You are on page 1of 317

MAKALELERLE

MARDİN
IV
ÖNEMLİ SİMALAR
DİNİ TOPLULUKLAR
Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayın No: 10
Makalelerle Mardin
ISBN: 975–585–636–6
IV. Cilt Önemli Simalar-Dini Topluluklar
ISBN:975–585–640–4
Proje Koordinatörü: İbrahim Özcoşar
Kapak Tasarım: İmak Ofset
İç Tasarım: Serap Gökçeoğlu – Arzu Ensari
Basım Adedi:1000
Basım Yeri ve Tarihi: İstanbul -2007
Bu kitabın telif hakları Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi
Projesine aittir.

Bu kitap Avrupa Birliği’nin mali desteğiyle basılmıştır. Bu belgenin içeriğinden


“Mardin Valiliği İl Özel İdaresi” sorumlu olup, hiçbir durumda Avrupa Birliği’nin
pozisyonunu yansıttığı şeklinde yorumlanamaz.
This book has been published with the financial assistance of the European Union.
The contents of this document are the sole responsibility of “Mardin Valiliği İl Özel
İdaresi” and can under no circumstances be regarded as reflecting the position of the
European
MAKALELERLE

MARDİN
IV
ÖNEMLİ SİMALAR
DİNİ TOPLULUKLAR

Hazırlayan
İbrahim ÖZCOŞAR

İstanbul–2007
ÖNSÖZ
Mardin’in farklı yönlerini, akademisyen ve araştırmacıların
bakış açısıyla tanıtmak, bilinmeyen yönlerini gün ışığına çıkarmak,
yıllardır zihnimizi meşgul eden bir projeydi. Böyle bir çalışma için
kendi alanlarında uzman 100’e yakın akademisyen ve araştırmacının
çalışmalarının bir araya getirilmesi, çok zor ve uzun vadeli bir iş gibi
görünmekteydi. Mayıs 2006’da düzenlediğimiz “I.Uluslararası Mardin
Tarihi Sempozyumu” bize bu projeyi uygulayabileceğimizi gösterdi.
Bu çalışma sırasında çok farklı alanlarda birbirinden değerli
akademisyen ve araştırmacıların Mardin’in farklı yönlerini
araştırdıklarını veya araştırmaya hazır olduklarını gördük. Bu
çalışmaların bir arada toplanması teklifimizi kabul eden akademisyen
ve araştırmacıların, Mardin ile ilgili farklı alanlarda yaptıkları bilimsel
çalışmalarını bu dört kitapta bir araya getirdik. Bu arada Mardin’in iki
önemli ilçesi Midyat ve Nusaybin’de Haziran 2003 ve Mayıs 2004
tarihlerinde yapılmış sempozyumlarda sunulmuş bildirilerin, aradan
geçen süreye rağmen, basılamadığı anlaşıldı. Bu bildiriler de, Midyat
ve Nusaybin sempozyumlarını düzenleyen Prof. Dr. Kenan Ziya Taş
ve Doç. Dr. Ahmet Kankal’ın izinleriyle, kitap içinde ilgili bölümlere
yerleştirildi. İzin ve yardımları dolayısıyla hocalarıma teşekkür
ederim.
Çalışma, 1 yıllık yorucu bir emeğin ürünü olarak ortaya çıktı.
Bu süreye, akademisyen ve araştırmacıların çalışmaları için
harcadıkları süre dahil değildir. Bu çalışmada; yardımlarını ve
görüşlerini esirgemeyen değerli arkadaşım Yrd. Doç. Dr. Hüseyin
Haşimi Güneş’e teşekkür ederim.
Dr. İbrahim ÖZCOŞAR
İÇİNDEKİLER
...........
Sayfa
ÖNEMLİ SİMALAR......................................................... 1
Mardin’in Kültürel Hayatı ve Yetiştirdiği Ünlü Simalar ............ 1
Hamdi GÜLEÇ
Artuklular Döneminde Mardin’de Edebiyat Çevresi ve
Mardinli İki Şair: İbn Es-Saffar El-Mardini ve İmadu’d-din
Ed Duneysiri ......................................................................... 9
Ahmet ASLAN
Mardinli Bilginlerin Hadis İlimleri Metodolojisine
Katkıları Ali B.Osman Et-Turkmani El Mardini Örneği..............29
İsa AKALIN
Mardini Şeyh Hamid ve Oğlu Şeyh Abdurrahman
Zihni Efendi..................................................................................37
Muhammed Sadık HAMİDİ
Şuara Tezkirelerine Göre Mardinli Divan Şairleri ..................... 57
Mehmet Sait ÇALKA
İstanbul’da Mardinli Bir Asker, Mutasavvıf: Ömer
Fevzi Mardin (1878–1953)...................................................... 75
Kamil BÜYÜKER
Midyat ve Çevresinde Dinlerarası Hoşgörünün
Tesisinde Örnek Bir Şahsiyet: Fettullah Hamidi ...................... 97
M.Cengiz YILDIZ
Nümismat, Epigraf ve Tarihçi İbrahim Artuk(1915-1993)
Hayatı ve Çalışmaları ............................................................. 117
Esin KARLIKAYA-İbrahim BAŞAĞAOĞLU
Müfessir Ali Turgay Hayatı Eserleri ve Tefsirciliği................... 147
Nurettin TURGAY
DİNİ TOPLULUKLAR .................................................... 159
Kaybolmaya Yüz Tutan Bir Anadolu Topluluğu
Şemsiler-Harraniler ................................................................ 161
Celal ÇAYIR-M.Cengiz YILDIZ-İsmail GÖNENÇ
Yezidiler, Becirmaniler, Karaçiler ........................................... 177
Ahmet TAŞĞIN
Süryani-Müslüman İlişkileri.................................................... 197
İbrahim ÖZCOŞAR
Dini-Sosyal Grupların Kaybolması: Nusaybin Örneği ............... 219
Ahmet TAŞĞIN
Süryanilerde Vaftiz ................................................................ 229
M.Hadi TEZOKUR
Mardin’in Son Süryani Kadim Patriği Mor
İgnatios İlyas Şakir Efendi(1867–1932) ................................... 269
Mustafa ORAL
Yaşar Kemal’in Romanlarında Yezidilikle
İlgili İnançlar ......................................................................... 299
Mümin TOPCU
I. BÖLÜM
ÖNEMLİ SİMALAR
MARDİN’İN KÜLTÜREL HAYATI ve YETİŞTİRDİĞİ ÜNLÜ SİMALAR
Hamdi GÜLEÇ*

Mardin, sahip olduğu kültürel değerleri günümüze kadar


taşıyan, farklı kültürleri ve dinleri içinde yoğurmuş, açık hava müzesi
görünümüyle dünyada üç sit kentten bir tanesidir.
Zengin kültürel varlıklara sahip olan Mardin, Anadolu’muzun
Güneydoğusunda birçok eski uygarlıklara beşiklik yapmış gizemli bir
kenttir. Mardin, binlerce yıl öncesine dayanan tarihin akışı içerisinde
insanlığın kültür mirası olan çok zengin bir mozaiktir.
Tarihe açılan pencere Mardin, açık hava müzesi görünümüyle
Unesco’nun dünya kültür mirası içine almayı planladığı, türkülerin
yakıldığı, şiir ve efsanelerin söylendiği kadim bir kenttir.
Mardin, Mezopotamya ve Anadolu’da ilk uygarlıkların ortaya
çıktığı merkezlerden biridir. Güneydoğu Anadolu bu iki alan arasında
geçiş bölgesi durumundadır. Bu sebeple Mezopotamya ve Anadolu
uygarlıkları Mardin’in kültürel gelişmesinde etkili olmuştur. Bu
yöreye yerleşen çeşitli toplulukların etkisiyle Mardin’de renkli bir
kültürel yapı ortaya çıkmıştır. İslamiyet’ten sonra kültürel yapıda

*
Yrd. Doç. Dr. Hamdi GÜLEÇ Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Fen-
Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Makalelerle Mardin

Artuklular’ın büyük bir etkisi vardır. Artuklu hükümdarlarının


yaptırdıkları medreseler, camiler, imaretler vb. vakıflar bilim ve
kültürün gelişmesine yardımcı olmuştur.
Cumhuriyetin ilk yıllarında dil, en önemli kültür sorunu olarak
ele alınmış, Türkçe’nin yaygınlaştırılmasına çalışılmıştır. Değişik
toplum ve inançtan insanların uzun süre bir arada bulunduğu yörede,
Arap etkisi oldukça derin izler bırakmıştır. Mardin, cumhuriyet
sonrasında da çağdaş kültürel etkenlerden uzak kalmıştır. Ekonomik
yapının geleneksel biçimini büyük ölçüde koruduğu il hayatına
yöresel değer ve etkenler egemendir.
Mardin’in kültürel yapısı içinde yaşama biçimi, giyim, kuşam,
beslenme biçimleri, dinsel yapı, boş inançlar, evlenme gelenekleri de
yer almaktadır. Ayrıca maniler, efsaneler, atasözleri, bilmeceler, halk
müziği ve geleneksel oyunlar vb. halk edebiyatı ürünleri de bu yapıyı
tamamlayan önemli unsurlar olarak dikkat çekmektedir.
Yöre kültürünün oluşumunda inançların önemli bir yeri vardır.
İl nüfusunun büyük bir çoğunluğu müslümandır. Bunun yanında
Süryanî mezhebinin dinsel yapıda önemli bir konumu vardır. İdil,
Nusaybin, Midyat ve Gercüş yöresindeki kimi köylerde de “Yezidi”
toplulukları yaşamaktadır. Değişik inançtaki topluluklar yüzyıllarca
bir arada yaşamanın uyumuyla dinî bayramlarda birbirlerini
kutlamaktadır. Yörede görücülük, başlık ve büyük harcamalarla
yapılan geleneksel düğünler günümüzde de sürdürülmektedir.
Geçmişte çok yaygın olan beşik kertmesi veya nişanı
günümüzde unutulmaya yüz tutmuştur. Çocukla ilgili geleneklerden
en köklüsü kirvelik kurumudur. Ailece en uygun görülen kişi kirve
seçilir. Düğünün tüm hazırlıklarını kirve üstlenir. Armağanların en
büyüğünü kirve verir. Çocuğun yetişmesinde, erginliğinde,
evlenmesinde de kirvenin görevi sürer.
Mardin’de ölümle ilgili gelenekler ise hasta ölünce ikinci
dereceden akrabalar evdeki eşyayı ve ölünün giysilerini toplayıp
saklar. Yörede parayla “imadede” denen kadınlardan biri veya ikisi
tutularak ağıtlar yaktırılır, ağlanır. Cenaze töreninden sonra ölü evinde
veya yakınlarından birinde üç akşam erkekler arasında “devr” denilen
anma, ruhuna Kur’an okuma, kalanlara başsağlığı dileme töreni
yapılır. Gelenlere “mırra” (acı kahve) ve kesme şeker sunulur. Ölü

2
Önemli Simalar

varlıklı biriyse başsağlığına gelenlere “hatır” (yemek) verilir. Durumu


elverişli olmayanlar, kendi yakınları arasında, camide öğle ya da
akşam namazından sonra mevlit okutur.
Mardin halk bilimi ürünleri içinde halk oyunlarının özel bir yeri
vardır. Mardin, halk oyunları çeşidindeki çokluk, figürlerindeki
zenginlik ve incelik bakımından üstün bir milli varlıktır. Bölgede milli
oyunlar genellikle “halay” tabir edilir. Genel olarak davul ve zurna ile
oynanır. Halayın da ağır ve hareketli olanı vardır. Ağır halay oyununa
ondan fazla kişi katılır. Hareketli halay ise daha az kişinin katılması
ile oynanır. En çok oynanan halaylar şunlardır: Beri Bası, Biçero,
Botanî, Çarışu, Çenbeli Ağa, Çepeku, Cizreye Gittim, Delilo, Hanime,
Hırpanî, Hınne, Hurse, Meryeme, Semra, Lorke vb.
Yörede seyirlik oyunlara pek rastlanmaz. Düğün ve
bayramlarda daha çok müzikli halk oyunları oynanmaktadır. Kimi
köylerde oyunlar arasında yüzünü isle karalayıp “Arap” olan bir
oyuncu, çeşitli hareketlerle izleyicileri güldürür.
Mardin’e özgü özellikler taşıyan halk türkülerinin ancak bir
bölümü derlenmiştir. Ankara ve İstanbul radyolarında okunan türküler
bunların pek az kısmını teşkil eder. Derlenen türkülerin başlıcaları
şunlardır: Sabiha, Bahar Geldi Gül Açtı, Memo, Yola Çıktım
Mardin’e, Kirpiklerin ok mudur, Halak, Şevko gibi. Yörede, özellikle
düğünlerde ve benzeri toplantılarda mani söyleme geleneğinin
canlılığını koruduğu görülmektedir:
Masa üstünde pekmez Ben bir kara dilberim
Bu pekmez bana yetmez Yuvarlanır giderim
Şu gavurun kızları Çok söyleme kaynana
Taksisiz gelin gitmez Oğlunu alır giderim
Cizre çevresi bağlı Ok değmiş yaram sızlar
Kuzey batısı dağlı Dağlanan yürek cızlar
Bu zamanda hiç kimse Ben âşığın halinden
Yar sevmez gözü bağlı Anlamam yara sızlar
Mardin’de eski yerleşmelere, ermişlere ve Süryani’lerin din
ulularına ait pek çok efsane olduğu bilinmektedir. Ancak, bunlardan

3
Makalelerle Mardin

kaynaklara yansımış olanlar sayıca çok azdır. Tespit edilen efsaneler,


daha çok kentin adına, kuruluşu ile ilgilidir. Halk arasında yaygın bir
efsaneye göre şehir, adını bir kral oğlundan almıştır.
Mardin, yiğit bir kral oğludur. Günün birinde hastalanır.
Ülkenin tüm hekimleri bir araya gelir, iyileştiremez. Sonunda kral,
oğlunun acısını görmemek için onu, günümüzde kentin bulunduğu
düzlüğe bıraktırır. Sürünerek bir ırmak kıyısına gelen Mardin, bir
söğüdün gölgesinde uyuyakalır. Uyandığında canlanmıştır, ırmakta
yıkanır, suyundan bol bol içer. Birkaç günde iyileşir, babasının
sarayına döner. Kral oğlunu coşkuyla karşılar, iyileşmesine neden olan
yerde bir şehir kurar, oraya oğlunun adını verir.
Mardin’in yerel ağzı, diğer illere göre oldukça değişik özellikler
gösterir. Yörede Arapça ve Süryanice konuşanların sayısı oldukça
yüksektir. Ancak, özellikle kırsal kesimde, Türkçe’den kimi kelime ve
sesler almış, dil kuralları değişime uğramış bir Arapça yaygındır.
Mardin yerel ağzı üzerine yapılmış araştırma olmadığından bu konuda
bilgiler yetersizdir.
Yöre atasözlerine ise dil ve toplumsal hayat özellikleri
yansımıştır. Midyat-Dargeçit yöresinden derlenmiş atasözlerine birkaç
örnek:
“Baş dille tartılır”, “Dil kafanın belasıdır” atasözleri kişilerin
konuşmalarına göre değerlendirileceklerini, ölçülü konuşma gereği
dile getirilir. “Kıl tane tane sakal olur”, işbirliğinin, dayanışmanın
değerini vurgular. “Tek taş duvar olmaz” atasözü de aynı anlamdadır.
“Bir âlim bin âlemden üstündür”, bilgiye verilen önemi yansıtır.
“Başını yumuşak yastığa, karnını pahalı yemeğe alıştırma, ilerde
bulamazsın”, ihtiyaçları karşılarken aşırıya kaçmayıp, geleceği de
düşünme gereğini anlatır.
“Dünya fani, malın hani”, “Dünyanın malı elindedir”, dünya
nimetlerinin geçiciliğini dile getirir. “İyiliğe iyilik yap, kötülüğe
kötülük yapma”, yöre insanının bir değer yargısını yansıtır. “Kalbin
temiz değilse, keşiş ol, şıh ol, faydası yoktur”, yürek temizliğinin
önemini anlatır. Mardin’den derlenmiş bazı atasözleri örnekleri:
Dünya tükenir, dert tükenmez; deveyi besleyen kapısını büyük
açar; kızını vermek istemeyen, başlığını arttırır; başkasıyla alay etme,
sana alay edecekler olur; eski dost dizginlemiş at gibidir; akçesi az

4
Önemli Simalar

olan yiğidin, kendisi kıymetli olur; acı acura sam yeli vurmaz;
zenginin horozu bile yumurtlar.
Mardin’in halk bilimi ürünlerinin içinde yemek kültürünün de
özel bir yeri vardır. Mardin’in özellik gösteren bazı yemekleri ise;
Şehriyeli bulgur pilavı, işkembe dolması (kibe), çiğ köfte (acın),
kızarmış içli köfte (irok), haşlanmış içli köfte, kaburga dolması, zerde,
mercimekli köfte (bello), çoban çorbası (lebeniye), acı kahve (mırra),
mevlüt çöreği, Mardin pastırması, kavurma sayılabilir.
Mardin’de kültürel hayatın yanında tarih boyunca yetişen büyük
şahsiyetler de vardır.
EBUL SAFA (lakabı ile tanınan) YUSUF ŞEYBAN
CELÂLEDDİN: 575 (1159) yılında Mardin’de doğmuştur. Şair ve
edip olan Ebul Safa Hulâgü askerleri tarafından öldürülmüştür. “Enes
Elmülük” adlı eseri vardır.
İBNİL FULÛS ŞEMSETTİN İSMAİL b. İBRAHİM b. GAZİ:
576’da Mardin’de doğmuştur. Ünlü bir matematikçi olan İbnil
Fulus’un “Fililmil Hısep, El Derhem el dinar” vb. eserleri vardır.
MUHAMMED b. HAMİD İBNİL-KADI: Edebiyat, yazar ve
muharririn, “Keşfilişarat el harfiyye vel ebediyye” konulu eseri vardır.
828 (1312) yılında vefat etmiştir.
KADI İL KIDDÂT: Mardin’lidir. “İbnül Türkmanî” lakabı ile
meşhurdur. İlim, fıkıh, hadis, usul, tefsir, faraiz, şiir, aruz konularında,
zamanın tek temsilcisi sayılırdı. “İlm-ı Hadis, Usul, Fıkıh, Kitab-ul
Zuafa, Behçet’ül Edeb ve Fününe” Kıddât’ın eserlerinden bir
bölümüdür. 750 (1334) yılında Mısır’ın Kahire şehrinde vefat etmiştir.
Mısır’da “Mardinî” adı ile anılan cami yaptırmıştır.
EBU ABDULLAH BEDREDDİN MUHAMMED b.
ABDULLAH b. AHMED: “İbnül-Mardinî” lakabı ile anılan âlim 994
(1578)’de Mısır’ın “Camii Ezher” külliyesinde görevliydi.
Sayılamayacak kadar eser bırakan İbnül Mardinî’nin eserlerinden
başlıcaların şunlardır: “Tahfetullah Bâb Fî İlmül Hesab Kanun, Fiil,
Eziç ve Ferazla ilgili, Kurretulayn, Fî Beyan ül Mezhebeyn Amel ile
Rubû, El Şimelil Maktû, vb.
ALİ MARDİN’Î: 760 (1344) tarihinde Şam’da valilik
yapmıştır. Müzik alanında derin bilgisi olan bir zat olarak tanınmıştır.

5
Makalelerle Mardin

EL MERDİN’Î: 765 (1349)’da Mısır Sultanı Melik el Eşref


Şaban zamanında Halep’te vali olup 791 tarihinde vefat etmiştir.
HIDIR b. HÜSEYYİN MERDİN’Î: Mardinli olup kâfiye
yazarlarından Hindî’nin torunudur. Sultan Ahmet Han devrinin
ediplerindendir.
YUSUF SITKI EFENDİ: Âlim ve fazilet sahibi bir kişi olarak
ün yapmıştır. “Nevâbığ El Kalemi” tercüme ederek, bu esere “Mahasî
el hisâb” adını vermiştir.
ADBURRAHMAN HAMİDÎ: Mardin’in yetiştirdiği büyük
bilginlerden birisi de Abdurrahman Hamidî’dir. 1846 yılında
Mardin’de doğmuş, 1909 yılında ölmüştür. Astronomi, cebir ve
müspet ilimler alanında başarılı çalışmaları olmuştur.
MARDİNİZADE ARİF BEY (1852–1920): Din ve düşünce
adamı. Zamanın ileri gelen âlimlerindendi. Yusuf Sıtkı Efendi’nin
büyük oğludur. Temyiz azalığı yapmıştır. “Muhtasar ü’l-ulûm
(Bilimlerin özeti), Felsefe-i Edyan (Dinler Felsefesi), Hikmet-i
İslâmiye (İslâm’ın Hikmeti) gibi eserleri vardır.
MARDİN’Î YUSUF SITKI EFENDÎ (1816–1903): Din bilgini
Mardin’de öğrenim gördü. Müftülük yaptı, kadılıklarda bulundu.
İmam Gazâlî ve Zimâhşerî’den çeviriler yaptı.
EBÜLÛLA MARDİN: Yusuf Sıtkı Efendi’nin oğludur.
“Mecelle ve Feraiz” alanında dünyaca şöhret yapmıştır. Toprak
hukuku alanında çok değerli eserleri vardır. Müzik alanında da geniş
bilgisi vardır.
Sonuç olarak Güneydoğu’nun Ön-Asya’ya açılan bir kapısı olan
Mardin, eski çağlardan günümüze kadar birçok kültürlerin kaynaştığı
ve yoğrulduğu efsane bir kenttir. Taşın ve inancın şiiri Mardin, inanç
turizmi içerisinde yer alan önemli merkezlerimizden birisidir. Mimari,
etnografik, arkeolojik, tarihi ve kültürel değerleri ile zamanın durduğu
izlenimini veren Mardin, Güneydoğu’nun şiirsel bir kentidir.
Mardin, Güneydoğu Anadolu’nun değişik bir yapılaşma
gösteren ilginç yerleşmelerindendir. Mardin halk bilimi, konum ve
nüfus bileşimindeki özellikler nedeniyle Urfa ve Diyarbakır halk
bilimi ile benzerlikler gösterir. Halay bölgesi olan Mardin oyunlarında
Diyarbakır ve Urfa halaylarının etkisi görülür. Halk şiiri ve Mardinli

6
Önemli Simalar

halk şairleriyle ilgili yeterli bilgi yoktur. Yöreden yetişmiş halk


şairlerine rastlanmamaktadır.
Kısaca Güneydoğu Anadolu’muzun misafir odası olan tarih ve
kültür şehri Mardin’i tanımak ve yaşamak için O’nu çok iyi anlamak
gerekir.

7
Makalelerle Mardin

KAYNAKÇA
1. Büyük, İhsan (1974), “Midyat-Dargeçit Çevresinden
Atasözleri”, Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, C. 15, S. 302,
İstanbul
2. ÇELEBİOĞLU, Amil (1979), Türk Bilmeceler
Hazinesi, İstanbul
3. DOLAPÖNÜ, Hana (1972), Tarihte Mardin, İstanbul
4. GÖVSA, İbrahim Alaattin (1983), Türk Meşhurları
Ansiklopedisi, İstanbul
5. GÜLER, Abdülkadir (1977), “Mardin’de Acı Kahve
(Mırra)”, T.F.A. Dergisi, C. 16, s. 322, İstanbul
6. KINAL, Füruzan (1962), Eski Anadolu Tarihi,
Ankara
7. Mardin İl Yıllığı (1973), Malatya
8. Meydan Larouse (1973), C. 12, İstanbul
9. ÖNDER, Mehmet (1969), Efsane ve Hikâyeleriyle
Anadolu Şehir Adları, Ankara
10. . . . . . . . . . . . . . . . (1967), “Mardin”, T.F.A. Dergisi,
C. 11, s. 220, İstanbul
11. SÖZEN, Metin (1971), “Mardin”, Anadolu Kentleri,
İstanbul
12. TURAN, Osman (1980), Doğu Anadolu Türk
Devletleri Tarihi, İstanbul
13. Vatan, Mardin İlavesi (1980), Memleket Serisi, No
70, İstanbul

8
ARTUKLULAR DÖNEMİNDE MARDİN’DE EDEBİYAT ÇEVRESİ VE
MARDİNLİ İKİ ŞAİR: İBN eS-SAFFAR eL-MARDİNİ VE
İMADU’D-DİN eD-DUNEYSİRİ
Ahmet ASLAN*

Giriş
İbn es-Saffar’ın ve ed-Düneysiri’nin Yaşadığı Siyasi ve
Kültürel Çevre
Mardin, Fırat ile Dicle nehirleri arasında yer alan ve Batı
literatüründe Mezopotamya, İslam literatüründe ise el-Cezira adıyla
bilinen bölgenin Diyar-ı Rabia kısmında bulunan tarihi bir şehirdir. Bu
topraklar, tarihin ilk devirlerinden beri birçok medeniyete ve kültüre
beşiklik yapmış dünyanın önemli coğrafyalarından biridir. Doğudan
İran-Hint, batıdan Avrupa ve güneyden Sami kültürlerinin kavşak
noktası olması hasebiyle çeşitli kültürlerin birbirleriyle kaynaştığı,
kutsal metinlerde de adı geçen bir bölgedir. el-Cezira bölgesi eski
çağlar boyunca Sami kültür ve medeniyetlerinin en önemli
havzalarından biri olmuştur.
Hitit Devleti’nin zayıflamasından sonra M.Ö. II. Binin
sonlarından itibaren bu bölgeye Arap yarımadası kökenli Aramiler göç
etmişler ve bölgede Sami-Arami kültürünü hakim hale getirmişlerdir.
M.Ö. XI. Asırda Aramilerin bölgedeki hakimiyeti zirveye ulaşmış,
Makalelerle Mardin

Mardin ve çevresinde “Teymana”, “Beyt Bahyana”, Urfa ve


çevresinde “Beyt-Adini”, Diyarbakır bölgesinde “Beyt-Zamani”gibi
birçok Arami devletçiği kurulmuştur.1 Asur Kralı Nirari II’nin, M.Ö.
895 yılına kadar olan süre içinde Mardin ve çevresindeki Arami
devletçiklerini ortadan kaldırması bölgenin etnik ve kültürel yapısında
fazla değişiklik meydana getirmemiştir.
Yine Sami kökenli Asur ve Babil hakimiyetinden sonra bölge
önce Medlerin daha sonra Perslerin hakimiyeti altına girmiştir. Bu
dönemlerde dahi bölge Sami özelliğini korumaya devam etmiş hatta
kültürel yönden Perslere daha baskın gelerek, Arami dili Pers
İmparatorluğu’nun resmi dili olmuştur.2
Büyük İskender’in M.Ö. 331 yılında bölgeyi işgal etmesi ve
onun komutanları olan Selefkoslar ve daha sonra Roma’nın hakimiyeti
sırasında bölgede Helenizm kültürü yaygınlaşmış olmasına rağmen
bölge Sami karakterini muhafaza edebilmiştir. Ancak bu dönemlerde
Helenizm kültürü etkisinde kalan bölgenin Sami halkları daha
sonraları eski Grek ilim ve medeniyetini Müslüman Araplara
taşımakla dünya medeniyetine büyük katkılar yapmışlardır. Bu bölge
Arami, Keldani, Sabii ve Süryani gibi Sami edebiyatlarının doğduğu
ve ve geliştiği en önemli sahalardan biridir.
Hıristiyanlık dini her ne kadar Filistin’de doğduysa da bir
devletin resmi dini olarak ilk kez bu bölgede gelişmiştir. Hz. İsa’nın
Urfa Kralı Abğar’la mektuplaştığı ve krala havarilerinden bazılarını
gönderdiği rivayet edilmektedir. el-Cezira bölgesinde ilk
Hıristiyanlaşmanın Havari Petros, arkadaşı Tomas, onun kardeşi
Adday ve onların şakirtleri Agay ve Mara aracılığıyla Miladi I.

*Yrd. Doç.Dr. Ahmet ASLAN Harran Ün. İlh. Fkt. Öğrt.Üyesi


ahaslan@harran.edu.tr
1
Şemsettin, Günaltay, Yakın Şark Elam ve Mezopotamya,282-292, Ankara
1987; Fikret Işıltan, Urfa
Bölgesi Tarihi, 25, İstanbul 1960; Şevket Beysanoğlu, Bütün Yönleriyle
Diyarbakır, 87, İstanbul
1963; E.,R., Hayes, Urfa Akademisi, 22, İstanbul 2002.
2
Işıltan, 11; Erol, Sever, Asur Tarihi, 127–136, İstanbul 1996; Faruk,
İsmail,
el-Luğatu’l- Aramiyyetu’l-Kadime, 10–16, Halep 2001.

10
Önemli Simalar

Yüzyılda başladığı ifade edilmektedir.3 Bu Hıristiyan misyonerlerin,


bölge ahalisini Hıristiyanlaştırmasıyla beraber Doğu Hıristiyanlığının
ilk edebiyatı Aramca ve Süryanice dilleriyle bu bölgede gelişmiştir.
Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlığı kabul etmesinden sonra
el-Cezira bölgesindeki Hıristiyanlar, birçok dini zulümlerle
karşılaştılar. Çünkü Doğu zihniyet ve inanç sistemine sahip olan bölge
halkları, Batı zihniyet ve inanç sistemini benimseyemediler. Böylece
Hıristiyanlık dünyasında Doğu-Batı, Süryani-Yunan, Semitik-Bizans
ve Nasturi-Ortadoks şeklindeki kutuplaşmalar meydana gelmişi.
Bölge halkları siyasi yönden Roma’nın hakimiyetinin altına girdiyse
de Urfa, Nusaybin ve Rakka gibi merkezlerde dini eğitimlerini devam
ettirerek benliklerini korumaya çalıştılar. Bu bölgenin Hıristiyan
halkları Miladi VII. Asra kadar İskenderiye’den almış oldukları Antik
Felsefeyi tetkik etmişler ve bunu da kendi akidelerini yaymak ve
savunmak için kullanmışlardır. Öyleki Nasturiliğe bağlı Süryanilerin
el-Cezira bölgesinde 50 tane mektebi vardı. Bu mekteplerin başında
Urfa ve Nusaybin mektepleri gelmekteydi.4
Nusaybin Piskoposu Yakup, Nusaybin’de Yunan dinini
Süryanice konuşan Hıristiyanlar arasında yaymayı amaçlayan bir okul
açtı. Okulun hocası ve idarecisi olarak atanan Afram, okulun
gelişmesinde büyük rol oynadı. İranlılar M. 633 yılında Nusaybin’i
işgal edince, Afram Urfa’ya kaçtı. Afram Nusaybin Okulun’u
canlandırmak için Urfa’da bir okul açtı. Ancak kısa bir süre sonra
Nasturi faaliyetleri yüzünden M.489 yılında Roma İmparatoru
tarafından kapatıldı. Bu okul Bar Soma liderliğindeki filozoflar
tarafından Nusaybin’de tekrar açıldı. Bu filozoflar beraberlerinde
Aristo’nun mantık kitaplarını, Proporyus’un İsagoji’sinden oluşan
Yunan ilimlerini taşıdılar. Daha sonra bu okuldaki Nasturi ilim
3
Mari b. Süleyman, Ahbaru Batariketi Kursi’l-Maşrik Min Kitabi’l-
Muceddel, 1–2,Roma 1899;
Judah, Segal, Edessa(Urfa) Kutsal Şehir, 102, İstanbul 2002; Mehmet
Çelik, Süryani Kilisesi
Tarihi, I, 39, İstanbul 1987; Kadir Albayrak, Keldaniler ve Nasturiler, 67,
Ankara 1997.
4
Nihat Keklik, İslam Mantığı Tarihi, 19–20, İstanbul 1969; Hilmi Ziya
Ülken, Uyanış Devirlerinde
Tercümenin Rolü, 87, İstanbul 1935; Ömer Farruh, Tarihu’l-Fikri’l-
Arabi, 155, Beyrut 1983.

11
Makalelerle Mardin

adamları Yunan mantık ve felsefe kitaplarını dilleri olan Süryaniceye


tercüme ettiler.5
İslam öncesi Arap kültürüne gelince, Milattan önce bölgenin
bilhassa kırsal kesimlerinde yayılmış olan Arap nüfusu Milattan sonra
daha da artmıştır. Urfa ve çevresinde Roma’ya bağlı olarak kurulan
Abğarlar Devleti her ne kadar Süryaniceyi yazı dili olarak kullanmışsa
da etnik olarak bir Nebati-Arap devletiydi6. Bunun yanında bilhassa
Kudaa kabilesinin iki kolu Tenuh ve Bahra ile Rabia Araplarının iki
büyük kabilesi Tağlib b. Vail ve Bekr b. Vail bölgenin doğu
kısımlarına yayılmışlardı. Tağlib kabilesi Habur havzasında, Bekr
kabilesi Dicle kenarında göçebe olarak yaşıyorlardı. Daha sonraki
yıllarda Ufeyl, İyad ve Numeyr gibi kabileler bölgeye göç etti. İslami
fetihten sonra, Bekr kabilesine mensup muhtelif batınlar ve bilhassa
bunlardan Şeybanlar, fethedilen kasaba ve şehirlere yerleşmeye
başladılar.7 Bu sebepten dolayı Arap edebiyatı erken dönemlerden
itibaren bu bölgede oluşmaya başlamıştı. Cahiliyye Dönemi’nin
Muallaka şairlerinden Amr b. Kulsum el-Cezira bölgesinde yaşamış
Tağlip kabilesine mensup bir şairdir. Abdu’l-Mesih b. Asele eş-
Şeybani ve Cabir b. Hanne et-Tağlibi, Cahiliyye Dönemi’nin el-Cezira
bölgesinde yaşayanArap şairleridir.8
İslamiyet ortaya çıktığı sıralarda Mardin ve çevresi önce
Sasaniler’in sonra Bizanslılar’ın eline geçmişti. Bizaslılar, Rasu’l-
Ayn’dan Tur Abdin’e kadarki bölgeyi, Sasaniler ise Nusaybin ile Tur
Abdin’in güneyindeki bölgeye hakimlerdi.9
İslam kaynaklarında el-Cezira’nın fethi ile ilgili çeşitli
rivayetler bulunmaktadır. Kaynaklardaki bütün rivayetler, bölgenin
fatihi olarak İyaz b. Ğanem konusunda müttefiktirler. Buna karşın
bölgenin fetih tarihi ve fetheden ordugah konusunda çelişkili haberler
vermektedirler. Biz rivayetleri iyice tetkik edip karşılaştırdıktan sonra

5
Fazıl,Halil İbrahim, Halid b. Yezid, 32,Bağdat 1984
6
Segal,41-56; Işıltan, 14-21.
7
Yakut, Mu’cemu’l-Buldan, II, 134-136 Beyrut; Wlhausen, İslamın En
Eski Tarihine Giriş, 75,
İstanbul 1960; Key Lastrich, Buldanu’l-Hilafeti’ş-Şarkiyye, 144, Beyrut
1985; Işıltan, 29-31.
8
Ahmed Hasan ez-Zayyat, Tarihu’l-Edebi’l-Arabi, 64-65, Kahire 1988.
9
Işıltan, 22-26; Ramazan, Şeşen Harran Tarihi, 10, Ankara 1993.

12
Önemli Simalar

bölgenin fethini şu şekilde özetleyebiliriz: Müslüman orduların ilk


akınları bölgenin güney kesimlerine H.17 yılında Irak Cephesi’nden
başlamış10 ancak asıl fetih H.18 yılında İyaz b. Ğanem komutasındaki
Şam Ordugah’ı tarafından gerçekleşmiştir. H.20 yılına kadar bölgenin
tümü Müslüman Devleti’nin idaresine girmiştir.11
Dört Halife döneminde el-Cezira bölgesi Şam genel valisi Hz.
Muaviye’nin emrine verildi. Hz. Osman, Şam valisi Muaviye’ye bir
talimat göndererek güçlü Arap kabilelerini Bizans hududuna
yerleştirmesini istedi.12 Bu emir üzerine Hz. Muaviye, Temim
Kabilesini Diyar-ı Rabia’ya, Kays ve Esed kabilelerini de bölgenin
çeşitli yerlerine yerleştirmiştir. Daha sonraki yıllarda Hilal ve Süleym
gibi aşiretler bu bölgeye geldi. İslami fetihle beraber Arap kabilelerin
bölgeye göçü daha da artmış ve Diyarı-Bekr bölgesine kadar
çıkmıştır.13 Bu sebepten dolayı Müslüman coğrafyacılar, el-Cezira
bölgesini, bölgeye yerleşen Arap kabilelerine nispetle üç kısma
ayırmışlardır. Bunlar Diyar-ı Mudar, Diyarı Bekr ve Diyar-ı Rabia idi.
Diyar-ı Rabia, doğudan Dicle nehri batıdan Habur çayının çevrelediği
Tel Fafan’dan Tigrit’e kadar uzanan bölgeyi kapsardı. Merkez bazen
Musul bazen de Nusaybin olmak üzere Dara, Sincar,Cezitu İbnu
Ömer(Cizre), Kafartusa ve Mardin şehirlerini kapsıyordu.14
Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasındaki mücadele esnasında el-
Cezira bölgesinin Dıyar-ı Rabia kısmı, Hz. Ali’nin tayin ettiği el-
Aştar’ın yönetiminde idi.15
Emeviler döneminde el-Cezira bölgesi Bizans ve Kafkasya
bölgelerine karşı gaza yapacak orduların garnizon merkezi oldu.16
Emeviler döneminde bölgenin Diyar-ı Bekr ve Diyar-ı Rabia kısımları

10
et-Taberi,Tarihu’t-Taberi,IV, 56, Beyrut 1982;Welhausen,76; Işıltan,60-
63.
11
et-Taberi, IV,56;Welhausen, 78; Işıltan, 68-69.
12
el-Belazuri, Futuhu’l-Buldan, 64,Çev: Mustafa Fayda, Ankara 1987;
Welhausen,75; Işıltan, 31.
13
Mahmud el-Alusi, Buluğu’l-Ereb, I, 218-222,Beyrut;Welhausen 75;
Işıltan,32.
14
Yakut, II,134-136; Lastrinch Key, 144.
15
Dinaveri,el-Ahbari’t-Tival, 154, Kahire 1960.
16
Işıltan,105; Şeşen, 10.

13
Makalelerle Mardin

Şari Haricilerin faaliyetlerine sahne oldu.17 Emevi Halifesi el-Valid,


H.90/M.709 yılında kardeşi Mesleme b. Abdülmelik’i bölgeye emir
tayin edince, Mesleme el-Cezira Eyaleti’nin merkezini Kınnesrin’den
Harran’a taşıdı.18 Harran’da doğup büyüyen son Emevi halifesi
Mervan b. Muhammed, halifeliği Kaysilerin desteğiyle aldıktan sonra
Harran’ı kendisine başkent yaparak devletin merkezini bu bölgeye
taşımıştır.19
el-Cezira bölgesi Emeviler döneminde ilmi ve edebi faaliyetler
açısından da büyük bir canlılık yaşadı. Emevi halifesi Ömer b.
Abdülaziz, İskenderiye’deki okulun hayatta kalan son hocalarını
Antakya ve Harran’a nakledince Harran’da eski Yunan felsefesi tedris
edilmeye başlandı. Burada yetişen Sabii ve Süryani alimler eski
Yunan felsefesini hem Müslümanlara öğrettiler hem de bu ilimlerle
ilgili eserleri Arapçaya tercüme ettiler.20
Abbasi İmparatorluğu’nun ilk dönemlerinde el-Cezira bölgesi,
Abbasilere muhalif Emevi taraftarı Kaysi Araplarının isyanlarına
sahne oldu. Bu ayaklanmaların liderliğini İshak b. Muslim el-Ukayli
ve Nasr b. Şebes yapmıştı.21 Bölgenin Diyar-ı Rabia kısmında ise Beni
Rabia kabilesi lideri Bureyke, Harici isyanlarını devam ettirdi. Mardin
şehri Bureyke’nin merkez üssüydü.22
Hicri Üçüncü asırdan itibaren Abbasi İmparatorluğu zayıflama
dönemine girmişti. Bilhassa merkezden uzak olan bölgelerde
nüfuzunu güçlendiren mahalli emirler, Bağdat’taki halifenin üst
egemenliğini kabul etmekle beraber bağımsız bir devlet gibi hareket
etmeye başladılar. Aynı durum el-Cezira bölgesinde de meydana
geldi.
Abbasilerin el-Cezira bölgesindeki otoritesinin bozulmasını
fırsat bilen Tağlip kabilesine mensup Hamdan b. Hamdun bölgedeki
17
et-Taberi, VI,92; Dinaveri, 293.
18
Abu’l-Farac, Abu’l-Farac Tarihi,I,190, Ankara 1987; Işıltan,107;
Şeşen,10.
19
İbnu’l-Esir, el-Kamil,V, 324;Işıltan , 110-111; Yusuf el-İş, ed-Davlatu’l-
Emeviyye , 309.
20
Fazıl,İbrahim, Halid b. Yezid, 34, Bağdat 1984; Şeşen, 10.
21
İbnu’l-Esir, V, 268; Işıltan,114-141.
22
et-Taberi, VII, 443-444; Nejat, Göyünç, XVI. Yüzyılda Mardin Sancağı,
7, Ankara 1991.

14
Önemli Simalar

Haricilerle ittifak kurarak H.272/M.885 yılında Mardin kalesini ele


geçirdi. Daha sonraki yıllarda onun halefleri el-Cezira bölgesinin
bütün kısımlarına hakim olabildiler.23 Tarihte Hamdaniler adıyla
bilinen bu devlet, Seyfu’d-Davla Ali ile zirve noktasına ulaştı. Abbasi
İmparatorluğu içindeki bölgesel parçalanmalar devresinde
Hamdaniler devleti, Arap nüfusunun mümessili konumundaydı.
Hicri Dördüncü yüzyılda Arap edebiyatı en parlak devrini el-
Cezira bölgesinde yaşadı. Seyfu’d-Davle el-Hamdani, sarayında alim,
edip ve şairleri toplayarak bölgede ilim ve edebiyatın gelişmesini
teşvik etti. Mısır’daki fatimi ve Endülüs’teki Emevi devletini bir
kenara bırakacak olursak bu Yüzyılda Arap unsurunu temsil eden
Hamdaniler Devleti tamamıyla bir bedevi Arap karakteri taşıyordu.
Dolayısıyla bu dönemde Arap edebiyatı ve şiiri en çok bu bölgede
canlılığını koruyabildi.24
Hicri Dördüncü Yüzyılın ortalarında el-Cezira bölgesine
Kuşeyr, Ukayl, Kilab ve Numeyr gibi bedevi kabileler göç etmeye
başladı. Bu göçebe kabileler, Hamdani Devleti’in zayıflamasından
sonra mahalli emirlikler kurmaya başladılar. Böylece Musul’da
Ukayliler,Urfa ve Harran çevresinde Numeyriler Diyar-ı Bekr
bölgesinde Mervaniler devleti kuruldu. Bu dönemlerde Mardin
Mervaniler ve Ukayliler arasında el değiştirdi. Müslüm b. Kureyş el-
Ukayli Selçuklulara karşı direnen Arapların liderliğini yapmıştı.25
Selçuklular, devlet olarak el-Cezira ve Kuzey Suriye’yi
almadan önce Türkmen aşiretleri önceleri bağımsız bir halde daha
sonra Selçuklu Devleti’nin direktifleri doğrultusunda H.433/M.1042
yılından itibaren bu bölgelere akınlar etmeye başladılar. 26Selçuklu
Sultanı Tuğrul Bey, H.447/M.1055 yılında Abbasi halifesinin çağrısı
üzerine Bağdat’a gelince el-Cezira bölgesinin mahalli emirleri

23
M. Sobernhaim, “Hamdaniler” İ.A. ,V,179; Ali el-Ğamidi, Biladü’ş-Şam
Kubeyli’l-Ğazvi’s-
Salibi,209, Riyad 1984.
24
Şavki Dayf, Tarihu’l-Edebi’l-Arabi, VI, 507, Kahire 1984.
25
İbnu’l-Esir, IX, 640645; el-Ğamidi, 94-106.
26
İbnu’l-Esir, IX,640-645; Ali,Sevin, Anadolu’nun Fethi Selçuklular
Dönemi, 47-48.

15
Makalelerle Mardin

Selçuklu devletinin üst hakimiyetini kabul edeceklerini bildirdiler.27


Bu olaydan sonra gerek Türkmen aşiretlerinin gerekse Selçuklu devlet
komutanlarının bölgede faaliyetleri arttı. Nihayetinde Selçuklu Sultanı
Melikşah zamanında İbn Cüheyr komutasındaki Selçuklu orduları,
H.498/1104 yılında el-Cezira bölgesinin büyük kısmını alarak
bölgedeki yerel emirliklere son verdiler. İbn Cüheyr komutasındaki
Selçuklu ordusunun komutanlarından birisi de Artukluların ceddi
Artuk Bey’di.28
Mardin ve çevresi H.496/M.1103 tarihinden itibaren bölgedeki
Türkmen ailelerinin en büyüklerinden biri olan Artukluların eline
geçti. Hısınkeyfa hakimi Sökmen b. Artuk’un H.498/M.1104 yılında
ölmesi üzerine oğlu İbrahim Mardin’e, kardeşi İlgazi Hısınkeyfa’ya
hakim oldu. İlgazi daha sonra yeğeni İbrahim’in elinde bulunan
Mardin’i de alarak Mardin Artuklu Devleti’ni kurdu. 29 Böylece
Mardin ve çevresinde yaklaşık üç asır devam edecek Artuklular
dönemi başlamış oldu. Mardin bu dönemde kale dışına taşan
mahalleleri sarayları medreseleri ve çarşılarıyla şehir hüviyeti kazandı
ve tarihinin en parlak dönemini yaşadı. Artuklu hükümdarlar
çevredeki yöneticilere nazaran vergileri düşük tuttu. Böylece şehir
zenginleşti ve bir ticaret merkezi haline geldi. Bu durum Diyar-ı Rabia
bölgesindeki insanların Mardin ve çevresine göç etmesini doğurdu.30
Mardin Artuklu hükumdarları ticari hayata önem vermekle
yetinmediler, sanat ve edebiyatın gelişmesini de desteklediler. Bunun
neticesinde Mardin, Nusaybin ve diğer önemli şehir Düneysir, şair ve
edebiyatçıların merkezleri haline gelmişlerdi. Artuklu idaresindeki
Mardin, Nusaybin ve Düneysir’de bir çok şair ve edebiyatçı yetişti.
Bunlar arasında Abdurrahman b.Salih et-tağlibi ed-Duneysiri, Ahmed
b.cafer ed-Duneysiri, Süleyman b. Hasan en-Nasibi, İbn Şebib en-
Nasibi , el-Hasan b. Ali en-Nasibi, Papaz Yakup el-Mardini ve İbn
Said en-Nasrani el-Mardini’yi sayabiliriz.

27
İbnu’l-Esir,X, 609; el-Ğamidi,119; Ali, Sevim, Anadolu’nun Fethi
Selçuklular Dönemi ,58,
Ankara 1993.
28
İbnu’l-Esir, X, 134-135; el-Ğamidi,233-261.
29
Göyünç, 8; Mehmet Taşdemir, “Mardin” D.İ.A., XXVIII, 43-48, Ankara
203.
30
Göyünç, 8.

16
Önemli Simalar

A. İbn es-Saffar el-Mardini


1.Hayatı:
İbn es-Saffar el-Mardini adıyla bilinen Ali b. Yusuf b. Şeyban
H.575/M.1182 yılında Mardin’de doğdu. Ali b. Yusuf’un künyesi
Celalu’d-Din’dir. Küçük yaştan itibaren Mardin’deki medreselere
devam ederek dini ilimler eğitimi gördü. Genç yaştan itibaren şiir ve
edebiyata ilgi duymaya başladı. Mardin’deki edebiyat hocalarının
meclislerine devam ederek kendini yetiştirdi.31
İbn es-Saffar, siyasi hayatına Mardin Meliki Mansur Nasıru’d-
Din’d-Din b. Artuk’un hizmetine girerek başladı. İbn es-Saffar,
Artuklular nezdindeki memuriyet görevine Melik Mansur’un İnşa
katipliğini yapmakla başladı. Daha sonraki yıllarda Artukluların
önemli şehri olan Düneysir Eşraf Divanı katipliğine atandı. İbn es-
saffar bu görevini onsekiz yıl boyunca devam ettirdi. Ancak
H.658/M1275 yılında Mardin’i işgal eden Tatarlar tarafından
katledildi.32

2.Edebi Şahsiyeti:
Artuklu Dönemi’nin en önemli şair ve edebiyatçılarında olan
İbn es-saffar, küçük yaştan itibaren çevresindeki medreselerde eğitim
görmüş yine bölgedeki ilim ve edebiyat meclislerine devam ederek
geniş ve derin bir edebi ve kültürel birikime sahip olabilmiştir.
Artuklu saraylarında çalışmakla bu çevredeki ayan kişilerle sohbet
imkanını bularak kültürel ve edebi düzeyini daha da arttırmıştır.
Şiirleriyle Artuklu idarecilerini medhederek saray çevresine girmeyi
başarmıştır.
İbn es-Saffar hakında bilgi veren Arap Edebiyatı kaynakları
onun iyi bir şair olduğunu şiirleriyle istidlal yapılabileceğine işaret

31
İbn Şakir el-Kutbi, Fevatu’l-Vefayat, III, 119,Beyrut 1973; ez-Zerkeşi
Muhammed,
Ukudu’l-Cuman Ala Vefayati’l-Ayan, 235,Yazma, Süleymaniye
Kayıt:4434.
32
el-Kutbi, III, 119; İbn Tağriberdi, en-Nucumu’z-Zahira, VII, 252, Kahire
1963.

17
Makalelerle Mardin

etmektedirler.33 İbn es-Saffar’ın şiirleri genelde mukattalar


şeklindedir. Şiirlerinde sade ve anlaşılır bir dil kullanmıştır. Şiirlerinde
hayal gücü ve tasvir yeteneğini başarılı bir şekilde kullanmıştır.
Zamanın en popüler sanatı olan cinası kullanmada aşırıya gitmemiştir.
Lafız sanatından çok anlam sanatına ehemmiyet vermiştir. Siirlerinde
gazel, medih, tabiat tasviri ve Hamriyyat (Şaraba dair) konularını
işlemiştir. Şairliğinin yanında iyi bir edebiyatçı da olan İbn es-
saffar’ın Unsu’l-Muluk (Sultanlarla Sohbet Adabı) isimli bir edebi
kitabı da vardır. İbn es-Saffar, Türkleri medheden aşağıdaki
mukattasıyla iyi bir şair olduğunu tasvir sanatını çok iyi bir şekilde
kullandığını göstermiştir.

‫ﺗﺒﺪت ﻟﻨﺎ ﻋﻨﺪ اﻟﺼﺒﺎح ﻃﻠﻴﻌﺔ‬


‫ﻣﻦ اﻟﺘﺮك ﻣﺮد ﻓﻮق ﺟﺮد ﺳﻼهﺐ‬
Sabahleyin karşımıza bir Türk Öncü Birliği çıkmıştı
Gösterişli atlarına binmiş tüyü bitmemiş delikanlı gençlerdi.
‫ﺑﺄﻳﺪﻳﻬﻢ ﺳﻤﺮ ﻃﻮال آﺄﻧﻤﺎ‬
‫أﺳﻨﺘﻬﺎ ﺗﺒﻐﻰ إﻟﺘﻘﺎط اﻟﻜﻮاآﺐ‬
Ellerindeki uzun siyah mızraklarının uçları
Yıldızları aşağıya indirmek istiyor gibiydi.
‫ﺗﺜﻨﻮا ﻏﺼﻮﻧﺎ ﻓﻲ اﻟﺴﺮوج و أﻃﻠﻘﻮا‬
‫ﺳﻬﺎم ﻟﺤﺎظ ﻣﻦ ﻗﺴﻲ اﻟﺤﻮاﺟﺐ‬
Okları heybelerinde dururken
Kaş yaylarından bakış okları fırlatıyorlardı.
‫واﻟﻘﻮا اﻟﻘﻨﺎ اﻟﻤﺮان ﻋﻨﻬﻢ و ﻗﻮﻣﻮا‬
‫ﻗﺪودا و أﻋﺪوهﺎ ﻟﻘﺮع اﻟﻜﺘﺎﺋﺐ‬
Üzerlerindeki kalkanları bir kenara bırakıp
Cepheyi yarmak için mızraklarını ileriye doğru tuttular.

33
el-Kutbi, III. 119; ez-Zerkeşi, 235.

18
Önemli Simalar

‫وﻟﻮ آﺸﻔﻮا ﺑﻴﺾ اﻟﻌﻮارض ﻓﻲ اﻟﻮﻏﻰ‬


‫ﻷﻏﻨﺘﻬﻢ ﻋﻦ ﺳﻞ ﺑﻴﺾ اﻟﻘﻮاﺿﺐ‬
Savaş meydanı nidalarında diş gösterdiklerinde
Kılıçlarını çekmeye ihtiyaçları kalmıyordu.
‫ﺗﺮي آﻞ ﻋﻴﻦ ﻣﻨﻬﻢ ﻋﻴﻦ ﻓﺘﻨﺔ‬
‫ﺗﻨﺎد أﺳﻮد اﻟﺤﺮب هﻞ ﻣﻦ ﻣﺤﺎرب‬
Onların gözlerinde “Harp meydanında bizimle
Savaşacak er kişi var mı?”diyen savaş cağrısını görürsün.
‫ﻓﻈﻠﺖ ﻣﻮاﻟﻴﻨﺎ أﺳﺎرى ﻣﺤﺎﺳﻦ‬
‫ﻣﻦ اﻟﻘﻮم ﺻﺮﻋﻰ ﻻ أﺳﺎرى اﻟﻤﻀﺎرب‬

‫ﻓﻤﺎ ﻣﻠﻚ اﻻ أﺳﻴﺮ ﻟﻤﺎﻟﻚ‬


‫و ﻻ ﺣﺎﺟﺐ اﻻ أﺳﻴﺮ ﻟﺤﺎﺟﺐ‬
Her kralın üstünde bir malik vardır
Her Mabeyncinin önünde bir engeli vardır.
B.İmadu’d-Din ed-Düneysiri
1.Hayatı:
İmadu’d-Din ed-Duneysiri adıyla bilinen Muhammed b. Abbas
b. Ahmed b. Salih H.605/M.1222 yılında Duneysir’de doğdu.
İmadu’d-Din ilk eğitimini Duneysir şehrinin imamı ve hatibi olan
babasından aldı. Genç yaşta Mısır’a giderek Ali b. Muhtar el-Amiri,
Abdülaziz b. Baka b. Dinar ve İbnu’l-Mukayyir’den hadis dersleri
aldı. Daha sonra ünlü şair ve edebiyatçı el-Baha Züheyr’in
sohbetlerine katılarak edebiyat ve şiir alanında kendini yetiştirdi.
Bunun yanında Şafii fıkhını okudu ve bu alanda uzman oldu.
İmadu’d-Din dini ve edebi ilimler yanında tıp ilimlerini de okudu. Tıp
alanında o kadar uzmanlaştı ki çevresinde bu alanın otoritesi haline

19
Makalelerle Mardin

gelmişti. 34
İmadu’d-Din Mısır’daki uzun bir eğitim sürecinden sonra
memleketi Duneysir’e döndü ve hekimlik yapmaya başladı. İmadu’d-
Din’in hekimlik şöhretini duyan Eyyubi Sultanı Nasıru’d-Din onu
Şam’a çağırdı. İlk önce Şam şehrinin kalesinde tabiplik yaptıktan
sonra Şam şehrinin Büyük Bimaristanı’nın baştabibi oldu. İmadu’d-
Din H.686/M.1303 yılında Şam’da vefat etti.35

2.Edebi ve İlmi Şahsiyeti


Döneminin en meşhur tabiplerinden biri olan İmadu’d-Din’in
tıp alanında el-Makaletu’l-Murşide Fi Derci’l-Edviyeti’l-Mufrede,
Ercuzetun Fi’d-Diryaki’l-Faruk ve Mukaddimetu’l-Ma’rife Li
Hipokrat isimli üç önemli eseri vardır.36 Hekimliğinin ve din
alimliğinin yanında iyi bir şair olan İmadu’d-Din’nin, hacimli bir şiir
külliyatı da vardır. Şair İmadu’d-Din zamanın modasına uyarak
şiirlerini mukattaalar şeklinde nazmetmiştir. Gazel türü şiirlerinde
hayal gücünü başarılı bir şekilde kullanmıştır. Aşk şiirlerinde dini
terminolojiyi kullanmaktan çekinmemiştir. Şiirlerinde kullandığı dil
sade ve akıcıdır. Gazel ve hamriyyat(şaraba dair) konularını çokça
işlemiştir. Aşağıdaki mukattaları onun iyi bir gazel şairi olduğunu
göstermektedir.

‫ﻋﺸﻘﺖ ﺑﺪرا ﻣﻠﻴﺤﺎ‬


‫ﻋﻠﻴﻪ ﻓﻲ اﻟﺤﺴﻦ هﺎﻟﻪ‬
Tatlı güzelliğin tacıyla taçlanmış
Ay yüzlü bir güzeli sevdim.
‫ﻣﺜﻞ اﻟﻐﺰال و ﻟﻜﻦ‬
34
es-Safedi, el-Vafi Bi’l-Vafeyat, III,200; İbn Ebi Usaybia, Uyunu’l-Enba,
II, 276, Beyrut 1965;
İbn İmad el-Hanbeli, Şezaratu’z-Zehab, V, 397, Beyrut; es-Saalibi, Abu
Mansur,
Yetimetu’d-Dahr, I, 253, Kahire 1366.
35
es-Safedi,III, 200; İbn İmad,el-Hanbeli,II, 276.
36
İbn Ebi Usaybia, II, 276

20
Önemli Simalar

‫ﺗﻐﺎر ﻣﻨﻪ اﻟﻐﺰاﻟﻪ‬


Sevgilim bir ceylan gibidir
Ancak ceylanlar bile onu kıskanır.
‫ﻓﻘﻠﺖ أﻧﺖ ﺣﺒﻴﺐ‬
‫و ﻣﺎﻟﻜﻲ ﻻ ﻣﺤﺎﻟﻪ‬
Ona dedim ki sevgilim de sensin sultanım da sensin
Bu konuda hiç bir şüphen olmasın.
‫ﺟﺴﻤﻲ ﻳﺬوب‬
‫و ﺟﻔﻨﻲ دﻣﻮﻋﻪ هﻄﺎﻟﻪ‬
Senin aşkından erimekteyim
Gözlerimden akan yaşlar yağmur gibidir.
‫ﺑﻌﺜﺖ ﻣﻦ ﻧﺎر وﺟﺪي‬
‫ﻣﻨﻲ إﻟﻴﻪ رﺳﺎﻟﻪ‬
İçimde yanan aşk ateşinden
ona bir mektup gönderdim
‫و ﻟﻲ ﻋﻠﻴﻚ ﺷﻬﻮد‬
‫ﻣﻌﺮوﻓﺔ ﺑﺎﻟﻌﺪاﻟﻪ‬
Sana olan aşkımın samimiyetini
Gösteren delillerim de vardır.

‫ﻧﺎﻇﺮ ﻓﺎﺗﺮ و ﻃﺮف آﺤﻴﻞ‬


‫و ﺟﺒﻴﻦ هﺎد و دﻣﻊ أﺳﺎﻟﻪ‬
Çarpıcı bakışlı Sürmeli gözlü
Sakin alınlı ve akan gözyaşları
‫ﻗﺪ ﺗﺬﻟﻠﺖ إذ ﺗﺪﻟﻞ ﺣﺘﻰ‬

21
Makalelerle Mardin

‫ﺻﺮت أهﻮى ﺗﺬﻟﻠﻲ و دﻻﻟﻪ‬


O nazlanırken ben onun karşısında ezik durmaktayın
Ben ezilirken onun nazlarından hoşlanır oldum.
‫و ﻃﻠﺒﺖ اﻟﻮﺻﺎل ﻣﻨﻪ ﻓﻨﺎدى‬
‫ﻣﺖ ﺑﺪاء اﻟﻬﻮى ﻋﻠﻰ آﻞ ﺣﺎﻟﻪ‬
Ondan her vuslatı talep ettiğimde
Aşkın devasıyla öl diyordu.
‫ﻗﻤﺮ ﺗﺨﺠﻞ اﻟﺒﺪور ﻟﺪﻳﻪ‬
‫وﻏﺰال ﺗﻐﺎر ﻣﻨﻪ اﻟﻐﺰاﻟﻪ‬
O, karşısında dolunayların bile ezildiği bir aydır
O, ceylanların bile kıskandığı bir ceylandır.
‫رﺷﺄ ﺑﺎﻟﺠﻤﺎل ﻧﺒﺊ ﻓﻴﻨﺎ‬
‫ﺛﻢ أوﺣﻰ إﻟﻰ اﻟﻘﻠﻮب رﺳﺎﻟﻪ‬
Ceylan yavrusu, güzelliğin resulü olarak bize gönderilmiş,
Güzelliğinin mesajını kalplere iletti.
‫أهﻴﻒ ﺑﺎﻟﺠﻔﻮن أﺳﻬﺮ ﺟﻔﻨﻲ‬
‫آﻴﻒ ﺻﺒﺮي و ﻗﺪ رأﻳﺖ ﺟﻤﺎﻟﻪ‬
İnce belli, gözlerinin güzelliği beni uykusuz bıraktı
Onun güzelliğini gördükten sonra onun ayrılığına nasıl
sabredebilirim.

‫أﻣﺎ اﻟﺤﺪﻳﺚ ﻓﻌﻨﻬﻢ ﻣﺎ أﺟﻤﻠﻪ‬


‫و اﻟﻤﻮت ﻣﻦ ﺟﻮر اﻟﻬﻮى ﻣﺎ أﻋﺪﻟﻪ‬
Onlardan bahsetmek ne güzel şeydir
Aşkın acısından ölmek çok doğru bir şeydir.
‫ﻗﻞ ﻟﻠﻌﺬول أﻃﻠﺖ ﻟﺴﺖ ﺑﺴﺎﻣﻊ‬

22
Önemli Simalar

‫ﺑﻴﻦ اﻟﺴﻠﻮ و ﺑﻴﻦ ﻗﻠﺒﻲ ﻣﺮﺣﻠﻪ‬


Beni kınayana, sus seni dinleyecek değilim dedim
Onu unutmakla kalbim arasında uzun mesafe vardır.
‫ﻻ أﻧﺘﻬﻲ ﻋﻦ ﺣﺐ ﻣﻦ أﺣﺒﺒﺘﻪ‬
‫ﻣﺎ دام ﻗﻠﺒﻲ و اﻟﻬﻮى ﻓﻲ ﻣﻨﺰﻟﻪ‬
Kalbim ile aşk aynı menzilde iken
Sevgilimi sevmekten vazgeçemem.
‫ﻇﺒﻲ ﺗﻨﺒﺄ ﺑﺎﻟﺠﻤﺎل ﻋﻠﻲ اﻟﻮرى‬
‫ﻳﺎ ﻟﻴﺖ ﺷﻌﺮي ﺻﺪﻏﻪ ﻣﻦ أرﺳﻠﻪ‬
Ceylan kuzusu, güzelliği ile bütün insanların peygamberi oldu
Saç lülelerini bu kadar güzel yapanı bir bilebilsem
‫ﻗﺪ ﺣﻞ ﻓﻲ ﻗﻠﺒﻲ و آﻞ ﺟﻮاﻧﺤﻲ‬
‫ﻓﺪﻣﻲ ﻟﻪ ﻓﻲ ﺣﺒﻪ ﻣﻦ ﺣﻠﻠﻪ‬
Onun aşkı kalbime ve bütün vücuduma sindi
Benim kanımı ona feda edeni bir bilebilsem.
‫و ﺣﻴﺎة ﻧﺎﻇﺮﻩ و ﻋﺎﻣﻞ ﻗﺪﻩ‬
‫روﺣﻲ ﺑﻌﺎرض ﺧﺪﻩ ﻣﺘﻤﻠﻤﻠﻪ‬
Gözlerini ve onun endamını yaratana yemin olsun
Onun yüz çevirmesi benim ruhuma azap veriyor.
‫هﺐ أﻧﻨﻲ ﻣﺘﺠﻨﻦ ﻓﻲ ﺣﺒﻪ‬
‫ﻓﻌﺬارﻩ ﻓﻲ ﺧﺪﻩ ﻣﻦ ﺳﻠﺴﻠﻪ‬
Onun aşkından Mecnuna döndüğümü farzet
Peki yanaklarına inmiş saç lülelerinin güzelliğine ne dersin.

23
Makalelerle Mardin

Sonuç
Mardin, Fırat ile Dicle nehirleri arasında yer alan ve Batı
literatüründe Mezopotamya, İslam literatüründe ise el-Cezira adıyla
bilinen bölgenin Diyar-ı Rabia kısmında bulunan tarihi bir şehirdir.
M.Ö. II. Binin sonlarından itibaren bu bölgeye Arap yarımadası
kökenli Aramiler göç etmişler ve bölgede Sami-Arami kültürünü
hakim hale getirmişlerdir. M. Ö. XI. Asırda bölgede kurulan Arami
devletçikleri İslam öncesi Mardin ve çevresinin kültürel temelini
oluşturmuştur. Büyük İskender’in bölgeyi fethetmesi ile başlayan
Selefkoslar, Roma ve Bizans dönemlerinde Helenizm kültürü
yaygınlaşmış olmasına rağmen bölge Sami karekterini muhafaza
edebilmiştir. Ancak bu dönemlerde Helenizm kültürü etkisinde kalan
bölgenin Sami halkları eski Grek ilim ve medeniyetini Müslüman
Araplara taşımakla dünya medeniyetine büyük katkılar yapmışlardır.
Bu bölge Arami, Süryani, Keldani, Sabii ve gibi Sami edebiyatlarının
doğduğu ve geliştiği önemli sahalardan biridir. Miladi I. Yüzyıldan
itibaren Hıristiyanlığın bu bölgede yayılmasıyla beraber Doğu
Hıristiyan edebiyatının ilk numuneleri de burada oluşmuştur.
İslami fetihten önce başlayan ve İslami fetihten sonra
yoğunlaşan Arap kabilelerin bu bölgeye göç etmesiyle Müslüman
Arap kültürü muhiti oluşmaya başlamış Arapça yazı ve edebiyat dili
olarak kullanılır olmuştur. Emeviler ve Abbasiler dönemlerinde daha
da gelişen Arap kültür ve edebiyat çevresi, Hicri IV. Yüzyılda bölgede
kurulan Hamdaniler devleti döneminde zirve noktasına ulaşmıştır. Bu
yüzyılda Doğu İslam dünyasında Arap nüfusunun mümessili olan
Hamdaniler, saraylarına şair ve edipleri toplayarak edebiyatın
gelişmesini desteklemişlerdir.
Selçuklularla başlayan ve Artuklular döneminde devam eden
Türk hakimiyeti döneminde Mardin ve çevresinde bir çok Türkmen
aşiretinin yerleşmesiyle Türk kültürü bölgede daha etkin hale gelmeye
başladı ancak gerek Selçuklular döneminde olsun gerekse Artuklular
döneminde olsun Arapça edebiyat ve yazı dili olmaya devam etti.
Artuklular Devleti döneminde Mardin ve çevresinde zengin bir ilmi,
edebi ve sanat çevresi olumuştur. Mardin, Düneysir ve Nusaybin
şehirleri şair ve edebiyatçıların karargahı haline gelmişti. İşte böyle bir
çevrede yetişen İbn es-Saffar el-Mardini ve İmadu’d-Din ed-Duneysiri

24
Önemli Simalar

Artuklular döneminin edebiyat ve şiir hayatını yansıtan Mardinli iki


önemli şairdir.

25
Makalelerle Mardin

Bibliyoğrafya
Albayrak, Kadir, Keldaniler ve Nasturiler, Ankara, 1997.
Ali Muhammed Codeh el-Ğamidi, Biladu’Ş-şam Kubeyli’l-
Ğazvi’s-Salibi ,
Mekke 982.
Barhabreuse, Abu’l-Farac, Abu’l-Farac Tarihi, Çev: Ömer Rıza
Doğrul,
Ankara 1987-I-II.
el-Belazuri, Futuhu’l-Buldan , Çev: Mustafa Fayda, Ankara
1987.
Beysanoğlu, Şevket, Bütün Yöleriyle Diyarbakır, İstanbul 1963.
Çelik, Mehmet, Süryani Kilisesi Tarihi, İstanbul 1987.
Dinaveri, Ahmed b. Davud, el-Ahbaru’t-Tıval , Kahire 1960.
Faruk İsmail, el-Luğatu’l-Aramiyye el-Kadime, Halep 2001.
Farruh, Ömer, Tarihu’l-Fikri’l-Arabi, Beyrut 1983.
Fazıl, İbrahim, Halid b.Yezid, Bağdat 1984.
Göyünç Nejat, XVI. Yüzyılda Mardin Sancağı , Ankara 1991.
Günaltay, Şemsettin, Yakın Şark Elam ve Mezopotamya,
Ankara 1987.
Hayes, E.,R., Urfa Akademisi, Çev: Yaşar Günenç, İstanbul
2002.
Işıltan, Fikret, Urfa Bölgesi Tarihi (Başlangıçtan h.210 = m.825
e kadar) ,
İstanbul 1960.
İbn Ebi Usaybia, Uyunu’l-Enba , Tah: Nezzar Rıza, Beyrut, I-II.
İbnu’l-Esir, el-Kamil Fi’t-Tarih, Beyrut 1982, I-XII.
İbnu’l-İmad, el-Hanbeli, Şezaratu’z-Zeheb, Mısır 1979, I-VIII.
İbn Şakir el-Kutbi, Fevatu’l-Vefayat, Tah: İhsan Abbas,Beyrut
1974,I-IV.

26
Önemli Simalar

İbn Tağriberdi, en-Nucumu’z-Zahira, Mısır 1956, I-XVI.


Keklik, Nihat, İslam Mantık Tarihi ve Farabi Mantığı, İstanbul
1969, I-II.
Lastrinch, Keey, Buldanu’l-Hilefeti’ş-Şarkiyye, Arapçaya Ter:
Beşir Fransis-
Corcis Avvad, Beyrut 11985.
Mahmud Yeşkuri el-Alusi, Buluğu’l-Ereb fi Ma’rifeti Ahvali’l-
Arab,
Tashih: Muhammed Behcet el-Eseri, Beyrut. I-III.
Mari b.Süleyman, Ahbaru Batariketi’l-Kursi’l-Meşrik Min
Kitebi’l-Müceddel , Roma 1899.
M. Sobernhaim, “Hamdaniler”, İ.A.,V., 179, İstanbul 1993.
es-Saalibi Abu Mansur, Yetimetu’d-Dahr, Tah: Muhammed
Muhyiddin,
Kahire 1965, I-IV.
es-Safedi,b. Aybek, el-Vafi Bi’l-Vefayet ,Tah: Şükrü Faysal,
Beyrut 1992,I-XX.
Segal, Judah, Edessa(Urfa) Kutsal Şehir, Ter: Ahmet Arslan,
İstanbul 2002.
Sever, Erol, Asur Tarihi , İstanbul 1996.
Sevim Ali, Anadolu’nun Fethi Selçuklular Dönemi, Ankara
1993.
Şeşen, Ramazan, Harran Tarihi, Ankara 1993.
Şavki Dayf, Tarihu’l-Edebi’l-Arabi VI, Kahire 1984.
Ülken, Hilmi Ziya, Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü ,
İstanbul 1935.
et-Taberi, Tarihu’t-Taberi, Tah: Muhammed Abu’l-Fida,
Beyrut 1982, I-XII.
Taşdemir, Mehmet, D.İ.A., “Mardin”, XXVIII, Ankara 2003.

27
Makalelerle Mardin

Welhausen, Julius, İslamın En Eski Tarihine Giriş , Çev: Fikret


Işıltan, İstanbul 1960.
Yakut, Mu’cemu’l-Buldan, Beyrut I-V.
Yusuf el-İş, ed-Davlatu’l-Emeviyye ve’l-Ahdasu’l-Lati
Sabakathe İbtiden
Min Fitneti osman , Dimaşk 1988.

28
MARDİNLİ BİLGİNLERİN HADÎS İLİMLERİ METODOLOJİSİNE
KATKILARI ALİ B. OSMÂN ET-TÜRKMÂNÎ EL-MÂRDÎNÎ ÖRNEĞİ
İsa AKALIN∗
Giriş
Hadîs ilimleri metodolojisi (hadîs usûlü, usûlu’l-hadîs,
dirâyetü’l-hadîs 1 , mustalahu’l-hadîs 2 ), râvî 3 ile mervî 4 nin (hadîsin)
çeşitli durumlarını ele alan bilgi kollarının meydana getirdiği bilim
dalıdır5 . Bu bilim dalının kaideleri daha önceki dönemlerde yazılan
kitaplarda yerini almakla beraber6, hadîs usûlü edebiyatının ilk kitabı
olarak er-Râmehürmüzî’nin (360/971) el-Muhaddisu’l-Fâsıl beyne’r-
Râvî ve’l-Vâ‘î adlı kitabı kabul edilmektedir 7 . Mütekaddimûn

*Doktora Öğrencisi İsa AKALIN Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler


Enstitüsü Hadis Bilim Dalı
1
Çakan, s. 175.
2
Koçyiğit, Istılâhlar, s.323–332 ve İlmu usuli’l-hadîs, s. 128
3
Râvî, Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrîrlerini (senediyle) rivâyet eden
kimse demektir. Bkz: Koçyiğit, Istılâhlar, s.369; Aydınlı, s.128; Uğur, Hadîs
Sözlüğü, s. 319.
4
Mervî, rivâyet edilen, nakledilen şey (metin) demektir. Bkz. Aydınlı, s.96;
Uğur, Hadîs Sözlüğü, s. 218.
5
Aydınlı, s.157.
6
İmâm eş-Şâfiî’nin (204/819) er-Risâle’si, İmâm Müslim’in Sahîh’ine
yazdığı Mukaddime’si, Ebû Davûd’un Mekkelilere yazdığı mektup,
Tirmizî’nin Sünen’inin sonundaki İlel bölümü gibi. Bkz. Çakan, s. 176.
7
Koçyiğit, Istılâhlar, s.327; Çakan, s. 178.
Makalelerle Mardin

dönemi8 hadîs usûlü eserlerinde dağınık olarak işlenmiş konuları yeni


bir tertiple ele alan İbnu’s-Salâh (643/1245), kitabına Ulûmu’l-Hadîs
adını vermiştir. İbnu’s-Salâh hadîs usûlü konularını el-Hâkim en-
Neysâbûrî (405/1014) gibi “nevi”ler halinde ve fakat senedsiz olarak
toplam 65 nevi’ içinde9 işlemiştir10 Mukaddimetü İbni’s-Salâh adıyla
meşhur olmuş bulunan bu kitap, kendisinden sonraki usûl edebiyatı
çalışmalarının vazgeçilmez kaynaklarından biri haline gelmiştir.
İhtisâr, nazma çekme, şerh ve nüket gibi değişik bilimsel faaliyetlere
kaynaklık etmiş olan Uûmu’l-Hadîs üzerinde çok sayıda eser vücuda
getirilmiştir11. Konumuz olan Ali b. Osmân et-Türkmânî de İbnu’s-
Salâh’ın bu eserini intihâb (seçki) ve ihtisâr (özet) ederek hadis
ilimleri metodolojisine dair bir cep kitabı meydana getirmiştir.

Ali b. Osmân et-Türkmânî el-Mârdînî Kimdir?


Ebu’l-Hasan Alaüddin Ali b. Osman b. İbrahim et-Türkmani el-
Mardini 683/1284’te doğdu. Aslen Mardinli olup, ailesi Kahire’ye göç
ettiğinden orada yaşadı. Ailesinden birçok bilgin yetişmiştir. Ömrünün
son iki yılında Mısır “Hanefi Kadı’l-Kudat” ı olarak görev yapmış ve
750/1349’da orada vefat etmiştir. Kardeşi Ahmed b. Osmân et-
Türkmânî meşhur bir İslâm hukukçusu olup birçok kitap telif etmiştir.
Müellifimiz Alaüddin Ali b. Osman b. İbrahim et-Türkmani daha çok
hadîsçilik yönüyle şöhret kazanmıştır. Eserlerinin başlıcaları
şunlardır12:
1. el-Cevherü’n-Nakî fi’r-Redd ale’l-Beyhakî: İbnü’t-
Türkmânî, bu kitabını el-Beyhakî’nin (458/1065) es-Sünenü’l-
Kübrâ’sına reddiye ve bir nevi Hanefî fıkhı müdafaası olarak kaleme

8
Hadîs usûlünde mütekaddimûn-müteahhirûn dönemleri ayırımı, bilgilerin
senedli olarak aktarılmasının terk edilmesine göre yapılmıştır. Bkz. Çakan, s.
178, 180.
9
el-Hâkim en-Neysâbûrî, 52 nevi içinde incelemiştir. Bkz. Çakan, s. 179.
10
Çakan, s. 183.
11
Koçyiğit, İlmu usuli’l-hadîs, s. 132–135; Çakan, s. 184–188.
12
İbnü’t-Türkmânî hakkında geniş bilgi için bkz: Salahattin Polat, İbnü’t-
Türkmânî, T. D. V. İslâm Ansiklopedisi, 21/234–235, İstanbul, 2000.

30
Önemli Simalar

almıştır. Kitab es-Sünenü’l-Kübrâ ile birlikte ve müstakil olarak


basılmıştır13.
2. Tahrîcu Ehâdîsi’l-Hidâye ( el-Kifâye fî Ma’rifeti
Ehâdîsi’l-Hidâye) 14: el-Merğinânî’nin (593/1197) el-Hidâye adlı fıkıh
kitabındaki hadîslerin tahrîcine dair bir eser olup, elyazması halinde
bulunmaktadır15.
3. Behcetü’l-Erîb fî Beyâni mâ -fî Kitâbillâhi’l-Azîz mine’l-
Ğarîb 16 : Kur’ân-ı Kerîm’deki kapalı kelimeleri açıklayan bir çeşit
sözlük olup, basılmıştır.
4. Müntehab fî Ulûmi’l-Hadîs (Muhtasaru Ulûmi’l-Hadîs)17:
Çalışmamızın ana konusunu teşkil eden bu kitap, İbnu’s-Salâh’ın
Ulûmu’l-Hadîs’inin intihâb (seçki) ve ihtisârı (özeti)dır. Halen
elyazması halinde olan kitabın, tespit edebildiğimiz iki nüshası
bulunmaktadır18.

MÜNTEHAB FÎ ULÛMİ’L-HADÎS
(MUHTASARU ULÛMİ’L-HADÎS )
Elyazma Nüshalar:
Kitabın elyazması nüshalarının ikisinde de ferâğ ve istinsâh
kayıtlarında herhangi bir tarih ve müstensih adı tespit edemedik.
Bununla beraber Laleli nüshasının gerek kâğıt ve gerekse yazı

13
Kettânî, s. 26; Çakan, s. 97; Uğur, Edebiyat, s. 292.
14
Kettânî, s. 391; Uğur, Edebiyat, s. 311.
15
Süleymaniye Kütüphanesi, Cârullâh, no: 261, 170 vr.
16
Bilmen, 2/846.
17
Uğur, Edebiyat, s. 139.
18
Süleymaniye Kütüphanesi, Laleli, no: 390, 54 vr.; Şehid Ali Paşa, no:
2762, 26 vr. Kitabın, hazırlamakta olduğumuzu tenkîdli neşrini (edisyon
kritik) -inşallah yakında- ilim dünyasının hizmetine sunacağız.

31
Makalelerle Mardin

özellikleri itibariyle Şehid Ali Paşa nüshasından daha eski bir tarihte
istinsâh edildiği anlaşılmaktadır 19 . Ayrıca Laleli nüshası daha
okunaklı bir hatla yazılmış ve muhtemelen kitabı mütalaa edenlerden
biri tarafından kısmen harekelenmiştir.
Laleli nüshası, 54 varak ve her sayfası 11 satırdan meydana
gelen, nesih yazıyla istinsâh edilmiş bir nüsha olup, 14,5x19,5
ebadındaki sırtı meşin, mıklepli bir kitabın 1a-53b varakları arasında
yer almaktadır. Kitabın zahriyesinde Sultan III. Selim vakfı olduğunu
gösterir mühür bulunmaktadır. Yine zahriyede kitabın ismi olarak
“Kitâb fî Ulûmi’l-Hadîs ve Fünûnihî/ Muhtasaru İbni’s-Salâh/ Hâzâ
Kitâbu İhtisâri’l-Allâme Alî b. Osmân b. İbrâhîm b. Mustafâ b.
Süleymân el-Mârdînî Kâdî’l-Kudât Alâiddîn eş-şehîr bi-İbni’t-
Türkmânî” diye üç farklı yazıyla üç isim verilmektedir. Varak 54b’de
İbnü’t-Türkmânî’nin kısa terceme-i hâli (hayatı) ve el-Irâkî’nin
(806/1403) İbnu’s-Salâh’ın Ulûmu’l-Hadîs’ine yazmış olduğu kitap
(et-Takyîd ve’l-Îdâh) tan, elli beşinci nev’e yaptığı ilave
aktarılmıştır20.
Şehid Ali Paşa nüshası, 26 varak ve her sayfası 19, 20 satırdan
meydana gelen, nesih yazıyla istinsâh edilmiş bir nüsha olup,
14,5x19,5 ebadındaki sırtı meşin, mıklepli bir mecmuanın 90a-115b
varakları arasında yer almaktadır. Aslında kitabımız varak 90b’de
başlamaktadır. Varak 90a’da ise bu elyazma nüshayı mütalaa
edenlerin kendi hatlarıyla (elyazılarıyla) yazmış oldukları notlar,
kitabın adı ve hazırlayıcısı belli olmayan fihrist 21 yer almaktadır.
Varak 90a’da kitabın adı olarak “Kitâbu’t-Takrîb ve’t-Teysîr fî İlmi’l-
Hadîs li’ş-Şeyh Alaiddîn İbni’t-Türkmânî el-Hanefî” yazılmış; kitabı
mütalaa edenlerden bir kişi (?) bu başlığa istinaden aynı isimle en-
Nevevî’nin (676/1277) de bir kitabının olduğunu ve o kitaba es-
Suyûtî’nin (911/1505) “Tedrîbu’r-Râvî fî Şerhi Takrîbi’n-Nevevî”

19
Değerli bilim tarihçisi Doç. Dr. İhsan Fazlıoğlu Bey’e yardımlarından
ötürü teşekkür ederim.
20
Elyazma nüshaları mütalaa edenlerin kendi hatlarıyla (elyazılarıyla) yazmış
oldukları bu ilave kısımlar Şehid Ali Paşa nüshasında varak 115b’de yer
almaktadır.
21
Hazırlayıcısı belli olmayan bu fihrist, İbnu’s-Salâh’ın Ulûmu’l-Hadîs’e
bizzat yazdığı mıkaddimede yer alan fihristten hareketle yazılmış olmalıdır.
Bkz: İbnu’s-Salâh, s. 7–11.

32
Önemli Simalar

adında bir şerh yazdığını belirtmiştir. Ancak kitabı mütalaa edenlerden


bir başka kişi (?) ise bu isme itiraz notu ekleyerek kitabın adının
“Kitâbu’l-Müntehab” olduğunu belirtmiştir. Varak 115a’da ferâğ
kaydında bu istinsâhın Sirâcüddîn İbnü’l-Mulakkin’in (772/1370)
hattıyla olan nüshadan yapıldığı belirtilmiş olmasına rağmen
müstensihin adını ve istinsâh tarihini tespit edemedik.

Ulûmu’l-Hadîs ve Müntehab’ın Karşılaştırılması:


İbnü’t-Türkmânî el-Mârdînî, kitabına İbnu’s-Salâh gibi
besmeleden sonra Kehf Sûresi 18/10. âyetteki duâyla başlamış,
ardından hamdele ve salveleyi kendi cümleleriyle yazmıştır.
Kitabımızın her iki nüshasında da konu başlıkları (nev’ler)
kırmızı mürekkeple yazılmıştır ve sadece ilk ve son konu başlığında
“nev’i” kelimesi kullanılmıştır 22 . Diğerlerinde ise sıra sayılarıyla
(birinci, ikinci, üçüncü vb.) konu başlıkları gösterilmiştir.
İbnü’t-Türkmânî el-Mârdînî, konu başlıklarını İbnu’s-Salâh’ın
aksine genelde birer ikişer kelimeyle vermiştir23.
İbnü’t-Türkmânî el-Mârdînî, bu eserini, hadîs ilmine yeni
başlayanların (tâlib) kolayca ezberleyebilmeleri için bir tür ders ve cep
kitabı olarak hazırladığını belirtmektedir 24 . Bundan dolayı İbnü’t-
Türkmânî, öğrencinin daha ileri düzeylerde ihtiyaç duyacağı kimi
konulara ve kitaplara işaret etmeden konuyu özlü bir şekilde anlatma
yolunu tercih etmiştir25.

22
Şehid Ali Paşa nüshasında son konu başlığında nev‘i kelimesi
yazılmamıştır (varak 115b) .
23
İbnu’s-Salâh 1. nev‘i olan “sahîh” için “min envâi ulûmi’l-hadîs
ma’rifetü’s-sahîh mine’l-hadîs” başlığını kullanmışken (s. 11); İbnü’t-
Türkmânî, “en-nev’u’l-evvel es-sahîh” başlığını kullanmıştır (Laleli, 1a;
Şehid Ali Paşa, 90a).
24
Laleli, 1b; Şehid Ali Paşa, 90b.
25
İbnu’s-Salâh, 39. nev‘i olan “ma’rifetü’s-sahâbe” konusuna ilgili litertürü
sayarak girerken (s. 291); İbnü’t-Türkmânî, litertüre işaret etmeksizin
“sahâbî” tanımıyla konuyu girmiştir (Laleli, 24a; Şehid Ali Paşa, 105b).

33
Makalelerle Mardin

İbnu’s-Salâh’ın geniş olarak ele aldığı konuları, İbnü’t-


Türkmânî özet olarak vermiştir26. Bunu yaparken hafızada kolayca yer
edinebilecek kelime ve cümlelerle şiirsel ve akıcı bir üslup
kullanmaya özen göstermiştir. İbnü’t-Türkmânî, İbnu’s-Salâh’ın biraz
karışık olarak islediği kimi konuları sade ve kısa cümlelerle ortaya
koymuştur27.
İbnu’s-Salâh, hadîs usûlü meselelerini bir veya birkaç örnekle
izah ederken; İbnü’t-Türkmânî, İbnu’s-Salâh’ın hadîs örneklerini
vermediği gibi, kendisi de herhangi bir örneklendirme yoluna
gitmeden sadece kavramları anlatmayı tercih etmiştir28.
İbnü’t-Türkmânî, yaptığı intihâb ve ihtisârda İbnu’s-Salâh’ın
ifadelerine bağlı kalmamış, daha çok kendi cümleleriyle konuları
işlemiştir. Bazen de en-Nevevî’nin, İbnu’s-Salâh’ın Ulûmu’l-Hadîs’i
üzerine yaptığı “et-Takrîb ve’t-Teysîr li-Ma’rifeti Süneni’l-Beşîri’n-
Nezîr fî Usûli’l-Hadîs” adlı ihtisârdan kısa nakillerle konuyu
tamamlamıştır. İbnü’t-Türkmânî’nin kitabının Şehid Ali Paşa
nüshasında “Kitâbu’t-Takrîb ve’t-Teysîr fî İlmi’l-Hadîs li’ş-Şeyh
Alaiddîn İbni’t-Türkmânî el-Hanefî” diye isimlendirilmesi, en-
Nevevî’den yaptığı bu iktibaslar dolayısıyla olmalıdır.
İbnü’t-Türkmânî, önemli gördüğü ve fakat İbnu’s-Salâh’ın
değinmediği kimi ayrıntıları ya kendi ifadeleriyle, ya da en-
Nevevî’den naklen vermeyi ihmal etmemiştir29.

26
İbnu’s-Salâh, “sahîh”i genişçe ele almışken (s. 11-29); İbnü’t-Türkmânî,
ana hatlarıyla incelemiştir (Laleli, 1a-2b; Şehid Ali Paşa, 90b-91a).
27
“Tahammül” yollarından “icâzet”i İbnu’s-Salâh, uzun uzadıya (s. 151-165)
incelerken; İbnü’t-Türkmânî, kısa ve sade ifadelerle ele almıştır (Laleli, 18b-
19a).
28
Bkz: 1. nev‘i olan “sahîh” (Laleli, 1b-2a; Şehid Ali Paşa, 90b-91a); 2. nev‘i
olan “hasen” (Laleli, 3b-4a; Şehid Ali Paşa, 91b-92a); 21. nev‘i olan
“mevzû” (Laleli, 10a-10b; Şehid Ali Paşa, 94b-95a) vb.
29
İbnu’s-Salâh 1. nev‘i olan “sahîh” de Sahîh-i Müslim’deki hadîs sayısını
vermezken (s. 21);İbnü’t-Türkmânî, bu bilgiyi en-Nevevî’den (et-Takrîb, s.
23) iktibas ederek tamamlamıştır (Laleli, 2b; Şehid Ali Paşa, 91a). İbnu’s-
Salâh 2. nev‘i olan “hasen”de, hasen hadîsin delil olma yönüne işaret
etmezken (s. 29-31); İbnü’t-Türkmânî, hasen hadîsin, delil olma (ihticâc)

34
Önemli Simalar

İbnü’t-Türkmânî, günümüzde bile güncelliğini sürdüren ve daha


çok kavram kargaşası sonucu meydana gelen kimi tartışmalı konuları
net ve özlü ifadelerle anlatarak, intihâb ve ihtisâr yoluyla hazırlanmış
olan kitaplarda da yeni ve orijinal bakış açılarının ortaya
konabileceğini göstermiştir30.

Sonuç:
Hadîs ilimlerinin temeli olan hadîs usûlü, kavramlarının
bolluğu, meselelerinin giriftliği gibi nedenlerle öğrenimi ve öğretimi
kolay sayılamayacak bir bilim dalıdır. Bu bilimin uzmanları, hadîs
usûlü öğrenim ve öğretiminin hedeflenen ölçü ve başarıda olabilmesi
için sayısız eser kaleme almışlardır. Konunun teori ve pratiğine hâkim
olan İbnü’t-Türkmânî de hadîs usûlü öğrenimi ve öğretimi üzerinde
kafa yormuş ve eskilerin deyişiyle “efrâdını câmi, ağyârını mâni” bir
eser ortaya koymuştur. İbnü’t-Türkmânî’nin ana hatlarıyla tanıtmaya
çalıştığımız Müntehab fî Ulûmi’l-Hadîs (Muhtasaru Ulûmi’l-Hadîs)
adlı bu kitabı, hadîs usûlü konularını özlü bir şekilde ele alan bir eser
niteliğindedir.

yönüyle sahîh hadîsle aynı olduğunu en-Nevevî’den (et-Takrîb, s. 25) naklen


belirtmiştir (Laleli, 3b-4a; Şehid Ali Paşa, 91b-92a).
İbnu’s-Salâh (s. 380-387), 60. nev‘i olan râvîlerin doğum ve vefat tarihlerine
dair bilgiler konusunu râvî isimlerinden birçok örnek vererek uzun uzadıya
ele aldığı halde, bu bilgilerin pratikte ne işe yarayacaklarına işaret etmemiştir.
İbnü’t-Türkmânî, ise daha konunun girişinde bu bilgilerin hadîste “ittisâl ve
inkıtâ”nın olup olmadığını anlamaya yaradığını - en-Nevevî’den naklen (s.
103)- belirtmiştir (Laleli, 49b; Şehid Ali Paşa, 113a).
30
Güncelliğini hâlâ korumakta olan ve bilgi eksikliği sebebiyle birçok yanlış
değerlendirilmeler yapılan “zayıf hadîs” konusunda İbnü’t-Türkmânî, kavram
kargaşasına son verecek tarzda ifadelerle meseleyi ele almıştır (Laleli, 4b;
Şehid Ali Paşa, 92a). İbnu’s-Salâh (s. 41-42) ve en-Nevevî (s. 26) ise konuyu
bu boyutlarıyla incelememişlerdir.

