Professional Documents
Culture Documents
GİRİŞ
Mekke’de 41. sırada inmiş olan bu sure adını 1. ayet olan “ يييسYa Sin”
ifadesinden almıştır. Sureye “Kur’an’ın Kalbi Suresi”, “Müdafaa-i Kaziyye Suresi”,
“Muımme Suresi”, “Azime Suresi” gibi adlar da verilmiştir.
Bazı kaynaklarda (Süyuti; el İtkan)12. ve 47. ayetlerin Medine döneminde
indiğine dair nakiller bulunsa da, söz konusu ayetlerin bulundukları paragrafa
uyumları bu iddiaları haklı göstermemektedir.
Sure, yasalar içeren Kur’an’ın “tanıklığı” ve “kanıtlığı” ile Abdullah oğlu
Muhammed (as)’ın, ataları uyarılmamış, bu yüzden de duyarsızlaşmış olan bir
kavmi uyarmak için gönderilmiş bir elçi olduğunu ve onun dosdoğru bir yol
üzerinde bulunduğunu vurgulayarak başlamaktadır. Surenin ilerleyen ayetlerinde,
tevhide karşı çıkanların psikolojik durumu ile elçi gönderilen bir kentin hikâyesi
örneklenmiş, Kıyamet gününe dair uyarılar yapılmış, haşre ve yeniden dirilmeye ait
sahnelerle ahiret hayatı canlandırılmıştır. Sure, hak dinin esasları olan tevhit ve
ahirete inanış ile bitmektedir.
Ayrıca surede Kur’an’ın nitelikleri ve etkileri üzerinde durulmuş, özellikle 69,
70. ayetlerde Kur’an’ın “diri” olan kişileri uyarmak için indirildiği vurgulanmıştır.
Ancak bu açık mesaja rağmen sure hakkında Müslümanları Kur’an’dan uzak
tutmaya yönelik bir takım rivayetler çıkarılmış, bir kısmı peygamberimize isnat
edilen bu tür rivayetler sebebiyle insanların surenin gerçek mesajına yönelmeleri
ihmale uğramıştır. Doğruların olduğu kadar yanlışların da gözler önüne serilmesi
gerektiğine inandığımızdan, bunlardan birkaç tanesini takdim ediyoruz:
*Kim sabahı ettiğinde Ya Sin suresini okuyacak olursa, akşamı edinceye kadar
o gün için ona kolaylıklar ihsan edilir. Kim bu sureyi gecenin ilk saatlerinde akşamı
ettiğinde okuyacak olursa, sabahı edinceye kadar o gece ona kolaylıklar verilir.
*Şüphesiz her şeyin bir kalbi vardır. Kur’an’ın kalbi de Ya Sin’dir. Her kim bu
sureyi geceleyin okursa o gece ona kolaylıklar verilir. Her kim bunu bir gündüz
okursa, o gün ona kolaylıklar verilir. Şüphesiz ki cennetliklerden Kur’an kaldırılır.
Ta Ha ve Ya Sin dışında hiçbir şey okumazlar.
*Kim perşembe gecesi Ya Sin okuyacak olursa, günahı bağışlanmış olarak
sabah eder.
*Kim kabristana girer de Ya Sin okursa, o gün Allah onların azabını hafifletir.
O kimse için de harfleri sayısınca hasenat yazılır.
*Her kim, anasının babasının veyahut bunlardan birinin mezarını her Cuma
ziyaret eder ve yanlarında Ya Sin okursa, her harfinin sayısınca Allah onu bağışlar.
1
*Allah rızası için geceleyin Ya Sin okuyan kimse affolunur.
*Onu ölünüzün yanında okuyun. Allah ona kolaylık verir. (Tirmizi el-Hakim,
Nevadirü’l-Hadis)
Görüldüğü gibi bu rivayetler ile dikkatler başka bir noktaya çekilmekte,
böylece inananlar Ya Sin suresinin, dolayısıyla da Kur’an’ın uyarı fonksiyonundan
uzaklaştırılmaktadır.
41 / YA SİN SURESİ
Ayetlerin meali:
1- Ya Sin / 10, 60
2–6- Babaları uyarılmamış bu yüzden de kendileri gafil [duyarsız] bir kavmi
kendisiyle uyarasın diye Aziz [çok güçlü], Rahîm’in [çok merhametlinin]
indirdiği çok hikmetli Kur’an’a ant olsun ki sen, o gönderilenlerdensin
[elçilerdensin], hiç şüphesiz sen dosdoğru bir yol üzerinesin.
7- Ant olsun, onların çoğu üzerine Söz hakk olmuştur. Artık onlar
inanmazlar.
8- Şüphesiz ki Biz onların boyunlarının içinde demir halkalar kıldık. Öyle ki
onlar çenelerine kadardır. Böylece onlar burunları yukarı kaldırılmış
olanlardır.
9- Ve Biz onların önlerinden bir set, arkalarından bir set kıldık. Böylece Biz
kendilerini sarmışızdır. Artık onlar görmezler.
10- Ve onları uyarmışsın yahut uyarmamışsın onlara göre birdir, onlar
inanmazlar.
11- Şüphesiz sen o zikre [Kur’an’a] uyan ve gaybde Rahman’a haşyet duyan
kimseyi uyarırsın. Sen hemen onu bir bağışlanma ve çok şerefli bir ödül
ile müjdele.
12- Şüphesiz ki ölüleri ancak Biz diriltiriz Biz. Onların önceden yapıp
gönderdiklerini ve eserlerini de yazarız. Zaten Biz her şeyi bir “imam-ı
mübin”de sayıp tespit etmişizdir.
13- Sen onlara [gafil kavme], o kentin ashabını örnek ver. Hani oraya
gönderilmişler [elçiler] gelmişti.
14- Hani Biz onlara iki elçi göndermiştik de onlar ikisini de yalanlamışlardı.
Biz de üçüncü ile güçlendirmiştik de onlar: “Şüphesiz ki biz size
gönderilmişleriz [elçileriz]” dediler.
15- Onlar da: “Siz ancak bizim gibi bir beşersiniz. Rahman hiçbir şey
indirmedi de. Siz sadece yalan söylüyorsunuz.” dediler.
16, 17- Onlar [elçiler] dediler ki: “Rabbimiz biliyor ki biz gerçekten size
gönderilmiş elçileriz. Bize düşen de sadece apaçık tebliğdir.”
18- Onlar [o kentin halkı] dediler ki: “Şüphesiz biz sizin yüzünüzden
uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz, ant olsun ki, sizi taşlayarak
öldürürüz ve mutlaka bizden size çok acıklı bir azap dokunur.”
19- Onlar [Elçiler]: “Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Size öğüt
verildi diye mi? Bilakis siz haddi aşmış bir kavimsiniz” dediler.
2
20–25- O sırada o kentin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi. Dedi ki: “Ey
kavmim! Uyun o gönderilmişlere [elçilere]! Uyun sizden hiçbir ücret
istemeyen o kişilere ki, onlar hidayete ermişlerdir. Bana ne oluyor da
kulluk etmeyecekmişim O beni yaratana? Siz de sadece O’na
döndürüleceksiniz. Ben, hiç ben O’nun astlarından ilâhlar edinir miyim?
Eğer Rahman bana bir zarar dileyecek olsa, onların [ilâhların] şefaati
benden yana hiçbir fayda vermez ve onlar [ilâhlar] beni kurtaramazlar.
Şüphesiz ki ben, o zaman [ilâhlar edindiğim takdirde] apaçık bir sapıklık
içindeyimdir. Şüphesiz ki ben, Rabbinize iman ettim. Haydi, kulak verin
bana!”
26, 27- Denildi ki: “Haydi gir cennete!” [O da] Dedi ki: “Ne olurdu! Kavmim,
Rabbimin beni bağışladığını ve beni onurlandırılanlardan kıldığını bir
bilselerdi.”
28, 29- Ve Biz arkasından onun kavminin üzerine hiçbir ordu indirmedik,
indirecekler de değildik. Sadece bir çığlık! Bir de bakmışsın ki, onlar
hemen sönüvermişlerdir.
30- Yazıklar olsun o kullara ki, kendilerine gelen her bir elçi ile mutlaka alay
ederlerdi.
31, 32- Kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettiğimizi ve bunların kendilerine
dönmeyeceklerini görmediler mi? Onların hepsi de toplanıp sadece bizim
huzurumuzda hazır bulundurulacaklardır.
33- Ve ölü toprak onlara [duyarsız kavme] bir delildir. Biz ona hayat verdik
ve ondan taneler çıkardık da ondan yiyip duruyorlar.
34, 35- Ve Biz onun ürününden ve kendi elleriyle yaptıklarından yesinler diye
orada hurmalıklardan, üzüm bağlarından bahçeler yaptık. İçlerinde
pınarlardan sular fışkırttık. Hâlâ şükretmeyecekler mi?
36- Yerin bitkilerinden, kendi nefislerinden ve daha bilemeyecekleri
şeylerden çiftleri, onun hepsini yaratan her türlü noksanlıktan
münezzehtir.
37- Gece de onlara [duyarsız kavme] bir delildir. Biz ondan [geceden]
gündüzü sıyırırız da onlar hemen karanlığa dalıverirler.
38- Kendi yolunda kendisi için kararlaştırılmış olan için akıp giden Güneş de
[duyarsız kavim için bir delildir]. İşte bu, çok güçlü ve her şeyi bilen
Allah’ın takdiridir [ayarlamasıdır].
39- Bizim kendisi için, eski kuru bir hurma dalı gibi dönünceye dek
menziller takdir ettiğimiz Ay da [o duyarsızlaşmış kavim için bir
delildir].
40- Güneş’in Ay’a erişip çatması uygun olmaz. Gece de gündüzü öne geçici
değildir. Hepsi de bir yörüngede yüzerler.
41, 42- Bizim, şüphesiz onların zürriyetini [soyunu] dopdolu bir gemide
taşımamız ve şüphesiz kendileri için onun gibi binecekleri şeyleri
yaratmamız da onlar [duyarsız kavim] için bir delildir.
43, 44- Ve eğer Bizden bir rahmet ve bir zamana kadar yararlanma yoksa, Biz
dilersek onları suda boğarız da o zaman onların feryadına hiç yetişen
olmaz. Onlar kurtarılamazlar da.
45, 46- Ve onlara: “Rahmet olunmanız için önünüzdekine ve arkanızdakine
takvalı davranın” denildiği zaman ve kendilerine Rabblerinin
ayetlerinden herhangi bir ayet geldiğinde, onlar sadece ondan yüz
çevirenler oldular.
3
47- Onlara: “Allah’ın sizi rızklandırdığı şeylerden infak edin” denildiği
zaman da o kâfirleşmiş kişiler, şu iman etmiş kişiler için: “Allah’ın
dileyince doyurabileceği kimseyi biz mi doyuracağız? Siz ancak apaçık
bir sapıklık içindesiniz” dediler.
48- Bir de onlar [duyarsız kavim]: “Eğer doğrulardan iseniz bu söz verilen
[tehdit] ne zaman?” diyorlar.
49, 50- Onlar sadece birbiriyle çekişip dururlarken, kendilerini yakalayıverecek
bir tek çığlıkla karşı karşıya kalacaklardır. İşte o zaman bir vasiyette bile
bulunamazlar. Ehillerine [ailelerine, yakınlarına] de dönemezler.
51- Ve Sur’a üfürülmüştür. Bir de bakmışsın ki onlar kabirlerinden
Rabblerine doğru akın ediyorlar.
52- Onlar: “Eyvah başımıza gelenlere! Yatıp uyuduğumuz yerden bizi kim
kaldırdı / uyandırdı? Bu, Rahman’ın vaat ettiği şeydir. Gönderilen elçiler
de doğru söylemişler dediler [derler].
53- Sadece bir tek çığlık olmuştur. Bir de bakmışsın ki hepsi huzurumuzda
“hazırol”a geçirilmişlerdir.
54- Artık bugün kişi herhangi bir şeyce zulmedilmez. Ve sadece yapmış
olduklarınız ile karşılıklandırılırsınız.
55- Gerçekten cennetin ashabı [cennetlik olanlar] bugün bir meşguliyet
içinde sefa sürmektedirler.
56- Kendileri ve eşleri gölgeler içinde koltuklar üzerine kurulmuşlardır.
57- Yalnızca onlara, orada bir meyve vardır. İsteyecekleri her şey de
onlarındır.
58- Söz olarak [onlara] Rahîm Rabbden “selâm” [vardır].
59- Ve ey günahkârlar! Bugün [şimdi] siz hadi ayrılın!
60–62- Ben; “Ey âdemoğulları! Şeytana kulluk etmeyin, kesinlikle o size apaçık
bir düşmandır ve Bana kulluk edin, işte bu dosdoğru yoldur ve ant olsun
ki o [şeytan] sizden birçok nesilleri saptırdı” diye size ahd vermedim mi?
Hâlâ aklını kullananlar değil miydiniz?
63- İşte bu, sizin vaat olunmuş olduğunuz cehennemdir.
64- İnkâr edip durduğunuz şeyler nedeniyle hadi bugün [şu an] yaslanın ona!
65- Bugün Biz onların ağızlarının üzerine mühür vururuz; Bize elleri
konuşur, ayakları da kazandıkları şeylere şahitlik eder.
66- Eğer Biz dileseydik, gözlerini üzerinden silme kör yapardık da yola
dökülürlerdi. Artık nereden görecekler ki?
67- Ve eğer dileseydik, oldukları yerde kılıklarını değiştirirdik de ileri
gitmeye ve geri dönüp gelmeye güç yetiremezlerdi.
68- Ve Biz kime uzun ömür verirsek, yaratılışta onu tersine çeviririz [tepesi
üste dikeriz]. Buna rağmen hâlâ akıllanmayacaklar mı?
69, 70- Ve Biz ona şiir öğretmedik. Bu onun için yaraşmaz da. O, sadece diri
olanları uyarmak ve kâfirlerin üzerine Söz’ün hak olması için bir öğüt ve
apaçık bir Kur’an’dır.
71- Ve onlar görmediler mi ki: Biz şüphesiz onlar için ellerimizin
[kudretimizin] meydana getirdiklerinden birtakım hayvanlar yarattık da
onlar, onlara sahip bulunuyorlar.
