You are on page 1of 16

Yerli Ruhunu Kurtarmak:

Martín Prechtel ile Röportaj


Nisan 2001’de “The Sun” dergisinde yayınladı

Martín Prechtel, New Mexico’da, insanların Avrupalılardan önceki eski yaşamlarını hâlâ sürdürdükleri
bir Pueblo Yerlisi Rezervasyonunda büyüdü. Annesi, Pueblo okulunda öğretmenlik yapan bir Kanada
Yerlisiydi. Babası beyaz bir paleontologtu. Martín, buradaki kültürü ve toprağı sevmişti. “Hayatımın ilk
yıllarını, bu yaşam tarzının güzelliğini anlayamayan bir kaç beyaz adamın ellerinde bu güzel dünyanın
tamamen yok olabileceği korkusuyla yaşadım.” diyordu. Prechtel güzelliği öldüren bu tehlikeli güce karşı
çalışmaya başladı. “Yerliler buna ‘beyaz adamın tarzı’ diyordu, ama bundan daha fazlasıydı. Bulaşıcı
gücü beyazları da yemişti ve onları destekçisi yapmıştı. Bu korkunç sendromun halkların doğal ve vahşi
doğasına hiç bir faydası yoktu.”

1970'te ilk evliliği bittikten ve annesi öldükten sonra, Prechtel kafasını toplamak için Meksika’ya gitti.
Görünüşe göre kaza eseri, kendini Guatemala’da buldu. Bir sene boyunca ülkeyi dolaştıktan sonra
Santiago Atitlán adında bir köye ulaştı. Köyde Tzutujil halkı yaşıyordu. Bu kültür pek çok Maya alt
kültüründen biriydi. Kendi farklı gelenekleri, giyim tarzları ve dilleri vardı.

Santiago Atitlán’da garip bir adam Prechtel’e yaklaştı ve “Neden bu kadar geç kaldın? Senelerdir seni
çağırıyorum. Haydi, işe koyulalım!” dedi. Böylece en büyük Tzutujil Maya şamanlarından biri olan
Nicolas Chiviliu’ya çırak oldu.

Çıraklık seneler sürdü. Bir şaman olarak Prechtel insanların ataları ve ruhlarla ilişkilerindeki
dengesizlikleri düzeltmeyi öğrendi. Bunu yapabilmesi için Tzutujil dilini de öğrenmek zorunda kaldı.
(Tzutujik dilini önce kadınlar öğretti, çünkü Tzutujil’de erkekler ve kadınlar farklı konuşur. Halk önünde
konuşmaya başladığında ise Prechtel insanlar için büyük bir eğlence kaynağı oldu).

Prechtel, yerli olmasa da bir süre sonra köyden birisi oldu. Köyden bir kadınla evlendi, üç çocuğu oldu,
biri öldü. Chiviliu ölünce yerine Prechtel geçti ve yaklaşık otuz bin kişinin şamanı oldu. Daha sonra
Nabey Mam’ın ilk şefi oldu. Şef olarak görevlerinden biri, köydeki genç erkeklerin yetişkinliğe kabul
törenlerinde onlara yardımcı olmaktı.

Prechtel sonsuza dek Santiago Atitlán’da kalmak istiyordu ama orada yaşadığı süre boyunca, Guatemala
bir iç savaşın eşiğindeydi. Hükümet - ABD destekli ölüm timleri ile - bin yıllık Maya ritüellerini yasa dışı
ilan etti. Nihayetinde, Prechtel hayatını kurtarmak için kaçmak zorunda kaldı. “Kalacaktım ama
öğretmenim ölmeden önce öldürülmemem için buradan gitmemi istemişti. Bana verdiği bilgileri
sürdürmemi istiyordu”.
Prechtel ailesini ABD’ye getirdi, burada Robert Bly ve adamları onları bulana dek bir şekilde açlık
çektiler. (Bly, erkekler hareketinden etkin bir şair olup Prechtel’den övgüyle bahseder. Onu “insan
olasılıklarının tarlalarında ağzından çiçekler dökülerek dört nala koşan küçük bir midilliye” benzetir).
Prechtel’in eşi Guatemala’ya dönmeye karar verdi ama Prechtel çocuklarıyla birlikte ABD’de kalmayı
tercih etti ve şu anda doğduğu yerden en fazla 80 kilometre uzakta yaşıyor.

Prechtel "Secrets of the Talking Jaguar" isimli kitabın yazarıdır. Bu kitapta, Santiago Atitlán’daki yerli
geleneklerinden açık, saygı dolu ve müziksel bir şekilde bahseder. Aldığı eğitimle ilgili ipuçları verir;
ama başkalarının Mayaların topraklarını çaldıkları gibi okuyucuların da Mayaların ruhsal öğretilerini
çalmasına neden olabilecek detaylar vermez. "Long Life, Honey in the Heart" isimli son kitabında,
Prechtel ölüm timleri köye varmadan önce köyün yapısını, Tzutujil rahipliğini ve günlük köy hayatının
nasıl olduğunu anlatır. Kitap yazmanın yanı sıra, Prechtel hem Mayalıların mitolojileri ve günlük
etkinliklerini çizen bir ressam hem de bir çok CDsi bulunan bir müzisyen.

Prechtel, dünyanın çeşitli yerlerinde genç erkeklerin kabul töreni ile alakalı konferanslara katılıyor. (“Bu
konuda kadınlarla da çalışıyorum ama bu biraz daha yavaş bir süreç, o da kadın olmamamla alakalı.”)
Ayrıca insanların olağan hayatlarının kutsallığı ve mekan duyularıyla yeniden bağlantı kurmalarına
yardım eden atölyeler yönetiyor. “Ruhsallık son derece pratik bir şey. Hafta sonları yapmayı seçtiğiniz
türden bir şey değil. . . . Günlük bir olay, yemek yemek, el tutmak ya da kışın ısınmak gibi önemli bir
şey.”

Prechtel’le röportaj yapmak için New Mexico’daki evine gittiğimde ses kayıt cihazımın çalışmadığını
görünce utandım. Neyse ki şu andaki eşi Hanna bana bir kayıt cihazı verdi. O da kırk dakika kadar
çalıştı, sonra da geri sardı. Martín bu tür şeylerin her zaman başına geldiğini söyleyerek özür diledi.
“Makineler üzerinde böyle bir etkim var. Dişçim artık kapısından bile uğramamı istemiyor çünkü ben
içeri girince bütün bilgisayarları donuyor.”

Onunla asla yolculuk yapmamam gerektiğini bir kenara not ettim.

Hanna bir şekilde kayıt cihazının yeniden çalışmasını sağladı, böylece röportajı bitirebildik. Benim ses
kayıt cihazım ise ertesi sabah ben artık 110 kilometre kadar uzaktayken yeniden çalışmaya başladı.

Jensen: Şaman nedir?

Prechtel: Şamanlar bazen doktor ya da şifacı diye bilinir, aslında hayatta kalma arayışımız sırasında
sebep olduğumuz hasarı, yaşam ağında yarattığımız yırtıkları ve delikleri onaran insanlardır. Bir anlamda,
hepimiz - hatta teknolojiden en uzak olanlarımız, en ruhsal, en iyi insanlar bile - sürekli dünyaya zarar
veriyor. Soru şu: bu yıkıma nasıl karşılık veriyoruz? Eğer modern kültürde olduğu gibi yapıyorsak, yani
sadece yaşayarak sebep olduğumuz ruhsal borcu görmezden geliyorsak, o zaman o borç ileride olumsuz
sonuçlar doğuracaktır. Ancak yıkıma karşılık vermenin başka yolları da var. Bunlardan biri, bu borcu
güzel hediyeler verip kutsal olanı, bize hayat veren görünmez dünyayı yücelterek ödemeye çalışmak.
Şamanlar, bizi besleyen öteki dünya ile aramızdaki ilişkiyi unuttuğumuzda ya da sebep ne olursa olsun
karşılık olarak biz o öteki dünyayı beslemediğimizde ortaya çıkan problemlerle uğraşır.
Bunların hepsi modern, sanayileşmiş insanlara garip gelebilir, ama insanlık tarihinin çoğunda, şamanlar
sıradan hayatın bir parçasıydı. Dünyanın dört bir yanındalar. Şimdi Batılılara garip geliyor; çünkü onlar
öteki dünyayı sistematik olarak değersizleştirdiler ve artık o dünyayla gündelik hayatlarının bir parçası
olarak ilgilenmiyorlar.

