You are on page 1of 58

41 / YA SİN SURESİ

GİRİŞ

Mekke’de 41. sırada inmiş olan bu sure adını 1. ayet olan “ ‫يييس‬Ya Sin”
ifadesinden almıştır. Sureye “Kur’an’ın Kalbi Suresi”, “Müdafaa-i Kaziyye Suresi”,
“Muımme Suresi”, “Azime Suresi” gibi adlar da verilmiştir.
Bazı kaynaklarda (Süyuti; el İtkan)12. ve 47. ayetlerin Medine döneminde
indiğine dair nakiller bulunsa da, söz konusu ayetlerin bulundukları paragrafa
uyumları bu iddiaları haklı göstermemektedir.
Sure, yasalar içeren Kur’an’ın “tanıklığı” ve “kanıtlığı” ile Abdullah oğlu
Muhammed (as)’ın, ataları uyarılmamış, bu yüzden de duyarsızlaşmış olan bir
kavmi uyarmak için gönderilmiş bir elçi olduğunu ve onun dosdoğru bir yol
üzerinde bulunduğunu vurgulayarak başlamaktadır. Surenin ilerleyen ayetlerinde,
tevhide karşı çıkanların psikolojik durumu ile elçi gönderilen bir kentin hikâyesi
örneklenmiş, Kıyamet gününe dair uyarılar yapılmış, haşre ve yeniden dirilmeye ait
sahnelerle ahiret hayatı canlandırılmıştır. Sure, hak dinin esasları olan tevhit ve
ahirete inanış ile bitmektedir.
Ayrıca surede Kur’an’ın nitelikleri ve etkileri üzerinde durulmuş, özellikle 69,
70. ayetlerde Kur’an’ın “diri” olan kişileri uyarmak için indirildiği vurgulanmıştır.
Ancak bu açık mesaja rağmen sure hakkında Müslümanları Kur’an’dan uzak
tutmaya yönelik bir takım rivayetler çıkarılmış, bir kısmı peygamberimize isnat
edilen bu tür rivayetler sebebiyle insanların surenin gerçek mesajına yönelmeleri
ihmale uğramıştır. Doğruların olduğu kadar yanlışların da gözler önüne serilmesi
gerektiğine inandığımızdan, bunlardan birkaç tanesini takdim ediyoruz:

*Kim sabahı ettiğinde Ya Sin suresini okuyacak olursa, akşamı edinceye kadar
o gün için ona kolaylıklar ihsan edilir. Kim bu sureyi gecenin ilk saatlerinde akşamı
ettiğinde okuyacak olursa, sabahı edinceye kadar o gece ona kolaylıklar verilir.
*Şüphesiz her şeyin bir kalbi vardır. Kur’an’ın kalbi de Ya Sin’dir. Her kim bu
sureyi geceleyin okursa o gece ona kolaylıklar verilir. Her kim bunu bir gündüz
okursa, o gün ona kolaylıklar verilir. Şüphesiz ki cennetliklerden Kur’an kaldırılır.
Ta Ha ve Ya Sin dışında hiçbir şey okumazlar.
*Kim perşembe gecesi Ya Sin okuyacak olursa, günahı bağışlanmış olarak
sabah eder.
*Kim kabristana girer de Ya Sin okursa, o gün Allah onların azabını hafifletir.
O kimse için de harfleri sayısınca hasenat yazılır.
*Her kim, anasının babasının veyahut bunlardan birinin mezarını her Cuma
ziyaret eder ve yanlarında Ya Sin okursa, her harfinin sayısınca Allah onu bağışlar.

1
*Allah rızası için geceleyin Ya Sin okuyan kimse affolunur.
*Onu ölünüzün yanında okuyun. Allah ona kolaylık verir. (Tirmizi el-Hakim,
Nevadirü’l-Hadis)
Görüldüğü gibi bu rivayetler ile dikkatler başka bir noktaya çekilmekte,
böylece inananlar Ya Sin suresinin, dolayısıyla da Kur’an’ın uyarı fonksiyonundan
uzaklaştırılmaktadır.

41 / YA SİN SURESİ

Rahman Rahîm Allah adına

Ayetlerin meali:

1- Ya Sin / 10, 60
2–6- Babaları uyarılmamış bu yüzden de kendileri gafil [duyarsız] bir kavmi
kendisiyle uyarasın diye Aziz [çok güçlü], Rahîm’in [çok merhametlinin]
indirdiği çok hikmetli Kur’an’a ant olsun ki sen, o gönderilenlerdensin
[elçilerdensin], hiç şüphesiz sen dosdoğru bir yol üzerinesin.
7- Ant olsun, onların çoğu üzerine Söz hakk olmuştur. Artık onlar
inanmazlar.
8- Şüphesiz ki Biz onların boyunlarının içinde demir halkalar kıldık. Öyle ki
onlar çenelerine kadardır. Böylece onlar burunları yukarı kaldırılmış
olanlardır.
9- Ve Biz onların önlerinden bir set, arkalarından bir set kıldık. Böylece Biz
kendilerini sarmışızdır. Artık onlar görmezler.
10- Ve onları uyarmışsın yahut uyarmamışsın onlara göre birdir, onlar
inanmazlar.
11- Şüphesiz sen o zikre [Kur’an’a] uyan ve gaybde Rahman’a haşyet duyan
kimseyi uyarırsın. Sen hemen onu bir bağışlanma ve çok şerefli bir ödül
ile müjdele.
12- Şüphesiz ki ölüleri ancak Biz diriltiriz Biz. Onların önceden yapıp
gönderdiklerini ve eserlerini de yazarız. Zaten Biz her şeyi bir “imam-ı
mübin”de sayıp tespit etmişizdir.
13- Sen onlara [gafil kavme], o kentin ashabını örnek ver. Hani oraya
gönderilmişler [elçiler] gelmişti.
14- Hani Biz onlara iki elçi göndermiştik de onlar ikisini de yalanlamışlardı.
Biz de üçüncü ile güçlendirmiştik de onlar: “Şüphesiz ki biz size
gönderilmişleriz [elçileriz]” dediler.
15- Onlar da: “Siz ancak bizim gibi bir beşersiniz. Rahman hiçbir şey
indirmedi de. Siz sadece yalan söylüyorsunuz.” dediler.
16, 17- Onlar [elçiler] dediler ki: “Rabbimiz biliyor ki biz gerçekten size
gönderilmiş elçileriz. Bize düşen de sadece apaçık tebliğdir.”
18- Onlar [o kentin halkı] dediler ki: “Şüphesiz biz sizin yüzünüzden
uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz, ant olsun ki, sizi taşlayarak
öldürürüz ve mutlaka bizden size çok acıklı bir azap dokunur.”
19- Onlar [Elçiler]: “Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Size öğüt
verildi diye mi? Bilakis siz haddi aşmış bir kavimsiniz” dediler.

2
20–25- O sırada o kentin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi. Dedi ki: “Ey
kavmim! Uyun o gönderilmişlere [elçilere]! Uyun sizden hiçbir ücret
istemeyen o kişilere ki, onlar hidayete ermişlerdir. Bana ne oluyor da
kulluk etmeyecekmişim O beni yaratana? Siz de sadece O’na
döndürüleceksiniz. Ben, hiç ben O’nun astlarından ilâhlar edinir miyim?
Eğer Rahman bana bir zarar dileyecek olsa, onların [ilâhların] şefaati
benden yana hiçbir fayda vermez ve onlar [ilâhlar] beni kurtaramazlar.
Şüphesiz ki ben, o zaman [ilâhlar edindiğim takdirde] apaçık bir sapıklık
içindeyimdir. Şüphesiz ki ben, Rabbinize iman ettim. Haydi, kulak verin
bana!”
26, 27- Denildi ki: “Haydi gir cennete!” [O da] Dedi ki: “Ne olurdu! Kavmim,
Rabbimin beni bağışladığını ve beni onurlandırılanlardan kıldığını bir
bilselerdi.”
28, 29- Ve Biz arkasından onun kavminin üzerine hiçbir ordu indirmedik,
indirecekler de değildik. Sadece bir çığlık! Bir de bakmışsın ki, onlar
hemen sönüvermişlerdir.
30- Yazıklar olsun o kullara ki, kendilerine gelen her bir elçi ile mutlaka alay
ederlerdi.
31, 32- Kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettiğimizi ve bunların kendilerine
dönmeyeceklerini görmediler mi? Onların hepsi de toplanıp sadece bizim
huzurumuzda hazır bulundurulacaklardır.
33- Ve ölü toprak onlara [duyarsız kavme] bir delildir. Biz ona hayat verdik
ve ondan taneler çıkardık da ondan yiyip duruyorlar.
34, 35- Ve Biz onun ürününden ve kendi elleriyle yaptıklarından yesinler diye
orada hurmalıklardan, üzüm bağlarından bahçeler yaptık. İçlerinde
pınarlardan sular fışkırttık. Hâlâ şükretmeyecekler mi?
36- Yerin bitkilerinden, kendi nefislerinden ve daha bilemeyecekleri
şeylerden çiftleri, onun hepsini yaratan her türlü noksanlıktan
münezzehtir.
37- Gece de onlara [duyarsız kavme] bir delildir. Biz ondan [geceden]
gündüzü sıyırırız da onlar hemen karanlığa dalıverirler.
38- Kendi yolunda kendisi için kararlaştırılmış olan için akıp giden Güneş de
[duyarsız kavim için bir delildir]. İşte bu, çok güçlü ve her şeyi bilen
Allah’ın takdiridir [ayarlamasıdır].
39- Bizim kendisi için, eski kuru bir hurma dalı gibi dönünceye dek
menziller takdir ettiğimiz Ay da [o duyarsızlaşmış kavim için bir
delildir].
40- Güneş’in Ay’a erişip çatması uygun olmaz. Gece de gündüzü öne geçici
değildir. Hepsi de bir yörüngede yüzerler.
41, 42- Bizim, şüphesiz onların zürriyetini [soyunu] dopdolu bir gemide
taşımamız ve şüphesiz kendileri için onun gibi binecekleri şeyleri
yaratmamız da onlar [duyarsız kavim] için bir delildir.
43, 44- Ve eğer Bizden bir rahmet ve bir zamana kadar yararlanma yoksa, Biz
dilersek onları suda boğarız da o zaman onların feryadına hiç yetişen
olmaz. Onlar kurtarılamazlar da.
45, 46- Ve onlara: “Rahmet olunmanız için önünüzdekine ve arkanızdakine
takvalı davranın” denildiği zaman ve kendilerine Rabblerinin
ayetlerinden herhangi bir ayet geldiğinde, onlar sadece ondan yüz
çevirenler oldular.

3
47- Onlara: “Allah’ın sizi rızklandırdığı şeylerden infak edin” denildiği
zaman da o kâfirleşmiş kişiler, şu iman etmiş kişiler için: “Allah’ın
dileyince doyurabileceği kimseyi biz mi doyuracağız? Siz ancak apaçık
bir sapıklık içindesiniz” dediler.
48- Bir de onlar [duyarsız kavim]: “Eğer doğrulardan iseniz bu söz verilen
[tehdit] ne zaman?” diyorlar.
49, 50- Onlar sadece birbiriyle çekişip dururlarken, kendilerini yakalayıverecek
bir tek çığlıkla karşı karşıya kalacaklardır. İşte o zaman bir vasiyette bile
bulunamazlar. Ehillerine [ailelerine, yakınlarına] de dönemezler.
51- Ve Sur’a üfürülmüştür. Bir de bakmışsın ki onlar kabirlerinden
Rabblerine doğru akın ediyorlar.
52- Onlar: “Eyvah başımıza gelenlere! Yatıp uyuduğumuz yerden bizi kim
kaldırdı / uyandırdı? Bu, Rahman’ın vaat ettiği şeydir. Gönderilen elçiler
de doğru söylemişler dediler [derler].
53- Sadece bir tek çığlık olmuştur. Bir de bakmışsın ki hepsi huzurumuzda
“hazırol”a geçirilmişlerdir.
54- Artık bugün kişi herhangi bir şeyce zulmedilmez. Ve sadece yapmış
olduklarınız ile karşılıklandırılırsınız.
55- Gerçekten cennetin ashabı [cennetlik olanlar] bugün bir meşguliyet
içinde sefa sürmektedirler.
56- Kendileri ve eşleri gölgeler içinde koltuklar üzerine kurulmuşlardır.
57- Yalnızca onlara, orada bir meyve vardır. İsteyecekleri her şey de
onlarındır.
58- Söz olarak [onlara] Rahîm Rabbden “selâm” [vardır].
59- Ve ey günahkârlar! Bugün [şimdi] siz hadi ayrılın!
60–62- Ben; “Ey âdemoğulları! Şeytana kulluk etmeyin, kesinlikle o size apaçık
bir düşmandır ve Bana kulluk edin, işte bu dosdoğru yoldur ve ant olsun
ki o [şeytan] sizden birçok nesilleri saptırdı” diye size ahd vermedim mi?
Hâlâ aklını kullananlar değil miydiniz?
63- İşte bu, sizin vaat olunmuş olduğunuz cehennemdir.
64- İnkâr edip durduğunuz şeyler nedeniyle hadi bugün [şu an] yaslanın ona!
65- Bugün Biz onların ağızlarının üzerine mühür vururuz; Bize elleri
konuşur, ayakları da kazandıkları şeylere şahitlik eder.
66- Eğer Biz dileseydik, gözlerini üzerinden silme kör yapardık da yola
dökülürlerdi. Artık nereden görecekler ki?
67- Ve eğer dileseydik, oldukları yerde kılıklarını değiştirirdik de ileri
gitmeye ve geri dönüp gelmeye güç yetiremezlerdi.
68- Ve Biz kime uzun ömür verirsek, yaratılışta onu tersine çeviririz [tepesi
üste dikeriz]. Buna rağmen hâlâ akıllanmayacaklar mı?
69, 70- Ve Biz ona şiir öğretmedik. Bu onun için yaraşmaz da. O, sadece diri
olanları uyarmak ve kâfirlerin üzerine Söz’ün hak olması için bir öğüt ve
apaçık bir Kur’an’dır.
71- Ve onlar görmediler mi ki: Biz şüphesiz onlar için ellerimizin
[kudretimizin] meydana getirdiklerinden birtakım hayvanlar yarattık da
onlar, onlara sahip bulunuyorlar.
72- Ve onları, kendileri için zelil kıldık da. Bu yüzden binekleri onlardandır.
Onlardan yiyip duruyorlar da.
73- Ve onlarda daha birçok menfaatler ve içecekler var. Hâlâ
şükretmeyecekler mi?

4
74- Bir de onlar, kendileri yardım olunmaları için Allah’ın astlarından
ilâhlar / tanrılar edindiler.
75- Onlar, onlara yardıma güç yetiremezler. Hâlbuki kendileri [ilâh
edinenler], onlar [sözde ilâhlar] için hazır askerlerdir.
76- O hâlde onların sözü seni üzmesin. Şüphesiz ki Biz, onların gizlediklerini
ve açığa vurduklarını da biliyoruz.
77- Ve o insan [o kişi], kendisini bir nutfeden [bir damla sudan] yarattığımızı
görmedi mi de şimdi o, apaçık bir hasımdır [düşmandır].
78- Ve kendi yaratılışını dikkate almayarak Bize bir örnekleme yaptı: Dedi
ki: “Kim diriltecekmiş o kemikleri? Onlar çürümüş iken!”
79, 80- De ki: “Onları ilk defa yaratan, onları diriltecektir. Ve O her yaratmayı
çok iyi bilendir. O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş yapandır. Şimdi de
siz ondan yakıp duruyorsunuz.
81- Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibilerini de yaratmaya kadir değil midir?
Evet [elbette kadirdir]! Ve O çok mükemmel yaratandır, çok iyi bilendir.
82- Şüphesiz ki O bir şeyi dilediğinde, O’nun buyruğu / işi o şeye “Ol!”
demektir; o da hemen oluverir.
83- O hâlde her şeyin melekûtu [tam hükümranlığı] kendi elinde olan [Allah]
her türlü noksanlıklardan arınıktır. Siz de yalnız O’na döndürüleceksiniz.

5
Ayetlerin tahlili

1. Ayet:

Ya Sin / 10, 60

1. ayet, “Hurûf-u Mukattaa” denilen bağımsız iki harften oluşmaktadır.


Bilindiği gibi, bağımsız olan harflerin herhangi bir anlamının olması söz konusu
değildir. Ancak, daha evvel birkaç kez açıkladığımız gibi, Kur’an’ın indiği dönemde
harflerin rakam yerine de kullanılıyor olmalarından dolayı bu kesik harflerin birer
sayıyı ifade ediyor olması mümkündür. Hatırlanacak olursa, Kalem suresinde,
harflerin hangi rakamı ifade ettiğini gösteren tabloya “EBCED” dendiğini belirtmiş
ve bu “ ‫ابجد‬Ebced” tablosunu orada sunmuştuk. (Tebyinü’l-Kur’an; c:1, s:63, 64)
Ayrıca bu harflerin birer uyarı edatı olabileceklerini söylemek mümkün olduğu gibi,
Müddessir suresinde açıkladığımız “Ondokuz Mucizesi” kabilinden Kur’an’ın
korunmasına yönelik birer öge oldukları da söylenebilir.
Klâsik kaynaklarda (Razi; el Mefatihu’l Gayb, Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l
Kur’an) ise “Ya Sin” harfleri ile ilgili olarak birçok kişi tarafından yapılmış çeşitli
yakıştırmalar mevcuttur:
*Bu, peygamberin adlarından biridir.
*Bu, Allah’ın isimlerinden biridir.
*Bu, Arapların Tayy kabilesinin dilinde “Ey insan” demektir.
*Bu, “Ey Seyyid (Ey Efendi)” demektir.

Fakat bu yakıştırmaların hiçbirinin de sağlam bir dayanağı yoktur. Belirtmek


gerekir ki, “Mukattaa Harfleri” ile ilgili mesele henüz açıklığa kavuşturulmamıştır
ve üzerinde ciddî çalışma yapacak Kur’an erlerini beklemektedir.

2–6. Ayetler

Babaları uyarılmamış bu yüzden de kendileri gafil [duyarsız] bir kavmi


kendisiyle uyarasın diye Aziz [çok güçlü], Rahîm’in [çok merhametlinin]
indirdiği çok hikmetli Kur’an’a ant olsun ki sen, o gönderilenlerdensin
[elçilerdensin], hiç şüphesiz sen dosdoğru bir yol üzerinesin.

İçinde iki yüklemli bir isim cümlesi ve aynı zamanda iki cevaplı bir kasem
cümlesi olan bu ayet grubu, tek bir cümle halinde ifade edilmesi hâlinde daha iyi
anlaşılacağına inandığımız için topluca meallendirilmiştir. Bu, ayetlerin orijinal
cümle yapısına da uygundur.

6
Görüldüğü gibi, Ya Sin suresi, bundan evvelki Cinn suresinin devamı
mahiyetindedir. Dolayısıyla, buradaki “sen” ifadesi de Cinn suresindeki “De ki!”
ifadelerinin muhatabı olan peygamberimize yöneliktir.
Bu ayet grubunda birçok vurgu noktası bulunmaktadır:

KUR’AN’IN “HAKÎM” OLDUĞU VURGUSU:

Burada Kur’an’ın önemli bir özelliğine dikkat çekilmiş ve Kur’an için “ ‫حكيم‬
hakim” ifadesi kullanılmıştır. “Hakîm” sözcüğü mübalâğa kalıbında bir ism-i fail
olup esas anlamı “çok yasa koyan” demektir. “Hakim” sözcüğü, aynı zamanda
Rabbimizin sıfatlarından biri olduğu için, burada mef’ul anlamında “yasalaştırılmış,
çok yasa içeren” anlamını ifade etmektedir. Bu anlam “muhkem” sözcüğünün tam
karşılığıdır. Nitekim Hud suresinin girişinde Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

Hud 1: Elif, lâm, ra. (Bu), Ayetleri hikmet içertilmiş sonra da Hakim
[hikmetler koyan], Habir [her şeyden haberdar olan Allah]
tarafından detaylandırılmış bir kitaptır.

Ayrıca, Âl-i Imran suresinin 7. ayetindeki “O [Allah], Kitabı sana indirendir.


Ondan [o kitaptan] bir kısmı muhkem ayetlerdir. -Ki bunlar kitabın anasıdır- ...”
ifadesi de Kur’an’ın muhkem ayetler içerdiğini açıkça bildirmektedir.
Bu ifadeleri iyi anlayabilmek için önce ilk kez Kamer suresinin 5. ayetinde
geçmiş olan “hikmet” sözcüğünün öğrenilmiş olması gerekmektedir.

HİKMET

Ayrıntısı Kamer suresinin sonundaki “Hikmet” başlıklı ek yazımızda


görülebileceği gibi, “hikmet”, zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş olan
kanun, düstur ve ilke” demektir.

MUHKEM

“‫ محكككم‬Muhkem” sözcüğü “hüküm içeren” demektir. Dolayısıyla “muhkem


ayetler” de, içerisinde insanları kargaşadan ve zulümden engelleyen ilkelerin
bulunduğu ayetler anlamına gelir. Bu ayetler açıktır, nettir ve tek bir anlam ifade
ederler. Yani bu ayetlerden, ifade ettiği anlamdan başka anlam çıkarılmaz.
Demek oluyor ki; peygamberimizin Allah’ın elçisi olduğuna ve doğru yol
üzerinde bulunduğuna “hakîm, muhkem, yani yasalar içeren Kur’an” kanıttır.
“Hakîm” sözcüğü Kur’an’da 97 kez yer almış olup 92 yerde Allah’ın sıfatı
mahiyetinde, 5 yerde de Kur’an’ın niteliği olarak kullanılmıştır. Sözcüğün Kur’an’ın
niteliği olarak kullanıldığı diğer dört ayet şunlardır:

Âl-i Imran 58: İşte bu, Bizim sana okuduğumuz, ayetlerden ve yasalar içeren
hatırlatmalardan / öğütlerdendir.

Yunus 1: Elif, lâm, ra. İşte bunlar, o yasalar içeren kitabın ayetleridir.

Lokman 2: İşte bunlar, o yasalar içeren kitabın ayetleridir.

7
Zühruf 4: Gerçekten o [Kur’an] Bizim nezdimizdeki ana kitaptadır, çok
yücedir ve yasalar içermektedir.

HAKÎM KUR’AN’IN AZÎZ RAHÎM ALLAH TARAFINDAN


İNDİRİLMİŞ OLDUĞU VURGUSU:

Ayette Rabbimiz, Esma-i Hüsna’sından “ ‫العزيز‬Aziz” ve “ ‫الّرحيم‬Rahîm” sıfatları


ile kendisini ön plâna çıkarmıştır. “Aziz” sıfatı O’nun her şeye gücünün yettiğine,
dolayısıyla da elçisine ve mesajına hainlik edenleri cezalandıracağına; “Rahîm”
sıfatı da elçisine yardımcı olan ve mesajına sarılanlara çok merhamet edeceğine
dikkat çekmektedir.

“HAKİM” KUR’AN’IN PEYGAMBERİMİZİN ELÇİLERDEN OLUŞUNA


KANIT TEŞKİL ETTİĞİ VURGUSU:

Kendilerine tebliğ edilen Kur’an mucizesi karşısında acze düşün insanlar,


Kur’an’ın peygamberimiz tarafından oluşturulamayacağını, Kur’an’ın ancak
Allah’ın indirmesi olabileceğini kabullenmişler ve bu kabulden sonra Kur’an’ı
kendilerine tebliğ eden kişinin Allah’ın elçisi olduğuna inanmışlardır.
Hatırlanacak olursa, Necm suresi de bu vurguyla başlamış, inmiş olan Kur’an
necmleri kanıt gösterilmek suretiyle peygamberimizin sapmadığı, azmadığı ve
hevasından konuşmadığı beyan edilmişti:

Necm 1–4: İndiği zaman necme kasem olsun ki [Parça parça inmiş
ayetlerin her bir inişi kanıttır ki],
arkadaşınız sapmamıştır, azmamıştır.
O, hevasından da konuşmuyor.
O [İnen necm], kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey
değildir.

BABALARININ UYARILMAMASI SEBEBİYLE O GÜNÜN


TOPLUMUNUN GAFLETTE OLDUKLARI VURGUSU:

Konumuz olan ayet grubunun son ayeti olan 6. ayette, kendisine vahyedilen
“Hakim” Kur’an’ı tebliğ etmek üzere peygamberimizin elçi gönderildiği toplumun
durumuna değinilmiştir. Ayete göre bu toplum, ataları (yakın zamanda)
uyarılmadığı için iyice gaflete dalmış, dini, imanı, Allah’ı, ahireti umursamaz olmuş
bir toplumdur.
Ayetten başka anlamların çıkarılma imkânı gözükse de, aşağıdaki ayetlerin
delâletiyle “ataları uyarılmamış bir toplum” anlamı tercihe şayandır.

Sebe 44: Ve Biz onlara öyle ders görecekleri kitaplardan vermedik.


Kendilerine senden önce bir uyarıcı göndermedik de.

Secde 3: Ya da onlar, “Onu kendisi uydurdu” diyorlar. Bilakis o


[Kur’an], belki doğruya ulaşırlar diye, senden evvel kendilerine
bir uyarıcı gelmemiş olan kavmi uyarasın diye Rabbinden gelen
gerçektir.

