Professional Documents
Culture Documents
Erdem Üngür
22.01.2010
Mimarlığın Kökeni Üzerine
Her ne kadar bir çeşit geleneğe dönüşmekte olan yaşamsal pratikleri ve kurumları
yeniden tanımlamak günümüzde insanın dünyadaki konumunu belirlemesinde hala
önemli olsa da Aydınlanma Dönemi’nin aksine geleneğin bozulmasıyla dağılan parçaları
toparlamak, onları akla yatkın bir şekilde yeniden biraraya getirmeye çalışmak gibi bir
bakış açısına rastlamak artık pek mümkün değil. Endüstri devrimi, iki adet dünya savaşı,
hızla gelişen teknoloji, kültür endüstrisi ve küreselleşme gibi kavram ve olgularla beraber
hızlı bir biçimde dönüşen günümüz dünyasında çoğu Aydınlanma döneminde
tanımlanmış ve oluşturulmuş disiplinlerin kökenlerine inip bunları ‘kaybettiğimiz eski’
ya da ‘farkında olmadığımız yeni’ değerlere göre yeniden yapılandırma gibi girişimler
artık ‘modern-sonrası’ bir dünyada imkansız(gösterilen) meta-projeler gibi durmaktadır.
Yine de mimarlığın kendini tanımlama serüvenini izlemek, bu tanımların geçerliliklerini
sorgulayarak bugün mimarlığın ve insanın karşılıklı ilişkisi üzerinde bir kez daha yeniden
düşünmekte fayda olduğu kanaatindeyim. Bu izleme ve yeniden düşünme faaliyetlerini
Mari Hvattum’un “Gottfried Semper and the Problem of Historicism” adlı eserinde
evrensel, tarihsel ve ritüel olarak üç bölümde incelenen köken görüşlerini temel alarak ve
Herbert Read’in kültür kavramına bakışı üzerinden yürütmeye çalışacağız.
Hvattum kitabında genel olarak Semper’in köken üzerine olan görüşlerini Vitruvius
geleneğinin ve onun 18.yy yorumlarının yıkılışı olarak gören düşünceye karşı, Semper’in
‘ilk(el) kulübe’yi yıkmaktan ziyade yeniden oluşturduğu görüşünü savunmaktadır.1 Bu
yüzden Vitruvius’tan başlayarak ‘ilk(el) kulübe’ geleneğini izlemekte fayda var:
Tarihte mimarlık teorisi üzerine yazılmış ilk kapsamlı metin olarak da kabul edilen
“Mimarlık Üzerine On Kitap”ın ikinci kitabının birinci bölümünde Marcus Vitruvius
Pollio ilk barınağı, dil ve toplumun ortaya çıkışıyla beraber betimlemiştir:
2
Burada mimarlığın kökeni toplumun kökeninin bir parçası olarak gösterilmektedir.
Hvattum’a göre Vitruvius için olduğu gibi Semper için de dil ve mimarlık, insan
kültürünü oluşturan ve temsil eden temel medeniyet kurumlarıdır. İnsanın iletişim kurma
ve dünya üzerinde iz bırakma arzusu mimarlığın ve kültürün temelidir. Ancak bu
benzerliğe karşın Semper, Vitruvius’un ilk(el) kulübeyi Yunan tapınaklarına model
olarak göstermesiyle “tuhaf ve verimsiz bir düşünce” olarak alay etmiş ve onu temel alan
ileriki tartışmaları da “anlamsız münakaşalar” olarak yorumlamıştır. Vitruvius’un ilkel
tek bir yapıdan bütün mimarlığın kaynaklanmasını öngören tek köken (monogenetic
origin) teorisi ‘Hz.Adem’in cennetteki evi’ ve ‘Hz.Süleyman’ın Tapınağı’ gibi kutsal
kitaplarda geçen yaratılış anlatılarıyla da örtüşmektedir. Güzelliğin aşkın yasalarıyla
vücuda gelmiş olan bu paradigmatik ‘binalar’ böylece mimarlığa ilahi bir destek
vermektedirler. İlk olarak evrensel köken görüşü içerisinde kendisinden bahsedeceğimiz
Marc-Antoine Laugier (1713-69) Vitruvius’un bu argüman yapısını korumakla beraber
Hz.Adem’in evini çok daha farklı bir mekana dönüştürmüştür.
