You are on page 1of 26

rafet değil, rafet ekiz!

kuzguncuk
rafet’le tanışıklığımız bundan yedi sene öncesine
dayanır. o vakitler kuzguncuk’a henüz taşınmıştım; can
yücel de oralardan datça’ya o günlerde gitmiştir.
kuzguncuk bugünkü istanbul içre bambaşka bir alem,
nazım hikmet’in yazdığı gibi, serin bir boğaz köyüdür.
altunizade’den boğaza inen vadinin eteklerinde
kuruludur. bu vadiden bir zamanlar şimdi icadiye
caddesinin kapattığı bir dere de akarmış. caddenin iki
yanında ıhlamur, çınar, kavak ve çam ağaçları sıralanır;
buradan güney ve kuzey istikametlerinde son derecede
dik yokuşlara vurulur. erik, hurma, elma gibi bir sürü
meyve ağacının yetiştiği bu tepelerden görünen
manzara muhteşemdir. bir yanda koru, bir yanda
bostan, bir yanda mavi - insan şehir içinde hala böyle
bir yerin kalabilmesine şükranla karışık hayret eder.
üstelik bu küçük köy, yan yana yükselen cami ve
ermeni kilisesiyle, 6-7 eylül olaylarından yüzünün akıyla
çıkmasıyla, yani dinsel/etnik hoşgörüsüyle ünlenmiştir.
seksen sene evveli ahalisi tamamen azınlıklardan
oluşan kuzguncuk’ta üç kilise, iki havra ve bir cami
vardır. rum, yahudi ve ermenilerin bugün semtimizdeki
sayısı iki elin parmaklarının sayısını geçmese de ayinler
düzenli olarak yapılır; papaz serandis paskalyada
okunmuş tatlı dağıtmaya devam eder. kuzguncuk’un
günümüzdeki ahalisini ekseriya gemici pazar’lılar (rize),
esnaflık yapan inebolu’lular (kastamonu) ve gecekondu
sakini sivas’lılar oluşturur. belki de bu yüzden
kuzguncuk sokaklara taşan kahvehane sandalyeleriyle
herhangi bir anadolu kasabasını, örneğin annemin
memleketi hendek’i andırır. zenginle fakirin iç içe
yaşadığı, mirasyediyle işsizin sohbet ettiği, aydınla
lumpenin tavla oynadığı tuhaf bir mekandır. yine de ben
kuzguncuk’a taşınırken buradaki insanların nasıl da
parmak ısırtan bir dayanışmayla hayatı sırtlandıklarını
biliyor değildim; aklımda bir yeşil vardı, bir balık, bir
boğaz, bir de sevim burak, oktay rifat gibi isimler.

girizgahı böyle biraz uzun tuttum; çünkü rafet’le


dostluğumuzun nasıl bir mekanda geliştiğini azcık da
olsa bilmenizi istedim. kuzguncuk rastgele, salt barınma
ihtiyacından türeyivermiş bir mekan değildir; doğasıyla,
yaşanmışlığıyla birlikte bir organizma gibi soluk alıp
verir ve bu atmosfer sizi sonunda kendine benzetir.
kuzguncuk insanı önce aşık, sonra sarhoş, sonra deli,
nihayet şair yapar, derim ben. gerçekten de delisinin,
sarhoşunun, aşığının ve şairinin bolluğu bu savımı
kanıtlar. en müşkülpesent insanlara bile burada bir
rehavet, bir rahatlık gelir ki demeyin keyfine!

rafet – o vakitler sakat bir adam


neyse, kuzguncuk öyle küçük bir yerdir ki yazları
terlikli, şortlu ahalinin oturup çekirdek çıtlatabileceği
daracık bir alan vardır deniz kıyısında. bu parkın sağ
tarafında sonradan ünlenmiş salaş bir meyhane (ismet
baba) ve çınaraltı kahvesi vardır. kuzguncuk’ta
yaşıyorsanız bu mekanlara (en çok da her keseye uygun
parka) takılır ve gel zaman git zaman cem-i cümleyi
tanır hale gelirsiniz. rafet’le tanıştığım o güzel bahar
gününü hiç unutamam. sık sık yaptığım gibi, o gün de
işi kırmış, parkta keyif yapıyordum. aylardır hasret
kaldığım bir güneş yüzümü okşuyor, martılar, kargalar,
serçeler, güvercinler balıkçıların bıraktıklarını kendi
kadim hukukları uyarınca paylaşıyorlardı. adam akıllı
mayışmış, onları ve oynayan türedi kedi yavrularını
seyrediyordum. bir tanesi pek sevimliydi; nereden
bulduysa patlak, plastik bir top bulmuş, patisiyle ürkek
ve heyecanlı, topu ovuyor, itiyor, topun peşinde
koşturuyordu. derken, dayanamayıp kalktım, kediyi
sevmeye ve onunla oynamaya başladım. bir süre sonra
arkamda bir ses duydum : “sıkı kalecidir!”. döndüm,
çınaraltı’nda defalarca sohbetine kulak misafiri olduğum
şu adamdı. iri yarı, bir bacağı alçıda, geriye doğru
taranmış saçları ve pala bıyıklarıyla bana orson welles’i
anımsatan bir adamdı bu. kahvede tanık olduğum
konuşmalarından anladığım kadarıyla ressamdı. yüksek
sesle ve iştahla konuşurdu; konuşurken de – kendisinin
pisokoloji dediği – psikolojiden mitolojiye, resimden
kozmosa, oradan da illa ki yunus emre’ye ve hayyam’a
atlardı. onu bir süre gözlemiş, içtenliği ve coşkusuna
bakarak onun tam bir çocuk-adam olduğuna karar
vermiştim. işte bu çocuk-adam yaklaştı, “bir şut
çekeyim de seyret” diyerek eniğe kah sağlam ayağıyla
kah koltuk değneğiyle şut çekmeye başladı. kedi
gerçekten de bir kaleci gibi rafet’in ayağına
yoğunlaşıyor, top onun ayağından çıkar çıkmaz da
gülünç ama çevik bir şekilde zıplayarak topu tutmaya
çalışıyordu. rafet yüksek volümlü kahkasını koyverirken
ben de sirkteki bir çocuk gibi eğlenmeye başlamıştım.
sonra bu sakat ve dinç adam kediyi ensesinden tuttuğu
gibi havaya kaldırdı, defalarca öptü. onu yere bırakırken
de “ben rafet ekiz... gençliğimde çok top oynardım”
dedi.

işte rafet’le tanışmamız bu gözü mikroptan


çapaklanmış, sevimli kedi yavrusunun yüzü suyu
hürmetinedir. sonra oturup uzun uzun sohbetlendiğimizi
– rafet böyle derdi – hatırlıyorum. rafet konuşurken
kahvedeki o vaiz havasına bürünmekte gecikmedi ve
anlattıklarımdan benim duyarlı, sanata yatkın, bilgili bir
genç olduğumu çıkardı. sözü sık sık sakatlanmış
ayağına getiriyor, “talihsizlik” diyordu, – bir çukura
düşmüştü – “çalışmalarım aksadı... ne yapalım, yazgı
böyleymiş”. o gün el sıkışarak ayrıldık.

