Professional Documents
Culture Documents
GİRİŞ
1
42 / FURKAN SURESİ
Ayetlerin meali
2
15- De ki: “Karşılık ve gidilecek bir yer olarak bu mu daha iyidir yoksa takva
sahiplerine vaat edilen ebedîlik cenneti mi?”
16- Onlar için orada temelli olmak üzere diledikleri her şey vardır. -[Bu],
Rabbinin yerine getirilmesini üstüne aldığı bir vaattir.-
17- Ve o gün O [Rabbin], onları ve onların Allah’ın astlarından taptıkları
şeyleri toplar da, “Siz mi saptırdınız şu kullarımı, yoksa kendileri mi o
yolu kaybettiler?” der.
18- Onlar dediler ki: “Tespih ederiz Seni, Senin astlarından veliyler edinmek
bize yaraşmaz. Ama Sen onları ve atalarını öylesine nimetlendirdin ki,
Zikir’i [Öğüt’ü] terk ettiler ve helâke giden bir topluluk oldular.”
19- İşte onlar [taptıklarınız] sizi söylediklerinizde yalanladılar. Artık geri
çevirmeye ve bir yardıma güç yetiremezsiniz. Ve sizden kim zulmederse,
Biz ona büyük bir azabı tattıracağız.
20- Biz senden evvel de sadece, kesinlikle yemek yiyen, çarşılarda yürüyen
elçilerden gönderdik. Ve Biz sizin bir kısmınızı bir kısmınız için fitne
kıldık. —Sabrediyor musunuz!- Ve senin Rabbin çok iyi görendir.
21- Bize kavuşmayı ummayanlar da “Bizim üzerimize melekler
indirilmeliydi” ya da “Rabbimizi görmeli değil miydik?” dediler. Ant
olsun ki, onlar kendi içlerinde büyüklüklerine inandılar ve büyük bir
azgınlık yapmak suretiyle azgınlık ettiler [azgınlaştıkça azgınlaştılar].
22- Melekleri görecekleri gün; işte o gün, günahkârlara hiçbir müjde [sevinç
haberi] yoktur. Ve onlar “Yasak edilmiştir, yasak!” derler.
23- Ve Biz onların [Bize kavuşmayı ummayanların] amelden her
yaptıklarının önüne geçtik de onu saçılmış toz zerreleri hâline
getiriverdik.
24- Cennet ashabı o gün kalacak yer açısından çok iyi, dinlenecek yer
bakımından da daha güzeldir.
25- Ve o gün gökyüzü bulutlar ile yarılır ve melekler ardı arkasına indirilir.
26- İşte o gün gerçek hükümranlık, Rahman’a özgüdür. Kâfirler için ise o,
pek çetin bir gün olmuştur.
27–29- Ve o gün, o zalim kimse ellerini ısırarak; “Eyvah, keşke elçi ile beraber
bir yol tutsaydım! Eyvah, keşke falancayı izdaş edinmeseydim. Hiç
şüphesiz bana geldikten sonra, beni Zikir’den o saptırdı. Ve şeytan insan
için bir rezil edenmiş!” der.
30- Elçi de: “Ey Rabbim, hiç şüphesiz benim kavmim şu Kur’an’ı mehcur
[terk edilmiş bir şey] edindiler.” dedi.
31- Ve işte böyle Biz her peygamber için günahkârlardan bir düşman
kılmışızdır. Ve yol gösteren ve yardımcı olarak Rabbin yeter.
32- İnkâr edenler: “Kur’an ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi?”
de dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirelim diye böyledir [parça
parça indirdik]. Ve Biz onu tane tane okuduk.
33- Onların sana getirdikleri her bir meselede Biz mutlaka sana hakkı ve en
güzel açıklamayı getirmişizdir.
34- O yüzleri üstü cehenneme toplanacak olanlar; işte onlar, yerce en kötü,
yolca da en sapık olanlardır.
35- Ve ant olsun ki Musa’ya Kitap’ı verdik kardeşi Harun’u da onunla
birlikte vezir [yardımcı, destekçi] kıldık.
36- Sonra da “Haydi ayetlerimizi yalanlayan o kavme gidin!” dedik. Sonunda
da parçalayıp yok ettik.
3
37- Biz Nuh kavmini de elçileri yalanladıklarında suda boğduk ve kendilerini
insanlar için bir ayet [ibret] kıldık. Ve Biz zalimler için çok acı veren bir
azabı hazırladık.
38- Ad’ı, Semud’u, Ress ashabını ve bunlar arasında daha birçok nesilleri de.
39- Ve Biz onların hepsine örnekler verdik ve hepsini kırdık geçirdik.
40- Ve ant olsun bunlar, belâ ve fenalık yağmuruna tutulmuş olan beldeye
gittiler. Peki, onu da görmüyorlar mıydı? Aksine bunlar öldükten sonra
dirilmeyi ummamaktaydılar.
41, 42- Seni gördükleri zaman da, “Bu mu Allah’ın elçi olarak gönderdiği? Şayet
tanrılarımıza inanmakta sebat göstermeseydik, gerçekten de bizi
neredeyse tanrılarımızdan saptıracaktı” diye seni alaya almaktan başka
bir şey yapmıyorlar. Ve onlar yakında azabı gördükleri zaman, kimin
yolca daha sapık olduğunu bilecekler!
43- Hevasını [kötü duygularını, tutkularını] tanrısı edinen kişiyi gördün mü?
Peki, onun üzerine sen mi vekil oluyorsun?
44- Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten [vahye] kulak vereceğini yahut
akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidir.
Aslında yol bakımından daha sapıktırlar / şaşkındırlar [aşağıdırlar].
45, 46- Rabbinin o gölgeyi nasıl uzatmış olduğuna bakmadın mı? Dileseydi onu
elbet hareketsiz de kılardı. Sonra Biz Güneş’i, ona delil kıldık. Sonra da
onu kolay bir çekişle kendimize doğru çektik.
47- Ve O, sizin için geceyi elbise, uykuyu da rahatlık kılandır. Ve O,
gündüzü yayılış kılandır.
48, 49- Ve O, rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderendir. Ve Biz
ölü bir beldeye can verelim, yarattığımız nice hayvanlara ve insanlara su
sağlayalım diye gökten tertemiz bir su indirdik.
50- Ve ant olsun Biz, öğüt almaları için, aralarında evirip çevirdik [çeşit çeşit
şekillerde anlattık], ama insanların çoğu sadece nankörlükte dayattılar.
51- Şayet dileseydik Biz elbette her kente bir uyarıcı gönderirdik.
52- Öyleyse kâfirlere itaat etme ve onunla [Furkan ile] onlara karşı olanca
gücünle büyük bir cihat yap!
53- Ve O, iki denizi salıverendir; şu su, tatlı ve susuzluğu giderici, şu da
tuzlu ve acıdır. Ve O, aralarına bir berzah [engel] ve yasak kılandır.
54- Ve O, sudan, bir beşer yaratıp sonra ona bir nesep ve sıhriyet kılandır. Ve
senin Rabbin her şeye güç yetirendir.
55- Onlar da Allah’ın astlarından kendisine fayda vermeyen ve zarar
vermeyen şeylere tapıyorlar. Ve o kâfir, Rabbinin aleyhine arka çıkandır.
56- Ve Biz seni ancak müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere gönderdik.
57- De ki: “Ben, buna karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Sadece
ve sadece Rabbine doğru bir yol tutmayı dileyen kimseler istiyorum.”
58- Ve sen, ölmeyen Hayy’e [daima diri olana] güvenip dayan. Ve O’nu
övgü ile arındır. Kullarının günahlarından haberdar olarak O [daima diri
olan] yeter.
59- O [Hayy], gökleri yeryüzünü ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan,
sonra Arş üzerine istiva edendir, Rahman’dır. Haydi, sen bunu çok iyi
haberdar olana [çok iyi bilene] sor.
60- Ve onlara “Rahman’a boyun eğin!” dendiği zaman, “Rahman da neymiş?
Senin bize emrettiğin şey için mi boyun eğeceğiz?” dediler. Ve bu
[boyun eğme emri], onların nefretlerini artırdı.
4
61- Gökte burçlar kılan, onların içinde bir kandil ve aydınlatıcı bir ay kılan
ne cömerttir.
62- Ve O, öğüt almayı veya şükretmeyi dileyen kimseler için gece ile
gündüzü hılfeten [birbiri ardınca] kılandır.
63- Ve Rahman’ın kulları öyle kimselerdir ki onlar, yeryüzünde tevazu ile
yürürler ve cahil kimseler kendilerine lâf attığı zaman “Selâm!” derler.
64- Onlar [Rahman’ın kulları], Rabblerine secdeler ve kıyamlar ederek
gecelerler.
65, 66- Ve onlar [Rahman’ın kulları]; “Rabbimiz! Cehennem azabını bizden sav!
Doğrusu onun azabı daimî bir helâktir. Orası cidden ne kötü bir karargâh,
ne kötü bir ikametgâhtır!” derler.
67- Ve o kimseler [Rahman’ın kulları], harcadıklarında israf etmezler, sıkılık
da etmezler ve bu ikisi arasında bir denge olmuştur.
68–71- Ve işte o kişiler [Rahman’ın kulları], Allah ile beraber başka bir ilâha
yalvarmazlar. Allah’ın haram kıldığı canı öldürmezler. -Ancak Hakk ile
öldürürler.- Zina da etmezler. -Ve kim bunları yaparsa, günahla
karşılaşır. Kıyamet günü azabı kat kat olur ve orada, alçaltılarak sürekli
olarak kalır. Ancak tövbe eden, iman eden ve salihi işleyenler müstesna.
İşte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Ve Allah çok
bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Ve her kim tövbe eder ve salihi işlerse,
kesinlikle o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.-
72- Ve o kimseler [Rahman’ın kulları], yalan yere tanıklık etmezler, boş bir
şeye rastladıkları zaman saygınca geçerler.
73- Ve o kimseler [Rahman’ın kulları], kendilerine Rabblerinin ayetleri
hatırlatıldığında ise, onlar üzerine sağırca ve körce yıkılmazlar
[davranmazlar].
74- Ve o kişiler [Rahman’ın kulları], “Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve
nesillerimizden göz aydınlığı olacaklar ihsan et. Ve bizi müttekilere
önder kıl!” derler.
75, 76- İşte onlar [Rahman’ın kulları], sabretmelerine karşılık ğurfede [cennetin
en yüksek makamlarında], orada ebedî kalacaklar olarak
mükâfatlandırılacaklar, orada hürmet ve selâmla karşılanacaklardır -orası
ne güzel bir karargâh ve ne güzel bir ikametgâhtır!-
77- De ki: “Duanız olmasa Rabbim size kıymet verir mi ki de siz kesinkes
yalanladınız? Artık size o kaçınılmaz olacaktır.”