3
Resim 1. “Mimarlığın Doğal Aydınlanma döneminin hayali olan evrensel ve tek
Modeline Dönüşünün Alegorisi”. kökenli mimarlık teorisinin zayıflamasında ve
Charles Eisen, M.-A.Laugier,
Essai sur l’architecture tarihsel köken görüşlerinin ortaya çıkmasında en
(2.basım 1755) büyük etken hızla yayılan gezi edebiyatıdır.
Misyonerlerin ve maceraperestlerin uzak ülkelerden
getirdikleri bilgiler insanoğlunun daha önceden bilinmeyen çeşitliliğine ışık tutmuştur.
Böylece zamansız ve doğal olduğu kabul edilen insan ussallığının karşısına; tarihsel,
coğrafi ve iklimsel etkilerle değişen insan kültürünün doğası çıkmıştır. İnsanın kökeni
konusunda tek ve çok kökenli teoriler arasındaki tartışma olarak formüle edilen bu
karşılaşmaya ilk çözüm arayışı Charles de Secondat, Baron de Montesquieu (1689-
1755)’den gelmiştir. Montesquieu’ye göre insan kültürleri bulundukları bölgenin
özelliklerine göre değişiklik göstermekteydiler. Kutsal köken hikayelerini reddetmesi ve
onların yerine doğayı ve aklı temel alan bir başlangıç yapmasıyla Laugier’e benzemekle
beraber teorik bir dönüşle ondan ayrılmaktadır: Montesquieu, Aydınlanmanın
bütünselleştirici ve herşeyin ortaklığını gösterici doğa anlayışının yerine parçalayıcı ve
herşeyin farklılığını gösteren bir doğa anlayışı getirmiştir.
Hayatının amacını Laugier’den etkilenerek ‘sanatı doğuran köken prensibini teorize
etmek’ olarak tarif eden mimarlık düşünürü Antoine-Chrysostome Quatremère de Quincy
(1755-1849) artık köken prensibi derken Laugier’in ve neslinin algıladığı ilk(el)
kulübenin bütünleştirici/evrensel prensibi yerine Montesquieu’nün tarihsel ve coğrafi
olarak farklılaştırıcı prensibini algılamaktaydı. Quatremère üç tip insan topluluğu
tanımlıyordu: avcılar ve toplayıcılar, göçebeler ve de tarımla uğraşanlar. Bu üç topluluğa
özgü de üç farklı ilksel mimarlık biçimi öngörmekteydi: mağara, çadır ve de kulübe.
Semper’in de sonraları saçma bulacağı üzere çadırı Çin, mağarayı Mısır ve ahşap
kulübeyi de Yunan mimarlığının kökeni olarak gösteriyordu. Ancak Quatremère bu üç
parçalı köken teorisiyle Laugier’in hayali olan özerk ve seküler mimarlık teorisini
köktenleştirmiş oluyordu.
4
Semper’e gelince onun ilk(el) kulübesi ne cennetteki Hz.Adem’in eviydi ne de
Aydınlanma teorisinin seküler aksiyomu. Ona göre köken zamansız bir prensipten öte
tarihsel koşullara dayalı ampirik bir görüngüye dayanıyordu. Semper Quatremère’in
öngördüğü mimarlıkta tarihsel özgüllük fikrine sahip çıkıyordu ve mimarlığın özerk bir
bilim olması yolunda ilerlemeye devam ediyordu. Laugier’in evrensel kökenlerine karşı
çıkarken alay ettiği Quatremère’in üçlü köken teorisini de doğal olarak kabul etmiyordu.
Aslında Semper sanatın kökeni konusunda Klemm’in Kunsttrieb(sanat eğilimi) ve
Riegl’in Kunstwollen(sanat istenci) kavramlarına çok yakın olan düşüncelere sahipti.
