You are on page 1of 108

1

Editörden
Değerli Mevlâna bendeleri,

Vakt-i şerifleriniz hayrola…

Hazret-i Mevlâna Hz. Kur’ân ve Sünnet’ten feyz ile ‘Efendimizin

ahlakı ile ahlaklanmak’ hakikatını ve bu hakikat yolcusunun da güzel

ahlak üzere ulaşacağı nimetleri bir cennet muştusu olarak eserlerine

nakşeylemiştir. Mesnevi-i Şerif başta olmak üzere Hz. Pir’imizin ikrar

ettikleri her kelâm’da sâdır olan aşk-ı Muhammedî, her hallerinden

sâdır olan da ahlak-ı Muhammedî’dir. İkinci sayımızda büyüklerimizin

bizlere önemle arzettikleri “Ahlak” mevzuunu, yine onların engin

görüşleri ışığında, zamanımızın maddiyat cihadından, en büyük

cihadımız olan nefsimize dönerek “Gerçek müslüman cihan’da

herşey’in kendinden emin olduğu kişidir” ifadesinin manasını idrak

etme ve nasiplenme gayesi ile ele almaya çalıştık.

Cenab-ı Allah’tan biz kullarını Hazret-i Kur’ân’ın, Besmele-i şerif’in

ve vücûd bulmuş hali olan Efendimizin ahlakı ile ahlaklamasını niyâz

ederiz.

Gayret bizden, Tevfik Allah’tandır.

İllâ Hûû, Dâim Hûû


2
Şubat Sayı - 2
Celâleddin Bâkır Çelebi Mevlâna ve Ahlâk 4
Prof. Dr. Süleyman Uludağ Mevlâna’nın İbadet ve Ahlâk anlayışı 6
Mevlevî Şahsiyetler Mehmed Said Hemdem Çelebi 12
Ö. Tuğrul İnançer’den Sohbetler Güzel ve Çirkin 15
Semih Ceyhan Bir Mukabele Üç Devir - Mevlevî Yolu 18
C. Berberoğlu Yün, Keçe, Sikke ve Derviş 24
Ayin Bestekârları Buhûrî-zade Mustafa Itrî Dede Efendi 29
Naât-ı Mevlâna Ve Itrî’ye Dair 31
Mevlevî Ayinlerinden Segah Mevlevî Ayin-i Şerifi 32
Âsitâne Mevlevî Kültür Dergisi
Mevlevî Ayininde Manevî İşaretler -II 34 www.semazen.net
Semazen Yayın Grubu E-Dergisidir.
Adab ve Erkân Nezr-i Mevlâna 42
Tahiru’l Mevlevi’den Mesnevî Dersleri -II 44
Semazen Yayın Grubu Adına
Anma Abdülbâki Baykara Efendi 50 İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni
Mehmet Emin Holat
Mesnevî’den Hikayeler Haddi Aşmak 54
Sanat Mevlevilikte Sanat 56 Yazı İşlerinden Sorumlu
Selin Turan McCallum
Mevlevihâneler Kütahya Mevlevîhânesi 58
Mutriban Ney 60
Kapak Fotoğrafı
Mûsikimizden Mustear İlahi 64 Semazen Arşiv

Mûsikişinaslar Zekai Dede-zade Ahmet Irsoy 65


Bu sayı'nın hazırlanmasında değerli
Ali Işık Mevlevî Mektupları 2 68 katkılarını esirgemeyen
Sayın Timuçin Çevikoğlu, Kagan Ulaş,
Tanıtım Mevlevî Evrâd-ı Şerifesi 70 Yaşar Enis Diker, Maarif Erdem'e
ve Logo çizim için Muhammed Başdağ'a
Mevlevî Tarihinde Şubat 71
teşekkür ederiz
Geçen Ay Ne Oldu 72
Mevlevîlikle İlgili Sorulanlar 73
Âsitâne Mevlevî Kültür Dergisi
736. Vuslat Resim Albümü 75 Yıl: 1 Sayı: 2 - Şubat 2010
Yayın Tarihi: 15 Şubat 2010

3
Mevlâna ve Ahlâk Dr. Celâleddin Bâkır Çelebi

B ir gönül
eğitimcisi ,
her fırsatta dile getirir. Ancak ahlaki güzelliğin,
ya da onun diliyle edebin gösterişte kalmaması,
gönülde yerleşmesi şarttır. (Mesnevi, II / 3249-50)
arayış içindeki
ruhlara şifa Bunun için hırs, kıskançlık , kibir, yalan, iki
olan Mevlana; yüzlülük, gıybet gibi kötü huylar terk edilmelidir.
insanlara
sevgiyi, aşkı Zira hırs insanın temiz bir göz, akıl ve kulak
anlatırken , edinmesine manidir; kalbi körleştirir. (Mesnevi,
örnek insan II / 575)
olmayı da
öğretir. Güzel Kıskançlık; bütün kusurların mayası, en kötü
ahlak sahibi huydur. (Mesnevi, II / 812-13)
ve gönül
alemi zengin Gıybet, insan eti yemeğe benzer, başkalarının
fertlerden oluşan toplumun mutlu ve huzurlu arkasından dedikodu yapanların ağız kokusunu
olacağı ; eğitimle kötü huylardan arınmanın , Cenab-ı Hak'tan gizlemek imkansızdır. (Mesnevi,
yüksek ahlaki değerler kazanmanın mümkün III/ 107-10 )
olduğu düşüncesindedir. "Din, nasihattir." Ve
"İslam, güzel ahlak dinidir." hadislerinden yola Kibir, daha önceden melek olan şeytanın
çıkarak eserlerini birer öğütler manzumesi lanetlenmesine sebep olmuş, ebediyen aftan
şeklinde insanlığın hizmetine sunmuştur. mahrum kalmıştır. (Mesnevi, I / 3401-02)

Mesnevi'de farklı konulara örnek olarak Mal düşkünlüğü, insanın boğazına takılan bir
anlattığı her hikayeden ahlaki öğütler çöp gibidir. Dünya sevgisi ve mal hırsıyla dolu
çıkarmak mümkündür. Güzel huyların insana olanların boğazındaki bu çöp ebedi saadetin
kazandıracağı değeri, diğer yandan kötü kaynağı olan ab-ı hayatı içmeye engeldir.
huyların da insandan alıp götürdüklerini hemen (Mesnevi, II / 132-33)
4
Bir toplumda rüşvet yaygın hale gelirse, "Hakk'ın bize edeb ihsan etmesini isteyelim.
adalet mekanizması felç olur, zalimle mazlum Zira terbiyeden noksan olan , O' nun lutfuna
birbirinden ayrılamaz. ( Mesnevi , I / 1347). layık değildir.

İsraf kötüdür, en büyük israf ise insanın Edebsizin kötülüğü yalnız kendisine değildir.
zamanını kötü harcamasıdır. (Mecalis-i Saba, 23). Belki bütün dünyaya karışıklık, ateş verir"
(Mesnevi, I / 79-80) sözleriyle Mevlana' nın bu
İnsan öncelikle kendi kusurlarını düzeltmeye konuda önemli bir ikazı vardır. İnsan edebsizlerin
çalışmalı, başkalarının ayıbını görmemelidir. kötülüğünden korunmak için, öncelikle
Başkasında kusur arayanlar, kınadıkları hale dostlarını seçerken dikkatli olmalıdır:
mutlaka kendileri de düşerler. (Mesnevi, II /
3064). "Samed olan Cenab-ı Hakk'ın zatının hakkı için
kötü dost yılandan beterdir.
Yalancıların yeminine inanılmaz, doğruların
ise yemine ihtiyacı yoktur. (Mesnevi, II / 2902-03). Zira kötü yılan, insanın sadece canını alır. Kötü
arkadaş ise , cehennem ateşine rehberlik eder.
Çünkü yalan gönüllerde şüphe doğurur, doğru
söz ise kalbe huzur verir. (Mesnevi, II / 2762). Kötülerle arkadaşlık eden , onlarla düşüp
kalkan; şüphesiz onların kötü huylarıyla huylanır.
Zalim insan zulmünün cezasını görecektir.
Yoksulun gönlünü zulümle kebap eden, aslında Kötü arkadaş, sana gölge salınca o mayasız
kendi budunu kızartıp yemektedir. (Mecalis-i olduğu için , bil ki senin de yolunu keser, mayanı
Saba, 23) çalar." (Mesnevi, V / 2643-46)

Mevlana; alçak gönüllülük, cömertlik, sabırlı Neticede Mevlana güzel ahlak sahibi olmak
olmak, sözünde durmak, sır saklamak gibi için iyi dostlar edinmeyi tavsiye ederken;
huyları metheder. insanları daima iyiliğe davet eder:

Alçak gönüllülük, insanı yücelten bir değerdir. "Yürü, iyilik et ; zaman iyiliği tanır.
(Mesnevi, III / 547-66).
İyilerin iyiliğini unutmaz o...
Meyveli ağacın dalları yere eğilir, meyvesi
yoksa dalları havaya uzanır. Ağaçtaki meyveler Herkesin malı kaldı, senin de kalacak;
arttıkça dalların yere değmemesi için direklerle
desteklerler. Tevazu konusunda, iki alemin Şu halde mal yerine iyiliğin kalması daha iyi..."
meyvelerinin toplandığı Hazreti Peygamber; (Rubailer, 88)
eşsiz bir örnektir. (Fihi Mafih, 164)

Cömertler, özellikle fakir ve muhtaçlara


yardımda bulunanlar cennet selvisinin dalını
tutarlar, verdikleri çoğalarak kendilerine döner.
(Mesnevi, III / 869-70, I / 23335, II/1286 ).

Sözünde durmak, insanın vefası için bir


ölçüdür. Ancak sözüne vefalı insanlar övgüye
layıktır. (Rubailer, 69).

Kızdığı zaman öfkesine hakim olan , Cenab-ı


Hakk'ın hışmından korunur. (Mesnevi, IV / 114).

Sabır, ferahlığın anahtarıdır. Sabırla her güçlük


ortadan kalkar. (Mesnevi, III / 1848).

Mevlana; sonunda pişman olmamak için her


zaman ihtiyatlı olmak, başkalarının halinden
ibret almak, aceleci olmamak, az yemek, az
uyumak ve az konuşmak gibi konuların önemini
de dile getirir. Bu meziyetler hiçbir zaman sözde
kalmamalı, yaşanmalıdır. Zira ameli olmayanın
hikmetli sözü iğreti bir elbise gibidir. (Mesnevi,
II / 676)
5
Mevlâna’nın
İbadet ve Ahlâk anlayışı
Süleyman Uludağ - Prof. Dr.
T asavvuf itikâd, ibâdet ve ahlâk hayatının kapsamlarını bazan çok genişletirler, bazan
belli bir şekildeki terkibidir. Bu üç unsurun da daraltırlar. Bu çerçevede ahlâk-Tasavvuf
birleşmesi her zaman tasavvuf olgusunu konusuna Mevlâna merkezli bakmadan önce
oluşturmaz. Bu olgunun oluşması için söz ahlâkın da tasavvufun da iki temel insanî değer
konusu üç unsurun belli bir şekilde bir araya olduğunu, bu sebeple gerçek tasavvufta insanın
gelmesi ve özel bir tarzda kaynaşması lâzım gelir. daima öne çıktığını belirtelim.
Bundan başka tasavvufun bir de fikir boyutu
vardır. Bu boyut sayesinde tasavvuf bir zihniyet Tevbe: Özür dileme anlamına gelir. Kişi işlediği
ve bir dünya görüşü haline gelir. Bu noktadan günahlardan dolayı yüce Allah'tan, yaptığı
sonra bu zihniyete sahip olan sufide ibadet, kötülüklerden dolayı da O'nun kullarından
ahlâk, insan ve âlem farklı bir anlam kazanır. samimi surette özür diler ve pişmanlık duyarsa
Aşağıdaki örneklerde bunun kısa bir açıklaması işlediği günah ve kötülükleri kabul ve itiraf
yer alacaktır. etmekle beraber bu tür şeyleri bir daha
yapmamağa da kesin olarak karar vermiş
Tasavvuf inanç, düşünce, duygu, ibadet ve demektir, (bkz. Mevlâna, Mesnevi trc. İst. 1968,
ahlâkî davranışlardan oluşan bir hayat tarzı -V-, 183.) Mevlâna, memeden çıkan sütün
olmakla beraber bu çerçevede çok sayıda farklı çıktığı yere dönmesi kadar tevbekâr olan kulun
hayat tarzları da yer alır. Bunların bir kısmı ferdî; günahlara ve kötü işlere geri dönmesi imkânsız
bir kısmı zümrevîdir, cemaat halinde yaşanır. olmalıdır. Nusûh samimî tevbe budur, diyor. O'na
göre bu şekilde tevbe eden bir kul terk ettiği
Tasavvufta ahlâk kurallarına makam denir. günahları ve kötülükleri bir daha işlemek bir yana
Makamların sayıları sufîlerve sufî cemaatlere onları aklına bile getirmez, onlardan bu kadar
göre değişir. Serrâc, Tevbe, Vera, Takva, çok uzaklaşmıştır. Ara sıra aklına gelecek olsa
Zühd, Fakr, Sabır, Rıza, Tevekkül olmak onlardan iğrenir ve onları zihninden uzaklaştırır.
üzere yedi makam zikreder, bunların teker Vefa zamanı cefâ akla gelmez, gelmemeli. Allah
teker açıklamalarını yapar, ama daha başka Teâlâ'nın lütuf ve nimetleri içinde bulunan kul
makamların bulunduğunu da özellikle belirtir. bu halde iken daha önce işlediği günahları ve
[el-Luma, Kahire, 1960, s. 65). Sufîler makamların kötülükleri düşünürse yanlış bir şey yapmış olur.
6
"Falan adam kuşbazdır, ama uygun olmayan işler karşısında rıza halinde olmaya büyük önem
de yapmaz", diyen birine Mevlâna: "Keşke yapsaydı verir. Hak Teâlâ madem ki mumsuz da bize ışık
da tevbekâr olsaydı", demişti. (Cami, 518) vermekte, ateş olmadan da bizi ısıtmakta, mum
söndü, ateş yok diye niye üzüleyim ve sızlanayım,
Vera: Takva günah ve kötülüklerden kaçınmada diyor. (Mesnevî, III, 152, 155). Her şeye hikmet
gösterilen titizliktir. Takva sahibi günahlardaki ve basiret gözüyle bakanlar hangi durum ve
çirkinliği, kötülüklerdeki çirkefliği görür ve ortamda olurlarsa olsunlar rızâ halinde bulunur
bunlardan uzak durur. İradesine hâkim olarak ve ve iyimserliklerini korurlar.
akl-ı selimini kullanarak canının arzu ettiği meşru
ve mübâh olmayan şeyleri yapmadığı gibi gereksiz Tevekkül: Mevlâna, tevekkül çalışmak
ve anlamsız şeyleri, bunlar meşru ve mubah bile ve kazanmaktır, sakın onu tembel olmanın
olsa yapmaz. Takva, tehlikeli bir alana girmek bir gerekçesi haline getirme, diyor ve ekliyor:
yana oraya yaklaşmamaktır. "Tehlikeden sakınmak Hazreti Peygamber "Önce deveni bağla, sonra
farzdır, benden bu samimi sözü duyun" (Mevlâna, tevekkül et", Hazreti Ömer: "Mütevekkil olunuz,
VI, 289) "Dünya külhana, takva hamama benzer. müteekkil olmayınız, yani Allah'a itimad ediniz,
Aç gözlüler hamamı ısıtmak için külhana odun başkalarının çalışarak kazandıklarını yiyerek
taşırken, takva sahipleri bu hamamda yıkanır, geçinmeyiniz" buyuruyorlar. [Mesnevî trc. I, 73,
günah ve kötülük kirinden arınır, sonra da hamamı 76., VI, 92.).
terk ederler". (Mevlâna, IV, 20). İnsan günahsız, kul
kusursuz olmaz. Önemli olan takva hamamında Halvet: Zaman zaman müminin sessiz ve
temizlenmektir, bir daha kirlenmemek için dikkatli ıssız bir yere çekilip iç âlemine dönmesi, kendini
olmaktır. dinlemesi, Mevlâ ile birlikte olması halidir.
Adamın biri halvette tek başına oturan bir derviş
Zühd: Ahiretten çok dünyaya meyletmek ve gördü ve sordu: "Neden yalnızsın!" Cevap: "Yalnız
bağlanmaktır. Ahrette rağbet eden dünyaya karşı değilim, sen gelince yalnız oldum" (Cami, 518).
soğuk olur. Zühd, ihtiraslı, tamahkâr, menfaatperst Hak ile idim, sen gelince ondan ayrıldım ve yalnız
ve maddeci olmamaktır. Kısaca ahiret karşılığında kaldım., esas yalnızlık da budur.
dünyayı satın almaktır. Marifet zühdün ürünüdür
diyen Mevlâna: "Zühdü kendime yol yordam Mevlâna bütün ahlâk kurallarını birbirine
yaptım" diyor. (II, 291, VI, 167). bağlıyor, ibadetlerle de ilişkilendiriyor. O'na göre
şükür, nimet memesini sağmaktır. Sağıldıkça
Fakr: Mevlâna'ya göre, fakr insanı eğiten ve memeden süt gelir, şükredildikçe nimetler
ona yol gösteren süt anne gibidir. [Mesnevi, IV, ziyadeleşir. Allah beden vermiş. Namazda kıyam
151,1,191,198). Utanılacak bir şey değil, övünülecek ayakta durmak bunun şükrüdür, baş vermiş. Alnı
bir şeydir. Hadiste "Ben fakirlikle övünürüm" secdeye koymak bunun şükrüdür. (Fihi Mâ-Fih,
buyrulmuştur. Mevlâna, Hizmetçisine: "Evde trc. İst., 1969, s. 578). Mevlâna, namazdaki her
yenecek içecek bir şey var mı? diye sorduğunda, hareketi şükrün bir simgesi olarak görüyor.
eğer: "Hayır, yok" cevabını alırsa sevinir, şükreder Tevbe, Takva, Zühd, Fakr, Sabır, Rıza, tevekkül
ve "Elhamdülillah hanemiz bugün Peygamber (a.s.) de öyle. Bu tür ahlâki değerleri oruç, zekât ve hac
ın evine döndü", derdi. "Evet, var" cevabını aldığı gibi ibadetleriyle de yorumluyor. Diğer yandan
zaman da: "Bugün bu haneden Firavun kokusu ibadetlerin ahlâkî hayat üzerindeki olumlu
geliyor" derdi. (Cami, Nefhatü'l-üns trc. İst., 1289. etkilerine de dikkat çekiyor. O'na göre ibadet ve
s. 517) ahlâk et ile tırnak gibidir, birbirlerinden ayrılmaz.

Fakirlik cevherdir, geri kalanlar araz, diyor Adamın biri yol üstünde diken ağacı
Mevlâna. dikmiş, yoldan geçenlere batıyor, elbiselerini
yırtıyormuş. Adama bu durum anlatılmış ve
Mevlâna, evini çıra ile aydınlatırdı. Derdi ki, dikenleri sökmesi istenmiş. Adam, "olur" demiş,
evi şamdanlarla aydınlatmak zenginlere, çıra ama sökmeyi ihmal etmiş. Mevlâna diyor ki:
ile aydınlatmak fakirlere özgüdür. (Cami, 518). "Kötü huylarını diken, bunu bil ve insanlara
Mevlâna zenginleri ve zenginliği kötülemezdi, ama verdiği ezayı unutma. Bugün yarın sökerim
fakiri zengine, fakirliği zenginliğe tercih ederdi. diye de ihmal etme. Hemen şimdi! Zira sen
yaşlanırken dikenler gençleşmekte, çoğalmakta
Sabır: Mevlâna, sabır insanın göğsünü açar, can ve kuvvetlendirmektedir". (Mesnevi II, 94-96.).
sıkıntısını giderir, kişiyi ferahlandırır, der. Birisinin
güzel bir elbise giydiğini görse bunu sabrın Ahlâk gibi ibadetin de evrensel olduğu
alâmeti ve neticesi olarak görürdü. Çıplağın halini söylenebilir. Geçmişte ve günümüzde bütün
de sabırsızlıkla izah ederdi. (Mevlâna, VI, 114) toplumlarda farklı şekillerde de olsa ibadet
Sabırla dut yaprağı ipek, koruk tatlı üzüm, kamış etme geleneği mevcuttur. Semavî dinlerde de
şeker olur, diyor Mevlâna. (IV, 119). durum böyledir. Bütün semavî ilâhi dinlerde
ibadet ve yaratana, kulluk ubudiyet vazgeçilmez
Rızâ: Mevlâna, Allah Teâlâ'nın takdir ve tecellileri bir temeldir. Bununla beraber bu dinlerde bile
7
ibadet hayatının ayrıntıları az çok birbirinden Mevlâna'nın semâ anlayışına o dönemde de karşı
farklıdır. Ayrıntıya ilişkin bu farklar bir dinden çıkılmıştır. Mevlâna demiş ki: "Rebâb nağmeleri
diğerine değişebilir. Bunun küçük bir örneği dört cennetin kapısı açılırken çıkan seslerdir, bu ses bizi
mezhep arasındaki ibadet hayatının ve tarzının coşturmakta ve mest etmektedir." Bu sözü işiten
ayrıntıları itibariyle farklı olmasıdır. Daha evvelki Mevlâna muhalifi biri: "Bizde Rebâb, sesi işitiyoruz,
sufîler gibi Mevlâna beşeriyetin ve çeşitli din ve neden coşmuyor ve mest olmuyoruz" demiş,.
mezhep mensuplarının ibadet hayatına bakınca Bu itiraz Mevlâna'ya iletilince demiş ki: "Bizim
bunun ayrıntısından ve biçiminden çok özüne işittiğimiz ses kapı açılırken çıkardığı sestir, onunki
ve amacına bakıyor, burada evrensel bir boyut, ise kapı kapanırken çıkardığı sestir de ondan
insanî ve ilâhî bir öz, ortak bir payda görünüyor coşmuyor ve mest olmuyor." (Câmî, 518). Mesele
ve bu nokta üzerinde yoğunlaşıyor, insanlığa bakış ve görüş meselesidir. Sema Mevlâna'nın
bu mercekten bakıyor, bir şeyi överken veya bakış açısından bakınca mesele kalmaz.
kötülerken bu noktadan hareket ediyor ve
bütün insanlığı kuşatan geniş bir daire çiziyor. Hâkimler derler ki insan küçük âlemdir. "Evet,
İnsan sevgisini ve hoşgörüsünü bu temel üzerine görünüşte de öyledir'' diyor Mevlâna, "Fakat
bina ediyor. aslında insan büyük âlemdir". O, "O halde
zahiren sen küçük âlemsin, fakat aslında sen
Bir yandan insanlığa açılan Mevlâna diğer büyük âlemsin. Dal olduğu için üzerinde meyve
yandan mensup olduğu İslâm dininin ibadet vardır sanılır, ama hakikatte meyve için dal vardır.
tarzı ve ahlâk şekli üzerinde duruyor. Bu tarz ve Bahçivan ağacı meyve için diker." (Mesnevi, IV,
şekil önemle vurguluyor, buna saygı duyuyor, 43.). Âlem de insan için, yani insan-ı kâmil içindir.
bağlı kalıyor. Fakat bu tarzın Özüne, bu şeklin
içeriğine baktığında orada da evrensel bir boyut Âlem insan için vardır, dedikten sonra Mevlâna:
görüyor. İslâm'ın ibadet ve ahlâk hayatı ile diğer "Beden de ruh için vardır" diyor ve esas itibariyle
dinlerdeki ibadet ve ahlâk hayatı aralarında öz insanı ruhtan ibaret görüyor, bedeni ise onun
ve amaç itibariyle bir paralellik ve benzerlik bir âleti ve organı olarak değerlendiriyor. "Biz
görüyor. Üzerinde durduğu ve eserine aldığı biliyoruz ki şu bedenden ibaret değiliz. Bedenin
bütün âyet ve hadisleri bu açıdan bakarak ötesinde Hak'la yaşamaktayız. Ne mutlu o kimseye ki
açıklıyor ve yorumluyor. kendini tanıdı, ebedî emniyet sahasında köşk yaptı."
Cevizin içine göre kabuğu ne ise ruha göre beden
Mevlâna'nın bu tarzdaki yorumlarının şekilci de odur." [Mesnevi, V, 273). Cevize çocuklar önem
ve genelci çevreler tarafından garip görülerek verir, onunla oynarlar. Cevizin içine ise büyükler
eleştirilmesini bir bakıma doğal karşılamak ve akıllılar değer verirler. Hakikatla arasında
gerekir. Nitekim daha önceki sufîler de bu tür perde bulunan bir kimse büyük olsa da çocuktur.
eleştiri oklarına hedef olmuşlardı. [Mevlâna, Fihi Mâ-Fih, trc. S. 18.).

Siracuddin o dönemin büyük alimlerinden Mevlâna insana hitap eder: "Sen zerre içinde
idi, ama Mevlâna ile arası iyi değildi. Ona gelip gizli bir güneşsin, kuzu postuna bürünmüş erkek
dediler ki: "Mevlâna, yetmiş üç mezheple aslansın" (Mesnevi, I, 249). "Sen deryasın, katre
beraberim, diyor, bu söze ne dersin?" Bunun neyine! Sen tamamiyle varlıksın, yokluk neyine!". "Biz
üzerine Siracuddin öğrencilerinden birine şu insanı şereflendirdik' tacı başında; "Biz sana Kevser
talimatı verdi. "Mevlâna'ya git bu sözü söyleyip nehrini verdik gerdanlığı boynunda*." "Sen böyle
söylemediğini sor. Eğer evet söyledim, derse, iken neden kendini ucuza satıyorsun?' [Mesnevi,
hakaret ve rezil et". Adamı gitti Mevlâna'ya bu V, 290). Mevlâna'nın bu sözleri Hazret i Ali'nin "Sen
soruyu sordu: "Evet" cevabını alınca sövmeye, kendini küçücük bir şey sanırsın, oysa âlemler
saymaya başladı. Bunun üzerine Mevlâna dürülü olarak sendedir" sözünü hatırlatmaktadır.
güldü ve: "Bunu ki dahi dersin beraberim"
dedi. "Câmî, 517). Mevlâna, bir toplumda bu "İlhamımı Mesnevî'den aldım" diyen Gâlib Dede:
tür eleştirilerin bulunması doğru bulmasa da
doğal buluyor. Hoşgörüsünü muhaliflerinden "Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
de esirgemiyordu. Bugün de onun karşıtları var. Merdüm-i dide-i ekvân olan âdemsin sen"
Mevlâna muhiblerinin hoşgörülerini onlardan
esirgememeleri ve ustalarının yolundan diyor ve bu dizelerle Mesnevinin özünü
ayrılmamaları gerekir. yansıtmaya çalışıyor.

"Pes mugû în cümle dinhâ bâtılend" (Dinlerin Mevlâna insanın özünü bir cevher, ona bulaşan
hepsi batıldır, deme) diyen Mevlâna [Mesnevi II, kötülükleri de araza benzetir. Cevher esastır,
224) der ki: "Aşk milleti bütün dinlerden ayrıdır, araz gelir geçer şeydi. Cevheri örten kötülük ve
âşıkların mezhebi ve milleti Hudadır." Bütün günah perdesi kaldırılınca bütün insanların aynı
bunlar "Yetmiş iki millete bir gözle bakmak", derecede temiz ve şerefli oldukları ortaya çıkar.
Yaratan'dan ötürü yaratılanı hoş görmek" Kâfiri ve müşriki kâfir ve müşrik yapar küfür, inkâr
anlayışının ifadeleridir. ve şirk arazıdır. Aslında insanda bu gibi arazların
8
örttüğü bir cevher vardır. Kelime-i tevhid ve imanla Oysa Farsça engür, Arapça ineb ve Rumca istafil
bu arazlar temizlenince insandaki ilâhi cevher üzüm anlamına gelmektedir. Fakat bu dört kişi
ortaya çıkar. birbirinin dilini anlamadıklarından manada
değil, lafızda, özde değil kabukta ihtilafa
Mevlâna'ya göre insanlar arasındaki ihtilafın, düşmüşlerdir. Bu dilleri bilen bir arif gelip Verin
kavga ve çekişmelerin kaynağı hakikati bana o bir akçeyi, dördünüzün de isteğini yerine
bilmemektir. Bu görüşünü şu örnekle açıklar. getireceğim" deseydi, onlar da ona güvenip
Adamın biri dört kişiye bir akçe vermiş. Bu parayı teslim olsalardı bu arif hepsinin isteğini yerine
alanlardan biri İranlı imiş, "Bununla engür alalım", getirir, dördünün maksadı kavgasız, çekişmesiz
demiş, ama diğer üçü bu teklifi kabul etmemiş hasıl olurdu" diyor Mevlâna. (Mesnevi, II, 283).
İstafil alınmasını isteyen Rumun reddedildiği gibi, İhtilaf lafızda ve zahirdedir; manada ve maksatta
üzüm alınmasını isteyen Türkün teklifine de kimse değil, mana ve maksada ulaşılınca ihitlaf sona
yanaşmamış. Böylece ihtilaf ve kavga sürüp gitmiş. erer. Mevlâna, dinler ve mezhepler arasındaki
ihtilafları genellikle böyle görüyor.

