görünüyor. Demek Söz'ler, "hak söz" hem "nur söz" oluyor.
Şeyh-i Geylânî'nin gaybâşina gözüyle kendinden sekizyüz sene sonra vukua geleceğini
görüp haber verdiği bir hâdise-i Kur'âniyedir.
َِ ح
Beşinci satırdan sonra gelen hâtime-i kaside: مدًا َ م
ُ الله ِه اَع ْنِى
ِٰ ُسو
ُ جدِى َر
َ َو
عَِزتِى وَ رِفْعَتِى َ اَنَا ع َبْد ُ الْقَادِرِ دَاdir. İşte evvelki beş satırda, beş vecihle ve beş
ِ م
tevafukla şimdi hizmet-i Kur’âniyenin başında bulunanı gösteriyor.
[Birinci Vecih] Âhirdeki satırda سهعِيدًاَ شه ُ تَعِيismini sarahatle haber vermekle
beraber, maişet hususunda izzet ve saadetle geçineceğini haber veriyor. Evet hocamız,
küçüklüğünden beri fakr-ı haliyle istiğnâ-yı tam ile beraber, maişet hususunda en mes'ud bir
zattır.
[İkinci Vecih] Aynı satırın başında ت ِ ن قَادِرِىَِ الْوَقْه
ْ وَك ُهfıkrasiyle o müridine
diyor ki: "Vaktin Abdülkadirî ol." Bu قَادِرِىkelimesi, hesab-ı ebcedî ile üçyüz yirmibeş
(325)
eder. Üstadımızın lâkabı "Nursî" olduğu cihetle, (Nursî)nin makam-ı ebcedîsi üçyüz yirmialtı
ediyor. Birtek fark var. O tek elifdir. Bin mânasında "elf"e remzeder. Demek bin üçyüz
(1325)
yirmibeşde Şeyh-i Geylânî'ye mensub bir zat, Şeyh-i Geylânî tarzında hakikat-ı
(1326)
Kur’âniyeyi müdafaa etmeye çalışacak. Hakikaten üstadımız, bin üçyüz yirmialtı
senesinde -Hürriyetin ikinci senesi mücahede-i maneviyeye atılmıştır.
[Üçüncü Vecih] Onun iki ismi var: biri: "Said", biri:"Bediüzzaman." Bu iki ismin
mecmuunun makam-ı ebcedîsi "Ez-zaman"daki şedde sayılmazsa üçyüz yirmidokuz ediyor.
İki دbir sayılsa, üçyüzyirmibeş ِ ن قَادِرِىَِ الْوَقْه
eder. Aynen ت ْ ك َهdeki muhatab O
(325)
olduğuna işaret ediyor, belki delâlet ediyor. Eğer َ اَلَِزdaki okunmayan elif-lâm sayılsa,
مان
kaideten قَادِرِىkelimesinde bir elif-lâm dahil olmak lâzım gelir. Çünki târif için,
muzafünileyh kalktıktan sonra elif-lâm gelir, o halde dahi müsavi olurlar.
[Dördüncü Vecih] Bu beş satırda Hazret-i Şeyh, istikbalde bir müridine te'minat
veriyor فْ خ َ َ ل وَل َ ت
ْ ُ قdiyor. "Korkma, sözlerini söyle" diyor. Sen şark ve garbe gideceksin;
çok fitnelere ve şerlere girip, umumunda esbab-ı âdiyenin fevkınde bir tarz ile kurtularak
mahfuz kalacaksın diyor. Evet, bu hizmet-i Kur'âniye içindeki zat, hakikaten esaretle şarka
gitti. Ve yine acîb bir esaretle Asyanın garbında ondokuz sene kaldı. Hazret-i Şeyhin dediği
gibi, çok şehirleri gezdi. Mücahedesi Sözler' ledir. ف ْ خَ َ ل وَل َ ت
ْ ُ قhükmiyle, çekinmeyerek
Hazret-i Şeyhin dediği gibi yapmış. Yirmi sene zarfında yirmi fitneye ve mehâlik-i azîmeye
düştüğü halde,
145
bir hıfz-ı gaybî ile Hazret-i Şeyhin dediği gibi mahfuz kalmış. Hem fevkalme'mûl, bir gurbet
diyarında fevkalâde inâyete mazhariyeti o dereceye gelmiş ki, her bir risale o inâyâtın
tâdâdında yazılmıştır. Hazret-i Gavs'ın dediği gibi, biz onun etrafında نِ سه بِعَي ْه
ٌ حُرو
ْ م
َ
ِ الْعِنَايَةfıkrasının meâlini gözümüzle görüyoruz.
[Beşinci Vecih] Üstadımız kendisi söylüyor ki: "Ben sekiz-dokuz yaşında iken, bütün
nahiyemiz ve etrafında ahali Nakşî Tarikatında idiler. Oraca meşhur Gavs-ı Hîzan namiyle bir
zattan istimdad ediyorlardı, ben akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak "Yâ Gavs-ı
Geylanî" derdim. Çocukluk itibariyle elimden ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şey kaybolsa, "Yâ
Şeyh! Sana bir fatiha, sen benim bu şeyimi buldur." derdim acibdir ve yemin ediyorum, bin
def'a böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasiyle imdadıma yetişmiştir. Onun için bütün
(A.S.M.)
hayatımda umumiyetle fâtiha ve ezkâr ne kadar okumuş isem, Zât-ı Risaletten sonra
Şeyh-i Geylânî'ye hediye ediyordum. Ben üç-dört cihetle Nakşî iken, Kadirî meşrebi ve
muhabbeti bende ihtiyarsız hükmediyordu. Fakat tarikatla iştigale ilmin meşguliyeti mâni
oluyordu.
Sonra bir inâyet-i İlâhiye imdadıma yetişip gafleti dağıttığı bir zamanda Hazret-i
Şeyhin (Fütuh-ül Gayb) namındaki kitabı hüsn-i tesadüf elime geçmişti. Yirmisekizinci
Mektubta beyan edildiği gibi, Hazret-i Şeyhin himmet ve irşadiyle eski Said yeni Saide
inkılâb etti. O Fütuh-ül-Gaybın tefe'ülünde en evvel şu fıkra çıktı: ة ِ ْ ت ف ِى دَارِ ال
َ ْ حك
ِ م َ ْ اَن
َ َ ب طَبِيب ًا يُدَاوِى قَلْب
ك ْ ُ فَاطْلYâni, "Ey bîçâre! Sen Dar-ül-Hikmet-il-İslâmiyede bir âza
olmak cihetiyle güya bir hekimsin, ehl-i İslâmın manevi hastalıklarını tedavi ediyorsun.
Halbuki, en ziyade hasta sensin. Sen, evvela kendine tabib ara, şifa bul; sonra başkasının
şifasına çalış." Diyordu.İşte o vakit, o tefe'ül sırriyle, maddî hastalığım gibi manevî
hastalığımı da kat'iyen anladım. O şeyhime dedim: "Sen tabibim ol." Elhak o tabibim oldu.
Fakat çok şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. "Fütuh-ül-Gayb" kitabında "Yâ gulâm!"
tâbir ettiği talebesine pek müdhiş ameliyat-ı cerrahiye yapıyor. Ben kendimi o gulâm yerine
vaz'ettim. Fakat pek şiddetli hitab ediyordu. "Eyyüh-el-münafık" "ey dinini dünyaya satan
riyakâr" diye diye levm ediyordu. Kitabın yarısını ancak okuyabildim. Sonra o risaleyi
terkettim. Bir hafta bakamadım. Fakat ameliyat-ı cerrahiyenin arkasından bir lezzet geldi;
iştiyak ile o mübarek eseri acı bir tiryak gibi veya sulfato gibi içtim. Elhamdülillâh,
kabahatlerimi anladım, yaralarımı hissettim, gurur bir derece kırıldı."
146
hâdim-i Fürkan olan o zatın iki ismi var ve iki lâkabı var. "Elkürdî" lâkabı ile "Molla Said"
ُ ِ اَن َها لfıkrasında zâhir görünüyor. "Nursî" lâkabiyle Bediüzzaman ismi ن
ismi, مرِيدِى ْ ك َه
ِ قَادِرِىَِ الْوَقْهfıkrasında
ت âşikâr görünüyor. Hattâ hizmet-i Kur’âniyede en mühim bir
arkadaşı ve hâlis bir talebesi olan Hulûsi Bey'e صادِقًا
سهعِيدًا َه
َ شه
ُ صا تَعِي
ً خل ِه ُ ِِل ِٰلهه
ْ م
حبَِت ِههى
َ م
ُ ِب fıkrasında işaret olduğu gibi, diğer bir kısım talebelerine işaretler var.
Risale-i Nur talebeleri namına
Rüşdü, Hüsrev
(Hâşiye-1)
حب َِ ۪تى ُ ِ صادِقًا ب
َ م َهFıkrasında.. Nasıl ki, sadık iki kardeşimize işaret ediyor.Öyle de
حب َِ ۪تى
َ م
ُ ِ بkelimesiyle de Said’in birinci ve en mühim talebesi ve İşarat-ül İ’cazın te’lifinde
muhatab, müsevvid, mübeyyiz olan Şehid Merhum Molla Habibe Radıyallahü Anh imadan hali
değildir.
(Hâşiye-2): (R.H.)
Sabri’nin hakiki ismi Mehmed Sabridir . Bu isim hesab-ı ebcedle tek bir fark ile
(R.H.)
(Abdülkadirî) olur. Demek ikinci Hulusi, birinci Hulusi gibi birincidir.Hem Hafız Ali ve
(R.H.) (R.H.)
Kuleönündeki Mustafalar , hem Zekai ve Küçük Lütfü onlar da İşarat-ı Gavsiyede
zahirdirler.
149
Hazret-i Gavs'ın medar-ı teveccüh ve hitabı olan şu beş kelimesinde, âşikar bir surette,
mezkûr iki isim ve iki lâkab, ilm-i cifir kaidesinde makam-ı ebcedi ile görünmesi şüphe
bırakmıyor ki, Hazret-i Şeyh kasidesinin âhirinde onunla konuşuyor ve ona teselli veriyor ve
َ متَِقِي
teşci' ediyor. ن ُ َ وَالْعَاقِبsırriyle muvaffakiyetine te'minat veriyor.
ُ ْ ة لِل
ب ُ َ الل ُهه اَع ْل
َِ م بِال
ِ صوَا ِٰ َه و ِٰ َِ ب اِل
ُ الل َ ْ م الْغَي
ُ َ ل َ يَعْل
مى ِ شدًا نَظ ْه ِ ْ منُ فَي َهاfıkrasında مى ِ نَظ ْهkelimesinin, makam-ı ebcedîsi bin olup;
ِ ُِ ة الن
ور ُ َ سالَ ِ رiki farkla, ور ِ ُِ ب الن ِ ل كِتَا ُ ِ سائَ َرun iki medde sayılmazsa ve şeddeli nun iki
nun ve okunmayan لsayılsa, makam-ı ebcedîsi yine bindir. Demek مى ِ ْ شدًا نَظ ُ فَي َا
ِ ْ من
ف
ْ خ َ َ ه وَل َ ت ُ ْ فَقُلfıkrasının meal-i gaybîsi şudur ki: جاهِد ْ بِه َا َ ِسالَةِ النُِور َ ِف رَ ِِ مول ُ ي َا
فْ خَ َ ل وَل َ ت ْ ُ فَقyani "Korkma, sözlerini söyle, neşrine çalış."
ِٰ َ عنْد
الله ِه ِ م ُ ْ وَالْعِل
Amma ف ْ خ َ َ ه وَل َ تُ ْ فَقُلfıkrasında şâyan-ı hayret bir tevafuk var ki:Bu fıkranın İlm-
i Cifir kaidesiyle makam-ı ebcedîsi bin üçyüz otuziki eder.Şu halde مى ِ شدًا نَظ ْه ِ ْ من
ُ ي َها
ف
خ ْه َ َ ه وَل َ ت ُ فَقُل ْهmeâl-i gaybîsi (Yâ Risale-i Nur ve Sözler sahibi! Bana bak. Gafil
davranma! Bin üçyüz otuzikide mücahedeye başla; Sözleri korkma yaz, söyle!) Filhakika Said
Hürriyetten sonra az bir zaman mücahedesine tevakkuf etmiş ise de, bin üçyüz otuz ikide
İşârât-ül-İ'caz'ı te'lif ile beraber Eski Saidden sıyrılmayı niyet edip, yeni Said suretinde bütün
kuvvetiyle mücahede-i maneviyeye başlamış, iki-üç sene sonra da Dâr-ül-Hikmet-ül
İslâmiyede bulunarak bir iki sene Hazret-i Gavs-ı Geylânînin şu vasiyetini ve emrini imtisal
ederek envâr-ı Kur'âniyeyi neşretmiş. Lillâhilhamd, şimdiye kadar da devam ediyor. Bu
şâyân-ı hayret fıkrada cây-ı dikkat şu nokta var ki; Hazret-i Gavs, doğrudan doğruya altıncı
asırdan bu asrımıza bakıyor. O altıncı asrın âhirlerinde Hülâgû felâketi gibi feci', dehşetli
meşhur fitnenin çok elîm ve çok feci' ve kuburdaki emvatı ağlattıracak derecede dehşetli bir
nev'i, bu on dördüncü asırda bulunuyor. Bu iki asır birbirine tevafuk ediyor ki, Hazret-i Şeyh
o asırdan bu asra bakıyor.
Risale-i Nur Talebeleri Namına
Re'fet, Hüsrev, Hâfız Ali, Sabri
150
nazdarlık makamına çıkmış. Yâni tarîk-ı acz ve fakrdan, meşreb-i aşk ve istiğraka girmiş.
Kendine olan niam-ı azîme-i İlâhiyeyi yâdedip, bihakkın müftehirane şükretmiştir.
[Üçüncü Nokta] Keramet, mu'cize gibi Cenâb-ı Hakkın fiilidir, hediyesidir, ihsanıdır,
ikramıdır; beşerin fiili değildir. O keramete mazhar olan zât ise, bazen biliyor, bazen bilmiyor
vukuundan sonra bilir. Keramete mazhariyetini kablelvuku' bilen ve ikram-ı İlâhîye ihtiyarıyla
tevfik-ı hareket eden kısım, eğer enaniyetten bütün bütün tecerrüd etmiş ise ve Hazret-i Gavs
gibi kudsiyet kesbetmiş ise, Cenâb-ı Hakkın izniyle, o kerametin her tarafını bilerek kendisi
sahip çıkar, bilir ve bildirir. Fakat bununla beraber, mâdem o keramet ikramdır; bütün
tafsilâtiyle keramet sahibine de meşhud olması lâzım değildir. Bu sırra binaen; Hazret-i Şeyh;
i'lâm-ı Rabbanî ile ve izn-i İlâhî ile bu asrı görmüş ve hizmet-i Kur’âniyenin etrafında bizleri
müşahede etmiş bizlere nazar-ı şefkatle bakmış.
İşte o beş satır, sırf bir keramet ve intak-ı bilhak ve bir ikram-ı İlâhî ve veraset-i
Nebeviye itibariyle zuhur ettiğinden, mu'cizevârî, kudret-i beşer fevkınde bir şekil almış. Sun'î
bir surette irade-i şeyh ile olmuş değildir. Çünki intakdır. Ruh-ı kudsîsi hissetmiş, görmüş. O
hale irade ve ihtiyar yetişemiyor. Akıl ise ruhun harekâtını ihâta edemez. İnsan, ne kadar aklın
dekaik-ı tasavvuratının tercümesinden âciz ise, ihtiyar dahi ruhun dekaik-ı harekâtının
derkinde o derece âcizdir.
Hazret-i Gavs, o derece yüksek bir mertebeye mâlik ve o derece hârika bir keramete
mazhardır ki, kâfirlerin bir kısmı demişler: "Biz İslâmiyeti kabûl edemiyoruz; fakat
Abdülkadir-i Geylânî'yi de inkâr edemiyoruz."Hem evliyayı inkâr eden Vahhâbînin müfrit
kısmı dahi Hazret-i Şeyhi inkâr edemiyorlar. Evliya, onun derece-i celâletine yetişmediği
bütün ehl-i tarikatca teslim edilmiştir.
İşte böyle güneş gibi bir mu'cize-i Muhammediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) ve yüksek
ve sönmez bir bârika-i İslâmiyet olan bir zât-ı nuranînin, gayb-âşinâ nazariyle asrımızı görüp,
böyle bir keramet izhariyle teselli verip teşci' etmesi şanındandır.
Acaba hiç mümkün müdür ki "Sultan-ül-Evliya" makamını ihraz etmiş ve hamiyet-i
İslâmiye ile zamanındaki padişahları titretmiş ve kuvve-i kudsiyesi ile mâzi ve müstakbeli
hâzır gibi izn-i İlâhî ile görmüş
152
ve mematında dahi hayatındaki gibi dâimî tasarrufu bulunduğu tasdik edilmiş olan bir
kahraman-ı velâyet, bu asrımıza ve bu asır içindeki kemal-i acz ve zaaf ile Kur’ânın
hizmetinde çalışan ve insafsız düşmanların hücumuna mâruz ve teselli ve te'mine muhtaç
bîçâre Kur’ânın hâdimlerine ve talebelerine lâkayd kalabilir mi? Hiç mümkün müdür ki,
bizimle münasebetdar olmasın? Sekiz, dokuz, belki onbeş kuvvetli delilden kat'-ı nazar, edna
bir işaret kelâmında bulunsa, bize baktığına delâlet eder; hafî bir işaret etse kâfidir. Çünki,
makam iktiza ediyor, mutabık-ı muktezayı haldir ve münasebet kavîdir.
Said Nursî
153
[ صادِقًا بُِمَحبَِتِى
َ سعِيدًا
َ ش
ُ صا تَعِي
ً ِ خل ُ ت ِل ِٰله ِه
ْ م ِ ْن قَادِرِىَِ الْوَق
ْ ُ ] وَك
İlm-i Cifirle Mânası.
"Ey Said! Sen, zamanın Abdülkâdiri ol, ihlâs-ı tâmmı kazan, fakirliğinle beraber
maişetini düşünme, nâsdan minnet alma, ismin "Said" olduğu gibi maişette de mes'ud
olacaksın! Muhabbetimde sadık olduğundan ve ihlâsa çalıştığından, Hulûsi gibi muhlis
talebeler ve yardımcılar ve Süleyman ve Bekir gibi sâdık hizmetkârlar ve Sabri gibi tam takdir
edici ve ciddi müştak talebeler size verilmiş." Evet, Lillâhilhamd, Gavsın sarahat derecesinde
ihbar ettiği hal vuku bulmuştur. Gavs-ı A'zam, "Said" namiyle tesmiye ettiği müridinin
tarihçe-i hayatında en mühim noktaları beyan etmekle beraber, İlm-i Cifir esrarıyla sekiz-
dokuz cihette, Said'in başına parmağını basıyor. Beyitlerin mâna-yı zâhirîsi ile maâni-i
cifriyesi birbirine çok yakın olmakla dokuz vecihdeki işaretler birbirini te'yid ettiğinden
sarahat derecesine çıkmıştır.
ة
ٍ َ شِرٍ وَ فِتْن ِِ ُ ه فِى ك
َ ل ُ س ْ َ ه وَا
ُ حُر ُ ُخاف َ حافِظًا
َ َ ما ي ُ ِ اَنَا ل
َ مرِيدِى
İlm-i Cifirle Mânası
"Ondördüncü asırda "El-Kürdî" lâkabiyle yâdedilen Molla Said, benim müridimdir. O
fitne ve belâ asrının her şer ve fitnesinden, Allah'ın izniyle ve havl-i kuvvetiyle onun
muhafızıyım." Evet Hürriyetten yirmi-otuz sene sonraya kadar, yirmi fitne-i azîme içinde
fevkalâde bir surette Gavs'ın o müridi mahfuz kalmıştır. Korktuğu şer ve mehâlikten bir hıfz-ı
gaybî ile fevkalm’emul kurtulmuştur.
ٍ َ ى بَلْد
ة ِ َ ساَر فِى ا
َ ما ُ ْ مغْرِبًا اَِغث
َ ه اِذ َا َ َشْرقًا و َ ما كَا
َ ن َ مرِيدِى اِذ َا
ُ
İlm-i Cifirle Mânası
"O Gavs'ın müridi olan Said-ül-Kürdî, Rusya'da esaretle Asyanın şark-ı şimalîsinde ve
ehl-i bid'anın eliyle Asyanın garbına nefyolarak kaldığı müddetçe Sibirya taraflarından firar
edip adetin fevkinde çok bilâdı seyr ü seyahat etmeğe mecbur olduğu zaman, Allah'ın izniyle,
havl ve kuvvet-i Rabbânî ile ona imdad etmişim ve istimdadına
154
yetişmişim." Evet Hazret-i Gavs'ın (müridi) ünvaniyle irade ettiği Said, üç sene esaretle
Asya'nın şark-ı şimâlîsinde mehâlik içinde mahfuz kalıp, üç-dört aylık mesafeyi firar etmek
suretiyle kat'ederek çok şehirleri gezip Gavs'ın dediği gibi mahfuz kalmıştır.
ِن الْعِنَايَة
ِ ْ س بِعَي
ٌ حُرو
ْ م َ َِ ف فَاِن
َ ك ْ خ ُ ْ مى فَقُل
َ َ ه وَل َ ت ِ ْ شدًا نَظ ُ فَيَا
ِ ْ من
İlm-i Cifirle Mânası
Gavs-ı A’zam..Bediüzzaman Molla Said namiyle yâdolunan ve evrad-ı muntazamasını
muntazam okuyan müridine der ki: "Benim nazmımı, yani meslek ve meşrebimi ve
mücâhedatımı gösteren makalâtımı söyle; yani nazmımdan murad, senin risalelerindir ve
Sözlerin ve Mektubatındır. ف
ْ خ ُ ْ فَقُلBin üçyüz otuzikide o Sözler ile mücahedeye
َ َ ه وَ ل َ ت
başla. Sen inâyet-i İlâhiyenin hıfzındasın." Evet, شدًا
ِ ْ من
ُ İlm-i Cifirle “Molla Said
Bediüzzamanı” gösterdiği gibi ِ نَظ ْ هRisalet-ün Nuru gösterir. ضile olsa
مى [Hüve
ْ ُ سعِيد ِ الْك
Mektubatın] hem ردِى َ تُ ما َ ِ كَلyi gösterir. "Kelimat" Sözler demektir.
ف
ْ خ ُ ْ فَقُلbin üçyüz otuzikiyi gösterir. O tarih, mebde-i cihadıdır. O tarihte
َ َ ه وَ ل َ ت
"İşârât-ül-İ'caz Tefsiri"nin neşriyle mücahedeye başlamıştır.
Otuz dört saat, o halde çamur içinde, ben yaralı iken hıfz-ı İlâhî ile istirahat-ı kalb içinde
muhafaza edildim. Bunun gibi müteaddid tehlikelerde Hazret-i Gavs'ın gösterdiği tarih-i arabî
itibariyle, hakikaten bir hıfz-ı İlâhî içinde bulunduğumu hissediyordum. Demek Cenâb-ı Hak
o kudsî üstadımı, bir melâike-i siyanet gibi bana muhafız kılmış. İşte bu مريدِى ِ ُ ِ اَن َها ل
حافِظ ًها
َ fıkrası, bu fakirin mühim sergüzeştlerine işâret ettiği gibi, bu fakirin etrafında
hizmet-i Kur'âniye işinde toplanan arkadaşlarımdan dokuz talebesine ْ ِ حاف
ظ َ ismi ile işâret
ediyor. ٍشِرٍ وَ فِتْنَة ِِ ُ ه فِهى ك
َ ل ُ س ْ َ وَاfıkrasında iki hüküm var. Biri şerden, diğeri
حُر ُه
fitnedendir. Demek ikincisi ٍل فِتْنَةِِ ُ ه ف ِى ك ُ س
ُ حُرْ َ اcümlesidir bu cümle ل
ِِ ُ كdeki şedde
sayılmazsa bin üçyüz kırkdört eder. Evet, bu tarihten şimdiye kadar çok fitne-i mühimmeden,
َ ْحدِيثًا لِلنِع
bir himâyet-i gaybî ile mahfuz kaldığımı ِمة ْ َ تilân ediyorum.
[İkinci Remiz] ساَر فِى
َ ما ُ ْ مغْرِبًا اَِغث
َ ه اِذ َا َ َشْرقًا و َ ما كَا
َ ن َ مرِيدِى اِذ َا
ُ
ٍى بَلْدَة
ِ َا
fıkrasında bahsettiği ve konuştuğu müridinin, şarka esareten gittiği tarihi
gösterdiği gibi, garba nefy olduğu tarihi de gösteriyor. Şöyle ki:
Şu fıkranın hakikî tâbiri ك
ٍ شْرَ سيًرا فِى ِ َ مرِيدِى ا
ُ نَ ما كَا
َ اِذ َاoluyor. Demek
zaman-ı esaret ك شْر ٍه َ سيًرا فِهى ِ مرِيدِى ا َه َ ما كَا
ُ نه َهde çıkıyor. Ve binüçyüz otuzyedi
ediyor. İşte bu fakir, o tarih-i arabîde Rus esaretinden, tek başımla (Petroğradan) bir ay şimal-i
şark tarafından firar edip, çok enva-i mehâlik varken, Rusça bilmediğim halde, bir muhafaza-i
gaybiye altında pek çok bilâdı seyr ü seyahat ettim. Tâ Varşova ve Avusturya tarîkiyle
İstanbul'a geldim uzun bir daire-i arzda seyahat ettim. Hazret-i Gavs'ın dediği gibi, o esaret-i
şarkıyede ve o seyr-i bilâd-ı kesîre içinde izn-i İlâhî ile istigaseme meded görüyordum.
Demek izn-i İlâhî ile Hazret-i Gavs, melek gibi bu vazifeyi duasiyle yapmış. Amma ن َ ما كَا
َ
مغْرِبًا
َ kaydı, Rumî tarihi olarakbin üçyüzellibir eder. Arabi tarihiyle iki sene fark eder.
İşte -Hazret-i Gavs'ın dediği gibi- bu fakir, tarih-i arabî ile bin üçyüz ellibirde, şeâir-i
İslâm içinde mühim tahavvülât zamanında bütün kuvvetimle şeairin muhafazasına hizmetle
mükellef olduğum halde, o manevî herc ü merc içindeki fırtınalar bizi sarsamadı. Hem مغْرِبًا َ
kelimesi, âhirdeki tenvin ile beraber bin ikiyüz doksaniki eder ki, bu fakirin dünyaya
gelmesinden bir sene evveline; veyahut rahm-ı maderdeki tarihe işaret etmekle beraber ن َ كَا
مغْرِب ًها
َ bin
üçyüz ondört eder. Bin üçyüz ondört senelerinde mevzu-ı bahis olan müridi,
mühim vartadan kurtulmasına
156
Gavs işaret ediyor, onun imdadına yetiştim diyor. Hayatta olan eski talebelerim biliyorlar ki,
bin üçyüz ondört, bin üçyüz onbeş veya bin üçyüz onaltı senelerinde, Van kal'ası ki, iki
minare yüksekliğinde dağ gibi sırf yekpare bir taştan ibarettir, orada ki eskiden kalma oda
gibi bir in kapısına gidiyorduk. Ayağımdan kunduralar kaydı, iki ayağım birden kaydı. Tehlike
yüzde yüz idi... Başkaca nokta-i istinad kalmadığı halde, büyük bir istinada basmış gibi üç
metrelik bir kavisle o mağaranın kapısına atılmışım. Hem ben, hem beraberimde orada hazır
olan arkadaşlarım, bu hali ecel gelmediği için sırf bir hıfz-ı İlâhî ve hârika bir imdad-ı gaybî
telâkki ettik. İşte Hazret-i Gavs, mâdem bu kasidesinde sergüzeşte-i hayatımın mühim
noktalarına işaret ediyor; elbette bu acib ve en tehlikeli bir sergüzeşt-i hayatıma bu cümlesiyle
işaret ediyor denilebilir.