modern bir don kişot olarak rafet


rafet kuzguncuk’taki aydın çevreden tanıdığım ilk
insandı. bunun böyle olması tesadüf değildir; çünkü
rafet hem çevresine çok duyarlı hem de çocuk olsun,
genç, yaşlı olsun, insan delisi bir adamdı. çevresini
gözlemler, kanının ısındığı insana hemen yanaşırdı.
tanıdığım sanatçılar arasında rafet kadar alçak gönüllü,
davetkar, paylaşımcı, içten olanı çok azdır. rafet size
yaklaşır, doğru bildiğini kim olursanız olun söylemekten,
aktarmaktan geri durmaz, elinizden tutup sizi atölyesine
götürürdü. atölyede sizinle beraber içer, resimleri
hakkında söylediklerinizi ilgiyle dinlerdi. büyük
kelimelerle, anlaşılmaz terimlerle konuşmayı sevmezdi
rafet; onun tarzı yalın ve özlü bir halk bilgeliğiydi.
picasso’dan, kandinsky’den bahsederken yunus’tan,
kibele’den, şamanlardan, pir sultan abdal’dan, hacı
bektaş veli’den söz etmeden duramazdı.

bu noktada rafet’in ideolojik konumundan, daha


doğrusu ideolojilerle arasına koyduğu mesafeden
bahsetmek lazım. rafet, ideolojik anlamda –aslında
hemen her konuda – kimselerle geçinemeyen, nev-i
şahsına münhasır bir adamdı. kendini anarşist olarak
tanımlamayacak kadar anarşistti. su katılmamış bir
marksist onu faşist bulurdu; öte yandan alelade bir
milliyetçiyle veyahut bir atatürkçüyle anlaşması da
mümkün değildi. öyle zannediyorum ki onu yalnız
bırakan şey, beynini ve ruhunu hiçbir zaman herhangi
bir çıkara alet etmemesiydi. rafet, çıkarı peşinde
koşmak söz konusu olduğunda, dinciyi de marksisti de
sanatçıyı da tüccarı da aynı kefeye koyardı. ona göre,
iktidar peşinde koşan herkes, kullandığı araca
bakmaksızın – ve kullandığı aracın masumiyeti
ölçüsünde - suçluydu. o iktidar hırsı değil mi ki gencecik
insanların kanına girmişti, rafet’in daha fazla nefret
ettiği hiçbir şey yoktu. rafet’in insan, hayvan, doğa
sevgisi öyle saf ve her şeyin üzerindeydi ki akla sait
faik’i getiriyordu. o hiçbir şey uğruna insan hayatının
harcanmasına razı gelemezdi; bütün kelimeler bir
canlının yaşamasının yanında yalan kalırdı. çıkarsızlığı
düstur edinişiyle – ki sanatını, emeğini bile çıkarı uğruna
kullanmaya gönlü el vermemiştir – tutarlı bir şekilde,
rafet’in en çok saygı duyduğu şey emek, ama
kendiliğinden, özgür, çıkarsız kol ve kafa emeğiydi.
sistemin kendisine sunduğu bütün olanak ve
pozisyonları “bilinçli bir şekilde redlediğinden”
bahsederdi ki ilk duyuşta abartı gibi gelen bu savın
doğruluğuna onu tanıdıkça şaşmaktan kendinizi
alamazdınız. rafet irili ufaklı bütün burjuvaları ve
lumpenleri lanetlemekle kalmaz, onlarla gırtlak gırtlağa
kavga ederdi. aydınlanmacı bir insandı; ama elitizmin
hiçbir türüyle en ufak bir alış-verişi yoktu. cumhuriyet
okur, attila ilhan veya ilhan selçuk’tan beğendiği yazıları
benim de okumamı isterdi. postmodernizmi, globalizmi
bir küfürle eş anlamda kullanır, kavramsal sanatın
kolaycılıklarına kuşkuyla yaklaşırdı. aydınlanma rafet'e
göre bir öcü değildi; o bilgeliği herkes için istiyordu,
ama bilgelik yalansız bir yalınlıktan ibaretti.

rafet’i sanatının da önünde, bir insan olarak


gözümde büyüten özellikleri, yalansız yaşaması,
çıkarsızlığı, sevgisinin de öfkesinin de içtenliği, yalınlığı,
emeğe ve oyuna duyduğu büyük saygı, hep çocuk
kalma iradesi, yaşama sevinci, canlı olana duyduğu
ayrımsız hayranlık, iktidara karşı duyduğu tiksinti,
paylaşımcılığı ve kendisini çevresinden sonuna dek
sorumlu tutan aydın tavrıdır. bu satırları yazarken
sadece sevgili bir dostumu anlatmadığımı, adam gibi bir
adamı, insan gibi bir insanı anlattığımı bir kez daha
farketmekten mutluluk duyuyorum. hakikatli insanlar,
sapasağlam oldukları halde onları düşündüğünüz zaman
hayatlarından endişe edeceğiniz denli kendi yasalarına
uygun, kendi başlarına buyruk yaşayan insanlardır; işte
rafet ömrüm boyunca tanıdığım böyle insanların iki-
üçünden biriydi. belki tam olarak neden bahsettiğimi
anlamak için onun kadar aç, onun kadar çıplak, onun
kadar korkusuz yaşamalısınız; belki mezarlıklarda
uyumalı, çıplak ayakla gezmeli, bir meyhanede
soyunmalı, yağmurlarda ıslanmalı, bir mafya üyesiyle
yumruk yumruğa kavga etmelisiniz. çünkü gerçek bir
kahramanın kahramanlığı, ancak bizim kahramanlığımız
kadar büyüyebilir.
benden – belki de zamanla nasreddin hoca gibi
halka malolacak – rafet’le ilgili hikayeler bekleniyor,
biliyorum. bunları anlatmak da boynumuzun borcudur,
biliyorum. gene de bunlar sizi sadece güldürmekle
kalmaz, yaşamak adına size sevinç, coşku ve cesaret,
insan olmak adına esaslı bir fikir verebilirse hem benim
hem de rafet’in dileyip dileyebileceği biricik şey
gerçekleşmiş olacaktır.