72- Ve onları, kendileri için zelil kıldık da. Bu yüzden binekleri onlardandır.
Onlardan yiyip duruyorlar da.
73- Ve onlarda daha birçok menfaatler ve içecekler var. Hâlâ
şükretmeyecekler mi?
4
74- Bir de onlar, kendileri yardım olunmaları için Allah’ın astlarından
ilâhlar / tanrılar edindiler.
75- Onlar, onlara yardıma güç yetiremezler. Hâlbuki kendileri [ilâh
edinenler], onlar [sözde ilâhlar] için hazır askerlerdir.
76- O hâlde onların sözü seni üzmesin. Şüphesiz ki Biz, onların gizlediklerini
ve açığa vurduklarını da biliyoruz.
77- Ve o insan [o kişi], kendisini bir nutfeden [bir damla sudan] yarattığımızı
görmedi mi de şimdi o, apaçık bir hasımdır [düşmandır].
78- Ve kendi yaratılışını dikkate almayarak Bize bir örnekleme yaptı: Dedi
ki: “Kim diriltecekmiş o kemikleri? Onlar çürümüş iken!”
79, 80- De ki: “Onları ilk defa yaratan, onları diriltecektir. Ve O her yaratmayı
çok iyi bilendir. O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş yapandır. Şimdi de
siz ondan yakıp duruyorsunuz.
81- Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibilerini de yaratmaya kadir değil midir?
Evet [elbette kadirdir]! Ve O çok mükemmel yaratandır, çok iyi bilendir.
82- Şüphesiz ki O bir şeyi dilediğinde, O’nun buyruğu / işi o şeye “Ol!”
demektir; o da hemen oluverir.
83- O hâlde her şeyin melekûtu [tam hükümranlığı] kendi elinde olan [Allah]
her türlü noksanlıklardan arınıktır. Siz de yalnız O’na döndürüleceksiniz.
5
Ayetlerin tahlili
1. Ayet:
Ya Sin / 10, 60
2–6. Ayetler
İçinde iki yüklemli bir isim cümlesi ve aynı zamanda iki cevaplı bir kasem
cümlesi olan bu ayet grubu, tek bir cümle halinde ifade edilmesi hâlinde daha iyi
anlaşılacağına inandığımız için topluca meallendirilmiştir. Bu, ayetlerin orijinal
cümle yapısına da uygundur.
6
Görüldüğü gibi, Ya Sin suresi, bundan evvelki Cinn suresinin devamı
mahiyetindedir. Dolayısıyla, buradaki “sen” ifadesi de Cinn suresindeki “De ki!”
ifadelerinin muhatabı olan peygamberimize yöneliktir.
Bu ayet grubunda birçok vurgu noktası bulunmaktadır:
Burada Kur’an’ın önemli bir özelliğine dikkat çekilmiş ve Kur’an için “ حكيم
hakim” ifadesi kullanılmıştır. “Hakîm” sözcüğü mübalâğa kalıbında bir ism-i fail
olup esas anlamı “çok yasa koyan” demektir. “Hakim” sözcüğü, aynı zamanda
Rabbimizin sıfatlarından biri olduğu için, burada mef’ul anlamında “yasalaştırılmış,
çok yasa içeren” anlamını ifade etmektedir. Bu anlam “muhkem” sözcüğünün tam
karşılığıdır. Nitekim Hud suresinin girişinde Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
Hud 1: Elif, lâm, ra. (Bu), Ayetleri hikmet içertilmiş sonra da Hakim
[hikmetler koyan], Habir [her şeyden haberdar olan Allah]
tarafından detaylandırılmış bir kitaptır.
HİKMET
MUHKEM
Âl-i Imran 58: İşte bu, Bizim sana okuduğumuz, ayetlerden ve yasalar içeren
hatırlatmalardan / öğütlerdendir.
Yunus 1: Elif, lâm, ra. İşte bunlar, o yasalar içeren kitabın ayetleridir.
7
Zühruf 4: Gerçekten o [Kur’an] Bizim nezdimizdeki ana kitaptadır, çok
yücedir ve yasalar içermektedir.
Necm 1–4: İndiği zaman necme kasem olsun ki [Parça parça inmiş
ayetlerin her bir inişi kanıttır ki],
arkadaşınız sapmamıştır, azmamıştır.
O, hevasından da konuşmuyor.
O [İnen necm], kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey
değildir.
Konumuz olan ayet grubunun son ayeti olan 6. ayette, kendisine vahyedilen
“Hakim” Kur’an’ı tebliğ etmek üzere peygamberimizin elçi gönderildiği toplumun
durumuna değinilmiştir. Ayete göre bu toplum, ataları (yakın zamanda)
uyarılmadığı için iyice gaflete dalmış, dini, imanı, Allah’ı, ahireti umursamaz olmuş
bir toplumdur.
Ayetten başka anlamların çıkarılma imkânı gözükse de, aşağıdaki ayetlerin
delâletiyle “ataları uyarılmamış bir toplum” anlamı tercihe şayandır.
8
görevlendirildi?” sorusunun gelmesi mümkündür. Ancak orijinal metinde böyle bir
kısıtlama getiren ifade bulunmamaktadır. Bilindiği gibi Rabbimizin bu konudaki
buyrukları şöyledir:
İbrahim 4: Ve Biz onlara açıkça ortaya koysun diye her peygamberi yalnız
kendi kavminin / halkının diliyle gönderdik. Artık Allah
dilediğini / dileyeni saptırır, dilediğini / dileyeni de doğru yola
iletir. Çünkü O, çok güçlüdür, hikmet sahibidir.
Sebe 28: Ve Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak
gönderdik; velâkin insanların çoğu bilmiyorlar.
A’râf 158: De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü
kendisinin olan, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem
dirilten hem öldüren Allah’ın size, hepinize gönderdiği elçiyim.
O hâlde Allah’a ve O’nun sözlerine iman eden, ümmî
peygamber olan elçisine iman edin ve ona uyun ki, doğru yolu
bulmuş olasınız.”
En’âm 19: De ki: “Tanıklık bakımından hangi şey daha büyüktür?” De ki:
“Benimle sizin aranızda Allah tanıktır. Ve sizi ve ulaşan herkesi
uyarayım diye bana bu Kur'an vahyolundu. Allah’la beraber
gerçekten başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten tanıklık eder
misiniz?” De ki: “Ben etmem.” De ki: “O, ancak ve ancak bir
tek ilâhtır ve gerçekten ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden
uzağım.”
7. Ayet:
Ant olsun, onların çoğu üzerine Söz hakk olmuştur. Artık onlar inanmazlar.
9
Kur’an’da belirtildiği gibi olmuş, konu edilen kodamanlardan Ebucehil, Ebulehep,
Velid b. Muğıyre gibiler bu ayetler indikten sonra senelerce ömür sürmüşler fakat
iman etmemişlerdir. Böylece onların üzerine “söz hakk olmuştur”.
GERÇEKLEŞEN “SÖZ”
Sad 84, 85: (Allah) Buyurdu ki: “Hakk budur. Ben de şu hakkı söylüyorum:
Ant olsun ki, cehennemi mutlaka senden ve onların sana
uyanlarından; hepinizden dolduracağım.”
Secde 13: Ve eğer Biz dileseydik her nefse [kişiye] hidayetini verirdik.
Velâkin Benden: “Bütün cinnlerden ve insanlardan [herkesten]
cehennemi elbette tamamen dolduracağım” sözü hakk
olmuştur.
Bu karar Kur’an’da bazen “el Kavl” olarak (İsra/16, Neml/82, 85, Kasas/51,
63, Saffat/31, Fussılet/25, Ahkâf/18); bazen de “Kelimetü Rabbik” olarak (Hud/119,
En’âm/115, A’râf/137, Yunus/19, 33, 96, Mümin/6, Fussılet/45, Şûra/14, Saffat/171,
Ta Ha/129) yer almıştır. Rabbimizin cehennemin ins ve cinn [herkes] tarafından
doldurulmasına yönelik kararında dikkatlerden kaçırılmaması gereken nokta,
cehennemi dolduracak olanların bu sonuca kendi özgür tercihleri ile ulaşacak
olmalarıdır. Çünkü Rabbimiz, bu surenin 69, 70. ayetlerinde de görüleceği gibi,
rahmeti gereği insanlara elçi göndermekte, kitap indirmekte, insanları ise
seçimlerinde serbest bırakmaktadır. Zaten elçi göndermeden azap etmeyeceğini de
Rabbimiz bir ilke kararı şeklinde bildirmiştir:
İsra 15: Kim doğru yola gelirse sırf kendi iyiliği için gelir. Kim de
saparsa ancak kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkâr başkasının
günah yükünü çekmez. Ve Biz bir peygamber göndermedikçe,
azap ediciler olmadık.
8–10. Ayetler:
10
Ve onları uyarmışsın yahut uyarmamışsın onlara göre birdir, onlar
inanmazlar.
Fussılet 25: Biz onlara karinleri [bir takım yakınları, yani İblislerini] kabuk
gibi üzerlerine kaplattık, onlar da, önlerinde ve arkalarında
olanları kendilerine süslü gösterdiler. Cinn ve insten
[herkesten], kendilerinden önce gelip geçmiş ümmetlerde
yürürlükte olan Söz, onların üzerine hakk oldu. Şüphesiz onlar,
hüsrana uğrayanlar idiler.
UYARININ FAYDASIZLIĞI
10. ayetteki “Ve onları uyarmışsın yahut uyarmamışsın, onlara göre birdir,
onlar inanmazlar” ifadesinin bir benzeri de Bakara suresindedir:
Hemen belirtmek gerekir ki, bu ifadeler “tebliğ etmeye gerek yok” anlamına
gelmez. Çünkü elçi, görevi gereği tebliğini sürekli yapmak zorundadır. Zaten
ifadelere dikkat edilirse, Rabbimiz ayette “senin için birdir” dememiş, “onlar için
birdir” demiştir. Yani, elçi görevini yapacaktır ama elçinin yapacağı tebliğ, ancak
tebliğe muhatap olanlar içindeki kibirliler bakımından bir fark yaratmayacaktır.
Rabbimizin bu ayet grubundaki “kıldık, sardık” ifadeleri, onları inanmaz hâle
sokanın Rabbimiz olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır. Onların içine düştükleri
durumu Rabbimizin kendisine nispet etmesi, onların kendi iradeleriyle, özgür
11
seçimleriyle işledikleri fiilleri yaratanın kendisi olması sebebiyledir. Yani, insanları
cehenneme sürükleyen fiilleri var eden ve insanları bu filleri işlemekte serbest
bırakan Allah olduğu için bu fiiller Rabbimize izafe edilmiştir. Bu konu, “Sonra onu
alçakların en alçağına döndürdük” ifadesi ile Tin suresinde yer almış ve surenin
tahlilinde “Allah’ın Kalpleri Mühürlemesi ve Damgalaması” başlığı altında ayrıntılı
olarak işlenmiştir (Tebyinü’l Kur’an; c:1, s:560-573).
11. Ayet:
HAŞYET
Kaf 32, 33: İşte bu, çokça yönelen ve çokça koruyan, Rahman’dan gaybde
[tenhada, kimsenin kendini görmediği yerlerde] iken haşyet
duyan ve dönen bir kalp ile gelen [gönülden bağlı olan] herkes
için söz verilendir.
12
Enbiya 49: Ki onlar, gaybde Rabblerine haşyet duyanlardır. Ve onlar
Saat’ten [kıyametin kopmasından] içleri titreyenlerdir.
Fatır 18: Ve yük çeken bir kimse, başkasının yükünü yüklenmez. Eğer
ağır yüklü bir kimse, onun yüklenilmesine çağırsa da ondan hiç
bir şey yüklenilmeyecek. -Bir akrabası olsa bile.- Şüphesiz sen
ancak Rabblerine karşı gaybde haşyet duyan ve salâtı ikame
edenleri uyarırsın. Her kim arınırsa ancak kendisi için arınır.
Dönüş de yalnızca Allah’adır.
12. Ayet:
Kıyamet 13: O gün, o insan, önden yolladığı şeyler ve geriye bıraktığı şeyler
ile haberlenir.
Haşr 18: Ey inanmış olan kişiler! Allah’a takvalı davranın; her kişi
yarına ne hazırladığına bir baksın. Ve Allah’a takvalı davranın.
Şüphesiz Allah, işlediklerinizden haberdardır.
Nisa 85: Kim güzel bir şefaatle [hayır ve iyiliklere aracı, vasıta olmakla]
şefaat ederse, bundan kendisine bir sevap [hisse] vardır. Kim de
kötü bir şefaatle [kötülüğe delil olmak ve yardım etmekle veya
kötülük çığırını açmakla] şefaatte bulunursa, ondan kendisine
bir günah payı vardır. Allah her şeye kadirdir.
13
Kehf 49: Ve Kitap [amel defteri] konulmuştur. Suçluların ondan
korktuğunu göreceksin. Ve “Eyvah bize! Bu nasıl kitapmış ki,
büyük küçük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış” derler. Ve
onlar, yaptıklarını hazır bulurlar. Ve senin Rabbin hiç kimseye
zulmetmez.
Enbiya 94: Öyleyse kim inanmış olarak salihatı işlerse onun emeği için
nankörlük edilmeyecektir. Biz hiç şüphesiz onu yazanlarız da.
3- Her şeyin bir “apaçık bir önder”de sayılıp dökülmesi: Ayetteki üçüncü
cümleden genellikle “amel defteri” anlaşılmaktadır. Çünkü yukarıda Kehf suresinin
49. ayetinde görüldüğü gibi, her şey yazılı olarak bir “kitap”ta [amel defterinde]
bulunacaktır.
Biz ise, cümledeki “ إمككام مككبينimam-ı mübin [apaçık bir önder]” ifadesinin
“Kur’an-ı mübin” olarak anlaşılmasını tercih ediyoruz. Çünkü Rabbimiz, insanlar
için gerekli yol haritasını; iyiyi, kötüyü, güzeli, çirkini, hakkı, batılı, imanı, küfrü,
cennete veya cehenneme götüren sebepleri apaçık olarak Kur’an’da sayıp
dökmüştür. Dolayısıyla bize göre buradaki “imam-ı mübin” ifadesi ile kastedilen,
vahyedilen kılavuzda her şeyin var olduğu gerçeğidir.