[Elhâsıl] Hazret-i Gavs mezkûr kelimatlarıyla, bu fakirin tarih-i hayatımda geçen en
mühim noktaları mânasiyle ifade ettiği gibi; hesab-ı ebced makamiyle da mühim noktaların
tarih-i vukularına tevafukları, elbette tesadüfî değildir ve tesadüf işi olamaz. Sair işârâtın
kuvveti ve katiyeti, tesadüfü muhal derecesine getirmiştir. Mâdem bu beş satır kasidesi, bir
keramettir; keramet ise mu'cize gibi Cenâb-ı Hak tarafındandır, intak-ı bilhak nev'indendir,
daha beyan etmediğimiz çok esrarı hâvidir, ihtiyar-ı beşer yetişemez.
[Üçüncü Remiz] Hizmet-i Kur’âniyedeki arkadaşların bir kısmı hafız lakabıyla bir
kısmı muhlis kelimesiyle işaret edildiği gibi sadık kelimesinde Süleyman ve Bekir’e işaret
olunmakla beraber aynen onlar gibi sadakatte mümtaz ve kalemi bir elmas kılınç gibi Asım’a
dahi işaret ediyor. Hem makamıyla beraber fedakar arkadaşların altıncısı olduğuna işaret
ediyor.
Hem Asım gibi elmas kalemli Ahmet Hüsrevi سعيدًا ۪ شه َهُ ت َ ۪عيcümlesi beşinci
gösteriyor. Refet Bey حب َِ ۪تى ُ ِ صادِقًا ب
َ م َهcümlesiyle makamına işaretle Asım gibi altıncı
arkadaş olduğunu altı fark ile göstermiştir ve hakeza.. Sair has arkadaşlarda içinde
münderiçtir. Hatta سعيدًا۪ شه َهُ ت َ ۪عيdeki سهعيدkelimesinde beş altı kardeşlerim dahil
olduğu bence kat’i bir surette tahakkuk etmiştir.
Said Nursî
157
ِ ِ ن الَِر
حيم ِ ٰحم ِٰ ِ سم
ْ الله ِه الَِر ْ ِب
Gavs-ı A’zam, meşhur kasidesinde -sarahat derecesinde- bizlerden, yani hizb-ül-
Kur’ândan haber verdiği gibi, daha bir kaç yerde yine işârî bir tarzda haber veriyor. Ezcümle,
o kasidenin arkasında "Mecmuat-ül-Ahzab"ın 563'üncü sahifesinde, yine o malûm
müridinden bahsediyor ve diyor ki: ار ٍ َ ب اَوْ غ
ٍ ك اَوْ بِغَْر ُ َف
َ ِ مرِيدِى اِذ َا دَع َان ِى ب
ٍ شْر
ُ مى اَِغث ْه
ه حرِ طَا ِه
ْ َ فِهى ب
beytinde diyorki: "Garbda beni çağırdığın vakit, senin imdadına
yetişeceğim." Evet doğrudur. Arabî tarih ile bin üç yüz otuz dokuzda müthiş bir buhran-ı ruhî
ve dehşetli bir heyecan-ı kalbî ve dağdağalı bir teşevvüş-i fikrî geçirdiğim sıralarda, pek
şiddetli bir surette Hazret-i Gavs'dan istimdad eyledim. Bir-iki yerde bahsettiğim gibi,
"Fütuhül-Gayb" Kitabı ile dua ve himmetiyle imdadıma yetişti ve o buhranı geçirdim. İşte o
(müridi) ise, bîçare Said-ül-Kürdî olduğunu meşhur kasidesinde kat'î gösterdiği gibi, bu
kasidesinde de مرِيدِىُ َ فden murad odur. Çünki ب ٍ دَع َانِى بِغَْرebced hesabiyle bin üçyüz
otuzdokuz eder. O zaman memleketime nisbeten garb sayılan
158
ُ َِ معَذ
َب و ُ ْ مبَعَِد ُ وَ ال
ُ ْ ى ال
ُِ ق َِ الْهل َل هُو ال
ِ ش َ ِ َ
İşte Hazret-i Gavs'ın şu fıkrası, د ٌ سعِي
َ َشق ِى وَ م ِ َ فâyetinin bir nevi tefsiridir. Şu
ْ ُ منْه
küllî âyetin bir kısım efradını, altıncı asır ile on dördüncü asır âyetin külliyetinde dahil bir
(Hâşiye-3)
kısım efrad-ı mahsusayı irae ettiğine müteaddid emareler var. Âyetin külliyetinde
tevafuk sırriyle شقِهى َ م ِ َ فkelimesinde bu zamanın en büyük şakilerinden üçüne
ْ منْهُه
cifirce tevafuk etmesi, o külli âyette bunlar dahi kasden murad olduklarına emaredir, belki
işarettir. İşte Hazret-i Gavs; bu âyetteki bu emareden, bu zamana bakmış. Mezkur fıkrasını
külli âyete bir nev'i tefsir yaparak, kasidesinde kerametkarane bahsettiği fitne-i ahir zaman
içindeki şakirdlerini görüp, o zamanın şakilerinin şerrinden muhafaza edildiğini görmüş
buradaki münacatında dahi o kasidenin mealine bakıyor.
Şu fıkra-i Gavsiyede bir ima var. Buradaki (Said) lafzında, meşhur kasidesindeki ش ُ تَعِي
سعِيدًا
َ
__________________________
ِ فَالْوَا
ُ ص
ل
(Hâşiye-1):
kelimesi- müteaddi olduğu cihetle Sözleriyle selâmete isal edici demektir.
__________________________
ب ُ ْ والmüşedded رbir sayılsa üstadımızın lâkabı olan "EnNursî" kelimesinin aynıdır.
ُ مقََِر
(Hâşiye-2):
Yalnız atf için ( ) وvar. Tam tevafukla mukarrebden murad Nurslu olduğunu gösteriyor. ب ُ ْ ال
ُ مقََِر
de şeddeli رiki sayılsa (Bediüzzaman Nursî) oluyor ya-i muhaffefle aynıdır. Yalnız iki fark var. İki
ُ ْ الdoğrudan doğruya ona işaret ediyor.
ُ مقََِر
hemze-i vasl sayılsa tam tamına tevafukla ب
Şamlı Tevfik, Süleyman, Ali
_______
__________________
(Hâşiye-3):
Âyetin külliyetinde saadet noktasındaki mazhariyete mâsadak olmak için milyarlar dereceden
yalnız bir derece murad olduğumuzu anlasak ebede kadar şükretsek o ni'metlerin hakkını eda
edemeyiz. Hazret-i Gavs'ın işaretinden anlaşılıyor ki o muhit âyetin denizinden bir katre kadar
hissemiz vardır.
ل َرب ِى ْ َن ف
ِ ض ِ مد ُ ِل ِٰله ِه هٰذ َا
ْ م َ ْ اَل
ْ ح
159
kelimesine hafî bir işaret olduğu gibi; ُمبَعَِد ُ ْ ى ال َِ ذ ُو الْهل َِ هُو الfıkrasiyle
ُِ ِشق َ َ
kendisinden sonra vukubulan ve ulûm-ı İslâmiyeyi mahvetmek niyetiyle kütübhaneleri Dicle
ve Fırata atan Hülâgû felâketini haber vermekle beraber; Hülâgû gibi ulûm-ı İslâmiyeye
perde çeken şakîleri dahi, mezkûr âyete istinaden haber veriyor. Evet, ل اِلَى ُ صهِ فَالْوَا
ة
ِ مَ َ سلال َِه ل َِ ك هُو ال
ِ ذ ُو الْهَل َه
ِ ح ِ سا َهfıkrasiyle Hizb-ül-Kur’âna işaret ettiği gibi ى ُِ ِشق َ
بُ معَذ َِه ُ ْ ال ُ ْ الfıkrasiyle ulûm-ı İslâmiyeyi imha niyetiyle Hülâgû ve vüzerası gibi
َمبَعَِد ُ و
davranan Bazı malûm insanların isimleri dahi İlm-i Cifirce mezkûr âyetin işaretine istinaden
tam tevafuk ediyor ve gösteriyor.
Malûmdur ki tevafuk, İlm-i cifrin anahtarlarından mühim bir anahtardır. Eğer bir
tevafuk ise, delâlet denilmez; fakat hafî bir îma olur. Eğer iki cihet ile aynı mes'eleye tevafuk
gelse, îmadan remiz derecesine çıkar. Eğer iki-üç cihetle aynı mes'eleye tevafuk etse işaret
olur. Eğer meâni-i elfaz işârât-ı harfiyeye münasib gelse ve işaretle bahsedilen insanların
ahvali o mânaya mutabık ve muvafık olsa, o işaret o vakit delâlet derecesine çıkar. Eğer altı-
yedi vecihle tevafukla beraber, mâna-yı kelimat işaret-i harfiyeye muvafık gelse ve mukteza-
yı hâle de mutabık olsa, o delâlet o vakit sarahat derecesine çıkar.
İşte bu düstura binaen, Şeyh-i Geylânî o meşhur kasidesinde sarahat derecesinde Hizb-
ül-Kur’ândan bahsettiği gibi ِشاء َ ِ وِْرد ُ الْعmünâcâtında dahi mezkûr âyete istinaden Hizb-
ül-Kur’ânın bir hâdimini tasrihen ve arkadaşlarını işaret derecesinde haber veriyor. Gavs-ı
A'zamın istikbalden haber verdiği nev'inden, meşhur Şeyhül-İslâm Ahmed-i Câmî dahi İmam-
ı Rabbânî olan Ahmed-i Farukî'den haber verdiği gibi, Celâleddin-i Rumî Nakşibendîlerden
haber vermiş. Daha bu nevi'den çok evliyalar, vâkıa mutabık haber vermişler; fakat onların bir
kısmı sarahata yakın haber vermişler. Diğer bir kısmının haberleri ise çendan bir derece
mübhem ve mutlaktır, fakat bahsettikleri zatlar makam sahibi ve büyük olduklarından,
büyüklükleri ve taayyünleri cihetiyle o mübhem ihbar-ı gaybîyi, bil'istihkak kendilerine
almışlar. Meselâ Ahmed-i Câmî demiş ki: "Her dörtyüz sene başında mühim bir Ahmed gelir.
Bin tarihi başındaki Ahmed en mühimmidir." Yâni o elfin müceddididir. İşte böyle mutlak bir
surette söylediği halde, İmam-ı Rabbânînin büyüklüğü ve teşahhusu, o haber-i gaybîyi kat'i
olarak kendine almış. Hazret-i Mevlânâ Celâleddin-i Rumî de Nakşibendîden mübhem bir
surette bahsetmiş; fakat Nakşîlerin büyüklüğü
160
[Hakikatlı bir Lâtife] Sultan Süleyman-ı Kanunî, kesretli kırk çeşme sularını
İstanbul'a getirdiği vakit, Şeyh-ül-İslâm Zenbilli Ali Efendi ona demiş: "Hilâf-ı şeriat
kanunları Avrupa'dan getirdiğin cihetle, İstanbul'a öyle bir bok sıçdın ki; o getirdiğin suların
cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temizliyemez."
[Sual] Gavs-ı A'zam gibi büyük veliler, Bazı evkatta, mâzi ve müstakbeli hazır gibi
müşahede ederler. Neden mâziye aid cihette sarahat suretinde haber veriyorlar da istikbalden
hafî remizlerle, gizli işaretlerle bahsediyorlar?
[Elcevab] ه ِٰ َِ ب اِل
الل ُه َ ْ م الْغَي
ُ َ ل َ يَعْلâyetiyle, ل
ٍ سو
ُ ن َر
ْ م
ِ ضى
َ َ ن اْرت
ِ م
َ
َ ِ اِل
ve حدًاَ َ ب فَل َ يُظْهُِر ع َلَى غَيْب ِههِ ا
ِ م الْغَي ْه
ُ ع َال ِهâyetlerinin ifade ettikleri kudsî yasağa
karşı ubudiyetkârane bir hüsn-i edeb takınmak için, tasrihden işaret mesleğine girmişler. Tâ ki
işaretlerle, remzlerle anlaşılsın ki, ihtiyarsız niyetsiz bir surette talim-i İlâhî ile olmuş olsun.
Çünki istikbâlî olan gaybiyat, niyet ve ihtiyar ile verilmediği gibi; niyet ile de müdahale
etmek, o yasağa karşı adem-i itâati işmam ediyor.
Kur’ândan tereşşuh eden Sözler ve risaleler, Kur’ân-ı Hakîmin bir nev'i müstakim
tefsiri ve hakaik-ı imaniyenin istikametli ve kuvvetli delilleri olduğundan; o risalelere ve
Sözlere gelen şeref ve takdir ve tahsin, Kur’âna ve hakaik-ı imana aidtir. Mâdem öyledir bilâ-
َ
perva derim ki: ن ٍ مبِيُ بٍ س اِل ِ ف ِى كِتَا
ٍ ِ ب وَل َ يَاب ٍ ْ وَل َ َرطsırrıyla, Kur’ânda elbette
bu istikametli tefsirinin istikametine işaret var. Evet var. Kur’ân o tefsirine hususî bakıyor.
Çünki: Âyât-ı mühimmeden Sûre-i Hûd' da
(Hâşiye)
ٌسعِيدَ َشق ِى و َ م ِ َ فâyeti bulunan
ْ ُ منْه
sahifenin karşısında ت ِ ُ ما ا
مْر َه َ م ك َه فَا ْه
ْ ِستَق âyeti, fâ-yı atf hariç olarak َ م ك َه
ما ْ ِستَق
ْ ا ِه
ت ِ ُ اmakam-ı ebcedîsi bin üçyüz ikidir. Demek م
مْر َه ْ ق
ِ َ ا ِهستdeki emr-i has içinde bulunan
hitab-ı âmmın hadsiz müstakim efradları içinde, bin üçyüz iki tarihinde bir ferdin bir cihette
istikamet emrinin imtisali bir hususiyet kazanacak. Demek on dördüncü asırda Kur’ândan
iktibas
ُ شيَِبَتْن ِهى
ٍسوَرة ُ هُود َ
(Hâşiye):
Hattâ Resûl-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm) ferman etmiş ki:
yani sûre-i Hûd'daki ت
َ مْرِ ُ ما ا
َ َك م ْ فَا
ْ ِستَق âyeti beni ihtiyarlattırdı. Çünki ehemmiyeti azimdir.
İstikamet-i tâmmeyi emrediyor.
162
edip, istikametsiz sakim yollar içinde sırat-ı müstakîmi gösterecek âsârı neşreden bir âdemi, o
hadsiz efrad içine dahil ediyor. Hem o istikametin bir hususiyeti var ki, tarihiyle işaret ediyor.
Halbuki, o asırda şahsen istikamette mümtaz bir hususiyet kesbetmek çok uzaktır. Demek,
şahsî istikamet değildir. Öyle ise, o âdemin teşebbüsüyle neşredilen esrar-ı Kur’âniye, o asırda
istikametde imtiyaz kesbedecek. O âdem şahsen gayr-ı müstakim olduğu halde, müstakimler
içine idhali, o imtiyaza remzeder.
Mâdem hakikat budur, ben kat'i bir surette îtiraf ediyorum ki, hayatım istikametsiz
gitmiş, kalbim sakametten kurtulmamış, o kudsî emrin imtisalinden belki yüz derece uzağım.
Fakat ث ْ ِحدَ َك فَ ِ مةِ َرب َِ َ وَ اsırrıyla o ni'mete bir şükür olarak derim ki: O bin üçyüz
َ ْما بِنِع
iki tarihi ise, -arabî tarih îtibariyle olsa Kur’ân okumağa başladığım aynı tarihe tevafuk eder.
Ve -rumî tarihi hesabiyle olsa- ilme başladığım tarihe tevafuk eder. Öyle ise, o îma edilen ferd
olabiliriz.
Halbuki şahsen bütün hayatı sakim ve istikametsiz olan bir ferde istikametle îma
edilse ve gayr-ı müstakim iken müstakimler içine idhal edilse, elbette o ferdin mazhar olacağı
âsârın istikametine îmadır. Ve o âsârın istikameti, o tarihte başlayıp dalâlet yolları ve zulümat
tarikleri içinde sırat-ı müstakîmi gösterecek ve ت َ مْر ِ ُ ما اَ َم ك
ْ ِستَق
ْ ِ اemrini imtisal edecek
demektir. Evet, lillâhilhamd Risale-i Nur eczaları Kur’ânın bu mu'cizane îma-i gaybîsini
bilfiil göstermiştir, meydandadır.
Hem şu âyetin gizli îmasını ن َ م الْغَالِبُو ِٰ ب
ُ الله ِه هُه َ حْزِ ن َِ ِ اâyeti te'yid ediyor.
Çünki ن َِ ا ِهdeki şeddeli nun bir sayılsa tam evvelki âyete tevâfuk ile, Hizb-ül-Kur’ânın
faaliyetine vâsıta olan bir hâdiminin Kur’ân okumağa başladığı bin üçyüz tarihine, farksız
olarak tevafuk etmekle beraber, şeddeli nun iki nun sayılsa, bin üçyüz elli eder ki, bu tarihte
Kur’ândan muktebes olan Risale-i Nur etrafında toplanan ve bütün kuvvetleriyle Kur’ânın
hizmetlerine çalışan Hizb-ül-Kur’ânın faaliyeti ve dalâlete ve zındıkaya manen galebe
ettikleri bir zamana tevafuku ise, inşaalah istikbalde tam galebe edeceklerine bir îma-i
gaybîdir.
163
veyahut sonra د ۪ َ يَاkelimesi yüz elli beş(155) ediyor. Yekünü bin iki yüz doksan dört (1294)
ْ سعي
eder.
[İkinci Fıkra] ۪ َِ شيَآءِ دَهًْراب ِ ِه
متى ْ َ ك فِىاْل ۪ َ اfıkrasında ك
َ غيث ُهه َ غيث ُهه ۪ َ اkelimesi
hesaba dahil değildir. O kelimedeki كhitaptan murat Said olduğundan elbette د ۪ يَا َه
ْ سعي
kelimesi mukadderdir. Öyle ise متى ۪ َِ ئ دَهًْراب ِ ِه ِ ٓ شيَا
ْ َ سعيد ْ فِىاْل۪ ك يَا َه ۪ َ اolur. Aynen
َ غيث ُه
(1295)
evvelki fıkra gibi bin iki yüz doksan beş eder. Eğer okunmayan hemze-i vasl sayılmazsa
eder. Çünki شile تyedi yüz , رiki yüz , سفiki
(1294) (700) (200)
bin iki yüz doksan dört
ى ile beraber yüz
(100)
,oldu bin
(1000)
, müşedded م seksen, ب د
الفbir(1) ىile
, dört
(4)
(1294)
Eğer sakıt olan hemze-i vasl sayılmazsa bin iki yüz doksan dört eder. Aynen evvelki fıkra
ile tam tevafuk edip her birisi fitne-i âhirzamanın hem başlangıcı tarihine ki bin iki yüz
(1294)
doksan dörttür . Hem tenvin ile beraber o fitnenin en karanlıklı zamanı olan
165
(1344)
bin üç yüz kırk dört tarihine ve fitnelerin içinde mahfuziyetle beraber pek çok çalkanan
biçare Said’in hem tarih-i veladetine hem işkenceli tarih-i esaretine tevafuk ediyor. Herhalde
bu acib tevafuk ittifakî ve tesadüfî bir tevafuk değildir.
ِٰ َِ ب اِل
الل ُهه ُ ْ م الْغَي
ُ َ لَيَعْل
[Sual] Sen bu zamanın hâdisâtına, fitne-i âhirzaman diyorsun. Halbuki Hadîsde vârid
olmuş ki: "Âhirzamanda Allah Allah denilmeyecek; sonra kıyamet kopacak."
[Elcevab] Evvela: Fitne-i âhirzamanın müddeti uzundur; biz bir faslındayız. Sâniyen:
Yer yüzünde Allah Allah denilmeyecekten murad; Allah'a iman kalkacak demek değildir.
(Hâşiye-1)
Belki Allahın nâmını değiştirecekler demektir. Nasıl ki yerde Allah Allah denilmezse
kıyamet-i kübrâ kopacak. Öylede bir memlekette de Allah Allah denilmezse bir nevi kıyamet
(Hâşiye-2)
kopmasına işarettir.
َِ ِشيَاءِ دَهًْرا بِه
مت ِهى َ شدَِةٍ اَِغيث ُه
ْ َ ك فِهى اْل ِ َل و ِِ ُ ل بِن َها فِهى ك
ٍ ْل هَو َِ تَوَه
ْ س
beytinin İlm-i Cifirle mânası: "Yâ Said! Âhirzamanın fitnelerine yetişip o fitnelerin içine
düştüğün zaman, benim dua ve himmetimi kendine vesile ve şefaatçi yap. İnşâallah, senin
herşey'inde ve her işinde uzun bir zamanda, yani tufûliyet zamanından tâ ihtiyarlığın vaktine
kadar ve işkenceli esaretine kadar.. yani, bin ikiyüz doksandörtten tâ bin üçyüz kırkbeşe
kadar, belki altmış dörde kadar ve daha ziyade bir zamana kadar Allah'ın izniyle ve kuvvetiyle
senin imdadına yetişeceğim."demektir.
ْ َ سينَا اَوْ ا
خطَاْنَا ِ َن ن ِ َربَِنَا ل َ تُوا
ْ ِ خذ ْنَا ا
Said Nursî
(Hâşiye-2):
Yedi sene evvel yazılan bu işâret-i gaybiye aynen vukua geldi. Herkes gördü. Evet bu geçen
zelzele kıyametin zelzele-i kübrasından haber verir gibi dünyayı sarstı; fakat akılları başlarına
gelmedi.
166
[ Re’fet, Mustafa, Mustafa, Rüştü, Hafız Halid, Mes’ud, Süleyman, Hüsrev’in Bir
Nüktesidir]
ة ْ
ِ َ ن العِنَاي َ َ َِ اِنhitabıyla birisiyle
َ ِ فَاِنfıkrası, şöyle ki; bu fıkra ك
ِ ْ س بِعَي
ٌ حُرو
ْ م
َ ك
konuşuyor. ك ۪ َا
َ ُ غيث deki gibi يا سعيدburada dahi mukadderdir. Zaten ك َ َِ اِنaltındaki
mübarek tevafukta nihâyeti görünen ك سعيد َ َِ اِنde görünmeyen ياسعيدىgösteriyor.
ِ َ ن الْعِنَاي
Şu halde ة ِ ْ س بِعَي
ٌ حُرو
ْ م ۪ َ ك يَا
َ ْ سعيد َ َِ فَاِنolur. Eğer şeddeli nun bir nun sayılsa
(1314)
tenvin sayılmazsa bin üç yüz on dört eder. Eğer şeddeli nun iki nun sayılsa bin üç yüz
(1364)
altmış dört eder. Demek Said elli senelik müddette inâyete mazhar olacaktır. Evet Said’in
bin üç yüz on dörtte Van’da tedrise başlaması ve Avrupa’dan gelen efkar-ı batılaya karşı
mücahedesi o tarihte başlıyor. Şimdiye kadar o esas üzerine inâyet feyzi altında bin üç yüz elli
(1352)
ikiye kadar devam etmiştir. Demek daha on iki sene işarât-ı Gavsiye ile inâyete mazhar
olmasını rahmet-i İlahiye’den bekliyoruz. Kendisi bu dünyadan gitse de onun yerinde onun
talebeleri ve âsârı o inâyete ila maşaallah mazhar olacağına bir imadır.
[İcmalen Bir Tahlil] ك َ فَاِن َِهde şeddeli nun iki nun sayılsa iki yüz bir(201),
س
ٌ حُرو ْ م
َ üç yüz on dört , ن ِ ْ بِعَيyüz otuz iki , ِ الْعِنَايَةbeş yüz altmış iki ,
(314) (132) (562)
ك ۪ َ يَاlafzı yüz elli beş(155) yekünü bin üç yüz altmış dört(1364) eder.
َ َِ اِنden sonraki ْسعيد
(1314)
Eğer şeddeli nun bir olsada elli tarh edilse bin üç yüz on dört kalır.
Cay-ı dikkattir ki; Gavsın bu beş satırında üç yerinde ياسعيد lafzıyla sırr-ı gaybisi
tezahür ediyor. ياسعيدyerini başkası tutmuyor. Demek bu beş satırında dört سعيدismi
tasrih edilmiş hükmündedir. Medar-ı hayrettir ki; Şeyh bu beş satırında sekiz on defa şu
zamanımızı ve Said’in başına gelen en mühim hadisatın aynı tarihini gösteriyor.
ت ِل ِٰله ِه
ِ ْ ن قَادِرِىَِ الْوَق
ْ ُ وَكşu fıkrada olan ن
ْ ُ وَكhitaptır. Birisine hitap ediyor.
Her halde sair fıkraların işarâtıyla ۪ ۪ ُ ن يَا
مريدى ْ ُ وَك ۪ ْ ُ سعيدِك
veyahut ردى ۪ َ يَا ْ ُ وكveyahut
ن
۪ ِ ن يَانُور
سى ْ ُ كmanasında ve takdirinde olacak çünki bu üç isim üç fıkrada ikisi sarahaten
birisi zımnen murad olduğundan buradaki emirde de onlardan birisi her halde mukadderdir.
Belki üçü de beraber murad olabilir. İşte şu fitne-i âhirzamanın
167
ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه
ِ س
ْ بِا
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Lâtif ve mânidar ve beşaretli iki hâdiseyi beyan ediyorum. [Birincisi] Me'yusâne bir
hâtıradan müjdeli bir ihtardır.
Bu günlerde hâtırıma geldi ki: Hayat-ı içtimaiyeye giren, hangi şey'e temas etse
ekseriyetle günahlara mâruz kalıyor. Her cihetle günahları insanı serbestçe sarıyorlar. Bu
kadar günahlara karşı insanların hususî ibâdâtı ve takvâsı nasıl mukabele edebilir? diye
me'yusâne düşündüm. Hayat-ı içtimaiyedeki Risale-i Nur talebelerinin vaziyetlerini tahattur
ettim. Risale-i Nur şâkirdleri hakkında, necatlarına ve ehl-i saadet olduklarına dair kuvvetli
işârât-ı Kur’âniyeyi ve beşaret-i Aleviyi ve Gavsiyeyi düşündüm. Kalben dedim ki: Herbiri,
bin yerden gelen günahlara karşı bir dil ile nasıl mukabele eder, galebe eder, necat bulur? diye
mütehayyir kaldım. Bu tahayyürüme mukabil ihtar edildi ki:
Risale-i Nurun hakikî sâdık şâkirdleri mabeynindeki düstur-ı esasî olan iştirâk-i a'mâl-i
uhreviye kanuniyle ve samimî ve sâdık tesanüd sırriyle herbir hâlis ve hakikî şâkird, bir dil ile
değil, belki kardeşleri adedince dilleriyle ibadet edip istiğfar eder. Bin taraftan hücum eden
günahlara karşı bin dil ile mukabele eder. İhlâs ve sadâkat ve Sünnet-i Seniyeye mütâbaat ve
hizmet derecesine göre o küllî ubudiyete sahib olur. Bu büyük kazancı elden kaçırmamak
gerektir. Bazı melâikenin kırk bin dil ile zikrettikleri gibi, hâlis ve hakikî ve müttakî bir şâkird
dahi kırk bin kardeşinin dilleriyle ibadet eder, necâta müstehak olur, inşâallah.
