You are on page 1of 11

Yeni Eflatunculuk

Bu dönemin Eflâtun'dan hareket etmek istemesi doğaldır. Çünkü Eflâtun, o döneme


kadarki filozoflar arasında mistik yanı en güçlü olan filozoftur. Eflâtun felsefesinin
özellikle son dönemleri, çok açık olarak, mistik bir karakter taşır. Yeni Eflâtunculuk,
ismini taşıdığı Eflâtun'dan başka, Aristo ve Stao'dan da düşünceler taşır. Ancak bu
değişik etkilere rağmen, Yeni Eflâtunculuk "orijinal" olan büyük bir düşünce
sistemidir.

Yeni Eflâtunculuğun, İlkçağın son dönemlerinin en dikkat çekici filozofu, Mısır'da


doğan ve ana dili Yunanca olan Plotinos'tur.

Septisizm (Şüphecilik)
M.Ö. 300-200 yılları arasındaki dönem, Stoacılar ile septikler (şüpheciler) arasında
geçen felsefî tartışmalarla doludur. Septikler Stoa okulunu dogmatiklik ile
suçlamışlardı. Onlara göre Stoa okulunun temellerinin tümü dogmatiktir. Septikler bu
suçlamalarında haklıdırlar, çünkü bir çeşit dogmatizm, Stoa felsefesi için gerçekten
karakteristiktir. Söz gelişi Stoa okulu, savunduğu panteizm'in (Tanrı ile evreni
özdeşleşti-ren felsefe) tek doğru dünya görüşü olduğunda direnirler.

Septikler öncelikle bu dogmatik görüşe savaş açmıştır. Sonra da, Stoacıların bir
kavramın tüm toplumlarda bulunmasının, bu kavramın gerçekliği konusunda bir kanıt
olduğu yargısını eleştirirler. Onlara göre çok yaygın gerçekler olduğu gibi, çok yaygın
"hata"lar da vardır.

Septik felsefe denince, bilginin imkânından "ilke olarak şüphelenen" bir felsefe
anlaşılır. Septik eğilime Yunan felsefe tarihinin ilk dönemlerinde rastlanır. Söz gelişi
Sofistler, açık açık, septiktirler. Protagoras'ın "insan her şeyin ölçüsüdür" varsayımını,
"genel bir gerçek yoktur" anlamında anlamak pekâlâ mümkündür.

Gorgias ise düşünmeyi, hoş zaman geçirten eğlenceli bir çaba olarak düşünmüştür.
Septisizmin bir "sistem" olarak ortaya çıktığı M.Ö. III. yüzyılda, yaygın olarak ahlâk
sorunlarıyla uğraşıldığını, evren karşısında insanın nasıl bir tutum alması gerektiğinin
ana konu yapıldığını görüyoruz. Septikler ile birlikte ahlâkın temeline "şüphe"yi
yerleştiren bir felsefe oluşmuştur.

Pisagorculuk
Pisagorcuların amacı; insanın kendisini, beden ve ruh göçüne köle olmaktan
kurtarmaktır. İnsan ne denli kötü ve günahkâr bir yaşam sürerse, öldükten sonra
ruhunun aşağılayıcı bir hayvan bedenine girme olasılığı o denli yüksek olur.

Pisagorcu cemaat yalnız dini nitelik taşımakla kalmamış aynı zamanda siyasî bir
nitelik sergilemiş ve siyasî amaçlar belirlemiştir. Bu anlamda Pisagorculuk, Kroton ve
öteki bazı güney İtalya kentlerinde uzun zaman iktidarı elinde tutmuştur. Pisagor
siyasette cemaati ile uzlaşabilmiş değildir. Belki de o Kroton'dan bu nedenle uzaklaştı
ve gittiği yerde de öldü.

Pisagorcuların siyaset ile ilgilenmeleri kendilerinin felaketi olmuştur. Çıkan bir isyanda
cemaatin merkezi yıkılıp yağmalanmış ve cemaat dağılmıştır. Buna rağmen bu okulun
bilim ve sanat alanındaki etkileri daha uzun bir zaman kendini hissettirmiştir.
Pisagorcular özellikle bilim ve sanattan yararlanmışlar, bir başka deyişle belli bilim ve
sanat çeşitleriyle, yani matematik ve müzik ile çok yakından ilgilenmişlerdir.

Pisagor'un bunlarla ne ölçüde ilgilenmiş olduğunu, ona ait olduğu söylenen fikirlerin
gerçekten onun olup olmadığını belirlemek güçtür. Bütün bunlara rağmen Pisagor
tarikatının bir felsefe, bir bilim ve bir sanat ocağı olduğundan kuşkulananlayız.

Pisagor konusundaki bilgilerimiz yetersizdir. Onun ile ilgili bilgilerden; onun filozoftan
çok bir din adamı, bir din iyileştiricisi olduğunu biliyoruz. Aristo bile hiçbir zaman bir
Pisagor felsefesinden söz etmez, sürekli Pisagorcuların felsefesinden söz eder. Tüm
bunlara karşın Pisagor'un zamanında etkili olduğunu vurgulamalıyız.

Onun din yenilikçiliğinin temelinde, ruhun ölüm sonrasındaki durumu problemi vardır.
Ona göre ruh bedene zincirlenmiştir, beden ruh için bir hapishanedir. Ölüm sonrası
ruh başka bir bedene göç eder. Bu göç, ruhun dünyadaki yaşamına bağlı olarak
sonuçlanır.

İyi ve temiz bir ruh yüksek bir bedene göç eder. Fakat ruhun gerçek çabası; özgür
yaşamak, yani bedene bağımlı olmaksızın mutlak ruh durumuna ulaşabilmek
olmalıdır. Bu amaca ulaşabilmek için, Pisagor öğrencilerine bazı yollar gösterir: Et
yememek, yalnızca bitkisel gıdalarla beslenmek, kanlı kurbanlardan kaçınmak. Ruhun
arınması ve bedenden ayrı bir yaşama ulaşabilmesi için bilim ve sanattan yararlanılır.

