You are on page 1of 237

239

MEKTUBAT
MECMUASI
(İkinci Kısım)
Müellifi
Bediüzzaman
Said Nursî
[ Yirmidokuzuncu Mektub ]
Yirmidokuzuncu Mektub Dokuz Kısım dır. Bu kısım, Birinci Kısımdır; Dokuz Nükte
dir.
َ ِٰ ِ ‫سم‬
ِ‫مدِه‬
ْ ‫ح‬
َ ِ‫ح ب‬ َ ُ ‫ئ اِل ِ ي‬
ُ ِ ‫سب‬ َ ‫ن‬
ٍ ْ ‫شي‬ ْ ‫م‬
ِ ‫ن‬ ِ ‫ن الَِر‬
ْ ِ ‫حيم ِ وَ ا‬ ْ ‫الله ِه الَِر‬
ِ ٰ‫حم‬ ْ ِ‫ب‬
Aziz, sıddık kardeşim ve hizmet-i Kur’âniyede pek ciddî bir arkadaşım!
Bu defaki mektubunda, vaktim ve halim müsaade etmediği mühim bir mes'eleye dair
cevab istiyorsun. Kardeşim, bu sene elhamdülillah risaleleri yazanlar pek çoğalmış. İkinci
tashih bana geliyor. Sabahtan akşama kadar sür'atli bir tarzda meşgul oluyorum. Çok mühim
işlerim de geri kalıyor ve bu vazifeyi daha azîm görüyorum. Hususan şaban ve ramazanda,
akıldan ziyade kalb hissedardır, ruh hareket eder. Şu mes'ele-i azîmeyi başka vakte ta'lik edip,
ne vakit Cenab-ı Hakk'ın rahmetinden kalbe sünuhat gelse, tedricen size yazılır. Şimdilik (Üç
Nükteyi) beyan edeceğim:
(Birinci Nükte:) Kur’ân-ı Hakîm'in esrarı bilinmiyor, müfessirler hakikatını
anlamamışlar diye beyan olunan fikrin iki yüzü var ve onu diyen, iki taifedir. (Birincisi:)
Ehl-i hak ve ehl-i tedkiktir. Derler ki: "Kur’ân, bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır
nusus ve muhkematını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabilinden hakaik-i hafiyesinden
dahi hissesini alır; başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez." Evet zaman geçtikçe, Kur’ân-ı
Hakîm'in daha ziyade hakaiki inkişaf eder demektir. Yoksa hâşâ ve kellâ selef-i sâlihînin
beyan ettikleri hakaik-i zahiriye-i Kur’âniyeye şübhe getirmek değil. Çünki onlara iman
lâzımdır. Onlar nasstır, kat'îdir, esastırlar, temeldirler. (Kur’ân ‫مبِي نٌه‬
ُ ‫ )عََرب ِهى‬fermanıyla
manası vazıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlahî, o manalar üzerine döner, takviye
eder, bedahet derecesine getirir. O mensus manaları kabul etmemekten, hâşâ sümme hâşâ,
Cenab-ı Hakk'ı tekzib ve Hazret-i Risalet'in fehmini tezyif etmek çıkar. Demek maânî-i
mensusa, müteselsilen menba'-ı Risaletten alınmıştır. Hattâ (İbn-i Cerir-i Taberî)
240

bütün maânî-i Kur’ânı muan'an sened ile müteselsilen menba'-ı Risalete îsal etmiş ve o tarzda,
mühim ve büyük tefsirini yazmış.
(İkinci Taife:) Ya akılsız bir dosttur, kaş yapayım derken göz çıkarıyor veya şeytan
akıllı bir düşmandır ki,ahkâm-ıİslâmiyeye ve hakaik-i imaniyeye karşı gelmek istiyor.
Kur’ân-ı Hakîm'in -senin tabirinle- birer polat kal'ası hükmünde olan surlu sureleri içinde yol
bulmak istiyor. Böyleler, hâşâ hakaik-i imaniye ve Kur’âniyeye şübhe îras etmek için bu nevi
sözleri işaa ediyorlar.
(İkinci Nükte:) Cenab-ı Hak, Kur’ânda çok şeylere kasem etmiş. Kasemat-ı
Kur’âniyede çok büyük nükteler var, çok sırlar var. Meselâ: (‫حيهَها‬ َ ‫ض‬
ُ َ‫سه و‬ َِ ‫ )وال‬da
ُ ‫م‬ ْ ‫ش‬ َ
kasem, Onbirinci Söz'deki muhteşem temsilin esasına işaret eder. Kâinatı bir saray ve bir şehir
suretinde gösterir. Hem (‫حك ِيم‬ َ ْ ‫ن ال‬
ِ ‫س وَالْقُْرا‬
ٓ ٰ‫ )ي‬deki kasem ile, i'cazat-ı Kur’âniyenin
ْ َِ ‫الن‬
kudsiyetini ve ona kasem edilecek bir derece-i hürmette olduğunu ihtar eder. (‫جم ِ اِذ َا‬ َ‫و‬
‫م‬ ُ ُِ ‫موَاقِهِع الن‬
‫جو ُه‬ َ ِ‫م ب‬ ِ ‫م*فَل َ اُقْه‬
ُ ‫س‬ ‫ن عَظِي ٌه‬ ُ َ ‫م لَوْ تَعْل‬
‫مو َه‬ َ ‫ه لَقَه‬
ٌ ‫س‬ ُ ‫هَوَى * وَاِن َِه‬
deki )
kasem; yıldızların sukutuyla vahye şübhe îras etmemek için cinn ve şeytanların gaybî
haberlerden kesilmelerine alâmet olduğuna işaret etmekle beraber; yıldızları dehşetli
azametleriyle ve kemal-i intizam ile yerlerine yerleştirmek ve seyyaratları hayret-engiz bir
surette döndürmekteki azamet-i kudret ve kemal-i hikmeti, o kasem ile ihtar ediyor. (
‫ت‬‫ت( )وَالذَِارِيَا ِه‬
ِ َ ‫سل‬ ُ ْ ‫ )وَال‬daki kasem de; havanın temevvücatı ve tasrifatı içinde
‫مْر َه‬
mühim hikmetleri ihtar etmek için, rüzgârlara memur melaikelere kasem ile nazar-ı dikkati
celbediyor ki, tesadüfî zannolunan unsurlar, çok nazik hikmetleri ve ehemmiyetli vazifeleri
görüyorlar. Ve hâkeza... Herbir mevkiin, ayrı ayrı nüktesi ve faidesi vardır. Vakit müsaid
olmadığı için, yalnız icmalen (‫ن‬ ِ ‫ن وَ الَِزيْتُو‬
ِ ‫ )وَ التِي‬kasemindeki çok nüktelerinden bir
nükteye işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Cenab-ı Hak, tîn ve zeytin ile kasem vasıtasıyla, azamet-i kudretini ve kemal-i
rahmetini ve büyük nimetlerini ihtar ederek, esfel-i safilîn tarafına giden insanın yüzünü o
taraftan çevirip, şükür ve fikir ve iman ve amel-i sâlih ile tâ a'lâ-yı illiyyîne kadar terakkiyat-ı
maneviyeye mazhar olabilmesine işaret ediyor. Nimetler içinde tîn ve zeytinin tahsisinin
sebebi; o iki meyvenin çok mübarek ve nâfi' olması ve hılkatlerinde de, medar-ı dikkat ve
nimet çok şeyler bulunmasıdır. Çünki hayat-ı içtimaiye ve ticariye ve tenviriye ve gıda-yı
insaniye için zeytin en büyük bir esas teşkil ettiği gibi; incirin hılkati, zerre gibi bir
241

çekirdekte koca incir ağacının cihazatını saklayıp dercetmek gibi, bir hârika mu'cize-i kudreti
gösterdiği gibi; taamında, menfaatinde ve ekser meyvelere muhalif olarak devamında ve daha
sair menafi'indeki nimet-i İlahiyeyi kasem ile hatıra getiriyor. Buna mukabil, insanı iman ve
amel-i sâlihe çıkarmak ve esfel-i safilîne düşürmemek için bir ders veriyor.
(Üçüncü Nükte:) Surelerin başlarındaki huruf-ı mukattaa İlahî bir şifredir. Has
abdine, onlarla bazı işaret-i gaybiye veriyor. O şifrenin miftahı, o abd-i hastadır, hem onun
veresesindedir. Kur’ân-ı Hakîm madem her zaman ve her taifeye hitab ediyor; her asrın her
tabakasının hissesini câmi' çok mütenevvi' vücuhları, manaları olabilir. Selef-i Sâlihîn ise, en
hâlis parça onlarındır ki, beyan etmişler. Ehl-i velâyet ve tahkik, seyr ü sülûk-ı ruhaniyeye aid
çok muamelât-ı gaybiye işaratını onlarda bulmuşlar. İşarat-ül İ'caz Tefsirinde, (El-Bakara)
Suresinin başında, i'caz-ı belâgat noktasında bir nebze onlardan bahsetmişiz; müracaat edilsin.
(Dördüncü Nükte:) Kur’ân-ı Hakîm'in hakikî tercümesi kabil olmadığını
Yirmibeşinci Söz isbat etmiştir. Hem manevî i'cazındaki ulviyet-i üslûb ise, tercümeye
gelmez. Manevî i'cazında olan ulviyet-i üslûb cihetinden gelen zevk ve hakikatı beyan ve
ifham etmek pek müşkil. Fakat yolu göstermek için bir-iki cihete işaret edeceğiz. Şöyle ki:
ُ َ ‫ختِل‬ ْ َِ ‫خل ْقُ ال‬
Kur’ân-ı Mu'ciz-ül Beyan (‫ف‬ ِ ‫ت وَالَْر‬
ْ ‫ض وَا‬ ِ ‫سمٰوَا‬ َ ِ‫ن ايَات ِه‬
ْ ‫م‬
ِ َ‫و‬
‫ن‬ ِ ‫م فِهى بُطُو‬ ْ ‫خلُقُك ُه‬ ْ َ ‫مين ِهِ وَ ي‬
ِ َ ‫ت بِي‬ ٌ ‫ويَِا‬ِ ْ ‫مط‬ َ ‫ت‬ ُ ‫سمٰوَا‬ َِ ‫م * وَال‬ ْ ‫م وَ اَلْوَانِك ُه‬ ِ ْ ‫اَل‬
ْ ُ ‫سنَتِك‬
‫ض‬َ ‫ت وَاْلَْر‬ ِ ‫سمٰوَا‬ َِ ‫خلَقَ ال‬ َ *‫ث‬ ٍ َ ‫ت ثَل‬ ٍ ‫ما‬ َ ُ ‫ق ف ِى ظُل‬ ْ َ ِ ‫ن بَعْد‬
ٍ ‫خل‬ ْ ‫م‬ِ ‫خلْق ًا‬ َ ‫م‬ َِ ُ ‫ا‬
ْ ُ ‫م َهاتِك‬
‫ج‬ُ ‫مثْقَا ُ ذََِرةٍ * يُول ِه‬ ِ ‫ه‬ ‫مْرءِ وَقَلْب ِههِ * ل َ يَعُْز ُه‬
ُ ‫ب ع َن ْه‬ َ ْ ‫ن ال‬ ُ َ ‫ستَِةِ اَيَِامه ٍ * ي‬
َ ‫حوُ بَي ْه‬ ‫فِهى ِه‬
ُ ‫ت ال‬ َ ِ َ َ َ ِ
َ ْ ‫ ) الي‬gibi
ِ‫صِهدُور‬ ‫م بِذ َا ِه‬ ‫ل وَ هُوَ عَلِي ٌه‬ ِ ْ ‫ج الن ِهَاَر فِهى الي‬ ُ ‫ل فِهى الن ِهَارِ وَيُول ِه‬
âyetlerle, o derece hârika bir ulviyet-i üslûb ve i'cazkârane bir cem'iyet içinde hallakıyetin
hakikatını hayale tasvir ediyor, gösteriyor ki: Sâni'-i Âlem olan şu kâinatın ustası, iş başında
olarak Şems ve Kamer'i hangi çekiç ile yerlerine çakıyorsa; aynı çekiç ile, aynı anda zerreleri
yerlerine (meselâ zîhayatların gözbebeklerinde) yerleştiriyor. Semavatı hangi ölçü ile, hangi
manevî âlet ile tertib edip açıyorsa; aynı anda, aynı tertib ile gözün perdelerini açar, yapar,
tanzim eder, yerleştirir. Hem Sâni'-i Zülcelal manevî kudretin hangi manevî çekici ile
yıldızları göklere
242

çakıyorsa, aynı o manevî çekiç ile, beşerin sîmasındaki hadsiz alâmet-i farika noktalarını ve
zahirî ve bâtınî duygularını yerlerine nakşediyor" diye ifade eder. Demek o Sâni'-i Zülcelal iş
başında... İşlerini hem göze, hem kulağa göstermek için, âyât-ı Kur’âniye ile, bir çekici
zerreye vuruyor; aynı âyetin diğer kelimesiyle, o çekici Şems'e vuruyor; merkezine çakar gibi
ulvî üslûb ile vahdaniyeti ayn-ı ehadiyet içinde ve nihâyet celali nihâyet cemal içinde ve
nihâyet azameti nihâyet hafâ içinde ve nihâyet vüs'ati nihâyet dikkat içinde ve nihâyet haşmeti
nihâyet rahmet içinde ve nihâyet bu'diyeti nihâyet kurbiyet içinde gösterir. Muhal telakki
edilen cem'-i ezdadın en uzak mertebesini, vâcib derecesindeki bir suretini ifade eder, isbat
edip gösterir. İşte bu tarz ifadesi ve üslûbudur ki; en hârika edibleri, belâgatına secde ettiriyor.
Hem meselâ (‫م‬ ْ ُ ‫م اِذ َا دَع َاك‬ ْ َ ‫ض بِا‬
َِ ُ ‫مرِهِ ث‬ ُ ‫ماءُ وَاْلَْر‬ َِ ‫م ال‬
َ ‫س‬ ْ َ ‫ن ايَاتِهِ ا‬
َ ‫ن تَقُو‬ ْ ‫م‬
ِ َ‫و‬
‫ن‬
‫جو َه‬ ْ ‫م نَه اْلَْر ضِه اِذ َا اَنْت ُه‬
ْ َ‫م ت‬
ُ ‫خُر‬ ِ ً‫)دَع ْوَة‬
âyetiyle, şöyle bir üslûb-ı âlî ile saltanat-ı
rububiyetindeki haşmeti gösterir. Şöyle ki: Gökler ve zemin; iki muti' kışla hükmünde ve iki
muntazam ordu merkezi suretinde tek bir emirle veya boru gibi bir işaretle, o iki kışlada fena
ve adem perdesinde yatan mevcudat, o emre kemal-i sür'atle ve itaatle Lebbeyk deyip,
meydan-ı haşir ve imtihana çıkarlar. İşte haşir ve kıyameti ne kadar mu'cizane bir üslûb-ı âlî
ile ifade edip ve o davanın içinde bir delil-i iknaîye işaret ediyor ki: Bilmüşahede nasılki
zeminin cevfinde saklanmış ve ölmüş hükmündeki tohumlar ve cevv-i semada, ademde ve
küre-i havaiyede dağılmış, saklanmış katreler; nasıl kemal-i intizam ve sür'atle haşrolup her
baharda meydan-ı tecrübe ve imtihana çıkıyorlar; zeminde hububat, semada katarat her vakit
bir mahşer-nümun suretini alırlar; öyle de, haşr-i ekber dahi öyle kolay zuhur eder. Madem
bunu görüyorsunuz, onu dahi inkâr edemezsiniz. Ve hâkeza... Şu âyetlere, sair âyâttaki
derece-i belâgatı kıyas edebilirsiniz. Acaba, şu tarzdaki âyâtın hakikî tercümesi mümkün
müdür? Elbette değildir! Olsa olsa, ya kısa bir meal-i icmalî veya âyetin her cümlesi için beş-
altı satır tefsir yazmak lâzım gelir.
(Beşinci Nükte:) Meselâ (Elhamdülillah) bir cümle-i Kur’âniyedir. Bunun en kısa
manası, ilm-i Nahiv ve Beyan kaidelerinin iktiza ettiği şudur: ِ‫مد‬ َ ْ ‫ن اَفَْراد ِ ال‬ ُِ ُ ‫ك‬
ِ ٍ ‫ل فَْرد‬
ْ ‫ح‬ ْ ‫م‬
‫خاص َو‬ َ ِ ‫ل اِلَى اْلَبَد‬ ِ ‫ن اْلََز‬‫م َه‬ِ َ‫مود ٍ وَقَ هع‬ُ ‫ح‬ْ ‫م‬
َ ‫ى‬ِ َ ‫صدَد َ وَع َلَى ا‬
‫مد ٍ َ ه‬
ِ ‫حا‬ ِ َ‫ن ا‬
َ ‫ى‬ ‫م ْه‬
ِ
ِٰ ِ ‫مى ب‬ ُ ْ ‫جود ِ ال‬ َ
‫الله ِه‬ َِ ‫س‬
‫م َه‬ ُ ْ ‫ب ال‬
ُ ‫و‬ ِ ‫ت الْوَا‬
‫ج ِه‬ ‫حق لِلذ ِا ِه‬ ِ َ ‫ست‬
‫م ْه‬
ُ Yani: "Ne kadar hamd ve
medh varsa, kimden gelse, kime karşı da olsa, ezelden ebede kadar
243

hastır ve lâyıktır o Zât-ı Vâcib-ül Vücud'a ki, Allah denilir. İşte ne kadar hamd varsa, (el)
istiğraktan çıkıyor. Her kimden gelse kaydı ise, (hamd) masdar olup fâili terk edildiğinden,
böyle makamda umumiyeti ifade eder. Hem mef'ulün terkinde, yine makam-ı hitabîde külliyet
ve umumiyeti ifade ettiği için, her kime karşı olsa kaydını ifade ediyor. Ezelden ebede
kadar kaydı ise; fi'lî cümlesinden ismî cümlesine intikal kaidesi, sebat ve devama delalet ettiği
için, o manayı ifade ediyor. Has ve müstehak manasını Lillahtaki (lâm-ı cer) ifade ediyor.
Çünki o (lâm), ihtisas ve istihkak içindir.
Zât-ı Vâcib-ül Vücud kaydı ise; vücub-ı vücud, uluhiyetin lâzım-ı zarurîsi ve Zât-ı
Zülcelal'e karşı bir ünvan-ı mülahaza olduğundan, Lafzullah sair esma ve sıfâta câmiiyeti ve
ism-i a'zam olduğu itibariyle, delalet-i iltizamiye ile delalet ettiği gibi; Vâcib-ül Vücud
ünvanına dahi, o delalet-i iltizamiye ile delalet ediyor.
İşte, (Elhamdülillah) cümlesinin en kısa ve ülema-yı Arabiyece müttefek-un aleyh bir
mana-yı zahirîsi şöyle olursa, başka bir lisana o i'caz ve kuvvetle nasıl tercüme edilebilir?
Hem elsine-i âlem içinde lisan-ı nahvî Arabî'den başka birtek lisan var; o da hiçbir vakit Arab
lisanının câmiiyetine yetişemez. Acaba o câmi' ve i'cazdarane olan lisan-ı nahvî ile
mu'cizekârane bir surette ve her ciheti birden bilir, irade eder bir ilm-i muhit içinde zuhur
eden kelimat-ı Kur’âniye; sair elsine-i terkibiye ve tasrifiye vasıtasıyla, zihni cüz'î, şuuru kısa,
fikri müşevveş, kalbi karanlıklı bazı insanların kelimat-ı tercümiyesi nasıl o mukaddes
kelimat yerini tutabilir? Hattâ diyebilirim ve belki isbat edebilirim ki: Herbir harf-i Kur’ân,
bir hakaik hazinesi hükmüne geçer; bazan birtek harf, bir sahife kadar hakikatları ders verir.
(Altıncı Nükte:) Bu manayı tenvir için, kendi başımdan geçmiş nurlu bir hali ve
hakikatlı bir hayali söylüyorum. Şöyle ki: Bir vakit (‫ن‬ ْ َ ‫ )اِيَِا َ نَعْبُد ُ وَ اِيَِا َ ن‬deki (nun-ı
ُ ‫ستَعِي‬
mütekellim-i maalgayrı) düşündüm ve mütekellim-i vahde sîgasından (Na'büdü) sîgasına
intikalin sebebini kalbim aradı. Birden, namazdaki cemaatin fazileti ve sırrı,o (nun)dan inkişaf
etti. Gördüm ki: Namaz kıldığım o Bayezid Câmiindeki cemaatle iştirakimi ve herbiri benim
bir nevi şefaatçim hükmüne ve kıraatımda izhar ettiğim hükümlere ve davalara birer şahid ve
birer müeyyid gördüm. Nâkıs ubudiyetimi, o cemaatin büyük ve kesretli ibadatı içinde
dergâh-ı İlahiyeye takdime cesaret geldi. Birden bir perde daha inkişaf etti: Yani İstanbul'un
bütün mescidleri ittisal peyda etti.
244

O şehir, o Bayezid Câmii hükmüne geçti. Birden, onların dualarına ve tasdiklerine manen bir
nevi mazhariyet hissettim. Onda dahi; rûy-i zemin mescidinde, Kâ'be-i Mükerreme etrafında
dairevî saflar içinde kendimi gördüm. (‫مي نَه‬ ِ َ ‫ب الْعَال‬
‫مد ُ ِل ِٰلههِ َر ِ ِه‬ َ ْ ‫ ) اَل‬dedim. Benim bu
ْ ‫ح‬
kadar şefaatçilerim var; benim namazda söylediğim herbir sözü aynen söylüyorlar, tasdik
ediyorlar. Madem hayalen bu perde açıldı; Kâ'be-i Mükerreme mihrab hükmüne geçti. Ben bu
َ
fırsattan istifade ederek o safları işhad edip, tahiyyatta getirdiğim, (ِ‫ه اِل‬ ْ ‫شهَد ُ ا َه‬
َ ٰ‫ن ل َ اِل‬ ْ َ‫ا‬
ِٰ ُ‫سو‬
ِ‫الله ه‬ َِ ‫ح‬
‫مدًا َر ُه‬ َ ‫م‬ َِ ‫شهَد ُ ا َه‬
ُ ‫ن‬ ْ َ ‫ه وَ ا‬ ِٰ
‫الل ُه‬
) olan imanın tercümanını mübarek Hacer-ül
Esved'e tevdi' edip emanet bırakıyorum derken, birden bir vaziyet daha açıldı. Gördüm ki:
Dâhil olduğum cemaat üç daireye ayrıldı:
Birinci Daire: Rûy-i zeminde mü'minler ve muvahhidîndeki cemaat-ı uzma. İkinci
Daire: Baktım, umum mevcudat, bir salât-ı kübrada, bir tesbihat-ı uzmada, her taife kendine
mahsus salavat ve tesbihatıyla bir cemaat içindeyim. Vezaif-i Eşya tabir edilen hidemat-ı
meşhude, onların ubudiyetlerinin ünvanlarıdır. O halde Allahü Ekber deyip hayretten başımı
eğdim, nefsime baktım: Üçüncü bir daire içinde, hayret-engiz zahiren ve keyfiyeten küçük,
hakikaten ve vazifeten ve kemmiyeten büyük, bir küçük âlemi gördüm ki zerrat-ı
vücudiyemden tâ havass-ı zahiriyeme kadar, taife taife vazife-i ubudiyetle ve şükraniye ile
meşgul bir cemaat gördüm. Bu dairede, kalbimdeki latife-i Rabbaniyem, ( َ‫ك نَعْبُد ُ وَ اِيَِا‬
َ ‫اِيَِا‬
‫ن‬
ُ ‫ستَعِي‬
ْ ‫)ن َه‬ o cemaat namına diyor. Nasıl, evvelki iki cemaatte de lisanım, o iki cemaat-ı
uzmayı niyet ederek demişti.
(Elhâsıl:) ( ُ‫ )نَعْبُد‬nun'u, şu üç cemaate işaret ediyor. İşte bu halette iken birden
Kur’ân-ı Hakîm'in tercümanı ve mübelliği olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın,
Medine-i Münevvere denilen manevî minberinde, şahsiyet-i maneviyesi, haşmetiyle temessül
ُ ‫ )ي َها اَيُِهَها النَِا‬hitabını, manen herkes gibi ben de işitip; o üç
ْ ‫سه اع ْبُدُوا َربَِك ُه‬
ederek, ‫م‬
cemaatte herkes benim gibi ( ‫د‬
ُ ُ ‫نَعْب‬ ‫)اِيَِا َه‬
‫ك‬ َ ‫ثَب َه‬
ile mukabele ediyor tahayyül ettim. (‫ت‬ ‫اِذ َا‬
ِ ِ‫ت بِلَوَاز‬
‫مه ِه‬ َ ‫ئ ثَب َه‬ َِ ‫)ال‬
ُ ْ ‫شي‬
kaidesince, şöyle bir hakikat fikre göründü ki: Madem bütün
âlemlerin Rabbi, insanları muhatab ittihaz edip, umum mevcudatla konuşur ve şu Resul-i
Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o hitab-ı izzeti, nev'-i beşere belki umum zîruha ve zîşuura
tebliğ ediyor. İşte bütün mazi ve müstakbel, zaman-ı hazır hükmüne geçti; bütün nev'-i beşer
bir mecliste, safları muhtelif bir cemaat şeklinde olarak; o hitab, o suretle onlara ediliyor. O
vakit herbir âyât-ı Kur’âniye; gâyet haşmetli ve vüs'atli bir makamdan, gâyet kesretli ve
muhtelif ve ehemmiyetli muhatabından, nihâyetsiz azamet ve celal sahibi Mütekellim-i
Ezelî'den ve makam-ı mahbubiyet-i uzma sahibi Tercüman-ı Âlîşanından
245

aldığı bir kuvvet-i ulviyet, cezalet ve belâgat içinde; parlak, hem pek parlak bir nur-ı i'cazı
içinde gördüm. O vakit, değil umum Kur’ân; ya bir sure, yahut bir âyet, belki herbir kelimesi
birer mu'cize hükmüne geçti: ‫للهه على نوراليمان والقران‬ ِٰ ‫ الحمد‬dedim. O ayn-ı
hakikat olan hayalden ( ُ‫ )نَعْبُد‬nun'una girdiğim gibi çıktım ve anladım ki: Kur’ânın değil
âyetleri, kelimeleri, belki (‫ )نون نعبهد‬gibi bazı hurufları dahi mühim hakikatların nurlu
anahtarlarıdır.
Kalb ve hayal, o (‫ )نون نعبد‬den çıktıktan sonra, akıl karşılarına çıktı, dedi: Ben de
hisse isterim. Sizin gibi uçamam. Ayaklarım delildir, hüccettir. Aynı ( ‫د‬ ُ ُ ‫ نَعْب‬ve ‫ن‬ ْ َ ‫)ن‬
ُ ‫ستَعِي‬
de, Mabud ve Müstean olan Hâlık'a giden yolu göstermek lâzımdır ki, sizin ile gelebileyim. O
vakit kalbe şöyle geldi ki:
De o mütehayyir akla: Bak kâinattaki bütün mevcudata; zîhayat olsun, camid olsun,
kemal-i itaat ve intizam ile vazife suretinde ubudiyetleri var. Bir kısmı şuursuz, hissiz
oldukları halde, gâyet şuurkârane, intizamperverane ve ubudiyetkârane vazife görüyorlar.
Demek bir Mabud-ı Bilhak ve bir Âmir-i Mutlak vardır ki, bunları ibadete sevkedip istihdam
ediyor. Hem bak, bütün mevcudata, hususan zîhayat olanlara.. herbirinin gâyet kesretli ve
gâyet mütenevvi' ihtiyacatı var ve vücud ve bekasına lâzım pek kesretli, muhtelif matlubları
var; en küçüğüne elleri ulaşmaz, kudretleri yetişmez. Halbuki o hadsiz matlabları, ummadığı
yerden, vakt-i münasibde, muntazaman onların ellerine veriliyor ve bilmüşahede görünüyor.
İşte şu mevcudatın bu hadsiz fakr u ihtiyacatı ve bu fevkalâde ianat-ı gaybiye ve imdadat-ı
Rahmaniye bilbedahe gösterir ki: Bir Ganiyy-i Mutlak ve Kerim-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak
olan bir hâmi ve râzzakları vardır ki, herşey ve her zîhayat ondan istiane eder, meded bekliyor.
Manen (‫ن‬ ُ ‫ستَعِي‬ َ ‫ )اِيَِا‬der. O vakit akıl, Âmennâ ve saddaknâ dedi.
ْ َ‫ك ن‬
َ
(Yedinci Nükte:) Sonra o halde (‫ال ِذِي نَه‬ َ ‫صهَرا‬
‫ط‬ ِ ‫م‬
َ ‫ستَقِي‬ ُ ْ ‫ط ال‬
‫م ْه‬ َ ‫صهَرا‬
ِ ِ ‫اِهْدِن َها ال‬
ْ ِ ‫ت ع َلَيْه‬
‫م‬ ْ ‫ )اَن ْ َع‬dediğim vakit, baktım ki: Mazi tarafına göçüp giden kafile-i beşer içinde
َ ‫م‬
gâyet nuranî, parlak (enbiya, sıddıkîn, şüheda, evliya, sâlihîn) kafilelerini gördüm ki, istikbal
zulümatını dağıtıp, ebede giden yolda bir cadde-i kübra-yı müstakimde gidiyorlar. Bu kelime
beni o kafileye iltihak etmek için yol gösteriyor, belki iltihak ettiriyor. Birden, fesübhanallah
dedim. Zulümat-ı istikbali tenvir eden ve kemal-i selâmetle giden bu nuranî kafile-i uzmaya
iltihak etmemek, ne kadar hasaret ve helâket olduğunu zerre mikdar
246

şuuru olan bilmesi lâzım. Acaba bid'aları icad etmekle o kafile-i uzmadan inhiraf eden;
nereden nur bulabilir, hangi yoldan gidebilir? Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm,
ُِ ُ ‫ة وك‬ ُِ ُ ‫ )ك‬Acaba bu
rehberimiz ferman etmiş ki: (‫ار‬ ِ َِ ‫ضلَلَةٍ فِهى الن‬
َ ‫ل‬ َ ٌ َ ‫ضلَل‬
َ ٍ‫ل بِدْعَة‬
ferman-ı kat'îye karşı ülema-üs sû' tabirine lâyık bazı bedbahtlar hangi maslahatı buluyorlar,
hangi fetvayı veriyorlar ki; lüzumsuz, zararlı bir surette şeair-i İslâmiyenin bedihiyatına karşı
geliyorlar; tebdile kabil görüyorlar? Olsa olsa, muvakkat bir cilve-i manadan gelen bir
intibah-ı muvakkat, o ülema-i sû'u aldatmışlar.
Meselâ: Nasılki bir hayvanın veyahut bir meyvenin derisi soyulsa, muvakkat bir
zarafet gösterir; fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabanî ve paslı ve kesif ve
ârızî deri altında siyahlanır, taaffün eder. Öyle de şeair-i İslâmiyedeki tabirat-ı Nebeviye ve
İlahiye, hayatdar ve sevabdar bir cild, bir deri hükmündedir. Onların soyulmasıyla, maânîdeki
bir nuraniyet, muvakkaten çıplak bir derece görünür; fakat cildden cüda olmuş bir meyve gibi,
o mübarek manaların ruhları uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider.. nur
uçar, dumanı kalır. Her ne ise...
(Sekizinci Nükte:) Buna dair bir düstur-ı hakikatı beyan etmek lâzım. Şöyle ki:
Nasıl hukuk-ı şahsiye ve bir nevi hukukullah sayılan hukuk-ı umumiye namıyla iki
nevi hukuk var; öyle de: Mesail-i şer'iyede bir kısım mesail, eşhasa taalluk eder; bir kısım,
umuma, umumiyet itibariyle taalluk eder ki; onlara Şeair-i İslâmiye tabir edilir. Bu şeairin
umuma taalluku cihetiyle umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa onlara ilişmek,
umumun hukukuna tecavüzdür. O şeairin en cüz'îsi sünnet kabilinden bir mes'elesi en büyük
bir mes'ele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya umum âlem-i İslâma taalluk
ettiği gibi; Asr-ı Saadetten şimdiye kadar bütün eazım-ı İslâmın bağlandığı o nuranî zincirleri
koparmaya, tahrib ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler düşünsünler ki, ne kadar
dehşetli bir hataya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa, titresinler...
(Dokuzuncu Nükte:) Mesail-i şeriattan bir kısmına taabbüdî denilir; aklın
muhakemesine bağlı değildir; emrolduğu için yapılır. İlleti, emirdir. Bir kısmına Makul-ül
mana tabir edilir. Yani: Bir hikmet ve bir maslahatı var ki, o hükmün teşriine müreccih
olmuş;
247

fakat sebeb ve illet değil. Çünki hakikî illet, emir ve nehy-i İlahîdir. Şeairin taabbüdî kısmı;
hikmet ve maslahat onu tağyir edemez, taabbüdîlik ciheti tereccuh ediyor, ona ilişilmez.
Yüzbin maslahat gelse onu tağyir edemez.
Öyle de: Şeairin faidesi, yalnız malûm mesalihtir denilmez ve öyle bilmek hatadır.
Belki o maslahatlar ise, çok hikmetlerinden bir faidesi olabilir. Meselâ biri dese: Ezanın
hikmeti, müslümanları namaza çağırmaktır; şu halde bir tüfenk atmak kâfidir. Halbuki o
divane bilmez ki, binler maslahat-ı ezaniye içinde o bir maslahattır. Tüfenk sesi, o maslahatı
verse; acaba nev'-i beşer namına, yahut o şehir ahalisi namına, hılkat-ı kâinatın netice-i
uzması ve nev'-i beşerin netice-i hılkatı olan ilân-ı tevhid ve rububiyet-i İlahiyeye karşı izhar-ı
ubudiyete vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak? Elhâsıl: Cehennem lüzumsuz değil; çok
işler var ki, bütün kuvvetiyle Yaşasın Cehennem der. Cennet dahi ucuz değildir, mühim fiat
ister.
َ ‫م الْفَائُِزو‬
‫ن‬ ُ ُ‫جنَِةِ ه‬
َ ْ ‫ب ال‬
ُ ‫حا‬ ْ َ ‫جنَِةِ ا‬
َ ‫ص‬ َ ْ ‫ب ال‬
ُ ‫حا‬ ْ َ ‫ب النَِارِ وَا‬
َ ‫ص‬ ُ ‫حا‬ ْ َ ‫ستَوِى ا‬
َ ‫ص‬ ْ َ‫ل َ ي‬
‫ع‬.‫س‬
248

[ İkinci Risale olan İkinci Kısım ]

Ramazan-ı Şerife dairdir


Birinci kısmın âhirinde şeair-i İslâmiyeden bir nebze bahsedildiğinden şeairin içinde
en parlak ve muhteşem olan Ramazan-ı Şerife dair olan bu ikinci kısımda, bir kısım
hikmetleri zikredilecektir. Bu İkinci Kısım, Ramazan-ı Şerifin pek çok hikmetlerinden (dokuz
hikmeti) beyan eden (Dokuz Nükte)dir.
‫ن هُدًى‬ َ ِ‫ن الَِذِى اُنْز‬
ُ ‫ل فِيهِ الْقُْرا‬ َ ‫ضا‬
َ ‫م‬ َ ِ ‫حيم‬
َ ‫شهُْر َر‬ ِ ‫ن الَِر‬
ِ ٰ‫حم‬ ِٰ ِ ‫سم‬
ْ ‫الله ِه الَِر‬ ْ ِ‫ب‬
‫ن‬ ْ ْ
ِ ‫ن الهُدَى وَ الفُْرقَا‬ َ ‫م‬
ِ ‫ت‬ٍ ‫س وَ بَيِنَا‬ َ
ِ ‫لِلن ِا‬
(Birinci Nükte:) Ramazan-ı Şerifteki savm, İslâmiyetin erkân-ı hamsesinin
birincilerindendir. Hem şeair-i İslâmiyenin a'zamlarındandır. İşte Ramazan-ı Şerifteki orucun
çok hikmetleri; hem Cenab-ı Hakk'ın rububiyetine, hem insanın hayat-ı içtimaiyesine, hem
hayat-ı şahsiyesine, hem nefsin terbiyesine, hem niam-ı İlahiyenin şükrüne bakar hikmetleri
var. Cenab-ı Hakk'ın rububiyeti noktasında orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Cenab-ı Hak zemin yüzünü bir sofra-i nimet suretinde halkettiği ve bütün enva'-ı nimeti o
sofrada (‫ب‬ ُ ‫س‬ ْ َ‫ث ل َ ي‬
ِ َ ‫حت‬ ُ ْ ‫حي‬
َ ‫ن‬
ْ ‫م‬
ِ ) bir tarzda o sofraya dizdiği cihetle, kemal-i rububiyetini
ve rahmaniyet ve rahîmiyetini o vaziyetle ifade ediyor. İnsanlar gaflet perdesi altında ve esbab
dairesinde o vaziyetin ifade ettiği hakikatı tam göremiyor, bazan unutuyor. Ramazan-ı Şerifte
ise, ehl-i iman birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelî'nin ziyafetine davet
edilmiş bir surette akşama yakın Buyurunuz emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubudiyet-kârane
göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli rahmaniyete karşı, vüs'atli ve azametli ve
intizamlı bir ubudiyetle mukabele ediyorlar. Acaba böyle ulvî ubudiyete ve şeref-i keramete
iştirak etmeyen insanlar insan ismine lâyık mıdırlar?
(İkinci Nükte:) Ramazan-ı Mübareğin savmı, Cenab-ı Hakk'ın nimetlerinin şükrüne
baktığı cihetle, çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
249

Birinci Söz'de denildiği gibi, bir padişahın matbahından bir tablacının getirdiği taamlar
bir fiat ister. Tablacıya bahşiş verildiği halde, çok kıymetdar olan o nimetleri kıymetsiz
zannedip onu in'am edeni tanımamak nihâyet derecede bir belâhet olduğu gibi, Cenab-ı Hak
hadsiz enva'-ı nimetini nev'-i beşere zemin yüzünde neşretmiş. Ona mukabil, o nimetlerin fiatı
olarak, şükür istiyor. O nimetlerin zahirî esbabı ve ashabı, tablacı hükmündedirler. O
tablacılara bir fiat veriyoruz, onlara minnetdar oluyoruz; hattâ müstehak olmadıkları pek çok
fazla hürmet ve teşekkürü ediyoruz. Halbuki Mün'im-i Hakikî, o esbabdan hadsiz derecede o
nimet vasıtasıyla şükre lâyıktır. İşte ona teşekkür etmek; o nimetleri doğrudan doğruya ondan
bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur.
İşte Ramazan-ı Şerif'teki oruç, hakikî ve hâlis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarıdır.
Çünki sair vakitlerde mecburiyet tahtında olmayan insanların çoğu, hakikî açlık
hissetmedikleri zaman, çok nimetlerin kıymetini derk edemiyor. Kuru bir parça ekmek, tok
olan âdemlere, hususan zengin olsa, ondaki derece-i nimet anlaşılmıyor. Halbuki iftar
vaktinde o kuru ekmek, bir mü'minin nazarında çok kıymetdar bir nimet-i İlahiye olduğuna
kuvve-i zaikası şehadet eder. Padişahtan tâ en fukaraya kadar herkes, Ramazan-ı Şerifte o
nimetlerin kıymetlerini anlamakla bir şükr-i manevîye mazhar olur. Hem gündüzdeki
yemekten memnuiyeti cihetiyle; O nimetler benim mülküm değil. Ben bunların tenavülünde
hür değilim; demek başkasının malıdır ve in'amıdır. Onun emrini bekliyorum. diye nimeti
nimet bilir; bir şükr-i manevî eder. İşte bu suretle oruç, çok cihetlerle hakikî vazife-i insaniye
olan şükrün anahtarı hükmüne geçer.
(Üçüncü Nükte:) Oruç, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye baktığı cihetle çok
hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: İnsanlar, maişet cihetinde muhtelif bir surette
halkedilmişler. Cenab-ı Hak o ihtilafa binaen, zenginleri fukaraların muavenetine davet
ediyor. Halbuki zenginler, fukaranın acınacak acı hallerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam
hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, nefisperest çok zenginler bulunabilir ki, açlık ve fakirlik ne
kadar elîm ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki
hemcinsine şefkat ise, şükr-i hakikînin bir esasıdır. Hangi ferd olursa olsun, kendinden bir
cihette daha fakiri bulabilir. Ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek
mecburiyeti
250

olmazsa, şefkat vasıtasıyla muavenete mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz; yapsa da
tam olamaz. Çünki hakikî o haleti kendi nefsinde hissetmiyor.
(Dördüncü Nükte:) Ramazan-ı Şerifteki oruç, nefsin terbiyesine baktığı cihetindeki
çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telakki
eder. Hattâ mevhum bir rububiyet ve keyfemayeşa hareketi, fıtrî olarak arzu eder. Hadsiz
nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor. Hususan dünyada servet ve iktidarı da
varsa, gaflet dahi yardım etmiş ise; bütün bütün gasıbane, hırsızcasına nimet-i İlahiyeyi
hayvan gibi yutar. İşte Ramazan-ı Şerifte en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki:
Kendisi mâlik değil, memluktür; hür değil, abddir. Emir olunmazsa en âdi ve en rahat şeyi de
yapamaz, elini suya uzatamaz diye mevhum rububiyeti kırılır, ubudiyeti takınır, hakikî
vazifesi olan şükre girer.
(Beşinci Nükte:) Ramazan-ı Şerifin orucu, nefsin tehzib-i ahlâkına ve serkeşane
muamelelerinden vazgeçmesi cihetine baktığı noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:
Nefs-i insaniye gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihâyetsiz fakrı, gâyet
derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zaîf ve zevale maruz ve
musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu
düşünmez. Âdeta polattan bir vücudu var gibi, lâyemûtane kendini ebedî tahayyül eder gibi
dünyaya saldırır. Şedid bir hırs ve tama' ile ve şiddetli alâka ve muhabbet ile dünyaya atılır.
Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini kemal-i şefkatle terbiye eden Hâlıkını
unutur. Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez; ahlâk-ı seyyie içinde
yuvarlanır.
İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç; en gafillere ve mütemerridlere, za'fını ve aczini ve
fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor. Midesindeki ihtiyacını anlar. Zaîf
vücudu, ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç
olduğunu derk eder. Nefsin firavunluğunu bırakıp, kemal-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlahiyeye
ilticaa bir arzu hisseder ve bir şükr-i manevî eliyle rahmet kapısını çalmağa hazırlanır. Eğer
gaflet kalbini bozmamış ise...
251

(Altıncı Nükte:) Ramazan-ı Şerifin sıyamı, Kur’ân-ı Hakîm'in nüzulüne baktığı


cihetle ve Ramazan-ı Şerif, Kur’ân-ı Hakîm'in en mühim zaman-ı nüzulü olduğu cihetindeki
çok hikmetlerinden birisi şudur ki: Kur’ân-ı Hakîm, madem Şehr-i Ramazan'da nüzul etmiş; o
Kur’ânın zaman-ı nüzulünü istihzar ile o semavî hitabı hüsn-i istikbal etmek için Ramazan-ı
Şerifte nefsin hacat-ı süfliyesinden ve malayaniyat-ı hâlattan tecerrüd ve ekl ü şürbün terkiyle
melekiyet vaziyetine benzemek ve bir surette o Kur’ânı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve
dinlemek ve ondaki hitabat-ı İlahiyeyi güya geldiği ân-ı nüzulünde dinlemek ve o hitabı
Resul-i Ekrem (Aleyhisselatü Vesselam)dan işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrail'den,
belki Mütekellim-i Ezelî'den dinliyor gibi bir kudsî halete mazhar olur. Ve kendisi tercümanlık
edip başkasına dinlettirmek ve Kur’ânın hikmet-i nüzulünü bir derece göstermektir.
Evet Ramazan-ı Şerifte güya âlem-i İslâm bir mescid hükmüne geçiyor; öyle bir
mescid ki, milyonlarla hâfızlar, o mescid-i ekberin kûşelerinde o Kur’ânı, o hitab-ı semavîyi
Arzlılara işittiriyorlar. Her Ramazan (‫ن‬ َ ِ‫ن الَِذِى اُنْز‬
ُ ‫ل فِي هِ الْقُْرا‬ َ ‫ضا‬
َ ‫م‬ َ ) âyetini,
َ ‫شهُْر َر‬
nuranî parlak bir tarzda gösteriyor. Ramazan, Kur’ân ayı olduğunu isbat ediyor. O cemaat-ı
uzmanın sair efradları, bazıları huşu' ile o hâfızları dinlerler. Diğerleri, kendi kendine okurlar.
Şöyle bir vaziyetteki bir mescid-i mukaddeste, nefs-i süflînin hevesatına tabi olup, yemek
içmek ile o vaziyet-i nuranîden çıkmak ne kadar çirkin ise ve o mesciddeki cemaatın manevî
nefretine ne kadar hedef ise; öyle de Ramazan-ı Şerifte ehl-i sıyama muhalefet edenler de, o
derece umum o âlem-i İslâmın manevî nefretine ve tahkirine hedeftir.
(Yedinci Nükte:) Ramazanın sıyamı, dünyada âhiret için ziraat ve ticaret etmeğe gelen
nev'-i insanın kazancına baktığı cihetteki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Ramazan-ı
Şerifte sevab-ı a'mal, bire bindir. Kur’ân-ı Hakîm'in nass-ı hadîs ile herbir harfinin on sevabı
var; on hasene sayılır, on meyve-i Cennet getirir. Ramazan-ı Şerifte herbir harfin, on değil bin
ve Âyet-ül Kürsî gibi âyetlerin herbir harfi binler ve Ramazan-ı Şerifin Cum'alarında daha
ziyadedir. Ve Leyle-i Kadir'de otuzbin hasene sayılır. Evet herbir harfi otuzbin bâki meyveler
veren Kur’ân-ı Hakîm, öyle bir nuranî şecere-i tûbâ hükmüne geçiyor ki; milyonlarla o bâki
meyveleri, Ramazan-ı Şerif'te mü'minlere kazandırır. İşte gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete
bak, seyret ve düşün ki: Bu hurufatın kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir
hasarette olduğunu anla! İşte Ramazan-ı Şerif âdeta bir âhiret ticareti için gâyet
252

kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevî hasılât için, gâyet münbit bir zemindir. Ve
neşvünema-i a'mal için, bahardaki mâh-i Nisandır. Saltanat-ı rububiyet-i İlahiyeye karşı
ubudiyet-i beşeriyenin resm-i geçit yapmasına en parlak, kudsî bir bayram hükmündedir. Ve
öyle olduğundan, yemek-içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hacatına ve malayani ve
hevaperestane müştehiyata girmemek için oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten
hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için, dünyevî
hacatını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir âdem ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh
vaziyetine girerek; savmı ile, Samediyete bir nevi âyinedarlık etmektir. Evet Ramazan-ı Şerif;
bu fâni dünyada, fâni ömür içinde ve kısa bir hayatta bâki bir ömür ve uzun bir hayat-ı
bâkiyeyi tazammun eder, kazandırır.
Evet birtek Ramazan, seksen sene bir ömür semeratını kazandırabilir. Leyle-i Kadir
ise, nass-ı Kur’ân ile bin aydan daha hayırlı olduğu bu sırra bir hüccet-i katıadır. Evet nasılki
bir padişah, müddet-i saltanatında belki her senede, ya cülûs-ı hümayûn namıyla veyahut
başka bir şaşaalı cilve-i saltanatına mazhar bazı günleri bayram yapar. Raiyetini, o günde
umumî kanunlar dairesinde değil; belki hususî ihsan’atına ve perdesiz huzuruna ve has
iltifatına ve fevkalâde icraatına ve doğrudan doğruya lâyık ve sadık milletini, has teveccühüne
mazhar eder. Öyle de: Ezel ve Ebed Sultanı olan yirmi sekiz bin âlemin Padişah-ı Zülcelal'i; o
yirmi sekiz bin âleme bakan, teveccüh eden ferman-ı âlîşanı olan Kur’ân-ı Hakîm'i Ramazan-ı
Şerifte inzal eylemiş. Elbette o Ramazan, mahsus bir bayram-ı İlahî ve bir meşher-i Rabbanî
ve bir meclis-i ruhanî hükmüne geçmek, mukteza-yı hikmettir.
Madem Ramazan o bayramdır; elbette bir derece, süflî ve hayvanî meşagılden
insanları çekmek için oruca emredilecek. Ve o orucun ekmeli ise: Mide gibi bütün duyguları;
gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye dahi bir nevi oruç tutturmaktır. Yani:
Muharremattan, malayaniyattan çekmek ve her birisine mahsus ubudiyete sevketmektir.
Meselâ: Dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak. Ve o
lisanı, tilavet-i Kur’ân ve zikir ve tesbih ve salavat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek...
Meselâ: Gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten men'edip, gözünü
ibrete ve kulağını hak söz ve Kur’ân dinlemeğe sarfetmek gibi sair cihazata da bir nevi oruç
tutturmaktır. Zâten mide en büyük bir fabrika olduğu için, oruç ile ona ta'til-i eşgal ettirilse,
başka küçük tezgâhlar kolayca ona ittiba ettirilebilir.
253

(Sekizinci Nükte:) Ramazan-ı Şerif, insanın hayat-ı şahsiyesine baktığı cihetindeki


çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
İnsana en mühim bir ilâç nev'inden maddî ve manevî bir perhizdir ve tıbben bir
hımyedir ki: İnsanın nefsi, yemek içmek hususunda keyfemayeşa hareket ettikçe, hem şahsın
maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi; hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırmak,
âdeta manevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir. Serkeşane
dizginini eline alır. Daha insan ona binemez, o insana biner. Ramazan-ı Şerifte oruç
vasıtasıyla bir nevi perhize alışır; riyaziyete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Bîçare zaîf
mideye de, hazımdan evvel yemek yemek üzerine doldurmak ile hastalıkları celbetmez. Ve
emir vasıtasıyla helâli terkettiği cihetle, haramdan çekinmek için akıl ve şeriattan gelen emri
dinlemeğe kabiliyet peyda eder. Hayat-ı maneviyeyi bozmamağa çalışır. Hem insanın
ekseriyet-i mutlakası açlığa çok defa mübtela olur. Sabır ve tahammül için bir idman veren
açlık, riyaziyete muhtaçtır. Ramazan-ı Şerifteki oruç onbeş saat, sahursuz ise yirmidört saat
devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül ve bir riyazettir ve bir idmandır. Demek,
beşerin musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün ilâcı oruçtur.
Hem o mide fabrikasının çok hademeleri var. Hem onunla alâkadar çok cihazat-ı
insaniye var. Nefis, eğer muvakkat bir ayın gündüz zamanında ta'til-i eşgal etmezse; o
fabrikanın hademelerinin ve o cihazatın hususî ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul
eder, tahakkümü altında bırakır. O sair cihazat-ı insaniyeyi de, o manevî fabrika çarklarının
gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı dikkatlerini daima celbeder. Ulvî
vazifelerini muvakkaten unutturur. Ondandır ki; eskiden beri çok ehl-i velâyet, tekemmül için
riyazete, az yemek ve içmeğe kendilerini alıştırmışlar. Fakat Ramazan-ı Şerif orucuyla o
fabrikanın hademeleri anlarlar ki; sırf o fabrika için yaratılmamışlar. Ve sair cihazat, o
fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, Ramazan-ı Şerifte melekî ve ruhanî eğlencelerde telezzüz
ederler, nazarlarını onlara dikerler. Onun içindir ki; Ramazan-ı Şerifte mü'minler, derecatına
göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, manevî sürurlara mazhar oluyorlar. Kalb ve ruh, akıl, sır gibi
letaifin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. Midenin
ağlamasına rağmen, onlar masumane gülüyorlar.
254

(Dokuzuncu Nükte:) Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum


rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden
bir hikmeti şudur ki: Nefis Rabbisini tanımak istemiyor, firavunane kendi rububiyet istiyor.
Ne kadar azablar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte Ramazan-ı
Şerifteki oruç doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini,
za'fını, fakrını gösterir. Abd olduğunu bildirir. Hadîsin rivâyetlerinde vardır ki: Cenab-ı Hak
nefse demiş ki: (Ben neyim, sen nesin?) Nefis demiş: Ben benim, sen sensin Azab vermiş,
Cehennem'e atmış, yine sormuş. Yine demiş: (Ene ene, ente ente.) Hangi nevi azabı vermiş,
enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azab vermiş, yani aç bırakmış. Yine sormuş: (Men
ene vema ente?) Nefis demiş: (‫ز‬ ُ ‫ج‬ َ ‫م وَاَن َها ع َبْد ُه‬
ِ ‫ك الْعَا‬ َ ‫ )اَن ْه‬Yani: Sen
ِ ‫ت َرب ِ ِهى الَِر‬
‫حي ُه‬
benim Rabb-i Rahîmimsin, ben senin âciz bir abdinim.

ً‫حقِهِ اَدَاء‬ َ ِ ‫ضا ًء وَ ل‬َ ِ‫ك ر‬ َ َ‫ن ل‬


ُ ‫صلَة ً تَكُو‬ َ ٍ ‫مد‬ َِ ‫ح‬
َ ‫م‬ ُ ‫سيِدِنَا‬ َ ‫م ع َلَى‬ ْ ِِ ‫سل‬
َ َ‫ل و‬ ِِ ‫ص‬َ ‫م‬ َِ ‫ا َ ِٰلله ُه‬
‫ن‬
َ ‫ضا‬َ ‫م‬ َ ‫شهْرِ َر‬ َ ‫ن فِى‬ ِ ‫ف الْقُْرا‬ ِ ‫حُرو‬ ُ ‫ب‬ ِ ‫بِعَدَد ِ ثَوَا‬
ْ ِِ ‫سل‬
‫م‬ َ َ‫حبِهِ و‬ ْ ‫ص‬ َ َ‫وَ ع َلَى الِهِ و‬
‫د‬
ُ ‫م‬ َ ْ ‫ن وَ ال‬
ْ ‫ح‬ َ ‫سلِي‬َ ‫مْر‬ُ ْ ‫م ع َلَى ال‬ ٌ َ ‫سل‬َ َ‫ن و‬ َ ‫صفُو‬ ِ َ ‫ما ي‬ َِ َ ‫ب الْعَِِزةِ ع‬ِ ‫ك َر‬ َ ِ ‫ن َرب‬َ ‫حا‬ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ن‬
َ ‫مي‬ ِ ‫نا‬ َ ‫مي‬ َ ْ
ِ ‫ب العَال‬ ِ
ِ ‫ل ِٰله ِه َر‬

(İtizar:) Şu ikinci kısım, kırk dakikada sür'atle yazılmasından, ben ve müsvedde yazan kâtib
ikimiz de hasta olduğumuzdan, elbette içinde müşevveşiyet ve kusur bulunacaktır. Nazar-ı müsamaha
ile bakmalarını ihvanlarımızdan bekleriz. Münasib gördüklerini tashih edebilirler.
255

[ Üçüncü Risale olan Üçüncü Kısım ]


Kur’ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın ikiyüz aksam-ı i'caziyesinden nakşî bir kısmını gösterecek
bir tarzda, Kur’ân-ı Azîmüşşan'ı, Hâfız Osman hattıyla taayyün eden ve Âyet-i Müdayene
mikyas tutulan sahifeleri ve Sure-i İhlas vâhid-i kıyasî tutulan satırları muhafaza etmekle
beraber, o nakş-ı i'cazı göstermek tarzında bir Kur’ân yazmağa dair mühim bir niyetimi;
hizmet-i Kur’ândaki kardeşlerimin nazarlarına arzedip meşveret etmek ve onların fikirlerini
istihrac etmek ve beni ikaz etmek için şu kısmı yazdım, onlara müracaat ediyorum.
Şu (üçüncü kısım) (Dokuz Mes'ele)dir. (Birinci Mes'ele:) Kur’ân-ı Azîmüşşan'ın
enva'-ı i'cazı kırka baliğ olduğu, İ'caz-ı Kur’ân namındaki Yirmibeşinci Söz'de bürhanlarıyla
isbat edilmiş. Bazı enva'ı tafsilen, bir kısmı icmalen muannidlere karşı dahi gösterilmiş. Hem
Kur’ânın i'cazı, tabakat-ı insaniyede kırk tabakaya karşı ayrı ayrı i'cazını gösterdiği,
Ondokuzuncu Mektub'un Onsekizinci İşaretinde beyan edilmiş ve o tabakatın on kısmının ayrı
ayrı hisse-i i'caziyelerini isbat etmiş. Sair otuz tabaka-i âher, ehl-i velâyetin muhtelif
meşrebler ashabına ve ulûm-ı mütenevvianın ayrı ayrı ashablarına ayrı ayrı i'cazını
gösterdiğini, onların ilmelyakîn, aynelyakîn, hakkalyakîn derecesinde Kur’ân hak Kelâmullah
olduğunu, iman-ı tahkikîlerini göstermişler. Demek herbiri, ayrı ayrı bir tarzda bir vech-i
i'cazını görmüşler.
Evet ehl-i marifet bir velinin fehmettiği i'caz ile, ehl-i aşk bir velinin müşahede ettiği
cemal-i i'caz bir olmadığı gibi; muhtelif meşaribe göre cemal-i i'cazın cilveleri değişir. Bir
İlm-i Usûl-üd Din allâmesinin ve bir imamının gördüğü vech-i i'caz ile füruat-ı şeriattaki bir
müçtehidin gördüğü vech-i i'caz bir değil ve hâkeza... Bunların tafsilen ayrı ayrı vücuh-ı
i'cazını göstermek elimden gelmiyor. Havsalam dardır, ihata edemiyor; nazarım kısadır,
göremiyor. Onun için yalnız on tabaka beyan edilmiş, mütebâkisi icmalen işaret edilmiş.
Şimdi o tabakalardan iki tabaka, Mu'cizat-ı Ahmediye Risalesinde çok izaha muhtaç
iken, o vakit pek noksan kalmıştı. (Birinci Tabaka:) Kulaklı tabaka tabir ettiğimiz âmî
avamdan; yalnız kulak ile Kur’ânı dinler, kulak vasıtasıyla i'cazını anlar. Yani der: Bu işittiğim
Kur’ân, başka kitablara benzemez. Ya bütününün altında
256

olacak veya bütününün fevkınde olacak. Umumunun altındaki şık ise kimse diyemez ve
dememiş, şeytan dahi diyemez. Öyle ise, umumun fevkındedir. İşte bu kadar icmal ile
Onsekizinci İşaret'te yazılmıştı. Sonra onu izah için Yirmialtıncı Mektub'un Hüccet-ül Kur’ân
Alâ Hizb-iş Şeytan namındaki Birinci Mebhası, o tabakanın i'cazdaki fehmini tasvir ve isbat
eder.
(İkinci Tabaka:) Gözlü tabakasıdır. Yani: Âmi avamdan veyahut aklı gözüne inmiş
maddiyunlar tabakasına karşı, Kur’ânın göz ile görünecek bir işaret-i i'caziyesi bulunduğu,
Onsekizinci İşaret'te dava edilmiş. Ve o davayı tenvir ve isbat etmek için, çok izaha lüzum
vardı. Şimdi anladığımız mühim bir hikmet-i Rabbaniye cihetiyle o izah verilmedi. Pek cüz'î
birkaç cüz'iyatına işaret edilmişti. Şimdi o hikmetin sırrı anlaşıldı ve te'hiri daha evlâ
olduğuna kat'î kanaatımız geldi. Şimdi o tabakanın fehmini ve zevkini teshil etmek için; kırk
vücuh-ı i'cazdan göz ile görülen bir vechini, bir Kur’ânı yazdırdık ki o yüzü göstersin.

_____________________________________________________

Bu üçüncü kısmın mütebâki mes'eleleri ile Dördüncü Kısım tevafukata dair


olduğu için; tevafukata dair olan fihriste ile iktifa edilerek, burada
yazılmamışlardır. Yalnız Dördüncü Kısma aid bir ihtar ile Üçüncü Nükte
yazılmıştır.
______________________________________________________

[İHTAR] Lafz-ı Resuldeki nükte-i azîminin beyanında yüzaltmış âyet yazıldı. İşbu
âyetlerin hasiyeti pek azîm olmakla beraber; mana cihetiyle birbirini isbat ve tekmil
ettiğinden, çok manidar olduğu için, muhtelif âyâtı hıfzetmek veya okumak arzusunda
bulunanlara bir hizb-i Kur’ânî olduğu gibi; Kur’ân kelimesindeki nükte-i azîmenin beyanında,
altmışdokuz âyât-ı azîmenin derece-i belâgatı pek fevkalâde ve kuvvet-i cezaleti pek ulvîdir.
Bu da ikinci bir hizb-i Kur’ânî olarak ihvana tavsiye edilir. Yalnız Kur’ân kelimesi, yedi
silsile-i Kur’ânda mevcud olup, umum o kelimeyi tutmuş, hariç iki kalmış. O iki de kıraet
manasında
257

olduğundan; o huruc, nükteye kuvvet vermiştir. Resul lafzı ise o kelime ile en ziyade
münasebetdar sureler içinde Sure-i Muhammed ile Sure-i Fetih olduğundan, o iki sureden
çıkan silsilelere hasrettiğimizden, hariç kalan Resul lafzı şimdilik dercedilmemiştir. Vakit
müsaade etse, bundaki esrar yazılacaktır inşâallah.
(Üçüncü Nükte:) (Dört Nükte)dir.
(Birinci Nükte:) Lafzullah, mecmu'-ı Kur’ânda ikibin sekizyüz altı defa
zikredilmiştir. Bismillah'takilerle beraber Lafz-ı Rahman, yüz ellidokuz defa; Lafz-ı Rahîm,
ikiyüz yirmi; Lafz-ı Gafur, altmışbir; Lafz-ı Rab, sekizyüz kırkaltı; Lafz-ı Hakîm, seksenaltı;
Lafz-ı Alîm, yüzyirmialtı; Lafz-ı Kadîr, otuzbir; Lâ İlahe İllâ Hu'daki (Hu,) yirmialtı defa
zikredilmiştir. Lafzullah adedinde çok esrar ve nükteler var. Ezcümle: Lafzullah ve Rab'dan
sonra en ziyade zikredilen Rahman, Rahîm, Gafur ve Hakîm ile beraber Lafzullah, Kur’ân
âyetlerinin nısfıdır. Hem Lafzullah ve Allah lafzı yerinde zikredilen Lafz-ı Rab ile beraber,
yine nısfıdır. Çendan Rab lafzı sekizyüz kırkaltı defa zikredilmiş, fakat dikkat edilse, beşyüz
küsuru Allah lafzı yerinde zikredilmiş, ikiyüz küsuru öyle değildir.
Hem Allah, Rahman, Rahîm, Alîm ve Lâ İlahe İllâ Hu'daki Hu adediyle beraber yine
nısfıdır. Fark yalnız dörttür. Ve Hu yerinde Kadîr ile beraber, yine mecmu'-ı âyâtın nısfıdır.
Fark dokuzdur. Lafz-ı Celal'in mecmuundaki nükteler çoktur. Yalnız şimdilik bu nükte ile
iktifa ediyoruz.
(İkinci Nükte:) Sureler itibariyledir. Onun dahi çok nükteleri var. Bir intizam, bir kasd
ve bir iradeyi gösterir bir tarzda tevafukatı vardır. Sure-i Bakara, âyâtın adediyle Lafz-ı
Celal'in adedi birdir. Fark dörttür ki, Allah lafzı yerinde dört Hu lafzı var. Meselâ: Lâ İlahe
İllâ Hu'daki Hu gibi. Onunla muvafakat tamam olur. Âl-i İmran'da yine âyâtıyla Lafz-ı Celal
tevafuktadır, müsavidirler. Yalnız Lafz-ı Celal, ikiyüz dokuzdur, âyet ikiyüzdür. Fark
dokuzdur. Böyle meziyat-ı kelâmiyede ve belâgat nüktelerinde küçük farklar zarar vermez,
takribî tevafukat kâfidir. Sure-i Nisa, Maide, En'am üçünün mecmu'-ı âyetleri, mecmuundaki
Lafz-ı Celal'in adedine tevafuktadır. Âyetlerin adedi dörtyüz altmışdört, Lafz-ı Celal'in adedi
dörtyüz altmışbir; Bismillah'taki Lafzullah ile beraber tam tevafuktadır. Hem meselâ: Baştaki
beş surenin Lafz-ı Celal adedi; (Sure-i A'raf, Enfal, Tevbe, Yunus, Hud)daki Lafz-ı Celal
adedinin iki mislidir.
258

Demek bu âhirdeki beş, evvelki beşin nısfıdır. Sonra gelen Sure-i Yusuf, Ra'd, İbrahim, Hicr,
Neml surelerindeki Lafz-ı Celal adedi, o nısfın nısfıdır. Sonra Sure-i İsra, Kehf, Meryem,
Tâhâ, Enbiya, Hacc; (Hâşiye) o nısfın nısfının nısfıdır. Sonra gelen beşer beşer, takriben o
nisbetle gidiyor; yalnız bazı küsuratla fark var. Öyle farklar, böyle makam-ı hitabîde zarar
vermez. Meselâ: Bir kısım yüz yirmibir, bir kısmı yüz yirmibeş, bir kısmı yüz elliiki, bir kısmı
yüz ellidokuzdur. Sonra Sure-i Zuhruf'tan başlayan beş sure; o nısf-ı nısf-ı nısfın nısfına
iniyor. Sure-i Necm'den başlayan beş; o nısf-ı nısf-ı nısf-ı nısfın nısfıdır; fakat takribîdir.
Küçük küsuratın farkları, böyle makamat-ı hitabiyede zarar vermez. Sonra gelen küçük beşler
içinde, üç beşlerin yalnız üçer aded Lafz-ı Celal'i var. İşte bu vaziyet gösteriyor ki: Lafz-ı
Celal'in adedine tesadüf karışmamış, bir hikmet ve intizam ile adedleri tayin edilmiş.
(Lafzullah'ın Üçüncü Nüktesi:) Sahifeler nisbetine bakar. Şöyle ki: Bir sahifede olan
Lafz-ı Celal adedi, o sahifenin sağ yüzü ve o yüze karşıki sahifeye ve bazan soldaki karşıki
sahife ve karşının arka yüzüne bakar. Ben kendi nüsha-i Kur’âniyemde bu tevafuku tedkik
ettim. Ekseriyetle gâyet güzel bir nisbet-i adediye ile bir tevafuk gördüm. Nüshama da
işaretler koydum. Çok defa müsavi olur. Bazan nısıf veyahud sülüs oluyor. Bir hikmet ve
intizamı ihsas eden bir vaziyeti vardır.
(Dördüncü Nüktesi:) Sahife-i vâhiddeki tevafukattır. Kardeşlerimle üç-dört ayrı ayrı
nüshaları mukabele ettik. Umumunda tevafukat matlub olduğuna kanaatımız geldi. Yalnız,
matbaa müstensihleri başka maksadları takib ettiklerinden, bir derece tevafukatta
intizamsızlık düşmüş. Tanzim edilse, pek nadir istisna ile, mecmu'-ı Kur’ânda ikibin sekizyüz
altı 2806 Lafz-ı Celal'in adedinde tevafukat görünecektir. Ve bunda bir şu'le-i i'caz parlıyor.
Çünki fikr-i beşer, bu pek geniş sahifeyi ihata edemez ve karışamaz. Tesadüfün ise, bu
manidar ve hikmetdar vaziyete eli ulaşamaz.
Dördüncü Nükte'yi bir derece göstermek için, yeni bir Mushaf yazdırıyoruz ki; en
münteşir Mushafların aynı sahife, aynı satırlarını muhafaza etmekle beraber, san'atkârların
lâkaydlığı tesiriyle adem-i intizama maruz kalan yerleri tanzim edip, tevafukatın hakikî
intizamı inşâallah gösterilecektir.. ve gösterildi.

(Hâşiye):
Kur’ândaki âyâtın mecmu'-ı adedi altı bin altı yüz altmış altı olması ve şu geçen seksen
dokuzuncu sahifede mezkûr esma-i hüsnanın adedi, altı rakamıyla alâkadar bulunması; ehemmiyetli
bir sırra işaret ediyor. Şimdilik mühmel kaldı.

(Hâşiye):
Bu beşer taksimat üzere bir sır inkişaf etmişti. Hiçbirimizin haberi olmadan şuradaki altı sure
kaydolmuş. Şübhemiz kalmadı ki; gaibden, ihtiyarımızın haricinde altıncısı girmiş; tâ bu nısfiyet sırr-ı
mühimmi kaybolmasın.
259

[ Beşinci Risale olan Beşinci Kısım ]


ِ ِ ‫ن الَِر‬
‫حيم‬ ِٰ ِ ‫سم‬
ْ ‫الله ِه الَِر‬
ِ ٰ‫حم‬ ْ ِ ‫ض الٓخره اية ب‬ ْ
ِ ‫ت وَالَْر‬ َِ ‫ا َ ِٰلل ُهه نُوُر ال‬
ِ ‫سمٰوَا‬
âyet-i pür-envârının çok envâr-ı esrarından bir nurunu, Ramazan-ı Şerif'te bir halet-i
ruhaniyede hissettim, hayal-meyal gördüm. Şöyle ki: Üveys-i Karanî'nin: ‫رب ِى‬ َ ْ ‫اِلٰهِى اَن‬
َ ‫ت‬
َ ْ ‫ت الَِرَِزا ُ وَ اَن َها ال‬
‫مْرُزوُ الخ‬ َ ‫خلُوُ وَ اَن ْه‬ َ ْ ‫خال ِهقُ وَ اَن َها ال‬
ْ ‫م‬ َ ْ ‫ت ال‬
َ ‫وَ اَن َها الْعَبْد ُ وَ اَن ْه‬...
münacat-ı meşhuresi nev'inden, bütün mevcudat-ı zevilhayat, Cenab-ı Hakk'a karşı aynı
münacatı ettiklerini ve onsekiz bin âlemin herbirinin ışığı, birer ism-i İlahî olduğunu bana
kanaat verecek bir vakıa-ı kalbiye-i hayaliyeyi gördüm. Şöyle ki:
Birbirine sarılı çok yapraklı bir gül goncası gibi, şu âlem binler perde perde içinde
sarılı, birbiri altında saklı âlemleri bu âlem içinde gördüm. Herbir perde açıldıkça, diğer bir
âlemi görüyordum. O âlem ise, âyet-i Nur'un arkasındaki ‫ى‬ ِ ُ ‫حرٍ ل‬
ٍِ ‫ج‬ ْ َ ‫ت فِهى ب‬ َ ُ ‫اَوْ كَظُل‬
‫ما ٍه‬
ٍ ْ ‫ضه َا فَوَْ بَع‬
‫ض‬ ُ ْ‫ت بَع‬ ٌ ‫ما‬َ ُ ‫ب ظُل‬ ٌ ‫حا‬َ ‫س‬َ ِ‫ن فَوْق ِه‬ ْ ‫م‬ِ ‫ج‬ َ ِ‫ن فَوْق ِه‬
ٌ ْ ‫مو‬ ْ ‫م‬ ِ ‫ج‬ ٌ ْ ‫مو‬ َ ‫ه‬
ُ ‫شي‬ َ ْ‫يَغ‬
‫ور‬
ٍ ُ ‫م نْه ن‬ِ ‫ه‬ُ ‫ما ل َه‬
َ ‫ه نُوًرا فَه‬ُ ‫ه ل َه‬ ِٰ ‫ل‬
‫الل ُه‬ ِ َ‫جع‬ ْ ‫م نْه ل َه‬
ْ َ‫م ي‬ ْ ‫خَر َجه يَد َهه ُ ل َه‬
َ َ‫م يَكَد ْ يََريهَها و‬ ْ َ ‫اِذ َا ا‬
âyeti tasvir ettiği gibi; bir zulümat, bir vahşet, bir dehşet karanlığı içinde bana görünüyordu.
Birden bir ism-i İlahînin cilvesi, bir nur-ı azîm gibi görünüp ışıklandırıyordu. Hangi perde
akla karşı açılmışsa, hayale karşı başka bir âlem fakat gafletle karanlıklı bir âlem
görünüyorken, güneş gibi bir ism-i İlahî tecelli eder, baştan başa o âlemi tenvir eder ve
hâkeza... Bu seyr-i kalbî ve seyahat-ı hayaliye çok devam etti.
Ezcümle: Hayvanat âlemini gördüğüm vakit, hadsiz ihtiyacat ve şiddetli açlıklarıyla
beraber za'f ve aczleri, o âlemi bana çok karanlıklı ve hazîn gösterdi. Birden Rahman ismi,
Rezzak burcunda yani manasında bir şems-i tâban gibi tulû' etti; o âlemi baştan başa rahmet
ziyasıyla yaldızladı. Sonra o âlem-i hayvanat içinde, etfal ve yavruların za'f ve acz ve ihtiyaç
içinde çırpındıkları, hazîn ve herkesi rikkate getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi
gördüm. Birden Rahîm ismi şefkat burcunda tulû' etti, o kadar güzel ve şirin bir surette o
âlemi ışıklandırdı ki; şekva ve rikkat ve hüzünden gelen yaş damlalarını, ferah ve sürura ve
şükrün lezzetinden gelen damlalara çevirdi. Sonra sinema perdesi gibi bir perde daha açıldı,
âlem-i insanî bana göründü. O âlemi o kadar karanlıklı, o kadar zulümatlı, dehşetli gördüm ki;
dehşetimden
260

feryad ettim, Eyvah dedim. Çünki gördüm ki: İnsanlardaki ebede uzanıp giden arzuları,
emelleri ve kâinatı ihata eden tasavvurat ve efkârları ve ebedî beka ve saadet-i ebediyeyi ve
Cennet'i gâyet ciddî isteyen himmetleri ve istid’adları ve hadsiz makasıda ve metalibe
müteveccih fakr u ihtiyacatları ve za'f u acziyle beraber, hücuma maruz kaldıkları hadsiz
musibet ve a'dâlarıyla beraber; gâyet kısa bir ömür, gâyet dağdağalı bir hayat, gâyet perişan
bir maişet içinde, kalbe en elîm ve en müdhiş halet olan mütemadî zeval ve firak belası içinde,
ehl-i gaflet için zulümat-ı ebedî kapısı suretinde görülen kabre ve mezaristana bakıyorlar,
birer birer ve taife taife o zulümat kuyusuna atılıyorlar.
İşte bu âlemi bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalb ve ruh ve aklımla beraber bütün
letaif-i insaniyem, belki bütün zerrat-ı vücudum feryad ile ağlamaya hazır iken; birden Cenab-
ı Hakk'ın Âdil ismi Hakîm burcunda, Rahman ismi Kerim burcunda, Rahîm ismi Gafur
burcunda yani manasında, Bâis ismi Vâris burcunda, Muhyî ismi Muhsin burcunda, Rab ismi
Mâlik burcunda tulû' ettiler. O âlem-i insanî içindeki çok âlemleri tenvir ettiler, ışıklandırdılar
ve nuranî âhiret âleminden pencereler açıp, o karanlıklı insan dünyasına nurlar serptiler.
Sonra muazzam bir perde daha açıldı, âlem-i Arz göründü. Felsefenin karanlıklı
kavanin-i ilmiyeleri, hayale dehşetli bir âlem gösterdi. Yetmiş defa top güllesinden daha
sür'atli bir hareketle, yirmibeşbin sene mesafeyi bir senede devreden ve her vakit dağılmağa
ve parçalanmağa müstaid ve içi zelzeleli, ihtiyar ve çok yaşlı Küre-i Arz içinde, âlemin hadsiz
fezasında seyahat eden bîçare nev'-i insan vaziyeti, bana vahşetli bir karanlık içinde göründü.
Başım döndü, gözüm karardı. Birden Hâlık-ı Arz ve Semavat'ın (Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve
Rabb-üs Semavati Vel-Arz ve Müsahhir-üş Şemsi Vel-Kamer) isimleri; rahmet, azamet,
rububiyet burcunda tulû' ettiler. O âlemi öyle nurlandırdılar ki; o halette bana Küre-i Arz
gâyet muntazam, müsahhar, mükemmel, hoş, emniyetli bir seyahat gemisi tenezzüh ve keyf
ve ticaret için müheyya edilmiş bir şekilde gördüm.
(Elhâsıl:) Binbir ism-i İlahînin, kâinata müteveccih olan o esmadan herbiri bir âlemi
ve o âlem içindeki âlemleri tenvir eden bir güneş hükmünde ve sırr-ı ehadiyet cihetiyle, herbir
ismin cilvesi içinde sair isimlerin cilveleri dahi bir derece
261

görünüyordu. Sonra kalb, her zulümat arkasında ayrı ayrı bir nuru gördüğü için, seyahata
iştihası açılıyordu. Hayale binip, semaya çıkmak istedi. O vakit, gâyet geniş bir perde daha
açıldı. Kalb, semavat âlemine girdi gördü ki: O nuranî tebessüm eden suretinde görülen
yıldızlar, Küre-i Arz'dan daha büyük ve ondan daha sür'atli bir surette birbiri içinde
geziyorlar, dönüyorlar. Bir dakika birisi yolunu şaşırtsa, başkasıyla müsademe edecek, öyle
bir patlak verecek ki, kâinatın ödü patlayıp âlemi dağıtacak. Nur değil, ateş saçarlar;
tebessüm değil, vahşetle bana baktılar. Hadsiz büyük, geniş hâlî, boş, dehşet, hiddet zulümatı
içinde semavatı gördüm. Geldiğime bin pişman oldum. Birden (َ‫ت و‬ ِ ‫سمٰوَا‬‫ب ال َِه‬‫َر ُِه‬
َِ ‫خر ال‬
‫ح‬ِ ‫ملَئِكَةِ وَ الُِرو‬ َ ْ ‫ب ال‬
ُِ ‫ )اْلَْر ض َر‬un esma-i hüsnası, (‫مَر‬
ِ َ َ‫س وَ الْق‬
َ ‫م‬
ْ ‫ش‬ َ َِ ‫س‬
َ َ‫و‬
‫ح‬
َ ‫صابِي‬‫م َه‬َ ِ ‫ماءَ الدُِنْي َها ب‬ ‫ )وَلَقَد ْ َزيَِن َِها ال َِه‬burcunda cilveleriyle zuhur ettiler. O mana
َ ‫س‬
cihetiyle, karanlık üstüne çökmüş olan yıldızlar, o envâr-ı azîmeden birer lem'a alıp, yıldızlar
adedince elektrik lâmbaları yakılmış gibi, o âlem-i semavat nurlandı. O boş ve hâlî tevehhüm
edilen semavat dahi melaikelerle, ruhanîlerle doldu, şenlendi. Sultan-ı Ezel ve Ebed'in hadsiz
ordularından bir ordu hükmünde hareket eden güneşler ve yıldızlar, bir manevra-i ulvî
yapıyorlar tarzında, o Sultan-ı Zülcelal'in haşmetini ve şaşaa-i rububiyetini gösteriyorlar gibi
gördüm. Bütün kuvvetimle ve mümkün olsaydı bütün zerratımla ve beni dinleselerdi bütün
mahlukatın lisanlarıyla diyecektim, hem umum onların namına dedim:
‫ح‬ُ ‫صبَا‬
ْ ‫م‬ِ ْ ‫ح اَل‬
ٌ ‫صبَا‬
ْ ‫م‬ِ ‫شكَاةٍ فِيهَا‬ ْ ‫م‬ ِ َ ‫ل نُورِهِ ك‬ُ َ ‫مث‬َ ‫ض‬ ْ
ِ ‫ت وَالَْر‬ ِ ‫سمٰوَا‬ َِ ‫ا َ ِٰلل ُهه نُوُر ال‬
َ‫مبَاَركَةٍ َزيْتُونَةٍ ل‬ُ ٍ‫جَرة‬َ ‫ش‬َ ‫ن‬ ْ ‫م‬ ِ ُ ‫ب دُِرِى يُوقَد‬ ٌ َ ‫ة كَاَن َِ َها كَوْك‬
ُ ‫ج‬
َ ‫جا‬َ ‫جةٍ اَلُِز‬َ ‫جا‬
َ ‫فِى ُز‬
ٍ‫ه نَاٌر نُوٌر ع َلَى نُور‬ ُ ‫س‬ْ ‫س‬ َ ‫م‬ ْ َ‫م ت‬ْ َ ‫ئ وَلَوْ ل‬
ُ ‫ضي‬ ِ ُ ‫شْرقِيَِةٍ وَل َ غَْربِيَِةٍ يَكَاد ُ َزيْتُهَا ي‬ َ
َ َ‫ن ي‬
ُ‫شاء‬ ْ ‫م‬ ِٰ ‫يَهْدِى‬
َ ِ‫الل ُهه لِنُورِه‬
âyetini okudum; döndüm, indim, ayıldım; (‫للهه على نوراليمان والقران‬ ِٰ ‫) الحمد‬
dedim.

(Hâşiye):

‫ن‬
ِ ‫مَرا‬َ ‫مادَاَر ال ْ َق‬ َ ِ ‫سَراَر الْقُْرا‬
‫ن‬ ْ َ ‫منَا ا‬
ْ ِ‫ن فَه‬ِ ‫حقِ الْقُْرا‬ َ ِ‫ن ب‬ِ ‫ل الْقُْرا‬
َ ِ‫منْز‬ ُ ‫يَا‬ َِ ‫ا َ ِٰلله ُه‬
‫م‬
‫ن‬
َ ‫معِي‬َ ‫ج‬ْ َ ‫حبِهِ ا‬
ْ ‫ص‬
َ َ‫ن وَ ع َلَى الِهِ و‬ َ ‫ت ع َلَيْهِ الْقُْرا‬
َ ْ ‫ن اَنَْزل‬
ْ ‫م‬ َ ‫م ع َلَى‬ ْ ِِ ‫سل‬
َ َ‫و‬ ‫ل‬ ِِ ‫ص‬َ َ‫و‬
‫ن‬
َ ‫مي‬ِ ‫ا‬

(Hâşiye):
Bu iki satırdaki dua 258. sahifenin ahirine yazılacakdı.Orada yer kalmadığı için buraya yazıldı.
262

[ Altıncı Risale olan Altıncı Kısım ]


Kur’ân-ı Hakîm'in tilmizlerini ve hâdimlerini ikaz etmek ve aldanmamak için yazılmıştır.
َ
‫م النَِاُر‬
ُ ُ ‫سك‬
َِ ‫م‬ ُ َ ‫ن ظَل‬
َ َ ‫موا فَت‬ َ ‫حيم ِ وَل َ تَْركَنُوا اِلَى ال ِذِي‬
ِ ‫ن الَِر‬ ِٰ ِ ‫سم‬
ْ ‫الله ِه الَِر‬
ِ ٰ‫حم‬ ْ ِ‫ب‬
Şu Altıncı Kısım, ins ü cinn şeytanlarının (altı desise)lerini inşâallah akîm bırakır ve
(hücum yollarının altısını) seddeder.
(Birinci Desise:) Şeytan-ı ins, şeytan-ı cinnîden aldığı derse binaen; hizb-ül Kur’ânın
fedakâr hâdimlerini hubb-ı câh vasıtasıyla aldatmak ve o kudsî hizmetten ve o manevî ulvî
cihaddan vazgeçirmek istiyorlar. Şöyle ki:
İnsanda, ekseriyet itibariyle hubb-ı câh denilen hırs-ı şöhret ve hodfüruşluk ve şan ü
şeref denilen riyakârane halklara görünmek ve nazar-ı âmmede mevki sahibi olmağa, ehl-i
dünyanın her ferdinde cüz'î-küllî arzu vardır. Hattâ o arzu için, hayatını feda eder derecesinde
şöhretperestlik hissi onu sevkeder. Ehl-i âhiret için bu his gâyet tehlikelidir, ehl-i dünya için
de gâyet dağdağalıdır; çok ahlâk-ı seyyienin de menşeidir ve insanların da en zaîf damarıdır.
Yani: Bir insanı yakalamak ve kendine çekmek; onun o hissini okşamakla kendine bağlar,
hem onun ile onu mağlub eder. Kardeşlerim hakkında en ziyade korktuğum, bunların bu zaîf
damarından ehl-i ilhadın istifade etmek ihtimalidir. Bu hal beni çok düşündürüyor. Hakikî
olmayan bazı bîçare dostlarımı o suretle çektiler, manen onları tehlikeye attılar.(Hâşiye)
Ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’ânda arkadaşlarım! Bu hubb-ı câh cihetinden gelen
dessas ehl-i dünyanın hafiyelerine veya ehl-i dalaletin propagandacılarına veya şeytanın
şakirdlerine deyiniz ki: Evvelâ rıza-yı İlahî ve iltifat-ı Rahmanî ve kabul-i Rabbanî

(Hâşiye):
O bîçareler, Kalbimiz Üstad ile beraberdir fikriyle kendilerini tehlikesiz zannederler.
Halbuki ehl-i ilhadın cereyanına kuvvet veren ve propagandalarına kapılan, belki bilmeyerek
hafiyelikte istimal edilmek tehlikesi bulunan bir âdemin, Kalbim safidir. Üstadımın mesleğine sadıktır.
demesi, bu misale benzer ki: Birisi namaz kılarken karnındaki yeli tutamıyor, çıkıyor; hades vuku
buluyor. Ona Namazın bozuldu denildiği vakit, o diyor: Neden namazım bozulsun, kalbim safidir.
263

öyle bir makamdır ki; insanların teveccühü ve istihsanı, ona nisbeten bir zerre hükmündedir.
Eğer teveccüh-i rahmet varsa, yeter. İnsanların teveccühü; o teveccüh-i rahmetin in'ikası ve
gölgesi olmak cihetiyle makbuldür, yoksa arzu edilecek bir şey değildir.. çünki kabir
kapısında söner, beş para etmez Hubb-ı câh hissi eğer susturulmazsa ve izale edilmezse,
yüzünü başka cihete çevirmek lâzımdır. Şöyle ki:
Sevab-ı uhrevî için, dualarını kazanmak niyetiyle ve hizmetin hüsn-i tesiri noktasında
gelecek temsildeki sırra binaen, belki o hissin meşru bir ciheti bulunur. Meselâ: Ayasofya
Câmii, ehl-i fazl u kemalden mübarek ve muhterem zâtlarla dolu olduğu bir zamanda, tek-tük,
sofada ve kapıda haylaz çocuklar ve serseri ahlâksızlar bulunup câmiin pencerelerinin üstünde
ve yakınında ecnebilerin eğlenceperest seyircileri bulunsa, bir âdem o câmi içine girip ve o
cemaat içine dâhil olsa; eğer güzel bir sadâ ile şirin bir tarzda Kur’ândan bir aşır okusa, o
vakit binler ehl-i hakikatın nazarları ona döner, hüsn-i teveccühle, manevî bir dua ile, o âdeme
bir sevab kazandırırlar. Yalnız, haylaz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek-tük ecnebilerin
hoşuna gitmeyecek. Eğer o mübarek câmiye ve o muazzam cemaat içine o âdem girdiği vakit,
süfli ve edebsizce fuhşa aid şarkıları bağırıp çağırsa, raksedip zıplasa; o vakit o haylaz
çocukları güldürecek, o serseri ahlâksızları fuhşiyata teşvik ettiği için hoşlarına gidecek ve
İslâmiyetin kusurunu görmekle mütelezziz olan ecnebilerin istihzakârane tebessümlerini
celbedecek. Fakat umum o muazzam ve mübarek cemaatın bütün efradından, bir nazar-ı
nefret ve tahkir celbedecektir. Esfel-i safilîne sukut derecesinde nazarlarında alçak
görünecektir.
İşte aynen bu misal gibi; âlem-i İslâm ve Asya, muazzam bir câmidir. Ve içinde ehl-i
iman ve ehl-i hakikat, o câmideki muhterem cemaattir. O haylaz çocuklar ise, çocuk akıllı
dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar; firenkmeşreb, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebi
seyircileri ise, ecnebilerin naşir-i efkârı olan gazetecilerdir. Herbir müslüman, hususan ehl-i
fazl u kemal ise; bu câmide derecesine göre bir mevkii olur, görünür, nazar-ı dikkat ona
çevrilir. Eğer İslâmiyetin bir sırr-ı esası olan ihlas ve rıza-yı İlahî cihetinde, Kur’ân-ı Hakîm'in
ders verdiği ahkâm ve hakaik-i kudsiyeye dair harekât ve a'mal ondan sudûr etse, lisan-ı hali
manen âyât-ı Kur’âniyeyi okusa; o vakit manen âlem-i İslâmın herbir ferdinin vird-i zebanı
olan (‫ت‬ ‫منَا ِه‬ ُ ْ ‫ن وَال‬
ِ ‫مو‬ ‫منِي َه‬ ُ ْ ‫م اغْفِْر لِل‬
ِ ْ ‫مؤ‬ َِ ‫ ) ا َ ِٰللههُه‬duasında dâhil olup hissedar olur ve
umumu ile uhuvvetkârane
264

alâkadar olur. Yalnız hayvanat-ı muzırra nev'inden bazı ehl-i dalaletin ve sakallı çocuklar
hükmündeki bazı ahmakların nazarlarında kıymeti görünmez. Eğer o âdem, medar-ı şeref
tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad
telakki ettiği selef-i sâlihînin cadde-i nuranîlerini terkedip heveskârane, hevaperestane,
riyakârane, şöhretperverane, bid'akârane işlerde ve harekâtta bulunsa; manen bütün ehl-i
hakikat ve ehl-i imanın nazarında en alçak mevkie düşer. [‫ه‬ ُ َِ ‫ن فَاِن‬
ِ ‫م‬ ُ ْ ‫ة ال‬
ِ ‫مو‬ َ ‫اِتَِقُوا فَِرا‬
َ ‫س‬
ِٰ ِ‫يَنْظُُر بِنُور‬
‫الله ِه‬ sırrına göre; ehl-i iman ne kadar âmi ve cahil de olsa, aklı derketmediği
]
halde, kalbi öyle hodfüruş âdemleri görse; soğuk görür, manen nefret eder.
İşte ey hubb-ı câha meftun ve şöhretperestliğe mübtela âdem..İkinci âdem, hadsiz bir
cemaatin nazarında esfel-i safilîne düşer. Ehemmiyetsiz ve müstehzi ve hezeyancı bazı
َ ِ َ ‫اَْل‬
serserilerin nazarında, muvakkat ve menhus bir mevki kazanır. ( ‫م‬ ْ ُ ‫ضه‬
ُ ْ‫مئِذ ٍ بَع‬ ْ َ ‫خل ِءُ ي‬
َ ‫و‬
َ
َ ‫متَِقِي‬
‫ن‬ ُ ْ ‫ض عَدُو اِل ِ ال‬
ٍ ْ‫ )لِبَع‬sırrına göre; dünyada zarar, berzahta azab, âhirette düşman bazı
yalancı dostları bulur. Birinci suretteki âdem, faraza hubb-ı câhı kalbinden çıkarmazsa, fakat
ihlas ve rıza-yı İlahîyi esas tutmak ve hubb-ı câhı hedef ittihaz etmemek şartıyla; bir nevi
meşru makam-ı manevî, hem muhteşem bir makam kazanır ki, o hubb-ı câh damarını
kemaliyle tatmin eder. Bu âdem az, hem pek az ve ehemmiyetsiz bir şey kaybeder; ona
mukabil, çok hem pek çok kıymetdar, zararsız şeyleri bulur. Belki birkaç yılanı kendinden
kaçırır; ona bedel, çok mübarek mahlukları arkadaş bulur, onlarla ünsiyet eder. Veya ısırıcı
yabani eşek arılarını kaçırıp, mübarek rahmet şerbetçileri olan arıları kendine celbeder.
Onların ellerinden bal yer gibi, öyle dostlar bulur ki; daima dualarıyla âb-ı kevser gibi
feyizler, âlem-i İslâmın etrafından onun ruhuna içirilir ve defter-i a'maline geçirilir. Bir
zaman, dünyanın bir büyük makamını işgal eden küçük bir insan, şöhretperestlik yolunda
büyük bir kabahat işlemekle, âlem-i İslâmın nazarında maskara olduğu vakit, geçen temsilin
mealini ona ders verdim; başına vurdum. İyi sarstı, fakat kendimi hubb-ı câhtan
kurtaramadığım için, o ikazım dahi onu uyandırmadı.
[İkinci Desise:] İnsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i havftır. Dessas zâlimler, bu
korku damarından çok istifade etmektedirler. Onunla, korkakları gemlendiriyorlar. Ehl-i
dünyanın hafiyeleri ve ehl-i dalaletin
265

propagandacıları, avamın ve bilhassa ülemanın bu damarından çok istifade ediyorlar.