[İkinci Esas] Gençlik zamanımda on dört yaşımda iken icazet almanın alâmeti olan
bir üstad tarafından bana bir cübbe giydirmek vaziyetine mâniler bulundu. Yaşımın küçük
olmasıyla, memleketimizde büyük hocalara mahsus kisveyi giymek yakışmıyordu; sâniyen, o
zaman büyük âlimler bana karşı üstadlık vaziyetini takınamıyorlardı, ya rakib veyahut
teslimiyet derecesine girdikleri için, bana bir cübbe giydirecek ve üstadlık vaziyetini alacak
âlimlerden kendilerine güvenenler bulunmadı evliya-yı azîmeden dört-beş zâtın da vefat
etmeleri cihetiyle elli altı senedir icazetin zâhiri alâmeti olan cübbeyi giymek, bir üstad elini
öpmek ve üstadlığını kabûl etmek hakkım kalmıştı. Bu günlerde yüz senelik mesafeden
Hazret-i Mevlânâ Zülcenâheyn Hâlid Ziyaeddin kendi cübbesini pek garib bir tarzda bana
giydirmek
169
(Hâşiye)
için gönderdiğine, Bazı emarelerle bana kanaat geldi. Ben de o yüz yaşındaki mübarek
cübbeyi giydim ve giyiyorum Cenâb-ı Hakka şükrediyorum.
Said Nursî
(Hâşiye):
Risale-i Nur şâkirdlerinden ve âhiret hemşiremizden (Asiye) namında bir hanım eliyle o
mübarek emaneti aldım.
ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه
ِ س
ْ بِا
[Emin ve Feyzi'nin Isparta'daki Kardeşlerine Üstadlarının Hastalığı Hakkında Yazdıkları Bir
Mektublarıdır. ]
Ramazan-ı Şerifte Üstadımız beş gün savm-ı visal içinde bulundular gıda olarak
ekmeksiz muhallebi üç ve beş ve altı kaşık soğuk yoğurt; üçüncü gece, yarım kaşık muhallebi
dördüncü gece iftarda sulu şehriyeden beş kaşık beş kaşık da yine o şehriyeden sahurda
yoğurt keza üç-dört kaşık, beşinci gece, tanesiz gâyet hafif şehriye beş-altı kaşık, sahurda ise
yine beş-altı kaşık. İşte beş günde pirinç çorbası su sayılmamak şartiyle şehriyeden beş
dirhem yoğurt süzülse on dirhem muhallebi susuz altı-yedi dirhem mecmuu otuz dirhem gıda
ile beş gün savm-ı visal tuttular yalnız teravih noksan olarak sair vazifelerin yapılması
suretiyle Risale-i Nur şâkirdlerine ihsan edilen inâyâtın harikalarından bir kerametini gördük.
Hem Üstadımızdan hiç görmediğimiz bir hali gördük yani (Feyzi ve Emin) biz
ikimizBarla ve Isparta Süleymanları gibi inceden inceye üstadımızın hastalık hiddetlerini
tahrik etmemek için ihtiyat edemediğimizden Üstadımızın şiddetli hiddetini gördük. Bu
hastalığında yine bir eser-i rahmettir ki, hiç hayal ve hâtıra gelmeyen aşr-ı âhirin gâyet mühim
gecelerinde üstadımızın tam ifa edemediği vazifesi yerinde bu havalideki her bir şâkird kendi
hususi çalışmasından başka bir saatini üstadımız hesabına Risalet-ün Nurun şâkirdlerinin
mücahede-i maneviyelerine iştirâk etmek ve onları hedef edip sevabları onların defter-i
a'mâline geçmesi için aynı Üstadımız gibi çalışmağa başladılar. Hatta Üstadımız buyurduki:
"Ehemmiyetsizliğimle beraber Isparta ve havalisindeki kardeşlerimizin a'mâl-i uhreviyesine
bir medar-ı müheyyiç hükmünde olan benim kusurlu çalışmam kâfi gelmiyordu." Demek
Üstadımızın yerinde Üstadımızın bir kaç saat çalışmasına bedel pek çok zatlar pek çok
saatlerde aynı vazifeyi görmeye
170
başladılar. Cenâb-ı Hak, rahmetiyle bu hastalık vesilesiyle bir şahs-ı maneviyi ve kuvvetli bir
medar olacak bu tedbiri ihsan eyledi, cüz'iyetten külliyete çıkardı. Hem bu hastalık
letâifindendir ki, üstadımızın sesi çıkmıyordu, konuşamıyordu. Hiç beklenilmeden birden
iftar vaktinde bir doktor geldi, Üstadımızın elini tuttu. Üstadımız dedi ki: "Ben hastalığımı
muayene ettirmem, ben hekimlere muhtaç değilim, hekim Cenâb-ı Hakdır." Birden canlandı,
sesi çıkmağa başladı. Güya kendisi bir doktor şeklini aldı, doktor ise hasta hükmüne girdi.
Doktora ehemmiyetli bir mektubu okudu, doktorun derdine deva olacak bir ilâç oldu. Sonra
top atıldı. Doktora dedi: "Burada iftar et!" Doktor dedi: "Bu gün kusur ettim oruç tutamadım "
demesiyle çok hayret ettiğimiz üstadımızın vaziyeti orucunu bozmuş bir doktorun tıb
noktasında hâkimane vaziyetini kabûl etmediğinden, o hâkimane vaziyet Üstadımıza verildi.
Evet Risale-i Nurun şahs-ı manevisinden gelen şifa duası öyle yüz bin doktora
mukabil gelir, diye biz de tasdik ettik.
Hem bu hastalığa, Leyle-i Kadir'de Risalet-ün-Nur talebelerinin, - hususan
mâsumların - ettikleri şifa duaları öyle bir derecede hârika bir surette te'sirini gösterdi ki
Üstadımıza sıhhat halinden daha ileri bir surette bir vaziyet verildi. Leyle-i Kadire lâyık bir
tarzda çalışmağa başladı. Risale-i Nur şâkirdlerinden gelen bu dua-i şifa, hârika bir mu'cize
gibi bir keramet olduğunu biz gözümüzle gördük.
Risale-i Nur şâkirdlerinden
Emin, Feyzi
Bizden bir ay uzakta bulunan Risalet-ün-Nur şâkirdleri, Üstadımızın hastalığının aynı
zamanında hastalığının vaziyetini rü'yada aynen gördükleri gibi, Sabri ve Hâfız Ali'nin
taifeleri de aynı vakitte burada yani Kastamonuda olduğu gibi hasta olan Üstadımızın
hesabına daha mühim bir tarzda çalışmışlar. Şöyle ki:
Sabrinin Mektubundan Bir Parçadır. Sabri mektubunda yazıyor ki:
Üstadım efendim. Rahatsızlığınız ânında oradaki menba-ı Nurun mücahidleri bir saat
mesai-i maneviyelerini hâdim-i Kur’ân hesabına yaptıkları gibi bu havalide de bu seneye
mahsus ifa edilen mesai-i diniyeyi tahdis-i ni'met zımnında zikre vesile olduğum ben fakire
bu sene Leyle-i Kadirden bir gün evvel ihtar edildi ki:
171
"Bu sene Leyle-i Kadri iki gece yap." Bendeleri de cemaate şöyle söyledim ki: "Üstadım
(Sellemehullahu ve âfâhu) Bazı bu gibi mübarek geceleri Bazı maksadlara binaen o leyle-i
mübarekeleri ihya için bir gece evvel ve hatta mâ’lum geceden bir gece sonra daha ihyaya
sa'yederlerdi. Biz de o esere ittibaen onun hesabına Leyle-i Kadr'i iki gece yapacağız dedim
ve öylede niyet ve karar ettik.
Birinci gecede Evrad-ı Bahaiye ve Tesbihat ve Sekine ve Delâil-i Hayrat ve Cevşen-ül
Kebir gibi ders ve virdlerimize çalıştık. İkinci gece; hem nasihat hem bu derslerimize devam
ettik Demek Üstadımızın hesabına yüz adedi bulan cemaatimiz ile ه ِٰ ل
الل ُهه َ َِ تَقَب
çalıştırılmışız. Sonra Isparta, Atabey, İslâmköyü, Kuleönü vesaire gibi mahallerde de sair
vezaifden mâadâ Kur’ân cüzlerini taksim suretiyle hatm-i Kur’ân, Üstadımız hesabına
yapılmış ve bütün Ramazan-ı şerifte Âyet-ül Kürsi hatimlerine kezâ devam edilmiş. Şu
halde, bu seneye mahsus yapılan ibâdât-ı mâruzaların bir hikmeti varmış ki bilmediğimiz
halde Kastamonu kardeşlerimiz gibi Üstadımız hesabına çalıştırılmışız. Fimâba'd Rabbim
uzun ömürler ihsan etsin, muammer etsin, ebedi şifa ve deva ve inâyetler ihsan buyursun,
âmin!
Talebeniz
Sabri
Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ın müvacehesinde, tesbih elinde yüz milyon, âdemn
tesbih çekirdeklerini manen hisseder; o azamet ve ulviyetle (Sübhanallah Sübhanallah) der.
Sonra o serzâkirin emr-i manevîsiyle ona ittibaen (Elhamdülillah Elhamdülillah) dediği vakit,
o halka-i zikrin ve o geniş dairesi bulunan hatme-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ın
dairesinde yüz milyon müridlerin (Elhamdülillah Elhamdülillah) diye olan hamdlerinden
tezahür eden azametli bir hamdi düşünerek içinde kendisi de (Elhamdülillah Elhamdülillah)
ile iştirak eder. Ve hakeza... (Allahü Ekber Allahü Ekber) der duadan sonra da otuzüç defa
"Lâ ilahe illallah Lâ ilahe illallah"der sonra o tarîkat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ın
halka-i zikrinde ve hatme-i kübrasında o sâbık mana ile o ihvan-ı tarîkatı nazara alıp, o
halkanın serzâkiri olan Zât-ı Ahmediyeye Aleyhissalâtü Vesselâm'a müteveccih olup
ِٰ َسو
الله ِه َ ْ سلَم ٍ ع َلَي
ُ ك يَا َر َ ف ُ ْ صلَةٍ وَ اَل
ِ ْ ف اَل ِ ْ ف اَل
َ ف ُ ْ اَل
der, diye anladım ve hissettim ve hayalen gördüm. Demek, tesbihat-ı salâtiyenin çok
ehemmiyeti vardır.
Said Nursî
[ ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه
ِ س
ْ بِا ]
Aziz, Sıddık Kardeşlerim.
Hâfız Ali'nin (Rahmetullah-i aleyh) bu def'aki mektubunda çok mübarek ve yüksek
duası ruhumuzu derinden derine mesrur edip bizi şükre sevketti her musibetzedeye ve her
hüzün ve kederlere düşenlere mâna-yı işârîsiyle meded-res ve halâskâr ve şifadar ve medar-ı
sürur olan را ً س ْ ُ م عَ الْع
ْ ُ سرِ ي َِ ِ ك ا
َ ن َ صدَْر َ َح ل
َ ك ْ شَر ْ َ اَلher musibetzedeye baktığı
ْ َم ن
gibi, bu geçen hastalık cihetiyle de bize de baktığını yazıyor. Evet, Hâfız Ali o noktayı tam
görmüş. Ben de tasdikan derim ki: Eğer o hastalık yirmi derece tezâuf etseydi, bizlere
kazandırdığı neticeye nisbeten yine ucuz düşerdi ve rahmet olurdu. Fakat Hâfız Ali'nin üstadı
hakkında benim haddimden çok fazla isnad ettiği meziyet ve mâsumiyeti, onun mâsum
lisaniyle hakkımda medih olarak değil, belki bir nevi' dua olarak tasavvur ediyoruz. Hem
Hâfız Ali'nin mektubunda bahsettiği, Sava gibi yerler ve karyeler ve Isparta bir medrese-i
Nuriye hükmüne geçmesi ve Risale-i Nurun sâdık şâkirdleri hârikulâde olarak günden güne
yükselmeleri ve tenevvür etmeleri, bizleri belki Anadolu'yu, belki âlem-i İslâmı mesrur ve
müferrah eden bir hakikatlı haber telâkki ediyoruz. Ve mektubunun âhir fıkrasında Muhbir-i
(A.S.M.)
Sâdık'ın haber verdiği manevî fütuhati yapmak ve zulümatı dağıtmak zaman ve zemini
hemen hemen gelmiş
173
diye olan fıkrasını, bütün ruh u canımızla rahmet-i İlâhiyeden niyaz ve temenni ediyoruz.
Fakat biz Risale-i Nur şâkirdleri; vazifemiz hizmettir, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır ve
hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber.
kemmiyete değil, keyfiyete bakmaktır; hem çoktan beri sukut-ı ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi
hayat-ı uhreviyeye her cihetle tercih ettirmeğe sevkeden dehşetli esbab altında Risalet-ün-
Nurun şimdiye kadar fütuhatı ve zındıkaların ve dalâletlerin savletlerinin kırılması ve
yüzbinler bîçârelerin imanlarını kurtarması ve herbiri yüze mukabil binler hakikî mü'min
talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sâdık'ın ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuat isbat etmiş ve
ediyor ve inşâallah daha da edecek. Hem Risalet-ün-Nurun öyle kökleşmiş ki, inşâallah hiçbir
kuvvet, Onu Anadolunun sinesinden çıkaramaz. Tâ âhirzamanda, hayatın geniş dairesinde
asıl sahibleri olan, yani Mehdi ve şâkirdleri, Cenâb-ı Hakkın izniyle gelir, o daireyi
genişlettirir ve o tohumlar sünbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allaha şükrederiz.
Said Nursî
[ ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه
ِ س
ْ بِا ]
Aziz, Sıddık Kardeşlerim.
Bu günlerde Rumuzat-ı Semâniye'ye aid iki risaleyi, bir yere ehemmiyetli talebelere
gönderdim. Yol kapandı, gitmedi. O iki risaleyi tekrar dikkatle mütalâa ettim. Fikren dedim
ki: "Bu zevkli ve güzel ve meraklı şirin bir maksada giden bu tevafuklu yolda ne için sevk
edilmedik perde indi ve başka yolda sevk edildik ve çalıştırıldık?" İhtar edildi ki: O gaybî
esrarı açacak olan meslekten yüz derece daha ehemmiyetli ve kıymetli ve umumî ihtiyaca
medar ve herkes bu zamanda ona şiddetle muhtaç ve İslâmiyetin temel taşları olan hakaik-ı
imaniye hazinesine hizmet etmeğe ve istifadeye zarar gelecekti. Çünki esrar-ı gaybiye, zevkli
ve meraklı olduğu için nazarı kendine çekecekti. En büyük ve en yüksek maksad olan hakaik-ı
imaniyeyi ikinci derecede bırakacaktı. Onun için idi ki, sûre-i ِاللههه ِٰ صُر
ْ جاءَ ن َه
َ اِذ َا
remzinde esrar-ı gaybî gösterildi, birden kapandı, perde indi. Hem bu sır için idi ki, o yolda
istihdam edilmedik; yalnız o meslek-i tevafukıyenin tereşşuhatından Risalet-ün- Nurun
hakkaniyetine bir imza ve cezâletine bir zînet ve hurûf-ı Kur’âniyenin intizamından ve
vaziyetinden tezahür eden bir nevi' i'caz çıktı, daha o yolda çalıştırılmadık.
Said Nursî
174
üzerinde turra-i şâhâne işlenmiş olarak geldi gördük. Üstadımız dedi ki: "Ferman geldi
Kur’ân çıktı, şimdi de Kur’ân'ın Hizb-ül Ekberi geldi." Bu Hizb-ül- Ekber Kur’ânın kabının
Üstünde ferman turrası bulunduğundan, inşâallah Risale-in-Nurun hey'etine beşaretli ve
medar-ı feyz ve terakki bir ferman-ı Rabbânî hükmüne geçeceğini Rahmet-i İlâhiyeden
bekliyoruz. Hem bu tâbirden az sonra sizlerin kıymetdar hediyelerinizi aldık ki, rü'yanın tam
tâbiri çıktı. Orada bulunan umum kardeşlerimize selâm ve arz-ı hürmet eder, dualarınızı
isteriz.
Risale-i Nur Şâkirdlerinden
Emin, Feyzi
[ ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه
ِ س
ْ بِا ]
Isparta'ya Gönderilen Bir Mektub
Aziz Sıddık Kardeşlerim,
Namaz tesbihatının sırrına göre, nasılki namazdan sonra tesbih, zikir ve tehlil ile
hatme-i muazzama-i Muhammediye (Aleyhisselâtü Vesselâm) ve zikir ve tesbih eden ruy-i
zemin kadar geniş bir halka-i tahmîdat-ı Ahmediye (Aleyhisselâtü Vesselâm) dairesine
tasavvuran ve niyeten girmek, medar-ı füyuzat olduğu gibi, biz dahi Risalet-en Nurun geniş
dairesine ve halka-i envârında ders alan ve çalışan binler mâsum lisanların ve mübarek
ihtiyarların dualarına ve a'mal-i sâlihalarına hissedar olmak ve âmin demek hükmünde tayy-i
mekân ederek gıyaben omuz omuza ve diz dize bulunmak hayaliyle ve niyetiyle ve
tasavvuriyle kendimizi fevkalhad bahtiyar biliyoruz. Hususan âhir ömrümde böyle kıymetdar
mâsum manevî evlâdları ve yüzer Abdurrahmanları bulmak benim için dünyada bir Cennet
hayatı hükmüne geçiyor. Geçen Ramazan-ı Şerifte hastalık münasebetiyle her bir kardeşimin
benim hesabıma bir saat çalışmasının büyük bir neticesini aynelyakîn ve hakkalyakîn
gördüğümden, böyle duaları reddedilmez mâsumların ve mübarek ihtiyarların ve üstadlarının
benim hesabıma olan duaları ve çalışmaları benim Risale-i Nura hizmetimin uhrevî bir netice-
i bâkiyesini Cenab-ı Hakk bana da dünyada gösterdi.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Kardeşiniz
Said Nursî
177
Mâsumların ümmî ve ihtiyarların noksan yazılarında iki faide var: [Birincisi] Teennî ve
dikkatle okumağa mecbur eder. [İkincisi] O mâsumane ve hâlisane ve samimî ve tatlı
dillerinden, derslerinden Risale-i Nurun şirin ve güzel ve derin mes'elelerini lezzetli bir
hayretle dinlemek ve ders almaktır.
Said Nursî
[ ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه
ِ س
ْ بِا ]
Ispartaya Gönderilen Bir Fıkradır.
(Hâşiye):
Bu risalede satırlar başında gelen eliflerin mecmuu yüz kırk dört çıkmıştır. Tam tamına Said
olup müellifinin imzasını gösteriyor.
180
bütün ömür dakikaları ibadet olabilir. Ve o Habib-i Hüdayı ve o Şefî-i Rûz-i Cezâyı her işinde
nümune etmek azminden mütevellid muhabbet, o Habîbin bulunduğu âleme göçmeyi
sevdirecek hale getiriyor ve böylece موتُوا ْ َل ا
ُ َن ت َ ْ موتُوا قَب
ُ sırrı tezahür ediyor. Tezekkür-
ُ
i mevt veya rabıta-i mevt, ٍسنَة عبَادَةِ َه ِ م نْه ِ خيٌْر َ ٍساعَة [ تَفَك ُِر َهElhâsıl] Ne arasak,
hep Risalet-ün-Nurda güneş gibi görünüyor. Risalet-ün-Nur şâkirdleri dikkat etseler, daha bu
fâni âlemde Livâ-ül-Hamd-i Ahmedî (Aleyhissalâtü Vesselâm) altında bulunduklarını inâyet-i
Hakla anlarlar. Âcizane fehmedebildiğim şu anda kalbime gelen hakikatlara istinaden
diyeceğim ki: Bu dalâlet ve bid'aların ve dinsizliğin tâun ve vebâdan daha ziyade zararlı ve
daha ziyade şiddetli sârî illetlerine karşı Risalet-ün-Nurun getirdiği ve tâlim ve tefhim ettiği
çok hakikatlardan Sünnet-i Ahmediyeye (Aleyhisselâtü Vesselâm) temessük dersini en hakikî
olarak alan, Risalet-ün-Nur şâkirdleridir. Onlar bu temessük ve intisablarının, iki kere iki dört
eder kat'iyetinde olduklarından inâyet-i Rabbaniyenin şehadetiyle, muaccel mükâfatlarını
görüyorlar. Yâni: Bu dâr-ı dünyada sünneti ile dalâlet ve bid'at ve dinsizlik ateşlerinden
kurtaran mensub olduğumuz Şeriatın mübelliği; burada halâs ve mukavemetle, âhir
hayatımızda iman ile, haşr-i ekberde şefaatiyle inşâallah ebedî sevindirecektir diyorlar ve
diyebilirler. ربِى
َ ل
ِ ضْ َن ف ْ مِ مد ُ ِل ِٰله ِه هٰذ َا
ْ ح َ ْ اَل
Mâdem böyledir; o halde şüphesiz Risalet-ün-Nurun intişarındaki maksad, şu zamanın
insanlarına tahkikî imanı ders vermek, mütehayyirlerini kurtarmak, müteharrilerini takviye ve
tarsin etmek, zındıka ve ehl-i ilhadı iskât ve ilzam etmektir. Amma fitne ateşleri âfet halini
aldığı bu zamanda, cam ile elmasın beraber satıldığı bir çarşıda bu mübarek Nur'ları, yani
şânında ن حافِظُو َه ُ ن نََِزلْن َها الذِِكَْر وَ اِن َِها ل َه
َ َه ل ْ َ اِن َِها نbuyurulan Kur’ân-ı Mu'ciz-ül
ح ُه
Beyanın hakikî tefsirleri ْ تَنَوََِر
olan Risalet-ün-Nurun hakaretten sıyaneti için, ت سًرا
ِ ile
sırr-ı tenvirini Rahîm ve Kerîm Rabbimiz irade ve takdir buyurmuş.
Risale-i Nur şâkirdlerinden Hulûsi
ِ َِ مي
ة ْ وَ الت َِه
ِ سلِي olan Risale-i Nuriye-i esrar-ı kitabullah, âlemi ziyalandırdı ve inşâallah
dâimî ziyalandıracaktır. Ve öyle bir şâheserdir ki, selef-i salihînin eserlerinin sonunda
gelmekle hepsinden ileridedir. Ve öyle mebzul bir feyz var ki, en zulmetli kalbleri dahi nûr-ı
iman ile nurlandırır. Ve öyle bir mârifet-i İlâhiyeyi serd ve beyan eyler ki, körlere bile
gösterdi.
O, benim gözümün nuru, kalbimin süruru, gönlümün bülbülü, ruhumun gıdası,
letâifimin incilâsı, cânımın cânıdır... Ben onun herbir hakikatına bin can versem, inşâallah bir
cana bedel bâkide bin can alacağım. O, benim kabirde enîsim, berzahda refikim, mizanda
a'mâlim, Sırat'ta Burak'ım, Cennet'te yoldaşım...
Ben onun hakikatini nasıl târif edebilirim? Ondokuzuncu Sözde serdedilen ما وَ َه
د
ٍ مَِ ح
َ مُ ِ مقَالَت ِهى ب
َ ت
ح ُهْ َ مدَ ن ْ مقَالَت ِهى وَ لٰك ِه َِ ح
َ ِ مدًا ب َ م ُ ت ح ُهْ َ مدَ fehvasınca ben de
derim: ِسالَة َ ِ مقَالَت ِى بِر َ ت ُ ح ْ َ مد
َ نْ ِ مقَالَت ِى وَ لٰك َ َ سال
َ ِ ة النُِورِ ب َ ِت ر
ُ حْ َ مد
َ ماَ َو
ِ ُِ النHem ne haddime düşmüş ki, o menşur-ı Kur’ân'dan bahsedeyim! Olsa, olabilse bu
ور
fakir, ondan istişfa ve istişfa' ve istifaza edebilirim. Şöyle ki: خواه ِهى دَاد ْ ن َهه َ گَْر ن َهه
خواه ْه َ دَادِىkaidesince rıza-yı Bârî'nin kendisinden hoşnud ve râzı olmasını isteriz. Ve
onun nuriyle dünyada bütün âlem-i İslâmın nurlanmasını isteriz. Ve talebelerinin dünyada
birer arslan ve âhirette birer sultan olmasını isteriz ve Livâ-ül-hamd sancağının altında ve
önünde Üstadımızla ve bütün talebeleriyle Huzur-ı İlahiye varmak isteriz. Elhâsıl: İstemesini
bilmediğim için maddî ve manevî bütün rızk ve ihtiyaçlarımızın verilmesi için, Üstadımın
istediği gibi istemesini isteriz. Hem Oradaki kardeşlerimizin, başta üstadımız olarak,
cümlesine ayrı ayrı selâmlarla sıhhat ve âfiyette berdevam olmasını isteriz.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِىTalebeniz Halil İbrahim
Risale-i Nurun mühim erkânından bulunan ve bu aynı hakikat mektubunu bizlere
gönderen Halil İbrahim kardeşimizin sözlerini âciz lisanım söylemeğe ve âtıl kalemimle
yazmağa muktedir değilsem de her hususta bu mübarek kardeşimizin fikrine bütün ruh u
cânımla iştirak ediyorum. Hem kalbime bakıyorum. Bu mektubu yazarken lisanım tercüman
olamadığı kalbim de aynen bu medhe manen iştirak edip beraber o kardeşimle söyler gibi
hissedip telezzüz ediyordum. Eğer söyleyebilseydim, ben de böyle söylerdim.
Feyzi
183
ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه
ِ س
ْ بِا
Aziz Sıddık Kardeşlerim..
Bu yeni hâdise-i taarruziyeden müteessir olmayınız. Çünki, mükerrer tecrübelerle,
sabittirki Risalet-ün-Nur inâyet altındadır. Şimdiye kadar hiçbir tâife böyle ehemmiyetli
hizmette bizler kadar az meşakkat ile kurtulanlar olmamıştır. Hem geçen Ramazan-ı şerifteki
hastalığım ve Eskişehirdeki musibetimiz gibi çok vâkıalarda; zâhirî sıkıntılı, meşakkatli hâlât
altında Risalet-ün-Nurun faidesine aid inkişafatı ve daha te'sirli fütuhatı görülmüş. İnşâallah,
bu sıkıntılı hâdise dahi münafıkların aks-i maksudiyle karşılaşır ve Risalet-ün-Nurun fütuhatı
başka mecralarda teshile vesile olur. Beşinci Şuâ ellerine geçmesi ehemmiyetlidir. Fakat
bunda bir hikmet var. Belki onlara kendi mesleklerini bildirmek ve Cehenneme gidenin
mahiyetini bilmek için iktidarımız fevkalâde haricinde bir kaza-yı İlâhîdir. Cenâb-ı Hakkın
hikmetine ve inâyetine ve hıfzına îtimad edip merak etmeyiniz. Hem siz biliniz, hem onlar
bilsinler ki; sadaka belâyı def'ettiği gibi, Risalet-ün-Nur da Anadolu'dan hususan Isparta ve
Kastamonudan âfât-ı semâviye ve arziyeyi def ve ref'’e vesiledir. Evet Sabri'nin ضه ُ ي َها اَْر
ابْلَعِهى ile âhir... ى ُ ْ ت ع َلَى ال
ِ ِ جود ْ َستَو
وَا ْهâyetinden istihraç ettiği mâna hakdır ve
mutabıkdır. Evet, Risalet-ün- Nur, Sefine-i Nuh gibi Anadolu'yu Cebel-i Cûdi hükmüne
getirip, küre-i arzın yangınından ve tûfanından kurtulmasına sebebtir. Çünki zaaf-ı imandan
gelen tuğyan ekserî musibet-i âmmeyi celbettiği gibi, imanı fevkalâde kuvvetlendiren Risalet-
ün-Nur, o musibet-i âmmeyi dairesinin haricine bırakmağa rahmet-i İlâhiye tarafından vesile
oldu. Bu ehl-i iman, bu Anadolu halkı, Risalet-ün-Nura girmeseler de, ilişmesinler. Eğer
ilişirlerse, yakında bekleyen yangınların, tûfanların, tâunların istilâsına uğrayacaklarını
düşünsünler, akıllarını başlarına alsınlar. Mâdem biz onların dünyalarına karışmıyoruz,
onlarında bizim âhiretimize bu derece karışmaları onlara felâket getirmek ihtimalikuvvetlidir.
İşte bu sekiz aydır, hususan bu heyecan veren bu hâdiselerle beraber, şimdi yanımda bulunan
Feyzi ve Emin ve bütün dostlarım şahiddirler ki; bu sekiz ay zarfında birtek def'a ne harb-i
umumîyi ve ne de siyaseti sormadım. Ve odamdan işitilen radyoyu da üç senedir dinlemedim.