5
Ayetlerin tahlili
1. Ayet:
Bu ayet, bundan evvelki Ya Sin suresinin 69, 70. ayetlerindeki “Ve Biz ona
şiir öğretmedik. Bu onun için yaraşmaz da. O, sadece diri olanları uyarmak ve
kâfirlerin üzerine Söz’ün hakk olması için bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır”
ifadesinin devamı niteliğindedir.
Bu ayette Kur’an’ın “furkan” özelliği ön plâna çıkarılmıştır. Mürselat
suresinde de açıkladığımız gibi, Kur’an’ın isimlerinden biri olan “ الفرقانFurkan”
sözcüğü, “iki şeyi birbirinden ayırmak” anlamındaki “ فرقfark” kökünden türemiştir
ve “ فارقةfarika” sözcüğü ile aynı anlama gelir. Yaygın kullanımına bakıldığında,
“fark” sözcüğünün türevleri olan tefrik, firak, firkat, fırka, tefrika, ferik
sözcüklerinin somut şeyler [mahsusat] için; “ فارقاتfarikat”, “ فاروقFaruk” ve “الفرقان
furkan” sözcüklerinin ise soyut şeyler [makulât] için kullanıldığı görülür.
Bakara suresinin 53. ve Enbiya suresinin 48. ayetlerinde Musa peygambere
verildiği söylenen “Furkan”, soyut şeyler olan hakk ile batılı, iman ile küfrü, güzel
ile çirkini, iyi ile kötüyü birbirinden ayırdığı için Kur’an’a da isim olarak verilmiştir.
Halife Ömer’e verilen “Faruk” unvanı da onun hak ve batılı iyi ayırmasından
dolayıdır. (Lisanü’l-Arab; c.7, s. 82- 85, Tacü’l-Arus; frk mad.)
Kur’an’ın “Furkan” olarak anıldığı birçok ayet vardır:
Bakara 185: Ramazan ayı öyle bir aydır ki, onun içinde insanlara yol
gösteren, hidayetten açıklamalar ve Furkan olarak Kur’an
indirildi. …
6
Ayette isim verilmeden “ قلkul [De!]” ifadesi kullanılarak konu edilen kişinin
“Allah elçisi Muhammed” olduğuna dair Kur’an’da ipucu niteliğinde pek çok ayet
vardır:
En’âm 7: Ve biz eğer ki sana kağıtta yazılı bir kitap indirmiş olsak, onlar
da ona dokunsalardı, kesinlikle o küfretmiş olan kişiler, “Bu,
apaçık sihirden başka bir şey değildir” derlerdi.
İnsan 23: Şüphesiz Biz; Kur’an’ı sana kısım kısım Biz indirdik Biz.
Enbiya 10: Hiç kuşkusuz size, öğüdünüz / şan şerefiniz içinde olan bir kitap
indirdik. Buna rağmen hâlâ akıllanmayacak mısınız?
Bakara 136: Ve deyiniz ki: “Biz Allah’a iman ettiğimiz gibi, bize ne indirildi
ise, İbrahim’e ve İsmail’e ve İshak’a ve Yakub’a ve esbata
[torunlarına] ne indirildi ise, Musa’ya ve İsa’ya ne verildi ise ve
bütün peygamberlere Rabblerinden olarak ne verildi ise hepsine
iman ettik; O’nun elçilerinden birinin arasını ayırmayız [hiç
birini diğerinden ayırmayız] ve biz ancak O’nun için teslim
olanlarız.
TEBAREKE
7
Bu temel anlama göre, “tebareke” sözcüğü “bollaştıran, hayırlı ve güzel
nimetleri bol bol veren” demek olmaktadır. Nitekim bizim “ne cömerttir” şeklinde
yaptığımız çeviri de sözcüğün bu öz anlamını ifade etmektedir. Ne var ki, sözcük
zaman içerisinde “mukaddes” anlamında kullanılır olmuş ve “tebareke” lâfızları
Allah için “O, ne kutludur!” anlamıyla ifade edilir olmuştur. Ancak bize göre,
sözcüğün yer aldığı ayetlerin içerdiği mesajlar dikkate alınarak öz anlamı ile
kullanılması gerekmektedir.
“Tebareke” sözcüğünün türediği kök olan “berk” sözcüğü, türevleriyle birlikte
Kur’an’da 31 kez yer almıştır. Konumuz olan “tebareke” sözcüğü ise Kur’an’da 9
ayette geçmektedir. Bu ayetlerin üçü [1, 10 ve 61. ayetler] bu surede olup diğerleri
aşağıdadır:
Mümin 64: Allah, sizin için yeryüzünü bir karargâh, göğü de bir bina
yapan, size şekil veren -şekillerinizi ne de güzel kılmıştır- ve
sizi temiz şeylerle rızklandırandır. İşte O, Rabbiniz Allah’tır.
-Âlemlerin Rabbi olan Allah ne cömerttir!-
Müminun 14: Sonra nutfeyi bir alaka [embriyon] yarattık, derken o alakayı bir
mudga [bir çiğnem et parçası hâlinde] yarattık, derken o
mudgayı bir takım kemik yarattık, derken o kemiklere bir et
giydirdik. Sonra onu başka bir yaratık olarak inşa ettik. Yapıp
yaratanların en güzeli olan Allah, ne cömerttir.
A’râf 54: Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan,
sonra Arş üzerine istiva eden, gündüzü durmadan kovalayan
gece ile bürüyen ve Güneş, Ay ve yıldızları emrine boyun
eğmiş olarak yaratan Allah’tır. İyi biliniz ki yaratma ve emir
sadece O’na özgüdür. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne cömerttir!
2. Ayet:
8
1. ayette Kur’an’ı indiren olarak “sonsuz cömert” niteliğini ön plâna çıkaran
Rabbimiz, bu ayette dört niteliğini daha hatırlatmaktadır. Bu nitelikler “göklerde ve
yerde kendisinden başkasının sözünün geçmemesi, yani evrenin hakimiyetinin
kendisine ait olması”, “çocuk edinmemiş olması, yani kendinden başka kimsenin
ilâhlığa lâyık olmaması”, “hükümranlıkta ortağının bulunmaması” ve “her şeyi
yaratıp yarattıklarını şaşmaz bir ölçü ile ölçülendirmesi”dir. (Ölçü konusu Kamer
suresinin 49. ayetinde de karşımıza gelmiş ve Seyyid Kutub’un konu ile ilgili yazısı
Kamer suresinin sonunda ek olarak verilmişti.)
2. ayet, Kur’an’da Allah’ı niteleyen yüzlerce ayetin bir özeti mahiyetindedir.
Allah’ın sıfatlarını tanıtan bu ayetlerden üç tanesi aşağıdadır:
İsra 111: Ve de ki: Hamd [övgü], hiçbir çocuk edinmeyen, mülkte ortağı
olmayan, düşkünlükten dolayı yardımcısı olmayan Allah’a
özgüdür. Ve O’nu büyüttükçe büyüt [ululadıkça ulula]!
Kamer 49: Şüphesiz ki, Biz her şeyi; evet onu [her şeyi] bir kader [ölçü,
ayar] ile yarattık.
3. Ayet:
Meryem 81: Onlar, kendileri için bir izzet ve kuvvet kaynağı olsunlar diye,
Allah’ın astlarından ilâhlar edindiler.
9
Ya Sin 20–25: O sırada o kentin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi. Dedi
ki: “Ey kavmim! Uyun o gönderilmişlere [elçilere]! Uyun
sizden hiçbir ücret istemeyen o kişilere ki, onlar hidayete
ermişlerdir. Bana ne oluyor da kulluk etmeyecekmişim O beni
yaratana? Siz de sadece O’na döndürüleceksiniz. Ben, hiç ben
O’nun astlarından ilâhlar edinir miyim? Eğer Rahman bana bir
zarar dileyecek olsa, onların [o ilâhların] şefaati benden yana
hiçbir fayda vermez ve onlar [o ilâhlar] beni kurtaramazlar.
Şüphesiz ki ben, o zaman [ilâhlar edindiğim takdirde] apaçık bir
sapıklık içindeyimdir. Şüphesiz ki ben, Rabbinize iman ettim.
Hadi kulak verin bana!”
4–6. Ayetler:
Nahl 103: Ve kesinlikle Biz, onların “Kesinlikle ona bir beşer öğretiyor”
deyişlerini biliyoruz. Kastettikleri o kişinin dili yabancıdır. Bu
[Kur’an] ise apaçık Arapça lisanlıdır.
10
edebiyat bir tarafa, doğru dürüst Arapça bildikleri bile tartışmalıdır. Zaten Rabbimiz
de müşriklerin akıl ve mantıkla bağdaşmayan bu saçma iddialarını “zalimce” diye
niteleyerek reddetmiştir.
Müşriklerin iddiaları gerçekten saçmadır, çünkü her şeyden önce kâfirlerin
elinde iddialarını kanıtlayacakları herhangi bir bilgi, belge, kanıt bulunmamaktadır.
Eğer bu iddiaları kanıtlamaya yarayacak bir delil mevcut olsaydı, her türlü güç
kuvvet ellerinde olan ve her türlü zorbalığı rahatça yapan bu kâfirler mutlaka bu
delili ortaya çıkarırlar veya kendilerine karşı hiçbir hak iddia edemeyen bu
garibanlara yaptıklarını itiraf ettirebilirlerdi. Diğer taraftan, söz konusu bu kişiler,
azat edilmiş de olsalar, eski sahiplerinin baskılarına boyun eğerek kendilerine maddî
açıdan herhangi bir çıkar sağlamayan peygamberi desteksiz bırakabilirlerdi. Ayrıca
durum müşriklerin iddia ettiği gibi olsaydı, kendileri de Müslüman olan bu kişiler,
neden yalancı, düzmeci bir insana inanıp onun söylediklerine uysunlar, niçin
düzenbazlığını bildikleri bir kişiyi peygamber olarak kabul etsinlerdi? Bu iddialar
doğru olsaydı, bu şahısların bundan bir çıkarı olması gerekmez miydi?
Peygamberimizin yanından hiç ayrılmayan eşleri, evlâtları, evlâtlığı Zeyd, Ebubekir
ve diğer yakınları peygamberin böyle bir ilişki içinde olduğunu fark etmezler miydi?
Böyle bir şey sezseler ona inanır, onun için canlarını ve mallarını ortaya koyarlar
mıydı?
Kısacası, Rabbimizin dediği gibi bu iftira “zalimce” idi. Zalim müşriklerin
böyle insafsıca saldırıları birçok kez olmuş ve Rabbimiz her defasında bu iddiaları
reddetmiştir:
Şûra 24: Ya da onlar “Allah’a karşı yalan uydurdu” diyorlar. Eğer Allah
dilerse senin de kalbini mühürler; batılı yok eder ve sözleriyle
hakkı gerçekleştirir. Şüphesiz ki O, göğüslerde bulunan şeyleri
çok iyi bilir.
En’âm 93: Ve Allah’a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey
vahyolunmadığı hâlde “Bana vahyolundu” diyenden ve
“Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim” diyenden daha
zalim kim olabilir? O zalimleri ölümün şiddetleri içindeyken,
melekler de onlara ellerini uzatmış “Ruhunuzu teslim edin.