Jensen: Mesela, Sibirya’daki şamanlar Guatemala’daki şamanlardan ne anlamda farklılar?

Prechtel: Farklı diller olduğu kadar şaman olmak için de farklı yollar var. Ancak ortak bir yanı da var.
Çünkü hepimiz aynı dünya üzerindeyiz, nereye gidersek gidelim okyanusta su var, nereye gidersek
gidelim altımızda toprak var. Bir anlamda hepimiz ortak bir tecrübeye sahibiz. Hepimiz hâlâ insanız.
Bazılarımız insanlığını derinlere gömdü, onu uyuşturdu; ama bugün yaşayan herkes, ister modern olsun
ister bir kabilede yaşasın, ilkel ya da evcilleşmiş olsun, özgün, doğal ve hepsinden önemlisi öyle ya da
böyle bir yerli ruhuna sahip. Modern insanın yerli ruhu ya hayal dünyasının uzak köşelerine sürülmüş ya
da modern aklın doğrudan saldırısı altında. Yerli ruhunuzu bilinçli bir şekilde ne kadar çok anımsarsanız,
fiziksel olarak da o kadar çok anımsarsınız.

Şamanlar normal insanın aptallığının etkilerini düzeltmeye, hayatın görünmez kaynaklarıyla ilişkilerini
onarmaya çalışıyor. Pek çok durumda da bu olaya müdahale etme biçimleri birbirine benziyor. Örneğin;
Sibiryalılar Afrika’da kullanılana benzeyen bir trans metoduna sahip. Bu metotla öteki dünyaya
giriyorlar.

Jensen: Birkaç kez “öteki dünya”dan bahsettiniz. Çoğu modern insan bilinçli olarak böyle bir yerin
varlığını kabul etmez. Öteki dünya nedir?

Prechtel: Eğer bu dünya bir ağaç olsaydı o zaman öteki dünya onun kökleri olurdu - ağacın
göremediğimiz ancak ona özünü veren parçası. Öteki dünya bu görülebilen dünyayı besler - acı
duyabilen, yiyip içebilen ve başarısız olabilen dünyayı; çemberler halinde hareket eden dünyayı;
öldüğümüz dünyayı. Öteki dünya, bu dünyanın görevini yerine getirmesini sağlayan şeydir. Ve bizim
öteki dünyaya yardım etme şeklimiz de onu güzelliğimizle beslemek.

Bütün insanlar öteki dünyadan gelir, ama doğduktan birkaç ay sonra orayı unuturuz. Bu unutkanlık bu
dünyanın fizikselliği ve güzelliğinden başımız döndüğü için meydana gelir. Hayatlarımızın geri kalanını
öteki dünyaya ait anılarımızı bir araya getirerek, yeni unutkanlara - çocuklara - nasıl hatırlanması
gerektiğini öğreterek ve daha büyük bir amaca hizmet ederek geçiririz. Çoğu kez, bu ders yetişkinliğe
geçerken öğretilir.

Mayalılar öteki dünyanın bize şarkı söylediğini söyler. Bizler onun şarkısıyız. Sesten yapılmışız ve ses bu
dünyayla öteki dünya arasındaki süzgeçten geçerken kuş, çimen, masa şeklini alır - bunların hepsi sesten
yapılmıştır. İnsanlar, kendi sesiyle öteki dünyayı besleyebilir, oradakilerin büyümesini ve şarkı
söylemeye devam etmelerini sağlayabilir.

Jensen: “Onlar “ kim?


Prechtel: Bize şarkı söyleyenler. Onlara tanrılar ya da ruhlar da diyebilirsiniz. Mayalılar onlara kısaca
“onlar” adını vermişti.

Jensen: Eski bir Aztek deyişi var, seneler önce okumuştum: “Bu dünyaya yaşamak için geldiğimiz doğru
değil. Biz buraya uyumaya ve düş görmeye geliyoruz.” Bunu anlamama yardımcı olabilir misiniz? Merak
ediyorum.

Prechtel: Rüya gördüğünüzde, öteki dünyayı hatırlarsınız. Tıpkı yeni doğduğunuzda yaptığınız gibi.
Uyanıkken, öteki dünyanın rüyasının bir parçasısınızdır. “Uyanık olma” halinde, geldiğim dünyayı
beslemek için benden biraz zaman harcamam beklenir. Benzer şekilde, ölüp de bu dünyadan ayrılıp
diğerine geçtiğimde, bu rüyayı o rüyada yaptığım şeylerle beslemem gerekir.

Rüya görmek uyuyan insanı iyileştirmekle alakalı değil: devam edebilmesi için bütünü besleyen, diğer
dünyayı hatırlayan kişiyle alakalı. Yeni Çağ, Mayalılardan beklediği rağbeti göremez; çünkü onlar için
kişinin kendini keşfetmesi ancak bütüne hizmet ediyorsa iyidir.

Jensen: Mayalıların borç kavramı nereye uygun düşüyor?

Prechtel: Hristiyanlar ilk günahla doğdukları gibi, Mayalılar da ilk borçla doğuyor. Maya dünya
görüşüne göre, her birimiz bizi yarattığı için, var olmamız için şarkı söyledikleri için öteki dünyaya
borçlu bir şekilde doğarız. Bu borç ödenmelidir; yoksa alacağını hayatlarımızdan alacaktır.

Jensen: Kişi borcunu nasıl geri öder?

Prechtel: Size hayat verene bir hediye vermelisiniz. Gerçekten bir ödemeden söz ediyorum. Bir köyün
ruhsal ekonomisidir bu.

Eski öğretmenim şöyle söylerdi: “gölün ortasındaki küçük bir kaya üzerinde oturmuş şarkı söylüyorsun
ve senin şarkın ruhların yaşadığı kıyılara dek ulaşan bir dalga yaratıyor. Dalga kıyıya ulaştığında sana
geri dönen bir yankı yaratıyor.. O yankı ruhsal beslenmedir.” Bir hediye yolladığınızda onu her yöne
doğru yollarsınız. Sonra da size her yönden geri döner.

Jensen: Karmaşık bir desen oluşuyordur herhalde, çünkü siz şarkınızı yolluyorsunuz , komşularınız da
kendi şarkılarını yolluyor, bütün o dalgalar üst üste biniyor olmalı.

Prechtel: Öylesine karmaşık ve büyük bir ağ ki insan zihni kavrayamıyor... Neyin nereye bağlandığını
kimse bilmiyor.

Jensen: Bunun teknolojiyle bağlantısı nedir?

Prechtel: Teknolojik icatlar dünyadan bir şeyler alıyor ama karşılığında hiç bir şey vermiyor. Arabalara
bakın. Arabalar uzun zaman boyunca bir çok insan bir diğerinin rüyasına bir takım şeyler ekleyerek hayal
edildi, düşlendi - ya da eğer tercih ederseniz, birbirlerinin çalışmalarına ve deneyimlerine bir şeyler
eklediler de diyebiliriz. Ama bütün bu süreç boyunca insanlara o arabaları icat etme yeteneği veren o
görünmez kutsal varlığa çok az şey geri verildi. Şimdi, sağlıklı bir kültürde, şamanlar tam da bu noktada
olaya karışırlardı. Çünkü her icatla beraber ya ritüel olarak ödenmek zorunda olan ya da savaş, acı ve
depresyon şeklinde bizden alınmak zorunda olan bir ruhsal borç gelir.

