Professional Documents
Culture Documents
kuzguncuk
rafet’le tanışıklığımız bundan yedi sene öncesine
dayanır. o vakitler kuzguncuk’a henüz taşınmıştım; can
yücel de oralardan datça’ya o günlerde gitmiştir.
kuzguncuk bugünkü istanbul içre bambaşka bir alem,
nazım hikmet’in yazdığı gibi, serin bir boğaz köyüdür.
altunizade’den boğaza inen vadinin eteklerinde
kuruludur. bu vadiden bir zamanlar şimdi icadiye
caddesinin kapattığı bir dere de akarmış. caddenin iki
yanında ıhlamur, çınar, kavak ve çam ağaçları sıralanır;
buradan güney ve kuzey istikametlerinde son derecede
dik yokuşlara vurulur. erik, hurma, elma gibi bir sürü
meyve ağacının yetiştiği bu tepelerden görünen
manzara muhteşemdir. bir yanda koru, bir yanda
bostan, bir yanda mavi - insan şehir içinde hala böyle
bir yerin kalabilmesine şükranla karışık hayret eder.
üstelik bu küçük köy, yan yana yükselen cami ve
ermeni kilisesiyle, 6-7 eylül olaylarından yüzünün akıyla
çıkmasıyla, yani dinsel/etnik hoşgörüsüyle ünlenmiştir.
seksen sene evveli ahalisi tamamen azınlıklardan
oluşan kuzguncuk’ta üç kilise, iki havra ve bir cami
vardır. rum, yahudi ve ermenilerin bugün semtimizdeki
sayısı iki elin parmaklarının sayısını geçmese de ayinler
düzenli olarak yapılır; papaz serandis paskalyada
okunmuş tatlı dağıtmaya devam eder. kuzguncuk’un
günümüzdeki ahalisini ekseriya gemici pazar’lılar (rize),
esnaflık yapan inebolu’lular (kastamonu) ve gecekondu
sakini sivas’lılar oluşturur. belki de bu yüzden
kuzguncuk sokaklara taşan kahvehane sandalyeleriyle
herhangi bir anadolu kasabasını, örneğin annemin
memleketi hendek’i andırır. zenginle fakirin iç içe
yaşadığı, mirasyediyle işsizin sohbet ettiği, aydınla
lumpenin tavla oynadığı tuhaf bir mekandır. yine de ben
kuzguncuk’a taşınırken buradaki insanların nasıl da
parmak ısırtan bir dayanışmayla hayatı sırtlandıklarını
biliyor değildim; aklımda bir yeşil vardı, bir balık, bir
boğaz, bir de sevim burak, oktay rifat gibi isimler.
postmodern namaz
rafet’le sık sık kızkulesi’ne, harem’e dek yürürdük.
sabahın köründe, şafak yeni yeni sökerken gelir,
pencereme bir kaç kez tıklayarak beni uyandırırdı. öyle
sabahlarda, kendi deyişiyle, “enerjisi çok güzel” olurdu
rafet’in. (rafet herkesi ve her şeyi yalnız kendisinin
algılayabildiği bir takım gizemli “enerji”lerle tartardı).
koskoca bir şehrin göbeğindeydik; ama işte gökte bir
renk cümbüşü, bulutlarda bir kızıllık olurdu. zaten
rafet’in saatleri bence güneş’in doğduğu ve battığı
saatlerdir; bugün de ne zaman o saatlerde
gökyüzündeki muhteşem bir kompozisyona baksam
rafet’i ve resimlerini düşünürüm. sahil boyunda
yaptığımız bu yürüyüşlerde “iyot aldıkça” açılan rafet
kah bir halk botanikçisi olur, kocakarı ilaçları yapacağı
bitkiler toplar, kah mimar sinan’ın yoldaşı olur, camileri
anlatır, kah rafet olur, anlatır, anlatırdı. onunla
birlikteyken pek ala sıradan olan her şey kıymetli,
gülünç ve ilginç olurdu. çünkü rafet’in hayalgücü hala
afacan bir çocuğunki kadar engin ve diriydi. ama bir
gün, galiba onun hayalgücünü de solda sıfır bırakan bir
şey oldu! epey yürümüş, yorulmuştuk; ne yapalım, bir
otobüse binelim dedik. tanrının sevgili kullarıymışız ki
bizi fazla bekletmeden şu “indirimli hat”lardan biri geldi.