9
Hele bâğ-ı behişt-âsâ dur
Harîm-i cennetü’l-Me’vâ

10
rur Dergâh-ı Mevlâna
â durur Dergâh-ı Mevlâna

11
Mehmed Said Hemdem Çelebi
K onya Mevlâna Dergâhı’nın 24. postnişini
Yakup Şafak - Dr.

12 yaşına kadar Sertarîk Hasan Emir Dede’nin


Hacı Mehmed Çelebi (v.1155/1742-43) 31 yıldır manevi terbiyesi altında yetişen Said Çelebi,
Makam’da bulunuyor; Osmanlı coğrafyasındaki yaşından beklenmedik bir gelişme ve olgunluk
bütün mevlevîleri, manevi şahsında temsil gösterir. Tıpkı şeyhi gibi, vuslat zamanının
ediyordu. yaklaştığını anlayan Hasan Emir Dede, Said
Çelebi’ye hilâfet verir; dervişlerinden Süleyman
Vefat tarihinden birkaç yıl önce büyük oğlu Türâbî’ye de hilâfet vererek, “Yakında Şems-i
Hüseyin Rıfat, 40-45 yaşlarında iken irtihal etmişti; Tebrîzî gibi bir zatın Konya’ya geleceğini,
küçük oğlu Mehmed Said ise henüz 8 yaşındaydı. sohbetinden feyiz almalarını” tavsiye edip
Çelebi her ne görüyor ve ne hissediyor ise o tarihte, İstanbul’a gider ve orada 1235 (1819-20)’de
dergâhtaki bütün dervişleri toplayıp vasiyetlerde âlem-i bekâya intikâl eder.
bulunuyor; Sultan Mahmud’a bir dilekçe yazarak
oğlu Mehmed Said’e hilâfet verip kendi yerine Mürşidinin vefat haberini alan Hemdem Çelebi,
geçirdiğini, zât-ı şâhânelerinin hatt-ı hümâyunla büyük bir hayal kırıklığına uğrar; fakat tam bu
bu görev değişikliğini kabul buyurmalarını rica sırada dergâhın hâmûşan (mezarlık) kapısından
ediyor. Mektup, tayinin onayının sağlanması ve içeri bir zat gelerek Çelebi’nin hücresine girer;
İstanbul’daki şeyhlerin rızasının temini ricasıyla, o nice manevi nasihatler ile kendisini teselli eder
zamanın güçlü devlet adamı, mevleviliğe müntesip ve Pîrî Paşa Zâviyesi’ne geçer. Bu zât, Seyyid Şah
ünlü Hâlet Efendi’ye ulaştırılıyor. İbrâhim-i Hindî’dir. Süleyman Türâbî, onu mezkûr
zâviyede kalan misafirler arasında görünce,
O sıra dergâhta sertarîk olan Hasan Emir mürşidinin tasvir ettiği zatın, o olduğunu anlar.
Dede’ye, “Bilirim, benden sonra çelebiler arasında Seyyid Şah, Süleyman Türâbî, Silleli Osman
ihtilâf çıkar; sen oğlumu al, İstanbul’a götür” diye Hâkî ve diğer bazı zevâtı, belli bir süre manevi
vasiyette bulunuyor. Bu hadiseden üç gün sonra eğitimden geçirerek kendilerine hilâfet verir ve
Hacı Mehmed Çelebi, Hakk’a yürüyor. bir gün Konya’dan, geldiği gibi ayrılır.

Bunun üzerine Said Hemdem Çelebi dokuz Üsküdar Mevlevihanesi son postnişini, değerli
çelebi ile birlikte İstanbul’a gidiyor ve 28 gün sonra, âlim ve şair Ahmed Remzi Akyürek’in (v.1944)
26 Rebîü’l-âhir 1230 (7.4.1815)’te tayini onaylanıyor. dedesinin babası olan ve halen Kayseri’de
Dergâh işlerini yürütmek üzere Ferruh Çelebi Hz. Seyyid Burhâneddin türbesinde medfun
görevlendiriliyor ve Konya’ya dönüyorlar. bulunan Süleyman Türâbî, o tarihten itibaren
12
1240 (1824-25) yılına kadar Said Çelebi’nin kaybolduğu da muhtemeldi. Çelebi önce bu
mürşidi ve mürebbîsi olur. 1242 (1826-27) kitapları derleyip toparlayarak kayda geçirmiş,
senesinde, kendi isteğiyle Kayseri Mevlevihanesi mühürletmiş, kendi vakfettiği kitaplarla birlikte
şeyhliğine tayin olarak ailece buraya göç eden 1854 yılında kurulan kütüphaneye koymuştur.
Türâbî, Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizî’nin (Mühründeki Farsça mısra şöyledir: “Bâ meşîhat
manevi huzurunda dokuz senelik hizmetten şud Muhammed ibn-i Mevlânâ saîd” Yani Mevlâna
sonra 1251 (1835-36) senesinde Hakk’a vâsıl oğlu Mehmed, şeyhlik makâmıyla şereflendi.”)
olur. (Kendisiyle birlikte dört kuşak adı geçen
mevlevihanenin şeyhliğini deruhte etmişler, Çelebi’nin postnişinlik zamanı, ülkemizde
tarikatler kapanıncaya kadar bu görev, ailenin önemli siyasi olayların vukû bulduğu bir
üzerinde kalmıştır.) zaman dilimidir. II. Mahmud (1808-1839),
orduyu yeniden teşkil etmek üzere 1826 yılında
Said Hemdem Çelebi dini ilimlerden başka yeniçeriliği kaldırınca, bu ocağın dayandığı
Farsça’yı, edebî ve tasavvufî incelikleri Hintli, bektaşilik de yasaklanmıştı. Bu olayda tarafsız
Bengal kibarzâdelerinden Hoca Vecdi Efendi’den, kalan mevlevîler, padişahın saygısını kazandılar.
âyinhanlığı ve neyzenliği Mısır mevlevî şeyhi Bektaşilerden doğan boşluk, bir dereceye kadar
Edirneli Nakşî Dede’den öğrenmiş; bu sırada hat mevlevilerce doldurulmuş oldu; devlet de
sanatını da öğrenerek talik hatla Kur’ân-ı Kerîm, yapılan yeniliklerle sarsılan imajını, bir derece
Mesnevî, Dîvân-ı Sultan Veled ve Gülistan’ı talik kuvvetlendirdi. O sebeple Mevlâna Dergâhı’nda
hatla baştan sona istinsah etmiştir. (Bu eserler, ve mevlevihanelerde onarımlar yapıldı, vakıf
halen dergâh kitaplığında bulunmaktadır.) işlerinde gelişmeler sağlandı.

Artık yetişkin bir yaşa gelen Çelebi, dergâhta 1828-29 yılındaki Osmanlı-Rus harbine katılmak
mesnevihanlık vazifesini de üstlenmiş, bu üzere, Çelebi küçük bir derviş grubunu İstanbul’a
sahada da başarısını göstermiştir. İyi bir şair olan göndermiştir.
Çelebi, Hemdem mahlâsıyla Farsça ve Türkçe
şiirler söyler. Tertip edilmemiş olsa da bir divançe Bir diğer önemli hadise, Mısır Beylerbeyi Kavalalı
teşkil edecek kadar şiiri bulunan Çelebi’nin, Mehmed Ali Paşa’nın sadrazam olmak hevesiyle
Osmanlı topraklarını işgale yeltenmesidir. 1832
Nice aktâb nice ârif-i billâh gelir yılında oğlu İbrahim Paşa kumandasındaki
Dergeh-i Pîr’e velî ben gibi hemdem gelmez ordu, Konya’ya yönelince, Said Hemdem Çelebi,
İstanbul’a geçip Osmanlı’ya bağlılığını göstermiş
yani, “Mevlâna’nın dergâhına, nice kutuplar, ve padişahın güvenini kazanmıştı.
marifet sırrına ermiş nice mana adamları gelir;
ama benim gibi bir dost gelmez” meâlindeki Şehzâdeliğinden itibaren bir mevlevî muhibbi
coşkulu beyti, edebî zarafetinin en bâriz olan Sultan Abdülmecid zamanında (1839-
nişânelerinden biridir. 1861) Said Hemdem Çelebi’nin itibarı çok arttı;
mevleviler bu dönemde devlet tarafından görülüp
Fizik olarak, çeşitli eserlerde yayınlanmış gözetildi. Mevlâna Dergâhı son postnişinlerinden
olan fotografında da kısmen görüldüğü gibi, Veled Çelebi diyor ki “Çelebiler’e en büyük
orta boylu, mutedil vücutlu, beyaz çehreli, iltifatı Sultan Abdülmecid, Hemdem Çelebi’ye
elâ gözlü, top sakallıdır. Hilim ve haya sahibi, göstererek, bahçede beraber gezmiştir. Bunu,
güzel ahlâklı, ilmin, kitabın, sanatın değerini benim çocukluğumdan beri söyleye söyleye
bilen, aynı zamanda riyâsetinin sorumluluğunu bitiremezlerdi. Bu uyanık ve ıslahatçı padişahın
müdrik, yüksek şahsiyet sahibi bir zâttır. Onun iltifatını çelebiler unutamamışlardır.” (Hatıralarım,
için mevlevîlik tarihiyle yakından ilgilenip bazı İst.,1946, s.53) Tabiatıyla bu dönemde mevlevîliğin
önemli olaylara açıklık getirmiş; uzun tetkiklerle itibarı ve kıymeti, halk nezdinde de artmıştır.
çelebiler şeceresini hazırlamış; usûl ve âdap ile
ilgili risâle yazmış; Dîvân-ı Kebîr’den seçmeler Diğer taraftan Hemdem Çelebi, Konya’da
yapmış, bazı Mesnevî beyitlerini manzum olarak sosyal ve ekonomik iktidarı ele geçirmek isteyen
şerhetmiştir. Fakat onun bu yoldaki çalışmaları, bazı mütesellim ve ayanlarla da mücadele etmek
ailesinin hayli kalabalık olması, meşgûliyetlerinin zorunda kalmıştır.
fazlalığı sebebiyle arzu ettiği bir noktaya
gelememiştir. Kaderin bir cilvesi olarak çocukluk çağında
böyle ağır bir yükün altına giren ve görevini
Tarikat disiplinine son derece önem veren başarıyla sürdüren Mehmed Said Çelebi, 25 Receb
ve bu yolda güçlü bir yönetim gösteren Said 1275 (28.2.1859) tarihinde, genç denilebilecek bir
Hemdem Çelebi’nin, adının hayırla yâdına vesile yaşta, ardında bir çok hayırlı hizmetler bırakarak,
olacak büyük hizmetlerinden birisi de dergâh cânını cânânına teslim etmiştir.
kütüphanesinin tesisidir. O zamana kadar
dergâha vakfedilen, orada bulunan pek çok Ahmed Remzi Dede, Târîhçe-i aktâb isimli
değerli eser, çelebi dairesinde bulunur, ya da manzûmesinde, doğum ve vefat tarihlerini şu
dervişlerin elinde kalırdı; bu şekilde bir kısmının mısralarla dile getirir:
13
Saîd-i Hemdem ibn-i Hâc Muhammed – O vâlâ-menzilet Yâr-i Resûl-i her dü cihan mevlevîleriz
şeyh-i mümecced
Hemdem ne gam iki cihanın kaydı yok bize
Bin iki yüzle yirmi iki sâli – Vücûda geldi ol â‘le’l-eâlî Câm-ı safâyı vasla katan mevlevîleriz
Bin iki yüzle yetmiş beşte nâ-gâh – Cenâb-ı Pîr’e Hemdem
gitti âgâh (SÜSAM, Y97 nolu mecmua, s.502, Feridun
Nâfiz Uzluk hattıyla)
“Hacı Mehmed oğlu Said Hemdem; o kadri çok
yüce, yüksek mertebeli, övgüye ve tazime lâyık Âh efendim zulmet-i şeb âh-ı pinhânım mıdır
şeyh, 1222 yılında dünyaya geldi; 1275’te ansızın Katre katre hûn-i eşkim rîze-i cânım mıdır
hakikati müdrik biri olarak Hz. Pîr’in (huzuruna)
gitti.” Nukl-i meclis sâkiyâ bu kalb-i biryânım mıdır
Bâis-i derd-i derûn cânım mı cânânım mıdır
Mehmed Said Efendi’nin manevi mertebesi
bereketiyledir ki kendinden sonra çocukları Pür-neşât et sâkiyâ cânın içün mey-hâneyi
Mahmud Sadreddin (v.1881), İbrahim Fahreddin Derd-i gûnâgûndan kurtar dil-i dîvâneyi
(v.1882), Mustafa Safvet (v.1888) ve Abdülvâhid Dinle gûş-i merhametle nâliş-i mestâneyi
Çelebiler (v.1907), Hz. Mevlâna’nın makamında Bak enîn ü âh edenler ney mi efgânım mıdır
bulunma şerefine nâil olmuşlardır. Şu anda hepsi
de huzurda, Hz. Pîr’in gölgesi altında, ebedî Hâk-i pây-ı dil-rübâya rûy-mâl eyler gönül
istirahattedirler. Hâlini arz eyler ise pür-melâl eyler gönül

Mevlâna Dergâhı’nın son postnişini de Said Cevr-i ihvân-ı zamândan arz-ı hâl eyler gönül
Hemdem Çelebi’nin torunu Abdülhalim Çelebi’dir. Yûsuf-âsâ hîçe satan beni ihvânım mıdır
(v.1925, Abdülvâhid Çelebi’nin oğlu; Faruk (Aynı mecmua, s. 76, Veled Çelebi hattıyla)
Hemdem Çelebi, Esin Çelebi ve kardeşlerinin
merhum babaları, Güzide Hanım’ın kıymetli eşi Vasiyetleri:
olan Celâleddin Çelebi’nin dedesi).
“Oğullarım Celâleddin ve Salâhaddin
ve Sadreddin ve Fahreddin ve Safvet;
ve kerîmelerim Nesîbe ve Aliyye!
Egerçi bi-hamdillâh (baba ve anne
tarafından) nesebimiz âlî ise de sizlere
vasiyyetim zinhâr neseb ile iftihâr
etmeyin. Ecdâdımızın isr-i aliyyelerine
sülûk ederseniz, sâir sâlikin bir senede
kesb ettiği feyzi, bir günde kesb
edersiniz. Evlâdiyetin buna fâidesi
vardır. Eger tarîkine sâlik olmazsanız
el-iyâzü billâh, ‘leyse min ehlik’ (“O,
senin ailenden değildir” Hûd S.,46)
zümresinden olursunuz. Cenâb-ı Allah,
sizi ve pederiniz bu abd-i bî-çâre, hâk-
pây-ı mevleviyyeyi, ecdâd-ı kirâmımız
efendilerimizin sırrına ve feyzine mazhar
151. vuslat yıldönümünde Mevlâna Dergâhı’nın etsin, âmîn. Sizi her hâlde evvel Allah, sâniyen
bu liyâkatli, saygın, maneviyatlı ve güçlü şahsiyetini erenlere emânet ettim. Hak, erenler bilenizce
rahmetle anıyor; matbû kaynaklarda bulunmayan olsun, Hû eyvallâh.”
iki şiiriyle çocuklarına vasiyetini sunuyoruz:
(Aynı mecmua, s.412, Veled Çelebi hattıyla;
Biz her belâyı satın alan mevlevîleriz Abdülvâhid Çelebi, babasının vefatından sonra
Nâmûs u ârı hîçe satan mevlevîleriz dünyaya geldiği için ismi zikredilmemiştir.)

Gâlib olur hemîşe bizim farka cem‘imiz Not: Said Hemdem Çelebi’nin biyografisi, en
Ummân-ı aşka gavta uran mevlevîleriz geniş şekliyle Sezai Küçük Bey’in Mevlevîliğin
Son Yüzyılı (İst., 2003, s.59-68) adlı değerli
Evvel sülûke bed’ ederiz ism-i zâttan eserinde yer almaktadır. Orada başlıca kaynaklar
Bahr-i fenâya tâ can atan mevlevîleriz da gösterilmiştir. Biz, bu yazımızda Said
Hemdem Çelebi, Veled Çelebi, Ahmed Remzi
Ekser sıfâtı mahv ederektir sülûkümüz Dede ve Feridun Nâfiz Bey’in Selçuk Ün. Selçuklu
Biz şems-i zâta böyle yanan mevlevîleriz Araştırmaları Merkezi Uzluk Arşivi’ndeki mecmua
ve risalelerde bulunan notlarından edindiğimiz
Biz mazhar-ı velâyet-i sıddîk-ı ekberiz bazı yeni bilgileri de sunmaya çalıştık.)
14
Ö. Tuğrul İnançer’den Sohbetler
Hayri Akıncı: Güzellik ve çirkinlik iki zıt kavram
ama çok su götürür tarafı elbette var, fakat
biz yine usûl olduğu üzere güzel nedir çirkin
nediri veya güzellik nedir çirkinlik nediri kendi
perspektifimizden ele almaya gayret edeceğiz.
Nedir güzel ve çirkin olan şey onca göreceliliğe
rağmen?

Ö. Tuğrul İnançer: Görecelilik şahsi zevkle


sınırlıdır ama objektif olarak da güzel ve çirkin
Güzel ve Çirkin
diye kabul edilen insanlardan daha açıktır. Kaş
yüksekliği, çehrenin güzelliğinin ölçülerinden
vardır. Allah’ın güzel dediği güzeldir, çirkin dediği biridir, objektif ölçülerden bahsediyoruz. Bir de
çirkindir vesselam. Bu kadar kolay, bundan görmek var ki o subjektiviteye giriyor, mesela
ibarettir. Efendim renkler ve zevkler tartışılmaz Hazret-i Ebubekir efendimizin Rasûl-i Ekrem
diye bir kaide var, doğrudur. Bu kişinin kendisiyle Hazretlerine arzettikleri, böyle içinden taşarak
sınırlı olarak ben şunu güzel görürüm, bunu çirkin “Ya Resûlullah ne güzelsin, senin kadar bir
görürüm deme hakkıdır. güzel varlık var mıdır?’ diye ifade ettiği güzel
görme, aynı zamanda o bir hakikati görmektir.
Hayri Akıncı: Yani bireysel, ferdi olarak böyle bir Hazret-i Ebubekir'inki o ayrı, bir de Ebu Cehil’in
hakkı var. Bizim söylediğimiz görecelilikte bunu (estağfirullah) Efendimize çirkin diye iftira
ifade ediyor aslında öyle değil mi? etmesi… Kendi çirkinliğini o’nda görmesi
çünkü Efendimiz aynı zamanda bir Mirat-ı
Ö. Tuğrul İnançer: Evet ama güzel estetik Mücella’dır. Hasan Sezâyi-i Gülşenî Hazretlerinin
demektir, estetik bediiyyattır, Cenab-ı Allah’ın el- buyurdukları gibi “Muhammed’dir cemâl-i
Mubdi, numunesiz güzellikler yaratma… Bakın Hakk’a mir’ât, Muhammed’den göründü kendi
Halık ism-i şerifinden farklı bir esma’dır el-Mubdi; bizzat” diyor. Herkesin anlayacağı incelikte
numune olmaksızın, birşey’e benzetme kastı veya bir laf değildir, biraz kalın laf’tır. Hazmı zordur;
bir örnek, model olmaksızın model olacak kadar görünmek başkadır, Allah olmak başkadır.
güzel şeyler yaratabilme. Bunlara dikkat etmiyorlar, vay efendim işte
bu nevi zevat Allah’a şirk koştu falan diyorlar.
Hayri Akıncı: Benzersiz, eşsiz güzellik… Hallac-ı Mansur’u anlamadıkları gibi, Beyazıd-ı
Bestami’yi anlamadıkları gibi anlamazlar. E
Ö. Tuğrul İnançer: Evet. bediiyyat. Bunun herkeste anlayacak değil ki tabii, yani Efendimiz’i
batı’daki adı estetiktir ve estetik bir ilimdir. Estetik bütün Ashâb-ı kirâm Hazret-i Ebubekir gibi mi
bir ölçü ilmî değil, bir oran ilmidir. İnsan’ın güzelliği anladı? ‘Ben size nimetimi tamamladım ve din
ve çirkinliği elbette vardır. Güzel insan var çirkin olarak İslam’dan razı geldim.’ ayet-i kerimesi
insan var. ‘Efendim gözüm alıştı ben onu güzel nâzil olduğunda Ashâb-ı kirâm efendilerimiz
görüyorum’, o senin görüşün objektif olarak. sevindiler, müjde aldılar. Hazret-i Ebubekir
Mesela bütün güzel yüzlü insanların kaşları ile üzüldü, ağladı. Niye böyle diye sorulunca ‘Siz
gözlerinin arasındaki mesafeye dikkat edin çirkin bilmiyor musunuz bir peygamberin vazifesinin
15
ve varlığının sebebi tebliğde bulunmaktır. çirkinliği yanında vukua gelen hadiselerin
Tamamladım dediğine göre Cenab-ı Hakk, güzelliği, çirkinliği söz konusu. Hatta bu mânâ’ da
Hazret-i Peygamberin tebliğ fonksiyonu bitti. bir hüsnü bizzat, ya bizzat güzeldir yada hüsnü
Tebliğ fonksiyonu bitince dünya hapishanesinde bilgayr neticeleri itibari ile güzel olan hadiseler
kalmaz, Resûlullah artık bize misafir, dedi. Ve vardır. İlk bakışta yani zahiren mülk boyutuyla
Efendimiz çok kısa bir zaman sonra âlem-i ahiret’e herkese güzel gelen şeyler vardır; insanların
doğdu. Şimdi bakın bu inceliği anlayabilmek bile birtakım nimetlere mazhar olması güzeldir,
çok özellilikli bir farktır. Bunu bak herkes anlamıyor nimettir ve elbette şükrü gerektirir. Bir de
dolayısıyle İslam’ın inceliğini, güzelliğini, İslam’ın birtakım hani musibet, musibat diyebileceğimiz
neye güzel neye çirkin dediğininde herkes hadiseler var ki zahiren incitici, acıtıcı, zor,
tarafından eşit ve doğru bir şekilde anlaşılmasını zahmetli, dayanmayı, ağlamayı gerektiren insanı
beklemek yanlıştır. O zaman bunun varis-i enbiya zor’a zahmete sokan şeylerdir,ama oralarda da,
olan zevat-ı kiram ki Efendimizin şeriatına vâris yani o ilk zahiren bakıldığında güzelliği kolay
olanlar ulema efendilerimizdir, Efendimizin haline anlaşılamayan şeylerde de neticeleri itibariyle,
vâris olanlar meşayih efendilerimizdir, nedir zaman geçmesi ve bir takım neticelerin husule
güzel, nedir çirkin onlardan öğrenmemiz lazım. gelmesi itibari ile de güzelliklerin olduğu,
Estetik ilminin oranlar güzelliği, bu sâdece şekilde gizlendiği güzellikler var.
değildir; mesela mûsikîdeki oranlar… Ona bizim
mûsikîmizde eski tabiriyle niseb-i şerife denir yani Ö. Tuğrul İnançer: Ama bizzat çirkinliklerde
seslerin kalınlıkları, incelikleri arasında frekans var. Şimdi Hazret-i Hüseyin efendimizin uğradığı
adedinden kaynaklanan kalınlıkları incelikleri bela, ve o bela’nın neticeleriyle hâla günümüze
arasındaki belli oranlar bir makam dizisi içinde kadar uzayan bir müslümanlar arasındaki ayrılık,
ne kadar fazla ise o makam o kadar güzeldir, ne tefrik var…Nesi güzel bunun? Hiçbirşeyi güzel
kadar az ise o kadar o makam daha az güzeldir. değildir. Mesela zulüm güzel değildir, adalet
Bakın bunlar hep ilmî açıdan…Ama bunun yanı güzeldir, zulümden de güzellik çıkarılabilir o ayrı
sıra bu niseb-i şerifeye yani güzel aralıklara daha birşey, ama zulüm bizatihi güzel değildir, Allah’ın
az oranda sahip olan bazı makamlar bazen daha da beğenmediği birşeydir. Yani Efendimizin
müessir makamlari olabilir. Tesir başka birşeydir, ‘Yarabbi sana sığınırım’ buyurduğu, diye niyaz’da
objektivite başka birşeydir. Güzel, Allah’ın güzel bulunduğu faydasız ilim çirkindir. Tembellik
dediğidir ve Allah güzeli sever. İnnallahe Cemilun çirkindir, korkaklık çirkindir, güzel olsaydı
Yuhibbul Cemal: Allah güzeldir, güzeli sever. Efendimiz bunlardan sana sığınırım demezdi.
Güzel nefsimize güzel gelen değildir, çünki nefse Bunlardan güzellik çıkabilir mi diye sorulursa, zat
güzel gelen şeyde istifade fikri vardır, menfaat itibari ile çirkin olduğu için bunlardan çıkmaz,
fikri vardır. Bu menfaat ve elde etme, talep etme çıkaranın güzelliğinden çıkar. İmam Hüseyin
olmaksızın birşey’i güzel görmek Allah’ın güzel efendimizin başına gelenler zulumdür, o zulme
gördüğünü güzel görmek demektir. Bazen nefse razı olmamak güzelliğini yaşamak kişinin kendi
güzel gelen şeyler Allah indinde çirkindir, demek cevheridir, oradan güzellik çıkarıyor; Yarabbi
ki hakikatte çirkindir. Bazen nefse zor gelen şeyler ben bu zulme razı değilim. Ben o dönemde
ve belki de o nefsin zorlamasıyla da çirkinleştirilen yaşasaydım Hüseyin efendimizin yanında
şeyler Allah indinde güzel olduğu için hakikatte olurdum, ölürdüm zulme razı olmazdım,
güzeldir. Ve bizim ecdadımız çok irfanlı insanlardır demek güzelliktir. Ha Cenab-ı Allah bir kuluna
eğlendirirken öğretmeyi çok iyi bilirler. Onun için bu güzelliği vermek için Hüseyin kuluna böyle
bizim Türk mûsikîsinde özellikle şarkı güftelerini birşey yapar mı? Mülk sahibi O, ister yapar ister
tefekkür ederek dinlersek çok şey öğreniriz. yapmaz. Biz O’na ne sual sorabiliriz, ne sorsakta
Mesela Lem'i bey’in bir şarkısı vardır ‘Severim cevabını alsakta anlayabiliriz. O anlatırsa anlaşılır.
her güzeli senden eserdir diyerek’. Eğer bunu Hazret-i Zekeriyya ağacın içinde testereyle
afedersiniz bir zampara bahanesiyle söylerse kesildi, zulüm değil mi? Hazret-i Yahya’nın
o zaman nefsanidir ama her güzelin hakiki ve Salome başını kestirdi, zulum değil mi? Elbette
mutlak güzel olan Allah-u zulcelâl’in güzelliğinin zulüm…Bunlar çirkindir yani vak’alardan
müşehadesi olarak görüldüğünde severim her buyurdunuz da, vak’alarında adalete karşı olan
güzeli çünkü Allah’ın eseridir. davranış biçimleri zulumdür. Hırsızlık çirkindir,
hırsızlığa maruz kalanın sabrı güzeldir.Yarabbi
Hayri Akıncı: Güzelden gelen güzeldir. zaten hakiki sahibi sensin, sen aldın sen verdin
diyebiliyorsa oradan güzellik çıkar.
Ö. Tuğrul İnançer: Bu meseleleri anlayabilmek
için nefsten mümkün mertebe kurtulmak lazımdır. Hayri Akıncı: Yani birazda insanın kendi
Hadi yapamıyorsak bile birazcık düşünce bazında güzelliğinden hareketle, yani o güzelliğin ışık
nefsin hakimiyetinden kurtulup daha doğru vurmuş yansımış, o kendi güzelliğini tezahür
düşünmek ve daha doğru neticeler elde etmemiz ettirmiş.
yapmaktan daha kolaydır. Evvela düşünce bazında
gerçekleştirirsek Allah’tan yapmaya da muvaffak Ö. Tuğrul İnançer: Bir zat vardı, Allah
olmayı temenni ederiz, dua ederiz, inşa’Allah olur. kimseye göstermesin, yetişmiş oğlu trafik
kazasında vefat etti, işte vazifeler yapıldı,
Hayri Akıncı: Birde nesnelerin, objelerin güzelliği, yerine yerleştirildi eve geldiğinde tabi çoluk
16
çocuk ağlıyorlar, üzülüyorlar. Gayet vakur Hayri Akıncı: Hani bir dua vardır; Hakkı hak bilip
bir şekilde hiç unutmuyorum, o da vefat etti Hakk'a ittiba, batılı batıl bilip batıldan istinab
Allah rahmet eylesin, ‘Gözyaşı dökecekseniz üretme hali, bir mana’da hani güzelle çirkin
ehl-i beyti Mustafa’ya dökün…Evlad’ı verende arasındaki tercihimizi ortaya koyuyor.
O, alanda O… Gözyaşı dökülmez’ dedi. Kalbi
kimbilir nasıl kan ağlıyor o ayrı mesele ama Ö. Tuğrul İnançer: Güzel ve çirkin her hadiseye
bu bir terbiyedir. Resûl-i Kibriyâ Efendimizin tatbik edilebilir; Hakk güzeldir, batıl çirkindir.
mahdumu mükerremleri Ibrahim aleyhisselam’i
defnettikten sonra gözünün sulanması üzerine, Hayri Akıncı: Hocam teşekkür ediyorum,
ashabın bazılarından ‘Hani ya Resûlullah ölenin inşa’Allah güzellik ve çirkinlik noktasında Cenab-ı
arkasından ağlamak yok’, hayır, dedi yanlış Hakk’ın güzel dediğini güzel kabul edip, ondaki
anladınız, ben size ‘Benim yavrumu benden güzelliği de farketmeyi, çirkin dediğini çirkin
niye aldın’diye Rabb’e kafa tutmayı, yaka paça kabul edip çirkinliklerinden farkedip istinab
yırtmayı, dövünmeyi yasakladım ama ben etmeyi Rabbimiz hepimize lütfetsin. Yoksa birçok
babayım dedi, baba! Elbette benimde bir insan hani deriz ya çirkefin içerisinde, bataklığın
hüznüm var, bu hüznüm gözümden yaş olarakta içerisinde…
dökülür, dedi. Bakınız hudud meselesi…
Malumaliniz Kur’an-ı Kerim’de Allah mü’minleri Ö. Tuğrul İnançer: Dünya çirkef zaten.
tarif ederken, ruku ederlerse ederler..sonundaki
cümle nedir: Onlar Allah’ın hudutlarını muhafaza Hayri Akıncı: Evet, bu mana’da dünyanın
ederler. Yani biz şaka yollu konuşurken İslam’ın kendine bakan nazarında böyle bir hal söz
şartı beş, altıncısı haddini bilmektir diyoruz konusu; fena ve fani olan yüzünde böyle bir
ya, nerden çıkardın diyorlar. Ayetten; Allah’ın durum söz konusu…
hududunu aşmamak demek haddini bilmek
demektir. Haddini bilmek güzeldir, haddi aşmak Ö. Tuğrul İnançer: Bir de Dun/yā aşağılıkistan
çirkindir. demek. Lûgât manası’da bu.