Bugün, Allah’a karşı gerçek dışı şeyler söylediğinizden ve
O’nun ayetlerine karşı böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir
azapla cezalandırılacaksınız” derlerken bir görsen!
İsra; 107–109: De ki: Siz ona [Kur’an’a] ister inanın, ister inanmayın, şu daha
önce kendilerine ilim verilenler, o [Kur’an] onlara okunduğunda
11
onlar, secde ederek [teslimiyet göstererek] çeneleri üstü
kapanırlar. Ve “Rabbimiz tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi
mutlaka gerçekleşecektir” derler.
Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve bu [Kur’an]
onların huşuunu [alçak gönüllüğünü] artırır.
Kasas 51, 52: Ve ant olsun Biz, Söz’ü [vahyi, Kur’an’ı] birbiri ardınca uladık.
Belki öğüt alırlar!
Ondan [Sözden; vahyden, Kur’an’dan] önce kendilerine kitap
verdiğimiz kimseler; onlar, ona [Söz’e; vahye, Kur’an’a] da
inanırlar.
Ankebut 47: Ve işte böylece Biz, sana Kitap’ı indirdik de kendilerine Kitap
verdiklerimiz ona inanıyorlar. Ve bunlardan (Ehl-i Kitab’ın
dışındakilerden; Araplardan) da ona inananlar vardır. Ve bizim
ayetlerimizi ancak inkârcılar bile bile reddeder.
En’âm 114: Size Kitap’ı [Kur’an’ı] ayrıntılı olarak indirdiği hâlde, ondan
başka bir hakem mi arayayım? Kendilerine kitap verdiğimiz şu
kişiler, onun [Kur’an’ın] şüphesiz Rabbinden hakk ile
indirilmiş olduğunu bilirler. O hâlde sen sakın şüphecilerden
olma.
12
(Peygamber): “Benim Rabbim gökte ve yerde her sözü bilir. Ve
O, her şeyi işiten, her şeyi bilendir” dedi.
7–9. Ayetler:
Ve onlar [inkâr etmiş olanlar]: “Bu ne biçim elçi ki, yemek yiyor, sokaklarda
yürüyor? Ona bir melek indirilseydi ya! Böylece onunla beraber bir uyarıcı
olur! Yahut kendisine bir hazine bırakılsaydı veya kendisinden yiyeceği bir
bahçe olsaydı ya!” dediler. Bu zalimler; “Siz yalnızca büyülenmiş bir kişiye
uyuyorsunuz” da dediler.
Senin için nasıl örnekler getirdiklerine bir bak! Artık onlar sapmışlardır,
hiçbir yola da güç yetiremezler.
İsra 90–93: Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla
inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan
bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar
akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde
üzerimize düşürmelisin yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza
getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı yahut
göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, okuyacağımız bir
kitabı bize indirmene kadar, asla inanmayız” dediler. De ki:
“Rabbimin şanı yücedir. Ben beşer bir elçiden başka bir şey
miyim ki?”
Zühruf 53: Onun üzerine altın bilezikler atılmalı veya kendisiyle beraber
sımsıkı saflar halinde melekler gelmeli değil miydi?
10. Ayet:
13
Öyle cömerttir ki O, dilerse sana ondan daha hayırlısını; altından ırmaklar
akan cennetler kılar [verir], senin için saraylar da kılar [yapar].
11–19. Ayetler:
14
acı ve sancı içinde kıvranan kişilerin de “Allah’ım, canımı al da kurtar!” tarzında
yakarışına çokça rastlanmaktadır.
Bu sahnelerle henüz yüz yüze gelmemiş olanlara sanki “Bir kere değil, bin
kere ölüm isteseniz de kurtuluşunuz yok! Gelin, aklınızı başınıza alın!” şeklinde bir
uyarının yapıldığı 14. ayetten sonra 15, 16. ayetlerde takva sahiplerine vaat edilen
ebedîlik cennetinin karşılık ve gidilecek yer olarak daha iyi olduğu, bu vaadin yerine
getirilmesini Allah’ın üstlendiği vurgusuyla bildirilmektedir.
17–19. ayetlerde ise kâfirlerin dünyada iken ilâh edindikleri şeylerle
yüzleştirildiklerini anlatan bir mahşer sahnesi yer almaktadır.
17. ayetteki “onların Allah’ın astlarından taptıkları şeyler” ifadesi ile
kastedilenler “cansız putlar” değil, çeşitli müşrik toplumların tanrılaştırdıkları
melekler, peygamberler, veliyler, şehitler ve dindar kişilerdir.
Bu yüzleşme sahneleri Kur’an’da birçok kez yer almıştır:
Maide 116, 117: Ve hani Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu İsa, sen mi
insanlara: ‘Beni ve annemi, Allah’ın astlarından iki tanrı edinin’
dedin?” O [İsa]; “Sen münezzehsin, benim için gerçek olmayan
bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam,
Sen bunu mutlaka bilmiştin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin,
ben ise Senin nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz Sen; gaybleri
bilen yalnız Sensin, Sen!
Ben onlara sadece, Senin bana emrettiklerini söyledim; ‘Benim
ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin’ dedim. Ve ben
aralarında olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman
ki Sen beni vefat ettirdin, onları gözetleyen yalnız Sen oldun,
Sen. Ve şüphesiz Sen gaybleri en iyi bilensin.”
18. ayette geçen “ الّذكرzikr” sözcüğü ile Kur’an ve ondan evvelki tüm vahiyler
kastedilmiştir. Zira öğüde kulak vermeyen kişi sadece son peygamber zamanında
olmamış, ilk peygamberden bu yana her peygamber döneminde de var olmuştur.
Yine 12 ve 13. ayette geçen “ ثبورsübur” sözcüğü “helâk olmak, perişan
olmak” (Lisanü’l-Arab; c.1, s.655) demek olup bir başka ayette daha geçmektedir:
15
İsra 102: O [Musa] dedi ki: “Sen kesinlikle bildin ki, bunları [mucizeleri]
birer ibret olmak üzere, ancak göklerin ve yerin Rabbi indirdi.
Ve ben de senin helâk olmuşluğuna kesinlikle inanıyorum.”
20. Ayet:
Maide 75: Meryem’in oğlu Mesih, sadece bir elçidir. Ondan önce de
elçiler gelip geçmiştir. Anası da dosdoğru bir kadındır. Her ikisi
de yemek yerlerdi. Bak onlara ayetleri nasıl açıklıyoruz. Sonra
yine bak, onlar nasıl yüz çeviriyorlar!
Enbiya 8: Ve Biz onları yemek yemez birer ceset kılmadık. Onlar sürekli
kalıcılar da [ölümsüz] değillerdi.
-Sabrediyor musunuz!-
16
demektir. Bu ahlakî tutum, Rabbimizin bizden istediği ödevlerin ilk sıralarında yer
alır. “Sabr” sözcüğü ile katlanmayı değil, göğüs germeyi kasteden Rabbimiz, her
fitnenin, belâlanmanın ardından bu zor durumlarla mücadeleyi icap ettiren “sabr”a
yönelik mesajlar vermiştir:
Bakara 155, 156: Ve de kesinlikle Biz sizi korkudan, açlıktan bir şeylerle ve
mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile
belâlandıracağız [imtihan edeceğiz]. Başlarına bir musibet
geldiği zaman “Biz şüphesiz Allah’a aidiz ve yalnız O’na
döneceğiz” diyen şu sabredenleri müjdele!
Ayetin sonundaki “Ve senin Rabbin çok iyi görendir” ifadesi, yapılan
sınamanın sonuçlarının kesinlikle değerlendirilmekte olduğunu, hiçbir şeyin zayi
olmayacağını anlatmaktadır.
21. Ayet:
Enam 124: Ve onlara bir ayet geldiği zaman: “Allah'ın elçilerine verilenin
aynısı bize de verilmedikçe asla inanmayacağız” dediler. Allah
elçilik görevini nereye vereceğini daha iyi bilir. Suç işleyenlere,
yaptıkları plânlarından, hilelerinden dolayı Allah katından bir
zillet ve çetin bir azap dokunacaktır.
7–9. ayetleri tahlil ederken verdiğimiz İsra/90–92 ve aşağıdaki ayet aynı tavrı
İsrailoğullarının da sergilediğini göstermektedir:
Bakara 55: Hani bir zamanlar da “Ey Musa, biz Allah’ı açıkça görmedikçe
senin sözünle asla inanmayacağız” demiştiniz de bunun üzerine
siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpıvermişti.
17
En’âm 111: Gerçek şu ki, eğer Biz onlara melekler indirseydik, onlarla
ölüler konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık, -Allah’ın
dilemesi dışında- yine inanmayacaklardı. Velâkin onların çoğu
cahillik ediyorlar.
22. Ayet:
En’âm 8: Ve; “Bu peygambere bir melek indirilseydi ya!” dediler. Eğer
böyle bir melek indirmiş olsaydık, iş mutlaka bitirilmiş olurdu.
Sonra da kendilerine göz bile açtırılmazdı.
En’âm 93: Ve Allah’a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey
vahyolunmadığı hâlde “bana vahyolundu” diyenden ve
“Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim” diyenden daha
zalim kim olabilir? O zalimleri ölümün şiddetleri içindeyken,
melekler de onlara ellerini uzatmış, “Ruhunuzu teslim edin!
Bugün, Allah’a karşı gerçek dışı şeyler söylediğinizden ve
O’nun ayetlerine karşı böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir
azapla cezalandırılacaksınız!” derlerken bir görsen!
18
Hicr 7, 8: “Eğer doğrulardan isen, bize melekler ile gelmeliydin.”
Biz o melekleri ancak, hakk ile indiririz. O vakit de onlar
mühlet verilenlerden olmazlar.
Meleklerin gelişinin geçmişte yaşanmış somut bir örneği de Hicr suresinin 51–
64. ayetlerinde, Lut kavmi kıssasında anlatılmıştır.
Meleklerin indiği gün, müminler için hiç de korkulacak bir gün değildir:
Fussılet 30: Şu bir gerçek ki, “Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra hiç
şaşmadan yol alanlar üzerine, melekler sürekli iner;
“Korkmayın, üzülmeyin. Size vaat edilen cennetle sevinin!”
23. Ayet:
Hud 16: İşte onlar, kendileri için ahirette ateşten başka bir şey
olmayanlardır. Yapıp ürettikleri de orada boşuna gitmiştir.
Bütün yaptıkları şeyler de batıldır.
Âl-i Imran 91: Şüphesiz ki, şu inkâr etmiş ve inkârcı oldukları hâlde de
ölenlerin hiç birinden, yeryüzü dolusu altın -onu fidye verseler
bile- asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar, dayanılmaz azap
kendileri için olanlardır. Onlar için yardımcılardan da yoktur.
19
Artık kıyamet günü onlar için hiçbir ölçü tutturmayız [hiçbir
değer vermeyiz].
24. Ayet:
Cennet ashabı o gün kalacak yer açısından çok iyi, dinlenecek yer bakımından
da daha güzeldir.