35
Makalelerle Mardin

BİBLİYOGRAFYA
Aydınlı, Abdullah, Hadîs Istılahları Sözlüğü, Timaş Yay.,
İstanbul, 1987
Çakan, İsmail Lütfi, Hadîs Edebiyâtı, M. Ü. İFAV Yay.,
İstanbul, 1989
el-Irâkî, et-Takyîd ve’l-Îdâh li-mâ Utlika ve Uğlika min
Mukaddimeti’bni’s-Salâh, Müessesetü’l-Kütübi’s-Sekâfiyye, Beyrut,
1411/1991
İbnu’s-Salâh, Ulûmi’l-Hadîs, tah. Nûreddin İtr, Dâru’l-Fikr,
Dımaşk, 1404/1984
İbnü’t-Türkmânî, Müntehab fî Ulûmi’l-Hadîs (Muhtasaru
Ulûmi’l-Hadîs), Süleymaniye Kütüphanesi, Laleli, no: 390, 54 vr.;
Şehid Ali Paşa, no: 2762, 26 vr.
Kettânî, Muhammed b. Ca’fer, Hadîs Literatürü, ter. Yusuf
Özbek, İz Yay., , İstanbul, 1994
Koçyiğit, Talat, Hadîs Istılahları, A. Ü. İlahiyat F. Yay.,
Ankara, 1985
Koçyiğit, Talat, İlmu usuli’l-hadîs veya İlmu Mustalahi’l-
Hadîs, A. Ü. İlahiyat F. Dergisi, c. XVII, yıl, 1969, Ankara, 1971
en-Nevevî, et-Takrîb ve’t-Teysîr li-Ma’rifeti Süneni’l-Beşîri’n-
Nezîr fî Usûli’l-Hadîs, tah. Abdullah Ömer el-Bârûdî, Müessesetü’l-
Kütübi’s-Sekâfiyye, Beyrut, 1406/1986
Polat, Salahattin, İbnü’t-Türkmânî, T. D. V. İslâm
Ansiklopedisi, 21/234–235, İstanbul, 2000
Uğur, Mücteba, Ansiklopedik Hadîs Terimleri Sözlüğü, T. D.
V. Yay., Ankara, 1992
Uğur, Mücteba, Hadîs İlimleri Edebiyatı, T. D. V. Yay.,
Ankara, 1996
Unat, Faik Reşit, Hicrî Tarihleri Milâdî Tarihlere Çevirme
Kılavuzu, T. T. K. Yay., Ankara, 1988

36
MARDİNİ ŞEYH HAMİD VE OĞLU ŞEYH ABDURRAHMAN ZİHNİ
EFENDİ
Muhammed Sadık HAMİDİ1∗

ÖZET
1/1/1217h-3/5/1802m. Yılında, Cuma günü Siirt’te doğdu.
Babasının adı Abdullah, annesinin adı Amine’dir.
Mardini nisbesini, ömrünün son kırk yılını yerleştiği Mardin’de
geçirdiği için almıştır. Aynı zamanda “Şâh-ı Mardin” lakabıyla
meşhur olup, öyle anılmıştır.
Tahsilinin büyük bir kısmını meşhur âlim ve müfessir Molla
Halil-i Siirdi`den elde etmiş ve ondan icazet almıştır.
1260h.-1844m. Yılında Mardin’e gelmiştir.
Sekseni aşkın âlim ondan ilmî icazet almıştır. Ehil olan birçok
zevata tarikatte halifelik vermiştir.
Halk arasındaki kabile çekişmelerini ve kan davalarını ortadan
kaldırmayı oldukça başarmıştır. Midyat bölgesinde Müslüman ve

1
Yrd.Doç. Dr. Muhammet Sadık HAMIDI Diyanet İşleri Başkanlığı Tuzla
Müftülüğü Kadıköy/İstanbul
Makalelerle Mardin

Hristiyan Süryaniler arasındaki din kavgalarını sulha dönüştürmeyi


başarmıştır.

Eserleri:
Şeyh Hâmid birçok eser yazmıştır.

Vefatı
1299/1882. yılı Muharrem ayının birinde, Mardin’de vefat
etmiştir.

ŞEYH ABDURRAHMAN ZİHNİ EFENDİ


1268/1852 yılının 20 Haziranında Cuma günü ikindi
namazından sonra Mardin’de doğdu.
Şeyh Abdurrahman Efendi İstanbul’a gitmiş orada beş ay dört
gün kalmıştır.
53 kadar eser telif etti. Elimizde matbu olarak iki eseri
bulunmaktadır.
Yazma olarak “ En-Nurul-Lami ve’l-Feyz el-Cami’ ” Bu eseri
Akaid, Tasavvuf ve Hikmet ( Felsefe ) ilimlerini içeren bir kitaptır.

Vefatı:
1328h.-1910m. Yılında, Cuma günü Muharrem ayının 23.üncü
gününde Mardin’de vefat etmiş ve Babası Şeyh Hâmid’in türbesine
defnedilmiştir.

38
Önemli Simalar

MARDİN'İ ŞEYH HAMİD VE OĞLU


ŞEYH ABDURRAHMAN ZİHNİ EFENDİ
GİRİŞ:
Bu yazımızda Mardin'in yetiştirdiği ve hayatı çok az kişi
tarafından bilinen Şeyh Hamid ve oğlu Şeyh Abdurrahman'ı
tanıtacağız.
Şeyh Hamid 1217 hicri yılının muharrem ayının birinci günü,
miladi 3 mayıs 1802 yılında Cuma günü Siirt’te doğdu. Babasının adı
Abdullah, annesinin adı Amine’dir. Mardini nisbesini, ömrünün son
kırk yılını Mardin’de geçirdiği için almıştır. “Şâh-ı Mardin” diye de
meşhur olup, bu lakapla anılmıştır.
Şeyh Hâmid Seyyid'tir. Soyu Hz. Hüseyin’e dayanmaktadır. Bu
hususa dair güvenilir belgeler mevcuttur.2
Babası Seyyid Abdullah, Osmanlı âlimi meşhur Erzurumlu
İbrahim Hakkı'nın talebesidir.
Siirt Ulu Cami İmam–Hatibi ve vaizi olan babası Seyyid
Abdullah, 1243/1827 yılında yedinci haccından dönüşünde Medine'ye
varmadan Yenbu'da vefat etmiştir.
Hal tercemelerinden anlaşıldığı kadarıyla Şeyh Hâmid, büyük
bir âlim ve meşhur bir mürşid idi. İlk tahsiline Siirt’te, babasının
medresesinde başlamıştır. Kuran-ı Kerim’i yedi yaşında hatmetmiş, on
yaşında ezberleyip hafız olmuştur. Tahsilinin büyük bir kısmını
meşhur âlim ve müfessir Molla Halil-i Siirdi`den okuyarak elde etmiş
ve ondan icazet almıştır. Daha sonra Bitlis, Van, Erzurum ve Şam'a
kadar giderek, oralardaki âlimlerden ders okumuş ve ilmî icazetler
almıştır.

2
- Nesebi Şöyledir:
Hamid, Abdullah, Mirza, Muhammed, Ahmed, İbrahim, Musa, İbrahim,
Muhammed, Ahmed, Cebrail, Ali, Yusuf, Muhammed, Ubeydullah,
Mahmud, Şihabuddin el-Muhtedi, Muhammed, Ali, Müslim, Muhammed,
Muhammed el-Eşter, Ubeydullah, Ali, Ubeydullah, Ali, Ubeydullah, Hüseyin
el-Asgar, Ali Zeynü'l-Abidin, Hz.Hüseyn, Hz Ali b. Ebi Talib (r.a.)
39
Makalelerle Mardin

İlimde oldukça ilerleyen Şeyh Hâmid, daha sonra tasavvufa


yönelmiş ve birçok tasavvuf büyüklerinden feyz almıştır. Tasavvufta ilk
zikir telkinini Kâdirî Şeyhi babası Seyyid Abdullah’tan almıştır.
Seyyid Abdullah, Kadiri tarikatının irşad icazetini Bağdat’ta bulunan
Şeyh Abdülkadir Geylani torunlarından “Seyyid Abdurrahman b. Seyyid
Feyzullah el-Kâdirî, el-Bağdâdi”den almıştı.
Şeyh Hâmid gençliğinde Şam’da ikamet eden Mevlana Halid
Nakşebendi’yi ziyaret etmiş ve ondan vird (zikir dersi) almıştır. Daha
sonra “Şeyh Abdü’l-Kadir Belvanisi”den yine Nakşibendî tarikatında
zikir dersi almıştır.
Hicri 1249/1833 yılında Urfa, Halep güzergâhı ile Hacc’a
gitmeye azmetmiş, ancak o sene yol emniyeti olmadığından dolayı
hacc’a gidememiştir. Halep’te Şeyh Ebü’l-Vefa el-Halebî’nin
sohbetine devam etmiş ve ondan Kâdirî tarikatında halifelik almıştır.
Daha sonra, Mevlâna Halid’in önemli halifelerinden olan ve
Cizre’ye bağlı “Basrat” köyünde ikamet eden, Şeyh Halid el-
Cezeri’den Nakşebendi tarikatında halifelik almıştır. Müfessir Alusi 3
ve Şeyh Abdü'l-Mecid el-Hâni 4 bu hususu zikretmektedirler.
Siirt’e dönünce ilim neşriyle beraber halkı irşâd etmiştir. İrşâd
dairesi Siirt vilâyeti bölgesinden Midyat ve Gercüş (Aşîtâ ) yöresine
kadar genişlemiştir. Alimler ve halk onun ilim ve irşadından feyz
almışlardır. Bu yörede iki sene kadar kaldıktan sonra halkının ısrarı
üzerine iki sene kadar Hasankeyf'te ikamet etmiştir.
1260/1844 yılında Mardin’e gelmiştir. Mardin halkı, hüsn-i
istikbâl ile onu karşılamış ve Şeyh Hamid’e, Mardin’e yerleşmesi için
ricada bulunmuşlardır. O da, halifesi olduğu Şeyh Halid'in işareti ve

3
- “ Neşvetü’ş-Şumul fi’s-Seferi ila İslambul sh: 9 ”
“Neşvet’ül-Medam fi’l-Avdi ila dari’s-Selam sh: 89 ”
1291/1874 tarihinde Vilayet matbaasında Bağdat'ta basılmıştır.
4
- Şeyh Abdü'l-Mecid el-Hani’nin yazmış olduğu “el-Hadikatü’l-Verdiyye fi
Ecillai'n-Nakşibendiyye” adlı kitapta yazılı olduğu gibi, adı geçen Şeyh Halid
(k.s.) Mevlâna Halid'in halifesidir.
“ el-Hadikat’ül-Verdiyye fi Hakakiki Ecillai’n Nekşebendiyye sh: 260 ”
Abdü'l-Mecid el-Hani
1308 matbai amirede basilmıştır.
40
Önemli Simalar

bölge halkının irşada muhtac olmaları sebebi ile Mardin’e


yerleşmiştir. Gelişini tebrik eden birçok kişi kasideler yazarak
sevinçlerini dile getirmişlerdir.
Onu öven, hakkında medhiye yazanlara misal olarak şunları
zikrede biliriz:
Molla İbrahim el-arabi 15 beyitlik bir kaside yazmıştır.
Aynı zat yine 15 beyitlik ikinci bir kaside daha yazmıştır.
Kasımpadişah medresesi müderrislerinden Molla Halil
Siirdi’nin torunu Molla Fethullah da onu medheden 44 beyitlik bir
kaside yazmıştır.
Haleb'in tanınmış âlimlerinden, Rifai Tarikat Şeyhi aynı
zamanda İstanbul'da da Tekkesi bulunan Ebül-Hüda es-Sayyadi 16
beyitlik bir kaside yazmıştır.
Mardin halkı kısa zaman zarfında ona bir ev inşa etmişlerdir.
Evin yapılış tarihini ebced hesabıyla ifade eden beyitler yazılmş ve
taşa kazılarak kapıların üzerine yerleştirilmiştir.
Askeri kışlaya bakan Kuzeydeki kapının üzerinde şu beyitler
yazılıdır.
Tezeyyenet Mardin'una bi'l-âbidi *** ves'tebşeret kaatibeten
bi'l-Hamidi
Ve enfaka'l-Cumhuru fi darin lehu *** Fa akmaluha reğbeten
li'r-Raşidi
Ya ni'meha darel-Leti tarihuha *** mahrusetün ve tancuz bi'l-
Mehamidi
714 + 466 + 81 = 1261 h.
Beyitlerin manası :
Mardinimiz Allaha ibadet edenle süslendi
Cümlesi Hamid'le müjdelendi
Ona ev yapmak için herkes infak'ta bulundu
Allahın rızasını kazanmak için hemen de tamamladılar
O ne güzel evdir ki tarihi de şudur
41
Makalelerle Mardin

O ev övgülerle tamamlanmış ve korunmuştur.


Mescide bakan Güneydeki kapının üzerinde de tarih düşüren şu
beyitler yazılıdır.
Darün lakad zaneha'l-bünyanu ve'r-tehebet *** Bi'ş-Şeyhi Hamid
iz adha biha ferihet
Min nazrati's-Sui Rabbi tahmi sahibeha *** ve elsinü's-Sui fi
tarihiha harisat
1260 /1844
Bu beyitlerin de manası şudur:
O öyle bir evdir ki, yapılışı onu süsledi ve o da
Şeyh Hamide merhaba diyerek onunla sevindi
Rabbim sahibini kötü nazardan korusun
Kötü diller onun tarihinde sağırlaştı.
1262/1846 Yılında İstanbul’a giderken Mardinde bir kaç gün
konaklayan Bağdat Müftüsü Seyyid Mahmud Alusi “Neşvetü’ş-
Şumul” adıyla yazdığı seyahatnamesinde Mardin'i anlatırken Şeyh
Hamid'i ziyeret ettiğini kaydetmekte ve onu övgü ile anmakta,
İstanbul’dan Bağdad'a dönerken de yazdığı “Neşvetu’l-Medam” adlı
seyahatnamesinde ikinci defa onu ziyeret ettiğini anlatarak yine ondan
övgüyle bahsetmektedir. Şeyh Hamid’in soy şeceresine de muttali
olan Âlusi, Peygamber(sas) efendimize kadar nesebini nazmetmiştir.
Bu nazım doğrusu şaheser niteliğindedir. 5
Şeyh Hamid Mardin ve havalisinde halkın birlik ve
beraberliğini sağlamıştır. Birçok yerde Mescid ve Medreselerin bina
edilmesi için bizzat çalışmış, yeni inşa edilen camilere imam ve
müezzin tayin etmiştir. Mardinde geçirdiği 40 senelik ömründe Cuma
ve Pazartesi günleri Ulu Camide vaaz etmiş ve halkı irşad etmiştir.

5
- “ Neşvetü’ş-Şumul fi’s-Seferi ila İslambul sh: 9 ”
“Neşvet’ül-Medam fi’l-Avdi ila dari’s-Selam sh: 89 ”
1291/1874 tarihinde Vilayet matbaasında Bağdat'ta basılmıştır.

42
Önemli Simalar

Evinin karşısında harabe halde bulunan Şeyh Sabuni Mescidi


kendisi için onarılmıştır. Bu Mescid'in hem imamlığını deruhte etmiş,
hemde ders ve irşad hizmetini burada yürütmüştür.
Mardin'e bağlı bir nevi aşiret merkezi vasfı taşıyan köylere
oğullarını göndermiştir. Onlar da gittikleri yerlerde camiler inşa
ettirerek ders ve irşad hizmetlerini yürütmüşlerdir.
Bu hizmetlerden şunları sayabiliriz:
Büyük oğlu Şeyh İbrahim’i Gercüş (Kefercevz) ilçesine bağlı
Kayapınar (Ayınkaf) Nahiyesine göndermiştir. Şeyh İbrahim icazetli
bir âlim olduğu gibi aynı zamanda mürşid idi. Bu Nahiye'de cami inşa
ettirmiş, irşadla beraber tedris işini de yürütmüştür. Bu medreseden
birçok âlim yetişmiştir.
İkinci oğlu Şeyh Abdullah’ı merkeze bağlı Dara köyüne
göndermiş, o da aynı hizmeti ifa etmiştir.
Üçüncü oğlu Şeyh Muhammed Alaaddin'i Savur'a bağlı
Başkavak (Ahmediyye) köyüne göndermiştir.
Dördüncü oğlu Şeyh Abdülhalim'i Nusaybine bağlı Kutlubey
(Tınat) köyüne göndermiştir. Şeyh Muhammed'in vefatından sonra
Şeyh Abdülhalim Başkavak (Ahmediyye) köyüne intikal etmiştir.
Beşinci oğlu Şeyh Abdurrahman Mardinde kalmış ve babasının
vefatından sonra ağabeyi Şeyh Abdullah ile beraber tedris ve irşad
hizmetini beraber yürütmüşlerdir.
Şeyh Abdurrahman'ın oğlu Şeyh Muhammed Ali, Ğurs
mıntıkasına gönderilmiştir.
Yukarda da izah ettiğimiz gibi her birisi gittikleri yerlerde cami
inşa ettirmiş, tedris ve irşad hizmetini beraber yürütmüşlerdir.
Yeri gelmişken bulunduğumuz güney doğu anadolu bölgesinde
eğitim ve öğretime dair biraz bilgi vermenin faydalı olacağı
kanaatindeyiz.
Bu bölgede resmi eğitim ve öğretim şehirlerde idi. Buna misal
olarak Kasım Padişah medresesini zikredebiliriz.
Köylerde ise, bu gün olduğu gibi devletçe açılmış resmi eğitim
kurumları yoktu. Ancak her cami ve mescid aynı zamanda birer

43
Makalelerle Mardin

okuldu. Genellikle cami bitişiğinde inşa edilen ve hücre diye tabir


edilen odada tedrisat faaliyeti devam ediyordu. Bir çok yerde olduğu
gibi bölgemizde de öğrenim dili Arapça idi. Sınıf sistemi yerine bir
kaç yüz yıldan beri teamül haline gelen 20 kadar ders kitabının
okutulması sözkonusu idi. Yaklaşık on iki branş ilim okutulurdu.
Şeyh Hamid ve oğulları, özellikle de küçük oğlu Şeyh
Abdurrahman şu ilimleri okutuyorlardı:
Tefsir, Hadis, Akaid, Usul-i Hadis, Usul-i Fıkıh, Fıkıh, Sarf,
Nahiv, Mantık, İstiare, Münazara, Bedi-Beyan ve Maani, Vadi' ,
Hesab (matematik) Hendese, Hikmet (Felsefe) Coğrafya, Hey’et
(Astronomi), Tecvid ve kiraat ilmi ...
Sekseni aşkın âlim Şeyh Hamid'den ilmî icazet almıştır.
İlmi icazet verdiği talebelerinin bazıları şunlardır :
Kasımpadişah müderrisi, daha sonra Mardin ve Diyarbekir
Müftüsü Ahmed Hilmi Efendi.
Sadüddin zade Muhammed Efendi.
Kasımpadişah müderrislerinden Hakizade Ahmed Efendi.
Mardin eski müftüsü Muhammed Kemal Efendi.
Mardin eski Naibi Ömer Şevki Efendi.
Mardinin meşhur âlimlerinden Molla Yusuf ve Mes’ud
efendiler.
Aslen Cizreli, Savurkapı camii imam-hatibi Molla
Abdurrahman efendi.
Şeyh Hamid 1266/1850 yılında ikinci defa Hacc yolculuğuna
çıkmış; Urfa, Halep ve Şam güzergâhını takib etmiştir. Şam’da büyük
âlim Şeyh Hasan el-Baytar’ın sohbetinde bulunmuş, ondan ders
almıştır. Adı geçen Şeyh Efendi de kendisine icazet vermiştir.
Şam’daki âlimlerden çok ilgi ve iltifat görmüştür. Bilhassa o zamanın
büyük ve meşhur âlimi Şeyh Ahmed el-Küzberî ile birçok konuda ilmî
sohbetleri olmuştur. Bu zat hadis ilmi, Sahih-i Buhârî ve diğer hadis
kitaplarına dair Şam bölgesinde meşhur olan icazetleri Şeyh Hamid'e
vermiştir. Medîne-i Münevvere’de büyük âlim Şeyh Yusuf es-Sâvî el-

44
Önemli Simalar

Medenî’nin sohbetinde bulunmuş ve ondan hadîs, tefsîr ve usûl’i


fıkh’a dair icazetler almıştır.
Haccı’nı edâ ettikten sonra Mardin’e sağlık ve selametle dönmüştür.
Mardin’e varışında, büyük bir topluluk tarafından karşılanmıştır.
Birçok şair ve edîb hac dönüşünü şiir ve kasidelerle tebrik
etmişlerdir.
Bu şiirler ve kasideler, Mardin halkının edebiyatla ne kadar
ilgilendiklerini ve birçok büyük şairin Mardinden yetiştiğini göstermesi
bakımından oldukça önemlidirler.
Yeri gelmişken şunu da ifade edelim. Geçmişte onlarca büyük şairi
olan Mardinimizde bir asırdan beri zamanımızın edebiyatçıları arasında
yerini alacak meşhur şairimizin bulunmayışının, sebepleri üzerinde
araştırılması ve durulması gereken bir husus olduğu görüşündeyiz.
İnternetten Mardin şairleri için bir araştırma yaptığımda sadece
şunları tesbit edebildim.
1086/1676 tarihinde vefat eden Suzi namında bir şair’i öğrenebildim
ama, hakkında fazla bilgi bulamadım.
Günümüz şairlerinden Murathan MUNGAN, Necati ÇAVUŞ
(1957-Mardin) ve Sabah KARA (1960 Nusaybin ) adında sadece üç kişi
bulabildim.
Şeyh Hamid, Seha (cömertlik), hilim, Tevazu, Kerem, Ahde
vefa sahibi olup, Allah korkusu, zühd, takva ve ibadet onun yaşayış
tarzı idi.
Halk arasındaki kabile çekişmelerini ve kan davalarını ortadan
kaldırmada ileri seviyede başarılı olmuştur. Midyat bölgesinde
Müslüman ve Hiristiyan Süryaniler arasındaki din kavgalarını sulha
dönüştürmeyi başaran bu zatın evlad ve torunları, bölgedeki her iki
din mensupları tarafından takdir, sevgi ve saygı ile daima
anılmışlardır. Hatta bu bölgeden olup da Fransa’da ikamet eden bir
yazar, bir mecmuada bu hususta takdirlerini ifade eden bir makale
neşretmiştir.
Büyük oğlu Şeyh İbrahim “Zahirat’ül-Vehbiyye” adlı henüz
yazma olan kitabının (84) üncü sahifesinde onun için şunları
yazmaktadır: “Babasının terbiyesiyle büyüyen Hâmid, ilk önce

45
Makalelerle Mardin

Kur’an-ı Kerim’i hıfzetmiş, daha sonra tecvid ilmini iyice okuduktan


sonra diğer ilimlerin tahsiline başlamıştır. Babasından sarf, nahiv,
mantık, vaz’, istiare, münazara, edebiyat, ilmü’l-kelam, usul-i fıkıh,
fıkıh ve hesab ilimlerini tahsil etmiştir. Babasının 1237/1822 yılında
vefatı münasebetiyle onun yerine Siirt Ulu Camii İmam-Hatibi ve
Vaizi olarak tayin edilmiştir. İlimle beraber kendisini zühd ve ibadete
vermişti. Ezkar ve evrada çok devam ederdi. Süluk ve riyazete
yönelmişti. Birçok günler oldukça az yer, sadece su ve az ekmekle
yetinirdi. Bir ekmek ona on gün yeterdi. Bütün bu hallerini herkesten
gizler ahvaline kimseyi muttali kılmazdı. Her gün camide zahiren
halkla beraberken, mânen hep Hak’la beraber olmuştur. Bu arada
Şeyh Abdü’l-Kadir El-Belvanisi’den Nakşibendî tarikatında zikir ve
vird icazeti almıştır. 1249/1833 yılında Hacc’a gitmeye azmetmiş,
Halep şehrinin âlimleriyle tanışmış, sohbetlerinde bulunmuştur.
Bilhassa Şeyh Ebü’l-Vefa el-Halebî’den Kâdirî tarikatında icazet
almıştır. O sene yol emniyeti olmaması sebebiyle Hacc etmeden
Siirt’e dönmüştür”.
Daha sonra yukarda zikredilen Şeyh Halid el-Cezeri’den
Nakşibendî halifeliğini alış hikâyesini anlatmaktadır. Cizre’den
döndükten sonra ilimle beraber irşad vazifesine tam yönelmiştir. İlk
önce Beşiri mıntıkası, daha sonra Dicle kenarındaki Gere köyünde bir
müddet ikamet ettiğini, oradan Hasankeyf’e ve Mardin’e gidişini
tafsilatlı bir şekilde anlatmaktadır. Kendisinden zuhur eden onbeş
kadar kerametini naklettikten sonra, alimlerden aldığı icazetlerini
anlatmaktadır.

Eserleri:
Şeyh Hâmid birçok eser yazmıştır. “Eş-Şeceetü’d-Dürriyye”
kitabında şu eserleri zikredilmiştir:
“er-Risaletü’l-Vehbiyye fi Sünenis-Salavati’r-Rubaiyye”
“Kadı Beydavi Tefsirine Haşiye”
İbni Hacer el-Askalani’nin Usul-i Hadise Dair “Nuhbetü’l-fiker
Kitabına Haşiye”
“Urcûzetü’t-Tullâb fiz-Zurûf ve’l-Carri ve’l-Mecrûri ve’l-İ’râb”

46
Önemli Simalar

“ Fethü’l-Vahhab şerh Urcuzet et-Tullab”


Molla Camî’nin “el-Fevaid el-Diyaiyye Adlı Kitabına Haşiye”
“er-Risaletü’z-Zehebiyye fi Akaidi Ehli’s-Sünneti ve’l-Cemaati’l-
Muhammediyye”.
Bu son eseri, torunu Şeyh Muhammed Ali tarafından “el-
Cevahir el-Yakutiyye alar-Risaleti’z-Zehebiyye fi Akaidi ehli’s-
Sünneti ve’l-Cemaati’l-Muhammediyye” ünvanıyla şerh edilmiştir.
Yazma olarak 1188 sahife olan bu eserin fotokopi nüshası
kütüphanemde bulunmaktadır.
“eş-Şeceretü’d-Dürriyye” müellifi, birçok kişiye ilim ve hikmet
ihtiva eden mektuplar yazdığını kaydettikten sonra, bid’at sahibi sapık
bir şeyhi hak yoluna davet eden mektubunu numune olarak derc
etmiştir. Doğrusu bu mektup çok dikkat çekicidir.
Birçok devlet ricali ve tanınmış şahsiyetler ona mektuplar
yazmışlardır. (Bu mektuplardan bir kısmının fotokopileri arşivimde
bulunmaktadır. )
Şeyh Hamid aynı zamanda şair idi. Mevize( nasihat ) ve hikmet
içeren iki kasidesi elimizde mevcuttur. Her ikisi de şaheser diye
nitelenebilecek kasidelerdir.

Vefatı
İlim ve irşad hizmetiyle meşgul iken 1299/1882 yılı Muharrem
ayının birinde, salı günü kuşluk vakti Mardin’de vefat etmiştir.
Mardin esnafı dükkânlarını kapatmış, o güne kadar Mardin’de
görülmemiş bir topluluk cenazesine iştirak etmiştir. Şehrin doğusunda,
Savur ilçesine giden yolun sağ tarafındaki yamaçta defnedilmiştir.
Vefatına çok üzülen Mardin halkı, kabri üzerine türbe inşa etmişlerdir.
Calibi dikkat bir husus; Doğumu Muharrem ayının birinci
gününde olduğu gibi vefatı da yine Muharrem ayının birinde olmuştur.
Birçok edip ve şair vefatı dolayısı ile üzüntülerini dile getiren
mersiyeler yazmışlardır. “ Eş-Şeceretü'd-Dürriyye fi menakibi's-
Sadeti'l-Hamidiyye ” yazarı şu zevatın mersiyelerini kitabına almıştır.

47
Makalelerle Mardin

1- Edebiyatçı Şair Muhammed Reşid Efendi el-Ömeri 46 beyti


içeren bir mersiye yazmıştır. Son beytinde tarih düşürmüştür.
2- Mardin Şer’i mahkemesinin hukuk vekili Hüseyin Hüsni
Efendi’nin 54 beyitli mersiyesi. Son beytinde tarih düşürmüştür.
3- Mardin’de “Müderris Feyzi” lakabıyla meşhur olan Abdullah
Efendi el-Musili’nin 28 beyitli mersiyesi. Son beytinde tarih
düşürmüştür.
4- Feyzizade Süleyman Efendi’nin 90 beyitli tahmisi. Son
beytinde tarih düşürmüştür.
5- Seyyadizade Mahmud Efendi’nin 62 beyitli mersiyesi.

48
Önemli Simalar

Şeyh Hâmid’in Zürriyeti


Dört defa evlenen Şeyh Hâmid’in şu çocukları olmuştur. Birinci
hanımı Halime Hanım amcazadesi olup, İbrahim ve Abdullah’ın
anneleridir. İkinci hanımı Siirt'in Aydınlar (Tillo) İlçesinde medfun
Şeyh İsmail Fakiraullah'ın torunlarından Amine Hanım’dır. Yaptığım
tetkiklere göre Amine hanımın babası Şeyh İsmail Fakirullah'ın torunu
Şeyh Hamid annesi Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın kızı Hanife
hanımdır. Bu hanımı Muhammed Alaüddin ve Abdülhalim ile kızı
Zeyneb’in anneleridir. Üçüncü hanımı Seyyid Ömerin kızı Kumri
hanımdır. Bu hanımından da en küçük oğlu Şeyh Abdurrahman ile
Ayşe, Adile ve Hatice adındaki kızları olmuştur. Dördüncü hanımı
Savur beylerinden Hacı İbrahim beyin kızı Hatice Hanımdır. Bu
hanımından çocuğu olmamıştır.

ŞEYH HÂMİD’İN BEŞİNCİ VE KÜÇÜK OĞLU


ŞEYH ABDURRAHMAN ZİHNİ EFENDİ
Hicri 1268 yılının Ramazan ayının dördünde, Miladi 20 Haziran
1852 yılı cuma günü ikindi namazından sonra Mardin’de doğdu. Oğlu
Şeyh Muhammed Ali'nin ifadesine göre: Şeyh Hamid, Ulu Camide
talebelerine verdiği dersi bitirip evine dönerken bir oğlunun doğduğu
müjdesini alır.
Yedi yaşında iken Savur Kapı Camii İmamı Molla İbrahim
Efendi'nin rahle-i tedrisinde Kur’an-ı Kerim’i hatmetmiştir.
Şeyh Abdü’l-Ğafur es-Sûfi Efendi’den tecvid okumuş, aynı
hocasından Sarf ve Nahiv okuyarak bu ilimlerin metinlerini
ezberlemiştir.
Mantık ilmini Diyarbakır Rüşdiyesi’nin eski muallimlerinden
Süleymaniyeli Molla Mahmud Efendi’den okumuştur.
Vaz’, Meâni, Riyaziyat (Matematik) ilimlerini Mardin Kasım
Padişah Medresesi müderrislerinden Molla Halil'i Siirdi'nin torunu
Molla Fethullah Efendi’den okumuştur.
Akaid, Felsefe, Hey’et (Astronomi) ve Usul ilimlerini Şeyh
Abdul-Aziz el-Mağzilî’den okuyup tahsilini ikmal etmiştir.

49
Makalelerle Mardin

Kütübü Sitte’yi, Kadi Beydavi Tefsiri’ni, Hanefi ve Şafii Usuli-


fıkıh ilmini ve İbn-i Hacer el-Heytemi’nin Tuhfetü’l-Muhtac adındaki
kitabını babasından okumuş, ilim icazeti ile beraber Nakşebendi
tarikatında hilafet icazetini de yine babasından almıştır.
Yaşadığı bölgede zamanının en büyük âlimlerindendi.
Ulu Camide vaaz eder, Cuma ve Pazartesi akşamları
talebelerine Buhari ve et-Tarikatu'l-Muhammediyye kitabın’dan
Reyhaniye Cami'inde ders verirdi.
Şeyh Abdurrahman Efendi İstanbul’a gitmiş orada beş ay dört
gün kalmıştır. Ziyaretinin sebebi Padişah Sultan Abdü’l-Hamid’in
davetine icabet, onu ziyaret etmek ve oradan da Hacca gitmek idi.
Ancak Hac yolculuğuna çıkmak için Vapura binmek üzere iken, o
sene yayılan veba hastalığından dolayı Hac yolculuğu Bahriye
Nezaretince iptal edilmiş ve Hacca gidememiştir.
İstanbul’a gitmek üzere Hicri 1312 Yılı, Rabiül-ahir ayının 27
si – Miladi 1894 yılı Ekim ayının 27 sinde- Cumartesi günü yola
çıkmıştır. Diyarbakır-Siverek-Halep ve İzmir yolu ile Hicri 1312 yılı
Cemaziyel evvel ayının 7 si, -Miladi 1894 Aralık ayının 5 inde -
Pazartesi günü İstanbul’a varmıştır.
Diyarbakır Valisi Giritli Sırrı Paşa daha önce Şeyh
Abdurrahman efendiye; ' Tedavi için İstanbul'a gitmek üzere yüce
makamdan izin istedim, bu izin gelirse sizi İstanbul'a ben
götüreceğim' demiştir.
Zikrettiğimiz tarihte İstanbul'a gitmek üzere Diyarbakır’a
varınca, Vali Sırrı Paşa onu ziyaret etmiş, Şeyh efendiye hitaben:
“Tam siz buraya gelmişken izin de geldi. Bu sizin kerametinizdir,
refakatimde sizi Samsun yolu ile İstanbul’a ben götüreceğim” demişse
de, Şeyh efendi: ‘Beni mazur görün ben Valilerle yolculuk edemem,
ben bir dervişim ancak halime uygun şahıslarla yolculuk ederim’
diyerek bu teklifi kabul etmemiş ve belirttiğimiz gibi Diyarbakır–
Siverek–Urfa-Haleb ve İzmir yolu ile İstanbul’a gitmiştir.
İlk varışında yirmi gün kadar Şeyh Ebü’l-Huda es-Seyyâdi’nin
Tekkesinde misafir olmuş, daha sonra Nişantaşı’ndaki devlet
misafirhanesinde ağarlanmıştır.

50
Önemli Simalar

Mabeyn Müşiri Gazi Osman Paşa ile Başyaver Muhammed Ali


Paşa vasıtasıyla Padişah Abdülhamid Han tarafından üç defa kabul
edilmiş, onun iltifat ve ihsanlarına nail olmuştur. Padişah fermanıyla
nail olduğu ihsanlardan şunları zikredebiliriz:
Mardin Nakşebendi, Kâdirî ve Rifai tarikatlarının postnişini
olarak tayin edilmiş ve İrade-i seniyye ile (Padişah fermanıyla)
dergahı için ona ve evladına intikal etmek üzere 250 kuruş maaş tahsis
edilmiştir. Onun hatırı için refakatinde İstanbul’a gelmiş olan
Sadizade Şeyh İsmail ve hizmetçisi (Kızıltepe ilçesine bağlı) Selah
köyünden Sofi Süleyman’a da kayd-ı hayat şartı ile ayda 100 kuruş
maaş tahsis edilmiştir. Bu ferman 1312/1892 yılında sadir olmuştur.
Ayrıca yine irade-i seniyye ile Şeyh Muhammed Farisi Türbedarlığı
ayda 200 kuruş, Küçük Sultan Hamza Meşihatı ayda 20 kuruş, Büyük
Sultan Hamza Türbesinde Cüzühan vazifesiyle ayda 20 kuruş, Şeyh
Muhammed Farisi Mescidi İmamı olarak da ayda 150 kuruş maaşla
tayin edilmiştir. (Bu fermanları Yıldız arşivinde buldum, bende birer
fotokopileri bulunmaktadır.)
Mardine dönüşü ise, Nisan ayında olmuştur. Mardin’in âlim ve
ileri gelenleri tarafından görkemli bir şekilde karşılanmıştır.
Şeyh Abdurrahman aklî ve naklî ilimlerde zamanının mühim bir
âlimi idi. O zaman okutulan bütün ilimlerde ders verme kudretine
sahip olup, çok talebe yetiştirmiştir. Yüzlerce kişiye icazet vermiştir.
Birçok kişi ondan tarikat dersi alıp, onun irşadıyla hidayete
ermişlerdir.
157 kişiye Tarikatta halifelik vermiştir.
Oğlu şeyh Muhammed Ali bize kendisinden ilim icazeti alan 51
kadar meşhur alimin adını vermektedir. Ellibirinci talebesi Amerikan
hastanesi tabiblerinden Antuvan zade Op.Dr. Abdü'l-Ahad’tır. Bizzat
onun rahle-i tedrisinden geçip ondan ilim okuyanlardan birisi de yine
zimmî Abdülahad’ın oğlu Antuvan’dır. Amerikan Okulu hocalarından
gayri Müslim Hanna Efendi Çakki de listede mevcuttur. Bu durum o
devirde ilmin kapısının hiç kimseye kapalı olmadığı gibi taassubun da
olmadığını göstermektedir. Bir Hiristiyan bir Müslüman'dan rahatlıkla
ders alabildiği gibi aksi de sözkonusu olabiliyordu. Hadisi Şerifte
Peygamber (sas) efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “El-Hikmetu

51
Makalelerle Mardin

dalletül-mü’mini eyne vecedeha ahazaha”. Hikmet mü'minin


kaybolmuş malıdır, onu nerede bulsa alır.
56 kadar eser telif etmiştir. Elimizde matbu iki eseri mevcuttur.
Matbu eserlerinin birincisi Hadis ilmine dair “Sevadü’l-Basar fi ulumi’l-
Hadisi ve’l-Eser”, ikinci eseri “Bidayetü’s-sul fi Şerhi Minhacü’l-usul”dür.
Zikrettiğimiz birinci matbu eseri tarafımızdan tahkik edilerek ikinci baskısı
gerçekleştirilmiştir. Yazma olarak iki eserini daha buldum, birisi: “ En-
Nurül-Lami ve’l-Feyzil-Cami’ ” Bu eseri Akaid, Tasavvuf ve Hikmet (
Felsefe ) ilimlerini içeren bir kitaptır. İkincisi Mevlid Şerhidir. İki eserin
orojinali kütüphanemde bulunmaktadır. Ayrıca yazdığı bazı mektupları da
buldum. Allah muvaffak ederse onları da neşredeceğim.
Mısırda Ulema Reisi olarak seçilmiştir. Bu seçim Nil
gazetesinin 1311 h. Yılının Ramazan ayının onüçü, Salı günü kırkıncı
sayısında Başyazar Hasan Hüsnü tarafından haber olarak verilmiştir.
İstanbul'da yayımlanan Sabah gazetesi Rumi 1311 yılının 7
Mart günü 2016 sayı birinci sahife 3 ncü sütununda şu haber
yazılmıştır:
'' Mardinde kain Tarikati Aliyye-i Nekşebendiyye, Kadiriyye ,
Rifaiyye dergahı şeriflerine taamiyye olmak ve her kim şeyh
bulunursa ona verilmek üzere aylık ikiyüz elli kuruş maaş tahsisine
irade-i seniyyei hazreti Padişahi şeref sunuh ve sudur buyrulmuş ve
bir mantuk emir ve ferman-ı hazreti hilafetpenahi muktezası maliye
nezaret-i celilesince icra kılınmış olduğu müstahberdir. ''
Yine Sabah gazetesi 1311 yılı 9 Mart 2018 sayı ikinci sahife
birinci sütunda şu haber verilmiştir.
'' Mardinde kain Tarikati aliyye-i Nekşebendiyye, Kadiriyye,
Rifaiyye dergahi şeriflerine taamiyye olmak ve her kim şeyh
bulunursa ona verilmek üzere aylık ikiyüz elli kuruş maaş tahsisine
irade-i seniyyei hazreti Padişahi şeref sunuh ve sudur buyrulmuş ve
bir mantuk irade-i seniyye-i hazreti tacdari muktezası maliye nezaret
celilesine icra kılınmış olduğu evvelki günlü nüshamızda yazılmış
olup sadatı Hüseyniyye ve meşayihi zevil ihtiramdan faziletli Seyyid
Şeyh Abdurrahman efendi el-Hamidi en-Nakşebendi dergahı şerifi
mezkurun post nişin bulunduğu ve hakikaten muma ileyh hadimül-
fukara ve duayı devamı ömür ve ikbali zillulahiye müdavim bir zat-ı
fezail simat olduğu ve bu vesile ile dahi duayı mefarud el-edayı

52
Önemli Simalar

hilafetpenahiye bir kat daha muvazıb bulunduğu müstahbarat-ı


ahirden müsteban olmuştur. ''
Sabah gazetesinin Rumi 1311 yılının 22 mart günü 2031 sayı,
üçüncü sahife sütun 3 te şu haber yazılmıştır:
'' Mardin meşayihi izam ve ulema-i zevil ihtiramdan Faziletli
Seyyid Şeyh Abdurrahman Efendi el-Hamidi en-Nakşebendi
memleketine gitmek üzere dün şehrimizden müfarakat eylemişdir. ''

Şeyh Abdurrahman’dan ders alan Mardin’li alimlerden


bazıları şunlardır:
Büyük oğlu Şeyh Muhammed Ali, ikinci oğlu Şeyh Şükrü ( Derik
müftüsü ), Şeyh Ahmed (Şehidiye camii İmamı), Ahmed Hilmi efendi
(Kasımpadişah müderrisi, Mardin müftüsü, daha sonra Diyarbekir
müftüsü), Şeyh Muhammed Said (Şeyh Hamid’in torunu), Hakizade
Kemal efendinin oğlu Yusuf Ziyaeddin efendi. Abdullah Sırrı Efendi.
Rüşdiye mektebi ikinci muallimi Davut Nail Efendi. Nusaybin kazası Naibi
Şeyh Ahmed Efendi zade Süleyman Salim Efendi. Mardin mutasarrıflığını
yapmış ve Mardinde vefat eden Diyarbekirli Said paşa el-Amidi. Askerlik
şubesi memuru Sırrı efendizade Ali Rıza Efendi. Kasımpadişah
müderrislerinden Seyyadizade Mahmud Efendi. Mardin müftüsü aslen
Musullu Hafız Hüseyin Hüsni Efendi. Şeyh Eyyub efendi’nin oğlu Şeyh
Yusuf Ensari Efendi (Mardin Müftüsü). Midyat Müftüsü Şakir Efendi.
Cizre Vergi memuru Davut Feyzi Efendi. Molla zade Abdül-Aziz Efendi.
Ulu Camii Mütevellisi Ahmet Efendi zade Hasan Efendi. Sadettin zade
Şeyh Abdül-Celil efendinin oğlu Şair Şeyh Tahir Efendi. Hakizade Yusuf
efendi’nin oğlu Cemal Efendi. Selah Köyü İmamı Molla İbrahim Efendi.
Hüseyn Hüsni Efendi el-Hilali. İdadi muallimi Fazlullah Efendi. Ulu Cami
Şafii İmamı Hacı Hasan Efendi. Sadettinzade Şeyh İsmail Efendi. Savur
Camii İmam – Hatibi Cizreli Molla Ali efendi. Hakizade Arif Hikmet
efendi’nin oğlu Abdullatif Efendi. Seyyadizade Ahmed Efendi.
Seyyadizade Ali Efendi. Hacı Kermozade Molla Kasım efendinin oğlu
Abdurrahman Efendi. Kermozade Hasan ağa oğlu Şair Es’ad Çelebi.
Amerikan hastahanesi tabiplerinden Cerrah (Op. Dr. ) Antuvanın oğlu
Abdül-Ahad Efendi.

53
Makalelerle Mardin

Vefatı:
Hicri 1328 yılı Muharrem ayının 23.üncü Cuma günü, miladi
1910 yılı 4 Şubat gününde Mardin’de vefat etmiş ve Babası Şeyh
Hâmid’in türbesine defnedilmiştir. Namazını ağabeyi Şeyh Abdullah
Efendi kıldırmıştır.

Şeyh Abdurrahman'ın zürriyeti:


Üç defa evlenen Şeyh Abdurrahman’ın ilk hanımı Hâki
ailesinden Kemal Efendi’nin kızı Peyruze Hanım’dır. (Bu hanımı
Muhammed Ali, Ahmed, Şükrü, Şemseddin ve Hamdullah’ın
anneleridir. 1333/1915 yılında Mardin’de vefat etmiştir).
İkinci hanımı Sadi ailesinden Asiye hanım’dır.
Üçüncü hanımı Gercüş (Kefercevz) kazasına bağlı Keferzuta
köyü halkından Kumri Hanım’dır. (Bu hanımı da Hayrullah, Atike ve
Emine’nin annesidir).

SONUÇ:
Şeyh Hamid ve oğlu Şeyh Abdurrahman Mardin'in yetiştirdiği
önemli alimlerdendir.
İlmin yayılması için ömürlerini harcayan bu insanlar, ilme
hizmetlerinden dolayı halk arasında saygı görmüş, umumi huzur ve
sükûnun sağlanması için gayret sarf etmiş ve bunu sağlamışlardır.
Halk ile devlet arasında köprü vazifesini gören o zamanın bir
çok alim ve şeyhleri halkı doğru yola yönlendirmiş ve bunu büyük
çapta başarmışlardır. Bu gibi zevat gerektiği kadar tanıtılmamıştır.
Kitap ve kütüphaneciliğe gereken önem verilmediği için
yazdıkları eserlerin çoğu bulunamamıştır.
Bu sempozyum vesilesi ile Mardin'in yetiştirdiği alim ve
bilginlerin tanıtılması hususunun çok önemli olduğu görüşündeyiz.

54
Önemli Simalar

KAYNAKLAR:
Abdü’l-Halim b. Musa el-Mardini. (Zamanının nüfus katibi).
Eş-Şeceretü’d-Dürriyye fi Menâkibi's-Sadeti’l-Hâmidiyye. sh. 46–92
İlk baskı, 1329h.-1911m. Kunaytra-GOLAN Matbaası, 220 sh.
Küçük boy. Bu baskıdan bir nüsha Ankara İlahiyat Fakültesi
Kütüphanesi’nde mevcuttur.
İkinci baskı: Dr. Muhammed Sadık AYDIN HÂMİDİ’nin
tahkikiyle 1413/1993 yılında gerçekleştirilmiştir. sh. 89–147.
İbrahim El-Hâmidi, Zahiretü’l-Vehbiyye fi’t-Tarikati'n-
Nakşebendiyye
(Müellifi Şeyh Hâmid’in büyük oğludur.)
Bu eserde henüz yazma olup, baş taraftan 5 sahife kadar babası
ve dedesi hakkında önemli bilgiler vermektedir. Bu eserin orijinali
kütüphanemdedir.
Muhammed Ali HAMİDİ, el-Cevahir el-Yakutiyye a'lar-
Risaleti’z-Zehebiyye fi Akaidi ehli’s-Sünneti ve’l-Cemaati’l-
Muhammediyye Yazma sh. 34–53
………………,Feydü’l-Melik el-Vâhid fi Menakibi'l-Kutb es-
Seyyid eş-Şeyh Hâmid
(Bu iki kitabın yazarı Şeyh Şeyh Hâmid’in torunu 'dir. Henüz
yazma ve 1180 sahife hacminde olan bu eserler'in ikincisi özellikle
onun ve zürriyeti hakkında yazılmıştır. Her iki eser de kütüphanemde
mevcuttur.)
Ömeri Niyazi Efendi, Siirt tarihi
Çeltut matbaası 1946 - İstanbul
Yazarı Siirt eski müftülerindendir. 124–125 cü sahifelerde Şeyh
Hamidin tercemesini kısaca vermektedir.

55
ŞUARÂ TEZKİRELERİNE GÖRE MARDİNLİ DİVAN ŞAİRLERİ
Mehmet Sait ÇALKA1*

ÖZET
Bu çalışmamızda, Divan şiirinin temel kaynaklarından olan
şuarâ tezkirelerini tarama sonucunda tespit ettiğimiz Klâsik Türk
Edebiyatı döneminde (15.yy–19.yy) Mardin’de doğmuş ve yaşamış
olan altı Divan şâirini tanıtıp, şiirlerinden örnekler vermeye
çalışacağız.
Bu çalışmanın sonunda, tarih sahnesinde Mardin’in, edebî bir
muhite ve zevke sahip olduğu ve bu yönde şairler yetiştirmesinin yanı
sıra; bu şairlerin birçoğunun Türkçe, Arapça ve Farsça ile şiirler
yazmaları, Mardin ilinin zengin kültür mozayiğinin bir sonucu olduğu
gerçeğini ortaya çıkaracaktır.
Anahtar sözcükler: Divan Edebiyatı, Şuarâ Tezkireleri,
Mardin şairleri

ACCORDİNG TO POET TEZKİRES MARDİN DİVAN POEMS


ABSTRTACT
In this work, after scanning 15th and 16th century Poetry Boks
(Şuarâ Tezkireleri) being importent souces of Classical of Literature,

* Arş. Görevlisi Mehmet Sait ÇALKA Celal Bayar Üniversitesi Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü
Makalelerle Mardin

we are going to introduce and illustrate the six Divan Poets who were
born and have spend their lives in Mardin
At the end of this work we will see that in historical scene,
Mardin has an ambience of literature and pleasure, and this affected
the poets accorginly. In addition to this, we will see that because of
the richness of Mardin’s cultural mosaic, most of the poets
wrote their poems using three important languages such as Turkish,
Arabic andn Persian.
Keywords: Divan Literature, Poets iographies(Tezkires),
Mardin Poets.
Tarih sahnesi içerisinde sırasıyla Pers, Sasani, Roma, Bizans,
Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerine beşiklik etmiş olan Mardin,
Persler zamanında Marde; Bizanslılar zamanında Merdia; Araplar
zamanında Maridin2 daha sonraları ise Merdö, Merdi3 gibi çeşitli
isimlerle adlandırılmıştır. Bu yönüyle Mardin şehri, kültür tarihimiz
açısından önemli bir yere sahiptir. Adı geçen medeniyetlerin her
birisinden aldığı kültürel mirası nesilden nesile aktararak günümüze
kadar ulaştıran Mardin’in bu zenginliğini korumanın ve bizden
sonrakilere bırakmanın özellikle Mardinliler için bir zorunluluk
olduğu kanaatindeyiz. Bununla birlikte, zengin bir kültürel mirâsa
sahip olan bu benzersiz şehrimizin, kültürel ve edebî ürünlerini ortaya
çıkarıp bilim âlemine sunmak da, hiç şüphesiz biz araştırmacıların
görevidir.
İşte bu çalışmamızda, Klâsik Türk Edebiyatı (Divân
Edebiyatı) kapsamı içerisinde (11.yy–19.yy) yer alan ve tezkirelerde
adı geçen altı Mardinli divan şâirini tanıtmaya çalışacağız. Tespit
ettiğimiz şairler üzerinde kapsamlı bir değerlendirme yapmamakla
birlikte; söz konusu şâirlerin sadece hayatları ve edebî kişilikleri
hakkında –kaynaklara istinâden- bilgi verdikten sonra birkaç örnek
şiirlerini vermeye çalışacağız. Bu çalışmamız çerçevesinde
yararlandığımız ve isimlerini dipnotta zikrettiğimiz tezkireler
haricinde; Sehî Bey, Latîfî, Riyâzî, Güftî, Mucib, Safâyî, Râmiz, Rızâ

2
İslam Ansiklopedisi, Mardin Mad., M.E.B. yay. İstanbul 1988, C.7, s. 317-
322.; Yurt Ansiklopedisi, Türkiye İl İl Dünü Bugünü Yarını, Mardin Mad.
Anadolu Yay. İst. 1983, s. 5760.
3
Hanna Dolapönü, Tarihte Mardin, İstanbul, 1972, s. 15.

58
Önemli Simalar

vb. şuarâ tezkireleri taranmış olup bu tezkirelerde Mardinli olan


şâirlerimizle ilgili herhangi bir bilgiye rastlanmamıştır. Bu tezkirelerin
hâricinde İstanbul kütüphanelerinin yazma eser kataloglarından da
faydalanmıştır.
Şâirlerin hemen tümüne baktığımızda, dönemin ve bölgenin
hâkim dilleri olan Türkçe, Arapça ve Farsça’yı çok iyi öğrenmiş ve
hatta bu dillerle şiirler yazabilecek seviyeye ulaşmış oldukları
görülmektedir. Hatta şâir Ömer Şevkî’nin üç dilde de müretteb
divânının (Sezebân) bulunması dönemin zengin dil kültürünü de
ortaya koymaktadır.
Bu çalışmamızın akabinde ümidimiz, Mardinli şâirlerin teker
teker ele alınıp eserlerinin ortaya çıkarılması, bilim âlemine sunulması
ve böylece şâirlerimize olan vefâ borcunun ödenmesidir. Mardinli
divân şâirlerini alfabetik olarak şu şekilde sıralayabiliriz:

ABDÜSSELÂM EFENDİ
Doğum tarihi bilinmemektedir. İlk tahsilini Mardin’de
gördükten sonra, Diyarbakır, Halep, Şam, Mısır ve İstanbul’da
öğrenimini tamamlamış ve müftü olarak memleketine geri dönmüştür.
H.1259/ M.1843 tarihinde vefât etmiş ve Mardin’de Tekiyye
Mahallesi’nde bulunan İbrahim Bey haziresinda defnedilmiştir4.
İyi bir âlim olasının yanında şâir tabiatlı biri olan Abdüsselâm
Efendi’nin bir çok şiirinin bulunduğu kaynaklarda zikredilmektedir5.
Kaynaklarda yirmiye yakın eserinin bulunduğu ifade edilen
Abdüsselâm efendinin şiir ve aruzla ilgili eser yazması şâirlik
kâbiliyetinin olduğu ve şiirle fazlasıyla ilgilendiğini göstermektedir6.
Diğer eserlerini şu şekilde sıralayabiliriz: Mecmua-i Fetâvâ,

4
Nâil Tumân, Tuhfe-i Nâili, 1949, C.2, s. 636.
5
Bursalı Mehmet Tahir,Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333, C.1, s.381;
Osmanlı müellifleri, C. 1, s.381. Söz konusu kaynaklarda Abdüsselâm
Efendinin şiirlerinin olduğu zikredilmekte ise de taradığımız kaynaklarda
onun her hangi bir şiirine rastlayamadık.
6
Bu eser, “Eş-şâfi Fi Şerhi’l-Kâfi Fi-‘İlmi’l-‘Arûz ve’l-Kavâfi” adını
taşımakla birlikte, matbu değildir.

59
Makalelerle Mardin

Hulâsetü’l Mantık, Kitâbu-Fî-‘İlmü’l-Beyân, Kitâbu-Esmâi’r-ricâlü’l-


Hadîs ve Terâcime Ahvâlühüm 7 vb.

DERVÎŞ SÛZÎ
Mardinli Mevlevî bir şâir olan Derviş Sûzî’nin doğum tarihi
hakkında kaynaklarda bilgi bulunmamakla birlikte; Mardin’de
doğmuş, Mardin’in seçkin ailelerinden birinin oğlu olduğu
nakledilmektedir8. İlk medrese tahsîlini kendi memleketinde
tamamlamıştır. Esrar Dede’nin Tezkire-i Şu‘ârâ-yı Mevliviyye9 adlı
eserinden Mevlevi olduğu anlaşılan Sûzî’nin, varlıklı bir aileye sahip
olmasının sonucunda iyi bir eğitim aldığı kaydedilmektedir. Asıl
adının Osman olduğunu öğrendiğimiz Dervîş Sûzî, ilk öğrenimini
tamamladıktan sonra Mevlevî diyârı olan Konya’ya gitmiş, orada
çilesini doldurarak derviş olmuştur10.

‘Âşık’a serte olan ‘aşk-ı hevâsı besdür


Eylemez anun içün mirvahâdan istimdâd

Gazabla hânkâhdan çıkdı dönmez didi hep yârân


Niyâz ile o kûçek dil-beri döndürdi dervişân11
***
Şem‘i mahabbet-i ezel efrûhtîm
Ançi becaz hak hemerâ suhtim12

7
Osmanlı Müellifleri, C.1, s.381.
8
Mehmed Süreyyâ, Sicill-i Osmânî, Haz: Nuri Akbayar-Seyit Ali Kahraman,
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1996, C.5, s.1523.
9
Esrar Dede, Tezkire-i Şu‘arâ-yı Mevleviyye, (Haz: Dr. İlhan Genç), Ankara
2000, s. 244.
10
Tezkirelere Göre Divân Edebiyâtı İsimler Sözlüğü, Haz: Haluk İpekten,
Mustafa İsen, Recep Toparlı, Naci Okçu, Turgut Karabey, Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yay., Ankara, 1988, s.456.
11
Esrar Dede, Tezkire-i Şu‘arâ-yı Mevleviyye, s. 244–245.

60
Önemli Simalar

***
Ham-kad [u] dâire-i rûh-ı revândur kemerün
Mâr-ı bîçîdeleri rişte-i cândur kemerün13

Kârbân-ı dil-i ‘uşşâkı şikâr itmek içün


Dolaşır belde gezer niçe zamandur kemerün

Tâ seher aşk ile bîdâr olagör kim ey dil14


Şeb-i vuslatda ne rü’yâ ne hâb isterler
İsmail Beliğ, Nuhbetü’l-âsâr Li-Zeyl-i Zübdetü’l-eş’âr adlı
eserinde Sûzî Osman Dede’nin H.1085 / M. 1674/1675 senesinde
öldüğünü kaydetmiş15 ve aşağıdaki beyti eserinde dercetmiştir. Aynı
ölüm tarihi, Müstakim-zâde Süleyman Sa’deddin Efendi ve Nâil
Tumân tarafından da zikredilmektedir.
Derûn-ı hatda ‘izârı görünmeden kaldı
Şems-i cemâli o şûhun zevâle gelmiştir.16

HÜSEYİN
Mardin doğumlu bir diğer şâir olan Hüseyin’in hayatı hakkında
kaynaklarda fazla bir bilgiye rastlanmamakla birlikte Diyarbakır’da
tahsilini bitirdiği ve dönemin faziletli şeyhlerinden olduğu

12
Farsça olan bu beyitin anlamı, “Ezel sevgilisinin mumunu yaktık. Hak’tan
başka herşeyi yaktık” şeklindedir.
13
Nâil Tumân, Tuhfe-i Nâili, C.1, s.456.
14
Asım, Zeyl-i Zübdetü’l Eş’âr, Millet Ktp. Ali Emiri Tarih, nr. 1326, s. 16,
sıra: 38.
15
İsmail Beliğ, Nuhbetü’l Âsar Li-Zeyl-i Zübdetü’l Eş’âr, (Haz: Prof. Dr.
Abdulkerim Abdulkadiroğlu), Ankara 1999, s. 171; Müstakim-zâde
Süleyman Sa’deddin Efendi, Mecelletü’n-nisâb, Kültür Bakanlığı
Yayınları/2355, Tıpkıbasım, Ankara 2000, s.262; Nâil Tumân, Tuhfe-i Nâili,
C.1, s.456.
16
İsmail Beliğ, Nuhbetü’l Âsar Li-Zeyl-i Zübdetü’l Eş’âr, s. 171.

61
Makalelerle Mardin

kaydedilmektedir17. Ne zaman doğduğu tam olarak bilinmeyen şâirin,


H.1119/ M.1707 tarihinde vefat ettiği bilinmektedir.
Ali Emîrî’nin verdiği bilgiye göre şâir, mahlas kullanmamakla
beraber, mutasavvıfâne şiirler yazmada ve mazmunları edâlı bir
şekilde kullanmada ustalık göstermiştir18. Dönemin Nahîfi gibi
sanatkârların gazellerine nazireler yazan şâirin, kendi üslûbuyla
yazdığı şiirleri de bulunmaktadır. Tezkirelerde geçen ve Nahîfi’nin
şiirine nazire olarak yazdığı şiirini aşağıya dercediyoruz19:

Nâz ile namâz ey büt-i tannâz kılarsın


Kurbânın olam Tanrıya hem nâz kılarsın

Bu hüsn-i cihân-sûzı ki virmiş sana ol Hak


El-hak sen ana nâzı henüz az kılarsın

Âl ile lebün sırrını tuymak diler ey meh


Yok, yire niçün bâdeyi hem-râz kılarsın

Her işvene her şîvene yokdur sözüm amma


Düzdîde-nigâhı katı mümtâz kılarsın

Bismil-şüde nahcîr tegâfül dil-i âşık

17
Ali Emîri Efendi, Esâmî-i Şuarâ-yı Âmid, (Haz.Galip Güner-Nurhan
Güner), Ankara 2003, s.19.
18
Ali Emîrî, Tezkire-i Şu'arâ-yı Âmid, Dersaadet, Matbaa-i Âmid 1328, C.1,
s.222.
19
Nahîfi’nin söz konusu şiirinin matla‘ beyti şu şekildedir:
Sînem hedef-i gamze-i gammâz kılarsın
Her dem bana cevr itmege âgâz kılarsın

62
Önemli Simalar

Beyhûde nigahın ana şehbâz kılarsın

Bu hüsn ile gülşende hirâm eylesen ey dost


Sen fâhteyi bülbüle dem-sâz kılarsın20

***
Andelîbem kafes nedür bilmem
Goncadan mültemes nedür bilmem

Peyrev-i kârbân-ı hicrânem


Nâle-hâ-yı ceres nedür bilmem

Tîregî-yâb olmaz âyînem


Müdde‘â-yı nefes nedür bilmem

Der-bağal şîşe mest-i bî-bâkem


Şeb-hûn ‘ases nedür bilmem

Şehr-i ‘Âmed’de bî-kesem gerçi


Minnet Allâhı kes nedür bilmem21

20
Ali Emîrî, Tezkire-i Şu'arâ-yı Âmid, C.1, s. 221-222., Ayrıca bkz: Mehmet
Sait Çalka, Kültür Kurumlarıyla Mardin,(Basılmamış Lisan Tezi), Celal
Bayar Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü,
Manisa 2004, s.50-51.
21
Ali Emîrî, Tezkire-i Şu'arâ-yı Âmid, C.1, s. 222; Nâil Tumân, Tuhfe-i Nâili,
C.1, s.201.

63
Makalelerle Mardin

NÂMÎ
Mardinli olan Nâmî’nin asıl adı Abdülvâhid’tir. Ebubekirzâde
adıyla da bilinen Abdülvâhid, Ahdi’nin Gülşen-i Şu‘arâ adlı
tezkiresinde Mevlâna Abdülvâhid olarak geçmekte ve uzun uzun
övülmektedir: “Elsine-i havass u avâmda mezkûr ve meşhûr-ı
merdüm-i eyyâmdur. Ol mürebbî-i gül-i güsitân-ı suhen-verân ve
masdar-ı ‘ilm ü ‘irfân ve menşe-i ma‘ânî vü beyân vücûd-ı âlî-
makâmı nazar-kerde-i sâhib-nazarın kirâmı olmagın mecmua-i nazm-ı
pür-nizâmda Nâmî mahlasla ihtirâm-ı tâm bulmışdur.”22
Dönemin zengin ve tanınmış bir ailesine mensup olması,
şâirin çok iyi bir medrese eğitimi almasını, Tefsir ve Hadis gibi çeşitli
ilimleri tahsîl etmesini sağlamıştır. Nâil Tumân’ın verdiği bilgilere
göre şâir bir süre Mardin kadılığı da yapmıştır23
Farsça’yı bu dille şiir yazabilecek seviyede iyi bilen Nâmî,
şiirlerini Farsça ve Türkçe yazmıştır. Bir çok şâirin onun şiirlerine
nazireler ve tahmisler yazmış olduğunu belirten Ahdî, tezkiresinde
sanatkârın çok beğendiği bir gazelini tahmis etmiştir. Ahdî’nin verdiği
bilgiye göre Nâmî ayrıca iyi bir tefsir ve hadis âlimidir. Tezkirede
geçen tahmis şöyledir:24

Ey büt-i lâle-ruh-ı ser-kadd-i hoş-harekât


Cüyed ez tekhî-i hicr-i tu dilem feyz ü necât
Ez zebân-ı tu beved tûtî-i bî-çâre nikât
Ey leb-i la’l-i tu şîrîn zî-şekker hem zî-nebât
Müberred Hızr zî-la‘l-i leb-i tu âb-ı hayât

22
Ahdî, Gülşen-i Şuarâ, Haz: Süleyman Solmaz, (Yayımlanmamış Doktora
Tezi), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 1996, s.494-495.
23
Nâil Tumân, Tuhfe-i Nâili, C.2, s.639; ayrıca bkz: Tezkirelere Göre Divân
Edebiyâtı İsimler Sözlüğü, s.456.
24
Tahmisin metni ve çevirisi de Ahdî’nin Gülşen-i Şuarâ’sı adlı doktora
tezinden alınmıştır. bkz: Ahdî, Gülşen-i Şuarâ, Haz:Süleyman
Solmaz,(Yayımlanmamış Doktora Tezi), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Ankara, 1996, s.494-495.

64
Önemli Simalar

(Ey lale yüzlü, servi boylu, hoş hareketli güzel; gönlüm senin
ayrılığının acısından kurtuluş arar. Senin dilinden biçare papağan,
nükteler söylemeye başlar. Senin al dudağın, şekerden ve nebattan
daha tatlıdır. Hızır senin al dudağından hayat suyu götürür.)

Sûy-ı Gülşen be hırâm ey gül-i ter hem çü semen


Mu’tedil geşt hevâ bâğ-ı cihân deşt-i Hoten
Müjde et âşık-ı âvâre-i âşüfte suhen
Nev-bahâr est safâ-bahş şod etrâf-ı çemen
Vakt-i ân şod ki koned bülbül-i gûyâ nağamât

(Ey taze gül yasemin gibi gülşene doğru salın; dünyanın bahçesi
ve Hoten ovası güzelleşti. Ey âvâre ve perişan sözlü âşık, sana müjde,
ilkbahar mevsimidir, çemenin etrafı mutluluk verir oldu. Bülbülün
ötme vakti geldi.)

Pây-bend-i dil-i mâ ney ser-i mûy-ı tu boved


Niyet-i râb neverdân ne be kûy-ı tu boved
Ne hemîn maksad-ı uşşâk be-sûy-ı tu boved
Garaz ez Ka‘be hemân diden-i rûy tu boved
Ver ne hergiz ne boved meyl be-sûy-ı ‘Arafât

(Bizim gönül bağımız senin saçının ucu olmasa, sâliklerin niyeti


senin diyarına doğru gitmek olmasa, âşıkların maksadı sana doğru
olmasa, Ka’be’den maksad senin yüzünü görmek olmasa, Arafata
doğru kimse meyletmez.)

Ey zî-seyr-i der-i tu ehl-i nazar dîde cilâ


Ki ez u geşte musaykal dil-i ehl-i safâ

65
Makalelerle Mardin

Âlem ez bûy-ı semen-sây-ı tu hoş-bû zî hevâ


Ez gubâr-ı reh-i tu borde meger bâd-ı sabâ
Be meşâm-ı dil ü cân mîresedem hoş nefahât

(Senin kapını seyretmekten nazar ehlinin gözleri cilalandı,


çünkü onunla safâ ehlinin gönlü temizlenmiştir. Âlem, senin yâsemini
andıran kokundan güzel kokularla dolmuştur. Senin yolunun tozundan
sanki sabah rüzgarı bir şeyler almış ki canıma ve gönlüme güzel
kokular gelmekte.)

Ahdîyem geşte be-pâ-bûs-ı tu mâyîl sanemâ


Âciz ez dergeh-i tu şod merdüm-i kâhil sanemâ
Pey be-sırr-ı dehenet hest çü müşkil sanemâ
Çün koned vasf-ı kadet Nâmî-i bî-dil sanemâ
Zân ki hest ân kad-i ra‘nâ-yı tu ‘âlî zî-sıfat

(Ey sanem, ben Ahdi senin ayağını öpmeye geldim, senin


dergâhına erişmeye tenbel kimseler âciz kalır,senin ağzının sırrına
ermek müşkil olduğundan âşık Nâmî senin senin boyunu nasıl
vasfetsin. Çünkü senin o boyun sıfatlardan daha üstündür.)

ŞEVKÎ
Asıl adı Ömer olan Şevkî25, doğum tarihi tam olarak
bilinmemekle birlikte Mardin’de doğmuş ve kendi memleketinde
öğrenime başlamıştır. Yusuf Sıtkı Efendi’nin pederidir. İlk öğrenimini
Mardin’de Zeyni-zâde Mahmud Efendi’nin tâlim ve terbiyesi altında
bitirdikten sonra, tahsilini Kayseri’de Hâce Kâsım’ın yanında

25
Ömer Şevki ile ilgili, Mardinli Şevkî, Hayatı, Edebi Kişiliği ve Divanı adlı
bir çalışma yapmayı düşündüğümüzden burada üzerinde kısaca durmaya
çalışacağız.

66
Önemli Simalar

tamamlamıştır26. Akabinde de memleketine dönerek Mardin


müftülüğünde bulunarak tedris ve te’lif ile hizmetlerde bulunmuştur.
Rufâî tarikatına mensup olduğu kaynaklarda geçen bilgiler
arasındadır. H.1268 / M.1852 tarihinde vefat etmiş ve Mardin’de
defnedilmiştir.27
Arapça ve Farsça’yı da bu dillerle şiir yazabilecek kadar çok iyi
bilen Şevkî, yazdığı manzumelerde, dini motifleri ve ilâhi aşkı
işlemenin yanında dünyevi aşkla ilgili şûhâne tarzında gazeller de
kaleme almıştır.
Türkçe, Arapça ve Farsça ile yazdığı ve adına “Sezebân” denen
müretteb Divânı’nın yanında, müftülüğü sırasında verdiği fetvaları
ihtiva eden Mecmu’a-i Fetâva, Münyetü’l-Musallî Tercümesi ve aruz
vezniyle yazılmış Kâfî Şerhi isimli eserleri mevcuttur28.
Aşağıda şâirin Türkçe divânından aldığımız dört gazelini örnek
olarak veriyoruz:
Bir câm-ı bâde olsa müzehheb
Dilber kefinde bu hoş mürekkeb

Sâkî dolandur sahbâ-yı nâbı


Fevt itme fursat vaktidür şeb

Sevmek nigârı müşkil belâdur


Sevmemek olur eşkâli es‘ab

Bu derde çâre olmaz ki illâ


Bir câm-ı bâde yâ bir şîrîn leb
26
Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, C.1, s. 382.
27
Nail Tuman, Tuhfe-i Nâilî, C.1, s.507; Büyük Larouse Sözlük ve
Ansiklopedisi, Milliyet Yay.1986,
C.17, s. 9031.
28
İstanbulKütüphaneleri Türkçe Yazma Divanlar Katalogu, İstanbul
1969,C.4, s.1051–1052.

67
Makalelerle Mardin

Mümtâz-ı dilber ‘âlemde oldur


Ruhları olsun çün mâh-ı Naĥşeb

Bed tâli‘imden itdüm şikâyet


Tâli‘ bilene kaldı mu‘acceb

Hakk’a tevekkül itmekden özge


Yokdur cihânda insâna enseb

Sabr eyle Şevkî kâma erersin


Sabr ile olur kâmun müretteb.29

***
Gördüm o şûhı lebleri şîrîn edâsı şûh
Elfâzı şûh u lehçe-i mühcet-fezâsı şûh

İtmez tenezzül ol kadar ifrâta ‘acebden


İsmün nedür ki didüm ana ey likâsı şûh

Bir bûse virmesen ‘aceb cilve-kâr olup


Bilmez misin o şûhun olur mı cefâsı şûh

Bir böyle şûhı görmedüm oldıkça ülfetüm


Reftârı şûh gamzesi fettân libâsı şûh

29
Ömer Şevkî, Divân, Millet Ktp., Ali Emîrî, Manzum, no.235, 11a- 11b.

68
Önemli Simalar

Şâ‘ir olursa ola senün gibi Şevkîyâ


Güftârı hoş edâsı güzel dil-rübâsı şûh30

***
Sâkiyâ toldur piyâlen nûş idelüm bir nefes
Mutribâ hoş eyle nağmen gûş idelüm bir nefes

Vaktidür ‘îş-i bahâr u mevsimidür güllerün


Gel senünle ‘andelîbâ cûş idelüm bir nefes

Lâle çemen güllerün sahn-ı çemende reng reng


Sun‘-ı Rabbânîde gel medhûş idelüm bir nefes

Sünbül ü şebbû benefşe nergis açmış taht taht


Bu safâda siyâka hâmûş idelüm bir nefes

Böyle cünbiş vakti Şevkî dâima girmez ele


Ol rakîbi terk idüp serhoş idelüm bir nefes31

***
Nüzhet-i dildür gülistândur hulûs
Zevk-i cândur hüsn-i cânândur hulûs

30
Ömer Şevkî, Divân, 21a.
31
Ömer Şevkî, Divân, 30a.

69
Makalelerle Mardin

Tâze nahl-i meyve-dâr-ı bâğ-ı ‘uzv


Mü’min içün re’s-i îmândur hulûs

Bî-hulûs olmaz ‘ibâdetler kabûl


Muhlisin kalbinde pinhândur hulûs

Tâ‘at olmaz olmasa terk-i riyâ


Mûcib-i ihsân u gufrândur hulûs

Şevkiyâ dâim reh-i ihlâsı tut


Rehber-i cennât u rıdvândur hulûs32

ZÂRÎ
Asıl adı Ali olan ve tezkirelerde Zâri Ali Efendi olarak geçen
şâirin doğum tarihi tam olarak bilinmemekle beraber, Mardin’in Savur
ilçesinde dünyaya gelmiştir33. Surkeçili34 aşiretinden olan şâir, ilk
öğrenimini Mardin’de tamamladıktan sonra tahsilini Diyarbakır’da
tamamlamıştır. H.1160 / M.1747–1748 senesinde Zâralı-zâde Osman
Paşa-zâde Muhammed Paşa'nın divân kâtipliğini yapmıştır. Mehmed
Paşa’nın H.1163 / M.1749-1750 ‘te Trabzon’a ve H.1165 / M.1751-
1752’de Sivas’a vâli olarak atandığı yıllarda da Zârî, paşasının
yanından ayrılmamıştır.

32
Ömer Şevkî, Divân, 34a.
33
Ali Emîrî, Tezkire-i Şu'arâ-yı Âmid, C.1, s. 419.
34
Ali Emîrî, Tezkire-i Şu'arâ-yı Âmid, C.1, s. 419. sayfanın başında şairin
Sürgüci aşiretinden olduğunu kaydetmiş, ancak bir sonraki sayfada şâirle
aynı dönemde yaşamış olan Abdülgaffâr Lebib Âmidî tarafından Zârî’nin,
Anılsun kûşe-i meyhâne kim şâd olduğum yerdür
Ayağun bûs idüp sâkînün irşâd olduğum yerdür
matlalı gazeline yazdığı tahmisin başına “Surkeçili Ali Zârî Efendi’nün inşâd
itdükleri gazele olan Tahmîsümdür” ifadesi onun Sürkeçili olduğunu
göstermektedir.

70
Önemli Simalar

H.1167 / M.1753-1754 senesinde Mehmed Paşa’nın vefatı


üzerine Zârî, onun biraderi olan Feyzullah Paşa’nın himâyesine
girmiştir. Feyzullah Paşa’nın, sırasıyla Sivas, Van, Konya, Bağdat ve
Dimetoka’daki görevlerinde Zârî’yi yanından ayırmaması, bu ailenin
Zâri Ali Efendi’ye verdiği değeri göstermektedir.
III. Mustafa devri (M.1757–1774) şâirlerinden35 olan Zârî,
H.1174 / M.1760–1761 yılında Feyzullah Paşa’nın ölümü üzerine
Diyarbakır’a gelmiş, orada bulunan şairlerle birlikte bir süre zaman
geçirdikten sonra H.1190 / M.1776 senesinde vefat etmiştir36.

‘Alâyıkdur ‘ıkâl-i pâ-yı seyri merd-i dânânun


Reh-i pervâzına sedd oldı bir sûzen Mesîhâ’nun

Olur mı pâk tıynet râgib-i dûşîze-i dünyâ


Meh-i Ken‘ân’a geldi leke ‘aşkından Züleyhâ’nun

Delîli hazır olursa kim nasîbün behre-dâr olmaz


Nişânun bulmadı ey dil Sikender âb-ı hayvânun

Sebâtı mün‘adim esbâba baş koşmaz mücerredler


Nedür rüchânı keckül-i gedâdan tâc-ı Kisrâ’nun

Hıdîv-i ins ü cin ü dâd iken mülkinden ey Zârî


Yed-i hikmetde âhir bir ‘asâ kaldı Süleymân’un37
***

35
Mehmed Süreyyâ, Sicill-i Osmânî, C.5, s.1705; Râmiz, Âdâb-ı Zurâfâ,
(Haz. Sadık Erdem), Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara, 1994, s.143.
36
Nâil Tumân, Tuhfe-i Nâili, C.1, s.389.
37
Ali Emîrî, Tezkire-i Şu'arâ-yı Âmid, C.1, s. 421.

71
Makalelerle Mardin

Anılsun kûşe-i meyhâne kim şâd olduğum yerdür


Ayağun bûs idüp sâkînün irşâd olduğum yerdür38

38
Şâirin bu gazeline, şâirle aynı dönemde yaşamış olan Abdülgaffâr Lebib
Âmidî tarafından bir tahmis yazılmıştır. Ali Emîrî, Tezkire-i Şu'arâ-yı Âmid,
C.1, s. 420.

72
Önemli Simalar

BİBLİYOGRAFYA
1. Ahdî, Gülşen-i Şuarâ, Haz: Süleyman Solmaz,
(Yayımlanmamış Doktora Tezi), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Ankara 1996.
2. Ali Emîri Efendi, Esâmî-i Şuarâ-yı Âmid, Haz:Galip
Güner-Nurhan Güner, Ankara 2003
3. Ali Emîrî, Tezkire-i Şu'arâ-yı Âmid, Dersaadet,
Matbaa-i Âmid 1328.
4. Asım, Zeyl-i Zübdetü’l Eş’âr, Millet Ktp. Ali Emiri
Tarih, nr. 1326, s. 16, sıra: 38.
5. Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı müellifleri, İstanbul
1333.
6. Büyük Larouse Sözlük ve Ansiklopedisi, Milliyet
Yay.1986.
7. Dolapönü Hanna, Tarihte Mardin, İstanbul 1972.
8. Esrar Dede, Tezkire-i Şu‘arâ-yı Mevleviyye, (Haz: Dr.
İlhan Genç), Ankara 2000
9. İslam Ansiklopedisi, Mardin Mad., M.E.B. Yay.,
İstanbul 1988.
10. İsmail Beliğ, Nuhbetü’l Âsar Li-Zeyl-i Zübdetü’l
Eş’âr, (Haz: Prof. Dr. Abdulkerim Abdulkadiroğlu, Ankara 1999.
11. İstanbul kütüphaneleri Türkçe Yazma Divanlar
Katalogu, İstanbul 1969.
12. Mehmed Süreyyâ, Sicill-i Osmânî, Haz. Nuri
Akbayar-Seyit Ali Kahraman, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul
1996.
13. Mehmet Sait Çalka, Kültür Kurumlarıyla
Mardin,(Basılmamış Lisans Tezi), Celal Bayar Üniversitesi, Fen-
Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Manisa 2004.
14. Müstakim-zâde Süleyman Sa’deddin Efendi,
Mecelltü’n-nisâb, Kültür Bakanlığı Yayınları/2355, Tıpkıbasım,
Ankara 2000.

73
Makalelerle Mardin

15. Ömer Şevkî, Divân, Millet Ktp., Ali Emîrî, manzum,


no.235.
16. Râmiz, Âdâb-ı Zurâfâ, Haz: Sadık Erdem, Atatürk
Kültür Merkezi Yayınları, Ankara, 1994.
17. Tezkirelere Göre Divân Edebiyâtı İsimler Sözlüğü,
Haz: Haluk İpekten, Mustafa İsen, Recep Toparlı, Naci Okçu, Turgut
Karabey, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 1988.
18. Yurt Ansiklopedisi, Türkiye İl İl Dünü Bugünü Yarını,
Mardin Mad. Anadolu Yay., İstanbul 1983.

74
İSTANBUL’DA MARDİNLİ BİR ASKER, MUTASAVVIF:
ÖMER FEVZİ MARDİN (1878–1953)
Kâmil BÜYÜKER*

Özellikle 1940’lı yıllarda bir dizi eseri, sohbet halkası ve


hizmetleriyle, tasavvuf kültürünü insanlara sunan döneminin önemli
simalarından biri de, Nakşi-Halidi Şeyhi Küçük Hüseyin Efendi’nin
halifesi, emekli deniz kurmay Yarbay, Mardinli, Seyyid Ömer Fevzi
Mardin Bey’dir.1 Hem askeri anlamda, hem dini-tasavvufi anlamda çok
önemli bir isim olan Ömer Fevzi Mardin, tesiri, dönemi ve sonrasında
güçlü olmasına rağmen hakkında çok fazla yazı yazılmamıştır.2

* Araştırmacı Yazar Kamil BÜYÜKER İstanbul/Şişli Müftülüğü Din Görevlisi


1
Kısa bir biyografi için bkz. Mustafa Kara, Metinlerle Günümüz Tasavvuf
Hareketleri, “Ömer Fevzi Mardin: Bir Asker” s. 266–268, Dergâh yay. 2002;
Küçük Hüseyin Efendi ve Ömer Fevzi Mardin hakkında bir diğer biyografi için
bkz. www.biyografi.net;
2
Bu çalışmamızda da, bize ilk ağızdan duyulanları aktaran, elindeki bilgi ve
malzemeleri bizimle paylaşan Kahraman Özkök Bey’e teşekkürü bir borç
biliyorum.
Makalelerle Mardin

Hayatı
Şeyh Seyyid Ömer Fevzi Mardin, Mardinî3 namıyla maruf köklü bir
ailenin ferdi olarak 6 Mayıs 1878’de Mardin’de4 doğmuştur. Anneleri
Bedirhanoğulları ailesinden Bedirhan Paşa’nın kızı Zarife hanımefendidir.
Babaları esbak Suriye vâlisi Mardînizâde Seyyid Arif Paşa’dır.(1852-
1920) Babalarının babası, II. Abdülhamid zamanında Kazasker’lik
vazifesi de deruhte eylemiş, Kâdirî, Nakşibendî meşâyih-i izâmından
Seyyid Yusuf Sıdkı Mardin hazretleridir5. Bu zât ilk defa İmâm-ı Gazâlî
hazretlerinin İhyâ-ı Ulûmuddîn isimli eserine dokuz cilt Türkçe şerh
yazacak derecede şer-i ilimlerde söz sahibi, henüz altı yaşında iken otuz
gün içinde hafız olacak kadar şevk sahibi, ilerlemiş yaşına rağmen
Gülistan, Divân-ı Hâfız ve Mesnevi-i Şerif’in tamamını ezbere bilen,
ahlâk-ı seniyyeleri ve ilm-ü irfanları ile cemiyetin her tabakasından ve
bilhassa münevver kimseleri irşad ile İslam Dini’ne büyük hizmetleri olan
bir zat’tır. Osmanlı zamanında Mardinizâde’ler diye mâruf olan aile,
bilhassa Mardin’de eski zamanlarda ceddi alâları Ağa Çelebi hazretlerine
ithafen Ağazadeler olarak da yâd olunurmuş.

3
Mardinizadeler'den bazı ünlü isimler şunlar: Ord. Prof. Ebulula Mardin, Prof.
Şerif Mardin, Betül Mardin, Yusuf Mardin ve Arif Mardin. Küçük Hüseyin
Efendi'nin müritlerinden olduğu söylenen Türkiye’nin ilk ABD Büyükelçisi
Merhum Münir Ertegün, Ahmet Ertegün.
4
Yazılı kaynaklarda Ömer Fevzi Bey’in doğum yeri Mardin olarak geçmektedir.
Edindiğimiz şifahi bilgi ise ailenin Mardin’den İstanbul’a göç ettiği ve bir süre
sonra Ömer Fevzi Bey’in İstanbul’da dünyaya geldiğidir..
5
Osmanlı dönemi idarecilerinden ve İslâm bilginlerinden Mardinî Yusuf Sıdkı
Efendi, 1816’da Mardin’de doğmuş ve 1903’te vefat etmiştir. Tahsilini Mardin
medreselerinde tamamlamıştır. Mahkeme başkâtipliği ve müftülük yapmış,
kadılıklarda bulunmuştur. Meclis-i Tetkikat-ı Şer’iye üyesi ve kazasker olmuştur.
Yusuf Sıdkı Efendi özellikle iki tercüme eseri ile meşhurdur. Bunlar Siyer u
Umûmi’l-Muvahhidîn Tercemetü ve Şerhu İhyâi Ulûmi’d-Dîn adlı Gazalî’nin
ünlü eseri İhyâu Ulûmi’d-Dîn’in 9 ciltlik tercümesi ve şerhidir. bkz. Yusuf Turan
Günaydın “Yusuf Sıdkı Mardini Biyografisi” yayınlanmamış çalışma, 2006

76
Önemli Simalar

Şecereleri
Ömer Fevzi Mardin Efendinin Mardin’de türbeleri bulunan ve o
bölgeye ilk defa Kâdirî tarik-i celilini getiren Şirin Dede hazretlerinin
babasına kadar olan neseb şeceresi şöyledir: Hz. Pîr-i Sâniyi Arûsî-Selâmî
Seyyid Ömer Fevzi
Seyyid Arif Paşa
Seyyid Yusuf Sıdkı Efendi
Seyyid Ömer Şevki Efendi
Seyyid Âbid Efendi
Seyyid Abdülkâdir Efendi
Seyyid Âbid Çelebi
Seyyid Ebûbekir Çelebi
Seyyid Ahmed Çelebi
Seyyid Mahmûd Çelebi
Seyyid Ağa Çelebi
Seyyid Munlâ Ahmed Çelebi
Seyyid Pîrî Çelebi
Seyyid Mu’ti Çelebi
Kutb-ül Aktab vel Gavs-ül Müstecâb Mevlânâ es Seyyid Ahmed
Şemseddin kuddise sırruhul aziz
Seyyid Celîl el Hâc Pîrî Çelebi
Veliyyül Kâmil vel Gavs-ül vasılil a’lemil ferd-il emced Şîrîn Dede
lakabiyle müştehir es Seyyid eş Şeyh Muhammed Şâhrind el Kâdirî
Seyyid Hüseyn el Ezrâk Kaddesallahu esraruhum.

77
Makalelerle Mardin

Bu neseb şeceresi Seyyid-üs Şühedâ İmâm-ı Hüseyn


Aleyhisselâm’a kadar varmak ile Seyyid Ömer Fevzi Mardin hazretleri ve
ceddi Sâdât-ı Hüseynî’dendirler.
Ömer Fevzi Efendi’nin şeceresindeki bütün zevat Kâdirî
seccadenişînî olmak ile babaları Seyyid Arif Paşa Rıfâiyye’ye de mensub
olup, babalarının dedesi Seyyid Ömer Şevki efendi hazretleri de Kâdirî
hilâfeti ile beraber Rıfâî hilafeti sahibidirler.

Abdülkadir Geylani Hazretlerinin müjdesi ve yakınlıkları


Ömer Fevzi Mardin hazretleri böylesine âlim ve fâzıl bir aile içinde
doğmuşlar ve ilk terbiyelerini dedelerinden ve babalarından almışlardır.
Bu pâk nesebin ailece mensûb oldukları tarik Kâdiriyye olmasının
yanısıra sulben de Hz. Pîr Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.a.) ile
irtibatları vardır. Bizzat Ömer Fevzi Mardin hazretlerinden halifeleri
Bedirhanzâde Mustafa Aziz Çınar (k.s.a.) hazretlerine şu şekilde
naklonulur:
“Cenâb-ı Gavs-ı Geylânî efendimiz hazretleri kendi irtihallerinden
sonra teslim edilmek üzere Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî (k.s.a.)
efendimiz hazretlerine hırkalarını bırakdıkları gibi Hz.Fevzi’nin cedd-i
alâlarından Hz.Gavs-ı Âzâm’ın devr-i saadetlerinde yaşayan Seyyid’e
asırlar sonra bu soydan Ömer Fevzi isminde bir Velî’nin doğacağını
müjdelemişler ve bu ailenin doğan erkek çocuklarına isim koymadan
evvel kendilerinin (Hz.Gavs-ı Âzâm’ın) ruhâniyyetlerine ilticâ ile isim
konulmasını ve ismi künye-i mânevisi ile beraber Ömer Fevzi olarak tayin
buyrulan çocuğa kendi takkelerini teslim etmelerini emr-ü ferman
buyurmuşlardır.”
Mardin ailesi de asırlar evvel cedlerine Seyyid Abdülkâdir-i
Geylânî (k.s.a.) tarafından teslim edilen takkeyi nesilden nesile bir emanet
olarak muhafaza etmişler ve nihayet Hz. Ömer Fevzi Mardin’e teslim
edilmişler.

78
Önemli Simalar

Bu teslimât hadisesi Ömer Fevzi Efendi’nin manevi hüvviyetleri


hakkında bir fikir vermek bâbında şöyle zuhur etmiş:
“Ömer Fevzi hazretleri henüz emeklemek devresinde bir çocuktur,
bir gün babaanneleri namaz kılarken sandığın içinde muhafaza edilen Hz.
Gavs-ı Geylânî efendimizin takkesini istemek üzere namazını henüz bitiren
babaannesini eteğinden tutup sandığın başına kadar götürerek sandığı
işâret buyurarak açmasını ister ve babaannesi vaziyete muttalî olup “
Oğlum Ömer! Sen sana teslim edilecek bu emanet için daha şimdiden o
kadar büyüdün mü?” der ve gözyaşları içinde Cenâbı Pîr’in takkesini
esas sahibinin eline verir, henüz emeklemek devresinde bir çocuk olan
Ömer Fevzi Efendi hüviyyet-i manevilerine yakışır biçimde takkeyi
tazimen öper ve babaanneye teslim eder. İleri ki senelerde bu takke
dedeleri tarafından kendilerine usûlu ile teslim edilir.”
Ömer Fevzi Efendi, bu âlemden göçmeden evvel bu takkeyi ve
Nakşibendiyye’den Şeyh Hüseyin Hüsnü Ankaravî (Küçük Hüseyin
Efendi) hazretlerinin hilafet merasiminde bizzat kendi res-i saadetlerinden
çıkartıp tekbir ettikleri Tâc-ı Nakşibendî’yi halifeleri Hz. Mustafa Aziz
Çınar’a göstererek definleri sırasında bu takke ve tâcı, şeyhlerin mutadı
olduğu üzere cesed-i şerifin başına konulmamasını, biri Hz.Pîr’in, diğeri
de kendi mürşid-i azizlerinin şahsî emanetleri olduğu için edeben
kefenlerinin iç kısmına göğüslerinin üstüne konulmasını emir
buyurmuşlar. Bu usul daha sonra Arusî- Selâmî- Ömeriyye’de Hakka’
yürüyen meşayihin cenaze merasimlerinde bir sünnet haline gelmiş hatta
Hz.Pîr Ümmî Sinân-ı Velî (k.s.a)’nin nesl-i necibinden ve asitâneyi Sinânî
postnişinî Nasûhî Kargı efendi gibi Ömer Fevzi Mardin Hazretlerine veya
halifeleri Mustafa Aziz Çınar Efendiye yakınlığı olan diğer Turûk-u
Aliyye meşayihinden dahi bu usûle riayet edilmesini isteyenler çıkmıştır.
Oysa asırlardan beri gelen cenaze çeyizlemesinde meşâyihin tacları
başlarına konulurdu.
Ömer Fevzi Efendi devrinin zahir ilimlerinde de behre sahibidirler.
Arapça, Farsça, İngilizce, Fransızca’ya vâkıf idiler. Bâzı kitap ve risâle
tercümelerinde bu husus müşâhade edilebilir.

