You are on page 1of 71

90 Ahzab suresi

90 (33). SÛRE
AHZÂB SÛRESİ
90 (33). AHZÂB SÛRESİ
MEDENÎ, 73 ÂYET
GİRİŞ
Medîne'de inen –ki 90. sırada indiği kabul edilir– Ahzâb sûresi, adını 20.
âyette geçen ‫[ الحححزاب‬el-Ahzâb] sözcüğünden alır. Ahzâb, “hizibler” [gruplar,
partiler] demektir ki bununla, Müslümanlarla savaşmak için birleşen Mekke
kâfirleri, Gatafan, Benî Kurayza ve diğer Arap kabileleri [birleşik müşrik grupları]
kastedilir.
Sûrenin içeriğinden, âyetlerin değişik zamanlarda ve uzun aralıklarla indiği
anlaşılmaktadır. Durum böyle olmasına rağmen sûre, Mushaf tertip heyetinin
anlayışına göre oluşturulmuştur. Rasûlullah'ın çok eşliliğinin konu edildiği âyetlerin
[22-26. âyetler], Nisâ sûresi'ndeki nikâh hükümleri içeren âyetlerden sonra indiği de
kesindir.
Bu sûrede evlatlık konusu, Peygamber'in ve mü’minlerin aile hayatına yönelik
birtakım ilkeler, zıhâr ve evlâtlık edinmeyle ilgili hukukî düzenlemeler, savaş
hukuku, görgü kuralları ve münâfıkların Rasûlullah'a verdikleri eziyetler, o'nun
evliliklerine ve başka hususlara dil uzatmaları yer alır.
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA
MEAL:
1. Ey Peygamber! Allah'a takvâlı davran, kâfirlere ve münâfıklara da itaat
etme. Şüphesiz Allah, alîm'dir [en iyi bilendir], hakîm'dir [en iyi yasa koyandır].
2. Ve Rabbinden sana vahyedilen şeylere uy. Şüphesiz Allah, sizin ne
yapıp durduğunuza haberdardır.
3. Ve Allah'a tevekkül et, vekîl olarak da Allah yeter.
4. Allah, bir er kişinin göğüs boşluğu içinde iki kalp kılmadı. Ve
kendilerini annelerinize benzeterek yemin konusu yaptığınız [zıhârda
bulunduğunuz] eşlerinizi de sizin anneleriniz kılmadı. Evlâtlıklarınızı da sizin öz
çocuklarınız saymadı. Bu, sizin ağzınızla söylemenizdir. Allah ise hakkı söyler. Ve
yol'a kılavuzlar.
5. Onları [evlâtlıkları] babalarına nisbet ederek çağırın; bu, Allah katında
daha hakkaniyetlidir. Artık, eğer babalarını bilmiyorsanız artık onlar, dinde sizin
kardeşleriniz ve mevâlinizdir [sözleşmeyle yakınlık kurduklarınızdır]. Kalplerinizin
kasıt göstererek yaptıkları şeyler dışında hata olarak yaptıklarınızda ise, sizin için
bir günah yoktur. Ve Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
6. Peygamber, mü’minlere kendi nefislerinden daha yakın, o'nun
[Peygamber'in] eşleri, onların [mü’minlerin] analarıdır. Ve akrabalar; Allah'ın
yazgısında onlardan bir kısmı, bir kısmındandır, –velîlerinize ma‘rûfu yapmanız
dışında– mü’minlerden ve muhacirlerden daha önceliklidirler. Bu, Kitap'ta
yazılmıştır.

1
7-8. Ve hani Biz, doğru kimselere doğruluklarından sormak için,
peygamberlerden; Nûh'tan, İbrâhîm'den, Mûsâ'dan ve Meryemoğlu Îsâ'dan
mîsâklarını [kesin sözlerini] almıştık. Senden de (mîsâk aldık). Biz, onlardan ağır
bir mîsâk [kesin bir söz] aldık. Ve O [Allah], kâfirler için acı verecek bir azabı
hazırladı.

9. Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani


size ordular gelmişti de Biz, onların üzerlerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz
ordular göndermiştik. Ve Allah, işlemiş olduklarınızı çok iyi görendir.

10. Hani onlar, üst tarafınızdan ve sizden daha aşağıdan size gelmişlerdi.
Ve hani gözler kaymıştı, yürekler gırtlaklara ulaşmıştı. Ve siz Allah hakkında zann
yaptıkça zann yapıyordunuz.
11. İşte burada mü’minler belâlandırılmış ve çok şiddetli bir sarsıntı ile
sarsılmışlardı.
12. Ve o vakit münâfıklar ve kalplerinde bir hastalık bulunanlar, “Allah ve
Elçisi bize bir aldanıştan başka bir vaad yapmamış” diyorlardı.
13. Ve hani bunlardan bir grup, “Ey Yesrib [Medîne] halkı! Sizin için
duracak yer yok, hemen dönün” diyorlardı. Onlardan bir kısmı da, “Evlerimiz
gerçekten savunmasızdır” diyerek Peygamber'den izin istiyorlardı. Hâlbuki onlar
[evleri] savunmasız değildi. Onlar, sadece kaçmak istiyorlardı.
14. Eğer onların üzerine, onların [evlerinin] her bir bucağından girilseydi
sonra da fitne çıkarmaları istenilseydi, kesinlikle bunu yerine getirirlerdi. Buna fazla
da beklemezlerdi.
15. Ve hiç kuşkusuz onlar, bundan önce, arkalarını dönüp
kaçmayacaklarına Allah'a ahid vermişlerdi. Ve Allah'ın ahdi sorumluluktur.
16. De ki: “Eğer ölmekten veya öldürmekten kaçıyorsanız, kaçmak hiç bir
zaman size yarar sağlamaz. Ve o zaman sadece, çok az bir şeyi kazandırılırsınız.”
17. De ki: “Eğer Allah size bir kötülük dilediyse veya size bir rahmet
dilediyse, sizi Allah'tan kim korur?” Hem onlar kendilerine Allah'ın astlarından bir
velî bulamazlar, bir yardımcı da.
18-19. Şüphesiz Allah, sizden o engelleyenleri savsaklayanları ve sizi
kıskanarak, kardeşlerine, “Bize gelin!” diyenleri biliyor. Ve onlar, sıkıntıya ancak,
pek az geliyorlar. Derken o korku gelince, sen onları, ölümden baygınlık sarmış
kimse gibi gözleri dönerek sana bakıyorlarken gördün. Sonra o korku gidince,
iyiliğe kıskançlık ederek size keskin keskin diller sıyırdılar. İşte bunlar iman
etmediler de Allah amellerini boşa çıkardı. Ve bu, Allah üzerine çok kolaydır.
20. Onlar, ahzâbı [birleşik düşman birliklerini] gitmedi sanıyorlardı. Eğer o
[Ahzâb/birleşik düşman birlikleri] gelecek olursa, çölde bedevi Araplar içinde yer
alıp, sizin haberlerinizden sormayı isterler. Ve eğer onlar içinizde olsalardı ancak
pek az savaşırlardı.
21. Andolsun ki, Allah Elçisi'nde, sizin; Allah'ı ve son günü uman ve
Allah'ı çokça anan kimseler için güzel bir örnek vardır.
22. Mü’minler, ahzâbı [birleşik düşman birliklerini] gördükleri zaman da,
“İşte bu, Allah'ın ve Elçisi'nin bize vaad ettiği şeydir. Allah ve Elçisi doğru söyledi”
dediler. Bu, onlara sadece iman ve güvenlik sağlamada artış sağladı.
23-24. Mü’minlerden öyle kimseler vardır ki, Allah'a, üzerine ahd verdikleri
şeylere sadakat gösterdiler. İşte, onlardan kimisi adağını gerçekleştiren [canını
veren] kimsedir, kimi de bekleyen kimsedir. Onlar, Allah'ın doğru kimseleri
doğrulukları sebebiyle karşılıklandıracağı, dilerse münâfıklara da azab edeceği veya

2
tevbe nasip edeceği için hiç değiştirmedikçe değiştirmediler. Şüphesiz Allah, çok
bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.

25. Ve Allah, o küfreden kişileri herhangi bir hayra ulaşmadan kinleriyle


geri çevirdi. Ve Allah, mü’minlere savaşta kâfi geldi. Ve Allah kavî'dir [çok
güçlüdür], azîz'dir [mutlak üstün olandır].

26-27. Hem de O [Allah], Kitap Ehlinden onlarla [kâfirlerle] yardımlaşanları


kalelerinden indirdi. Ve kalplerine korku saldı: siz onların bir kısmını
katlediyordunuz, bir kısmını da esir alıyordunuz. Ve O [Allah], onların arazilerine,
yurtlarına, mallarına ve henüz ayak basmadığınız bir yere sizi vâris [son sahip]
yaptı. Ve Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.

28-29. Ey Peygamber! Eşlerine söyle: “Eğer siz basit hayatı ve onun zînetini
[süslü çekiciliğini] istiyorsanız, gelin sizi yararlandırayım [size boşanma bedeli
ödeyeyim]. Ve güzel bir salma tarzıyla sizi salıvereyim. Eğer siz Allah'ı, Elçisi'ni ve
son yurdu istiyorsanız, artık hiç şüphesiz Allah, sizden muhsinler [iyileştirenler-
güzelleştirenler] için çok büyük bir ecir hazırlamıştır.”
30-31. Ey Peygamber'in kadınları! Sizden kim açık bir çirkin utanmazlıkta
bulunursa, onun azabı [suçun cezası] iki kat olarak artırılır. Bu da Allah'a göre pek
kolaydır. Sizden kim de Allah'a ve Elçisi'ne sürekli saygıda bulunursa ve sâlihi
işlerse, ona da ecrini iki kere veririz. Ve Biz ona üstün bir rızık da hazırlamışızdır.
32-34. Ey Peygamber'in kadınları! Siz kadınlardan herhangi biri değilsiniz;
eğer takvâlı davranıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kalbinde
hastalık bulunan kimse tamah eder. Sözü ma‘rûf bir tarzda söyleyin. Evlerinizde
vakarlı olun, ilk câhiliye gösterişi hâlinde gösteriş yapmayın; Salâtı ikâme edin,
zekâtı verin, Allah'a ve Elçisi'ne itaat edin. –Ey ehli beyt! Gerçekten Allah, sizden
kiri gidermek ve sizi temizlemek ister.– Ve evlerinizde okunmakta olan Allah'ın
âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Hiç şüphesiz Allah, latîf'tir, habîr'dir.
35. Şüphe yok ki İslâm dinine giren erkekler ve İslâm dinine giren kadınlar,
mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, saygıda duran erkekler ve saygıda duran
kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar,
huşûlu erkekler ve huşûlu kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar,
oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını muhafaza eden erkekler ve
ırzlarını muhafaza eden kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkekler ve Allah'ı çok
zikreden kadınlar; Allah, onlar için bir mağfiret ve çok büyük bir ödül hazırlamıştır.
36. Ve Allah ve Elçisi bir işte hüküm verdiklerinde, hiç bir mü’min erkek
ve mü’min kadın için kendi işlerinde serbestlik yoktur. Ve kim Allah'a ve Elçisi'ne
isyan ederse o, açık bir sapıklıkla sapmıştır.
37. Ve hani sen, Allah'ın kendisine nimet verdiği ve senin de kendisine
nimet verdiğin kişiye, “Eşini yanında tut ve Allah'a takvâlı davran!” diyordun;
insanlardan çekinerek Allah'ın açığa vuracağı şeyi kendi içinde saklı tutuyordun.
Oysa Allah, Kendisine haşyet duymana çok daha lâyıktı. Artık Zeyd, ondan
ilişkisini kesince, Biz onu seninle evlendirdik; ki böylelikle evlâtlıklarının
kendilerinden ilişkilerini kestikleri zaman, onlarla evlenme konusunda mü’minler
üzerine bir güçlük olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir.
38-39. Allah'ın kendisine farz kıldığı şeyde Peygamber üzerine, daha önce
gelip geçen kimselerde; Allah'ın verdiği elçilik görevini tebliğ eden, O'na haşyet
duyan ve Allah'tan başka kimseye haşyet duymayan kimselerde olan Allah'ın

3
sünneti [yasası] olarak bir güçlük yoktur. Allah'ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir.
Hesap görücü olarak Allah yeter.
40. Muhammed, sizin er kişilerinizden hiç birinin babası değildir. Ancak o,
Allah'ın Elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur. Ve Allah, her şeyi en iyi bilendir.

41-42. Ey iman eden kişiler! Allah'ı ‘çok çok anmak’ olmak üzere anın. Ve
O'nu sabah-akşam [her zaman] tesbîh edin [arındırın].

43-44. O, sizleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size destek verendir.


O'nun melekleri de (destek verirler). Ve O, mü’minlere çok merhametlidir. O'na
kavuşacakları gün onların selâmlamaları, “selâm”dır. O [Allah] da onlar için saygın
bir ödül hazırlamıştır.
45-48. Ey Peygamber! Şüphesiz Biz seni, bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı,
Kendi izniyle Allah'a bir davetçi ve ışık saçan bir kandil olarak gönderdik [elçi
yaptık]. Sen de inananlara, şüphesiz kendileri için Allah'tan büyük bir lütuf
olduğunu müjdele. Kâfirlere, münâfıklara da itaat etme, onların ezalarını bırak. Ve
sen Allah'a tevekkül et. Vekîl olarak da Allah yeter.
49. Ey iman etmiş kimseler! Mü’min kadınları nikâh edip, sonra onlara
dokunmadan boşadığınız zaman, artık sizin için üzerlerinde sayacağınız bir iddet
yoktur. Derhal onları kazançlandırın ve onları güzel bir şekilde salıverin.
50. Ey Peygamber! Şüphesiz Biz sana, ecirlerini [mehirlerini] verdiğin
eşlerini, Allah'ın ganimet olarak sana verdiklerinden sözleşmenin mâlik olduğunu
[savaş esirlerinden himâyene verilmiş bayanları], amcanın kızlarından, halanın
kızlarından, dayının kızlarından ve teyzenin kızlarından seninle birlikte hicret etmiş
olanları ve kendisini Peygamber'e hibe eden Peygamber'in de nikâhlamak istediği
Müslüman kadını, mü’minlerin seviyesinden aşağı sadece sana özgü olmak üzere,
sana helâl kıldık. Biz kendi eşleri ve sözleşmelerinin mâlik oldukları şeyler
konusunda onlar üzerine [senin dışındaki mü’minlere] neyi farz kıldığımızı
kesinlikle bildik. Bu durum [sana özgü olarak getirilen çok eşlilik ve diğer özel
maddeler], senin için bir güçlük olmasın diyedir. Ve Allah gafûr'dur, rahîm'dir.
51. Onlardan dilediğini geri bırakır, dilediğini de yanına alabilirsin.
Ayrıldıklarından, istek duyduklarına dönmende artık senin için bir sakınca yoktur.
Onların gözlerinin aydınlanıp hüzne kapılmamalarına ve kendilerine verdiğinle
hepsinin hoşnut olmalarına en yakın olan budur. Allah kalplerinizde olanı
bilmektedir. Allah her şeyi bilendir, halîm'dir.
52. Bundan sonra kadınlar ve bunları başka kadınlar ile değiştirmek –
güzellikleri hoşuna gitse bile– sana helâl olmaz. Ancak yemininin mâlik olduğu
[harp esiri olup da senin himâyene verilen] başka, (onu nikâhlayabilirsin). Allah,
her şeyi gözetleyip denetleyendir.

53. Ey iman eden kimseler! Peygamber'in evlerine sadece –vaktine


bakmaksızın– yemeğe izin verilince girin. Ama çağırıldığınız vakit hemen girin.
Artık yemeği yediğinizde de hemen dağılın. Söz için de beklemeyin. Şüphesiz bu
(hâliniz) Peygamber'e eziyet veriyor, sonra da o, sizden utanıyor. Allah ise
gerçekten utanmaz. Onlardan [o'nun hanımlarından] bir kazanım istediğiniz zaman
da perde arkasından isteyin. Bu [böyle yapmanız], sizin kalpleriniz ve onların
kalpleri için daha temizdir. Ve sizin Rasûlullah'a eziyet etmeniz ve kendisinden
sonra hanımlarını da ebediyen nikâh etmeniz olacak bir şey değildir. Bu, Allah
katında çok büyüktür.

4
54. Siz bir şeyi açığa vursanız yahut onu gizleseniz, biliniz ki, şüphesiz
Allah her şeyi en iyi bilendir.

55. Onların [Peygamber eşlerinin] üzerine, babaları, oğulları, kardeşleri,


erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları ve
sözleşmelerinin sahip oldukları hakkında bir günah yoktur. –Ve siz (Peygamber'in
eşleri), Allah'a takvâlı davranın.– Şüphesiz Allah her şeye en iyi tanıktır.

56. Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'i destekliyorlar [yardım


ediyorlar]. Ey iman etmiş kimseler! Siz de o'na destek olun [o'na yardım edin] ve
o'nun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayın!
57. Şüphesiz Allah'a ve Elçisi'ne eziyet verenler; Allah onlara dünyada ve
âhirette lânet etmiştir. Ve onlara aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır.
58. Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara, yapmadıkları bir şey sebebiyle
eziyet eden kimseler de kesinlikle, artık bir iftira ve apaçık bir günah
yüklenmişlerdir.
59. Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına söyle,
üzerlerine dış giysilerinden örtsünler. Tanınıp da eziyet edilmemeleri için bu daha
uygundur. Allah çok bağışlayandır ve çok merhamet edendir.
60-62. Andolsun ki, eğer o münâfıklar ve kalplerinde bir hastalık olan şu
kimseler ve Medîne'de ortalığı karıştıranlar, bu yaptıklarından vaz geçmezlerse,
mutlaka seni onlara, onlar dışlanmış olarak musallat ederiz. Sonra, onlar, seninle
orada az bir zamandan fazla komşu kalamazlar; Allah'ın önceki geçen kimseler
hakkındaki sünneti [tutumu-kanunu] olarak nerede bulunurlarsa yakalanırlar ve
öldürüldükçe öldürülürler. Ve sen Allah'ın sünneti için asla bir değişiklik
bulmayacaksın!
63-73. İnsanlar sana Sâ‘at'ten [kıyâmetin kopuş vaktinden] soruyorlar. De ki:
“Onun bilgisi, Allah'ın; münâfık erkekleri, münâfık kadınları, müşrik erkekleri,
müşrik kadınları azap etmesi; Ve Allah'ın, mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların
tevbelerini kabul etmesi için ancak Allah'ın nezdindedir. Ne bilirsin belki Sâ‘at
[kıyâmetin kopuş vakti] yakında olur. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet
edicidir.”
64-66. Kesinlikle Allah kâfirlere lânet etmiş [onları dışlamış] ve içinde ebedî
olarak kalmaları üzere, onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Onlar orada, bir velî ve
yardımcı bulamazlar. Yüzleri ateş içinde evirilip çevrildiği gün, “Ah keşke Allah'a
itaat etseydik, Elçi'ye itaat etseydik!” diyecekler.
67-68. Ve dediler ki: “Ey Rabbimiz! Şüphesiz biz efendilerimize ve
büyüklerimize itaat ettik de bizi onlar yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara
azaptan iki kat ver ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle.”
69. Ey iman etmiş kişiler! Sizler Mûsâ'ya eziyet eden kimseler gibi
olmayın. İşte, Allah o'nu [Mûsâ'yı], onların [eziyet edenlerin] söylediklerinden
temize çıkardı. Ve o, Allah katında mevki sahibi [değerli] biri idi.
70-71. Ey iman etmiş kimseler! Allah'a takvâlı davranın ve sağlam belgeli söz
söyleyin, ki O [Allah], işlerinizi lehinize düzeltsin günahlarınızı da bağışlasın. Her
kim Allah'a ve Elçisi'ne itaat ederse, artık o, gerçekten çok büyük bir kurtuluş ile
kurtulmuş olur.
72. Şüphesiz Biz, emâneti [bütünlüğü, kusursuzluğu, mükemmelliği]
göklere, yere ve dağlara yaydık-yaygınlaştırdık da, onlar, onu taşımaya
yanaşmadılar, ondan [bütünlüğün, kusursuzluğun, mükemmelliğin alıp

5
götürülmesinden] korktular. Ve onu insan taşıdı [ona ihânet etti]. Şüphesiz o
[insan], çok zâlim ve çok câhildir.
TAHLİL:
1. Ey peygamber! Allah'a takvâlı davran, kâfirlere ve münâfıklara da
itaat etme. Şüphesiz Allah, alîm'dir [en iyi bilendir], hakîm'dir [en iyi yasa
koyandır].
2. Ve Rabbinden sana vahyedilen şeylere uy. Şüphesiz Allah, sizin ne
yapıp durduğunuza haberdardır.
3. Ve Allah'a tevekkül et, vekîl olarak da Allah yeter.
Sûrenin bu ilk üç âyetinde Rasûlullah direkt olarak muhatap alınıp, o'nun
Allah'a takvâlı davranması, kâfirlere-münâfıklara itaat etmemesi, sadece vahye
uyması ve Allah'a tevekkül etmesi istenmiş olsa da, o'na verilen direktifler, herkese
yöneliktir.
Bu âyetlerin indiği dönemde, dışarıdan müşrikler, içeriden münâfıklar var
güçleriyle Rasûlullah'ı yıpratmaya, hatta yok etmeye çalışıyorlardı.
Sûrenin başındaki bu emir ve direktifler dikkate alınmadığında, müşriklerin,
münâfıkların, kalbi hasta olanların saldırısı karşısında görev yapmak bir yana,
hayatta kalmak bile mümkün olmayabilir. Zira toplumda, düzeltilmesi ve
değiştirilmesi gereken birçok yanlış gelenek düzeltilemez ve değiştirilemezdi. Söz
gelimi, evlâtlığın öz evlât kabul edilmesi geleneğinin kaldırılması, evlâtlığın
boşadığı kadınla örfen onun babası kabul edilen kişinin evlenmesi, zengin ve asil
kabul edilen bir kadının azatlı bir köle evlenmesi gibi câhiliye örfünde yerleşik
uygulamaların ortadan kaldırılması gerçekleştirilemezdi. O nedenle Rasûlullah
karşılaşacağı olay ve sıkıntılara karşı peşinen hazırlanmaktadır.
Bu âyet grubunun iniş sebebi ile ilgili kaynaklarda şu bilgiler verilmiştir:

Rivâyet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a) Medîne'deki Kurayza, Nadîr ve


Kaynukaoğulları'nın –ki Yahûdi idiler– İslâm'a girmesini arzu ediyordu. Onlardan
bazı kimseler de münâfıklık ederek o'na tâbi olmuşlardı. O da onlara yumuşak
davranıyor, küçüklerine ve büyüklerine ikramlarda bulunuyordu. Bir kötülük
yapacak olurlarsa, affediyor, onlardan (rahatsız edici pek çok şeyler) işitiyordu. İşte
bu buyruklar bunun üzerine nâzil olmuştur.

el-Vâhidî, el-Kuşeyrî, es-Sa‘lebî, el-Maverdî ve başkalarının naklettiklerine


göre bu buyruk, Ebû Süfyân b. Harb ile İkrime b. Ebî Cehl ve Ebu'l-A‘ver Amr b.
Süfyân hakkında nâzil olmuştur. Bunlar Uhud'dan sonra Medîne'ye gelmiş ve
münâfıkların başı Abdullah b. Ubey b. Selul'e misafir olmuşlardı. Peygamber (s.a)
onunla konuşmak hususunda kendilerine eman vermişti. Abdullah b. Sa‘d b. Ebî
Serh ile Tu’me b. Ubeyrık onlarla birlikte kalktı ve yanında Ömer b. el-Hattâb
bulunduğu hâlde Peygamber'e (s.a) şöyle dediler: “Artık ilâhlarımız Lat, Uzza ve
Menat aleyhinde konuşmaktan vazgeç. Onların, kendilerine ibâdet eden kimselere
şefaat edeceklerini, onları koruyacaklarını söyle, biz de seni Rabbinle başbaşa
bırakırız.” Onların bu sözleri Peygamber'e (s.a) çok ağır geldi. Bunun üzerine Ömer
(r.a), “Ey Allah'ın Rasûlü! Onları öldürmek için bana izin ver” dedi. Peygamber
(s.a), “Ben onlara eman verdim” deyince, Ömer (r.a), Allah'ın lânet ve gazabı
içerisinde çıkıp gidin” dedi. Peygamber (s.a) Medîne'den çıkmalarını emretti, bunun
üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.

ez-Zemahşerî dedi ki: Rivâyet edildiğine göre Ebû Süfyân b. Harb, İkrime b.
Ebî Cehl, Ebu'l-A‘ver es-Sülemî aralarındaki barış antlaşması esnasında

6
Peygamber'in (s.a) yanına gelmişlerdi. Abdullah b. Ubey b. Selul, Muattib b.
Kuşeyr ve el-Ced b. Kays da onlarla birlikte gelip Rasûlullah'a (s.a), “İlâhlarımızı
diline dolamaktan vazgeç” dediler. Daha sonra ez-Zemahşerî az önce
naklettiklerimizle aynı anlamda rivâyeti kaydetmekte ve âyet-i kerîmenin ahdi
bozmak ve yapılmış olan antlaşmanın bozulduğunu ilan etmek hakkında nâzil
olduğunu bildirmektedir. Yani, “Senden istedikleri şeyler hususunda Mekke
ehlinden olan kâfirlere ve Medîne ehlinden olan münâfıklara itaat etme.”

Yine rivâyet edildiğine göre Mekkeliler, dininden dönmesi karşılığında


Rasûlullah'ı (s.a) mallarının yarısını ve Şeybe b. Rabia da kendisine kızını vermek
teklifinde bulundular. Medîne münâfıkları da, eğer dininden dönmeyecek olursa,
o'nu öldürmekle tehdit ettiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.1

2. âyetteki, Ve Rabbinden sana vahyedilen şeylere uy emri, sadece Kur’ân'a


uyulmasını istemekte ve tüm câhiliye ilkelerini, törelerini yasaklamaktadır.

Âyetteki, Ve Allah'a tevekkül et, vekîl olarak da Allah yeter ifadesiyle de,
Rasûlullah'tan görevini hakkıyla yapıp, gerisini Allah'a bırakması istenmektedir.
Tevekkül, “insanın her türlü hazırlığı yaptıktan sonra sonucu Allah'a bırakması”;
vekîl de “canlı-cansız tüm varlıkları belirli bir programa göre ayarlayan ve bu
programı koruyup destekleyerek uygulayan” demektir. Bu konuyla ilgili olarak
yaptığımız açıklamaya bakılabilir.2
Âyetlerdeki, Şüphesiz Allah, alîm'dir [en iyi bilendir], hakîm'dir [en iyi yasa
koyandır]. Şüphesiz Allah, sizin ne yapıp durduğunuza haberdardır ifadelerinde,
iltifat sanatı yapılarak muhatap çoğullaştırılmıştır. Böylece Rasûlullah ve
mü’minlere, görevlerini iyi yapmaları hususunda ihtar bulunulurken, müşrik ve
münâfıklara da, karşı koymalarının, engelleme ve saldırılarının Allah tarafından
bilindiği, izlenecekleri ve cezalandırılacakları tehdidi yapılmaktadır.
4. Allah, bir er kişinin göğüs boşluğu içinde iki kalp kılmadı. Ve
kendilerini annelerinize benzeterek yemin konusu yaptığınız [zıhârda
bulunduğunuz] eşlerinizi de sizin anneleriniz kılmadı. Evlâtlıklarınızı da sizin öz
çocuklarınız saymadı. Bu, sizin ağzınızla söylemenizdir. Allah ise hakkı söyler.
Ve yol'a kılavuzlar.
5. Onları [evlâtlıkları] babalarına nisbet ederek çağırın; bu, Allah
katında daha hakkaniyetlidir. Artık, eğer babalarını bilmiyorsanız artık onlar,
dinde sizin kardeşleriniz ve mevâlinizdir [sözleşmeyle yakınlık kurduklarınızdır].
Kalplerinizin kasıt göstererek yaptıkları şeyler dışında hata olarak yaptıklarınızda
ise, sizin için bir günah yoktur. Ve Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet
edendir.
Yukarıda, Ey peygamber! Allah'a takvâlı davran, kâfirlere ve münâfıklara da
itaat etme. Şüphesiz Allah, alîm'dir [en iyi bilendir], hakîm'dir [en iyi yasa
koyandır]. Ve Rabbinden sana vahyedilen şeylere uy. Şüphesiz Allah, sizin ne yapıp
durduğunuza haberdardır. Ve Allah'a tevekkül et, Vekîl olarak da Allah yeter
buyurularak olacaklara karşı Elçi hazırladıktan sonra, o'nun sıkıntı çekeceği konular
ele alınmaya başlamaktadır. Bu âyetlerde insanın psikolojik yapısı açıklanmakta ve
aile hukukuna yönelik bazı reformlar yapılmaktadır:
• Bir er kişinin göğüs boşluğu içinde iki kalp olmaz.
• Annelere benzeterek yemin konusu yapılan eşler anne sayılmaz.
1
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
2
Tebyînu'l-Kur’ân; c. 3, s. 391.

7
• Evlâtlıklar, öz çocuk sayılmaz.
• Evlâtlıklar babalarına nisbet edilerek çağırılmalıdır.
• Eğer babaları bilinmiyorsa, kardeş ve yakın biri gibi kabul edilmelidir.
• Kalplerin kasıt göstererek yaptıkları şeyler dışında hata olarak yapılanlar
günah sayılmaz.

Bu paragrafın iniş sebebine dair kaynaklarda şu bilgiler verilmiştir:

Mücâhid dedi ki: Bu âyet-i kerîme dehası dolayısıyla “iki kalpli” diye anılan
Kureyş'ten bir adam hakkında nâzil olmuştur. Bu kişi, “Benim iki kalbim vardır.
Bunların her birisi ile Muhammed'in aklından daha üstün bir seviyede aklederim”
diyordu. (Mücâhid) dedi ki: “Bu adam Fihr'den idi.”

el-Vâhidî, el-Kuşeyrî ve başkaları da şöyle demişlerdir: Bu âyet-i kerîme


Fihrli Cemil b. Ma‘mer hakkında inmiştir. Duyduğunu ezberleyen bir adamdı.
Kureyşliler, “Bu adam bunca şeyi ancak iki kalp sahibi olduğu için ezberleyebilir”
diyorlardı. Bu adam da şöyle dermiş: “Benim iki kalbim var. Bu iki kalp sayesinde
Muhammed'in aklından daha üstün bir akıl sahibiyim.” Bedir günü müşrikler
beraberlerinde Cemil b. Ma‘mer de bulunduğu hâlde yenilgiye uğrayınca, Ebû
Süfyân onu kervan arasında ayakkabılarından birini ayağına giyinmiş, öbürünü ise
eline asmış [almış] olduğu hâlde görünce, ona, “İnsanların hâli nedir?” diye sordu,
o da, “Bozguna uğradılar” diye cevap verdi. Bu sefer Ebû Süfyân ona, “Peki ne
diye senin ayakkabılarından bir elinde, diğeri ayağında?” diye sorunca, adam,
“Ben her ikisinin de ayağımda olduğunu zannediyordum” diye cevap verdi. İşte o
vakit, “Eğer onun iki kalbi bulunmuş olsaydı, ayakkabılarından birini elinde
unutmazdı” diyerek gerçeği anladılar.3

İbn Abbâs da şöyle demektedir: Âyetin nüzûl sebebi şudur: Bazı münâfıklar,
“Muhammed'in iki kalbi vardır. Çünkü o herhangi bir husus ile meşgul iken bir
başka işle uğraşıyor, sonra tekrar önceki işine geri dönüyor” demişlerdi. Onlar
Peygamber hakkında bunu söylemişlerdi, yüce Allah da onları bu buyruğu ile
yalanladı.

Âyetin Abdullah b. Hatal hakkında indiği de söylenmiştir. ez-Zührî ve İbn


Hibban dediler ki: Bu buyruk, Peygamber'in (s.a) Zeyd b. Hârise'yi evlâtlık
edinmesi hakkında bir temsil olmak üzere nâzil olmuştur. Yani, bir adamın iki
kalbi olmayacağı gibi, aynı şekilde tek bir evlât iki ayrı babanın oğlu olamaz.4

Âyetteki, Bir er kişinin göğüs boşluğu içinde iki kalp kılmadı ifadesiyle, iki
inancı bir arada götürmek isteyen münâfıklar eleştirilmektedir: Herkesin sadece bir
kalbi vardır ve bu kalpte ya iman ya da küfür bulunur. İnsanın iki kalbi olup da
birinde iman, birinde küfür bulunmaz. Münâfıklar, iki inancı birden taşıdıklarını
iddia etmekteydiler.

Burada konu edilen kalp, biyolojik kalp [insanın göğüs kafesinde bulunan ve
vücuda kan pompalayan organ] değil; aklın, düşüncenin ve tüm zihinsel

3
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
4
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

8
fonksiyonların merkezi olan beyin”dir. Kalp sözcüğü hakkında yaptığımız
açıklamaya bakılabilir.5

Âyetteki, Ve kendilerini annelerinize benzeterek yemin konusu yaptığınız


[zıhârda bulunduğunuz] eşlerinizi de sizin anneleriniz kılmadı ifadesiyle, Arap
câhilî örfündeki bir uygulama ortadan kaldırılmaktadır. Arap örfüne göre bir adam,
karısının herhangi bir davranışına kızdığı zaman, ona, “Sen bana anamın sırtı
gibisin” derdi. Bunun üzerine aralarındaki aile bağları kopmasa bile helâl kabul
edilmezdi. Ancak tam anlamıyla boşanmış da sayılmadığı için kadın, başka bir yol
seçemezdi. Kadın çileye mahkum olur giderdi. Buna Mücâdele sûresi'nde de
değinilmiştir:

Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikâyette bulunan kadının sözünü


Allah kesinlikle işitmiştir. Allah, ikinizin konuşmasını da işitir. Şüphesiz Allah, en
iyi işitendir, en iyi bilendir. Sizden, kadınlarınızdan zıhâr yapanlar; onlar [zıhâr
yapılan kadınlar], onların anaları değildir. Onların anaları ancak kendilerini doğuran
kadınlardır. Şüphesiz onlar, sözden çirkin olanı ve yalanı söylüyorlar. Ve şüphesiz
Allah, çok affedici, çok bağışlayıcıdır. Ve kadınlardan zıhâr ile ayrılmak isteyip de
sonra söylediklerinden dönenlerin, birbiriyle temastan [ilişkiden] evvel bir köleyi
hürriyete kavuşturmaları gerekir. İşte siz bununla öğütleniyorsunuz [size öğütlenen,
yapmanız gereken işte budur]. Allah, yaptıklarınızdan çok iyi haberi olandır. Artık,
kim ki bulamazsa, temaslaşmalarından önce aralıksız olarak iki ay oruç tutmalıdır.
Artık kim ki güç yetiremedi, altmış miskini doyurmalıdır. Bu, Allah'a ve Elçisi'ne
inanmanız içindir. Ve bunlar, Allah'ın sınırlarıdır. Kâfirler için de acıklı bir azap
vardır. (Mücâdele/1-4)

Böylesine berbat bir câhilî uygulama olan “îlâ”, Allah tarafından (bkz.
Bakara/226) uygulamadan kaldırılmıştır.6

Âyetteki, Evlâtlıklarınızı da sizin öz çocuklarınız saymadı. Bu, sizin ağzınızla


söylemenizdir. Allah ise hakkı söyler. Ve yol'a kılavuzlar beyânıyla, câhilî Arap
örfündeki evlâtlık anlayışı ortadan kaldırılmıştır. Bunun ilk uygulaması da,
Rasûlullah'ın yakın çevresinde olmuştur. Tüm Kur’ân bilginlerinin kabulüne göre
bu âyet, Zeyd b. Hârise hakkında inmiştir.

Bu konuya dair klâsik eserlerde şu bilgiler yer almaktadır:

İbn Ömer şöyle demiştir: “Biz Hârise oğlu Zeyd'i, hep ‘Muhammed'in oğlu
Zeyd’ diye çağırırdık; tâ ki, Onları babalarına nisbet edip çağırın. Bu, Allah
nezdinde daha âdildir âyeti nâzil oluncaya kadar.”