Mesela bıçak çok küçük bir şeydir, neredeyse modern endüstriyel toplum için ilkel bir alet bile sayılabilir.
Ama Mayalılar için böyle bir aletin yaratılması için ödenmesi gereken ruhsal borç çok büyük. Önce,
bıçağı yapacak olan kişi kömür üretecek kadar sıcak bir ateş yakmak zorunda. Bunu ödemek için yakıta,
ateşe bir hediye vermek zorunda.

Jensen: Ne gibi?

Prechtel: İdeal olarak hediye elle yapılmış olmalı. Bu da ruhların sahip olmadığı ama insanların sahip
olduğu bir şey.

Ateş yeterince sıcak olduğunda bıçak yapan kişi demir cevherini kayadan eritmeli. Batı kültüründe çöpe
atılan, artakalan kısım şamanik ritüellerde en kutsal kısımdır. Artakalanlar borcu simgeler. İnsan
yaratıcılığıyla evrende oyulan boşluğu simgeler ve bu boşluğun gene insan yaratıcılığıyla doldurulması
gerekir. Kutsalda neden olunan yarayı gidermek için öteki dünyadan sökülen parçaya eşit bir hediyenin
geri konması gerekir. Bizlere bu tür savurgan başarılar sergileyebilme yeteneği veren tanrısal varlıkları
beslemek için kullanıldığı sürece insanın yaratıcılığı harika bir şey.

Şaman, bu nedenle, demiri elde etmek için cevhere, ateşe, rüzgara ve diğerlerine ödeme yapmak zorunda
- para olarak değil, verilmiş olana denk bir ritüel eylemle ödeme yapmak zorunda. Daha sonra demir
çeliğe dönüştürülmeli, çelik bir bıçak şeklini alacak şekilde dövülmeli, keskinleştirilmeli ve ıslah
edilmeli, ayrıca sapı da takılmalı. Bu prosedürün her aşamasında beslenmesi gereken bir tanrısal varlık
var. Bıçak hazır olduğunda ona “dünyanın dişi” adı verilir. Odunu, eti ve bitkileri kesecektir. Ancak
akılcılık, gerçekçilik, insan üstünlüğü adına gerekli kurbanlar göz ardı edildiyse, işte o zaman bıçak
insanları kesecektir.

Bütün bu ritüel hediyeleri bıçağı oldukça “pahalı” kılar ve bu süreci karmaşık ve zaman alıcı yapar.
Ritüele duyulan gereksinim bazen bazı şeyleri ruhsal anlamda fazla pahalı hale getirir. İşte bu yüzden
Mayalılar alış veriş merkezleri, uzay mekikleri ya da iş makineleri icat etmedi. Hayatlarını öylece
yaşadılar, romantik bir yaşam tarzı olduğu için değil - çünkü oldukça zor - işe yaradığı için.

Batı kültürü bütün maddelerin ölü olduğuna ve bu nedenle insan yaratıcılığı öteki dünyadan bir şey
aldığında borca girdiğine inanmıyor. Bunun sonucu olarak alış veriş merkezleri, uzay mekikleri ve diğer
“gelişmiş” teknoloji örnekleri ile karşı karşıya kalıyoruz. Oysa bizlere bu şeyleri yapabilme yeteneği
veren ruhlar açlık çekiyor, zayıflıyor. Bu da iştahsızlığın bir nedeni: gençler bunu dışa vuruyor. Evren
açlık çekiyor, duygusal acı çekiyor; çünkü ihtiyaç duyduğu şeyler ona ritüel gıdası ve gerçek fiziksel
hediyeler şeklinde verilmedi. Öteki dünyadan çaldığımız bir şeyle uzaklaştığımızı sanıyoruz ama aslında
bu şiddete yol açıyor. Delphi’deki Yunanlı kahin bunu uzun zaman önce görmüş ve “ Vah olsun
insanlara, çeliğin icadı için” demişti.

Jensen: Bu hırsızlık neden şiddete yol açıyor?


Prechtel: Tüm yaradılışı besleme kapasitesi olsa da, ruh, her şeye gücü yeten bir güç değil. Büyük zeka
sahibi doğal bir güç. Onun zekası insanın kibri ve hırsıyla kötüye kullanıldığında hem insanın hem de
tanrısal doğanın kutsallığı bozulur. Her ikisi de aç ve doymak bilmez şeyler olur. Ruhsal unutkanlığımızın
yarattığı bu canavarın gıdası oluruz. Bu canavar savaşlarla, psikolojik depresyonla, kendinden nefret etme
duygusuyla ve ızdırabı diğer yerlere taşıyan kötü dünya ticareti pratikleriyle beslenir.

Atalarımızın uzun zaman önce imzaladığı bu anlaşmayı unuttuğumuz için doğadan çaldığımız şeyleri
yerine koyma yolu olarak birbirimize şiddet uygularız. Bu ilişkiyi, ruhsal bir zorunluluk olarak algılamak
yerine kişisel bir deneyim veya patoloji olarak nesneleştirir ya da psikolojize ederiz. O noktada, ruhsallığa
yaklaşımımız akılcı bir zırha, dünyayı ve birbirimizi öldürmeye sebep olan hırs canavarını yaratan
parçamızı koruma psikolojisine dönüşür. Bireyler olarak depresyona giriyoruz; çünkü öteki dünyanın
varlıkları bunu duygularımızdan çıkarıyor.

Jensen: Nasıl oluyor?

Prechtel: Ruhlarla bir ilişki sürdüremediğimizde ruhlar psişemizi yemek zorunda kalıyor. Ve psişemizi
yedikten sonra vücudumuzu yiyorlar. Bu da sona erdiğinde etrafımızdaki insanlara yöneliyorlar.

Yüzyıllardır bu ilişkileri görmezden gelen bir kültürünüz olduğunda depresyon artık bir yaşam tarzı
oluyor. Bunu teknolojiyle düzeltmeye çalışıyoruz ama bu asla işe yaramayacak. Ne de diğer kültürleri
talan etmek, gezegeni öldürmek bir işe yarayacak. Bunların hepsi öteki dünyadan sorumlu tutulmama
çabası. Eğer insan olarak başarılı olmak istiyorsanız hayatınızı anlamlı bir şekilde yaşamalısınız, tutkuyla
yaşamalısınız, dolu dolu yaşamalısınız. Böylece ölümünüz bile ruhlar için anlamlı bir kurban olur, ruhları
besler. İnsanlar “uygarlaşana” ve tek tanrı adına diğerlerinin tanrılarını öldürmeye başlayana dek herkesin
ölümü anlamlıydı. Yaşlandıkça hayatınız bir kurban olarak giderek daha çok anlam kazanır. Çünkü öteki
dünyaya daha fazla hediye verirsiniz ve ruhlar sözlerinizle ve dualarınızla daha fazla beslenirler.

Jensen: Peki bir bıçak yapmak için ruhsal dünyaya borç ödemenin verimsiz olduğunu söyleyen birisine
ne cevap verirsiniz? Diğer kültürleri yok etmemizin sebebi de buydu. Siz tek bir bıçak yapana dek benim
grubumdakiler 300 bıçak yapıp hepinizin boğazını keser.

Prechtel: Eğer o stratejiyi seçerseniz, o zaman öldürdüklerinizin hayaletleriyle yaşamak zorunda


kalacaksınız - yani içinde bulunduğunuz durumu makul bulmak için kendinize “ileri” derken, daha fazla
bıçak yapmak zorunda kalacak ve daha fazla depresyona gireceksiniz.

Jensen: Bu hayaletler nedir?

Prechtel: Hayaletlerden söz etmeden önce atalardan söz etmeliyiz çünkü bu ikisi birbiriyle bağlantılı.