Burada akıllara “Allah’ın elçisi Muhammed sadece Arap toplumuna mı

8
görevlendirildi?” sorusunun gelmesi mümkündür. Ancak orijinal metinde böyle bir
kısıtlama getiren ifade bulunmamaktadır. Bilindiği gibi Rabbimizin bu konudaki
buyrukları şöyledir:

Şuara 214: Ve en yakın aşiretini [oymağını] uyar.

İbrahim 4: Ve Biz onlara açıkça ortaya koysun diye her peygamberi yalnız
kendi kavminin / halkının diliyle gönderdik. Artık Allah
dilediğini / dileyeni saptırır, dilediğini / dileyeni de doğru yola
iletir. Çünkü O, çok güçlüdür, hikmet sahibidir.

Doğal olarak bir uyarıcı görevine kendi ailesinden, yakınlarından, halkından


başlar. Yani, uyarı halkası önce uyarıcının kendi bölgesinden başlar, daha sonra
genişler. Nitekim peygamberimize uyarıya kendi oymağından başlamasını bildiren
Rabbimiz, aslında onun tüm insanlığa gönderildiğine dair birçok ayet göndermiştir:

Maide 15: Ey kitap ehli! Kesinlikle Kitap’tan gizlemiş olduğunuz şeylerin


çoğunu açığa koyan, çoğundan da vazgeçen Bizim elçimiz size
geldi. Kesinlikle size, Allah’tan bir ışık ve apaçık bir kitap
geldi.

Sebe 28: Ve Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak
gönderdik; velâkin insanların çoğu bilmiyorlar.

A’râf 158: De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü
kendisinin olan, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem
dirilten hem öldüren Allah’ın size, hepinize gönderdiği elçiyim.
O hâlde Allah’a ve O’nun sözlerine iman eden, ümmî
peygamber olan elçisine iman edin ve ona uyun ki, doğru yolu
bulmuş olasınız.”

En’âm 19: De ki: “Tanıklık bakımından hangi şey daha büyüktür?” De ki:
“Benimle sizin aranızda Allah tanıktır. Ve sizi ve ulaşan herkesi
uyarayım diye bana bu Kur'an vahyolundu. Allah’la beraber
gerçekten başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten tanıklık eder
misiniz?” De ki: “Ben etmem.” De ki: “O, ancak ve ancak bir
tek ilâhtır ve gerçekten ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden
uzağım.”

Enbiya 107: Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.

7. Ayet:

Ant olsun, onların çoğu üzerine Söz hakk olmuştur. Artık onlar inanmazlar.

Bu ayet, geleceğe yönelik bilgiler vermesi dolayısıyla büyük bir mucizedir.


Çünkü ayette “onlar” ifadesiyle konu edilen duyarsız, müşrik Mekke ileri
gelenlerinin birçoğunun artık iman etmeyecekleri, yani cehennemlik oldukları,
neticede de cehenneme gidecekleri ifade edilmiştir. Gerçekleşen olaylar da aynen

9
Kur’an’da belirtildiği gibi olmuş, konu edilen kodamanlardan Ebucehil, Ebulehep,
Velid b. Muğıyre gibiler bu ayetler indikten sonra senelerce ömür sürmüşler fakat
iman etmemişlerdir. Böylece onların üzerine “söz hakk olmuştur”.

GERÇEKLEŞEN “SÖZ”

Bu “Söz”ün ne olduğu konusunda Kaf suresinin tahlilinde verdiğimiz bilgiler


hatırlanacak olursa, (Tebyinü’l-Kur’an; c:2, s:110, 111) bu “Söz” özel bir sözü,
kararı, ilkeyi belirtmek için kullanılmış olup Rabbimizin bizi yarattığı dönemde,
hakkımızda aldığı bir ilke kararıdır. Rabbimiz bu kararını açıkça Sad suresinin 84,
85. ayetlerinde bildirmiş ve daha sonra da buna birçok kez değinmiştir:

Sad 84, 85: (Allah) Buyurdu ki: “Hakk budur. Ben de şu hakkı söylüyorum:
Ant olsun ki, cehennemi mutlaka senden ve onların sana
uyanlarından; hepinizden dolduracağım.”

Secde 13: Ve eğer Biz dileseydik her nefse [kişiye] hidayetini verirdik.
Velâkin Benden: “Bütün cinnlerden ve insanlardan [herkesten]
cehennemi elbette tamamen dolduracağım” sözü hakk
olmuştur.

Hud 110: Ve şüphesiz ki Biz, Musa’ya Kitab’ı verdik; hemen onda


ihtilâfa düşüldü. Eğer Rabbinden daha önce verilmiş bir Söz
olmasa idi, elbette aralarında hüküm verilmiş bitmişti.
Muhakkak ki onlar, bundan kuşkulu bir şüphe içindedirler.

Bu karar Kur’an’da bazen “el Kavl” olarak (İsra/16, Neml/82, 85, Kasas/51,
63, Saffat/31, Fussılet/25, Ahkâf/18); bazen de “Kelimetü Rabbik” olarak (Hud/119,
En’âm/115, A’râf/137, Yunus/19, 33, 96, Mümin/6, Fussılet/45, Şûra/14, Saffat/171,
Ta Ha/129) yer almıştır. Rabbimizin cehennemin ins ve cinn [herkes] tarafından
doldurulmasına yönelik kararında dikkatlerden kaçırılmaması gereken nokta,
cehennemi dolduracak olanların bu sonuca kendi özgür tercihleri ile ulaşacak
olmalarıdır. Çünkü Rabbimiz, bu surenin 69, 70. ayetlerinde de görüleceği gibi,
rahmeti gereği insanlara elçi göndermekte, kitap indirmekte, insanları ise
seçimlerinde serbest bırakmaktadır. Zaten elçi göndermeden azap etmeyeceğini de
Rabbimiz bir ilke kararı şeklinde bildirmiştir:

İsra 15: Kim doğru yola gelirse sırf kendi iyiliği için gelir. Kim de
saparsa ancak kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkâr başkasının
günah yükünü çekmez. Ve Biz bir peygamber göndermedikçe,
azap ediciler olmadık.

8–10. Ayetler:

Şüphesiz ki Biz onların boyunlarının içinde demir halkalar kıldık. Öyle ki


onlar çenelerine kadardır. Böylece onlar burunları yukarı kaldırılmış
olanlardır.
Ve biz onların önlerinden bir set, arkalarından bir set kıldık. Böylece Biz
kendilerini sarmışızdır. Artık onlar görmezler.

10
Ve onları uyarmışsın yahut uyarmamışsın onlara göre birdir, onlar
inanmazlar.

Bu ayet gurubu, 7. ayetteki “onlar inanmazlar” ifadesinin gerekçelerinin


beyanı mahiyetinde olup inanmayacak olanların psikolojik durumlarını
açıklamaktadır.
Ayette geçen “ ‫مقمحككون‬mukmehûn” sözcüğünün mastarı olan “ ‫إقمكاح‬ikmah”,
“başı kaldırıp gözü yummak” demektir. Rabbimiz bu sözcükle inatçı kâfirlerin bir
tiplemesini yapmış, bu tiplerin yapılan daveti reddettiklerini gösterir anlamda
başlarını arkaya doğru kaldıran kibirli insanlar olduklarını bildirmiştir. Bu tipe giren
kişilerin onca delili görmemelerine, incelememelerine ve kabul etmemelerine sebep
olan kibir ve inatları ise, boyunlarının içindeki demir halka ile simgeleştirilmiştir.

ÖNLERİNDEKİ VE ARKALARINDAKİ SET

İnanmayacak olanların gerçekleri göremez, geçmişten ders almaz, geleceği


düşünmez olarak burunlarını havaya dikmiş durumları, bir başka ayette de şöyle dile
getirilmiştir:

Fussılet 25: Biz onlara karinleri [bir takım yakınları, yani İblislerini] kabuk
gibi üzerlerine kaplattık, onlar da, önlerinde ve arkalarında
olanları kendilerine süslü gösterdiler. Cinn ve insten
[herkesten], kendilerinden önce gelip geçmiş ümmetlerde
yürürlükte olan Söz, onların üzerine hakk oldu. Şüphesiz onlar,
hüsrana uğrayanlar idiler.

Fussılet suresinin 25. ayetinden anlaşılacağı gibi, inanmayacak olanların


önlerindeki ve arkalarındaki set, aslında çevrelerindeki bir takım yakınların
[İblislerinin] olan biteni onlara süslü göstermeleri ve onların da tutkuları yüzünden
bu süse yatkın olmaları durumudur. Buradan da onların süslü gösterilen mallar,
makamlar, oğullar sebebiyle burunlarını havaya kaldırıp gerçekten uzaklaşmamaları
ve tutkularından kurtulup akıllı davranmaları hâlinde kendilerini kurtarabilecekleri
anlaşılmaktadır.

UYARININ FAYDASIZLIĞI

10. ayetteki “Ve onları uyarmışsın yahut uyarmamışsın, onlara göre birdir,
onlar inanmazlar” ifadesinin bir benzeri de Bakara suresindedir:

Bakara 6: Gerçek şu ki, şu kâfir olanları uyarsan da uyarmasan da onlar


için birdir; iman etmezler.

Hemen belirtmek gerekir ki, bu ifadeler “tebliğ etmeye gerek yok” anlamına
gelmez. Çünkü elçi, görevi gereği tebliğini sürekli yapmak zorundadır. Zaten
ifadelere dikkat edilirse, Rabbimiz ayette “senin için birdir” dememiş, “onlar için
birdir” demiştir. Yani, elçi görevini yapacaktır ama elçinin yapacağı tebliğ, ancak
tebliğe muhatap olanlar içindeki kibirliler bakımından bir fark yaratmayacaktır.
Rabbimizin bu ayet grubundaki “kıldık, sardık” ifadeleri, onları inanmaz hâle
sokanın Rabbimiz olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır. Onların içine düştükleri
durumu Rabbimizin kendisine nispet etmesi, onların kendi iradeleriyle, özgür

11
seçimleriyle işledikleri fiilleri yaratanın kendisi olması sebebiyledir. Yani, insanları
cehenneme sürükleyen fiilleri var eden ve insanları bu filleri işlemekte serbest
bırakan Allah olduğu için bu fiiller Rabbimize izafe edilmiştir. Bu konu, “Sonra onu
alçakların en alçağına döndürdük” ifadesi ile Tin suresinde yer almış ve surenin
tahlilinde “Allah’ın Kalpleri Mühürlemesi ve Damgalaması” başlığı altında ayrıntılı
olarak işlenmiştir (Tebyinü’l Kur’an; c:1, s:560-573).

11. Ayet:

Şüphesiz sen o zikire [Kur’an’a] uyan ve gaybde Rahman’a haşyet duyan


kimseyi uyarırsın. Sen hemen onu bir bağışlanma ve çok şerefli bir ödül ile
müjdele.

Ayetin ifadesinden, 6. ayette konu edilen ve ataları uyarılmadığı için


duyarsızlaşmış olan kavmin iki guruba ayrılmış olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü
ayette mal, mülk, makam, mevki etkisiyle gözlerini gerçeğe kapamış kibirli, inatçı,
küfürleri katmerlenmiş ve uyarının yarar sağlamadığı bir grubun yanında, Zikr’e
[Kur’an’a] uyan, gaybde bile Allah’a haşyet duyan ve peygamberimizden uyarmaya
devam etmesinin istendiği bir başka gruptan söz edilmektedir.

HAŞYET

Daha önce A’lâ ve A’râf surelerinde ayrıntılı olarak açıkladığımız “haşyet”


kısaca “bilgi ve idrak neticesinde oluşan hayranlık ve saygının doğurduğu hasret
kalma, uzak kalma korkusu” demektir.

GAYBDE RAHMAN’A HAŞYET DUYMAK

Bu ifade, müminlerin kendilerini Allah katında takdire lâyık hâle getirmelerini


sağlayan iki temel özelliğine işaret etmektedir:
Birinci özellik: Rahman olan Allah’ın hiçbir yerde ve şekilde gözle
görülmemesine, duyulup hissedilmemesine rağmen, müminlerin Allah’a haşyet
duymaları ve takvalı davranmalarıdır. Müminlerin Rahman olan Allah’a karşı
duydukları bu haşyet, apaçık görülen ve müthiş kuvvetli güçleri olan başka
varlıklara karşı duydukları korkudan daha fazladır.
İkinci özellik: O’nun Rahman olduğunu bildikleri hâlde, O’nun rahmetine
güvenerek hiçbir zaman günahkâr olmamaları, yani “Rabbim beni affeder ama ben
yine de yapmayayım” diyerek günah işlememeleridir.
Gerçek imanı ifade eden “gaybde haşyet”, Kur’an’da başka ayetlerde de yer
almıştır:

Kaf 32, 33: İşte bu, çokça yönelen ve çokça koruyan, Rahman’dan gaybde
[tenhada, kimsenin kendini görmediği yerlerde] iken haşyet
duyan ve dönen bir kalp ile gelen [gönülden bağlı olan] herkes
için söz verilendir.

Mülk 12: Şüphesiz ki gaybde Rabblerine haşyet duyanlar; bağışlanma ve


büyük bir ödül onlar içindir.

12
Enbiya 49: Ki onlar, gaybde Rabblerine haşyet duyanlardır. Ve onlar
Saat’ten [kıyametin kopmasından] içleri titreyenlerdir.

Fatır 18: Ve yük çeken bir kimse, başkasının yükünü yüklenmez. Eğer
ağır yüklü bir kimse, onun yüklenilmesine çağırsa da ondan hiç
bir şey yüklenilmeyecek. -Bir akrabası olsa bile.- Şüphesiz sen
ancak Rabblerine karşı gaybde haşyet duyan ve salâtı ikame
edenleri uyarırsın. Her kim arınırsa ancak kendisi için arınır.
Dönüş de yalnızca Allah’adır.

12. Ayet:

Şüphesiz ki ölüleri ancak Biz diriltiriz Biz. Onların önceden yapıp


gönderdiklerini ve eserlerini de yazarız. Zaten Biz her şeyi bir “imam-ı
mübin”de sayıp tespit etmişizdir.

Bu ayette üç nokta üzerinde durulmuştur.

1- Ölülerin diriltilmesi ve bunu sadece Allah’ın yapacak olması: Burada


Rabbimiz, üç kez “Biz” ifadesi kullanarak, te’kit edatı getirerek ve cümleyi isim
cümlesi şeklinde kurarak olağanüstü bir vurgu yapmıştır. Yapılan bu vurgular,
ölülerin diriltilmesi olayının büyüklüğünü, ciddîliğini ve bu işin sadece Allah’ın
gücü ile mümkün olabileceğini göstermektedir.
“Ölülerin diriltilmesi” eyleminden mecazen “ölü mesabesinde olan kâfirlerin
imana getirilerek canlandırılması”, yani “cahillerin bilgilendirilmek suretiyle
canlandırılması” şeklinde ikinci bir anlam çıkarmak da mümkündür.
2- İnsanların yaptığı her şeyin yazılması: Ayetin ikinci cümlesinde, insanın
yaşamı boyunca yaptığı iyi ve kötü işleri ile bu işlerin o kimsenin ölümünden sonra
kalan iyi ve kötü izlerinin kayıtlara geçirildiği bildirilmektedir. Bu demektir ki, insan
öldükten sonra amel defteri kapanmayacak, dünyada yaptığı işlerin izlerinden de
sorumlu tutulacaktır:

İnfitar 5: Kişi neyi önünden gönderdiğini ve neyi geri bıraktığını


bilmiştir.

Kıyamet 13: O gün, o insan, önden yolladığı şeyler ve geriye bıraktığı şeyler
ile haberlenir.

Haşr 18: Ey inanmış olan kişiler! Allah’a takvalı davranın; her kişi
yarına ne hazırladığına bir baksın. Ve Allah’a takvalı davranın.
Şüphesiz Allah, işlediklerinizden haberdardır.

Nisa 85: Kim güzel bir şefaatle [hayır ve iyiliklere aracı, vasıta olmakla]
şefaat ederse, bundan kendisine bir sevap [hisse] vardır. Kim de
kötü bir şefaatle [kötülüğe delil olmak ve yardım etmekle veya
kötülük çığırını açmakla] şefaatte bulunursa, ondan kendisine
bir günah payı vardır. Allah her şeye kadirdir.

13
Kehf 49: Ve Kitap [amel defteri] konulmuştur. Suçluların ondan
korktuğunu göreceksin. Ve “Eyvah bize! Bu nasıl kitapmış ki,
büyük küçük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış” derler. Ve
onlar, yaptıklarını hazır bulurlar. Ve senin Rabbin hiç kimseye
zulmetmez.

Enbiya 94: Öyleyse kim inanmış olarak salihatı işlerse onun emeği için
nankörlük edilmeyecektir. Biz hiç şüphesiz onu yazanlarız da.

3- Her şeyin bir “apaçık bir önder”de sayılıp dökülmesi: Ayetteki üçüncü
cümleden genellikle “amel defteri” anlaşılmaktadır. Çünkü yukarıda Kehf suresinin
49. ayetinde görüldüğü gibi, her şey yazılı olarak bir “kitap”ta [amel defterinde]
bulunacaktır.

İsra 71: O gün Biz bütün insanları önderleriyle çağıracağız. Ki o gün,


kimin kitabı sağ eline verilirse, işte onlar kendi kitaplarını
okuyacaklar ve onlar kandil fitili kadar [en küçük] bir
haksızlığa uğratılmayacaklar.

Zümer 69: Ve yeryüzü Rabbinin nuruyla aydınlanmış, kitap konulmuş,


peygamberler ve tanıklar getirilmiş ve aralarında hak ile karar
verilmiştir. Ve onlar zulüm olunmazlar [onlara haksızlık
edilmez].

Kamer 52, 53: Ve onların işledikleri her şey, yazıtlardadır [kayıtlardadır,


kitaplardadır].
Küçüğün, büyüğün, hepsi satır satır yazılmıştır.

Biz ise, cümledeki “ ‫إمككام مككبين‬imam-ı mübin [apaçık bir önder]” ifadesinin
“Kur’an-ı mübin” olarak anlaşılmasını tercih ediyoruz. Çünkü Rabbimiz, insanlar
için gerekli yol haritasını; iyiyi, kötüyü, güzeli, çirkini, hakkı, batılı, imanı, küfrü,
cennete veya cehenneme götüren sebepleri apaçık olarak Kur’an’da sayıp
dökmüştür. Dolayısıyla bize göre buradaki “imam-ı mübin” ifadesi ile kastedilen,
vahyedilen kılavuzda her şeyin var olduğu gerçeğidir.

13–32. Ayetler:

Sen onlara [gafil kavme], o kentin ashabını örnek ver. Hani oraya
gönderilmişler [elçiler] gelmişti.
Hani Biz onlara iki elçi göndermiştik de onlar ikisini de yalanlamışlardı. Biz
de üçüncü ile güçlendirmiştik de onlar: “Şüphesiz ki biz size gönderilmişleriz
[elçileriz]” dediler.
Onlar da: “Siz ancak bizim gibi bir beşersiniz. Rahman hiçbir şey indirmedi
de. Siz sadece yalan söylüyorsunuz” dediler.
Onlar [elçiler] dediler ki: “Rabbimiz biliyor ki biz gerçekten size gönderilmiş
elçileriz. Bize düşen de sadece apaçık tebliğdir.”
Onlar [o kentin halkı] dediler ki: “Şüphesiz biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa
uğradık. Eğer vazgeçmezseniz, ant olsun ki, sizi taşlayarak öldürürüz ve
mutlaka bizden size çok acıklı bir azap dokunur.”

14
Onlar [Elçiler]: “Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Size öğüt verildi
diye mi? Bilakis siz haddi aşmış bir kavimsiniz” dediler.
O sırada o kentin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi. Dedi ki: “Ey
kavmim! Uyun o gönderilmişlere [elçilere]! Uyun sizden hiçbir ücret
istemeyen o kişilere ki, onlar hidayete ermişlerdir. Bana ne oluyor da kulluk
etmeyecekmişim O beni yaratana? Siz de sadece O’na döndürüleceksiniz. Ben,
hiç ben O’nun astlarından ilâhlar edinir miyim? Eğer Rahman, bana bir zarar
dileyecek olsa, onların [ilâhların] şefaati benden yana hiçbir fayda vermez ve
onlar [ilâhlar] beni kurtaramazlar. Şüphesiz ki ben, o zaman [ilâhlar
edindiğim takdirde] apaçık bir sapıklık içindeyimdir. Şüphesiz ki ben,
Rabbinize iman ettim. Hadi kulak verin bana!”
Denildi ki: “Haydi gir cennete!” [O da] Dedi ki: “Ne olurdu! Kavmim,
Rabbimin beni bağışladığını ve beni onurlandırılanlardan kıldığını bir
bilselerdi.”
Ve Biz arkasından onun kavminin üzerine hiç bir ordu indirmedik, indirecekler
de değildik. Sadece bir çığlık! Bir de bakmışsın ki, onlar hemen
sönüvermişlerdir.
Yazıklar olsun o kullara ki, kendilerine gelen her bir elçi ile mutlaka alay
ederlerdi.
Kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettiğimizi ve bunların kendilerine
dönmeyeceklerini görmediler mi? Onların hepsi de toplanıp sadece bizim
huzurumuzda hazır bulundurulacaklardır.

Dikkat edilecek olursa, Kur’an’ın ilk inen suresinden itibaren her uyarıdan
sonra insanların önüne bir cennet ve cehennem tablosu konulmuştur. Bu özellik bu
surede de sürdürülmüş ve surenin başlangıcında yapılan elçilerin görevinin “inzar
[uyarı]” olduğu, vahye kulak verenlerin bu uyarıdan yararlandığı, vahye kulak
vermeyenlerin ise kendilerini cehenneme attıkları şeklindeki uyarıdan sonra, bu ayet
grubunda da cennet ve cehennemin ibret tabloları canlı bir anlatımla gözler önüne
serilmiştir. Ancak buradaki anlatım bambaşka bir anlatım olup sanki üç perdelik bir
temsil gibidir:

Birinci perde, I. sahne

Sahnede bir kentin hıncahınç dolu olan meydanı canlandırılmıştır. Sahneye


önce iki elçi girmekte ve onların arkalarından giren bir başka elçi ile birlikte üç elçi
koro hâlinde topluma seslenmektedirler:
– Şüphesiz ki biz, size gönderilmişleriz [elçileriz].
Topluluk:
– Siz ancak bizim gibi bir beşersiniz. Rahman hiçbir şey indirmedi de. Siz
sadece yalan söylüyorsunuz.
Elçiler:
– Rabbimiz biliyor ki, biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz. Bize düşen de
sadece apaçık tebliğdir.
Topluluk:
– Şüphesiz biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz,
ant olsun ki, sizi taşlayarak öldürürüz ve mutlaka bizden size çok acıklı bir azap
dokunur.
Elçiler:

15
– Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Size öğüt verildi diye mi? Bilakis
siz haddi aşmış bir kavimsiniz.

Birinci perde, II. sahne

Kentin en uzak yerinden bir kişi koşarak sahneye girer ve topluluğa seslenir:
– Ey kavmim! Uyun o gönderilmişlere [elçilere]! Uyun sizden hiçbir ücret
istemeyen o kişilere ki, onlar hidayete ermişlerdir. Bana ne oluyor da kulluk
etmeyecekmişim O beni yaratana? Siz de sadece O’na döndürüleceksiniz. Ben, hiç
ben O’nun astlarından ilâhlar edinir miyim? Eğer Rahman, bana bir zarar dileyecek
olsa, onların [ilâhların] şefaati benden yana hiçbir fayda vermez ve onlar [ilâhlar]
beni kurtaramazlar. Şüphesiz ki ben, o zaman [ilâhlar edindiğim takdirde] apaçık bir
sapıklık içindeyimdir. Şüphesiz ki ben, Rabbinize iman ettim. Haydi, kulak verin
bana!
Perde iner. Fondan bir ses:
– Haydi, gir cennete!

İkinci perde, I. sahne (Genel uyarıya yönelik)

Yer, cennettir. Topluluğa söylevde bulunan mümin kul cennette onurlanmış,


nimetlere gark olmuş bir yaşam içinde kavmini düşünmektedir:
– Ne olurdu! Kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni
onurlandırılanlardan kıldığını bir bilselerdi.

Üçüncü perde, Binlerce sahne

28, 29. ayetlerdeki “Ve Biz arkasından onun kavminin üzerine hiç bir ordu
indirmedik, indirecekler de değildik. Sadece bir çığlık! Bir de bakmışsın ki, onlar
hemen sönüvermişlerdir” ifadesinin işaret ettiği gibi bir çığlık duyulur, kıyamet
kopar, her şey hercümerç olur. (Bu sahnede Rabbimizin daha evvelki surelerde
çizdiği tüm kıyamet kompozisyonları zihinlerde canlandırılmalıdır.)
Perde iner ve fonda yine bir ses (Mecazi anlamda Allah’ın sesi):
– Yazıklar olsun o kullara ki, kendilerine gelen her bir elçi ile mutlaka alay
ederlerdi. Kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettiğimizi ve bunların kendilerine
dönmeyeceklerini görmediler mi? Onların hepsi de toplanıp, sadece bizim
huzurumuzda hazır bulundurulacaklardır.
13–32. ayetlerden oluşan pasajın yukarıda yaptığımız anlatımı, bize göre
herhangi bir ek açıklamaya gerek duyurmamaktadır. Ancak bu konudaki
söylentilerde yine bazı saptırmalar yapılmış olduğundan, gerçekleri tekrar
sergilemekte yarar görüyoruz.