13–32. Ayetler:
Sen onlara [gafil kavme], o kentin ashabını örnek ver. Hani oraya
gönderilmişler [elçiler] gelmişti.
Hani Biz onlara iki elçi göndermiştik de onlar ikisini de yalanlamışlardı. Biz
de üçüncü ile güçlendirmiştik de onlar: “Şüphesiz ki biz size gönderilmişleriz
[elçileriz]” dediler.
Onlar da: “Siz ancak bizim gibi bir beşersiniz. Rahman hiçbir şey indirmedi
de. Siz sadece yalan söylüyorsunuz” dediler.
Onlar [elçiler] dediler ki: “Rabbimiz biliyor ki biz gerçekten size gönderilmiş
elçileriz. Bize düşen de sadece apaçık tebliğdir.”
Onlar [o kentin halkı] dediler ki: “Şüphesiz biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa
uğradık. Eğer vazgeçmezseniz, ant olsun ki, sizi taşlayarak öldürürüz ve
mutlaka bizden size çok acıklı bir azap dokunur.”
14
Onlar [Elçiler]: “Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Size öğüt verildi
diye mi? Bilakis siz haddi aşmış bir kavimsiniz” dediler.
O sırada o kentin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi. Dedi ki: “Ey
kavmim! Uyun o gönderilmişlere [elçilere]! Uyun sizden hiçbir ücret
istemeyen o kişilere ki, onlar hidayete ermişlerdir. Bana ne oluyor da kulluk
etmeyecekmişim O beni yaratana? Siz de sadece O’na döndürüleceksiniz. Ben,
hiç ben O’nun astlarından ilâhlar edinir miyim? Eğer Rahman, bana bir zarar
dileyecek olsa, onların [ilâhların] şefaati benden yana hiçbir fayda vermez ve
onlar [ilâhlar] beni kurtaramazlar. Şüphesiz ki ben, o zaman [ilâhlar
edindiğim takdirde] apaçık bir sapıklık içindeyimdir. Şüphesiz ki ben,
Rabbinize iman ettim. Hadi kulak verin bana!”
Denildi ki: “Haydi gir cennete!” [O da] Dedi ki: “Ne olurdu! Kavmim,
Rabbimin beni bağışladığını ve beni onurlandırılanlardan kıldığını bir
bilselerdi.”
Ve Biz arkasından onun kavminin üzerine hiç bir ordu indirmedik, indirecekler
de değildik. Sadece bir çığlık! Bir de bakmışsın ki, onlar hemen
sönüvermişlerdir.
Yazıklar olsun o kullara ki, kendilerine gelen her bir elçi ile mutlaka alay
ederlerdi.
Kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettiğimizi ve bunların kendilerine
dönmeyeceklerini görmediler mi? Onların hepsi de toplanıp sadece bizim
huzurumuzda hazır bulundurulacaklardır.
Dikkat edilecek olursa, Kur’an’ın ilk inen suresinden itibaren her uyarıdan
sonra insanların önüne bir cennet ve cehennem tablosu konulmuştur. Bu özellik bu
surede de sürdürülmüş ve surenin başlangıcında yapılan elçilerin görevinin “inzar
[uyarı]” olduğu, vahye kulak verenlerin bu uyarıdan yararlandığı, vahye kulak
vermeyenlerin ise kendilerini cehenneme attıkları şeklindeki uyarıdan sonra, bu ayet
grubunda da cennet ve cehennemin ibret tabloları canlı bir anlatımla gözler önüne
serilmiştir. Ancak buradaki anlatım bambaşka bir anlatım olup sanki üç perdelik bir
temsil gibidir:
15
– Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Size öğüt verildi diye mi? Bilakis
siz haddi aşmış bir kavimsiniz.
Kentin en uzak yerinden bir kişi koşarak sahneye girer ve topluluğa seslenir:
– Ey kavmim! Uyun o gönderilmişlere [elçilere]! Uyun sizden hiçbir ücret
istemeyen o kişilere ki, onlar hidayete ermişlerdir. Bana ne oluyor da kulluk
etmeyecekmişim O beni yaratana? Siz de sadece O’na döndürüleceksiniz. Ben, hiç
ben O’nun astlarından ilâhlar edinir miyim? Eğer Rahman, bana bir zarar dileyecek
olsa, onların [ilâhların] şefaati benden yana hiçbir fayda vermez ve onlar [ilâhlar]
beni kurtaramazlar. Şüphesiz ki ben, o zaman [ilâhlar edindiğim takdirde] apaçık bir
sapıklık içindeyimdir. Şüphesiz ki ben, Rabbinize iman ettim. Haydi, kulak verin
bana!
Perde iner. Fondan bir ses:
– Haydi, gir cennete!
28, 29. ayetlerdeki “Ve Biz arkasından onun kavminin üzerine hiç bir ordu
indirmedik, indirecekler de değildik. Sadece bir çığlık! Bir de bakmışsın ki, onlar
hemen sönüvermişlerdir” ifadesinin işaret ettiği gibi bir çığlık duyulur, kıyamet
kopar, her şey hercümerç olur. (Bu sahnede Rabbimizin daha evvelki surelerde
çizdiği tüm kıyamet kompozisyonları zihinlerde canlandırılmalıdır.)
Perde iner ve fonda yine bir ses (Mecazi anlamda Allah’ın sesi):
– Yazıklar olsun o kullara ki, kendilerine gelen her bir elçi ile mutlaka alay
ederlerdi. Kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettiğimizi ve bunların kendilerine
dönmeyeceklerini görmediler mi? Onların hepsi de toplanıp, sadece bizim
huzurumuzda hazır bulundurulacaklardır.
13–32. ayetlerden oluşan pasajın yukarıda yaptığımız anlatımı, bize göre
herhangi bir ek açıklamaya gerek duyurmamaktadır. Ancak bu konudaki
söylentilerde yine bazı saptırmalar yapılmış olduğundan, gerçekleri tekrar
sergilemekte yarar görüyoruz.
16
Bu hikâyeler birçok yönden eldeki kaynakların verdiği bilgilerle çelişmektedir.
Meselâ, hikâyelerde olayın kral Antiochus döneminde geçtiği söylenmektedir. Oysa
tarihî araştırmalar, Antakya topraklarını da içinde bulunduran ülkede aynı sülâleden
ismi Antiochus olan 13 kralın hüküm sürdüğünü fakat bu kralların sonuncusunun
M.Ö. 65’e kadar yaşadığını ortaya koymaktadır. Diğer taraftan İsa peygamberin
Antakya’ya tebliğde bulunmaları için havari gönderdiğini söyleyen, Hıristiyanlığa
ait bir tek belge dahi yoktur. Bilakis eldeki İncil’in “Resullerin İşleri” bölümünden,
Hıristiyan tebliğcilerinin Antakya’ya ilk kez İsa peygamberin ref’inden
[yükseltilmesinden] birkaç sene sonra gittikleri anlaşılmaktadır. Buradan da Allah’ın
hiçbir peygamberini oraya göndermediği veya peygamberlerden herhangi birinin
kendisine oraya göndereceği bir elçi tayin etmediği anlaşılmaktadır. Şayet herhangi
bir şahıs kendiliğinden oraya tebliğde bulunmak üzere gitmiş olsa bile, o şahsa
Allah’ın peygamberi denilmesi ve ona göre yorumlar yapılması çok yanlış bir
davranıştır. Zaten bir belde halkı tarafından elçinin elçisi konumundaki birilerine
ayetlerdeki gibi tehditlerin yapılması da mantıksızdır. Dolayısıyla konumuz olan
ayetlerdeki elçilerin İsa peygamberin elçileri olmaları söz konusu değildir. Yine
Kitab-ı Mukaddes’te, Antakya’da Yahudi olmayan birçok kimsenin Hıristiyanlığı
kabul ettiklerinden söz edilmektedir. Oysa Kur’an’da, o belde halkının, elçilerin
davetini reddettikleri için azaba uğratıldıkları bildirilmektedir. Üstelik tarihî hiçbir
belgede Antakya’ya azap geldiğine dair bir kayıt yoktur. Bu durumda, Antakya
halkının elçileri reddettiğini ve bu yüzden azaba uğratıldıklarını iddia etmek
mümkün değildir. Kısaca, Antakya söz konusu “belde” olamaz. (Mevdudi;
Tefhimü’l-Kur’an)
Bu beldenin neresi olduğu hakkında “Nuh’un yaşadığı belde”, “Semud’un
beldesi”, “Mekke” diyenler de olmuştur. Ancak bize göre önemli olan beldenin
neresi olduğu değil, verilen mesaj ve veriliş tarzıdır. Söz konusu belde yeryüzündeki
herhangi bir yer olabilir. Çünkü Nuh peygamberden sonra, elçi gelen her kentte bu
tür olaylar aynen yaşanmıştır. Bu sebeple biz, 13–32. ayetlerden oluşan pasajın
tarihte yaşanmış belli bir olayın bire bir nakli olduğunu değil de, bu tür olayların
ortak özelliklerini yansıtan temsilî bir anlatımı olduğunu düşünüyoruz. Nitekim
Kur’an’a bakıldığında, Nuh peygamberin gönderildiği kentten peygamberimizin
gönderildiği kente kadar tüm kentlerde benzer tablolar yaşandığı, müşriklerin
tavırları bakımından değişen bir şey olmadığı, bu nedenle de benzer tabloların
dünyanın başka şehirlerinde de aynen yaşanmış olabileceği anlaşılmaktadır.
Müşriklerin bu temsilî anlatımdaki “Siz ancak bizim gibi bir beşersiniz. Rahman
hiçbir şey indirmedi de. Siz sadece yalan söylüyorsunuz” ve “Şüphesiz biz sizin
yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz, ant olsun ki, sizi taşlayarak
öldürürüz ve mutlaka bizden size çok acıklı bir azap dokunur” şeklindeki tehditleri
geçmişte de hep var olmuştur. Buradaki temsilî anlatımın amacı, Kureyşlilere
“Sizler nasıl inat ve zıtlıkla Allah’ın elçisini inkâr ediyorsanız, o beldedekiler de
aynı yanılgı içindeydiler. Aynı yolu takip ettiğiniz ve inadınızda ısrarlı olduğunuz
takdirde, sizin sonunuz da o beldedeki insanlar gibi olacaktır” demek suretiyle
uyarıda bulunmaktır.
Geçmişte elçilere karşı yapılan davranışları anlatan daha pek çok ayet vardır:
17
Furkan 20: Biz senden evvel de sadece yemek yiyen, çarşılarda yürüyen
elçilerden gönderdik. Sizin bir kısmınızı bir diğerine fitne
yaptık ki, bakalım sabredecek misiniz ve Rabbin çok iyi
görendir.
Kamer 24, 25: “Bizden bir tek insana mı, ona mı uyacağız? O takdirde biz
kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz” dediler.
“Zikir / öğüt, aramızdan ona mı bırakıldı? Hayır, aksine o, çok
yalancı, küstahtır.”
Müminun 24, 25: Bunun üzerine, kavminden kâfir ileri gelenler “Bu, sizin gibi
bir beşerden başka bir şey değildir. Size üstünlük sağlamak
istiyor. Eğer Allah isteseydi, kesinlikle melekleri indirirdi. Biz
evvelki atalarımızda bunu duymadık. Bu, yalnızca kendisinde
delilik bulunan bir adamdır. Öyle ise, bir süreye kadar onu
umutla bekleyin” dediler.
İbrahim; 11: Elçileri onlara dediler ki: “Biz ancak sizin gibi bir beşeriz.
Velâkin Allah kullarından dilediğini kayırır. Ve Allah’ın izni
olmadıkça bizim için size bir delil getirmemiz olacak şey
değildir. Onun için inananlar sadece Allah’a güvenip
dayansınlar.”
Mümin 33, 34: ... arkanıza dönüp kaçacağınız günden. Sizin için Allah’tan
koruyan yoktur. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık onun için bir
yol gösterici yoktur.
Ve ant olsun ki bundan önce size Yusuf delillerle gelmişti. O
zaman da onun size getirdiği şeylerde şüphe edip durmuştunuz.
Nihayet vefat ettiğinde de “Bundan sonra Allah asla elçi
göndermez” dediniz. Allah aşırı giden, şüpheci olan kişileri işte
böyle saptırır.
18
Nisa 78: Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir, son derece sağlam
kaleler içinde de bulunsanız bile. Ve onlara bir iyilik erişirse
“Bu, Allah’tandır” derler, bir kötülüğe uğrarlarsa, “Bu,
sendendir.” derler. De ki: “Hepsi Allah’tandır.” Bunlara rağmen
Bu topluma ne oluyor ki, hepten söz anlamaz oluyorlar?
A’râf 131: Sonra kendilerine iyilik geldiği zaman, “İşte bu bize aittir.”
dediler, eğer kendilerine bir kötülük gelirse, Musa ile
yanındakilerin uğursuzluğu olarak kabul ederler. İyi bilin ki,
onların uğursuzluğu Allah katındadır. Velâkin onların çoğu
bilmezler.
20–25. ayetlerde sahneye katılan salih kul, kentin en kenar yerinden koşarak
gelmiş ve toplumuna verdiği çok ciddî mesajları gayet nazik bir dille ifade etmiştir.
Rabbimiz, salih kulun ağzından verdiği mesajı öyle bir edebî sanatla aktarmıştır ki,
bu ayetler fesahat ve belağat örneği olarak ders kitaplarında yer almıştır. Bu
olağanüstü sanatın tercüme ile başka bir dile aktarılması ise maalesef mümkün
değildir.
Burada salih kulun ağzı ile verilen ilâhî mesajlara Kur’an’da çokça yer
verilmiştir:
Zümer 38: Ve sen gerçekten onlara: “O gökleri ve yeri kim yarattı?” diye
sormuş olsan elbette “Allah!” diyeceklerdir. De ki: “Öyleyse
gördünüz mü Allah’ın astlarından çağırdıklarınızı! Eğer Allah
bana bir zarar vermek istediyse, onlar O’nun zararını
giderebilenler midirler? Yahut bana bir rahmet dilediyse, onlar
O’nun rahmetini tutanlar mıdırlar?” De ki: “Allah, bana yeter.
