Professional Documents
Culture Documents
Mustafa Durak
Şiiri algılamak, anlamaktan öte bir şeydir. Anlamak, iletişim dili çerçevesinde
iki kişiden birinin söylediğini diğerinin anlamasıdır. Ancak sıra öbürüne
geldiğinde anlamak, anlaşmak’a evrilir. Ve her anlaşmak etki tepki ilişkisi
içinde denetlenir. İletişimde, bir kişinin diğerine karşılığı, ya da müdahalesi
ifadelerin birbirine eklemlenip eklemlenmemesiyle anlaşılır. Anlam konusu
kuramcılarca sorun edilir. Uygulamada zihinler sorunu çoktan çözmüştür. Her
zihin bir diğerini kendine göre değerlendirir. Kendine göre anlamlandırır. Yani
iletişen öznelerin; bir diğer zihinden çıkanları, olduğu gibi, tümüyle algılamak
gibi bir derdi yoktur, kuramcıların aksine. Bu anlamda kuram idealisttir.
Uygulamada açıkları çeşitli giderme (telafi) mekanizmaları vardır. Her
konuşmacı sözü kendi bildiği yöne, anladığını sandığı yöne çeker. Bir diğeri
sapmaları ya kabul ederek onun istediği doğrultuya kaydırır anlatımını ya da
keser konuşmayı. Konuşmanın sapmasına razı olmak toplumsal koşullar gereği
olabileceği gibi, ruhsal da olabilir. Seçenek bakımından zorunluluk da olabilir.
Bir katlanma durumu yani. Kabul etmek gerek ki her katlanma körelmeye bir
adım demektir. Kendini frenlemek, ketlemek demektir. Doğrusu her bağlanma
da anlamaya inen perdedir, perdenin kalınlığı bağlanma derecesine göre
değişir. Denir ya: karısının kendisini aldattığını en son kocası öğrenir.
Bağlanmak, inanmak köreltir. Bağlanmak, karşımızdakinin aldatmasına, yalan
ifadelerine açık tutar kapıyı. Zayıf noktamız olur. Anlam peşinde olanın bu
yüzden nesnesine soğuk durabilecek bir mesafesi olması gerekir. Kendisini
konuşan özneden, yazan özneden soyutlayarak bakabilmesi gerekir. Bu noktada
19. yy’dan Sainte Beuve’ün dersi ilginçtir: Eleştirel bakış önce nesnesine
bırakacak kendini. Tüm ayrıntısı içinde onunla özdeşleşme rahatlığına
ulaşacak. Bir bakıma onun kopyasını çıkaracak. Onu her noktasında
kavrayacak. Ardından kendi varlığını unutmadan, eleştirel bakış olduğunu
unutmadan, başkası olma uykusundan uyanabilecek canlılığa sahip olacak ve
sonunda anlamsal örgüleri yerli yerine koyabilecek anlama yetisiyle donatılı
olacak.
Demek ki anlama peşinde olan, bir yapıta hem yakın hem de uzak durmayı
bilmeli. Elbette bu, bir benimseme açısı. Bir seçenek, sonunda. Herkes ayni
biçimde dinleyecek, anlayacak diye bir kural yok. Kaldı ki konu şiir oldu mu,
iletişimsel bir anlama, anlamlandırma sınırları dışındayızdır; hele hele bu
anlamlandırmayı test edebilme şansı çok azalmıştır. Zira şiir özellikle ayni
sözbirimde, ayni sözdiziminde çoğul anlamın kullanılabilmesiyle anlamdan çok
yoruma açar okuru. Yani şiir dili iletişim dili kadar çizgisel, ard arda değildir.
Anlamsal olan, sapaklarla, kavşaklarla ilerler. Bu sapaklar, çıkmaz yola
dönüşmezse, bir yerlere iletirse sorun yoktur şiir dilinde. Demek ki şiir dilinde
anlamlandırmalar, yorumlar bir varış noktasına göre geçerlidir. Bu varış
noktaları (terminaller) şiirin anlamını, anlamsal yapısını gösterir. Ne var ki
kimi şiirlerin yapılarını ne denli ayrıntılı anlatırsanız anlatın, farklı nedenlerden
dolayı o gerçekliği herkese anlatamazsınız. Görmek, göstermeye yetmeyebilir.