postmodern namaz
rafet’le sık sık kızkulesi’ne, harem’e dek yürürdük.
sabahın köründe, şafak yeni yeni sökerken gelir,
pencereme bir kaç kez tıklayarak beni uyandırırdı. öyle
sabahlarda, kendi deyişiyle, “enerjisi çok güzel” olurdu
rafet’in. (rafet herkesi ve her şeyi yalnız kendisinin
algılayabildiği bir takım gizemli “enerji”lerle tartardı).
koskoca bir şehrin göbeğindeydik; ama işte gökte bir
renk cümbüşü, bulutlarda bir kızıllık olurdu. zaten
rafet’in saatleri bence güneş’in doğduğu ve battığı
saatlerdir; bugün de ne zaman o saatlerde
gökyüzündeki muhteşem bir kompozisyona baksam
rafet’i ve resimlerini düşünürüm. sahil boyunda
yaptığımız bu yürüyüşlerde “iyot aldıkça” açılan rafet
kah bir halk botanikçisi olur, kocakarı ilaçları yapacağı
bitkiler toplar, kah mimar sinan’ın yoldaşı olur, camileri
anlatır, kah rafet olur, anlatır, anlatırdı. onunla
birlikteyken pek ala sıradan olan her şey kıymetli,
gülünç ve ilginç olurdu. çünkü rafet’in hayalgücü hala
afacan bir çocuğunki kadar engin ve diriydi. ama bir
gün, galiba onun hayalgücünü de solda sıfır bırakan bir
şey oldu! epey yürümüş, yorulmuştuk; ne yapalım, bir
otobüse binelim dedik. tanrının sevgili kullarıymışız ki
bizi fazla bekletmeden şu “indirimli hat”lardan biri geldi.
bindik; rafet “hayır ben ödeyeceğim” deyip cebinden
biraz para çıkardı ki parayı adama uzatacağı sırada
dondu kaldı. çünkü halk otobüsünde bilet kesen adam,
önünde bir tomar para olduğu halde mahallinde
kıpırdamadan oturuyor, dümdüz ve boş, ileriye
bakıyordu. tam o sırada otobüsü hareket ettiren şoför
“parayı bana uzatın; o namaz kılıyor” dedi. halk
otobüsünde namaz mı? yahu senelerdir bu alametlere
bineriz de böyle şey görmedik! gerçekten otobüs seyir
halindeyken bir süre sonra bıyıklı adam secdeye
varmaya başladı! rafet parayı şoföre verdi, ama
adamdan gözünü bir saniye bile ayırmıyordu. “yahu,
allah kabul etsin de... burası boğaz yolu... kıble
durmadan değişmez mi erenler?”. otobüs kalabalık, tam
da adamın karşısında duruyoruz, gülmek ayıp olur diye
tutuyorum kendimi. ama rafet durmuyor ki! kulağıma
eğilip fısıldıyor : “postmodern namaz bu işte! ne
seccade var ne kıble... önüne biraz para koyuyorsun,
onların üzerinde secdeye varıyorsun...”. “güldürme be
adam” diyeceğim, kurtuluş da yok yani... mideme
kramplar girmeye başlıyor. “şu otobüs dursa da insek”
diye geçiriyorum içimden, ama ne otobüsün duracağı
var ne rafet’in. “kavramsal vallahi... aşk olsun... sevabı
çok bunun!”. allahtan ineceğimiz yer yakın da bir
vukuat çıkmadan araçtan inmek nasip oluyor. indiğimde
adamın yüzü, kıpırdayan dudakları, önündeki paralar
gözümün önüne geliyor ve basıyorum kahkahayı. bu
sefer rafet ciddi, soruyor: “şimdi seferi değil miydi bu
adam? sinan’ın camisi üsküdar’da be kardeşim!”

gündüz insan, gece rafet!


rafet’i tanıyanlar çok iyi bilirler, rafet’in ayık halinin
sarhoş haliyle en ufak bir alakası yoktur. hatta bihrat
mavitan bu dr. jekyll ve mr. hyde’lık vaziyet için
“gündüz insan, gece rafet” diye bir güzelleme de icat
etmiştir. bu lafı tabii latife olarak kabul etmek gerekirse
de rafet sarhoş olup da gözlerini ufuk çizgisinin
inceliğinde kısmış, yüzünde gökteki uçaklar gibi bir tik
çaka çaka, böyle bulut gibi beliriverdiğinde ondan
kaçmayacak kişi yalnızca bir seferlik bulunur! ikinci
seferde muhakkak bir işi çıkacak ya da yolunu
değiştirecektir! şimdi bu neden böyle, bunu rafet’in o
halini hiç görmemiş birilerine anlatmak zor zanaat
elbette. kısaca, rafet hemen bütün sarhoşlar gibi
“sardırırdı” diyelim. ama öyle bildik plaklardan değil; bir
kere dokunsan patlayacak bir gerginliktedir. öyle fazla
konuşmaz, ama konuştuğunda da böyle “bras tras
bandıras” diye “rafetçe” konuşur. sonra bir tuttu mu
asla bırakmaz, onunla birlikte içeceksin! eh bu da iki üç
gün durmadan içmek demektir ki her bünye kaldırmaz!
bir de şahane bir adeti vardır; bir kaç şişe rakıdan sonra
hayatta yerinde durmaz, atlayıp taksim’e gideceksin,
orada kim bilir kimlere sardıracaksın, kavga edeceksin,
dayak yiyeceksin... uzun işler... şimdi bu durumda hala
ben bu adamı öyle görünce kaçmam diyen varsa alnını
karışlarım!

şunu da söyleyeyim ki rafet her daim sarhoş gezen


bir alkolik değildi. allahtan, parası ve keyfi kadar içerdi
ki bu da haftada bir-iki kerelik bir periyoda tekabül
ederdi. fakat her içişi, dediğim gibi, iki-üç gün süren,
sonu mutlaka bir dövüşü müteakip bir işkembe ve
hamam faslını içeren bir maceraydı. bu maceraları
rafet’in genelde kendini çok iyi hissettiği, sigarayı belki
onbininci kez bıraktığını söylediği, aydınlık bir iki gün
takip ederdi. sonra gene aynı tas, aynı hamam – ama
hamam hakikaten! neyse... kuzgunzuk’ta rahmetliye
hiçbir zaman dargın kalmamış iki üç kişiden biriyim her
halde. geri kalan herkesle ama herkesle mutlaka bir
sürtüşmesi, bir patinajı olmuştur yani.

rusya’yı boydan boya geçen trende bir


“adam”
bir gün bizim yüksel’le yakalandık rafet bulutuna.
çınaraltı’nda oturmuş sohbet ediyorduk ki rafet
şimşekler çakan hitit tanrısı teşup gibi yanımızda
bitiverdi! gene “eser miktarda” içtiği belliydi. “iyi
akşamlar!” dedi ve ağır bir kütle halinde yanımızdaki
boş sandalyeye çöktü. sohbetin tam civcivli yerinde
olduğumuzdan mıdır, yoksa birlikte kalkmaya mazeret
bulacak kadar yaratıcı mı değiliz, biz o yokmuş gibi
devam ettik. (bu arada kısa bir not düşeyim ki yüksel
(aksu) o aralar memleketindeki boğa dövüşlerini
belgesel kıvamında çektiği filmi izlemesi için rafet’i
evine davet etmişti. sonradan bana söylediğine göre,
rafet filmden çok etkilenmiş, yüksel’i de dumura
uğratacak acayip sezgisel açıklamalarda bulunmuş).
konumuz sinema tabii; tarkovski – rafet’in en sevdiği
yönetmendir -, eisenstein, fellini gibi isimler havada
uçuşuyor. derken rafet, olanca ağırlığıyla konuya girdi :
“size gerçek bir film anlatayım mı?” biz rafet’e, ondaki
duyarlık ve sezgiye hayran insanlar olarak, “tabii... ne
demek” gibi sözlerle söz verdik. rafet yüzünün bütün
parçalarını tek tek ve ayrı ayrı oynattıktan ve yüksel’le
ikimizi iyice süzdükten sonra başladı: “ondokuzuncu
yüzyıl sonlarıdır... rusya... sovyetler değil, rusya...”. biz
“evet abi”, “rusya” falan diyoruz. rafet başını sallıyor,
“bir tren” diyor, “bir tren... rusya’yı boydan boya geçen
bir tren...”. tabii arada zamansal boşluklar var, biz o
boşlukları “boydan boya”, “tren” diye dolduruyoruz.
”uçsuz bucaksız stepler... rusya... bir tren...”. “evet abi,
stepler...” diyoruz. “bir adam!”. rafet bunu söyledikten
sonra ikimize gene o ilk baştaki sert tavrıyla,
dövecekmiş gibi bakmaya başlıyor. galiba bu “adam”
lafının bizdeki etkisini tartmaya çalışıyor. yüksel de ben
de kendimizi sıfırcı bir hocanın sınavındaymışız gibi
terlerken buluyoruz. “adam... pencereden
bakmaktadır... steplere... yalnızdır”. rafet’in bizi
süzmeyi bırakıp filme devam etmesinden memnun,
başımızı sallıyoruz ki rafet gene susuyor. ama ne susuş!
bir dakika, iki dakika... gözlerini görünmeyecek denli
kısmış ve yüz kaslarını tamamen kasmış, masadan bizi
silip süpürmek ister gibi, meydan okurcasına bize
bakıyor bakıyor bakıyor... bir yüksel’e, bir bana... bir
bana, bir yüksel’e... allah’ım, biz ne suç işledik?
bakıyor... öyle sinirli bir bekleyiş, öyle tuhaf bir meydan
okuma ki... zaman geçmiyor sanki, sinirler
dayanmıyor... derken, yüksel daha zayıf çıkıyor ve son
derecede sinirli bir şekilde gülmeye, giderek kahkalara
boğulmaya başlıyor... nedir ya, ben de basıyorum
kahkahayı! hayatımızda hiç gülmemiş gibi,
gözlerimizden ecel yaşları gelesiye gülüyoruz! ama
rafet gene o ölür müsün öldürür müsün havasıyla bizim
gülüşümüzü izlemeye devam ediyor. “ulan, gülüyoruz
ama, başımız büyük dertte!” diye düşünürken rafet’in
sfenks tadındaki yüz hatları da yumuşamasın mı? o da
bizimle beraber gülüyor! yüksel kendine biraz
geldiğinde, galiba rafet’in de gevşemiş olmasından
biraz cesaret alarak, “abi kusura bakma... yani
gülünecek şey değil... ama... ama o es”... ve “es” der
demez gene koyveriyoruz palamarı! gene üçümüz
birden! yüksel “o es...”, “esss..”, “o... o es...” diye
devam etmeye çalışıyor ama gülmekten lafın gerisini
getiremiyor.. sonunda kendimizi toparlayabildiğimizde,
yüksel “abi o es kopardı beni! kusura bakma!” diye
içten bir şekilde özür diliyor.. ama en az bizim kadar
gülmüş olan rafet’e bakılırsa özür dilenecek bir şey yok.
neyse, biz tam rafet artık her halde filmi unutmuştur
diye düşünüyoruz ki, hiç beklemediğimiz anda, rafet
anlattığı filmi tamamlıyor: “işte o adam... tolstoy’dur!”
kızılderili uykusu