Korkutuyorlar, evhamlarını tahrik ediyorlar. Meselâ: Nasılki damda bir âdemi tehlikeye atmak
için, bir dessas âdem, o evhamlının nazarında zararlı görünen bir şey'i gösterip, vehmini tahrik
edip, kova kova tâ damın kenarına gelir, baş aşağı düşürür, boynu kırılır. Aynen onun gibi; çok
ehemmiyetsiz evham ile, çok ehemmiyetli şeyleri feda ettiriyorlar. Hattâ bir sinek beni
ısırmasın diyerek, yılanın ağzına girer.
Bir zaman -Allah rahmet etsin- mühim bir zât kayığa binmekten korkuyordu. Onun ile
beraber bir akşam vakti, İstanbul'dan köprüye geldik. Kayığa binmek lâzım geldi. Araba yok.
Sultan Eyyüb'e gitmeğe mecburuz. Israr ettim. Dedi: Korkuyorum, belki batacağız Ona
dedim: Bu Haliç'te tahminen kaç kayık var? Dedi: Belki bin var. Dedim: Senede kaç kayık
garkolur. Dedi: Bir-iki tane, bazı sene de hiç batmaz. Dedim: Sene kaç gündür? Dedi:
Üçyüzaltmış gündür. Dedim: Senin vehmine ilişen ve korkuna dokunan batmak ihtimali,
üçyüz altmış bin ihtimalden bir tek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan; insan değil,
hayvan da olamaz Hem ona dedim: Acaba kaç sene yaşamayı tahmin ediyorsun? Dedi: Ben
ihtiyarım, belki on sene daha yaşamam ihtimali vardır. Dedim: Ecel gizli olduğundan,
herbir günde ölmek ihtimali var; öyle ise üçbin altıyüz günde hergün vefatın muhtemel. İşte
kayık gibi üçyüzbinden bir ihtimal değil, belki üçbinden bir ihtimal ile bugün ölümün
muhtemeldir, titre ve ağla, vasiyet et dedim. Aklı başına geldi, titreyerek kayığa bindirdim.
Kayık içinde ona dedim: Cenab-ı Hak havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrib
için değil.. Ve hayatı ağır ve müşkil ve elîm ve azab yapmak için vermemiştir. Havf iki, üç,
dört ihtimalden bir olsa.. hattâ beş-altı ihtimalden bir olsa, ihtiyatkârane bir havf meşru
olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimal ile havf etmek evhamdır, hayatı azaba
çevirir.
İşte ey kardeşlerim Eğer ehl-i ilhadın dalkavukları, sizi korkutmak ile kudsî cihad-ı
manevînizden vazgeçirmek için size hücum etseler; onlara deyiniz: Biz hizb-ül Kur’ânız. (‫اِن َِا‬
‫ن‬َ ‫حافِظُو‬ َ َ‫ه ل‬ ُ َ ‫ن نََِزلْنَا الذِِكَْر وَ اِنَِا ل‬ ِٰ ‫سبُنَا‬
ْ َ ‫ )ن‬sırrıyla, Kur’ânın kal'asındayız. (‫الل ُهه‬
ُ ‫ح‬ ْ ‫ح‬
َ
ُ ‫م الْوَكِي‬
‫ل‬ َ ْ ‫ )وَنِع‬etrafımızda çevrilmiş muhkem bir surdur. Binler ihtimalden bir ihtimal ile,
şu kısa hayat-ı fâniyeye küçük bir zarar gelmesi korkusundan, hayat-ı ebediyemize yüzde yüz
binler zarar verecek bir yola, bizi
266

ihtiyarımızla sevkedemezsiniz
Ve deyiniz: Acaba hizmet-i Kur’âniyede arkadaşımız ve o hizmet-i kudsiyenin
tedbirinde üstadımız ve ustabaşımız olan Said Nursî'nin yüzünden, bizim gibi hak yolunda
ona dost olan ehl-i haktan kim zarar görmüş Ve onun has talebelerinden kim bela görmüş ki,
biz de göreceğiz ve o görmek ihtimali ile telaş edeceğiz Bu kardeşimizin binler uhrevî
dostları ve kardeşleri var. Yirmi otuz senedir dünya hayat-ı içtimaiyesine tesirli bir surette
karıştığı halde, onun yüzünden bir kardeşinin zarar gördüğünü işitmedik. Hususan o zaman
elinde siyaset topuzu vardı. Şimdi o topuz yerine nur-ı hakikat var. Eskiden 31 Mart
hâdisesinde çendan onu da karıştırdılar, bazı dostlarını da ezdiler. Fakat sonra tebeyyün etti ki,
mes'ele başkaları tarafından çıkmış. Onun dostları, onun yüzünden değil, onun düşmanları
yüzünden bela gördüler. Hem o zaman çok dostlarını da kurtardı. Buna binaen; bin değil,
binler ihtimalden bir tek ihtimal-i tehlike korkusuyla, bir hazine-i ebediyeyi elimizden
kaçırmak, sizin gibi şeytanların hatırına gelmemeli deyip ehl-i dalaletin dalkavuklarının
ağzına vurup tardetmelisiniz. Hem o dalkavuklara deyiniz ki: Yüzbinler ihtimalden bir
ihtimal değil, yüzden yüz ihtimal ile bir helâket gelse; zerre kadar aklımız varsa, korkup, onu
bırakıp kaçmayacağız. Çünki mükerrer tecrübelerle görülmüş ve görülüyor ki: Büyük
kardeşine veyahut üstadına tehlike zamanında ihanet edenlerin, gelen bela en evvel onların
başında patlar. Hem merhametsizcesine onlara ceza verilmiş ve alçak nazarıyla bakılmış. Hem
cesedi ölmüş, hem ruhu zillet içinde manen ölmüş. Onlara ceza verenler, kalblerinde bir
merhamet hissetmezler. Çünki derler: Bunlar madem kendilerine sadık ve müşfik üstadlarına
hain çıktılar; elbette çok alçaktırlar, merhamete değil tahkire lâyıktırlar.
Madem hakikat budur. Hem madem bir zâlim ve vicdansız bir âdem, birisini yere atıp
ayağıyla onun başını kat'î ezecek bir surette davransa, o yerdeki âdem eğer o vahşi zâlimin
ayağını öpse; o zillet vasıtasıyla kalbi başından evvel ezilir, ruhu cesedinden evvel ölür. Hem
başı gider, hem izzet ve haysiyeti mahvolur. Hem o canavar vicdanlı zâlime karşı za'f
göstermekle, kendisini ezdirmeye teşci' eder. Eğer ayağı altındaki mazlum âdem, o zâlimin
yüzüne tükürse; kalbini ve ruhunu kurtarır, cesedi bir şehid-i mazlum olur. Evet tükürün
zâlimlerin hayâsız yüzlerine..
267

Bir zaman İngiliz Devleti, İstanbul Boğazı'nın toplarını tahrib ve İstanbul'u istilâ ettiği
hengâmda; o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesi'nin başpapazı
tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman Dâr-ül Hikmet-il
İslâmiye'nin âzası idim. Bana dediler: Bir cevab ver. Onlar altı suallerine, altı yüz kelime ile
cevab istiyorlar. Ben dedim: Altıyüz kelime ile değil, altı kelime ile de değil, hattâ bir kelime
ile dahi değil; belki bir tükürük ile cevab veriyorum Çünki o devlet, işte görüyorsunuz;
ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı,
yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne.. demiştim.
Şimdi diyorum: Ey kardeşlerim İngiliz gibi cebbar bir hükûmetin istilâ ettiği bir zamanda, bu
tarzda matbaa lisanıyla onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken, hıfz-ı Kur’ânî bana
kâfi geldiği halde; size de, yüzde bir ihtimal ile, ehemmiyetsiz zâlimlerin elinden gelen
zararlara karşı, elbette yüz derece daha kâfidir.
Hem ey kardeşlerim Çoğunuz askerlik etmişsiniz. Etmeyenler de elbette işitmişler.
İşitmeyenler de benden işitsinler ki: En ziyade yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır. En az
َ
yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir. (‫ه‬ ُ ‫ه فَاِن َِه‬
ُ ‫من ْه‬ ‫ت ال ِذِى تَفُِِرو َه‬
ِ ‫ن‬ َ ْ ‫ن ال‬
َ ‫موْه‬ َِ ‫ل ا ِه‬
ْ ُ‫ق‬
ْ ُ ‫ملَقِيك‬
‫م‬ ُ ) mana-yı işarîsiyle gösteriyor ki: "Firar edenler, kaçmalarıyla ölümü daha ziyade
karşılıyor-lar!
(Üçüncü Desise-i Şeytaniye:) Tama' yüzünden çoklarını avlıyorlar. Kur’ân-ı Hakîm'in
âyât u beyyinatından istifaza ettiğimiz kat'î bürhanlarla çok risalelerde isbat etmişiz ki: Meşru
rızk, iktidar ve ihtiyarın derecesine göre değil; belki acz ve iftikarın nisbetinde geliyor. Bu
hakikatı gösteren hadsiz işaretlere, emareler, deliller vardır. Ezcümle: Bir nevi zîhayat ve
rızka muhtaç olan eşcar yerinde durup, onların rızıkları onlara koşup geliyor. Hayvanat hırs ile
rızıklarının peşinde koştuklarından, ağaçlar gibi mükemmel beslenmiyorlar.
Hem hayvanat nev'inden balıkların en aptal, iktidarsız ve kum içinde bulunduğu halde
mükemmel beslenmesi ve umumiyetle semiz olarak görünmesi; maymun ve tilki gibi zeki ve
muktedir hayvanat, sû'-i maişetinden alîz ve zaîf olması, gösteriyor ki: Vasıta-i rızk; iktidar
değil, iftikardır. Hem insanî olsun hayvanî olsun bütün yavruların hüsn-i maişeti ve süt gibi
hazine-i rahmetin
268

en latif bir hediyesi, umulmadık bir tarzda onlara za'f u aczlerine şefkaten ihsan edilmesi ve
vahşi canavarların dîk-ı maişetleri dahi gösteriyor ki: Vesile-i rızk-ı helâl; acz ve iftikardır,
zekâ ve iktidar değildir. Hem dünyada, milletler içinde şiddet-i hırs ile meşhur olan Yahudi
Milletinden daha ziyade rızk peşinde koşan olmuyor. Halbuki zillet ve sefalet içinde en ziyade
sû'-i maişete onlar maruz oluyorlar. Onların zenginleri dahi süflî yaşıyorlar. Zâten riba gibi
gayr-ı meşru yollarla kazandıkları mal, rızk-ı helâl değil ki mes'elemizi cerhetsin. Hem çok
ediblerin ve çok ülemanın fakr-ı hali ve çok abdalların servet ve gınası dahi gösteriyor ki:
Celb-i rızkın medarı, zekâ ve iktidar değildir; belki acz ve iftikardır, tevekkülvari bir teslimdir
ve lisan-ı kal ve lisan-ı hal ve lisan-ı fiil ile bir duadır.
İşte bu hakikatı ilân eden (‫متِي نُه‬ َ ْ ‫ُوةِ ال‬
َِ ‫ه هُوَ الَِرَِزاق ُه ذ ُو الْق‬ ِٰ ‫ن‬
‫الل َه‬ َِ ‫ ) ا ِه‬âyeti, bu
davamıza o kadar kavî ve metin bir bürhandır ki; bütün nebatat ve hayvanat ve etfal lisanıyla
okunuyor. Ve rızk isteyen her taife, şu âyeti lisan-ı hal ile okuyor. Madem rızk mukadderdir ve
ihsan ediliyor ve veren de Cenab-ı Hak'tır; o hem Rahîm, hem Kerim'dir. Onun rahmetini
ittiham etmek derecesinde ve keremini istihfaf eder bir surette gayr-ı meşru bir tarzda yüz
suyu dökmekle; vicdanını belki bazı mukaddesatını rüşvet verip, menhus ve bereketsiz bir
mal-i haramı kabul eden düşünsün ki, ne kadar muzaaf bir divaneliktir. Evet ehl-i dünya,
hususan ehl-i dalalet; parasını ucuz vermez, pek pahalı satar. Bir senelik hayat-ı dünyeviyeye
bir derece yardım edecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi tahrib etmeye bazan
vesile olur. O pis hırs ile gazab-ı İlahîyi kendine celbeder ve ehl-i dalaletin rızasını celbe
çalışır.
Ey kardeşlerim! Eğer ehl-i dünyanın dalkavukları ve ehl-i dalaletin münafıkları, sizi
insaniyetin şu zaîf damarı olan tama' yüzünden yakalasalar; geçen hakikatı düşünüp, bu fakir
kardeşinizi nümune-i imtisal ediniz. Sizi bütün kuvvetimle temin ederim ki: Kanaat ve iktisad;
maaştan ziyade sizin hayatınızı idame ve rızkınızı temin eder. Bahusus size verilen o gayr-ı
meşru para, sizden ona mukabil bin kat fazla fiat isteyecek. Hem her saati size ebedî bir
hazineyi açabilir olan hizmet-i Kur’âniyeye sed çekebilir veya fütur verir. Bu öyle bir zarar ve
boşluktur ki; her ay binler maaş verilse, yerini dolduramaz.
269

(İhtar:) Ehl-i dalalet, Kur’ân-ı Hakîm'den alıp neşrettiğimiz hakaik-i imaniye ve


Kur’âniyeye karşı müdafaa ve mukabele elinden gelmediği için, münafıkane ve desisekârane
iğfal ve hile dâmını (tuzak) istimal ediyor. Dostlarımı hubb-ı câh, tama' ve havf ile aldatmak
ve beni bazı isnadat ile çürütmek istiyorlar. Biz, kudsî hizmetimizde daima müsbet hareket
ediyoruz. Fakat maatteessüf herbir emr-i hayırda bulunan manileri def'etmek vazifesi, bizi
bazan menfî harekete sevkediyor. İşte bunun içindir ki, ehl-i nifakın hilekârane
propagandasına karşı, kardeşlerimi sâbık üç nokta ile ikaz ediyorum. Onlara gelen hücumu
def'e çalışıyorum. Şimdi en mühim bir hücum benim şahsımadır. Diyorlar ki: Said Kürddür,
neden bu kadar ona hürmet ediyorsunuz, arkasına düşüyorsunuz? İşte bilmecburiye böyle
herifleri susturmak için, Dördüncü Desise-i Şeytaniyeyi, istemeyerek Eski Said lisanıyla
zikredeceğim.
(Dördüncü Desise-i Şeytaniye:) Şeytanın telkini ile ve ehl-i dalaletin ilkaatıyla, bana
karşı propaganda ile hücum eden ve mühim mevkileri işgal eden bazı mülhidler, kardeşlerimi
aldatmak ve asabiyet-i milliyelerini tahrik etmek için diyorlar ki: "Siz Türksünüz. Mâşâallah
Türklerde her nevi ülema ve ehl-i kemal vardır. Said bir Kürddür. Milliyetinizden olmayan
birisiyle teşrik-i mesaî etmek hamiyet-i milliyeye münafîdir?
(Elcevab) Ey bedbaht mülhid Ben Felillahilhamd müslümanım. Her zamanda, kudsî
milletimin üçyüz elli milyon efradı vardır. Böyle ebedî bir uhuvveti tesis eden ve dualarıyla
bana yardım eden ve içinde Kürdlerin ekseriyet-i mutlakası bulunan üçyüz elli milyon
kardeşi, unsuriyet ve menfî milliyet fikrine feda etmek ve o mübarek hadsiz kardeşlere bedel,
Kürd namını taşıyan ve Kürd unsurundan addedilen mahdud birkaç dinsiz veya mezhebsiz bir
mesleğe girenleri kazanmaktan yüzbin defa istiaze ediyorum!.. Ey mülhid! Senin gibi
ahmaklar lâzım ki, Macar kâfirleri veyahut dinsiz olmuş ve firenkleşmiş birkaç Türkleri
muvakkaten, dünyaca dahi faidesiz uhuvvetini kazanmak için; üçyüz elli milyon hakikî,
nuranî menfaatdar bir cemaatin bâki uhuvvetlerini terketsin. Yirmialtıncı Mektub'un Üçüncü
Mes'elesinde, delilleriyle menfî milliyetin mahiyetini ve zararlarını gösterdiğimizden ona
havale edip, yalnız o Üçüncü Mes'elenin âhirinde icmal edilen bir hakikatı burada bir derece
izah edeceğiz. Şöyle ki:
270

O Türkçülük perdesi altına giren ve hakikaten Türk düşmanı olan hamiyet-füruş


mülhidlere derim ki: Din-i İslâmiyet milletiyle ebedî ve hakikî bir uhuvvet ile, Türk denilen
bu vatan ehl-i imanıyla şiddetli ve pek hakikî alâkadarım. Ve bin seneye yakın, Kur’ânın
bayrağını cihanın cihat-ı sittesinin etrafında galibane gezdiren bu vatan evlâdlarına, İslâmiyet
hesabına müftehirane ve tarafdarane muhabbetdarım.
Sen ise ey hamiyet-füruş sahtekâr! Türk'ün mefahir-i hakikiye-i milliyesini
unutturacak bir surette mecazî ve unsurî ve muvakkat ve garazkârane bir uhuvvetin var.
Senden soruyorum: Türk Milleti, yalnız yirmi ile kırk yaşı ortasındaki gafil ve heveskâr
gençlerden ibaret midir? Hem onların menfaati ve onların hakkında hamiyet-i milliyenin
iktiza ettiği hizmet, yalnız onların gafletini ziyadeleştiren ve ahlâksızlıklara alıştıran ve
menhiyata teşci eden firenk-meşrebane terbiyede midir? Ve ihtiyarlıkta onları ağlattıracak
olan muvakkat bir güldürmek midir? Eğer hamiyet-i milliye bunlardan ibaret ise ve terakki ve
saadet-i hayatiye bu ise; evet sen böyle Türkçü isen ve böyle milliyetperver isen; ben o
Türkçülükten kaçıyorum, sen de benden kaçabilirsin! Eğer zerre miktar hamiyet ve şuurun ve
insafın varsa, şimdiki taksimata bak, cevab ver. Şöyle ki:
Türk Milleti denilen şu vatan evlâdı altı kısımdır. Birinci kısmı, ehl-i salahat ve
takvadır. İkinci kısmı, musibetzede ve hastalar taifesidir. Üçüncü kısmı, ihtiyarlar sınıfıdır.
Dördüncü kısmı, çocuklar taifesidir. Beşinci kısmı, fakirler ve zaîfler taifesidir. Altıncı kısmı,
gençlerdir. Acaba bütün evvelki beş taife Türk değiller mi? Hamiyet-i milliyeden hisseleri yok
mu? Acaba altıncı taifeye sarhoşcasına bir keyf vermek yolunda, o beş taifeyi incitmek,
keyfini kaçırmak, tesellilerini kırmak; hamiyet-i milliye midir, yoksa o millete düşmanlık
mıdır? (Elhükmü lil'ekser) sırrınca, eksere zarar dokunduran düşmandır; dost değildir!
Senden soruyorum: (Birinci kısım olan ehl-i iman ve ehl-i takva)nın en büyük
menfaati, firenk-meşrebane bir medeniyette midir? Yoksa hakaik-i imaniyenin nurlarıyla
saadet-i ebediyeyi düşünüp, müştak ve âşık oldukları tarîk-i hakta sülûk etmek ve hakikî
teselli bulmakta mıdır? Senin gibi dalalet-pişe hamiyet-füruşların tuttuğu meslek; müttaki
271

ehl-i imanın manevî nurlarını söndürüyor ve hakikî tesellilerini bozuyor ve ölümü i'dam-ı
ebedî ve kabri daimî bir firak-ı lâyezalî kapısı olduğunu gösteriyor.
(İkinci kısım olan musibetzede ve hastaların ve hayatından me'yus olanların
menfaati; firenk-meşrebane, dinsizcesine medeniyet terbiyesinde midir? Halbuki o bîçareler
bir nur isterler, bir teselli isterler. Musibetlerine karşı bir mükâfat isterler. Ve onlara
zulmedenlerden intikamlarını almak isterler. Ve yakınlaştıkları kabir kapısındaki dehşeti
def'etmek istiyorlar. Sizin gibilerin sahtekâr hamiyetiyle, pek çok şefkate ve okşamaya ve
tımar etmeye çok lâyık ve muhtaç o bîçare musibetzedelerin kalblerine iğne sokuyorsunuz,
başlarına tokmak vuruyorsunuz! Merhametsizcesine ümidlerini kırıyorsunuz, ye's-i mutlaka
düşürüyorsunuz! Hamiyet-i milliye bu mudur? Böyle mi millete menfaat dokunduruyorsunuz?
(Üçüncü taife olan ihtiyarlar,) bir sülüs teşkil ediyor. Bunlar kabre yakınlaşıyorlar,
ölüme yaklaşıyorlar, dünyadan uzaklaşıyorlar, âhirete yanaşıyorlar. Böylelerin menfaati ve
nuru ve tesellisi, Hülâgu ve Cengiz gibi zâlimlerin gaddarane sergüzeştlerini dinlemesinde
midir? Ve âhireti unutturacak, dünyaya bağlandıracak, neticesiz, manen sukut, zahiren terakki
denilen şimdiki nevi hareketinizde midir? Ve uhrevî nur, sinemada mıdır? Ve hakikî teselli,
tiyatroda mıdır? Bu bîçare ihtiyarlar hamiyetten hürmet isterlerken, manevî bıçakla o
bîçareleri kesmek hükmünde ve i'dam-ı ebedîye sevkediliyorsunuz fikrini vermek ve rahmet
kapısı tasavvur ettikleri kabir kapısını ejderha ağzına çevirmek, Sen oraya gideceksin diye
manevî kulağına üflemek; hamiyet-i milliye ise, böyle hamiyetten yüzbin defa el'iyazü
billah!..
(Dördüncü taife ki, çocuklar)dır. Bunlar, hamiyet-i milliyeden merhamet isterler,
şefkat beklerler. Bunlar da za'f u acz ve iktidarsızlık noktasında; merhametkâr, kudretli bir
Hâlıkı bilmekle ruhları inbisat edebilir, istid’adları mes'udane inkişaf edebilir. İleride,
dünyadaki müdhiş ehval ve ahvale karşı gelebilecek bir tevekkül-i imanî ve teslim-i İslâmî
telkinatıyla o masumlar hayata müştakane bakabilirler. Acaba alâkaları pek az olduğu
terakkiyat-ı medeniye dersleri ve onların kuvve-i maneviyesini kıracak ve ruhlarını
söndürecek, nursuz
272

sırf maddî felsefî düsturların taliminde midir? Eğer insan bir cesed-i hayvanîden ibaret olsaydı
ve kafasında akıl olmasaydı; belki bu masum çocukları muvakkaten eğlendirecek terbiye-i
medeniye tabir ettiğiniz ve terbiye-i milliye süsü verdiğiniz bu firengî usûl, onlara
çocukçasına bir oyuncak olarak, dünyevî bir menfaatı verebilirdi. Mademki o masumlar
hayatın dağdağalarına atılacaklar, mademki insandırlar; elbette küçük kalblerinde çok uzun
arzuları olacak ve küçük kafalarında büyük maksadlar tevellüd edecek. Madem hakikat
böyledir; onlara şefkatin muktezası, gâyet derecede fakr u aczinde, gâyet kuvvetli bir nokta-i
istinadı ve tükenmez bir nokta-i istimdadı; kalblerinde iman-ı billah ve iman-ı bil-âhiret
suretiyle yerleştirmek lâzımdır. Onlara şefkat ve merhamet bununla olur. Yoksa, divane bir
vâlidenin, veledini bıçakla kesmesi gibi, hamiyet-i milliye sarhoşluğuyla, o bîçare masumları
manen boğazlamaktır. Cesedini beslemek için, beynini ve kalbini çıkarıp ona yedirmek
nev'inden, vahşiyane bir gadirdir, bir zulümdür.
(Beşinci taife, fakirler ve zaîfler) taifesidir. Acaba, hayatın ağır tekâlifini fakirlik
vasıtasıyla elîm bir tarzda çeken fakirlerin ve hayatın müdhiş dağdağalarına karşı çok
müteessir olan zaîflerin, hamiyet-i milliyeden hisseleri yok mudur? Bu bîçarelerin ye'sini ve
elemini artıran ve sefih bir kısım zenginlerin mel'abe-i hevesatı ve zâlim bir kısım kavîlerin
vesile-i şöhret ve şekaveti olan firenk-meşrebane ve perde-birunane ve firavunane
medeniyetperverlik namı altında yaptığınız harekâtta mıdır? Bu bîçare fukaraların fakirlik
yarasına merhem ise; unsuriyet fikrinden değil, belki İslâmiyetin eczahane-i kudsiyesinden
çıkabilir. Zaîflerin kuvveti ve mukavemeti, karanlık ve tesadüfe bağlı, şuursuz, tabiî
felsefeden alınmaz; belki hamiyet-i İslâmiye ve kudsî İslâmiyet milliyetinden alınır!..
(Altıncı taife gençler)dir. Bu gençlerin gençlikleri eğer daimî olsaydı; menfî
milliyetle onlara içirdiğiniz şarabın muvakkat bir menfaatı, bir faidesi olurdu. Fakat o
gençliğin lezzetli sarhoşluğu; ihtiyarlıkla elemle ayılması ve o tatlı uykunun ihtiyarlık
sabahında esefle uyanmasıyla, o şarabın humarı ve sıkıntısı onu çok ağlattıracak ve o lezzetli
rü'yanın zevalindeki elem, ona çok hazîn teessüf ettirecek. Eyvah Hem gençlik gitti, hem
ömür gitti, hem müflis olarak kabre gidiyorum; keşke aklımı başıma alsaydım." dedirecek.
273

Acaba bu taifenin hamiyet-i milliyeden hissesi, az bir zamanda muvakkat bir keyf
görmek için, pek uzun bir zamanda teessüfle ağlattırmak mıdır? Yoksa onların saadet-i
dünyeviyeleri ve lezzet-i hayatiyeleri; o güzel, şirin gençlik nimetinin şükrünü vermek
suretinde, o nimeti sefahet yolunda değil, belki istikamet yolunda sarfetmekle; o fâni gençliği,
ibadetle manen ibka etmek ve o gençliğin istikametiyle Dâr-ı Saadette ebedî bir gençlik
kazanmakta mıdır? Zerre miktar şuurun varsa söyle!..
(Elhâsıl:) Eğer Türk Milleti, yalnız altıncı taife olan gençlerden ibaret olsa ve
gençlikleri daimî kalsa ve dünyadan başka yerleri bulunmasa, sizin Türkçülük perdesi
altındaki firenk-meşrebane harekâtınız, hamiyet-i milliyeden sayılabilirdi. Benim gibi hayat-ı
dünyeviyeye az ehemmiyet veren ve unsuriyet fikrini firengî illeti gibi bir maraz telakki eden
ve gençleri nâmeşru keyf ü hevesattan men'e çalışan ve başka memlekette dünyaya gelen bir
âdeme, O Kürddür, arkasına düşmeyiniz. diyebilirdiniz ve demeye bir hak kazanabilirdiniz.
Fakat mademki Türk namı altında olan şu vatan evlâdı, sâbıkan beyan edildiği gibi altı
kısımdır. Beş kısma zarar vermek ve keyflerini kaçırmak, yalnız birtek kısma muvakkat ve
dünyevî ve akibeti meş'um bir keyf vermek, belki sarhoş etmek; elbette o Türk Milletine
dostluk değil, düşmanlıktır. Evet ben unsurca Türk sayılmıyorum; fakat Türklerin ehl-i takva
taifesine ve musibetzedeler kısmına ve ihtiyarlar sınıfına ve çocuklar taifesine ve zaîfler ve
fakirler zümresine bütün kuvvetimle ve kemal-i iştiyakla müşfikane ve uhuvvetkârane
çalışmışım ve çalışıyorum. Altıncı taife olan gençleri dahi, hayat-ı dünyeviyesini
zehirlettirecek ve hayat-ı uhreviyesini mahvedecek ve bir saat gülmeye bedel, bir sene
ağlamayı netice veren harekât-ı nâmeşruadan vazgeçirmek istiyorum. Yalnız bu altı-yedi sene
değil, belki yirmi senedir Kur’ândan ahzedip Türkçe lisanıyla neşrettiğim âsâr meydandadır.
Evet Lillahilhamd, Kur’ân-ı Hakîm'in maden-i envârından iktibas edilen âsâr ile,
ihtiyar taifesinin en ziyade istedikleri nur gösteriliyor. Musibetzedelerin ve hastaların tiryak
gibi en nâfi' ilâçları, eczahane-i kudsiye-i Kur’âniyede gösteriliyor. Ve ihtiyarları en ziyade
düşündüren kabir kapısı, rahmet kapısı olduğu ve i'dam kapısı olmadığı, o envâr-ı Kur’âniye
ile gösterildi. Ve çocukların nazik kalblerinde hadsiz mesaib ve muzır eşyaya karşı
274

gâyet kuvvetli bir nokta-i istinad ve hadsiz âmâl ve arzularına medar bir nokta-i istimdad
Kur’ân-ı Hakîm'in madeninden çıkarıldı ve gösterildi ve bilfiil istifade ettirildi. Ve fukaralar
ve zuafalar kısmını en ziyade ezen ve müteessir eden hayatın ağır tekâlifi, Kur’ân-ı Hakîm'in
hakaik-i imaniyesiyle hafifleştirildi. İşte bu beş taife ki, Türk Milletinin altı kısmından beş
kısmıdır; menfaatlerine çalışıyoruz. Altıncı kısım ki, gençlerdir. Onların iyilerine karşı ciddî
uhuvvetimiz var. Senin gibi mülhidlere karşı hiçbir cihetle dostluğumuz yok! Çünki ilhada
giren ve Türkün hakikî bütün mefahir-i milliyesini taşıyan İslâmiyet milliyetinden çıkmak
isteyen âdemleri Türk bilmiyoruz, Türk perdesi altına girmiş firenk telakki ediyoruz! Çünki
yüzbin defa Türkçüyüz deyip dava etseler, ehl-i hakikatı kandıramazlar. Zira fiilleri,
harekâtları, onların davalarını tekzib ediyor.
İşte ey firenk-meşrebler ve propagandanızla hakikî kardeşlerimi benden soğutmaya
çalışan mülhidler Bu millete menfaatiniz nedir? Birinci taife olan ehl-i takva ve salahatın
nurunu söndürüyorsunuz. Merhamete ve tımar etmeye şâyan ikinci taifesinin yaralarına zehir
serpiyorsunuz. Ve hürmete çok lâyık olan üçüncü taifenin tesellisini kırıyorsunuz, ye's-i
mutlaka atıyorsunuz. Ve şefkate çok muhtaç olan dördüncü taifenin bütün bütün kuvve-i
maneviyesini kırıyorsunuz ve hakikî insaniyetini söndürüyorsunuz. Ve muavenet ve yardıma
ve teselliye çok muhtaç olan beşinci taifenin ümidlerini, istimdadlarını akîm bırakıp, onların
nazarında hayatı, mevtten daha ziyade dehşetli bir surete çeviriyorsunuz. İkaza ve ayılmağa
çok muhtaç olan altıncı taifesine, gençlik uykusu içinde öyle bir şarab içiriyorsunuz ki; o
şarabın humarı pek elîm, pek dehşetlidir. Acaba bu mudur hamiyet-i milliyeniz ki, o hamiyet-i
milliye uğrunda çok mukaddesatı feda ediyorsunuz. O Türkçülük menfaati, Türklere bu
suretle midir? Yüz bin defa el'iyazü billah.
Ey efendiler! Bilirim ki, hak noktasında mağlub olduğunuz zaman, kuvvete müracaat
edersiniz. Kuvvet hakta olduğu, hak kuvvette olmadığı sırrıyla; dünyayı başıma ateş yapsanız,
hakikat-ı Kur’âniyeye feda olan bu baş size eğilmeyecektir. Hem size bunu da haber
veriyorum ki: Değil sizler gibi mahdud, manen millet nazarında menfur bir kısım âdemler,
belki
275

binler sizler gibi bana maddî düşmanlık etseler, ehemmiyet vermeyeceğim ve bir kısım muzır
hayvanattan fazla kıymet vermeyeceğim. Çünki bana karşı ne yapacaksınız? Yapacağınız iş,
ya hayatıma hâtime çekmekle veya hizmetimi bozmak suretiyle olur. Bu iki şeyden başka
dünyada alâkam yok. Hayatın başına gelen ecel ise, şuhud derecesinde kat'î iman etmişim ki;
tegayyür etmiyor, mukadderdir. Madem böyledir; Hak yolunda şehadet ile ölsem, çekinmek
değil, iştiyak ile bekliyorum. Bahusus ben ihtiyar oldum, bir seneden fazla yaşamayı zor
düşünüyorum. Zahirî bir sene ömrü, şehadet vasıtasıyla kazanılan hadsiz bir ömr-i bâkiye
tebdil etmek; benim gibilerin en âlî bir maksadı, bir gâyesi olur. Amma hizmet ise,
felillahilhamd hizmet-i Kur’âniye ve imaniyede Cenab-ı Hak rahmetiyle öyle kardeşleri bana
vermiş ki; vefatım ile, o hizmet bir merkezde yapıldığına bedel, çok merkezlerde yapılacak.
Benim dilim ölüm ile susturulsa; pek çok kuvvetli diller benim dilime bedel konuşacaklar, o
hizmeti idame ederler. Hattâ diyebilirim: Nasılki bir tane tohum toprak altına girip ölmesiyle
bir sünbül hayatını netice verir; bir taneye bedel, yüz tane vazife başına geçer. Öyle de;
mevtim, hayatımdan fazla o hizmete vasıta olur ümidini besliyorum!..
(Beşinci Desise-i Şeytaniye:) Ehl-i dalaletin tarafgirleri, enaniyetten istifade edip,
kardeşlerimi benden çekmek istiyorlar. Hakikaten insanda en tehlikeli damar, enaniyettir ve
en zaîf damarı da odur. Onu okşamakla, çok fena şeyleri yaptırabilirler. Ey kardeşlerim!
Dikkat ediniz; sizi enaniyette vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar. Hem biliniz ki: Şu asırda
ehl-i dalalet eneye binmiş, dalalet vâdilerinde koşuyor. Ehl-i hak, bilmecburiye eneyi
terketmekle hakka hizmet edebilir. Ene'nin istimalinde haklı dahi olsa; mademki ötekilere
benzer ve onlar da onları kendileri gibi nefisperest zannederler, hakkın hizmetine karşı bir
haksızlıktır. Bununla beraber etrafına toplandığımız hizmet-i Kur’âniye, ene'yi kabul etmiyor.
Nahnü istiyor. Ben demeyiniz, biz deyiniz diyor. Elbette kanaatınız gelmiş ki, bu fakir
kardeşiniz ene ile meydana çıkmamış. Sizi enesine hâdim yapmıyor. Belki, enesiz bir hâdim-i
Kur’ânî olarak kendini size göstermiş. Ve kendini beğenmemeyi ve enesine tarafdar olmamayı
meslek ittihaz etmiş. Bununla beraber, kat'î deliller ile sizlere isbat etmiştir ki:
276

Meydan-ı istifadeye vaz'edilen eserler, mîrî malıdır; yani Kur’ân-ı Hakîm'in tereşşuhatıdır.
Hiç kimse, enesiyle onlara temellük edemez! Haydi farz-ı muhal olarak ben enemle o eserlere
sahib çıkıyorum, benim bir kardeşimin dediği gibi: Madem bu Kur’ânî hakikat kapısı açıldı,
benim noksaniyetime ve ehemmiyetsizliğime bakılmayarak, ehl-i ilim ve kemal arkamda
bulunmaktan çekinmemeli ve istiğna etmemelidirler.
Selef-i sâlihînin ve muhakkikîn-i ülemanın âsârları, çendan her derde kâfi ve vâfi bir
hazine-i azîmedir; fakat bazı zaman olur ki, bir anahtar bir hazineden ziyade ehemmiyetli olur.
Çünki hazine kapalıdır; fakat bir anahtar, çok hazineleri açabilir. Zannederim ki, o enaniyet-i
ilmiyeyi fazla taşıyan zâtlar da anladılar ki: Neşrolunan Sözler, hakaik-i Kur’âniyenin birer
anahtarı ve o hakaiki inkâr etmeye çalışanların başlarına inen birer elmas kılınçtır. O ehl-i fazl
u kemal ve kuvvetli enaniyet-i ilmiyeyi taşıyan zâtlar bilsinler ki; bana değil, Kur’ân-ı
Hakîm'e talebe ve şakird oluyorlar. Ben de onların bir ders arkadaşıyım. Haydi farz-ı muhal
olarak ben üstadlık dava etsem, madem şimdi ehl-i imanın tabakatını, avamdan havassa kadar,
maruz kaldıkları evham ve şübehattan kurtarmak çaresini bulduk; o ülema ya daha kolay bir
çaresini bulsunlar veyahut bu çareyi iltizam edip ders versinler, tarafdar olsunlar.
Ülema-üs sû' hakkında bir tehdid-i azîm var. Bu zamanda ehl-i ilim ziyade dikkat
etmeli. Haydi farzetseniz ki, düşmanlarımızın zannı gibi ben, benlik hesabına böyle bir
hizmette bulunuyorum. Acaba dünyevî ve millî bir maksad için, çok zâtlar enaniyeti terkedip,
firavun-meşreb bir âdemin kemal-i sadakatla etrafına toplanıp, şiddetli bir tesanüdle iş
gördükleri halde; acaba bu kardeşiniz, hakikat-ı Kur’âniye ve hakaik-i imaniye etrafında,
kendi enaniyetini setretmekle beraber, o dünyevî komitenin onbaşıları gibi, terk-i enaniyetle
hakaik-i Kur’âniye etrafında bir tesanüdü sizden istemeye hakkı yok mudur? Sizin en büyük
âlimleriniz de, ona Lebbeyk dememesinde haksız değil midirler?
Kardeşlerim, enaniyetin işimizde en tehlikeli ciheti, kıskançlıktır. Eğer sırf lillah için
olmazsa, kıskançlık müdahale eder, bozar. Nasılki bir insanın bir eli, bir elini kıskanmaz ve
gözü, kulağına hased etmez ve kalbi
277

aklına rekabet etmez. Öyle de: Bu heyetimizin şahs-ı manevîsinde herbiriniz bir duygu, bir
âza hükmündesiniz. Birbirinize karşı rekabet değil, bilakis birbirinizin meziyetiyle iftihar
etmek, mütelezziz olmak bir vazife-i vicdaniyenizdir.
Bir şey daha kaldı, en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize
karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i
ilmin bir kısmında, bir enaniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette
enaniyetlidir. Çabuk enaniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da; nefsi, o ilmî
enaniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza
ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde; nefsi ise,
enaniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adavet besler gibi, Sözler'in
kıymetlerinin tenzilini arzu eder tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi
satılsın.
Halbuki bilmecburiye bunu haber veriyorum ki: Bu dürûs-ı Kur’âniyenin dairesi
içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar; vazifeleri -ulûm-ı imaniye cihetinde-
yalnız yazılan şu Sözler'in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünki çok emarelerle
anlamışız ki: Bu ulûm-ı imaniyedeki fetva vazifesi ile tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz
içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve izah haricinde birşey yazsa; soğuk
bir muaraza veya nâkıs bir taklidcilik hükmüne geçer. Çünki çok delillerle ve emarelerle
tahakkuk etmiş ki: Risale-i Nur eczaları, Kur’ânın tereşşuhatıdır; bizler, taksim-ül a'mal
kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhde edip, o âb-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara
yetiştiriyoruz!.."
[Altıncı Desise-i Şeytaniye] şudur ki: İnsandaki tenbellik ve tenperverlik ve
vazifedarlık damarından istifade eder. Evet şeytan-ı ins ve cinnî her cihette hücum ederler.
Arkadaşlarımızdan yakin kalbli, sadakatı kuvvetli, niyeti ihlaslı, himmeti âlî gördükleri vakit
başka noktalardan hücum ederler. Şöyle ki:
İşimize sekte ve hizmetimize fütur vermek için, onların tenbelliklerinden ve
tenperverliklerinden ve vazifedarlıklarından istifade ederler. Onlar, öyle desiselerle onları
hizmet-i Kur’âniyeden alıkoyuyorlar ki; haberleri olmadan
278

bir kısmına fazla iş buluyorlar, tâ ki hizmet-i Kur’âniyeye vakit bulmasın. Bir kısmına da,
dünyanın cazibedar şeylerini gösteriyorlar ki; hevesi uyanıp, hizmete karşı bir gaflet gelsin ve
hâkeza...Bu hücum yolları uzun çeker. Bu uzunlukta kısa keserek, dikkatli fehminize havale
ederiz.
Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz: Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir. Herbir
saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki, elinizden kaçmasın!...
َ َ
ْ ُ ‫الل َهه لَعَل ِك‬
‫م‬ ِٰ ‫صابُِروا وَ َرابِطُوا وَ اتَِقُوا‬ َ َ‫صبُِروا و‬ ْ ‫منُوا ا‬ َ ‫نا‬ َ ‫يَا اَيُِهَا ال ِذِي‬
‫ن‬
َ ‫حو‬ ُ ِ ‫تُفْل‬
ً‫منًا قَلِيل‬ َ َ ‫شتَُروا بِآيَاتِى ث‬ ْ َ ‫وَل َ ت‬
ُ‫مد‬ْ ‫ح‬َ ْ ‫ن وَ ال‬ َ ‫سلِي‬ َ ‫مْر‬ُ ْ ‫م ع َلَى ال‬ ٌ َ ‫سل‬ َ َ‫ن و‬ َ ‫صفُو‬ ِ َ ‫ما ي‬ َِ َ ‫ب الْعَِِزةِ ع‬ ِ ‫ك َر‬ َ ِ ‫ن َرب‬ َ ‫حا‬َ ْ ‫سب‬ُ
‫ن‬
َ ‫مي‬ ِ َ ‫ب ال ْ َعال‬ ِ ‫ِل ِٰله ِه َر‬
َ َ
‫م‬
ُ ‫حكِي‬ َ ْ ‫م ال‬ُ ‫ت الْعَلِي‬ َ ْ ‫ك اَن‬ َ َِ ‫متَنَا اِن‬ ْ ِ ‫ما ع َل‬ َ ِ ‫م لَنَا اِل‬ َ ْ ‫عل‬
ِ َ‫ك ل‬ َ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬ُ
ِ‫ب الْعَالِى الْقَدْر‬ َ ْ ‫ى ال‬
ِ ‫حبِي‬ ِ ‫م‬ ِ ُ ‫ى اْل‬ َ
ِ ِ ‫مد ٍ الن ِب‬ َِ ‫ح‬ َ ‫م‬ ُ ‫سي ِدِنَا‬ َ ‫م ع َلَى‬ ْ ِِ ‫سل‬َ َ‫ل و‬ ِِ ‫ص‬ َ ‫م‬َِ ‫ا َ ِٰلله ُه‬
‫جاهِ وَ ع َلَى الِهِ َو‬ َ ْ ‫الْعَظِيم ِ ال‬
‫ن‬
َ ‫مي‬ ِ ‫ما‬ ْ ِِ ‫سل‬َ َ‫حبِهِ و‬ ْ ‫ص‬
َ

(Kudsî Bir Tarihçe:) Kur’ân-ı Hakîm'in mühim bir sırr-ı i'cazîsinin zuhur ettiği
senenin tarihi, yine lafz-ı Kur’ândadır. Şöyle ki: Kur’ân kelimesi, ebced hesabıyla üçyüz
ٌ ‫ اَل ْه‬okunsa, bin manasındaki ‫ف‬
ellibirdir. İçinde iki elif var; mahfî elif ‫ف‬ ٌ ‫‘ اَل ْه‬dür.(Hâşiye)
Demek bin üç yüz elli bir senesine, Sene-i Kur’âniye tabir edilebilir. Çünki Lafz-ı Kur’ândaki
tevafukatın sırr-ı acibi, Kur’ânın tefsiri olan Risale-i Nur eczalarında o sene göründü. Ve
Kur’ândaki Lafz-ı Celal'in i'cazkârane sırr-ı tevafuku, aynı senede tezahür etti. Ve bir nakş-ı
i'cazîyi gösterecek bir Kur’ânın yeni bir tarzda yazılması, aynı senede oluyor. Ve hatt-ı
Kur’ânın tebdiline karşı, Kur’ân şakirdlerinin bütün kuvvetleriyle hatt-ı Kur’ânîyi
muhafazaya çalışması aynı senededir. Ve Kur’ânın mühim ezvak-ı i'caziyesi, aynı senede
tezahür ediyor. Hem aynı senede Kur’ân ile çok münasebetdar hâdisat olmuş ve olacak gibi...

(Hâşiye):
ٌ ْ‫فَع‬
İlm-i Sarf kaidesince; (‫ل‬ ٌ ْ ‫ف كَث‬
ْ ِ‫ )فَع‬okunur. (‫ف‬
‫ل‬ َ ِ ‫ )كَث‬okunması gibi. Buna binaen (
ٌ َ ‫ف اَل‬
‫ف‬ ٌ ِ ‫)اَل‬ okunur. O halde, bin üç yüz elli bir olur.
279

Altıncı Risale olan Altıncı Kısmın Zeyli


Es'ile-i Sitte
İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakınmak için, şu mahrem zeyil yazılmıştır. Yani
Tuh o asrın gayretsiz âdemlerina! denildiği zaman, yüzümüze tükürükleri gelmemek için
veyahud silmek için yazılmıştır.
Avrupa'nın insaniyetperver maskesi altında vahşi reislerinin sağır kulakları çınlasın!..
Ve bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o insafsız zâlimlerin görmeyen gözlerine
sokulsun! Ve bu asırda, yüzbin cihette Yaşasın Cehennem dedirten mimsiz medeniyetperest-
lerin başlarına vurulmak için yazılmış bir arzuhaldir.

ِ ‫حيم‬ ِ ‫ن الَِر‬ ِ ٰ‫حم‬ ِٰ ِ ‫سم‬


ْ ‫الله ِه الَِر‬ ْ ِ‫ب‬
‫مونَا‬ َ ‫ن ع َلَى‬
ُ ُ ‫ما اذ َيْت‬ ْ َ ‫سبُلَنَا وَلَن‬
َِ ‫صبَِر‬ ُ ‫الله ِه وَقَد ْ هَدَينَا‬ َ َِ ‫ما لَنَا اَل َِ نَتَوَك‬
ِٰ ‫ل ع َلَى‬ َ ‫َو‬
َ
َ ‫متَوَكِِلُو‬
‫ن‬ ُ ْ ‫ل ال‬ِ ِ ‫الله ِه فَلْيَتَوَك‬
ِٰ ‫وَع َلَى‬
Bu yakınlarda ehl-i ilhadın perde altında tecavüzleri gâyet çirkin bir suret aldığından;
çok bîçare ehl-i imana ettikleri zâlimane ve dinsizcesine tecavüz nev'inden; bana, hususî ve
gayr-ı resmî, kendim tamir ettiğim bir mabedimde, hususî bir-iki kardeşimle hususî
ibadetimde, gizli ezan ve kametimize müdahale edildi. Ne için Arabca kamet ediyorsunuz ve
gizli ezan okuyorsunuz? denildi. Sükûtta sabrım tükendi. Kabil-i hitab olmayan öyle
vicdansız alçaklara değil; belki milletin mukadderatıyla, keyfî istibdad ile oynayan firavun-
meşreb komitenin başlarına derim ki: Ey ehl-i bid'a ve ilhad!.. Altı sualime cevab isterim.
(Birincisi:) Dünyada hükûmet süren, hükmeden her kavmin, hattâ insan eti yiyen
yamyamların, hattâ vahşi canavar bir çete reisinin bir usûlü var, bir düstur ile hükmeder. Siz
hangi usûlle bu acib tecavüzü
280

yapıyorsunuz? Kanununuzu ibraz ediniz! Yoksa bazı alçak memurların keyiflerini, kanun mu
kabul ediyorsunuz? Çünki böyle hususî ibadatta kanun yapılmaz ve kanun olamaz!
(İkincisi:) Nev'-i beşerde, hususan bu asr-ı hürriyette ve bilhassa medeniyet dairesinde
hemen umumiyetle hüküm-ferma hürriyet-i vicdan düsturunu kırmak ve istihfaf etmek ve
dolayısıyla nev'-i beşeri istihkar etmek ve itirazını hiçe saymak kadar cür'etiniz ile, hangi
kuvvete dayanıyorsunuz? Hangi kuvvetiniz var ki, siz kendinize lâdinî ismi vermekle, ne dine
ne dinsizliğe ilişmemeyi ilân ettiğiniz halde; dinsizliği mutaassıbane kendine bir din ittihaz
etmek tarzında, dine ve ehl-i dine böyle tecavüz, elbette saklı kalmayacak! Sizden sorulacak!..
Ne cevab vereceksiniz? Yirmi hükûmetin en küçüğünün itirazına karşı dayanamadığınız
halde, nasıl yirmi hükûmetin birden itirazını hiçe sayar gibi, hürriyet-i vicdaniyeyi cebrî bir
surette bozmağa çalışıyorsunuz.
(Üçüncüsü:) Mezheb-i Hanefî'nin ulviyetine ve safiyetine münafî bir surette,
vicdanını dünyaya satan bir kısım ülema-üs sû'un yanlış fetvalarıyla, benim gibi Şafi-ül
Mezheb âdemlere, hangi usûl ile teklif ediyorsunuz? Bu meslekte milyonlar etbaı bulunan
Şafiî Mezhebini kaldırıp, bütün Şafiîleri Hanefîleştirdikten sonra, bana zulüm suretinde
cebren teklif edilse, sizin gibi dinsizlerin bir usûlüdür denilebilir. Yoksa, keyfî bir alçaklıktır!
Öylelerin keyfine tabi değiliz ve tanımayız!
(Dördüncüsü:) İslâmiyet ile eskiden beri imtizaç ve ittihad eden, ciddî dindar ve
dinine samimî hürmetkâr Türklük milliyetine bütün bütün zıd bir surette, firengilik manasında
Türkçülük namıyla, tahrifdarane ve bid'akârane bir fetva ile Türkçe kamet et! diye benim
gibi başka milletten olanlara teklif etmek hangi usûl iledir? Evet hakikî Türklere pek hakikî
dostane ve uhuvvetkârane münasebetdar olduğum halde, böyle sizin gibi firenk-meşreblerin
Türkçülüğü ile hiçbir cihette münasebetim yoktur. Nasıl bana teklif ediyorsunuz? Hangi
kanun ile?
281

Eğer milyonlarla efradı bulunan ve binler seneden beri milliyetini ve lisanını unutmayan ve
Türklerin hakikî bir vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürdlerin milliyetini
kaldırıp, onların dilini onlara unutturduktan sonra; belki bizim gibi ayrı unsurdan sayılanlara
teklifiniz, bir nevi usûl-i vahşiyane olur. Yoksa sırf keyfîdir. Eşhasın keyfine tebaiyet edilmez
ve etmeyiz!
(Beşincisi:) Bir hükûmet, kendi raiyetine ve raiyet kabul ettiği âdemlere herbir
kanununu tatbik etse de; raiyet kabul etmediği âdemlere, kanununu tatbik edemez. Çünki
onlar diyebilirler ki: Madem biz raiyetiniz değiliz, siz de bizim hükûmetimiz değilsiniz!
Hem hiçbir hükûmet, iki cezayı birden vermez. Bir katili, ya hapse atar veyahud i'dam eder.
Hem hapisle ceza, hem i'damla ceza bir yerde vermek, hiçbir usûlde yoktur! İşte madem
vatana ve millete hiçbir zararım dokunmadığı halde; beni sekiz senedir, en yabani ve hariç bir
milletten cani bir âdeme dahi yapılmayan bir esaret altına aldınız. Canileri afvettiğiniz halde,
hürriyetimi selbedip, hukuk-ı medeniyeden iskat ederek muamele ettiniz. Bu da vatan
evlâdıdır. demediğiniz halde; hangi usûl ile, hangi kanun ile bîçare milletinize rızaları hilafına
olarak tatbik ettiğiniz bu hürriyet-şiken usûlünüzü, benim gibi her cihetle size yabancı bir
âdeme teklif ediyorsunuz? Madem Harb-i Umumî'de ordu kumandanlarının şehadetiyle,
vasıta olduğumuz çok fedakârlıkları ve vatan uğrunda cansiperane mücahedeleri cinâyet
saydınız. Ve bîçare milletin hüsn-i ahlâkını muhafaza ve saadet-i dünyeviye ve uhreviyeleri-
nin teminine pek ciddî ve tesirli çalışmayı hıyanet saydınız. Ve manen menfaatsiz, zararlı,
hatarlı, keyfî, küfrî firenk usûlünü kendinde kabul etmeyen bir âdeme sekiz sene ceza
(Hâşiye) (Hâşiye)
verdiniz. [ Şimdi ceza yirmisekiz sene oldu.] Ceza bir olur. Tatbikini kabul
etmedim, cezayı çektirdiniz. İkinci bir cezayı cebren tatbik etmek, hangi usûl iledir?
(Altıncısı:) Madem sizlerle, (itikadınızca ve bana edilen muameleye nazaran,) küllî bir
muhalefetimiz var. Siz dininizi ve âhiretinizi, dünyanız uğrunda feda ediyorsunuz. Elbette
mabeynimizde tahmininizce bulunan
282

muhalefet sırrıyla, biz dahi hilafınıza olarak; dünyamızı, dinimiz uğrunda ve âhiretimize her
vakit feda etmeye hazırız. Sizin zâlimane ve vahşiyane hükmünüz altında bir-iki sene zelilane
geçecek hayatımızı, kudsî bir şehadeti kazanmak için feda etmek; bize âb-ı kevser hükmüne
geçer. Fakat Kur’ân-ı Hakîm'in feyzine ve işaratına istinaden, sizi titretmek için, size kat'î
haber veriyorum ki: Beni öldürdükten sonra yaşayamayacaksınız! Kahhar bir el ile, cennetiniz
ve mahbubunuz olan dünyadan tardedilip ebedî zulümata çabuk atılacaksınız! Arkamdan, pek
çabuk sizin Nemrudlaşmış reisleriniz gebertilecek, yanıma gönderilecek. Ben de huzur-ı
İlahîde yakalarını tutacağım. Adalet-i İlahiye, onları esfel-i safilîne atmakla intikamımı
alacağım!
Ey din ve âhiretini dünyaya satan bedbahtlar! Yaşamanızı isterseniz, bana ilişmeyiniz!
İlişseniz, intikamım muzaaf bir surette sizden alınacağını biliniz, titreyiniz! Ben rahmet-i
İlahîden ümid ederim ki: Mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek ve ölümüm
başınızda bomba gibi patlayıp başınızı dağıtacak! Cesaretiniz varsa ilişiniz! Yapacağınız
varsa, göreceğiniz de var! Ben bütün tehdidatınıza karşı, bütün kuvvetimle bu âyeti
okuyorum:
َ
ْ ُ‫م فََزادَه‬
‫م‬ ْ ‫م فَا‬
َ ‫خ‬
ْ ُ‫شوْه‬ ْ ُ ‫معُوا لَك‬ َ ‫ج‬َ ْ ‫س قَد‬ َ ‫ن النَِا‬ ُ ‫م النَِا‬
َِ ِ ‫س ا‬ ُ ُ‫ل لَه‬ َ ‫اَل ِذِي‬
َ ‫ن قَا‬
‫مانًا‬ َ ‫اِي‬
ُ ‫م الْوَكِي‬
‫ل‬ ِٰ ‫سبُنَا‬
َ ْ‫الل ُهه وَنِع‬ ْ ‫ح‬ َ ‫وَ قَالُوا‬
283

[ Yedinci Kısım İşarat-ı Seb'a ]


َِ
‫ى الذِى‬ ِ ‫م‬ِ ُ ‫ى اْل‬
ِ ِ ‫سولِهِ النَِب‬ ِٰ ِ ‫منُوا ب‬
ُ ‫الله ِه وََر‬ ِ ‫حيم ِ فَا‬ ِ ‫ن الَِر‬ ِ ٰ‫حم‬ ِٰ ِ ‫سم‬
ْ ‫الله ِه الَِر‬ ْ ِ‫ب‬
ْ َ َ ِ َ َ ِ
‫فئُوا نُوَر‬ِ ‫ن ان يُط‬ َ ‫ن* يُرِيدُو‬ َ ‫م تَهْتَدُو‬ ْ ُ ‫ماتِهِ وَات ِبِعُوه ُ لعَلك‬ َ ِ ‫الله ِه وَكَل‬
ٰ ِ‫ن ب‬ ُ ‫م‬ِ ‫يُو‬
َ
َ ‫م نُوَره ُ وَلَوْ كَرِه َ الْكَافُِرو‬
‫ن‬ ْ َ ‫الل ُهه اِل ِ ا‬
َِ ِ ‫ن يُت‬ ِٰ ‫م وَيَاْبَى‬ْ ِ‫الل هِ باَفْوَاهِه‬ ِٰ
(Üç sualin) cevabı olarak (Yedi İşaret)tir. (Birinci sual), (dört işaret)tir.
(Birinci İşaret:) Şeair-i İslâmiyeyi tağyire teşebbüs edenlerin senedleri ve hüccetleri,
yine her fena şeylerde olduğu gibi, ecnebileri körükörüne taklidcilik yüzünden geliyor.
Diyorlar ki: Londra'da ihtida edenler ve ecnebilerden imana gelenler; memleketlerinde ezan
ve kamet gibi çok şeyleri kendi lisanlarına tercüme ediyorlar, yapıyorlar. Âlem-i İslâm onlara
karşı sükût ediyor, itiraz etmiyor. Demek bir cevaz-ı şer'î var ki, sükût ediliyor?
[Elcevab:] Bu kıyasın o kadar zahir bir farkı var ki,
hiçbir cihette onlara kıyas etmek ve onları taklid etmek zîşuurun kârı değildir. Çünki ecnebi
diyarına, lisan-ı şeriatta Dâr-ı Harb" denilir. Dâr-ı Harbde çok şeylere cevaz olabilir ki, Diyar-
ı İslâm da mesağ olamaz.
Hem Firengistan diyarı, Hristiyan şevketi dairesidir. Istılahat-ı şer'iyenin maânîsini ve
kelimat-ı mukaddesenin mefahimini lisan-ı hal ile telkin edecek ve ihsas edecek bir muhit
olmadığından; bilmecburiye kudsî maânî, mukaddes elfaza tercih edilmiş; maânî için elfaz
terkedilmiş, ehvenüşşer ihtiyar edilmiş. Diyar-ı İslâmda ise; muhit, o kelimat-ı mukaddesenin
meal-i icmalîsini ehl-i İslâma lisan-ı hal ile ders veriyor. An'ane-i İslâmiye ve İslâmî tarih ve
umum şeair-i İslâmiye ve umum erkân-ı İslâmiyete aid muhaverat-ı ehl-i İslâm, o kelimat-ı
mukaddesenin mücmel meallerini, mütemadiyen ehl-i imana telkin ediyorlar. Hattâ şu
memleketin maabid ve medaris-i diniyesinden başka makberistanın mezar taşları dahi, birer
telkin edici, birer muallim hükmündedir ki; o maânî-i mukaddeseyi, ehl-i imana ihtar
ediyorlar.
284

Acaba kendine müslüman diyen bir âdem, dünyanın bir menfaati için, bir günde elli
kelime Firengî lügatından taallüm ettiği halde; elli senede ve her günde elli defa tekrar ettiği
Sübhanallah, Elhamdülillah ve Lâ ilahe İllallah ve Allahü Ekber gibi mukaddes kelimeleri
öğrenmezse, elli defa hayvandan daha aşağı düşmez mi? Böyle hayvanlar için, bu kelimat-ı
mukaddese tercüme ve tahrif edilmez ve tehcir edilmezler! Onları tehcir, bütün mezar taşlarını
hâkketmektir; bu tahkire karşı titreyen mezaristandaki ehl-i kuburu aleyhlerine döndürmektir.
Ehl-i ilhada kapılan ülema-üs sû', milleti aldatmak için diyorlar ki: İmam-ı A'zam, sair
imamlara muhalif olarak demiş ki: İhtiyaç olsa, diyar-ı baidede, Arabî hiç bilmeyenlere,
ihtiyaç derecesine göre; Fatiha yerine Farisî tercümesi cevazı var. Öyle ise, biz de muhtacız,
Türkçe okuyabiliriz?
(Elcevab) İmam-ı A'zam'ın bu fetvasına karşı, başta a'zamî imamların en mühimleri ve
sair oniki eimme-i müçtehidîn, o fetvanın aksine fetva veriyorlar. Âlem-i İslâmın cadde-i
kübrası, o umum eimmenin caddesidir. Mu'zam-ı Ümmet, cadde-i kübrada gidebilir. Başka
hususî ve dar caddeye sevkedenler, idlâl ediyorlar.
İmam-ı A'zam'ın fetvası, (beş cihette) hususîdir: (Birincisi:) Merkez-i İslâmiyetten
uzak diyar-ı âherde bulunanlara aidtir. (İkincisi:) İhtiyac-ı hakikîye binaendir. (Üçüncüsü:)
Bir rivâyette, lisan-ı ehl-i Cennet'ten sayılan Farisî lisanıyla tercümeye mahsustur.
(Dördüncüsü:) Fatiha'ya mahsus olarak cevaz verilmiş, tâ Fatiha'yı bilmeyen namazı
terketmesin. (Beşincisi:) Kuvvet-i imandan gelen bir hamiyet-i İslâmiye ile, maânî-i
mukaddesenin, avamın tefehhü-müne medar olmak için cevaz gösterilmiş.
Halbuki za'f-ı imandan gelen ve menfî fikr-i milliyetten çıkan ve lisan-ı Arabîye karşı
nefret ve za'f-ı imandan tevellüd eden meyl-i tahrib saikasıyla tercüme edip Arabî aslını
terketmek, dini terk ettirmektir!
(İkinci İşaret:) Şeair-i İslâmiyeyi tağyir eden ehl-i bid'a, evvelâ ülema-üs sû'dan fetva
istediler. Sâbıkan beş vecihle hususî olduğunu gösterdiğimiz fetvayı gösterdiler. Sâniyen: Ehl-
i bid'a, ecnebi inkılabcılarından böyle meş'um bir fikir aldılar ki: Avrupa, Katolik Mezhebini
beğenmeyerek başta ihtilalciler, inkılabcılar ve feylesoflar
285

olarak Katolik mezhebine göre ehl-i bid'a ve Mu'tezile telakki edilen Prutluk Mezhebini
iltizam edip ve Fransızların İhtilal-i Kebirinden istifade ederek, Katolik Mezhebini kısmen
tahrib edip, Prutluğu ilân ettiler.
İşte körükörüne taklidciliğe alışan buradaki hamiyet-füruşlar diyorlar ki: Madem
Hristiyan dininde böyle bir inkılab oldu; bidâyette inkılabcılara mürted denildi, sonra
Hristiyan olarak yine kabul edildi. Öyle ise, İslâmiyette de böyle dinî bir inkılab olabilir?
(Elcevab) Bu kıyasın, Birinci İşaret'teki kıyastan daha ziyade farkı zahirdir. Çünki
Din-i İsevî'de yalnız esasat-ı diniye Hazret-i İsa Aleyhisselâm'dan alındı. Hayat-ı içtimaiyeye
ve füruat-ı şer'iyeye dair ekser ahkâmlar, Havariyun ve sair rüesa-yı ruhaniye tarafından teşkil
edildi. Kısm-ı a'zamı, kütüb-i sâbıka-i mukaddeseden alındı. Hazret-i İsa Aleyhisselâm,
dünyaca hâkim ve sultan olmadığından ve kavanin-i umumiye-i içtimaiyeye merci'
olmadığından; esasat-ı diniyesi, hariçten bir libas giydirilmiş gibi, şeriat-ı Hristiyaniye namına
örfî kanunlar, medenî düsturlar alınmış, başka bir suret verilmiş. Bu suret tebdil edilse, o libas
değiştirilse, yine Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın esas dini bâki kalabilir. Hazret-i İsa
Aleyhisselâm'ı inkâr ve tekzib çıkmaz.
Halbuki din ve şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm iki
cihanın sultanı, şark ve garb ve Endülüs ve Hind, birer taht-ı saltanatı olduğundan; Din-i
İslâm'ın esasatını bizzât kendisi gösterdiği gibi, o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hattâ en
cüz'î âdâbını dahi bizzât o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor. Demek füruat-ı İslâmiye,
değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki; onlar tebdil edilse, esas-ı din bâki kalabilsin.
Belki esas-ı dine bir ceseddir, lâakal bir cilddir. Onunla imtizaç ve iltiham etmiş; kabil-i tefrik
değildir. Onları tebdil etmek, doğrudan doğruya sahib-i şeriatı inkâr ve tekzib etmek çıkar.
Mezahibin ihtilafı ise: Sahib-i şeriatın gösterdiği nazarî düsturların tarz-ı tefehhü-münden ileri
gelmiştir. Zaruriyat-ı Diniye denilen ve kabil-i tevil olmayan ve Muhkemat denilen düsturları
ise, hiç bir cihette kabil-i tebdil değildir
286

ve medar-ı içtihad olamaz. Onları tebdil eden, başını dinden çıkarıyor; (‫ن‬
‫م َه‬
ِ ‫مُرقُو َه‬
‫ن‬ ْ َ‫ي‬
‫س‬ ْ َ ‫م‬ َِ ‫مُرقُ ال‬ َ َ‫ن ك‬
ِ ْ‫ن القَو‬ ِ ‫م‬
ُ ْ‫سه‬ ْ َ ‫ما ي‬ ِ ‫ )الدِي‬kaidesine dâhil oluyor.
Ehl-i bid'a, dinsizliklerine ve ilhadlarına şöyle bir bahane buluyorlar. Diyorlar ki:
Âlem-i insaniyetin müteselsil hâdisatına sebeb olan Fransız İhtilal-i Kebirinde, papazlara ve
rüesa-yı ruhaniyeye ve onların mezheb-i hâssı olan Katolik mezhebine hücum edildi ve tahrib
edildi. Sonra çokları tarafından tasvib edildi. Firenkler dahi, ondan sonra daha ziyade terakki
ettiler?
(Elcevab) Bu kıyasın dahi, evvelki kıyaslar gibi farkı zahirdir. Çünki Fransızlarda,
havas ve hükûmet âdemleri elinde çok zaman Din-i Hristiyanî, bahusus Katolik Mezhebi; bir
vasıta-i tahakküm ve istibdad olmuştu. Havas, o vasıta ile nüfuzlarını avam üzerinde idame
ediyorlardı. Ve serseri tabir ettikleri avam tabakasında intibaha gelen hamiyetperverlerini ve
havas zâlimlerin istibdadına karşı hücum eden hürriyetperverlerin mütefekkir kısımlarını
ezmeye vasıta olduğundan ve dörtyüz seneye yakın Firengistanda ihtilaller ile istirahat-ı
beşeriyeyi bozmağa ve hayat-ı içtimaiyeyi zîr ü zeber etmeye bir sebeb telakki edildiğinden; o
mezhebe, dinsizlik namına değil, belki Hristiyanlığın diğer bir mezhebi namına hücum edildi.
Ve tabaka-i avamda ve feylesoflarda bir küsmek, bir adavet hasıl olmuştu ki; malûm hâdise-i
tarihiye vukua gelmiştir.
Halbuki Din-i Muhammedî (Aleyhisselatü Vesselam) ve şeriat-ı İslâmiyeye karşı;
hiçbir mazlumun, hiçbir mütefekkirin hakkı yoktur ki, ondan şekva etsin. Çünki onları
küstürmüyor, onları himaye ediyor. Tarih-i İslâm meydandadır. İslâmlar içinde bir-iki
vukuattan başka dâhilî muharebe-i diniye olmamış. Katolik Mezhebi ise, dörtyüz sene
ihtilalat-ı dâhiliyeye sebeb olmuş.
Hem İslâmiyet, havastan ziyade avamın tahassüngâhı olmuştur. Vücub-ı zekat ve
hurmet-i riba ile; havassı, avamın üstünde müstebid yapmak değil, bir cihette hâdim yapıyor. (
ْ ُ ‫مه‬
‫م‬ َ ِ ‫سيِد ُ الْقَو ْم‬
ُ ِ‫خاد‬ َ ‫ن يَنْف َعُ النَِا‬
َ ) (‫س‬ ْ ‫م‬
َ ‫س‬ َ
ِ ‫خيُْر الن ِا‬
َ ) diyor. Hem Kur’ân-ı Hakîm
َ ‫قلُو‬
lisanıyla (‫ن‬ ِ ْ‫اَفَل َ تَع‬ ‫اَفَل َ يَتَدَبَُِرون‬
287

َ ْ ‫)اَفَل َ ي‬
َ ‫شك ُِرو‬
‫ن‬ َ gibi kudsî havaleler ile, aklı istişhad ediyor ve ikaz ediyor ve akla havale
ediyor, tahkike sevkediyor. Onun ile, ehl-i ilim ve ashab-ı akla din namına makam veriyor,
ehemmiyet veriyor. Katolik mezhebi gibi aklı azletmiyor, ehl-i tefekkürü susturmuyor,
körükörüne taklid istemiyor.
Hakikî Hristiyanlık değil, belki şimdiki Hristiyan dininin esasıyla İslâmiyetin esası
mühim bir noktadan ayrıldığından; sâbık farklar gibi çok cihetlerle ayrı ayrı gidiyorlar. O
mühim nokta şudur: İslâmiyet, tevhid-i hakikî dinidir ki; vasıtaları, esbabları iskat ediyor.
Enaniyeti kırıyor, ubudiyet-i hâlisa tesis ediyor. Nefsin rububiyetinden tut, tâ her nevi
rububiyet-i bâtılayı kat'ediyor, reddediyor. Bu sır içindir ki; havastan bir büyük insan tam
dindar olsa, enaniyeti terketmeye mecbur olur. Enaniyeti terketmeyen, salabet-i diniyeyi ve
kısmen de dinini terkeder.
Şimdiki Hristiyanlık dini ise; Velediyet Akidesini kabul ettiği için vesaid ve esbaba
tesir-i hakikî verir. Din namına enaniyeti kırmaz, belki Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın bir
mukaddes vekili diye o enaniyete bir kudsiyet verir. Onun için, dünyaca en büyük makam
işgal eden Hristiyan havasları, tam dindar olabilirler. Hattâ Amerika'nın esbak Reis-i
Cumhuru Wilson ve İngiliz'in esbak Reis-i Vükelası Loid George gibi çoklar var ki, mutaassıb
birer papaz hükmünde dindar oldular. Müslümanlarda ise öyle makamlara girenler, nâdiren
tam dindar ve salabetli kalırlar. Çünki gururu ve enaniyeti bırakamıyorlar. Takva-yı hakikî ise,
gurur ve enaniyetle içtima edemiyor.
Evet nasılki Hristiyan havassının taassubu, müslüman havaslarının adem-i salabeti
mühim bir farkı gösteriyor; öyle de: Hristiyandan çıkan feylesoflar, dinlerine karşı lâkayd
veya muarız vaziyeti alması ve İslâmdan çıkan hükemaların kısm-ı a'zamı, hikmetlerini
esasat-ı İslâmiyeye bina etmesi; yine mühim bir farkı gösteriyor. Hem ekseriyetle zindanlara
ve musibetlere düşen âmi Hristiyanlar, dinden meded beklemiyorlar. Eskiden çoğu dinsiz
oluyordular. Hattâ Fransa'nın İhtilal-i Kebirini çıkaran ve Serseri Dinsiz tabir
288

edilen tarihçe meşhur inkılabcılar, o musibetzede avam kısmıdır. İslâmiyette ise, ekseriyet-i
mutlaka ile hapse ve musibete düşenler, dinden meded beklerler ve dindar oluyorlar. İşte bu
hal dahi mühim bir farkı gösteriyor.
(Üçüncü İşaret:) Ehl-i bid'a diyorlar ki: Bu taassub-ı dinî, bizi geri bıraktı. Bu asırda
yaşamak, taassubu bırakmakla olur. Avrupa, taassubu bıraktıktan sonra terakki etti? (Elcevab)
Yanlışsınız ve aldanmışsınız veya aldanıyorsunuz. Çünki Avrupa, dinine mutaassıbdır. Hattâ
bir âdi Bulgar'a veya bir nefer-i İngiliz'e veya bir serseri Fransız'a Sarık sar. Sarmazsan hapse
atılacaksın! denilse, taassubları muktezasınca diyecek: Hapse değil, öldürseniz bile, dinime ve
milliyetime bu hakareti yapmayacağım!
Hem tarih şahiddir ki: Ehl-i İslâm ne vakit dinine tam temessük etmiş ise, o zamana
nisbeten terakki etmiş. Ne vakit salabeti terketmişse, tedenni etmiş. Hristiyanlık ise, bilakistir.
Bu da, mühim bir fark-ı esasîden neş'et etmiş. Hem İslâmiyet, sair dinlere kıyas edilmez. Bir
müslüman İslâmiyetten çıksa ve dinini terketse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez; belki
Cenab-ı Hakk'ı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şey'i tanımaz; belki kendinde
kemalâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için İslâmiyet nazarında,
harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa musalaha etse, dâhilde olsa cizye verse;
İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünki vicdanı tefessüh
eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki Hristiyanın bir dinsizi, yine hayat-
ı içtimaiyeye nâfi' bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesatı kabul eder ve bazı peygamberlere
inanabilir ve Cenab-ı Hakk'ı bir cihette tasdik edebilir.
Acaba bu ehl-i bid'a ve doğrusu ehl-i ilhad, bu dinsizlikte hangi menfaati buluyorlar?
Eğer idare ve asayişi düşünüyorlarsa; Allah'ı bilmeyen dinsiz on serserinin idaresi ve şerlerini
def'etmesi, bin ehl-i diyanetin idaresinden daha müşkildir. Eğer terakkiyi düşünüyorlarsa; öyle
dinsizler idare-i hükûmete muzır oldukları gibi, terakkiye dahi manidirler. Terakki ve ticaretin
esası olan emniyet ve asayişi kırıyorlar. Doğrusu onlar,
289

meslekçe tahribatçıdırlar. Dünyada en büyük ahmak odur ki, böyle dinsiz serserilerden terakki
ve saadet-i hayatiyeyi beklesin. Böyle ahmaklardan mühim bir mevkii işgal eden birisi demiş
ki: Biz, Allah Allah diye diye geri kaldık. Avrupa, top tüfek diye diye ileri gitti. Cevab-ül
ahmak-is sükût kaidesince, böylelere karşı cevab sükûttur. Fakat bazı ahmakların arkasında
bedbaht âkıller bulunduğundan deriz ki:
Ey bîçareler! Bu dünya bir misafirhanedir. Her günde otuzbin şahid, cenazeleriyle
‫حق‬ ‫ت َه‬ َ ْ ‫ اَل‬hükmünü imza ediyorlar ve o davaya şehadet ediyorlar. Ölümü öldürebilir
ُ ‫موْه‬
misiniz? Bu şahidleri tekzib edebilir misiniz? Madem edemiyorsunuz; mevt, Allah Allah
dedirtir. Sekeratta Allah Allah yerine; hangi topunuz, hangi tüfeğiniz, zulümat-ı ebedîyi o
sekerattakinin önünde ışıklandırır, ye's-i mutlakını ümid-i mutlaka çevirebilir? Madem ölüm
var, kabre girilecek; bu hayat gidiyor, bâki bir hayat geliyor. Bir defa top tüfek denilse; bin
defa Allah Allah demek lâzım gelir. Hem Allah yolunda olsa; tüfek de Allah der, top da Allahü
Ekber diye bağırır, Allah ile iftar eder, imsak eder.
(Dördüncü İşaret:) Tahribatçı ehl-i bid'a iki kısımdır. Bir kısmı -güya din hesabına,
İslâmiyete sadakat namına- güya dini milliyetle takviye etmek için, "Za'fa düşmüş din şecere-i
nuraniyesini, milliyet toprağında dikmek, kuvvetleştirmek istiyoruz." diye, dine taraftar
vaziyeti gösteriyorlar. İkinci kısım; millet namına, milliyet hesabına, unsuriyete kuvvet
vermek fikrine binaen, Milleti, İslâmiyetle aşılamak istiyoruz. diye, bid'aları icad ediyorlar.
Birinci kısma deriz ki: Ey sadık ahmak ıtlakına mâsadak bîçare ülema-üs sû' veya meczub,
akılsız, cahil sofiler! Hakikat-ı kâinat içinde kökü yerleşmiş ve hakaik-i kâinata kökler salmış
olan Şecere-i Tûbâ-i İslâmiyet; mevhum, muvakkat, cüz'î, hususî, menfî, belki esassız,
garazkâr, zulümkâr, zulmanî unsuriyet toprağına dikilmez! Onu oraya dikmeye çalışmak,
ahmakane ve tahribkârane, bid'akârane bir teşebbüstür. İkinci kısım milliyetçilere deriz ki: Ey
sarhoş hamiyet-füruşlar! Bir asır evvel milliyet asrı olabilirdi. Şu asır unsuriyet asrı değil!
Bolşevizm, sosyalizm mes'eleleri istilâ ediyor; unsuriyet fikrini kırıyor,
290

unsuriyet asrı geçiyor. Ebedî ve daimî olan İslâmiyet milliyeti; muvakkat, dağdağalı
unsuriyetle bağlanmaz ve aşılanmaz. Ve aşılamak olsa da; İslâm milletini ifsad ettiği gibi,
unsuriyet milliyetini dahi ıslah edemez, ibka edemez. Evet muvakkat aşılamakta bir zevk ve
bir muvakkat kuvvet görünüyor, fakat pek muvakkat ve akibeti hatarlıdır. Hem Türk
unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak. O vakit milletin
kuvveti, (bir şık, bir şıkkın kuvvetini kırdığı için), hiçe inecek. İki dağ birbirine karşı bir
mizanın iki gözünde bulunsa; bir batman kuvvet, o iki kuvvet ile oynayabilir; yukarı kaldırır,
aşağı indirir.
(İkinci Sual), (iki işaret)tir: (Birinci İşaret)ki: (Beşinci İşaret)tir. Mühim bir sualin
gâyet muhtasar bir cevabıdır. (Sual:) Âhirzamanda Hazret-i Mehdi geleceğine ve fesada
girmiş âlemi ıslah edeceğine dair müteaddid rivayat-ı sahiha var. Halbuki şu zaman, cemaat
zamanıdır; şahıs zamanı değil! Şahıs ne kadar dâhî ve hattâ yüz dâhî derecesinde olsa, bir
cemaatın mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı manevîsini temsil etmezse; muhalif bir
cemaatın şahs-ı manevîsine karşı mağlubdur. Şu zamanda -kuvvet-i velâyeti ne kadar yüksek
olursa olsun- böyle bir cemaat-ı beşeriyenin ifsadat-ı azîmesi içinde nasıl ıslah eder? Eğer
Mehdi'nin bütün işleri hârika olsa, şu dünyadaki hikmet-i İlahiyeye ve kavanin-i âdetullaha
muhalif düşer. Bu Mehdi mes'elesinin sırrını anlamak istiyoruz?
(Elcevab) Cenab-ı Hak kemal-i rahmetinden, şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-
i himâyet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir
halife-i zîşan veya bir kutb-ı a'zam veya bir mürşid-i ekmel veyahud bir nevi Mehdi
hükmünde mübarek zâtları göndermiş; fesadı izale edip, milleti ıslah etmiş; Din-i Ahmedîyi
Aleyhisselatü Vesselam muhafaza etmiş. Madem âdeti öyle cereyan ediyor, âhirzamanın en
büyük fesadı zamanında; elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem
hâkim, hem mehdi, hem mürşid, hem kutb-ı a'zam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o
zât da Ehl-i Beyt-i Nebevîden olacaktır.
Cenab-ı Hak bir dakika zarfında beyn-es sema vel-arz âlemini bulutlarla doldurup
boşalttığı gibi, bir saniyede denizin
291

fırtınalarını teskin eder ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin nümunesini ve yazda bir
saatte kış fırtınasını icad eden Kadîr-i Zülcelal; Mehdi ile de âlem-i İslâmın zulümatını
dağıtabilir. Ve va'detmiştir, va'dini elbette yapacaktır. Kudret-i İlahiye noktasında bakılsa,
gâyet kolaydır. Eğer daire-i esbab ve hikmet-i Rabbaniye noktasında düşünülse, yine o kadar
makul ve vukua lâyıktır ki; eğer Muhbir-i Sadık'tan rivâyet olmazsa dahi, herhalde öyle olmak
lâzım gelir ve olacaktır diye ehl-i tefekkür hükmeder. Şöyle ki: ‫م‬ َِ ‫فلله الحمهد )ا َ ِٰللههُه‬
َ
‫م‬َ ‫ت ع َلَى اِبَْراهِي‬ َ ْ ‫صل ِي‬ َ ‫ما‬ َ َ ‫مدٍ ك‬
َِ ‫ح‬
َ ‫م‬
ُ ‫سيِدِنَا‬
َ ‫ل‬ِ ‫مد ٍ وَ ع َلَى ا‬
َِ ‫ح‬
َ ‫م‬ َ ‫ل ع َلَى‬
ُ ‫سيِدِنَا‬ ِِ ‫ص‬
َ
ٌ‫جيد‬ِ ‫م‬
َ ٌ ‫ميد‬ َ َ
َ ‫ن اِن ِك‬
ِ ‫ح‬ َ ‫مي‬ َ ْ
ِ ‫م ف ِى العَال‬ َ ‫اِبَْراهِي‬ ‫ل‬ َ
ِ ‫ وَ ع َلى ا‬duası -umum ümmet, umum
namazında, günde beş defa tekrar ettikleri bu dua- bilmüşahede kabul olmuştur ki; Âl-i
Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, Âl-i İbrahim Aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almış ki;
umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar ve a'sarın mecma'larında o nuranî zâtlar
kumandanlık ediyorlar.(Hâşiye) Ve öyle bir kesrettedirler ki; o kumandanların mecmu'u,
muazzam bir ordu teşkil ediyorlar. Eğer maddî şekle girse ve bir tesanüd ile bir fırka
vaziyetini alsalar, İslâmiyet dinini milliyet-i mukaddese hükmünde rabıta-i ittifak ve intibah
yapsalar, hiçbir milletin ordusu onlara karşı dayanamaz! İşte o pek kesretli o muktedir ordu,
Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dır ve Hazret-i Mehdi'nin en has ordusudur.
Evet bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senedlerle ve an'ane ile birbirine
muttasıl ve en yüksek şeref ve âlî haseb ve asil neseb ile mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i
Beyt'ten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri
bütün ehl-i hakikatın fırkaları başında onlar ve ehl-i kemalatın namdar reisleri yine onlardır.
Şimdi de, kemmiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalbleri imanlı
ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihandeğer şeref-i intisabıyla serfirazdırlar. Böyle bir
cemaat-ı azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyic edecek

(Hâşiye):
Hattâ onlardan bir tanesi olan Seyyid Ahmed-üs Sünusî, milyonlar müride kumandanlık ediyor.
Seyyid İdris gibi diğer bir zât, yüzbinden fazla müslümanlara kumandanlık ediyor. Seyyid Yahya gibi
bir başka seyyid, yüzbinler âdemlere emirlik ediyor ve hâkeza… Bu seyyidler kabilesinin efradlarında
böyle zahirî kahramanlar çok olduğu gibi; Seyyid Abdülkadir-i Geylanî, Seyyid Ebulhasen-i Şazelî,
Seyyid Ahmed-i Bedevi gibi manevî kahramanların kahramanları dahi varlarmış.
292

ve uyandıracak hâdisat-ı azîme vücuda geliyor. Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i
âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdi başına geçip, tarîk-ı hak ve hakikata sevkedecek.
Böyle olmak ve böyle olmasını; bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi, âdetullahtan ve rahmet-i
İlahiyeden bekleriz ve beklemekte haklıyız.
(İkinci İşaret), yani (Altıncı İşaret:) Hazret-i Mehdi'nin cem'iyet-i nuraniyesi,
Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid'akâranesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyeyi ihya
edecek; yani âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi
tahribe çalışan Süfyan komitesi, Hazret-i Mehdi cem'iyetinin mu'cizekâr manevî kılıncıyla
öldürülecek ve dağıtılacak. Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı uluhiyet niyetiyle medeniyet ve
mukaddesat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın din-i
hakikîsini İslâmiyetin hakikatıyla birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî
cemaatı namı altında ve Müslüman İsevîleri ünvanına lâyık bir cem'iyet, o Deccal komitesini,
Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak; beşeri, inkâr-ı uluhiyetten
kurtaracak. Şu mühim sır pek uzundur. Başka yerlerde bir nebze bahsettiğimizden burada bu
kısa işaretle iktifa ediyoruz.
(Yedinci İşaret) yani (Üçüncü Sual:) Diyorlar ki: Senin eski zamandaki müdafaatın
ve İslâmiyet hakkındaki mücahedatın, şimdiki tarzda değil. Hem Avrupa'ya karşı İslâmiyet'i
müdafaa eden mütefekkirîn tarzında gitmiyorsun. Neden Eski Said vaziyetini değiştirdin?
Neden manevî mücahidîn-i İslâmiye tarzında hareket etmiyorsun?
(Elcevab) Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i
Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar;
bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, (fünun-ı müsbete) suretinde lâ-
yetezelzel teslim ediyorlar, o suretle İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Âdeta
kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar,
293

güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece
tenzil etmek olduğundan, o mesleği terkettim. Hem bilfiil gösterdim ki: İslâmiyetin esasları o
kadar derindir ki; felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki sathî kalır. Otuzuncu Söz,
Yirmidördüncü Mektub, Yirmidokuzuncu Söz bu hakikatı bürhanlarıyla isbat ederek
göstermiştir ki, eski meslekte, felsefeyi derin zannedip, ahkâm-ı İslâmiyeyi zahirî telakki edip
felsefenin dallarıyla bağlamakla durutmak ve muhafaza edilmek zannediliyordu. Halbuki
felsefenin düsturlarının ne haddi var ki, onlara yetişsin.
َ َ
‫م‬
ُ ‫حكِي‬ َ ْ ‫م ال‬ ُ ‫ت الْعَلِي‬ َ ْ ‫ك اَن‬ َ َِ ‫متَنَا اِن‬ ْ ِ ‫ما ع َل‬ َ ِ ‫م لَنَا اِل‬ َ ْ ‫عل‬
ِ َ‫ك ل‬
َ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬ ُ
َ ِ َ َ َ َ ِ ِ
ْ‫الل ُهه لقَد‬
ٰ ‫ن هَدَينَا‬ َ
ْ ‫ما كن ِا لِنَهْتَدِىَ لوْل ا‬ ُ َ ‫مد ُ ل ِٰله ِه الذِى هَدَاينَا لِهٰ ذ َا َو‬ ْ ‫ح‬ َ ْ ‫اَل‬
‫ق‬
ِ ‫ح‬ َ ْ ‫ل َربِنَا بِال‬ ُ ‫س‬ ُ ‫ت ُر‬ ْ َ ‫جائ‬ َ
َ
‫ت ع َلَى‬ َ ْ ‫صل ِي‬َ ‫ما‬ َ َ ‫مد ٍ ك‬ َِ ‫ح‬
َ ‫م‬ ُ ‫سيِدِنَا‬ َ ‫مدٍ وَ ع َلَى ا‬ َِ ‫ح‬َ ‫م‬
ُ ‫سيِدِنَا‬َ ‫ل ع َلَى‬ ِِ ‫ص‬ َ ‫م‬ َِ ‫ا َ ِٰلله ُه‬
‫م َو‬ َ ‫سي ِدِنَا اِبَْراهِي‬ َ
ٌ‫جيد‬ِ ‫م‬ َ ٌ ‫ميد‬ ِ ‫ح‬ َ
َ ‫ن اِن ِك‬ َ َ ‫مي‬ َ ْ
ِ ‫م فِى العَال‬ َ ‫سيِدِنَا اِبَْراهِي‬ َ ‫ع َلَى ا‬
294

[ Dokuzuncu Kısım.. Telvihat-ı Tis'a ]


‫م‬ ْ ِ‫ف ع َلَيْه‬
ْ ُ‫م وَلَه‬ ٌ ْ‫خو‬ ِٰ َ‫ن اَوْلِيَاء‬
َ َ ‫الله ِه ل‬ َِ ِ ‫حيم ِ اَل َ ا‬
ِ ‫ن الَِر‬ ِٰ ِ ‫سم‬
ْ ‫الله ِه الَِر‬
ِ ٰ‫حم‬ ْ ِ‫ب‬
‫ن‬
َ ‫حَزنُو‬ ْ َ‫ي‬
Şu kısım, turuk-ı velâyet hakkında olup (Dokuz Telvih)tir.