Enes b. Mâlik ve başkalarından rivâyet edildiğine göre Zeyd, Şam


taraflarından esir alınıp getirilmişti. Onu Tihâme'den bir grup atlı esir almış, Hakim
b. Hizam b. Huveylid onu satın almış, halası Hatice'ye, Hatice de Peygamber'e (s.a)
hibe etmişti. Peygamber de Zeyd'i hürriyetine kavuşturup evlâtlık edinmişti. Bir
süre yanında kaldıktan sonra amcası ve babası onun fidyesini verip kurtarmak
arzusu ile geldiler. Peygamber (s.a) onlara, –ki bu peygamber olarak
gönderilmesinden önce olmuştur–, “Onu istediğini seçmekte serbest bırakın” dedi.
5
Tebyînu'l-Kur’ân; c. 2, s. 118-121.
6
Tebyînu'l-Kur’ân; c. 9, s. 439-440.

9
Eğer sizi tercih edecek olursa, sizden hiç bir fidye almaksızın sizin olsun.” Ancak
Zeyd Rasûlullah'ın (s.a) yanında köle olarak kalmayı hürriyetine ve kavminin
yanına dönmeye tercih etti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) şöyle dedi: “Ey
Kureyşliler! Tanık olun ki, bu benim oğlumdur. O bana ve ben ona mirasçı
olurum.” Peygamber Kureyşlilerin meclislerini tek tek dolaşır ve onları bu hususa
şâhit tutardı. Amcası ve babası bu işe razı olarak geri döndüler.

Yine rivâyet edildiğine göre, babası yanına gelince; Peygamber (s.a),


açıkladığımız şekilde onu muhayyer bırakmış, babası geri dönüp gitmişti.7
Onları babalarına nisbet edip çağırın buyruğu, daha önce açıklandığı üzere
Zeyd b. Hârise hakkında inmiştir. İbn Ömer'in, “Biz Zeyd b. Hârise'yi ancak ‘Zeyd
b. Muhammed’ diye çağırırdık” sözü, evlât edinmenin hem câhiliye döneminde,
hem İslâm geldikten sonra uygulamada olduğuna delildir. Evlât edinmek
dolayısıyla karşılıklı miras almak ve yardımlaşmak söz konusu idi. Bu, yüce Allah
tarafından, Onları babalarına nisbet edip çağırın. Bu Allah nezdinde daha âdildir
buyruğu ile nesh edilinceye kadar böylece devam etti. Bu buyrukla yüce Allah,
evlât edinme hükmünü kaldırdı ve bunun gereği olan sözleri kullanmayı
yasaklayarak, kişinin babasına nisbet edilmesinin daha uygun ve adaletli olduğunu
bildirdi. Denildiğine göre, câhiliye döneminde bir kimse birinin gayreti, yiğitliği
ve görünüşü hoşuna gidecek olursa, onu kendisine katar ve mirasından diğer erkek
çocuklarının payı gibi ona pay ayırırdı. O da o kimseye nisbet edilir ve, “Filan
oğlu filan” denilirdi.8

Bundan sonra, Muhammed oğlu Zeyd olarak tanınan Zeyd, kendi babasına
nisbet edilerek, Hârise oğlu Zeyd olarak anılmaya başlandı. Zeyd ile ilgili detay 37.
âyette gelecektir.

5. âyetteki, ve mevâlînizdir [sözleşmeyle yakınlık kurduklarınızdır] ifadesi, o


günün örfünde “velâ” uygulamasını gündeme getirmekte ve onu tasvip etmektedir.
Nitekim bu uygulama, İslâm ülkelerinin hukuk sistemlerinde uygulanagelmiştir.
‫[ولؤ‬velâ], ‫ى‬ ّ ‫[ول‬velî/yakın] sözcüğünden türemiş olup, taraflarına ‫[ مولى‬mevlâ]
tabir edilir. ‫[موالى‬mevâlî] sözcüğü de, ‫[مولى‬mevlâ] sözcüğünün çoğuludur. Âyette
de, ‫[موالى‬mevâlî] diye çoğul olarak yer almıştır.
Velâ, tarafların [garip bir kimse ile varsıl-güçlü bir kimsenin] özgürce, “Sen
benim mevlâm ol, şâyet ben bir cinâyet işlersem himâyecim olarak diyeti ödersin,
öldüğümde de malıma vâris olursun, malım sana kalır” tarzındaki sözleşme ile
meydana gelir. Böyle bir sözleşmenin yasal görülmesinin nedeni, kimsesiz gariplere
kimsesizliğini unutturmak, fertler arasında bir bağ ve yardımlaşma şuuru temin
etmektir.
6. Peygamber, mü’minlere kendi nefislerinden daha yakın, o'nun
[Peygamber'in] eşleri, onların [mü’minlerin] analarıdır. Ve akrabalar; Allah'ın
yazgısında onlardan bir kısmı, bir kısmındandır, –velîlerinize ma‘rûfu yapmanız
dışında– mü’minlerden ve muhâcirlerden daha önceliklidirler. Bu, Kitap'ta
yazılmıştır.
Bu âyette, şu hukukî ilkeler ortaya konulmaktadır:
• Peygamber, mü’minlere kendi nefislerinden daha yakındır.
• Peygamber'in eşleri, mü’minlerin analarıdır.

7
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
8
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

10
• Ve akrabalar birbirlerine, diğer mü’minlerden ve muhâcirlerden daha
önceliklidirler.
Birinci ilkede, Rasûlullah'ın mü’minler için kendi canlarından daha öncelikli
olması; herkesin kendi işinden önce o'nun öngördüğü işleri [din ve devlet işlerini]
yapması gerektiği ortaya konulmuştur. Burada konu edilen yakınlık [velâyet], veliy-
yi âm niteliğidir [devlet başkanı oluşu, devleti temsil edişidir].
De ki: “Eğer ki babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz
[akrabalarınız, kabileniz], elde ettiğiniz mallar, kesâda uğramasından ürperdiğiniz
ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allah'tan, O'nun Elçisi'nden ve O'nun yolunda
cihaddan daha sevimli ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyiniz. Ve Allah
fâsıklar kavmine doğru yolu göstermez.” (Tevbe/24)
Allah'a ve âhiret gününe inanan bir topluluğu, Allah'a ve Elçisi'ne karşı çıkanlarla
sevgiye dayalı bir dostluk kurmuş olarak bulamazsın. Bunlar onların ister babaları
olsun, ister çocukları olsun, ister kardeşleri olsun, ister akrabaları olsun. Allah
onların kalplerine imanı yazmış ve onları Kendisinden olan rûh [güvenli bilgi] ile
desteklemiştir. Onları, sürekli kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetlere
koyacaktır. Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır.
İşte bunlar Allah'ın hizbidir/yandaşlarıdır. Dikkat edin, Allah'ın hizbi/yandaşları
başarıya ulaşanların ta kendileridir. (Mücâdele/22)
Burada mü’minlere, devletlerine ve devlet başkanlarına karşı görevleri
öğretilmektedir.
İkinci ilkede de, Rasûlullah'ın eşleri, mü’minlerin anneleri unvanıyla
şereflenmiş, mü’minlerin onlara saygılı davranmaları, iyilikte bulunmaları ve
onlarla evlenmemeleri hükme bağlanmıştır. Burada, Peygamber'in eşlerinin,
mü’minlerin gerçek anneleri konumunda oldukları söylenmiyor. Nûr/29-31'de konu
edilen aile içi mahremiyet serbestisi, Rasûlullah'ın eşleri için tanınmamakta, onları,
–ileride 53-55. âyetlerde görüleceği üzere– serbestlik açısından sadece kendi
akrabalarıyla sınırlamaktadır.
Üçüncü ilkede ise, hicret sonrası ortaya çıkmış olan bir problem ortadan
kaldırılmıştır. Bu problemle ilgili klâsik eserlerde şu bilgiler mevcuttur:

Hişâm b. Urve babasından, o ez-Zübeyr'den, Akrabalar, Allah'ın Kitabı


gereğince de... birbirlerine daha yakındırlar âyeti hakkında şunları söylediğini
nakletmektedir: Biz Kureyşliler, Medîne'ye hiç bir malımız olmadığı hâlde geldik.
Ensâr'ın çok iyi kardeşler olduğunu gördük, onlarla kardeş olduk. Biz onlara mirasçı
olduk, onlar da bize mirasçı oldular. Ebû Bekr, Hârice b. Zeyd ile, ben de Ka‘b b.
Mâlik ile kardeş oldum. (Bir keresinde) yanına geldiğimde silâh darbelerinin onu
çok ağırlaştırmış olduğunu gördüm. Allah'a yemin ederim o öldüğünde dünyada ona
benden başka kimse mirasçı olmadı. Nihâyet yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi
indirince, şer‘î mirasçılığımıza geri döndük.

Urve'den sabit olduğuna göre Rasûlullah (s.a) ez-Zübeyr ile Ka‘b b. Mâlik'i
kardeş yapmıştı. Ka‘b, Uhud günü ağır bir yara almıştı. ez-Zübeyr bineğinin
yularından tutmuş, onu (bineği üzerinde) getirmişti. Şâyet Ka‘b o gün vefat etmiş
olsaydı, geriye pek çok dünyalık bırakmış olur ve ez-Zübeyr ona mirasçı olurdu.
Yüce Allah, Akrabalar, Allah'ın Kitabı gereğince de diğer mü’minlerden...
birbirlerine daha yakındırlar buyruğunu indirdi. Böylece yüce Allah, akrabalığın
antlaşma yoluyla kurulan kardeşlik bağından daha öncelikli olduğunu açıklamış

11
oldu. Bunun sonucunda da antlaşma yoluyla mirasçılık terkedildi, akrabalık
sebebiyle birbirlerine mirasçı olmaya başladılar.9
5-6. âyetlerde, evlâtlığın evlât olmadığı, dolayısıyla da aynı konumda
değerlendirilemeyeceği bildirilmişti. Bu âyetteki, Ve akrabalar; Allah'ın yazgısında
onlardan bir kısmı, bir kısmındandır, –velîlerinize ma‘rûfu yapmanız dışında–
mü’minlerden ve muhâcirlerden daha önceliklidirler ifadesi ile de, gerçek kardeşlik
ile din kardeşliği ayırılmıştır. Miras vs. gibi hükümlerin din kardeşliği için geçerli
olmadığı, mirasın sadece hısım ve akrabalar arasında olacağı hükme bağlanmış;
bununla birlikte –velîlerinize ma‘rûfu yapmanız dışında– istisnâsıyla, vasiyet
yoluyla kişinin din kardeşlerine yardım ve destekte bulunulabileceği, “velâ”
sözleşmesi yapılabileceği beyân edilmiştir.
Âyetteki, Bu, Kitap'ta yazılmıştır ifadesiyle, daha evvel inen ve bu konulara
dair bilgi veren âyetlere işaret edilmiştir:

Kuşkusuz şu iman etmiş, hicret etmiş, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla


savaşan ve barındırıp yardım eden kimseler; evet işte bunlar, bazısı bazısının velîsi
olanlardır. İnanan ve hicret etmeyen kimselere gelince, hicret edene kadar, onlara
yakınlık söz konusu değildir. Ve din uğrunda yardım isterlerse, aranızda antlaşma
bulunan bir halk zararına olmaksızın, onlara yardım etmeniz gerekir. Ve Allah,
yaptıklarınızı çok iyi görendir. Küfretmiş olan şu kimseler de, birbirlerinin
velîleridirler. Eğer siz de onu yapmazsanız, yeryüzünde büyük bir kargaşa ve fitne
çıkar. Ve o, iman eden, hicret eden ve Allah yolunda cihad eden kimseler ile,
barındıran ve yardım eden kimseler; işte bunlar, gerçek mü’minlerin ta kendileridir.
Bunlar için bir mağfiret ve saygın bir rızık vardır. Ve bundan sonra, inanan ve hicret
eden ve cihad eden kimseler; artık onlar da sizdendirler. Akraba olanlar da, Allah'ın
kitabına göre, birbirlerine daha yakındırlar. Şüphesiz Allah, en iyi bilendir.
(Enfâl/72-75)

7-8. Ve hani Biz, doğru kimselere doğruluklarından sormak için,


peygamberlerden; Nûh'tan, İbrâhîm'den, Mûsâ'dan ve Meryemoğlu Îsâ'dan
mîsâklarını [kesin sözlerini] almıştık. Senden de (mîsâk aldık). Biz, onlardan ağır
bir mîsâk [kesin bir söz] aldık. Ve O [Allah], kâfirler için acı verecek bir azabı
hazırladı.

Bu âyetlerde, Allah'ın elçilerinin, görevlerini hakkıyla yapacaklarına,


kendilerine verilen emir ve nehiylere eksiksiz riâyet edeceklerine, dine ekleme-
çıkarma yapmayacaklarına, öncekinin sonrakini müjdeleyeceğine ve birbirlerini
tasdik edeceklerine dair söz alındığı konu edilmektedir.

Bu âyetin mesajı, içinde bulunulan pasaja indirgendiğinde, dinde kardeşler


arasında mirasçılık bulunmadığı, mirasçılığın hısım ve akrabalar arasında cereyan
edeceği, din adına kimsenin hüküm koyamayacağı anlaşılır:

Kim doğru yolu bulursa sırf kendi iyiliği için doğru yolu bulmuştur. Kim de
saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiç bir yük taşıyıcı başkasının yükünü
çekmez. Ve Biz bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık. (İsrâ/15)

O [Allah], dinden Nûh'a tavsiye ettiği şeyi, sana vahyettiğimizi, İbrâhîm'e,


Mûsâ'ya ve Îsâ'ya tavsiye ettiğimiz şeyi şeriat kıldı: “Dini ayakta tutun [yerleştirin]
9
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

12
ve onda ayrılığa düşmeyin.” Senin kendilerini davet ettiğin şey, müşriklere ağır
geldi. Allah dilediğini Kendine seçer ve kalpten yöneleni de O'na kılavuzlar.
(Şûrâ/13)

Ve hani Allah, kendilerine kitap verilen kimselerin mîsâkını almıştı: “Onu


[kitabı] mutlaka insanların önüne apaçık koyacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz.”
Onlar ise bunu sırtlarının ötesine attılar ve onu az bir bedel karşılığı sattılar. İşte,
satın aldıkları şeyler, ne kötüdür! (Âl-i İmrân/187)

Ve hani Biz, İsrâîloğulları'nın mîsâkını [kesin sözünü] almıştık: “Allah'tan


başkasına kulluk etmeyeceksiniz, ana-babaya, yakınlığı olanlara, yetimlere,
miskinlere de iyilik yapacaksınız, insanlara güzelliği söyleyiniz salâtı ikâme ediniz
ve zekâtı veriniz.” Sonra çok azınız müstesnâ olmak üzere yüz çevirdiniz. Ve siz
yüz çevirenlersiniz. (Bakara/83)

Derken onlardan sonra bir nesil gelip onların yerlerine geçti. Kitab'a mirasçı
oldular. (Onlar) bu dünyanın değersiz kazanımlarını alırlar, “Bize ileride mağfiret
olunur” diyorlardı. Kendilerine ona benzer değersiz bir meta gelirse, onu da
alıyorlardı. –Allah'a karşı hakktan başkasını söylemeyeceklerine dair kendilerinden
o kitabın teminatı alınmadı mı? Hâlbuki onda olanı ders etmişlerdi [okuyup
öğrenmişlerdi]. Âhiret yurdu takvâ sahipleri için daha hayırlıdır. Hâlâ akletmeyecek
misiniz?– Ve Kitab'a sımsıkı sarılanlara ve salâtı ikâme edenlere [sosyal yardım ve
destek kurumlarını oluşturan ve ayakta tutanlara] gelince, Biz o düzeltenlerin
[iyileştirenlerin] ödülünü zayi etmeyiz. Hani bir zamanlar Biz o dağı gölgelik
[şemsiye] gibi onların tepesine çekmiştik de onun üzerlerine düşeceğine
inanmışlardı. –“Takvâ sahibi olmanız için size verdiğimizi kuvvetle tutun ve
içindekini hatırınızdan çıkarmayın!”– (A‘râf/169-171)

Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun
verdiği elçilik görevini iletmemiş [yerine getirmemiş] olursun. Allah da seni
insanlardan koruyacaktır. Allah kesinlikle, küfre batmış topluluğa doğru yolu
göstermez. (Mâide/67)

Ve Allah'ın, üzerinizdeki nimetini ve “İşittik, itaat ettik” dediğinizde sizden


aldığı kendisiyle mîsâklaştığınız mîsâkını hatırlayın. Ve Allah'a takvâlı davranın.
Şüphesiz Allah, göğüslerin içindekini çok iyi bilendir. (Mâide/7)

Ve hani Allah peygamberlerin, “Andolsun ki size kitaptan ve hikmetten [zulüm


ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerden] verdim, sonra
yanınızda bulunanı doğrulayıcı bir elçi geldiğinde ona muhakkak inanacak ve ona
yardım edeceksiniz!” mîsâkını almıştı. O [Allah], bunu ikrar edip de kabul ettiniz
mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?” dedi. Onlar, “İkrar ettik”
dediler. O [Allah], “Öyleyse şâhit olun, Ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım”
dedi. (Âl-i İmrân/81)

Andolsun, kendilerine elçi gönderilmiş olanları da sorguya çekeceğiz,


andolsun, gönderilen elçileri de sorguya çekeceğiz. (A‘râf/6)

Ve hani Allah demişti ki: “Ey Meryemoğlu Îsâ! Sen mi insanlara, ‘Beni ve
annemi, Allah'ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?” O [Îsâ], “Sen münezzehsin,

13
benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş
olsam, Sen bunu mutlaka bilmiştin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise Senin
nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz Sen; ğaybları bilen yalnız Sensin, Sen! Ben onlara
sadece, Senin bana emrettiklerini söyledim; ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a
kulluk edin’ dedim. Ve ben aralarında olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım.
Ne zaman ki Sen beni vefat ettirdin, onları gözetleyen yalnız Sen oldun Sen. Ve
şüphesiz Sen ğaybları en iyi bilensin.” (Mâide/116-117)

Ve andolsun Biz bundan önce Âdem'e ahit verdik [ondan söz aldık] de o
aklından çıkardı [yapmadı] ve Biz o'nda bir azim [kararlılık] bulmadık. (Tâ-Hâ/115)

Şüphesiz Biz, Nûh'a ve o'ndan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana


da vahyettik. İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshâk'a, Ya‘kûb'a, torunlarına, Îsâ'ya, Eyyûb'a,
Yûnus'a, Hârûn'a ve Süleymân'a, daha önce kendilerini sana anlattığımız elçilere,
kendilerini sana anlatmadığımız elçilere, elçilerden sonra insanların Allah'a karşı bir
delilleri olmasın diye, müjdeciler ve uyarıcılar olarak vahyetmiştik. Dâvûd'a da
Zebur'u verdik. Ve Allah Mûsâ'ya konuştukça konuştu. Ve Allah azîz'dir ve
hakîm'dir. (Nisâ/163-165)

9. Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın.


Hani size ordular gelmişti de Biz, onların üzerlerine bir rüzgâr ve sizin
görmediğiniz ordular göndermiştik. Ve Allah, işlemiş olduklarınızı çok iyi
görendir.

10. Hani onlar, üst tarafınızdan ve sizden daha aşağıdan size gelmişlerdi.
Ve hani gözler kaymıştı, yürekler gırtlaklara ulaşmıştı. Ve siz Allah hakkında
zann yaptıkça zann yapıyordunuz.
11. İşte burada mü’minler belâlandırılmış ve çok şiddetli bir sarsıntı ile
sarsılmışlardı.
12. Ve o vakit münâfıklar ve kalplerinde bir hastalık bulunanlar, “Allah
ve Elçisi bize bir aldanıştan başka bir vaad yapmamış” diyorlardı.
13. Ve hani bunlardan bir grup, “Ey Yesrib [Medîne] halkı! Sizin için
duracak yer yok, hemen dönün” diyorlardı. Onlardan bir kısmı da, “Evlerimiz
gerçekten savunmasızdır” diyerek Peygamber'den izin istiyorlardı. Hâlbuki onlar
[evleri] savunmasız değildi. Onlar, sadece kaçmak istiyorlardı.
14. Eğer onların üzerine, onların [evlerinin] her bir bucağından
girilseydi, sonra da fitne çıkarmaları istenilseydi, kesinlikle bunu yerine
getirirlerdi. Buna fazla da beklemezlerdi.
15. Ve hiç kuşkusuz onlar, bundan önce arkalarını dönüp
kaçmayacaklarına Allah'a ahid vermişlerdi. Ve Allah'ın ahdi sorumluluktur.
16. De ki: “Eğer ölmekten veya öldürmekten kaçıyorsanız, kaçmak hiç
bir zaman size yarar sağlamaz. Ve o zaman sadece, çok az bir şeyi
kazandırılırsınız.”
17. De ki: “Eğer Allah size bir kötülük dilediyse veya size bir rahmet
dilediyse, sizi Allah'tan kim korur?” Hem onlar kendilerine Allah'ın astlarından
bir velî bulamazlar, bir yardımcı da.
18-19. Şüphesiz Allah, sizden o engelleyenleri savsaklayanları ve sizi
kıskanarak kardeşlerine, “Bize gelin!” diyenleri biliyor. Ve onlar, sıkıntıya ancak
pek az geliyorlar. Derken o korku gelince, sen onları, ölümden baygınlık sarmış
kimse gibi gözleri dönerek sana bakıyorlarken gördün. Sonra o korku gidince,

14
iyiliğe kıskançlık ederek size keskin keskin diller sıyırdılar. İşte bunlar iman
etmediler de Allah amellerini boşa çıkardı. Ve bu, Allah üzerine çok kolaydır.
20. Onlar, ahzâbı [birleşik düşman birliklerini] gitmedi sanıyorlardı. Eğer
o [ahzâb/birleşik düşman birlikleri] gelecek olursa, çölde bedevi Araplar içinde
yer alıp, sizin haberlerinizden sormayı isterler. Ve eğer onlar içinizde olsalardı
ancak pek az savaşırlardı.
21. Andolsun ki, Allah Elçisi'nde, sizin; Allah'ı ve son günü uman ve
Allah'ı çokça anan kimseler için güzel bir örnek vardır.
22. Mü’minler, ahzâbı [birleşik düşman birliklerini] gördükleri zaman da,
“İşte bu, Allah'ın ve Elçisi'nin bize vaad ettiği şeydir. Allah ve Elçisi doğru
söyledi” dediler. Bu, onlara sadece iman ve güvenlik sağlamada artış sağladı.
23-24. Mü’minlerden öyle kimseler vardır ki, Allah'a, üzerine ahd verdikleri
şeylere sadakat gösterdiler. İşte, onlardan kimisi adağını gerçekleştiren [canını
veren] kimsedir, kimi de bekleyen kimsedir. Onlar, Allah'ın doğru kimseleri
doğrulukları sebebiyle karşılıklandıracağı, dilerse münâfıklara da azab edeceği
veya tevbe nasip edeceği için hiç değiştirmedikçe değiştirmediler. Şüphesiz Allah,
çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.

25. Ve Allah, o küfreden kişileri herhangi bir hayra ulaşmadan kinleriyle


geri çevirdi. Ve Allah, mü’minlere savaşta kâfi geldi. Ve Allah kavî'dir [çok
güçlüdür], azîz'dir [mutlak üstün olandır].

26-27. Hem de O [Allah], Kitap Ehlinden onlarla [kâfirlerle]


yardımlaşanları kalelerinden indirdi. Ve kalplerine korku saldı: siz onların bir
kısmını katlediyordunuz, bir kısmını da esir alıyordunuz. Ve O [Allah], onların
arazilerine, yurtlarına, mallarına ve henüz ayak basmadığınız bir yere sizi vâris
[son sahip] yaptı. Ve Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.

Bu âyetler, hicretin 5. yılında meydana gelen Hendek ve Benû Kurayza


savaşlarının bazı sahnelerine işaret etmektedir. Allah bu savaşta da, Bedir savaşı'nda
olduğu gibi açık mucizeler yaratmıştır. Pasajın doğru anlaşılması ve olayın
detaylarına vâkıf olunması için Hendek savaşı hakkında ansiklopedik bilgi
sunuyoruz:

HENDEK SAVAŞI

Hendek savaşı da, Bedir savaşı gibi mü’minlerin müşriklerle yaptığı büyük ve
önemli savaşlardan biridir. Uhud savaşı'ndan iki yıl sonra, hicret'in 5. yılında
Medîne'nin kuzey cephesinde cereyan etmiştir.

Kureyş müşrikleri, Uhud savaşı'nda üstün gelir gibi olmuşlarsa da


Müslümanların gücünü kıramamışlardı. Aksine mü’minler Medîne'deki birlik ve
beraberliklerini sağlamlaştırmış, askerî bakımdan daha güçlü bir duruma
gelmişlerdi. Medîne'de sürekli problem çıkaran Yahûdi Benû Nadîr kabilesi
sürülmüş; doğuda Zatu'r-Rika, kuzeyde Dûmetü'l-Cendel'e yapılan seferler kesin
zaferle sonuçlanmış, Müslümanların gücü ve etkinliği her geçen gün biraz daha
büyümüştü. Bunun sonucu olarak Mekke müşriklerinin Mısır, Sûriye ve Irak
yönündeki kervan yolları tamamen kapatılmıştı.

15
Böylece Müslümanlar bölgede hâkim bir güç hâline gelmiş, İslâm'a
katılanların sayısını hızla artmıştı. İslâm'ın, bu gözle görülür güçlenişi karşısında
Müslümanların başlıca düşmanlarından olan Yahûdiler, düşmanca faaliyetlerine hız
verdiler. Özellikle Medîne'den sürülen Benû Nadîr kabilesi çevrede İslâm aleyhinde
sürekli propaganda yapıyor, İslâm'ın güçlenmesini önlemek için Müslümanlara
kesin bir darbe vurmanın yollarını arıyorlardı. Bu çalışmalar sonucunda Yahûdiler
hem kendi aralarında birliği sağladılar, hem de Kureyş ve diğer müşrik kabilelerle
birleşmenin yollarını aramaya başladılar.

Yahûdilerden oluşan bir heyet Mekke'ye gelerek Kureyş'e, ortak düşmanları


olan Müslümanlara birlikte saldırmayı, Rasûlullah'ı ve İslâm dinini ortadan
kaldırmayı teklif ettiler.

Ticaret yollarının kesilmesiyle ekonomik bir çıkmaza düşen ve içlerinde hâlâ


Bedir'in acısını taşıyan müşrikler bu teklifi olumlu karşıladı.10 Yahûdi heyeti ve
Kureyş'ten seçilen 50 adam Ka‘be örtüsünün altına girip göğüslerini Ka‘be duvarına
dayayarak tek başlarına kalıncaya kadar Müslümanlarla savaşmaya yemin ettiler.
Artık tek düşünceleri vardı: Bu savaşı mutlaka kazanmak ve İslâm'ı ebediyyen yok
etmek.11

Yahûdiler Kureyş'le anlaştıktan sonra Necid'e giderek Benû Süleym ve


Gatafan kabilelerini de bu ittifaka dahil etmeye çalıştılar. Gatafan kabilesini,
Hayber'in bir yıllık hurmasının yarısı karşılığında Müslümanlara karşı savaşmaya
razı ettiler. Arkasından diğer Arap kabilelerini dolaşarak putperestliğin İslâm'dan
üstün olduğunu, fakat Müslümanlarla savaşılmadığı takdirde putperestliğin sonunun
yaklaştığı propagandasıyla savaşa kışkırttılar. Bu çalışmaları sonunda Fezâre,
Süleym, Sa‘d ve Esedoğulları kabileleri de birliğe katıldı.12

Savaş hazırlıklarına başlayan Kureyş, 300 at ve 1.500 devenin bulunduğu


4.000 kişilik bir ordu donattı. Buna Yahûdi ve diğer Arap kabilelerinin kuvvetleri
de eklenince yaklaşık 10.000 kişilik bir ordu meydana geldi. Bu büyük ordu İslâm'a
son ve öldürücü darbeyi vurmak umuduyla Medîne'ye yöneldi. Arap yarımadası
belki de o güne kadar böyle büyük bir orduya şâhit olmamıştı.13

Rasûlullah, müttefiklerin girişimini haber alır almaz derhal bir savaş meclisi
topladı. Mecliste düşmana karşı ne gibi tedbirler alınması, nasıl bir savaş taktiği
izlenmesi gerektiği konusunda istişare edildi. Ashâbın çoğunluğu Medîne'yi içerden
savunmanın uygun olacağı görüşünde idi. Bu görüş benimsendikten sonra Selmân-ı
Farisî, “Bizde bir şehir üstün kuvvetlerle kuşatıldığı zaman daima çevresine bir
hendek kazılır ve şehir bu şekilde savunulur” şeklinde görüş bildirince, Rasûl (a.s)
bunu uygun görerek savunma planının bu doğrultuda hazırlanmasını emretti.

Başta Rasûlullah olmak üzere bütün Müslümanlar, kış mevsiminin tüm


olumsuz şartlarına rağmen büyük bir gayretle çalışıyorlardı.

10
Taberî, Târihu't-Taberî, Mısır,1961, II, 564-5.
11
İbnu'l-Hişâm, es-Sîretu'n-Nebeviyye, Beyrut, 1407/1987, II, 254, 255.
12
Taberî, a.g.e., II, 566.
13
İbn Hişâm, es-Sîretu'n-Nebeviyye, Mısır, 1375/1955, II, 214, 216, 220.

16
İki hafta boyunca süren gayret sonunda Medîne çevresi hendekle çevrildi ve
hendekten çıkan topraklar iç tarafa yığılarak siperler oluşturuldu.

Hendek kazma çalışmaları biter bitmez Rasûlullah savaşabilecek durumdaki


bütün Müslümanları topladı. Müslüman mücâhidlerin sayısı 3.000'di ve 36 da at
vardı. Müslüman savaşçılar gruplar hâlinde siper gerisine yerleştirildi. Bu sırada
Ebû Süfyân komutasındaki ordu Medîne'nin batısından, Necid kabileleri de
doğudan Medîne önlerine geldiler.

Kureyş ordusu Medîne'nin kuzeyinden dolaşarak Uhud dağı civarına geldi.


Ortalığı boş görünce, evvelce Uhud savaşı'nda aldıkları mevkiye doğru yaklaştılar.
Burada diğer kuvvetlerle birleşerek Uhud-Medîne yolu üzerinde ilerlemeye
başladılar. Bir müddet sonra Rasûlullah'ın hendek gerisinde görülen çadırları
karşısına geldiler ve o'nun karşısında yer aldılar.14

Müşrikler çevrede Müslümanları göremeyince hızla Medîne üzerine atıldılar.


Fakat Müslümanlar tarafından kazılan hendekle karşılaşınca ne yapacaklarını
şaşırdılar. O zaman böylesi istihkâmlar inşa etmek Araplar tarafından bilinmiyordu.
Rasûlullah'ın bu değişik savunma yöntemi müşrikleri hayret ve şaşkınlık içinde
bıraktı. İçlerinden bazıları atlarını hendek boyu sürerek bir geçit aradılar. Fakat
hendek derin ve geniş kazılmış olduğu için geçmeyi başaramadılar. Bu arada
hendek gerisinde siperlenen Müslümanlar düşmanı ok ve taş yağmuruna tuttular.
Düşman süvarileri de bu şekilde karşılık vermek zorunda kaldılar. Müşrikler bir aya
yakın bir süre hendek gerisinde kaldılar. İki taraf arasında herhangi bir savaş
olmadı. Bir kaç mübareze ve karşılıklı ok atmaktan başka ciddi bir hareket olmadı.15

Müslümanlar arada sırada taarruz eden düşmanı bu şekilde karşılayarak


savunma süresini uzatıyorlardı. Fakat bu sırada Müslümanlarla anlaşmalı olan Benû
Kurayza kabilesinin anlaşmayı bozarak geceleyin Medîne üzerine baskın yapmak
için hazırlandıkları söylentisi yayıldı. Bu haber birleşik ordulara göre oldukça zayıf
olan Müslümanlar arasında büyük bir endişeye neden oldu. Rasûlullah durumun
açıklığa kavuşturulması için Kurayza kabilesine birini gönderdi. Benû Kurayza
kabilesinin reisi Ka‘b b. Esed'in Benû Nadîr kabilesi reisi Nayy b. Ahtab tarafından
kandırılmış olduğu ve Kurayzalıların gerçekten anlaşmayı bozdukları anlaşıldı.
Kurayza kabilesi ile Evs kabilesi arasında dostluk bulunduğu için Evs'in lideri Sa‘d
b. Mu‘az ve bazı Evs ileri gelenleri özel olarak Benû Kurayza kabilesine gönderildi
ise de olumlu bir sonuç alınamadı.

Durumun vehâmeti karşısında Peygamber, müşriklerin birliğini bozabilmek


için bir ara Gatafanlıların reisleri Uyeyne b. Hısn b. Huzeyfe ve el-Hâris b. Avf b.
Ebî Hârise el-Murri'ye haber göndererek dönüp gitmeleri karşılığında Medîne
hurmalarının üçte-birini onlara vermek üzere anlaşmak istediyse de (hatta anlaşma
metni bile hazırlanırken) Sa‘d b. Mu‘az ve Sa‘d b. Ubâde ile istişaresi sonucu bu
fikirden vazgeçti.16

Diğer yandan düşman ordusu baskısını giderek arttırıyor; değişik yönlerden


peşpeşe saldırılarda bulunuyor, hendeği aşamayarak çaresiz geri dönüyordu.
14
Taberî, a.g.e., II, 570.
15
Taberî, a.g.e., II, 572.
16
İbn Hişâm, a.g.e., II, 223; Taberî, a.g.e., II, 572-3.

17
Muhasaranın olağanüstü şiddet kazandığı bir sırada müşrikler ne pahasına olursa
olsun hendeği aşmaya karar verdiler. Savaşçılıktaki büyük ustalığı ve
kahramanlığıyla şöhret kazanmış olan Amr b. Abdived ile İkrime b. Ebî Cehl,
Nevfel b. Abdullah, Dırar b. Hattâb, Hubeyre b. Ebî Vehb hendeği geçmek üzere
ileriye gönderildi. Ebû Süfyân ve Hâlid b. Velîd de onun arkasından genel bir
saldırı için kuvvetlerini ileriye doğru hareket ettirdiler. Amr ve yanındakiler binbir
güçlükle de olsa hendeği aşmayı başardılar.

Amr b. Abdived atını ileriye sürerek Müslümanlardan, kendisiyle savaşacak bir


savaşçı talep etti. Amr birçok savaşlarda bulunmuş, yiğitlik ve gözü pekliği
sayesinde birçok birlikleri dağıtmış gâyet usta bir silâhşor, çevik bir süvari
olduğundan, onunla çarpışmaya kimse cesaret edemezdi. Nitekim Müslümanlardan
da kimse onun isteğine cevap veremedi.

Bu durumu gören Ali, Amr'a karşı çıkmak için izin istedi. Fakat Rasûlullah
izin vermedi. Amr tekrar ileriye atılarak Müslümanlara hitaben, “İçinizden
kahramanlık meydanına çıkacak kimse yok mu? Hani ölenlerinizin gideceğini
söylediğiniz cennet?” diye bağırdı. Müslümanlardan yine ses çıkmayınca, Ali ikinci
defa izin istedi. Rasûlullah kendi zırhını çıkarıp Ali'ye giydirdi, Zülfikâr'ı da eline
verdi ve ellerini açarak, “Yâ Rabb! Amcam Ubeyd Bedir'de; Hamza Uhud'da şehid
oldular, bu Ali ise kardeşimdir ve amcamın oğludur. Onu koru, beni kimsesiz
bırakma. Sen vârislerin en hayırlısısın” diye dua ederek uğurladı.

Amr'ın karşısına çıkan Ali kendisini tanıttı. Amr, Ali'nin gençliğini ve


babasıyla olan dostluğunu ileri sürerek onunla savaşmak istemedi. Ali ise kendisiyle
savaşmayı ve onu öldürmeyi arzuladığını bildirdi. Kendisinin, savaşa çıkanların üç
tekliflerinden birini kabul ettiğini duyduğunu; eğer öyleyse, üç teklifi olduğunu
söyledi. Yâ Müslüman olmasını, ya savaşı bırakıp gitmesini, ya da kendisiyle
çarpışmasını teklif etti. İlk ikisini reddeden Amr çarpışmayı seçti.

İlk saldırı Amr'dan geldi. Vurduğu kılıç darbesi Ali'nin kalkanını parçalayarak
başından yaralanmasına neden oldu. Sıra kendisine geldiğinde Ali, indirdiği darbe
ile Amr'ı cansız yere yuvarladı. Müslümanlar sevinçle tekbir getirirken müşrikler
büyük bir hayal kırıklığına uğradılar.