Sık sık atalarınıza hürmet etmeniz gerektiğini duyarsınız, ama bence daha karmaşık bir durum söz
konusu. Atalarımız çok da zeki değildi. Bir çok durumda bizlere bu kargaşayı bırakanlar da onlar.
Bazıları harikaydı, ama diğerlerinin büyük ön yargıları vardı. Eğer hakları teslim edilirse o zaman onların
ön yargılarını yaşamak zorunda kalmazsınız. Ama atalarınıza bir şey vermezseniz, eğer “Ben bu
insanlardan geliyorum, bana bir etkileri yok, ben eşsiz bir bireyim” derseniz, o zaman hayatınızı
atalarınızla mücadele ederek ya da onların başlattığı şeyleri sürdürerek yaşama konusunda lanetlenirsiniz.
Kendiniz olmadan önce bunu yapmak zorunda kalacaksınız ve inandığınız şeyin peşine düşmeye değer.

Mayalılar bu durumla başa çıkmak için atalarına yaşamaları için bir yer veriyordu. Onlar için evler
hazırlarsınız - “uyku evleri” denir bunlara - ve atalarınızı da oraya koyarsınız. Evler küçüktür, çünkü
atalar fazla yer kaplamaz ama iyi düzenlenmiş bir yere ihtiyaçları vardır. Sonra atalarınızı güzel sözlerle
beslersiniz. Kullandığımız diller eski, unutulmuş dillerimizden kaldı. Bu dillerin çoğu çok daha süslü
diller. Ama şu anda kullandığımız dille de garip, gizemli ve şiirsel hediyeler yaratarak atalarımızı
besleyebiliriz. Böylece günlük hayatlarımızı yiyip bitiren hayaletleri bizi depresyona sokamaz.

Eğer atalarımızın geçmiş on bin senenin ön yargılarından kurtulabilirsek o zaman kendi yerli ruhlarımıza
ve kültürümüze giden yolu bulabiliriz. Onu bulduğumuzda artık hem evimizdeyizdir hem de hoş
karşılanmışızdır.

Jensen: Atalarım Danimarkalı, Fransız, ve İskoç ama ben Kuzey Kaliforniya’da yaşıyorum. Yolumu
nasıl bulabilirim?

Prechtel: Buradaki sorun atalarınızın Kuzey Amerika’ya göç etmiş olması değil, öldüklerinde borçlarının
güzellik, keder ve dil aracılığıyla düzgün bir şekilde ödenmemiş olması. Birisi öldüğünde o kişinin ruhu
bir sonraki dünyaya devam etmek zorunda. Eğer o kişi bir kabul töreninden geçmemişse, nereden
geldiğini hatırlamıyorsa ve devam etmesi için ne yapması gerektiğini bilmiyorsa o zaman nereye gitmesi
gerektiğini de bilemeyecektir. Ayrıca birisi öldüğünde, ruhu, dünyadayken varoluşunu beslemek için
alınmış olan her şeyi geri vermek zorunda. Bütün eski cenaze töreni ritüelleri bu borcun öteki dünyaya
ödenmesi ve ruhun yoluna devam etmesine yardımcı olmak için var.

Geride kalanların bu ruhsal borcun ödenmesine yardım etme yollarından birisi ise öleni özlemek. Diyelim
ki babaanneniz öldü. Birileri ağlamamanız gerektiğini söyleyebilir; çünkü babaanneniz “daha iyi bir yere”
gitti ve göz yaşı dökmek saf bencilliktir. Ama insanların birbirlerine ve yuvalarına duyduğu özlem hissi o
kadar büyüktür ki, eğer bu hislerinizi ağlayarak ifade etmezseniz geleceği şiddetle zehirliyorsunuz
demektir. Bu özlem duygusu yüksek sesle, güzelce ağlama ya da bir şarkıyla yahut ruhlara verilen güzel
bir hediyeyle ifade edilmezse, diğer canlılara karşı şiddete dönüşür - ve daha önemlisi, dünyaya karşı
şiddete dönüşür çünkü artık ev anlayışınız olmayacaktır. Ama öteki dünyayı kederinizle besleyebilirseniz,
o zaman ölülerinizin toprağa gömüldüğü yerlerde yaşayabilirsiniz. Onlar da böylece bir şekilde
etrafınızdaki peyzajın bir parçası olur.

Pek çok eski kültürde ölülerin elli sene boyunca yaşayanlar tarafından beslendiği bir cenaze töreni vardı.
Yaşayanlar, ölülerin öteki dünya ve bu dünyaya olan borçlarını ritüellerle ödüyorlardı. Bu keder
yaşanmazsa ataların hayaletleri kültürü takip etmeye başlar.

Yasını tutacak birkaç kişi varken bile yeterince zor, ama ya çok fazla sayıda ölü varsa? Hepsi için yas
tutacak zaman kalmadığında ne olacak? Söz konusu sadece bir iki hayalet olmadığında (şaman bu konuda
size yardım edebilir) ama ya yüzlerce, binlerce, milyonlarca hayalet söz konusu ise. Sadece atalarınız
değil kendilerine saygısızlık yapılmış olan varlıklar da - tecavüz edilen kadınlar, sebepsiz yere katledilen
hayvanlar, lime lime edilen toprak - hayalet olduğunda ne olacak?
Jensen: Burada metaforik bir şekilde mi konuşuyorsunuz?

Prechtel: Hayır, tam tersi. Hayaletler gerçekten sizi kovalayacak. Daima batan güneşe doğru sizi
kovalarlar. Bu yüzden geçen binlerce yılda yaşanmış büyük göçler Batı’ya doğru oldu: insanlar
hayaletlerden kaçıyor. İnsanlar bir süreliğine yeni bir yerde durup orada yaşamaya çalışıyor. Ama
hayaletler her seferinde onları yakalıyor, büyük savaşlar, acılar ve sorunlar yaratıyorlar. Bu da aç hayalet
kitlelerini doyurmaya yarıyor. Bunun ardından insanlar devam ediyor. Yer değiştirmeye devam ediyorlar.
Asla yuvalarında olamıyorlar. Şimdi artık hayaletler tarafından yutulmaya ya da kaçmaya dayanan
koskoca bir kültüre sahibiz.

Jensen: Hayaletler konusunda ne yapabiliriz?

Prechtel: Sınırlı bir gezegende hayaletlerden daha hızlı kaçamayız. Bizi güvende kılacak teknolojiler
geliştirmeyi denedik: acılarımızı uyuşturacak ilaçlar, hayaletleri uzakta tutacak kaleler… ama hiçbir işe
yaramıyorlar.

Bir köyde eğer bir aileye hayaletler dadanırsa şaman hayaleti yakalar, onu parçalara ayırır sonra da
hepsini ayrı ayrı öteki dünyaya gönderir. Sonra şaman ve aile, düzenli bir program hazırlayıp öteki
dünyayla ilişkilerini yeniden yoluna koyar. İşte yaşam tarzının sürdürülmesi böyle olur.

Batı kültürünün bunu nasıl yapabileceğini bilmiyorum. Dünyayı ölü kabul eden bir kültürün üyeleri bu
kadar birikmiş borcu nasıl ödeyebilir? Bu hayaletlerden nasıl kaçabilirler? Bu kadar zamandır devam
eden şeylerden sonra insanlar kendilerini tekrar evlerinde hissedebilirler mi?