Yorum ve anlam belirli bir deneyimi, anlamlandırma ve yorumlama birikimini
gerektirir. Üstelik şiir dili söz konusu olunca konuşan kişi, şair(i) bile olsa şiir
dilini açımlayamayabilir. Eğer tersi olsaydı, tüm şairlerin en iyi şiir yorumcusu,
anlamlandırıcısı olması gerekirdi. Ne yazık ki öyle değil. Olması da zorunlu
değil. Şair de diğer sanatçılar gibi bir söyleme/yapma becerisini zamanla
kazanır. Kendi iç denetimini oluşturur. Ancak bu iç denetim, kendi içinde
biçimlense de dış etmenlerden, başka şairlerin deyişlerinden, değer verdiği
eleştirilerden etkilenir. Etkilenmelidir. Zira her şair de etkilenmelerle
biçimlenir. Bu etkilenme alanı içine, şiirin malzemesi gereği her türlü söz
biçimi girer. Ve şiir alanında eleştiri olmadığında kendi iç denetimini
oluşturamamış, her yaptığı alkışlarla karşılanan şairler, bozuk yaylarını
düzeltme gereği duymazlar. Ne yazık ki bu yüzden şiir ortamımız kurgusu,
anlamı, anlatımı bozuk şiirlerden geçilmiyor. Kimse saatleri denetlemiyor. Ve
kimse aynaya bakma gereği duymuyor. Herkes kendi dersliğinde kendi
şairliğini ilan etmiş durumda. Herkes şiir arenasında kendi etrafını örerek,
yalnızca önünü görerek, önündekine bakıyor. Benim sözüm onlara değil zaten.
Kafasını kaldırıp etrafına bakma yürekliliğine erişmiş olanlara. Beni
başkalarına bakma, farkı fark etme konusuna yakın olanlar ilgilendiriyor.
Kazara öbürlerinden de anlayanlar çıkarsa bu, kendileri için devrim olacaktır.
Öğrencilerime verdiğim temel bilgiyi yineleyebilirim artık: söylediklerimi
eleştiri süzgecinden geçirmeden benimseyenler beni anlamamış demektir.
Kuramsal bu girişten sonra bu yazının asıl amacı olan küçük İskender’in iki
şiirini çözümlemeye geçebilirim.
1.
Kalpte ateşkes
“Kalpte ateşkes”
Başlığın ardından gelen bu iki dize bizi şaşırtıyor. Zira başlık için belirlediğim
ateşkesin yapılmış olması durumuna ya da dinginlik arzusuna uygun bir
anlatım değil. Sevgilisinin varlığı yüzünden, düz değişmeceli olarak
sevgilisinin mekanı, kalesi haline getirilmiş “şehir”, “ben”in, sevgilisine öfkesi,
kızgınlığı yüzünden lanetlenecektir. Lanet etme edimi ve lanetin yerine
geleceği umudu, “ben”in kendini kutsaldan saymasını akla getiriyor. Bu da
onun kendini yüce güç tarafından sevilmiş, kayırılacak bir kişi olarak gördüğü
anlamına gelir. Demek ki bu aşamada sevgiliyle bir ateşkes söz konusu değil.
Tam tersine bu, savaş baltalarının iyice bilenmesi demek. Kendisinin açtığı
savaşta eli öylesine güçlü ki sevgili silah bırakacak yani teslim olacak. Ancak
teslim olduğunda sevgili yerine geçen şehir lanetlenmiş olacağından, ne
şehirden ne de sevgiliden hayır gelmeyecek. Yani ‘ben’, öfkeden ne yaptığını,
ne yapacağını bilmez bir halde bir pireye bir yorganı yakıverecek.
'Topu topu bir günde bitirdim ömrümü' ne demek? “Topu topu” sınırlayıcı bir
deyiştir dilimizde. Nerden baksan, tamamı vb deyişlere yakın bir kullanımı
vardır. Ancak “topu topu”, “bir” sözcüğüyle kullanılır mı diye soruyorum
kendime. Çünkü bu deyiş bir sayma, toplama gerektirir. Diyeceğim bu dizede
“topu topu” fazladan kullanılmıştır. Karşılaştırılsın:
Bir günde bitirdim ömrümü // topu topu bir günde bitirdim ömrümü
Arasında bir anlam farkı var mı? Üstelik gereksiz söz birim; anlamı, anlatımı
zedelerken bir yandan da “ben”in ruhsalındaki açmazı işaret ediyor. Burada şu
söylenebilir? Şiir açmazlı ruhsallara kapalı mı? Elbette hayır. Ama o ifadeyi
kullanan karşıma dili en iyi kullanması gereken kişi, şair kişi kimliğiyle
geldiğinde bunu sorma hakkım doğar. Zira günlük dille konuşmuyor, konuşmaz
şair.