ELÇİ GÖNDERİLEN BELDE

Klâsik kaynaklarda, (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an) Ka’bü’l-Ahbar ve


Vehb b. Münebbih gibi sicili bozuk İsrailiyatçılara dayanılarak asılsız ayrıntılı uzun
hikâyeler nakledilmiştir. Bu hikâyelere göre, o belde “Antakya” imiş. Oraya giden
elçiler de Allah’ın elçileri değil, İsa peygamberin Yuhanna, Pavlus ve Şem’un
adındaki elçileri imiş. Koşup gelen salih kul da Habib-i Neccar imiş. Güya olayın
sonunda hem bu elçiler hem de o elçilere destek için gelen salih kişi orada yaşayan
kavim tarafından parçalanıp öldürülmüş.

16
Bu hikâyeler birçok yönden eldeki kaynakların verdiği bilgilerle çelişmektedir.
Meselâ, hikâyelerde olayın kral Antiochus döneminde geçtiği söylenmektedir. Oysa
tarihî araştırmalar, Antakya topraklarını da içinde bulunduran ülkede aynı sülâleden
ismi Antiochus olan 13 kralın hüküm sürdüğünü fakat bu kralların sonuncusunun
M.Ö. 65’e kadar yaşadığını ortaya koymaktadır. Diğer taraftan İsa peygamberin
Antakya’ya tebliğde bulunmaları için havari gönderdiğini söyleyen, Hıristiyanlığa
ait bir tek belge dahi yoktur. Bilakis eldeki İncil’in “Resullerin İşleri” bölümünden,
Hıristiyan tebliğcilerinin Antakya’ya ilk kez İsa peygamberin ref’inden
[yükseltilmesinden] birkaç sene sonra gittikleri anlaşılmaktadır. Buradan da Allah’ın
hiçbir peygamberini oraya göndermediği veya peygamberlerden herhangi birinin
kendisine oraya göndereceği bir elçi tayin etmediği anlaşılmaktadır. Şayet herhangi
bir şahıs kendiliğinden oraya tebliğde bulunmak üzere gitmiş olsa bile, o şahsa
Allah’ın peygamberi denilmesi ve ona göre yorumlar yapılması çok yanlış bir
davranıştır. Zaten bir belde halkı tarafından elçinin elçisi konumundaki birilerine
ayetlerdeki gibi tehditlerin yapılması da mantıksızdır. Dolayısıyla konumuz olan
ayetlerdeki elçilerin İsa peygamberin elçileri olmaları söz konusu değildir. Yine
Kitab-ı Mukaddes’te, Antakya’da Yahudi olmayan birçok kimsenin Hıristiyanlığı
kabul ettiklerinden söz edilmektedir. Oysa Kur’an’da, o belde halkının, elçilerin
davetini reddettikleri için azaba uğratıldıkları bildirilmektedir. Üstelik tarihî hiçbir
belgede Antakya’ya azap geldiğine dair bir kayıt yoktur. Bu durumda, Antakya
halkının elçileri reddettiğini ve bu yüzden azaba uğratıldıklarını iddia etmek
mümkün değildir. Kısaca, Antakya söz konusu “belde” olamaz. (Mevdudi;
Tefhimü’l-Kur’an)
Bu beldenin neresi olduğu hakkında “Nuh’un yaşadığı belde”, “Semud’un
beldesi”, “Mekke” diyenler de olmuştur. Ancak bize göre önemli olan beldenin
neresi olduğu değil, verilen mesaj ve veriliş tarzıdır. Söz konusu belde yeryüzündeki
herhangi bir yer olabilir. Çünkü Nuh peygamberden sonra, elçi gelen her kentte bu
tür olaylar aynen yaşanmıştır. Bu sebeple biz, 13–32. ayetlerden oluşan pasajın
tarihte yaşanmış belli bir olayın bire bir nakli olduğunu değil de, bu tür olayların
ortak özelliklerini yansıtan temsilî bir anlatımı olduğunu düşünüyoruz. Nitekim
Kur’an’a bakıldığında, Nuh peygamberin gönderildiği kentten peygamberimizin
gönderildiği kente kadar tüm kentlerde benzer tablolar yaşandığı, müşriklerin
tavırları bakımından değişen bir şey olmadığı, bu nedenle de benzer tabloların
dünyanın başka şehirlerinde de aynen yaşanmış olabileceği anlaşılmaktadır.
Müşriklerin bu temsilî anlatımdaki “Siz ancak bizim gibi bir beşersiniz. Rahman
hiçbir şey indirmedi de. Siz sadece yalan söylüyorsunuz” ve “Şüphesiz biz sizin
yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz, ant olsun ki, sizi taşlayarak
öldürürüz ve mutlaka bizden size çok acıklı bir azap dokunur” şeklindeki tehditleri
geçmişte de hep var olmuştur. Buradaki temsilî anlatımın amacı, Kureyşlilere
“Sizler nasıl inat ve zıtlıkla Allah’ın elçisini inkâr ediyorsanız, o beldedekiler de
aynı yanılgı içindeydiler. Aynı yolu takip ettiğiniz ve inadınızda ısrarlı olduğunuz
takdirde, sizin sonunuz da o beldedeki insanlar gibi olacaktır” demek suretiyle
uyarıda bulunmaktır.
Geçmişte elçilere karşı yapılan davranışları anlatan daha pek çok ayet vardır:

Furkan 7: Şöyle dediler: “Bu ne biçim peygamber ki, yemek yer,


sokaklarda gezer? Ona, beraberinde bulunup uyaran bir melek
indirilseydi ya!”

17
Furkan 20: Biz senden evvel de sadece yemek yiyen, çarşılarda yürüyen
elçilerden gönderdik. Sizin bir kısmınızı bir diğerine fitne
yaptık ki, bakalım sabredecek misiniz ve Rabbin çok iyi
görendir.

Enbiya 2, 3: Rabblerinden kendilerine gelen her yeni öğüdü / hatırlatmayı


ancak oyun yaparak ve kalpleri eğlenerek dinlerler. Ve o
zalimler aralarında şu fısıltıyı gizlediler: “Bu, sizin gibi bir
insandan başka bir şey midir? Artık görüp dururken büyüye mi
gidiyorsunuz?”

Kamer 24, 25: “Bizden bir tek insana mı, ona mı uyacağız? O takdirde biz
kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz” dediler.
“Zikir / öğüt, aramızdan ona mı bırakıldı? Hayır, aksine o, çok
yalancı, küstahtır.”

İsra 94: Ve insanlara yol gösterme gelince, kendilerinin iman etmelerine


engel olan sebep sadece: “Allah bir beşeri mi elçi gönderdi?”
demeleridir.

İsra 95: De ki: “Yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melek olsalardı, Biz de


elbette, onlara gökten elçi olarak bir melek indirirdik.”

Müminun 24, 25: Bunun üzerine, kavminden kâfir ileri gelenler “Bu, sizin gibi
bir beşerden başka bir şey değildir. Size üstünlük sağlamak
istiyor. Eğer Allah isteseydi, kesinlikle melekleri indirirdi. Biz
evvelki atalarımızda bunu duymadık. Bu, yalnızca kendisinde
delilik bulunan bir adamdır. Öyle ise, bir süreye kadar onu
umutla bekleyin” dediler.

İbrahim; 11: Elçileri onlara dediler ki: “Biz ancak sizin gibi bir beşeriz.
Velâkin Allah kullarından dilediğini kayırır. Ve Allah’ın izni
olmadıkça bizim için size bir delil getirmemiz olacak şey
değildir. Onun için inananlar sadece Allah’a güvenip
dayansınlar.”

Enbiya 7, 8: Biz, senden önce de kendilerine vahyettiğimiz birtakım


kişilerden başkasını elçi olarak göndermedik. Eğer
bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun hemen!
Ve Biz onları yemek yemez birer ceset kılmadık. Onlar sürekli
kalıcılar da [ölümsüz] değillerdi.

Mümin 33, 34: ... arkanıza dönüp kaçacağınız günden. Sizin için Allah’tan
koruyan yoktur. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık onun için bir
yol gösterici yoktur.
Ve ant olsun ki bundan önce size Yusuf delillerle gelmişti. O
zaman da onun size getirdiği şeylerde şüphe edip durmuştunuz.
Nihayet vefat ettiğinde de “Bundan sonra Allah asla elçi
göndermez” dediniz. Allah aşırı giden, şüpheci olan kişileri işte
böyle saptırır.

18
Nisa 78: Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir, son derece sağlam
kaleler içinde de bulunsanız bile. Ve onlara bir iyilik erişirse
“Bu, Allah’tandır” derler, bir kötülüğe uğrarlarsa, “Bu,
sendendir.” derler. De ki: “Hepsi Allah’tandır.” Bunlara rağmen
Bu topluma ne oluyor ki, hepten söz anlamaz oluyorlar?

Neml 47: Dediler ki: “Senin ve beraberindekilerin yüzünden uğursuzluğa


uğradık.” (Salih): “Uğursuzluğunuz Allah katındadır. Bilakis
siz imtihana çekilen bir kavimsiniz” dedi.

A’râf 131: Sonra kendilerine iyilik geldiği zaman, “İşte bu bize aittir.”
dediler, eğer kendilerine bir kötülük gelirse, Musa ile
yanındakilerin uğursuzluğu olarak kabul ederler. İyi bilin ki,
onların uğursuzluğu Allah katındadır. Velâkin onların çoğu
bilmezler.

UZAKTAN GELEN SALİH KUL

20–25. ayetlerde sahneye katılan salih kul, kentin en kenar yerinden koşarak
gelmiş ve toplumuna verdiği çok ciddî mesajları gayet nazik bir dille ifade etmiştir.
Rabbimiz, salih kulun ağzından verdiği mesajı öyle bir edebî sanatla aktarmıştır ki,
bu ayetler fesahat ve belağat örneği olarak ders kitaplarında yer almıştır. Bu
olağanüstü sanatın tercüme ile başka bir dile aktarılması ise maalesef mümkün
değildir.
Burada salih kulun ağzı ile verilen ilâhî mesajlara Kur’an’da çokça yer
verilmiştir:

Zümer 38: Ve sen gerçekten onlara: “O gökleri ve yeri kim yarattı?” diye
sormuş olsan elbette “Allah!” diyeceklerdir. De ki: “Öyleyse
gördünüz mü Allah’ın astlarından çağırdıklarınızı! Eğer Allah
bana bir zarar vermek istediyse, onlar O’nun zararını
giderebilenler midirler? Yahut bana bir rahmet dilediyse, onlar
O’nun rahmetini tutanlar mıdırlar?” De ki: “Allah, bana yeter.
Tevekkül edenler, yalnızca O’na tevekkül ederler.”

Ahzab 17: De ki: “Eğer Allah size bir kötülük dilediyse veya size bir
rahmet dilediyse, sizi Allah’tan kim korur?” Hem onlar
kendilerine Allah’tan başka bir veliyy bulamazlar, bir yardımcı
da.

Fetih 11: A’râbilerden geri kalmış olanlar sana yakında, “Mallarımız ve


ailelerimiz bizi meşgul etti [alıkoydu]. Haydi, Allah’tan bizim
bağışlanmamızı dile!” diyeceklerdir. Onlar kalplerinde
olmayanı dilleriyle söylerler. De ki: “Allah size bir zarar
dilediyse veya bir fayda dilediyse O’na karşı kimin bir şeye
gücü yetebilir?” Bilakis Allah yaptıklarınıza haberdardır.

Toplumuna “Ben, hiç ben O’nun astlarından ilâhlar edinir miyim? Eğer
Rahman bana bir zarar dileyecek olsa, onların [ilâhların] şefaati benden yana hiçbir

19
fayda vermez ve onlar [ilâhlar] beni kurtaramazlar. Şüphesiz ki ben, o zaman [ilâhlar
edindiğim takdirde] apaçık bir sapıklık içindeyimdir” diyerek ilâhî gerçekleri
haykıran salih kul, yaptığı konuşmayı “Şüphesiz ki ben, Rabbinize iman ettim.
Haydi, kulak verin bana!” sözleriyle bağlamıştır. Salih kulun bu son cümlesi, “Siz
her ne kadar tanımasanız da benim inandığım Rabb sizin de Rabbinizdir” anlamına
gelmektedir.
Salih kulun konuşmasından sonra gelen 26. ayet iki cümleden oluşmaktadır.
Birincisi, Denildi ki: ‘Haydi gir cennete!’ cümlesi; ikincisi de (O da) Dedi ki: ‘Ne
olurdu! Kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni onurlandırılanlardan
kıldığını bir bilselerdi!’ cümlesidir. Bu iki cümle, eğer bu pasajdaki anlatımın
temsilî anlatım olduğu dikkate alınmazsa, paragraftaki söz akışını bozan ve
paragrafla uyumsuz bir mahiyet arz etmektedir. Nitekim geçmişte yazılmış eserlerde
bu konuda çok zorlanıldığı görülmektedir. Temsilî anlatım dikkate alındığında ise,
26. ayetin birinci cümlesi olan “Haydi gir cennete!” buyruğunun, olayların
devamındaki bir gelişme olarak değil de, perde kapanırken salih kula fondan yapılan
bir seslenme olarak değerlendirilmesi gerekir. Bu ifade, Rabbimizin iman etmiş,
salihatı işlemiş olan kullarına rahmetinin ve lütfunun bir tecellisidir. A’râf suresinin
49. ayetinde de değindiğimiz bu ifade, daha birçok ayette yer almıştır:

Kaf 34: -“Selâm ile oraya girin! İşte bu sonsuzluk günüdür.”-

Nahl 32: (Takva sahipleri) O kimselerdir ki, melekler, onların canlarını


hoş ve rahat hâlde alırlar. “Selâm size, yapmış olduğunuz işlerin
karşılığı olarak girin cennete!” derler.

Zühruf 70: Siz ve eşleriniz, ağırlanmış olanlar olarak girin cennete!

Fecr 27–30: Ey mutmain olmuş nefs! Dön Rabbine, sen O’ndan O da senden
hoşnut olarak! Hemen gir kullarımın içine! Ve gir cennetime!

Hicr 46: Onlara: “Selâmetle güven içinde oraya girin” denir.

26. ayetin ikinci cümlesi olan ve salih kulun cennet sahnesindeki “Ne olurdu!
Kavmim Rabbimin beni bağışladığını ve beni onurlandırılanlardan kıldığını bir
bilselerdi!” sözleri, Rabbimizin iman eden ve salihatı işleyenleri her türlü korkudan,
üzüntüden uzak tutup onları bağışlayacağı ve onlara büyük ödül olarak cenneti
bahşedeceği vaatlerinin gerçek olduğunu ifade etmektedir. Yani salih kulun bu
sözleri, aşağıdaki ayetin gerçekleştirilmiş hâlidir:

Hacc 50: İşte iman etmiş olanlar ve salihatı işleyenler; mağfiret ve kerim
rızk sadece onlar içindir.

Olayın kahramanı olan elçiler ile salih kulun olay sonundaki akıbetleri
hakkında Kur’an’da bilgi verilmemiştir. Buna rağmen yukarıda adları verilen hadis
uydurmakla ün yapmış kişiler tarafından onların parçalanıp öldürüldükleri
söylenmiş, bu desteksiz söylentiler sanki birer gerçekmiş gibi kitaplara da
geçirilmiştir.
28, 29. ayetler inkârcı bir kavmin sonunu anlatmakla beraber aynı zamanda
Nuh, Âd, Semud ve İsrailoğullarının akıbetlerini de çağrıştıran ve peygamberler ile

20
kavimleri arasındaki ilişkilere ait “Sünnetullah”ı hatırlatan genel bir mesaj
taşımaktadır.
30–32. ayetler, bu temsilî anlatımdan sonra perde kapanırken fondan
seyircilere [toplumlara] verilen genel bir mesajdır:
“Yazıklar olsun o kullara ki, kendilerine gelen her bir elçi ile mutlaka alay
ederlerdi. Kendilerinden önce nice nesilleri helak ettiğimizi ve bunların kendilerine
dönmeyeceklerini görmediler mi? Onların hepsi de toplanıp sadece bizim
huzurumuzda hazır bulundurulacaklardır.”
Bu mesaj, kendilerine yazık etmemeleri gerektiği yönünde toplumlara yapılan
çok önemli bir uyarıdır.

33–36. Ayetler:

Ve ölü toprak onlara [duyarsız kavme] bir delildir. Biz ona hayat verdik ve
ondan taneler çıkardık da ondan yiyip duruyorlar.
Ve Biz onun ürününden ve kendi elleriyle yaptıklarından yesinler diye orada
hurmalıklardan, üzüm bağlarından bahçeler yaptık. İçlerinde pınarlardan
sular fışkırttık. Hâlâ şükretmeyecekler mi?
Yerin bitkilerinden, kendi nefislerinden ve daha bilemeyecekleri şeylerden
çiftleri, onun hepsini yaratan, her türlü noksanlıktan münezzehtir.

Ya Sin suresinin baş tarafında konu edilen “gafilleşmiş [duyarsızlaşmış]


kavmin uyarılmasına bu ayet grubunda da devam edilmektedir.
İnsanlara verilen nimetlerin sayıldığı 33, 34. ayetlerden sonra 35. ayette yer
alan “Hâlâ şükretmeyecekler mi?” ifadesi, nankörlüğe karşı ince bir tehdit
içermektedir.
Bu ayet grubunda dikkatler “ölü toprak ve ondan çıkarılan nimetler” ile
“bilinen ve bilinmeyen tüm varlıkların çift yaratılmışlığı” üzerine çekilmiştir.

ÖLÜ TOPRAK VE ONDAN ÇIKARILAN NİMETLER

12. ayetteki “Şüphesiz ki ölüleri ancak Biz diriltiriz, Biz!” ifadesi, bu gruptaki
33. ayette “ölü toprak” örnek verilmek suretiyle kanıtlanmaktadır. Bitkisiz, kupkuru
ölü toprak yağmur ile diriltilmekte ve ondan bitkiler, meyveler, sebzeler
çıkarılmakta, pınarlar fışkırtılmaktadır. Ölü toprağın verdiği nimetler bunlarla da
sınırlı değildir. 35. ayette bildirildiği gibi, toprağın bitirdiğinden insan eliyle daha
değişik nimetler de sağlanabilmektedir. Meselâ, pancardan elde edilen şeker,
üzümden elde edilen pekmez, zeytinden elde edilen zeytinyağı, susamdan elde
edilen tahin, buğdaydan elde edilen ekmek gibi nimetler, ölü toprağın verdiği
nimetlerden el ile üretilenleridir.
Ölü toprağın dirilmeye örnek oluşu Kur’an’da sık sık dile getirilmiştir:

Zühruf 11: Ve O [Allah], suyu gökten belli bir ölçü ile indirdi. Sonra Biz
onunla ölü bir beldeyi canlandırdık. İşte siz böyle
çıkarılacaksınız.

Fatır 9: Ve Allah rüzgârları gönderendir. Sonra onlar da bir bulutu


harekete geçirip yukarılara kaldırır. Derken Biz onu ölmüş bir
beldeye sevk etmişizdir. Böylece yeryüzüne ölümünden sonra

21
onunla hayat veririz. İşte böyledir ölmüş çürümüş insanlara
hayat vermek.

Kaf 9–11: Ve Biz gökten bereketli bir su indirdik. Onunla da kullara rızk
olmak üzere / kullara rızk olsun diye bahçeler ve biçilecek
taneler, tomurcukları birbiri üzerine dizilmiş büyük ve yüksek
hurma ağaçları bitirdik. Ve Biz onunla ölü bir beldeyi
canlandırdık. İşte çıkış [diriliş] böyledir.

Bu konuyla ilgili olarak daha önce Kaf suresinin tahlilinde de açıklama


yapılmıştı. (Tebyînü’l-Kur’an; c: 2, s: 91, 92)
6–8. ayetlerdeki kısa açıklamalardan sonra evren kitabının bazı sayfalarını
gözler önüne sermeye devam eden Rabbimiz, bu ayetlerde de canlandırma ve
yeniden dirilme konusunu gündeme getirmiştir.
“Çıkış”ın, tıpkı bereketli bir suyun gökten ölü toprağa indirilmesi sonucunda
ölü topraktan bitki ve ağaçların çıkması gibi olacağını bildiren Yüce Allah, bu tarifle
inançsızlara, diriltmeyi sanki laboratuarda tatbikî olarak göstermektedir.
Bu ayetler, özellikle Arabistan gibi kurak iklim şartlarında yaşayan insanlara,
tam anlayacakları dilden hitap etmektedir. Zira Arabistan halkı yaşarken
görmektedir ki, bazen beş sene boyunca bir damla bile yağış düşmeyen, kavrularak
ne bitki ne de hayvan hiçbir canlının yaşayamayacağı hâle gelen topraklarda, çok az
miktardaki bir yağmurla bile otlar bitmekte, böcekler harekete geçmekte, adeta ölü
tabiat canlanıvermektedir.
Yüce Rabbimiz bu ayetlerde zımnen şöyle demektedir: “Yerküreyi canlı
yaratıkların yaşaması için uygun bir yer yapan, yeryüzünün cansız toprağını
gökyüzünün cansız suyu ile birleştirerek bağ ve bahçelerde göz alıcı bin bir çeşit
bitki yaratan, bu bitkileri insan, hayvan, böcek, tüm canlılar için rızk ve hayat
kaynağı kılan Allah’ın ölümden sonra diriltmeye gücü yetmeyeceği şeklindeki
düşünceniz akılsızca bir zandır. Siz, tamamen kuru ve cansız olan bir bölgenin
yağmur taneleri düşer düşmez nasıl hayat bulduğunu, ölmüş olan köklerin nasıl
aniden dirildiğini, bin bir çeşit böceğin o ölü topraktan çıkarak nasıl koşuşmaya
başladığını gözlerinizle görüyorsunuz. İşte, bu gördüğünüz, ölümden sonra
dirilmenin imkânsız olmadığının apaçık ispatıdır.”
Rabbimiz, konumuz olan ayetin dışındaki başka ayetlerde de, yağmur ile ölü
topraktan bitkilerin çıkmasını ölümden sonra ahirette dirilmeye örnek olarak
göstermiştir:

Ya Sin 33: Ve ölü toprak onlara bir delildir. Biz ona hayat verdik ve ondan
taneler çıkardık da ondan yiyorlar.

Rum 24: Yine O’nun ayetlerindendir ki, size hem korku ve hem de umut
vermek için şimşeği gösteriyor. Ve gökten bir su indiriyor da
onunla yeryüzüne ölümünden sonra hayat veriyor. Şüphesiz ki
bunda aklını kullanacak bir kavim için nice deliller vardır.

Rum 50: Öyleyse Allah’ın rahmetinin eserlerine bir göz at; yeryüzünü
ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphe yok ki O, mutlaka
ölüleri diriltir ve O her şeye gücü yetendir.

22
Rum 19: O, ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarır ve yeryüzüne
ölümünden sonra hayat verir. Sizler de işte öyle
çıkarılacaksınız.

Yukarıdaki ayetlerden başka Nahl/65, Ankebut/63, Fatır/9, Casiye/5, Hadid/17


ayetleri de aynı anlamdadır.

Bilinmelidir ki, şerefli Kur’an da aynen bereketli su gibidir. Onunla, ölmüş,


kokuşmuş bireyler ve toplumlar yeniden canlanabilirler.

BİLİNEN VE BİLİNMEYEN TÜM VARLIKLARIN ÇİFT


YARATILMIŞLIĞI

Gerek insan, hayvan ve bitki gibi biyolojik canlıların, gerekse bilinen ve


bilinmeyen tüm diğer varlıkların erkekli-dişili olarak, zıtlı, karşıtlı, çiftler hâlinde
yaratıldığı başka ayetlerde de bildirilmiştir:

Lokman 10: (O) Gökleri dayanak olmadan yaratmıştır, bunu görmektesiniz.


Yeryüzünde de, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar
bıraktı ve oralarda her dabbehden / canlıdan türetip yayıverdi.
Ve Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her kerim olan
çiftten bir bitki bitirdik.

Zariyat 49: Ve Biz her şeyden iki eş yarattık. Umulur ki siz, iyice
düşünürsünüz / öğüt alırsınız.