rafet’le bir gün benim evde içiyoruz – keyifler gıcır,


“enerji”ler acayip pozitif! rakı var, bira var, şarap var...
internet var! bilgisayarın başına geçmiş rafet’e internet
nedir, onu anlatıyorum. rafet bilgiye olan içten
saygısıyla, bir yandan da interneti yeni bir çocuk
oyuncağı olarak keyifle selamlayarak, güleç yüzüyle
beni izliyor. arama yapıyoruz, chat’ten yeni insanlarla
tanışıyoruz, web sayfası nasıl tasarlanmalı, ondan
bahsediyoruz... rafet o biricik sezgisel kavrayışıyla diyor
ki “isveç’e uçakla giderken insanların aşağıda ettikleri
kavgaların ne kadar küçük kaldığını gördüm... bütün
yalanlar, aldatmalar ve düzüşler... aşağıda kalmıştı! işte
internet, o uçağın bilgisinin devamıdır!” rafet’e
hünerlerimi gösteriyordum; saat adam akıllı ilerlemiş,
kafalarımız iyice kıyak olmuştu. derken rafet gene hitit
tanrısı vaziyetini aldı. “sen takılmaya devam et; ben
şurada onbeş dakikalık bir kızılderili uykusuna
yatıyorum” dedi ve elbisesinin üst kısmını soyunarak
kanapeye uzandı. pencere açıktı ve güzel bir yaz
gecesinin boğaz esintisi, arada süzülen gemi
tıkırtılarıyla beraber odaya doluyordu. rafet’e interneti
anlatayım derken enternasyonel sohbetlere iyice
dalmıştım. amerika’daki bir öğrenciyle türk-yunan
meselesini tartışıyorduk ki genzime bir duman doldu.
arkama döndüğümde ne göreyim, rafet’in söndürmeden
bıraktığı izmarit, masa örtüsünü tutuşturmuş, ortalık
alev alev yanıyor! büyük bir telaşla fırladım, masanın
üzerine bir kaç kova su dökerek yangını söndürdüm.
baktım, rafet hala kızılderili uykusunda! bir şey demeye
kalmadan, kendi kendine uyandı, kalktı, havayı
koklayarak “bu ne? kötü bir enerji var odada’!” dedi.
“yok yahu bir şey... yanıyorduk” dedim. rafet son
derecede ekşi bir suratla kalktı, etrafı şöyle bir kolaçan
etti, sonra : “ben arap mıyım ki terlik giyiyorum? ben
türk’üm! selçuk’luyum!” diye bağırdı. afallamış bir
vaziyette ona bakıyordum. beriki “bana ayakkabılarımı
getir, ben türk’üm, evde ayakkabıyla dolaşacağım!”
diye bağırmaya başladı! bir kaç saniye düşündükten
sonra kalktım, ayakkabılarını getirdim. terlikleri büyük
bir nefretle ayağından çıkartıp atan rafet ayaklarına
iskarpinlerini geçirdi, odada bir aşağı bir yukarı
dolaşmaya başladı. potinleri ilk defa tecrübe eder gibi
bir hali vardı; gezindi, yaylandı, sonra gülmeye başladı :
“kötü enerji bu terliklerden geliyormuş demek ki -
ortadoğu enerjisi!”... yanıma geldi ve beni alnımdan
öptü : “kızılderililer ve biz türkler... çok benzeriz!” bir
yandan yanmış masaya, bir yandan rafet’in
ayakkabılarına bakıyordum. internetteki grek öğrenci
“but turkish people...” diye bir şeyler yazıp duruyordu.
rafet beni gene orson welles edasıyla süzüp “taksim’e
gidiyoruz! itiraz istemem!” diye bombasını patlattı. ben
zıbarmak üzereyim, evim yanmış, adam taksim’e
gitmekten bahsediyor! “ayakkabılarımı giyince onların
taksim’e gitmek istediklerini anladım!” ”sen git” dedim
rafet’e, “benim yarın sabaha şu bu işim var... sonra
annemler gelecek, doktora... vallahi çok gelmek
isterdim ama...” rafet’i yalnız başına gitmeye ikna
etmek çok zor oldu; belki yarım, belki de bir saatimi
almıştır bu. bu arada beni defalarca öptü tabii;
dostluğumu, bilgimi öven bir sürü laf etti. sonunda
taksim’e doğru kızılderili macerasına yollandı dostum.
ben de kapıyı kapattığım gibi kendimi yatağa attım!

tuhaf bir trio


rafet’ten hiç hoşlanmayan bir kız arkadaşım vardı.
zaten rafet’ten hoşlanan bir kız arkadaşım olmadı hiç.
neyse, bu kız, rafet’e aşırı bir antipati duyan, biraz dişli
bir dişiydi. rafet de kıza cephe almakta gecikmemiş,
beni her zaman “sen sanatçısın, ne işin var bu kızla?”
yollu uyarmıştı. kız da “ne işin var bu pis adamla?” diye
çıkışıyor! böyle böyle iki cami arasında binamaz
durumdayız.