Hayri Akıncı: Orada tabi çok önemli bir nokta, Hayri Akıncı: O mana’da güzellik ve çirkinlik
insâni olan inkâr edilmiyor yani kalb hüzenlenir, dengesini muhafaza etmeyi, o nazarla bakmayı,
göz yaşarır ama ötesi hududu aşmaktır. hayatımıza o çerçevede ikame etmeyi bizlere
nasip etsin. Şunu söyleyecek idim özellikle, Allah
Ö. Tuğrul İnançer: ‘Ben babayım.’ Bakın sevdiği kuluna kendi sevdiği şeyide sevdirir,
babalıkta böyle birşey var, bizzat Efendimiz razı olduğu kuluna razı olacağı şeyleri yaptırır
bunu buyuruyor. Allah kimseye göstermesin, ve inşa’Allah. O çerçevede bir hayat hepimize
Efendimiz ne büyük bir fedakâr hayat yaşamıştır lütfetsin inşa’Allah. Çok teşekkür ediyorum.
ki Resûlullah Efendimize muhabbeti olan bir
zat, Allah göstermesin tekrar tekrar niyâzda Ö. Tuğrul İnançer: Ben teşekkür ederim
bulunalım, bir evlad acısına maruz kaldığında,
ya Habibullah bile bu acı’ya maruz kaldı, ben * Bu söyleşi Dost Tv'de Hayri Akıncı'nın sunduğu ve Ö. Tuğrul
kim oluyorum diye en büyük teselliyi yaşayabilir. İnançer'in konuk olduğu "Gönül İkliminde" adlı program'dan
Yeter ki Efendimizi sevmesini öğrensin. deşifre edilmiştir.

Hayri Akıncı: Bu da tabi özellikle iman’ın inkişafı,


Allah’a ulaşmanın yani sünnet-i seniye’nin neye
vasıta olduğunu idrak etmesi.

Ö. Tuğrul İnançer: Rahat yaşamaya, Allah’ın


emîrleri, Efendimizin tavsiyeleri, bizzat yaşadıkları
hep bizim rahatımız, bizim menfaatimiz içindir.

Hayri Akıncı: Bizim çirkinlikten uzak durmamış


güzelliğe ram olmamız…

Ö. Tuğrul İnançer: Onlara bir fayda yok,


ancak nasıl biz yavrumuzun, talebemizin,
memurumuzun sözümüzü dinlemesinden
ve doğruyu yapmasından hoşlanıyorsak,
Allahü Zülcelal’de sözünün dinlenmesinden,
emirlerinin yerine getirilmesinden, kullarının
Habibi edibi’nin gösterdiği yolda gitmesinden
memnun olur. Çünkü o bizim evladımızın,
memurumuzun, talebemizin doğruluğundan
memnun oluşumuz, O’nun o memnuniyetinin
bizdeki halifetullah yansımasıdır.
17
Bir Mukabele Üç Devir
Mevlevî Yolu
Semih Ceyhan
İsmail Ankaravi'ye Göre Mevlevî
Mukābelesindeki Tasavvufî Remizler:
Rüsuhi Dede"ye göre mukābele icrâ edenler
cennet ehli, mukābele meydanı cennet arzı

M evlevîlerin belli günlerde bir araya gelip


yaptıkları semâ zikrine mukābele, semâ gününe
misâlidir. Âyette cennet ehli hakkında şöyle
buyurulur: “Biz onların kalplerinden kin ve hasedi
söküp çıkardık. Onlar birbirlerinin kardeşleri
de mukābele günü denir. Mukābelenin mahiyeti, olarak karşılıklı şekilde (mukābil) döşeklerinde
erkânı, tasavvufî remizleri hakkında Mevlevî (postlarında) otururlar.” (Hicr 47) Sühreverdî
meşâyihi arasında kapsamlı telifte bulunanların âyetin tefsirinde der ki: “Mukābele, gizli ve âşikâr
en başında Galata Mevlevîhânesi yedinci her şeyin karşılıklı birbirini yansıtır mahiyette
postnişini, Mesnevî Şârihi İsmail Rüsûhî Ankaravî eşit seviyede olmasıdır. Kardeşine karşı kalbinde
(ö. 1041/1631) gelmektedir. kin barındıran kimse, her ne kadar yüzü onun
yüzünün karşısında olsa da kardeşinin mukābili
Günümüzdeki adlandırıldığı şekilde mukābele değildir.” Mukābele, iki kimsenin her türlü
âyini, bir devr-i veledî ve dört selâmdan ya nefsânî kötülükleri def" ederek birbileriyle yüz
da bölümden oluşur. Ney taksiminden sonra yüze gelmeleridir. Yüz yüze gelen baş yüzleri
peşrevin başlaması ile Şeyh ve semâzenler, değil kalplerdir (vech). Zira iman eden kalptir
mukābele meydanında sağdan sola doğru ve “mümin mümin aynasıdır” hadisince kalp
dairevî bir yürüyüşe başlarlar. Meydanı üç kez diğer bir kalbi yansıtan ayna mesâbesindedir.
dolaşmaktan ibâret olan bu yürüyüşe “devr-i Gıll u gîşdan tezkiye edilmiş kalpler cilalanmış
veledî” denir. Daha sonra dört bölüm / devir / aynalar misâlidir ki, mukābeleye katılanlar
selâmdan meydana gelen semâ devrânına geçilir. birbirlerine mukābil olan kalp aynalarında
İsmail Ankaravî, dört bölümün ayırıcısı olan tevhid sırlarını müşâhede etmek üzere cennet
semâzenlerin durduğu ve baş kestiği üç bölüm arzında otururlar. Mukābele kelimesindeki asıl
ya da devrin nihayetindeki üç selâmı itibara aldığı sır budur ve mukābeleden maksad bu sırrı iyân
için mukābeleyi üç devir ya da selâm şeklinde etmektir.
tahlil etmiştir..
Mukābele meydanında mukābeleye duran
Mukabele: kalpler cennet-i "âcile sahipleridir.

Mukābele meydanında mukābeleye duran Cennet iki kısımdır: cennet-i "âcile (halk
kalplerdir. âlemindeki cennet) ve cennet-i âcile (emr
18
âlemindeki cennet). Cennet-i "âcile hak neyden hiçbir ses işitemezler. Şayet dünya ehli
edilmeden, cennet-i âcile lütfundan istifâde neyden lâyıkıyla bir ses işitirlerse derviş olmaktan
edilmez. Cennet-i "âcile seyr u sülûk ile kazanılır başka çareleri kalmayacak demektir. Derviş
ki, “ölmeden önce ölünüz” hadisinin sırrınca olmak ise “ölüm öncesi ölmekten” ibarettir.
ihtiyârî ölüm neticesinde girilen cennettir. Bu
cennet mukābelede bulunanın yani mukābilin Ellerin yere vurulması, sûrun işitilip kıyâmette
makberidir ki, cennet bahçelerinden bir yeniden dirilmenin ilk aşamasıdır.
bahçe misâlidir. Bu mertebede mukābelede
bulunan aynı zamanda marifet cennetindedir Âşık ruhlar cennet bahçesi olan beden
ki, Rabbını müşâhede etmektedir. Marifet kabirlerinde cennet-i "âcile zevkleriyle meşgûl
cenneti cennetlerin en yücesidir. Nitekim iken sahv ile mahv arasındaki itibarî berzahlarında
meşâyih-i sûfiyye bu hakikati şöyle dillendirir: hayret halinden ansızın bir sadâ işitirler. Bu sadâ
“Dünyada cenneti-"âcile vardır ki, oraya giren kıyamet sûru mesâbesindeki neyin sadâsıdır ki,
kimse artık cennet-i âcileye iştiyâk duymaz. ölüleri kabirlerinden dışarı atar. Eller yere vurulur
Cennet-i "âcile marifetullahdır.” Marifetullah ve diriliş (kıyâm) başlar. Semâ artık bir kıyamet-i
cennetinde bulunan fukara ve arifler, mukābele suğrâdır (küçük kıyâmet). Semâzen ellerini yere
gününde biraraya gelirler; zikrullah ve fikrullah vurunca lisân-ı halle şöyle haykırır: “ey gaflet
bahçelerinde ruhları ruhâniyyet güllerini, uykusunda yatanlar! Uyanın. Artık sûra üflendi ve
ahadiyyet esrârı sünbüllerini derlerler. Hz. size beden kabirlerinizde ölü bir halde yatmanız
Cevâmi"u"l-kelim (hakikatleri derleyen) (a.s.) yakışmaz. Dirilin ve gerçek hayata kavuşun.
buyurur: “Cennet bahçelerinde seyr u sefer Kıyâmet-i kübrâya (büyük kıyâmet) hâzır ve
ediniz. Cennet bahçeleri zikrullah meclisleridir”. nâzır olmak için Varlık dairesinin merkezi olan
şeyh-i kâmilin etrafında pervâneler misâli dönüp
Cennet-i "âcile olan mukābele meydanında durmaktan başka çıkış yolunuz yok”.
Tuba ağacı Şeyh-i kâmilin varlığıdır.
Mukābeledeki devrân mebde ve meâd sırrını
Mukābele meydanında yer alan semâzenler, nümâyân eder.
şeyh-i kâmilin varlık ağacının gölgesinde
gölgelenirler ve ağacın marifet meyvelerinden Birinci devir meâd sırrını bildirir ve ahiret
toplarlar. Hadis-i şerif bu halin esrârına şu şekilde hallerine îmâda bulunur. İlk devrin sonunda
işarette bulunmaktadır: “Cennet ağaçlarından Şeyhin ortadan çıkıp makamına gelmesi ve ikinci
birine rastladığınızda, onun gölgesinde devre teveccüh etmesi, mebde ve meâd sırlarına,
oturunuz ve meyvelerinden yiyiniz. Dünyada âlemin zuhûruna ve Âdem"e işâret etmeleridir.
ilim ve zikir ehlinden birisiyle karşılaşırsanız,
işte O söz konusu cennet ağaçlarından biridir.” Mevlevî mukabelesinde olup-biten her şey
Cennet ağacı misâli olan şeyh-i kâmilin varlık insanın ve âlemin yaratılışı ile insanın Hakk"a
ağacından dört nehir fışkırır: sudan nehir (ilim), dönüş kavsinin resmedilmesidir.
baldan nehir (marifet), sütten nehir (ruhani zevk),
şaraptan nehir (aşk). Marifet meyvelerinden Sufi büyükler derler ki, Varlık dairevîdir (vücûd-i
yiyen semâzenler, bu nehirlerden içtikten sonra devriyye). Meselâ Hakk"ın Zât"ı olan Zât-ı
artık semâ"dan lezzetlenmeyi talep ederler. ahadiyyet bir nokta gibi tahayyül olunursa, bu
âlem ve insan noktadan sudûr eden dairenin
Mukābele meydanındaki neyzenler, mutribân çizgilerini temsil ederler. Varlık dairesinin
heyeti ve musiki âletleri cennet-i "âciledeki merkezindeki noktanın sağ tarafı zâhir âlem,
ağaçların üzerinde bulunan ziller misâlidir. sol tarafı bâtın âlemdir. Merkezin mukābilinde
ise insan mertebesi yer alır. Âlem ve insan, Zât
Hz. Peygamber buyurur: “Cennette ağaçlar noktasının tecellisinden zuhûra gelip, Varlık
vardır ki, üzerinde ziller sallanır. Cennet ehli dairesi üzere seyr u sülûk kılar. “İlk yaratılış
zillerin sesini iştimeyi (semâ") arzu ettiğinde mebde"i gibi me"âd da bize aittir” (Enbiyâ 104)
Allah arşının altından ağaçlara bir rüzgar âyetinin manasınca, “her şey aslına döner”
gönderir. Rüzgar zilleri sallandırır ve ziller güzel hükmünce ve “dönüş O"nadır” gerçeği uyarınca
sesler çıkarmaya başlarlar. Dünya ehlinden bir insan, aslî madenine ve ayrıldığı nokta cânibine
kimse bu sesi şayet işitseydi, heyecanından dolana dolana varacaktır. Varlık dairesinin
vefat ederdi.” Aynı şekilde cennet-i "âcile sahibi çemberinde insanlar sefer etmekle birlikte,
fukara ve arifler de marifet meyvelerinden yiyip, mebde ve me"âd kavsini çizdiklerinin farkında
semâ ile zevklenmek murad ettiklerinde cennet (yakaza) olanlar oldukça nadirdir. Onlar da
ağaçları olan neyzenlere yönelirler. Hak Teâlâ nebiler, veliler ve ariflerdir. İnsanlar bu hususta iki
neyzenlerin kalpleri mesâbesindeki derûnî kısma ayrılırlar: bir kısmı dairenin merkezindeki
arşlarından nefes rüzgârını, ziller misâli neylere hakiki noktadan ruhlarının nasıl seyr eylediğini
sevkeyleyince; her bir neyden farklı nağmeler ve insanlık âlemine kadar kat ettiği mertebeleri,
işitilir. Bu işitmeyi ancak âşık ruhlar hissederler ki, insan sûretine bürünmezden evvel geçirdiği
dünya ehlinin neyin sadasını işitmeye kabiliyeti aşamaları bildiği halde; diğer kısım mebde"den
yoktur. Diğer bir ifadeyle dünyaya âşık ruhlar ruhun zuhûrunu, nâsût âlemine gelinceye kadarki
19
seyr u sefer menzilleri bilgisinden bîgânedir. ederler. İlk iki selâmda ilme"l-yakin ve ayne"l-
Ancak bu kısım insanların, bâtın tarafından kalp ve yakin seviyesindedirler. Hak Selâm isminin
ruh mertebelerini kat edip, seyr u sülûk kıldıktan lisanıyla bu devirlerin nihayetinde devranda
sonra hakiki mebde"lerini bulma imkânları vardır. bulunanlara şöyle seslenir ve onlar da işitirler
İmkânı tahakkuk ettirdiklerinde Hak, onlara Selâm (semâ"): “Kullarım selâm sizin üzerinize olsun
ismiyle tecelli eder ve ismin diliyle onlara selâmda (selâmun aleykum). Yakin bilginiz şüphe ve
bulunur: “Kullarım selâm sizin üzerinize olsun gizli şirk karanlığından kurtuldu. Mertebeleri
(selâmun "aleykum). Artık bilginiz şüphelerden ve hakikatleri yakin gözünüzle müşahede
sâlim oldu ve idrakleriniz nihai derecelere ulaştı”. ettiniz. Biliniz ki, selâmet benim Selâm ismimin
Selâm ismiyle tecelli eden Hakk"ı kullar ilm-i yakin, tecellisindedir”.
ayn-i yakin ve hakk-ı yakin derecelerinde bilirler ve
müşâhede ederler. Böylece bazı nebi ve velilerin Üçüncü selâmda hakka"-yakin sırrı âşikâr olur.
önceden bildiği merâtib bilgisini, seyr u sülûk Hak, yakin nurunu semâzenlere verdiğinde, bu
sonunda Hakk"ın Selâm ismi tecellisine meclâ nurun aydınlığında hakiki mebde"e varırlar.
oldukları halde tahsil ederler. Mebde ile me"âdın bir olduklarını bilirler ve
müşahede kılarlar. Böylece Evvel ile Âhir, Zâhir
Mevlevî mukabelesindeki selâmlar Hakk"ın ile Bâtın bir olur. Birlik makamına ulaşma yine
Selâm isminin tecellileridir. Hakk"ın selâm isminin tecellisidir. Tecellide
Hak, onlardan şu hitabı dinlemelerini emr eder:
Şeyh Sadreddin Konevi Selâm isminin şerhinde “Kullarım! Sizlere nisbet edilen varlık ve her türlü
der ki: “her bir mertebenin Selâm isminden payı kayıtlardan âzâde oldunuz. Varlığınızı terkedip
vardır”. Her bir devrin de Selâm isminden hissesi Varlık buldunuz. Selâm ismimin üzerinize
vardır. Hak her üç selâmda onlara Selâm ismiyle tecellisiyle müşahede selâmetine erdiniz. Artık
tecellide bulunduğunda, Varlığın başlangıcından
nihayetine kadarki mertebeleri devr ve seyr

20
hakka"l-yakin nazarıyla nazar ediniz. Bakalım nokta, gerçekliği yani varlığı yoktur. Gerçekliği nokta
daire, devr ve medârı nasıl göreceksiniz? olmasından ibarettir.

Birinci Devir Mukabele meydanı Varlık dairesi, şeyh-i kâmil


Mukabele meydanı ve devrî hareket tek bir Varlık dairesinin başlangıç (mebde) noktası,
noktadan ibarettir. semâzenler bu noktadan zuhûr eden ruhlar
mesâbesindedir.
Hakikatte nokta, daire, devr ve medar birdir ve
tek bir dairede seyrederler. Nokta, vehmi bir düz Mukabele meydanında şeyh-i kâmilin post
çizgi şeklindeki daireden ibarettir. Hakikatte sadece makamı, mebde-i vücûd noktası misâlindedir.
nokta vardır.” Gülşen-i Râz sahibi Şebüsteri de şu Bu noktanın soluna düşen taraf bâtın âlemin
beytiyle aynı hitabın mazharı değil midir: nümûnesidir. Semâzen fukarâ, bu taraftan
zuhûra müsta"id olmuş yani hazır hale gelmiş
mücerred ruhlar gibi hareketsiz bir halde, Varlık
dairesinin başlangıç noktasını simgeleyen
şeyh-i kâmile yaklaşırlar. Elleri sinelerinde şeyhi
tazim edip, zâhir âlem olan sağ tarafa geçip
“Bu sûretin hepsi senin vehmindir / Seyrin zuhûr etmeden önce kendi istidadlarınca izin
süratinden dolayı nokta dairedir”. isterler. Hakk"ın kâim-i makâmı olan şeyh-i
kâmilden izin alan semâzenler, sağ taraftaki
Ahadiyyet Zatı tek bir noktadan ibarettir. Bu yarım dairede Varlık merkezi üzere deveran
nokta süratle hareket eylese daire şeklinde görünür. etmeye başlarlar. Şeyh-i kâmil izin sağ tarafa
Ancak bu daire vehmi bir daire olup, kendinde bir geçip zuhûr etmek isteyen âşık ruha hal
lisanıyla şöyle der: “Kendi Varlık merkezinde
haydi deveran et ve kendi meşrebinde amelde

21
bulun”. Bunu işiten semâzen ise yine hal lisanıyla davetine icâbet edeyim” buyurulmaktadır.
cevap verir: “emrini işittik ve itaat ettik. Kendi sâbit Aşık kendi mertebesinden çıkıp Hakk"a yani
"ayn"ımıza göre devre başladık. İşte hakikatimiz hakikatin merkezine yöneldiğinde, Hak ta izzet
ve meşrebimiz olan Varlık merkezimizin etrafında ve istiğnâ mertebesinden inip âşıka yaklaşır. İşte
hareket ediyoruz”. bu münâzeledir (karşılıklı iniş).

Mukabele meydanındaki Zâhir âlem olan sağ İkinci Devir


yarım daireden bâtın âlem olan sol yarım dâireye
geçiş her bir semazen için Varlık merkezleri Semâzenler birinci devirdeki sûretin manaya
etrafında dairevi olduğu gibi, tüm semâzenlerin muvâfık olması için ikinci devre başlarlar.
toplu hareketi de dâirevîdir. Ferdi deveran külli
deveranı devr ettirmek içindir. Sûretten manaya intikâl artarak devam eder.
Bu itibarla ikinci devirde daha bir iştiyak, yanış,
Daire şeklindeki mukabele meydanını, Varlık vecd ve inkişâf vardır. İkinci devrin mertebesi
dairesinin başlangıç merkezini temsil eden ve ayne"l-yakin mertebesidir. Devrin nihayetinde
ahadiyyet zatının kâim-i makâmı olan şeyh-i Hakk"ın halifesi olan şeyh-i kâmil, mertebenin
kâmilin makamından çizilen vehmi bir çizgi –ki gerektirdiği üzere Hakk"ın Selâm isminin
insan-ı kâmil / insaniyyet mertebesini temsil eder- mertebenin hükmünce tecellisini lisan-ı hâlle
iki yarım daireye ayırır. Sol yarım daire batın âlem, söz tennûresine giydirir: “Ey aşk yolunda
sağ yarım daire zâhir âlemdir. Zâhir âlemde devri seyredenler Allah"ın selâmı üzerine olsun. Allah
hareketle mertebe kat eden semâzen, mertebeleri basiret gözünüzden perdeyi kaldırsın ki, devrin
kendi Varlık merkezi etrafında devr ederken; tüm ve hakiki merkezin sırlarını göresiniz”.
semâzenler de bir bütün olarak Varlık dairesinin
başlangıç merkezi etrafında dairevi hareket Üçüncü Devir
ederler. Her bir semazen kendi varlık merkezinde
hareket etmesi itibariyle birbirinden farklı olmakla Semâzenler üçüncü devirde istidâd ve
beraber, semazenler toplu halde tek bir Varlığın kâbiliyetlerine göre tam bir istiğrak haline
başlangıç merkezi –ki Varlığın başlangıç noktasını geçerler.
temsil eden şeyh-i kâmildir- etrafında deveran
etmeleri hasebiyle ayn"ıdırlar. Böylece Zâhirden Üçüncü devir, hakka"l-yakin mertebesidir ki,
Bâtına, Bâtından Zâhire sürekli bir devri hareket “nereye yönelirseniz yönelin, Allah"ın vechiyle karşı
içindedirler. Devri harekette her bir semâzen kendi karşıya gelirsiniz” (Bakara 115) sırrının zuhûr ettiği
Varlık merkezi etrafında devr etmekle beraber, devirdir. Bu sır mutlak bir sır olup, semâzenlerin
devir sabit değildir. Devir de aynı zamanda istidadına göre kayda girer. Bazılarında ilm-i
devrîdir. Zira her bir semâzenin devri sâbit olsaydı, yakin, bazılarında ayn-i yakin bazılarında ise
Varlığın başlangıç merkezine yani şeyh-i kâmile hakk-ı yakin şeklinde yüz gösterir. Üçüncü
ulaşmak mümkün olmayacaktı. Tüm hareket devrin sonunda da şeyh selâma mübâdere
Varlığın başlangıç merkezinden doğar, yine eder ve münâzele makamının nümûnesine gelip
başlangıç merkezine döner. Zira evvel de âhir de üçüncü selâmı tebliğ eder: “ey âşıklar ve ârifler
birdir. Tüm hareket şeyh-i kâmilden doğar, şeyh-i Allah"ın selâmı üzerinize olsun. Devirleriniz
kâmile döner. Aslolan şeyh-i kâmildir. Asıllarına tamamlandı. Allah sizleri yakin hakikatine,
Zâhir ve Bâtın kavsinde seyrettikten sonra dönen kendisini müşahedeye selâmetle eriştirsin”.
semâzenler, asla selâm verirler selâm alırlar. Bu
selâm Hakk"ın Selâm isminin tecellisidir. Hak, kendi Devirlerin sonundaki selâmlar tek bir
nümûnesi olan şeyh-i kâmilin lisanından onlara selâma râci"dir ki, Hz. Peygamber"in (a.s.)
şöyle selâm verir: “Ey aşk dairesinde devredenler, rûhâniyyetinedir.
Allah"ın selâmı üzerine olsun. Allah semâ"nızı ve
niyyetlerinizi fitnelerden sâlim kılsın ve sizleri Bir rivayete göre Hz. Pir Mevlana"ya niçin
selametle hakiki Varlığın başlangıcına yani merkez üç devir ve üç selâm verdiği sorulur. Cevâben
noktaya ulaştırsın”. şöyle der: “Birinci devirde Hz. Peygamber"in
(a.s.) ruh-i şerifleri temessül etti. İlk selâm O"nun
Devrin nihayetinde Şeyh-i kâmilin selâm vermek içindi. İkinci devirde Hakim Senâî"nin rûhları
için insaniyyet mertebesini temsil eden çizgi temessül etti. İkinci selâm O"naydı. Üçüncü
üzerinde bir kaç adım atarak ileriye doğru çıkması devirde Feridüddin Attâr"ın ruhları temessül etti.
münâzele makamına işarettir. Üçüncü selâm O"naydı”. İsmail Ankaravî"ye göre
bu zayıf rivayet gerçeklik taşısa da, yukarıda
Münâzele, sûfiyye ıstılâhında kulun kendi zikredilen sırlar söz konusu olduğunda mana
varlığından fenâ makamına inmesi, Hakk"ın açısından oldukça sınırlıdır. Zira Ankaravî"ye
selâm ve rahmetiyle abdiyyet (kulluk) makamına göre insan-ı kâmilin yani Hz. Mevlana"nın her
yakınlaşmasıdır. Nitekim hadislerde “Bana bir bir fiilinde türlü türlü sırlar ve nükteler vardır ve
adım yaklaşana ben bir arşın boyu yaklaşırım”, bu sırlar Hz. Pir"in fiilleriyle mutabakat arz eder.
“Gecenin yarısı veya üçte biri geçtiğinde Allah Dolayısıyla rivayetteki mana ile deverandaki
dünya semâsına iner ve yok mu beni davet eden sırlar şu selâmda bir araya getirirlir ki, her şeyi
22
câmi bir selâmdır: “Salât ve selâm, Allah"ın rahmet düz-çizgisel harekette bulunurlar. Halbuki
ve bereketi ey nebi (a.s.) senin, bizim, Allah"ın ârif, maksadları olan Hak, kendileriyle beraberdir.
âşık ve sâlih kullarının üzerine olsun”. Ancak bunu idrak edemezler. Onlar hayal
içindedirler. Gayeleri dahi hayaldir. Onlara göre
Mevlevî Yolu O"ndan O"na ve ikisi arasındaki söz konusudur.
Diğer tabirle bidâyet (başlangıç), nihâyet (son)
Sadece Mevlevî zikri olan mukabele devrî değil, ve ikisi arasında bir şey vardır. Oysa Dairesel
Mevlevî sülûku da devrîdir. Mevlevîlerin bedenleri (devrî) harekette bulunanlara göre, seyrde
devrettiği gibi ruhları da devreder. bidâyet ve nihâyet yoktur. Zira onlar ruhani,
cismani, dünyevi ve uhrevi her şey de Hakk"ı
İki tür sülûk yani tarik (yol) vardır: Düz yol (tarik-i müşahede ederler. Onlar Muhammedîlerdir.
müstatil) ve dairesel yol (tarik-i devrî). Düz yolda Muhammedîler “şayet bir ip sarkıtsanız Allah"a
gidenler (tâlibân-ı tarik-i müstatîl), bülûğ çağından düşer” manasını idrak edenlerdir. Hak, arzın
vefat edinceye kadar şeriat ve tarikat üzere bâtınında yani cisimler âleminde hâzır olduğu
giderler. Ancak ruhani ve cismani her ne mertebe gibi, semânın bâtınında yani ruhlar âleminde
ve menzile varsalar, Hakk"ı hâriç bilirler ve tenzih de hâzırdır. Allah her şeyi çepeçevre kuşatır”.
yoluna saparlar. Daima Hakk"ı bu mertebelerden Hakk"ın her şeyi kuşattığını gören ve bilen
daha yüce bir mertebede ve / veya mertebesiz kimsenin müşahede ve sülûku daireseldir.
sanırlar. Enlem ve boylam hapsinde mahpuslardır,
daireyi çizemezler diğer bir ifadeyle dairede Muhammedî olan Mevlevîlerin sülûku ve
yolculuk yapmak nasiplerinde yoktur. İkinci kısım mukabeleleri vahdet-i vücûd üzere daireseldir.
yani dairesel yolda gidenler ise, Hakk"ın inayeti ve
mürşidin himmetiyle tarikatta sülûk edip vahdet-i Bibliyografya:
vücûdu keşfedenlerdir. Ulaştıkları her mertebede İsmail Ankaravî, Minhâcu"l-fukarâ, İstanbul 1256, s.
Hakk"ın vechini bulurlar. Her yerde, her makamda 67-76.
ve her şeyde Hakk"ı tecelli eder görürler. Onlar İsmail Ankaravî, Hadislerle Tasavvuf ve Mevlevî Erkânı
devrîlerdir. Zira seyr u sülûkları Hak"tan Hakk"a Hak (Şerh-i Âhâdîs-i Erba"în), haz. Semih Ceyhan, İstanbul
ile beraber ve Hak"ta yolculuktur. Şeyh-i Ekber İbn 2001.
Arabi Hz.leri bu konuda şöyle demektedir: “Düz Tâhirü"l-Mevlevî, Nisâbu"l-mevlevî Tercümesi, haz.
yolda gidenler, maksadlarından saparlar ve itidâl Yakup Şafak- İbrahim Kunt, Konya 2005, s. 57- 60.
yolundan dışarı çıkarlar. Zira Hakk"ı mazharlarda Afif Tektaş, Şeyh İsmail Ankaravi"nin Minhâcu"l-fukarâ
görmezler. Hatta matlûblarının bu mazharlardan Adlı Eserinin Özü, haz. Mustafa Çiçekler, s. 42- 47.ā
hâriç olduğunu vehmederler. Hakk"a ulaşmak için