(Birinci Telvih:) (Tasavvuf, tarîkat, velâyet, seyr ü sülûk) namları altında şirin, nuranî,
neş'eli, ruhanî bir hakikat-ı kudsiye vardır ki; o hakikat-ı kudsiyeyi ilân eden, ders veren,
tavsif eden binler cild kitab ehl-i zevk ve keşfin muhakkikleri yazmışlar, o hakikatı ümmete
ve bize söylemişler. ‫را‬ ً ‫خيًْرا كَثِي‬
َ ‫ه‬ ِٰ ‫م‬
‫الل ُ ه‬ ُ ‫جَزاهُه‬
َ Biz, o muhit denizinden birkaç katre
hükmünde birkaç reşhalarını şu zamanın bazı ilcaatına binaen göstereceğiz.
Sual:? Tarîkat nedir? (Elcevab) Tarîkatın gâye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i
imaniye olarak, Mi'rac-ı Ahmedî'nin gölgesinde ve sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü
sülûk-ı ruhanî neticesinde, zevkî, halî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur’âniyeye
mazhariyet; tarîkat, tasavvuf namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemal-i beşerîdir. Evet şu
kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan, insanın kalbi binler âlemin harita-i maneviyesi
hükmündedir. Evet insanın kafasındaki dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral
denilen merkezi misillü, kâinatın bir nevi merkez-i manevîsi olduğunu gösteren hadsiz fünun
ve ulûm-ı beşeriye olduğu gibi, insanın mahiyetindeki kalbi dahi, hadsiz hakaik-i kâinatın
mazharı, medarı, çekirdeği olduğuna; hadd ü hesaba gelmeyen ehl-i velâyetin yazdıkları
milyonlarla nuranî kitablar gösteriyorlar.
İşte madem kalb ve dimağ-ı insanî bu merkezdedir; çekirdek haletinde bir şecere-i
azîmenin cihazatını tazammun eder ve ebedî, uhrevî, haşmetli bir makinenin âletleri ve
çarkları içinde dercedilmiştir. Elbette ve her halde o kalbin Fâtırı, o kalbi işlettirmesini ve
bilkuvve tavırdan bilfiil vaziyetine çıkarmasını ve inkişafını ve hareketini irade etmiş ki, öyle
yapmış. Madem irade etmiş, elbette o kalb dahi akıl gibi işleyecek.
295

Ve kalbi işlettirmek için en büyük vasıta, velâyet meratibinde zikr-i İlahî ile tarîkat yolunda
hakaik-i imaniyeye teveccüh etmektir.
(İkinci Telvih:) Bu seyr ü sülûk-ı kalbînin ve hareket-i ruhaniyenin miftahları ve
vesileleri, zikr-i İlahî ve tefekkürdür ve bu zikir ve fikrin mehasini, ta'dad ile bitmez. Hadsiz
fevaid-i uhreviyeden ve kemalât-ı insaniyeden kat-ı nazar, yalnız şu dağdağalı hayat-ı
dünyeviyeye aid cüz'î bir faidesi şudur ki: Her insan, hayatın dağdağasından ve ağır
tekâlifinden bir derece kurtulmak ve teneffüs etmek için; herhalde bir teselli ister, bir zevki
arar ve vahşeti izale edecek bir ünsiyeti taharri eder. Medeniyet-i insaniye neticesindeki
içtimaat-ı ünsiyetkârane, on insanda bir ikisine muvakkat olarak, belki gafletkârane ve
sarhoşçasına bir ünsiyet ve bir ülfet ve bir teselli verir. Fakat yüzde sekseni ya dağlarda,
derelerde münferid yaşıyor, ya derd-i maişet onu hücra köşelere sevkediyor, ya musibetler ve
ihtiyarlık gibi âhireti düşündüren vasıtalar cihetiyle insanların cemaatlerinden gelen
ünsiyetten mahrumdurlar. O hal onlara ünsiyet verip teselli etmez. İşte böylelerin hakikî
tesellisi ve ciddî ünsiyeti ve tatlı zevki; zikir ve fikir vasıtasıyla kalbi işletmek, o hücra
köşelerde, o vahşetli dağ ve sıkıntılı derelerde kalbine müteveccih olup "Allah!" diyerek kalbi
ile ünsiyet edip, o ünsiyet ile, etrafında vahşetle ona bakan eşyayı ünsiyetkârane tebessüm
vaziyetinde düşünüp, Zikrettiğim Hâlıkımın hadsiz ibadı her tarafta bulunduğu gibi, bu
vahşetgâhımda da çokturlar. Ben yalnız değilim, tevahhuş manasızdır. diyerek, imanlı bir
hayattan ünsiyetli bir zevk alır. Saadet-i hayatiye manasını anlar, Allah'a şükreder.
(Üçüncü Telvih:) Velâyet, bir hüccet-i risalettir; tarîkat, bir bürhan-ı şeriattır. Çünki
risaletin tebliğ ettiği hakaik-i imaniyeyi, velâyet bir nevi şuhud-ı kalbî ve zevk-i ruhanî ile
aynelyakîn derecesinde görür, tasdik eder. Onun tasdiki, risaletin hakkaniyetine kat'î bir
hüccettir. Şeriat ders verdiği ahkâmın hakaikıni, tarîkat zevkiyle, keşfiyle ve ondan
istifadesiyle ve istifazasıyla o ahkâm-ı şeriatın hak olduğuna
296

ve Hak'tan geldiğine bir bürhan-ı bahirdir. Evet nasılki velâyet ve tarîkat, risalet ve şeriatın
hücceti ve delilidir; öyle de İslâmiyetin bir sırr-ı kemali ve medar-ı envârı ve insaniyetin
İslâmiyet sırrıyla bir maden-i terakkiyatı ve bir menba-ı tefeyyüzatıdır. İşte bu sırr-ı azîmin bu
derece ehemmiyetiyle beraber, bazı fırak-ı dâlle onun inkârı tarafına gitmişler. Kendileri
mahrum kaldıkları o envârdan, başkalarının mahrumiyetine sebeb olmuşlar.
En ziyade medar-ı teessüf şudur ki: Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bir kısım zahirî üleması
ve Ehl-i Sünnet ve Cemaate mensub bir kısım ehl-i siyaset gafil insanlar; ehl-i tarîkatın içinde
gördükleri bazı sû'-i istimalâtı ve bir kısım hatiatı bahane ederek, o hazine-i uzmayı
kapatmak, belki tahrib etmek ve bir nevi âb-ı hayatı dağıtan o kevser menba'ını kurutmak için
çalışıyorlar. Halbuki eşyada, kusursuz ve her ciheti hayırlı şeyler, meşrebler, meslekler az
bulunur. Alâküllihal bazı kusurlar ve sû'-i istimalât olacak. Çünki ehil olmayanlar bir işe
girseler, elbette sû'-i istimal ederler. Fakat Cenab-ı Hak âhirette muhasebe-i a'mal düsturuyla,
adalet-i Rabbaniyesini, hasenat ve seyyiatın müvazenesiyle gösteriyor. Yani hasenat racih ve
ağır gelse, mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat racih gelse cezalandırır, reddeder. Hasenat ve
seyyiatın müvazenesi, kemmiyete bakmaz, keyfiyete bakar. Bazı olur, birtek hasene bin
seyyiata tereccuh eder, afvettirir. Madem adalet-i İlahiye böyle hükmeder ve hakikat dahi
bunu hak görür; tarîkat, yani Sünnet-i Seniye dairesinde tarîkatın hasenatı, seyyiatına kat'iyen
müreccah olduğuna delil: Ehl-i tarîkat, ehl-i dalaletin hücumu zamanında imanlarını muhafaza
etmesidir. Âdi bir samimî ehl-i tarîkat; surî, zahirî bir mütefenninden daha ziyade kendini
muhafaza eder. O zevk-i tarîkat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle imanını kurtarır.
Kebairle fâsık olur, fakat kâfir olmaz; kolaylıkla zındıkaya sokulmaz. Şedid bir muhabbet ve
metin bir itikad ile aktab kabul ettiği bir silsile-i meşayihi, onun nazarında hiçbir kuvvet
çürütemez. Çürütmediği için, onlardan itimadını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse,
zındıkaya giremez. Tarîkatta hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim
zât da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi
müşkilleşmiştir.
Birşey daha var ki: Daire-i takvadan hariç belki daire-i İslâmiyetten hariç bir suret
almış bazı meşreblerin ve tarîkat namını haksız olarak kendine takanların seyyiatıyla, tarîkat
mahkûm olamaz. Tarîkatın dinî ve uhrevî ve
297

ruhanî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız âlem-i İslâm içindeki kudsî bir
rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, tesirli ve hararetli vasıta tarîkatlar
olduğu gibi; âlem-i küfrün ve siyaset-i Hristiyaniyenin, nur-ı İslâmiyeti söndürmek için
müdhiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kal'a-i İslâmiyeden bir kal'asıdır.
Merkez-i Hilafet olan İstanbul'u beşyüz
elli sene bütün âlem-i Hristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul'da beşyüz yerde
fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o
büyük câmilerin arkalarındaki tekyelerde "Allah Allah!" diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve
marifet-i İlahiyeden gelen bir muhabbet-i ruhanî ile cûş u huruşlarıdır. İşte ey akılsız hamiyet-
füruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarîkatın, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini
çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz?
[Dördüncü Telvih:] Meslek-i velâyet çok kolay olmakla beraber çok müşkilâtlıdır,
çok kısa olmakla beraber çok uzundur, çok kıymetdar olmakla beraber çok hatarlıdır, çok
geniş olmakla beraber çok dardır. İşte bu sırlar içindir ki; o yolda sülûk edenler bazan boğulur,
bazan zararlı düşer, bazan döner başkalarını yoldan çıkarır. Ezcümle: Tarîkatta seyr-i enfüsî
ve seyr-i âfâkî tabirleri altında iki meşreb var. Enfüsî meşrebi; nefisten başlar, hariçten gözünü
çeker, kalbe bakar, enaniyeti deler geçer, kalbinden yol açar, hakikatı bulur. Sonra âfâka girer.
O vakit âfâkı nuranî görür. Çabuk o seyri bitirir. Enfüsî dairesinde gördüğü hakikatı, büyük
bir mikyasta onda da görür. Turuk-ı hafiyenin çoğu bu yol ile gidiyor. Bunun da en mühim
esası; enaniyeti kırmak, hevayı terketmek, nefsi öldürmektir. İkinci meşreb; âfâktan başlar, o
daire-i kübranın mezahirinde cilve-i esma ve sıfâtı seyredip, sonra daire-i enfüsiyeye girer.
Küçük bir mikyasta, daire-i kalbinde o envârı müşahede edip, onda en yakın yolu açar. (Kalb,
âyine-i Samed olduğunu) görür, aradığı maksada vâsıl olur.
İşte birinci meşrebde sülûk eden insanlar nefs-i emmareyi öldürmeye muvaffak
olamazsa, hevayı terkedip enaniyeti kırmazsa; şükür makamından, fahr makamına düşer..
fahrden gurura sukut eder. Eğer muhabbetten gelen bir incizab ve incizabdan gelen bir nevi
sekir beraber bulunsa, şatahat namıyla haddinden çok fazla davalar ondan sudûr eder. Hem
kendi
298

zarar eder, hem başkasının zararına sebeb olur. Meselâ: Nasılki bir mülazım, kendinde
bulunan kumandanlık zevkiyle ve neş'esiyle gururlansa, kendini bir müşir zanneder. Küçücük
dairesini, o küllî daire ile iltibas eder. Ve bir küçük âyinede görünen bir Güneşi, denizin
yüzünde haşmetiyle cilvesi görünen Güneşle bir cihet-i müşabehetle iltibasa sebeb olur; öyle
de: Çok ehl-i velâyet var ki; bir sineğin bir tavus kuşuna nisbeti gibi, kendinden o derece
büyük olanlardan kendini büyük görür ve öyle de müşahede ediyor, kendini haklı buluyor.
Hattâ ben gördüm ki: Yalnız kalbi intibaha gelmiş uzaktan uzağa velâyetin sırrını
kendinde hissetmiş, kendini kutb-ı a'zam telakki edip o tavrı takınıyordu. Ben dedim:
Kardeşim! Nasılki kanun-ı saltanatın, sadrazam dairesinden tâ nahiye müdürü dairesine kadar
bir tarzda cüz'î küllî cilveleri var; öyle de velâyetin ve kutbiyetin dahi, öyle muhtelif daire ve
cilveleri var. Herbir makamın çok zılleri ve gölgeleri var. Sen, sadrazam-misal kutbiyetin
a'zam cilvesini, bir müdür dairesi hükmünde olan kendi dairende o cilveyi görmüşsün,
aldanmışsın. Gördüğün doğrudur, fakat hükmün yanlıştır. Bir sineğe bir kap su, bir küçük
denizdir. O zât şu cevabımdan inşâallah ayıldı ve o vartadan kurtuldu.
Hem ben müteaddid insanları gördüm ki, bir nevi Mehdi kendilerini biliyorlardı ve
Mehdi olacağım diyorlardı. Bu zâtlar yalancı ve aldatıcı değiller, belki aldanıyorlar.
Gördüklerini, hakikat zannediyorlar. Esma-i İlahînin nasılki tecelliyatı, Arş-ı A'zam
dairesinden tâ bir zerreye kadar cilveleri var ve o esmaya mazhariyet de, o nisbette tefavüt
eder. Öyle de mazhariyet-i esmadan ibaret olan meratib-i velâyet dahi öyle mütefavittir. Şu
iltibasın en mühim sebebi şudur: Makamat-ı evliyadan bazı makamlarda Mehdi vazifesinin
hususiyeti bulunduğu ve kutb-ı a'zama has bir nisbeti göründüğü ve Hazret-i Hızır'ın bir
münasebet-i hâssası olduğu gibi, bazı meşahirle münasebetdar bazı makamat var. Hattâ o
makamlara Makam-ı Hızır, Makam-ı Üveys, Makam-ı Mehdiyet tabir edilir. İşte bu sırra
binaen, o makama ve o makamın cüz'î bir nümunesine veya bir gölgesine girenler, kendilerini
o makamla has münasebetdar meşhur zâtlar zannediyorlar. Kendini Hızır telakki eder veya
Mehdi itikad eder veya kutb-ı a'zam tahayyül eder. Eğer hubb-ı câha talib enaniyeti yoksa, o
halde mahkûm olmaz. Onun haddinden fazla davaları,
299

şatahat sayılır. Onunla belki mes'ul olmaz. Eğer enaniyeti perde ardında hubb-ı câha
müteveccih ise; o zât enaniyete mağlub olup, şükrü bırakarak fahre girse, fahrden git gide
gurura sukut eder. Ya divanelik derecesine sukut eder veyahut tarîk-ı haktan sapar. Çünki
büyük evliyayı, kendi gibi telakki eder, haklarındaki hüsn-i zannı kırılır. Zira nefis ne kadar
mağrur da olsa, kendisi kendi kusurunu derkeder. O büyükleri de kendine kıyas edip, kusurlu
tevehhüm eder. Hattâ enbiyalar hakkında da hürmeti noksanlaşır. İşte bu hale giriftar olanlar,
mizan-ı şeriatı elde tutmak ve Usûl-üd Din ülemasının düsturlarını kendine ölçü ittihaz etmek
ve İmam-ı Gazalî ve İmam-ı Rabbanî gibi muhakkikîn-i evliyanın talimatlarını rehber etmek
gerektir. Ve daima nefsini ittiham etmektir. Ve kusurdan, acz ve fakrdan başka nefsin eline
vermemektir. Bu meşrebdeki şatahat, hubb-ı nefisten neş'et ediyor. Çünki muhabbet gözü,
kusuru görmez. Nefsine muhabbeti için, o kusurlu ve liyakatsız bir cam parçası gibi nefsini,
bir pırlanta, bir elmas zanneder.
Bu nevi içindeki en tehlikeli bir hata şudur ki; kalbine ilhamî bir tarzda gelen cüz'î
manaları Kelâmullah tahayyül edip, âyet tabir etmeleridir. Ve onunla, vahyin mertebe-i ulya-
yı akdesine bir hürmetsizlik gelir. Evet bal arısının ve hayvanatın ilhamatından tut, tâ avam-ı
nâsın ve havass-ı beşeriyenin ilhamatına kadar ve avam-ı melaikenin ilhamatından, tâ havass-ı
kerrûbiyunun ilhamatına kadar bütün ilhamat, bir nevi kelimat-ı Rabbaniyedir. Fakat
mazharların ve makamların kabiliyetine göre kelâm-ı Rabbanî; yetmiş bin perdede telemmu'
eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı Rabbanîdir.
Amma vahiy ve kelâmullahın ism-i has ve onun en bahir misal-i müşahhası olan
Kur’ânın necimlerine ism-i has olan âyet namı öyle ilhamata verilmesi, hata-yı mahzdır.
Onikinci ve Yirmibeşinci ve Otuzuncu Sözlerde beyan ve isbat edildiği gibi, elimizdeki boyalı
âyinede görünen küçük ve sönük ve perdeli Güneşin misali, semadaki Güneşe ne nisbeti
varsa; öyle de o müddeilerin kalbindeki ilham dahi, doğrudan doğruya kelâm-ı İlahî olan
Kur’ân Güneşinin âyetlerine nisbeti, o derecededir. Evet herbir âyinede görünen misalleri,
güneşindir ve onunla münasebetdar denilse, haktır; fakat o Güneşçiklerin âyinesine Küre-i
Arz takılmaz ve onun cazibesiyle bağlanmaz!
300

(Beşinci Telvih:) Tarîkatın gâyet mühim bir meşrebi olan Vahdet-ül Vücud namı
altındaki Vahdet-üş Şuhud, yani Vâcib-ül Vücud'un vücuduna hasr-ı nazar edip, sair
mevcudatı, o vücud-ı Vâcib'e nisbeten o kadar zaîf ve gölge görür ki, vücud ismine lâyık
olmadığını hükmedip, hayal perdesine sarıp, terk-i masiva makamında onları hiç saymak,
hattâ madum tasavvur etmek, yalnız cilve-i esma-i İlahiyeye hayalî bir âyine vaziyeti vermek
kadar ileri gider. İşte bu meşrebin ehemmiyetli bir hakikatı var ki: Vâcib-ül Vücud'un
vücudunu, iman kuvvetiyle ve yüksek bir velâyetin hakkalyakîn derecesinde inkişafıyla,
vücud-ı mümkinat o derece aşağıya düşer ki, hayal ve ademden başka onun nazarında
makamları kalmaz; âdeta Vâcib-ül Vücud'un hesabına kâinatı inkâr eder.
Fakat bu meşrebin tehlikeleri var. En birincisi şudur ki: Erkân-ı imaniye altıdır. İman-ı
billahtan başka, iman-ı bilyevmil'âhir gibi rükünler var. Bu rükünler ise, mümkinatın
vücudlarını ister. O muhkem erkân-ı imaniye, hayal üstünde bina edilmez! Onun için, o
meşreb sahibi, âlem-i istiğrak ve sekirden âlem-i sahve girdiği vakit, o meşrebi beraber
almamak gerektir ve o meşrebin muktezasıyla amel etmemek lâzımdır. Hem kalbî ve halî ve
zevkî olan bu meşrebi, aklî ve kavlî ve ilmî suretine çevirmemektir. Çünki Kitab ve Sünnetten
gelen desatir-i akliye ve kavanin-i ilmiye ve usûl-i kelâmiye o meşrebi kaldıramıyor; kabil-i
tatbik olamıyor. Ânın için, Hulefa-yı Raşidînden ve Eimme-i Müçtehidînden ve selef-i
sâlihînin büyüklerinden, o meşreb sarihan görünmüyor. Demek, en âlî meşreb değil. Belki
yüksek, fakat nâkıs. Çok ehemmiyetli, fakat çok hatarlı. Çok ağır, fakat çok zevklidir. O zevk
için ona girenler, ondan çıkmak istemiyorlar, hodgâmlık ile en yüksek mertebe zannediyorlar.
Bu meşrebin esasını ve mahiyetini, (Nokta) Risalesinde ve bir kısım Sözlerde ve Mektubatta
bir derece beyan ettiğimizden, onlara iktifaen, şurada o mühim meşrebin ehemmiyetli bir
vartasını beyan edeceğiz. Şöyle ki:
O meşreb, daire-i esbabdan geçip, terk-i masiva sırrıyla mümkinattan alâkasını kesen
ehass-ı havassın istiğrak-ı mutlak haletinde mazhar olduğu sâlih bir meşrebdir. Şu meşrebi,
esbab içinde boğulanların ve dünyaya âşık olanların ve felsefe-i maddiye ile tabiata
saplananların nazarına ilmî bir surette telkin etmek, tabiat ve maddede onları boğdurmaktır ve
hakikat-ı İslâmiyeden uzaklaştırmaktır. Çünki dünyaya âşık
301

ve daire-i esbaba bağlı bir nazar, bu fâni dünyaya bir nevi beka vermek ister. O dünya
mahbubunu elinden kaçırmak istemiyor; vahdet-ül vücud bahanesiyle ona bir bâki vücud
tevehhüm eder, o mahbubu olan dünya hesabına ve beka ve ebediyeti ona tam mal etmesine
binaen, bir mabudiyet derecesine çıkarır. Neûzü billah Allah'ı inkâr etmek vartasına yol açar.
Şu asırda maddiyunluk fikri o derece istilâ etmiş ki, maddiyatı herşey'e merci' biliyorlar.
Böyle bir asırda has ehl-i iman, maddiyatı i'dam eder derecesinde ehemmiyetsiz
gördüklerinden; Vahdet-ül Vücud meşrebi ortaya atılsa belki maddiyunlar sahib çıkacaklar,
Biz de böyle diyoruz diyecekler. Halbuki dünyada meşarib içinde, maddiyunların ve
tabiatperestlerin mesleğinden en uzak meşreb, Vahdet-ül Vücud meşrebidir. Çünki ehl-i
Vahdet-ül Vücud, o kadar vücud-ı İlahîyeye kuvvet-i iman ile ehemmiyet veriyorlar ki, kâinatı
ve mevcudatı inkâr ediyorlar. Maddiyunlar ise, o kadar mevcudata ehemmiyet veriyorlar ki;
kâinat hesabına, Allah'ı inkâr ediyorlar. İşte bunlar nerede? Ötekiler nerede?
(Altıncı Telvih:) (Üç Nokta) dır. (Birinci Nokta:) Velâyet yolları içinde en güzeli, en
müstakimi, en parlağı, en zengini; Sünnet-i Seniyeye ittiba'dır. Yani: A'mal ve harekâtında
Sünnet-i Seniyeyi düşünüp ona tabi olmak ve taklid etmek ve muamelât ve ef'alinde ahkâm-ı
şer'iyeyi düşünüp rehber ittihaz etmektir. İşte bu ittiba ve iktida vasıtasıyla, âdi ahvali ve örfî
muameleleri ve fıtrî hareketleri ibadet şekline girmekle beraber; herbir ameli, sünneti ve şer'i
o ittiba' noktasında düşündürmekle, bir tahattur-ı hükm-i şer'î veriyor. O tahattur ise, sahib-i
şeriatı düşündürüyor. O düşünmek ise, Cenab-ı Hakk'ı hatıra getiriyor. O hatıra, bir nevi huzur
veriyor. O halde mütemadiyen ömür dakikaları, huzur içinde bir ibadet hükmüne getirilebilir.
İşte bu cadde-i kübra, velâyet-i kübra olan ehl-i veraset-i nübüvvet olan sahabe ve selef-i
sâlihînin caddesidir.
(İkinci Nokta:) Velâyet yollarının ve tarîkat şubelerinin en mühim esası, ihlastır.
Çünki ihlas ile hafî şirklerden halas olur. İhlası kazanmayan, o yollarda gezemez. Ve o
yolların en keskin kuvveti, muhabbettir. Evet muhabbet, mahbubunda bahaneler aramaz ve
kusurlarını görmek istemez. Ve kemaline delalet eden zaîf emareleri, kavî hüccetler
hükmünde görür. Daima mahbubuna tarafdardır. İşte bu sırra binaendir ki, muhabbet ayağıyla
marifetullaha
302

teveccüh eden zâtlar; şübehata ve itirazata kulak vermezler, ucuz kurtulurlar. Binler şeytan toplansa, onların
mahbub-ı hakikîsinin kemaline işaret eden bir emareyi, onların nazarında ibtal edemez. Eğer muhabbet olmazsa,
o vakit kendi nefsi ve şeytanı ve haricî şeytanların ettikleri itirazat içinde çok çırpınacak. Kahramancasına bir
metanet ve kuvvet-i iman ve dikkat-i nazar lâzımdır ki, kendisini kurtarsın. İşte bu sırra binaendir ki; umum
meratib-i velâyette marifetullahtan gelen muhabbet, en mühim maye ve iksirdir. Fakat muhabbetin bir vartası var
ki: Ubudiyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten naza ve davaya atlar, mizansız hareket eder. Masiva-yı İlahiyeye
teveccühü hengâmında, mana-yı harfîden mana-yı ismîye geçmesiyle; tiryak iken zehir olur. Yani; gayrullahı
sevdiği vakit, Cenab-ı Hak hesabına ve onun namına ve onun bir âyine-i esması olmak cihetiyle rabt-ı kalb
etmek lâzımken; bazan o zâtı, o zât hesabına, kendi kemalât-ı şahsiyesi ve cemal-i zâtîsi namına düşünüp, mana-
yı ismiyle sever. Allah'ı ve peygamberi düşünmeden yine onları sevebilir. Bu muhabbet, muhabbetullaha vesile
değil, perde oluyor. Mana-yı harfî ile olsa, muhabbetullaha vesile olur, belki cilvesidir denilebilir.
(Üçüncü Nokta:) Bu dünya, dâr-ül hikmettir, dâr-ül hizmettir; dâr-ül ücret ve mükâfat değil. Buradaki
a'mal ve hizmetlerin ücretleri berzahta ve âhirettedir. Buradaki a'mal, berzahta ve âhirette meyve verir.
Madem hakikat budur, a'mal-i uhreviyeye aid neticeleri dünyada istememek gerektir. Verilse de
memnunane değil, mahzunane kabul etmek lâzımdır. Çünki Cennet'in meyveleri gibi, kopardıkça yerine aynı
gelmek sırrıyla, bâki hükmünde olan amel-i uhrevî meyvesini, bu dünyada fâni bir surette yemek, kâr-ı akıl
değildir. Bâki bir lâmbayı, bir dakika yaşayacak ve sönecek bir lâmba ile mübadele etmek gibidir. İşte bu sırra
binaen; ehl-i velâyet, hizmet ve meşakkat ve musibet ve külfeti hoş görüyorlar, nazlanmıyorlar, şekva etmiyorlar.
Elhamdülillahi alâküllihal diyorlar. Keşf ü keramet, ezvak u envâr verildiği vakit, bir iltifat-ı İlahî nev'inden
kabul edip setrine çalışıyorlar. Fahre değil, belki şükre, ubudiyete daha ziyade giriyorlar. Çokları o ahvalin istitar
ve inkıtaını istemişler, tâ ki amellerindeki ihlas zedelenmesin. Evet makbul bir insan hakkında en mühim bir
ihsan-ı İlahî, ihsanını ona ihsas etmemektir; tâ niyazdan naza ve şükürden fahre girmesin. İşte bu hakikata
binaendir ki, velâyeti ve tarîkatı isteyenler; eğer

302 mükerrer
velâyetin bazı tereşşuhatı olan ezvak ve keramatı isterlerse ve onlara müteveccih ise ve onlardan hoşlansa; bâki
uhrevî meyveleri, fâni dünyada, fâni bir surette yemek kabilinden olmakla beraber; velâyetin mayesi olan ihlası
kaybedip, velâyetin kaçmasına meydan açar.
(Yedinci Telvih:) (Dört Nükte) dir. (Birinci Nükte:) Şeriat doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz, sırr-ı
ehadiyet ile rububiyet-i mutlaka noktasında hitab-ı İlahînin neticesidir. Tarîkatın ve hakikatın en yüksek
mertebeleri, şeriatın cüzleri hükmüne geçer. Yoksa daima vesile ve mukaddime ve hâdim hükmündedirler.
Neticeleri, şeriatın muhkematıdır. Yani: Hakaik-i şeriata yetişmek için, tarîkat ve hakikat meslekleri, vesile ve
hâdim ve basamaklar hükmündedir. Git gide en yüksek mertebede, nefs-i şeriatta bulunan mana-yı hakikat ve
sırr-ı tarîkata inkılab ederler. O vakit, şeriat-ı kübranın cüzleri oluyorlar. Yoksa bazı ehl-i tasavvufun
zannettikleri gibi, şeriatı zahirî bir kışır, hakikatı onun içi ve neticesi ve gâyesi tasavvur etmek doğru değildir.
Evet şeriatın, tabakat-ı nâsa göre inkişafatı ayrı ayrıdır. Avam-ı nâsa göre zahir-i şeriatı, hakikat-ı şeriat
zannedip, havassa münkeşif olan şeriatın mertebesine hakikat ve tarîkat namı vermek yanlıştır. Şeriatın umum
tabakata bakacak meratibi var. İşte bu sırra binaendir ki: Ehl-i tarîkat ve ashab-ı hakikat ileri gittikçe, hakaik-i
şeriata karşı incizabları, iştiyakları, ittibaları ziyadeleşiyor. En küçük bir Sünnet-i Seniyeyi, en büyük bir maksad
gibi telakki edip, onun ittibaına çalışıyorlar, onu taklid ediyorlar. Çünki (vahiy) ne kadar ilhamdan yüksek ise;
semere-i vahiy olan âdâb-ı şer'iye, o derece semere-i ilham olan âdâb-ı tarîkattan yüksek ve ehemmiyetlidir.
Onun için, tarîkatın en mühim esası, Sünnet-i Seniyeye ittiba' etmektir.
(İkinci Nükte:) Tarîkat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak gerektir. Eğer maksud-ı bizzât hükmüne
geçseler; o vakit şeriatın muhkematı ve ameliyatı ve Sünnet-i Seniyeye ittiba', resmî hükmünde kalır; kalb öteki
tarafa müteveccih olur. Yani: Namazdan ziyade halka-i zikri düşünür; feraizden ziyade, evradına müncezib olur;
kebairden kaçmaktan ziyade, âdâb-ı tarîkatın muhalefetinden kaçar. Halbuki muhkemat-ı şeriat olan farzların bir
tanesine,
303

evrad-ı tarîkat mukabil gelemez; yerini dolduramaz. Âdâb-ı tarîkat ve evrad-ı tasavvuf, o
feraizin içindeki hakikî zevke medar-ı teselli olmalı, menşe olmamalı. Yani: Tekyesi, câmideki
namazın zevkine ve ta'dil-i erkânına vesile olmalı; yoksa câmideki namazı çabuk resmî kılıp,
hakikî zevkini ve kemalini tekyede bulmayı düşünen, hakikattan uzaklaşıyor.
(Üçüncü Nükte:) Sünnet-i Seniye ve ahkâm-ı şeriat haricinde tarîkat olabilir mi? diye
sual ediliyor. (Elcevab) Hem var, hem yok. Vardır, çünki bazı evliya-yı kâmilîn, şeriat
kılıncıyla i'dam edilmişler. Hem yoktur, çünki muhakkikîn-i evliya, Sa'dî-i Şirazî'nin bu
düsturunda ittifak etmişler: (‫ى‬
ِ َ ‫جْز دَْر پ‬ ْ َ ‫صفَا ظَفَْر بُْرد‬
ُ ‫ن‬ َ ِ‫سعْدِى بََرا ه‬
َ ‫ست‬ ْ َ ‫حال‬
َ ‫م‬
ُ
‫صطَفَى‬
‫م ْه‬
ُ ) Yani: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın caddesinden hariç ve onun
arkasından gitmeyen muhaldir ki; hakikî envâr-ı hakikata vâsıl olabilsin. Bu mes'elenin sırrı
şudur ki:
Madem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtem-ül Enbiya'dır ve umum nev'-i
beşer namına muhatab-ı İlahîdir; elbette nev'-i beşer, onun caddesi haricinde gidemez ve
bayrağı altında bulunmak zarurîdir. Ve madem ehl-i cezbe ve ehl-i istiğrak, muhalefetlerinden
mes'ul olamazlar; ve madem insanda bazı letaif var ki, teklif altına giremez; o latife hâkim
olduğu vakit, tekâlif-i şer'iyeye muhalefetiyle mes'ul tutulmaz; ve madem insanda bazı letaif
var ki, teklif altına girmediği gibi, ihtiyar altına da girmez; hattâ aklın tedbiri altına da girmez,
o latife, kalbi ve aklı dinlemez; elbette o latife bir insanda hâkim olduğu zaman (fakat o
zamana mahsus olarak) o zât, şeriata muhalefette velâyet derecesinden sukut etmez, mazur
sayılır. Fakat bir şart ile ki, hakaik-i şeriata ve kavaid-i imaniyeye karşı bir inkâr, bir tezyif,
bir istihfaf olmasın. Ahkâmı yapmasa da, ahkâmı hak bilmek gerektir. Yoksa o hale mağlub
olup, neûzü billah, o hakaik-ı muhkemeye karşı inkâr ve tekzibi işmam edecek bir vaziyet,
alâmet-i sukuttur!
(Elhâsıl:) Daire-i şeriatın haricinde bulunan ehl-i tarîkat (iki kısım)dır: (Bir kısmı:)
Sâbıkan geçtiği gibi ya hale, istiğraka, cezbeye ve sekre mağlub olup veya teklifi dinlemeyen
veya ihtiyarı işitmeyen latifelerin mahkûmu olup, daire-i şeriatın haricine çıkıyor. Fakat o
çıkmak, ahkâm-ı şeriatı
304

beğenmemekten veya istememekten değil; belki mecburiyetle ihtiyarsız terkediyor. Bu kısım


ehl-i velâyet var. Hem mühim veliler, bunların içinde muvakkaten bulunmuş. Hattâ bu
neviden; değil yalnız daire-i şeriattan, belki daire-i İslâmiyet haricinde bulunduğunu bazı
muhakkikîn-i evliya hükmetmişler. Fakat bir şart ile: Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın
getirdiği ahkâmın hiçbirini tekzib etmemektir. Belki, ya düşünmüyor veya müteveccih
olamıyor veyahut bilemiyor ve bilmiyor. Bilse, kabul etmese olmaz!
(İkinci kısım ise:) Tarîkat ve hakikatın parlak ezvaklarına kapılıp, mezâkından çok
yüksek olan hakaik-i şeriatın derece-i zevkine yetişemediği için; zevksiz, resmî birşey telakki
edip, ona karşı lâkayd kalır. Gitgide, şeriatı zahirî bir kışır zanneder. Bulduğu hakikatı, esas ve
maksud telakki eder. Ben onu buldum, o bana yeter. der, ahkâm-ı şeriata muhalif hareket eder.
Bu kısımdan aklı başında olanlar mes'uldürler, sukut ediyorlar, belki kısmen şeytana maskara
oluyorlar.
(Dördüncü Nükte:) Ehl-i dalalet ve bid'at fırkalarından bir kısım zâtlar, ümmet
nazarında makbul oluyorlar. Aynen onlar gibi zâtlar var; zahirî hiçbir fark yokken, ümmet
reddediyor. Bunda hayret ediyordum. Meselâ: Mu'tezile mezhebinde Zemahşerî gibi, İtizal'de
en mutaassıb bir ferd olduğu halde, muhakkikîn-i Ehl-i Sünnet, onun o şedid itirazatına karşı
onu tekfir ve tadlil etmiyorlar, belki bir râh-ı necat onun için arıyorlar. Zemahşerî'nin derece-i
şiddetinden çok aşağı Ebu Ali Cübbaî gibi mu'tezile imamlarını, merdud ve matrud sayıyorlar.
Çok zaman bu sır benim merakıma dokunuyordu. Sonra lütf-ı İlahî ile anladım ki:
Zemahşerî'nin Ehl-i Sünnet'e itirazatı, hak zannettiği mesleğindeki muhabbet-i haktan ileri
geliyordu. Yani, meselâ: Tenzih-i hakikî; (onun nazarında), hayvanlar kendi ef'aline hâlık
olmasıyla oluyor. Onun için Cenab-ı Hakk'ı tenzih muhabbetinden, Ehl-i Sünnet'in halk-ı ef'al
mes'elesinde düsturunu kabul etmiyor. Merdud olan sair Mu'tezile imamları muhabbet-i
haktan ziyade, Ehl-i Sünnet'in yüksek düsturlarına kısa akılları yetişemediğinden ve geniş
kavanin-i Ehl-i Sünnet, onların dar fikirlerine yerleşmediğinden, inkâr ettiklerinden
merduddurlar. Aynen bu İlm-i Kelâm'daki Ehl-i İtizal'in Ehl-i Sünnet ve Cemaat'a muhalefeti
olduğu gibi, Sünnet-i Seniye haricindeki bir kısım ehl-i tarîkatın muhalefeti dahi iki
cihetledir:
Biri: Zemahşerî gibi; haline, meşrebine
305

meftuniyet cihetinde daha derece-i zevkine yetişemediği âdâb-ı şeriata karşı bir derece lâkayd
kalır.Diğer kısmı ise: Hâşâ âdâb-ı şeriata, desatir-i tarîkata nisbeten ehemmiyetsiz bakar.
Çünki dar havsalası, o geniş ezvakı ihata edemiyor ve kısa makamı, o yüksek âdâba
yetişemiyor.
(Sekizinci Telvih:) Sekiz vartayı beyan eder: (Birincisi:) Sünnet-i Seniyeye tamam
ittibaı riâyet etmeyen bir kısım ehl-i sülûk; velâyeti, nübüvvete tercih etmekle vartaya düşer.
Yirmidördüncü ve Otuzuncu Sözler'de, nübüvvet ne kadar yüksek olduğu ve velâyet ona
nisbeten ne kadar sönük olduğu isbat edilmiştir. (İkincisi:) Ehl-i tarîkatın bir kısım müfrit
evliyasını Sahabeye tercih, hattâ Enbiya derecesinde görmekle vartaya düşer. Onikinci ve
Yirmiyedinci Sözler'de ve Sahabeler hakkındaki zeylinde kat'î isbat edilmiştir ki: Sahabelerde
öyle bir hâssa-i sohbet vardır ki, velâyet ile yetişilmez ve Sahabelere tefevvuk edilmez ve
Enbiyaya hiçbir vakit evliya yetişmez. (Üçüncüsü:) İfrat ile tarîkat taassubu taşıyanların bir
kısmı, âdâb ve evrad-ı tarîkatı Sünnet-i Seniyeye tercih etmekle Sünnete muhalefet edip,
Sünneti terkeder, fakat virdini bırakmaz. O suretle âdâb-ı şer'iyeye bir lâkaydlık vaziyeti gelir,
vartaya düşer. Çok Sözlerde isbat edildiği gibi ve İmam-ı Gazalî ve İmam-ı Rabbanî gibi
muhakkikîn-i ehl-i tarîkat derler ki: Birtek Sünnet-i Seniyeye ittiba' noktasında hasıl olan
makbuliyet, yüz âdâb ve nevafil-i hususiyeden gelemez. Bir farz, bin Sünnete müreccah
olduğu gibi; bir Sünnet-i Seniye dahi, bin âdâb-ı tasavvufa müreccahtır. demişler.
(Dördüncüsü:) Müfrit bir kısım ehl-i tasavvuf; ilhamı, vahiy gibi zanneder ve ilhamı, vahiy
nev'inden telakki eder, vartaya düşer. Vahyin derecesi ne kadar yüksek ve küllî ve kudsî
olduğu ve ilhamat ona nisbeten ne derece cüz'î ve sönük olduğu, Onikinci Söz'de ve i'caz-ı
Kur’âna dair Yirmibeşinci Söz'de ve sair risalelerde gâyet kat'î isbat edilmiştir. (Beşincisi:)
Sırr-ı tarîkatı anlamayan bir kısım mutasavvife, zaîfleri takviye etmek ve gevşekleri teşci'
etmek ve şiddet-i hizmetten gelen usanç ve meşakkati tahfif etmek için, istenilmeyerek verilen
ezvak ve envâr ve keramatı hoş görüp meftun olur; ibadata, hidemata ve evrada tercih etmekle
vartaya düşer. Şu risalenin Altıncı Telvihinin Üçüncü Noktasında icmalen beyan olunduğu ve
sair Sözlerde kat'iyen
306

isbat edilmiştir ki: Bu dâr-ı dünya, dâr-ül hizmettir, dâr-ül ücret değil! Burada ücretini
isteyenler; bâki, daimî meyveleri, fâni ve muvakkat bir surete çevirmekle beraber, dünyadaki
beka hoşuna geliyor, müştakane berzaha bakamıyor; âdeta bir cihette dünya hayatını sever,
çünki içinde bir nevi âhireti bulur.
(Altıncısı:) Ehl-i hakikat olmayan bir kısım ehl-i sülûk, makamat-ı velâyetin
gölgelerini ve zıllerini ve cüz'î nümunelerini, makamat-ı asliye-i külliye ile iltibas etmekle
vartaya düşer. Yirmidördüncü Söz'ün İkinci Dalı'nda ve sair Sözlerde kat'iyen isbat edilmiştir
ki: Nasıl Güneş, âyineler vasıtasıyla taaddüd ediyor; binler misalî Güneş, aynı Güneş gibi ziya
ve hararet sahibi olur. Fakat o misalî Güneşler, hakikî Güneşe nisbeten çok zaîftirler. Aynen
onun gibi: Makamat-ı Enbiya ve eazım-ı evliyanın makamatının bazı gölgeleri ve zılleri var.
Ehl-i sülûk onlara girer; kendini, o evliya-yı azîmeden daha azîm görür; belki Enbiyadan ileri
geçtiğini zanneder, vartaya düşer. Fakat bu geçmiş umum vartalardan zarar görmemek için,
usûl-i imaniyeyi ve esasat-ı şeriatı daima rehber ve esas tutmak ve meşhudunu ve zevkini
onlara karşı muhalefetinde ittiham etmekledir.
(Yedincisi:) Bir kısım ehl-i zevk ve şevk, sülûkünde fahrı, nazı, şatahatı, teveccüh-i
nâsı ve merciiyeti; şükre, niyaza, tazarruata ve nâstan istiğnaya tercih etmekle vartaya düşer.
Halbuki en yüksek mertebe ise, ubudiyet-i Muhammediyedir ki, Mahbubiyet ünvanıyla tabir
edilir. Ubudiyetin ise sırr-ı esası; (niyaz, şükür, tazarru', huşu', acz, fakr, halktan istiğna)
cihetiyle o hakikatın kemaline mazhar olur. Bazı evliya-yı azîme, fahr ve naz ve şatahata
muvakkaten, ihtiyarsız girmişler; fakat o noktada, ihtiyaren onlara iktida edilmez; hâdîdirler,
mehdî değillerdir; arkalarından gidilmez!
(Sekizinci Varta:) Hodgâm, aceleci bir kısım ehl-i sülûk; âhirette alınacak ve
koparılacak velâyet meyvelerini, dünyada yemesini ister ve sülûkunda onları istemekle
َ
ِ ُ ُ‫متَا ع ُ الْغ‬
vartaya düşer. Halbuki (‫رور‬ َ ْ ‫ما ال‬
َ ِ ‫حيَاة ُ الدُِنْي َا اِل‬ َ َ ‫ )و‬gibi âyetlerle ilân edildiği
gibi, çok Sözlerde kat'iyen isbat edilmiştir ki: Âlem-i bekada birtek meyve, fâni dünyanın bin
bahçesine müreccahtır. Onun için, o mübarek meyveleri burada yememeli. Eğer
istenilmeyerek yedirilse şükredilmeli; mükâfat için değil, belki teşvik için bir ihsan-ı İlahî
olarak telakki edilmeli.
307

(Dokuzuncu Telvih:) Tarîkatın pek çok semeratından ve faidelerinden yalnız burada


(Dokuz Adedini) icmalen beyan edeceğiz: (Birincisi:) İstikametli tarîkat vasıtasıyla, saadet-i
ebediyedeki ebedî hazinelerin anahtarları ve menşe'leri ve madenleri olan hakaik-i imaniyenin
inkişafı ve vuzuhu ve aynelyakîn derecesinde zuhurlarıdır.
(İkincisi:) Makine-i insaniyenin merkezi ve zenbereği olan kalbi, tarîkat vasıta olup
işlenmesiyle ve o işletmekle, sair letaif-i insaniyeyi harekete getirip, netice-i fıtratlarına
sevkederek hakikî insan olmaktır.
(Üçüncüsü:) Âlem-i berzah ve âhiret seferinde, tarîkat silsilelerinden bir silsileye
iltihak edip ve o kafile-i nuraniye ile ebed-ül âbâd yolunda arkadaş olmak ve yalnızlık
vahşetinden kurtulmak ve onlarla, dünyada ve berzahta manen ünsiyet etmek ve evham ve
şübehatın hücumlarına karşı, onların icmaına ve ittifakına istinad edip, herbir üstadını kavî bir
sened ve kuvvetli bir bürhan derecesinde görüp, onlarla o hatıra gelen dalalet ve şübehatı
def'etmektir.
(Dördüncüsü:) İmandaki marifetullah ve o marifetteki muhabbetullahın zevkini, safi
tarîkat vasıtasıyla anlamak ve o anlamakla dünyanın vahşet-i mutlakasından ve insanın
kâinattaki gurbet-i mutlakasından kurtulmaktır. Çok Sözlerde isbat etmişiz ki: Saadet-i dâreyn
ve elemsiz lezzet ve vahşetsiz ünsiyet ve hakikî zevk ve ciddî saadet, iman ve İslâmiyetin
hakikatındadır. İkinci Söz'de beyan edildiği gibi: İman, şecere-i tûbâ-i Cennet'in bir
çekirdeğini taşıyor. İşte tarîkatın terbiyesiyle, o çekirdek neşvünema bulur, inkişaf eder.
(Beşincisi:) Tekâlif-i şer'iyedeki hakaik-i latifeyi, tarîkattan ve zikr-i İlahîden gelen bir
intibah-ı kalbî vasıtasıyla hissetmek, takdir etmek... O vakit taate, suhre gibi değil, belki
iştiyak ile itaat edip ubudiyeti îfa eder.
(Altıncısı:) Hakikî zevke ve ciddî teselliye ve kedersiz lezzete ve vahşetsiz ünsiyete,
hakikî medar ve vasıta olan tevekkül makamını ve teslim rütbesini ve rıza derecesini
kazanmaktır.
(Yedincisi:) Sülûk-ı tarîkatın en mühim şartı, en ehemmiyetli neticesi olan ihlas
vasıtasıyla, şirk-i hafîden ve riya ve tasannu' gibi rezailden halâs olmak ve tarîkatın mahiyet-i
ameliyesi olan tezkiye-i nefs
308

vasıtasıyla, nefs-i emmarenin ve enaniyetin tehlikelerinden kurtulmaktır.


(Sekizincisi:) Tarîkatta, zikr-i kalbî ile ve tefekkür-i aklî ile kazandığı teveccüh ve
huzur ve kuvvetli niyetler vasıtasıyla, âdetlerini ibadet hükmüne çevirmek ve muamelât-ı
dünyeviyesini, a'mal-i uhreviye hükmüne getirip sermaye-i ömrünü hüsn-i istimal etmek
cihetiyle, ömrünün dakikalarını hayat-ı ebediyenin sünbüllerini verecek çekirdekler hükmüne
getirmektir.
(Dokuzuncusu:) Seyr-i sülûk-ı kalbî ile ve mücahede-i ruhî ile ve terakkiyat-ı
maneviye ile, insan-ı kâmil olmak için çalışmak; yani hakikî mü'min ve tam bir müslüman
olmak; yani yalnız surî değil, belki hakikat-ı imanı ve hakikat-ı İslâmı kazanmak; yani şu
kâinat içinde ve bir cihette kâinat mümessili olarak, doğrudan doğruya kâinatın Hâlık-ı
Zülcelaline abd olmak ve muhatab olmak ve dost olmak ve halil olmak ve âyine olmak ve
ahsen-i takvimde olduğunu göstermekle, benî-Âdemin melaikeye rüchaniyetini isbat etmek ve
şeriatın imanî ve amelî cenahlarıyla makamat-ı âliyede uçmak ve bu dünyada saadet-i
ebediyeye bakmak, belki de o saadete girmektir.
َ َ
‫م‬
ُ ‫حكِي‬ َ ْ ‫م ال‬ ُ ‫ت الْعَلِي‬ َ ْ ‫ك اَن‬ َ َِ ‫متَنَا اِن‬ ْ ِ ‫ما ع َل‬ َ ِ ‫م لَنَا اِل‬ َ ْ ‫عل‬ِ َ‫ك ل‬ َ َ ‫حان‬َ ْ ‫سب‬
ُ
ِ ْ ‫صورِ وَ الْقُط‬
‫ب‬ ُ ُ‫ل الْع‬ ِِ ُ ‫ث اْلَكْبَرِ فِى ك‬
َ ْ ‫م ع َلَى الْغ‬
ِ ‫َو‬ ْ ِِ ‫سل‬
َ َ‫ل و‬ ِِ ‫ص‬َ ‫م‬ َِ ‫ا َ ِٰلله ُه‬
‫ة وَلَيَتِهِ َو‬ ُ ‫م‬َ ‫ش‬ ْ ‫ح‬ِ ‫ت‬ ْ ‫مدٍ ال ِذِى تَظَاهََر‬ َِ ‫ح‬ َ ‫م‬ ُ ‫سي ِدِنَا‬ َ ِ‫ل الدُِهُور‬ ِِ ُ ‫اْلَع ْظَم ِ فِى ك‬
ِِ ِ ‫ت فِى ظ‬ ِ ‫ل الْوَلَيَا‬ ُِ ُ ‫ج ك‬ ِ ‫حبُوبِيَِتِهِ فِى‬
َ‫جهِ و‬ِ ‫معَْرا‬ ِ ‫ل‬ َ ‫جهِ وَ اِنْدََر‬ ِ ‫معَْرا‬ ْ ‫م‬ َ ‫م‬ ُ ‫مقَا‬ َ
‫ه‬
ِ ِ ‫حب‬ ْ ‫ص‬ َ َ‫ع َلى الِهِ و‬ َ
‫ن‬
َ ‫معِي‬ َ ‫ج‬ ْ َ‫ا‬
‫ن‬
َ ‫مي‬ ِ ‫ا‬
‫ن‬
َ ‫مي‬ َ
ِ ‫ب العَال‬ْ ِ ‫مد ُ ِل ِٰله ِه َر‬ ْ ‫ح‬َ ْ ‫وَ ال‬
309

____________________________________________________

[ Otuzuncu Mektub ]
Matbu', Arabî İşarat-ül İ'caz Tefsiridir.

____________________________________________________

_______________________________________________________________

[ Otuzbirinci Mektub ]
Otuzbir Lem'a olup Otuz Lem’ası yazılmış. Lem’alar Mecmuası olarak
yakında neşrolacaktır. Otuzbirinci Lem’a ise Şualar’a inkısam etmiş
Şualar’ın bir kısmı telif edilmiş bir kısmı henüz telif edilmemiştir.
_______________________________________

_________________________________________

[ Otuzikinci Mektub ]
Bu Otuzikinci Mektub.. Arabi (Katre, Zerre, Şemme, Zühre ve Zeylleriyle)
Matbu’ ve kendi kendine manzum tarzını alan ve Sözler Mecmuasının âhirinde
yazılmış olan (Lemaat) Risaleleridir.

____________________________________________________________________________________
310

[ Otuzüçüncü Mektub ]

‫حتَِى‬
َ ‫م‬ ِ ‫م ايَاتِنَا فِى اْلفَا ِ وَفِى اَن ْ ُف‬
ْ ِ‫سه‬ ْ ِ‫سنُرِيه‬َ ِ‫حيم‬ ِ ‫ن الَِر‬ ِ ٰ‫حم‬ ِٰ ِ ‫سم‬
ْ ‫الله ِه الَِر‬ ْ ِ‫ب‬
ٌ‫شهِيد‬َ ‫ئ‬ٍ ْ ‫شي‬ ِِ ُ ‫ه ع َلَى ك‬
َ ‫ل‬ ُ َِ ‫ك اَن‬
َ ِ ‫ف بَِرب‬ ِ ْ ‫م يَك‬ْ َ ‫حقُِ اَوَل‬ َ ْ ‫ه ال‬ُ َِ ‫م * اَن‬ ْ ُ‫ن لَه‬َ َِ ‫يَتَبَي‬
Sual: Şu iki âyet-i câmianın ifade ettiği vücub ve vahdaniyet-i İlahiye ve evsaf ve
şuunat-ı Rabbaniyeye, âlem-i asgar ve ekber olan insan ve kâinatın vech-i delaletlerini,
mücmel ve kısa bir surette beyanlarını isteriz. Çünki münkirler pek ileri gittiler. Ne vakte
kadar (‫ر‬ٌ ‫ئ قَدِي‬ ِِ ُ ‫ )وَ هُوَ ع َلَى ك‬deyip, elimizi kaldıracağız? diyorlar.
َ ‫ل‬
ٍ ْ ‫شي‬
(Elcevab) Yazılan bütün otuzüç aded Sözler, o âyetin denizinden ve ifaza ettiği hakikat
bahrinden otuzüç katredir. Onlara baksanız, cevabınızı alabilirsiniz. Şimdilik yalnız o
denizden bir katrenin reşehatına işaret nev'inden şöyle deriz ki:
Meselâ: Nasılki bir zât-ı mu'ciznüma, büyük bir saray yapmak istese: Evvelâ
temellerini, esaslarını muntazaman hikmetle vaz'eder ve ilerideki neticelerine ve gâyelerine
muvafık bir tarzda tertib eder. Sonra menzillere, kısımlara meharetle tefrik ve tafsil ediyor.
Sonra o menzilleri tanzim ve tertib ediyor. Sonra nukuşlarla tezyin ediyor. Sonra elektrik
lâmbalarıyla tenvir ediyor. Sonra o muhteşem ve müzeyyen sarayda meharetini, ihsan’atını
tecdid etmek için herbir tabakada yeni yeni icadlar, tebdiller, tahviller yapıyor. Sonra herbir
menzilde kendi makamına merbut bir telefon rabtedip bir pencere açarak, herbirinden onun
makamı görünür.
Aynen öyle de: ‫لَع ْلَى‬ ْ‫لا‬ َ ْ ‫ وَ ِل ِٰلهههِ ال‬Sâni'-i Zülcelal, Hâkim-i Hakîm, Adl-i
ُ َ ‫مث‬
Hakem ve binbir esma-yı kudsiye ile müsemma Fâtır-ı Bîmisal, şu âlem-i ekber olan kâinat
sarayının ve hılkat şeceresinin icadını irade etti. Altı günde o sarayın, o şecerenin esasatını
desatir-i hikmet ve kavanin-i ilm-i ezelîsi ile vaz'etti. Sonra ulvî ve süflî tabakata ve dallara
ayırıp, kaza ve kader desatiri ile tafsil ve tasvir etti. Sonra her mahlukatın
311

her taifesini ve her tabakasını sun' ve inâyet düsturu ile tanzim etti. Sonra herşeyi, herbir
âlemi ona lâyık bir tarzda, meselâ semayı yıldızlarla, zemini çiçeklerle tezyin ettiği gibi,
süslendirip tezyin etti. Sonra o kavanin-i külliye ve desatir-i umumiye meydanlarında
esmalarını tecelli ettirip tenvir etti. Sonra bir kanun-ı küllînin tazyikinden feryad eden ferdlere
Rahman-ı Rahîm gibi isimlerini hususî bir surette imdada yetiştirdi. (Demek o küllî ve umumî
desatiri içinde hususî ihsan’atı, hususî imdadları, hususî cilveleri var ki: Herşey, her vakit, her
haceti için ondan istimdad eder, ona bakabilir.) Sonra her menzilden, her tabakadan, her
âlemden, her taifeden, her ferdden, herşeyden, kendini gösterecek yani vücudunu ve vahdetini
bildirecek pencereler açmış. Her kalb içinde bir telefon bırakmış. Şimdi şu hadsiz
pencerelerden elbette haddimizin fevkinde olarak bahse girişemeyeceğiz. Onları ilm-i muhit-i
İlahîye havale edip, yalnız âyât-ı Kur’âniyenin lemaatı olan (otuzüç pencereyi) Otuzüçüncü
Söz'ün Otuzüçüncü Mektubunun namazdan sonraki tesbihatın otuzüç aded-i mübarekine
muvafık olmak için (otuzüç pencereye) icmalî ve muhtasar bir surette işaret edip, izahını sair
Sözler'e havale ederiz...

(Birinci Pencere:) Bilmüşahede görüyoruz ki: Bütün eşya, hususan zîhayat olanların
pekçok muhtelif hacatı ve pekçok mütenevvi metalibi vardır. O matlabları, o hacetleri,
ummadığı ve bilmediği ve eli yetişmediği yerden münasib ve lâyık bir vakitte onlara veriliyor,
imdada yetiştiriliyor. Halbuki o hadsiz maksudların en küçüğüne o muhtaçların kudreti
yetişmez, elleri ulaşmaz. Sen kendine bak: Zahirî ve bâtınî hasselerin ve onların levazımatı
gibi elin yetişmediği ne kadar eşyaya muhtaçsın. Bütün zîhayatları kendine kıyas et. İşte
bütün onlar, birer birer, vücub-ı Vâcib'e şehadet ve vahdetine işaret ettikleri gibi, heyet-i
mecmuasıyla, güneşin ziyası güneşi gösterdiği gibi, o hal ve bu keyfiyet, perde-i gayb
arkasında bir Vâcib-ül Vücud'u, bir Vâhid-i Ehad'i, hem gâyet Kerim, Rahîm, Mürebbi,
Müdebbir ünvanları içinde akla gösterir. Şimdi ey münkir-i cahil ve ey fâsık-ı gafil! Bu
faaliyet-i hakimaneyi, basîraneyi, rahimaneyi ne ile izah edebilirsin?
312

Sağır tabiatla mı, kör kuvvetle mi, sersem tesadüfle mi, âciz camid esbabla mı izah
edebilirsin?...

(İkinci Pencere:) Eşya, vücud ve teşahhusatlarında, nihâyetsiz imkânat yolları içinde


mütereddid, mütehayyir, şekilsiz bir surette iken, birdenbire gâyet muntazam, hakimane öyle
bir teşahhus-ı vechî veriliyor ki; meselâ herbir insanın yüzünde, bütün ebna-yı cinsinden
herbirisine karşı birer alâmet-i fârika, o küçük yüzde bulunduğu ve zahir ve bâtın duyguları ile
kemal-i hikmetle teçhiz edildiği cihetle, o yüz gâyet parlak bir sikke-i ehadiyet olduğunu isbat
eder. Herbir yüz, yüzer cihetle bir Sâni'-i Hakîm'in vücuduna şehadet ve vahdetine işaret
ettikleri gibi, bütün yüzlerin heyet-i mecmuasıyla izhar ettikleri o sikke, bütün eşyanın
Hâlıkına mahsus bir hâtem olduğunu akıl gözüne gösterir.
Ey münkir! Hiçbir cihetle kabil-i taklid olmayan şu sikkeleri ve mecmuundaki parlak
sikke-i Samediyeti hangi tezgâha havale edebilirsin?...
(Hâşiye)
(Üçüncü Pencere:) Zeminin yüzünde dörtyüzbin muhtelif taifeden ibaret olan
bütün hayvanat ve nebatat enva'ının ordusu; bilmüşahede ayrı ayrı erzakları, suretleri,
silâhları, libasları, talimatları, terhisatları kemal-i mizan ve intizamla hiçbir şey unutulmaya-
rak, hiçbirini şaşırmayarak bir surette tedbir ve terbiye etmek öyle bir sikkedir ki; hiçbir şübhe
kabul etmez güneş gibi parlak bir sikke-i Vâhid-i Ehad'dir. Hadsiz bir kudret ve muhit bir ilim
ve nihâyetsiz bir hikmet sahibinden başka kimin haddi var ki, o hadsiz derecede hârika olan
şu idareye karışsın. Çünki şu biribiri içinde girift olan enva'ları, milletleri, umumunu birden
idare ve terbiye edemeyen, onlardan birisine karışsa elbette karıştıracak. Halbuki ‫ع‬ ِ ‫فَاْر‬
‫ج ِه‬
ٍ ُ ‫م نْه فُط‬
‫ور‬ ِ ‫ل تََرى‬ َ ‫)الْب َه‬
ْ َ‫صَر ه‬ sırrıyla, hiçbir karışık alâmeti yoktur. Demek ki hiçbir
parmak karışamıyor.

(Hâşiye):
Hattâ o taifelerden bir kısım var ki; bir senedeki efradı, zaman-ı Âdem'den kıyamete kadar
vücuda gelen bütün insan efradından ziyadedir.
313

(Dördüncü Pencere:) İstidad lisanıyla bütün tohumlar tarafından ve ihtiyac-ı fıtrî


lisanıyla bütün hayvanlar tarafından ve lisan-ı ızdırarîyla bütün muztarlar tarafından edilen
duaların makbuliyetidir. İşte bu nihâyetsiz duaların bilmüşahede kabul ve icabeti, herbiri
vücuba ve vahdete şehadet ve işaret ettikleri gibi, mecmuu büyük bir mikyasta bilbedahe bir
Hâlık-ı Rahîm ve Kerim ve Mücîb'e delalet eder ve baktırır.

(Beşinci Pencere:) Görüyoruz ki: Eşya hususan zîhayat olanlar, def'î gibi âni bir
zamanda vücuda gelir. Halbuki def'î ve âni bir surette basit bir maddeden çıkan şeyler, gâyet
basit, şekilsiz, san'atsız olması lâzım gelirken; çok meharete muhtaç bir hüsn-i san'atta, çok
zamana muhtaç ihtimamkârane nakışlarla münakkaş, çok âlâta muhtaç acib san'atlarla
müzeyyen, çok maddelere muhtaç bir surette halk olunuyorlar. İşte bu def'î ve âni bir surette
bu hârika san'at ve güzel heyet, herbiri bir Sâni'-i Hakîm'in vücub-ı vücuduna şehadet ve
vahdet-i rububiyetine işaret ettikleri gibi mecmuu gâyet parlak bir tarzda nihâyetsiz Kadîr,
nihâyetsiz Hakîm bir Vâcib-ül Vücud'u gösterir.
Şimdi, ey sersem münkir! Haydi bunu ne ile izah edersin? Senin gibi sersem, âciz,
cahil tabiatla mı? Veyahut hadsiz derece hata ederek o Sâni'-i Mukaddes'e Tabiat ismini verip
onun mu'cizat-ı kudretini, o tesmiye bahanesiyle tabiata isnad edip, bin derece muhali birden
irtikâb etmek mi istersin?
َ
ِ ْ ‫الل ِي‬
(Altıncı Pencere:) (‫ل‬ ‫ف‬ِ ‫ختِل َه‬ ْ ‫ض وَا‬ ْ
‫ت وَالَْر ِه‬ ِ ‫سمٰوَا‬ ‫ق ال َِه‬
َ ِ ‫خل‬
‫ن فِهى َ ْه‬ َِ ‫ا ِه‬
‫ن‬
َ ‫م‬ ِ ‫الل ُهه‬ِٰ ‫ل‬ َ ‫ما اَنَْز‬ َ ‫ما يَنْف َعُ النَِا‬
َ َ‫س و‬ َ ِ ‫حرِ ب‬ْ َ ‫جرِى ف ِى الْب‬ ْ َ ‫ك ال ِت ِى ت‬ ِ ْ ‫وَالنَِهَارِ وَالْفُل‬
ٍ‫ل دَابَِة‬ ِِ ُ ‫ن ك‬ ‫م ْه‬ َِ ‫موتِهَها وَب َه‬
ِ ‫ث فِيهَها‬ ْ َ َ ‫ض بَعْد‬ ‫حي َها ب ِههِ اْلَْر َه‬ ْ َ ‫ماءٍ فَا‬ َ ‫ن‬ ‫م ْه‬ ِ ‫ئ‬ ِ ‫ما‬ َ‫ال ِه‬
َ ‫س‬
‫م‬ ‫ماءِ وَاْلَْر ضِه َلٓيَا ٍه‬ ‫ن ال َِه‬ َِ ‫س‬ ُ ْ ‫ب ال‬ ‫ح وَال َِه‬
ٍ ‫ت لِقَوْه‬ َ ‫س‬ َ ‫خرِ بَي ْه‬ ‫م َه‬ ِ ‫حا‬َ ‫س‬ ‫ف الِرِيَا ِه‬ ِ ‫صري‬ِ ْ ‫وَت َه‬
‫ن‬ َ ‫قلو‬ ُ ِ ْ‫ )يَع‬Şu âyet, vücub ve vahdeti gösterdiği gibi, bir ism-i a'zamı gösteren gâyet büyük
bir penceredir. İşte şu âyetin hülâsat-ül hülâsası şudur ki:
Kâinatın ulvî ve süflî tabakatındaki bütün âlemler ayrı ayrı lisan ile birtek neticeyi,
yani birtek Sâni'-i Hakîm'in rububiyetini gösteriyorlar. Şöyle ki: Nasıl göklerde (hattâ
Kozmoğ-rafyanın itirafıyla dahi) gâyet büyük neticeler için gâyet muntazam hareketler, bir
Kadîr-i Zülcelal'in vücud ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir. Öyle de: Zeminde
314

bilmüşahede hattâ Coğrafyanın şehadetiyle ve ikrarıyla gâyet büyük maslahatlar için


mevsimlerdeki gibi gâyet muntazam tahavvülâtlar dahi, aynı o Kadîr-i Zülcelal'in vücub ve
vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Hem nasıl berr'de ve bahr'de kemal-i rahmet ile rızıkları verilen ve kemal-i hikmetle
muhtelif şekiller giydirilen ve kemal-i rububiyetle türlü türlü duygularla teçhiz edilen bütün
hayvanat, birer birer yine o Kadîr-i Zülcelal'in vücuduna şehadet ve vahdetine işaret etmekle
beraber, heyet-i mecmuasıyla gâyet geniş bir mikyasta azamet-i uluhiyetini ve kemal-i
rububiyetini gösterir. Öyle de: Bağlardaki muntazam nebatat ve nebatatın gösterdikleri
müzeyyen çiçekler ve çiçeklerin gösterdikleri mevzun meyveler ve meyvelerin gösterdikleri
müzeyyen nakışlar, birer birer yine o Sâni'-i Hakîm'in vücuduna şehadet ve vahdetine işaret
etmekle beraber külliyetleriyle gâyet şaşaalı bir surette cemal-i rahmetini ve kemal-i
rububiyetini gösterir.
Hem nasıl cevv-i semadaki bulutlardan mühim hikmetler ve gâyeler ve lüzumlu
faideler ve semereler için tavzif edilen ve gönderilen katreler, katreler adedince yine o Sâni'-i
Hakîm'in vücubunu ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir. Öyle de: Zemindeki bütün
dağların ve dağların içindeki madenlerin ayrı ayrı hasiyetleriyle beraber ayrı ayrı maslahatlar
için ihzar ve iddiharları, dağ metanetinde bir kuvvetle yine o Sâni'-i Hakîm'in vücub ve
vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Hem nasıl sahralarda ve dağlardaki küçük küçük tepelerin türlü türlü muntazam
çiçeklerle süslenmeleri, herbiri bir Sâni'-i Hakîm'in vücubuna şehadet ve vahdetine işaret
etmekle beraber, heyet-i mecmuasıyla haşmet-i saltanatını ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Öyle de: Bütün otlarda ve ağaçlardaki bütün yaprakların türlü türlü eşkâl-i muntazamaları ve
ayrı ayrı vaziyetleri ve cezbekârane mevzun hareketleri, yapraklar adedince yine o Sâni'-i
Hakîm'in vücub-ı vücudunu ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Hem nasıl bütün ecsam-ı nâmiyede, büyümek zamanında muntazaman hareketleri ve
türlü türlü âlât ile teçhizleri ve çeşit çeşit meyvelere şuurkârane teveccühleri, herbiri ferden-
ferda yine o Sâni'-i Hakîm'in vücub-ı vücuduna şehadet ve vahdetine işaret eder. Ve heyet-i
mecmuasıyla gâyet büyük bir mikyasta ihata-i kudretini ve şümul-i hikmetini ve cemal-i
san'atını ve kemal-i rububiyetini gösterir. Öyle de: Bütün hayvanî cesedlerde kemal-i hikmetle
nefislerini, ruhlarını yerleştirmek, türlü türlü cihazat ile kemal-i intizam ile teslih etmek, türlü
türlü hizmetlerde
315

kemal-i hikmetle göndermek, hayvanat adedince belki cihazatları sayısınca yine o Sâni'-i
Hakîm'in vücub-ı vücuduna ve vahdetine şehadet ve işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla
gâyet parlak bir surette cemal-i rahmetini ve kemal-i rububiyetini gösterir. Hem nasıl bütün
kalblere, insan ise her nevi ulûm ve hakikatları bildiren, hayvan ise her nevi hacetlerinin
tedarikini öğreten bütün ilhamat-ı gaybiye, bir Rabb-ı Rahîm'in vücudunu ihsas eder ve
rububiyetine işaret eder. Öyle de: Gözlere kâinat bostanındaki manevî çiçekleri toplayan
şuaat-ı ayniye gibi zahirî bâtınî bütün duyguların, ayrı ayrı âlemlere herbiri birer anahtar
olmaları, yine o Sâni'-i Hakîm, o Fâtır-ı Alîm, o Hâlık-ı Rahîm, o Rezzak-ı Kerim'in vücub-ı
vücudunu ve vahdet ve ehadiyetini ve kemal-i rububiyetini güneş gibi gösterir.
İşte şu yukarıda geçen oniki ayrı ayrı pencerelerden, oniki vecihten bir pencere-i a'zam
açılıyor ki; oniki renkli bir ziya-yı hakikat ile Cenab-ı Hakk'ın ehadiyetini ve vahdaniyetini
ve kemal-i rububiyetini gösterir. İşte ey bedbaht münkir! Şu daire-i arz kadar, belki medar-ı
senevîsi kadar geniş olan şu pencereyi ne ile kapatabilirsin? Ve güneş gibi parlak olan şu
maden-i nuru ne ile söndürebilirsin ve hangi perde-i gaflette saklayabilirsin?...

(Yedinci Pencere:) Şu kâinat yüzünde serpilen masnuatın kemal-i intizamları ve


kemal-i mevzuniyetleri ve kemal-i zînetleri ve icadlarının sühuleti ve birbirine benzemeleri ve
birtek fıtrat izhar etmeleri, nasılki bir Sâni'-i Hakîm'in vücub-ı vücudunu ve kemal-i kudretini
ve vahdetini gâyet geniş bir mikyasta gösteriyorlar. Öyle de: Camid ve basit unsurlardan,
hadsiz ve ayrı ayrı ve muntazam mürekkebatın icadı, mürekkebat adedince yine o Sâni'-i
Hakîm'in vücub-ı vücuduna şehadet ve vahdetine işaret etmekle beraber, heyet-i mecmuasıyla
gâyet parlak bir tarzda kemal-i kudretini ve vahdetini gösterdiği gibi terkibat-ı mevcudat tabir
edilen terkib ve tahlil hengâmındaki teceddüdde nihâyet derecede ihtilat ve karışma içinde
nihâyet derecede bir imtiyaz ve tefrik ile, meselâ topraktaki tohumların ve köklerin çok
karışık olduğu halde hiç şaşırmayarak bir surette sünbüllenmelerini ve vücudlarını temyiz ve
tefrik etmek ve ağaçlara giren karışık maddeleri yaprak ve çiçek ve meyvelere tefrik etmek ve
hüceyrat-ı bedene karışık bir surette giden gıdaî maddeleri kemal-i hikmetle ve kemal-i
mizanla ayırıp tefrik etmek, yine o Hakîm-i Mutlak ve o Alîm-i Mutlak ve o Kadîr-i
316

Mutlak'ın vücub-ı vücudunu ve kemal-i kudretini ve vahdetini gösterdiği gibi; zerreler âlemini
hadsiz ve geniş bir tarla hükmüne getirip, her dakikada kemal-i hikmetle ekip biçip, yeni yeni
kâinatlar mahsulâtını ondan almak ve o camide, âcize, cahile olan zerrata gâyet şuurkârane ve
gâyet hakimane ve muktedirane hadsiz muntazam vazifeleri gördürmek, yine o Kadîr-i
Zülcelal'in ve o Sâni'-i Zülkemal'in vücub-ı vücudunu ve kemal-i kudretini ve azamet-i
rububiyetini ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir. İşte bu dört yol ile büyük bir
pencere marifetullaha açılır. Ve büyük bir mikyasta bir Sâni'-i Hakîm'i akla gösterir. Şimdi
ey bedbaht gafil! Şu halde Onu görmek ve tanımak istemezsen; aklını çıkar at, hayvan ol,
kurtul...

(Sekizinci Pencere:) Nev'-i beşerdeki bütün ervah-ı neyyire ashabı olan Enbiyalar
(A.S.)
, bahir ve zahir mu'cizatlarına istinad ederek ve bütün kulûb-ı münevvere aktabı olan
evliyalar, keşf ü kerametlerine itimad ederek ve bütün ukûl-i nuraniye erbabı olan asfiyalar,
tahkikatlarına istinad ederek, birtek Vâhid-i Ehad, Vâcib-ül Vücud, Hâlık-ı Külli Şey'in
vücub-ı vücuduna ve vahdetine ve kemal-i rububiyetine şehadetleri, pek büyük ve nurani bir
penceredir. Hem her vakit o makam-ı rububiyeti göstermektedir. Ey bîçare münkir! Kime
güveniyorsun ki, bunları dinlemiyorsun? Veyahut gündüz içinde gözünü kapamakla, dünyayı
gece mi oldu zannediyorsun?

(Dokuzuncu Pencere:) Kâinattaki ibadet-i umumiye, bilbedahe bir Mabud-ı Mutlak'ı


gösteriyor. Evet âlem-i ervaha ve bâtına giden ve ruhanî ve meleklerle görüşen zâtların
şehadetleriyle sabit olan umum ruhanî ve melaikelerin kemal-i imtisal ile ubudiyetleri ve
bilmüşahede bütün zîhayatların kemal-i intizam ile ubudiyetkârane vazifeler görmeleri ve
bilmüşahede anasır gibi bütün cemadatın kemal-i itaat ile ubudiyetkârane hizmetleri, bir
Mabud-ı Bilhakk'ın vücub-ı vücudunu ve vahdetini gösterdiği gibi, herbir taifesi icma' ve
tevatür kuvvetini taşıyan bütün âriflerin hakikatlı marifetleri, bütün şâkirler taifesinin
semeredar şükürleri ve bütün zâkirlerin feyizli zikirleri ve bütün hâmidlerin nimet artıran
hamdleri ve bütün muvahhidlerin bürhanlı tevhidleri ve tavsifleri
317

ve bütün muhiblerin hakikî muhabbet ve aşkları ve bütün müridlerin sadık irade ve rağbetleri
ve bütün münîblerin ciddî taleb ve inabeleri, yine Maruf, Mezkûr, Meşkûr, Mahmud, Vâhid,
Mahbub, Mergub, Maksud olan o Mabud-ı Ezelî'nin vücub-ı vücudunu ve kemal-i
rububiyetini ve vahdetini gösterdiği gibi, kâmil insanlardaki bütün makbul ibadatın ve o
makbul ibadatın neticesinden hasıl olan füyuzat ve münacat, müşahedat ve keşfiyat, yine o
Mevcud-ı Lemyezel ve o Mabud-ı Lâyezal'in vücub-ı vücudunu ve vahdetini ve kemal-i
rububiyetini gösterir. İşte şu üç cihette ziyadar büyük bir pencere, vahdaniyete açılır.

َ ْ َ ‫ماءً فَا‬ ‫ن ال َِه‬ َ ‫وَاَنَْز‬


(Onuncu Pencere:) (‫ت‬ َ ِ ‫الث‬
‫مَرا ِه‬ ‫ن‬
‫م َه‬
ِ ِ‫ج ب ِهه‬ ‫خَر َه‬ َ ِ‫ماء‬ َ ‫س‬ ‫م َه‬ ِ ‫ل‬
‫م اْلَنْهَاَر‬ ُ ُ ‫خَر لَك‬ َِ ‫س‬ َ َ ‫مر ِهِ و‬ ْ َ ‫حرِ بِا‬ ْ َ ‫جرِىَ ف ِى الْب‬ َ ْ ‫م الْفُل‬
ْ َ ‫ك لِت‬ ُ ُ ‫خَر لَك‬ َِ ‫س‬
َ َ‫م و‬ ْ ُ ‫رِْزق ًا لَك‬
َ َِ ‫س‬ َِ ‫م ال‬ َِ ‫س‬
‫ن‬ْ ‫م‬ِ ‫م‬ ْ ُ ‫ل وَالنَِهَاَر وَاتَيك‬ َ ْ ‫م الل ِي‬ ُ ُ ‫خَر لَك‬ َ َ‫ن و‬ ِ ْ ‫مَر دَائِبَي‬ َ َ‫س وَالْق‬ َ ‫م‬ ْ ‫ش‬ ُ ُ ‫خَر لَك‬ َ َ‫و‬
‫صوهَا‬ ‫ح ُه‬ ْ ُ ‫اللههِ ل َ ت‬ِٰ ‫ت‬ َ ْ‫ن تَعُدُِوا نِع‬
‫م َه‬ ُ ُ ‫ساَلْت‬
ْ ‫موه ُ وَا ِه‬ ‫ما َه‬ ‫ل َه‬ ِِ ُ ‫ )ك‬Şu kâinattaki mevcudatın
birbirine teavünü, tecavübü, tesanüdü gösterir ki; umum mahlukat, birtek Mürebbi'nin
terbiyesindedirler. Birtek Müdebbir'in idaresindedirler. Birtek Mutasarrıf'ın taht-ı
tasarrufundadırlar. Birtek Seyyid'in hizmetkârlarıdırlar. Çünki zemindeki zîhayatlara
levazımat-ı hayatiyeyi emr-i Rabbanî ile pişiren Güneş'ten ve takvimcilik eden Kamer'den tut,
tâ ziya, hava, mâ, gıdanın zîhayatların imdadına koşmalarına ve nebatatın dahi hayvanatın
imdadına koşmalarına ve hayvanat dahi insanların imdadına koşmalarına, hattâ a'za-yı
bedenin birbirinin muavenetine koşmalarına ve hattâ gıda zerratının hüceyrat-ı bedeniyenin
imdadına koşmalarına kadar cari olan bir düstur-ı teavün ile, camid ve şuursuz olan o
mevcudat-ı müteavine, bir kanun-ı kerem, bir namus-ı şefkat, bir düstur-ı rahmet altında gâyet
hakimane, kerimane birbirine yardım etmek, birbirinin sadâ-yı hacetine cevab vermek,
birbirini takviye etmek, elbette bilbedahe birtek, yekta, Vâhid-i Ehad, Ferd-i Samed, Kadîr-i
Mutlak, Alîm-i Mutlak, Rahîm-i Mutlak, Kerim-i Mutlak bir Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un
hizmetkârları ve memurları ve masnuları olduklarını gösterir. İşte ey bîçare müflis felsefî! Bu
muazzam pencereye ne diyorsun? Senin tesadüfün buna karışabilir mi?...

(Onbirinci Pencere:) (‫ب‬ ُ ‫ن الْقُلُو‬ َ ْ ‫الله ِه تَط‬


ُِ ِ ‫مئ‬ ِٰ ِ‫ ) اَل َ بِذِكْر‬Bütün ervah ve kulûbün
dalaletten neş'et eden ızdırabat ve keşmekeş ve ızdırabattan neş'et eden manevî elemlerden
kurtulmaları, birtek Hâlık'ı tanımakla olur.
318

Bütün mevcudatı, birtek Sâni'a vermekle necat buluyorlar, birtek Allah'ın zikriyle mutmain
olurlar. Çünki hadsiz mevcudat birtek zâta verilmezse Yirmiikinci Söz'de kat'î isbat edildiği
gibi o zaman her birtek şeyi, hadsiz esbaba isnad etmek lâzım gelir ki, o halde birtek şeyin
vücudu, umum mevcudat kadar müşkil olur. Çünki Allah'a verse, hadsiz eşyayı bir zâta verir.
Ona vermezse, herbir şeyi hadsiz esbaba vermek lâzım gelir. O vakit bir meyve, kâinat kadar
müşkilât peyda eder, belki daha ziyade müşkil olur. Çünki nasıl bir nefer yüz muhtelif âdemin
idaresine verilse, yüz müşkilât olur. Ve yüz nefer, bir zabitin idaresine verilse, bir nefer
hükmünde kolay olur. Öyle de: Çok muhtelif esbabın birtek şeyin icadında ittifakları, yüz
derece müşkilâtlı olur. Ve pek çok eşyanın icadı, birtek zâta verilse yüz derece kolay olur. İşte
mahiyet-i insaniyedeki merak ve taleb-i hakikat cihetinden gelen nihâyetsiz ızdırabdan
kurtaracak yalnız tevhid-i Hâlık ve marifet-i İlahiyedir. Madem küfürde ve şirkte nihâyetsiz
müşkilât ve ızdırabat var. Elbette o yol muhaldir, hakikatı yoktur. Madem tevhidde,
mevcudatın yaratılışındaki sühulete ve kesrete ve hüsn-i san'ata muvafık olarak nihâyetsiz
sühulet ve kolaylık var. Elbette o yol vâcibdir, hakikattır. İşte ey bedbaht ehl-i dalalet! Bak:
Dalalet yolu ne kadar karanlıklı ve elemli!. Ne zorun var ki, oradan gidiyorsun? Hem bak:
İman ve tevhid yolu ne kadar kolay ve safalı... Oraya gir, kurtul...
َ َ
(Onikinci Pencere:) (‫وَال ِذِى‬ ‫سوَِى‬ َ ‫ك اْلَع ْلَى اَل ِذِى‬
َ ‫خل َهقَ فَه‬ َ ‫م َرب ِ ِه‬
َ ‫سه‬ ِ ِ ‫سب‬
ْ ‫حا‬ ‫َه‬
‫)قَدََِر فَهَدَى‬ sırrınca: Umum eşyada hususan zîhayat masnularda hikmetli bir kalıbdan
çıkmış gibi her şeye bir miktar-ı muntazam ve bir suret, hikmetle verildiği ve o suret ve o
miktarda maslahatlar ve faideler için eğri büğrü hududlar bulunması; hem müddet-i
hayatlarında değiştirdikleri suret-i libasları ve miktarları yine hikmetlere, maslahatlara
muvafık bir tarzda mukadderat-ı hayatiyeden terkib edilen manevî ve muntazam birer suret,
birer miktar bulunması, bilbedahe gösterir ki: Bir Kadîr-i Zülcelal'in ve bir Hakîm-i
Zülkemal'in kader dairesinde suretleri ve biçimleri tertib edilen ve kudretin destgâhında
vücudları verilen o hadsiz masnuat, o zâtın vücub-ı vücuduna delalet ve vahdetine ve kemal-i
kudretine hadsiz lisan ile şehadet ederler. Sen kendi cismine ve a'zalarına ve onlardaki
319

eğri büğrü yerlerin meyvelerine ve faidelerine bak! Kemal-i hikmet içinde kemal-i kudreti
gör.

َ
(Onüçüncü Pencere:) (ِ‫مد ِهه‬ ْ ‫ح‬
َ ِ‫ح ب‬ َ ‫ئ اِل ِ ي ُه‬
ُ ِ ‫سب‬ َ ‫ن‬
ٍ ْ ‫شي‬ ‫م ْه‬
ِ ‫ن‬
ْ ‫ )وَ ا ِه‬sırrınca: Herşey
lisan-ı mahsusu ile Hâlıkını yâdeder, takdis eder. Evet bütün mevcudatın lisan-ı hal ve kal ile
ettiği tesbihat, birtek Zât-ı Mukaddes'in vücudunu gösteriyor. Evet fıtratın şehadeti
reddedilmez. Delalet-i hal ise, hususan çok cihetlerle gelse, şübhe getirmez. Bak hadsiz fıtrî
şehadeti tazammun eden ve nihâyetsiz tarzlarda lisan-ı hal ile delalet eden ve mütedâhil
daireler gibi birtek merkeze bakan şu mevcudatın muntazam suretleri, herbiri birer dildir. Ve
mevzun heyetleri, herbiri birer lisan-ı şehadettir. Ve mükemmel hayatları, herbiri birer lisan-ı
tesbihtir ki, Yirmidördüncü Söz'de kat'î isbat edildiği gibi, o bütün diller ile pek zahir bir
surette tesbihatları ve tahiyyatları ve birtek mukaddes zâta şehadetleri, ziya güneşi gösterdiği
gibi bir tek Zât-ı Vâcib-ül Vücud'u gösterir. Ve kemal-i uluhiyetine delalet eder.