rafet benim yazdıklarımı da, müzik, internet ve


edebiyat bilgimi de takdir eden bir adamdı. beni hep
“sen iyi bir sanatçısın, ama yeterince kendine
güvenmiyorsun” diye eleştirirdi. doğruydu, o dönem
daha ziyade bilgisayar mühendisliğinin nimetlerinden
faydalanan toy bir delikanlıydım. rafet’in kadınlarla
arası da, bu arada, hiçbir zaman iyi olmadı. rafet için en
önemli kadın, anladığım kadarıyla, nuray adında, her
halde şimdi amerika’da yaşayan bir kadın olmuştu.
nuray’la ilişkisinde kendini bir yandan eleştirir, bir
yandan da “kadınlar benim beşyüz tabloluk enerjimi
çaldılar!” diye köpürürdü! bir de rafet’in kadınlarla ilgili,
gülerek ve sevgiyle andığı bir dostundan aldığı bir
özdeyiş vardır ki hep tekrarlar durur : “karılar, karılar...
soksun sizi arılar!”

neyse, bir gece rafet beni gitarımla beraber,


moda’daki bir bara davet etti. barda onu tanıyan bir
sürü insan vardı; rafet de belki buna güvenerek sık sık
müziği kesiyor, “değerli dostum... mümtaz insan...
özcan türkmen şimdi bir ezgi çalacak!” diye sık sık beni
takdim ediyordu. ben de rafet’in övgülerinden ve
içkiden iyice gaza gelmiş bir biçimde, insanlar sıkılır mı
sıkılmaz mı diye düşünmeden, kendi bestelerimi
çalıyordum. bir süre sonra, müziğin sık sık
kesilmesinden rahatsız olanların homurtuları
yükselmeye başladı. rafet’e “yahu yeter bu kadar;
insanlar kendi sevdikleri müzikleri dinlesinler” diyorum,
hayır, “özcan türkmen ... mümtaz... bir şarkı çalacak!”
diye takdimi devam ediyor. birkaç saat sonra benim
çalacak bestem falan kalmadı, düpedüz doğaçlamaya
başladım. kendimi de o kadar iyi hissediyorum ki
müziğim yüzünden bir kavga çıksa ben de hemen
girişeceğim! kavga birkaç kez çıktı çıkacak gibi oluyor,
ama bar sahibinin anlayışlı ve idare eder kişiliği
sayesinde kurtuluyoruz. tam bu aralar sevgilim arıyor:
“neredesin?”. uzun zaman söylememekte direniyorum;
işin ucunda rafet var, alkol var... ama sonunda baklayı
ağzımdan almayı başarıyor ve arabasına atladığı gibi
soluğu yanımızda alıyor. beni gecenin yıldızı sayan bir
iki insanla beraber, rafet’le beraber oturuyoruz. kız
arkadaşım geliyor, bizimle oturuyor , ama başarımdan
hiç etkilenmiş görünmüyor. biz gayet güzel bir şekilde
eğleniyoruz ama o ağzı kuru olduğundan mı, yoksa
rafet’le beraber takılmamdan dolayı mı nedir, kös kös
oturuyor. “bir bira içsene... sonra kalkarız” diyorum, o,
“ne işin var bu adamla?” diye çıkışıp duruyor. onu bir
bira içtikten sonra kalkmaya razı ediyorum. hem bu
gece, “benim gecem”de yani, sanatçı dışındaki
insanlara hiç aldırış edeceğim yok! rafet de kızdaki
negatif enerjiyi almış, habire “hanfendi... hanfendi...”
diye kızın üstüne varmıyor mu? tam anlamıyla “kavgam
ve sevdam” (!) arasında kalıyorum ve kavga dövüş
kuzguncuk’a dönme kararı veriyoruz. “bu adamı
arabama alamam!” diye tutturuyor kız; “o yoksa ben de
yokum!” diye rest çekiyorum; “hanfendi... beni bir
dakika dinler miydiniz?” diye çomak sokuyor rafet.
böyle tuhaf bir trio halinde kızın arabasına biniyoruz;
ben öne, rafet arkaya. yol boyunca ben, rafet ve kız
atışıyoruz. kız sonunda düşüncelerini pervasızca dile
getiriyor: “ne sanatçısıymış? açlıktan ölmüyor mu bu
adam? özcan sen bu adamları mı örnek alıyorsun?”
“sesini kesip gaza basar mısın? sen bizim adımızı
duyduğunda biz seni tanımayacağız bile!” “hanfendi!
bana bakın!” “aman ne bakacağım sana! özcan olmasa
burada indirirdim seni!” olanca öfkemle bağırıyorum:
“indir bizi burada! indir!” rafet arkada “hanfendi...”
diyor, ama eminim ki bana saygısından gerisini
getirmiyor. kız bizi indirmediği gibi son sürat gaza
basıyor. tam o arada rafet kapıyı açıyor; atlayacak!
kolundan sımsıkı tutuyorum onu; kapı açık, rafet
atlamaya hazır, kız son sürat! böyle böyle, nihayet
kazasız belasız kuzguncuk’a varmak nasip oluyor. rafet
son derecede küçümser, sert bir tavırla “beni burada
indirir misiniz hanfendi? hanfendi...” diye söyleniyor.
onu o zamanki evinin orada indiriyoruz. rafet kapıyı
kıracak gibi çarpıyor. eve gideceğine orada duruyor ve
arabanın içindeki bize bakıyor. nedense tekerleği
tekmeleyeceğini düşünüyorum; belki de gönlümden
böyle geçiriyorum. ama o bize öfke ve küçümsemeyle
bakıyor, bakıyor, bakıyor... nihayet evine doğru
seğirtiyor. o gece dostumun beni ne kadar sayıp
kolladığını daha iyi anlıyorum. yoksa rafet o kızın
yanında böyle “hanfendi... hanfendi...” deyip de gerisini
getirmeyecek biri değildi. nitekim kızla ayrıldığımızı
söylediğimde “yüzündeki enerjiden belliydi! demek
sonunda zehrin etkisi geçti ha?” diyerek olayı içtenlikle
kutluyor. sonra gözlerini kısarak mırıldanıyor: “senin
sevgilin olmayacaktı ki...”

taksim şamanları

rafet’le kimi zaman da taksim’de rastlaşırdık!


bunlar ikimizin de bulutların üzerinde gezindiğimiz
rastlaşmalar olurdu tabii. bir gece rafet’e istiklal
caddesinin taksim meydanı tarafından başladığı yerde
rastlamamı unutamam: rafet elinde başına diktiği bir
bira şisesi, bir başına durmuş, tramvay yolundan tünel’e
doğru küstah küstah bakıyordu. yanına varıp “naber
rafet?” dedim. (aramızdaki yirmiüçlük yaşlık farka
rağmen ona “rafet” demem hem hissettiğim duygudaş
akranlıktan hem de onun “abi”, “dayı”, “enişte” gibi
köyde kaldığını söylediği sıfatlardan nefret
etmesindendi). bana bir adım mesafeden, ama çok, çok
uzaklardan bakarak “rafet değil, rafet ekiz!” dedi. ne
diyeceğimi bilemedim; birbirimize mezhepleri farklı iki
mürit gibi bakışlar fırlatıyorduk. sonunda rafet’in
dünyaları yargılayan o bakışları yumuşadı, “ne haber?”
dedi. etrafında harley-davidson motorlar, genç kızlar,
genç erkekler vardı. onun da amerika’daki kuzenlerinin
yanına giderek uluslararası camiada tanınan bir sanatçı
olma, bir harley-davidson sahibi olup tibet’e gitme
hayalleri kurduğunu biliyordum. elimi omzuna koyup
“rafet dost, benimle kuzguncuk’a gelir misin?” diye
sordum. “her şey doğal akışında!” dedi. yüzüne baktım;
enerjisi burada kalmayı diliyordu. dostumu orada yalnız
bırakarak binbir düşünceyle taksiye bindim.