Pisagorcuların öncelikle uğraştıkları sanat "musikî", bilim ise "matematik". Bir


geometri probleminin, "Pisagor problemi"nin, haklı ya da haksız Pisagor'a
dayandırıldığı herkesçe bilinir. Pisagorcular müzik ile matematik arasında sıkı bir bağ
kurmuş ve bu iki bilimde önemli buluşlar yapmışlardır.

Özellikle telli sazlarla uğraşan Pisagorcular, telin uzunluğu ile sesin yüksekliği
arasında belli bir oran bulunduğunu ortaya koymuşlardır. Teli uzatıp kısaltarak sesin
çeşitli perdelerini yakalamışlardır. Uyumlu ses telin uzunluğu ile, yani bir takım
sayısal oranlarla ilgilidir.

Felsefe tarihinin başlangıcındaki filozofların genelde ortak noktaları vardır: Bunlar


başlangıçta tek tek birtakım gözlemlerden yararlanırlar ve sonra da bunları
genelleştirirler. Sözgelişi Thales, suyun gerek bedensel ve gerek beden dışı doğa için
taşıdığı değerin büyüklüğünü görmüş ve böylece herşeyin sudan oluştuğu sonucuna
varmıştır. Anaksimenes havanın değeri ve önemini, gözlemlerden hareketle
belirlemiş, herşeyin temelinin hava olduğu sonucuna varmıştır.

Pisagorcular uyumlu seslerle sayısal oranlar arasındaki bağlantıdan hareket ederek,


herşeyin temelinin sayı olduğu, evrendeki tüm oranların sayısal olduğu sonucuna
ulaşmıştır. Böylece Pisagorcular dahil, daha önceki filozoflarda, arche (maddenin aslı)
kavramına tanık oluyoruz. Pisagorcular arche olarak sayıyı benimsemekle ileri bir
adım atmış oldular. Çünkü onlar maddenin aslının, su ve hava gibi somut birşey değil
de, tam tersine, soyut birşey olduğunu ileri sürmüştür.

Nietzschecilik
XIX. yüzyılın önemli bir Alman filozofu olan Nietzsche'nin görüşleri, sosyal psikolojide
ele alınan pek çok konuyla yakından ilgilidir. Ona göre gerçek (reel), ne rasyoneldir,
ne de oluşum halindedir. Gerçek, bireyler tarafından öznel olarak algılanan ve
yaşanan bir olgular zinciridir.

Kendisinde hakikat ya da değerler yoktur. İnsan kendi yaşama arzusundan kaçmak


için din ve inançlar oluşturur. Ancak 'Tanrının Ölümü'yle birlikte insan yaratıcı ve şair
olarak yaşamaya ve kendi kendisini ortaya koymaya mahkum olmuştur.

Varoluşçuluk
Varoluşçuluğu tanımlamak için, sözcüğün kendisinden işe başlamak gerekir. Bu yeni
türetilmiş sözcük "varoluş" (existence) isminden, ilkin "varoluşsal" (existentiel) ve
varoluşla ilgili "existential" sıfatları türetilerek ve daha sonra "culuk" son eki
eklenerek ortaya çıkmıştır. Varoluşculuk, varoluşun önceliğini ya da ilkinliğini
benimseyen bir kuramdır. Varoluşçuluğun sözlük anlamına bakacak olursak; insanın
varoluşunu, somut gerçekliği içinde ve toplumdaki bireyselliği açısından göz önüne
alan felsefi öğretidir.

Varoluşçuluk felsefesinde, insanın varoluşu anlaması söz konusudur. İnsanın kendini


gerçekleştirmesi, insan varoluşunun rastlantılar içinde oluşu, güvensizliği söz
konusudur; güçsüzlüğü söz konusudur. Güçsüzlüğü ve hiçliği içinde insan, ölüme
mahkum bir varlık olarak insanın varoluşu, hiçlik karşısında insanın varoluşu, insan
varoluşunun halisliği (authentique) oluşu ve bu halis olmaya çağrı, özgürlüğü içinde
insanın varoluşu, topluluk içinde kaybolmuş insanın, tek insanın kendisini bulması,
kendi olması, doğruluk ve ahlaklık karşısında sahici davranışı-tutumu; bütün bu
sorunlar söz konusudur varoluşçuluk felsefesinde. Ayrıca "insan, evreni aşabilir mi
aşamaz mı?" "aşarsa nereye dek varır bu aşma?" gibi sorunlar söz konusudur.

Yığınlaşma içinde tek-insan, birey, gittikçe kendi özelliğinden, kendi kişisel


özgürlüğünden çözülme, kopma durumuna geçiyor. Tek insan kayboluyor. Kitle içinde
sıradan bir insan oluyor. Tek kişinin kişisel sorumluluğu gittikçe herhangi bir parti, bir
ortaklık, bir dernek, herhangi bir kolektif düzen içinde ortadan kalkıyor.

Modern insan, bir devlet hastanesinin doğum kliniğinde dünyaya geliyor, oradan
yuvaya, yuvadan okula, sonra da ya bir fabrika ya bir büroya geçiyor. Modern insan
artık kendi yaşamını sürdürmüyor. Ölümü bile kendinin değil çoğu kez. Bu gelişme
nedensiz değil. İlkin, bütün yurttaşların eşit hak istemesi, başta gelen bir nedeni bu
gelişmenin. Hiçbir üstünlüğe, hiçbir olağandışıya katlanılamıyor artık. Bunların hepsi
bir kalemde siliniyor. Bir başka nedeni: güçlü olma isteği, güce erişme isteği.