Halbuki benim, binler âdem kadar dünyaya bakmağa münasebetim varken dünyaya
bakmıyorum.
184
Demek bize ilişen, doğrudan doğruya imana tecavüz eder. Onları Cenâb-ı Hakka havale
ediyoruz. Hem ehl-i siyasetle hiçbir münasebetimiz olmadığı halde, o ehl-i siyaset bilsinler
ki: Bu memlekette, bu asırda, bu milleti anarşilikten, tereddi ve tedenni-i mutlaktan kurtaracak
yegâne çâre, Risalet-ün-Nurun esasatıdır. Bu hâdisede sıkıntı çeken mâsumlar ve üstadları
bilsinler ki: Ağır şeraid altında bir saat nöbet, bir sene ibadet ve bir saat hakikî tefekkür-i
imanî bir sene tâat hükmüne geçtiği gibi, inşâallah onların sıkıntıları da öyle sevaba medar
olur. Onlar da, merak edip müteessir olmasınlar, ferah ve sürur ile karşılasınlar. Fakat Hazret-i
İmam-ı Ali Radıyallahü Anh'ın iki kere ت ْ سرا تَنَوََِر ً َ سرا بَيَان
ِ ة ِ demesine binaen, biz her
vakit ihtiyatlı olmalıyız ve tam sakınmak vaziyetini muhafaza etmekle mükellefiz.
Risale-i Nurun mensubları, şuur ve ihtiyarları haricinde birbiriyle münasebettar ve
birbirinin hâdiseleriyle alâkadar olduğuna bir delil de, bu günlerde oldu. Şöyle ki: Oradaki
hâdisenin vukuundan bu güne kadar, buradaki muhtelif tabakalardaki talebelerin
vaziyetlerinde ehemmiyetli bir hâdise yüzünden değişmiş gibi çekinmek oldu ve münafıkların
nazarlarını kendilerine ve bizlere celbetmemek için bir tevakkuf devresi geçti. Hem Nazif gibi
bir çok zâtın rü'yalarının tâbirleriyle, sizin hâdisenizin olduğunu anladık.
Umum kardeşlerimize birer birer hususan musibetzedelere selâm ve dua ediyoruz.
(Hâşiye)
Cenâb-ı Hak, onları çabuk kurtarsın. Onlarda vazifelerinin başlarına geçsin âmin!
Kardeşiniz
Said Nursî
[ Risale-i Nurun Mühim Bir Rüknü Olan Hafız Ali Rahmetullahi Aleyh’in Bir
Fıkrasıdır. ]
Aziz üstadım efendim!
"Bu acib zamanın en büyük tehlikesi, Hadîs-i Şerifle sabit olan âhir zamanda çok ehl-i
sefahet ve gafletin dünyadan imansız çıkmak yarasını lisan-ı Kur’ân-ı Mu'ciz-ül-Beyanla,
kabre iman ile girmek ilâciyle tedavi eden Risalet-ün-Nur... kendi şâkirdlerine bir hüccet-i
katıa bahşeden Risalet-ün-Nura hizmet, acaba âciz insanların cüz'î ve fazl-ı İlâhî ile olan
hizmetleri nasıl mukabele eder; belki her iki cihetle bir fazl-ı İlâhîdir." diye beyan
buyurulduktan sonra, nasıl gecenin zulümâtında yanan
(Hâşiye):
Bu dua hârika bir surette kabul oldu, onlar da pek çabuk kurtuldular.
185
bir nur ve bir ziya lisan-ı hal-i şevkıyle bütün ruh sahiplerini, hattâ en küçük pervaneleri dahi
zulümattan nura çağırıp çıkardığı gibi, Risalet-ün-Nur dahi lisan-ı hal ve kaliyle, şeriatın
ahkam kılınciyle manen îdam olmamış ve zulumatta boğulup ölmemiş ehl-i ilim ve ehl-i
tarîkatı dâvet etmesi, onun Rahim ismine mazhariyeti şe'nindendir.
İki hâtıradan birincisi: İhtiyare hanımlar hakkında her zamanda nüfuzunu ve kat'î
te'sirini gördüğümüz Hadîs-i Şerifin beyan buyurulması, bizleri ve çok alâkadar kadınları
sevindirdi. Cenâb-ı Hak, sizden ebeden razı olsun, âmin! İkinci Hâtıra: Gaflet saikasiyle
veya gözsüz, el yardımıyle Bazıların elmas yerine cam parçası aldığı gibi, saadet-i ebediye
dükkânı olan Risalet-i Nurdan saadet-i dünyeviye aramağa gelenleri îkaz ve irşad eden
fıkralarınız, gece-gündüz yol gözleyen umum Risalet-ün-Nur şâkirdlerini mesrur eyledi.
Talebeniz Hâfız Ali Rahmetullahi Aleyh
ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه
ِ س
ْ بِا
Mustafalar, Küçük Ali, Mübarek ve Münevver Kardeşler..Mektubunuz, Büyük Ali'nin
mektubu gibi acib bir hakikatı beyan ediyor. O hakikat, Risalet-ün-Nur hakkında hakdır. Fakat
benim haddim değil ki, o hududa gireyim. ل ْ ِ مت ِى كَاَنْبِيَاءِ بَن ِى ا
َ ِ سَرائي َ َ ع ُلferman
َِ ُ ماءُ ا
(K.S.) (K.S.) (K.S.)
etmiş. Gavs-ı A'zam Şâh-ı Geylânî , İmam-ı Gazâlî , İmam-ı Rabbânî gibi hem
şahsen, hem vazifeten büyük ve hârika zatlar, bu Hadîsi kıymetdar irşadlariyle ve eserleriyle
fiilen tasdik etmişler. O zamanlar bir cihette (ferdiyet) zamanı olduğundan, hikmet-i
Rabbaniye onlar gibi "ferîd"leri ve kudsî dâhileri ümmetin imdadına göndermiş. Şimdi ise
aynı vazifeye, fakat müşkilâtlı ve dehşetli şeraid içinde, bir şahs-ı manevî hükmünde bulunan
Risalet-ün-Nuru ve sırr-ı tesanüdle bir ferd-i ferîd mânasında olan şâkirdlerini bu cemaat
zamanında o mühim vazifeye koşturmuş. Bu sırra binaen, benim gibi bir neferin, ağırlaşmış
müşiriyet makamında ancak dümdarlık vazifesi var.
Said Nursî
ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه
ِ س
ْ بِا
Evet, bu asrın ehemmiyetli ve manevî ve ilmî bir mürşidi olan Risalet-ün-Nurun
hey'et-i mecmuasının, sair şahsî büyük mürşidler gibi kendine muvafık ve hakikat-ı ilmiyesine
münâsib bir kaç nevi'de ve bilhassa hakaik-ı imaniyenin izharında ve intişarında azim
kerametleri olduğu gibi; üç keramet-i zâhiresi bulunan "Mu'cizat-ı Ahmediye" Onuncu Söz,
Yirmidokuzuncu Söz
186
ayağıyle hareket ederek evc-i a'lâya uçar, taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü
yetişemediği yerlere çıkar, hakaik-ı imaniyeyi kör gözlerine de gösterir.
Said Nursî
ve îtikad ile ehl-i imanın me'yusiyetlerini izale için "İstikbalde bir ışık var, bir nur görüyorum
" diye müjde veriyordum. Hattâ hürriyetten evvel talebelerime beşaret ediyordum. Tarihçe-i
hayatımda Abdurrahman'ın yazdığı gibi, "Sünuhat" misillü risalelerde dahi, "Ben bir ışık
görüyorum" diye bu ümit ile dehşetli hâdiselere karşı dayanıp mukabele ediyordum. Ben de
herkes gibi, o ışığı siyaset âleminde ve hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyede ve çok geniş bir dairede
tasavvur ediyordum. Halbuki hâdisat-ı âlem, iki harb-i umumî ile beni o gaybî ihbarda ve
beşarette bir derece tekzib etti ümidimi kırdı.
Birden bir ihtar-ı gaybî ile kat'î kanaat verecek bir surette kalbime geldi ki: "Ciddî bir
alâka ile senin eskidenberi tekrar ettiğin bir ışık var bir nur göreceğiz diye müjdelerin te'vili
ve tefsiri ve tâbiri sizin hakkınızda, belki iman cihetiyle âlem-i İslâm hakkında dahi
ehemmiyetli olan o nur Risalet-ün-Nurdur.ve bu bir ışıktır ki, seni şiddetli alâkadar etmişdi.
Ve bu bir nurdur ki, eskiden tahayyül ve tahmininle geniş dairede olacak belki de siyaset
âleminden gelecek dediğin mes'udane ve dindarane hâletlerin ve vaziyetlerin mukaddimesi ve
müjdecisi bu muaccel ışığı o müeccel saadet tasavvur ederek eski zamanda siyaset kapısiyle
onu arıyordun.
Evet, otuz-kırk sene evvel, bir hiss-i kablel-vuku' ile hissettin. Fakat nasıl kırmızı bir
perde ile siyah bir yere bakılsa kara kırmızı görünür, sen dahi doğru gördün, fakat yanlış
tatbik ettin, siyaset cazibesi seni aldattı." denildi.
Said Nursî
[ Emin ile Feyzinin Üstadlarının Garib Vaziyetine ve Risale-İ Nurun Acib Ehemmiyetine
]
Delâlet Eden Bir Sualleri ve Üstadlarının Onlara ve Emsallerine verdiği bir cevabıdır.
Sual: Âlem-i İslâmın mukadderatiyle ciddî alâkadar olan bu cihan harbinin dehşetli
zamanlarında elli gün kadar oluyor harbin vaziyetinden her gün hizmetinizde bulunan
bizlerden bir defacık olsun sormadınız.(şimdi yedi seneden ziyade oldu aynı hal devam ediyor
hem ne soruyor ve ne de merak ediyorsunuz). Acaba bu büyük hâdiseden daha büyük diğer
bir hakikat mı hükmediyor ki, bunu ehemmiyetten iskat ediyor; yahut onunla meşgul olmanın
bir zararı mı var?. diye Üstadımızdan sorduk. O da:
189
[Elcevab] Diyor ki: Evet, bu cihan harbinden daha büyük bir hakikat ve daha a'zam
bir hâdise hükmettiği için, bu cihan harbi ona nisbeten çok ehemmiyetsiz düşüyor. Çünki bu
cihan harbinde iki hükûmet küre-i arzın hâkimiyeti için mürafaa ve muhakeme dâvası içinde
bulunuyorlar iki muazzam dinin musalâha ve sulh mahkemesine barışmak dâvası açılmış
dinsizliğin dehşetli cereyanının da semavî dinlerle mücahede-i azîmesi başladığı hengâmda,
nev'-i beşerin sosyalist tabakasiyle burjuvalar taifesinin mahkeme-i kübralarında açılan
dâvalarından daha çok mühim öyle bir dâva açılmış ki ve öyle muazzam bir hakikat meydana
çıkmış ki, o dâvanın tek bir âdeme isabet eden mikdarı bu cihan harbinden daha büyüktür. İşte
o dâva budur ki: Şu zamanda herbir mü'min için, belki herkes için küre-i arz kadar bir bâkî
tarlayı ve o tarla baştan başa bahçeler ve kasırlarla müzeyyen ebedî bir mülkü kazanmak veya
o mülkü kaybetmek dâvası açılmıştır.
Demek herbir tek âdemin başına öyle bir dâva açılmış ki; eğer İngiliz ve Alman kadar
serveti ve kuvveti olsa ve aklı da varsa, yalnız o dâvayı kazanmak için bütününü sarfedecek.
Elbette bu dâvayı kazanmadan evvel başka şeylere ehemmiyet veren, divanedir. Hattâ o dâva
o derece tehlikeye düşmüş ki, bir ehl-i keşfin müşahedesiyle, bir yerde ecel elinden terhis
tezkeresini alan kırk âdemden bir âdem kazanabilmiş, otuz dokuzu kaybetmiş. İşte bu
ehemmiyetli, azîm dâvayı kazandıracak ve tecrübeler ile on âdemden sekizine o dâvayı
kazandıran bir dâva vekili bulunsa, elbette aklı başında bulunan her âdem, o dâvayı
kazandıran öyle bir dâva vekilini vazifeye sevkedecek olan bir hizmete her hâdisenin fevkınde
ehemmiyet vermeğe mükelleftir. İşte o dâva vekilinin bu asırda birisi belki birincisi Kur’ân-ı
Mu'cizül-Beyanın i'caz-ı manevîsinden süzülen ve çıkan ve tevellüd eden Risale-i Nur
olduğunu binler onun ile o iman dâvasını kazananlar şahiddirler. Evet, bu küre-i arza
me'muriyetle gönderilen her insanın, burada misafir ve fâni olduğu ve mahiyeti bir hayat-ı
bâkıyeye müteveccih bulunduğu kat'iyen tahakkuk etmiştir. O her insanın, bu zamanda hayat-ı
ebediyesini kurtaracak olan istinad noktaları sarsıldığından hem bu dünyasını ve içindeki
bütün alâkadar ahbabını ebedî terketmekle beraber, bu dünyadan binler derece mükemmel bir
bâkî mülkü de kaybetmek veya kazanmak dâvası başına açılmıştır. Eğer iman vesikası
olmazsa ve berâtı ve senedi olan îtikadı sağlam bir surette elde etmezse, o dâvayı kaybeder.
Acaba bu kaybettiği şey'in yerini hangi şey doldurabilir?
190
ve istirahat-ı ruh istiyen âdem, siyaseti bırakmalı. Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben,
ya ruhen, ya aklen, ya bedenen gelen musibetten hissedarlık dolayısıyla azab çekiyor,
perişandır. Bilhassa ehl-i dalâlet ve ehl-i gaflet merhamet-i umumiye-i İlâhiyeden ve hikmet-i
tâmme-i Sübhaniyeden habersiz olduklarından, nev'-i beşere rikkat-i cinsiyeden gelen,
alâkadarlık cihetiyle kendi elemlerinden başka nev-i beşerin şimdiki elîm ve dehşetli elemleri
ile dahi müteellim olup azab çekiyorlar.
Çünki lüzumsuz ve mâlâyani bir surette vazife-i hakikiyelerini ve elzem işlerini
bırakıp âfâkî ve siyasî boğuşmalara ve kâinatın hadiselerini merakla dinleyerek karışarak
ruhlarını sersem, akıllarını geveze etmişler. "Zarara razı olana merhamet edilmez" mânasında
ُ ضَررِ ل َ يُنْظَُر ل َ ه
ه اَلَِرا ِههkaide-i esasiyesiyle, şefkat hakkını ve merhamet
َِ ضى بِال
liyakatını kendilerinden selbetmişler. Onlara acınmaz ve şefkat edilmez lüzumsuz başlarına
belâ getiriyorlar. Ben tahmin ediyorum ki,
Bütün küre-i arzın yangınında ve fırtınalarında selâmet-i kalbini ve istirahat-ı ruhunu
muhafaza eden ve kurtaran bu memlekette Risalet-ün-Nur dairesine sadakatle girenlerdir.
Çünki onlar, Risalet-ün-Nur'dan aldıkları iman-ı tahkikî derslerinin nuriyle ve göziyle
herşeyde rahmet-i İlâhiyenin izini ve özünü ve yüzünü gördüklerinden ve herşeyde kemal-i
hikmetini ve cemal-i adaletini müşahede ettiklerinden, kemal-i teslimiyet ve rıza ile
-Rububiyet-i İlâhiyenin icraatından olan musibetlere karşı- teslimiyetle gülerler ve karşılarlar
ve rıza gösteriyorlar ve merhamet-i İlâhiyeden daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki elem ve
azab çeksinler. İşte bu hakikata binaen, değil yalnız hayat-ı uhreviyenin, belki dünyadaki
hayatın dahi saadet ve lezzetini istiyenler, hadsiz tecrübelerle tahakkuk eden Risalet-ün-
Nur'un imanî ve Kur'ânî derslerinden bu saadeti ve lezzeti bulabilirler ve buluyorlar.
Said Nursî
[ Ehemmiyetli Bir Hocanın Üstadımız Hakkında Ziyade Hüsn-Ü Zannını Ta'dil Etmek
Münasebetiyle Emin Ve Feyzinin O Hocaya Gönderdikleri Mektubtur. ]
Aziz ve Sâdık ve Muhterem Hoca Haşmet Efendi,
Sizin müceddid hakkındaki mektubunuzu hayretle okuduk, üstadımıza söyledik.
Üstadımız diyor ki: "Evet,
192
bu zamanda hem iman ve din, hem hayat-ı içtimaiye ve şeriat, hem hukuk-ı âmme ve siyaset-i
İslâmiye için gâyet ehemmiyetli bir müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi olan hakaik-ı
imaniyeyi muhafaza noktasındaki tecdid, en mukaddesi ve en büyüğüdür.
Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri, ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü
derecede kalıyorlar. Rivâyet-i Hadîsiyedeki tecdid-i din hakkında olan ziyade ehemmiyet ise,
imanî hakaikdeki tecdid îtibariyledir.
Fakat efkâr-ı âmmede ve hayat-perest insanların nazarında zâhiren geniş ve hâkimiyet
noktasında câzibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i dîniye cihetleri daha ziyade
ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile o nokta-i nazardan bakıyorlar, mâna veriyorlar.
Hem bu zamanda bu üç vezaif birden bir şahısta veyahut bir cemaatte bulunması ve
mükemmel olması ve birbirini cerhetmemesi, pek uzak görülüyor, âdeta kabil
görülmüyor,ancak bu üç vazife âhir zamanda Al-i Beyt-i Nebevînin cemaat-ı nuraniyesini
temsil eden Mehdi'de ve cemaatindeki şahs-ı manevîde içtima' edebilir. Cenâb-ı Hakka
hadsiz şükür olsun ki, bu asırda Risalet-ün-Nurun hakikî şâkirdlerinin şahs-ı manevîsi hakaik-
ı imaniye muhafazada tecdid vazifesini yaptırmıştır. Yirmi senedenberi o vazife-i kudsiyede
te'sirli ve fâtihane neşriyatiyle gâyet dehşetli ve kuvvetli zındıkanın ve dalâletin hücumuna
karşı tam mukabele edip yüz binler ehl-i imanın imanlarını kurtardığına kırk bin âdem şehadet
eder. Amma benim gibi âciz ve zaif bir bîçârenin böyle binler derece haddimden fazla bir
yükü yüklendiğim tarzında bîçâre şahsımı medar-ı nazar etmemeli" diyor ve size selâm
ediyor. Biz de zât-ı âlinize ve oradaki Risalet-ün-Nur ile alâkadar olanlara selâm ediyoruz.
Risale-i Nur şâkirdlerinden
Emin, Feyzi
Gâyet ciddî bir ihtar ile bir hakikatı beyan etmeğe lüzum var. Şöyle ki: ُ ل َ يَعْل َه
م
ِٰ َِ ب ال
الل ُهه َ ْ الْغَي
sırriyle ehl-i velâyet, gaybî olan şeyleri, bildirilmezse bilmezler. En
büyük bir veli dahi hasmının hakikî hâlini bilmedikleri için haksız olarak mübareze etmesi
Aşere-i Mübeşşerenin mâbeynindeki muharebe gösteriyor. Demek iki veli ve iki ehl-i hakikat,
birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zâhir-i şeriata
193
muhalif ve hatâ bir ictihad ile hareket edilmiş ola. Bu sırra binaen, َ ْ ن الْغَي
ظ ِ ِ وَ الْكَاظ
َ مي
س َ وَ الْعَافِي َه
ن الن ِا ِه
ِ ن ع َه daki ulûvv-i cenab düsturuna ittibaan ve avâm-ı mü'minînin
şeyhlerine karşı hüsn-i zanlarını kırmamakla beraber imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek
ve Risale-i Nurun erkânlarının haksız îtirazlara karşı haklı ve fakat zararlı hiddetlerinden
kurtarmak lüzumuna binaen ve ehl-i ilhadın iki taife-i ehl-i hakikatın mâbeynindeki
husumetten istifade ederek birinin silâhiyle ve itiraziyle ötekini cerhedip, ötekinin delilleriyle
berikini çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütmekten içtinaben Risale-i Nur şâkirdleri; bu
mezkûr beş esasa binaen, muarızları hiddet ve tehevvürle ve mukabele-i bilmisil ile
karşılamamalı, yalnız kendilerini muhafaza için medar-ı itiraz noktaları musalâhakârâne îzah
etmek ve cevab vermek gerektir.
Çünki bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş, herkes kameti miktarınca bir buz parçası
olan enaniyetini eritmiyor, bozmuyor, kendisi mâzur biliyor. Ondan niza çıkıyor, ehl-i hak
zarar eder, ehl-i dalâlet istifade ediyor. İstanbuldaki malûm îtiraz hâdisesi îma ediyor ki,
ileride meşrebini çok beğenen Bazı zatlar ve hodgâm Bazı sofi-meşreb ve nefs-i emmaresini
tam öldürmeyen ve hubb-ı câh vartasından kurtulmayan Bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i
Nura ve şâkirdlerine karşı kendi meşreblerinin ve mesleklerinin revacını ve etbâlarının hüsn-i
teveccühlerini muhafaza niyetiyle îtiraz edecekler. Belki dehşetli mukabele etmek ihtimali
var. Böyle hâdiselerin vukuunda bizler i'tidal-i demle ve sarsılmamakla ve adavete
girmemekle mukabele etmekle beraber o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemektir.
Fâş edilmesi hatırıma gelmiyen bir sırrı fâşetmeye mecbur oldum. Şöyle ki:
Risale-i Nurun şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîyi temsil eden has şâkirdlerinin
şahs-ı manevîsi "ferid" makamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu,
belki ekseriyet-i mutlaka ile Hicazda bulunan kutb-ı a'zamın tasarrufundan hariç olduğu gibi
onun da hükmü altına girmeğe mecbur değildir. Her zamanda bulunan iki "İmam" gibi, kutb-ı
a'zamı tanımağa da mecbur olmuyor. Ben eskiden Risale-i Nurun şahs-ı manevîsini o
imamlardan birisi zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki, Gavs-ı A'zamda "kutbiyet" ve
"gavsiyet"le beraber "ferdiyet" de bulunduğundan, âhir zamandaki şâkirdlerinin bağlandığı
Risalet-ün-Nur o ferdiyet makamının mazharıdır. Gizlenmeğe lâyık olan bu sırr-ı azîme
binaen, Mekke-i Mükerreme'de dahi farz-ı muhal olarak Risale-i Nur aleyhinde
194
bir îtiraz kutb-ı a'zamdan dahi gelse, Risalet-ün-Nur şâkirdleri sarsılmayıp o mübarek kutb-ı
a'zamın itirazını iltifat ve selâm suretinde telâkki edip teveccühünü de kazanmak için medar-ı
îtiraz noktaları o büyük üstadlarına karşı îzah ile ellerini öpmektir.
Evet Kardeşlerim! Bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve hayatı ve cihanı sarsacak
hâdiseler içinde, hadsiz bir metanet ve i'tidal-i dem ve nihâyetsiz bir fedakârlık taşımak
gerektir. Evet, ِرة َ خِ حيَاة َ الدُِنْي َا ع َلَى اْل
َ ْ ن ال
َ حبُِو ْ َ يâyetinin sırr-ı işârîsiyle, âhireti
ِ َ ست
bildikleri ve iman ettikleri halde, dünyayı âhirete severek tercih etmek ve kırılacak şişeyi bâkî
elmasa bilerek rıza ve sevinçle tercih etmek ve âkıbeti görmiyen kör hissiyatın hükmiyle hazır
bir dirhem zehirli bir lezzeti ilerideki bir batman safi lezzete tercih etmek, bu zamanın dehşetli
bir marazı ve bir musibetidir. O musibet sırriyle mü'minler dahi bazen ehl-i dalâlete taraftar
olmak gibi dehşetli hatâda bulunuyorlar. Cenâb-ı Hak, ehl-i imanı ve Risale-i Nur şâkirdlerini
bu musibetlerin şerrinden muhafaza eylesin, âmin!
Said Nursî
َ
[Sual] "İşarât-ı Kur’âniye Risalesinde Fatiha da sırat-ı müstakîm ashabı ki ال ِذِي نَه
ْ ت ع َلَيْهِه
م م َه ْ اَن ْ َعâyetinin târif eylediği tâife içinde, hem مت ِهى
َِ ُ م نْه ا ٌ َ ل َ تََزا ُ طَائِفilâ
ِ ة
âhir Hadîsinin âhir zamanda gösterdiği mücahidler içinde, hem (Ve-l'Asrı) Suresi'nin ِاِل
َ
َ
منُواَ نا َ ال ِذِيile başlıyan üç cümlesinde mâna-yı işârî ile hususî bir surette dahil bir ferdin
Risale-i Nur şâkirdleri olduğuna sebeb nedir ve vech-i tahsisi nedir?"
[Elcevab] Sebebi ise: Risale-i Nur, yüze yakın din tılsımlarını ve hakaik-ı Kur’âniye
muammalarını hall ve keşfetmiştir ki; herbir tılsımın bilinmemesinden çok insanlar şübehata
ve şükûka düşüyorlardı, tereddütlerde kalıp bazen de imanlarını kaybediyorlardı. Şimdi bütün
dinsizler toplansalar, o tılsımların keşfinden sonra galebe edemezler. Yirmisekizinci Mektub'ta
"İnâyât-ı Seb'a"da bir kısmına işaret edilmiştir. İnşâallah, bir zaman o tılsımlar müstakil bir
risalede cem'edilecektir.
Said Nursî
195
En tehlikeli bir zamanda Alman orduları Romanya’yı işgal Bulgaristan’ı tazyik İtalya
da Yunanistan’la harbettiği sırada kur’a ların terhisleriyle o keramet anlaşılmıştır.
Hem bir vakit, Tosya'dan Kastamonu'ya gelirken beraberimde Risale-i Nurun
"Lem'a"ları ve "Şua"ları vardı. Haşre dair bir mebhas okuyordum. Kamyon yokuşları
tırmanıyordu. Havanın ve makinenin harareti bana ağırlık ve fikrime de "Bu Risale-i
muazzama bir mu'cize-i Kur’âniyedir; başka sahada mu'cize gösterebilir mi? Halbuki mu'cize
enbiyalara mahsustur, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan sonra mu'cize
gösterilmeyecektir" Mülâhazası esnasında kamyon, müdhiş sadmelerle üç taklada (30 ile 50)
metre yerden aşağıya yuvarlandı. Şehadet getiriyordum. Yaralı mıyım diye kendimi yokladım,
yüzbin şükür hiçbir yaram yok. Korkarak doğruldum. Şoförün kafası parçalanmış, ah of
çekiyor. Etrafımı tedkik ettim; şoför tarafındaki camlar hurdahaş olmuş; benim tarafımdaki
ince cam bile kırılmamış. O anda bunun büyük bir keramet olduğunu, mu'cize olmadığını bir
daha böyle maceralı şeyleri tefekkür etmemekliğim için Risale-i Nurun kerametkârane bir
tokadını anladım.Risale-i Nur şâkirdlerinden
Salâhaddin Çelebi
[ ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه
ِ س
ْ بِا ]
Aziz Sıddık Kardeşlerim!
Risale-i Nurun hakkaniyetine ve ehemmiyetine dair bir imza-yı gaybî hükmünde bu
mecmuanın gösterdiği kıymet Risale-in-Nurda bulunduğunu, bu zamanın dehşetli fırtınaları
isbat ediyor. Hazret-i İsa Aleyhisselâm İncil-i Şerifte demiş ki: (Ben gidiyorum, tâ size
tesellici gelsin.) Yâni Hazret-i Ahmed Aleyhissalâtü Vesselâm gelsin demesiyle, Kur’ânın
beşere gâyet büyük bir neticesi, bir gâyesi, bir hediyesi, tesellidir. Evet, bu dehşetli kâinâtın
fırtınaları ve zeval tahribatları içinde ve bu boşluk ve nihâyetsiz fezada her şey ile alâkadar
olan insana teselliyi ve istimdat noktalarını Kur’ân veriyor. En ziyade o teselliye muhtaç, bu
zamandır ve en ziyade kuvvetli bir surette o teselliyi isbat eden ve gösteren Risale-i Nur'dur.