Ömrünü bir günde bitirdiği yalan. Ömrünü bir günde bitirmiş olsaydı, bu şiirle
karşımızda olamazdı. Diyeceksiniz ki amma yaptın, olmuş bir olayı anlatmak
zorunda mı şair? Elbette değil. Ancak ömrünü bitirmiş olma gerçek olmasa da
duyuş olarak o günden sonra yaşamıyor olmayı, yaşadığını hissetmemeyi
düşündürür ki bu da ‘ben’ için ‘o’nun önemini belirtir. Kendisi için bu kadar
değerli birinin yaşadığı bir ‘şehir’e lanet etmek, ve ‘o’nun teslim olacağını
düşünmek, normal insan işi değil. Öfkeden kudurmuşluğun ifadesi.
Dil konusunda dikkat ettiği tek şey akıcılık ve uyum. Sözcük arapça olmuş,
ingilizce olmuş umurunda değil. “Müstakil ve ölümcül”. Arapça ve öz türkçe
iki söz birim yan yana. Burada öztürkçeci bir iletişim dili bakımından
‘bağımsız ve ölümcül’ ya da ‘özgür ve ölümcül’ uygun düşerdi. “Müstakil ve
ölümcül”ün seçilmiş olmasını diline öyle geldiği için öyle, anındalık olarak
açıklayabiliriz. Ama oradaki /k/ ve /l/ seslerinin etkisini göz ardı edemeyiz. /l/
sesleri akıcı niteliğiyle akışı yayıyor (böyle, müstakil ve ölümcül); /k/ ise ‘aşk
ve müstakil’ olarak bağlanıyor. Biliyorum uçuk, aşırı mı aşırı bir yorum olacak
ama buraya denk düşecek. /k/ sesi kavgacıdır. Zaten “aşk” sözcüğü /ş/ ve /k/
arasında bir erilliktir (burada her türlü feminist saldırıyı göze alıyorum). /ş/’nin
yumuşaklığına karşı /k/’nın sertliği, kavgacılığı. Aşırı yorum dediğim bu değil
şu: müstakil’in içindeki “kil” ile İngilizce “kill” arasında ilişki kurmam. Ve
hemen ardından “ölümcül”ün gelmiş olması. Yabancılık bakımından
“müstakil” söz birimi dizede yalnız kalmıyor, “zaviye” ile bağlantılanıyor. Bu
dizeyle yukarıdaki öfke durumu, sakin bir değerlendirmeye, dinginliğe çekildi.
“Eh” ile ‘ben’, genel değerlendirme olarak bir kabullenmişlik noktasına geldi.
Duygusal yaşayan ben’den bilge ben’e geçti. Aşk’ın bakış açısının bağımsızlık
ve bu bağımsızlığın öldürücü olduğu ifade edildi. Dikkat edilirse söz konusu
modern bir aşk. Daha doğrusu aşkın cinselliğe ve keyfe dönüşmüş hali.
‘Sen’ciliğin sıfıra doğru yol aldığı bencillik hali. Aşk’ın, bağımsız olmasını,
özellikle modern aşk anlayışı çerçevesinde, herkesin kendi zihninde, kendi
kültüründe, kendi davranışında kendine özgü olarak bir tek başınalık ve tek
yanlılık olarak anlıyorum. Özseverliğin özgeseverliğe dönüşememiş hali
olarak. Taraflardan birinin diğerine fazla bağlanması halinde yıkım olan bir
aşk. Tüm yıkımlar beklentilerin yükseltilmesinden kaynaklanır. Bu da
özseverliğin özgesever bir görüntüsüdür belki. Ama ölümcüldür işte. O’nun
bağımsızlaşmasını, bir başkasına yönelmesini kaldıramayan “ben”, lanetler
yağdırmış, bir gün sevgilinin kendisine döneceği öngörüsünde bulunmuş,
ömrünün, belki bir itiraf, belki bir tanıklık sonucu bir günde bittiğini, yaşayan
ölü haline geldiğini ifade etmiştir. Bu iki dizede ortaya konan karşıtlıklara
dikkat etmek gerek. Aşk: müstakil ve ölümcül sevilen: müstakil. Seven:
ölümcül. Ben: sarhoş. O: malum kişi.