Tek kişi güçsüz kalmıştır günümüzde. Ama herkes "dayanışarak" toplu hale gelirse,
yenilmez bir güç oluyor. Bir başka neden de ekonomik bakımdan güven altında olma
çabası. Ekonomik çöküntülerden, paranın inip çıkmasından, tek kişi, varoluş
savaşımında yorgun düşmüştür. Yaşamını güven altına alabilmek için kitleleşme
yoluna girmiştir. Böylece her alanda bir toplumsallaşma bir merkezleşme gittikçe
artıyor. Giderek çoğunlukla insanlar ekonomik güvenliliklerini sağlamak uğruna, kendi
kişisel özgürlüklerini bırakmaya hazır duruma geliyorlar.

İşte bu gelişme ortasında varoluşçuluk felsefesi sesini yükseltiyor. Bu felsefenin


getirdiği sınırsız subjektiflik, bireysellik, topluluk düşmanlığı, macera isteği, istediğini
yapma özgürlüğü, bütün bunlar yığınlaşmaya karşı bu protesto açısından
anlaşılmalıdır.

Bütün varoluş felsefesi şu biçim altında belirir: "İnsanın kendi kendini yitirdikten sonra
bütün dünyayı ele geçirmesi neye yarar?" Bundan dolayı varoluş felsefesi bir bunalım
felsefesi olmuştur: bu felsefe yeni bir dizge kurmak istemiyor, tam tersine insanları
karar verme durumuna getirmek istiyor; öğretmek istemiyor, yeni bir tavır alışa
çağırıyor; çağı yeni bir biçimde açıklamak istemiyor, onu yargılıyor; sakinleştirmek
değil, ürkütmek onun amacı; sentez de istemiyor, "ya o-ya o" karşısında bırakıyor.

İşte bundan dolayı, geçen yüzyıldaki devrimin bunalım zamanında doğmuş olan bu
felsefe yine son iki dünya savaşından sonraki bunalım zamanlarında böylesine güçlü
bir etki yapmış, güçlü bir felsefe akımı olmuştur. Önce Almanya sonra Fransa da bir
felsefe-yazın akımı olarak biçim kazanmış bulunan varoluşçuluk, J.P.Sartre a göre
insanın bütün boyutlarını ele alan bir felsefedir.

"Varoluş, özden önce gelir" ve her bir kimseye bir öz kazandırmayı sağlayacak
özgürlükle özdeştir: "insan ne ise o değildir, ne olmuşsa o dur." İnsan kendini kendi
yapar, daha önce kazandığı bazı belirlenimlerin el verdiği ölçüde kendine biçim verir,
kendini oluşturur. Varoluşçuluğun Fransa daki öteki temsilcileri de şunlardır:
A.Camus, Simone De Beauvoir, Merleau-Ponty ve hristiyan varoluşçu Gabriel Marcel.

Varoluşçuluğun ilkeleri:

1- Varoluş Özden Önce Gelir:

"Felsefe terimleri ile anlatmak istersek, diyebiliriz ki, her nesnenin bir varoluşu ve bir
de özü vardır. Öz, bir nesnenin özelliklerinin değişmez bir bütünüdür; varoluşu ise
evrenin içinde gerçek olarak bulunuşudur. Bir çok kimse, özün önce, varoluşun sonra
geldiğine inanır; bu fikir, dinsel düşünceden ileri gelir; gerçekten, ev yaptırmak
isteyen bir kimsenin, ne biçim bir ev yaptıracağını bilmesi gerekir. Burada öz
varoluştan önce gelir.

Bunun gibi insanın tanrının yarattığını sanan kimseler de böyle düşünerek, tanrının bu
işi, haklarında daha önceden sahip olduğu fikirlere bakarak yapacağı
sonucunavarırlar. Tanrıya inanmayanlar ise aynı etkiden kurtulamayarak, bir
nesnenin ancak kendi fikirleri ile uygun düşmesi durumunda varolabileceğini ileri
sürerler. Bütün 18. Yy, "insan doğası" denen, herkeste ortaklaşa bulunan bir özün
varlığına inanmıştır. Varoluşçuluğa göre ise insan da -ve sadece insan da- varoluş
özden önce gelir. "Bu kısaca şu anlama geliyor; önce insan vardır, şu ya da bu olması
daha sonra gelir." (J.P.Sartre, Action, 27 Aralık 1944).

Elbetteki biz, bizi insan türüne bağlayan, evrensel ya da türsel özümüzü yaratamayız;
ancak, bize özgü olan, başka hiç kimse de bulunmayan bireysel özümüzü seçebiliriz.
Bizim doğuştan ve özgül özümüz -"hayvan"-ve-"insan"- biz olmadan belirlenmiştir: biz
insanız, işte o kadar. Bizim bireysel ya da somut özümüz sadece belli bir belirsizlik
gösterir: Bizler insanız, ama hangi insan olacağız?

İşte ancak bu sınırlar içinde özgüle açık bir kapı kalır. Bununla birlikte seçme
olanağının yeri gene de önemlidir. Bunu anlamak için, başlangıçla eş değer olan
bireylerin seçmiş oldukları mesleklerin çeşitliliğine bakmak yeter. Bundan başka,
içinde olduğumuz sınıfı, boyumuzu, zekamızı biz seçemezsek de hiç olmazsa, bu ham
veriler karşısında takınacağımız tavır bize bağlıdır.

Bir işçi, "bütün varlığı ile sınıfı tarafından koşullanmıştır..." ama, "arkadaşlarının
durumuna ve kendi durumuna bir anlam vermek; devrimci, ya da sinik olmayı
seçmesine göre, işçi sınıfına zafer ve kazanç sağlayan ya da aşağılık duygusu içine
düşüren bir geleceği, özgür olarak tanımak gene onun elindedir."

Seçmediğim halde sakat olabilirim, ancak "sakatlığa bakış biçimimi seçmeden sakat
olamam." (onu çekilmez, küçük düşürücü, gizlenmesi gerekli sayılabilir, herkese
açıkça gösterebilir, kıvanç konusu, başarısızlıklarımın nedeni, v.b olarak görebilirim.)