Çünki zulümat ve evhamın menbaı olan tabiatı o delmiş geçmiştir.
196
_________
__________________
(Hâşiye):
Evet maddiyunluk tâununun hastalığı nev-i beşere bu dehşetli belalı sıtmayı ve küre-i arza da
bu acı titremeyi vermiştir.
197
neden işarât-ı tevafukıye ve sünuhat-ı kalbiyeye îtimaden beyanatı, böyle dünyevî olan
mesail-i istikbaliyede tâbire ve te'vile muhtaç oluyor? diye hatırıma geldi.
Böyle bir cevab ihtar edildi: Gaybî istikbal-i dünyevîde başa gelen hâdisatı
bildirmemekte Cenab-ı Erhamürrâhimînin çok büyük bir rahmeti saklandığı ve gaybı
gizlemekte çok ehemmiyetli bir hikmeti bulunduğu cihetiyle, gaybî şeyleri haber vermekten
yasak edip, yalnız müphem ve mücmel bir surette ya ilham veya ihtar ile bir emareyi vesile
ederek keşfiyatta ve rü'ya-yı sâdıkada bir kısım gaybî hakikatlarını ihsas eder o hakikatların
hususî suretleri vukuundan sonra bilinir.
Said Nursî
Risale-i Nurun kasabalara ve cemaatlere berekete medar olması ve ona zarar edenlere
tokat gelmesi gibi, ona çalışanlara ve şahıslara pek zâhir bir surette hem bereket hem hüsn-i
maişet ve onun aleyhinde çalışanlara da gaybî tokatlar gelmesinin bu havalide pek çok
hâdiseleri var. Biz, çalıştığımız zaman kendi nefsimizde pek zâhiri bir surette bir hüsn-i
maişet ve bir inâyet gördüğümüz gibi; Risale-i Nurun erkânından Nazif kat'î bir surette haber
veriyor ki: Üç-dört âdem dünya servetinin hatırı için Risale-in Nurun aleyhinde toplanıp
münafıkane bir tedbir kurdukları hengâmdan, üç gün sonra o üç âdemin haneleri ve
dükkânları yanıp binler lira zayiatla tokat yediler. Hem bir dessas ve casus âdem Risalet-ün-
Nur şâkirdlerinin aleyhinde, onları hapse attırmak için çalışıyordu. Bir gün, serbest olarak
"Ben bir ip ucu bulamadım ki hapse sokayım. Eğer bir ip ucu bulsam, onları hapse
sokacağım" diye ilân ettiği vakitten iki gün sonra bu âdem bir iş yapıp Risale-i Nur şakirdleri
yerinde, iki sene hapse girdi. Hem bedbaht muannid bir âdem şiddetli bir surette Risale-i Nur
aleyhinde hem şâkirdlerinin bir rüknü aleyhinde bulunduğu sırada, bir-iki gün sonra
meyhaneye gidip içe içe çatlamış orada ölmüş. Bu neviden çok hâdiseler var. Demek Risale-i
Nur, dostlara tiryak olduğu gibi, düşmanlara da sâıka oluyor.
Hem Gavs-ı A'zamın Radıyallahu Anh üstadımız hakkında: ن ِ ْ س بِعَي
ٌ حُرو
ْ م َ َِ فَاِن
َ ك
ِ الْعِنَايَةfıkrasiyle
inâyet ve teshile daima mazhar olduğuna ve tevafuk Risale-i Nurun bir
madeni bulunduğuna pek çok emarelerden bu bir-iki gün zarfında küçük ve lâtif ve fakat kat'i
kanaat
198
Üstadımız olan Risale-i Nurun ciddî hakaikleri içinde en tatlı bir fâkihesi tevafuk
olduğu için, kardeşlerimize bu iki gün zarfında yine küçük bir-iki tevafuku size gönderilen
bundan evvelki tevafuka hâşiye olarak yazıyoruz.
Evet, nasılki kelimatta ve kelimat-ı mektubede tevafuk bir kasd ve bir inâyet-i
hususiyeyi gösteriyor; bazen hârika olup keramet derecesine çıkıyor, bazen lâtif bir zarafet
veriyor; aynen öyle de: Risale-i Nura aid ve Üstadımıza aid hâdisatta da aynen kasdî ve
inâyetkârane tevafuku, akvaldeki o ef'alde görüyoruz.
Ezcümle, size yazılan, dört ay gelmeyen hane sahibesi için Emin kardeşimize
Üstadımız dedi: (Haber gönder.) tekellümünde onun kapı çalması tevafuk ettiği gibi, aynı
cümleyi bir gün sonra iki def'a okuduğu zaman, (Emin'e dediği) kelimesi okunduğu ânında
aşağı kapıyı Emin açtı, gelmesinin zamanı gelmeden geldi. İkinci gün yine başka bir âdeme
okunduğu vakit, (Emin'e dediği) kelimesini okuduğu vakit aynı anda yukarı kapıyı Emin açtı,
gelme âdetine muhalif olarak geldi, girdi. Bu iki tevafuk ve hane sahibesinin tevafukuna
tevafuku gösteriyor ki, en cüz'î işlerimiz dahi tesadüf değil, kasdî tevafuktur.
Hem dört ay evvel bize bir parça tarhana getiren Risale-i Nur şâkirdlerinden Fuad'ın
İstanbul'a gidip otuz gün te'hirinden ve geç kalmasından endişe ettiğimiz aynı günde, onun
tarhanası da bitmişti o aynı günde Fuadın gelmesi tevafuk etti.
Hem aynı günde bir parça tereyağı biz de ve üstadımız da bunun bereketini
hissediyorduk bittiği dakikada, onun mikdarına tevafuk eden zannımızca aynı yerden aynı
mikdar tereyağı aynı zamanda geldiği gibi; hem buralarda köylerde kül içinde yapılan bir
çörek üstadımızın hoşuna gittiği için sabah - akşam ondan yiyordu ve onbeş gün devam
etmişti. - bittiği aynı günde- aynı çörekten onun akrabasından birisi getirdi, bu tevafukun
hâtırı için geri çevirmedi, kabûl etti. Bu lâtif tevafuktaki inâyât-ı İlâhiyenin cüz'î, şirin
cilvelerini gözümüzle gördük ve anladık ki, kör tesadüf işimize karışmıyor. Mânidar tevafuk
Risale-i Nurun kelimatında ve hurufatında olduğu gibi, ona temas eden harekât ve ef'alde dahi
manidar tevafuklar var. İnâyete temas ettiği için, en cüz'î birşey de olsa kıymeti büyüktür.
Ziyade yazmak israf olmaz. Çünki mânası olan inâyet ve iltifat-ı rahmet muraddır ve o bahis
de manevî bir şükürdür.
Risale-i Nur Şâkirdlerinden Emin, Feyzi
200
ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه ِ س
ْ بِا
ه ِٰ ة
ُ ُ الله ِه وَ بََركَات ُ م
َ ح ْ ُ م ع َلَيْك
ْ م وَ َر َِ اَل
ُ َ سل
[Beşinci Nokta] Risale-i Nur, bu Anadolu memleketine gelecek belâların def'ine
ehemmiyetli bir vesiledir. Sadaka nasıl belâyı def'ediyorsa, onun intişarı ve okunması da, küllî
bir sadaka nev'inden semavî ve arzî belâların def'ine vesile olduğu çok emarelerle ve çok
hâdiselerle tebeyyün etmiştir. Hattâ Kur’ânın işaretiyle tahakkuk etmiştir. Yazması
201
ه
ُ َ حانَ ْ سب
ُ ِمه ِ س
ْ بِا
ِ ِ مطَرِ فِى لَيْلَةِ الَِرغَائ
ب َ ْ ت الِ م بِعَدَد ِ قَطََرا
ْ ُ م ع َلَيْك َِ اَل
ُ َ سل
Aziz Kardeşlerim!
Size iki pusulayı Leyle-i Regaib'den altı saat evvel yazdım. "Hizb-i Nuriye" ve
Hüsrev'in kâğıdı ile teslimden sonra, kat'iyen benim kanaatımda böyledir ki bir nevi' mu'cize-i
Ahmediye Aleyhissalatü vesselam olarak, iki aydanberi kuraklık ve yağmursuzluk
mütemadiyen her tarafta başlamıştı.Daima namazlardan sonra yapılan pek çok dualar akim
kalıyordu herkes me'yusiyetinden derd-i maişet endişesiyle kalben ağlarken, birden Leyle-i
Regaibde bütün ömrümde hiç işitmediğim ve başkalarının da işitmediği, üç saatte yüz def'a,
belki daha fazla tekrarla melek-i ra'dın pek şiddetli ve yüksek tesbihatiyle öyle
_______________________________
(Hâşiye):
Hem aynen öyle oldu, biz gördük.
202
bir rahmet yağdı ki, en muannid dahi Leyle-i Regaibin kudsiyetini ve Hazret-i Risaletin bir
derece ve bir cihette âlem-i şehadete teşrifini umum kâinat ve bütün asırlar nazar-ı
ehemmiyetle karşıladığını ve Rahmet-en-lil'âlemîn olduğunu isbat etti ve kâinat o geceyi
alkışlıyor diye gösterdi. Acaba dualarımızda Isparta bu memleketle berabermidir, bu
yağmurdan hissesi var mıdır? merak ediyorum. Şimdiye kadar çok emarelerle Risale-i Nur bir
vesile-i rahmet olmasından, bu rahmet îma eder ki, Risale-i Nurun bir fütuhatı perde altında
vardır ve belki serbestiyetine bir işarettir (Hâşiye). Hem burada Lem'aların verdikleri iştiyâk
cihetiyle yazıcıların çoğalması, inşâallah bir nevi' makbul dua hükmüne geçti.
Hâl-i âlemi bilmiyorum, fakat hissediyorum ki: Ehl-i iman hem haricî birkaç taraftan
tazyikat, hem dahilî endişeler ve kuraklıktan gelen derd-i maişet ve dünyaca nokta-i istinadı
bulamamaktan ehemmiyetli bir me'yusiyetin te'siriyle,
_________
__________________
(Hâşiye):
Sonra tahakkuk etti ki; aynı zamanda hem fütuhatı hem serbestiyeti perde altında olmuştur.
203
hattâ ibadete karşı da bir fütur gelmişti. Burada birden Mi'rac gecesi, kerametiyle Leyle-i
Regaibin kerametini takviye ederek, ehl-i imana bildirdi ki: "Sizler sahipsiz değilsiniz. Kâinat
kabzasında bulunan bir zatın, âlemlere rahmet gönderdiği bir istinadgâhınız var." diye
me'yusiyet ve endişelerini kısmen izale eyledi. Hem Risale-i Nurun bir silsile-i kerametini
teşkil eden tevafuk, bu hâdisede hiç tesadüfe havale edilmez bir tarzda üç-dört tevafukla,
Leyle-i Mi'rac ve Leyle-i Regaib hürmetlerinde Risale-i Nurun da bir hissesi var olduğunu
gördük.
[Birinci Tevafuk] İbtida ve intiha-i terakkiyat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın
ünvanları olan Leyle-i Regaib ve Leyle-i Mi'racın bu kuraklık zamanında kesretli rahmette
tevafuklarıdır.
[İkinci Tevafuk] Bu günlerde Hüsrev'in tevafuklu yazdığı "Mi'rac Risalesi"ni burada
Risale-i Nur talebeleri şevke gelip aynen tevafukunu muhafaza ederek, hattâ yedi (fakat,
fakat, fakat) kelimelerinin parlak tevafukunu gösteren nüshaları yazdılar, bitirdiler. Ben de
tashih ediyordum, başkaları da okuyordular. Birden mi'rac gecesi kesretli rahmeti ile gelmesi
ve Risale-i Nurun yazılması ve Hüsrev'in Mi'rac Risalesi ve intişarı dahi bir vesile-i rahmet
olduğunu talebelerine kanaat verdi.
İki-üç tevafuk daha var. Bize kat'î kanaat veriyor ki; tesadüf içinde yoktur. Doğrudan
doğruya bu muannid zamanda şeâir-i İslâmiyenin ehemmiyetlerini göstermek için bir işarettir.
Umum kardeşlerime selâm edip Mi'raclarını tebrik ederim.
ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه ِ س
ْ بِا
ِٰ ة
الله ِه وَ بََركَاتُه ُ م
َ ح ْ ُ م ع َلَيْك
ْ م وَ َر َِ اَل
ُ َ سل
Aziz Sıddık Kardeşlerim!
[Bir Sual] "Tevafuk ile, bu keramet nasıl kat'î sabit oluyor?" diye sorulan
kardeşlerimizden birisinin sualine küçük bir cevabtır.
[Elcevab] Bir şeyde tevafuk olsa, küçük bir emare olur ki; onda bir kasıd var, rastgele
bir tesadüf değil.
204
Bilhassa bir tevafuk birkaç cihette olsa, o emare tam kuvvetleşir. Ve bilhassa yüz ihtimal
içinde iki şey'e mahsus ve iki şey birbiriyle tam münasebetdar olsa, o tevafukdan gelen işaret
sarih bir delâlet hükmüne geçer ki, bir kasd ve irade ile ve bir maksad için o tevafuk olmuştur,
tesadüfün ihtimali yoktur. İşte, bu mes'ele-i Mi'raciye de aynen böyle oldu.
Doksan dokuz gün içinde yağan yağmur ve rahmetin yalnız Leyle-i Regaibe ve Leyle-
1 2
i Mi'raca tevafuku .. ve o iki gece ve güne mahsus olması , daha evvel ve daha sonra
3 4
olmaması ve ihtiyac-ı şedidin tam vaktine muvafakatı .. ve "Mi'raciye Risalesi"nin burada
5
çoklar tarafından şevk ile kıraat ve kitabetine ve neşrine rastgelmesi .. ve o iki mübarek
6
gecenin birbiriyle bir kaç cihette tevafuk etmesi .. ve mevsimi olmadığı halde acib
gürültüleriyle, zeminin maddi manevi sönmeyecek feryadlarına tehditkârane ve tesellidarane
7
tevafuk etmesi .. ve ehl-i imanın me'yusiyetden teselli aramalarına ve dalâletin savletinden
8
gelen vesvese ve zâfiyete karşı kuvve-i maneviyenin takviyesini istemelerine tam tevafuku ..
ve bu geceler gibi şeâir-i İslâmiyeye karşı hürmetsizlik edenlerin hatâlarına bir tekdir olarak
"Kâinat bu gecelere hürmet eder, neden siz etmiyorsunuz?" diye mânasında kesretli rahmet ile
şeair-i İslâmiyeye karşı hattâ semavat ve fezâ-yı âlem bu gecelere hürmetlerini göstermekle
9
tevafuk etmesi ... Zerre mikdar insafı olan bilir ki, bu işde hususî bir kasd ve irade var ve ehl-i
imana hususî bir inâyet ve merhamettir, hiçbir cihetle tesadüf ihtimali olamaz.
Demek hakikat-ı Mi'rac bir mu'cize-i Ahmediye (Aleyhisselâtü Vesselâm) ve Zât-ı
Ahmediye’nin (Aleyhisselâtü Vesselâm) keramet-i kübrâsı olduğunu.. ve Mi'rac merdiveni ile
göklere çıkması ile Zat-ı Ahmediye Aleyhisselâtü Vesselâm’ın semavat ehline ehemmiyetini
ve kıymetini gösterdiği gibi, bu seneki Mi'rac da zemine ve bu memleket ahalisine Mi'racın
kâinatça hürmetini ve kıymetini gösterip bir keramet gösterdi.
Duanıza muhtaç kardeşiniz
Said Nursî
[ ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه
ِ س
ْ بِا ]
Aziz Sıddık Kardeşlerim!
Bizim kat'iyen şek ve şüphemiz kalmadı ki: Bu hizmetimizin neticesi olan Risale-i
Nurun serbestiyetini değil yalnız biz ve bu Anadolu ve âlem-i İslâm alkışlıyor, takdir ediyor;
belki kâinat dahi memnun olup cevv-i sema ve feza-yı âlem
205
alkışlıyor ki, üç-dört ayda yağmura şiddet-i ihtiyaç varken gelmedi, yalnız Ankaranın teslim
kararına tevafuk eden Leyle-i Regaibdeki emsalsiz ve gürültülü rahmetin gelmesi ve
Denizlide Mahkemenin bilfiil teslimine karar vermesi ile, aynen Risale-i Nurun bir rahmet
olduğuna işareten Leyle-i Regaibe tevafuk ederek Leyle-i Mi'rac'da kesretle melek-i ra'd'ın
alkışlaması ile rahmetin Emirdağında gelmesi ve o teslim kararına tevafuk etmesi ve bir hafta
sonra, Denizlide vekillerin eliyle mahkemeden alınması hengâmlarında, yine aynen Leyle-i
Regaib ve Leyle-i Mi'raca tevafuk ederek aynen onlar gibi Şâbân-ı Şerifin birinci cum'a
gecesinde tekrar kesretli rahmet ve yağmurun bu memlekette gelmesi ve birbirlerine
tevafuketmesi kat'î kanaat verir ki;
Risale-i Nurun müsaderesine hem hapsine dört zelzelelerin tevafuku küre-i arzca bir
îtiraz olduğu gibi, bu Emirdağı memleketinde dört ay zarfında yalnız üç cum'a gecesinde ki,
biri Leyle-i Regaib biri Leyle-i Mi'rac, biri de Şâban-ı Muazzamın birinci cum'a gecesinde
rahmetin kesretle gelmesi ve Risale-i Nurun da serbestiyetinin üç devresine tam tamına
tevafuk etmesi, küre-i havaiyenin bir tebriki, ve bir müjdesidir ve Risale-i Nurun dahi manevî
bir rahmet, bir yağmur olduğuna kuvvetli bir beşarettir.
Ve en lâtif bir emare de şudur ki: Dün, birdenbire bir serçe kuşu pencereye geldi,
pencereye vurdu. Biz uçurmak için işaret ettik, gitmedi. Mecbur olduk, dedim: "Pencereyi aç
bakalım, ne diyecek?" pencereyi açtık içeri girdi durdu.. tâ sabaha kadar; o odayı ona
bıraktık, yatak odama geldim. Bu sabah çıktım, kapıyı açtım; yarım dakikada döndüm,
baktım, "kuddüs kuddüs" zikrini yapan bir kuş odamda gördüm, gülerek dedim: "Bu misafir
ne için geldi?" Tam bir saat bana baktı, uçmadı, ürkmedi. Ben de okuyordum. Ekmek
bıraktım, yemedi; yine kapıyı açtım, çıktım, yarım dakikada döndüm o misafir de
kayboldu.Sonra bana hizmet eden çocuk geldi, dedi ki: "Ben bu gece rüyamda gördüm ki,
merhum Hâfız Ali'nin kardeşi yanımıza gelmiş." Ben de dedim: "Hâfız Ali ve Hüsrev gibi bir
kardeşimiz buraya gelecek." Aynı günde iki saat sonra çocuk geldi, dedi: "Hâfız Mustafa
geldi. Hem Risale-i Nurun serbestiyetinin müjdesini, hem mahkemedeki kitapları da kısmen
getirdi. Hem serçe kuşunun hem rü'yanın hem kuddüs kuşunun tâbiri isbat etti ki,
206
tesadüf olmadığını gösterdi. Acaba emsâlsiz bir tarzda hem serçe kuşunun acib bir surette,
hem kuddüs kuşunun garib bir surette gelip bakmaları, sonra kaybolmaları ve mâsum çocuğun
rü'yasının tam tamına çıkması, hem Risale-i Nurun Hâfız Ali gibi bir zâtın eliyle buraya
gelmesinin aynı zamanına tevafuku hiç tesadüf olabilir mi? Hiçbir ihtimali var mı ki bir
(Hâşiye)
beşaret-i gaybiye olmasın? Evet, bu mes'ele küçük bir mes'ele değil, kâinat ve hayvanat
ile dahi alâkadardır. Evet, Risale-in-Nurun serbestiyetinden ben Risale-i Nurun bir şâkirdi
olmaklığım îtibariyle kendi hisseme düşen bu kâr ve neticede binler altun lira kadar kazancım
var diye kanaat ediyorum. Başka yüz binler Risale-i Nur şâkirdlerinin ve takviye-i imana
muhtaç ehl-i imanın istifadeleri buna kıyas edilsin.
Evet, dinin ve şeriatın ve Kur’ânın yüzden ziyade tılsımlarını ve muammalarını hall ve
keşfeden ve en muannid dinsizleri susturup ilzam eden ve mi'rac ve haşr-i cismanî gibi
akıldan çok uzak zannedilen Kur’ân hakikatlarını en mütemerrid ve en muannid feylesoflara
ve zındıklara karşı güneş gibi isbat eden ve onların bir kısmını imana getiren Risale-i Nurun
eczaları, elbette Küre-i Arzı ve küre-i havaiyeyi kendi ile alâkadar eder ve bu asrı ve istikbali
kendi ile meşgul edecek bir hakikat-ı Kur’âniyedir ve ehl-i imanın elinde bir elmas kılınçtır.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Emirdağında Kardeşiniz
Said Nursî
_________
__________________
(Hâşiye):
Hem bu kuşların Risale-i Nur'la alâkadarlıklarını te'yid eden çok emareler var. Ezcümle, o
kuşların alâkadarlığını gösteren mektub Milâs'a gittiği aynı vakitte garib bir tarzda Milasta kuddüs
kuşu o mektubun meâlini vaziyetiyle te'yid ettiği gibi; aynı mektub İnebolu'da geceleyin okunurken
büyük bir gece kuşunun hârika bir tarzda pencereye gelip, kanadiyle vurup, durup dinlemesi;hem aynı
mektub Sava'da okunurken bir def'a iki çekirge üstüne konup, okunması bitinceye kadar mektubun
üstünde durmaları; bir def'a da yine Sava köyünde bülbül ve serçe kuşları aynı mektubun
okunmasında pervane gibi uçup alâkadarlık göstermeleri hem Isparta'da Hüsrev'in evinde aynı mektub
okunurken, bülbül kuşu hilâf-ı âdet salona gelmesi ve alâkadarlık göstermesi gibi çok emareler, bu
keramet-i Nuriyeyi te'yid ediyor.
207
[ ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه
ِ س
ْ بِا ]
[ Risale-i Nurun Kahramanı Hüsrev Tarafından Kaleme Alınmıştır. ]
Bütün arkadaşlar, Lâilâhe İllâllah zikrine devam ediyorduk. aşkla ve bir şevk-i sâikle Risale-
in-Nuru üç-beş def'a şefaatçı ederek Cenâb-ı Hak'dan halâs istedik. bütün şiddetiyle devam
eden Zelzele derhal sâkin oldu.
Kastamonu'da o gece kal'adan kopan çok büyük bir taş, aşağıya yuvarlanmış bir
hanenin üzerinden atlayarak diğer bir haneyi ezmiş, birçok hanelerde yarıklar, çıkıklıklar
olmuş, birkaç ev çökmüş, hükûmet binası yarılmış, daha bunun bir takım hasârat ve zâyiat
olmuş. Fakat zelzele her gün olmak suretiyle bir müddet devam etmiş. Tosya'da bin beş yüz
ev harab olmuş, ölü ve yaralı mikdarı çok fazla imiş. Kargı ve Osmancık tamamen harab
olmuş, Lâdik ve sair mahallerde zayiat fazla mikdarda imiş. İnebolu'da bir minarenin alemi
eğrilmiş, ufak tefek çatlaklıklar olmuş, başkaca hasârat ve zayiat olmamış."
Evet doğrudur. Evet doğrudur. Evet doğrudur. Evet doğrudur. Evet doğrudur.
İbrahim Ahmed Nazif Emin Sâdık Mehmed Feyzi
başlarına motorlu vasıtalar eliyle nasıl semavi ateşler yağdırdığını ve o münkirlerin dünkü
Cennet hayatlarının bugünkü Cehennemî hâlât içinde nasıl geçmekte olduğunu bilmek ve
Risale-in-Nurun bereketiyle Anadoluyu bu dehşetli ateş yağmurundan nasıl muhafaza etmekte
olduğunu görmek ve şükretmek hâletinden gelen bir merakla bazı bu gibi havadisleri sorarve
dinlerdim. İşte bu gazetenin harb boğuşmalarına aid resimlerine bakıyordum.
Nazarıma çarpan büyük yazılarla yazılmış bir sütunda, Anadolunun yirmibir vilâyetini
sarsan ve şubatın birinci gününün gecesinde sabaha karşı herkes uykuda iken vukua gelen ve
pek çok zayiata mâl olan dehşetli bir zelzeleyi haber veriyordu.
Derhal, şubatın üçünde mahkemede sevgili üstadımızın hey'et-i hâkimeye (zındıkların
dünyaları başlarını yesin ve yiyecek) diye tekrar tekrar söylediği sözleri hatırladım. "Eyvah!"
dedim, "Risale-i Nur ıslâh eder, ifsad etmez, îmar eder, harab etmez; mes'ud eder, perîşan
etmez" diye ders verirken, "Aksiyle muamele etmek bizi ve Risale-in-Nuru ittiham etmek,
Hâlikın hoşuna gitmiyor." dedim. İşte, merkezi Gerede, Bolu ve Düzce olan bu kanlı zelzele,
Risale-in-Nurun dördüncü bir kerameti idi.
Bu gazete şu malûmatları veriyor: Ankara, Bolu, Zonguldak, Çankırı ve İzmit
vilâyetlerinde fazla kayıplar varmış. Geredede ikibin ev yıkılmış, yıkılmıyan evler de
oturulmıyacak derecede harab olmuş, binden ziyade ölü varmış, enkaz altından mütemadiyen
ölü çıkartılıyormuş. Düzcede zarar çokmuş, ölü ve yaralıların mikdarı malûm değilmiş.
Ankara'da yüz üç ölü ve bir o kadar da yaralı varmış. Bine yakın ev yıkılmış. Debbağhanede
iki ev çökmüş, Bazı köylerde sarsıntıyı müteâkib yangınlar olmuş. İlk sarsıntı çok kuvvetli
olmuş, sarsıntıyı yer altından gelen gürültüler tâkib etmiş. Bolu'dan ve diğer yerlerin
köylerinden bir hafta geçtiği halde henüz malûmat alınamıyormuş. Diğer bir yerde iki yüz ev
yıkılmış, on bir ölü varmış. Bolu ile telgraf ve telefon hatları kesilmiş, zelzele mıntıkasında
şiddetli bir kar fırtınası hüküm sürüyormuş.
211
İzmitte zelzele olurken şimşekler çakmış, şehir birkaç saniye aydınlık içinde kalmış.
Birçok yerlerde halk çırılçıplak sokaklara fırlamış. Sinop'da aynı günde çok korkunç bir
fırtına olmuş, gök gürültüleri ve şimşeklerle gittikçe şiddetini artırmış. İşte yürekler acısı bu
dehşetli sarsıntıyı dünyanın bütün rasathaneleri kaydetmiş. Bir İngiliz rasathanesi sarsıntının
çok harab edici olduğunu bildirmiş.Daha sonra başka bir gazetede tamamlayıcı ve hayret
verici şu malûmatları gördüm:
Zelzeleden evvel kediler, köpekler üçer beşer toplanmışlar, düşünceli ve hüzünlü gibi
alık alık birbirlerine bakarak bir müddet beraber durmuşlar, sonra dağılmışlar. Gerek zelzele
olurken ve gerekse olmadan evvel ve olduktan sonra da bu hayvanlardan hiçbiri görünmemiş,
kasabalardan uzaklaşmışlar kırlara gitmişler.
Bir garibi de şu ki: Bu hayvanlar (isyanımızdan mütevellid) olarak başımıza gelecek
felâketleri lisan-ı halleriyle haber verdiklerini yazıyorlar da biz anlamıyoruz diye taaccüb
ediyorlar.