(Ondördüncü Pencere:) ( ‫ن‬


‫م ْه‬
ِ ‫ن‬ْ ‫ئ * وَا ِه‬ َ ‫ل‬
ٍ ْ ‫شي‬ ِِ ُ ‫ت ك‬‫ملَكُو ُه‬ َ ِ‫ن بِيَد ِهه‬ ‫م ْه‬
َ ‫ل‬ ْ ُ‫ق‬
ِِ ُ ‫ى ع َلَى ك‬ َِ ‫صيَتِهَا ا ِه‬ َ
ِ ‫م نْه دَابَِةٍ اِل ِ هُوَ ا‬ َ
ِ ِ ‫ئ اِل‬
‫ل‬ ِ ِ ‫ن َرب‬ ‫خذ ٌ بِنَا ِه‬ ِ ‫ما‬ ‫ه َه‬ُ ‫خَزائِن ُه‬
َ ‫عنْدَن َها‬ ٍ ْ ‫شي‬َ
‫في ظٌه‬ ِ ‫ح‬
َ ‫ئ‬ٍ ْ ‫شي‬َ ) sırlarınca: Herşey herşeyinde ve her şe'ninde tek bir Hâlık-ı Zülcelal'e
muhtaçtır. Evet kâinattaki mevcudata bakıyoruz ve görüyoruz ki: Za'f-ı mutlak içinde bir
kuvvet-i mutlaka tezahüratı var. Ve acz-i mutlak içinde bir kudret-i mutlakanın âsârı
görünüyor. Meselâ nebatatın tohumlarında ve köklerindeki ukde-i hayatiyelerinin intibahları
zamanında gösterdikleri hârika vaziyetleri gibi. Hem fakr-ı mutlak ve kuruluk içinde bir gına-i
mutlakın tezahüratı var: Kıştaki toprağın ve ağaçların vaziyet-i fakiraneleri ve baharda şaşaalı
servet ve gınaları gibi. Hem cümud-ı mutlak içinde bir hayat-ı mutlakanın tereşşuhatı
görünüyor: Anasır-ı camidenin zîhayat maddelere inkılabı gibi. Hem bir cehl-i mutlak içinde
muhit bir şuurun tezahüratı görünüyor: Zerrelerden yıldızlara kadar herşeyin harekâtında
nizamat-ı âleme ve mesalih-i hayata ve metalib-i hikmete muvafık bir tarzda hareket etmeleri
ve şuurkârane vaziyetleri gibi. İşte bu acz içindeki kudret ve za'f içindeki kuvvet ve fakr
içindeki servet ve gına ve cümud ve cehil içindeki hayat ve şuur; bilbedahe ve bizzarure bir
Kadîr-i Mutlak ve Kaviyy-i Mutlak
320

ve Ganiyy-i Mutlak ve Alîm-i Mutlak ve Hayy-ı Kayyum bir zâtın vücub-ı vücuduna ve
vahdetine karşı her taraftan pencereler açar. Heyet-i mecmuasıyla büyük bir mikyasta bir
cadde-i nuraniyeyi gösterir. İşte ey tabiat bataklığına düşen gafil! Eğer tabiatı bırakıp kudret-i
İlahiyeyi tanımazsan; herbir şeye, hattâ herbir zerreye, hadsiz bir kuvvet ve kudret ve
nihâyetsiz bir hikmet ve meharet, belki ekser eşyayı görecek, bilecek, idare edecek bir iktidar,
herşeyde bulunduğunu kabul etmek lâzım gelir.

َِ ُ ‫سهن ك‬ َ
(Onbeşinci Pencere:) (‫ه‬ ُ ‫خلَقَه‬
َ ‫ئ‬ َ ‫ل‬
ٍ ْ ‫شي‬ َ َ ‫ح‬ْ َ ‫ )وَال ِذِى ا‬sırrınca: Herşeye, o
şeyin kabiliyet-i mahiyetine göre kemal-i mizan ve intizam ile biçilip hüsn-i san'at ile tertib
edilip, en kısa yolda, en güzel bir surette, en hafif bir tarzda, istimalce en kolay bir şekilde,
meselâ kuşların elbiselerine ve her vakit tüylerini kolayca oynatmalarına ve istimal etmelerine
bak hem israfsız hikmetli bir tarzda vücud vermek, suret giydirmek, eşya adedince diller ile
bir Sâni'-i Hakîm'in vücub-ı vücuduna şehadet ve bir Kadîr-i Alîm-i Mutlak'a işaret ederler.

(Onaltıncı Pencere:) Rûy-i zeminde mevsim-bemevsim tazelenen mahlukatın icad ve


tedbirlerindeki intizamat ve tanzimat, bilbedahe bir hikmet-i âmmeyi gösterir. Sıfat,
mevsufsuz olmadığından; elbette o hikmet-i âmme, bizzarure bir Hakîm'i gösterir. Hem o
perde-i hikmet içinde hârika tezyinat, bilbedahe bir inâyet-i tâmmeyi gösterir. Ve o inâyet-i
tâmme, bizzarure inâyetkâr bir Hâlık-ı Kerim'i gösterir. Ve o perde-i inâyette umuma şamil bir
taltifat ve ihsan’at, bilbedahe bir rahmet-i vasiayı gösterir. Ve o rahmet-i vasia, bizzarure bir
Rahman-ı Rahîm'i gösterir. Ve o perde-i rahmet üstünde dahi bütün rızka muhtaç zîhayatların
lâyık ve mükemmel bir tarzda iaşeleri ve erzakları, bilbedahe terbiyekârane bir Rezzakıyet ve
şefkatkârane bir rububiyeti gösterir. Ve o terbiye ve idare, bizzarure bir Rezzak-ı Kerim'i
gösterir.
Evet zeminin yüzünde kemal-i hikmetle terbiye edilen ve kemal-i inâyet ile tezyin
edilen ve kemal-i rahmetle taltif edilen ve kemal-i şefkat ile iaşe edilen bütün mahlukat, birer
birer bir Sâni'-i Hakîm, Kerim, Rahîm, Rezzak'ın vücubuna şehadet ve vahdetine işaret
ettikleri gibi, yeryüzünün mecmuunda tezahür eden ve umumunda görülen ve kasd ve iradeyi
bilbedahe gösteren hikmet-i âmme; ve hikmeti dahi tazammun eden umum masnuata şamil
inâyet-i tâmme;
321

ve inâyet ve hikmeti tazammun eden ve umum mevcudat-ı arziyeye şamil olan rahmet-i vasia;
ve rahmet ve hikmet ve inâyeti de tazammun eden umum zîhayata şamil bir surette ve gâyet
kerimane bir tarzda olan rızk ve iaşe-i umumiyeyi birden nazara al, bak! Nasılki elvan-ı seb'a,
ziyayı teşkil eder. Ve yeryüzünü tenvir eden o ziya, nasıl şübhesiz güneşi gösterir. Öyle de; o
hikmet içindeki inâyet ve inâyet içindeki rahmet ve rahmet içindeki iaşe-i rızkî, nihâyet
derecede Hakîm, Kerim, Rahîm, Rezzak bir Vâcib-ül Vücud'un vahdetini ve kemal-i
rububiyetini büyük bir mikyasta, yüksek bir derecede, parlak bir surette gösterir. İşte ey
sersem münkir-i gafil! Göz önündeki bu hakimane, kerimane, rahimane, rezzakane terbiyeti
ve bu acib ve hârika ve mu'cize keyfiyeti ne ile izah edebilirsin? Senin gibi serseri tesadüfle
mi? Ve kalbin gibi kör kuvvetle mi? Ve kafan gibi sağır tabiatla mı? Ve senin gibi âciz, camid,
cahil esbabla mı? Yoksa nihâyetsiz derecede mukaddes, münezzeh, müberra, muallâ ve
nihâyetsiz derecede Kadîr, Alîm, Semi', Basîr olan Zât-ı Zülcelal'e nihâyetsiz derecede âciz,
cahil, sağır, kör, mümkin, miskin olan tabiat namını verip nihâyetsiz hata işlemek mi istersin?
Hem güneş gibi parlak şu hakikatı, hangi kuvvetle söndürebilirsin? Hangi perde-i gaflet
altında saklayabilirsin?

(Onyedinci Pencere:) (‫ن‬ ‫منِي َه‬ ُ ْ ‫ت لِل‬


ِ ‫مو‬ ‫ض ٓليَا ٍه‬ ْ
‫ت وَالَْر ِه‬
َِ ‫)ا ِه‬
‫ن فِهى ال َِه‬
ِ ‫سمٰوَا‬
Zeminin yüzünü yaz zamanında temaşa edip görüyoruz ki: İcad-ı eşyada müşevveşiyeti iktiza
eden ve intizamsızlığa sebeb olan nihâyetsiz sehavet ve bir cûd-ı mutlak, gâyet derecede bir
insicam ve intizam içinde görünüyor. İşte zemin yüzünü tezyin eden bütün nebatatı gör. Hem
mizansızlığı ve kabalığı iktiza eden icad-ı eşyadaki sür'at-i mutlaka dahi kemal-i mevzuniyet
içinde görünüyor. İşte zemin yüzünü süslendiren bütün meyvelere bak. Hem ehemmiyetsiz-
liği, belki çirkinliği iktiza eden kesret-i mutlaka dahi, kemal-i hüsn-i san'at içinde görünüyor.
İşte yeryüzünü yaldızlayan bütün çiçeklere bak! Hem san'atsızlığı, basitliği iktiza eden icad-ı
eşyadaki sühulet-i mutlaka dahi, nihâyetsiz derecede san'atkârlık ve meharet ve ihtimamkârlık
içinde görünüyor. İşte yeryüzündeki ağaç ve nebatat cihazatının sandukçaları ve proğramları
ve tarihçe-i hayatlarının kutucukları hükmünde olan bütün tohumlara, çekirdeklere dikkatle
bak.
322

Hem ihtilaf ve ayrılığı iktiza eden uzaklık ve bu'd-ı mutlak dahi bir ittifak-ı mutlak
içinde görünüyor. İşte bütün aktar-ı zeminde zer'edilen her nevi hububata bak. Hem karışmayı
ve bulaşmayı iktiza eden kemal-i ihtilat, bilakis kemal-i imtiyaz ve tefrik içinde görünüyor.
İşte bütün yer altına karışık atılan ve madde itibariyle birbirine benzeyen tohumların sünbül
vaktinde kemal-i imtiyazları ve ağaçlara giren muhtelif maddelerin yaprak, çiçek ve
meyvelere kemal-i imtiyaz ile tefrikleri ve mideye giren karışık gıdaların muhtelif a'za ve
hüceyrata göre kemal-i imtiyazla ayrılmalarına bak, kemal-i hikmet içinde kemal-i kudreti
gör. Hem ehemmiyetsizliği, kıymetsizliği iktiza eden gâyet derecede mebzuliyet ve nihâyet
derecede ucuzluk dahi, yeryüzünde masnuatça, san'atça nihâyet derecede kıymettar ve pahalı
bir keyfiyette görünüyor. İşte o hadsiz acaib-i san'at içinde yeryüzünün Rahmanî sofrasında
yalnız kudretin şekerlemeleri olan dutların nevilerine bak! Kemal-i rahmeti, kemal-i san'at
içinde gör.
İşte bütün rûy-i zeminde gâyet kıymettarlık ile beraber hadsiz ucuzluk; ve hadsiz
ucuzluk içinde hadsiz ihtilat ve karışıklık ile beraber hadsiz imtiyaz ve tefrik; ve hadsiz
imtiyaz ve tefrik içinde gâyet uzaklık ile beraber son derecede muvafakat ve benzeyiş; ve son
derece benzemek içinde gâyet derecede sühulet ve kolaylık ile beraber gâyet derecede
ihtimamkârane yapılış; ve gâyet derecede güzel yapılış içinde sür'at-i mutlaka ve çabukluk ile
beraber gâyet derecede mevzun ve mizanlı ve israfsızlık; ve gâyet derecede israfsızlık içinde
son derece çokluk ve kesret ile beraber son derecede hüsn-i san'at; ve son derece hüsn-i san'at
içinde nihâyet derecede sehavet ile beraber intizam-ı mutlak.. elbette gündüz ışığı, ışık güneşi
gösterdiği gibi, bir Kadîr-i Zülcelal'in, bir Hakîm-i Zülkemal'in, bir Rahîm-i Zülcemal'in
vücub-ı vücuduna ve kemal-i kudretine ve cemal-i rububiyetine ve vahdaniyetine ve
ehadiyetine şehadet ederler, ‫سنَى‬ ْ ‫ح‬ُ ْ ‫ماءُ ال‬
َ ‫س‬ ُ َ ‫ وَل‬sırrını gösterirler.
ْ َ ‫ه اْل‬
Şimdi ey bîçare cahil, gafil, muannid, muattıl! Bu hakikat-ı uzmayı ne ile tefsir
edebilirsin? Bu nihâyet derecede mu'cize ve hârika keyfiyeti ne ile izah edebilirsin? Bu hadsiz
derecede acib şu san'atları neye isnad edebilirsin? Bu yeryüzü derecesinde geniş bu pencereye
hangi perde-i gafleti atıp kapatabilirsin? Senin tesadüfün nerede, tabiat dediğin ve güvendiğin
şuursuz yoldaşın ve dalalette istinadgâhın
323

ve arkadaşın nerede? Bu işlere tesadüfün karışması yüz derece muhal değil mi? Ve şu hârika
işlerin binden birinin tabiata havalesi, bin derece muhal olmuyor mu? Yoksa camid, âciz
tabiatın; herbir şeyin içinde o şeyden yapılan eşya adedince manevî makineleri ve matbaaları
mı var?..

(Onsekizinci Pencere:) (‫ر ضِه‬ ْ َ ‫ت وَ اْل‬ ‫ملَكُو ِه‬


َِ ‫ت ال‬
ِ ‫سمٰوَا‬ َ ‫م يَنْظُُروا فِهى‬ ْ ‫)اَفَل َه‬
Yirmiikinci Söz'de izah edilen şu temsile bak ki: Nasıl mükemmel, muntazam, san'atlı, saray
gibi bir eser, bilbedahe muntazam bir fiile delalet eder. Yani bir bina, bir dülgerliğe delalet
eder. Ve mükemmel, muntazam bir fiil, bizzarure mükemmel bir fâile ve mahir bir ustaya, bir
dülgere delalet eder. Ve mükemmel usta ve dülger ünvanları, bilbedahe mükemmel bir sıfata,
yani san'at melekesine delalet eder. Ve mükemmel sıfat ve o mükemmel meleke-i san'at,
bilbedahe mükemmel bir istid’adın vücuduna delalet eder. Ve mükemmel bir istid’ad ise, âlî
bir ruh ve yüksek bir zâtın vücuduna delalet eder. Öyle de: Zeminin yüzünü, belki kâinatı
dolduran müteceddid eserler, bilbedahe gâyet derece-i kemalde bulunan ef'ali gösteriyor. Ve
şu nihâyet derecedeki intizam ve hikmet dairesindeki ef'al, bilbedahe ünvanları ve isimleri
mükemmel olan bir fâili gösteriyor. Çünki muntazam, hakimane fiiller, fâilsiz olmadığı
kat'iyen malûm. Ve son derece mükemmel ünvanlar, o fâilin son derece kemaldeki sıfatlarına
delalet eder. Çünki fenn-i Sarfça nasıl ism-i fâil masdardan yapılıyor. Öyle de, ünvanların ve
isimlerin dahi masdarları ve menşe'leri, sıfatlardır. Ve son derece-i kemalde sıfatlar, şübhesiz
son derece mükemmel olan şuunat-ı zâtiyeye delalet eder. Ve kabiliyet-i zâtiye (tabir
edemediğimiz) o mükemmel şuun-ı zâtiye, bihakkalyakîn hadsiz derece-i kemalde olan bir
zâta delalet eder.
İşte bütün âlemdeki âsâr-ı san'at ve bütün mahlukat, herbiri birer eser-i mükemmel
olduğundan, herbiri bir fiile ve fiil ise isme ve isim ise vasfa ve vasıf ise şe'ne ve şe'n ise zâta
şehadet ettikleri için; masnuat adedince birtek Sâni'-i Zülcelal'in vücub-ı vücuduna şehadet ve
ehadiyetine işaret ettikleri gibi; heyet-i mecmuasıyla, silsile-i mahlukat kadar kuvvetli bir
tarzda bir mi'rac-ı marifettir. Hiçbir cihette içine şübhe girmeyen müteselsil bir bürhan-ı
hakikattır. Şimdi ey bîçare münkir-i gafil! Silsile-i kâinat kadar kuvvetli
324

şu bürhanı ne ile kırabilirsin? Şu masnuat adedince hakikatın şuaını gösteren hadsiz delikli ve
kafesli şu pencereyi ne ile kapatabilirsin? Hangi perde-i gafleti üstüne çekebilirsin?

(Ondokuzuncu Pencere:) (‫ن‬


‫م ْه‬
َ َ‫و‬ ‫سبْعُ وَاْلَْر ُه‬
‫ض‬ ‫ت ال َِه‬
ُ ‫سمٰوَا‬ ُ ‫ح ل َه‬
‫ه ال َِه‬ َ ‫ت ُه‬
ُ ِ ‫سب‬
َ
‫ه‬
ِ ‫مد ِه‬
ْ ‫ح‬
َ ِ‫ح ب‬ َ ‫ئ اِل ِ ي ُه‬
ُ ِ ‫سب‬ َ ‫ن‬
ٍ ْ ‫شي‬ ‫م ْه‬
ِ ‫ن‬ َِ ‫ )فِيهِه‬sırrınca: Sâni'-i Zülcelal, semavatın
ْ ‫ن وَ ا ِه‬
ecramına o kadar hikmetler, manalar takmış ki; güya celal ve cemalini ifade etmek için
semavatı; güneşler, aylar, yıldızlar kelimeleriyle süslendirdiği gibi, cevv-i semada dahi olan
mevcudata öyle hikmetler, manalar, maksadlar takmış ki; güya o cevv-i semayı berkler,
şimşekler, ra'dlar, katreler kelimeleriyle intak ediyor. Ve kemal-i hikmet ve cemal-i rahmetini
ders veriyor. Ve nasıl zemin kafasını, hayvanat ve nebatat denilen manidar kelimeleriyle
söyleştirip kemalât-ı san'atını kâinata gösteriyor. Öyle de; o kafanın birer kelimesi olan
nebatları ve ağaçları dahi; yapraklar, çiçekler, meyveler kelimeleriyle intak edip yine kemal-i
san'atını ve cemal-i rahmetini ilân ediyor. Ve birer kelime olan çiçekleri ve meyveleri dahi
tohumcuklar kelimeleriyle konuşturup dekaik-ı san'atını ve kemal-i rububiyetini ehl-i şuura
talim ediyor.
İşte bu hadsiz kelimat-ı tesbihiye içinde yalnız tek bir sünbül ve tek bir çiçeğin tarz-ı
ifadesine kulak verip dinleyeceğiz. Nasıl şehadet eder, bileceğiz. Evet herbir nebat, herbir
ağaç, pekçok lisan ile Sâni'lerini öyle gösteriyorlar ki; ehl-i dikkati hayretlerde bırakır ve
bakanlara Sübhanallah! Ne kadar güzel şehadet ediyor! dedirtirler. Evet, herbir nebatın çiçek
açması zamanında ve sünbül vermesi anında, tebessümkârane manevî tekellümleri
hengâmındaki tesbihleri, kendileri gibi güzel ve zahirdir. Çünki herbir çiçeğin güzel ağzı ile
ve muntazam sünbülün lisanıyla ve mevzun tohumların ve muntazam habbelerin kelimatıyla
hikmeti gösteren o nizam, bilmüşahede ilmi gösteren bir mizan içindedir. Ve o mizan ise,
meharet-i san'atı gösteren bir nakş-ı san'at içindedir ve o nakş-ı san'at, lütuf ve keremi
gösteren bir zînet içindedir. Ve o zînet dahi, rahmet ve ihsanı gösteren latif kokular içindedir.
Ve birbiri içinde bulunan şu manidar keyfiyetler, öyle bir lisan-ı şehadettir ki; hem Sâni'-i
Zülcemal'ini esmasıyla tarif eder, hem evsafıyla tavsif eder, hem cilve-i esmasını tefsir eder,
hem teveddüd ve taarrüfünü, yani sevdirilmesini ve tanıttırılmasını ifade eder.
325

İşte bir tek çiçekten böyle bir şehadet işitsen, acaba zemin yüzündeki Rabbanî
bağlarda umum çiçekleri dinleyebilsen, ne derece yüksek bir kuvvetle Sâni'-i Zülcelal'in
vücub-ı vücudunu ve vahdetini ilân ettiklerini işitsen, hiç şübhen ve vesvesen ve gafletin
kalabilir mi? Eğer kalsa, sana insan ve zîşuur denilebilir mi?
Gel şimdi bir ağaca dikkatle bak! İşte bahar mevsiminde yaprakların muntazaman
çıkması, çiçeklerin mevzunen açılması, meyvelerin hikmetle, rahmetle büyümesi ve dalların
ellerinde, masum çocuklar gibi, nesimin esmesi ile oynaması içindeki latif ağzını gör. Nasıl
bir dest-i kerem ile yeşillenen yaprakların dili ile ve bir neş'e-i lütuf ile tebessüm eden
çiçeklerin lisanıyla ve bir cilve-i rahmet ile gülen meyvelerin kelimatı ile ifade edilen hikmetli
nizam içindeki adilli mizan; ve adli gösteren mizan içinde bulunan dikkatli san'atlar, nakışlar
ve meharetli nakışlar ve zînetler içinde rahmet ve ihsanı gösteren ayrı ayrı tatlı tatmaklar ve
ayrı ayrı güzel kokular ve hoş tatmaklar içinde birer mu'cize-i kudret olan tohumlar ve
çekirdekler, gâyet zahir bir surette bir Sâni'-i Hakîm ve Kerim, Rahîm, Muhsin, Mün'im,
Mücemmil, Mufaddıl'ın vücub-ı vücudunu ve vahdetini ve cemal-i rahmetini ve kemal-i
rububiyetini gösterir. İşte eğer bütün rûy-i zemindeki ağaçların lisan-ı hallerini birden
dinleyebilsen, (‫ر ضِه‬ ْ َ ‫ما فِهى اْل‬
َ ‫ت وَه‬
ِ ‫سمٰوَا‬ ‫ح ِل ِٰله هِ َه‬
‫ما فِهى ال َِه‬ َ ‫ ) ي ُه‬hazinesinde ne
ُ ِ ‫سب‬
kadar güzel cevherler bulunduğunu göreceksin, anlayacaksın.
İşte ey nankörlük içinde kendini başıboş zanneden bedbaht gafil! Bu derece hadsiz
lisanlarla kendini sana tanıttıran ve bildiren ve sevdiren bir Kerim-i Zülcemal, tanımak
istenilmezse bu lisanları susturmalı. Mademki susturulmaz, dinlemeli. Gafletle kulağını
kapasan kurtulamazsın. Çünki sen kulağını kapamakla kâinat sükût etmez, mevcudat susmaz,
vahdaniyet şahidleri seslerini kesmezler. Elbette seni mahkûm ederler...

(Hâşiye) Bu Hâşiye bir sahife sonradadır.


َ ِِ ‫ت كُل‬ َ
)Yirminci Pencere:) (‫ن‬
‫ْه‬ ‫م‬
ِ ‫ن‬ ْ ‫ئ وَا ِه‬ٍ ْ ‫شي‬ ‫ملَكُو ُه‬ َ ِ‫ن ال ِذِى بِيَد ِهه‬ َ ‫حا‬ ُ ‫فَه‬
َ ْ ‫سب‬
َ َ
َ ‫سلْنَا الرِيَا َحه لَوَاقِه‬
‫ح‬ ‫معْلُومه ٍ وَاَْر َه‬ َ ٍ‫ه اِل ِ بِقَدَر‬ ُ ‫ما نُنَِزِل ُه‬
َ ‫ه وَه‬ُ ‫خَزائِن ُه‬ ِ ِ ‫ئ اِل‬
َ ‫عنْدَن َها‬ َ
ٍ ْ ‫شي‬
‫خازِنِي نَه‬ ُ َ‫م ل‬
َ ِ‫ه ب‬ ْ ‫ما اَنْت ُه‬
َ َ‫موه ُ و‬ ُ ُ ‫سقَيْنَاك‬ْ ‫مبَاَرك ًا فَا َه‬ ُ ً‫ماء‬ َ ِ‫ماء‬ َ ‫س‬َِ ‫م نَه ال‬ ِ ‫ )فَاَنَْزلْن َا‬Nasıl
cüz'iyat ve neticelerde ve teferruatta kemal-i hikmet ve cemal-i san'at görünüyor.
326

Öyle de: Tesadüfî ve karışık tevehhüm edilen küllî unsurların, büyük mahlukatın zahiren
karışık vaziyetleri dahi, bir hikmet ve san'at ile vaziyetler alıyorlar. İşte ziyanın parlaması, sair
hikmetli hidematının delaletiyle, yeryüzünde masnuat-ı İlahiyeyi izn-i Rabbanî ile teşhir ve
ilân etmektir. Demek bir Sâni'-i Hakîm tarafından ziya istihdam ediliyor. Çarşı-yı âlem
sergilerindeki antika san'atlarını onun ile irae ediyor. Şimdi rüzgârlara bak ki: Sair hakimane,
kerimane faidelerinin ve vazifelerinin şehadetiyle gâyet mühim ve kesretli vazifelere
koşuyorlar. Demek o dalgalanmak bir Sâni'-i Hakîm tarafından bir tavziftir, bir tasriftir, bir
kullanmaktır. Dalgalanmaları ise, emr-i Rabbanînin çabuk yerine getirilmesine sür'atle
çalışmaktır.
Şimdi bak çeşmelere, çaylara, ırmaklara... Yerden, dağlardan kaynamaları tesadüfî
değildir. Çünki onlara terettüb eden âsâr-ı rahmet olan faidelerin ve semerelerin şehadetiyle ve
dağlarda bir mizan-ı hacet ile iddiharlarının ifadesi ile ve bir mizan-ı hikmetle
gönderilmelerinin delaletiyle gösteriliyor ki; bir Rabb-ı Hakîm'in teshiriyle ve iddiharıyladır.
Ve kaynamaları ise, onun emrine heyecanla imtisal etmeleridir.
Şimdi yerdeki bütün taşların ve cevahirlerin ve madenlerin enva'ına bak. Bunların
tezyinatları ve menfaatlı hâsiyetleri bir Sâni'-i Hakîm'in tezyini ile, tedbiri ile, tertibiyle,
tasviri ile olduğunu, onlara müteallik hakimane faideleri ve mesalih-i hayatiye ve levazımat-ı
insaniye ve hacat-ı hayvaniyeye muvafık bir tarzda ihzarları gösteriyor.
Şimdi çiçeklere, meyvelere bak! Bunların gülümsemeleri ve tadları ve güzellikleri ve
nakışları ve koku vermeleri; bir Sâni'-i Kerim'in, bir Mün'im-i Rahîm'in sofrasında birer tarife,
birer davetname hükmünde olarak muhtelif renk ve koku

(Hâşiye):
Şu Yirminci Pencere'nin hakikatı, bir zaman Arabî bir surette şöyle kalbe gelmişti:
‫ك‬ َ ‫ف‬ِ ‫صرِي‬ ْ ‫ن ت َهه‬ ‫م ْهه‬ ِ ‫صاُر‬ َ ‫ج اَلْع ْهه‬ َ َ‫موِهه‬ َ َ‫ ت‬: ‫ك‬ َ ‫شهِيرِهه‬ ْ َ‫ك ت‬ َ ‫ويرِهه‬ ِ ْ ‫ن تَن‬ ‫م ْهه‬ ِ ُ‫ضيَائ‬ ِ ‫تَلَئْل َ ال‬
‫ك‬ َ ‫دخيرِهه‬ ۪ َ‫ن ت‬ ‫م ْهه‬ ِ ‫جَرالْاَنْهَاُر‬ َِ َ‫ تَف‬: ‫ك‬ َ َ ‫سلْطَان‬ ‫م ُهه‬ َ ‫مااَع ْظ َهه‬ َ ‫ك‬ َ َ ‫حان‬ َ ْ ‫سب‬ ‫ ُهه‬: ‫ك‬ َ ‫ظيفِهه‬ ۪ ْ‫تَو‬
َ‫مااَبْد َههع‬ َ ‫ك‬ َ َ ‫حان‬ َ ْ ‫سب‬ ‫ ُهه‬: ‫ك‬ َ َ ‫صوِيرِب‬ ْ ‫ك ت َهه‬ َ ‫ن تَدْبِيرِب َهه‬ ‫م ْهه‬ ِ ‫جاُر‬ َ ‫ح‬ ْ ْ ‫ن اَل‬ َ َ‫ تََزي ِهه‬: ‫ك‬ َ ِ‫خير‬ ِ ‫س‬ ْ ‫ت َهه‬
‫م َه‬
‫ك‬ ِ ‫م نْه اِنْعَا‬ ِ ‫ماُر‬ َ
َ ْ ‫ تَبََِر َجه الْث‬: ‫ك‬ ۪ ْ َ‫ك ت‬
َ ِ ‫حسهين‬ َ ‫م نْه تَْزيِين ِه‬ ِ ‫م الْْزهَاُر‬ َ َ ‫س‬ َِ ‫ تَب َه‬: ‫ك‬ َ ‫مت َه‬َ ْ ‫حك‬ ِ
‫ك‬ َ ‫ن اِنْطَاقِهه‬ ‫م ْهه‬ ِ ‫جعَ اَلْطْيَاُر‬ َِ ‫س‬َ ‫ ت َهه‬: ‫ك‬ َ َ ‫صنْعَت‬ ‫ن َهه‬ َ ‫س‬ ‫ح َهه‬ ْ َ ‫ماا‬ َ ‫ك‬ َ َ ‫حان‬ َ ْ ‫سب‬ ‫ ُهه‬: ‫ك‬ ‫م َهه‬ ِ ‫اِكَْرا‬
‫ك‬ َ َ ‫مت‬َ ‫ح‬
ْ ‫سعَ َر‬ َ ْ ‫ما اَو‬ َ ‫ك‬ َ َ ‫حان‬َ ْ ‫سب‬ُ :‫ك‬ َ ِ ‫ضال‬ َ ْ‫ك اِف‬ َ ِ ‫ن اِنَْزال‬ ْ ‫م‬ ِ ‫مطَاُر‬ ْ ْ ‫ج اَل‬ َ ‫ تَهََِز‬: ‫ك‬ َ ِ ‫اِْرفَاق‬
‫ما اَنْوََر‬ ‫ك َه‬َ َ ‫حان‬ َ ْ ‫سب‬‫ ُه‬: ‫ك‬ َ ‫ك تَنْوِيرِه‬ َ ‫ك تَدْوِيرِه‬ َ ‫ك تَدْبِيرِه‬ َ ‫م نْه تَقْدِيرِه‬ ِ ‫ماُر‬ َ ْ‫ك اَلْق‬ ‫حَِر َه‬ َ َ‫ ت‬:
.. ‫ك‬ َ َ ‫سلْطَان‬ ُ ‫ما اَبْهََر‬ َ ‫ك‬ َ َ ‫بُْرهَان‬
327

ve tadlar ile her nev'e ayrı ayrı tarife ve davetname olarak verilmiştir. Şimdi kuşlara bak!
Onların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları, bir Sâni'-i Hakîm'in intak ve söyletmesi olduğuna
delil-i kat'î ise, hayret verir bir tarzda birbirine o seslerle müdavele-i hissiyat ve ifade-i
maksad etmeleridir.
Şimdi bulutlara bak! Yağmurun şıpıltıları, manasız bir ses olmadığına ve şimşek ile
gök gürlemesi, boş bir gürültü olmadığına kat'î delil ise, hâlî bir boşlukta o acaibi icad etmek
ve onlardan âb-ı hayat hükmündeki damlaları sağmak ve zemin yüzündeki muhtaç ve müştak
zîhayatlara emzirmek, gösteriyor ki: O şırıltı, o gürültü gâyet manidar ve hikmettardır ki; bir
Rabb-i Kerim'in emriyle, müştaklara o yağmur bağırıyor ki, "Sizlere müjde, geliyoruz!"
manasını ifade ederler. Şimdi göğe bak! Gök içinde hadsiz ecramdan yalnız Kamer'e dikkat
et! Onun hareketi, bir Kadîr-i Hakîm'in emriyle olduğu, ona müteallik ve yeryüzüne aid
mühim hikmetlerdir ki, başka yerde beyan ettiğimizden kısa kesiyoruz.
İşte ziyadan tut, tâ Kamer'e kadar saydığımız küllî unsurlar gâyet geniş bir tarzda ve
büyük bir mikyasta bir pencere açar. Bir Vâcib-ül Vücud'un vahdetini ve kemal-i kudretini ve
azamet-i saltanatını gösterir, ilân ederler.
İşte ey gafil! Eğer bu gök gürlemesi gibi bu sadâyı susturabilirsen ve güneşin ışığı gibi
parlak o ziyayı söndürebilirsen, Allah'ı unut! Yoksa aklını başına al! (‫ح‬ َ ُ‫ن ت‬
ُ ِ ‫سب‬ ْ ‫م‬
َ ‫ن‬َ ‫حا‬
َ ْ ‫سب‬
ُ
َِ ِ‫ن فِيه‬
‫ن‬ ْ ‫م‬ ُ ‫سبْعُ وَاْلَْر‬
َ َ‫ض و‬ َِ ‫ت ال‬
ُ ‫سمٰوَا‬ ُ َ ‫ )ل‬de.
َِ ‫ه ال‬

Yirmibirinci Pencere: (‫ر‬ َ ‫ستَقَِرٍ لَهَهها ذٰل ِهه‬ َِ ‫و ال‬


ُ ‫تَقْدِي‬ ‫ك‬ ‫م ْهه‬
ُ ِ ‫جرِى ل‬
ْ َ‫س ت‬
‫م ُهه‬
ْ ‫ش‬ َ
ْ ْ
ِ‫)العَزِيزِ العَلِيم ه‬ Şu kâinat-ın lâmbası olan güneş, kâinat Sâniinin vücuduna ve
vahdaniyetine güneş gibi parlak ve nurani bir penceredir. Evet, manzume-i şemsiye denilen
küremizle beraber oniki seyyare; cürmleri küçüklük-büyüklük itibariyle pekçok muhtelif ve
mevkileri uzaklık-yakınlık noktasında pekçok mütefavit ve sür'at-i hareketleri çok mütenevvi'
olduğu halde kemal-i intizam ve hikmet ile ve kemal-i mizan ile ve bir saniye kadar
şaşırmayarak hareketleri ve deveranları ve güneş ile, cazibe kanunu tabir edilen bir kanun-ı
İlahî ile bağlanmaları, yani onlar
328

imamlarına iktidaları; büyük bir mikyasta bir azamet-i kudret-i İlahiyeyi ve vahdaniyet-i
Rabbaniyeyi gösterir. Çünki o camid cürmleri, o şuursuz büyük kitleleri, nihâyet derecede
intizam ve mizan-ı hikmet içinde muhtelif şekillerde ve muhtelif mesafelerde ve muhtelif
hareketlerde döndürmek, istihdam etmek, ne derece bir kudreti ve bir hikmeti isbat ettiğini
kıyas et. Bu büyük ve ağır işe zerre mikdar tesadüf karışsa, öyle bir patlayış verecek ki,
kâinatı dağıtacak. Çünki bir dakika, tesadüf birisini tevkif etse, mihverinden çıkmasına
sebebiyet verir, başkaları ile müsademe etmesine yol açar. Küre-i Arzdan bin defa büyük
cürmlerle müsademenin ne derece dehşetli olduğunu kıyas edebilirsin.
Manzume-i Şemsiyenin yani şemsin me'mumları ve meyveleri olan oniki seyyarenin
acaibini ilm-i muhit-i İlahîye havale edip, yalnız gözümüzün önünde seyyaremiz bulunan arza
bakıyoruz, görüyoruz ki: Bu seyyaremiz, bir azamet-i şevket-i rububiyeti ve haşmet-i saltanat-
ı uluhiyeti ve kemal-i rahmeti ve hikmeti gösterir bir surette Güneşin etrafında, emr-i Rabbanî
ile yedinci Mektub'da beyan edildiği gibi pek büyük bir hizmet için bir uzun seyr ü seyahat
ona ettiriliyor. Bir sefine-i Rabbaniye olarak acaib-i masnuat-ı İlahiye ile doldurulmuş ve
zîşuur ibadullaha seyrangâh gibi bir mesken-i seyyar vaziyeti verilmiş. Ve evkat ve hesabı
bildirecek saat akrebi gibi Kamer dahi dakik hesablarla, azîm hikmetlerle ona takılmış ve o
Kamer'e başka menzillerde ayrı seyr ü seyahat verilmiş. İşte bu mübarek seyyaremizin şu
halleri, küre-i arz kuvvetinde bir şehadetle, bir Kadîr-i Mutlak'ın vücub-ı vücudunu ve
vahdetini isbat eder. Madem şu seyyaremiz böyledir, manzume-i şemsiyeyi ona kıyas
edebilirsin.
Hem şemse kendi mihveri üstünde cazibe denilen manevî ipleri yumak yaptırmak için
dolap ve çıkrık hükmünde olan güneşi, bir Kadîr-i Zülcelal'in emriyle döndürüp, o seyyaratı o
manevî iplerle bağlayıp tanzim etmek ve güneşi bütün seyyaratı ile saniyede beş saatlik bir
mesafeyi kestirecek kadar bir sür'atle, bir tahmine göre "Herkül Burcu" tarafına veya Şems-üş
Şümus canibine sevk etmek, elbette ezel ve ebed sultanı olan Zât-ı Zülcelal'in kudretiyle ve
emriyledir. Güya haşmet-i rububiyetini göstermek için, bu emirber neferleri hükmünde olan
manzume-i şemsiye ordusu ile bir manevra yaptırır. Ey kozmoğrafyacı efendi! Hangi tesadüf
bu işlere karışabilir? Hangi esbabın eli buna
329

ulaşabilir? Hangi kuvvet buna yanaşabilir? Haydi sen söyle... Hiç böyle bir Sultan-ı Zülcelal,
aczini gösterip mülküne başkasını karıştırır mı? Bahusus kâinatın meyvesi, neticesi, gâyesi,
hülâsası olan zîhayatları, başka ellere verir mi? Başkasını müdahale ettirir mi? Bahusus o
meyvelerin en câmii ve o neticelerin en mükemmeli ve zeminin halifesi ve o sultanın âyinedar
bir misafiri olan insanları başıboş bırakır mı? Ve onları tabiata ve tesadüfe havale edip
haşmet-i saltanatını hiçe indirir mi, kemal-i hikmetini sukut ettirir mi?

(Yirmiikinci Pencere:) * ‫جبَا َ اَوْتَادًا‬


ِ ْ ‫مهَادًا * وَ ال‬ ‫ل اْلَْر َههه‬
ِ ‫ض‬ ِ َ‫جع‬ ْ َ‫م ن‬ْ ‫اَل َههه‬
‫د‬
َ ْ‫ضه بَع‬ َ ‫حي ِهى اْلَْر‬
ْ ُ‫ف ي‬ ِٰ ‫ت‬
َ ‫الله ِه كَي ْه‬ ‫م ِه‬ ْ ‫جا * فَانْظُْر اِلَى اثَارِ َر‬
َ ‫ح‬ ‫م اَْزوَا ًه‬
ْ ‫خلَقْنَاك ُه‬
َ َ‫و‬
‫موْتِه َا‬
َ Küre-i Arz bir kafadır ki, yüzbin ağzı vardır. Her ağzında, yüzbin lisanı vardır. Her
lisanında, yüzbin bürhanı var ki; herbiri çok cihetle Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad, herşeye
kadîr, herşeye alîm bir Zât-ı Zülcelal'in vücub-ı vücuduna ve vahdetine ve evsaf-ı kudsiyesine
ve esma-i hüsnasına şehadet ederler. Evet arzın evvel-i hılkatına bakıyoruz ki: Mayi haline
gelen bir madde-i seyyaleden taş ve taştan toprak halkedilmiş. Mayi kalsaydı, kabil-i sükna
olmazdı. O mayi taş olduktan sonra, demir gibi sert olsa idi kabil-i istifade olmazdı. Elbette
buna bu vaziyeti veren, yerin sekenelerinin hacetlerini gören bir Sâni'-i Hakîm'in hikmetidir.
Sonra tabaka-i turabiye, dağlar direği üzerine atılmış, tâ içindeki dâhilî inkılablardan gelen
zelzeleler, dağlarla teneffüs edip, zemini hareketinden ve vazifesinden şaşırmasın. Hem
denizin istilâsından toprağı kurtarsın. Hem zîhayatların levazımat-ı hayatiyesine birer hazine
olsun. Hem havayı tarasın, gazat-ı muzırradan tasfiye etsin, tâ teneffüse kabil olsun. Hem
suları biriktirip iddihar etsin. Hem zîhayata lâzım olan sair madenlere menşe' ve medar olsun.
İşte bu vaziyet bir Kadîr-i Mutlak ve bir Hakîm-i Rahîm'in vücub-ı vücuduna ve vahdetine
gâyet kat'î ve kuvvetli şehadet eder.
Ey coğrafyacı efendi! Bunu ne ile izah edersin? Hangi tesadüf şu acaib-i masnuat ile
dolu sefine-i Rabbaniyeyi bir meşher-i acaib yaparak yirmidörtbin sene bir mesafede, bir
senede sür'atle çevirip, onun yüzünde dizilmiş eşyadan hiçbir şey düşürmesin? Hem zeminin
yüzündeki acib san'atlara bak! Anasırlar,
330

ne derece hikmetle tavzif edilmişler. Bir Kadîr-i Hakîm'in emriyle zemin yüzündeki Rahman
misafirlerine nasıl güzel bakıyorlar, hizmetlerine koşuyorlar. Hem acib ve garib san'atlar
içinde rengârenk acib hikmetli zemin yüzünün sîmasındaki bu nakışlı çizgilere bak! Nasıl
sekenelerine enhar ve çayları, deniz ve ırmakları, dağ ve tepeleri, ayrı ayrı mahluklarına ve
ibadına lâyık birer mesken ve vesaid-i nakliye yapmış. Sonra yüzbinler ecnas-ı nebatat ve
enva'-ı hayvanatıyla kemal-i hikmet ve intizamla doldurup hayat vererek şenlendirmek, vakit-
bevakit muntazaman mevt ile terhis ederek boşaltıp yine muntazaman (Ba'sü ba'de-l mevt)
suretinde doldurmak; bir Kadîr-i Zülcelal'in ve bir Hakîm-i Zülkemal'in vücub-ı vücuduna ve
vahdetine yüzbinler lisanlarla şehadet ederler.
(Elhâsıl:) Yüzü, acaib-i san'ata bir meşher ve garaib-i mahlukata bir mahşer ve kafile-i
mevcudata bir memer ve sufûf-ı ibadına bir mescid ve makarr olan zemin; bütün kâinatın
kalbi hükmünde olduğundan, kâinat kadar nur-ı vahdaniyeti gösterir. İşte ey coğrafyacı
efendi! Bu zemin kafası yüzbin ağız, herbirinde yüzbin lisan ile Allah'ı tanıttırsa ve sen Onu
tanımazsan, başını tabiat bataklığına soksan, derece-i kabahatını düşün. Ne derece dehşetli bir
cezaya seni müstehak eder, bil, ayıl ve başını bataklıktan çıkar.
َ
‫ئ‬ َ ‫ل‬
ٍ ْ ‫شي‬ ُ ‫ملَكُو‬
ِِ ُ ‫ت ك‬ َ ِ‫الله ِه ال ِذِى بِيَدِه‬
ِٰ ِ ‫ت ب‬
ُ ْ ‫من‬
َ ‫ ا‬de.

َ
(Yirmiüçüncü Pencere:) ( َ‫حيَوة‬ َ ْ ‫ت وَ ال‬ َ ْ ‫خل َهقَ ال‬
َ ‫موْه‬ َ ‫ )اَل ِذِى‬Hayat, kudret-i
Rabbaniye mu'cizatının en nuranisidir, en güzelidir. Ve vahdaniyet bürhanlarının en kuvvetlisi
ve en parlağıdır. Ve tecelliyat-ı Samedaniye âyinelerinin en câmii ve en berrakıdır. Evet, hayat
tek başıyla bir Hayy-ı Kayyum'u bütün esma ve şuunatı ile bildirir. Çünki hayat, pekçok
sıfâtın memzuç bir macunu hükmünde bir ziya, bir tiryaktır. Elvan-ı seb'a, ziyada; ve muhtelif
edviyeler, tiryakta nasılki mümtezicen bulunur. Öyle de: Hayat dahi, pekçok sıfâttan yapılmış
bir hakikattır. O hakikattaki sıfatlardan bir kısmı, duygular vasıtasıyla inbisat ederek inkişaf
edip ayrılırlar. Kısm-ı ekseri ise hissiyat suretinde kendilerini ihsas ederler. Ve hayattan
kaynama suretinde kendilerini bildirirler. Hem hayat, kâinatın tedbir ve idaresinde
hükümferma olan rızk ve rahmet ve inâyet ve hikmeti tazammun ediyor. Güya hayat onları
arkasına takıp, girdiği yere çekiyor. Meselâ hayat bir cisme, bir bedene girdiği vakit; Hakîm
ismi dahi tecelli eder, hikmetle yuvasını güzelce
331

yapıp tanzim eder. Aynı halde Kerim ismi de tecelli edip, meskenini hacatına göre tertib ve
tezyin eder. Yine aynı halde Rahîm isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın devam ve kemali
için türlü türlü ihsanlarla taltif eder. Yine aynı halde Rezzak isminin cilvesi görünüyor ki, o
hayatın bekasına ve inkişafına lâzım maddî, manevî gıdaları yetiştiriyor. Ve kısmen bedeninde
iddihar ediyor. Demek hayat bir nokta-i mihrakıye hükmünde; muhtelif sıfât birbiri içine girer,
belki birbirinin aynı olur. Güya hayat tamamıyla hem ilimdir, aynı halde kudrettir, aynı halde
de hikmet ve rahmettir ve hâkeza... İşte hayat bu câmi' mahiyeti itibariyle şuun-ı zâtiye-i
Rabbaniyeye âyinedarlık eden bir âyine-i Samediyettir.
İşte bu sırdandır ki: Hayy-ı Kayyum olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud, hayatı pek çok
kesretle ve mebzuliyetle halkedip, neşir ve teşhir eder. Ve herşeyi hayatın etrafına toplattırıp,
ona hizmetkâr eder. Çünki hayatın vazifesi büyüktür. Evet Samediyetin âyinesi olmak kolay
bir şey değil, âdi bir vazife değil. İşte göz önünde her vakit gördüğümüz bu hadd ü hesaba
gelmeyen yeni yeni hayatlar ve hayatların asılları ve zâtları olan ruhlar, birden ve hiçten
vücuda gelmeleri ve gönderilmeleri, bir Zât-ı Vâcib-ül Vücud ve Hayy-ı Kayyum'un vücub-ı
vücudunu ve sıfât-ı kudsiyesini ve esma-i hüsnasını; lemaatın güneşi gösterdiği gibi
gösteriyorlar. Güneşi tanımayan ve kabul etmeyen âdem, nasıl gündüzü dolduran ziyayı inkâr
etmeye mecbur oluyor. Öyle de: Hayy-ı Kayyum, Muhyî ve Mümît olan Şems-i Ehadiyeti
tanımayan âdem, zeminin yüzünü belki mazi ve müstakbeli dolduran zîhayatların vücudunu
inkâr etmeli ve yüz derece hayvandan aşağı düşmeli. Hayat mertebesinden düşüp camid bir
cahil-i echel olmalı.

َ ٌ ‫شيئ هَال ِه‬ ُِ ُ ‫ل َ اِلٰ ه اِل َِ هُو ك‬


(Yirmidördüncü Pencere:) ُ ‫ل َه‬
(‫ه‬ ْ َ‫ك اِل ِ و‬
ُ ‫جهَه‬
‫ه‬ ٍ ْ َ ‫ل‬ َ ‫َه‬
‫ن‬ َ ‫م وَ اِلَي ْهِ تُْر‬
َ ‫جعُو‬ ُ ْ ‫ )ال‬Mevt, hayat kadar bir bürhan-ı rububiyettir. Gâyet kuvvetli bir
ُ ْ ‫حك‬ َ
hüccet-i vahdaniyettir. ( َ‫حيَوة‬ َ ْ ‫ت وَ ال‬ َ ْ ‫خل َقَ ال‬
َ ْ ‫مو‬ َ ‫ )اَل ِذِى‬delaletince, mevt; adem, i'dam,
fena, hiçlik, fâilsiz bir inkıraz değil, belki bir Fâil-i Hakîm tarafından hizmetten terhis ve
tahvil-i mekân ve tebdil-i beden ve vazifeden paydos ve haps-i bedenden âzad etmek ve
muntazam bir eser-i hikmet olduğu, Birinci Mektub'da gösterilmiştir. Evet nasıl zemin
yüzündeki masnuat ve zîhayatlar ve hayattar zemin yüzü,
332

bir Sâni'-i Hakîm'in vücub-ı vücuduna ve vahdaniyetine şehadet ediyorlar. Öyle de: O
zîhayatlar ölümleriyle bir Hayy-ı Bâki'nin sermediyetine ve vâhidiyetine şehadet ediyorlar.
Yirmiikinci Söz'de; mevt, gâyet kuvvetli bir bürhan-ı vahdet ve bir hüccet-i sermediyet
olduğu isbat ve izah edildiğinden, şu bahsi o söze havale edip yalnız mühim bir nüktesini
beyan edeceğiz. Şöyle ki:
Nasıl zîhayatlar, vücudları ile bir Vâcib-ül Vücud'un vücuduna delalet ediyorlar. Öyle
de: O zîhayatlar, ölümleri ile bir Hayy-ı Bâki'nin sermediyetine, vâhidiyetine şehadet
ediyorlar. Meselâ yalnız birtek zîhayat olan zemin yüzü, intizamatı ile, ahvaliyle Sânii
gösterdiği gibi, öldüğü vakit yani kış, beyaz kefeni ile ölmüş o zemin yüzünü kapamasıyla
nazar-ı beşeri ondan çeviriyor. Veyahut nazar, o giden bahar cenazesinin arkasından maziye
gider, daha geniş bir manzarayı gösterir. Yani herbiri birer mu'cize-i kudret olan zemin dolusu
bütün geçen baharlar misillü yeni gelecek birer hârika-i kudret ve birer hayattar zemin olan,
bahar dolusu hayattar mevcudat-ı arziyenin gelmelerini ihsas ve vücudlarına şehadet
ettiklerinden; öyle geniş bir mikyasta, öyle parlak bir surette, öyle kuvvetli bir derecede bir
Sâni'-i Zülcelal'in bir Kadîr-i Zülkemal'in, bir Kayyum-ı Bâki'nin, bir Şems-i Sermedî'nin
vücub-ı vücuduna ve vahdetine ve beka ve sermediyetine şehadet ederler ve öyle parlak
delaili gösterirler ki, ister istemez bedahet derecesinde (ِ‫حد‬ َ َ ‫حد ِ اْل‬
ِ ‫الله هِ الْوَا‬
ِٰ ِ ‫ت ب‬
ُ ‫من ْه‬
َ ‫)ا‬
dedirtir.
(Elhâsıl:) (‫موْتِه َا‬ َ ‫حي ِى اْلَْر‬
َ َ ‫ض بَعْد‬ ْ ُ ‫ )وَ ي‬sırrınca; hayattar bu zemin, bir baharda
Sâni'a şehadet ettiği gibi; onun ölmesiyle, zamanın geçmiş ve gelecek iki kanadına dizilmiş
mu'cizat-ı kudretine nazarı çeviriyor. Bir bahar yerine binler baharı gösteriyor. Bir mu'cize
yerine binler mu'cizat-ı kudretine işaret eder. Ve onlardan her bahar, şu hazır bahardan daha
kat'î şehadet eder. Çünki mazi tarafına geçenler, zahirî esbablarıyla beraber gitmişler;
arkalarında yine kendileri gibi başkalar yerlerine gelmişler. Demek esbab-ı zahiriye hiçtir.
Yalnız bir Kadîr-i Zülcelal, onları halkedip, hikmetiyle esbaba bağlayarak gönderdiğini
gösteriyor. Ve gelecek zamanda dizilmiş hayattar olan zemin yüzleri ise, daha parlak şehadet
eder. Çünki yeniden, yoktan, hiçten yapılıp gönderilecek, yere konup vazife gördürüp sonra
gönderilecekler.
333

İşte ey tabiata saplanan ve bataklıkta boğulmak derecesine gelen gafil! Bütün mazi ve
müstakbele ulaşacak hikmetli ve kudretli manevî el sahibi olmayan bir şey, nasıl bu zeminin
hayatına karışabilir? Senin gibi hiç ender hiç olan tesadüf ve tabiat buna karışabilir mi?
Kurtulmak istersen: "Tabiat, olsa olsa bir defter-i kudret-i İlahiyedir. Tesadüf ise, cehlimizi
örten gizli bir hikmet-i İlahiyenin perdesidir" de, hakikata yanaş.

(Yirmibeşinci Pencere:) Nasılki madrub, elbette dâribe delalet eder. San'atlı bir eser,
san'atkârı îcab eder. Veled, vâlidi iktiza eder. Tahtiyet, fevkıyeti istilzam eder ve hâkeza...
Bütün umûr-ı izafiye tabir ettikleri biri birisiz olmayan evsaf-ı nisbiye misillü şu kâinatın
cüz'iyatında ve heyet-i umumiyesinde görünen imkân dahi, vücubu gösterir. Ve bütün onlarda
görünen infial, bir faaliyeti gösterir. Ve umumunda görünen mahlukıyet, hâlıkıyeti gösterir. Ve
umumunda görünen kesret ve terkib, vahdeti istilzam eder. Ve vücub ve fiil ve hâlıkıyet ve
vahdet, bilbedahe ve bizzarure mümkin, münfail, kesîr, mürekkeb, mahluk olmayan; vâcib ve
fâil, vâhid ve hâlık olan mevsuflarını ister. Öyle ise bilbedahe bütün kâinattaki bütün
imkânlar, bütün infialler, bütün mahlukıyetler, bütün kesret ve terkibler bir Zât-ı Vâcib-ül
Vücud, Fa'alün-Lima Yürîd, Hâlık-ı Külli Şey'e, Vâhid-i Ehad'e şehadet eder.
(Elhâsıl:) Nasıl imkândan vücub görünüyor, infialden fiil ve kesretten vahdet;
bunların vücudu, onların vücuduna kat'iyen delalet eder. Öyle de: Mevcudat üstünde görünen
mahlukıyet ve merzukıyet gibi san’atlar dahi, sâniiyet, rahimiyet gibi şe'nlerin vücudlarına
kat'î delalet ediyor. Şu sıfâtın vücudu dahi, bizzarure ve bilbedahe bir Hallak ve bir Rezzak
Sâni'-i Rahîm'in vücuduna delalet eder. Demek herbir mevcud, taşıdığı yüzler bu çeşit sıfatlar
lisanıyla, Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un yüzler esma-i hüsnasına şehadet ederler. Bu şehadetler
kabul edilmezse, mevcudatın bütün bu çeşit sıfatlarını inkâr etmek lâzım gelir...
334

(Hâşiye)
(Yirmialtıncı Pencere:) Şu kâinatın mevcudatı yüzünde tazelenen ve gelip
geçen cemaller ve hüsünler; bir Cemal-i Sermedî cilvelerinin bir nevi gölgeleri olduğunu
gösterir. Evet, ırmağın yüzündeki kabarcıkların parlayıp gitmesinden sonra arkadan gelenlerin
gidenler gibi parlamaları, daimî bir şemsin şualarının âyineleri olduklarını gösterdikleri gibi;
seyyal zaman ırmağında, seyyar mevcudatın üstünde parlayan lemaat-ı cemaliye dahi, bir
cemal-i sermedîye işaret ederler ve onun bir nevi emareleridirler. Hem kâinatın kalbindeki
ciddî aşk, bir Maşuk-ı Lâyezalî'yi gösterir. Evet, ağacın mahiyetinde olmayan bir şey, esaslı
bir surette meyvesinde bulunmadığı delaletiyle; şecere-i kâinatın hassas meyvesi olan nev'-i
insandaki ciddî aşk-ı lahutî gösterir ki; bütün kâinatta fakat başka şekillerde hakikî aşk ve
muhabbet bulunuyor. Öyle ise kalb-i kâinattaki şu hakikî muhabbet ve aşk, bir Mahbub-ı
Ezelî'yi gösterir. Hem kâinatın sinesinde çok suretlerde tezahür eden incizablar, cezbeler,
cazibeler; ezelî bir hakikat-ı cazibedarın cezbiyle olduğunu hüşyar kalblere gösterir. Hem
mahlukatın en hassas ve nuranî taifesi olan ehl-i keşf ve velâyetin ittifakıyla, zevk ve şuhuda
istinad ederek, bir Cemil-i Zülcelal'in cilvesine, tecellisine mazhar olduklarını ve o Celil-i
Zülcemal'in kendini tanıttırılmasına ve sevdirilmesine zevk ile muttali olduklarını, müttefikan
haber vermeleri, yine bir Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un, bir Cemil-i Zülcelal'in vücuduna ve
insanlara kendini tanıttırmasına kat'iyen şehadet eder. Hem kâinat yüzünde ve mevcudat
üstünde işleyen kalem-i tahsin ve tezyin; o kalem sahibi zâtın esmasının güzelliğini vâzıhan
gösteriyor.
İşte kâinat yüzündeki cemal ve kalbindeki aşk ve sinesindeki incizab ve gözlerindeki
keşf ve şuhud ve hey'atındaki hüsün ve tezyinat; pek latif, nurani bir pencere açar. Onun ile,
bütün esması cemile bir Cemil-i Zülcelal'i ve bir Mahbub-ı Lâyezalî'yi ve bir Mabud-ı
Lemyezel'i, hüşyar olan akıl ve kalblere gösterir. İşte ey maddiyat karanlığında, evham
zulümatında, boğucu şübehat içinde çırpınan gafil! Kendine gel. İnsaniyete lâyık bir surette
yüksel. Şu dört delik ile bak; cemal-i vahdeti gör, kemal-i imanı kazan, hakikî insan ol!..

(Hâşiye):
Şu pencerenin umuma değil, ehl-i kalbe ve ehl-i muhabbete hususiyeti var.
335

(Yirmiyedinci Pencere:) (‫ئ‬ َ


ٍ ْ ‫شي‬ ِِ ُ ‫ئ وَهُوَ ع َلَى ك‬
‫ل‬ ٍ ْ ‫شي‬ ِِ ُ ‫خال ِههقُ ك‬
َ ‫ل‬ ‫ا َ ِٰلل ُهه‬
َ ‫ه‬
ٌ ‫)وَكِي‬
‫ل‬ Kâinatta, esbab ve müsebbebat görünen eşyaya bakıyoruz ve görüyoruz ki: En a'lâ
bir sebeb, en âdi bir müsebbebe kuvveti yetmiyor. Demek esbab bir perdedir. Müsebbebleri
yapan başkadır. Meselâ; hadsiz masnuattan yalnız cüz'î bir misal olarak insan başı içinde bir
hardal küçüklüğünde bir yerde yerleştirilen kuvve-i hâfızaya bakıyoruz. Görüyoruz ki: Öyle
bir câmi' kitab belki kütübhane hükmündedir ki, bütün sergüzeşte-i hayatı, içinde
karıştırılmaksızın yazılıyor. Acaba bu mu'cize-i kudrete hangi sebeb gösterilebilir? Telâfif-i
dimağiye mi? Basit, şuursuz hüceyrat zerreleri mi? Tesadüf rüzgârları mı? Halbuki o mu'cize-i
san'at, öyle bir zâtın san'atı olabilir ki; beşerin haşirde neşredilecek büyük defter-i a'malinden
muhasebe vaktinde hatıra getirilecek ve işlediği her fiilleri yazıldığını bildirmek için bir
küçük sened istinsah edip, yazıp aklının eline verecek bir Sâni'-i Hakîm'in san'atı olabilir.
İşte beşerin kuvve-i hâfızasına misal olarak bütün yumurtaları, çekirdekleri, tohumları
kıyas et ve bu câmi' küçücük mu'cizelere de, sair müsebbebatı da kıyas et. Çünki hangi
müsebbebe ve masnua baksan, o derece hârika bir san'at var ki, değil onun âdi, basit sebebi,
belki bütün esbab toplansa, ona karşı izhar-ı acz edecekler. Meselâ: Büyük bir sebeb
zannedilen güneş; ihtiyarlı, şuurlu farz ederek ona denilse: Bir sineğin vücudunu yapabilir
misin? Elbette diyecek ki: Hâlıkımın ihsanı ile dükkânımda ziya, renkler, hararet çok. Fakat
sineğin vücudunda göz, kulak, hayat gibi öyle şeyler var ki, ne benim dükkânımda bulunur ve
ne de benim iktidarım dâhilindedir. Hem nasılki müsebbebdeki hârika san'at ve tezyinat,
esbabı azledip Müsebbib-ül Esbab olan Vâcib-ül Vücud'a işaret ederek, (‫جع ُه‬ َ ‫وَ اِلَي ْههِ يُْر‬
ُ
ُ ‫مُر كُل ِه‬
‫ه‬ ْ َ ‫)اْل‬
sırrınca: Ona teslim-i umûr eder. Öyle de: Müsebbebata takılan neticeler,
gâyeler, faideler; bilbedahe perde-i esbab arkasında bir Rabb-ı Kerim'in, bir Hâlık-i Rahîm'in
işleri olduğunu gösterir. Çünki şuursuz esbab, elbette bir gâyeyi düşünüp çalışmaz. Halbuki
görüyoruz: Vücuda gelen her mahluk, bir gâye değil, belki çok gâyeleri, çok faideleri, çok
hikmetleri takib ederek vücuda geliyor. Demek bir Rabb-ı Hakîm ve Kerim, o şeyleri
336

yapıp gönderiyor. O faideleri onlara gâye-i vücud yapıyor. Meselâ, yağmur geliyor. Yağmuru
zahiren intac eden esbab; hayvanatı düşünüp, onlara acıyıp merhamet etmekten ne kadar uzak
olduğu malûmdur. Demek hayvanatı halkeden ve rızıklarını taahhüd eden bir Hâlık-ı Rahîm'in
hikmetiyle imdada gönderiliyor. Hattâ yağmura rahmet deniliyor. Çünki çok âsâr-ı rahmeti ve
faideleri tazammun ettiğinden, güya yağmur şeklinde rahmet tecessüm etmiş, takattur etmiş,
katre katre geliyor. Hem bütün mahlukatın yüzüne tebessüm eden bütün zînetli nebatat ve
hayvanattaki tezyinat ve gösterişler, bilbedahe perde-i gayb arkasında bu süslü ve güzel
san'atlar ile kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve bildirmek isteyen bir Zât-ı Zülcelal'in vücub-ı
vücuduna ve vahdetine delalet ederler. Demek eşyadaki süslü vaziyetler, gösterişli keyfiyetler;
tanıttırmak ve sevdirmek sıfatlarına kat'iyen delalet eder. Sevdirmek ve tanıttırmak sıfatları
ise; bilbedahe Vedud, Maruf bir Sâni'-i Kadîr'in vücub-ı vücuduna ve vahdetine şehadet eder.
[Elhâsıl] Sebeb gâyet âdi, âciz ve ona isnad edilen müsebbeb ise gâyet san'atlı ve
kıymetli olduğundan, sebebi azleder. Hem müsebbebin gâyesi, faidesi dahi, cahil camid olan
esbabı ortadan atar, bir Sâni'-i Hakîm'in eline teslim eder. Hem müsebbebin yüzündeki
tezyinat ve meharetler, kendi kudretini zîşuurlara bildirmek isteyen ve kendini sevdirmek arzu
eden bir Sâni'-i Hakîm'e işaret eder. Ey esbab-perest bîçare! Bu üç mühim hakikatı ne ile izah
edebilirsin? Sen nasıl kendini kandırabilirsin? Aklın varsa, esbab perdesini yırt.
ُ َ‫ك ل‬
‫ه‬ ۪ َ َ ‫حدَه ُ ل‬
َ ‫شري‬ ْ َ‫ و‬de, hadsiz evhamdan kurtul.
ُ َ ‫ختِل‬ ْ َِ ‫خل ْقُ ال‬
(Yirmisekizinci Pencere:) (‫ف‬ ْ ‫وَا‬ ِ ‫ت وَالَْر‬
‫ض‬ ِ ‫سمٰوَا‬ َ ِ‫ن ايَات ِه‬
ْ ‫م‬
ِ َ‫و‬
‫ن‬ ِ ِ ‫ت لِلْعَال‬
َ ‫مي‬ ٍ ‫ك ٓليَا‬
َ ِ ‫ن فِى ذٰل‬ ْ ُ ‫م وَ اَلْوَانِك‬
َِ ِ ‫م ا‬ ِ ْ ‫)اَل‬
ْ ُ ‫سنَتِك‬
Şu kâinata bakıyoruz, görüyoruz ki: Hüceyrat-ı bedenden tut, tâ mecmu-ı âleme şamil
bir hikmet ve tanzim var. Hüceyrat-ı bedene bakıyoruz, görüyoruz ki: Mesalih-i bedeni gören
ve idare eden birisinin emriyle, kanunuyla o küçücük hüceyrelerde ehemmiyetli bir tedbir var.
Mideye, nasıl bir kısım rızk, iç yağı suretinde iddihar olunup vakt-i hacette sarfedilir. Aynen o
küçücük hüceyrelerde de, o tasarruf ve iddihar var. Nebatata bakıyoruz, gâyet hakimane
337

bir terbiye, bir tedbir görünüyor. Hayvanata bakıyoruz; nihâyet derecede kerimane bir terbiye
ve iaşe görüyoruz. Kâinatın erkân-ı azîmesine bakıyoruz; mühim gâyeler için haşmetkârane
bir tedvir ve tenvir görüyoruz. Âlemin mecmuuna bakıyoruz; muntazam bir memleket, bir
şehir, bir saray hükmünde âlî hikmetler, galî gâyeler için mükemmel bir tanzimat görüyoruz.
Otuzikinci Söz'ün Birinci Mevkıfında izah ve isbat edildiği üzere bir zerreden tut, tâ yıldızlara
kadar zerre mikdar şirke yer bırakmıyor. Öyle birbirlerine manen münasebetdar-dırlar ki;
bütün yıldızları müsahhar etmeyen ve elinde tutmayan, bir zerreye rububiyetini dinlettiremez.
Bir zerreye hakikî Rab olmak için, bütün yıldızlara sahib olmak lâzım gelir. Hem Otuzikinci
Söz'ün İkinci Mevkıfında izah ve isbat edildiği üzere semavatın halk ve tesviyesine muktedir
olmayan, beşerin sîmasındaki teşahhusu yapamaz. Demek bütün semavatın Rabbı olmayan,
birtek insanın sîmasındaki alâmet-i fârika olan nakş-ı sîmavîyi yapamaz. İşte kâinat kadar
büyük bir pencere ki; onunla bakılsa ‫ئ‬ٍ ْ ‫شي‬ ِِ ُ ‫ئ * وَهُوَ ع َلَى ك‬
َ ‫ل‬ َ ‫ل‬
ٍ ْ ‫شي‬ َ ‫ا َ ِٰلل ُهه‬
ِِ ُ ‫خالِقُ ك‬
‫ت وَ اْلَْرض‬ َ‫مقَالِيد ُ ال ِههه‬
ِ ‫سمٰوَا‬ ُ ‫ل ل َههه‬
َ ‫ه‬ ٌ ‫وَكِي‬ âyetleri, büyük harflerle kâinat
sahifelerinde yazılı olduğu, akıl gözüyle de görülecek. Öyle ise: Görmeyenin ya aklı yok, ya
kalbi yok veya insan suretinde bir hayvandır!

َ
(Yirmidokuzuncu Pencere:) (ِ‫مد ِهه‬ ْ ‫ح‬
َ ِ‫ح ب‬ َ ‫ئ اِل ِ ي ُه‬
ُ ِ ‫سب‬ َ ‫ن‬
ٍ ْ ‫شي‬ ‫م ْه‬
ِ ‫ن‬
ْ ‫ )وَ ا ِه‬Bir bahar
mevsiminde, garibane, mütefekkirane seyahata gidiyordum. Bir tepeciğin eteğinden geçerken,
parlak bir sarıçiçek nazarıma ilişti. Eskiden vatanımda ve sair memleketlerde gördüğüm o cins
sarıçiçekleri derhatır ettirdi. Şöyle bir mana kalbe geldi ki: Bu çiçek kimin turrası ise, kimin
sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise, elbette bütün zemin yüzündeki o nevi
çiçekler, onun mühürleridir, sikkeleridir. Şu mühür tahayyülden şöyle bir tasavvur geldi ki:
Nasıl bir mühür ile mühürlenmiş bir mektub; o mühür, o mektubun sahibini gösterir. Öyle de;
şu çiçek, bir mühr-i Rahmanîdir. Şu enva'-ı nakışlarla ve manidar nebatat satırlarıyla yazılan
şu tepecik dahi, bu çiçek Sâniinin mektubudur. Hem şu tepecik dahi bir mühürdür. Şu sahra ve
ova bir mektub-ı Rahmanî hey'atını aldı. İşbu tasavvurdan şöyle bir hakikat zihne geldi ki:
Herbir şey, bir mühr-i Rabbanî hükmünde bütün eşyayı kendi Hâlıkına isnad eder. Kendi
kâtibinin mektubu olduğunu isbat eder.
338

İşte herbir şey, öyle bir pencere-i tevhiddir ki, bütün eşyayı bir Vâhid-i Ehad'e mal
eder. Demek herbir şeyde, hususan zîhayatlarda öyle hârika bir nakış, öyle mu'cizekâr bir
san'at var ki: Onu öyle yapan ve öyle manidar nakşeden, bütün eşyayı yapabilir ve bütün
eşyayı yapan, elbette o olacaktır. Demek bütün eşyayı yapamayan, birtek şeyi icad edemez.
İşte ey gafil! Şu kâinatın yüzüne bak ki: Birbiri içinde hadsiz mektubat-ı Samedaniye
hükmünde olan sahaif-i mevcudat ve her bir mektub üstünde hadsiz sikke-i tevhid
mühürleriyle temhir edilmiş. Bütün bu mühürlerin şehadetlerini kim tekzib edebilir? Hangi
ِٰ َِ ‫ه اِل‬
kuvvet onları susturabilir? Kalb kulağı ile hangisini dinlesen, (‫الل ُهه‬ ْ َ ‫شهَد ُ ا‬
َ ٰ‫ن ل َ اِل‬ ْ َ ‫)ا‬
dediğini işitirsin.

(Otuzuncu Pencere:) (‫ئ‬ َ


ٍ ْ ‫شي‬
ُِ ُ ‫سدَتَا( )ك‬
‫ل‬ َ ‫ه لَفَه‬ ِٰ َِ ‫ة اِل‬
‫الل ُ ه‬ ٌ َ‫ما الِه‬ ‫لَوْ كَا َه‬
َ ‫ن فِيهِه‬
َ ٌ ِ ‫ )هَال‬Şu pencere, imkân ve hudûsa müesses
‫ن‬ َ ‫م وَ اِلَي ْهِ تُْر‬
َ ‫جعُو‬ ُ ْ ‫ه ال‬
ُ ْ ‫حك‬ ُ َ‫ه ل‬ ْ َ‫ك اِل ِ و‬
ُ َ ‫جه‬
umum mütekellimînin penceresidir ve isbat-ı Vâcib-ül Vücud'a karşı caddeleridir. Bunun
tafsilâtını, Şerh-ül Mevakıf ve Şerh-ül Makasıd gibi muhakkiklerin büyük kitablarına havale
ederek, yalnız Kur’ânın feyzinden ve şu pencereden ruha gelen bir-iki şuaı göstereceğiz.
Şöyle ki:
Âmiriyet ve hâkimiyetin muktezası; rakib kabul etmemektir, iştiraki reddetmektir,
müdahaleyi ref'etmektir. Onun içindir ki; küçük bir köyde iki muhtar bulunsa, köyün rahatını
ve nizamını bozarlar. Bir nahiyede iki müdür, bir vilâyette iki vali bulunsa, herc ü merc
ederler. Bir memlekette iki padişah bulunsa, fırtınalı bir karmakarışıklığa sebebiyet verirler.
Madem hâkimiyet ve âmiriyetin gölgesinin zaîf bir gölgesi ve cüz'î bir nümunesi, muavenete
muhtaç âciz insanlarda böyle rakib ve zıddı ve emsalinin müdahalesini kabul etmezse; acaba
saltanat-ı mutlaka suretindeki hâkimiyet ve rububiyet derecesindeki âmiriyet, bir Kadîr-i
Mutlak'ta ne derece o redd-i müdahale kanunu ne kadar esaslı bir surette hükmünü icra
ettiğini kıyas et. Demek uluhiyet ve rububiyetin en kat'î ve daimî ve lâzımı; vahdet ve
infiraddır. Buna bir bürhan-ı bahir ve şahid-i kat'î, kâinattaki intizam-ı ekmel ve insicam-ı
ecmeldir. Sinek kanadından tut, tâ semavat kandillerine kadar öyle bir nizam var ki; akıl onun
karşısında hayretinden ve istihsanından Sübhanallah, mâşâallah, bârekâllah der, secde eder.
339

َ
Eğer zerre miktar şerike yer bulunsa idi, müdahalesi olsa idi, ( ِ‫اِل‬ ٌ َ‫ما الِه‬
‫ة‬ َ ‫لَوْ كَا‬
َ ‫نه فِيهِه‬
َ َ ‫الل ُهه لَف‬
‫سدَتَا‬ ِٰ ) âyet-i kerimesinin delaletiyle: Nizam bozulacaktı, suret değişecekti, fesadın
âsârı görünecekti. Halbuki (‫ر‬ َ ‫الْب َه‬
َ ‫ص‬ ‫ع‬
‫ج ِه‬ِ ‫م اْر‬ َِ ‫م نْه فُطُورٍ ث ُه‬ ِ ‫ل تََرى‬ َ ‫ع الْب َه‬
ْ َ‫صَر ه‬ ِ ‫فَاْر‬
‫ج ِه‬
‫سيٌر‬ َ َ‫سئًا وَ هُو‬
ِ ‫ح‬ ِ ‫خا‬
َ ‫صُر‬ َ ْ ‫ب اِلَي‬
َ َ ‫ك الْب‬ ْ ِ ‫ن( )يَنْقَل‬ ِ ْ ‫ )كََِرتَي‬delaletiyle ve şu ifade ile nazar-ı
beşer, kusuru aramak için ne kadar çabalasa, hiçbir yerde kusuru bulamayarak, yorgun olarak
menzili olan göze gelip, onu gönderen münekkid akla diyecek: Beyhude yoruldum, kusur yok
demesiyle gösteriyor ki: Nizam ve intizam, gâyet mükemmeldir. Demek intizam-ı kâinat,
vahdaniyetin kat'î şahididir.
Gel gelelim hudûsa. Mütekellimîn demişler ki: Âlem, mütegayyirdir. Her mütegayyir,
hâdistir. Her bir hâdisin, bir muhdisi, yani mûcidi var. Öyle ise bu kâinatın kadîm bir mûcidi
var. Biz de deriz: Evet kâinat hâdistir. Çünki görüyoruz: Her asırda, belki her senede, belki her
mevsimde bir kâinat, bir âlem gider, biri gelir. Demek bir Kadîr-i Zülcelal var ki, bu kâinatı
hiçten icad ederek her senede belki her mevsimde, belki her günde birisini icad eder, ehl-i
şuura gösterir ve sonra onu alır, başkasını getirir. Biribiri arkasına takıp zincirleme bir surette
zamanın şeridine asıyor. Elbette bu âlem gibi birer kâinat-ı müteceddide hükmünde olan her
baharda gözümüzün önünde hiçten gelen ve giden kâinatları icad eden bir Zât-ı Kadîr'in
mu'cizat-ı kudretidirler. Elbette âlem içinde her vakit âlemleri halkedip değiştiren zât, mutlaka
şu âlemi dahi O halketmiştir. Ve şu âlemi ve rûy-i zemini, o büyük misafirlere misafirhane
yapmıştır.
Gelelim imkân bahsine. Mütekellimîn demişler ki: İmkân, mütesaviy-üt tarafeyndir.
Yani: Adem ve vücud, ikisi de müsavi olsa; bir tahsis edici, bir tercih edici, bir mûcid
lâzımdır. Çünki mümkinat, birbirini icad edip teselsül edemez. Veyahut o onu, o da onu icad
edip devir suretinde dahi olamaz. Öyle ise bir Vâcib-ül Vücud vardır ki, bunları icad ediyor.
Devir ve teselsülü, oniki bürhan yani arş ve süllemî gibi namlarla müsemma meşhur oniki
delil-i kat'î ile devri ibtal etmişler ve teselsülü muhal göstermişler. Silsile-i esbabı kesip,
Vâcib-ül Vücud'un vücudunu isbat etmişler. Biz de deriz ki: Esbab, teselsülün berahini ile
âlemin nihâyetinde
340

kesilmesinden ise, her şeyde Hâlık-ı Külli Şey'e has sikkeyi göstermek daha kat'î, daha
kolaydır. Kur’ânın feyziyle bütün Pencereler ve bütün Sözler, o esas üzerine gitmişler.
Bununla beraber imkân noktasının hadsiz bir vüs'atı var. Hadsiz cihetlerle Vâcib-ül Vücud'un
vücudunu gösteriyor. Yalnız, mütekellimînin teselsülün kesilmesi yoluna, elhak geniş ve
büyük olan o caddeye münhasır değildir. Belki hadd ü hesaba gelmeyen yollarla, Vâcib-ül
Vücud'un marifetine yol açar. Şöyle ki:
Herbir şey vücudunda, sıfâtında, müddet-i bekasında hadsiz imkânat, yani gâyet çok
yollar ve cihetler içinde mütereddid iken, görüyoruz ki; o hadsiz cihetler içinde vücudça
muntazam bir yolu takib ediyor. Herbir sıfatı da mahsus bir tarzda ona veriyor. Müddet-i
bekasında bütün değiştirdiği san’at ve haller dahi, böyle bir tahsis ile veriliyor. Demek bir
muhassısın iradesiyle, bir müreccihin tercihiyle, bir mûcid-i hakîmin icadıyladır ki; hadsiz
yollar içinde, hikmetli bir yolda onu sevkeder, muntazam sıfâtı ve ahvali ona giydiriyor. Sonra
infiraddan çıkarıp, bir terkibli cisme cüz' yapar, imkânat ziyadeleşir. Çünki o cisimde binlerle
tarzda bulunabilir. Halbuki neticesiz o vaziyetler içinde neticeli, mahsus bir vaziyet ona verilir
ki; mühim neticeleri ve faideleri ve o cisimde vazifeleri gördürülüyor. Sonra o cisim dahi
diğer bir cisme cüz' yaptırılıyor. İmkânat daha ziyadeleşir. Çünki binlerle tarzda bulunabilir.
İşte o binlerle tarz içinde, birtek vaziyet veriliyor. O vaziyet ile mühim vazifeler gördürülüyor
ve hâkeza... Gittikçe daha ziyade kat'î bir Hakîm-i Müdebbir'in vücub-ı vücudunu gösteriyor.
Bir Âmir-i Alîm'in emriyle sevk edildiğini bildiriyor. Cisim içinde cisim, birbiri içinde cüz'
olup giden bütün bu terkiblerde; nasıl bir nefer, takımında, bölüğünde, taburunda, alayında,
fırkasında, ordusunda mütedâhil o heyetlerden herbirisine mahsus birer vazifesi, hikmetli
birer nisbeti, intizamlı birer hizmeti bulunuyor. Hem nasılki senin gözbebeğinden bir hüceyre;
gözünde bir nisbeti ve bir vazifesi var. Senin başın heyet-i umumiyesi nisbetine dahi, hikmetli
bir vazifesi ve hizmeti vardır. Zerre miktar şaşırsa, sıhhat ve idare-i beden bozulur. Kan
damarlarına, his ve hareket asablarına, hattâ bedenin heyet-i umumiyesinde birer mahsus
vazifesi, hikmetli birer vaziyeti vardır. Binlerle imkânat içinde, bir Sâni'-i Hakîm'in
hikmetiyle o muayyen vaziyet verilmiştir.
341

Öyle de: Bu kâinattaki mevcudat, herbiri kendi zâtıyla, sıfâtıyla çok imkânat yolları
içinde has bir vücudu ve hikmetli bir sureti ve faideli san’atları, nasıl bir Vâcib-ül Vücud'a
şehadet ederler. Öyle de: Mürekkebata girdikleri vakit, herbir mürekkebde daha başka bir
lisanla yine Sâniini ilân eder. Git gide, tâ en büyük mürekkebe kadar nisbeti, vazifesi, hizmeti
itibariyle Sâni'-i Hakîm'in vücub-ı vücuduna ve ihtiyarına ve iradesine şehadet eder. Çünki bir
şeyi, bütün mürekkebata hikmetli münasebetleri muhafaza suretinde yerleştiren, bütün o
mürekkebatın Hâlıkı olabilir. Demek birtek şey, binler lisanlar ile ona şehadet eder
hükmündedir. İşte kâinatın mevcudatı kadar değil, belki mevcudatın sıfât ve mürekkebatı
adedince imkânat noktasından da Vâcib-ül Vücud'un vücuduna karşı şehadetler geliyor. İşte
ey gafil! Kâinatı dolduran bu şehadetleri, bu sadâları işitmemek.. ne derece sağır ve akılsız
olmak lâzım geliyor? Haydi sen söyle...