bindik; rafet “hayır ben ödeyeceğim” deyip cebinden
biraz para çıkardı ki parayı adama uzatacağı sırada
dondu kaldı. çünkü halk otobüsünde bilet kesen adam,
önünde bir tomar para olduğu halde mahallinde
kıpırdamadan oturuyor, dümdüz ve boş, ileriye
bakıyordu. tam o sırada otobüsü hareket ettiren şoför
“parayı bana uzatın; o namaz kılıyor” dedi. halk
otobüsünde namaz mı? yahu senelerdir bu alametlere
bineriz de böyle şey görmedik! gerçekten otobüs seyir
halindeyken bir süre sonra bıyıklı adam secdeye
varmaya başladı! rafet parayı şoföre verdi, ama
adamdan gözünü bir saniye bile ayırmıyordu. “yahu,
allah kabul etsin de... burası boğaz yolu... kıble
durmadan değişmez mi erenler?”. otobüs kalabalık, tam
da adamın karşısında duruyoruz, gülmek ayıp olur diye
tutuyorum kendimi. ama rafet durmuyor ki! kulağıma
eğilip fısıldıyor : “postmodern namaz bu işte! ne
seccade var ne kıble... önüne biraz para koyuyorsun,
onların üzerinde secdeye varıyorsun...”. “güldürme be
adam” diyeceğim, kurtuluş da yok yani... mideme
kramplar girmeye başlıyor. “şu otobüs dursa da insek”
diye geçiriyorum içimden, ama ne otobüsün duracağı
var ne rafet’in. “kavramsal vallahi... aşk olsun... sevabı
çok bunun!”. allahtan ineceğimiz yer yakın da bir
vukuat çıkmadan araçtan inmek nasip oluyor. indiğimde
adamın yüzü, kıpırdayan dudakları, önündeki paralar
gözümün önüne geliyor ve basıyorum kahkahayı. bu
sefer rafet ciddi, soruyor: “şimdi seferi değil miydi bu
adam? sinan’ın camisi üsküdar’da be kardeşim!”
taksim şamanları
resim yapmamak
“kendisiyle” görüşmek
bir sabah ekmek, gazete falan almak için hafız’a
indiğimde rafet’le karşılaştım. “ne haber yahu? hiç
görüşemiyoruz?” dedim öylesine. rafet, başında kırmızı
bir bandana, yüzünün bütün hatlarıyla gülerek “insan”
dedi, “bazen kendisiyle bile görüşemez!” yeni
uyandığımdan mıdır, yoksa laf mı insafsızdır, dumur-u
dimağa uğradım!
patiler
rafet’in anlattıklarından
rafet, alabildiğine açık yürekli bir insan olarak,
gerek düşüncelerini gerekse yaşam öyküsünü sohbet
ettiği herkesle paylaşırdı. büyük bir sevgi ve saygı
beslediği anne-babasını, samsun’daki okul yıllarını,
akademi’deki günlerini, erzurum’daki öğretmenlik
deneyimini, assos’u, asmalımescit’i, rumelihisarı’nı,
bodrum’u, bakü’yü, stockholm’ü... bütün bunları ne
yazık ki ne tüm ayrıntılarıyla anımsayabilir ne de bu
yazıya sığdırabilirim. burada sadece aklımda kalmış bazı
noktalardan kısaca bahsetmekle yetineceğim.
temennim, günün birinde mutlaka rafet’in kapsamlı bir
biyografisinin yayımlanması, eserlerinin layık olduğu
ölçüde değerlendirilmesidir.
spatula