79
Makalelerle Mardin

Askeri okula girişi ve Askerlik mesleği


Ömer Fevzi Mardin, aile ortamında üzerinde ihtimam gösterilerek
yetiştirildikten sonra kendi arzuları ile askeri mektebe yazılmışlardır,
mektep hayatı fevkalâde parlak olarak geçtikten sonra orduya dahil
olmuşlardır. Öyle ki askerlik mesleği ve bu meslekteki üstün başarısı
kendisini tarih kitaplarında “Hamidiye Kahramanı” olarak yazdıracaktır.
Hamidiye harbinde Bahriye nâzırı Raûf Orbay ile bu ünvânı
paylaşmışlardır. Bir ara Cennetmekân Sultan Mehmed Reşad’ın
mihmandarlık vazifesini gören ve Tahran Ateşemiliterlik vazifesinde
bulunan Ömer Fevzi Bey, Teşkilat-ı Mahsusa'nın emriyle İran'ın İngiltere
ve Rusya'nın nüfuzundan kurtarılması için çok önemli girişimlerde
bulundu, hatta bu yüzden iki kez başarısız kalan suikastlara hedef
olmuştur. Mardin'in İran'daki faaliyetleri Almanlar'ı da rahatsız etti. Bu
nedenle Mardin'e yönelik suikast girişimlerinde Almanlar'dan da
kuşkulanıldı. İran'da iken Sünni ve Caferi mezhepleri arasındaki
uzlaşmazlıkları çözümlemek için ulema ile temaslarda bulundu.
Caferiler'in Hac taleplerinin karşılanması için Osmanlı Hükümeti
nezdinde aracılık yaptı. Mardin'in iki mezhep arasındaki ilişkileri
geliştirme çabaları Osmanlı Devleti'nin savaştan yenik çıkmasıyla akim
kaldı.
Mustafa Kemal Atatürk, Enver Paşa ile birlikte Trablusgarp
Savunması'na gönüllü olarak katılan Ömer Fevzi Mardin, İtalyan’lar ile
yapılan deniz cevelânında silah ve cephane sevkiyatıyla meşgul oldu.
Avrupa'dan temin ettiği silah ve cephaneyi bir tekneye yükleyerek Mısır
yoluyla İskenderiye Limanı'na geldi. Amacı cephaneyi deve kervanı ile
Libya'ya sokmaktı. Ne var ki İngilizler sevkiyatı haber alarak tekneye el
koydular. Ömer Fevzi Mardin, İskenderiyeli kabadayılarla birlikte tekneye
baskın yaparak cephaneyi Libya'ya ulaştırmayı başardı.6 Baskın sonrası
İtalyan’lardan alınan bayrak Ömer Fevzi Efendi tarafından saklanmış ve

6
Abdullah Muradoğlu, “Türkeş'i idamdan Arusi şeyhi kurtarmış!” 15.08.2003,
Yeni Şafak Gazetesi

80
Önemli Simalar

daha sonra Askerî Müze’ye halifeleri Mustafa Aziz Çınar hazretleri


tarafından teslim edilmiştir.
Hamidiye cevelanlarından evvel de askeri sahada pekçok büyük
hizmetlerde bulunmuş olan Ömer Fevzi Efendi Osmanlı’nın çok sayıdaki
madalyaları ile taltif edilmişlerdir. Askeri sahadaki vatana hizmetlerinde
Hamidiye cevelânı Hz. Ömer Fevzi Mardin’in manevi hayatında da bir
dönüm noktası olmuştur.
Kâdirî-Rıfaî-Nakşibendî meşayihi olan dedelerinin dergâhında
yetişen genç Ömer Fevzi, Trablusgarb’daki vazifesi esnâsında o güne
kadar zahiren bir münasebeti olmadığı bir tarikin Pîr’inden türbesini
ziyaret etmesi hususunda manevi bir emir alır ve Libya’nın Zileytin
kasabasında tesis ettiği âsitanesinde sırlı 15.yy ricâlinden Arûsî Selâmî
tarikinin Pîr-i muhteremi Cenâbı Gavs-ı Âzam Seyyid Abdüsselâm el
Esmer (k.s.a.)7 hazretlerinin türbelerini ziyaret için yola koyulurlar;
Seyyid Abdüsselâm el Esmer hazretlerinin türbeyi şeriflerine yakın
bir yere kadar gelerek belli bir yerde dururlar ve gözyaşları içinde ve
büyük bir mahviyet hali ile ziyaretlerini dışardan yapmaya başlarlar, lâkin
o zamanki âsitânenin postnişînî ve Hazreti Pîr’in türbedarı olan zât da
Hazreti Pîr’den manevi emir almışdır ve kumlar üstünde diz çökmüş
ağlayan bu genç Osmanlı zabitine gelerek “ Siz Seyyid Ömer Fevzi
efendisiniz, Cenâbı Pîr’in şahsıma manevi emri vardır, ziyaretinizi
türbenin içinden yapmanızı emir buyurdular” diyerek tebligatta bulunmuş
ve bu tarîkin istikbaldeki ikinci Pîr’i olacak olan Ömer Fevzi Efendi,
Cenâbı Esmer ile bu sahneyi şuhudda zahiren ilk defa böyle
buluşmuşlardır.8

7
Abdüsselam el-Esmer Hz. hakkında geniş bilgi için bkz. Şeyh Mihriddin Arusi ,
Hazret-i Seyyid Abdüsselam el Esmer, “İki Gavsül En’am” dan Cenab-ı Pir’e ait
olan bölüm, İst. 1971
8 Ömer Fevzi Efendi bu ziyaretlerinde tecelli eden halleri daha sonra hususi

defterine kayd etmiş ve yalnız halifeleri Mustafa Aziz Çınar hazretlerine


anlatmışlardır.

81
Makalelerle Mardin

Bu ziyaretteki ruhânî görüşmeden sonra Hz. Pîr’in nesl-i


necibinden olan Feytûrizâde âsîtane şeyhi Cenâbı Esmer’in kendi
elyazmaları olan eserleri ve şahsî emanetlerini yine Hz. Pîr’den aldıkları
emr-i mânevî ile Ömer Fevzi Efendi’ye teslim etmişlerdir.
Bu ziyaretten sonra vazifesinin başına dönen Ömer Fevzi Efendi,
Raûf Orbay ile aynı gemideyken kendilerini sıkıştıran İtalyan gemileri
neticesi bir başka zuhurata mazhar olmuşlardır.
Raûf Orbay geminin sıkıştırıldığını görünce bu zor vaziyetden
kurtulmak için kalbinden İstanbul’daki şeyhi Tarik-i Nakşibendi
Halidîyye kibâr-ı meşâyih-i kirâmından halk arasında Küçük Hüseyin
Efendi nâmı ile mâruf Hüseyin Hüsnü Efendi geminin güvertesinde Raûf
Bey’in kalbî niyazına mukabele etmiş ve elleri ile işâret ederek Raûf
Bey’e gemiyi ne şekilde kurtaracaklarını göstermişlerdir, Hüseyin Hüsnü
Efendi, Raûf Bey’den başka Ömer Fevzî hazretleri de görmüş ve Raûf
Bey’e bu zâtın kim olduğunu sorup, İstanbul’a döndüklerinde hazret ile
tanıştırılmayı istemişlerdir. Bu arada bir süre Harbiye Mektebi'nde
öğretmenlik yapan Mardin, Trablusgarp’daki vazifeleri bitmiş ve Raûf
Bey’in delâleti ile Koca Mustafa Paşa semtinde mûkîm Hüseyin Hüsnü
Efendi’yi ziyarete gitmişler ve burada önemli bir manevi yakınlık
meydana gelmiştir.
Hz. Hüseyin Hüsnü Efendi, Hz. Ömer Fevzi’ye hitâben “ Oğlum!
Sizin her şeyiniz hazır, biz yalnızca beytinizin kubbesini oturtacağız”
buyurup Ömer Fevzi Efendi’nin Nakşibendî Hâlidiyye’ye biatlarını kabul
ile Tarikat’ın manâsını hatm eyleyip Üveysî sırrı ile kemâle gelmiş bu
genç müridine Tarikat’ın seyr-i resmîlerini de tâlim buyurmuşlardır. Ömer
Fevzi Efendi daha doğumundan evvel hakkında vâkî olan tebşiratların ve
o güne kadar mazhar olduğu tecellilerin hepsini büyük bir dirayet ile
hazmetmişler, ve Hz. Hüseyin Hüsnü’ye hizmeti câna minnet bilmişlerdir.
Pek çok manevi hali Şeyhi tarafından gözlenen Fevzi Efendi buna rağmen
mahviyet sahibi olarak yaşamayı sürdürmüştür.
Nakşibendiyye hilafeti almaları böyle bir hâlin tecellisiyle
olmuştur.

82
Önemli Simalar

Askerlik vazifesinden kendi arzusu ile emekli olup artık bütün


vaktini şeyhine hizmete vakf eden Ömer Fevzi Efendi'nin Kadıköy
Kalamış'taki evi dönemin fikir ve bilim adamlarının katıldığı sohbet
halkasına sahiplik etti. Kadıköy Toplantıları'nın müdavimleri arasında
Küçük Hüseyin Efendi'nin talebelerinden Prof. Hasan Reşat Sığındım ile
Prof. Süheyl Ünver'in yanısıra Mehmet Ali Ayni, Prof. İsmail Hakkı
İzmirli ve Cami Baykut da yer alıyordu. İbnü’l Emin Mahmud Kemal
Bey ve nice münevverler de O’nun dînî ilimlere her cephesi ile olan
vukûfiyetinden hissedar olmak için sohbet halkasına girmişler, halk ise
hastalarına şifâ bulmak kastı ile hazrete gelmektedir. Sohbetlerini şeyhinin
teşviki ile yapan hazret, hastalarını okutmak üzere gelen kişilere ise
kendisinde böyle bir hassanın olmadığını söylüyor ve hayat-ı seniyyeleri
boyunca gösterdikleri mahviyeti gösteriyorlardı, fakat artık rica edenler
çoğalmıştı,
Yine Ömer Fevzi Efendi’nin Tac- Şerif giymeleri ile ilgili bir
rivayet naklolunur:
“Ömer Fevzî Efendi bir gün şeyhi ekremleri Hz.Hüsnü’nün
huzurunda bir niyazda bulunarak “ Efendim! Acaba eski bir pabucunuz
varsa lutf eder miydiniz?” deyince Hz.Hüsnü “ Ömer ne yapacaksın eski
pabucumu evladım?” demişler, hazret de “ Efendim, bendenizin nefesinin
şifaya vesile olacağını zannedip gelen hastaların sayısı arttı, bâri zât-ı
âlinizin pabucunu hasta olan yerlerine mesh ederler de himmetiniz ile şifâ
bulurlar” deyince, susması, kelâmından çok olan Hz.Hüsnü her zaman
kendisine bir suâl tevcih edildiğinde yapdıkları gibi murakabeye
geçmişler ve “ Oğlum! Rabbime sordum, bana dedi ki, Ömer senden eski
pabucunu istedi sen Ömer’e tacını ver” ve Hz.Hüsnü o anda kendi res-i
saadetlerindeki tâcı çıkartıp Ömer Fevzi Efendi’ye tekbirlemişler ve
kendilerine Nakşibendî-Hâlidî hilâfetnâmesi takdîm etmişlerdir. Bu
vâkıadan sonra Ömer Fevzi Efendi Kadıköy Fener yolundaki haneyi
saadetlerine gelmişler ve o akşam ruhânî bir başka lutfa mazhar

83
Makalelerle Mardin

olmuşlardır. Bu tecelliden sonra Hz.Ömer Fevzi 20.yy’da Arûsî


Selâmî’yyenin Ömeriyye kolunun sahibi olmuşdur.”9
Pîr-i Sâni’yi Arûsî Selâmî Seyyid Ömer Fevzi Mardin Efendi bu
manevi vazifesi şeyhi Hüseyin Hüsnü efendi hazretleri ile ikisi arasında
ve yine İstanbul’daki medfun birkaç velî arasında kalmıştır. 1930
senesinde Hüseyin Hüsnü hazretlerinin vefatı ile beraber Ömer Fevzi
Efendi irşad faaliyetlerine başlamış ve hayatını bu hizmete vakfetmiştir.
Dünyevi kariyerinde emsalleri olanlar siyasete girmişler veya bir
kısmı başka sahalarda görünmüşler ve Ömer Fevzi Efendi’ye de siyasete
girmesini teklif etmişler ama O, bu teklifleri şiddetle reddetmişlerdir.
Hüseyin Hüsnü Efendi’den sonra dervişlerin çoğu Ömer Fevzi
Efendi’ye inâbe ederek Nakşibendî’den süluklarına devam etmişler, yine
bunun yanında Kâdirî, Mevlevî, Şabanî’den dahi beyat verip derviş ve
halifeler yetiştirmişlerdir.
Arûsî tarikinden ilk ders verdikleri daha sonra halifeleri olacak olan
kişi dayızâdeleri Bedirhanzâde Mustafa Aziz Çınar(1900-1979)
hazretleridir.
Bütün toplantılar kendi mütevazı hanelerinde olur, gençlik
devirlerinde İstanbul’daki hemen hemen her dergâhın zikir ayinlerine
katılmalarına rağmen, daha sonra haneyi saadetlerinden mecburi
olmadıkça dışarı çıkmamayı tercih buyurup, haftanın günlerini
dervişlerinin seviyelerine göre sohbeti gelip dinleyecekleri taksimatta
bulunup, tasavvuf harici şer-i ilimlerde kendisinden istifade etmek
isteyenleri başka günlerde kabul etmişler ve hatta o derece sırlanmışlar ki
sırf şer-i ilimlerde kendisinden ahz-ı feyz etmek için senelerce huzuruna
gelenler çok sonraları çeşitli başka vesileler ile hazretin Şeyh olduklarını
öğrenmişlerdir.
Ömer Fevzi Efendi’nin manevi cephesine onu tanıyan herkes
hürmet göstermiş hatta herkes tam manası ile idrak edemese de bilhassa

9
Bu rivayet de yine Ömer Fevzi Efendinin Halifeleri Aziz Çınar Efendi
tarafından bizzat dinlenmiş, talebeleri vasıtasıyla bize nakledilmiştir.

84
Önemli Simalar

Üsküdar Rıfâî Âsitânesi son postnişini Şeyh Hüsnü Sarıer Ceyhun (k.s.a.)
hazretleri ki aynı zamanda Kâdirî Pîr-i Sânî’lerinden Ahmed Süreyya
Emin (k.s.a.) hazretlerinin halifeleridir, Ömer Fevzî Efendi’nin
hayranlarından olup kendilerinden Arûsî-Selâmî-Ömerî hilâfeti dahi
almıştır.
Yine Üsküdar’lı velilerinden ve Şabânî Nasûhî şeyhi olan Nafiz
Uncu Efendi hazretleri Ömer Fevzî Efendi’nin sohbetlerinin müdavimi
olup kendilerinden hilafet almışlardır.
Ömer Fevzi Efendi’nin tasavvufî bu cephesinin yanında büyük bir
Dinler Âlimi olmak vasfı da vardır.

Ahlakları, Faziletleri ve Telkinleri


Her eseri birbirinin mütemmimi olan Ömer Fevzi Efendi’nin,
eserlerinden belli bölümleri alarak ve müellifin murâdının haricinde
yorumlayarak hakaretamiz yazıları gazetelerde tefrika halinde neşr eden
kimselere dahi hayırları için gıyaben duada bulunmuşlardır.
Ehl-i Kitap Ailesi’nin Kur-an’ın emri ile sulh ve meşveret yoluna
girmelerini ve bunun bilhassa bu asırda cemiyyet-i insaniyyenin huzuru
için şart olduğunu söyleyip yazdıklarında ve bu görüşlerini ayât-ı
Kur’aniyye ve diğer Mukaddes Kitap’ların tahrif olunmamış ayetleri ve
Hâdis-i Nebevî ile tevsik ettiklerinde kendilerine muarız olan ve hatta
gazetedeki köşesinde hakaret eden şahsı bile mübarek bir soydan geliyor
olmasının hatırına affetmişler, gıyabında hayır duada bulunmuşlar ve o
şahıs daha sonra şahitlerin huzurunda gelip hazretten ağlayarak özür
dilemiştir.
Ömer Fevzi Efendi’nin en büyük kerâmeti ahlâk-ı
Muhammediyye’ye olan ittibasındaki istikameti ve ilmindeki vehbî
derinliğidir.
Her haliyle kendisini tanıyanlar üzerinde hürmet ve muhabbet hissi
uyandıran bu zât-ı alâ ceddi pâki olan Ehlibeyt-i Resulullah (s.a.v.)
düşmanları ile de ilmen mücadele etmişlerdir.

85
Makalelerle Mardin

Karakterleri itibarı ile cemâlleri celâllerine galip, mütevazî,


disiplinli, heybet-i velâyetleri ve sîmalarındaki nurâniyyet sebebi ile ilk
gören kimsede dahi emniyet ve huzur hissi uyandıran, sâde ve sessiz bir
yaşantıdan hoşlanan, genç yaşlı huzuruna gelen herkese karşı mültefit ve
yaşı ne olursa olsun, herkesin isminin sonuna bey, hanım diye ekleyerek
hitap eden, mahviyet halini muhafazada ve kendisini sırlamakta azâmî
ihtimam göstermek ile beraber zaman zaman hazirûnu hayret ve hâli mestî
içinde bırakacak manevî tecelliler ve kerâmetler ile dervişlerinde zâtına
karşı en küçük bir gıllü gış bırakmayan bir merd-i meydân-ı aşk imişler.
Sustukları zaman sukûnundan ayrı bir haz alınır, konuştukları zaman hiç
susmaması istenir bir sultan imişler.
Osmanlı zamanında askerî vazifelerde bulunmuş olmalarına
rağmen, Osmanlı’nın doğrularının teslim edilip yanlışlarının da bîtaraf
tahlil edilmesini isterlermiş.
İslâm dininin Hulefâyı Râşidûn efendilerimiz devrinde numûnesi
olduğu gibi Cumhuriyet ve Demokrasi rejimini en doğru bir idâre tarzı
olarak vaaz ettiğini gerek yazılarında gerek sohbetlerinde yeri geldikçe
söylerler, devletin hayrına dua etmeyi dervişlerine vazife olarak ve dinin
gereği olarak öğütlerlerdi.
Dervişlerinin ve halifelerinin siyasete katiyyen karışmamalarını din
ve dünya işinin birbirine karıştırılmamasını tâlim ederlermiş.10

1951’de yaşanan bir hadise ve Gayr-ı Müslimler için Mevlid


okunur mu? Tartışması
8 Aralık 1951 tarihinde, ağır bir hastalığa yakalanan, dönemin
Arjantin Cumhurbaşkanı Juan Peron’nun karısı Eva Peron’un sağlığına
kavuşması ve şifa bulması için İstanbul Şişli Camii'nde mevlit okutuldu.
Mevlit 13 yıl Arjantin'de yaşayan bir Türk tarafından düzenlendi. Mevlide
Beyoğlu müftüsü, Arjantin'in İstanbul Başkonsolosu ve cemaatin yanı sıra
25 kadar Arjantinli de katıldı. Bir gayr-i Müslim için mevlit okutulup

10
Nakiller talebelerinin ve ihvanının bizzat müşahedesi ile yazılmıştır.

86
Önemli Simalar

okutulamayacağı o dönemde tartışma konusu oldu. Ömer Fevzi Mardin de


Peron için mevlit okutulabileceği görüşünü savundu. Resmi bir görevi
olmamasına karşılık Sağlık ve Çalışma Bakanı gibi davranan Eva Peron,
Arjantin sosyetesinin yardım derneğine devletin bütçesinden ayrılan
ödeneği kendi adına kurulan vakfa aktararak sayısız hastane, okul,
bakımevi yaptırırken Arjantin'in en büyük camiini de inşa ettirmişti.11 9
Aralık 1951‘de Eva Peron’un ameliyatını duyuran gazeteler, ertesi gün
(10 Aralık 1951) de Şişli Camiinde okunan Mevlid’in haberini
yayınladılar. Bu olayın hemen akabinde “Yabancılar için Mevlit okunur
mu?” tartışması başladı. 13 Aralık 1951’de Vakit Gazetesinde tefrika
edilmeye başlanan yazılarda Ömer Fevzi Mardin, Gayr-i Müslimler için
mevlit okunabileceğini, dua edilebileceğini, bütün bunlara mazhar
olabilmek için Muhammed ümmeti olmak gerekmediğini, bütün ehl-i
kitap için bu hususun geçerli olduğunu, ayet, hadis ve yorumlarla
açıklamıştır. Burada tefrika edilen yazılar daha sonra “Müslüman
Olmayanların Din Durumları” (Nur basımevi, 1952) adıyla kitaplaşmıştır.
Yine Vakit gazetesinde başlayan bu tartışma akabinde mezhep
tartışmasına, cenaze namazı tartışmasına ve miraç hadisesi tartışmasına
kadar uzanmıştır. Bu kez Ömer Fevzi Mardin’in yazdıklarına Ali Kemali
Aksüt, Osman Nuri Ergin, Hakkı Tarık Us gibi önemli kalemlerden karşı
yazılar ve cevaplar yazılmıştır.12

Tasavvuf Ekolündeki Silsileleri


Ömer Fevzî Efendi Câmiüt’tarik denilebilecek bir vasfa sahip
olmak ile Kâdirî, Mevlevî, Nakşibendî, Şabânî tariklerinden halifeler
yetiştirmişler, fakat bu hilâfetlerden zaman içinde silsile devam etmemiş,
yalnız sağlıklarında Arûsî ihvânının terbiyesini kendilerine teslim ettikleri

11
Abdullah Muradoğlu, ‘Roosevelt gizlice Müslüman olmuş!’ 18.8.2003, Yeni
Şafak Gazetesi
12
9 Aralık 1951 Pazar, günü Eva Peron’un ameliyatı ve akabinde Mevlid
okunmasıyla başlayan tartışmalar 17 Mart 1952 tarihine kadar farklı mecralarda
ve aralıklarla devam etmiştir. Yazıların tamamı için bkz. Vakit Gazetesi (günlük
gazete), Sahibi Asım Us, Aralık 1951 ve Mart 1952 arası nüshalar.

87
Makalelerle Mardin

Arûsiyye’den ilk dervişleri ve ilk halifeleri Mustafa Aziz Çınar Efendi,


kendilerinden sonra Arûsî Selâmî Ömeriyye’yi yürütmüş ve diğer
tariklerden seyr-u sülûklarında yarım kalan ihvânında derslerini kendi
tariklerinde ikmâl ettirmişlerdir.

Es Seyyid es Şeyh Ömer Fevzi Mardin Hazretlerinin Mevlânâ


Hâlid-i Bağdâdî Hazretlerine kadar olan Nakşibendî Silsilesi:

Hz.Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî


Hz.Şeyh Mehmed Kudsî Karamânî
Hz.Şeyh Hace Feyzullah Vidinî
Hz.Şeyh Seyyid Mehmed Nûrî Edirnevî
Hz.Şeyh Hasan Visâlî
Hz.Şeyh Hüseyin Hüsnü Ankaravî
Hz.Şeyh Seyyid Ömer Fevzi Mardin.

Es Seyyid es Şeyh Ömer Fevzi Mardin Hazretlerinin Hz.Pîr Hasan-ı


Şâzelî efendimize kadar olan Şâzelî silsilerinden biri:

Hz.Pîr Seyyid Hasan-ı Şâzelî


Hz.Şeyh Ebû Râvî Abdullah
Hz.Şeyh Ebu Terlis Ahmed
Hz.Şeyh Fethullah ibni Re’s el Kırvânî
Hz.Şeyh Abdülvâhid Dukkâlî
Hz.Pîr Seyyid Abdüsselâm el Esmer el Feytûrî el Arûsî

88
Önemli Simalar

Hz.Pîr-i Sânî Seyyid Ömer Fevzi Mardin el Arûsî es Selâmî.


Cenâbı Pîr’in bir başka Şâzelî silsilesi ile bir Çeştî silsileleri daha
vardır.

HAKKINDA YAZILANLAR (SUÇLAMALAR, İTHAMLAR


VE ETKİLENENLER, BAĞLANANLAR)
Ömer Fevzi Efendi, yazdığı eserlerle ve görüşleri ile irşad
vazifesini yürütürken, düşünceleri değişik kesimlerce tartışılmış, zaman
zaman bunun dozu kaçarak kendisini farklı merkezlere hizmetle
suçlamışlar. Döneminin siyasi otoritesi tarafından, 28.3.1944 tarihinde
“İslam Muhtırası” adlı broşüründe dini propaganda yaptığı gerekçesi ile
toplatılması isteği ile dava açılmış13, yine kendisinin “Din Dersleri” adlı
kitabında misyonerlik propagandası yaptığı ve yeni bir din aşılamağa
çalıştığı için mezkur kitabının toplatılması isteği ile 12.9.1946 tarihinde
dava açıldığını görüyoruz.14 Yine farklı tasavvuf ekollerinde de Ömer
Fevzi Mardin ismi Hristiyanlara ve Musevilere olan bakış açısından
dolayı “Bible House” (Kitab-ı Mukaddes) adına çalıştığı şeklinde
yorumlara yol açmıştır. Bunlardan en önemli kayıtlar 13 Ocak 1948’de
mütefekkir, romancı Samiha Ayverdi Hanım’ı ziyaretinde Şükrü İmre
Bey’in söyledikleridir. Orada şunları söyler: “ (…) Size geçen defa Ömer
Fevzi isminde birisinden bahsetmiştim. Geçen gün “Bible House’dan bir
memur eski Erzurum meb’usu Salih Bey’e gelerek: Siz şimdi meb’us
değilsiniz ayağınız da sakat oldu; yardıma ihtiyacınız var, bizimle beraber
çalışın. Ömer Fevzi Bey de bizimle beraberdir.” demiş”15 Yine Samiha
Ayverdi ile 30 Ocak 1948 tarihindeki görüşmesinde yine Şükrü İmre,
Ömer Fevzi Efendi’nin ehl-i kitaba olan yakınlığı ve hassasiyetini mevzu
etmiş, alaycı ifade ile “güya mürşid ve din müdafii” olduğunu ama bunun

13
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivleri, Tarih. 28/3/1944, Dosya no. 8675, Fon Kodu.
30..10.0.0, Yer no. 86.570..7
14
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivleri, Tarih: 12/9/1946 Dosya no. 86105 , Fon
Kodu 30..10.0.0 Yer no. 87.574..1.
15
Samiha Ayverdi, Mülakatlar, s.221, Kubbealtı Neşr. İst. 2005

89
Makalelerle Mardin

aksini yaşadığını iddia ederek şunları söylemiştir: “(…) Ömer Fevzi


isminde Kadıköy’ünde birisi var. (…) Ben de birkaç kitabı var. Felsefesi
şu: Dinler hep birdir. Müslüman ise ziyanı yok, Hristiyan isek de yine
Hristiyan kal, yine ziyanı yok… diyor. Halbuki, hakikatte Mecusilik,
Yahudilik, Hristiyanlık diye dinler başka başka değildir. Fakat bunların
hepsi Hz. Muhammed’de kemal bulmuş olan dinin ilk ve orta halleridir.”16
Bir diğer görüşme 24 Mart 1948 tarihinde Burhan Toprak, Ekrem Hakkı
Ayverdi ve Safiye Erol’la beraber yine Samiha Ayverdi huzurunda
oluyor. Burhan Toprak Ömer Fevzi Bey’den bahis açınca mevzu yine
“Bible House” adlı teşkilata geliyor. Burhan Toprak, Ömer Fevzi Bey’in
böyle bir teşkilatla bağı olmadığını düşünüyor. Bu zat’ın asla para
tama’ında olmadığını ifade ederek, yine katılmadığı görüşleri olduğunu da
dile getiriyor. “Mesela, O, her dine Haktır, binaenaleyh Mecusi, Musevi,
İsevi, Müslüman birdir; bu ayrılığı kaldırmak için kitapların en faydalı
kısımlarını alıp yeni bir terkip yapmak doğru olur” diyor” şeklinde
katılmadığı düşüncelerini ifade etmiş. Bu esnada Ekrem Hakkı Ayverdi
söze girerek ağır bir ithamla Ömer Fevzi Efendi gibilerinin “maksadının
dine çok kurnazca darbe vurmak olduğunu söylüyor.17 3 Temmuz 1948
tarihli Fahrunnisa Yetmen ile yapılan bir görüşmede ise, Fahrünnisa
Hanım, bir dostu vasıtası ile ziyaretine gittiği Ömer Fevzi Efendi’yi şu
şekilde anlatıyor: “(…) Yukarıdan aşağı beyaz gecelik entarisi giymiş
dilinden hadis ve ayet düşmeyen mütemadiyen okuyan ve adeta cezbe
halinde görünen bir insandı. İlk intibam gayet müsbet oldu. Bana
İslamiyet’in büyüklüğünden bahsetti ve Ankara’da bulamadığım
kitaplarını da verdi. Söz sırasında, alnında lekeye benzer bir yer
göstererek “bu nedir bilir misin? Allah’ıma secde ve şükürden hasıl olan
işarettir. “ dedi. Kitapları tetkik edip okuyan Fahrunnisa Hanım,
kanaatinin değiştiğini ve kitaplarda dinlerin mukayese edilerek
misyonerlik propagandası yapıldığı kanaati uyandığını söylüyor.

16
a.g.e. s.224
17
a.g.e. s.232-233

90
Önemli Simalar

Arkasından Samiha Ayverdi de aynı minvalde söylediği sözlerle


endişesini dile getiriyor.18
Bu ithamların dışında daha sert ve işin siyasi arka planı olduğuna
vurgu yapan kimi kalemlerde Ömer Fevzi Efendi’ye ağır ithamlar
yöneltmişler.19
Bir cephede bunlar yazılıp çizilirken diğer tarafta pek çok önemli
isim de O’nun İslâmi-tasavvufi derinliğinden etkilenmişler ve
bağlılıklarını izhar etmişleridir. Bunlar özellikle zikredilmesi gereken bir
isim hanım romancı-yazarlarımızdan Cahit Uçuk(1909-2004)’tur. Cahit
Uçuk bir gazeteye verdiği mülakatta20 ‘Mürşid’ arama sürecini ve Ömer
Fevzi Efendi ile olan tanışmasını şöyle anlatır: “(…) dönemin önde gelen
kadın yazarlarından olan Samiha Ayverdi, Safiye Erol ve Nezihe Araz
ekibi, kendi şeyhleriyle yani Kenan Rifai ile tanıştırmak ister Cahit
Uçuk'u. Kabul eder: ‘‘Gittim. Adamın gözlerine baktım, vel-fecr okuyor.
Dört tane de karısı var. Her biri bir tarafını oğuyor. Bizim kızların şeyhi
bu. Karşısında oturup hayran hayran bu manzarayı izliyorlar. Beni de bu
Rifai tarikatına sokmak istiyorlar. Ben kabul etmedim tabii ve mürşit
aramaya devam ettim. İstiklal Marşı'nın bestekárı Zeki Üngör'ün genç bir
hanımı vardı. Onunla ahbap olmuştuk. Bir gün onu yolda gördüm. Zeki
Bey'in şir-pençe çıkardığını ve ameliyata gireceğini söyledi. Arkasından
da, 'Ama' dedi, ‘‘ben şeyhime danışmadan bu ameliyatı yaptırmam.'
'Senin şeyhin mi var' diye sordum. 'Var' dedi. Kim olduğunu sorunca da,
Ömer Fevzi Mardin dedi. Her neyse, Fevzi Baba ameliyata izin vermiyor.
Bir patates alıp okuyor ve Zeki Bey'den yastığının altına koymasını
istiyor. 'Patates buruştukça bu yara da buruşacak' diyor. Nitekim öyle de
oluyor. Aydınlık adamdı yani.’’ Nitekim Cahit Uçuk Ömer Fevzi
Mardin'in müridi olur ve aralarında profesörler, avukatlar, hakimler
bulunduğu sohbet meclislerinde haftada iki bir araya gelinir. Yine Cahit
Uçuk bir eserinde Ömer Fevzi Efendi’yi şöyle nakleder: "Şimdi masamın

18
a.g.e. s.330-331
19
Kadir Mısıroğlu, Gurbet İçnde Gurbet, s.176, 186, Sebil yay. 2004
20
Sefa Kaplan, “Koca soyadı alan Halide Edip'e inat Cahit Uçuk oldu”
18.01.2003, Hürriyet Gazetesi,

91
Makalelerle Mardin

üzerinde bana yıllardan beri en ümitsiz günlerimde güç veren sıcacık ve


alçakgönüllü gülümseyişiyle bakan, adının üstüne sadece 'Allah kulu' diye
imzasını atan sevgili, aziz büyüğüm Ömer Fevzi Mardin'in resmi var. 'Bu
kalem senin elinde mi? Sen yazmaya devam et çocuğum' sözleri
kulaklarımda çınlamakta."21
Bütün bu kanaatlerin ve yazılıp çizilen beyanların dışında Ömer
Fevzi Efendi’nin Kadıköy Kalamış'taki evi dönemin fikir ve bilim
adamlarının katıldığı sohbet halkasına sahiplik etti. Kadıköy
Toplantıları'nın müdavimleri arasında Küçük Hüseyin Efendi'nin
talebelerinden Prof. Hasan Reşat Sığındım ile Prof. Süheyl Ünver'in
yanısıra Mehmet Ali Ayni, İbnü’l Emin Mahmud Kemal Bey Prof. İsmail
Hakkı İzmirli ve Cami Baykut da yer alıyordu. 22

Vefatları
1 Mart 1953 tarihinde İstanbul’da Hakka göçmüşler ve
Karacaahmed Kabristanı’ndaki Mardin Ailesi’ne mahsus yere
defnedilmişlerdir, fakat sağlıklarında halifeleri Mustafa Aziz hazretlerine
eğer bu kabrin kenarından yol geçecek olursa dayısı Bedirhanzâde Murat
Remzi Beyefendi merhumun bulunduğu aile kabristanına defnedilmesini
vasiyet buyurmuşlardır, vâkıa 1958 senesinde kabr-i şerifleri kenarından
yol geçince vasiyetleri üzerine halifeleri Mustafa Aziz Çınar hazretleri
nezaretinde ve kalabalık bir cemaatin iştiraki ile kabirleri açılmış ve bizzat
şimdiki ziyaretgâh olan yere defnedilmiştir.

21
Cahit Uçuk, Erkekler Dünyası'nda Bir Kadın Yazar, Yapı Kredi Yay. 2003;
ayrıca bkz. Abdullah Muradoğlu, “Ünlü Kadın Yazar Cahit Uçuk Üstadı Mardini
Unutmadı”, 16.08.2003, Yeni Şafak Gazetesi,
22
Yine Ömer Fevzi Efendi hakkında yazılar için bkz. Avni Özgürel, “Okur
yazarların Şeyhi”, 02/09/2001Radikal Gazetesi; Sevgi Gönül, “Meğer bizim
Ender Mermerci de Küçük Hüseyin Efendi’nin müridiymiş”,
1 Eylül 2001, Hürriyet Gazetesi; Turhan Bozkurt, “Azınlıkların Schindler’i”
Aksiyon Dergisi, sayı:354, 15-21 Eylül 2001

92
Önemli Simalar

Ömer Fevzi Mardin hazretlerinin iki oğulları ve bir kızları


olmuştur. Soyu hala devam etmektedir.

Eserleri
Ömer Fevzi Mardin ömrünü vakfettiği tasavvuf, ilim, irfan
mektebine çok sayıda eser bırakarak veda etmiştir. İlk eseri “Dini
Hasbihal” Osmanlıca olarak neşredilmiş, daha sonra yayınlanan eserleri
önceleri “İlahiyat Külliyatı” arasından çıkmış, daha sonra ise 8 Haziran
1950 tarihinde İstanbul Valiliğince kuruluşuna müsaade edilen “İlahiyat
Kültür Telifleri Basım ve Yayım Kurumu” adına yayınlanmıştır.
Yayınlanmış eserleri şunlardır:
Dînî Hasbihal (Osmanlıca), 115 sayfa, Evkâf-ı İslâmiyye Matbaası
1339-1342
(Bu kitap daha sonra Mim Kemal Öke tarafından tekrar
yayınlanmıştır, 101 s. İrfan Yayınevi, İstanbul [t.y.])
1.Başlangıçdaki Fikir, , 68 s. Hilmi Kitabevi 1940
2.Allah Mefhumu, Hilmi Kitabevi, 136 s. 1940
3.Din ve Safhaları, 45 s. 1940
4.Din ve Esasları, 94 s. 1940
5.Din ve Telakkileri, Hilmi Kitabevi, 138 s. 1940
6.Din ve Hikmetleri, 160 s. Çeltut matbaası, 1940
7.Din ve İlmihal Esasları, Bozkurt Matbaası, 119 s. 1940
8.Müslümanlık Esasları, Sinan Matbaası, 39 s. 1943
9.Hrıstiyanlarda İntibah Hareketleri, 128 s., 1943
10.Musevilere Çıkar Yol, 64 s. 1944
11.(Beşerî) Istırap, 152 s. 1944
12.(Beşerî) Ümit, 219 s. 1945

93
Makalelerle Mardin

13.(Beşerî) Kurtuluş, 284 s. 1945


14.Dinde Askerlik Kültürü, 124 s. 1945
15.Din Dersleri, 187 s. 1946
16.Hakikat İlmi-İrfan(Hz.Pir Seyyid Abdüsselam el Esmer’in
mektuplarını da tercüme edip bu kitabın içine eklemişlerdir), 300 s. 1946
17.Hayat ve Hakikat, 284 s. 1946
18.Vâridât-ı Süleyman Şerhi 2 cilt, 206 s. 1951
19.Kur’ân-Kerîm’in Mevzûlara Göre Tasnifli Şerhli Türkçe Meâli,
824 s. 1950; 2. baskı 535 s.1976
20.Hadîs-i Şerifler (Mevzûlara Göre Tasnifli Şerhli Türkçesi), 686
s. 1951; 2. baskı 488 s. 1978
21.İslâm’ın Şartlarının Şartları (Aydın Gençlere İlmihal Kültürü),
160 s. 1951
22.Müslüman Olmayanların Din Durumları, 182 s. Nur basımevi,
1952
23.Allah’ın Hilkatte Muradı
24.Kitab Ehli Ailesi
25.Allah’ı Tanıtan İsimler Sıfatlar (Esmâ-i Hüsna)
26. Şüpheler Üzerine, Haz. Safvet Senih, TÖV, 85 s. 1985

Kısa risaleler
Münâcât-Çocuk Dilinden Duâ /Ed’iye-Evrad, (16 kitaptan
müteşekkil), Hilmi Kitabevi, 1940
Münâcât-Çocuk Dilinden Duâ (İzahlı)
Münâcât-Çocuk Duâları ve İlâhileri (Manzum)
İslâm Muntırası

94
Önemli Simalar

Âsumân’ın Münâcâtı
Köylü Kardeşe 1, 62 s. 1950
Köylü Kardeşe 2
Türk ve Demokrasi, 11 s. 1950
Köylü Kardeşe Din Bilgisi (İslâm’ın Beş Şartı), 90 s. Acun
Basımevi, 1950
Muhâcirlere İlâhî Borcumuz, 14 s. 1950
Kore Savunmasına Katılmamızda Dînî Ve Siyâsî Zarûret
Dinde Güzel San’at Telâkkîsi
Peygamber Efendimizin Hayırseverlerden İstedikleri
Hazreti Muhammed Efendimizin Nebî Olarak Geleceği Hakkında
Evvelki Mukaddes Kitaplardaki Tebşiratı, Acun Basımevi, 1951 (Varidat-
ı Şerif’in 35-37 formalarından ibaret bir risaledir)
Ölüm Ve Ahiret
Kan Gütme Dâ’vâsı: Vahşiliğin Son Derecesi, 20 s. 1953

Kaynakça
Abdullah Muradoğlu, Türkeş'in Gizli Dünyası (5 bölümlük yazı
dizisi) 14-18.08.2003, Yeni Şafak Gazetesi
Avni Özgürel, “Okuryazarların Şeyhi”, 02/09/2001Radikal
Gazetesi
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivleri, Tarih. 28/3/1944, Dosya no.
8675, Fon Kodu. 30..10.0.0, Yer no. 86.570..7
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivleri, Tarih: 12/9/1946 Dosya no.
86105 , Fon Kodu 30..10.0.0 Yer no. 87.574..1.

95
Makalelerle Mardin

Cahit Uçuk, Erkekler Dünyası'nda Bir Kadın Yazar, Yapı Kredi


Yay. 2003
Kadir Mısıroğlu, Gurbet İçnde Gurbet, s.176, 186, Sebil yay. 2004
Mustafa Kara, Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri, “Ömer
Fevzi Mardin: Bir Asker” s. 266-268, Dergâh yay. 2002
Samiha Ayverdi, Mülakatlar, s.221, Kubbealtı Neşr. İst. 2005
Sefa Kaplan, “Koca soyadı alan Halide Edip'e inat Cahit Uçuk
oldu” 18.01.2003, Hürriyet Gazetesi,
Sevgi Gönül, “Meğer bizim Ender Mermerci de Küçük Hüseyin
Efendi’nin müridiymiş”,
1 Eylül 2001, Hürriyet Gazetesi
Şeyh Mihriddin Arusi, Hazret-i Seyyid Abdüsselam el Esmer, “İki
Gavsül En’am” dan Cenab-ı Pir’e ait olan bölüm, İst. 1971
Turhan Bozkurt, “Azınlıkların Schindler’i” Aksiyon Dergisi,
sayı:354, 15-21 Eylül 2001
Yusuf Turan Günaydın “Yusuf Sıdkı Mardini Biyografisi”
yayınlanmamış çalışma, 2006
Vakit Gazetesi (günlük gazete), Sahibi Asım Us, Aralık 1951 ve Mart
1952 arası nüshalar.

96
MİDYAT VE ÇEVRESİNDE DİNLERARASI HOŞGÖRÜNÜN
TESİSİNDE ÖRNEK BİR ŞAHSİYET: FETHULLAH HAMİDİ
M. Cengiz YILDIZ*

Osmanlı devleti, içinde barındırmış olduğu farklı dilden,


dinden, ırktan insanların çokluğuyla dikkatleri üzerine çekmektedir.
Farklı özellikte birçok insanı bir arada tutan Osmanlı devleti, bu
insanların adalet içinde yaşamalarına özel bir itina göstermiştir.
Osmanlı devleti, fethetmiş olduğu yerlerdeki insanların; örfüne,
âdetine, diline ve dinine müdahale etmemiş, onları Müslümanlaştırma
ya da Türkleştirme yoluna gitmemiştir.
Devlet, farklı özellikte olan insanların bir arada barış içinde
yaşamasını temin ettiği gibi, toplumda sözü geçen bazı liderlerin de,
belli dönemlerde barışın egemen olması için çaba sarfettikleri
görülmüştür.
Bu çalışmada, toplum önderi olarak öne çıkan ve özellikle
Midyat ve çevresinde farklı dinlere mensup insanların bir arada ve
barış içinde yaşaması konusunda büyük katkısı olan Fethullah Hamidi
ele alınacaktır.
Farklı din mensuplarının barış ve hoşgörü içinde yaşaması
yönüyle dikkat çekmesinden dolayı, öncelikli olarak, Osmanlı öncesi
Makalelerle Mardin

ve Osmanlı toplum yapısı içinde gayrimüslimlerin durumu ile ilgili


birtakım tespitlerde bulunma gereği ortaya çıkmaktadır.1
Hoşgörü; “anlayışla karşılama, görmezlikten gelme, aldırış
etmeme” gibi anlamlar içermektedir. Görmezlikten gelme ve aldırış
etmeme, bir sorumsuzluk içermektedir ki, sorumsuzluk dinsel açıdan
kabul edilmeyen bir davranıştır. “Anlayışla karşılamak ise, böyle
değildir. Anlayışla karşılamak, yaşaması ve kendini gerçekleştirmesi
için, kendi haklarına gösterilmesini istediği saygıyı, kendisininkinden
farklı kültürlerin insanlarına göstermeye hazır olmaktır”
(Bilgin,2002). Dinlerarası hoşgörü ise, farklı dinsel inanca sahip
insanların, bu inancına saygı duymak ve dinsel inanç farklılığını bir
zenginlik olarak görmek biçiminde ele alınabilir.
Osmanlı’da, gayrimüslimlerle olan ilişkilerin çerçevesinin, daha
önce aslında, İslam Peygamberi tarafından çizilmiş olduğu
görülmektedir. Dinsel hoşgörüyle ilgili Kur’an’da; “Dinde zorlama
yoktur” (Bakara,256) ve “inanmaları için insanları zorlayacak mısın”
(Yunus,99) biçiminde ayetler bulunmaktadır. Medine Sözleşmesi’nin
25. maddesinde, “Yahudilerin dinleri kendilerine, mü'minlerin dinleri
kendilerinedir” biçiminde bir ifade bulunmaktadır (Öztürk,2002).
İslam Peygamberi’nin, Hicri ikinci yılda yazdırmış olduğu bir
ahitnamede; Nasranî Yakubi (Süryani) ile diğer Nasranî taifelerine,
Mısır’daki Kıptilere ve dünyanın diğer bölgelerde yaşayanlara
haksızlık yapılmaması konu edinilmektedir. Bu ahitname, 30
Sahabenin şahitliğinde yazılmış ve imzalanmıştır. Yine, Hicri 15,
Miladi 636’da, Halife Ömer döneminde hazırlanan bir ahitnamede,
Nasranî Yakubilere (Süryani) haksızlık yapılmaması, vergi
alınmaması ve güvenliklerinin sağlanması yönünde garanti verilmiştir.
Halife Ömer döneminde yazılan bu belge, birçok Sahabenin şahitliği
altında olmuş ve Kudüs’teki Süryanilerin Patriğine gönderilmiştir. Bu
belge, İslam Peygamberi’nin vermiş olduğu vasiyetname esas alınarak
hazırlanmıştır. Benzer bir ahitname, Melkit Patriği Suğruniyos’a da
verilmiştir (Akyüz,2002,134;146–148;158–161).

*Yrd. Doç. Dr. M.Cengiz YILDIZ Dicle Üniversitesi .Fen-Ed.Fak.Sosyoloji


Bölümü. “Geçmişten Günümüze Midyat Sempozyumu” 19-21 Haziran 2003
Midyat, sunulan bildiri

98
Önemli Simalar

Necran Hıristiyanları ile yapılan sözleşmede; “onların


mallarına, canlarına, dini hayat ve tatbikatlarına, hazır bulunanlarına,
bulunmayanlarına, ailelerine, mabetlerine, az olsun çok olsun onların
mülkiyetinde bulunan her şeye şamil olmak üzere, Allah’ın himayesi
ve Resulullah Muhammed’in zimmet’i, Necranlılar ve onlara bağlı
etraftakiler üzerine bir haktır. Hiç bir piskopos kendi dini vazife
mahalli dışına, hiç bir papaz kendi papazlık vazifesini gördüğü
kilisenin dışına, hiç bir rahip içinde yaşadığı manastırın dışına, başka
bir yere alınıp gönderilmeyecektir”. “Onların ne hak ve hukuku ve ne
de onların alışageldikleri hiçbir şey, bir değişikliğe tabi tutulacaktır.
Onlar samimiyetle hareket edip, üzerlerine düşen vazifeleri, hakkıyla
ifa ettikleri müddetçe, Allah’ın ve Resulünün zimmeti bunlar üzerine
olacaktır. Onlar ne bir zulme uğrayacaklar ve ne de kendileri
başkalarına zulmedeceklerdir” (Öztürk,2002).
Halife Ömer, Medain Hıristiyanlarına verdiği taahhütte,
“Hıristiyan dini üzere olanlardan hiçbir kimse, istemeyerek Müslüman
yapılmaya zorlanmaz” maddesi yer almıştır (Öztürk,2002). İslam
Halifesi Ömer döneminde, Halid bin Velid kumandasındaki İslam
orduları, Mezopotamya’ya yürüdüklerinde, Süryaniler, onlara karşı
koymamış ve tebaa olmayı kabul etmişlerdir. Halife Ömer, bu olay
üzerine, bir ahitname vererek, Süryanilerin can, mal ve ırzlarını devlet
teminatı altına almıştır (Sertoğlu,1974,78). Bu jestten dolayı,
Süryaniler, Halife Ömer’e “Faruk” ismini vermişlerdir. Faruk,
kurtarıcı anlamına gelmektedir. Bu lakabı, Arapların, Süryanilerden
aldıkları ifade edilmektedir. Süryaniler, İslam’ın, kendilerini
“koruyucu” bir fonksiyon üstlendiğini belirtmektedirler. Halifeler
döneminde, Süryanilerin, büyük müsamaha görmelerinde, bilim ve
kültür alanında İslamiyet’e olan katkılarının etkili olduğu dile
getirilmektedir (Günel,1970,321–322). Süryaniler, kendilerinin varlık
sebebinin, İslam Peygamberi ve Halife Ömer’in ahitnamesi olduğunu
her ortamda ifade etmektedirler (Sertoğlu,1974,78).
Hıristiyanlığın ilk haline çok benzemesinden dolayı, Süryanilik
ve Süryaniler adına, Emevi ve Abbasiler devrinde büyük itibar elde
edilmiştir. Selçuklu döneminde, bu din mensuplarına, devlet ve
toplum tarafından her durumda sahip çıkılmış ve Bizans Rum
Ortodoks Kilisesi’ne karşı, ancak bu şekilde korunmuşlardır
(Sertoğlu,1974,78–79).

99
Makalelerle Mardin

Osmanlı devletinin, Hıristiyan ve Yahudilere, “ehl–i kitap”


kavramı çerçevesinde özel bir statü verdiği görülmektedir. Farklı
dinlerden, kültürlerden, ırklardan olan insanları, “bir arada yaşatma”
başarısı gösterdiğini görmekteyiz. Belli dönemlerde, bu uygulamada
birtakım aksaklıklar olmuşsa da, bu durum “ara dönem” olarak
değerlendirilebilir.
Osmanlı devleti, tarihte eşine nadiren rastlanacak bir şekilde ve
bütün dinlere eşit davranmış, farklı dinlere mensup insanlar, dinlerinin
gereklerini yerine getirmiş ve bu arada kendilerine özgü kültürlerini
de rahatça yaşamışlardır (Braude–Lewis,2000). Bunun göstergesi,
yüzyıllar boyunca birkaç kıtada hüküm süren Osmanlı’nın
yıkılmasından sonra, ortaya çıkan yeni ülkelerdeki insanların din, dil,
ırk, kültür vs. bakımından farklı özellikler sergilemesidir.
Osmanlı’da, “her bir grup kendi dinini devam ettirip, kendi
kültür ve dilini kullanır; kendilerine has fikir ve yöntemlere sahiptir.
Bu, farklı özelliklere sahip grupları bir arada yaşayan, fakat aynı
zamanda, siyasî yapı içerisinde birbirinden ayrı olan çoğulcu bir
toplumdur” (Braude–Lewis,2000).
Osmanlı’da, gayrimüslimlere karşı herhangi bir haksızlık
yapılması durumunda, devlet merkezinden anında ferman
gönderilmekte ve olaya müdahale edilmektedir. Farklı din mensupları
arasında çıkan ihtilaflarda ise, cemaat içinde sıkıntı oluşturan kişiler,
cemaatin önde gelenlerinin arzı doğrultusunda, devlet tarafından
cezalandırılmaktadır (Yılmazçelik,1995,118–119).
Bizans İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altında yaşayan Ermeni,
Süryani ve Rumlar, bu idareden gördükleri zulümden dolayı, Türk
hâkimiyetini “hararetle arzu etmiş”lerdir (Ünal,1989,69–70).
Osmanlı’da hoşgörünün göstergelerinden birisi, devlet nüfusunun
2/3’sini farklı din ve ırka sahip olanların oluşturmasıdır. Osmanlı’ya
gelen seyyahların en çok dikkatini çeken husus, bu ırk, dil ve din
çeşitliliğidir. Osmanlı gerek din, gerek etnik açıdan mozaik bir yapıya
sahiptir. Ülkenin egemenlik sahası içerisinde; Ermeniler, Yahudiler,
Romenler, Slavlar, Arnavutlar, Araplar, Habeşler, Kürtler, Çingeneler,
Yunanlılar, Bulgarlar, Pomaklar, Sırplar, Hırvatlar, Karadağlılar,
Bosnalılar, Macarlar, Polonyalılar, Gürcüler, Romenler, Türkler
(Gagavuzlar), Habeşler, Şemsiler, Yezidiler, İsmaililer, Katoliklerden;
Latinler, Katolik Ermeniler, Katolik Gürcüler, Katolik Süryaniler,

100
Önemli Simalar

Kildaniler, Marunîler, Kıptiler, Katolik Rumlar, Katolik


olmayanlardan Ortodokslar, Gregoryenler, Nasturiler, Yakubiler,
Melkitler, Mandeiler, Musevilerden; Rabbaniler, Karailer, Samiriler,
Sabiiler (Öztürk,2002; Albayrak,1997,119) bulunmaktaydı.
“Osmanlı, idare ettiği halkı devlete yaklaştırarak, inancı ve
etnik yapıları ne olursa olsun, farklı toplulukları tek bir vücut haline
getirmiş ve temeli ırk, din ve mezhep birliği zorunluluğuna
dayanmayan bir millet şuurunun oluşmasına neden olmuştu”
(Erdemir,2001). Osmanlı, devlet sınırları içinde yaşayan ve farklı
dine, dile ve etnik kökene mensup insanların bu farklı özelliklerini,
ortadan kaldırmaya çalışmamıştır. Farklı dine, dile, etnik kökene
mensup olanların birbirine baskı yapmasına bile izin vermemiştir.
Devlet, bir anlaşmazlık durumunda hakem rolünü oynamış ve devlet
içindeki farklılıkların her zaman korunması yönünde bir siyaset
izlemiştir.
Şehir merkezlerinde, gayrimüslim nüfusa büyük bir hoşgörüyle
yaklaşıldığı, birçok kaynakta mevcuttur. Aynı şekilde, kırsal alanda
bulunan gayrimüslim nüfus da –gerek Müslüman nüfusla karışık
yaşadıkları köylerde ve gerekse de köyün çoğunluk veya bütün
nüfusunu oluşturdukları köylerde– “sulh ve sükûn” içinde yaşamıştır
(Ünal,1989,71; Özkaya,1985,158). Osmanlı devletinin, yıkılma
dönemlerinde bile, azınlıklar konusunda çok müsamahakâr davrandığı
dikkat çekmektedir.
Semt pazarlarının gününün tespitinde bile, gayrimüslimlerin
talepleri göz önüne alınmaktadır. “Bilecik’te semt pazarının günü,
mahalli idare tarafından Pazartesi’nden Pazar gününe alındığında, dini
günlerine rast geldiğinden, gayr–i Müslimlerin vaki şikâyeti üzerine
tekrar merkezi idare tarafından Pazartesi gününe alınmıştır”
(Öztürk,2002).
Brockelman, Osmanlı hoşgörüsüne dair şöyle demektedir;
“Müslüman Türkler, fetihler esnasında isteselerdi, Hıristiyanları
tamamen yok edebilirlerdi. Fakat mensubu bulundukları din, buna
müsaade etmez. Bu yüzden Fatih Sultan Mehmed, nasıl ki daha
önceleri dedeleri, kendi kilise teşkilatında serbest bırakmak suretiyle,
Bulgarları rahatsız etmedilerse o da, dini eski gelenekle tanınmış
İslâmi devlet görüşüne de tamamıyla uygun olarak, Ortodoks Rum
ruhani sınıfının silsile–i meratibini bütün salahiyetleriyle tanıdı. Hatta

101
Makalelerle Mardin

o, Hıristiyanlar üzerindeki medeni hukuk alanında, kaza hakkını


tanımak suretiyle, kilisenin nüfuzunu artırdı bile” (Öztürk,2002).
Gibbons; “Yahudiler’in toptan öldürüldüğü ve Engizisyon
mahkemelerinin ölüm saçtığı bir devirde Osmanlılar, idareleri altında
bulunan çeşitli dinlere bağlı kimseleri, barış ve ahenk içerisinde
yaşatıyorlardı. Onların müsamahakârlığı; ister siyaset, ister halis
insaniyet duygusu, isterse lakaydi neticesi meydana gelmiş olsun, şu
vak’aya itiraz edilemez ki, Osmanlılar, yeni zaman tarihinde
milliyetlerini tesis ederken, dini hürriyet umdesini temel taşı olmak
üzere vaz etmiş ilk millettir. Ardı arkası kesilmeyen Yahudi ta’zibatı
ve Engizisyona resmen yardım mesuliyeti lekesini taşıyan asırlar
esnasında Hıristiyan ve Müslümanlar, Osmanlıların idaresi altında
ahenk ve barış içinde yaşıyorlardı” demektedir (Öztürk,2002).
Osmanlı’da, “mahkeme kararları incelendiği zaman, bir gayr–i
Müslimin bir Müslüman’dan farklı tutulmayarak, dini ya da ırki
mensubiyete göre değil, haklılık ve haksızlıklarına göre hüküm
verildiği anlaşılır” (Erdemir,2001).
“Osmanlı’da din (İslâm), bir yandan halk arasında hâkim bir
ideolojinin oluşmasını sağlarken, diğer yandan da, Müslüman
olmayan başka dinlere mensup halk, kendi inanç ve ibadetlerinde
serbest bırakılmıştır” (Erdemir,2001). W.Sheppard, Türkler için,
“daima centilmendirler” (Göyünç,2000) ifadesini kullanmaktadır.
Osmanlı hükümdarları (Kanuni Sultan Süleyman, III. Murat,
I.Abdulhamit, I.Abdulaziz, II. Mustafa, III. Mustafa, I.Ahmet, VI.
Mehmet, III. Ahmet, II. Mahmut, II. Selim, I.Abdulmecit, II.
Abdülhamit) İslam Peygamberi’nin farklı din mensupları (ve özelde
Süryaniler için) için vermiş olduğu ahitnameye dayanarak, belli
aralıklarla fermanlar göndermişler ve gayrimüslimlerin bu sayede
haklarının korunmasını sağlamışlardır (Akyüz,2002).
II. Mahmut’un azınlıklarla ilgili ifadeleri şöyledir: “Siz Rumlar,
siz Ermeniler ve siz Yahudiler hepiniz, Müslümanlar gibi Allah’ın
kulu ve benim tebaa’msınız. Dinleriniz başka başkadır. Fakat hepiniz,
devlet kanunlarının ve irade–i şahanemin himayesindesiniz. Size tarh
edilen vergileri ödeyin. Bunların kullanılacakları maksatlar, sizin
emniyetiniz ve refahınızdır” (Öztürk,2002).

102
Önemli Simalar

Çalışmayla ilgili olması nedeniyle, Süryaniler üzerinde de


kısaca durulmasında yarar bulunmaktadır. Süryaniler, M.S.37’den beri
İncil’i tanımakta ve Hıristiyanlık dinine inanmaktadırlar
(Çelik,1996a,334). Hiçbir zaman, devlet kurma gibi bir amaç peşinde
olmamışlardır. Hıristiyan olan ve olmayan unsurlar tarafından, tarihin
çeşitli dönemlerinde birtakım sıkıntılara maruz bırakılmışlardır.
Süryani cemaatinin tarih boyunca gördüğü zulümleri, Günel şöyle
sıralamaktadır: 1.Roma imparatorlarının zulmü, 2.Bizans
Hıristiyanlarının zulmü, 3.Yahudilerin zulmü, 4.Roma–İran, Bizans–
İran arasında yapılan savaşlardan dolayı yapılan zulümler, 5.İslam
Peygamberi ve Halife Ömer’in ahitnamelerine sadık kalmayan bazı
Müslüman devletlerin zulmü (Günel,1970,320).
Mardin ve –özellikle– Antakya Süryanileri, Roma Katolik ve
Bizans Rum Ortodoks kiliselerinin yoğun baskılarından, ancak,
Türklerin ve Müslümanların bölgeye gelmeleriyle kurtulmuşlardır
(Çelik,1996,59).
Türk Süryani Tarihi kitabının Süryani yazarı Horepiskopos
Aziz Günel’e göre, Türkiye’de üç grup azınlık vardır. Bunlar; Rum,
Ermeni ve Yahudilerdir. Süryaniler, kendilerini “azınlık” olarak
görmemektedirler. Bu insanlar, başka ülkelerden gelmedikleri gibi,
dünya çapında kendilerinin kurmuş oldukları bir devletleri de
bulunmamaktadır. Bundan ötürü, Süryaniler, kendilerini “Türk
Süryaniler” olarak bilmekte ve Türklükle övünmektedirler.
Süryanilerin, “azınlık” sayılma yönünde birtakım çabaları da mevcut
bulunmaktadır. Son dönemlerde, bazı taleplerin devlet yöneticilerine
götürülmekte olduğu dikkat çekmektedir (Albayrak,1997,120).
Farklı birçok din mensubunda olduğu gibi Süryaniler de,
Osmanlı’da oldukça serbest bir şekilde hareket etmişler, ekonomik
açıdan çokça zenginleşmişlerdir. Özellikle ince el sanatları (el nakışı,
basmacılık, yün ve ipek halıcılık, bakırcılık, kilim dokumacılığı vs.)
ve mimaride (taş oymacılığı, kesme taş vs.) uzmanlık kazandıkları
dikkat çekmektedir (Koluman,2001,122–125).
Süryaniler, Osmanlı’da, kendilerine 1844 yılında verilen
beratla, “millet” statüsüne yükselmiş ve Süryani Patriği, Süryani
toplumunun ruhani ve dünyevi olarak kabul edilmiştir
(Sonyel,1999).

103
Makalelerle Mardin

Türkdoğan, Batı Süryanilerinin (Türko–Semitler),


yüzyıllardır Türklerle birlikte yaşadıklarını ve her yönüyle,
“Türklerden ayrı bir millet değil, Türkî bir cemaat özelliği
taşı”dıklarını ifade etmektedir. Türoyo denilen, Türkçe’nin ağır
bastığı bir Arap diyalektiğinin, Süryanilerce konuşulması, iki
toplumun birlikteliği açısından önemli bir simge olarak
görülebilmektedir (Türkdoğan,1997,198–199).
I.Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte, Güneydoğu Anadolu
Bölgesi’nde yaşayan hem Müslüman ve hem de gayrimüslimlerde
büyük bir tedirginlik meydana gelmiştir (Dolapönü,1972,60–61).
Bölgede yaşayan azınlıklardan özellikle Ermeniler, Batılı devletlerinin
kışkırtmasıyla harekete geçmiş ve bölgede barış içinde yaşayan farklı
dinlere mensup insanlar, birbirine düşman edilmek istenmiştir. Ermeni
komitacılar, Savaş ortamından yararlanarak, bölgede on binlerce
Müslüman’ı katletmişlerdir. Yüzyıllar boyunca, bölge halkıyla barış
içinde yaşayan bu insanların, devletle hiçbir şekilde problemleri
olmamıştır. I.Dünya Savaşı döneminde, özellikle Hınçak ve Taşnak
gibi örgütlerin, halkı kışkırttığı, hatta örgüte karşı çıkan Ermenilerin
bile, bu örgüt mensupları tarafından öldürüldüğü ifade edilmektedir.
Kendini korumak amacıyla, Müslüman halk da taarruza geçmiş ve
bölgedeki barış havası, yerini bir iç savaşa bırakmıştır. Bölgede
bulunan Müslüman yaşlıların anlattıklarına göre, Ermenilerden bir
kısmı bile, adı geçen zararlı örgütlere kanmamışlardır. Hatta birçok
Ermeni’yi, Müslüman komşuları, evlerinde gizlemek suretiyle
katliamdan kurtarmışlardır.
“Rus kuvvetleri, 1914 yılında, Doğu Anadolu’daki Osmanlı
sınırından içeriye girmeye başlayınca, Ermeni gönüllülerden oluşan
bir kuvvet Rus güçlerine katılırken, Ermeniler Anadolu’da isyan
çıkardılar. Bu olaylar üzerine Osmanlı Hükümeti, Osmanlı
kuvvetlerine herhangi bir şekilde zarar verecek eylemlerden kaçınmak
amacıyla Van, Bitlis ve Erzurum’daki Ermenilerin bu illeri
boşaltmasını öngören bir karar aldı. Bu kararda, Ermenilerin, Irak’taki
Musul kentine göç etmeleri isteniyordu. Devlet, Ermenilerin yolculuk
süresince kalmaları için yollarda kamplar kurdu. Savaşın bütün
şiddetiyle ağırlığını hissettirdiğini bu sırada, bütün bölgelerdeki
Osmanlı kuvvetlerine, Kürtlerin, köylülerin ve diğer Müslümanların
saldırılarından Ermenilerin korunması için emir verildi. Bu emrin
amacı, Ermenilerin göç sırasında güvenliklerini sağlamaya ve yeterli

104
Önemli Simalar

yiyecek vermenin yanı sıra yoluculuk için gerekli ortamın temin


edilmesine yönelikti. Bu talimatlar kapsamında, Ermenilerin boşalttığı
ev ve işyerlerini kullanan Müslümanlardan kira ödemeleri ve
sahiplerinin geri dönmesiyle konut ve dükkânları iade etmeleri
hakkında maddeler bulunuyordu” (www.ermenisorunu.gen.tr).
“Osmanlı Devletine karşı önyargılı olanlar, Ermenilerin
uzaklaştırılması (tehcir) hareketini Osmanlıların, Ermenileri toplu bir
biçimde katletmesi ve yok etmesi olarak nitelediler. Önyargılı
kişilerce hazırlanan raporlarda, uzaklaştırma hareketi sırasında
Ermenilerin üçte birinin öldüğü ve zayiatın 1.5 milyon olduğu, geriye
kalan üçte birlik bölümün yaşamlarına devam ettiği ve diğer üçte
birlik bölümün de uzaklaştırma esnasında kaçtığı belirtilmektedir. Bu
sözler abartılı ve Osmanlı Devletine karşı önyargılıdır. Bazı ölüm
olaylarının olduğu gerçektir. Bu ölüm olayları, Ermeniler
Anadolu’dan geçerken vuku bulmamış; Musul bölgesine gidişleri
sırasında meydana gelmiştir. Önyargıyla hareket eden bu kişiler,
uzaklaştırma olayının, Ruslarla amansız bir savaşa giren Osmanlı
kuvvetlerinin güvenliği için gerekli olduğunu, savaşın, Ermenilerin
yoğun olarak yaşadığı bölgeye yakın yerlerde gerçekleştiğini ve
hükümetin, göç ettirme sırasında Ermenilerin tam olarak korunması
hususunda emirler çıkarttığını görmezlikten gelmektedirler”. Osmanlı
Devletine önyargılı yaklaşanlar, Osmanlı’yı vahşetle suçlarken;
“Ermeni teröristler kanlı eylemler düzenliyor, devlet aleyhine siyasi
faaliyetlerde bulunuyor ve devlet adamlarına yönelik suikastlara
girişiyorlardı” (www.ermenisorunu.gen.tr).
1914 yılı Ağustos ayında, Süryani Patriği Mar Shimoun
(Şamun–Şamcun) ile Van valisi irtibata geçmiş, Süryanilerin
savaş sırasında yansız kalmalarına karşılık olarak; mali, idari ve
dini sorunlarına çözüm getirileceği sözü verilmiş, Patrik de, bütün
şartları kabul etmiştir (Sonyel,1999). Adı geçen patrik,
Osmanlı’yla çok iyi ilişkiler içinde olan birisidir. Öyle ki, 1910’lu
yıllarda, Patrik Şamun’a ikinci ve üçüncü dereceden Mecidiye
Nişanı verilmiştir (Hanım,1996,64).
1914’te Mardin’i ziyaret eden Enver Paşa’ya, Patrik III. İlyas,
şu sözleri söylemiştir: “Efendim, biz Süryani Kadimler Osmanlı’yız.
Devletimize bağlıyız. Devletten yardım bekliyoruz” (Nsibin,2001,71).
1918 yılında Mardin’i işgal planları yapan İngilizlere karşı, bütün

105
Makalelerle Mardin

bölge halkı tek vücut olmuş, bu arada kendisiyle görüşülen Patrik 3.


İlyas Şakir Efendi, şu görüşü beyan etmiştir: “Biz Türk’üz. Türk
idaresinden başka bir idareyi istemiyoruz. Aksi halde, yekvücut olarak
canen ve malen mücadeleye hazırız” (Dolapönü,1972,102–103).
Süryanilerin, Osmanlı’da sükûn içinde yaşadıklarına dair genel
bilgilere karşıt olarak, ileri sürülen tezlerden birisi, Süryanilerin,
I.Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında birtakım baskılara maruz
kaldıkları biçimindedir (Bilge,1991,108–115). Bu konuda birtakım
bilgiler mevcutsa da, bu durumun genel bir yapı arzetmediği ve Türk
toplumunun farklı din mensuplarına her zaman hoşgörülü davrandığı
ve barış içinde yaşamanın asıl gaye olduğu ifade edilebilir.
İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın (British Foreign Office) gizli
belgelerinde bile, Süryanilerin, I.Dünya Savaşı’ndan önce,
“tümüyle mutlu” bir yaşam sürdükleri ifade edilmektedir. Bu
belgelerde, “birçok Müslüman aşiretlerce çevrilmiş olmalarına
karşın”, Batılı devletler bu bölgede belirmeden önce, iki din
mensupları arasında “dostane” ilişkiler sürekli devam etmiştir
(Kurtcephe,1993). Öyle ki, Süryaniler ile Müslümanlar, din farkı
gözetmeksizin, cenaze törenlerinde biribirlerinin mezarlarına
kadar gitmekte, düğünlerde birlikte halay çekmektedirler
(Türkdoğan,1996,358). İki din kesimi arasındaki ilişkiler, dinsel
emirler gereği ve spontane bir halde gelişirken, dış güçlerin
hedefi ise her zaman, bölgedeki farklı özellikteki insanları biri
birine düşürmek ve bu sayede menfaat sağlamak olmuştur.
I.Dünya Savaşı’nın devam ettiği günlerde, Rusların
kışkırtmasıyla, Ermeniler bölge çapında ayaklanma
başlatmışlardır. Bu arada, Ermenilere destek veren bazı Süryani
gruplar da olmuştur (Kurtcephe,1993). Süryanilerin, Ermenilere
verdikleri destek, kitlesel anlamda olmamış, çoğu yerde bireysel
bir davranış olarak kendini göstermiştir. Rus, İngiliz ve
Ermenilerin gerçek niyetleri konusundaki bilgilerin, özellikle
İngiliz diplomatların şifreli ve gizli mektup ve yazışmalarından
alınması önemlidir. Çünkü kişiler arasında işbirliğini ve birlikte
hareket etmeyi amaçladığından, bu bilgilerin, gerçek dışı veya
abartılı olabilmesi ihtimali çok düşüktür veya yoktur.

106
Önemli Simalar

I.Dünya Savaşı sırasında, dış güçler, bölgede yaşayan


Yezidileri ve Keldanileri de etkilemiş ve bu gruplar da, belli
noktalarda isyanlar başlatmışlardır (Kurtcephe,1993).
Ruslar, bölgede etkin bazı Kürt aşiretlerinin isyan etmesi
için destek vermiş ve bunda başarılı olmuşlardır (Sonyel,1999).
Bunlara bakılarak, dış güçlerin özellikle bu bölge bazında farklı
özelliklerde (din, etnik köken vs.) olan kesimleri kullanma yoluna
gittikleri ve kendi menfaatine yönelik olarak kullandıkları ifade
edilebilir.
Ruslar ve daha sonra Ermeniler, Süryanilere; “Hıristiyan
oldukları için, olaylara karışmak zorunda kalacakları ve nasıl olsa
zulme uğrayacakları, dolayısıyla İtilaf Güçleri’nden ( İngiltere,
Fransa, İtalya ve Rusya) yana savaşa girmeleri”nin zorunlu
olduğu konusunda ikna etme yoluna gitmişler ve birtakım sözler
vermişlerdi (Sonyel,1999). Buna rağmen, İtilaf Devletleri’ne
toplu anlamda destek verilmediği, bazı yerleşim yerlerinde
Ermeni ve Rusların baskılarıyla, sadece kısmi destek alındığı,
bölgeyi tanıyan kişiler tarafından dile getirilmektedir.
İngiliz yazar Perley, I.Dünya Savaşı sırasında,
Süryanilerden bir kısmının, salt Osmanlı yönetimi kötü olduğu
için değil, yabancı güçlerin kışkırtmalarıyla, birtakım aykırı
hareketlerde bulunmuş olduklarını ifade etmektedir
(Sonyel,1999). O dönemlerde, bölgede propaganda yapan Rus,
İngiliz ve Ermeniler; “İsa’nın Yeryüzündeki Krallığı”nın
kurulması sözünü vermişlerdir (Sonyel,1999).
Süryani Patriği Mar Shimoun’un kız kardeşi Surma Hanım,
I.Dünya Savaşı yıllarında, kendilerinin herhangi bir zarar
görmemesi için emirler verildiğini, ancak, “ikinci derecedeki
memurların gaddarlık yaptıklarını” ifade etmektedir
(Hanım,1996,64). Buna göre, farklı iki din kesimi arasında, o
dönemlerde meydana gelen bazı tatsız olayların bireysel olduğu
ve kesinlikle Osmanlı’nın devlet politikası olmadığı ifade
edilebilir.
Süryanilerle, aralarında husumet bulunan bazı etnik
kesimlere (Kürtler) mensup “çapulcu”ların, Süryani yerleşimlerini
bastıkları ve bu kesimle savaştıklarına dair kayıtlar bulunmaktadır

107
Makalelerle Mardin

(Sonyel,1999). Dolayısıyla, I.Dünya Savaşı sırasında,


Osmanlı’nın bahsedilen kesime (Süryani) karşı, planlı bir imha
hareketine giriştiği biçimindeki görüşler, bir iddia olmaktan öteye
geçmemektedir.
Mardin ve çevresinden kısa bir süre ayrı kalan Süryaniler,
Mondros Mütarekesi’nden sonra, tekrar eski yerlerine dönmüşlerdir
(Dolapönü,1961,67).
Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Atatürk, Ankara’ya ilk geldiğinde,
garda karşılayanlar içinde Patrik 3. İlyas da bulunmuştur. Atatürk de,
her hal ü karda, Süryanilere sahip çıkmıştır (Sertoğlu,1974,80;
Günel,1970,321–322). Atatürk, Süryanilerin savaş yıllarında
gösterdikleri sadakatle ilgili olarak şu ifadeleri kullanmıştır: “Süryani
Patriği 3. İlyas’ın, Milli Mücadele yıllarında müstevlilere karşı, bu
yurdun evladı olarak takındığı mücadeleci tavır, Milli Mücadele
kahramanlarından olduğunu göstermiştir” (Dolapönü,1972,102).
1923 yılında imzalanan Lozan Anlaşması ile –daha çok Ermeni
ve Rum– gayrimüslimlere güvenlik teminatı verilmiştir. Bu
azınlıkların kendi okullarını açmalarına izin verildiği gibi,
mahkemelerde ve okullarda anadillerini kullanmaları da sağlanmıştır.
Süryani ve Arap Ortodoks Hıristiyanlar, anlaşma imzalandığı tarihte,
kilise teşkilatına sahip olmadıklarından, bu kapsam içine
alınmamışlardır. Buna rağmen, o tarihten günümüze kadar, hiçbir
ciddi problemle karşılaşmadan yaşamlarını sürdürmüşlerdir
(Albayrak,1997,120).
Süryanilerin Patriklik merkezi, 1932 yılına kadar Mardin iken,
Patrik İlyas Şakir’in Hindistan’da ölümünden sonra, 1933’te Suriye
Humus’a, 1960’ta da Şam’a taşınmıştır. Patriklik merkezi Şam’da
olmasına rağmen, miladi altıncı yılda Antakya’da kurulan Saint Pierre
Kilisesi’nden getirilen kutsal taş, Deyruzzafaran Manastırı’nda
bulunmaktadır. Bundan dolayı Mardin, dünya Süryanileri adına her
zaman önemli bir konumda bulunmaktadır (Türkdoğan,1996,356–
357).
Süryani cemaati, Atatürk devrimlerini memnuniyetle
karşılamıştır. Yeni Türk Alfabesi kabul edildiği tarihte, Hindistan
seyahatinde bulunan Patrik, telgraf çekmiş ve bütün yazışmaların yeni
harflerle yapılmasını istemiştir. Yine, dini kisveyle dolaşılmamasına

108
Önemli Simalar

ilişkin karara ilk uyanlar da Süryaniler olmuştur. Patrik Vekili


Abdülahad, ilk defa sokağa sivil kıyafetle çıkmış ve cemaatine örnek
olmuştur (Sertoğlu,1974,81–82).
Belli dönemlerde, Müslümanlarla Süryaniler arasında meydana
gelen bazı hoşnutsuzlukların önlenmesinde, toplum liderlerinin önemli
bir fonksiyon gördükleri dikkat çekmektedir. Şırnak’a bağlı İdil ilçesi
(eski ismi Hazak) ve civarında farklı dinlere mensup insanları
kaynaştırıp bütünleştirmede, Sardahle Köyü’nde bulunan Şeyh
Nuri’nin ve Hanna Maksi’nin büyük emeklerinin olduğu görülmüştür.
Farklı dinlere mensup insanlar, tesis edilen bu barış ortamında, bir
bütün halinde, uzun yıllar yaşamışlardır (Nsibin,1998,19).
Fethullah Hamidi’nin dedesi olan Hamid Mardini, 1802’de
Siirt’te doğmuştur. Önce Hasankeyf’te bulunmuş, Mardin yöresinde
saygınlığı olan bazı kişilerin (Çelebiler) isteğiyle, Hasankeyf’ten
ayrılmış ve 1844 yılında Savur’a yerleşmiştir. 1882 yılında ise
Mardin’de ölmüştür. Fethullah Hamidi’nin babası İbrahim Hamidi,
1822’de Siirt’te doğmuş, 1943 yılında Mardin’in Dara köyüne
yerleşmiştir. Bir yıl sonra, Kayapınar’a (Aynkaf) geçmiş ve orada
ikamet etmeye başlamıştır. 1895 yılında aynı yerde ölmüştür
(Hamidi,2002,13–28; H.Hamidi).
Midyat ve çevresinde, özellikle derin hoşgörüsü ve problemleri
çözmesiyle tanınan Fethullah Hamidi, Seyyid İbrahim Hamidi’nin
oğludur. 1873 yılında Kayapınar (Ayınkaf) Köyü’nde doğmuş,
24.04.1947’de Sulan Köyü’nde ölmüştür. Fethullah Hamidi ve oğlu
İbrahim’in mezarı Aynkaf (Kayapınar) Köyü’ndedir. İslam
Peygamberi’nin torunu Hüseyin’in soyundan geldiğinden dolayı,
sülale bu bölgede, “Seyyid” olarak adlandırılmaktadır
(Hamidi,2002,33–36;143–151; H.Hamidi).
Fethullah Hamidi’nin herkes tarafından bilinen en önemli yönü,
bölgede –Süryani– Hıristiyan ve Müslümanlar arasında meydana
gelmesi muhtemel çatışmaları önlemesi olmuştur. Midyat ve
çevresindeki Süryaniler, bu olayı her ortamda dile getirmekte ve bu
kişiye karşı büyük bir saygı duymaktadırlar (Hamidi,2002,35).
“1915’li yıllarda, Midyat ve çevresinde bulunan bazı yerleşim yerleri,
bazı ekşiya ve mutaassıp aşiretlerin baskısına maruz kalmış ve hatta
bazı yerlerde çatışmalar yaşanmıştır. Bu sırada, Şeyh Fethullah
Hamidi devreye girmiş ve barış ortamının sağlanmasına büyük katkı

109
Makalelerle Mardin

sağlamıştır” (Ayaz,2003,74–75). Fethullah Hamidi’nin, benzer şekilde


birçok yerleşim yerinde arabuluculuk yaptığı, onu tanıyan kişilerce
dile getirilmektedir.
Fethullah Hamidi, Midyat Gülgöze’de (Aynvert) toplanan
binlerce Süryani’yi, “gayrimüslimlerin malları, canları ve ırzları size
haramdır, kim bu hududu aşarsa günah işler” (Ayaz,2003,74–75)
demek suretiyle, Müslümanlarla barıştırmıştır.
“1915'te, yani Birinci Dünya Savaşı sürerken, Ruslarla işbirliği
yaptıkları gerekçesiyle Ermeniler, bölgeden göç ettirilirken,
Mardin'deki Süryanilerin de sürgünle karşı karşıya kalmaları
hengâmında, Savur Şeyhi Fethullah Efendi'nin gayret ve fedakârlığı
ile kurtul”muşlardır (Aymaz,2000).
1914’lü yıllarda gerçekleşen Ermeni tehciri sırasında, yörede
bulunan Müslüman din adamlarından bir kısmı, Hıristiyanların
öldürülebileceği yönünde fetva vermelerine karşılık, buna karşı çıkan
din önderlerinden birisi Fethullah Hamidi olmuştur. Bu kişi,
yayınladığı fetvada, bölgede farklı dinden olanları (özellikle
Süryanileri) öldürmenin, dinen uygun olmadığını ve barış içinde
yaşamanın gerekli olduğunu ifade etmiştir.
“1915 yılında, bugünkü adıyla Gülgöze köyü ve çevresinde
karşılıklı bir muharebe yaşanmış. Süryanilerin toplandığı bu köy ve
çevresi savaş meydanına dönmüş. Bu durum üç ay sürmüş. Süryaniler,
Gülgöze'ye sıkışıp kalmışlar. Tam bu sırada, onların imdadına,
bölgenin o dönemdeki en önemli Müslüman din adamı sayılan Savur
Şeyhi Fethullah Efendi, arabulucu olarak yetişmiş ve “savaş dursun,
düşmanlık bitsin” demiş. Görüşmeler, pazarlıklar sırasında, kapana
sıkışmış bekleyen Süryani cemaatinin yanında yer almış, fetvalar
yayınlamış. Ayrıca Şeyh Fethullah Efendi, anlaşma sağlanıncaya
kadar, arada “güven bağı oluşsun” diye oğlunu rehin bırakmış. Bu
tavır, Gülgöze köyündekiler ve karşı taraf için mühim bir uyarı olmuş.
Neticede düşmanlık, korku ve güvensizlik kuyusundan bir barış
çıkmış”tır (Aymaz,2000). Fethullah Hamidi, oğlunu, Süryanilere rehin
olarak bırakmış, sözler tutulmadığı takdirde, oğlunu
öldürebileceklerini kendilerine ifade etmiştir. Daha sonra, hemen
Diyarbakır’a geçerek, yetkililerden, olayın sonuçlanmasını sağlayacak
belgeyi almış ve olaylar böylece sona ermiştir (Aydın vd.,2001,338).

110
Önemli Simalar

Bölgede anlatılanlara göre, Müslümanların katledilmesine


karışmayan Ermeniler de, bu fetvadan yararlanmış ve genel anlama bir
zarar görmemişlerdir. “Savur Şeyhi Fethullah” olarak bilinen
Fethullah Hamidi’nin fotoğrafı, Süryanilerin bu bölgedeki en önemli
yapıtı olarak bilinen Deyruzzafaran’da, Hıristiyan din adamlarıyla
birlikte asılı durmaktadır. Bu fotoğrafın bir vefa borcu olarak asıldığı,
Süryani cemaati yetkilileri tarafından dile getirilmektedir
(http://www.radikal.com.tr/ 1999/10/30/yasam/kil.html). “Bu ufku
açık ve fedakâr Hoca Efendi için Süryani kaynaklar, “Beyaz esvaplar
içinde nur yüzlü bir aziz, kurşunların içinden geçip gelen bir aziz
kurtarıcı” ifadelerini kullanıyor. Yüz sene sonra Fethullah Efendi'nin
mührünü mabetlerinin duvarına asan Süryaniler, kendi azizlerinin
arasına resmini ilave etmişler”dir (Aymaz,2000). 2003 yılı içinde, adı
geçen fotoğraf, asılı olduğu yerden indirilmiştir. İndirilme nedeni
olarak bir gerekçe gösterilmemiş ve herhangi bir açıklama
yapılmamıştır.
Hıristiyan ve Müslümanlar, aralarındaki en küçük bir
anlaşmazlıkta bile, Fethullah Hamidi’ye başvurmuşlardır. Bu kişi,
dinsel açıdan önder olduğu gibi, adli olaylarda, eğitim konusunda,
toplumsal felaketlerde vs. her zaman başvurulan bir kişi
konumunda olmuştur (H.Hamidi).
Fethullah Hamidi’nin, bölge insanı ve yönetim nezdinde önemli
bir yer işgal ettiğinin en önemli göstergesi, kendisine her konuda
başvuruda bulunulduğunu gösteren yüzlerce (700) mektubun
bulunmasıdır (Hamidi,2002,11;35).
Fethullah Hamidi, ileri görüşlülüğü, hoşgörüsü,
müsamahakârlığı ile önplana çıkmış ve bu yönleriyle tanınmıştır.
Eğitim–öğretim faaliyetlerine de büyük önem vermiş, birçok yetim ve
öksüz çocuğun, öğrenim görmesine yardım etmiş ve bu konuda hiçbir
fedakârlıktan kaçınmamıştır (Hamidi,2002,35).
Gabriel Akyüz, “şiddet ve vahşet, nereden başlarsa başlasın
aynı kapıya çıkar. Sevgi ve hoşgörü insanın hamurunda var. Dinler
insana eğilir, iyilik her dinde aynı kabulü görür” demektedir”
(Aymaz,2000).
Süryaniler, kendisine karşı saygı besledikleri Fethullah
Hamidi’nin torunlarından birisi olan Ahmet Hamidi’nin, belli bir

111
Makalelerle Mardin

dönemden sonra öğrenim masraflarını karşılamak suretiyle, Fethullah


Hamidi’ye olan vefa borçlarını az da olsa karşılama yoluna
gitmişlerdir. Ahmet Hamidi, Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden
mezun olmuş ve daha sonra Viyana’da dâhiliye alanında uzmanlık
yapmıştır (Aymaz,2003). Süryaniler tarafından, Ahmet Hamidi’ye,
yurt dışı olanaklar sağlanmış ve bu kişinin Viyana’da tıp alanında
doktora yapması sağlanmıştır. (Hamidi,2002,40). Bu kişi, halen
daha Avusturya’da tıp (dâhiliye) profesörü olarak görev
yapmaktadır (H.Hamidi).
Süryaniler, Midyat ve çevresinde, günümüzde huzur içinde
yaşamaktadırlar. Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde ve Avrupa’da
bulunan Süryaniler, son dönemlerde yerleşim yerlerine dönmeye
başlamışlardır. Midyat’ta yoğun olarak bulunan Süryanilerle
Müslümanlar arasında, bütünlük bulunduğu, adli olayların yok
denecek kadar az olduğu dile getirilmektedir.
Mardin ve yöresinde, şu anda ikamet eden Müslüman ve hem
de Süryaniler, bu bölgeden başka ülkelere ve Türkiye’nin batısına olan
göçten memnuniyet duymamaktadırlar (Kaşgarlı,1991,20). Bu, farklı
din mensuplarının hoşgörü ortamına olan ihtiyaçlarına ve barış içinde
yaşama arzularına bir kanıt olarak ele alınabilir.
Süryani cemaati içindeki yaşlılar, genç neslin göç etmek
suretiyle, bölgeden ayrılmasının memnuniyetsizliğini dile
getirmektedirler (Öztemir,1988,50). Özellikle Avrupa’da bulunan
gençlerin, Katolik dünyanın yönlendirmesine maruz kalmaları, politik
ve hayali birtakım amaçlar peşinde olmaları, bu endişenin en önemli
göstergesi olarak ele alınmaktadır.
Batı’ya göçetmiş Süryani ve Nasturi kiliselerine bağlı kişileri,
Batılı ülkeler, günümüzde de kullanma konusunda çabalar
sarfetmekte, bu kişilere, politik misyon planları arzetmekte ve
birtakım yeni oluşumlarda figüran olarak kullanmayı
planlamaktadırlar. Tarihsel gerçeklerden habersiz olan yeni genç
Süryani ve Nasturiler, bu hareketleriyle, kendi cemaati içinde bile
büyük huzursuzluklar ve parçalanmalara neden olmaktadır. Aslında,
en büyük tehlike, Süryani ve Nasturi kiliselerinin, Batı kilise ve
kültürü içinde asimile olmasıdır (Çelik,1996,60–61).

112
Önemli Simalar

Geçmişten günümüze, farklı dinden, dilden, kültürden vs.


olan insanlarla bir arada yaşamış Türk insanı, bugünden sonra da
bu barış havasının devam etmesi yönünde tutum sergilemektedir.
Farklı dinden, dilden, kültürden vs. olan insanlarla, bazı
dönemlerde meydana gelen sürtüşme ve tatsızlıklardan ders
almak, barış ve hoşgörü ortamının devam etmesi yolunda önemli
bir adımdır.

113
Makalelerle Mardin

KAYNAKLAR
AKYÜZ, P.Gabriel, (2002); Osmanlı Devletinde Süryani
Kilisesi, Mardin.
ALBAYRAK, Kadir, (1997); Keldaniler ve Nasturiler, Vadi
Yayınları, Ankara.
AYAZ, Şerif Eşref, (2003); Geçmişten Günümüze Savur,
Savur Belediyesi Yayınları, Savur–Mardin.
AYDIN, Süha vd. (2001); Mardin: Aşiret–Cemaat–Devlet,
Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul.
AYMAZ, Abdullah, (2000); “Her Zaman Her Yerde Barış”,
Zaman, 06 Mayıs.
BET–BARŞAWMO, Mor İğnatiyos I. Afrem (1996); Tur–
Abdin Tarihi, Nsibin, Sodertalye, Sweden.
BİLGE, Yakup, (1991); Süryanilerin Kökeni ve Türkiyeli
Süryaniler, İstanbul.
BİLGİN, Beyza, (2002); “İslam’da İnsani İlişkiler, Hoşgörü ve
Sevgi”, http://www.kultur.gov.tr/portal/kultur.tr.asp?belgeno=20092.
BRAUDE, Benjamin–Bernard LEWİS, (2000); “Osmanlı
Devleti İçerisindeki Hıristiyanlar ve Yahudiler”, (Çev:Halil Erdemir–
Hatice Erdemir), Akademik Araştırmalar Dergisi–Özel Osmanlı
Sayısı, Şubat–Temmuz, Sayı:4–5.
ÇELİK, Mehmet (1996); Ortadoğu Mozaiği Süryaniler–
Nasturiler, Fırat Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Merkezi
Yayınları, Elazığ.
ÇELİK, Mehmet (1996a); Süryani Tarihi (I), Ayraç
Yayınları, Ankara.
DOLAPÖNÜ, M. Hanna (1961); Deyr–El–Umur (Mar
Gabriel) Tarihi, (Çev: P. Cebrail Aydın), Hikmet Aynaz
Matbaası, Mardin.
DOLAPÖNÜ, M. Hanna (1972); Tarihte Mardin (Itr–El–
Nardin fi Tarih Merdin), Hilal Matbaası, İstanbul.

114
Önemli Simalar

ERDEMİR, Hatice Palaz, (2001); “Tarihî Gelişim Sürecinde


İnsan Hakları ve Osmanlı Modeli”, Akademik Araştırmalar Dergisi,
Mayıs–Ekim, Sayı: 9–10.
GÖYÜNÇ, Nejat, (2000); “Türk Toplumu ve Hoşgörü”,
Akademik Araştırmalar Dergisi–Özel Osmanlı Sayısı, Şubat–
Temmuz, Sayı:4–5.
GÜNEL, Aziz (1970); Türk Süryaniler Tarihi, Diyarbakır.
HAMİDİ, Muhammed Sadık (2002); Mardini Es–Seyyid
Eş–Şeyh Hamid Evlad ve Torunları, Erkam Matbaası, İstanbul.
HANIM, Surma (1996); Ninova’nın Yakarışı–Doğu Asur
Kilise Gelenekleri ve Patrik Mar Şamun’un Katli, Avesta
Yayınları, İstanbul.
HTTP://www.ermenisorunu.gen.tr, (2003).
HTTP://www.radikal.com.tr/1999/10/30/yasam/kil.html,(19
99)
KAŞGARLI, Mehlika Aktok (1991); Mardin ve Yöresi
Türko–Semitler, Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri.
KOLUMAN, Aziz (2001); Ortadoğu’da Süryanilik (Dini–
Sosyal–Kültürel Hayat), Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi
(ASAM) Yayınları, Ankara.
KURTCEPHE, İsrafil (1993); “Birinci Dünya Savaşı’nda
Bir Süryani Ayaklanması”, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi
Araştırma ve Uygulama Merkezi (OTAM), Ocak, Sayı:4.
NSİBİN, Sato: 13, Menyonu: 64/2, (1998); Sodertalye,
Sweden.
NSİBİN, Sato: 15, Menyonu: 66, (2001); Sodertalye,
Sweden.
ÖZKAYA, Yücel, (1985); XVIII. Yüzyılda Osmanlı
Kurumları ve Osmanlı Toplum Yaşantısı, Kültür Bakanlığı
Yayınları, Ankara.
ÖZTEMİR, B. Murat (1988); Yezidiler ve Süryaniler, Ekin
Yayınları, İstanbul.

115
Makalelerle Mardin

ÖZTÜRK, Said, (2002); “Osmanlı Hoşgörüsü”,


http://www.osmanli.org.tr.
SERTOĞLU, Midhat (1974); Süryani Türklerinin Siyasi ve
İçtimai Tarihi, Baha Matbaası, İstanbul.
SONYEL, Salahi R. (1999); “Türkiye’deki Süryaniler, I.
Dünya Savaşı Günlerinde Güçlü Devletlerce Nasıl Aldatıldılar”,
XII. Türk Tarih Kongresi, 12–16 Eylül 1994, 3. Cilt, Türk Tarih
Kurumu Yayınları, Ankara
TÜRKDOĞAN, Orhan (1996); Çağdaş Türk Sosyolojisi,
Turan Yayıncılık, İstanbul.
TÜRKDOĞAN, Orhan (1997); Etnik Sosyoloji, Timaş
Yayınları, İstanbul
ÜNAL, Mehmet Ali, (1989); XVI. Yüzyılda Harput Sancağı
(1518–1566), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.
YILMAZÇELİK, İbrahim, (1995); XIX. Yüzyılın İlk
Yarısında Diyarbakır (1790–1840), Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara.