Bir yerde kendimizi evimizde hissetmek için öncelikle nerede olduğumuzu anlamak zorundayız.
Çevremize bakmak zorundayız. İkinci olarak, kendi tarihlerimizi bilmek zorundayız. Üçüncü olarak,
atalarımızın hayaletlerini beslemek zorundayız. Böylece hayaletlerin bizi ya da etrafımızdaki insanları
yemelerini önlemiş oluruz. Son olarak, artık yas tutmaya başlamamız gerekiyor. Keder, oturup her gün
ağlamak anlamına gelmez. Keder, güzellik yaratmanız için ruhların size verdiği hediyeleri kullanmanız
anlamına gelir. Bu şekilde ifade edilmeyen keder, insanın vücudunda zehirli bir atığa dönüşür ve bir
bütün olarak kültür içerisinde farklı bir yere gönderilene dek saklanması gerekir. Aynı radyoaktif atıkların
New Mexico’ya gönderilmesi gibi.

Bu sıkışmış kederin metabolize edilmesi gerekiyor. Bir kültür olarak ve onun içerisindeki bireyler olarak
artık kederi hissetmeye başlamalıyız - o lezzetli, fantastik ve narin ilacı. İşte o zaman üzerinde
yaşadığımız toprağa ruhsal hediyeler vermeye başlayabiliriz. Böylece hayaletler bir gün torunlarımıza
orada yaşama izni verebilirler.

Jensen: Keder ve bir yere ait olma arasındaki ilişki nedir?

Prechtel: Yaşadığım Guatemala köyünde, sizden biri orada ölmeden ve hayatta kalanlar onun için göz
yaşı dökmeden o yere ait sayılmazsınız. Birkaç nesil o toprakta yaşayıp ölmedikçe ve ruhunuz o toprakta
beslenmedikçe, hâlâ bir ziyaretçi, bir turist sayılırsınız.
Bu köyde yaşarken, oğullarımdan biri daha bebekken tifodan öldü. Yavrumu kaybedince gizemli bir
şekilde ve ansızın o toprağın gerçek, kabul görmüş bir yerlisi oldum. Toprağa sahip olmaktan söz
etmiyorum. Ama kederle kirasını ödeyen, ritüelle kendini ifade eden onurlu bir kiracıydım. Çocuğum
toprağa karışmıştı. Artık daha öncekine hiç benzemeyen bir tarzda havayla, ağaçlarla ve kayalarla cismen
akraba olmuştum. Diğer köylüler aynı kayalarla, ağaçlarla ve havayla bağlı olduklarından artık hepimiz
akrabaydık.

Şimdi, Danimarkalı, Fransalı ve İskoçyalı atalarınızın Kuzey Amerika’da toprağa gömüldüğünü


söyleyebilirsiniz, o halde neden burada istenmeyesiniz? Neden kayalarla, ağaçlarla ve havayla bağınız
olmasın?

Ölen akrabalarınız büyük ihtimalle hâlâ hayalet. Henüz gerçek ata haline dönüşmemiş, kabul edilmemiş
ruhlar; çünkü borçları keder ve güzellikle ödenmemiş. Gerçek atalar oldukları zaman o bölgeyle
birleşirsiniz ve bu dünyanın yaşamasına yardım etmeye başlarsınız. O noktada, bilgisayarlara, tost
makinelerine, makinelere daha az ihtiyacınız olduğunu göreceksiniz - herşeye daha az ihtiyacınız olacak.
Sonunda iyi yaşamaya başlayacaksınız.

O duruma gelebilmemiz için güzel sözleri, kederi ve kurbanı anlamak zorundayız. Kurban derken
birisinin 3 gün izin alıp mahallesinde çalışmasını kastetmiyorum. Bu da bir parçası olabilir elbette. İnsan
kadar insan olmayana da vermekten bahsediyorum.

Jensen: Yani hayaletlerle yüzleşmemiz gerektiğini söylüyorsunuz, bunu yapınca da…

Prechtel: O zaman düzeltici önlemlerden çok daha önemli olan [ilişkileri] sürdürmeden söz etmeliyiz. Bu
kültür bir şeyi sürdürmek yerine onu düzeltmeye dayanıyor. Ancak sürekli düzeltmek yerine bir şeyi
sürdürmeye başlayınca bize sorun yaratan şeyler çözülmesi daha kolay hale gelecek. Artık bugün
düşündüğümüz anlamda düzeltmek gibi bir şey söz konusu olmayacak. Bugün bir şeyi düzeltmek,
istediğimizi elde etmek anlamına geliyor. Oysa şu soruyu sormak anlamına gelmeli: ”Ne yapmam
gerekiyor?”

Kültürümüz bireysel özgürlüğün üzerinde duruyor; ama bu tür bir özgürlük ancak merhamet nedir bilen
ve bizi yakalayacak, topraklayacak ve kendimizden koruyacak kadar ruhsal dünyanın karmaşıklığını
kavramış olan, gülen ve candan büyüklerle dolu bir köy varsa yaşanabilir.

Eğer modern dünya [ilişkileri] sürdürmeye başlarsa kendini yeniden tanımlamak zorunda kalacak. Ne
insanların ve icatlarının ne de Tanrı’nın evrenin merkezinde olduğu yeni bir kültür gelişmek zorunda
kalacak. Merkezde yer alması gereken şey boş bir yer olmalı. O boş yerde Tanrı ve insanlar hep beraber
hem şarkı söyleyebilmeli hem de göz yaşı dökebilmeli. Belki de, bütün kültürlerin hem farklı hem de
ortak mükemmellikleri, hayat ağacını dogmatik dinlerin ve her şeyi harfi harfine açıklayan zihinlerimizin
sürdüğü yerden geriye getirebilir.

Jensen: Dogmatik dinlerden söz ederken Maya gelenekleri İspanyol misyonerlerin akınlarıyla nasıl başa
çıktı?
Prechtel: İspanyollar köyümüze 1524’te geldi, ama kimseyi kiliselerine gitmeye ikna edemediler. Bu
yüzden eski tapınağımızı yıktılar ve aynı yerde yeni bir kilise yapmak için aynı taşları kullandılar. (Bu
yaygın bir uygulamaydı.) Ama Tzutujil halkı maharetlidir. Eski tapınağın taşlarını yeni kiliseyi inşa
etmek için kullanılırken izlediler ve her taşın nereye konduğunu ezberlediler. Tzutujil halkı söz konusu
olunca, bu garip, kare Avrupa kilisesi sadece eski tapınağın yeniden yapılmış haliydi. (Şaman olurken
bütün taşların nerede olduğunu ezberlemek zorunda kaldım; çünkü hepsi kutsaldı. Londra’da acemi bir
taksi şoförü gibiydim.)

Katolik rahipler 1600’lü yıllarda deprem ve kolera sebebiyle köyü terk etti. 50 sene sonra geri
geldiklerinde ise kilisenin ortasında koca bir delik buldular. “Bu ne?” diye sordular.

Yerliler, rahiplerin o zamana dek kendi ana dinleriyle ilgili her şeyi yok ettiğini biliyordu. Bu yüzden
“İsa’nın çarmıha gerilmesini canlandırırken hacı bu deliğe koyuyoruz.” dediler.

Aslında o delik asla doldurulmaması gereken bir boşluktu. Çünkü orijinal olarak orada bulunan
tapınaktan kalan başka bir boş yerin oluşmasına sebep oldu. Bu da bütün varoluş katmanlarıyla bağlantı
halindeydi.

Dört yüz elli senedir, Yerliler, Avrupalıların bir türlü anlayamadığı ya da göremediği bir şekilde
geleneklerini koruyabildi. İspanyollar “Tanrınız nerede?“ diye sorduğunda, Yerliler o boş deliği
gösterirdi. Ama 1950’lerde Amerikalı papazlar geldiğinde buna kanmadı. “Bu paganizm” dediler ve
sonunda o boşluğu doldurdular.

1976 yılında bu olay meydana gelirken oradaydım. Öfkeden mosmordum. Köy konseyine gittim, ağzıma
geleni saydım, bağırdım çağırdım. Yaşlılar sakin sakin sigaralarını içti ve bana hak verdiler. Yaklaşık bir
saat sonra, artık nefesim tükenmişti. O an bambaşka bir konudan söz etmeye başladılar. “Kimsenin
umurunda değil mi?” diye sordum.