Tevekkül edenler, yalnızca O’na tevekkül ederler.”
Ahzab 17: De ki: “Eğer Allah size bir kötülük dilediyse veya size bir
rahmet dilediyse, sizi Allah’tan kim korur?” Hem onlar
kendilerine Allah’tan başka bir veliyy bulamazlar, bir yardımcı
da.
Toplumuna “Ben, hiç ben O’nun astlarından ilâhlar edinir miyim? Eğer
Rahman bana bir zarar dileyecek olsa, onların [ilâhların] şefaati benden yana hiçbir
19
fayda vermez ve onlar [ilâhlar] beni kurtaramazlar. Şüphesiz ki ben, o zaman [ilâhlar
edindiğim takdirde] apaçık bir sapıklık içindeyimdir” diyerek ilâhî gerçekleri
haykıran salih kul, yaptığı konuşmayı “Şüphesiz ki ben, Rabbinize iman ettim.
Haydi, kulak verin bana!” sözleriyle bağlamıştır. Salih kulun bu son cümlesi, “Siz
her ne kadar tanımasanız da benim inandığım Rabb sizin de Rabbinizdir” anlamına
gelmektedir.
Salih kulun konuşmasından sonra gelen 26. ayet iki cümleden oluşmaktadır.
Birincisi, Denildi ki: ‘Haydi gir cennete!’ cümlesi; ikincisi de (O da) Dedi ki: ‘Ne
olurdu! Kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni onurlandırılanlardan
kıldığını bir bilselerdi!’ cümlesidir. Bu iki cümle, eğer bu pasajdaki anlatımın
temsilî anlatım olduğu dikkate alınmazsa, paragraftaki söz akışını bozan ve
paragrafla uyumsuz bir mahiyet arz etmektedir. Nitekim geçmişte yazılmış eserlerde
bu konuda çok zorlanıldığı görülmektedir. Temsilî anlatım dikkate alındığında ise,
26. ayetin birinci cümlesi olan “Haydi gir cennete!” buyruğunun, olayların
devamındaki bir gelişme olarak değil de, perde kapanırken salih kula fondan yapılan
bir seslenme olarak değerlendirilmesi gerekir. Bu ifade, Rabbimizin iman etmiş,
salihatı işlemiş olan kullarına rahmetinin ve lütfunun bir tecellisidir. A’râf suresinin
49. ayetinde de değindiğimiz bu ifade, daha birçok ayette yer almıştır:
Fecr 27–30: Ey mutmain olmuş nefs! Dön Rabbine, sen O’ndan O da senden
hoşnut olarak! Hemen gir kullarımın içine! Ve gir cennetime!
26. ayetin ikinci cümlesi olan ve salih kulun cennet sahnesindeki “Ne olurdu!
Kavmim Rabbimin beni bağışladığını ve beni onurlandırılanlardan kıldığını bir
bilselerdi!” sözleri, Rabbimizin iman eden ve salihatı işleyenleri her türlü korkudan,
üzüntüden uzak tutup onları bağışlayacağı ve onlara büyük ödül olarak cenneti
bahşedeceği vaatlerinin gerçek olduğunu ifade etmektedir. Yani salih kulun bu
sözleri, aşağıdaki ayetin gerçekleştirilmiş hâlidir:
Hacc 50: İşte iman etmiş olanlar ve salihatı işleyenler; mağfiret ve kerim
rızk sadece onlar içindir.
Olayın kahramanı olan elçiler ile salih kulun olay sonundaki akıbetleri
hakkında Kur’an’da bilgi verilmemiştir. Buna rağmen yukarıda adları verilen hadis
uydurmakla ün yapmış kişiler tarafından onların parçalanıp öldürüldükleri
söylenmiş, bu desteksiz söylentiler sanki birer gerçekmiş gibi kitaplara da
geçirilmiştir.
28, 29. ayetler inkârcı bir kavmin sonunu anlatmakla beraber aynı zamanda
Nuh, Âd, Semud ve İsrailoğullarının akıbetlerini de çağrıştıran ve peygamberler ile
20
kavimleri arasındaki ilişkilere ait “Sünnetullah”ı hatırlatan genel bir mesaj
taşımaktadır.
30–32. ayetler, bu temsilî anlatımdan sonra perde kapanırken fondan
seyircilere [toplumlara] verilen genel bir mesajdır:
“Yazıklar olsun o kullara ki, kendilerine gelen her bir elçi ile mutlaka alay
ederlerdi. Kendilerinden önce nice nesilleri helak ettiğimizi ve bunların kendilerine
dönmeyeceklerini görmediler mi? Onların hepsi de toplanıp sadece bizim
huzurumuzda hazır bulundurulacaklardır.”
Bu mesaj, kendilerine yazık etmemeleri gerektiği yönünde toplumlara yapılan
çok önemli bir uyarıdır.
33–36. Ayetler:
Ve ölü toprak onlara [duyarsız kavme] bir delildir. Biz ona hayat verdik ve
ondan taneler çıkardık da ondan yiyip duruyorlar.
Ve Biz onun ürününden ve kendi elleriyle yaptıklarından yesinler diye orada
hurmalıklardan, üzüm bağlarından bahçeler yaptık. İçlerinde pınarlardan
sular fışkırttık. Hâlâ şükretmeyecekler mi?
Yerin bitkilerinden, kendi nefislerinden ve daha bilemeyecekleri şeylerden
çiftleri, onun hepsini yaratan, her türlü noksanlıktan münezzehtir.
12. ayetteki “Şüphesiz ki ölüleri ancak Biz diriltiriz, Biz!” ifadesi, bu gruptaki
33. ayette “ölü toprak” örnek verilmek suretiyle kanıtlanmaktadır. Bitkisiz, kupkuru
ölü toprak yağmur ile diriltilmekte ve ondan bitkiler, meyveler, sebzeler
çıkarılmakta, pınarlar fışkırtılmaktadır. Ölü toprağın verdiği nimetler bunlarla da
sınırlı değildir. 35. ayette bildirildiği gibi, toprağın bitirdiğinden insan eliyle daha
değişik nimetler de sağlanabilmektedir. Meselâ, pancardan elde edilen şeker,
üzümden elde edilen pekmez, zeytinden elde edilen zeytinyağı, susamdan elde
edilen tahin, buğdaydan elde edilen ekmek gibi nimetler, ölü toprağın verdiği
nimetlerden el ile üretilenleridir.
Ölü toprağın dirilmeye örnek oluşu Kur’an’da sık sık dile getirilmiştir:
Zühruf 11: Ve O [Allah], suyu gökten belli bir ölçü ile indirdi. Sonra Biz
onunla ölü bir beldeyi canlandırdık. İşte siz böyle
çıkarılacaksınız.
21
onunla hayat veririz. İşte böyledir ölmüş çürümüş insanlara
hayat vermek.
Kaf 9–11: Ve Biz gökten bereketli bir su indirdik. Onunla da kullara rızk
olmak üzere / kullara rızk olsun diye bahçeler ve biçilecek
taneler, tomurcukları birbiri üzerine dizilmiş büyük ve yüksek
hurma ağaçları bitirdik. Ve Biz onunla ölü bir beldeyi
canlandırdık. İşte çıkış [diriliş] böyledir.
Ya Sin 33: Ve ölü toprak onlara bir delildir. Biz ona hayat verdik ve ondan
taneler çıkardık da ondan yiyorlar.
Rum 24: Yine O’nun ayetlerindendir ki, size hem korku ve hem de umut
vermek için şimşeği gösteriyor. Ve gökten bir su indiriyor da
onunla yeryüzüne ölümünden sonra hayat veriyor. Şüphesiz ki
bunda aklını kullanacak bir kavim için nice deliller vardır.
Rum 50: Öyleyse Allah’ın rahmetinin eserlerine bir göz at; yeryüzünü
ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphe yok ki O, mutlaka
ölüleri diriltir ve O her şeye gücü yetendir.
22
Rum 19: O, ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarır ve yeryüzüne
ölümünden sonra hayat verir. Sizler de işte öyle
çıkarılacaksınız.
Zariyat 49: Ve Biz her şeyden iki eş yarattık. Umulur ki siz, iyice
düşünürsünüz / öğüt alırsınız.
36. ayette “ الزواجezvac” sözcüğü ile ifade edilmiş olan bu durum, maddenin
temeli olan atomun yapısında ancak 20. asırsa tespit edilebilmiştir. Bilimin değişik
alanlarında sağlanan gelişmelere paralel olarak tescil edilen bu “Atom altı”
gerçeklik, o günden sonra “karşıt madde”, “karşıt parçacık” gibi, önünde “karşıt”
sözcüğünün bulunduğu kavramlarla ifade edilmeye başlanmıştır.
Bu konu hakkında Kur’an Araştırmaları Grubu’nun “Kur’an Hiç Tükenmeyen
Mucize” adlı kitabında şu bilgiler yer almaktadır:
23
sevgi-nefret, cömertlik-cimrilik gibi özellikleri de ayetin işareti içinde
değerlendirenler olmuştur.
c- Bilinmeyen eşler: Evren’deki eşli yaratılışların birçoğundan Kuran’ın indiği
dönemde insanların haberi yoktu. Bu bölümde özellikle bunları işleyeceğiz.
Evren’deki tüm maddelerin yapı taşı atomlardır. Tüm Evren’de yaratılışın eşler
halinde olup olmadığını merak eden bir kişi, maddenin bu en küçük parçasını
inceleyip bu konuda bir yargıya varabilir. Eğer maddenin en küçük parçasında eşler
bulunuyorsa, Evren’deki her şey bu küçük parçalardan yaratıldığına göre, her şey
eşlerden yaratılmış demektir.
Atom üzerindeki çalışmalar ilerledikçe var olan parçacıkların sırf protonlardan,
nötronlardan, elektronlardan oluşmadığı, atomun sandığımızdan da kompleks, daha
hassas, daha mükemmel bir yapısı olduğu anlaşıldı. Atomun en küçük parçaları için
bile eşler halinde yaratılış hüküm sürmektedir.
- Protona karşı eşi antiproton vardır.
- Elektrona karşı eşi pozitron vardır.
- Nötrona karşı eşi antinötron vardır.
Maddenin eşler halinde yaratılışı fiziğin en önemli keşiflerindendir. İngiliz
bilim adamı Paul Dirac bu konudaki çalışmalarından ötürü 1933 yılında Nobel Fizik
Ödülü’nü almıştır. Dirac’ın buluşu “Parite” adıyla bilinir ve maddenin antimadde
denilen bir eşi olduğu da bu buluşla ortaya konulur.
Allah’ın her şeyi tüm detaylarıyla planlaması, Evren’in yaratılışında
protonların, elektronların, nötronların ve bunların eşlerinin sayılarının
belirlenmesinde de kendini göstermektedir. Elektronu ve eşi pozitronu örnek olarak
ele alalım. Bu ikisi bir araya gelirse enerji açığa çıkar. 10 birim elektrona karşı 15
birim pozitron olursa, 10 birim elektron ile 10 birim pozitron yok olur, 5 birim
pozitron kalır. İkisinin sayısı eşit olursa sadece enerji açığa çıkar, geriye hiç elektron
ve pozitron kalmaz. Yani gerek protonların, gerek elektronların, gerek nötronların
var olabilmesi karşı karşıya geldikleri eşlerinden sayıca fazla olmalarına bağlıdır. Bu
arada elektron, proton ve nötronların kendi aralarındaki sayısal dengeleri de çok
önemlidir. Örneğin elektronların sayıca protonlardan az olduğu bir durumda
Evren’de canlılık oluşamazdı.
Şu andaki varlığımız tüm bu hesapların ince bir şekilde yapılmasıyla mümkün
olmuştur. Binlerce ayrı oluşumdan biri bile, rastlantılara, rastgeleliklere bırakılsaydı
bugün var olamazdık. Yaratıcımızın her şeyden haberdar olması, her şeyi kontrol
etmesi, sonsuz kudreti sayesinde var olabiliyoruz.
24
ispatladığının, Allah’ın Evren’i yaratışını bilinçli bir şekilde, belli gayelerle, büyük
bir kuvvetle gerçekleştirdiğini gösterdiğinin bilinmesi de çok önemlidir. Bu yüzden
kitabımızı yazarken Kuran’ın ayetlerindeki bilimsel mucizelerin varlığı kadar, bu
bilimsel bilgilerin nasıl Allah’ın varlığını, kudretini, sanatının ihtişamını
gösterdiğini, birbirinden ayırmadan, içiçe bir şekilde açıklamaya çalışıyoruz.
Kısacası bizim için Kuran mucizelerinin varlığı kadar, bu mucizeleri gerçekleştiren
ayetlerin tüm boyutlarda düşündürdükleri de çok önemlidir.
Maddi Evren’in eşler halinde yaratıldığını söyleyen ayetlerde de aynı noktaya
dikkat etmeliyiz. Kuran’ın indiği dönemde Evren’in eşler halinde yaratılışının,
oynadığı kritik rolün bilinmesi imkânsızdır. Bu nokta çok önemlidir. Fakat bu nokta
kadar Evren’deki çiftli yaratılışları incelediğimizde itme-çekme kuvvetlerinden,
proton-antiprotonların, nötron-antinötronların dengesine kadar görülen harikalar da
çok önemlidir. Çünkü Kuran ayeti sadece bir mucize olsun diye değil, aynı zamanda
tüm bu çiftli yaratılışlar üzerinde düşünelim, Allah’ın yaratışındaki harikalıkları
anlayalım diye de Evren’deki eşli yaratılışlara dikkatimizi çekmektedir.
Evren’deki eşli yaratılışların önemi proton ve nötronların içindeki quarkların
keşfiyle de devam etmiştir. Laboratuvar çalışmalarından quarkların da, leptonların
da (diğer bir atom altı parçacık) ikişer ikişer yani eşli bir şekilde ortaya çıktıkları
anlaşıldı. “Up”, “Down”, “Charm”, “Strange” quarklarından sonra “Bottom” adı
verilen quark bulununca, çiftli yaratılışın bilinci bilim adamlarına o kadar
yerleşmişti ki “Top” adlı quarkın adı daha bu quark bulunmadan koyuldu. Kuran’ın
1400 yıl önce işaret ettiği, bilim adamlarının çok yakın zamanlarda kavuştuğu bu
öngörü haklı çıktı. 1994 yılının Mayıs ayındaki Time dergisinin kapağı “Top”
quarkının keşfini haber veriyordu. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Fermi
Laboratuvarları’nda yapılan çalışmalarla “Bottom” quarkının eşi olan “Top” quarkı
keşfedilmişti.