bir başka gün, birkaç arkadaş gene bir taksim


eğlencesinden dönüyorduk. aşağı yukarı az önce
bahsettiğim yerde ve gene o vaziyette rafet’e rastladık.
rafet beni tanır tanımaz “şaman’a gidelim!” diye bir
teklifte bulundu bu kez! rafet’e bir ara “taksim’de
shaman diye bir bar var; tam senlik!” diye takıldığımı
hatırladım. söylemeye gerek yok, rafet bir şamanın, bir
kızılderilinin ruhuna sahip olduğunu ve onlarla aynı
“genetik kodları” taşıdığına inanıyordu. onun modern bir
şaman olduğunu sanırım onu tanıyanlar
doğrulayacaktır. neyse, ben çok sarhoş olduğum ve
rafet’le oraya gidersek sonumuzun pek hayırlı
olmayacağını sezdiğim için shaman’a gitmeye pek
gönüllü değildim. ama yanımızdaki kız shaman lafını
duyunca bir çocuk gibi “evet özcan, shaman’a gidelim,
hadi ne olur shaman’a gidelim!” diye tutturmaya
başladı. bir yandan rafet, bir yandan kız bastırınca
dayanamadık ve shaman’a yollandık. barın kapısına
gelince “durun, ben bir konuşayım” diyerek gruptan
ayrıldım. bodyguard bizimkilere şöyle bir göz attıktan
sonra, “davetiyeniz var mı?” diye sordu. “ne
davetiyesi?” dedim, “ben buraya pek çok kez geldim,
hiç davetiye sormamıştınız?”. “bu özel bir gece... ancak
davetiyeyle girebilirsiniz!” bu arada yanımızdan bir çift
davetiye falan göstermeden içeriye girince çocuğun bizi
içeriye almak istemediğine kani oldum. bizimkilere
dönüp durumu izah ettim, “bu gece özelmiş, davetiye
gerekiyormuş... biz başka bir gece gelelim!” dedim. bu
açıklamanın geri dönmemize yeterli olacağına
inanıyordum ki rafet “bi dakka!” dedi. yanımızdan
ayrılarak bodyguard’a yaklaştı. içimden “eyvah!” diye
geçirdim; sezgilerim hiç de güzel şeyler söylemiyordu.
rafet bodyguard’ın dosdoğru gözlerinin içine bakarak
“ben şamanım!” dedi. bodyguard biraz afalladıktan
sonra, “yani... shaman kartınız mı var? görebilir miyim?”
diye sordu! “ne kartı? ben şamanım, beni içeri
alacaksınız!” diye son derecede kat’i konuştu rafet.
ardından “burası şaman değil mi? siz nasıl
şamansınız!?” diye çıkışmaya başladı. duruma
müdahale etme gereğini duydum. ben “bakın, dostum
bu ülkenin en değerli ressamlarındandır... kendisine
mekanınızdan bahsetmiştim... içerde bir bira içip
çıkacağız, olay çıkarmaya hiç niyetimiz yok...”
gibisinden konuşunca çocuk rafet’e dönüp “adınız
nedir?” diye sormak ihtiyacını duydu. başından beri
dimdik duran ve çocuğa yirmi santimetre mesafeden
dik dik bakan rafet “ra!” dedi! “efendim?” “adım ra!
amon-ra!” çocuk bu takdimden tabii ki hiçbir şey
anlamadı. rafet’i dikkatle süzüyor, rafetse bıçak gibi
kıstığı gözleriyle son derecede ciddi ve vakur, ona
bakıyordu. çocuk sonunda “yok, davetiyesiz alamayız”
demeyi tercih etti. bu karar rafet’in sabrını taşıran son
damla oldu. “siz kimsiniz?”, “sen kendini ne
zannediyorsun?” falan demeye başladı. derken çocukla
itişmeye başladılar; biz yanımdaki arkadaşımla beraber
araya girmeye çalışıyorduk. gürültüye içerden takviye
olarak üç beş body daha gelince rafet’le beraber bizi
geri püskürttüler. ama rafet pes edecek gibi değildi;
gömleğini çıkararak bir kenara attı, “demek dövüş
istiyorsunuz? pek ala!” diye tekrar çocukların üzerine
yürüdü! çocuklar rafet’i ittiler; bu kez rafet düştüğü
yerden “siz rafet ekiz’e nasıl dokunursunuz?” diye
bağırarak daha büyük bir hışımla kalktı. kabusvari bu
sahne birkaç kez tekrarlandı maalesef. kız bir taraftan,
arkadaşım bir taraftan “rafet abi... gidelim... değmez...”
diye koluna giriyorlar, ben barın idarecilerinden olacak
bir zata “sizi şikayet edeceğim! bu yaptığınızı bütün
gazetelerde yazacağım!” diye feveran ediyorum, arada
itiş-kakıştan, yumruklardan nasibimizi alıyoruz... ama
fayda etmiyor! rafet hamlesini yapıyor, geri
püskürtülüyor, düşüyor, yuvarlanıyor... ama gene kalkıp
hamle ediyor! bu arada tuhaf bir şey daha yaşanıyor.
bara gelen bir kadın o sırada yerde bulunan rafet’e
dikkatle bakıyor ve “aa! sizin burada ne işiniz var
kuzum? gidip resim yapsanıza!” diyerek ortada hiçbir
şey yokmuş gibi arkadaşıyla beraber içeriye dalıyor!
hasbinallah!

uzatmayalım, istihkakımızı almış bir vaziyette


bardan uzaklaşıyoruz. rafet hala “burasının adı
değişecek! adını değiştireceksiniz buranın!” diye bas
bas bağırıyor. ona bakıyorum; durumu kötü görünmese
de, herhangi bir yerinden kan falan akmasa da ciğerim
yanıyor. suçluluk duygusundan, utançtan ağlamaya
başlıyorum. rafet oralı değil... bir taksiye binip hep
birlikte kuzguncuk’a dönüyoruz. takside – inanılır gibi
değil ama – rafet’in keyfi yerinde görünüyor! arka
koltukta, kızla aramda oturduğu yerden şoföre habire
laf atıyor: “güzel bir türkü koy bakalım!” “abi nerden
bulayım şimdi türküyü?” “nerelisin sen?” “samsun”
“samsunlu mu? hadi canım, samsunlu falan değilsin
sen!” “yani yemin etmeyelim şimdi... samsunluyuz
evelallah!” “ben hemşehrimi gözünden tanırım...
samsun’la uzaktan yakından... alakan yok!” yeni bir
tatsızlık olacak diye telaşlanmaya başlıyoruz; çünkü
şoför burnundan solumaya, dikiz aynasından ters ters
bakmaya başlıyor. şimdi nerden taktı adamın samsunlu
olamayacağına! adamı durmadan samsun testine tabi
tutuyor: şuradan dönünce ne vardır samsun’da?
samsun’da kaç heykel vardır? samsun’un kazaları
nelerdir vs vs ... neyse ki rafet birden teypteki şarkıya
terennümle eşlik etmeye başlıyor. bir kıza bir bana
bakıp galip bir boksör edasıyla gülücükler dağıtıyor. kız
da bir ısındı ki rafet’e! “aslan rafet abim!” deyip
sarılıyor, öpüyor, öpüyor...