“Ah, evet” dediler. “Umurumuzda. Ama bu Hristiyanlar biraz çamur kullanarak bu dünyayla öteki dünya
arasındaki yolu yok edebileceklerine inanıyorsa onlarda zerre kadar beyin yok. Bu, senin endişe etmen
kadar saçma. Ama eğer bir şey yapmak zorundaysan, kazma, kürek ve keski burada. Kazabilirsin.”

Böylece bir kaç yaşlı insanla birlikte kazdık. Daha sonra Katolikler boşluğu tekrar doldurdu ve iki hafta
sonra tekrar kazdık. Bu şekilde beş kez kazdık, ta ki sonunda biri taştan bir kapak yapana kadar. Böylece
Katolikler boşluk orada değilmiş gibi davranabilirdi ve biz de ne zaman boşluğu kullanmak istersek
kapağı kaldırabilirdik.

İşte bu ülkedeki ruh şimdi böyle bir şey. Delik, beslenmesi gereken boşluk hala orada ama ruhsal
unutkanlıkla üstü örtülmüş durumda. O güzel boşluğu ilaçlarla, televizyonla, patates cipsleriyle - aklınıza
gelen her şeyle - doldurmaya çalışıyoruz. Ama doldurulamaz. Oranın boşluk olarak kalması gerekiyor.

Jensen: Boşluk neden kutsal?


Prechtel: Maya halkı, dünyanın bir yaratıcının ellerinden çıkmayıp bu boşluktan meydana geldiğini ve
meyvesi çeşitlilik olan bir ağaca dönüştüğünü biliyor. İnsanlar o ağaçta değildi, ama temelde o ağaç
üzerinde olan her şey sonuçta insanın içine karıştı. İçinizde su kabağı tohumları var, rakunlar ve amipler
var - her şey var.

Ağaç olgunluğa eriştiğinde, çiçek açtığında ve meyve verdiğinde, o meyve sesten oluşmuştu ve toprağa
düşen her bir parçası filizlendi ve çok çeşitli yaşam türlerini dünyaya getirdi. Sonra yaşlı ağaç öldü ve
kadim seslerden oluşan humusa dönüştü. O humus her şeyin bu güne kadar gelişmesine yardım ediyor.
Dokunduğumuz, hissettiğimiz ve tattığımız her şey aslında o özgün çeşitliliğin bir tezahürü. Bu da ağacın
aslında ölmediği ama parçalara ayrıldığı ve sürekli kendini bir araya getirmeye çalıştığı anlamına geliyor.

Her yıl köyümde, hala bozulmamışken, yetişkinliğe kabul edilecek olan genç erkek ve kadınlar o ağacı
hayata döndürmeye çalışmak için delikten öteki dünyaya giderdi. Kutsal seslerinin ve göz yaşlarının
tohumlarını, yaşlı ağacın çok uzun zaman önce yaşadığı o boşluğa yerleştirirlerdi. Ve ağaç geri büyürdü.
Ama senenin geri kalanında, köy, ağacın çeşitli biçimlerini yiyip bitirirdi. Böylece her yıl yetişkinliğe
kabul edilecek olan yeni genç erkek ve kadınların ağacı tekrar hayata döndürmesi gerekiyordu. Bu genç
erkek ve kadınlar o boşluğa inebiliyor ve hayat ağacını yeniden canlandırabiliyordu çünkü nasıl güzel
sözler söyleyeceklerini, nasıl kederleneceklerini ve diğer canlılarla mücadele edip onları öldürmek yerine
ölümle nasıl mücadele etmeleri gerektiğini biliyorlardı.

Jensen: “Ölümle mücadele etmek” derken, ölümün kaçınılmazlığına direndiler mi yok reddettiler mi
demek istiyorsun?

Prechtel: Hayır, aksine, onların ölümle güreştiğini söylüyorum. Yaşamın olması için ölümle ruhsal bir
güreş olmak zorunda yoksa bu sizi öldürebilen gerçek bir savaşa dönüşür.

Ölümle olan problem, tanrılarının akılcı olması. Mayaların 13 tanrıçası ve 13 ölüm tanrısı var. Bu
ilahların hayal gücü yok. Bu nedenle bizi öldürüp yemek zorundalar - ruhlarımızı, hayal gücümüzü elde
etmek için. Bir kez ölüm ruhunuzu ele geçirince o artık mutludur. Bu yüzden bir müddet öldürmeye ara
verir. Ama daha sonra aşağıya inip - tüm güzel sözlerinizle - ölümden ruhunuzu geri istemelisiniz. Ölüm
reddettiğinde onunla kumar oynamanız gerekir, çünkü ölüm sadece bir kuralı dinler: şans kuralı. Böylece
kumar kemiklerini kullanır ve ölümü güzel sözler söyleyerek cezbetmeye çalışırsınız. İşte buna “ölümle
güreşmek” diyoruz. Elbette ölümü öldüremezsiniz. Böyle bir karşılaşmada ümit edebileceğiniz en iyi şey
ölümü beraberliğe razı etmek. O zaman ölüm size “Peki, bak ne diyeceğim. Beni bu güzel sözlerle
düzenli bir şekilde beslemeye devam edeceğine ve vaktinde öleceğine söz verirsen sana ruhunu geri
vereceğim.” diyecek.

Tören sırasında, genç erkek ve kadınlar ölümle güreşirken aslında yaptıkları şey bir sözleşme imzalamak.
Bu sözleşmede “Sonsuza dek yaşamalıyım şeklindeki idealist düşünceden vazgeçiyorum” yazıyor. O
zaman ruhunuz geri dönmüş olur, ama sanatınızın, güzel sözlerinizin ve hayal gücünüzün meyvesinden
bir parçayı ritüel olarak öteki dünyaya vermek zorundasınız. Ölümle yapacağınız tek anlaşma bu. Eğer
daha iyi bir anlaşmaya varmaya çalışırsanız pek çok insanın ölümüne sebep olursunuz. Bütün bir kültür
daha iyi bir anlaşma yapmak istediğinde ya da güzel sözlerle ölümle güreşmeyi reddettiği zaman, ölüm
savaşlar ve depresyon ile bizleri gerçek anlamda yemek için ortaya çıkar.
Jensen: Yerli ruhunu biraz daha anlatın.

Prechtel: Kültürel zemini ya da etnik kökeni ne olursa olsun, dünya üzerindeki herkes kendi zihni
tarafından yaratılmış giderek daha düşman bir ortamda hayatta kalmak için mücadele eden bir yerli
ruhuna sahip. Modern insanın bedeni, akılcı zihin - makine çağının değerlerine bağlı olan zihin - ve yerli
ruhu arasındaki bir savaş alanına dönüşmüş durumda. Bu savaş yoğun ruhsal ve fiziksel hastalık sebebi.

Acımasız bir kültür yok edici zihniyet, tüm halkları, doğayı, hayal gücünü ve ruhsal bilgiyi yiyip bitirerek
son birkaç yüzyılda dünya üzerindeki sözde ilerlemesini güçlendirdi. Tıpkı bir buldozer gibi, geride
homojen, düz bir uygarlık parçası bıraktı. Bu dünya üzerindeki her insan, ister Afrika’dan, Asya’dan, ister
Avrupa’dan ya da Amerika’dan olsun, hikayeleri, ritüelleri, yaratıcılıkları, dili ve yaşam tarzları bu
zihniyet tarafından ellerinden alınmış, köleleştirilmiş, yasaklanmış, sömürülmüş ya da yok edilmiş atalara
sahip. İçimizde yerli olan şey - diğer bir deyişle, doğal, gizli, açıklaması zor, cömert, yavaş yavaş gelişen
ve köy odaklı olan şey - yüreğimizin gettolarına sürgün edildi ya da ruhsal alandaki rezervasyonlarda
gözlerden saklandı. Düşüncelerimizin aslında yaşamımızın merkezi olduğuna inanmamız öğretildi. Ait
olduğumuz bu fethedici modern kültür gibi, dünyayı yerli ruhu ile değil zihinle kavrıyoruz.