2- Sınırsız Özgürlük:

Her gün yaşantımız içinde yapmakta olduğumuz seçmeler ya da icatlar, en


küçüğünden tutun da en büyüğüne kadar, saptadığımız ereklere, seçmesini kendimiz
yapmış olduğumuz bir değerler hiyerarşisine bağlıdır. Bu ereklerin çeşitliliği
yüzünden, beklenmedik toplu bir para, kimi tarafından gardırobunun eksiklerini
tamamlamakla; kimi tarafından başına gelebilecek bir kazaya karşı yedek akçe olarak
saklanmakla, kimi taraftan da eğlence yerlerinden de harcanarak kullanılır. "seçme,
düşünüp taşınmaya bağlı değildir: düşünüp taşınmaya koyulduğumuz zaman, olan
olmuş, iş işten geçmiştir."

Ancak, ereklerimizi özgür olarak seçmiş bulunuyorsak da, hiçbir şey kaybolmuş
sayılmaz: çünkü ereklerimiz seçmelerimizin tümüne de kumanda eder, bu yüzden,
ereklerimizin özgür seçimi, özel kararlarımızın tümünün özgürlüğünü arkasında
sürükler.

Varoluşa ilk vardığımızda ereklerimizi kesin olarak saptamadığımız ölçüde özgürlüğü


de kurtarmış oluruz. Varolmayı sürdürdüğümüz ölçü de, ereklerimizi de seçmeyi
sürdürürüz; çünkü özgürlük, bizim varoluşumuzun özüdür. Herhangi bir özel seçme
dolayısıyla, daha önce yapmış olduğumuz seçmelerden biri karşımıza çıkabilir, bunun
sonucu olarak, ona uygun bir biçimde alınmış her karar, onun bir yenilenmesi olarak
karşılanabilir; nitekim, bütün istemli davranışlarımızı özgür olarak görmek hakkımız
vardır; çünkü, onlara karar verirken kendilerini açıklayan erekleri de karara bağlarız.

3- Sorumluluk:

Sartre a göre insanın sorumluluğu, sağ duyuya kalırsa, özgür olarak seçebildiklerinin
çok daha ötesine geçer, hiçbir şey ona yabancı değildir: ne kişisel iç etkenliğimiz ne
de dışımızdaki olaylar: ben her şeyden sorumluyum; "savaşı ben ilan etmişim gibi,
savaştan sorumluyum."

Sartre ne derse desin Polonya nın istilasından, Fransa nın işgalinden, Stalingrad ın
yıkılmasından kendisini sorumlu tutamayacağı ortadadır. Ama kendisine bağlı
olmayan bu olaylar karşısında, pekala kendisine özgü bir tutum içine girmiştir; savaş
içinde olan bir dünya da, özgür edimler ortaya atarak, bu dünya da olup biten her
şeyin sorumluluğunu üstlenmiştir ya da daha çok; "doğmayı ben istemedim denir
hep; ama doğumum karşısında takınmışolduğum tavırla," utanç ya da kıvanç;
iyimserlik ya da kötümserlik...-

4- İç Sıkıntısı:

-Sartre, bağımsız kişiliğinde fikrin duyguyu bastırdığı bir aydındır, bu nedenle, sıkıntı
ve umutsuzluğa, bunların bir Kierkegaard ın yaşantısında ve düşüncelerindeya da bir
G. Marcel in yazılarında tuttuğu yeri vermez: İnsan tanrısal tüzüğe inanırsa, işlemiş
olduğu günahlarının düşüncesi, hiçlikten gelmek ve oraya dönmek düşüncesinden
daha çok bir iç üzgünlüğü verir insana. Ona göre ise, iç sıkıntısı, seçmelerimizin
kapsamından doğar.

"Herkes için geçerli bir kuralın varlığını benimseyen düşünürler, bu kuralı bir davranış
kuralı olarak bellemekle sıkıntıya düşmekten kurtulurlar." diye düşünür: bir pişmanlık
ve dindarlık yaşantısını seçen bir Hıristiyan, Descartes örneği üzerine aklını yönetme
tasarısı kuran bir akılcı, insanı duyarlığa indirgeyerek tadımı (hazzı) seçen Epikurosçu,
kararlarını doğru ve iyi bellediklerine göre verir ve belli bir güvenlik içinde yaşarlar.

Realizm
Felsefede varlığın insan bilincinden bağımsız ve nesnel olduğunu öne süren görüştür.
Oldukça yeni bir terim olmakla birlikte, Eski Yunan ve Ortaçağ Felsefesi'nin belirli
yönlerini de kapsayacak şekilde kullanılır.

Bilgi kuramı açısından nesneyi özneye, bilineni bilene bağlı kılan idealizmin; kavram
açısından da şeylerin yapısının gerçekliliğini adlarla sınırlayan adcılığın ve Ortaçağ'ın
sonlarına doğru adcılığın yerini alan kavramcılığın karşıtıdır.

Felsefi anlamda iki gerçeklilikten bahsedilebilir. Bunlardan biri, şeyin yapısına diğeri
de şeylere ilişkindir. Birincisinde zihinden bağımsız somut, tikel ve görülmediğine bile
temel özelliklerini koruyan deney nesnelerinin varlığı kabul edilir. Birinci gruba, bir
şeyin özündan o şeyin pay aldığı ideanın anlaşıldığı Platoncu Gerçeklilik; bir şeyin ne
olduğunun anlaşıldığı Aristotelesçi Gerçekçilik, bir şeyin mutlak, özgün ya da kendi
cinsine özgü yapısının anlaşıldığı Ortaçağ Gerçekliliği ya da tümeller gerçekçiliği girer.

İkinci gruba ise, dünyanın dışsallığını bir veri olarak kabul eden sağduyu gerçekliliği,
nesnenin kendisinin, dışsal da olsa zihnin önünde duran ve algılamayı bekleyen tek
birim olduğunu kabul eden yeni gerçeklilik ve zihnin, nesnenin kendisi yerine
kopyasını kavramaya yöneldiği eleştirel gerçeklilik girer.