şarkı ve içki faslı kuzguncuk parkında devam


ediyor. biz “kimseye etmem şikayet” makamından
okurken rafet başını göğe dikmiş, bir şaman gibi
uluyor! rafet’i evlere dağılmaya binbir güçlükle ikna
ediyoruz. ertesi gün rafet’in durumunu merak edip
atölyesine uğradığımda gecenin hiçbir izini göremeyip
rahatlıyorum. hakikaten ucuz atlattık galiba! gene de
geceki olayın bahsini açmaya utanıyorum. akşam
kahvede otururken rafet diyor ki : “biliyor musun, insan
vücudunun kötü enerjileri üzerinden atmak için kavgaya
da ihtiyacı vardır. ben kavgasız duramam!” ona aval
aval bakınca gülüyor, “vücut istiyor, vücut!”

tennuri hazretlerinin maceraları

bir ara, kim yazmışsa artık, internette “helluri


hazretleri” diye, rafet’e de dinlettiğim bir şey vardı.
rafet bunu kendi diline “tennuri hazretleri” diye çevirdi.
işte bu “tennuri”, o günden sonra rafet’le aramızda
sıkça kullandığımız bir laf oldu. bir politikacı, gazetenin
manşetinden gözümüzün içine baka baka yalan mı
söylüyordu, vay tennuri hazretleri vay! bir yerde sahte
bir şeyh, düzenbaz bir doktor, asistan avcısı bir
profesör, para ve alkış peşinde bir “sanatçı”, sakat
numarası yapan bir futbolcu mu türedi... işte sana
tennuri! bu tennurilik vaziyetinin karşılaştığımız alaturka
meselelerin otuziki tekmiline birden adapte
edilebileceğini keşfetmekte gecikmedik! tabii rafet bu
bağlamda sıkça başvurduğu “genetik kodlar”dan söz
açardı. rafet’in tahammül edemediği şeyler yozlaşma,
çıkarcılık, sahtecilik, lumpenlik ve sırnaşıklıktı.
gerçekten de lumpenlerin hemen yaltaklanmalarından,
düşüncesizliklerinden, sözde kurnazlıklarından tek
kelimeyle tiksinirdi. mesela pazarcının birinden 1 kilo
elma istedi de adam “abi 2 kilo yapalım, 1 milyon olur”
mu dedi? yandı o adam! veya rafet evinin döşemesi için
güç bela taş taşırken bir otomobil yanında durdu da
içindekiler “abi köprüye buradan nasıl çıkarız?” diye mi
sordular? rafet onlara nerden çıkacaklarını değil, nerden
çıktıklarını da söyleyecektir! veya diyelim bir adam
işgüzarlıkla yanına gelip “abi geçen yanında gördüğüm
kadın bugün şu tarafa gitti” mi dedi? rafet ona gözünün
tersiyle çakacaktır! rahmetli dostum, böyle kaba bir
toplumda pek ince sayılacak bu tür ayrıntılarda yanlış
yapanlara asla prim vermez; bilgi, duyarlık, onur ve ruh
soyluluğunu dişiyle tırnağıyla, sonuna dek savunurdu.
aşağılaması o kadar büyük, tiksintisi o kadar güçlüydü
ki bazen bu tür insanlara “sperm kaçkını” derdi!

resim yapmamak

bir gün, bir arkadaşımın ısrarlarına dayanamayarak


onu rafet’ten resim dersleri alma konusunu görüşmek
üzere parka götürdüm. onları birbirleriyle tanıştırdıktan
sonra, kız “ressam olduğunuzu öğrendim ve ...” diye
söze başladıysa da rafet hemen “ressam değil,
sanatçıyım!” diye onu düzeltti. kız biraz utanarak ve
konuşurken daha temkinli olmaya çalışarak meramını
dile getirdi. rafet fazla düşünmeden, beklemediğim bir
şekilde, öneriyi kabul etti. hatta uzun uzun, ne zaman,
nasıl çalışacaklarını anlatmaya koyuldu. sevinçle,
hayretle onu dinliyordum ki “yalnız” diye ilave etti, “her
şeyden önce, resim yapmamayı öğreneceğiz!”

“kendisiyle” görüşmek
bir sabah ekmek, gazete falan almak için hafız’a
indiğimde rafet’le karşılaştım. “ne haber yahu? hiç
görüşemiyoruz?” dedim öylesine. rafet, başında kırmızı
bir bandana, yüzünün bütün hatlarıyla gülerek “insan”
dedi, “bazen kendisiyle bile görüşemez!” yeni
uyandığımdan mıdır, yoksa laf mı insafsızdır, dumur-u
dimağa uğradım!

patiler

bir gün rafet’le, ilk tanıştığımız gündeki gibi, parkta


oturmuş, kedileri seyrediyoruz. kedi yavrularının
çoğunun gözleri analarının onları doğurup sakladığı
izbedeki mikroptan çapaklanmış, bütün bütün kapanmış
neredeyse. bu arada rafet’le benim de onlardan aşağı
kalır yanımız yok - ikimizin de birer gözü sefaletten, bok
götüren evlerimizden mikroplu, yarı kapalı, kaşın babam
kaşınıyor! ben ellememeye çalışıyorum, rafetse elindeki
çay bardağının buğusuyla gözüne buhar masajı yapıyor.
birden kedilerle aramızdaki ortak sefaleti farkedip
sıkıntıyla “ulan şu kediler gibiyiz!” diye hayıflanıyorum.
rafet gülüyor, “yok ya, biz kedi değiliz, anarşit
korsanlarız!” diyor. ben son yıllarda içine düştüğüm
sefaletin sıkıntısıyla gülüyorum, o yıllardır alışık olduğu
için belki, gerçekten gülüyor. sonra diyor ki “biz aslında
kedilerden daha beter durumdayız. onların hiç olmazsa
patileri kokmuyor!”

rafet’in insan olarak üzerimdeki etkisi bir yana, o


günlere dek hayli kapalı olan renk gözümün açılmasında
ve yaratma özgüvenini kazanmamdaki payı büyüktür.
“patiler ve melankoli” yi okuduğunda, sevgili dostum,
şiirlerdeki duyarlıkla necatigil arasında bir ilgi kuracak
kadar taltif etmişti beni. gene “tempo denyot”u
yazmadan önce fikirlerimi kendisiyle paylaştığımda,
mizahıyla heyecanımı kamçılamayı başarmıştı.
son kertede duygusal ve kırılgan bir adamdı rafet.
sigarasından derin nefesler çekişi, gözlerinin kimi
zaman nasıl bulutlandığı hala aklımdadır. ama rafet’in
gözlerinin yaşardığına yalnızca bir kez tanık oldum. o
gün ona babamın yazdığı, benim de bazı düzeltmeler
yapıp temize çektiğim bir öyküyü okutmuştum. annemi
kaybettiğimiz günden birkaç ay sonra, babama biraz
moral verir ümidiyle ve türk-iş’in “esnaf öyküleri
yarışması”na gönderilmek üzere babamdan kaleme
almasını rica ettiğim bir öyküydü bu. babam öyküsünde
akçaabat’ta başlayıp zonguldak, istanbul ve almanya’da
süren kunduracılık hayatını anlatıyor, bu arada
kunduracılık zanaatinin elli yılda nereden nereye
geldiğini aktarıyordu. tabii tamamen özyaşamöyküsel
olan bu anlatıda bir gurbetçi ailesinin dramını da
okumak mümkündü. işte rafet bu öyküyü aldı ve bir
başına kahvenin bir köşesine çekildi. kağıtları elinde
tutuşundaki saygıyı, “bunu ayrı bir yerde okumak
istiyorum” derken yüzündeki içtenlikli ilgiyi unutmam
mümkün değil.