23
Yün, Keçe, Sikke ve Derviş
İ lk sikke yapmaya başladığım zamanlarda, çok
Celalettin Berberoğlu
döverek yapılırdı. Evet ilk önce bir arınma
farklı bir şey deneyimledim. Bu deneyim yünün yani tevbe gerekiyor yola çıkan muhip için.
keçe ve sikke olma aşamasına gelene kadarki Akarsudan murad gözyaşlarımızdır ki: "bütün
serüveniyle, dervişin yolculuğundaki müthiş çayır çimen, gül gülistan akarsu kenarlarında
benzerliklere şahit olmamdı ve o zaman anladım olur" diyor HZ.PİR efendimiz. Gözyaşlarımızla
aslında sikkenin derviş, dervişinde sikke olduğunu. yıkadığımız bir gönül (tevbe) ancak o zaman
Şimdi bu benzerlikleri sizlerle paylaşmak istiyorum. gülistana dönüşüyor, kurak çölde elbette gül
bitmez? Yün, tokuç ve insan. Aslında hayatımızda
İlk önce yünden bahsedeyim. Arapçada suf yediğimiz her tokuç, ben yaparım ben bilirim,
kelimesinin yün anlamına geldiğini ve sufi güç bende diyen egomuza Allahın bir rahmeti
kelimesininde yünden elbise giyenler anlamına ve merhameti olarak bize vurulur. Gücü, gücün
geldiğini herkes bilir. İlk sufilerin yün ile gerçekten sahibine yani mutlak olana iade etmemiz için.
çok sıkı bir bağı vardı ve ben belki de yolu yani Her tokuç tevbe kapısını aralamamızı ister adeta.
suluk-ü yünden öğrendiklerine inanıyorum. HZ PİR: "Deri tabakhanede işkenceye gerilir, türlü
acı ilaçlarla ıslah edilir ve şaplanır" diyor. Derinin
Yün, yumuşak ince telli, sıcak ve soğuğa karşı bir bütün bu kahır elinden çektiği, sonunda belki
yalıtkan, istediğiniz biçime göre şekle girmeye hazır pek çok insanın yanına bile yaklaşamadığı bir
bir materyaldir. En iyi keçe olabilecek yün ise kuzu güzeli kucaklaması, onun bedenini sarması, ona
doğduktan sonraki ilk kırkımı yani bizim kuzu yünü giysi olması içindir. Elbette HZ PİR muhibbanına
dediğimiz yündür. Yetişkin bir koyunun yününden halvet ve uzleti bir yere kapanıp acı çekmesini
istenilen kalitede bir keçe elde edemezsiniz. Hz istemiyor. Aslında bu su ve çamur yurdunun
İsa: "Tanrının kırallığına ancak çocuklar girecektir" başlı başına bir çile olduğunu bildiği için bunu
der ya hani kuzu yünü yada insan buradan başlar tavsiye etmiyor. Yetişkin koyun sembolü ise hani
bu gizemli serüvene.Kuzu doğmuş, üzerinden 7-8 yününden iyi kalite keçe olmayan sembol, o da
ay geçmiş, üzerinde çöpler ve dikenler oluşmuş hayatını alışkanlıklar üzerine kurmuş, mukallitce
yani yün bu toprak alemine bulanmıştır. Oysa bir yaşam tarzı sürdüren, bilgileri katmerlenmiş,
doğduğunda tertemiz kar gibiydi. Her yeni fikir ve oluşuma itiraz eden, ufku
dar, eskinin devamı, anlayış ve kavrayışta kör,
Önceden bu arınma yada temizleme işlemi makineleşen çağımızda tıpkı bir makine gibi gibi
köylerde akarsu kenarlarında köylü kadınları yaşayan, zihni düşünce çöplüğüne dönüşmüş
tarafından tokuç ismi verilen tahtayla yünü zavallı insanı temsil ediyor.
24
Yünün bu ilk yıkanma aşaması aslında bir fark gönlü mutmain olsun diye bu dağınık yün
noktasıdır, kirlendiğinin farkına varmak. Değişim parçaçıklarının üzerine süpürgeyle, tıpkı
bu fark noktasıyla başlıyor. Her neyse… Yün ya da gökten yağan yağmur damlacıklarının indiği
insan bu fark noktasından sonra bir ustaya [mürşi-i gibi su verir ve nemlendirir. Daha sonra usta,
kamil]ihtiyaç duyar. Usta yada mürşid-i kamil, ona içinde serilmiş yün bulunan bu kamış kalıbı rulo
yeni bir şekil verecek, adeta onu başka bir biçimde halinde sarıp, sağlam bir iple bağlar. Bu bağ,
yeniden yaratacak, ona deneyimlerinden kazandığı pek çok yolda yada dinde bulunan sadakat
en kısa yolu tarif edecektir [hattı istiva]. Usta bir kemeri gibidir. Yani bizim elifi nemed'imizdir.
şair, bir besteci yada bir heykeltraş gibidir ve ilhamı Yün sadakat kemerini kuşanmıştır ve kendini
direkt olarak yaratıcıdan alır. O karın üzerinde ayak tamamen ustaya bırakmıştır artık. Sonra usta
izi bırakmadan yürüyebilir, o bunun bir yolunu bu kalıba ayaklarıyla vurarak tepme denilen
bulmuştur ve o yolu bilendir. işlemi yapar.Yün bu arada ustanın ayakları
altında ilk dönüşüne [semasına]de başlamıştır.
Yün yıkandıktan sonra Mansur'unda mesleği olan
hallacdan geçer. Hallac'dan geçme sembolü: Tevbe NEY! Dinle neyden, diye başlar HZ.PİR
etmiş, değişim için fark noktasına ulaşmış salikin Mesnevisine. Ney, içi boş kamış. Yün bir
mürşide ulaşmadan önce iç dünyasında yaşadığı müddet bu kamış kalıbın içinde, kamışın sırrını
çelişkilerin son halidir. Arayış içindedir. Kafasında öğrenmeye çalışıp onunla sohbet etmiye
cevap bulmayı bekliyen bir sürü soru vardır. Nasıl bir başlar. Tabiki bu arada usta onu ayakları altında
usta bulacaktır. Sistemin, alışılagelmişin, kendisine ezmede, onu tepmede, ona adeta: bütün
göre güvenli bu çemberin dışına çıkmak üzeredir ve bildiklerini unut bana tamamen teslim ol ve
meçhul bir bilinmeyene doğru gitmededir. Hallacta kamışın sana anlatacağı sırları dinle demededir.
yün nasıl darmadağın olmuşsa salikin iç dünyası da Aslında neyden ve kamıştan maksat ustadır
böyle darmadağın olmuştur. Bu darmadağınıkla ama insan bir ustaya ulaştığında, o ustayı
gelir yün keçe ustasının önüne, yada insan mürşide. bilgileriyle olur olmazları ile tarttığından ilk
zamanlar ustalar öğretilerini hep başka şeyler
Usta bu darmadağın yünü iki parça halinde sepki üzerinden verirler. Taki salikte kendisine karşı
dediğimiz tarağa benzer, ince çubukla kamışdan beslenen aşk doğuncaya kadar. O yüzden HZ.
yapılmış hasırın üstüne iyice yayar. Bu iki parça PİR Mesneviye başlaren , dinle benden demiyor
bütün zıtlıklar aleminin sembolüdür. Acı,tatlı, iyi da, dinle neyden diyor.
kötü v.s… Yani kesret alemini sembolize eder.
Yünün yada insanın durumuna bir işarettir. Usta Hasılı yün bu rulonun içinde kamışla sohbet
sessizce muhataba ne durumda olduğunu söyler. eder. Adeta o toprağa [kamış hasıra] atılmış
İç dünyasındaki bölünmüşlüğü bildiğini işaret bir tohum gibidir. HZ MEVLANA [k.s]: "Tohum
eder. Adeta yüne yada salike bir nişan olsun, toprağa düşünce bir müddet toprakla sohbet
eder. Toprak onun mürşidi olur. Ona
nasıl neş-vü nema bulup canlanacağını
anlatır. Tohum üstadı dinler, önce
renginden vazgeçer sonra koku ve
biçiminden.Varlığından sıyrılırda
yüzünü böylece güneşe döner, hayat
bulur"der. Güneş sevgilidir. Toprak
tohumun kulağına sevgiliyle ilgili
birkaç söz fısıldayıvermiştir de, bir ölü
bu sayede hayat bulmuştur. Her zerre,
her tohum elest şarabından içen her
yaratılmış sevgiliye aşıktır.

Biz yine yüne dönelim. Yün ustanın


ayakları altında coşkuyla sema
etmededir. Rulo dönmede, ustanın
her ayak vuruşuyla ego [sahte ben] yok
olmadadır. Hani o kamış hasırın içine
incecik serilen yün varya , o yün parça
püçüklükten kurtulmuş, şekli [ego]
küçülmüş ama küçüldüğü ölçüdede
sağlamlaşmıştır. Küçülen, tevazu
hırkasını giyen sağlam bir derviş gibi.

Keçe tepmek büyük efor isyeyen


bir iştir. Usta ayağını keçeye her
vurduğunda, nefes ve vuruşun ritmine
göre HÛ sesini çıkarır. Bu çalışma
25
sırasında nefesini maksimum bir düzeyde korunmuş olurlardı. Yılan ve akrep tasavvufta
kullanmalıdır ve her ayak vuruştaki bu HÛ sesi, ego'nun sembolüdür. Yünden elbise yada sikke
nefesle çalışmayı sürekli ve verimli bir biçim giyen Mevlevi canları da biz egomuzdan halas
de tutar. Mürşid yada usta zaten daim zikirde olduk, yani insan-ı kamil olduk demenin bir
[remembering]dir. Bu sesli HÛ zikri, sevgilinin nişanesini taşırlardı. Yılan ve akrepden yani kısaca
bana geri dönün hitabını sadece keçe yada insana Tanrıdan gayrı her şeyin onlara yaklaşamadığını
hatırlatmak içindir. HÛ… HÛ… HÛ… yu hatırla ve ve onların DEM ine zarar veremediğini sembolize
aslına rucu et… ediyordu.

Bu işlem yün belli bir kıvama gelene kadar Biz yine yüne dönelim. Yünün sikke olması için
sürer. Usta rulonun içindeki yünü görmemesine son bir aşama daha kalmıştır. Sikke iki parçanın
rağmen,vuruşların şiddet derecesinden ve [zıtların vahdeti] birleşmesinden oluşur. Bu
rulonun giderek incelmesinden yünün kıvama parçalar ayrı değil birbirine yapışıktır.Birbirlerinin
gelip gelmediğini anlar. Yün iyice incelmiş ayrı ve içine geçmek suretiyle aynı zamanda hem çift
kaba duran telleri artık bir birine iyice yapışmış hem de tektirler. Ne diyor HZ.PİR:
yün vahdetin kokusunu almıştır.Bir'liğe ulaşma
yolundadır. Kalıba ilk serildiğinde parça püçüktür "Göklerin altında bir eşi olmıyan o sevgili
ama şimdi yünün neresinden tutarsanız tutun Esirini tek mi çift mi oynamıya razı etti,
onun tamamı elinize gelir artık. parça püçüklük Bana sordu: tekmi istersin yoksa çiftmi
kalmamıştır. Bende seninle çift, alemdende tek, mücerret
olmak isterim, dedim"
Usta yünü rulodan çıkarıp düzgün bir yere
serer. Yün için başka bir serüven başlamak Evet sikke görünüşte tek olan bir çifttir. Bütün
üzeredir. Kamışın sert yüzeyinden ve ustanın çift olan şeyleri yani kesreti, vahdet örtüsü
ayak darbelerinden kurtulmuş, kendisini ustanın altında gizler. O kendisine çift diyenlere göre
maharetli ellerine bırakmıştır. Sonu baştan çift, tek diyenlere görede tektir ama aslında
görür olmuştur. Nereye doğru sürüklendiğinin o bütün bu gel git in merkezinde olandır ve
farkındadır artık. Ustaya kendini tamamen teslim müthiş bir ahenge sahiptir. Bu düsturu Mevlevi
etmeside bu yüzdendir. Usta bundan sonraki dervişleri kulağına küpe değil ,başına tac yapar.
aşamada sıcak su ve sabun kullanacaktır.Yün pişip Bu tac cihan sultanlarının bile gıpta ettiği bir
keçe olacaktır. Tıpkı HZ. PİR'in "hamdım piştim tacdır. Sikke için ayrıca nefsin mezartaşı da
yandım" dediği gibi. Usta ilk önceleri sıcak suyu denilir. Günümüzde Muhibban-ı MEVLANA [k.s]
azar azar yünün üzerine damlacıklar halinde evlerinde her gün bir müddet bu sikkeyi giyerek
serpmeye başlar. Serpilen sıcak su miktarına göre dillerinde Şeyh Galip Dede'nin o meşhur şiiri
de bu yünün üzerine sabun [zeytinyağı sabunu] HZ. PİR'in tasarrufu altında olduklarını tefekkür
sürer ve elleriyle yünü tekrar preslemiye başlar. eder ve bunu O'nun tasarrufunun bir nişanesi
Yünün o andaki durumuna ve ihtiyacına göre olarak görürler.
sıcak su ve sabun verir. Sıcak su AŞK tır. Aşkla
yuğrulan yünün gönlü coşmada ve tıpkı sabunun Biz yine sikkenin yolculuğuna devam edelim.
köpürdüğü gibi köpürmededir. Sıcak su çoğaldıkca Usta bu iki çifti iç içe geçirir ve sikkenin şeklini
coşkunluk ve köpürmede [sabun] çoğalmaktadır. verecek olan kalıba sokar. Her şey güzel ve
Usta yünü her yuğuruşta sıcak su ve sabuna ihtiyaç estetik bir kalıp içindedir. Kalıplar ve semboller
varsa ilave eder. Yün bu aşamada hiçbir hatayı içlerinde ilahî olana açılacak kapının anahtarlarını
kabul etmez. Geri dönüşü yoktur çünkü ve usta barındırır ve o yüzden AHMED-İ MUHTAR [s.a.v.]:
bu yüzden çok dikkatlidir. Bu işlem sırasında oda "Allahım bana eşyanın hakikatini bildir" diye dua
sıcaklığıda [çevre] çok önemlidir. Eger oda,atölye etmiştir. Usta sikke olacak keçeyi kalıba yerleştirir.
soğuksa bu işlem daha uzun bir zaman alacaktır. Usta artık keçe için ayaklar altında tepilme,
Atölye ne kadar sıcak olursa bu işlemde hem güzel elde presleyip yuğurma gibi sert teknikleri
hem daha kısa zamanda olacaktır. Önceleri keçe uygulamaz. Keçenin sikkenin kalıbının şeklini
ustaları bu işlemi umumi çarşı hamamlarında alması için onu eliyle yavaşca okşamakta, adeta
kendileri için özel ayrılmış mekanlarda yaparlardı. onu tebrik ve takdis etmededir. Bu işlemden
Hamamda çalışırlar terlerler ve sonrada yıkanırlardı. sonra sikke kalıbın üzerinde kurumaya bırakılır.
Ben bu çevre faktörünü dergahlara benzetiyorum. Artık sikke HZ. MEVLANA'nın muhibbanına,
Dergahın sıcak aşk dolu havasında yetişirlerdi dervişlerine bir hediye olarak aşk yolunun
dervişler önceleri. Dergahın manevi havası onların bir nişanesi olarak derviş tacı olmuştur. Hani
yetişmesine yardımcı olurdu. HZ.PİR "taş vardır kaldırım taşı ayaklar altında
çiğnenir, taş vardır, elmas yakut padişahın
Bu pişirme sırasında keçe fiziksel olarak küçülür. tacını süsler" dediği gibi, sikkede artık, tahtının
Ne kadar iyi pişerse, fiziksel boyutu da o oranda üstünde –halidine ebeden –yazan o padişahın
küçülür, mukavemeti artar. Çobanlar dağda muhibbanına miras kalmış bir tacdır ve aslında
koyun güderken, keçeden yapılan kepenek sikke derviş, dervişte sikke demektir.
giyerlerdi. Gece bu kepeneğin içindede uyurlardı..
Keçe üzerinde yılan, akrep gibi sürüngenler Ne mutlu bu tacı takıp HZ.PİR kervanına girip
yürüyemediğinden bu hayvanların zararından da ona muhip olabilenlere.
26
Sabî iken semâya oldı çün seyrân-ı Mevlânâ
Velîler üzre her vech ile var rûchan-ı Mevlânâ

Bulur her demde rûhâniyyetinden mürîde dile cân


İrişür çâresiz dertlilere dermân-ı Mevlânâ

İder deryâda hem bedre olan muztarlara imdâd


Hemân çağır olur lâ-büdd sana ihsân-ı Mevlânâ

Kerâmâtı anın günden ‘ayan her ân zuhûr eyler


Gürûh-ı ‘ârifan içre bülenddir şân-ı Mevlânâ

Cihânda evliyânın her biri gösterdi bürhânlar


Sekiz yaşında zâhir oldı bil bûrhân-ı Mevlânâ

Giren anın tarîkına olur Mevlâyâ tîz vasıl


Hudâm sevgülü dostları dervîşân-ı Mevlânâ

Şeb-i mi’râcda gösterdi anı Yezdân Habîbine


Melâik oldılar ol gice heb hayrân-ı Mevlânâ

İder züvvârına ikrâm u in’âm ol kerem kânı


Seni mahrûm komaz sen ol hemân mihmân-ı Mevlânâ

O şâhin bende-i ednâsdır bî-çâre Kuddûsî


Bu ‘âli câhı bahş itmiş ana Yezdân-ı Mevlânâ.

Şeyh Kuddûsi

27
Ey âfitâb zuhûr et nikâb-ı aşkıñdan
Karardı ufk-ı ümîdim ‘itâb-ı aşkıñdan

Gedâ-yı dergeh-i ihsân u iltifâtıñdır


Göñül nasîb arıyor işte bâb-ı aşkıñdan

Görünce hikmet-i işrâkı nûr-ı çeşmiñde


Güzelce ezbere aldım kitâb-ı aşkıñdan

Hemîşe tâbiş-i rûyunla feyz-yâb oldum


Misâl-i zerre seniñ âfitâb-ı aşkıñdan

Derûn-ı sînede cûş eyliyor hakîkat-i mey


O rütbe mest ü harâbım şarâb-ı aşkıñdan

Göñül dedikleri bir nağme-i şikâyetdir


Kemâl-i sûz ile çıkmış rübâb-ı aşkıñdan

Gören sanur ki visâliñle şâd u raksânım


Bu hâl bende senin ıztırâb-ı aşkıñdan

Gamıñla Bâkî-i bî-çâre her zaman giryân


Düşen bu katreye rahm et sehâb-ı aşkıñdan

Abdü’l-Bâkî Efendi, Mahfil Mecmuası


Yenikapı Mevlevî-hânesi post-nişini Şeyh Abdü’l-Bâkî Efendi hazretlerinindir.

28
Buhûrî-zade
Mustafa Itrî Dede Efendi
K lasik mûsikîmizin en büyük ismi, Mimar
Sinan’la birlikte medeniyetimizin estetik
Kagan Ulaş
Devrinin, Galata Mevlevihanesi ile birlikte
en önemli mevlevihanesi olan Yenikapı
boyutunu zirvelere taşıyan, mûsikînin büyük Mevlevihanesi yakınında doğmuştur. Yenikapı
mimarı. Mevlevihanesi Postnişini Şeyh Câmi Ahmed
Dede Efendidir. Âlim-Fâzıl bir zât olan Câmi
S. Ezgi’ye göre 1630, R. Yekta Bey’e göre Ahmed Dede, adından da anlaşılacağı gibi,
1640 yılında, İstanbul Mevlanakapı civarındaki şahsiyetiyle herkesi etrafına topluyordu. Onun
Yaylak’ta dünyaya gelmiştir. İyi bir eğitim aldığı, dönemide, Yenikapı Mevlevihanesi en parlak
Arapça ve Farsça bildiği muhakkaktır. Siyâhi dönemlerinden birini geçirmiştir. Câmi Ahmed
Ahmet Efendiden hat meşk etmiştir. İyi bir Dede 1671 yılında Hakka yürüdüğünde Itrî’nin
tâlik hattatı olan Itrî, Divan yazabilecek kadar 30-40 yaşında olduğu düşünülürse böylesine
da iyi bir şairdir. Devrinin büyük bestekârları parlak bir devirde şair, hattat, müzisyen ve
başta Hafız Post olmak üzere, Koca Osman, bestekâr olan Itrî’nin, Yenikapı Mevlevihanesi’ne
Küçük İmam ve Derviş Ömer’den mûsikî meşk intisab ettiği kuvvetle muhtemeldir. Hatta
etmiştir. Suphi Ezgi,Itrî’nin Hafız olduğunu, ney muhteşem Post Naat’ı Şerifi ve Âbidevî Segâh
üflediğini ve “Mevlevi“ olduğunu yazmıştır. Âyini Şerifini bu dergah için yapmıştır. Hocaları
Hafızlığı ve neyzenliği konusunda net bilgiler olan Hafız Post ve Küçük İmam da Mevlevidir.
yoktur.Sultan IV. Mehmet ve Kırım Hânı I. Selim Bütün bunların yanında; Abdülbâki Dede,
Giray tarafından himaye edilmiştir. Enderûn’da ‘Mecmûâ-i Ayini Şerif’ inde Segâh Ayini Şerifi
hocalık yapmış olan Itrî, kendi isteği ile ‘Esirciler – Itrî Dede diye kayıt düşmüştür. Bu bilgiler
kethûdağlığı’ na talip olmuş, Sultan IV. Mehmet ışığında Itrî’nin Mevlevi olmadığını düşünmek
tarafından bu isteği kabul görmüştür. Bu isteğin, mümkün değildir. Ancak Abdülbâki Dede’nin
iki sebebinin olabileceği varsayılıyor: Birincisi; kayıt düştüğü Dede ünvanı konusu pek net
kötü muamele gören kölelerin daha iyi şartlarda değildir. Dede ünvanı 1001 gün çileden
yaşamalarını sağlamak olabilir, bu sanatçı sonra dervişe verilen ünvandır. Nâdiren de
hassasiyeti ile uyumlu bir durumdur. İkincisi; Mevleviliğe büyük hizmeti geçmiş olan önemli
değişik coğrafyalardan gelen kölelerin sayesinde, şahsiyetlere çile çekmeden de verilebilir.
diğer müzik anlayışlarını öğrenme hevesi olabilir.
Bu da meslekî bir açıdır. Bizce birinci gerekçe, Şeyhülislam Esad Efendi, Itrî’nin 1000 den
eserlerinden duyabildiğimiz, anlayabildiğimiz bir fazla eser bestelediğini belirtiyor. Eski güfte
kişilik için daha uygundur. mecmualarını incelediğimizde; Itrî’nin klasik
29
formlarla sınırlı kalmadığını, cami mûsikîsinden, de, bizzat ”Mevlevi” olarak vücuda getirdiğinin
şarkı ve türkü formlarına kadar her formda eser delilidir. Mevlevihaneye devam ettiği, diğer
bestelediğini anlıyoruz. Ancak elimize tek bir ayini şerifleri dinlediği -ki ondan önce Beste-i
şarkı ve türküsü ulaşamamıştır. Yılmaz Öztuna’nın Kadimler ve Kûçek Mustafa dedenin Bayati
araştırmalarına göre elimizde 42 eseri mevcuttur. ayini vardı- ortaya çıkar. Bu yüzdendir ki Segâh
Bunlardan 10 tanesi dinî mûsikî repertuarımıza, ayinini klasik mûsikîmizin çok nakışlı girift
4’ü saz eserleri repertuarımıza, 28’i de klasik ezgilerinden oluşturmamış, nispeten daha sade
mûsikî repertuarımıza dâhildir. Klasik formdaki 28 ve ayin tavrına uygun bir şekilde bestelemiştir.
eserinden 2’si kâr, 13’ü beste, 8’i Ağır Semai ve 5’i Özetle; klasik mûsikî tavrı ile ayin tavrını
yürük Semai formundadır. karıştırmamıştır ki bu da Mevlevi mûsikîsini iyi
bildiğinin kanıtıdır. O zaman şartları içerisinde
‘Eğer maksud eser ise bunu kavramak, ancak mevlevihaneye devamla
Mısra-i berceste kâfidir’ mümkündür. Klasik mûsikîmizde mahir olmuş
bestekârlarımız ayinlerinde zaman zaman bu
Bu büyük bestekârın elimizde sadece ‘Segâh iki tavrı karıştırmışlardır ve kendi dönemlerinde
Tekbir’i bile olsa idi, O’nun ne muhteşem bir bu yüzden eleştirilere uğramışlardır. Bu iki tavrı
bestekâr olduğunu anlayabilirdik. ‘Dilkeşhâveran birbirine karıştırmadan ortaya koyabilmek
Salâ’sı, ‘Salât-ı Ümmiye’si de birer mısra-i bercestedir. çok zor bir iştir. Itri klasik mûsikîmizin en
Rast Na’t-ı Şerif-i o kadar ihtişamlı çarpıcı ve büyük bestekârı olmasına rağmen iki tavrı
muhteşemdir ki üç asırdır ‘Âyin-i Şerif’lerden önce karıştırmamıştır. Bu, Itri’nin büyüklüğünün
onun na’tı okunmaktadır. Neva makamındaki kârı, gözden kaçmış çok önemli bir delilidir.
klasik repertuarımızın şüphesiz zirvesindedir. Hisar
Beste ve Ağır Semai, Segâh Ağır Semai ve Yürük Bize ulaşabilmiş eserleriyle bile en önemli
Semai ve diğer eserleri makamlarının ve formlarının bestekârımız olan Itrî’nin, diğer eserlerini
en önemli örnekleri arasındadır. Eserlerinin hepsi de duyabilme imkânımız olsa idi, bu büyük
başlı başına birer inceleme konusudur. Bir kalemde bestekârı hangi sıfatlarla tanımlayabilirdik
geçmek içimize sinmiyor. merak ediyorum. Gemiler geçmeyen ummanın
sakinleri, zannediyorum bu değerlendirmeyi
Segah ayini, diğer muhteşem ayinlerin daha iyi yapacaklardır. Hoş, bu yozlaşmış kültür
içerisinde bile parlayan bir hazine gibidir. Denge ortamımızda büyük Itrî’nin elimizdeki eserleri
muhteşemdir. Müzikal ifade, o hikmet olan sözlere de, galiba gemilerin geçmediği o ummanda
bihakkın layıktır, imtizaç halindedir. Hele 1. selamın hayat buluyor.
Kûçek bölümündeki işleyiş, eserin bütünündeki
takva ve zühd, 3. selam yürük semai bölümünde, Itri’nin ölümüne şu mısra ile tarih
coşku içerisinde taşkın bir lirizmle, Aşk dağının düşürülmüştür.
zirvelerinde esen sabah rüzgarı olur samimiyet ve
edepten çıkmadan… ‘Buhûrizade’yi, bûya-yı bezm-i adn ide Allah’
(Buhûrizade’yi Allah, cennet meclisinin en
Eser, Itri’nin, klasik mûsikî bestekarı olarak değil güzel kokusu yapsın.)