Evren’deki tüm eşli yaratılışlar Evren’in birlik bütünlük içindeki düzenine
hizmet etmektedir. Ne “Up” ve “Down” quarklarının, ne protonun ve antiprotonun,
ne de Evren’deki artı ve eksi yüklerin bir bilinçleri vardır. Tüm bu düzenli, bilinçli
oluşumlar bilinçsiz maddenin en mikro düzeyinde yaratılmaktadır. Ve bu yaratılışlar
sayesinde galaksiler, yıldızlar, gezegenler, bitkiler, hayvanlar, insanlar var
olabilmektedir. Üstün bir kudret yaratmasaydı birbirine zıt-eş güçlerin, zıt-eş
parçacıkların var olması da mümkün olmazdı. Bu birbirlerine zıt-eş güçlerin kaos
yerine düzenli, renkli, olağanüstü bir Evren yaratması da mümkün olmazdı. İlk
yaratılışı yapan, sondaki hedefleri belirleyen kim ise, ilk yaratılış anında eş güçleri
ortaya çıkartan, son hedeflere varıncaya kadar bu eşleri bir Bir’lik için çalıştıran
kimse de O’dur. İbret almaya, aklını çalıştırmaya niyeti olanlar için Allah’ın
Evren’de koyduğu deliller ortadadır.
“Düşünüp ibret almanız için her şeyi eşler halinde yarattık.” (Zariyat/49)
37. Ayet:
Gece de onlara [duyarsız kavime] bir delildir. Biz ondan [geceden] gündüzü
sıyırırız da onlar hemen karanlığa dalıverirler.
25
ayete kadar olan bölümde, gece ve gündüz ilişkisindeki mucizeler ile Güneş’in ve
Ay’ın hareketlerine ait özellikler sergilenmiştir.
Bilindiği gibi, Dünya kendi etrafında döndükçe Dünya’nın Güneş karşısında
bulunan yüzü arkaya geçer ve karanlığa girer. Karanlık ve aydınlık arasındaki bu
dönüşüm, Dünya’nın kendi etrafındaki dönüş hızına göre yavaş yavaş olmaktadır.
İşte, ayette geçen “geceden gündüzün sıyrılması” budur; bir taraftan sıyrılan bölge,
aynı hız ve oranda diğer tarafa bürünmektedir. Güneş sistemi hakkında bugünkü
bilgilerin kuram hâlinde bile henüz ortaya atılmamış olduğu bir dönemde, gece ile
gündüz arasındaki ilişkinin gerçeklere tam bir uygunlukla açıklanmış olması bir
mucizedir. Bu mucize başka ayetlerde de dile getirilmiştir:
A’râf 54: Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan,
sonra Arş üzerine istiva eden, gündüzü, durmadan kovalayan
gece ile bürüyen ve Güneş, Ay ve yıldızları emrine boyun
eğmiş olarak yaratan Allah’tır. İyi biliniz ki yaratma ve emir
sadece O’na özgüdür. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı ne
yücedir.
Hacc 61: İşte bu, şüphesiz Allah’ın, geceyi gündüzün içine sokmasıyla,
gündüzü de gecenin içine sokmasıyladır. Şüphesiz Allah,
Semi’dir [çok iyi işiten] Basir’dir [çok iyi gören].
Konumuz olan ayetteki ifade, gece ile gündüzün fizikî oluşumundan ziyade
hayat üzerindeki etkilerine yöneliktir. Çünkü artık herkes çok iyi bilmektedir ki;
yeryüzündeki bütün canlıların, hatta su, hava ve diğer maddelerin varlıkları, Güneş
ile Dünya arasındaki çok hassas mesafe sayesinde mümkün olabilmektedir. Eğer
Güneş ile Dünya arasındaki mesafe şimdiki durumundan daha az veya daha fazla
olsaydı, şu anda içinde bulunduğumuz yaşam mümkün olmayacak, belki cansız
maddelerin biçimsel özellikleri dahi farklı olacaktı. İşte, “gecenin gündüzden
sıyrılması” tabiri ile insanlığa gösterilen delilin arkasındaki bu ince ayarlar, duyuları
sağlam ve aklıselim sahibi herkese, bunları tasarlayan ve yapan bir kudretin varlığını
zorunlu olarak kabul ettirmektedir.
Kur’an Araştırmaları Grubu, “Kuran Hiç Tükenmeyen Mucize” adlı kitabında
bu konuya, ayette kullanılan fiili Dünya’nın yuvarlak yapısı ile ilişkilendirmek
suretiyle de yaklaşmıştır:
26
gündüzün üzerine sarılmasını ifade etmek için de kullanılmıştır. Ayette gecenin
gündüzün etrafına sarılması ifade edilirken aynı zamanda gündüzün de gecenin
üzerine sarıldığı ifade edilmektedir. Gece ile gündüzün oluşma sebebi Dünya’nın
küremsi yapısıdır. Dünya’nın küremsi şekli sayesinde gecenin ve gündüzün bu
şekilde yer değiştirmesi mümkün olmaktadır.
Böylece bu ayette de Dünya’nın küremsi yapısına işaret vardır. Bu işaret
“yükevviru” fiilinin yuvarlakımsı zeminlere sarılmayı ifade etmesinden dolayı
oluşmaktadır.
38. Ayet:
Kendi yolunda kendisi için kararlaştırılmış olan için akıp giden Güneş de
[duyarsız kavim için bir delildir]. İşte bu çok güçlü ve her şeyi bilen Allah'ın
takdiridir [ayarlamasıdır].
27
Yalın göz ile izleme yapıldığında sabit bir yıldız görüntüsü veren Güneş,
aslında aynen ayetin bildirdiği gibi hareket hâlindedir. Bu hareket iki türlü olup
Güneş hem kendi ekseni etrafında dönmekte, hem de Güneş Sistemi’ndeki gezegen
ve uydularla birlikte Samanyolu galaksisi çevresinde yol almakta; bir bakıma
yüzmektedir.
Ayetteki “İşte bu çok güçlü ve her şeyi bilen Allah’ın takdiridir” ifadesi,
Güneş’in bu hareketlerinin güzel, ölçülü ve Rabbanî bir hesap sonucu olduğunu
vurgulamaktadır. Güneş’in hareketlerine bu nitelikleri kazandıran ise, ayette geçen
“takdir” sözcüğünün “ince hesap yapmak” anlamında oluşudur. Hatırlanacak olursa
Kamer suresinin 49. ayetinin tahlilinde de, her şeyin Allah’ın ilminde takdir edilmiş
bir ölçü ile meydana geldiğini söylemiş ve surenin sonuna Seyyid Kutub’un bu
konudaki geniş bir açıklamasını koymuştuk. (Tebyînü’l-Kur’an; c: 2, s: 272, 283)
Rabbimizin ince hesabına Kur’an’da başka ayetler ile de dikkat çekilmiştir:
En’âm 96: Tan yerini yarandır. Geceyi dinlenme zamanı, Güneş ve Ay’ı
zaman ölçüsü kılmıştır. Bu, Güçlü olanın, Bilen’in takdiridir
[belirlemesidir].
Fussılet 12: Böylece O [Allah] onları iki günde yedi gök olmak üzere
gerçekleştirdi ve her göğe kendi işini vahyetti [içine yükledi].
Biz en yakın göğü kandillerle ve korumayla süsledik. İşte bu,
Aziz, Alim’in ayarlamasıdır.
İsra 12: Ve Biz geceyi ve gündüzü iki ayet kıldık. Sonra Rabbinizden
bir lütuf aramanız, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için
gecenin ayetini silip bir gördürücü olarak gündüzün ayetini
getirdik. Ve Biz her şeyi detaylandırdıkça detaylandırdık.
Yunus 5: O, Güneş’i bir aydınlık, Ay’ı bir ışık yapan ve senelerin sayısını
ve hesabını bilesiniz diye Ay’a menziller ayarlayandır. Allah
bunu ancak gerçek ile yaratmıştır. O, bilecek olan bir kavim için
ayetleri detaylandırır.
İbrahim 33: Sürekli olarak dönüş hâlinde olan Güneş’i ve Ay’ı emrinize
verdi. Geceyi ve gündüzü de sizin emrinize verdi.
“Güneş de bir karar yerine doğru akıp gitmektedir. Bu, Üstün Olan ve Bilen’in
takdiridir.” (Ya Sin/38)
28
Tarihin çok uzun bir döneminde insanlar Dünya’yı sabit, Güneş’i ise
Dünya’nın etrafında dönüyor zannettiler. Sonra Kopernik, Kepler, Galileo ile
başlayan süreçte ise insanlar Güneş’in sabit bir şekilde ortada durduğunu, Dünya’nın
ise sabit bir Güneş’in etrafında döndüğünü zannettiler. Bilimde devrim sayılan bu
keşif çok önemliydi ama Güneş’in bu modelde sabit, durgun sayılması yanlış bir
kanaatti.
Daha sonra ise gelişmiş teleskopların sayesinde ve kozmoloji biliminin
oluşturduğu birikimle Güneş’in de hareket ettiği, Dünya’nın hareket eden bir
Güneş’in etrafında döndüğü anlaşıldı. Oysa Güneş’in bu hareketi Kuran’da 1400 yıl
önceden açıklanmıştır. Gerek Güneş’in Dünya etrafında kısır döngü yaptığı ve
gerekse Güneş’in hareketsiz bir şekilde durduğu fikrine karşın Yasin Suresi’nin 38.
ayeti, Güneş’in bir hedefe doğru akıp gittiğini söyleyerek doğru modeli ortaya
koymuştur. Böylece Kuran birçok konuyu olduğu gibi Güneş’in hareketini de doğru
şekilde açıklayan bilinen ilk kaynaktır.
GÜNEŞ’İN HIZI
Güneş saatte 700.000 km’den daha büyük bir hızla Solar Apex adı verilen bir
yörünge boyunca Vega Yıldızı’na doğru hareket etmektedir. Dünya’nın hem kendi
29
ekseni etrafında, hem Güneş’in etrafında dönerken, aynı zamanda Güneş sistemiyle
beraber hareket ettiği de unutulmamalıdır.
Güneş her sabah doğmakta, her akşam batmaktadır. Fakat tüm bu doğuşları ve
batışları her seferinde Evren’in ayrı bir noktasında gerçekleşmektedir. Dünya,
Evren’de hiçbir zaman aynı noktadan bir daha geçmeden hareket eden bir Güneş’in
etrafında yolculuk yapmaktadır. Kitabımızın sırf bu bölümünün başından bu satırlara
kadar geçen süre içinde Güneş’in ve Güneş’e bağlı olarak Dünya’mızın bir kaç bin
kilometre yol kat ettiğini ve bu inanılmaz hızdaki hareketten en ufak bir şekilde
negatif olarak etkilenmediğimizi düşünürsek, Allah’ın ne kadar muhteşem düzeni ile
karşı karşıya olduğumuzu kavrayabiliriz.
39. ayet
Bizim kendisi için, eski kuru bir hurma dalı gibi dönünceye dek menziller
takdir ettiğimiz Ay da (o duyarsızlaşmış kavim için bir delildir).
30
Bizim tercihimiz de bu yönde olduğu için, “Ay’a gelince, Biz ona menziller
tayin ettik” şeklindeki bir çeviriyi ayetin içinde yer aldığı pasaja uygun görmedik ve
pasaja bütünlük kazandıran yukarıdaki meali oluşturduk.
Bu ayette yine mucizeler gösterilmekte ve uyarı bu mucizelere dikkat çekilmek
suretiyle yapılmaktadır:
AY’IN MENZİLLERİ
AY'IN YÖRÜNGESİ
“Ay'a da bir takım evrelerle ölçü biçtik. Nitekim o eski ve eğri hurma dalı gibi
döner.” (Yasin/39)
31
yemesi demektir. Ay okyanusları kendisine çekerek, Dünya'nın dönüş hızını
yavaşlatmış ve bugünkü şekline getirmiştir.
AY VE MATEMATİK
32
yörüngesindeki matematiksel inceliklerin, ne de Ay'ın Dünya'nın etrafında
dolanırken çizdiği yörüngenin şeklinin bilinmesi mümkündür.
Ay Dünya'nın yörüngesi boyunca kıvrım kıvrım dönerek yol alan bir
yörüngeye sahiptir. Bu yörünge aynen hurma dalı şekline sahiptir.
40. Ayet:
Güneş’in Ay’a erişip çatması uygun olmaz. Gece de gündüzü öne geçici
değildir. Hepsi de bir yörüngede yüzerler.
“Geceyi, gündüzü, Güneş'i ve Ay'ı yaratan O'dur. Her biri bir yörüngede yüzüp
giderler.” (Enbiya/33)
33
hareketiyle olan yer değiştirmedir. Bu yer değiştirme Uzay'da olursa o takdirde bu
kelimenin içerdiği anlamı yansıtabilmek ancak kelimeyi, kelimenin kökündeki esas
anlamda kullanmakla mümkün olur. Öyleyse ayetlerdeki "sebeha" kelimesini "kendi
öz hareketiyle yer değiştirir" şeklinde anlamak doğru olacaktır. Böyle bir anlamın
doğruluğu aşağıdaki nedenlere dayanır:
Ay kendi ekseni üzerinde kendi öz dönüş hareketini, Dünya etrafında icra ettiği
tam bir devriyle aynı zamanda yapar, yani 29.5 gün kadar bir zamanda tamamlar.
Öyle ki bize hep aynı yüzünü gösterir.
Güneş kendi ekseni üzerinde kendi öz hareketini yaklaşık 25 günde tamamlar.
Yani ekseni üzerinde döner. Bu gök cismi bütün halinde bir dönüş hareketiyle akıntı
içerisinde olduğundan ekvator bölgesinin kendi ekseni üzerinde dönme hızı,
kutuplar bölgesinin kendi ekseni üzerinde dönüş hızından farklıdır.