(Otuzbirinci Pencere:)) ‫خلَقْنَا‬


َ ْ ‫ن * لَقَد‬َ ‫موقِنِي‬ ُ ْ ‫ت لِل‬ ْ
ِ ‫وَ فِى الَْر‬
ٌ ‫ض ايَا‬
‫ن‬ ِ ْ ‫م اَفَل َ تُب‬
َ ‫صُرو‬ ِ ‫ن تَقْوِيم ٍ * وَ فِى اَن ْ ُف‬
ْ ُ ‫سك‬ ِ ‫س‬َ ‫ح‬ ْ َ ‫ن فِى ا‬ َ ‫سا‬َ ْ ‫( اْلِن‬
Şu pencere insan penceresidir ve enfüsîdir. Ve enfüsî cihetinde şu pencerenin tafsilâtını binler
muhakkikîn-i evliyanın mufassal kitablarına havale ederek yalnız feyz-i Kur’ândan aldığımız
birkaç esasa işaret ederiz. Şöyle ki:
Onbirinci Söz'de beyan edildiği gibi: İnsan, öyle bir nüsha-i câmiadır ki: Cenab-ı Hak
bütün esmasını, insanın nefsi ile insana ihsas ediyor. Tafsilâtını başka Sözlere havale edip
yalnız (üç nokta)yı göstereceğiz.
[BİRİNCİ NOKTA] İnsan, (üç cihetle) esma-i İlahiyeye bir âyinedir. [Birinci Vecih]
Gecede zulmet, nasıl nuru gösterir. Öyle de: İnsan, za'f ve acziyle, fakr u hacatıyla, naks ve
kusuruyla, bir Kadîr-i Zülcelal'in kudretini, kuvvetini, gınasını, rahmetini bildiriyor ve hakeza
pek çok evsaf-ı İlahiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hattâ hadsiz aczinde nihâyetsiz
za'fında, hadsiz a'dasına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vâcib-ül Vücud'a
bakar. Hem nihâyetsiz fakrında, nihâyetsiz hacatı içinde, nihâyetsiz maksadlara karşı bir
nokta-i istimdad aramağa mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i
Rahîm'in dergâhına dayanır, dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i
istimdad cihetinde iki küçük
342

pencere, Kadîr-i Rahîm'in barigâh-ı rahmetine açılır, her vakit onun ile bakabilir.
(İkinci Vecih âyinedarlık ise:) İnsana verilen nümuneler nev'inden cüz'î ilim, kudret,
basar, sem', mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyat ile kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, sem'
ve basarına, hâkimiyet ve rububiyetine âyinedarlık eder. Onları anlar, bildirir. Meselâ: Ben
nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare
ediyorum. Öyle de şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare
eder ve hâkeza...
(Üçüncü Vecih âyinedarlık ise:) İnsan, üstünde nakışları görünen esma-i İlahiyeye
âyinedarlık eder. Otuzikinci Söz'ün Üçüncü Mevkıfının başında bir nebze izah edilen insanın
mahiyet-i câmiasında nakışları zahir olan yetmişten ziyade esma vardır. Meselâ:
Yaradılışından Sâni', Hâlık ismini ve hüsn-i takviminden Rahman ve Rahîm isimlerini ve
hüsn-i terbiyesinden Kerim, Latif isimlerini ve hâkeza... Bütün a'za ve âlâtı ile, cihazat ve
cevarihi ile, letaif ve maneviyatıyla, havas ve hissiyatıyla ayrı ayrı esmanın ayrı ayrı
nakışlarını gösteriyor. Demek nasıl esmada bir ism-i a'zam var, öyle de o esmanın nukuşunda
dahi bir nakş-ı a'zam var ki, o da insandır. Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku... Yoksa
hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var!
[İKİNCİ NOKTA] Mühim bir sırr-ı ehadiyete işaret eder. Şöyle ki: İnsanın nasıl ruhu
bütün cesedine öyle bir münasebeti var ki: Bütün a'zasını ve eczasını birbirine yardım ettirir.
Yani, irade-i İlahiye cilvesi olan evamir-i tekviniyeye ve o emirden vücud-ı haricî giydirilmiş
bir kanun-ı emrî ve latife-i Rabbaniye olan ruh, onların idaresinde onların manevî seslerini
hissetmesinde ve hacatlarını görmesinde birbirine mani olmaz, ruhu şaşırtmaz. Ruha nisbeten
uzak-yakın bir hükmünde. Birbirine perde olmaz. İsterse, çoğunu birinin imdadına yetiştirir.
İsterse bedenin her cüz'ü ile bilebilir, hissedebilir, idare edebilir. Hattâ çok nuraniyet
kesbetmiş ise, herbir cüz'ü ile görebilir ve işitebilir. Öyle de: (‫لَع ْلَى‬ ْ‫لا‬ َ ْ ‫) وَ ِل ِٰله هِ ال‬
ُ َ ‫مث‬
Cenab-ı Hakk'ın madem onun bir kanun-ı emri olan ruh, küçük bir âlem olan insan cisminde
ve a'zasında bu vaziyeti gösteriyor. Elbette âlem-i ekber olan kâinatta o Zât-ı Vâcib-ül
Vücud'un irade-i külliyesine ve kudret-i mutlakasına hadsiz fiiller, hadsiz sadâlar, hadsiz
dualar,
343

hadsiz işler, hiçbir cihette ona ağır gelmez, birbirine mani olmaz. O Hâlık-ı Zülcelal'i meşgul
etmez, şaşırtmaz. Bütününü birden görür, bütün sesleri birden işitir. Yakın uzak birdir. İsterse,
bütününü birinin imdadına gönderir. Herşeyle her şeyi görebilir, seslerini işitebilir ve her şey
ile herşeyi bilir ve hâkeza...
[ÜÇÜNCÜ NOKTA] Hayatın pek mühim bir mahiyeti ve ehemmiyetli bir vazifesi
var. Fakat o bahis, Hayat Penceresinde ve Yirminci Mektub'un Sekizinci Kelimesinde tafsili
geçtiğinden ona havale edip yalnız bunu ihtar ederiz ki:
Hayatta hissiyat suretinde kaynayan memzuç nakışlar; pekçok esma ve şuunat-ı
zâtiyeye işaret eder. Gâyet parlak bir surette Hayy-ı Kayyum'un şuunat-ı zâtiyesine
âyinedarlık eder. Şu sırrın izahı, Allah'ı tanımayanlara ve daha tam tasdik etmeyenlere karşı
zamanı olmadığından kapıyı kapıyoruz...
َ
َ ْ ‫ال‬
(Otuzikinci Pencere:) (‫حقِ ه‬ ‫ن‬ ْ ُ َ ‫سول‬
‫ه بِالهُدَى وَدِي ِ ه‬ ‫ل َر ُ ه‬ َ ‫س‬‫هُوَ ال ِذِى اَْر َ ه‬
ُ ُ ‫س اِنِى َر‬
‫سو‬ ُ ‫ل يَا اَيُِهَا النَِا‬
ْ ُ‫شهِيد ً * ق‬ ِٰ ِ ‫ن كُل ِِهِ وَ كَفَى ب‬
َ ‫الله ِه‬
َ
َ
ِ ‫لِيُظهَِره ُ ع َلى الدِي‬
ْ
َ ْ ُ ْ ‫مل‬
‫حيِى َو‬ ْ ُ ‫ه اِل ِ هُوَ ي‬
َ ٰ‫ض ل َ اِل‬
ِ ‫ت وَ الَْر‬ ِ ‫سمٰوَا‬ َِ ‫ك ال‬ ُ ‫ه‬ُ َ ‫ميعًا ال ِذِى ل‬ ِ ‫ج‬َ ‫م‬ ْ ُ ‫الله ِه اِلَيْك‬
ِٰ
‫ت‬
ُ ‫مي‬
ِ ُ ‫ )ي‬Şu pencere, sema-i risaletin güneşi, belki güneşler güneşi olan Hazret-i Muhammed
Aleyhissalâtü Vesselâm'ın penceresidir. Şu gâyet parlak ve pek büyük ve çok nurani pencere
Otuzbirinci Söz olan Mi'rac Risalesiyle, Ondokuzuncu Söz olan Nübüvvet-i Ahmediye
Risalesinde ve ondokuz işaretli olan Ondokuzuncu Mektub'da, ne derece nurani ve zahir
olduğu isbat edildiğinden, o iki Sözü ve o Mektubu ve o Mektubun Ondokuzuncu İşaretini bu
makamda düşünüp, sözü onlara havale edip, yalnız deriz ki: Tevhidin bürhan-ı nâtıkı olan Zât-
(A.S.M.)
ı Ahmediye risalet ve velâyet cenahlarıyla, yani kendinden evvel bütün enbiyanın
tevatür ile icma'larını ve ondan sonraki bütün evliyanın ve asfiyanın icma'kârane tevatürlerini
tazammun eden bir kuvvetle bütün hayatında bütün kuvvetiyle vahdaniyeti gösterip ilân
etmiş. Ve Âlem-i İslâmiyet gibi geniş, parlak, nurani bir pencereyi, marifetullaha açmıştır.
İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî, Muhyiddin-i Arabî, Abdülkadir-i Geylanî gibi milyonlar
muhakkikîn-i asfiya ve sıddıkîn o pencereden bakıyorlar, başkalarına da gösteriyorlar. Acaba
böyle bir pencereyi kapatacak bir perde var mı? Ve onu ittiham edip, bu pencereden
bakmayanın aklı var mı? Haydi sen söyle!
344

ْ َ ‫وَل‬
(Otuzüçüncü Pencere:)‫م‬ ‫ب‬َ ‫ل ع َلَى ع َبْدِهِ الْكِتَا‬ َ ‫مد ُ ِٰلله ِه الَِذِى اَنَْز‬
ْ ‫اَلَح‬
ُُ ِ
‫ت‬ِ ‫ما‬ َ ‫ن الظل‬ َ ‫م‬ َ ‫ج النَِا‬
ِ ‫س‬ َ ْ ‫ب اَنَْزلْنَاه ُ اِلَي‬
ْ ُ ‫ك لِت‬
َ ِ‫خر‬ ٌ ‫ما * الٓرٰ كِتَا‬ ً ِ ‫جا قَي‬ً ‫عو‬
َ ِ ‫ه‬ ُ َ‫ل ل‬
ْ َ‫جع‬
ْ َ‫ي‬
ِ ُِ ‫ اِلَى الن‬Bütün geçmiş pencereler, Kur’ân denizinden bazı katreler olduğunu düşün.
‫ور‬
Sonra Kur’ânda ne kadar âb-ı hayat hükmünde olan envâr-ı tevhid var olduğunu kıyas
edebilirsin. Fakat bütün o pencerelerin menbaı ve madeni ve aslı olan Kur’âna gâyet mücmel
bir surette, gâyet basit bir tarzda bakılsa dahi, yine gâyet parlak, nurani bir pencere-i câmiadır.
O pencere ne kadar kat'î ve parlak ve nurani olduğunu, Yirmibeşinci Söz olan İ'caz-ı Kur’ân
Risalesine ve Ondokuzuncu Mektub'un Onsekizinci İşaretine havale ediyoruz. Ve Kur’ânı
bize gönderen Zât-ı Zülcelal'in Arş-ı Rahmanîsine niyaz edip deriz: ‫ن‬ ِ ‫َربَِنَا ل َ تُوا‬
ْ ِ ‫خذ ْنَا ا‬
‫ك‬َ َِ ‫منَِا اِن‬
ِ ‫ل‬ْ َِ ‫خطَاْنَا * َربَِنَا ل َ تُزِغ ْ قُلُوبَنَا بَعْد َ اِذ ْ هَدَيْتَنَا ُ * َربَِنَا تَقَب‬ ْ َ ‫سينَا اَوْ ا‬
ِ َ‫ن‬
‫م‬
ُ ‫حي‬ ِ ‫ب الَِر‬ُ ‫ت التَِوَِا‬ َ َِ ‫ب ع َلَيْنَا اِن‬
َ ْ ‫ك اَن‬ ْ ُ ‫م * وَ ت‬ ْ ‫ميعُ الْعَلِي‬ ِ ‫س‬ َِ ‫ت ال‬َ ْ ‫اَن‬

[İhtar] Şu Otuzüç Pencereli olan Otuzüçüncü Mektub, imanı olmayanı inşâallah


imana getirir. İmanı zaîf olanın imanını kuvvetleştirir. İmanı kavî ve taklidî olanın imanını
tahkikî yapar. İmanı tahkikî olanın imanını genişlendirir. İmanı geniş olana bütün kemalât-ı
hakikiyenin medarı ve esası olan marifetullahta terakkiyat verir; daha nurani, daha parlak
manzaraları açar. İşte bunun için, "Bir pencere bana kâfi geldi, yeter" diyemezsin. Çünki senin
aklına kanaat geldi, hissesini aldı ise; kalbin de hissesini ister, ruhun da hissesini ister. Hattâ
hayal de o nurdan hissesini isteyecek. Binaenaleyh herbir pencerenin ayrı ayrı faideleri vardır.
Mi'rac Risalesi'nde asıl muhatab, mü'min idi; mülhid ikinci derecede istima'
makamında idi. Şu risalede ise muhatab, münkirdir; istima' makamlarında mü'mindir. Bunu
düşünüp öylece bakmalı. Fakat maatteessüf mühim bir sebebe binaen şu mektub gâyet sür'atle
yazıldığından ve hattâ müsvedde halinde kaldığından, elbette bana aid olan tarz-ı ifadede
müşevveşiyet ve kusurlar olacaktır. Nazar-ı müsamaha ile bakmalarını ve ellerinden gelirse
ıslahlarını ve mağfiret ile bana dua eylemelerini ihvanlarımdan isterim.
َ‫ك ل‬
َ َ ‫حان‬ ُ .. ‫ن اتَِبَعَ الْهَوَى‬
َ ْ ‫سب‬ ِ ‫م‬َ ‫م علَى‬ َ ْ ‫ن َ اتَِبَعَ الْهُدَى وَال‬
ُ َ ‫مل‬ ِ ‫م‬ َ ‫م ع َلَى‬ ُ َ ‫سل‬ َِ ‫وَال‬
‫م ع َلَى‬ َ
ْ ِِ ‫سل‬
َ َ‫ل و‬ ِِ ‫ص‬ َِ ‫ ا َ ِٰلله ُه‬.. ‫م‬
َ ‫م‬ َ ْ ‫م ال‬
ُ ‫حكِي‬ ُ ‫ت الْعَلِي‬ َ ْ ‫ك اَن‬
َ َِ ‫متَنَا اِن‬
ْ ِ ‫ما ع َل‬ َ ِ ‫م لَنَا اِل‬ َ ْ ‫عل‬
ِ
.‫ن‬ َ ‫مي‬ ِ ‫ما‬ ِ
ْ ِ ‫سل‬َ َ‫حبِهِ و‬ ْ ‫ص‬ َ
َ َ‫ن وَ ع َلى الِهِ و‬ َ ‫مي‬ َ ْ
ِ ‫ة لِل َعال‬ ً ‫م‬
َ ‫ح‬ْ ‫ه َر‬ ْ
ُ َ ‫سلت‬ َ
َ ‫ن اْر‬ ْ ‫م‬ َ
‫‪345‬‬

‫‪Ramazanda ikindiden sonra Şeyh-i Geylanî'nin Esma-i Hüsna manzumesini okudum.‬‬


‫‪Bana bir arzu geldi ki, esma-i hüsna ile bir münacat yazayım. Fakat o vakit bu kadar yazıldı.‬‬
‫‪O kudsî üstadımın mübarek Münacat-ı Esmaiyesine bir nazire yapmak istedim. Heyhat!.‬‬
‫‪Nazma istid’adım yok. Yapamadım, noksan kaldı‬‬

‫هُوَ الْبَاقِى‬
‫ض َو‬ ‫ه اْلَْر ُ‬ ‫ل لَ ُ‬ ‫م الْعَد ْ ُ‬ ‫حك َ ُ‬ ‫مهِ هُوَ ال ْ َ‬ ‫حك ْ ِ‬ ‫ض ُ‬ ‫ن فِى قَب ْ ِ‬ ‫ح ُ‬ ‫ضايَا ن َ ْ‬ ‫م الْقَ َ‬ ‫حكِي ُ‬ ‫َ‬
‫ماءُ‬ ‫س َ‬ ‫ال َِ‬
‫ش َو‬ ‫ه الْعَْر ُ‬ ‫م لَ ُ‬‫ملْكِهِ هُوَ الْقَادُِر الْقَيُِو ُ‬ ‫ب فِى ُ‬ ‫خفَايَا وَ الْغُيُو ِ‬ ‫م ال ْ َ‬ ‫عَلِي ُ‬
‫الث َِراء‬ ‫َ‬
‫ن‬
‫س ُ‬ ‫ح ْ‬ ‫ه ال ْ ُ‬ ‫صنْعِهِ هُوَ الْفَاطُِر الْوَدُود ُ ل َ ُ‬ ‫ش فِى ُ‬ ‫ُ‬
‫مَزايَا وَ الن ِقُو ِ‬ ‫ف ال ْ َ‬ ‫لَطِي ُ‬
‫وَ الْبَهَاءُ‬
‫ه الْعُِِز َو‬ ‫س لَ ُ‬ ‫مرايَا و ال ُِ‬
‫ك الْقُدُِو ُ‬ ‫مل ِ ُ‬ ‫خلْقِهِ هُوَ ال ْ َ‬ ‫ن فِى َ‬ ‫شو ِ‬ ‫َ‬ ‫ل ال ْ َ َ‬ ‫جلِي ُ‬ ‫َ‬
‫الْكِبْرِيَاءُ‬
‫ك َو‬ ‫مل ْ ُ‬ ‫ه ال ْ ُ‬ ‫م الْبَاقِى ل َ ُ‬ ‫صنْعِهِ هُوَ الدَِائ ِ ُ‬ ‫ش ُ‬ ‫ن نَقْ ِ‬ ‫م ْ‬ ‫ن ِ‬ ‫ح ُ‬ ‫بَدِيعُ الْبََرايَا ن َ ْ‬
‫الْبَقَاءُ‬
‫مد ُ َو‬ ‫ح ْ‬ ‫ه ال ْ َ‬ ‫فهِ هُوَ الَِرَِزا ُ الْكَافِى ل َ ُ‬ ‫ضي ْ ِ‬ ‫ب َ‬ ‫ن َرك ْ ِ‬ ‫م ْ‬ ‫ن ِ‬ ‫ح ُ‬ ‫م الْعَطَايَا ن َ ْ‬ ‫كَرِي ُ‬
‫الثَِنَاءُ‬
‫جود ُ َو‬ ‫ه ال ْ ُ‬ ‫خالِقُ الْوَافِى ل َ ُ‬ ‫و ال ْ َ‬ ‫مهِ هُ َ‬ ‫عل ْ ِ‬ ‫سِج ِ‬ ‫ن نَ ْ‬ ‫م ْ‬ ‫ن ِ‬ ‫ح ُ‬ ‫ل الْهَدَايَا ن َ ْ‬ ‫مي ُ‬ ‫ج ِ‬‫َ‬
‫الْعَطَاءُ‬
‫م‬
‫ري ُ‬‫خلْقِه۪ هُوَالْك َ ۪‬ ‫شكَايَا وَالدُِعَٓاءِ ل ِ َ‬ ‫سميعُ ال َِ‬ ‫َ ۪‬
‫َ‬
‫شكُْر وَالث ِنَاء‬ ‫ُ‬ ‫ه ال ِ‬ ‫شافى ل َ ُ‬ ‫ال ِ ۪‬
‫َ‬
‫ضاء‬ ‫ه العَفْوُ وَالرِ َ‬ ‫ْ‬ ‫َ‬
‫مل ُ‬ ‫رحي ُ‬ ‫ب لِعَبْدِه۪ هُوَالغَفِاُر ال َِ ۪‬
‫َ‬ ‫ْ‬ ‫ُ‬
‫خطَايَا وَالذ ِنُو ِ‬ ‫غَفُوُرال ْ َ‬
‫‪Said Nursî‬‬
346

Azametli... Bahtsız... Bir Kıt’anın

Şan l ı . . . Ta. .lBir


i ’ sDevletin
iz

Değerli... Sahipsiz... Bir Kavmin

Reçetesi

veyahut

Bediüzzamanın

Münazaratı
347

ِ ِ ‫ن الَِر‬
‫حيم‬ ِ ٰ‫حم‬ ِٰ ِ ‫سم‬
ْ ‫الله ِه الَِر‬ ْ ِ‫ب‬

Kırkbeş sene evvel, Eski Said'in aşairin suallerine verdiği cevabların bir kısmıdır.

(S) Dine zarar olmasın, ne olursa olsun?


(C) İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece
olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Hem de mağlub bîçare bir padişaha yahut
müdahin memurlara veyahut mantıksız polislere itimad edilir ve dinin himayesi onlara
bırakılırsa acaba daha mı daha iyidir, yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı
İslâmiyenin madeni olan -herkesin kalbindeki şefkat-i imaniye olan- envâr-ı İlahînin
lemaatının içtima'larından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerarat-ı neyyiranesinin imtizacından
hasıl olan amud-ı nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa daha mı daha iyidir, siz
(Hâşiye)
muhakeme ediniz. Evet şu (amud-ı nuranî) , dinin himâyetini, şehametinin başına,
murakıbının gözüne, hamiyetinin omuzuna alacaktır. Görüyorsunuz lemaat-ı müteferrika
tele'lüe başlamış. Yavaş yavaş incizab ile imtizac edecektir. Fenn-i hikmette takarrur etmiştir
ki: (Hiss-i dinî, lâsiyema din-i hakk-ı fıtrînin (sözü) daha nafiz, (hükmü) daha âlî, (tesiri) daha
şediddir.
Elhâsıl: Başkasına itimad etmeyen, nefsiyle teşebbüs eder. Size bir misal
söyleyeceğim: Siz göçersiniz. Göçerin malı koyundur; o işi bilirsiniz. Şimdi her biriniz, bazı
koyunları bir çobanın uhdesine vermişsiniz. Halbuki çoban tenbel ve muavini kayıtsız,
köpekleri değersizdir. Tamamıyla ona itimad etseniz, rahatla evlerinizde yatsanız, bîçare
koyunları müstebid kurtlar ve hırsızlar ve belalar içinde bıraksanız daha mı iyidir; yoksa onun
adem-i kifâyetini bilmekle nevm-i gafleti terkedip hanesinden her biri bir kahraman gibi
koşsun, koyunların etrafında

(Hâşiye):
Risale-i Nur'u hissetmiş ki, üç sahife ile cevab veriyor. Fakat siyaset perdesi başka renk vermiş.
348

halka tutup bir çobana bedel bin muhafız olmakla hiçbir kurt ve hırsız cesaret etmesin daha mı
iyidir? Acaba (Mamhuran) hırsızlarını tövbekâr ve sofi eden şu sır değil midir? Evet ruhları
ağlamak istedi, biri bahane oldu ağladılar. Evet, evet.. neam, neam.. sivrisinek tantanasını
kesse, bal arısı demdemesini bozsa; şevkiniz bozulmasın, teessüf etmeyiniz. Zira kâinatı
nağamatıyla raksa getiren hakaikın esrarını ihtizaza veren musika-i İlahiye hiç durmuyor.
(Hâşiye)
Sermeden zirm zirm eder.
Padişahların padişahı olan Sultan-ı Ezelînin, Kur’ân denilen musika-i İlahiyesi ile
(mağara)
umum âlemi doldurarak kubbe-i âsumanda (zırmen) şiddetli ses getirmekle, sadef-i kehf -
misal olan ülema ve meşayih ve hutebanın dimağ, ve kalb ve femlerine vurarak, aksüs sadâ
(güm
onların lisanlarından çıkıp seyr ü seyelan ederek, çeşit çeşit sadâlarla dünyayı zirm zirm
güm)
ile ihtizaza getiren o sadânın tecessüm ve intibaıyla; umum kütüb-i İslâmiyeyi bir tanbur
ve kanunun birer teli ve şeridi hükmüne getiren ve her bir tel, bir nev'iyle onu ilân eden o
sadâ-yı semavî ve ruhanîyi kalbin kulağıyla işitmeyen veya dinlemeyen; acaba sivrisinek gibi
(siyah sinekler)
bir emîrin demdemelerini veya piş-i reşk gibi hükümet âdemlerinın vızvızalarını
(civcivelerini)
işitecek midir?
(Elhâsıl:) İnkılab-ı siyasî cihetiyle dininden havf eden âdemin dinde hissesi; beyt-ül
ankebut gibi zayıf düşmüş cehalettir, onu korkutur.. takliddir, onu telaşa düşürttürür. Zira
itimad-ı nefsin fıkdanı ve aczin vücudu cihetiyle, saadetini yalnız hükûmetin cebinden
zannettiğinden; kalbini, aklını da hükûmetin kesesinde tahayyül eder, korkar.

(Hâşiye)
( Zirm zirm Kürtçedir. Türkçesi güm güm.)

(S) Bazı âdem, dediğiniz gibi demiyor. Belki "Mehdi gelmek lâzımdır." der. Zira
dünya şeyhuhet itibariyle müşevveşedir; İslâmiyet ağrazın teneffüsü ile mütezelziledir.
(C) Eğer Mehdi acele edip gelse; baş-göz üstüne, hemen gelmeli. Zira güzel bir zemin
müheyya ve mümehhed oldu. Zannettiğiniz gibi çirkin değildir. Güzel çiçekler, baharda
vücudpezir olur. Rahmet-i İlahî
349

şanındandır ki; şu milletin sefaleti, nihâyetpezir olsun. Bununla beraber kim dese "Zaman
bütün berbad oldu", eskisine temayül gösterse; bilmediği halde İslâmiyetin muhalefetinden
neş'et eden eski seyyiatı, bazı ecnebilerin zannı gibi İslâmiyete isnad etmektir.
(S) Efkârı teşviş eden, hürriyet ve meşrutiyeti takdir etmeyen kimlerdir?
(C) Cehalet ağanın, inad efendinin, garaz beyin, intikam paşanın, taklid hazretlerinin,
mösyö gevezeliğin taht-ı riyasetlerinde, insan milletinden menba'-ı saadetimiz olan meşvereti
(Hâşiye)
inciten bir cem'iyettir .
Benî-beşerde ona intisab eden; bir dirhem zararını bin lira milletin menfaatına feda
etmeyen.. hem de menfaatını ızrar-ı nâsta gören.. hem de müvazenesiz, muhakemesiz mana
veren.. hem de meyl-i intikam ve garaz-ı şahsîsini feda etmediği halde, mağrurane millete
ruhunu feda etmek davasında bulunan.. hem de beylik veya tavaif-i mülûk mukaddemesi olan
muhtariyet veya istibdad-ı mutlak manasıyla bir cumhuriyet gibi gayr-ı makul fikirlerde
bulunan..hem de zulüm görmüş, kin bağlamış, hürriyet ve meşrutiyetin birinci ihsanı olan (afv
ve istirahat-ı umumiyeyi) fikr-i intikamına yediremediğinden herkesin asabına
dokundurmakla tâ heyecana gelip terbiye görmekle teşeffi isteyenlerdir.
(S) Neden bunların umumuna fena diyorsun? Halbuki hayırhahımız gibi görünüyorlar.
(C) Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı
hak görür. Evet kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz miheke vurmadan almayınız. Zira çok
silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-i zan edip
tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum.
Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler
hayalin elinde kalsın, miheke vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise
çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz.

(Hâşiye):
Burada mason ve dönmelerin cem'iyetinden haber vermek içinde, bir çeyrek asır istibdad-ı
mutlakına hükmeden bir hâkimiyeti gaybî ihbar eder.
350

(S) Neden hüsn-i zannımıza sû'-i zan edersin? Eski padişahlar ve eski hükûmetler seni
haktan çeviremedi. Jön Türkler sizi kendilerine râm ve müdaheneci edemediler. Zira seni
hapis ettiler, asacaklardı; sen tezellül etmedin. Merdane çıktın. Hem sana büyük maaş
vereceklerdi; kabul etmedin. Demek sen onların tarafdarlığı için demiyorsun. Demek hak
tarafdarısın...
(C) Evet hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hatırı
âlîdir. Hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-i zannınızı kabul etmem. Zira bir
müfside, bir dessasa hüsn-i zan edebilirsiniz. Delil ve akibete bakınız.
(S) Nasıl anlayacağız? Biz cahiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklid ederiz.
(C) Çendan cahilsiniz, fakat âkılsınız. Hanginizle (zebib), yani üzümü paylaşsam,
(karışık)
zekâvetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil... İşte müştebih ağaçları
gösteren, semereleridir. Öyle ise, benim ve onların fikirlerimizin neticelerine bakınız. İşte
birisinde istirahat ve itaattır. Ötekisinde ihtilaf ve zarar saklanmıştır. Size bir misal daha
söyleyeceğim: Şu sahrada bir (nar) görünür. Ben derim (nur)dur; (nar) olsa da, eski nardan
kalma zayıf, yukarı tabakasıdır. Geliniz etrafına halka tutup temaşa edelim. İstifaza edip tâ
tabaka-i nariye yırtılsın, istifade eyleyelim. Eğer dediğim gibi nur ise, zâten istifade edeceğiz.
Eğer onların dedikleri gibi nar olsa, karıştırmadık ki bizi yaksın. Onlar diyorlar ki: Ateş
(Hâşiye-1)
suzandır. Eğer, nur olursa kalb ve gözlerini kör eder. Eğer nar dedikleri (nur-ı saadet)
dünyanın hangi tarafına çıkmış ise, milyonlarla insanın tulum gibi kan suyu üzerine
boşaltılmış ise söndürülmemiş. Hattâ bu iki senedir mülkümüzde iki-üç defa söndürülmesine
(Hâşiye-2)
teşebbüs edildi. Fakat söndürmek isteyenler, kendileri söndüler.

(Hâşiye-1):
Burada dahi (Risale-i Nur'u) hissetmiş fakat siyaset perdesiyle bakmış, hakikatın şekli
değişmiş.

(Hâşiye-2)
: Said'i yirmibeş sene ezen bir parti, bu zulmü sönmesiyle tasdik etti.
351

(S) Sen dedin ateş değil, şimdi ateş nazarıyla bakıyorsun.

(C) Evet (nur), fenalara (nar)dır.

(S) O fırkadan ehl-i fazl kısmına ne diyeceğiz? Onlar iyi âdemlerdır.

(C) Çok iyiler var ki, iyilik zannıyla fenalık yapıyorlar.

(S) Nasıl iyilikten fenalık gelir?

(C) Muhali taleb etmek, kendine fenalık etmektir. Zerratı günahkârlardan mürekkeb
bir hükûmet, tamamıyla masum olamaz. Demek nokta-i nazar, hükûmetin hasenatı seyyiatına
tereccuhudur. Yoksa seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir. Ben öyle âdemlere, anarşist nazarıyla
bakıyorum. Zira onlardan birisi (Allah etmesin) bin sene yaşayacak olsa, âdeta mümkün
hükûmetin hangi suretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan
meyl-üt tahrib ile o sureti bozmağa çalışacak.(Hâşiye) Şu halde böylelerin fena zannettikleri Jön
Türkler nazarlarında dahi, mel'un, anarşist ve iğtişaşcı fırkasından addolunurlar. Meslekleri
ihtilal ve fesaddır.
(S) Belki onlar eski hali istiyorlar?
(C) Size kısa bir (söz söyleyeceğim. Ezber edebilirsiniz. İşte (eski hal muhal).. ya yeni
hal veya izmihlal.... Kendisi İslâm, millet-i hâkimesi İslâm, üss-ül esas-ı siyaseti de şu
düsturdur: Bu devletin dini, Din-i İslâm'dır. Şu esası vikaye etmek vazifemizdir. Çünki
milletimizin maye-i hayatiyesidir.

(Hâşiye):
Komünist ve anarşist manasıyla Kemalizmi ve inkılab softalarını ve dönmelerini görmüş gibi
haber veriyor.
352

(S) Demek hükûmet bundan sonra da İslâmiyet ve din için hizmet edecek midir?

(C) Hayhay! Bazı akılsız dinsizler müstesna olmak şartıyla, hükûmetin hedef-i
maksadı velev gizli ve uzak olsa bile (uhuvvet-i imaniye sırrıyla) üçyüz milyonu bir vücud
eden ve nuranî olan İslâmiyetin silsilesini takviye ve muhafaza etmektir. Zira nokta-i istinad
ve nokta-i istimdad yalnız odur. Yağmurun kataratı, nurun lemaatı dağınık ve yayılmış
kaldıkça çabuk kurur, çabuk söner. Fakat sönmemek ve mahvolmamak için, Cenab-ı Feyyaz-ı
Mutlak bize ‫رقُوا‬َِ َ‫ ل َ تَتَف‬ve ‫ ل َ تَقْنَطُوا‬ile ezel canibinden nida ediyor. Evet şeş cihetinden
nağme-i ‫ ل َ تَقْنَطُوا‬eyler huruş.
Evet zaruret ve incizab ve temayül ve tecarüb ve tecavüb ve tevatür; o katarat ve
lemaatı musafaha ettirerek, ortalarındaki mesafeyi tayyedip bir havz-ı âb-ı hayat ve dünyayı
ışıklandıracak bir elektrik-i nevvareyi teşkil edecektir. Zira kemalin cemali dindir.
Hem din; saadetin ziyasıdır, hissin ulviyetidir, vicdanın selâmetidir. (Hâşiye-1)
(S) Şimdi hürriyet bahsini sual edeceğiz. Nedir şu hürriyet ki; o kadar tevilat onda
birbiriyle çekişiyorlar? Ve hakkında acib garib rü'yalar görülür?
(C) Yirmi seneden beri onu, hattâ rü'yalarda takib eden ve o sevda ile her şeyi terkeden
birisi size güzel cevab verebilir.
(S) Hürriyeti bize çok fena tefsir etmişler. Hattâ âdeta hürriyette insan her ne sefahet
ve rezalet işlese, başkasına zarar etmemek şartıyla birşey denilmez Acaba böyle midir?

(C) Öyleler hürriyeti değil, belki sefahet ve rezaletlerini ilân ile çocuk bahanesi gibi
bir hezeyan ediyorlar.

(Hâşiye-1)
: Acele etme, yani şifre gibi işaratı var.
353

Zira nazenin hürriyet, âdâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyinedir. Yoksa sefahet ve


rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır, nefs-i
emmareye esir olmaktır.
Hürriyet: umumî, efradın zerrat-ı hürriyatının muhassalıdır. Hürriyetin şe'ni odur ki:
Ne nefsine, ne gayriye zararı dokunmasın. .. ‫ن‬ ْ َ ‫حِرِيَِةِ ا‬
ْ َ ‫ن ل َ يَتَفَْرع‬ ُ ْ ‫ما َ ال‬ َِ َ ‫ع َلَى ا‬
َ َ‫ن ك‬
‫ت‬
ْ ‫س‬َ ‫جاهَدَة َ لَي ْه‬
َ ‫م‬ُ ْ ‫ن ال‬
َِ ‫ لٰك ِه‬.. ‫حقها‬ ُ ْ ‫ن ال‬
َ َ ‫مَراد‬ َِ ‫و ا َهن ل َ ي ستهزى بحريَة غَير ه ا ِه‬
ِ ‫َه ْ َ ْ ِ ِ ُ ِ ِ ِ ِ ْ ِه‬ ْ َ
‫ )حاشيه‬. ‫سبِيلِهَا‬ َ ‫)فِى‬
(S) Bazı nas, senin gibi mana vermiyorlar. Hem de bazı Jön Türklerin a'mal ve etvarı
pis tefsir ediliyor. Zira bazı ramazanı yer, rakı içer, namazı terkeder. Böyle, Allah'ın emrinde
hıyanet eden, nasıl millete sadakat edecektir?
(C) Evet, neam.. hakkınız var. Fakat hamiyet ayrı, iş ayrıdır. Bence bir kalb ve vicdan,
fezail-i İslâmiye ile mütezeyyin olmazsa, ondan hakikî hamiyet ve sadakat ve adalet
beklenilmez. Fakat iş ve san'at başka olduğu için, fâsık bir âdem güzel çobanlık edebilir.
Ayyaş bir âdem, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir. İşte şimdi salahat ve mehareti, tabir-
i âherle fazileti ve hamiyeti, nur-ı kalb ve nur-ı fikri cem'edenler vezaife kifâyet etmezler.
Öyle ise, ya meharettir veya salahattır. San'atta meharet ise müreccahtır. Hem de o sarhoş
namazsızlar Jön Türk değiller, belki şeyn Türktürler. Yani fena ve çirkin Türktürler. Genç
Türklerin râfızîleridirler. Her şeyin bir râfızîsi var. Hürriyetin râfızîsi de süfehadır.
Ey Türkler ve Kürdler! İnsaf ediniz. Bir râfızî bir hadîse yanlış mana verse veya yanlış
amel etse; acaba hadîsi inkâr etmek mi lâzımdır, yoksa o râfızîyi tahtie edip namus-ı hadîsi
muhafaza etmek mi lâzımdır? Belki hürriyet budur ki: Kanun-ı adalet ve te'dibden başka, hiç
kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı
meşruasında şahane serbest olsun. ِ‫الله ه‬ ِٰ ‫ن‬‫ن دُو ِه‬ ِ ‫ضا اَْربَاب ًها‬
‫م ْه‬ ْ ‫ضك ُه‬
ً ‫م بَعْه‬ ُ ْ‫ل بَع‬ ْ َ‫ل َ ي‬
ْ َ‫جع‬
nehyinin sırrına mazhar olsun.

(Hâşiye):
Acele etme, yani Mizan Ceridesinin sahibi Murad haklıdır. Tanin muharriri Hüseyin Cahid
yanlış ve hata ediyor.
354

(1)
(S) Demek biz eskiden beri hürriyetimize mâlik idik. Hürriyetimiz tev'em olarak
bizimle doğmuş. Öyle ise başkalar keyiflensin, bize ne?

(C) Evet zâten o sevda-yı hürriyettir ki, sizi tahammül-sûz meşakkatlere mütehammil
kılmış. Ve medeniyetin müşa'şa' bu kadar mehasininden, sizin anka-i meşrebaneniz sizi
müstağni etmiştir. Fakat ey göçerler! Sizde olanı yarı hürriyettir. Diğer yarısı başkasının
hürriyetini bozmamaktır. Hem de kut-ı lâyemut ve vahşet ile âlûde olan hürriyet, sizin dağ
komşularınız olan hayvanlarda da bulunur. Vakıa, şu bîçare vahşi hayvanların bir lezzeti ve
tesellisi varsa, o da hürriyetleridir. Lâkin güneş gibi parlak, her ruhun maşukası ve cevher-i
insaniyetin küfvü o hürriyettir ki: Saadet-saray-ı medeniyette oturuyor marifet ve fazilet ve
İslâmiyet hulleleriyle mütezeyyinedir.
(S) Ne diyorsun? Şu sena ettiğin hürriyet hakkında denilmiştir: ِ‫ة بِالنَِار‬
ٌ َِ ‫حِرِي‬ ٌ َِ ‫حِري‬
َ ‫ة‬ ُ
‫ص بِالْكُفَِار‬ ْ َ ‫لَنَِهَا ت‬
ُِ َ ‫خت‬
(C) O bîçare şâir, hürriyeti bolşevizm mesleği ve ibahe mezhebi zannetmiş. Hâşâ!
Belki insana karşı hürriyet, Allah'a karşı ubudiyeti intac eder. Hem de çok âdemler görmüşüm,
Sultan Abdülhamid'e ahrardan ziyade hücum ederdi ve derdi: "Hürriyeti ve kanun-ı esasîyi
otuz sene evvel kabul ettiği için fenadır." İşte yahu, Sultan Abdülhamid'in mecbur olduğu
istibdadını hürriyet zanneden ve kanun-ı esasînin müsemmasız isminden ürken âdemin
sözünde ne kıymet olur. Hem de, yirmi senelik İslâmiyet'in bir fedaisi de demiştir. (güzel tarif) (
‫ن‬ َ ‫ة اْلِي‬
ِ ‫ما‬ ُ َِ ‫صي‬ َ ‫ن اِذ ْ اَنَِهَا‬
ِ ‫خا‬ ُ َِ ‫ة عَطِي‬
ْ ‫ة الَِر‬
ِ ٰ‫حم‬ ٌ َِ ‫حِري‬
ُ )
(S) Nasıl, hürriyet imanın hassasıdır?
(C) Zira rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinat'a hizmetkâr olan âdem, tezellüle tenezzül
etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye, izzet ve şehamet-i imaniyesi
bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüzü dahi

(1)
: Hayme-nişinler tarafından yani göçebe, siyah çadırlı bedevilerin sualidir.
355

şefkat-i imaniyesi bırakmaz. Evet bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın
tahakkümüne tezellül etmez. Bir bîçareye tahakküme dahi, tenezzül etmez. Demek iman ne
kadar mükemmel olursa, o derecede hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saadet...
(S) Bir büyük âdeme bir veliye bir şeyhe bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız?
Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların ve faziletlerinin esiriyiz.
(C) Velâyet, şeyhlik, büyüklüğün şe'ni tevazu ve mahviyettir. Tekebbür ve tahakküm
değildir. Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.
(S) Neden tekebbür küçüklük alâmetidir?
(C) Zira her bir insan için, içinde görünerek ve onunla nâsı temaşa edecek bir mertebe-
i haysiyet ve şöhret vardır. İşte o mertebe eğer kamet-i istid’adından daha yüksek ise; o, o
seviyede görünmek için tekebbür ile ona uzanıp tetavül ve tekebbür edecektir. Şâyet kıymet
ve istihkakı daha bülend ise, tevazu ile tekavvüs edip ona eğilecektir.
(S) Pekâlâ, kabul ettik ki hürriyet iyidir, güzeldir. Fakat şu Rum ve Ermenilerin
hürriyeti çirkin görünüyor, bizi düşündürür. Re'yin nedir?
(C) Evvela Onların hürriyeti; onlara zulmetmemek ve rahat bırakmaktır. Bu ise,
şer'îdir. Bundan fazlası; sizin fenalığınıza, divaneliğinize karşı bir tecavüzleridir, cehaletiniz-
den bir istifadeleridir. Sâniyen Farzediniz ki, hürriyetleri bildiğiniz gibi size fena olsun.
Lâkin, yine biz ehl-i İslâm zararlı değiliz. Çünki içimizdeki Ermeniler üç milyon olmadığı
gibi, gayr-ı müslimler dahi on milyon yoktur. Halbuki bizim milletimiz ve ebedî kardeş-
lerimiz üçyüz milyondan ziyade iken, bunlar üç müdhiş kayd-ı istibdad ile mukayyed olup,
ecnebilerin istibdad-ı maneviyelerinin taht-ı esaretlerinde ezilirler. İşte hürriyetimizin bir
şubesi olan
356

gayr-ı müslimlerin hürriyeti, bizim umum milletimizin hürriyetinin rüşvetidir. Ve o müdhiş


(Hâşiye-1)
istibdad-ı manevînin dâfiidir. Ve o kayıdların anahtarıdır. Ve ecnebilerin, bizim
dûşümüze çöktürdükleri müdhiş isbibdad-ı manevînin râfi'idir. Evet Osmanlıların hürriyeti;
koca Asya tali'inin keşşafıdır, İslâmiyetin bahtının miftahıdır, ittihad-ı İslâm surunun
temelidir.
(S) Nedir o üç kayıd ki, istibdad-ı manevî onunla âlem-i İslâmiyeti kaydetmiştir?
(C) Meselâ: Rus hükûmetinin istibdadı, bir kayıddır. Rus milletinin tahakkümü de
diğer bir kayıddır. Âdât-ı küfriye ve zâlimanelerinin tagallübü de üçüncü bir kayıddır. İngiliz
hükûmeti, gerçi zahiren müstebid değilse de, milleti mütehakkimedir. Âdâtı dahi
mütegallibedir. İşte size Hindistan bir bürhan ve Mısrîler bir bürhandır. Binaenaleyh
milletimiz ya üç veya bir buçuk kayıd ile mukayyeddir. Buna mukabil, bizim gayr-ı
müslimlerin ayaklarında yalnız bir yalancı kaydımız vardı. Ona bedelen çok nazlarını
çektiğimiz gibi, onlar neslen ve serveten ziyadeleştiler; biz bir nevi hizmetkârlık olan
memuriyet ve askerlik cihetiyle servet ve nesilce aşağıya düştük. Fikr-i milliyet, hürriyetin
pederidir. Yine esir Ekrad ve Etrak idi. İşte o yalancı kaydı, üç veya on milyonun ayağında
açıyoruz. Tâ ki, üç kayıd ile mukayyed üçyüz milyon İslâmın hürriyetine meydan açılsın
(Hâşiye-2). Elbette âcilen ً‫ ع َاجل‬üçü veren ve âcilen ً‫جل‬
ِ ِ ‫ ا‬üçyüzünü kazanan, hasaret
etmiyor. ‫مهَنَِدًا َو‬
ُ ‫زاًرا‬ َِ ‫ج‬
َ ‫ما‬ً ِ ‫صار‬
‫ه‬َ ‫سيْفًا‬ ‫جةِ َه‬ َِ ‫ح‬ُ ْ ‫ن ال‬‫َه‬ ‫م‬
ِ ِ‫مين ِهه‬ ُ َ ‫سل‬
ِ َ ‫م بِي‬ ُ ْ ‫سيَا‬
ْ ‫خذ ُ اْل ِه‬ َ ‫وَه‬
َ
ِ‫سه‬ِ ‫ن فَالِقًهها بِفَا ْ ه‬ ِ ‫ق الل ِوْ ه‬ ِ ‫شرِ ه‬ ْ ‫م‬َُ ‫ى‬
ِ ٍ ِ ‫س عََرب‬‫ه‬ ٍ ‫م فََر‬ َ ِ ‫حِرِيَِةِ ل‬
‫جا َ ه‬ ُ ْ ‫ن ال‬‫م َه‬ ِ ِ‫مال ِ هه‬َ ‫ش‬ِ ِ‫ب‬
َ ‫ستِبْدَاد ِ ال ِذِى بِهِ انْدََر‬ ْ ِ ‫س اْل‬ ِ ْ‫وَقَو‬
٣ -‫)حاشيه‬
‫ساتِينُنَا‬
َ َ‫س ب‬ َ ‫سهِ ُرو‬ )

(S) Heyhat! Nasıl hürriyetimiz umum âlem-i İslâm'ın hürriyetinin mukaddimesi ve


fecr-i sadıkı olur?
(C) İki cihet ile: Birincisi: Bizde olan istibdad, Asya'nın hürriyetine zulmanî bir sed
çekmişti.

(Hâşiye-1):
Kırk dört sene sonra söylemesi lâzım gelen sözleri, o zaman söylemiş.

(Hâşiye-2):
Elhamdülillah, şimdi açılmaya başladı.

(Hâşiye-3):
Yine bak mâşâallah hem Nur'un Zülfikar ve Hüccetullah-il Baliğa gibi mecmualarını, hem
Yemen, Mısır, Cezayir, Hind, Fas, Kafkas, Fars ve Arab gibi İslâm milletlerini haber verir gibi şifreli
bir fıkradır.
357

Ziya-yı hürriyet o muzlim perdeden geçemez idi ki, gözleri açsın, kemalâtı göstersin. İşte bu
seddin tahribi ile, fikr-i hürriyet Çin'e kadar yayıldı ve yayılacaktır. Fakat Çin ifrat edip
komünist oldu. Âlemdeki terazinin hürriyet gözü ağır geldiğinden, birdenbire terazinin öteki
gözünde olan vahşet ve istibdadı kaldırdı, gitgide kalkacak. Eğer siz sahife-i efkârı okusanız,
tarîk-i siyaseti görseniz, huteba-i umumî olan -doğru konuşan- ceraidi dinleseniz anlayacak-
sınız ki: Arabistan, Hindistan, Cava, Mısır, Kafkas, Afrika ve emsallerinde o derece fikr-i
hürriyetin galeyanıyla, âlem-i İslâm'ın efkârında öyle bir tahavvül-i azîm ve inkılab-ı acib ve
terakki-i fikrî ve teyakkuz-ı tam intac etmiştir ki, bahasına yüz sene verse idik yine ucuzdu.
Zira hürriyet, milliyeti gösterdi. Milliyet sadefinde olan İslâmiyetin ihtizazını ihbar
etti ki: Herbir Müslim, cüz'-i ferd gibi başıboş değildir. Belki her biri, mürekkebat-ı
mütedâhile-i mütesaideden bir cüz'dür. Sair eczalar ile, cazibe-i umumiye-i İslâmiyet
noktasında birbiriyle sıla-i rahmleri vardır. Şu ihbar bir kavî ümid verir ki; nokta-i istinad,
nokta-i istimdad gâyet kavî ve metindir. Şu ümid, yeisle öldürülen kuvve-i maneviyemizi ihya
etti. Şu hayat, âlem-i İslâm'daki galeyan eden fikr-i hürriyetten istimdad ederek umum âlem-i
(Hâşiye-1)
İslâm üzerine çökmüş olan istibdad-ı manevî-i umumînin perdelerini parça parça
edecektir. (‫س‬ ْ ْ َ ِ ْ ‫)ع َلَى َرغْم اَن‬
ِ ‫ف ابِى اليَا‬ ِ
(İkinci Cihet) Şimdiye kadar ecnebiler bahane-mahane tutardı. Milletimizi
eziyorlardı. Şimdi ise, ellerinde uruk-ı insaniyetkâranelerine veya damar-ı mutaassıbanelerine
veya a'sab-ı dessasanelerine dokunduracak, ellerinde serrişte-i bahane olacak öyle nokta
bulamazlar. Bulsalar da tutamazlar. Bahusus medeniyet, hubb-ı insaniyeti tevlid eder.
(S) (Hâşiye-2) Heyhat! Bize teselli veren şu ulvî emeli ye'se inkılab ettiren etrafımızda
hayatımızı zehirlettirmek ve devletimizi parça parça etmek için ağızlarını açmış o müdhiş
yılanlara ne diyeceğiz?

(Hâşiye-1): (Hâşiye-2):
lehülhamd, kırkbeş sene sonra parça parça etmeye başladı. Dehşetli ve hakikatlı bir
sualdir.
358

(C) Korkmayınız. Medeniyet, fazilet, hürriyet; âlem-i insaniyette galebe çalmağa


başladığından, bizzarure terazinin öteki yüzü şey'en fe-şey'en hafifleşecektir. Farz-ı muhal
olarak, Allah etmesin, eğer bizi parça parça edip öldürseler; emin olsunlar biz yirmi olarak
öleceğiz, üçyüz olarak dirileceğiz. Başımızdan rezail ve ihtilafatın gubarını silkip, hakikî
münevver müttehid olarak kervan-ı benî beşere pişdarlık edeceğiz. Biz, en şedid, en kavî ve
en bâki hayatı intac eden öyle bir ölümden korkmayız. Biz ölsek de, İslâmiyet sağ kalır

(S) Gayr-ı müslimlerle nasıl müsavi olacağız?


(C) Müsavat ise, fazilet ve şerefte değildir; hukuktadır. Hukukta ise, şah ve geda birdir.
Acaba bir şeriat, karıncaya bilerek kasten ayak basmayınız dese, tazibinden men' ederse; nasıl
(R.A.)
benî âdem'in hukukunu ihmal eder? Kellâ... Biz imtisal etmedik. Evet İmam-ı Ali'nin âdi
bir Yahudi ile muhakemesi ve medar-ı fahriniz olan Salahaddin-i Eyyubî'nin miskin bir
(Hâşiye)
Hristiyan ile mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim.
(S) Rum ve Ermenilerin hürriyeti bizi teşviş ediyor. Bir kerre tecavüze başlıyorlar;
bir kerre hürriyet ve meşrutiyet bizimdir, biz yaptık diyorlar. Bizi me'yus ediyorlar?
(C) Zannediyorum tecavüzleri, eskiden sizden tahayyül ettikleri tecavüze karşı bir
teşeffi-i gayz

(Hâşiye):
Eski Said parlak bir nurun haysiyetiyle, kuvvetli bir ümit ile, tam teselli ile, siyaseti İslâmiyete
âlet etmek fikriyle, hararetle hürriyete çalışırken; diğer bir hiss-i kabl-el vuku' ile dehşetli ve dinsizce
bir istibdad-ı mutlakı, kırksekiz sene evvel bir hadîsin manasıyla geleceğini haber verdiği ve bir
kumandanın çıkmasını ve Said'in teselli haberlerini yirmibeş senede bilfiil tekzib edeceğini hissederek,
otuz seneden beri (‫والسياسة‬ ِٰ ‫اعوذ‬
‫باللهه من الشيطان‬ ) deyip siyaseti bıraktı, Yeni
Said oldu.
359

ve bundan sonra sizden tevehhüm ettikleri tecavüze karşı bir nümayiş gibidir. Eğer tamamıyla
iman etseler ki, tecavüz sizden olmaz, adalete kanaat edeceklerdir. Şâyet adalete kanaat
etmezlerse; hak, hakkın kuvvetiyle burunlarını kırıp ikna ettirecektir. Hem de meşrutiyeti biz
istihsal ettik olan sözleri yalandır. Hürriyet ve meşrutiyet; askerimizin süngüsüyle, cem'iyet-i
milliyenin kalemiyle sahife-i vücuda geldi. Öyle herzegûların arzuları, beylik ve muhtariyetin
ammizadesi olan adem-i merkeziyet-i siyasiye idi. Sonra da yüzde doksan bize ittiba' ettiler.
Beşi geveze, birkaç tanesi de zevzeklik edip eski hülyalarından vazgeçmek istemiyorlar.
ِ َِ ‫ل َ تَت‬
(S) Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur’ânda nehiy vardır: َ‫خذ ُوا الْيَهُود َ و‬
َ‫صاَرى اَوْلِيَائ‬
َ َِ ‫الن‬
Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?
(C) Evvela Delil kat'iyy-ül metin olduğu gibi, kat'iyy-üd delalet olmak gerektir.
Halbuki tevil ve ihtimalin mecali vardır. Zira nehy-i Kur’ânî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak
ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem
de hüküm müştak üzerine olsa; me'haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy,
Yahudi ve Nasara ile yahudiyet ve nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir. Hem de bir âdem
zâtı için sevilemez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyle ise herbir müslümanın
herbir sıfatı müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları
kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan
etmekle iktibas etmek neden caiz olmasın? Ehl-i kitabdan bir haremin olsa elbette seveceksin.
(Sâniyen) Zaman-ı Saadette bir inkılab-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhanı
nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet
ederlerdi. Onun için gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin şimdi
âlemdeki bir inkılab-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhanı zabt ve bütün ukûlü meşgul
eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zâten onların ekserisi, dinlerine o kadar
mukayyed değildirler. Binaenaleyh onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan
ile ört pas
360

etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır. İşte şu dostluk, kat'iyen
nehy-i Kur’ânîde dâhil değildir.
(S) Bir kısım Jön Türk der: Demeyiniz Hristiyanlara hey kâfir. Zira ehl-i kitabdırlar.
Neden kâfir olana kâfir demiyeceğiz?
(C) Kör âdeme, hey kör demediğiniz gibi... Çünki eziyettir. Eziyetten nehiy var: ‫ن‬ ْ ‫م‬َ
‫ميا‬
ِ ِ ‫اذ َى ذ‬ ilh....
Saniyen Kâfirin iki manası vardır: Birisi ve en mütebadiri, dinsiz ve münkir-i Sani'
demektir. Şu mana ile, ehl-i kitaba ıtlak etmeğe hakkımız yoktur. İkincisi: Peygamberimizi ve
İslâmiyeti münkir demektir. Şu mana ile ânlara ıtlak etmek hakkımızdır. Ânlar dahi razıdırlar.
Lâkin örfen evvelki mananın tebadüründen, bir kelime-i tahkir ve eziyet olmuştur.
Hem de daire-i itikadı, daire-i muamelata karıştırmağa mecburiyet yoktur. Kabildir, o
kısım Jön Türklerin muradı bu olsun.
(S) Çok fena şeyleri işitiyoruz. Bahusus gayr-ı müslimler de güya bir İslâm kızını
almışlar.. filan yerde böyle olmuş, diğer yerde şöyle olmuş. Olmuş.. olmuş.. olmuş.. ilââhir...
(C) Evet maatteessüf daha yeni ve bulanık bir devlette ve cahil ve perişan bir millettir,
şöyle fena ve pis şeylerin vukuu zarurî gibidir. Eskiden daha berbadı vardı. Fakat şimdi
görünüyor. Bir derd görünürse, devası âsândır. Hem de büyük işlerde yalnız kusurları gören
cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sünbüllendirerek hasenata
galib etmektir.
İşte şu cerbezenin tavr-ı acibi; zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar.
O siyah perde ile her şeyi temaşa eder. Hakikaten cerbeze, enva'ıyla garaibin makinasıdır.
Görünmüyor ki, cerbeze-âlûd bir âşıkın nazarında umum kâinat birbirine muhabbet ile
müncezib ve rakkasane hareket ediyor ve gülüşüyor. Çocuğunun vefatıyla matem tutan bir
vâlidenin nazarında, umum kâinat hüzün engizan ağlaşıyor. Herkes istediği ve haline münasib
gördüğü meyveyi koparır.Bu makamda size bir temsil irad edeceğim.
Meselâ: Sizden bir âdem yalnız bir saat tenezzüh etmek üzere gâyet müzeyyen ve
müzehher bir bahçeye girse; nekaisten müberra olmak, cinan-ı cennetin mahsusatından ve her
kemale bir noksanı karıştırmak, şu âlem-i kevn ü fesadın mukteziyatından
361

olmakla şu bahçenin müteferrik köşelerinde de bazı pis ve murdar şeyler bulunduğu için
-inhiraf-ı mizac sevki ve emriyle yalnız o taaffünatı taharri ve o murdar şeylere idame-i nazar
eder. Güya ânda yalnız o var. Hülyanın hükmüyle fena hayal tevessü' ederek, o bostanı bir
selhhane ve mezbele suretinde gösterdiğinden midesi bulanır ve istifra' eder, kemal-i nefret ile
kaçar. Acaba beşerin lezzet-i hayatını gussedar eden böyle bir hayale, hikmet ve maslahat rûy-
i rıza gösterir mi? Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen güzel rü'ya görür. Güzel rü'ya
gören, hayatından lezzet alır.
(S) Gayr-ı müslimin askerliği nasıl caiz olur?
(C) Dört vecihle:
(Evvelen) Askerlik kavga içindir. Dünkü gün siz o dehşetli ayı ile boğuştuğunuz vakit
karılar, çingeneler, çocuklar, itler size yardım ettiklerinden size ayıb mı oldu?
(Sâniyen) Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın, Arab müşriklerinden muahid ve
halifleri vardı. Beraber kavgaya giderlerdi. Bunlar ise, ehl-i kitabdır. Orduda toplu olmayıp
müteferrik olduklarından, bizdeki ekseriyet ve kuvvet-i hissiyat, mazarrat-ı mütevehhimeye
karşı sed çeker.
(Sâlisen) Düvel-i İslâmiyede velev nadiren olsun gayr-ı müslim, askerlikte istihdam
olunmuştur. Yeniçeri Ocağı buna şahiddir.
(S) Eskiden İslâmlar zengin, onlar fakir idiler. Şimdi her yerde kaziye bilakistir.
Hikmeti nedir?
َ
(C) İki sebebi biliyorum: (Birincisi) (‫سعَى‬ َ ‫ما‬ َ ِ ‫ن اِل‬ َ ْ ‫س لِْلِن‬
ِ ‫سا‬ َ ْ ‫ )لَي‬olan ferman-ı
Rabbanîden müstefad olan meyelan-ı sa'y ve (ِ‫الله ه‬ ِٰ ‫ب‬‫حبِي ُه‬
َ ‫ب‬ُ ‫س‬‫ ) اَلْكَا ِه‬olan ferman-ı
Nebevîden müstefad olan şevk-i kesb, bazı telkinat ile o meyelan kırıldı ve o şevk de söndü.
Zira (i'lâ-yı kelimetullah) şu zamanda maddeten terakkiye mütevakkıf olduğunu bilmeyen; ve
dünya ِ‫رة‬ ِ ‫ة اْل‬
َ ‫خ‬ ُ َ ‫مْزَرع‬
َ ‫ى‬
َ ِ‫ث ه‬
ُ ‫حي ْه‬
َ ‫م نْه‬
ِ cihetiyle kıymetini takdir etmeyen; ve kurûn-ı
vustâ ve kurûn-ı uhranın ilcaatını tefrik eylemeyen; ve birbirinden gâyet uzak, biri mezmum
ve biri memduh olan tahsil ve kesbde olan kanaatı ile, mahsul ve ücretteki kanaatı temyiz
etmeyen; ve birbirinden nihâyet
362

derecede baîd, hattâ biri tenbelliğin ünvanı, diğeri hakikî ihlasın sadefi olan iki tevekkülü ki
biri, meşietin muktezası olan esbab arasındaki nizama karşı temerrüd hükmünde olan, tertib-i
mukaddemattaki bir tevekkül-i tenbelane; diğeri, İslâmiyetin muktezası olan, netice itibariyle
gerdendade-i tevfik olarak vazife-i İlahiyeye karışmamakla terettüb-i neticede mü'minane
tevekküldür ikisini birbiriyle iltibas eden ve Ümmetî! Ümmetî! sırrını teferrüs etmeyen ve (
َ ‫ن يَنْفَعُ النَِا‬
‫س‬ ْ ‫م‬
َ ‫س‬ َ
ِ ‫خيُْر الن ِا‬
َ ) hikmetini anlamayan bazı âdemler ve bilmeyen bir kısım
vaizlerdir ki, o meyelanı kırdılar; o şevki de söndürdüler.
İkinci Sebeb: Biz, gayr-ı tabiî ve tenbelliğe müsaid ve gururu okşayan imaret maişetine el
atıp, belamızı bulduk.
(S) Nasıl?
(C) Maişet için tarîk-i tabiî ve meşru' ve zîhayat; san'attır, ziraattır, ticarettir. Gayr-ı
tabiî ise, memuriyet ve her nev'iyle imarettir. Bence imareti, ne nam ile olursa olsun, medar-ı
maişet edenler bir nevi cerrar ve aceze ve seeledir. Fakat hilebaz kısmında... Bence
memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa yalnız maişet
ve menfaat için girse, bir nevi çingenelik eder (Hâşiye). İşte memuriyet filcümle ve askerlik
bilcümle bizde olduğu için, servetimizi israf eline verip neslimizi etrafa saçıp zayi' ettik. Eğer
öyle gitse idi, biz de elden giderdik. İşte onların asker olması, zarurete yakın bir maslahat-ı
mürseledir. Hem de mecburuz. Mesalih-i mürsele ise, İmam-ı Mâlik mezhebinde bir illet-i
şer'iye olabilir.
(S) Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar, nasıl olur?
(C) Saatçı ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi... Zira meşrutiyette, hâkim millettir.
Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa; kaymakam ve vali reis değiller, belki ücretli
hizmetkârdırlar. Gayr-ı müslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farzediniz memuriyet bir
nevi riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden

(Hâşiye):
Ey memurlar, Eski Said'in kırkbeş sene evvel söylediği bu sözünden gücenmeyiniz.
363

üç bin âdemi ağalığımıza ve riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte; millet-i İslâmiyeden aktar-ı
âlemde üç yüz bin âdemin riyasetine yol açılır. Biri zayi' edip, bini kazanan zarar etmez.
(S) Şeriatın bazı ahkâmı, meselâ valilerin vazifelerine taalluku var.
(C) Bundan sonra bizzarure hilafeti temsil eden Meşihat-ı İslâmiye ve diyanet dairesi;
hem âlî, hem mukaddes, hem ayrı, hem nezzare olacaktır. Şimdi hâkim şahıs değil, efkâr-ı
âmme olduğu için, onun nev'inden şahs-ı manevî bir(fetva emini) ister....
(S) Eskiden beri işitiyoruz ki: Bazı Jön Türkler masondurlar, dine zarar ediyorlar.?
(Hâşiye-1)
(C) İstibdad, kendini ibka etmek için şu telkinatı vermiştir. Bazı lâübalilik
dahi, şu vehme kuvvet veriyor. Fakat emin olunuz ki, onların masonluğa girmeyen kısmının
maksadları, dine zarar değildir. Belki milletin selametini temin etmektir. Fakat bazıları, dine
lâyık olmayan bârid taassuba müfritane ilişiyorlar. Demek hürriyete ve meşrutiyete hizmetleri
sebkat eden veyahut kabul eyleyenleri Jön Türk tesmiye ediyorsunuz. İşte onların bir kısmı,
İslâmiyet fedaileridir. Bir kısmı da, selâmet-i millet fedaileridir. Onların ukde-i hayatiyelerini
teşkil eden, mason olmayan ekserî İttihad ve Terakki'dir. Ve sizin şu aşairiniz kadar ülema ve
meşayih, Jön Türkler meyanında mevcuddur. Vakıa onlarda bir takım edebsiz, çok sefih
masonlar dahi bulunur; lâkin yüzde ondur. Yüzde doksanı sizin gibi mu'tekid müslimlerdir.
ُ
‫ف‬ِ ‫ن النَِظَرِ بِالل ِط ْ ه‬ُ ‫س‬‫ح ْه‬ ُ ‫ضا‬ َ ‫ن الِرِ ه‬ِ ‫ن ع َي ْ ه‬ َِ ‫عدَةِ ا َ ه‬
َ ‫ن َزي ْ ه‬ ِ ‫ بِقَا‬: ‫والحكههم للكثههر‬
َ ْ ‫مى ع َلَى ال‬ َ ْ ‫مةِ وَلَقَد‬ ْ َِ َ ‫شفْقَةِ وَا‬ َِ ‫وال‬
ِ َ ‫حقِ بِاِقْد‬
‫ام‬ َ ‫س‬ َ ‫ح‬ْ ‫ق وَالَِر‬ ِ ْ‫ن نُوَر الفُواد ِ بِالِرِف‬ َ
‫ن ع َبْدِى‬ ‫َه‬ ‫ظ‬ ‫ن‬ ‫س‬ ‫ح‬ ‫د‬ ‫عن‬ ‫ا‬ ‫ن‬َ ‫ا‬ ‫ح‬ ‫ا‬ ‫صب‬ ‫م‬ ‫ب‬ َ ‫ئ‬ ‫ضا‬ ‫ست‬ ْ
‫ل‬ ‫ا‬ ‫ر‬ ‫ا‬ ‫خت‬ ‫ا‬ ‫ن‬ ‫م‬ ‫د‬ ‫ع‬
َ ِ ْ ‫ِ ْ ِ ِه َه َ ِ َ َ ِه ْ َ َ ِه‬‫س‬ ‫و‬ ‫ق‬ ‫ي‬ ‫ف‬ ‫و‬َ ‫الت‬
٣ -‫)حاشيه‬
ِ ِ ‫ِ ِ ْه َ ِ َه ِ ْ َ ُ ْه‬
‫ بِى‬Hüsn-i zan ediniz; sû'-i zan, hem size, hem onlara zarar verir.
)

(Hâşiye-1):
Nasılki şimdi yirmibeş sene istibdad-ı mutlakı yapanlar, dindarları irtica' ile ittiham ederek,
istibdad-ı mutlakın altındaki irtidadlarını saklıyorlar.

(Hâşiye-2)
: Tekrar temaşa et, çünki bu Arabî fıkra şifrelidir, işaratı var.
364

(S) Neden sû'-i zannımız onlara zarar versin?


(C) Onların bir kısmı sizin gibi tahkiksiz, taklid ile İslâmiyetin zevahirini bilirler.
Taklid ise, teşkikat ile yırtılır. O halde bazılarına bahusus dinde sathî, felsefe ile mütevaggil
olursa dinsiz dediğiniz vakit, ihtimal ki tereddüde düşüp, mesleği İslâmiyet'ten hariçmiş gibi
vesveselerle Herçi bâd âbâd diyerek, me'yusane belki muannidane İslâmiyete münafî harekâta
başlar. İşte ey bî-insaflar! Gördünüz, nasıl bazı bîçarelerin dalaletine sebeb oluyorsunuz. Fena
âdeme, iyisin iyisin denilse iyileşmesi ve iyi âdeme, fenasın fenasın denildikde fenalaşması
çok vuku' bulmuştur.
(S) Neden?
(C) Faraza, bazılarının altında büyük fenalıkları varsa da, hücum edilmemek gerektir.
Zira çok fenalık vardır ki; iyilik perdesi altında kaldıkça ve perde yırtılmadıkça ve ondan
tegafül edildikçe, mahdud ve mahsur kaldığı gibi, sahibi de perde-i hicab ve hayâ altında
kendisinin ıslahına çalışır. Lâkin vakta ki perde yırtılsa, hayâ atılır; hücum gösterilse, fenalık
fena tevessü' eder. Ben Mart hâdisesinde şuna yakın bir hal gördüm. Zira İslâmiyet'in
meşrutiyetperver ve hamiyetli fedaileri, cevher-i hayat makamında bildikleri nimet-i
meşrutiyeti şeriata tatbik ile, ehl-i hükûmeti adalet namazında kıbleye irşad ve nam-ı
mukaddes şeriatı meşrutiyet kuvvetiyle i'lâ; ve meşrutiyeti şeriat kuvvetiyle ibka; ve bütün
seyyiat-ı sâbıkayı, muhalefet-i şeriat üzerine ilka etmek için bazı telkinatta ve teferruatın
tatbikatında bulundular. Sonra, sağını solundan farketmeyenler, hâşâ şeriatı istibdada müsaid
zannederek, tuti taklidi gibi Şeriat isteriz demekle, maksad ortada anlaşılmaz oldu. Zâten
plânlar serilmişti. İşte o vakit yalan olarak hamiyet maskesini takınan bazı herifler, o ism-i
mukaddese tecavüz ettiler. İşte cây-ı ibret bir nokta-i siyah! ‫ك‬ َ ‫ة بِتِل ْه‬ َِ ‫ت ال ْ ِه‬
ُ ‫م‬ ِ ‫وَلَقَد ْ قَعَد َه‬
ْ ُ َ ‫ت طَنْطَن‬ َ ْ ‫ش وَلَقَد‬ ُ َ ْ َ ‫النُِقْطَةِ وَل‬
َ‫صدَائ‬ َ ‫ض‬ ِ ‫ة الَغَْرا‬ َ َِ‫شو‬
ْ ‫ش‬ ِ ‫م تَقْتَدِْر ع َلى الن ِهُو‬
ُ ْ ‫سيقَةِ ال‬
ِ‫حرِيَِة‬ ِ ‫مو‬
ُ
365

َ
ْ َ‫ن فَتَفََِرق‬
‫ت ع َنْهَا‬ َ ‫ما ع َلَى قَلِيلِي‬
ً ‫س‬
ْ ِ ‫صَرة ً ا‬
ِ ‫ح‬
َ ْ ‫من‬ ُ َِ ‫شُروطِي‬
ُ ‫ة‬ َ ْ ‫ت ال‬
ْ ‫م‬ َ ِ ‫وَلَقَد ْ تَقَل‬
ِ ‫ص‬
٣ -‫)حاشيه‬
‫مارِهَا‬َ ِ‫ماة ُ ذ‬َ ‫ح‬ُ ))
(S) Neden dinsiz zannettiğimiz bazılarından bize zarar gelsin?
(C) Hayal perdesi üstünde size bir timsal manzarasını göstererek mazarratını
anlatacağım: İşte şu sahrada gâyet muhteşem bir bostan içinde bir kasr var. Kasrın bir
köşesinde sizin Beytüşşebab Kaplıcası gibi bir kaplıca olduğunu tahayyül ediniz. Siz dışarıda
bürudetin tazyikiyle, kar'ın tokadıyla, rüzgârın sillesiyle ihtiyaren veya ızdıraren saray içine
girmeğe mecbursunuz. Lâkin kapıda bir-iki kör ve havuz içinde bazı çıplak âdemleri görmüş
veya işitmişsiniz. Bundan tevehhüm ediyorsunuz ki; o saray, körhane veya çıplakhanedir. Siz
girdiğinizde, onlar gibi olmak için taat libasını çıkarıyorsunuz ve onların avretini görmemek
için, akide denilen hakikat gözünü kapatıyorsunuz. Halbuki onlar muhteşem odalarda gözleri
açık ve avretleri mestur olarak mütefekkirane meşveret ve bazı köşelerdeki kör ve çıplakların
setr ve tedavisine hizmet ediyorlar. İşte sen, şu suret-i vahşiyane ve eblehanede avretin açık,
gözün kapalı olarak içlerine girsen; acaba bundan daha büyük maskaralık ve zarar olabilir mi?
Hakikaten bence, bir müslüman neslinden gelen âdem akıl ve fikri İslâmiyet'ten
tecerrüd etse bile, fıtratı ve vicdanı hiç bir vakit de İslâmiyet'ten vazgeçemez. En ebleh, en
sefih bile, sedd-i rasîn-i istinadımız olan İslâmiyet'e bütün mevcudiyetiyle tarafdardır;
lasiyema siyasetten haberdar olanlar zaman-ı saadetten şimdiye kadar hiç bir tarih bize
bildirmiyor ki; bir müslüman muhakeme-i akliyesiyle başka bir dini, İslâmiyet'e tercih etmiş
olsun ve delil ile başka bir dine dâhil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var, o başka mes'ele..
taklid ise, ehemmiyetsizdir. Halbuki edyan-ı saire müntesibleri mutlaka fevc fevc, muhakeme-
i akliye ile ve bürhan ile daire-i İslâmiyet'e dâhil olmuşlar ve olmaktadırlar. Eğer biz, doğru
İslâmiyet'i ve İslâmiyet'e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra efvecen
efvecen dâhil olacaklardır.

(Hâşiye):
Gitme, dikkat et.
366

Hem de tarih bize bildiriyor ki: Ehl-i İslâm'ın temeddünü, hakikat-ı İslâmiyete
ittiba'ları nisbetindedir. Başkaların temeddünü dinleriyle makûsen mütenasibdir. Hem de
hakikat bize bildiriyor ki: Mütenebbih olan beşer, dinsiz olamaz. Lasiyema uyanmış,
insaniyeti tanımış, müstakbele ve ebede namzed olmuş âdem dinsiz olamaz. Zira uyanmış bir
beşer, kâinatın tehacümüne karşı istinad edecek ve gayr-ı mahdud âmâline neşv ü nema
verecek ve istimdadgâhı olacak noktayı yani din-i hak olan dane-i hakikatı elde etmezse
yaşamaz. Bu sırdandır ki; herkeste din-i hakkı bir meyl-i taharri uyanmıştır. Demek istikbalde
nev'-i beşerin din-i fıtrîsi İslâmiyet olacağına beraat-ül istihlal vardır.
Ey insafsızlar! Umum âlemi yutacak, birleştirecek, besleyecek, ziyalandıracak
istid’adında olan hakikat-ı İslâmiyeti nasıl dar buldunuz ki, fukaraya ve mutaassıb bir kısım
hocalara tahsis edip, yarı ehlini dışarıya atmak istiyorsunuz?. Hem de, umum kemalâtı câmi',
bütün nev'-i beşerin hissiyat-ı âliyesini besleyecek mevaddı muhit olan (o kasr-ı nuranî-yi
İslâmiyeti,) ne cür'etle matem tutmuş bir siyah çadır gibi bir kısım fukaraya ve bedevilere ve
mürteci'lere has olduğunu tahayyül ediyorsunuz? Evet herkes âyinesinin müşahedatına
tâbi'dir. Demek sizin siyah ve yalancı âyineniz size öyle göstermiştir.
(S) İfrat ediyorsun, hayali hakikat görüyorsun. Bizi de techil ile tahkir ediyorsun.
Âhirzamandır, gittikçe daha fenalaşacak. (Hâşiye)
(C) Herkese dünya terakki dünyası olsun yalnız bizim için tedenni dünyasıdır.. Öyle
mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım, şu tarafa dönüyorum, müstakbeldeki
insanlarla konuşacağım: Ey üçyüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş
sâkitane benim sözümü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile

(Hâşiye):
Muhtemeldir ki, o zamanda orada bulunan büyük bir veli; Eski Said'in Risale-i Nur'un dar
dairesini gâyet geniş ve siyasî bir daire olarak bir hiss-i kabl-el vuku'la kırk beş sene evvel
hissetmesinden ve bu risaledeki çok cevabları o histen neş'et ettiğinden, o veli yalnız bu noktada itiraz
etmiş.
367

beni temaşa eden (Said'ler, Hamza'lar, Ömer'ler, Osman'lar, Yusuf'lar, Ahmed'ler vesaireler!)..
Sizlere hitab ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, Sadakte deyiniz. Ve demek size borç olsun. Şu
muasırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek
istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta
geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen tohumlar, zemininizde çiçek
açacaktır. Ben hizmetimin ücreti olarak sizden şunu beklerim ki: Mazi kıt'asına geçmek için
geldiğiniz vakit, mezarıma uğrayınız. O çiçeklerden birkaç tanesini mezar taşı denilen ve
kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi
ْ ‫ )هَنِيئًا لَك ُه‬sadâsını işiteceksiniz. َِ ‫م ن ال‬
ِ ‫شاهِد ِ ع َلَى طَي ْه‬
çağırınız. (‫م‬ (‫ف‬ ‫لَوْ ِ َه‬
(Hâşiye-1)

‫ف‬ َِ ‫)ال‬
ِ ْ ‫ضي‬
Şu zamanın memesinden bizimle süt emmeyen gözleri arkada maziye bakan ve
tasavvuratları kendileri gibi hakikatsız ve ilerileşmiş çocuklar. Şu kitabın hakaikını hayal
tevehhüm etsinler. Zira benim vukufum var ki; şu kitabın mesaili hakikat olarak sizde
tahakkuk edecektir. Ey muhatıb! Ben çok bağırıyorum. Zira asr-ı sâlis-i aşrın minaresinin
tepesinde durup sureten medenî fikren mazinin en derin derelerinde olanları câmiaye davet
ediyorum. İşte ey iki ayaklı mezar-ı müteharrik Mesîl-i neslin kapısında durmayınız. Mezar
sizi bekliyor, çekiliniz; tâ ki, hakikat-ı İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerine temevvücsâz eden
nesl-i cedid gelsin!..
(S) Eskiler bizden a'lâ veya bizim gibi; gelenler bizden daha fena gelecekler?
(Hâşiye-2)
(C) Ey Türkler ve Kürdler ve Nurcular acaba şimdi bir miting yapsam; sizin
bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonradaki evlâdlarınızı şu gürültühane olan asr-ı hazır
meclisine davet etsem... Acaba eski ecdadınız demiyecekler mi? Hey mirasyedi yaramaz
çocuklar! Netice-i hayatımız siz misiniz Heyhat! Bizi akîm bir kıyas ettiniz? Hem de sol
safında duran şehristan-ı istikbalden gelen evlâdlarınız,

(Hâşiye-1): (Hâşiye-2):
Gitme! Seni çağırır. Antikalığı için bu cevab dahi yazıldı.
368

Sağdakileri tasdik ederek demiyecekler mi ki: Ey tenbel pederler! Siz misiniz hayatımızın
suğra ve kübrası? Siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rabteden hadd-i evsatı? Heyhat!.. Ne
müşagabeli bir kıyas oldunuz! İşte ey bedevi kürtler ve ey inkılab softaları! Manzara-i hayal
(Hâşiye-1)
üstünde gördünüz ki, şu büyük mitingde iki tarafı da sizi protesto ettiler.
(S) Bu kadar tahkire müstehak değiliz. Biz eslafın ezyalini tutmakla beraber, ahlafın
(‫ك‬ ِ َ ‫معَ لِكَل‬
‫م َه‬ َ ‫حن َها ال‬
ْ ‫سِه‬ ْ َ ‫فَفَت‬
(Hâşiye-2)
teşebbüsatından dahi geri kalmamağa söz veriyoruz.
ِ‫حبًا بِه‬ َ َ‫)ف‬
َ ‫مْر‬
(C) Nedamet ettiğinizden vazifeniz olan suale avdet edebilirsiniz.
(Hâşiye-3)
(S) Ülema-i eslaf istibdadın fenalığından bahsetmişler mi?
(C) Bin kerre evet. Zira ağleb-i şuara kasidelerinde, çok müellifler kitablarının
dibacelerinde zamandan şikâyet ve dehre itiraz ve feleğe hücum etmiş ve dünyayı ayak altına
alıp çiğnemişler. Eğer kalb kulağıyla ve akıl gözüyle dinleyip baksanız, göreceksiniz ki:
Bütün itirazat okları, mazinin muzlim perdesine sarılan istibdadın bağrına gider. Ve
işiteceksiniz ki; bütün vaveylâlar istibdad pençesinin tesirinden gelir. Gerçi istibdad
görünmüyordu ve ismi belli değildi; lâkin herkesin ruhu istibdadın manasıyla tesemmüm
ederdi ve bir zehir atanı bilirdi. Bazı kuvvetli dâhîler nefes aldıkça amîk ve derin bir feryad
koparırlardı. Fakat akıl onu güzelce tanımazdı. Çünki karanlıkta ve toplanmamış idi. Vakta ki
o mana-yı istibdadı, def'i muhal bir bela-yı semavî zannettiler; zamana hücum ve dehrin
başına tokat ve feleğin bağrına oklar atmağa başladılar. Çünki bir kaide-i mukarreredir: Birşey
cüz'-i ihtiyarînin dairesinden ve cüz'iyetten

(Hâşiye-1)
: Hayali dahi bir simotoğraftır.

(Hâşiye-2)
: Fen ve mantık'ın tabiratı. O zaman İlm-i Mantık dersini alan talebeleri, o mecliste bulun-
masından öyle söylemiş.

(Hâşiye-3):
Bu sual-cevab dahi her zaman yaşıyabildiğinden, o kırk sene evvelki ders şimdi dahi
lüzumludur, yaşar.
369

çıkıp külliyet dairesine girse, veyahut bihasebil'âde def'i muhal olsa; zamana isnad edilir ve
kabahat dehre atılır, taşlar feleğin kubbesine vurulur. Eğer iyi temaşa etsen göreceksin ki;
feleğe atılan taşlar, döndüğü vakit bir yeis olarak kalbde tahaccür eder...
َ
‫ن‬ َ ‫سعَادَة ُ اَثْنَوْا ع َلَى‬
ْ ‫م‬ َِ ‫م ال‬ ُ ُ‫ت لَه‬
ْ َ ‫ضائ‬َ َ ‫ما ا‬َ ِ ‫م كُل‬ُ ‫ما ل َ يَلَْز‬
َ
َ ْ ‫)اُنْظُْر كَي‬
َ ‫ف اَطَالُوا فِي‬
َ ‫موا الَِز‬ َ ‫م‬ ْ ِ‫م ع َلَيْه‬
َ َ ‫ما اَظْل‬ َ ِ ‫م وَكُل‬
(١-‫)حاشيه‬
(‫ن‬ َ ‫ما‬ ُ َ ‫شت‬ ْ ُ‫سادَه‬
َ
(S) Acaba şu zaman ve dehrin şikâyetinden Sani-i Zülcelal'in san'at-ı bedi'ine itiraz
çıkmaz mı?
(Hâşiye-2)
(C) Hâyır, aslâ... Belki manası şudur: Güya şikâyetçi der ki: İstediğim emir ve
arzu ettiğim şey ve teşehhi ettiğim hal ise, hikmet-i ezeliyenin düsturu ile tanzim olunan
1
âlemin mahiyeti müstaid ve inâyet-i ezeliyenin pergârıyla nakşolunan feleğin kanunu
2 3
müsaid ve meşiet-i ezeliyenin matbaasında tab'olunan zamanın tabiatı muvafık ve mesalih-i
4
umu-miyeyi tesis eden hikmet-i İlahî razı değillerdir ki; şu âlem-i imkân, Feyyaz-ı Mutlak'ın
yed-i kudretinden şu ukûlümüzün hendesesiyle ve tehevvüsümüzün iştihasıyla istediğimiz
semeratı koparsın. Verse de tutamaz, düşse de kaldıramaz. Evet bir şahsın tehevvüsü için
büyük bir daire-i muhitayı hareket-i mühimmesinden durdurmaz.
(S) Çok âlim ve şâirler, zamanlarında büyük hâkimleri ifrat ile sena etmişler. Halbuki
o hâkimlerin çoğuna müstebid nazarıyla bakıyorsun? Demek iyi etmemişler.
(C) (‫م‬ ُ ِ‫مكَار‬ َ ْ ‫ف تُبْنَى ال‬ َ ْ ‫ما دََرى بُنَاة ُ ال‬
َ ْ ‫معَالِى كَي‬ َ ِ‫شعْر‬ ُ َُ ‫خل‬
ِ ‫سنَِةِ ال‬ ِ َ ‫)وَلَوْل‬
kaidesince, onların niyetleri: Ümerayı seyyiattan latif bir hile ile vaz geçirmek ve onlara
hasenat arkasında müsabaka için garib bir bahşiş-i şâiraneyi ortaya koymak... Lâkin o bahşiş
koca bir milletin sırtından alındığından istibdadkârane

(Hâşiye-1)
: Dur, geçme, anla… Yani iyilikleri reislere, fenalıkları zamana verip şetimle şekva ederler.

(Hâşiye-2)
Çok ehemmiyetli bir cevabdır.
370

hareket etmişlerdir. Demek çendan niyette iyi etmişler, lâkin amelde yanlış gitmişler.
(S) Neden?
(C) Zira kaside ve bazı te'liflerinde büyük bir kavmin mehasinini manen garat edip, bir
müstebide verip ve ondan gösterdiklerinden, şu noktadan bilmeyerek istibdadı alkışlamışlar.
(S) Biz Türkler ve Kürdler, bizde kalbimizin dolusu, belki cesedimiz mâlâmâl, belki
inbisat edip şu derelerde dağ olarak tahaccüretmiş kal'amız olan bir şecaat vardır. Ve
başımızın dolusu zekâvetimiz var. Ve sinemizi mâlâmâl edecek gayret vardır. Ve bedenimizi
ve azalarımızı dolduracak itaat vardır. Ve dereleri hayatlandıracak ve dağları müzeyyen
(Hâşiye-1)
edecek efradımız var. Neden böyle sefil ve müflis ve zelil kaldık ki.. hem yol üstünde
de kaldık. Terakkiye binenler bizi çiğneyip istikbale doğru koşup gidiyorlar. Komşumuz olan
milletler bizden az iken, kuvvetleri bizden çok kısa iken üzerimize tetavül ediyorlar?
(
(Hâşiye-2)
‫ب طَاهَِرنَا‬
ُ ِ ‫م يَغْل‬
ْ ُ‫سه‬ َِ ِ ‫)ا‬
َ ْ ‫ن رِك‬
(C) Hînâ, meşrutiyette tövbenin kapısı açıktır ve tövbe edenler çoktur. Şimdiki rüesaya
tevbih ve ta'nifte hakkım yoktur. Ben taşımı sâbıka atıyorum. Bazılarının hatırı kırılsa da
mazur tutulsun. Yalnız hakkın hatırı kırılmasın. Zira milletin hatırı, onların hatırından daha âlî,
daha gâlîdir. İşte o tedenninin mühim bir sebebi: Bazı rüesa ile haksız olarak millete
fedakârlık iddia eden sahtekâr hamiyetfüruşlar veya velâyeti dava eden ehliyetsiz bazı
müteşeyyihlerdir. Fakat sünnet-i seniyeye muhalif olan bu sünnet-i seyyie, yine istibdadın
seyyiatındandır.

(Hâşiye-1):
Demek kuvve-i maneviyeleri kırılmamış.

(Hâşiye-2)
İstersen dikkat et. O zaman Ermeni meb'usu Vartakis ve Hakkari meb'usu Seyyid Molla
Tahir'e işaret eder.
371

(S) Nasıl?
(C) Zira herbir millet için, o milletin cesaret-i milliyesini teşkil eden ve namus-ı
milliyesini muhafaza eden ve kuvveti ondan toplanacak bir manevî havuzu vardır. Ve sehavet-
i milliyesini teşkil eden ve menafi'-i umumiyesini temin eden ve fazla kalan malları ondan
tahazzün edecek bir hazine-i maneviyesi vardır. İşte o iki kısım reisler, bilerek veya
bilmeyerek, o havuzun ve o hazinenin etrafında delik-melik açtılar. Maye-i bekayı ve madde-i
hayatı çektiler. Havuzu kurutup, hazineyi boş bıraktılar. Böyle gitse, devlet milyarlar borç
altında kalıp düşecek. Nasıl bir âdemin kuvve-i gazabiyesi olan dafiası ve kuvve-i şeheviye
olan cazibesi olmazsa ölmüş olmuş olur ve hayy iken meyyittir. Hem de bir şimendiferin
buhar kazanı delik-melik olsa, perişan ve hareketten muattal kalır. Hem de bir tesbihin ipi
kırılsa dağılır. Öyle de, bir şahs-ı manevî olan bir milletin kuvvet ve malının havuzu ve
hazinesini boşaltan başlar; o milleti serseri, perişan ve mevcudiyetsiz edip, fikr-i milliyetin
ipini kesip, parça parça ederler. Evet, ‫چن ْهد‬ َ ‫مى‬‫ل ع َا ِه‬ ْ ‫مى كُن َه‬
ِ ِ ‫م بَرِ د‬ ِ ‫ت كَت ْهم ن َه‬ ِ ‫حقِيقَه‬َ
bazı avamın hatırı için hakikatın hatırını kırmayacağım.
(S) Şu makam, nihâyet derecede tafsile değer bir makamdır. Mücmel ve mübhem
bırakma!
(C) Zaman-ı sâbık, vahşet ve cehaletinizi istihdam ederek pis bir tarîk ile ve müheyya
ettiği plânlarla, bir kısım büyükler cebir kuvvetiyle o menbaı ve o madeni delip, zülal-i hayatı
kumistan ve şûristan sahrasına akıttılar. Bazı tenbel ve cerrarlar yeşillendi. Hattâ onlar servet-i
dünyadan tenfir yolunda pençesini küçük bir sayda atan bîçarelerin hassas ve zaîf damar-
larını tutarlardı. Ta pençeleri o sayddan açılsın, onlar o avı kaçırsınlar. Evet her milletin o
milletin menfaatı için bir miktar malı ile fedakârlık edip bir sehaveti vardır. İşte bizdeki
(su çeken)
sehavet-i milliye sû'-i istimal edildi. Başka milletin sehavet-i milliyesi zeyn-âb gibi
içine girer, milletin cevfinde hazine tutar. Ulûm ve maarif, altına su verir.
Hem de zaman-ı sâbıkta bir kısım büyükler, namus-ı milleti muhafaza eden cesaret-i
milliyeyi sû'-i istimal edip,
372

zemin-i ihtilaf olan kumistana atıp kaybettiler. Her biri o kuvvetin bir zarfını başkasının
boynuna vurup kırdılar ve kırıldı ve Hattâ beş yüz bin kahraman ile namus-ı milleti muhafaza
etmeye müstaid olan bir kuvvet-i azîmeyi mabeynlerinde sarfedip ihtilafat zemininde mahvet-
tiklerinden, kendilerini terbiyeye müstehak ederlerdi. Eğer meşrutiyetten ve hürriyet-i
şer'iyeden istifade edip, o delikleri kapatıp veya zeyn-âb suretine çevirseniz, o kıymetdar
kuvveti harice sarfetmek için devletimizin eline verseniz; bahasına merhamet ve adalet ve
medeniyeti kazanacaksınız. Eğer isterseniz sizin ile becayiş olacağım. Ben sorayım, siz cevab
veriniz.
(C) (‫را‬
ً ‫)فاسل ولتجديه خبي‬
(Hâşiye)
(S) Ermeni milleti sizden daha cesur olabilir mi?
(C) Hâyır. Aslâ! Olmamış ve olamaz.
(S) Neden onların bir fedaisini yandırıp parça parça ederlerdi, esrarını ve arkadaşını
izhar etmezdi. Halbuki sizin bir yiğidinize bir bıçak vurulsa, bütün esrarını kanıyla beraber
fışkırtarak döker. Bu, şecaatça büyük bir tefavüttür. Sebebi nedir?
(C) Biz asıl sebebini teşhis edemiyoruz. Fakat biliriz ki; zerreyi dağ gibi eder ve
arslanı tilkiye mağlub ettirir bir nokta vardır. Senin vazifeni kaldıramıyoruz. Vücudunu bildik,
mahiyetini sen şerh et...
(C) Öyle ise dinleyiniz ve kulaklarınızı beş açınız. İşte fikr-i milliyetle uyanmış bir
Ermeninin himmeti, mecmu-ı milletidir. Güya onun milleti küçülmüş, o olmuş veya onun
kalbinde yerleşmiş. Onun ruhu ne kadar tatlı ve kıymetdar olsa da, milletini daha ziyade tatlı
ve büyük bilir. Bin ruhu da olsa feda etmeğe iftihar eder. Çünki kendince yüksek düşünür.
Halbuki şimdikilere demiyorum, lâkin sizin eskiden bir

(Hâşiye):
Türkler ve Kürdler şecaat fenninde allâme olduklarından ben sâil, onlar mücîb olabilirler.
373

yiğidiniz uyanmamış, nura girmemiş, İslâmiyet milletinin namusunu bilmemiş, yalnız bir
menfaat veya bir garaz veya bir âdemin veya bir aşiretin namusunu mülahaza eder, kısa
düşünürdü. Elbette tatlı hayatını öyle küçük şeylere herkes feda etmez. Faraza, İslâmî fikr-i
(Hâşiye)
milliyetle onlar gibi temaşa etseydiniz, kahramanlığınızı âleme tasdik ettirip yüksek
tabakalara çıkacaktınız. Eğer Ermeniler sizin gibi sathî ve kısa düşünseydiler, nihâyette
korkak ve sefil olacaklardı.
Hakikaten sizin hârikulâde şecaate istid’adınız vardır. Zira beş kuruş gibi bir menfaat
veya cüz'î bir haysiyet veya itibarî bir şeref veya Filan yiğittir sözünü işitmek gibi küçük
emirlere hayatını istihfaf eden veya ağasının namusunu isti'zam eden.. acaba eğer uyansa
hazinelere değer olan milliyetine yani üçyüz milyonun uhuvvetini ve manevî yardımlarını
kazandıran İslâmiyet milliyetine, binler ruhu da olsa, istihfaf-ı hayat etmez mi? Elbette
hayatını on paraya satan, on liraya binler şevkle verir.
Maatteessüf güzel şeylerimiz gayr-ı müslimler eline geçtiği gibi, güzel ahlâklarımızı
da çalmışlar. Güya ahlâk-ı âliyemiz yanımızda revac bulmadığından, bize darılıp onlara iltica
etmiş. Ve onların rezaili, kendileri içinde revaç bulmadığından cehaletimizin pazarına
getirilmiş!.. Hem büyük bir taaccüble görmüyor musunuz ki: Terakkiyat-ı hazıranın üss-ül
esası belki din-i hakkın muktezası olan (Ben ölürsem; milletim sağdır)gibi kelime-i beyza
veya haslet-i hamrayı onlar çalmışlar. Çünki onların bir fedaisi der: (Ben ölürsem milletim sağ
olsun, içinde bir hayat-ı maneviyi ebediyem vardır.) Ve bütün sefaletin ve şahsiyatın esası
olan (Ben öldükten sonra dünya ne olursa olsun. İsterse tufan olsun.) Veyahut (‫ت‬ ُِ ‫م‬
ِ ‫ن‬ْ ِ ‫وَا‬
‫ل الْقَطُْر‬ ً ‫)ع َط ْه‬
َ ‫شا فَل َ نََز‬ olan kelime-i hamka ve seciye-i avrâ', himmetimizin elini
tutmuş rehberlik ediyor.
İşte en iyi haslet ki, dinimizin muktezasıdır. Biz ruhumuzla, canımızla, vicdanımızla,
fikrimizle ve bütün kuvvetimizle demeliyiz ki: Biz ölsek, milletimiz olan (İslâmiyet haydır,
ilelebed bâkidir). Milletim sağ olsun. Sevab-ı uhrevî bana kâfidir. Milletin hayatındaki hayat-ı
maneviyem beni yaşattırır, âlem-i ulvîde beni

(Hâşiye):
Milliyet bir vücuddur; ruhu İslâmiyet, aklı Osmaniye. Sizde Türklük ve Kürtlüktür.
374

mütelezziz eder. (‫روزِن َا‬ ُ ْ‫م نَو‬


ُ ْ ‫ت يَو‬ َ ْ ‫ )وَال‬deyip, Nur'un ve hamiyetin nurlu rehberlerini
ُ ْ ‫مو‬
kendimize rehber etmeliyiz.
(S) Biz kuvvetimizi nasıl toplayıp, namus-ı İslâmiye-i milliyeyi muhafaza edeceğiz?
(Hâşiye-1)
(C) Fikr-i milliyet ile, milletin cevfinde havz-ı kevser gibi bir havz-ı marifet ve
muhabbet yapınız. Altındaki suyunu çeken delikleri, maarif ile kapatınız. İçine su akıtan
yukarıdaki mecraları, fazilet-i İslâmiye ile açınız. Büyük bir çeşme var, şimdiye kadar sû'-i
istimal ile şûristana dağılıp bazı seele ve acezeye neşv ü nema verdi. Bu çeşmeye güzel bir
mecra yapınız, mesaî-yi şer'iye ile şu havuza dökünüz. Sonra da bostan-ı kemalâtınıza su
veriniz. Bu, hiç bitmez ve tükenmez bir menba'dır.

(S) Nedir o çeşme?