Sôfî hele gel meclise


dinle bu sâzı
Gör nic’olur tellerin
Allâh’a niyâzı.

30
Naât-ı Mevlâna
Ve Itrî’ye Dair
Safiye Ayla
(Radyo Dergisinden, 1954) zenginler, mollalar, hocalar, talebeler, dindar

I trî, semadan gelen nağmelerin bestekârıdır;


onun besteleri okunurken hayalimde geniş
büyük bir halk tabakası türbenin avlusunu bir
mahşer yeri gibi kaplamıştır.

ufuklar, açık denizler, ılık rüzgârların nefesi ile Dinî âyînle merasim başlamak üzere
dalgalanan nihayetsiz yeşillikler, refah bolluk ve iken kapıda telâş içinde, yorgun, çekingen bir
ilâhî düşüncelerin sâadet verici derinliği yaşar… derviş görünür; sıkılarak içeri girer…O sırada,
kıymetli hediyeler sahiplerinin isimleriyle
Itrî’nin ismini işitince başım doğrulur, onun sıralanmaktadır. Buhurdanlıklardan süzülen
ruhunu göklerde arar gibi gözlerimi yukarı mistik ve güzel kokular içinde herkes, fakir
kaldırırım… ve zengin gözetilmeden sırasını almış, mûsikî
merasimine hazırlanmışlardır.
Tarihî sıhhatî ne derece doğru olduğunu
bilemiyorum. Araştırdığım vesikalarda bu hikâyeye Bu son gelen derviş kimsenin nazar-ı
dair bir iz bile bulamadım. Fakat, şairâne olduğu dikkatini celbetmeden başı önünde sessiz
kadar, sanatkârâne olan bu mevzuu dinlediğim durmaktadır. Mûsikî başlar; bitmek üzere
günden beri hatırımda – hâdise ne kadar eski olursa iken, mıtrıpların bulunduğu hücreye doğru,
olsun – taptaze heyecan ve hürmetle baktığım bu dervişin ağır adımlarla yaklaştığı görülür…
nefis bir tablo bulurum. Ve tam sırasında koltuğundan çıkardığı ney’ini
çok azametli ve ilâhî bir nağme ile söyletmeğe
Bir gün, bilmem yine kaçıncı defa anlattığım başlar.
bu hikâyeyi “Radyonun Sesi” mecmuasına yazmamı
istediler. İşte sevgili dinleyicelerim, seve seve bu Herkes sükût içinde mest-ü hayran
güzel hâdiseyi sizlere de sunuyorum: dinledikten sonra ney susar, fakat halkın
heyecanı bu aziz dervişi göklere çıkarır. Elinden
Osmanlı İmparatorluğunun en azametli ve alnından öpenler, sırtını sıvazlayanlar ve
devirlerini yaşadığı sıralarda, Konya şehri Selçukîler takdîr için kendisine söyleyecek kelime
devrinde olduğu gibi hakikî bir irfân yuvası halinde bulamayanlar etrafını almışlardır.
bütün Türk münevverlerinin merkezi olmuştu.
Derviş, bu büyük takdirler önünde mahcup
Günün birinde kadirşinas Konyalılar, Mevlâna’ya ve mahzun bir edâ ile:
büyük bir türbe inşa ettirirler…Bilmem bu satırları
okuyanlar arasında Konya’da Mevlâna Hazretlerinin “ – Hazrete hediye edecek kıymetli hiç bir
türbesini görenler var mıdır? Ben iki kere gördüm… şeyim yoktu…Bu naciz besteyi onun ruhuna
ithaf ediyorum…Allah kabul etsin…” demişti.
Türkün sadelik içinde ihtişamını ve azametini
gösteren bütün Türk abideleri gibi bu eserin de, İşte Itrî’nin ney’inden çıkan nağmeler
daha ilk bakışta insana huzûr veren sadeliği ve o Mevlâna Hazretlerinin ruhuna o günün en
nisbette huşû içinde bırakan azameti vardır. büyük ve ebedî hediyesi olmuştur…

İşte bu büyük eserin resmî küşadı günü, Mevlevî âyînlerinde okunan bu beste
memleketin her tarafından kervanlara baha biçilmez “Naâtı Mevlâna”dır.
hediyelerini takdim etmeğe koşup gelen kadirşinas
31
Segah Mevlevî Ayin-i Şerifi Haz. Dr. Yakup Şafak

BİRİNCİ SELÂM 3. Men bende-i sultânem sultân-ı cihânbânem


Z’an dem ki ruhaş dîdem şûrîde vü hayrânem
1. Ey âşık-ı rûy-i tü hezârân âşık
Rû kerde be sûy-i tü hezârân âşık Men ô şüdem ô men şüd ez cân ü dilem ten şüd
Peyveste çirâ bâşed in nâle vü efgânem
Tenhâ ne menem âşık-ı rûy-i tü ki hest
Der her ser-i mûy-i tü hezârân âşık Ben sultanın, dünya sultanının kuluyum. Onun
yüzünü gördüğümden beri şaşkınım, hayranım.
Ey yüzüne binlercesinin âşık olduğu (sevgili)! Ben o oldum, o da ben. Candan, gönülden
Binlerce âşık sana yönelmiş. Yüzüne aşık olan bedenim gitti; bu feryad, figan niçin çıkıp
sadece ben değilim; saçının her telinde binlerce duruyor?
âşık (var).
4. Ey zi hicrân ü firâket âsüman big’rîste
2. Ey sôfi-i ehl-i safâ ez can bi-gû Allâh hû Dil meyân-i hun nişeste akl u cân big’rîste
V’ey âşık-ı aşk u vefâ ez can bi-gû Allâh hû
Cebraîl u kudsiyan râ bâl u perhâ sûhte
Hâhî ki cümle can şevî tâ lâyık-ı cânân şevî Enbiyâ vü evliyâ râ dîdegan big’rîste
Tü her çi hâhî an şevî ez can bi-gû Allâh hû
Ey dirîğâ ey dirîğâ ey dirîğâ ey dirîğ
Dünyâ rehâ kün din bi-cû dest ez heme âlem bi-şû Ber çünan çeşm-i ayan çeşm-i güman big’rîste
Ne an bi-gû ne in bi-gû ez can bi-gû Allâh hû
Ey ayrılığıyla yeryüzünü de, gökyüzünü de
Ey safâ ehlinin sûfîsi, ey aşka ve vefâya âşık ağlatan (sevgili)! Gönül, kanlar içinde oturakalmış,
olan! Can u gönülden Allah Hû de. Tamamen can akılla can, ağlamaya koyulmuş. Cebrail’le
kesilip sevgiliye layık olmak, her istediğine erişmek meleklerin kanatları yandı; peygamberlerin
istersen can u gönülden Allah Hû de. Dünyayı gözleri de yaşlar döküyor, erenlerin gözleri de.
bırak, dini ara; âlemden elini çek; ne onu de, ne Ah yazık, eyvah yazık, yazıklar olsun, yazık; öyle
bunu de; can u gönülden Allah Hû de. bir can gözüne baş gözü, ağlamaya koyulmuş.
32
İKİNCİ SELÂM Ey aşkı, baştan ayağa gönlümü kaplayan!
Gönlümün arzusu, senin yüzünü görmektir.
1. Ey âşıkân ey âşıkân ez âlem-i cân âmedem Benim yanık gönlümün hakkını vermezsen vah
Ser der fiken can der taleb cûyâ-yı cânân âmedem gönlüme! Vah gönlüme! Vah gönlüme!

Ey mutribâna ey mutriban savt ez nevâ âverdeem 5. Ey geşte fedâ-yi tü serâpâ-yı dilem


Çün andelîb ez şevk-i gül her dem gazelhân âmedem Şüd zülf-i çü hindû-yi tü me’vâ-yı dilem

Ey aşıklar, ey aşıklar, can aleminden geldim. Başım Ger hindu-yi zulf-i tü dilem vâ ne-dihed
önde, gönül heveste; sevgiliyi aramaya geldim. Ey Ey vây dilem vây dilem vây dilem
mutribler, ey mutribler, Sesim, nevâ makamından
çıkıyor. Gülün şevkiyle bülbül gibi hep gazel Ey baştan ayağa gönlümün fedâ olduğu
okuyarak geldim. (güzel)! Simsiyah saçların gönlümün barınağı
oldu. Siyah saçlarında gönlüme yer vermezsen
2. Dûş ber dergâh-i izzet kûs-i sultânî zedem vah gönlüme! Vah gönlüme! Vah gönlüme!
Hayme ber bâlâ-yi dârü’l-mülk-i rabbânî zedem
6. Her âh ki ez derd-i dilem mî şinevî
Dün gece yüce dergâhta padişahlık davulunu Ez âh-i dilem gerd-i gilem mî şinevî
çaldım. İlahî pâyitahtın üzerinde çadır kurdum.
Ger gûş be hâl-i dil-i men bâz künî
Dâim zi dilem dilem dilem mî şinevî

ÜÇÜNCÜ SELÂM Gönlümün derdinden işittiğin her âhtan


toprağımın tozunun (sesini) duyarsın. Şayet
1. Hû zenem ber kudsiyan her şeb zi dil hû hû zenem gönlümün haline kulak verirsen, gönlümden
Ber cemâl-i Hak heme yâhû ve yâ men hû zenem “gönlüm gönlüm!” (iniltisini) dinlersin.

Dil çü cây-i Hak büved Hak bâ menest ü men be Hak 7. Bâ aşk-i tü big’süste per ü bâl-i dilem
Hak be Hak vâsıl şüde ber hîşten hû hû zenem N’âmed zi cihan derd nikû fâl-i dilem

Her gece meleklere gönülden hû hû derim. Ey cân ü dilem bi-pürs ahvâl-i dilem
Hakk’ın cemâline hep hû, yâ hû derim. Gönül Hâl-i dil-i kes me-bâd çün hâl-i dilem
Hakk’ın yeri olunca Hak benimledir, ben Hakk ile.
Hak Hakk’a kavuşunca, kendime hû hû derim. Gönlümün kolu, kanadı senin aşkınla kırıldı;
dert âleminde gönlüme iyi bir fal çıkmaz. Ey
2. Dilâ nezd-i kesî bin’şin ki ô ez dil haber dâred canım, ey gönlüm! Gönlümün hâlini bir sor.
Be zîr-i an dirahtî rev ki ô gülhâ-yi ter dâred Kimsenin gönlünün hali benim gönlümün hali
gibi olmasın.
Bi-nâl ey bülbül-i destan ki zîrâ nâle-i mestân
Meyân-i sahra vü hârâ eser dâred eser dâred 8. Tâ ez ser-i kûy-i tü makâmest me-râ
Der sâgar-ı dîde hun müdâmest me-râ
Ey gönül, gönülden haberi olanla otur; terü
taze çiçekleri olan ağacın altına git. Feryat et, Ez vasl ü firâk-ı tü künûn âzâdem
ey destanlar okuyan bülbül; çünkü sarhoşların Ez tü gam-ı aşk-ı tü temâmest me-râ
feryatlan kayalara, mermerlere bile etki eder.
Senin sokağının başı benim karargâhım
3. Ey ki hezâr âferin bu nice sultân olur olduğundan beri hep kan var göz kadehimde.
Kulu olan kişiler hüsrev ü hâkân olur Şimdi sana kavuşmaktan da ayrı olmaktan da
kurtuldum; senden (gelen) aşk elemi, yeterlidir
Her ki bugün Veled’e inanuben yüz süre bana.
Yoksul ise bay olur bay ise sultân olur

Binlerce tebrikler! Bu nasıl bir sultandır ki


hizmetçisi olanlar, padişah olur. Bugün her kim DÖRDÜNCÜ SELÂM
(Sultan) Veled'e inanıp yüz sürerse, fakir ise bey
olur, bey ise sultan olur. 1. Ey âşıkân ey âşıkân an kes ki bîned rûy-i ô
Şûrîde gerded akl-i ô âşufte gerded hûy-i ô
4. Ey aşk-ı tü big’rîfte serâpâ-yi dilem
V’ey vasl-ı ruhat geşte temennâ-yı dilem Ey âşıklar, ey âşıklar! Onun yüzünü görenin
aklı karışır, huyu değişir.
Ger dâd-ı dil-i sûhte-i men ne-dihî
Ey vây dilem vây dilem vây dilem

33
Mevlevî Ayininde Manevî İşaretler -II
M
Hacı Feyzullah en-Nakşibendî el-Murâdî el-Mevlevî

evlânâ’mız tertip ettiği seçkin âyin-i şerifi peygamberlerin gönderilmesi ve ilâhî kitapların
kastederek hâl diliyle ve sözleriyle buyurmuşlardır indirilmesi gerekli ve zorunludur.
ki: “Ey kalp gözleri görenler,(bu âyinden) ibret
alınız. Ey derinlikleri görenler ve ince meseleleri Nasıl peygamberlere yücelik âleminden Allah
kalpleriyle kavrayanlar! Şu yaratılmışların kendi hakikatini ve Peygamberinin hakikatini
sonsuzluğuna ve Allah’ın yaratmadaki sanatına bildirmişse, sema âyininden önce okunan nat-ı
ibret almak için bakınız ve ilâhî kudreti onlardan şerif’te(44) de zatın(45), sıfatın(46) ve fiilin birliği(47)
görüp ibret alınız ve biliniz.” ile Muhammed Mustafa’nın övgüsü ruhlara
anlatılır, bildirilir.
İşte bu yüce söz gereği, ilâhî bir farz olan öğle
namazını birlikte, topluca kıldıktan(41) ve duadan Tıpkı şu âyette olduğu gibi "Şüphesiz kalpleri
sonra, dervişlerin ve gönlü yaralı âşıkların hepsi açık olanlar, ‘Şüphesiz bunda, aklı olan yahut
birden şeriatin edeblerine ve tarikatin âyin hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt
usullerine göre tamamen bir huzur ve gönül vardır.’(48) fehvasınca “İnne fî zâlike” diye nidâ
rahatlığı ile otururlar. Tıpkı evreni inşa eden edilir.
unsurların bir araya gelmesi ile çokluk âlemine ilk
defa geliyor gibi beklemeye başlarlar.(42) Alıntı yaptığımız âyet-i kerimede ve bu âyetin
yer aldığı celil sûrede anlatıldığı gibi, insan
Bu bekleyiş âdeta şu âyetteki hâli anlatır: “İşte manaya vâkıf olmak arzusuyla, na’t-ı şerîf’i
sana da (Ey Muhammed,) kendi buyruğumuz can kulağıyla dinlediğinde ve onda var olana
altında hayat veren bir mesaj vahyettik. (Bu mesaj kalp huzuru ile kulak verdiğinde kendisinden
sana gelmeden önce,) sen vahiy nedir, iman nedir istendiği biçimde iman eder. Böylelikle görünen
bilmezdin. Ama şimdi bu mesajı bir ışık yaptık dünyayı kuşatan eşyaların özünde saklanmış
ki onunla kullarımızdan dilediğimizi doğru yola hakikati anlamak için açılmış bir kalb-i hâfız’a
ulaştıralım. Şüphesiz sen de (insanları onunla) (hatırlayan bir kalbe) (49) sahip olur.
doğru yola ulaştıracaksın.”(43)
Nitekim Peygamberlerin sonuncusu
Bu âyet-i kerimenin buyurduğu gibi, vahiyden Efendimiz’e indirilen ilâhî emirler ve şeriata
önce iman nedir ve İslâm nedir, kimse bilmiyordu. dair hükümleri dinleyen; ve o hükümlere itaat
İslâm ve iman ancak Cebrail vasıtasıyla nâzil olan eden; hâl diliyle “Ey Rabbimiz, senin indirdiğin
Kur’an-ı Azîm ve Furkan-ı Hakîm ile bilinmiştir. Kitab-ı Kerîm’e biz iman ettik ve Resul-i Ekrem
Bu bağlamda, yalnız akıl yeterli olmadığından, Hazretleri’ne tâbi olduk. Bizleri senin mükemmel
34
birliğine, tekliğine şahit olanlarla birlikte yaz.” (50) âlem-i berzahta beklendikten, dinlendikten
demektedir. sonra, ilim ve iman sahibi olanlar diyecekler
ki: Ey inkâr edenler, Allah’ın ezelî ilminde
Her ne kadar bu âyet-i kerîmenin indirilme sebebi, takdir ve levh-i mahfuzda tayin ettiği diriltilme
Hazret-İsa’nın dostlarından olan havarilerin İsa’ya günü berzahtan sonra ortaya çıkacak idi. İşte
teslim olmaları ise de; Allah, onların lisanından bugün o diriltilme günüdür; ancak sizler ey
hikâye yoluyla -özel sebep genel hükme mâni inkâr edenler; bu diriltilmenin gerçekleşeceğini
değildir, düsturunca- bize seslenmektedir.(51) kabul etmezdiniz. Şimdi o hatanız ve yalanınız
ortaya çıktı.
İşte, bu şahadeti ikrardan ve tevhidi kabul
ettikten sonra, dünya hayatı devam ettikçe, (Neyzen’in taksiminden sonra) işte Kur’an’ın
“Siz ey imana erişenler! Allah’a karşı sorumluluk âyetlerinde bildirilen yeniden diriltilme ve bir
bilincinden uzaklaşmayın ve hep doğru sözlü araya toplanma gününe misal olmak üzere
kimselerden olun!” (52) âyeti gereğince selâmet herkes, birden ayağa kalkıp, tıpkı şu âyette
yolunda olunması gerektiği tembih edilmiştir. bildirildiği gibi “O günde ki; ruhları kabzetmekle
Peygamberlerin vârisi, Allah’ı bilme uğraşı ve görevli olan melekler veya melek cinsinden
Allah’a kavuşma çabası içinde olan kâmil, dosdoğru olanlar ya da Hazret-i Cebrail ya da büyük
adamlarla birlikte olmak emredilmiştir.(53) meleklerden üstün yaratılışlı olanları ayağa
kalkıp, ilâhî huzurda saf tutarlar(62) ve hiçbir
Mevlevî Âyininde bu na’t-ı şerif’in okunması şekilde, kimse hakkında şefaat edemeyecekler.
tamamlandıktan sonra, kudümzenin bir düm Ancak, Allah, kime izin ve ruhsat buyurur ise
vurması(54), ilk nefes’e (55) işarettir. Rahman Hakk’ın isteği üzere onlar konuşacaklar ve
Suresi’nde ‘Göklerde ve yerde var olan her şey yok şefaat(63) edecekleri” ayetindeki hale gelirler.
olup gitmeye mahkûmdur. Ama kudret ve ihtişam
sahibi Rabbinizin Zatı sonsuza dek kalıcıdır.” Dervişler; âyet-i kerîmede anlatılan ilâhî
buyurulmaktadır. Bu faydalı kelâmın özü üzere, huzurda el pençe divan durduklarında hayret
âyin-i şerîf’in “düm” sesiyle başlaması, yeryüzünde ve sessizlik makamında bulunduklarına
bulunan ruh sahibi, terkip edilmiş varlık(56) ya da örnek ve sembol olmak üzere sessiz ve
insanlar ve cinler, her ne varsa, hepsi fânidir, ancak sakin oayağa kalkarak, “Ayakkabılarını
Yüce Zat yok olmaktan ve son bulmaktan uzaktır, çıkar.”’(64) şerefli hitabından tasavvuf ehlinin
manasındadır. anladığına göre, sadece vehimden ibaret
olan beşerî varlıklarından,(soyunmayı temsil
Taksim yapan neyzenin neyinden dağılan etmek için) beşeri varlıklarının sembolü olan
nağmeler ve taksimde icra ettiği makamlar(57), hırkalarından soyunurlar. Âyette(65) anlatılan
Allah’ın tecellîlerine dalmış ve Allah’ın varlığında bütün gizlilikler ortaya çıkar, bilinir; yapılan
kendini yok etmiş salih insanların durumuna işaret iyi ve kötü şeylerin hepsi belli olur. İnsan için
etmektedir. O insanlar ki, ölmeden önce ölmüş(58) bu durumu engelleyici bir kuvvet ve kendisini
yani nefislerini çekici dünyalık heveslerin karşısında bu durumdan kurtaracak bir yardımcı da
dizginlemişlerdir. Ney’in sesi aynı zamanda bütün bulunmaz. Kıyamet gününde gerçek yardımcı
yaratılmışların yok olacağını ve ölümden sonra ve destekleyici, ancak merhametlilerin en
âlem-i berzah’ta(59) bir süre hareketsiz ve sessiz merhametlisi Cenab-ı Hakk’tır. İşte tıpkı
bekleyeceğini haber vermektedir. bu âyette anlatıldığı gibi semazenler de
hırkalarını(66) çıkararak hırkalarının altındaki
Bundan sonra şu üç ayette anlatılan “Sur’a tennureleriyle(67) meydana çıkıp ‘İşte bu en
bir tek üfleme üflendiğinde”, “O yer ve dağlar şiddetli gündür’(68) âyetindeki halin şiddetini
yükletilip arkasından bir çarpılış çarpıldıklarında”, hissetmiş gibi hayran ve dalgın bir halde Allah’a
“İşte o zaman o kıyamet kopmuş olacaktır”(60), teslim olarak Peygamber Efendimiz’in şefaatini
“Kendilerine ilim ve iman verilenler de derler ki: rica ederler, isterler.
“And olsun ki; Allah’ın kitabınca dirilme gününe
kadar kaldınız, işte bu dirilme günüdür; fakat siz Altı büyük hadis kitabının(69) en sahihi olan
bilmezler grubuydunuz.”(61) tekrar dirilmek üzere Buhari-i Şerif ve Müslim adlı kitaplardan, ashab-ı
bekleyiş ifade edilmektedir. kiramın en çok hadis rivayet edenlerinden,
suffe ashabından(70), peygamber efendimizin
Yani Hakk Teala dünyanın nasıl harap olacağını, (yolunun) hizmetçilerinden Ebu Hureyre(71) ve
yeniden dirilmeyi ve kıyametin vukuunu açıklamak Enes bin Mâlik(72) -Allah her ikisinden de razı
üzere şu şekilde emir ve ferman buyuruyor ki; olsun- rivayet ederler ki:
İsrafil’in sur’a ilk üflemesi, ilâhî emirle ve bir tek
nefes olarak gerçekleştiğinde bütün dünya büyük Peygamber efendimiz buyurmuşlar ki:
bir yok oluşla yok olur, dağlar ve yeryüzü birbirine “Kıyamet gününde Allah, önceyi ve sonrayı
çarpılır ve sanki dünya dümdüz, yayılmış bir döşek bir araya toplar. İşte bu bir araya toplanmış
gibi bir toprak parçası haline gelir. İşte bu halden mahşer ehli, kederli ve hüzünlü bir halde derler
sonra kendinde hiç şüphe olmayan, eğrilik ve yalan ki: “Ne olaydı Rabbimiz bizim için bir şefaatçi
bulunmayan kıyamet o zaman vuku bulur. tayin etseydi!”
Ve yine diğer âyette buyurulur ki; ölümden sonra
35
Yine bir başka hadis-i şerifte gelen habere mahşer ehline Hazret-i Musa’ya gitmelerini ve
göre, Peygamber Efendimiz, kıyamet gününün Musa’dan yardım istemelerini, zira Musa’nın
izdihamından insanların deniz dalgaları gibi ‘Kelîmullah’ (Allah’la konuşan kişi) olduğunu
birbirine çarpacağını bildirmiştir. söyledi.