Ali Amr'ın işini bitirince, Dırar ile Hubeyre Ali'nin üzerine yürüdüler. Dırar
aniden dönüp kaçmaya başladı. Çarpışmaya yeltenen Hubeyre de Ali'nin bir kılıç
darbesi ile zırhı delinince kurtuluşu kaçmakta buldu.17

Ömer, kaçan kardeşi Dırar'ın peşinden, Zübeyr b. Avvâm da Hubeyr'in


arkasından koştular. Bu sırada Nevfel b. Abdullah hendeğe düşmüş, yaralanmıştı.
Müslümanlar onu taşa tuttular. Fakat Ali onları durdurdu, hendeğe inerek boynu
kırılmış Nevfel'in kafasını uçurdu.

Bu kötü sonuç karşısında Ebû Süfyân çaresiz ordugahına döndü.

Ertesi günü Benû Kurayza kabilesi de düşman ordusuna katıldı. Müttefikler


böylece kuvvet kazanınca bir kat daha cesaretlenerek saldırılarını sıklaştırmaya,
tazyiklerini arttırmaya başladılar. Ok ve taş muharebeleri akşama kadar sürüp gitti.
17
İbn Hişâm, a.g.e., II. 224-225.

18
Karanlık basınca müşrikler ordugahlarına çekildiler. Genel bir saldırı düşüncesi
Müslümanlar arasındaki endişeyi bir kat daha artırdı. Bu arada savaşın yönünü
değiştirecek önemli bir olay oldu. Düşman saflarında iken Müslüman olan Nuaym
b. Mes‘ûd es-Sakafî gizlice Rasûlullah'ın ordusuna katıldı. Durumun kötülüğünü
gören Nuaym, müttefiklerle Benû Kurayza kabilesinin arasını bozmak için iyi bir
vesile oldu. Rasûlullah ona, Benû Kurayza ile müşriklerin arasını açması için
talimat verdi. İslâm'a girdiği bilinmediği için rahatça Benû Kurayza lideri Ka‘b b.
Esed'in yanına gitti. Ka‘b'ın yanında daha başka Yahûdi liderleri de bulunuyordu.
Onlara, Yahûdilere bir iyilik etmek istediğini söyleyerek Kureyş ve Gatafan
kabilelerinin artık savaştan usandığından söz etti, “Hatta daha fazla zahmet çekecek
olurlarsa sizi bırakıp gidecekler. O zaman siz İslâm ordusuna karşı koyamazsınız.
Bu tehlikeyi önlemek için Kureyş ve Gatafan kabileleri ileri gelenlerinden birkaç
kişiyi rehin alın” dedi. Yahûdiler bu haberden son derece memnun oldu.

Nuaym, oradan Ebû Süfyân'ın ordugahına geldi. Ona Kurayzalıların anlaşmayı


bozduklarından dolayı pişmanlık duyduklarını ve anlaşmayı gizlice yenilediklerini,
hatta suçlarını affettirmek için Kureyş ve Gatafan liderlerinden birkaç kişiyi rehin
alarak Müslümanlara teslim etmeyi düşündüklerini söyledi. Bu haber Ebû Süfyân'ı
vesveseye düşürdü. Derhal Kurayza liderine İkrime b. Ebî Cehl ve Benî Gatafanlı
bir grupla haber göndererek muhasaranın çok uzadığını, askerin açlıktan şikâyet
ettiğini, bu nedenle ertesi günü genel bir saldırı ile bu duruma bir son verilmesi
gerektiği arzusunda olduğunu söyledi. Buna karşılık Kurayzalılar, Kureyş ve
Gatafan ileri gelenlerinden birkaç kişi rehin verilmedikçe kendilerine
güvenemeyeceklerini bildirdiler. Kureyş ve Gatafan liderleri bu haberi işitince
Nuaym'ın sözüne hakk vererek rehin vermekten imtina ettiler. Kurayza kabilesi ise
onların tavrının Nuaym'ı doğruladığını görünce müttefiklerden ayrılarak onları
kendi başlarına bıraktılar.18

İLÂHÎ YARDIM

Umulmadık bir anda müşrikleri başlarının derdine düşürüp çekilmek zorunda


bırakan kuvvetli bir fırtına çıktı. Bu; soğuk ve dondurucu bir fırtınaydı. Tozları,
toprakları müşriklerin gözlerine dolduruyor, çadırların bezlerini, derilerini yırtıyor,
direklerini söküyor, sergileri kumlara gömüyor, yakılan ateşleri söndürüyor,
develeri, atları birbirine karıştırıyor, hiç kimse kimsenin yanına gidemiyordu.
Müşrikler, devamlı tekbir sesleri ve silâh şakırtıları duyuyorlardı. Kalplerine büyük
bir korku düşmüş, müthiş bir paniğe kapılmışlardı.

Gece boyunca devam eden fırtına, sabahleyin biraz sükûnet buldu. Rasûlullah,
Huzeyfe b. Yeman'ı düşman ordusu hakkında bilgi almak üzere gönderdi. Huzeyfe,
düşman ordusunun perişan hâlini görerek geri döndü. Peygamber bundan son
derece memnun oldu ve sonucu beklemeye başladı.19

Ebû Süfyân, ansızın uğradığı bu büyük felâket üzerine Kurayza kabilesinin


ordudan ayrıldığı ve orduda ihtilaf çıktığı gerekçesiyle kuşatmayı sona erdirerek
geri çekilme emri verdi. Amr ibnu'l-Âs ile Hâlid b. Velîd 200 süvari ile müşriklerin
geri çekilişini denetlediler. Müşrikler başarısızlıklarından doğan umutsuzluk ve
sıkıntı içerisinde hızla ricat etmeye başladılar.
18
İbn Hişâm, a.g.e. II. 230; Taberî, a.g.e. II 578-9.
19
İbn Hişâm, a.g.e., II, 231-232.

19
Kureyş ordusu Mekke'ye, Gatafan kabileleri Necid'e doğru yol alırken
Müslümanlar savunma hattından çıkarak düşman ordugahına vardılar. Düşmanın
telaş ve heyecan içinde geri çekilirken bırakmış oldukları erzak ve zahirelere ve Ebû
Süfyân'ın Yahûdi reislerinden Hayg'a gönderdiği 20 deveye el koydular. Develer
kurban edildi, hurma dolu sepetler boşaltıldı ve Müslümanlara dağıtıldı. Bu ganimet
vasıtasıyla muhasaranın ortaya çıkardığı kıtlık ortadan kalkmıştı. Rasûlullah
Müslümanlara hitap ederek, “Ey İslâm mücâhidleri! Emin olunuz ki, bu
muzafferiyet sizin için ölümsüz bir başarıdır. Bundan böyle Kureyş kabilesi size
değil, siz Kureyş'e taarruz edeceksiniz” buyurdu. Rasûlullah bu sözleriyle
müşriklerin bütün gücünün tükendiğini, artık Müslümanların zafer yollarının
açıldığını müjdelemiş oluyordu.

ZAFER ÜSTÜNE ZAFER

O gün öğleye doğru Rasûlullah, Müslümanlara bir ilanda bulunarak,


Müşriklerle bir olup kendilerini arkadan vuran Benû Kurayza belasını ortadan
kaldırmaya davet etti. Müslümanlar davete derhal icâbet ederek Kurayzaoğulları
üzerine hareket etti.20

Rasûlullah, ordusuyla Kurayzaoğulları yurduna varıp onları kuşatma altına


aldı. Kuşatma 25 gece sürdü.

Kurayzaoğulları, kuşatmanın gittikçe uzamasından ve şiddetlenmesinden


dolayı büyük bir sıkıntıya düştüler; teslim olmaktan başka çare kalmadığını
anladılar. Rasûlullah'tan, kendileri hakkında hüküm vermek ve onun vereceği
hükme göre teslim olmak üzere bir hakem tayin etmesini istediler. Peygamber de,
“Ashabımdan istediğiniz kimseyi hakem seçin” dedi. Bunun üzerine Sa‘d ibn
Mu‘az'ı hakem seçtiler.21

Rasûlullah, onlar hakkındaki hükmü Sa‘d ibn Mu‘âz'a havale etti. Sa‘d da,
“Ben onlar hakkında şöyle hüküm veriyorum: Bunların savaşanları öldürülsün,
kadınları ve çocukları esir edilsin, malları da taksim olunsun” dedi.22

Rasûlullah, onları Medîne'de bir evde hapsettikten sonra, hendekler kazdırmış


ve eli silâh tutan erkeklerin boynunu vurdurmuş, kadınlarını, çocuklarını ve
mallarını da Müslümanlar arasında taksim etmiştir.23

Bu pasajdaki 13-15. âyetlerde, münâfıkların Müslümanlar hakkındaki sinsî


düşünceleri ifşa edilmekte, onların sürekli mü’minlerin aleyhinde davrandıkları,
Müslümanların kötülüklerini istedikleri açıklanmaktadır. Münâfıkların bu zihniyeti
birçok kez dile getirilmiştir:
Size bir iyilik dokunsa fenalarına gider ve eğer size bir kötülük isâbet etse
onunla sevinirler. Ve eğer sabreder ve takvâlı davranırsanız, onların hileleri size hiç
bir şeyce zarar vermez. Şüphesiz Allah onları kendi yaptıkları şeylerle kuşatmıştır.
(Âl-i İmrân/120)

20
İbn Hişâm, a.g.e., II, 233-234.
21
İbn Hişâm, a.g.e., III, 239; Buhârî, “Cihad”, 32; Taberî, Târih, Nşr. Muhammed Ebu'l-Fadl İbrâhîm, Beyrut II,
592.
22
Buhârî, “Cihâd”, 32; Taberî, a.g.e., II, 592.
23
İbn Hişâm, a.g.e., III, 240-244, 250.

20
Eğer sana bir iyilik dokunursa fenalarına gider. Eğer sana bir musibet
dokunursa, “Biz kesinlikle işimizi [tedbirimizi] önceden almıştık” derler. Ve onlar
sevinenler olarak sırt çevirirler. (Tevbe/50)
16. âyette, De ki: “Eğer ölmekten veya öldürmekten kaçıyorsanız, kaçmak hiç
bir zaman size yarar sağlamaz. Ve o zaman sadece çok az bir şeyi
kazandırılırsınız” ifadesiyle, savaştan kaçmanın hayata bir katkı yapmayacağı,
ömrü uzatmayacağı, rızkı çoğaltmayacağı beyân edilmiştir:
Kendilerine, “Elinizi çekin, salâtı ikâme edin, zekâtı verin” denenleri görmedin
mi? Sonra savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, Allah'ın haşyeti gibi
yahut haşyetçe daha şiddetli olarak insanlara haşyet duyarlar. Ve “Rabbimiz! Ne
diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?”
dediler. De ki: “Dünyanın kazanımı, çok azdır, âhiret ise muttakiler için daha
hayırlıdır ve siz “bir hurma çekirdeğindeki ip-ince bir iplik kadar” bile hakksızlığa
uğratılmayacaksınız.” (Nisâ/77)
21. âyette, Andolsun ki, Allah Elçisi'nde, sizin; Allah'ı ve son günü uman ve
Allah'ı çokça anan kimseler için güzel bir örnek vardır ifadesinde dikkat çekilen
Rasûlullah'ın örnekliği, tüm İslâmî uygulamalara yönelik olmakla birlikte, burada
özellikle savaşa katılma; Allah yolunda ölme ve öldürmeyi göze alma hususundaki
örnekliğidir. Âyette, Hendek savaşı'na katılmayanlara sitem edilirken, Rasûlullah'ın
kendini Allah yolunda feda edişi, sabrı, cesareti, kararlılığı, korkuya kapılmaması
mü’minlere örnek gösterilmiştir. Allah'ı ve son günü uman ve Allah'ı çokça anan
kimseler için güzel bir örnek vardır ifadesinden anlaşıldığına göre de Rasûlullah,
inançsız olanlar; Allah'tan ümidi kesen ve kıyâmetin kopacağına inanmayan, Allah'ı
unutan kimseler için örnek değildir.
28-29. Ey Peygamber! Eşlerine söyle: “Eğer siz basit hayatı ve onun zînetini
[süslü çekiciliğini] istiyorsanız, gelin sizi yararlandırayım [size boşanma bedeli
ödeyeyim] ve güzel bir salma tarzıyla sizi salıvereyim. Eğer siz Allah'ı, Elçisi'ni ve
son yurdu istiyorsanız, artık hiç şüphesiz Allah, sizden muhsinler [iyileştirenler-
güzelleştirenler] için çok büyük bir ecir hazırlamıştır.”
Bu âyetlerde, Rasûlullah'ın aile hayatına yönelik bir probleme işaret edilmekte
ve onun çözülmesinin yolları bildirilmektedir. Bu problemin şu olduğu zikredilir:
Hanımlarından biri o'ndan, kendisine altından bir bilezik yaptırmasını
istemişti. O da gümüşten bir bilezik yaptırıp bunu altın ile kaplatmış (–zaferan ile
kaplattığı da söylenmiştir–), fakat hanımı altından olmasında diretmiş, başkasını
kabul etmemişti. Bunun üzerine bu şekilde tercihte serbest bırakan bu âyet-i
kerîme nâzil olunca, onları istediklerini seçmekte serbest bıraktı, onlar da, “Allah'ı
ve Rasûlü'nü seçtik” dediler.24

Anlaşılan o ki, Rasûlullah'ın eşleri lüks bir hayata özlem duymuşlar; bu da


Rasûlullah'ın hânelerinde problem olmuş, o nedenle de Rasûlullah'ın sıkıntıya
düşmesine ve görevinin aksamasına sebep olacak bu problemin çözüm yolu
gösterilmiştir.

Âyetteki, eşlerine ifadesinden ve târih kayıtlarından anlaşıldığına göre


Rasûlullah'ın birçok eşi olmuştur. Bu âyet nâzil olduğunda Rasûlullah'ın Sevde
Âişe, Hafsa, Umm Seleme olmak üzere 4 hanımı vardı; henüz Zeyneb ile
evlenmemişti. Peygamber'in eşleri konusuna ileride değinilecek olmakla birlikte
burada isimlerini ve sayısını veriyoruz:
1) Hatice,
24
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

21
2) Sevde,
3) Âişe,
4) Hafsa,
5) Umm Seleme,
6) Umm Habîbe,
7) Zeyneb bt. Cahş,
8) Zeyneb bt. Huzeyme,
9) Cüveyriye,
10) Safiye,
11) Reyhane,
12) Meymûne,
13) Mariye.

Ayrıca, Peygamber'in nikâh kıydığı, fakat gerdeğe girmediği kadınlar da


vardır. Kurtubî bunları şöyle sıralar:

1) Bunlardan biri el-Kilâbiye diye bilinir.

Adı hususunda görüş ayrılığı vardır: Fâtıma, Amre ve el-Âliye isimleri


verilmiştir. ez-Zührî dedi ki: Peygamber (s.a) Kilâblı ed-Dahhâk kızı Fâtıma ile
nikâhlanmış, o da kendisinden Allah'a sığınınca onu boşamıştı. Bu kadın, “Ben
bedbaht olanım” der dururdu. Peygamber onunla hicretin 8. yılı Zilkâde ayında
evlenmişti. Kadın hicrî 60 yılında vefat etti.

2) Kindeli en-Nu‘man b. el-Cevn b. el-Hâris kızı Esma. el-Cevniye diye de


bilinir.

Katâde dedi ki: Peygamber (s.a) yanına girip de onu çağırdığında, Esma, “Sen
gel” deyince, Peygamber onu boşamıştı.

Başkaları ise şöyle demektedir: “Peygamber'den Allah'a sığınan kadın budur.”


Buhârî de şöyle demektedir: “Rasûlullah (s.a) Şerâhil kızı Umeyme ile evlenmişti.
Peygamber'in yanına girdiğinde, Peygamber elini ona uzatmış, bu hanım bundan
tiksinir gibi olmuştu. Bunun üzerine Peygamber, Ebû Useyd'e, yola göndermek
üzere onu hazırlamasını ve ona iki elbise vermesini emretti.”

Bir başka lafızda da şöyle demektedir: Ebû Useyd dedi ki: Rasûlullah'ın (s.a)
yanına el-Cevniye diye bilinen hanım getirildi. Onun yanına girdiğinde o hanıma,
“Bana kendini bağışla” deyince, kadın şöyle cevap verdi: “Kraliçe, hiç kendini
normal kimselere bağışlar mı?” Peygamber (s.a), sakin olması için elini üzerine
koymak isteyince de, “Senden Allah'a sığınıyorum” dedi. Peygamber de, “Sen
gerçekten koruma altına alan birisine sığındın” dedi. Ardından da yanımıza çıkıp
şöyle dedi: “Ey Ebû Useyd! Buna iki râzıkî [uzun ve beyaz keten elbise] ver ve onu
aile halkının yanına gönder.”

3) el-Eş‘as b. Kays'ın kız kardeşi Kuteyle bt. Kays.

el-Eş‘as onu Peygamber'e nikâhlamış, sonra da Hadramevt'e geri dönmüştü.


Kuteyle'yi o'na götürmek üzere hazırlanmış iken Peygamber'in (s.a) vefat ettiği
haberini aldı. Bunun üzerine onu geri götürdü ve birlikte irtidad ettiler. Daha sonra

22
İkrime b. Ebî Cehl onunla evlendi. Ebû Bekr (r.a) bundan dolayı çok rahatsız oldu.
Ömer ona şöyle dedi: “Allah'a yemin ederim, o, Peygamber'in (s.a) hanımlarından
olmadı. Peygamber onu ne istediğini seçmekte serbest bırakmıştı, ne de hicab
arkasına almıştı. Diğer taraftan irtidad etmekle de Allah o kadını Peygamber'den
uzaklaştırmış olmaktadır.” Urve ise Peygamber'in onunla evlenmiş olduğunu kabul
etmiyordu.

4) Ezdli Umm Şerîk.

Adı, Ğuzeyye bt. Câbir b. Hâkim'dir. Daha önce Ebû Bekr b. Ebî Selma'nın
nikâhı altında idi. Peygamber (s.a) onu, kendisiyle gerdeğe girmeden boşadı.
Nefsini Peygamber'e bağışlayan kadın da budur.

Nefsini Peygamber'e bağışlayan kadının Havle bt. Hâkim olduğu da


söylenmiştir.

5) Havle bt. el-Huzeyl b. Hubeyre.

Rasûlullah (s.a) bu kadın ile nikâhlanmış, ancak Peygamber'in yanına


ulaşmadan önce vefat etmişti.

6) Dıhye'nin kız kardeşi Şeraf bt. Halife.

Peygamber bu hanımla da nikâh kıymış, fakat onunla gerdeğe girmemiştir.

7) Kays'ın kız kardeşi Leyla bt. el-Hatîm.

Peygamber bu hanımla nikâhlanmıştı. Ancak aşırı derecede kıskanç


olduğundan kendisini boşamasını istedi, o da onun isteğini yerine getirdi.

8) Kindeli Amre bt. Muâviye.

Peygamber (s.a) bu hanımla nikâhlanmıştır.

eş-Şa‘bî dedi ki: “Peygamber, Kindeli bir hanımla nikâhlanmış, ancak


Peygamber vefat ettikten sonra o hanım Medîne'ye getirilebilmişti.”

9) Cündalı, Cündüb b. Damra'nın kızı.

Bazılarının dediklerine göre Rasûlullah (s.a) bu hanımla nikâhlanmış, bazıları


ise böyle bir şeyin olduğunu kabul etmemiştir.

10) Ğıfarlı bir hanım.

Bazılarının dediklerine göre Peygamber (s.a) Ğıfarlı bir hanım ile nikâhlanmış,
fakat vücudunda gördüğü bir beyazlık [alacalık] sebebiyle ona, “Ailenin yanına geri
dön” demişti. Bu beyazlığı, el-Kilâbiye'de gördüğü de söylenmiştir.

23
İşte Peygamber'in (s.a) kendileri ile nikâh akdi yapmış olduğu hâlde gerdeğe
girmediği hanımlar bunlardır.25
30-31. Ey Peygamber'in kadınları! Sizden kim açık bir çirkin utanmazlıkta
bulunursa, onun azabı [suçun cezası] iki kat olarak artırılır. Bu da Allah'a göre
pek kolaydır. Sizden kim de Allah'a ve Elçisi'ne sürekli saygıda bulunursa ve
sâlihi işlerse, ona da ecrini iki kerre veririz. Ve Biz ona üstün bir rızık da
hazırlamışızdır.
32-34. Ey Peygamber'in kadınları! Siz kadınlardan herhangi biri değilsiniz;
eğer takvâlı davranıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kalbinde
hastalık bulunan kimse tamah eder. Sözü ma‘rûf bir tarzda söyleyin. Evlerinizde
vakarlı olun, ilk câhiliye gösterişi hâlinde gösteriş yapmayın; Salâtı ikâme edin,
zekâtı verin, Allah'a ve Elçisi'ne itaat edin –Ey ehli beyt! Gerçekten Allah, sizden
kiri gidermek ve sizi temizlemek ister– ve evlerinizde okunmakta olan Allah'ın
âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Hiç şüphesiz Allah, latîf'tir, habîr'dir.
Yukarıda, Rasûlullah aracılığı ile eşlerine dünya ya da âhireti tercih etmeleri
hususunda bir ihtar yapılmıştı. Bu âyetlerde ise, Rasûlullah'ın aile hayatına;
eşlerinin, Rasûlullah'ın hayatındaki konumlarına değinilerek; Rasûlullah'ın eşlerinin
temsil makamlarına dikkat çekilerek yükümlülükleri bildirilmekte, böylece
Rasûlullah'a gelebilecek sıkıntılar, hizmetine engel olacak durumlar
engellenmektedir:
• Peygamber'in kadınları [eşleri, kızları], bir suç işlerse, iki kat
cezalandırılacaktır.
Zira temsil makamında olanların iyiliği de kötülüğü de başkalarına örnek teşkil
eder, toplum onları taklit eder. Bu nedenle, temsil makamında bulunan
kimsenin kötülüğü, sırf kendine kalmaz, onu örnek alarak birçok kişi de
kötülük yapar. Onun için temsil makamında olanlara, hem kendi
kötülüklerinin, hem de örnek oldukları kişilerin kötülüklerinin cezası verilir.
Keza iyilikleri için de aynı durum söz konusudur.
• Peygamber kadınları, işveli, cilveli konuşmamalıdır.
• Her konuştukları ma‘rûf olmalıdır; boş konuşmamalı, gevezelik
yapmamalıdırlar.
• Evlerinde vakarlı bir şekilde oturmalı; ev dışı işleri erkekler tarafından
görülmeli, onlar da dikbaşlılık etmeden bunu kabullenmeli, kendilerini taciz ve
tecavüzden korumalıdırlar.
• Câhiliye kadınları gibi zînetlerini önplana çıkararak gösteriş yapmamalıdırlar.
Âyetten de anlaşılacağı üzere câhiliye döneminde kadınlar zînetlerini; erkekler
için câzibe noktası olan organlarını önplana çıkararak dolaşırlardı.
• Salâtı ikâme edip zekât vermelidirler [sosyal desteğe katılmalıdırlar, mâlî
harcamalarda bulunmalıdırlar; her Müslüman gibi vergilerini vermelidirler].
• Allah'a ve Elçisi'ne itaat etmelidirler.

• Evlerinde okunan Allah'ın âyetlerini, yasaları hatırlamalı, bunu topluma


anlatmalıdırlar.

Onlar, Allah''n emir ve yasaklarının geldiği evlerde bulunmaları, onların


inişine tanık olma bahtiyarlığına ermiş olmaları nedeniyle, ilâhî emirlere
başkalarından daha fazla duyarlı olmalıdırlar.

EHL-İ BEYT KİMDİR?


25
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

24
Ehl-i beyt, “hâne halkı” demektir. Bu âyetteki ehl-i beyt ile kimlerin
kastedildiği hususuna gelince: Âyetteki hitaptan da anlaşılacağı üzere, birinci
planda Rasûlullah'ın eşleri ve kızları akla gelir. Zaman içerisinde bu kavramın içine
aileye dışarıdan girmiş damadı Ali, torunları Hasan ve Hüseyin'in de girip girmediği
tartışılmıştır. Âyetin teknik yapısı dikkate alındığında bu kavramın içerisine
erkeklerin de girdiği anlaşılır. Âyetteki, Ey ehli beyt! Gerçekten Allah, sizden
[‘ankum] kiri gidermek ve sizi [kum] temizlemek ister ifadesindeki siz [kum] zamiri,
yukarıdakilerin aksine, müzekker/eril olarak gelmiştir. Eğer bu ifade erkekleri
kapsamayacak olsaydı, ‫ن‬ ّ ‫[ ك‬kunne] şeklinde müennes/dişil olarak gelirdi. Burada,
hem erkekleri, hem de kadınları kapsadığına delâlet etmek üzere müzekker/eril
gelmiştir.

35. Şüphe yok ki İslâm dinine giren erkekler ve İslâm dinine giren kadınlar,
mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, saygıda duran erkekler ve saygıda duran
kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar,
huşûlu erkekler ve huşûlu kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar,
oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını muhafaza eden erkekler ve
ırzlarını muhafaza eden kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkekler ve Allah'ı çok
zikreden kadınlar; Allah, onlar için bir mağfiret ve çok büyük bir ödül hazırlamıştır.
Bu âyet, bağımsız bir necm olup kadın-erkek mü’minlerden hiç birinin Allah
katında ayrıcalıklı olmadığını vurgulayarak, mü’minleri, imanî ve İslâmî konularda
motive etmektedir.
Bu âyetin iniş sebebi hakkında söylenen şudur:
Umm Umâre, Peygamber'e (s.a) gelerek şöyle dedi: “Ben her şeyin erkeklere
ait olduğunu görüyorum. Kadınlardan herhangi bir şekilde söz edildiğini de
görmüyorum.” Bunun üzerine, Doğrusu Müslüman erkeklerle Müslüman kadınlar,
iman eden erkeklerle iman eden kadınlar... âyeti nâzil oldu. (Tirmizî) dedi ki: “Bu
hasen, garip bir hadistir.”26
Bu âyette, İslâm'ın temel ilkeleri kadın ve erkeğe teşmil edilerek, kadın ve
erkeğin kulluk; yükümlülük ve amellerin karşılığını görme hususunda Allah
nazarında eşit olduğu vurgulanmıştır, ki bu başka âyetlerde de görülebilir:
Ve erkekten veya kadından kim mü’min olarak sâlihâtı işlerse, artık işte onlar,
cennete girerler. Ve hurma çekirdeğinin sırtındaki çukur [zerre] kadar zulme
uğratılmazlar. (Nisâ/124)
Bunun üzerine Rabb'leri onlara karşılık verdi: “Şüphesiz Ben, sizden erkek
olsun, kadın olsun –ki bazınız bazınızdandır [hepiniz aynısınızdır]– çalışanın
amelini zayi etmem. Binâenaleyh göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim
yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini
örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan
cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır.” (Âl-i
İmrân/195)
Erkekten ve dişiden mü’min olarak kim iyi amel işlerse muhakkak onu güzel
bir hayat ile yaşatırız. Ve kesinlikle onların ücretlerini, yapmış oldukları amellerin
daha güzeliyle karşılıklandıracağız [ödüllendireceğiz]. (Nahl/97)
36. Ve Allah ve Elçisi bir işte hüküm verdiklerinde, hiç bir mü’min erkek
ve mü’min kadın için kendi işlerinde serbestlik yoktur. Ve kim Allah'a ve
Elçisi'ne isyan ederse o, açık bir sapıklıkla sapmıştır.
Bu âyette yine Allah'ın değişmez bir ilkesine dikkat çekilmektedir: Allah ve
Elçisi bir işte hüküm verdiklerinde, hiç bir mü’min erkek ve mü’min kadın için
26
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

25
kendi işlerinde serbestlik yoktur. Ve kim Allah'a ve Elçisi'ne isyan ederse o, açık bir
sapıklıkla sapmıştır.
Bu âyetin iniş sebebi olarak kaynaklarda şu bilgiler verilir:

Katâde, İbn Abbâs ve Mücâhid'in bu âyetin nüzûl sebebi hakkında rivâyet


ettiklerine göre; Rasûlullah (s.a) halasının kızı Zeyneb bt. Cahş'a talib oldu.
Peygamber'in kendisi için istediğini zannetmişti. Onun Zeyneb'i, Zeyd için istediği
anlaşılınca, bundan hoşlanmadı, kabul etmedi ve karşı koydu. Bunun üzerine bu
âyet-i kerîme nâzil oldu, bunun üzerine Zeyneb boyun eğdi ve Zeyd ile evlendi.

Bir başka rivâyette belirtildiğine göre; Zeyneb ve kardeşi nesebi dolayısıyla


bunu kabul etmedi. Çünkü Zeyd, dün daha bir köle idi. Nihâyet bu âyet-i kerîme
nâzil oldu. Bunun üzerine kardeşi Peygamber'e, “Bana dilediğin emri ver” deyince,
Peygamber (s.a) Zeyneb'i, Zeyd ile evlendirdi.

Âyet-i kerîmenin, Ukbe b. Ebî Muayt'ın kızı Umm Gülsüm hakkında nâzil
olduğu da söylenmiştir. Umm Gülsüm kendisini Peygamber 'e (s.a) hibe etmişti, o
da onu Zeyd b. Hârise ile evlendirmişti. Kendisi de kardeşi de bu işten
hoşlanmadılar ve, “Biz Rasûlullah'ı (s.a) istedik, o ise bizi başkasıyla evlendirdi”
dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bu sefer her ikisi de Zeyd ile
evliliği kabul etti. Bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır.27
Bu âyetin, Zeyneb bt. Cahş (r.anha) hakkında nâzil olduğu ileri sürülmüştür.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a) onu, daha önce Zeyd b. Hârise (r.a) ile evlendirmek
istediğinde, hem Zeyneb, hem de kardeşi buna karşı çıkmıştı. Bunun üzerine bu
âyet nâzil olunca, her ikisi de bu evliliğe razı olmuşlardı. Bunu şöyle izah ederiz:
Allah Teâlâ, Peygamberi'ne, hanımlarına kendisinden ayrılıp ayrılmama
hususunda muhayyer olduklarını söylemesini emredince, bu emirden, Hz.
Peygamber'in (s.a) başkalarına zarar vermeyi istemediği anlaşılmıştır. Binâenaleyh
herhangi bir şeye meyli olana, Hz. Peygamber (s.a) bu imkânı vermiş, başkasının
arzu ve isteklerinden ötürü kendi nefsinin hakkından vazgeçmiştir.28
Bu âyette ümmete, Allah'ın ve Rasûlullah'ın aldığı bir karara itiraz etmemeleri
emredilmektedir ki bu, İslâm'ın temel ilkelerinden biridir. Buna göre hiç bir
Müslüman, Allah ve Rasûlü'nün hüküm verdiği bir konuda muhayyer değildir. O
konuda Allah'a ve Elçisi'ne teslim olması gerekir. Buradaki Elçi'ye teslimiyet,
“Rasûlullah'ın Allah'ın âyetleri çerçevesinde almış olduğu kararlara uyma
noktasında”dır. Zaten Allah Elçisi'nin, Allah'ın koyduğu ilkelere uymayan bir karar
alması söz konusu olamaz:
Ey Peygamber! İnanmış kadınlar sana Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmamaları,
hırsızlık etmemeleri, zina etmemeleri, çocuklarını öldürmemeleri, elleri ile ayakları
arasında bir iftira uydurup getirmemeleri, ma‘rûfta sana isyan etmemeleri üzerine
biat ederek [bağlılık yemini ederek] gelirlerse, hemen onların biatlarını al ve onlar
için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
(Mümtehine/12)
Artık, hayır! Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni
hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiç bir sıkıntı
duymadıkça ve tam bir güvenlikle güvenlik sağlamadıkça iman etmiş olamazlar.
(Nisâ/65)

27
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
28
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

26
Aranızda Elçi'yi çağırmayı, bazınızın bazınızı çağırışı gibi kılmayın.
Saklanarak sıvışıp gidenleri Allah kesinlikle bilmektedir. Bu sebeple, O'nun emrine
aykırı davrananlar, kendilerine bir fitnenin isâbet etmesinden veya kendilerine çok
acıklı bir azabın isâbet etmesinden sakınsınlar. (Nûr/63)
Bu âyetin direkt muhatabı, o günkü Müslümanlar olup hüküm de, Rasûlullah'ın
aldığı savaş kararları ve Rasûlullah'ın Zeyneb'i Zeyd ile evlendirme kararıdır.
Âyetin endirekt muhatabı olan bugünkü Müslümanlar için ise hüküm, kamu
otoritesi tarafından Allah'ın âyetleri çerçevesinde alınan kararlardır. Müslüman
olduğunu ileri süren kimse, Allah'a ve Allah'ın âyetleri ışığında alınmış karara
boyun eğmelidir. Aksi takdirde imanı sorgulanmaya açık hâle gelir.

Bu âyette, karar öncesi Rasûlullah ile istişare imkânı ortadan kaldırılmamıştır.