Haşr; 20: Cehennem ashabı ve cennet ashabı eşit olmaz. Cennet ashabı
kurtulanların ta kendileridir.
25–29. Ayetler:
27. ayette geçen “zalim kimse” ifadesinin başında belirlilik takısı olan “el”
bulunduğundan, bu ifadenin belli bir kişiyi kastettiğini düşünmek mümkündür.
Nitekim klâsik eserlerde ve ayetlerin nüzül sebebi kayıtlarında bu zalim kişinin
Ukbe b. Ebu Muayt olduğu ve bu kişinin İslâm’a girmek arzusunda olan arkadaşı,
izdaşı, dostu Umeyye b. Halef’in Müslüman olmasını engellediği yazmaktadır.
20
(Razi, Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an) Her iki şahıs da
Bedir savaşında ölmüştür.
Ancak ayetteki “el” edatına rağmen ifadenin “genel”i kastettiğini düşünmek de
mümkündür. Çünkü genel mantık kurallarına göre “Bir hükmün bir vasfa
dayandırılması, o vasfın o hükmün illeti olduğunu ihsas ettirdiği içindir.” Burada da
o zalim kişinin pişmanlıktan dolayı elini ısırması, kendi yapmış olduğu zulüm [şirk]
sebebiyledir. Bu yüzden, illet genel olunca hüküm de genel olmalıdır. Ayrıca bu
ayetin özel bir olay hakkında inmesi, kendisinden umumîliğin kastedilmesine, yani
hem bu belli şahsın hem de onun dışında kalanların bu umumî hükmün içine
girmesine engel değildir.
Ayetin mesajı bize göre de genel olup herkesi zulümden alıkoymak
amaçlanmıştır. Bu ise ancak ayetin genel manada olmasıyla sağlanır.
30. Ayet:
Elçi de; “Ey Rabbim, hiç şüphesiz benim kavmim şu Kur’an’ı mehcur [terk
edilmiş bir şey] edindiler” dedi.
Nisa 41: Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların
üzerine bir tanık olarak getirdiğimiz zaman bak nasıl?
31. Ayet:
21
Ve işte böyle Biz her peygamber için günahkârlardan bir düşman kılmışızdır.
Ve yol gösteren ve yardımcı olarak Rabbin yeter.
En’âm 112–113: Böylece Biz her peygamber için cinn ve ins şeytanlarını düşman
kıldık. Ki dünya malına aldanmaktan bunların bazısı bazısına
sözün süslüsünü vahyeder / gizlice telkinde bulunur / fısıldar.
Ve şayet Rabbin dileseydi onu yapmazlardı. Öyleyse onları
bırak -uydurdukları şeyleri de.-
Ahirete inanmayan kimselerin kalpleri ona kansın, ondan
memnun olsun ve de yapmakta olduklarını yapsınlar diye de.
İnkâr edenler; “Kur’an ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi?” de
dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirelim diye böyledir [parça parça
indirdik]. Ve Biz onu tane tane okuduk.
Onların sana getirdikleri her bir meselede Biz mutlaka sana hakkı ve en güzel
açıklamayı getirmişizdir.
22
cevap “Biz onu senin kalbine iyice yerleştirelim diye böyledir” şeklinde
gerekçelendrilmiştir.
Rabbimizin bu cevabı üzerinde biraz düşünülürse, aşağıda sıralanmış olan
mantıklı akıl yürütmeler yapılabilir:
- Eğer Kur’an peygamberimize bir defada topluca indirilmiş olsaydı, onun
zaptı, yani yazımı ve ezberlenmesi çok zor olur, yanılmalar, yanlışlar meydana
gelebilirdi.
- Elinde bir kitap bulunan insan, kitabın sürekli yanında bulunmasına
güvenerek onu ezberlemek istemeyebilirdi. Rabbimiz ise peygamberimizin Kur’an’ı
çok okumasını, iyice ezberlemesini ve yanılmaktan uzak olmasını istediği için
Kur’an’ı bir defada değil, parça parça indirdi.
- Eğer Kur’an bir defada indirilmiş olsaydı, onun bütün hükümlerini öğrenmek
ve benimsemek insanlara çok ağır gelirdi, insanlar Kur’an’ı hazmedemezlerdi. Ama
Yüce Allah, onu parça parça, muayyen zamanlarda indirerek, koyduğu dinin emir ve
yasaklarını yavaş yavaş indirmiş oldu ve insanlar da dinin gereklerini o nispette
kolay yerine getirmiş oldular.
- Kur’an insanların sorularına, isteklerine cevap verecek şekilde ve meydana
gelen hâdiselere göre iniyor, böylece insanlar daha fazla basiret sahibi oluyorlardı.
Çünkü olaylarla ve zihinlerdeki sorularla eş zamanlı bir iniş, Kur’an’ın fesahatine
gaybden haber verme işini de ekliyor, Kur’an’ın getirdiği her cevapta, her çözümde,
gerçekleri yaşayarak öğrendikleri için insanların görüşleri, bilgileri, düşünceleri
daha fazla artıyordu.
- Eğer Kur’an bir defada inmiş olsaydı, peygamberimiz indirilmiş Kur’an’ı
göstererek kâfirlere işin başında bir defa meydan okuyacaktı. Hâlbuki Kur’an parça
parça ve aralıklarla inince, peygamberimizin inançsızlara karşı meydan okumaları
inen her parçada gerçekleşti. Böylelikle kâfirlerin Kur’an’ın bir parçasının benzerini
bile yapamayacakları defalarca kanıtlandı. Böylece Kur’an’ın muhteşemliği hem
peygamberimizin hem de kâfirlerin gönüllerine iyice yerleşmiş oldu.
ترتيلTERTİL
İsra 106: Ve Kur’an’ı; Biz onu insanlara ağır ağır okuyasın diye ayırdık
ve Biz onu peyderpey indirdik.
Demek ki Kur’an, konularına göre, necmlere göre, iniş sırasına göre bir tertip
ve tasnif yapılmak suretiyle okunmalı ve okutulmalıdır.
23
32. ayette de Rabbimiz Kur’an’ı tertillediğini, yani her şeyi yerli yerinde, bir
birine karıştırmadan, bir düzen içinde indirdiğini beyan etmektedir. Peygamberimize
ilk gelen vahiylerde [Müzzemmil/4’te] de Kur’an’ın tertillenmesi, yani necmlerin
gayet düzenli tutulması, birbirine karıştırılmaması emredilmiştir. Bütün bunlara
rağmen maalesef elimizdeki mushaf tertilli değildir. Biz, samimiyetle ve dürüstçe
birçok kez dile getirdiğimiz bu hususta, Kur’an’a gönül verenlerin Kur’an ile derin
çalışmalar yapıp Kur’an’ı necm necm dizmeleri ve Kuran’ı bugünkü sure
anlayışından öte, gerçek sureleriyle mushaflaştırmaları gerektiğine inanıyor ve bu
gayreti onlardan bekliyoruz.
HAKKIN GELMESİ
Rabbimizin 32. ayetteki “Onların sana getirdikleri her bir meselede Biz
mutlaka sana hakkı ve en güzel açıklamayı getirmişizdir” ifadesiyle müşriklerin
görüşlerindeki bozukluk çok net bir şekilde ortaya konulmuştur. Rabbimiz bu
sözlerinde zımnen: “Biz hakkı getiririz, hakk gelince de batıl kaybolur. Onlar ne
zaman saçma sapan bir şey ortaya atsalar Biz onun üzerine gerçeği yollarız ve o
saçmalığı ortadan kaldırırız” buyurmaktadır.
Enbiya 18: Bilakis, Biz hakkı batılın üzerine atarız da onun beynini ezer.
Bir de bakarsın o, yok olup gitmiştir. Ve nitelediklerinizden
dolayı vay halinize!
İsra 105: Biz onu [Kur’an’ı] hakk ile indirdik, o da hakk ile indi. Ey
Peygamber! Ve Biz seni yalnızca müjdeci ve uyarıcı olarak elçi
yaptık.
EN GÜZEL TEFSİR
34. Ayet:
O yüzleri üstü cehenneme toplanacak olanlar; işte onlar, yerce en kötü, yolca
da en sapık olanlardır.
24
Bu ayetle, Allah’ın zikrinden [Kur’an’dan] yüz çevirenlere ve O’nun elçisine
karşı onlarca sudan bahaneyle karşı çıkanlara bir gönderme yapılmış ve son bir uyarı
olarak onların ahiretteki hâlleri bildirilmiştir. Bu uyarının bir benzeri de İsra
suresindedir:
İsra 97: Ve Allah kime kılavuz olursa, işte o doğru yoldadır. Kimi de
saptırırsa, artık bunlar için Allah’tan başka hiçbir veliy
bulamazsın. Ve Biz, onları kıyamet günü kör, dilsiz ve sağır
oldukları hâlde, yüzleri üstü haşredeceğiz. Onların varacakları
yer cehennemdir. Ne zaman ki o [cehennem] dindi, onlara ateşi
artırırız.
37–40. Ayetler:
Burada kısaca sözü edilen kavimler, aslında Arapların hikâyelerini çok iyi
bildikleri ve dilden dile naklettikleri, hatta güneye ve kuzeye doğru yolculuk
yaptıklarında da kalıntılarını gördükleri kavimlerdir. Bundan evvelki surelerde
hikâyeleri daha ayrıntılı anlatılmış olan kavimler, burada kısaca ismen
hatırlatılmakta ve böylece inkârcılar dolaylı olarak bir kez daha uyarılmaktadır.
Eski kavimlerin kalıntılarının Araplar tarafından görüldüğü, aşağıdaki
ayetlerde de yer almaktadır:
25
Hicr 79: Böylece Biz onlardan [Eyke halkından] intikam aldık. İkisi de
[Eyke ve Meyden] açık bir yol üzerindedir.
Seni gördükleri zaman da; “Bu mu Allah’ın elçi olarak gönderdiği? Şayet
tanrılarımıza inanmakta sebat göstermeseydik, gerçekten de bizi neredeyse
tanrılarımızdan saptıracaktı” diye seni alaya almaktan başka bir şey
yapmıyorlar. Ve onlar yakında azabı gördükleri zaman, kimin yolca daha
sapık olduğunu bilecekler!
Enbiya 36: Ve O inkâr etmiş kişiler seni gördükleri zaman, sadece, seni
alaya alıyorlar: “İlâhlarınızı anıp duran bu mudur?” Hâlbuki
onlar Rahman’ın zikrini inkâr edenlerin ta kendileridir.
Ra’d 32: Ve ant olsun ki, senden önceki elçilerle alay edildi. Ben de o
inkâr etmiş kişilere süre verdim. Sonra da onları
yakalayıverdim; haydin bakalım Benim azabım nasılmış!
Hevasını [kötü duygularını, tutkularını] tanrısı edinen kişiyi gördün mü? Peki,
onun üzerine sen mi vekil oluyorsun?
Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (vahye) kulak vereceğini yahut
akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidir.