Görülüyor ki Kuran'da "sebeha" fiilinden bir anlam inceliğiyle Güneş ve Ay'ın
kendi öz hareketlerine işarette bulunulmaktadır. Bu hareketler ise çağdaş ilmin
verileriyle doğrulanmıştır. Güneş ve Ay'ın bu kendi öz hareketlerini miladi 7.
yüzyılda yaşamış bir insanın kendi zamanında ne kadar âlim dahi olsaydı -ki
Muhammed Peygamber için böyle bir durum söz konusu değildir- hayal etmiş
olabileceği düşünülemez.”
34
için kudretini, merhametini, sanatını gösteren delilleri Evren'in her yerinde
sergilemektedir.
“Şüphesiz Evren'in ve yerin yaratılışında, geceyle gündüzün birbiri ardınca
gelişinde aklını ve gönlünü işletenler için çok deliller vardır.”
“Onlar ayakta, otururken, yan yatarken hep Allah'ı hatırlarlar, Evren'in ve yerin
yaratılışı konusunda derin derin düşünürler. ‘Efendi'miz, sen bunu boşuna
yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateş azabından koru’.” (Ali İmran/190, 191)
41–44. Ayetler:
Fatır 12: İki deniz de eşit olmuyor; şu tatlıdır, hararet keser ve içerken
kayar; şu da tuzludur, yakar kavurur. Her birinden de taze bir et
yersiniz ve giyeceğiniz bir süs çıkarırsınız. O’nun lütfundan
nasip arayasınız ve belki şükredersiniz diye onda suyu yara yara
giden gemileri de görürsün.
35
yolculuğu yapanlar, doğal olarak denizin bu tehlikelerini içlerinde hissederler ama
yaptıkları yolculuğun Allah’ın rahmeti sayesinde olduğunu düşünerek rahatlarlar.
Ayetteki “bir zamana kadar yararlanma” ifadesinden anlaşılmaktadır ki, bu
kurtarma işi devamlı değildir ve bu dünyadaki her şey gibi bunun da bir sonu vardır.
Rabbimiz, özellikle Şuara suresinde (8, 67, 103, 121, 158, 174, 190. ayetler)
olmak üzere insanlara rahmeti gereği birçok delil göstermiştir:
Neml 52: İşte, onların işledikleri zulümler yüzünden çatıları çöküp ıpıssız
kalmış evleri. Hiç kuşkusuz bunda, bilen bir halk için bir ayet /
gösterge vardır.
47. Ayet:
Onlara: “Allah’ın sizi rızklandırdığı şeylerden infak edin” dendiği zaman da,
o kâfirleşmiş kişiler, şu iman etmiş kişiler için: “Allah’ın dileyince
36
doyurabileceği kimseyi biz mi doyuracağız? Siz ancak apaçık bir sapıklık
içindesiniz” dediler.
48. Ayet:
45. ayetten beri çeşitli davranışları ile teşhir edilen aklını ve duygularını
kaybetmiş topluluk, bu ayetteki itirazları ile asıl küfürlerini dile getirmişlerdir.
Çünkü onların “bu söz verilen (tehdit) ne zaman?” diye sordukları soru, gerçekten
öğrenmeye yönelik bir soru değil, inkâr ve istihzaya yönelik bir sorudur. Kâfirlerin
bu sorusu Kur’an’da birçok ayette geçmektedir:
Sebe 29, 30: Bir de onlar: “Eğer doğrulardan iseniz bu söz verilen (tehdit)
ne zaman?” diyorlar.
De ki: “Size öyle bir gün vaat edilmiştir ki, ondan ne bir saat
geri kalabilirsiniz, ne de ileri geçebilirsiniz.”
Mülk 25, 26: Bir de onlar: “Eğer doğrulardan iseniz bu söz verilen (tehdit)
ne zaman?” diyorlar.
De ki: “Kesinlikle Bilgi [onun bilgisi], Allah’ın yanındadır. Ben
ise yalnızca apaçık bir uyarıcıyım.”
37
Onlar sadece birbiriyle çekişip dururlarken, kendilerini yakalayıverecek bir
tek çığlıkla karşı karşıya kalacaklardır. İşte o zaman bir vasiyette bile
bulunamazlar. Ehillerine [ailelerine, yakınlarına] de dönemezler.
İnkârcıların “Ne zaman?” sorusuna vaat edilen günün tarihiyle değil, vaat
edilen günün nasıl bir gün olacağı anlatılarak cevap verilmiştir. Zaten inkârcılar da
bu soruyu tarih öğrenmek amacıyla sormamışlar, inanmadıklarını alay ederek
belirtmek için sormuşlardır.
Ayette bildirildiğine göre, o gün ani bir çığlıkla, daha evvel hiçbir alâmeti
olmadan, onlar işiyle gücüyle uğraşırken, birbirleriyle didişirken, işlerini kimseye
havale etmeye, yerlerine birisini bulmaya fırsatları olmadan gerçekleşecektir. O
günün gelişi bir başka ayette de şöyle ifade edilmiştir:
51–54. Ayetler:
38
Zümer 68: Ve Sur’a üflenmiştir. Allah’ın dilediği hariç göklerde kim var,
yerde kim varsa çarpılıp yıkılıvermiştir. Sonra ona başka bir
daha üflenmiştir. Bir de bakarsın onlar kalkmışlar karşıda
bakıyorlardır.
Kehf 99: Ve Biz o gün [kıyamet gün] onları dalgalar hâlinde birbirlerine
girer hâlde bırakıvermişizdir. Sur’a da üflenmiştir. Böylece
onların hepsini bir araya toplayıvermişizdir.
Mearic 43, 44: O gün onlar, kabirlerinden fırlaya fırlaya çıkarlar. Sanki dikili
bir şeye koşuyorlar gibi...
Gözleri horluktan aşağı düşmüş ve kendileri zillete bürünmüş
bir hâlde. İşte bu, onların tehdit edilegeldikleri gündür!
Kamer 6–8: O hâlde onlardan geri dur [sırt çevir]. O günde Çağırıcı’nın,
nüküre [bilinmedik, inkâr edilen, yadırganan bir şeye] çağırdığı
o günde gözleri düşkün düşkün, o davetçiye hızlıca koşarak
kabirlerinden çıkarlar, sanki onlar darmadağın çekirgeler
gibidirler. O kâfirler: “Bu, zor bir gündür” derler.
Lokman 28: Sizin yaratılmanız ve ölümden sonra diriltilmeniz ancak bir tek
kişininki gibidir. Gerçekten Allah en iyi işiten, en iyi görendir.
Rum 55, 56: Ve kıyametin kopacağı gün günahkârlar bir saatten fazla
durmadıklarına yemin ederler. Onlar işte böyle
döndürülüyorlardı.
Kendilerine ilim ve iman verilenler de diyecekler ki: “Ant olsun
ki, Allah’ın kitabında, dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu,
ölümden sonra dirilme günüdür. Fakat siz bunu
bilmiyordunuz.”
39
Bir de bakmışsın onlar meydandadır.
Nahl 77: Ve göklerin ve yerin gaybı sadece Allah’a aittir. Saatin emri
[kıyametin koparılması] de yalnızca göz açıp kapama gibidir
veya o, daha yakındır. Şüphesiz Allah her şeye güç yetirendir.
İsra 52: Sizi çağıracağı gün, onu överek O’nun çağrısına uyacaksınız ve
zannedeceksiniz ki, (kabirlerinizde) pek az kaldınız.
Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, ölüm ile baas [diriliş] arasında uzun bir
zaman yoktur; “an” diyebileceğimiz kadar bir süre vardır. Dolayısıyla, bazı
söylentilerde yer aldığı gibi “kabir hayatı” diye bir hayat ve orada çekileceği
uydurulan “kabir azabı” diye bir azap söz konusu değildir.
Şûra 40: Ve bir kötülüğün cezası, onun gibi bir kötülüktür. Ama kim
affeder ve düzeltirse onun ücreti Allah’a aittir. Şüphesiz ki O,
zalimleri sevmez.
Enbiya 47: Biz kıyamet günü için adalet terazileri koyarız; hiçbir kimse,
hiçbir şeyce haksızlığa uğratılmaz. (O şey) Bir hardal tanesi
ağırlığınca da olsa, onu getiririz. Ve hesap görenler olarak Biz
yeteriz.
Nisa 40: Şüphesiz ki Allah zerre kadar zulüm etmez. Ve eğer o iyilik ise
onu kat kat artırır. Ve kendi katından büyük bir ecir verir.
Casiye 22: Ve Allah, gökleri ve yeri gerçek ile yarattı. Ve de her kişiye,
yaptığı karşılıklandırılmak için. Ve onlar zulmedilmezler.
55–58. Ayetler:
40
sefa sürmektedirler.
Kendileri ve eşleri gölgeler içinde koltuklar üzerine kurulmuşlardır.
Yalnızca onlara, orada bir meyve vardır. İsteyecekleri her şey de onlarındır.
Söz olarak (onlara) Rahîm Rabb’den “selâm” (vardır).
Yunus 26: İyi, güzel amel yapanlar için daha güzeli ve daha fazlası vardır.
Yüzlerine kara bulaşmaz, zillet de. İşte bunlar cennet ehlidirler.
Onlar orada ebedî kalıcıdırlar.
56. ayette konu edilen eşler, dünyadaki karı koca durumunda olan eşler
değildir. Buradaki eşler, refakat ve eğlence için Rabbimizin cennet ehline sunacağı
eşlerdir. Dünyada iken karı koca olan eşler, belki de ahirette haklarını almak için
birbirlerini kovalayan hasımlar olacaklardır. (Abese Suresi 33–37. ayetler)
Aşağıdaki ayetler, konumuz olan ayetlerin tefsiri niteliğindedir:
41
Duhan 51–57: Şüphesiz ki takvalı davrananlar Rabbinden bir lütuf olarak
güvenli bir makamdadırlar; bahçelerde ve pınarlardadırlar.
Onlar karşılıklı oturarak ince ipekten ve parlak atlastan elbiseler
giyerler. İşte böyle! Biz onları iri siyah gözlü hurilerle
eşleştirdik. Onlar orada güven içinde her çeşit meyveyi
isteyebilirler. Onlar orada ilk ölümden başka bir ölüm tatmazlar.
Ve O [Allah] onları cehennem azabından korumuştur. İşte bu,
büyük kurtuluşun ta kendisidir.
59–64. Ayetler:
Cennet ve cennet ehli ile ilgili anlatım bittikten sonra, kâfirler ile ilgili olarak
mahşerin ikinci aşaması olan sorgulama sürecinin anlatılmasına geçilmiştir. Dikkat
edilirse, kâfirlerin azabı, sorgulama sırasında azarlanarak horlanmak suretiyle
başlamaktadır. Bu psikolojik bir azaptır ve kâfirlere uygulanacak olan üç şubeli
azabın ilk şeklidir. (Psikolojik azabın Mürselat suresinde konu edilen azap
şubelerinden biri olduğu, o surenin tahlilinde açıklanmış idi):
Duhan 49: “Tat bakalım! Şüphesiz sen çok güçlü ve çok üstündün!”
Rum 43: Öyleyse Allah’tan geri çevrilmesi olmayan bir gün gelmeden
önce yüzünü dosdoğru dine çevir. O gün onlar bölük bölük
ayrılırlar.
42
Yunus 28: Ve hepsini toplayacağımız, sonra da o şirk koşanlar için
“Yerlerinize! Siz ve ortaklarınız!” diyeceğimiz gün, artık
aralarını iyice açtık [açacağız] ve onların ortakları, “Siz sadece
bize tapmıyordunuz ki!” dediler [diyecekler].
Casiye 28: Ve her ümmeti diz çökmüş görürsün. Her ümmet, kendi
kitabına çağırılır; “Bugün, yapmış olduğunuz amellerin karşılığı
size verilecektir.”
ŞEYTANA KULLUK
65. Ayet:
Bugün Biz onların ağızlarının üzerine mühür vururuz; Bize elleri konuşur,
ayakları da kazandıkları şeylere şahitlik eder.
43
anlam Türkçede (bir kimsenin yaptığı bir işin veya içinde bulunduğu durumun)
“yüzünden okunması” deyimi ile ifade edilmektedir.
Nur 24: O gün dilleri, elleri ve ayakları, yapmış oldukları işlere kendi
aleyhlerinde şahitlik edecektir.
68. Ayet:
Ve Biz kime uzun ömür verirsek, yaratılışta onu tersine çeviririz [tepesi üste
dikeriz]. Buna rağmen hâlâ akıllanmayacaklar mı?
44
etmediler? Kendilerinin zayıf yaratıldığını mutlaka Bize dönmek için
programlandıklarını da mı kavrayamadılar?
Fatır 37: Onlar, orada şöyle feryat ederler: “Ey Rabbimiz! Bizleri çıkar,
yapageldiklerimizden başka salih bir amel yapalım.” (Onlara):
“Size düşünecek olanın düşüneceği kadar bir ömür vermedik
mi? Hem size uyarıcı da gelmişti. O halde azabı tadın. Çünkü
zalimleri kurtaracak yoktur” (denir).
Nahl 70: Ve Allah sizi yarattı, sonra da sizi öldürecektir. İçinizden kimi
de, bilgiden sonra herhangi bir şey bilmesin diye, ömrün en
kötü zamanına ulaştırılır. Şüphesiz ki Allah çok bilgili ve çok
kudretlidir.
Ve Biz ona şiir öğretmedik. Bu onun için yaraşmaz da. O, sadece diri olanları
uyarmak ve kâfirlerin üzerine Söz’ün hak olması için bir öğüt ve apaçık bir
Kur’an’dır.
Bu iki ayet Kur’an’a yönelik olup ayrı bir necmdir. Klâsik kaynaklarda
(Mukatil) yer aldığına göre, Ukbe b. Ebi Muayt isimli bir şahıs, peygamberimizi
etkisiz kılmak maksadıyla onun bir şair olduğunu ileri sürerek bir karalama
kampanyası başlatmış, yukarıdaki ayetler de peygamberimiz aleyhindeki bu
faaliyetler üzerine inmiştir.