Ama Rasûlullah bir karar aldığında, artık o'na düşen Allah'a tevekkül etmektir,
karardan caymak değildir. Bu husus Âl-i İmrân sûresi'nde vurgulanmıştı:

İşte, sen, sırf Allah'ın rahmeti sebebiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer
kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları
bağışla, onlar için mağfiret dile. İşlerde onlara da danış, bir kere de azmettin mi,
artık Allah'a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever. (Âl-i İmrân/159)

37. Ve hani sen, Allah'ın kendisine nimet verdiği ve senin de kendisine


nimet verdiğin kişiye, “Eşini yanında tut ve Allah'a takvâlı davran!” diyordun;
insanlardan çekinerek Allah'ın açığa vuracağı şeyi kendi içinde saklı tutuyordun.
Oysa Allah, Kendisine haşyet duymana çok daha lâyıktı. Artık Zeyd, ondan
ilişkisini kesince, Biz onu seninle evlendirdik; ki böylelikle evlâtlıklarının
kendilerinden ilişkilerini kestikleri zaman, onlarla evlenme konusunda
mü’minler üzerine bir güçlük olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir.
Bu âyette, 36. âyette konu edilen Allah'ın ve Elçisi'nin kararına itiraz
edilmemesi noktasında, Zeyd'in boşadığı Zeyneb'in Rasûlullah ile evlendirilmesi
örnek olarak zikredilmektedir.
Âyetteki, Artık Zeyd, ondan ilişkisini kesince, Biz onu seninle evlendirdik; ki
böylelikle evlâtlıklarının kendilerinden ilişkilerini kestikleri zaman, onlarla evlenme
konusunda mü’minler üzerine bir güçlük olmasın ifadesiyle, tekrar evlâtlığın öz
oğul sayılmadığı-sayılmayacağı ve evlâtlığın boşadığı eşin öz oğulun eşi gibi haram
olmayacağı beyân edilmiştir. Zira Nisâ sûresi'nde, öz oğulun boşadığı kadını
nikâhlamak babaya haram kılınmıştı:
Size, anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, teyzeleriniz, halalarınız, erkek
kardeşinizin kızları, kız kardeşinizin kızları, sizi emzirmiş olan anneleriniz, sütten
kız kardeşleriniz, kadınlarınızın anneleri, birleşme yaptığınız kadınlarınızın eski
kocalarından doğup evinizde bulunan üvey kızlarınız –birleşme yapmadıysanız bir
sakınca yok size–, kendi sulbünüzden olan oğullarınızın hanımları ve iki kız
kardeşin arasını birleştirmeniz –eski yapılıp geçenler hariç–, yeminlerinizin sahip
oldukları hariç muhsan kadınlar [nikâhlı kadınlar] da haram kılındı. Allah çok
affedici, çok merhametlidir. Bunlar Allah'ın üzerinize yazdığıdır. Bunların dışında
iffetlerinizi koruyup fuhuşta bulunmamak üzere mallarınızla muhsanlaşacak
[evlenecek] kadın aramanız size helâl kılındı. Öyleyse onlardan ne ile
faydalandıysanız, farz bir görev olarak ücretlerini ödeyiniz. Zorunlu ödemenizden
sonra, rızalaştığınız şeyde size bir sorumluluk yoktur. Şüphesiz Allah en iyi bilen ve
hikmet sahibi olandır. (Nisâ/23-24)

27
37. âyet, Muhammed'in (a.s) peygamberliğinin en büyük kanıtlarından biridir.
Zira burada Rasûlullah'ın, belki de hiç kimsenin ifşasına razı olmayacağı sırları ifşa
edilmekte ve bu da Rasûlullah tarafından topluma bildirilmekte, Kıyâmete kadar
herkesin bilgisine sunulmuş olarak Kur’ân'da yer almaktadır.
Bu âyette, Allah'ın, evlâtlıklarla ilgili hükmü (yani, evlâtlıkların gerçek evlât
olmadığı, evlâtlıkların boşadığı kadının, sözde baba kabul edilen kişi ile
evlenmesinde sakınca bulunmadığı hükmü) Rasûlullah ile Zeyd ve Zeyneb'in
şahsında fiilen yürürlüğe konmuştur. Bunlar insanlık icabı çevre baskısından
çekinmiş, ama Allah'ın hükmü karşısında tercih hakklarının olmadığını
öğrendiklerinde boyun eğmişlerdir. Çünkü Allah, haşyet duyulmaya daha layıktır.
Bu Kur’ân'da sıkça vurgulanan bir husustur:
Onlar, insanlardan gizlemek isterler de Allah'tan gizlemek istemezler. Hâlbuki
O [Allah], onlar, O'nun sözden razı olmadığı şeyleri gece planlarlarken kendileriyle
beraberdir. Ve Allah, onların yaptıklarını kuşatıcıdır. (Nisâ/108)
O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arş üzerine istivâ eden, yerküreye
gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona çıkanı bilendir. Ve nerede olursanız olun O,
sizinle beraberdir. Ve Allah yaptıklarınızı en iyi görendir. (Hadîd/4)
Göklerde olan şeyleri ve yeryüzünde olan şeyleri, Allah'ın bildiğini görmedin
mi? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde O, mutlaka dördüncüleridir. Beşte de O,
mutlaka altıncılarıdır. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa
bulunsunlar O, mutlaka onlarla beraberdir. Sonra kıyâmet günü onlara yaptıkları
şeyleri haber verecektir. Şüphesiz Allah, her şeyi en iyi bilendir. (Mücâdele/7)

Zeyd ile ilgili iki güzel açıklamayı sunuyoruz:

Bu âyet-i kerîmede söz konusu edilen ve Peygamber'in kendisine nimet


verdiği söylenen kişi, önceden de açıkladığımız gibi Zeyd b. Hârise'dir. Onunla
ilgili birtakım rivâyetler sûrenin baş tarafında geçmiş bulunmaktadır. Bir başka
rivâyette belirtildiğine göre; bir gün amcası bir işi dolayısıyla Mekke'ye geldiği
sırada onunla karşılaşmış. Ona, “Ey delikanlı adın ne?” demiş. O, “Adım Zeyd”
deyince, “Kimin oğlusun?” diye sormuş. Zeyd, “Hârise'nin oğluyum” demiş. “O
kimin oğludur?” deyince, o da, “Şerâhil el-Kelbî'nin oğludur” demişti. “Peki
annenin adı ne?” diye sormuş, “Annemin adı Su’dâ” demişti, “ben dayımlar olan
Tayy kabilesinde idim.” Bunun üzerine amcası onu bağrına basmış, kardeşine ve
akrabalarına haber göndermiş, onlar da Mekke'ye gelmişlerdi. Ondan kendileriyle
birlikte gelmesini istediler ve, “Kimin kölesisin?” diye sordular. O da,
“Abdullah'ın oğlu Muhammed'in” deyince, o'nun yanına gidip “Bu bizim
oğlumuzdur, onu bize geri ver” dediler. Peygamber şöyle buyurdu: “Ben durumu
ona bildireyim, sizi tercih ederse, onu alıp götürün.” Zeyd'i çağırdı ve ona,
“Bunları tanıyor musun?” diye sordu. Zeyd, “Evet, bu babam, bu kardeşim, bu da
amcamdır” dedi. Peygamber (s.a) ona, “Ben sana karşı nasıl birisiyim” diye
sorunca, Zeyd ağlayarak, “Bana bunu niye soruyorsun?” deyince, Peygamber
şöyle dedi: “Seni serbest bırakıyorum, eğer bunlarla gitmeyi istiyorsan,
gidebilirsin. Benimle birlikte kalmayı istersen, zaten benim sana karşı nasıl
davrandığımı biliyorsun.” Zeyd, “Sana kimseyi tercih edemem” deyince, amcası
Zeyd'i çekip, “Ey Zeyd! Sen köleliği babana ve amcana mı tercih ediyorsun?”
dedi. Zeyd de şöyle karşılık verdi: “Evet, Allah'a yemin ederim, Muhammed'in
yanında kölelik, yanınızda kalmaktan benim için daha güzeldir.” Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a), “Şâhitlik ediniz ki ben (ona) mirasçıyım, (o da bana) mirasçı
olacaktır” dedi. Bundan dolayı, Onları babalarına nisbet edip çağırın (Ahzâb/5)

28
âyeti nâzil oluncaya kadar ona, “Muhammed'in oğlu Zeyd” deniliyordu. Ayrıca,
Muhammed sizin adamlarınızdan kimsenin babası değildir... (Ahzâb/40) âyeti de
nâzil oldu.29
Zeyd, Kelb kabilesinden Hârise b. Şurahbil'in oğluydu ve annesi Tay
kabilesinin bir kolu olan Benî Ma’n'dan Su’dâ bt. Sa‘lebe idi. Zeyd 8 yaşında iken
annesi onu ailesinin yanına götürdü. Orada iken Benî Kayn b. Cesr kabilesi onlara
saldırdı, mallarını talan etti, Zeyd'in de içlerinde bulunduğu bir grup adamı esir aldı.
Daha sonra Benî Kayn kabilesi Zeyd'i, Taif yakınlarındaki Ukaz panayırı'nda sattı.
Onu Hz. Hatice'nin yeğenlerinden biri olan Hâkim b. Hizâm satın aldı. Hâkim,
Zeyd'i Mekke'ye getirdi ve halasına hediye etti. Hz. Peygamber (s.a), Hz. Hatice ile
evlendiğinde Zeyd'i eşinin hizmetinde buldu. İyi davranışlarından ve hâlinden
hoşlandığı için onu eşinden istedi. Böylece bu şanslı çocuk bir kaç yıl sonra
kendisine peygamberlik verilecek olan bu mükemmel insanın hizmetine girdi. Zeyd
o sırada 15 yaşındaydı. Sonraları babası ve amcası onun Mekke'de olduğunu
öğrendiklerinde, Muhammed'e geldiler ve fidye karşılığı oğullarını geri almak
istediler. Muhammed, “Çocuğa soracağım; sizinle mi gidecek, yoksa benimle mi
kalacak, buna kendisi karar verecek. Eğer benimle kalmayı tercih ederse, ben
benimle kalmayı seçen birini geri göndermem” dedi. Onlar da, “Çok güzel, çocuğa
sor” dediler. Hz. Peygamber (s.a) Zeyd'i çağırdı ve, “Bu adamları tanıyor musun”
diye sordu. Zeyd, “Evet, biri babam, biri de amcamdır” dedi. Hz. Peygamber (s.a),
“Beni de, onları da tanıyorsun. Onlarla gitmek veya dilersen benimle kalmak
hususunda serbestsin” dedi. Zeyd, “Seni bırakıp da başkasıyla gitmek istemiyorum”
cevabını verdi. Babası ve amcası, “Zeyd! Köleliği hürlüğe ve başkalarıyla kalmayı
anne-babanı ve aileni bırakmaya tercih mi ediyorsun?” diye sordular. O, “Bu
adamda gördüğüm şeylerden sonra dünyadaki hiç bir şeyi o'na tercih edemem” dedi.
Bu cevabı duyduklarında amcası ve babası Zeyd'in Hz. Peygamber'le (s.a)
kalmasına razı oldular. Hz. Muhammed (s.a) hemen Zeyd'i azat etti ve Ka‘be'de bir
grup Kureyşli önünde, “Şâhit olun, şu andan itibaren Zeyd benim oğlumdur. Ben
ona vârisim, o da bana vâristir” diye ilan etti. Bundan sonra onu, Zeyd b.
Muhammed diye çağırmaya başladılar. Tüm bunlar Muhammed'e peygamberlik
gelmeden önce olmuştu. Daha sonra Allah o'na peygamberlik ihsan etti. Bunu duyar
duymaz hiç tereddüt etmeksizin o'na inanan dört kişi vardı: Hatice, Zeyd, Ali ve
Ebû Bekr (r.a). Zeyd o sıralarda 30 yaşındaydı ve 15 yıl boyunca Hz. Peygamber'e
(s.a) hizmet etmişti. Hicretin 4. yılında Hz. Peygamber (s.a) onu halasının kızı
Zeyneb ile evlendirdi, onun adına mehrini ödedi ve ev kurmaları için gerekli
eşyaları temin etti.
İşte bu nedenle Allah bu âyette, Allah'ın nimet verdiği, senin de nimet
verdiğin kimse... buyurmaktadır.30
38-39. Allah'ın kendisine farz kıldığı şeyde Peygamber üzerine, daha önce
gelip geçen kimselerde; Allah'ın verdiği elçilik görevini tebliğ eden, O'na haşyet
duyan ve Allah'tan başka kimseye haşyet duymayan kimselerde olan Allah'ın
sünneti [yasası] olarak bir güçlük yoktur. Allah'ın emri, takdir edilmiş bir
kaderdir. Hesap görücü olarak Allah yeter.
Bu âyetlerde yine ilâhî kurallar konu ediliyor. Buna göre geçmişte de Allah'ın
elçilerinin hepsi kendilerine verilen görevi yapmış; hiç biri toplum baskısı nedeniyle
görevini ihmal etmemiştir. Allah da onları desteklemiş ve muzaffer kılmıştır.

29
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
30
Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur’ân.

29
40. Muhammed, sizin er kişilerinizden hiç birinin babası değildir. Ancak
o, Allah'ın Elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur. Ve Allah, her şeyi en iyi
bilendir.
Bu âyette, Rasûlullah'ın toplumdaki konumu vurgulanırken, ilâhî ilkelerin
uygulanması aşamasında yapılan saldırılara da cevap verilmektedir.
Bu âyetin iniş sebebi hakkında şu bilgiler verilmiştir:
Peygamber (s.a), Zeyneb bt. Cahş ile evlenince, insanlar [münâfıklar],
“Muhammed oğlunun hanımı ile evlendi” dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme
nâzil oldu. Buna göre, o [Zeyd], o'nun öz oğlu değildir ki, vaktiyle onun hanımı
olan daha sonra Peygamber'e haram olsun. O tebcil ve tazim itibariyle ümmetinin
babasıdır. Onun hanımları, ümmetinin erkeklerine haramdır. Yüce Allah bu âyet-i
kerîme ile münâfıkların ve başkalarının kalplerinden geçen bu kanaati gidermiş
olmakta ve Muhammed'in, çağdaşı olan erkeklerden hiç birisinin gerçek anlamda
babası olmadığını bildirmektedir.31

Bu âyette, ricâlikum [sizin er kişilerinizden] ifadesiyle, Rasûlullah'ın hiç oğlu


olmadığı değil, yetişkin oğlu olmadığı vurgulanmıştır. Zira Rasûlullah'ın; İbrâhîm,
Kâsım, Tayyib ve Mutahhar adınca oğulları olmuş, ama bunlar “er kişi” çağına
ulaşmamışlardır.

Âyette öncelikle, Zeyd'in Muhammed'in oğlu olmadığı, dolayısıyla onun


boşadığı Zeyneb ile Rasûlullah'ın evlenmesinde sakınca bulunmadığı
vurgulanmakta; ardından da Muhammed'in, hem “Allah'ın Rasûlü”, hem de
“nebilerin hatemi” [nebilerin mührü/sonuncusu] olduğu ifade edilmektedir.

HATEMU'N-NEBİYYÎN [NEBİLERİN SONUNCUSU]


Âyette geçen, hateme'n-nebiyyîn ifadesi, hatem ve en-nebiyyîn sözcüklerinden
oluşan bir isim tamlaması olup, “nebilerin sonuncusu” demektir.
HATEM
‫[ ختم‬hatm] sözcüğü, “basmak, damga vurmak, bir şeyi kapatma, içine bir şeyin
girmemesine vesika oluşturma” demektir. Bu kökten türeyen ‫[ ختام‬hıtâm], “bir şeyin
sonu”; ‫[ختام القوم‬hıtâmu'l-qavm], “toplumun son ferdi”;‫[ ختححام الححوادى‬hıtâmu'l-vâdî],
“vâdinin en uç kısmı”; ‫[ خاتم‬hâtem], “balçık, mum üzere konulan şey; mühür”; ‫حتم‬
[hıtam], “mührün basıldığı balçık, mum” demektir.32
H-T-M
Bu kavram iki şekilde kullanılır:
Birincisi: ‫ ختم‬ve fiillerin mastarı olup yüzüğün ve damganın nakışı gibi bir
şeyin etkisini anlatır.
İkincisi: Nakıştan elde edilen eserin kendisini ifade eder. “Bir şeyi
sağlamlaştırma ve koruma altına alma” anlamında kullanıldığına da rastlanır ki bu,
kitaplara ve kapılara vurulan mühür, onların korunmasını ve sağlama alınmasını
ifade etmesi sebebiyledir. (…) Bazan da meydana gelen nakış baz alınarak, “bir
şeyden bir etkinin meydana gelmesi” anlamında kullanılır. Kimi zaman da, bir işin
sonuna gelmeyi/ulaşmayı anlatır ki, “Kur’ân'ı hatmettim” [Kur’ân'ı okuyarak
sonuna kadar ulaştım] denmesi bu cihetledir. (…) Hateme'n-nebiyyîn
[Peygamberlerin sonuncusu] ifadesi, “peygamberliği sona erdirmesi, gelişi ile
peygamberliğin tamamlanması” anlamına gelir.33

31
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
32
Lisân, “Htm” mad.
33
el-Müfredât.

30
Fiil hâlinde kullanıldığında sözcük, “bir şeyin tamamlanması, tamamlandıktan
sonra herhangi bir müdahaleye engel olunması için kapatılıp mühürlenmesi”
anlamına gelir; ki kapı, inşaat, zarf, karar ve belge mühürleme bu kabildendir. Bu
mühürleme, işin sonlandırıldığının, belgenin tamamlandığının, artık buna müdahale
edilemeyeceğinin vesikasıdır.
Bu durumda âyetteki hatemu'n-nebiyyîn [peygamberlerin mührü] lafzı,
peygamberlik müessesesinin tamamlandığını, sona erdiğini, bundan sonra bu
müesseseye kimsenin eklenmeyeceğini ifade eder.
Allah, elçilik müessesesini kapatıp mühürlemiştir. Bu müesseseye kimse girip
çıkmayacaktır. Elçilerin yaptığı görevler, artık ümmete tevdi edilmiştir. Ümmet de,
sonsuza kadar korunan Kur’ân ile bu işi götürecektir:
Hiç kuşkusuz Biz, o Zikr'i Biz indirdik Biz. Ve mutlaka Biz onun için
koruyucularız. (Hicr/9)
Ey iman etmiş kimseler! Allah'a nasıl takvâlı davranmanız gerekiyorsa öyle
takvâlı davranın ve ancak müslimler olarak can verin. Ve hep birlikte Allah'ın ipine
sıkıca sarılın/Allah'ın ipi ile korunun, ayrılmayın ve Allah'ın üzerinizdeki nimetini
hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O [Allah], kalpleriniz arasında
ülfet oluşturdu. Sonra da siz O'nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Siz, bir
ateş çukurunun tam kenarında idiniz de oradan sizi O kurtarmıştı. İşte, Allah, doğru
yolu bulasınız diye âyetlerini sizin için böyle ortaya koyar. Ve içinizden hayra
çağıran, ma‘rûfu emreden, münkerden men eden bir ümmet bulunsun. Ve işte onlar,
kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. (Âli İmrân/102-104)
Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Ma‘rûfu emreder,
kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız. Kitap Ehli de inansaydı kendileri için
elbette daha hayırlı olurdu. Onların bazıları mü’mindirler, pek çoğu da yoldan
çıkmış kimsedirler. (Âl-i İmrân/110)
Ey iman etmiş kimseler felah bulmanız [zafer kazanmanız, durumunuzu
korumanız] için rükû edin, secde edin, Rabbinize kulluk edin, iyilik yapın ve Allah
uğrunda gerektiği gibi cihad edin. O, sizi O seçti ve dinde; babanız İbrâhîm'in
milletinde sizin için bir zorluk kılmadı. O, daha önce ve işte bunda [Kur’ân'da],
Elçi'nin size şâhit olması, sizin de insanlara şâhit olmanız için, sizi “Müslümanlar”
olarak isimledi. Öyleyse, salâtı ikâme edin, zekâtı verin ve Allah'a sarılın. O, sizin
mevlânızdır [yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır]. O, ne güzel mevlâ
ve ne güzel yardımcıdır! (Hacc/77-78)
Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şâhitler olasınız, Peygamber de sizin
üzerinize şâhit olsun diye sizi hayırlı bir ümmet kıldık. (Bakara/143)
Burada önce nebî ve rasûl sözcüklerinin manalarını ve bunlar arasındaki fakı
beyan edip sonra da bu husustaki sapma noktalarına işaret edeceğiz:
NEBÎ ve RASÛL
NEBÎ
ّ ‫[ الّنحححححب‬nebî] sözcüğü, ‫[ نبحححححأ‬nebe’/haber] sözcüğünden türemiş olup
‫ى‬
“muhbir/haberci” demektir.34 Ancak nebe’ sözcüğü, –Kamer sûresi'nin tahlilinde de
belirttiğimiz gibi– Kur’ân'da daima önemli haberler hakkında kullanılır. Bu durumda
nebî, sıradan haberi değil, “önemli haberleri veren kişi” demek olur. Nitekim nebî
sözcüğü, Kur’ân'da sadece peygamberleri ifade etmek için kullanılmıştır. Çünkü
peygamberler sıradan haberleri değil, Allah'ın kendilerine vahyettiği; geçmişteki
büyük olaylara, geleceğe, ölüme, ölüm ötesine [mahşere, dirilmeye, cennet ve
cehenneme] dair haberleri vermişlerdir. Bunlardan bazılarını zikredelim:

34
Lisân, “Nbe” mad.

31
Ve Biz âyetleri işte böyle detaylandırıyoruz. Ve suçluların yolu ortaya
konsun/sana belli olsun diye. (En‘âm/5)
İşte bu, kentlerin ciddî haberlerindendir. Biz onu sana anlatıyoruz; onlardan
ayakta olan ve biçilmiş ekin olan da vardır. (Hûd/100)
Neden; onlar, kendilerinin, hakkında ayrılıkçılar oldukları o büyük, önemli
haberden mi soruşuyorlar? (Nebe/1-3)
Her emir kararlaştırılmış, en üstün seviyede yeterli bir hikmet olduğu hâlde
onlar yalanladılar ve tutkularına uydular. Şüphesiz onlara vaz geçirecek haberler de
gelmişti. Buna rağmen uyarılar fayda vermiyor. (Kamer/3-5)
Bazı Batılı araştırmacılar, nebî sözcüğünün, İbrânice “nabbi” sözcüğünden
geldiğini iddia etseler de, nebî sözcüğü, şekil ve kök itibariyle Arapça bir sözcüktür.
RASÛL
‫[الرسول‬rasûl] sözcüğü, “herhangi bir şeyin parçası” anlamındaki ‫[رس ل‬r-s-l]
kökünden; bu da, bedevilerin deve sürülerini su başlarına parça parça salmasından
gelir.
‫[الرسححول‬rasûl], “gönderilen/elçi” demektir. Vaz‘ edildiği ilk anlamına göre
rasûl, “kendisini gönderenin, gönderiş amacına, haberlerine, bilgilerine uyan kişi”
demektir.35
Bu anlamı biraz açarak rasûl'ün [elçi'yi], “seçilen, belirli bir amaç için
birilerine, kendisini seçip gönderen tarafından bilgi ve haber götüren kişi” olduğunu
söylemek mümkündür.
Dinî anlamda ise rasûl, “Allah'ın seçtiği, kullarına ulaştırması için kendisine
teslim edilen bilgi ve haberleri kullara ulaştıran kişi” demektir.
Bu durumda, işlevsel olarak “rasûl” ile “nebî” arasında fark yoktur; tüm
rasûller nebî'dir. Bu, şu âyette net olarak görülebilir:
Ve Biz öncekilere de nice peygamberler göndermiştik. Onlar kendilerine gelen
her peygamberi mutlaka alaya alıyorlardı da Biz, kuvvetçe onlardan daha güçlü
olanları helâk ediverdik. Öncekilerin örneği de geçti. (Zuhruf/6-8)
Birçok âyette de bazı peygamberler, hem nebi hem de rasûl olarak
nitelenmişlerdir:

Bir zamanlar kardeşleri Nûh onlara demişti ki: “Siz takvâlı olmaz mısınız?
Şüphesiz ki ben, sizin için güvenilir bir elçiyim. Artık, Allah'a takvâlı davranın ve
bana itaat edin. Ve buna karşılık ben sizden hiç bir ücret istemiyorum. Benim ecrim
ancak âlemlerin Rabbi üzerinedir. Artık, Allah'a takvâlı davranın ve bana itaat edin!”
(Şu‘arâ/106-110)

(Nûh) dedi ki: “Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yoktur. Velâkin ben
âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin gönderdiği
gerçekleri tebliğ ediyorum, size öğüt veriyorum ve Allah tarafından, sizin
bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Takvâya sahip olmanız ve rahmete nail olabilmeniz
için, içinizden sizi uyaracak bir kişiye, bir zikir [öğüt, kitap] gelmesine şaştınız mı?”
(A‘râf/61-63)

De ki: “Biz Allah'a, bize indirilene [Kur’ân'a], İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshâk'a,


Ya‘kûb'a ve torunlara indirilene, Mûsâ'ya, Îsâ'ya ve peygamberlere Rabb'lerinden
verilenlere inandık. Onlardan hiç biri arasında ayırım yapmayız. Ve biz, yalnız
O'nun için islâmlaşanlarız.” (Âl-i İmrân/84)

35
Lisân, “Rsl” mad.

32
Kitap'ta İbrâhîm'i de an/hatırlat. Şüphesiz ki o, sıddîk [özü, sözü doğru] biri
idi, peygamberdi. (Meryem/41)

Ve Kitap'ta Mûsâ'yı da an/hatırlat. Şüphesiz o arıtılarak saflaştırılmış idi. Ve


bir elçi, bir peygamber idi. (Meryem/51)

Ve Mûsâ, “Ey Firavun! Ben kesinlikle âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş


bir elçiyim. Allah hakkında hakktan başkasını söylememek bana bir yükümlülüktür.
Gerçekten ben size Rabbinizden apaçık bir delil ile geldim. Bu nedenle
İsrâîloğulları'nı gönder benimle” dedi. (A‘râf/104-105)

Ve hiç kuşkusuz Biz Mûsâ'yı âyetlerimizle Firavun'a ve onun ileri gelenlerine


elçi gönderdik de o, “Gerçekten ben âlemlerin Rabbinin elçisiyim” demişti.
(Zuhruf/46)

Ve söz vermeleri nedeniyle Tûr'u [dağı] üzerlerine kaldırdık. Ve onlara, “O


kapıdan secde ederek girin” dedik. Yine onlara, “İbâdet gününde sınırları aşmayın”
dedik. Sonra da onların kendi sözlerini bozmaları, Allah'ın âyetlerine karşı inkâra
sapmaları, peygamberleri hakksız yere öldürmeleri ve, “Kalplerimiz
örtülüdür/sünnetsizdir” demeleri –aksine Allah, inkârları dolayısıyla ona [kalplerine]
damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar– ve inkâra sapmaları ve
Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri; “Biz, Allah'ın Rasûlü Meryem
oğlu Mesih Îsâ'yı gerçekten öldürdük” demeleri nedeniyle onlardan sağlam bir söz
aldık. Oysa o'nu öldürmediler ve o'nu asmadılar. Ama onlara o, benzetildi.
Gerçekten o'nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şekk [yetersiz bilgi]
içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur. Onu
kesin olarak öldürmediler. Aksine Allah, o'nu Kendine yükseltti [derecesini artırdı;
ününü yaydı]. Ve Allah, azîz'dir, hakîm'dir. (Nisâ/154-158)

Meryem'in oğlu Mesih, sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip
geçmiştir. Anası da dosdoğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak onlara
âyetleri nasıl açıklıyoruz. Sonra yine bak onlar nasıl yüz çeviriyorlar! (Mâide/75)

Hani kardeşleri Hûd onlara demişti ki: “Siz takvâlı davranmaz mısınız?
Şüphesiz ki ben, sizin için güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'a takvâlı davranın ve bana
itaat edin. Ve buna karşılık ben sizden hiç bir ücret istemiyorum. Benim ecrim
âlemlerin Rabbi üzerinedir. Her yüksek tepeye, alâmet bir bina kurarak mı
eğleniyorsunuz? Sonsuzlaşmanız için/sanki sonsuzlaşacakmışsınız gibi sanayi üreten
yerler [fabrikalar/kaleler] mi edinirsiniz? Yakaladığınız vakit de zorbaca mı
yakaladınız? Artık Allah'a takvâlı davranın ve bana itaat edin. Size o bildiğiniz şeyleri
verene; davarlar, oğullar, cennetler [bağlar, bahçeler], pınarlar verene takvâlı davranın.
Şüphesiz ki ben sizin hakkınızda büyük bir günün azabından korkuyorum.”
(Şu‘arâ/124-135)

Hani kardeşleri Sâlih onlara demişti ki: “Takvâlı davranmaz mısınız? Şüphesiz
ki ben, sizin için güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'a takvâlı davranın ve bana itaat
edin. Ben sizden hiç bir ücret istemiyorum da. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi
üzerinedir. Siz burada; bahçelerde, pınarlarda ve ekinlerin, salkımları sarkmış
hurmalıkların arasında güven içinde bırakılacak mısınız? Ve siz dağlardan ustaca evler
yontuyorsunuz. Artık Allah'a takvâlı davranın ve bana itaat edin. Ve yeryüzünde

33
bozgunculuk yapıp ıslah etmeyen o aşırı gidenlerin emrine uymayın.” (Şu‘arâ/142-
152)

Hani kardeşleri Lût onlara demişti ki: “Siz takvâlı davranmaz mısınız?
Şüphesiz ki, ben sizin için güvenilir bir elçiyim. Gelin artık, Allah'a takvâlı davranın
ve bana itaat edin. Ve buna karşılık ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim
ecrim ancak âlemlerin Rabbi üzerinedir. Rabbinizin sizler için yarattığı eşleri
bırakarak âlemler içinden erkeklere mi gidiyorsunuz? İşin aslı siz haddi aşan bir
kavimsiniz.” (Şu‘arâ/161-166)

Hani Şu‘ayb onlara demişti ki: “Siz takvâlı davranmayacak mısınız? Şüphesiz
ki, ben sizin için güvenilir bir elçiyim. Bu nedenle Allah'a takvâlı davranın ve bana
itaat edin. Buna karşılık ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ecrim
yalnız âlemlerin Rabbi üzerinedir. Ölçeği tam ölçün ve hakk yiyenlerden olmayın. Ve
doğru terazi ile tartın. Halkın eşyalarını değerinden düşürmeyin ve yeryüzünde
bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. Ve O, sizi ve sizden önceki nesilleri
yaratan kişiye [Allah'a] takvâlı davranın.” (Şu‘arâ/177-184)

Buradan anlaşılan odur ki, hem rasûl'e hem de nebi'ye kitap verilmiş ve her
ikisi de tebliğle yükümlü tutulmuştur. Dolayısıyla, işlevsel olarak aralarında bir fark
yoktur:

Ve Biz, her elçiyi sadece, Allah'ın izniyle itaat olunsun diye gönderdik. Ve
eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan
bağışlanmalarını isteselerdi, Rasûl de onlar için bağışlanma isteseydi, kesinlikle
Allah'ı tevvâb [tevbeleri çokça kabul eden], rahîm [en çok merhamet eden]
bulurlardı. (Nisâ/64)
Ve Biz senden önce hiç bir elçi göndermedik ki, ona, “Gerçek şu ki Benden
başka ilâh diye bir şey yoktur. Onun için Bana ibâdet edin” diye vahyetmiş
olmayalım. (Enbiyâ/25)
Ve andolsun ki Biz, senden önce birtakım elçileri kavimlerine gönderdik de,
onlar onlara, apaçık delilleri getirdiler. Sonra Biz, günah işleyen kimselerden
intikam aldık. Mü’minlere yardım da, Bizim üzerimize bir hakk idi. (Rûm/47)
Ey iman etmiş kişiler! Allah'a, Elçisi'ne, Elçisi'ne indirdiği Kitab'a ve daha
önce indirdiği kitaba iman edin. Ve kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve
son günü inkâr ederse, kesinlikle o çok uzak bir sapıklığa sapmıştır. (Nisâ/136)
A‘rab [o ağzı laf yapan bedeviler], inkâr ve münâfıklık bakımından daha çetin;
Allah'ın, Elçisi'ne indirdiklerinin sınırlarını bilmemeye daha yatkındırlar. Allah da,
en iyi bilen, en iyi ilke koyandır. (Tevbe/97)
Ve andolsun, senden önceki ümmetlere [önderli toplumlara] elçiler gönderdik
de onları yalvarsınlar diye dayanılmaz zorluk [yoksulluk] ve sıkıntılarla çeviriverdik.
(En‘âm/42)
Biz hangi kente bir nebî [peygamber] gönderdiysek, onun ehlini [halkını]
mutlaka yalvarıp yakarsınlar diye yoksulluk ve darlıkla yakaladık. Sonra kötülüğün
yerini iyiliğe değiştirdik; nihâyet çoğaldılar ve, “Atalarımıza da böyle darlık ve
sevinç dokunmuştu” dediler. Bunun üzerine onları hemen, onlar hiç farkında
değillerken ansızın yakalayıverdik. (A‘râf/94-95)
Ve Biz o'na İshâk'ı ve Ya‘kûb'u bağışladık. Ve soyu içinde peygamberlik ve
Kitap kıldık. Ve Biz o'na dünyada ücretini verdik. Şüphesiz o, âhirette de
sâlihlerdendir. (Ankebût/27)

34
İnsanlar tek bir ümmet idi de Allah müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere
peygamberler gönderdi ve ihtilaf ettikler konularda insanlar arasında hükmetsinler
diye onların beraberinde hakk ile kitap indirdi. Ve sırf o kitap verilenler, kendilerine
bunca deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler.
Bunun üzerine Allah, Kendi bilgisi gereği, iman edenlere, onların hakkında
anlaşmazlığa düştükleri hakka kılavuz oldu. Ve Allah, dilediği kimseyi/dileyen
kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar. (Bakara/213)

RASÛL İLE NEBÎ ARASINDAKİ FARK

Hacc sûresi'nde, nebi ve rasûl sözcükleri birbiri üzerine atfedilmiştir:

Biz senden önce hiç bir elçi ve hiç bir peygamber göndermedik ki, o bir şey
arzuladığı zaman, şeytan onun arzusuna bir şeyler atmış olmasın. Bunun üzerine
Allah şeytanın attığı şeyleri giderir. Sonra da Allah, âyetlerini tahkim eder
[güçlendirir]. Ve Allah alîm'dir [her şeyi en iyi bilen], hakîmdir [yasalar koyan,
güçlendirendir]. (Hacc/52)

Bu iki kelime arasındaki farkın anlaşılması için şu âyetlerin dikkate alınması


gerekir:

Yoksa onlar, şüphesiz Bizim, onların sırlarını ve fısıltılarını işitmediğimizi mi


sanıyorlar? Evet (işitiriz), yanlarında bulunan elçilerimiz de yazıyorlar. (Zuhruf/80)

Ve O [Allah], kulları üzerinde kâhir'dir [hükümranlığı sürdürür] ve O, sizin


üzerinize koruyucular gönderir. Sonra da sizden birinize ölüm geldiği vakit
elçilerimiz, hiç eksik-fazla yapmadan, onu vefat ettirirler. (En‘âm/61)

Bu iki kelime arasındaki bir diğer fark da şudur: Rasûl, hem insandan hem
melekten olurken, nebi sadece insandan olmaktadır:

Allah meleklerden elçiler seçer, insanlardan da. Şüphesiz Allah en iyi işiten, en
iyi görendir. (Hacc/75)
Burada melek elçi ile, “Kur’ân, kitap” kastedilmiştir:
Urf hâlinde [yığın yığın, öbek öbek, küme küme] gönderilmişlere kasem olsun
ki…(Mürselât/1)
Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. O hâlde ey kavrama yetenekleri
olan iman etmiş kimseler! Allah'a karşı takvâlı olun. Kesinlikle Allah, iman etmiş ve
sâlihâtı işlemiş kimseleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size bir öğüt, size
Allah'ın açık açık âyetlerini [mucizelerini] okuyan bir elçi indirdi. Ve Allah'a inanır
ve sâlihi işlerse O [Allah], onu, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları
cennetlere girdirir. Allah onun için rızkı güzelleştirmiştir. (Talâk/10-11)
Hacc/52. âyet, sanki fark varmış gibi atıfla gelmiştir. Ama paragraf
bütünlüğünden hareketle oradaki rasûl, “kitap”; nebi de “peygamber” olarak
anlaşılabilir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki: Bir kişi de rasûllük görevi varsa, onda nebilik
görevi de vardır. Zira elçi olmadan/atanmadan, haber verme imkânı olmaz.
Habercilik bittiğine göre, elçilik de bitmiştir. Artık yeni bir haber/bilgi getiren kimse
olmayacağına göre, elçi de gönderilmeyecek demektir. Öyleyse rasûl ve nebî

35
kelimeleri arasındaki en belirgin fark, elçilik/risâlet görevinin Allah'a yönelik,
nebilik/habercilik niteliğinin kullara yönelik olmasıdır.
Peygamberliğin elçilik/risâlet yönü Allah açısından [Allah'tan alıp getirirler],
habercilik yönü kullar açısındandır [Allah adına kullara haber verirler].
Bazıları, “rasûl” ve “nebi” arasında fark bulunduğu iddiasından hareketle,
“Muhammed'in son nebi olduğunu, ama son rasûl olmadığını” ileri sürmüşler;
ardından da kendilerini veya üstatlarını rasûl ilan etmişlerdir.

41-42. Ey iman eden kişiler! Allah'ı ‘çok çok anmak’ olmak üzere anın. Ve
O'nu sabah-akşam [her zaman] tesbîh edin [arındırın].

43-44. O, sizleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size destek verendir.