Rasyonalizm
"Doğru ve genel geçer bilgi elde edilebilir. Böyle bir bilginin kaynağı akıldır,
düşünmedir." tezini savunun görüşe, akılcılık (rasyonalizm) adı verilir. Bu görüşe
göre, akıl yoluyla belirlenmiş zorunlu, kesin, genel geçer bilgi örneği matematik ve
mantıktır.

SOKRATES (M.Ö. 469-399)

İlk rasyonalist düşünürdür. Sahip olduğu görüşlere ilişkin hiçbir yazılı eser
bırakmamıştır. Onun görüşleri öğrencisi olan Platon'un kitaplarından öğrenilmiştir.
Sokrates'e göre bilgilerimiz doğuştandır. Bunu kanıtlamak için hiç matematik bilgisi
olmayan bir köleye, yönelttiği sorularla bir geometri öğretemez, ancak onda
doğuştan bulunan bilgi ve düşüncelerini uyandırabilir.

Onun bu yöntemine diyalektik (soru-cevap) sanatı denir. Bu yöntem üç aşamadan


oluşur: Soru sorma, ironi (alay etme), mayotik (doğurtma).

Sokrates bu yöntemle kavrama ulaşmayı amaçlar. Kavram ile yargılara sağlam bir
temel bulacağına inanmıştır. Sokrates'in üzerinde durduğu başlıca konu ahlâk
olmuştur. Erdemli olmanın (ahlâklılık) mutlu olmaya vardıracağını, bu nedenle
erdemin bilgi olduğunu dile getirmiştir.

PLATON (Eflatun M.Ö. 427-347)

Sokrates'in öğrencisidir. Rasyonalist anlayışı daha sistematik bir yapıya


dönüştürmüştür. Platon'a göre iki evren vardır: Biri duyumlanabilen varlık evreni,
diğeri akıl ve düşünme yoluyla kavranabilen idealar evrenidir. Asıl gerçeklik idealar
evrenidir.

Duyular yoluyla kavranabilen evren, idealar evreninin bir görüntüsü, kopyasıdır.


İnsan, gerçek bilgiye, idealar evrenini kavrayarak, yani düşünerek varabilir.
Duyumlanan evrenin bilgisi yanıltıcıdır ve görelidir. Bu düşünceleriyle Platon,
rasyonalizmi idealizmle özdeşleştirmiştir.

ARİSTOTELES (M.Ö. 384-322)

Platon'un idealizmini eleştirerek rasyonalizmi realist bir anlayışa dönüştürmüştür.


Aristoteles, aynı zamanda mantığın kurucusudur. Ona göre mantık, doğruya vardıran
bir araçtır. O, mantıklı düşünmeyi tümdengelim olarak değerlendirir. Gerçek bilgi,
tümel gerçekliklerden tümdengelim yoluyla elde edilebilirler. Aklın genel
gerçekliklerden yola çıkarak buradan tikel ve özel bilgiler elde etmesi, aklın temel
fonksiyonudur ve türevidir.

Aristotelese göre iki tür bilgi vardır: Biri deneye, yani yaşarken duyum ve algılarla
kazanılan bilgiler, diğeri ise bilimsel bilgidir. Bilimsel bilgi; kavram, yargı ve akıl
yürütmeye bağlıdır. Bilimsel bilgi, tek tek var olanlardan kalan bilgi olmayıp, genel ve
tümel olanı kavramaya yönelik rasyonel bilgidir.

Aristoteles için akıl da etkin ve edilgen akıl olarak iki yönlü özellik gösterir. Etkin akıl,
ideaları kavrar, bilir ve bütün insanlar da ortaktır. Edilgen akıl ise duyu verilerini işler,
tümel kavramları oluşturur. Bu akıl bulunduğu bireyin özelliğini taşır.

FARABİ (870-950)

Farabi, İslam Felsefesi'nin kurucusudur. Aristoteles'in felsefesini benimsemiştir. Kuran


ile Aristoteles felsefesini uzlaştırmaya çalışmıştır. Bu nedenle Farabi'ye ikinci
öğretmen (muallim-i sani) denmiştir.

Farabi'ye göre en gerçek, en yüce varlık Tanrı'dır. Tanrı, var olmasını bir başka şeye
borçlu olmayan, varlığını kendinden alan bir özelliğe sahiptir. Diğer varlıklar ise kendi
başlarına var olamaz.

Farabi'ye göre Tanrı, hem öz hem de varoluştur. Yaratılanlar, Tanrı'ya en yakın


varlıklar olan "akıllar" halinde Tanrı'dan çıkarak, var olurlar. Bu var oluş bir sıra
düzenine göre olur. Tanrı'dan çıkan "akıl"lar arasında en önemlisi hep etkin akıldır. Bu
akıl, mutlak bilgi ile aynıdır. İlk bilgiler bu etkin akıldan çıkmıştır.

Duyumlara ve mantıksal çıkarımlara dayalı bilgilerin doğruluğundan emin olunamaz.


Doğrulukları deneyle kanıtlanmış bilgiler tümel bilgilerdir. Bu bilgiler,doğruluğu aynı
zamanda akla dayalı olan gerçek bilgilerdir.

DESCARTES (1596-1650)

Yeniçağ'da rasyonalizmin temsilcisi, Fransız filozofudur. Matematikçidir. Matematikte


"Analitik Geometri"nin kurucusudur. Descartes'e göre matematiğin metodunda analiz
ve sentez vardır. Bu yol, gerçeği elde etmede kullanılacak en doğru yoldur.

Descartes, insan zihninde doğuştan var olduğunu kabul ettiği gerçeklerden


başlanarak ve matematiğin metodu kullanılarak apaçık bilgilere varılabileceğini iddia
etmiştir.

Descartes, doğrulara, gerçek bilgilere varmada "şüphe" metodunu kullanmıştır.