Peygamberimiz aleyhindeki bu tarz faaliyetler başka ayetlerde de
görülmektedir:
Enbiya 5: Bilakis onlar: “Bunlar karmakarışık düşlerdir; yok yok, onu
kendisi uydurdu; yok yok, o bir şairdir. Hadi öyleyse
öncekilerin gönderildiği gibi bize bir mucize getirsin!” dediler.
45
Rabbimiz bu ayetlerde elçisine şiir öğretmediğini ve Kur’an’ın da şiir olmayıp
öğüt olduğunu beyan ederek Kur’an’ın şiir ve peygamberimizin de şair olduğu
yönündeki yakıştırmaları reddetmiştir.
Burada dikkat çekilen nokta, Kur’an’ın ve şiirin niteliklerinin farklı oluşudur.
ŞİİR NEDİR?
Yüzlerce tanımı yapılmış olan şiir kısaca “bir benzetme sanatı”dır. Şiir hiçbir
zaman “gerçek” değildir. Dolayısıyla şiir, bir nesnenin veya olayın gerçeğini değil,
benzerinin, taklidinin, sahtesinin sunumu olan süslü sözdür [zuhrufu’l-kavl). Şiirin
bize göre en iyi irdelemesi, M.Ö. 428–348 yılları arasında yaşamış olan Platon
tarafından yapılmıştır. Platon’a göre şairler, gerçekler yerine görünüşle uğraşmakta,
kopyanın kopyasını yaparak insanları gerçekten uzaklaştırmaktadırlar. (Bakınız:
Platon; Devlet, 10. Bölüm) Bu yaklaşıma göre, tıpkı çocukların oyuncaklarla
aldatılması gibi toplumlar da şiirle [benzetme ile] aldatılabilir, yanıltılabilir ve
ideolojiler de sulandırılabilir. Tarihte, özellikle de İslâm tarihinde bunun yüzlerce
örneği mevcuttur. Meselâ, Celalettin-i Rumî bu örneklerden bir tanesidir.
Rabbimiz şiirin bu yönünü Şuara suresinde ortaya koymuştur:
Şuara 221–226: Şeytanların kime inip durduğunu size haber vereyim mi?
(Onlar) Tüm iftiracı günahkârlar üzerine iner dururlar.
Onlar, kulak verirler hâlbuki onların çoğu yalancıdır.
Şairler; şüphesiz onlara azgın sapıklar uyar.
Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekten
yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi?
DİRİLERİ UYARMAK
70. ayetteki Kur’an’ın sadece diri olanları uyarmak için bir öğüt olduğunu
bildiren ifade, ölülere herhangi bir şeyi ulaştırmanın, duyurmanın, göstermenin
mümkün olmadığına işaret etmektedir.
Kur’an ile yapılacak uyarının diri olanlara yönelik olduğu, başka bir ayette
daha bildirilmiştir:
46
Enam 19: De ki: “Tanıklık bakımından hangi şey daha büyüktür?” De ki:
“Benimle sizin aranızda Allah tanıktır. Ve sizi ve ulaşan herkesi
uyarayım diye bana bu Kur'an vahyolundu. Allah’la beraber
gerçekten başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten tanıklık eder
misiniz?” De ki: “Ben etmem.” De ki: “O, ancak ve ancak bir
tek ilâhtır ve gerçekten ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden
uzağım.”
Konumuz olan ayetlerde açık ve net olarak beyan edildiği gibi, Kur’an’ın diri
olanları uyarmak yanında bir diğer işlevi de “öğüt” olma niteliğiyle Allah’ın
Söz’ünün gerçekleşmesinde rol oynamasıdır. Zira Rabbimiz, uyarı yapmadan, elçi
göndermeden, yasa koymadan azap etmeyeceğini bildirmiş olduğundan, yukarıda
konu ettiğimiz “Bütün insanlar ve cinnlerden (herkesten) cehennemi elbette
tamamen dolduracağım” Söz’ünün gerçekleşmesi için insanların uyarılması
gerekmektedir. Kur’an, “öğüt” olma niteliğiyle bu uyarının yerine getirilmesini
sağlamaktadır. Kur’an’ın indirilişinden sonra hiç kimse “Bana öğüt verilseydi, elçi
gelseydi, bu durumda olmazdım, bana haksızlık edildi” diyemeyecek ve bu surenin
7. ayetinde açıkladığımız Söz’ün gerçekleşmesi için gerekli şartlar yerine gelmiş
olacaktır.
71–73. Ayetler:
Bu ayetler, duyarsızlaşmış bir toplumun inkâr sözlerini dile getiren 48. ayetin
devamı mahiyetindedir. Sözü edilen duyarsızlar, canlıların yapılarındaki ayetlerden
ibret almamaları ve çevrelerindeki delilleri görmemeleri sebebiyle bu ayetlerde de
kınanmaya devam etmektedir. Onlara denilmektedir ki: “Biz size, kendinizden kat
kat güçlü, deve, sığır gibi hayvanları boyun eğdirdik, binit yaptık. Sizi o hayvanların
etinden, sütünden, derisinden, tüyünden, gücünden ve gübresinden de istifade
ettirdik. Bu hayvanları, yüzlercesini bir küçük çocuğun kontrol edebileceği şekilde
zelil kıldık. Bunların nasıl olduğunu hiç düşündünüz mü? Hâlâ şükretmeyecek
misiniz?”
شكر
ّ الŞÜKÜR
“Şükür” sözcüğü nankörlüğün karşıt anlamlısı bir sözcük olup “bir ihsanın
karşılığını eylemli olarak vermek” demektir.
“Şükür” sözcüğü en başta “deve ve koyun gibi hayvanların yedirilen yem
karşılığı semirmesi ve süt vermesi” için kullanılmış, ama daha sonraları “yapılan
47
iyiliklere karşı nankörlük etmemek ve yapılanın karşılığını herhangi bir şekilde
imkânlar ölçüsünde dışa yansıtmak” şeklinde bir anlam zenginleşmesine uğramıştır.
Sözcüğün ifade ettiği bu anlam doğrultusunda bu ayetteki kullanımından çıkarılması
gereken en önemli sonuç, “Şükür” denen olgunun lâf ile olmayacağı gerçeğidir.
(Şükür sözcüğü ile ilgili daha fazla ayrıntı surenin sonunda bulunan “Şükür” başlıklı
yazımızda mevcuttur.)
Rabbimizin başta Mekkeli müşriklere, sonra da Rabbimizin ihsanına nail
olmuş tüm insanlara bir sitem mahiyetinde olan “Hâlâ şükretmeyecekler mi?” (Ya
Sin/73) şeklindeki sözlerini şu şekilde takdir etmek mümkündür: “Herkes kendisine
sunulan ihsana karşılık şükretsin, yani mallarıyla, canlarıyla nimetlerin karşılığını
yansıtsın!”
Bu ayet grubunda geçen ifadelerin benzerleri, başka ayetlerde de yer almıştır:
Mümin 79–81: Allah, onlardan bir kısmına binesiniz diye sizin için hayvanları
kılandır [yaratan, ayarlayandır]. Onların bir kısmından da
yiyorsunuz.
Sizin için onlarda daha nice menfaatler vardır. Ve (Allah)
onların üzerinde gönüllerinizdeki bir arzuya erersiniz diye
(hayvanları kılandır; yaratandır, ayarlayandır). Onlar üzerinde
ve gemiler üzerinde taşınırsınız.
Ve Allah size ayetlerini gösteriyor. Peki, şimdi Allah’ın
ayetlerinin hangisini inkâr edersiniz?
48
jandarma olduğu” durum, aşağıdaki ayetlerden görülebileceği gibi, ancak ahirette
söz konusu olabilecek bir durumdur:
Hacc 73: Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, şimdi ona iyi kulak verin:
Sizin Allah’ın astlarından şu yakardıklarınız bir araya gelseler,
bir sineği bile asla yaratamazlar. Ve sinek onlardan bir şey
kapsa onu kurtaramazlar. İsteyen ve istenen güçsüzdür.
76. Ayet:
Bu ayet bir parantez içi cümle olup hem şairlikle suçlanan peygamberimize
teselli vermek, hem de bu dedikoduları çıkaranları tehdit etmek üzere inmiştir. Bu
tip sataşmalar peygamberimize çok kez yapılmış, Rabbimiz de elçisini her defasında
teselli etmiş, onun maneviyatını yükseltmiştir.
Yunus 65: Ve onların sözü seni üzmesin. Kesinlikle güç / şan ve şeref
bütünüyle Allah’a aittir. O, en iyi işiten, en iyi bilendir.
77–82. Ayetler:
49
77. ayette, “o insan [o kişi]” denilmek suretiyle özel bir insan tipinden
bahsedilmektedir. 78. ayetten anlaşıldığına göre, “o insan” çürümüş kemikleri örnek
göstererek yeniden diriltilmenin mümkün olamayacağını ileri sürmüştür. Bu
davranışı ile daha çok “o herif” denmeyi hak eden kişi, nakillere göre Ubeyy b.
Halef adlı kişidir. Bu kişi, topraklaşmış kemikleri avucunda ezdikten sonra üfleyerek
havaya savurmuş ve peygamberimize “Kim diriltecekmiş o kemikleri? Onlar
çürümüş iken!” diyerek bu ayet grubunun inişine sebep olmuştur.
Kâfirlerin, kemiklerin bile çürüdüğünü, dolayısıyla yeniden yaratılmanın akla
uzak olduğunu ileri sürmeleri Kur’an’da birçok ayette dile getirilmiştir:
İsra 49: Ve onlar dediler ki: “Biz, bir kemik yığını olduğumuz ve
ufalanıp toz olduğumuz vakit mi, gerçekten biz, yeni bir
yaratılışla diriltilecek miyiz?”
İsra 98: Bu, ayetlerimizi inkâr etmiş olmaları ve: “Sahi bizler, bir yığın
kemik ve ufalanmış toz olduğumuz zaman mı, yeni bir
yaratılışla diriltilmiş olacağız?” demiş olmaları nedeniyle
onların cezasıdır.
50
Mümin 57: Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından
daha büyüktür. Ama insanların çoğu bilmiyorlar.
Naziat 27–33: Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz yoksa gök mü? Onu [göğü] O
[Allah] yaptı:
Boyunu yükseltti ve onu düzene koydu, gecesini kararttı ve
kuşluğunu [ışığın parlaklığını] çıkarttı. Ve ondan sonra
yeryüzünü döşedi; yeryüzünden suyunu ve otlağını çıkardı,
dağları da sabitledi [demirledi; sağlam bir şekilde yerleştirdi],
sizin ve hayvanlarınız için bir faydalanma olmak [yararlanmak]
üzere.
Vakıa 60, 61: Ölümü aranızda Biz takdir ettik Biz. Biz önüne geçilebilenler
değiliz.
Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getiririz ve sizi
bilmediğiniz bir şeyde inşa ederiz.
81. ayetteki, Allah’ın “yaratmayı çok iyi bilen” olduğuna dair ifade,
Rabbimizin yaratıcılığının çeşitliliğine işaret etmektedir. Meselâ, Rabbimiz Âdem’i
anasız babasız, İsa peygamberi de babasız yaratmıştır. Ayrıca Rabbimiz Rum
suresinin 19–24. ayetlerinde bildirildiği gibi ölüden diri, diriden de ölü
yaratmaktadır. Bunlardan başka Rabbimizin topraktan yaratması, sudan yaratması,
eşler hâlinde yaratması, gökleri yaratması, yeryüzünü yaratması, farklı diller ve
renkler yaratması, bu yaratma çeşitliliğinin örneklerindendir.
80. ayetteki “O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş yapandır. Şimdi de siz ondan
yakıp duruyorsunuz” ifadesi, klâsik kaynaklarda, söz konusu yeşil ağacın Hicaz
bölgesinde bulunan Merh ve Afar ağaçları olduğu ve bu ağaçların çakmak taşı gibi
birbirine sürtülmesiyle ateşin elde edildiği şeklinde anlaşılmıştır. Daha sonraları ise
bu iki ağacın sürtünmesinden çıkan ateşle elektriğin kastedildiğini söyleyenler de
olmuştur. Bazıları da petrolün kaynağının yeşil ağaç olduğunu ileri sürerek bu ayette
petrolden bahsedildiğini iddia etmişlerdir.
Biz, “yemyeşil ağaçtan çıkan ateş” ile “yemyeşil ağaçtan çıkan oksijen”in
kastedildiği ve bu ayette mucizelerin en büyüklerinden birinin daha gözler önüne
serildiği kanaatindeyiz. Çünkü “ateş”in oluşabilmesi için o ortamda bulunması
gereken şey “oksijen”dir. Oksijen gazı, yeşil bitkilerde bulunan klorofil adı verilen
yeşil pigmentler tarafından üretilmektedir. Nitekim “yanma” denen kimyasal olay,
yanıcı maddelerin oksijenle birleşmesi olayıdır. (Ana Britannica; c:32, s:97)
Atmosferdeki serbest oksijenin nereyse tamamı fotosentez denen bu kimyasal olay
sonucunda açığa çıkmıştır. (Ana Britannica; c:24, s:154)
51
yapandır” ifadesiyle canlıların yaratılması kadar yaşamlarının sürdürülmesi de
Allah’ın kontrolündedir mesajı verilmektedir.
Konuyu bilim ışığı altında inceleyen bir yazıyı, yararlı olacağı düşüncesiyle
okuyucunun dikkatine sunuyoruz:
SOLUNUM VE FOTOSENTEZ
Nefes alıp verme süreci, yani solunum, en basit şekliyle bir canlının oksijen
alıp karbondioksit vermesi şeklinde tanımlanabilir. Peki, nefes almayla sabahın ne
bağlantısı vardır acaba? Neden bu iki kavram ayette bir araya getirilmiştir?
Sabahleyin geceden farklı bir şey mi olmaktadır?
Bitkilerdeki fotosentezin bilinmediği dönemlerde bu soruları sorsaydınız,
sorularınız cevapsız kalırdı. Bitkiler topraktan aldıkları suyu, havadan aldıkları
karbondioksit ile birleştirerek, şeker ve nişasta benzeri karbonhidratlara ve oksijene
dönüştürür. Fotosentez denen bu süreçte oluşan yüksek enerjili besinler dokularda
depolanırken, oksijen dışarı atılır. Kısacası fotosentez, solunum ile tam ters yönde
oluşan bir metabolizma olayıdır. Solunumda karbonhidratlar oksijen ile birleşerek,
su ve karbondioksite parçalanır. Demek ki solunum tepkimelerinin son ürünleri,
fotosentezin ilk maddeleridir.