İşte Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri, uzun senelerden beri: (Zındıklar Risale-in-
Nura dokunmasınlar ve şâkirdlerine ilişmesinler. Eğer dokunurlar ve ilişirlerse, yakından
bekleyen felâketler onları yüz def'a pişman edecek!) diye Risale-in-Nur ile haber verdiği
yüzler hâdisat içinde zelzeleler eliyle doğruluğunu imza eden dört felâket daha.
Cenâb-ı Hak bize ve Risale-in Nura taarruz edenlerin kalblerine iman ve başlarına
hakikatı görecek akıl ihsan etsin, bizleri bu zindanlardan, onları da bu felâketlerden kurtarsın,
âmin!
Mevkuf Hüsrev
ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه ِ س
ْ بِا
ِٰ ة
الله ِه وَ بََركَاتُه ُ م
َ ح ْ ُ م ع َلَيْك
ْ م وَ َر َِ اَل
ُ َ سل
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Şimdiye kadar gizli münâfıklar, Risale-i Nura kanunla ve adliye ile ve âsâyiş ve idare
noktasından hükûmetin Bazı erkânını iğfal edip tecavüz ediyorlardı. Biz müsbet hareket
ettiğimiz için, mecburiyet olduğu zaman tedâfüî vaziyetinde idik. Şimdi plânları akim kaldı.
Bil'akis tecâvüzleri
212
Risale-i Nurun dairesini genişlettirdi. Bu def'a yeni hurufla "Asâ-yı Mûsâ"yı tab'etmek
niyetimiz, ihtiyarımız olmadığı halde, tecavüz vaziyeti Risale-i Nura veriliyor gibidir. Bu
hâdisenin ehemmiyetli bir hikmeti şu olmak gerektirki: Risale-i Nur, bu mübarek vatanın
manevî bir halâskârı olmak cihetiyle şimdi iki dehşetli manevî belâyı def'etmek için matbuat
âlemi ile tezahüre başlamak ve ders vermek zamanı gelmiştir. Veya gelecek gibidir
zannediyorum.
münafıklar çabalıyorlar. İnşâallah muvaffak olamazlar. Risale-i Nur şâkirdleri; tam ihtiyatla
beraber, bir taarruz olduğu vakit münakaşa etmesinler, aldırmasınlar. Aldanan ehl-i ilim ve
ehl-i iman ise, dost olsunlar, "Biz size ilişmiyoruz deyip yatıştırsınlar.
[Sâniyen] Mübareklerin pehlivanı hem Abdurrahman, hem Lütfi, hem Büyük Hâfız
Ali mânalarını taşıyan büyük ruhlu Küçük Ali kardeşimiz bir sual soruyor. Halbuki o suâlin
cevabı Risale-i Nurda yüz yerde var."Risale-i Nurun erkân-ı imaniye hakkındaki bu derece
kesretli tahşidatı ne içindir? Bir ümmî mü'minin imanı büyük bir velînin imanı gibidir, diye
eski hocalar bize ders vermişler?" diyor.
[Elcevab] Başta "Âyet-ül-Kübrâ" Risalesi merâtib-i imaniye bahislerinde ve âhire
yakın müceddid-i elf-i sâni İmam-ı Rabbânînin beyanı ve hükmü ki: Bütün tarîkatların
müntehası ve en büyük maksadları, hakaik-ı imaniyenin inkişafıdır. Ve bir mes'ele-i
imaniyenin kat'iyetle vuzuhu, binlerle kerametlerden ve keşfiyatlardan daha iyidir." ve
Âyetül-Kübrânın en âhirdeki ve "Lâhika"dan alınan o mektubun parçası ve tamamının
beyanatı cevab olduğu gibi, "Meyve Risalesi"nin tekrarat-ı Kur'âniye hakkındaki Onuncu
Mes'elesi, tevhid ve iman rükünleri hakkında tekrarlı ve kesretli tahşidat-ı Kur’âniyenin
hikmeti, aynen bitamamiha onun hakikî tefsîri olan Risale-i Nurda cereyan etmesi de cevabtır.
Hem, imanın tahkikî ve taklidî ve icmâlî ve tafsilî kısımlarını ve imanın bütün
tehâcümata ve vesveselere ve şüphelere karşı dayanıp sarsılmamasını beyan eden Risale-i Nur
parçalarının izahatı, büyük ruhlu Küçük Ali'nin mektubuna öyle bir cevabtır ki, bize hiçbir
ihtiyaç bırakmıyor.
[İkinci Cihet] İman, yalnız icmâlî ve taklidî bir tasdika münhasır değildir; bir
çekirdekten tut tâ büyük bir hurma ağacına kadar ve eldeki âyinede görünen misâlî güneşten
tut tâ deniz yüzündeki aksine kadar, tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi,
imanın o derece kesretli hakikatları var ki, binbir Esmâ-i İlâhiyenin ve sair erkân-ı imaniyenin
kâinat hakikatlarıyla alâkadar çok hakikatları var ki, "Bütün ilimlerin ve mârifetlerin ve
kemalât-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikîden gelen tafsilli ve bürhanlı
mârifet-i kudsiyedir." diye ehl-i hakikat ittifak etmişler. Evet, iman-ı taklidî, çabuk şüphelere
mağlûb olur.
214
Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikîde pek çok merâtip var. O merâtiplerden
ilmelyakîn mertebesi, çok bürhanlarının kuvvetleriyle şüphelere karşı dayanır. Halbuki taklidî
iman ise, bir şüpheye karşı bazen mağlûb olur. Hem iman-ı tahkikînin bir mertebesi de
aynelyakîn derecesidir ki, pek çok mertebeleri var, bütün kâinatı bir Kur’ân gibi okuyabilecek
dereceye gelir. Hem bir mertebesi de hakkal-yakîndir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle
imanlı zatlara şübehat orduları hücum da etse bir halt edemez.
Ulemâ-i ilm-i kelâmın akla ve mantığa istinaden te'lif ettikleri, binler cild kitapları,
yalnız o mârifet-i imaniyenin bürhanlı ve aklî bir yolunu göstermişler. Ve ehl-i hakikatın keşfe
ve zevke istinaden yazdıkları yüzer cild kitapları o mârifet-i imaniyeyi daha başka bir cihette
izhar etmişler.
Fakat, Kur’ânın mu'cizekâr cadde-i kübrâsının, gösterdiği hakaik-ı imaniye ve marifet-
i kudsiye; o ulemâ ve evliyanın kitaplarında beyanlarının pek çok fevkinde bir kuvvet ve
yüksekliktedir.
İşte Risale-i Nur bu câmi' ve küllî ve yüksek mârifet caddesini tefsir edip, bin
senedenberi Kur’ân aleyhine ve İslâmiyet ve insâniyet zararına ve adem âlemleri hesabına
tahribatçı küllî cereyanlara karşı Kur’ân ve iman namına mukabele ediyor, müdafaa ediyor.
Elbette hadsiz tahşidata ihtiyacı vardır ki, o hadsiz düşmanlara karşı dayanıp ehl-i imanın
imanını muhafazaya Kur’ân nuriyle vesile olsun.
Hadîs-i Şerifte vardır ki: Bir âdemin seninle imana gelmesi, sana sahra dolusu kırmızı
koyunlardan daha hayırlıdır. Bâzan bir saat tefekkür, bir sene ibadetten daha hayırlı olur. Hattâ
Nakşîlerin hafî zikre verdikleri büyük ehemmiyet, bu nevi tefekküre yetişmek içindir.
Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dua ediyorum.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Kardeşiniz
Said Nursî
215
[ ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه
ِ س
ْ بِا ]
Risale-i Nurun has şâkirdlerinden ve ehemmiyetli eski muallimlerden ve imanı
kuvvetli olan büyük muallimleri temsîl eden Hasan Feyzi'nin Sikke-i Tasdîk-i Gaybî'den
aldığı bir ilhamla Risale-i Nur hakkında ve o nurun menba'ı ve esası olan Nur-ı Muhammedî
(Aleyhisselâtü Vesselâm) ve hakikat-ı Kur’ân ve sırr-ı iman târifinde bu kasideyi yazmış.
(A.S.M.) 7
Ahmed yaratılmış o büyük Nur-ı
Ehadden Bir nur ki eğer olmasa ol nur hele bir an
Her zerrede nurdur, o ezelden hem ebedden. Baştan başa zulmette kalır hem de bu ekvan.
2 8
Bir nur ki odur hem yüce hem lâyetenâhi Bir nur ki değil öyle muhat, hem dahi
Ol Fahr-i cihan Hazret-i Mahbub-ı İlâhî. mahsur..
Bir nur ki eder kalbi de pürnur, çeşmi de
3 pürnur.
Parlattı cihanı bu güzel Nur-ı 9
(A.S.M.)
Muhammed
Bir lem'adır andan, şu büyük şems ve
Halkolmasa, olmaz idi bir zerre ve bir ferd.
kamerler.
4
10
Ol nuru ânın, her yeri her zerreyi sarmış
Hep işte o nurdan bu acâib koca âlem,
Baştan başa her dem bu kesif zulmeti sarmış.
Halk oldu o nurdan yine Cennetle
5 Cehennem.
Bir nur ki odur sâde ve hem lâyetezelzel 11
Âri ve berî cümleden üstün ve mükemmel.
Şek yok ki o nurdur okunan Hazret-i
6 Kur’ân...
Ol nur-ı ezel hem sebeb-i hılkat-i insan..
Bir nur ki bütün zerrede o nümâyân,
Bir nur ki verir kalblere hem aşk ile iman. 12
13 22
Şek yok ki cihan, katre-i nurundan o nurun, Bir gizli hitap geldi de ol dem yine Haktan
Şek yok ki bu can, zerre-i nurundan o nurun. Bir abd-i mükerrem dahi kurtuldu bıçaktan
15 24
31 40
Bir parça Zebûrdan okurdu Hazret-i Kur’ândı kavli, nurdu yolu, ümmeti mutlu,
(A.S.) Ümmet olanın kalbi bütün nûr ile doldu.
Dâvud ,
Başlardı heman sanki büyük mahşer-i 41
mev'ud.
32 Çekmezdi keder, ol sözü cevher, özü kevser,
Bilmem ki neden, yel ve sular hep onu Ol sûre-i Kevser dedi a'dâsına "ebter!"
dinler, 42
Bilmem ki neden, hep işiten âh! diye inler.
33 Ol Şems-i Ezelden kaçınan ol kuru başlar
Mahlûku bütün kendine râmetti Gayyâ-i Cehennemde bütün yakmış ateşler.
(A.S.)
Süleyman , 43
Nerdendi bu kuvvet, ona kimdendi bu
Bitmişti nefes, çıkmadı ses bıktı da herkes
ferman.
Ol nûra varıp baş eğerek hep dediler pes!
34
44
Yellerle uçan şanlı büyük taht-ı mukaddes
İdrâki olan kafile ayrıldı Kureyşden..
Esrâr-ı ezelden o da duymuş yine bir ses.
Feyz almak için, doğmuş olan şanlı güneşten.
35
45
(A.S.)
Ol hangi acib sır ki, çıkar göklere Îsâ , (A.S.M.)
Ol kevser-i Ahmedden içip herbiri tas
Kimdir çekilen çarmıha, kimdir yine Yûda.
tas,
36 Olmuşlardı o gün sanki mücellâ birer elmas.
Nûr derdi için tahtını terkeyledi Edhem, 46
Bir başkasının tahtı olur derdine merhem.
Ol başlara tâç, derdlere ilâç, mürşid-i âlem,
37 Eylerdi nazar bunlara demâdem..
Çok şahs-ı velî, nur ile hem etti kanâat, 47
Çok şahs-ı denî, nur ile hem buldu kerâmet.
Bunlardır o a'dâyı boğan bir alay arslan,
38 Hak uğruna, nur uğruna olmuş çoğu kurban.
Her hepsi de pervanesi, üftadesi nûrun, 48
Her hepsi de muamma, gücü yetmez bu
Bunlardan o gün ehl-i nifak cümlesi kaçardı,
şuûrun.
39 Müşrik ise, ol aklı anın kalmazdı uçardı.
Şak etti kamer, Fahr-i beşer, ol yüce Server,
Her yerde ve her anda onun nûru muzaffer.
218
49 58
Bunlardı hep o Peygamberin ashabı ve âli... Nûr altına girmiş bulunan türlü cemâat,
Dünyada ve ukbâda hem şanları âli. Hem buldu beka, hem de bütün gördü adâlet.
50
59
Tavsif ediyor bunları hep şöylece Kur’ân:
Sulh vakti koyun, kavgada kükrek birer Derhal açılıp gök yüzü hem parladı ol nurdan
arslan! gelen Risalet-en-Nur
51
Hallâk-ı Rahîm eyledi mahlûkunu mesrûr.
Hep yüzleri pâk, sözleri hak, yolları hakdı,
60
Merkebleri yeller gibi Düldüldü, Burakdı.
Zulmet dağılıp başladı bir yepyeni gündüz,
52
Bir neş'e duyup sustu biraz ağlayan öksüz.
Bir cezbe-i "Yâ Hay!" ile seller gibi aktı,
61
A'dâya varıp herbiri şimşek gibi çaktı.
Bir dem bile düşmezken anın âhı dilinden,
53
Kurtuldu, yazık dertli beşer derdin elinden.
Bunlardı o gün halka-i tevhidi kuranlar,
62
Bunlardı o gün baltalayıp küfrü kıranlar.
Ol taze güneş, ülkeye serptikçe ışıklar,
54
Hep şâd olacak, şevk bulacak kalbi kırıklar.
Bunlardı mübarek yüce cem'iyet-i yüce şûra,
63
Bunlardı o nurdan dizilen halka-i kübrâ.
Her kalbe sürur, her göze nur doldu bu
55
günden,
Bunlardı alan Suriye, Irak, ülke-i Kisrâ, Arzeyleyelim ol yüce Allaha şükürler,
Bunlarla ziyâdar o karanlık koca sahrâ.
64
56
Kalkar da bu kahr, cehl ve dalâlet,
Bunlardı veren hasta, alil gözlere bir fer, Şirk ve küfürler.
Bunlardı o tarihe geçen şanlı gazanfer.
65
57
Ol nûr-ı hüdâ saldı ziya, kalbe safâ hem,
Her hepsi de bir zerre-i nûru o Habîbin, Gösterdi beka, göçtü fenâ, buldu vefâ hem.
Her an görünür gözlere onlardan nice
66
yüzbin.
Çıkmıştı şakî, geldi nakî gördü adâvet,
Eylerdi nefiy, oldu hafî nur-ı hidâyet.
219
67 77
Fışkırdı Risale-i Nur, ufuktan nur-ı Risâlet Küfrün bütün âlatı hücum etse de ey nur!
Ol nur-ı Risâlet verecek emn ü adâlet. Etmez seni dûr, kendi olur belki de makhur.
68 78
Allaha şükür, kalkmada hep cümle karanlık, Sensin yine hâzır, yine sensin bize nâzır
Allaha şükür, dolmada hep kalbe ferahlık. Ey nûr-ı Rahîm, ey ebedî Kudret-i Fâtır!
69 79
Allaha şükür, işte bu gün perde açıldı, Bir neş'e duyurdun imanla sırr-ı ezelden
Âlemlere artık yine bir neş'e saçıldı. Bir müjde getirdin bize ol namlı güzelden.
70 80
Artık bu sönük canlara can üfledi cânan, Mâdemki içirdin bize ol âb-ı hayatdan
Artık bu gönül derdine ol eyledi derman. Bir zerre kadar kalmadı havf şimdi
mematdan.
71
81
Bir fasl-ı bahar başladı illerde bu gün,
Bir sohbet-i gül başladı dillerde bu gün. Hasret yaşadık nuruna yıllarca bütün biz
Mâsum ve alîl, türlü belâ çekti sebebsiz.
72
82
Benden bana ben gitmek için Risale-i Nur
diye koştum, Yıllarca akan, kan dolu göz yaşları dinsin,
Nur derdine düştüm de denizler gibi coştum. Zâlim yere batsın, o zulüm bir yere sinsin.
73 83
Bir zerrecik olsun bulayım der de ararken Yıllarca, asırlarca bu nurun yine yansın,
Düştüm yine derya gibi bir nura bugün ben. Öksüz ve yetim, dul ve alîl hepsi de kansın.
74 84
Verdim ona ben gönlümü baştan başa artık. Ey nur gülü, nur çehreni öpsem dudağından,
Mâşukum odur şimdi benim, ben ona âşık. Kalb bahçesinin kalbine diksem budağından.
75
85
Ol nûr-ı ezel hem kararan kalblere lâyık.
Ol nurdan alır feyzini hem cümle halâyık. Her dem kokarak hem o güzel râyihasından
Çıksam yine ben âlem-i fâni tasasından
76
86
Kahreyledi ol zulmeti Risale-i Nura akanlar,
Nur kahrına uğrar, ona hasmane bakanlar. Nur güllerin açsın, yine miskler gibi tütsün,
Sînemde bu can bülbülü tevhid ile ötsün.
220
97
مدْرِكًا
ُ يَاnin kalbine gömmüş Esedullah
87
Sensin bize bir neş'e veren ol gül-i hâlis Çok sır ki, bilenler oluyor hep sana âgâh
Sensin bize hem cümleden a'lâ hem dahi
muhlis 98
88 ن قَادِرِىَِ الْوَقْت
ْ ُ كdemiş ol pîr-i
Ey Nûr-ı Risaletten gelen bir bürhan-ı muazzam
Kur’ân! Binlerce veli hem yine yapmış buna binlerce
Ey sırr-ı Furkandan çıkan hüccet-i iman! zam.
99
89
Sendin bize matlub yine sendin bize mev'ud Mu'cizdir o söz, hakdır o öz görmedi her göz,
Sayende bugün herkes olur zinde ve mes'ud. Artık bu muammaları gel sen bize bir çöz.
100
90
Her an seni bekler ve sayıklardı bu dünya Altıncı Sözün aldı bütün fiil ve sıfâtı,
Hak kendini gösterdi bugün bitti o rü'yâ. Verdim de arındım ona hem zat ve hayâtı.
101
91
Bin üçyüz senedir toprağa dönmüş nice Müflis ve fakir bekliyorum şimdi kapında
milyar Tevhide eriştir beni, gel vârını sun da.
Mü'min ve muvahhid hep seni gözlerdi ey 102
yâr!
Ben ben diye yazdımsa da sensin yine ol ben,
92 Hiçden ne çıkar, hem bana benlik yine
Her hepsi de senden bana söylerdi kelâmı senden.
Her hepsi de her an sana eylerdi selâmı. 103
106
Pürnûra boyansın bütün âfâk-ı cihânın
Vallah cemilsin yeter artık bu celâlin! Her yerde okunsun da bu Kur’ân, yine ey
(A.S.M.) Nûr-ı Sübhâni!
Göster bize ey Nûr-ı Muhammed , bir
kere cemâlin ! 113
Dînin çekilip, dev gibi saldırmada vahşet, Ol Fahr-i Cihan, âl-i abâ hakkı için hem yâ
Rahmet bizi, garketmeye tûfan, yine ey Nûr- Rab!
ı Rahmânî! Hıfzet bizi âfât ve belâdan yâ Nûr-el Envâr,
bihakkı ismike-n-Nûr!
112
[ ه
ُ َ حان َ ْ سب ُ ِمه ِ س ْ ] بِا
َ
مدِه ْ حَ ِح بُ ِ سب َ ُ ئ اِل ِ ي ٍ ْ شيَ ن ْ م ِ ن ْ ِ وَا
ه ِٰ ة
ُ ُ الله ِه وَ بََركَات ُ م َ ح ْ م وَ َر ْ ُ م ع َلَيْكُ َ سل َِ اَل
Mübarek Üstadım Efendim!
O büyük ve güzel has nurunun bu fakir ve bîçâre talebenize bu vâdide ve bu şekilde
olan ihsan’at ve ikramatını aynen huzur-ı irfanınıza sunuyor ve bu vesile ile mübarek
ellerinizi ve dâmen-i pâkinizi bir daha öpmek şerefiyle müşerref oluyorum, kabûl
buyurulmasını Hazretinizden istirham ederim efendim.
Aciz ve Biçare Talebeniz Hasan Feyzi Rahmetullahi Aleyh
.. مكْتُوبَةِ َوَ ْ ل الِ ِ سائ
َ ف َرِ حُروُ ِ بِعَدَد
ن
َ مي َ ْ ال
ِ ٰمقُْروئَةِ ا
[ Yedinci Mes'ele ]
ِ ِ ن الَِر
حيم ِ ٰحم ِٰ ِ سم
ْ الله ِه الَِر ْ ِب
ن
َ م ُعو
َ ج َِ م
ْ َ ما ي ِ خيٌْر
َ َحوا هُوُ ك فَلْيَفَْرَ ِ متِهِ فَبِذٰلَ ح ِٰ ل
ْ الله ِه وَبَِر ِ ض ْ ُق
ْ َل بِف
Şu mes'ele (Yedi İşaret)tir.
[Birinci İşaret] Tahdis-i ni'met suretinde birkaç sırr-ı inâyet (Yedi Sebeb) içinde izhar
edilecektir.
[Birinci Sebep] Eski Harb-i Umumiden evvel bir vâkıa-i sâdıkada görüyordum ki:
Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ, müthiş bir infilâk etti.
Dağlar gibi parçalarını dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet altında baktım ki
merhume validem yanımdadır. Dedim: Ana korkma! Cenâb-ı Hakkın emridir; O Rahîmdir ve
Hakimdir. Birden o hâlde iken baktım ki mühim bir Zât bana âmirane diyor: İ'câz-ı Kur'ânı
beyan et. Uyandım, anladım ki: Bir büyük infilak ve inkılab olacak.Ve o infilaktan sonra
Kur’ânın etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’ân kendini müdafaa edecek.
Kur’âna hücum edilecek ve i'cazı, Onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'câzın bir nev'inin şu
zamanda izharına -haddimin fevkınde olarak- benim gibi bir âdem namzed olacak. Ve namzed
olduğumu anladım. Mâdem İ'caz-ı Kur’ânın beyanı bir derece Sözlerle oldu. İşte o i'cazın
hesabına geçen ve onun reşehatı ve berekâtı nev'inden olan hizmetimizdeki inâyâtı izhar
etmek, o i'caza yardımdır ve izhar edilmek gerektir.
[İkinci Sebep] Mâdem Kur’ân-ı Hakim mürşidimizdir, üstadımızdır, imamımızdır,
herbir âdabda rehberimizdir; O, kendi kendini medhediyor. Biz de O'nun dersine ittibâan
Onun tefsirini medhedeceğiz. Hem madem yazılan Sözler onun bir nevi tefsiridir ve o
risalelerdeki hakaik ise, Kur’ânın malıdır ve hakikatlarıdır. Ve madem Kur’ân-ı Hakîm ekseri
surelerde, hususan ٰ الٓرlarda, مٓ ٰ حlerde kendini kemal-i haşmetle gösteriyor ve kemalâtını
söylüyor, lâyık olduğu medhi kendi kendine ediyor. Elbette Sözlere in'ikâs etmiş Kur'ân-ı
Hakimin lemeât-ı i'caziyesinden o hizmetin makbûliyetine alâmet olan inâyât-ı Rabbaniyenin
izharına mükellefiz. Çünki üstadımız öyle der ve öyle ders verir.
[Üçüncü Sebep] Sözler hakkında tevâzu' suretinde demiyorum; belki bir hakikatı
beyan etmek için derim ki:
Sözlerdeki hakaik ve kemalât, bizim değil Kur’ânındır ve Kur’ândan tereşşuh etmiştir. Hattâ
Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur’âniyeden süzülmüş Bazı katarattır. Sâir risaleler dahi umumen
öyledir. Mâdem ben öyle biliyorum ve mâdem ben fâniyim, gideceğim; elbette bâki olacak
birşey ve bir eser, benimle bağlanmamak gerektir ve bağlanmamalıdır. Ve madem ehl-i dalâlet
ve tuğyan; işlerine gelmiyen bir eseri sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir, elbette
Semâ-yı Kur’ânın yıldızlariyle bağlanan risaleler, benim gibi çok itirazata ve tenkidata medar
olabilen ve sukut edebilen çürük bir direkle bağlanmamalı. Hem mâdem örf-i nâsda bir
eserdeki mezâya o eserin masdarı ve menbaı zannettikleri müellifin etvarında aranıyor bu örfe
göre o hakaik-i âliyeyi ve o cevahir-i galiyeyi kendim gibi bir müflise ve onların binde birini
kendinde göstermeyen şahsıma mâl etmek hakikata büyük bir haksızlık olduğu için risaleler
kendi malım değil, Kur’ânın malıdır. Ve Kur’ânın tereşşuhatına ve meziyyatına mazhar
olduklarını izhar etmeye mecburum. Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri kuru
çubuğunda aranılmaz! İşte ben dahi öyle bir kuru çubuk hükmündeyim.
[Dördüncü Sebep] Bâzan tevâzu' küfran-ı ni'meti istilzam eder, belki küfran-ı ni'met
olur. Bâzan da tahdis-i ni'met, iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çâre-i yegânesi ne küfran
çıksın, ne iftihar olsun. Meziyet ve kemalâtları ikrar edip fakat temellük etmiyerek, Mün'im-i
Hakikinin eser-i in'âmı olduğunu göstermektir. Nasılki murassa ve müzeyyen bir elbise-i
fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese: ‘Mâşâallah çok güzelsin
ve çok güzelleştin’ Sen eğer tevâzu'kârane desen: ‘Hâşâ!.. Ben neyim hiç. Bu nedir; nerede
güzellik?’ O vakit küfran-ı ni'met olur hulleyi sana giydiren mâhir san'atkâra karşı hürmetsizlik
olur. Eğer müftehirane desen: ‘Evet ben çok güzelim, benim gibi bir güzel nerede var, benim
gibi birini gösteriniz.’ O vakit mağrurane bir fahirdir. İşte, fahirden küfrandan kurtulmak için
demeli ki: ‘Evet ben güzelleştim, fakat bu güzellik libasındır ve dolayısiyle libası bana
giydirenindir; benim değildir.’ İşte bunun gibi ben de sesim yetişse bütün küre-i arza bağırarak
derim: Sözler çok güzeldirler, hakikattırlar; fakat benim değildirler; Kur’ân-ı Kerim'in
hakaikınden telemmu' etmiş şualardırlar. ت ُ حْ َمد
َ نْ ِ مقَالَتِى َو لٰك َِ ح
َ ِ مدًا ب َ م
ُ ت
ُ ح
ْ َمد
َ ما
َ َو
د
ٍ م َِ ح ُ ِ مقَالَت ِى ب
َ م َ düsturuyla derim: ت ُ ح
ْ د
َ م
َ ن
ْ ِ مات ِى َو لٰك َ ت ال ْ ُقْرا
َ ِن بِكَل ُ ح
ْ د
َ م
َ ما
َ َو
نمات ِههى بِال ْ ُقْرا ِههَ ِ كَلyani: "Kur’ânın hakaik-i i'cazını ben güzelleştiremedim, güzel
gösteremedim; belki Kur’ânın güzel
hakikatları, benim adi tabiratlarımı da güzelleştirdi, ulvîleştirdi." Madem böyledir; hakaik-i
Kur’ânın güzelliği namına, Sözler namındaki âyinelerin güzelliklerini ve o âyinedarlığa
terettüb eden inayat-ı İlahiyeyi izhar etmek, makbul bir tahdis-i nimettir.
[Beşinci Sebep] Çok zaman evvel bir ehl-i velâyetten işittim ki; o zât eski velilerin
gaybî işaretlerinden istihrac etmiş ve kanaatı gelmiş ki: "Şark tarafından bir nur zuhur edecek
bid'alar zulümatını dağıtacak.
İşte " Ben böyle bir zatın zuhuruna çok intizar ettim ve ediyorum. Fakat çiçekler
baharda gelir. Öyle ise o kudsi çiçeklere zemin hazır etmek lâzım gelir. Ve anladık ki, bu
hizmetimizle o nuranî zatlara zemin ihzar ediyoruz. Mâdem kendimize aid değil elbette Sözler
namındaki nurlara aid olan inâyât-ı İlâhiyeyi beyan etmekte medar-ı fahr ve gurur olamaz;
belki medar-ı hamd ve şükür ve tahdis-i ni'met olur.