O'nun melekleri de (destek verirler). Ve O, mü’minlere çok merhametlidir. O'na
kavuşacakları gün onların selâmlamaları, “Selâm”dır. O [Allah] da onlar için
saygın bir ödül hazırlamıştır.
Rasûlullah'a yapılan hitaplardan sonra bu âyetlerde mü’minlere hitap edilmiş,
onların Allah ve Elçisi'ne karşı yapılan saldırılar karşısında ne yapmaları gerektiği
bildirilmiş ve âhirette karşılaşacakları onurlu âkıbet kendilerine müjdelenmiştir.
Burada verilen görevler şunlardır:
• Allah, bilinçle anılmalıdır.
• Allah sürekli olarak tanıtılmalı, câhiller ve hâinler tarafından Allah'a atılan
iftiralar ortadan kaldırılmalıdır:
Göklerin ve yeryüzünün yaratılışında, gecenin ve gündüzün ardarda gelişinde,
elbette, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar; göklerin
ve yerin yaratılışı üzerinde, “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen
noksanlıklardan münezzehsin. Artık bizi ateşin azabından koru! Rabbimiz!
Şüphesiz Sen kimi ateş'e girdirirsen artık onu kesinlikle rezil etmişsindir. Zâlimler
için hiç yardımcılardan da yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, ‘Rabbinize inanın!’
diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim
günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi ebrâr [iyiler/yardımseverler] ile
birlikte vefat ettir. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaad ettiğin şeyleri ver,
kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen verdiğin sözden dönmezsin” diye
tefekkür eden, kavrama yetenekleri olanlar için nice âyetler vardır. (Âl-i İmrân/190-
194)
Hiç şüphesiz mü’minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperen ve
O'nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman, imanca güç kazanan ve yalnızca
Rabb'lerine tevekkül eden kimseler, salâtı ikâme eden ve Bizim kendilerine rızık
olarak verdiğimiz şeylerden infak eden kimselerdir. İşte bunlar, gerçekten
inananların ta kendisidir. Onlara Rabb'leri katında dereceler, bağışlama ve saygın
bir rızık vardır. (Enfâl/2-4)
O kişiler, inanan ve kalpleri Allah'ı anmakla yatışan kişilerdir. Gözünüzü açın!
Kalpler yalnız ve yalnız Allah'ı anmakla yatışır/tatmin olur. (Ra‘d/28)
Âyetteki, O, sizleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size destek
verendir. O'nun melekleri de (destek verirler) ifadesi, indirilen âyetlerin insanları
aydınlatmasını ifade eder. Allah indirdiği vahiyler ile insanları karanlıklardan
aydınlığa çıkarır. Bu gerçek, Kadr sûresi'nde şu ifadelerle zikredilmişti:
Muhakkak ki Biz onu Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesi nedir, sana ne
idrak ettirdi [bildirdi/öğretti]? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler
[haberciler], içlerindeki rûh ile Rabb'lerinin izniyle iner dururlar/hulûl eder dururlar;

36
her bir işten. Bir esenliktir o şafak sökene kadar/aydınlığa kavuşuncaya kadar.
(Kadr/1-5)
Ey iman etmiş kimseler! O [Elçi], sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı
zaman, Allah'a ve Elçi'ye icâbet edin. Ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer.
Ve siz kesinkes O'nun huzurunda toplanacaksınız. (Enfâl/24)
Bu âyetteki, O'na kavuşacakları gün onların selâmlamaları, “Selâm”dır
ifadesi, farklı bir ödüllendirme tarzıdır. Selâmlaşma, samimiyet ve sevgi ifade eder.
Selâm, başka âyetlerde de zikredilmiştir:
Söz olarak [onlara] rahîm Rabbden “selâm” (vardır). (Yâ-Sîn/58)
Onların oradaki duaları, “Allahım! Sen her türlü eksiklikten münezzehsin”dir.
Ve onların oradaki selâmlaşmaları, “Selâm”dır. Dualarının sonu da, “Âlemlerin
Rabbi Allah'a hamdolsun”dur. (Yûnus/10)
Ve takvâlı davranmış kimselere, “Rabbiniz ne indirdi?” denilince onlar,
“Hayır” derler. Bu dünyada güzelleştirenlere-iyileştirenlere iyilik-güzellik vardır.
Âhiret yurdu ise kesinlikle daha hayırlıdır. Ve takvâlı davrananların yurdu; Adn
cennetleri ne güzeldir! Onlar oraya girecekler. Onun altından ırmaklar akar. Orada
onlar için diledikleri şeyler vardır. Allah, takvâ sahiplerini işte böyle
karşılıklandırır. (Takvâ sahipleri) o kimselerdir ki, melekler, onları hoş ve rahat
ettirerek vefat ettirirler. “Selâm size, yapmış olduğunuz işlerin karşılığı olarak girin
cennete!” derler. (Nahl/30-32)
45-48. Ey Peygamber! Şüphesiz Biz seni, bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı,
Kendi izniyle Allah'a bir davetçi ve ışık saçan bir kandil olarak gönderdik [elçi
yaptık]. Sen de inananlara, şüphesiz kendileri için Allah'tan büyük bir lütuf
olduğunu müjdele. Kâfirlere, münâfıklara da itaat etme, onların ezalarını bırak.
Ve sen Allah'a tevekkül et. Vekîl olarak da Allah yeter.
Bu âyetlerde, Rasûlullah tekrar muhatap alınarak kendisinin, insanlara bir
şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah'a bir davetçi ve ışık saçan bir kandil olarak
gönderildiği açıklanıp, bu amaçlar doğrultusunda yapması gerekenler bildirilmiştir.
Burada Rasûlullah için zikredilen nitelikler ve o'na verilen görevler birçok
yerde geçmiş ve detaylıca açıklanmıştı. Âyetteki, Sen de inananlara, şüphesiz
kendileri için Allah'tan büyük bir lütuf olduğunu müjdele ifadesi daha evvel şöyle
açıklanmıştı:
O, kendilerine vaki olduğunda kazandıkları şeylerden dolayı o zâlimlerin
ürktüklerini görürsün. İman etmiş, sâlihâtı işlemiş kimseler de cennetlerin
bahçelerindedirler. Rabb'lerinin yanında onlar için istedikleri şeyler vardır. İşte bu,
büyük lütfun ta kendisidir. (Şûrâ/22)
Paragrafın son cümlesinde, Kâfirlere, münâfıklara da itaat etme, onların
ezalarını bırak. Ve sen Allah' tevekkül et. Vekîl olarak da Allah yeter denilerek,
sûrenin başında yapılan uyarı tekrarlanmıştır: Rasûlullah'a, evlâtlığı Zeyd ve
Zeyneb'le ilgili uygulamalar hakkında kâfirlerin ve münâfıkların kötü söz ve
propagandalarına aldırmaması uyarısı yapılırken, mü’minlere de hakka dayalı
uygulamalarda karşılaşacakları zorluklar nedeniyle dönmemeleri, dedikoduları
dikkate almamaları mesajı iletilmektedir:
Ey iman etmiş kimseler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında
öyle bir toplum getirir ki O [Allah], onları sever, onlar da O'nu [Allah'ı] severler;
mü’minlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler; onlar Allah
yolunda çaba harcarlar ve hiç bir kınayıcının kınamasından korkmazlar. Bu,
Allah'ın dilediğine verdiği bir lütfudur. Allah, vâsi'dır, çok iyi bilendir. (Mâide/54)
Rasûlullah'ın ve ümmetin şâhitliği hususu, Bakara sûresinde açıklanmıştı:

37
Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şâhitler olasınız, Peygamber de sizin
üzerinize şâhit olsun diye sizi hayırlı bir ümmet kıldık. Üzerinde olduğun bu kıbleyi
kılmamız da yalnızca; elçilere uyan kimseleri, iki ökçesi üzerinde geri
döneceklerden ayıralım diyedir. Bu [tesbit ettiğimiz kıble], elbette, Allah'ın hidâyet
ettiği kimselerin dışındakilere çok büyüktür. Ve Allah imanınızı kaybedecek
değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir.
(Bakara/143)
Elçiler, vakitlendirildikleri zaman, bunlar hangi gün için ertelendiler ise! Ayırt
etme günü için... (Mürselât/11-13)
Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların üzerine bir tanık
olarak getirdiğimiz zaman bak nasıl? (Nisâ/41)
49. Ey iman etmiş kimseler! Mü’min kadınları nikâh edip, sonra onlara
dokunmadan boşadığınız zaman, artık sizin için üzerlerinde sayacağınız bir iddet
yoktur. Derhal onları kazançlandırın ve onları güzel bir şekilde salıverin.
Bağımsız bir necm olan bu âyetin, önceki ve sonraki âyetlerle herhangi bir bağı
yoktur; Mushaf tertip heyeti tarafından burada tertip edilmiştir. Bu âyette,
kendisiyle gerdeğe girilmeden önce boşanan kadının hükmü bildirilmiştir.
Boşanma ve dul kalma gibi durumlarda kadının iddetinin ne kadar olacağı
hususu Bakara sûresi'nde işlenmişti.36 Burada iddeti konu alan diğer âyetleri takdim
ediyoruz:
Boşanmış kadınlar da, kendi kendilerine üç adet süresi beklerler. Eğer Allah'a
ve âhiret gününe inanıyorlarsa Allah'ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri,
kendilerine helâl olmaz. Ve onların kocaları, barışmak isterlerse o süre içersinde
onları geri almaya daha çok hakk sahibidirler. Onların da aleyhlerindeki gibi,
ma‘rûf ile kendileri için de vardır. Erkekler için de, onların üzerinde bir derece
vardır. Ve Allah azîz'dir, hakîm'dir. (Bakara/228)
Ve kadınlarınızdan aybaşından kesilenler ve henüz aybaşı olmayanlar; eğer
şüphe ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Gebe olanların da bekleme süresi,
yüklerini bırakmalarıdır [doğum yapmaları veya düşük yapmalarıdır]. Kim Allah'a
takvâlı davranırsa O [Allah], ona işinde bir kolaylık kılar. (Talâk/4)
Âyetteki, Derhal onları kazançlandırın ifadesinden, Bakara/236-237'de konu
edilen “tesbit edilen mehirin yarısının” derhal verilmesi, hatta zorunlu olmamakla
birlikte daha fazlasının bile verilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Ve onları güzel bir
şekilde salıverin ifadesinden de, onur kırıcı bir hareket yapmadan, suçlamadan,
kadının geleceğini karartmadan efendice bırakılması gerektiği anlaşılmaktadır.
50. Ey Peygamber! Şüphesiz Biz, sana, ecirlerini [mehirlerini] verdiğin
eşlerini, Allah'ın ganimet olarak sana verdiklerinden sözleşmenin mâlik
olduğunu [savaş esirlerinden himâyene verilmiş bayanları], amcanın kızlarından,
halanın kızlarından, dayının kızlarından ve teyzenin kızlarından seninle birlikte
hicret etmiş olanları ve kendisini Peygamber'e hibe eden Peygamber'in de
nikâhlamak istediği Müslüman kadını, mü’minlerin seviyesinden aşağı sadece
sana özgü olmak üzere, sana helâl kıldık. Biz kendi eşleri ve sözleşmelerinin
mâlik oldukları şeyler konusunda onlar üzerine [senin dışındaki mü’minlere]
neyi farz kıldığımızı kesinlikle bildik. Bu durum [sana özgü olarak getirilen çok
eşlilik ve diğer özel maddeler], senin için bir güçlük olmasın diyedir. Ve Allah
gafûr'dur, rahîm'dir.
51. Onlardan dilediğini geri bırakır, dilediğini de yanına alabilirsin.
Ayrıldıklarından, istek duyduklarına dönmende artık senin için bir sakınca
yoktur. Onların gözlerinin aydınlanıp hüzne kapılmamalarına ve kendilerine
36
Tebyînu'l-Kur’ân; c. 9, s. 441-448.

38
verdiğinle hepsinin hoşnut olmalarına en yakın olan budur. Allah kalplerinizde
olanı bilmektedir. Allah her şeyi bilendir, halîm'dir.
52. Bundan sonra kadınlar ve bunları başka kadınlar ile değiştirmek –
güzellikleri hoşuna gitse bile– sana helâl olmaz. Ancak yemininin mâlik olduğu
[harp esiri olup da senin himâyene verilen] başka, (onu nikâhlayabilirsin). Allah,
her şeyi gözetleyip denetleyendir.
Bu âyetlerde aile hukuku kapsamında Rasûlullah'a özgü, diğer mü’minleri
ilgilendirmeyen kurallar konu edilmektedir, ki bunlar şöyle sıralanabilir:
• Peygamber'e, mehirlerini verdiği eşleri, Allah'ın ganimet olarak
verdiklerinden sözleşmesinin mâlik olduğu [savaş esirlerinden himâyesine verilmiş
bayanlar], amcasının kızlarından, halasının kızlarından, dayısının kızlarından ve
teyzesinin kızlarından kendisiyle birlikte hicret etmiş olanlar ve kendisini o'na hibe
eden, Peygamber'in de nikâhlamak istediği Müslüman kadın, mü’minlerin
seviyesinden aşağı sadece Peygamber'e özgü olmak üzere helâldir.
• Bu ayrıcalık, Peygamber için bir güçlük olmasın diyedir.
• Peygamber, eşlerinden dilediğiyle beraber olma hakkına sahiptir.
• Peygamber, Bunlardan ayrıldığı eşiyle tekrar birleşebilir.
• Peygamber, bundan sonra herhangi bir kadınla evlenemez. Sadece
himâyesine verilmiş harp esiri kadını nikâhlaması serbesttir.
Bu âyetlerde, Rasûlullah'ın çok eşliliği, himâye ve siyasî faydaya
bağlanmaktadır.
Âyette akraba kızlarının sayılması ve onlarla evliliğin hicret kaydına
bağlanması, hicret etmeyenlerin mü’min sayılmamasından kaynaklanmaktadır.
Nitekim Enfâl sûresi'nde şöyle buyurulmuştu:
Kuşkusuz şu iman etmiş, hicret etmiş, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla
savaşan ve barındırıp yardım eden kimseler; evet işte bunlar, bazısı bazısının velîsi
olanlardır. İnanan ve hicret etmeyen kimselere gelince, hicret edene kadar, onlara
yakınlık söz konusu değildir. Ve din uğrunda yardım isterlerse, aranızda antlaşma
bulunan bir halk zararına olmaksızın, onlara yardım etmeniz gerekir. Ve Allah,
yaptıklarınızı çok iyi görendir. (Enfâl/72)
Âyetteki, Müminlerin seviyesinden aşağı sadece sana özgü olmak üzere
ifadesi, maalesef gelenekte, “kendisini Peygamber'e hibe eden Peygamber'in de
nikâhlamak istediği Müslüman kadın” şeklinde anlaşılmış ve bundan da, mehirsiz
evlenmenin sadece Rasûlullah'a özgü olduğu, diğer Müslümanların mehirsiz
evlenmesinin helal olmadığı hükmünü çıkarmışlardır. Bize göre bu ifade,
yukarısında bulunan maddelerin tümüne yöneliktir. Ayrıca âyetteki, min duni'l-
mü’minîn [mü’minlerin seviyesinden aşağı] ifadesi, çok eşliliğin hoş bir şey
olmadığını, mü’minlere uygun bulunmadığını, ancak özel koşullar gereği
Peygamber'e bu yükün yüklendiğini ifade etmektedir.
Âyetteki, Biz kendi eşleri ve sözleşmelerinin mâlik oldukları şeyler konusunda
onlar üzerine [senin dışındaki mü’minlere] neyi farz kıldığımızı kesinlikle bildik
ifadesiyle de, diğer mü’minlerin evlilik kurallarının farklı olduğu açıklanmaktadır ki
bu kurallar da Bakara/221, 230; Nisâ/20-26 ve Mâide/5'de zikredilmiştir.
52. âyetteki, Bundan sonra kadınlar ve bunları başka kadınlar ile değiştirmek
–güzellikleri hoşuna gitse bile– sana helâl olmaz ifadesiyle, hem Peygamber'in
eşlerini boşamasına engel getirilmekte, hem de bir câhiliye geleneği ortadan
kaldırılmaktadır. Bu gelenek hakkında kaynaklarda şu bilgi yer alır:
Burada kastedilen, Arapların yapmış oldukları bir iştir. Biri diğerine, “Sen
benim hanımımı al, bana da senin hanımını ver” derdi. Dârekutnî'nin rivâyet
ettiğine göre Ebû Hureyre şöyle demiştir: Câhiliye döneminde, bir adam diğerine,

39
“Sen benim için hanımından vazgeç, ben de senin için hanımımdan vazgeçerim ve
sana fazlasını da veririm” der ve böylece hanımlarını değiştirirlerdi. Bunun üzerine
yüce Allah, Onların güzellikleri hoşuna gitse de bunların birini başka zevcelerle
değiştirmen –güzellikleri hoşuna gitse bile– sana helâl olmaz buyurdu.37
Bu âyetler çerçevesinde Rasûlullah'ın çok eşliliği ile ilgili şöyle bir
değerlendirme yapılabilir:

PEYGAMBERİMİZİN ÇOK EŞLİLİĞİ

Normal şartlarda İslâm'da çok eşliliğin olmadığı, çok eşliliğin ancak


olağanüstü koşullarda kamu otoritesinin kararıyla uygulanacak özel bir durum
olduğu, Nisâ sûresi'nden anlaşılmaktadır. Peygamberimizin çok eşliliği ise, Nisâ
sûresi'nde belirtilen genel hükümler dışında bazı özel ayrıcalıklara dayanmaktadır.

Kendilerini yakından ilgilendirdiği hâlde maalesef Müslümanlar bu konuyu


yeterince araştırmamış ve doğru bilgiye ulaşamamışlardır. Her konuda olduğu gibi
bu konuda da uydurma rivâyetler hükmünü yürütmüş ve pek çok kimse, çok eşli
olması delil gösterilerek Peygamberimizin otuz erkek gücünde olduğu yalanına
inandırılmıştır. Peygamberimizi yüceltmek adına uydurulan bu tip yalanlar
neticesinde gayr-i müslimler Peygamberimizi kadın düşkünü, şehvetperest biri
olarak değerlendirmişlerdir. Bu durum, İslâm'ı tanıtmak ve anlatmak gayreti içinde
olan herkes için büyük önem arz etmektedir.

PEYGAMBERİMİZİN GENÇLİĞİ, BEKÂRLIĞI

Peygamberimiz, erkeklerin 12-14 yaşları arasında ergenliğe eriştiği bir iklimde


doğup büyümüştür. O dönemde çevresinde zina ve fuhşun yaygın olmasına,
iffetsizliğin kol gezmesine rağmen Peygamberimiz gâyet mazbut bir hayat sürmüş,
o'nun iffetsiz, kadına düşkün, şehvetperest davranışlarda bulunduğu hiç görülmemiş
ve duyulmamıştır. Peygamberimizin bu özellikleri, Doğulu-Batılı tüm târihçiler ve
araştırmacılar tarafından da kabul edilmiştir.

PEYGAMBERİMİZİN EVLİLİK HAYATI

Peygamberimiz ilk evliliğini, 25 yaşında bir genç iken, kendisinden 15 yaş


büyük, başından iki evlik geçmiş dul bir kadın olan Hatice ile yapmıştır. Hatice'nin
ölümüne kadar 25 yıl devam eden bu beraberlik esnasında Peygamberimiz başka bir
kadınla evlenmemiş, tıpkı bekârlığındaki gibi hayatını, iffetine toz kondurmadan
lekesiz olarak sürdürmüştür.

Allah tarafından elçi olarak seçildiğinde, davasından vazgeçmesi için kendisine


krallık, servet ve Mekke'nin en güzel-zengin kızları teklif edilmiş, bütün bunları
elinin tersiyle iterek herkesin bildiği o meşhur cevabı vermiştir: “Bir elime ay'ı, bir
elime güneş'i koysanız, yine de davamdan vazgeçmem.”

Peygamberimiz, gerek bekârlık döneminde, gerekse Hatice ile evli olduğu


dönemde hiç kimse tarafından olumsuz eleştirilere maruz kalmamıştır.

37
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

40
Hatice öldüğü zaman yapayalnız kalan Peygamberimizin üzerindeki ağır
elçilik görevine, bir de öksüz kalan çocukların sorumluluğu eklenmiştir.

Peygamberimizin bundan sonraki evlilik hayatı ise, üstlendiği görevin


gereklerine bağlı olarak, kendi iradesi dışında çok eşli hâle dönüşmüş, ama bu
durumdan ne kendisi ne eşleri mutlu olmuşlardır. Peygamberimizin, hem kendisinin
hem de eşlerinin özverilerini gerektiren bu çok eşli hayatı, en doğru şekilde
Kur’ân'dan öğrenilebilir. Dolayısıyla bu konuda başka bir kaynak aramaya gerek
yoktur.

Peygamberimizin çok eşliliği konusunun iyi anlaşılabilmesi için, önce


Müslümanların evliliklerini düzenleyen evlilik hakkındaki genel kuralların
zikredildiği âyetlere bakılmalıdır:

Ve kadınlardan babalarınızın nikâhladıklarını nikâhlamayın. Ancak geçen


geçmiştir. Şüphesiz bu, çirkin bir hayâsızlıktır ve öfke duyulan bir iğrençliktir. Ne
kötü bir yoldu o! Size, anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, teyzeleriniz,
halalarınız, erkek kardeşinizin kızları, kız kardeşinizin kızları, sizi emzirmiş olan
anneleriniz, sütten kız kardeşleriniz, kadınlarınızın anneleri, birleşme yaptığınız
kadınlarınızın eski kocalarından doğup evinizde bulunan üvey kızlarınız –birleşme
yapmadıysanız bir sakınca yok size– kendi sulbünüzden olan oğullarınızın
hanımları ve iki kız kardeşin arasını birleştirmeniz –eski yapılıp geçenler hariç–,
yeminlerinizin sahip oldukları hariç muhsan kadınlar [nikâhlı kadınlar] da haram
kılındı. Allah çok affedici, çok merhametlidir. Bunlar Allah'ın üzerinize yazdığıdır.
Bunların dışında iffetlerinizi koruyup fuhuşta bulunmamak üzere mallarınızla
muhsanlaşacak [evlenecek] kadın aramanız size helâl kılındı. Öyleyse onlardan ne
ile faydalandıysanız, farz bir görev olarak ücretlerini ödeyiniz. Zorunlu
ödemenizden sonra, rızalaştığınız şeyde size bir sorumluluk yoktur. Şüphesiz Allah
en iyi bilen ve hikmet sahibi olandır. (Nisâ/22-24)

Ve müşrik kadınları, iman edinceye kadar nikâhlamayın. İman etmiş bir câriye,
–o [müşrik kadın], sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da– müşrik bir kadından daha
hayırlıdır. Müşrik erkekleri de iman edinceye kadar nikâhlamayın; iman etmiş bir
erkek köle, –o [müşrik erkek], sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da– müşrik bir
erkekten daha hayırlıdır. Onlar ateşe çağırırlar, Allah ise Kendi bilgisi ile cennete ve
mağfirete çağırır. O, öğüt alıp düşünürler diye insanlara âyetlerini ortaya koyar.
(Bakara/221)

Bu gün size temiz olan şeyler helâl kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size
helâl, sizin de yemeğiniz onlara helâldir. Mü’minlerden özgür ve iffetli kadınlar ile
sizden önce kendilerine kitap verilenlerden özgür ve iffetli kadınlar da, namuslu,
fuhuşta bulunmayan ve gizlice dostlar edinmemişler olarak –onlara
ücretlerini/mehirlerini ödediğiniz takdirde– size helâl kılındı. Kim imanı tanımayıp
küfre saparsa, elbette onun yaptığı boşa çıkmıştır. O, âhirette hüsrana
uğrayanlardandır. (Mâide/5)

Yukarıdaki âyetlerde açıklanan kurallar dışında Kur’ân'da, Bakara/230'da,


üçüncü kez boşanan bir kadınla tekrar evlenilemeyeceği, Ahzâb/6'da, Peygamber'in
eşlerinin mü’minlerin anneleri olduğu, dolayısıyla onlarla da evlenilemeyeceği,

41
teaddüd-i zevcâtın/çok eşliliğin ancak olağanüstü koşullarda uygulanabileceği
bildirilmektedir.

Bunlar İslâm'ın, evlilikle ilgili tüm ümmete şâmil genel kurallarıdır. Bunlardan
başka Kur’ân'da, sadece Peygamberimize mahsus kurallar da mevcuttur:

Ey Peygamber! Şüphesiz Biz, sana, ecirlerini [mehirlerini] verdiğin eşlerini,


Allah'ın ganimet olarak sana verdiklerinden sözleşmenin mâlik olduğunu [savaş
esirlerinden himâyene verilmiş bayanları], amcanın kızlarından, halanın kızlarından,
dayının kızlarından ve teyzenin kızlarından seninle birlikte hicret etmiş olanları ve
kendisini Peygamber'e hibe eden Peygamber'in de nikâhlamak istediği Müslüman
kadını, mü’minlerin seviyesinden aşağı sadece sana özgü olmak üzere, sana helâl
kıldık. Biz kendi eşleri ve sözleşmelerinin mâlik oldukları şeyler konusunda onlar
üzerine [senin dışındaki mü’minlere] neyi farz kıldığımızı kesinlikle bildik. Bu
durum [sana özgü olarak getirilen çok eşlilik ve diğer özel maddeler], senin için bir
güçlük olmasın diyedir. Ve Allah gafûr'dur, rahîm'dir. Onlardan dilediğini geri
bırakır, dilediğini de yanına alabilirsin. Ayrıldıklarından, istek duyduklarına
dönmende artık senin için bir sakınca yoktur. Onların gözlerinin aydınlanıp hüzne
kapılmamalarına ve kendilerine verdiğinle hepsinin hoşnut olmalarına en yakın olan
budur. Allah kalplerinizde olanı bilmektedir. Allah her şeyi bilendir, halîm'dir.
Bundan sonra kadınlar ve bunları başka kadınlar ile değiştirmek –güzellikleri
hoşuna gitse bile– sana helâl olmaz. Ancak yemininin mâlik olduğu [harp esiri olup
da senin himâyene verilen] başka, (onu nikâhlayabilirsin). Allah, her şeyi gözetleyip
denetleyendir. (Ahzâb/50-52)

Bazı tefsir ve mealler, 50. âyetteki, Ve kendini Peygamber'e hibe eden


Peygamber'in de nikâhlamak istediği mü’min kadını ifadesini, “mehir istemeden
Peygamber'le evlenmek isteyen mü’min kadın” olarak açıklamışlar ve âyetin
devamında durum zarfı olarak geçen, Mü’minler için olmaksızın sadece sana özgü
olarak ifadesini de bu kısma bağlayarak, sadece Peygamber'in mehir ödemeden
nikâh yapabileceğine, diğer Müslüman erkeklerin ise mehirsiz nikâh
yapamayacaklarına kâil olmuşlardır. Hâlbuki Nisâ/24'teki, …miktarın tesbitinden
sonra, karşılıklı rızalaştığınız bir şey konusunda üstünüze sorumluluk yoktur ifadesi
ile Nisâ/4'teki, …eşler gönül rızalarıyla size mehirlerinden bağışlarlarsa, onu da
afiyetle, iç huzuruyla yiyin ifadesi, açık olarak eşlerin birbirlerine bağışlarda
bulunabileceğini bildirmektedir. Yani, her karı-koca mehir konusunda anlaşma
yapabilir ve böyle bir anlaşma ile kadınlar mehirlerinin tamamını veya bir kısmını
kocalarına bağışlayabilirler. 50. âyetteki, kendini hibe eden mü’min kadın ifadesiyle
de, “bu işe baş koyan, malını-mülkünü ve ömrünü Peygamber uğrunda harcamaya
karar veren mü’min kadın” kastedilmiştir. Nitekim, Peygamber'in eşleri arasında
böylelerinin varlığı bir gerçektir.

50. âyetteki, mü’minlerin seviyesinden aşağı sadece sana özgü olmak üzere
ifadesi, “durum zarfı” olarak kullanıldığından, yukarısında geçen tüm maddeleri
kapsar. Yani âyet, “bu sayılanların nikâhlanması sûretiyle ortaya çıkacak çok eşlilik
durumu sadece sana özgüdür, mü’minlere değil” manasındadır.

50. âyetteki bir başka maddede ise, Peygamberimize diğer Müslümanlara


nazaran kısıtlama getirilmekte; diğer Müslümanlar için amca, hala, dayı, teyze

42
kızları ile nikâhlanmak serbest bırakılmış iken, Peygamberimizin bunlar arasından
sadece kendisiyle hicret edenleri nikâhlayabileceği bildirilmektedir.

Peygamberimizle ilgili bu farklılıkların gerekçesi de, “o'nun güçlük


çekmemesi” olarak açıklanmıştır. Peygamberimizin çektiği veya çekmesi muhtemel
güçlük ve sıkıntılar ise, o'nun görevinden kaynaklanan güçlük ve sıkıntılardır:

TEBLİĞ GÖREVİ ve ZORLUKLARI

İslâm'ın kuralları sadece erkekleri değil, kadınlara da ilgilendirmektedir;


dolayısıyla onlara da bildirilmesi, anlatılması ve öğretilmesi gerekir. Bu kuralların
bazıları ise öncelikle kadınlara yöneliktir ki bunların kadınlara öğretilmesi,
öğretenlerin kadın olması ile daha kolay olur. Çünkü hem kadınlar zihinlerinde
oluşan soruları bütün açıklığı ile bir erkeğe sormaktan utanabilirler, hem de
Peygamberimiz özel hayatla, cinsellikle ilgili konuları kadınlara anlatma hususunda
sıkıntıya girebilirdi.

Nitekim uygulama da bu yönde olmuş, kadınlara özgü kuralları Müslümanlar


kadınlar, Peygamberimizin eşlerinden öğrenmişlerdir.

SOSYAL GÜÇLÜKLER

Kur’ân'ın indiği dönemde, Araplar arasındaki bir geleneğe göre evlâtlıklar öz


evlât gibi telâkki ediliyordu. Hayatın gerçeklerine aykırı olan bu geleneğin ve bu
gelenekten kaynaklanan tabunun İslâm'da yeri olmadığı için yıkılması gerekiyordu.
Bunun en kestirme ve en etkili yolu ise, o tabunun Peygamberimiz tarafından fiilen
yıkılması idi. Nitekim Peygamberimiz de, evlâtlığı olan Zeyd'in boşadığı Zeyneb bt.
Cahş ile evlenerek bu tabuyu yıktı. Bu evlilik, evlâtlıkların öz evlât olmadığını,
evlâtlığın boşadığı kadının, evlâtlığın babası konumundaki bir kimse ile
evlenebileceğini topluma en etkili şekilde öğretmiştir.

O dönemdeki kötü geleneklerden biri de, harp esiri kadınların alınıp


satılmasıydı. Yine Peygamberimiz, bir savaş esiri olan Cüveyriye ile evlenerek bu
yanlış geleneği ortadan kaldırmış, onların da her insanın sahip olduğu onura sahip
oldukları gerçeğinin toplum tarafından anlaşılmasını sağlamıştır.

SİYASAL GÜÇLÜKLER

Peygamberimiz, –aşağıda eşlerinin isimleri sayılırken görüleceği gibi–


kendisinden yaşlı, cinsel yönden tükenmiş, farklı kabile ve milletlere bağlı
kadınlarla evlenmek sûretiyle, o kabile ve milletlerle akrabalık bağları kurmuştur.
Bu sayede, hem bir barış ortamı oluşturmuş, hem de İslâm'ın en uzak noktalara
kadar ulaşmasını sağlamıştır. Bu, sağladığı barış ve siyasî güç sebebiyle Avrupa
krallarının, Rus çarlarının, Osmanlı padişahlarının sürekli uyguladıkları siyasi bir
yöntem olmuştur. Osmanlı devletinin yükselme döneminde yeni fethedilen
şehirlerin tekfurlarının kızlarıyla o şehre tayin edilen idarecilerin evlendirilmeleri,
hep bu siyaset gereğidir.

Görüldüğü gibi, Peygamberimizin çok eşliliği, o'nun görevinden kaynaklanan


zorunluluklar sebebiyledir. İş, iradesine kalsaydı, bizce Peygamberimiz çok eşli

43
olmak istemezdi. Çünkü o, çok eşlilik hayatında mutlu olmamıştır; eşlerinin
kıskançlık ve kaprisleri o'nu hep üzmüştür. Meselâ, Ahzâb/51 âyeti inince eşi Âişe,
“Görüyorum ki Rabbin senin hevâna hizmet ediyor”38 diyerek, durumundan
memnun olmadığını iğneleyici bir dille belirtmiştir. Ayrıca Tahrîm/1-5'den de,
eşlerinin Peygamberimizi üzdükleri açıkça belli olmaktadır. Hatta Peygamberimiz,
Ömer'in kızı Hafsa'yı, geçimsizliği nedeniyle bir ara boşamış, sonra tekrar
nikâhlamıştır.

Peygamberimizin eşleri yüzünden üzülmesi, sadece eşlerinin kıskançlık ve


geçimsizliklerinden kaynaklanmamıştır. Peygamberimizin eşleri, bulundukları
konumun ağırlığını fark edememişler, sıradan kimseler gibi başlarına buyruk
yaşamaya yönelmişler, çevrenin etkisiyle lüks bir hayat yaşamayı arzulamışlar;
fakat bu durumdan hoşlanmayan ve çok üzülen Peygamberimiz, onların bu
davranışlarına tepki olarak onları evlerinde yalnız bırakmış, bir ay yanlarına
uğramamıştır.

İşte bu gibi olgu ve olaylar, Yüce Allah'ın müdahalesini gerekli kılmış ve


Rabbimiz, Peygamberimizin eşlerine münhasır, sadece onları ilgilendiren âyetler
indirmiştir:

Ey Peygamber! Eşlerine söyle: “Eğer siz basit hayatı ve onun zînetini [süslü
çekiciliğini] istiyorsanız, gelin sizi yararlandırayım [size boşanma bedeli
ödeyeyim]. Ve güzel bir salma tarzıyla sizi salıvereyim. Eğer siz Allah'ı, Elçisi'ni ve
son yurdu istiyorsanız, artık hiç şüphesiz Allah, sizden muhsinler [iyileştirenler-
güzelleştirenler] için çok büyük bir ecir hazırlamıştır.” Ey Peygamber'in kadınları!
Sizden kim açık bir çirkin utanmazlıkta bulunursa, onun azabı [suçun cezası] iki kat
olarak artırılır. Bu da Allah'a göre pek kolaydır. Sizden kim de Allah'a ve Elçisi'ne
sürekli saygıda bulunursa ve sâlihi işlerse, ona da ecrini iki kerre veririz. Ve Biz ona
üstün bir rızık da hazırlamışızdır. Ey Peygamber'in kadınları! Siz kadınlardan
herhangi biri değilsiniz; eğer takvâlı davranıyorsanız, artık sözü çekicilikle
söylemeyin ki, sonra kalbinde hastalık bulunan kimse tamah eder. Sözü ma‘rûf bir
tarzda söyleyin. Evlerinizde vakarlı olun, ilk câhiliye gösterişi hâlinde gösteriş
yapmayın; Salâtı ikâme edin, zekâtı verin, Allah'a ve Elçisi'ne itaat edin. –Ey ehli
beyt! Gerçekten Allah, sizden kiri gidermek ve sizi temizlemek ister.– Ve
evlerinizde okunmakta olan Allah'ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Hiç şüphesiz
Allah, latîf'tir, habîr'dir. (Ahzâb/28-34)

Peygamberimizin eşlerine verilen görev, yatak odası ile mutfak arasında hayat
geçirmekten ibaret değildir. Onların görevi; bu işe baş koymak, bu büyük davaya
özveri ile hizmet etmek, bu davanın neferi olmak, fitne ve fesada fırsat vermemek,
evlerinde duydukları âyet ve hikmetleri insanlara anlatıp öğretmektir. Ayrıca,
İslâm'ı hayatının her anında uygulayan bir insan olan Peygamberimizin gece
yaşantısında bu uygulamaları nasıl yaptığının halka aktarılması da, geceleyin gelen
vahiylerin yazılıp saklanmasında Peygamberimize yardımcı olmak da, yine onların
görevlerindendir. Kısaca Peygamberimizin eşleri, günümüzün tabirleriyle hem
sekreter, hem zabıt kâtibi, hem de basın sözcüsü olmak durumunda kalmışlardır.
(Allah onlardan razı olsun.)

PEYGAMBERİMİZİN EŞLERİ:
38
Buhârî; “Tefsîr Kitabı”, Bab: 244, No: 309.

44
HATİCE

Huveylid kızı Hatice, ticaretle uğraştığından “tâcire”, temiz ahlâklı olduğundan


da “tâhire” diye anılan bir Mekkelidir. Daha önce başından iki evlilik geçen ve
birinci evliliğinden bir oğlu, ikinci evliliğinden de bir kızı olan Hatice,
Peygamberimizle, o henüz elçilikle görevlendirilmemiş iken evlenmiştir.

Peygamberimizin, kendisinden 15 yaş büyük olan bu itibarlı kadınla yaptığı


evlilik, –Hatice 65 yaşında ölene kadar– 25 sene sürmüştür. Hatice'nin önceki
evliliklerinden olan 2 çocuğuyla birlikte 7 çocuklu olan bu aile, dost ve düşmanların
ortak kabulü ile karşılıklı sevgi ve saygının esas olduğu örnek bir ailedir.
Peygamberimize iman eden ilk insan ve ilk kadın olan Hatice, büyük ve ağır
görevinde o'na hep destek olmuş, her zaman o'nun yanında yer almıştır.
Peygamberimizin Hatice ile evli kaldığı bu dönemle ilgili olarak olumsuz eleştiri
hiç yapılmamış, yapılamamıştır. (Allah ondan razı olsun.)

SEVDE

İlk Müslümanlardan olan Zem’a'nın kızı Sevde de Mekkelidir. Putperestlerin


baskısı sonucu kocasıyla birlikte Habeşistan'a hicret etmiş, ama kocasının orada
ölmesiyle, 50 yaşında dul kalmış ve himâyeye muhtaç hâle gelmiştir. Çünkü
akrabaları henüz Müslüman olmamışlardı ve Müslüman olduğu için de ona
düşmanlık besliyorlardı. Bu yüzden Sevde onların yanına dönemiyordu.