36. ayette “ ‫الزواج‬ezvac” sözcüğü ile ifade edilmiş olan bu durum, maddenin
temeli olan atomun yapısında ancak 20. asırsa tespit edilebilmiştir. Bilimin değişik
alanlarında sağlanan gelişmelere paralel olarak tescil edilen bu “Atom altı”
gerçeklik, o günden sonra “karşıt madde”, “karşıt parçacık” gibi, önünde “karşıt”
sözcüğünün bulunduğu kavramlarla ifade edilmeye başlanmıştır.
Bu konu hakkında Kur’an Araştırmaları Grubu’nun “Kur’an Hiç Tükenmeyen
Mucize” adlı kitabında şu bilgiler yer almaktadır:

EŞLER HALİNDE YARATILIŞ

“Yeryüzünün bitirdiklerinden, kendi benliklerinden ve daha bilmediklerinden


hepsini eşler halinde yaratan çok yücedir.” (Yasin/36)

Ayette geçen “Ezvac” kelimesi “zevc”in çoğuludur ve “çift, eş” anlamlarına


gelmektedir. Osmanlıcada karı-kocanın “zevc-zevce” diye tanımlanması da bu
kelimeye dayanmaktadır. Görüldüğü gibi bu kelime benzerler içinde zıtları, bu
şekilde eş oluşları ifade etmektedir. Ayette eşler halinde yaratılışa 3 örnek
verilmektedir.
a- Toprağın çıkardığı eşler: Toprağın çıkardığı eşler deyince akla ilk gelen
bitkilerdeki dişilik ve erkeklik özelliğidir.
b- Kendi benliklerimizden eşler: Akla ilk gelen insanların dişi-erkek şeklinde
yaratılışlarıdır. Fakat insan benliğindeki ters karakterleri; yani cesurluk-korkaklık,

23
sevgi-nefret, cömertlik-cimrilik gibi özellikleri de ayetin işareti içinde
değerlendirenler olmuştur.
c- Bilinmeyen eşler: Evren’deki eşli yaratılışların birçoğundan Kuran’ın indiği
dönemde insanların haberi yoktu. Bu bölümde özellikle bunları işleyeceğiz.

NOBEL ÖDÜLÜ GETİREN KEŞİF

Evren’deki tüm maddelerin yapı taşı atomlardır. Tüm Evren’de yaratılışın eşler
halinde olup olmadığını merak eden bir kişi, maddenin bu en küçük parçasını
inceleyip bu konuda bir yargıya varabilir. Eğer maddenin en küçük parçasında eşler
bulunuyorsa, Evren’deki her şey bu küçük parçalardan yaratıldığına göre, her şey
eşlerden yaratılmış demektir.
Atom üzerindeki çalışmalar ilerledikçe var olan parçacıkların sırf protonlardan,
nötronlardan, elektronlardan oluşmadığı, atomun sandığımızdan da kompleks, daha
hassas, daha mükemmel bir yapısı olduğu anlaşıldı. Atomun en küçük parçaları için
bile eşler halinde yaratılış hüküm sürmektedir.
- Protona karşı eşi antiproton vardır.
- Elektrona karşı eşi pozitron vardır.
- Nötrona karşı eşi antinötron vardır.
Maddenin eşler halinde yaratılışı fiziğin en önemli keşiflerindendir. İngiliz
bilim adamı Paul Dirac bu konudaki çalışmalarından ötürü 1933 yılında Nobel Fizik
Ödülü’nü almıştır. Dirac’ın buluşu “Parite” adıyla bilinir ve maddenin antimadde
denilen bir eşi olduğu da bu buluşla ortaya konulur.
Allah’ın her şeyi tüm detaylarıyla planlaması, Evren’in yaratılışında
protonların, elektronların, nötronların ve bunların eşlerinin sayılarının
belirlenmesinde de kendini göstermektedir. Elektronu ve eşi pozitronu örnek olarak
ele alalım. Bu ikisi bir araya gelirse enerji açığa çıkar. 10 birim elektrona karşı 15
birim pozitron olursa, 10 birim elektron ile 10 birim pozitron yok olur, 5 birim
pozitron kalır. İkisinin sayısı eşit olursa sadece enerji açığa çıkar, geriye hiç elektron
ve pozitron kalmaz. Yani gerek protonların, gerek elektronların, gerek nötronların
var olabilmesi karşı karşıya geldikleri eşlerinden sayıca fazla olmalarına bağlıdır. Bu
arada elektron, proton ve nötronların kendi aralarındaki sayısal dengeleri de çok
önemlidir. Örneğin elektronların sayıca protonlardan az olduğu bir durumda
Evren’de canlılık oluşamazdı.
Şu andaki varlığımız tüm bu hesapların ince bir şekilde yapılmasıyla mümkün
olmuştur. Binlerce ayrı oluşumdan biri bile, rastlantılara, rastgeleliklere bırakılsaydı
bugün var olamazdık. Yaratıcımızın her şeyden haberdar olması, her şeyi kontrol
etmesi, sonsuz kudreti sayesinde var olabiliyoruz.

ZITLIKLARIN BİRLİĞE HİZMETİ

Daha önce de dediğimiz gibi, Kuran’ın bilimsel mucizelerinin dikkat edilecek


tek yanı Peygamberimiz dönemindeki insanların bilgileriyle bu açıklamaların
yapılamayacak olması değildir. Elbetteki bu da çok önemlidir. Fakat bu ayetlerde
geçen bilimsel bilgileri incelediğimizde, Allah’ın kudretinin, sanatının, ilminin,
planlarının muhteşemliğini görmemiz de çok önemlidir. Örneğin Kuran’ın, Evren’in
bir teklikten, bir bitişiklikten yaratıldığını söylemesi (2. bölümde açıkladık: Enbiya
Suresi 30. ayet) incelenerek; Kuran’ın insan sözü olamayacağının, Peygamberin
dönemindeki herhangi bir kimsenin bu bilgiyi bilemeyeceğinin ortaya konması çok
önemlidir. Fakat aynı zamanda bu bilginin; Allah’ın maddeyi, Evren’i yarattığını

24
ispatladığının, Allah’ın Evren’i yaratışını bilinçli bir şekilde, belli gayelerle, büyük
bir kuvvetle gerçekleştirdiğini gösterdiğinin bilinmesi de çok önemlidir. Bu yüzden
kitabımızı yazarken Kuran’ın ayetlerindeki bilimsel mucizelerin varlığı kadar, bu
bilimsel bilgilerin nasıl Allah’ın varlığını, kudretini, sanatının ihtişamını
gösterdiğini, birbirinden ayırmadan, içiçe bir şekilde açıklamaya çalışıyoruz.
Kısacası bizim için Kuran mucizelerinin varlığı kadar, bu mucizeleri gerçekleştiren
ayetlerin tüm boyutlarda düşündürdükleri de çok önemlidir.
Maddi Evren’in eşler halinde yaratıldığını söyleyen ayetlerde de aynı noktaya
dikkat etmeliyiz. Kuran’ın indiği dönemde Evren’in eşler halinde yaratılışının,
oynadığı kritik rolün bilinmesi imkânsızdır. Bu nokta çok önemlidir. Fakat bu nokta
kadar Evren’deki çiftli yaratılışları incelediğimizde itme-çekme kuvvetlerinden,
proton-antiprotonların, nötron-antinötronların dengesine kadar görülen harikalar da
çok önemlidir. Çünkü Kuran ayeti sadece bir mucize olsun diye değil, aynı zamanda
tüm bu çiftli yaratılışlar üzerinde düşünelim, Allah’ın yaratışındaki harikalıkları
anlayalım diye de Evren’deki eşli yaratılışlara dikkatimizi çekmektedir.
Evren’deki eşli yaratılışların önemi proton ve nötronların içindeki quarkların
keşfiyle de devam etmiştir. Laboratuvar çalışmalarından quarkların da, leptonların
da (diğer bir atom altı parçacık) ikişer ikişer yani eşli bir şekilde ortaya çıktıkları
anlaşıldı. “Up”, “Down”, “Charm”, “Strange” quarklarından sonra “Bottom” adı
verilen quark bulununca, çiftli yaratılışın bilinci bilim adamlarına o kadar
yerleşmişti ki “Top” adlı quarkın adı daha bu quark bulunmadan koyuldu. Kuran’ın
1400 yıl önce işaret ettiği, bilim adamlarının çok yakın zamanlarda kavuştuğu bu
öngörü haklı çıktı. 1994 yılının Mayıs ayındaki Time dergisinin kapağı “Top”
quarkının keşfini haber veriyordu. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Fermi
Laboratuvarları’nda yapılan çalışmalarla “Bottom” quarkının eşi olan “Top” quarkı
keşfedilmişti.
Evren’deki tüm eşli yaratılışlar Evren’in birlik bütünlük içindeki düzenine
hizmet etmektedir. Ne “Up” ve “Down” quarklarının, ne protonun ve antiprotonun,
ne de Evren’deki artı ve eksi yüklerin bir bilinçleri vardır. Tüm bu düzenli, bilinçli
oluşumlar bilinçsiz maddenin en mikro düzeyinde yaratılmaktadır. Ve bu yaratılışlar
sayesinde galaksiler, yıldızlar, gezegenler, bitkiler, hayvanlar, insanlar var
olabilmektedir. Üstün bir kudret yaratmasaydı birbirine zıt-eş güçlerin, zıt-eş
parçacıkların var olması da mümkün olmazdı. Bu birbirlerine zıt-eş güçlerin kaos
yerine düzenli, renkli, olağanüstü bir Evren yaratması da mümkün olmazdı. İlk
yaratılışı yapan, sondaki hedefleri belirleyen kim ise, ilk yaratılış anında eş güçleri
ortaya çıkartan, son hedeflere varıncaya kadar bu eşleri bir Bir’lik için çalıştıran
kimse de O’dur. İbret almaya, aklını çalıştırmaya niyeti olanlar için Allah’ın
Evren’de koyduğu deliller ortadadır.
“Düşünüp ibret almanız için her şeyi eşler halinde yarattık.” (Zariyat/49)

37. Ayet:

Gece de onlara [duyarsız kavime] bir delildir. Biz ondan [geceden] gündüzü
sıyırırız da onlar hemen karanlığa dalıverirler.

Rabbimizin uyarıları burada da, peygamberimizin elçi olarak gönderildiği


duyarsızlaşmış toplumun şahsında devam etmektedir. Bu ayetten başlayarak 41.

25
ayete kadar olan bölümde, gece ve gündüz ilişkisindeki mucizeler ile Güneş’in ve
Ay’ın hareketlerine ait özellikler sergilenmiştir.
Bilindiği gibi, Dünya kendi etrafında döndükçe Dünya’nın Güneş karşısında
bulunan yüzü arkaya geçer ve karanlığa girer. Karanlık ve aydınlık arasındaki bu
dönüşüm, Dünya’nın kendi etrafındaki dönüş hızına göre yavaş yavaş olmaktadır.
İşte, ayette geçen “geceden gündüzün sıyrılması” budur; bir taraftan sıyrılan bölge,
aynı hız ve oranda diğer tarafa bürünmektedir. Güneş sistemi hakkında bugünkü
bilgilerin kuram hâlinde bile henüz ortaya atılmamış olduğu bir dönemde, gece ile
gündüz arasındaki ilişkinin gerçeklere tam bir uygunlukla açıklanmış olması bir
mucizedir. Bu mucize başka ayetlerde de dile getirilmiştir:

Fussılet 37: Gece, gündüz, Güneş ve Ay O’nun delillerindendir. Güneş’e ve


Ay’a secde etmeyin. Ve eğer sadece Allah’a kulluk
yapıyorsanız, onları yaratmış olan Allah’a secde edin.

A’râf 54: Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan,
sonra Arş üzerine istiva eden, gündüzü, durmadan kovalayan
gece ile bürüyen ve Güneş, Ay ve yıldızları emrine boyun
eğmiş olarak yaratan Allah’tır. İyi biliniz ki yaratma ve emir
sadece O’na özgüdür. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı ne
yücedir.

Hacc 61: İşte bu, şüphesiz Allah’ın, geceyi gündüzün içine sokmasıyla,
gündüzü de gecenin içine sokmasıyladır. Şüphesiz Allah,
Semi’dir [çok iyi işiten] Basir’dir [çok iyi gören].

Konumuz olan ayetteki ifade, gece ile gündüzün fizikî oluşumundan ziyade
hayat üzerindeki etkilerine yöneliktir. Çünkü artık herkes çok iyi bilmektedir ki;
yeryüzündeki bütün canlıların, hatta su, hava ve diğer maddelerin varlıkları, Güneş
ile Dünya arasındaki çok hassas mesafe sayesinde mümkün olabilmektedir. Eğer
Güneş ile Dünya arasındaki mesafe şimdiki durumundan daha az veya daha fazla
olsaydı, şu anda içinde bulunduğumuz yaşam mümkün olmayacak, belki cansız
maddelerin biçimsel özellikleri dahi farklı olacaktı. İşte, “gecenin gündüzden
sıyrılması” tabiri ile insanlığa gösterilen delilin arkasındaki bu ince ayarlar, duyuları
sağlam ve aklıselim sahibi herkese, bunları tasarlayan ve yapan bir kudretin varlığını
zorunlu olarak kabul ettirmektedir.
Kur’an Araştırmaları Grubu, “Kuran Hiç Tükenmeyen Mucize” adlı kitabında
bu konuya, ayette kullanılan fiili Dünya’nın yuvarlak yapısı ile ilişkilendirmek
suretiyle de yaklaşmıştır:

GECEYİ GÜNDÜZÜN ÜZERİNE SARMAK

“Gökleri ve yeryüzünü gerçek ile yarattık. Geceyi gündüzün üzerine sarıyor,


gündüzü de gecenin üzerine sarıyor.” (Zümer/5)

Bu ayette “sarıyor” diye çevirdiğimiz kelimenin Arapçası “yükevviru”dur. Bu


kelime Türkçe’ye de geçen “küre” kelimesi ile aynı kökten gelmektedir. Bu fiil
Arapça’da yaygın olarak “başa sarık sarmayı” ifade etmek için kullanılır. Baş gibi
küremsi bir yapının etrafına sarığın sarılması için kullanılan bu fiil, gecenin

26
gündüzün üzerine sarılmasını ifade etmek için de kullanılmıştır. Ayette gecenin
gündüzün etrafına sarılması ifade edilirken aynı zamanda gündüzün de gecenin
üzerine sarıldığı ifade edilmektedir. Gece ile gündüzün oluşma sebebi Dünya’nın
küremsi yapısıdır. Dünya’nın küremsi şekli sayesinde gecenin ve gündüzün bu
şekilde yer değiştirmesi mümkün olmaktadır.
Böylece bu ayette de Dünya’nın küremsi yapısına işaret vardır. Bu işaret
“yükevviru” fiilinin yuvarlakımsı zeminlere sarılmayı ifade etmesinden dolayı
oluşmaktadır.

UZAYDAN DÜNYAYI SEYRETMEK

Peygamberimiz yaşarken, Kuran’ın mı, Arap Yarımadası’ndaki yanlış


görüşlerin mi bilimsel olarak doğru olduğu anlaşılmayacaktır. Kuran’ın ortaya
koyduğu doğruların bilimsel olarak ispatı, Peygamberimiz’in vefatından 1000 yılı
aşkın bir süre sonra mümkün olacaktır. Kuran kendi döneminde anlaşılmayacak,
kendi dönemindeki yanlış bilgilerle zıt düşecek bilimsel izahları, kendi döneminde
hiçbir avantaj sağlamayacak, bilakis dezavantaj bile oluşturacakken neden
yapmaktadır? Görülüyor ki Kuran’ın amacı avantaj ve dezavantaj hesaplarının çok
ötesinde “Doğruyu, ne pahasına olursa olsun doğruyu” ortaya koymaktır. Uysa da,
uymasa da! Bu gerçeklerin bin yıl sonra keşfedilen bilgilerle anlaşılması ise,
Kuran’ın evrenselliğini ve zaman üstülüğünü, kendi dönemine hitap ettiği gibi,
Dünya’nın sonuna kadar tüm insanlara da hitap edeceğini göstermektedir.
Gün gelip de astronotlar Uzay’a gittiklerinde, Kuran’ın bu ayetindeki ifadeye
gözleriyle tanık oldular ve fotoğraflar da çektiler. Dünya’nın Güneş’e bakan yarım
küresinde gündüz olurken diğer yarım kürede gece oluyordu. Dünya’nın kendi
ekseni etrafındaki dönüşü sayesinde Dünya’nın kimi bölgelerinde gündüz, kimi
bölgelerinde gece oluyordu; kimi bölgelerde gündüzden-geceye, kimi bölgelerde
geceden-gündüze geçiş aynı anda gerçekleşiyordu. Böylece Kuran’ın 1400 yıl önce
vahiy ile açıkladığı, bir kaç yüz yıl önce matematiksel hesaplarla ve mantık
yürütmelerle ortaya konulan gerçekler, duyu organlarıyla da algılanıyordu. Yani
gayb olan [duyu organlarıyla algılanamayan], artık duyu organlarıyla da algılanır,
görülür olmuştu.
Kuran’ın, Dünya’nın küremsi yapısıyla ve gece gündüzün yer değiştirme
tarzıyla ilgili açıklamasındaki oluşumlar, aynı zamanda yaşamımız için olmazsa
olmaz şartlardır. Dünyamız eğer küre şeklinde olmasaydı, gece ile gündüz
Dünya’nın kendi ekseni etrafında dönüşü sayesinde bu şekilde yer değiştirmeseydi;
Dünya’nın sürekli olarak ısı alan yerlerinde kavrulmadan dolayı yaşam yok olacaktı,
ısı ve ışık almayan bölgede ise bitkilerin varlığı da, yaşam da mümkün olmayacaktı.
Kuran’ın gözümüzü çevirdiği oluşumlar üzerinde her düşündüğümüzde; Allah’ın
hem ilmini, hem kudretini, hem sanatını, hem her şeyi nasıl kusursuz planladığını,
hem de Kitab’ının mucizevî yönlerini daha iyi anlıyoruz.

38. Ayet:

Kendi yolunda kendisi için kararlaştırılmış olan için akıp giden Güneş de
[duyarsız kavim için bir delildir]. İşte bu çok güçlü ve her şeyi bilen Allah'ın
takdiridir [ayarlamasıdır].

27
Yalın göz ile izleme yapıldığında sabit bir yıldız görüntüsü veren Güneş,
aslında aynen ayetin bildirdiği gibi hareket hâlindedir. Bu hareket iki türlü olup
Güneş hem kendi ekseni etrafında dönmekte, hem de Güneş Sistemi’ndeki gezegen
ve uydularla birlikte Samanyolu galaksisi çevresinde yol almakta; bir bakıma
yüzmektedir.
Ayetteki “İşte bu çok güçlü ve her şeyi bilen Allah’ın takdiridir” ifadesi,
Güneş’in bu hareketlerinin güzel, ölçülü ve Rabbanî bir hesap sonucu olduğunu
vurgulamaktadır. Güneş’in hareketlerine bu nitelikleri kazandıran ise, ayette geçen
“takdir” sözcüğünün “ince hesap yapmak” anlamında oluşudur. Hatırlanacak olursa
Kamer suresinin 49. ayetinin tahlilinde de, her şeyin Allah’ın ilminde takdir edilmiş
bir ölçü ile meydana geldiğini söylemiş ve surenin sonuna Seyyid Kutub’un bu
konudaki geniş bir açıklamasını koymuştuk. (Tebyînü’l-Kur’an; c: 2, s: 272, 283)
Rabbimizin ince hesabına Kur’an’da başka ayetler ile de dikkat çekilmiştir:

En’âm 96: Tan yerini yarandır. Geceyi dinlenme zamanı, Güneş ve Ay’ı
zaman ölçüsü kılmıştır. Bu, Güçlü olanın, Bilen’in takdiridir
[belirlemesidir].

Fussılet 12: Böylece O [Allah] onları iki günde yedi gök olmak üzere
gerçekleştirdi ve her göğe kendi işini vahyetti [içine yükledi].
Biz en yakın göğü kandillerle ve korumayla süsledik. İşte bu,
Aziz, Alim’in ayarlamasıdır.

İsra 12: Ve Biz geceyi ve gündüzü iki ayet kıldık. Sonra Rabbinizden
bir lütuf aramanız, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için
gecenin ayetini silip bir gördürücü olarak gündüzün ayetini
getirdik. Ve Biz her şeyi detaylandırdıkça detaylandırdık.

Yunus 5: O, Güneş’i bir aydınlık, Ay’ı bir ışık yapan ve senelerin sayısını
ve hesabını bilesiniz diye Ay’a menziller ayarlayandır. Allah
bunu ancak gerçek ile yaratmıştır. O, bilecek olan bir kavim için
ayetleri detaylandırır.

İbrahim 33: Sürekli olarak dönüş hâlinde olan Güneş’i ve Ay’ı emrinize
verdi. Geceyi ve gündüzü de sizin emrinize verdi.

Biz, insanlığın bugünkü bilgisi ve imkânları ile bu ayetleri hakkıyla


anlamasının mümkün olmadığını ve gelecek kuşakların inşallah daha iyi
anlayacaklarını düşünüyoruz.
Ayette geçen “akıp giden Güneş” ifadesi ile ilgili olarak yapılmış ve aşağıda
verdiğimiz çalışma, yine Kuran Araştırmaları Grubu’nun “Kuran Hiç Tükenmeyen
Mucize” adlı kitabında yer almaktadır:

GÜNEŞ DE AKIP GİTMEKTEDİR

“Güneş de bir karar yerine doğru akıp gitmektedir. Bu, Üstün Olan ve Bilen’in
takdiridir.” (Ya Sin/38)

28
Tarihin çok uzun bir döneminde insanlar Dünya’yı sabit, Güneş’i ise
Dünya’nın etrafında dönüyor zannettiler. Sonra Kopernik, Kepler, Galileo ile
başlayan süreçte ise insanlar Güneş’in sabit bir şekilde ortada durduğunu, Dünya’nın
ise sabit bir Güneş’in etrafında döndüğünü zannettiler. Bilimde devrim sayılan bu
keşif çok önemliydi ama Güneş’in bu modelde sabit, durgun sayılması yanlış bir
kanaatti.
Daha sonra ise gelişmiş teleskopların sayesinde ve kozmoloji biliminin
oluşturduğu birikimle Güneş’in de hareket ettiği, Dünya’nın hareket eden bir
Güneş’in etrafında döndüğü anlaşıldı. Oysa Güneş’in bu hareketi Kuran’da 1400 yıl
önceden açıklanmıştır. Gerek Güneş’in Dünya etrafında kısır döngü yaptığı ve
gerekse Güneş’in hareketsiz bir şekilde durduğu fikrine karşın Yasin Suresi’nin 38.
ayeti, Güneş’in bir hedefe doğru akıp gittiğini söyleyerek doğru modeli ortaya
koymuştur. Böylece Kuran birçok konuyu olduğu gibi Güneş’in hareketini de doğru
şekilde açıklayan bilinen ilk kaynaktır.

KURAN’IN VE BİLİMİN FARKLI TARZLARI

Bir bilim kitabı, ortaya koyduğu tezlerin ispatlarını, çıkış noktalarını


göstermeye çalışır. Oysa Kuran her tezinin ispatlarını gösterme çabası gütmez.
Kuran, Evren’in Yaratıcısının gönderdiği vahiydir ve Evren’i, Yaratıcısının diliyle,
bir bilim kitabından farklı bir üslupla açıklar. Evren hakkındaki en temel bilgilerin
Kuran’da ortaya konulmasından bin yılı aşkın bir zaman sonra ancak
öğrenilebilmesi, Kuran’ın birçok ayrı konuda açıklamalar yapıp hiçbir konuda
hataya düşmemesi, Kuran’ın, Evren’in Yaratıcısının kitabı olduğunun delilidir.
Kuran, bir bilim kitabı gibi neden, niçin, ispat, bilimsel birikim gözetmeden
doğrudan sonucu ortaya koymaktadır. Bilim ise tüm bu aşamaları kat ederek sonuca
ulaşmakta; fakat sonunda ulaşılan sonuç Kuran’ın baştan söylediklerinin
doğruluğunu ispatlamaktadır.
Görüldüğü gibi Kuran’ın doğrudan sonucu ortaya koyuşu ile bilimin
deneylerden, gözlemlerden, formüllerden geçen süreci farklıdır ve farklı da
olmalıdır. Bilim sonuç ortaya konmuş olsa da tüm bu basamakları aşmak ve kendi
yöntemiyle sonuca ulaşmak zorundadır. Bu yol bilimsel bilgi yapısının bir
zorunluluğudur. Nitekim Kuran’ın gerek Evren’de, gerek Dünya’da araştırmalar
yapmamızı söyleyen ayetleri bu yöntemi teşvik edici özelliğe sahiptir. Kimse bizim
bu yazdıklarımızdan Kuran’ı ve bilimi yarıştırdığımızı sanmasın. Bizim göstermeye
çalıştığımız, Kuran’ın bilimsel basamakları takip etmeksizin doğrudan bilimsel
sonuçları veren açıklamalarının, bilimsel basamakların çıkılmasıyla onaylandığı,
Kuran’ın mucizesinin doğrulandığıdır. Kuran Evren’in Yaratıcısından gelmektedir.
Evren’in Yaratıcısı ise zaten Evren ile ilgili tüm bilgilere sahiptir. Bu yüzden Allah,
Kuran’da, Kuran’ın indiği dönemde bilimin ulaşmasına imkân olmayan bilgileri,
insanlara sonuç olarak aktarır. Günü gelince, bilim, formüller oluşturarak kullanır,
gözlemler yapar, teknolojik buluşlarını gözlemlerde kullanır ve bilimsel birikim
genişler. İşte bilimin takdire değer çabalarıyla varılan bu sonuçlarının önemli bir
kısmı, Evren’le beraber bilimsel kuralları da Yaratanın kitabında önceden
açıklanmıştır.