(C) Zekat. Sizler Hanefî ve Şafiîsiniz.
(S)
(Hâşiye-2)
َ ‫ت اِلَى تِل ْه‬
‫ك‬ َ ‫ل فَا‬
‫ض ْه‬ ْ َ‫ب‬ ‫ة‬ َ ِ ‫ب غَائ‬
ً ‫ض‬ ْ ‫ن ل َه‬
ْ ‫م تَذْهَه‬ ْ ‫ت ا ِه‬ َ ْ‫حبَِذ َا وَنِع‬
‫م ْه‬ َ
َ ْ ‫ال‬
ِ‫خزِينَة‬
(C) ِ‫زكَاة‬ َ َِ ‫م ذ َكَاوَة ً اِن‬
َِ ‫ما تَتََزاهَُر بِال‬ َِ ِ ‫ا‬
ْ ُ ‫ن فِيك‬
(S) Nasıl?
(C) Eğer ezkiya zekâvetlerinin zekatını ve ağniya velev zekatın zekatını milletin
menfaatına sarfetseler; milletiniz de (başka milletlere) yolda karışabilir.

(Hâşiye-1)
Kırkbeş sene evvel bedevi aşaire olan bu dersler, şimdi Nur'un şakirdlerine de bir ders olabilir
diye kalbime ihtar edildi. Ben de Medreset-üz Zehra erkânına havale ederim. Lüzumsuz, münasib
olmayan kelimeleri çıkarıp bu zamana ve Nurculara muvafık kısmını yazsınlar. Tâ Eski Said dahi bir
Nurcu olsun, o zamanda münferid kalmasın.

(Hâşiye-2):
Darılma, şu kelâm zekatın postunu giymiş.
375

(S) Daha başka?


(C) İanat-ı milliye-i İslâmiye denilen nüzur ve sadakat, zekatın ammizadeleridirler,
asabiyetini çekerler, hizmette yardım edecekler.
(Hâşiye-1)
(S) Neden çok âdât-ı müstemirremizi tezyif ediyorsun?
(C) Herbir zamanın bir hükmü vardır. Şu zaman, bazı ihtiyarlanmış âdetin mevtine ve
neshine hükmediyor. Mazarratlarının menfaatlarına olan tereccuhu, i'damına fetva veriyor.
(S) Herşeyden evvel bize lâzım olan nedir?
(C) Doğruluk.
(S) Daha?
(C) Yalan söylememek.
(S) Sonra?
(Hâşiye-2)
(C) Sıdk, ihlas, sadakat, sebat, tesanüd.
(S) Yalnız?
(C) Evet!

(Hâşiye-1)
: Bazı sualler komşu görünüyor. Lâkin ortalarında büyük bir dere var. Hayal bir balona binse
ve eline bir dûrbîn alsa, ancak vatanlarını bulabilir.

(Hâşiye-2):
Madem muhatablar içine Nurcular girdiler. Sıdk kelimesine (ihlas, sadakat, sebat, tesanüd)
gibi kelimeler ilâve olur.
376

(S) Neden?
(C) Küfür yalandır. İman sıdktır. Şu bürhan kâfi değil midir ki; hayatımızın bekası,
imanın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır.
(S) evvel rüesamız ıslah olunmalı?
(C) Evet reisleriniz malınızı ceplerine hapsettikleri gibi, akıllarınızı da ya ceplerine
almışlar veya dimağınızda hapsetmişler. Öyle ise, şimdi onların yanındaki akıllarınızla
konuşacağım: Eyyüherrüus verrüesa!.. Tekasülî olan tevekkülden sakınınız. İşi birbirinize
havale etmeyiniz. Elinizdeki malve aklımızla bize hizmet ediniz. Çünki şu mesakini istihdam
ْ ‫ضيَِعْت ُه‬
ile ücretinizi almışsınız. İşte hizmet vaktidir... ‫م فِهى‬ َ ‫ما‬ ‫م بِالتَِدَاُر ِه‬
َ ‫ك ل ِه‬ ْ ‫فَعَلَيْك ُه‬
‫ف‬ َِ ‫ال‬
ِ ْ ‫صي‬
(S) Bir-iki senedir herkeste bir arzu-yu diyanet ve meyelan-ı hak uyanmıştır. Hattâ
bizim Küdan, Mamhuran hırsızları da, Şeyh Ahmed'in bir nasihatıyla sofi olmuşlar. ( ْ‫وَقَد‬
ُ َ ‫ميَل‬
‫ن‬ َِ ‫)قَطَعَ الطَِريقَ ع َلَى ال‬
َ ْ ‫شقَاوَةِ هٰذ َا ال‬ ِ (Hâşiye)
(C) Reşadet-penah meşrutiyet ve şeyh-i Risale-i Nur sayesindedir. Zira
meşrutiyet-i şer'iye taht-ı efkâra çıktı; habl-ül metin-i milliyeti ihtizaza getirdi; nuranî urvet-ül
vüska olan İslâmiyet ihtizaza geldi. Her bir müslim anladı ki, başıboş değil. Menfaat-ı müşte-
reke ile ve hiss-i mücerred ile başkalarıyla bağlıdır. Umum İslâm bir aşiret gibi birbiriy-le
merbuttur. Nasıl bir aşiretten bir âdem bir iyilik etse; umum aşiret bu namus ile iftihar eder,
hissedar olur. O namus bir olarak kalmaz. (Binlerle âyinede görünen bir mum gibi) binler olur.
O aşiretin rabıta-i hayatiyesine nur ve kuvvet verir. Eğer birisi bir cinâyet işlese, bütün efrad-ı
aşiret onunla bir derece müttehem sayılır. Meselâ: Şu mecliste olan âdemler birbiriyle bağlı
olur. Birisi kendini çamura

(Hâşiye):
Madem Nurcular Mamhuran içine girmişler; şeyh-i meşrutiyet yerine, (Ahrar perdesi ve
hamiyet-i İslâmiye ve milliye ve ittihad-ı Muhammedî dairesinde olan) şeyh-i Risalet-ün Nur
denilmeli.
377

atsa, arkadaşlarını ya beraber düşürecek veya tahrik ile taciz edecek. Binaenaleyh şimdi bir
ِِ ُ ‫ل ف ِى ك‬
günah birlikte kalmaz, bine çıkar. Bir hayır, (‫ل‬ َ ِ ‫سنَاب‬
َ َ‫سبْع‬ ْ َ ‫حبَِةٍ اَنْبَت‬
َ ‫ت‬ َ َ‫ك‬
ِ َ ‫مث‬
َ ‫ل‬
ٍ‫حبَِة‬
َ ‫ة‬ ِ ٍ‫سنْبُلَة‬
ُ َ ‫مائ‬ ُ ) hükmüne geçer. İşte şu nüktedir ki, ya fikren veya ruhen uyanmışlara
ağlamağa hahiş vermiştir. Bir bahane ile ağlarlar, tövbekâr olurlar. Lâkin minare başında olan
(Hâşiye-1)
akıl ise kalîb-i kalb dibinde bulunan sebebini iyi göremiyor. (Elhâsıl) İslâm uyandı ve
uyanıyor. Pisliği pis iyiliği iyi olarak gördüler. Evet şu dereler aşairini tövbekâr eden şu sırdır.
Hem de bütün İslâm yavaş yavaş bu istid’adı almakta ve kesbetmektedir. Lâkin sizler bedevi
olduğunuzdan fıtrat-ı asliyeniz oldukça bozulmamışdır. Milliyete daha yakınsınız.
(Hâşiye-2)
(S) Misafirperverlik müstahsen bir âdetimiz olduğunu bilirken, neden kimseye
misafir olmuyorsun? Talebelerinizi de ekmeğimizi yemekten, hediyemizi almaktan men'
ediyorsun. Halbuki size iyilik etmek borcumuzdur ve hakkınızdır. İşte şu âdetimiz
(‫ب‬
َ ِ‫شر‬ َ َ‫ل الدَِهُْر ع َلَيْهَا و‬
َ َ ‫ )قَد ْ اَك‬. Neden şu âdet-i müstemirreyi tezyif ediyorsun?
(C) Evvela: İlim azizdir, zelil etmek istemem. Hem de size göstermek isterim ki: Bir
kısım ehl-i ilim vardır ki; dünyaya tenezzül etmez ve san'at-ı ilmi, medar-ı maişet etmez.
Talebe ise, cerrar ve seeleden ayrıdır. Sâniyen: Vazifelerinde ihmal ile kanaat gösteren ve
maaşlarıyla kanaat etmeyen; harcırahları ellerini misafirlikten çektirmemiş olan bazı
memurlara fiilen nasihat etmek isterim. Sâlisen: Vâridat-ı zulmiyeleri kesilmiş olan bazı
büyüklere, zulümat-ı zulme sapıp pek geniş açtığı masarıfın kapısının seddine yol
gösteriyorum. Râbian: Millet içinde seyahat edenler, acaba millet için mi yahut keyif için
midir? Bir mizan göstermekle hile ve hamiyete bir mihenk gösteriyorum.

(Hâşiye-1):
Evet kırkbeş sene sonra Pakistan, Arabistan aşairi dahi hâkimiyet ve istiklallerini kazandılar.
Eski Said'i bu dersde tasdik ediyorlar ve daha edecekler.

(Hâşiye-2):
Şu birbirinden uzak suallerden senin hayalin atlamağa ve cimnastiğe alışır. Lâkin dikkat et;
bir şey ayağına dolaşıp, düşürttürüp ayağın kırılmasın. Yani, savcılar gibi yanlış mana verme...
378

(S) Sen halkın ihsanına mani oluyorsun. Acaba bundan sehavetin tezyifi çıkmaz mı?
(C) İhsan ihsandır, eğer nev'e olsa veya
muhtaca ve fakire olsa... Sehavet ol vakit tam sehavettir, eğer millet için olsa; yahut milleti
tazammun eden bir ferde olsa güzeldir. Şâyet muhtaç olmayan şahsa olsa, şahsı tenbel eder,
َ َْ
ُ ‫مدَِهَا وَالْفَْر‬
çingeneliğe alıştırır. Elhâsıl: Millet bâkidir; ferd fâni... ( ‫د‬ َ َ ‫ما ا‬ ُ ِ ‫مل‬
ٌ َ ‫ة بَاقِي‬
َ َ‫ة و‬ ِ ‫ال‬
َ َ ‫)فَانِى وما يَت‬
ُ ُ ‫مث ِل‬
‫ه‬ َ َ َ
َِ ُ ‫اْل‬
(S) ِ‫مة‬ ‫منَا ِء‬ َ ُ‫ف ا‬ ِ َ ‫سل‬ َِ ‫صيَِةِ فِى ال‬ ِ ‫خ‬ ْ ‫ش‬ َِ ‫ت ال‬ ِ ‫سانَا‬ َ ‫ح‬ ْ ِ ‫ُو فِى اْل‬
َ ُ ‫ما تَق‬ َ
‫ئ‬
ِ ‫مهَا بِاِهْدَا‬ َ
ِ ِ‫مكار‬ َ ِ‫ة ب‬ َ
ُ ِ ‫سي‬
ِ ‫ت العُبُو‬ ْ ِ ‫جل‬ ِ َ َ ‫حهَا ت‬ َ
ِ ‫صل‬ َ َ
َ َ‫ف الد ِوْلةِ و‬ ِ ‫سيُو‬ُ َ‫شدَائِهَا و‬ َ ‫وَُر‬
‫)حاشيه‬
ً ‫شعِيَرة‬ َ ‫ن‬ ُ ِ‫شعْرٍ ل َ يُوَاز‬ ِ ِ ‫شَرةِ دَنَانِيَر ل‬ َ َ‫ع‬ )

َِ َ ‫مل ِةِ ل‬َ


(C) ‫ن‬ ِ ْ ‫ت اِلَى النَِوِْع وَال‬ ْ ‫جَِر‬َ ْ ‫معَ اَنَِهَا بِالن ِ َهايَةِ قَد ِ ان‬ َ )... ِ‫ما فِيه‬ َ ِ‫فِيه‬
َِ َِ َ ‫معَ ا‬ َ
‫ن هُوَ الذِى‬ َ ‫ما‬ َ ‫ن هٰذ َا الَِز‬ َ ِ‫مل ِِيَِة‬ ِ ْ ‫ط ال‬ ُ ْ ‫خي‬ َ ‫شعُْر‬ ِ ‫ه ال‬ ُ ‫م‬
َ َ ‫خد‬ َ ‫ن ال ِذِى‬ َ ‫سا‬ َ ِِ ‫الل‬
‫صد ِ الْعَالِى‬َ ْ‫مق‬ َ ْ ‫ب لِهٰذ َا ال‬ َ ‫ح الْبَا‬ َ َ ‫مل ِِيَِةِ وَفَت‬ ِ ْ ‫ج ال‬ ِ ‫حتِيَا‬ْ ِ‫ن ا‬ ْ َ‫ف ع‬ َ ‫ش‬َ َ‫) ك‬
(S) Mütegallib başlar, kendi kendilerine düştüler. Zulmün kapısı, onların yüzlerine
karşı kapatıldı. Düşenlere ayak vurulmaz. Sekeratta olanları bırak kendi haline... Sekeratını
tamam etsin.
(C) İsterim ki: Hürriyet-i şer'iyenin sünnetini onlara ezber ettireceğim. Eğer
ölmedilerse temessül etsinler. Evet yalnız istibdadın kuvveti ile terbiye olan başlar, bil'istihkak
düştüler. Lâkin içlerinde gâyet hamiyetli âdemler var, onlara teşekkür ederiz. Bazı mütekâsil
var, onlardan şikâyet ederiz. Bazı mütehayyir, mütereddid var; onları irşad etmek isteriz. Bazı
ölmüşler var, miraslarını muhafaza etmek isteriz. Tâ yeni çıkmalar almasınlar.
َ ‫حيِرِي‬
‫ن‬ َ َ ‫مت‬ ْ ُ‫شكُوه‬
ُ َ‫م و‬ ْ َ ‫ن فَن‬َ ‫سلِي‬ ِ ‫متَكَا‬ُ َ‫م و‬ْ ُ‫شكُُره‬ ِ ْ ‫ماةً لِل‬
ْ َ ‫مل ِِيَِةِ فَن‬ َ ‫ح‬
ُ ‫م‬ َِ َ ‫م ا‬
ْ ُ‫ن بَيْنَه‬ ْ َ‫نَع‬
ْ َ
ُ ‫م لِئَل ِ يَا‬ َ ُ َ
‫ن لحق له‬ َ ُ ‫خذَه‬
ْ ‫م‬ ْ ِ‫ميَراثِه‬
ِ ‫حافِظ ع َلى‬ َ ُ ‫موَاتًا فَن‬ ْ ‫م وَ ا‬ْ ُ‫شدُه‬ ِ ‫فَنُْر‬
(S) Sen eskiden umum şeyhlere muhabbet, hattâ müteşeyyihlere de hüsn-i zan ederdin.
Neden şimdi bid'aya düşmüş bir kısım müteşeyyihlere hücum ediyorsun?

(Hâşiye):
Şu ibare, kendine hediye olunan ve mevzuun fabrikasından çıkan yerli bir üslûbu giymiştir.
379

(C) Bazan adavet, şiddet-i muhabbetten gelir. Evet nefsim için onları ne kadar
َ َ ‫وَلَقَد ِ انْتَق‬
severdim. Nefs-i İslâmiyet için bin derece daha ziyade onlara âşıktım.‫ش ف ِى‬
َ
ُ‫ضيَاء‬ ِ ‫م‬ ْ ‫خلَدِه ِهههه‬ ُ َِ ‫ة الَِربَِانِي‬
َ ‫ة وَ فِههههى‬ ِ‫ئ قُلُوبِهِههههم ِ الط ِاهَِرةِ ال ِهههه‬
ُ َ‫صبْغ‬ ِ ‫سوَيْدَا‬‫ُهههه‬
َ
‫خانَه َا كْردَنْد ُ و َرفْتَن ْد‬
َ ‫م‬ ُ ‫خوْردَن ْد َرفْتَن ْد تَه ِى‬
ْ ‫خ‬ ُ ‫ن بَادَه َا‬
ْ ‫ما‬َ ‫نَدِي‬
(١ -‫)حاشيهه‬
ِ‫حقِيقَة‬َ ْ ‫ال‬
Lâkin onların asl-ı esas-ı mesleği, kulûbün tenviri ve rabtı, yani fazilet-i İslâmiye üzerine
sülûk.. yani hamiyet-i İslâmiye ile tahattüm.. yani İslâmiyet için hayatta zühd ve ravhı terk..
Yani ihlas için terk-i menafi'-i şahsî.. Yani tesis-i muhabbet-i umumiyeye teveccüh.. yani
ittihad-ı İslâmiyeye hizmet ve irşad... ‫ريهَها‬ َ ‫ج‬ َ ‫م اِلَى‬
ْ ‫م‬ ْ ‫مهِه‬
َ ِ‫ل ه‬ ْ َ ‫حينَئِذ ٍ اُرِيد ُ ت‬
َ ‫حوِي‬ ِ َ‫ف‬
‫م‬
ْ ِ‫متِه‬ ِ ‫سلُوا فِى‬
َ ْ ‫خد‬ َ ‫متَِكِئِي‬
َ ‫ن وَتَكَا‬ ُ ‫ساوا‬ ُِ َ ‫ى الْقَدِيم ِ ( )فَتَا‬
َ َ ‫سفًا قَد ْ ا‬ َ ْ ‫ال‬
ِ ِ‫حقِيق‬
(S) Daima ittihad-ı İslâmdan bahsedersin. Sen bize tarif et?
(C) (İki Mekteb-i Musibet Şehadetnamesi) ismindeki eserimde tarif etmişim. Şimdi
ileride o kasr-ı muallânın bir taşını, bir nakşını göstereceğim. İşte, kâ'be-i saadetimiz olan
ittihad-ı münevver-i İslâmın Hacer-ül Esved'i, Kâ'be-i Mükerremedir; ve dürret-i beyzası,
Ravza-i Mutahhara'dır; Mekke-i Mükerreme'si, Ceziret-ül Arab'dır; Medine-i medeniyet-i
münevveresi, tam hürriyet-i şer'iyeyi tatbik eden Devlet-i Osmaniye'dir. Eğer İslâmiyet
milliyetini ve ittihad-ı İslâmın taşını ve nakşını istersen, işte bak! Hayâ ve hamiyetten neş'et
1 2
eden civanmerdane humret ; hürmet ve rahmetten tevellüd eden masumane tebessüm ; fesahat
3
ve melahattan hasıl olan ruhanî halâvet ; aşk-ı şebabîden, şevk-i baharîden neş'et eden semavî
4 5
neş'e ; hüzn-i gurubîden, ferah-ı seherîden vücuda gelen melekûtî lezzet ; hüsn-i
6
mücerredden, cemal-i mücelladan tecelli eden mukaddes zînet ;(Hâşiye-2) birbiri ile imtizaç edip,
ondan

(Hâşiye-1)
: Şu üslûb, bir silsilenin mübarek hırkalarının parçalarından dikilmiştir. Yani: Şah-ı Nakşibend,
İmam-ı Rabbanî, Hâlid Ziyaeddin, Seyyid Taha, Seyyid Sıbgatullah ve Seyda gibi evliyaya işaret var.

(Hâşiye-2)
: Şu müselsel üslûbdaki fıkralar; herbiri İslâmiyetin bir şuaına, bir hüsnüne, bir seciyesine, bir
rabıtasına, bir temeline işarettir.
380

çıkan levn-i nuranî ancak o şark ve garbın kab-ı kavseyni olan kâ'be-i saadetinin tâk-ı
muallâsının kavs-i kuzahının elvan-ı seb'asının lacivert levninin timsali, belki şu levnin
manzarası bir derece irae edilebilir. Lâkin ittihad, cehl ile olmaz. İttihad, imtizac-ı efkârdır.
İmtizac-ı efkâr, marifetin şua'-ı elektrikiyle olur.
(S) Neden eskiden sükût ettin?
(C) ‫ضى‬ َ َ‫مرِ الْغ‬
ْ ‫ج‬َ ‫ت ع َلَى‬ ُِ َ ‫سك‬
َ ‫ت‬ َ ِ ‫مانِعًا لْلِت‬
ُ ْ ‫حاد ِ فَكُن‬ ْ ِ ‫ن اْل‬
َ ‫ستِبْدَاد َ كَا‬
َ ‫ن‬ َِ َ ‫ِل‬
١-‫))حاشيه‬

ْ َ‫ا‬
(S) Bid'alara düşen şeyhlere hücum hatardır. İçlerinde evliya bulunur. (‫ن‬ ‫ف‬ َ َ ‫اَل َِ ت‬
ُ ‫خا‬
‫ن‬
َ ‫مي‬ِ ِ ‫ن النَِاد‬َ ‫م‬ِ ‫ت‬ َ ْ ‫ما فَعَل‬
َ ‫ح ع َلَى‬ ْ ُ ‫جهَالَةٍ فَت‬
َ ِ ‫صب‬ َ ِ‫م ب‬
ْ ُ‫صيبَه‬ِ ُ ‫)ت‬
َ َِ ‫ج‬
(C) ‫ة‬ ِ َ‫جبَاهِهِم ِ الَِرفِيع‬ِ ‫م بِقُدَْرتِهِ ع َلى‬ َ ‫س‬ َ َ‫ه قَد ْ و‬ ُ ُ ‫جلَل‬
َ ‫ل‬ َ ‫موْلَى‬ َ ْ ‫ن ال‬َِ ِ ‫ا‬
٢-‫)حاشيه‬
‫ش‬ َ َ ِ ‫ن ذٰل‬ ُ ْ‫ش فَه‬ َ ‫ن طَا‬ ِ ‫ن اُْر‬ْ َ ‫مَرادِى ا‬ َ ْ ‫ش ال‬
ِ ْ‫ك الن ِق‬ ْ ‫م‬ِ ‫ه‬
ُ ‫م‬ ْ ‫م‬َ َ ‫شد‬ ُ َ‫حقِيقَةِ و‬ َ ْ‫)نَق‬
Evet benim hücumum onların aleyhinde değil, lehlerindedir. Tâ ki onların suretiyle kendini
gösteren bazı ehliyetsiz, onların kıymetini tenzil etmesin.
Beni tehdid ile vazgeçiremezler. Azm-i kat'î ile maksadımın yoluna tesadüf eden herbir
mehalike gireceğim. Şu hayat-ı dünyeviyeyi edna bir Ermeni, milleti için feda ettiği halde;
7
ben ki, şu hayat ile alâkam pek zayıf... Bahusus yedi defadır şu hayat elimden uçacaktı,
emaneten elimde bırakılmış. Bunu vermekten minnet etmek hakkım değildir. O ruh, kafesten
ağaca uçmak; akıl, re'sten yeise kaçmak istedikleri halde, ileride feda için ibka edildi. Bu
hayat ile tehdid etmek hiçtir. Kaldı ki, hayat-ı uhreviye ile tehdid ediyorlar. Ondan da hiç
minnet çekmem. Şimdiki nâr-ı teessüfle muhterik bir ruh olsun, onların bedduasıyla
Cehennem'de yansın; o teessüf ateşini içinden çıkarmak ile vicdan, maksaddan bir Firdevs
tazammun ettiği gibi, hayal dahi emelden bir Cennet'i teşkil edecektir.

(Hâşiye-1)
: Lisan-ı Arabî'nin elzemiyetini düşündüğüm vakitte söylemişim.

(Hâşiye-2)
: Mürşidler şu tekkede, yani bu ibarette toplanmışlar. Ziyaret etmeden geçme. Yani hem
Mevlevî, hem Kadirî, hem Nakşî, hem Bektaşî'ye işaret var.
381

Umumun malûmu olsun ki: İki elimde iki hayatımı tutmuşum, iki hasım için iki
meydan-ı mübarezede iki harb ile meşgulüm. Tek hayatlı olan âdem meydanıma çıkmasın.
(S) Şimdiki şeyhlerden ne istersin?
(C) Daima onların demdemelerinin mevzuu olan ihlası; hem de tekke denilen
manevîleşmiş kışlada, tarîkat denilen ruhanîleşmiş askerlikte ona murabıt oldukları cihad-ı
ekberi ve terk-i iltizam-ı nefsi; hem de onların şiarı olan, zühdün manası olan terk-i menafi'-i
şahsiyeyi; hem de daima iddiasında bulundukları ve mizac-ı İslâmiyetin mayesi olan
muhabbeti isterim. Zira onlar, bizi istihdam ederek ücretlerini almışlar. Şimdi bize hizmet
etmek borçlarıdır.
(S) Nasıl olsunlar?
(C) Ya başlarımızdan kalksınlar yahut inad, gıybet ve tarafdarlığı mabeynlerinden
kaldırsınlar. Zira bir kısım dalalet ve bid'at fırkalarının teşekkülüne, bazı bidatkâr
müteşeyyihler sebebiyet vermiştir.
(S) Nasıl birbiriyle ittihad ve ittifak edecekler? Halbuki bazıları bazılarını münkirdir.
Onların düsturlarındandır ki; münkir ile muhabbet, belki ünsiyet dahi haramdır. İnkâr
mes'elesi mühimdir?
(C) Öyleyse size şöyle bir hitab etmek hakkımdır: Ey divaneler? İşitmediniz mi?
anlamamış mısınız ki: ( ٌ‫خوَة‬ ْ ِ‫ن ا‬
‫منُو َه‬
ِ ‫مو‬ُ ْ ‫ما ال‬
َ ‫ )اِن َِه‬bir namus-ı İlahîdir? Veya körleşmiş
misiniz ki, görmüyor musunuz ki: ‫ح ُِه‬
‫ب‬ ِ ُ ‫ما ي‬
‫خيه ِه َه‬ ِ ُ ‫حت َِهى ي‬
‫ح َِه‬
ِ َ‫ب ل‬ َ ‫م‬ َ َ‫ن ا‬
ْ ‫حدُك ُه‬ ِ ‫ل َ يُو‬
‫م ُه‬
ِ‫سه‬
ِ ْ ‫ )لِنَف‬bir düstur-ı Nebevîdir? Acaba şu sıdk ve kizb mabeyninde mütereddid olan inkâr
mes'elesi, doğru olsun; Allah'ın kelâmı değil ki, mensuh olmasın. İşte zaman onu nesheder.
Zararı faidesine galebesi, neshine fetva verir. Mensuh ile amel caiz değildir.
382

(S) Belki birbirleriyle adavetleri, birbirinden gördükleri nâmeşru bazı ef'al içindir?
(C) Acaba ne cihetle, ne insaf ile, ne suretle Sübhan Dağı kadar ağır ve büyük olan
iman ve İslâmiyet ve insaniyet ve cinsiyet sebebiyle hasıl olan muhabbet; şöyle çocuğun
bahanesiyle bazı nâmeşru harekât vesilesinden mütehassıl olan adavete karşı hafif ve mağlub
olmuştur? Evet muhabbeti iktiza eden İslâmiyet ve insaniyet, Cebel-i Uhud gibidir. Adaveti
intac eden esbab, bazı küçük çakıl taşları gibidir. Muhabbeti adavete mağlub ettiren âdem,
nazar-ı hakikatta Cebel-i Uhud'u bir çakıl taşından aşağı derecesine indirmek kadar ahmakane
hareket etmiştir. Adavetle muhabbet, ziya ile zulmet gibi içtima edemez. Adavet galebe çalsa,
muhabbet mümaşata inkılab eder. Muhabbet galebe çalsa, adavet terahhum ve acımağa inkılab
eder. Benim mezhebim; muhabbete muhabbet etmektir, husumete husumet etmektir. Yani
dünyada en sevdiğim şey muhabbet ve en darıldığım şey de husumet ve adavettir.
(S) Veli olan şeyhin, müddeî olan müteşeyyih ile farkları nedir?
(C) Eğer hedef-i maksadı, İslâmın ziya-yı kalb ve nur-ı fikriyle ittihad ve mesleği
muhabbet ve şiarı (terk-i iltizam-ı nefs ve meşrebi mahviyet ve tarîkatı hamiyet-i İslâmiye
olsa kabildir ki, bir mürşid ve hakikî şeyh olsun. Lâkin eğer mesleği tenkis-i gayr ile
meziyetini izhar ve husumet-i gayr ile muhabbetini telkin ve inşikak-ı asâyı istilzam eden
hiss-i taraftarlık ve meyelan-ı gıybeti intac eden kendine muhabbeti, başkasına olan husumete
mütevakkıf gösterilse; o bir müteşeyyih-i müteevviğdir, bir zi'b-i mütegannimdir. Din ile,
dünyanın saydına gider. Ya bir lezzet-i menhuse veya bir içtihad-ı hata onu aldatmış, o da
kendisini iyi zannedip büyük meşayihe ve zevat-ı mübarekeye sû'-i zan yolunu açmıştır!
(S) Sözlerin iyi, fakat dinleyen nerede? Meslek âlî, ittiba' edenler aşağıdır.
ُ ُ ُ ُ
(C) (‫م ع َلَى‬ َ ْ ‫ه( )اَل‬
ُ َ ‫مل‬ ُ ِ ‫ك كُل‬ ُ ِ ‫ك كُل‬
‫ه ل َ يُتَْر‬ ‫ما ل َ يُدَْر‬ ِ ‫ما ُ بِالنِيَِا‬
َ ) (‫ت‬ َ َِ ‫اِن‬
َ ْ ‫ما اْلَع‬
‫ن اتَِبَعَ الْهَوَى‬
ِ ‫م‬
َ )
383

(‫الْهُدَى‬ َ‫ن اتَِبَع‬ َ ‫م ع َلَى‬


ِ ‫م‬ ُ َ ‫سل‬
َِ ‫)وَال‬
(S) Âlem-i İslâm ülemasının ortalarındaki müdhiş ihtilafata ne dersin? Re'yin nedir?
(C) Ben âlem-i İslâmiyete gayr-ı muntazam veya intizamı bozulmuş bir meclis-i
meb'usan ve bir encümen-i şûra nazarıyla bakıyorum. Şeriattan işitiyoruz ki; (re'y-i cumhur)
budur, fetva bunun üzerinedir. İşte şu, bu mecliste re'y-i ekseriyetin naziresidir. Re'y-i
cumhurdan maada olan akval, eğer hakikat ve mağzdan hâlî ve boş olmazsa istid’adatının
re'ylerine bırakılır. Tâ herbir istid’ad terbiyesine münasib gördüğünü intihab etsin. Lâkin
(Hâşiye)
burada (iki nokta-i mühimme ) vardır:
(Birincisi) Şu istid’adın meyelanıyla intihab olunan ve bir derece hakikatı tazammun
eden ve ekalliyette kalan kavl, nefs-ül emirde mukayyed ve o istid’ad ile mahsus olduğu
halde, sahibi ihmal edip mutlak bıraktı. Etbaı iltizam edip tamim etti. Mukallidi taassub edip,
o kavlin hıfzı için muhaliflerin hedmine çalıştılar. Şu noktadan müsademe, müşagabe, cerh ve
red, o derece meydan aldı ki, ayakları altından çıkan toz ve ağızlarından feveran eden duman
ve lisanlarından püsküren berkler, şimşekli ve bazan rahmetli bir bulut, şems-i İslâmiyetin
tecellisine bir hicab teşkil etmiştir. Lâkin ziya-yı şemsten tefeyyüz etmesine istid’ad bahşeden
rahmetli bulut derecesinde kalmadı. Yağmuru vermediği gibi, ziyayı dahi men'etmektedir.
(İkincisi) Ekalliyette kalan kavl, eğer içindeki hakikat ve mağz, onu intihab edenin
istid’adlardaki heves ve heva ve mevrus âyineye ve mizacına galebe çalmazsa, o kavl bir
hatar-ı azîmde kalır. Zira istid’ad onunla insibağ edip onun muktezasına inkılab etmek lâzım
iken; o, onu kendine çevirir ve telkîh eder, kendi emrine müsahhar eder. İşte şu noktadan hüda
hevaya tahavvül ve mezheb dahi mizacdan teşerrüb eder. Arı su içer bal akıtır, yılan su içer
zehir döker.

(Hâşiye)
Şu iki noktaya dikkat ile bak. Kıymet versen fena olmaz.
384

(S) Acaba kâinatta şu meclis-i âlî-i İslâmî, şu sergerdan küre şehrinde bir intizamı
daha bulmayacak mıdır?
(C) İman ederim ki; umum âlem-i İslâmı, (millet-i insaniyede ve Âdem kavminde) bir
meclis-i meb'usan-ı mukaddese hükmüne geçecektir. Selef ve halef asırlar üzerine birbirine
bakıp mabeynlerinde bir encümen-i şûra teşekkül edeceklerdir. Fakat birinci kısım olan ihtiyar
babalar, sâkitane ve sitayişkârane dinleyeceklerdir.
(Hâşiye)
(S) Taaddüd-i zevcat ve esir ve köle gibi bazı mesaili, bazı ecnebiler serrişte
ederek, medeniyet nokta-i nazarında şeriata bazı evham ve şübehatı irad ediyorlar.
(C) Şimdilik mücmelen bir kaide söyleyeceğim. Tafsilini müstakil bir risale ile beyan
etmek fikrindeyim. İşte İslâmiyet'in ahkâmı (iki kısım) dır: (Birisi) Şeriat ona müessistir, bu
ise hüsn-i hakikî ve hayr-ı mahzdır. (İkincisi) Şeriat, muaddildir. Yani gâyet vahşi ve gaddar
bir suretten çıkarıp, ehven-üş şer ve muaddel ve tabiat-ı beşere tatbiki mümkün ve tamamen
hüsn-i hakikîye geçebilmek için zaman ve zeminden alınmış bir surete ifrağ etmiştir. Çünki
birden tabiat-ı beşerde umumen hükümferma olan bir emri birden ref' etmek, bir tabiat-ı
beşeri birden kalbetmek iktiza eder. Binaenaleyh şeriat vâzı-ı esaret değildir, belki en vahşi
suretten böyle tamamen hürriyete yol açacak ve geçebilecek surete indirmiştir, ta'dil etmiştir.
Hem de dörde kadar taaddüd-i zevcat tabiata, akla, hikmete muvafık olmakla beraber şeriat
bir taneden dörde çıkarmamış, belki sekiz-dokuzdan dörde indirmiştir. Bahusus taaddüde öyle
şeraid koymuştur ki; ona müraat etmekle hiçbir mazarratı müeddi olmaz. Bazı noktada (şer)
olsa da ehven-üş şerdir. Ehven-üş şer ise bir adalet-i izafiyedir.
Heyhat!.. Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz. Maatteessüf sû'-i tesadüf ile
hükûmete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı,
Arab'dan sonra İslâmiyetin kıvamı olan Etrak'i tadlil ediyorlardı. Hattâ bir kısmı o derece
tecavüz etti ki, ehl-i kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel olan

(Hâşiye):
Bir Arnavut tarafından vuku' bulan sualdir.
385

َ ‫اَنَْز‬
kanun-ı esasiyi ve hürriyetin ilânını tekfire delil gösterirdi, (‫ل‬ ‫ما‬ ْ ‫حك ُه‬
َ ‫م ب ِه‬ ْ َ‫ي‬ ْ ‫م نْه ل َه‬
‫م‬ َ َ‫و‬
‫ه‬ ِٰ )
‫الل ُه‬ ْ ُ ‫حك‬
ilâ âhir hüccet ederdi. Bîçare bilmezdi ki: (‫م‬ ْ َ‫ن ل‬
ْ َ‫م ي‬ ْ ‫م‬
َ ) bimana ْ َ‫ن ل‬
(‫م‬ ْ ‫م‬َ
ْ‫صدِق‬ َ ُ ‫)ي‬
dır.
Acaba sâbık istibdadı, hürriyet zanneden ve kanun-ı esasîye itiraz eden âdemlere nasıl
itiraz etmeyeceğim. Çendan onlar hükûmete itiraz ederlerdi, lâkin onlar istibdadın daha
dehşetlisini istediler. Bunun için onları reddederdim. İşte şimdi ehl-i hürriyeti tadlil eden şu
kısımdandır.
İkinci kısım olan ehl-i tefriti gördüm. Dini bilmiyorlar, ehl-i İslâma insafsızca itiraz
ediyorlar, taassubu delil gösteriyorlardı. İşte şimdi Osmanlılıktan tecerrüd edip, tamamı
tamına Avrupa'ya temessül etmek fikrinde bulunanlar şu kısımdandır.
Eyyühel avam! Şimdi Allah'a ısmarladık. Siz durunuz, havass ile konuşulacak bir
davam var. Hükûmet ve eşraf ve İttihad Terakki'ye ve mason olmayan kısmına karşı bir
mühim mes'elem var.
Ey tabaka-i havas! Biz avam ve ehl-i medrese, sizden hakkımızı isteriz.

(S) Ne istersin?
(C) Sözünüzü fiiliniz tasdik etmek, başkasının kusurunu kendinize özür göstermemek,
işi birbirine atmamak, üzerinize vâcib olan hizmetimizde
tekâsül etmemek, vasıtanızla zayi' olan mâfâtı telafi etmek, ahvalimizi dinlemek, hacatımızla
istişare etmek, bir parça keyfinizi terketmek ve keyfimizi sormak istiyoruz! Elhâsıl: Vilayat-ı
Şarkıye ve ülemasının istikbalini temin etmek istiyoruz. İttihad ve Terakki manasındaki
hissemizi isteriz. Üzerinizde hafif, yanımızda çok azîm birşey isteriz.
(S) Maksadını mübhem bırakma, ne istersin?
386

(C) Câmi-ül Ezher'in kızkardeşi olan, Medreset-üz Zehra namıyla dâr-ül fünunu
mutazammın pek âlî bir medresenin, Kürdistan'ın merkezi hükmünde olan Bitlis'te ve iki
refikasıyla Bitlis'in iki cenahı olan Van ve Diyarbekir'de tesisini isteriz. Emin olunuz biz
Kürdler başkalara benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki, içtimaî hayatımız Türklerin hayat ve
saadetinden neş'et eder.
(S) Nasıl? Ne gibi? Ne için?
(C) Ona bazı şeraid ve vâridat ve semerat vardır.
(S) Şeraidi nedir?
(C) Sekizdir. (Birincisi) Medrese nam me'luf ve me'nus ve cazibedar ve şevk-engiz
itibarı olduğu halde büyük bir hakikatı tazammun ettiğinden rağabatı uyandıran o mübarek
medrese ismiyle tesmiye. (İkincisi) Fünun-ı cedideyi, ulûm-ı medaris ile mezc ve derc.. ve
Lisan-ı Arabî vâcib, Kürdî caiz, Türkî lâzım kılmak.
(S) Şu mezcde ne hikmet var ki, o kadar tarafdarsın? daima söylüyorsun?
(Hâşiye)
(C) Dört kıyas-ı fasid ile hasıl olan safsatanın zulmünden muhakeme-i zihniyeyi
halas etmek, meleke-i feylesofanenin taklid-i tufeylaneye ettiği mugalatayı izale etmek...

(Hâşiye)
İşte o kıyaslar, maneviyatı maddiyata kıyas edip Avrupa sözünü onda dahi hüccet tutmak. Hem
de bazı fünun-ı cedideyi bilmeyen ülemanın sözünü, ulûm-ı diniyede dahi kabul etmemek. Hem de
fünun-ı cedidede mehareti için gurura gelip, dinde de nefsine itimad etmek. Hem de selefi halefe,
maziyi hale kıyas edip haksız itirazda bulunmak gibi fasid kıyaslardır.
387

(S) Ne gibi?
(C) Vicdanın ziyası, ulûm-ı diniyedir. Aklın nuru, fünun-ı medeniyedir. İkisinin
imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri
vakit; birincisinde taassub, ikincisinde hile, şübhe tevellüd eder. (Üçüncü şart) Zülcenaheyn
ve Kürdlerin ve Türklerin mutemedi olan Ekrad ülemasını veya istînas etmek için lisan-ı
mahallîye aşina olanları müderris olarak intihab etmektir.
(Dördüncüsü) Ekrad'ın istid’adlarıyla istişare etmek, onların sabavet ve besatetlerini
nazara almaktır. Zira çok libas var; bir kamete güzel, başkasına çirkin gelir. Çocukların talimi;
ya cebr ile, ya hevesatlarını okşamak ile olur. (Beşinci şart) Taksim-ül a'mal kaidesini
bitamamiha tatbik etmek.. tâ şubeler birbirine medhal ve mahreç olmakla beraber, herbir
şubeden mütehassıs çıkabilsin. (Altıncı şart) Bir mahreç bulmak ve müdavimlerin tefeyyüzü-
nü temin etmek; hem de mekatib-i âliye-yi resmiyeye müsavi tutmak ve imtihanlarını, onların
imtihanları gibi müntic kılmak, akîm bırakmamaktır. (Yedinci şart) Dâr-ül muallimîni
muvakkaten şu dâr-ül fünun dairesinde merkez kılmak, mezcetmektir. Tâ ki, intizam ve
tefeyyüz ondan buna geçsin ve fazilet ve diyanet, bundan ona geçsin; tebadül ile herbiri
ötekine bir kanaat verip zülcenaheyn olsun.
(S) Vâridatı nedir?
(C) Hamiyet ve gayret.
(S) Sonra?
(C) Şu medrese, çekirdek gibi bilkuvve bir şecere-i tûbâyı tazammun eyliyor. Eğer
hamiyet ve gayretle yeşillense, tabiatıyla maddi hayatını cezb ile sizin kuru kesenizden istiğna
edecektir.
(S) Ne cihetle?
388

(C) Çok cihetle. (Birincisi) Evkaf, hakkıyla intizama girse, şu havuza tevhid-i medaris
tarîkıyla bir mühim çeşmeyi akıtacaktır. (İkincisi) Zekattır. Zira biz hem Hanefî, hem
Şafiîyiz. Bir zamandan sonra o Medreset-üz Zehra İslâmiyete ve insaniyete göstereceği
hizmetle, şübhesiz bir kısım zekatı bil'istihkak kendine münhasır edecektir. Bahusus zekatın
zekatı da olsa kâfidir.
(Üçüncüsü) Şu medrese neşredeceği semeratla, tamim edeceği ziya ile, İslâmiyete
edeceği hizmetle ukûl yanında en a'lâ bir mekteb olduğu gibi; kulûb yanında en ekmel bir
medrese, vicdanlar nazarında en mukaddes bir zaviyeyi temsil edecektir. Nasıl medrese, öyle
de mekteb, öyle de tekke olduğundan; İslâmiyetin ianat-ı milliyesi olan nüzur ve sadakat
kısmen ona teveccüh edecektir. (Dördüncüsü) Mezkûr tebadül için dâr-ül muallimîn ile
imtizac ettiğinden, dâr-ül muallimînin vâridatı bir derece tevsi' ile muvakkaten ve âriyeten
-eğer mümkün ise- verilse, bir zaman sonra istiğna edecek, o âriyeyi iade edecektir.

(S) Bunun semeratı nedir ki, on belki elli seneden beri bağırıyorsun
(Hâşiye)
(C) İcmali: Kürd ve Türk ülemasının istikbalini temin ve maarifi, Kürdistan'a
medrese kapısıyla sokmak ve meşrutiyetin ve hürriyetin mehasinini göstermek ve ondan
istifade ettirmektir.
(S) İzah etsen fena olmaz.
(C) (Birincisi) Medarisin tevhid ve ıslahı... (İkincisi) İslâmiyeti, onu paslandıran
hikâyat ve İsrailiyat ve taassubat-ı bârideden kurtarmak. Evet İslâmiyetin şe'ni metanet, sebat,
iltizam-ı hak olan salabet-i diniyedir. Yoksa cehilden, adem-i muhakemeden neş'et eden
taassub değildir. Bence

(Hâşiye):
Şu Medreset-üz Zehra'ya dair mebahisi, hürriyetin üçüncü senesinde nutuk suretiyle Bitlis'te,
Van'da, Diyarbekir'de, daha birçok yerlerde ahaliye ders verdim. Umumen dediler: "Hakikattır, hem
mümkündür." Demek diyebilirim ki, ben bu mes'elede onların tercümanıyım.
389

taassubun en dehşetlisi, bazı Avrupa mukallidlerinde ve dinsizlerde bulunur ki; sathî


şübhelerinde muannidane ısrar gösteriyorlar. Bürhan ile temessük eden ülemanın şanı değildir.
(Üçüncüsü) Mehasin-i meşrutiyeti neşr için bir kapı açmaktır. Evet aşairde meşrutiyeti
incitecek niyet yoktur. Fakat istihsan edilmezse istifade edilmez, o daha zarardır.
Hasta, tiryakı zehir-âlûd zannetse elbette istimal etmez. (Dördüncüsü) Maarif-i cedideyi
medarise sokmak için bir tarîk ve ehl-i medresenin nefret etmeyeceği saf bir menba'-ı fünun
açmaktır. Zira mükerreren söylemişim: Fena bir tefehhüm, meş'um bir tevehhüm şimdiye
kadar sed çekmiştir.
(Beşincisi) Yüz defa söylemişim, yine söyleyeceğim: Ehl-i medrese, ehl-i mekteb, ehl-
i tekkenin musalahalarıdır. Tâ, temayül ve tebadül-i efkâriyle lâekall maksadda ittihad
eylesinler. Teessüf ile görülüyor ki: Onların tebayün-i efkârı, ittihadı tefrik ettiği gibi; tehalüf-i
meşaribi de, terakkiyi tevkif etmiştir. Zira herbiri mesleğine taassub, başkasının mesleğine
sathiyeti itibariyle tefrit ve ifrat ederek; biri diğerini tadlil, öteki de berikini techil eyliyor.
(Elhâsıl) İslâmiyet hariçte temessül etse; bir menzili mektebe, bir hücresi medrese, bir
köşesi zaviye, salonu dahi mecma-ül küll.. biri diğerinin noksanını tekmil için bir meclis-i
şûra olarak, bir kasr-ı meşîd-i nuranî timsalinde arz-ı didar edecektir. Âyine kendince güneşi
temsil ettiği gibi, şu Medreset-üz Zehra dahi o kasr-ı İlahiyeyi haricen temsil edecektir.
Eyyühel eşraf! Biz size hizmet ettiğimiz gibi, siz de bize hizmet ediniz. Yoksa... Ey
bize vesâyete muhtaç çocuk nazarıyla bakan ehl-i hükûmet! Size itaat ettiğimiz gibi,
saadetimizi temin ediniz. Ve illâ... Ey Kürd ve Türk'ün cem'iyet-i milliye vazifesini
bil'istihkak omuzunuza alan eski İttihad ve Terakki! İyi ettiniz mezcettiniz. İyi etseniz iyi... Ve
illâ (‫ت اِلَى اَهْلِهَا‬ َ َ ‫)فَُردُِوا اْل‬
ِ ‫مانَا‬
(Hâşiye)

(Hâşiye):
(İhtar) Ey kendinizi havass zanneden ehl-i siyaset ve ehl-i hükûmet! Yeisi kırmak için avama
ders ve hitab olan şu kitabı sened tutup teselli etmeyiniz. Zira sizin sû'-i istimaliniz, onların sû'-i
tefehhümünden daha ziyade
390

(S) Ülemaya pek çok itab edilir, hattâ...


(C) Büyük, hem pek büyük bir insafsızlık!..
(S) Neden?
(C) Ademin kabahatına, vücuda vermek kadar ahmaklıktır.
(S) Ne demek?
(C) Bir zâtta ilim, adem-i hilim ile iktiranı cihetiyle, adem-i hilimden neş'et eden
kabahatıyla ilmi mahkûm etmek ne derece eblehliktir. Öyle de; İslâm'ın kudsiyetini daima
telkin eden ve ahkâm-ı diniyeyi iktidarlarınca tebliğ eden ve şimdi millet-i İslâmiye
mabeyninde en ziyade hürmet ve muhabbet ve merhamete müstehak olan bîçare ülemayı,
zamana yakışacak ülemanın adem-i vücudundan neş'et eden kabahatı ve günahı ile mahkûm
etmek ve o kabahat ve o günahı o bîçarelere hamletmek, ahmaklık değildir de ya nedir? Evet
vücudlarından zarar gelmemiş, istediğimiz ülemanın ademinden gelmiştir. Zira zekiler galiben
mektebe gittiler. Zenginler, medresenin maişetine tenezzül etmediler. Medrese de intizam ve
tefeyyüz ve mahreç bulunmadığından zamana göre ülemayı yetiştiremedi. Sakınınız!
(Hâşiye-1)
Ülemaya buğzetmek, bir hatardır.

(S) Niyeti hâlis olanlar azdır. Senin niyetin hâlis olsa muvaffak olacaksın, niyetinize
bak?
(C)‫للهه الحمد ولفخر‬ ِٰ .. (Hâşiye-2)
İhlas-ı niyetini ihlâl eden ve anasır-ı garaz olan
neseb ve nesil ve tama' ve havf

(Bir sahife evvelki Hâşiyenin maba’di)


sû'-i tesir eder. Size bir ders vermek için zamanı tevkil eyledim. Dersini
dinlemediniz, dehşetli tokadını yediniz.

(Hâşiye-1):
Ey ehl-i medaris, me'yus olmayınız! Şimdi ilim ve fen hâkimdir. Her nev'iyle teali edecek. En
(Hâşiye-2):
a'lâsı en âlî tabakaya çıkacak. Şeyhin kerameti şeyhten rivâyet; lâkin tahdis-i nimet dahi
bir şükürdür.
391

beni bilmiyorlar. Ben de onları tanımıyorum veya tanımak istemiyorum. Zira meşhur bir
nesebim yok ki, mazisini muhafazaya çalışayım. Ben ebu lâşey olduğumdan bir neslim de
yoktur ki, istikbalini temin edeyim. Öyle bir cünunum var ki, Divan-ı Harb dehşet ve
tahvifiyle tedavisine muktedir olamadı. Öyle bir cehaletim var ki, beni ümmi edip, dinar ve
dirhemin nakşını okuyamıyorum...Kaldı, ticaret-i uhrevî. Öyle bir ahdetmişim ki, re's-ül malı
da kaybetsem mesleğimden dönmeyeceğim. Şimdiden hasaret ediyorum, çok günaha
düşüyorum.
Bir şey kaldı: O da şöhret-i kâzibedir. İşte ben ondan usandım, kaçıyorum. Zira uhdesinden
gelmediğim çok vazifeyi bana yükletiyor.
(S) Neden meşrutî hükûmete ve dinsiz olmayan Jön Türklere mümkün olduğu kadar
hüsn-i zan ediyorsun?
(C) Mümkün olduğu derecede sû'-i zan ettiğiniz için, ben hüsn-i zan ederim. Eğer öyle
ise zâten iyi; yoksa, tâ öyle olsunlar, yol gösteriyorum.
(S) İttihad ve Terakki hakkında re'yin nedir?
(Hâşiye)
(C) Kıymetlerini takdir ile beraber, siyasiyunlarındaki şiddete mu'arızım. Lâkin
onların iktisadî ve maarifî olan bahusus şarkî vilâyetlerdeki şubelerini bir derece istihsan ve
tebrik ederim.
(S) Zindan-ı atalete düştüğümüzün sebebi nedir?
(C) Hayat bir cidaldir. Şevk ise matiyesidir. İşte himmetiniz şevke binip mübareze-i
hayat meydanına çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedid olan yeis rast gelir. Kuvve-i
maneviyesini kırar. Siz o düşmana karşı (‫ )ل َ تَقْنَطُوا‬kılıncını istimal ediniz. Sonra
müzahametsiz olan hakkın hizmetinin yerini zabteden

(Hâşiye)
Adaletin tevziinde adalet olmazsa zulüm görünür. Bir hatır için bin hatır kırılmaz. Şiddet ayrı,
hamiyet ayrıdır. Bir hodpesend hakkı iltizam etse, çokları haksızlığa sevk eder, belki mecbur eder.
392

meyl-üt tefevvuk istibdadı hücuma başlar. Himmetin başına vurur, atından düşürttürür. Siz
ِ‫ ) كُونُوا ِل ِٰلهه‬hakikatını o düşmana gönderiniz. Sonra da ilel-i müteselsiledeki terettübü
atlamakla müşevveş eden aculiyet çıkar, himmetin ayağını kaydırır. Siz, (َ‫و‬ ‫صبُِروا‬
‫وَا ْه‬
ُ
‫صابُِروا وَ َرابِطوا‬
َ ) yu siper ediniz. Sonra da, medenî-i bittab' olduğundan ebna-yı cinsinin
hukukunu muhafazaya
ve hakkını onlar içinde aramağa mükellef olan insanın âmâlini dağıtan fikr-i infiradî ve
tasavvur-ı şahsî karşı çıkar. Siz de, (‫س‬ َ ْ ‫خيُْر النَِا س اَنْفَعُهُه‬
‫م لِلن ِا ِه‬ ‫ِه‬ َ ) olan mücahid-i
âlîhimmeti mübarezesine çıkarınız. Sonra başkasının tekâsülünden görenek fırsat bulup ve
َ
َ ‫متَوَكِِلُو‬
hücum edip belini kırar. Siz de ( ‫ن‬ ُ ْ ‫ل ال‬ِ ِ ‫الله ِه ل َ غَيْرِهِ فَلْيَتَوَك‬
ِٰ ‫ ) ع َلَى‬olan hısn-ı
hasîni himmete melce ediniz. Sonra da acz ve nefsin itimadsızlığından neş'et eden ve işi
birbirine bırakmak olan düşman-ı gaddar geliyor. Himmetin elini tutup oturtturur. Siz de ( َ‫ل‬
َِ ‫ض‬
‫م‬
ْ ُ ‫ل اِذ َا اهْتَدَيْت‬ َ ‫ن‬
ْ ‫م‬ ْ ُ ‫ضُِرك‬
َ ‫م‬ ُ َ ‫ )ي‬olan hakikat-ı şahikayı üzerine çıkarınız. Tâ o düşmanın
eli o himmetin dâmenine yetişmesin. Sonra Allah'ın vazifesine müdahale eden dinsiz düşman
gelir; himmetin yüzünü tokatlar, gözünü kör eder. Siz de (‫ر‬ َِ َ ‫ت وَل َ تَتَا‬
ْ ‫م‬ ِ ُ ‫ما ا‬
َ ‫مْر‬ َ َ‫م ك‬
ْ ِ‫ستَق‬
ْ ِ‫ا‬
‫ك‬ ‫)ع َلَى َه‬
َ ِ ‫سيِد‬ olan kâr-aşina ve vazifeşinas olan hakikatı gönderiniz. Tâ onun haddini
bildirsin. Sonra umum meşakkatın anası ve umum rezaletin yuvası olan meylürrahat geliyor.
َ
Himmeti kaydeder, zindan-ı sefalete atar. Siz de (‫سهعَى‬ َ ‫ما‬‫ن اِل ِ َه‬ِ ‫سا‬َ ‫س لْلِن ْه‬
َ ‫ )لَي ْه‬olan
mücahid-i âlîcenabı o cellad-ı sehhara gönderiniz. Evet size meşakkatta büyük rahat var. Zira
fıtratı müteheyyic olan insanın rahatı, yalnız sa'y ve cidaldedir. ِ‫شقَِة‬ َ ‫م‬َ ْ ‫م ف ِى ال‬
ْ ُ ‫ن لَك‬َِ ِ ‫ا‬
ِ ْ ‫وَال‬ َِ ‫ه فِى ال‬ ُ ُ ‫ة فِطَْرت‬ ُ ْ ‫ن ال‬ َ ْ ‫ن اْلِن‬
َِ ِ ‫ة ا‬ َ ‫الَِرا‬
(‫)حاشيه‬
‫ل‬
ِ ‫جدَا‬ ‫ى‬
ِ ْ‫سع‬ ُ ُ ‫حت‬
َ ‫ه َرا‬ َ ‫ج‬
َ ِ ‫متَهَي‬ َ ‫سا‬ َ ‫ح‬
Seyahatımda beni tanımayanlar kıyafetime bakıp, beni tacir zannettiklerinden derlerdi ki:
(S) Sen tacir misin?
(C) Evet tacürüm ve hem de kimyagerim.

(Hâşiye):
Şimdi anlıyorum ki, ne dediğimi anlamıyorsunuz. Zira ben siz oluyorum, anlamıyorum. Şunun
büyük kardeşi olan "Ülema Reçetesi" daha mübhem konuşuyor. Demek beraber gezmekliğim lâzım.
İşte ben de hayalimi terfik ettim.
393

(S) Nasıl?
(C) İki madde var, mezcettiriyorum: Biri tiryak-ı şâfî, biri elektrik-i muzi tevellüd
eder.

(S) Nerede bulunur?


(C) Medeniyet ve fazilet çarşısında; cebhesinde insan yazılan iki ayak üstünde olan
sandık içindeki, üstüne kalb yazılan siyah veya pırlanta bir kutudadır.

(S) İsimleri nedir?


(C) İman, muhabbet, sadakat, hamiyet...

C e r i d e - i S e y y a r e . . Ebu l â ş e y . .

İbnüzzaman.. Ehu - l aca ib

İbn-i ammi-lgaraib.Said El-Kürdî

En-Nursî
_______
394

Hutbe-i Şamiye
ِ ِ ‫ن الَِر‬
‫حيم‬ ِ ٰ‫حم‬ ِٰ ِ ‫سم‬
ْ ‫الله ِه الَِر‬ ْ ِ‫ب‬

Arabî Hutbe-i Şamiye Tercümesi’nin Mukaddimesidir


Aziz sıddık kardeşlerim!

Kırk sene evvel Şam'daki Câmi-i Emevî'de Şam ülemasının ısrarıyla içinde yüz ehl-i
ilim bulunan onbin âdeme yakın bir azîm cemaate verilen bu Arabî ders risalesindeki
hakikatları bir hiss-i kabl-el vuku' ile Eski Said hissetmiş, kemal-i kat'iyetle müjdeler vermiş
ve pek yakın bir zamanda o hakikatlar görünecek zannetmiş. Halbuki iki harb-i umumî ve
yirmibeş sene devam eden bir istibdad-ı mutlak, o hiss-i kabl-el vukuun kırk elli sene te'hirine
sebeb olmuş ve şimdi o zamandaki verdiği haberlerin aynen tezahürleri âlem-i İslâmiyette
başlamış. Demek bu pek ehemmiyetli ders, zamanı geçmiş eski bir hutbe değil, belki
doğrudan doğruya bin üç yüz yirmi yedi'ye bedel, bin üçyüz yetmiş bir'de ve Câmi-i Emevî
yerine âlem-i İslâm câmiinde üçyüz yetmiş milyon bir cemaate hakikatlı ve taze bir ders-i
içtimaî ve İslâmîdir, diye tercümesini neşretmek zamanıdır tahmin ederim.

Gâyet mühim bir suale verilen çok ehemmiyetli bir cevabı burada yazmağa münasebet
geldi. Çünki kırk sene evvel Eski Said, o dersinde bir hiss-i kabl-el vuku' ile Risale-i Nur'un
hârika derslerini ve tesiratını görmüş gibi bahsediyor. Onun için o sual ve cevabı yazacağız.
Şöyle ki:
Çoklar tarafından hem bana, hem bazı Nur kardeşlerime sual etmişler ve ediyorlar ki:
Neden bu kadar muarızlara karşı ve muannid feylesoflara ve ehl-i dalalete mukabil Risale-i
Nur mağlub olmuyor? Milyonlar kıymettar hakikî kütüb-i imaniye ve İslâmiyenin intişarlarına
bir derece sed çektikleri halde; sefahet ve hayat-ı dünyeviyenin lezzetleriyle çok bîçare
gençleri ve insanları hakaik-i imaniyeden mahrum bıraktıkları halde; en şiddetli hücum
395

ve en gaddarane muamele ve en ziyade yalanlarla ve aleyhinde yapılan propagandalarla


Risale-i Nur'u kırmak, insanları ondan ürkütmek ve vazgeçirmeye çalıştıkları halde, hiçbir
eserde görülmediği bir tarzda Risale-i Nur'un intişarı, hattâ çoğu el yazması ile altıyüz bin
nüsha risalelerinden kemal-i iştiyak ile perde altında intişar etmesi ve dâhil ve hariçte kemal-i
iştiyak ile kendini okutturması hikmeti nedir? Sebebi nedir?" diye bu mealde çok suallere
karşı (Elcevab) deriz ki:
Kur’ân-ı Hakîm'in sırr-ı i'cazıyla hakikî bir tefsiri olan Risale-i Nur; bu dünyada bir
manevî cehennemi, dalalette gösterdiği gibi; imanda dahi bu dünyada manevî bir cennet
bulunduğunu isbat ediyor. Ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde, manevî
elîm elemleri gösterip hasenat ve güzel hasletlerde ve hakaik-i şeriatın amelinde cennet lezaizi
gibi manevî lezzetler bulunduğunu isbat ediyor. Sefahet ehlini ve dalalete düşenlerini o cihetle
aklı başında olanlarını kurtarıyor. Çünki bu zamanda (iki dehşetli hal) var:
(Birincisi) Akibeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzetlere
tercih eden hissiyat-ı insaniye, akıl ve fikre galebe ettiğinden ehl-i sefaheti sefahetinden
kurtarmanın yegâne çaresi; aynı lezzetinde elemini gösterip hissini mağlub etmektir. Ve (
َ ْ ‫ن ال‬
‫حيَوة َ الدُِنْيَا‬ َ ‫حبُِو‬ ْ َ ‫ )ي‬âyetinin işaretiyle; bu zamanda âhiretin elmas gibi nimetlerini,
ِ َ ‫ست‬
lezzetlerini bildiği halde, dünyevî kırılacak şişe parçalarını ona tercih etmek, ehl-i iman iken
ehl-i dalalete o hubb-ı dünya ve o sır için tâbi olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i
yegânesi, dünyada dahi cehennem azabını ve elemlerini göstermekle olur ki; Risale-i Nur o
meslekten gidiyor. Yoksa bu zamandaki küfr-i mutlakın ve fenden gelen dalaletin ve
sefahetten gelen tiryakiliğin inadı karşısında Cenab-ı Hakk'ı tanıttırdıktan sonra ve
Cehennem'in vücudunu isbat ile ve onun azabı ile insanları fenalıktan, seyyiattan
vazgeçirmek; ondan, belki de yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da, Cenab-ı
Hak Gafur-ur Rahîm'dir, hem Cehennem pek uzaktır. der, sefahetine devam edebilir. Kalbi,
ruhu hissiyatına mağlub olur.
İşte Risale-i Nur'daki ekser müvazeneler küfür ve dalaletin dünyadaki elîm ve
ürkütücü neticelerini göstermekle,
396

en muannid ve nefisperest insanları dahi o menhus, gayr-ı meşru lezzetlerden ve sefahetlerden


bir nefret verip aklı başında olanları tövbeye sevkeder. O müvazenelerden Altıncı, Yedinci,
Sekizinci Sözlerdeki küçük müvazeneler ve Otuzikinci Söz'ün Üçüncü Mevkıfı'ndaki uzun
müvazene; en sefih ve dalalette giden âdemi da ürkütüyor, dersini kabul ettiriyor. Meselâ:
Âyet-i Nur'daki seyahat-ı hayaliye ile hakikat olarak gördüğü vaziyetleri gâyet kısaca
işaret edeceğiz. Tafsilatını isteyen Sikke-i Gaybiye'nin âhirindeki 242'den 245'inci sahifeye
kadar baksın. Ezcümle: O seyahat-ı hayaliyede, rızka muhtaç hayvanat âlemini gördüğüm
vakit, maddî felsefe ile baktım. Hadsiz ihtiyacat ve şiddetli açlıklarıyla beraber za'f ve aczleri,
o zîhayat âlemini bana çok acıklı ve elîm gösterdi. Ehl-i dalalet ve gafletin gözüyle baktığım-
dan feryad eyledim. Birden hikmet-i Kur’âniye ve imanın dûrbîni ile gördüm: Rahman ismi
Rezzak burcunda, parlak bir güneş gibi tulû' etti. O aç, bîçare zîhayat âlemini rahmet ışığıyla
yaldızladı.
Sonra hayvanat âlemi içinde, yavruların za'f ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları
hazîn ve elîm ve herkesi rikkat ve acımağa getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi
gördüm. Ehl-i dalaletin nazarıyla baktığıma eyvah dedim. Birden iman bana bir gözlük verdi,
gördüm ki: Rahîm ismi şefkat burcunda tulû' etti. O kadar güzel ve şirin bir surette o acı âlemi
sevinçli âleme çevirip ışıklandırdı ki; şekva ve acımak ve hüzünden gelen göz yaşlarımı,
sevinç ve şükrün lezzetlerinden gelen damlalara çevirdi.
Sonra sinema perdesi gibi insan âlemi bana göründü. Ehl-i dalaletin dûrbîni ile baktım.
O âlemi o kadar karanlıklı, dehşetli gördüm ki; en derin kalbimden feryad ettim. Eyvah
dedim. Çünki insanlarda ebede uzanıp giden arzuları, emelleri ve kâinatı ihata eden tasavvurat
ve efkârları ve ebedî beka ve saadet-i ebediyeyi ve Cennet'i gâyet ciddî isteyen himmetleri ve
fıtrî istid’adları ve fıtrî had konulmayan, serbest bırakılan kuvveleri ve hadsiz maksadlara
müteveccih ihtiyaçları ve za'f ve aczleriyle beraber hücumlarına maruz kaldıkları hadsiz
musibet ve a'daları ile beraber gâyet kısa bir ömür, hergün ve her saat ölüm endişesi altında,
gâyet dağdağalı bir hayat, yaşamak için
397

gâyet perişan bir maişet içinde kalbe, vicdana en elîm ve en müdhiş halet olan mütemadî
zeval ve firak belasını çekmek içinde -ehl-i gaflet için zulümat-ı ebediye kapısı suretinde
görülen- kabre ve mezaristana bakıyorlar. Birer birer ve taife taife o zulümat kuyusuna
atılıyorlar. İşte bu insan âlemini bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalb ve ruh ve aklımla,
bütün letaif-i insaniyem, belki bütün zerrat ve vücudum feryad ile ağlamağa hazırken, birden
Kur’ân'dan gelen Nur ve kuvvet o dalalet gözlüğünü kırdı, kafama bir göz verdi. Gördüm ki:
Cenab-ı Hakk'ın Âdil ismi Hakîm burcunda, Rahman ismi Kerim burcunda, Rahîm
ismi Gafur burcunda yani manasında, Bâis ismi Vâris burcunda, Muhyî ismi Muhsin
burcunda, Rab ismi Mâlik burcunda birer güneş gibi tulû' ettiler. O karanlıklı insan âlemi
içinde çok âlemler bulunan umumunu ışıklandırdılar, şenlendirdiler. Cehennemî haletleri
dağıtıp, nuranî âhiret âleminden pencereler açıp o perişan insan dünyasına nurlar serptiler.
Zerrat-ı kâinat adedince, Elhamdülillah, Eşşükrülillah dedim. Ve aynelyakîn gördüm ki;
imanda manevî bir cennet ve dalalette manevî bir cehennem bu dünyada da vardır, yakînen
bildim.
Sonra küre-i arzın âlemi göründü. O seyahat-ı hayaliyemde dine itaat etmeyen
felsefenin karanlıklı kavanin-i ilmiyeleri, hayalime dehşetli bir âlem gösterdi. Yetmiş defa top
güllesinden daha sür'atli hareketiyle, yirmibeş bin sene mesafeyi bir senede gezip devreden ve
her vakit dağılmağa ve parçalanmaya müstaid ve içi zelzeleli, çok ihtiyar ve çok yaşlı Küre-i
Arz içinde ve o dehşetli gemi üstünde kâinatın hadsiz boşluğunda seyahat eden bîçare nev'-i
insan vaziyeti bana vahşetli bir karanlık içinde göründü. Başım döndü, gözüm karardı.
Felsefenin gözlüğünü yere vurdum, kırdım. Birden hikmet-i Kur’âniye ile ışıklanmış bir göz
ile baktım, gördüm ki: Hâlık-ı Arz ve Semavat'ın Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve Rabb-üs
Semavati ve-l Arz ve Sahhar-üş Şemsi ve-l Kamer isimleri rahmet, azamet, rububiyet
burçlarında güneş gibi tulû' ettiler. O karanlıklı, vahşetli, dehşetli âlemi öyle ışıklandırdılar ki;
o halette, benim imanlı gözüme küre-i arz gâyet muntazam, müsahhar, mükemmel, hoş,
emniyetli, herkesin erzakı içinde bir seyahat gemisi ve tenezzüh ve keyif
398

ve ticaret için müheyya edilmiş ve zîruhları güneşin etrafında, memleket-i Rabbaniyede


gezdirmek ve yaz ve bahar ve güzün mahsulâtını rızık isteyenlere getirmek için bir gemi, bir
ِٰ
tayyare, bir şimendifer hükmünde gördüm. Küre-i arzın zerratı adedince ‫الحمدللهه على‬
‫نعمت اليمان‬ dedim.
İşte buna kıyasen Risale-i Nur'da pekçok müvazenelerle ehl-i sefahet ve dalalet,
dünyada dahi bir manevî cehennem içinde azab çektiklerini ve ehl-i iman ve salahat, dünyada
dahi bir manevî cennet içinde, İslâmiyet ve insaniyet midesiyle ve imanın tecelliyatıyla ve
cilveleriyle, manevî cennet lezzetleri tadabilirler. Belki derece-i imanlarına göre istifade
edebilirler. Fakat bu fırtınalı zamanın hissi ibtal eden ve beşerin nazarını âfâka dağıtan ve
boğan cereyanlar, ibtal-i his nev'inden bir sersemlik vermiş ki; ehl-i dalalet manevî azabını
muvakkaten tam hissedemiyor. Ehl-i hidâyete dahi gaflet basıyor, hakikî lezzetini takdir
edemiyor.
(Bu asırda ikinci dehşetli hâl) Eski zamanda küfr-i mutlak ve fenden gelen dalaletler
ve küfr-i inadîden gelen temerrüd, bu zamana nisbeten pek azdı. Onun için eski İslâm
muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanlarda tam kâfi olurdu. Küfr-i meşkuku çabuk
izale ederlerdi. Allah'a iman umumî olduğundan, Allah'ı tanıttırmakla ve Cehennem azabını
ihtar etmekle çokları sefahetlerden, dalaletlerden vazgeçebilirlerdi.
Şimdi ise; eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada
yüz tane bulunabilir. Eskide, fen ve ilim ile dalalete girip inad ve temerrüd ile hakaik-i imana
karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş. Bu temerrüd inadçılar, firavunluk
derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalaletleriyle hakaik-i imaniyeye karşı muaraza
ettiklerinden, elbette bunlara karşı atom bombası gibi -bu dünyada onların temellerini parça
parça edecek- bir hakikat-ı kudsiye lâzımdır ki; onların tecavüzatını durdursun ve bir kısmını
imana getirsin.
İşte Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükürler olsun ki; bu zamanın tam yarasına bir tiryak
olarak Kur’ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın bir mu'cize-i maneviyesi ve lemaatı bulunan Risale-i Nur
pekçok müvazenelerle, en dehşetli muannid mütemerridleri, Kur’ân'ın elmas kılıncıyla
399

kırıyor. Ve kâinat zerreleri adedince vahdaniyet-i İlahiyeye ve imanın hakikatlarına hüccetleri,


delilleri gösteriyor ki; yirmibeş seneden beri en şiddetli hücumlara karşı mağlub olmayıp
galebe etmiş.
Evet Risale-i Nur'da iman ve küfür müvazeneleri ve hidâyet ve dalalet mukayeseleri,
bu mezkûr hakikatı bilmüşahede isbat ediyor. Meselâ: Yirmiikinci Söz'ün İki Makamı'nın
Bürhanları ve Lem'alarına ve Otuzikinci Söz'ün Birinci Mevkıfı'na ve Otuzüçüncü Mektub'un
Pencerelerine ve Asâ-yı Musa'nın onbir Hüccetine, sair müvazeneler kıyas edilse ve dikkat
edilse, anlaşılır ki; bu zamanda küfr-i mutlakı ve mütemerrid dalaletin inadını kıracak,
parçalayacak Risale-i Nur'da tecelli eden hakikat-ı Kur’âniyedir.
İnşâallah nasıl Tılsımlar Mecmuası'nda, dinin mühim tılsımlarını ve hılkat-ı âlemin
muammalarını keşfeden parçalar, o mecmuada toplanmış. Aynen öyle de, ehl-i dalaletin
dünyada dahi cehennemlerini ve ehl-i hidâyetin dünyada dahi lezaiz-i cennetlerini gösteren ve
iman Cennet'in bir manevî çekirdeği ve küfür ise Cehennem zakkumunun bir tohumu
olduğunu gösteren Nur'un o gibi parçaları, kısacık bir tarzda bir mecmuacık olarak yazılacak
ve inşâallah neşredilecek.
400

[ Arabî Hutbe-i Şamiye Eserinin Tercümesi ]

ِ ِ ‫ن الَِر‬
‫حيم‬ ِ ٰ‫حم‬ ِٰ ِ ‫سم‬
ْ ‫الله ِه الَِر‬ ْ ِ‫ب‬
Bütün zîhayatlar hayatlarının lisan-ı halleriyle Hâlıklarına takdim ettikleri manevî
hediyelerini ve lisan-ı halle hamd ve şükürlerini, o Zât-ı Vâcib-ül Vücud'a biz de takdim
ِٰ ِ‫مة‬
ediyoruz ki, demiş: (‫الله ِه‬ َ ‫ح‬ ِ ‫ ) ل َ تَقْنَطُوا‬Yani, rahmet-i İlahiyeden ümidinizi
ْ ‫م نْه َر‬
kesmeyiniz. Hem hadsiz salât ü selâm ol Peygamberimiz Muhammed Mustafa Aleyhisselatü
Vesselam üzerine olsun ki, demiş: (‫ق‬ ِ َ ‫خل‬ْ َ ‫م اْل‬
َ ِ‫مكَار‬
َ ‫م‬ ِ َ ‫ت لُت‬
َ ‫م‬ ُ ْ ‫جئ‬
ِ ) Yani; benim insanlara
Cenab-ı Hak tarafından bi'setim ve gelmemin ehemmiyetli bir hikmeti, ahlâk-ı haseneyi ve
güzel hasletleri tekmil etmek ve beşeri ahlâksızlıktan kurtarmaktır.

Hamd ve salâttan sonra: Ey bu Câmi-i Emevî'de bu dersi dinleyen Arab kardeşlerim!


Ben haddimin fevkinde bu minbere ve bu makama irşadınız için çıkmadım. Çünki size
ders vermek haddimin fevkindedir. Belki içinizde yüze yakın ülema bulunan cemaata karşı
benim misalim,bir medreseye giden bir çocuğun misalidir ki; o sabî o çocuk sabahleyin
medreseye gidip, okuyup, akşam da babasına gelip, okuduğu dersini babasına arzeder. Tâ
doğru ders almış mı? Almamış mı? Babasının irşadını veya tasvibini bekler. Evet biz kürtler
size nisbeten çocuk hükmündeyiz ve talebeleriniziz. Sizler bizim ve İslâm milletlerinin
üstadlarısınız. İşte ben de aldığım dersimin bir kısmını sizler gibi üstadlarımıza şöyle beyan
ediyorum:
Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve
bildim ki: Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber bizi maddî cihette
kurûn-ı vustâda durduran ve tevkif eden (altı tane hastalık)tır. O hastalıklar da bunlardır:
(Birincisi) Ye'sin, ümidsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi. (İkincisi) Sıdkın hayat-ı
içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.
401

(Üçüncüsü) Adavete muhabbet. (Dördüncüsü) Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî


rabıtaları bilmemek. (Beşincisi) Çeşit çeşit sâri hastalıklar gibi intişar eden istibdad.
(Altıncısı) Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek.
Bu altı dehşetli hastalığın ilâcını da bir tıp fakültesi hükmünde hayat-ı içtimaiyemizde,
eczahane-i Kur’âniye'den ders aldığım (altı kelime) ile beyan ediyorum. Mualecenin esasları
onları biliyorum.
(BİRİNCİ KELİME ‫ )المل‬Yani rahmet-i İlahiyeye kuvvetli ümid beslemek. Evet
ben kendi hesabıma aldığım dersime binaen: Ey İslâm cemaati! Müjde veriyorum ki: Şimdiki
âlem-i İslâm'ın saadet-i dünyeviyesi, bahusus Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslâm'ın
terakkisi onların intibahıyla olan Arab'ın saadetinin fecr-i sadıkının emareleri inkişafa başlıyor
(Hâşiye)
ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ye'sin burnunun rağmına olacak ben
dünyaya işittirecek derecede kanaat-ı kat'iyemle derim:
İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyet'in olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye
olacak. Öyle ise şimdiki kader-i İlahî ve kısmetimize razı olmalıyız ki, bize parlak bir istikbal,
ecnebilere müşevveş bir mazi düşmüş. Bu davama çok bürhanlardan ders almışım. Şimdi o
bürhanlardan mukaddematlı bir buçuk bürhanı zikredeceğim. O bürhanın mukaddematına
başlıyoruz:
İşte İslâmiyetin hakaikı hem manen, hem maddeten terakki etmeye kabil ve
mükemmel bir istid’adı var. Birinci cihet olan manen terakki ise: Biliniz! Hakikî vukuatı
kaydeden tarih, hakikata en doğru şahiddir.

(Hâşiye):
Eski Said, hiss-i kabl-el vuku' ile bin üç yüz yetmiş birde -başta Arab Devletleri- Âlem-i
İslâm'ın ecnebi esaretinden ve istibdadından kurtulup İslâmî devletler teşkil edeceklerini kırkbeş sene
evvel haber vermiş. İki Harb-i Umumîyi ve otuz kırk sene devam eden istibdad-ı mutlakı düşünmemiş.
üç yüz yirmi yedi'de olacak gibi müjde vermiş, te'hirinin sebebini nazara almamış.
402

İşte tarih bize gösteriyor. Hattâ Rus'u mağlub eden Japon başkumandanının İslâmiyetin
hakkaniyetine şehadeti de şudur ki: Hakikat-ı İslâmiyetin kuvveti nisbetinde, Müslümanlar o
kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakki ettiğini tarih
gösteriyor. Ve ehl-i İslâm'ın hakikat-ı İslâmiye'de za'fiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini,
vahşete ve tedenniye düştüklerini ve herc ü merc içinde belalara, mağlubiyetlere düştüklerini
tarih gösteriyor. Sair dinler ise bilakistir. Yani salabet ve taassublarının za'fiyeti nisbetinde
temeddün ve terakki ettikleri gibi, dinlerine salabet ve taassublarının kuvveti derecesinde de
tedenni ve ihtilallere maruz kaldıklarını tarih gösteriyor. Şimdiye kadar zaman böyle geçmiş.
Hem Asr-ı Saadet'ten şimdiye kadar hiçbir tarih bize göstermiyor ki; bir Müslümanın
muhakeme-i akliye ile ve delil-i yakînî ile ve İslâmiyete tercih etmekle eski ve yeni ayrı bir
dine girdiğini tarih göstermiyor. Avamın delilsiz, taklidî bir surette başka dine girmesinin bu
mes'elede ehemmiyeti yok. Dinsiz olmak da başka mes'eledir. Halbuki, bütün dinlerin etba'ları
ise -hattâ en ziyade dinine taassub gösteren İngilizlerin ve eski Rusların- muhakeme-i akliye
ile İslâmiyete dâhil olduklarını ve günden güne, bazı zaman takım takım kat'î bürhan ile
(Hâşiye)
İslâmiyete girdiklerini tarihler bize bildiriyorlar.
Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef'alimizle izhar etsek,
sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki Küre-i Arz'ın bazı kıt'aları
ve devletleri de

(Hâşiye):
İşte bu mezkûr davaya bir delil şudur ki: İki dehşetli harb-i umumînin ve şiddetli bir istibdad-ı
mutlakın zuhuruyla beraber, bu davaya kırkbeş sene sonra şimalin İsveç, Norveç, Finlandiya gibi
küçük devletleri Kur’ânı mekteblerinde ders vermek ve kabul etmek ve komünistliğe ve dinsizliğe
karşı sed olmak için kabul etmeleri ve İngiliz'in mühim hatiblerinin bir kısmı Kur’ân'ı İngiliz'e kabul
ettirmeye taraftar çıkmaları ve Küre-i Arz'ın şimdiki en büyük devleti Amerika'nın bütün kuvvetiyle
din hakikatlarına taraftar çıkması ve İslâmiyetle Asya ve Afrika'nın saadet ve sükûnet ve musalaha
bulacağına karar vermesi ve yeni doğan İslâm devletlerini okşaması ve teşvik etmesi ve onlarla ittifaka
çalışması, kırkbeş sene evvel olan bu müddeayı isbat ediyor, kuvvetli bir şahid olur.
403

İslâmiyet'e dehalet edecekler. Hem nev'-i beşer, (hususan medeniyet fenlerinin ikazatıyla)
uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış; elbette ve elbette dinsiz, başıboş
yaşamazlar ve olamazlar. En dinsizi de, dine iltica etmeğe mecburdur. Çünki acz-i beşerî ile
beraber hadsiz musibetler ve onu inciten haricî ve dâhilî düşmanlara karşı istinad noktası; ve
fakrıyla beraber, hadsiz ihtiyacata mübtela ve ebede kadar uzanmış arzularına meded ve
yardım edecek istimdad noktası, yalnız ve yalnız Sâni'-i Âlem'i tanımak ve iman etmek ve
âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok!..
Kalbin sadefinde din-i hakkın cevheri bulunmazsa, beşerin başında maddî-manevî
kıyametler kopacak ve hayvanatın en bedbahtı, en perişanı olacak.
(Hasıl-ı kelâm) Beşer bu asırda (harblerin ve fenlerin ve dehşetli hâdiselerin
ikazatıyla) uyanmış ve insaniyetin cevherini ve câmi' istid’adını hissetmiş. Ve insan, acib
(cem'iyetli istid’adıyla) yalnız bu kısacık, dağdağalı dünya hayatı için yaratılmamış; belki
ebede meb'ustur ki, ebede uzanan arzular, mahiyetinde var. Ve bu dar, fâni dünya, insanın
nihâyetsiz emel ve arzularına kâfi gelmediğini herkes bir derece hissetmeğe başlamış. Hattâ
insaniyetin bir kuvâsı ve hâdimi olan hayale denilse: Sana dünya saltanatı ile beraber bir
milyon sene ömür olacak, fakat sonunda hiç dirilmeyecek bir surette bir i'dam senin başına
gelecek. Elbette hakikî insaniyetini kaybetmeyen ve intibaha gelmiş o insanın hayali; sevinç
ve beşarete bedel, derinden derine teessüf ve eyvahlarla saadet-i ebediyenin bulunmamasına
ağlayacak.
İşte bu nükte içindir ki, herkesin kalbinde derinden derine bir din-i hakkı aramak meyli
çıkmış. Herşeyden evvel, ölüm i'damına karşı din-i haktaki bir hakikatı arıyor ki kendini
kurtarsın. Şimdiki hâl-i âlem bu hakikata şehadet eder. Kırkbeş sene sonra, tamamıyla beşerin
bu ihtiyac-ı şedidini dinsizliğin zuhuruyla küre-i arzın kıt'aları ve devletleri birer insan gibi
hissetmeğe başlamışlar.
404

Hem âyât-ı Kur’âniye, başlarında ve âhirlerinde beşeri aklına havale eder, Aklına bak
der, Fikrine, kalbine müracaat et, meşveret et, onunla görüş ki, bu hakikatı bilesin diyor.
Meselâ: Bakınız, o âyetlerin başlarında ve âhirlerinde diyor ki: Neden bakmıyorsunuz?
İbret almıyorsunuz? Bakınız ki, hakikatı bilesiniz.Biliniz ve Bil ve hakikatına dikkat et. Acaba
neden beşer bilemiyorlar, cehl-i mürekkebe düşüyorlar? Neden taakkul etmiyorlar, divaneliğe
düşerler? Neden bakmıyorlar, hakkı görmeye kör olmuşlar? Neden insan sergüzeşt-i
hayatında, hâdisat-ı âlemden tahattur ve tefekkür etmiyor ki, istikamet yolunu bulsun. Neden
tefekkür ve tedebbür ve aklen muhakeme etmiyorlar, dalalete düşüyorlar. Ey insanlar ibret
alınız! Geçmiş kurûnlardan ibret alıp gelecek manevî belalardan kurtulmağa çalışınız!
manasında gelen âyetlerin bu cümlelerine kıyasen çok âyetlerde beşeri aklına ve fikriyle
meşverete havale ediyor.
Ey bu Câmi-i Emevî'deki kardeşlerim gibi âlem-i İslâm'ın câmi-i kebirinde olan
kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırkbeş senedeki bu dehşetli hâdisattan ibret alınız. Tam
aklınızı başınıza alınız. Ey mütefekkir ve akıl sahibi ve kendini münevver telakki edenler!
(Hasıl-ı kelâm) Biz Kur’ân şakirdleri olan Müslümanlar, bürhana tâbi oluyoruz. Akıl
ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi
ruhbanları taklid için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği
istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân
hükmedecek.
Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkişafına ve beşeri tenvir etmesine
mümanaat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümanaat edenler çekilmeye başlıyorlar.
Kırkbeş sene evvel o fecrin emareleri göründü. Yetmişbir'de fecr-i sadıkı başladı ve
başlayacak. Eğer bu fecr-i kâzib de olsa,
405

otuz-kırk sene sonra fecr-i sadık çıkacak. Evet hakikatı İslâmiyet'in mazi kıt'asını tamamen
istilasına (sekiz dehşetli manialar) mümanaat ettiler:
Birinci, İkinci, Üçüncü Maniler: Ecnebilerin cehli ve o zamanda vahşetleri ve
dinlerine taassublarıdır. Bu üç mani, marifet ve medeniyetin mehasini ile kırıldı, dağılmağa
başlıyor.
Dördüncü Beşinci Maniler: Papazların ve ruhanî reislerin riyasetleri ve tahakkümleri
ve ecnebilerin körükörüne onları taklid etmeleridir. Bu iki mani dahi fikr-i hürriyet ve meyl-i
taharri-i hakikat, nev'-i beşerde başlamasıyla zeval bulmağa başlıyor.
Altıncı, Yedinci Maniler: Bizdeki istibdad ve şeriatın muhalefetinden gelen sû'-i
ahlâkımız mümanaat ediyordular. Bir şahıstaki münferid istibdad kuvveti şimdi zeval bulması,
cemaat ve komitenin dehşetli istibdadlarının otuz-kırk sene sonra zeval bulmasına işaret
etmekle ve hamiyet-i İslâmiyenin şiddetli feveranı ile ve sû'-i ahlâkın çirkin neticeleri
görülmesiyle bu iki mani de zeval buluyor ve bulmağa başlamış. İnşâallah tam zeval bulacak.
Sekizinci Mani: Fünun-ı cedidenin bazı müsbet mesaili, hakaik-i İslâmiyenin zahirî
manalarına muhalif ve muârız tevehhüm edilmesiyle, zaman-ı mazideki istilasına bir derece
sed çekmiş.
Meselâ: Küre-i Arz'a (emr-i İlahî) ile nezarete memur (ve Sevr ve Hut namlarında) iki
ruhanî melaikeyi dehşetli cismanî bir öküz, bir balık tevehhüm edip ehl-i fen ve felsefe
hakikatı bilmediklerinden İslâmiyete muârız çıkmışlar. Bu misal gibi yüz misal var ki,
hakikatı bilindikten sonra en muannid feylesof da teslim olmağa mecbur oluyor. Hattâ Risale-i
Nur, Mu'cizat-ı Kur’âniye Risalesi'nde fennin iliştiği bütün âyetlerin her birisinin altında
Kur’ânın bir lem'a-i i'cazını gösterip, ehl-i fennin medar-ı tenkid zannettikleri Kur’ân-ı
Kerim'in cümle ve kelimelerinde fennin eli yetişmediği yüksek hakikatları izhar edip en
muannid feylesofu da teslime mecbur ediyor. Meydandadır, isteyen bakabilir ve baksın. Bu
mani, kırkbeş sene evvel
406

söylenen sözden sonra nasıl kırıldığını görsün. Evet bazı muhakkikîn-i İslâmiyenin bu yolda
te'lifatları var. Bu sekizinci dehşetli manianın zîr ü zeber olacağına emareler görünüyor.
(1) (2) (3)
Evet şimdi olmasa da otuz-kırk sene sonra fen ve hakikî marifet ve medeniyetin
mehasini, bu üç kuvveti tam techiz edip, cihazatını verip o sekiz manileri mağlub edip
dağıtmak için taharri-i hakikat meyelanını ve insafı ve muhabbet-i insaniyeti, o sekiz düşman
taifesinin sekiz cephesine göndermiş. Şimdi onları kaçırmağa başlamış. İnşâallah yarım asır
sonra onları darmadağınık edecek.
Evet meşhurdur ki: En kat'î fazilet odur ki, düşmanları dahi o faziletin tasdikine
şehadet etsin. İşte yüzer misalinden iki misal:
(Birincisi) Ondokuzuncu Asr'ın ve Amerika Kıt'asının en meşhur feylesofu Mister
Karlayl, en yüksek sadâsıyla çekinmeyerek feylesoflara ve Hristiyan âlimlerine neşriyatıyla
bağırarak böyle diyor, eserlerinde şöyle yazmış: (İslâmiyet gâyet parlak bir ateş gibi doğdu.
Sair dinleri kuru ağacın dalları gibi yuttu. Hem bu yutmak, İslâmiyetin hakkı imiş. Çünki sair
dinler fakat Kur’ân'ın tasdikine mazhar olmayan kısmı hiç hükmündedir. Hem Mister Karlayl
yine diyor: [En evvel kulak verilecek sözlerin en lâyıkı, Muhammed'in (Aleyhisselatü
Vesselam) sözüdür. Çünki hakikî söz onun sözleridir.] Hem yine diyor ki: [Eğer hakikat-ı
İslâmiyede şübhe etsen, bedihiyat ve zaruriyat-ı kat'iyede iştibah edersin. Çünki en bedihî ve
zarurî bir hakikat ise, İslâmiyettir.] İşte bu meşhur feylesof, İslâmiyet hakkında bu şehadetini
eserinde müteferrik yerde yazmış.
(İkinci Misal) Avrupa'nın asr-ı âhirde en meşhur bir feylesofu Prens Bismark diyor ki:
"Ben bütün Kütüb-i Semaviyeyi tedkik ettim. Tahrif olmalarına binaen beşerin saadeti için
aradığım hakikî hikmeti bulamadım. Fakat Muhammed'in (Aleyhissalâtü Vesselâm) Kur’ânını
umum kütüblerin fevkinde gördüm. Her kelimesinde bir hikmet buldum. Bunun gibi beşerin
saadetine hizmet edecek bir eser yoktur. Böyle bir eser beşerin sözü olamaz. Bunu
407

Muhammed'in (Aleyhissalâtü Vesselâm) sözüdür diyenler, ilmin zaruriyatını inkâr etmiş


olurlar. Yani Kur’ân Allah kelâmı olduğu bedihîdir. İşte Amerika ve Avrupa'nın zekâ tarlaları
(Mister Karlayl ve Bismark gibi) böyle dâhî muhakkikleri mahsulât vermesine istinaden ben
de bütün kanaatimle derim ki:
(Avrupa ve Amerika, İslâmiyetle hâmiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet
doğuracak. Nasılki Osmanlılar Avrupa ile hâmile olup bir Avrupa devleti doğurdu.)
Ey Câmi-i Emevî'deki kardeşlerim ve yarım asır sonraki Âlem-i İslâm Câmiindeki
ihvanlarım! Acaba baştan buraya kadar olan mukaddemeler netice vermiyor mu ki; istikbalin
kıt'alarında hakikî ve manevî hâkim olacak ve beşeri, dünyevî ve uhrevî saadete sevkedecek
yalnız İslâmiyettir ve İslâmiyete inkılab etmiş ve hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak İsevîlerin
hakikî dinidir ki Kur’ân'a tâbi olur, ittifak eder.
(İkinci Cihet) Yani maddeten İslâmiyet'in terakkisinin kuvvetli sebebleri gösteriyor ki,
maddeten dahi İslâmiyet istikbale hükmedecek. Birinci Cihet, maneviyat cihetinde terakkiyatı
isbat ettiği gibi; bu İkinci Cihet dahi maddî terakkiyatını ve istikbaldeki hâkimiyetini kuvvetli
gösteriyor. Çünki Âlem-i İslâm'ın şahs-ı manevîsinin kalbinde, gâyet kuvvetli ve kırılmaz (beş
kuvvet) içtima ve imtizac edip yerleşmiş
(Birincisi) Bütün kemalâtın üstadı (Hâşiye). ve üçyüz yetmiş milyon nefisleri birtek nefis
hükmüne getirebilen ve hakikî bir medeniyetle ve müsbet ve doğru fenlerle teçhiz edilmiş
olan ve hiç bir kuvvet onu kıramayacak bir mahiyette bulunan hakikat-ı İslâmiyettir.