Ve bu yerli ruh, hafta sonları “vahşi erkek” veya “vahşi kadın” inzivası yaşadıktan sonra iş kıyafetlerinizi
giydiğinizde çıkarılabilen bir şey değil. Eğlenceli ya da moda olduğu için ilgilenebileceğiniz bir şey değil.
Özgün olmak zorunda, ruhsal olarak pahalı olmak zorunda.

Jensen: Yerli geleneklerin kullanılmasında iki genel durum söz konusu. Bunlardan biri hafta içi borsacı
olmaya devam ederken hafta sonu inzivaları için arka bahçenizde bir terleme çadırı yapmanızda hiçbir
sorun yok.

Prechtel: Tüketici metodu.

Jensen: Diğeri ise, ki ben de buna katılıyorum, yerli geleneklerin mahremiyetine saygı duymak ve onları
kendi amaçlarımız uğruna sinsice bozmamak zorunda olduğumuz.

Prechtel: Bunu yapmamaya büyük özen gösterdim. Gerçek şu ki ilk başta Maya gelenekleri hakkında
asla kitap yazmak istemedim. Büyüdüğüm yer olan Pueblo Rezervasyonu’nda yazmak bir tabuydu; çünkü
yazmak bilgiyi dondurur. Ayrıca bilgi gizli tutulmuyorsa ve sadece kutsal koşullar altında kullanılmıyorsa
o zaman fazla bilginin faydası olmaz. Çoğu kez en kutsal şeyler en basit ve sıradan şeylerdir. Bu
sıradanlık incelikli ve gelenekselleşmiş şekilde düzenlendiğinde, sıra dışı bir hal alır ve ruhsal faydasını
sürdürür.

Jensen: Yazdığınız gelenekler sizin yerel Güneybatı gelenekleriniz değil.

Hayır, ama ben Guatemala’da Santiago Atitlán’da uzun seneler boyu yaşadım. Orada evlendim,
çocuklarım oldu. Orada bir hayat kurdum. ABD destekli ölüm timleri geldiğinde yedi yıl içerisinde bin
800’den fazla köylü öldürüldü: vuruldu, dövüldü, işkence gördü, zehirlendi, parçalandı, deliklerde
açlıktan öldü, kafaları kesildi, ortadan kayboldu. Bu olayların hepsi 1979’dan önce hayatlarında hiç silah
sesi duymamış insanların yaşadığı bir köyde oldu. 1980’lerde başıma ödül konulmuştu ve üç kere
ölümden döndüm. Ailemi de yanıma alıp ABD’ye geri döndüm. Eşim daha sonra iki oğlumuzu da yanına
alarak evine döndü ve ayrıldık. Çocuklar kısa süre sonra bana döndü. Şimdi artık koca adamlar.

1992’de bir katliam daha oldu ve Guatemala’ya dönmek zorunda kaldım. Bazı genç Tzutujil erkekleri
beni bir kamyonetle almaya geldi. Başlı başına tuhaftı; çünkü daha önce kimsenin arabası yoktu. Beni
kabak yüklü kamyonetin kasasına gizlediler. Ne zaman askerler tarafından yolumuz kesilse askerler
sadece kabak görüyor ve geçmemize izin veriyordu. Çok dikkatli bakmıyorlardı. (Askerlerin çoğu aslında
kimseyi öldürmek istemiyordu: öldürmeleri için kışkırtılmaları gerek. Ama yine de öldürüyorlar.)

Bütün kontrol noktalarını geçtikten sonra ön tarafa geçip oturdum. Diğer yolcuların hepsi çocuktu. Bu
olay ben ayrıldıktan sekiz sene sonra meydana gelmişti. Çocuklar neredeyse öğretmenimin adını
unutmuştu. Öğretmenim çevredeki en büyük ve en ünlü şamanlardan birisiydi.

Yola devam ederken bana “Şu dağın hikayesini biliyor musun?” diye sordular.

“Evet”, dedim, “Adı S’kuut. Aslında okyanustaymış ama sürüngenlerin yaşlı tanrıçası tarafından toprağa
getirilmiş.”

“Kim o tanrıça?”

Kısa süre sonra kamyonet iyice yavaşlamıştı; çünkü atalarının o kadim hikayelerini dinleyerek her bir
dağı, geçidi, kaya bloğunu yeniden keşfediyorlardı. İki saat kadar sonra “Nasıl oluyor da bunları
bilmiyorsunuz?” diye sordum.

Bir tanesi şöyle cevap verdi: “Bu ikisi Hristiyan, bu yüzden bilmelerine izin yok. Geri kalanlarımızın da
anne babası yok. 1980’lerde öldürüldüler.”

Bu sarışın melez Amerikalı - bu çocuklarla hiçbir kan bağı olmayan birisi olarak - onlara kendi halkının
hikayelerini anlatıyordum. O an, bu çocukların ve kendi iki oğlumun da köy hayatının zenginliğini hiçbir
zaman bilemeyeceğini anladım. Bu yerle olan bağlantılarını kaybediyorlardı. Bildiklerimi yazmam
gerekiyordu ama ayrıntıları yazamazdım - yani göle gidip bunu yaptığımızı ve bu adağı oraya koyduğumu
vs. - çünkü o zaman bu ritüellere el koyulabilirdi.

Ritüellerin detaylarını yazmama kararım ABD’de bir çok insanı kızdırdı. Onlara nasıl yapıldığını
anlatmamda ısrar ediyorlar. Onlara her zaman “Bu teknoloji değil.” diyorum.

Jensen: Şamanizmin gücünün belirli kelimeler ya da dualarda olmadığını açıkça belirttiniz.

Prechtel: Öğretmenim, her zaman, bu dünya üzerinde iyi yaşayabilmek için herhangi bir ümit olacaksa
kadim kökleri alıp içine yeni bir özsu koymamız gerektiğini söylerdi. Yeni bir şey yapmamız gerekiyor
anlamında değil, eski bir şeyi yeni bir şekilde yapmamız gerekiyor. Bu da büyük cesaret ister.
Bu kitapları, sözlü geleneği okuyucuya açık bir şekilde yazabilseydim okuyucuların kendi yerli ruhlarının
hatıralarının ortaya çıkmaya başlayabileceğine karar verdim. Elbette insanlara uçağa binip Guatemala’ya
gitmeyin diyorum. Bu hayal kırıklığı ve yağmalamadan başka bir şey getirmez. Cevap yaşadığın yerde,
kendi arka bahçende bulunmalı. Başka bir kültürü araştırmanın tek sebebi kendi kültüründeki yoksunluğu
koklayabilmek. Başka bir kültüre gidip bir şekilde kabul edilseniz bile kendi kültürünüzü terk etmeyerek
toprağınıza geri dönmek ve kültürünüzün yabancılaşmış yerli geleneklerini kabilecilik, tutuculuk ve
özelleşmiş, nihilistçe kibirden uzaktaki gündelik hayatta elde etme yükümlülüğüne sahipsiniz.

İster geleneklerden ister doğal kaynaklardan söz edelim, doğrusu bu. Şu anda “genetik araştırmacılar”
yerli insanların kullandığı bitkileri incelemek için Brezilya’ya gidiyor. Neden? Zengin, beyaz Kuzey
Amerikalıları kendi kültürlerinin aptallıkları sonucunda oluşan hastalıklardan kurtarabilsinler diye.
Evlerinde kalıp ölümlü oldukları kaçınılmaz gerçeğinin hep beraber yasını tutarak kendi kültürlerinin
hayal gücü ve erdem eksikliğiyle yüzleşseler çok daha iyi olacak hastalıkları mekanik olarak tedavi etmek
için diğer halkların geleneklerini araştırıyorlar.