Kullandığı şüphe, bir amaç değil bir araç şüphesidir. Descartes'e göre şüphe etmek
düşünmektir. Şüphe eden kişi düşünüyor demektir. Şüphe eden kişi, şüphe eden
benliğinden, yani bilincinden ve bilincinin varlığından şüphe edemez. İşte bu
Descartes'e göre ilk elde edilen gerçekliktir. Daha sonra bu yöntemle Tanrı'nın ve
varlıkların şüphe edilemeyecek gerçeklikler olduğunu kanıtlar. Kanıtlamalarını hep
akıl yoluyla yapar.

LEİBNİZ (1646-1716)

Leibniz bir Alman düşünürüdür. Aynı zamanda bir mantıkçı ve matematikçidir. Ona
göre insan bilgisi iki yolla elde edilir: Duyularla ve akıl yoluyla elde edilen bilgiler.
Duyu bilgisi, yanıltıcı ve güvenilir olmayan bilgidir. Matematik bilgisi buna örnektir.

Leibniz'e göre her şey Tanrı'dan türemiştir. Tanrı sonsuzdur. İnsan aklı Tanrı bilgisine
"çelişmezlik" ilkesi ile varır. Bu tür bilgiler, ezeli ve ebedi hakikatleridir. Bunun
yanında olgulara dayalı bilgiler de vardır. Bu bilgiler "yeter sebep" ilkesine dayanırlar.
Bu görüşleriyle Leibniz, rasyonalizm ile empirizmi uzlaştırmaya çalışmıştır.
HEGEL (1770-1831)

Hegel'e göre akıl değişmez, mutlak, en güvenilir bilgi kaynağıdır. Akıl, insan
düşünmesini ve bilinçsiz doğayı idare eden bir kanundur. Düşünmek, araştırılan ve
bilgisi elde edilmek istenen "nesnenin özünü bilmek" etkinliğidir.

Her nesnede görüntüsünün ardında bir de öz vardır. Düşünmek, nesnenin ardındaki


bu özü kavramaktır. Hegel'e göre akla uygun olan gerçektir. Akıl, mutlak varlığın ve
doğadaki değişmenin bilgisini apaçık olarak vermektedir.

Pragmatizm (Uygulayıcılık)
Pragmacılık, uygulamacılık ve kılgıcılık deyimleriyle de dile getiriliyor. Kapitalist
üretim düzeninin ilk gelişme alanı olan İngiltere'de John Stuart Mill'in biçimlendirdiği
yararcılığın, yeni ve son gelişme alanı olan Amerika'da Charles Peirce (1839-1914)'in
temellerini attığı; William James (1842-1910)'in geliştirdiği uygulayıcılığı doğurması
doğaldır. Böylelikle, kapitalizmin kendine özgü metafizik felsefesi kurulmuş
olmaktadır.

James, aynı adı taşıyan yapıtında pragmatizm sözcüğü için "gerçi bu ad hoşuma
gitmiyor, ama onu böyle adlandırıyorlar, değiştirmek için artık çok geç" diyor. Yapıtını
da yararcı Mill'e şu sözlerle armağan ediyor: "zihnin pragmatik açıklığını ilk olarak
kendisinden öğrendiğim, yaşamış olsaydı liderimiz olacağını düşünmekten zevk
duyduğum John Stuart Mill'in anısına".

Pragmacılık, James'in deyişine göre, bir felsefe olmaktan çok bir metod; düşünceyi,
doğurduğu eyleme göre ölçen bir yöntemdir. Charles Peirce, 1878'de Popular Science
Monthly Dergisi'nde yayınladığı "Fikirlerimizi Aydınlığa Kavuşturmanın Yolu" başlıklı
yazısında şöyle diyordu: "Bir düşüncenin anlamını açıklamak için onun hangi
davranışı doğurduğunu bilmek gerekir. İşte o davranış, o eylem bizim için düşüncenin
ta kendisidir".

William James, yirmi yıl sonra, kimsenin üstünde durmadığı bu sözü bulup ortaya
çıkarmış, felsefesini bu söze dayamıştır. Pragmatik metodda yeni hiçbir şey yoktur,
diyor William James. "Sokrates onun ustasıydı. Aristoteles, metodik olarak onu
kullanmıştı. Locke, Hume, Berkeley onun araçlarını kullanarak gerçeğe yararlı oldular.
Oysa pragmacılığın bu öncüleri, onu ancak parçalar halinde kullandılar. Onlar sadece
giriş yapmışlardı. Pragmacılık metodu günümüze gelinceye kadar genelleşmemişti,
evrensel bir görevin bilincine varamamıştı. Ben bu göreve inanıyorum,
konuşmalarımın sonunda size de bu inancı aşılayabileceğimi sanıyorum. Herhangi bir
yerde bir ayrım meydana getirmeyen bir ayrım hiçbir yerde var olamaz.".

Felsefenin bütün görevi, bu dünya formülü ya da şu dünya formülünün doğru


olmasının hayatımızın belli anlarında üzerimizde ne gibi bir ayrım doğuracağını
anlamak olmalıdır. Pragmatik metod, her şeyden önce, başka türlü son verilemeyecek
olan metafizik tartışmaların yatıştırılması metodudur.

Dünya tek midir, çok mu? Kadere mi bağlıdır, yoksa hür müdür? Madde midir, ruh
mu? İşte birtakım kavramlar ki dünya için doğru olmaları da kabildir, olmamaları da.
Bu çeşit kavramlar üstündeki tartışmaların sonu gelmez. Böyle hallerde pragmatik
metod, her kavrama, kendisinden değer verilebilecek pratik sonuçlar çıkarmak
suretiyle yorumlamaya çalışır. Bu kavram, öteki kavramdan daha doğru olsaydı,
herhangi bir kimse için pratik bakımdan ne gibi bir ayrılık doğacaktı?