(Hâşiye):
Evet Kur’ânın üstadiyetinden ve dersinin işaratından fehmediyoruz ki: Kur’ân mu'cizat-ı
enbiyayı zikretmesiyle; beşer istikbalde terakki edeceğini ve o mu'cizatın nazireleri istikbalde vücuda
geleceğini beşere ders verip teşvik ediyor. Haydi çalış, bu mu’cizatın numunelerini göster diyor.
Süleyman (Aleyhisselam) gibi iki aylık yolu bir günde git. İsa (Aleyhisselam) gibi en dehşetli
hastalığın tedavisine çalış. Hazret-i Musa (Aleyhisselam)’ın
408

(İkinci Kuvvet) Medeniyet ve san'atın hakikî üstadı ve vesilelerin ve mebadilerin


tekemmülüyle cihazlanmış olan şedid bir ihtiyaç ve belimizi kıran tam bir fakr, öyle bir
kuvvettir ki, susmaz ve kırılmaz.
(Üçüncü Kuvvet) Yüksek şeylere müsabaka suretinde beşere yüksek maksadları ders
veren ve o yolda çalıştıran ve istibdadatı parça parça eden ve ulvî hisleri heyecana getiren ve
gıbta ve hased ve kıskançlık ve rekabetle ve tam uyanmakla ve müsabaka şevkiyle ve
teceddüd meyliyle ve temeddün meyelanıyla teçhiz edilen üçüncü kuvvet, yalnız hürriyet-i
şer'iyedir. Yani insaniyete lâyık en yüksek kemalâta olan meyl ve arzu ile cihazlanmış olmak.
(Dördüncü Kuvvet) Şefkatle cihazlanmış şehamet-i imaniyedir. Yani tezellül
etmemek; haksızlara, zâlimlere zillet göstermemek, mazlumları da zelil etmemek. Yani
hürriyet-i şer'iyenin esasları olan; müstebidlere dalkavukluk etmemek ve bîçarelere tahakküm
ve tekebbür etmemektir.
(Beşinci Kuvvet) İzzet-i İslâmiyettir ki, i'lâ-yı Kelimetullahı ilân ediyor. Ve bu
zamanda i'lâ-yı Kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf ve medeniyet-i hakikiyeye
girmekle i'lâ-yı Kelimetullah edilebilir.
İzzet-i İslâmiyetin iman ile kat'î verdiği emri, elbette âlem-i İslâmın şahs-ı manevîsi o
kat'î emri, istikbalde tam yerine getireceğine şübhe edilmez. Evet nasılki eski zamanda
(İslâmiyet'in terakkisi),

(Hâşiyenin maba’di) asası gibi taştan âb-ı hayat çıkar. Beşeri susuzluktan kurtar. İbrahim
(Aleyhisselam) gibi ateş hiç yakmayacak maddeleri bul giy. Bazı Enbiyalar (Aleyhisselam) gibi şarkta
ve garbta en uzak sesleri işit ve suretleri gör. Davud (Aleyhisselam) gibi demiri hamur gibi yumuşat.
Beşerin bütün san’atına medar olmak için demiri bal mumu gibi yap. Yusuf (Aleyhisselam) ve Nuh
(Aleyhisselam) ‘ın birer mucizesi olan saat ve gemiden nasıl çok istifade ediyorsunuz. Öyle de, sair
Enbiya (Aleyhisselam)’ın size ders verdiği mucizelerden dahi o saat ve sefine gibi istifade ediniz.
Taklitlerini yapınız. İşte buna kıyasen Kur’ân, her cihetle beşeri maddi manevi terakkiyata sevk etmek
için ders veriyor. Üstad-ı küll olduğunu isbat ediyor.
409

düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def'etmek, silâh ile kılınç
ile olmuş. İstikbalde silâh, kılınç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve
hakkaniyetin manevî kılınçları düşmanları mağlub edip dağıtacak.
Biliniz ki: Bizim muradımız medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan
iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki; ahmaklar o seyyiatları, o
sefahetleri mehasin zannedip, taklid edip malımızı harab ettiler. Ve dini rüşvet verip, dünyayı
da kazanamadılar. Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip seyyiatı hasenatına racih
gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yiyip, o günahkâr medeniyeti zîr ü
zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşâallah istikbaldeki İslâmiyet'in
kuvveti ile medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek,
sulh-ı umumîyi de temin edecek.
Evet Avrupa'nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne teesüs edilmediğinden, heves ve
heva ve rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin seyyiatı
hasenatına galebe edip, (ihtilâlci komitelerle) kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetiyle
Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir. Ve az vakitte galebe
edecektir. Acaba istikbale karşı ehl-i iman ve ehl-i İslâm için böyle maddî ve manevî
terakkiyata sebeb ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine yol
açıldığı halde, nasıl me'yus olup ye'se düşüyorsunuz ve âlem-i İslâmın kuvve-i maneviyesini
de kırıyorsunuz? Ve yeis ve ümidsizlikle zannediyorsunuz ki, dünya herkese ve ecnebîlere
terakki dünyasıdır, fakat yalnız bîçare ehl-i İslâm için tedenni dünyası oldu diye pek yanlış bir
hataya düşüyorsunuz. Madem meyl-ül istikmal (tekemmül meyli) kâinatta fıtrat-ı beşeriyede
fıtraten dercedilmiş. Elbette beşerin (zulüm ve hatasıyla) başına çabuk bir kıyamet kopmazsa;
istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâm'da (nev'-i beşerin eski hatiatına kefaret
410

olacak) bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek inşâallah… Evet bakınız, zaman hatt-ı
müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehası birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-
i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi
gösterir. Bazan tedenni içinde kış ve fırtına mevsimi gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her
geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşâallah.
Hakikat-ı İslâmiyenin güneşi ile, sulh-ı umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmekliği
rahmet-i İlahiyeden bekliyebilirsiniz.
Dersin başında, bir buçuk bürhanı davamıza şahid göstereceğiz demiştik. Şimdi bir
bürhan mücmelen bitti. O davanın yarı bürhanı da şudur ki: Fenlerin (casus gibi) tedkikatıyla ve
hadsiz tecrübelerle sabit olmuş ki: Kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-ı bizzât ve
Sâni'-i Zülcelal'in hakikî maksadları, hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir. Çünki
kâinata aid fenlerden herbir fen, küllî kaideleriyle bahsettiği nev' ve taifede öyle bir intizam ve
mükemmeliyet gösteriyor ki, ondan daha mükemmel akıl bulamıyor. Meselâ: Tıbba aid teşrih-i
beden-i insanî fenni ve Kozmoğrafyaya tâbi Manzume-i Şemsiye fenni; nebatat ve hayvanata
aid fenler gibi bütün fenlerin her birisi, küllî kaideleriyle o bahsettiği kısımda Sâni'-i Zülcelal'in
َِ ُ ‫سن ك‬
o nev'deki nizamında mu'cizat-ı kudretini ve hikmetini ve [‫ه‬ ُ ‫خلَقَه‬
َ ‫ئ‬ َ ‫ل‬
ٍ ْ ‫شي‬ ْ َ ‫]ا‬
َ ‫ح َه‬
hakikatını gösteriyor.
Hem istikra-i tâmme ve tecrübe-i umumî gösteriyor, netice veriyor ki: Şer, kubh,
çirkinlik, bâtıl, fenalık hılkat-ı kâinatta cüz'îdir. Maksud değil, tebaîdir ve dolayısıyla yani
meselâ çirkinlik, çirkinlik için kâinata girmemiş; belki güzelliğin bir hakikatı çok hakikatlara
inkılab etmek için çirkinlik bir vâhid-i kıyasî olarak hılkata girmiş. Şer, hattâ şeytan dahi
beşerin hadsiz terakkiyatına (müsabaka ile) vesile olmak için beşere musallat edilmiş. Bunlar
gibi cüz'î şerler, çirkinlikler, küllî güzelliklere, hayırlara
411

vesile olmak için kâinatta halkedilmiş. İşte kâinatta hakikî maksad ve netice-i hılkat istikra-i
tâmme ile isbat ediyor ki; hayır ve hüsün ve tekemmül esastır ve hakikî maksud onlardır.
Elbette beşer bu kadar zulmî küfriyatlarıyla zemin yüzünü mülevves ve perişan ettikleri halde,
cezasını görmeden ve kâinattaki maksud-ı hakikîye mazhar olmadan, dünyayı bırakıp ademe
kaçamayacak. Belki Cehennem hapsine girecek.
Hem istikra-i tâmme ile ve fenlerin tahkikatıyla sabit olmuş ki; mahlukat içinde en
mükerrem, en ehemmiyetli beşerdir. Çünki beşer, hılkat-ı kâinattaki zahirî esbab ve neticeleri-
nin mabeynindeki basamakları ve teselsül eden illetlerin ve sebeblerin münasebetlerini aklıyla
keşfedip san'at-ı İlahiyeyi ve muntazam hikmetli icadat-ı Rabbaniyenin taklidini san'atçığı ile
yapmak ve ef'al-i İlahiyeyi anlamak için ve san'at-ı İlahiyeyi bilmek ve cüz'î ilmiyle ve
san'atlarıyla anlamak için bir mizan, bir mikyas, kendi cüz'î ihtiyarıyla işlediği maddelerle,
Hâlık-ı Zülcelal'in küllî, muhit ef'al ve sıfatlarını bilerek kâinatın en eşref, en ekrem mahluku
beşer olduğunu isbat ediyor.
Hem İslâmiyet'in kâinata ve beşere aid hakikatlarının şehadetiyle mükerrem beşer
içinde en eşref ve en a'lâsı ehl-i hak ve hakikat olan ehl-i İslâmiyet; hem istikra-i tâmme ile,
tarihlerin şehadetiyle, en mükerrem beşer içindeki en müşerref olan ehl-i hakkın içinde dahi
bin mu'cizatı ve çok yüksek ahlâkının ve İslâmiyet ve Kur’ân hakikatlarının şehadetiyle en
efdal, en yüksek olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dır.
Madem bu yarı bürhanın üç hakikatı böyle haber veriyor. Acaba hiç mümkün müdür
ki, nev'-i beşer şekavetiyle bu kadar fenlerin şehadetini cerhedip, bu istikra-i tâmmeyi kırıp,
meşiet-i İlahiyeye ve kâinatı içine alan hikmet-i ezeliyeye karşı temerrüd edip, şimdiye kadar
ekseriyetle yaptığı gibi o zâlimane vahşetinde ve mütemerridane küfründe ve dehşetli
tahribatında devam edebilsin? Ve İslâmiyet aleyhinde bu hâlin devam etmesi hiç mümkün
müdür? Ben bütün kuvvetimle, hadsiz lisanım olsa, o hadsiz lisanlarla kasem ederim ki, âlemi
412

bu nizam-ı ekmel ile, bu kâinatı zerreden seyyarata kadar, sinek kanadından semavat
kandillerine kadar nihâyet bir hikmet-i intizam ile halkeden Hakîm-i Zülcelal'e ve Sâni'-i
Zülcemal'e o hadsiz lisanlarla kasem ediyoruz ki; beşer hiçbir cihetle bütün enva'-ı kâinata
muhalif olarak ve küçük kardeşleri olan sair taifelere zıd olarak kâinattaki nizama, küllî
şerleriyle muhalefet edip nev'-i beşerde şerrin hayra galebesini binler senede sebeb olup o
zakkumları yiyip hazmetmesi mümkün değil… Bunun imkânı ancak ve ancak bu farz-ı muhal
ile olabilir ki; beşer bu âleme emanet-i kübra mertebesinde ve halife-i rûy-i zemin makamında
sair enva'-ı kâinata büyük ve mükerrem bir kardeş olduğu halde en edna, en berbad, en
perişan, en muzır ve ehemmiyetsiz, hırsızcasına ve dolayısıyla bu kâinat içine girmiş,
karıştırmış. Bu farz-ı muhal, hiçbir cihetle kabul olunamaz.
Bu hakikat için, elbette bu yarım bürhanımız netice veriyor ki, âhirette Cennet ve
Cehennem'in zarurî vücudları gibi, hayır ve hak din istikbalde mutlak galebe edecektir. Tâ ki,
nev'-i beşerde dahi sair neviler gibi hayır ve fazilet galib-i mutlak olacak. Tâ beşer de sair
kâinattaki kardeşlerine müsavi olabilsin ve sırr-ı hikmet-i ezeliye nev'-i beşerde dahi takarrur
etti denilebilsin.
(Elhâsıl) Madem mezkûr kat'î hakikatlarla bu kâinatta en müntehab netice ve Hâlık'ın
nazarında en ehemmiyetli mahluk beşerdir. Elbette ve elbette hayat-ı bâkiyede Cennet ve
Cehennem'i, bilbedahe beşerdeki şimdiye kadar zâlimane vaziyetler Cehennem'in vücudunu
ve fıtratındaki küllî istid’adat-ı kemaliyesi ve kâinatı alâkadar eden hakaik-i imaniyesi,
Cennet'i bedahetle istilzam ettiği gibi; her halde iki harb-i umumî ile ettiği ve kâinatı
ağlattıran cinâyetleri ve yuttuğu zakkum şerleri ve hazmetmediği için kustuğu ve zeminin
bütün yüzünü pislendirdiği vaziyetiyle, en berbad bir dereceye düşürüp bin senelik
terakkiyatını zîr ü zeber etmek cinâyetini beşer hazmetmeyecek. Her halde çabuk başında bir
kıyamet kopmazsa, hakaik-i İslâmiye, beşeri esfel-i safilîn derece-i sukutundan kurtarmaya ve
rûy-i zemini temizlemeğe ve sulh-ı umumîyi temin etmeğe
413

vesile olmasını Rahman-ı Rahîm'in rahmetinden niyaz ediyoruz ve ümid ediyoruz ve


bekliyoruz.
(İKİNCİ KELİME) ki; müddet-i hayatımda tecrübelerimle fikrimde tevellüd eden
şudur: Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, Âlem-i İslâm'ın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki bizi
öldürmüş gibi, garbda bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları
kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek
ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-ı umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiyeye nazarımızı hasrettir-
miş. Hem o yeistir ki, kuvve-i maneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i
maneviyeyi şarktan garba kadar istilâ ettiği halde; o kuvve-i maneviye-i hârika, me'yusiyetle
kırıldığı için, zâlim ecnebiler dörtyüz seneden beri üçyüz milyon Müslümanı kendilerine esir
etmiş. Hattâ bu yeis ile başkasının lâkaydlığını ve füturunu kendi tenbelliğine özür zannedip
Neme lâzım der, Herkes benim gibi berbaddır diye şehamet-i imaniyeyi terkedip hizmet-i
İslâmiyeyi yapmıyor.
Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor; biz de o
ِٰ ِ‫مة‬
katilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz. [‫الله ِه‬ َ ‫ح‬
ْ ‫ن َر‬ ِ ‫ ] ل َ تَقْنَطُوا‬kılıncıyla o yeisin
ْ ‫م‬
ُ ُ
başını parçalayacağız. [‫ه‬ ُ ‫ك كُل ِه‬ ُ ‫ك كُل ِه‬
‫ه ل َ يُتَْر ُه‬ ‫ما ل َ يُدَْر ُه‬
‫ ] َه‬hadîsinin hakikatıyla belini
kıracağız inşâallah.
Yeis; ümmetlerin, milletlerin seretan denilen en dehşetli bir hastalığıdır. Ve kemalâta
mani ve [‫ن ع َبْدِى ب ِهى‬ ِ ‫ن ظ َه‬ ِ ‫س‬
‫ح ْه‬ ُ َ ‫عنْد‬ِ ‫ ]اَن َها‬hakikatına muhaliftir; korkak, aşağı ve
âcizlerin şe'nidir, bahaneleridir. Şehamet-i İslâmiyenin şe'ni değildir. Hususan Arab gibi nev'-i
beşerde medar-ı iftihar yüksek seciyelerle mümtaz bir kavmin şe'ni olamaz. Âlem-i İslâm
milletleri Arab'ın metanetinden ders almışlar. İnşâallah yine Arablar ye'si bırakıp İslâmiyet'in
kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesanüd ve ittifak ile el ele verip Kur’ân'ın
bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir.
414

(ÜÇÜNCÜ KELİME) ki; bütün hayatımdaki tahkikatımla ve hayat-ı içtimaiyenin


çalkamasıyla hülâsa ve zübdesi bana kat'î bildirmiş ki: Sıdk, İslâmiyetin üss-ül esasıdır ve ulvî
seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyle ise, hayat-ı içtimaiyemizin
esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla manevî hastalıklarımızı tedavi
etmeliyiz.
Evet sıdk ve doğruluk, İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir.
Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu, alçakça bir yalancılıktır. Nifak
ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sâni'-i Zülcelal'in kudretine bir iftira
etmektir.
Küfür, bütün enva'ıyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen
kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var; şark ve garb kadar birbirinden uzak olmak
lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lâzım. Halbuki gaddar siyaset ve zâlim
(Hâşiye)
propaganda birbirini karıştırmış, beşerin kemalâtını da karıştırmış.

(Hâşiye):
Ey kardeşlerim! Kırkbeş sene evvel Eski Said'in bu dersinden anlaşılıyor ki; o Said siyasetle,
içtimaiyat-ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki; o, dini siyasete âlet veya
vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ belki o bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve der
idi ki: Dinin bir hakikatını bin siyasete tercih ederim. Evet o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki,
bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeğe teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o
da bütün kuvvetiyle siyaseti İslâmiyetin hakaikına bir hizmetkâr, bir âlet yapmağa çalışmış. Fakat o
zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafık zındıkların garblılaşmak bahanesiyle, siyaseti
dinsizliğe âlet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeğe
çalışmışlardı.
İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Ve âlet yapmak İslâmiyetin kıymetini
tenzil etmektir, büyük bir cinâyettir. Hattâ Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü: Bir sâlih
âlim kendi fikr-i siyasîsine muvafık bir münafığı hararetle sena etti siyasetine muhalif bir sâlih hocayı
tenkid ve tefsik etti.
Eski Said ona dedi: Bir şeytan senin fikrine yardım etse, rahmet okutacaksın. Senin fikr-i
siyasiyene muhalif bir melek olsa, lanet edeceksin. Bunun için Eski Said (‫مهن‬ ِٰ ‫اعوذ‬
‫باللهه‬
‫)الشيطان والسياسة‬
415

Bu sıdk ve kizb, küfür ve iman kadar birbirinden uzak. Asr-ı Saadette sıdk vasıtasıyla
Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm a'lâ-yı illiyyîne çıkmak ve o sıdk anahtarı ile hakaik-i
imaniye ve hakaik-i kâinat hazinesi açılması sırrıyla, içtimaiyat-ı beşeriye çarşısında sıdk en
revaçlı bir mal ve satın alınacak en kıymetli bir meta hükmüne geçmiş. Ve kizb vasıtasıyla
Müseylime-i Kezzab'ın emsali, esfel-i safilîne sukut etmiş. Ve kizb o zamanda küfriyat ve
hurafatın anahtarı olduğunu o inkılab-ı azîm gösterdiğinden, kâinat çarşısında en fena, en pis
bir mal olup, o malı satın almak değil; herkesin nefret etmesi hükmüne geçen kizb ve yalana,
elbette o inkılab-ı azîmin saff-ı evveli olan ve fıtratlarında en revaçlı ve medar-ı iftihar şeyleri
almak ve en kıymetli ve revaçlı mallara müşteri olmak fıtratları bulunan sahabeler; elbette
şübhesiz bilerek ellerini yalana uzatmazlar. Kizb ile kendilerini mülevves etmezler.
Müseylime-i Kezzab'a kendilerini benzetemezler. Belki bütün kuvvetleriyle ve meyl-i
fıtrîleriyle en revaçlı mal ve en kıymettar meta ve hakikatların anahtarı ve Muhammed
Aleyhissalâtü Vesselâm'ın a'lâ-yı illiyyîne çıkmasının basamağı olan sıdk ve doğruluğa
müşteri olup, mümkün olduğu kadar sıdktan ayrılmamağa çalıştıklarından, ilm-i hadîsçe ve
ülema-i şeriat içinde bir kaide-i mukarrere olan (Sahabeler, daima doğru söylerler. Onlardaki
rivâyet tezkiyeye muhtaç değil. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’dan rivâyet ettikleri
hadîsler, bütün sahihtir) diye ehl-i şeriat ve ehl-i hadîsin ittifakına kat'î hüccet, bu mezkûr
hakikattır.
İşte Asr-ı Saadetteki inkılab-ı azîm, sıdk ile kizb, iman ile küfür kadar birbirinden uzak
iken zaman geçtikçe gele gele birbirine yakınlaştı. Ve siyaset propagandası bazan yalana
ziyade revaç verdi. Fenalık ve yalancılık bir derece meydan aldı. İşte bu hakikat içindir ki,
sahabelere kimse

(Hâşiyenin maba’di) (Hâşiye)


dedi” otuzbeş seneden beri siyaseti terk etti.

(Hâşiye)
üstadımızın yirmi yedi senelik hayatı ve yüzotuz parça kitabı ve mektubları, üç mahkeme ve
hükûmet memurları tarafından tam tedkik edildiği ve aleyhinde çalışan zâlim mürted ve münafıklara
karşı mecbur da olduğu halde, hattâ i'damı için gizli emir verildiği halde, dini siyasete âlet ettiğine dair
en ufak bir emare bulamamaları, dini siyasete âlet etmediğini kat'î isbat ediyor. Ve hayatını yakından
tanıyan biz Nur Şakirdleri ise, bu fevkalâde hâle karşı hayranlık duymakta ve Risale-i Nur’un
dairesindeki hakikî ihlasa bir delil saymaktayız.
Nur Şakirdleri
416

yetişemez. Yirmiyedinci Söz'ün zeyli olan sahabeler hakkındaki risaleye havale edip kısa
kesiyoruz.
Ey bu Câmi-i Emevî'deki kardeşlerim! Ve kırk-elli sene sonra âlem-i İslâmın mescid-i
kebirindeki dörtyüz milyon ehl-i iman olan ihvanımız! Necat yalnız sıdk ile, doğrulukla olur.
(Urvet-ül vüska) sıdktır. Yani, en muhkem ve onunla bağlanacak zincir doğruluktur.
Amma maslahat için kizb ise, zaman onu neshetmiş. Çünki maslahat ve zaruret için
bazı âlimin muvakkat fetvası Bu zamanda o fetva verilmez. Çünki o kadar sû'-i istimal
edilmiş ki, yüz zararı içinde bir menfaatı olabilir. Onun için hüküm maslahata bina edilmez.
Meselâ: Seferde namazı kasretmenin sebebi, meşakkattır. Fakat illet olamaz. Çünki
muayyen bir haddi yok. Sû'-i istimale düşebilir. Belki illet, yalnız sefer olabilir. Aynen öyle
de, maslahat dahi yalan söylemeğe illet olamaz. Çünki muayyen bir haddi yok, sû'-i istimale
müsaid bir bataklıktır. Hükm-i fetva ona bina edilmez. Öyle ise (‫ما‬ َِ ‫صهدْقُ وَا ِه‬ َِ ‫ا ِه‬
ِ ِ ‫ما ال‬
ُ ‫سكُو‬
‫ت‬ ُِ ‫)ال‬ Yani yol ikidir, üç değildir. Ya doğru, ya yalan, ya sükût değildir.
İşte şimdi beşerin ortadaki dehşetli yalancılığıyla ve tezviratlarıyla emniyet-i
umumiyenin ve rûy-i zemin asayişlerinin zîr ü zeber olması kizble ve maslahatın sû'-i istimali
ile olmasından, elbette o üçüncü yolu kapatmağa beşeri mecbur ediyor ve kat'î emir veriyor.
Yoksa bu yarım asırda gördükleri umumî harbler ve dehşetli inkılablar ve sukutlar ve
tahribatlar, başlarına bir kıyameti koparacak.
Evet her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu söylemek doğru değildir. Bazan
zarar verse sükût etmek.. yoksa yalana hiç fetva yok. Her söylediğin hak olmalı, fakat her
hakkı söylemeğe senin hakkın yok. Çünki hâlis olmazsa sû'-i tesir eder; hak, haksızlıkta
sarfolur.
(DÖRDÜNCÜ KELİME) Bütün hayatımda, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeden kat'î
bildiğim ve tahkikatların bana verdiği netice şudur ki: Muhabbete en lâyık şey muhabbettir ve
husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani
417

Orijinal Osmanlıca nüshada, 416. sayfa aynı zamanda 417. sayfa olduğunudan sayfa mizanpajı bozulmaması için bu kısım boş bırakılmıştır!
418

hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı,
en ziyade sevilmeğe ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zîr ü zeber eden
düşmanlık ve adavet, her şeyden ziyade nefrete ve adavete ve ondan çekilmeğe müstehak ve
çirkin ve muzır bir sıfattır. Bu hakikat Risale-i Nur'un Yirmiikinci Mektubunda izahıyla beyan
edildiğinden burada kısa bir işaret ediyoruz. Şöyle ki:
Husumet ve adavetin vakti bitti. İki harb-i umumî adavetin ne kadar fena ve tahrib
edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı tezahür etti. Öyle ise,
düşmanlarımızın seyyiatı, (tecavüz olmamak şartıyla) adavetinizi celbetmesin. Cehennem ve
azab-ı İlahî kâfidir onlara.. Bazan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak ehl-i imana
karşı haksız olarak adavet eder; kendini haklı zanneder. Halbuki bu husumet ve adavetle, ehl-i
imana karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf
etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir. Adavetin ehemmiyetsiz esbablarını, muhabbetin
dağ gibi sebeblerine tercih etmek gibi bir divaneliktir. Madem muhabbet adavete zıddır. Ziya
ve zulmet gibi, hakikî içtima edemezler. Hangisinin esbabı galib ise, o hakikatıyla kalbde
bulunacak; onun zıddı hakikatıyla olmayacak.
Meselâ: Muhabbet hakikatı ile bulunsa, o vakit adavet şefkate, acımağa inkılab eder.
Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut adavet hakikatıyla kalbde bulunsa, o vakit muhabbet
mümaşat ve karışmamak, zahiren dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i
dalalete karşı olabilir. Evet muhabbetin sebebleri; iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi
nuranî, kuvvetli zincirler ve manevî kal'alardır. Adavetin sebebleri, ehl-i imana karşı küçük
taşlar gibi bir kısım hususî sebeblerdir. Öyle ise bir müslümana hakikî adâvet eden, o dağ gibi
muhabbet esbablarını istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatadır.
419

(Elhâsıl) Muhabbet, uhuvvet, sevmek İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır. Ehl-i adavet,


mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister, birşey arıyor ki onunla ağlasın.
Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz bir şey, ağlamasına bahane olur. Hem insafsız, bedbîn bir
âdeme benzer ki, sû'-i zan mümkün oldukça hüsn-i zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter.
Bu ise, seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-i zan bunu reddeder.
(BEŞİNCİ KELİME) Meşveret-i şer'iyeden aldığım ders budur: Şu zamanda bir
âdemin bir günahı, bir kalmıyor. Bazan büyür, sirâyet eder.Birtek hasene bazan bir kalmıyor.
Belki bazan binler dereceye terakki ediyor. Bunun sırr-ı hikmeti şudur:
Hürriyet-i şer'iye ile meşveret-i meşrua, hakikî milliyetimizin hâkimiyetini gösterdi.
Hakikî milliyetimizin esas ruhu ise İslâmiyet'tir. Ve hilafet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o
milliyete bayraktarlığı itibariyle, (o İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kal'ası hükmünde) Arab ve
Türk hakikî iki kardeş, o kal'a-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar. İşte bu kudsî milliyetin
rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm bir tek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi İslâm
taifeleri de, birbirine uhuvvet-i İslâmiye ile mürtebit ve alâkadar olur. Birbirisine (manen,
lüzum olsa) maddeten yardım eder. Güya bütün İslâm taifeleri bir silsile-i nuraniye ile
birbirine bağlıdır.
Nasılki bir aşiretin bir ferdi bir cinâyet işlese, o aşiretin bütün efradı, o aşiretin
düşmanı olan başka aşiretin nazarında bütün efradı müttehem olur. Güya herbir ferd o cinâyeti
işlemiş gibi, o düşman aşiret onlara düşman olur. O tek cinâyet, binler cinâyet hükmüne geçer.
Eğer o aşiretin bir ferdi o aşiretin mahiyetine temas eden medar-ı iftihar bir iyilik yapsa, o
aşiretin bütün efradı onunla iftihar eder. Güya herbir âdem, aşirette o iyiliği yapmış gibi iftihar
eder.
İşte bu mezkûr hakikat içindir ki, bu zamanda, hususan kırk-elli sene sonra seyyie, fenalık
işleyenin üstünde kalmaz. Belki milyonlar nüfus-ı İslâmiyenin hukuklarına tecavüz olur. Kırk-
elli sene sonra çok misalleri görülecek.
420

Ey bu sözlerimi dinleyen Câmi-i Emevî'deki kardeşler ve kırk-elli sene sonra Âlem-i


İslâm Câmiindeki ihvan-ı Müslimîn! Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeğe iktidarımız
yok, onun için mazuruz. diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil.
Tenbelliğiniz ve Neme lâzım deyip çalışmamanız ve ittihad-ı İslâm ile ve milliyet-i hakikiye-i
İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gâyet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır. İşte
seyyie böyle binlere çıktığı gibi, bu zamanda hasene -yani İslâmiyetin kudsiyetine temas eden
iyilik- yalnız işleyene münhasır kalmaz. Belki o hasene, milyonlar ehl-i imana manen faide
verebilir. Hayat-ı maneviye ve maddiyesinin rabıtasına kuvvet verebilir. Onun için Neme
lâzım deyip kendini tenbellik döşeğine atmak zamanı değil!..
Ey bu câmi'deki kardeşlerim ve kırk-elli sene sonraki Âlem-i İslâm mescid-i
kebirindeki ihvanlarım! Zannetmeyiniz ki, ben bu ders makamına size nasihat etmek için
çıktım. Belki buraya çıktım, sizde olan hakkımızı dava ediyoruz. Yani Kürd gibi küçük
taifelerin menfaatı ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük ve muazzam
taife olan Arab ve Türk gibi hâkim üstadlarla bağlıdır. Sizin tenbelliğiniz ve füturunuz ile biz
bîçare küçücük kardeşleriniz olan İslâm taifeleri zarar görüyoruz.
Hususan ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Arablar! En
evvel bu sözler ile sizinle konuşuyorum. Çünki siz bizim ve bütün İslâm taifelerinin
üstadlarımız ve imamlarımız ve İslâmiyet'in mücahidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk
Milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler. Onun için tenbellikle günahınız büyüktür. Ve
iyiliğiniz ve haseneniz de gâyet büyük ve ulvîdir. Hususan kırk-elli sene sonra Arab taifeleri,
Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeğe, esarette kalan hâkimiyet-i
İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı
rahmet-i İlahiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşâallah nesl-i âti
görecek..
421

Sakın kardeşlerim! Tevehhüm, tahayyül etmeyiniz ki, ben bu sözlerimle siyasetle iştigal için
himmetinizi tahrik ediyorum. Hâşâ! Hakikat-ı İslâmiye bütün siyasâtın fevkindedir. Bütün
siyasetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslâmiyeti kendine âlet etsin.
Ben kusurlu fehmimle şu zamanda, heyet-i içtimaiye-i İslâmiyeyi (çok çark ve
dolapları bulunan) bir fabrika suretinde tasavvur ediyorum. O fabrikanın bir çarkı geri kalsa,
yahut bir arkadaşı olan başka bir çarka tecavüz etse, makinenin mihanikiyeti bozulur. Onun
için ittihad-ı İslâmın tam zamanı gelmeye başlıyor. Birbirinizin şahsî kusurlarına bakmamak
gerektir.
Bunu da teessüf ve teellüm ile size beyan ediyorum ki: Ecnebîlerin bir kısmı, nasıl
kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar. Onun bedeline çürük bir fiat verdiler.
Aynen öyle de, yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan ve hayat-ı içtimaiyeye temas
eden seciyelerimizin bir kısmını da bizden aldılar. Terakkilerine medar ettiler. Ve onun fiatı
olarak bize verdikleri sefihane ahlâk-ı seyyieleridir, sefihane seciyeleridir. Meselâ: Bizden
aldıkları seciye-i milliye ile, bir âdem onlarda der: (Eğer ben ölsem milletim sağ olsun. Çünki
milletimin içinde bir hayat-ı bâkiyem var.) İşte bu kelimeyi bizden almışlar ve terakkiyat-
larında en metin esas da budur. Bizden hırsızlamışlar. Bu kelime ise, din-i haktan ve iman
hakikatlarından çıkar. O bizim, ehl-i imanın malıdır. Halbuki ecnebilerden içimize giren pis ve
fena seciye itibariyle bir hodgâm âdem bizde diyor: (Ben susuzluktan ölsem, yağmur hiçbir
daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozulsun).
İşte bu ahmakane kelime dinsizlikten çıkıyor, âhireti bilmemekten geliyor. Hariçten
içimize girmiş, zehirliyor.
Hem o ecnebilerin bizden aldıkları fikr-i milliyetle bir ferdi, bir millet gibi kıymet
alıyor. Çünki bir âdemin kıymeti,
422

himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.
Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve ecnebilerin zararlı seciyelerini almamızdan, kuvvetli ve
kudsî İslâmî milliyetimizle beraber herkes nefsî! nefsî demekle ve milletin menfaatini
düşünmemekle ve menfaat-ı şahsiyesini düşünmekle- bin âdem, bir âdem hükmüne sukut
َ
eder. (‫مدَن ِهى بِالط ِب ْهع‬ ُ ‫ن ِلَن َِه‬
َ ‫ه‬ ِ ‫سا‬ َ ‫م نَه اْلِن ْه‬
ِ ‫س‬َ ‫ه فَلَي ْه‬ ُ ‫س‬
ُ ‫ه نَفْه‬
ُ ‫مت ُه‬ َ ‫م نْه كَا‬
َِ ِ ‫نه ه‬ َ ) Yani:
Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünki insanın fıtratı medenîdir. Ebna-i cinsini
mülahazaya mecburdur. Hayat-ı içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir.
Meselâ: Bir ekmeği yese kaç ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri manen öptüğünü ve
giydiği libas ile kaç fabrika ile alâkadar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi bir post ile
yaşıyamadığından ve ebna-i cinsiyle fıtraten alâkadar olduğundan ve onlara manevî bir fiat
vermeğe mecbur bulunduğundan fıtratıyla medeniyetperverdir. Menfaat-ı şahsiyesine hasr-ı
nazar eden, insanlıktan çıkar, masum olmayan câni bir hayvan olur. Birşey elinden gelmese,
hakikî özrü olsa o müstesna!.
(ALTINCI KELİME) Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin
anahtarı, meşveret-i şer'iyedir. (‫م‬ ْ ‫شوَرى بَيْنَهُه‬ ُ ‫م‬ْ ‫مُرهُه‬ ْ َ ‫ )وَ ا‬âyet-i kerimesi, şûrayı esas
olarak emrediyor.
Evet nasılki nev'-i beşerdeki telahuk-ı efkâr ünvanı altında asırlar ve zamanların (tarih
vasıtasıyla) birbirisiyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünununun esası olduğu
gibi; en büyük kıt'a olan Asya'nın en geri kalmasında bir sebebi, o şûra-yı hakikiyeyi
yapmamasıdır. Asya kıt'asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı, şûradır. Yani nasıl ferdler
birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt'alar dahi o şûrayı yapmaları lâzımdır ki, üçyüz belki
dörtyüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdadların kayıdlarını, zincirlerini
açacak, dağıtacak, meşveret-i şer'iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden
hürriyet-i şer'iyedir ki, o hürriyet-i şer'iye, âdâb-ı şer'iye ile süslenip, garb medeniyet-i
sefihanesindeki seyyiatı atmaktır.
423

İmandan gelen hürriyet-i şer'iye, iki esası emreder:


َ‫ن ع َبْدًا لِلْعِبَاد * ل‬ ُ ‫ن ع َبْدًا ِل ِٰله ِه ل َ يَكُو‬َ ‫ن كَا‬ ْ ‫م‬ َ *‫ل‬ َ َِ ‫ل وَ ل َ يَتَذ َل‬َ ِِ ‫ن ل َ يُذ َل‬
ْ َ‫ا‬
ُ َِ ‫عي‬
‫ة‬ َِ ‫ة ال‬
ِ ‫شْر‬ ُ ْ ‫م اَل‬
ُ َِ ‫حرِي‬ ِٰ ‫ن‬
ْ َ‫الله ِه * نَع‬ ِ ‫ضا اَْربَابًا‬ ْ ُ ‫ضك‬ ْ َ‫جع‬
ِ ‫ن دُو‬ ْ ‫م‬ ً ‫م ب َ ْع‬ ُ ْ‫ل بَع‬ ْ َ‫ي‬
‫ن‬
ِ ٰ‫حم‬ ْ ‫ة الَِر‬ َ
ُ ِ ‫عَطِي‬
Yani: İman bunu iktiza ediyor ki; tahakküm ve istibdad ile başkasını tezlil etmemek ve
zillete düşürmemek ve zâlimlere tezellül etmemek. Allah'a hakikî abd olan, başkalara abd
olamaz. Birbirinize Allah'tan başka kendinizi Rab yapmayınız!... Yani Allah'ı tanımayan; her
şeye, herkese nisbetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet hürriyet-i
şer'iye; Cenab-ı Hakk'ın Rahman ve Rahîm tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.
َِ َ ‫شوَرى ا‬ ُِ ‫ة ولْتَقْوى ال‬ ُ ْ ‫س فَلْتَدُوم ِ ال‬
‫ن‬ َ َ ُ َِ ‫حب‬
َ ‫م‬ ُ ْ ‫ش الْيَا‬
َ ‫صدْقُ وَل َ ع َا‬ ْ َ ‫فَلْي‬
ِ ‫حيَا ال‬
‫ن اتَِبَعَ الْهُدَى‬
ِ ‫م‬َ ‫م ع َلَى‬ ُ َ ‫سل‬ َِ ‫ن اتَِبَعَ الْهَوَى وَال‬ َ ‫م ع َلَى‬
ِ ‫م‬ ُ َ ‫مل‬َ ْ ‫ال‬
Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin!. Şûra kuvvet bulsun!. Bütün levm ve
itab ve nefret, heva ve hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet Hüda'ya tâbi olanlar
üstüne olsun. Âmîn…
Eğer denilse: Neden şûraya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve beşerin, hususan
Asya'nın, hususan İslâmiyet'in hayatı ve terakkisi nasıl o şûra ile olabilir?
(Elcevab) Nur'un Yirmibirinci Lem'a-i İhlasında izah edildiği gibi; haklı şûra ihlas ve
tesanüdü netice verdiğinden, üç elif, yüzonbir olduğu gibi, ihlas ve tesanüd-i hakikî ile üç
âdem yüz âdem kadar millete fayda verebilir. Ve on âdem hakikî ihlas ve tesanüd ve
meşveretin sırrı ile, bin âdem kadar iş gördüklerini çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor.
Madem beşerin ihtiyacatı hadsiz ve düşmanları nihâyetsiz ve kuvveti ve sermayesi pek cüz'î;
hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla elbette ve elbette
o hadsiz düşmanlara ve o nihâyetsiz hacetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve nokta-i
istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayandığı gibi hayat-ı içtimaiyesi de
424

yine imanın hakaikından gelen şûra-yı şer'î ile yaşıyabilir. O düşmanları durdurur, o hacetlerin
teminine yol açar.

[ Zeyl ]

Hutbe-i Şamiye Arabî Zeylinde, gâyet latif bir temsil ile imandan gelen manevî ve
kırılmaz bir kahramanlık gösteriyor. Bu mes'elemiz münasebetiyle bir hülâsasını beyan
ediyoruz:
Hürriyetin başında Sultan Reşad'ın Rumeliye seyahati münasebetiyle vilayat-ı şarkıye
namına ben de refakat ettim. Şimendiferimizde iki mektebli mütefennin arkadaşla bir
mübahase oldu. Benden sual ettiler ki:
Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım? O zaman
dedim: Biz müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzât müttehiddir. İtibarî,
zahirî, ârızî bir ayrılık var. Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur. İkisini birbirinden ayrı ve
farklı bakan hamiyet-i diniye, avam ve havassa şamil oluyor. Hamiyet-i milliye, yüzden
birisine (yani menafi'-i şahsiyesini millete feda edene) has kalır. Öyle ise, hukuk-ı umumiye
içinde hamiyet-i diniye esas olmalı. Hamiyet-i milliye ona hâdim ve kuvvet ve kal'ası olmalı.
Hususan biz şarklılar, garblılar gibi değiliz. İçimizde kalblere hâkim, hiss-i dinîdir. Kader-i
Ezelî ekser enbiyayı şarkta göndermesi işaret ediyor ki; yalnız hiss-i dinî şarkı uyandırır,
terakkiye sevkeder. Asr-ı Saadet ve Tâbiîn, bunun bir bürhan-ı kat'îsidir.
Ey bu hamiyet-i diniye ve milliyeden hangisine daha ziyade ehemmiyet vermek lâzım
geldiğini soran, bu şimendifer denilen medrese-i seyyarede ders arkadaşlarım! Ve şimdi
zamanın şimendiferinde istikbal tarafına bizimle beraber giden bütün mektebliler! Size de
derim ki:
425

Hamiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arab içinde tamamıyla mezcolmuş ve


kabil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye, en kuvvetli ve metin ve arştan
gelmiş bir zincir-i nuranîdir. Kırılmaz ve kopmaz bir urvet-ül vüskadır. Tahrib edilmez,
mağlub olmaz bir kudsî kal'adır" dediğim vakit o iki münevver mekteb muallimleri bana
dediler: Delilin nedir? Bu büyük dâvaya büyük bir hüccet ve gâyet kuvvetli bir delil lâzım.
Delil nedir?
Birden şimendiferimiz tünelden çıktı. Biz de başımızı çıkardık, pencereden baktık. Altı
yaşına girmemiş bir çocuğu şimendiferin tam geçeceği yolun yanında durmuş gördük. O iki
muallim arkadaşlarıma dedim: İşte bu çocuk lisan-ı haliyle sualimize tam cevab veriyor.
Benim bedelime o masum çocuk, bu seyyar medresemizde üstadımız olsun. İşte lisan-ı hali bu
gelecek hakikatı der:
Bakınız bu dabbetülarz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla ve tünel
deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada, bakınız bir metre kadar geçeceği yolda o çocuk
duruyor. O dabbetülarz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümü ile bağırarak tehdid ediyor. Bana
rast gelenlerin vay haline dediği halde o masum yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve
hârika bir cesaret ve kahramanlıkla beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu
dabbetülarzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancıklığıyla diyor:
Ey şimendifer! Sen ra'd ve gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın. Sebat
ve metanetinin lisan-ı haliyle güya der: Ey şimendifer! Sen bir nizamın esirisin. Senin gem'in,
senin dizginin, seni gezdirenin elindedir. Senin bana tecavüz etmen haddin değil. Beni
istibdadın altına alamazsın. Haydi yolunda git, kumandanın izniyle yolundan geç."
İşte ey bu şimendiferdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra fenlere çalışan kardeşlerim!
Bu masum
426

çocuğun yerinde Rüstem-i İranî ve Herkül-i Yunanî o acib kahramanlıklarıyla beraber tayy-ı
zaman ederek, bunun yerinde burada bulunduklarını farzediniz. Onların zamanında şimendifer
olmadığı için, elbette şimendiferin bir intizam ile hareket ettiğine bir itikadları olmayacak.
Birden bu tünel deliğinden, başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik
berkleri olduğu halde birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdid hücumuyla Rüstem ve Herkül
tarafına koşmasına karşı o iki kahraman ne kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar!.. O hârika
cesaretleriyle bin metreden fazla kaçacaklar. Bakınız nasıl bu dabbetülarzın tehdidine karşı
hürriyetleri, cesaretleri mahvolur. Kaçmaktan başka çare bulamıyorlar. Çünki onlar, onun
kumandanına ve intizamına itikad etmedikleri için mutî bir merkeb zannetmiyorlar. Belki
gâyet müdhiş, parçalayıcı, vagon cesametinde yirmi arslanı arkasına takmış bir nevi arslan
tevehhüm ederler.
Ey kardeşlerim ve ey elli sene sonra bu sözleri işiten arkadaşlarım işte bu altı yaşına
girmeyen bu çocuğa o iki kahramandan ziyade cesaret ve hürriyet veren ve çok mertebe
onların fevkinde bir emniyet ve korkmamak haletini veren, o masumun kalbinde (hakikatın
bir çekirdeği) olan şimendiferin intizamına ve dizgini bir kumandanın elinde bulunduğuna ve
cereyanı bir intizam altında ve birisi onu kendi hesabıyla gezdirmesinde olan itikadı ve
itminanı ve imanıdır. Ve o iki kahramanı gâyet korkutan ve vicdanlarını vehme esir eden,
onlar onun kumandasını bilmemek ve intizamına inanmamak olan cahilane itikadsızlıklarıdır.
Bu temsilde, o masum çocuğun imanından gelen kahramanlık gibi, bin senede İslâm
taifelerinin birkaç aşiretinin (Türk ve Türkleşmiş milletin) kalbinde yerleşen (iman ve itikad
cihetiyle), rûy-i zeminde yüz mislinden ziyade devletlere, milletlere karşı(imanından gelen)
bir kahramanlık ile, İslâmiyet ve kemalât-ı maneviyenin bayrağını Asya ve Afrika'da ve yarı
Avrupa'da gezdiren ve (Ölsem şehidim, öldürsem gaziyim) deyip ölümü gülerek karşılamakla
beraber, dünyadaki müteselsil
427

düşman hâdisatlara karşı da, hattâ mikroptan kuyruklu yıldızlara kadar beşerin küllî
istid’adına karşı düşmanlık vaziyetini alan o dehşetli şimendifer-lerin tehdidlerine karşı,
imanın kahramanlığıyla mukabele edip korkmayan; kaza ve kader-i İlahiyeye karşı imanın
teslimiyetiyle korkmak, dehşet almak yerinde, hikmet ve ibret ve bir nevi saadet-i
dünyeviyeyi kazanan başta Türk ve Arab taifeleri ve bütün Müslüman kabileleri, o masum
çocuk gibi fevkalâde bir manevî kahramanlık gösterdikleri gösteriyor ki,
İstikbalin hâkim-i mutlakı, âhirette olduğu gibi dünyada da İslâmiyet milliyetidir.
O iki temsilde, o iki acib kahramanın pek acib korku ve telaşlarına ve elemlerine
sebeb, onların adem-i itikadları ve cehaletleri ve dalaletleri olduğu gibi.. Risale-i Nur'un yüzer
hüccetlerle isbat ettiği bir hakikatı ki, bu risalenin mukaddemesinde bir-iki misali söylenmiş.
Mes'ele şudur ki:
Küfür ve dalalet, bütün kâinatı ehl-i dalalete binler müdhiş düşmanlar taifelerini ve
silsilelerini gösteriyor. Kör kuvvet, serseri tesadüf, sağır tabiat elleriyle, manzume-i
şemsiyeden tut, tâ kalbdeki verem mikroplarına kadar binler taife düşmanlar bîçare beşere
hücum ettiklerini ve insanın câmi' mahiyeti ve küllî istid’adatı ve hadsiz ihtiyacatı ve
nihâyetsiz arzularına karşı mütemadiyen korku, elem, dehşet ve telaş vermesiyle küfür ve
dalalet bir Cehennem zakkumu olduğunu ve bu dünyada da sahibini bir Cehennem içine
koyduğunu.vedin ve imandan hariç binler fen ve terakkiyat-ı beşeriye (o Rüstem ve Herkül'ün
kahramanlıkları gibi) beş para fayda vermediğini.. yalnız ibtal-i his nev'inden muvakkaten o
elîm korkuları hissetmemek için sefahet ve sarhoşlukla şırınga ediyor.
İşte iman ve küfrün müvazenesi âhirette Cennet ve Cehennem gibi meyveleri ve
neticeleri verdiği gibi; dünyada da iman bir manevî Cenneti temin ve ölümü bir terhis
tezkeresine çevirmesini ve küfür dünyada dahi bir manevî Cehennem ve hakikî saadet-i
beşeriyeyi mahvetmesi ve ölümü bir i'dam-ı ebedî mahiyetine getirmesini, kat'î ve his ve
şuhuda istinad eden Risale-i Nur'un yüzer hüccetlerine havale edip kısa kesiyoruz. Bu
temsilin hakikatını görmek
428

isterseniz başınızı kaldırınız, bu kâinata bakınız. Ne kadar şimendifer misillü balon, otomobil,
tayyare, berriye ve bahriye gemiler.. karada, denizde, havada kudret-i ezeliyenin nizam ve
hikmetle halkettiği yıldızların kürelerine ve kâinat ecramına ve hâdisatın silsilelerine ve
müteselsil vakıatlarına bakınız. Hem âlem-i şehadette ve cismanî kâinatta bunların vücudu
gibi, âlem-i ruhanî ve maneviyatta kudret-i ezeliyenin daha acib müteselsil nazireleri var
olduğunu aklı bulunan tasdik eder, gözü bulunan çoğunu görebilir.
İşte kâinat içinde maddî ve manevî bütün bu silsileler, imansız ehl-i dalalete hücum
ediyor, tehdid ediyor, korku veriyor, kuvve-i maneviyesini zîr ü zeber ediyor. Ehl-i imana
değil tehdid ve korkutmak belki sevinç ve saadet, ünsiyet ve ümid ve kuvvet veriyor. Çünki
ehl-i iman, iman ile görüyor ki, o hadsiz silsileleri ve maddî ve manevî şimendiferleri, seyyar
kâinatları mükemmel intizam ve hikmet dairesinde birer vazifeye sevkeden bir Sâni'-i Hakîm
onları çalıştırıyor. Zerre miktar vazifelerinde şaşırmıyorlar, birbirine tecavüz edemiyorlar. Ve
kâinattaki kemalât-ı san'ata ve tecelliyat-ı cemaliyeye mazhar olduklarını görüp kuvve-i
maneviyeyi tamamıyla eline verip, saadet-i ebediyenin bir nümunesini iman gösteriyor.
İşte ehl-i dalaletin imansızlıktan gelen dehşetli elemlerine ve korkularına karşı hiçbir
şey, hiçbir fen, hiçbir terakkiyat-ı beşeriye buna karşı bir teselli veremez, kuvve-i maneviyeyi
temin edemez. Cesareti zîr ü zeber olur. Fakat muvakkat gaflet perde çeker, aldatıyor. Ehl-i
iman, iman cihetiyle değil korkmak ve kuvve-i maneviyesi kırılmak, belki o temsildeki
masum çocuk gibi fevkalâde bir kuvvet-i maneviye ve bir metanetle ve imandaki hakikatla
onlara bakıyor. Bir Sâni'-i Hakîm'in hikmet dairesinde tedbir ve idaresini müşahede eder,
evham ve korkulardan kurtulur. Sâni'-i Hakîm'in emri ve izni olmadan bu seyyar kâinatlar
hareket edemezler, ilişemezler. deyip anlar. Kemal-i emniyetle hayat-ı dünyeviyesinde de
derecesine göre saadete mazhar olur. Kimin kalbinde imandan ve din-i haktan gelen bu
hakikat çekirdeği -vicdanında- bulunmazsa ve nokta-i istinadı olmazsa, bilbedahe temsildeki
Rüstem ve Herkül'ün cesaretleri ve kahramanlıkları kırıldığı gibi, onun
429

cesareti ve kuvve-i maneviyesi müzmahil olur ve vicdanı tefessüh eder. Ve kâinatın hâdisatına
esir olur. Herşeye karşı korkak bir dilenci hükmüne düşer. İmanın bu sırr-ı hakikatını ve
dalaletin de bu dehşetli şekavet-i dünyeviyesini Risale-i Nur yüzer kat'î hüccetlerle isbat
ettiğine binaen, bu pek uzun hakikatı kısa kesiyoruz.
Acaba en ziyade kuvve-i maneviyeye ve teselliye ve metanete ihtiyacını hissetmiş bu
asırdaki beşer, bu zamanda o kuvve-i maneviyeyi ve teselliyi ve saadeti temin eden ve
İslâmiyet ve imandaki nokta-i istinad olan hakaik-i imaniyeyi bırakıp, garblılaşmak ünvanı ile
İslâmiyet milliyetinden istifade yerine, bütün bütün kuvve-i maneviyeyi kırıp ve teselliyi
mahveden ve metanetini kıran dalalet ve sefahete ve yalancı politika ve siyasete dayanması ne
kadar maslahat-ı beşeriyeden ve menfaat-ı insaniyeden uzak bir hareket olduğunu; pek yakın
bir zamanda intibaha gelmiş, başta İslâm olarak, beşer hissedecek, dünyanın ömrü kalmış ise
Kur’ân'ın hakaikına yapışacak.

İşte sâbık temsil gibi eski zamanda, Hürriyetin başında bazı dindar meb'uslar, Eski
Said'e dediler: Sen her cihette siyaseti dine, şeriata âlet ediyorsun ve dine hizmetkâr
yapıyorsun ve yalnız şeriat hesabına hürriyeti kabul ediyorsun. Ve meşrutiyeti de meşruiyet
suretinde beğeniyorsun. Demek hürriyet ve meşrutiyet, şeriatsız olamaz. Bunun için seni de
şeriat isteriz diyenlerin içine (31) Mart'ta dâhil ettiler. Eski Said onlara demiş ki:

Evet millet-i İslâmiyenin sebeb-i saadeti, yalnız ve yalnız hakaik-i İslâmiye ile
olabilir. Ve hayat-ı içtimaiyesi ve saadet-i dünyeviyesi şeriat-ı İslâmiye ile olabilir. Yoksa
adalet mahvolur. Emniyet zîr ü zeber olur. Ahlâksızlık, pis hasletler galebe eder. İş
yalancıların, dalkavukların elinde kalır. Size bu hakikatı isbat edecek binler hüccetten bir
küçük nümune olarak bu hikâyeyi nazar-ı dikkatinize gösteriyorum:
430

Bir zaman bir âdem, bir sahrada, bedeviler içinde ehl-i hakikat bir zâtın evine misafir
olur. Bakıyor ki, onlar mallarının muhafazasına ehemmiyet vermiyorlar. Hattâ ev sahibinin
evinin köşesinde paraları oralarda açıkta bırakmış. Misafir, hane sahibine dedi: Hırsızlıktan
korkmuyor musunuz, böyle malınızı köşelere atmışsınız? Hane sahibi dedi: Bizde hırsızlık
olmaz.
Misafir dedi: Biz paralarımızı kasalarımıza koyduğumuz ve kilitlediğimiz halde çok
defa hırsızlık oluyor.
Hane sahibi demiş: Biz emr-i İlahî namına ve adalet-i şer'iye hesabına hırsızın elini
kesiyoruz.
Misafir dedi: Öyle ise çoğunuzun bir eli olmamak lâzım gelir.
Hane sahibi dedi: Ben elli yaşıma girdim, bütün ömrümde bir tek el kesildiğini
gördüm.
Misafir taaccüb etti, dedi ki: Memleketimizde her gün elli âdemi hırsızlık ettikleri için
hapse sokuyoruz. Sizin buradaki adaletinizin yüzde biri kadar tesiri olmuyor.
Hane sahibi dedi: Siz büyük bir hakikattan ve acib ve kuvvetli bir sırdan gaflet
etmişsiniz, terketmişsiniz. Onun için adaletin hakikatını kaybediyorsunuz. Maslahat-ı beşeriye
yerine adalet perdesi altında garazlar, zâlimane ve tarafgirane cereyanlar müdahale eder,
hükümlerin tesirini kırar. O hakikatın sırrı budur:
Bizde bir hırsız elini başkasının malına uzattığı dakikada hadd-i şer'înin icrasını
tahattur eder. Arş-ı İlahîden nâzil olan emir hatırına gelir. İmanın hassası ile, kalbin kulağı ile,
kelâm-ı ezelîden gelen ve hırsızın elinin i'damına hükmeden (‫ة‬ ُ َ‫سارِق‬ ‫اَل َِه‬
‫سارِقُ وَ ال َِه‬
َ ‫)فَاقْطَعُوا اَيْدِيَهُه‬
‫ما‬ âyetini hissedip işitir gibi iman ve itikadı heyecana ve hissiyat-ı
ulviyesi harekete gelir. Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelanına
hücum gibi bir halet-i ruhiye hasıl olur. Nefis ve hevesten gelen meyelan parçalanır, çekilir.
Git gide o meyelan bütün bütün kesilir. Çünki yalnız vehim ve fikir değil, belki manevî
kuvveleri -akıl, kalb ve vicdan- birden o hisse, o hevese hücum eder. Hadd-i şer'îyi tahattur ile
ulvî zecr ve vicdanî bir yasakçı o hissin karşısına çıkar, susturur. Evet iman kalbde, kafada
daimî bir manevî yasakçı bıraktı-ğından
431

fena meyelanlar histen, nefisten çıktıkça "yasaktır" der, tardeder kaçırır. Evet insanın fiilleri
kalbin, hissin temayülatından çıkar. O temayülat, ruhun ihtisasatından ve ihtiya-catından gelir.
Ruh ise, iman nuru ile harekete gelir. Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeğe çalışır. Daha
kör hisler onu yanlış yola sevkedip mağlub etmez.
(Elhâsıl) Had ve ceza, emr-i İlahî ve adalet-i Rabbaniye namına icra edildiği vakit
hem ruh, hem akıl, hem vicdan, hem insaniyetin mahiyetindeki latifeler müteessir ve alâkadar
olurlar. İşte bu mana içindir ki, elli senede bir ceza, sizin hergün hapsinizden ziyade bize
faide veriyor. Sizin adalet namı altındaki cezalarınız, yalnız vehminizi müteessir eder. Çünki
biriniz hırsızlığa niyet ettiği vakit millet, vatan maslahatı ve menfaatı hesabına cezaya
çarpılmak vehmi gelir. Yahut insanlar eğer bilseler ona fena nazarla bakarlar. Eğer aleyhinde
tebeyyün etse, hükûmet de onu hapsetmek ihtimali hatırına geliyor. O vakit yalnız kuvve-i
vâhimesi cüz'î bir teessür hisseder. Halbuki nefis ve hissinden çıkan -hususan ihtiyacı da
varsa- kuvvetli bir meyelan galebe eder. Daha o fenalıktan vazgeçmek için o cezanız fayda
vermiyor. Hem de emr-i İlahî ile olmadığından o cezalar da adalet değil. Abdestsiz, kıblesiz
namaz kılmak gibi battal olur, bozulur.
Demek hakikî adalet ve tesirli ceza odur ki: Allah'ın emri namıyla olsun. Yoksa tesiri
yüzden bire iner. İşte bu sirkat mes'elesine sair küllî ve şümullü ahkâm-ı İlahiye kıyas edilsin.
Tâ anlaşılsın ki: Saadet-i beşeriye dünyada adalet ile olabilir. Adalet ise doğrudan doğruya
Kur’ânın gösterdiği yol ile olabilir…
Hikâyenin hülâsası bitti.

Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adalet-i İlahiye namına ve hakaik-i İslâmiye
dairesinde mahkemeleri açmazsa, maddî ve manevî kıyametler başlarına kopacak, anarşilere,
ye'cüc ve me'cüclere teslim-i silâh edecekler diye kalbe ihtar edildi.
İşte bu hikâyeyi o zamandaki bazı dindar meb'uslara Eski Said
432

söylemiş. İki defa tab'edilen Arabî Hutbe-i Şamiye'nin Zeylinde kırkbeş sene evvel yazılmış.
(Hâşiye)

Şimdi bu hikâye ile evvelki temsil, o zamandan ziyade tam bu zamanın dersi
olmasından bera-yı malûmat hakikî dindar meb'usların nazarınlarına medar-ı ibret için
gösteriyoruz.

Bediüzzaman
Said Nursî

(Hâşiye):
Hutbe-i Şamiye namında matbu Arabî risaleyi, Arabî bilmediğimiz için üstadımızdan bir-iki
gün Bize ders vermesini rica ettik. üstadımızın birkaç gün zarfında bize söylediği dersin takririni
kaleme aldık. Üstadımız ders verdiği vakit, bazı cümlelerini zihnimizde tam yerleştirmek için tekrar
ederdi. Âhirdeki temsil ve hikâyeyi izahlı bulduğumuzdan en evvel onları üniversitelilerin ve dindar
meb'usların nazarlarına göstermemizin sebebi: Üstadımız derse başladığı vakit "Eski zamanda
şimendiferde mektebli o iki muallim yerine sizleri ve bana şeriat hakkında sual soran kırkbeş elli sene
evvelki meb'uslar yerine, şimdiki hakikî dindar meb'usları kabul ve tasavvur ediyorum ve öylece
konuşuyorum" dediği için, biz de ehl-i maarife ve dindar meb'uslara, bera-yı malûmat bu dersimizi
gösteriyoruz. Sonra isterlerse Hutbe-i Şamiye'den bütün dersimizi göstereceğiz. Münasib görülse neşir
de edeceğiz.
Âlem-i İslâmdaki siyaset-i İslâmiyeye dair üstadımızdan bir ders almak isterdik. Halbuki
otuzbeş seneden beri siyaseti terk ettiğinden Eski Said'in siyaset-i İslâmiyeye temas eden bu Hutbe-i
Şamiye tercümesi Eski Said hesabına bir derstir.

Ceylan, Sungur, Abdullah, Hüsnü, Ziya, Sâlih, Sadık, Hamza


433

[ Hutbe-i Şamiye'nin Zeyli’nin Zeyli ]

Kırk iki sene evvel dinî ceridelerde neşredilen Said'in


makalesidir.
26 Şubat 1324
Mart 1909
Dinî ceride:
73
[ Yaşasın Şeriat-ı Garra ]
Ey meb'usan!
Uzunluğu ile beraber gâyet mûciz bir tek cümle söyleyeceğim. Dikkat ediniz, zira
itnabında îcaz var. Şöyle ki:
Meşrutiyet ve kanun-ı esasî denilen adalet ve meşveret ve kanunda cem'-i kuvvet, bu
(1)
ünvan ile beraber asıl mâlik-i hakikî ve sahib-i ünvan-ı muhteşem ve müessir ve adalet-i
(2) (3)
mahzayı mutazammın ve nokta-i istinadımızı temin eden ve meşrutiyeti bir esas-ı metine
(4) (5)
istinad ettiren ve evham ve şükûk sahibini varta-i hayretten kurtaran ve istikbal ve
(6)
âhiretimizi tekeffül eden ve menafi'-i umumiye olan hukukullahı izinsiz tasarruftan sizi
(7) (8) (9)
tahlis eden ve hayat-ı milliyemizi muhafaza eden ve umumi ezhanı manyetizlendiren
(10)
ve ecanibe karşı metanetimizi ve kemalimizi ve mevcudiyetimizi gösteren ve sizi
(11)
muahaze-i dünyeviye ve uhreviyeden kurtaran ve maksad ve neticede ittihad-ı umumiyeyi
(12) (13)
tesis eden ve o ittihadın ruhu olan efkâr-ı âmmeyi tevlid eden ve çürük mesavi-i
(14)
medeniyeti hudud-ı hürriyet ve medeniyetimize girmekten yasak eden ve bizi Avrupa
(15)
dilenciliğinden kurtaran ve geri kaldığımız uzun mesafe-i terakkide -sırr-ı i'caza binaen-
(16)
bir zaman-ı kasîrede tayyettiren ve Arab ve Turan ve İran ve Sâmileri tevhid ederek az
(17)
zamanıyla bize bir büyük kıymet veren ve şahs-ı manevî-i hükûmeti Müslüman gösteren
(18)
ve kanun-ı esasînin ruhunu ve Onbirinci Madde'yi muhafaza ile sizi hıns-ı yeminden
(19) (20)
kurtaran ve Avrupa'nın eski zann-ı fasidlerini tekzib eden Muhammed Aleyhissalâtü
(21)
Vesselâm hâtem-i enbiya ve şeriatın ebedî olduğunu tasdik ettiren ve muharrib-i medeniyet
(22)
olan dinsizliğe karşı sed çeken ve zulmet-i tebayün-i efkâr ve teşettüt-i ârâyı
434

(23)
safha-i nuranîsi ile ortadan kaldıran ve umum ülema ve vaizleri ittihad ve saadet-i millete
(24)
ve icraat-ı hükûmeti meşrutayı meşruaya hâdim eden ve adalet-i mahzası merhametli
(25)
olduğundan anasır-ı gayr-ı müslimeyi daha ziyade te'lif ve rabteden ve en cebîn ve âmi
âdemi en cesur ve en has âdem gibi hiss-i hakikî-i terakki ve fedakârlık ve hubb-ı vatanla
(26)
mütehassis eden ve hâdim-i medeniyet olan sefahet ve israfat ve havaic-i gayr-ı
(27)
zaruriyeden bizi halâs eden ve muhafaza-i âhiretle beraber imar-ı dünya etmekle sa'ye
(28)
neşat veren ve hayat-ı medeniyet olan ahlâk-ı hasene ve hissiyat-ı ulviyenin düsturlarını
(29)
öğreten ve herbirinizi ey meb'uslar ellibin kişinin takazasını (yani haklarını sizden dava
(30)
etmelerini) hakkınızda tebrie eden ve sizi icma-i ümmete küçük bir misal-i meşru gösteren
(31) (32)
ve hüsn-i niyete binaen ve a'malinizi ibadet gibi ettiren ve üçyüz milyon Müslümanın
(33)
hayat-ı maneviyesine sû'-i kasd ve cinâyetten sizi tahlis eden ol Şeriat-ı Garra ünvanıyla
gösterseniz ve hükümlerinize me'haz edinseniz ve düsturlarını tatbik etseniz, acaba bu kadar
fevaidi ile beraber ne gibi şey kaybedeceksiniz? Vesselâm.
Yaşasın Şeriat-ı Garra!..
Said Nursî

[ Yaşasın Şeriat-ı Ahmedî (A.S.M.) ]


Dinî Ceride No: 77
5/Mart/1325
18/Mart/1909

Şeriat-ı garra, kelâm-ı ezelîden geldiğinden ebede gidecektir. Nefs-i emmarenin


istibdad-ı rezilesinden selâmetimiz, İslâmiyete istinad iledir. O hablülmetine temessük iledir.
Ve haklı hürriyetten hakkıyla istifade etmek, imandan istimdad iledir. Zira Sâni'-i Âlem'e
hakkıyla abd ve hizmetkâr olanın, halka ubudiyete tenezzül etmemesi gerektir. Herkes kendi
âleminde bir kumandan olduğundan âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir. Ve ahlâk-ı
Ahmediye ile tahalluk ve Sünnet-i Nebeviyeyi ihya ile muvazzaftır.
Ey evliya-i umûr! Tevfik isterseniz, kavanin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa
tevfiksizlik ile cevab-ı red alacaksınız. Zira maruf umum enbiyanın memalik-i İslâmiye ve
Osmaniyeden zuhuru, kudreti ilahiyenin bir işaret ve remzidir ki; bu memleket insanlarının
makine-i tekemmülatının buharı diyanettir. Ve bu Asya ve Afrika
435

tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri, ziya-yı İslâmiyet ile neşv ü nema bulacaktır.
Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı muhafaza için, vaktiyle mesail-i
şeriat rüşvet verilirdi. Dinin mes'eleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faidesi
görüldü? Milletin kalb hastalığı za'f-ı diyanette, bunu takviye ile sıhhat bulabilir.
Bizim cemaatımızın meşrebi: Muhabbete muhabbet ve husumete husumettir. Yani
beyn-el İslâm muhabbete imdad ve husumet askerini bozmaktır. Mesleğimiz ise, ahlâk-ı
(A.S.M.)
Ahmediye ile tahalluk ve Sünnet-i Peygamberîyi ihya etmektir.
Ve rehberimiz şeriat-ı garra ve kılıncımız da berahin-i katıa ve maksadımız i'lâ-yı
Kelimetullahtır. Cemaatimize herbir mü'min manen müntesibdir. Sureten intisab ise, Sünnet-i
(A.S.M.)
Nebeviyeyi kendi âleminde ihyaya azm-i kat'î iledir. En evvel mürşid-i umumî olan
ülema ve meşayih ve talebe-i, şeriat namına ittihada davet ederiz.

(İhtar-ı Mahsus) Gazeteci denilen huteba-i umumî, iki kıyas-ı fasid ile milleti
bataklığa düşürtmüştür. (Birincisi) Vilayatı, İstanbul'a kıyas ederek… Halbuki elifbayı
okumayan çocuklara felsefe dersi verilse sathî olur. (İkincisi) İstanbul'u Avrupa'ya kıyas
etmişler. Halbuki bir erkek, kadının kametinden istihsan ettiği libası giyinse maskara ve rezil
olur.

Said Nursî

[ Hakikat ]
Dinî Ceride: 70
26/Şubat/1324
.. /Mart/1909
(A.S.M.)
Biz Kalû Belâ'dan Cem'iyet-i Muhammedî'de dâhiliz.
Cihet-ül vahdet-i ittihadımız tevhiddir. Peyman ve yeminimiz imandır. Mademki
muvahhidiz, müttehidiz. Herbir mü'min i'lâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en
büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira ecnebiler fünun
436

ve sanayi silâhıyla bizi istibdad-ı manevîleri altında eziyorlar. Biz de, fen ve san'at silâhıyla
i'lâ-yı Kelimetullahın en müdhiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilaf-ı efkâra cihad edeceğiz.
Amma cihad-ı haricîyi şeriat-ı garranın berahin-i katisinin elmas kılınçlarına havale
edeceğiz. Zira medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile
değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur. Cumhuriyet ki, (Hâşiye) adalet ve
meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. Onüç asır evvel şeriat-ı garra teessüs
ettiğinden, ahkâmda Avrupa'ya dilencilik etmek, din-i İslâma büyük bir cinâyettir ve şimale
müteveccihen namaz kılmak gibidir. Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdad tevzi olunmuş
olur. [‫ن‬ َ ْ ‫الل َهه هُوَ الْقَوِىُِ ال‬
ُ ‫متِي‬ ِٰ ‫ن‬
َِ ِ ‫ ] ا‬hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da marifet-i tam ve
medeniyet-i âmm veyahut din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa istibdad daima hükümferma
olacaktır. İttifak hüdadadır, hevada ve heveste değil. İnsanlar hür oldular amma yine
abdullahtırlar. Herşey hür oldu, şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Mesail-i şeriatı rüşvet
vermeyeceğiz. Başkasının kusuru, insanın kusuruna sened ve özür olamaz. Yeis, mani'-i
herkemaldir. Neme lâzım, başkası düşünsün istibdadın yadigârıdır. Bu cümlelerin mabeynini
rabtedecek olan mukadde-matı, Türkçe bilmediğim için mütaliînin fikirlerine havale
ediyorum.
Said Nursî

(Hâşiye):
O zaman Meşrutiyet, şimdi o kelime yerine Cumhuriyet konulmuş.
437

[ Said Nursî’nin kırk üç sene evvel neşredilen bir makalesidir. ]

27 Mart 1909
Sadâ-yı Hakikat

Tarîk-i Muhammedî şübhe ve hileden münezzeh olduğun-dan şübhe ve hileyi îma eden
gizlemekten de müstağnidir. Hem o derece azîm ve geniş ve muhit bir hakikat, (bahusus bu
zaman ehline karşı) hiçbir cihetle saklanmaz. Bahr-i Umman nasıl bir destide saklanacak?
Tekraren söylüyorum ki: İttihad-ı İslâm hakikatında olan İttihad-ı Muhammedî'nin
cihetül vahdeti tevhid-i İlahîdir. Peyman ve yemini de imandır. Encümen ve cem'iyetleri,
mesacid ve medaris ve zevayadır. Müntesibîni umum mü'minlerdir. Nizamnamesi Sünen-i
(A.S.M.)
Ahmediye'dir . Kanunu, evamir ve nevahi-i şer'iyedir. Bu ittihad, âdetten değil, ibadettir.
İhfa ve havf riyadandır. Farzda riya yoktur. Bu zamanın en büyük farz vazifesi, ittihad-ı
İslâmdır. İttihadın hedef ve maksadı; o kadar uzun ve münşaib ve muhit ve merakiz ve
meabid-i İslâmiyeyi birbirine rabtettiren bir silsile-i nuranîyi ihtizaza getirmekle, onunla
merbut olanları ikaz ve tarîk-i terakkiye bir hâhiş ve emr-i vicdaniyle sevketmektir. Bu
ittihadın meşrebi, muhabbettir. Husumeti ise, cehalet ve zaruret ve nifakadır. Gayr-ı müslimler
emin olsunlar ki bu ittihadımız, bu üç sıfata hücumdur. Gayr-ı müslime karşı hareketimiz
ikna'dır. Zira onları medenî biliriz. Ve İslâmiyeti mahbub ve ulvî göstermektir. Zira onları
munsif zannediyoruz. Lâübaliler iyi bilsinler ki, dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebiye
sevdiremezler. Zira mesleksizliklerini göstermiş olurlar. Mesleksizlik, anarşilik sevilmez. Ve
(A.S.M.)
bu ittihada tahkik ile dâhil olanlar, onları taklid edip çıkmazlar. İttihad-ı Muhammedî
olan ittihad-ı İslâmın efkâr ve meslek ve hakikatını aktar-ı umumiyeye arz ederiz. Kimin bir
itirazı varsa etsin, cevaba hazırız.
‫د‬ َ ُ ‫ن بِگ‬
ْ َ ‫سل‬ ْ ‫سا‬ ِ ‫حيلَه‬
َ ‫چه‬ ِ ْ ‫سل‬
ِ ‫سلَه اَنْد ُروبَه اَْز‬ ِ ‫ن‬ْ ‫ستَهِ اِي‬
ْ َ‫ن ب‬
ْ ‫ج َها‬
ِ ‫ن‬ ِ ‫ملَه‬
ِ ‫شيَرا‬ ْ ‫ج‬
ُ
َ
‫سله َرا‬ ْ
ِ ‫سل‬ ِ ‫ن‬ ْ ‫اِي‬
Neşrettiğim fihriste-i makasıddan terk ettiğim bir fıkradır. Şöyle ki:
Zahiren hariçten cereyan eden maarif-i cedidenin bir mecrası da, bir kısım ehl-i
medrese olmalı. Tâ gıll ü gıştan
438

tasaffi etsin. Zira bulanıklığıyla başka mecradan taaffün ile gelmiş ve atalet bataklığından
neş'et ve istibdad sümûmu ile teneffüs eden ve zulüm tazyiki ile ezilen efkâra bu müteaffin su,
bazı aks-ül amel yaptığından, misfat-ı şeriat ile süzdürmek zarurîdir. Bu da ehl-i medresenin
dûş-ı himmetine muhavveldir.
‫ن اتَِبَعَ الْهُدَى‬ َ ‫م ع َلَى‬
ِ ‫م‬ ُ َ ‫سل‬
َِ ‫وَال‬
Said Nursî

[ Redd-ül Evham ]
31 Mart 1909

İttihad-ı Muhammedî cemaatine isnad ettikleri (dokuz evham-ı fasideyi)


reddedeceğim.
(Birinci Vehim) Böyle nâzik bir zamanda din mes'elesini ortaya atmak münasib
görünmüyor.
(Elcevab) Biz dini severiz. Dünyayı da yine din için severiz. ‫ر ف ِى الدُِنْي َا‬ َ َ‫ل‬
َ ْ ‫خي‬
‫بِل َ دِي ٍه‬
‫ن‬ Sâniyen: Madem ki meşrutiyette hâkimiyet millettedir. Mevcudiyet-i milleti
göstermek lâzımdır. Milletimiz de yalnız İslâmiyet'tir. Zira Arab, Türk, Kürd, Arnavut, Çerkez
ve Lazların en kuvvetli ve hakikatlı revabıt ve milliyetleri, İslâmiyet'ten başka bir şey değildir.
Nasılki az ihmal ile tavaif-i mülûk temelleri atılmakta ve onüç asır evvel ölmüş olan asabiyet-
i cahiliyeyi ihya ile fitne ikaz olunmaktadır. Ve oldu gördük…
(İkinci Vehim) Bu ünvan tahsisi ile, müntesib olmayanları vehim ve telaşa düşürüyor?
(Elcevab) Evvel de söylemiştim. Ya mütalaa olunmamış veya sû'-i tefehhüme uğramış
olduğundan tekrarına mecbur oldum. Şöyle ki: İttihad-ı İslâm olan İttihad-ı Muhammedî
dediğimiz vakit, umum mü'minlerin mabeyninde bilkuvve veya bilfiil sabit olan ittihad
muraddır. Yoksa İstanbul ve Anadolu'daki cemaat murad değildir. Amma bir katre su da, sudur
tahsis çıkmaz. Tarif-i hakikîsi şöyledir:
Esas temeli, şarktan garba cenubdan şimale mümted ve merkezi Haremeyn-i Şerifeyn
ve cihet-i vahdeti tevhid-i İlahî.. peyman ve yemini iman.. nizamnamesi, Sünnet-i Ahmediye
(A.S.M.)
.. kanunnamesi, evamir ve nevahi-i şer'iye.. kulûb ve encümenleri,
439

umum medaris, mesacid ve zevaya.. o cemaatin ilelebed ve muhalled naşir-i efkârı, umum
kütüb-i İslâmiye ve her vakit naşir-i efkârı başta Kur’ân ve tefsirleri ve bu zamanda bir tefsiri,
Risale-i Nur ve i'lâ-yı kelimetullahı hedef ve maksad eden umum dinî ve müstakim ceraiddir.
(A.S.M.)
Müntesibîni, umum mü'minlerdir. Reisi de Fahr-i Âlem'dir .
Şimdi istediğimiz nokta, mü'minlerin teveccühleri ve teyakkuzlarıdır. Teveccüh-i
umumînin tesiri inkâr edilmez. İttihadın hedefi ve maksadı i'lâ-yı Kelimetullah ve mesleği de
kendi nefsiyle cihad-ı ekber ve başkalarını irşaddır. Bu mübarek heyetin yüzde doksan dokuz
himmeti siyaset değildir. Siyasetin gayrı olan hüsn-i ahlâk ve istikamet ve saire gibi makasıd-ı
meşruaya masruftur. Zira bu vazifeye müteveccih olan cem'iyetler pek az, kıymet ve
ehemmiyeti ise pek çoktur. Ancak yüzde biri, siyasiyunu irşad tarîkiyle siyasete taalluk
edecektir. Kılınçları, berahin-i kat'iyedir. Meşrebleri de muhabbet olduğu gibi, beyn-el
mü'minîn uhuvvet çekirdeğinde mündemiç olan muhabbete şecere-i tûbâ gibi neşv ü nema
vermektir.
(Beşinci Vehim) Ecnebilerin bundan tevahhuş etmek ihtimali var?
(Elcevab) Bu ihtimale ihtimal verenler mütevahhiştir. Zira merkez-i taassublarında
İslâmiyet'in ulviyetine dair konferanslarla (Hâşiye) takdis etmeleri bu ihtimali reddeder. Hem de
düşmanlarımız onlar değil; asıl bizi bu kadar düşürüp i'lâ-yı Kelimetullah'a mani olan ve
cehalet neticesi olan muhalefet-i şeriattır. Ve zaruret ve onun semeresi olan sû'-i ahlâk ve
harekettir ve ihtilaf ve onun mahsulü olan ağraz ve nifaktır ki, ittihadımız bu üç insafsız
düşmana hücumdur. Amma ecnebilerin vahşi oldukları kurûn-ı vustâda; İslâmiyet, vahşete
karşı husumet ve taassuba mecbur olduğu halde, adalet ve itidalini muhafaza etmiş. Hiçbir
vakit engizisyon gibi etmemiş. Ve zaman-ı medeniyette ecnebiler medenî ve kuvvetli
olduklarından, zararlı olan husumet ve taassub zâil olmuştur. Zira din nokta-i nazarından
medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile

(Hâşiye):
Bismark ve Mister Karlayl gibilerin malûm beyanatlarına işaret eder.
440

değildir. Ve İslâmiyeti, mahbub ve ulvî olduğunu ve evamirine imtisalen ef'al ve ahlâk ile
göstermekledir. İcbar ve husumet, vahşilerin vahşetine karşıdır.

(Altıncı Vehim) Bazıları, Sünnet-i Nebeviyeyi hedef-i maksad eden ittihad-ı İslâm,
hürriyeti tahdid eder ve levazım-ı medeniyeye münafîdir diyorlar. (Elcevab) Asıl mü'min,
hakkıyla hürdür. Sâni'-i Âlem'e abd ve hizmetkâr olan, halka tezellüle tenezzül etmemek
gerektir. Demek ne kadar imana kuvvet verilse, hürriyet de o kadar kuvvet bulur. Amma
hürriyet-i mutlaka ise, vahşet-i mutlakadır, belki hayvanlıktır. Tecdid-i hürriyet dahi insaniyet
nokta-i nazarından zarurîdir. Sâlisen: Bazı sefih ve lâübaliler hür yaşamak istemediklerin-
den, nefs-i emmarenin esaret-i rezilesi altına girmek istiyorlar.
(Elhâsıl) Şeriat dairesinden hariç olan hürriyet, ya istibdad veya esaret-i nefis veya
canavarcasına hayvanlık veya vahşettir. Böyle lâübaliler ve zındıklar iyi bilsinler ki,
dinsizlikle ve sefahetle hiç sahib-i vicdan bir ecnebiye kendilerini sevdiremezler ve
benzetemezler. Zira mesleksiz ve sefih sevilmez. Ve bir kadına yakışır -istihsan ettiği- libası
erkek giyse maskara olur.
(Yedinci Vehim) İttihad-ı İslâm cemaati, sair cem'iyet-i diniye ile şakk-ul asâdır.
Rekabet ve münaferatı intac eder. (Elcevab) Umûr-ı uhreviyede hased ve müzahamet ve
münakaşa olmadığından bu cem'iyetlerden hangisi münakaşaya, rekabete kalkışsa ibadette
riya ve nifak etmiş gibidir. Sâniyen: Muhabbet din saikasıyla teşekkül eden cemaatlerin iki
şart ile umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz. Birinci şart: Hürriyet-i şer'iyeyi ve asayişi
muhafaza etmektir. İkinci şart: Muhabbet üzerinde hareket etmek, başka cem'iyete leke
sürmekle kendisine kıymet vermeğe çalışmamak. Birinde hata bulunsa, müfti-i ümmet
cem'iyet-i ülemaya havale etmektir. Sâlisen: İ'lâ-yı Kelimetullahı hedef-i maksad eden
cemaat, hiçbir garaza vasıta olamaz. İsterse de muvaffak olmaz. Zira nifaktır. Hakkın hatırı
âlîdir, hiçbir şeye feda olunmaz.
441

Nasıl Süreyya yıldızları süpürge olur veya üzüm salkımı gibi yenilir? Şems-i hakikata püf, üf
eden, divaneliğini ilân eder.
Ey dinî cerideler! Maksadımız: Dinî cemaatlar maksadda ittihad etmelidirler.
Mesalikte ve meşreblerde ittihad mümkün olmadığı gibi, caiz de değildir. Zira taklid yolunu
açar ve Neme lâzım, başkası düşünsün sözünü de söylettirir.
(Sekizinci Vehim) Ehl-i ittihad-ı İslâm olan buradaki cemaata, manen gibi sureten de
intisab edenlerin ekserisi avam, bir kısmı da meçhul-ül hal olduğundan, fitne ve ihtilafı îma
ediyor. (Elcevab) Belki ağraza adem-i müsaadesine binaendir. Hem de madem maksadı,
ittihad ve i'lâ-yı Kelimetullahtır. Teşebbüsat ve harekâtı da ibadettir. İbadet câmiinde şah ve
geda birdir. Müsavat hakikî düsturdur. İmtiyaz yoktur. Zira en ekrem, en müttakidir. Ve en
müttaki, en mütevazidir.
Binaenaleyh manen asıl hakikat-ı ittihada intisab ile sureten onun nümunesi olan bu
uhrevî ve sırf dinî cemaate intisab ile teşerrüf edecek, yoksa şeref vermeyecektir. Bir katre,
bahr-ı ummanı tezyid edemez. Hem de bir günah-ı kebire ile imandan çıkmadığı gibi, şems
garbdan tulû' etmediğinden tövbenin kapısı da açıktır. Bir desti müteneccis su, bir denizi
tencis etmediği gibi, kendi de temizlendiğinden şimdi bu nümune-i ittihada intisab eden
(A.S.M.)
âdeme şartımız olan Sünnet-i Nebeviyeyi ihya ve evamire imtisal ve nevahiden içtinab
ve asayişe ilişmemek -elinden gelse- azm-i kat'î ile dâhil olan bazı meçhul-ül hal olanlar bu
hakikat-ı âliyeyi lekedar etmez. Zira kendi lekedar olsa da, imanı mukaddestir. Rabıta da
imandır. Bu ünvan-ı mukaddese böyle bahane ile leke sürmek; İslâmiyet'in kıymet ve
ulviyetini bilmemekle beraber, kendini ahmak-un nâs ilân etmektir.
Nümune-i ittihad olan cemaatimize (sair cem'iyat-ı dünyeviyeye kıyasen) leke
sürmeyi, ta'riz etmeyi cemi' kuvvetimizle reddederiz. İstifsar tarîkiyle bir itirazları olursa
cevaba hazırız. İşte meydan… Benim dâhil
442

olduğum cemaat burada tafsil ettiğim ittihad-ı İslâmdır. Yoksa mu'terizlerin bâtıl tevehhüm
ettikleri cem'iyet-i mütehayyile değildir. Bu dinî heyet efradı, şarkta olsa, garbda olsa,
cenubda olsa, şimalde olsa beraberiz.
(Sual) Sen imzanı bazan Bediüzzaman yazıyorsun. Lakab medhi îma eder?
(Elcevab) Medih için değildir. Kusurlarımı, sened-i özrümü, mazeretimi bu ünvan ile ibraz
ediyorum. Zira bedi', garib demektir. Benim ahlâkım suretim gibi,ve üslûb-ı beyanım elbisem
gibi garibdir, muhaliftir. Görenek ile revaçta olan muhakemat ve esalîbi, benim üslûb ve
muhakematımla mikyas ve mihenk itibar yapmamayı bu ünvanın lisan-ı haliyle rica
ediyorum. Hem de muradım bedi', acib demektir.
ٍ‫جيبَة‬ِ َ‫ل ع‬ِِ ُ ‫صد ُ ك‬ ْ َ‫ى لَع‬
ْ َ‫مرِى ق‬ َِ َ ‫اِل‬
‫ب‬ َ َ‫ن الْع‬
ِ ِ ‫جائ‬ ِ ‫ب فِى ع ُيُو‬ٌ ‫جي‬ِ َ ‫كَاَنِى ع‬
mâsadak oldum. Bir misali budur: Bir senedir İstanbul'a geldim, yüz senenin inkılabatını
gördüm.
‫ن اتَِب َهعَ الْهُدَى‬ َ ‫م ع َلَى‬
‫م ِه‬ ُ َ ‫سل‬
‫ وَال َِه‬Cemi' mü'minlerin lisanıyla insanların adedi
(A.S.M.)
kadar deriz: Yaşasın Şeriat-ı Ahmedî!.. . Bediüzzaman Said
Nursî

Biraderim Başmuharrir Beye!