İnsanlar ayrıca yerli diye pazarlanan pek çok şeyin aslında öyle olmadığını da bilmeli. Örneğin, terleme
çadırı törenlerinin çoğu aslında Cizvit’tir. 1850’lerden önce hiçbir Kızılderili Büyük Ruh’u duymamıştı.
Bunların hepsi Cizvit’lerden geliyor.

Jensen: Batı kültürünün sorunlarından birinin to be fiilinin kullanımı olduğunu söylemiştiniz.

Prechtel: Çocukken Keres adı verilen bir Pueblo dili konuşuyordum. Bu dilde to be fiili yok. Temel
olarak sıfatlardan oluşan bir dildi. Santiago Atitlán’da hayatta kalabilme sırlarımdan birisi Tzuttujil
dilinin de to be fiiline sahip olmamasıydı. Tzutujil oluş üzerine değil aidiyet ve taşıma üzerine bir dil. To
be fiili olmadan bir şeyin kesinlikle bu veya şu olduğunu söyleyemeyiz. Eğer iki kişi tartışıyorsa, yakacak
odun gibi “bölünmüş” oldukları söylenir, ama her ikisi de aslında aynı özdendir. Ulusların elde etmek ya
da savunmak uğruna savaştığı ve öldüğü bazı doğrular ve yanlışların geleneksel Tzutujil kavramlarında
yeri yok. Bu da Tzutujil halkı doğruyu ve yanlışı ayırt edemeyecek kadar “ilkel” olduğu için değil,
hayatlarının kesin durumlara ya da kalıcılığa dayanmaması. Mayalar hiçbir şeyin kendi kendine
sürmeyeceğine inanır. Hayatlarının yaratımdan çok sürdürmeye yönelik olmasının sebebi budur.

Söz konusu Tzutujil dili olduğunda “aidiyet” ile “oluş” arasında fazla bir fark yok. “O bir annedir”
diyemezsiniz mesela. Tzutujil dilinde birisine ancak kimin annesi olduğunu söyleyerek, kime ait
olduğunu söyleyerek anne diyebilirsiniz. Aynı şekilde “O bir şamandır” diyemezsiniz, “İz sürme biçimi
ona ait” diyebilirsiniz.

Modern Batı kültürünün Santiago Atitlán’da gerçekten tutunması için, amacına ulaşamamış din
adamlarının, yöneticilerin ve politikacıların öncelikle dile zarar vermesi gerekirdi. Dil, Maya evrenini bir
arada tutan bir yapıştırıcıdır: etkili ve güzel konuşma, ataların mitolojilerle hayata bağlı oluşu. Tanrıların
sözleri tüm kemiklerimizdeydi. Ama Batılılar to be fiilini gençlerimize dayatınca, bütün o kadim Maya
dünyası modern çağın dişleri arasında kayboldu.

To be fiiline sahip bir kültürde, insan daima kimlikle ilgilenir. Kim olduğunuza karar vermek için kim
olmadığınıza da karar vermeniz gerekir. Ait olma kavramına dayanan bir kültürde, diğerlerine bağlı
olmak zorundasınız. Nerede bulunduğunuz ve kiminle birlikte bulunduğunuza göre tanımlanırsınız. To be
fiili, dilin güzelliğini ve süslemelerini ortadan kaldırarak dili basitleştirir. Ama dil daha verimli bir hal
alır. To be fiili çok verimlidir. Bir şeyler inşa etmenize izin verir.

Ama inşa etmektense Mayalar bir meyve veya bir bağ gibi görünme olasılığına izin veren bir iklim
oluşturmaya çalışırlar. Her şeyi gözetirler. Geçmişte, büyük anıtlar inşa ettikleri zaman, modern kültürde
olduğu gibi amaç dünyayı belirli bir şekilde olmaya zorlamak değildi; tanrıların insanlara verdiği büyük
hediyelere uygun bir şekilde dünyaya geri ödemekti. Mayalar dünyayı kendi istedikleri gibi olması için
zorlamazlar: dünyayla arkadaş edinirler; onlar hayata aittir.

Jensen: Sürdürmenin önemi konusunda çok şey söylediniz. Bu durum Tzutujilerin derme çatma evler
yapmalarıyla nasıl ilişkilendirilebilir?

Prechtel: Köyde insanlar, demir, kereste veya çivi kullanmadan evlerini geleneksel materyallerle yapardı,
ama evler muhteşemdi. Pek çoğu ağaç kabuğu ve liften örülüyordu. Bedenin evi gibi insanın içerisinde
uyuduğu ev de güzel ve dayanıklı olmalı; ancak bir müddet sonra yıkılmasını engelleyecek kadar da
sağlam olmamalı. Eğer eviniz yıkılmazsa onu yenilemek için hiç bir sebep kalmaz. Ve bir şeyi değerli
kılan onun yenilenebilirliğidir. Onu anlamlı kılan sürdürmedir.

Köyün birlikteliği ve mutluluğunun sırrı her zaman insanların cömertliği olmuştur, ama bu cömertliğin
sırrı yetersizlik ve zayıflamadır. Köyümüzün kulübeleri uzun süre dayanacak şekilde inşa edilmediği için
düzenli olarak yenilenmeleri gerekiyordu. Bunun için de köylüler senede en az bir kez birinin kulübesinde
çalışmak için bir araya geliyordu. Eviniz yıkılmak üzereyken herkesi davet ediyordunuz. Çocuklar etrafta
koşuşup herkesin yaptığı şeyi bozardı. Genç kadınlar su getirirdi. Genç erkekler taş taşırdı. Yaşlı erkekler
herkese ne yapmaları gerektiğini anlatırdı, yaşlı kadınlar yaşlı erkeklere yanlış yaptıklarını söylerdi. Ev
onarıldığında herkes beraber yemek yerdi, evi överdi, güler ve ağlardı. Birkaç gün içerisinde bir sonraki
eve geçerlerdi. Bu şekilde köyde her ailenin evi yeniden kurulur ve bir araya getirilirdi. Her zaman böyle
oldu.

Ardından misyonerler, iş adamları ve politikacılar kereste, teneke ve sağlam evler getirdi. Artık evler
uzun süre dayanıyor; ama ilişkiler dayanmıyor.

Bazı bakımlardan krizler toplulukları bir araya getirir. Bugün bile, eğer sel olmuşsa veya semtin
yakınlarına bir otoban yapılacaksa, insanlar sorunu çözmek için bir araya gelir. Mayalar kriz olsun diye
beklemez; kriz yaratırlar. Onların ruhsallığı koreografik felaketlere - diğer adıyla ritüellere - dayanır. Bu
felaketlerde herkes bir diğerinin giysisini, evini ya da topluluğu yahut dünyayı yeniden yapmak,
oluşturmak zorunda. Her şey sürdürülmüş olmalı, çünkü her şey öylesine narin yapılmıştır ki sonunda
yıkılması kaçınılmaz. Bir şeyi daha güçlü yapan şey onun yeniden bir araya getirilmesi, yenilenmesi. Bu
durum evlerimiz, dilimiz ve ilişkilerimiz için de geçerli.

Çok zayıf olmayan bir şeyi çok kısa sürede parçalanmasını sağlamak, çok dayanıklı olmayan bir şeyi
kalıcı kılmak güzel bir denge. İncelik gerektiren bir şey. Hepimiz kendimizden sonra yaşayacak bir şey
yapmak isteriz, ama bu şey bir ev ya da bir başka nesne olmamalı. Kendi kendini sürdüren bir köy olmalı.
Bu türden sonsuz bir yenilenme süreci, ulaşmayı dilememiz gereken yegane kalıcı şey olmalı.
Çeviri: CemC
Düzeltme: Serhat Elfun Demirkol

You might also like