Aslında yol bakımından daha sapıktırlar / şaşkındırlar [aşağıdırlar].
26
insanların dört ayaklı hayvanlardan daha aşağı bir durumda olduklarını
göstermektedir. Rabbimiz, kendi yarar ve zararını ayırt edemeyenler hakkındaki bu
nitelemesini daha evvel A’râf suresinde de yapmıştı:
A’râf 179: Ve ant olsun ki, cinnden ve insten birçoğunu cehennem için
yarattık; onların kalpleri vardır, onlarla anlamazlar. Gözleri
vardır, onlarla görmezler. Kulakları vardır, onlarla işitmezler.
İşte onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler. Hatta daha da
sapıktırlar. İşte onlar gafillerin [duyarsızların] ta kendileridir.
Fatır 8: Ya, kötü ameli kendisine süslenip de onu güzel görmüş olan
kimse de mi (iman edip salihatı işleyenler gibi olacak)? Şüphe
yok ki Allah dilediğini şaşırtır, dilediğine de kılavuz olur. O
27
hâlde canın onlara karşı hasretlerle [üzüntülerle] sıkılıp
gitmesin. Şüphesiz Allah, onların bütün yaptıklarını çok iyi
bilir.
45–47. Ayetler:
Rabbinin o gölgeyi nasıl uzatmış olduğuna bakmadın mı? Dileseydi onu elbet
hareketsiz de kılardı. Sonra Biz Güneş’i, ona delil kıldık. Sonra da onu kolay
bir çekişle kendimize doğru çektik.
Ve O, sizin için geceyi elbise, uykuyu da rahatlık kılandır. Ve O, gündüzü
yayılış kılandır.
Bir önceki paragrafta, kâfirlerin kendilerine verilmiş olan akıl nimetine rağmen
düşüncesiz ve sorumsuz bir davranış örneği olarak şirkte direndiklerini ve bu
sebeple de hayvanlardan daha seviyesiz olduklarını vurgulayan Yüce Allah, bu ayet
grubunda kendisini tanıtmak için evrene koymuş olduğu yasalardan Güneş ile
bağlantılı olan “gölge”ye dikkat çekmektedir.
Arabistan gibi kurak ve çöllerle kaplı bir bölgede yaşayan insanlar için,
Allah’ın evrene koyduğu yasaların tanıtımında “gölge”nin kullanılması, o bölge
halkının gölgenin kıymetini dünyada en iyi kavrayacak insanlar olmaları bakımından
bir incelik arz etmektedir.
Onlara zımnen denmektedir ki: “Uzayıp kısalan gölgenin delili Güneş’tir. Eğer
yeryüzünde gölgenin uzayıp kısalmasıyla gözlemlenen değişiklikler olmasaydı, yani
Güneş ışınları kesintisiz olarak gelseydi ya da doğrudan gelmese de yeryüzü hep
gölgede kalsaydı, şu anda yaşanmakta olan hayat imkânsızlaşırdı. İşte, gölgenin
uzayıp kısalması, yeryüzündeki yaşamın mümkün olabilmesi için gerekli olan
düzenin sağlandığının kanıtıdır. Bu düzen ise tesadüf değil, Hakîm [hikmetler
sahibi] ve Kadîr Yaratıcı’nın eseridir. O hâlde sizler, gölgenin günlük hayatınızdaki
yararlarına dikkat edip düşünmeli, araştırmalı ve bu muhteşem sistemi kuran gücü
tanımalısınız.”
28
Rum 50: Öyleyse Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak; yeryüzünü
ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphe yok ki O, mutlaka
ölüleri diriltir ve O her şeye gücü yetendir.
Neml 63: Ya da, karanın ve denizin karanlıkları içinde size kılavuz olan,
rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen mi (daha
hayırlı)? Allah ile beraber bir ilâh mı var? Allah onların
koştukları ortaklardan çok yücedir.
Kuranda yağmurun ölü beldeyi diriltme işlevine birçok ayette dikkat çekilir.
... Biz gökten tertemiz bir su indirmekteyiz. Onunla ölü bir beldeyi [toprağı]
canlandırmak ve yarattığımız hayvanlardan ve insanlardan birçoğunu onunla
sulamak için. (Furkan/48–49)
29
Yağmurun, canlılar için kaçınılmaz bir ihtiyaç olan suyu yeryüzüne
bırakmasının yanında bir de gübreleme özelliği vardır. Denizlerden buharlaşarak
bulutlara ulaşan yağmur damlaları, ölü toprağı "canlandıracak" bazı maddeler
içerirler. Bu "canlandırıcı" özellikli yağmur damlalarına "yüzey gerilim damlaları"
adı verilir. Yüzey gerilim damlaları, biyologların deniz yüzeyinin mikro katmanı
dedikleri üst kısımda oluşurlar; milimetrenin onda birinden daha ince olan bu
yüzeysel zarda, mikroskobik alglerin ve zooplanktonların bozulmasından gelen pek
çok organik artık vardır. Bu artıkların bazıları, deniz suyunda çok az bulunan fosfor,
magnezyum, potasyum gibi elementleri ve ayrıca bakır, çinko, kobalt ve kurşun gibi
ağır metalleri seçip ayırarak kendi içlerinde toplarlar. Yeryüzündeki tohum ve
bitkiler, yetişmeleri için gereksinim duydukları çok sayıdaki madensel tuzları ve
elementleri işte bu yağmur damlalarında bulurlar. Kuran'da, bir başka ayette bu olay
şöyle bildirilir:
50–52. Ayetler:
Ve ant olsun Biz, öğüt almaları için, aralarında evirip çevirdik [çeşit çeşit
şekillerde anlattık]; ama insanların çoğu sadece nankörlükte dayattılar.
Şayet dileseydik Biz elbette her kente bir uyarıcı gönderirdik.
Öyleyse kâfirlere itaat etme ve onunla [Furkan ile] onlara karşı olanca
gücünle büyük bir cihat yap!
Klâsik eserlerin çoğunda, 50. ayetteki “onu” zamirinin 48. ayetteki “su”
sözcüğüne gönderilmesi sonucu, 50. ayette suyun çeviriminin kastedildiği yönünde
açıklamalar yapılmıştır. Bize göre ise bu, uygun olmayan bir yaklaşımdır. Zira
gruptaki son ayet olan 52. ayetteki “ve onunla onlara karşı büyük bir cihat yap”
ifadesinde yer alan “onunla” zamiri “Furkan”a gittiğine göre, 50. ayetteki “onu”
zamiri de “Furkan”a raci olmalıdır. Dolayısıyla burada evrilip çevrilen Kur’an’dır.
Yani, Kur’an’daki “afak” ve “enfüs”e dair ayetler [deliller], evrile çevrile, birçok
değişik şekildeki örneklerle anlatılmakta, bazılarının görmezden geldiği öğütler bu
örneklemelerle verilmektedir.
51. ayetten öğrendiğimize göre, her kente bir uyarıcı gönderilmemiştir. Bu,
insanların birliğini ve toplumların düzenlerini sağlamaya yönelik bir uygulamadır.
Eğer her kente bir elçi gönderilseydi, muhtemelen her kent kendi peygamberini
30
takım tutar gibi tutacak ve diğer kentlere hasım olacaktı. Böyle bir durumda ise,
düzen sağlamak için gönderilmiş olan elçiler, düzensizliğin sebebi hâline
geleceklerdi. Hâlbuki istenen; insanların tefrikaya düşmeden birlik ve beraberlik
içinde yaşamalarıdır. İşte bu yüzden peygamberler her kente değil, toplumlara
gönderilmiş ve toplumların bir peygambere uyması istenmiştir.
Fatır 24: Muhakkak ki Biz seni hakk ile bir müjdeci, bir uyarıcı olarak
gönderdik. Her ümmetin de içinde bir uyarıcı mutlaka
geçmiştir.
CİHAD
Kalem 9–14: Arzu ettiler ki, sen onlara yağ çeksen / yaltaklanıversen onlar da
sana yağ çekeceklerdi / yaltaklanacaklardı.
İtaat etme şunların hiç birine; çok yemin eden, aşağılık,
alaycı, gammaz, koğuculuk için gezip duran,
hayrı engelleyen, saldırgan, günaha batmış,
kaba / obur, sonra da kötülükle damgalı, asalak,
mal ve oğulları var diye.
53, 54 Ayetler:
31
Ve O, sudan, bir beşer yaratıp sonra ona bir nesep ve sıhriyet kılandır. Ve
senin Rabbin her şeye güç yetirendir.
Neml; 61: Ya da, yeryüzünü barınak kılan, aralarında nehirler kılan, onun
için sabit dağlar kılan ve iki deniz arasına engel kılan mı [daha
hayırlı]? Allah ile beraber bir ilâh mı var? Bilakis onların çoğu
bilmiyorlar.
Denizaltı araştırmaları ile ünlü Fransız bilim adamı Kaptan Jacques Cousteau
denizlerdeki su engelleri ile ilgili yaptığı araştırmaların sonucunu şöyle
anlatmaktadır:
"Bazı araştırmacıların farklı deniz kütlelerini birbirinden ayıran engellerin
bulunduğuna dair ileri sürdükleri görüşleri inceliyorduk. Çalışmalar sonucunda
gördük ki, Akdeniz'in kendine has tuzluluğu ve yoğunluğu var. Aynı zamanda
kendine has canlıları barındırıyor. Sonra Atlas Okyanusu'ndaki su kütlesini inceledik
ve Akdeniz'den tamamen farklı olduğunu gördük. Hâlbuki Cebeli Tarık Boğazı'nda
birleşen bu iki denizin tuzluluk, yoğunluk ve sahip olduğu hayatiyet açısından eşit
veya eşite yakın olması gerekiyordu. Oysaki bu iki deniz, birbirine yakın kısımlarda
bile ayrı yapılara sahiptiler. Bunun üzerine yapmış olduğumuz araştırmalarda bizi
şaşkına çeviren bir durumla karşılaştık. Çünkü bu iki denizin karışmasına birleşme
noktasında bulunan harika bir su perdesi engel oluyordu. Aynı türden bir su engeli
1962 yılında Alman bilim adamları tarafından Aden Körfezi ile Kızıldeniz'in
birleştiği Mendep Boğazı'nda da bulunmuştu. Daha sonraki incelemelerimizde farklı
yapıdaki bütün denizlerin birleşme noktalarında aynı engelin bulunduğuna tanıklık
ettik."
32
Kaptan Cousteau'yu şaşırtan bu durum, denizlerin birleşmesine rağmen suların
karışmaması, Kuran'da 14 asır önceden söylenmiştir. Çıplak gözle algılanamayan ve
suyun algılanan özelliklerine ters gibi gözüken bu özellik, ilk olarak Arap
Yarımadası'nın denizcilikle ilgisi olmayan insanlarına açıklanmıştır.
İki denizi birbiri üstüne salan O'dur. Bu tatlı ve ferahlatıcı, bu tuzlu ve acıdır.
Ve ikisinin arasına karışmalarını önleyen bir sınır olarak engel koymuştur.