Sevde'nin bu durumunu bilen Müslümanlar onu, Hatice'nin ölümünden sonra


yedi çocukla bir başına kalan Peygamberimize eş olarak önerdiler. Bazı kaynaklar
Sevde'nin nikâh sırasında Peygamberimize şu sözleri söylediğini kaydetmektedir:
“Ben seninle, erkeğe arzu duyduğum için değil, sırf Peygamber hanımları arasında
Allah'ın huzuruna çıkabilmek için evlendim. Bana buna göre davran, ey Allah'ın
Rasûlü!”

Peygamberimizin bu evliliği beş yıl devam etmiş ve Sevde'nin ölümü ile son
bulmuştur. Bu târihte Peygamberimiz 55 yaşındadır.

ÂİŞE

Peygamberimizin evlilikleri içinde en çok irdelenen ve eleştiri konusu yapılan,


Âişe ile olan evliliğidir. Bu konuda, Âişe'nin henüz küçük bir çocuk iken
Peygamberimizle nikâhlandığı, büyümesi için üç yıl beklendiği ve ondan sonra
gerdeğe sokulduğu hikâyesi bir hayli yaygındır.

Peygamberimizin küçük bir çocukla nikâh kıyması bakımından dikkat çeken


bu hikâyenin aslının iyi araştırılması gerekir. Bu konu İbn İshâk'ın Sîyer'inde, İbn
Hişâm'ın Sîret'inde, İbn Sa‘d'ın Tabakât'ında, Taberî'nin Târih'inde, Mevlânâ
Şiblî'nin Asr-ı Saadet'inde ve Ali Himmet Berki ve Osman Keskioğlu tarafından
hazırlanan Hatemu'l-Enbiyâ Hz. Muhammed ve Hayatı adlı eserde genişçe yer
almaktadır. Bu kaynaklardan öğrendiğimiz târihî gerçek ise şudur:

Âişe, Peygamberimizle nişanlanmadan önce, Mut’im oğulları'ndan Cübeyr ile


nişanlıdır. Yani, evlilik çağındadır ve Peygamberimizle evlendiğinde küçük bir

45
çocuk değildir. Yukarıda adını verdiğimiz târihî eserlerden bazısı,
Peygamberimizin, Cübeyr ile nişanlı olan Âişe'yi babası Ebû Bekr'den istediğini,
Ebû Bekr'in de Peygamberimize, Mut’im oğulları'yla konuşacağını ve ancak onlar
nişanı bozarlarsa o zaman Âişe'yi kendisine verebileceğini söylediğini, putperest
olan Mut’im oğulları'nın ise, Müslüman olan Âişe'nin oğullarını da kendi dinine
döndüreceğinden korkarak, bu nişanı bozmak arzusunda olduklarını yazmaktadırlar.

İlk olarak; Âişe'nin, Mut’im oğulları'ndan Cübeyr ile nişanlı olduğu tartışmasız
bir gerçektir; çünkü eldeki tüm târih kitaplarında bu bilgi kayıtlıdır. İkinci olarak,
bu nişanın İslâmiyet'ten sonra olması mümkün değildir. Çünkü, mü’min bir kadının,
müşrik bir erkekle evlenmesini yasaklayan Bakara/221 âyeti, Ebû Bekr'in kendisi
gibi Müslüman olan kızını bir müşrike vermesini engellemektedir. Dolayısıyla Ebû
Bekr, kızı Âişe'yi, Mut’im oğulları'na, kendisi Müslüman olmadan evvel nişanlamış
olmalıdır. Demek ki Âişe, daha o zamanlarda bile evlilik çağında olan bir kızdır ve
yörenin iklim şartlarına göre en az 12-14 yaşlarındadır. Diğer taraftan eldeki tüm
târih kaynaklarının mutabık oldukları ve Ana Britannica'nın da yazdığı gibi Âişe,
Peygamberimizle hicretten önce nişanlanmış, hicretten sonra nikâhlanmıştır. Bazı
kaynaklar hicretten evvel nikâhlanıp, hicretten sonra gerdeğe girdiğini yazsalar da,
yine tüm kaynaklarda yer alan aşağıdaki metin, bu iddia ile uyuşmamaktadır:

Medîne'nin havası Mekkeli Müslümanlara çok dokunmuştu. Mekkeli


Müslümanlar hep hastalanmışlardı. Hasta olanların içinde Âişe de vardı. Hastalık
geçince Ebû Bekr, Hz. Muhammed'in huzuruna gelip şöyle dedi: “Ey Allah'ın
Rasûlü! Neden nişanlın Âişe'yi kendi evine almıyorsun?” Hz. Muhammed cevaben,
“Mehir yüzünden ey Ebû Bekr, şu anda Âişe'ye mehir ödeyecek durumda değilim”
dedi.39

Görüldüğü gibi metinde açıkça nişandan söz edilmektedir. Ayrıca, nikâh


anında tesbit edilip muaccel [peşin] veya müeccel [vadeli borç] olarak verilebilecek
mehirin henüz tesbit edilmemiş olması da nikâhın hicretten hemen sonra
kıyılmadığını gösterir.

Sonuç olarak kaynakların verdiği bilgilerden anlaşılıyor ki Âişe,


Peygamberimiz ile evlendiğinde, çocuk yaşta olmayıp, nişanlısından ayrılmış genç
bir kızdır.

Peygamberimizin bu evliliği, hem kızıyla evlenerek kendisini şereflendirdiği


Ebû Bekr'in İslâm'a daha fazla maddî ve manevî yardımını sağlamış, hem de
Âişe'nin herkes tarafından bilinen İslâm'ı anlama ve anlatma yönündeki dirâyeti
sayesinde Peygamberimizin elçilik görevini yaparken duyduğu rahatlık için isâbetli
bir karar olmuştur.

HAFSA

Ömer kızı Hafsa, okuma-yazma bilen ve Habeşistan'a göç eden cefakâr


Müslümanlardandır. Kocası Hunays b. Huzâfa Bedir'de şehid olunca Hafsa dul
kalmıştır. Onun bu durumuna çok üzülen babası Ömer, sahabenin ileri gelenleri
arasından ona uygun bir eş aramıştır. Sonuçta Hafsa ile Peygamberimiz evlenmiş,

39
İbn Sa‘d, Tabakâtu'l-Kübrâ; c. 8, s. 62-63.

46
böylece Ömer gibi güçlü bir kişi ile akrabalık bağları kuran Peygamberimiz, elçilik
görevinde büyük bir destek daha sağlanmıştır.

HUZEYME KIZI ZEYNEB

Kocası Bedir'de şehid olan ve 60 yaşında dul kalan Zeyneb'e evlilik teklifini
bizzat Peygamberimiz yapmış ve bu evlilik iki yıl sonra Zeyneb'in ölümü ile son
bulmuştur.

UMM SELEME

Habeşistan'a hicret eden Müslümanlardan olan ve okuma-yazma bilen Umm


Seleme, kocasının Uhud'da yaralanıp, iki ay sonra o yara sebebiyle ölmesi sonucu 4
çocuk ile dul kalmıştır. Himayeye muhtaç olan Umm Seleme, sahabenin ileri
gelenleri tarafından kendisine yapılan evlenme tekliflerini yaşlı oluşunu bahane edip
reddetmiştir. Peygamberimizin elçi göndererek yaptığı aynı yöndeki teklifi de
yaşlılığını, çocuklarını ve kıskanç bir yapıda oluşunu bahane ederek reddeden Umm
Seleme, Peygamberimizin, “Yetimleri zaten yanıma alacağım. Kıskançlığının
gitmesi için Allah'a dua edeceğim. İhtiyarlığın ise bir engel değil” sözleri üzerine
nikâhlanmaya razı olmuştur.

CAHŞ KIZI ZEYNEB

Peygamberimizin Cahş kızı Zeyneb'le evliliği, her Müslüman tarafından


inceden inceye bilinmelidir. Çünkü bu evliliğin her yönü hikmet ve ibretle dolu
olup, önemine binâen de Kur’ân'da yer almıştır. Ayrıca bu evlilik, gerçekleri
çarpıtarak Müslümanların zihinlerini bulandırmak isteyen İslâm düşmanları
tarafından bu amaçlarına alet edilmek istendiğinden, Müslümanlarca iyi
öğrenilmelidir.

Öncelikle şu husus bilinmelidir ki, bu uygulamanın tarafları saygı ve övgüye


lâyık kişilerdir. Çünkü bu evlilik, İslâm devriminin teorik öğretilerinin pratik hayata
geçirilen ilk uygulamasıdır. Bu evlilik ile Arap toplumundaki iki yanlış ortadan
kaldırılmış ve iki tabu yıkılmıştır.

İlk olarak; Müslüman kadınların câhiliye bakış açısıyla, Müslüman da olsalar


itibar etmedikleri, hor gördükleri, evlenmek istemedikleri azatlı köleler, toplum
içinde hür kişilerle aynı seviyeye getirilmiştir. Yukarıda başka bir vesile ile
zikrettiğimiz Bakara/221 âyeti, Müslümanlara şu tavsiyelerde bulunmakta idi:

Ve müşrik kadınları, iman edinceye kadar nikâhlamayın. İman etmiş bir câriye
–sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da– müşrik bir kadından daha hayırlıdır. Müşrik
erkekleri de iman edinceye kadar nikâhlamayın; iman etmiş bir erkek köle –sizin
çok hoşunuza gitmiş olsa da– müşrik bir erkekten daha hayırlıdır. Onlar ateşe
çağırırlar, Allah ise kendi bilgisi ile cennete ve mağfirete çağırır. O, öğüt alıp
düşünürler diye insanlara âyetlerini ortaya koyar. (Bakara/221)

Ama bu âyetin önerisinin hayata geçirilmesi lâzımdı ki amaç gerçekleşsin. İşte


Peygamberimiz bu amacı gerçekleştirmek için, halasının kızı olan Zeyneb'i, kölesi
(evlâtlığı) Zeyd ile evlendirmek istedi. Ama Zeyneb toplumda yer etmiş tabulara

47
göre gururuna dokunan bu işe pek sıcak bakmadı ve Peygamberimizin ısrarına
rağmen bu evliliğe razı olmadı. Tam bu sırada Allah'ın emri geldi ve tartışmalar
bitti:

Ve Allah ve Elçisi bir işte hüküm verdiklerinde, hiç bir mü’min erkek ve
mü’min kadın için kendi işlerinde serbestlik yoktur. Ve kim Allah'a ve Elçisi'ne
isyan ederse o, açık bir sapıklıkla sapmıştır. (Ahzâb/36)

Emir büyük yerden gelince itaat şart oldu ve hür Zeyneb ile azatlı köle Zeyd
evlendi. Böylece İslâm'ın insanları eşit kabul ettiği, İslâm toplumunda insanların hür
ve köle diye ayrıma tâbi tutulamayacağı, hür bir Müslüman kadın ile Müslüman bir
kölenin evlenebileceği, bu somut olayla tüm dünyaya gösterilmiş oldu.

İkinci olarak da; evlâtlıkların öz evlât olarak kabul edilmesi yanlışı ve bundan
doğan neticeler ortadan kaldırıldı. Bu konuda da Yüce Allah'ın bir tavsiyesi mevcut
idi:

Allah, bir er kişinin göğüs boşluğu içinde iki kalp kılmadı. Ve kendilerini
annelerinize benzeterek yemin konusu yaptığınız [zıhârda bulunduğunuz] eşlerinizi
de sizin anneleriniz kılmadı. Evlâtlıklarınızı da sizin öz çocuklarınız saymadı. Bu,
sizin ağzınızla söylemenizdir. Allah ise hakkı söyler. Ve yol'a kılavuzlar. Onları
[evlâtlıkları] babalarına nisbet ederek çağırın; bu, Allah katında daha
hakkaniyetlidir. Artık, eğer babalarını bilmiyorsanız artık onlar, dinde sizin
kardeşleriniz ve mevâlinizdir [sözleşmeyle yakınlık kurduklarınızdır]. Kalplerinizin
kasıt göstererek yaptıkları şeyler dışında hata olarak yaptıklarınızda ise, sizin için
bir günah yoktur. Ve Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. (Ahzâb/4-5)

Evet, İslâm'a göre (Nisâ/23) de evlâdın eski karısının nikâhlanması caiz


değildir. Ama evlâtlık, Kur’ân hükmüne göre öz evlât sayılamayacağından,
evlâtlığın eski karısı, evlâdın eski karısı hükmünde değildir, dolayısıyla da bir
kimsenin evlâtlığının eski karısı ile nikâhlanmasında bir sakınca yoktur. İşte
Peygamberimizin Zeyneb'le evlenmesi, evlâtlıkların öz evlât gibi telâkki
edilmemesi gerektiğini çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Toplumdaki bu
yanlışı ortadan kaldıran ve bu tabuyu yıkan ilk uygulama Rabbimizin talimatı ile
olmuştur:

Ve hani sen, Allah'ın kendisine nimet verdiği ve senin de kendisine nimet


verdiğin kişiye, “Eşini yanında tut ve Allah'a takvâlı davran!” diyordun; insanlardan
çekinerek Allah'ın açığa vuracağı şeyi kendi içinde saklı tutuyordun. Oysa Allah,
Kendisine haşyet duymana çok daha lâyıktı. Artık Zeyd, ondan ilişkisini kesince,
Biz onu seninle evlendirdik; ki böylelikle evlâtlıklarının kendilerinden ilişkilerini
kestikleri zaman, onlarla evlenme konusunda mü’minler üzerine bir güçlük olmasın.
Allah'ın emri yerine getirilmiştir. Allah'ın kendisine farz kıldığı şeyde Peygamber
üzerine, daha önce gelip geçen kimselerde; Allah'ın verdiği elçilik görevini tebliğ
eden, O'na haşyet duyan ve Allah'tan başka kimseye haşyet duymayan kimselerde
olan Allah'ın sünneti [yasası] olarak bir güçlük yoktur. Allah'ın emri, takdir edilmiş
bir kaderdir. Hesap görücü olarak Allah yeter. Muhammed, sizin er kişilerinizden
hiç birinin babası değildir. Ancak o, Allah'ın Elçisi ve peygamberlerin
sonuncusudur. Ve Allah, her şeyi en iyi bilendir. (Ahzâb/37-40)

48
Görüldüğü gibi olaylar, tarafların iradeleri dışında gelişmiş olup, yaşananlar,
takdir edilmiş bir kaderdir. Ama bir tabunun yıkılması ve bir yanlışın düzeltilmesi
hususunda örnek olma şerefi de, Zeyd ile Zeyneb'e aittir. Ayrıca Zeyneb, Allah'ın
talimatlarına itaat etmesinin ve gösterdiği özverinin dünyadaki karşılığını, Allah'ın
Elçisi'ne eş ve Müslümanlara ana olmak şerefiyle almıştır.

UMM HABÎBE

Umm Habîbe, Mekke'nin amiri, bir dönem İslâm dininin ve Peygamberimizin


düşmanı, Bedir ve Uhud'un baş aktörü Ebû Süfyân'ın kızıdır.

Habeşistan'a göç eden Müslümanlardan olan Umm Habîbe, kocasının


Habeşistan'da Hristiyan olması sebebiyle onu terk etti. O zamanlar İslâm'ın en
büyük düşmanı olan babasının yanına da dönemeyen ve Habeşistan'da yapayalnız
kalan Umm Habîbe'yi Peygamberimiz Medîne'ye getirtti ve onunla evlendi. Böylece
en büyük düşmanına damat oldu. Onun sayesinde kurulan akrabalık bağları,
Müslümanlara gelebilecek zararları tam olarak ortadan kaldırmasa da önemli ölçüde
azalttı. Mekke'nin fethinde de büyük rol oynayan bu evlilik de, İslâm'ı yayma ve
destek sağlamaya yöneliktir. Aşağıdaki âyet, bu olaylardan sonra inmiştir:

Belki Allah, sizlerle onlardan kendilerine karşı düşmanlık beslemekte


olduğunuz kimseler arasında bir sevgi kılar. Allah, en iyi güç yetirendir. Ve Allah,
çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. (Mümtehine/7)

HÂRİS KIZI MEYMÛNE

Daha önce iki kez evlenmiş olan ve ikinci kocasının ölümü sonrasında hayatını
hizmetçi olarak Peygamberimize vakfetmek isteyen Meymûne, Peygamberimizin
evlendiği son kadındır. Peygamberimiz, gösterdiği özveri karşılığında bu kimsesiz
kadınla nikâhlanmış ve onu mü’minlere anne yaparak şereflendirmiştir.

CÜVEYRİYE

Benû Mustalık savaşı'nda kocası ölen ve ganimet taksiminde Peygamberimizin


payına düşen Cüveyriye, kabile reisinin kızıdır. Esirlik ona zor gelmiş,
Peygamberimiz de onu hürriyetine kavuşturmuş ve ona evlenme teklif etmiştir. Bu
teklifi memnuniyetle kabul eden Cüveyriye ile Peygamberimizin evliliği, şu
sonuçları doğurmuştur:

• Müslüman mücâhidler Cüveyriye'nin kabilesinden aldıkları tüm esirleri


serbest bırakmışlardır.

• Peygamberimizin bu hareketi ile esirleri küçük görme tabusu yıkılmıştır.

• Cüveyriye'nin kabilesinin tümü Müslüman olmuştur.

SAFİYE

Esas adı Zeyneb olup, Hayber'de bir Yahûdi kabilesinin reisi olan Huyey'in
kızıdır. Hayber savaşı'nda kocası ölen Safiye de, Cüveyriye gibi esir düşmüş ve

49
ganimet taksiminde Peygamberimize isâbet etmiştir. Peygamberimizin câriyesi
olmuş ve kendisine “ganimet payı” anlamında “Safiye” denmiştir.

Peygamberimiz onu azat edip, isterse kavmine dönebileceğini söylemesine


rağmen o Peygamberimizi tercih ederek Müslüman olmuş ve mü’minlerin annesi
olma şerefine ermiştir.

Bu evlilik sayesinde de, çevredeki Yahûdilerin kin ve düşmanlıkları


hafiflemiştir.

MARİYA

Peygamberimiz, elçiler göndererek çevredeki hükümdarları İslâm'a davet


etmekteydi. Bu davetlerden biri de Mısır hükümdarına yapılmış ve o günkü Mısır
hükümdarı Peygamberimize bir jest olarak iki kız kardeşi; Mariya ile Sirin'i hediye
olarak göndermişti. Sirin, Peygamberimiz tarafından şair Hasan b. Sâbit ile
evlendirilmiş, Mariya'yı da Peygamberimiz nikâhlamıştır. Bu evlilikten İbrâhîm
doğmuş, ama küçük yaşta ölmüştür.

Bu evlilik, İslâm dininin yayılmasında çok büyük rol oynamıştır. Bizans


sınırları içerisine yapılan tüm seferlerde Mısır hep Müslümanların tarafını tutmuş;
ya doğrudan desteklemiş ya da tarafsız kalarak İslâm kuvvetlerine dolaylı yardımda
bulunmuştur. Mısır'ın İslâm dini ile müşerref olmasında Peygamberimizin Mariya
ile evlenmesinin rolü büyük olmuştur.

NETİCE

Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacağı üzere Peygamberimiz, bekârlığında da,


evliliğinde de iffet örneği bir kişidir. Hayatının hiç bir döneminde, kadın düşkünü
olarak nitelenmeyi gerektirecek bir davranışta bulunmamış, hele şehvet, hep uzak
kaldığı bir özellik olmuştur. Bazı İslâm düşmanlarının, o'nun seks manyağı olduğu
yolundaki iftiraları, ancak o'nun otuz erkek gücünde olduğu yalanını uyduran sözde
Müslümanların hastalıklı beyinlerinde yarattıkları hayalî kişilik için söz konusudur.
Eşlerinin kimlik ve kişilikleri de yakından incelendiğinde durumun böyle olduğu
daha da açıklık kazanmaktadır.

Peygamberimizin çok eşliliği; maddî, manevî, siyasî, sosyal alanlarda yardım


ve destek sağlaması ve elçilik görevinde zorluk çekmemesi için o'na tanınmış bir
ayrıcalık olup başkalarını ilgilendirmez; sünnet olarak başkaları tarafından tatbik ve
taklit edilemez.

53. Ey iman eden kimseler! Peygamber'in evlerine sadece –vaktine


bakmaksızın– yemeğe izin verilince girin. Ama çağırıldığınız vakit hemen girin.
Artık yemeği yediğinizde de hemen dağılın. Söz için de beklemeyin. Şüphesiz bu
(hâliniz) Peygamber–e eziyet veriyor, sonra da o, sizden utanıyor. Allah ise
gerçekten utanmaz. Onlardan [onun hanımlarından] bir kazanım istediğiniz
zaman da perde arkasından isteyin. Bu [böyle yapmanız], sizin kalpleriniz ve
onların kalpleri için daha temizdir. Ve sizin Rasûlullah'a eziyet etmeniz ve
kendisinden sonra hanımlarını da ebediyen nikâh etmeniz olacak bir şey değildir.
Bu, Allah katında çok büyüktür.

50
54. Siz bir şeyi açığa vursanız yahut onu gizleseniz biliniz ki, şüphesiz
Allah, her şeyi en iyi bilendir.

55. Onların [Peygamber eşlerinin] üzerine, babaları, oğulları, kardeşleri,


erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları ve
sözleşmelerinin sahip oldukları hakkında bir günah yoktur. –Ve siz
[Peygamber'in eşleri], Allah'a takvâlı davranın.– Şüphesiz Allah, her şeye en iyi
tanıktır.

Bu âyet grubunda, birtakım görgü kuralları, Rasûlullah'ın ailesine karşı


mü’minlerin davranış tarzı ve o'nun eşlerine yönelik özel ilkeler konu edilmektedir:

• Peygamber'in evlerine sadece –vaktine bakmaksızın– yemeğe izin verilince


girilmeli; ama çağırılınca hemen girilmelidir.

• Yemek yendikten sonra hemen gidilmeli, söz-sohbet için beklenmemelidir.

• Peygamber eşlerinden bir şey istenilecek olduğunda, eve dalmadan perde


arkasından istenmelidir.

• Peygamber eşlerinin; babaları, oğulları, kardeşleri, erkek kardeşlerinin


oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları ve sözleşmelerinin sahip
oldukları kişilerin eve girmelerinde bir günah yoktur.

• Aksi davranışlar Allah Elçisi'ni üzmektedir.

• Allah Elçisi'nin eşlerini nikâhlamak söz konusu değildir.

Bu âyet grubunun iniş sebebine dair şu nakiller mevcuttur:


Rasûlullah (s.a) Zeyd'in hanımı olan Cahş kızı Zeyneb ile evlendiğinde bir
ziyafet vermiş ve insanları davet etmişti. Yemeklerini yedikten sonra onlardan bir
kesim Rasûlullah'ın (s.a) evinde oturup konuşmaya daldılar. Hanımı ise, yüzünü
duvara doğru çevirmiş bekliyordu. Onların bu tutumları Rasûlullah'a (s.a) ağır
geldi. Enes dedi ki: “Peygamber'e sohbete dalmış olanların çıkıp gittiklerini ben mi
o'na, yoksa o mu bana haber verdi bilemiyorum.” (Enes devamla) dedi ki:
“Peygamber gitti ve evine girdi. Ben de o'nunla birlikte girmek istedim. Benimle
kendisi arasına perdeyi çekti ve hicab hükmü nâzil oldu. O topluluğa kendilerine
verilen öğütler ile öğüt verdi. Azîz ve celîl olan Allah da, Ey iman edenler!
Peygamber'in evlerine... girmeyin... Çünkü bu Allah'ın yanında çok büyük bir iştir
buyruğu nâzil oldu.”40
İsmâîl ibn İshâk dedi ki: Bize Muhammed b. Ubeyd anlattı, dedi ki: Bize
Muhammed b. Sevr, Ma‘mer'den naklen anlattı. Ma‘mer'in Katâde'den naklettiğine
göre bir adam, “Şâyet Rasûlullah (s.a) vefat edecek olursa, Âişe ile evlenirim”
demiş. Bunun üzerine, Sizin Allah'ın Rasûlü'ne eziyet vermeniz de... âyeti ile Onun
zevceleri de analarıdır (Ahzâb/6) âyeti nâzil oldu.41

40
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
41
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

51
Bu âyetin sebeb-i nüzûlünün, insanlardan birisinin –ki bunun Talha ibn
Ubeydillah olduğu ileri sürülmüştür–, “Şâyet Muhammed'den geri kalırsam,
mutlaka Âişe ile evleneceğim” demesi olduğu ileri sürülmüştür.42
Hicabın nüzûl sebebini, gerek Enes'in, gerek Ömer'in (r.anhuma) hadislerine
dayanarak açıklamış bulunuyoruz. Ömer (r.a), dışarı çıktığı vakit Sevde'ye –ki
uzun boylu bir hanımdı–, “Seni gördük [tanıdık] ey Sevde” diyordu. Bu sözleri
hicaba dair hükmün inmesini çokça arzulamasından dolayı söylüyordu. Bunun
üzerine yüce Allah da hicab âyetini indirmişti. Bütün bu sebeplerin bir arada oluşu
dolayısıyla âyetin inmiş olma ihtimali de uzak değildir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.43
Hicab âyeti nâzil olunca babalar, oğullar ve yakın akrabalar Rasûlullah'a
(s.a), “Biz de mi onlarla perde arkasından konuşacağız?” diye sordular. Bunun
üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.44
Bu âyetlerden anlaşıldığına göre Allah, görgü kuralları ve temizlik kültürü
henüz gelişmemiş olan o günün Araplarını eğitmeyi murad etmiştir. Kur’ân'da buna
yönelik birkaç âyet vardır:
Ey iman etmiş olan kimseler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark
ettirip ev halkına selâm vermedikçe girmeyin. Bu, sizin için daha iyidir. Belki siz
düşünüp anlarsınız. (Nûr/27)
Ey iman etmiş kişiler! Salâta [eğitim-öğretime, sosyal yardım çalışmasına]
doğru kalktığınız zaman, hemen yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın.
Başlarınızı ve iki topuğa kadar ayaklarınızı el ile silin. Ve eğer cünüb
[kopuk/şehveti kabarık] iseniz temizlik üstüne temizlik yapın [cinsel ilişkiye girin,
orgazm olun ve yıkanın]. Ve eğer hasta iseniz yahut yolculukta iseniz yahut sizden
birisi çukurdan [tuvaletten] gelmişse yahut kadınlarla temaslaştıysanız [cinsel
ilişkiye girdiyseniz], sonra da su bulamamışsanız, hemen temiz bir toprağa yönelin.
Sonra da ondan [temiz topraktan] yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Allah size
herhangi bir güçlük çıkarmak istemez, fakat sizi temizlemek ve şükredesiniz diye
üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister. (Mâide/6)
Ey iman etmiş olan kimseler!! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark
ettirip ev halkına selâm vermedikçe girmeyin. Bu, sizin için daha iyidir. Belki siz
düşünüp anlarsınız. Sonra da orada kimseyi bulamazsanız, size izin verilinceye
kadar oraya girmeyin. Ve eğer size, “Geri dönün!” denilirse, hemen dönün. Çünkü
bu, sizin için daha temizdir. Ve Allah, yaptığınızı en iyi bilendir. İçinde size ait
herhangi bir değerin bulunduğu oturulmayan evlere girmenizde üzerinize bir
sakınca yoktur. Ve Allah, sizin açığa vurduğunuz şeyleri ve gizlediğiniz şeyleri
bilir. Mü’min erkeklere, bakışlarından bir kısmını kısmalarını ve ırzlarını
korumalarını söyle. Bu, onlar için daha arındırıcıdır. Kuşkusuz Allah, onların yapıp
ürettiklerine haberdardır. Mü’min kadınlara da, bakışlarından bir kısmını
kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Zînetlerini de –görünenler hariç– belli
etmesinler. Örtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar. Ve süslerini, kocaları,
babaları, kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek
kardeşlerinin oğulları, kız kardeşin oğulları, kadınlar, yeminlerinin sahip oldukları,
kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar ve
kadınların avretlerini [cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar
dışındakiler için belli etmesinler. Süslerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi için

42
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
43
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
44
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

52
ayaklarını vurmasınlar. Ve ey mü’minler! Başarıya ermeniz için hepiniz topluca
Allah'a tevbe edin! (Nûr/27-31)
56. Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'i destekliyorlar [yardım
ediyorlar]. Ey iman etmiş kimseler! Siz de o'na destek olun [o'na yardım edin] ve
o'nun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayın!
Bu âyette, mü’minlerin Rasûlullah'a karşı görevleri bildirilmektedir:
Mü’minler de, Allah ve meleklerinin Rasûlullah'ı destekledikleri gibi o'nu
destekleyip güvenliğini sağlamalıdırlar.
Çok önemli bir konu içeren bu âyet, târihî süreç içerisinde yozlaştırılmıştır.
Şöyle ki:
Rivâyet olunduğuna göre o'na, “Ey Allah'ın Rasûlü! Azîz ve celîl olan
Allah'ın, Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'e salât ederler buyruğu hakkında
ne dersin?” diye sorulmuş, Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Bu örtülüp gizli
tutulmuş ilimdendir. Şâyet siz bu hususta bana sormamış olsaydınız, bu hususu
size haber vermezdim. Yüce Allah, benim için iki melek görevlendirmiştir. Bir
Müslümanın yanında anılıp da o bana salât getirecek olursa, mutlaka o iki melek,
‘Allah sana mağfiret buyursun’ derler. Yüce Allah ve melekleri de bu iki meleğe
cevap olarak, ‘Âmin’ derler. O iki melek, yanında adım anıldığı hâlde bana salât
getirmeyen bir Müslüman için de, ‘Allah sana mağfiret etmesin’ derler. Yüce
Allah ve melekleri de o iki meleğe ‘Âmin’ diye cevap verirler.”45
Bu âyetle ilgili “Salât” yazımız çerçevesinde yazdıklarımızı aynen
naklediyoruz:

SALÂVÂT

Kur’ân'a bakıldığında görülür ki, Allah ve melekler, sadece Peygamberimize


değil, mü’minlere de –karanlıklardan nûra çıkarmak için– salât etmektedirler:

O, odur ki sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye Kendisi ve melekleri


sizin için gerekeni yapıyor/size destek oluyor [yusalli ‘aleykum]. Zaten O,
inananlara karşı çok acıyıcıdır. (Ahzâb/43)

Bu âyet, aşağıdaki şu âyetle karşılaştırıldığında, Allah'ın salâtının nasıl ve ne


demek olduğu daha iyi anlaşılır:

O, odur ki, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye kulu üzerine gerçeği
apaçık gösteren âyetler indiriyor. Allah size karşı gerçekten çok şefkatli, çok
acıyıcıdır. (Hadîd/9)

Göklerde ve yeryüzünde bulunanların, dizi dizi kuşların Allah'ı tesbîh


ettiklerini görmedin mi? Hepsi kendi tesbîhini ve salâtını mutlaka bilmektedir.
Allah da, onların yapmakta olduklarını hakkıyla bilir. (Nûr/41)

Görüldüğü gibi Allah'ın salâvâtından, yani yardımlarından, desteklerinden biri


de, “kulu üzerine gerçeği apaçık gösteren âyetler indirmesi”dir.

Ayrıca, Allah korku, açlık, mal, can ve ürün noksanlığı ile denediği zaman
sabredip, kendilerine bir musibet isâbet ettiği vakit teslim olup, Muhakkak biz,

45
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

53
Allah içiniz ve şüphesiz O'na dönücüleriz diyenlere, Rabb'lerinden rahmet ve
salâvât (Bakara/157) olduğu belirtilmektedir.

Bunlardan başka yukarıda, “Peygamber'e Salât [destek]” başlığı altında


mealini verdiğimiz birçok âyette de Peygamberimizin salâvâtından
bahsedilmektedir.

Fakat ne acıdır ki, bütün bu âyetlere rağmen bugüne kadar Müslümanlar


arasında “salâvât”ı bir tekerleme şekline sokan anlayış hâkim olmuş, bu anlayışın
yarattığı istifhamlar ise düşünülüp sorgulanmamıştır. Meselâ Allah, Peygamber'i ve
kulları için kime, niçin, nasıl salâvât getirecektir? Zira yaratan, yaşatan, affedecek
olan, mâlik-i yevmi'd-dîn O'dur. Bütün yetkileri elinde bulunduran Allah'ın salâvât
getirmesinin mantığı nedir? Yoksa, Allah ve melekler bir salâvât korosu kurmuşlar
da bizi de o koroya katılmaya mı davet etmektedirler? İnsanların her gün onlarca
defa getirdiği salâvâtın kime ne faydası vardır? Yüce Allah, Peygamberi'ne
merhamet edecek ve o'nu affedecek ise, bizi o'nun için yalvarttırmadan doğrudan
Kendisi affetse olmaz mı?

Gerçi bu soruların bazılarına kılıf hazırlanmış; salât'ın, Allah'a nisbet


edildiğinde “kullarına rahmet etme”; meleklere nisbet edildiğinde “kullar için af
dileme”; kullara nisbet edildiğinde “dua” anlamına geldiği söylenmiştir. Ama
bunların gerçeklerle ilgisi yoktur ve sırf işin içinden çıkılamadığı için
uydurulmuştur. Sonuç olarak da bu tarz hileler, meselenin daha karmaşık hâle
gelmesinden başka bir işe yaramamıştır. Çünkü Bakara sûresi'nde, İşte böyleleri
üzerine Rabb'lerinden salâvât [destekler, yardımlar] ve bir rahmet vardır
(Bakara/157) buyurularak, rahmet ve salâvât'ın ayrı şeyler olduğu ifade edilmiştir.

O hâlde, meselenin esasından uzaklaşmamak için salât sözcüğünün hakiki


anlamına dönmek ve ondan sapmamak gerekmektedir.

Ancak iş burada bitmemektedir. Çünkü salât sözcüğü gibi, ‫[ سلم‬selâm] ve ‫تسليم‬


[teslîm] sözcükleri de kültürümüze yanlış anlamla girmiştir. Dolayısıyla, ve sellimû
teslîmen (Ahzâb/56) ibaresinin de açıklanıp aydınlatılma zarureti vardır. Mevcut
meallerde ibareye –bazı kelime farklılıklarıyla– ve tam bir teslimiyetle selâm verin
şeklinde karşılık verildiği görülür. Hâlbuki sözcüklerin gerçek manalarına göre
ifadeden bu anlam çıkmamaktadır. Zira âyetteki, ‫[ سّلموا‬sellimû] ve ‫[ تسليمًا‬teslîmen]
sözcüklerinin kökü, ‫[ س ل م‬s-l-m] harflerinden oluşan ve muhtelif harekelerle de
ifade edilebilen selm, silm kökleridir. Hangisi kabul edilirse edilsin bu kökler,
“selâmetlik”, yani –eski tabirle– “isâbet-i mekruhtan emîn olmak” anlamını taşır.

Sellimû ve teslîmen ifadeleri ise, mezidattan “tef‘il” babından emr-i hazır ve


mastardır. Bu babda anlam; “emîn kılmak, korumak, güvenlik sağlamak”tır.
Meselâ, sellemehullâh ifadesi; “Allah onu korudu, onun güvenliğini sağladı”
demektir. Dolayısıyla konumuz olan âyetteki ibarenin manası, “ve tam bir güvenlik
sağlamak sûretiyle Peygamber'in güvenliğini sağlayın” demektir. Peygamber'in tam
olarak güvenliğini sağlamak için ise, o'nun çevresindekilerin canla-başla çaba
harcamaları gerekir. Yoksa Peygamber'in güvenliğinin lâfla, birtakım tekerleme
şeklindeki temennilerle sağlanması mümkün değildir. Nitekim bu âyetler indiği
zaman sahabe-i kiram bir köşeye çekilip, “Allahumme salli ve sellim…” dememiş,

54
varıyla-yoğuyla, canıyla harekete geçip Allah yolunda Peygamberimize destek
olmuş, o'nun güvenliğini bu şekilde sağlamışlardır.