GÜNEŞ’İN HIZI

Güneş saatte 700.000 km’den daha büyük bir hızla Solar Apex adı verilen bir
yörünge boyunca Vega Yıldızı’na doğru hareket etmektedir. Dünya’nın hem kendi

29
ekseni etrafında, hem Güneş’in etrafında dönerken, aynı zamanda Güneş sistemiyle
beraber hareket ettiği de unutulmamalıdır.
Güneş her sabah doğmakta, her akşam batmaktadır. Fakat tüm bu doğuşları ve
batışları her seferinde Evren’in ayrı bir noktasında gerçekleşmektedir. Dünya,
Evren’de hiçbir zaman aynı noktadan bir daha geçmeden hareket eden bir Güneş’in
etrafında yolculuk yapmaktadır. Kitabımızın sırf bu bölümünün başından bu satırlara
kadar geçen süre içinde Güneş’in ve Güneş’e bağlı olarak Dünya’mızın bir kaç bin
kilometre yol kat ettiğini ve bu inanılmaz hızdaki hareketten en ufak bir şekilde
negatif olarak etkilenmediğimizi düşünürsek, Allah’ın ne kadar muhteşem düzeni ile
karşı karşıya olduğumuzu kavrayabiliriz.

GÜNEŞ’İN DOĞDUĞU YERLER

“O, Evren’in ve yeryüzünün ve bu ikisi arasındakilerin Efendisi’dir, doğuların


(Güneş’in doğduğu yerlerin) da Efendisi’dir O.” (Saffat/5)

Taşkın Tuna, Saffat Suresi’nin 5. ayetinin mucizevî işaretini şöyle açıklar:


“Dünya’mızın da çok değişik hareketleri vardır. Uzay’ın bir noktasından bir daha
geçmemek üzere bütün sistemle birlikte Dünya da hareket halindedir. Dünya’nın
yuvarlak oluşu sebebiyle bir yerde doğan Güneş aynı anda bir başka yerde batıyor.
Gece gündüzü, gündüz de geceyi kovalıyor. O halde Güneş’in doğduğu “yer” değil,
“yerler” söz konusudur. Yerkürenin her noktası için sabah saatleri değişiktir. Her yer
ayrı ayrı saniyelerde Güneş’in doğuşunu bekliyor. Güneş’i Uzay’ın bambaşka
yerlerinden “doğarken” seyrediyoruz. Güneş aynı Güneş, Dünya aynı Dünya, ama
Uzay’ın yeri değişik...” Taşkın Tuna, Kur’an’ın, Güneş’in doğduğu yerleri çoğul bir
ifadeyle değerlendirmesindeki inceliği bu şekilde açıklamaktadır.
Her sabah doğarken gördüğümüz Güneş’imiz dev bir nükleer reaktördür.
Hidrojen atomlarını helyuma dönüştürerek çalışan bu reaktörümüz, çok mükemmel
bir şekilde ayarlanmış olarak görevlerini yerine getirmektedir. Kuran’ın anlattığı
şekilde karar noktasına; duracağı, son bulacağı yere doğru hareket halindeki hayat
kaynağımızın, bu çok hızlı hareketinde, hassas dengelerin hiçbiri değişmeden
Evren’de yolculuk etmekteyiz. Düşünen, araştıran ve samimi şekilde Kuran’ın ve
Evren’in ayetlerini [delillerini] değerlendirenler, Allah’ın kudretini ve Kuran’ın
mucizelerini göreceklerdir.

“İşte bunlar bizim insanlara verdiğimiz örneklerdir. Ancak bilgi sahiplerinden


başkası bunlara akıl erdiremez.” (Ankebut/43)

39. ayet

Bizim kendisi için, eski kuru bir hurma dalı gibi dönünceye dek menziller
takdir ettiğimiz Ay da (o duyarsızlaşmış kavim için bir delildir).

Ayette geçen “ ‫القمُر‬el Kamer” sözcüğü Kûfeliler tarafından “ ‫القمَر‬el Kamera”


şeklinde nasb ile okunmuştur. Hem Ebu Ubeyd mushafı hem de elimizdeki mushaf
bu kıraati esas almıştır. Başta el Ferra ve Ebu Hatim olmak üzere dilbilimcilerin
tümü ise sözcüğün “el Kameru” şeklinde ötre ile okunmasını tercih etmişlerdir.
(Kurtubî, 39. ayet ile ilgili açıklamalar)

30
Bizim tercihimiz de bu yönde olduğu için, “Ay’a gelince, Biz ona menziller
tayin ettik” şeklindeki bir çeviriyi ayetin içinde yer aldığı pasaja uygun görmedik ve
pasaja bütünlük kazandıran yukarıdaki meali oluşturduk.
Bu ayette yine mucizeler gösterilmekte ve uyarı bu mucizelere dikkat çekilmek
suretiyle yapılmaktadır:

AY’IN MENZİLLERİ

Bilindiği gibi Ay’ın Dünya’dan görünüşü her gün değişmekte, “hilâl”den


başlayarak 14. günde “dolunay” hâline gelen Ay, devam eden günlerde yavaş yavaş
tekrar eski şekline dönmektedir. Ay’ın bu görünüm değişimi hiçbir farklılık arz
etmeden süregeldiği için, çok eski çağlardan beri onu gözlemleyen insanoğlu, Ay’ın
her gün değişik bir şekil alan görüntüsüne değişik isimler vermiştir. Meselâ, Araplar
Ay’ın bu evrelerine şu isimleri vermişlerdir: Şertan, Butayn, Süreyya, Deberan,
Hek’a, Hen’a, Zira’, Nesre, Tarf, Cebhe, Zübre, Sarfe, Avva, Simâk, Gafir, Zubânâ,
İklîl, Kalb, Şevle, Neâim, Belde, Sa’düzzâbih, Sa’dübüla’, Sa’düssüud,
Sa’dülahbiye Fer’uddelvil, Muahhar ve Reşa. Ayette geçen Ay’ın menzillerinden
maksat, onun her gün başka görüntü veren bu konumlarıdır. Bu konumların art arda
gelmesi ile Ay’ın Dünya çevresinde oluşturduğu dolanım turu, ayetin ifadesi ile
“eski, kuru bir hurma dalı gibi”dir. Ayetteki bu benzetme, Ana Britannica
ansiklopedisinde şu cümle ile ifade edilmiştir:
“Güneş’ten bakıldığında ise, Ay, dolambaçlı bir eğri üzerinde devinir.”

Kuran Araştırmaları Grubu, “Kuran Hiç Tükenmeyen Mucize” adlı kitabında


bu konuya da yer vermiştir:

AY'IN YÖRÜNGESİ

“Ay'a da bir takım evrelerle ölçü biçtik. Nitekim o eski ve eğri hurma dalı gibi
döner.” (Yasin/39)

Ay, Güneş sisteminin diğer uydularıyla karşılaştırıldığında çok büyük bir


uydudur. Ay'ın oluşumuyla ilgili farklı teoriler vardır. En yaygın teoriye göre
Dünya'mız ile bir gökcismi çarpışmış, bu çarpışmanın etkisiyle Dünya'nın
kabuğundan büyük bir parça kopmuş ve sonra bu parça Ay'a dönüşmüştür. Kesin
olmasa da son zamanlarda Amerikan sonda aracı "Lunar Prospector"dan gelen
bilgiler bu teoriyi desteklemektedir. Ay'ın küçük çekirdeği Dünya'nın dış kabuğuyla
büyük benzerlik göstermektedir.
Kuran, Ay'a ve Ay'ın hareketlerine birçok ayetinde dikkat çekmiştir. Modern
bilimin sağladığı verilerle Ay'ın varlığının Dünya'daki yaşam için ne kadar önemli
olduğu anlaşılmıştır. Ay, bir uyduya göre oldukça büyük hacmi ve ayarlanmış
uzaklığıyla Dünya'mızın dönme merkezini sabitleştirmektedir. Bu da gezegenimizin
yaşam için elverişli iklim koşullarını milyarlarca yıldır korumasını sağlamaktadır.
Bazı bilim adamları, Ay'ın çekim gücü sayesinde Dünya'nın merkez çekirdeğinin
sıvı konumunu koruduğunu söylemektedirler. Bu da gezegenimizin manyetik alanını
güvence altına almaktadır. Eğer bu manyetik alan olmasaydı kozmik radyasyonlar
Dünya'ya doğrudan ulaşacaklardı. Bu da yeryüzünde yaşamı yok edecekti. Yine Ay
olmasaydı Dünya'nın kendi çevresinde 10 saat içinde döneceği tahmin edilmektedir.
Bu ise gece ve gündüzün tamamen değişmesi, yeryüzündeki yaşamın ciddi bir darbe

31
yemesi demektir. Ay okyanusları kendisine çekerek, Dünya'nın dönüş hızını
yavaşlatmış ve bugünkü şekline getirmiştir.

AY VE MATEMATİK

Tüm bu oluşumlar Ay'ın kütlesinden dönüş hızına kadar ince matematiksel


hesapların yapılması, Allah'ın yaratışlarını bu matematiksel hesaplarla
gerçekleştirmesi sayesindedir. Nitekim Allah, Evren'de kullandığı matematiğe
"kader" kelimesiyle dikkat çekmiştir. Kader kelimesinin din adına uydurulanların
etkisiyle yanlış yorumlanmasına burada değinmek istemiyoruz. "Kader" kelimesi
Arapça'da ölçüyü, ölçü konulmasını, yani matematiksel düzenlemeyi ifade eder.
"Kader" kelimesi Türkçemizde bu anlamın dışında kullanılsa da "Kader"
kelimesinden türeyen "miktar" kelimesi dilimizde "ölçü" anlamında
kullanılmaktadır. Bu bölümde incelediğimiz Yasin suresinin 35. ayetinde de Allah'ın
matematiksel düzenlemesi "kader" kelimesiyle ifade edilmiştir. Ay'ın Dünya'ya
uzaklığından, kütlesinden, dönüş hızına, Dünya ile karşılıklı çekimlerinden, Güneş'e
karşı konumu ve çekimlerine kadar her şey matematiksel olarak ince bir şekilde
hesaplanmıştır [kaderi belirlenmiştir]. Bu hesaplardaki ufak bir oynama bile
yeryüzündeki yaşamın yok olmasına sebep olurdu. Ay ile ilgili verdiğimiz
örneklerde de Allah'ın planlı yaratışının, matematiksel düzenlemelerinin örneklerini
görüyoruz. Ay, yalnızca romantik gecelerin aktörü, şairlerin ilham kaynağı değil,
yeryüzü yaşamının olmazsa olmaz dostu ve şartıdır da.
Ay, Dünya'nın çevresinde çok sayıda kuvvetlerin birbirini dengelemesi ile
dolanır. Dünya'nın, Güneş'in çekimleri kadar, diğer gezegenlerin çekimleri de
burada etkili olmaktadır. Ay'ın hareket denklemindeki ölçü yüzlerce ayrı parametre
arasından ayarlanmıştır. Dünya'daki yaşam için ise binlerce gerekli parametrenin art
arda gelmesi şarttır. Ay, bu parametrelerden sadece biridir. İşte, Allah öyle bir
sistem yaratmıştır ki, Dünya'da yaşamın var olması için gerekli unsurlardan sadece
biri olan Ay'ın, Dünya'daki yaşamı sağlayacak şekilde varlığı ve yörüngesinde
dolaşımı yüzlerce parametreye büyük bir matematiksel incelikle bağlıdır. Bunun
sonucundaki oluşum ise yaşamamız için gerekli binlerce unsurdan sadece biridir.

EĞRİ, ESKİ HURMA DALI

Ay, Dünya etrafındaki eliptik dolanımını 27 gün, 7 saat, 43 dakika, 11


saniyede tamamlar. Ay [Kamer] kelimesinin Kuran'da 27 kez geçmesi ise Kuran'ın
ayrı bir mucizesidir (Kitabın matematiksel mucizeler ile ilgili kısmında bu konuya
değineceğiz.) Ay, Dünya etrafında kıvrılan, sarılan bir yörüngede hareket eder.
Dünya'nın Güneş etrafındaki dolaşımı gerçekleşirken Ay da Dünya'nın etrafında
bazen önünde, bazen arkasında olmak üzere sarmal bir yol izler. Böylece Ay,
Dünya'nın yörüngesi boyunca kıvrım kıvrım dönerek yol alan bir yörüngeye sahip
olur. Tıpkı kıvrılan ve bükülen bir dal gibi. Bu bölümde incelediğimiz ayette, Ay'ın
yörüngesine "urcûn" kelimesiyle işaret edilir. "Urcûn", hurmanın eğri, salkım dalını
ifade eder. Ayette bu eğri salkım dalı, "eski" ifadesiyle de tasvir edilmiştir; ki, hurma
çöpünün eskisi daha ince ve daha eğri olmaktadır. Bu çok hoş, çok güzel tasvir edici
bir benzetmedir. Bu benzetmeyle Ay'ın evrelerindeki ilk ve son şekliyle beraber,
Ay'ın Dünya etrafında katettiği yörüngenin şekline de işaret vardır. Ayetin
matematiksel ölçülendirmeye dikkat çekmesi kadar, eğri ve eski hurma dalıyla
yaptığı benzetme de mucizevî niteliktedir ve o dönemin bilgi seviyesiyle ne Ay'ın

32
yörüngesindeki matematiksel inceliklerin, ne de Ay'ın Dünya'nın etrafında
dolanırken çizdiği yörüngenin şeklinin bilinmesi mümkündür.
Ay Dünya'nın yörüngesi boyunca kıvrım kıvrım dönerek yol alan bir
yörüngeye sahiptir. Bu yörünge aynen hurma dalı şekline sahiptir.

40. Ayet:

Güneş’in Ay’a erişip çatması uygun olmaz. Gece de gündüzü öne geçici
değildir. Hepsi de bir yörüngede yüzerler.

Bu ayet, Güneş, Dünya ve Ay’ın hareketlerindeki düzenin bozulmayacağını,


çünkü bunların Rabbanî bir hesapla ayarlandığını bildirmektedir.
Böyle bir ayet Enbiya suresinde de vardır:

Enbiya 33: Ve O, geceyi, gündüzü, Güneş’i ve Ay’ı yaratandır. Hepsi bir


yörüngede yüzmektedir.

Ayetin sonundaki “Hepsi bir yörüngede yüzmektedir” ifadesi, sadece Güneş


ve Ay’da değil, tüm yıldızlarda da aynı nizam ve intizamın varlığını bildirmektedir.

Kuran Araştırmaları Grubu, “Kuran Hiç Tükenmeyen Mucize” adlı kitabında


bu ayet ile bilimin bugün ulaştığı gerçekler arasındaki uyumu çok güzel vurgularla
açıklamıştır:

HER BİRİ BİR YÖRÜNGEDE

“Geceyi, gündüzü, Güneş'i ve Ay'ı yaratan O'dur. Her biri bir yörüngede yüzüp
giderler.” (Enbiya/33)

Ayette "her biri" diye çevirdiğimiz kelimenin Arapçası "küllü"dür. Bu kelime


"hepsi, her biri" anlamlarına gelmektedir. Arapçada adedi iki olan nesneler için
"tesniye" denilen ayrı kelimeler kullanılır. Ayette, Güneş ve Ay olmak üzere iki gök
cisminin yörüngedeki hareketlerinden bahsedilir. Oysa ayette "tesniye"
kullanılmaması en az üç tane gök cismine işaret edildiğini akla getirmektedir. Gece
ve gündüzün oluştuğu yerin Dünya olduğu düşünülürse, ayetin işaret ettiği diğer gök
cisminin Dünya olduğu anlaşılır.
Ayette yörünge diye çevirdiğimiz kelimenin Arapçası ise "felek"tir. Bu
kelimeyle "yıldızların, gezegenlerin hareket ettiği yörünge" belirtilmektedir.

HER KELİMENİN KULLANILIŞINDAKİ MUCİZE

Görüldüğü gibi ayetlerde her kelimenin, her takının kullanılmasında büyük


incelikler vardır. Aynı ayette "yüzüp gitmek" diye çevirdiğimiz kelimenin Arapçası
"sebeha"dır. Bu kelimenin anlamı ve Güneş'in, Ay'ın, Dünya'nın hareketlerinin bu
kelimeyle anlatılmasının uyumu şöyle açıklanmaktadır: "Kendi öz hareketiyle yer
değiştirmeye işaret eden Arapça kelime "sebeha" fiilidir. Fiilin bütün anlamları bir
yer değiştirmeyi içermekte ve bu yer değiştirme, yer değiştiren cismin kendi öz
hareketiyle birlikte gerçekleşmektedir. Cismin yer değiştirmesi su içinde olursa buna
"yüzmek" denir, yer değiştirme yerde meydana geldiğinde bu kendi bacaklarının

33
hareketiyle olan yer değiştirmedir. Bu yer değiştirme Uzay'da olursa o takdirde bu
kelimenin içerdiği anlamı yansıtabilmek ancak kelimeyi, kelimenin kökündeki esas
anlamda kullanmakla mümkün olur. Öyleyse ayetlerdeki "sebeha" kelimesini "kendi
öz hareketiyle yer değiştirir" şeklinde anlamak doğru olacaktır. Böyle bir anlamın
doğruluğu aşağıdaki nedenlere dayanır:
Ay kendi ekseni üzerinde kendi öz dönüş hareketini, Dünya etrafında icra ettiği
tam bir devriyle aynı zamanda yapar, yani 29.5 gün kadar bir zamanda tamamlar.
Öyle ki bize hep aynı yüzünü gösterir.
Güneş kendi ekseni üzerinde kendi öz hareketini yaklaşık 25 günde tamamlar.
Yani ekseni üzerinde döner. Bu gök cismi bütün halinde bir dönüş hareketiyle akıntı
içerisinde olduğundan ekvator bölgesinin kendi ekseni üzerinde dönme hızı,
kutuplar bölgesinin kendi ekseni üzerinde dönüş hızından farklıdır.
Görülüyor ki Kuran'da "sebeha" fiilinden bir anlam inceliğiyle Güneş ve Ay'ın
kendi öz hareketlerine işarette bulunulmaktadır. Bu hareketler ise çağdaş ilmin
verileriyle doğrulanmıştır. Güneş ve Ay'ın bu kendi öz hareketlerini miladi 7.
yüzyılda yaşamış bir insanın kendi zamanında ne kadar âlim dahi olsaydı -ki
Muhammed Peygamber için böyle bir durum söz konusu değildir- hayal etmiş
olabileceği düşünülemez.”

GÜNEŞ SİSTEMİMİZDEKİ DÜZENLEMELER

Güneş'in, Ay'ın, Dünya'mızın hareketleri çok ince bir düzenle, Dünya'daki


hayatı olumsuz şekilde etkileyecek hiçbir oluşum olmadan devam etmektedir. Tam
tersine bütün oluşumlar Dünya'daki hayatı ve çeşitliliği mümkün kılacak şekilde
yaratılmaktadır. Dünya Güneş etrafında eğilmiş bir vaziyette dolanmaktadır. Bu
eğim 23 derece 27 dakikadır. Bu eğim sayesinde Dünya'mızda mevsimleri yaşarız.
Her mevsimin farklı tabloları, bitkilerin büyüme düzeni hep bu yaratılmış olan
eğimle mümkün olmaktadır.
Dünya'mızın kendi ekseninde yaptığı dönüş ekvatorda saatte 1670 km hıza
ulaşmaktadır. Oysa 20 km hızla giden bir arabada bile yol aldığımızı fark ederiz.
Dünya kendi ekseni boyunca dönmeseydi Güneş'e bakan yüz daima gündüz,
bakmayan yüz ise daima gece olacaktı. Böyle bir Dünya'da ne bitkiler yaşayabilirdi,
ne de canlılık oluşabilirdi.

“Ne Güneş'in Ay'a erişmesi, ne de gecenin gündüzü geçmiş olması uygun


değildir. Her biri bir yörüngede yüzüp giderler.” (Yasin/40)

Gerek Güneş'in, gerek Ay'ın, gerekse Dünya'mızın tüm hareketleri hiçbir


karışıklık olmadan, hiçbir aksama oluşmadan devam etmektedir. Güneş
Sistemimizde her şey öyle güzel planlanmıştır ki, Güneş Sistemimizin en büyük
gezegeni olan Jüpiter bile varlığıyla Dünya'daki hayatın mümkün olmasına katkıda
bulunmaktadır. Astronom George Wetherill "Jüpiter Ne Kadar Özel" adlı
makalesinde bunu şöyle açıklar: "Jüpiter'in bulunduğu yerde eğer bu büyüklükte bir
gezegen var olmasaydı, Dünya gezegenler arası boşlukta gezinen meteorlara ve
kuyruklu yıldızlara yaklaşık bin kat daha fazla hedef olurdu. Eğer Jüpiter olduğu
yerde olmasaydı, şu anda biz de Güneş Sistemi'nin kökenini araştırmak için var
olmazdık."
Başımızı Evren'in neresine çevirsek büyük bir ihtişama, çok ince hesaplara,
harika sanatlara rastlarız. Yeter ki Allah'ın yaratışları üzerine düşünelim, aklımızı
çalıştıralım, Yaratıcımızdan kaçmayalım. Yaratıcımız, aklını çalıştırmak isteyenler

34
için kudretini, merhametini, sanatını gösteren delilleri Evren'in her yerinde
sergilemektedir.
“Şüphesiz Evren'in ve yerin yaratılışında, geceyle gündüzün birbiri ardınca
gelişinde aklını ve gönlünü işletenler için çok deliller vardır.”
“Onlar ayakta, otururken, yan yatarken hep Allah'ı hatırlarlar, Evren'in ve yerin
yaratılışı konusunda derin derin düşünürler. ‘Efendi'miz, sen bunu boşuna
yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateş azabından koru’.” (Ali İmran/190, 191)

41–44. Ayetler:

Bizim, şüphesiz onların zürriyetini [soyunu] dopdolu bir gemide taşımamız ve


şüphesiz kendileri için onun gibi binecekleri şeyleri yaratmamız da onlar
[duyarsız kavim] için bir delildir.
Ve eğer Bizden bir rahmet ve bir zamana kadar yararlanma yoksa, Biz,
dilersek onları suda boğarız da o zaman onların feryadına hiç yetişen olmaz.
Onlar kurtarılamazlar da.

Bu ayet grubunda, duyarsızlaşmış kavim için yeni bir delil gösterilmekte ve


uyarı sürdürülmektedir.
Klâsik kaynaklarda “dopdolu gemi” ile Nuh’un gemisinin kastedildiği ileri
sürülmüştür. Fakat ayette geçen “Onların [duyarsız kavmin] soyu” ifadesi bu
anlayışa engel teşkil etmektedir. Bize göre ayette normal gemiler konu edilmiş ve
Rabbimiz burada fizikî ayetlerinden biri olan “suyun kaldırma kuvveti”ne işaret
etmiştir. Yani, gemilerin ilâhî bir kural sayesinde yüzdüğüne ve insanlığın da
bundan birçok yarar sağladığına dikkat çekilmiştir. Gemilerin yüzebilmesindeki ilâhî
kuralın delil olarak gösterilmesi, başka ayetlerde de yapılmıştır:

Lokman 31: Ayetlerini size göstermek için, geminin denizde, Allah’ın


nimetiyle kayıp gittiğini görmedin mi? İşte gerçekten bunda,
tüm çok sabırlı ve çok şükreden için ayetler vardır.

Zühruf 12: Ve O, bütün çiftleri [eşleri] yaratan ve sizin için gemilerden ve


hayvanlardan bineceğiniz şeyleri kılandır.

Fatır 12: İki deniz de eşit olmuyor; şu tatlıdır, hararet keser ve içerken
kayar; şu da tuzludur, yakar kavurur. Her birinden de taze bir et
yersiniz ve giyeceğiniz bir süs çıkarırsınız. O’nun lütfundan
nasip arayasınız ve belki şükredersiniz diye onda suyu yara yara
giden gemileri de görürsün.

Burada da, Rabbimizin kulların eylemlerini “taşıdık”, “yarattık” ifadeleriyle


kendisine izafe etmesi, bu fiilleri Allah’ın yaratması sebebiyledir.

ALLAH’TAN BİR RAHMET

Bilindiği üzere denizlerde oluşan kuvvetli fırtınalar ve büyük dalgalar zaman


zaman gemiler için yok edici özellikte olabilmektedir. Rabbimiz bu ayette deniz
yolculuğunun kendi rahmeti sayesinde olduğunu bildirmiştir. Bu sebeple, deniz

35
yolculuğu yapanlar, doğal olarak denizin bu tehlikelerini içlerinde hissederler ama
yaptıkları yolculuğun Allah’ın rahmeti sayesinde olduğunu düşünerek rahatlarlar.
Ayetteki “bir zamana kadar yararlanma” ifadesinden anlaşılmaktadır ki, bu
kurtarma işi devamlı değildir ve bu dünyadaki her şey gibi bunun da bir sonu vardır.
Rabbimiz, özellikle Şuara suresinde (8, 67, 103, 121, 158, 174, 190. ayetler)
olmak üzere insanlara rahmeti gereği birçok delil göstermiştir:

Neml 52: İşte, onların işledikleri zulümler yüzünden çatıları çöküp ıpıssız
kalmış evleri. Hiç kuşkusuz bunda, bilen bir halk için bir ayet /
gösterge vardır.