Mimarlığın kökeninin sanıldığından da eski zamanlarda ve karmaşık süreçlerde yattığının
farkındaydı. Semper’e göre ilk(el) kulübe insanın saf ihtiyaçlarından ortaya çıkan ilk ve
‘doğal’ insan ürünü yapı olmaktan çok uzun tarihsel süreçler sonucu ortaya çıkmış olan
karmaşık bir üründü. Doğal ritüellerin dönüşerek ritim ve bezemelerle sonraları müzik ve
mimarlığa evrildiğini savunuyordu. Semper’e göre doğa ve kültür arasındaki bu yakınlık
mükemmel bir şekilde düzen ve süsleme gibi anlamları barındıran Yunanca cosmos
nosyonunda ortaya çıkıyordu. Klemm için kendi içinde şaşırtıcı bir gözlem olarak kalan
bu bağlantı Semper için mimarlığın anlamı ve kökenleri için bir anahtar teşkil ediyordu.
Ritüelin dokunulabilir olduğu ilk sanat (Urkunst) için dokuma sanatını gösteren
Semper, dikişin (Naht) birleştirmek için icat edilen bir araç (Noht) olduğunu söylerken
Rykwert’in de işaret ettiği üzere kelime oyunu yapmaktan öte sanatın hem sembolik hem
de pratik ihtiyaçlardan doğduğunu gösteriyordu. Sanatla mimarlığın karşılıklı ilişkisine
ve ampirik kökene örnek olarak Semper 1851 Londra fuarında karşılaştığı bir ‘Karayip
Kulübesi’ni örnek göstermektedir. Vitruvius’un kulübesi böylece belirli zanaatlerin
işlevsel ve de ritüel anlamdaki yapım tekniklerine karşılık gelen dört elemana ayrılmıştır:
duvar, kalp, yığın ve de çatı. Konutun ahlaki temeli olarak kalp(heart) elemanı çamurun
ateşle pişirilmesinden kaynaklanmaktadır ve de seramik tekniğine tekabül etmektedir.
Ayırıcı olarak örgü duvar ve de örgü tekniği duvar(wall) elemanıyla; taş işçiliği ya da
steryotomi yığın(mound) elemanıyla; marangozluk ya da tektonik çatı(roof) elemanıyla
5
ilişkilidir.Semper böylece Aydınlanmanın estetik-işlevsel kutupsallığına karşı bu ikisini
birleştirmektedir.
Read,“To Hell with Culture, and Other Essays on Art and Society” adlı eserinde genel
olarak kültürün kapitalizm tarafından nasıl anlam kaymasına uğratılıp mülk haline
getirildiğinden ve sanatın belli sınıflar tarafından sahiplenildiğinden bahsetmektedir.
Read’e göre Avrupa kültürün temeli olarak görülen Yunanlılar bütün iyi mimarlarına,
şairlerine ve heykeltıraşlarına rağmen kültür diye bir kelimeye sahip değillerdi. Kültür
onlar için ayrıcaklı kişilerin sahip olabileceği bir mülk, dışarıya ihraç edilebilecek bir mal
olmaktan öte farkında bile olmadıkları içgüdüsel bir durumdu. Kültürü mülke
çevirenlerse tarihteki ilk büyük çaplı kapitalistler olan Romalılar’dır. Modern anlamdaysa
kültür kelimesi 1510 yılında kayıtlara geçmiştir. Ortaçağ sonunda zenginliklerin belirli
kişilerin elinde toplanmasıyla boş zaman/çalışma zamanı dengelerinin toplumsal sınıflara
göre değişim göstermeye başlaması ve özellikle Rönesans bugüne kadar süregelen
eğitimli kişilerin kültürünün temelini oluşturmaktadır. Endüstri devrimiyle kültür ve
çalışma birbirinden tamamiyle kopmuştur. Read’e göre güzellik ve estetik için Antik
Yunan’a gitmeye, sanat kitapları okumaya ya da parası olanların özel sanat dersleri
almalarına gerek yoktur çünkü güzellik anlayışı ve estetik doğada, insan doğasında
vardır. Bu duruş Semper’in kültürü ritüelin dönüşmüş ve maddeleşmiş hali olarak
gündelik yaşama sinmiş şekilde -örneğin Karayip Kulübesi modelinde- görmesine
benzemektedir. Read’e göre kültür kendiliğinden oluşur ancak oluşması için çevrenin de