Ama bu olay yalnız ve yalnız gündüzleri gerçekleşmektedir. Fotosentez ışık
enerjisine bağlıdır ve karanlıkta gerçekleşemez. Yani ayetin ifade ettiği "sabah"
vaktinde ışıklar ortaya çıkınca, "nefes almanın" şartı olan oksijen, bitkiler tarafından
dışarı verilmeye başlar. Böylece ayetin ifade ettiği "nefes alma" ve "sabah vakti"
arasındaki bağlantının mucizevîliği ortaya çıkmaktadır.
52
karbondioksitin dönüşümünden, ne de Güneş'in ışıkları sayesinde tüm bu olayların
gerçekleştiğinden haberleri vardır. Kuran, indiği dönemdeki insanların bilgi
seviyesiyle bilinememesine rağmen sabah vakti ile nefes alma arasında bağlantı
kurarak mükemmelliğini bir kez daha göstermekte, insanları bir kez daha kendine
hayran bırakmaktadır.
Yaşamın temeli olan bütün biyokimyasal süreçler için enerji gereklidir. Bu
enerjinin kaynağı da hücrelerde depolanmış olan besinlerin yanması, yani oksijenle
birleşerek parçalanmasıdır. Bu parçalanma sırasında besin molekülleri arasındaki
kimyasal enerji serbest kalarak açığa çıkar. Bu olay tıpkı yanan bir odun parçasının
ısı ve ışık yayması gibi enerji veren bir tepkimedir. Demek ki nefes alıp vermeyi
yalnızca oksijen-karbondioksit alışverişi olarak değil, bitkilerin ve hayvanların temel
enerji kaynağı olan daha karmaşık bir süreç olarak düşünmek gerekir.
Allah eğer fotosentezin var olması için gerekli birçok şartı yaratmasaydı,
örneğin bitkilerin içinde fotosentezin oluşması için gerekli klorofil yaratılmasaydı,
bir tek canlının bile var olması söz konusu olamazdı. Kâinattaki birçok olay gibi
fotosentez de, solunum için oksijenin ve karbondioksitin dönüşümleri de, büyük ve
mükemmel bir planın parçalarıdır.
Fotosentez hakkında insanlığın detaylı bilgi sahibi olması çok yeni sayılır. Bu
konuda bilim adamları çok yoğun araştırmalar yaptılar. Özellikle ABD'li kimyacı
Melvin Calvin başkanlığındaki ekibin çalışmaları söz etmeye değer niteliktedir.
Nitekim bu ekip 1961 yılında Nobel kimya ödülünü kazandı.
Sabah vakti başlayan, nefes almamızı ve oksijenin varlığını mümkün kılan
fotosentezi şöyle ifade edebiliriz:
Işık enerjisi (Güneşten)+Karbondioksit(Havadan)+Su → Kimyasal enerji + Oksijen
Kimyasal formül olarak ise şöyle özetleyebiliriz:
Işık + 6CO2 + 6H2O = C6H12O6 (Glikoz) + 6O2
(Kuran Araştırmaları Grubu; “Kuran Hiç Tükenmeyen Mucize”)
83. Ayet:
O hâlde her şeyin melekûtu [tam hükümranlığı] kendi elinde olan (Allah) her
türlü noksanlıklardan arınıktır. Siz de yalnız O’na döndürüleceksiniz.
Bu son ayet, Ya Sin suresinin özeti konumundadır ve aynı zamanda dinin özü
olan tevhit ve ahiret inancını ortaya koymaktadır.
Allah, doğrusunu en iyi bilendir.
ŞÜKÜR
53
“Şükür” sözcüğünün anlamı zaman içerisinde değişime uğramış ve başta
içerdiği anlam örgüsünü kısmen kaybetmiştir. Zaten bu sözcük / kavram üzerinde
tahlil yapma ve öğrendiklerimizi okuyucuyla paylaşma ihtiyacımız da bu sebepten
kaynaklanmaktadır.
“ شكككر
ّ الŞükür”, “hayvanın yediği besini, verdiği süt ve semizliği ile belli
etmesi” demektir. (Lisanü’l-Arab; c:5, s:163–165 ve Tacü’l-Arus; c:7, s:48–51)
Sözcüğün yukarıdaki lügat anlamını şu örneklerle açıklamak mümkündür:
Şükür, beslenen bir hayvanın yediklerinin karşılığını maddi olarak göstermesi
demek olduğuna göre, bir tavuğun yumurta vermesi, bir ineğin süt vermesi, bir
koyunun yün vermesi veya her üçünün de et verecek şekilde semirmesi bu anlamda
hayvanın şükrü olmuş olur. Görüldüğü gibi, beslenen bu hayvanların dilleriyle veya
beden tavırlarıyla sahiplerine gösterdikleri yaranma, yaltaklanma hareketleri “şükür”
kapsamında değildir. Ancak seslerini dinletmeleri için beslenen papağan, bülbül,
kanarya gibi hayvanların ötüşlerini de bir “şükür” olarak değerlendirmek gerekir.
Çünkü bu işlevlerini yerine getirmeleri için beslenmektedirler.
Aynı kökten türemiş olan “teşekkür”, “müteşekkir” ve “şükran” sözcükleriyle
birlikte Türkçede de kullanılan “şükür” sözcüğü, türevleriyle birlikte Kur’an’da
toplam 74 kez yer almıştır. Aşağıda verilen ayetler dikkate alınarak “şükür”ün din
terminolojisindeki anlamı şöyle ifade edilebilir:
Şükür, Allah’ın insanlara verdiği nimetlere karşı insanların da bu nimetlerin
karşılığını Allah’a vermeleridir.
Sözcüğün gerçek anlamı, alınan şeye bir karşılık olarak verilenin de o şeyin
cinsinden olmasını gerektirmektedir. Yani “şükür”ün lâf ile olmayacağı, gerek
sözcüğün vazı’ [ilk] anlamından gerekse Kur’an’daki kullanımlarından
anlaşılmaktadır. Şükrün ayetlerdeki kullanımı, onun insana verilen nimetin
cinsinden verilerek yapılabilecek bir karşılık verme olduğunu göstermektedir. Ancak
gerçek böyle olmasına rağmen sözcük gerçek anlamından uzaklaştırılmış ve “dilin
şükrü”, “kalbin şükrü” ve “bedenin şükrü” gibi tasniflere tâbi tutulmuştur.
Kur’an’da “şükür”ün ne anlama geldiği, aşağıdaki ayetlerde çok net bir şekilde
açıklanmıştır:
Lokman 12–14: Ant olsun ki Biz, Lokman’a “Allah’a şükret!” diye hikmet
[zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve
ilkeler] verdik. Kim şükrederse kendisi için şükreder. Kim de
nankörlük ederse, şüphesiz ki Allah, hiçbir şeye muhtaç
değildir, daima övgüye en lâyık olandır.
Hani bir zaman Lokman da oğluna öğüt vererek, “Yavrucuğum!
Allah’a ortak koşma, hiç şüphesiz ki şirk [Allah’a ortak
koşmak], büyük bir zulümdür” demişti.
Ve Biz insana, anası ve babası hakkında tavsiyede bulunduk:
-Anası onu zayıflık üstüne zayıflıkla taşıdı. Onun sütten
ayrılması da iki yıl içindedir.- “Bana, anana ve babana şükret
[karşılık öde]!” Dönüş, ancak Banadır.
İsra 23, 24: Rabbin kesin olarak şunları karar altına aldı: Kendisinden
başkasına kul olmayın, anne ve babaya iyi davranın. Onlardan
54
biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, sakın onlara “öf”
deme, onları azarlama. İkisine de tatlı ve güzel söz söyle.
Merhametinden dolayı onlara alçak gönüllülük kanatlarını indir.
Ve de ki: “Ey Rabbim! Onlar beni küçükten nasıl terbiye
ettilerse, Sen de onlara öyle rahmet et.”
Ahkaf 15: Ve Biz insana ana ve babasına ihsanı [iyilik yapmayı / güzel
davranmayı] tavsiye ettik. Anası onu zahmetle taşıdı ve
zahmetle bıraktı [doğurdu]. Ve onun taşınması ve ayrılması
otuz aydır. Nihayet insan olgunluk çağına ulaşıp, kırk seneye
geldiğinde der ki: “Rabbim! Bana ve ana babama ihsan ettiğin
nimetlerine şükretmemi ve senin hoşnut olacağın salihi
işlememi sağla. Benim için soyumdan salih kimseler kıl.
Şüphesiz ben Sana yöneldim. Ve ben şüphesiz teslim
olanlardanım.”
Zümer 7: Eğer inkâr edecek olursanız, artık şüphesiz Allah size hiç bir
ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için küfre rıza göstermez. Ve
eğer şükrederseniz, sizin [yararınız] için ondan razı olur. Hiç
bir günahkâr [suçlu], bir başkasının günah yükünü yüklenmez.
Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz, böylece yaptıklarınızı size
55
haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı
bilendir.
Hacc 36: Büyükbaş hayvanları da; Biz onları sizin için Allah’ın
nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. O nedenle
ön ayaklarının biri bağlı halde keserken / saf halindeler iken
üzerlerine Allah’ın adını anın. Sonra yanları yere yaslandığı
vakit de onlardan yiyin, ihtiyacını gizleyene ve isteyene de
yedirin. Böylece Biz, şükredersiniz diye onları size boyun
eğdirdik.
A’râf 10: Ve hiç kuşkusuz Biz sizi yeryüzünde yerleştirdik ve orada size
geçimlikler kıldık [sağladık]; ne kadar da az şükrediyorsunuz!
Nahl 78: Allah, sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezken çıkardı
ve şükredersiniz diye işitme, görme [duyularını] ve gönüller
verdi.
Neml 73: Ve hiç şüphesiz, senin Rabbin, insanlara karşı büyük lütuf
sahibidir de, velâkin onların çoğu şükretmiyorlar.
56
Sebe’ 15: Ant olsun ki Sebe’ kavmi için oturdukları yerde bir ayet vardı:
Sağdan ve soldan iki bahçe! -“Rabbinizin rızkından yiyin ve
O'nun için şükredin!- “Ne güzel bir belde ve çok bağışlayıcı bir
Rab!”
Zümer 65, 66: Ve ant olsun ki, sana ve senden öncekilere vahyedildi ki: “Ant
olsun ki, eğer şirk koşarsan amelin kesinlikle boşa gidecek ve
mutlaka kaybedenlerden olacaksın. Onun için, tam aksine
yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol.
Nahl 114: Öyleyse Allah’ın size rızk olarak verdiği şeylerden helâl ve
temiz olarak yiyin. Allah'ın nimetine şükredin, eğer gerçekten
sadece O'na kulluk ediyorsanız.
Ankebut 17: Siz Allah’ın astlarından bir takım taştan, ağaçtan putlara
tapıyorsunuz ve yalan uyduruyorsunuz. Haberiniz olsun ki, o
sizin Allah’ın astlarından mabut diye taptıklarınız, sizin için bir
rızk vermeye güç yetiremezler. Onun için rızkı Allah yanında
arayın ve O’na kulluk edin ve O’na şükredin [karşılığını
ödeyin]. O’na döndürüleceksiniz” demişti.
Bakara 152: Öyleyse Beni anın ki, Ben de sizi anayım. Ve Bana şükredin,
Bana nankörlük etmeyin.
Şüphesiz ki Rabbimiz, Nahl suresinin 18. ayetinde ifade ettiği gibi Gafur’dur,
Rahîm’dir; insana sayamayacağı kadar nimet vermiştir. Başta aldığı nefes olmak
üzere, sahip olduğu aile, mal, mülk ve diğer her şey, bütün bu nimetlerin de üstünde
olarak Kur’an ve onun sayesinde nail olunan iman, hep O’nun verdiği
nimetlerdendir. Dolayısıyla bütün bu nimetlerin karşılığının Rabbimize bire bir
ödenebilmesi imkânsızdır. Bu durumda insanın yapacağı şey çok şükretmek, yani
mümkün olduğu kadar, imkânlarının elverdiği kadar salih işlemektir.
Kamer 34, 35: Biz, onların üzerine ufak taş yağdıran bir fırtına gönderdik.
Lût’un ailesi müstesna. Onları katımızdan bir nimet olarak
seher vaktinde kurtardık; Biz şükreden kimseyi böyle
mükâfatlandırırız.
Âl-i Imran144,145: Ve Muhammed, ancak bir elçidir. Ondan önce elçiler gelip
geçmiştir. Şimdi eğer o ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi
döneceksiniz? Kim ki de geri dönerse, Allah’a hiçbir şekilde
zarar veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır.
Ve herkes sadece Allah’ın izniyle vakitlendirilmiş bir yazgı
olarak ölür. Ve kim dünya karşılığını dilerse, kendisine ondan
veririz. Kim de ahiret karşılığını isterse ona da ondan veririz.
Ve Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız.
57
İnsan 22: Şüphesiz ki bu, sizin için karşılıktır. Çalışmalarınız da
meşkûrdur [karşılık ödenecek niteliktedir].
Şükür nimetin artmasına, şükrün karşıtı olan küfür [nankörlük] ise nimetin
elden gitmesine sebep olur. İnsan şükrettikçe, yani nimeti veren Allah’a karşılığını
ödedikçe Allah da ona nimetini kat kat artırır; ayrıca ona huzur ve mutluluk verir.
Nankörlük edenler ise hem biriktireceğim diye hem de biriktirdiğimi koruyacağım
ve daha da artıracağım diye maddî ve manevî sıkıntılara, azaplara duçar olur. Ayrıca
Allah, verdiği nimeti elinden almak suretiyle onu cezalandırır.
Yüce Allah, “şükür” görevini yerine getirmek üzere kullarından her “hasene”
getirene getirdiğinin on katını vaat etmektedir (En’âm/160). “İnfak, salihat”
cinsinden davranışlarda bulunanların durumunu da bire yedi yüz veren daneye
benzetmekte ve onlardan dilediği kişiler için daha da arttıracağını bildirmektedir
(Bakara/261).
58