[Altıncı Sebep] Sözler'in te'lifi vasıtasıyle Kur’ânî olan hizmetimize bir mükâfat-ı
âcile ve bir vasıta-i teşvik olan inâyât-ı Rabbaniye, bir muvaffakıyettir. Muvaffakıyet ise izhar
edilir. Muvaffakiyetten geçse; olsa olsa bir ikrâm-ı İlâhî olur. İkram-ı İlâhi ise, izharı bir şükr-i
manevidir. Ondan dahi geçse; olsa olsa hiç ihtiyarımız karışmadan bir keramet-i Kur’âniye
olur. Biz mazhar olmuşuz. Bu nevi' ihtiyarsız bir kerametin izharı zararsızdır. Eğer âdi
kerâmetin fevkına çıksa o vakit olsa olsa Kur’ânın i'caz-ı manevisinin şu'leleri olur. Mâdem
i'caz izhar edilir; elbette i'caza yardım edenin dahi izharı i'caz hesabına geçer, hiç medar-ı fahr
ve gurur olamaz; belki medar-ı hamd ve şükrandır.
[Yedinci Sebep] Nev'i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildirler ki, hakikata nüfuz
etsinler ve hakikatı hakikat tanıyıp kabûl etsinler. Belki sûrete, hüsn-i zanna binaen makbûl ve
mûtemed insanlardan işittikleri mesâili takliden kabûl ederler. Hattâ kuvvetli bir hakikatı zaif
bir âdemin elinde görseler zaif görürler; ve kıymetsiz bir mes'eleyi, kıymetdar bir âdemin
elinde görseler kıymetdar telâkki ederler. İşte buna binaen benim gibi zaif ve kıymetsiz bir
biçârenin elinde hakaik-ı imaniye ve Kur’âniyenin kıymetini ekser nâsın nazarında
düşürmemek için bilmecburiye ilân ediyorum ki: İhtiyârımız ve hünerimiz olmadan birisi bizi
istihdam ediyor; biz bilmeyerek
bizi mühim işlerde çalıştırıyor. Delilimiz de şudur ki: İhtiyarımızdan hariç bir kısım inâyâta
ve teshilâta medar oluyoruz. Öyle ise o inâyetleri bağırarak ilân etmeye mecburuz. İşte geçmiş
olan"Yedi Esbab"a binaen külli birkaç inâyet-i Rabbaniyeye işaret edeceğiz.
[Birinci İşâret] Yirmisekizinci Mektub'un Sekizinci Mes'elesinin Birinci Nüktesinde
beyan edilmiştir ki "tevâfukat"tır. Ezcümle: On dokuzuncu Mektub olan Mu'cizat-ı Ahmediye
(A.S.M.)
Risalesinin, Üçüncü İşaretinden tâ Onsekizinci İşâretine kadar altmış sahife; habersiz
bilmiyerek acemi bir müstensihin nüshasında müstesna olmak üzere mütebaki bütün
sahifelerde -kemâl-i müvâzenetle- ikiyüzden ziyade "Resûl-i Ekrem " kelimeleri birbirine
bakıyor. Kim insafla iki sahifesine dikkatle baksa, tesadüf olmadığını tasdik edecek. Halbuki
tesadüf olsa olsa bir sahifede kesretli emsâl kelimeler bulunsa yarı yarıya tevafuk olur; ancak
bir iki sahifede tamamen tevafuk edebilir. O halde böyle umum sahifelerde Resûl-i Ekrem
kelimesi; iki olsun üç olsun dört olsun veya daha ziyade olsun, kemal-i mizanla birbirinin
yüzüne baksa; elbette tesadüfi olması mümkin değildir. Hem sekiz ayrı ayrı müstensihin
bozamadığı tevâfukât; kuvvetli bir işaret-i gaybiye içinde olduğunu gösterir. Nasıl ki ehl-i
belâğatın kitablarında belâğatın derecatı bulunduğu halde; Kur’ân-ı Hakimdeki belâğat
derece-i i'caza çıkmış. Kimsenin haddi değil ki ona yetişsin. Öyle de: Mu'cizat-ı Ahmediyenin
(A.S.M.)
bir âyinesi olan Ondokuzuncu Mektubda ve Mu'cizat-ı Kur’âniyenin bir tercümanı olan
Yirmibeşinci Sözde ve Kur’ânın bir nevi' tefsiri olan Risale-i Nur eczalarında tevafukat umum
kitapların fevkınde bir derece-i garâbet gösteriyor. Ve ondan anlaşılıyor ki: Mu'cizat-ı
(A.S.M.)
Kur’âniye ve Mu'cizat-ı Ahmediyenin bir nevi' kerametidir ki, o âyinelerde temessül
ediyor.
[İkinci İşâret] Hizmet-i Kur’âniyeye aid inâyât-ı Rabbaniyenin ikincisi şudur ki:
Cenâb-ı Hak, benim gibi kalemsiz yarım ümmi, diyar-ı gurbette kimsesiz, ihtilâttan
men'edilmiş bir kimseye kuvvetli ciddi, samimi, gayyûr, fedakâr kalemleri birer elmas olan
kardeşleri bana muavin ihsan etti. Zaif ve âciz omuzuma çok ağır gelen Vazife-i Hizmet-i
Kur’âniyeyi, o kuvvetli omuzlara bindirdi. Kemal-i kereminden yükümü hafifleştirdi. O
mübarek cemaat ise; Hulûsinin tâbiriyle -telsiz telgrafın ahizeleri hükmünde ve- Sabrinin
tâbiriyle -nur fabrikasının elektriklerini yetiştiren makineler hükmünde ayrı ayrı meziyetleri
ve kıymetdar muhtelif hâsiyetleriyle beraber,- yine Sabri'nin tâbiriyle - tevafukat-ı gaybiye
nev'inden olarak şevk ve sa'y ve gayret ve ciddiyette birbirine benzer bir surette esrâr-ı
Kur’âniyeyi ve envar-ı imaniyeyi etrafa neşretmeleri ve her yere eriştirmeleri ve şu zamanda
yani hurufat değişmiş matbaa yok herkes envar-ı imaniyeye muhtaç olduğu bir zamanda hem
fütur verecek ve şevki kıracak çok esbab varken bunların fütursuz kemal-i şevk ve gayretle
yaptıkları bu hizmetleri doğrudan doğruya bir keramet-i Kur’âniye ve zâhir bir inâyet-i
İlâhiyedir. Evet, velâyetin kerameti olduğu gibi, niyet-i hâlisenin dahi kerameti vardır.
Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bâhusus LİLLÂH için olan bir uhuvvet dairesindeki
kardeşlerin içinde; ciddi, samimi tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin
şahs-ı manevisi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir; inâyata mazhar olur. İşte ey kardeşlerim
ve hizmet-i Kur’ânda arkadaşlarım! Bir kal'ayı fetheden bir bölüğün çavuşuna bütün şerefi ve
bütün ganimeti vermek nasıl zulümdür ve bir hatâdır; öyle de: Şahs-ı manevinizin kuvvetiyle
ve kalemlerinizle hâsıl olan fütuhattaki inâyâtı benim gibi bir biçâreye veremezsiniz!.. Elbette
böyle mübarek bir cemaatte tevâfukat-ı gaybiyeden ziyade kuvvetli bir işaret-i gaybiye var ve
ben görüyorum; fakat herkese ve umuma gösteremiyorum.
[Üçüncü İşâret] Risale-i Nur eczalarının bütün mühim hakaik-ı imaniye ve
Kur’âniyeyi en muannide karşı parlak bir surette isbat etmesi çok kuvvetli bir işaret-i
gaybiyedir ve bir inâyet-i İlahiyedir. Çünki: Hakaik-i imaniye ve Kur’âniye içinde öyleleri var
ki; en büyük bir dâhi telâkki edilen İbn-i Sina; fehminde aczini itiraf eylemiş "Akıl buna yol
bulamaz.." demiş. Onuncu Söz Risalesi o zâtın dehâsiyle yetişmediği hakaikı; avamlara da
çocuklara da bildiriyor. Hem meselâ: Sırr-ı Kader ve cüz'-i ihtiyarinin halli için, koca Sa'd-ı
Teftazani gibi bir allâmenin, kırk elli sahifede meşhur (Mukaddemat-ı İsnâ Aşer) nâmiyle
yazdığı (Telvih nam) kitabında ancak hallettiği ve ancak havâssa bildirdiği aynı mesâili
Kadere dâir olan (Yirmialtıncı Sözde) İkinci Mebhasın ikinci sahifesinde tamamiyle hem
herkese bildirecek bir tarzda beyanı eser-i inâyet olmazsa nedir?
Hem bütün ukûlü hayrette bırakan ve hiçbir felsefenin eliyle keşfedilmemiş olan ve
sırr-ı hılkat-i âlem ve tılsım-ı kâinat denilen ve Kur’ân-ı Azimüşşanın i'caziyle keşfedilen o
tılsım-ı müşkil-küşâ ve o muamma-yı hayret-nümâ, Yirmidördüncü Mektubda ve
Yirmidokuzuncu Söz'ün âhirinde rumuzlu nüktede ve Otuzuncu Söz'ün tahavvülât-ı zerrât
bahsinin
altı adet hikmetinde keşfedilmiştir. Hem kâinattaki faaliyet-i hayretnümânın tılsımını ve
hılkat-i kâinatın ve âkıbetinin muammasını ve tahavvülât-ı zerrâtdaki harekâtın sırr-ı
hikmetini keşf ve beyan etmişlerdir; meydandadır, bakılabilir.
Hem sırr-ı Ehadiyet ile şeriksiz Vahdet-i Rububiyeti; hem nihâyetsiz kurbiyet-i İlâhiye
ile nihâyetsiz bu'diyetimiz olan hayretengiz hakikatları kemal-i vuzuhla Onaltıncı Söz ve
Otuzikinci Söz gâyet mükemmel beyan ettikleri gibi;
Kudret-i İlâhiyeye nisbeten zerrat ve seyyârat müsavi olduğunu; ve haşr-i a'zamdaki
umum zîruhun ihyası bir nefsin ihyası kadar o Kudrete kolay olduğunu ve şirkin hılkat-ı
kâinatta müdahalesi imtina derecesinde akıldan uzak olduğunu kemal-i vuzuh ile gösteren
Yirminci Mektubdaki ر ٌ ئ قَدِي َ ل
ٍ ْ شي ِِ ُ وَ هُوَ ع َلَى كkelimesi beyanında ve üç temsili
hâvi onun zeyli şu azim sırr-ı vahdeti keşfetmiştir.
Hem hakaik-ı imaniye ve Kur’âniyede öyle bir genişlik var ki en büyük zekâ-i beşerî
ihâta edemediği halde; benim gibi zihni müşevveş vaziyeti perişan müracaat edilecek kitap
yok iken sıkıntılı ve sür'atle yazan bir âdemde o hakaikın ekseriyet-i mutlakasının dekaikıyle
zuhuru; doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakimin i'caz-ı manevisinin eseri ve inâyet-i
Rabbaniyenin bir cilvesi ve kuvvetli bir işaret-i gaybiyesidir.
[Dördüncü İşâret] Elli-altmış risaleler (şimdi yüz otuz olmuştur.) öyle bir tarzda
ihsan edilmişdir ki; değil benim gibi az düşünen ve zuhurata tebaiyet eden ve tedkika vakit
bulamıyan bir insanın; belki büyük zekâlardan mürekkep bir ehl-i tedkikın sa'y ve gayretiyle
yapılamayacak bir tarzda te'lifleri, doğrudan doğruya bir eser-i inâyet olduklarını gösteriyor.
Çünki: Bütün bu risalelerde bütün derin hakaik temsilât vasıtasiyle en âmi ve ümmi
olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki bu hakaikın çoğunu büyük âlimler "Tefhim edilmez"
deyip; değil avâma havassa da bildiremiyorlardı.
İşte o uzak hakikatları en yakın bir tarzda en âmi bir âdeme ders verecek derecede;
benim gibi Türkçesi az ve sözleri muğlak ve çoğu anlaşılmaz ve bazende kısaca ve mücmel
yazdığından zâhir hakikatları dahi müşkilleştiriyor diye eskiden beri iştihar bulmuş ve eski
eserleri kısmen o su'-i iştiharı tasdik etmiş
bir şahsın elinde bu hârika teshilât ve suhulet-i beyan; elbette bilâşek velâşüphe bir eser-i
inâyettir ve onun hüneri olamaz ve Kur’ân-ı Kerimin i'caz-ı manevisinin bir cilvesidir ve
temsilât-ı Kur’âniyenin bir temessülüdür ve in'ikâsıdır.
[Beşinci İşâret] Risaleler umumiyetle pek çok intişar ettiği halde, en büyük âlimden
tut, tâ en küçük bir âmi âdeme kadar ve ehl-i kalb en büyük bir veliden tut, tâ en muannid
dinsiz bir feylesofa kadar olan tabakat-ı nâs ve tâifeler o risaleleri gördükleri ve okudukları ve
tokatlarını yedikleri halde tenkid edilmemiştir. Ve her taifenin derecesine göre istifade etmesi,
doğrudan doğruya bir eser-i inâyet-i Rabbaniye ve bir keramât-ı Kur’âniye olduğu gibi, çok
tedkikat ve taharriyatın neticesiyle ancak husûl bulabilecek olan o çeşit risaleler, fevkalâde bir
sür'atle, hem idrâkimi ve fikrimi müşevveş eden sıkıntılı inkıbaz vakitlerinde yazılması dahi,
bir eser-i inâyet ve bir ikrâm-ı Rabbânîdir.
Evet, ekser kardeşlerim ve yanımdaki umum arkadaşlarım ve müstensihler biliyorlar
ki: On dokuzuncu Mektubun beş parçası; birkaç gün zarfında, her gün iki-üç saatte ve
mecmuu olan oniki saatte hiçbir kitaba müracaat edilmeden yazılmıştır. Hattâ en mühim
parçada Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kelimesinde zâhir bir hâtem-i Nübüvveti
gösteren Dördüncü cüz; üç-dört saatte, dağda yağmur altında ezber yazılmış... ve Otuzuncu
Söz gibi mühim ve dakik bir risale, altı saat içinde bir bağda yazılmıştır. Ve Yirmisekizinci
Söz, Süleyman'ın bahçesinde bir ve nihâyet iki saat içinde yazılması gibi, ekser risalelerin
böyle olması.. ve eskiden beri sıkıntılı ve münkabız olduğum zamanlarda, en zâhir hakikatları
dahi beyan edemediğimi belki bilemediğimi yakın dostlarım biliyorlar. Hususan o sıkıntıya
hastalık da ilâve olsa; daha ziyade beni dersten ve te'liften men'etmekle beraber.. en mühim
Sözler ve risaleler, en sıkıntılı ve hastalıklı zamanlarımda, en sür'atli bir tarzda yazılması;
doğrudan doğruya bir inâyet-i İlâhiye ve bir ikram-ı Rabbânî ve bir keramet-i Kur’âniye
olmaz da nedir?
Hem hangi kitap olursa olsun böyle hakaik-ı İlâhiyeden ve imaniyeden bahsetmiş ise
alâ külli hal bir kısım mesâili,
bir kısım insanlara zarar verir; ve zarar verdikleri için, her mes'ele herkese neşredilmemiş.
Halbuki şu risaleler ise; şimdiye kadar -çoklardan sorduğum halde- hiç kimseye, hiçbir sû-i
te'sir ve aksül'amel ve tahdiş-i ezhan gibi bir zarar vermediklerinden, doğrudan doğruya bir
işâret-i gaybiye ve bir inâyet-i Rabbaniye olduğu bizce muhakkaktır.
[Altıncı İşâret] Şimdi bence kat'iyet peyda etmiştir ki; ekser hayatım, iktidar ve
ihtiyarımın ve şuur ve tedbirimin haricinde öyle bir tarzda geçmiş ve öyle garib bir surette ona
cereyan verilmişki; tâ Kur’ân-ı Hakîme hizmet edecek olan bu nevi' risaleleri netice versin.
Âdeta bütün hayat-ı ilmiyem, mukaddemât-ı ihzâriye hükmüne geçmiş. Ve Sözlerle İ'caz-ı
Kur’ânın izharı, onun neticesi olacak bir surette olmuştur.
Hattâ şu yedi sene nefyimde ve gurbetimde ve sebebsiz ve arzumun hilâfında
tecerrüdüm ve meşrebime muhalif olarak yalnız bir köyde imrar-ı hayat etmekliğim ve
eskiden beri ülfet ettiğim hayat-ı içtimaiyenin çok rabıtalarından ve kaidelerinden nefret edip
terketmekliğim; doğrudan doğruya bu hizmet-i Kur’âniyeyi hâlis ve sâfi bir surette yaptırmak
için bu vaziyet verildiğine şüphem kalmamıştır.
Hattâ çok def'alar bana verilen sıkıntı ve zulmen bana karşı olan tazyikat perdesi
altında, bir dest-i inâyetin, merhametkârane hükmettiğine ve Kur’ânın esrarına hasr-ı fikr
ettirmek ve nazarımı dağıtmamak için yapılmış olduğuna kanaat etmişim.
Hattâ eskiden mütalâaya çok müştak olduğum halde; bütün bütün sair kitapların
mütalâasından bir men' ve bir mücanebet ruhuma verilmiştir. Böyle gurbette medar-ı teselli ve
ünsiyet olan mütalâayı bana terkettiren, -anladım ki- doğrudan doğruya âyât-ı Kur’âniyenin
üstad-ı mutlak olmaları içindir.
Hem yazılan eserler, risaleler; -ekseriyet-i mutlakası- hariçten hiçbir sebeb
gelmeyerek, ruhumdan tevellüd eden bir hâcete binaen, âni ve def'î olarak ihsan edilmiş.
Sonra Bazı dostlarıma gösterdiğim vakit demişler: (Şu zamanın yaralarına devadır.) O
Risaleler intişar ettikten sonra ekser kardeşlerimden anladım ki, şu zamandaki ihtiyaca
muvafık ve derde lâyık birer ilâç hükmüne geçiyorlar.
İşte ihtiyar ve şuurumun dairesi haricinde, mezkûr hâletler ve sergüzeşt-i hayatım ve
hilâf-ı âdet ve ihtiyarsız olarak ulûmların enva'larındaki tetebbuatım; böyle bir netice-i
kudsiyeye müncer olmak için, kuvvetli bir inâyet-i İlâhiye ve bir ikram-ı Rabbânî olduğuna
bende şüphe bırakmamıştır.
[Yedinci İşâret] Bu hizmetimiz zamanında, beş-altı sene zarfında, bilâmübalâğa yüz
eser-i ikram-ı İlâhîyi ve inâyet-i Rabbaniye ve keramet-i Kur’âniyeyi gözümüzle gördük. Bir
kısmını, Onaltıncı Mektubta işâret ettik; bir kısmını, Yirmialtıncı Mektubun Dördüncü
Mebhasının mesâil-i müteferrikasında ve bir kısmını, Yirmi sekizinci Mektubun Üçüncü
Mes'elesinde beyan ettik. Benim yakın arkadaşlarım bunu biliyorlar. Dâimî arkadaşım Barlalı
Süleyman Efendi çoklarını biliyor. Hususan, Sözlerin ve risalelerin neşrinde ve tashihatında
ve yerlerine yerleştirmesinde ve tesvid ve tebyîzinde, fevkal-me'mûl kerametkârâne bir
teshilâta mazhar oluyoruz. Keramet-i Kur’âniye olduğuna şüphemiz kalmıyor. Bunların
misalleri yüzlerdir.
Hem maişet hususunda o kadar şefkatle besleniyoruz ki; en küçük bir arzu-yu
kalbimizi, bizi istihdam eden sâhib-i inâyet tatmin etmek için fevkalme'mûl bir surette ihsan
ediyor. Ve hâkezâ... İşte bu hal-i inâyet kuvvetli bir işâret-i gaybiyedir ki, biz istihdam
olunuyoruz. Hem rıza dairesinde, hem inâyet altında bize hizmet-i Kur’âniye yaptırılıyor.
Said Nursî
[ MAHREMCE BİR SUALE CEVABTIR. ]
Said Nursî
َ
ِمدِه ْ حَ ِح ب َ ُ ئ اِل ِ ي
ُ ِ سب ٍ ْ شيَ ن ْ مِ ن ْ ِ وَ ا ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه ِ س ْ بِا
ً ِ ه اَبَدًا دَائ
ما ِٰ ة
ُ ُ الله ِه وَ بََركَات ُ م
َ ح
ْ وَ َر ْ ُ م ع َلَيْك
م ُ َ سلَِ اَل
Aziz Sıddık Kardeşlerim!
Evvelâ geçen mübarek Leyle-i Berâtınızı ve gelecek Ramazan-ı Şerifinizi tebrik
ederiz. Bu seneki, Berat Gecesinin, Nurcular hakkında çok bereketli ve kerametli olduğunun
bir emaresini hayretle gördük. Şöyle ki: Ben, Berat gecesinden az evvel "Asâ-yı Mûsa"yı
tashihle meşgul iken, bir güvercin pencereye geldi, bana baktı. Ben dedim: "Müjde mi
getirdin?" İçeriye girdi. Güya eskiden dost idik gibi hiç ürkmedi, "Asâ-yı Mûsa" üstüne çıktı,
üç saat oturdu. Ekmek, pirinç verdim; yemedi. Tâ akşama kadar kaldı, sonra gitti. Tekrar
geldi. Tâ sabaha kadar yanımda kaldı. Ben yatarken başıma geldi, Allah'a ısmarladık
nev'inden başımı okşadı, sonra uçtu, gitti. İkinci gün ben teessüf ederken yine geldi, bir gece
daha kaldı. Demek bu mübarek kuş, hem Asâ-yı Mûsayı, hem Berâtımızı tebrik etmek istedi.
Said Nursî
ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه ِ سْ بِا
َ
ح
ُ ِ سبَ ُ ئ اِل ِ ي َ ن
ٍ ْ شي ْ م
ِ ن ً ِ ه اَبَدًا دَائ
ْ ِ ما وَ ا ِٰ ة
ُ ُ الله ِه وَ بََركَات ُ م
َ ح ْ ُ م ع َلَيْك
ْ م وَ َر َِ اَل
ُ َ سل
ه
ِ ِ مدْ ح
َ ِب
Aziz Sıddık Kardeşlerim!
Evvelâ: Şimdi tam tahakkuk etti ki; zelzele, Risale-in Nurla alâkadardır. Hüsrev'in
müdafaatımda yazılan dört zelzele mes'elesini tasdik eden bu geceki şiddetli dört def'a olan
zelzeledir, bana ve Nurlara ve bu memlekete kat'î bir su'-i kasd eseri olarak hükûmet
içerisinde hizmetçime bağırarak şahsıma tahkirkârane ihanet ve şetmedip "Git ona söyle!"
diyen ve kaim-i makamın emr-i cebrîsi ile "Hasta da olsa buraya getiriniz!" diye Bekçilere ve
jandarmalara emir veren ve perde altında Afyonun büyük me'muruna dayanan Emirdağ
zabıtası, hem burada Nur şâkirdlerinin şevklerine, hem Nurların burada yazılmasına, hem
bana ehemmiyetli sıkıntı verdiği, aynı vakitte burada böyle hiç görülmemiş bu şiddetli
zelzelenin gelmesi gösteriyor ki; Risale-i Nur, bir vesile-i def'-i belâdır.. tatile uğradıkça belâ
fırsat bulup gelir.
Said Nursî
[ ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه
ِ س
ْ بِا ]
1
Fahr-i âlem arşdan bu yere indi, Bu âlemde madde değil bir özsün,
Şâh-ı velâyet gelip düldüle bindi, Her bir zerreden bakan bütün bir gözsün;
Zülfikar bugün artık "Nura" dendi Kâinatı hayran eden bütün bir yüzsün
Ey bu zamanda rahmet-i âlem Risalet-ün Ey misâl-i rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur!
Nur!
9 14
1
Hazin hazin ağlamak
19 24
Nur elinden içeli biz şarabı, Her yangını senin nurun söndürür,
Çevirmişiz tatlılığa azâbı, Her bir yeri bir gülşene senin nurun
Bir mahbûbun biz de olduk türâbı döndürür,
Ey bize rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur! Deccâlı da bir gün gelir elbette öldürür
Ey nur-ı rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur!
20
25
Âşıkların arşa çıkan feryâdı,
Ağlatıyor o pâk ruhlu ecdâdı. Zındıkaya küfre karşı saldırdın,
Allah için eyle bize imdâdı Gönüllerden kederleri kaldırdın,
Ey muhtaçlara rahmet-i âlem Risalet-ün- Bizi nurun deryasına daldırdın
Nur! Ey bîçârelere rahmet-i âlem Risalet-ün-
Nur!
21
26
Gökler saldı belâ, yer verdi belâ,
Sarsdı âfâkı bir acı vâveylâ, Kaldıramaz sana asla kimse el,
Rahmet et âleme ey Nur-ı Mevlâ Bağlıyoruz bizler sana candan bel,
Ey cilve-i rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur! Dünyalara sensin ümid ve emel
Ey ziya-yı rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur!
22
27
Bir yanda sel var, bir yanda kan akar,
Bu belâ âteşi âlemi yakar, Sen ordu kurmazsın erle uşakla,
Ağlayan bu beşer hep sana bakar Savaşmazsın öyle topla bıçakla..
Ey nümune-i rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur! Nurunla şu asrı tutup kucakla
Ey şimdi rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur!
23
28
Çevrildi âteşle bu koca dünya,
Bir Cehennem gibi kaynadı derya, Bitsin de bu korkunç tufan-ı şedid,
Yetiş imdada ey şâh-ı evliya! Açılsın yep yeni bir devr-i mes'ud,
Ey bu zamanda rahmet-i âlem Risalet-ün- Onsekiz bin âlem eylesin hep iyd
Nur! Ey ehl-i Kur’âna rahmet-i âlem Risalet-
ün-Nur!
29
Bir mikrop ki ciğerleri dişliyor,
Geliyor şu karşıdan gerçi bir zulmet, Kanımızla kendisini besliyor,
Fakat sensin bugün aleme rahmet... Temiz yurdu telvis edip pisliyor
Boğacaksın onu nurunla elbet Ey bir eczahane-i rahmet-i âlem Risalet-
Ey bir rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur! ün-Nur!
30 35
Eyleyeler nurun ile hep savlet, Nurdan kanadın var, hem sağlam kolun
Zaferlerle şanlar bulup bu millet, var,
Şarka garba ziya salsın bu devlet Nurdan senin Hakka giden yolun var,
Ey bizlere rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur! Kabûl et bir kemter Feyzi kulun var
Ey bu asırda rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur!
َ
Üstadım Efendim Hazretleri.. ميهن ِ َ مة لِلْعَال
[ ْ سلْنَا َ اِل ِ َر
ح َه ما اَْر َه
َ وَهâyetinin ]
nurlarından nurun sayesinde alabildiğim bir zerreyi bu şekilde yazdım ve huzur-ı irfanınıza
sundum. Kabûlünü rica eder. Selâmlarımızı sunar mübarek ellerinizi öperiz efendimiz.
Bîçâre talebeniz Hasan Feyzi
ً ِ ةالله ِه ع َلَيْهِ اَبَدًا دَائ
ما ِٰ ُ م
َ ح
ْ َر
ً ِ ه اَبَدًا دَائ
ما ِٰ ة
ُ ُ الله ِه وَ بََركَات ُ م
َ ح ْ ُ م ع َلَيْك
ْ م وَ َر َِ اَل
ُ َ سل
7
1
Olmasaydın ey Risale-i Nur sen bize
Zerremizi ferd-i şefkatinle şems-i envârına armağan;
düşürdün, Câh-ı mâsiva, nefs-i tâğutla bel'ederdi bizi
Cehlimizle enaniyetimizi diyâr-ı irfanına heman.
düşürdün. 8
2
Dalâletten geçemez, küfür benliğinde
Mâden-i nühasımızı pota-i Fürkana kalırdık üryan,
düşürdün, Hamden Lillâh katremizi bahr-i envârına
Hayfâ ki, o potada zünnar-ı inkârımızı düşürdün.
düşürdün. 9
3
Sarây-ı Kâbe-i ulyâya erip tûl-i emelimizi Sendeki esrâr-ı Hak رينِى
َ َف ت
َ ْسو
َ yi
düşürdün, söylesem,
Makam-ı nûr-ı tevhîde varıp hâb-ı hayâlimizi Gül vechindeki Lâhut benini şerh ve beyan
düşürdün. eylesem.