KAYNAK KİŞİLER
AKTAŞ, Samuel; Metropolit, Mor Gabriel (Deyrulumur)
Manastırı / Midyat / Mardin
AYMAZ, Abdullah; Gazeteci–Yazar, Zaman Gazetesi /
İstanbul
HAMİDİ, A. Mecit; Öğr. Gör., Dicle Üniversitesi Eğitim
Fakültesi Yabancı Diller Bölümü Fransız Dili ve Eğitimi Anabilim
Dalı / Diyarbakır
HAMİDİ, Beşir; Mardin Milletvekili
HAMİDİ, Hamit; Öğr. Gör., Dicle Üniversitesi Eğitim
Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü / Diyarbakır
KILIÇ, Mehmet Kazım; Emekli Öğretmen–İlahiyatçı /
Diyarbakır
SANCAR, Bedrettin; Din Görevlisi / Siirt

116
NÜMİSMAT, EPİGRAF VE TARİHÇİ İBRAHİM ARTUK
(1915–1993)
HAYATI ve ÇALIŞMALARI
Esin KARLIKAYA*
İbrahim BAŞAĞAOĞLU**1

Nümismatik sözcüğü, para anlamına gelen Latince nümisma


kelimesinden gelmekte olup para, madalya ve jetonların betimlenmesi
ve tarihiyle uğraşan bilimdir. İlk antik para koleksiyonları, Rönesans
döneminde, Roma ve Yunan tarihindeki ünlü kişilerin portrelerini
araştıran hümanistler tarafından oluşturulurken zamanla bunlara eski
siteler tarafından bastırılan, yorumlanması daha güç paralar da
katılmaya başlamış; daha sonraları, Yeniçağ para ve madalyaları da
toplanmıştır. Tüm bu nesnelerin anlaşılması ve sınıflandırılması, 18.
yüzyıl sonundan itibaren arkeoloji bilim dalının alt dallarından biri
haline gelen nümismatik biliminin temelini oluşturmuştur.
Nümismatik bilimi, madeni paraların (sikkelerin) tarihsel geçmişi,
taşıdıkları özellikler, basım teknikleri, basıldıkları madenlerin özelliği,

* Dr. Esin KARLIKAYA İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fak.


Deontoloji ve Tıp Tarihi Anabilim Dalı
** Prof. Dr. İbrahim BAŞAĞAOĞLU İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp
Fak.1
Makalelerle Mardin

üzerlerinde bulunan yazı ve figürlerin analizi, paranın basıldığı


dönemin ekonomik, toplumsal ve siyasal yapısının araştırılması gibi
çok değişik konuları kendisine ana konu olarak seçmiştir. Ülkemizde
18. yüzyıl başlarında Abdüllatif Suphi Paşa (1818–1886), ilk Türk
nümismatı olarak karşımıza çıkmaktadır. (1)
Epigrafi ise taş veya maden gibi dayanıklı maddeler üzerine
yazılmış kayıtları inceleyerek tarihe yardımcı olan eski yazıtlar bilimi
olup papirüs gibi dayanıksız maddeler üzerindeki kayıtları ve yazı
şeklini inceleyen paleografiden ayrılır. Çeşitli gruplardaki yazıtların
incelenmesi (mezar taşları, ilâhlara hitap, şeref yazıtları, genel veya
özel belgeler, instrumentum) hukuk, idare, sosyal yaşantı, siyaset,
iktisat, din, edebiyat, dil v.b. üzerinde bilgiler sağlar (2).
Bu çalışmamızda, ülkemizin yetiştirdiği en önemli nümismat ve
epigraflardan sayılan ve atalarının kökleri Artuklular’a dek uzanan ve
hatta dostlarınca “Artuk Prensi” olarak isimlendirilen Mardin’li
İbrahim Artuk’un yaşam öyküsüyle birlikte yurtiçi ve yurtdışı
çalışmaları, buluşları, kazandığı ödüller, kurucusu ve üyesi olduğu
ulusal ve uluslararası dernekler ile eserleri ele alınacaktır.

İBRAHİM ARTUK’UN HAYATI


İbrahim Artuk (Resim 1), 1915 yılında Şam’a bağlı Havran
sancağında doğmuştur. Babası Mekteb-i Hukuk mezunlarından Kamil
Bey, annesi Havran Sancağı Ağır Ceza Mahkemesi Reisi Mardinli
Hacı Mehmet Emin Bey’in kızı Behiye Hanım’dır. Kamil Bey, Kafkas
cephesinde şehit olunca (Belge 1) İbrahim Artuk’u annesi ve dedesi
Hacı Mehmet Emin Bey birlikte yetiştirmiştir (Resim 2). (3–6)
Dedesi Hacı Mehmet Emin Bey, Artuklu sikkelerinin
toplanmasında her zaman yanında ve yardımcı olmuştur. İbrahim
Artuk, eşiyle birlikte hazırlayarak oğlu, gelini ve torunlarına ithaf
ettiği ve öldüğü yıl yayınlanan (1993) “Artukoğulları Sikkeleri” adlı
eserin (Resim 3) önsözünde dedesine vefa borcunu şu sözlerle
ödemektedir: “Daha ilkokul öğrencisi iken, Mardin, Diyarbekir,
Harput, Meyafarikin (Silvan) , Hısnkeyfa, Düneysir (Kızıltepe) ve
bugün milli sınırlarımız dışında bulunan Halep ve daha birçok
yerlerden, Suriye, Irak ve Anadolu'nun çeşitli yerlerinde hakimlik
vazifesinde bulunan Büyük Babamız Hacı Mehmet Emin Bey ile

118
Önemli Simalar

beraber ele geçirdiğimiz Artukoğlu sikke bilgileri ile bir kitap yazmayı
düşünmüştük. Türk nümismatiği için hazineler değerinde olan bu
çalışmaları tanıtmak herhalde bizlere düşen değerli bir hizmet
olacaktı… İbrahim-Cevriye Artuk…” (7).
İbrahim Artuk, Mardin Gazi Paşa İlkokulu’nu bitirdikten sonra
Gaziantep’te sulh hâkimi olan amcası Teyfik Artuk’un yanında
ortaokul ve Kütahya Lisesi’nde de lise eğitiminin ardından İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’ne girmiştir. 1943–
1944 eğitim dönemi sonunda bu fakültenin Eski, Orta ve Yeni Çağ
Tarihi bölümlerini başarıyla bitirerek İstanbul Arkeoloji Müzeleri
Sikke Ünitesi’nde çalışmaya başlamıştır. (3–6, 8–11)
Artuklu ve Artukoğulları tarihine ait birçok kitabın (Mardin
Artukoğulları Tarihi, Artukoğulları Sikkeleri, Artuk Beğ…) yazarı
olan Artuk, mükemmel Arapça ve yeterli derecede Fransızca
bilmekteydi (3).
1945 yılında Ankara Etnografya Müzesi’nden İstanbul
Arkeoloji Müzeleri Sikke Ünitesi’ne geçen öğretmen, arkeolog,
filolog ve para uzmanı Cevriye Arsanu ile tanışmıştır (3–5). İngilizce,
Almanca, Fransızca, Latince ve Yunancayı anadili gibi konuşan ve
Türkiye’nin ilk bayan arkeologlarından olan Cevriye Hanım kendisi
gibi bir şehit evladıdır (12). 1946 yılında evlendikten sonra İstanbul
Arkeoloji Müzesi’ndeki çalışmalarını beraber sürdürmüşlerdir (Resim
4). Artuk’un ölümüne dek süren 47 yıllık evlilik yaşantılarında
Mehmet Emin adını verdikleri bir oğulları olmuştur. 1948 yılında
dünyaya gelen Mehmet Emin Artuk İstanbul Hukuk Fakültesi’ni
bitirdikten sonra Almanya’da Köln Üniversitesi’nde doktorasını
tamamlamış olup halen Marmara Üniversitesi’nde ceza hukuku
profesörü olarak görev yapmaktadır.
Yurtiçi ve yurt dışında birçok çalışma, buluş, eser ve üyelikleri
bulunan Artuk, 1978 yılında emekli olmasına karşın (9) ölümüne
kadar çalışmalarına aynı şevk ve heyecanla devam etmiştir. 23 Şubat
1993’de vefat eden İbrahim Artuk Kozlu Mezarlığı 2.adadaki aile
kabristanına defnedilmiştir. (Resim 5).

119
Makalelerle Mardin

ÜYESİ VE KURUCUSU OLDUĞU DERNEKLER


Yurtdışında, 1948 yılında ünlü nümismat J.Walker, Londra’daki
Royal Nümismatic Society’e; 1949’da da bir diğer değerli nümismat
G.C. Miles de merkezi New York’da bulunan American Nümismatic
Society’e, mesleğinin uzmanı ve aşığı olan İbrahim Artuk’un üye
olmasını sağlamışlardır. Bu ünlü nümismatlar, çözemedikleri İslami
sikkeleri Artuk’a danışarak kitaplarına koymuşlar ve O’ndan aldıkları
yardımı eserlerinde belirtmeyi ihmal etmemişlerdir. 1979’da Oriental
Nümismatic Society’e üye olmuştur (5).
1968 yılının Mayıs ayında, eşi ve aralarında dönemin seçkin
nümismatları, arkeologları, müze müdürlerinin de bulunduğu 22
kişilik seçkin bir grupla birlikte para bilimi ve diğer kültürel
varlıklarımızla nişan, madalya, mühür v.s tarihi uygarlıkları aksettiren
objelerle ilgili çalışmalarda bulunmak üzere kurdukları Türk
Nümismatik Derneği’nin ilk yönetim kurulunda arşivist olarak yer
almıştır (Şekil 1). Türk tıp tarihine çok büyük hizmetler veren ve
Anabilim Dalımızın da kurucusu olan Prof. Dr. Süheyl Ünver de, bu
derneğin kurucuları arasındadır (13).
Artuk, aynı zamanda İstanbul Arkeoloji Müzelerini ve Turizmi
Sevenler Derneği’nin de kurucularındandır (3–5).
Türk Tarih Kurumu’nda muhabir üye olan Artuk’un üyesi
olduğu diğer kurum ve dernekler ise Alman Dostluk Cemiyeti
(İstanbul), Selçuklu Tarih ve Medeniyeti Enstitüsü (Ankara), İl
Kütüphanesini Yaşatma ve Yürütme Derneği (İstanbul) ile Topkapı
Sarayı Müzesini Sevenler ve Turizm Derneği (İstanbul) idi (3–5).

YURTDIŞINDAKİ ÇALIŞMALARI
1968 yılında Almanya, İngiltere ve Fransa’da önemli müzelerin
sikke ünitelerinde çalışmalar yapmıştır. 1973 senesinde Almanya’nın
Dortmund ve Frankfurt şehirlerinde Osmanlı ve İslami sikkeleri
konularında konferanslar vermiştir (3–5).

120
Önemli Simalar

NÜMİSMATİK BİLİMİNE VE TÜRK TARİHİNE


KATKILARI
Artuk çifti, birlikte kaleme aldıkları ve Türk Nümismatik
Derneği Bülteni’nin 35–36. sayılarında yayınlanan “Nümismatik ve
Bu ilme Gönül Verenler” başlıklı yazılarında (14) başlı başına küçük
birer sanat eseri olan sikkelerin tarihi belgeler olduklarına ve yeni
keşiflere olanak sağladıklarına değinmektedirler. Bu yazı İbrahim
Artuk tarafından hazırlanarak 9. Bülten’de yayınlanan “Nümismatik
İlmi ve Faydalarına Kısa ve Toplu Bir Bakış” adlı makalenin bir
devamı gibidir (15). Bu yazılardan anlıyoruz ki nümismatik, “yerleri
bilinmeyen şehirlerin yerini; hiç bilinmeyen bir sikkenin varlığını;
izleri yok olmuş çeşitli eserlerin tesbitini; şehirlere verilmiş isim ve
ünvanları; varlıklarından haberimiz olmayan heykellerin varlıkların;
hükümdarların saltanatlarının kat’i başlangıç tarihlerini, almış
oldukları isim ve ünvanları, hayatları boyunca neler yaptıklarını, halk
ile nasıl temas kurduklarını, dini inançları ile onların hangi ilah ve
ilahelere hürmet ettiklerinin tesbitini; gelip geçmiş hanedanların
hangi soya ait olduğun; nesli tükenmiş bitkilerin varlıklarını; askeri,
sivil ve dini yapıların nasıl olduklarını; milletlerin maden bakımından
zenginliklerini, güzel sanatlardaki üstünlük derecelerini; tarihi
olayların yazılı kaynaklara göre doğruluklarını, devletlerin ticari ve
siyasi yayılışlarınıı göstererek ve bildirerek ışık tutar”.
İbrahim Artuk da, yaptığı araştırmalar sonucunda
nümismatların İran’da olduklarını sandıkları, Harun el – Reşid
tarafından kurulan Harunabad şehrinin Van’nın Başkale ilçesine bağlı
bir yer olduğunu saptayarak 1976 yılında Londra’daki bir seminerde
dünyaya duyurmuştur (3–6, 14–15).
Bulduğu Osman Gazi’ye ait bir akçe ile Osmanlı Beyliği’nin ilk
sikkesinin Orhan Gazi zamanında değil de, Osman Bey zamanında
basıldığını 1977’de Ankara’da Hacettepe Üniversitesi’nde düzenlenen
Türkiye’nin Sosyal Ekonomik Tarihi (1071–1920) 1. Uluslararası
Kongresi’nde sunduğu “Osmanlı Beyliğinin Kurucusu Osman Gazi’ye
Ait Sikke” başlıklı bildirisi ile tüm dünyaya kabul ettirmiştir (14–15).
Karesioğulları’nın sikke bastırdıklarını kabul etmeyenlere,
bulduğu iki adet sikkeyi “Karasioğulları Adına Basılmış İki Sikke”
isimli makalesi ile yayınlayarak ispat etmiştir (14–15) (Resim 7).

121
Makalelerle Mardin

Artuk’un yaptığı araştırmalar Fatih’in bilindiğin aksine ilk defa


olarak Hicri 883 değil 882 yılında altın sikke bastırdığını ortaya
koymuştur (14–16).
Artukoğulları’ndan Artuk Bey’in torunu Şir Barik’in,
Hüsameddin Timurtaş ile beraber sikke bastırdığını (Resim 8) ispat
ederek, eşiyle birlikte 1989 yılında Türk Nümismatik Derneği’nin 26.
bülteninde “Ünik Bir Artuk Sikkesi” adıyla yayınlanmışlardır (17).

ALDIĞI ÖDÜLLER
İbrahim Artuk, meslek yaşamındaki başarıları ve yukarıda
sıralanan bu buluşları nedeniyle birçok ödül ve plaketle
onurlandırılmıştır. Bunlar, I.Türkiye Müzecilik Kongresi Müzecilik
Emek Armağanı (1980), İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp
Fakültesi’nce verilen plaket (1990), Niksar Belediyesi tarafından
verilen Gaziosmanpaşa Üniversitesi Onur Belgesi’dir (1996).
Societatea Nümismatic Romana tarafından kendisine 27 Kasım 1991
tarihinde bir diploma verilmiştir. (3)
Türk Nümismatik Derneği, kuruluşunun 20. yılı olan 1988’de
Artuk adına bir armağan kitabı yayınlamıştır. “Türk Nümizmatik
Derneği’nin 20.Yılında İbrahim Artuk’a Armağan/A Festschrift
Presented to Ibrahim Artuk on the Occasion of the 20th Anniversary
of the Turkish Numismatic Society” adı ile Türkçe ve İngilizce olarak
yayınlanan bu eser uluslararası nümismatik literatürü arasında saygın
bir yere sahiptir (Resim 9–11). 278 sayfalık kitapta şu makaleler yer
almaktadır: Aydınoğlu, K: Osmanli hilâl-i ahmer madalyası;
Beldiceanu, NI, Beldiceanu-Steinherr: Les informations les plus
anciennes sur les florins ottomans; Darley-Doran, RE: An Alternative
Approach to the Study of Ottoman Numismatics; Gedai I: Turkish
Coins in Hungary in the 16th and 17th Centuries; Göde K:
Eratnalilar’ın (1327–1381) paraları; Kürkman G: Karaman Beyliği’nin
bakır paraları üzerine tetkikler; Mackenzie KM: Shahis and Larins
from the Ottoman Mint at Basrah; Mikeska J: Some Ideas on Fakes
and Imitations of Ottoman Coins; Popp V, GR Puin, H. Wilski:
Ottoman Coins of the Yemen (18).

122
Önemli Simalar

ESERLERİ
A. Kitapları
1. Artuk İ: Mardin Artukoğulları Tarihi. Gençler
Kitabevi İstanbul, 1944.
2. Artuk İ, Artuk C: Fatih'in Sikke ve Madalyaları
(İstanbul’un Fethinin 500.Yılı Armağanı). İstanbul Belediyesi
Yayınları İstanbul, 1946.
3. Artuk İ:Denizbacı Definesi. Türk Tarih Kurumu
Yayınları Ankara,1966.
4. Artuk İ, Artuk C: Osmanlı Nişanları/ The Ottoman
Orders. İstanbul 1967. (Resim 12)
5. Artuk İ, Artuk C: İstanbul Arkeoloji Müzeleri
Teşhirdeki İslami Sikkeler Katoloğu Cilt 1. Milli Eğitim Yayınları
İstanbul, 1971.
6. Artuk İ, Artuk C: İstanbul Arkeoloji Müzeleri
Teşhirdeki İslami Sikkeler Katoloğu Cilt 2. Milli Eğitim Yayınları
İstanbul, 1974.
7. İbrahim Artuk: Artuk Beğ; Kültür ve Turizm
Bakanlığı yayınları Ankara, 1988.
8. Artuk İ, Artuk C: Artukoğulları Sikkeleri. Sümer
Kitapevi İstanbul-1993.
9. Artuk İ: Kanunî Sultan Süleyman Adına Basılan
Sikkeler. Türk Tarih Kurumu Yayınları Ankara, 2000.
İbrahim Artuk’un “Mardin Artukoğulları Tarihi” (Resim 13) ve
“Artuk Bey” adlı eserlerinde, üç kol halinde Hısnkeyfa (Hasankeyf)
ve Amid (Diyarbekir), Mardin ve Meyyafarikin (Silvan) ve Harput’ta
hüküm süren bir Türkmen hanedanı olan Artuklular’ın atası ve isim
babası olan ve Oğuzlar’ın Döğer boyuna mensup olup Büyük Selçuklu
Sultanı Alparslan’ın kumandanlarından Artuk Bey ve soyu ele
alınmaktadır. Artuk Bey, Anadolu’nun fethine katılıp, Yeşilırmak
Vadisi’ne kadar ilerleyerek Anadolu’nun Türkleşip, İslamlaşmasına
hizmet etmiş; Sultan Melikşah döneminde, Karmatileri itaat altına
almak için, Bahreyn seferine çıkmıştır. Melikşah’ın kardeşi Tutuş, ona

123
Makalelerle Mardin

gördüğü hizmetler karşılığı olarak Filistin’in idaresini vermiş;


Kudüs’te kısa bir müddet hüküm süren Artuk Bey, 1091 senesinde
vefat etmiştir (19). Artuk, Artukoğulları tarihi ve soyağacı üzerinde
uzun yıllar çalışmıştır.
Artuk’un yaptığı araştırmalar Fatih’in bilindiğin aksine ilk defa
olarak Hicri 883 değil 882 yılında altın sikke bastırdığını ortaya
koymuştur (5). Artuk’un bu araştırmaları İstanbul Belediyesi
tarafından İstanbul’un fethinin 500. yılı yayınları arasında basılmıştır
(Resim 14).
Nümizmat ve epigraf İbrahim ve Cevriye Artuk’un birlikte
hazırladıkları ve bu alanda çalışan özel koleksiyonculara, tarih
hocalarına, öğrencilere müzelerdeki İslami sikkelerin tasnifine
yardımcı olacak nitelikteki “İstanbul Arkeoloji Müzeleri Teşhirdeki
İslami Sikkeler Katoloğu” adlı iki ciltlik Türkçe eserleri, A catalogue
of Islamic coins in the Istanbul Archaeological Museum adı ile
uluslararası nümismatik literatüründe temel kaynak gösterilen
eserlerden biri olup 20 yıl gibi uzun bir birikimin sonucunda ortaya
çıkmıştır.
Osmanlı tarihinde devletin ve halkın en zengin olduğu devir
olarak kabul edilen Kanuni döneminde kırktan fazla darphanede para
basılmaktaydı. Osmanlı siyaset anlayışı fethettiği toprakların
yönetiminde gösterdiği esneklik ve hoşgörü politikasını, o bölgelerde
basılan sikkelerde de göstermiş ve her yörede farklı nakış ve istifte
sikkeler basılmaya başlanmıştı. Ayrıca yabancı paralar da Osmanlı
paralarıyla aynı anda İmparatorluk topraklarında kullanılıyordu (22).
Artuk’un ölümünden 12 yıl sonra Türk Tarih Kurumu tarafından
basılan “Kanunî Sultan Süleyman Adına Basılan Sikkeler” adlı
Artuk’un bu eseri hem Türk hem de yabancı nümismatlar için değerli
bir kaynak eser niteliğindedir.

B. Uluslararası Kongrelerde Sunduğu Bildiriler


1. Artuk İ: “The Coins of the Vice–Regency of Ala el-
Din Keykubad”. 8th International Congress of Numismatics. New
York-Washington, September 1973.

124
Önemli Simalar

2. Artuk İ: “Early Ottoman Coins of Orhan Ghazi as


Confirmation of his Sovereignty”, Near Eastern, Numismatics,
Iconograpy, Epigrapy and History, Studies in Honer of George
C.Milles, American University of Beirut, 1974.
3. Artuk İ: “Die Münzen des Osmanischen Sultan
Mustafa II 9th International Congress of Numismatics. Berne,
September 1979.
4. Artuk İ, Artuk C: “Die in Hisnkeyfa geprägten
Einzelmünzen der Eyyubi.10th International Congress of
Numismatics. London, September 1986. (Resim 15)
5. Artuk İ: “Osmanlı Beyliğinin Kurucusu Osman
Gazi'ye Ait Sikke”, Türkiye'nin Sosyal ve Ekonomik Tarihi (1071–
1920) 1.Uluslararası Kongresi, Ankara 1980.
6. Artuk İ: “Osmanlı İmparatorluğu Zamanındaki
Darphanelere Genel Bir Bakış”. I. Uluslararası Türk İslam Bilim ve
Teknoloji Tarihi Kongresi. İstanbul 1981.
7. Artuk C, Artuk İ: “Kanuni Sultan Süleyman Devrinde
Darphaneler”. 2. Uluslararası Türk ve İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi
Kongresi, 28 Nisan - 2 Mayıs 1986, İstanbul.
8. Artuk İ: “Çorlulu Salih Münir Paşa ve Madalyası”.
İslam Tarih Sanat ve Kültür Araştırmaları I. Milletlerarası
Sempozyumu, 1987.
9. Artuk İ: “Bazı Önemli Kitabeler”. 8. Uluslararası
Türk Sanatları Kongresi, Kahire, Eylül 1987.

C. Uluslararası Yayınları:
ƒ “The Coins of the Vice–Regency of Ala el-Din Keykubad”.
Proceedings of the 8th International Congress of Numismatics. New
York-Washington, September 1973 (International Association of
Professional Numismatists, Publication 4), 2 Bände, Paris/Basel 1976.
(23)

125
Makalelerle Mardin

ƒ “Early ottoman Coins of Orhan Ghazi as Confirmation of his


Sovereignty” in Dickran Kouymjian (ed.) Near Eastern Numismatics,
Iconography, Epigraphy and History. Beirut 1974, pp. 457–463. (24)
ƒ “Die Münzen des Osmanischen Sultan Mustafa II”.
Proceedings of the 9th International Congress of Numismatics. Berne,
September 1979 (International Association of Professional
Numismatists, Publication 6), 2 Bände, Louvain-la-
Neuve/Luxembourg 1982. (26)
ƒ “Die in Hisnkeyfa geprägten Einzelmünzen der Eyyubi”.10th
International Congress of Numismatics. London, September 1986
(International Association of Professional Numismatists, Publication
11), London 1986. 459–464. (26)
ƒ “Osmanlı Beyliğinin Kurucusu Osman Gazi'ye Ait Sikke”,
Türkiye'nin Sosyal ve Ekonomik Tarihi (1071–1920) 1. Uluslararası
Kongresi Tebliğleri, Ankara 1980.
ƒ ArtukI: Emevilerden Halife Abdülmelik bin Mervan adına
kesilmiş essiz bir kurşun mühür (1952). Vol. IV. 328 pp. 14 plates.
2004 (Numismatics of the Islamic World. 42). ISBN 3–8298-8051-0.
(27)

D. Ulusal Kongre ve Sempozyumlarda Sunduğu Bildiriler


Yurt içinde de Türk tarihi ve Türkoloji kongreleri, Tarih
Kurumu seminerleri, Selçuklu Tarih ve Medeniyeti Enstitüsü’nün
düzenlediği seminer ve toplantılara katılmıştır. Bunlardan bazıları
şunlardır (3–5):
1. “İstanbul Arkeoloji Müzeleri Nümismatik Kabinesine
Giren Bazı Önemli Sikkeler. IV. Türk Tarih Kongresi, Ankara, 1952.
2. “Abbasi, Selçuk, Artuk ve Burcu Memluklarına ait
Nadir Sikkelerden Bir Kaçı”. V.Türk Tarih Kongresi, Ankara, 1960.
3. “Orta ve Yeni Çağa Ait Sikke ve Nişanlar”. VI. Türk
Tarih Kongresi, Ankara, 1967.
4. “Bazı Önemli Sikkeler Hakkında”. VII.Türk Tarih
Kongresi, Ankara, 1970.

126
Önemli Simalar

5. “Kanun-i Esasi ve Hatıra-i Abide-i Meşrutiyet


Madalyaları,”. 8.Türk Tarih Kongresi, Ankara, 1976.
6. “Kanun-i Esasi ve Hatırat-ı Abide-i Meşrutiyet
Madalyaları”. 8. Türk Tarih Kongresi, Ankara, 1976.
7. “Alman Mülakat Madalyası”. 8.Türk Tarih Kongresi,
Ankara, 1976.
8. “Bayburt Kalesi”. I.Uluslararası Türk İslam Bilim ve
Teknoloji Tarihi Kongresi, İstanbul, 1981.
9. “Artuk Aynaları ve Bir Artuk Tabağı”. V.Milli
Türkoloji Kongresi, 26–30 Eylül, İstanbul, 1983
10. “Topkapı Sarayı’nda Bulunan Mardin Kalesi’nin
Kilidi”. Topkapı Sarayı Müzesi Sevenler Derneği Sanat Tarihi
Semineri, 1986.
11. “Erzurum Meliki Mugis el-Din Tuğrul’a ait Sikke ve
Kitabeler”. Tarihi Akış İçinde Erzurum Sempozyumu, Erzurum 1987.
12. “Fahreddin El-Mardini”. II. Türk Tıp Tarihi
Kongresi, İstanbul, 1990.
13. “Nümismatik İlmi, Çalışanları, Faydaları ve
Nümismat Koleksiyoncuları”. 5.Milli Selçuklu Kültür ve Medeniyeti
Kongresi. Konya, 1995.

E. Yurtiçinde Yayınlanan Makaleleri


İbrahim Artuk, 1943 yılından başlamak üzere Belleten,
İstanbul Arkeoloji Müzeleri Yıllığı, Koleksiyon Mecmuası, Türk
Nümismatik Derneği Bülteni ve daha birçok dergide yayınlanan pek
çok makalesi ile Türk tarihine ışık tutmuştur. Bunlardan bazı örnekler
aşağıda sunulmuştur:
- Tarihi Hikâye, O Şehir ve Oradakiler”. Tarihten Sesler 1943; ,
Cilt:1, sayı: 6–7, İstanbul, 1943
- “Urfa, (Edese) Önünde Türkler”, Tarihten Sesler, sayı. 22–23,
İstanbul, 1944.

127
Makalelerle Mardin

- “İkinci Giyaseddin Keyhüsrev Adına Kesilmiş Olan Değerli


Bir Dinar”. Türk Tarih Arkeologya ve Etnografya Dergisi 1949, sayı
5.
- “Abbasi Devrine Ait Madalyalar”, Edebiyat Fakültesi Tarih
Dergisi, cilt: 2–3, s.11-12, İstanbul. 1956.
- “Abbasiler Devrinde Sikke”, Belleten, cilt:24, s.93, Ankara,
1960.
- “Diyarbakır’da Ebu Şuca Muhammed b. Melikşah Zamanında
Yapılan Bir Yapı Kitabesi İle O’nun Namına Kesilen Bazı Sikkelerin
Mahiyeti”, Türkiyat Mecmuası 17, İstanbul, 1972.
- “Osmanlılarda Veraset-i Saltanat ve Bununla İlgili Sikkeler”.
Tarih Dergisi 1979; 32. (Ayrı Basım)
- “Nişan-ı Ali İmtiyaz”. Koleksiyon mecmuası 1979, Sayı:53–
55.
- “Abbasi ve Anadolu Selçuklularına Ait iki Eşsiz Dinar”.
İstanbul Arkeoloji Müzeleri Yıllığı 1958; 8: 44–46.
- “Osmanlı İmparatorluğunda Veraset-i Saltanat Usulü ile İlgili
Bir Sikke”. İstanbul Arkeoloji Müzeleri Yıllığı 1960; 9: 36–39.
- Nişan-i Osmani. İstanbul Arkeoloji Müzeleri Yıllığı İstanbul,
1962; 10: 74–76.
- “Hicaz Demiryolunun Yapılması ve Bu Münasebetle Basılan
Madalyalar”. İstanbul Arkeoloji Müzeleri Yıllığı 1964;11–12: 73–78.

İBRAHİM ARTUK İÇİN NE DEDİLER?


Yüksek mimar Prof. Dr. Suphi Saatçi, İbrahim Artuk hakkında
şöyle yazmaktadır; “Artuk, titiz ve sabırlı bir nümismattı. Bu
bakımdan hazırladığı her tebliğin ve her yazının mutlaka yenilik
taşıdığı ve orijinal buluş ve yorumları ihtiva ettiği görülür. Sikkeler
yoluyla, kaybolan eski kentlerin yerini tespit etmek ve bulmak, onun
geliştirdiği bir method idi. O, dünya çapında bir Türk nümismatı idi”
(6).
İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Deontoloji ve
Tıp Tarihi Anabilim Dalı öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ayten Altıntaş

128
Önemli Simalar

İbrahim Artuk’la ilgili anılarını yaptığımız görüşmede şöyle


aktarmaktadır: “Sayın İbrahim Artuk ve eşi Cevriye Artuk’u yakından
tanımak fırsatını buldum. Her ikisi de insan ve bilim adamı olarak çok
değerli ve birbirlerini tamamlayan bir çifttiler. İbrahim Artuk denince
aklıma hemen “Artuk Prensi” lakabı gelir. Bunu kendisine Prof. Dr.
Hüsrev Hatemi uygun görmüştü. Artuk soyundan tanıdığımız bir kişi
idi. Kendi konusuna hakimiyeti, geniş literatür bilgisi ve o konudaki
heyecanlı konuşmalarını hiç unutamam. Bir de çalışırken not aldığı
ruloları… Not kâğıtlarını birbirine yapıştırmış ve rulo haline
getirmişti. Ruloya yazıyor, yazdıklarını ayrı bir rulo yapıyordu. Hep
öyle çalışırmış. Bu çok eski bir çalışma geleneği idi ve İbrahim Artuk
bu geleneği devam ettiriyordu”. (Resim 16).

SONSÖZ
Türk tarihine ve nümismatik bilimine birçok katkıları bulunan,
beraberinde Anabilim Dalımız’daki (İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa
Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Deontoloji Anabilim Dalı) bir odanın da
teşrifini (Resim 17) eşiyle birlikte üstlenen İbrahim Artuk’u saygı ve
rahmetle anıyoruz. (Resim 18–19)

129
Makalelerle Mardin

KAYNAKLAR
1. “Hatıra Para ve Hatıra Para Koleksiyonculuğu”.
http://www.darphane.gov.tr/tarihce/tarihce.htm. Son Güncelleme
(SG): 7 Mayıs 2006
2. “Epigrafi. http”://www.turkcebilgi.com/Epigrafi. SG:
30 Mayıs 2006
3. Artuk C: “İbrahim Artuk, Nümismat ve Tarihçi”. Türk
Tıp Tarihi Kurumu Yayınları No:8 İstanbul–1998.
4. “Türk Nümismatik Derneğinin 20.Kuruluş Yılında
İbrahim Artuk’a Armağan”, TND Yayınları Yenilik Basımevi,
İstanbul–1988.
5. Atak E: “Ölmeyen Nümismatlar – İbrahim Artuk”.
Koleksiyon Mecmuası 1978; 4 (42): 16–18.
6. Saatçi S: “İbrahim Artuk’un Ardından”. Türkiye
Gazetesi Kültür Sanat 13 Mart 1993, s.8.
7. Artuk İ, Artuk C: Artukoğulları Sikkeleri. Sümer
Kitapevi İstanbul–1993.
8. “İbrahim Artuk”. Büyük Lügat ve Ansiklopedi Cilt:1.
Meydan Yayınevi, İstanbul–1981; 701.
9. “İbrahim Artuk” Büyük Larousse Sözlük ve
Ansiklopedisi Cilt:2. Milliyet Gazatecilik A.Ş., İstanbul-1986; 857.
10. “İbrahim Artuk”. Görsel Genel Kültür Ansiklopedisi
Cilt:2. Görsel yay. İstanbul1984; 830.
11. “İbrahim Artuk”. Cem Büyük Ansiklopedisi Cilt:1,
İ.Ü. Merkez Kitaplığı Kod:294.375–79. s.365.
12. Altundağ Ş: Huzurevleri Ziyareçi Bekliyor”. Aksiyon
(Sayı: 477–26.01.2004).
http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=11075. SG: 30 Mayıs 2006.
13. Türk Nümismatik Derneği WEB sayfası/ Ana sayfa.
http://www.turknumismatik.org.tr/turkce/ana/ana_tr.html. SG: 7 Şubat
2006.

130
Önemli Simalar

14. Artuk İ, Artuk C: “Nümismatik ve Bu ilme Gönül


Verenler”. Türk Nümismatik Derneği Bülteni sayı: 35–36.
http://www.turknumismatik.org.tr/turkce/yayinlar/bultenler/bulten035
36/makale11_tr.html. 7 Şubat 2006.
15. Artuk İ: “Nümismatik İlmi ve Faydalarına Kısa ve
Toplu Bir Bakış”. Türk Nümismatik Derneği Bülteni sayı: 9.
(http://www.turknumismatik.org.tr/turkce/yayinlar/bultenler/bulten00
9/makale01_tr.html). SG: 7 Şubat 2006.
16. Tarih Dergisi 1980–81 sayı: 33. Fatih Sultan
Mehmet’e Hatıra Sayısından ayrı basım.
17. Artuk İ, Artuk C: “Ünik Bir Artuk Sikkesi” Türk
Nümismatik Derneği Bülteni sayı:
26.http://www.turknumismatik.org.tr/turkce/yayinlar/bultenler/bulten0
26/makale02_tr.html SG: 7 Şubat 2006.
18. A Festschrıft Presented to Ibrahım Artuk On The
Occasion Of The 20th Anniversary Of The Turkish Numismatic
Society. NumisWorld - Ihr Internetkaufhaus für Münzen und
Raritäten.
http://numisworld.de/artikel.php3?UserID=IK3ha/9ymIxCA&WG=&
KAT1=41&SortBy=&CurPos=0. SG: 29 Mayıs 2006.
19. “Artuk Bey”.
http://www.kimkimdir.gen.tr/kimkimdir.php?id=498. 29 Mayıs 2006
20. Curator of Islamic Coins The American Numismatic
Soviety. http://www.aiys.org/webdate/bates.html. SG: 29 Mayıs 2006.
21. George Frederick Kolbe/Fine Numimatic Books
http://www.numislit.com/Who.html. SG: 15 Şubat 2002.
22. Osmanlı Dönemi Sikkeleri.
http://www.kultur.gov.tr/TR/Yonlendir.aspx?F6E10F8892433CFFA7
9D6F5E6C1B43FF212362B84F7B7B76 .SG: 16 Mayıs 2006
23. Artuk İ: “The Coins of the Vice–Regency of Ala el-
Din Keykubad”.
http://numisworld.de/artikel.php3?UserID=IKCYFio4xji1I&WG=&K
AT1=41&SortBy=&CurPos=5&Letter=4. SG: 13 Ağustos 2005.

131
Makalelerle Mardin

24. Artuk İ: “Early ottoman Coins of Orhan Ghazi as


Confirmation of his Sovereignty” in Dickran Kouymjian (ed.) Near
Eastern Numismatics, Iconography, Epigraphy and History. Beirut
1974,http://coursesa.matrix.msu.edu/~fisher/hst373/readings-
additional.html. SG: 10 Mart 2006.
25. Artuk İ: “Die Münzen des Osmanischen Sultan
Mustafa II”. Proceedings of the 9th International Congress of
Numismatics. Berne, September 1979
http://www.mevius.nl/Moderncoins.htm. SG: 21 Mayıs 2006.
26. Artuk İ: “Die in Hisnkeyfa geprägten Einzelmünzen
der Eyyubi”.10th International Congress of Numismatics. London,
September 1986http://www.bibliographie.makeler.de/a.htm 11. SG:
20 Mayıs 2006.
27. ArtukI: “Emevilerden Halife Abdülmelik bin Mervan
adına kesilmiş essiz bir kurşun mühür (1952)”. Vol. IV. 328 pp., 14
plates. 2004 (Numismatics of the Islamic World. 42). http://web.uni-
frankfurt.de/fb13/igaiw/publication/numismatics.html. SG: 16 Mayıs
2006.

132
Önemli Simalar

Resim 1. İbrahim Artuk’un gençlik resimleri.

133
Makalelerle Mardin

Havran Bidayet Mahkemesi Reisi Mardinli Emin Bey’in


mahdumu Mekteb-i Hukuk mezunlarından Zabit namzedi Kamil Efendi
Kafkas Cephe-i Harbinde 2506 rakımlı tepe ile Zazalar Gediği
mevkiine karşı icra edilen bir keşif taaaruzide şehiden vefat etmiştir.
Vatanın bu fedakâr evladına karşı Ordu-yu Hümayun’un
ibraz eylediği takdirat-ı aliye bi’l tesadüf meşhudumuz olmuş
olduğundan bir vesika-yı tarihiye olmak üzere ber veçhi ati derç
ediyoruz.
Fıkra Emirname-i Umumisi
8.11.1332’de 2506 rakımlı tepe ve Zazalar gediği
istikametine yapılan keşfi taaruzide umum fırkanın gözyaşları arasında
ebediyete kavuşan 9.Kafkas Fıkrasının ilk şehidi 49. Kafkas
Taburundan zabit namzedi Kamil Efendi idi.
Mağfur, bulunduğu bilumum muharebatta pek çok asar-ı
hamaset ve şecaat göstermiş, bilhassa kaşf-i taaruzide düşman
mevaziine hemen 150 metre kadar bir mevkıa yanaşarak vazifesine olan
merbutiyeti istihkar-ı hayat etmek suretiyle aşkını isbat etmiştir. Şehid-i
saidimizin menakıbını tamim ediyorum. Bunları her kıta bir hatıra
olmak üzre saklayacaklar ve merhumun ruhuna ilk haftası olan 15-16 /
32 pazartesi fecesi “Yasin-i şerif” ihda eyliyeceklerdir.
Merhum Gedek’de ihzar olunan makbereye tevdi edilmiştir.
Kabrinin şanı ile mütenasib bir surette yapılmasına çalışılmaktadır.
Merhumun hatırasını fırkamız tarihinde ilelebet muhafaza
edilecektir. Alaylarca menakıbının alay tarihlerinde hıfzı ve hatırasının
okutulmasını şiddetle arzu eylerim.

Belge 1. Babası Kamil Bey, Kafkas Cephesinde şehit olmasıyla


ilgili 11 Mayıs 1933 – 19 Recep 1335 tarihli ve 2475 numaralı Suriye
Mecmuası’nın 2 ve 3. sayfalarında “Şehitler Menakıbı” başlığı altında
çıkan yazı.

134
Önemli Simalar

Resim 2. Dedesi Hacı Mehmed Emin Bey (solda), babası


Mehmed Kamil Bey (sağda).

Resim 3. Artuk’un eşiyle birlikte hazırladığı ve oluşumunda


büyük emeği geçen dedesine önsözde teşekkür ettiği “Artukoğulları
Sikkeleri” adındaki eseri.

135
Makalelerle Mardin

Resim 4. İbrahim Artuk ve eşi Cevriye Artuk.

Resim 5. İbrahim Artuk’un 24.02.1999 tarihli Cumhuriyet


gazetesinde yer alan vefat ilanı.

136
Önemli Simalar

Şekil 1. İbrahim Artuk’un kurucuları arasında yer aldığı Türk


Nümismatik Derneği’nin amblemi.

Resim 6. İbrahim Artuk, Türk Tarih Kurumu’ndan muhabir


üyelik beratını alırken.

137
Makalelerle Mardin

Resim 7. Artuk’un buluşlarından biri; Karesioğulları sikke


bastırmıştır.

Resim 8. Artuk çiftinin yayınladığı Mardin Artukları’ndan


Hüsam el-Din Timurtaş ile Amcazadesi Şirbarik’in müştereken
bastırdıkları tarihsiz sikke.

138
Önemli Simalar

Resim 9–10. “Türk Nümizmatik


Derneği’nin 20.Yılında İbrahim Artuk’a Armağan/A Festschrift
Presented to Ibrahim Artuk on the Occasion of the 20th Anniversary
of the Turkish Numismatic Society” adlı eser.

139
Makalelerle Mardin

Resim 11. “Türk Nümizmatik Derneği’nin 20.Yılında İbrahim


Artuk’a Armağan” eserinin önsözü.

140
Önemli Simalar

Resim 12. Artuklar’ın Osmanlı nişanları üzerine hazırladıkları


kitap.

141
Makalelerle Mardin

Resim 13. Artuk’un Artukoğulları üzerine yazdığı ilk eseri.

142
Önemli Simalar

Resim 14. Artuklar’ın İstanbul’un Fethinin 500. yılı etkinlikleri


kapsamında bastırılan eseri.

143
Makalelerle Mardin

Resim 15. Artuklar’ın 1986’da Londra’da 10. Uluslararası


Nümismatik kongresi’nde sundukları bildiri.

144
Önemli Simalar

Resim 16. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde kendisi


onuruna düzenlenen bir toplantı (Prof. Dr. Ayten Altıntaş sağ başta).

Resim 17. İÜCTF Tıp Tarihi ve Deontoloji Anabilim dalı’nda


İbrahim Artuk ve eşi tarafından teşrif edilen odanın giriş kapısındaki
tabela.

145
Makalelerle Mardin

Resim 18–19. İbrahim Artuk’a ait yüzük mührü.

146
MÜFESSİR ALİ TURGAY HAYATI, ESERLERİ VE TEFSİRCİLİĞİ
Nurettin TURGAY*1

GİRİŞ
Bölgemizde medrese tahsili ile yetişen pek çok alim vardır. Bu
alimler, birçok talebe okutup yetiştirmekte ve çeşitli eserler
yazmaktadırlar. Fakat bunlara sahip çıkan, onlara yardım elini uzatan
kimse bulunmadığı için, bunlar tanınmamakta ve eserleri gün yüzüne
çıkmamaktadır. Bu alimlerin çoğu vefat edince, isimleri unutulmakta
ve geride kendilerinden herhangi bir iz kalmamaktadır. Bunların
yazdıkları eserlerin büyük ekseriyeti de, kayıtlara geçmemekte ve
kaybolup gitmektedir.
Bölgemizde yetişen bu alimlerden biri de, Molla Ali
Turgay’dır. Onun yazdığı eserler ve yetiştirdiği yüzlerce talebe vardır.
Bu makalede onun eserleri kısaca tanıtılıp, yazmış olduğu tefsiri
hakkında bazı bilgiler verilecektir. İnşallah onun yazmış olduğu
eserler ileride basılır ve okuyucuların istifadesine sunulur. Molla Ali
Turgay’ın tefsiri, diğer kitaplarına nazaran daha geniş kapasiteli
olduğu için, onu bir müfessir olarak takdim etmeyi uygun gördük.

1
*Doç. Dr. Nurettin TURGAY Dicle Üniversitesi.
nurettin.turgay@hotmail.com
Makalelerle Mardin

Molla Ali Turgay’ın hayatını, bizzat kendisinden dinleyip


öğrendiğimiz şekilde yazdık. Tefsiri hakkında verilen bilgilerin bir
kısmı da bizzat kendisinden dinledik.

I – ALİ TURGAY HAYATI VE ESERLERİ


Yazının bu bölümünde, Molla Ali Turgay’ın hayatına yer
verildikten sonra eserleri kısaca tanıtılacaktır.

A – HAYATI
Müfessir Ali Turgay, 1924 yılında Kızıltepe’nin Üzeyir
köyünde doğmuştur. Babası, Üzeyir köylü Ahmet ve annesi, Cevizli
köyünden Bozo oğlu Hacı Bekir ağanın kızı Huriye’dir. Ali Turgayın
babası Ahmet, Üzeyir köyünün kurucusu Üzeyir ağanın soyundan
gelen Şeref’in torunudur. Dolayısıyla Ali Turgay yörede, Molla Ali
Şeref lakabı ile bilinmektedir.
Üzeyir köyü, Mardin, Kızıltepe ve Derik üçgenindeki dağların
arasında bulunan Ğurs vadisinin üst tarafında, Ğurs suyunun çıktığı
yerin civarında kurulmuştur. Ğurs vadisi, suyu bol ve her türlü meyve
ile sebzenin yetiştiği, şair ve romancılara konu olabilecek cennet
misali bir yerdir. Günümüzde Ğurs vadisinde on iki köy
bulunmaktadır.
Ali Turgay üç, ağabeyi Şeyhmus beş ve kız kardeşi Zero bir
yaşında iken, babaları Ahmet vefat etmiştir. Üç yaşından itibaren
öksüz büyüyen Ali Turgay ve kardeşleri, fakirlik, yoksulluk ve
öksüzlüğün verdiği çeşitli ızdıraplarla yoğrularak yetişmişlerdir.
Ali Turgay, ilkokulu Orta Ğurs köyünde okumuş; Kur’ân’ı ise,
Üzeyir köyü imamı Molla Davut Kurtay’dan öğrenmiştir. Arapça
öğrenimine Suriye’de başlayan Ali Turgay, Karman’da Molla Sürrî,
Gırkünd’te Molla Ahmed, Dırbesiye’de Şeyh Mahmut, Havaşi’de
Molla Muhammed Ali, Tılkember’de Molla Abdulbaki ve Gıîd’te
Molla Abdulhalimden sarf, nahiv, istiare, vad’, mantık, tefsir, hadis ve
fıkıh dersleri aldı. Ondan sonra eğitimine Türkiye’de devam eden
Turgay, Savur’a bağlı Tizyan köyünde Molla Muhammed Nafi’,
Çınar’a bağlı Yuvacık köyünde Molla Muhammed, Silvan’a bağlı

148
Önemli Simalar

Başko köyünde Molla İbrahim, Beşiri’ye bağlı Hathat köyünde Molla


Cemil, Bulanık’a bağlı Tırtop köyünde Molla Muhammed Raşit,
Derik ilçesine bağlı Tılbısım köyünde Molla Yasin ve Derik merkezde
Molla Hasan’dan dersler aldı.
Ali Turgay, 1951 yılında 27 yaşında iken askerlik görevini
yapmak üzere Çanakkale Gelibolu’ya gitmiş ve orada iki sene 58.
piyade alayından çavuş olarak görev yapmıştır.
Ali Turgay, askerlik dönüşünden sonra iki yıl, Kızıltepe ilçesine
bağlı Tahtok köyünde imamlık yaptı ve ondan bu yana, aynı ilçeye
bağlı Kanun (Yumurcak) köyünde fahri olarak imam-hatiplik
yapmaktadır. Ali Turgay, uzun yıllar, bölgenin çeşitli yerlerinden
gelen talebelere sarf, nahiv, tefsir, hadis, fıkıh, mantık, vad’ ve istiare
derslerini okuttu. Onun okuttuğu talebelerden pek çok kişi, halen
bölgenin çeşitli yerlerinde Diyânet İşleri Başkanlığı teşkilatında görev
yapmaktadırlar.
Şeref’in torunlarından Ömer Turgayın kızı Zerife ile evlenen
Ali Turgay’ın bu evlilikten üç kızı ve yedi oğlu dünyaya geldi. İlk
çocuğu olan Ahmet Turgay, Kızıltepe’de imam-hatip iken, 1982
yılında 28 yaşında elektrik çarpması sonucu vefat etti. Halen onun üç
oğlu Diyanet İşleri Başkanlığında imam-hatip, bir oğlu öğretmen ve
bir oğlu da Orman dairesinde işçi olarak çalışmaktadır.

B – ESERLERİ
Molla Ali Turgay, yukarıda değindiğimiz gibi çok talebe
okuttu, bunu yanında yazılı olarak da güzel eserler ortaya koydu.
Onun, şu anda basılmamış yazılı üç eseri bulunmaktadır:
1 – Rabiu’l-Kulûb fi Sireti’n-Nebiyyi’l-Mahbûb. Bu eser,
Arapça yazılmış bir siyer kitabıdır. 367 sayfadan oluşan bu eser de
basılmamıştır. Kitapta, önce kısa bir şekilde diğer peygamberlerden
bahsedildikten sonra, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hayatı doğumundan
ölümüne kadar geniş bir şekilde ele alınmaktadır. Molla Ali Turgay bu
kitabını Muharrem 1394 hicri, 01.02.1974 miladi tarihinde
tamamlamıştır.
Molla Ali Turgay bu eserinin sonunda, yararlandığı kaynakların
listesine de yer vermektedir.

149
Makalelerle Mardin

2 – Nehcu’l-İmân fi İttibâi’l-Kur’ân. Arapça olarak telif


edilmiş olan bu eser basılmamıştır. Va’z ve nasihat kitabı niteliğinde
olan bu yazma eser, 108 sayfadır. Bu kitapta iman, ilim, akıl, Kur’ân,
ihlas, muhabbet, güzel ahlak, tevekkül, tefekkür, zikir, dua ve tövbe
konuları, başta Kur’ân ve sünnet açısından incelenmekte ve bunun
yanında, alimlerin bu konularla ilgili yorumlarına da yer
verilmektedir. Bu kitap, 14.08.1408 hicri, 01.04.1988 miladi tarihinde
tamamlanmıştır.
Molla Ali Turgay, bu eserinin sonunda da, eserini hazırlarken
yararlandığı kaynakların listesine yer vermektedir.
3 – Nuru’l-İmân fi Tefsîri’l-Kur’ân (Nura İmâne jı Tefsîra
Kur’âne). Aşağıda üzerinde genişçe duracağımız bu eser, Molla Ali
Turgay’ın yazdığı son eseri olup iki ciltten oluşmaktadır.

II – ALİ TURGAYIN TEFSİRİ


Çalışmamızın bu bölümünde, önce Molla Ali Turgay’ın
tefsiri hakkında genel bilgiler verilecek sonra da, tefsirinden
bazı örnekler sunulacaktır.

A – ALİ TURGAY’IN TEFSİRİ HAKKINDA GENEL


BİLGİLER
Molla Ali Turgayın, “Nuru’l-İmân fi Tefsîri’l-Kur’ân (Nura
İmâne jı Tefsîra Kur’âné” adı ile yazdığı tefsiri, Arap harfleri ile
yazılmış Kürtçe bir tefsir kitabıdır. Yaşadığı bölgenin şivesi ile
hazırlanmış olan bu eser de diğer eserleri gibi basılmamış halde
bulunmaktadır. İki cilt halinde olan eserin birinci cildi 290, ikinci cildi
ise 356 sayfadır. Tefsirin ikinci cildinin sayfa numaraları, birinci
cildin sayfa numaralarının devamı niteliğindedir.
Bu eser, müfessirin beyanına göre, ağırlıklı olarak Nasiruddin
Ebû Said Abdullah b. Ömer b. Muhammed el-Beydâvî (ö.
791/1388)’nin Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl adlı tefsiri ile
Celâluddin el-Mahallî (ö. 664/1459) ve Celâluddin es-Süyûtî (ö.
911/1505)’in Tefsîru’l-İmâmeyn el-Celîleyn adlı tefsiri esas alınarak

150
Önemli Simalar

hazırlanmış ve 10 recep 1415 hicrî, 13.12.1994 miladî tarihinde


tamamlanmıştır.
Molla Ali Turgay, tefsirini yazarken, başından sonuna kadar
Kur’ân’ın ayetlerini birer birer açıklayıp izah etmekte ve her surenin
başında, o surenin Mekke’de veya Medine’de nazil olduğunu
belirtmekte ve surenin kaç ayet olduğunu kaydetmektedir. Ayrıca o,
her surenin tefsirini bitirince, sonunda, Allah’ın yardımı ile bu surenin
tefsirini tamamladığını yazmaktadır. Bir de o, tefsirinin başında bir
giriş yazısına yer vermekte, 2 sonunda da tefsirini bitirmenin sevincini
dile getirmektedir. 3
Molla Ali Turgay, tefsirinin girişinde önce Allah’a hamd ve Hz.
Muhammed (s.a.v.)’e, aline ve ashabına salat ve selam getirmektedir.
Molla Ali Turgay, Allah rızası için Kur’ân’a hizmet etmek gayesi ile
kendisine ve dostlarına bir uyarı olması umuduyla bir tefsir yazmayı
düşündüğünü, fakat bunun tahmin edildiği kadar kolay olmadığını, zor
ve mesuliyetli bir iş olduğunun farkına vardığını dile getirmektedir.
Ancak o, bunu yazmaktan vazgeçmektense, Allah’a sığınarak, Ondan
yardım dileyerek bu işi sürdürmenin daha iyi olacağı kanaatine
vardığını ifâde etmektedir. Ona göre bir şeyin var olması, yok
olmasından daha iyidir. Onun için bu tefsiri yazması, yazmamasından
daha iyi olacaktır. Ardından da o, bu işte başarılı olmak ve güzel bir
sonuca varmak için Allah’tan yardım dilemektedir. Molla Ali Turgay,
mukaddimenin sonunda gücü her şeyin üstünde olan Allah’a tevekkül
ettiğini, dönüşün Ona olacağını ve yalnız ona sığınmak gerektiğini
anlatmaktadır. 4
Molla Ali Turgay, tefsirinin sonunda da ihtiyarlığı, rahatsızlığı,
var olan bir sürü dert ve problemleri ve çeşitli imkansızlıklarına
rağmen bu tefsiri yazıp bitirdiğini, ancak çeşitli hata ve eksikliklerinin
bulunabileceğini dile getirmekte, bu nedenle önce Yüce Allah’tan af
ve mağfiretini niyaz etmektedir. Ardından da okuyucularından, bu
eseri okurken karşılaşabilecekleri hata ve eksiklikler için kendisini
affetmelerini ve bu hata ve eksiklikleri düzeltme yoluna gitmelerini

2
Molla Ali Turgay, Nuru’l-İmân fi Tefsîri’l-Kur’ân (Nura İmâne jı Tefsîra
Kur’âne), I, 2.
3
Turgay, Nuru’l-İmân, II, 646.
4
Turgay, Nuru’l-İmân, I, 2.

151
Makalelerle Mardin

dilemektedir. Ondan sonra da Allah’a yalvarmakta, bu eserini aleyhine


değil, lehine delil olarak kabul etmesini dilemekte ve dua ile
yakarışlarında ellerini boş çevirmemesini talep etmektedir. 5

B – ALİ TURGAYIN TEFSİRİNDEN ÖRNEKLER


Molla Ali Turgayın “Nuru’l-İmân fi Tefsîri’l-Kur’ân (Nura
İmâne jı Tefsîra Kur’âne)” adlı tefsirini genel hatlarıyla tanıttıktan
sonra ondan bazı tefsirden bazı örnekler verelim. Bu bağlamda,
Kur’ân’ın hem girişi hem de özeti mahiyetinde bulunan Fatiha suresi
ile Kur’ân’ın son üç kısa suresinin tefsiri üzerinde duracağız.

1- Fatiha Suresi
Molla Ali Turgay, Kur’ân’ın ilk suresi olan Fatiha suresini
tefsir etmeye başlarken, önce besmeleyi açıklamaktadır. O, besmeleyi
Fatiha suresinin ilk ayeti kabul ederek, tefsirini Şafiî mezhebine göre
yazdığının işaretini vermektedir; ardından, her şeye besmele ile
başlamanın gereğini vurgulamakta ve Yüce Allah’ın Kur’ân’a
besmele ile başlamasının insanlar için bir eğitim örneği olduğunu
açıklamaktadır. Bununla beraber o, “Allah” lafzının özel isim olduğu
üzerinde durmakta ve Yüce Allah’ın dünya ile ahiretin sahibi
olduğunu kaydetmektedir. Ondan sonra Fatiha suresinin faziletlerini
anlatan, “Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki Tevrat, İncil,
Zebûr ve Kur’ân’da Fatiha suresinin bir benzeri indirilmemiştir.
Fatiha suresi, es-Sebu’l-Mesânî ve bana indirilen Kur’ânı Azîmdir,”
hadisine yer veren müfessir, bu hadisin, Ahmed b. Hanbel (ö.
241/855)’in Müsnedinde yer aldığını belirtmektedir.
Molla Ali Turgay, Kur’ân’a besmele ile başlamanın bir eğitim
olduğunu kaydettiği gibi, Kur’ân’ın özeti ve girişi konumundaki
Fatiha suresine hamd ile başlamakla insanlara nasıl hamd tmeleri
gerektiğinin öğretildiğini açıklamaktadır. Ona göre, Yüce Allah bu
sureye hamd ile başlamakla, şunu kast etmektedir: “Ey kullarım! Siz
bana hamd ve şükür etmek istediğiniz zaman, “Elhamdu lillahi

5
Turgay, Nuru’l-İmân, II, 646.

152
Önemli Simalar

Rabbi’l-Alemîn” (Alemlerin Rabb’i olan Allah’a hamd olsun) deyin.”


Bu ve benzeri örneklerden anlaşıldığına göre Molla Ali Turgay,
tefsirinde eğitime ağırlık vermektedir. Ona göre, Kur’ân’ın her
ayetinde insanlara verilmek istenen çeşitli mesajlar vardır.
Fatiha suresinin başındaki hamd kavramını açıkladıktan sonra,
“Rahman ve Rahim” sıfatları üzerinde duran müfessir, bu iki kelimeyi
şöyle açıklamaktadır: Azamet ve şerefi yüce olan Allah’ın rahmet ve
fazileti, her şeyi kapsamakta ve her yaratığa ulaşmaktadır. O, kerim ve
ihsanı (iyilikleri) daim olan Allah’tır. O, kullarını yoktan var etmiş ve
onlara dünya ve ahiretin huzur ve saadetinin yolunu göstermiştir.”
Molla Ali Turgay, “Din gününün sahibi” ayetini, ahiret
günündeki ceza ve mükafatın sahibi olarak yorumladıktan sonra,
Allah’ın, her zaman yarattığı tüm şeyleri gördüğünü, her şeyin Onun
hüküm ve kudretinin altında bulunduğunu anlatmaktadır. O, özellikle
kıyamet günündeki hüküm, mülkiyet ve egemenliğin Allah’a has
olduğunu belirtmekte ve bu ayeti, “Bu gün hükümranlık kimindir? Bir
olan ve (var olan her şey üzerinde) mutlak otoriteye sahip bulunan
Allah’ındır.” 6 Anlamındaki ayet ile tefsir etmektedir.
Müfessir, “Yalnız sana ibâdet eder ve yalnız senden yardım
dileriz,” ayeti için ise, şu açıklamalarda bulunmaktadır: “Ey
Rabb’imiz! Biz, ibâdeti yalnız sana has kılıyor ve yalnız senin için
ibâdet ediyoruz. Yine yalnız senden yardım ve taraftarlık talebinde
bulunuyoruz. Biz ibâdet ederken ve yardım talebinde bulunurken,
senden başkasını düşünmüyoruz. Senden daha üstün, daha güçlü hiç
kimse bulunmadığı için, biz yalnız senin önünde eğiliyoruz. Sen, buna
layık olan tek ilâhımızsın.”
Müfessir, “Bize dosdoğru yolu ver,” ayetini de, şöyle
yorumlamaktadır: “Ey Rabb’imiz! Bizi hak yola ve hak dine doğru
yönlendir. Bizi bu konuda aydınlat ve bizi İslam dininde sabit
kıl!..Sen, bütün nebi ve resullerini bu yol üzere gönderdin!.. Bu yol,
“Nimet verdiklerinin yolu” dur. Bu yolun yolcuları, nimet verdiğin
kişilerdir. Onlar, peygamberler ve mümin olan kullardır.”
Molla Ali Turgay, “Senin gazabına uğrayanların ve haktan
sapmış olanların yoluna değil,” mealindeki ayeti izah ederken,

6
el-Mü’min 49/16.

153
Makalelerle Mardin

Allah’ın gazabına uğrayanların Yahudiler ve haktan sapmış olanların


da Hıristiyanlar olduğunu belirtmektedir.
Fatiha suresinin tefsirini “Amin!..” duası ile bitiren Ali Turgay,
“Ey Rabb’imiz!.. Bizi, İslâm dini üzerinde sabit, daim ve kaim eyle!..”
duası ile konuyu kapatmaktadır. 7

2 – İhlas Suresi
Molla Ali Turgay, İhlas suresinin tefsirine, surenin nüzûl sebebi
hakkında şu bilgileri vererek başlamaktadır: Hz. Muhammed (s.a.v.)’e
Yüce Allah’ın vasıfları hakkında sorular soruldu; kendisine, “Bize
Rabb’ini tanıt. Senin Rabb’in altından mı, gümüşten mi, yakuttan mı,
yoksa başka bir madenden midir?” dediler. Bunun üzerine Yüce
Allah, İhlas suresini indirerek peygamberine şu mesajı verdi:
İnsanlara de ki, “Rabb’im Allah’tır, yalnız Ona ibâdet
edilecektir, Ondan başka tapılacak hiç kimse yoktur. Rabb’im zatında,
sıfatlarında, fiillerinde tektir, Onun hiçbir şerik ve ortağı yoktur.
Rabb’im en büyüktür, Ondan daha büyük herhangi bir şey
düşünülemez. Herkes Ona muhtaçtır, ihtiyaçlarını gidermek için Ona
yönelir, Ona yalvarır ve Ondan yardım diler. O, hiç kimseye muhtaç
değildir. Onun usûl ve furuû yoktur. Yani O, başkasının neslinden
gelmemiş kendisinden devam eden nesli de yoktur. Onun ne zatında
ne sıfatında ve ne de fiillerinde bir dengi, misli ve benzeri
bulunmamaktadır.” 8
Bu tefsirde, bu tür ifâde ve açıklamalarla İhlas suresinin anlamı
izah edilmekte ve özet bir şekilde Yüce Allah’ın varlığı, birliği,
ezeliliği, ebediliği ve eşsizliği anlatılmaktadır.
Molla Ali Turgay, İhlas suresinin nüzûl sebebini anlatmakta
ancak bu konuda kaynak göstermemektedir. Çeşitli kaynaklarda,
burada İhlas suresinin nüzûl sebebi hakkında verilen bilgilere yer
verilmektedir. 9

7
Turgay, Nûru’l-İmân, I, 3.
8
Turgay, Nûru’l-İmân, II, 645.
9
Bkz. Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’ân, İhlâs,112/1; İbn Hanbel, V, 133,134; Ebû
Cafer Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Ayi’l-Kur’ân,

154
Önemli Simalar

3 – Falak Suresi
Bu tefsirde, Falak suresinin tefsirine de nüzûl sebebi hakkında
bilgi verilerek başlanmaktadır. Ali Turgay’ın, Falak suresinin
tefsirinde yer verdiği bilgilere göre, Yahudi olan Lubeyd ve kızı, Hz.
Muhammed (s.a.v.)’e sihir yaptılar. Bunun üzerine Falak ve ondan
sonra gelen Nas sureleri nazil oldu.
Molla Ali Turgay, Falak ve Nas surelerinin nüzûl sebebi olarak
verdiği bu bilgiler, tefsir kaynaklarında tartışma konusu olmuştur.
Bazı kaynaklarda, bu ve buna benzer rivâyetlere yer verilmektedir. 10
Bazı kaynaklarda da, bu tür rivayetlere itiraz edilmekte ve Hz.
Muhammed (s.a.v.)’e sihrin yapılamayacağı ve onun da sihirden
etkilenmeyeceği savunulmaktadır. 11
Molla Ali Turgayın Falak suresinin tefsirinde yaptığı
açıklamaya göre, Yüce Allah bu surede Hz. Muhammed (s.a.v.)’e
hitaben demiştir ki, “(İnsanlara) söyle: Ben, insan, hayvan, cin, bitki,
kısacası canlı cansız her şeyin şerrinden, sabahın Rabb’i olan Allah’a
sığınırım. Ben, zifiri karanlığı her şeyi iyice kaplayan gecenin
şerrinden Allah’a sığınırım. Ben, Yahudi Lubeyd’in kızı gibi iplere
düğüm atıp onlara üfüren, bu şekilde sihir yapan kadınların şerrinden
Allah’a sığınırım. Yüce Allah’ın taksimatına razı olmayan,
başkalarının hakkına göz diken, bu nedenle haset duyguları ile hareket
edip hasetlerini açığa vuranların şerrinden Allah’a sığınırım.” 12

Dâru’l-Fikr, Beyrut 1995, XXX, 446; . İsmail b. Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-


Azîm, Dâru’l-Marife li’t-Tibâati ve’n-Neşr, Beyrut 1969, IV, 565. Celaluddin
b. Ebibekir es-Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr fi’t-Tefsîri bi’l-Me’sûr,
Muhammed Emin Remc ve Şurekâuhu, Beyrut, tsz. VIII, 669; Abdulfettah
el-Kâdî, Esbâbü’n-Nüzûl, Dâru’l-Mushaf, Kahire tsz. s. 252
10
Bkz. Buhari, Tıb, 49; Müslim, Selam, 43; İbn Kesir, Tefsir, IV, 574;
Abdurrahman b. Muhammed b. Mahluf es-Seâlibî, el-Cevâhiru’l-Hısân fî
Tefsîri’l-Kur’ân, Beyrut tsz. IV, 452.
11
Bkz. Ali b. Muhammed b. Habib el-Maverdî, en-Nuketu ve’l-Uyûnu,
Muessesetu’l-Kutubi’s-Sakafiyye, Beyrut 1992, VI, 376; Elmalılı
Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Eser Kitabevi, İstanbul
1971, IX, 6359 vd. Ebu’l-A’lâ Mevdûdî, Tefhimu’l-Kur’ân, İnsan Yayınları,
İstanbul 1991, VII, 319 vd.
12
Turgay, Nûru’l-İmân, II, 645.

155
Makalelerle Mardin

Görüldüğü gibi, müfessirimiz burada haset kavramına güzel


anlam vermekte ve onun Allah’ın yaptığı taksimata rıza göstermemek
anlamına geldiğini ifade etmektedir ki, onun bu yorumu calibi
dikkattir.

4 – Nas Suresi
Müfessir Molla Ali Turgay, Nas suresinin tefsirinde de, şu
açıklamalara yer vermektedir:
Yüce Allah, “Ya Rasûl! (ya Muhammed!) De ki: Ben,
insanların Rabb’i, yaratıcısı, razıkı, maliki, onlarda tasarrufta bulunan,
kimini küçülten, kimini büyüten, kimini fakir ve kimini zengin kılan
Yüce Allah’a sığınırım. Yine insanların ilahı, onlar için kendisinden
başka hiçbir tapılacak bulunmayan yegane mabût (kendisine ibâdet
edilen) Allah’a sığınırım. O Allah’a, insanları aldatmak, onları
Allah’tan uzaklaştırmak ve onları bu şekilde günahkar bir hale
getirmek için çalışan şeytanın şerrinden sığınırım. O şeytan, hannastır
(hilekardır). Hannas olan şeytan, çeşitli ibadetlerle Allah’a yaklaşan
insandan uzaklaşıp kaybolmakta ve Allah’tan gafil olan insana
yaklaşıp onun kalbine yerleşmektedir. İnsan kalbine bu şekilde
vesvese duygusunu veren şeytan, hem insanlardan ve hem de
cinlerden olabilmektedir. Bu şeytanlardan ve onların şerrinden, ancak
Allah’ın koruyup muhafaza ettiği kişiler korunabilir. Onun için, bu tür
kötülüklerden korunmak gayesi ile Allah’a sığınmak gerekmektedir.
Ey Yüce Rabb’imiz! Bizi, kovulmuş, lanetlenmiş şeytanın şerrinden
koru, muhafaza eyle!..” 13
Nas suresinin tefsirini tamamlayan müfessir, cümlelerini,
“Büyüğümüz ve şefâatçimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’e, aline, ashabına
salatu selam olsun. Her türlü hamd, senâ ve şükürler, tüm mahlukâtın
Rabb’i olan Allah’adır,” ifâdeleri ile bitirmektedir. 14

13
Turgay, Nûru’l-İmân, II, 646.
14
Turgay, Nûru’l-İmân, II, 646.

156
Önemli Simalar

SONUÇ
Suriye ve Türkiye’deki medreselerde eğitim alan Müfessir
Molla Ali Turgay, uzun bir süre tedrisatla uğraşmanın yanında üç
tane de kitap yazmıştır. Onun yazdığı ilk kitabı olan “Rabiu’l-Kulûb
fi Sireti’n-Nebiyyi’l-Mahbûb” adlı eseri, bir siyer kitabı olup Hz.
Muhammed (s.a.v.)’in hayatını içermektedir; ikinci kitabı olan
“Nehcu’l-İmân fi İttibâi’l-Kur’ân” adlı eseri ise, va’z ve nasihat
niteliğindedir ve üçüncü kitabı olan “Nuru’l-İmân fi Tefsîri’l-
Kur’ân (Nura İmâne jı Tefsîra Kur’âne)” adlı iki ciltlik eseri de,
Kur’ân tefsiridir.
Molla Ali Turgay, kendi ifâdelerine göre Kur’ân tefsirini, bazı
klasik tefsir kitaplarını ölçü alarak yazmıştır.
Molla Ali Turgay’ın tefsirini incelediğimiz zaman, her şeyden
önce genel olarak ayetlerde geçen kelimeleri açıkladığını görmekteyiz.
Onun el-Beydâvî’nin ve Celâleyn müelliflerinin metodunu takip ettiği
anlaşılmaktadır. O, zaman zaman ayeti ayet ve ayeti hadisle tefsir
etme cihetine de gitmektedir. Molla Ali Turgay, bununla beraber
bazen nüz^l sebepleri üzerinde de durmaktadır.
Molla Ali Turgay, tefsirinde sık sık ayetlerin insanlara verdiği
eğitici mesajlar üzerinde durmakta ve, “Allah, insanları bu konuda
eğitmek istemektedir,” gibi ifâdelere yer vermektedir. 15 Kanaatimizce
günümüzde insanlar, eğitime önem vermekte ve üzerinde ehemmiyetle
durmaktadır. Dolayısıyla Molla Ali Turgay’ın tefsirinde ayetlerin
eğitim ile ilgili mesajların üzerinde durması, önem arzetmektedir.
Çünkü Kur’ân, aynı zamanda ilâhî olan bir eğitim kitabıdır. Yüce
Allah, Kur’ân’ı, insanların eğitimi ve dünya ile ahirette huzur ve
saadete ulaşmaları için göndermiştir. Onun gönderiliş gayesi,
insanların iki cihanda mutlu olmanın yollarını öğrenmeleri ve bu
mutluluğu yakalamalarıdır. Kur’ân, Yüce Allah tarafından bu gaye ile
insanlara gönderilmiştir. Molla Ali Turgay’ın, tefsirini bu gaye ile
yazdığı ve okuyucuları bu istikamette aydınlatmak istediği
görülmektedir. O, okuyucuların Kur’ân ayetlerini okuyup
anlamalarını, bu ayetlerden ders ve mesajlar almalarını ve bunlardan
öğrendikleriyle amel etmelerini istemektedir.

15
Bkz. Turgay, Nûru’l-İmân, I, 3.

157
Makalelerle Mardin

Müfessir Ali Turgay, medrese usulü ile eğitim görüp aynı


metotla talebe okuttuğundan dolayı, tefsirinde akademik kurallara
uymamakta, dip not göstermemektedir. Mesela Fatiha suresinin
faziletlerini açıklarken, konu ile ilgili bir hadisi Ahmet b. Hanbel’in
Müsned’inden nakletmektedir; 16 ancak bu hadisin kaçıncı cilt ve
kaçıncı sayfadan alındığını kaydetmemektedir. Bununla beraber o,
nüzûl sebeplerine yer verdiği halde, bu bilgilerin hangi kaynaklarda
yer aldığını belirtmemektedir.
Molla Ali Turgayın yazdığı eserlerin, özellikle “Nuru’l-İmân
fi Tefsîri’l-Kur’ân (Nura İmâne jı Tefsîra Kur’âne)” adlı tefsir
kitabının, büyük emek ve araştırma mahsulü olduğu, bunların gelecek
nesiller için yararlı olacağı kanaatindeyim. Dileğim, bu eserlerin
yayınlamaları ve okuyucuların istifadesine sunulmalarıdır.

16
Bkz. Turgay, Nûru’l-İmân, I, 3.

158
II. BÖLÜM
DİNİ TOPLULUKLAR
KAYBOLMAYA YÜZ TUTAN BİR ANADOLU DİNİ TOPLULUĞU:
ŞEMSİLER / HARRÂNÎLER
Celal ÇAYIR*1
M. Cengiz YILDIZ∗∗
İsmail GÖNENÇ∗∗∗

Özet
Şemsîler / Harranîler, yerleşim merkezi olan Harran’a nispetle
komşuları tarafından Harranîler adını alan dini bir topluluktur. XIII.
Yüzyılda, Moğollar tarafından büyük bir bozguna uğrayıncaya kadar,
ay tanrısı Sin liderliğindeki yıldız ve gezegen kültüne dayalı paganist
dini yapısını devam ettirmişlerdir.
Harranîlerle ilgili kaynakları üç grup altında toplamak
mümkündür: Bunlardan birincisi; “Beş Sır Kitabı” ve “Baba’nın
Kitabı”, isimli yazılı kaynaklardır. Bu eserlerde Harranîlerin inançları,
ibadetleri ve yaşam tarzları ile ilgili ilk elden bilgiler mevcuttur. İkinci

* Arş. Gör.Celal ÇAYIR, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve


Din Bilimleri Bölümü/Bursa, celalcayir@hatmail.com
** Yrd. Doç. Dr. M. Cengiz YILDIZ Dicle Üniversitesi Fen-Edebiyat Fak.
Sosyoloji Bölümü
*** Öğretmen İsmail GÖNENÇ Samsun Anadolu Lisesi
Makalelerle Mardin

kaynak, Harran ve civarındaki arkeolojik bulgulardır. Üçüncüsü ise,


gayrimüslim ve İslam bilginlerinin kaleme aldığı eserlerdir.
Şemsiler / Harranîler olarak bilinen dine mensup olanların
vatanlarının Mardin ve civarı olduğu kabul edilmektedir.
Günümüzdeki sayılarının yaklaşık 20 bin civarında olduğu tahmin
edilen Şemsiler; İran, Tokat, Merzifon gibi bölgelere dağılmışlardır.
Bu çalışmada, bu din mensuplarınca kutsal olarak kabul edilen
kitaplardan yararlanılacak, bu konuda yazılan başka eserler tetkik
edilecektir. Burada, genel bir değerlendirme yapılması ve tasviri
birtakım bilgilere ulaşılması hedeflenmektedir.

Giriş
Tarih boyunca birçok kültür ve medeniyete ev sahipliği yapan
Anadolu, birçok dini inancın bu topraklarda yaşamasına da imkân
tanımıştır. Özellikle Anadolu’nun bazı yerleşim merkezlerinin, tarih
boyunca bu özellikleriyle öne çıktığı görülmektedir.
Mezopotamya bölgesinde yer alan Urfa (Edessa) ve Harran,
ilkçağlardan itibaren tarihin birçok dönemlerinde farklı kültür ve
medeniyetlerin önemli merkezleri haline gelmişlerdir. Kimler
tarafından ve ne zaman kurulduğu tam olarak bilinmemekle birlikte,
ilk kez Eski Babil dönemi kitabelerinde Harran isminin (harranu, uru,
kaskalki) yer aldığı bilinmektedir.2
Anadolu’daki arkeolojik kazılarda, Harran kentinin tarihinin
milattan önce 6000’lere kadar gittiği tahmin edilmektedir. Harran,
İlkçağ’da Anadolu–Suriye–Mezopotamya kervan yollarının kesiştiği
bir yer olarak önemli bir ticaret merkezi olduğu gibi, Ortaçağ’da da
ipek yolunun Musul–Re’sülayn–Halep uzantısıyla Irak, Şam, Urfa ve
İç Anadolu’yu birbirine bağlayan anayolların kesiştiği bir yer olarak
ticaret merkezi olma özelliğini sürdürmüştür.3

2
Şinasi Gündüz, “Dinsel Zenginlik ve Kültürel Harmoni Bağlamında Harran
ve Harrânîler”, Uluslararası Anadolu İnançları Kongresi Bildirileri, Evrak
Yayınları, Ankara 2001, s. 300.
3
Ramazan Şeşen, “Harran” mad., TDVİA, cilt 16, s.237.

162
Dini Topluluklar

Bazı kaynaklarda, Harran bölgesinde yaşayan putperest


topluluğa verilen bir isim olarak ele alınan Harrânîler, bazı
kaynaklarda ise Güneş, Ay ve diğer gezegenlere inanmalarından
dolayı, bu topluluğun Şemsî / Şemsîler (güneşe tapanlar) olarak ele
alındığını görmekteyiz.
Bazı kaynaklarda Harrâniler ve Şemsîler ifadelerinin
birbirlerinin yerine kullanıldığını,4 bazı kaynaklarda da Harraniler’le
Sabiilerin birbirleri ile karıştırıldığını görmekteyiz.
Harrâniler’in kim oldukları ile ilgili tartışmalarda ortaya çıkan
başka bir problem de Harranlılar’la Sabiilerin ya da Harranlı
Sabiiler’in karıştırılmasıdır. Konu ile ilgili kaynaklarda Harrânîler,
Şemsîler, Sabiiler ve Harranlı Sabiiler’in kesin çizgilerle
birbirlerinden ayrılamaması (tefrik edilememesi), Harrânîler ya da
Şemsîler’in kimliklerinin tam olarak tespit edilmesini
zorlaştırmaktadır. Özellikle böyle bir kavram kargaşasının
mevcudiyeti, konunun net olarak ortaya konmasını zorlaştırmıştır.
Şemsîler, genel anlamda Mezopotamya bölgesinde yaşayan
toplulukların Güneş (Şems, Şemes) ve diğer gezegenlere olan
inançlarını belirten bir isimdir. Özelde ise, Harran ve civarında
yaşayan topluluğun dini inançları için kullanılmaktadır. Şemsî ya da
Şemsîler, kelimenin taşıdığı anlama nispetle güneşe tapanlar anlamına
gelmektedir.
Öncelikle Harrânîler / Şemsîlerin nasıl tanımlandığını, kimler
oldukları ve nerelerde yaşadıklarını ele aldıktan sonra, bunlara ait belli
başlı inanç esaslarını, ibadet mekânlarını incelemeye çalışacağız.

4
Günay Tümer, Bîrûnî’ye Göre Dinler ve İslâm Dini, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları, Ankara 1991, s.197; Judah Benzion Segal, Edessa
(Urfa) Kutsal Şehir, (Haz. Ahmet Arslan) İletişim Yay., İst. 2002,s.150;
Martin Van Bruinessen, Kürtlük, Türklük, Alevilik, Çev. Hakan Yurdakul,
İletişimYay,İst,s.92–93;
http://www.diyanet.gov.tr/kuran/fihrist.asp?index=467&konu=Sabiiler.

163
Makalelerle Mardin

Harrânîler
Harrânîler, yerleşim merkezleri olan Harran’a nispetle
komşuları tarafından Harran’da yaşayanlar anlamına gelen topluluğa
verilen bir isimdir. Bazı İslâmî kaynaklarda Harnâniler, Harbâniler,
Kesdâniler ve Nebatiler olarak da geçtiği görülmektedir.5 Bîrûnî, bazı
kimselerin, Harrânî isminin Hz. İbrahim’in kardeşi Hârân’dan
geldiğini ileri sürdüğünü belirtir. Kendisi de Hz. İbrahim’in
Harrânî’lerle olan ilişkisi hakkında bilgiler verir.6
Harran’ın ilk sakinlerinin yerel Sami kavimlerinin olduğu,
şehrin kervan konaklama merkezi olarak işlev gördüğünü ve bu şehre
Asurca Harranu (yol, seyahat, kervan durağı) isminin verildiği
görülmektedir.7
Harrâniler’le ilgili yazılı kaynaklar üç grupta ele alınmaktadır.
Bunlardan birincisi, Harâniler’e ait yazılı kaynaklardır. İbnü’n–
Nedim, “Beş Sır Kitabı”, “Babanın Kitabı” ve Ârâmice bir nüshadan
Arapçaya tercüme edilen “el–Filahatü’n–Nabatiyye” adlı eserlerin
Harâniler’e ait en önemli yazılı kaynaklar olduğunu belirtir. Orijinal
nüshaları günümüze ulaşmamış olmakla birlikte Ârâmîce’den,
Süryanice ve Arapçaya olan çevirilerinde Harrânîler’in inanç, ibadet
ve diğer özellikleri hakkında bilgilere ulaşmak mümkündür8.
Diyarbakır ve çevresinde, İslamiyet’ten önce yaygın olarak üç
dinin bulunduğu bilinmektedir. Bunlar Şemsilik, Musevilik ve
Hıristiyanlıktır. Şemsilik, bölgenin en eski inançlarından biridir ve bu
inancın merkezinde “güneş” yer almaktadır.9
Bîrûnî, Sâbiî kelimesinin birkaç anlama gelebileceğini dile
getirdikten sonra, Abbasiler zamanında Harranîlik kelimesinin çokça
kullanıldığına işaret etmektedir. Birûnî’ye göre Harranilik,
Yunanlıların Hıristiyanlığa geçtikten sonra eski dinlerine ait olan puta
tapma özelliklerini devam ettirmelerine verilen bir isimdir. Daha
önceleri bunlar için “Veseniyye”, “Hunefâ”, “Harrâniyye” isimleri

5
Gündüz, Şinasi, “Harrâniler” mad”, TDVİA, s.240.
6
Tümer, s.197–198.
7
Gündüz, “Dinsel Zenginlik ve Kültürel Harmoni Bağlamında Harran ve
Harrânîler”, s. 300.
8
Gündüz, “Harrâniler mad”, TDVİA, cilt 16, s.240.
9
http://www.diyarbakirbld.gov.tr/dbakir.aspx?p=3

164
Dini Topluluklar

kullanılmıştır. Abbasiler zamanında ise Agathodaimon, Walis, Bâbâ,


Savar ve bazı filozofları peygamber olarak kabul eden bu grup için
“Harrânî” ismi daha çok kullanılmaya başlanmıştır.10
Halife Me’mun döneminde, Harran’lı putperestlerin, komşuları
tarafından “putperestler” veya “Harraniler” olarak adlandırıldığı
görülmektedir.11
Daha önceki kaynaklarda “putperestler”, “Keldâniler”,
“Nıbtîler” veya “Harrâniler” olarak adlandırılan Harranlılar’ın, son
dönem kaynaklarda Sâbii ismine adapte edilmeye başlanmasıyla
birlikte, var olan durumun daha da karmaşık bir hal aldığı
söylenebilir.12 Sabiîler, gerçekte yıldız ve gezegenlere tapmadıkları
halde, bunlar yanlış olarak gök cisimlerine tapanlar olarak
bilinmektedirler.13 Bundan dolayı, Sabiilerle Harranîler birbiriyle
karıştırılmıştır. Sabiilere göre yıldız ve gezegenlere tapmak, küfür
olarak kabul edilmektedir.14
Daha önceki dönemlerde o bölgede hiç kullanılmayan Sabiîler
ya da Harranlı Sabiîler ifadesi, Harranlılar için kullanılmaya
başlanmıştır.15 Sâbiîlerin, Abbasîler döneminde Harran putperestleri
olarak tanımlandığını, yıldız–gezegen kültünün ve eski Asur–Babil
geleneğinin bunlarda devam ettiği görmekteyiz.16
Sabiler; ilk sabiîler ve sonraki sabiîler olmak üzere iki kısma
ayrılmaktadırlar. Bu iki ekolün birleştikleri noktalar olmakla birlikte,
birbirinden ayrıldıkları noktalar da vardır. İlk Sabiîlik; Eski Yunan ve
Rum dinleri, bu inancın bir yansımasından ibaret olup Hindistan, Eski
Mısır, Suriye ve Keldânîlerin tabi oldukları ekoldür. Sonraki Sabiî’ler
ise, İsrail, İran, Yunan ve Roma gibi değişik kültürlerin tesiri altında
şekillenen Süryanî ve Keldânî Sabiîleri’dir.17

10
Tümer, a.g.e., s.197.
11
Gündüz, a.g.mad, s.241.
12
Gündüz, Mitoloji ile İnanç Arasında, , Etüt Yay., Samsun 1998, s.131.
13
A.g.e., s. 60.
14
Gündüz, Sabiîler, Son Gnostikler, Vadi Yayınları, Ankara 1995, s.6–9.
15
Gündüz, “Dinsel Zenginlik ve Kültürel Harmoni Bağlamında Harran ve
Harraniler”, s.309.
16
http://www.diyanet.gov.tr/kuran/fihrist.asp?index=467&konu=Sabiiler.
17
M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. II, 1751.

165
Makalelerle Mardin

Doğum yeri ve ilk yetiştiği yer Harran olan İbn–i Teymiyye’nin


(1261–1327), er–Redd ale’l–Mantıkiyyîn adlı eserinde, Harran ve
Harranlı Sabiîler hakkında önemli bilgilere yer verilmektedir. İbn–i
Teymiyye’ye göre Sabiîlik, Hırisityanlık gelmeden önce Şam ve
civarında (Harran civarında) yaşayanların diniydi. Bunlar Kuzey
tarafa dönerek ibadet (dua) etmekteydiler. Harran’da birçok heykelin
bulunduğunu kaydeden Teymiyye, en önemli heykellerin isimlerini de
şu şekilde sıralar: İlk Neden Heykeli, İlk Akıl Heykeli, Tümel Nefis
Heykeli, Zühal Heykeli, Müşteri Heykeli, Merih Heykeli, Güneş
Heykeli ve Ay Heykeli. Teymiyye, Harraniler’in Hıristiyanlıktan önce
bunlara ibadet etmekte olduklarını ve dinlerinin merkezinin bunlar
üzerinde olduğunu vurgular. Daha sonra, bu civarda Hıristiyanlığın
yayılmasıyla birlikte, yeni dinin Harranlılar arasında da yayıldığını,
ancak Sabiiliğin bir inanç olarak İslam’ın gelişine kadar varlığını
devam ettirdiğini belirtir.18

Şemsîler
Mezopotamya bölgesi ve civarında yaşayan toplulukların güneş
(Şems, Şemes),Ay, yıldız ve diğer gezegenlere olan inançlarına
verilen bir isim olduğu gibi, özellikle Harran ve civarında yaşayan
topluluğu tanımlamak için de bu isim yaygın olarak kullanılmaktadır.
17.yüzyıl gezginlerinden Polonyalı gezgin Simeon, İtalyan
misyoner Guiseppe Campanile ve Niebuhr Carsten, Mardin’de
Şemsilerle karşılaştıklarını kaydetmişlerdir. Bunlardan Niebuhr,
Şemsilerin birçoğunun Hıristiyanlığa geçtiğini, geri kalanlarının da
Yezidi ve Alevilerle karışmış olduğunu belirtmektedir19.
Niebuhr, Şemşîler’i, Mardin’de bulunan mezheplerden biri
olarak ele alır ve 1766 yılında Mardin’de 100 kadar Şemsi dinine
mensup ailenin olduğunu, bunların mahalli paganizmin son
bakiyelerini oluşturduğunu söyler. XVIII. Yüzyılın ortalarına doğru
kendilerini Ya’kubî Hıristiyan olarak göstermiş olsalar da, bu
bağlılıklarının zahiri olduğunu kaydeder. Cumhuriyet’in kuruluşundan
sonra yapılan ilk nüfus sayımında Mardin’de 23.252 kişi tespit
18
Kazım Sarıkavak, Düşünce Tarihinde Urfa ve Harran, Türkiye Diyanet
Vakfı Yay., Ankara 1997, s. 47.
19
Bruinessen, a.g.e., s. 92–93.

166
Dini Topluluklar

edilmiştir. 1945–1950 yılları arasındaki sayıları ise 18.000 ile 19.000


arasındadır20.
Seyyah Dupre’ye göre, 1808 yılında Mardin’in 27.000 nüfuslu
olduğunu ve bunlardan 20.000’inin Müslüman, 3.200’ünün Ya’kubî,
2000’inin Ermeni ve 800 kişinin de Şemsi olduğunu belirtir21.
Sabiîliğin, İslam idaresinde son zamanlara kadar devam ettiği,
Bağdat ve diğer yerlerde bulunan bazı Sabiî hekim ve bilginlerin
Müslüman olmadıkları kaydedilmektedir22.

Harrânîler Ve Şemsîlerin İnançları Ve İbadet Mekânları


Mezopotamya bölgesinde yaşayan toplulukların çoğu,
geçimlerini tarım yoluyla sağlıyorlardı ve bu verimli topraklardan
ürün alabilmek için Güneş ve suyun önemi büyüktü. Bu bölgede
yaşayan toplulukların inançlarında yer alan Güneş, Ay, yıldız, su
kültlerinin oluşmasında, içinde yaşadıkları coğrafî ve sosyal şartların
etkili olduğunu söyleyebiliriz.
Harran ve civarında yaşayan toplumların Güneş ve diğer
gezegenlere tapmalarının yanında su tanrıçaları ve su ayinlerinin
önemli bir yere sahip olduğunu görmekteyiz. Bu durum, bölgedeki
insanlar için güneşin ve suyun önemini ortaya koyması bakımından
önemlidir.23
İlkel olsun medeni olsun, çoğu insan sıkıntılarını dua ve adaklar
yoluyla tanrılara, ruhlara veya kutsal kabul ettiği her ne ise ona karşı
birtakım ritüellerle yöneltir. Bu davranış tarzı, evrensellik arz eder.24
Kutsallık atfedilen bir varlığa inanma, ona saygı gösterme ve birtakım
şekillerle ona ibadet etme, insanda doğuştan gelen özelliklerdir.
Yıldızlara–gezegenlere tapınma Harran, Yemen ve Irak’ın
yukarı kesimlerinde mevcuttu. Güney Arabistan’da Ay, Güneş Ve

20
İslam Ansiklopedisi, “Mardin” mad., MEB Yay, c.7, s.320.
21
İslam Ansiklopedisi, “Mardin mad”, MEB Yay, c.7, s.320.
22
Sarıkavak, a.g.e., s. 48.
23
Tümer, a.g.e., s.197.
24
Bkz. Hayati Hökelekli, Din Psikolojisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
Ankara 1993, s.87.