rafet öyküyü okumayı bitirdikten sonra tam


anlamıyla perişan bir halde yanıma geldi. gözleri
dolmuş, beti benzi atmıştı. onu o güne kadar hiç öyle
görmemiştim. doğrusu öykünün onu bu kadar
etkileyeceğini aklıma getirememiştim. gene çok saygılı
bir tutumla kağıtları önüme koydu. durdu, bir şeyler
söylemek istedi, ama bunu yapamayacak kadar yoğun
bir şeyler hissettiği belliydi. bana bir kere baktı, sonra
yürüdü gitti. o bakışla söyleyebileceği her şeyi aslında
söylemişti.

rafet’in anlattıklarından
rafet, alabildiğine açık yürekli bir insan olarak,
gerek düşüncelerini gerekse yaşam öyküsünü sohbet
ettiği herkesle paylaşırdı. büyük bir sevgi ve saygı
beslediği anne-babasını, samsun’daki okul yıllarını,
akademi’deki günlerini, erzurum’daki öğretmenlik
deneyimini, assos’u, asmalımescit’i, rumelihisarı’nı,
bodrum’u, bakü’yü, stockholm’ü... bütün bunları ne
yazık ki ne tüm ayrıntılarıyla anımsayabilir ne de bu
yazıya sığdırabilirim. burada sadece aklımda kalmış bazı
noktalardan kısaca bahsetmekle yetineceğim.
temennim, günün birinde mutlaka rafet’in kapsamlı bir
biyografisinin yayımlanması, eserlerinin layık olduğu
ölçüde değerlendirilmesidir.

rafet’e göre, bir ağaç için kök ne demekse bir insan


için köken de o demekti. yalın ve yalansız, bilge ve
hünerli insanlardan türemiş olduğu için de kendini şanslı
sayıyordu. annesi esma ekiz’in pastel boyalarla yaptığı
resimleri özenle saklar, onları sık sık sohbetlerimize
dahil ederdi. babasını ise daha çok kendisine verdiği
kızılderili öğütleriyle anardı. mesela, “bir kadını haftada
iki kere tatmin etmezsen kadın kaçar!” diye bir savı
varmış babasının.

rafet ortaöğrenimi sırasında resme ve futbola


kabiliyetiyle arkadaşları arasında nasıl sivrildiğini uzun
uzun, keyifle anlatırdı. o sıralar da çevresindekileri
şeytan uçurtması laflarla şaşırtan bir çocukmuş.
kendisine özellikle kadınların ilgi duyduğunu söylerdi
rafet; gerek libidosunun gerekse imge dünyasının
zenginliğini kendisinden yaşça çok büyük kadınlarla
çocukken oynadığı o güzelim oyunlara borçluymuş.

sonra hemen bütün akademililer gibi onun da


bohem bir öğrencilik hayatı oluyor. erzurum’da resim
öğretmenliği yaparken bir ara okul idaresi tarafından
çocuklara yanlış şeyler öğrettiği vb gerekçelerle
hakkında suç duyurusunda bulunuluyor. suçların
arasında “resim dersinin somutluğunu ortadan
kaldırarak kimi soyut konulara girmek” de var! rafet de
okulun matematik öğretmeni olan müdürüne çıkıp diyor
ki : “siz matematikçisiniz, işiniz tamamen soyut;
soyutun nesinden korkuyorsunuz?”

rafet yirmi küsur kişisel sergi açmış bir sanatçıydı.


ankara’da açılmış bir sergisinde nakliyedeki bir sorun
yüzünden resimler açılış kokteyline yetişememiş. “bir
düşünsene” diyordu rafet, “insanlar ellerinde şarap
kadehleri, duvarları boş, koca bir salonda gezinerek
fiyat etiketlerini ve sergi kataloğunu görüyorlar; ortada
lafı, etiketi var da nesnenin kendisi yok!” bu olay belki
davetlileri değil ama, rafet’i bayağı eğlendirmiş – ki
başka birisi pek ala kalp spazmı da geçirebilirdi!

“enerjisi güzel” olduğu zamanlara dair rafet bana


hatırlayamayacağım kadar çok kavga-dövüş hikayesi
anlatmıştır. bunların bir tanesinde, bir barda çıkan
tartışma kavgaya dövüşerek bütün bara yayılıyor. öyle
ki – hani bazı güldürü filmlerindeki gibi - bir süre sonra
kim, kiminle, niçin dövüştüğünü bilmeksizin bütün
yumruklar çalışmaya başlıyor! tabii bu haralagüreleye
karışanlar hani parmakları boyaya, mürekkebe de
bulaşmış insanlar. neyse, artık kavganın sonundaki
mutlu barış mı kutlanıyor, yoksa tuhaf bir şekilde özür
mü dileniyor nedir, son sahnede, rafet’i barın orta
yerine yerleştirilmiş bir leğenin içinde bol sabunlu suyla
yıkanırken buluyoruz! az önce kendisine yumruk
atanlar, şimdi rafet’in başına tas tas su dökmek, sırtına
kese atmak telaşına düşmüşlerdir!

rafet’in sarhoşken taksiye binip gezmekten


hoşlandığını daha önce anlatmıştım. rafet böyle
zamanlarda paranın hiç gözünün yaşına bakmaz,
gitmek istediği yere artık fayton mu olur taksi mi, en
konforlu tarafından muhakkak giderdi. bir gün gene
kıvamını bulduğunda, zamanını yalnız kendisinin
bilebildiği o eşref saatinde, bir taksiyi durduruyor. şoför,
bir süredir gittikleri halde müşterisinden bir ses
çıkmayınca “nereye gidiyoruz?” diye soruyor. rafet iyice
alçalmış dolunayı gösteriyor: “ay’ı takip et!” adam
başta şaka sanıp istikametini değiştirmiyor, ama
bakıyor ki müşteri “ay’dan uzaklaşma, bak ay’ı
kaybettin!” gibisinden ciddi ciddi çıkışıyor, çaresiz, yolu
değil ay’ı takip etmeye başlıyor. böyle böyle sapalara
bayırlara vuruyorlar. zamanla rafet’e kanı kaynayan
şoför de doğduğu günden beri bu işi yapmış gibi, sıkı bir
ay avcısı kesiliyor. rafet, nihayet emir vermekten
kurtulmuş, önünde peşine düştüğü ay, bir türkü
tutturuyor!

spatula

bütün çabamız boşuna – biz yaşayanlar, ölümü


kavrayamıyoruz. “başka bir boyuta geçmektir, yasaları
başka türlü işleyen bir enerji bandına” diye açıklardı
rafet. bense hissettiğim sitem dolu kederden herhangi
bir açıklama yapacak durumda değilim. kuzguncuk öyle
bir insanı, öyle bir rengini kaybetti ki artık çoğu zaman
oraya gidesim bile yok.

bugün anlıyorum ki ben üzerinden koskoca bir yıl


geçene dek, işte bu satırları yazıncaya değin, rafet’in
öldüğüne bir an olsun inanmamışım! kafamda onu hala
yaşar gördüğüm rüyalar var... önümde de rafet’ten
bana kalan tek andaç olan, işlemeli, kara güvercin başlı
spatula.

ama görüşmeye devam ediyoruz rafet’le, en çok


günbatımlarında, en çok seher vakti... ne zaman pulları
parıldasa yaşam balığının, dostumun kahkahası
kulağımda patlıyor!
özcan türkmen, 27 temmuz
2004, ankara

You might also like