(Furkan/53)
33
durumda belki de gerekli çabuklukta derinliklerden yükselen dağlar olmayacaktı. Bu
basınç sonucu yer kabuğu çatlayacak, havadaki kabarma her gün kasırgaların
kopmasına neden olacaktı.
Dağların tamamen silindiğini varsayarsak, o zaman bütün yerküresinin
üstündeki suyun derinliği bir buçuk mil dolaylarında olacaktır. O zaman da hayat,
muhtemelen uçsuz bucaksız bir okyanusun derinliklerinde bulunacaktı.
Ne var ki, bu evreni yönlendiren el, iki denizi salıvermiş, ama bu iki denizin
arasına hem onların hem de evrenin yapısından kaynaklanan aşılmaz bir engel
koymuştur. Her yönüyle uyum içinde hareket eden evrenin planları, her işini yerinde
ve bir hikmete göre yapan, her şeyi hikmetle yönlendiren yüce yaratıcının eliyle
önceden belirlenmiş, özenle düzenlenmiş olarak uygulanmaktadır.
Böylesine düzenli ve sürekli işleyen bu planlama kendiliğinden ortaya çıkmış
bir tesadüf olamaz. Bütün bunlar evreni bir amaç için yaratan ve evrene hükmeden
ince ve sağlam yasaları, bu amacı gerçekleştirecek özelliklere sahip kılan yüce
yaratıcının iradesi ile meydana gelmektedir.”
(İnsan Yalnız Değildir” (İlim iman etmeye çağırıyor); A. Cressy Morrisson)
54. ayette Rabbimiz, sudan yarattığı insanlar arasında bir soy ve akrabalık
yakınlığı kurduğunu bildirmekte, dolayısıyla insanın bir sosyal varlık olduğu
mesajını vermektedir. İnsanoğluna sosyal varlık niteliği kazandıran soy ve sıhrî
yakınlık ise, anne babanın tüm özelliklerini taşıyan, son derece küçük ama çok ince
hesaplarla plânlanmış iki eşey hücresi ile sağlanmaktadır. Çünkü anne ve babanın
özelliklerini taşıyan formülleri içermekte olan iki hücrenin birleşmesiyle oluşan yeni
hücre hem annenin hem babanın hücrelerindeki özellikleri taşımakta, böylece iki
bağımsız bireyin de [anne ve babanın] soyu durumunda olmaktadır. İşte bu yeni soy
bağı, farklı soylardan gelen anne ve babanın kendi soylarındaki bireyler arasında da
bir yakınlaşma sağlamakta ve ortaya sıhrî bağlar çıkmaktadır.
Allah’ın insanlara bahşettiği hayatın sürekliliğini ve insanların toplum hâlinde
yaşamalarını sağlayan bu olay, günlük sıradan bir olay gibi kabul edilmektedir ama
bu süreç incelendiğinde görülmektedir ki, olayın gerçekleşmesini sağlayan
olağanüstü plân ve plânın gerçekleşmesi sırasındaki hayret verici safhalar, gerçekten
de Rabbimizin gücünün her şeye yeteceğine yeterli bir kanıt durumundadır.
Anne ve babaya ait o küçük hücrelerde gizli bulunan kalıtımsal özelliklere
ilişkin bazı açıklamalar aşağıdadır:
"Erkek ya da dişi bütün hücreler kromozomlar ve genler [kalıtım taşıyıcıları]
içerir. Koromozom, geni içeren küçük ve sönük bir çekirdektir. Genler kesin olarak
herhangi bir canlının ya da insanın temel özelliklerini belirleyen başlıca etkenlerdir.
Stoplazma ise, kromozom ve genleri kapsayan hayret verici kimyasal birleşimlerdir.
Kalıtım taşıyıcıları olan genler, yeryüzünde yaşayan bütün insanların kişisel
özelliklerinden, ruhsal durumlarından, renklerinden ve cinslerinden sorumlu
olmalarına rağmen son derece ufaktırlar. Şayet hepsi bir araya getirilirse, bir yere
konulsa hacmi bir yüzük taşının hacminden daha az olur.
Bu son derece küçük ve ancak mikroskopla görülebilen genler, bütün
insanların, hayvanların ve bitkilerin karakterlerinin, özelliklerinin mutlak
anahtarlarıdır. İki milyar insanın kişisel özelliklerini kapsayan bir yüzük kaşı hiç
kuşkusuz küçük hacimli bir yerdir. Bununla beraber bu saydıklarımız tartışma
götürmez gerçeklerdir.
34
Cenin nutfeden (protoplazmadan) cinsiyetinin ortaya çıkmasına doğru bir
düzen içinde aşamalı olarak gelişimini tamamlarken tescil edilmiş bir tarihi anlatır.
Bu tarih genlerdeki ve sitoplazmadaki atomların diziliş şekli ile korunur ve dile
getirilir.
Genlerin bütün canlıların yapısında yer alan soya çekim hücrelerindeki
atomların en küçük mikroskobik dizilişinden ibaret olduklarını görmüştük. Bu
şekliyle genler, yaratılış projesinin, geride kalanların ve bütün canlı varlıkların
özelliklerinin korunduğu bir arşiv niteliğindedir. Genler en ince ayrıntısına kadar
bütün bitkilerin köklerine, gövdelerine, yapraklarına, çiçeklerine ve meyvelerine
egemendir. Başta insan olmak üzere bütün hayvanların şeklini, kabuklarını kıllarını
ve kanatlarını belirler." (“İnsan Yalnız Değildir” adlı kitaptan naklen; Fi Zılali’l
Kur’an)
55. Ayet:
Ya Sin 74, 75: Bir de onlar, Allah’ın astlarından kendileri yardım olunurlar
ümidi ile ilâhlar / tanrılar edindiler.
Onlar, onlara yardıma güç yetiremezler. Hâlbuki kendileri [ilâh
edinenler], onlar [sözde ilâhlar] için hazır askerlerdir.
35
yapılmış ve pek çok mealde, Şûra suresinin 23. ayetindeki “yakınlarda sevgi
istiyorum” ifadesi, “yakınlarımı, ehlibeytimi sevmenizi istiyorum” şeklinde
yorumlanmıştır. Hâlbuki ayette iyelik belirten herhangi bir sözcük veya bir işaret
yoktur. Oradaki ifade de yine “Allah’a giden yolu istemeniz, Allah’a yakınlık için
sevgi oluşturmanız” anlamındadır. Aksi durum ise, yani peygamberimizin yakınları
için bir talepte bulunması hâli ise mümkün değildir, zira böyle bir istek elçilik
ilkelerine aykırı düşmektedir. Zaten ayetlerin siyak ve sibakında hitabın hep
kâfirlere olmasından anlaşılacağı gibi, muhatap kâfirlerdir ve onlardan bir karşılık,
bir mükâfat beklemek anlamsızdır. Çünkü kâfirler peygamberi kabul etmemekte ve
onunla kıran kırana mücadele etmektedirler. Böylesi bir çekişmenin olduğu ortamda
taraflardan birinin karşı taraftan, kendi yakınlarının sevilmesini istemesi ise son
derece mantıksızdır.
Elçilerin yaptıkları görev karşılığında herhangi bir ücret istememeleri,
elçiliklerinin gerçek bir kanıtıdır. Zira elçiler görevlerini sadece hiçbir çıkar
gözetmeden yapmakla kalmamakta, bunun da ötesinde, rahat hayatlarını bırakarak
bütün işlerini terk etmekte; adlarının deliye, yalancıya, sihirbaza çıkmasına göğüs
germekte; inanmayan yakınlarıyla ilişkilerinin kopmasını göze almakta ve üstüne
üstlük bir sürü işkenceye de katlanmak zorunda kalmaktadırlar. Gerçek elçi olmayan
birinin geçici çıkarları uğruna bütün bunları göze alması mümkün değildir. Tam
aksine, gerçek elçi olmadığı hâlde bu yolla hükümdar ve önder olmak için hareket
eden bir kişi, toplumun hoşuna gitmek için onların geleneklerini, önyargılarını
kabullenir ve bunlardan yararlanma yoluna gider. Oysa Kur’an’dan öğrendiğimize
göre, peygamberimiz, sadece bu tür önyargıları kökünden baltalamakla kalmıyor,
aynı zamanda kabilesinin Arabistan putperestleri üzerinde etki ve egemenlik
kurmalarını sağlayan ana unsuru da yerle bir ediyordu.
58. Ayet:
Ve sen, ölmeyen Hayy’e [daima diri olana] güvenip dayan. Ve O’nu övgü ile
arındır. Kullarının günahlarından haberdar olarak O [daima diri olan] yeter.
Müzzemmil 9: Doğunun ve batının Rabbidir O. O’ndan başka tanrı diye bir şey
yoktur. Bu nedenle O’nu vekil et.
Hud 123: Ve göklerin ve yerin gaybı sadece Allah’a aittir. Ve tüm iş/oluş
yalnızca O’na döndürülür. O hâlde O’na kulluk et, O’na
dayanıp güven. Rabbin, yapmakta olduklarınızdan gafil
[habersiz, duyarsız] değildir.
36
Mülk 29: De ki: “O, Rahman’dır. Biz O’na inanmış ve sadece O’na
dayanmışızdır. Artık kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu
yakında bileceksiniz.”
59. Ayet:
Kaf suresinin 38. ayetinin tahlilinde belirttiğimiz gibi, ayette geçen “altı gün”
ifadesi “altı devre” anlamına gelmektedir.
İSTİVA
Müteşabih bir anlatım olan “arşa istiva” ifadesi, lâfzen “arşın üstüne
kurulmak”, mecazen de “en büyük makama sahip olmak, en büyük gücü elinde
bulundurmak” anlamına gelir. Allah’ın mekândan münezzeh olduğu birçok ayetle
bildirildiğine ve aklen de sabit olduğuna göre, bu ifadede sözcüklerin “hakikat”
anlamlarının murat edilmiş olması mümkün değildir. Dolayısıyla Allah’ın arşa istiva
etmesi, Allah’ın en büyük makama sahip olduğunu ve en büyük gücü elinde
bulundurduğunu ifade etmektedir.
Ayetteki “Habir’e sor” ifadesinden -Rabbimizin bir adının da “Habir” olması
sebebiyle- “Allah’a sor” anlamı çıkarmak mümkün gibi görünse de, ayetteki söz
akışı buna imkân vermemektedir. Çünkü zaten bu açıklamayı yapan Habir Allah’ın
kendisidir ve yaptığı açıklamadan sonra Allah’ın, “sen bunu Allah’a sor” demiş
olması uygun düşmemektedir.