Neml 86: Görmediler mi ki, dinlensinler diye geceyi belirledik. Gündüzü


de gördürücü yaptık. Kesinlikle iman eden bir kavim için bunda
ayetler vardır.

45, 46. Ayetler:

Ve onlara: “Rahmet olunmanız için önünüzdekine ve arkanızdakine takvalı


davranın” denildiği zaman ve kendilerine Rabblerinin ayetlerinden herhangi
bir ayet geldiğinde onlar sadece ondan yüz çevirenler oldular.

Bu ayetler, kâfirlerin hâllerini nakleden başka bir paragrafın ilk ayetleridir.


Burada, o duyarsız toplumun gerekli uyarıyı aldıklarında umursamazlık göstererek
yine yüz çevirdikleri, gözlerini kapayıp kulaklarını tıkadıkları anlatılmaktadır.
45. ayetteki “Önünüzdekine ve arkanızdakine takvalı davranın” ifadesinden
genellikle şunlar anlaşılmaktadır:
*Sizden önce geçmiş ümmetlerin başına gelenler sizin başınıza gelmeden ve
ahirette başınıza gelecek felaketlerden sakının.
*Geçmiş günahlardan ve gelecek günahlardan sakının.
*Ömrünüzün geçmiş bölümünden ve ömrünüzün kalan bölümünden sakının.
*Dünyadan ve ahiret azabından, bildiğiniz kusurlarınızdan ve bilmediğiniz
kusurlarınızdan sakının.
Bizim tevilimiz ise bu ifadenin daha evvel 12. ayette geçen “ve eserlerini de
yazarız” şeklindeki ifadenin taşıdığı anlamda olduğudur. Kişinin kendi önündeki ve
arkasındaki şeyler, kişinin yaşarken yaptıkları ve bu yaptıklarının onun ölümünden
sonraya kalan izleridir. Dolayısıyla Rabbimiz, burada yaptığı uyarı ile insanların
yaşarken yaptıklarına ve bu yaptıklarının ölümden sonraki etkilerine dikkat
etmelerini, bunlardan zarar görmemelerini istemektedir.
45. ayet bir şart cümlesi olup cümlenin ceza [karşılık] bölümü ayette mevcut
değildir. Bu durumda ya 46. ayetin yüklemi 45. ayete de yüklem olarak kabul
edilecek ve iki ayet tek yüklemle ifade edilecek, ya da 46. ayetin yükleminin
delâletiyle 45. ayete de “ondan yüz çevirenler oldular” anlamında ayrıca bir yüklem
takdir edilecektir. Biz birinciyi tercih edip iki ayeti tek bir cümle halinde sunmuş
bulunuyoruz.

47. Ayet:

Onlara: “Allah’ın sizi rızklandırdığı şeylerden infak edin” dendiği zaman da,
o kâfirleşmiş kişiler, şu iman etmiş kişiler için: “Allah’ın dileyince

36
doyurabileceği kimseyi biz mi doyuracağız? Siz ancak apaçık bir sapıklık
içindesiniz” dediler.

Duyarsızlaşmış kâfirlerin durumlarının sergilenmesine devam edilen bu ayette,


insanlara şefkat ve merhamet duygularını kullanarak kendilerini kurtarmaları
uyarısında bulunulmaktadır.
Fecr, Duha ve Maun surelerinde ilk gündeme getirilen sosyal görev fakirlerin
doyurulması ve yetimlerin kerimleştirilmesi iken, kendilerine “Allah’ın sizi
rızklandırdığı şeylerden infak edin” denilen kâfirler bu çağrıya alaycı bir cevap
vermişler ve söz konusu görevden kaçmışlardır. Kâfirlerin verdikleri cevap bize göre
bir anlamda “Eğer Allah her şeye kadir ve her şeyin rızkını verseydi elbette fakirleri
kendi doyururdu. Bunu neden bizden istiyorsunuz?” şeklinde bir inkâr da
içermektedir.
Kâfirlerin infaktan, kamu yararına mal harcamaktan kaçarak ortaya koydukları
bu tavır, onların akılsız oldukları kadar duygusuz da olduklarını göstermektedir.

48. Ayet:

Bir de onlar [duyarsız kavim]: “Eğer doğrulardan iseniz bu söz verilen


(tehdit) ne zaman?” diyorlar.

45. ayetten beri çeşitli davranışları ile teşhir edilen aklını ve duygularını
kaybetmiş topluluk, bu ayetteki itirazları ile asıl küfürlerini dile getirmişlerdir.
Çünkü onların “bu söz verilen (tehdit) ne zaman?” diye sordukları soru, gerçekten
öğrenmeye yönelik bir soru değil, inkâr ve istihzaya yönelik bir sorudur. Kâfirlerin
bu sorusu Kur’an’da birçok ayette geçmektedir:

Sebe 29, 30: Bir de onlar: “Eğer doğrulardan iseniz bu söz verilen (tehdit)
ne zaman?” diyorlar.
De ki: “Size öyle bir gün vaat edilmiştir ki, ondan ne bir saat
geri kalabilirsiniz, ne de ileri geçebilirsiniz.”

Mülk 25, 26: Bir de onlar: “Eğer doğrulardan iseniz bu söz verilen (tehdit)
ne zaman?” diyorlar.
De ki: “Kesinlikle Bilgi [onun bilgisi], Allah’ın yanındadır. Ben
ise yalnızca apaçık bir uyarıcıyım.”

Bu konuda ayrıca Yunus/48, Enbiya/38 ve Neml/71 ayetlerine bakılabilir.

SÖZ VERİLEN (TEHDİT)

Kur’an’da yüzlerce kez geçen bu “söz verilen (tehdit)”, Rabbimizin inkârcıları


dünyada ve ahirette cezalandıracağına dair olan sözüdür. Nitekim bu ifade aşağıda
52. ayette “... Bu, Rahman’ın vaat ettiği şeydir. Gönderilen elçiler de doğru
söylemişler dediler [derler]” şeklinde; 63. ayette de “İşte bu, sizin vaat olunmuş
olduğunuz cehennemdir” şeklinde yer almaktadır.

49, 50. Ayetler:

37
Onlar sadece birbiriyle çekişip dururlarken, kendilerini yakalayıverecek bir
tek çığlıkla karşı karşıya kalacaklardır. İşte o zaman bir vasiyette bile
bulunamazlar. Ehillerine [ailelerine, yakınlarına] de dönemezler.

İnkârcıların “Ne zaman?” sorusuna vaat edilen günün tarihiyle değil, vaat
edilen günün nasıl bir gün olacağı anlatılarak cevap verilmiştir. Zaten inkârcılar da
bu soruyu tarih öğrenmek amacıyla sormamışlar, inanmadıklarını alay ederek
belirtmek için sormuşlardır.
Ayette bildirildiğine göre, o gün ani bir çığlıkla, daha evvel hiçbir alâmeti
olmadan, onlar işiyle gücüyle uğraşırken, birbirleriyle didişirken, işlerini kimseye
havale etmeye, yerlerine birisini bulmaya fırsatları olmadan gerçekleşecektir. O
günün gelişi bir başka ayette de şöyle ifade edilmiştir:

Zümer 68: Ve Sur’a üflenmiştir. Allah’ın dilediği kimseler hariç göklerde


kim var, yerde kim varsa çarpılıp yıkılmıştır. Sonra ona başka
bir daha üflenmiştir. Bu defa da hep onlar kalkmışlar
“hazırol”da bekliyorlar.

51–54. Ayetler:

Ve Sur’a üflenmiştir. Bir de bakmışsın ki onlar kabirlerinden Rabblerine


doğru akın ediyorlar.
Onlar: “Eyvah başımıza gelenlere! Yatıp uyuduğumuz yerden bizi kim kaldırdı
/ uyandırdı? Bu, Rahman’ın vaat ettiği şeydir. Gönderilen elçiler de doğru
söylemişler dediler [derler].
Sadece bir tek çığlık olmuştur. Bir de bakmışsın ki hepsi huzurumuza
“hazırol”a geçirilmişlerdir.
Artık bugün kişi herhangi bir şeyce zulmedilmez. Ve sadece yapmış
olduklarınız ile karşılıklandırılırsınız.

Duyarsızlaşmış kavmin “bu vaat edilen gün ne zaman?” şeklindeki sorusuna o


günün nasıl olacağının anlatılması ile verilen cevap, bu ayet grubunda da devam
etmekte ve yaşanacak olaylar sıralanmaktadır. Buna göre, Sur’a üflenmiş, herkes
akın akın Rabblerine gitmektedir. İnançsızlar pişmandır ve bu pişmanlıklarını dile
getirmektedirler. Sorgu başlamış ve herkes zulme uğratılmadan yaptığının karşılığını
almaktadır.

SUR VE SUR’UN ÜFLENMESİ

“Sur’un üflenmesi” ifadesi, tıpkı eski devirlerde kullanılan ve toplanmayı veya


tehlikeyi haber vermek için genellikle büyükbaş hayvan boynuzundan yapılma bir
borunun öttürülmesine benzer şekilde, bir borunun veya sirenin çalınacağını, bir
hakemin oyunu başlatan veya bitiren düdüğünü, bir okulda dersin başlayıp bittiğini
bildiren zili çağrıştırmaktadır.
Sur’un birinci defa üflenişi ile bütün canlılar ölecek, ikinci defa üflenen Sur ile
de ölmüşler canlandırılarak kabirlerinden kaldırılacak ve Yüce Divan’da toplanmaya
sevk edilecektir.
Sur’un üflenmesi konusu Kur’an’da birçok yerde geçmektedir:

38
Zümer 68: Ve Sur’a üflenmiştir. Allah’ın dilediği hariç göklerde kim var,
yerde kim varsa çarpılıp yıkılıvermiştir. Sonra ona başka bir
daha üflenmiştir. Bir de bakarsın onlar kalkmışlar karşıda
bakıyorlardır.

Kehf 99: Ve Biz o gün [kıyamet gün] onları dalgalar hâlinde birbirlerine
girer hâlde bırakıvermişizdir. Sur’a da üflenmiştir. Böylece
onların hepsini bir araya toplayıvermişizdir.

Bu ayetlerden başka Müminun/101, Hakkah/13, En’âm/73, Ta Ha/102,


Neml/87–90, Nebe/18 ayetleri de Sur’un üflenişinden bahsetmektedir.
51. ayette konu edilen üfleme, Sur’un ikinci kez üflenişidir. Zira Zümer
suresinin 68. ayetinde bildirildiği gibi, Sur’un birinci üflenişi ile 49. ayette ifade
edilen “yok oluş”, ikinci üflenişi ile de 51. ayette bahsedilen “ayağa kalkış”
gerçekleşecektir. Bu kalkış başka ayetlerde de anlatılmıştır:

Mearic 43, 44: O gün onlar, kabirlerinden fırlaya fırlaya çıkarlar. Sanki dikili
bir şeye koşuyorlar gibi...
Gözleri horluktan aşağı düşmüş ve kendileri zillete bürünmüş
bir hâlde. İşte bu, onların tehdit edilegeldikleri gündür!

Kamer 6–8: O hâlde onlardan geri dur [sırt çevir]. O günde Çağırıcı’nın,
nüküre [bilinmedik, inkâr edilen, yadırganan bir şeye] çağırdığı
o günde gözleri düşkün düşkün, o davetçiye hızlıca koşarak
kabirlerinden çıkarlar, sanki onlar darmadağın çekirgeler
gibidirler. O kâfirler: “Bu, zor bir gündür” derler.

Lokman 28: Sizin yaratılmanız ve ölümden sonra diriltilmeniz ancak bir tek
kişininki gibidir. Gerçekten Allah en iyi işiten, en iyi görendir.

52. ayette geçen “ ‫بعثنا‬beasena” sözcüğü, Ubeyy mushafında “ ‫اهّبنا‬ehebbena”


olarak yer almıştır. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an) Bu sözcüğün anlamı
“uyandırmak” demektir. Bu sebeple ayetin mealine “uyandırdı” anlamını da koymuş
bulunuyoruz.
Bu uyandırmadan sonra kâfirler “Bu, Rahman’ın vaat ettiği şeydir. Gönderilen
elçiler de doğru söylemişler” diyeceklerdir. İnkârcıların bu vaat edilen günün
geldiğini anlamalarını tasvir eden daha birçok ayet vardır:

Saffat 20, 21: “Eyvah bizlere! İşte bu Din günüdür” derler.


-İşte bu, sizin yalanlamakta olduğunuz Ayırma günüdür-

Rum 55, 56: Ve kıyametin kopacağı gün günahkârlar bir saatten fazla
durmadıklarına yemin ederler. Onlar işte böyle
döndürülüyorlardı.
Kendilerine ilim ve iman verilenler de diyecekler ki: “Ant olsun
ki, Allah’ın kitabında, dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu,
ölümden sonra dirilme günüdür. Fakat siz bunu
bilmiyordunuz.”

Naziat 13, 14: İşte o, bir tek haykırıştır.

39
Bir de bakmışsın onlar meydandadır.

Nahl 77: Ve göklerin ve yerin gaybı sadece Allah’a aittir. Saatin emri
[kıyametin koparılması] de yalnızca göz açıp kapama gibidir
veya o, daha yakındır. Şüphesiz Allah her şeye güç yetirendir.

İsra 52: Sizi çağıracağı gün, onu överek O’nun çağrısına uyacaksınız ve
zannedeceksiniz ki, (kabirlerinizde) pek az kaldınız.

Ta Ha 102–104: Sur’a üfleneceği gün. Biz suçluları o gün, gözleri göğermiş


olarak toplayacağız.
Aralarında fısıldaşıyorlar: “Siz dünyada sadece on kaldınız.”
Biz aralarında ne konuşacaklarını daha iyi biliriz. Yolu en üstün
olan: “Ancak bir gün kaldınız” diyecektir.

Yunus 45: Ve onlar, O [Allah] onları toplayacağı günde, sanki onlar


sadece
gündüzden bir saat kalmışlar gibi aralarında tanışırlar. Allah’a
kavuşmayı yalanlayan kişiler, doğru yoldan gidenler
olmadıklarından kesinlikle ziyana uğramışlardır.

Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, ölüm ile baas [diriliş] arasında uzun bir
zaman yoktur; “an” diyebileceğimiz kadar bir süre vardır. Dolayısıyla, bazı
söylentilerde yer aldığı gibi “kabir hayatı” diye bir hayat ve orada çekileceği
uydurulan “kabir azabı” diye bir azap söz konusu değildir.

O gün kimse haksızlığa uğramaz.

54. ayette herkesin mutlaka yaptıklarının karşılığını alacağı vurgulanmaktadır.


Karşılık alma sırasında kimseye haksızlık yapılmayacağı, kötü karşılıkların mutlaka
o kişilerin kendi yaptıklarının karşılığı olduğu Kur’an’da defalarca dile getirilmiştir:

Şûra 40: Ve bir kötülüğün cezası, onun gibi bir kötülüktür. Ama kim
affeder ve düzeltirse onun ücreti Allah’a aittir. Şüphesiz ki O,
zalimleri sevmez.

Enbiya 47: Biz kıyamet günü için adalet terazileri koyarız; hiçbir kimse,
hiçbir şeyce haksızlığa uğratılmaz. (O şey) Bir hardal tanesi
ağırlığınca da olsa, onu getiririz. Ve hesap görenler olarak Biz
yeteriz.

Nisa 40: Şüphesiz ki Allah zerre kadar zulüm etmez. Ve eğer o iyilik ise
onu kat kat artırır. Ve kendi katından büyük bir ecir verir.

Casiye 22: Ve Allah, gökleri ve yeri gerçek ile yarattı. Ve de her kişiye,
yaptığı karşılıklandırılmak için. Ve onlar zulmedilmezler.

55–58. Ayetler:

Gerçekten cennetin ashabı [cennetlik olanlar] bugün bir meşguliyet içinde

40
sefa sürmektedirler.
Kendileri ve eşleri gölgeler içinde koltuklar üzerine kurulmuşlardır.
Yalnızca onlara, orada bir meyve vardır. İsteyecekleri her şey de onlarındır.
Söz olarak (onlara) Rahîm Rabb’den “selâm” (vardır).

51–54. ayetlerden oluşan paragrafta kıyamet ve ahiretin ilk aşamaları hakkında


uyarı amaçlı bilgiler verildikten sonra, bu ayet grubunda da muttakilerin akıbeti
gündeme getirilmiştir.
Paragrafın genel ifadesinden anlaşıldığına göre, muttakiler ahirette fazla
bekletilmeden onlar için hazırlanan nimetlere kavuşturulacaktır. Orada, kendilerine
refakat eden eşlerle birlikte canları sıkılmayacak şekilde meşguliyet içinde olacaklar,
gölgeler altındaki koltuklara kurulup önlerinde bulunan her türlü meyveden yiyerek
sefa süreceklerdir. Çünkü Rabbleri onların sağ ve esen olmalarını istemektedir.
Kur’an’da cennet ehlinin durumunu anlatan ve cennet kompozisyonları çizen
yüzlerce ayet vardır. Bu ayetlerden ikisini aktarıp gerisini okuyucunun tasavvuruna
bırakıyoruz.

Zühruf 68: Ey kullarım! Bugün size korku yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz.

Yunus 26: İyi, güzel amel yapanlar için daha güzeli ve daha fazlası vardır.
Yüzlerine kara bulaşmaz, zillet de. İşte bunlar cennet ehlidirler.
Onlar orada ebedî kalıcıdırlar.

56. ayette konu edilen eşler, dünyadaki karı koca durumunda olan eşler
değildir. Buradaki eşler, refakat ve eğlence için Rabbimizin cennet ehline sunacağı
eşlerdir. Dünyada iken karı koca olan eşler, belki de ahirette haklarını almak için
birbirlerini kovalayan hasımlar olacaklardır. (Abese Suresi 33–37. ayetler)
Aşağıdaki ayetler, konumuz olan ayetlerin tefsiri niteliğindedir:

Tur 17–28: Şüphesiz takvalı davrananlar, Rabblerinin kendilerine verdiği


ile sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanarak, zevkusefa sürerek
cennetlerdedirler, nimetler içindedirler. Ve Rabbleri onları
cehennem azabından korumuştur. Biz onları iri gözlü hurilerle
eşleştirdik de. -Yaptıklarınıza karşılık afiyetle yiyin, için!-
Ve iman edenler, zürriyetleri de iman ile kendilerine tâbi
olanlar; işte Biz, onların zürriyetlerini de kendilerine kattık.
Kendilerinin amellerinden bir şey eksiltmedik. Herkes kendi
kazandığıyla rehindir.
Onlara canlarının istediği meyveler ve etlerden bol bol
sergiledik.
Orada bir kadeh kapışırlar ki, onda ne bir saçmalama vardır, ne
de günaha sokma.
Ve kendilerine ait bir takım delikanlılar onların etrafında
dönerler; sanki onlar sedefleri içine gizlenmiş inci gibidirler.
Birbirlerinin yüzüne dönüp soruyorlar: “Gerçekte biz daha önce
ailemiz içinde korkanlardan idik. Allah bizi kayırdı ve bizi içe
işleyen azaptan korudu. Şüphesiz biz daha önce, O’na
yalvarıyor idik. Gerçekten O, iyilik yapanın, acıyanın ta
kendisidir.

41
Duhan 51–57: Şüphesiz ki takvalı davrananlar Rabbinden bir lütuf olarak
güvenli bir makamdadırlar; bahçelerde ve pınarlardadırlar.
Onlar karşılıklı oturarak ince ipekten ve parlak atlastan elbiseler
giyerler. İşte böyle! Biz onları iri siyah gözlü hurilerle
eşleştirdik. Onlar orada güven içinde her çeşit meyveyi
isteyebilirler. Onlar orada ilk ölümden başka bir ölüm tatmazlar.
Ve O [Allah] onları cehennem azabından korumuştur. İşte bu,
büyük kurtuluşun ta kendisidir.

Bunların dışında Rahman/56, 70–72. ve Saffat/40–49. ayetlere de bakılabilir.

59–64. Ayetler:

Ve ey günahkârlar! Bugün [şimdi] siz haydi ayrılın!


Ben, “Ey âdemoğulları! Şeytana kulluk etmeyin, kesinlikle o size apaçık bir
düşmandır ve Bana kulluk edin, işte bu dosdoğru yoldur ve ant olsun ki o
[şeytan] sizden birçok nesilleri saptırdı” diye size ahd vermedim mi? Hâlâ
aklını kullananlar değil miydiniz?
İşte bu, sizin vaat olunmuş olduğunuz cehennemdir.
İnkâr edip durduğunuz şeyler nedeniyle haydi bugün [şu an] yaslanın ona!

Cennet ve cennet ehli ile ilgili anlatım bittikten sonra, kâfirler ile ilgili olarak
mahşerin ikinci aşaması olan sorgulama sürecinin anlatılmasına geçilmiştir. Dikkat
edilirse, kâfirlerin azabı, sorgulama sırasında azarlanarak horlanmak suretiyle
başlamaktadır. Bu psikolojik bir azaptır ve kâfirlere uygulanacak olan üç şubeli
azabın ilk şeklidir. (Psikolojik azabın Mürselat suresinde konu edilen azap
şubelerinden biri olduğu, o surenin tahlilinde açıklanmış idi):

Mürselat 29–33: O kendisini yalanlamakta olduğunuz şeye doğru gidin!


O üç şube [kol, çatal] sahibi, gölgelendirici olmayan ve alevden
korumayan bir gölgeye doğru gidin!
Gerçekten o, saray gibi kıvılcımlar atar / yağdırır;
sanki o [kıvılcımlar] sarı erkek develer gibidir.

Duhan 49: “Tat bakalım! Şüphesiz sen çok güçlü ve çok üstündün!”

Klâsik yorumcular, 59. ayette geçen “ayrılma / seçilme” tabirine; “mezheplere


göre ayrılma”, “meşreplere göre ayrılma” gibi anlamlar vermişler ve buna göre
değişik açıklamalar yapmışlardır. Ancak Kur’an kendi tefsirini kendisi yapmaktadır:

Rum 14: Ve Saat’in dikildiği günde, işte o gün ayrılırlar.

Rum 43: Öyleyse Allah’tan geri çevrilmesi olmayan bir gün gelmeden
önce yüzünü dosdoğru dine çevir. O gün onlar bölük bölük
ayrılırlar.

Saffat 22, 23: Toplayın o zulmedenleri, eşlerini ve Allah’ın astlarından tapmış


oldukları şeyleri. (Toplayın da) İletin onları cahimin
[cehennemin] yoluna doğru.

42
Yunus 28: Ve hepsini toplayacağımız, sonra da o şirk koşanlar için
“Yerlerinize! Siz ve ortaklarınız!” diyeceğimiz gün, artık
aralarını iyice açtık [açacağız] ve onların ortakları, “Siz sadece
bize tapmıyordunuz ki!” dediler [diyecekler].

Duyarsızlaşmış kavmin “bu söz verilen (tehdit) ne zaman?” sorusuna, 64.


ayette, “İşte bu, sizin vaat olunmuş olduğunuz cehennemdir” denecektir. Onların
cehennemin karşısında oldukları bir anda yapılacağı anlaşılan bu sevk talimatı,
aslında uyarı mahiyetinde bir bilgilendirmedir. Yüce Allah’ın rahmeti gereği bu
bilgilendirmeler Kur’an’da sürekli yapılmıştır:

Casiye 28: Ve her ümmeti diz çökmüş görürsün. Her ümmet, kendi
kitabına çağırılır; “Bugün, yapmış olduğunuz amellerin karşılığı
size verilecektir.”

ŞEYTANA KULLUK

Burada konu edilen “şeytan” İblis’tir. İblis’e kulluk, onun iğvalarını


sorgulamadan uygulamaktır. Acele, ölçüp biçmeden yapılmış işler hep insanın
zararınadır. Bu nedenledir ki, akla gelmiş bir dürtüyü, ham fikri akletmek ve
tefekkür derecesine ulaştırıp ondan sonra uygulamak gerekmektedir. Rabbimiz buna
dair uyarıyı Kur’an’da birçok kez yapmıştır.

Meryem; 44: “Babacığım! Şeytana kulluk etme. Şüphesiz şeytan Rahman’a


asi oldu.”

Ancak, şeytana kulluk konusunda ilk akla getirilmesi gerekenler, A’râf


suresindeki uyarılar olmalıdır:

A’râf; 26, 27: Ey âdemoğulları, size çirkinliklerinizi örtecek giysi, süslenecek


elbise indirdik. Ve takva elbisesi, o, daha hayırlıdır. İşte bu,
Allah’ın ayetlerindendir, belki düşünüp öğüt alırlar.
Ey âdemoğulları! Şeytan, ana babanızı, kendi çirkinliklerini
kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten
çıkardığı gibi, sakın sizi de bir fitneye düşürmesin! Çünkü o ve
kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz,
şeytanları, inanmayanlara veliyyler [yol gösteren, yardım
edenler] yaptık.

Bunların dışında da Allah’ın astlarından kimseye kulluk edilmemesine dair


yüzlerce ayet vardır.

65. Ayet:

Bugün Biz onların ağızlarının üzerine mühür vururuz; Bize elleri konuşur,
ayakları da kazandıkları şeylere şahitlik eder.