Edibler edebli olmalıdırlar. Hem de adab-ı İslâmiye ile müteeddib olmalıdırlar.
Matbuat nizamnamesini vicdanlarındaki hiss-i diyanet tanzim etsin. Zira bu inkılab-ı şer'iye
gösterdi ki, vicdanlarda hükümferma, nur-en nur olan hamiyet-i İslâmiyedir. Hem de anlaşıldı
ki, ittihad-ı İslâm umum askere ve umum ehl-i imana şamildir. Hariç kimse yoktur.

Said Nursî
443

[ Hutbe-i Şamiye'nin Birinci Zeyli’nin Zeylinden ]


son parçalar
31 Mart hâdisesinde isyan eden sekiz taburu itaata getiren
ve musibeti yüzdebire indiren iki derstir ki, dinî ceridelerde 1325'de
neşredilmiştir. Miladi: 1909

Kahraman Askerlerimize: Ey şanlı asker-i muvahhidîn! Ve ey bu millet-i mazlumeyi


ve mukaddes İslâmiyet'i iki defa büyük vartadan tahlis eden muhteşem kahramanlar!..
Cemal ve kemaliniz, intizam ve inzibattır. Bunu da hakkıyla en müşevveş bir zamanda
gösterdiniz. Ve hayatınız ve kuvvetiniz itaattır. Bu meziyet-i mukaddeseyi en ufak âmirinize
karşı bile irae ediniz. Otuz milyon Osmanlı ve üçyüz milyon İslâm'ın namusu artık sizin
itaatınıza bağlıdır. Sancak ve tevhid-i İlahî sizin yed-i şecaatınızdadır. Sizin o mübarek
elinizin kuvveti de itaattır. Sizin zabitleriniz, müşfik pederlerinizdir. Kur’ân ve hadîs hikmet
ve tecrübe ile sabittir ki: Haklı âmire itaat farzdır. Malûmunuzdur ki, otuzüç milyon nüfus yüz
sene zarfında böyle iki inkılabı yapamadı. Sizin o itaattan neş'et eden hakikî kuvvetiniz,
umum millet-i İslâmiyeti medyun-ı şükran etti. Bu şerefi hakkıyla teyid etmek, zabitlerinize
itaatladır. İslâmiyet'in namusu da o itaattadır. Biliyorum ki, müşfik pederleriniz olan
zabitlerinizi mes'ul etmemek için işe karıştırmadınız. Şimdi ise iş bitti. Zabitlerinizin âğuş-ı
şefkatlerine atılınız. Şeriat-ı garra böyle emrediyor. Zira zabitler ulü-l emrdirler. Vatan ve
millet menfaatinde, hususan nizam-ı askerîde ulü-l emre itaat farzdır. Şeriat-ı Muhammedînin
(A.S.M.)
muhafazası da itaat iledir.
444

[ Asakire Hitab ]
Dinî Ceride Numara: 110
30 Nisan 1909

Ey asakir-i muvahhidîn! Fahr-i Âlem'in Aleyhissalâtü Vesselâm fermanını size tebliğ


ediyorum ki, şeriat dairesinde ulü-l emre itaat farzdır. Ulü-l emriniz ve üstadlarınız
zabitlerinizdir.
Askerlik ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Çarkların biri intizam ve
itaatta serkeşlik etmekle, bütün fabrika herc ü merc olur.
Sizin o muntazam ve kuvvetli fabrika-i askeriyeniz, otuz milyon Osmanlı ve üçyüz
milyon nüfus-ı İslâmiyenin nokta-i istinadı ve maden-i istimdadıdır.
Sizin iki müdhiş istibdadı kansız ve defaten öldürmeniz hârikulâde olduğundan ve
şeriat-ı garranın iki mu'cize-i garrasını izhar ettiğinizden, zaîf-ül akide olanlara hamiyet-i
İslâmiyenin kuvvetini ve şeriatın kudsiyetini iki bürhan ile izhar eylediniz. Bu iki inkılabın
pahasına binler şehid verse idik, ucuz sayacaktık. Lâkin itaatınızdan binde bir cüz'ü feda
olunsa, bize pek çok pahalı düşer. Zira itaatınızın tenakusu, ukde-i hayatiye veya hararet-i
gariziyenin tenakusu gibi mevti intac eder.
Tarih-i âlem serapa şehadet ediyor ki, asker neferatının siyasete müdahaleleri, devletçe
ve milletçe müdhiş zararları intac etmiştir. Elbette hamiyet-i İslâmiyeniz, böyle sizi uhdenizde
olan hayat-ı İslâmiyeye zarar verecek noktalardan men'edecektir. Siyaseti düşünenler, sizin
kuvve-i müfekkireniz hükmünde olan zabitleriniz ve ulü-l emrlerinizdir. Bazan zarar
zannettiğiniz şey, siyaseten büyük zararı def' ettiği için ayn-ı maslahat olduğundan,
zabitleriniz tecrübeleri hesabıyla görüyor ve size emir veriyor. Sizde de tereddüd caiz değildir.
Ef'al-i hususiye-i nâmeşrua, san'attaki meharet ve hazakate münafî değildir ve san'atı
445

menfur etmez. Nasılki bir tabib-i hâzıkın ve bir mühendis-i mahirin nâmeşru harekâtı, onların
tıb ve hendeselerinden mani-i istifade olamaz. Kezalik fenn-i harbde tecrübeli ve o san'atta
mahir ve hamiyet-i İslâmiye ile münevver-ül fikir zabitlerinizin bazılarının cüz'î nâmeşru
harekâtı için, itaatınıza halel vermeyiniz. Zira fenn-i harb, mühim bir san'attır. Hem de sizin
kıyamınız; şeriat-ı garra, (yed-i beyza-i Musa gibi) sair sebeb-i tefrika ve teşettüt-i efkâr olan
cem'iyetleri bel' etti. Sahirleri de secdeye mecbur eyledi. Harekâtınız bu inkılabda ilâç gibi idi
ki, fazla olsa zehire münkalib olur. Ve hayat-ı İslâmiyeyi fena bir hastalığa hedef eder. Hem
de himmetinizle bizdeki istibdad şimdilik mahvoldu. Lâkin terakkiler için Avrupa'nın
istibdad-ı manevîsi altındayız. Nihâyet derecede ihtiyat ve itidal lâzımdır.
Yaşasın şeriat-ı garra!.. Yaşasın askerler!..

[ Cem'iyetlere İhtar-ı Mühim ]


Şimdi cem'iyetimiz bir hükûmet-i meşruta-i meşruadır. Hükûmet içinde hükûmetin
zararı görüldü. Seviye-i irfan bir olmadığından fırkalarda husumet, taassub ve tarafdarlık intac
eder. Tabiî o kuvveti istimal ile siyasete karışacak ve umumî idareden herkesçe lezzetli olan
tahakkümatı yapacak sahib-i ağraza müsaid bir zemin olur. Binaenaleyh bizdeki fırkaların
şimdiki hal ile devamı gâyet muzırdır. Lâkin bir şirkette veya münevver-ül fikir ve bîtaraf
mabeyninde tenkidat-ı siyasetten veya ehl-i ilim mabeyninde nasihat ve irşaddan menfaat
olabilir. Şimdi hükûmet-i meşruamız asıl büyük cem'iyettir.
446

[ Sada-yı Vicdan ]
(A.S.M.)
İttihad-ı Muhammedî istila etti.Umumun hakkıdır, tahsis kabul etmez. Bu isim
şakayı kabul etmez.O cevher-i azimin cüz’i bir tecellisiyle seyyale-i berkiye gibi bütün İslamı
ihtizaza ve âlemi zelzeleye getirdi. Tabiat-ı istid’ad-ı âlem; şimdi tamame-i tecellisine
tahammül edemez. Tedric lazımdır. Şimdi cevher-i âli’yi mukaddes bir yere hıfz etmeliyiz.
Bunun bir mukaddimesi olarak mahsus fırkalar Hadim-i Şeriat ünvanını taşıyabilir.

İttihad-ı İslam Cemiyeti Azasından


Said Nursî

Bediüzzaman Said Nursî’nin İ’lan-ı Hürriyetin Üçüncü gününde irticalen söylediği ve


sonra Selanikte Meydan-ı Hürriyette tekrar ettiği ve o zamanın ceridelerinin neşr
ettikleri nutkunun suretidir.

Dağ Meyvesi acı da olsa devadır. Amma hazmı sakildir.


(İ’tizar) Birinci tecrübe, birinci inşa, birinci nutuk olduğundan noksan ve iğlak
tabiidir. Ma’zur tutarsanız teşekkür ederim. Tutmazsanız ma’zursunuz. Zira hürriyet var.
Kaplan postuna benzeyen elbisem gibi üslub-ı beyanım da zamanın modasına
muhaliftir. Zira alaturka terzilik bilmiyorum. Ta bu maaniye libas keseyim ve düğme
yapayım. Rica ediyorum. Nutkumu hayal hanenize girmekten yasak etmeyiniz. Hem benim
gibi hayalden kapı açınız ki; tâ kalbe girsin. Zira hamiyet ve diyanet ve gayretinizle işler var
müzakere edecekler. Kalbin karanlık köşelerinden ışık yakacaklar.
447

[ Hürriyete Hitab ]
Ey hürriyet-i şer'î! Öyle müdhiş ve fakat güzel ve müjdeli bir sadâ ile çağırıyorsun,
benim gibi bir kürdü tabakat-ı gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasaydın, ben
ve umum millet, zindan-ı esarette kalacaktık. Seni ömr-i ebedî ile tebşir ediyorum. Eğer
aynülhayat-ı şeriatı menba-ı hayat yapsan ve o cennette neşv ü nema bulsan, bu millet-i
mazlûmenin de eski zamana nisbeten bin derece terakki edeceğini müjde veriyorum. Eğer
hakkıyla seni rehber etse, ağraz-ı şahsî ve fikr-i intikam ile sizi lekedar etmezse.. (‫ة‬ َ َ ‫اَلْعَظ‬
ُ ‫م‬
‫ه‬ ُ َِ ‫من‬
ُ َ ‫ةل‬ ِ ْ ‫ِل ِٰله ِه وَال‬
) ki bizi kabr-i vahşet ve istibdaddan ihraç ve cennet-i ittihad ve muhabbet-i
milliyeye davet etti.
Ya Rab! Ne saadetli bir kıyamet ve ne güzel bir haşir ki, (‫موْت‬ ُ ‫)وَالْبَعْه‬
َ ْ ‫ث بَعْدَال‬
hakikatının küçük bir misalini bu zaman bize tasvir ediyor. Şöyle ki:
Asya'nın ve Rumeli'nin köşelerinde medfun olan medeniyet-i kadîme hayata başlamış
ve menfaatini mazarrat-ı umumiyede arayan ve istibdadı arzu edenler (‫ت‬ ُ ‫ي َها لَيْتَن ِهى كُن ْه‬
‫)تَُراب ًا‬ demeye başladılar. Yeni Hükûmet-i Meşrutamız mu'cize gibi doğduğu için inşâallah
َ
bir seneye kadar, (‫صبِيا‬‫مهْدِ َه‬ َ ‫ )تَكَل ِه‬sırrına mazhar olacağız. Mütevekkilane,
َ ْ ‫م فِهى ال‬
sabûrane tuttuğumuz otuz sene ramazan-ı sükûtun sevabıdır ki, azabsız cennet-i terakki ve
medeniyet kapılarını bize açmıştır. Hâkimiyet-i milliyenin beraat-i istihlali olan kanun-ı şer'î,
hâzin-i Cennet gibi bizi duhûle davet ediyor.
Ey mazlum ihvan-ı vatan! Gidelim dâhil olalım! Birinci kapısı, şeriat dairesinde
ittihad-ı kulûb; ikincisi, muhabbet-i milliye; üçüncüsü, maarif; dördüncüsü, sa'y-i insanî;
beşincisi, terk-i sefahettir. Ötekilerini sizin zihninize havale ediyorum. Zira davete icabet
vâcibdir. Bu inkılab-ı azîmin fatihası mu'cize gibi başladığı için bir fâl-i hayırdır ki, hâtimesi
de pek güzel olacaktır. Şöyle ki
448

Bu inkılab; fikr-i beşerin ağır zincirlerini parça parça ve istid’ad-ı terakkiye karşı
sedleri zîr ü zeber ederek, hükûmeti varta-yı mevtten tahlis ve bu millet-i mazlumede cevahir-
i insaniyeti izhar ve âzade olarak kâ'be-i kemalâta doğru gönderdiği gibi, hâtimesi de yani
otuz sene kadar rengârenk sefahet ve israfat ve hevesat ve lezaiz-i nâmeşrua gibi seyyiat-ı
medeniyet, devlet-i medeniyeti, hükûmet-i müstebide gibi inkıraza sevkeden umûrlar
maddeten zararını ihsas edeceğinden o muzlim ve kesif olan sehab, arzu-yu umumî ile
münkeşif olduğundan, şems-i şeriat ve ma'kesi olan kamer-i medeniyet berrak ve saf ve
esasatta Asya'yı ve Rumelini tenvir ve mutazammın olduğu istid’ad-ı kemalin tohumları
hürriyetin yağmuru ile neşv ü nema bularak rengârenk elvan ile tezyin edeceğini bu fâl-i hayır
bize müjde veriyor.
(A.S.M.)
Bir mu'cize-i Peygamberîdir ve bu millet-i mazlumeye bir inâyet-i İlahîdir ve
cem'iyet-i milliyenin niyet-i hâlisanesinin bir kerametidir ki, bu maden-i saadet ve hürriyet
olan şeriat dairesindeki ittihad-ı kulûb ve muhabbet-i millî elimize meccanen girdi. Milel-i
saire milyonlarla cevahir-i nüfus feda etmekle kazandılar. Ölmüş olan hissiyat ve âmâl ve
müyulat-ı âliye-i milliyemizi ve ahlâk-ı hasene-i İslâmiyemizi bu küre-i arz denilen (cezbe
tutmuş mevlevî gibi) meczub cevvalin sımahında tanin-endaz ve umum milleti sürur ile bir
garib ihtizaza getiren sadâ-yı hürriyet ve adalet, nefh-i sûr-ı İsrafil gibi hayatlandırıyor.
Sakın ey ihvan-ı vatan! Sefahetlerle ve dinde lâübaliliklerle tekrar öldürmeyiniz. Ve
bütün efkâr-ı fasideye ve ahlâk-ı rezileye ve desais-i şeytaniyeye ve tabasbusata karşı; şeriat-ı
garra üzerine müesses olan kanun-ı esasî Azrail hükmüne geçti, ânları öldürdü.
Ey hamiyetli ihvan-ı vatan! İsrafat ve hilaf-ı şeriat ve lezaiz-i nâmeşrua ile tekrar ihya
etmeyiniz! Demek şimdiye kadar mezarda idik, çürüyorduk. Şimdi bu ittihad-ı millet ve
meşrutiyet ile rahm-ı madere geçtik, neşv ü nema bulacağız. Yüz bu kadar sene geri
(A.S.M.)
kaldığımız mesafe-i terakkiden inşâallah mu'cize-i Peygamberî ile, şimendifer-i kanun-ı
şer'iye-i esasiyeye amelen ve burak-ı meşveret-i şer'iyeye fikren bineceğiz. Bu vahşet-engiz
449

sahra-yı kebiri zaman-ı kasırada tekemmül-i mebadi cihetiyle tayyetmekle beraber, milel-i
mütemeddine ile omuz omuza müsabaka edeceğiz. Zira onlar kâh öküz arabasına binmişler,
yola gitmişler. Biz birdenbire şimendifer ve balon gibi mebadiye bineceğiz, geçeceğiz. Belki
câmi'-i ahlâk-ı hasene olan hakikat-ı İslâmiyenin ve istid’ad-ı fıtrînin, ve feyz-i imanın ve
şiddet-i cû'un hazma verdiği teshil yardımıyla fersah fersah geçeceğiz. Nasıl ki vaktiyle
geçmiştik. Talebeliğin bana verdiği vazife ile ve hürriyetin ferman-ı mezuniyetiyle ihtar
ediyorum ki:
Ey ebna-yı vatan! Hürriyeti sû'-i tefsir etmeyiniz, tâ elimizden kaçmasın. Ve müteaffin
olan eski esareti başka kabda bize içirmekle bizi boğmasın. (Hâşiye) Zira hürriyet, müraat-ı
ahkâm ve âdâb-ı şeriat ve ahlâk-ı hasene ile tahakkuk ve neşvünema bulur. Sadr-ı evvelin yani
sahabe-i kiramın o zamanda âlemde vahşet ve cebr-i istibdad hükümferma olduğu halde,
hürriyet ve adalet ve müsavatları bu müddeaya bir bürhan-ı bahirdir. Yoksa hürriyeti sefahet
ve lezaiz-i nâmeşrua ve israfat ve tecavüzat ve heva-i nefse ittiba'da serbestiyet ile tefsir ü
amel etmek; bir padişahın esaretinden çıkmakla ve alçakların istibdadı ve esaret-i rezilesinin
altına girmekle beraber milletin çocukluk istid’adını ve sefih olduğunu gösterdiğinden,
paralanmış olan eski esarete lâyık ve hürriyete adem-i liyakatını gösterir. Zira sefih
mahcurdur. Geniş ve müşa'şa' olan yeni hürriyet-i şer'iyeye adem-i liyakat, [zira çocuğa geniş
olmaz ]şanlı olan ittihad-ı millîyi, bozulmuş ve müteaffin olan hâlât ile fena bir hastalığa
hedef edecektir. Zira ehl-i takva ve vicdanın tefsiri böyle değil. Mezhebi de muhalif olacaktır.
Biz Millet-i Osmaniye erkeğiz.

Kamet-i merdane-i istid’ad-ı milliyemize kadınların libası gibi süslü sefahet ve hevesat ve
israfat yakışmıyor. Binaenaleyh aldanmayalım. [‫ر‬ َ َ ‫ما كَد‬
‫صهفَا د َهع ْ َه‬ ‫خذ ْ َه‬
َ ‫ما‬ ُ ] kaidesini
düstur-ul amel yapalım. Şöyle ki:
Ecnebiyede terakkiyat-ı medeniyeye yardım edecek noktaları (fünun ve sanayi gibi)
maalmemnuniye alacağız.

(Hâşiye):
Evet daha dehşetli bir istibdad ile, pek acı ve zehirli bir esareti bize içirdiler.
450

Amma medeniyetin zünub ve mesavîsi olarak bazı âdât ve ahlâk-ı seyyie ki,
ecnebilerde mehasin-i medeniye-i kesîresiyle muhat olduğu için çirkinliğini o kadar
göstermiyor. Biz ise aldığımız vakit sû'-i tali' cihetiyle ve sû'-i intihab tarîkıyla müşkil-üt
tahsil mehasin-i medeniyeti terk edip, çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünub-ı medeniyeti
kesbettiğimizden, muhannes gibi (yani kadınlaşmış erkek gibi) veya mütereccile gibi (yani
erkekleşmiş kadın gibi) oluruz. Kadın erkek gibi giyinse maskara olur. Erkek kadın gibi
süslense muhannesliktir, yakışmaz. Merd ve âlîhimmet, zîb ü zîverle müzahref cilveli hanım
gibi olmamalı.
(Elhâsıl) Zünub ve mesavi-i medeniyeti, hudud-ı hürriyet ve medeniyetimize
girmekten seyf-i şeriatla yasak edeceğiz. Tâ ki, medeniyetimizin gençliği ve şebabeti, zülâl-i
ayn-il hayat-ı şeriatla muhafaza olsun. Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lâzımdır ki;
onlar Avrupa'dan mehasin-i medeniyeti almakla beraber, her kavmin mâye-i bekası olan âdât-ı
milliyelerini muhafaza ettiler. Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyet'te neşv ü nema bulduğu için
iki cihetle sarılmak zarurîdir.
Ey hamiyetli ebna-yı vatan! Cem'iyet-i millî ruhlarını feda etmekle saadetimize yol
açtılar. Biz de, bazı lezaizimizi terk ile onlara yardım edeceğiz. Zira o sofra-yı nimete beraber
oturuyoruz. Efkâr-ı faside sahibi yani hürriyet altında istibdadı ve mezâlimi arzu edenler,
mevt-i ebedîye mazhar olan ve zaman-ı mazinin çukurunda medfun olan istibdadatı veyahut
seyl-i huruşan-ı zaman içinde yuvarlanmış olan mezâlimi, bir daha temaşa etmemek için,
tarih-i hayat-ı hürriyetin beyanıyla, mazi ve hâl meyanında delinmez bir sedd-i âhenin çekmek
istiyorum. Şöyle ki:
Bu inkılab, doğduğu hürriyet eğer meşveret-i şer'iyenin terbiyesine verse, bu milletin
eski satvet ve kuvvetini ihya edecektir. Eğer veba-yı ağraz-ı şahsiyeye müsadif olsa; istibdad-ı
mutlaka dönecek, o çocuk ölecek. Hürriyet tam zamanında doğdu. Ahval ve ilcaat-ı zaman
tam terbiyesine hizmet ister.
451

Sun'î ve ihtiyarî değil, tâ ki çok külfete muhtaç olsun. Eski zaman gibi bu kadar tazyikatın
tesiriyle me'yusiyet ve mahv olmak şanından olmayan hamiyet-i İslâmiye o kadar galeyana
gelmiş ki, güya hürriyet rahm-ı maderde tekmil yaşa kadar gelmiş. Kadem-nihade-i saha-i
vücud olduğu anda hükümfermalığını ilân ve hiçbir müsademata karşı tezelzüle ve delmeğe
uğramayacak bir sedd-i âhenin gibi veyahut taht-ı Belkısî gibi (beş hakaik-i sabite) üzerine
teessüs edecek.
(Birinci Hakikat) Mecmu'da bir kuvvet bulunur, hiçbir ferd o kuvvete mâlik olamaz.
Bir kalın şerit ile eczasından kalın bir telin kuvveti gibi.. veyahut efkâr-ı umumiyeyi
mutazammın yeni hükûmetimiz ve eski hükûmetimiz gibi. Ey millet! Biz şimdi kalın şeridiz.
Her kim muhalefet ile veyahut hodserane ile bunu zaîf etse, umumun hakkına affolunamaz bir
cinâyettir.
(İkinci Hakikat) Zaman-ı salifte, yani galebe-i vahşet vaktinde âlemde hükümferma,
vahşetin mahsulü ve tedenni ve inkırazın mahkûmu olan kuvvet ve cebrin saltanatı idi.
Herhangi devletin deveran-ı demmi yerine girmiş ise, öyle devletlerin sahaif-i tarihiyeleri
baykuşların âşiyaneleri gibi satırları inkırazlarını çağırıyorlar, bağırıyorlar. Tasallut-ı
medeniyetin zamanında âlemin hükümranı, ilim ve marifettir. Müvellidi medeniyet ve şanı
tezayüd ve ömrü ebedî olduğundan herhangi devletin hayat ve müdebbiri olmuş ise, o
hükûmeti kendi gibi kayd-ı ömr-i tabiîden ve ecel-i inkırazdan tahlis ve küre-i arz kadar
yaşamasına istid’ad vermiş. Kitab-ı Avrupa sahaifi bunu alenen gösteriyor.
Eğer denilse: Şimdiye kadar bu hükûmet-i zaîfeyi âdi âdemler idare edebilirlerdi.
Fakat bu kadar metin ve dehşetli, kaviyen emel ettiğimiz yeni hükûmeti omuzunda taşıyacak
hârika ve dâhî âdemler lâzımken, Asya ve Rumeli tarlası acaba öyle mahsulât verecek mi?
(Buna cevab) Eğer başka inkılablar başa gelmezse, evet. [Ve Üçüncü Hakikat'a]
dikkat et. Şöyle ki: Bu zaman-ı mazide insan istid’ad-ı gayr-ı mütenahîye mâlik iken o kadar
dar ve mahdud daire içinde hareket ediyordu ki: Güya insan iken hayvan gibi yaşadığından,
efkâr ve ahlâkı o daire
452

nisbetinde tedenni etmiş ve mahsur kalmıştı. Şimdi bu şer'î hürriyet-i âdilane eğer yaşasa ve
bozulmazsa, fikr-i beşerin ağır zincirlerini paralamakla ve istid’ad-ı terakkiye karşı sedleri
herc ü merc ederek o küçük daireyi dünya kadar tevsi' edebilir. Hattâ benim gibi bir köylü adi
âdem, süreyya kadar ulvî olan idare-i umumîyi nazara alacak. Âmâl ve müyulatın filizlerini
orada bağlayacak. Ve herbir fiil ve tavrının orada bir ihtizaz ile zîmedhal bulunacağından,
himmeti Süreyya kadar teali ve ahlâkı o derece tekemmül ve efkârı memalik-i Osmaniye
kadar tevessü' edeceğinden; Eflatunları, İbn-i Sinaları ve Bismarkları, Dekartları ve
Taftazanîleri inşâallah geri bırakacak. Bu kuvvetli Asya ve Rumeli tarlası çok şübban-ı vatan
mahsulü vereceğinden kaviyen ümidvarız. Lâsiyema şu memalik-i Osmaniye umum
enbiyanın mahall-i zuhuru ve devlet-i mütemeddine-i salifenin mehd-i teşekkülü ve şems-i
İslâmiyetin maşrık-ı tulûu olduğundan, insanların fıtratlarında ektikleri bu üç istid’adat-ı
kemal bu hürriyetin yağmuru ile neşv ü nema bulsa, herkesin istid’adı ve fikr-i münevverinin
dal ve budakları şecere-i tûbâ gibi her tarafa açacaktır. Ve şarkın garba nisbetini, seherin
guruba nisbeti gibi edecektir. Eğer sûs-i ataletle ve sümum-ı ağraz ile kurutulmazsa.
(Dördüncü Hakikat) Şeriat-ı Garra Kelâm-ı Ezelî'den geldiğinden ebede gidecektir.
Zira şecere-i meyl-ül istikmal-i âlemin dalı olan insandaki meyl-üt terakkinin mahsulü ve
semeresi olan istid’adın telahuk-ı efkârla hasıl olan netaicinin teşerrüb ve tegaddi ile
büyümesi nisbetinde, Şeriat-ı Garra aynen maddî zîhayat gibi tevessü' ve intibak edeceğinden
ezelden gelip ebede gideceğine bürhan-ı bahirdir. Asr-ı Saadet olan sadr-ı evvelin hürriyet ve
adalet ve müsavatı bahusus o zamanda delil-i kat'îdir ki, Şeriat-ı Garra müsavatı ve adaleti ve
hakikî hürriyeti cemi' revabıt ve levazımatıyla câmi'dir.
(R.A.) (R.A.)
İmam-ı Ömer , İmam-ı Ali ve Salahaddin-i Eyyubîyi kürdi âsârı bu müddeaya
delil-i alenîdir. Buna binaen kat'iyen hükmediyorum: Şimdiye kadar noksaniyatımız ve
tedenniyatımız,ve sû'-i ahvalimiz dört sebebden gelmiş: 1- Şeriat-ı garranın adem-i müraat-ı
ahkâmından 2- Bazı müdahinlerin
453

keyfemayeşa sû'-i tefsirinden 3- Zahirperest âlim-i cahilin veyahut cahil-i âlimin taassubat-ı
nâ-be-mahallinden 4- Sû'-i tali' cihetiyle ve sû'-i intihab tarîkıyla müşkil-üt tahsil olan Avrupa
mehasinini terk ederek çocuk gibi hevayı hevese muvafık zünub ve mesavi-i medeniyeti tuti
gibi takliddendir ki, bu netice-i seyyie zuhur ediyor. Memurîn hakkıyla vazifesini îfa etse,
memur olmayan ilcaat-ı zamana muvafık sa'yetse, sefahete vakit bulamıyacaktır. Bu iki
kısmın herhangisinde bir ferd, sefahete inhimak gösterdi ise, bu heyet-i içtimaiye içinde muzır
bir mikrop suretine giriyor.
(Beşinci Hakikat) Zaman-ı sâbıkta revabıt-ı içtima' ve levazım-ı taayyüş ve fevaid-i
medeniyet o kadar tekessür ve teşa'ub etmediğinden, bazı kalil âdemlerin fikri, devletin
idaresine yarı kâfi gibi idi. Amma bu zamanda revabıt-ı içtima' o kadar tekessür etmiş ve
levazım-ı taayyüş o derece taaddüd etmiş ve semerat-ı medeniyet o kadar tefennün etmiş ki,
ancak yalnız kalb-i millet hükmünde olan meclis-i meb'usan ve fikr-i ümmet makamında olan
meşveret-i şer'î ve seyf ve kuvvet-i medeniyet menzilinde bulunan hürriyet-i efkâr o devleti
taşıyabilir. Ve idare ve terbiye edebilir. Bu hakikata misal; eski hükûmet-i müstebide, yeni
hükûmet-i meşrutadır.
Üçüncü Hakikat'ın bana verdiği vazife ile ve hürriyetin ferman-ı mezuniyetiyle (üç
şey) ihtar ediyorum.
(Birincisi) Bir cisim birden zerrattan tahallül ve yeni zerrattan teşekkül eylemesi
muhal olacağından, cism-i devletin birden memurîni ref' ve yenilerini ikame eylemesi muhal
olmasa da, müteazzirdir. Binaenaleyh istid’ad-ı habis ve kabil-i ıslah olmayan
âdemleri zâten cism-i devlet def'-i tabiî ile ifraz edecektir. Amma kabil-i ıslah olanlar zâten
güneş garbdan tulû' etmediğinden tövbenin kapısı açıktır. Bunların tecrübelerinden istifade
etmeli. Bunların yerini dolduracak kırk sene lâzım. Yoksa umumu aleyhinde idare-i lisan ve
terzil etmek, bu şanlı olan ittihad-ı milleti (bozulmuş bazı efkâr ve ahlâklarına binaen) bir
hastalığa hedef edecektir.
454

(İkincisi) Ben kürdistan dağlarında büyümüş idim. Merkez-i hilafeti güzel tahayyül
ediyordum. Vakta ki, bundan yedi-sekiz ay mukaddem Dersaadet'e geldim. Gördüm ki:
İstanbul tevahhuş ve tenafür-i kulûb sebebiyle medenî libası giymiş vahşi bir âdeme benzerdi.
Şimdi ittihad-ı millî sebebiyle medenî âdem, fakat yarı medenî, yarı vahşi libasında bize arz-ı
dîdar ediyor. Evvel kürdistanda fenalığın sebebi, kürdistan uzvu hastalanmış zannediyordum.
Vakta ki, hasta olan İstanbul'u gördüm. Nabzını tuttum. Teşrih ettim. Anladım ki, kalbindeki
hastalıktır, her tarafa sirâyet eder. Tedavisine çalıştım, bir divanelikle taltif edildim.
Hem de gördüm ki; medeniyet-i hakikiyeyi teşkil eyleyen İslâmiyet, maddî cihetinde
medeniyet-i hazıradan geri kalmış. Güya İslâmiyet sû'-i ahlâkımızdan darılmış mazi tarafına
dönüp gidiyor, zaman-ı saadete bizi şikâyet edecektir. Bunun en büyük sebebi; istibdaddan
sonra, mürşid-i umumî üç büyük şubenin ki (cümlenin maksudu bir amma rivâyet muhtelif)
veyahut (‫ر‬ ُ ‫شي‬
ِ ُ ‫ما ِ ي‬ َ ْ ‫حد ٌ وَ ك ُهل اِلَى ذ َا َ ال‬
َ ‫ج‬ َ ُ ‫سن‬
ِ ‫ك وَا‬ ُ َ‫شت َِهى و‬
‫ح ْه‬ َ ‫عبَاَراتُن َها‬
ِ ) beytinin
mâsadakı olan ehl-i medrese ve ehl-i mekteb ve ehl-i tekyenin- tebayün-i efkâr ve tehalüf-i
meşaribidir.
Bu tebayün-i efkâr ahlâk-ı İslâmiyenin esasını sarsmış, ittihad-ı milleti çatallaştırmış,
terakkiyat-ı medeniyeden geri bırakmıştır. Zira biri ifrat ile diğerini tekfir ve tadlil ediyor.
Öteki tefrit ile onu techil ve gayr-ı mutemed addediyor. Bunun çaresi, tevhid ile ve
efkârlarının mabeyninde teyid ile münasebet ile musalahadır. Tâ itidal noktasında musafaha
ile birleşmeli ki, aheng-i terakkiyi ihlâl etmesinler.
(Üçüncüsü) Ben vaizleri dinledim. Nasihatları bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasavet-
i kalbimden başka (üç sebeb) buldum: (Birincisi) Zaman-ı hazırayı zaman-ı salifeye kıyas
ederek yalnız tasvir-i müddeayı parlak ve mübalağalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için isbat-ı
müddea ve müteharri-i hakikatı ikna lâzım iken ihmal ediyorlar. (İkincisi) Bir şeyi tergib veya
terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, müvazene-i şeriatı muhafaza
etmiyorlar. (Üçüncüsü) Belâgatın muktezası olan
455

hale mutabık, yani ilcaat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasib söz söylemezler.
Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.
(Hasıl-ı kelâm) Büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, tâ isbat ve ikna etsin.
Hem hakîm-i müdakkik olmalı, tâ müvazene-i şeriatı bozmasın. Hem belig-i mukni' olmalı, tâ
mukteza-yı hal ve ilcaat-ı zamana muvafık söz söylesin ve mizan-ı şeriatla tartsın ve böyle
olmaları da şarttır.
Yaşasın Şeriat-ı Garra!.. Yaşasın adalet-i İlahî!.. Yaşasın ittihad-ı millî!.. Ölsün
ihtilaf!.. Yaşasın muhabbet-i millî!.. Gebersin ağraz-ı şahsiye ve fikr-i intikam!.. Yaşasın
şecaat-ı mücessem askerler!.. Yaşasın satvet-i müşahhas ordular!..Yaşasın akıl ve tedbir-i
mücessem dindar cem'iyet-i ahrar ve Nur Talebeleri!
Said Nursî

(Hâşiye-1)
: Medar-ı ibret ve hayrettir ki, kırküç sene evvel hürriyetin üçüncü gününde İstanbul'da hem
sonra Selanik'te Meydan-ı Hürriyet'te binler siyasîlere karşı dava ettiği ve bütün kuvvetiyle Şeriatı
istediği ve hürriyeti ve meşrutiyeti Şeriata hizmetkâr yaptığı ve sonra 31 Mart'ta Hareket Ordusu gâyet
dehşet ve şiddetle Şeriat isteyenleri mes'ul ettikleri zamanda Divan-ı Harb-i Örfî'de Said'in bu
münteşir nutuklarından tam beraet verildiği halde; şimdi ise siyaseti otuz seneden beri bıraktığı ve o
nutuklarına nisbeten siyasete pek az teması için 27 sene dinsizlik hesabına işkenceler gaddarane azab
ve cezalar verenler, elbette din namına zulmettiklerini ve engizisyonlardan daha zâlim olduklarını isbat
eder.
Said Nursî

(Hâşiye-2)
: Üstadımız o zaman Türkçeyi iyi bilmiyordu. Nutuklarını neşreden cerideler, bazı kelimelerin
manasını bilmediklerinden beş altı kelimede sehiv olduğundan tashih edildi.
Müstensih
456

[ Hutbe-i Şamiye'nin İkinci Zeyli ]

Otuzbeş sene evvel tab'edilen (Hakikat Çekirdekleri) namındaki risaleden vecizelerdir.

ِ ِ ‫ن َالَِر‬
‫حيم‬ ِ َ َٰ‫حم‬ ِٰ ِ ‫سم‬
ْ ‫الله ِه الَِر‬ ْ ِ‫ب‬
‫مدٍ وَ ع َلَى‬
َِ ‫ح‬
َ ‫م‬
ُ ‫سيِدِنَا‬
َ ‫م ع َلى‬
ُ ‫سل‬ َ َ
ِ ‫صلة ُ وَ ال‬ َ ْ
ِ ‫ن وَ ال‬
َ ‫مي‬ ِ ‫مد ُ ِل ِٰله ِه َر‬
ِ ‫ب العَال‬ َ ْ ‫اَل‬
ْ ‫ح‬
‫ن‬
َ ‫معِي‬ ْ َ ‫حبِهِ ا‬
َ ‫ج‬ ْ ‫ص‬
َ َ‫الِهِ و‬
[1] Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl bir uzvun reçetesi; ittiba'-ı Kur’ândır.
[2] Azametli bahtsız bir kıt'anın, şanlı tali'siz bir devletin, değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi;
ittihad-ı İslâmdır.
[3] Arzı ve bütün nücum ve şümusu tesbih taneleri gibi kaldıracak ve çevirecek kuvvetli bir
ele mâlik olmayan kimse, kâinatta dava-yı halk ve iddia-yı icad edemez. Zira herşey, herşeyle
bağlıdır.
[4] Haşirde bütün zev-il ervahın ihyası; mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sineğin
baharda ihya ve inşasından kudrete daha ağır olamaz. Zira kudret-i ezeliye zâtiyedir;
tegayyür edemez, acz tahallül edemez, avaik tedahül edemez. Onda meratib olamaz,
herşey ona nisbeten birdir.
[5] Sivrisineğin gözünü halkeden, Güneşi dahi o halketmiştir.
[6] Pirenin midesini tanzim eden, Manzume-i Şemsiyeyi de o tanzim etmiştir.
[7] Kâinatın te'lifinde öyle bir i'caz var ki; bütün esbab-ı tabiiye farz-ı muhal olarak muktedir
birer fâil-i muhtar olsalar, yine kemal-i acz ile o i'caza karşı secde ederek [ َ‫ك ل‬ َ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
‫ُه‬
‫م‬ َ ْ ‫ت الْعَزِيُز ال‬
ُ ‫حكِي‬ َ ْ ‫ك اَن‬
َ َِ ‫ ] قُدَْرة َ لَنَا اِن‬diyeceklerdir.
[8] Esbaba tesir-i hakikî verilmemiş; vahdet ve celal, öyle ister. Lâkin mülk cihetinde esbab
dest-i kudrete perde olmuştur; izzet ve azamet öyle ister. Tâ nazar-ı zahirde, dest-i kudret
mülk cihetindeki umûr-ı hasîse ile mübaşir görülmesin.
457

[9] Mahall-i taalluk-ı kudret olan herşeydeki melekûtiyet ciheti; şeffaftır, nezihtir.
[10] Âlem-i şehadet, avalim-ül guyûb üstünde tenteneli bir perdedir.
[11] Bir noktayı tam yerinde icad etmek için, bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-ı
mütenahî lâzımdır. Zira şu kitab-ı kebir-i kâinatın herbir harfinin, bahusus zîhayat herbir
harfinin, herbir cümlesine müteveccih birer yüzü, nâzır birer gözü vardır.
[12] Meşhurdur ki: Hilâl-i îde bakarlardı. Kimse birşey görmedi. İhtiyar bir zât yemin ederek
"Hilâli gördüm" dedi. Halbuki gördüğü hilâl değil, kirpiğinin tekavvüs etmiş beyaz bir
kılı idi. O kıl nerede, Kamer nerede?.. Harekât-ı zerrat nerede, fâil-i teşkil-i enva'
nerede?..
[13] Tabiat, misalî bir matbaadır, tabi' değil; nakıştır, nakkaş değil; kabildir, fâil değil;
mistardır, masdar değil; nizamdır, nâzım değil; kanundur, kudret değil; şeriat-ı iradiyedir,
hakikat-ı hariciye değil!..
[14 Fıtrat-ı zîşuur olan vicdandaki incizab ve cezbe, bir hakikat-ı cazibedarın cezbesiyledir.
[15] Fıtrat yalan söylemez. Bir çekirdekteki meyelan-ı nümuvv der: Ben sünbülleneceğim,
meyve vereceğim. Doğru söyler. Yumurtada bir meyelan-ı hayat var: Der: Piliç olacağım.
Biiznillah olur. Doğru söyler. Bir avuç su, meyelan-ı incimad ile der: Fazla yer tutacağım.
Metin demir onu yalan çıkaramaz; sözünün doğruluğu demiri parçalar. Şu meyelanlar,
iradeden gelen evamir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir.
[16] Karıncayı emirsiz, arıyı ya'subsuz bırakmayan kudret-i ezeliye; elbette beşeri nebisiz
(A.S.M.)
bırakmaz. Âlem-i şehadetteki insanlara inşikak-ı Kamer, bir mu'cize-i Ahmediye
olduğu gibi, mi'rac dahi âlem-i melekûttaki melaike ve ruhaniyata karşı bir mu'cize-i kübra-yı
(A.S.M.)
Ahmediyedir ki; nübüvvetinin velâyeti bu keramet-i bahire ile isbat edilmiştir ve o
parlak zât, berk ve Kamer gibi melekûtta şu'le-feşan olmuştur.
[17] Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirine şahiddir. Birincisi ikincisine bürhan-ı lümmîdir;
ikincisi birincisine bürhan-ı innîdir.
458

[18] Hayat, kesrette bir çeşit tecelli-i vahdettir. Onun için ittihada sevkeder. Hayat; bir şeyini
herşeye mâlik eder.
[19] Ruh, bir kanun-ı zîvücud-ı haricîdir, bir namus-ı zîşuurdur. Sabit ve daim fıtrî kanunlar
gibi, ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı iradeden gelmiş, kudret ona vücud-ı hissî giydirmiştir.
Bir seyyale-i latifeyi o cevhere sadef etmiştir. Mevcud ruh, makul kanunun kardeşidir. İkisi
hem daimî, hem âlem-i emirden gelmişlerdir. Şâyet nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir
vücud-ı haricî giydirseydi, ruh olurdu. Eğer ruh, şuuru başından indirse, yine lâyemut bir
kanun olurdu.
[20] Ziya ile mevcudat görünür, hayat ile mevcudatın varlığı bilinir. Herbirisi birer keşşaftır.
[21] Nasraniyet ya intifa veya ıstıfa edip İslâmiyet'e karşı terk-i silâh edecektir. Nasraniyet
birkaç defa yırtıldı, protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar
yırtılmağa hazırlanıyor. Ya intifa bulup sönecek veya hakikî Nasraniyetin esasını câmi'
olan hakaik-i İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır. İşte bu sırr-ı azîme, Hazret-i
Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm işaret etmiştir ki: "Hazret-i İsa nâzil olup gelecek,
ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir."
[22] Cumhur-ı avamı, bürhandan ziyade, me'hazdaki kudsiyet imtisale sevkeder.
[23] Şeriatın yüzde doksanı -zaruriyat ve müsellemat-ı diniye- birer elmas sütundur. Mesail-i
içtihadiye-i hilafiye, yüzde ondur. Doksan elmas sütun, on altunun himayesine verilmez.
Kitablar ve içtihadlar Kur’âna dûrbîn olmalı, âyine olmalı; gölge ve vekil olmamalı!..
[24] Her müstaid; nefsi için içtihad edebilir, teşri' edemez.
[25] Bir fikre davet, cumhur-ı ülemanın kabulüne vâbestedir. Yoksa davet bid'attır, reddedilir.
[26] İnsan fıtraten mükerrem olduğundan, hakkı arıyor. Bazan bâtıl eline gelir; hak
zannederek koynunda saklar.
459

Hakikatı kazarken, ihtiyarsız dalalet başına düşer; hakikat zannederek kafasına giydiriyor.
[27] Birbirinden eşeff ve eltaf, kudretin çok âyineleri vardır; sudan havaya, havadan esîre,
esîrden âlem-i misale, âlem-i misalden âlem-i ervaha, hattâ zamana, fikre tenevvü' ediyor.
Hava âyinesinde bir kelime milyonlar kelimat olur. Kalem-i kudret, şu sırr-ı tenasülü pek acib
istinsah ediyor. İn'ikas, ya hüviyeti veya hüviyetle mahiyeti tutar. Kesifin timsalleri birer
meyyit-i müteharriktir. Bir ruh-ı nuranînin kendi âyinelerinde olan timsalleri, birer hayy-ı
murtabıttır; aynı olmasa da, gayrı da değildir.
[28] Şems hareket-i mihveriyesiyle silkinse, meyveleri düşmez; silkinmezse, yemişleri olan
seyyarat düşüp dağılacaktır.
[29] Nur-ı fikir, ziya-yı kalb ile ışıklanıp mezcolmazsa, zulmettir, zulüm fışkırır. Gözün
muzlim nehar-ı ebyazı, muzii (Hâşiye) leyle-i süveyda ile mezcolmazsa basarsız olduğu gibi,
fikret-i beyzada süveyda-i kalb bulunmazsa, basiretsizdir.
[30] İlimde iz'an-ı kalb olmazsa, cehildir. İltizam başka, itikad başkadır.
[31] Bâtıl şeyleri iyice tasvir, safi zihinleri idlâldir.
[32] Âlim-i mürşid, koyun olmalı; kuş olmamalı. Koyun, kuzusuna süt; kuş, yavrusuna kay
verir.
[33] Bir şeyin vücudu, bütün eczasının vücuduna vâbestedir. Ademi ise, bir cüz'ünün
ademiyle olduğundan; zaîf âdem, iktidarını göstermek için tahrib tarafdarı oluyor, müsbet
yerine menfîce hareket ediyor.
[34] Desatir-i hikmet, nevamis-i hükûmetle; kavanin, revabıt-ı kuvvetle imtizac etmezse
cumhur-ı avamda müsmir olamaz.
[35] Zulüm, başına adalet külâhını geçirmiş; hıyanet, hamiyet libasını giymiş; cihada bagy
ismi takılmış;

(Hâşiye):
Meali: Gözün gündüze benzeyen beyazı geceye benzeyen siyahlığıyla beraber olmazsa;
göz, göz olmaz.
460

esarete hürriyet namı verilmiş!.. Ezdad, suretlerini mübadele etmişler.


[36] Menfaat üzerine dönen siyaset, canavardır.
[37] Aç canavara karşı tahabbüb; merhametini değil, iştihasını açar. Hem de diş ve tırnağının
kirasını da ister.
[38] Zaman gösterdi ki: Cennet ucuz değil, Cehennem dahi lüzumsuz değil…
[39] Dünyaca havas tanılan insanlardaki meziyet, sebeb-i tevazu' ve mahviyet iken; tahakküm
ve tekebbüre sebeb olmuştur. Fukaranın aczi, avamın fakrı sebeb-i merhamet ve ihsan iken;
esaret ve mahkûmiyetlerine müncer olmuştur.
[40] Bir şeyde mehasin ve şeref hasıl oldukça, havassa peşkeş ederler; seyyiat olsa, avama
taksim ederler…
[41] Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenasi edilse; ezhan enelere dönüp etrafında
gezerler.
[42] Bütün ihtilâlat ve fesadın asıl madeni ve bütün ahlâk-ı rezilenin muharrik ve menba'ı tek
iki kelimedir:
Birinci kelime: Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse bana ne!
İkinci kelime: İstirahatim için zahmet çek; sen çalış, ben yiyeyim.
Birinci kelimenin ırkını kesecek tek bir devası var ki, o da vücub-ı zekattır.
İkinci kelimenin devası, hurmet-i ribadır.
Adalet-i Kur’âniye âlem kapısında durup, ribaya: Yasaktır, girmeye hakkın yoktur der.
Beşer bu emri dinlemedi, büyük bir sille yedi. Daha müdhişini yemeden, dinlemeli!..
[43] Devletler, milletler muharebesi; tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira
beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez.
[44] Tarîk-ı gayr-ı meşru ile bir maksadı takib eden, galiben maksudunun zıddıyla ceza görür.
Avrupa muhabbeti gibi gayr-ı meşru muhabbetin akibetinin mükâfatı, mahbubun
gaddarane adavetidir.
[45] Maziye, mesaibe kader nazarıyla ve müstakbele, maasiye teklif noktasında bakmak
lâzımdır. Cebr ve İtizal, burada barışırlar.
461

[46] Çaresi bulunan şeyde acze, çaresi bulunmayan şeyde ceza'a iltica etmemek gerektir.
[47] Hayatın yarası iltiyam bulur. İzzet-i İslâmiyenin ve namusun ve izzet-i milliyenin yaraları
pek derindir.
[48] Öyle zaman olur ki; bir kelime bir orduyu batırır, bir gülle otuz milyonun mahvına sebeb
(Hâşiye)
olur. Öyle şeraid tahtında olur ki; küçük bir hareket, insanı a'lâ-yı illiyyîne çıkar ve öyle
hal olur ki; küçük bir fiil, insanı esfel-i safilîne indirir.
[49] Bir tane sıdk, bir harman yalanları yakar. Bir tane hakikat, bir harman hayalâta
müreccahtır. [‫صدْق‬ ِ ‫ل‬ ِِ ُ ‫ل ك‬
ُ ْ‫ل قَو‬ ِِ ُ ‫ق ك‬
ٍ ْ‫ل قَو‬ ِ ِ ‫ن لُُزوم‬
ِ ْ ‫صد‬ ْ ‫م‬ ُ ‫ ]ل َ يَلَْز‬Her sözün doğru
ِ ‫م‬
olmalı; fakat her doğruyu söylemek, doğru değil.
[50] Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.
[51] İnsanları canlandıran emeldir, öldüren ye'stir.
[52] Eskiden beri i'lâ-yı kelimetullahı ve beka-yı istiklaliyet-i ve İslâm için farz-ı kifaye-i
cihadı deruhde ile kendini, yek-vücud olan âlem-i İslâm'a fedaya vazifedar ve hilafete
bayrakdar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi; âlem-i İslâmın saadet ve hürriyet-i
müstakbelesiyle telafi edilecektir. Zira şu musibet, maye-i hayatımız olan uhuvvet-i
İslâmiyenin inkişafını hârikulâde ta'cil etti.
[53] Hristiyanlığın malı olmayan mehasin-i medeniyeti ona mal etmek ve İslâmiyetin düşmanı
olan tedenniyi ona dost göstermek, feleğin ters dönmesine delildir.
[54] Paslanmış bîhemta bir elmas, daima mücella cama müreccahtır.
[55] Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir; göz ise maneviyatta kördür.

(Hâşiye):
Sırp bir neferin Avusturya Veliahdine attığı bir tek gülle; eski harb-i umumîyi patlattırdı, otuz
milyon nüfusun mahvına sebeb oldu.
462

[56] Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse, hakikata inkılab eder; hurafata kapı açar.
[57] İhsan-ı İlahî'den fazla ihsan, ihsan değildir. Her şeyi, olduğu gibi tavsif etmek gerektir.
[58 ] Şöhret, insanın malı olmayanı dahi insana maleder.
[59] Hadîs, maden-i hayat ve mülhim-i hakikattır.
[60] İhya-yı din, ihya-yı millettir. Hayat-ı din, nur-ı hayattır.
[61] Nev'-i beşere rahmet olan Kur’ân; ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun
eden bir medeniyeti kabul eder. Medeniyet-i hazıra, [beş menfî esas] üzerine teessüs etmiştir:
(1) Nokta-i istinadı, kuvvettir. O ise şe'ni tezahümdür.
(2) Hayatta düsturu, cidaldir. O ise şe'ni tenazu'dur.
(3) Kitlelerin mabeynlerindeki rabıtası, âherini yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî
milliyettir. O ise şe'ni müdhiş ve tesadümdür.
(4) Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci' ve arzuları tatmindir. O heva ise, insanın
mesh-i manevîsine sebebdir.
(A.S.M.)
Şeriat-ı Ahmediyenin tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise: Nokta-i
istinadı, kuvvete bedel haktır ki; şe'ni, adalet ve tevazündür. Hedefi de, menfaat yerine
fazilettir ki; şe'ni, muhabbet ve tecazübdür. Cihet-ül vahdet de, unsuriyet ve milliyet yerine,
rabıta-i dinî ve vatanî ve sınıfîdir ki; şe'ni samimî uhuvvet ve müsalemet ve haricin
tecavüzüne karşı, yalnız tedafü'dür. Hayatta düstur-ı cidal yerine düstur-ı teavündür ki; şe'ni,
ittihad ve tesanüddür. Heva yerine hüdadır ki; şe'ni, insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür.
Mevcudiyetimizin hâmisi olan İslâmiyetten elini gevşetme, dört el ile sarıl; yoksa
mahvolursun.
[62] Musibet-i âmme, ekseriyetin hatasından terettüb eder. Musibet; cinâyetin neticesi,
mükâfatın mukaddemesidir.
463

[63] Şehid kendini hayy bilir. Feda ettiği hayatı, sekeratı tatmadığından, gayr-ı münkatı' ve
bâki görüyor. Yalnız daha nezih olarak buluyor.
[64] Adalet-i mahza-i Kur’âniye bir masumun hayatını ve kanını, hattâ umum beşer için de
olsa, heder etmez. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir. Hodgâmlık
ile, öyle insan olur ki; ihtirasına mani herşeyi, hattâ elinden gelirse dünyayı harab ve nev'-i
beşeri mahvetmek ister.
[65] Havf ve za'f, tesirat-ı hariciyeyi teşci' eder.
[66] Muhakkak maslahat, mevhum muzurrata feda edilmez.
[67] Şimdilik İstanbul siyaseti, İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır.
[68] Deli âdeme İyisin, iyisin denilse iyileşmesi, iyi âdeme fenasın, fenasın denilse
fenalaşması nâdir değildir.
[69] Düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur; düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır.
[70] İnadın işi: Şeytan birisine yardım etse; Melektir der, rahmet okutur; muhalifinde melek
görse, libasını değiştirmiş şeytandır der, lanet eder.
[71] Bir derdin dermanı, başka bir derde zehir olabilir. Bir derman, haddinden geçse, dert
getirir.
َ َ
[72] ‫ة‬ُ َ ‫ماع‬ َ ْ ‫ت وَال‬
َ ‫ج‬ ِ ‫سكَنَا‬
َِ ‫ك ال‬
ِ ‫حرِي‬
ْ َ ‫ت لِت‬
ْ َ‫خلِق‬
ُ ‫ة‬ َ َِ ‫ة ال ِتِى فِيهَا الت‬
ٌ َ ‫سانُد ُ ال‬ ُ ِ ‫معِي‬ َ ْ ‫اَل‬
ْ ‫ج‬
َ
َ ْ ‫ن ال‬
ِ ‫حَركَا‬
‫ت‬ ِ ‫سكِي‬
ْ َ ‫ت لِت‬
ْ َ‫خلِق‬ ٌ َ ‫سد ُ ال‬
ُ ‫ة‬ َ َِ ‫ال ِتِى فِيهَا الت‬
ُ ‫حا‬
[73] Cemaatte vâhid-i sahih olmazsa; cem' ve zam, kesir darbı gibi küçültür. (Hâşiye)

(Hâşiye):
Hesabda malûmdur ki; darb ve cem', ziyadeleştirir. Dört kerre dört, onaltı olur. Fakat
kesirlerde darb ve cem', bilakis küçültür. Sülüsü sülüs ile darbetmek, tüsü' olur; yani,
dokuzda bir olur. Aynen onun gibi,
464

[74] Adem-i kabul, kabul-i ademle iltibas olunur. Adem-i kabul; adem-i delil-i sübut, onun
delilidir. Kabul-i adem, delil-i adem ister. Biri şek, biri inkârdır.
[75] İmanî mes'elelerde şübhe, bir delili, hattâ yüz delili atsa da; medlûle îras-ı zarar edemez.
Çünki binler delil var.
[76] Sevad-ı a'zama ittiba edilmeli. Ekseriyete ve sevad-ı a'zama dayandığı zaman, lâkayd
Emevîlik, en nihâyet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adedce ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik,
en nihâyet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı.
[77] Hakta ittifak, ehakta ihtilaf olduğundan; bazan hak, ehaktan ehaktır; hasen, ahsenden
ahsendir. Herkes kendi mesleğine ‫حق‬ َ َ‫ هُو‬demeli, ‫حق‬ َ ْ ‫ هُوَال‬dememeli. Veyahut ‫ن‬
ْ ‫س‬
َ ‫ح‬
َ َ‫هُو‬
demeli, ‫سن‬ َ ْ ‫ هُوَال‬dememeli...
َ ‫ح‬
[78] Cennet olmazsa, Cehennem tazib etmez.
[79] Zaman ihtiyarlandıkça, Kur’ân gençleşiyor; rumuzu tavazzuh ediyor. Nur, nâr göründüğü
gibi; bazan şiddet-i belâgat dahi, mübalağa görünür.
[80] Hararetteki meratib, bürûdetin tahallülüyledir; hüsündeki derecat, kubhun tedahülüyledir
edir. Kudret-i ezeliye zâtiyedir, lâzımedir, zaruriyedir; acz tahallül edemez, meratib olamaz,
herşey ona nisbeten müsavidir.
[81] Şemsin feyz-i tecellisi olan timsali, denizin sathında ve denizin katresinde aynı hüviyeti
gösteriyor.
[82] Hayat, cilve-i tevhiddendir, müntehası da vahdet kesbediyor.
[83] İnsanlarda veli, cum'ada dakika-i icabe, Ramazanda leyle-i Kadir, esma-i hüsnada ism-i
a'zam, ömürde ecel meçhul kaldıkça; sair efrad dahi kıymetdar kalır, ehemmiyet verilir. Yirmi
sene mübhem bir ömür, nihâyeti muayyen bin sene ömre müreccahtır.

(Hâşiyenin maba’di) insanlarda sıhhat ve istikamet ile vahdet olmazsa, ziyadeleşmekle küçülür, bozuk
olur, kıymetsiz olur!..
465

[84] Dünyada masiyetin akibeti, ikab-ı uhrevîye delildir.


[85] Rızk, hayat kadar kudret nazarında ehemmiyetlidir. Kudret çıkarıyor, kader giydiriyor,
inâyet besliyor. Hayat muhassal-ı mazbuttur, görünür. Rızk gayr-ı muhassal, tedricî
münteşirdir, düşündürür. Açlıktan ölmek yoktur. Zira bedende şahm ve saire suretinde iddihar
olunan gıda bitmeden evvel ölüyor. Demek terk-i âdetten neş'et eden maraz öldürür, rızıksızlık
değil.
[86] Âkil-ül lahm vahşilerin helâl rızıkları, hayvanatın hadsiz cenazeleridir; hem rûy-i zemini
temizliyorlar, hem rızıklarını buluyorlar.
[87] Bir lokma kırk paraya, diğer bir lokma on kuruşa... Ağıza girmeden ve boğazdan
geçtikten sonra birdirler. Yalnız birkaç saniye ağızda bir fark var. Müfettiş ve kapıcı olan
kuvve-i zaikayı taltif ve memnun etmek için birden ona gitmek, israfın en sefihidir.
[88] Lezaiz çağırdıkça, sanki yedim demeli. Sanki yedimi düstur yapan; "Sanki yedim"
namındaki bir mescidi yiyebilirdi, yemedi.
[89] Eskiden ekser İslâm aç değildi, tereffühe ihtiyar vardı. Şimdi açtır, telezzüze ihtiyar
yoktur.
[90] Muvakkat lezzetten ziyade, muvakkat eleme tebessüm etmeli; hoş geldin demeli. Geçmiş
lezaiz, ah vah dedirtir. "Ah!" müstetir bir elemin tercümanıdır. Geçmiş âlâm, "Oh!" dedirtir. O
"Oh" muzmer bir lezzet ve nimetin muhbiridir.
[91] Nisyan dahi bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir, müterakimi unutturur.
[92] Derece-i hararet gibi, her musibette bir derece-i nimet vardır. Daha büyüğünü düşünüp,
küçükteki derece-i nimeti görüp, Allah'a şükretmeli. Yoksa isti'zam ile üflense, şişer; merak
edilse, ikileşir; kalbdeki misali, hayali hakikata inkılab eder; o da kalbi döver.
466

[93] Her âdem için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir
penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise, tekebbür ile tetavül edecek; eğer
kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevazu' ile tekavvüs edecek ve eğilecek.. tâ o seviyede görsün
ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası; küçüklüktür, yani tevazu'dur. Küçüklüğün mizanı;
büyüklüktür, yani tekebbürdür.
[94] Zaîfin kavîye karşı izzet-i nefsi, kavîde tekebbür olur; kavînin zaîfe karşı tevazu'u, zaîfte
tezellül olur. Bir ulü-l emrin makamındaki ciddiyeti, vakardır; mahviyeti, zillettir..
hanesindeki ciddiyeti, kibirdir; mahviyeti tevazu'dur. Ferd mütekellim-i vahde olsa,
müsamahası ve fedakârlığı amel-i sâlihtir; mütekellim-i maal-gayr olsa, hıyanettir, amel-i
talihtir. Bir şahıs, kendi namına hazm-ı nefs eder, tefahur edemez; millet namına tefahur eder,
hazm-ı nefs edemez.
[95] Tertib-i makamatta tefviz tenbelliktir, terettüb-i neticede tevekküldür. Semere-i sa'yine ve
kısmetine rıza kanaattır, meyl-i sa'yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa, dûn-i himmetliktir.
[96] Evamir-i şer'iyeye karşı itaat ve isyan olduğu gibi, evamir-i tekviniyeye karşı da itaat ve
isyan vardır. Birincisinde mükâfat ve mücâzatın ekseri âhirette; ikincisinde, ağlebi dünyada
olur. Meselâ: Sabrın mükâfatı zaferdir; ataletin mücazatı sefalettir; sa'yin sevabı servettir;
sebatın mükâfatı galebedir. Müsavatsız adalet, adalet değildir.
[97] Temasül tezadın sebebidir; tenasüb tesanüdün esasıdır; sıgar-ı nefs tekebbürün
menba'ıdır; za'f gururun madenidir; acz muhalefetin menşeidir; merak ilmin hocasıdır.
[98] Kudret-i Fâtıra ihtiyaç ile, hususan açlık ihtiyacıyla; başta insan, bütün hayvanatı
gemlendirip, nizama sokmuş. Hem âlemi herc ü mercden halâs edip, hem ihtiyacı medeniyete
üstad ederek, terakkiyatı temin etmiştir.
[99] Sıkıntı, sefahetin muallimidir. Ye's, dalalet-i fikrin; zulmet-i kalb, ruh sıkıntısının
menba'ıdır.
467

ُ َ َِ ‫س تََر‬ َ َِ ‫ ]اِذ َا تَاَن‬Bir meclis-i ihvana güzel


َ ُ َ ِ‫ث الِر‬
[100] [‫ح‬ِ ِ ‫ئ بِالت ِوَق‬ َ ‫ج‬
َ ِ ‫ل الن‬
ِ ‫سا‬ ِ ُِ ‫جا بِالت ِ َهو‬
bir karı girdikçe; riya, rekabet, hased damarı intibah eder. Demek inkişaf-ı nisvandan, medenî
beşerde ahlâk-ı seyyie inkişaf eder.
[101] Beşerin şimdiki seyyiat-âlûd hırçın ruhunda, mütebessim küçük cenazeler olan
suretlerin rolü ehemmiyetlidir.
[102] Memnu heykel; ya bir zulm-i mütehaccir, ya bir heves-i mütecessim veya bir riya-yı
mütecessiddir.
[103] İslâmiyetin müsellematını tamamen imtisal ettiği cihetle bihakkın daire-i dâhiline
girmiş zâtta; meyl-üt tevsi' meyl-üt tekemmüldür. Lâkaydlık ile haricde sayılan zâtta meyl-üt
tevsi', meyl-üt tahribdir. Fırtına ve zelzele zamanında; değil içtihad kapısını açmak, belki
pencerelerini de kapatmak maslahattır. Lâübaliler ruhsatlarla okşanılmaz; azimetlerle, şiddetle
ikaz edilir.
[104] Bîçare hakikatlar, kıymetsiz ellerde kıymetsiz olur.
[105] Küremiz hayvana benziyor, âsâr-ı hayat gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir
nevi hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küremiz kadar büyüse, ona benzemeyecek
midir? Hayatı varsa, ruhu da vardır. Âlem, insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i
ferdiye hükmüne geçse; o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır? Allah'ın böyle çok
hayvanları var.
[106] Şeriat ikidir: Birincisi: Âlem-i asgar olan insanın ef'al ve ahvalini tanzim eden ve sıfat-ı
kelâmdan gelen bildiğimiz şeriattır. İkincisi: İnsan-ı ekber olan âlemin harekât ve sekenatını
tanzim eden ve sıfat-ı iradeden gelen şeriat-ı kübra-yı fıtriyedir ki; bazan yanlış olarak "tabiat"
tesmiye edilir. Melaike bir ümmet-i azîmedir ki, sıfat-ı iradeden gelen ve şeriat-ı fıtriye
denilen evamir-i tekviniyesinin hamelesi ve mümessili ve mütemessilleridirler.
468

[107] ‫سرا‬ِ ‫ن تََرى‬ِ ‫سا‬َ ْ ‫س اْلِن‬ َ َ‫خْردَبِينِيَِةٍ و‬


ِ ‫حوَا‬ ُ ٍ‫حوَيْنَة‬ ُ ‫س‬ ِ ‫حوَا‬ َ ‫ن‬
َ ْ ‫ت بَي‬
َ ْ ‫اِذ َا وَاَرن‬
‫س‬
ٓ ٰ‫سوَرة ُ ي‬
ُ ‫ب فِيهَا‬َ ِ ‫ كُت‬..‫س‬ ُ َ‫ن ك‬
ٓ ٰ‫صوَرةِ ي‬ َ ‫سا‬ َ ْ ‫ن اْلِن‬
َِ ِ ‫جيبًا ا‬
ِ َ‫ع‬
[108] Maddiyunluk manevî taundur ki, beşere şu müdhiş sıtmayı tutturdu, gazab-ı İlahîye
çarptırdı. Telkin ve tenkid kabiliyeti tevessü' ettikçe, o taun da tevessü' eder.
[109] En bedbaht, en muzdarib, en sıkıntılı; işsiz âdemdır. Zira atalet, ademin
biraderzadesidir; sa'y, vücudun hayatı ve hayatın yakazasıdır.
[110] Ribanın kab ve kapıları olan bankaların nef'i; beşerin fenası olan gâvurlara ve onların en
zâlimlerine ve bunların en sefihlerinedir. Âlem-i İslâma zarar-ı mutlaktır; mutlak beşerin
refahı nazara alınmaz. Zira gâvur harbî ve mütecaviz ise, hürmetsiz ve ismetsizdir.
[111] Cum'ada hutbe; zaruriyat ve müsellematı tezkirdir, nazariyatı talim değildir. İbare-i
Arabiye daha ulvî ihtar eder. Hadîs ile âyet müvazene edilse, görünür ki; beşerin en beligi
dahi, âyetin belâgatına yetişemez, ona benzemez.

Said Nursî
469

[ Hutbe-i Şamiye'nin İkinci Zeyli'nin İkinci Kısmı ]

Hakikat Çekirdekleri

ِ ِ َ ‫ن َ الَِر‬
‫حيم‬ ِ َٰ‫حم‬ ِٰ ِ ‫سم‬
ْ ‫الله ِه الَِر‬ ْ ِ‫ب‬
‫ن‬
َ ‫سلِي‬ ُ ْ ‫سيِد ِ ال‬
َ ‫مْر‬ َ ٍ ‫مد‬
ِ ‫ح‬
َ ‫م‬
ُ ‫م ع َلى‬ َ
ُ ‫سل‬ َ َ
ِ ‫صلة ُ وَ ال‬
ِ ‫ن وَ ال‬ َ ْ
َ ‫مي‬ ِ ‫مد ُ ِل ِٰله ِه َر‬
ِ ‫ب العَال‬ َ ْ ‫اَل‬
ْ ‫ح‬

[ Sure-i İhlas'ın Bir Remzi ]

(َ‫هُو‬ ‫ل‬ْ ُ‫)ق‬ ıtlak ile tayini; tevhid-i şuhuda işarettir. (‫ر‬ ِ َ ‫شهُود َ بِنَظ‬ َ َ ‫ ل‬:ْ‫اَى‬
ْ ‫م‬
َ
َ ُ‫قيقَةِ اِل ِ ه‬
‫و‬ ِ ‫ح‬ َ ْ ‫)ال‬
َ
(ٌ‫حد‬َ َ ‫ ) ا َ ِٰلل ُهه ا‬tevhid-i uluhiyete tasrihtir. (‫معْبُود َ اِل ِ هُو‬ َ َ ‫ ل‬:ْ‫)اَى‬
(ُ‫مد‬
َ ‫ص‬ َِ ‫ ) ا َ ِٰلل ُهه ال‬tevhid-i rububiyete remizdir. ‫ اى ل خالق ولرب الهو‬Ve
َ
tevhid-i ceberuta telvihtir. (‫و‬ ِ َ ‫ى ع َلَى اْلِطْل‬
َ ُ‫ق اِل ِ ه‬ َِ ِ ‫م وَل َ غَن‬َ ‫ ل َ قَيُِو‬:ْ‫)اَى‬
(‫م يَلِد‬ ْ ‫ )ل َه‬tevhid-i celale telmihtir. Şirkin enva'ını reddeder. Yani tegayyür veya
tecezzi veya tenasül eden, ilah olamaz. Ukûl-i aşere veya melaike veya İsa veya Üzeyr'in
velediyetini dava eden şirkleri reddeder.
(‫د‬ْ َ ‫م يُول‬ ْ ‫ )وَل َه‬isbat-ı ezeliyet ile tevhiddir. Esbabperest, nücumperest, sanemperest,
tabiatperestin şirkini reddeder. Yani hâdis veya bir asıldan münfasıl veya bir maddeden
mütevellid olan ilah olamaz.
( ٌ‫حد‬ َ َ ‫ه كُفُوًا ا‬ ُ ‫ن ل َه‬ ْ ‫ )وَل َه‬câmi' bir tevhiddir. Yani zâtında, sıfatında, ef'alinde
ْ ‫م يَك ُه‬
naziri ve şeriki ve şebihi yoktur. (‫ر‬ ِ َ ‫ميعُ الْب‬
ُ ‫صي‬ َِ ‫ئ وَ هُوَ ال‬
ِ ‫س‬ َ ِ‫مثْلِه‬
ٌ ْ ‫شي‬ َ ْ ‫ )لَي‬Şu sure,
ِ َ‫س ك‬
bütün enva'-ı şirki reddeder. Ve yedi meratib-i tevhidi tazammun eden altı cümlesi
mütenaticedir. Herbiri ötekinin hem neticesi, hem bürhanıdır.
Muvahhid-i ekber ve tevhidin bürhan-ı muazzamı olan kâinat, değil yalnız erkân ve
azası belki bütün hüceyratı, belki bütün zerratı birer lisan-ı zâkir-i tevhid olarak bu büyük
bürhanın sadâ-yı bülendine iştirak ederek hep birden (‫ه‬ ِٰ َِ ‫ه اِل‬
‫الل ُه‬ َ ٰ‫ )ل َ اِل‬diye mevlevîvari
zikrediyorlar.
470

Tevhidin bürhan-ı nâtıkı olan Kur’ân'ın sinesine kulağını yapıştırırsan işiteceksin ki,
kalbinde derinden derine gâyet ulvî, nihâyet derecede ciddî, gâyet samimî, nihâyet derece
َ
َ ٰ‫ا َ ِٰلل ُهه ل َ اِل‬
munis ve mukni' ve bürhan ile mücehhez bir sadâ-yı semavî işiteceksin ki: (ِ‫ه اِل‬
‫و‬
َ ُ‫ )ه‬zikrini tekrar ediyor.
Evet şu bürhan-ı münevverin altı ciheti de şeffaftır. Üstünde sikke-i i'caz, içinde nur-ı
hidâyet, altında mantık ve delil, sağında aklı istintak; solunda vicdanı istişhad; önünde hayır,
hedefinde saadet-i dareyn, nokta-i istinadı vahy-i mahzdır, Vehmin ne haddi var, girebilsin!

Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan irade, zihin, his, latife-i
Rabbaniye, herbirinin bir gayat-ül gayatı var: İradenin ibadetullahtır. Zihnin marifetullahtır.
Hissin muhabbetullahtır. Latifenin müşahedetullahtır. Takva denilen ibadet-i kâmile, dördünü
tazammun eder. Şeriat şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu gayat-ül gayata sevkeder.

Eğer icaddaki vasıta hakikî olsaydı ve hakikî tesir verilseydi; hem bir şuur-ı küllî
verilmek lâzım idi, hem de bizzarure eserde ittikan-ı kemal-i san'at muhtelif olacaktı. Halbuki
en âdiden en âlîye, en küçükten en büyüğe ittikan; derece-i kemalde, ve mahiyetin kameti
nisbetindedir. Demek Müessir-i Hakikî'den bazı karîb, bazı baîd, kısmen vasıtasız, kısmen
vasıta ile, kısmen vesaid ile değildir. İnsanın ihtiyarî eserindeki adem-i kemal; cebri nefy,
ihtiyarı isbat eder.

Cây-ı dikkattir ki: Cüz'î bir ihtiyarın tavassutu ile eser-i akıl bir insan şehri, intizamca
semere-i vahy bir arı kovanındaki cemaate yetişmez. Ve arıların meşher-i san'atı bir petek
hüceyrat şehri; bir nar ve cilnardan intizamca geridir. Demek kâinattaki cazibe-i umumiye
hangi kalemden akmışsa, cüz'-i lâ-yetecezzadaki küçücük cazibeler o kalemin noktalarıdır.
471

َ
İslâmiyet der: (‫و‬ َ ُ‫خال ِهقَ اِل ِ ه‬
َ َ ‫ )ل‬Hem vesaid ve esbabı, müessir-i hakikî olarak
kabul etmez. Vasıtaya mana-yı harfî nazarıyla bakar. Akide-i tevhid ve vazife-i teslim ve
tefviz öyle ister.
Tahrif sebebiyle şimdiki Hristiyanlık esbab ve vesaidi müessir bilir, mana-yı ismî
nazarıyla bakar. Akide-i velediyet ve fikr-i ruhbaniyet öyle ister, öyle sevk eder. Onların
azizleri mana-yı ismiyle birer menba-ı feyz ve -güneşin ziyasından bir fikre göre istihale etmiş
lâmbanın nuru gibi- birer maden-i nur nazarıyla bakıyorlar.
Biz ise evliyaya mana-yı harfiyle, (yani âyine güneşin ziyasını neşrettiği gibi) birer
(Hâşiye)
ma'kes-i tecelli nazarıyla bakıyoruz. Bu sırdandır ki bizdeki sülûk tevazudan başlar,
mahviyetten geçer, Fena fillah makamını görür. Gayr-ı mütenahî makamatta sülûke başlar.
Ene ve nefs-i emmare kibriyle, gururuyla söner.
Hakikî Hristiyanlık değil, belki tahrif ve felsefe ile sarsılmış Hristiyanda, ene
levazımatıyla kuvvetleşir. Enesi kuvvetli, müteşahhıs, bir âdem Hristiyan olsa mütesallib olur.
Fakat Müslüman olsa lâkayd olur.

Kuvveden fiile geçmek olan faaliyetteki şedid ve mütenevvi lezzet, tegayyür-i âlemin
mayesi ve kanun-ı tekâmülün nüvesidir. Zindandan bostana çıkmak, daneden sünbüle geçmek
ayn-ı lezzettir. Faaliyet istihaleyi tazammun etse, lezzet tezayüd ederek taşar. Vazifedeki
külfeti taşıttıran o tattır. Zîşuura nisbeten gâyetteki kemal, ne kadar cazibedar ise,
"Lâmüdrike"ye nisbeten nefs-i faaliyet öyle de cazibedardır, sa'ye sevkeder. Bu sırdandır ki:
Rahat zahmettir, zahmet rahattır.
Hırs ile aculiyet, sebeb-i haybettir. Zira müretteb basamaklar gibi fıtrattaki tertibe,
teselsüle tatbik-i hareket etmediğinden harîs muvaffak olamaz. Olsa da tertib-i ca'lîsi bir
basamak kadar seyr-i fıtrîden kısa olduğundan yeise düşüp gaflet bastıktan sonra kapı açılır.

(Hâşiye):
Nakşibendî rabıtası bu sırra bina edilmiştir.
472

Allah kalbin bâtınını iman ve marifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini,
sair şeylere müheyya etmiştir.

Cinâyetkâr hırs kalbi deler, sanemleri içine idhal eder. Allah darılır, maksudunun
aksiyle mücazat eder.

Hırs cihetiyle siyaset efkârını, İslâmiyet akaidinin yerlerine kadar îsal eden herifler şan
ü şeref değil, belki şeyn ü şenaata mazhar oldular. Nefsanî aşklardaki felâketler, haybetler bu
sırdandır. O çeşit âşıkların bütün divanları birer feryad-ı mâtemdir.
Gece kalben nevmi merak edersin, bâkiyesini de kaçırıp uyanık kalırsın. İki dilenci:
Biri musırr-ı muhteris, biri müstağni-i muhteriz… İkincisine vermek daha ziyade arzu
etmekliğin, şu geniş kanunun bir nümunesidir.

En müdhiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkiddir. Tenkidi


eğer insaf işletirse, hakikatı rendeşler. Eğer gurur istihdam etse tahrib eder, parçalar. O
müdhişin en müdhişidir ki, akaid-i imaniyeye ve mesail-i diniyeye girse. Zira iman hem
tasdik, hem iz'an, hem iltizam, hem teslim, hem manevî imtisaldir. Şu tenkid; imtisal, iltizam,
iz'anı kırar. Tasdikte de bîtaraf kalır. Şu zaman-ı tereddüd ve evhamda, iz'an ve iltizamı
tenmiye ve takviye eden nuranî sıcak kalblerden çıkan müsbet efkârı ve müşevvik beyanatı,
hüsn-i zan ile temaşa etmek gerektir. "Bîtarafane muhakeme" dedikleri şey, muvakkat bir
dinsizliktir. Yeniden mühtedi ve müşteri olan yapar.

Sosyalistlik desatiri: İslamiyetin esasatını bozamaz. Şu medeniyet-i sefihe bozuyor.


Hem çok pahalı düşüyor. Zira maddiyunluk ve engizisyon mayasıyla neşv-i nüma bulan
medeniyet-i hazıra, pek çok aldatıcı ve müşevvik vesaid ile mücehhez ve cazibedardır. O
sehhara: din ve namus ve fazilet mukabiline kendini satıyor. Şaşaalı bir hayatı gösterip takdim
etdiğinden dinden, namusdan fazla rüşvet alıyor.
473

Sosyalistlik ise; basit, sade bir hayatı takdim ediyor. Ona mukabil kimseyi dininden,
imanından, namusundan büyük bir hisseyi feda etmeye icbar etmediği gibi kimse de
kendinden mecburiyet hissetmez. İnsanın gıdaya ihtiyacı gibi zevke de bir ihtiyacı vardır.
Nefis ve heva cihetinde tatmin edilmezse, ruh ve hüda canibinde zevkini arayacaktır. İki
âdem, birisi seni muşa’şa’ cazibedar, eğlenceli bir ziyafete teşriflerle davet eder. Diğeri sade
bir yerde basit bir çorbaya seni çağırır. Birincisine değil cemaati ve sünneti, belki namazı da
terk edersin gidersin. İkincisine sünneti de terk edemezsin. Birincisi medeniyet, ikincisi dine
hürmetkar ve dindar olan sosyalistliktir.

ُ َِ ‫ه النَِقَِادَة َ اَد‬ َ َ
‫ل‬ ِ ‫شيرِ النَِذِيرِ وَب َه‬
ُ ِ ‫صيريَت‬ ِ َ ‫ن نَظََر الْب‬ َِ ‫جَز ا ِه‬
ِ ْ‫مع‬ ُ ْ ‫نه ال‬َ ‫م الْقُْرا‬َ ‫وَال ِذِى ع َل ِه‬
َ ْ ‫ة بِال‬ َ ْ ‫ه ع َلَي ْههِ ال‬ ْ َ ‫س اَوْ ت‬ َِ ‫ج‬
‫ن‬ َِ ‫ل وَا ِه‬ِ ‫خيَا‬ ُ َ‫حقِيق‬ َ ‫شتَب ِه‬ َ ‫ن تَلْتَب ِه‬ْ ‫ن ا َه‬
‫م ْه‬ ِ ُ ‫جلَى وَاَنْفَذ‬ ْ َ ‫ل وَا‬ َ َ ‫وَا‬
‫ط ع َلَى‬ َ ‫س اَوْ يُغَال ِه‬ َ ‫ن يُدَل ِِه‬ْ ‫ن ا َه‬ ‫م ْه‬ ِ ُ‫حق َِه وَاَع ْلَى اَغْن َهى وَاَنَْزه ُه وَاَْرفَهع‬ َ ْ ‫ه ال‬ ُ َ ‫سلَك‬‫م ْه‬ َ
‫س‬ َ
ِ ‫ الن ِا‬Zira hakikat-bîn göz aldanmaz; hakperest kalb aldatmaz.

ِ َ‫ا‬
Gıybetin derece-i şenaatı: Kur’ân der: (‫خيه ِه‬ ‫م‬ ْ َ‫ل ل‬
‫ح َه‬ َ ُ ‫ن يَاْك‬
ْ ‫م ا َه‬ َ َ‫ب ا‬
ْ ‫حدُك ُه‬ ِ ُ ‫اَي‬
‫ح ُِه‬
‫ميْتًا‬
َ ) Altı kelime ile, altı derece şiddetle gıybeti takbih ediyor. Yani, hemze ile der: (1) Aklına
bak, böyle şeye cevaz verir mi? Müstakim aklın yoksa (2) kalbine bak! Böyle şeye muhabbet
eder mi? Selim kalbin yoksa (3) vicdanına bak, böyle dişinle kendi elini parçalamak gibi
hayat-ı içtimaiyeyi bozmaya rıza gösterir mi? Vicdan-ı içtimaiyen olmazsa (4) insaniyetine
bak, böyle canavarvari iftirasa iştiha gösterir mi? Manen insaniyetin olmazsa, (5) rikkat-i
cinsiye ve karabet-i rahmiyene bak! Böyle kendi belini kıracak harekete meyleder mi? Rikkat-
ı cinsiyen olmazsa (6) hiç sağlam tabiatın yok mu ki, ölüyü dişlerinle parçalıyorsun.
Demek akıl, kalb, vicdan, insaniyet, rikkat-i cinsiye, tabiat, şeriat nazarında gıybet
merduddur, matruddur.
474

‫ن‬
‫م َه‬ ِ ْ ‫جرِ اِذ‬ َ ‫ح‬َ ْ ‫ن ال‬‫م َه‬ ِ ُ ‫مد‬ َ ‫ج‬ ْ َ ‫ن لَهُوَ ا‬ِ ‫سَِر التَِعَاوُ ه‬ ‫ك ِه‬ ُ ‫ن الَِذِى ل َ يُدْرِ ه‬ َ ‫سا‬ َ ‫ن اْلِن ْ ه‬َِ ‫ا ِ ه‬
ِ‫ن يَد‬‫م ْه‬ ِ ‫ج‬‫خَر َه‬ َ ‫جرِيَِت ِههِ اِذ َا‬َ ‫ح‬ َ ‫مع َه‬ َ ‫جُر‬ َ ‫ح‬َ ْ ‫خيه ِه اِذ ِ ال‬ ِ َ ‫معَاوَنَةِ ا‬
ُ ِ‫س ل‬ُ ‫ن يَتَقَو َِه‬
‫م ْه‬
ِ ِ‫جر‬ َ ‫ح‬ َ ْ ‫ال‬
‫س‬َ ‫سِه َرا ْه‬َ ‫ما‬ َ ُ ‫ه لِي‬
ُ ‫س‬َ ‫ضع ُه َرا ْه‬ َ ‫خ‬ ْ َ ‫ل وَ ي‬ُ ‫مي‬ ِ َ‫ب ي‬ِ ‫حد َِه‬ َ ‫م‬ُ ْ ‫ف ال‬ َ ‫معَقِد ِ الْبَان ِهى فِهى ال‬
ِ ْ‫سِهق‬ ُ ْ ‫ال‬
‫ط‬ ِ ‫سقُو‬ ُ‫ن ال ِهه‬ ِ ‫سكَا ع َهه‬ ‫ما َهه‬ َ َ ‫خيهههِ لِيَت‬ ِ َ ‫[ ا‬Yani; kubbelerde taşlar başbaşa vururlar, tâ
düşmesinler. ]

Cüz'-i lâ-yetecezza zerresinden insana, insandan şems-i şümusa müteselsil mahrutî


silsilenin vasatındaki cevher-i ferîdi, insan-ı mükerremdir.

İnsanın meşhur havassından başka havassı vardır. Zaika gibi bir hiss-i saika, hem
bir hiss-i şaika insanda vardır. Hem insanda gayr-ı meş'ur hisler çoktur.

Bazan arzu fikir suretini giyer. Şahs-ı muhteris arzu-yu nefsaniyesini fikir zanneder.

Garibdir ki, bazı âdem pis bir çamura düşer, kendini aldatmak için misk ü anber diye
yüzüne gözüne bulaştırır.

Şehid velidir. Cihad farz-ı kifaye iken farz-ı ayn olmuştur. Belki muzaaf bir farz-ı ayn
hükmüne geçmiştir. Hacc ve zekat gibi, cihadda da niyetin tasarrufu azdır. Hattâ adem-i niyet
dahi asıl nokta-i nazarından niyet hükmündedir. Demek zıdd-ı niyet, yakînen tebeyyün
etmezse, cihad şehadet-i hakikiyeyi intac eder. Zira vücub tezauf etse, taayyün eder. İhtiyarı
tazammun eden niyetin tesiri azalır. Şu günahkâr millette, birdenbire onbinlerle evliya inkişaf
ve tezahür etse, az bir mükâfat değildir.

Bizde biri fâsık olsa galiben ahlâksız ve vicdansız olur. Zira arzu-yu masiyet,
vicdandaki imanın sadâsını susturmakla inkişaf edebilir. Demek vicdanını ve maneviyatını
sarsmadan, istihfaf etmeden tam ihtiyar ile şerri işlemez. Onun için İslâmiyet; fâsıkı hain bilir,
şehadetini reddeder. Mürtedi zehir bilir, i'dam eder. zimmîyi ve muahidi ibka eder.
475

İcra-yı adalet, din namına olmalı, tâ akıl ve kalb ve ruh müteessir olsunlar, imtisal
etsinler. Yoksa yalnız vehim müteessir olur. Yalnız hükûmetin cezasından korkar -eğer
tahakkuk etse-. Nâsın itabından çekinir eğer tebeyyün etse

Bir câni yüzünden, çok masumları ihtiva eden bir gemi batırılmaz. Bir câni sıfat
yüzünden, çok evsaf-ı masumeyi muhtevi bir mü'mine adavet edilmez. Lasiyema sebeb-i
muhabbet olan iman ve tevhid, Cebel-i Uhud gibidir. Sebeb-i adavet olan şeyler, çakıl taşları
gibidir. Çakıl taşlarını Cebel-i Uhud'dan daha ağır telakki etmek ne kadar akılsızlık ise,
mü'minin mü'mine adaveti, o kadar kalbsizliktir. Mü'minlerde adavet, yalnız acımak
manasında olabilir.
Elhâsıl: İman muhabbeti, İslâmiyet uhuvveti istilzam eder.

‫ف‬ ْ ِ ‫جوُز فِيهِ اْل‬


ُ ‫سَرا‬ ُ َ‫ل ل َ ي‬ َ ْ ‫م كَال‬
ِ ‫ما‬ ُ َ ‫اَلْكَل‬

‫مت‬
ِ ‫ت‬

Said Nursî

You might also like