Evet “ben”, bu kente çok kızgın. Lanet etme onda takınaklaşıyor. Gözlerinde
kendisine karşı keskin nişancılar gizleyen o, bir gün kendisine dönecek. Ben,
bu inan içinde. Dolayısıyla bir yandan sevgiliden kopma gibi bir düşüncesi yok
ama bir yandan da ona lanet etmekten, hakaret etmekten geri durmuyor.
Durulaşamıyor bir türlü.
Son iki dizede bir dinginlik, bir değerlendirme bilgeliği akşam gibi çöküyor
şiire. “Mamafih” ve diğer eski sözcükler, şiirin içinde kendi aralarında bir
bağlanmadan öte bir katman olarak var oluyorlar. Bu katman, şiirde, şairin
içindeki bir ata temsilcisi olarak görülebilir. Dilin atası olarak, ve şairin dilsel
ve yaşamsal geçmişi olarak. Belki bir baba olarak, baba dili olarak içinde
yerleşik duran bir dil, gizli bir simge. Ve bu dizeler /Eh, aşkın zaviyesi böyle,
müstakil ve ölümcül /Kimimiz hep sarhoş, kimimiz hep malum kişi/ dizeleriyle
ses tonu bakımından bir düşüş olarak koşutlanıyor: şiirin düşen tonlama
eğrilerini işaret ediyor bu eğriler. Anlam bakımından da, değerlendirme,
durulmuş birinin bilgece söylemi olarak beliriyor. Bu açıdan bu şiir bürünsel
(prozodik) bakımdan iki bitiş eğrisiyle üst üste katlanabilen, birbirlerine
bakışımlı iki bölüm içeriyor. Bu noktada hemen bir itiraz yükselebilir. Hayır
tam bir koşutluktan söz edilemez diye. Doğrudur üst üste katlanabilmesi
düzenli bir biçim gerekir. Oysa şiirde 7 ikili dize var. İlk tonlama eğrisi,
dinginleşme bilgeleşme 3. ikilidedir. Dolayısıyla ayni durum 6. ikilide
olmalıdır. Oysa 7. ikilidedir. Buna yanıt olarak şu söylenebilir. İyi ama
yukarıda da örnekledim: küçük İskender şiiri, karmaşa gibi görünenin içinden
bir düzenliliktir. Kaosta düzenlilik. Aykırı kurallılıkların şiiri. Kendisi yalın biri
değil, şiiri de yalın değil. Şiirinin yapılanışı, örgüsü farklı. Şiirinin
aykırılaşması ve farklılaşması söz konusu. Sözünü ettiğim koşutluğu yeni bir
kuralla hem bozuyor, hem bozmuyor. Zira fazladan görünen bölüm bir
yineleme. Ve bu yineleme şiirin ilk iki dizesinin yinelemesi. Yani şiirdeki sesin
en yüksek tonda, tüm öfke şiddetiyle söylendiği nokta. Yani bir bölüm olarak
belirlediğim ilk üç dize bürünsel açıdan decrescendo (azalan), giderek düşen bir
tonlama eğrisi gösterirken ikinci bölümde (dördüncü ikiliden) altıncı ikiliye
kadar crescendo (artan) giderek tepe noktaya tırmanan bir tonlama eğrisi
gösteriyor. Ve ardından birden düşen (finale) bir sonlandırış. Yani şiirin
arkasında bir orkestra şefi var.
Son iki dizenin içeriği olarak anlamına bakarsak, bir sav söz buluyoruz ilk
dizede: “özgürlük, her şeyi yarısında bırakabilmektir”. Doğrusu farklı bir
özgürlük tanımı. Hukuki olmayan, kendini bağımsız duyumsamaya yönelten
bir anlayış. Kişiler arası bağı olabildiğine gevşeten bir anlayış. Bencil bir
anlayış. Karşısında canlı bir nesne söz konusu olmadığında, zararı bir başkasına
dokunmadığında seçme özgürlüğü hoş. Yani her şeyi yarısında terk edebilmek,
başka bir hedefe yönelmek ya da hedefsiz terk etmek bir şeyi. Kişinin bileceği
bir iş. Ama şiirde gördüğümüz sorun, “ben”in dengesi sorunudur. O, “ben”i
terk ederek, “ben”in dengesini altüst etmiştir. “Ben”, ayni şiirin bürünselinde
(prozodisinde) olduğu gibi (keskin) inişler ve çıkışlar yaşamaktadır. Kendi
durumunu sağlıklı değerlendirmekten uzaktır. Bu anlamda şiir, çağdaş bir
trajedidir. Bilmeden annesiyle evlenmiş, lanetlenmiş, gözlerini kör etmiş kral
Oedipus gibidir şiirdeki “ben”.