Bu ayetin “hakikat” anlamı, “Allah suçluların ağızlarını kapatır ve ellerine


ayaklarına konuşma yeteneği verir” demektir. Mecaz anlamı ise “Eller ve ayaklar
yaptıkları eylemlerin izini taşır. O izler dışa vurur herkes onu öğrenir” demektir. Bu

43
anlam Türkçede (bir kimsenin yaptığı bir işin veya içinde bulunduğu durumun)
“yüzünden okunması” deyimi ile ifade edilmektedir.

Nur 24: O gün dilleri, elleri ve ayakları, yapmış oldukları işlere kendi
aleyhlerinde şahitlik edecektir.

Bu konuda ayrıca Müminun suresinin 103–108. ayetlerinin de okunmasında


yarar vardır.
Suçluların burada anlatılan durumları, “hesap günü”ndeki durumlarıdır.
Onların sorgulama sırasında konuşmaları beklenmez. Çünkü suçlulukları her
hâllerinden belli olmaktadır. Cehennemde ise suçluların dilleri çözülecek ve
istedikleri gibi konuşacaklardır. Daha önce de belirtildiği gibi, Rabbimizin “hesap
günü”ndeki sorgulaması, bir öğretmenin öğrencisine soru sorması gibi öğrenme
amaçlı olmayıp teşhire yöneliktir.

66, 67. Ayetler:

Eğer Biz dileseydik gözlerini üzerinden silme kör yapardık da yola


dökülürlerdi. Artık nereden görecekler ki?
Ve eğer dileseydik oldukları yerde kılıklarını değiştirirdik de ileri gitmeye ve
geri dönüp gelmeye güç yetiremezlerdi.

Cennetliklere ve cehennemliklere ait tablolar verildikten sonra duyarsızlaşmış


kâfirler için yeni bir açıklama daha yapılmaktadır. Bu açıklamada onların hem
özgürlük verilmek suretiyle dünyada rahat bırakıldıkları, hem de doğru yola
gelebilmeleri için kendilerine her türlü fırsatın verildiği bildirilmektedir. Yani
zımnen denilmektedir ki: Biz onları özgür ve rahat bıraktık, gözlerini kör
edebilecekken etmedik, etseydik nasıl görebileceklerdi, çevreden nasıl
yararlanabileceklerdi? Dileseydik onların yapılarını da değiştirirdik, onları, taş, ağaç,
maymun, domuz vs. yapardık ama yapmadık, onlara her türlü imkânı, fırsatı ve
donanımı verdik. Ama değerlendirmediler, hepsini suiistimal ettiler.

68. Ayet:

Ve Biz kime uzun ömür verirsek, yaratılışta onu tersine çeviririz [tepesi üste
dikeriz]. Buna rağmen hâlâ akıllanmayacaklar mı?

Duyarsızların kınanması bu ayette de devam etmektedir. İnsanın belli bir


yaştan sonra yaratılışta nasıl tersine döndürüldüğünü görmelerine rağmen hâlâ
akıllanmamaları, bu duyarsızların kendilerine verilen fırsatları
değerlendirmediklerini gösteren kınanacak bir davranıştır.
İnsanın yaratılışının tersine dönmesi, insanın yaşlandıkça hem bedenen hem de
zihnen zayıflamasıdır. Çünkü insan yaşlandıkça çocuklaşır; tıpkı çocuklar gibi
yürümesi zorlaşır, bazı hareketleri kolayca yapamaz olur, yemesi, içmesi, giyinmesi
başkalarının yardımına ihtiyaç gösterir, hatta yatağını bile ıslatabilir. Yaşlılık ve
çocukluk dönemleri arasındaki bu benzeşme fizikî yapıda olduğu gibi aklî yapıda da
oluşur. Kısaca insan dünyaya ilk geldiğinde ne kadar zayıfsa, yaşlılığında da aynı
zafiyete geri döner.
Buna göre ayetin takdiri şu şekilde yapılabilir: Hadi diğer ayetleri fark
etmediler, peki bu geri sayımı da mı, kendilerindeki bu ayetlerimizi de mi fark

44
etmediler? Kendilerinin zayıf yaratıldığını mutlaka Bize dönmek için
programlandıklarını da mı kavrayamadılar?

Nisa 28: Allah, sizden hafifletmek istiyor. Şüphesiz insan zayıf


yaratılmıştır.

Fatır 37: Onlar, orada şöyle feryat ederler: “Ey Rabbimiz! Bizleri çıkar,
yapageldiklerimizden başka salih bir amel yapalım.” (Onlara):
“Size düşünecek olanın düşüneceği kadar bir ömür vermedik
mi? Hem size uyarıcı da gelmişti. O halde azabı tadın. Çünkü
zalimleri kurtaracak yoktur” (denir).

Nahl 70: Ve Allah sizi yarattı, sonra da sizi öldürecektir. İçinizden kimi
de, bilgiden sonra herhangi bir şey bilmesin diye, ömrün en
kötü zamanına ulaştırılır. Şüphesiz ki Allah çok bilgili ve çok
kudretlidir.

Hacc; 5: Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten şüphede iseniz,


(bilin ki) -ne olduğunuzu size açıklamak için- şüphesiz Biz sizi
topraktan, sonra nutfeden sonra bir alaktan sonra yapısı belli
belirsiz bir et parçasından yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir
süreye kadar rahimlerde tutarız. Sonra sizi bir çocuk olarak
çıkartırız, sonra sizi, olgunluk çağına erişmeniz için bırakırız.
Bununla beraber kiminiz öldürülür, kiminiz de önceki
bilgisinden sonra, hiçbir şey bilmemek üzere, ömrünün en fena
zamanına ulaştırılır. Bir de yeryüzünü görürsün ki kupkurudur;
fakat Biz onun üzerine su indirdiğimiz zaman, harekete geçer,
kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitirir.

69, 70. Ayetler:

Ve Biz ona şiir öğretmedik. Bu onun için yaraşmaz da. O, sadece diri olanları
uyarmak ve kâfirlerin üzerine Söz’ün hak olması için bir öğüt ve apaçık bir
Kur’an’dır.

Bu iki ayet Kur’an’a yönelik olup ayrı bir necmdir. Klâsik kaynaklarda
(Mukatil) yer aldığına göre, Ukbe b. Ebi Muayt isimli bir şahıs, peygamberimizi
etkisiz kılmak maksadıyla onun bir şair olduğunu ileri sürerek bir karalama
kampanyası başlatmış, yukarıdaki ayetler de peygamberimiz aleyhindeki bu
faaliyetler üzerine inmiştir.
Peygamberimiz aleyhindeki bu tarz faaliyetler başka ayetlerde de
görülmektedir:
Enbiya 5: Bilakis onlar: “Bunlar karmakarışık düşlerdir; yok yok, onu
kendisi uydurdu; yok yok, o bir şairdir. Hadi öyleyse
öncekilerin gönderildiği gibi bize bir mucize getirsin!” dediler.

Tur 30: Yahut onlar: “Bir şairdir, zamanın felâketlerine çarpılmasını


gözetliyoruz” mu diyorlar?

45
Rabbimiz bu ayetlerde elçisine şiir öğretmediğini ve Kur’an’ın da şiir olmayıp
öğüt olduğunu beyan ederek Kur’an’ın şiir ve peygamberimizin de şair olduğu
yönündeki yakıştırmaları reddetmiştir.
Burada dikkat çekilen nokta, Kur’an’ın ve şiirin niteliklerinin farklı oluşudur.

ŞİİR NEDİR?

Yüzlerce tanımı yapılmış olan şiir kısaca “bir benzetme sanatı”dır. Şiir hiçbir
zaman “gerçek” değildir. Dolayısıyla şiir, bir nesnenin veya olayın gerçeğini değil,
benzerinin, taklidinin, sahtesinin sunumu olan süslü sözdür [zuhrufu’l-kavl). Şiirin
bize göre en iyi irdelemesi, M.Ö. 428–348 yılları arasında yaşamış olan Platon
tarafından yapılmıştır. Platon’a göre şairler, gerçekler yerine görünüşle uğraşmakta,
kopyanın kopyasını yaparak insanları gerçekten uzaklaştırmaktadırlar. (Bakınız:
Platon; Devlet, 10. Bölüm) Bu yaklaşıma göre, tıpkı çocukların oyuncaklarla
aldatılması gibi toplumlar da şiirle [benzetme ile] aldatılabilir, yanıltılabilir ve
ideolojiler de sulandırılabilir. Tarihte, özellikle de İslâm tarihinde bunun yüzlerce
örneği mevcuttur. Meselâ, Celalettin-i Rumî bu örneklerden bir tanesidir.
Rabbimiz şiirin bu yönünü Şuara suresinde ortaya koymuştur:

Şuara 221–226: Şeytanların kime inip durduğunu size haber vereyim mi?
(Onlar) Tüm iftiracı günahkârlar üzerine iner dururlar.
Onlar, kulak verirler hâlbuki onların çoğu yalancıdır.
Şairler; şüphesiz onlara azgın sapıklar uyar.
Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekten
yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi?

Kur’an ise şiir [benzetme, taklit, hayal ürünü] değil, “Gerçek”tir:

Şuara 192–196: Ve şüphesiz ki bu, kesinlikle âlemlerin Rabbinin indirmesidir.


Onunla, uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça lisan ile
senin kalbin üzerine Ruhu’l-emin [sağlam bilgi; vahy] indi.
Ve şüphesiz o, kesinlikle öncekilerin kitaplarında da vardı.

Şuara 210–212: Onu şeytanlar indirmedi [Muhammed’in kalbine sokmadı].


Bu onlara yaraşmaz, güç yetiremezler de.
Şüphesiz onlar kulak vermekten uzak tutulmuşlardır.

Kur’an’ın bu niteliği Rabbimiz tarafından “Hakk [Gerçek]” sözcüğüyle


yüzlerce ayette belirtilmiştir.

DİRİLERİ UYARMAK

70. ayetteki Kur’an’ın sadece diri olanları uyarmak için bir öğüt olduğunu
bildiren ifade, ölülere herhangi bir şeyi ulaştırmanın, duyurmanın, göstermenin
mümkün olmadığına işaret etmektedir.
Kur’an ile yapılacak uyarının diri olanlara yönelik olduğu, başka bir ayette
daha bildirilmiştir:

46
Enam 19: De ki: “Tanıklık bakımından hangi şey daha büyüktür?” De ki:
“Benimle sizin aranızda Allah tanıktır. Ve sizi ve ulaşan herkesi
uyarayım diye bana bu Kur'an vahyolundu. Allah’la beraber
gerçekten başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten tanıklık eder
misiniz?” De ki: “Ben etmem.” De ki: “O, ancak ve ancak bir
tek ilâhtır ve gerçekten ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden
uzağım.”

SÖZ’ÜN GERÇEKLEŞMESİNE MALZEME OLMAK

Konumuz olan ayetlerde açık ve net olarak beyan edildiği gibi, Kur’an’ın diri
olanları uyarmak yanında bir diğer işlevi de “öğüt” olma niteliğiyle Allah’ın
Söz’ünün gerçekleşmesinde rol oynamasıdır. Zira Rabbimiz, uyarı yapmadan, elçi
göndermeden, yasa koymadan azap etmeyeceğini bildirmiş olduğundan, yukarıda
konu ettiğimiz “Bütün insanlar ve cinnlerden (herkesten) cehennemi elbette
tamamen dolduracağım” Söz’ünün gerçekleşmesi için insanların uyarılması
gerekmektedir. Kur’an, “öğüt” olma niteliğiyle bu uyarının yerine getirilmesini
sağlamaktadır. Kur’an’ın indirilişinden sonra hiç kimse “Bana öğüt verilseydi, elçi
gelseydi, bu durumda olmazdım, bana haksızlık edildi” diyemeyecek ve bu surenin
7. ayetinde açıkladığımız Söz’ün gerçekleşmesi için gerekli şartlar yerine gelmiş
olacaktır.

71–73. Ayetler:

Ve onlar görmediler mi ki: Biz şüphesiz onlar için ellerimizin [kudretimizin]


meydana getirdiklerinden birtakım hayvanlar yarattık da onlar, onlara sahip
bulunuyorlar.
Ve onları, kendileri için zelil kıldık da. Bu yüzden binekleri onlardandır.
Onlardan yiyip duruyorlar da.
Ve onlarda daha birçok menfaatler ve içecekler var. Hâlâ şükretmeyecekler
mi?

Bu ayetler, duyarsızlaşmış bir toplumun inkâr sözlerini dile getiren 48. ayetin
devamı mahiyetindedir. Sözü edilen duyarsızlar, canlıların yapılarındaki ayetlerden
ibret almamaları ve çevrelerindeki delilleri görmemeleri sebebiyle bu ayetlerde de
kınanmaya devam etmektedir. Onlara denilmektedir ki: “Biz size, kendinizden kat
kat güçlü, deve, sığır gibi hayvanları boyun eğdirdik, binit yaptık. Sizi o hayvanların
etinden, sütünden, derisinden, tüyünden, gücünden ve gübresinden de istifade
ettirdik. Bu hayvanları, yüzlercesini bir küçük çocuğun kontrol edebileceği şekilde
zelil kıldık. Bunların nasıl olduğunu hiç düşündünüz mü? Hâlâ şükretmeyecek
misiniz?”

‫شكر‬
ّ ‫ال‬ŞÜKÜR

“Şükür” sözcüğü nankörlüğün karşıt anlamlısı bir sözcük olup “bir ihsanın
karşılığını eylemli olarak vermek” demektir.
“Şükür” sözcüğü en başta “deve ve koyun gibi hayvanların yedirilen yem
karşılığı semirmesi ve süt vermesi” için kullanılmış, ama daha sonraları “yapılan

47
iyiliklere karşı nankörlük etmemek ve yapılanın karşılığını herhangi bir şekilde
imkânlar ölçüsünde dışa yansıtmak” şeklinde bir anlam zenginleşmesine uğramıştır.
Sözcüğün ifade ettiği bu anlam doğrultusunda bu ayetteki kullanımından çıkarılması
gereken en önemli sonuç, “Şükür” denen olgunun lâf ile olmayacağı gerçeğidir.
(Şükür sözcüğü ile ilgili daha fazla ayrıntı surenin sonunda bulunan “Şükür” başlıklı
yazımızda mevcuttur.)
Rabbimizin başta Mekkeli müşriklere, sonra da Rabbimizin ihsanına nail
olmuş tüm insanlara bir sitem mahiyetinde olan “Hâlâ şükretmeyecekler mi?” (Ya
Sin/73) şeklindeki sözlerini şu şekilde takdir etmek mümkündür: “Herkes kendisine
sunulan ihsana karşılık şükretsin, yani mallarıyla, canlarıyla nimetlerin karşılığını
yansıtsın!”
Bu ayet grubunda geçen ifadelerin benzerleri, başka ayetlerde de yer almıştır:

Mümin 79–81: Allah, onlardan bir kısmına binesiniz diye sizin için hayvanları
kılandır [yaratan, ayarlayandır]. Onların bir kısmından da
yiyorsunuz.
Sizin için onlarda daha nice menfaatler vardır. Ve (Allah)
onların üzerinde gönüllerinizdeki bir arzuya erersiniz diye
(hayvanları kılandır; yaratandır, ayarlayandır). Onlar üzerinde
ve gemiler üzerinde taşınırsınız.
Ve Allah size ayetlerini gösteriyor. Peki, şimdi Allah’ın
ayetlerinin hangisini inkâr edersiniz?

Nahl 5: Ve hayvanları yaratmıştır. Onlarda sizi ısıtacak şeyler ve birçok


faydalar vardır. Ve siz onlardan bir kısmını da yersiniz.

Nahl 8: Ve kendilerine binesiniz, hem de ziynet olsun diye atları,


katırları ve eşekleri yarattı. Ve şimdi bilmediğiniz şeyleri
yarattı.

74, 75. Ayet:

Bir de onlar, kendileri yardım olunmaları için Allah’ın astlarından ilâhlar /


tanrılar edindiler.
Onlar, onlara yardıma güç yetiremezler. Hâlbuki kendileri [ilâhlar edinenler]
onlar [sözde ilâhlar] için hazır askerlerdir.

Duyarsız kavmin üyeleri kendilerine yararı dokunsun diye Allah’ın astlarından


basit, işe yaramaz bir takım ilâhlar edinmişlerdir. Hâlbuki o basit, aciz şeyler/kişiler
asla onlara yardıma muktedir olamazlar. Ne var ki, bu sahte tanrılara inanmakla asıl
kendileri o sapkın inançları ayakta tutmaktadırlar.
Gerçekten de aciz ve zararlı olan bu sahte ilâhlar, onlara aşırı bağlılık gösteren,
onları mal ve canları ile savunan, bu özellikleriyle de onların askerleri durumunda
olan gafiller sayesinde varlıklarını sürdürebilmektedirler. Onları ilâh edinen sapıklar
olmasa, bu aciz ve zavallı sahte ilâhların ilâhlıkları da söz konusu olmayacaktır.
75. ayetteki zamirlerin farklı yerlere irca edilmesi sonucu hem “duyarsızların
putlara jandarma olduğu” anlamını, hem de “putların duyarsızlara jandarma olduğu”
anlamını çıkarmak mümkündür. Biz, pasajdaki söz akışına göre “duyarsızların
putlara jandarma olduğu” anlamını tercih ediyoruz. Zira “putların duyarsızlara

48
jandarma olduğu” durum, aşağıdaki ayetlerden görülebileceği gibi, ancak ahirette
söz konusu olabilecek bir durumdur:

Enbiya 98, 99: Kesinlikle siz ve Allah’ın astlarından taptıklarınız, cehennemin


yakıtısınız; siz oraya gireceksiniz.
Eğer onlar ilâh olsalardı, oraya girmezlerdi. Ve hepsi orada
temelli kalacaktır.

Hacc 73: Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, şimdi ona iyi kulak verin:
Sizin Allah’ın astlarından şu yakardıklarınız bir araya gelseler,
bir sineği bile asla yaratamazlar. Ve sinek onlardan bir şey
kapsa onu kurtaramazlar. İsteyen ve istenen güçsüzdür.

Rum 16: Şu küfredenlere, ayetlerimizi ve ahiret buluşmasını


yalanlayanlara gelince, işte onlar azap içinde hazır
bulundurulurlar.

Saffat 22, 23: Toplayın o zulmedenleri, eşlerini ve Allah’ın astlarından tapmış


oldukları şeyleri. (Toplayın da) İletin onları cahimin
[cehennemin] yoluna doğru.

76. Ayet:

O hâlde onların sözü seni üzmesin. Şüphesiz ki Biz, onların gizlediklerini ve


açığa vurduklarını da biliyoruz.

Bu ayet bir parantez içi cümle olup hem şairlikle suçlanan peygamberimize
teselli vermek, hem de bu dedikoduları çıkaranları tehdit etmek üzere inmiştir. Bu
tip sataşmalar peygamberimize çok kez yapılmış, Rabbimiz de elçisini her defasında
teselli etmiş, onun maneviyatını yükseltmiştir.

Yunus 65: Ve onların sözü seni üzmesin. Kesinlikle güç / şan ve şeref
bütünüyle Allah’a aittir. O, en iyi işiten, en iyi bilendir.

77–82. Ayetler:

Ve o insan (o kişi), kendisini bir nutfeden [bir damla sudan] yarattığımızı


görmedi mi de şimdi o, apaçık bir hasımdır [düşmandır].
Ve kendi yaratılışını dikkate almayarak Bize bir örnekleme yaptı. Dedi ki:
“Kim diriltecekmiş o kemikleri? Onlar çürümüş iken!”
De ki: “Onları ilk defa yaratan, onları diriltecektir. Ve O, her yaratmayı çok
iyi bilendir. O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş yapandır. Şimdi de siz ondan
yakıp duruyorsunuz.
Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibilerini de yaratmaya kadir değil midir? Evet
(elbette kadirdir)! Ve O, çok mükemmel yaratandır, çok iyi bilendir.
Şüphesiz ki O bir şeyi dilediğinde, O’nun buyruğu / işi o şeye “Ol!” demektir;
o da hemen oluverir.

Bu pasaj Rabbimizin yeniden diriltmeyi ön plâna çıkardığı ve bu konuya ait


delilleri gösterdiği bir pasajdır.

49
77. ayette, “o insan [o kişi]” denilmek suretiyle özel bir insan tipinden
bahsedilmektedir. 78. ayetten anlaşıldığına göre, “o insan” çürümüş kemikleri örnek
göstererek yeniden diriltilmenin mümkün olamayacağını ileri sürmüştür. Bu
davranışı ile daha çok “o herif” denmeyi hak eden kişi, nakillere göre Ubeyy b.
Halef adlı kişidir. Bu kişi, topraklaşmış kemikleri avucunda ezdikten sonra üfleyerek
havaya savurmuş ve peygamberimize “Kim diriltecekmiş o kemikleri? Onlar
çürümüş iken!” diyerek bu ayet grubunun inişine sebep olmuştur.
Kâfirlerin, kemiklerin bile çürüdüğünü, dolayısıyla yeniden yaratılmanın akla
uzak olduğunu ileri sürmeleri Kur’an’da birçok ayette dile getirilmiştir:

Saffat 16: Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten


mi biz tekrar dirilecekmişiz?

Saffat 53: Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten


mi biz karşılık göreceğiz?

Kaf 2, 3: Ama kendilerine içlerinden uyarıcı geldiğine şaşırdılar da


kâfirler, “Bu şaşılacak bir şeydir! Öldüğümüz ve bir toprak
olduğumuz vakit mi? Bu uzak bir dönüştür” dediler.

Secde 10: Ve onlar: “Biz yeryüzünde kaybolduğumuzda mı, gerçekten biz


mi yeni bir yaratılışta olacağız?” dediler. Aksine onlar,
Rabblerine kavuşmayı [O’nun huzuruna varacaklarını] inkâr
ediyorlar.

İsra 49: Ve onlar dediler ki: “Biz, bir kemik yığını olduğumuz ve
ufalanıp toz olduğumuz vakit mi, gerçekten biz, yeni bir
yaratılışla diriltilecek miyiz?”

İsra 98: Bu, ayetlerimizi inkâr etmiş olmaları ve: “Sahi bizler, bir yığın
kemik ve ufalanmış toz olduğumuz zaman mı, yeni bir
yaratılışla diriltilmiş olacağız?” demiş olmaları nedeniyle
onların cezasıdır.

Müminun 35: Size, gerçekten siz öldüğünüz, toprak ve kemik olduğunuzda,


mutlak surette sizin çıkarılacağınızı mı vaat ediyor?

Bu konuyla ilgili olarak ayrıca Müminun/82, Vakıa/47 ve Naziat/11. ayetlere


de bakılmalıdır.

Peygamberimizin tebliğine karşı yapılan bütün itirazlara ikna edici deliller


gösterilerek her defasında cevap verilmiştir. Bu defaki itirazı yapan o kişiye -bizim
tabirimizle “o herife”- verilen cevap, yukarıdaki 79–81. ayetlerdir: “Onları ilk defa
yaratan, onları diriltecektir. Ve O her yaratmayı çok iyi bilendir. O, size o yemyeşil
ağaçtan bir ateş yapandır. Şimdi de siz ondan yakıp duruyorsunuz. Gökleri ve yeri
yaratan, onlar gibilerini de yaratmaya kadir değil midir? Evet (elbette kadirdir)! Ve
O, çok mükemmel yaratandır, çok iyi bilendir. ...”
Aşağıdaki ayetler de, bu tipteki başka “herif”lere verilen cevaplardan
bazılarıdır:

50
Mümin 57: Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından
daha büyüktür. Ama insanların çoğu bilmiyorlar.

Naziat 27–33: Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz yoksa gök mü? Onu [göğü] O
[Allah] yaptı:
Boyunu yükseltti ve onu düzene koydu, gecesini kararttı ve
kuşluğunu [ışığın parlaklığını] çıkarttı. Ve ondan sonra
yeryüzünü döşedi; yeryüzünden suyunu ve otlağını çıkardı,
dağları da sabitledi [demirledi; sağlam bir şekilde yerleştirdi],
sizin ve hayvanlarınız için bir faydalanma olmak [yararlanmak]
üzere.

Vakıa 60, 61: Ölümü aranızda Biz takdir ettik Biz. Biz önüne geçilebilenler
değiliz.
Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getiririz ve sizi
bilmediğiniz bir şeyde inşa ederiz.