Biz, güvenilmesi gereken ölümsüz Hayy’in [Allah’ın] başka niteliklerinin de
ortaya konulduğu bu ayette, Allah’ın belirtilen bu niteliklerine bilgin kişilerin tanık
tutulduğunu ve ayetteki “Habir [çok iyi bilen]” ifadesiyle Ehl-i Kitap bilginlerinin
kastedildiğini düşünüyoruz. Nitekim Nahl suresinin 43. ayetindeki “onu Zikir ehline
sor” ifadesinden anlaşıldığına göre, yerin ve göklerin altı günde yaratıldığı Ehl-i
Kitap bilginlerince bilinmektedir ve onlar bu bilgiyi ellerindeki kitaptan almışlardır:
11- Çünkü ben RABB, yeri, göğü, denizi ve bütün canlıları altı günde yarattım,
yedinci gün dinlendim. Bu yüzden Şabat Günü'nü kutsadım ve kutsal kıldım.
(Çıkış, Bab 20, 11. cümle)
Kaf 38: Ve kesinlikle Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları altı günde
yarattık. Ve Bize hiçbir yorgunluk dokunmadı.
60. Ayet:
37
Ve onlara “Rahman’a boyun eğin” dendiği zaman, “Rahman da neymiş?
Senin bize emrettiğin şey için mi boyun eğeceğiz?” dediler. Ve bu [boyun
eğme emri], onların nefretlerini artırdı.
Bu ayette, müşriklerin küstah bir tavır içine girerek Allah’ın (59. ayette
vurgulanmış olan) “Rahman” sıfatını yadırgadıkları görülmektedir. Müşriklerin bu
tavrı daha önce Firavun tarafından Musa peygambere karşı da gösterilmiştir:
İsra 110: De ki: “Allah” diye çağırın veyahut “Rahman” diye çağırın.
Hangi şeyle çağırırsanız çağırın, en güzel isimler O’nundur.
Namazında sesini pek yükseltme, gizli de yapma. Ve bu ikisi
arasında bir yol ara.
38
Zerb el-Advanî, Allaâf bin Şehab et-Temimî, El-Mütelemmis bin Ümeyye el-Kinanî, Zühehyr bin
Ebû Selmâ, Halid bin Sinan bin Gays el-Absî, Abdullah b. Kudâî... vd.
Bu insanlar açıkça itikadın temeli olarak tevhidi'i tebliğ ediyor ve müşriklerin dininden ayrı
olduklarını söylüyorlardı. Apaçık ki, onlar bu kavrama, peygamberlerin talimatından geriye kalanlar
aracılığıyla ulaşmışlardı. Dahası, Yemen'de modern arkeolojik araştırmaların sonucu olarak
keşfedilmiş olan M.Ö. 4. ve 5. yüzyıllara ait metinler, o dönemlerde buralarda tek tanrıcı dinin var
olduğunu ortaya sermektedir.
Bu dinin salikleri er-Rahman'ı ve Rabbü's-Semavati ve'l-Ard'ı (Göklerin ve yerin Rabbi) tek
ilâh olarak kabul etmekteydiler. Bir mabedin harabeleri arasında M.Ö. 378 tarihli bir metin bulunmuş
ve üzerinde o mabedin yalnızca "Göklerin İlâhı" ve "Göklerin Rabbi"ne ibadet için inşa edildiği kaydı
tesbit edilmiştir. M.Ö. 465 tarihli bir diğerinde de tevhid doktrinine açıkça işaret eden kelimeler yer
almaktadır. Aynı şekilde Kuzey Arabistan'da Fırat Nehri ile Kınnesrin arasındaki Zebed bölgesinde
"Bism-ilâhu la izza illâ lehu, la şukra illâlehu" kelimelerini ihtiva eden M.Ö. 512 tarihli bir metin
keşfedilmiştir. Tüm bunlar Rasûlullah'ın (s.a.) gelişinden önce, geçmiş peygamberlerin getirdiği
mesajın tümüyle unutulmadığını ve insana hiç değilse şu hakikatı hatırlatacak birçok vesilenin hâlâ
mevcut bulunduğunu göstermektedir: "Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır"
Tarih, eski çağlarda Sebeliler arasında sadece bir tek Allah'a ibadet eden küçük bir topluluğun
yaşadığını göstermektedir. Çağımızda yapılan arkeolojik kazılar sonucu Yemen'de bulunan kitabeler
bu küçük unsurun varlığına işaret etmektedir. Yaklaşık olarak M.Ö. 650 yıllarına ait kitabeler, Sebe
krallığı içinde, sadece Zu-semevi veya Zû-semâvi'ye (yani Rabb es-Sema! Göklerin rabbi) ibadete
hasredilmiş evler bulunduğunu söylemektedir. Bazı yerlerde bu ilâhtan Meliken zu-semavi (Göklerin
sahibi olan Melik) diye bahsedilmektedir. Sebelilerin bu mirası Yemen'de yüzyıllarca yaşamaya
devam etmiştir. M.S. 378 tarihli bir kitabede "İlah zu-semavi" (bu mabet, ilâh zu-semavi'ye aittir)
ifadesi bulunmaktadır. M.S. 465 tarihli bir kitabede şöyle bir ifade yer alır: "Bi-nasr ve riza ilâh-in bel
semin ve ardin (Göklerin ve yerin sahibi olan ilâhın yardım ve rızasıyla) . M.S. 458 tarihli başka bir
kitabede de Rahman kelimesi, bi-rıza Rahmanen (Rahmanın yardımıyla) şeklinde kullanılmaktadır.
Gökte burçlar kılan, onların içinde bir kandil ve aydınlatıcı bir ay kılan ne
cömerttir.
Ve O, öğüt almayı veya şükretmeyi dileyen kimseler için gece ile gündüzü
hılfeten [birbiri ardınca] kılandır.
Yunus 5: O, Güneş’i bir aydınlık, Ay’ı bir ışık yapan ve senelerin sayısını
ve hesabını bilesiniz diye Ay’a menziller ayarlayandır. Allah
39
bunu ancak gerçek ile yaratmıştır. O, bilecek olan bir kavim için
ayetleri detaylandırır.
Nuh 15, 16: Allah’ın yedi göğü tabakalar hâlinde nasıl yarattığını
görmediniz mi?
Ve Ay’ı onların içinde bir ışık kıldığını, Güneş’i de bir lâmba
kıldığını (görmediniz mi)?
Ya Sin 40: Güneş’in Ay’a erişip çatması uygun olmaz. Gece de gündüzü
öne geçici değildir. Hepsi de bir yörüngede yüzerler.
Hİcr 16: Ant olsun Biz, gökte birtakım burçlar kıldık ve bakanlar için
onu süsledik.
63–74. Ayetler:
40
Önceki ayetlerde Allah’ın sonsuz cömertliğinden istifade etmeleri için kullara
açık davetler yapılmış ve sunulan bu imkânlara sırt çevirenlerin varlığından söz
edilmişti. 63–74. ayetlerde ise, bu davete uyarak Rahman’a kul olanların sahip
oldukları nitelikler belirtilmekte, böylece herkesin örnek alması gereken ideal insan
tipi tarif edilmektedir:
Yeryüzünde yürürken böbürlenerek değil tevazu ile yürürler.
Rahman’ın kullarının yürüyüşleri onların; yumuşak huylu, güzel ahlâklı, doğru
düşünceli olduklarını belli edecek şekilde, tevazu ile olmalıdır. Büyüklenerek
yürümek ise zalimlere has bir davranıştır.
CEHALET
41
Kasas/55, Ahzab/33, 72, Nisa/17, Nahl/119, Hucurat/6, Âl-i Imran/154, Maide/50,
Fetih/26.
Kur’an’ın kendisinden önceki dönemin inanç ve davranışlarını cehalet olarak
nitelemesinin istisnası, o dönemdeki toplumlarda yaşamış olup da gerçeği görmüş ve
sadece Allah’a kul olmuş kimselerdir. Bu kimseler Kur’an’da övgüyle anılmışlardır:
Âl-i Imran113,114: Hepsi bir değildirler. Kitap ehli içinde doğruluk üzere bulunan
bir ümmet [önderi olan topluluk] vardır ki onlar, gecenin
saatlerinde onlar secdeye kapanarak Allah’ın ayetlerini okurlar.
Allah’a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler,
kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, hayırlarda da birbirleriyle
yarışırlar. Ve işte onlar iyi insanlardandırlar.
Âl-i Imran 199: Ve şüphesiz ki, kitap ehlinden Allah’a inananlar, size indirilene
ve kendilerine indirilene Allah’a boyun eğerek inananlar vardır.
Onlar Allah’ın ayetlerini az bir değere değişmezler. İşte onlar,
ücretleri Rabbleri katında olanlardır. Şüphesiz Allah, hesabı
çabuk görendir.
Nisa 162: Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve iman edenler, sana
indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Onlar,
namazı kılan, zekâtı veren, Allah’a ve ahiret gününe iman
edenlerdir. İşte onlar, Bizim büyük bir mükâfat
vereceklerimizdir.
42
Secde 16: Onların yanları yataklardan uzaklaşır, korku ve ümit içinde
Rabblerine dua ederler ve kendilerine verdiğimiz rızklardan
bağışlarlar.
Âl-i Imran 16, 17: O kişiler ki, “Rabbimiz! Biz inandık, iman getirdik, artık bizim
suçlarımızı bağışla ve bizi ateş azabından koru!” derler.
(Ve Allah) O sabreden, o doğru olan, o kunut yapan, o infakta
bulunan ve seherlerde istiğfar edip yalvaran (kulları görür).
Harcamaları dengelidir
İsra 26, 27: Akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa hakkını ver. Ve saçıp
savurma. Şüphesiz saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir.
Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.
Rahman’ın kulları Kur’an’ın tevhit ve şirk ile ilgili yüzlerce ayetine uygun
davranırlar.
Ayette “haksız yere” ifadesi ile kısas ve savaşta öldürmeler istisna edilmiştir.
Kısas ile ve savaş şartlarında cana kıymak Allah’ın emirlerinden olup birer kulluk
görevidir.
Zina etmezler
43
Günlük hayatlarında ve mahkemede gerçek dışı bir beyanda bulunmadıkları
gibi, yalanı doğru çıkaracak şekilde bir davranışa da yeltenmezler. Yani, yalana,
sahtekârlığa, kötülüğe seyirci kalmazlar.
Tur 23: Orada kendisinde lağv [boş söz, saçmalama] ve günaha sokma
olmayan bir kadehi kapışırlar.
Vakıa 25: Orada lağv [boş söz, saçmalama] ve günaha sokan işitmezler.
Nebe’; 35: Orada lağv [boş söz, saçmalama] işitmezler bir yalan da
(işitmezler).
Ayetteki bu ifadede çok ince bir nokta vardır. Rahman’ın kulları, toplumlara
yöneticilik veya siyasî liderlik için değil, muttakilere önderlik etmek için dua
etmektedirler. Bunun anlamı, “Takva, dindarlık ve salihatı işlemede üst olalım, yani
44
muttakilere rehberlik edelim ki, dünyada fazilet ve takvanın yayılmasında öncüler
olalım” demektir.
Zümer 20: Lâkin Rabblerine takvalı davranan o kişiler için, Allah’ın vaadi
olarak altlarından ırmaklar akan, gurfe üstüne yapılmış gurfeler
[köşk üstünde köşkler] vardır. Allah vaadinden caymaz.