167
Makalelerle Mardin

Zühre yıldızından oluşan üçlü tanrılar sistemi mevcuttu. Burada Ay,


baba tanrı; güneş ana tanrıça; Zühre de oğul tanrı sayılıyordu. Bu üç
gök cisminin oluşturduğu tanrılar sisteminin Bâbil kaynaklı olduğu
bilinmektedir.25
İnandıkları tanrılarını sembol eden heykellerin önünde, çeşitli
zamanlarda tapınma, bayram ve merasim törenleri düzenlemek ve
tanrıları için kurbanlar adamak ve kesmek, Harranlılar’ın önemli
ibadetlerini oluşturuyordu. Ayrıca onlar için sihir, büyü ve astrolojinin
ibadetler kadar önemli olduğunu görmekteyiz.26
Bîrûnî, Harrâniler’in Güney Kutbunu kıble edindiklerini,
yıldızlara taptıklarını, “Belit”(Venüs), Mars, Satürn, Merkuri, Hermes,
Güneş ve Ay heykellerini diktiklerini dile getirir.27 Tanrılara kurban
ve adaklar sunmak, tanrıları sembolize eden heykellerin önünde
tapınma törenleri tertip etmek ve bu tanrılar adına yılın belli
zamanlarında bayram ve merasimler düzenlemek, belli başlı inanç
sistemlerini oluşturuyordu. Büyü, sihir ve astroloji, Harrânîler’in
ibadetlerinde büyük bir öneme sahipti28.
Harran’daki ay tanrısı Sin, Mezopotamya’nın yıldız ve gezegen
kültüne dayalı tanrıların başında yüce ulûhiyeti temsil etmekteydi.
Harran’da yapılan kazılarda elde edilen yazmalardan anlaşıldığına
göre, Harranlılar tarafından Venüs gezegenini temsil eden tanrıça
İştar, Sin’in kızı, Güneş tanrısı Şamas ise oğlu olarak kabul
ediliyordu. Harran’da görülen böyle bir tanrı düşüncesi, Eski Yunan,
Mısır ve Ortadoğu’da görülen yüce tanrı ve onun ailesi düşüncesi ile
paralellik göstermektedir.29
Ay, Güneş ve Zührenin dışında daha başka yıldızların da bu
bölgede kutsal sayıldığı görülmektedir. Güneşe tapanlar, güneşi temsil

25
Gündüz, “Dinsel Zenginlik ve Kültürel Harmoni Bağlamında Harran ve
Harrâniler”, s.300.
26
Gündüz, “Harrânîler” mad, TDVİA, cilt 16, s.241.
27
Tümer, a.g.e., s.197.
28
Gündüz, a.g.mad, s.241.
29
Gündüz, “Dinsel Zenginlik ve Kültürel Harmoni Bağlamında Harran ve
Harrânîler”, s.300

168
Dini Topluluklar

eden putun bulunduğu tapınakta güneşin doğuşu, zevali ve batışı


sırasında günde üç vakit dua ederlerdi.30
Güneşin kutsal kabul edilmesinin ve güneşe tapılmasının,
Cahiliye Dönemi inançları arasında önemli bir yere sahip olduğu
bilinmektedir. Hatta İslâm’dan önce, Abdüşşems (Güneşin kulu),
yaygın olarak kullanılan isimler arasındaydı. Abdüşşems adı
Sebeliler’de olduğu gibi, Kureyş kabilesi arasında da kullanılıyordu.31
Edessa (Urfa), Hıristiyanlığa geçtiği dönemlerde Harran’da Sin,
Ay ve diğer gezegenlere inanç devam ediyordu. Dördüncü yüzyılda
Harran’ın henüz Hıristiyanlığa geçmediğini anlatan Aziz Efraim, olayı
şu şekilde ifade edilmektedir:32 Senin suların acı ve çocukların kaba.
Ey Harran, Haç’la kendini tatlılaştır… Ey Harran, benim hazinem,
ünlü ve güzel Edessa, sana komşu. Ey kız, dünyanın tuzu olan annen
gibi ol ve onun öğretisiyle zihninin sertliğini yumuşat… Sen ey
Harran, pissin. Bak, aynan güzel ve saf. Önünde duran o kutsanmış
şehirle kendini süsle.
Aziz Efraim ve diğerleri tarafından, halkın arasında yaygın olan
Güneş ve yıldızlara tapılması sapkın bir inanç olarak kabul edilmiş ve
yaygın olan bu inançlara karşı şiddet ve saldırı ile karşılık
verilmiştir33.
Harran’da tapınakların içinde yapılan ayinlerin yanında bir de
tapınağın dışında derin bir kuyu açılıp, yılda iki kez orada su
ayinlerinin yapıldığından bahsedilir.34 Başka bir kaynakta ise, su
ayinlerinin bir gölde yapıldığı belirtilmektedir. Gölün ortasında
bulunan tanrıçaya doğru inananların yüzdükleri ve dinsel ayinlerini
gerçekleştirdikleri bir de sunak yer almaktadır. Edessa’nın (Urfa)
krallık döneminde, kendi halkının yanında, Harran ve Hierapolis’teki
komşularının da gezegenlere taptıkları bilinmektedir35.

30
http://www.diyanet.gov.tr/kuran/fihrist.asp?index=467&konu=Sabiiler.
31
http://www.diyanet.gov.tr/kuran/fihrist.asp?index=467&konu=Sabiiler.
32
Segal, a.g.e, ss.150–151.
33
E.R.Hayers, Urfa Akademisi, çev: Yaşar Günenç, Yaba Yay, İst 2002,s.29.
34
A.g.e., s.85
35
Segal, a.g.e, s.85, Tempo dergisinde yer alan bir haberde, Yahudilerin,
Harran'da kuyu başında ayin yaptıklarından bahseder. Yahudiler, Harran'ın 1
kilometre uzağında bulunan bu kuyunun 'Yakup'un kuyusu' olduğunu ve

169
Makalelerle Mardin

Edessa şehrinin merkez yerinde yer alan büyük sunağın


varlığının Hıristiyanlığın kabul edilişinden sonra bir müddet daha
devam ettiği bilinmektedir. Ayrıca, Edessa’nın güney tepelerinde yer
alan Nafşatha Manastırı’nda veya kule mezarlarda putperest sunağı
bulunmaktaydı. Edessa surlarının dışında Kefar Şelem (Put Köyü),
Kefar Nabu (Nabu’nun Köyü) gibi putperestlikle ilgili isimlerin altıncı
yüzyıla kadar kullanıldığını, hatta bunlardan sanem mağara (Put
Mağara)isminin günümüze kadar devam ettiğini görmekteyiz36.
“Ülkelerin Yasaları” adlı kitabın yazarı olan astrolog Bardaysan
Usta’nın eserinde astroloji ile ilgili kavramlara yer verilmektedir.
Edessa’nın kapılarının birine, orada bulunduğu düşünülen güneş
tapınağına atfen, Beth Şemeş adının verildiğini görmekteyiz.
Gezegenlerin; Edessalıların özel adlarında, kendi metinleri ve
civarında bulunan Süryanice metinlerde, mozaiklerde ve mezar
duvarlarında yer aldığı görülür. Buralarda diğer yıldız ve gezegen
tanrılarından söz edilmesi, Edessalıların Arabistan putperestleriyle
ortak tanrıçaya taptıklarını göstermesi bakımından önemli
görülmektedir37.

kendi köklerinin de bu kentte olduğuna inanmaktadırlar. Bugün, Harran


kentinin bir kilometre uzaklığında bulunan ve halk tarafından "Yakup'un
kuyusu" olarak adlandırılan kuyunun, Yahudiler açısından önemli bir yeri
vardır. Elde edilen kasette, Yahudi din adamı tarafından gerçekleştirilen
ayine 12 İsraillinin katıldığına yer veriliyor. Yahudiler için Roş Aşana Günü,
Şabat ile birlikte kutsal sayılan 14 gün arasında yer alır. Her yılın Eylül
ayında iki gün olarak kutlanan "Roş Aşana"da günahlar içten itiraf ediliyor.
Bu günde 'taşıma' dışında, Şabat günü yapılması yasak olan hiçbir işi
yapmıyorlar. Yahudiler, geleneksel olarak, Roş Aşana'nın ilk günü yapılan
Minha duasından sonra, bir su kaynağına giderek uygun duanın yapılmasıyla
'Taşlih' geleneğinin yerine getirildiğine inanıyorlar. Taşlih geleneği,
kaynağını, İbrahim'in Tanrı'nın kurban etme emrini yerine getirmesi sırasında
olan olaylardan alıyor. İnanışa göre, Şeytan, İbrahim'in sınavı geçememesi
için elinden gelen her şeyi yapar. Bunlardan biri de geçilmesi mümkün
olmayan bir nehirdir. İbrahim nehirde ilerleyerek, Tanrı'ya yardım etmesi için
yalvarır; nehir, ortaya çıktığı gibi yok olur. Yahudiler, Roş Aşana günü bir su
kaynağı başına giderek dua okur ve bu sınavı hatırlamış olurlar.
(http://www.tempodergisi.com.tr/toplum_politika/06201)
36
Segal, a.g.e, s. 152.
37
A.g.e., s.87.

170
Dini Topluluklar

Hayatının çoğunu Edessa ve Suruç’ta geçirmiş olan altıncı


yüzyıl şairlerinden Suruçlu Yakup, Harran’da “Köpeklerinin Mar(i)’si
(efendisi)” adıyla anılan bir tanrının varlığından bahseder. Addai’nin38
öğretisinde yer alan bir pasajda ise, Edessa (Urfa)’nın Hıristiyanlığa
geçmeden önceki dini inancı şu şekilde anlatılır:39 “Bu şehrin Tanrı’ya
karşı çıkan putperestlikle dolup taştığını gördüm. Önünde eğildiğiniz
bu Nabu, ellerinizle biçim verdiğiniz bu put kim, saygı gösterdiğiniz
Bel kim? Bakın, aranızda komşularınız Harranlılar gibi Beth Nikal’e,
Mabboglular gibi Tar’atha’ya, Araplar gibi Kartal’a, size benzeyen
başkaları gibi güneş ve aya tapanlar var. Güneş ve ayın veya parlak
yıldızların ışıkları sizi doğru yoldan saptırmasın.”
Duval Rubens, “Edessa Tarihi” adlı eserinde, Hıristiyanlığa
geçmeden önce Urfa’daki halkın çoğunun gök cisimlerine taptıklarını
ve en büyük tanrılarının da Şemes (Güneş) olduğunu belirtir40.
Harran halkının tarih boyunca pagan kültüne bağlı olmasından
dolayı ortaçağ Kilise Babaları tarafından Harran’ın “Hellenopolis”
yani “putperest şehir” olarak isimlendirildiğini görmekteyiz.41 Antik
döneme ait bir yerleşim merkezi olan Harran’a Hıristiyan yazarlarının
ve misyonerlerinin özel önem verdiklerini ve buraya yönelik ciddi
misyon faaliyetlerini yürüttükleri de bilinen bir gerçektir. Onlara göre,
üçüncü yüz yıldan itibaren Hıristiyanlığın kalesi konumunda olan
Edessa (Urfa)’nın yanı başında bulunan putperest Harran’ın mutlaka
ihtida ettirilmesi gerekliydi.42
Sonraki yüzyıllarda Kuzey Mezopotamya ve Suriye’nin geniş
bir bölgesinde tek tanrı anlayışının hâkim olmaya başladığı görülür.
Buradaki tek tanrı anlayışı, eşitleri arasında diğer bütün tanrıların
üstünde ya da daha az önemli olan tanrılara göre daha önemli kabul
edilen anlayıştır. Be’elşamin’in beşinci yüzyıla kadar Harran’da
“tanrıların başı” olarak kabul edildiği görülmektedir. Onlara göre, tek
tanrının özelliklerinin tasvir edilmesi, insanın gücünün ötesindedir.

38
Addai, Hz.İsa'nın Havarilerinin şakirtlerinden olup Hıristiyanlığı Urfa'ya
getiren kişi olarak bilinmektedir.
39
Segal, a.g.e, s.87.
40
Hayers, a.g.e., s.28.
41
Gündüz, İnanç ve Mitoloji Arasında, s.165’ten Fehervari G.,”Harran”, C.3,
s.327.
42
Şeşen, “Harran” mad, s.237.

171
Makalelerle Mardin

Onlara göre O, insanlardan kendisine tapmalarını talep etmeyecek


kadar büyük ve uzaktır. İsa’dan önce altıncı yüzyılda Harran’daki
Babil Kralı yazıtlarında, baş tanrının diğer tanrıların üstünde evrensel
bir tanrı olarak kabul edildiği ve kendisine “tanrıların kralı”,
“tanrılar ve tanrıçaların en büyüğü” şeklinde hitap edildiği
bilinmektedir43.
Yeryüzündeki düzenin bir parçası ve hayatın değişik
özelliklerinin kaynağı olarak kabul edilen Ay’ın insanoğlu tarafından
kutsallığına inanılmıştır. Ay’ın doğup batışı, onun yaşamın kaynağı
olarak algılanmasına ve ona saygı duyulmasına yol açtığı
söylenebilir.44
Harranlılar’ın yüce varlığa ilişkin gök cisimleri ile ilgili
inançlarının, aynı zamanda Eski Türk dinindeki Tengri ve İslam
öncesi dönemdeki Hicaz bölgesindeki Allah düşüncesi arasında
benzerlik bulunmaktadır.45
Mardin’de, tek tanrılı inancın benimsenmesine kadar birçok
dini eğilim yer almış olmasına rağmen, eldeki mevcut veriler, sadece
Hıristiyan ve Müslüman’lara ait dini ve sosyal yapılardan söz
etmemize imkân vermektedir. Mardin’de Yahudilerin ikamet ettiği bir
Yahudi Mahallesi ve bir Sinagog’un olduğu bilinmekle beraber,
bununla ilgili günümüze ulaşan yapısal bir veri kalmamıştır. Aynı
şekilde, XIII. ve XVI. Yüzyıllarında Mardin’de Şemsîlere ait ayrı bir
mahalle ve mezarlığın mevcut olduğu bilinmektedir46.
Urfa şehri, Güneşe tapma inancının yerini Hıristiyanlığa
bıraktıktan sonra, Nebo ve Bel için kurban kesilen sunaklar yıkılmış,
ancak şehir merkezinde yer alan büyük sunağa dokunulmamıştır.
Kentin Hıristiyanlığı kabul etmesinden sonra, küçük bir azınlık eski
dinine inanmayı gizleyerek sürdürmüştür47.

43
Segal, a.g.e, s. 99.
44
Mehmet Aydın, Ansiklopedik Dinler Sözlüğü, Nüve Kültür Merkezi,
Konya 2006, s.53.
45
Gündüz, “Dinsel Zenginlik ve Kültürel Harmoni Bağlamında Harran ve
Harrânîler”, s.300
46
E.Füsun Alioğlu, Mardin, Tarih Vakfı yay.,2. Baskı, İstanbul 2003, s.44.
47
Hayes, a.g.e., s. 29.

172
Dini Topluluklar

Diyarbakır Mardin Kapı’nın çıkışından başlayıp solda Dicle


nehri kıyısına kadar devam eden Hevsel Bahçeleri’nin tam karşısında
bir zamanlar “Şemsîler Tepesi” ya da “Şemsîler Kayalığı”nın
bulunduğunu, Mardin yolunun genişletilmesi sırasında Şemsîlere ait
bu tapınak kalıntılarının da yok olduğu belirtilmektedir.48
Her kabilenin koruyucu tanrıları bulunduğu gibi, bunun yanında
sulama ve ocak tanrılarının da övüldüğünü görmekteyiz. Ayrıca, her
şehrin kendine ait bir veya birden çok mabedinin olduğunu
görmekteyiz.49
Merkez Diyarbakır Suriçi semtinin orta yerinde bulunan ve
1400 yıllık geçmişi ile Anadolu’daki ilk cami özelliğini taşıyan Ulu
Cami’nin (cami oluşu M.S. 639), Mar Toma Katedrali olmadan önce
bir güneş mabedi olduğu herkes tarafından bilinmemektedir. Aynı
şekilde, 1700 yıllık Meryemana Süryani Kadim Kilisesi’nin (yapılışı
M.S. 3. yüzyıl) 6000 yıldan bu yana ibadet merkezi olarak görev
yaptığı, burasının kiliseye çevrilmeden önce, bir güneş mabedi
olduğu, daha sonraları kilisenin bunun temelleri üzerine kurulduğu da
herkes tarafından bilinmemektedir.50
Diyarbakır Surları’nın 82 burcundan yüzü Güneşe dönük en
görkemli burcu olan, şehrin dört kapısından biri olan Mardinkapı’daki
Keçi Burcu’nun bir güneş mabedi üzerine kurulduğun hiçbir kayıtta
yer almamaktadır. Diyarbakır’ın, (Amid, Amida, Amed) tarihte
bilinen başka hangi adı varsa, geçmişinde Hıristiyanlığın, Museviliğin,
Müslümanlığın yanında mutlaka Şemsiler’in, yani yüzü Güneşe dönük
ibadet edenlerin olduğu vurgulanmaktadır.51
Moğol ordusu, 1260 yılında Harran kentini kuşatmış,
Harranlılar, hiç direnmeden şehir kapılarını açmalarına rağmen şehir
tamamen tahrip edilmiş ve halk şehirden sürülmüştür. Moğollar’ın

48
Şeyhmus Diken, Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir: Diyarbakır, İletişim
Yay., İstanbul 2002, s. 58.
49
Aydın, a.g.e, s.344.
50
http://www.diyarbekir.net/cgibin/index.pl?mod=news;op=author_id;id=138
51
http://www.diyarbekir.net/cgibin/index.pl?mod=news;op=author_id;id=138

173
Makalelerle Mardin

Harran’a girmesiyle, bölgedeki yıldız–gezegen kültünün ayakta kalan


son tapınağı da yıkılmıştır.52

Güneş, Ay ve Diğer Gezegenlerle ilgili İnançların


Günümüzdeki İzleri
Güneş, Ay ve yıldız kültlerinin eski Türklerde görülen Gök
Tanrı kültüyle ilişkisi, çok erken dönemlerde görülen bir durumdur.
Çin kaynaklarında, Hun hükümdarının her sabah çadırından çıkarak
Güneşi, akşamları da Ayı ululadığına yer verilir. Bu inanışlar,
Tabgaçlar ve Yakutlar’da devam etmiştir. Bu konudaki dinsel ve
mitolojik etkiler, Anadolu Türklerinde de karşımıza çıkar.53
Yakutlar’da, Güneş ve Ayla savaşan ve bazen onları karanlık
dünyasına hapseden kötü ruhların varlığına inanç vardır. Onlara göre,
Güneş ve Ay tutulmasının sebebi de kötü ruhlardır. Davul çalarak,
gürültü çıkararak Güneş ve Ay kötü ruhlardan kurtarılmaya çalışılır54.
Anadolu’daki Müslüman Türklerin inanışlarında da Güneş ve
Ayın kutsallığı ile ilgili bazı izlerin kaldığını görmekteyiz. Anadolu
Alevî Türkmenlerinin yaşadıkları birçok bölgede, halkın yüksek dağ
başlarına çıkıp Güneşin doğuşunu beklediklerini, Güneş doğarken dua
edip ondan istekte bulunduklarını, Güneş ve Ay tutulduğunda teneke
çalıp, havaya kurşun sıkarak Ay ya da Güneşi bu durumdan
kurtarmaya çalıştıklarını, özellikle Türkiye’nin Güney ve Doğu
Anadolu bölgelerinde gelenek olarak hâlâ devam eden bir inanç olarak
görürüz.55
Günümüzde Anadolu’nun birçok yerinde, Güneş doğarken
uyuyan kişinin evinin bereketten yoksun olacağına inanılır. Belki de
bu inanç, Hunlardan beri süren ve günümüze kadar ulaşan, Güneş
doğar doğmaz ona saygı göstererek selam verme geleneğinin devam
eden farklı bir yansımasıdır. Bereketin sağlanması için güneşe saygı

52
Gündüz, “Dinsel Zenginlik ve Kültürel Harmoni Bağlamında Harran ve
Harrâniler”, s.310–311.
53
Yaşar Çoruhlu, Türk Mitolojisinin Anahatları, Kabalcı Yay, İst 2000, s.22.
54
Ünver Günay & Harun Güngör, Başlangıçtan Günümüze Türklerin Dini
Tarihi, Ankara 1997, s.45
55
M. Aktok Kaşgarlı, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Uygarlığına Giriş, Türk
Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1984, ss. 32–33.

174
Dini Topluluklar

duyulması, gerekli bir vazife olarak algılanmaktadır56. Atalarının


Şemsî olduğunu söyleyen Diyarbakırlı bir kişi şunları nakletmişti:
Bizim için hayatın düzenli olması, günün bereketli geçmesi için
sabahleyin erken kalkılması çok önemli bir prensiptir. Biz bunu çok
önemsiyoruz. Atalarımız Güneşin ilk ışıklarını görülebilmek için
evlerinin doğu tarafında bir pencere bırakırlardı.
Gumilev, eski Türklerde, özellikle Göktürklerde diğer
toplumlardan farklı olarak özgün bir güneş kültünün varlığından
bahseder.57 Göktürk yazıtlarına göre hakanları tahta çıkaran, Türklere
zaferler kazandıran, felaketlerden koruyan Gök tanrıdır. Yakut
mitolojisini derleyen bazı araştırmacılara göre Güneş, yukarı dünyada
bulunan en büyük ulu tanrı olarak kabul edilir58.
Çin kaynaklarına göre Hiungnular’ın Güneş ve Ay’a taptıkları
ve savaş zamanlarında Ay büyüdüğü zaman savaşa son verdikleri
belirtilmiştir. Kuzey Sibirya halkının bir kısmının da Güneş ve Aya
kurban sundukları bilinmektedir59.
Ortaçağ İslam yazarlarından Ebû Zeyd el–Belhî’nin el–Bed’
ve’t–Tarih adlı eserinde, Kırgızların bir kısmının Güneşe, bir kısmının
da göğe taptığı kaydedilir60.
Cahiliye Araplarında görülen yıldız ve gezegenlere tapma
inancının kalıntılarının Sabiîlik ve Keldanilik’te de devam ettiği iddia
edilir61. Dersimliler’in hayatında, diğer Alevî ritüelleri kadar Güneşe
tapmanın önemli bir yere sahip olduğu söylenebilir. Dersimliler’in,
doğuşuyla birlikte Güneşin karşısına geçip dua ettikleri ve salâvat
getirdikleri, yere secde edip öptüklerinden söz edilmektedir62.

56
Çoruhlu, a.g.e, s.25
57
L.N. Gumilev, Eski Türkler, Çev. A.Batur, İstanbul 1999, s.52.
58
Hikmet Tanyu, İslamlıktan Önce Türklerde tek Tanrı İnancı, İstanbul 1986,
s.9.
59
Sadettin Buluç, “Şaman, Şamanizm” Avrasya Etnografya Vakfı Dergisi,
Bursa 1997, s. 60–63
60
Çoruhlu, a.g.e, s.23.
61
Mustafa Çağırıcı, “Arap İslam’dan Önce Araplarda Din”, TDVİA, III,
s.318.
62
Bruinessen, a.g.e, s.92.

175
YEZİDİLER BECİRMANİLER KARAÇİLER1
Ahmet TAŞĞIN*

Özet
Midyat sınırları içerisinde bulunan topluluklardan Yezidiler,
Becirmaniler ve Karaçiler bu bildirinin konusudur. Sırayla Yezidiler,
Bercirmaniler ve son olarak Karaciler ele alınacaktır. Yezidiler
hakkında genel tanıtıcı bilgi Midyat’ta yaşayan Yezidiler ile ilgili
verilen bilgilerle tamamlanacaktır. İkinci bölümde etki alanı Midyat’ın
da dışına ulaşan Becirmaniler ele alınacaktır. Üçüncü bölümde ise
Midyat ve çevresinde geleneksel müziği icra eden Karaçilerden
bahsedilecektir.

* Doç. Dr. Ahmet TAŞĞIN Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi /


Diyarbakır. “Geçmişten Günümüze Midyat Sempozyumu” (19-21 Haziran
2003 Midyat/Mardin)’de sunulan bildiri.
Makalelerle Mardin

I.Yezidiler
Yezidilik ve Yezidiler
Yezidilik, kurucusu kabul edilen Adi b. Müsafir ile
başlatılmaktadır. Adi b.Müsafir, Şam’ın Baalbek nahiyesinin Beytifar
köyünde 1072 yılında doğmuş ve 1162 yılında Sincar’da (Irak)
ölmüştür. Biyografik, bibliyografik eserler ile tasavvuf ve tarih
kaynaklarında Adi b. Müsafir’den bahsedilmiştir. İstisnasız olarak bu
kaynakların hepsi, kendisinden övgüyle bahsetmişlerdir.
Adeviye ve Sohbetiye tarikatlarıyla anılan Adi b. Müsafir,
büyük bir mutasavvıf ve bilgindir. Kendisi, Ebu’l-Vefa Bağdadi,
Ahmet Rufai ve Abdülkadir Geylani gibi dönemin mutasavvıfları ve
bilginleriyle görüşmüş, sohbetlerinde bulunmuş, dostluk kurmuş ve
güvenlerini kazanmıştır.
Doğrusu bu kadar önemli şahsiyetlerle olan birlikteliğine
rağmen Adi b. Müsafir dönemi ve sonrası tatmin edici bir şekilde
aydınlatılamamıştır. Bu bakımdan da Yezidilik araştırmalarının en
büyük sorunlarından biri burada başlamaktadır. Buna karşın İslam
kaynaklarında verilen bilgiler ışığında değerlendirildiğinde, Yezidilik
ile Adi b. Müsafir arasında ilişki kurmak oldukça zordur. Öyle
görünüyor ki, Adi b. Müsafir’in Yezidilerin öteden beri süre gelen
tarihi süreçlerine tesiri olmamıştır. Ya da Yezidilik son şeklini Adi b.
Müsafir’den sonra almıştır. Yezidi araştırmacılara göre ise Adi b.
Müsafir Yezidilik tarihi içinde önemli şahsiyetlerden biri ve önemli
bir yeri bulunmaktadır. Her halde Yezidiliğin aydınlatılamamış olan
bu dönemi daha uzun süre araştırmacıların dikkatini çekmeye devam
edecektir.
Dolayısıyla üç Adi bin Müsafir ile karşılaşmaktayız. Bunlardan
birincisi Yezidilerin anlattıkları ve inandıkları Adi bin Müsafir’dir.
Yeryüzünde Tavusa Melek’in görüntüsü olarak bulunmakta ve
peygamberlerden birisi olarak kabul edilmektedir. İkincisi ise Arap
İslam kaynaklarının özellikle tarih ve biyografi-bibliyografya
kitaplarında ilmi şahsiyeti ile anlatılan Adi Müsafir. Üçüncüsü ise
tasavvuf kaynaklarında menakıpnamelerde anlatılan Adi bin Müsafir
dönemin büyük mutasaffıvları ile yakın dostluk içerisindedir. Onların
her birinin menakıpnameleri içerisinde ayrı bir yere sahiptir:
Abdülkadir Geylani, Ahmet Er-Rufai ve Ebu’l-Vefa Bağdadi.

178
Dini Topluluklar

Bugüne kadar Yezidiler hep Şeytana Tapanlar olarak tanındılar


ve tanıtıldılar. Hatta kitaplı dinlere mensup topluluklar arasında bu din
mensupları tarafından böyle tanımlandılar daha sonra da aşağılandılar.
Oysa Yezidiler, Şeytana tapmadıkları gibi Şeytan kelimesini
kullanmaları da yasaktır. Özellikle kitaplı dinlerde anlatılan Şeytanın
büyük melek oluşu ve Tanrının Adem’e secde emrine karşı çıkışı gibi
hususlar anlatılarak Yezidilerin Şeytanın şerrinden emin olmak için
ona saygı ihtiram hatta taptıkları söylenmektedir. Tavusa Melek’e
karşı bir saygı ihtiram var ama onun kötülüğünden emin olmak için
değil bizatihi Tavusa Melek’in her zaman her yerde Yezidilere ve
bütün insanlara yardım ediyor oluşudur. Hatta ilk insan Adem’in
yaratılışı ve Cennetteki durumu ve dünyaya gelişinde de kendisine
Tavusa Melek yardımcı olmuştur. Yezidilerin için en büyük haksızlık
onların Şeytana Tapanlar olarak isimlendirilişidir. Üstelik Yezidiler
böyle bir isimlendirmeye karşı olmalarına karşın bu durum devam
etmiştir. Yezidiliğin bu isimle anılmasının nedeni de tam olarak ortaya
konabilmiş değildir.

Yezidilik İnançları ve İbadetleri:


İnançlar
Yezidiliğin kutsal kitapları olan Mushaf-ı Reş ve Kitab-ı
Cilve’de verilen bilgilere göre Yezidiliğin inanç esasları şöyledir:
Tanrı inancı: Zaman ve mekan ile sınırlı olmayan, bütün her
şeyi yaratan bir tek Tanrı inancı vardır. Bu Tanrı yarattığı her şeyi
idaresi altında tutar ve yönetir.
Melek inancı: Melek inancı, Yezidilik inançlarının önemli bir
kısmını teşkil eder. Melek inancının önemli bir mevkiini de Melek
Tavus inancı oluşturur.
Melek Tavus hiç bir şey yokken vardı. Melek Tavus, Tanrının
katından mütemadi olarak Yezidilerin sıkıntılarını gidermek ve onlara
yardım etmek için yeryüzüne gelir.
Tanrı, otuz bin melek yarattı ve bu otuz bin melek kendisine
kırk bin sene ibadet etti. Daha sonra onları Melek Tavus’a emanet etti
ve onları göklere çıkardı.

179
Makalelerle Mardin

Tanrı, Adem ve Havva’yı yaratacağı zaman meleklere: “ Ey


melekler! Adem ve Havva’yı yaratacağım. Adem’in soyundan Şehid
b. Cerra’yı yaratacağım. Onun soyundan gelenler, Melek Azrail’e yani
Melek Tavus’a saygı gösterecek ve hürmet edecektir.
Tanrı Adem’i yaratır ve cennete kor. Adem cennette yüz yıl
bekler. Yüz yıl geçtikten sonra Melek Tavus, Tanrıya: “Eğer Adem bu
meyveden yemez ise nesli nasıl çoğalır?” diye sorar. Tanrı da ona:
“Emir ve komutayı sana bıraktım” der. Bunun üzerine de Melek
Tavus Adem’e gelerek: “ Bu meyveden yedin mi?” diye sorar. Adem:
“Hayır, Tanrı bundan yememi yasakladı” der. Melek Tavus’un da ona
cevabı: “ Buğdaydan ye, senin için daha hayırlı olur” şeklinde olur.
Kitap inancı: Yezidiliğin iki tane kutsal kitabı vardır: Vahiy
kitabı olan Kitabı Cilve ile yaratılışın, emir ve yasakların anlatıldığı
Mushaf-ı Reş. Bu kitapların ne zaman, nerede, kim tarafından ve
hangi dillerde yazıldığı tartışma konusudur.
Peygamber inancı: Tanrı insanlara elçi göndermeksizin
doğrudan bilgi verebilir ve isterse onları doğru yola iletebilir. Aynı
zamanda Melek Tavus Tanrının izniyle insanlara ve özellikle
Yezidilere yol göstermek için Tanrının katından yeryüzüne iner.
Melek Tavus yeryüzüne insan şekline bürünmüş olarak gelir. Ayrıca
peygamberler de gönderilmektedir. Kitab-ı Cilve ve Mushaf-ı Reş’te
adı geçen peygamberler vardır. Bunlar; Adem, Şit, Nuh, Yunus, İsa ve
Hasiye’dir.
Tenasüh inancı: Yezidilikte tenasüh inancı vardır. Kutsal
kitaplardan biri olan Kitabı Cilve’nin bu inancı açık bir şekilde
gösteren ifadesi şöyledir: “ Eğer istersem öldürdüğüm kimseyi,
ruhların tenasühü yolu ile bu dünyaya bir, iki veya üç defa
gönderirim.”

İbadetler
Yezidilerin “Kavl” adını verdikleri ve günlük olarak yaptıkları
duaları vardır. Bütün kutsal metinlere “Kavl” denir.
En önemli dualardan birisi: Güneş doğarken ve batarken olmak
üzere günde iki kez yapılır. Bu duaya başlamadan önce eller, yüz ve
ayaklar yıkanır. Seccade üzerinde veya temiz bir yerde ayakta durur

180
Dini Topluluklar

vaziyette güneşe dönülür, eller önce göbek hizasında bağlanır, sonra


kaldırılır, eller açık, el ayaları gökyüzüne bakar şekilde tutulur ve dua
okunur. Dua bittikten sonra eller diz kapakları üzerinde olacak şekilde
belden eğilmek suretiyle rüku yapılır. Bu eylem üç kere tekrarlanır.
Dizler yere konur secdeye gidilir ve alın yere konulur, yer öpülür. Bu
eylem ise iki kez tekrar edilir. Secde yapılan yerde diz üstü oturularak
eller açık, el ayaları gökyüzüne bakar şekilde dua edilir. Böylece dua
tamamlanmış olur.
Aralık ayının ilk Salı, Çarşamba ve Perşembe günlerinde oruç
tutulur. Oruç, sabahtan akşama kadar hiçbir şey yememek, içmemek
ve cinsel ilişkide bulunmamaktan ibarettir. Din adamları ise yazın ve
kışın olmak üzere seksen gün oruç tutarlar.
Hac için Ekim ayının ilk haftasında Adi b. Müsafir’in kabrinin
bulunduğu Laleş’e gidilir.
Din adamı sınıfı dünya ile meşgul olmaz. Bu sınıfın geçimini
müritler, zekat ve sadakalarıyla karşılar.

Yezidilikte Dini-Sosyal Tabaka


Yezidilikte sosyal tabakalaşma din adamları ve müritler
şeklinde kesin çizgilerle ayrılır. Belirli ailelerden gelen ve sosyal dini
yükümlülükleri bulunan din adamları yerine getirdikleri sorumluklara
göre de farklı isimlerle isimlendirilmektedir. Böylece her din
adamının görev alanının sınırları da belirlenmiş olmaktadır. Ayrıca
din adamları sınıfı ile müritler arasında evlenme yasağı olduğu gibi
din adamları sınıfı içerisinde farklı sorumluluk ve tabakada bulunanlar
arasında da evlenme yasağı vardır. Bazı tabakalardaki din adamları,
Baba Çavuş örneğinde olduğu gibi, görevleri icabı hiç evlenemezler.
Günümüzde Yezidiler arasında en fazla tartışılan ve değiştirilmesinin
bir zorunluluk olarak görüldüğü kısımlardan birisi de bu tabakalaşma
ve onunla beraber gelen zorunluluklardır.
Yezidilerde sosyal tabakalaşma şöyle sıralanmaktadır:

Şeyh
Şeyh tabakası üçe ayrılmaktadır:

181
Makalelerle Mardin

A-Âdanî: Şeyh Adi’nin soyundan geldiklerinden dolayı bu ismi


almışlardır. Bu soydan gelenler arasında: Şeyh Hasan, Şeyh Fahr vs.
bulunmaktadır.
B-Şemsânî: Şeyhlerin asil soylarından, en eski geleneği
sürdüren ve Yezidi Emir soyudur. Şeyh Adi Laleş’e gelmeden önce
dini merci idi. Bu soydan gelenler arasında: Şeyh Şems, Şeyh Fahr vs.
bulunmaktadır.
C-Katânî: Emir soyunun devam ettiği Pesmir bu soydan
gelmektedir. Bu sülale İbrahim el-Huristânî İbn Derviş Âdem el-
Katânî’ye dayanmaktadır. Bu soydan gelenler arasında Şeyh
Muhammet, Şeyho Bekir vs. bulunmaktadır.
Pir
Pir, tarikat şeyhi veya dini mürşittir. Yezidilikte dini tabakalar
buna göre biçimlenir çünkü Şeyh Adi Laleş’e gelmeden önce de bu
tabaka vardı. Kendi arasında kırka ayrılmaktadır.
Mürit
Mürit, dini emirleri yerine getiren Yezidi halktır. Bütün Şeyh,
Pir, Mürebbi veya Ahiret Kardeşi olsun, herhangi biri Yezidileri, yani
müritleri irşada gelirse onlar çok iyi karşılanmalı ve iyi ağırlanmalıdır.
Onlara para verilmeli ve ikramda bulunulmalıdır.

Yezidilerde Kurumlar
Yezidi kurumları arasında Din Adamları, Vaftiz, Ahiret
Kardeşliği ve Kirvelik bulunmaktadır. Bu kurumların sosyal ve dini
boyutunda öncelikli olarak dini bir boyut öne çıkmaktadır. Özellikle
kurumları var kılan bilgi, uygulamaları vb. konulardaki bütün
açıklamalar dini bilgi üzerinden gelmektedir. Dolayısıyla
değerlendirme de buradan itibaren yapılacak olursa dini açıklamaların
veya tartışmaların ötesine gidilemeyecektir. Oysa dini kurumların
sosyal talepleri de var ve bu çerçeveden bakıldığında dini kurumların
kendi içerisindeki sosyal yapısı görülür ve bu kurumların işlevi de
anlaşılabilir.
Yezidilikteki sınıflar arası sınırların kurumlarla belirgin
olmasına karşın, sınıflar arası ilişkiler sağlanmasına neden olan da

182
Dini Topluluklar

yine kurumlardır. Şöyle ki Kirvelik, Ahiret Kardeşliği vb. dini


kuralları bireyler yerine getirirken aynı zamanda sınıfların kesin
sınırlarını sosyal bir alana taşıyarak sosyal ilişkilere de neden
olmaktadır.
Yezidilerde din adamları soya dayalı olarak belirli aşiretlerden
devam eder ve aileler arasındaki evlenmelerle sürdürülür. Yezidilikte
yerine getirilmesi zorunlu olan bütün uygulamalar din adamlarına
bağlıdır ve din adamları olmadan gerçekleştirilmesi de mümkün
değildir.2 Hatta bazı uygulamaları sadece ilgili din adamaları bilmekte
ve onun dışında (aile hariç) yerine getirecek donanıma sahip
değillerdir.

Din adamları
Din Adamları3 Emir, Baba Şeyh, Fakir, Koçek, Kavval,
Peşimam, Baba Gevân ve Baba Çavuş’tan oluşmaktadır. Sırasıyla
bunları verelim:
A-Emir: Katânî soyunun Pesmir kolundan gelen ve veraset
yoluyla devam eden Emirlik, bir süre sonra kesintiye uğradı. Şeyh Adi
Laleş’e gelinceye kadar emirlik Şemsânî ailesinde idi ve daha sonra
Şeyh Hasan bin Şeyh Adi zamanında Katânî ve Şemsânî ailesi
arasındaki anlaşmazlıktan dolayı Âdânî ailesine geçti.
Emir, Yezidilerin dünyevi lideridir ve onun hakimiyeti dini
işlerden daha çok dünya işleri olmasına karşın her ikisini de kendi
uhdesinde toplamakta ve Yezidilerin en yüksek ruhani meclisinin de
başkanlığını yapmaktadır.
B-Baba Şeyh: Şeyh Fahrettin’in soyundan gelmekte ve Şemsânî
asıllıdır. Baba Şeyh, Yezidilerin dini reisi, şeyhlerin başkanı, dini
işlerde Emir’in danışmanıdır.

2
Bu konuda örnek bir uygulama için bakınız; Ahmet Taşğın, “Geri Dönüş:
Yezidilerde Ölüm”, Türk Dünyası Araştırmaları, Ocak-Şubat 2005 Sayı 154, s.
195–204.
3
İzzeddin Selim Bakirî, Mergeh: el-Ezdiyye, el-Asl, el-Tesmiyye, el-Mefahim, el-
Tukus, el-Merasim, ve en-Nusus el-Diniyye, Dohok: Merkez Laleş, 2003, s. 80-90;
Adnan Ziyan Ferhan, el-Kürd el-Yezidiyyun fi Iklîm Kürdistan, Süleymaniye: Merkez
Kürdistan li-Dirâset el-İstiraticiyye, 2004, s.236-237.

183
Makalelerle Mardin

C-Fakir: İbadetle kendini dine adayan bir insan, dünyayı ve


lezzetleri terk etmiş ve bundan dolayı da her türlü saygı ve takdiri
hakeden makamda durmakta ve aynı zamanda bunları temsil
etmektedir. Fakirlerin kendilerine has kıyafetleri bulunmakta ve
bunları özel törenlerde giymektedirler.
Fakarâ: Laleş’te, kendisini ibadete adayan ve evlenmeyen
“Fakarâ” diye isimlendirilen bayanlar da bulunmaktadır.
D-Koçek: Kendisini ibadete, zühde adayan ve dünya
nimetlerinden uzaklaşan Koçek; “kulağı delik” anlamına gelmekte ve
dinin esrarlarını aydınlatma görevleri arasındadır. Bunun için de
zaman zaman kaybolmakta, uzun uzun tefekküre dalmakta ve bir
anlamda gaybtan bilgi getirmektedir.
E-Kavval: Kavval, dini merasimlerde dini emirleri ve sözleri
anlatmakta, yanında Sancak denilen Tavus Melek sembolüyle Yezidi
köylerini dolaşmakta, def ve kaval çalmakta ve dini emirleri insanlara
hatırlatmaktadır.
F-Peşimam: Peşimam, Şeyh Hasan veya Şeyh Şerefettin
soyundan Âdanî asıllı, Baba Şeyh’in yanında durur, Laleş’te
bayramlar, dini merasimlerde bulunur ve Şeyhlere bağlıdır.
G-Baba Gevân: Baba Gevân, Âmedîn bin Şeyh Şems, yani
Şemsânî ailesinden, Baba Şeyh’e bağlı, onunla bayram ve dini
törenlere katılır.
H-Baba Çavuş: Baba Çavuş, herhangi bir tabakadan olabilir.
Yani Şeyh, Pir veya Müritlerden herhangi birisi Baba Çavuş olmaya
karar verip, gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra bu görevi yerine
getirebilir. Baba Çavuş, sürekli olarak Laleş’te kalır, tapınaktaki
hizmetleri yerine getirir. Beyaz bir elbise giyer ve beline bir kuşak
bağlar, hiç evlenmez.

184
Dini Topluluklar

Vaftiz
Yezidilerde doğum sonrasında yapılması gerekenler arasında
önemli bir yer tutan uygulamalardan birisi de Mor Kırın adı verilen
vaftizdir. Çocuk ailesiyle beraber Laleş’e gelir ve burada Kaniya Sıpi
adı verilen kutsal suda vaftiz edilir. Vaftiz olabilmek için Kaniya Sıpi
suyundan sorumlu Pir’in olması gerekmektedir. Burada çocuk suya üç
kere batırılıp çıkarılır ama günümüzde bu sudan çocuğun üzerine su
serpmek yeterli görülmektedir. Pir, Mor Kırın duasını okur. Yezidilik
farzlarından olan Mor Kırın mutlaka yerine getirilmelidir.
Fakat göçler nedeniyle dünyanın dört bir yanına dağılmış olan
Yezidiler için bu uygulama daha esnek tutulmaktadır. Kaniya Sıpi’den
götürülen su ile Laleş’e gelemeyen veya getirilemeyen çocuklar Mor
Kırın yapılabilmektedir.

Kirvelik
Yezidilerin Mor Kırın’dan sonra en çok önem verdiği
uygulamalardan bir tanesi de sünnettir. Sünnet, İbrahim peygamberin
bir uygulaması olarak kabul edilmekte ve uygulanmaktadır.
Yezidilerde sünnet olmayan bir Yezidinin kestiği hiçbir kurban
helal kabul edilmemektedir. Bu nedenle Müslümanlar kirve olurken
sünnet olmadıkları için Hıristiyanlar kirve olamamaktadır.
Sünnet olmanın kesin bir zamanı olmamasına karşın ne kadar
erken olursa iyi olduğuna inanılmaktadır. Sünnet için büyük bir
hazırlık yapılır ve gelen misafirlere büyük bir ziyafet verilir. Daha
sonra uygun bir kirve bulunur. Kirve, Yezidilerden din adamı
sınıfından seçilmektedir. Çünkü kirve olanların beş kuşağa
evlenmeleri yasaktır. Bu bakımdan da din adamlarından seçilir, en
azından müritlerle din adamları sınıfının birbiriyle evlenmesi yasaktır.
Bunun dışında Müslümanlardan da kirve olunmaktadır.
Yezidilerin nüfuslarının azalmasının neden olduğu sorunlardan
birisi de evliliktir. Her geçen gün evlenecek şartları taşıyan kimseler
azalmaktadır. Bu bakımdan da ya din adamlarından ya da
Müslümanlardan kirve tutulmaktadır.

185
Makalelerle Mardin

Ahiret Kardeşi
Yezidilerde yerine getirilmesi gereken temel kurallardan bir
tanesi de Ahiret Kardeşliği’dir. Ahiret Kardeşi olanlar, birbirlerinin
her türlü halinden sorumlu olmaktadırlar. Ahiret Kardeşleri kendi
aralarında evlenemezler, birbirlerinin cenazelerinin başında bulunmak
zorundadırlar. Birbirleriyle evlenememelerinden dolayı da Ahiret
Kardeşliği birbiriyle evlenme yasağı bulunan sınıflar arasında
yapılmaktadır. Ahiret Kardeşliği iki erkek arasında yapıldığı gibi
kadınlar arasında da yapılabilir.4

Midyat’ta Yezidiler:
Midyat bölgesinin dini topluluklarından biride Yezidilerdir.
“Şeytana Tapanlar” şeklinde bilinen Yezidilerin Midyat
bölgesindeki nüfusu hemen neredeyse bitmiştir5. Oysa Yezidilerin
inançları arasında ne şeytana tapmak var ne de kötülüğü sembolize
eden şeytan var. Yezidileri rahatsız eden bu isimlendirme yüzyıllardan
beridir Yezidileri tanımlamak kullanılmaktadır.
Yezidilerin son yıllarda Midyat’tan verdiği göç aşağıdaki
şekildedir. Buna hemen neredeyse Midyat’ta Yezidilerin varlığından
söz edilemez hale gelmiştir. Biz burada 1985 yılı nüfus sayımı
bilgilerini ve günümüzdeki bilgileri verdik. 1985 yılında 5600 Yezidi
yaşamakta iken bugün 15 Yezidi yaşamaktadır.
1985
Mardin ili: Midyat ilçesi: Çayırlı köyü,
Çörekli mezrası,
Koçan mezrası,
Güven köyü,
Oyuklu köyü,

4
Ahmet Taşğın, Yezidiler, Ankara: Aziz Andaç Yayınları, 2005, s. 20-35
5
Ahmet Taşğın, “Anadolu’da Yok Olmaya Yüz Tutan Dini Topluluklardan:
Yezidiler”, Uluslararası Anadolu İnançları Kongresi 23-28 Ekim
Ürgüp/Nevşehir-2000, Ankara: Ervak Yayınları, 2001, ss. 731-752.

186
Dini Topluluklar

Yenice köyü,
Midyat ilçesi toplamı: 5600 kişi.
2003
Mardin ili: Midyat ilçesi: Güven köyü: 9 kişi,
Yenice köyü: 6 kişi,
Midyat ilçesi toplamı: 15 kişi
Günümüzde Midyat bölgesinde Yezidilerin yerleşik oldukları
köylere Tur Nahiyesinin köyleri içerisinde rastlamaktayız. Fakat bu
köylerin Yezidi olduğuna dair herhangi bir bilgi ise mevcut değil.
Esasen Yezidiler ile ilgili “Şeyatin-i Perest” tabirinin hangi yıllardan
itibaren kullanıldığına dair bilgilerimiz yeterli değildir. Bu bilgi bize
aynı zamanda Yezidi isimlendirmesinden “Şeytana Tapanlar”
isimlendirmesine ne zaman geçildiğine dair önemli bir bilgi sunmuş
olacaktır.
Yezidilerin Midyat bölgesinde yerleşik oldukları köyler,
Mağara (Kivah), Çayırlı (Kefnaz), Güven (Bacin), Oyuklu (Take),
Yenice (Harabya) köyleri ve Çörekli ve Koçan mezralarından
ibarettir.
Seyyahların verdiği bilgiye göre Cilki (Çelki) aşiretin Yezidi
olduğundan bahsetmektedirler6. Cilki’nin Tahrir Defterinde Tur
Nahiyesindeki cemaatlar arasında kaydı bulunmaktadır. Bunun
dışında Yenice, Take ve Bacin gibi bugün Yezidilerin yerleşik
oldukları yerleşim yerlerinin isimleri de geçmektedir7. Fakat adı geçen
yer isimlerinden hiçbirinin bu tarihlerde Yezidi olduğuna dair bir
ipucuna rastlanılamamıştır.
Yezidilerin Turabdin-Midyat bölgesindeki inanç önderleri
Tahrirde de adı geçen Güven (Bacın) ve Çayırlı (Kefnaz) köylerinde
ziyaretleri bulunan Mereva Şehadi ile Meri Harab’tır.

6
M. Streck. “Tur Abdin”, İslam Ansiklopedisi, cilt 12/II, İstanbul: Milli
Eğitim Basımevi, 1988, s. 97.
7
Mehmet Salih Erpolat, XVI. Yüzyılda Diyarbekir Beylerbeyliğindeki Yer
İsimleri, (Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim
Dalı Yeniçağ Tarihi Bilim Dalı, Doktora Tezi), Konya: 1999, s. 534- 535.

187
Makalelerle Mardin

Güven köyü Merava Şehadi ziyareti, Şeyh Adi’nin soyundan


gelen Mirin ziyaretidir. Yezidi dini-sosyal tabakalaşmanın ilk
sırasında bulunan Mirler, Şeyh Adi’nin soyundan gelirler. Her türlü
dini ve dünyevi sorumlulukla donatılan Mirler, kastın diğer üyeleri ve
talipler üzerinde büyük ve güçlü bir yaptırıma sahiptir. Mirler bu
güçlerini Şeyh Adi’nin soyundan gelmekte oldukları için
almaktadırlar. Şeyh Adi yeryüzünde Tavusa Melek’in görüntüsüdür.
Tavusa Melek Mirler aracılığıyla konuşur ve yardım eder. Merava
Şehadi ziyareti ile Tavusa Melek arasında kurulan ilişkiye bakılırsa
grup olarak Yezidilerin kimliklerinin oluşumu açısından önemlidir.
Yezidilik inançlarının en önemli kısmı Tavusa Melek inancıdır.
Tanrının varlığına ve birliği inancı ve Tanrının kendi izniyle dünyanın
ve insanların işlerini kendilerine teslim ettiği Tavusa Melek ve
Melekler dizisi vardır. Bu dizinin en üstünde Tavusa Melek
bulunmaktadır.
İlk insan Adem ve Havva’ya yardım eden Tavusa Melek,
sadece Adem’in soyundan geldiklerine inan ve bir küpün içerisinden
çıkan Seyit bin Cer’in çocukları olan Yezidilere her zaman yardım etti
ve edecek. Bu yardımların hepsi de Mirler vasıtasıyla
gerçekleşmektedir.
Tavusa Melek ve Şehadi arasındaki ilişkiden yola çıkarak:
a-Tavusa Melek, Şehadi şeklinde dünyaya gelmiştir,
b-Tavusa Melek, sürekli olarak Mirlerle ilişki içerisindedir,
c-Tavusa Melek, her zaman Yezidilere yardım etmektedir.
İşte Yezidilerin Mirlere göstermiş olduğu inanç budur ve bu
inanç çerçevesinde Mereva Şehadi Ziyaretine bağlılık
göstermektedirler.
Merava Şeyhadi Ziyareti, köye hakim bir tepenin üzerinde etrafı
taş duvarla çevrili kare şeklinde ve her karenin de her köşesinde birer
kare bulunur. Etrafı duvarlarla çevrili bu alan içerisinde kubbeli bir
mezar, mum yakma taşı ve kutsal kabul edilen asırlık ağaçlar
bulunmaktadır.
Her yıl Nisan ayında düzenlenen (bayram) törenle Turabdin-
Midyat bölgesi Yezidileri Merava Şehadi’de toplanırlar. Bir hafta

188
Dini Topluluklar

süren törenlerde Yezidiler kurban keser, yer içer ve dua ederler.


Ziyaret önce ziyaretin kapısı öpmekle başlar ve daha sonra
ayakkabılar çıkarılmış yalın ayak devam eder. Ziyaretçiler, ziyarete
gelmeden ziyaret için hazırlık yaparak elbiseleri temiz ve banyo
yapmış olarak gelirler.
Nisan ayı dışında tatil günü olan Çarşamba günlerinde de
ziyarete gidilir.
Perşembe akşamları ziyaretin içerisinde bulunan mumlukta
mum yakılır.
Ziyaretin Mücavir adı verilen bir görevlisi vardır. Mücavir
ziyaretin bakımı ve ziyaretçilerle ilgilenir. Mücavir her Çarşamba
demlediği çayı ziyaretçilere ikram eder.
Mayıs ayında da Çayırlı köyünde Meri Harab ismindeki
ziyarete gidilir.
Yenice köyünde de Halbub ziyareti de Yezidiler tarafından
ziyaret edilmektedir.

II. Becirmanilar:
Midyat ve çevresinde varlığını sürdüren dini gruplardan
Becirmanlar, Güneydoğu Anadolu bölgesinin nüfusu en fazla olan
topluluklarındandır. Midyat çevresindeki insanlardan büyük ilgi ve
saygı görmektedirler.
Becirmanların merkezi Seyit Bilal’in kabrinin olduğu Becirman
köyüdür. Becirman, “Vergisiz” anlamına gelmektedir. Becirman
Gercüş’e bağlı bir köy ve yeni adı “Vergili”dir. Becirmaniler, topluluk
adını Becirman köyünden almışlardır.
Tahrir Defterlerinde Becirman Köyü “Baba Cir”8 olarak
geçmektedir. Bu isim zamanla Becirman şeklinde bozulmuştur.9 Bu

8
Başbakanlık Osmanlı Arşivi Tapu Tahrir Defteri 998, s. 253.
9
Yer isimleri ve özellikle Becirman konusunda geniş bir değerlendirme için
bakınız; Mehmet Salih Erpolat, “Osmanlı Coğrafyasındaki Yer İsimlerini
Doğru Tespit Etmenin Zorlukları Önemi ve Dikkat Edilmesi Gereken

189
Makalelerle Mardin

konudaki bilgilerin daha sağlıklı değerlendirilebilmesi için Becirmani


aileleri elinde bulunan şecerelerin incelenmesi gerekmektedir.
Becirman köyü Becirmanilerin büyük ataları olan Seyit Bilal’in
kabrinin bulunduğu ziyaretle tanınmakta ve senenin her ayında büyük
ziyaretçi akınına uğramaktadır. Özellikle her yıl düzenli olarak 13
Eylül tarihinde düzenlenen törenlere katılım çok yüksek olmaktadır.
13 Eylül tarihinde her yıl düzenli olarak gerçekleşen törenlere
“Zev” denmektedir. Becirman köyü “Zevi Seyit Bilal”ile 13 Eylül
tarihinde yoğun bir ziyaretçi akınına uğramaktadır. Zevi Seyit Bilal,
bölgede düzenlenen Zevler içerisinde katılımı en fazla olanıdır. Zewi
Seyit Bilal dışında da düzenlenen zevler bulunmaktadır.
Zev, tören, kutlama, etkinlik anlamına gelmektedir. Zev, inanç
önderleri için düzenlenmektedir. Düzenlenen zevler de adına zev
düzenlenen inanç önderinin kabrinin bulunduğu yerde yapılmaktadır.
Kendi adlarına zev düzenlenen inanç önderleri ise peygamber
Muhammet’in soyundan gelen ve seyit olarak isimlendirilen
insanlardan oluşmaktadır. İnsanların kendilerine saygı duymalarının
nedeni de seyit oluşlarıdır. Bu haliyle insanlar seyitleri kendilerinden
üstün tutarak dini bir tabakalaşma oluşturmaktalar. Seyitlerin
insanların dünyalarında şeyhlerden ayrı saygı ve üstünlüğe yer
oluşturmalarındaki esasta budur. İnsanlar Becirman seyitlerine
duydukları saygıyı peygambere gösterdikleri inancı ile hareket
etmekte ve bilmekteler ki seyitlik ancak onun soyundan gelmekle olur.
Şeyhlik gibi sonradan kazanılan bir statü değildir.
Seyit Bilal’in hayatıyla ilgili birçok menkıbe anlatılmaktadır.
Bu menkıbelerin her birinde insanlar saygı göstermelerinin ve kutsal
kabul etmelerinin temellerini bulmakta adeta bunu ispat etmek için
büyük bir iman ve heyecan içerisinde anlatmaktadırlar.
Anlatılanlara göre, Seyit Bilal Harun Reşit zamanında Bağdat’ı
terk etmek zorunda kalan seyitlerdendir. Başka bir anlatıda ise Moğol
istilası üzerine Bağdat’ı terk etmiştir. Bağdat’tan ayrıldıktan sonra
Seyit Bilal Hasankeyf’e yerleşir. Bir süre sonra şehir hayatını terk
ederek Becirman köyünün bulunduğu vadiye gelir ve inzivaya çekilir.

Hususlar”, Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi (SBArD), Sayı 1, Diyarbakır:


Akader, s. 12.

190
Dini Topluluklar

Aradan bir hayli zaman geçtikten sonra bir gün Hasankeyf emiri
adamlarıyla ava çıkar. Bir tavşanı avlamak için takip etmeye başlarlar.
Tavşanın peşine av köpeğini gönderirler ve köpeğin peşinden de emir
ve adamları gider. Bir süre gittikten sonra ormanlık bir alanda köpeğin
ibadet eden bir dervişin yanında oturduğunu görürler. Dervişe
yaklaştıklarında köpeğin orada beklemesinin nedeninin tavşanın
dervişe sığınmış olduğunu görürler. Bu manzarayı gören emir ve
adamaları etkilenirler. Emir, dervişle tanışır ve kendisine o bölgeyi
verir. Seyit Bilal’e senden ve soyundan vergi alınmayacak anlamına
gelen “Becirman/Vergisiz” hem bölgeye hem de Seyit Bilal’in
soyunun ismi olur.
Seyit Bilal’in yedi tane çocuğu olur. Her yedi çocuk kendi
adlarıyla anılan Becirmanilerin yedi kolunu oluşturur. İsmail
(İsmailki), Seyit Ali (Seydali), Mirza (Mirzaki), Murat (Muratki),
Kılıç (Kıça), Nasrettin (Nasuki), Haşim (Haşiki), Seyit Bilal’in yedi
oğlu ve bu aynı zamanda yedi oğul adına oluşan kollardır. Günümüze
kadar ulaşan yedi kola mensup Becirmaniler, Güneydoğu Anadolu
Bölgesinin hemen her şehrine dağılmıştır. Becirmanilerin bugünkü
nüfusları üç yüz bine ulaşmaktadır.10
Becirmaniler bu ismi ataları Seyit Bilal’in büyük bir inanç
önderi oluşunun en büyük kanıtı olarak görmekteler.
Her yıl 13 Eylül tarihinde Zevi Seyit Bilal’e gelince11:
Zeve hem Becirmaniler geldiği gibi Becirman olmayanlar da
gelmektedirler. Ziyaretçiler bir gün önceden Seyit Bilal ziyaretinin
olduğu Becirman köyüne gelirler. Burada ziyaretçilerin bir kısmının
kalabileceği misafirhane bulunmaktadır. Fakat ziyaretçilerin bu

10
Bu konuda daha fazla bilgi için bakınız: Abdurrahman Adak, Güneydoğu
Anadolu Bölgesinde Seyyidler ve Halk Üzerindeki Etkileri, (Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Lisans Tezi, Danışman Doç. Dr. M. Hayri
Kırbaşoğlu), Ankara: 1998, s. 13-16.
11
Abdurrahim Özmen, Geleneksel Kültürümüzde Yardımlaşma ve
Dayanışma, (Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyal
Antropoloji ve Etnoloji Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi), Ankara: 1999, s.
180-182; Tahir Demir, Mardin ve Çevresindeki Halk İnançları ve Bu
Bölgedeki Diğer Dinler Üzerine Bir Araştırma, (Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Lisans Tezi, Danışman Prof. Dr. Hikmet Tanyu),
Ankara: 1977, s. 21.

191
Makalelerle Mardin

misafirhanede konuklamaları mümkün olmadığı için ziyaret alanı


içerisinde açık alanda ziyaret içerisinde gecelemekteler. Burada
kurbanlar kesilir, yemekler pişirilir. İnsanlar birbirlerine pişirdikleri
yemeklerden ikram ederler.
Ziyaretçilerin bir kısmı Seyit Bilal Türbesini ziyarete, bir kısmı
hastalıklarının şifasına, çocukları olamayanlar çocuk sahibi olmağa,
yıllık düzenlenen şenliklere ve daha önceden anlaşan gençlerin burada
evlenmek için kaçmaları gibi nedenlerle burayı ziyaret etmektedirler.
Seyit Bilal Türbesinin bulunduğu alan etrafı yüksek duvarlarla
çevrili koruluk bir alandır. Bu koruluktaki meşe ağaçlarının hepsi
asırlıktır. İnsanlar hiçbir şekilde ziyaret alanları içerisinde olan
ağaçları kesmemekte ve zarar vermemektedir.
Becirman seyitlerinin toplumsal hayatta ki fonksiyonları bölge
insanları üzerinde önemli derecede etkilidir. Bunları belli başlı
başlıklar altında toparlamak mümkündür. Bunlardan ilki herhangi iki
kabile arasında olay veya kan davası varsa Seyitler ellerine aldıkları
beyaz bayraklarla insanların arasına gelirler ve olay biter. Bunun
dışında bu tür olaylarda seyitleri olayları çözmeleri için olayın
taraflarınca davet eder. Seyidin verdiği karara taraflar uyarlar. İkincisi
zevden önce anlaşan gençler evlenmek üzere Seyit Bilal Zevinde
kaçarlar. Her yıl zevde otuz ile elli çift evlenmek üzere
kaçmaktadırlar. Bu şekilde rahat hareket etmelerinin ve ailelerin
herhangi bir tepki vermemelerinin nedeni bütün bu olanların Seyit
Bilal’in koruması altında ve onun ziyaretinde gerçekleşmiş olmasıdır.
Oysa bu olay başka bir zaman yapılmış olsa aşiretler arası kan
davalarının nedeni sayılmaktadır. Ama gençler arasındaki bu gönül
birliği zev zamanı gerçekleşince Seyit Bilal’e duyulan saygıdan
dokunulmazlık oluşturmuştur. Üçüncüsü ise bir seyidin, bir inanç
önderinin kabrinin bulunduğu mekanda davul zurna ve kemençe
eşliğinde ziyaretçiler eğlenmektedir. Eğlence esnasında insanlar
ziyaret dışındaki yaşamlarından daha rahat davranmaktadırlar. Bu da
yine Seyit Bilal’in koruması altında gerçekleşmektedir. Ziyaretçiler
bilinenin aksine ziyaret boyunca ortaya konan bu ilişkiden rahatsız

192
Dini Topluluklar

değiller. Son yıllarda bazı insanların çabalarıyla bu eğlence ortamı bir


seyidin ziyaret ine yakışmadığı gerekçesiyle yasaklanmıştır.12

III. Karaçiler
Tapu Tahrir Defterinde Cemaati Karaçiyan diye isimlendirilen
topluluk hakkında bugün itibariyle fazla bilgiye sahip değiliz.
Karaçiler kendilerini Sazbant diye tanımlamaktadırlar. Daha
çok Nusaybin ve Midyat civarında yerleşik olan Karaçiler, topluluk
halinde yaşamaktadırlar. Yakın tarihe kadar konar-göçer
topluluklardan olan Karaçiler, yerleşik hayata geçmişlerdir. Grup içi
evlilik yapmaktadırlar ve kendi aralarında kendilerinin konuştukları
bir dil kullanmaktadırlar. Özellikle müzik konusunda bölgede söz
sahibi olan Sazbantlar, kendileri dışındakiler tarafından Karaçi diye
isimlendirilmektedirler. Bu isim aşağılamak için kullanılır ve Çingene
anlamına gelir. Sazbantlar Karaçi diye isimlendirilmekten
hoşlanmamaktadırlar. Müzikle uğraşanlara ayrıca Mutrip da
denmektedir. Karaçi şeklinde isimlendirilmektense Mutrip şeklindeki
isimlendirmeyi daha yakın bulmaktalar. Grup üyeleri kendileri
dışındakileri Karaçiler şeklinde isimlendirerek kendilerini
Karaçilerden ayırmaktadırlar.
Sazbantlar, kendilerini fakir olarak tanımlamakta bu yüzdende
dolaşarak ihtiyaçlarını karşılayacak temel ihtiyaçlarını toplamaktadır.
Toplama işini kadınlar yaparken erkeklerin mesleği müziktir. Midyat
civarında Kemança adını verdikleri müzik aletlerini aile içinde
babadan oğula öğrenmekte ve düğün sünnet gibi merasimlerde icra
etmektedirler. Kemençenin dışında Keman ve Davul Zurna da
çalmaktadırlar.

12
Ahmet Taşğın, “Turabdin-Midyat ve Çevresi İnanç Önderleri”;
Uluslararası Türk Dünyası İnanç Önderleri Kongresi (23-28 Ekim 2001)
Başkent Öğretmenevi, Ankara: Tüksev Yayınları, 2002, ss. 837-851.

193
Makalelerle Mardin

KAYNAKÇA
ADAK Abdurrahman, Güneydoğu Anadolu Bölgesinde
Seyyidler ve Halk Üzerindeki Etkileri, (Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi, Lisans Tezi, Danışman Doç. Dr. M. Hayri Kırbaşoğlu),
Ankara: 1998.
İzzeddin Selim BAKİRÎ, Mergeh: el-Ezdiyye, el-Asl, el-
Tesmiyye, el-Mefahim, el-Tukus, el-Merasim, ve en-Nusus el-
Diniyye, Dohok: Merkez Laleş, 2003.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi Tapu Tahrir Defteri 998.
BAKİRÎ İzzeddin Selim, Mergeh: el-Ezdiyye, el-Asl, el-
Tesmiyye, el-Mefahim, el-Tukus, el-Merasim, ve en-Nusus el-
Diniyye, Dohok: Merkez Laleş, 2003.
BİLGE Mahmut, Yezidiler, Yayına Hazırlayan Ahmet Taşğın,
Ankara: Kalan Yayınları, 2002.
DEMİR Tahir, Mardin ve Çevresindeki Halk İnançları ve Bu
Bölgedeki Diğer Dinler Üzerine Bir Araştırma, (Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Lisans Tezi, Danışman Prof. Dr. Hikmet Tanyu),
Ankara: 1977.
ERPOLAT Mehmet Salih, “Osmanlı Coğrafyasındaki Yer
İsimlerini Doğru Tespit Etmenin Zorlukları Önemi ve Dikkat Edilmesi
Gereken Hususlar”, Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi, Sayı 1,
Diyarbakır: Akader, s. 1-15.
ERPOLAT Mehmet Salih, XVI. Yüzyılda Diyarbekir
Beylerbeyliğindeki Yer İsimleri, (Selçuk Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Yeniçağ Tarihi Bilim Dalı,
Doktora Tezi), Konya: 1999.
FERHAN Adnan Ziyan, el-Kürd el-Yezidiyyun fi Iklîm
Kürdistan, Süleymaniye: Merkez Kürdistan li-Dirâset el-İstiraticiyye,
2004.
ÖZMEN Abdurrahim, Geleneksel Kültürümüzde Yardımlaşma
ve Dayanışma, (Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Sosyal Antropoloji ve Etnoloji Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi),
Ankara: 1999.

194
Dini Topluluklar

STRECK M., “Tur Abdin”, İslam Ansiklopedisi, cilt 12/II,


İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1988, s. 97.
TAŞĞIN Ahmet, “Anadolu’da Yok Olmaya Yüz Tutan Dini
Topluluklardan: Yezidiler”, Uluslararası Anadolu İnançları
Kongresi 23-28 Ekim Ürgüp / Nevşehir-2000, Ankara: Ervak
Yayınları, 2001, ss. 731-752.
TAŞĞIN Ahmet, “Turabdin-Midyat ve Çevresi İnanç
Önderleri”; Uluslararası Türk Dünyası İnanç Önderleri Kongresi
(23-28 Ekim 2001) Başkent Öğretmenevi, Ankara: Tüksev Yayınları,
2002, ss. 837-851.
TAŞĞIN, Yezidiler, Ankara: Aziz Andaç Yayınları, 2005.

195
SÜRYANİ-MÜSLÜMAN İLİŞKİLERİ
İbrahim ÖZCOŞAR*

Abdulgani Efendi Mardin ahalisini tanımlarken “Kürt, Arap,


Musta’rap ve Türk demekle bilinirler” şeklinde Mardin ve çevresinde
yaşayan Müslüman halkları sayar1.
Osmanlı hâkimiyetinin ilk yıllarında, şehirdeki gayrimüslim
çoğunluğun aksine kırsal kesimde Kürt, Türk ve Arap aşiretlerden
oluşan Müslüman bir çoğunluk vardı. Hâkimiyetinin ilk anlarından
itibaren Osmanlı yönetimi, bölgenin aşiret beylerini, bölgede tesis
etmeye çalıştığı yönetim sistemine dâhil etmeye özen göstermiştir.
Böylece, bölgede yerel iktidarı temsil eden bu kişiler, Osmanlı
yönetici sınıfı yani askeri sınıfı ile eklemlenmiş, bir anlamda Osmanlı
sistemi içinde meşruiyet kazanmıştır2. 16. yüzyıldan 19. yüzyıla
uzanan süreçte, bu aşiretlerin Mardin ve çevresindeki etkinlikleri kimi
zaman birbirleriyle, kimi zaman Osmanlı yöneticileriyle çatışarak
devam etmiştir. Bu çatışmalara rağmen ne aşiretler, Osmanlı

* Dr. İbrahim ÖZCOŞAR Dicle Üniversitesi Mardin Sağlık Yüksekokulu


1
Abdulgani Efendi (Abdulgani Fahri Bulduk);Mardin Tarihi, Yayına
Hazırlayan: Burhan Zengin, Ankara 1999, s. 278.
2
Suavi Aydın; Kudret Emiroğlu; Oktay Özel ve Diğerleri; Mardin Cemaat
Aşiret Devlet, Toplumsal ve Ekonomik Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul
2001., s. 150.
Makalelerle Mardin

Devleti’nin kendilerine sunduğu “meşruluk” imkânından ne de


Osmanlı, aşiretlerin bölgedeki güçlerinden vazgeçebilmiştir.
Aşiretlerin; bazen devletten aldıkları yetkiyle, kendileri dışında
etkili bir otoritenin mevcut olmaması sebebiyle, şehir merkezlerinde
olmasa bile kırsal alanda ekonomik, siyasi ve askeri gücü temsil
ettikleri bilinen bir gerçektir. 19. yüzyılda Mardin ve çevresinde
Osmanlı Devleti’nin sağlamaya çalıştığı yeni düzende aşiretlerin
gücünü kırma çabalarının kısmî başarısına rağmen bu gerçeği
tamamen değiştiremediği görülmektedir.
19. yüzyılda Süryanilerin Mardin ve çevresinde Müslümanlarla
ilişkilerinde, Kürtler ön plana çıkmaktadır. Bu ilişkinin temelinde,
bölgenin yukarıda bahsettiğimiz klasik aşiret yapısı etkili olmuştur.
Bu yapı içinde bölgedeki aşiretler bazen kendilerine devletçe
verilen yetkiler çerçevesinde bazen de kendi güçlerine dayanarak
vergi toplayan, gerektiğinde kargaşa ortamında kendilerine ait güçlerle
kırsal kesimdeki halkı, başka bir aşirete karşı koruyan unsurlardır. Bu
yapı Müslümanlar için de gayrimüslimler için de aynıdır. Parry, çok
geç sayılabilecek tarihlerde, 1892’de bile Mardin civarında bu yapının
örneklerinden bahsetmektedir. Buna göre; Mardin Midyat arasında bir
Süryani köyü, savaş zamanlarında (muhtemelen yerel çatışmaları
kastetmekte) bölgenin ağası Ali Ağa’ya hububatın %10’nu
vermektedirler3. Burada belirtilmesi gereken önemli bir husus da; bu
geleneksel yapı içinde, yerel güçlerin/aşiretlerin Müslüman halka ve
gayrimüslimlere yaklaşımlarında belirgin bir fark görülmediğidir.
Süryanilerin, Osmanlı sınırlarındaki birçok Hıristiyan
milletten/cemaaten farklı olarak, neredeyse 12. yüzyıldan itibaren yarı
kapalı sayılabilecek bir toplum özelliği göstermeleri, inanç özellikleri
ile ön plana çıkmaları, idari bir endişe taşımamaları ve kiliselerine
olan bağlılıkları gibi sebeplerden dolayı diğer Hıristiyan halklar gibi
toplum içinde entegre olmamışlardır4. Bu durum Süryani Kadimlerin
kendilerini izole etmelerine ve Müslüman komşularıyla çok gelişmiş

3
Oswald Parry, H., Six Months In A Syrian Monastery, Horace Cox, London
1895..,s. 187.
4
Bertil Nelhans; Asuri, Süryani, Kildani Adlandırmalarının Dünü Bugünü
Üzerine, Nsibin Yayınevi, Södertälje-İsveç 1990.,s. 25.

198
Dini Topluluklar

ilişki içine girmelerine engel olmuştur5. Mardin ve çevresinin yukarıda


bahsettiğimiz yapısı ile Süryani Kadimlerin bu özelliği iki toplum
arasında kendine has bir dengenin oluşmasını da sağlamıştır.
19. yüzyılın başlarında Mardin ve çevresinde yaşanan kargaşa
ortamında, bu dengeyi görmek mümkündür. Bu dönemde, henüz
uluslararası güç dengelerinin etkili olmadığı Mardin ve çevresi, yerel
güç unsurlarının savaş alanı halindedir. Ancak bu kargaşada
gayrimüslimlerin taraf olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu
dönemdeki siyasi gelişmeler hakkında detaylı bilgiler sunan
Abdulgani Efendi gayrimüslimlerden bahsetmemesi sebebiyle,
bölgedeki Hıristiyan unsuru dikkate almamakla suçlanır. Abdulgani
Efendi’nin Mardin tarihinde gayrimüslimlere yer vermemiş olması,
kendisinin bir eksiği olarak kabul edilebileceği gibi, anlattığı olaylarda
(veya bölgedeki yerel güçlerin kavgalarında) gayrimüslimlerin taraf
olmamaları gibi önemli gerçeği de ortaya koymaktadır.
Bu durum genelde bölgedeki Hıristiyanların, özelde ise Süryani
Kadimlerin bu olaylardan hiçbir surette etkilenmediği şeklinde
yorumlanamaz. Bu olaylar Mardin şehrinde ve çevresinde tarafsız
Müslüman halkla birlikte Hıristiyanları da etkileyen bazı gelişmelerin
yaşanmasına sebep olmuştur.
1801 senesinde şehrin yöneticisi Erbilli Abdullah Ağa’ya karşı
başarısız bir isyan girişiminde bulunan Daşiler, şehrin hemen
kuzeydoğusunda bulunan Süryanilerin meskûn olduğu Mansuriye
köyüne sığınmışlardır. Abdullah Ağa’nın köye doğru harekât hazırlığı
üzerine Daşiler kaçmış, köye giren Abdullah Ağa, köyü ve köydeki
Hıristiyanları yağmalamıştır6. Bu gibi harekâtlarda Hıristiyanların
tarafların herhangi birini desteklemek suretiyle taraf oldukları şeklinde
kesin bir bilgiye sahip olmamakla birlikte, günümüz ifadesiyle
söyleyecek olursak, bölgenin rantına sahip olmak için durmadan
çatışan aşiretler arasında gayrimüslimlerin de ekonomik vb. bazı
çıkarlar için kısmi bir taraf tutmaları ihtimalinin tamamen gözardı
edilemeyeceğini söyleyebiliriz. Bu ihtimalle birlikte Hıristiyanlar,
iradeleri dışında gelişen olaylar sebebiyle de bu kavgalardan zarar
görmüş olabilirler.

5
Parry; a.g.e.,s.vi.
6
Abdulgani Efendi; a.g.e., s.200.

199
Makalelerle Mardin

Benzer bir olaya 1804’te rastlıyoruz. Bağdat Valisi Ali Paşa


tarafından Sincar’ın fethi için yapılan harekâtta Mardin ve çevresinde
bazı Hıristiyan köyleri istila edilmiştir. 1819’da ise Sürgücüler ile
Ömerkanlar arasındaki çatışmada Ömerkanlar ile birlikte hareket eden
Daşiler, iki tarafın anlaşması üzerine Ömerkanların emriyle
Deyruzzafaran’a ve Benabil köyüne yerleştirilmişlerdir7.
Anlaşılan o ki; 19. yüzyılın ilk yarısında Mardin’deki kargaşa
ortamında bölgede yaşayan Hıristiyanlar da doğal olarak
etkilenmişlerdir. Ancak bu genel kargaşa ortamında Müslüman ve
Hıristiyanların, bölgenin siyasi hakimiyeti ve rant kavgası için karşı
karşıya geldiklerini söylemek mümkün olmadığı gibi taraflar için bir
dini fanatizmden bahsetmek de mümkün değildir. 19. yüzyılın ilk
yarısında bölgeyi gezen Ainsworth’un; Müslüman ve Hıristiyanların
beraber yaşadığı bir köyde, farklı inançlara sahip olmalarına rağmen
köylüler tarafından piskoposa saygı gösterildiğinden mutluluk duyarak
bahsetmesi, bu durumun bir göstergesi olsa gerek8. Benzer bir örneği
Parry de vermektedir9. Aynı şekilde Mor Evgin Manastırı’nı ziyaret
eden Bell, Kürtlerin Manastıra ve inzivaya çekilmiş rahiplere iyi
davrandıklarından bahsetmektedir10.
Yüzyılın başlarındaki bu klasik yapıya rağmen, yüzyılın
ilerleyen dönemleri, Müslüman ve Hıristiyanların birbirlerini
algılayışlarından önemli farkların ortaya çıktığı bir dönüm noktası
olmuştur. Bu yüzyıla kadar aynı coğrafyalarda farklı dinin mensupları
olarak yaşayan, birbirleriyle yaşadıkları coğrafyanın sosyo-ekonomik
sorunları dışında karşı karşıya gelmeyen halklar; bu yüzyıldan itibaren
kendilerini bölgesel etkilerin ötesinde uluslararası bir kavganın
tarafları olarak bulmuşlardır. Daha açık bir ifadeyle; sömürgeci
faaliyetler bağlamında Mezopotamya’nın Hindistan yolu için bir
alternatif olarak düşünülmeye başlanması ve Ortadoğu üzerinde hâkim
olma çabaları, batılı devletlerin bölgedeki halklara özellikle de yerli
Hıristiyanlara olan ilgilerini arttırınca, durum değişmeye başlamıştır.
Bu ilgi ve Hıristiyanlara yönelik faaliyetler sonucunda, bölge

7
Abdulgani Efendi; a.g.e., s. 200-210.
8
William Francis Ainsworth; Travels and Researches In Asia Minor,
Mesopotamia, Chaldea and Armenia, Vol. II, London 1842, s.116.
9
Parry; a.g.e.,s.196.
10
Gertrude Lowthian Bell; Amurath to Amurath, Londra 1911, s. 311.

200
Dini Topluluklar

Hıristiyanları bir yandan ulusal bilince doğru kayarken diğer taraftan


yine Avrupalı devletlerin eski gücünden eser kalmayan Osmanlı
Devleti’nde Hıristiyanlar lehine birçok yeniliğin yapılması için
uyguladıkları baskılar sonucunda farklı bir statüye kavuşmuşlardır.
Öte taraftan yenilik hareketleri ve Avrupalıların
gayrimüslimlere yardımları sonucu, geleneksel statülerini yitiren ve
bunun etkilerini hemen her alanda hisseden Müslüman nüfus vardır.
19. yüzyıl Mardin’inde Müslüman-Süryani ilişkilerinde, Mardin
ve bölgesinin sahip olduğu sosyo-ekonomik gerçeklerle birlikte,
yukarıda belirttiğimiz Hıristiyan ve Müslüman psikolojilerinin
değerlendirmeye katılması gerekir.
Rus ordularının 1828’de ilk kez Doğu Anadolu’ya girmesi ve
Osmanlı uyruğu Hıristiyan milletler arasında yaşanan yeni
gelişmelerle, bölgeye ekonomik ve fiili olarak doğrudan girmeye
başlayan devlet görevlisi, tüccar ve misyoner Avrupalıların
faaliyetleri, bölge halkının göçebe aşiretlerinden tüccarlarına kadar
tamamını yeni ve “uzun” yüzyılda etkileyen öğelerdi11.
Bölgedeki değişimin önemli bir sebebi, Batı Avrupa ve
Amerika’dan gelen misyonerlerin Hıristiyan azınlığa yönelik
faaliyetlerini giderek arttırmalarıdır. Gerek Hıristiyanlar ve gerek
başta Kürt aşiretleri olmak üzere Müslümanlar, misyonerlikleri
Hıristiyan devletlerin Ortadoğu’ya doğrudan ve açık müdahalelerinin
öncü kolları olarak görüyorlar, bölgedeki Hıristiyanlar ile
Müslümanlar arasındaki güç dengesini bozacaklarına inanıyorlardı.
Misyonerlikler de, bu görüşü doğrular nitelikte çalıştı. İstanbul’daki
elçilik ve konsoloslukları aracılığıyla Osmanlı yönetimini, bölgedeki
Hıristiyan azınlıkları Müslüman komşularına karşı korumak için
önlemler almaya zorladılar. Bölgedeki Hıristiyan azınlığı, bağlı
oldukları Kürt reislerine yıllık vergi vermemeleri için kışkırttılar. Bu
ve benzeri davranışların sonucunda, Müslümanlar ile Hıristiyanlar
arasındaki gerginlik giderek arttı ve 1840’larda en üst düzeye ulaştı.
Bedirhan Bey’in Nasturîlere karşı harekâtında, İngilizler başta olmak
üzere, misyoner ve elçiliklerin müdahalesi, Osmanlı yönetiminin
bölgedeki son emirlikleri de ortadan kaldırmasında Avrupa’nın rol
oynamasına bağlandı ve yöredeki Hıristiyanlar da, yabancı

11
Aydın, Emiroğlu, Özel ve Diğerleri; a.g.e., s. 196.

201
Makalelerle Mardin

düşmanların suç ortakları olarak kabul edildiler. Bütün bunlar bir


yandan bölgedeki Kürtlerde İslâm bilincinin yükselmesine ve dini
liderlerin arkasında birleşmelerine yol açarken diğer yandan
Hıristiyanlarda da siyasi eğilimleri arttıran bir husus oluyordu12.
Bu değişiklik ve gerginliğin ilk etkisi Bedirhan Bey’in
Nasturîlere karşı harekâtında görülür. Tanzimat’tan önce Cizre ve
Hakkâri yöresinde mütesellimlik yapan ve yüzyıllar boyu bölgeyi
yönetmiş bir aileden gelen Bedirhan Bey, Tanzimat’ın uygulanması
üzerine yapılan bazı idari değişikliklerin, bölgedeki hâkimiyetine zarar
vereceğini düşünmesi üzerine 1842 yılında isyan etmiştir. Bu isyan
1843 yılında, Bedirhan Bey ile ailesinin daha önceki güzel hizmetleri
dikkate alınarak, isteği yerine getirilip, Cizre eskiden olduğu gibi
Diyarbakır’a bağlanarak çözümlenmiştir13. Bedirhan Bey bu isyandan
sonra Nasturîler ile çatışmasıyla gündeme gelmiştir. 1842 yılında
Hakkâri civarında Amerikan misyonerlerinin Nasturîlere yönelik
giriştikleri faaliyetler başta Bedirhan Bey olmak üzere bölgedeki yerli
beyleri ve aşiretleri tedirgin etmeye başlamıştı. Amerikalı misyoner
Dr. Grand’ın, Tiyari bölgesinde Asita’da büyük bir misyoner
merkezinin yapımına girişmesi14, Kürtleri öfkelendirmekten öte,
kendilerini tehdit altında hissetmelerine sebep olmuştu15. İnşaat haberi
bir anda yayılmış ve Kürtler arasında Hiristiyanlığı yaymak amacıyla
saray yaptırdıkları söylentisi her tarafa yayılmıştır16.
Bu gelişmelere Nasturî Tiyari aşiretinin bazı Müslüman
köylerine saldırması, Hakkâri Beyi Nurullah’a karşı gösterdikleri
itaatsizlik ve vergi vermekten kaçınmaları eklenince, Bedirhan Bey
müttefiklerinden aldığı yardımla Nasturîler üzerine yürümüştür.

12
Aydın, Emiroğlu, Özel ve Diğerleri; a.g.e., s.315-316.
13
Hatip Yıldız, “Bedirhan Bey ve Nasturiler”, Süryaniler ve Süryanilik, C.I,
Haz:Ahmet Taşğın, Eyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, Orient Yayınları,
Ankara 2005, s. 163-164.
14
Yıldız; a.g.m., s. 166.
15
Martin van Bruinessen; Ağa, Şeyh, Devlet, İletişim Yayınları, İstanbul
2004, s. 222.
16
Celilê Celil; XIX. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda Kürtler, Çeviren:
Mehmet Demir, Özge Yayınları, Ankara 1992., s.138-139.

202
Dini Topluluklar

Nasturîlere özellikle de Patrik Mar Şemun’un ailesine karşı acımasız


davranmıştır17.
Aslında, Bedirhan Bey’in Nasturîlere karşı harekâtına sebep
olan sorunlar, Kürtler ve Nasturîler için olağanüstü değildi. Geçmişte
de yaşanan bu tür sorunlarda, genellikle tarafların aşiret reisleri bir
araya gelip, meclis kuruyor ve kural olarak anlaşmazlığa yol açan
sorun çözülüyordu. Ancak yabancı misyonerlerin gelmesiyle birlikte,
bu tarih içinde oluşmuş güç dengesi de hassaslaşarak bozulmaya
başladı. Hıristiyanlar “Batılı inanç kardeşleriyle” ilişkileri sayesinde
güçlendiler; Kürtler ise bu gücü ve misyonerleri kendi özerk feodal
iktidarlarını tehdit eden bir unsur olarak değerlendirdiler18.
Burada bahsedilmesi gereken önemli bir husus da; Osmanlı
Devleti’nin bu olaylardaki rolüdür. Batılı araştırmacılar olayları
değerlendirirken “Osmanlı Devleti’nin soktuğu nifak” 19 ve
“Osmanlı’nın böl-yönet politikası”20nın etkilerinden
bahsetmektedirler. Bu değerlendirmeler olaylardaki Batı etkisini
görmezden gelme girişimi olarak değerlendirilebileceği gibi, zaman
içinde Kürtlere yönelik sömürgeci faaliyetlerle “Türk-Kürt”
düşmanlığını yaratma çabaları olarak da değerlendirilebilir. Bu
değerlendirmelerde Bedirhan Bey’in bölgedeki otoritesinin sarsılma
ihtimali ortaya çıktığında Osmanlı Devleti’ne bile kafa tutabilecek
yapısı ve bölgedeki klasik hâkimiyet anlayışına verdiği önem gözardı
edilmektedir. Bu yapıya sahip Bedirhan Bey’in bölgesinde,
Nasturîlere vergi vermeme cesaretini aşılayanlar, olayların
yaşanmasında başrolü oynamışlardır. Kaldı ki; en güçlü olduğu
dönemlerde bile bölgedeki hâkimiyeti tartışmalı Osmanlı Devleti’nin,
en zayıf dönemlerini yaşadığı bir zamanda, etkisinden bahsetmek ve
olayları Osmanlıya bağlamak, -Osmanlı savunuculuğundan
kaynaklanan bir sebepten değil tarihi gerçeklerle bağdaşmadığı için -
kabul edilemez. Osmanlının eleştirebileceği bir husus varsa o da; bir
devletin sahip olması gereken gücünü kaybetmiş olması ve devlet

17
Yıldız, a.g.m., s. 166-168.
18
Gabriele Yonan, Asur Saykırımı Unutulan Bir Holocaust, (Çeviren: Erol
Sever), Pencere Yayınları, İstanbul 1999, s.40.
19
Halfin; XIX. Yüzyıl’da Kürdistan Üzerine Mücadeleler, Komal Yayınları,
İstanbul 1992, s. 28
20
Nelhans; a.g.e., s. 25.

203
Makalelerle Mardin

olmanın gereğini yerine getirememesidir. Bu konuda gözardı edilen


bir diğer husus da; bölgede bulunan batılı konsolosların bu olaylar
sırasında Osmanlı Devletiyle Kürtleri karşı karşıya getirmek için
yaptıkları uğraştır21. Batılı devletlerin olaylar sonucunda elde ettikleri
kazanç; aynı coğrafyada yaşayıp birbirlerine kırdırdıkları halkların
kaybettikleri üzerine kuruludur. Bir yandan Osmanlı Devleti aleyhine
kullanabilecekleri kozlar elde ederken, diğer yandan kendi
korumalarına muhtaç ve emperyalist amaçlarına yönelik
kullanabilecekleri halklar oluşuyordu. Rus Subay Mayevsriy bunu şu
sözlerle ifade etmektedir:
“Nedense Türklerin ve Kürtlerin son derece vahşi ve yırtıcı
hayvanlar gibi oldukları hissi oluşmuştur. Türklerin ve Kürtlerin,
Hıristiyanları kesip cesedlerini parçaladıklarını, kadınlara zor
kullanarak tecavüz ettiklerini ve bunun gibi birçok hezeyanlar
yayarlar. Eğer Avrupa korkusu olmazsa Doğu Hıristiyanlarından
belki yeryüzünde eser kalmaz gibi sözler sarf ederler. Bu gibi
hezeyanlar kesinlikle doğru değildir. Eğer Avrupa Doğu
Hıristiyanlarıyla daha az ilgilenirse, onlar daha müteşekkir
kalacaklardır22.”
Yaşanan bu olayların Mardin ve çevresinde Süryani Kadim-
Müslüman ilişkilerine etkisine gelince; Bedirhan Bey’in faaliyetleri
sadece Nasturîleri etkilememiş, aynı zamanda Turabdin’e sıçrayan
olaylar Süryani Kadimleri de etkilemiştir23. Osmanlı belgelerinde
1848’de, Bedirhan Bey’in esir aldıkları arasında Nasturîlerle beraber
Yakubîlerin de Diyarbakır ahalisinden toplanıp, eski yerlerine iade
edildiğinden bahsedilmektedir. Aynı belgeye göre; Diyarbakır
Eyaletinde Nasturî ve Yakubî esir kalmamıştır. Ancak Yezidi esirlerin
toplanmasında bazı zorluklarla karşılaşılmaktadır24. Aynı dönemlerde
Mardin ve çevresinde gayrimüslim nüfusunun önemli bir kısmının
firar etmesi hadisesi de bu olaylarla bağlantılı gibi görünmektedir.

21
Yıldız; a.g.m., s. 179.
22
Mayévsriy V.T.; 19. Yüzyılda Kürdistan’ın Sosyo-Kültürel Yapısı Kürt
Ermeni İlişkileri, Osmanlıca’ya Tercüme eden; Mehmet Sadık, Günümüz
Türkçesine çeviren Haydar Varlı, Yayına hazırlayan ve notlandıran;
Abdullah Varlı, Sipah Yayıncılık, İstanbul 1997,s. 92.
23
Palva; a.g.e., s. 56.
24
B.O.A., MKT. MHM., Dosya No: 6, Gömlek No:63.

204
Dini Topluluklar

Ancak daha önce de değindiğimiz gibi olaylar sonrasında, bu nüfusun


önemli bir kısmı geri dönmüş olmalıdır. Muhtemelen bu olayların
etkisiyle Diyarbakır’a yoğun bir Hıristiyan göçü yaşanmıştır .
Süryani Kadimlerle ilgili belirtilmesi gereken önemli bir husus;
Batılı devletlerin himaye ve kışkırtma çabalarından diğer milletler gibi
erken dönemlerde ve onlar kadar etkilenmemiş olmalarıdır. Bunun en
önemli sebebi batılıların, Osmanlı Devleti sınırlarında
gayrimüslimlere öncelikle misyonerler aracılığıyla sızma çabalarıdır.
Misyonerler aracılığıyla Hıristiyanları öncelikle inanç yönünden
etkileyen Batılılar, daha sonra bunun karşılığından himaye ve Osmanlı
Devleti nezdinde kendileri lehinde girişimlerde bulunma hakkı
tanıyorlardı. Özellikle bölgenin karışık durumu da göz önüne
alındığında bu imtiyazların gayrimüslimlerin işine yaradığını kabul
etmek gerekecektir. Bu ortamda inançlarına sıkı bağlılıklarıyla bilinen
Süryaniler, batılı devletlerle bu tür bir ilişki yerine Osmanlı
padişahının himayesini istemişlerdir. 1851’de büyük ihtimalle Süryani
Kilisesinin ileri gelenlerinden biri olan Mihail’in Süryani milleti adına
himaye isteği padişaha şöyle iletilmiştir:
“Bu kulları millet-i Süryaniden olup Diyarbekir ve Kürdistan
kazalarında mütemekkin milletimizin kimsesizlikleri cihetiyle hoş-
umûr hususlarını rüiyet etmek üzere Kürdistan valisi devletlü paşa
hazretlerine hitâben bir kıta tevcih-i sami ihsanı babından emr u
ferman hazret-i leke’l-emründür”.
Bu istek üzerine padişah tarafından Kürdistan valisine hitaben
Süryanilerin himayesini emreden bir şukka yazılmıştır25. Bundan
sonra Süryani Kadimler bölgede yaşanan olaylardan kaynaklanan
sorunlarını İstanbul’a iletme yöntemini sıklıkla kullanacaklardır.
Mardin ve çevresinde, özellikle Midyat’ta 1854-1860 arasında
Müslümanlarla Süryaniler arasında bazı mücadeleler yaşanmıştır.
1854 Mart’ında Kürdistan valisine gönderilen bir emirde “Midyat
kazasında ortaya çıkan karışıklıkların ve ihtilalin bertaraf edildiği ve
bu olaylara sebep olan eşkıyanın yakalandığını anlatan Mardin ve
Midyat kazaları meclisi mazbatasının Meclis-i Vala’ya ulaştığı ve
bundan sonra böyle olaylara meydan verilmemesi ve asayişin

25
B.O.A., MKT.UM., Dosya No: 64, Gömlek No:86.

205
Makalelerle Mardin

sağlanması” isteniyordu26. Midyat’taki bu karışıklıklar sırasında bazı


eşkıya gruplarının Süryani Kadim köylerine yönelik saldırıları da
vukua gelmiştir. 1855 Nisan’ında bölge valisine gönderilen bir
emirde, şakilerle birlikte Midyat kazası Müdürü Hacı Abdullah’ın
Süryani köylerine yaptığı saldırıların önlenmesi isteniyordu. Buna
göre “Midyat kazasıyla civarı kurada mutevettin Süryani Taifesi vekili
Naum Garar tarafından” yapılan şikâyette “Mesud İzzeddin Şid
mukaddemce avanesiyle beraber taife-i merkumun üzerine hücum
eylemiş ise de evvelde bulunan asakir-i şahane ile taife-i merkum bila-
nifak mukabele ederek” şakiler kaçmak zorunda bırakılmışlardır.
Şakiler birkaç gün sonra ise kuvvetlerini arttırıp ve Midyat Kazası
Müdürü Hacı Abdullah Ağa ile ittifak ederek tekrar geri gelmişler ve
köyü yağmalamışlardır. Elimizdeki belgeden sebepleri anlaşılamayan
bu olay Naum Garar’ın şikâyeti üzerine Meclis-i Vala’ya havale
edilmiş ve validen olayın tarafsızca tahkiki istenmiştir27. Bu olayda
dikkat çeken husus; ilk saldırıya “asakir-i şahane” ile birlikte karşılık
veren Süryani köyüne, bu kez Osmanlı Devleti’nin resmi bir memuru
ile birlik olunarak saldırı yapılmış olmasıdır. Midyat ve civarında
Müslüman-Süryani ilişkileri aslında, Müslüman aşiretlerinin kendi
aralarındaki sorunlarla paralel bir yapı içindeydi. Midyat’ta Osmanlı
belgelerinin ifadesiyle; 19. Yüzyılın sonlarında uzun süreden beri
devam eden “Herki ve Dekşori tarafdarlığı28” Midyat’taki sorunun
temelini oluşturmaktadır. Süryani köylerinde de Kürtlerde ve
Araplarda olduğu gibi köylü üzerinde etkinlik kurmaya çalışan aileler
ortaya çıktığında, çevredeki güçlü Kürt veya Arap aşiretlerin
desteğine ihtiyaç duyuyorlardı29. Bu ihtiyaç bazı Süryani aile ve
köylerin aşiretler arasındaki kavgada taraf olmalarının önemli bir
sebebi olarak değerlendirilebilir.
1860 Aralık’ında ise Mardin taraflarında “tebaa-i gayrimüslim
ve Müslim beynlerinde” meydana gelen emniyetsizlikten dolayı
bölgede asayişi sağlamak üzere gerektiği kadar asker sevk edilmesi,
Anadolu Orduy-u Hümayun Müşiri Abdulkerim Paşa’dan

26
B.O.A., MKT.UM., Dosya No:154 Gömlek No:35.
27
B.O.A., MKT. UM., Dosya No: 194, Gömlek No:46.
28
B.O.A., Yıldız Dahiliye Nezareti Maruzatı (Y. PRK. DH.), Dosya No: 11,
Gömlek No:42.
29
Gabriel Akyüz-Şabo Aktaş, Bakısyan (Alagöz) Köyü’nün Tarihçesi,
Mardin 2004, s.87.