81. ayetteki, Allah’ın “yaratmayı çok iyi bilen” olduğuna dair ifade,
Rabbimizin yaratıcılığının çeşitliliğine işaret etmektedir. Meselâ, Rabbimiz Âdem’i
anasız babasız, İsa peygamberi de babasız yaratmıştır. Ayrıca Rabbimiz Rum
suresinin 19–24. ayetlerinde bildirildiği gibi ölüden diri, diriden de ölü
yaratmaktadır. Bunlardan başka Rabbimizin topraktan yaratması, sudan yaratması,
eşler hâlinde yaratması, gökleri yaratması, yeryüzünü yaratması, farklı diller ve
renkler yaratması, bu yaratma çeşitliliğinin örneklerindendir.
80. ayetteki “O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş yapandır. Şimdi de siz ondan
yakıp duruyorsunuz” ifadesi, klâsik kaynaklarda, söz konusu yeşil ağacın Hicaz
bölgesinde bulunan Merh ve Afar ağaçları olduğu ve bu ağaçların çakmak taşı gibi
birbirine sürtülmesiyle ateşin elde edildiği şeklinde anlaşılmıştır. Daha sonraları ise
bu iki ağacın sürtünmesinden çıkan ateşle elektriğin kastedildiğini söyleyenler de
olmuştur. Bazıları da petrolün kaynağının yeşil ağaç olduğunu ileri sürerek bu ayette
petrolden bahsedildiğini iddia etmişlerdir.
Biz, “yemyeşil ağaçtan çıkan ateş” ile “yemyeşil ağaçtan çıkan oksijen”in
kastedildiği ve bu ayette mucizelerin en büyüklerinden birinin daha gözler önüne
serildiği kanaatindeyiz. Çünkü “ateş”in oluşabilmesi için o ortamda bulunması
gereken şey “oksijen”dir. Oksijen gazı, yeşil bitkilerde bulunan klorofil adı verilen
yeşil pigmentler tarafından üretilmektedir. Nitekim “yanma” denen kimyasal olay,
yanıcı maddelerin oksijenle birleşmesi olayıdır. (Ana Britannica; c:32, s:97)
Atmosferdeki serbest oksijenin nereyse tamamı fotosentez denen bu kimyasal olay
sonucunda açığa çıkmıştır. (Ana Britannica; c:24, s:154)

Ayetin sonundaki “Şimdi de siz ondan yakıp duruyorsunuz” ifadesi sadece


Hicaz’daki Arapların değil, tüm insanlığın bu ateş kaynağını yakıp durduğunu
vurgulamaktadır.
Bu ayette “Lazımiyyet” mecaz-ı mürsel sanatı uygulanmıştır. “Lazımiyyet”
mecaz-ı mürseli, “lazım”ı zikredip “melzum”u kastetmektir. Burada “ateş çıkarır”
demek, “oksijen çıkarır” demektir. Çünkü ateş oksijenin lazımıdır. Oksijen
[melzum] olmazsa ateş [lazım] de olmaz.
Oksijen sadece “yanma” için değil, canlıların yaşaması için de vazgeçilmez bir
elementtir. Bu nedenledir ki, 80. ayette geçen “O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş

51
yapandır” ifadesiyle canlıların yaratılması kadar yaşamlarının sürdürülmesi de
Allah’ın kontrolündedir mesajı verilmektedir.
Konuyu bilim ışığı altında inceleyen bir yazıyı, yararlı olacağı düşüncesiyle
okuyucunun dikkatine sunuyoruz:

SOLUNUM VE FOTOSENTEZ

“Ve nefes almaya başladığı zaman sabaha.” (Tekvir/18)

Nefes alıp verme süreci, yani solunum, en basit şekliyle bir canlının oksijen
alıp karbondioksit vermesi şeklinde tanımlanabilir. Peki, nefes almayla sabahın ne
bağlantısı vardır acaba? Neden bu iki kavram ayette bir araya getirilmiştir?
Sabahleyin geceden farklı bir şey mi olmaktadır?
Bitkilerdeki fotosentezin bilinmediği dönemlerde bu soruları sorsaydınız,
sorularınız cevapsız kalırdı. Bitkiler topraktan aldıkları suyu, havadan aldıkları
karbondioksit ile birleştirerek, şeker ve nişasta benzeri karbonhidratlara ve oksijene
dönüştürür. Fotosentez denen bu süreçte oluşan yüksek enerjili besinler dokularda
depolanırken, oksijen dışarı atılır. Kısacası fotosentez, solunum ile tam ters yönde
oluşan bir metabolizma olayıdır. Solunumda karbonhidratlar oksijen ile birleşerek,
su ve karbondioksite parçalanır. Demek ki solunum tepkimelerinin son ürünleri,
fotosentezin ilk maddeleridir.
Ama bu olay yalnız ve yalnız gündüzleri gerçekleşmektedir. Fotosentez ışık
enerjisine bağlıdır ve karanlıkta gerçekleşemez. Yani ayetin ifade ettiği "sabah"
vaktinde ışıklar ortaya çıkınca, "nefes almanın" şartı olan oksijen, bitkiler tarafından
dışarı verilmeye başlar. Böylece ayetin ifade ettiği "nefes alma" ve "sabah vakti"
arasındaki bağlantının mucizevîliği ortaya çıkmaktadır.

FOTOSENTEZ OLMASAYDI NE OLURDU?

Canlıların yaşayabilmesi için mutlaka enerji gereklidir.


Vücudumuzda kasların ve kalbin çalışmasını ve vücuttaki kimyasal tepkimelerin
gerçekleşmesini sağlayan bu enerji, hayvansal ve bitkisel besinlerden alınır. Bütün
besinlerdeki enerjinin ilk kaynağı ise Güneş'tir. Geceleri Dünya'da bulunduğumuz
nokta Güneş ışıklarını alamaz. "Sabah vakti" bu ışıkların alınmaya başladığı
zamandır. Üzerine Güneş ışıkları düşen bitki, fotosentezde bu ışık enerjisini
kimyasal enerjiye dönüştürür. Bitkinin dokularını yenilemesi ve büyümesi bu
enerjiye bağlıdır. Bitki bu enerjiden yararlanarak büyümesini sürdürürken, bir
bölümünü de kimyasal enerji biçiminde hücrelerinde depolar. Bir insan veya hayvan
bu bitkiyi yediğinde, bitkinin içinde depolanan enerjiyi de almış olur. Böylece kendi
vücudundaki kimyasal tepkimeleri sürdürür ve bu enerjiyi dokularında saklar.
Dolayısıyla hayvansal ya da bitkisel yiyeceklerle aldığımız enerji, beslenme
zincirinin ilk basamaklarında yer alan bitkiler aracılığıyla ve fotosentez yoluyla
Güneş'ten gelmiş olan enerjidir.
Kısacası, gerçekten de Güneş ışıklarının alındığı sabah vakti, fotosentez denen,
bizimkinin tersine bir solunum olayı başlar. Bu süreçte karbondioksit tüketilip,
oksijen üretilir. Havadaki oksijeni zenginleştiren bu süreç olmasaydı, canlıların
solunumu nedeniyle Atmosfer'deki oksijen çoktan tükenmiş olacaktı. Yani sabah
başlayan bu süreç sayesinde bizim de nefes alabilmemiz mümkün olmaktadır.
Kuran'ın indiği dönemde insanların ne fotosentezden, ne Atmosfer'deki oksijenin ve

52
karbondioksitin dönüşümünden, ne de Güneş'in ışıkları sayesinde tüm bu olayların
gerçekleştiğinden haberleri vardır. Kuran, indiği dönemdeki insanların bilgi
seviyesiyle bilinememesine rağmen sabah vakti ile nefes alma arasında bağlantı
kurarak mükemmelliğini bir kez daha göstermekte, insanları bir kez daha kendine
hayran bırakmaktadır.
Yaşamın temeli olan bütün biyokimyasal süreçler için enerji gereklidir. Bu
enerjinin kaynağı da hücrelerde depolanmış olan besinlerin yanması, yani oksijenle
birleşerek parçalanmasıdır. Bu parçalanma sırasında besin molekülleri arasındaki
kimyasal enerji serbest kalarak açığa çıkar. Bu olay tıpkı yanan bir odun parçasının
ısı ve ışık yayması gibi enerji veren bir tepkimedir. Demek ki nefes alıp vermeyi
yalnızca oksijen-karbondioksit alışverişi olarak değil, bitkilerin ve hayvanların temel
enerji kaynağı olan daha karmaşık bir süreç olarak düşünmek gerekir.
Allah eğer fotosentezin var olması için gerekli birçok şartı yaratmasaydı,
örneğin bitkilerin içinde fotosentezin oluşması için gerekli klorofil yaratılmasaydı,
bir tek canlının bile var olması söz konusu olamazdı. Kâinattaki birçok olay gibi
fotosentez de, solunum için oksijenin ve karbondioksitin dönüşümleri de, büyük ve
mükemmel bir planın parçalarıdır.
Fotosentez hakkında insanlığın detaylı bilgi sahibi olması çok yeni sayılır. Bu
konuda bilim adamları çok yoğun araştırmalar yaptılar. Özellikle ABD'li kimyacı
Melvin Calvin başkanlığındaki ekibin çalışmaları söz etmeye değer niteliktedir.
Nitekim bu ekip 1961 yılında Nobel kimya ödülünü kazandı.
Sabah vakti başlayan, nefes almamızı ve oksijenin varlığını mümkün kılan
fotosentezi şöyle ifade edebiliriz:
Işık enerjisi (Güneşten)+Karbondioksit(Havadan)+Su → Kimyasal enerji + Oksijen
Kimyasal formül olarak ise şöyle özetleyebiliriz:
Işık + 6CO2 + 6H2O = C6H12O6 (Glikoz) + 6O2
(Kuran Araştırmaları Grubu; “Kuran Hiç Tükenmeyen Mucize”)

83. Ayet:

O hâlde her şeyin melekûtu [tam hükümranlığı] kendi elinde olan (Allah) her
türlü noksanlıklardan arınıktır. Siz de yalnız O’na döndürüleceksiniz.

Bu son ayet, Ya Sin suresinin özeti konumundadır ve aynı zamanda dinin özü
olan tevhit ve ahiret inancını ortaya koymaktadır.
Allah, doğrusunu en iyi bilendir.

ŞÜKÜR

Kur’an’da üzerinde çok durulmuş olan “şükür”, imanın gereği ve müminlerin


temel görevidir. Nitekim birçok ayette inananlar, aynı zamanda “şükredenler” olarak
nitelenmiştir.
“Şükür” ile zıt anlamdaki “küfran” sözcüğü ise bir müminin asla yapmayacağı
bir davranış olan “nankörlük” demektir.

53
“Şükür” sözcüğünün anlamı zaman içerisinde değişime uğramış ve başta
içerdiği anlam örgüsünü kısmen kaybetmiştir. Zaten bu sözcük / kavram üzerinde
tahlil yapma ve öğrendiklerimizi okuyucuyla paylaşma ihtiyacımız da bu sebepten
kaynaklanmaktadır.

“ŞÜKÜR”ÜN ARAPÇASI VE KUR’AN’CASI

“ ‫شكككر‬
ّ ‫ال‬Şükür”, “hayvanın yediği besini, verdiği süt ve semizliği ile belli
etmesi” demektir. (Lisanü’l-Arab; c:5, s:163–165 ve Tacü’l-Arus; c:7, s:48–51)
Sözcüğün yukarıdaki lügat anlamını şu örneklerle açıklamak mümkündür:
Şükür, beslenen bir hayvanın yediklerinin karşılığını maddi olarak göstermesi
demek olduğuna göre, bir tavuğun yumurta vermesi, bir ineğin süt vermesi, bir
koyunun yün vermesi veya her üçünün de et verecek şekilde semirmesi bu anlamda
hayvanın şükrü olmuş olur. Görüldüğü gibi, beslenen bu hayvanların dilleriyle veya
beden tavırlarıyla sahiplerine gösterdikleri yaranma, yaltaklanma hareketleri “şükür”
kapsamında değildir. Ancak seslerini dinletmeleri için beslenen papağan, bülbül,
kanarya gibi hayvanların ötüşlerini de bir “şükür” olarak değerlendirmek gerekir.
Çünkü bu işlevlerini yerine getirmeleri için beslenmektedirler.
Aynı kökten türemiş olan “teşekkür”, “müteşekkir” ve “şükran” sözcükleriyle
birlikte Türkçede de kullanılan “şükür” sözcüğü, türevleriyle birlikte Kur’an’da
toplam 74 kez yer almıştır. Aşağıda verilen ayetler dikkate alınarak “şükür”ün din
terminolojisindeki anlamı şöyle ifade edilebilir:
Şükür, Allah’ın insanlara verdiği nimetlere karşı insanların da bu nimetlerin
karşılığını Allah’a vermeleridir.
Sözcüğün gerçek anlamı, alınan şeye bir karşılık olarak verilenin de o şeyin
cinsinden olmasını gerektirmektedir. Yani “şükür”ün lâf ile olmayacağı, gerek
sözcüğün vazı’ [ilk] anlamından gerekse Kur’an’daki kullanımlarından
anlaşılmaktadır. Şükrün ayetlerdeki kullanımı, onun insana verilen nimetin
cinsinden verilerek yapılabilecek bir karşılık verme olduğunu göstermektedir. Ancak
gerçek böyle olmasına rağmen sözcük gerçek anlamından uzaklaştırılmış ve “dilin
şükrü”, “kalbin şükrü” ve “bedenin şükrü” gibi tasniflere tâbi tutulmuştur.
Kur’an’da “şükür”ün ne anlama geldiği, aşağıdaki ayetlerde çok net bir şekilde
açıklanmıştır:

Lokman 12–14: Ant olsun ki Biz, Lokman’a “Allah’a şükret!” diye hikmet
[zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve
ilkeler] verdik. Kim şükrederse kendisi için şükreder. Kim de
nankörlük ederse, şüphesiz ki Allah, hiçbir şeye muhtaç
değildir, daima övgüye en lâyık olandır.
Hani bir zaman Lokman da oğluna öğüt vererek, “Yavrucuğum!
Allah’a ortak koşma, hiç şüphesiz ki şirk [Allah’a ortak
koşmak], büyük bir zulümdür” demişti.
Ve Biz insana, anası ve babası hakkında tavsiyede bulunduk:
-Anası onu zayıflık üstüne zayıflıkla taşıdı. Onun sütten
ayrılması da iki yıl içindedir.- “Bana, anana ve babana şükret
[karşılık öde]!” Dönüş, ancak Banadır.

İsra 23, 24: Rabbin kesin olarak şunları karar altına aldı: Kendisinden
başkasına kul olmayın, anne ve babaya iyi davranın. Onlardan

54
biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, sakın onlara “öf”
deme, onları azarlama. İkisine de tatlı ve güzel söz söyle.
Merhametinden dolayı onlara alçak gönüllülük kanatlarını indir.
Ve de ki: “Ey Rabbim! Onlar beni küçükten nasıl terbiye
ettilerse, Sen de onlara öyle rahmet et.”

Ayetlerde görüldüğü gibi, Rabbimiz kendisi ile birlikte anne ve babaya da


şükredilmesini emretmiştir. Bize düşen, önce ana ve babaya şükretmenin ne anlama
geldiğini anlamak, sonra da bu anlamdan yararlanarak Allah’a şükretmenin ne
demek olduğunu doğru bir şekilde tespit etmektir. Bu tespiti yapmak için öncelikle
“şükür”ün bir “karşılık ödeme” olduğu göz önünde tutularak İsra suresinin 24.
ayetindeki “Onlar beni küçükten nasıl terbiye ettilerse, Sen de onlara öyle rahmet
et!” ifadesine dikkat edilmesi yeterlidir. Ayetin bu bölümünde, çocuklar küçükken
ana-babanın onlara yaptığı koruma, kollama ve terbiye hizmetlerine işaret edilmiştir.
O hâlde ana babaya yapılması gereken şükür de, aynı cinsten bir karşılık olarak ana-
babanın korunması, kollanması, hoş tutulması şeklinde olmalıdır.
Ana babaya yapılacak şükür böyle tespit edilince, Allah’a yapılacak şükrün de
Allah’ın verdiği nimetleri O’nun yolunda kullanmak ve O’nun rızası için uygun
yerlere sarf edip değerlendirmek olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Bu sonuca göre, Kur’an’da geçen şükür ayetleri ve özellikle “Hâlâ
şükretmeyecekler mi”, “Şükredersiniz diye” şeklindeki uyarılar, bir köşeye oturup
“Çok şükür ya Rabbi” demekle geçiştirilmemeli, Rabbimizin bizlere lütfettiği
nimetlerdeki hakkını vermekle ve bu nimetleri O’nun öngördüğü tarzda ve yolda
harcamakla ifa edilebileceği şeklinde anlaşılmalıdır.

ŞÜKÜR NİMET KARŞILIĞIDIR

Şükür nimet karşılığıdır. Aşağıdaki ayetlerde de görüleceği gibi, Rabbimiz


verdiği nimetleri hatırlatıp ondan sonra şükür talebinde bulunmaktadır:

Neml 19: Sonra da o [Süleyman] onun kararından / sözünden gülerek


tebessüm etti. Ve “Ey Rabbim! Bana ve ana babama verdiğin
nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın salihi işlememi gönlüme
getir ve Rahmetinle, beni salih kullarının içine kat!” dedi.

Ahkaf 15: Ve Biz insana ana ve babasına ihsanı [iyilik yapmayı / güzel
davranmayı] tavsiye ettik. Anası onu zahmetle taşıdı ve
zahmetle bıraktı [doğurdu]. Ve onun taşınması ve ayrılması
otuz aydır. Nihayet insan olgunluk çağına ulaşıp, kırk seneye
geldiğinde der ki: “Rabbim! Bana ve ana babama ihsan ettiğin
nimetlerine şükretmemi ve senin hoşnut olacağın salihi
işlememi sağla. Benim için soyumdan salih kimseler kıl.
Şüphesiz ben Sana yöneldim. Ve ben şüphesiz teslim
olanlardanım.”

Zümer 7: Eğer inkâr edecek olursanız, artık şüphesiz Allah size hiç bir
ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için küfre rıza göstermez. Ve
eğer şükrederseniz, sizin [yararınız] için ondan razı olur. Hiç
bir günahkâr [suçlu], bir başkasının günah yükünü yüklenmez.
Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz, böylece yaptıklarınızı size

55
haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı
bilendir.

Hacc 36: Büyükbaş hayvanları da; Biz onları sizin için Allah’ın
nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. O nedenle
ön ayaklarının biri bağlı halde keserken / saf halindeler iken
üzerlerine Allah’ın adını anın. Sonra yanları yere yaslandığı
vakit de onlardan yiyin, ihtiyacını gizleyene ve isteyene de
yedirin. Böylece Biz, şükredersiniz diye onları size boyun
eğdirdik.

A’râf 10: Ve hiç kuşkusuz Biz sizi yeryüzünde yerleştirdik ve orada size
geçimlikler kıldık [sağladık]; ne kadar da az şükrediyorsunuz!

Ya Sin 34, 35: Ve Biz onun ürününden ve kendi elleriyle yaptıklarından


yesinler diye orada hurmalıklardan, üzüm bağlarından bahçeler
yaptık. İçlerinde pınarlardan sular fışkırttık. Hâlâ
şükretmeyecekler mi?

Ya Sin 73: Ve onlarda daha birçok menfaatler ve içecekler var. Hâlâ


şükretmeyecekler mi?

Nahl; 14: Ve O, denizden taze et yiyesiniz ve ondan takındığınız süs


eşyasını çıkarasınız diye lütfundan rızk aramanız ve de
şükredesiniz diye denizi sizin emrinize verendir. -Gemilerin
denizde suyu yararak gittiklerini görüyorsun.-

Nahl 78: Allah, sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezken çıkardı
ve şükredersiniz diye işitme, görme [duyularını] ve gönüller
verdi.

Ayrıca şu ayetlere bakılabilir: Fatır/12, Mülk/23, Kasas/73, Müminun/78,


İbrahim/37, Bakara/52, 56, 185, Enfal/26, Âl-i Imran/123, Neml/40.

Çoğu insanlar iman etmedikleri gibi şükür de etmezler:

Neml 73: Ve hiç şüphesiz, senin Rabbin, insanlara karşı büyük lütuf
sahibidir de, velâkin onların çoğu şükretmiyorlar.

Ayrıca şu ayetlere bakılabilir: A’râf/17, Yunus/60, Mümin/61, Yusuf/38,


Bakara/243, Bakara/172, Furkan/62, A’râf/58, İnsan/3, Lokman/31, Şûra/33,
İbrahim/5, İsra/3, En’âm/53, Nahl/120, 121, Enbiya/80, A’râf/144.

Sebe’ 13: Onlar, ona mihraplar, timsaller [heykeller] ve havuzlar gibi


çanaklar ve sabit kazanlardan her ne isterse yaparlar. -Ey Davud
hanedanı, şükür için çalışın!- Ama kullarım içinde şükreden de
çok azdır.

56
Sebe’ 15: Ant olsun ki Sebe’ kavmi için oturdukları yerde bir ayet vardı:
Sağdan ve soldan iki bahçe! -“Rabbinizin rızkından yiyin ve
O'nun için şükredin!- “Ne güzel bir belde ve çok bağışlayıcı bir
Rab!”

Zümer 65, 66: Ve ant olsun ki, sana ve senden öncekilere vahyedildi ki: “Ant
olsun ki, eğer şirk koşarsan amelin kesinlikle boşa gidecek ve
mutlaka kaybedenlerden olacaksın. Onun için, tam aksine
yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol.

Nahl 114: Öyleyse Allah’ın size rızk olarak verdiği şeylerden helâl ve
temiz olarak yiyin. Allah'ın nimetine şükredin, eğer gerçekten
sadece O'na kulluk ediyorsanız.

Ankebut 17: Siz Allah’ın astlarından bir takım taştan, ağaçtan putlara
tapıyorsunuz ve yalan uyduruyorsunuz. Haberiniz olsun ki, o
sizin Allah’ın astlarından mabut diye taptıklarınız, sizin için bir
rızk vermeye güç yetiremezler. Onun için rızkı Allah yanında
arayın ve O’na kulluk edin ve O’na şükredin [karşılığını
ödeyin]. O’na döndürüleceksiniz” demişti.

Bakara 152: Öyleyse Beni anın ki, Ben de sizi anayım. Ve Bana şükredin,
Bana nankörlük etmeyin.

Şüphesiz ki Rabbimiz, Nahl suresinin 18. ayetinde ifade ettiği gibi Gafur’dur,
Rahîm’dir; insana sayamayacağı kadar nimet vermiştir. Başta aldığı nefes olmak
üzere, sahip olduğu aile, mal, mülk ve diğer her şey, bütün bu nimetlerin de üstünde
olarak Kur’an ve onun sayesinde nail olunan iman, hep O’nun verdiği
nimetlerdendir. Dolayısıyla bütün bu nimetlerin karşılığının Rabbimize bire bir
ödenebilmesi imkânsızdır. Bu durumda insanın yapacağı şey çok şükretmek, yani
mümkün olduğu kadar, imkânlarının elverdiği kadar salih işlemektir.

ALLAH ŞÜKREDEN KULLARINI ÖDÜLLENDİRİR

Kamer 34, 35: Biz, onların üzerine ufak taş yağdıran bir fırtına gönderdik.
Lût’un ailesi müstesna. Onları katımızdan bir nimet olarak
seher vaktinde kurtardık; Biz şükreden kimseyi böyle
mükâfatlandırırız.

Âl-i Imran144,145: Ve Muhammed, ancak bir elçidir. Ondan önce elçiler gelip
geçmiştir. Şimdi eğer o ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi
döneceksiniz? Kim ki de geri dönerse, Allah’a hiçbir şekilde
zarar veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır.
Ve herkes sadece Allah’ın izniyle vakitlendirilmiş bir yazgı
olarak ölür. Ve kim dünya karşılığını dilerse, kendisine ondan
veririz. Kim de ahiret karşılığını isterse ona da ondan veririz.
Ve Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız.

57
İnsan 22: Şüphesiz ki bu, sizin için karşılıktır. Çalışmalarınız da
meşkûrdur [karşılık ödenecek niteliktedir].

ALLAH ŞÜKREDENLERE NİMETİ ARTIRIR

İbrahim 7: Ve hani Rabbiniz size şöyle ilân etmişti: “Ant olsun ki


şükrederseniz elbette size arttırırım ve eğer nankörlük ederseniz
hiç şüphesiz azabım çok çetindir.

Şükür nimetin artmasına, şükrün karşıtı olan küfür [nankörlük] ise nimetin
elden gitmesine sebep olur. İnsan şükrettikçe, yani nimeti veren Allah’a karşılığını
ödedikçe Allah da ona nimetini kat kat artırır; ayrıca ona huzur ve mutluluk verir.
Nankörlük edenler ise hem biriktireceğim diye hem de biriktirdiğimi koruyacağım
ve daha da artıracağım diye maddî ve manevî sıkıntılara, azaplara duçar olur. Ayrıca
Allah, verdiği nimeti elinden almak suretiyle onu cezalandırır.
Yüce Allah, “şükür” görevini yerine getirmek üzere kullarından her “hasene”
getirene getirdiğinin on katını vaat etmektedir (En’âm/160). “İnfak, salihat”
cinsinden davranışlarda bulunanların durumunu da bire yedi yüz veren daneye
benzetmekte ve onlardan dilediği kişiler için daha da arttıracağını bildirmektedir
(Bakara/261).

ALLAH'IN KENDİSİ DE “ŞÜKREDEN”DİR


Yüce Rabbimizin Esma-i Hüsna’sından ikisi de “eş-Şakir [yapılanın karşılığını
veren] ve “eş-Şekûr [yapılanın karşılığını çok çok veren]”dir.

Nisa 147: Eğer şükrettiyseniz ve iman ettiyseniz Allah size azabı ne


yapar? Allah, Şakir’dir [karşılığını verendir] ve en iyi bilendir.

Rabbimizin bu isimleri şu ayetlerde geçmektedir: Fatır/30, 34, Şûra/23,


Teğabün/17, Bakara/158.

58

You might also like