doğal olması lazımdır. Yani insanın temel ihtiyaçlarını rahatça karşıladığı doğal bir
ortama ihtiyacı vardır. Bu doğal ortamı -gerçekleşememekle birlikte- teoride demokrasi
sağlamaktadır. Read gerçek bir demokrasi için üç koşul öne sürmektedir:
6
Read, kapitalizmin kar amaçlı üretim hedefi nedeniyle pazara düşük maliyetle bütün
sınıflara hitap eden ürünler sürdüğünü ve amacın ihtiyaç karşılamaktan çok yüksek
miktarda satış yapmak olduğunu belirtmektedir. Dolayısıyla yeterli talep oluşmadığında
tüketici sınıfı reklam ve söylemlerle –belirli bir kültürün satıl alınan eşyada
gözükmesinin gerekliliği konusunda- manüpile edilerek ya da ürüne yüksek sınıfların
ilgisini çekebilecek ‘tasarım’ öğelerinin eklenmesi gibi yollarla gereken talep miktarına
ulaşılabilir. Kullanım amaçlı üretimde ise önemli olan sadece kullanıcının ihtiyaçlarının
karşılanmasıdır. Read bu noktada Le Corbusier gibi modernistlerin estetik düşüncesini
paylaşıyor gibi gözükmektedir. Ona göre işlevine uygun tasarımla ve malzemeyle
yapılmış kullanılabilen bir nesne otomatik olarak sanat eseridir. Yani “işe yarıyorsa
güzeldir”. Ancak daha gerilere gitmek gerekirse bu tutum Adolf Loos’un Art Nouveau ile
savaşıyla da benzeşmektedir. Loos’un, Art Nouveau’nun sanatı gündelik hayattaki her tür
nesneye taşıyarak Gesamtkunstwerk idealini gerçekleştirme çabasına karşın söylediği söz
günümüz mimarlarının hepsinin aklında bir yer edinmiş olmalıdır: “Süsleme suçtur”.
Ancak Hal Foster’ın da belirttiği gibi “Estetik nesne ile kullanım nesnesinin iç içe
geçmekle kalmayıp, ticaretin güdümüne tabi olduğu günümüzde, bu eski tartışma yeni bir
boyut kazanıyor […] Modernizmin en temel örneği olan, Art Nouveau’nun, Bauhaus’un
ve daha birçok hareketin değişik yollarla üstlendiği, sanat ile hayatı yeniden birleştirme
yönündeki kadim proje nihayetinde hayata geçirilmiştir – ama, avangardın özgürleştirici
emelleri doğrultusunda değil, kültür sanayiinin amansız buyrukları doğrultusunda. İşte
sanat ile hayatın çarpık uzlaşmasının günümüzdeki en temel formu, tasarımdır”.
2
“... Post-Fordist üretimin “esnek uzmanlaşma”sıyla birlikte, metalar sürekli olarak değişik çehrelere
büründürülür ve piyasalarda durmaksızın pazar açığı yaratılır – öyle ki bir ürün niceliği bakımından kitlesel
olabilirken, aynı zamanda görünüşü itibariyle güncel, kişisel, alıcısına bire bir uygun olabilir.” (bkz.ed. Ash
Amin, Post-Fordism: A Reader (Oxford: Blackwell, 1994)
7
Read’e göre demokratik bir kültürün geçmişle bağlantısı olmayacaktır ve modern
endüstrinin yaratıları temel alınarak yeni bir yaşam kurulacaktır. Kültürün içselleştirildiği
demokratik doğal toplumunda kültür gibi bir kavrama ihtiyaç olmadığından sanat adında
ayrı bir kategori de yoktur. Dolayısıyla sanatçı adında imtiyazlı bir sınıf da yoktur: sadece
işçiler vardır. Ya da aynı düşünce farklı şekilde dile getirilirse doğal toplumda işçi adında
hor görülen bir sınıf yoktur: sadece sanatçılar vardır.
8
Kaynakça
Read, H. (1963), To Hell with Culture, and Other Essays on Art and Societ, Schocken
Books, New York
Organicism, http://christianhubert.com/writings/organicism.html,
(alıntı: Joseph Rykwert, "Gottfried Semper and the Problem of Style" in Architectural
Design 51, 6/7-1981), Erişim: 23.01.2010