206
Dini Topluluklar

isteniyordu30. Bölgeye asker sevkinin sebebi; “Mardin’in cebel


tarafında bulunan nevahi de meskûn Kiki Aşireti ağası Eyub ve Milli
aşireti ağası Şeyhmus ağaların ötedenberü meşâyih-i Arabân
ianeleriyle ahali hakkında bir takım mezalim ve teaddiyat
ibtidarları”dır. Bölge halkına yaptıkları zulümler hem şahitlerce hem
de “evrak üzerinde sabit olmasından” bu kişileri yargılanıp, bu
aşiretlerin Koçhisar ve Dara’da iskan edilip aşiret ağaları yerlerine
nevahi müdürleri tayin edilmesi Kürdistan valisine emredilmektedir31.
Bu belgeden bir yıl sonraki bir başka belge olayların henüz sona
ermediğini ve Süryanileri de etkilediğini ortaya koymaktadır. Bu
belgeye göre sebep; “Kürdistan Eyaleti dâhilinde kain Mardin ve
Cizre ve Midyat ve Nusaybin ve Savur kazalarıyla Mardin’in cebel
tarafında ve mevaki-i sahrada bulunan Süryani Yakubî taifesinin
bulundukları mahallerin etrafında bulunan aşâir ve kabâil-i
Arabândan gördükleri teaddi” dir. Süryani patriği tarafından yapılan
bu şikâyete göre, olaylar “bazı erbab-ı nüfuzun tahriki” sonucu
meydana gelmekte ve olayların önü alınmazsa sadece Süryanilerin
değil Müslümanlar dâhil “bi’l-cümle ol-havali ahalisi terk-i mesken
ideceği” belirtilmektedir. Süryani patriği tarafından yapılan bu şikâyet
üzerine Padişah tarafından, Kürdistan valisi sert ve tehdit dolu bir
üslupla uyarılmaktadır: “Şu uygunsuzluğun seri’an men’ ve def’iyle
emniyet-i kamilenin istihsaline bakılmadığı takdirde terettub idecek
mes’uliyet tamamiyle taraf-ı düsturilerine aid olacağına mebni.”32
1863’te Süryani Kadim Patriği tarafından padişaha yazılan
yazıda, Eyaletin Meclis-i Kebir eski azalarından Hacı Şeyh Ağa’nın
bölgede hem Süryanilere hem de Müslümanlara yönelik yaptığı
zulümler tafsilatlı bir şekilde anlatılmaktadır. Buna göre; Hacı Şeyh
Ağa’nın zulümleri sebebiyle Siird, Mardin, Derik ve Midyat
havalilerinde “pek çok hane harab” olmuştur. Yapılan şikâyetler
üzerine kendisini yargılama işi “Vali-i Eyalet Devletlu Kamil Paşa
Hazretlerine ” verilmiştir. Patrik olayın devamını şu cümlelerle
anlatır:
“Müşarun ileyh Hazretleri Diyarbekir’e gelür iken bu havalide
bulunan İslâm ve Hıristiyan vesair milletler Harput’a kadar şikâyete

30
B.O.A., MKT.UM., Dosya No: 440, Gömlek No: 48.
31
B.O.A., MKT. UM., Dosya No: 445 Gömlek No:9.
32
B.O.A., MKT. UM., Dosya No: 499, Gömlek No:70.

207
Makalelerle Mardin

gidub Hacı Şeyh Ağa’nın zulmünden bir kaç yüz arzıhalleri dahi
verdüklerinden müşarun ileyh hazretleri Diyarbekir’e geldikde Hacı
Şeyh Ağa’yı meclisden azl ve hesabla mehkeme etmiş”.
Mahkeme sonucu hapsedilen Hacı Şeyh Ağa’nın bu kez
adamları halka baskı kurmaya başlarlar. Hatta Hacı Şeyh Ağa’nın
adamlarınca kaçırılma girişimi, patriğin valiye haber vermesi üzerine
sonuçsuz kalır. Ancak bir süre sonra hastalık yalanıyla tahliye edilen
Ağa zulümlere tekrar başlar. Bunun üzerine patrik, önceki olayların
tekrar yaşanmaması için, padişah ve vükelayı durumdan haberdar
etmek için bu yazıyı yazar. Patriğin bu tafsilatlı şikâyeti üzerine Hacı
Şeyh Ağa’nın Erzurum’a sürgün edilmesi kararı alınır33. Muhtemelen
bu tür olaylarda, benzer tavır takınması ve bölgedeki sorunlar
konusunda merkezi bilgilendirmesi sebebiyle Süryani Kadim Patriği,
zaman zaman padişahın övgüsüne mazhar oluyor, padişah tarafından
“hal ve hatırı” soruluyordu34.
Osmanlı sınırlarında Islahat fermanının etkisiyle Hıristiyan ve
Müslümanlar arasında birçok sorunun yaşandığı (Lübnan, Suriye ve
Girit’te) ve batılı devletlerin bu olayları fırsat bilip Osmanlı’nın iç
işlerine karıştığı bir dönemde, Mardin ve çevresinin kendine has
özelliklerinden kaynaklanan sorunların diğer bölgelerdeki gibi
“Müslüman-Hıristiyan savaşı” gibi gösterilip büyütülmesine engel
olmak isteyen devletin, bu olayların üzerine gittiği görülmektedir.
1877’de Mardin’e gelen Geary, şehirde yaşanan korkudan
bahsetmektedir. Geary’nin dini fanatizmin zayıf olmadığını
belirtmesine rağmen, halk arasındaki korkudan bahsetmesi35 Mardin
çevresindeki asayişsizliğin şehre etki ettiğini göstermektedir. Bu
tarihte Ermeni sorununun uluslararası bir boyut kazanmasıyla
sonuçlanan Osmanlı-Rus savaşının varlığı, bölgesel sorunlar dışında,
Mardin’deki tedirginliğin bir sebebi olarak değerlendirilebilir. 1880
Martı’nda İngiltere Sefareti tarafından yapılan bir şikâyette Mardin ve
çevresinde Kürt fırkalarının yaptığı sirkat ve gasp olaylarından
bahsedilmesi, olayların halen devam ettiğini göstermekte, öte yandan
şikâyetin İngiltere tarafından yapılıyor olması gayrimüslimlerin bu

33
B.O.A., MKT. MHM., Dosya No: 272, Gömlek No:29.
34
B.O.A., MKT.MHM., Dosya No: 362, Gömlek No:36.
35
Geary; a.g.e., s. 161;Aydın, Emiroğlu, Özel ve Diğerleri; a.g.e., 313.

208
Dini Topluluklar

olaylardan etkilendiği izlenimini vermektedir. Devletin bu şikâyete


cevabı ise; önlem alındığı ve gereğinin yapıldığı şeklindedir36.
1886’da ise benzeri bir şikayet bu kez “Katolik Ermeni, Süryani
ve Protestan murahhasları imzalarıyla Mardin’den Adliye Nezaretine
çekilub havale ve tevdi olınan telgrafname” ile yapılmaktadır.
Diyarbakır valisinden olaylarla ilgili bilgi istenmesi sonucu gelen
cevap ilginçtir. Buna göre; telgrafta verilen bilgiler yalandan
ibarettir37. Ermeni Katolik, Süryani Katolik ve Protestan
murahhaslarınca çekilen bu telgraf ve telgrafa verilen cevap, tüm
Osmanlı’yı etkileyen “Ermeni meselesinin” Mardin’de de etkilerini
göstermeye başladığını ortaya koymaktadır. Bundan sonra Mardin ve
çevresinde, bölgenin içinde bulunduğu idari, sosyal ve ekonomik
sebeplerden kaynaklanan, yukarda örneklerini verdiğimiz olaylar, bu
çerçevede değerlendirilecek ve Ermenilerin kendi davaları için
dayanak ve şikâyet sebebi olacaklardır. Bu şikâyetlerde Katolik
Süryaniler, Protestanlar ve bazı Keldanîler Ermenilere kısmen de olsa
destek vereceklerdir. Benzeri bir desteğe –en azından elimizdeki
bilgiler ışığında- Süryani Kadimlerde rastlanmamaktadır.
1887 Haziran’ında Süryani Katolik Murahhası başka
şikâyetlerde bulunmaktadır. Nasri adlı, bir Hıristiyan’a bir
Müslüman’ın yaptığı saldırı, Hıristiyan mektebi çocuklarından üç
tanesinin evlerine giderken yaralanması ve Buğday Pazarı’nda bir
keşişin yaralanması şeklindeki şikâyetlerin tahkikinden ilginç sonuçlar
çıkmıştır. Başka bir belgeden Keldanî olduğu anlaşılan38 Nasri adlı
kişi, “lisan-i fezahatta bulunduğundan” bir Müslüman tarafından
kendisine saldırılmıştır. Saldıran kişiye “asakir-i şahane tarafından”
engel olunduğu, mektep çocuklarının yaralanması olayının çocukların
tabiatları gereği oyun oynarken birbirlerini taşlamalarından
kaynaklandığı, Buğday Pazarı’nda dövülen keşiş meselesinin ise
araştırılmakta olduğu, bildirilmiştir39. Nasri adlı kişinin “bazı fazahat-ı
lisaniyede bulunmasına mebni beyne’l-İslâm vuku’ bulan heyacan”,

36
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Yıldız Hususi Maruzat (Y. A. HUS.), Dosya No:
164, Gömlek No:2.
37
B.O.A., DH.MKT., Dosya No: 1349, Gömlek No:71.
38
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Yıldız Askeri Maruzat.(Y. PRK. ASK.),
Dosya No: 39, Gömlek No:75 ve DH. MKT., Dosya No:1415/Gömlek No:89.
39
B.O.A., DH.MKT., Dosya No: 1429, Gömlek No:22.

209
Makalelerle Mardin

“tedâbir-i askeriye” ile engellenebiliyordu. Tutuklanan Nasri


mahkeme edilmek üzere Diyarbakır’a gönderiliyordu40. Belgelerden
“lisanı-ı fezahat” dan ne kastedildiği belirtilmediğinden olay tam
olarak anlaşılmasa da, bu olay Mardin merkezde ciddi bir sorun
oluşturmuştur. 28 Şubat 1888’de “Mardin Rüesay-ı Ruhaniyesi icraat-
ı asayiş yokdur diyerek” mutassarıflığa bir takrir vermişler, bir gün
sonra ise saat 11’den gece saat yarıma kadar dokuz Hıristiyan
mahallesi ile Cami-i Kebir Mahallesinde Meşkin Mahallesine kadar
olan Hıristiyan hanelerinde tüfeklerle ateş edilmiştir. Bu olaylarda
“umumen ceza imkânsız olduğundan tahkikine hükümetçe bakılmakda
olduğu ve fesad-ı ihtilal gibi bir şey mamul değilse de bundan böyle
leyl ve nehar gerek İslâm ve Hıristiyan tarafından böyle bir hal
vukuunda asker sevkiyle derdestleri içun meclis-i idareden mazbata
verildiği” belirtilmektedir. Kargaşanın sebebi olarak ise; küçük
olayların büyütülmesi gösterilmektedir41. Nasri olayı ile ilişkili
olabilecek bu olay; 19. yüzyılda klasik gayrimüslim psikolojisinin bir
ürünü izlenimi vermektedir. Buna göre; “mevcut sorunları biraz ses
getirecek bir şekilde dile getirip, batılıların ilgisini çekmek ve onların
yardımıyla kendi lehlerine bir ortam oluşturmak” düşüncesi bu olayda
da kullanılmış olabilir. Yine bu olaylar sırasında dikkat çeken bir
husus Mardin müftüsünün görevden alınmasıdır. Müftünün görevden
alınmasına sebep ise “lisan-ı fezahat” ta bulunan bir gayrimüslime
takındığı tavır ve Mardin’deki ruhani reislerin yaptığı şikâyettir42.
Burada lisanı fezahatta bulunan kişi muhtemelen daha önce bahsedilen
Nasri’dir. 1890’da Mardin Ermeni Murahhası Melkon imzasıyla
sancak dâhilinde çıkarılmaya çalışılan karışıkları önledikleri için
Diyarbakır Valisi ve Mardin Kaymakamını öven bir telgrafın Mabeyn-
i Humayun Başkitâbet dairesine gönderilmesi olayların yatıştığını
göstermektedir43.
1889’da bu kez Süryani Kadim Patriği’nin tahrikiyle
Mardin’deki ruhani reisleri adına İstanbul’a şikâyet telgrafı
gönderilmiştir. İstanbul’un neler oluyor gibisinden bölgeden bilgi

40
B.O.A., Y. PRK. ASK., Dosya No: 39, Gömlek No:75.
41
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İradeler Dahiliye (İ.DH.)., Dosya No:1069,
Gömlek No:83872.
42
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Yıldız Mütenevvi Maruzat (Y.MTV.), Dosya
No:31, Gömlek No:66.
43
B.O.A., Y.PRK.AZN., Dosya No:5, Gömlek No:6.

210
Dini Topluluklar

istemesi üzerine gelen cevapta Süryani Kadim cemaatinden birinin bir


Müslüman’ı yaralaması üzerine, tedirgin olan Patriğin böyle bir yola
başvurduğu emniyetin yerinde olduğu belirtiliyordu44. Osmanlı
arşivinde olayla ilgili başka belgeye rastlamayışımız ve herhangi bir
kaynakta yer almaması bu olayın büyümediğini göstermektedir.
19. yüzyılın sonlarına doğru Mardin ve çevresinde ilişkileri
etkileyen bir olay şehrin güneyindeki Tel Ermen (bugünkü Kızıltepe)
ve çevresindeki Hıristiyan köylerinin yağmalanmasıdır. Dolabani, bu
saldırılar sırasında Göllü, Kalatılmarra, Benabil ve İbrahimiye gibi
Süryani köylerinin de yağmalandığından, Mansuriye karyesinin ise
şehrin hemen kenarında olması sebebiyle yağmacıların buraya
dokunamadıklarından bahsetmektedir45. Ancak Osmanlı belgelerinde
olayların sadece Tel Ermen’de meydana geldiği belirtilmektedir.
Üstelik bu dönemde Ermenilerin resmi anlamda bu olayla ilgili
şikâyetleri söz konusu olmasına rağmen, Süryanilerin böyle bir
şikâyeti yoktur. Buna rağmen olayın meydana geldiği mahal göz
önüne alınarak Tel Ermen’e çok yakın olan Göllü ve İbrahimiye
karyelerinin de yağmacılar tarafından hedef alınmış olması ihtimali
yüksektir. Aynı şeyi Kalatılmarra ve Benabil için söylemek zordur.
Diyarbekir valisi tarafından İstanbul’a gönderilen bir şukkede
saldırıyı gerçekleştirenlerin “Mardin Sancağı dâhilinde Kiki Çerkân
ve Hercân aşiretlerinden iki bin kadar eşhas” olduğu belirtiliyordu46.
Mardin Ermeni Katolik murahhası Melkon tarafından yapılan
şikâyette saldırılardan yine aynı aşiret mensupları bu kez reislerinin
ismi verilerek sorumlu tutuluyordu; süvari alayına mensup Kiki
Çerkan ve Herçan aşiretleri reisi Kaymakam Reşid Bey ile Binbaşı
Osman ve Timur Ağaların bu olaylara sebep olduğu belirtiliyordu. Bu
kişiler daha sonra haklarındaki şikâyetler sebebiyle gereğinin
yapılması üzerine Diyarbakır’a gönderilmişlerdir47. Bu köylerdeki
halkın Mardin merkeze sığınmaları sonrasında, yağmacılar şehre
girmeye kalkışınca, Hamitoğlu Şeyh Seydullah, Hüseyin Sarraçoğlu,
Fuat Efendi, Daşili Ahmet Efendi, Hamdan Ağa, Mişkinli Ahmet ve
Hanaş Ağalar, Mendikanlı Faraç Bey ve Kermozade Hacı Faris Çelebi

44
B.O.A., DH.MKT., Dosya No: 1574, Gömlek No:99 .
45
Dolabani; Tarihte Mardin …, s.99-100.
46
B.O.A.,Y. PRK. UM., Dosya No: 33, Gömlek No:39.
47
B.O.A., MKT. MHM., Dosya No: 637, Gömlek No:18..

211
Makalelerle Mardin

hükümet kuvvetleriyle birleşerek mültecileri korumaya çalışmışlar. Bu


ittifak karşısında yağmacılar şehre girememişlerdir48. Bu olaylar
sırasında şehre sığınan Ermeniler için Amerikan Protestan Misyonu
sığınak yerlerinden biri olmuştur49. Meydana gelen karışıklıklar
sonucu yerinden olanların “maişetlerinin padişah tarafından temin
edileceği ve bu iş için Mardin mutasarrıflığının görevli olduğu”
İstanbul tarafından emredilmiştir.50. Bu olaylar sırasında devlet ve
misyoner gruplarıyla beraber, Mardin’e sığınan mültecilere yardım
edenler arasında Süryani Kadim patriği de bulunuyordu. Zamanın
Süryani Patriği Abdulmesih Efendi kendisine sığınanlara elinden
geleni yaptığı gibi, Deyruzzafaran Manastırı’nda bir yardım kapısı
açtırmış ve yardıma muhtaç olanların bir süre orada kalmalarını
sağlamıştır. Bundan memnun kalan hükümet de Manastırı koruması
için bir müfreze askeri patriğin emrine vermiştir. Patrik, yoksul ve
öksüz kalan çocukların yetişmesi için bir de okul açmıştır. Sonradan
ailelerin müracaatı ile çocuklar kendilerine geri verilmiştir51.
Olayların sebebi hakkında belgelerde geniş bilgiye sahip
olmasak da; Ermeni murahhası tarafından yapılan şikâyette “300
Katolik cemaatinden oluşan ve Ermeni meselesinden haberi olmayan
kişilere adı geçenler tarafından saldırıldığını”52 söylemesi olaylarda
Ermeni isyanlarına duyulan tepkinin sebep olduğu veya Mardin ve
çevresinde klasikleşen aşiret yağmalarını hem Ermenilerin hem de
aşiretlerin siyasi bir sebebe dayandırarak, bu durumu kendi lehlerine
kullanma çabası içine girmiş olduklarını göstermektedir.
Bu olaylardan sonra iki yıl boyunca, bu karışıklıklarda
Ermenilerin ve diğer Hıristiyanların gasp edilen tarla ve hayvanlarının
geri alınıp kendilerine teslim edilmesi için çalışılmıştır53. Gasp edilen
arazilerin tespiti ve geri alınmasında zorluk yaşanmamasına rağmen,
hayvanların bulunması hükümeti bayağı uğraştırmış görünmektedir.
Olaydan yaklaşık bir yıl sonra gasp edilen hayvanların bir kısmının

48
Dolabani; Tarihte Mardin …, s.99-100.
49
Aydın, Emiroğlu, Özel ve Diğerleri; a.g.e., s. 326.
50
B.O.A., MKT. MHM., Dosya No:637, Gömlek No:18.
51
Dolabani; Tarihte Mardin …, s.99-100.
52
B.O.A., MKT. MHM., Dosya No: 636, Gömlek No:31.
53
B.O.A., MKT.MHM., Dosya No:637, Gömlek No:38-40.

212
Dini Topluluklar

Resulayn Kazası aşiretlerinin yanında olduğu haberi alınıyor ve


bunların sahiplerine geri verilmesi için çalışmalar başlatılıyordu54.
Bu olayların dikkat çeken önemli bir yönü 1891’de, II.
Abdulhamid tarafından kurulan ve bölgenin sosyal, siyasi ve iktisadî
hayatına yeni bir çehre kazandıran Hamidiye Alayları’nın55 bazılarının
olayların müsebbibi olmalarıdır. Urfa-Mardin hattı Hamidiye
alaylarının kurulmasında öncelik verilen bölgelerden biridir56. Mardin
ve çevresinde bulunan Hamidiye Alayları ve idarecileri şunlardır: 41.
Alay Viranşehir’de Milli Aşiretinden Miralay İbrahim Bey idaresinde,
42. Alay Viranşehir’de Milli Aşiretinden ve İbrahim Bey oğlu
Kaymakam Abdulhamid idaresinde, 43. Alay Viranşehir’de Milli
Aşiretinden ve İbrahim Bey oğlu Kaymakam Mahmud idaresinde, 45.
Alay Resulayn ve Mardin arasında Kiki aşiretinden ve Kaymakam
Reşit Bey idaresinde, 48. Alay Cizre’de Miran aşiretinden ve
Kaymakam Mustafa Paşa’nın idaresinde, 49. Alay Cizre’de Miran
aşiretinden Mustafa Paşa’nın oğlu Abdülkerim Bey idaresinde57.
Tel Ermen’de 1895’te meydana gelen olayların müsebbibi
yukarıda 45. Alayı oluşturan Kiki Aşireti ve bu aşiretin reisi
Kaymakam Reşit Bey’dir. Hamidiye alaylarının kuruluş sebeplerinden
biri de artan Ermeni isyanlarına karşı önlem almak olmasına58 rağmen,
Tel Ermen olaylarında, Hamidiye Alaylarının bu yönünden çok Kiki
Aşiretinin klasik aşiret yapısının etkili olduğunu kabul etmek
gerekecektir. Kiki aşireti bu olaylar esnasında sadece Ermenilere karşı
tavır takınmamış, aynı zamanda hükümet kuvvetleri ve Mardin’de
Müslümanların önde gelenleriyle de karşı karşıya gelmiştir. Ayrıca bu
olaylarda II. Abdulhamid’e yakınlığı ile bilinen ve bölgede en güçlü
alaylara sahip Milli aşireti reisi İbrahim Bey’in yer almaması olayın
Hamidiye Alaylarının, Osmanlı Devleti tarafından yönlendirilmiş bir
“Ermeni kıyımı” harekâtı içinde olmadıklarının önemli bir göstergesi
olarak kabul edilebilir. Bununla birlikte Hamidiye Alaylarının
54
B.O.A., MKT.MHM., Dosya No:637, Gömlek No:41.
55
Bayram Kodaman; “Hamidiye Hafif Süvari Alayları II. Abdulhamid ve
Doğu Anadolu Aşiretleri”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih
Dergisi, S. 32, İstanbul, Mart 1979, s.427.
56
Kodaman; a.g.m.(1979), 450.
57
Şevket Beysanoğlu, Anıtları ve Kitabeleri ile Diyarbakır Tarihi, C.2,
Diyarbakır Belediyesi Yayınları, Ankara 1990, C. II, s. 740.
58
Kodaman; a.g.m., s. 441.

213
Makalelerle Mardin

gerektiği şekilde kontrol edilemediği de kabul edilmesi gereken başka


bir gerçektir. Bu konuda sadece Kiki Aşiretinin değil, Milli Aşireti’nin
de politikaları kayda değerdir. Milli Aşireti Reisi İbrahim Bey hemen
tüm kaynaklarda Hıristiyanlara karşı iyi davranan ve Hıristiyanların
koruyucusu olarak tanımlanır59. İbrahim Bey’in Viranşehir’de
kurduğu pazarda Ermeniler ve Keldanîler ticaret yapmıştır60. Ancak
özellikle Diyarbakır ve çevresinde Müslümanlara karşı davranışı,
Müslümanların birçok kez şikâyetine sebep alacak kadar
olumsuzdur61.

59
Beysanoğlu; a.g.e., C.II, s. 740.
60
Aydın, Emiroğlu, Özel ve Diğerleri; a.g.e., s. 324.
61
Beysanoğlu; a.g.e., C. II, s. 734-739.

214
Dini Topluluklar

KAYNAKÇA
Arşiv Belgeleri
B.O.A., MKT.UM., Dosya No: 64, Gömlek No:86; Dosya
No:154 Gömlek No:35; Dosya No: 499, Gömlek No:70; Dosya No:
445 Gömlek No:9; Dosya No: 440, Gömlek No: 48; Dosya No: 194,
Gömlek No:46
B.O.A., Y. A. HUS., Dosya No: 164, Gömlek No:2.
B.O.A., DH.MKT., Dosya No: 1349, Gömlek No:71; Dosya
No: 1429, Gömlek No:22; Dosya No: 1574, Gömlek No:99; Dosya
No:1415/Gömlek No:89.
B.O.A., İ.DH.., Dosya No:1069, Gömlek No:83872.
B.O.A., MKT. MHM., Dosya No: 272, Gömlek No:29; Dosya
No: 6, Gömlek No:63; Dosya No: 636, Gömlek No:31; Dosya No:
637, Gömlek No:18; Dosya No: 362, Gömlek No:36; Dosya No:637,
Gömlek No:38-41
B.O.A., Y. PRK. ASK., Dosya No: 39, Gömlek No:75; Dosya
No: 39, Gömlek No:75.ve
B.O.A., Y. PRK. DH., Dosya No: 11, Gömlek No:42.
B.O.A., Y.MTV., Dosya No:31, Gömlek No:66.
B.O.A., Y.PRK.AZN., Dosya No:5, Gömlek No:6.
B.O.A.,Y. PRK. UM., Dosya No: 33, Gömlek No:39.
Kitaplar ve Makaleler
Abdulgani Efendi (Abdulgani Fahri Bulduk); Mardin Tarihi,
Yayına Hazırlayan: Burhan Zengin, Ankara 1999.
Adday Şer; Siirt Vakayinamesi Doğu Süryani Nasturi Kilisesi
Tarihi, Çeviren: Celal Kabadayı, Yaba Yayınları, İstanbul 2002.
Ainsworth, William Francis; Travels and Researches In Asia
Minor, Mesopotamia, Chaldea and Armenia, Vol. II, London 1842.
Akyüz, Gabriel; Mardin İli’nin Merkez ve Civar Köylerinde ve
İlçelerinde Bulunan Kiliselerin ve Manastırların Tarihi, Resim
Matbaacılık, İstanbul 1998.

215
Makalelerle Mardin

Akyüz, Gabriel; Şabo Aktaş; Bakısyan (Alagöz) Köyü’nün


Tarihçesi, Mardin 2004.
Altun, Ara, Mardin’de Türk Devri Mimarisi, İstanbul 1971.
Aydın, Suavi; Kudret Emiroğlu; Oktay Özel ve Diğerleri;
Mardin Cemaat Aşiret Devlet, Toplumsal ve Ekonomik Tarih Vakfı
Yayınları, İstanbul 2001.
Bell, Gertrude Lowthian; Amurath to Amurath, Londra 1911.
Beysanoğlu, Şevket; Anıtları ve Kitabeleri ile Diyarbakır
Tarihi, C.2, Diyarbakır Belediyesi Yayınları, Ankara 1990
Bruinessen, Martin van; Ağa, Şeyh, Devlet, İletişim Yayınları,
İstanbul 2004.
Celil, Celilê; XIX. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda Kürtler,
Çeviren: Mehmet Demir, Özge Yayınları, Ankara 1992.
Geary, Grattan; Through Asiatic Turkey, Narrative of a Journey
from Bombay to the Bosphorus, London 1878.
Göyünç, Nejat; XVI. Yüzyılda Mardin Sancağı, Türk Tarih
Kurumu Basımevi, Ankara 1991.
Günay, Ramazan; 259 Numaralı Hicri 1006-1008 (Miladi 1598-
1600) Tarihli Mardin Şeriyye Sicilinin Transkripsiyon ve
Değerlendirmesi, Yüksek Lisans Tezi, Dicle Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, 2002.
Kinneir, John Macdonald; Journey Through Asia Minor,
Armenia and Koordistan in the Years 1813 and 1814 with Remarks on
the Merches of Alexandar and Retreat of the Ten Thousand, London
1818.
Kodaman, Bayram; “Hamidiye Hafif Süvari Alayları II.
Abdulhamid ve Doğu Anadolu Aşiretleri”, İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, S. 32, İstanbul, Mart 1979.
Matfiyef, K.P. (Bar Mattay); Asurlar Modern Çağda Asur
Sorunu, (Çev: Vahap Kelat), Kaynak Yayınları, İstanbul 1996.
Mayévsriy, V.T.; 19. Yüzyılda Kürdistan’ın Sosyo-Kültürel
Yapısı Kürt Ermeni İlişkileri, (Osmanlıca’ya Tercüme eden; Mehmet

216
Dini Topluluklar

Sadık, Günümüz Türkçesine çeviren Haydar Varlı, Yayına hazırlayan


ve notlandıran; Abdullah Varlı), Sipah Yayıncılık, İstanbul 1997.
Nelhans, Bertil; Asuri, Süryani, Kildani Adlandırmalarının
Dünü Bugünü Üzerine, Nsibin Yayınevi, Södertälje-İsveç 1990
Öztürk, Levent; İslâmiyet’in Yayıldığı Coğrafyada Yaşayan
Hıristiyanlar”, Süryaniler ve Süryanilik I, (Hazırlayanlar: Ahmet
Taşğın, Eyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli), Orient Yayınları, Ankara
2005, s.11–36
Palva, Heikki; Dün’den Bugüne Doğu ve Batı Süryanileri,
Nsibin Yayınevi, Södertalje-İsveç, 1990.
Parry, Oswald H., Six Months In A Syrian Monastery, Horace
Cox, London 1895.
Sasuni, Garo; Kürt Ulusal Hareketleri ve 15. YY’dan
Günümüze Ermeni Kürt İlişkileri, Med Yayınları, İstanbul 1992.
Surma Hanım; Ninova ve Yakarışı Doğu Asur Kilisesi
Gelenekleri ve Patrik Mar Şamun’un Katli, Avesta Yayınları, İstanbul
1996.
Tori, Welat; Birlikte Yaşadığımız Halklar Keldanî, Assuri,
Süryani, Ermeni, Koral Yayınları, İstanbul 1991.
Wigram, W. A.; The Assyrians And Their Neigbours, G.Bell &
Sons, London 1929.
Yıldız, Hatip; “Bedirhan Bey ve Nasturiler”, Süryaniler ve
Süryanilik I, (Hazırlayanlar: Ahmet Taşğın, Eyüp Tanrıverdi, Canan
Seyfeli), Orient Yayınları, Ankara 2005, s.161–186.
Yonan, Gabriele, Asur Saykırımı Unutulan Bir Holocaust,
(Çeviren: Erol Sever), Pencere Yayınları, İstanbul 1999.

217
DİNİ-SOSYAL GRUPLARIN KAYBOLMASI: NUSAYBİN ÖRNEĞİ

Ahmet TAŞĞIN∗
1

“kimsenin uykusunun fesleğen koktuğu yok”


İsmet özel

Sanayileşme öncesi ve sonrası toplum ve topluluk arasındaki


farklılaşma derinleşmiş ve geleneksel toplum yapısının dayanmış
olduğu temel dayanakları ile modern toplumun dayandığı temel
dayanakları farklılık arz etmeye başlamıştır. Geçen yüzyıllarda
sosyologların özellikle ilk dönem sosyologlarının temel uğraşı gelenek
ve modernlik arasındaki farklılaşma konusunda olmuştur. Her iki
toplum yapısını tanımlama ve buna bağlı olarak açıklamaya
çalışmışlardır. Her sosyolog mevcut durumu kavramlaştırdığı ölçüde
aktarmıştır.
Modernleşme süreci toplulukların kendilerini yeniden
tanımlamalarını sağlamıştır. Sanayileşme öncesi ve sonrası etrafında

* Doç. Dr. Ahmet TAŞĞIN Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi


Diyarbakır.“Geçmişten Günümüze Nusaybin Sempozyumu” 27–28 Mayıs
2004 Nusaybin, sunulan bildiri.
Makalelerle Mardin

yeniden başlayan tartışmalar, ikili bir yapı üzerinde yoğunlaşmakta ve


bu ikili yapı üzerinden de yeni tanımlar üretilmektedir. Doğrusu
dönemin sosyal bilimcileri değişimi farklı yönleriyle tanımlarken
tanımlarında değişimi somutlaştırmaya da uğraşmışlardır.2
Doğal olarak bu çabalar içerisinde Doğu-İslam dünyası dışarıda
kalmıştır. Çünkü değişim (sanayileşme devrimi) Avrupa merkezli
gerçekleşmiştir. Aslında meydana gelen değişimle birlikte tanım
ortaya koyanlarla dolaylı gözleyenler arasındaki farktan söz ediyorum.
Fakat Doğulu aydınlar Batı’da meydana gelen büyük değişim ve bu
değişimin uyandırdığı etkiyi dile getirmekle yetindiler ve bunu da iki
boyutlu ele aldılar. Bunlardan ilki geleneksel bilgi kaynakları ve
birikimiyle dışardan görüneni anlama ve anlamlandırmadır. Diğeri de
aydınların Avrupa merkezli değişimin tanımlarına uygun olarak
geliştirdikleri birikime dayanmaktadır.
Bir süre sonra birinci çaba, Avrupa’daki değişimi izleme şansını
yitirmiştir. Çünkü mevcut doğulu birikim sanayi devrimiyle birlikte
gelen baş döndürücü değişimin ve buna bağlı talebin karşısında
duramayarak, görünen haliyle işgallerle karşılaşmıştır. Aslında
değişim, Pazar arayışıyla doğrudan işgallere dönüşmüş hatta
sanayileşme ve işgaller arasında oluşan gerilim üzerinden gelişmeleri
izleme bilimsel kaygılardan uzaklaşmıştır. Birer birer siyasal
etkinliklerin kaybedildiği ve coğrafik sınırların değişmesiyle
sonuçlanmıştır. Doğrusu bu durum birinci planda Avrupa’ya bakışı
anlamakta yetersiz kaldı hatta öngördüklerinin işe yaramadığının
görülmesiyle sonuçlandı.
Avrupa’daki değişimle birlikte hareket eden yerli aydınlar ise,
daha etkili oldular ve ellerine geçen fırsatları da yine bu değişim
lehinde kullanmaya başladılar. Özellikle yerli aydınların, meydana
gelen değişimi kendi geleneksel birikimleri üzerinden içeriden anlama
ya da anlamlandırma çabaları ilk planda sonuç verdi. En azından
sürecin anlaşılmasına yönelik projeler ortaya konuldu. Doğrusu yerli
aydınların çabalarının Avrupa’da meydana gelen değişim sürecinin bir
parçası olduğu gerçeği daha sonra anlaşıldı. Böylece hem fiziksel hem

2
Joseph Fichter, Sosyoloji Nedir?, Çeviren Nilgün Çelebi, Konya: Toplum
Kitabevi, ss. 63-71.

220
Dini Topluluklar

de düşünsel bir işgali yaşayarak Doğu-İslam dünyası büyük bir


mağlubiyet yaşadı.
Burada özellikle Osmanlı Devletini merkeze alarak yukarıda
meydana gelen değişimi anlatmak istediğimi belirtmek isterim.
Tanzimat sonrası meydana gelen değişim ve Genç Osmanlılar, İttihat
ve Terakki Partisi ve Cumhuriyet kadroları değişimin uzantısı olarak
belirtilebilir. Doğrusu Avrupa merkezli meydana gelen değişim somut
olarak Osmanlı Devleti örneğinde görülebilir. Birincisi sınırların
değişmesiyle sonuçlanan işgallerdir. Sanayileşmiş ülkeler, meydana
gelen artı üretim için yeni Pazar arayışları içerisinde birinci dereceden
Osmanlı Devletini görmüşlerdir. Bir çok program sonrasında
çalışmalarını işgalle sonuçlandırarak, sınırlar içerisindeki topluluklar
ayrı birer devlete dönüşürken, bu toplulukların kendilerini
tanımlamaları batılı bilim adamlarının üretmiş oldukları terminoloji
üzerinden gerçekleşmiştir.
İşte Nusaybin, Osmanlı Devletinden günümüze meydana gelen
değişim aşamalarının hangi düşünsel arka planla gerçekleştiğinin
görülmesi bakımından önemli bir yerdir. Çünkü Nusaybin Türkiye-
Suriye sınırının parçaladığı kadim bir şehirdir. Orta Doğunun en eski
şehirlerinden ve bilim merkezlerinden olan Nusaybin, yüzyılın
başında tel örgülerle ikiye ayrılarak iki ülkenin ayrı iki şehri olarak
parçalanmıştır.
Bu parçalanmanın Avrupa merkezli meydana gelen değişimin
sonuçları olarak görülmesinin konuyu daha kolay anlatma imkanı
verdiğini düşünüyorum. Konunun anlatımının zor olan yanının ise,
işgaller, parçalanmalar ve yeni sınırlarla oluşan mevcut durumun
değişim kavramlaştırmasıyla olan ilişkisidir. Bu bakımdan da somut
bir örnek Nusaybin üzerinden anlatmayı uygun buldum. Avrupa’daki
değişim tanımı genel anlamda ikili taraflı kavramdan oluşmakta ve bu
iki taraflı kavram sadece geçmişi tanımlamakla kalmamakta aynı
zamanda geleceği de belirlemektedir. Bu süreçte geçmiş bazen üzüntü
duyulan ama çoğu zaman kurtunulması gereken bir durum olarak
görülmüş ve ilerleme fikriyle başka toplumların da değiştirilmesiyle
sonuçlanmıştır.

221
Makalelerle Mardin

Yukarıda dile getirilen kavramlaştırma daha çok “Cemaat ve


Cemiyet” şeklinde olmuştur.3 Birinci kavramlaştırmadaki tanım sanayi
öncesini anlatırken ikinci tanım sanayileşme ve sonrası durumu
tanımlamaktadır. Doğrusunu söylemek gerekirse kullanılan
terminolojide bir anlaşma yoktur. Hatta her bilim adamı kendi
birikimine göre bir kavramlaştırmaya gitmiştir. Bu dönem bilim
adamları arasında kavramlaştırmada olmayan anlaşma, kavramların
tanımladığında veya içerisini doldurduklarında yakınlaşmıştır. Çünkü
kavramların içeriği ile ikili olan tanımlarla “sosyal ilişkileri”
anlatmışlardır. Bu bakımdan da sanayi öncesi toplumların, birinci
dereceden kurmuş oldukları ilişkiler, iş bölümü-sanayileşme sürecinde
değişime uğramış ve bireyselleşme başlamıştır. Değişime göre
“Cemaate” ilişkin birinci dereceden ve samimi ilişkiye dayanan
yapının kaybolduğu hatta kaybolacağı gibi ön görüyle sonuçlanmıştır.
İşte “Cemiyete” ilişkin tespitler veya beklentiler Cemaat
üzerinden izah edilmeye çalışılmış veya anlatılmıştır. Doğrusu bu
tanımların hiçbiri olanı anlatmakta veya tamamını vermekten uzaktır.
Sadece genel çerçevesini sunmaya çalışmakta, bunu da
kavramlaştırılan terimler üzerinden yürütmektedir. Bu bakımdan da
üzerinde mutabakata varılan ve hemen her dönemde aynı anlamları
içeren terimler olmaktan uzaktır.
Bu tanımların uygulayıcısı ya da taşıyıcısı durumunda olan
Avrupa ülkelerinin gayretleri sonucunda öncelikli olarak Osmanlı
Devletinde görülmeye başlayan etkileri sadece sınırların yeniden
çizilmesiyle sonuçlanmış ve değişim ise “Cemaat” ilişkilerini
kaybettiği ile tanımlanmıştır hatta bu arzulanan, olması gereken olarak
programa alınmıştır.4 Osmanlı toplumu, ekonomik, siyasal ve kültürel
olarak değişime uğramıştır. Esas itibariyle direnç noktalarını birer
birer kaybederek kültürel bir dönüşüm sağlanmıştır. İşte bu durum
“Cemaat”ten “Cemiyet”e geçildiğinin göstergesi olmuştur.

3
Türkçe çevirileriyle verdiğimiz bu kavramları doğrudan Ferdinand Tönnies
kullanmaktadır. Almanca “Gemeinschaft und Gesellschaft” olarak Sosyoloji
terimleri arasında önemli bir tutmaktadır.
4
Tam bu noktada Osmanlı modernleşme tecrübesinin nasıllığı üzerinde
durmak istemiyorum. Sonuçları itibariyle bu konuyu ele alıyorum ve
meydana gelen değişime dikkat çekiyorum.

222
Dini Topluluklar

Cemaatin sosyal ilişkileri ve özellikle bu ilişkilerin niteliğini


tanımlamak için kullanıldığını ve güncelliğini koruduğunu göz önünde
tutarsak, bu sürecin devam ettiğini söyleyebiliriz.5 Sadece kavramın
dini içeriğe sahip olan topluluklara has olarak kalması bile bu
zihniyeti göstermesi bakımdan önemli bir ipucudur. Bu mayınlı alanda
bu kavramların sosyal ilişkileri tanımlamak için kullanıldığını yoksa
dini içeriğinden dolayı bu toplulukları tanımlamak için
kullanılmadığını belirtmeliyim. Sosyologların ilk dönem kullandıkları
bu terimler daha sonraki yıllarda daha başka terimlerle karşılanmaya
çalışılmıştır. Bunlar arasında birincil-ikincil grup / alt-üst grup / iç-dış
grup ile yerel cemaatler / etnik-dini azınlıklar / banliyö / getto
sayılabilir.6
Tanzimat’tan sonra Osmanlı Devletinde meydana değişmeler
Müslüman ve Müslüman olmayan toplulukların vergilendirilme
usulleriyle daha da belirgin olan bir sınıflamaya tabi tutuldukları, bu
durumun Tanzimat Fermanı ile yeniden gözden geçirildiği ve Islahat
Fermanıyla ise Müslüman olmayan unsurlara Millet statüsüyle yeni
bir şekil vermeye çalışmıştır. Bu süreç de Osmanlı Devletinde bulunan
Müslüman ve Müslüman olmayan unsurların kopmasına engel
olamadı. Doğrusu düşünce dünyasında meydana gelen değişimin adı
geçen bütün unsurların kendilerini yeniden tanımlamalarıyla
sonuçlanmıştır. İşte bütün unsurların kendilerini tanımladıkları zemin,
Cemiyet üzerinden olmuştur. Fakat bütün bu unsurlar Cemiyetin
öngördüğü bir tanımla belirlerken kendi iç ilişkilerini ise tamamen
“Cemaat”e ilişkin ilişkiler üzerinden kurulup ve sürdürüldü. Bu
yeniden üretilen tanım / kimlik alanı tamamen modern olmasına
karşın, aynı şekilde yeniden üretilen Cemaatle birlikte yürüdü.

5
Özellikle son yıllarda “Cemaat” teriminin bu içeriğiyle kullanıldığını
gösteren örnekler için bakınız: Hüsamettin Aslan, Epistemik Cemaat (Bir
Bilim Sosyolojisi Denemesi), İstanbul: Paradigma, 1992; Benedict Anderson,
Hayali Cemaatler (Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması), 2. bs., Çeviren
İskender Savaşır, İstanbul: Metis Yayınları, 1995: Doninique Schnapper,
Yurttaşlar Cemaati (Modern Ulus Fikrine Dair), Türkçesi Özlem Okur,
İstanbul: Kesit Yayıncılık, 1995.
6
Ramazan Yelken, Cemaatin Dönüşümü Geç Modern Dönemde Cemaat
Sosyolojisi, Ankara: Vadi Yayınları, 1999, s. 77-95.

223
Makalelerle Mardin

Büyük bir travma yaşayan Osmanlı Devletindeki bütün


topluklar, üretilen yeni tanımla, hem kendileri hem ilişkide
bulundukları diğer topluluklar veya diğer Cemaat adacıkları için yıkıcı
olmaya başladılar. Böylece hem kendilerine hem birlikte yaşadıkları
topluluklara karşı ya zarar veren ya da yabancılaşan topluluklara
dönüştüler.7
İşte bu çevreden sonra Nusaybin örneğine geçebilirim.
Yukarıda kısaca özetlenen durumdan yola çıkarak Nusaybin
örneğinde konuyu somutlaştırmaya çalışacağım. Son yüzyıldan
günümüze Nusaybin, önemli bir yerleşim merkezi olma özelliğini
korurken bir çok topluluğun ortak mekanıdır. Nusaybin’de Rumlar,
Ermeniler, Yahudiler, Süryaniler, Yezidiler ve Müslümanlar
yaşamaktaydı. Yukarıda bahsedilen sebepler sonucu bu topluluklar
zaman içerisinde göç etmişler / azalmışlardır. Ayrıca yine aynı
sebepler sonucunda Osmanlıdan Cumhuriyete cemaatten cemiyete
doğru bir değişim meydana gelmiştir. Topluluklar, değişim sonucunda
kendi içlerinde homojen görünmelerine / kendilerini böyle
göstermelerine karşın her biri farklı bir tanım altında kendisini
sunmaktadır. Fakat bu sunuş sonunda birlikte yaşadıkları toplulukların
da aynı süreci yaşamaları sonucu aralarındaki ilişkiler kopmaya
başlamış, topluluklar arasında güvensizlik meydana gelmiştir. Bir
coğrafyaya bağlı oluşan cemaat, kendisini azınlık hissederek, göç
etmek zorunda kalmıştır. Böylece bir coğrafyayla sınırlanan gruplar,
daha geniş coğrafyada sosyal ilişkilerini sürdürmeye çalışmaktadırlar.
Günümüzde bu toplulukların çoğundan söz edilemez.8 Burada
örnek olarak sadece Yezidilerin ve Süryanilerin son yıllardaki
durumlarını veriyorum:

7
Burada dile getirmiş olduğum görüşlerin daha fazlası için bakınız: Richard
Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü, 2.bs., Çevirenler: Serpil Durak-Abdullah
Yılmaz, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2002, ss. 285-330.
8
Ernst Honigman, “Nasibin”, cilt 9, İslam Ansiklopedisi, Eskişehir: Milli
Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1997, ss. 99-103.

224
Dini Topluluklar

Süryaniler:
1985
Girmeli (Giramira)+**
Balaban (Birguriya)+**
Dağiçi (Harabemişka)
Dibek (Badibe)**
Günyurdu (Merbobo)
Odabaşı (Gündükşükro)
Taşköy (Arbo)
Üçköy (Harabale)
Mor Melke Manastırı9
Üçyol (Sederi)
Nusaybin ilçesi toplamı:
4805
2005
Girmeli (Giramira)+** 14
Balaban (Birguriya)+** -
Dağiçi (Harabemişka) -
Dibek (Badibe)** -
Günyurdu (Merbobo) -
Odabaşı (Gündükşükro) 60
Taşköy (Arbo) -
Üçköy (Harabale) 20

9
Nusaybin, Midyat arasında kalan İzol (Bagok) Dağlarında Süryanilerin kutsal kabul
ettikleri bir çok manastırları var. Bunların en önemlilerinden biri, rahipliği Tur Abdin
bölgesine getiren Mor Evgin adına inşa edilen Mor Evgin Manastırıdır. Mimari açıdan
önemli olan bu eserler bugün metruk bir haldedir.

225
Makalelerle Mardin

Mor Melke Manastırı 10


Üçyol (Sederi) -
Nusaybin ilçesi toplamı: 20410

Yezidiler: 1985
Çilesiz köyü,
Balaban köyü,
Güneli köyü,
Kaleli köyü,
Değirmencik köyü,
Dibek köyü,
Selvik mezrası,
Fıskin mezrası,
Berhok mezrası,
Arpalia mezrası,
Nusaybin ilçesi toplamı: 2963 kişi.
2005
Çilesiz köyü: 42 kişi,
Balaban köyü: 14 kişi,
Turgutlu köyü: 11 kişi,
Girmeli köyü: 5 kişi.
Nusaybin ilçesi toplamı: 72 kişi.11

10
Ahmet Taşğın, “Anadolu’nun Yok Olmaya Yüz Tutan Zenginliklerinden:
Süryaniler”, VI. Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi Genel
Konular Seksiyon Bildirileri (İçel 18-22 Haziran 2001), Ankara: Kültür
Bakanlığı Yayınları, 2002, s. 223.

226
Dini Topluluklar

Modern sosyal bilimlerde meydana gelen değişim, toplumsal


hayata ilişkin değişime paralel gelişmektedir. Sosyal bilimciler,
değişimi farklı terimlerle anlatırlarken sosyal ilişkileri daha belirgin
anlatma gayretinde olmuşlardır. Her geçen gün değişime bağlı olarak
tanımlarda yenilenme olmaktadır. Esasen farklı kavramlarla baştan
beri hep aynı durumu anlatmaktadır. Fakat bu tanımların sonucunu
göçlerle görebilmekteyiz. Bu göçler hem iç hem dış göç olarak
karşımıza çıkmaktadır. Doğrusu değişimin sonucu, topluluklar her
defasında tanımın bir nedeni / sonucu tanımlanmış olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Yeniden ortaya çıkışta dini-sosyal grupların kendilerini
tanımlamada başvurdukları kaynak / yöntem onların bu
görünürlüğünü kaybettirmektedir. Yani dini-sosyal gruplar kamusal
alanda görünmeye başladıklarından itibaren farklı taleplerde
bulunmaya başlamaktadırlar. Burada zaman sırasına göre öncelikle
siyasal taleplerden kültürel taleplere doğru bir evrilme söz konusudur.
Bu evrilme dini olanı kültürel olana veya ona dahil edip değiştirirken
içerik itibariyle de bir değişime uğratmaktadır.12
Uzun bir süreyi kapsayan modernleşme serüveni sonucunda
dini-sosyal gurupların göçlerle görünen bir kayboluşuyla karşı
karşıyayız. Bu durum geleneksel toplumda önemli ölçüde farklı dini-
sosyal grupların kaybolmasıyla sonuçlanmaktadır. Bu aynı zamanda
toplumun zenginliklerini yitirmesi anlamına gelmektedir. Ama burada
benim dikkat çekmek istediğim konu, yeniden tanımlanan topluluğun
bu tanıma uygun olarak bir davranış biçimine sahip olmasıdır. Bunun
sonucunda dini-sosyal gruplar kaybolmaktadır. Çünkü
kavramsallaştırmanın sahipleri aynı zamanda içeriğini de
belirlemektedir. Bu bir başka toplumda gerçekleştiğinde bu
toplulukların farklı taleplerinin bir tehdit unsuru olarak algılanmasıyla
başlayan siyasal-ideolojik bir dönemin başlangıcıdır. Böylece
geleneksel tanımından uzaklaşan ki şimdilik kurtuluş yok, dini-sosyal

11
Ahmet Taşğın, “Anadolu’da Yok Olmaya Yüz Tutan Dini Topluluklardan:
Yezidiler”, Uluslararası Anadolu İnançları Kongresi 23-28 Ekim
Ürgüp/Nevşehir-2000, Ankara: Ervak Yayınları, 2001, s. 739.
12
Kenan Çayır, “Toplumsal Sahnenin Yeni Aktörleri: Yeni Sosyal
Hareketler”, Yeni Sosyal Hareketler Teorik Açılımlar, Yayına Hazırlayan:
Kenan Çayır, İstanbul: Kaknüs Yayınları, 1999, ss.13-33.

227
Makalelerle Mardin

gruplar, kendilerini tanımlayan sosyal ilişkilerinden


soyutlanmaktadırlar. Böyle bir çözülme topluluğun siyasal/ideolojik
ve kültürel taleplerine cevap verecek zamana ve mekana taşınmasıyla
sonuçlanmaktadır. Bütün bu hareketlenmeler sonucunda dini-sosyal
gruplar kaybolmaktadır.
Sonuç olarak sanayi devriminden itibaren sosyal bilimciler,
yeni gelişmeleri kavramlaştırarak aktarmaktadırlar. İkili bir tanım
üzerinden yürüyen bu kavramlar sanayileşme öncesi ve sonrası sosyal
yapıyı açıklamaya çalışmaktadır. Kavramların çeşitliliğine rağmen
kavramların açıklamaya çalıştığı sosyal ilişkilerdir. Bu süreçte Dini-
sosyal guruplara ilişkin tanımlar, sanayileşme süreci öncesine dahil
edilerek daha dar bir alanla sınırlandırılmıştır. Yani sanayileşme
sonrası meydana gelen değişim sonucu, dini-sosyal gurupların da
sosyal ilişkileri de değişime uğrayarak birebir ilişkiyi kaybetmiştir.
Bu değişim göçlerle kolayca görülmektedir. İşte Nusaybin’de
dini-sosyal grupların hem yoğunluğu hem de çeşitliliği bakımdan en
fazla olduğu yerlerdendir. Buna karşın göçlerle başlayan kaybolma
süreci esasında sosyal ilişkilerin değişimi anlamına gelmektedir.
Dini-sosyal grupların siyasal/ideolojik taleplerinin kültürel
taleplerle sonuçlanan değişimi de içerik itibariyle yani sosyal
ilişkilerinin de değiştiği anlamına gelmekte en azından bunu talep
etmektedir. Bu talep ya da değişim dini-sosyal grupların ilişkilerinin
birebirliğini kaybettirmektedir.

228
SÜRYANİLERDE VAFTİZ

M. Hadi TEZOKUR∗

GİRİŞ
Kısa bir tarihçeden sonra Vaftiz nedir, tarihsel arka planı,
günümüze yansıması ve Süryanilerde genel ana hatlarıyla vaftiz
konusu bu makalenin sınırlarını belirlemektedir. Süryanilerde Vaftiz
konusuna girmeden önce Turabdin bölgesinde yaşamış olan
Süryanilerin kimliği üzerinde durmalıyız.
Süryanilerin kökeni ile ilgili birkaç görüş ağırlık
kazanmaktadır. Bunlardan önemlileri Süryani adının, Pers Kralı
Cyrus’tan,1 Kilikosun kardeşi Suros’dan,2 Hz. İbrahim’in sülalesinden


Dr. M. Hadi TEZOKUR Dic. Ünv. İlahiyat Fak. Dinler Tarihi;
email:htezokur@hotmail.com.; mhaditezokur@dicle.edu.tr.
1
Cyrus, M.Ö. 539 yılında Babil’i fethederek Yahudiler’i kurtarmış ve
Yahudiye’ye (Kudüs) dönmelerine izin vermiştir. Süryani adı havarilerin
Antakya da ilk olarak gösterilmeleri için Hıristiyan anlamında kullanılmıştır.
Hııristiyanlığı kabul eden bu Yahudiler, kendilerini Babil esaretinden
kurtaran Cyrus’u, misyonundan dolayı İsa Mesih’e benzetirler ve bundan
dolayı kendilerini “Surin” olarak tanıtırlar. Konuştukları Arami lehçesine bu
nedenle Seyrusça ya da Süryanca denilir.
Makalelerle Mardin

gelen Dadanoğlu Asur ya da Asurin’den geldiği,3 coğrafi terim olarak


ise “Asurya”dan geldiği4 iddiaları ile birlikte Süryani adı bugün
itibariyle milli bir Hıristiyan Mezhebini ifade etmek için
kullanılmaktadır. Süryaniler’e Aramiler de denildiğinden bunların
dillerine Süryani Arami denilir. Aramiler, Nuh’un oğlu Sam, Sam
oğlu da Aram’ın neslindendir. Nuh oğlu Ham, Ham’ın oğlu Kenan’ın
(torunu) ve Yafes’e taksim ederek Filistin, Şam, Suriye,
Mezopotamya, Asur, Sümer, Babil, Pers ve Hicaz gibi ülkeleri büyük
oğlu Sam’ın hissesine düştüğünden bu memlette yaşayanlara Samiler
denilmiştir. Sami ülkesinde yaşayan bu kavimler Amuriler, Kenaniler
ve Aramiler’di. Süryaniler de Arami kavmindendir.5 Hıristiyanlık
tarihinde konsiller, Hıristiyan inanç esaslarının belirlenmesi,
Hıristiyan Kiliseleri arasındaki hiyerarşik düzenin sağlanması ve ana
Hıristiyan gövdeden kopmaların meydana geldiği bir dönem olarak
yerini almıştır.6 İlk dönem konsillerinden kasıt kilise tarihinin ilk yedi
konsilidir. Ortodoks Hıristiyanlar, bu konsillere “Hikmetin yedi
sütunu” derler.7 I.İznik Konsili (M.S. 325) Ariuscuların heretik
fikirlerine karşı düzenlendi ve burada tüm Hıristiyan aleminin iman
esasları belirlendi. Kiliselerin yukarıdan aşağı sıralanışı Roma,
İskenderiye ve Antakya olarak belirlendi. I.İstanbul Konsili (M.S.
381) Kutsal Ruh meselesi yüzünden toplandı. Kilise hiyerarşisi Roma,
İstanbul, İskenderiye, Antakya olarak belirlendi. Efes Konsili (M.S.
431) ise Doğu Hıristiyanlığının parçalanmasına ve liderlik
çekişmelerine ev sahipliği yaptı. Kilise hiyerarşisi Roma, İstanbul,
v.d. olarak belirlendi. Bu konsilde İsa’da tek tabiat ve uknumun
mevcut olduğunu benimseyen Monofizist görüş galip geldi. Kadıköy
Konsili (M.S. 451) İsa’da tek bir şahsın var olduğu, bu şahsın
tabiatının beşeri değil sadece Tanrısal olduğunu ileri süren görüş

2
Suriye adının, bölgeyi ele geçiren, Kilikosun kardeşi Suros’dan geldiği iddia
edilir. Suryani adı da bu sözcükten türemiştir.
3
Suriye adı, Hz.İbrahim’in sülalesinden gelen Dadanoğlu Asur ya da
Asurin’den geldiği söylenir.
4
Asurlular’ın ülkesinde Yunanlılar tarafından sözcüğün sonuna bir “y” harfi
eklenerek “Asurya” daha sonraki zamanlarda da baştaki “a” harfinin düşerek
“Surya”biçimini aldığı da bir başka görüştür. Coğrafi terim olarak da buradan
geldiği ifade eldir.
5
Aziz Günel, Türk Süryaniler Tarihi, Diyarbakır, 1970; s:29–30
6
Münir Yıldırım, Yunanistan ve Ortodoks Kilisesi, İstanbul, 2005; s.43.
7
Münir Yıldırım, age.; s.45.

230
Dini Topluluklar

reddedildi. Monofizit yerine Diofizit İsa Mesih’in hem insan hem


Tanrı olduğu görüşü benimsendi. Bu Konsil neticesinde, Monofizit
Doktrini temsil eden kiliseler ana gövdeden ayrılarak kendi kiliselerini
kurdular. Bunlar Mısır Kıpti Kilisesi, Süryani Kilisesi ve Ermeni
Kilisesi’dir.8 II. İstanbul Konsili (M.S. 553) Bizans İmparatoru
Justinien’in İskenderiye Kilisesini kazanmak amacıyla Antakya’yı
tel’in etmesiyle toplandı. 3. İstanbul Konsili (M.S. 680) İmparator IV.
Konstantin tarafından Monoteizmin (tek bir iradeye inanma)
kınanmasıyla sonuçlandı. 3.İznik Konsili (M.S. 787) İmparatoriçe
İrene tarafından İkono klast (kilise binalarının İsa Mesih’i, Meryem’i
ve azizleri temsil eden resim ve mozaiklerle süslemeyi bir gelenek
haline getirme) hareketine karşı toplandı.9 543 yılına gelinde hayatta
kalan sadece 3 tek doğa yanlısı piskoposun varlığından bahsedilir.
Bunların da kimler olduğu konusunda kesin bilgi yoktur. Süryanilerin
başında kimse yoktur ve Mısır Kıpti kilisesinin patriği ise İstanbul’da
tutukludur. İmparator Zenon döneminde Doğu’ya sürülen Nasturiler,
İran’a sığınmışlardı. Doğu Suriye’de Haris bin Cebele isminde bir
Gassani Meliki buradaki Arap boylarını birleştirerek, Bizans’a bağlı
güçlü bir tampon bölge kurmuştu. Bizans İmparator’u Justinian
Haris’e bu başarısından dolayı Patricius ünvanını verdi. Haris’e bağlı
bu birlik İran’daki Nasturiler’e karşı olan tek doğa karşıtı
Hıristiyanlardı. Bu Hıristiyanlar Haris’e din adamlarının olmadığını
bildirdiler. Haris Yakub adında bir din adamıyla birlikte Theodor
adında bir rahibi, Thedora’dan izin alarak, İstanbul’da tutuklu bulunan
İskenderiyeli Teodosius’a takdis ettirerek Yakub’u Urfa, Suriye ve
Anadolu için; Theodor’u da Busra (Eski Şam, Arap beldeleri, Filistin
ve Kudüs) için piskopos olarak görevlendirdi. Yakub aldığı yetkiyle
(yanında Kanun ve Evgin adlı 2 genç rahiple) Anadolu üzerinden
Kapadokya, Kilikya, Bengilya, Laodikya, Ermenistan ve Suriye’yi
dolaştı. Ege adalarını gezdi. Yakub ilk gezisinde diyakozlar, daha
sonraki gezisinde ise yönetsel görevleri yönetecek Metropolitleri
takdis etti. Kanun’u Tarsus ve Kilikya için; Evgin’i Slokya (Suriye)
için piskopos olarak atadı ve Sergis’i de Antakya Süryani Kilisesine
patrik olarak görevlendirdi. 518-538 arasında Mısır’da ikamet eden
Tek Doğa Yanlısı Antakya Süryani Patrikliği, 543 tarihinden itibaren
İstanbul’a taşındı. Yakub Unimiya’ı Diyarbakır’a Metropolit olarak

8
M.Yıldırım ,age.; s.45-47.
9
M.Yıldırım, age.; s.47-48.

231
Makalelerle Mardin

atadı. Yine Metropolit olarak 12 rahib de Mısır’a gönderildi. 540


yılında bir Kıpti olan Pavlos Süryaniler’e patrik oldu. 550 yılında
Yakub İran’daki kiliseleri tek çatı altında topladı. 565 yılında
İmparator Justinian’ın ölümünden sonra yerine geçen II. Justinian
döneminde Kadıköy yanlılarıyla yeniden savaşım başladı. Süryani
Kilisesi yeni yeni kendini toplarken bu defa da kendi içinde kristolojik
tartışmalara girdi. 605 yılına kadar kıyımlar devam etti. 605 yılında
İran Hükümdarı II. Keyhüsrev’in ordularıyla Dara’ya, oradan da
Kayseri’ye girmesiyle Süryaniler kıyımdan kurtuldu. 635’te Heraklios
Suriye’ye bir ordu göndererek yeniden kaynamaya başlayan Tek Doğa
Yanlısı Hıristiyanları sindirdi. 20 Ağustos 636’da Halid bin Velid
komutasında İslam ordusu İran’a yöneldi. Yermük’de Bizans’ı yenen
İslam orduları Suriye’yi aldı.10 Selçuklular’ın bölgeye gelmesiyle
Süryanilerin çehreleri değişti. Selçukluların yerel görevlileri
Süryaniler’den seçmesi, onların yeniden güçlenmelerine neden oldu.
Süryanice yeniden konuşulmaya başladı. Tarihi, siyasi, dini eserler
yazıldı. Büyük bir kültürel gelişme oldu. Fakat (Moğollar döneminde)
Timur’un (1336–1405) 14.yüzyılın sonu 15. yüzyılın başlarındaki
doğu seferleri sonucu Doğu Süryanileri dağlara kaçtılar ve yaklaşık
16. yüzyıla kadar da inmediler. Halk katliama uğradı, kiliseler,
manastırlar yıkıldı. 16. yüzyılda bölgeye Osmanlıların gelmesiyle
durum değişti. Bölgede yeniden istikrar ve hoşgörü ortamı sağlandı.
Süryaniler can, mal, fikir ve din özgürlüğüne kavuştu. Doğu
Süryanileri bu istikrardan yaralanarak sığındıkları dağlardan çevreye
indiler. Birinci Dünya Savaşında Süryaniler yalan vaatlere kanarak
İhtilaf devletlerinin yanında yer aldılar. Nitekim savaş sonunda Batı
Ülkeleri Hıristiyanları kendi amaçları için kullanmışlar, fakat vaat
ettikleri Hakkari bölgesini vermemişler, sözlerinden
caymışlardır.111900–1935 arasındaki savaş ve karışıklık ortamından
birçok nüfuslarını kaybettiler ve göçe başladılar. Doğu Süryanileri
kuzeydeki Van ve civarından önce İran’a oradan Rus askerlerinin
peşine takılarak Rusya’ya, bir kısmı Irak’a, Suriye’ye göç ettiler.
Doğu Süryanileri Diyarbakır, Adana, Urfa, Turabdin (Mardin- Midyat
arası bölge) ile Suriye, Lübnan’a göçüp gittiler.12 Süryaniler bugün
Türkiye’de yoğun olarak Mardin merkez, ilçe ve köylerinde

10
Mehmet Çelik, Süryani Tarihi (I); Ankara,1986; s. 297–328.
11
Yakub Bilge, Geçmişten Günümüze Süryaniler; İstanbul, 2001; s.54–58.
12
Bilge, age.; s.58.

232
Dini Topluluklar

yaşamaktadırlar. Diyarbakır, Elazığ ve Adıyaman’da küçük Süryani


toplulukları vardır. Göçlerle birlikte oluşan İstanbul’da ve Ankara’da
da Süryani topluluklarına rastlanmaktadır. Dışişleri Bakanlığı’nın
azınlıklarla ilgili Amerikan Kongresine verdiği raporda (Cumhuriyet
Gazetesi, 13 Nisan 1988) bugün 2500’ü Güneydoğu’da, 10000’i
İstanbul’da olmak üzere Türkiye’de Süryani nüfusunun 15000
civarında olduğu belirtilmektedir.13 Romalılar, Turabdin
(“Hizmetkârlar Dağı”) adını Doğu’nun eski topluluklarından
almışlardır. Bu ad daha sonraları 4.yüzyıldan itibaren kurulan
manastırlarda yaşayan keşişlere atfadilerek, Hıristiyan bakış açısına
göre, “Tanrı Hizmetkârları Dağı” na dönüşmüştür.14 Süryanice’de,
“Tur” kelimesi “dağ”, “Abdin” kelimesi ise “Köleler” anlamına
gelir.15 Turabdin bölgesinin neresi olduğu ile ilgili bir takım
tartışmalar olmakla beraber bize göre Turabdin bölgesi Mardin,
Midyat ve çevresidir.16 Bu düşüncemizi güçlendirecek olan hiç
şüphesiz günümüzde de yoğun Süryani kilise ve manastırların bu
bölgede yer almasıdır. Mardin Merkez’de Kırklar Kilisesi, Mort
Şimuni Kilisesi Mor Mikhayel Kilisesi, Mor Petrus ve Pavlus Kilisesi,
Mor Mihayel Kilisesi, Deyrul-Zafaran Manastırı, Eskikale
(Kıllıtmara) Köyünde Mor İzozoel Manatırı, Eskikale (Kıllıtmara)
Köyü Meryem Ana Manastırı, Eskikale (Kıllıtmara) Köyü Mor Yakub
Manastırı, Eskikale (Kıllıtmara ) Köyü Mor Cercis Kilisesi, Bülbül
(Binebil) Köyü Mor Kuryakos Kilisesi, Bülbül (Binebil) Köyü Mor
Yakub Kilisesi, Bülbül (Binebil) Köyü Meryem Ana Kilisesi, Göllü

13
Bilge, age.; s.99.
14
Hans Hollerweger, Turabdin, s.17.
15
Gabriel Akyüz, Mardin İli’nin Merkezinde, Civar Köylerinde ve İlçelerinde
Bulunan Kiliselerin ve Manastırların Tarihi, Diyarbakır, 1999; s.25-26.
16
Turu Abdin bölgesinin sınırlarının, Mardin şehrini içine alıp almadığı
konusu tartışmalıdır. Getrude Bell, Tur Abdin’i Amida (Diyarbakır), Edessa
(Urfa) ve Nisibin’in (Nusaybin) oluşturduğu üçgenin doğusunda kalan bölge
olarak tanımlamıştır. Çevresi kuzey ve doğuda Dicle Nehri; batıda, güneye
uzanan Mardin Dağı ve güneydoğuda Cizre ile kuşatılmıştır. Dolayısıyla
Hasankeyf, Mardin, Dara, Nusaybin ve Cizre bölgeyi çevreleyen
yerleşimlerdir. Andrew Palmer’a göre ne Mardin, ne Batman, neFedek ne de
İzala Dağı Tur Abdin’e dâhildir. Gabriyel Akyüz’e göre bölge coğrafi olarak
incelendiğinde kuzey ve doğudan Dicle Nehri’le, batı ve güneyden dağlarla
çevrilmiş olan bu alan, özel bir bölge olarak adlandırılmaya uygundur ve
Mardin, bu coğrafi tanımın içine girer.

233
Makalelerle Mardin

(Göliye) Köyü Mor Teodoros Kilisesi, Çiftlik (Derilya) Köyü Mor


İliyo Kilisesi ve diğerleridir.
Vaftiz gizine geçmeden önce Süryanilikte yedi gizden de
bahsetmemiz gerekmektedir. Bütün Hıristiyanlar için geçerli olan ve
İsa Mesih’in mistik bedenine katılmayı ifade eden Vaftiz ve
Evharistiya (Kansız Kurban, Komünyon) sırlarının yanında Katolik ve
Ortodokslar beş sırrı daha kabul ederler. Süryani Ortodoks Kilisesi de
yedi sırı kabul eder:
1. Vaftiz
2. Murun
3. Tevbe
4. Kurbono
5. Kehnutluk
6. Nikâh
7. Hasta yağı.

Neden vaftiz olunur? Vaftizin anlamı nedir?


Vaftizde suyun önemi:
HIRİSTİYANLIK
Hemen hemen Hıristiyanlığa ait Kiliseler ya da mezhepler
suyun kullanımını gerektiren bir giriş ritüeline sahiptir. Vaftiz Kızıl
Deniz sayesinde Mısır’da köleliğin dışına Musa’nın önderliği ile İsrail
Oğullarının çıkışının sembolik kaynağı bulunmaktadır. Ve İsa’nın
Ürdün nehrinde Vaftizci Yahya tarafından vaftiz edilmesinin bir
hatırlatması bulunmaktadır. İsa’nın yeniden dirilmesinden sonra,
havarilerine Baba, oğul ve Kutsal Ruh’un adı ile vaftiz olmalarını
emretti (Mat. 28/19-20). Vaftiz Hıristiyanlık içinde farklı mezheplerde
farklı biçimde dikkate alınır. Vaftiz Tanrı’dan Hıristiyanlara ayrılmış
olan günahın baskısından kurtulmanın bir sembolüdür. Katolik
Kilisesi içindeki hariç Vaftizin kendisi sadece günahtan arınma
değildir, bundan daha ziyade kişinin inancının ve İsa’ya imanın
kamuya ait olarak deklare edilmesidir. Ve o Kiliseye girişinde bir
işaretidir. Katolik Kilisesi bununla birlikte vaftizde gerçek değişikliğin

234
Dini Topluluklar

meydana geldiğine inanır. Yani tamamiyle sembolizmden daha fazlası


olduğuna inandıkları Vaftizin orjinal günahla lekelenen insanın
gerçekte bireyin kendisinden bu günahın kalkmasıdır. Suyun
kullanması kendi sembolik değeri için üç yolda önemlidir: Su temizler
ve kirleri yıkar, her şey onu doldurur; Tanrı olarak iç eri girer, onda
daldırılan bunlar dolar ve suya hem fiziksel hem de ruhsal olarak değil
sadece fiziksel olarak ihtiyaç duyulurken, ruhsal korunma içinde
Tanrı’ya ihtiyaç duyulur. Önceki kilisede vaftiz genellikle vaftiz
olacak kişinin suda ayakta beklemesi ile uygulanırdı. Ve vücudun üst
kısmından itibaren su dökülürdü. Buna “daldırma-batırma” denirdi
fakat bugün bu terim bedenin tamanını daldırma metoduna işaret eder;
bu sebepten bedenin kullanılan suyun altına bütünüyle girmesi
gerekir. Meselâ Ortadoks Kiliseleri ve Vaftizciler gibi. Çoğu Batılı
kiliseler bu vaftiz ritüelini başın üzerinden üç kez su dökmek sureti ile
yerine getirirler. Dökme işlemi bazen de başın üzerinden sepelemek
şeklinde yapılır (serpme). Diğer önemli bir işareti de suyun
Hıristiyanlar için İsa Mesih’in kendisi olarak açıkladığı “yaşayan su”
olmasıdır.17 Burada İsa Mesih ve Samiriyeli kadının hikâyesi anlatılır.
Yaşayan Su’yu ona takdim eder. O artık hiç susamayacak; diğer bir
deyişle İsa Mesih aracılığıyla ebedi yaşama girmiş olacaktır. Kutsal
Su belli ritüellerde kullanılmak için takdis edilen sudur. Özellikle
kateşmenlerin vaftizi için Paskalyanın arefesinde takdis edilen sudur.
Vaftiz için diğerlerinden ziyade suyun kullanılması Doğu’da 4. asır,
Batıda 5. asra kadar gerilere gider. Halka su sepeleme geleneği ise
Aşai Rabbani ayininde (Bu zamanda kutsal su kabı ve leğenler kutsal
su için insanların kendilerine sepeledikleri ve kilise girişi üzerine
uygulama yaptıkları yaygın kullanımlı bir pratikti) 9. asırda başladı.
Kutsal su takdisi, adaklar, kötülükleri kovma ve defin de
kullanılır. Hıristiyanlıkta yıkanmalar hemen hemen vaftizdir ve
komünyon sonrası komünyon kaplarını ve parmakları yıkamaktır. Bu
iki bölümde yer alır. Birincisi Aşai Rabbani ayininde kullanılan şarap
kadehinin şarapla yıkanmasıdır ve ondan sonra şarap kadehi,
papazların su ve şaraplı parmaklarıdır. Bu boy abdesti Mesihinde hazır
olduğuna inanılan kutsanmış ekmek ve şarap sonrası olduğundan
önemlidir.

17
Yuh. 4/1-42.

235
Makalelerle Mardin

Diğer dinlerde Su:


İSLÂMDA
İslâmda su arınmak ve temizlenmek için önemlidir. Müslüman
ibadette Tanrı’ya yaklaşmazdan önce ritüel olarak temiz olmalıdır.
Bazı camiler merkezde temiz suyun olduğu havuzların bulunduğu
avlulara sahiptir., Kaynaklar arındırmayı simgeler, çeşmeler bazen
cami içlerinde de bulunur. İslâm ritüel temizliği taharet denir) diğer
dini görevlerin özellikle namaz ibadetin yerine getirilmesinden önce
gereklidir. Arabistanın sert ve haşin çöllerinde başlangıçta evrensel bir
din olarak ve önceki peygamberleri tasdik etmek amacı ile doğmuş ve
son kutsal kitap Kur’an’da ilahi vahyi tamamlamış olan İslam Dini
suyu bir hayat veren en kutsal niteliklerden, destekleyen, besleyen,
arıtma ve temizleme kaynağı ve aracı olarak betimlemiştir. O
yeryüzünde bütün yaşamın kaynağı, Allah’ın yarattığı insanın ilk öz
maddesidir18 ve Kutsal Kitap onun merkeziliğini vurgular: “...canlı
olan her şeyi sudan yaptık...”19 Su yerler ve gökler yapılmadan önce
bile var olan temel elementlerden biriydi. “O'nun arşı su üzerinde iken
amel bakımından hanginizin daha iyi olduğunu denemek için gökleri
ve yeri altı günde yaratan O'dur. Andolsun onlara: «Gerçekten siz,
ölümden sonra yine diriltileceksiniz» dersen, küfre sapanlar mutlaka:
«Bu, açıkça bir büyüdür başkası değildir» derler.” 20 Yağmurun,
nehirlerin, pınarların suyu Allah’ın yardımını sembolize etmek için
saptamıştır: “Rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen
O'dur. Biz, ölü toprağa can vermek, yarattığımız nice hayvanlara ve
nice insanlara su vermek için gökten tertemiz su indirdik.”21 Aynı
zamanda inanırlara Allah’ın tatlı suyu insanlara indirdiği sürekli
olarak hatırlatılmıştır ve O onu kolayca alıkoyabilir: “Söyleyin;
içtiğiniz suyu buluttan indirenler sizler misiniz yoksa onu Biz mi
indiririz? Eğer dilemiş olsaydık onu tuzlu kılardık; şükretmeniz
gerekmez mi?”22 Bu ayette Allah yeryüzünün tek hakimi ve
koruyucusu olduğu noktasında insanları uyarmaktadır. Bu yüzden

18
Kur’an, 25.Furkan.54: “İnsanı sudan yaratarak, ona soy sop veren O'dur.
Rabbin herşeye Kadir'dir.”
19
Kur’an, 21. Enbiya.30.
20
Kur’an, 11. Hud. 7.
21
Kur’an, 25.Furkan. 48.
22
Kur’an, 56. Vakıa. 68-70.

236
Dini Topluluklar

onlar Tanrı’nın bu gücünü kendi ellerine almak için çaba


göstermekten vazgeçmelilerdir.

Beden ve ruh: Dinsel bağlamda fiziksel temizlik


İki tür abdest vardır:
Wudu’, namaz öncesi gerçekleştirilen küçük temizlik, elleri,
yüzü, ayakları ve kolları dirseklerine kadar yıkamaktan oluşan bir
temizliktir. Hadis inananların abdest almak suretiyle günahlarından
arındığını bize bildirmektedir. Abdest suyunun damlalarının akması
gibi kötülükler de bizden akıp gitmektedir. Abdestin etkisi çeşitli
fiziksel yolla açıklanmakta, sanki günahlar bir görünen leke gibi
abdest alan müminin ellerinden, yüzünden ve diğer azalarından su ile
akıp gitmektedir. Böylece bütün günahlar temizleninceye kadar
ellerini yıkadığında ellerinden yüzünü yıkadığında yüzünden,
gözlerinden son su damlaları ile uzaklaşmaktadır. Her günah onların
işlemesiyle gitmektedir; ayaklarını yıkadığında ayakların ulaştığı
günahlar o tertemiz oluncaya kadar silinmektedir. Her günkü yaşamın
küçük ritüel kirliliğinden uzaklaşmak amacıyla beş vakit namazın her
birinden önce alınan bu abdest için temiz su gerekir. El, kol, yüz ve
ayaklar yıkanır, baş meshedilir. Kur’an’da anahatlarıyla tanımlanan
Abdest sünnetlerle daha geniş biçimde açıklanmıştır.
Gusül: Önemli bir arınma yolu olup bedenin bütününün su ile
yıkanmasıdır. Gusülden önce niyet etmesi gerekmektedir.
Müslümanlar önemli bir ritüel kirliliğin durumuna maruz kalan cinsel
ilişki sonrası durumdan kurtulmak için gusül uygulamasını mecbur
uygular. Ayrıca gusül Cuma namazı öncesi gibi önemli kutlamalarda
da tavsiye edilir; Bayram namazları öncesi ve Kur’an’a dokunmadan
önce boy abdesti alınır. Ay hali bitiminde, çocuk doğumundan sonra
da gusül gerekmektedir. Ölüye de defnedilmeden önce boy abdesti
aldırılması gerekmektedir.
Abdestin üçüncü tipi: Suyun bulunmadığı yerlerde uygulanan
ritüel arınma olan teyemmümdür. Temiz toprakla yapılan bir
arınmadır. “Temizlik imanın yarısıdır,” Hz. Peygamber (SAV)
hadislerin birinde arkadaşlarına (dolayısıyla bütün insanlara)
söylemektedir. Bu sık sık bilinen kelimelerle açıklanan sadece arınma
ve temizliğin merkeziliğini değil aynı zamanda İslam dininde suyun

237
Makalelerle Mardin

oynadığı başrolü de göstermektedir. Abdest aracılığı ile arınma İslami


namaz ibadetinin tamamlayıcısıdır. Bu yöntem Müslümanların günlük
beş vakit namaz öncesi gerçekleştirmek zorunda oldukları bir
ibadettir. Buna ek olarak daha mükemmel bir ibadet için özel
fırsatlarda da gerekli bir ritüeldir.

YAHUDİLİKTE
Yahudilikte ayinle ilgili yıkanma yenileştirme, eski haline
dönüştürme ya da ritüel temizlik durumunu sürdürmek içindir ve su ile
temizliğin kökeni Tora’da bulunabilir. Bu yıkanma (abdest ve arınma)
ellerin yıkanması, ellerin ve ayakların yıkanması ya da akan bir suya
dalma şeklinde yapılmalıdır. Akan su, deniz, nehir, dere veya bir
mikveh içinde olabilir. Tapınak zamanında arınma başlangıç
ayinlerinin bir parçası olarak Yahudiliği yönlendirmede kahinler
tarafından yerine getirilmekteydi. Kadınlar da ay hallerinin bitiminin
yedinci gününde Mikve’de bu su ile arınma ritüelini yapmaktaydılar.
Kâhinler Tapınak Ayinine başlamadan önce kâhinler ellerini ve
ayaklarını yıkamaktaydılar. Ellerin ayinle ilgili yıkanması ise yemek
yemezden önce ve sonra yerine getirilen bir uygulama idi. Ellerin
yıkanması diğer bir çok durumlarda da icra edilirdi.23
Yahudilikte Büyük Tufan Tora yaratılış 6–8. baplarda anlatılır.
Tanrı büyük bir tufan göndermek suretiyle insanlığı yok etti. Sadece
Nuh ve aile ile her hayvandan bir çift Nuh tarafından yapılmış olan
gemide korundu. Daha sonra da Tanrı yeryüzünü tekrar bu şekilde yok
etme teşebbüsünde asla bulunmayacağına söz verdi ve bu anlaşmanın
bir nişanesi olarak gökkuşağını gönderdi. Büyük bir Tufanın bu
hikâyesi Avustralya Aborjinlari ve bazı Pasifik adaları gibi diğer
kültürlerde de bulunabilir. İsraillilerin hikâyesi Tanrı’nın etiksel
talebini vurguladığından dolayı bunlardan farklıdır. Sel ahlaki
değerlerinden dolayı Nuh’un hayatta kaldığı diğerleri içinse ilahi bir
cezadır. Sel dünyanın bütün günahlarını yıkayıp sildi yani insanoğlu
yeniden, bir kez daha başlamışlardır. Bu Hıristiyanlıkta İsa’nın ölümü
ve yeniden dirilişi iye yankılandı; bu günahın kökünü kuruttu. Yani
hiçbir şey adamın ve Tanrının yolunda durmayacak. Kızıl Deniz

23
M.Hadi Tezokur, Yahudilikte İbadet ve İnanç Esasları, (Basılmamış
Doktora tezi), Konya,1992. s.154-159.

238
Dini Topluluklar

kendilerini takip eden Mısırlılara ait ordudan kaçmak için İsrail


oğullarına olanak tanıyan çıkış’ın başlangıcındaki mucizevî bir olay
olan Musa tarafından ikiye ayrılmasından dolayı Yahudi tarihinde
önemlidir. Tanrı, İsrail oğulları diğer tarafa kuru toprak üzerinde
emniyet içinde yürüyebilsin diye denizi bölmesine Musa için izin
verdi. Onların karşıya sağ salimen geçerken Mısırlılar denizin tekrar
bir araya gelmesiyle boğulmaktaydılar. Bu mucize Tanrı’nın seçilmiş
halkı İsrail oğullarının ve Musa’nın imanı için bir hediye idi. Kızıl
denizin bölünmesi ve bir kbaştan bir başa geçilmesi muazzam
büyüklükte okyanuslar olsa bile Tanrı’nın tabiatüstündeki gücünü
göstermektedir. Su burada güçlüdür, ancak Tanrı’nın Mısırlılar için bir
ceza İsrail oğulları için bir mükâfat aracıdır.
Mikveh kirli bedene temastan ya da ayhalinin bitiminden sonra
temizlenmek için yerine getirilen Yahudi ritüel banyosunun adıdır.
Dindeğistiren kimseler için giriş töreninin bir parçası olarak ve dalma
kapları, teknesi olarak kullanılmaktadır. Bundan önce de kap sadece
suyun akıtılması için kullanılmış olmalıdır ve hiç bir şekilde bir
sızıntı olmamalıdır. Mikveh eski zamanlardan köklere sahiptir;
Tapınak alanına girmezden önce bir Mikveh’de temizlenmiş olmaları
şarttı. Su bu durumda temizleyici niteliğinden dolayı önemlidir.

ŞİNTOİZMDE SU:
Şihtoizm Japonya’nın yerli dinidir ve “Kami”yi yüceltmeye
dayanır. Dağlarda, ağaçlarda, taşlarda, pınarlarda ve diğer tabiat
fenomenlerinde ikamet ettiğine inanılan sayısız tanrılar vardı.
Kamı’lerin kamusal ya da özel olup olmadığına bakılmaksızın su ile
arıtma ve temizlemenin en önemli eylemiyle ibadet başlar. Çoğu
kutsal emanetlerin saklandığı türbelerin, tapınakların içinde ritüel
yıkanma için su dolu tekneler yer almıştı. Şelaleler kutsal olarak ele
alınmıştır ve o çağlayanların altında duranların temizlenmiş
olduklarına inanılırdı. Çağlayanlar Suigyo’da da (Suyun sertliği,
haşinliği) kullanılırdı.

239
Makalelerle Mardin

ZERDÜSTİLERDE SU:
Zerdüstilerde suyun önemi temizleyici güçlerin birleşimidir,
fundamentalist yaşamın bir elementi olarak önemlidir. Bundan dolayı
dini törenler ve ritüellerde temizlenmede su kullanılırken onun kendisi
kutsaldır ve bu yüzden kirli olandan muhafaza edilmelidir.
Zerdüştlerde suyun kutsallığı çok önemlidir. Bu yüzden insanlar
suya işememeli, tükürmemeli ya da kişinin elini nehirde yıkamamalı,
izin verilse bile yıkamamalıdır. Zerdüştilikte iölü yakılmaz, gömülmez
ya da suda yıkanmaz. Çünkü ateş, toprak ve su temiz tutulmalıdır.
Böylece cesetler kuşlar için yem olarak bırakılır.
Zerdüştlerde de Tufan olayı vardır. Ahura Mazda Yima’yı
sellerle olacak yıkımla uyardı. Bunu müteakip karların erimesi günah
dolu dünyayı tehdit edecektir. Tanrı, Yima’yı bir vara (gemi) yapması
için direktifler verdi. Küçük ya da büyük sığırlar, insanlar, köpekler,
kuşlar, ateşler, bitkiler ve yiyecekleri içine koyacak olduğu bu gemiye
hayvanları eril v e dişil birer çift olarak yerleştirecekti.
Zerdüştilikte Amesha Spentalar diye bilinen altı yardımsever
ilaha inanılır. Bunlar Tanrı’nın Kutsal Ruhu, Spenta Mainyu ile
Tanrı’nın (Ahura Mazda’nın) yaratıcı, belli papaza ait ritüellerle
bağlantılı olurdu. Yükümlülüğün yedi kutsal günü ve meslekten
olmayan (rahip olmayan) erkekler tarafından gözlemcilerle ilişkiliydi.
Ameşa Spentalar aynı zamanda Tanrı’nın doğallığının arda kalan
görüntüleri esnasında onların yaratılışlarının her biri içinde ikamet
ettiğine inanılırdı. Her Ameşa Spenta onun yaratılışını korur, Ahura
Mazda’nın görünüşünü resmeder ve iyi bir yaratılışın özelliğini verir.
Bu yaratılışlar inanan mü’minlerin Ahura Mazda olarak
görünebilecekleri yöntemlerdir. Haurvatat (bütünlük, sağlık,doğruluk
anlamına gelir) dişil bir varlıktır ve suyun yaratıcısıdır. İbadetin
papaza ait eylemlerde kullanılan kutsanmış su ile resmedilir.
Haurvatat’ın kutsal günü ve yaz ortasında sudur ve halk dua eder,
deniz kıyılarında takdimeler ya da herhangi doğal bir su kaynağında
takdimelerde bulunur. Her günkü yaşamda Haurvatat kirli olmayan
suları muhafaza ederek gözlemlenir ve varlığın ölçülülüğü ile kendini
kontrol eder. Haurvatat bireyselliğe kurtuluşun yollarının
kişiselleştirilmesidir.

240
Dini Topluluklar

Temizlik ve kirlilik Zerdüşt düşüncesi ve uygulamasında


merkezi kontroldür. İkincil kirlilikler için “Padyab-kusti” yerine
getirilir; Özel dualar (kusti) söyleyerek ve yıkamayı da içine alan bir
uygulamadır.

SABİLİK VE SU
Sabilikte vaftiz ve vaftizin ayrılmaz bir parçası olan su son
derece önemlidir. Sabi geleneğinde sular acı ya da kara sular (durgun
sular) ve tatlı sular (Ürdün ile hayat su ya da yaşayan su olarak
adlandırılan Miad Hiia ) diye ikiye ayrılır. Tatlı su kategorisinde
bulunan akarsular Ürdün, Fırat, Dicle ve Karun nehirleri Sabilerin ışık
aleminden yani Yardna’dan akıp gelen ve vaftiz için uygun olan
sulardır. Vaftizin iki önemli amacı vardır: Vaftiz ile manevi kir ve
pisliklerden kurtulmak ve bu sayede Işık Kralının yeryüzündeki
temsilcisi olan Hayat Suyu ile irtibata geçerek onun bir parçası
olmaktır. Hayatın işareti ve ve saf işaret olarak isimlendirilen vaftizin
fiziksel kirlerden temizlenmek gibi bir amacı bulunmamaktadır.24
Sabilikte üç çeşit vaftiz bulunmaktadır.
1. Masbuta (Tam Vaftiz): Her Sabinin haftada bir kez
Pazar günleri, ayrıca bayramlarda, evlilik, doğum, ölüye dokunma,
hastalıktan iyileşme, seyahatten dönme, yalan söyleme, küfretme gibi
özel durumlarda yapılan bu vaftiz, rahip gözetiminde ve önce erkekler
sonra da kadınlar olmak üzere her iki taraftan bir akarsuya bağlı olan
vaftiz havuzunda yapılır.
2. Rişama Vaftizi: Her Sabinin gün doğuşu öncesi ve
dini törenler öncesi nehir kenarında önce ellerin yıkanması, üç kez
yüzün yıkanması, kulakların yıkanması, burnun yıkanması ve
vücudunun alt kısmının yıkanması, ağzın üç kez yıkanması ve
sonunda önce sağ ayak iki kez sonra sol ayak bir kez olmak üzere
yıkanır. Bütün bu yıkama sırasında özel günahlardan arınmak
amacıyla özel dualar da okunur.
3. Tamaşa Vaftizi: Nehre üç kez girip çıkmak suretiyle
bir rahibe gerek duyulmaksızın yapılan temizlenme ritüelidir. Cinsel
ilişkiden ya da ölüye dokunmadan hemen sonra bu vaftizi yapması

24
Şinasi Gündüz, Sabiler Son Gnostikler, Ankara, 1995; s. 168-169.