Çıkarılan sonuçlarda pratik hiçbir ayrılık yoksa, her iki düşünce de, pratik bakımdan,
aynı şeye karşılık olmaktadır. Şu halde tartışma yersizdir. Tartışma yerindeyse, bunun
ya da ötekinin doğruluğu halinde pratik bir ayrılığı görebilmemiz gerekir. Bunun,
kabacası şu demektir: Dünya madde olsa ne olacak, ruh olsa ne olacak? Biri ya da
öteki olması pratik bir fayda sağlıyorsa o zaman başımızın üstünde yeri var.

Nitekim William James, pragmacılık metodunu kullanarak ruhçuluğu seçmektedir.


Çünkü: materyalizm umut kırıcıdır, ruhçuluksa umut, hoşlanma, yaşama isteği
vericidir. Tanrı'ya inanmak insanlar için faydalı bir eylemdir. Bu eylem insanlara,
James'in deyişiyle töresel bir tatil yaptırır.

Ölümlü dünyadaki kötülüklerin Tanrı'da yok olacağı düşüncesi, bizleri sorumluluk


kaygısından kurtarır. İyiliğin, sonunda nasıl olsa galip geleceğine güvenerek
korkumuzu yenebiliriz. Dünya arabasını, yürüdüğü yolda, keyfince gitmeye bırakarak
töresel bir tatil (ahlak tatili) yaparız. İyi ama, gerçek bu mudur derseniz James'in
karşılığı hazırdır: Gerçek, pratik faydası olandır.

Pragmacılık, böylelikle, akılcı sistemlerle görgücü sistemler arasındaki uzlaşmaz


ayrılığı çözdüğü kanısındadır. Aklın verilerini de pragmatik metoda vurarak hem dinci
kalabilecek, hem de olgularla ilgilenebilecektir. Her ikisinde de pratik faydası
bulunduğuna göre, bunları birbirinden ayırmayı düşünmemektedir. Görgücüler Tanrı
düşüncesine, istedikleri kadar "Teşekkür ederiz, kullanmıyoruz" desinler, pragmacı,
pratik fayda bulduğu sürece onu kullanmakta devam edecektir.

Pragmacılara göre bir düşünce, yaşayışımız için elverişli olduğu sürece doğrudur.
İyidir yerine doğrudur diyebiliriz, çünkü bu iki kavram birbirinin aynıdır. Doğru
sözcüğü, inanç alanında iyi olduğunu ispat eden her şeyin adıdır. Doğru olan, belirli
sebepler dolayısıyla aynı zamanda iyidir. Bizim için neye inanmak daha iyi olurdu
dersek, bu söz şu anlama gelir: Neye inanmak zorundayız?

Bu sorunun karşılığı şudur: İnanılması bizim için daha iyi olan şeye inanmak
zorundayız. Şu halde, bizim için daha iyi olanla, bizim için daha doğru olan arasında
hiçbir başkalık yoktur.

Pragmatik metod, doğruyla iyiyi birleştirmektedir. Bundan şu sonuç çıkıyor: Erdem,


yaşayışımız için elverişli olduğu sürece, pratik fayda sağladiği hallerde doğrudur. Her
şey pratik fayda ölçüsüne vurulmalıdır, her şey pratik faydaya göre
değerlendirilmelidir. Bu açıdan güzeli de doğruyla ya da iyiyle birleştirerek felsefenin,
bilimin, sanatın yetkilerini tek elde, fayda ölçüsüne vurarak değerlendirmelidir. Çünkü
bunların pratik değer ya da değersizlik bakımından hiçbir ayrılıkları yoktur.

Pragmacılar, soyut düşüncelere, deney öncesi düşüncelere de kendi metodlarını


uyguluyorlar. Onlara göre dogru düşünce, pratikte doğrulanabilen bir düşüncedir. Bir
düşüncenin gerçeği, ona yapışık, hareketsiz bir özellik değildir. Gerçek, düşüncenin
başına gelen birşeydir. Bir düşünce, kafamızda dururken doğru olamaz. Ancak doğru
bir hale gelebilir, olaylar yüzünden doğrulaşır. Onun gerçekliği, geçer hale girmesiyle
olur.

Sonsuz derecede faydalı ya da sonsuz derecede zararlı bir gerçeklikler dünyasında


yaşamaktayız. Dogru düşünce bizler için önemlidir. Bir ormanda kaybolursanız,
açlıktan ölmek üzere bulunursanız, keçi yoluna benzer birşey görünce, bu yolun
sonunda insanların oturduğu bir evi düşünmeniz çok önemlidir. Burada doğru
düşünce faydalıdır, çünkü konusu olan şey faydalıdır. Doğru düşüncenin pratik değeri,
bu düşünceye karşılık olan nesnelerin pratik değerinden çıkmaktadır.

Gerçekte bu nesneler, her zaman için faydalı olmayabilirler. Örneğin keçi yolunun
sonundaki ev, boş bir evse, açlıktan ölmek üzere bulunan sizin için hiçbir faydası
yoktur. Ama her nesne bir gün, bir zaman önem kazanabileceğinden, herhangi bir
durumda doğrulanabilecek bir genel düşünceler stokunu elde bulundurmamız
faydalıdır.

Doğru sözcüğü, doğrulama sürecini harekete getiren bir düşüncenin, faydalı sözcüğü
ise onun deneyde tamamlanan görevinin adıdır. Doğru düşünceler, faydalı olmadıkça,
değer belirten bir ad kazanamazlar.

Gerçek, düşünürken bize faydası olan şeydir, nasıl ki hak da eylem halinde bize
faydalı olan şeydir. İnsanlar içiri gerekli olan, uygun olan, iş görecek bir kuram
bulmaktır. İşte pragmacılık, bu kuramdır.

Görüldüğü gibi, uygulayıcılık, burjuva dünyasında pek tutulduğu ve pek yayıldığı


halde, bilimdışı bir kuramdır. Bilimi de açıkça yadsır. James'e göre "İnsanın dünyadaki
durumu, kedinin kitaplıktaki durumu gibidir; görür ve duyar ama hiçbir şey
anlayamaz".