Ebu Hureyre’den gelen bir rivayete göre ise: “Musa öyle bir kimsedir ki, öyle mükerrrem
Güneş mahşer ehline yaklaşır, insanlar buna bir kuldur ki, Allah ona Tevrat’ı vermiştir. Onu
takat getiremezler, kederlenirler, tahammülleri denizde boğulmaktan kurtarmıştır.” dedi.
kalmaz ve birbirlerine bakarak derler ki; “İstemez Nihayet mahşer ehli İbrahim’in sözü üzerine
misiniz, dilemez misiniz, bir şefaat edici?” diyerek Musa’ya geldiler. Ondan yardım istediler. Hazret-i
Hazret-i Âdem’e gelirler ve derler ki: “Ey Âdem, Musa da: “Ben bu şefaate layık değilim. Çünkü
sen hepimizin babasısın ve insanoğlunun atasısın. ben ‘ilk terk ediş’te bulundum. Bundan dolayı
Allah seni kudret eliyle yarattı ve sana ruhundan korkarım.”(81) diyerek mahşer ehlini Hazret-i
ruh üfledi.(73) Seni cennete yerleştirdi(74), melekler İsa’ya gönderdi, “İsa hem kelîmullah, hem de
sana secde eyledi,(75) eşyanın isimlerini tamamen ruhullah’tır. O size şefaat eder.” dedi.
sana öğretti,(76) bu şiddetli günde bizim için Allah
katında şefaatçi ol, biz de bizi boğan bu mekânda Mahşer ehli bunun üzerine Hazret-i İsa’ya
biraz rahatlayalım. Halimizi görmüyor musun, ne geldiler, aynı şekilde Hazret-i İsa’dan kendilerine
haldeyiz?” yardımcı ve şefaatçi olmasını istediler. Hazreti
İsa da onlara genel bir şefaat etme yetkisi
Bizim efendimiz, Hazret-i Âdem der ki: “Allah olmadığını, öncekilerin ve sonrakilerin efendisi,
bugünde öyle bir gazap etti ki, bundan önce arasat gününde günahkârların yardımcısı ve
kimseye böyle gazap etmemiş idi. Beni zakkum şefaatçisi Efendimiz’e gitmelerini, onun özel bir
ağacı yemekten(77) yasaklamıştı ama ben yedim. kul olduğunu, Allah’ın onun hakkında ‘Senin
Hata eyledim. Vay bana, vay bana!”, diyerek sızlar gelmiş ve geçmiş ve gelecek bütün hatalarını,
ve mahşer ehline “Benden başka bir şefaatçi arayın, günahlarını Allah affetmiştir.’(82) müjdesiyle
Nuh’a gidin!” der. müjdelendiğini dolayısıyla mahşer ehlinin ona
gitmelerini söyledi.
Mahşer ehlinin hepsi Hazret-i Nuh’a gelip
diyecekler ki: “Ey Nuh, yeryüzüne gönderilen büyük Nihayet mahşer ehli Peygamberimize
peygamberlerin ilki sensin. Allah sana Kur’an’da geldiler ve ondan şefaat ve yardım istediler.
‘Çok şükreden bir kul(78) adını verdi, bizim ne halde Bunun üzerine efendimiz buyurdu ki: “Şefaate
olduğumuzu görmüyor musun? Bizi bu sıkıntıdan ancak ben yetkiliyim, büyük şefaat hakkı bana
ve ıztıraptan kurtar! Bugünkü şiddetli halde bize verilmiştir. İlâhî huzura çıkıp sizin için (size şefaat
şefaat etmez misin?” dediklerinde Hazret-i Nuh: etmek için) izin ve ruhsat isteyeyim” dedi. Hadis-i
“Allah bugün öyle bir azap eyledi ki, bundan önce Şerif’e göre Peygamberimiz buyurur ki: “Ben o
kimseye bu azabı yapmamıştı, bundan sonra da gün Rabbimin huzuruna çıkarım, şefaat kapısında
kimseye yapmaz. Bana gelince ben kabul olunacak secde ederim.” Bir başka rivayette: “Allah’ın arşını
bir duaya sahiptim. Onu da kendi kavmimin helâk taşıyan meleklerin bulunduğu yere gelirim. Ve
edilmesi için yaptım.(79) Vay bana, vay bana!” diyerek orada secde ederim.” Bir başka rivayette de “Hem
“Benden başkasına gidin, İbrahim’e; zira Allah Rabbimin huzurunda dururum ve bin bir türlü
İbrahim’i dost edinmiştir.” dediğinde mahşer ehli övgü ve yalvarma ile ona yalvarırım, fakat şimdi
Hazret-i ibrahim’e gelip diyecekler ki: “Ey İbrahim, o şekilde yalvarmaya izin yok.”
sen Allah’ın nebisi, yeryüzünde ‘Halîl / Dost’
diye vasıflandırdığı kimsesin. Bizim ne büyük bir Ve bir başka rivayette ise: “Allah bana ilham
sıkıntıda olduğumuzu görmüyor musun, halimizi kapısını açar, öyle bir kapı açar ki, benden önce
bilmiyor musun? Bize şefaat eyle!” Hazret-i İbrahim kimseye açmamıştır. Ben bu esnada O’na hamd
buyurur ki: “Rabbim Teala bu günde öyle bir gazab ü senâ ederim.”
eyledi ki, bugüne kadar öyle bir gazab etmedi ve
bundan sonra da etmez.” Ve kendinden çıkan üç Ebu Hureyre’den gelen rivayete göre ise:
bilinen (görünüşte yalan olan)(80) sözü söyleyip “Rabbim bana izzetle hitap eder ve der ki: ‘Ey
korktuğunu gösterir. Kur’an-ı Kerim’de anlatılan Muhammed, başını kaldır ve iste. He ne dilersen
İbrahim kıssalarında ikisi geçen bu üç kelime: “Bunu bugün sana verilecektir. Şefaat eyle. Şefaatini
en büyükleri yaptı.”, “Ben muhakkak hastayım.” ve kabul edeceğim.’ Bu hitap üzerine ben başımı
“Bu benim kız kardeşimdir.’ sözleridir. Bunlar her secdeden kaldırırım ve derim ki: “Ya Rabbî!
ne kadar şeklen yalan gibi görünse de hakikatte Ümmetimi senden isterim” dediğimde Allah
hepsi doğru bir görüşle değerlendirildiğinde daha bana: “Ey Muhammed! Ümmetinden üzerinde
iyi anlaşılır ve yalan olmadıkları ortaya çıkar. hesap olmayanları cennet kapılarından olan
bâb-ı eymen’den geçir, bunlar öyle kimselerdir
Hadis kitaplarında bu hususta ayrıntılı bilgi vardır. ki, cennet kapılarının hepsinden geçmeye izin
Özetle İbrahim bu üç kelimeyi mahşer ehline verilmiş kimselerdir ve cennet ehli ile cennette
söyleyip yaptığından korkarak, “Vay bana, vay bir aradadırlar.
bana! Ben genel bir şefaate yetkili değilim.” diyerek
36
İşte Mevlevî semaındaki ilk üç devirlik yürüyüş(83), Mücteba an seyyid-i a’lâ tüyi.
bu büyük şefaat ve kıyamet gününü, o gün mahşer Manası; Ey Allah’ın sevgilisi! Eşsiz Yaratıcı’nın elçisi
ehlinin peygamberleri gezip şefaat istemelerini, sensin, / Allah’ın kulları arasından seçtiği pak ve benzeri
fakat hiçbir peygamberin şefaate yetkili olmadığını olmayan sensin;
ve sadece efendimizin şefaate lâyık olduğunu Ulu Allah’ın nazlısı, kâinatın yüksek derecelisi ve
teşbih etmek üzere, kalp gözü açık, Allah’ın tekemmül etmişi /Peygamberlerin gözünün nuru bizim
marifetini tatmış, -Allah sırrını takdis etsin- Sultan gözlerimizin ışığı sensin; Miraç gecesi Cebrail’in omzuna
Veled Hazretleri, Mevlevî Semaı’nın Devr-i Veledî binerek, / Dokuz kat yeşil kubbenin üstüne ayak basan
denilen ilk kısmını üç devir hâlinde düzenlemiştir. sensin;
Ey Allah’ın Elçisi! Bilirsin ki ümmetlerin âcizdirler, /
Başsız, ayaksız âcizlerin yol göstericisi sensin;
(41) Toplulukla yapılan ilk sema ile ilgili Mevlevi Peygamberlik bostanının selvisi, ma’rifet dünyasının
kaynaklarından Seyyid Sahih Ahmed Dede’nin “Mecmuatu’t- ilkbaharı, / Şeriat bağının gül fidanı, yüce sünbül sensin;
Tevarihu’l-Mevleviyye isimli eserinde şöyle bir rivâyetten Şems-i Tebrizi Peygamber’in methini söyler, /Mustafa
bahsedilmektedir: “Mevlânâ altmış beş yaşlarındayken bir (temizlikle seçilmiş) vü Mücteba (ululukla yüceltilmiş), o
gün, dostlarıyla Karatay Medresesi’nin önünden geçerken yüksek ulu sensin.
ezan okunuyor. Dostlar içeri giriyorlar. Mevlânâ, en son girip (45) Tevhid-i zat: Mutasavvıflar, “Allah’tan başka
selâm veriyor. Namazdan sonra Kur’an okunuyor; vaaz veriliyor. mabûd yoktur” cümlesiyle ifade edilen tevhid fikrini
Mesnevi takrir ediliyor. İsm-i Celâl (zikir) çekiliyor. Sonra gene vahdet-i vücutçu bir anlayışla ele almaktadırlar. Onlar
Kur’an okunup gülbank çekildikten sonra na’t okunuyor; ney tevhidi üç merhalede yaşamaktadırlar. Buna göre en üst
üfleniyor. Mevlânâ ve dostları kalkıyor, medresenin çevresinde makam, Tevhid-i Zat da denen fenafillâh mertebesinde
üç kez dönmek sûretiyle yürüyorlar. Sonra üç fâsılayla ve her yaşanır. Bir tek varlık vardır, o da mutlak hakikat olan
fâsılada selâm verir gibi “baş kesilerek” sema ediliyor. En son Allah’tır. Ölmeden önce ölen seçkin ruhların asıl
yine Kur’an’dan bir bölüm okunuyor. Herkes oturarak dinliyor. gayesi de bu tevhidi yaşamaktır. Bu merhalede tevhid,
Sonra kalkılıp bayramlaşır gibi birbirleriyle musafahalaşıyorlar. tamamıyla dilden çıkmış, gönüle yerleşmiştir.
Hayır sahibine dua ederek tören sona eriyor.” (46) Tevhid-i sıfat: Bu makamda mürid kâinatta
(42) Âlem-i Nâsut: İnsanlık âlemi demektir. İbnu’l-Arabî bulunan bütün eşyanın Hakk’ın birer sıfatı olduğunu;
ve ondan sonrakilerin vahdet-i vücut tezlerine göre Allah’ın renk, şekil ve desenlerin Allah’ın birer tecellisi olduğunu
isim ve sıfatlarının bir tezahürü olan bu cihan, beş mertebede anlar. Bu tecellilerde vahdet, kalp gözüyle anlaşılır.
meydana gelmiştir. Allah’ın zatının ve sıfatlarının sonu Sıfatlar tevhidinde sıfat çok, hakikat tektir. Bu hakikat
olmadığı gibi cihanın da sonu yoktur. Çünkü cihan, Allah’ın Zat’tır. Bu makamı tam olarak yaşayanlar Hakk’a itaat
isim ve sıfatlarının aynasıdır. Demek ki âlemler de sonsuzdur. eder, her şeyde Hakk’ı görür ve vecde gelirler.
“O, her an başka bir şe’ndedir” âyeti gereğince Allah’ta son (47) Tevhidi-i ef’al: Fiiller tevhidini yaşayan mürid
yoktur. Allah, kudretinin yüceliğinden, bir kuluna aynı sûrette küçücük bir zerrede bile görülen binlerce ibretin
iki defa görünmez, iki kuluna da bir sûrette görünmez. Bütün yaratıcısını bilir. Bu makamdaki kişi aklı ve gücü ile hiçbir
bu sonsuz âlemleri, beş mertebe içine almaktadır: iş yapamaz. Ne yaparsa Allah yaptırır. Yaratıcıyı tanıyan
Birinci mertebe, gayb-ı mutlak (mutlak gizlilik) mertebesidir. mürid, hayır ve şer olanın Allah’tan olduğunu anlar.
Bu mertebeye lâhut âlemi, (48) Kaf Suresi, 37.
İkinci mertebe, Ceberut alemi, ilk tecelli, ilk cevher, Hakikat-i (49) Sufiler, zikri “Elest bezmi”ni ve orada verdiğimiz
Muhammediyye, kitabu’l-mübin mertebesidir. sözü hatırlamak olarak anlamaktadır. Sema ise, “Elestü
Üçüncü mertebe, melekût âlemidir. Buna misal âlemi, hayal bi-rabbiküm” hitabını duymaktır. Kur’an’ın kendisi ve
âlemi, küçük berzah âlemi de denir. emirleri hep bu ilâhî mukaveleyi hatırlatan birer zikirdir.
Dördüncü mertebe, mutlak şühud mertebesidir ki buna Bu yüzden Kur’an bizzat kendisini ve namazı da ‘zikir’
şehadet âlemi, mülk âlemi, nâsut âlemi, his âlemi, unsurlar olarak adlandırmıştır. Buradan amacın “elest bezmi”
âlemi, felekler âlemi, yıldızlar âlemi denir. sözleşmesini unutmamak olduğu da anlaşılmaktadır.
Beşinci mertebe, bunların hepsini kendinde toplayan Mutasavvıflara göre gerçek zikir, Allah’ı şiddetle sevmek,
İnsan-ı Kâmil mertebesidir. Önceki dört âlem, Allah’ın İsm-i O’ndan nasıl korkulmak gerekiyorsa öyle korkmak ve
A’zamıdır. Bunların tamamı, Allah’ın zatını gösterir. Bu gaflet meydanından müşâhede semasına yükselmektir.
âlemlerin tamamı, insanda da vardır. Ya da Allah’tan başkasını unutmaktır. Çünkü Allah
(43) Şûrâ Suresi, 52. “Unuttuğun zaman Rabbini zikret! (hatırla)” buyuruyor.
(44)Bu Mevlevî Âyini’nden önce okunan Na’t, Ulu Arif Kehf Suresi, 24.
Çelebi’ye aittir. Rast Makamındaki bestesi de Itrî’nindir. Ayrıca, Elest Bezmi’nde Yüce Allah’ın, “Ben sizin
Ya habiballah resûl-i Hâlık-ı yektâ tüyi, / Ber güzîn-i zülcelâli Rabbiniz değil miyim?” sorusuna bütün ruhların “evet”
pâk ü bî-hemtâ tüyi; cevabı vermesiyle başlayan insanlık macerası, aslında
Nâzenîn-i hazret-i Hak sadr ü bedr-i kâinat, / Nur-i çeşm-i gerçek ile yalan, hakiki ile sahte, normal olan ile olmayan
enbiya çeşm-i çerağ-i mâ tüyi; arasndaki gerilimin ve gidiş-gelişin hikâyesidir.
Der şeb-i mi’rac bude Cebrail ender rikab, / Pâ nihade ber (50) Al-i İmran Suresi, 53.
ser-i nüh künbed-i hazra tüyi; (51) İsa’nın tevhide daveti üzerine İsrailoğullarının
Ya Resulallah tü dâni ümmetanet âcizend, / Rehnümâ-yi az bir kısmı iman etmiş, çoğunluğu etmemişti. İman
âcizani bî-ser ü bî-pâ tüyi; etmeyenler bilinen küfürlerini, kötü niyetlerini İsa’ya
Serv-i bostan-i risalet nev bahar-ı ma’rifet, / Gülbün-i bağ-ı hissettirdiler. İsa da bunlardan bu küfrü hissedince
şeriat sünbül-i bâlâ tüyi; kendine, özü Allah’a doğru yardımcılar aradı.
Şems-i Tebrizi ki dâred na’t-i Peygamber ziber, / Mustafa vü “Ben Allah’a giderken yardımcılarım kimler? Allah’a
37
teslim ve uymuş olarak bana yardım edecekler kimler? (55) Hak Teala, kendi nefsini “kullarına şefkat gösterici”
Benim, Allah için yardımcılarım kimler? Allah ile beraber olup (Bakara Suresi, 207.) diye niteleyerek, bunu ilâhî haber
yardımcım olacak yardımcılarım kimler? Allah’a iman etmiş yoluyla bildirdi. Hakk’ın Rahman’a nisbet olunan Nefes
ve Müslüman olmuş, nefsini Allah’a teslim etmiş olup da, ile verdiği ilk Nefes (feyz-i mukaddes, yani kudsî bereket);
yardımını Allah’a bağlayarak ve Allah rızasından başka bir şey bütün varlıkların yaratılıp gelişmesini ve bütün İlâhî
düşünmeyerek bana Allah yardımı yapacak, özetle özü Allah’a İsimler’in talep etmekte olduğu âlemi var eden Nefes’tir.
bağlı, Allah’a doğru yardımcılarım, dostlarım kimler?” dedi. Bu yüzden, hiç kuşkusuz, Hakk’ın rahmeti her şeyi içerisine
Hz. İsa’nın bu isteği ilk olarak bir sosyal tesir yapıyordu. almıştır. Hattâ Hakk’ı da içerisine almıştır.
Kelime başlangıçta Meryem’in rahminde ilâhî seçim ile (56) Terkip edilmiş varlık: Unsurların (ateş, su, hava,
cisimlendiği gibi, şimdi de dışarıda belirlemeye başlıyordu toprak) bir araya gelmesiyle vücuda gelmiş varlıkların
ki, İsa’nın dünyada itibarı bununla olacaktı. Bu andan itibaren tamamı. Nefes alıp veren canlıların dışında diğer yaratılmış
tevhid dini maneviyatta kalmayacak, maddiyata da geçecekti. eşyalar âlemi de Allah’ın adını her dâim zikrederler. Sur’a
Bu isteğe, İsa’nın ölüyü diriltme mucizesinin kazanç meyvesi üflendiğinde canlı olan varlıkların yok olmasıyla diğer terkip
olan en güzide ashabı (arkadaşları) havariler cevap verdiler. edilmiş varlıklar da yok olacaktır. Yalnızca O, kalacaktır. O ki;
Havariler bir ağızdan dediler ki: “O Allah yardımcıları, Allah ilk, tek ve ezelî-ebedî Nur’dur. Ortağı ve O’nunla denk olan
dostları biziz. Yani biz, Allah için sana yardımcıyız. Zira sana hiç bir şey yoktur. O, ikincisi olmayan bir’dir.
yardım, Allah’a dostluktur, Allah rızasına uygundur. Çünkü (57) Na’t ile âyin-i şerif arasında doğaçlama icra olunan
sen O’nun peygamberisin.” Bundan, “Sen Allah değilsen, biz ve âyin-i şerif ile aynı makamda olan ney taksimine baş
sana yardım etmeyiz.” gibi veya “Sen Allah’sın, şu halde biz taksim denir. Neyin kaynağına ilişkin bir rivayete göre
de senin yardımcılarınız.” gibi bir kötü anlam çıkmaması için o, Peygamber Efendimiz’in Hazret-i Ali’ye emanet ettiği
sözlerini açıklığa kavuşturdular. Yani biz Allah’a iman ettik ve sırrın taşıyıcısıdır. Hazret-i Ali, o sırrı taşıyamayıp bir kuyuya
sen şahit ol ki biz şüphesiz Müslümanız, Allah ve Resulüne söylemiş; taşan sularda yetişen sazlıktan yapılan ney, o sırrı
itaat ediciyiz. İşte Nasârâya (Hıristiyanlara), Nasârâ (Hıristiyan) dile getirir olmuştur. Ney, Hazret-i Peygamber’in rüyasını
denmesinin sebeplerinden birisi, İsa ile havariler arasındaki anlatmaktadır.
bu yardım anlaşmasıdır. (58) “Mûtû kable en temûtû / Ölmeden önce ölünüz.”
Onlar o zaman böyle Müslüman ve Allah’ın birliğine inanmış Bu hadis-i şerif, her nefsin mutlaka tadacağı ölümü, nefsin
idiler. Bununla İslâm dinine ve Muhammed aleyhisselâma ait isteklerini dizginleyerek, hattâ yok ederek, yaşarken
davete de manevi bakımdan ikrar vermişlerdi. Bunun için gerçekleştirmeye işaret eder.
havariler cevaplarını şu dua ile bitirdiler: “Ey Rabbimiz, biz (59) Perde, geçit, kıstak anlamına gelen berzah, ölüm ile
senin indirdiğin emre inandık ve peygambere (yahut o resule) kıyamet ve yeniden diriliş arasında yer alan geçiş dönemini,
uyduk, şu halde bizi yalnız bir şahid olan İsa ile değil, birliğine kabir âlemini ifade eder.
şahitlik eden bütün erbâb-ı şühud (şehadet ehli) ile beraber (60) Hakka Suresi, 13, 14, 15.
yaz.” (61) Rum Suresi, 56.
(52) Tevbe Suresi, 119. (62) Nebe Suresi, 38.
(53) Tevbe Suresi, 119. “Ey iman edenler! Allah’tan korkun (63) Bakara Suresi, 255.
ve doğrularla beraber olun.” (64) Taha Suresi, 12.
(54) Türk-İslâm musıkisinde usulün ehemmiyeti açısından (65) “Bütün sırların yoklanacağı gün, O zaman ne bir gücü
Kudüm’ün apayrı bir yeri, bambaşka bir işlevi ve benzersiz vardır, ne de bir yardımcısı.” Tarık Suresi, 9,10.
sembolik görevi vardır. Kudüm, “düm” ve “tek” darplarıyla (66) Hırka, öteden beri zühdün ve dervişliğin sembolü
kâinatın yaratılışındaki “Kün” emrini ifade eder. Varlık âlemi olmuştur. Müridlere giydirilen hırkaya ‘irade hırkası’ denir.
yokken, birdenbire verilen bu emir ile her şey var oldu. Bu Henüz derviş olmayanlara giydirilen hırkanın adı ise
ilk emir aynı zamanda, müziğin temelini teşkil eden sesin de ‘teberrük hırkası’dır. Mevlevî hırkası, yakasız ve enseden
ilk duyuluşuydu. Elbette her varlık bu sesi, kendine verilen göğse kadar yanlarda, ekseriyetle Oniki İmâm’a işaret
kabiliyet ve ruh derinliği ile duydu. Bu duyuş, bizim beş olarak on iki, yahut Mevlevîlerce kutlu sayı olan on sekiz
duyumuzdan biri olan duyma kabiliyetimizden bambaşka bir makina dikişi bulunan, topuklara kadar uzun, belsiz düz
boyutta idi. Ama ses olma özelliğini de muhafaza ediyordu. bir pardesü şeklindedir.
Ve bu emir, ilk ses idi; ezelî sonsuzluktaki ilk anda kendine (67) Kolsuz, yakasız, önü göğse kadar açık ve bele kadar
has titreşim yapısıyla yayılmaya başladı ve ebedî sonsuzluğa olan bölümü dar, belden aşağıya doğru gittikçe genişleyen
dek duyulacak her çeşit müziğin ilk tınlamasıydı. Kaynağı bir giysidir. Etek, üstüne oranla çok geniştir ve altı parçadan
elbette Yaratan olan bu ilk tınlama, aynı zamanda kâinattaki meydana gelir. Eteğin içine dört parmak genişliğinde
ilk hareketlenme, ilk canlanma idi. kalın ve yünlü bir parça dikilir. Semâ’ tennuresi, renkli ve
Ayrıca Kudüm içi boş olduğu için fenâyı, fânîliği simgeler. çok defa beyaz olur ve semâzen, semâ’a başlayınca elifî
Mevlevîlerce kutsal sayılmış ve “Kudüm-ü Şerif” diye nemedle sıkılmış olan belden aşağı kısım açılır ve hafif bir
anılmıştır. Mevlânâ’nın içinde Kudüm’ün de geçtiği bir sözü dönüşle açılan etek, artık semâzeni idare eder. Semâzen,
şöyledir: “Ney kuru, değnekler kuru/ Kudüm üstüne gerilmiş âdeta onun dönüşüne uyar. ‘Hizmet tennuresi’ denen ve
deri kuru/ O halde bu Allah sedası nereden geliyor?” Yine bir matbah canları tarafından çile müddetinin sonuna kadar
başka sözünde sen Kudümzenbaşı’sın Ya Rabbi! Vurdukça giyilen tennure, semâ’ tennuresine göre kısadır ve rengi de
bizden ah çıkar, demektedir. Kudüm’teki düm, tek, düme, genellikle siyahtır. Tennure, ters çevrilmiş bir lâmelif harfine
tekka sesleriye anlatılan farklı şiddetteki vuruşlar, ahiret alemi, benzer. Bunu giyen insan, harfin ortasına çekilmiş bir elif
dünya alemi, ahiret alemiyle dünya hayatı arasındaki sürekli gibi görünür ve böylece ortaya bir «İllâ» çıkmış olur ki bu,
gidiş gelişi ifade etmektedir. Ayrıca bunların bir tek enstruman «Lâ ilâhe illallah» sözündeki başka ilâhları olumsuzlayıcı
üzerinde sembolleştirilmesi Mevlana’nın yukardaki sözünü «Lâ» ile, Allah’ın varlığını olumlayıcı «îllâ»ya işaret sayılır.
de şerhetmektedir. Buna nefy-u ispat denilir. Aynı zamanda tennurenin açık
38
olan önünde, her iki tarafta onsekiz sık dikişten, yahut oraya
dikilmiş ve tennure renginde tek bir kaytandan meydana gelen
bir zırh da vardır ki bu zırh, tam ensede bir «Lâ» resmeder ve yine
bu inancın remzi sayılır.
(68) Enbiyâ Suresi, 103.
(69) Kütüb-i Sitte: 1. Buhari’nin el-Câmiu’s-Sahih, 2. Müslim’in
el-Câmiu’s-Sahih , 3. Ebû Davud’un es-Sünen, 4. Nesâî’nin
Es-Sünen 5. Tirmizî’nin el-Câmiu’s-Sahih, 6. İmam Mâlik’in el-
Muvatta adlı eserlerinden oluşan hadis külliyatı ki, Sünnet’in
öğrenilmesinde en güvenilir kaynaklar arasında yer almaktadır.
(70) Medine’de mescidde kalan, hayatlarını Peygamber’in
öğrettiklerini öğrenmeye adayan sahabiler topluluğu.
(71) Asıl adı Abdurrahman bin Sahr, kedileri sevdiği için
Ebu Hureyre dendi. Hayber Savaşı sırasında Müslüman oldu
ve Peygamber’in yanından hiç ayrılmadı, Hz. Ömer devrinde
Bahreyn valiliği yaptı. Pek çok hadis rivayet etmiştir. V. 678,
Medine.
(72) Küçük yaşta annesini kaybetti. Peygamber’in hizmetine
girdi. Bedir savaşına katıldı. Pek çok hadis rivayet etmiştir.
(73) 15/28-29 : …Rabbin meleklere demişti ki : Ben kuru bir
çamurdan, şekillendirilmiş bir balçıktan bir insan yaratacağım.
Onun yaratılışını tamamladığım ve içine Ruh’umdan üflediğim
zaman, onun için secdeye kapanın.
32/7-9 : …İnsanı yaratmaya çamurdan başladı. Sonra onun
neslini bir suyun özünden yaptı. Sonra ona bir biçim verdi, ona
Kendi Ruh’undan üfledi. İşitme gücü, gözler, gönüller yarattı. Ne
kadar az şükrediyorsunuz!
(74) Bakara Suresi, 35.
(75) Bakara Suresi, 34.
(76) Bakara Suresi, 31.
(77) Ağacı(n meyvesini) tadınca, çirkin yerleri kendilerine
göründü ve cennet yapraklarını üst üste yamayıp üzerlerini
örtmeğe başladılar. Rableri onlara seslendi: “Ben sizi o ağaçtan
men etmedim mi ve şeytan size apaçık düşmandır, demedim
mi? Dediler ki: “Ey rabbimiz! biz kendimize zulmettik, eğer bizi
bağışlamaz ve bize rahmetinle muamele etmezsen muhakkak
ziyana uğrayacaklardan oluruz!” A’raf Suresi, 22, 23.
(78) İsra Suresi, 3.
(79) “Ey Rabbim, kâfirlerden yeryüzünde tek bir kişi bırakma!”
Nuh Suresi, 26.
(80) “İnnî sakîmün” Saffat Suresi, 37 ve “Bel fe’alehû
kebîruhum” Enbiyâ Suresi, 63’te sözü edilen hadiseler. Üçüncü
hadise ise, Nemrud veya adamları sorarlarsa, Sârâ Validemiz:
“Ben onun kardeşiyim” diyecektir, Hz. İbrahim’e sorarlarsa
Sârâ için “Kız kardeşim” diyecektir. Zira, Hz. İbrahim (as), onun
zevcesi olduğunu söylese, Sârâ validemize kötülük yapmaları
muhtemeldir.
(81) Mûsâ korku içinde etrafı gözetleyerek şehirden çıktı ve “Ey
Rabbim! Beni bu zalim kavimden kurtar” dedi. (Kasas Suresi, 21.)
(82) Fetih Suresi, 2.
(83) Sultan Veled Devri : Ney taksiminden sonra şeyh ve
semâzenler, üç defa karşılıklı selâmlaşarak semâhanede başta
şeyh olmak üzere sıra halinde yürürler. Bu, ölümden sonra
dirilmeye, şeyhin yol göstermesi ile ebedî hayata yönelmeye
işarettir. Üç devir, aynı zamanda 1-İlmel Yakîn: Hakkı ilimle
bilmek, 2-Aynel Yakîn: Görerek bilmek, 3-Hakkal Yakîn: Hak’la
bir olmak hâllerine de işaret eder.

Hacı Feyzullah en-Nakşibendî, Mevlevi Ayininde Manevi


İşaretler, Meram Belediyesi, Konya, 2005.

Editör: M. Akif Kuruçay


Dipnotlandırma ve Redaksiyon: Ali Bektaş – M. Akif Kuruçay
Çevrimyazı: İbrahim Demirci
39
40
İçi boş, benzi sararmış, ona aşktır mâye
Derd-i hicran ile inler eder ah Leylâye
Arzeder hıçkırarak aşkını hep Mevlâye
Bak neler söyletiyor Hazret-i Mevlânâye?

Bu cihanın ötesinden geliyor nağmeleri


Kanatır sîneyi, kalbi; deler elbet ciğeri
Erişir mi buna kudret, buna insan hüneri?
Bak neler söyletiyor Hazret-i Mevlânâye?

Bu ne aşkın, bu ne derdin, bu ne mestin sesidir?


Bu ne tizin, bu ne evcin, bu ne pestin sesidir?
Bu ezelden geliyor, Bezm-i Elestin sesidir
Bak neler söyletiyor Hazret-i Mevlânâye.

Arşa çıktıkça bu ses, sanki felekler tutuşur


Melekûtun tabakatında melekler tutuşur
Yayılır nefhası âfâka yürekler tutuşur
Bak neler söyletiyor Hazret-i Mevlânâye?

Alalı sırrı ezelden tutuşur, bağrı yanar


Ayrılıklarda yananlar acaba neyle kanar?
“Erinî” derken o cânâna, hep eczası kanar
Bak neler söyletiyor Hazret-i Mevlânâye?

Bu kesik nevha nedir, ah meâlin mi senin?


Nefesin mi, ya sesin mi, ya cemalin mi senin?
İnleten nâyi; firakın mı, visalin mi senin?
Bak neler söyletiyor Hazret-i Mevlânâye?

Onu almaz ne semalar, ne bu dünya, ne o nûr


Neyin esrarına sinmiş, bu ne hikmet? Konuşur
Yine hicran ile inler, bu ne mâtem, bu ne sûr?
Bak neler söyletiyor Hazret-i Mevlânâye?

Alevin göz yaşıdır bu, susuyor şimdi sesi


Ağlıyor aşk ile âlem, budur aşkın hevesi
Sanırım can veriyor ney, sönüyor son nefesi
Bak neler söyletiyor Hazret-i Mevlânâye?

Sönüyor, takati bitmiş, dayanılmaz bu deme


“Lenterânî” ile mecruh, ve doymaz eleme
Her ne söyler o haktır, onu artık dileme
Bak neler söyletiyor Hazret-i Mevlânâye?