Bu izahattan sonra konumuz olan âyetin çevirisi şöyle olmalıdır:

Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'i destekliyorlar [yardım ediyorlar]. Ey


mü’minler! Siz de o'na destek olun [o'na yardım edin] ve o'nun güvenliğini tam bir
güvenlikle sağlayın! (Ahzâb/56)

Bu âyetin yer aldığı sûrede, Peygamberimizin özel hayatı, aile hayatı, sırları,
misyonu, eşlerinin konumu, görevleri ve ayrıcalıkları yer alır. Konumuz olan âyeti
doğru anlayabilmek için sûrenin tamamının dikkate alınması gerekir. Sûrenin, konu
ve pasaj bütünlüğü bozulmadan okunması hâlinde hem salâvât kavramı daha iyi
anlaşılacak, hem de Allah'ın emri doğrultusunda destek ve güvenlik sağlama
görevlerini yapmayarak Peygamber'i üzenlerin âkıbeti (57-58. âyetlerde)
görülecektir.

Âyette geçen ‫[ يصحححّلون‬yusallûne] sözcüğü, fiil-i muzâri sîgasıyla vârid


olduğundan, ifadeye, Allah ve meleklerin Peygamber için gerekeni, “sürekli yapıp
durdukları” vurgusu katar. Dolayısıyla destek olmakla, Peygamber'in güvenliğini
sağlamakla, bu işe çaba harcamakla yükümlü olan mü’minlerin, yerlerinde
oturmamaları; sürekli görev başında olmaları gerekir. Peygamber bugün aramızda
olmadığına göre bu görev [destek ve güvenlik sağlama görevi], toplumda salâtı
ikâme eden [zihnî ve mâlî desteği oluşturup ayakta tutan] kişi ve kurumlara karşı
yapılmalıdır.

Bu açıklamalardan sonra bir de, Allah'ın bizden istediği bu iken, ya ihânetten


ya cehâletten ortaya atılmış olan rivâyetlere uyup, “Padişahım çok yaşa!” benzeri
tekerlemeleri söyleyerek salâvât getirdiğini zannedenlerin durumuna bakmakta
yarar vardır. Bize göre manzara şudur:

Allah, Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'i destekliyorlar [yardım


ediyorlar]. Ey mü’minler! Siz de o'na destek olu [yardım edin] ve o'nun güvenliğini
tam bir güvenlikle sağlayınız! buyuruyor, ama onlar; “Allahumme salli alâ
muhammed ve sellim… [Ey Allahım! Muhammed'e Sen yardım et, gerekli desteği
Sen yap ve o'nun güvenliğini Sen sağla]” diyorlar.

Ne büyük çelişki ve ne iğrenç küstahlık!

Hâlbuki Peygamberimize yapılacak salâtın niteliği, Kur’ân'da gâyet açık olarak


belirtilmiştir:

Yine bedevilerden kimi de vardır ki, onlar, Allah'a ve âhiret gününe inanır ve
harcadığını Allah katında yakınlıklar ve Elçi'nin destekleri edinir [sayar]. Gözünüzü
açın! Şüphesiz bu, onlar için bir yakınlıktır. Allah onları yakında rahmetine
girdirecektir. Şüphesiz Allah, gafûr'dur, rahîm'dir. (Tevbe/99)

Ucûbe din kapsamında “salâvât getirmek” diye adlandırılan sözler,


İsrâîloğulları'nın, Ey Mûsâ! Onlar orada oldukça biz oraya asla girmeyeceğiz. Hadi
sen git, Rabbinle birlikte savaşın. Biz şuracıkta oturacağız (Mâide/24) şeklindeki

55
sözlerine benzemektedir, ki İsrâîloğulları bunun bedelini çok ağır ödediler. Bu
olaylar, Kur’ân'da Mâide sûresi'nde ve Kitab-ı Mukaddes'in Sayılar, 13-14.
bölümlerinde anlatılır. Müslümanlar, salât ve salâvâtı Kur’ân'daki şekliyle
anladıkları takdirde, salât kapsamında olan –Enfâl sûresi'ndeki– şu görevi yerine
getireceklerdir:

Ve siz de gücünüzün yettiği kadar onlara karşı her çeşitten kuvvet biriktirin ve
savaş atları hazırlayın ki, onlarla hem Allah'ın düşmanlarını, hem de kendi
düşmanlarınızı, ayrıca Allah'ın bilip de sizin bilmediğiniz daha başkalarını
korkutasınız. Ve Allah yolunda her ne harcarsanız o size eksiksiz ödenir ve siz
hakksızlığa uğratılmayacaksınız. (Enfâl/60)

Bu sayede, bugün içinde bulunulan zilletten kurtulmak müyesser olacak, aksi


hâlde târih tekerrür edip duracaktır.46

57. Şüphesiz Allah'a ve Elçisi'ne eziyet verenler; Allah onlara dünyada


ve âhirette lânet etmiştir. Ve onlara aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır.
58. Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara yapmadıkları bir şey
sebebiyle eziyet eden kimseler de kesinlikle, artık bir iftira ve apaçık bir günah
yüklenmişlerdir.
Bu âyetler, tüm insanlara bir tehdit içermektedir. Burada zikredilen eziyet,
yukarıda bahsedilen görgü kurallarına uymamanın ötesinde bir şey olup, 56. âyette
konu edilen, Rasûlullah'a destek verme ve güvenliğini sağlama görevini yerine
getirmeyip Allah Elçisi'ni yalnız, desteksiz ve korumasız bırakmak, o'na ve yakın
çevresine iftira atmak, uygulamalarına karşı çıkmaktır. “Salâvât” ile ilgili yukarıda
nakledilen açıklamalardan sonra, mü’minlerin asırlardır Rasûlullah'a eziyet verip
vermedikleri daha net anlaşılmaktadır.

Âyette konu edilen Allah'a eziyet, O'na eş, çocuk [oğlan-kız] ve ortak nisbet
etmek ve o'nun emirlerine riâyet etmemek, onları yozlaştırmak, Allah adına yeni
ilkeler ortaya koymak, Allah ile aldatmaktır. Bunlara dair yüzlerce âyet geçmiş
bulunuyor.

Bu paragrafta, sadece Allah ve Elçisi'ni değil, iftiralar ile mü’minleri üzmek de


yasaklanmakta ve böyleleri, Allah onlara dünyada ve âhirette lânet etmiştir. Ve
onlara aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır. Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara
yapmadıkları bir şey sebebiyle eziyet eden kimseler de kesinlikle, artık bir iftira ve
apaçık bir günah yüklenmişlerdir ifadesiyle tehdit edilmektedir:
Kim de bir hata veya bir günah kazanır da sonra onu bir suçsuzun üzerine
atarsa, o zaman kesinlikle bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur. (Nisâ/112)
59. Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına söyle,
üzerlerine dış giysilerinden örtsünler. Tanınıp da eziyet edilmemeleri için bu
daha uygundur. Allah çok bağışlayandır ve çok merhamet edendir.
57-58. âyetlerde, Elçi'ye ve mü’minlere eziyet edenler tehdit edilmişlerdi. Bu
âyette ise Peygamber'in eşlerinden, kızlarından ve mü’minlerin kadınlarından,
giyimleri nedeniyle incitilecekleri bir açık vermemeleri istenmektedir:
• Üzerlerine dış giysilerinden alsınlar.
• Tanınıp da eziyet edilmemeleri için bu daha uygundur.

46
Tebyînu'l-Kur’ân; c. 8, s. 396-400.

56
Yukarıda, Rasûlullah'ın eşleri ile ilgili bilgi verilmişti. Burada ise Rasûlullah'ın
kızları da konu edilmiştir. Rasûlullah'ın kızları ile ilgili bilgiyi Kurtubî ve
Mevdûdî'den naklediyoıruz:

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN KIZ ÇOCUKLARI

1) Fâtımatu'z-Zehra:

Annesi Hatice'dir. Kureyşliler Ka‘be'yi (yeniden) bina ettikleri sırada


Peygamber Efendimiz'e, peygamberliğin verilişinden beş yıl önce dünyaya
gelmiştir. Peygamber Efendimiz'in kızlarının en küçüğüdür. Ali (r.a) onunla
hicretin 2. yılında Ramazan ayında evlenmiş, Zilhicce ayında da gerdeğe
girmiştir.

Onunla Receb ayında evlendiği de söylenmiştir. Rasûlullah'tan (s.a) kısa bir


süre sonra vefat etmiştir. Peygamber Efendimiz'e aile halkından ilk kavuşan o
olmuştur. Allah ondan razı olsun.

2) Zeyneb:

Annesi Hatice'dir (r.anha). Teyzesinin oğlu Ebu'l-Asî b. er-Rabî ile


evlenmiştir. Annesi Huveylid kızı Hâle, Hatice'nin kız kardeşi idi. Ebu'l-Asî'nin adı
Lakît'tir. Hâşim olduğu da söylenmiştir. Huşeym'dir, denildiği gibi Miksem olduğu
da söylenmiştir.

Zeyneb, Rasûlullah'ın (s.a) en büyük kızıdır. Hicretin 8. yılında vefat etmiştir.


Rasûlullah (s.a), (kabrine koymak üzere) onun kabrine inmiştir.

3) Rukayye:

Annesi Hatice'dir. Peygamberlikten önce Ebû Leheb'in oğlu Utbe ile


nikâhlanmıştır. Rasûlullah (s.a) peygamber olarak gönderilip üzerine de, Ebû
Leheb'in iki eli kurusun (Tebbet/1) âyeti nâzil olunca, Ebû Leheb oğluna şöyle
demişti: “Eğer sen o'nun kızını boşamayacak olursan, benimle senin aranda hiç bir
ilişki kalmayacaktır.” Bunun üzerine Ebû Leheb'in oğlu ondan ayrıldı. Henüz
onunla gerdeğe girmemişti. Annesi Hatice Müslüman olunca, o da Müslüman
olmuştu. Kadınlar Peygamber Efendimiz'e biat ettikleri sırada diğer kız
kardeşleriyle birlikte Rasûlullah'a (s.a) biat etmişti. Onunla Osman b. Affan
evlenmiştir. Osman (r.a) onunla evlendiği sırada Kureyş hanımları şöyle diyorlardı:
“Bir insanın (ya da gözbebeğinin) gördüğü en güzel iki şahıs, Rukayye ile onun
kocası Osman'dır.” Rukayye, Osman ile birlikte Habeşistan'a iki defa hicrette
bulunmuştur. Osman'dan bir düşük yapmış, ondan sonra da Abdullah adındaki
oğlunu doğurmuştu. Osman (r.a) da İslâm'dan sonra onun adı ile künyelenmişti. 6
yaşında iken bir horoz onun yüzünü gagalamış ve bu sebepten ölmüştü.
Rukayye'nin bundan sonra bir çocuğu olmamıştı. Medîne'ye hicret etmiş, Rasûlullah
(s.a) Bedir'e gitmek üzere hazırlandığı sırada hastalanmıştı. Peygamber de ona
bakmak üzere Osman'ı (r.a) bırakmıştı. Rasûlullah (s.a) Bedir'de iken hicretin 17.
ayında vefat etmişti. Zeyd b. el-Hârise, zaferi müjdelemek üzere Bedir'den gelip
Medîne'ye girdiğinde Rukayye'nin üzeri toprakla örtülüyordu. Rasûlullah (s.a)
defnedilişinde hazır bulunamadı.

57
4) Umm Gülsüm:
Annesi Hatice'dir. Peygamberlikten önce Utbe'nin kardeşi, Ebû Leheb'in
diğer oğlu Uteybe ile nikâhlanmıştı. Daha önce Rukayye hakkında belirtilen sebep
dolayısı ile babası ondan boşanmasını emretmişti. Uteybe, Umm Gülsüm ile henüz
gerdeğe girmemişti. Umm Gülsüm, Rasûlullah (s.a) ile birlikte Mekke'de kalmaya
devam etti. Annesi Müslüman olunca o da İslâm'a girdi ve hanımlar Peygamber
Efendimiz'e biat ettikleri sırada diğer kız kardeşleriyle birlikte o da Rasûlullah'a
(s.a) biat etmişti. Rasûlullah (s.a) Medîne'ye hicret edince, o da Medîne'ye hicret
etti. Rukayye vefat ettikten sonra Osman (r.a) onunla evlendi, böylelikle ona
“Zunnûreyn” [iki nûr sahibi] adı verilmişti. Peygamber (s.a) hayatta iken hicretin
9. yılı Şa‘ban ayında vefat etti. Rasûlullah (s.a) kabri başında oturmuş, kabrine
indirmek üzere Ali, el-Fadl ve Usâme inmişti. ez-Zübeyr b. Bekkar'ın naklettiğine
göre; Peygamber'in (s.a) çocuklarının yaşça en büyükleri el-Kâsım'dı. Sonra
Zeyneb, sonra Abdullah'tır. Ona Tayyib ve Tâhir de denilirdi. Peygamberlikten
sonra dünyaya gelmiş ve küçük yaşta ölmüştü. Daha sonra Umm Gülsüm, sonra
Fâtıma, sonra da Rukayye gelir. el-Kâsım Mekke'de iken vefat etmişti, ondan
sonra da Abdullah ölmüştü.47
Bu âyetle ortaya çıkan başka bir nokta da, Hz. Peygamber'in (s.a) birçok
kızının olduğu gerçeğidir. Çünkü Allah bizzat, Ey Peygamber! Eşlerine ve kızlarına
emret buyurmuştur. Bu sözler, Allah'tan hiç korkmadan Hz. Peygamber'in (s.a)
sadece bir kızı olduğunu iddia eden kimselerin iddiasını boşa çıkarmaktadır. Onlara
göre, sadece Fâtıma Hz. Peygamber'in (s.a) asıl kızıdır. Diğerleri ise eşlerinin
önceki kocalarındandır. Bu kimseler önyargıları nedeniyle öyle körleşmişlerdir ki,
Hz. Peygamber'in (s.a) çocuklarını başkalarına nisbet ederek ne kadar büyük bir
günah işlediklerinin ve âhirette kendilerini şiddetli bir azabın beklediğinin farkında
değillerdir. Bütün sahih hadislere göre, Hz. Hatice (r.a), Hz. Peygamber'den (s.a)
sadece Fâtıma'yı değil, 3 kız çocuğu daha dünyaya getirmiştir. İlk siyer
yazarlarından Muhammed b. İshâk, o'nun Hz. Hatice ile evliliğine değindikten
sonra şöyle der: “İbrâhîm dışında, Hz. Peygamber'in (s.a) bütün çocuklarının
(Kâsım, Tâhir, Tayyib, Zeyneb, Rukiyye, Umm Gülsüm, Fâtıma) annesi
Hatice'ydi.” (İbn Hişâm; c. 1, s. 202)
Ünlü neseb bilgini Hâşim b. Muhammed b. es-Sâib el-Kelbî şöyle der:
“Allah'ın Rasûlü'nün kendisine peygamberlik gelmeden önce ilk doğan çocuğu
Kâsım'dı, sonra Zeyneb, sonra Rukiye, daha sonra da Umm Gülsüm dünyaya
geldi.” (Tabakât-ı İbn Sa‘d; c. 1, s. 133). İbn Hazm ise Cevâmi es-Siret (s. 38-39)
adlı kitabında Hz. Peygamber'in (s.a), Hz. Hatice'den en büyüğü Zeyneb olmak
üzere, sırasıyla Rukiye, Fâtıma ve Umm Gülsüm adlarında 4 kızının olduğunu
yazar. Taberî, İbn Sa‘d, Ebû Ca‘fer Muhammed b. Habib (Kitâbu'l-Muhabber adlı
kitabın yazarı) ve İbn Abdi'l-Berr (Kitâbu'l-İsti‘âb yazarı) sahih rivâyetlere
dayanarak, Hz. Hatice'nin Rasûlullah'la (s.a) evlenmeden önce iki kez evlendiğini,
Ebû Hâle Temimî'den Hind b. Ebû Hâle adında oğlu, Atik b. Ayis Mahzumî'den
Hind adında bir kızı olduğunu söylerler.
Hz. Hatice daha sonra Hz. Peygamber ile evlenmiştir ve bütün neseb
bilginleri onun Peygamberimizden yukarıda adları geçen 4 kızı dünyaya
getirdiğinde ittifak etmişlerdir (bkz. Taberî c. II, s. 411; Tabakât-ı İbn Sa‘d, c.
VIII, s. 14-16; Kitâbu'l-Muhabber, s. 78-79, 452; el-İsti‘âb, c. 11, s. 718). Bütün
bu rivâyetler, Kur’ân'da Peygamber'in (s.a) bir değil, birden fazla kızı olduğunu
bildiren ifade ile desteklenmektedir.48
47
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
48
Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur’ân.

58
Konumuz olan âyetin iniş sebebi hakkında şu bilgiler verilmiştir:

Arap kadınlarının açılıp saçılmak adetleri vardı. Câriyelerin yaptığı gibi


yüzlerini örtmezlerdi. Bu ise, erkeklerin onlara bakmalarına ve onlar hakkında
çeşitli düşüncelere kapılmalarına sebep oluyordu. Yüce Allah, Rasûlü'ne, hanımlara
ihtiyaçlarını görmek üzere dışarıya çıkmak istediklerinde üzerlerine cilbablarını
alarak çıkmalarını söylemesini emretti. (Evlerde) tuvaletler yapılmadan önce
ihtiyaçları için meskûn olmayan yerlere giderlerdi. Verilen bu emir ile hür kadınlar
ile câriyeler arasındaki fark ortaya çıkacak, hür kadınlar tesettürleriyle
tanınacaklardı. Böylelikle gençler ya da yaşlılar onlara söz söylemekten uzak
kalacaklardı.

Bu âyetin nüzûlünden önce, mü’min kadınlar ihtiyacını görmek için dışarı


çıktıklarında bazı günahkârlar câriye olduklarını zannederek onlara laf atarlardı.
Kadın sesini yükseltince, o da çeker giderdi. Mü’min erkekler durumdan
Peygamber'e (s.a) şikâyette bulundular. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil
oldu.49
Âyetteki, Tanınıp da eziyet edilmemeleri için bu daha uygundur ifadesiyle
kastedilen, kadınların kimliklerinin; Âişe, Fatma, vs. olduklarının bilinmesi
değildir. Burada kastedilen, hür kadın olup olmadıklarının bilinmesi ve böyle
tanınarak taciz ve tecavüz riskinden kurtulmalarıdır.
Bu konunun iyi anlaşılabilmesi için o günün toplum düzeninin bilinmesi
gerekir.
Burada amaç, dinin henüz tamamlanmadığı o toplumda, ahlâksız kimselerin
mü’min kadınları hafif meşrep kadınlarla karıştırarak taciz ve tecavüze
yeltenmelerini engellemektir. Çünkü hür kadınlar olarak tanındıkları takdirde
hürlük sebebiyle kötü bir davranışla karşılaşmazlar ve kimse onlara umutlanarak
bakmaz. Burada maksat, kadının kim olduğunun bilinmesi değildir. Ömer (r.a)
başını örten bir câriye gördüğü takdirde, elindeki asa ile ona vururdu. Böylelikle o,
hür kadınların kıyafetinin gereği gibi korunmasına çalışırdı.50
Âyette açık ve net olarak, “cilbab”larını/ev dışı elbiselerini giyen kadınların
tanınacağı, bilineceği, dolayısıyla da incitilmeyeceği söylenmektedir, ki bu durumda
kadınların örtünmelerinin gerekçesi, incinmemelerini temin etmektir, yoksa daha
dindar, daha namuslu ve daha takvâlı olmalarını değil.

Bu âyetin doğru anlaşılması için öncelikle “cilbab”ın ne olduğunun bilinmesi


ve sonra da “cilbab” giymenin gerekçesinin, Kur’ân'da bildirilenin dışına
çıkarılmaması gerekir.

Bazıları cilbab'ı, Arapların bugün “abâye” dedikleri; baştan aşağı salınan, dış
giysiyi önden ve arkadan kapatan bir örtü olarak, bazıları da sadece gözleri açık
bırakmak sûretiyle yüzü ve bütün vücudu tepeden tırnağa kapatan bir örtü olarak
tanımlarlar. Bunlar, örtünme konusunda ifrata kaçan kesimler tarafından ortaya
atılmış olup, Kur’ân ile bağdaşmayan tanımlardır. Çünkü aşağıda görüleceği gibi
kılık-kıyâfet konusunu belirleyen diğer âyette (Nûr/31), örtülerini/başörtülerini
göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar/salsınlar denilmektedir. Eğer cilbab,
bazılarının dediği gibi baştan aşağı vücudu örten bir elbise olsaydı, o elbise
göğüslerdeki yırtmaçları da kapatır ve Nûr/31'deki emre gerek kalmazdı. Soğuk,
49
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
50
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

59
sıcak ve diğer hâricî etkilerden korunmak amacı dışında iffet gerekçesiyle üst üste iki
örtünün giyilmesi anlamsız olacağına göre, “cilbab”, Kur’ân tarafından da vücudu
baştan aşağı örten bir elbise olarak kabul edilmemektedir.

Cilbab, Râgıb'ın ifadesiyle, “gömlek ve örtünün adı”; İkrime'nin tarifine göre


ise, “boyundan aşağı salınan, dış giysileri kapatan örtü”dür.

Bu durumda cilbab, o günün hür Arap kadınları tarafından câriyelerden ayırt


edilmek için giyilen ve boyunlardan-omuzlardan aşağıyı örten, bugünkü ceket,
pardösü, manto gibi bir elbise çeşididir.
Âyetten anlaşıldığına göre, cilbab [muhsanlık üniforması; pardösü, ceket]
giyenler, göğüs yırtmaçlarını açabilirler ve bu açıklardan da göğüsleri, gerdanları
gözükebilir. Yani “cilbab”ın, mutlaka tulum gibi göğüsleri örtecek şekilde olması
gerekmez. Zaten o günün Arap kadınlarının bir kısmının gerdanları açıkta dolaştığı
bilinmektedir. Hatta İslâm'ın hâkimiyetinden önce putperestlerin Ka‘be'yi çırılçıplak
tavaf ettikleri, hem Kur’ân'da hem de târih kayıtlarında yer almaktadır.51
Nûr/31 âyetinin, Ahzâb/59. âyeti ile neshedildiğini iddia etmek ve buna
dayanarak “cilbab”ın, başı da örten bir elbise olduğunu savunmak, âyetin ahkâmını
göz ardı etmektir. Hele bu iddia, âyetleri birtakım yanlış inançlara uydurmaya
çalışmak için yapılıyorsa korkunç bir cinâyet olur.
Sonuç olarak Ahzâb/59'un amacı, mü’min kadınların câriyelere veya fâhişelere
benzetilmesini ve incitilmesini önlemek, hiç değilse tacizleri asgariye indirmektir.
60-62. Andolsun ki, eğer o münâfıklar ve kalplerinde bir hastalık olan şu
kimseler ve Medîne'de ortalığı karıştıranlar, bu yaptıklarından vaz geçmezlerse,
mutlaka seni onlara, onlar dışlanmış olarak musallat ederiz. Sonra, onlar,
seninle orada az bir zamandan fazla komşu kalamazlar; Allah'ın önceki geçen
kimseler hakkındaki sünneti [tutumu-kanunu] olarak nerede bulunurlarsa
yakalanırlar ve öldürüldükçe öldürülürler. Ve sen Allah'ın sünneti için asla bir
değişiklik bulmayacaksın!
Bu âyet grubunda; Allah'a, Elçisi'ne ve mü’minlere eziyet eden münâfıklar,
kalplerinde hastalık bulunanlar ve dedikodu yaparak ortalığı karıştıranlar tehdit
edilmektedir.
Âyetteki, kalplerinde hastalık olanlar tabiri ile, “gerçek mü’min olmayan iki
yüzlüler” kastedilmiştir. Aslında zikredilen niteliklerin hepsi bu gruba aittir. Bunlar,
Müslümanlar arasında panik yaratmak ve onların moralini bozmak için,
“Muhammed öldü, askeri bozguna uğradı” türünden yalan haberler yayıyorlardı.
Âyetteki, Bu yaptıklarından vaz geçmezlerse, mutlaka seni onlara, onlar
dışlanmış olarak musallat ederiz. Sonra, onlar, seninle orada az bir zamandan
fazla komşu kalamazlar; Allah'ın önceki geçen kimseler hakkındaki sünneti
[tutumu-kanunu] olarak nerede bulunurlarsa yakalanırlar ve öldürüldükçe
öldürülürler. Ve sen Allah'ın sünneti için asla bir değişiklik bulmayacaksın
ifadesiyle, bu tip insanların mücâdele ile etkisizleştirilmesi emredilmektedir.
63-73. İnsanlar sana Sâ‘at'ten [kıyâmetin kopuş vaktinden] soruyorlar. De
ki: “Onun bilgisi, Allah'ın; münâfık erkekleri, münâfık kadınları, müşrik
erkekleri, müşrik kadınları azap etmesi; ve Allah'ın, mü’min erkeklerin ve
mü’min kadınların tevbelerini kabul etmesi için ancak Allah'ın nezdindedir. Ne
bilirsin belki Sâ‘at [kıyâmetin kopuş vakti] yakında olur. Ve Allah çok
bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”
64-66. Kesinlikle Allah kâfirlere lânet etmiş [onları dışlamış] ve içinde ebedî
51
Geniş bilgi için bkz. Kurtubî, el-Cami lil-Ahkâm-il-Kur’ân, 7/189.

60
olarak kalmaları üzere, onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Onlar orada, bir velî
ve yardımcı bulamazlar. Yüzleri ateş içinde evirilip çevrildiği gün, “Ah keşke
Allah'a itaat etseydik, Elçi'ye itaat etseydik!” diyecekler.
67-68. Ve dediler ki: “Ey Rabbimiz! Şüphesiz biz efendilerimize ve
büyüklerimize itaat ettik de bizi onlar yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara
azaptan iki kat ver ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle.”
73. âyet, teknik ve anlam itibariyle 63. âyetin bir parçası olduğundan beraber
meallendirilmiştir. 63. ve 73. âyetler Tâ-Hâ/15'in bir tekrarı ve açılımı
mahiyetindedir. 73. âyet, ‫ل‬ ِ [li] edatıyla başlar. Klâsik anlayış sahipleri, âyete
ekleme ve çıkarma yapmak ya da ‫ل‬ ِ [li] edatını ihmal etmek sûretiyle anlam
kazandırabilme yolunu tercih etmişlerdir.
Sonra onun yanına geldiğinde seslenildi: “Mûsâ! Ben, senin Rabbin olan
Ben'im. Hemen iki nalınını çıkar, şüphesiz sen temizlenmiş vâdide, Tuva'dasın/iki
kere temizlenmiş bir vâdidesin. Ve Ben seni seçtim; O hâlde vahyedilecek olan şeye
kulak ver. Hiç şüphesiz ki Ben, Allah'ın ta kendisiyim. İlâh diye bir şey yoktur
Benden başka. O hâlde Bana kulluk et ve Beni anmak için salâtı ikâme et. Şüphesiz
ki o Sâ‘at [kıyâmet] gelecektir. Onu Ben herkes emeğinin karşılığını alsın diye
neredeyse gizleyeceğim.” (Tâ-Hâ/11-15)
Bizce, Mushaf tertibinde hata yapılmış, 63. âyetten hemen sonra tertip edilmesi
gereken âyet, 73. sıraya yerleştirilmiştir.
Bu âyetlerde, yukarıda dünyada cezalandırılmakla tehdit edilenlere, ağır bir
tehdit –ki kıyâmete yöneliktir– daha getirilmektedir. Bu âyet grubunda yer alan
ilkeler şöyle sıralanabilir:
• Kıyâmetin kopma vakti, herkesin özgür iradesiyle iman ya da küfrü tercih
edebilmesi için gizli tutulmuştur.
• Allah kâfirlere lânet etmiş [onları dışlamış] ve içinde ebedî olarak kalmak
üzere onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır.
• Onlar orada, bir velî ve yardımcı bulamazlar.
• Yüzleri ateş içinde evirilip çevrildiği gün, “Ah keşke Allah'a itaat etseydik,
Elçi'ye itaat etseydik! Ey Rabbimiz! Şüphesiz biz efendilerimize ve büyüklerimize
itaat ettik de bizi onlar yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver
ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle” diyeceklerdir.
Âyetlerdeki, Ah keşke Allah'a itaat etseydik, Elçi'ye itaat etseydik! Ey
Rabbimiz! Şüphesiz biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi onlar
yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve kendilerini büyük
bir lânet ile lânetle ifadesinde, kötü duruma düşenlerin, önderlerini suçladıkları
görülüyor. Burada, önderlerin ve büyüklerin, toplumu nasıl etkileyip yoldan
çıkardıklarına dikkat çekilmekte ve insanların yanlışa karşı durmaları, önderlerini
sorgulamaları istenmektedir:
Ve o küfretmiş olan kişiler, “Rabbimiz! Cinn ve insten [bildiğimiz,
bilmediğimiz herkesten] bizi doğru yoldan saptıranları bize göster. Onlar en
aşağıdakilerden olsunlar diye biz onları ayaklarımızın altında kılalım” dediler.
(Fussilet/29)
Kötülere itaat edenlerin durumu, burada net bir şekilde ortaya konulmaktadır.
Görevlerini hakkıyla yapmayanlara yönelik tehditler birçok defa tekrar edilmiştir:

Şüphesiz indirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti, Biz, kitapta insanlara apaçık


gösterdikten sonra gizleyen kimseler; işte onlar; onlara Allah ve lânet ediciler lânet
eder. Ancak tevbe eden ve düzeltenler ve (açık delilleri ve hidâyeti) açıkça ortaya

61
koyanlar başkadır. İşte onlar, Ben onların tevbelerini kabul ederim. Ve Ben tevbeyi
çokça kabul eden ve çokça esirgeyenim. (Bakara/159-160)

Bu âyetlerde verilen mesaj, şu âyetlerde de verilmişti:


Sana, Sâ‘at'ten soruyorlar: “Ne zaman gelip çatacak?” De ki: “Onun bilgisi
yalnızca Rabbimin katındadır. Onun vaktini Kendisinden başkası açıklayamaz.
Göklerde ve yerde ağır basmıştır. O size ansızın gelir.” Sanki sen onu çok iyi
biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi Allah katındadır. Fakat
insanların çoğu bilmezler.” (A‘râf/187)
Sana o Sâ‘at'ten soruyorlar; onun demir atması ne zaman? Onun anılmasından
sende ne var ki? Onun sonucu sadece senin Rabbine aittir. Sen ancak ona
[Sâ‘at'e/kıyâmetin kopuşuna] haşyet duyan kişilerin uyarıcısısın. Sonra onlar onu
[kıyâmeti] görecekleri gün, dünyada bir akşam veya kuşluğundan başka durmamış
gibidirler. (Nâzi‘ât/42-46)
Ve o inkâr eden kimseler, “Bize o Sâ‘at [kıyâmetin kopuş anı] gelmeyecektir”
dediler. De ki: “Evet (gelecektir). Ğaybı bilen Rabbime andolsun ki, o, iman eden
ve sâlihâtı işleyen kimselere –ki işte onlar kendileri için bir mağfiret ve kerim bir
rızık olanlardır– karşılıklarını vermek için size mutlaka gelecektir. O'ndan göklerde
ve yerde zerre ağırlığı bir şey kaçmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa,
hepsi muhakkak açık bir kitaptadır.” Ve şu, âyetlerimi de aciz bırakanlar olarak
çalışanlar [mucizelerden uzak tutanlar]; işte onlar, elem verici kötü azaptan bir azap
kendileri için olanlardır. (Sebe/3-5)
De ki: “O, sizi yeryüzünde dağıtıp yayandır ve siz O'na toplanıp
götürüleceksiniz.” Bir de onlar, “Eğer doğru kimselerden iseniz bu söz verilen
(tehdit) ne zaman?” diyorlar. De ki: “Kesinlikle bilgi [onun bilgisi], Allah'ın
yanındadır. Ben ise yalnızca apaçık bir uyarıcıyım.” Artık onlar, onu yakınlaşmış
görünce, inkâr edenlerin yüzleri kötüleşti. Ve, “İşte bu, çağırıp durduğunuz şeydir!”
dendi. (Mülk/24-27)
Hayır, hayır… Şüphesiz, “füccâr”ın kaydı, kesinlikle, siccîn'dedir. –Ve
“Siccîn”in ne olduğunu sana kim bildirdi?– O, rakamlanmış/yazılmış bir kayıttır! O
gün, yalanlayanların; Karşılık Günü'nü yalanlayanların vay hâline! –Ve onu
[Karşılık Günü'nü], kendisine âyetlerimiz okunduğu zaman, “Eskilerin masalları”
demiş olan tüm sınırları aşan günahkârlardan başkası yalanlamaz.– Hayır, hayır…
Onların kazandıkları, kalpleri üzerine pas olmuştur. Hayır, hayır… Şüphesiz onlar,
o gün Rabb'lerinden kesinlikle perdelenmişlerdir. Sonra onlar, hiç şüphesiz
cehenneme girecekler. Sonra da, “İşte bu, kendisini yalanlayıp durduğunuz şeydir”
denilir. (Mutaffifîn/7-17)
Böylece Biz onu [Kur’ân'ı], günahkârların [suçluların] kalplerine sokarız.
Bırak onları; yesinler, yararlansınlar ve emel [boş umut] onları oyalasın. Ama onlar
yakında bileceklerdir. (Hicr/2 [12]-3)
Ve o gün, o zâlim kimse ellerini ısırarak, “Eyvah, keşke elçi ile beraber bir yol
tutsaydım! Eyvah, keşke falancayı izdaş edinmeseydim. Hiç şüphesiz bana
geldikten sonra, beni Zikir'den o saptırdı. Ve şeytan insan için bir rezil edenmiş!”
der. (Furkân/27-29)
69. Ey iman etmiş kişiler! Sizler Mûsâ'ya eziyet eden kimseler gibi
olmayın. İşte, Allah o'nu [Mûsâ'yı], onların [eziyet edenlerin] söylediklerinden
temize çıkardı. Ve o, Allah katında mevki sahibi [değerli] biri idi.
70-71. Ey iman etmiş kimseler! Allah'a takvâlı davranın ve sağlam belgeli
söz söyleyin, ki O [Allah], işlerinizi lehinize düzeltsin, günahlarınızı da

62
bağışlasın. Her kim Allah'a ve Elçisi'ne itaat ederse, artık o, gerçekten çok büyük
bir kurtuluş ile kurtulmuş olur.
Bu âyet grubunda mü’minlere, Mûsâ'ya eziyet eden kimseler gibi olmamaları;
Rasûlullah'ı üzmemeleri, Allah'a takvâlı davranmaları ve belgesiz söz
söylememeleri yönünde direktifler verilmekte ve onlara özel vaatlerde
bulunulmaktadır:
• Siz, Mûsâ'ya eziyet eden kimseler gibi olmayın.
• Allah Mûsâ'yı, eziyet edenlerin söylediklerinden temize çıkardı; o, Allah
katında değerli biri idi.
• Allah'a takvâlı davranın ve sağlam belgeli söz söyleyin, ki Allah, işlerinizi
düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın.
• Allah'a ve Elçisi'ne itaat eden kimse, gerçekten kurtuluşa erer.
Bu âyet grubunda, çevresindekiler tarafından Mûsâ'ya eziyet edildiği, ama
o'nun Allah tarafından temize çıkarıldığı bildirilmektedir. Mûsâ'ya yapılan eziyetin
ne olduğu burada açıklanmamıştır. Rivâyetlere göre şudur:

İbn Abbâs ve bir topluluk şöyle demiştir: Bu, Ebû Hureyre'nin (r.a) rivâyet
ettiği şu hadisin muhtevasında sözü edilen husustur. Buna göre Peygamber (s.a)
şöyle demiştir: “İsrâîloğulları çıplak yıkanıyorlardı. Mûsâ (a.s) ise, çokça örtünürdü
ve bedenini saklardı. Bir kesim o'nun hakkında, “Onun hayaları şişkindir ve o'nun
baras hastalığı vardır, yahut da o'nda bir hastalık bulunmaktadır” demişlerdi. Bir
gün Mûsa Şam [Sûriye] topraklarında bulunan bir pınarda yıkanmaya gitti,
elbiselerini bir taşın üzerine bıraktı. Taş elbisesi ile birlikte uçup gitti. Mûsâ çıplak
olarak taşın arkasından gidiyor ve, “Ey taş, elbisemi ver; ey taş, elbisemi ver”
diyordu. Nihâyet İsrâîloğulları'ndan bir topluluğun yanına kadar (bu hâlde) geldi.
Ona baktıklarında bir de ne görsünler, Mûsâ aralarında yaratılışı en güzel, sûreti en
mutedil birisidir. Söylediklerinin hiç biri o'nda yok. İşte şanı yüce Allah'ın, Allah
o'nu dediklerinden temize çıkardı buyruğunda anlatılan budur.” Bu hadisi Buhârî ve
bu manada da Müslim rivâyet etmişlerdir.