10
4
Haremgâh-ı İlâhîde süveyda hücresine Nur-ı Hudâ, mü'mine hedâ, dalâlete seyfi
pusumuzu düşürdün, hemta mı desem;
Hey'et-i suretinin derunundaki mânaya Zülfikar ve Asâ-yı Mûsa ile münkirleri
gönlümüzü düşürdün. girdaba düşürdün.
11
5
Tâ ezel sabahında vahdet nağmesini işittin, Âşina-yı bezm-i Hakdır Risale-i Nur
Leylâ yı zaman Kays ile bir demde görüştün. talebeleri;
6 Nur-ı Yezdan, Feyz-i Kur’ândır cümlesinin
Dost ikliminin lâlesinin bağlarına eriştin, rehberi.
12
Vahdet-i sâki midadını مْ ُسقَيه
َ kevserine Bu âciz nâtuvan onların bir hakir kemteri,
düşürdün. Halil İbrahime "hâk-i der-i âl-i abâ" tam
düşürdün.
Eğer Sâni-i Zülcelâle verilse, hava bütün zerratiyle onun emirber neferi olur. Bir tek
zerrenin muntazam bir tek vazifesi kadar kolayca hadsiz küllî vazifelerini Hâlikının izniyle ve
kuvvetiyle ve Hâlika intisab ve istinad ile ve Sâniinin cilve-i kudretiyle bir anda şimşek
sür'atinde ve و
َ ُ هtelâffuzu ve havanın temevvücü suhuletinde yapabilir. Yâni kalem-i kudretin
hadsiz ve hârika ve muntazam yazılarına bir sahife olur ve havanın zerreleri o kalemin uçları
ve zerrelerin vazifeleri dahi kalem-i kaderin noktaları bulunur; bir tek zerrenin hareketi
derecesinde havanın bütün zerreleri kolayca çalışır.
َ ِٰ َل هُو
İşte ben و َ ُه اِل ِ ه
َ ٰ ل َ اِلve الل ُهه ْ ُ قdeki hareket-i fikriye ile seyahatimde,
hava âlemini temâşâ ve o unsurun sahifesini mütalâa ederken bu mücmel hakikatı tam vâzıh
ve mufassal bir surette aynelyakîn müşahede ettim ve و َ ُ هnin lâfzında ve havasında böyle
parlak bir bürhan ve bir lem'a-i vâhidiyet bulunduğu gibi.. mânasında ve işâretinde gâyet
nurânî bir cilve-i Ehadiyet ve çok kuvvetli bir hüccet-i tevhid ve و َ ُ هzamîrinin mutlak ve
mübhem işareti hangi zâta bakıyor işâretine bir karine-i taayyün o hüccette bulunduğu içindir
ki; hem Kur’ân-ı Mu'ciz-ül-Beyan, hem ehl-i zikir makam-ı tevhidde bu kudsî kelimeyi çok
tekrar ederler diye ilmelyakîn ile bildim.
Evet, meselâ: Bir nokta beyaz kâğıt üzerine, iki üç nokta konulsa karıştığı ve bir âdem
muhtelif çok vazifeleri beraber yapmasiyle şaşıracağı ve bir küçük zihayata çok yükler
yüklenmesiyle altında ezildiği ve bir lisan ve bir kulağa, aynı anda müteaddid kelimelerin
beraber çıkması ve girmesiyle intizamını bozup karışacağı halde; aynelyakîn gördüm ki: و َ ُه
nin anahtarı ile ve pusulasiyle fikren seyahat ettiğim hava unsurunda ve her bir parçasında
hattâ her bir zerresi içinde muhtelif binler noktalar, harfler, kelimeler konulduğu veya
konulabileceği halde karışmadığını ve intizamını bozmadığını; hem ayrı ayrı pek çok
vazifeler yaptığı halde hiç şaşırmadan yapıldığını ve o parçaya ve o zerreye pek çok ağır
yükler yüklendiği halde hiç zaaf göstermeyerek, geri kalmayarak intizamla taşıdığını; hem
binler ayrı ayrı kelime, ayrı ayrı tarzda ve mânada o küçücük kulaklara ve lisanlara kemal-i
intizamla gelip çıktığı ve hiç karışmayarak ve bozulmayarak o küçücük kulaklara girip,
244
o gâyet incecik lisanlardan çıktığı ve o her zerre ve o her parça, bu acib vazifeleri görmekle
beraber kemal-i serbestiyetle cezbedarane hal diliyle ve mezkûr hakikatin şehadeti lisaniyle َل
ه اِل َِ ه ُو َ َ الل ُهه ا
َ ٰ اِلve ٌحد ِٰ َل هُو
ْ ُق
deyip gezer ve fırtınaların ve şimşek ve berk ve gök
gürültüsü gibi havayı çarpıştırıcı dalgaların içerisinde intizamını vazifelerini hiç bozmuyor ve
şaşırmıyor ve bir iş diğer bir işe mâni' olmuyor.. İşte havanın bu cevval faaliyetini ben,
aynelyakîn müşahede ettim. Demek, ya herbir zerrede veya her bir parça havada; nihâyetsiz
bir hikmet ve nihâyetsiz bir ilm ve irade ve nihâyetsiz bir kuvvet ve kudret ve bütün zerrâta
hâkim-i mutlak hâssaları bulunmak lâzımdır ki, bu işlere medar olabilsin. Bu ise, zerreler
adedince muhal ve bâtıldır. Hiçbir şeytan dahi bunu hatıra getiremez.
Öyle ise bu sahife-i hava; hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn derecesinde bedahetle
Zât-ı Zülcelâlin hadsiz gayr-i mütenahî ilmi ve hikmetiyle çalıştırdığı kalem-i kudret ve
kaderin mütebeddil sahifesi ve bir Levh-i Mahfuzun âlem-i tegayyürde ve mütebeddil
şuûnatında bir (levh-i mahv u isbat) namında yazar - bozar tahtası hükmündedir.
İşte hava unsuru yalnız nakl-i asvat vazifesinde mezkûr cilve-i vahdaniyeti ve mezkûr
acaibi gösterdiği ve dalâletin hadsiz muhaliyetini izhar ettiği gibi, unsur-ı havaînin sair
ehemmiyetli vazifelerinden biri de elektrik, cazibe, dâfia, ziya gibi sair letâifin naklinde
şaşırmadan muntazaman asvat naklindeki vazifeyi gördüğü aynı zamanda bu vazifeleri dahi
görüyor. Hem aynı zamanda bütün nebatat ve hayvanata teneffüs ve telkîh gibi hayata
lüzumlu bulunan levazımatı kemal-i intizam ile yetiştiriyor, emir ve irade-i İlâhiyenin bir Arş'ı
olduğunu kat'î bir surette isbat ediyor ve serseri tesadüf ve kör kuvvet ve sağır tabiat ve
karışık, hedefsiz esbab ve âciz, camid, cahil maddeler bu sahife-i havaiyenin kitabetine ve
vazifelerine karışmasına hiçbir cihetle ihtimal ve imkânı bulunmadığını aynelyakîn
derecesinde isbat ettiğini kat'î bildim ve kanaat getirdim ve her bir zerrenin ve her bir
ِٰ َل هُو َ
الل ُه
parçanın lisan-ı hal ile ه ْ ُحدٌ ق َ َ ه اِل ِ ه ُو ا
َ ٰ ل َ اِلdediklerini bildim ve bu
ه ُو anahtarı ile havanın maddî cihetinde bu acaibini gördüğüm gibi hava unsuru da bir ه ُو
olarak âlem-i misâl ve âlem-i mânaya bir anahtar oldu.Mütebakisi şimdilik yazdırılmadı.
Umuma binler selam. Kardeşiniz
Said Nursî
245
ه [
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه ْ ] بِا
ِ س
ِ ِ ن الَِر
حيم ِٰ ِ سم
ْ الله ِه الَِر
ِ ٰحم ْ ِ ب.ض الخ ْ
ِ ت وَالَْر َِ ا َ ِٰلل ُهه نُوُر ال
ِ سمٰوَا
Âyet-i pür-envârının çok envar-ı esrarından bir nûrunu Ramazan-ı Şerifte bir hâlet-i
rûhaniyede hissettim, hayal meyal gördüm. Şöyle ki: Üveysil Karani’nin: رب ِى َ ْ اِلٰهِى اَن
َ ت
َ ْ ت الَِرَِزا ُ وَ اَن َها ال
مْرُزوُ الخ َ و وَ اَن ْه
ُ ُ خل َ ْ خال ِهقُ وَ اَن َها ال
ْ م َ ْ ت ال
َ وَ اَن َها الْعَبْد ُ وَ اَن ْه...
münâcât-ı meşhuresi nev'inden bütün mevcudat ve zevilhayat, Cenâb-ı Hakka karşı aynı
münâcâtı ettiklerini ve onsekiz bin âlemin herbirinin ışığı birer ism-i İlâhî olduğunu, bana
kanaat verecek bir vâkıa-i kalbiye-i hayaliyeyi gördüm. Şöyle ki:
Birbirine sarılı çok yapraklı bir gül goncası gibi şu âlem, binler perde perde içinde
sarılı, birbiri altında saklı âlemleri bu âlem içinde gördüm. Her bir perde açıldıkça diğer bir
âlemi görüyordum. O âlem ise; âyet-i nûrun arkasındaki ى ِ ُ حرٍ ل
ٍِ ج ْ َ ت فِهى ب َ ُ اَوْ كَظُل
ما ٍه
ٍ ْضهَا فَوْقَ بَع
ض ُ ْت بَعٌ ما َ ُ ب ظُل ٌ حا َ ِن فَوْقِه
َ س ْ م ِ ج َ ِن فَوْقِه
ٌ ْمو ْ م
ِ ج ٌ ْمو َ ه
ُ شي َ ْيَغ
ور
ٍ ُ م نْه ن ُ ما ل َه
ِ ه ُ ه ل َه
َ ه نُوًرا فَه ِٰ ل
الل ُه ِ َجع ْ م نْه ل َه
ْ َم ي ْ خَر َجه يَد َهه ُ ل َه
َ َم يَكَد ْ يََريهَها و ْ َ اِذ َا ا
âyetinin tasvir ettiği gibi bir zulümat, bir vahşet, bir dehşet karanlığı içinde bana görünüyordu.
Birden bir ism-i İlâhînin cilvesi bir nûr-ı azîm gibi görünüp ışıklandırıyordu. Hangi perde akla
karşı açılmışsa, hayâle karşı başka bir âlem, fakat gafletle karanlıklı bir âlem görünürken
güneş gibi bir ism-i İlâhî tecelli eder, baştan başa o âlemi tenvir eder ve hakezâ... Bu seyr-i
kalbî ve bu seyahat-i hayâliye çok devam etti.
Ezcümle: Rızka muhtaç hayvanat âlemini gördüğüm vakit; hadsiz ihtiyacatlarıyla ve
şiddetli açlıklariyle beraber zaaf ve aczleri, o âlemi bana çok karanlıklı ve çok hazin gösterdi.
Birden "Rahman" ismi "Rezzak" burcunda, yani mânasında bir şems-i tâban gibi tulû etti, o
âlemi baştan başa ziyalandırdı. Sonra o âlem-i hayvanat içinde etfal ve yavruların zaaf ve acz
ve ihtiyaç içinde çırpındıkları pek hazîn ve herkesi rikkate getirecek bir karanlık içinde diğer
bir âlemi gördüm. Birden "Rahîm" ismi "Şefkat" burcunda tulû etti. O kadar güzel ve şirin bir
surette o âlemi ışıklandırdı ki şekva ve rikkat ve hüzünden gelen yaş damlalarımı ferah ve
sürur ve şükrün lezzetinden gelen damlalara
246
çevirdi. Sonra sinema perdesi gibi bir perde daha açıldı. Âlem-i insanî bana göründü. O âlemi
o kadar zulümatlı, o kadar karanlıklı ve o kadar dehşetli gördüm ki; dehşetimden feryad ettim,
"Eyvah!" dedim. Çünki, gördüm ki: İnsanlardaki ebede uzanıp giden arzuları, emelleri ve
kâinatı ihâta eden tasavvuratları ve efkârları ve ebedî bekayı ve saadet-i ebediyeyi ve Cenneti
gâyet ciddî isteyen himmetleri ve istid’atları ve hadsiz makasıda ve metâlibe müteveccih fakr
u ihtiyaçları ve zaaf ve aczleriyle beraber, hücuma mâruz kaldıkları hadsiz musibet ve
a'dâlariyle gâyet kısa bir ömür, gâyet dağdağalı bir hayat ve gâyet perişan bir maişet içinde
kalbe en elîm ve en müdhiş hâlât olan mütemadî zeval ve firak belâsı içinde -ehl-i gaflet için-
zulümat-ı ebedî kapısı suretinde görülen kabre ve mezara bakıyorlar... Ve birer birer ve taife
taife o zulümat kuyusuna atılıyorlar, gördüm.
İşte, bu âlemi bu zulümat içerisinde gördüğüm anda, kalb ve ruhum ve aklım ile bütün
letâif-i insaniyem, belki bütün zerrât-ı vücudum feryad ile ağlamaya hazır iken.. birden
Cenâb-ı Hakkın "Âdil" ismi "Hakîm" burcunda "Rahman" ismi "Kerîm" burcunda, "Rahim"
ismi "Gafûr" burcunda yani mânasında "Bâis" ismi "Vâris" burcunda, "Muhyî" ismi "Muhsin"
burcunda, "Rab" ismi "Mâlik" burcunda tulû' ettiler. O âlem-i insanî içindeki çok âlemleri
tenvir ettiler, ışıklandırdılar ve nuranî âhiret âleminden pencereler açıp, o karanlıklı insan
dünyasına nurlar serptiler.
Sonra bir muazzam perde daha açıldı. Âlem-i Arz göründü. Felsefenin karanlıklı
kavânîn-i ilmiyeleri, hayâle dehşetli bir âlem gösterdi. Yetmiş def'a top güllesinden daha
sür'atli bir hareketle yirmi beş bin sene mesafeyi bir senede devreden ve her vakit dağılmaya
ve parçalanmaya müstaid ve içi zelzeleli, ihtiyar ve çok yaşlı Küre-i Arz içinde, âlemin hadsiz
fezasında seyahat eden bîçâre nev-i insan vaziyeti, bana vahşetli bir karanlık içinde göründü.
Başım döndü, gözüm karardı... Birden Hâlik-ı Arz ve Semâvâtın "Kadîr", "Alîm", "Rab",
ْ َِ خر ال
"Allah" ve ض ِ ت وَالَْرِ سمٰوَاَِ ب ال ِ َ َس وَالْق
ُِ َرve مر ِ م
ْ ش ُ ِ س
َ م
ُ esmaları rahmet,
azamet, rububiyet burcunda tulû' ettiler. O âlemi öyle nurlandırdılar ki; o hâlette bana Küre-i
Arz gâyet muntazam ve musahhar, mükemmel, hoş, emniyetli bir seyahat gemisi.. tenezzüh
ve keyf ve ticaret için müheyya edilmiş bir şekilde gördüm.
[Elhâsıl] Bin bir Esma-i İlâhînin kâinata müteveccih olan esmalardan herbiri bir âlemi
ve o âlem içindeki âlemleri tenvir eden bir güneş hükmünde ve sırr-ı Ehadiyet cihetiyle her bir
ismin cilvesi içinde sâir isimlerin cilveleri dahi bir derece görünüyordu.
247
Sonra kalb, her zulümat arkasında ayrı bir nuru gördüğü için, seyahata iştihası
açılıyordu.. hayâle binip semaya çıkmak istedi. O vakit gâyet geniş bir perde daha açıldı. Kalb
semavat âlemine girdi. Gördüm ki: O nurânî, tebessüm eden suretinde görülen yıldızlar; Küre-
i Arzdan daha büyük ve ondan daha sür'atli bir surette birbiri içinde geziyorlar, dönüyorlar.
Bir dakika birisinin yolu şaşırtılsa, başkasiyle müsademe edecek, öyle bir patlak verecek ki;
kâinatın ödü patlayıp, âlemi dağıtacak. Nur değil ateş saçıyorlar. Bana tebessümle değil,
vahşetle baktılar. Hadsiz büyük, geniş, hâli, boş dehşet ve hayret zulümatı içinde semâvâtı
ض َر ُِه ْ َر ُِه
gördüm. Geldiğime bin pişman oldum. Birden ب ت وَ الَْر ِه ٰ ب ال َِه
ِ سموَا
َِ خر ال
حملَئِكَةِ وَ الُِرو ِه َ ْ الun esma-i hüsnası, مَر وَلَقَد ْ َزيَِن َِها
َ َس وَ الْق
م َه
ْ ش َ َِ س
وَ َه
ح
َ صابِي َ ِ ماءَ الدُِنْي َها ب
م َه َ الburcunda cilveleriyle zuhur ettiler. O mâna cihetiyle karanlık
َ سِه
üstüne çökmüş olan yıldızlar, o envar-ı azîmeden birer lem'a alıp, o yıldızlar adedince elektrik
lâmbalarıyla yakılmış gibi, o âlem-i semâvat nurlandı. O boş, hâlî tevehhüm edilen semâvat
dahi; melâikelerle, ruhanîlerle doldu, şenlendi.
Sultân-ı Ezel ve Ebedin hadsiz ordularından bir ordusu hükmünde hareket eden
güneşler ve yıldızlar, bir manevra-i ulvî yapıyorlar tarzında o Sultan-ı Zülcelâlin haşmetini ve
şa'şaa-i Rububiyetini gösteriyorlar gibi gördüm. Bütün kuvvetimle ve mümkin olsaydı bütün
zerratımla ve beni dinleselerdi, bütün mahlûkatın lisanlariyle diyecektim. Hem yine umum
onların nâmına dedim:
شكَاةٍ فِيهَا ِ َ ل نُورِهِ ك ْ َِ ا َ ِٰلل ُهه نُوُر ال
ْ م ُ َ مث
َ ض ِ ت وَالَْر ِ سمٰوَا
ب دُِرِى ٌ َ ة كَاَنَِهَا كَوْك
ُ ج
َ جا َ جةٍ اَلُِز َ جا َ ح فِى ُز ُ صبَاْ م ِ ْ ح اَلٌ صبَا
ْ م ِ
ُشْرقِيَِةٍ وَل َ غَْربِيَِةٍ يَكَاد َ َ مبَاَركَةٍ َزيْتُونَةٍ ل ُ ٍجَرة َ شَ ن ْ مِ ُ يُوقَد
ِٰ ه نَاٌر نُوٌر ع َلَى نُورٍ يَهْدِى
الل ُهه ُ سْ س َ م ْ َ ئ وَلَوْ ل
ْ َم ت ُ ضي ِ ُ َزيْتُهَا ي
ُشاء َ َن ي ْ م َ ِلِنُورِه
âyetini okudum, döndüm, indim, ayıldım. ن ِ ٰن وَالْقُْرا ِ ما َ مد ُ ِل ِٰله ِه ع َلٰى نُورِ اْلِي ْ ح َ ْ اَل
dedim.
[ Na'büdü Nüktesi ]
Bu mânayı tenvir için, kendi başımdan geçmiş nurlu bir hâli ve hakikatlı bir hayâli
söylüyorum. Şöyle ki: Bir vakit ن ْ ك نَعْبُد ُ وَ اِيَِا َ ن َه
ُ ستَعِي اِيَِا َهdeki nun-ı mütekellim-i
maalgayrı düşündüm; ve mütekellim-i vahde sîgasından ُ نَعْبُدsîgasına intikalin sebebini
kalbim aradı. Birden namazdaki cemaatin fazileti ve sırrı, o (nun)dan inkişaf etti. Gördüm ki:
Namaz kıldığım o Bayezid Câmiindeki cemaate iştirâkimle cemaatin her biri benim bir nevi
şefaatçim hükmünde ve kıraatimde izhar
248
ettiğim hükümlere ve dâvalara birer şâhid ve birer müeyyid gördüm. Nâkıs ubûdiyetimi, o
cemaatin büyük ve kesretli ibâdâtı içinde dergâh-ı İlâhiyeye takdime cesaret geldi. Birden bir
perde daha inkişaf etti.. yani, İstanbulun bütün mescidleri ittisal peyda etti. O şehir, o Bayezid
Câmii hükmüne geçti. Birden, onların duâlarına ve tasdiklerine manen bir nevi' mazhariyet
hissettim. Onda dahi; rûy-i zemin mescidinde, Kâbe-i Mükerreme etrafında dairevî saflar
içinde kendimi gördüm ن َ ميِ َ ب الْعَال
ُِ مد ُ ِل ِٰله ِه َر َ ْ اَلdedim. "Bu kadar şefaatçilerim var;
ْ ح
benim namazda söylediğim herbir sözü aynen söylüyorlar, tasdik ediyorlar."
Mâdem hayâlen bu perde açıldı, Kâbe-i Mükerreme mihrab hükmüne geçti; ben bu
َ
fırsattan istifade ederek o safları işhad edip, tahiyyatta getirdiğim ِهه اِل ْ شهَد ُ ا َه
َ ٰن لٰ اِل ْ َا
ِٰ ُسو
ِاللههه َِ ح
مدًا َر ُه َ م َِ ه وَاَشهَد ُ ا َه
ُ ن ِٰ
الل ُه
olan imanın tercümanını mübarek Hacer-ül-
Esvede tevdi edip emanet bırakıyorum" derken birden bir vaziyet daha açıldı, gördüm ki:
Dahil olduğum cemaat üç daireye ayrıldı. Birinci daire: Rûy-i zeminde mü'minler ve
muvahhidîndeki cemaat-ı uzmadır... İkinci daire: Baktım, umum mevcudat, bir salât-ı
kübrâda, bir tesbihat-ı uzmâda, her taife kendine mahsus salâvat ve tesbihatta bir cemaat
içindeyim. "Vezaif-i eşya" tâbir edilen hidemat-ı meşhûde, onların ubûdiyetlerinin
ünvanlarıdır. O halde Allahu Ekber deyip hayretten başımı eğdim, nefsime baktım. Üçüncü
bir daire içinde; zâhiren ve keyfiyeten küçük, hakikaten ve vazifeten ve kemmiyeten büyük
hayretengiz bir küçük âlemi gördüm ki, zerrât-ı vücûdiyemden tâ havass-ı zâhiriyeme kadar
taife taife vazife-i ubudiyetde ve şükrâniyede bir cemaat gördüm. Bu dairede, kalbimdeki
lâtife-i Rabbaniyem, o cemâat namına ن ْ َ ك نَعْبُد ُ وَ اِيَِا َ ن
ُ ستَعِي َ اِيَِاdiyor. Nasıl, evvelki iki
cemaatte de lisan o iki cemaat-ı uzmayı niyet ederek demişti. Elhâsıl: د ُ ُ نَعْبNûn'u, şu üç
cemaate işâret ediyor.
İşte bu hâlde iken, birden Kur’ân-ı Hakîmin tercümanı ve mübelliği olan Resûl-i
Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın -Medine-i Münevvere denilen manevî minberinde- şahsiyet-i
ُ ي َها اَيُِهَها النَِاhitabını, manen
ْ سه اع ْبُدُوا َربَِك ُه
maneviyesi, haşmetiyle temessül ederek, م
herkes gibi ben de işitip, o üç cemaatte herkes benim gibi َ اِيَِا
ُك نَعْبُد ile mukabele ediyor
tahayyül ettim.
249
ِ ِت بِلَوَاز
مه ِه َ ئ ثَب َه َِ ت ال
ُ ْ شي َ اِذ َا ثَب َهkaidesince,
şöyle bir hakikat fikre göründü ki:
Mâdem bütün âlemlerin Rabbi, insanları muhatab ittihaz edip umum mevcudatla konuşur.. ve
şu Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o hitab-ı izzeti nev'-i beşere, belki umum zîruha ve
zîşuura tebliğ ediyor; elbette bütün mâzi ve müstakbel, zaman-ı hâzır hükmüne geçer.. bütün
nev'-i beşer, bir mecliste, safları muhtelif bir cemaat şeklinde olarak o hitab-ı izzet o suretle
onlara tebliğ ediliyor. O vakit herbir âyât-ı Kur’âniyeyi; gâyet haşmetli ve vüs'atli makamdan,
gâyet kesretli ve muhtelif ve ehemmiyetli muhatablarından, nihâyetsiz azamet ve celâl sahibi
Mütekellim-i Ezelîden ve makam-ı mahbûbiyet-i uzmâ sahibi Tercüman-ı Âlîşânından aldığı
bir kuvvet ve ulviyet ve cezalet ve belâğat içinde.. parlak, hem pek parlak bir nur-ı i'caz içinde
gördüm. O vakit, değil umum Kur’ân; veya bir sure veyahud bir âyet, belki herbir kelimesi
birer mu'cize hükmüne geçti; ن ِ ٰن وَالْقُْرا َ مد ُ ِل ِٰله ِه ع َلٰى نُورِ اْلِي
ِ ما َ ْ اَلdedim. O ayn-ı
ْ ح
hakikat olan hayalden د
ُ ُ نَعْبNûn'una girdiğim gibi çıktım ve anladım ki: Kur’ân'ın değil
âyetleri ve kelimeleri.. belki Nûn-ı ُ نَعْبُدgibi Bazı hurufları dahi, mühim hakikatların nurlu
anahtarlarıdır.
Kalb ve hayâl, o Nûn-ı د
ُ ُ نَعْبden çıktıktan sonra akıl karşılarına çıktı, dedi:
– Ben de hisse isterim, sizin gibi uçamam. Ayaklarım delildir, hüccettir, aynı ُ نَعْبُدve
ن
ُ ستَعِي
ْ ن َهde,Mâbud ve Müsteân olan Hâlika giden yolu göstermek lâzımdır ki, sizinle
gelebileyim." O vakit kalbe şöyle geldi ki: Zişuur o mütehayyir akla de: Bak kâinattaki bütün
mevcudâtın!.. Zîhayat olsun, câmid olsun, kemal-i itâat ve intizam ile vazife suretinde
ubudiyetleri var. Bir kısmı şuursuz ve hissiz oldukları halde; gâyet şuurkârâne ve
intizamperverâne ve ubûdiyetkârâne vazifeler görüyorlar. Demek bir Mâbud-ı bilhak ve bir
âmir-i mutlak vardır ki, bunları ibadete sevkedip istihdam ediyor.
Hem bak bütün mevcudata, hususan, zîhayat olanlara.. herbirinin gâyet kesretli ve
gâyet mütenevvi' ihtiyacatı var vücud ve bekasına lâzım pek kesretli, muhtelif matlubları var;
o matlubların en küçüğüne elleri ulaşamaz, kudretleri yetişmez. Halbuki o hadsiz matlabları,
ummadıkları yerlerden, vakt-i münasibde, muntazaman onların ellerine veriliyor ve
bilmüşâhede görünüyor.
İşte, şu mevcûdâtın hadsiz fakr ve ihtiyacatı ve bu fevkalâde iânât-ı gaybiyeye ve
imdâdât-ı Rahmaniyeye mazhariyetleri bilbedâhe gösteriyor ki: Bir Ganiyy-i Mutlak, Kerîm-i
Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan bir Hâmileri ve Rezzakları vardır ki; herşey ve her zîhayat,
Ondan istiâne ediyor.. meded bekliyor. Mânen ن ُ ستَعِي وَ اِيَِا َهdiyor. O vakit akıl:
ْ ك ن َه
Âmennâ ve saddaknâ dedi.
Said Nursî
250