Yaman Dede
Mehmed Abdülkâdir Keçeoğlu 1887-1962

41
Nezr-i Mevlâna
N ezir-i Mevlânâ: Mevlânâ nezri, dokuz ve Bu izahattan anlaşılıyor ki Mevlevîlerde bir de
dokuzla kabil-i taksim olan sayılardır. Dokuzun iki «nezr-i Şems» vardır ve bu nezrin sayısı altıdır.
misli olan onsekiz sayısı tam nezir sayılır ve onsekiz
sayısı, nezr-i Mevlânâ'yı ifade ederdi. Tekkeye Sûfîlerce mutlak varlık olan Allah, zatî iktizası
giden, derğâhtan çıkarken, dedesiyle görüşür ve olan hakıykat-i Muhammediyye'ye tenezzül
bu sırada sır olarak, yâni gizlice avucuna, yahut etmiş ve bundan da kâinat zuhur eylemiştir.
niyaz ederken postunun altına, kudretine göre Yaratıcı kudretin aktif kabiliyeti olan «akl-i küll»
onsekiz kuruş, yahut onsekiz yirmibeşlik, yarım le pasif kabiliyeti olan «nefs-i küll», dokuz göğü
lira... koyardı. Kudreti yoksa yeşil bir yaprak, nezir meydana getirmiş, bunların hareketi, dört unsuru
yerine geçerdi. izhar eylemiştir. Dokuz gökle dört unsurdan
cemat, nebat ve hayvan vücut bulmuştur.
Onsekiz sayısının Mevlevîlerce kudsiyeti nerden Böylece kâinat, kısa ve toplu bir bakımla onsekiz
gelmektedir? Huseyn Fahreddin Dede, mecmuasın­ varlıktan meydana gelmektedir. Mübalâğa ve
da nezr-i Mevlevi'yi şöyle izah etmiştir: tafsil bakımından bu onsekiz âlemin her biri,
Araplarca son sayı olan binle ifade edilmiş ve
«Nezr-i Mevlevi onsekiz olmak, Hazret-i Mevlânâ «onsekiz bin âlem» sözü meydana çıkmıştır.
azzamallâhû zikrehû ve kuddise sırrahul a'lâ'ya
yevmiyye onsekiz defa vürud eden tecelli-i zâta Aynı zamanda Mevlânâ, Mesnevi'nin ilk onsekiz
mebnidir. Her biri bin derece itibariyle müşahedatı beytini bizzat yazmıştır. Mevlevîlerce bu onsekiz
onsekiz bin âlemi cami' olduğu gibi Hayy ism-i beyit, Kur'ânın Fâtiha'sı gibi bütün Mesnevi'nin
şerifine dahi mutabıktır. Kezalik nezr-i Şems altı özüdür. Allah adlarından «Hayy-daimî diri» adı da
olmak, altışar bin itibariyle üç mevalid de cem'i ebced hesabında onsekizdir. Bizce bu dokuz ve
adette envâını nezr-i Mevlevi câmi'dir.» bilhassa onsekiz sayısında daha ziyade bu inancın
ve Mesnevinin ilk onsekiz beytinin tesiri vardır.
42
Burada üç kez doğmaktan kasıt, İslâm
Ney ve Nezr-i Mevlânâ İlişkisi felsefesindeki “mevâlid-i selâse” yani üç doğum
olarak ifâde edilen “cemâd (cansız), nebât
Timuçin Çevikoğlu (bitki) ve hayvan” mertebelerinden geçiştir.
“Dört ana” ise maddî varlığın dört unsuru yani

N ezr-i Mevlânâ, edebiyata da girmiş ve tarih


düşürülürken bu sayı, tarih mısraına eklenerek veya
“toprak, su, hava ve ateş” dir. “Dokuz Baba”
tâbirinden de “Dokuz feleğe (göğe)” işâret
vardır.”
mısradan çıkarılarak tam sayının bulunması yoluna
gidilmişti. Bu terim de Mevlevîlere mahsustur. “Dâimâ diri” anlamına gelen, Allah’ın “Hay”
adının ebced hesabındaki sayısal karşılığının
Mevlevîlikte, “nezr veya nezir” kelimesi, adak 18 olması ve Hz. Mevlânâ’nın, Mesnevî’nin özü
ya da hediye anlamlarında kullanılır. Mevlevîler kabûl edilen ilk 18 beytini bizzat kendisinin
birine hediye verecekleri zaman “Nezr-i Mevlânâ – yazmış olması, Mevlevîlerce 18 sayısının kutsal
Mevlânâ’nın Hediyesi” diye takdîm ederler. Böyle kabûl edilmesinin diğer önemli nedenleridir.
sunulan hediye reddedilmez, alınır.
Hz. Mevlânâ’nın felsefesinde ney, “İnsan-ı
Mevlevîler, kimseden bir şey istemez, sadaka Kâmil” in, yani belirli aşamalardan geçerek
kabûl etmezler. Ancak dileyenler dergâha veya olgunlaşmış insanın sembolüdür. Benzi
mensûblarına hediye verebilirler, “Nezr” veya sararmış, içi boşalmış, bağrı dağlanarak delik-
“niyâz” denen bu bağışlar, Nezr-i Mevlânâ yani deşik edilmiş, geldiği yerin özlemiyle yanıp
dokuz, on sekiz veya dokuzun diğer katları (9, tutuşan, sînesinden çıkan feryâd ve iniltileri
18, 27, 36, 45, 54, 63, 72, 81, 90, 99, 108, 117…) ile tüm insanlığa sırlar fısıldayan bu dost,
miktarınca olurdu. Bu katları ifâde eden rakamların yaratılışın temeli olan aşktan bahseder. Ney,
kendi iç toplamlarının, birbirleriyle toplamlarının, bu nedenle Mevlevîlerce kutsal sayılarak “nây-ı
çarpımlarının veya çarpımlarının katları ile onların şerîf” diye anılmıştır.
iç toplamlarının da her zaman 9 rakamını verdiği
dikkate değerdir. Diğer yandan bütün sayılar, 0’ dan Ahmed Avnî Konuk, Mesnevî Şerhi’nde şu
9’ a kadar büyüyerek giden on temel sayıdan oluşur görüşlere yer verir:
ki, Nezr-i Mevlânâ olan 9, bunların en büyüğüdür.
“Ney’in yedi deliği, insanın yedi a’zâ-yı
Gölpınarlı, Nezr-i Mevlânâ’nın kutsal oluş zâhirîsine (görünen uzvuna) işârettir ki, beşerin
nedenini şu inanca dayandırmaktadır: fiilleri bu uzuvlardan sâdır olur (ortaya çıkar).”

“Mutlak Varlık, “zâtî iktizâsı” (kişisel gerekliliği)* Bu düşünceden hareketle, ney ile sembolize
olan aktif bir zuhûra (ortaya çıkış, beliriş, görünüşe) edilen insan-ı kâmil’in vücûdunda Hakk’dan
sâhiptir. Bu aktif tecellî (belirme), “Akl-ı Küll” gayrı ne varsa her şey yok edildiğinden, O’ndan
veya “Hakîkat-i Muhammediyye” diye anılır. Bu ortaya çıkacak fiillerin, ancak Hakk’ın mânevî
aktif kâbiliyet, pasif bir kâbiliyeti, “Nefs-i Küll” ü etkisiyle gerçekleşebileceği söylenebilir.
meydana getirmiştir. İkisinden dokuz kat gök
meydana gelmiştir. Dokuz göğün hareketi dört Aslında neyin üflenen üst ucu ve alt ucu da
unsuru (Anâsır-ı Erba’a’yı yani toprak, su, hava ve düşünüldüğünde, dışa açılan deliklerinin de
ateşi) izhâr etmiş (ortaya çıkarmış); göklerle bu boğumları gibi dokuz olduğu görülür.
unsurlardan cansızlar, bitkiler ve (diğer) canlılar
doğmuştur. Böylece hepsi onsekiz olur.” Kutbü’n-nâyî Niyâzî Sayın, ney ve insan-ı
kâmil ilişkisi hakkındaki fikirlerini açıklarken
Prof. Dr. Yakıt’ın aynı konuyla ilgili olarak XVI. yüzyıl şöyle diyor:
şâirlerinden İdris Muhtefî’nin bir manzûmesinden
seçtiği birkaç mısra ve bu mısralarda sembolize “Ney, yapı olarak dokuz deliktir. İnsana yakın
edilen inanışlara ilişkin yaptığı açıklama da şöyledir: bir duruma sahiptir. Kamışlıktan kopması bir
insanın olgunluğa erişmesiyle alâkalıdır. Neyi
“İş bu deme erince, üç kez doğdum âneden alırsınız, kamışlıktan koparırsınız, kollarını
Nice yavru uçurdum, nice, âşiyâneden (yuvadan, evden) kesersiniz, vücûdunda delikler açarsınız…
Dört doğurdum anamı, hâmil oldum babadan Yâni insanı (da) olgun hâle getiren bir ney
Babam dokuz ayaklı, anlama efsâneden… yapıcısı vardır. Onu da Hakk’ın kendisi olarak
düşünüyoruz.”
Senin İdris, hakîkat bu rumûzât sözlerin
Anladı insân olan, bilmedi hayvâneden. Bize göre, İnsan-ı Kâmil’i sembolize eden
Nây-ı Şerîf, dokuz boğumu ve dokuz deliğiyle,
(Kurnaz, C., Tatçı, M., Türk Edebiyatında Şathiye, tüm insanlığa bir “Nezr-i Mevlânâ” dır da
Akçağ, Ankara, 2001. s.101-102) vesselâm.

43
Tahiru’l Mevlevi’den
M
Mesnevî Dersleri -II
esnevî'nin (Bişnev) emriyle başlayan
birinci beytinden buraya kadar olan on sekiz beyit
-Evvelce de söylenildiği gibi- bizzat Mevlânâ' nın
kalemiyle yazılmış, bundan sonrakiler ise Mevlânâ
İnsanlarda mal toplamak, servet cem'etmek
için tabiî bir hırs vardır. Nitekim bu hâl:

Yâni: «Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın


tarafından söylenilmiş ve Hüsâmüddin Çelebi ve gümüşe, asîl ve alâmetli atlara, ehlî hayvanlara,
tarafından yazılmışdır. ekin ve tarlalara mâlik olmak arzûsu insanlara
müzeyyen ve mahbûb kılınmışdır. Bunlar dünya
Bâzı ârifler; on sekiz beyti, Mesnevî'nin hayatının (geçici) birer fâidesidir. Allah (a gelince)
mukaddimesi, sonraki beytleri de onun devâmı nihayet dönüp varılacak yerin bütün güzelliği
ve şerhi saymış, hattâ Şarih-i Mesnevî Şeyh İsmail O'nun nezdindedir.» (Sûre-i Âl-i Imrân : 14) âyet-i
Ankaravî onsekiz beyte (Fâtih-ül-ebyât) isimli ayrıca kerîmesile beyân edilmiş, ondan sonra da :
bir şerh yazmışdır.
Yânî : «Habîbîm de ki; size bunlardan daha
Hazret-i Mevlânâ, on sekizinci beyitle pişkin ve hayırlısını haber vereyim mi? Takvâya erenler
yetişkin zevâtın sözlerini ve hallerini anlayabilmek için, ind-i İlâhîde altından nehirler akan cennetler
için onlar gibi olmak lâzım geldiğine işâret etdikden vardır ki, o müttekîler, orada daîmî kalacaklardır.
sonra, hür ve kâmil ricâlin derecesine varmanın, Kezâ tertemiz zevceleri vardır. Bunlara ilâve olarak
bir takım kaydlardan kurtulmaya bağlı olduğunu Allâh'ın rızâsını bulacaklardır. Cenâb-ı Hak, kullarını
beyan için buyuruyor ki: hakkıyle görücüdür.» (Sûre-i Âl-i Imrân : 15 ) âyetiyle,
Dünyâ metâına ehemmiyet vermeyenlere, onlara
19 bağlanıb kalmayanlara verilecek mânevi mükâfat
bildirilmişdir. Bu âyetlerde imâ yoliyle:
«Oğul; bağını kopar ve kurtul. Ne vakte kadar altın ve
gümüş kaydında kalacaksın?» Yânîi: «Siz, sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda)
44
harcayıncaya kadar aslâ iyiliğe ermiş olmazsınız. 20
Her ne infak ederseniz şüphesiz Allah onu bilicidir.»
(Sûre-i Âl-i Imrân : 92) âyetinde sarâhaten beyan «Denizi bir kâseye dökecek olsan, ne
buyurulduğu üzere, Allâh'ın rızâsına nâil olabilmek kadar sığar? Ancak bir günlük rızk mikdârı.»
için, o uğurda fedakârlık edilmek, sevilen şeylerden
onların infâkı sûretiyle vazgeçilmek lâzımdır. Bâzı kimseler vardır ki :
Bu fedâkârlığı gösteremiyenler, rızây-ı İlâhîye
nâil olamayacakları gibi -sûretâ hür olsalar bile- «Kanâat, tükenmez bir hazînedir.» hikmet-i
hakîkatde hırs ve tamâ' esîri ve altına, gümüşe bağlı Nebeviyyesini nazar-ı dikkate almaz, barınacak
bulunduklarını isbât etmiş olurlar. Allah yolunda kadar meskeni, doyacak kadar yiyeceği,
yürüyecek olanın, ise, ayaklan bağlı değil, serbest örtünecek kadar giyeceği bulunduğunu kâfî
bulunmak gerekdir. görmez; daha iyisini, daha ziyâdesini elde
etmek için didinir, üzülür, durur. Halbuki
Nakşî tarikatının pîr-i âlîsi Muhammed Behâüddin insan, fevkindekileri bırakıb da dûnundakilere
Şâh-ı Nakşbend (Kuddîse sırrıhû) ya (Silsile-i şümâ, bakacak ve onlardan ibret alacak olsa,
begücâ mîresed?) diye silsilesinin nereye ve kime mevcûduna kanâat gösterir, kendi kendine
müntehî olduğunu sormuşlar; (Kesî besilsile becâyi teselli bulur. Nâbî merhûm şu beytini ne güzel
nemî resed) yânî: «Silsileye -zincîre- bağlı olan bir söylemişdir:
yere gidemez» cevâb-ı ârifânesini vermiş.
Senden ednâyı görüb şükr ile demsâz olmak,
Demek ki altın, gümüş, kadın, oğul gibi maddî Senden âlâlara rişkeylemenin merhemidir!..
şeyler şöyle dursun, tarîkat ve siyâdet silsilesi gibi
mânevî mebrûtiyetler bile, bâzı ahvâlde, Hak Şeyh Sâdî kuddise sırruhû, bir seyâhati
yoluna sâlik olacaklar için ayak bağı oluyormuş. esnâsında, pabuçsuz bulunuyor, yalın ayak
yürüdüğüne canı sıkılıyormuş. Sonra, ayakları
«Tecerrüd âleminde iğne ucu kadar ilişik, kolay kesik birinin dizleriyle süründüğünü görmüş,
bir şey değildir. Üstünde bulunan bir iğne, Hazret-i kendisinin yalnız pabucu olmadığına şükretmiş.
Îsâ'nın yolunda, demirden bir sed olmuşdu.» diye
bir söz vardır. Fakat insanların pek çoğu bu hakîkati
anlamak istemez, beşerî ihtiyâcından çok fazla
Hazret-i Alî (Kerremallâhü vecheh) ve (Raziyallâhü heves peşinde koşar. İhtirâsı, ihtiyâciyle nisbet
anh) in : kabul etmiyecek derecelere varır.

«Ey altın ve ey gümüş; benden başkasını avutun İşte bu gaflet ile onun faydasızlığını anlatmak
ve aldatın.. » dediği rivâyet olunmuşdur. Şurası da için Hazret-i Mevlânâ «Farazâ bir denizi
hatırda bulunmalıdır ki hadîs-i şerîfde meâlen : bir kâseye döksen ne kadar su sığar?» diye
soruyor. Yânî: «Servetin deniz gibi de olsa
«Helâl mal, sâlih kimse için ne iyidir.» ondan istifâden, mideni bir günlük dolduracak
buyurulmuşdur. Hazret-i Mevlânâ bu hadîsin mikdârdan ibâretdir.» cevâbını veriyor.
tefsîrinde:
21
«Malı dîne hizmet için hâmil olursan, öyle hamûle
ve hâmil hakkında Rasûl-ü Ekrem: helâl mal, sâlih «Hırs ve tama’ ehlinin gözü doymaz.
kimse için ne iyidir buyurmuşdur.» dedikden sonra : Halbuki sedef, kanâat gösterip
kapanmayınca içinde inci olmaz. »
«Su, geminin içine girerse onu batırır. Altında
bulunursa onu yüzdürür.» beytiyle bir temsîl Hadîs-i Şerîfde meâlen :
yapmış, mal ve servet hırsıyle kalbi dolan kimseyi,
içine su giren gemiye; mevcud servetine ehemmiyet «Âdem oğlunun iki vâdî dolusu altını ve
vermeyen, o servetin bulunup bulunmaması, gümüşü olsa, mutlakâ onlara ilâveten üçüncü bir
ındinde müsâvî olan zâti de derin bir su üstünde vâdîsi olmasını ister. Âdem oğlunun içini ancak
selâmetle yüzen gemiye benzetmişdir. toprak doldurur.» buyurulmuşdur.

Hülâsa : hür olanlar derecesine varabilmek için Naklolunan Hadîs-i Şerîfin meâlini Hazret-i
onlar gibi hür olmaya çalışmalı, maddî ve mânevi Mevlânâ başka bir tarzda ifâde ediyor. Harîs
ayak bağı olacak her şeyi koparmalı ve esâretden olanların kâselerinin dâima boş kalacağını,
kurtulmalıdır. karınları tok olsa da gözlerinin aç bulunacağını
söylüyor. Sedefin içinde inci hâsıl olması
«Dehrin metâ'ı ve Dünyâ malı, çocuk aldatan için, onun kanâat göstermesi ve kabuklarını
oyuncak kabîlindendir. Ona mübtelâ olanlar ve kapaması lâzım geldiği gibi, kalbinde mârifet
onunla oyalananlar ise idrâk-i ricâle vâsıl olamamış cevherleri husûle gelmesini istiyenler de hırs
akılsızlardır.» ve tama' ağzını kapamalıdır, diyor.
45
İncinin nasıl hâsıl olduğunu bilmiyorum. Şairâne, (Reybiyye) ve (îkâniyye) gibi biribirine zıd
yânî hayâlî ve efsâne olmak üzere şöyle bir söz düşünceli meslekler vardır. Tasavvufda ise, böyle
vardır. Gûyâ Nisan yağmurları yağarken, denizde ayrılık, gayrılık yoktur.
istiridye, kabuğunu; karada yılan ağzım açarmış;
yağmur damlaları istiridye içine düşünce inci, Mevlânâ Câmî kuddise sırruhu : «Yunanlıların
yılanın ağzına girince de zehir olurmuş. felsefesi, nefs ü hevânın ifâdesinden ibâretdir.
Ehl-i îmânın hikmetleri ise Hazret-i peygamberin
Lâkin incinin husûle gelmesi için istiridye buyurduklarıdır.» demiştir.
kabuklarının kapanması, yağmur damlalarının
deniz suyuna karışmaması lâzım imiş. Hazreti Pîr'in Hazret-i Mevlânâ, Mesnevî'de, feylezofları
bu misâli irâd etmesi onu hakîkat olarak kabûl tenkîd eder ve onların fikirlerini çürüterek
etmesinden değil, şöhretine mebnî olmalıdır. reddeder.

22 Hülâsa : feylezoflarıri hangisi olursa olsun,


tasavvuf erbabı, onlarla hem fikir değildir.
«Her kimin elbîsesi, aşkın pençesiyle
parçalanırsa, o kimse; hırsdan da, bütün Gelelim (Calinos) yâhud (Galinos) a :
ayıblardan da temizlenir.»
Bu adam, Milâddan sonraki 131 senesinde
Hazreti Mevlânâ bu beyt ile, bir suâle cevap Bergama'da doğmuş, 200 târihinde ölmüşdür.
vermiş oluyor. Hırsın, tama'ın fenâlığını anladık. Bukrattan sonra hekimliğin mûcidi sayılır.
Gerek onlardan gerek diğer ahlâkî ayıblardan Eserlerinin çoğu Arabcaya tercüme edilmişdir.
kurtulmak için ne yapmalıdır? süâline karşı, aşkı
tavsiye ediyor. Aşk, bir adamın yakasından tutub Hazreti Mevlânâ, aşkı; biri hakîm, biri hekim
da kendine doğru çekmiye başlayınca, onu elbise iki zâte benzetiyor. Bu teşbîhîle de: aşkda öyle
gibi kaplamış olan hırs ve tam'a da; mala, servete îcâzkâr bir kudret vardır ki, Eflâtunun felsefeyle,
bağlılık da, hattâ bütün ahlâkî ayıblar da sıyrılır, Calinos'un tabâbetle yapamadığı rûhânî ve
çıkar, diyor. cismânî tedâvîler icrâ eder; âşıkı, her türlü ayb
ve noksandan temizlenmiş bir hâle getirir, demek
23 istiyor.

«Ey kasdı – yâhud faydası – hoş olan ve 25


bütün illetlerimizin hekimi bulunan aşk; şâd
(memnun) ol.» «Toprakdan yaratılmış olan insan cesedi,
aşk te'sîriyle semâlara çıkdı, eflâkî oldu. Dağ
Hazreti Pîr, bu ve aşağıdaki beyt ile aşkın ahlâkî bile o te'sîr altında çeviklik bulub oynamaya
ve rûhânî hastalıklar için hem bir tabîb-i hazık, hem başladı.»
de bir devây-ı muvâfık olduğunu anlatıyor,
Hazret-i Mevlânâ, bundan evvelki beytde aşkın,
24 ayıbları temizlemek kudretini söylemişdi. Bu
beytde diyor ki: aşk, öyle bir mûcizedir ki, âşıkın
«Ey kibr ü azametimize ilâc ve bize Eflâtun ve toprakdan olan cismini semâlara çıkarır ve eflâkî
Calinus olan aşk, yaşa.» yapar; cansız bir kütle olan dağı da kımıldatır ve
oynatır.
Aşkın insanı bütün ayıblardan temizleyeceği
bildirilmişdi. Bu beytlerde ona hitâben (Hoş Kur'ân-ı Kerîmi İdrîs aleyhisselâm hakkında :
sevdâ) deniliyor, kibir ve azamet hastalıklarının Yânî: «Onu âlî bir mekâna ref'eyledik.» (Sûre-i
ilâcı olduğu söyleniliyor, hattâ ona (Eflâtun) ve Meryem : 57) diyor. Îsâ aleyhisselâm için de,
(Calinus) tâbîr ediliyor. meâlen: «Allah onu nezdine yükseltdi.» buyuruyor.
İnsan olmaları îtibâriyle cisimleri toprak olan bu
Malûmdur ki Eflâtun : Yunan feylezoflarındandır. iki nebiyy-i zîşân'ın göklere çıkarıldığını haber
(Hikmet-i işrak) erbabından ve (işrâkiyyûn) un veriyor.
reislerindendir
Kezâ Ekmel-ül-enbiyâ Efendimiz, Mîrac
Hikmet-i işrak: Felsefî bir meslekdir ki, riyâzetler, gecesinde semâya, oradan da Arş-ı âlâya
mücâhedeler ile Allâha vâsıl olmayı gâye götürülmüşdü.
edinmişdir.
Yânî: «Ben ancak sizin gibi bir beşerim, ancak
Hakîkat şudur ki, tasavvuf ile felsefe ayrı ayrı bana vahyolunur.» ( Sûre-i Kehf : 110 )âyeti
şeylerdir. Çünki felsefenin menşe'i akıl'dır. delâletince, Rasûl-i Ekrem Efendimiz de, diğer iki
Tasavvufun me'hazi ise nakil, yânî Kur'ân ve peygamber de beşer idi; onların vücûdu mayası
hadîsdir. Akıllar farklı olduğu için felsefede da toprakdı. Öyle iken aşkın feyzi, her üçünü
46
de göklere ve bizim bilemiyeceğimiz makamlara sıfâtında ve zâtinde fenâ bulmasından ibâretdir.
götürdü. Meselâ menekşe çiçeğinin bir yaprağı, gül
yağının içerisine konsa; rengi, sonra da kendi
Aşkın tesîriyle dağın oynamasına gelince : Hazret-i yok olur. İşte şu haller uzak bir teşbîh, ile
Mûsâ'ya Tûr dağında vâkî olan. tecellîye işâretdir ki, tecellî-i efâli, tecellî-i sıfâtı, tecellî-i zâti andırır.
îzâh edilecekdir.
Uzak bir teşbih ile dedim. Çünki bunda
26 menekşe ve gül yağı diye bir ikilik, sonra
menekşenin yağa girmesinde bir hulûl vardır.
«Ey âşık; aşk, Tûr dağına ruh gibi tesîr etdi. Allâh'ın tecellîsi ise, bu ikilikden ve hulûlden
Tûr, mest öldü. Mûsâ da kendinden geçti ve münezzehdir; yânî orada sâlikin varlığı ve
düştü.» benliği kalmaz ki, ikilik ve hulûl tevehhüm
edilebilsin.
Mâlûmdur ki Mûsâ Aleyhisselâm, Benî İsrâili
Fir'avn'ın elinden kurtarmış, Mısır kıt’asından çıkarıb İşte o sırada Hazret-i Mûsâ'ya tecellî-i zâtî
Şap denizini geçirmiş ve Sîna Çölüne nakleylemişdi. vukûa gelmiş, onun beşeriyyetini ifnâ etmiş,
Kendisine semâvî bir kitab verileceği de evvelce hattâ o tecellînin bir ziyâsı, bir yığın taş ve
va'dolunmuşdu. Binâenaleyh, Allâhın emriyle kırk toprakdan ibâret olan dağı da oynatmış ve
gün oruç tutdu. Dervişlik tâbîrince bir (çile), yânî parçalamışdı.
(Erba'în) çıkardı. Sonra kardeşi Hârûn Aleyhisselâmı
vekîl bırakıb Tûr dağına gitdi. Orada tecellî-i Yânî: «Ayılınca dedi ki: Seni tenzîh ederim, sana
Rabbânî vukûa geldi. Bu hâl, Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle tevbe ve istiğfârımı arzeyledim. Îmân edenlerin
ifade buyuruluyor : ilki benim.» (Sûre-i A’râf : 143)

Yânî: «Vaktâki Mûsâ, tâyîn etdiğimiz vakitde Tûr'a Böyle ince ve derin bahislerin anlaşılabilmesi;
geldi, Rabbi ona ilâhî sözünü söyledi, Mûsâ, yâ Rabbî; zevk ve keşfe âid ol¬duğunu tekrar hatırlayalım
bana kendini göster, seni göreyim dedi. Cenâb-ı Hak, ve lâyikıyle anlayamayışımızı öyle bir zevki¬miz
sen beni hiç bir vakit göremezsin buyurdu.» olmadığına atfedelim ve o zevkin ihsân
buyurulması için niyazda bulunalım.
Ehl-i Sünnet ulemâsı, beşer için Allâhı görmenin
mümkin olduğunu, Hazret-î Mûsâ'nın rü'yet talebi
ve : «Ayın on dördüncü gecesi kameri gördüğünüz gibi 27
Rabbinizi göreceksiniz.» hadîsi ile istidlâl etmişlerdir.
Mu'tezile ise : «Len terânî» sîgasının te'kîd-i nefy-i «Demsâz ve hemrâz olan yârimin
istikbâl olmasından, Allâhı görebilmek muhaldir, dudağıyle birleşmiş olaydım, ben de
netîcesini çıkarmışlardır. söylenilebilecek şeyleri ney gibi söylerdim.»