Müslim'in lafzı şöyledir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: “İsrâîloğulları çıplak


olarak yıkanırlardı. Biri diğerinin avretine bakardı. Mûsâ (a.s) ise, tek başına
yıkanırdı. Bunun üzerine onlar, “Allah'a andolsun ki Mûsâ'nın bizimle birlikte
yıkanmasını engelleyen ancak o'nun hayalarının şişkin olmasıdır” dediler. Bir gün
yıkanmaya gittiğinde elbiselerini bir taşın üzerine koymuştu. Taş elbisesiyle birlikte
uçup gitti. Mûsâ (a.s) hızlıca taşın arkasından koştu ve bu arada, “Ey taş, elbisemi
ver; ey taş, elbisemi ver” diyordu. Nihâyet İsrâîloğulları Mûsâ'nın (a.s) avretini
gördüler ve, “Allah'a andolsun ki Mûsâ'nın herhangi bir rahatsızlığı yoktur” dediler.
Nihâyet taş durdu ve böylece Mûsâ'ya bakmış oldular. Mûsâ da elbisesini aldı ve
taşı dövmeye başladı.” Ebû Hureyre dedi ki: “Allah'a yemin ederim ki, taşta altı ya
da yedi darbe izi var. Bunlar Mûsâ'nın taşa indirdiği darbelerin izleridir.”

İbn Abbâs'ın rivâyetine göre Ali b. Ebî Tâlib (r.a) şöyle demiştir:
İsrâîloğulları Mûsâ hakkında, “O Hârûn'u öldürdü” demek sûretiyle eziyet
etmişlerdi. Şöyle ki, Mûsâ ile Hârûn Tih'in ekin ekilen bir yerinden dağa doğru
çıkıp gittiler. Hârûn da orada öldü. Mûsâ geldiğinde İsrâîloğulları Mûsâ'ya, “Onu
sen öldürdün, çünkü o bize göre senden daha yumuşaktı ve bizi daha çok severdi”
dediler. Böylelikle Mûsâ'ya eziyet ettiler. Bunun üzerine yüce Allah meleklere
emretti. Melekler de Hârûn'u alıp İsrâîloğulları arasında gezdirdiler. Böylece

63
Mûsâ'nın doğruluğunu kendilerine gösteren pek büyük bir mucize görmüş oldular.
Çünkü Hârûn'da öldürüldüğüne dair hiç bir iz yoktu.52
Bazıları, “Bu, onların, o'na bedeninde bir kusur olduğu iftirasında
bulunmaları sebebiyle yapmış oldukları eziyettir” derken, bazıları şöyle
demişlerdir: “Kârûn, bir fâhişe ile plan yaptı. Buna göre kadın, İsrâîloğulları'nın
yanında Mûsâ'nın kendisiyle zina ettiğini söyleyecekti. Kârûn, kavmini
topladığında, Allah orada bulunan bu kadının kalbine doğru söyleme fikrini verdi
ve böylece kadın, kendisine telkin edilmiş olan o şeyi söylemedi.”53
Kitab-ı Mukaddes'te de şu olayları görüyoruz:
Firavun'un yanından ayrılınca, kendilerini bekleyen Mûsâ'yla Hârûn'a
çıkıştılar. “Rabb yaptığınızı görsün, cezanızı versin!” dediler, “Bizi Firavun'la
görevlilerinin gözünde rezil ettiniz. Bizi öldürmeleri için ellerine bir kılıç
verdiniz.”54
Mûsâ'ya, “Mısır'da mezar mı yoktu da bizi çöle ölmeye getirdin?” dediler,
“Bak, Mısır'dan çıkarmakla bize ne yaptın! Mısır'dayken sana, ‘Bırak bizi,
Mısırlılara kulluk edelim’ demedik mi? Çölde ölmektense Mısırlılara kulluk etsek
bizim için daha iyi olurdu.”55
Çölde hepsi Mûsâ'yla Hârûn'a yakınmaya başladı. “Keşke Rabb bizi
Mısır'dayken öldürseydi” dediler, “hiç değilse orada et kazanlarının başına oturur,
doyasıya yerdik. Ama siz bütün topluluğu açlıktan öldürmek için bizi bu çöle
getirdiniz.”56

Ama halk susamıştı. “Niçin bizi Mısır'dan çıkardın?” diye Mûsâ'ya söylendiler,
“Bizi, çocuklarımızı, hayvanlarımızı susuzluktan öldürmek için mi?” Mûsâ, “Bu
halka ne yapayım?” diye Rabbe feryat etti, “Neredeyse beni taşlayacaklar.”57

Halk çektiği sıkıntılardan ötürü yakınmaya başladı. Rabb bunu duyunca


öfkelendi, aralarına ateşini göndererek ordugâhın kenarlarını yakıp yok etti. Halk
Mûsâ'ya yalvardı. Mûsâ Rabbe yakarınca ateş söndü. Bu nedenle oraya Tavera adı
verildi. Çünkü Rabbin gönderdiği ateş onların arasında yanmıştı. Derken, halkın
arasındaki yabancılar başka yiyeceklere özlem duymaya başladılar. İsrâîlliler de
yine ağlayarak, “Keşke yiyecek biraz et olsaydı!” dediler, “Mısır'da parasız
yediğimiz balıkları, salatalıkları, karpuzları, pırasaları, soğanları, sarmısakları
anımsıyoruz. Şimdiyse yemek yeme isteğimizi yitirdik. Bu man'dan başka hiç bir
şey gördüğümüz yok.” Man, kişniş tohumuna benzerdi, görünüşü de reçine gibiydi.
Halk çıkıp onu toplar, değirmende öğütür ya da havanda döverdi. Çömlekte
haşlayıp pide yaparlardı. Tadı zeytinyağında pişirilmiş yiyeceklere benzerdi. Gece
ordugaha çiy düşerken, man da birlikte düşerdi. Mûsâ herkesin, her ailenin çadırının
önünde ağladığını duydu. Rabb buna çok öfkelendi. Mûsâ da üzüldü. Rabbe,
“Kuluna neden kötü davrandın?” dedi, “Seni hoşnut etmeyen ne yaptım ki, bu
halkın yükünü bana yüklüyorsun? Bütün bu halka ben mi gebe kaldım? Onları ben
mi doğurdum? Öyleyse neden emzikteki çocuğu taşıyan bir dadı gibi, atalarına and
içerek söz verdiğin ülkeye onları kucağımda taşımamı istiyorsun? Bütün bu halka
verecek eti nereden bulayım? Bana, ‘Bize yiyecek et ver’ diye sızlanıp duruyorlar.
Bu halkı tek başıma taşıyamam, bunca yükü kaldıramam. Bana böyle
52
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
53
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
54
Çıkış, 5:20-21.
55
Çıkış,14:11-12.
56
Çıkış,16:2-3.
57
Çıkış, 17:3-4.

64
davranacaksan –eğer gözünde lütuf bulduysam– lütfen beni hemen öldür de kendi
yıkımımı görmeyeyim.”58
O gece bütün topluluk yüksek sesle bağrışıp ağladı. Bütün İsrâîl halkı Mûsâ'yla
Hârûn'a söylendi. Onlara, “Keşke Mısır'da ya da bu çölde ölseydik!” dediler, “Rabb
neden bizi bu ülkeye götürüyor? Kılıçtan geçirilelim diye mi? Karılarımız,
çocuklarımız tutsak edilecek. Mısır'a dönmek bizim için daha iyi değil mi?” Sonra
birbirlerine, “Kendimize bir önder seçip Mısır'a dönelim” dediler. Bunun üzerine
Mûsâ'yla Hârûn İsrâîl topluluğunun önünde yüzüstü yere kapandılar. Ülkeyi
araştıranlardan Nûn oğlu Yeşu'yla Yefunne oğlu Kalev giysilerini yırttılar. Sonra
bütün İsrâîl topluluğuna şöyle dediler: “İçinden geçip araştırdığımız ülke çok iyi bir
ülkedir. Eğer Rabb bizden hoşnut kalırsa, süt ve bal akan o ülkeye bizi götürecek ve
orayı bize verecektir. Ancak Rabbe karşı gelmeyin. Orada yaşayan halktan
korkmayın. Onları ekmek yer gibi yiyip bitireceğiz. Koruyucuları onları bırakıp
gitti. Ama Rabb bizimledir. Onlardan korkmayın!” Topluluk onları taşa tutmayı
düşünürken, ansızın Rabbin görkemi Buluşma Çadırı'nda bütün İsrâîl halkına
göründü.59
Levi oğlu Kehat oğlu Yishar oğlu Korah, Ruben soyundan Eliavoğulları'ndan
Datan, Aviram ve Pelet oğlu on toplulukça seçilen, tanınmış 250 İsrâîlli önderle
birlikte Mûsâ'ya başkaldırdı. Hep birlikte Mûsâ'yla Hârûn'un yanına varıp, “Çok
ileri gittiniz!” dediler, “Bütün topluluk, topluluğun her bireyi kutsaldır ve Rabb
onların arasındadır. Öyleyse neden kendinizi Rabbin topluluğundan üstün
görüyorsunuz?” Bunu duyan Mûsâ yüzüstü yere kapandı. Sonra Korah'la
yandaşlarına şöyle dedi: “Sabah Rabb kimin Kendisine ait olduğunu, kimin kutsal
olduğunu açıklayacak ve o kişiyi huzuruna çağıracak. Rabbin seçeceği kişiyi
huzuruna çağıracak. Ey Korah ve yandaşları! Kendinize buhurdanlar alın. Yarın
Rabbin huzurunda buhurdanlarınızın içine ateş, ateşin üstüne de buhur koyun.
Rabbin seçeceği kişi, kutsal olan kişidir. Ey Levililer! Çok ileri gittiniz.” Mûsâ
Korah'la konuşmasını şöyle sürdürdü: “Ey Levililer! Beni dinleyin! İsrâîl'in Tanrısı
sizi Kendi huzuruna çıkarmak için ayırdı. Rabbin Konutu'nun hizmetini yapmanız,
topluluğun önünde durmanız, onlara hizmet etmeniz için sizi İsrâîl topluluğunun
arasından seçti. Sizi ve bütün Levili kardeşlerinizi huzuruna çıkardı. Bu
yetmiyormuş gibi kâhinliği de mi istiyorsunuz? Ey Korah! Senin ve yandaşlarının
böyle toplanması Rabbe karşı gelmektir. Hârûn kim ki, ona dil uzatıyorsunuz?”
Sonra Mûsâ Eliavoğulları Datan'la Aviram'ı çağırttı. Ama onlar, “Gelmeyeceğiz”
dediler, “bizi çölde öldürtmek için süt ve bal akan ülkeden çıkardın. Bu
yetmiyormuş gibi başımıza geçmek istiyorsun. Bizi süt ve bal akan ülkeye
götürmediğin gibi, miras olarak bize tarlalar, bağlar da vermedin. Bu adamları kör
mü sanıyorsun? Hayır, gelmeyeceğiz.” Çok öfkelenen Mûsâ Rabbe, “Onların
sunularını önemseme. Onlardan bir eşek bile almadım, üstelik hiç birine de
hakksızlık etmedim” dedi. Sonra Korah'a, “Yarın sen ve bütün yandaşların –sen de,
onlar da– Rabbin önünde bulunmak için gelin” dedi, “Hârûn da gelsin. Herkes
kendi buhurdanını alıp içine buhur koysun. 250 kişi birer buhurdan alıp Rabbin
önüne getirsin. Hârûn'la sen de buhurdanlarınızı getirin.” Böylece herkes
buhurdanını alıp içine ateş, ateşin üstüne de buhur koydu. Sonra Mûsâ ve Hârûn'la
birlikte Buluşma Çadırı'nın giriş bölümünde durdular. Korah bütün topluluğu
Mûsâ'yla Hârûn'un karşısında Buluşma Çadırı'nın giriş bölümünde toplayınca,
Rabbin görkemi bütün topluluğa göründü. Rabb, Mûsâ'yla Hârûn'a, “Bu topluluğun
arasından ayrılın da onları bir anda yok edeyim” dedi. Mûsâ'yla Hârûn yüzüstü yere
58
Sayılar, 11:1-15.
59
Sayılar, 14:1-10.

65
kapanarak, “Ey Tanrı! Bütün insan rûhlarının Tanrısı!” dediler, “Bir kişi günah
işledi diye bütün topluluğa mı öfkeleneceksin?” Rabb Mûsâ'ya, “Topluluğa söyle,
Korah'ın, Datan'ın, Aviram'ın çadırlarından uzaklaşsınlar” dedi. Mûsâ Datan'la
Aviram'a gitti. İsrâîl'in ileri gelenleri o'nu izledi. Topluluğu uyararak, “Bu kötü
adamların çadırlarından uzak durun!” dedi, “Onların hiç bir şeyine dokunmayın.
Yoksa onların günahları yüzünden canınızdan olursunuz.” Bunun üzerine topluluk
Korah, Datan ve Aviram'ın çadırlarından uzaklaştı. Datan'la Aviram çıkıp
karılarıyla, küçük-büyük çocuklarıyla birlikte çadırlarının önünde durdular. Mûsâ
şöyle dedi: “Bütün bunları yapmam için Rabbin beni gönderdiğini, kendiliğimden
bir şey yapmadığımı şuradan anlayacaksınız: Eğer bu adamlar herkes gibi doğal bir
ölümle ölür, herkesin başına gelen bir olayla karşılaşırlarsa, bilin ki beni Rabb
göndermemiştir. Ama Rabb yepyeni bir olay yaratırsa, yer yarılıp onları ve onlara
ait olan her şeyi yutarsa, ölüler diyarına diri diri inerlerse, bu adamların Rabbe
saygısızlık ettiklerini anlayacaksınız.” Mûsâ konuşmasını bitirir bitirmez Korah,
Datan ve Aviram'ın altındaki yer yarıldı. Yer yarıldı, onları, ailelerini, Korah'ın
adamlarıyla mallarını yuttu. Sahip oldukları her şeyle birlikte diri diri ölüler
diyarına indiler. Yer onların üzerine kapandı. Topluluğun arasından yok oldular.
Çığlıklarını duyan çevredeki İsrâîlliler, “Yer bizi de yutmasın!” diyerek kaçıştılar.
Rabbin gönderdiği ateş buhur sunan 250 adamı yakıp yok etti. Rabb Mûsâ'ya şöyle
dedi: “Kâhin Hârûn oğlu Elazar'a buhurdanları ateşin içinden çıkarmasını, ateş
korlarını az öteye dağıtmasını söyle. Çünkü buhurdanlar kutsaldır. İşledikleri
günahtan ötürü öldürülen bu adamların buhurdanlarını levha hâline getirip sunağı
bunlarla kapla. Buhurdanlar Rabbe sunuldukları için kutsaldır. Bunlar İsrâîlliler için
bir uyarı olsun.” Böylece Kâhin Elazar, yanarak ölen adamların getirdiği tunç
buhurdanları Rabbin Mûsâ aracılığıyla kendisine söylediği gibi alıp döverek sunağı
kaplamak için levha hâline getirdi. Bu, İsrâîlliler'e Hârûn'un soyundan gelenlerden
başka hiç kimsenin Rabbin önüne çıkıp buhur yakmaması gerektiğini anımsatacaktı.
Yoksa o kişi Korah'la yandaşları gibi yok olacaktı. Ertesi gün bütün İsrâîl topluluğu
Mûsâ'yla Hârûn'a söylenmeye başladı. “Rabbin halkını siz öldürdünüz” diyorlardı.
Topluluk Mûsâ'yla Hârûn'a karşı toplanıp Buluşma Çadırı'na doğru yönelince,
çadırı ansızın bulut kapladı ve Rabbin görkemi göründü. Mûsâ'yla Hârûn Buluşma
Çadırı'nın önüne geldiler. Rabb Mûsâ'ya, “Bu topluluğun arasından ayrılın da onları
birden yok edeyim” dedi. Mûsâ'yla Hârûn yüzüstü yere kapandılar. Sonra Mûsâ
Hârûn'a, “Buhurdanını alıp içine sunaktan ateş koy, üstüne de buhur koy” dedi,
“günahlarını bağışlatmak için hemen topluluğa git. Çünkü Rabb öfkesini yağdırdı.
Öldürücü hastalık başladı.” Hârûn Mûsâ'nın dediğini yaparak buhurdanını alıp
topluluğun ortasına koştu. Halkın arasında öldürücü hastalık başlamıştı. Hârûn
buhur sunarak topluluğun günahını bağışlattı. O ölülerle dirilerin arasında durunca,
öldürücü hastalık da dindi. Korah olayında ölenler dışında, öldürücü hastalıktan
ölenlerin sayısı 14.700 kişiydi. Öldürücü hastalık dindiğinden, Hârûn Mûsâ'nın
yanına, Buluşma Çadırı'nın giriş bölümüne döndü.60
Kur’ân'da ise İsrâîloğulları'nın Mûsâ'ya eza ettiklerine dair onlarca âyet
mevcuttur. Bunların çoğu geçmiş sûrelerde zikredilmişti. Bunlardan birkaçını
hatırlatıyoruz:
Hani bir zamanlar da siz, “Ey Mûsâ! Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla
inanmayacağız” demiştiniz de, bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım
çarpıvermişti. (Bakara/55)
Ve hani bir zamanlar siz, “Ey Mûsâ! Biz tek yemeğe asla sabredemeyiz, artık
bizim için Rabbine dua et de, bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden,
60
Sayılar, 16:1-50.

66
acurundan, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın” demiştiniz. O
[Mûsâ] da size, “O üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir
kasabaya/Mısır'a inin, o vakit istediğiniz şeyler sizin olacaktır” demişti. Ve
üzerlerine zillet ve meskenet damgalandı ve nihâyet Allah'tan bir gazaba uğradılar.
İşte bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmiş olmaları, peygamberleri hakksız yere
öldürmüş olmaları nedeniyledir. İşte bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri
nedeniyledir. (Bakara/61)
Kitap Ehli senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Ve
kesinlikle onlar Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de, “Allah'ı bize
açıkça göster” demişlerdi. Sonra da hakksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı.
Sonra da kendilerine açık deliller geldiği hâlde o buzağıyı edinmişlerdi. Sonra Biz
onları bundan dolayı da affettik. Ve Biz Mûsâ'ya apaçık bir kanıt verdik. (Nisâ/153)
Onlar [Mûsâ'nın kavmi], “Ey Mûsâ! Onlar orada olduğu sürece biz oraya asla
girmeyiz. Artık sen ve Rabbin gidin de savaşın. Şüphesiz biz burada oturanlarız”
dediler. (Mâide/24)
Mûsâ'nın kavmi, o'ndan [Mûsâ'dan] sonra kendilerinin kadınlarının süs
takılarından bir buzağı; böğürtüsü [çekici, aldatıcı sesi] olan bir ceset edinmişlerdi.
Onun kendilerine bir söz söylemezliğini ve bir yol göstermezliğini görmediler mi?
Onu edindiler ve zâlimlerden oldular. (A‘râf/148)
72. Şüphesiz Biz, emâneti [bütünlüğü, kusursuzluğu, mükemmelliği]
göklere, yere ve dağlara yaydık-yaygınlaştırdık da, onlar, onu taşımaya
yanaşmadılar, ondan [bütünlüğün, kusursuzluğun, mükemmelliğin alıp
götürülmesinden] korktular. Ve onu insan taşıdı [ona ihânet etti]. Şüphesiz o
[insan], çok zâlim ve çok câhildir.
Bu âyette tüm insanlığa, haber cümlesi ile çok önemli bir uyarı yapılmaktadır:
Allah; yeri, gökleri ve dağları bir düzen, bir nizam ve intizam içinde yaratmış; onlar
da bu düzenlerini bozamamışlardır. Evrendeki düzeni, çok câhil ve zâlim
olduğundan insan bozmuştur.
Bu âyet de, rivâyetlerin etkisiyle maalesef gerçek anlamının ve verdiği mesajın
dışına taşınarak, anlaşılmaz ve içinden çıkılmaz hâle getirilmiştir. Gerekli
tahlillerden önce bu konuyla ilgili nakilleri zikrediyoruz:

Tirmizî el-Hakîm Ebû Abdillah şu rivâyeti kaydetmektedir: Bize İsmâîl b.


Nasr anlattı, o Sâlih b. Abdullah'tan, o Muhammed b. Yezîd b. Cevher'den, o ed-
Dahhâk'tan, o da İbn Abbâs'dan rivâyetle dedi ki: Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:
Yüce Allah, Âdem'e, “Ey Âdem!” dedi, “Şüphesiz ki Ben emâneti göklere ve yere
teklif ettim. Onlar buna güç yetiremediler. Sen içindeki muhtevası ile birlikte onu
yüklenir misin?” Âdem, “İçinde neler var yâ Rabbi?” dedi. Yüce Allah şöyle
buyurdu: “Eğer sen bunu yüklenirsen, ecir alırsın. Buna riâyet etmezsen, azab
edilirsin.” O da içindekilerle birlikte onu yüklendi. Ancak cennette sadece ilk namaz
ile ikindi namazı arası kadar bir süre kaldı, sonra da şeytan onun oradan çıkmasına
sebep oldu.

Buna göre emânet, yüce Allah'ın kullarına emânet olarak verdiği farzlardır.
Bunların bazılarının tafsilatı hususunda görüş ayrılıkları vardır. İbn Mes‘ûd dedi ki:
“Bu buyruk, emânet olarak bırakılan şeyler ve benzeri mal emânetleri hakkındadır.”
Yine ondan, “Bütün farzlardır, bunların en ağırı ise, mal emânetidir” dediği de
rivâyet edilmiştir.

67
Ubey b. Ka‘b dedi ki: “Kadına ferci [namus ve iffeti] hususunda güvenilmesi,
emânetin bir kısmını teşkil eder.”

Ebu'd-Derdâ da şöyle demiştir: “Cünüblükten yıkanmak bir emânettir. Şanı


yüce Allah, dininden, ondan başkası hususunda Âdemoğlu'na güven duymamıştır.”
Merfû bir hadiste de şöyle denilmektedir: “Emânet namazdır; istersen ‘Namaz
kıldım’ dersin, istersen ‘Namaz kılmadım’ dersin. Oruç ve cünüblükten yıkanmak
da böyledir.”

Abdullah b. Amr b. el-Âs dedi ki: Yüce Allah'ın insandan ilk yarattığı şey,
onun fercidir. Yüce Allah, “Bu Benim sana bıraktığım bir emânettir, sakın onu
hakktan başkasına katma, karıştırma. Eğer sen onu koruyacak olursan, Ben de seni
korurum” buyurdu. Buna göre ferc bir emânettir, kulak bir emânettir, göz bir
emânettir, dil bir emânettir, karın bir emânettir, el bir emânettir, ayak bir emânettir.
Esasen emâneti olmayanın imanı da yoktur.

es-Süddî dedi ki: Buradaki emânetten kasıt, Âdem'in oğlu Kâbil'e, diğer oğlu
ve aile halkı hakkında duyduğu güvendir. Buna karşılık Kâbil'in kardeşini öldürmek
sûretiyle ona hâinlik etmesidir. Çünkü yüce Allah ona, “Ey Âdem!” demişti,
“Benim yeryüzünde bir Evimin olduğunu biliyor musun?” Âdem, “Hayır Allahım”
demişti. Yüce Allah şöyle buyurmuştu: “Benim Mekke'de bir Evim var, ona git.”
Bunun üzerine Âdem semaya, “Emânet olarak oğlumu koru” demişti, sema kabul
etmemişti. Yere, “Emânet olarak oğlumu koru” demiş, yer de kabul etmemişti.
Dağlara da aynı şeyi söylemiş, dağlar da kabul etmemişti. Bu sefer Kâbil'e,
“Emânet olarak oğlumu koru” demiş, o da, “Olur. Git ve gel oğlunu seni memnun
edecek bir şekilde bulacaksın” demiş, fakat geri döndüğünde kardeşini öldürmüş
olduğunu görmüştü. İşte şanı yüce Allah'ın, Biz emâneti göklerle yere ve dağlara
arzettik de onlar onu yüklenmek istemediler... âyetinde kastedilen budur.

Ma‘mer'in, el-Hasen'den rivâyet ettiğine göre emânet göklere, yere ve dağlara


teklif edildiğinde onlar, “Emânette [muhtevasında] ne var?” diye sormuşlardı.
Onlara, “İyilik yaparsan mükâfat görürsün, kötülük yaparsan cezalandırılırsın”
denildi. Bunun üzerine onlar, “Hayır (kabul etmiyoruz)” dediler.

Mücâhid dedi ki: Yüce Allah Âdem'i yaratınca ona emâneti teklif etti, o,
“Emânet nedir?” diye sordu. Yüce Allah şu cevabı verdi: “Eğer iyilikte bulunursan
sana mükâfat veririm, eğer kötülük yaparsan seni azaplandırırım.” Bunun üzerine
Âdem, “Ben de onu yüklendim Rabbim” diye cevap verdi.

Mücâhid dedi ki: “Onun bu emâneti yüklenmesi ile cennetten çıkartılması


arasında geçen süre, sadece öğle ile ikindi namazı arası kadar idi.”

Ali b. Talha'nın, İbn Abbâs'tan rivâyet ettiğine göre o yüce Allah'ın, Biz
emâneti göklere, yere ve dağlara arzettik de... âyeti hakkında şöyle demiştir:
“Emânet'ten kasıt farzlardır. Yüce Allah, bunu göklere, yere ve dağlara teklif etti.
Eğer eksiksiz olarak emânetin gereğini yerine getirirlerse onları
mükâfâtlandıracağını, onu zayi edecek olurlarsa azaplandıracağını söyledi. Bu işten
hoşlanmadılar ve çekindiler, ancak bu bir masiyet kastıyla değil, gereğini yerine
getiremeyecekleri korkusuyla yüce Allah'ın dinini tazim ettiklerinden böyle tavır

68
takınmışlardı. Daha sonra yüce Allah, bu emâneti Âdem'e teklif etti, o da
içindekilerle beraber kabul etti.”

en-Nehhas dedi ki: “Tefsir âlimlerinin kabul ettiği görüş budur.”

Bir diğer açıklama da şöyledir: “Âdem'in (a.s) vefatı yaklaştığında, emâneti


mahlukata teklif etmesi emrolundu. O da bu emâneti almaları için teklifte bulundu,
fakat çocuklarından başka kimse onu kabul etmedi.”

Yine denildiğine göre; bu emânet, yüce Allah'ın göklere, yere, dağlara ve


mahlukata tevdi etmiş olduğu rubûbiyyetine dair delilleri ortaya çıkarmalarıdır.
Onlar da bu delilleri açıkça ortaya koydular, ancak insan bu delilleri gizledi ve
inkâr etti. Bu açıklamayı da bazı mütekellimler yapmışlardır.61
Bu kimsenin sözünü ettiklerinin aksini ortaya koyan rivâyetlere gelince:
Bana babam –Allah'ın rahmeti üzerine olsun– anlattı, dedi ki: Bize el-Fayd b. el-
Fadl el-Kûfî anlattı, dedi ki: Bize es-Serrî b. İsmâîl anlattı. es-Serrî, Âmir eş-
Şa‘bî'den, o Mesruk'tan, o Abdullah b. Mes‘ûd'dan dedi ki: Yüce Allah emâneti
yarattığında ona kaya gibi temsîlî bir sûret verdi. Sonra bunu dilediği bir yere
bıraktı, sonra bunu yüklenmek üzere gökleri, yeri ve dağları çağırdı, onlara, “Bu
emânettir, bunun (yerine getirilmesi hâlinde) sevabı, (getirilmemesi hâlinde) cezası
vardır” dedi. Bunlar, “Rabbimiz!” dediler, “Bizim buna gücümüz yetmez.” İnsan
ise, davet olunmadan geliverdi ve göklere, yere ve dağlara, “Sizin üstünüzde ne
var?” diye sordu, onlar şöyle dediler: “Rabbimiz bizleri şunu taşımak üzere
çağırdı, biz ise bundan çekindik ve buna güç yetiremedik.” Bu sefer onu eliyle
hareket ettirdi ve şöyle dedi: “Allah'a yemin ederim ki, bunu taşımak istesem
taşıyabilirim” deyip dizlerine varıncaya kadar o emâneti kaldırdı, sonra yerine
bırakıp şöyle dedi: “Allah'a yemin ederim ki, daha da taşımak istesem daha
yukarıya kaldırabilirim.” Bu sefer onlar, “Haydi taşı bakalım” dediler. Onu taşıdı
ve göğüs hizasına getirinceye kadar kaldırdı, sonra onu yerine koydu. Yine,
“Allah'a yemin ederim ki, daha yukarı kaldırmak isteseydim kaldırabilirdim” dedi.
Onlar yine, “Haydi kaldır” dediler. O da onu kaldırdı ve omuzunun üstüne koydu.
Yerine bırakmak isteyince, onlar, “Olduğun yerde dur” dediler, “çünkü bu
emânettir. Bunun sevabı da vardır, cezası da vardır. Rabbimiz bize onu taşımamızı
emretti, biz ondan çekindik. Sense bunu taşıman için çağırılmadığın hâlde geldin,
onu taşıdın. Artık bu, kıyâmet gününe kadar senin ve senin zürriyetinden
geleceklerin boynunda kalmıştır. Çünkü sen çok zâlim ve çok câhilsin.”62
Âyette geçen, “emânet”le ilgili pek çok görüş vardır. Kimileri, “Bu,
mükellefiyettir. Buna, kusur eden kimsenin, tazminde bulunması [kusurunu telâfi
etmesi] gerektiği ve hakkıyla yerine getirene de ikramda bulunmak gerektiği için,
emânet denilmiştir” derken, kimileri de, emânet kişinin “lâ ilâhe illâllâh”
demesidir” demişlerdir. Bu ikincisi, akıldan uzak bir görüştür. Çünkü gökler, yer
ve dağlar, lisân-ı hâlleriyle zaten Allah'ın bir olduğunu, Allah'tan başka ilâh
olmadığını söylemektedirler. Yine kimileri, “Bu emânet ile, uzuvlar kastedilmiştir.
Meselâ göz bir emânettir, muhafaza edilmesi gerekir. Kulak da, el de, ayak da, dil
de, kişinin avret mahalli de böyledir” derken; kimileri de, “marifetullah [Allah'ı
bilme] ile onun kapsamına giren her şeydir” demişlerdir. Allah en iyi bilendir.63

61
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
62
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
63
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

69
Dikkat edilirse, bu nakillerde ve gelenekçi anlayışta âyette geçen emânet
sözcüğü, Türkçe'deki “korunmak üzere bir yere bırakılan nesne” anlamında; arz
sözcüğü de “göstermek, sunmak, teklif etmek, istem” anlamında ele alınmaktadır.
Âyetin gerçek anlamını tesbit etmek için sözcüklerin tahlil edilmesi gerekir:
‫‘[العرض‬ARZ]
‫‘[العرض‬arz], tul'un [uzunluğun] karşıtı olup “en” demektir.64 Bu sözcüğün fiil
olarak anlamı, “enleştirme; yayma, yaygınlaştırma”dır.
EMÂNET
‫[المانححححة‬emânet], ‫[ المنححححة‬emenet], hıyânet'in karşıtıdır. Hıyânet'in aslı,
“noksanlaştırmak, tefrit”tir [kusurlaştırma, zayi etmedir]. Kendine bırakılan bir şeyi
noksanlaştıran kişiye, “hâin” denir.65
Bu tanıma göre emânet sözcüğünün esas anlamı, “bütünlük, kusursuzluk,
mükemmellik”tir. “Korunmak üzere bir yere bırakılan nesne” anlamında
kullanılmasının nedeni de, “tevdi edilen şeyin mükemmelliği”dir.
Konumuz olan âyetteki emânet sözcüğü, terim değil, lügat anlamıyla ele
alınmalıdır. Bu durumda Allah; göklere, yeryüzüne ve dağlara mükemmelliği,
kusursuzluğu, düzen ve intizamı yaymış-yaygınlaştırmıştır. Doğadaki hiç bir varlık
bu mükemmelliğe ihânet etmemiş ve bunu bozmamıştır. Ama çok câhil ve çok
zâlim insan bunu bozmuş, kusurlu hâle getirmiştir.
Bu âyetin mesajı, Rûm/41'de farklı bir üslup ile yer almış ve orada şu
açıklamayı yapmıştık:
İnsanlar dönerler diye; kendilerinin elleriyle kazandıkları şeyler yüzünden,
yaptıklarının bir kısmını onlara tattırmak için karada ve denizde fesat/kargaşa ortaya
çıktı. (Rûm/41)
Bu âyette, yaptıkları yanlışlar yüzünden hatalarının bir kısmının cezasını
insanlara tattırmak için yeryüzünde kargaşa; bozulmalar oluştuğu bildirilerek,
onlardan akıllarını başlarına almaları, yaptıkları işlerle karada ve denizde fesat
çıkarmamaları/doğadaki dengeyi bozmamaları istenmektedir. İleride bu mesaj farklı
bir üslup ile de gelecektir. BLOK]
Şüphesiz Biz, emâneti [bütünlüğü, kusursuzluğu, mükemmelliği] göklere, yere
ve dağlara yaydık da, onlar, onu taşımaya yanaşmadılar, ondan [güvenliğin, düzenin,
dengenin alıp götürülmesinden] korktular. Ve onu insan taşıdı [ona ihânet etti].
Şüphesiz o [insan], çok zâlim ve çok câhildir. (Ahzâb/72)
Ve onları yeryüzünde birçok ümmetlere ayırdık. Onlardan bir kısmı sâlihlerdi,
bir kısmı da bundan aşağı idi. Ve Biz, onları dönsünler diye iyiliklerle ve
kötülüklerle belâlandırdık [imtihan ettik]. (A‘râf/168)
Burada konu edilen fesat, doğal dengenin bozulmasıdır. Yani, mevsimlerin
bozulması, yağışların azalması veya çoğalması, bitkilerin verimsizleşmesi, suların
kirlenmesi, buna bağlı olarak suda yaşayan canlıların yok olması, atmosferin
bozulması, ozon tabakasının delinmesi, yüksek radyasyonun neden olduğu kanser ve
benzeri hastalıkların çoğalması… tüm bunların sonucunda da yeryüzünde sıkıntılı bir
hayatın meydana gelmesidir.
Şu bir gerçek ki, hazza dayalı bir üretim ve tüketim perspektifi yüzünden
insanoğlu kontrolsüz bir teknolojik gelişmeyle doğadaki dengeyi hızla bozmaktadır.
Bunun sonucu olarak temiz su kaynakları, temiz hava, doğal ve sağlıklı yiyecek
temini her geçen gün biraz daha zorlaşmaktadır. Bu zorlukların oluşturduğu biyolojik
ve psikolojik komplikasyonların insan sağlığını ciddi bir şekilde tehdit ettiği bilimsel
çalışmalarla da teyit edilmiştir. Bugün bu tehlikeli süreç bütün devletler tarafından
64
Lisânu'l-Arab, “Arz” mad.
65
Lisânu'l-Arab; Tâcu'l-Arûs; “Emn” ve “Havn” mad.

70
algılanmakla beraber, olumsuz sonuçlarının giderilmesi hususunda uluslararası irade
henüz yeterince güçlü değildir.
BM şemsiyesi altında yapılan ve Kloro Floro Karbon gazlarının atmosfere
salınımı konusunda sınırlamalar getiren Kyoto Protokolü, ancak 2005 yılında
imzalanabilmiştir. Bu ve benzer antlaşmalarla çevrenin insan ve diğer canlıların
sağlığına yeniden uygun hâle getirilmesi çabalarına ağırlık verilmeli ve Allah'ın
doğaya koyduğu ekolojik denge yeniden sağlanmalıdır. Aksi hâlde insanlık daha
büyük felaketlerle karşılaşacak ve bu felaketler tadımlık olmayacaktır.66
Ekolojik denge ve bu dengenin korunmasına yönelik son zamanlarda bir hayli
bilimsel çalışma yapılmakta ve birtakım tedbirler alınmaktadır. Okurların bu konuyu
detaylı olarak bilimsel verilerden okumasını ve takip etmesini öneriyoruz.
Allah doğrusunu en iyi bilendir.

66
Tebyînu'l-Kur’ân; c. 8, s. 301-302.

71

You might also like