Şiir “Annem doğurup başlattı, işi ne, artık o tamamlayacak!” dizesiyle bitiyor.
Sanki Oedipus ile koşutluk kurarcasına. Sevgili ile anne kavramlarının ayni
bağlamda yer alması ve yer değiştirmesi ilginç. Anne doğurarak “ben”in var
olmasını (sevme işini) başlattı. Sevgili (o), terk etti, yarım bıraktı, öyleyse anne
tamamlayacak. Yani yine anne sevgisine (aşkına) dönülecek.
2.
Haybeye Hüzün
Sana
ağlaya ağlaya attığım bir tokat
gibi bu son öpüşümdeki çöl
İçimdeki hayvanlar
kurtulmuşken kanlı zincirlerinden,
İçimdeki gardiyan
gizlice açmışsa mahkumların kapısını,
haydi gel sahte misafirlerden söz edelim biraz
çok sarhoşken üstünde düz yürümeye çalıştığımız
o çizgi değil mi taşbaskısı alınyazısı,
aslında aşk, başkasının ötelediği öte yarısı
gibi bu son sözlerimdeki tuhaf…
her neyse
Güzel görün bana, bana ait bu ayrılık gecesinde
Nasılsa silahım, sadece hoyrat hayatın ensesinde
Kitap-lık, Şubat 2008
Son öpüşme:
Son öpüşme öncesi olaylar, anlatım olarak şiir dışında bırakıldığından yorum
sınırları içinde. Anlaşıldığı kadarıyla ben-sen ilişkisi bir olumsuzluk yaşamış.
Olan her ne ise “ben”, mutsuz.
Söz dizimindeki bağları bir yana bıraktığımızda şiire doğrudan “sen”, şiddetle
ağlayan “ben”, son “öpüş” ve çöl görüntüsüyle girildiğini fark ediyoruz.
Anlatımın görüntüsel (sinema) dili bu. küçük İskender şiirinde şiddet, temel
ögelerden biri.
Aslında anlatılan: “ben”in “sen”i en son “öpüş”ü. Yani bedenen bir şiddet yok.
Ancak şiddet anlatım biçiminde, bu öpüşün benzetilmesinde. Benzetme ikili.
Hem benzetme ögesiyle benzetme olarak, hem de eğretilemeli. Bu iki benzetme
benzetilenin iki ucuna yerleştirilmiş dizimsel olarak. Öpüş biçimi, öpüşün
kendisi (bedeni) olarak şiddetli değil. Ruh olarak şiddetli, bu yüzden ben,
kanmasız. Bu yüzden iki benzetmeli. Öpmesi aşkla, sevgiyle yüklü bir öpme
değil. Sevgilinin içinde vahalar, cennet bahçeleri uyandıracak bir öpme değil.
Cehennemi bir öpme: çöl. Kızgınlık, öfke, intikam duyguları yüklü, kurak,
yakıcı, bunaltıcı, sevgisiz bir öpme. İlk benzetme ile ikincisi yapı bakımından
karşıt: biri uzun ikincisi kısa (: sana ağlaya ağlaya attığım bir tokat /(-deki)
çöl). “Ben” içindeki gelgitin şiddetinin uzun ve kısa dalgası gibi bu iki
benzetme. Bu dalgalarla sürükleniyor ben, sen ve öpüşleri. Sevgisi ve nefreti iç
içe, ayrışmaz biçimde sarmaş dolaş.
Gerek öpme ile ilgili anlatım, gerekse konuşmaya çağrı imgelerle yüklü, süslü
bir anlatım. Ancak süslü anlatım derken dekoratif bir anlatımdan söz
etmiyorum. Kanmayan, fazladan sunulan, katmerleşen, üst üste getirilen
imgelerden söz ediyorum. Şairin ruhsalını ele verme noktasında işlevsel ama
yalınlık açısından fazla anlatımdan söz ediyorum. küçük İskender’in şiiri,
heyecan değeri yüksek, doğrudan bir şiir. Bu yüzden anlatım açısından
pekiştirme yanı sıra fazla, gereksiz ögeler, anlamca uyuşmayan imgeler yer
alabiliyor.
Son olarak, sonuç olarak şunu söyleyebilirim: küçük İskender, şiirini her an
patlamaya hazır bir silah gibi kuruyor. Şiirinin öyle olmasını istiyor.