Pragmacılar, dünyanın nesnel gerçekliğine gözlerini kapamışlardır. Gerçek, kendi


yararımıza göre belirlenir, özneldir. Pragmatizm, Dewey, F.S. Schiler tarafından
izlenmiş; ırkçılığı ve faşizmi açıkça savunmaya kadar çeşitli biçimlere bürünmüştür

Pozitivizm
Pozitivist felsefe görüşünün kurucusu Fransız filozof Auguste Comte'dur (1798-1857).
Comte, felsefeyi metafizik yapısından kurtarmak istemiştir.

19. yüzyılda bilimlerin, özellikle pozitif doğa bilimlerinin gelişmesi felsefeyi de


etkilemiştir. A.Comte, felsefeyi de pozitifleştirmek istemiştir. Pozitif felsefe görüşünde
bilgi duyularımızın bize kazandırdığı olayların, görünenlerin (fenomen) bilgisidir. Bu
bilgi, değişmeyen, mutlak olan bir öz bilgisi olamaz. Olayların ve bunların ardardalığı
ve benzerliğinin bilgisidir.

A.Comte'a göre yaşanan çağ, bilim çağıdır. İnsan düşüncesi, bu çağa üç aşamadan
geçerek gelmiştir. Comte, bu gelişimi şöyle açıklar:

Teolojik Düşünce Dönemi

Dinsel düşünce dönemidir. Her şey kutsal fikrine göre yorumlanmıştır. Fetişizm
(putçuluk), Politeizm (çok tanrıcılık), Monoteizm (tektanrıcılık) dönemleri yaşanmıştır.

Metafizik Düşünme Dönemi

Bu dönemde nesnel gerçekliğin özünde gizli güçler aranmıştır.

Pozitif Düşünme Dönemi

Bu dönem, bilim anlayışının oluştuğu dönemdir. Doğanın kendine göre yasaları vardır.
Bilgi, bu yasalara göre oluşur ve bilgi ancak olayların bilgisidir. Böyle bir anlayışın
oluştuğu dönemde felsefe de bilimler gibi pozitif olmak zorundadır.

Nihilizm (Hiççilik)
Hiççilik olarak da bilinir. 19. yüzyılda Rusya'da Çarl II. Alexander'ın hükümdarlığının
ilk yıllarında ortaya çıkan, şüpheci temellere dayalı felsefe anlayışıdır. Ortaçağ'da bazı
heretiklere yakıştırılan bu terim, Rus Edebiyatı'nda ilk kez Nedejin'in bir makalesinde
Puşkin için kullanıldı.

Katkov ise nihilizmin ahlaki ilkelerin tümünü yadsıması nedeniyle toplumu tehdit
ettiğini ileri sürmüştür. Nihilist Bazarov, bu terimin yaygınlaşmasını sağlamıştır.
Zamanla 1860'ların ve 1870'lerin nihilistleri, geleneklere ve toplumsal düzene
başkaldıran, düzensiz, dağınık, bakımsız, inatçı kişiler olarak görülmeye başlandı.
Bundan sonra da Alexander'ın öldürülmesi ve mutlakiyetçiliğe karşı yeraltı
örgütlerinin başvurduğu siyasi terörler birlikte anılır.

Nihilizm, temelde estetizmin bütün biçimlerini yadsıyor, yararcılığı ve bilimsel


usçuluğu savunuyordu. Toplumsal bilimleri ve klasik felsefe sistemlerini bütünü ile
reddediyordu. Yalın olgucu ve maddeci bir tutumla, yerleşik toplumsal düzene
başkaldırıyı temsil ediyor; devlet, kilise ya da aile otoritesine karşı çıkıyordu. Yalnızca
bilimsel doğruları temel alıyor, ancak bilimin bütün toplumsal sorunların üstesinden
gelebileceğini ve bütün kötülüklerin cehaletten kaynaklandığını kabul ediyordu.

İdealizm
Ruh maddeyi yaratır

Bu, idealist felsefenin ilk biçimidir ve evrenin ruh tarafından yaratıldığını kabul eden
bütün dinlerde kendini gösterir.

Evren, düşüncemizin dışında var olamaz

İşte özelliklerin ancak zihnimizde var olduklarını, ve böyleyken onları şeylerin


kendilerine atfetmekle yanılgıya düştüğümüzü kabul eden idealistlerin ispatlamaya
çalıştığı şey budur. İdealistler için, şu masa ve sıralar vardır elbette, ama sadece
düşüncemizde. Çünkü şeyleri yaratan fikirlerimizdir.

Başka bir deyişle, düşüncemizin yansısıdır şeyler. Gerçekten de, madem ki zihnimiz
tarafından yaratılmaktadır bizdeki madde fiksiyonu, madem ki madde kavramı
zihnimiz tarafından bize verilmektedir; ve madem ki şeylerden aldığımız duyunun
nedeni düşüncemizdir, öyleyse bizi çevreleyen şeylerin hiçbirinin bizim zihnimizin
dışında bir varlığı yoktur. Ve de bunlar, düşüncemizin yansıları olmaktan öteye
geçemezler.

Demek oluyor ki, ruhumuzun yaratıcısı olan ve bize evren hakkındaki bütün fikirleri
empoze eden daha üstün bir ruh vardır. Buysa, kendiliğinden de anlaşılabileceği gibi
Tanrıdır.

Fatalizm
Felsefede, bütün olan bitenleri, kaderin önceden tesbit ettiğine, bunların
değişmeyeceğine inanan bir görüştür. Fatalizme göre, insanlar olaylara
hükmedemezler. Başlarına gelcek olanları önceden öğrenmiş olsalar bile, bunu
değiştirmek ellerinde değildir. Determinizmin (gerekirciliğin) tersine, fatalizmde
insanın geleceği tamamen olaylara bağlıdır.

You might also like