الغرفةGURFE
77. Ayet:
45
De ki: “Duanız olmasa Rabbim size kıymet verir mi ki de siz kesinkes
yalanladınız? Artık size o kaçınılmaz olacaktır.”
Zümer 7: Eğer inkâr edecek olursanız, artık şüphesiz Allah size hiç bir
ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için küfre rıza göstermez. Ve
eğer şükrederseniz, sizin (yararınız) için ondan razı olur. Hiçbir
günahkâr [suçlu], bir başkasının günah yükünü yüklenmez.
Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz, böylece yaptıklarınızı size
haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı
bilendir.
46
Âl-i Imran 110: Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği
emreder, kötülükten vazgeçirmeğe çalışır ve Allah’a inanırsınız.
Kitap ehli de inansaydı kendileri için elbette daha hayırlı
olurdu. Onların bazıları müminlerdir, pek çoğu da yoldan
çıkmış kimselerdir.
Konumuz olan ayetin kâfirlere verdiği mesaj şudur: “Yardım ve himaye için
Allah’a dua etmez ve O’na ibadette bulunmazsanız, O’nun yanında hiçbir değer ve
öneminiz olmayacak, her şeyiniz boşa gidecektir. Rahmetiyle muamele etmesi için
Allah’ın size kendisine dua etme fırsatı tanıması, şüphesiz sizin yararınıza olan bir
lütuftur.”
Allah doğrusunu en iyi bilendir.
47
“vekil” olarak ifade etmiştir. Dolayısıyla “Vekil” sözcüğünde ele alınacak esas
anlam budur. (Lisanü’l-Arab; c:9, s:392–393)
Öyleyse “vekil”, “canlı cansız tüm varlıkları belirli bir programa göre
ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan” demektir. Bu
tanımda “rızk verme, koruma ve kefil olma” anlamları da mevcuttur.
Konumuz olan sözcüklerin türediği “vkl” sözcüğü, Kur’an’da türevleri ile
birlikte toplam 70 kez geçmektedir. Bunlardan 24 tanesi doğrudan “Vekil”
şeklindedir. Diğerleri ise “tevekkül et/ediniz”, “tevekkül ettim”, “tevekkül ettik”,
“tevekkül ederiz”, “tevekkül ederler/etsinler” ve “tevekkül edenler” şekillerindedir.
Yukarıda da söylediğimiz gibi, gerçek Vekil sadece Allah’tır. Nitekim Yüce
Allah birçok ayette elçisine “Sen onlara vekil değilsin” demiş, onun da insanlara
“Ben size vekil değilim” demesini emretmiştir:
En’âm 66: Ve o hakk olmasına rağmen senin kavmin onu yalanladı. De ki:
“Ben sizin üzerinize vekil değilim.”
En’âm 102: İşte Rabbiniz Allah! O’ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin
yaratıcısıdır. Öyleyse, O’na kulluk edin. O, her şey üzerine
vekildir.
En’âm 107: Ve eğer Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Biz, seni onlar
üzerine bir bekçi yapmadık, sen onlar üzerine vekil de değilsin!
Hud 12: Şimdi belki sen, “Ona bir hazine indirilse, ya da beraberinde bir
melek gelse ya!” diyorlar diye sana vahyolunan vahyin bir
kısmını terk edecek olursun ve bundan dolayı göğsün daralır.
Sen yalnızca bir uyarıcısın. Allah ise her şeye Vekil’dir.
TEVEKKÜL
48
sonra sonucu Allah’a bırakan kişi bilir ki, gerçek Vekil’e dayanan her işin sonucu
kendisi için daha hayırlı olur. Dolayısıyla, dertlenmeye, bunalıma girmeye,
gelecekten endişe duymaya gerek yoktur. İşin sonucu ilk bakışta aleyhte görünse
bile, mütevekkil kişi sonucun kendi lehine olabileceğini düşünür ve sonuçtan
olumsuz etkilenmez. Lehine sonuçlanmış gibi görünen bir iş için de bu sonucun
aslında kendisi için kötü olabileceğini düşünür ve şımarmaz.
Bakara; 216: Ve savaş sizin için hoş olmayan bir şey olmasına rağmen o size
yazıldı [farz kılındı]. Olabilir ki siz, sizin için hayırlı olan bir
şeyden hoşlanmazsınız. Yine olabilir ki, siz, sizin için şerli olan
bir şeyi seversiniz. Ve Allah bilir, siz bilmezsiniz.
Nisa 19: Ey iman etmiş kişiler! Kadınlara zorla mirasçı olmanız size
helâl olmaz. Ve onlara verdiğinizin bir kısmını götürmeniz için
açık bir fahişe [çirkin bir hayasızlık; zina] getirmedikleri sürece
onları sıkıştırmayınız. Ve onlara iyi davranın. Ve eğer
kendilerinden hoşlanmadınızsa, olabilir ki, siz bir şeyden
hoşlanmasanız da Allah onda [sizin hoşlanmadığınız şeyde]
birçok hayır kılacak olabilir.
Tövbe 51: De ki: “Hiçbir zaman bize Allah’ın bizim için yazdığından
başkası dokunmaz. O bizim mevlâmızdır. Onun için müminler
yalnızca Allah’a tevekkül etsinler.”
Yüce Allah, tevekkülün kime, nasıl yapılacağını Kur’an’da çok açık ifadelerle
bildirmiştir. Rabbimizin bildirdiğine göre tevekkül önce gerçek Vekil’e yapılmalıdır:
Furkan 58: Ve sen, ölmeyen Hayy’e [daimî diri olana] tevekkül et. Ve O’nu
övgü ile arındır. Kullarının günahlarından haberdar olarak O
[daima diri olan] yeter.
Âl-i Imran 159: İşte sen (o zaman), sırf Allah’ın rahmetiyle onlara karşı
yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar
senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları bağışla, onlar
için mağfiret dile. İşlerde onlara da danış, bir kere de azmettin
mi, artık Allah'a tevekkül et. Muhakkak ki Allah, tevekkül
edenleri sever.
Nisa 81: Ve onlar sana “Taat! [Baş üstüne!]” derler. Fakat senin
yanından çıktıklarında, içlerinden birtakımı, geceleyin, senin
dediğinden başkasını kurarlar. Ama Allah onların geceleyin
kurduklarını yazıyor. Artık sen onlara aldırma. Ve Allah’a
tevekkül et. Vekil olarak da Allah yeter.
49
Ahzab 48: Ve kâfirlere ve münafıklara itaat etme, onların ezalarını bırak.
Ve sen Allah'a tevekkül et. Vekil olarak da Allah yeter.
Âl-i Imran 160: Allah size yardım ederse, sizi yenecek hiç kimse yoktur. Eğer
sizi yardımsız bırakırsa, artık ondan sonra size kim yardım
edebilir? Öyleyse Müminler sadece Allah’a tevekkül etsinler.
İbrahim 11: Elçileri onlara dediler ki: “Biz ancak sizin gibi bir beşeriz.
Velâkin Allah kullarından dilediğini kayırır. Ve Allah’ın izni
olmadıkça bizim için size bir delil getirmemiz olacak şey
değildir. Onun için inananlar sadece Allah’a tevekkül etsinler.
Nahl 41, 42: Ve zulme uğradıklarından sonra Allah yolunda hicret eden
kişiler; kesinlikle Biz onları bu dünyada güzel bir şekilde
yerleştireceğiz. Ötekinin [ahretin] ücreti ise daha büyüktür.
Keşke şu sabretmiş ve sadece Rabblerine tevekkül eden
kimseler bilselerdi.
Mülk 15: O [Allah], size yeri boyun eğer kılandır. Haydin onun
omuzlarında yürüyün ve O’nun [Allah’ın] rızkından yiyin. Ve
diriliş ancak O’nadır.
50
Nisa 71: Ey iman etmiş kişiler! Önleminizi alın sonra da onlara karşı ya
küçük birlikler halinde sefere çıkınız veya toptan sefere çıkınız.
Enfal 60: Ve siz de gücünüzün yettiği kadar onlara karşı her çeşitten
kuvvet biriktirin ve savaş atları hazırlayın ki, onlarla hem
Allah’ın düşmanlarını, hem de kendi düşmanlarınızı, ayrıca
Allah’ın bilip de sizin bilmediğiniz daha başkalarını
korkutasınız. Ve Allah yolunda her ne harcarsanız o size
eksiksiz ödenir ve siz haksızlığa uğratılmayacaksınız.
51
Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,
Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya.”
………
CİHAD
52
yani Kur’an’ı anlama, anlatma, yaşama ve tanıtıp yayma için kuvvet harcamak”
demektir. Bu da bilgi, beden ve mal ile yapılır.
“Cihad” sözcüğünün anlamları arasında “adam öldürme, düşman yok etme,
ortadan kaldırma” yoktur. Ölme ve öldürme [savaş], Kur’an’da “ قتالkıtal” ve “
محاربةmuharebe” ifadeleriyle yer almıştır. “Cihad”ın her zaman yapılmasını isteyen
Rabbimiz, savaşa ise ancak fitneyi yok etmek, zulüm ve fesadı ortadan kaldırmak
için izin vermiştir. İntikam, yağma ve kişileri zorla İslâm’a sokma gibi amaçlarla
savaş yapılamayacağı, Hacc suresinin 39. ayetinden ve diğer kıtal ve muharebe
ayetlerinden açıkça anlaşılmaktadır.
Furkan 52: Öyleyse kâfirlere itaat etme ve onunla [Furkan ile] onlara karşı
olanca gücünle büyük bir cihad yap!
İslâm dininin tanıtılması, Kur’an’ın tebliği ve tebyini esasına dayanır. “İlim ile
cihad” bu faaliyetin adıdır. Buna “Kur’an ile cihad” da denilir. Yukarıdaki ayette
Kur’an ile cihadın “Büyük cihad” olarak nitelenmesi, Allah’ın “ilim ile cihad”
konusuna ne kadar önem verdiğini göstermektedir.
“Mal ile yapılan cihad” ise, Allah’ın insana ihsan etmiş bulunduğu mal ve
servetin Allah yolunda harcanmasıdır. Bilindiği gibi artık dünyada her iş para ile
yapılmaktadır. Hakkın korunması ve zafere ulaşılması da yine paraya bağlıdır.
Bunun için mal ile yapılan cihadın önemi çok büyüktür. Nitekim Rabbimiz cihad
ayetlerinde malların cihad için harcanmasından söz etmektedir:
53
Saff 10–12: Ey inanmış olan kimseler! Size, sizi can yakıcı bir
cezadan kurtaracak, kazançlı bir ticaret göstereyim
mi?
Allah’a ve O’nun elçisine inanacaksınız; Allah
yolunda canlarınızla, mallarınızla çaba
harcayacaksınız. İşte bu, eğer bilirseniz, sizin için
daha iyidir: Sizin günahlarınızı bağışlar ve sizi
altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn
cennetlerindeki hoş meskenlere girdirir. İşte bu,
büyük kurtuluştur.
54