241
Makalelerle Mardin

gerekir. Adet gören ya da doğum yapan kadın da temizlendikten sonra


bu ritüeli yerine getirmesi gerekmektedir.25
Hıristiyanlara göre Vaftiz aslında insanın içinde gerçekleşmiş
olan bir şeyi dışarıdan bir işaretle göstermektir. Vaftizin kendisi kişiyi
Hıristiyan yapmaz. Hıristiyan olunduğu için vaftiz olunur. Vaftiz
olarak Rab ve Kurtarıcı olan İsa Mesih'in yaptıkları ilan edilmiş
oluyor. Vaftiz olan bir kişi Mesih'in emrine uyarak O'nun tanıklığını
yapıyor. Yeni bir Hıristiyan'ın Mesih için olan ilk tanıklığı vaftiz
olmaktır. Vaftiz olan kişi topluma ve kiliseye, artık Mesih'e ait
olduğunu beyan eder. Başka bir deyişle vaftiz kişiyi değiştirmez.
Değişmiş olan kişi vaftiz olur. Kurtuluş için Rabbe iman etmek
yeterlidir.26 Bu anlamlardan bütün insanların anladığı ortak ve yaygın
anlam yıkanmaktır. Yahudilerin de yasal olarak kirlerden arınmak için
yaptıkları bir banyo ritüeli bulunmaktadır. Banyo ritüeli yerine
getirilirken sadece bedene yapışmış bir takım pisliklerden kurtulmanın
yolları yerine getirilmekle kalınmamakta; ayrıca düşünce olarak
kirlilik ifade eden hususlardan da kurtulma sağlanmaktadır. 27 Söz
gelimi bir ölüye dokunmak insanı doğal olarak kirli yapmaz. Ancak

25
Gündüz, age. S.176.
26
Elç. İşl. 16/30-31.
27
Bedensel Akıntının Yol Açtığı Kirlilik olarak Lev.15: 1- :RAB Musa'yla
Harun'a şöyle dedi:"İsrail halkına deyin ki, 'Adamın erkeklik organında akıntı
varsa, akıntı kirlidir. Akıntı ister devam etsin, ister kesilsin adamı kirletir.
Akıntının neden olduğu kirlilikler şunlardır: Üzerinde yattığı her yatak ve
oturduğu her şey kirli sayılacaktır. Kim yatağına dokunursa, giysilerini
yıkayacak, yıkanacak, akşama kadar kirli sayılacaktır. Adamın üzerine
oturduğu bir eşyaya oturan da giysilerini yıkayacak, yıkanacak, akşama kadar
kirli sayılacaktır. Kim akıntısı olan adamın bedenine dokunursa giysilerini
yıkayacak, yıkanacak, akşama kadar kirli sayılacaktır. Eğer akıntısı olan
adam temiz bir adama tükürürse, o kişi giysilerini yıkayacak, yıkanacak,
akşama kadar kirli sayılacaktır. Akıntısı olan adamın bindiği her eyer kirli
sayılacaktır. Adamın üzerine oturduğu ya da yattığı herhangi bir eşyaya
dokunan, akşama kadar kirli sayılacaktır. Bu eşyaları taşıyan herkes
giysilerini yıkayacak, yıkanacak, akşama kadar kirli sayılacaktır. Akıntısı
olan adam ellerini yıkamadan kime dokunursa o kişi giysilerini yıkayacak,
yıkanacak, akşama kadar kirli sayılacaktır. Akıntısı olan adamın dokunduğu
toprak kap parçalanacak, tahta kap ise suyla çalkalanacaktır. "'Eğer adamın
akıntısı kesilirse, paklanmak için yedi gün bekleyecek. Sonra giysilerini
yıkayacak, akarsuda yıkanacak ve temiz sayılacak.

242
Dini Topluluklar

Musa’nın Şeraitine göre kirli kabul edilmiştir. Yahudilikte bu ve buna


benzer birçok durumlar kirliliğin sebebi sayılırken Vaftizin ortaya
koyduğu gerçekle bu durum farklıdır: Vaftiz, Eski Antlaşma
zamanında tapınakta hizmet gören kâhinlerin hizmetlerine başlamadan
önceki yıkanmaların bir uzantısıdır28. Fakat Yeni Antlaşma ya da İsa
Mesih zamanında bu sade bir yıkanmadan çok daha öteye giden derin
anlamlı önemli bir uygulamadır. Kutsal Kitap'a göre bu eski günah
yaşamına ölüp İsa Mesih ile yepyeni bir yaşama başlanıldığını resmî
bir şekilde dile getiren sembolik bir harekettir. Suya giren veya dalan
kişi bununla, Mesih ile özdeşleşip günaha öldüğünü29 ve sudan
çıktığında da yine Mesih ile yeni bir yaşama dirildiğini beyan ediyor.30
Bu aynı zamanda Rabbe olan imanın ve adanışın resmen açığa
vurulması olup, Mesih'in inananlarını günahlarından arıtıp
kurtardığına dair toplumsal bir tanıklıktır. Onun için Yahudilerden
farklı görünmektedir. “Günahkârların,31 Tanrı Egemenliği'ni miras
almayacağını bilmiyor musunuz? Aldanmayın! Ne fuhuş yapanlar
Tanrı'nın Egemenliği'ni miras alacaktır, ne puta tapanlar, ne zina
edenler, ne oğlanlar, ne oğlancılar, ne hırsızlar, ne açgözlüler, ne
ayyaşlar, ne sövücüler, ne de soyguncular. Bazılarınız böyleydiniz;
ama yıkandınız, kutsal kılındınız, Rab İsa Mesih adıyla ve Tanrımız'ın
Ruhu aracılığıyla aklandınız.”32 Paul kirli olmayanların kirliliğinin
sebebi onda kirlilik düşüncesinin oluşudur, yoksa tabiatından gelen bir
kirlilik değildir demektedir. “Rab İsa'ya ait biri olarak kesinlikle
biliyorum ki, hiçbir şey kendiliğinden murdar değildir. Ama bir şeyi
murdar sayan için o şey murdardır.”33 “Yiyecek uğruna Tanrı'nın işini
bozma! Her yiyecek temizdir, ama yedikleriyle başkasının sürçmesine
yol açan kişi kötülük etmiş olur.”34 Her şey aslı itibariyle temizdir. Bir
şeyi kirli yapmanın nedeni iftira, dedikodu gibi skandal kötülüklerdir.
Ayrıca şunu da belirtmeliyiz ki Vaftiz Hıristiyanlıkta bir antlaşmanın
sembolüdür ve bu Yahudilikte İbrahim ile birlikte başlayan Tanrı ile

28
Çık. 19/10.
29
Rom. 6/1-11.
30
1.Ko. 2/12: “Tanrı'nın bize lütfettiklerini bilelim diye, bu dünyanın ruhunu
değil, Tanrı’dan gelen Ruh'u aldık.”
31
«Günahkârların»: Grekçe «Doğru olmayanların».
32
1.Ko. 6/ 9–11.
33
Rom. 14/ 14.
34
Rom. 14/ 20.

243
Makalelerle Mardin

anlaşmanın bir sembolü haline gelen sünnete benzemektedir. “Seninle


ve soyunla yaptığım antlaşmanın koşulu şu: Aranızdaki erkeklerin
hepsi sünnet edilecek. Sünnet olmalısınız. Sünnet aramızdaki
antlaşmanın belirtisi olacak. Evinizde doğmuş ya da soyunuzdan
olmayan bir yabancıdan satın alınmış köleler dahil sekiz günlük her
erkek çocuk sünnet edilecek. Gelecek kuşaklarınız boyunca sürecek
bu.”35Eski Antlaşmadaki sünnet Yeni antlaşmadaki Vaftizi
simgelediği düşünülebilinir. “Evinizde doğan ya da satın aldığınız her
çocuk kesinlikle sünnet edilecek. Bedeninizdeki bu belirti sonsuza dek
sürecek antlaşmamın simgesi olacak. Sünnet edilmemiş her erkek
halkının arasından atılacak, çünkü antlaşmamı bozmuş demektir.” 36
Bu fiili doğrulayan işaretleri Yeni Ahid’de de görmemiz mümkündür:
“Sonra Tanrı onunla, sünnete dayalı antlaşmayı yaptı. Böylelikle
İbrahim, İshak'ın babası oldu ve onu sekiz günlükken sünnet etti. Ve
İshak Yakup'un, Yakup da on iki büyük atamızın babası oldu.”37 Bir
başka yerde “Yüreklerinizi Rabbe adayın, bundan böyle dikbaşlı
olmayın,”38 denilmekte ki burada yüreklerinizi Tanrıya adayın
İbranice "Yüreklerinizi sünnet edin" anlamına gelmektedir. Petrus
onlara şu karşılığı verdi: “Tövbe edin, her biriniz İsa Mesih’in adıyla
vaftiz olsun. Böylece günahlarınız bağışlanacak ve Kutsal Ruh
armağanını alacaksınız. Bu vaat size, çocuklarınıza ve uzakta olanların
hepsine, Tanrımız olan Rab’bin kendine çağıracağı herkese
yöneliktir.” Süryani Ortodoks geleneğinde sünnet olma sıhhi bir
durum olarak kabul edilmekle beraber Allah insanda ne eksik ne fazla
herhangi bir organ yaratmadığı için gulfenin alınmasına gerek yoktur
derler. Yani dince sünnetin bir fazileti yoktur.39
Vaftizin Önemi: Vaftiz Hıristiyan’ın yaşamında bir temel
kurar. O çok önemli, bütünle ilgili bitimsiz faydaları olan bir
sankramenttir. Bunun gizemine katılmak suretiyle hem bireysel hem
de toplumsal bir fayda sağlama noktasında destek verir. Bu tören
Mesih ile halkı arasında bir anlaşmaya işaret etmektedir. Yeni doğan
çocuk Hıristiyanlık inancının bu cemaatine bu yolla katılmış olur.
Kilisenin bu kutsal töreni göksel krallığa kapılar açar ve Mesihin

35
Yar. 17/10-12.
36
Yar. 17/13-14.
37
Elçi. İşl. 7/8.
38
Yas. Tek. 10/ 16.
39
Aziz Günel, age.; s.314.

244
Dini Topluluklar

evrensel bedeninde üyelik nişanını bağışlar. Örneğin İngiltere’nin


Protestan sonrası Kilisenin de Vaftizin tam iki sankramentten biri
olarak merkez konumundadır. Teolojinin ve komünyonun soruları
uygulama ve hazırlık hakkında yeni bir takım sorulara neden
olmaktadır: Papaz vaftiz su kabını ve leğenini kullanmalı mıdır veya
suyu nasıl kullanmalıdır? O suyu sepelemeli mi yoksa bebeği suya
daldırmalı mıdır? Eğer daldıracaksa kaç defa daldırmalı ve ne kadar
derinliğe daldırmalıdır? Vaftiz sırasında suyun içinde kutsal vücut
yağı, zeytinyağı, tuz, köpük, krem gibi daha çok geleneksel katolikle
ilgili başka maddelere Protestanlıkta da izin verilmiş midir? Papaz
bebeğin üzerinde daima haç işareti dua kitabından dua okuma ısrarı
içinde olduğu gibi yapmalı mıdır? Eğer yapacaksa ne kadar sıklıkla ve
nasıl yapmalıdır? Hangi sözler konuşulmalı ve hangi jestler
yapılmalıdır? Vaftiz sırasında kimler hazır olmalıdır, cemaatin tamamı
mı yoksa çocukla direk ilgili olan kişiler mi? Vaftiz töreni sırasında
çocuğun babasının rolü nedir? Anne eğer şimdiye kadar kilise ayinini
ve şükran gününü yerine getirmemişse hazır olmalı mıdır? Bebeği
kim tutacak ve ona ismini kim verecek? Bebeğe uygun olan isim
hangisidir? Vaftiz babası, vaftiz annesi, şahitler, vaftiz ebeveyni
olmalı mıdır? Kaç tane vaftiz ebeveynine izin verilmiştir, cinsiyetleri,
görevleri ve rolleri nedir? Algılayamayan bir bebeğin kötülükten
kurtulması veya onun kötülüğünün üstlenilmesi adına sözler vermek
vaftiz ebeveyni için mantıklı mıdır? Bu vaftiz hizmeti için papaz ve
onun yardımcısının herhangi bir ücret beklemesi uygun mudur?
Törenden sonra ne kadar eğlenceye izin verilmiştir? Bu vaftiz törenine
ne kadar kutsallık ya da ne kadar dünyevilik karışmıştır? Ve suçlular
hakkında ne yapılmış olmalıdır? Bu soruların her biri birçok cevap ve
argümanların laf kalabalığına neden olmuştur. Yaşamın diğer
dönemlerine ait ritüellerde olduğu gibi Vaftiz töreni de
karmaşıklıklarla dolu idi ve tartışmalara yol açmıştı. Kıyasla çocuk
doğumu ritüeli ile açık bir bağlantısının olduğu görülür. Elizabet
dönemi Haç’ın ortaya çıkışının dönemiydi. Onyedinci asrın
ortalarında ise bebek vaftizi ve sonraki Stuart dönemi evde vaftiz
maselesinin en büyük tartışma olarak canlandığı dönemdir. Bu
dönemde baştanbaşa kişi alçak seste söylenmeler işitmiştir, bazen bu
sakramentin insanları meşgul eden madde ve elementlerinin baskı ve
etkilerine karşı heyecanlı öfkelere ulaşmış ve vaftizin güçlü bir şekilde
uygulanabilmesi için ekip ve hareketlere gereksinim duyulmuştur.
Çoğu vaftizler kolayca herhangi bir pürüz çıkmaksızın uygulanmıştır.

245
Makalelerle Mardin

Fakat her zaman bu sakramenti karıştırıcı meseleler ve sorular riske


etmiştir.40

Vaftizde Haç İşareti:


Vaftiz ayininde haç işareti ilk dönem modern kilise adamları
arasında tartışma konusu olmuş bir meseledir. Ortak Dua Kitabı bunu
açıkça belirtmiştir: “papaz yüksek sesle “biz bu çocuğu Mesih’in
cemaatine kabul ediyoruz ve onu haç işaretiyle kutsuyoruz ahiretin bir
işareti içinde o çarmıha gerilen İsanın imanını itiraf etmekten
utanmayacak” derken çocuğun alnına bir haç işareti yapacaktır.”41 Bu
gelenek ve inançla uyumlu sembolizmin sıradan bir parçası gibi
görülebilir. Fakat bazı manastırlar ve anne babalar şiddetle vaftizde
haç işaretine batıl inanışla ilgili olduğu ve Roma Katolikliğinden
kalma bir kalıntı olduğu gerekçesiyle karşı çıkmışlar. Vaftiz töreni
ağırbaşlılık ve iyi temenni ile uygulanması desteklenmiş, fakat ara sıra
haçın kabul edilmemesinden dolayı düzen bozulmuş. Eski Katolik
töreni kutsanmış işaret ve hareketlerle oldukça zengindi. Vaftizde
papaz bebeğin sağ eli içine haç işareti yapıyor, omuzlarını ve göğsünü
yağ ile kutsuyordu. Ve tekrar bebeğin alnına kutsal vücut yağı ile haç
işareti yaparak kutsuyordu. Her haç işaretinin uygulaması özel bir
inancın işareti olmaktaydı ve kötülükten vazgeçmenin bir istek
belirtisine katılmaktı. Papazın duayı okuması, sorgulaması,
gelenekselleşmiş kutsal maddelerin müracaatları su, yağ, kutsal vücut
yağı, köpük Mesih’in daha geniş bir biçimde kötülükle, şeytanla savaş
yapmasıydı.42 Reformcu Protestanlar Puritanlar için yeterli kabul
edilmekten uzak olsa da bu yapılan “deli saçması” şeylerin çoğunu
kaldırmışlardır. Çoğu Radikal Tudor Kilise adamlarından bazıları
memnuniyetle vaftizde yapılan haç işaretini ortadan kaldırmıştır.
Fakat Kilise kuralları ve disiplini etkisini sürdürmektedir. Onlar kendi

40
David Cressy, Birth, Marriage, and Death: Ritual, Religion, and the Life-
Cycle in Tudor and Stuart England, Oxford, 1999; s. 100-101.
41
William Keatinge Clay (ed.), Liturgical Services. Liturgies and Occasional
Forms of Prayer Set Forth in the Reign of Queen Elizabeth ( Parker Society;
Cambridge, 1847), 204.
42
J. D. C. Fisher, Christian Initiation: Baptism in the Medieval West ( 1963),
172-9; J. D. C. Fisher, Christian Initiation: The Reformation Period ( 1970),
80-4.

246
Dini Topluluklar

bölgelerinin kiliselerinde vaftizi uygularlarken diğerleri sessizce


seremoniyi değiştirmeleri Ortak Dua Kitabının daha ileri reformu için
biraz ümitti. Bir görüş, görünen o ki düzenli ana akım manastırları
arasında dua kitabı gibi Geleneksel Katolik ifadelerinin çizgileştiği
kadar haç işaretinin muhafaza edilmesinde ısrar edilmesi ortaktır.
Elizabet dönemine ait kilisenin ilk başta ulaştığı farklılıklar 1563 de
batıl inanışa meyletmek olarak algılanan vaftizde haç işaretinin
çıkarılması bir öneri olarak sunulduğunda bir kişinin çoğunluğu ile
kabul edilmemişti.43

Özel Vaftizin doğuşu


Vaftiz genmiş çapta yeni bir Hıristiyanlığa ait toplumu takdim
eden bir halka ait uygulama olarak tasarlanmıştır. Çocuğun kiliseye
getirilmiş olduğu ve bütün cemaatin önünde takdim edilmiş olarak
törenin düzenlendiği zannediliyordu. Vaftizin amaçlarından biri orada
bulunan herkese kendi vaftiz sözlerini hatırlatmaktır. Bununla birlikte
görmüş olduğumuz vaftizin bu niyetinin sıklıkla engellenmiş
olduğudur. Vaftiz uzun süre kutsal günker ve Pazar günün dışında
diğer günlerde uygulana gelmiş bir tören olmuştur. Bu zamanlarda da
hiç kimse olmamış, fakat vaftiz toplantısı olmuştur. Ortak Dua Kitabı
bazı çocukların Kiliseye gelemiyecek kadar zayıf ve güçsüz
olabileceği gerçeğini kabul etmiş ve normal halka ait vaftizin zaruri
olan diğer nedenlerden dolayı engellenebileceğini onaylamştır.
Bununla birlikte kendi evinde vaftizin yapılmasını isteyen sivil erkek
ya da kadına olağandışı durumlarda bir papaz tarafından yardım
edilmek amacıyla alternatif duaları önceden hazırlamıştır.44 Elizabete
ait dönem ve ilk Stuart dönemi altında böylesi özel vaftiz diğerlerine
nazaran genel değildi. Onlar en azından kural dışıdır. 16. yüzyılın
sonlarında Henry Barrow gibi Anglikan Kilisesine bağlı olmayan
kimseler Elizabet piskoposlarıyla aynı fikirde olmuşlardı. Birçok

43
Edward Cardwell, A History of Conferences, and other Proceedings
connected with the Revision of the Book of Common Prayer ( 3rd edn.,
Oxford, 1849), 41; John Ayre (ed.), The Sermons of Edwin Sandys ( Parker
Society; Cambridge, 1842), 433.
44
William Keatinge Clay (ed.), Liturgical Services. Liturgies and Occasional
Forms of Prayer Set Forth in the Reign of Queen Elizabeth ( Parker Society;
Cambridge, 1847), 206-9.

247
Makalelerle Mardin

tanıklardan önce büyük bir anın meselesi olarak daha büyük bir
ciddiyetle Jakoben Püriter Gouge aracılığıyla ve tercihen de bütün
cemaatin önünde yemin yerine getirilmiş olmalıydı. Gouge
çocuklarını sadece ebenin ve üç tanığın huzurunda vaftiz edilmek
üzere kiliseye getiren bu uygulamalarını kusurlu bularak eleştirdi.
Onun özel bir evde vaftiz edilmesi daha iyi olacaktır. Sakramentin
şerefine eklenecek olan, ona onur verecek olan kilisenin duvarları
değil Azizlerin varlığıdır.45 Ayinciler ve piskoposlara ait disiplin
yanlıları Gouge'un bu cemaate ait azizler anlatımına itiraz
edebilirlerdi. Fakat onlar da halka ait vaftizin önemi üzerine bunu
kabul ettiler. İlk dönem Stuart papazları çocuklarını kendi hayal
güçlerine bağlı ve kendi evlerinde vaftiz etmek isteyeb mahallelilere
sövüp sayıyorlardı. Hizmetler kilisenin dışına çıkıyordu. Bu Vaftizci
Kilise adamı Anthony Sparrow’u vaftizin biçiminin bozulacağı ve
etkisinin azalacağı gibi kötü bir şeyler olabileceği noktasında
korkuttu.46 Vaftiz eğer halkın gözlerinden uzak özel yerlerde icra
edilmesinden dolayı gevşek ya da kuralsız şeylerin başa
gelemiyeceğini, boş inançların sinsice yaklaşmayacağını kim bilebilir
ki? Anne baba ve papazlar özel vaftizde bütünüyle değerli olanları
birlikte aşırıya kaçmaksızın duasını, sorgulamaları, vaftiz kurnasını,
haç işaretini yapabilirlerdi. Böyle bir tören baskın bir özel olay olarak
ortak bir cemaatten ziyade aile ve yenice anne olmuş bebeğin
annesinin de yer alacağı ev içine ait bir tören olabilmeliydi.
Sakramenti halka ait olan yerden özel yer olan ev içine alış bu emrin
kutsallığını muhafaza ederken ayinin sadeleştirilmesini sağlamak
kolay bir yoldu. Bu iç savaş öncesi yobazlardan daha ziyade yeniden
yapılandırma sonrası muhaliflerin bir stratejisi olarak da görülmüştür.
Eski gelenek ve teamüller üzerine yapılansa da bu sakramentin
evcilleşmesi dini bir aktivitenin yeniden yerleştirilmesi olarak devam
etti. Anglikan kilisesine bağlı olmayan Katolik bu durumlarda başıboş
puritanlarla birlikte daha sağlıklı bir biçimde büyüyebilirdi. Özel

45
Leland H. Carlson (ed.), The Writings ofHenry Barrow 1590-91 ( 1966),
87; William Gouge , Of Domesticall Duties ( 3rd edn., 1634; STC 12121),
529, 533.
46
Kenneth Fincham (ed.), Visitation Articles and Injunctions of the Early
Stuart Church, ( Church of England Record Society, Woodbridge, Suffolk,
1994), 38, 42, 58, 111, 159, 196, 208; Sparrow, Rationale upon the Book of
Common Prayer, 302.

248
Dini Topluluklar

vaftizde ritüelin yerinin daha büyük kontrolü aynı zamanda imtiyazlı


ailelere verildi. Halkın görüşünden uzak daha rahat oturma yerleri ve
daha hızlı yiyeceklere ulaşılabilinen daha seçkin topluluklar için izin
verildi. Dini vaftiz töreni özel odalarda hazırlandığında dini olmayan
vaftiz yemeğine daha kolay ulaşılabildi. Bu değerli avantaja katılanlar
arasında elit kesimin üyeleri ilk oldu. Mesela John Evelyn, 1620 de
Wotton’da bir aile evinde papaz Hingham tarafından bir akşam
yemeğinde uygulanan vaftiz ritüeli ile vaftiz edildi.47

Kimler vaftiz edilmelidir?


Gözle görülen kilisenin dışında kalan ve vaat antlaşmasına
yabancı olan kişiler, Mesih’e iman etmedikçe ve O’na boyun
eğmedikçe vaftiz edilmemelidir. “Yolda giderlerken su bulunan bir
yere geldiler. Hadım, "Bak, burada su var" dedi. "Vaftiz48 olmama ne
engel var?"49 Burada açıkça belirtilmiştir ki kiliseye iman etmemiş
olanların vaftiz edilmeleri uygun değildir. Tövbe etmesi şarttır:
“Petrus onlara şu karşılığı verdi: "Tövbe edin, her biriniz İsa Mesih'in
adıyla vaftiz olsun. Böylece günahlarınız bağışlanacak ve Kutsal Ruh
armağanını alacaksınız.”50 Anne ve Baba ya da bunlardan biri Mesih’e
imanını ve itaatini ikrar ederse çocuklar da bu bakımdan antlaşmanın
içindedir ve vaftiz edilmelidir. Bu konudaki Kutsal Kitap’ta geçen
ayetlere bir göz atalım.51 “Antlaşmamı seninle ve soyunla kuşaklar
boyunca, sonsuza dek sürdüreceğim. Senin, senden sonra da soyunun
Tanrısı olacağım. Tanrı İbrahim'e, «Sen ve soyun kuşaklar boyu
antlaşmama bağlı kalmalısınız» dedi,”52 Anlaşmaya bağlı kalınması
gerekmekte, Musa’nın soyundan gelecek İsa Mesih’e de iman
edilmelidir. Süryanilikte kutsal yedi gizden biri ve en önemlisi olan
Vaftiz bir kez yapılır ve asla tekrarlanmaz. “Çağrınızdan doğan tek bir

47
De Beer (ed.), Diary of John Evelyn, ii. 5.
48
Bazı Grekçe elyazmaları, "Filipus, 'Bütün yüreğinle iman edersen, vaftiz
olabilirsin' dedi. Hadım da, İman ediyorum ki, İsa Mesih Tanrı'nın Oğlu'dur,
dedi" sözlerini de içerir.
49
Elç. İşl. 8/36-37; 2/38.
50
Elç. İşl. 2/38.
51
Yar. 17/7, 9; Gal. 3/9; Kol. 2/11-12; Elç. İşl. 2/38-39; Rom. 4/11-12; I.Kor.
7/14; Mat. 28/19; Luk. 18/15-16; Rom. 11/16.
52
Yar. 17/7-9.

249
Makalelerle Mardin

umuda çağrıldığınız gibi, beden bir, Ruh bir, Rab bir, iman bir, vaftiz
bir, her şeyden üstün, her şeyle ve her şeyde olan herkesin Tanrısı ve
Babası birdir.”53
Bununla birlikte Süryanilikte başka kiliseye mensup olup,
Süryani Kilisesine yeni katılan bir Hıristiyan yeniden vaftiz olmalıdır.
Hıristiyan olmak gibi, bir Kiliseden diğerine geçmek de vaftizle olur.
Süryanilikte vaftiz su ile yapılır.
Rab Mesih’in Vaftiz gizinde ikinci doğum için suyu şart
koşmasının nedenleri:
Suyun kirleri temizlemesi gibi vaftiz de tüm günahları ortadan
kaldırır.
Su bedeni yenilediği gibi ona dinamik ve etkin büyüme verir.
Vaftiz de, ruhun tüm özelliklerini yaşatır. Su yaşamın gereksinimlerini
karşılar, vaftiz de kurtuluşu sağlar.
Vaftizle günaha karşı ölüm gerçekleşir; İsa ile birlikte vaftiz
marifetiyle gömülme ve Babanın Mesih’e lütfu ile onun ölüler
arasından kıyam etmesi gibi, Mesih’in de insanlara lütfu ile vaftiz
olanlar hayat diriliğinde ve zindeliğinde yürüdüler. Vaftiz, Mesih’in
ölümü ve gömülüşünün tipik bir örneğidir. Pavlus’un dediği gibi “
Mesih İsa'ya vaftiz edildiğimizde, hepimizin O'nun ölümüne vaftiz
edildiğimizi bilmez misiniz? Baba'nın yüceliği sayesinde Mesih nasıl
ölümden dirildiyse, biz de yeni bir yaşam sürmek üzere vaftiz yoluyla
O'nunla birlikte ölüme gömüldük.”54
Petrus Tufan olayını Tufan vaftizi olarak nitelendirmektedir.
Ayrıca Pavlus İsrail oğullarının Kızıl denizi geçmelerini ve Firavunun
ordularıyla boğulmasını Bulut Denizi Vaftizi olarak adlandırmıştır.
Törensel Vaftiz, Yuhannanın (Yahya) Vaftizi, Havarilerin Vaftizi ve
Kansal Vaftiz (şehitlik) gibi vaftiz çeşitleri bulunmaktadır. Kutsal Ruh
vaftizi ise günahlı kişinin tövbe anında Kutsal Ruh'un insan yüreğinde
gerçekleştirdiği değişiklik, arınma veya kurtarma eylemidir. Bu
anlamda günahlı kişi su vaftiziyle aslında Kutsal Ruh'un yüreğinde
yaptığı vaftizi veya değişikliği dile getirmiş oluyor.

53
Ef.4/ 4-6.
54
Rom. Mek. 6/3-4.

250
Dini Topluluklar

Vaftiz nasıl ilerletilir (geliştirilir)?


Gerekli olmasına karşın vaftiz ilerletme görevi çoğu kez
görmezlikten gelinir. Tüm hayat boyunca, özellikle denenmiş
zamanlarda, başkalarının vaftizinde bulunulan zamanlarda,55ciddiyetle
ve şükranla vaftizin doğasını ve Mesih’in bunu teşkil etme amacını,
vaftiz aracılığı ile verilen ve mühürlenen ayrıcalıkları ve yararları
düşünmeli ve vaftizde verilen ciddi and tutularak56 günahlı kirlilikler
yerine kurtuluşa gidilmelidir.57 Günahtan bağışlandığına emin bu
sakramentte mühürlenen diğer bereketlerde büyüyerek58 Mesih’in
ölümünden ve dirilişinden güç alarak ve günahı öldürerek ve lütfa
ağırlık vererek,59 iman ile yaşamaya çalışarak,60 kutsallıkta ve
doğrulukta yaşam sürerek,61 bu işlerde ki kimseler olarak benlikten
vazgeçip kendilerini Mesih’e vererek,62aynı Ruh’ta bir bedene vaftiz
edilmiş diğerleriyle kardeşlik sevgisiyle yürüyerek63 vaftiz olgusu
tekemmül edebilir.

Vaftiz yaşı:
Eskiden 30 yaşına kadar istenildiği bir zamanda vaftiz
olunurken daha sonra bu kural değiştirilmiştir.64 Birçok nedenlerle
değiştirilen bu kuralın başlıca değişme nedenleri şunlardır:
1. Mesih, vaftiz için yaş haddi koymadan, büyük küçük
demeden, Allah’ın melekûtuna girebilmek için şart koşarak “İnsan su
ve Ruh’tan doğmadıkça, Allah’ın Melekûtuna giremez” dedi.65

55
Kol. 2/11-12; Rom. 6/4,6,11.
56
Rom. 6/3-5.
57
I.Kor. 1/11-13; Rom. 6/2-3.
58
Rom. 4/11-12; I.Pet. 3/21.
59
Rom. 6/3,4,5.
60
Gal. 3/26-27.
61
Rom. 6/22.
62
Elç. İşl. 2/38.
63
I.Kor. 12/13,25.
64
P.Samuel Akdemir, Dini Kurallarımız, İstanbul,1972; s.67.
65
Yuh. 3/5.

251
Makalelerle Mardin

2. Bir insan 30 yaşına ulaşıncaya kadar birçok kötü


yollara sapabilir; Böylece Allah’ın Melekûtundan mahrum kalabilir.
3. Ağaç yaş iken eğilir. Her şeyden önce insan küçük
yaşta vaftiz olmalı ki bu telkinle daha iyi bir Hıristiyan olarak
yetişebilmelidir.
4. Bir anne babanın en önde gelen görevlerinden biri de
çocuklarını iyi bir Hıristiyan olarak yetiştirmesidir. Bunun en görülen
yollarından biri de küçük yaşta çocuklarını vaftiz etmeleridir.
5. Eski Ahid’de ahdin bir alameti olarak çocuk sekiz
günlük iken sünnet edilirdi ki bu, kutsal vaftizin sırrına bir işarettir.
Çocuklar da bu işarete uygun olarak sekiz günlük iken vaftiz
edilmelidir. Ayrıca Vaftiz sünnetten daha üstündür. Çünkü sünnet
sadece erkek çocuklara uygulanırken vaftiz hem erkek hem de kız
bütün çocuklara uygulanmaktadır.
6. Bu uygulama İncil’in ruhuna da uygun düşmektedir.66
“Evet, bir de İstefanas'ın ev halkını vaftiz ettim; bunun dışında
kimseyi vaftiz ettiğimi anımsamıyorum.”Pavlus ve Silas’ın etkisiyle
iman eden zindan muhafızı “bütün evinin halkıyla vaftiz edildi.”67
Derken hiç şüphesiz “ev halkı” demekle çocukları da kastediyordu. Bu
ve benzeri nedenlerden dolayı Süryani Kilise Yönetimi vaftizin çocuk
yaşta müminlere uygulanmasını daha uygun görmüştür.68 Vaftiz işini
uygulamakla mükellef bulunan kimse episkopos ya da papazdır.
Vaftiz babası çocuğun kendi babasının dışında Müslümanlardaki
kirveye benzer bir uygulamadır. Vaftiz babası (karibo) 69olan kişi
kucakladığı ve veliliğini üzerine aldığı çocuğa; gereken dini öğütleri
vermek ve Hıristiyanlık yolunda yetiştirmekle görevlidir. Ayrıca
vaftiz babası kucakladığı çocuk ile bir akrabalık bağı da doğmuş olur.
Buna göre kucakladığı çocuğun manevi babası olur. Üç göbeğe kadar
66
1.Kor. 1/16.
67
1.Kor. 16/33.
68
Akdemir, age.; s.68:Patrik Efraim Barsavm’ın Kilise Tarihi (Eldürer
Elnefise) kitabı; s.402.
69
Süryani dilinde karibo dışında Vaftiz babası anlamına gelen başka
kelimeler de vardır. Bazıları şunlardır: Şavşbino (Arkadaş, gelinin
hizmetçisi), Arobo(Kefil), Mhadyono (klavuz, yol gösterici),
Melfono(Öğretmen). Ayrıca Yuhannanın (Vaftizci Yahya) Mesih’in karibosu
olarak kabul edilmektedir.

252
Dini Topluluklar

taraflar arasında hısımlık doğar. Manevi akraba oldukları için


birbirleriyle evlenemezler. Vaftiz edilen çocuğa bir Aziz’in ismi de
verilir. Böylece o çocuk ismini aldığı azizin himayesine geçmiş olur,
onun faziletinden de hissedar olur.

Vaftizin uygulanması:
Vaftiz yukarda da ifade ettiğimiz gibi papaz ya da episkopos
tarafından yapılır. Kilise veya Manastırda icra edilen bu sankrament
uygulanmazdan önce eğer kişi büyükse önce tövbe etmesi, Hıristiyan
dininin inanışlarını benimsemesi ve bu dinin gerçeklerini öğrenmesi
gerekir.

Vaftiz Odası: Vaftiz cemaat bölümünün (hayklo) sağ duvarına


bitişik ve bir kapıyla geçilen küçük bir odacıkta yapılır. Vaftiz bu
odada mermerden yepılmış kurna içinde gerçekleştirilir. Fakat vaftize
katılan cemaat kalabalıksa, bakırdan yapılmış vaftiz kurnası (gurno),
ayine tüm cemaatin tanıklık edebilmesi için hayklo bölümünün ön
kısmına getirilir ve vaftiz ayini burada yerine getirilir.70

Vaftiz Kurnasının hazırlanması: Sonra kilise ya da


manastırların içinde bulunan yarım küre şeklindeki vaftiz kuyusu 71
“gurno” üzerine okunmuş ve takdis edilmiş yarı ılıtılmış su
doldurulur. Ayrıca çok az miktarda zeytin yağı ve murun konulur. Su,
zeytinyağı ve murun vaftiz sırrının tamamlayıcısı üç maddedir.72 Daha
sonra “Mesih’in kulu Saliba Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına vaftiz
oluyor” dua cümlesi söylenerek vaftizin dua şartı da yerine getirilmiş
olur.

Vaftizi Yaptıracak Kişi: İsa Mesih: “Şimdi siz gidip bütün


milletleri şakirt edin, onları baba oğul ve ruhul Kudüs ismiyle vaftiz

70
Bknz: Ekler bölümünde Vaftiz odası.
71
Bknz. Ekler bölümünde vaftiz kuyusu.
72
Zeki Demir, Süryani Kilisesi Öğretisine Göre Kilisenin Kutsal Yedi Gizi ve
Kilise İçindeki Tinsel İşaretler, İstanbul, 1995; s. 66.

253
Makalelerle Mardin

eyleyin”73diyerek vaftiz sırrının uygulanmasında havarilerini yetkin


kılmıştır. Bu yetki havarilerden halefleri episkoposlara, onlardan da
papazlara geçmiştir. Süryani Ortadoks Kilisesi’ne göre vaftiz olmak
dini zorunlulurtur. Çünkü Tanrı Melekutuna götürecek yegane yol
vaftizdir. Bu yüzden vaftizi uygulayacak ruhani kişi Papaz ya da
Rahip olmalıdır. Ancak zorunlu hallerde İncil’i Şemmas (Diyakos) lar
da vaftiz yapabilir. İncill’i Şemmas uyguladığı vaftizde Mur’un
kullanılmaz. Süryanilerde vaftizin evlerde uygulanmasına izin yoktur.
Vaftiz töreni muhakkak kilisede yapılmalıdır.

Vaftiz Ne Zaman Yapılmalıdır: Süryani Ortadoks Kilisesi


vaftiz ile ilgili olarak bazı günleri kutsal kabul etmiştir. Bu günlerden
vaftiz bayramı ile Vaftizci Yahya Günü’nün tarihi sabittir. Değişken
olan diğer günlere gelince; Vaftizci Mor Yuhan’ın Doğuş Pazarı
Aralık ayının belli günlerine denk gelmektedir. Söz gelimi 2000
yılının Doğuş Pazarı 10 Aralığa denk gelmiştir. Vaftiz Bayramı, 6
Ocaktır.74 Vaftizci Mor Yuhanun Bayramı, 7 Ocaktır.75

Vaftizin Uygulanışı: Çocuk soyulur76 ve ruhani tarafından, üç


kere suya daldırılır veya ona bedel olarak başına üç kez su serpilir. Bu
arada “Mesih’in kulu Saliba Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına vaftiz
oluyor” dua cümlesiyle, çocuğun alnına haç sembolize edilir. Çocuk,
gurnodan çıkarıldıkta8n sonra, havluyla kurulanır ve murun ile tüm
vücudu meshedilir, takdis edilir. Daha sonra beyaz bir elbise giydirilir
ve mukaddes kurban yedirilir. Böylelikle vaftiz olan, bir defada üç
sırrı almış olur: Onlar, Vaftiz, Murun ve Kurban’dır. Çocuk, böylece
‘Tensir’ (vaftiz olmuş hıristiyan)sıfatıyla şereflenmiş ve kiliseye
girdiği teyit edilmiş olur.
73
Mat. 28/19.
74
Mat. 3/1-17; Luk. 3/15-21.
75
Yuhanun, Yahya isminin Süryanice telafuzzudur. Luk. 1/57-80.
76
Mor Efrem, Süryânice’de ‘soyunmak’ (şliho) ve ‘havari’ (şliho)
kelimelerinin aynı olmasında derin bir anlam bulur. İnsanlar tıpkı örnek
davranışlarıyla dünyevî giysilerinden arındıkları gibi, vaftiz için de
soyunurlar. Havariler de ilk vaftiz olanlar ve ‘örnek davranışlarıyla’
ünlenenlerdir. Havariler, tıpkı giysilerinden arınmış bir dalgıcın, bir inci
tanesini tutması gibi, inanca sıkı sıkıya sarılanların da öncüleridir.

254
Dini Topluluklar

Süryanî Kilisesi’ne son dönemlerde, ‘Toplu Teslimiyet’ veya


‘Aşikâr Teslimiyet’ diye adlandırılan yeni bir adet girmiştir. Bu Batı
kiliselerinin uygulamalarından olup, vaftiz esnasında, vaftiz olana,
yalnızca vaftiz ve murun sırlarının bağışlanması usûlüdür. Kurban
sırrı ise, çocuğa, yedi yaşında, ‘Birinci Alış’ olarak adlandırılan
törende verilir. Bu törenin bu isimle adlandırılış sebebi, vaftiz olanın,
kurbanı, vaftizden sonra ilk defa almasıdır. Vaftizi uygulayacak
Ruhani gerekli duaları okuduktan sonra çocuk suya üç kere daldırılıp
çıkartılır. Her defasında dualar okunur. Sudan alınan çocuğun vücudu
kutsanmış yağ ve murunla yağlanır. Vaftiz olan çocuk eğer erkek ise
kilisenin mihrabına getirilerek Tanrı’ya adanır. Eğer vaftiz edilen
çocuk kız ise o çocuk mihraba alınmaz. Kirvenin kucağındaki çocuk
kduşkudşinin etrafında üç kez dolandırılır, her defasında vaftiz babası
İncil’i öper. Bu esnada kaşık ile komünyon tepsisine ve şarap kâsesine
dokunularak kaşık, vaftiz edilen çocuğun ağzına dokundurulur.
Vaftize hazırlanan şu yemini yapmak zorundadır: “Ben (Saliba Ateş)
şeytanı, kuvvetini, işlerini ve ona tabi olanları inkâr eder; Yesu
Mesih’e, peygamberlere, elçi ve gerçek öğretmenlere ve onların ilahi
talimlerine iman eder, Peder, Oğul ve Aziz Ruha tabi olup, vaftiz
olurum.”77
Vaftizle ilgili Yeni Ahid’in Matta ve Luka bölümünde din
bilginleri Vaftizci Yahya’nın kendilerini vaftiz etmek istediğinde
gösterilen tepki ile ilgili bir çelişki görünmektedir. Matta’da Ferisiler
ve Sadukilerin Vaftizci Yahya’ya vaftiz olmak için geldiklerini ama
Yahya’nın onları azarladığı anlatılırken 78 Luka’da ise Ferisilerin ve
Kutsal Yasa Uzmanlarının Vaftizci Yahya’ya vaftiz olmak için
gelmekten kaçındıkları anlatılmaktadır.79

77
Bu duanın Süryanicesi şöyledir: Kofarno eno (falan kişi) bsotono
vabkünhun hbodav vabkülo folhuthe dehilthe vabkülo mızdayhonuth vabkülo
tohyuthe halmonoyto vabkül dışolemle vozel bothre.
78
Mat. 3/5-7: “Yeruşalim, bütün Yahudiye ve Şeria yöresinin halkı ona
geliyor, günahlarını itiraf ediyor, onun tarafından Şeria Irmağı'nda vaftiz
ediliyordu. Ne var ki, birçok Ferisi'yle Saduki'nin vaftiz olmak için kendisine
geldiğini gören Yahya onlara şöyle seslendi: "Ey engerekler soyu! Gelecek
gazaptan kaçmak için sizi kim uyardı?
79
Luk.7/29: “Yahya tarafından vaftiz edilen halk, hatta vergi görevlileri bile
bunu duyunca Tanrı'nın adil olduğunu doğruladılar. Oysa Yahya tarafından

255
Makalelerle Mardin

Kilisede Vaftiz için hazırlanma: Kilisenin ortasında ya da bir


kenarında vaftiz için şu hazırlıkların yapılması düşünülür: Ilık bir su
ile doldurulmuş Vaftiz kornası. Eğer içeride ise vaftiz kornasının
altına naylon bir sergi ve havlular konur. Vaftiz kornasının sağında
bir masa, kumaş bir örtü ile örtülü olarak konur. Masanın üzerinde iki
mum, Kutsal Kitap, Kutsal Vücut Yağı, Bir Şişenin içinde Yağlama
yağı (kullanım sırasında takdis edilecek), Yağlama fırçası (vücudu
yağlamak için),80 su leğeni içinde bir sünger, Vaftiz mumları,81 Vaftiz
haçı, 82 Küçük bir tepsi üzerinde başın üzerini traş etmek için küçük
bir makas, hemen yanı başında da havlu, vaftiz elbisesi, sabun
(papazın elini yıkaması için) hazır olması gerekmektedir.

Çocuğun isimlendirilmesi (Eğer çocuk bir bebekse): Bu


bebeğe isim verme normal olarak çocuğun doğumundan sonra
sekizinci günde yapılır. Eğer gerekli ise kötülükleri kovma ayininden
hemen önce yapılmalıdır.

Bir kateşmen için ve kötülükleri kovma duasının yapılması:


Aydınlanmayı isteyen kimseler ve yüzleri doğuya dönük kilisenin
girişinde ayakta bekleyen vaftiz ebeveyni için dualar. Aydınlanmayı
isteyen kimse için dua. Dört kötülük kovma duası. Aydınlanmayı
isteyen kimseye Şeytanı kovmayı gerektirecek ve Hıristiyan
Amentüsünün bilgisini ortaya koyacak soruların sorulması, doğru
cevapların alınması (üç defa). Açıkça din eğitimi görenler için dualar.

Vaftiz ve vücut yağlama ayini: Duadan hemen önce vaftiz


kornasının olduğu yerde buhurdanlık yapılır, tütsü yakılır. Takdis
duası: "Krallığın takdisi…” Dualarla suyun takdisi ve aydınlanmayı
isteyen kişi için büyük duanın yapılması. Dualar ve vaftiz suyunun

vaftiz edilmeye yanaşmayan Ferisiler'le Kutsal Yasa uzmanları, Tanrı'nın


kendileriyle ilgili tasarısını reddettiler.”
80
Bknz: Ekler bölümü.
81
Bknz: Ekler bölümü.
82
Bknz: Ekler bölümü.

256
Dini Topluluklar

takdisi. Dualar ve vücut yağlama yağının takdis edilmesi. Sevinç ve


mutluluk yağı ile vücudun yağlanması. Yüz, göğüs kısmı, arka üst
kısım, eller, ayaklar yağlanır. Vaftiz sırasında vaftiz mutluluğu içinde
yeni vaftiz edilmiş olana giysisi giydirilirken, Mezmurlar kitabının 31.
babı okunur. Yeni olarak vaftiz edilen için dua yapılır. Yeni vaftiz
edilenin yağlanması sırasında "Kutsal Ruh’un hediyesinin mührü…”
duası okunur. Yağlama içinde şu sıra takip edilir: kaşla, gözler, Burun
delikleri, dudaklar, kulaklar, eller, ayaklar. Yeni Hıristiyan olmuş
kişinin ve vaftiz ebeveynin vaftiz kornası etrafında üç kez dönerler ve
dönerken de "Çoğu vaftiz olanlar” ilahisi söylenir. Kutsal Havari
Pavlus’un Romalılara bölümünden okunur, ilahi olarak söylenir:
Mesih İsa'ya vaftiz edilenlerimizin hepsinin O'nun ölümüne vaftiz
edildiğini bilmez misiniz? Baba'nın yüceliği sayesinde Mesih nasıl
ölümden dirildiyse, biz de yeni bir yaşam sürmek üzere vaftiz yoluyla
O'nunla birlikte ölüme gömüldük. Eğer O'nunkine benzer bir ölümde
O'nunla birleşmişsek, O'nunkine benzer bir dirilişte de O'nunla
birleşeceğiz. Artık günaha kölelik etmeyelim diye, günahlı
varlığımızın ortadan kaldırılması için eski yaradılışımızın Mesih'le
birlikte çarmıha gerildiğini biliriz. Çünkü ölmüş olan, günahtan özgür
kılınmıştır. Mesih'le birlikte ölmüşsek, O'nunla birlikte
yaşayacağımıza da inanıyoruz. Çünkü Mesih'in ölümden dirilmiş olup
artık ölmeyeceğini, ölümün artık O'nun üzerinde egemenlik
sürmeyeceğini biliriz. O'nun ölümü, günaha karşılık ilk ve son ölüm
olmuştur. Oysa sürdüğü yaşamı Tanrı için sürmektedir. Siz de böylece
kendinizi günah karşısında ölü, Mesih İsa'da Tanrı karşısında diri
sayın.83 Alleluia (3 kez söylenir.) Matta’dan bir bölüm okunur.84 Boy
abdesti (yeni dine girmiş olan kimsenin yıkanması) Başın üzerinin traş
edilmesi ve çocuğun yenidünyaya girişinin coşkulu karşılaması
yapılır. Yeni aydınlanmış bir çocuğun kilise hizmetine alınması
gerçekleştirildikten sonra yeni aydınlanmış bir çocuğun kutlanması
amacıyla bir vaaz gerçekleştirilir.

Vaftizle ilgili bir alıntı: Motifler arasındaki ilişkiler bazen


anlaşılmaz, dördüncü ve son ilahi zeytin ve zeytinyağı üzerine vaftizle
ilgili konularda öncelikli olarak ve özellikle yeniden doğuş olarak

83
Rom. 6/3-11.
84
Mat. 28/16-20.

257
Makalelerle Mardin

vaftiz üzerine odaklaşır. Tövbe ve çalışkanlık her ikisi de gereklidir;


tövbe ruhsal dünyadaki başarı için, çalışkanlık ise bu dünyadaki başarı
içindir. Hem sonbahar hem de ilkbahar parlak başlangıçları gösterir.
Hâlbuki kötü kadının kötü yapışları bu doğal dengeyi bozuyor, Elijah
Rabbin temsilcisi olarak onları onarmıştır, açlar için hemen yiyecek
olduğu kadar yağmuru getiriyor (str. 3-4). Yağlı boya boyamak için
kullanılmasından beri vaftiz yağı, vaftiz edilmede de Tanrının
imajının onarılmasını temsil eder. (str. 5-6). Yağ sadece papazlık için
değil aynı zamanda ölmek üzere olanlar için de kullanılır, af kadar
yeni doğum ve ölümü sembolize eden olarak bu yüzden vaftizde
kullanılır (str. 6-8). 85

MURUN SIRRI
Murun nedir?
Murun (mirun, meyrun) Süryanilerde muro86 sözcüğünden
türetilmiş zeytin yağı, pelesenk ve bir çok kokulu nebatattan yapılan
bir esanstır. Gerçekleştirme Sırrı olarak isimlendirilen Murun vaftiz
sırrını kabul edecek olan mümin kişiye Ruhani tarafından sürülürken
Murun sözü denilen “Mesih’in hoş kokusu, gerçek mührü ve Kutsal
Ruh mevhibelerinin tamamlayıcısı olan kutsal murun” sözleri söylenir
ve peşinden “Mesih’in kulu Saliba Ateş ebedi yaşam için, Baba, Oğul
ve Kutsal Ruh adına, murunun kutsal ve ilahi mührüyle mesh
olunuyor” denir. Murun sırrında bulunması gereken husus, Kutsal
Ruhu simgeleyen el konması işlemidir. Bu sebepten murun sırrına El
konması sırrı da (Syomido Sırrı) denir.87

85
Kathleen E. Mcvey - John Meyendorff, Ephrem the Syrian: Hymns. - New
York,1989; s. 293.
86
Muro: özel ilaçlar kullanılarak ölülerin mumyalandığı Muro, (mür hoş
kokulu bir çeşit sarı ağaç sakızı) Mesihin ölümüne işaret eden bir sözcük olup
hoş kokulu bitkilerden ve kozmetik maddelerin bileşiminden yapılan her
türlü kokulu esans ve parfüm anlamınadır. İngilizcede unguent sözcüğüyle
ifade edilir.
87
Elç. İşl. 8/17: “O zaman Resuller onların üzerine ellerini koydular, onlar da
Ruhul kudüs’ü aldılar.” Elç. İşl., 19/6: “Ve Pavlus üzerlerine ellerini koyunca
Ruhul Kudüs onların üzerlerine geldi; dillerle söylüyorlar ve peygamberlik
ediyorlardı.”

258
Dini Topluluklar

Süryanilerde Murun Sırrı:


Kullanılış Amacı: Kilisenin kullanış biçiminde murun vaftiz
olan kişinin imanının pekişmesi, güçlenip gelişmesi için Kutsal
Ruh’un gücününü ve onun lütuflarının kazanılldığı ve kabullendiği bir
sırdır. Murun, vaftizin tamamlayıcısı olarak, vaftizden hemen sonra,
bir sefere mahsusen, mümiinin vücuduna sürülür. Murunla takdis
olunacak kimsenin, ruh ve bedence temiz olması, ergenlik yaşına
ulaşmışsa, hıristiyanlık dininin önemli kurallarını bilmesi şarttır.
Kutsal Murun, şakirtlerden kalma bir kural olarak kilisede
devam edegelmiştir. Bu itibarla, kilisenin yetkili ruhani reislerinin
berektelerini ve Kutsal Ruh’un ulvî kuvvetini temsil eder. Böylelikle,
gerçekten tevbe edip vaftiz olunan ve murunla yağlanan kimse, Kutsal
Ruh’u alır: ‘O zaman resuller (Petrus ve Yuhanna), onların üzerine
ellerini (bereketlerini) koydular, onlar da Ruhu’l-Kudüs’ü
aldılar.(Resullerin İşleri, 8/17). Pavlus, Efes’te vaftiz ettiği adamların
üzerine elini koyunca, Kutsal Ruh, onların üzerine gelmiştir: ‘Ve
Pavlus üzerlerine ellerini koyunca, Ruhu’l-Kudüs onların üzerine
geldi.’ (Resullerin İşleri, 19/6). Böylece, mesru bir kâhin tarafından
vaftiz edilen kişinin üzerine murun sürülünce, Kutsal Ruh onun
üzerine gelir. Ve Kutsal Ruh ona yedi armağan getirir: Hikmet Fehm,
Nasihat, Kuvvet, İlim, Cesaret ve İlahî Sevgi. O kişi, aynı zamanda,
Kutsal Ruh’un mabedi olur. ‘Bilmez misiniz ki Allah’ın mabedisiniz
ve Allah’ın Ruh’un sizde durur. Eğer bir kimse Allah’ın mabedini
bozarsa, Allah onu bozacaktır; çünkü Allah’ın mabedi mukaddestir; o
mabet sizsiniz.’88
Eski Ahid’de kutsal muruna işaret eden bazı belirtileri bulmak
mümkündür. Musa’nın kutsal dağa çıkarak tüm sırları öğrendiği gün
olan Tanrının kendisine sürmesi için kutsal yağı yapmasını buyurduğu
güne rastlamaktadır.89
Süryaniler kutsal murun yağının kiliseye yerleştirilmesinin İsa
Mesih tarafından yapıldığını söylerler. Bu da “hemen sudan çıkarak,
göklerin yarıldığını ve kendi üzerine Ruh’un güvercin gibi indiğini

88
I. Kor. 3/16-17.
89
Çık. 30/22-33.

259
Makalelerle Mardin

gördü”90 diye bahsedilen olayla gerçekleştiğine ve o kutsal ruhu


öğrencilerine “ben de Babaya yalvaracağım ve o size başka bir
tesellici (Paraklit) Hakikat Ruhu’nu verecektir; ta ki, daima sizinle
beraber olsun; onu dünya kabul edemez, çünkü onu görmez ve bilmez;
siz onu bilirsiniz, çünkü yanınızda duruyor ve içinizde olacaktır”91
diyerek göndermeye söz vermiştir.
Murun sırrı vaftizden hemen sonra verilir. Bununla vaftiz
sırrının tam anlamıyla tamamlanması sağlanmış olmaktadır. Her ne
kadar vaftizden hemen sonra veriliyorsa da Murun sırrının kendine
özgü ayrı bir sır olduğu muhakkaktır. 92

Murun Sırrı Yerine getirilirken gerekli şartlar:93


1.Murun maddesi: Hoş kokulu bitkiler ve kozmetik
maddelerden yapılan bir madde.
2.Dua: Murun sırrının özel duası şöyledir: “Mesih’in hoş
kokusu, inancın gerçek mührü ve Kutsal Ruh mevhibelerinin
tamamlayıcısı, Mesih’in kulu Saliba Ateş’in ebedi yaşam için, Baba,
Oğul ve Kutsal Ruh adına, murunun kutsal ve ilahi mührüyle mesh
olunuyor”.
3.Uygulayıcı, Ruhani, Hizmetkâr: Bu sırrın tek uygulayıcısı
episkopos ya da yasal ruhani papaz’dır. Katolik kilisesinde yağlama
sırrının adı Konfirmasyon olup güçlendirme, kuvvetlendirme ve
pekiştirme anlamlarına gelmektedir. Her ne kadar Hıristiyanlığın
başlangıcında vaftiz ve evharistiya ayinleri ilk olarak uygulanmaya
başlanmışsa da daha sonra ve günümüzde vaftizden sonra
konfirmasyon ayini gelmektedir.94 Konfirmasyon ayini de bir
piskopos tarafından idare edilir. Piskoposu olmayan gruplarda kilise
üyeliğine kabul işi, konfirmasyonun yerini almıştır.

90
Mar. 1/10.
91
Yuh. 14/16-17.
92
Elç. İşl. 8/14-17
93
Nihat Durak, Süryani Ortodoks Kilisesinde İbadet, (Basılmamış Doktora
Tezi)İst.2000. s.105.
94
Ahmet Güç, Dinlerde Mabed ve İbadet, İstanbul, 2005; s.205.

260
Dini Topluluklar

Katolik Kilisesinde piskopos tarafından gerçekleştirilen


konfirmasyon ayininde güçlendirilecek kimseye şu sözler söylenir ve
kutsanmış yağ sürülür: “İsaya tanıklık edebilmek için Kutsal Ruh’u
kabul edin.” Ortodoks Kiliselerinde de Batıda olduğu gibi yağlama
ayini yapılır. Yağlama vaftizin hemen ardından başın ön kısmından
başlanarak bütün vucuda uygulanır. Yağlama bir papaz tarafından
yapılabilir olsa da yağın takdis edilmesi ancak bir patrik veya özerk
bir kilisenin reisi tarafından gerçekleştirilmektedir. Diğer kiliselerden
Ortodoksluğa geçenler de vaftiz edilmeyip sadece yağlanırlar. Buna
uymayan ise eski usulü takip eden Grek Kilisesidir. Murun havariler
döneminden kalma bir kural olarak kilisede uygulandığından kilisenin
yetkili ruhani reislerinin bereketlerini ve Kutsal Ruh’un ulvi kuvvetini
temsil eder. Böylelikle gerçekten tevbe edip vaftiz olunan ve murunla
yağlanan kimse Kutsal Ruh’u alır.95 Kutsal Ruh, vaftiz olunan kişiye
murunla yağlandığında yedi hediye getirir. Bunlar Hikmet, Anlayış,
Öğüt, Kuvvet, İlim, Cesaret ve İlahi Sevgidir. O kişi kutsal ruhun
mekanı olur. 96 Bar Salibi, Murunun bazı belirtilerinin Eski Ahid’de
olduğunu Musa’nın dağa çıkarak tüm sırları öğrendiği günde Tanrı
kendisine kutsal yağı yapması için bütün bilgileri verdiğini
bildirmektedir.97 Süryani kiliselerine murunu yerleştiren İsa’nın
kendisidir.98 Vaftiz olan çocuk vaftiz gurnosundan çıkarıldıktan sonra
havlu ile kurulanır. Ondan sonra murun ile bütün vucudu yağlanır.
Yağlama vücudun tüm organlarına yavaş yavaş uygulanır. Ruhani
uygulamayı gerçekleştirirken şu duayı okur: “Mesih’in hoş kokusu,
inancın gerçek mührü ve Kutsal Ruh lütuflarının tamamlayıcısı,
Mesih’in kulu Saliba Ateş, ebedi yaşam için, Baba, Oğul ve Kutsal
Ruh adına, Murunun kutsal ve ilahi mührüyle mesh olunuyor.” Murun

95
Elç.İşl. 8/17:“Petrus'la Yuhanna onların üzerine ellerini koyunca, onlar da
Kutsal Ruh'u aldılar.”
96
1Ko. 3/16:“Tanrı'nın tapınağı olduğunuzu, Tanrı'nın Ruhunun sizde
yaşadığını bilmez misiniz?”
97
Çık. 30/22-33.
98
Mark. 1/10: “Tam sudan çıkarken, göklerin yarıldığını ve Ruh'un güvercin
gibi kendi üzerine indiğini gördü.” Yu. 14/16-17: “Ben de Baba'dan
dileyeceğim ve O, sonsuza dek sizinle birlikte olsun diye size başka bir
Yardımcı, Gerçeğin Ruhunu verecek. Dünya O'nu kabul edemez. Çünkü O'nu
ne görür, ne de tanır. Siz O'nu tanıyorsunuz. Çünkü O aranızda yaşıyor ve
içinizde olacaktır.”

261
Makalelerle Mardin

Sırrı bir Süryaninin yaşamı boyunca yalnız bir defa alabildiği sırlardan
biridir.

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Hıristiyanlığın önemli bir gizi olan Vaftizi sonuçlandırırken
vaftizin bir Kiliseye giriş99 Kutsal Ruh’un bir hediyesi 100 Vaftizin
halka ait bir olay olduğu101 ortaya çıkmıştır. Hıristiyanlık

99
Vaftiz Kutsal Kiliseye giriştir. O kurtuluş olarak yorumlanmıştır ve Kutsal
Kilisede Hıristiyan yaşamına bir inanırın girişi olarak anlaşılır. “Bu nedenle
gidin, bütün ulusları öğrencilerim olarak yetiştirin. Onları Baba, Oğul ve
Kutsal Ruh'un adıyla vaftiz edin. Size buyurduğum her şeye uymayı onlara
öğretin. İşte ben, dünyanın sonuna dek her an sizinle birlikteyim.”(Mat.
28/19-20) Vaftiz sadece bir inanır olarak kiliseye girmek değildir; aynı
zamanda kutsal vaftiz öncesi bütün günahlardan temizlenerek yıkanmaktır
da. “İsa daha sonra adamı tapınakta buldu. «Bak, iyi oldun. Artık günah
işleme de başına daha kötü bir şey gelmesin» dedi.”(Yuh.5/14) Vaftizden
dolayı kişi eski günahlarıyla birlikte ölür ve yeni bir ruh ile yeniden dirilir.
“Nikodim, «Yaşlanmış bir adam nasıl doğabilir? Annesinin rahmine ikinci
kez girip doğabilir mi?» diye sordu. İsa şöyle cevap verdi: «Sana doğrusunu
söyleyeyim, bir kimse sudan ve Ruh'tan doğmadıkça Tanrı'nın Egemenliğine
giremez.”(Yuh.3/4-5) Kurtuluş için de vaftiz gereklidir.
100
Vücudun yağlanması yeni vaftiz olmuş bir inanıra Kutsal Ruh’un bir
hediyesidir. Hıristiyanlar kutsal Ruh’un tapınaklarıdır. Bu sakrament
(Murun- Konfirmasyon) Kutsal Ruh’un onlara el uzatmasını sağlar.
Hıristiyan asla Paul’un şu uyarısını hatırından çıkarmamalıdır: “Bedeninizin,
Tanrı'dan aldığınız ve içinizde olan Kutsal Ruh'un tapınağı olduğunu
bilmiyor musunuz? Siz kendinize ait değilsiniz.”(1.Kor. 6/19) Kişi vaftiz
edilip murun ile yağlandıktan sonra bütün günahlarından kurtulmuştur. O
Kutsal Kilisenin gemisinde İsa Mesih’in yaşamı ile yaşamaya girişme yetisini
kazanacak ve Kutsal Ruh’un gücü ve merhameti ile aydınlanacaktır. Bu yeni
doğan bir bebek için de aynıdır, İsa Mesih’in yaşamına katılma izni
verilmiştir. Vaftizin merhameti özellikle ev içinde bebek güçlü bir iman ve
dindarlıkla terbiye edilirse o takdirde bebek gıdalanmış olacaktır.
101
Vaftiz papazın kendi mahallesinden olmasından önce kamuya ait
olmalıdır. Böylece bütün Hıristiyanlar aydınlanmış olan kişi için birlikte dua
edebilmelidir. Yapılan andları ve söz vermeleri yeniden duyabilmeli, kendi
verdiği sözleri de hatırlayabilmelidir. Bu zamanda her Hıristiyan için
kendisini İsa Mesih ile olup olmadığı noktasında incelemeli ve Vaftiz sözünü
sürdürebilmelidir.

262
Dini Topluluklar

amentüsünde vaftizin önemli olduğu102 hemen ardından kutsal vücut


yağının kullanılmasının şart olduğu103 sonucuna ulaşmış olduk. Tam
bir biçim ve inanış çerçevesinde Vaftize göre uygun bir biçim ve
inanış vardır. Uygun biçim Kutsal Havarilerden ve Kutsal Kilise
Babalarından alınmış olan biçimdir. Suya üç kez dalmak suretiyle
daima vaftiz olunur ve kiliseye düşünce olarak girilir. Vaftiz Baba,
Oğul ve Kutsal Ruh adına yapılır. Diğer kabul edilebilir bir biçimi
yoktur. Sepeleme bütünüyle yasaklanmıştır ve kutsal değildir. Sadece
sepeleme olağanüstü durumların ortaya çıkması ile uygulanabilir.
Vaftiz olacak kişinin yatalak olması ve yataktan çıkamaması gibi
durumlar buna örnek gösterilebilir. Vaftiz aynı zamanda tam bir inanç
esası104 ve bir başlangıçtır. 105

102
Ben vaftize inanırım: "Her Hırisityan her gün Hıristiyan kredosunu
söylerken bu vaftiz hatırlamasını da yapar. Sadece bir kilisesi olduğundan bir
vaftizi vardır. Kilisenin dışında yapılan vaftiz şekil ve içerik olarak benzemiş
olsa bile doğru bir vaftiz değildir. Eğer başka bir mezhebin müntesibi iken
vaftiz olmuşsa ve kendisi Ortodoks kilisesine geçmek istiyorsa yeniden vaftiz
olmak zorundadır. Bazı yenilikçiler vaftize gerek olmadan sadece
konfirmasyon ile yeni mezhebine katilabileceğini söylemektedirler.
103
Kutsal vücut yağını yağlama ve özel durumlar: Kutsal Vücut yağı ile
yağlama Kutsal Ruh’un bir hediyesi olarak uygulanmasından itibaren
olağanüstü haller altında bu işlem tekrarlanabilmektedir. Kutsal Ruh
Ortodoks Hıristiyandan dinden dönmesi ya da idola tapınması halinde kaçar.
O pişmanlık duyar ve Kutsal Ruh’a geri dönerse, tekrar papaz tarafından
Kutsal Ruhun ona dönmesi için vücut yağlama ayini gerçekleştirilir. Burada
üç özel hizmet bulunur: “İhtiyaçlar Kitabında” papaz bu özel hizmetleri
öncelikle Ortodoks dönmelerinin kutsal vücut yağlamaları için, evlilik, vaftiz
ve defin ile çeşitli takdis duaları için yaparlar.
104
Vaftize bağlı tam bir inanış inana kişinin tek, gerçek ve kutsal Havarilere
ait bir kiliseye girmesidir. İnanan kişinin bundan sonraki yaşamında kilise
öğretilerine sadık kalacağına ve Hıristiyan yaşamı sürdürmeye gayret
edeceğine söz vermelidir. Kişi vaftizden sonra tam bir imanla Hıristiyanlığı
yaşamayı arzu etmelidir. Aksi takdirde, onun vaftizi onun için kutsayıcı
olmayacaktır. Kıyamet gününde Büyük hüküm zamanında onun İsa Mesih’e
itaat etmemesi yüzünden onun hakkında hüküm verildiğinde bu durum onun
için korkunç bir hatırlatıcı olacaktır. Çoğu vaftiz olmuş, İsa’nın yaşamında
olmaktan canı sıkılan Ortodokslar için korkunç bir manzara olacak: “Sonra
solundakilere şöyle diyecek: `Ey lanetliler, çekilin önümden! İblis ile onun
melekleri için hazırlanmış sönmez ateşe yollanın!” “Güvey ise, `Size
doğrusunu söyleyeyim, sizi tanımıyorum' demiş.” (Mat. 25/12.).

263
Makalelerle Mardin

EKLER

Vaftiz kuyusu Vaftiz su kabı

Vaftiz fırçası Vaftiz mumu Vaftiz haçı

105
Vaftiz bir başlangıç, kilise topluluğuna bir giriş ve kurtuluş için bir
gerekliliktir. Bu çaba ve itaat olmadıkça o vaftizine bağlı olarak asla
korunmayacaktır. “Benim adımdan ötürü herkes sizden nefret edecek. Ama
sonuna kadar dayanan kurtulacaktır.” Vaftiz gününden itibaren kişi, ölümle
yaşam arasında bir mücadelenin sürdüğü bir arenanın içine düşer. Tek amaç
dünyada yaşam sürerken ruhların kurtulması olmalıdır. Kutsal Kilise ihtiyaç
duyulan her şeyi öğretir ve burada en büyük kutsal üçleme bulunur. Korku ve
titreme ile ruhların kurtuluşu için çalışılır. Herhangi bir savaşta yengiye
ulaşanlar büyük bir sevinç içinde ve üzüntülerinden kurtulmuş bir halde
olurlar. Bunun için kutsal yaşamın içine girilmeli, ibadet edilmeli, oruç
tutulmalı ve dünya işlerinden daha önemli olan Kutsal Hizmetlerin içine dahil
olunmalıdır. Bütün bunlar nefes alınan hava gibi gereklidir. Tanrının kutsal
emirlerinin öğrenilmesi için çaba gösterilmeli, onlara uyulmalıdır. Kişi
hatadan pişman olmalı, kutsal itirafa katılmalıdır. (Mat. 10/22.)

264
Dini Topluluklar

Vaftiz davet kartı Vaftiz tankı

265
Makalelerle Mardin

KAYNAKÇA
Ahmet Güç, Dinlerde Mabed ve İbadet, İstanbul, 2005.
Aziz Günel,Türk Süryaniler Tarihi, Diyarbakır,1978.
David Cressy, Birth, Marriage, and Death: Ritual, Religion,
and the Life-Cycle in Tudor and Stuart England, Oxford, 1999;
Gabriel Akyüz, Mardin İli’nin Merkezinde, Civar Köylerinde
ve İlçelerinde Bulunan Kiliselerin ve Manastırların Tarihi,
Diyarbakır, 1999.
Hans Hollerweger, Turabdin, Tur Abdin,1999.
Kathleen E. Mcvey - John Meyendorff, Ephrem the Syrian:
Hymns. - New York,1989.
Kenneth Fincham (ed.), Visitation Articles and Injunctions of
the Early Stuart Church, ( Church of England Record Society,
Woodbridge, Suffolk, 1994),
Kitabı Mukaddes, (Yeni Çeviri), İstanbul,2001.
Kur’an-ı Kerim Meali, Hasan Basri ÇANTAY, (3 cilt),
İstanbul,1972.
Leland H. Carlson (ed.), The Writings ofHenry Barrow 1590-
91 ( 1966),
Münir Yıldırım, Yunanistan ve Ortodoks Kilisesi, İstanbul,
2005
Mehmet Çelik, Süryani Tarihi (I); Ankara,1986.
M.Hadi Tezokur, Yahudilikte İbadet ve İnanç Esasları,
(Basılmamış Doktora Tezi), Konya,1992.
Nihat Durak, Süryani Ortodoks Kilisesinde İbadet,
(Basılmamış Doktora Tezi) İstanbul,2000.
P.Samuel Akdemir, Dini Kurallarımız, İstanbul,1972.
Şinasi Gündüz, Sabiler Son Gnostikler, Ankara, 1995
William Keatinge Clay (ed.), Liturgical Services. Liturgies
and Occasional Forms of Prayer Set Forth in the Reign of Queen
Elizabeth ( Parker Society; Cambridge, 1847),

266
Dini Topluluklar

Yakub Bilge, Geçmişten Günümüze Süryaniler; İstanbul, 2001.


Zeki Demir, Süryani Kilisesi Öğretisine Göre Kilisenin Kutsal
Yedi Gizi ve Kilise İçindeki Tinsel İşaretler, İstanbul, 1995.

267
MARDİN’İN SON SÜRYANİ KADİM PATRİĞİ
MOR İGNATİOS İLYAS ŞAKİR EFENDİ (1867–1932)
Mustafa ORAL*

Mustafa Kemal Atatürk liderliğindeki Ulusal Kurtuluş Savaşı


“geniş cephe” stratejisi ile yapılmıştır. Bu stratejinin temel esprisi
bütün toplumsal kuvvetlerin kurtuluş yolunda kullanılmasıdır.
Savaştan sonraki dönemde ise bu geniş cephe stratejisi bir yana
bırakılarak radikal bir tutum takınılmış, yeni bir sosyal politika
izlenmeye başlanmıştır. Bu ikinci dönemde ise din adamlarının
eskiden olduğu gibi Kemalizm’e ve Atatürk’e olumlu bakışın yerini
olumsuz bir tutum almıştır. Bununla birlikte, Kurtuluş Savaşı’nda din
adamlarının olumlu, olumsuz çalışmaları konusunda yapılan akademik
çalışmalarda genellikle Müslüman din adamları dikkate alınmış,
diğerleri pek fazla kaale alınmamıştır. Müslüman din adamlarından ise
sadece Anadolulu Müslüman din adamlarının hesaba katılmış olduğu
görülmektedir. Halbuki Kemal Atatürk’le Libya’dan tanışan Şeyh
Ahmed es-Senusî gibi Libyalı bir cemaat lideri de Kemalist
misyonuyla Türk Kurtuluş Savaşı’na önemli katkılarda bulunmuştur1.

* Mustafa ORAL Akd. Üni. Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih (Türkiye


Cumhuriyeti Tarihi) Bölümü, musoral@yahoo.com. Bu makaleyi hazırlarken
kendisiyle birkaç defa görüşerek değerli görüşlerinden yararlanma imkânı
bulduğum Mardin Kırklar Kilisesi’nin hürmetli Başpiskoposu Gabriyel
Akyüz Beyefendi’ye cânı gönülden teşekkür ederiz.
Makalelerle Mardin

Keza, Papa Eftim gibi Ortodoks Hıristiyan bir din adamı da aynı yolu
takip etmiş bir kişidir. Bu makalede merkezi Mardin’de bulunan
Süryani Kadim Cemaati Patriği Mor İgnatios İlyas Şakir Efendi’nin
Türk Kurtuluş Savaşı’ndaki faaliyetleri ile Cumhuriyet döneminde
Kemalist devrimlere bakış açısı ve 1932 yılında Patrik İlyas Şakir
Efendi’nin vefatı üzerine Patriklik Merkezi’nin Mardin’den taşınması
konuları üzerinde durulmuştur.
Süryanilik, Hıristiyanlığı ilk kabul eden Aramî kavminin inanç
biçimi olup, M.S. 1. yüzyılda ortaya çıkmış Mezopotamya merkezli
bir Hıristiyan mezhebidir. İlk merkezleri Hatay’dır ve Doğu
Hıristiyanlarının en önemli koludur. Bununla birlikte Hıristiyanlıkta
olduğu gibi, Hıristiyanlığın bir kolu olan Süryanilikte de zaman içinde
bölünmeler ve çeşitli tarikatlar ortaya çıkmıştır. V. yüzyılda orta çıkan
Nasturilik ve Keldanilik bunlardan ikisidir. Türkler de Hıristiyanlığı
VII. yüzyılda Süryani misyonerler aracılığıyla tanımış, Orta Asya’da
ve Çin’de bu mezhebe önemli oranda katılımlar olmuştur. Türklerin
Mezopotamya Süryanileri ile doğrudan karşılaşmaları ise XI. yüzyılda
Selçuklular zamanında olmuştur. Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan’ın
saltanatı zamanında ve Patrik Mihail Rabo’nun Patrikliği döneminde
Süryani ruhanîlerle Selçuklu Türkleri arasında sağlam yakınlık ve
dostluklar kurulmuş, bu yakınlık Osmanlı İmparatorluğu zamanında
da devam etmiştir. Bu yakınlığın bir işareti olarak dönemin Süryani
tarihçisi Patrik Mihayel kaleme almış olduğu Tarih kitabının 14.
bölümünü Türklere ayırmıştır. Süryaniler bu dönemde Bizans
yönetiminden büyük zulümler görmüş, bu acılı günlerinde Selçuklu
Türklerini yanlarında bulmuşlardır. Bu nedenle Selçuklu Sultanı II.
Kılıç Arslan’ın ölümü üzerine yas tutmuşlardır. Selçuklular
zamanında Bizans egemenliğindeki Malatya’da bulunan Patriklik
merkezi Bar Abdun zamanında Malatya’dan Antakya’ya taşınmış
olup, 1293 yılından itibaren de Selçuklu Türkleri’nin egemenliğindeki
Mardin’e taşınmıştır. Mardin’deki ilk Süryani Patriği ise Bin
Vahap’tır2.

1
Mustafa Oral, “Şeyh Senusî’nin Kemalist Misyonu”, Toplumsal Tarih,
Nu.XII/138 (Ağustos 2005).
2
Gabriyel Akyüz, Tüm Yönleriyle Süryanilik, Mardin, Anadolu Ofset,
2005, s.178 vd.

270
Dini Topluluklar

Süryaniler Hz. Muhammet ve ondan sonra Hz. Ömer


zamanında zımmî statüsünde tanınmıştır. Osmanlı İmparatorluğu
tarafından da millet sistemi çerçevesinde dinsel bir cemaat olarak
tanınan ve çeşitli ayrıcalıklar tanınan Süryaniler, 1847 yılına kadar
Osmanlı Padişahı nezdinde Ermeniler aracılığı ile temsil edilmiştir3.
Bu yıl yayınlanan bir fermanla Süryani Kadimler İstanbul’da Padişah
nezdinde bir patrik vekiliyle temsil edilmeye başlandılar. İlk temsilci
Episkopos Bulus olup, ikincisi onun oğlu Fehim Efendi’dir. Bu Fehim
Efendi Kurtuluş Savaşı yıllarında yanında adamlarla gelip Mardin’de
İlyas Şakir Efendi ile görüşerek onunla İstanbul’a giden Padişahın
teşrifatçısıdır. İşte Ermeniler’den bağımsız olarak kendilerini Osmanlı
Padişahı nezdinde temsil imkânına kavuşması, Süryani Kadimler
açısından bir dönüm noktası olmuş, 1915 Ermeni tehciri sırasında
Mardin’de kalarak varlıklarını devam ettirmeleri ve günümüze kadar
ayakta kalmaları açısından bir talih olmuştur4. Ancak bu tarihî ilinti
kimi zaman olumsuzluklar yaşamalarına da neden olmuştur5.
Süryaniler, Ermeniler aracılığıyla Padişah nezdinde temsil
edilmesi nedeniyle, “Ermeni milletine tâbi Süryani taifesi” veya kimi
zaman da “Ermeni yamakları” olarak ifade edilmiştir. Osmanlı
Devleti’nde Süryaniler 1461 yılında Fatih Mehmet zamanında kurulan
Ermeni Patrikhanesine bağlanmıştı. Devlet, bu statüden dolayı
Ermenilerin Süryanilere haksız muamele etmelerinin önüne geçmeye
çalışmış, zaman içinde bu cemaatin kendi içinde görülen tartışma ve

3
İbrahim Özcoşar, “Osmanlı Devleti’nde Millet Sistemi ve Süryani
Kadimler”, Süryaniler ve Süryanilik, II. Kitap, yay.haz. Ahmet Taşğın-
Eyüp Tanrıverdi-Canan Seyfel, Ankara, Orient Yayınları, 2005, s.209-237.
Ayrıca bkz: Gabriyel Akyüz, Osmanlı Devleti’nde Süryani Kilisesi,
Mardin, Anadolu Ofset, 2002.
4
Türk Kurtuluş Savaşı yıllarında Urfa’da bulunan Amerikalı Mary Caroline
Holmes, yayınlanan anılarında Süryaniler ile Keldanilerin tehcirden bağışık
kaldıklarını yazmıştır. Bunun için bkz: Mary C. Holmes, Urfa’da Ermeni
Yetimhanesi (1919–1921), çev. Vedii İlmen, İstanbul, Yaba Yayınları, 2005,
s.151.
5
Kırklar Kilisesi Hori Episkopos Gabriyel Akyüz Beyefendi ile aynı kilisede
24 Ocak 2006’da yapılan görüşmeden. Ve İstanbul’da bulunan İlyas Şakir
Efendi’den Yuhanna Dolabani Efendi’ye 13 Temmuz 1920 tarihli mektup.
Süryani harfleriyle Türkçe yazılmış bu mektubun bir fotokopisi Gabriyel
Akyüz Beyefendi’nin uhdesinde bulunmaktadır. Bendenize bu mektubu
gösterip çevirerek okuyan Sayın Akyüz’e teşekkür ederim.

271
Makalelerle Mardin

bölünmelerine mümkün olduğu kadar karışmamaya özen


göstermiştir6. Süryaniler XVII. yüzyılın sonlarında (1782) kendi
aralarında bölünmeler yaşamıştır. Süryani Kilisesinden ayrılanlar
Süryani Katolik adı altında Roma Katolik Kilisesi’ne bağlanmışlardır.
Osmanlı İmparatorluğu uzun süre bu ayrılığı kabul etmese de 1845’de
bu Katolik Süryanilerin sayılarını tespit ederek varlıklarını tanımış, ve
bunlara “Süryani Katolik” adını vermiştir. Geriye kalan diğer Süryani
Ortodoks cemaatine de “Süryani Kadim” denilmiştir7. Tanzimat’ın
Osmanlı milletlerine getirdiği haklar düzeninden Süryaniler de
yararlanmış olmakla birlikte, bu, Ermeni ve Rumlarınki kadar geniş
olmamıştır. Buna ilişkin bir örneği, Midyat Süryanilerinin kazalardaki
meclis idarelerinde vekil bulundurmak hakkının Rum milletine
mahsus özel bir imtiyaz olduğunu, bu imtiyazın diğer ruhanî reisleri
kapsamadığı konusunda Dahiliye Nezareti’nin yazısına dayanılarak
Midyat Süryani Patrik Vekilinin aza olarak kaza meclis idaresine
kabul edilemeyeceğine ilişkin 11 Mart 1903 tarihli belgede
görüyoruz8.
Osmanlı dönemindeki son Kadim Süryani patriği İlyas Şakir
Efendi’dir. İlyas Şakir Efendi, asıl adı Nasri Şakir olup, 30 Ekim 1867
tarihinde Mardin’de doğmuş, 13 Şubat 1932 günü Hindistan’ın Kerela
kentine bağlı Mancanikara köyünde vefat etmiştir. Babası Malatya
doğumlu Kor-Episkopos Abrohom Şakir’dir. Kırklar Kilisesi’nde
ilköğrenimi gören Nasri Şakir, öğrenimine buradan sonra
Deyrulzafaran Manastırı’nda devam etmiş, 1889 yılında rahip olup
manastıra yerleşmiştir. Deyrulzafaran’da bulunduğu sırada 1881
yılında Patrik IV. Petrus tarafından kurulan Matbaa’dan da sorumlu
rahipler arasında bulundu. Manastır’da Rahiplik silkesine girdikten
sonra birkaç yerde patrik vekili olarak görev yapmış, ardından

6
Gülnihal Bozkurt, Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukukî
Durumu (1839–1914), Ankara, TTK Yayınları, 1989, s.11, 13, 21, 68, 136.
Osmanlı döneminde Azınlıklar için ayrıca şu kitaplara bkz: Yavuz Ercan,
Kuruluştan Tanzimat’a Kadar Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimlerin
Hukukî Durumları, Ankara, Turhan Kitabevi Yayınları, 2001; Kudüs
Ermeni Patrikhanesi, Ankara, TTK Yayınları, 1988.
7
Kenan Altınışık, 5500 Yılın Tanıkları Süryaniler, İstanbul, Atlan Matb.,
2004, s.25.
8
Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Arşivi, Kutu.26,
Gömlek.26, Belge.62.

272
Dini Topluluklar

1908’de “İvennis” lakabıyla Diyarbakır Abrasiyasi’ne metropolit


seçilmiştir. Mayıs 1912’de Musul Metropoliti olarak atandı, Patrik II.
Abdullah ölünce de 26 Kasım 1915’te Patrik kaymakamlığına atandı.
27 Şubat 1916’da Deyrulzafaran’a geldi ve 17 Ekim’de Ruhanî
Senoto tarafından 7’ye karşı 9 oyla Patrik seçildi. Bundan sonra, Nasri
Şakir, 12 Şubat 1917’de ise Patriklik makamına takdis edildi ve “Mor
İgnatios III. İlyas” unvanı verildi9.
1918 yılında Mustafa Nadir Bey Mardin’de mutasarrıf
bulunduğu sırada Osmanlı İmparatorluğu savaşı kaybetmişti. Galip
devletler tarafında bulunan İngilizler, 30 Ekim 1918’de imzalanan
Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan sonra bütün Suriye vilayeti ile
Adana, Antep, Maraş ve Urfa’yı işgal ederek Mardin sınırına kadar
dayandıkları sırada Irak’taki İngiliz yetkilisi Binbaşı E. W. Corbett
Noel, 11 Mayıs 1919’da nöker’inde (maiyetinde) kumandanları
olduğu halde şehri savaşsız elde etmek için kente gelerek, önce V.
Kolordu Komutanı Miralay Kenan Paşa ile görüşmüş, ardından kenti
teslim etmeleri için şehrin ileri gelenlerine teklif, telkin ve hatta
tehditlerde bulunmuştu. Bunun üzerine, bu kararı Noel’e haber
vermeden önce bir de İlyas Şakir Efendi’nin makamına giderek ona da
danışırlar. Bunun üzerine, “o zaman şehrin hürmete şayan bir zatı”
olan Süryani Kadim Patriği İlyas Şakir Efendi, “eşek ile at” misalini
anlatmış ve Süryani toplumuna da hitaben, “biz Osmanlı
yönetiminden başka bir yönetim istemiyoruz” diye seslenmiştir10.
İlyas Şakir’in ileri sürdüğü fikir oybirliği ile kabul edilip tüm şehrin
kararı olarak Binbaşı Noel’e aynen bildirilmiştir. Bu kararın özeti
şudur: “Biz Türk’üz. Türk idaresinden başka bir idare de istemiyoruz.
Aksi halde yekvücut olarak canımız ve malımızla mücadeleye
hazırız.”11 Bunun üzerine Binbaşı Noel, Mardin’den Derik kazasına

9
Biyografisi için bkz: Aziz Günel, Türk Süryanileri Tarihi, Diyarbakır
1970, s.185-192; Gabriyel Akyüz, Deyrulzafaran Manastırı’nın Tarihi,
Mardin, 1998, s.36-38; Suavi Aydın ve diğ., Mardin: Aşiret-Cemaat-
Devlet, 2. Baskı, İstanbul, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı
Yayınları, 2001, s.363 dn 80.
10
Akyüz, Tüm Yönleriyle Süryaniler, s.342. Gabriyel Akyüz, adı geçen
kitabında, “Müslüman ahali Mardin’i İngilizler’e teslim etmeye karar
vermişken” İlyas Şakir Efendi’ye danışmaya gittiklerini belirtiyor.
11
Hanna Dolapönü, Tarihte Mardin, yay.haz. P. Cebrail Aydın, İstanbul,
Hilâl Yay., 1972, s.102-103.

273
Makalelerle Mardin

giderek ora halkını İngilizlere kazanmaya çalışmıştır. Halbuki, İlyas


Şakir Efendi bu sırada Halep’te bulunuyordu, bunun için Noel’le
görüşmüş olamaz.
Bunlar, E. W. C. Noel’in Mardin’e ikinci gelişinde olmuştur.
Noel’in Mardin’e ilk gelişi Musul’dan 7 Nisan’da hareketle 20
Nisan’da olmuştur ve Mardin’de üç gün kalmış, oradan Halep’e
geçmiştir. İkinci gelişi ise Halep’ten 10 Mayıs’ta hareketle ertesi
günki tarihte Mardin’e gelmiş ve bu kez iki gün kalarak 12 Mayıs’ta
Midyat’a gitmiştir. Noel, Mardin’e ilk gelişinde, 21 Nisan’da
İstanbul’dan yeni dönen Mustafa Nadir’den sonraki dönemin Mardin
mutasarrıfı Zeki Bey’le görüşür ve bu görüşmede onun İngiliz yanlısı
ve İttihat ve Terakki düşmanı olduğunu kaydeder. 22 Nisan’da ise
kentteki Amerikan misyonerleri ile tanışıp görüşür. Aynı gün Yakubî
(Süryani Kadim), Katolik Süryani ve Keldaniler gibi kentin Hıristiyan
azınlık gruplarını ziyaret etmiştir12. İşte bu nedenle İngiliz binbaşısı
Noel ile Süryani Kadim Patriği İlyas Şakir Efendi’nin ilk tanışmaları
ve konuşmaları Halep’te olmalıdır. İngiliz yetkililer, Patrik İlyas Şakir
Efendi Halep’te bulunurken, ona, herhalde 22 Mayıs’ta Mardin’i
kendilerine teslim etmekte yardımcı olması teklifinde bulundular.
İlyas Şakir Efendi’nin 22 Mayıs’ta Halep’te İngiliz generali tarafından
ziyaret edildiğini, Patrik Efendi’ye refakat eden Yuhanna
Dolabani’nin henüz yayınlanmayan hatıralarından öğreniyoruz. İlyas
Şakir Efendi 23 Mayıs’ta da İngiliz haber ajansını ziyaret ettiğine13
göre, bu görüşmelere ilişkin kayıtları İngiliz arşivlerinde bularak
ortaya koymak yararlı olacaktır.
Binbaşı Noel, İstanbul’dan gelen Fehim Efendi ile İlyas
Şakir’in Mardin’de Osmanlı egemenliğinin devamı için müracaatta
bulunmak üzere başkente doğru yola çıktıklarını rapor ederek, bu
kişilerin Halep’te durdurulmalarının yerinde bir hareket olacağını
belirtir14. İngilizlerin, Mardin’in İngilizlere teslim edilmesi konusunda
Patrik’ten olumsuz yanıt almaları üzerine Patriğe bir suikast
düzenlemeyi bile düşündükleri, bu düzenden haberi olan Urfalı bir

12
M. Kemal Öke, İngiltere’nin Güneydoğu Anadolu Siyaseti ve Binbaşı
E. W. C. Noel’in Faaliyetleri (1919), Ankara, Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü Yayınları, 1988, s.32–33.
13
Akyüz, Tüm Yönleriyle Süryaniler, s.342–343.
14
Öke, Binbaşı E. W. C. Noel’in Faaliyetleri, s.33; Aydın, Mardin, s.350.

274
Dini Topluluklar

komiserin Patriği kurtararak İstanbul’a gönderdiği söylenir15. Bu


ortamda Patrik Efendi, 25 Mayıs’ta Adana üzerinden İstanbul’a
hareket etmiştir. Patrik muhtemelen Mayıs sonunda başkent İstanbul’a
varmıştır. Osmanlı yetkilileri Patriği İstanbul’da en iyi şekilde
karşılamış ve en güzel şekilde ağırlamışlardır, üstelik gideceği her
yerde resmi törenle karşılanması için gerekli yerlere talimat da
verilmiştir. İngilizler, 28 Mayıs 1919’da Mardin’i terk ederler. Bunun
ardından, 15 Eylül 1919 tarihinde yapılan Suriye İtilâfnâmesi
gereğince, Güney Doğu Anadolu illeri ile Suriye Fransızlara
bırakılmış, buna karşılık, Musul ile Irak da İngilizler’e bırakılmıştır.
Anlaşmaya göre 21 Kasım 1919’da Albay Normand Mardin’e gelmiş,
ancak refakatinde dört komutanla trenle geldiği kentte pek hoş
karşılanmamış, Müslüman ve Hıristiyan halkın tepkisiyle karşılanınca
aynı gün şehri terk etmiştir16.
Gerek İngiliz gerekse Fransız yetkililerinin Mardin’de
beklediklerini bulamamalarının, tepkilerle karşılaşmalarının tek ve
temel nedeni Kadim Süryani cemaatinin ve patriğinin etkisi değildir.
Mardin’in Müslüman din adamlarını da burada kısaca da olsa
anmamız gerekir. Bizim konumuz Süryani Kadim Patriği İlyas Şakir
Efendi olunca, incelememizi yalnızca bu konu etrafında tutmaya
çalışıyoruz. Ancak Müslüman ulemanın ve Müslüman halkının da
aynı konuda üzerine düşeni fazlasıyla yaptığını görüyoruz. Mustafa
Kemal, İngiltere ile Fransa arasında 15 Eylül 1919 tarihinde yapılan
ve 1916 tarihli Sykes-Picot Anlaşmasını tadil edilmesi demek olan
Suriye Anlaşmasının bütün yurt çapında protesto edilmesini,
yayınladığı bir genelge ile bütün müdafaa-i hukuk teşkilatına
bildirmişti. Bunun üzerine Mardin Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ile
ilçeler teşkilatı 25, 28 Ekim ile 11, 15 Kasım 1919 tarihlerinde işgalci
devletler ve İstanbul hükümeti nezdinde bu olayı protesto etmiştir. Bu
cemiyetin 30 Ekim 1919’da 25 bin kişinin katıldığı bir miting
gerçekleştirmesi ve Heyeti Merkeziye adına Müftü Hüseyin
Efendi’nin aynı gün Sivas’ta Kongre Heyetine çektiği telgraf buna bir
kanıttır17.

15
Akyüz, Tüm Yönleriyle Süryaniler, s.442.
16
Aydın, Mardin, s.355–356.
17
Yaşar Kalafat, Millî Mücadelede Güney Cephesi: Maraş, Ankara, AAM,
1999, s.82–83, 97–98.

275
Makalelerle Mardin

Bütün Kurtuluş Savaşı boyunca Mardin Süryanileri Türklerden


yana bir tutum içinde olmuştur. Bununla birlikte, Urfa’daki bazı
Süryanilerin Ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarında pek de tekin
durmadıkları, Ermeniler ile birlik olarak işgalci Fransızlar ile işbirliği
içine girmek istemiş oldukları, ancak bir süre sonra bu yanlış
hareketlerinden vazgeçtikleri anlaşılmaktadır. Ancak İlyas Şakir
Efendi’nin başındaki Mardin Süryani cemaatinin, dindaşlarının bu gibi
olumsuz hareketlerinin yanında olmadığı, hatta karşı önlemler içinde
olduğu görülmektedir. Urfa’nın kurtuluş savaşımında etkin şekilde
görev almış olan Ali Sâip Ursavaş, bu döneme ilişkin anılarında,
Süryanilerin, Fransızlarla ortaklaşa hareket etmekte olduklarından,
Urfa Süryani Cemaati reisliğine tebliğ edilmek üzere Mardin Süryani
Patrikliğinden ‘patrik adına’ Kolordu Komutanlığı aracılığıyla bir
genelge geldiğini belirtir. Bu genelge şöyledir18: “Osmanlı tabasından
bulunduğunuz halde Fransız hükümetiyle dayanışmaya girdiğiniz
üzülerek öğrenilmiştir. Bu iş gerek patrik efendimizin gerekse bütün
cemaatimizin rızasına aykırı olduğundan aziz vatanımızın korunması
uğrunda fedakârlığınızı tavsiye ederim.”
Urfa’daki mezkur olayın bir “söylenti” olduğu, ancak bu
söylentinin Süryani kökenli aşiret reisi Abdülgani Ganime’nin
Fransızlarla işbirliği yaptığı dedikodusundan kaynaklandığı
belirtilmektedir19. Ancak, Ali Sâip komutasındaki Kuvayı Milliye
birliklerinin 9 Şubat 1920 tarihinde kente taarruz etmesi üzerine, 15
Şubat’ta 1200 Ermeni ve Süryani Fransız kuvvetlerine katılmıştı.
Bunun sonucunda güç duruma düşen Kuvayı Milliye birlikleri Aneze
aşiretinin 800 kişilik kuvvetle destek olması ve Mardin’den iki top
getirtilmesi ile gücünü toparlayabilmiştir20. Belirtmek gerekir ki
Urfa’daki Kuvayı Milliye erkânının Süryani toplumuna güvenmiş
olduğu anlaşılmaktadır. Şöyle ki, Savaş zamanında Urfa’da Fransızlar
ile işbirliği yaparak Türklere karşı çarpışan Ermeniler’den pek çok
yaralanan olmuştu. Bu yaralılar ile çocuklar ve kadınlar Doktor
Ficher’in başında bulunduğu Belçika Hastanesi ile Amerikalı hemşire
Holmes’un başında bulunduğu Amerikan Yetimhanesi güvenlik içinde

18
Çukurova Faciaları ve Urfa’nın Kurtuluşu, sad. M.A.Akıdil, İstanbul,
Kastaş Yay, 1988, s.135-36.
19
Akyüz, Tüm Yönleriyle Süryaniler, s.445.
20
Fahri Belen, Türk Kurtuluş Savaşı, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları,
1983, s.157.

276
Dini Topluluklar

değildi. Çünkü buralar, kentin içindeki Fransız mevzilerine yakın


olduğundan siviller için tehlikeli oluyordu. Bunun üzerine, Urfa
Kuvayı Milliye kuvvetleri başkanı Namık, bunların güvenliği için
Süryani veya Müslüman mahallesine taşınmasını istemiş, ancak
ikisinden de olumsuz yanıt almıştır. İkisi de Süryanilerin sekiz on
evde oturduklarını belirterek bu talebi reddetmelerine21 karşın, gerçek
nedenin Süryanilere güvensizlikleri olduğu söylenebilir.
Bu güvensizlik olayına bir kanıt, Urfa’daki Amerikan
Yetimhanesi hemşiresi Mary Caroline Holmes’un yanında çalıştırmak
için aradığı bir hizmetçi olayında görülür. Bu iş için başvuranlar
arasında bir Süryani kadın da vardır, ancak hemşire Holmes’un bu
kadının başvurusunu sabıkalı bir geçmişi olduğu yolundaki söylentiye
dayanarak reddetmesi anlamlıdır22. Aynı Holmes’un bu dönemde
Süryani cemaatine ve onun lideri İlyas Şakir Efendi’ye bakışının da
önyargılı olduğu görülmektedir23. Bu dönemde pek çok kişinin
Amerikan Yetimhanesi’nin maddi olanaklarından olabildiğince
yararlanmaya çalıştıklarını belirten Mary Holmes, bu konuda İlyas
Şakir Efendi’nin dürüst bir kişilikte olduğunu, “Eğer biri gerçekten
gitmek isterse, Tel Abiad’a tek başına gitmek isteyen Süryani Patriği
[İlyas Şakir Efendi] gibi, parasını peşin ödüyordu. Fiyatı indirmek için
çok pazarlık etmesine rağmen, Patrikten on beş altın lira alındı.
Böylece arabaya tek başına binip istediği istasyona gitti.”24 ifadesiyle
belirtmektedir. Mary Holmes, Urfa’daki Kuvayı Milliye komutanı
Namık’ın, “Sizi koruyan Fransız askerlerini gönderir ve Süryani
mahallesinde bizim güvencemiz altına girerseniz, yaşamınız ve
taşınmazlarınız bizim kesin güvencemiz altında olacaktır.” yolundaki

21
Ursavaş, Çukuova Faciaları ve Urfa’nın Kurtuluşu, s.106-111.
22
Holmes, Urfa’da Ermeni Yetimhanesi (1919-1921), s.43.
23
Holmes, adı geçen anılarında şöyle yazmaktadır: “1919 yılında, bir
İstanbul gazetesinde Süryani Patriğinin bir demecini okudum. Süryanilerin
Türk Hükümetinden hiçbir şikâyetleri yoktu. Türk Hükümetini başkalarından
üstün tutuyordu.” A.g.e., s.151. Buradaki ifadesinde Holmes, sanki Türk
hükümetinin eleştirilmesi gerekiyormuş da İlyas Şakir Efendi bunu
yapmıyormuş gibi bir izlenim uyandırmaktadır ki, oldukça dikkat çekicidir.
Bir de Türk hükümetinin bir patriğinin kendi hükümetini başka hükümetlere
tercih etmesinde şaşılacak bir nokta yoktur. Holmes ise bunu garip ve
anlaşılmaz bir durum olarak ortaya koyuyor ki, garip bir tutumdur.
24
A.g.e., s.44.

277
Makalelerle Mardin

12 Şubat 1920 tarihli mektubuna olumsuz karşılık vermesinin


nedeninin Kapitülasyon haklarından yararlanmak olduğunu şöyle
açıklamaktadır25: “Bizim öksüz ve yetimleri Süryani mahallesine
taşımamız için tekrarlanan isteklerini kesinlikle reddettim. Biliyordum
ki benim en güçlü kozum Amerikalıların sahip oldukları binalarda
yaşamamdı. Burada Amerikan toprağındaydım ve bu toprağı terk
etmeyi reddediyordum. Türkler eskiden sözlerini pek tutmuyorlardı.
Onun için dokuz yüz öksüz ve yetime ek olarak yüzlerce göçmenin
güvenliğini bir tek söze feda edemezdim. Savaştan önce elde edilen
Kapitülasyonlara da güveniyordum. Gerekirde bu üstünlüğümü de
kullanacaktım.”
Gerek Birinci Dünya Savaşı döneminde,gerekse Türk Kurtuluş
Savaşı döneminde Mardin ve çevresi, dolayısıyla Mardin Süryani
Kadim cemaati ellerinden geldiği kadar katkıda bulunmuşlardır.
Bununla birlikte, yukarıda görüldüğü üzere, bireysel şekilde de olsa
bu savaşa karşıt bazı oluşumlar da meydana gelmiştir. Birinci Dünya
Savaşı sırasındaki bir Süryani ayaklanmasını26 ise o dönemin koşulları
içinde değerlendirmek gerekmektedir27. Dolayısıyla, “Kurtuluş Savaşı
boyunca Süryaniler işgalcilerin kışkırtmalarına kulak asmamıştır”28
ifadesini temkinli karşılamak gerektir. Böyle bir dedikodunun tümüyle
temelsiz olmadığı, İlyas Şakir Efendi’nin 18 Nisan 1919’da Süryani
nüfusun yoğun olduğu yerlere uzun bir geziye çıkması ise Urfa

25
A.g.e., s.79, 88.
26
Nitekim, Diyarbakır, Cizre ve özellikle Midyat’ta oturan Süryaniler,
Ermeniler ile birlikte Ekim-Kasım 1915’te ayaklanmışlar ve bölgede bulunan
Osmanlı kuvvetlerini bir süre uğraştırmışlardı. Bu silahlı kalkışma sırasında
yetkililer Musul’daki metropolitin de yardımına başvurmuşlardı. Bu
metropolitin o sırada Musul’da bulunan Patrik kaymakamı İlyas Şakir
Efendi’nin olması muhtemeldir. Bu gelişmeler için bkz: İsrafil Kurtcephe,
“Birinci Dünya Savaşı’nda Bir Süryani Ayaklanması”, OTAM, Sayı.4 (Ocak
1993), s.291-296.
27
Birinci Dünya Savaşı’nda Mardin halkının katkıları konusunda Yuhanna
Dolabani Efendi şunları yazmıştır: “Birinci Dünya Savaşı’nda Mardin’in
gösterdiği fedakârlık büyüktür. O güç yıllarda halk küçücük imkânlarına
rağmen savaşanlara elinden gelen yardımı yapmıştır. Dokumacıların
hazırladığı çadır ve iç çamaşırları, kunduracıların yaptığı ayakkabılar,
kadınların ördüğü çoraplar, sürü sahiplerinin bağışladığı et ve zahire gibi
şeyler bu yardımlardan bir kısmıdır.” Dolapönü, Tarihte Mardin, s.101.
28
Akyüz, Tüm Yönleriyle Süryaniler, s.441.

278
Dini Topluluklar

örneğinde Fransız tarafına meyletme eğilimi içindeki Süryanileri


teskin etmeye yönelik bir seyahat olarak görebiliriz. Patrik İlyas Şakir,
henüz Patriklik Kâtipliğine atadığı Yuhanna Dolabani’nin de eşlik
ettiği bu gezisinde Diyarbakır, Siverek, Urfa, Halep, Humus, Hama,
Şam, Zahle, Beyrut ve İstanbul’u ziyaret etmiştir. V. Kolordu
Komutanı Kenan Paşa, patriğin yolculuğu için üç araba ile kendi özel
arabasını Patriğe ve Fehim Bey’e tahsis etmiştir29. Bu yerlerde
Süryanilerin yerleşik bulunduğu görülmektedir. Ziyaret edilen bu
yerlerde daha çok Süryani cemaatinin dinsel işleri önplana geçmiş
görünmekle30 birlikte, Süryanilere Osmanlı’ya karşı hareketlere
katılmamaları yönünde uyarmalar da yapıldığı, İlyas Şakir Efendi’nin
Urfa’daki olaylar karşısındaki tavrından ve sonraki gelişmelerden
anlaşılmaktadır. Gerçekten de Patrik İlyas Şakir Efendi, İstanbul’da
Sultan Vahdettin’i de ziyaret etmiş ve Sultan’dan birinci dereceden
Osmanlı nişanı almıştır31. İlyas Şakir Efendi’nin Padişah Vahdettin’le
görüşmesi 26 Eylül 1919 tarihinde gerçekleşmiştir. Patrik Efendi bu
görüşmede Süryani cemaatinin öncelikli sorunlarını gündeme
getirmiş, özellikle Ermenilerle birlikte tehcir’e tabi tutulan
Süryanilerin okul ve kurumları için örtülü ödenekten (tahsisat-ı
mesture) 2 000 liralık bir paranın verilmesi vaadini almıştır32.

29
Tüm Yönleriyle Süryaniler, s.443.
30
Talip Atalay, “Yuhanna Dolabani”, Süryaniler ve Süryanilik, IV. Kitap,
yay. haz. Ahmet Taşğın-Eyüp Tanrıverdi-Canan Seyfel, Ankara, Orient
Yayınları, 2005, 237.
31
Süryani cemaatinden yalnızca Patrik Efendi’ye değil, İstanbul’daki Patrik
vekillerine de nişan ve madalyalar verilmiştir. Nişan ve madalya gibi böylesi
ihsanların, Osmanlı padişahlarının Osmanlı milletlerini devlete bağlamak için
verdikleri eskiden beri devam ede gelen bir uygulamadır. Bu yıllarda verilen
böylesi nişan ve madalya ihsanlarına birkaç örnek verelim: 13 Temmuz
1919’da Hahambaşı Hayim Nahum Efendi’ye birinci dereceden Osmanlı
nişanı, aynı tarihte Süryani Kadim Patriği İstanbul Vekili Yuhna (doğrusu
Yuhanna olmalı, M.O.) ve Bulgar Başkisposu Mileti Efendilere ikinci ve
Hahamhane Kapukethudası Sorizon Efendi’ye üçüncü rütbeden mecidiye
nişanları verilmiştir (Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, C.I, s.380). 9
Eylül 1922 tarihinde ise Padişah Vahdettin Süryani Kadim Patrik Vekilliği ile
memurlarından bazılarına nişanlar vermiştir (Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı
Günlüğü, C.IV, Ankara, TTK Yayınları, 1996, s.650).
32
Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, C.II, Ankara, TTK Yayınları,
1994, s.132.

279
Makalelerle Mardin

Gabriyel Akyüz’ün Süryani Kadim cemaatinin belgelerine dayanarak


belirttiğine göre, İlyas Şakir Efendi 8 Temmuz 1922 tarihine kadar
İstanbul’da kalmıştır33.
Patrik İlyas Şakir Efendi, Osmanlı padişahının ve hükümetinin
temsilcileri ile yakından görüşmüştür. Nisan 1919’da Kenan Paşa,
Mutasarrıf Zeki Bey ile Padişah’ın teşrifatçısı Fehim Bey ve askerî
erkân Patrik İlyas Şakir Efendi’yi Deyrulzafaran Manastırı’ndaki
makamında ziyaret etmişler, bir de toplu fotoğraf aldırmışlardır34. Bu
ziyaret Osmanlı yönetimi ile Süryani Kadimlerin ilişkileri açısından
oldukça önemlidir. Şöyle ki, Fehim Bey, yukarıda da kısaca
açıklandığı üzere, Süryani Kadimlerin Padişah nezdindeki temsilcisi
olup, “patrik vekili” sıfatıyla Osmanlı Sarayında oturuyordu. Aynı
zamanda ise gerektiğinde Süryani Kadimler nezdinde Padişahın
temsilcisi sayılabilirdi. Böyle kritik bir zamanda gerek Mardin’in
mülkî ve askerî erkanı gerekse Osmanlı sultanının temsilcisi
tarafından Patrik İlyas Şakir Efendi’nin makamında ziyaret edilmesi,
Süryani Kadim cemaatinin kararsız tutumlarını izale edip kesin bir
tavır takınmalarını etkilemiş olmalıdır. Veya Osmanlı hükümetine
bağlılıklarını iyice pekiştirmelerinde önemli bir etken olmuştur.
Süryani Kadim cemaati Patrik İlyas Şakir Efendi, İstanbul’da
iken cemaati adına cemaatinin önemli kimi isteklerini Hükümet’e ve
Padişah’a arzetmişti. Bu istekler, Patrik İlyas Şakir Efendi henüz
İstanbul’a gelmeden, 10 Şubat 1919 tarihinde İstanbul’da oturan
Patrik Vekili tarafından yapılan başvuru üzerine35 gündeme gelmiş,
ancak bu işin halli ise Patrik İlyas Şakir Efendi’nin İstanbul’a gelip
Padişah Vahdettin’le görüşmesinden sonra olmuştur. Bu isteklerin
neler olduğu aşağıdaki belgede açıkça görülmektedir. Bunlar
arasındaki en önemli konunun, Ermeni tehciri sırasında Suriye’ye
göçürülen Süryanilerin yeniden memleketlerine dönmeleri ile
Mardin’de yapımına başlanan Süryani okulunun inşası ile yetim ve
dullarının iaşeleri olduğu anlaşılmaktadır. Bu sorunların incelenip
birer çözüm yolunun bulunması ile Adliye ve Mezahip Nezareti

33
Akyüz, Tüm Yönleriyle Süryaniler, s.443.
34
Dolapönü, Tarihte Mardin, s.166. Bu resim muhtemel seyahatten evvel
Nisan 1919’da çekilmiştir.
35
Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, C.II, Ankara, TTK Yayınları,
1994, s.132.

280
Dini Topluluklar

ilgilenmiştir. Nezaret, bazı yazışmalarda bulunduktan sonra konuyu


Kasım 1919 sonlarında Meclis-i Vükelâ’ya getirmişti. Bu konu,
Meclis-i Vükelâ tarafından 22 Kasım 1919 tarihinde incelenip şöyle
bir sonuca bağlandı36:
“Vaki isteklerden harp esnasında tehcir edilmiş olan
Süryanilerin memleketlerine iadesiyle iskânı ve menkul ve gayrı
menkul mallarının istirdad ve kendilerine teslimi, hükûmetçe
yardımda bulunulması ve maarif iane hissesinden süryani
mekteplerine tahsisat verilmesi, Galatasaray Sultani mektebi ile resmî
mekteplerde her sene süryanilerden ikişer çocuğun leylî olarak
meccanen kabulü ve İstanbul civarında açılan umumhanelerin
kapatılması maddeleri hakkında Adliye ve Mezahib nezaretince ilgili
daireler ve müesseseler ile muhabere edilerek gereğinin yapılmasına
girişildiği anlaşılmıştır. Bu arizenin meclisce müzakereye muhtaç
görülen diğer maddeleri ise muharebede ve tehcir esnasında ölenlerin
çocuklarına hükûmetçe yardım yapılması ve süryani yetim ve
dullarının kendi ruhani reislerine teslimi, bunlardan mezhep
değiştirenlerin asıl dinlerine serbestçe dönmelerinin sağlanması,
evvelce hükûmet tarafından tahsis olunmuşken bir senedenberi
kesilmiş olan 2000 kuruşun elli liraya iblağı, gerek İstanbul gerek
taşrada meclis ve dairelerde Kadim Süryani cemaatinden de ehil ve
lâyık olanların hizmete alınmaları, Süryani kilisesi bitişiğinde inşasına
başlanan mektebin ikmali için nakdi yardımda bulunulması dilekleri
idi. Muharebede ölen bu cemaat mensuplarının yetim ve dullarını
kanunen maaş tahsisi suretiyle terfih edilmekte olup bundan
faydalanamıyan yetimler için bir defaya mahsus olmak üzere gayrı
melhuz masraflar tertibinden 750 liranın ödenmesi ve tehcir edilmiş
olanların yetimlerinden bazı kimseler nezdinde bulunanlar var ise
mensup oldukları cemaatlere teslimi, mezhep değiştirmek arzusunda
bulunanlara mâni olunmaması hususlarında Dahiliye nezaretinden
vilâyetlere mükerrer tebligat ifa edilmiş ve bu yolda herhangi bir
müdahale vukubulduğuna dair hiçbir iş’ar ve şikâyet görülmemiş
bulunmakla beraber patrikliğin bu müracaatından bahisle ilgili

36
Başbakanlık Osmanlı Arşivi Meclis-i Vükelâ Mazbataları (217) numara
553, 22 Teşrinisani 1335. Mazbatayı şuradan aynen aldık: M. Tayyip
Gökbilgin, Millî Mücadele Başlarken. Sivas Kongresinden Büyük Millet
Meclisi’nin Açılmasına (4 Eylül 1919-23 Nisan 1920), 2. Kitap, T.İ.B.
Kültür Yayınları 1965, s.206-08.

281
Makalelerle Mardin

memurlara yeniden gerekli tavsiyelerde bulunulması ve hükûmetce


hususî bir yardım olmak üzere patrikliğe Dahiliye nezareti
bütçesinden münasip bir tertipten ayda beş bin kuruş verilmesi
tezekkür ve tensip olunmuştur. Bu cemaat mensuplarından meclisler
ve dairelerde memur istihdamı meselesine gelince, hükûmet esasen
cins ve mezhep tefrik etmeksizin ehil ve münasip kimseleri devlet
hizmetinde kullanmakta olduğu için Süryani cemaatinden de talip
olanların ehliyet derecelerine göre vazifelendirilmeleri tabiî bulunmuş
olduğundan ilgili dairelere tebligat yapılması uygun görülmüştür.
Ancak bahis konusu olan mektep için usulen resmî müsaade alınması
icap ederken usule aykırı olarak inşaata başlandığı anlaşılmasına
binaen nakdi yardım yapılması hakkında patriklikçe vaki olan isteğin
yerine getirilmesine bittabi mahal olmadığı kararlaşmıştır.”
Yukarıdaki yazıda geçen, “harp esnasında tehcir edilmiş olan
Süryanilerin memleketlerine iadesiyle iskânı ve menkul ve gayrı
menkul mallarının istirdad ve kendilerine teslimi” ifadesinden, Patrik
İlyas Şakir Efendi’nin bu sıralarda muhacir durumundaki Süryanilerin
durumuyla yakından ilgilendiği, Patrik Efendi’nin Suriye seyahatinin
bununla da ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Bu yıllarda açıklanan
verilere bakıldığında, Süryani nüfusunun sürekli olarak azaldığı
anlaşılmaktadır. Örneğin, Mart 1919’da Mösyö Konye’nin kitabına
dayanılarak açıklanan nüfus istatistiğine göre, Adana’da 20 000
Süryani’nin yaşadığı açıklanırken (Hadisat, 10 Mart 1919);
Genelkurmay Başkanı Cevat (Çobanlı) Paşa tarafından 22 Ekim 1923
tarihinde basına yapılan açıklamada ise aynı yerde toplam 2644
Süryani’nin yaşadığı belirtiliyordu. Aynı verilerde Ermenilerin toplam
sayısı ise Mart 1919’da 28 150, Ekim 1919’da ise 55 149 olarak
verilmiştir37. Mösyö Konye’nin istatistik verileri abartılı ve
güvenilmez olarak görülse bile, bu verilerden, tehcirden dönerek eski
yerlerine yerleşme olanağından yalnızca Ermenilerin yararlandığı,
Süryanilerin, bu arada Süryani Kadimlerin ise bu olanaktan
yararlanmadığı gibi, Adana örneğinde göçlerinin devam ettiği
anlaşılmaktadır.

37
Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, C.I, Ankara, TTK Yayınları,
1993, s.165-166; Kurtuluş Savaşı Günlüğü, C.II, Ankara, TTK Yayınları,
1994, s.188; Gökbilgin, Millî Mücadele Başlarken, s.83.

282
Dini Topluluklar

Sayın Gabriyel Akyüz ile merhum Aziz Günel, İlyas Şakir


Efendi’nin hemen savaş sonuna kadar, yani 8 Temmuz 1922 tarihine
değin İstanbul’da kalmış olduğunu belirtiyor. Bu bilgi doğruysa -ki
doğru olması büyük ihtimaldir, çünkü yazarların bu konudaki
kaynakları sağlam ve güvenilirdir- Patrik’in bu kadar uzun süre
Payitaht’ta neler yaptığını merak etmemek mümkün değildir. Bu
zaman zarfında Patrik Efendi’nin başkentte kilisenin vakıf işlerini
Padişah nezdinde halletmekten başka nelerle meşgul olduğunu
şimdilik bilmiyoruz. Yalnızca İlyas Şakir Efendi’nin İstanbul’daki
Fransız generali Franchet d’Esperey’in azınlık ruhanî reislerini davet
ettiği bir toplantıya katıldığını görüyoruz. Generalin bir sorusu üzerine
de Patrik Efendi’nin, beşyüz yıllık Türk idaresinden memnuniyetini
belirten hararetli bir konuşma yaparak toplantıyı terk ettiğini
görüyoruz38. Ki önemlidir. Patrik’in İstanbul’da ikameti, belki de
İngiliz ve Osmanlı yönetimlerinin telkinleri sonucunda gerçekleşen
zorunlu bir ikâmettir. Ancak Patrik Efendi, bu dönemde Yahudi
milletiyle birlikte Türk yönetiminden şikâyet etmeyen bir tutum
takınmıştır. Daha doğrusu Türkler’i işgalci Batılılara şikâyet edip,
kendileri için sunulan çeşitli olanaklardan yararlanma yoluna
gitmemiştir. Basına da bu yolda demeçler vermiştir. Bununla birlikte,
cemaatinin sorunlarını ülkenin bir iç sorunu olarak görüp ona göre
hareket etmiştir. Fransız generali Franchet d’Esperey’in yüzüne karşı
söyledikleri buna kanıttır. Patriğin 22 Haziran 1922 tarihinde yaptığı
açıklama da aynı yöndedir39. Bu dönemde Patrikliğin yanısıra
Hilâfetin de benzeri bir muameleye tabi tutulduğu düşünülürse, bu
ihtimal mantıklı gibi görünmektedir. Zaten, İlyas Şakir Efendi’nin
henüz İstanbul’a varmadan Patriğin İstanbul’a taşınması yönünde bir

38
Milliyet, 19 Kasım 1977 (Ferit Özcan’ın açıklaması)’ndan aktaran Talip
Atalay, “Lozan Antlaşması Öncesi ve Sonrasında Süryani Eğitim
Kurumları”, Khuka, Cilt.VIII, Sayı.1, Diyarbakır, 2005, s.63-69.
39
Bu açıklamada İlyas Şakir Efendi, Süryani cemaati için şimdiye kadar
şikâyete sebep olacak hiçbir durum görmediklerini ve hiçbir iddiası da
bulunmadığını açıklamıştır (Bu açıklama için bkz: İkdam gazetesinin 23
Haziran 1922 tarihli nüshası ve Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, C.IV,
s.491). Bu dönemde Urfa’daki Amerikan Yetimhanesi’nin başında bulunan
Mary Caroline Holmes, İlyas Şakir Efendi’nin 1919 yılında bir İstanbul
gazetesine verdiği demeçte, Süryanilerin Türk Hükümetinden hiçbir şikâyeti
bulunmadığını, Türk Hükümetinin başkalarından üstün olduğunu söylediğini
şaşkınlıkla belirtiyor (Holmes, A.g.e., s.151.)

283
Makalelerle Mardin

istek vardı40. Bu teklifin neden doğrudan İngilizlerden değil de


Padişah tarafından gelmesi önemli bir soru işaretidir. Bu işten
menfaati olanlar aslında İngilizlerdir ve bu dönemde Musul ve
Hindistan gibi Büyük Britanya için önemli yerlerde önemli oranda
Süryani nüfusu vardır ve öylesine karışık bu ortamda Süryani Kadim
Reisi İlyas Şakir’in İstanbul’da bulunması çıkar bir yoldur herhalde.
Bu dönemde İlyas Şakir Efendi’nin Kemalist hareketle ilişiğinin
olup olmadığını bilmiyoruz. İlyas Efendi’nin 23 Nisan 1920’de
Ankara’da TBMM açılırken yapılan törende hazır bulunduğu ve
Meclis’in açılışı için yapılan duaya katıldığı belirtilir41. Ki, doğru
değildir. Patrik Efendi ile M. Kemal’in yakın ilişkisi bu tarihten sonra
başlamış olmalıdır. Ancak Mustafa Kemal’in Mart 1917’de Mardin’e
gelince42 henüz patriklik makamına oturan İlyas Şakir Efendi ile
tanışmış olmaları da ihtimal dahilinde olmakla birlikte, bu konuya
ilişkin elimizde bir kanıt yoktur. Eğer o zaman tanışmışlar ise İlyas
Şakir Efendi-Mustafa Kemal ile ilişkisini dostluk ilişkisi açısından da
değerlendirmek mümkündür. Gabriyel Akyüz’ün belirttiğine göre,
İlyas Şakir’in Mustafa Kemal ile dostane ilişkileri vardır43, ve henüz
Türk Kurtuluş Savaşı kazanılmadan, Temmuz 1922’de TBMM
Başkanı ve Başkumandan Mustafa Kemal Paşa’yı Ankara’da bizzat

40
Akyüz, Tüm Yönleriyle Süryaniler, s.443.
41
Midhat Sertoğlu, Süryani Türklerinin Siyasî ve İçtimaî Tarihi, İstanbul,
Baha Matb., 1974, s.80. Bir sitede İlyas Şakir Efendi’nin Mustafa Kemal’in
27 Aralık 1919’da Ankara gelişinde karşılayanlar arasında bulunduğu şöyle
belirtiliyor: “That is why the Kurds, the real murderers of Syriacs, should be
those to be brought to book instead of doing this, attempting to look for
others to put the responsibility means concealing the realities. It is significant
that the Syriac Patriarch Ignatios Ilyas III was among the people who
welcomed Atatürk in Ankara on December 27, 1919 and that he participated
in the opening ceremony of Turkish Grand National Assembly on April 23,
1920.”
(http://www.zindamagazine.com/html/archives/2000/zn051600.htm)
42
Mustafa Kemal Atatürk Birinci Dünya Savaşı sırasında Mardin’e üç defa
gelmiştir: 13 Mart 1916, 21 Şubat 1917, 11 Mart 1917. Atatürk bu üç
gelişinde de Mardin’de bir gece kalmış, ertesi gün ayrılmıştır. Bunun için
bkz: Sadettin Noyan, Yıldızlara Yakın Şehir: Mardin, Bizim Büro
Basımevi, 2005, s.141-145.
43
Deyrulzafaran Manastırı’nın Tarihi, s.37.

284
Dini Topluluklar

ziyaret ettiği44 söylenmektedir. Ancak, bu ziyaretin nerede ve nasıl


gerçekleştiği ve neler konuşulduğu hakkında ise şu anda hiçbir bilgiye
sahip değiliz. Bizim saptayabildiğimiz kadarıyla Kemal Atatürk’le
İlyas Şakir Efendi arasında gerçekleşen ilk ve tek görüşme, İlyas
Şakir’in Şubat 1923’te Ankara ziyareti sırasında olmuştur.
İlyas Şakir Efendi, Ocak 1919’dan itibaren devam eden ve
Türkiye ile Barış şartlarının görüşüldüğü ve Hahambaşı Hayim
Nahum gibi azınlık temsilcilerinin de katıldığı Paris Barış
Konferansı’na katılmak istemiş, ancak o sırada Süryani toplumunun
içinde bulunduğu maddi engeller nedeniyle bizzat katılamamıştır.
Bunun için Patrik Efendi, bulunduğu İstanbul’dan Mardin’de bulunan
Hori Yuhanna Dolabani Efendi’ye 13 Temmuz 1920 tarihinde bir
mektup yazarak gerekli yardımın yapılmasını istemiştir. Ancak,
kendisi gereken imkânı bulamamış veya bir başka neden düşünmüş
olmalı ki, Paris’e gidip cemaatinin talep ve beklentilerini anlatma işini
bizzat kendisi yapmamış, bununla o zamanki Suriye Metropolitliği
makamında bulunan ve kendisinin halefi olacak olan Severios I.
Afram Barsavm’ı bir kurulla Paris’e göndermiştir45. Ancak,
Barsavm’ın Paris’e gittiğine ve orada neler yaptığına ilişkin elimizde
başka bir kayıt yoktur. Bununla birlikte 18-26 Nisan 1920 tarihleri
arasında yapılan San Remo konferansının 19 Nisan günkü oturumunda
İngiliz Başbakanı Lloyd George, Kürt sorununun çözümüne ilişkin
görüşünü açıklarken, “Kürdistan, Ermenistan’a komşudur ve geleceği
aynı zamanda Süryani ve Keldani Hıristiyanları ilgilendirmektedir”
diyerek, Süryani sorununa doğrudan değinmiştir. Bu yaklaşımın
sonucu olarak, Sevrés Anlaşması’nın 62. maddesinde, “Kürtlerin
çoğunlukta bulunduğu bölgede yerel özerklik gerçekleştirilecektir”
deniyor, bu bölgelerde Süryanilerin hukukî durumları da şu şekilde
belirleniyordu46: “Özerklik planı, Süryani-Keldaniler yanında
bölgedeki diğer etnik ve dinsel azınlıkların korunması için bütün
güvenceleri içerecektir.” İşte, anlaşmadaki bu hüküm, Süryanilerin
Türkiye Devleti ile ilerideki ilişkilerini, özellikle Lozan sonrası
ilişkileri bir şekilde etkilemiş olmalıdır.

44
Akyüz, Tüm Yönleriyle Süryaniler, s.443.
45
Aziz Günel, Türk Süryaniler Tarihi, Diyarbakır, Oya Matbaası, 1970,
s.187.
46
Doğu Perinçek, Kurtuluş Savaşı’nda Kürt Politikası, İstanbul, Kaynak
Yayınları, 1999, s.50, 55.

285
Makalelerle Mardin

İlyas Şakir Efendi’nin Süryani cemaatini temsilen kendi yerine


Suriye metropolitini Paris’e göndermesi hareketini bir stratejik
hareketin usta bir taktiği olarak değerlendirmek pek de yanlış
olmayacaktır. Şöyle ki: İlyas Şakir Efendi, 12 Şubat 1917’de Patrik
olarak takdis edildikten hemen sonra, Temmuz 1917’de metropolit
Severios Afram Barsavm’ı Amerika’ya elçi tayin edip, Kanada ile
ABD’de bulunan Süryani Kadim cemaatini ziyaret ederek
durumlarıyla yakından ilgilenmesi ve bu ülkelerde yeniden kiliseler
kurmakla görevlendirmişti47. Yani, İlyas Şakir Efendi, ABD ve Batılı
ülkelerle ilişkilere önem veriyordu. Yine 1931’de Musul’dan
Hindistan’a giderken, Irak Kralı I. Faysal’ın yanısıra Bağdat’ta
İngiltere Kralını temsil eden Lord Irvin’i ziyaret etmişti. Bu ziyareti
nedeniyle de kendisi değerli liyakat nişanları ve altın madalyalarla
taltif edilmişti48. Zaten, Patrik’in Aralık 1925’ten itibaren Musul’da
oturmaya başlamasını da İngiliz politikasına yakınlığı ile açıklamak
daha makul bir yaklaşım olacaktır49. Gerçekten de Patrik İlyas Şakir
Efendi’nin kendisine halef olarak, yetkin bir kültür ve bilim adamı
olan ve Türklere sempatiyle bakan Mardinli Yuhanna Dolabani yerine
Musullu Afram Barsavm’ı seçmesi anlamlıdır. Bu seçim, gerek
Süryani toplumunun Türkiye’deki geleceği, gerekse Süryani
cemaatinin Türkiye ve Anglo-Sakson dünyasıyla gelecekteki ilişkileri
açısından oldukça belirleyici olmuştur.
İlyas Şakir Efendi’nin Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonraki
günlerde Mustafa Kemal’in 20 Şubat 1923’te Batı Anadolu gezisinden
Ankara’ya gelişinde Ankara Garında karşılayanlar arasında bulunduğu

47
Günel, Türk Süryaniler Tarihi, s.187.
48
A.g.e., s.188.
49
Bir örnek vermek gerekirse, Urmiye’de bulunan Süryani kuvvetler
komutanı Ağa Petros, Bağdat’taki İngiliz temsilcisine gönderdiği 2 Nisan
1919 tarihli bir yazıda ayaklanan Kürtlerin bastırılması konusunda şunları
yazıyordu: “Kendimi, hizmetinize adıyorum. Büyük bir güç olan İngiliz
hükümeti, Doğu milletlerini hep korkutmalıdır. Bir kuvvet toplamaya yardım
ederseniz isyancıları bastırmaya söz veriyorum…” İngilizler ise, bu hareketin
kendilerinin bölgedeki güçsüzlüğüne kanıt sayılabileceği olasılığı nedeniyle,
Petros’un bu teklifini kabul etmemişlerdir (Sarıhan, Kurtuluş Savaşı
Günlüğü, C.I, s.192). Buna dair başka örnekler de vardır.

286
Dini Topluluklar

bir fotoğrafla sabittir50. Bu görüşmenin Lozan’da yapılan Barış


Konferansı’nın kesintiye uğradığı bir zamanda gerçekleşmesi
anlamlıdır. Mustafa Kemal’e yakınlığı ile tanınan Celal Nuri Bey,
Ankara’ya TBMM Başkanı Mustafa Kemal ile görüşmeye gelen
Süryani Kadim Patriği İlyas Şakir Efendi ile bir röportaj yapmıştır. Bu
röportajda İlyas Şakir’in o sırada devam eden Barış görüşmeleri
bağlamında Türkiye’deki Süryanilerin azınlık hukukuna değinmesi ve
bu konuda Kemalist hareketle aynı minvalde hareket etmesi ilginçtir.
Bu röportajda İlyas Şakir Efendi, o sırada çok tartışılan Süryanilerin
azınlık hukuku derdinde değil, bundan önce olduğu gibi bundan sonra
da böyle bir sevda peşinde olmadıklarını, onun için de Lozan Barış
Konferansı’ndaki Avrupa isteklerini protesto ettiklerini belirtmiştir51.
Bu ifade, Süryani cemaatinin sorunlarını Batılı emperyalist
devletlerinin müzahereti ile değil, Türkiye Devleti’nin vatandaşları
olarak çözmek istediklerini gösterir. Bu yeni yaklaşımın öncüsü ise
sözün sahibi İlyas Şakir Efendi’dir.
Mustafa Kemal Atatürk’ü 20 Şubat 1923 tarihinde Ankara’ya
gelirken Garda karşılayanlar arasında İlyas Şakir Efendi de vardır,
dedik. Ancak bu resme ilişkin çeşitli yanlış tarihler verilmektedir. Bu
bilgiler merhum Aziz Günel kaynaklı olup, ondan Yuhanna Dolabani
Efendi ile Mithat Sertoğlu’nun kitaplarına aynen alınmış, oralardan da
bütünüyle yanlışlar silsilesi şeklinde devam etmiştir. Bu resim Kemal
Atatürk ile İlyas Şakir’i bir arada gösteren yegâne resim olup, İlyas
Şakir Efendi’nin Mustafa Kemal Paşa tarafından kabulünden iki hafta
önce, 20 Şubat 1923 tarihinde çekilmiştir ve muhtemelen dönemin bir
gazetesinden alınmıştır. Böyle olmakla birlikte, bu resim günümüz
Süryani toplumu için çok anlamlıdır ve Kemalist Türkiye ile Süryani
Kadim cemaatinin yakın ilişkilerinin en önemli görsel kanıtıdır.
Deyrulzafaran Manastırı Patriklik makamında halen asılı
bulunmaktadır ve İlyas Şakir’in Atatürk ile de yakınlığının en önemli

50
İlyas Şakir Efendi’nin Mustafa Kemal Paşa’yı Ankara Garı’nda
karşılayanlar arasında bulunduğunu gösteren fotoğraf Dolabani’inin mezkur
eserinin 102. sayfasında bulunmaktadır. Ancak kitapta sehven 22 Şubat 1922
tarihi verilmektedir ki, resimde bulunan Latife Hanım’la Mustafa Kemal
Atatürk bu tarihte henüz evlenmiş değildir. Mustafa Kemal Atatürk’ün Latife
Hanım’la evlenmesi 29 Ocak 1923’te İzmir’de olmuştur.
51
Nurettin Gülmez, Anadolu’da Yeni Gün, s.464 (AYG, 5 Şubat 1923;
İleri, 9 Şubat 1923).

287
Makalelerle Mardin

kanıtı olarak gösterilmektedir. Süryani Kadim Patriği İlyas Şakir


Efendi’nin bir ay kadar Ankara’da kaldığı ve 3 Mart 1923 tarihinde
Mustafa Kemal’in Patrik Efendi’yi kabul ettiğini görüyoruz52. Kemal
Atatürk ile İlyas Şakir Efendi yakınlığının en önemli işareti ise
Patrik’in 19 Mayıs 1923 tarihinde Diyarbakır üzerinden memleketi
Mardin’e dönüşünün devlet töreni eşliğinde olmuş olmasıdır53.
Patrik İlyas Şakir Efendi ile Kemalist hükümet arasındaki yakın
ilişkilerin Cumhuriyet döneminde de devam ettiği, ancak arada bazı
sorunların da yaşandığı görülmektedir. 1925 yılında çıkan ve
Türkiye’yi epey uğraştıran Şeyh Sait isyanı sırasında bir kısım Midyat
Süryanisi ile Nasturiler de ayaklanınca, suçlu görülenler çalışma
merkezi Diyarbakır olan Şark İstiklâl mahkemesi tarafından
yargılandılar. Mahkeme kayıtlarına göre ayaklanma, İngilizler’in
Midyat tarafında bulunan onbeş bin kadar Hıristiyan halkla ilişki
kurup, bunların gençlerinin güneye (Musul) kaçmalarını sağlayıp
burada İngiliz yönetiminde askerlik öğrettikten sonra, silâh ve para ile
geri yollayarak Türklere karşı harekete geçirmesi sonucunda meydana
gelmişti. Bu gençler Süryani ve Nasturi olup, Musul’daki
Hıristiyanların akrabaları aracılığıyla haberleşme sağlıyorlardı. İsyan
üzerine, ayaklanma çıkarılan köylerde araştırma yapılıp suçlu
görülenler yargılanmak üzere İstiklâl Mahkemesi’ne yollanmış ve
“vatana ihanet” suçuyla yargılanmışlardır54. Tabi ki, bu gibi olaylar
bütün Mardin’i bağlamayacağı gibi bütün Süryanileri de bağlamaktan
uzaktır. Çünkü bu olayların meydana geldiği sıralarda Şark İstiklâl
Mahkemesi başkanı Deyrulzafaran Manastırı’nı ziyaret ederek, İlyas
Şakir Efendi ile görüşmüş, üstelik Manastır Hatıra defterine övücü
sözler yazmıştır.
Lozan Anlaşması sonrasında Türkiye’yi uğraştıran en önemli
dış politika sorunu olan Musul sorunu, bu bölgede yoğunlukta bulunan
Nasturiler’in İngilizler lehinde hareket etmeleri sonucunda Eylül
1924’te önemli bir ayaklanma çıkardıkları görülmektedir. Bu

52
Kocatürk, Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, s.327 (Hakimiyeti Milliye, 4
Mart 1923).
53
Akyüz, Tüm Yönleriyle Süryaniler, s.456.
54
Ergün Aybars, İstiklâl Mahkemeleri, C.I-II, İzmir, İleri Kitabevi, 1995,
s.338.

288
Dini Topluluklar

ayaklanma, 1925 Şeyh Sait isyanının bir habercisi olarak55


değerlendirilmesinin yanısıra, Nasturiler’in Süryanilerin bir kolu
olması hasebiyle de Süryani Kadimleri etkilemiş olmalıdır. Gerçekten
de Nasturiler, Türk Kurtuluş Savaşı boyunca gerek Misakı Millî
sınırları içinde, gerekse İngiltere veya Fransa yönetimi altında (Suriye
ve Irak), özellikle Musul, Urfa, Hakkari, Van-Çölemerik olmak üzere
İran-Irak sınırındaki güneydoğu bölgesinde Ermenilerle birlik olup
işgalcilerle işbirliği yapmışlar, Türklere karşı açıkça savaşmaktan
çekinmemişlerdir56. Anlıyoruz ki, yeni Türkiye Devleti’nin en zayıf
bulunduğu noktalardan biri bu bölgedir. Bunun en önemli
nedenlerinden birisini ise Türkiye Devleti aleyhindeki propaganda ve
söylenti oluşturuyordu. Birinci Genel Müfettiş İbrahim Tali Öngören
tarafından Genelkurmay Başkanlığına yazılan 25 Şubat 1930 tarihli
raporda, bölgedeki bu ve benzeri olumsuz etkenlerin bertaraf edilmesi
amacına yönelik olarak, “özellikle Nasturiler’e kuvvetli bir gözdağı
vermek ve sınırdaki güvenlik önlemlerini arttırmak”57 teklif edilmiştir.
Süryaniler Patriklik merkezinin Mardin’den taşınmasından
sonraki süreçte, Fransızlar’ın Türkiye ile Suriye’nin arasını açmak
amacıyla Ermenileri, Antakya’daki son durumdan istifade ederek,
özellikle Hatay’daki Süryanileri ve Kürtleri Türkiye aleyhinde
kışkırttığı görülmüştür. Örneğin, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya
tarafından Cumhurbaşkanlığına yazılan 23 Haziran 1938 tarihli bir
raporda, “1. Fransızların Suriye’de şimdiye kadar tezahür eden
mesailerinin Hoybunda (?) Ermeni ve Süryanilerle Kürtleri
kendilerine bağlıyarak bilhassa cezirede bir Hıristiyan ekseriyeti
yaratmak ve Kiliseyi kendi hakimiyetleri altına alarak Türkiye ile
Suriye arasında bir Eta Tampon vücuda getirmek ve kendisine
bağladığı bu unsurları icabına göre Suriye veya Türkiye’ye karşı
kullanmak olduğu ve yine bu unsurların Türkiye’den çapulculuk ve
hırsızlık yapmalarına göz yumulmakta bulunduğu,” yazılıyordu58. Bu

55
Suat Akgül, Musul Sorunu ve Nasturi Ayaklanması, İstanbul, Simurg
Yayınları, 2002.
56
Askerî Tarih Belgeleri Dergisi, Yıl.53, Sayı.118 (Temmuz 2004), s.300
vd.
57
A.g.d., s.337, Belge Nu.91.
58
Azmi Süslü, “Atatürk ve Azınlıklar”, Uluslararası İkinci Atatürk
Sempozyumu (Ankara, 9-11 Eylül 1991), Ankara, Atatürk Araştırma
Merkezi, 1996, s.1025, 1056. Bu konuda başka belgeler de mevcuttur.

289
Makalelerle Mardin

belgede de görülüyor ki, bölgedeki azınlıkların kalkışmaları genelde


İngiliz ve Fransız etkisiyle olmaktadır. Türkiye Süryanileri de kimi
zaman bu dış etkilere maruz kalmıştır.
Atatürk döneminde Süryanilerin devletle ilişkileri genelde
olumlu yönde olmuştur. Şeyh Sait isyanı mesullerini yargılamak için
kurulan ve çalışma merkezi Diyarbakır’da bulunan Şark İstiklâl
Mahkemesi reisi Mahzar Müfit Kansu ile mahkeme üyeleri Ahmet
Süreyya, Lutfi Müfit, Ömer Cihat, Avni Doğan Beyler ile Vakit
gazetesi muharriri Naşit Hakkı (Uluğ) Mardin’de bulunduğu sırada
(22 Nisan 1925) Süryani Kadim Patriği İlyas Şakir Efendi tarafından
ziyaret edilmiş, bunun üzerine mahkeme üyeleri de Mardin Valisi
Avni Doğan ile birlikte Patrik İlyas Şakir’i Deyrulzafaran
Manastırı’ndaki makamında ziyaret etmişlerdir. Mazhar Müfit Kansu,
manastır hatıra defterine ise şunları yazmıştır59: “Patrik efendi ne
kadar Türk enzarı ile müzehhep ve Türk mahiyetine gönülden merbut
ise muhiti de o kadar sade ve nezih görülmüştür. Türkiye Cumhuriyeti
millî hudutları içinde kalan kudsî vatanın bütün evlâdı hakikîsi Türk
vatandaşı unvanı mefharatı altında müstemi görmekten ne kadar hazz
ve saadet duyulursa, bu ziyaretten de o kadar mahzüz olduk. Süryani
Kadim zümresi Türk vatandaşlığının en şerefli bir sıfat ve saadet-bahş
bir mensubiyeti asilesi olduğunu bir zaman tehattürden hâli
kalmayacaktır. Bundan emin olarak Deyrulzafaran’dan avdet
ediyoruz. Bu ümit ve emniyetin en kuvvetli kefili Patrik İlyas Efendi
hazretleridir.”
Bu ortamda Patrik İlyas Şakir Efendi 1925 yılının sonunda
Mardin’den Halep’e gitmiş, bir daha da Mardin’e dönmemiştir60. İlyas
Şakir Efendi, Halep’te bulunduğu sırada, 7 Aralık 1925’te Mar Afram
adında bir kilise takdis etmiş, ve bu kiliseyi Suriye Metropoliti Afram
Barsavm’a tevdi etmişti. Bu arada Kudüs’ü de ziyaret ederek Beytül-
Lahim’de bir kilise inşa ettirmiş ve bu sırada 1913’te Yuhanna
Dolabani tarafından Mardin’de çıkarılan, ancak birkaç sayıdan sonra
kapanan ilk Süryani dergisini Kudüs’te Hikmet adıyla yeniden
yayınlamaya başlamıştır. Aralık 1925’te Kudüs’ten Lübnan’ın Zahle

59
Dolapönü, Tarihte Mardin, s.168-169. Metinden, çevirisi ile kopyasını
kontrol ederek alıntı yaptık.
60
Gabriyel Akyüz Beyefendi ile 7 Ocak 2006 tarihinde Kırklar Kilisesi’nde
yapılan görüşmeden.

290
Dini Topluluklar

kentine giden Patrik III. İlyas, bu çevrenin metropoliti Afram’ı yanına


alarak Zahle’de inşa ettirdiği kiliseyi takdis ettikten sonra Kudüs
metropolit yardımcısı Grigorios Cebrael ve Metropolit Korillos
Mihayel’le birlikte Musul mıntıkasının durumunu düzene koymak
üzere hareket etmiştir. Patrik Efendi, Musul yakınındaki Mar Matta
Manastırı’nda Patriklik makamına yakışır bir makam odası inşa
ettirerek ikametine tahsis etmiştir. Ekim 1930’da Mar Matta
Manastırı’nda ruhanî kongresini toplayarak Hindistan’ın Milibar
eyaletini ziyaret etme kararını alan Patrik İlyas Şakir Efendi, Şubat
1931’de Bağdat üzerinden Hindistan’a gitmiştir. Orada bulunduğu
sırada ölünce ise Patriklik makamına konsey kararıyla Afram Barsavm
Efendi seçilmiştir61.
Cumhuriyet hükümeti yetkilileri Mardin’i ziyaretlerinde
Süryanileri de ihmal etmemişler, özellikle Deyrulzafaran Manastırı’nı
ziyaret ederek Süryani yetkililerle görüşmüşlerdir. Bu ziyaretin Nisan
1925’de Şark İstiklâl Mahkemesi üyelerinin Mazhar Müfit Kansu
liderliğindeki geziyle başladığını ve sonra benzeri ziyaretlerin
yapıldığını görüyoruz. 14 Ekim 1930’da Genelkurmay Başkanı
Mareşal Fevzi Çakmak Mardin’i ziyaretinde Deyrülzaferan
Manastırı’nı da ziyaret etmiştir. Manastırda Mareşal ve
beraberindekiler Manastır vakıf yönetim kurulu ile Süryani Kadim
cemaati ruhanî reisi M. Yuhanna Dolabani tarafından karşılanmıştır.
Bu ziyaret sırasında cemaat adına Yuhanna Efendi beliğ bir ‘hoş
geldiniz’ konuşması yaparak cemaati adına ziyaretçilerin ziyaretleri
için teşekkür ettikten sonra, Manastır’ın kısaca tarihçesini anlatmış,
Manastır’ın korunması ve şimdiye kadar ayakta kalması için gayret
sarfeden Türkiye Cumhuriyeti’nin daimî mutluluğuna ve yaşamasına
duada bulunmuştur. Bunun ardından da Mareşal Fevzi Çakmak,
kendilerine gösterilen nezaket için Manastır yetkililerine teşekkür
etmiş ve Manastır Hatıra defterini imzalayarak ayrılmıştır62. 4
Temmuz 1935’te Mardin’i ziyaret eden Başbakan İsmet İnönü ise
Deyrulzafaran’ı ziyaret etmemiştir. Bu ziyaretin Amude olayları
sonrasında olması anlamlıdır. Demokrat Parti iktidarı zamanında (31
Aralık 1956) ise Cumhurbaşkanı Celal Bayar Mardin’i ziyareti

61
Günel, Türk Süryanileri Tarihi, s.188-189.
62
Dolapönü, Tarihte Mardin, s.113-114.

291
Makalelerle Mardin

vesilesiyle Deyrulzafaran Manastırını da cemaatin tezahüratıyla


ziyaret etmiştir63.
Mardin Süryani Kadim cemaati Cumhuriyet’in ilanını olumlu
bir gelişme olarak karşılayıp, Mustafa Kemal’e bir kutlama telgrafı
çekerek64 devrimlerin yanında olduklarını açıkça göstermiştir.
Özellikle Medenî Kanun’un gereklerini tereddütsüz şekilde
uygulamaya çalışarak Mardin’de örnek bir topluluk olmuştur.
Süryanilerin bu tutumunu Gabriyel Akyüz, “özellikle Mardin’deki
Süryaniler eşleriyle birlikte ruhaniler önde olmak üzere medeni
kanunun getirmiş olduğu kılık kıyafet değişikliği ilkesini yerine
getirerek, çarşıya inmişler ve gövde gösterisi yapmışlardır. Yapılan bu
gösteriden sonra Müslüman kesim de onları örnek alarak kılık kıyafet
inkılabını uygulamaya başlamıştır. Süryani ruhanilerin halen fötr
şapka giymeleri geleneği oradan gelme bir gelenektir. Çünkü Türkiye
dışındaki Süryani ruhanileri fötr [şapka] kullanmamaktadırlar”65
diyerek açıklamaktadır. Süryani cemaati, din ve dünya işlerini de
ayırarak Kemalizm’im layiklik ilkesini benimsediğini göstermiştir.
Patrik İlyas Şakir Efendi, Latin harflerinin kabulünü de aynı şevk ve
heyecanla kabul ederek, cemaatin kendi muamelatında bile Latin
yazısının kullanılmasını isteyerek bu konuda öncülük etmiştir.
17 Ağustos 1926’da Atatürk’ü Ankara’da ziyaret eden Mardin
Heyeti66 içinde Süryani Kadim cemaati adına bir temsilcinin bulunup
bulunmadığını ise araştırma imkânımız olmadı. Bu heyetin içinde
Süryani bir temsilci olup olmaması, Süryani toplumunun Cumhuriyet
yönetimiyle ilişkilerinin niteliğini ve gidişatını göstermesi açısından
oldukça önemlidir. Mustafa Kemal Atatürk, Ulusal Kurtuluş Savaşı
yıllarında İlyas Şakir Efendi’nin işgalcilere karşıt tutumunu şu sözlerle
taltif etmiştir67: “Süryani Patriği 3. İlyas’ın Millî Mücadele yıllarında
müstevlilere karşı, bu yurdun evlâdı olarak takındığı mücadeleci tavır,
Millî Mücadele kahramanlarından olduğunu göstermiştir.” Süryaniler

63
A.g.e., s.114-118.
64
Akyüz (s.455) bu telgrafın aslının Tumas Çerme’de, bir örneğinin de
kendisinde olduğunu belirtiyor.
65
Akyüz, Tüm Yönleriyle Süryaniler, s.456.
66
Kocatürk, Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, s.395 (Hakimiyeti Milliye, 18
Ağustos 1926).
67
Dolapönü, Tarihte Mardin, s.102 dn 1.

292
Dini Topluluklar

gerçekten de Türk Kurtuluş Savaşı’na hem askerlik yaparak hem de


maddiyat olarak önemli yardımlarda bulunmuşlardır. Patrik İlyas
Şakir Efendi, Süryani cemaatinin Türk Milli Mücadelesini
desteklemesi için bizzat emir vermiştir. Bu talimat üzerine Milli
Mücadeleye katılan Süryani Kadim erkeklerin aileleri tarafından
askere çamaşır ve giysi dikilmesi için Diyarbakır’da bir kilisede
dikimevi açılmış ve 70-75 kişilik bir Süryani kadın grubu da dikiş
yaparak Kurtuluş Savaşı’na katkıda bulunmuştur68. Bu konu, yani
Süryani toplumunun hem silâhlı olarak hem de maddî ve manevî
olarak Türk Kurtuluş Savaşı’na fiilen katılmaları ayrı bir araştırma
konusu olmalıdır.
Esasen genelde Süryani Kadim cemaatinin, özelde diğer
Süryani liderleri gibi Patrik İlyas Şakir Efendi’nin Türklüğü ile
öğünmeleri Süryaniler açısından bir istisna teşkil etmez69. Yuhanna
Dolabani de İlyas Şakir Efendi gibi Türklüğü ile öğünen bir Süryani
Patriğidir. Onun yakınında bulunmuş bir kişi olarak Cebrail Aydın,
Yuhanna Dolabani için “Rahmetli, vatanına ve milletine son derece
bağlıydı. Gerçek dindarlığın gerektirdiği üzre herkese kardeş gözüyle
bakardı. Onun için insan olmak yeterdi. Türklüğüyle her zaman
öğünürdü”70 diye yazmıştır. Celal Bayar’ın 1956’da Manastır’ı
ziyaretini de “Ne Mutlu Türküm Diyene!” döviziyle karşılayarak,
Süryanilerin Atatürk’ün milliyetçilik ilkesine bağlılığını açıkça ortaya
koymuştur. Hatta, Yuhanna Dolabani Efendi, başında bulunduğu
cemaatinin Türkçe ibadete geçmesi konusunda yoğun gayret sarfetmiş
muhterem bir kişiliktir. Bu konuda Cebrail Aydın şunları yazmıştır71:
“Dolabani, görevinde taviz vermezdi. Kilisenin de bir bakıma anayasa
hocası idi denilebilir. Üzerinde titizlikle durduğu noktalardan biri de

68
Milliyet, 19 Kasım 1977 (Ferit Özcan’ın açıklaması)’ndan aktaran Talip
Atalay, “Lozan Antlaşması Öncesi ve Sonrasında Süryani Eğitim
Kurumları”, Khuka, Cilt.VIII, Sayı.1, Diyarbakır, 2005, s.63-69.
69
1915’te Mardin’i ziyaret eden Enver Paşa’ya, Patrik III. İlyas’ın şöyle
dediği söylenir: “Efendim, biz Süryani Kadimler Osmanlı’yız. Devletimize
bağlıyız. Devletten yardım bekliyoruz.” (Nsibin, Sato:15, Menyonu:66,
(Sweden 2001), s.71’den aktaran M. Cengiz Yıldız, “Midyat Ve Çevresinde
Dinlerarası Hoşgörünün Tesisinde Örnek Bir Şahsiyet: Fethullah Hamidi”,
http://www.e-sosder.com/tezdetay.php?id=5)
70
Dolapönü, Tarihte Mardin, s.13.
71
A.g.e., s.12-13.

293
Makalelerle Mardin

cemaatin dinî kuralları ve âyini daha iyi anlayabilmesiydi. Bu sebeple


o, her bakımdan Türk olan Süryani cemaatinin dinî kuralları ve âyini,
ancak Türkçe olduğu takdirde en iyi şekilde anlayacağına karar
vererek dinî kural ve âyini Türkçe’ye çevirmeyi uygun görmüş ve
başarıyle tatbik etmiştir.”
1293’ten 1932 yılına kadar Süryani Kadimlerin Patriklik
Merkezi Mardin olmuştur. 118. Süryani Kadim patriği İlyas Şakir
Efendi, 1932’de Mardin’den Musul’a giderek oradaki Kadim Süryani
cemaatini ziyaret etmiş, oradan Hindistan’a geçerek Kerela kentinde
vefat etmiştir. Bunun üzerine Patriklik Kürsüsü, Patrik Afram
Barsavm’un patrikliği zamanında (1933) “görülen lüzum üzerine”
Humus’ta toplanarak Patriklik Merkezini “muvakkaten” Humus’a,
Patik III. Yakup zamanında 1959’da ise Şam’a nakledilmiştir.
Humus’ta alınan bu kararın Mardin Süryani cemaati tarafından da
hüsnü kabul gördüğü, Dolabani’nin “cemaatin arzusu doğrultusunda”
cemaati adına yeni patriği kutlamak üzere 2 Ekim 1933’te tarihinde
yaptığı ziyaretten72 anlıyoruz. O günden bugüne Mardin’de bir
metropolit bulunmuştur, ancak Süryani Kadim cemaatinin Patriklik
Merkezi Mardin’in elinden çıkmıştır. Bununla birlikte Mardin’in
gerçekte Patriklilik Merkezi olma niteliğini kaybetmediği ileri
sürülmekte, buna kanıt olarak da Patriklik Merkezi unvanını Mardin’e
bahşeden Kutsal Taş’ın Deyrulzafaran Manastırı’nda bulunması
gösterilmektedir73. Ki bu sav ilk bakışta bile tartışmaya açıktır.
Yuhanna Dolabani kaynaklı bu savı tartışmak boşunadır, çünkü
Patriklik Merkezi Süryani Kadim Patriklik Kürsüsünün kararıyla, yani
Süryani ruhanîlerin kendi istekleri üzerine olmuştur; dolayısıyla
herhangi zorlama mevzu bahis olmamıştır, en azından Süryani
yazınında böyle bir zorlamadan söz edilmez. Gerçekte ise Patriklik
Merkezinin Mardin’den naklinin nedenlerini Türkiye Cumhuriyeti’nin
1923 yılından itibaren İslam’ın hilâfet kurumu ile diğer ruhanî
makamlar karşısındaki tavrını ve geniş anlamda layiklik yolundaki
Türkiye sınırları içindeki ruhanî merkezlerin durumuyla
karşılaştırılarak açıklamak daha isabetli olabilir. Atatürk, Mayıs
1924’te verdiği bir demeçte, ruhanî kurumların tek hukuklu devlet

72
Atalay, “Yuhanna Dolabani”, s.238.
73
Dolabani, Tarihte Mardin, s.165-166.

294
Dini Topluluklar

sistemiyle uyuşmaz bir nitelikte olduğunu şöyle açıklar74: “Hilâfetle


beraber Türkiye’de mevcut olan Ortodoks ve Ermeni kiliseleri ile
Musevi hahamhanelerinin ortadan kalkması lâzımdır. Hilâfet ve
muhtelif patriklikler asırlardan beri ruhanî daire-i salâhiyetleri
haricinde muazzam imtiyazat topladılar. Halkın mütalâasına
müsteniden bahşedilen hukuk haricinde imtiyazat ile Cumhuriyet
idaresinin tatbiki kabil değildir. Mazide bilhassa Abdülhamit’in
hal’inden sonra Kanun-i Esasimizi ve Meşrutiyet kavaninimizi
Garp’in medeniyet makinesine imtisalen tadil etmeye çok çalıştık.
Fakat bu teşebbüsümüz akim (yarım) kaldı. Zira her hatvede
patrikhaneler ve hilâfet gibi siyasî, dinî müessesatın hukuku ile karşı
karşıya geldik.”
Süryani Kadim cemaatinin Türkiye Cumhuriyeti ile ilişkilerini
belirleyen bir diğer etken de Lozan Antlaşması’dır. 1923 Lozan
Antlaşması gereğince Süryaniler bir dinsel azınlık olarak tanınmış
değildir. Süryaniler de ne böyle bir talepte bulunmuşlar, ne de
Lozan’da temsil edilmek istemişlerdir. Hatta, burada verilecek
muhtemel hakları Patrik İlyas Şakir tarafından şiddetle reddedilmiş,
Süryanilerin Müslüman-Türklerle birlikte ve aynı statüde yaşamak
istediklerini, yalnızca Suriye’ye göçen Süryanilerin göçlerinin
durdurulması ve yeniden Türkiye’ye dönmeleri gerektiğini
belirtmiştir75. Bu konuda da herhangi talepte bulunmadıkları gibi,
Müslüman Türklerle aynı koşullarda ve aynı statüde bulunmak
istediklerini, İlyas Şakir Efendi’nin Celal Nuri İleri’ye verdiği ve
ondan sonra çeşitli gazetelerin dikkat çekici bir demeç olarak
alıntıladıkları 4 Şubat 1923 tarihli demecinde görüyoruz. Bu demeç, o
günden bu güne Süryanileri resmen azınlık olmaktan çıkaran bir kanıt
olmuştur. Bu nedenle Lozan Barış Konferansında Süryani konusu
gündeme gelmemiştir. 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış
Antlaşması hükümleri gereğince yalnızca Yahudiler, Ortodoks
Ermeniler ile Ortodoks Rumlar azınlık olarak kabul edilmiş ve bunun
ayrıntıları açıklanmıştır. Önce Yahudiler sonra da Ermeniler ve

74
Mustafa Oral, “Son Osmanlı Halifesi’nin Sayılı Günleri”, V. Uluslararası
Atatürk Kongresi (Ankara, 8-12 Aralık 2003), C.II, Ankara, Atatürk
Araştırma Merkezi, 2005, s.1373-85. Atatürk’ün bu konuşması için:
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.III, Ankara, Atatürk Araştırma
Merkezi, 1997 s.102-03.
75
Aydın, Mardin, s.364.

295
Makalelerle Mardin

Rumlar, 1928 yılında Lozan’dan kaynaklanan azınlık haklarını tek


taraflı olarak cumhuriyet hükümetine devretmişlerdir76.
Kadim Süryani Patriklik merkezinin Mardin’den, daha doğrusu
Türkiye’den ayrılarak Suriye’ye yerleşmesi durumunun bir keyfiyet
ile değil, zorunluluk sonucunda gerçekleştiği benzeri ruhanî
kurumların durumlarından da anlaşılabilir. Örneğin 30 Kasım 1925’te
çıkarılan Tekke, Zaviye ve Türbelerin kapatılmasına ilişkin
kanununun yürürlüğe girmesinden sonra Mevlevîlerin merkezî tekkesi
olan Konya Dergâhı yerine Halep’teki Mevlevî Tekkesi merkez
sayılmaya başlanmış, Mehmet Bâkır Çelebi de, babası Abdülhalim
Çelebi tarafından Halep Dergâhına Postnişîn olarak tayin edilmiştir.
Bu gelişmeden Mustafa Kemal de haberdar edilmiştir77. Bütün
bunlardan sonra anlaşılmaktadır ki, Cumhuriyet’in ilk yıllarında
çıkarılan bir takım kanunlarla yönetim ve toplum layikleştirilirken,
toplumla devlet arasında bulunan kimi aracı kurumlar, ki bunların
başında dinsel nitelikli olanlar gelmektedir, ortadan kaldırılmak veya
en azından etkisizleştirilmek istenmiştir. Bu gibi hareketlerde herhangi
din ve ırk ayrımı yapılmadığı gerek Ortodoks Kilisesi, gerek Mevlevî
Dergâhı, gerekse Süryani Patriği örneğinden anlaşılmaktadır. Kadim
Süryani yetkililerine göre, Patriklik Merkezinin Mardin’den ayrılması
1924 Anayasasına ruhanilerle ilgili konulan bir kanundan
kaynaklandığı belirtilir (bunun hangi kanun olduğu
belirtilmemektedir) ki, bu da tarihsel gerçeğin bir başka parçasıdır.
Genç Türkiye Cumhuriyeti çıkardığı bir kanunla Türkiye’de ruhanî
olarak görev yapacak şahıslara Türk kimliği taşıma zorunluluğu
getirilmiştir. Bu durumda Patrik III. İlyas Şakir’in halifesi Afram
Barsavm’ın Irak uyruklu olması, Türkiye’de görev yapmasını hukuken
engelliyordu. Gabriyel Akyüz’e göre, “Patriklik merkezinin tekrar
Türkiye’ye getirilmesi, ancak Patrikliğe seçilecek kişinin Türk kimliği
taşımasıyla mümkün olabilecektir.” Şimdiki Patrik, Antakya ve Bütün
Doğu’nun Elçisel Kürsüsü Reisi olan 122. Patrik Moran Mor İgnatios
I. Zeka Ayvaz’dır78. Şimdiki Patrik’in Süryani Kadim cemaatine
söylediği “İyi bir mümin olmanın yolu iyi bir vatandaş olmaktan

76
Paul Gentizon, Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu, çev. Fethi Ülkü,
Ankara, 1983, s.219-220.
77
Celâleddin Çelebi, Hz. Mevlâna, Konya, Konya Valiliği Yayınları, 1992,
69.
78
Akyüz, Tüm Yönleriyle Süryaniler, s.200.

296
Dini Topluluklar

geçer” sözleri, Süryanilerin Türkiye’deki durumlarını yansıtan ve


diğer dinsel gruplardan ayıran önemli bir kılavuzdur.
*
Sonuç olarak, Mütareke ve Kurtuluş Savaşı yıllarında
Süryaniler, gerek Osmanlı yönetimine gerekse Kemalist harekete karşı
olumsuz bir tutum içinde olmamışlar, mümkün olduğu kadar Türk
Kurtuluş Savaşı’na katılmaya ve katkıda bulunmaya çalışmışlardır.
Pek çok Süryani’nin şehit ve gazi olarak Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın
kazanılması yolunda çalıştıkları tarihsel bir gerçektir. Ancak, kimi
zaman da bireysel (münferit) düzeyde olumsuz gelişmeler olmakla
birlikte, bunlar bütün Süryani Kadim cemaatini bağlamaktan uzaktır.
Yalnızca savaş döneminde değil, barış döneminde de Türklerin
yanında yeralan Süryanilerin Türkiye Cumhuriyeti ile hiçbir sorunları
olmamıştır. Kimi zaman bu kadim cemaate olumsuz bakışların
ardında Süryanilerin Türkiye’deki diğer azınlıklarla karıştırılması
nedeni vardır. Süryanileri Türkiye’de devletle yakınlaştıran Mardin’in
son Süryani Kadim Patriği İlyas Şakir Efendi olmuştur. Mor İgnatios
III. İlyas Şakir Efendi, on beş yıllık patrikliği zamanında, gerek
Osmanlı idaresiyle gerekse Kemalist yönetimle yakın ve sıcak ilişkiler
kurmuş, Süryani toplumunun Türkler’le kaynaşması ve kimi
sorunların çözümünde önemli çalışmalar yapmıştır. Bunlardan başka,
cemaatinin, Kemalist reformlara katılarak modernleşmesi yolunda
öncülük yapmıştır. Özellikle, layiklik yolundaki tutumu takdire
şayandır. İlyas Şakir Efendi’den sonraki dönemde Mardin Süryani
Kadim cemaatinin başına gelen Yuhanna Dolabani ile diğer ruhanîler
de son patriğin açtığı yoldan gitmeye devam etmişlerdir. Bu kadim
cemaatle ilişkilerin daha güzel bir şekilde ve ortamda devam etmesini
temenni ederiz.

297
YAŞAR KEMAL’İN ROMANLARINDA YEZİDİLİKLE İLGİLİ
İNANÇLAR
Mümin TOPCU*

Bildirimizde, Güney Doğu Anadolu’da çoğunlukla da Mardin’de


yaşayan Yezidilerle ilgili Yaşar Kemal’in “Kimsecik” üçlüsünde
“Yağmurcuk Kuşu, Kale Kapısı ve Kanın Ses; “Bir Ada Hikayesi”
dörtlüsünün “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana” romanlarında işlenen
inançlar başta olmak üzere verilen önemli bilgiler üzerinde duracağız.
Bu inançları halka inancı, şeytana tapma, kutsal mekan Lalişteki Şeyh
Adi bin Misafir’in dergahı, güneşe, toprağa, ateşe tapma, ilk ışık dua
etme, adam öldürme, Yezidilerin hazinesi, kara yılan (ejderha) ve
tavus kuşuyla ilgili inançlar şeklinde özetleyebiliriz.
Otobiyografik bir roman olan Kimsecik üçlüsünde Yaşar
Kemal’in ailesi, I. Dünya Savaşında Rusların Doğu Anadolu’yu işgali
sırasında Van’dan Çukurova’ya göçer. Savaşta kimsesiz kalmış
binlerce çocuk ortalıkta dolaşmaktadır. Bu göç esnasında
Mustafa’nın (Yaşar Kemal) babası, yolda yaralı ve kimsesiz bir çocuk
bulup, yanlarına alarak onu evlat edinir. Geçmişi belirsiz olan bu

*
Mümin TOPCU Dicle Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim
Elemanı
Makalelerle Mardin

çocuğun, ailesi öldürülmüş Yezidi çocuklarından biri olabileceği


ihtimalinden hareketle, Yezidi inançları anlatılır.
“Bir Ada Hikayesi” roman serisinde, Sarıkamış savaşında
Osmanlı ordusu bozguna uğrayınca bazı askerler, firar edip güneye,
batıya, Orta Anadolu’ya gelirler ve köyleri talan ederler. “Fırat Suyu
Kan Akıyor Baksana” romanında bu askerlerden biri olan Abbas’ın
hikayesi geri dönüşlerle (flash-back) anlatılır. Abbas’ın başından
geçenler anlatılırken Yezidi kırımından, Yezidilikle ilgili inanışlardan
sıklıkla bahsedilir.
Kale Kapısı 13-14-16-19-51. ve Kanın Sesi 442. sayfalarda
halka çizme inancı anlatılır. Salman kendisini evlat edinen babası
İsmail Ağayı hançerle öldürür. İsmail Ağa’nın adamları ile oğlu
Mustafa ve Salman arasında mücadele anlatılırken Salman’ın
Yezidi olabileceğinden hareketle “halka inancı” anlatılır. İsmail
Ağanın oğlu Mustafa ve adamları, Salman’ın etrafına halka çizip,
daraltarak onu yakalayıp öldürmeye çalışırlar. Salman ise halkanın
bitirilemediği yerden kaçar. Çizginin bitirilebilmesi durumunda
Salman’ın, halkanın dışından birinin müdahale etmemesi halinde,
ölünceye kadar içerde kalacağına inanılır. Bu inanç, Salmanla yapılan
mücadele esnasında tekrarlanan en önemli motiflerden biri olarak
dikkat çeker.
Kanın Sesi 442’de Mustafa, Salman’ın etrafına halka çizer ve
Salman, Mustafa’nın çizdiği halkayı sanki o çizgi hiç çizilmemiş gibi
geçer. Mustafa bu duruma şaşırarak: “bu Salman Yezidi değil, dedi.
Yezidileri Mardin’de, çöldeki tepelere getirdiler, tepenin eteğine bir
adam bir geniş çizgi çizip sonra gider. Yezidiler, yedi gün yedi gece
orada, onları bekleyen bir nöbetçi olmadan çoluk çocuk, yüzlercesi,
güneşin altında aç susuz kalarak beklerler, canlarını kurtarmak için
çizgiyi aşamazlar. Yedi gün sonra atlara adamlar gelir ve hepsini
kılıçtan geçirir. Burada Yezidilerde halka inancının ne kadar kuvvetli
olduğuna dikkat çekilerek “Salman Yezidiliği bilmiyor, çocuk, yazık,
unutmuş.” sözleriyle onun çizilen halkayı aşmasının sebebi ortaya
konulur. Yezidilerdeki halka inancı, Yaşar Kemal ve Murathan
Mungan’ın eserlerinde, Yezidilere ait bir inanç olarak anlatılırken,
Yezidilerin inanç sistematiğiyle ilgili bilgiler veren dini ve akademik
kaynaklarda bu konuyla ilgili yer alan bilgiler sınırlıdır.

300
Dini Topluluklar

Yağmurcuk Kuşu 381’de Köylüler, Salman ve annesi üstüne


söylenceler çıkarırlar. Söylencelere göre Salman’ın annesi Zeynep,
oğlu ve kocasıyla Araplardan kaçarak Yezidilerin içine sığınır. Onlarla
birlikte doğan güneşe yüzlerini dönüp, günün ilk ışığı toprağa
düşerken, ilk ışıklarla birlikte başlarını toprağa koyup, doğan güneşe,
ışıklara karşı türküler söyledikleri anlatılarak Yezidilerin temel
ibadetlerinden olan doğan güneşe dönüp ilk ışıklarla birlikte ibadet
etmeleri anlatılır. Geceleri çölde ateş yaktıkları söylenerek
Yezidilerdeki ışık yaymasından dolayı kutsanan ateş inancına gönderme
yapılır ve bu közlerin üstünde ceren etleri kızarttıkları ve közlerin
başında sabaha kadar mor şarap içtikleri anlatılır. Yezidilerde şarap
içmenin haram olmaması vurgulanır. Sonunda ise ilk ışık inancından
bahsedilerek, dünyanın ilk ışıkla kurulduğu ve insanların da ilk
ışıklarla yaratıldıkları vurgulanır.
Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana 247’de Sarıkamış’ta bozguna
uğrayan ve ordudan kaçan askerler, çeteler, bir kısım halk, Kürdü, Arabı,
Türkü silahlanıp Yezidi avına çıkarlar. Liderliğini Genç Bey’in yaptığı
gruba Poyraz’ın içinde bulunduğu küçük, bitkin, yılgın birlik de ister
istemez katılır.
Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana 248-249’da Genç Bey, emri
altındakilere, Yezidilerin kutsal mekanı olan Laliş’te, çok altının ve
Yezidinin olduğunu, Şeytanın evinin de orada bulunduğunu ve
Şeytanın da orada yaşadığını söyleyerek, Laliş’e gidince çok Yezidi
öldürebileceklerini belirtir. Burada Yezidi kırımına iki sebep
gösterilir. Birincisi Laliş’teki altınlar, ikincisi ise inanç
farklılığıdır. İnanç farklılığı kırımın bir sebebi olmaktan ziyade
birinci sebebi gerçekleştirebilmek için bir yardımcı unsurdur.
Kırımı gerçekleştirebilmek için inanç farklılığını ön plana çıkaran
Genç Bey, “Yezidiler Şeytana taparlar, Şeytan da Allanın en büyük
düşmanıdır, onun için biz Şeytanı öldürmeye gittiğimiz için, şehit
düşersek, doğru, sorgusuz sualsiz Allahın cennetine gideriz.”
diyerek adamlarını, Yezidilerle savaşmaya ikna etmek için “Şeytana tapma”
inancını ön plana çıkartır.
Daha sonra Yezidi kırımını yazar, inanç farklılıklarına ve ganimet
elde etme isteğine bağlayarak, toplumda Yezidilik telakkisi, Yezidilerin
inançları, servetleri hakkında efsanevi bilgiler verir. Genç Bey’in
ağzından anlatılanlar bize Yezidilikle ilgili inançlar hakkında

301
Makalelerle Mardin

ipuçları vermekle birlikte, bu anlatımların daha önemli yanı


toplumumuzun Yezidilere bakış açısını ortaya koymasıdır.
Yazar, Genç Bey’in ağzından Yezidilerle ilgili efsanevi bilgiler
vermeye devam eder. Şeytanın evinin duvarları, çatısı, eşik taşı dahi
altındandır ve Yezidilerin hazinesi de büyük avlunun ortasındaki
havuzun altında üç yüz katır yükü altındır ve bu hazineyi kara
yılan (ejderha) ile dev tavus kuşu suretine girmiş Şeytan korur.
Hazineyi elde etmek için Genç Bey’in askerleri, yılanı ve tavus
kuşunu öldürmek zorundadır ve bunlardan, yedi başında yetmiş
akıl olan, Nuh Tufanında Hazreti Nuh’a Şeytanla birlikte isyan
eden ve gemiden kovulan; Adem babamız devrinde de Şeytanla
birlikte Allah’a, ve Hazreti Adem’e isyan eden ve cennetten
kovulan yılanı öldürmek kolay değildir. Çünkü bunlar hem
Allah’a hem de Hazreti Nuh’a isyan etmişlerdir. Hazreti Nuh,
kendine isyan eden, gemisini delen yılanla Şeytanı gemisinden
kovmuş ve yılan da Şeytanın sırtına binip, sular çekilince Laliş’e
inmişlerdir. Hazreti Nuh, Şeytanla yılanı gemisinden
kovmasaymış, hiçbir yaratık olmaz, dünya Şeytanla yılana
kalırmış.
Burada Laliş’in huzurdan kovulmuşların ve lanetlenmişlerin
yurdu olduğuna dikkat çeken Genç Bey, adamlarını Yezidilerle
savaşmaya ikna etmek için “Şeytana tapma” inancını efsanelerle
destekleyerek ve bu inancı ön plana çıkartarak adamlarına, Laliş’e gidip
Şeytanla yılanı, onlara tapanları öldürmeyi teklif eder, kabul
etmezlerse tek başına gideceğini, Şeytanı öldüreceğini, sonra de
cennette gidip orada ebediyen yaşayacağını söyler. Bu telkinlerle
adamlarını ikna eden Genç Bey, emri altındakilerle yola koyulur.
Laliş’e varınca adamlarının yarısı attan inmeden Yezidiler tarafından
kurşunlanarak öldürülür. Kalan adamlarıyla birlikte geri çekilirler.
Geceleyin uyurlarken Poyraz, arkadaşlarıyla kaçarak, Urfa’ya gelir ve
askerler tarafından tutuklanır. Orada Fransızlarla savaşan askerlere
katılır ve onları, Urfa’dan çıkarırlar. Daha sonra da Badevi Araplarla
mücadele ederler. Bedevi Arapların adamlarından biri, Abbas’ın da
içinde bulunduğu askerler tarafından öldürülür. Kan davası gütme
geleneğinin yaygın olduğu Bedevi Araplar, Abbas’ı öldürmek için takibe
başlarlar. Abbas kaçarken yaralanır ve Emir’in çadırına sığınarak canını
zor kurtarır.

302
Dini Topluluklar

Emir’in koruması altında yaraları iyileşen Abbas, ondan


Yezidilerin inançları, hayata bakış açıları, dinleri, dilleri hakkında
bilgiler alır. Yezidilerle ilgili “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”
romanında 254. sayfaya kadar anlatılanlar, Genç Bey’in ağzından
Abbas’a ve arkadaşlarına anlatılır ve bunlar anlatılırken Yezidi
kırımını gerçekleştirip ganimet elde etme amacı güdülür. Bundan
sonra anlatılanlar ise farklı bir özellik arz eder. Çünkü Emir
tarafından Abbas’a anlatılanlar, Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana
257’de “Ben İstanbul’da, Fransa’da okurken arkadaşlarıma
Mezopotamya’yı, Mezopotamya tarihini, insanlarını anlatıyordum.
Bu arada da bir gün Yezidileri anlattım onlara.” diyen Emir’in
ağzından verilmiş olup, Yezidiler hakkında akademik sayılabilecek
bilgiler içerir.
Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana 254-256’da Emir, Abbas’a
Yezidiler’in kutsal mekanı Laliş’te Yezidilerin, Şeyh Adi bin
Misafir’in dergahına yüz sürdüklerini belirtir. Asker kaçaklarının,
Kürtlerin, Türklerin, Arapların Yezidi soykırımları yaptığını söyler.
Yezidi kırımı sebebiyle “Fırat’ın, günlerce, aylarca insan ölüleriyle dolup
taştığını “Fırat suyu kan akıyor baksana” diyerek “Bir Ada Hikayesi”
roman dörtlüsünün birinci cildinde bu ifadeyi roman ismi olarak kullanır
ve ayrıca “Dicle günlerce, aylarca insan ölüleriyle doldu da taştı.” diyerek
Yezidi kırımından bahseder.
Ayrıca Laliş’te Yezidilerin, Şeyh Adi bin Misafirin dergahına
yüz sürdüklerini belirtilerek Yezidilerin önemli ibadetlerinden biri olan
Haç ibadeti anlatılır. Yezidiler, Ekim ayının ilk haftasında Irak'ta
bulunan Şeyh Adiy'in mabedini ziyaret edip hac ibadetlerini yerine
getirirler.
Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana 259’da Emir, Abbas’a seni
Şeyh Adi bin Misafir’in dergahına götüreyim. Çok ilginçtir. Laliş,
sanıyorum ki kutsal bir koyaktır, belki de Sümerlilerden bu yana. Belki de
ilk ateşin parladığı yerdir. İnsan Laliş’e varınca, bu dünyadan her şeyiyle
ayrılıyor, başka, büyülü bir dünyaya giriyor, burada doğmuş
büyümüşçesine hemen oraya alışıveriyor, bir daha da oradan ayrılmak
istemiyor. Buraya gelip de bir daha dışarıya hiç çıkmayan çok kişi
biliyorum.” diyerek Yezidilerin kutsal mekanı Laliş’i anlatılır ve sonra
da orada yer alan yılan tasvirinden bahseder. Şeyh Adi bin Misafir’in

303
Makalelerle Mardin

türbe kapısının sol yanında bir buçuk insan boyundan uzun üç büklüm
bir yılan tasviri; sağ yandaki duvarda da birçok büyülü resim vardır.
Emir: “Bunlar Şeytana, güneşe, toprağa, ateşe tapıyorlarmış. O
Şeytan ki Allah’a başkaldırmış. Kim gördü Şeytanı. Allah’ın huzuruna
kim gitti? Bir yandan bakarsan Yezidiler haklı. Vareden ve yaratan ki
topraktır, güneştir, sudur, havadır. Yezidiler günde üç kere, bir sabah
gün doğarken, bir kez de tam öğleyin, güneş tepedeyken, bir de gün
batarken yönlerini güneşe dönüp dualarını okuduklarının belirterek
Yezidilerin inançlarını yüceltip onların bütün sürgünlere, işkencelere,
aşağılanmalara gösterdikleri direnci takdir ederek: “Şu insanoğlunda
öylesine bir güç var ki tükenmiyor, çürümüyor, ölmüyor, toprak
gibi, ışık gibi, su gibi. Ben Yezidi değilim, ama onların direnme
güçlerini, insanlıklarını, dostluklarını seviyorum, onların
dirençlerine saygı duyuyorum.” diyerek Yezidilerin dirençlerini,
insanlıklarını yüceltir, onların insan öldürmediklerini, insan
öldürenlerin Yezidilikten çıkarıldıklarını anlatır; savaşı, kırım
olarak görmelerine ve savaşa katılmamak için direnmelerine dikkat
çeker.
Emir, Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana 256’da Yezidilerin
bizim gibi kalıplaşmış dualarının olmadığını, herkesin güneşin
karşısında içinden o anda ne geçiyorsa güneşe söyleyerek ibadet
ettikleri anlatır. Daha sonra Emir, Yezidilerin ibadet şekli üzerinde
değerlendirmeler yaparak:
“Belki de insan soyunun şimdiye kadar söylediği en güzel
dualar bunlardır. Belki de en güzel türküler, en güzel şiirler bu
dualardan çıkmıştır. Belki de Mezopotamyanın bütün destanlarının
temelinde bu dualar vardır.” diyerek duaların halk kültürü
üzerindeki katkılarına dikkat çeker.
Emir: Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana 256’de “İnsanlık çok
eskidir oğlum. Milyonlarca, milyarlarca insan, milyarlarca
düşünce yaratmışlar. Milyarlarca destan, türkü, şiir yaratmışlardır.
Şu insanların birinci derdi de kendinin ve insanların gizine ulaşma
çabası olmuştur. Bugün, insan evrende insanı bildiği kadar hiçbir
şeyi bilmez. İnsan, insan olduğundan bu yana öldürmekten,
savaştan iğrenmiştir ya gene de öldürmüştür.” diyerek insanlığın
milyarlarca yılda oluşturduğu düşüncelerin, birikimlerinin,
destanların, türkülerin, şiirlerin “insan gizine ulaşmada” ve “insanı

304
Dini Topluluklar

tanımada” önemli unsurlar olduğu vurgulanır. Yüzyıllar boyu


insanların birbirlerini öldürmede de bir gizemin bulunduğunu ve
bu gizeme ulaşmak için de insanlık birikiminden faydalanma
çabasında olduğuna dikkat çeken Yaşar Kemal, Bosquet ile yaptığı
bir konuşmada: “İnsan gizemine hep varmağa çalıştım, benim
maceram insan gizemine varmak içindi. Düş gücüne gelince o gün de
bu gün de sonsuz düşler kuruyorum. Düş gücünü yitiren insanın hiç
ümidi olur mu? Umut düş gücünün yarattığı ve insanoğlunun yarattığı
en büyük değerlerden birisi değil mi? İnsan umut yaratmadan
yaşayabilir mi? İnsanı ölümsüzlük düşüncesine götüren yarattığı umut
ve gizem değil mi?” (Bosquet 1993: 85) diyerek onun romanlarının
temellerini oluşturan kültürel unsurlar altında ele alınan yapıyı
“gizem-düş-umut-ölümsüzlük düşüncesi” şeklinde özetleyebiliriz.
Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana 267. sayfadan sonra Abbas,
ismini Bedevi Arapların takibinden, öldürülmekten kurtulmak için
Emir’in de isteğiyle, “Poyraz Musa” olarak değiştirir.
Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana 262’de Emir’in çadırına sığınan
Abbas, Yezidilerin de kendisini, öldürme düşüncesiyle takip edeceğinden
şüphelenir ve Emir: Yezidiler de senin burada olduğunu öğrenmişler.
Yalnız onlar, ne yaparsan yap, insan öldürmezler. Şeyh Adi’nin türbesine
girsen, özür dilemeye geldin sanırlar, sana saygıda kusur etmezler.”
diyerek Yezidileri yüceltir.
Melek Tavus inancı Yezidilik inançlarında önemli bir yer tutar.
“Melek Tavus, hiçbir şey yokken vardır. Melek Tavus Tanrını katında
mütemadi olarak Yezidilerin sıkıntılarını gidermek ve onlara yardım
etmek için yeryüzüne gelir.” (Taşğin 2005: 20)
Romanda sık tekrarlanan bir motif de gün ışırken bir kez öten fakat
kendisi görünmeyen ak bir kuştur:
Bu kuş Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana 263’de “Eski
Mezopotamya dinlerinin bir tanrısı olacak bu.” ifadesiyle Yezidilerin
“Melek Tavus” inancına göndermeler yapılır. Kimsenin görmediği bu
kuşu görünmemesi sebebiyle herkes değişik bir şekilde tasvir etmiştir.
“Yezidilik inancında Tanrı, dünyanın koruyucusu değil sadece
yaratıcısıdır. O, faal değildir ve dünya ile ilgilenmemektedir. Tanrı
iradesinin faal ve yürütücü uzvu, Tanrı'nın ikinci şahsiyeti olan Melek
Tavus’tur. Melek Tavus, Tanrı ile bir, çözülmez bir şekilde Tanrı’ya

305
Makalelerle Mardin

bağlıdır. Bu anlamda Yezidiler, tek tanrılı olarak kabul edilebilirler.


Ancak Yezidi inancında, Tanrı ile insan arasında vasıta olarak hizmet
gören yari ilahlar bulunmaktadır. Yezidilere göre; Melek Tavus, bir
iyilik tanrısıdır.” http://dunyadinleri.com/yezidilik.htm
Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana 268’de Melek Tavus inancında
iyilik tılsımı inancına paralellik arz eden gövdesi lapis, başı, kanatları,
kuyruğu altın iyilik tılsımı bir kuş anlatılır. Emir Sultan tarafından
Poyraz Musa’ya hediye edilen bu kuş, iyilik tılsımı olmasının yanı sıra,
Yumurtasından yedi bin yıl önce çıkmıştır ve her sabah öter, kuşu
üstünden ayırmadığın zaman insana hiçbir kötülük yaklaşamaz.
Yaşar Kemal, Yezidilik inançları ve Yezidi kırımıyla ilgili
“Yağmurcuk Kuşu, Kale Kapısı, Kanın Sesi, Fırat Suyu Kan Akıyor
Baksana” romanlarında teferruatlı bilgiler vermektedir. Biz bu
çalışmamızda roman kurgusu içerisinde anlatılan bilgileri, özellikle
Yezidilik inançlarıyla ilgili anlatılanları, değerlendirmeye çalıştık. Bunun
yanı sıra bu romanlarda sıklıkla Yezidi kırımından bahsedilmektedir.
Yezidi kırımının olup olmadığı tartışmasını tarihle ilgili çalışmalar
yapanlara bırakıp, burada Yezidilik inançlarının Yazidi Kırımıyla
birlikte anlatılan bölümlerine, inançlarla ilgili olmak şartıyla,
çalışmamızda yer verdik.
Yaşar Kemal, gençliğinde Adana’da, önde gelen folklor ve halk
edebiyatı araştırmacılarımızdan Pertev Naili Boratav’dan, derleme
metotlarını öğrenir. Daha sonra Güney Doğu Anadolu bölgesi başta
olmak üzere Anadalu’nun çeşitli bölgelerini gezer, röportajlar yazar,
derlemeler yapar. Yazarın romanlarında geçen bilgileri
değerlendirirken, bunların derleme özelliği gösteren önemli bilgiler
olabileceği gözden uzak tutulmamalıdır. Burada anlatılan Yezidilikle
ilgili inançların birçoğunun dini ve akademik belgelerdeki bilgilerle
kıyasladığımızda birçok bilginin bu belgelerle paralellikler
gösterdiğini bazen de onları aştığını görmekteyiz, bu da Yaşar
Kemal’in romanlarında yer alan bilgilerin önemini artırmaktadır.
Ayrıca bu bilgileri romanlarında işlerken diğer halk kültürü
unsurlarında olduğu gibi yazarın, esas motiflere bağlı kalmak suretiyle
işleyerek dönüştürüp roman kahramanlarına uyarladığı da göz önünde
tutulmalıdır.

306
Dini Topluluklar

Bibliyografya:
1. Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana, 2004, Yapı Kredi
Yayınlar, İstanbul
2. Yağmurcuk Kuşu, 1995, Adam Yayınları, İstanbul
3. Kale Kapısı, 1995, Adam Yayınları, İstanbul
4. Kanın Sesi,1995, Adam Yayınları, İstanbul
5. Ahmet Taşğin, 2005, Yezidiler, Aziz Andaç Yayınlar,
Ankara
6. Alain Bosquet,1993, Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor,
Toros Yayınları, İstanbul

307

You might also like