Urefây-i sôfiyye indinde iki cihetin anlayışı da birer


cihetden doğrudur. Yânî rü’yetullah mümkindir; 28
fakat insanın varlığı ve benliği bâkî oldukça o şerefe
nâil olmak imkânı yokdur. Nitekim Kelâm-ı İlâhîde: «Konuştuğu dili anlayan kimseden
«Len terânî » yânî: «Sen, sen oldukça, sende senlik ayrılan, yüzlerce lisan ve nağme bilse de
bakiyyesi bulundukça beni ebediyyen, aslâ ve kat'â yine susar.»
göremezsin.» buyurulmuştur.
Mâlûmdur ki söylemek, bir mes'eleyi
Böyle ince ve muğlâk bahislerin ilim ve akıldan anlatmak içindir. Bundan dolayı muhâtabda
ziyâde zevk ile anlaşılabileceğini hatırdan anlayış istidâdı ne kadar çok olursa, konuşanda
çıkarmamalıdır. konuşma kâbiliyeti de o nisbetde olur.
Dinleyenin anlamayışı, söyliyenin söylemesine
Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: mânidir. Bu münâsebetle Hazreti Mevlânâ bu iki
beyitde demek istiyor ki: hemrâz ve demsâzım
Yânî: «Lâkin şu dağa bak, eğer yerinde durabilirse, olabilecek bir muhâtab bulabilse idim, ben
sen de beni görürsün. Vaktâki Mûsâ'nın Rabbi, dağa de ney gibi nağmelerde bulunurdum, daha
tecellî ve dağı parça parça etdi, Mûsâ da kendinden yüksek bahislere girişirdim. Fakat o muhâtabı
geçib düşdü» (Sûre-i A’râf : 143 ) bulamadığım için nağmeyi değiştirmeye,
pek derinlere dalmaksızm bahsi sığ geçmeye
Tecellî: Hakkın zuhûru demekdir. (Tecellî-i ef’âl), mecbur oldum. Böyle olması da zarûrîdir.
(Tecellî-i sıfât) ve (Tecellî-i Zât) diye üç derecedir. Velevki yüz türlü nağmeye muktedir ve bir çok
lisân ile konuşan bir kimse olsun, karşısındaki, o
Tecellî-i ef’âl: sâlikin ef'al ve harekâtının, nağmeleri ve dilleri anlamazsa pek tâbîî olarak
Tecellî-i sıfât: sâlikin sıfâtının, o adam susmaya mecbûr olur.
Tecellî-i zât: sâlikin zâtinin, Allâhın ef'âlinde,
47
29 Burada bir süâl hatıra gelebilir: Dibâcede
«Gül mevsimi geçib de gül açması bitince, Hüsâmüddin Çeîebi'nin Kutub olduğuna delâlet
artık bülbülün âşikâne sergüzeştini (macera, eder vasıflar bulunduğu halde, burada ondan
baştan geçen haller) dinliyemezsim.» daha anlayışlı bir muhâtab aranıyor, iki ifâde
arasında tenâkuz yok mudur?
Şark şâirlerinin tehavvülüne göre gül ile bülbül
arasında âşikâne bir irtibat vardır. Şâirlere nazaran Evet, Hüsamüddin Çelebi, hem asrının
bülbül, ancak gül için ve güle karşı söyler. Onun kutbu olur, hem de zevken ve irfânen Şems-i
dediklerini de başkaları değil, yalnız gül anlar. Tebrîzî derecesinde bulunmayabilir. Hacc-ı vedâ
esnâsında :
Şiir ve hayâl bakışı; gül yaprakları üstündeki çiğ
damlalarını, bülbülün iniltisine karşı gülün göz Yâni: «Bugün sizin dîninizi ikmâl etdim, hiç
yaşları şeklinde görür. bir eksiğini bırakmadım.» (Sûre-i Mâide: 3)
âyeti nâzil olunca, ashâb-ı kiram sevinmiş ve
Sirişk-efşan olur gül} nâlişinle jâle şeklinde, gülmüşdü. Yalnız Sıddîk-i Ekber (Radıyallâhü
Ne âşıksın ki olmuş gül dahî nâlânın ey bülbül. anh), dînin kemâle gelmiş, ikmâle muhtaç bir
ciheti kalmamış olduğunun bildirildiğini işitince,
Fakat vaktâkî: Hazret-i Peygamberin irtihâline îmâ edildiğini
anlamış ve kemâl-i teessürle ağlamışdı.
Figan ü nâlişinle sen sarardın goncalar soldu,
Bitirdi hem gülü, hem kendini efgânın ey bülbül!.. Hazret-i Ebubekir de, sâir sahâbe-i kiram
da Hz. Peygamberle sohbet etmek şerefine
levhası teressüm eder, yânî bahar mevsimi geçer, nail olmuşlardı. Fakat ondaki feyz-i Nebevî,
gülün açılması devri biter. O vakit bülbül de sesini, diğerlerinde görünmemiş, onun gösterdiği
sadâsını keser. Çünki kendisini dinleyecek olanlar anlayış isâbetini öbürleri gösterememişdi.
bulunsa bile anlayacak bulunmaz Demek ki velîlik bir, fakat velîlerin zevki ve
derecesi farklı; Çünki Allah, tecellîsini tekrar
30 etmez.
«Gül bitip de gül bahçesi harâb olunca
gül kokusunu nereden arayıb bulalım?: gül 31
suyundan.» « Cümle, mâşûkdan (sevilen) ibâretdir, âşık
perdedir. Diri olan ancak mâşûk (sevilen) dur,
Evet. Gülün açılma mevsimi geçib, gülistandaki âşık ölüdür.»
fidanlar dikenli birer çalıdan ibâret kalınca, gül
râyihası, ancak gül yağından ve gül suyundan Tecrübe ile anlayanlar vardır ki insan, bir güzeli
duyulabilir. Bunun gibi urafây-ı ümmetin ekmel severse ve sevgisi, aşk derecesine varırsa, âlemin
ve efdali bulunanlar çekilib gidince, onlardaki her zerresi ona sevgilisini hatırlatır. Gün¬düzlerin
râyiha-i mârifeti, vârisleri bulunan ve kendilerine nûranîliğinden onun parlak yüzünü, gecelerin
nisbetle gül yanında gül suyu gibi kalanlardan zulmânî renginden onun siyah saçlarını
aramak lâzım gelir. hatırlar. Rüzgârın hafif hafif esmesinden onun
te¬neffüsünü, şimşek ziyâsının ufuklar üstünde
Mesnevî şârihlerinden Sarı Abdullah Efendinin görünmesinden onun tebesümünün parıltısını
telâkkîsine göre Hazret-i Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî müşâhade eder de :
ile Hüsamüddin Çelebi arasındaki farkı söylemek,
Şems-i Tebrîzî Hazretlerinin yanında Hüsamüddin Kâkülünden şeb, cebîninden seherler mevc-hîz,
Çelebi'nin gül suyu gibi kaldığını bildirmek istiyor. Zulmet ü envâr olur senden hüveydâ reng rengi!..
Şems gibi bir musâhib-i ekmelim bulunsa idi, onnu
geniş idrâki beni nağmeperdâz etseydi, ben de der. Hülâsa: nazarında kâinat, ondan ibâret
ney gibi rakîk terennümlerde bulunurdum. O görünür; hattâ kendini bile ma'şûku olarak
demsâz ve hemrâzım geçib gitdi. Bana lâyikıyle tehayyül eder.
muhâtab olabilecek kimse kalmadı. Onun için
ben de sözlerimi sığlaştırmaya mecbûr oldum. Ben ben değilim, ben dediğim sensin hep,
Bereket versin ki karşımda Hüsamüddin Çelebi Canım dediğim, ten dediğim sensin hep...
gibi müstaid bir muhâtab var. Şems'in irfânı
râyihasını onda bulmaya ve bu suretle avunmaya beytini söyler. Fuzûlî'nin Mecnûn lisânından
çalışıyorum, diyor. Leylâ'ya hitâbı gibi: (Gel sen sen isen, neyim
men-i zar?) diye sorar. Deriden, etden, kemikden
Mesnevî'nin diğer bir yerinde ise Hz. Mevlânâ: müteşekkil fânî bir varlığa karşı olan muhabbetin
insanı bu dereceye getirdiğini düşünmeli de, o
«Şu söylediklerim yok mu? Onlar, senin fehmine vücûdun ve bütün mevcûdâtın Hâlıkı bulunan
göredir. Doğru anlayışlı bir muhâtab hasretiyle Ma'şûk-u Eceli ü Alâya olan aşkın, âşıkı ne hâle
ölüyorum.» buyuruyor. getireceğini kıyâs etmelidir.
48
İşte o İlâhî aşk, âşıkın nazarında bütün lâzımdır. O görüş ise ancak yârimin bir nûru olan
mükevvenâtı hiç gösterdiği gibi, Maşûk-u Hakîkî'nin aşk ile kaabildir. Aşk nûru ile nurlanmayınca
(hep) ve (cümle) olduğunu, kendisinin de arada bir ben, nasıl önümü, ardımı görür ve adımımı
perde bulunduğunu gösterir. atabilirim?

(Hümâm-ı Tebrîzî) nin: Kezâ: yâ Mevlânâ; derin bahislere


girişmeyeceğini evvelce söylediğin halde,
«Benimle sevgilim arasında Hümâm, perde şimdi bahsi derinlere götürüyorsun, ihtârına
olmaktadır. Artık o perdeyi bertaraf etmenin sırası cevab veriliyor :
gelmîşdir.» meâlindeki beyti, bu gerçeği ifâde eder.
Gerçi birkaç beyit evvelce söylenilmişti.
İşte o (benlik) perdesi kaldırılırsa, ma'şûkun Fakat yârimin ilk ve son kayıtlardan münezzeh
(cümle) ve (zinde); âşıkın da (berde) ve (mürde) olan nûru, beni tenvîr ediyor ve endîşeyle,
olduğu anlaşılır. bağlılıkdan vâreste kılıyor.

32
« Âşıkda, aşkın elemlerine sabr ü tehammül 34
bulunmayacak olursa, o –bîçâre- kanatsız kuş «Aşk, bu sözün meydana çıkmasını
gibi kalır. Vay onun hâline!.. » istiyor. Ayna, koğucu olmaz da ne olabilir?»

Aşkın kudret-i îcâzı: (Şâd bâş ey aşk-ı hoş sevdây-ı Demek isteniliyor ki: mâ'şûkun cilvesi ve aşkın
mâ) beytinde söylenilmiş; Eflâtûn'un felsefe ile, esrârı gönül aynasına aksedib duruyor. Cilâlı
Calinus'un tabâbetle yapamıyacağı rûhanî ve bir ayna, sathına akseden sûreti göstermez
cismânî tedâviyi aşkın yaptığı beyân edilmişdi. olur mu? Benim de kalb aynamda beliren
sırlar ihtiyârım elimde olmaksızın lisânımdan
Evet, aşk, sâlik için icâzkâr bir kuvvetdir. Zühde, dökülüyor.
tarîk-i İlâhînin seyyâresi demek câizse, aşka da
fezây-ı tekarrübün tayyâresi denilebilir. Fakat 35
tayyâreye bineceklerin cesûr ve mütehammil «Senin rûhun aynası niçin o aksi
olması îcâb etdiği gibi, aşk kanadıyla yükselmek (yansımayı) haber vermiyor biliyor musun?
isteyenler için de cesâret, metânet, sabr ve Sathı (bir şeyin dış yüzeyi, üstü) pastan hâlî
tehammül lâzımdır. O lüzûma ehemmiyet verilmez, değil de onun için.»
hayâta bağlılık düşüncesi bertaraf edilmezse,
matlûb olan yükselme husûle gelmez. Çünki Bu beytde aynanın pasından bahsedilmesi,
tayyâreye benzettiğimiz aşk, o tehammülsüz kimse eski aynaların camdan değil, mâdenî
için, kanatları yolunmuş kuş gibi olur, uçamaz. levhalardan yapıldığı içindir. Mâdenî levhaların
Onun sâhibi ve bineği de saksağan kargası gibi, rutûbet vesâireden paslandığı, böyle olunca
ileri-geri sıçramakdan başka bir şey yapamaz. Fuzûli da sathına akseden şeyleri göstermediği
ne güzel söyler : gibi, gönül aynası da nefis pasıyle cilâsını
kaybederse, feyz-i İlâhîye ma'kes olmak
Âşk resmin, âşık öğrenmek gerek pervâneden, nîmetinden mahrûm kalır. Binâenaleyh, ilk
Kim yanar gördükde şem'in âteş-i sûzânına!. önce gönül aynasındaki pası temizlemek ve
cilâlamak lâzımdır.
Cânını Canâne vermekdir kemâl-i âşıkın,
Vermeyen can, îtirâf etmek gerek noksânına!.. Müncelî âyîne-î dilde nukûş-i kâinât,
İş o mir'ât-ı musaffâya cilâ vermektedir!..
33
«Yârimin nûru etrâfımda bulunmazsa «Her şeyin bir cilâsı vardır. Kalblerin cilâsı da
ben nasıl önümü, ardımı idrâk edebilirim. zikrullahdır.» Hadîs-i Şerîfi mucebince, o pasın
Yâhud Yârimin nûru ilk ve sonla mukayyed giderilmesi, ancak Allâhı zikretmek ve yâd
(bağlı,sınırlı) olmayınca, ben nasıl başlangıç eylemekle olur.
ve son ile kayıdlanabilirim.»
Dil hânesi pür nûr olur, Envâr-ı zikrullâh ile!..
İki türlü tercüme edilen bu beyit, iki nevî suâlin
cevâbıdır. Nefsin bulanıklığı gitmez; kalb aynasının pası
açılmazsa rûh da Allâh'ın tecellîsine mazhar
Evvelâ : aşkın kanada teşbîhine mukâbil, akıl da olamaz. Nefsin tafsiyesi ve kalbin cilâlanmasının
ayak mevki'inde kalır. Aşka tâbî olamayan, akıl ile ne ile olabileceğini bildirmek ve dolayısiyle bir
hareket edemez mi? suâline cevâben deniliyor ki: çok hisse öğretmek için Hazret-i Mevlânâ bir
kıssa nakline başlıyor ve diyor ki:
Evet. Akıl, ayak gibidir. Fakat o ayakla adımı
atabilmek için, insanın basacağı yeri görmesi Devam Edecek...
49
Abdülbâki Baykara Efendi
Ş ubat Ayında anacağımız değerli isim, Yenikapı
Mevlevihanesi postnişini Abdülbâki Efendi’dir.
Abdülbâki Baykara’nın babası Mehmed
Celâleddin Efendi, 1277/1861’den itibaren babası
Kökeni itibariyle Timur’dan kaçıp Kütahya’ya Osman Selahaddin Efendi’ye vekâlet etmiş,
yerleşen Pir Baba Sultan-ı Horasani’nin soyundan Osman Selahaddin Dede’nin 18 Cemaziyelahir
gelen Ebubekir Dede ailesine mensup olup 1304 / 14 Mart 1887’de vefatından sonra
Abdülbâki Efendi, 15 Ramazan 1300/ 20 Temmuz da postnişin olmuştur. Mehmet Celaleddin
1883’de doğmuştur. Efendi’nin Mevlevilik yanında Şazeliyye, Çeştiyye
ve Kadiriye tarikatlarından da icazeti vardır. 16
Abdülbâki Dede’nin doğup yetiştiği Yenikapı sene vekâleten 21 sene de asaleten postnişinlik
Mevlevihanesi, Galata Mevlevîhanesi’nden sonra yapan Mehmet Celaleddin Dede 30 Rebaiülahir
kurulan İstanbul’daki ikinci Mevlevihane olup 1326 / 18 Mayıs 1908’de vefat etmiş, dergâhta
(Recep 1006/ Şubat 1598) zamanla tarikatın babasının yanına defnedilmiştir. Cenazenin
İstanbul’daki en büyük merkezi haline gelmiştir. yıkanması esnasında hazır bulunanlar arasında
Tasavvuf kültür ve düşüncesi yanında, dönemin Bahâriye Dergâhı şeyhi ve Celaleddin Efendi’nin
siyasi gelişmeleri açısından da ayrı bir öneme sahip eniştesi Hüseyin Fahreddin Dede ile Veled
olan dergâhın XIX. asrın sonlarındaki müdavimleri Çelebi de bulunmuş, müritleri arasında yer
arasında, tanzimatın iki büyük sadrazamı alan Ahmed Remzi Dede, Tahirü’l-Mevlevî gibi
Keçecizade Fuad Paşa ile Âli Paşa yanında Kamil dönemin önemli isimleri tarafından birçok tarih
Paşa, eski şeyhülislamlardan Saadeddin ve Refik düşürülmüştür.
Efendiler, Şeyhülislam Sâhib Molla, Midhat Paşa
gibi isimler sayılabilir. Ayrıca XIX. asırda II. Mahmut, Mevlevîhane, Osman Selahaddin Dede gibi
Abdülmecid, Abdülaziz, II. Abdülhamid ve Mehmet Celaleddin Efendi’nin meşihati döneminde de
Reşad da Mevlevîhanenin ziyaretçileri arasında olup sürekli kontrol altında tutulmuştur. Celaleddin
Sultan Reşad, Abdülbâki Baykara’nın Dedesi Osman Dede’nin, pederinin vefatı dolayısıyla
Selahaddin Dede’ye müntesiptir. 1285/1868’de düzenleyeceği mevlid kandilinde bile alınan
kurulan Meclis-i Meşayıh’ın ilk başkanı olan Osman sıkı tedbirler, Abdülbaki Efendi’nin düğününde
Selahaddin Dede, bu görevini 1297/1880’e kadar birçok hafiyenin bulunması söz konusu kontrolün
sürdürmüş, onun siyasilerle kurduğu yakın ilişki, boyutlarını göstermesi açısından önemlidir.
mevlevihaneyi II. Abdülhamid döneminde özgürlük
fikirlerinin tartışılabildiği başlıca merkezlerden biri Celaleddin Dede’nin 1301/1884–1303/1886
haline getirmiştir. yılları arasında Meclis-i Meşayıh nazırlığı yapması,
50
şeyh çocuklarının eğitilmesinin amaçlandığı Mehmed Elif Efendi’den Mesnevî ve tasavvuf
Medresetü’l-Meşayıh’ın kurulması fikrini ortaya okuyarak 1906’da Mesnevî’den icazet almıştır.
atması ve yetiştirdiği şahsiyetler, onun teşkilatçı ve Bunun yanında haftalık olarak yapılan Mevlevî
aktif karakterinin tezahürü olsa gerektir. Döneminin âyinleri, Mevlevihaneyi ziyarete gelen dönemin
ulema ve sufilerinin takdirini kazanan Celaleddin önde gelen ilmiye, devlet erkanı, edip ve
Efendi, tarikat usul ve adabını muhafazadaki şairlerinin kendisinde önemli bir müktesebat
gayreti dolayısıyla Mehmet Ziya’nın; “Dervişliği oluşturduğu muhakkaktır.
laubalilik, tarikat usul ve adabını kalenderlikten
ibaret sayan derviş taslakları” olarak nitelendirdiği Abdülbâki Efendi’nin Mevlevîlik yanında
kesim tarafından tarikatı Halidiliğe benzetmekle Hamzaviliğin son temsilcilerinden Seyyid
suçlanmıştır. Kaynaklarda bilhassa sohbetlerinin Abdülkadir Belhi’nin oğlu Seyyid Ahmed
tesirine değinilmekte, dini konularda, edebiyatta, Muhtar’a (öl. 1933) da intisabının olduğu hattâ
özelliklede tasavvuf ile musikideki ihtisasına vurgu bunun kendi delâletiyle gerçekleştiği Abdülbâki
yapılmaktadır. Yetiştirdiği talebeler arasında Rauf Gölpınarlı tarafından nakledilmektedir.
Yekta, Subhi Ezgi, A. Avni Konuk, H. Saadettin Arel, Hamzavîlerle ilişki, Osman Selahaddin Dede
Tahirü’l-Mevlevî, Ahmet Remzi Akyürek gibi isimler ve Mehmed Celaleddin Efendi döneminde de
bulunmaktadır. söz konusudur.

Celaleddin Dede dönemindeki en üzücü Yenikapı Mevlevîhanesi’ne Postnişin


hadiselerden birisi 14 Kasım 1906’da dergâhın oluşu
geçirdiği yangın olup, Mevlevilik ve tarihi Abdülbâki D e d e ’n i n Ye n i k a p ı
bakımından önemli ve tek nüsha eserlerin de yer Mevlevîhanesi’ndeki postnişinliği 1320/1903’e
aldığı dergâh kütüphanesi tamamen yanmıştır. kadar uzanır. 1877’den itibaren rahatsızlığı
artmaya başlayan Celaleddin Dede akciğer ve
Yetişmesi gırtlak ve rahatsızlığı sebebiyle âyinleri icra
Abdülbâki Efendi’nin ilk hocası dört yaşında edemeyecek konuma gelmiş, babası tarafından
kendisinden ders gördüğü dedesi Osman Konya’ya yapılan müracaat üzerine Abdülvahid
Selahaddin Efendi’dir. Mevlevihane civarındaki Çelebi’den destar giyerek Mevlevihane’de
Kur’an kursunda altı yaşına kadar Kur’an-ı Kerim 1903’den itibaren vekaleten İsm-i Celâl ve
ve tecvid okumuş, sonrasında Daru’t-tahsil mukabeleye başlamıştır.
isimli özel bir okula devam etmiş, 1314/1896’da
Davudpaşa Rüştiyesi’ni bitirmiştir. Rüştiye’den Celaleddin Dede’nin Rebiulahir 1326/ Mayıs
sonra babasından Mesnevi, Demircili Ahmed 1908’de vefatı sonrası, Osmanlı Arşivleri’ndeki
Fuad Efendi’den sarf, nahiv ve mantık; Beyazıt 15 Cemaziyelevvel 1326/15 Haziran 1908 tarihli:
Kütüphanesi’nde hafız-ı kütüb İsmail Efendi’den “Dergah-ı Mevlana Postnişini Abdülhalim'in
meâni, kelâm, akâid ve şifâ-i şerif; İsmail Efendi’den münhal olan Yenikapı Mevlevihanesi
Buhari-i Şerif, Selanikli Mehmed Esad Dede Efendi Meşihatlığı'na tayin edilmesi için izin verilmesi”
(öl. 1319/1901)’den Zevrâ risalesi, Sütlüce Sa’dî şeklindeki müracaatta göre Abdulhalim Çelebi,
Dergâhı şeyhi ve Meclis-i Meşâayıh reisi Hasirîzade bu göreve talip olmuş, ancak bu talebin
kabul görmemesi ve II. Meşrutiyetin ilanıyla
Abdülbaki Baykara, “pederinin vefatından
yetmiş iki gün sonra, Temmuzun yirmi
dördüncü pazartesi günü” postnişin olmuştur.
Meşihatname Yenikapı Mevlevihanesi’nin
semahanesinde geniş bir davetli grubunun
huzurunda Bahariye Mevlevihanesi postnişini
Hüseyin Fahreddin Dede tarafından okunmuş,
Abdülbâki Efendi’nin hocası ve Meclis-i
Meşayıh Reisi Elif Efendi tarafından edilen dua
ve fatihadan sonra Mübarek Bâd gülbanki
eski usûl üzere yapılmıştır. Ahmet Remzi
Dede’nin, şeyhinin vefatına ve Abdülbâki
Dede’nin postnişin oluşuna dair düşürdüğü
tarih şöyledir:

Semiyy-i mefhari sâdât ibn-i Şeyh Selâhaddin


Nümâyân idi zâtında Cenâb-ı Pîr’in ahlâkı
Yenikapı’da feth-i bâb-ı irşâd eyledi haylî
Olup dil-teşnegân-ı feyze âb-ı aşkdan sâkî
İdince tekye-i dârü’s-selâm-ı vuslata rıhlet
Firâkı eşk-bâr-ı mâtem etdi cümle uşşâkı
Fakat necl-i necîbi Hazret-i Bâkî Efendi’de
Bulurlar ba’d-ez-în talib olanlar feyz-i Hallâk’ı
51
Şu bir mısra’da Remzî münderic geldi iki târîh Abdülbâki Dede, alayla birlikte Şam’a gitmiş,
Celâleddin Muhammed gitdi ammâ sırrıdır Bâkî hastalığı sebebiyle bir süre sonra geri dönmek
1326 zorunda kalmıştır. Abdülbâki Dede’ye çalışma ve
gayretleri sebebiyle Harbiye Nezareti tarafından
Abdülbâki Efendi, postnişinliğe tayininden sonra padişah adına takdir belgesi verilmiştir.
1327/1909 Meclis-i Meşayıh azalığına seçilmiş bu
görevi 1336/1917’de azledilinceye kadar dokuz yıl Tekkelerin Kapatılması
sürmüştür. Postnişinliği 1925 yılına kadar süren Abdülbâki
Dede, tekkelerin kapatılması sonrası diğer
1906’daki yangında harap duruma gelen Mevlevi tekkelerde olduğu gibi burada da
Mevlevihanenin yeniden inşası, şehzadeliği kayd-ı hayat şartıyla postnişinin ikametine izin
sırasında Selahaddin Dede’ye intisap eden verilmiştir. Ancak, vakıf gelirleri kesilen Abdülbâki
Sultan Reşad’ın tahta çıkmasıyla gerçekleşmiştir. Dede geçim sıkıntısı çekmiştir. Farklı yerlerde
1328/1910’da mimar Kemaleddin Bey’in çalışan Bâki Dede, bir süre Kütüphaneleri Tasnif
başkanlığındaki heyet, inşaata başlamış ve yaklaşık Komisyonu üyeliğinde bulunmuş, İstanbul Türk
bir yıl sonraki, açılış törenine Sultan V. Mehmet Ocağı Müdürlüğü, Halk Fırkası’nda memurluk,
Reşad da katılmıştır. Fuad Köprülü’nün delaletiyle Edebiyat Fakültesi
Farsça hocalığı gibi görevlerde bulunmuştur.
Savaş Yılları ve Gönüllü Mevlevi Alayı Darülfünun’un üniversite olmasından bir yıl sonra
Yenikapı Mevlevîhanesi, Mevleviliğin görevine son verilen Bâki Dede farklı kurumlara
İstanbul’daki en önemli kurumlarından biri müracaatta bulunmuş olup son görev yeri
olması yanında savaş yıllarında da ihtiyaca binaen Bakırköy Ermeni Lisesi Edebiyat öğretmenliğidir.
Balkan ve Çanakkale savaşlarında hastane olarak
kullanılmıştır. Tekkelerin kapanmasıyla birçok şeyh gibi
toplum nezdindeki konumunu kaybedip maddi
Abdülbâki Dede, I. Dünya Savaşı’nın başladığı zorluklarla karşılaşan Abdülbâki Dede’nin, söz
dönemlerde uzun süreli bir savaştan yeni çıkmış konusu değişimi anlattığı “Oldum” redifli bir şiiri
olması hasebiyle halkın içinde bulunduğu vardır. Ahmet Remzi Dede Abdülbâki Dede’nin
konumu Sultan Reşad’a iletmiş ve yeni bir savaşa vefatına düşürdüğü tarihde, onun yaşadığı fakr
girilmemesi hususunda telkinde bulunmuştur. u zarurete dikkat çeker mahiyette:
Ancak padişah, ona: “Oğlum, bu harbin iki neticesi
vardır. Galibiyet ve mağlubiyet... Eğer galip gelirsek Hâtıra gelmezdi böyle nâz-perver şeyh-i pâk
bizim menfaatimizedir, milletin menfaatine mani İhtiyac-âlûde olsun hasbünallahu’s-Samed
olmak ise hıyanettir. Mağlup da olabiliriz. Fakat
bu deliler (yani İttihatçılar) bir defa karar vermişler ifadelerine yer vermektedir.
ve girmişler. Mani olmanın imkânı yok. Önlerine
geçerek mani olmaya çalışsam beni mahvederler. Tekkelerin kapatılmasıyla semahanesi ve
Bu ise büsbütün delilik olur” şeklinde karşılık türbesi mühürlenen mevlevihanenin Şeyh
vermiştir. dairesi, Cumhuriyet döneminde uzun süre
öğrenci yurdu olarak kullanılmıştır. 9 Eylül 1961’de
Abdülbâki Dede, orduya moral için teşkil olunan hünkâr mahfilinin altında çıkan bir yangın sonucu
Mücahidin-i Mevleviyye Alayı’na binbaşı rütbesiyle semahane, şerbethane ve türbesi tamamıyla
katılmıştır. İstanbul’da yapılan merasimde Veled yanmıştır. Günümüzde Zeytinburnu ilçesi Merkez
Çelebi’ye vekâlet ederek Mevlevi gülbangı okumuş Efendi Mahallesi’nde bulunan Mevlevihanenin
ve alay sancağını Veled Çelebi’ye teslim etmek yeniden inşa edilmesi için alınan karar, bugüne
üzere Konya’ya doğru yola çıkmıştır. Başlarında kadar uygulanamamıştır.
sikkeleri ve dervişane kıyafetleriyle Konya’dan
Ankara’ya gelen alay, hükümet meydanında Vefatı
bir merasim yapmış, sonrasında Şam’a hareket Bakırköy Ermeni Lisesi’nde iki ay kadar görev
etmiştir. yapan Abdülbâki Baykara 24 zilka’de 1353/28
Şubat 1935’de elli iki yaşında vefat etmiştir.
Tahir Olgun, Saadettin Nüzhet Ergun’a Perşembe günü vefat eden Baykara’nın cenazesi
gönderdiği mektubunda Bâkî Dede’nin askerlik ertesi gün tekkesine götürülmüş, cumartesi
dönemiyle ilgili şu ifadeleri yer almaktadır: “Baki günü Merkez Efendi Camii’nde öğleyi müteakip
Efendi Mevlevi alayına binbaşı tayin edilmişti. kılınan cenaze namazı sonrası Mevlevihane’nin
Bir gün askeri kıyafetiyle kendisini gördüm. bitişiğindeki Hamuşân Mezarlığı’nda,
Başında destarlı sikke, arkasında derviş hırkasının Mevlevihanenin ilk postnişini Kemal Ahmed
kolsuzu denilebilecek bir pelerin, bacaklarında Dede (öl. 1009/1601)’nin yanına defnedilmiştir.
diz kapaklarını epeyce geçmiş çizmeler vardı. Sağ Defnin ardından gazellerine nazire de yazmış
elinde bir kamçı bulunuyor, sol eliyle kayışı hamâyil olan yakın dostu Ahmet Remzi Dede, Mevlevî
olarak asılmış, eski redif yüzbaşılarının taktıkları Gülbangi okumuş ve
gibi tahta kınlı bir kılıcı tutuyordu.”
Ced-be-ced şeyh-i celîl-i tekye-i bâb-ı cedîd
52
Râz-dân-ı “bişnev ez ney çün hikâyet mî-koned” hoş sohbet ve nüktedan yönüne vurgu
yapması yanında bir çocuk safiyetine de sahip
diye başlayan beş beyitlik bir tarih düşürmüştür. olduğunu belirtir. Edebî yönünü tahlil etmek
Mazıoğlu’nun hazırladığı divanda yer almayan bir için büyük bir kitap yazmak gerektiğini belirten
diğer tarih ise Gölpınarlı, onun için; “Bâkî, en büyük şair
değilse bile en büyük şairlerdendir” ifadesine
Celâleddin Efendi-zâde şeyh-i şâb iken el-hak yer verirken, Mehmed Ziya da yaratılıştan gelen
Verirdi neş’e eş’ârı Neşâtî’ye Mezâkî’ye bu kabiliyetine dikkat çekmektedir. Kaleme
aldığı manzum eserlerde klasik edebiyatın
mısralarıyla başlamaktadır. Dede’nin erken ağırlığı hissedilen Abdülbâki Dede, Erdoğan’ın
denebilecek yaşta vefatında, çileli bir yaşam ifadesiyle “klasik şiir içinde açılmış yenilik ve
sürmesinin de etkisi olsa gerektir. yerlilik yolunda ilerlemeye çalışmıştır”.

Kişiliği Ahmet Remzi Dede, Abdülbâki Efendi’nin


Yenikapı Mevlevihanesi’nin dînî hükümlerine vefatı üzerine düşürdüğü tarihde geçen:
bağlılıktaki hassasiyeti dolayısıyla Halidilikle
vasıflandırıldığı bir ortamda yetişmiş olması Şair-i mutlak edîb-i nüktedân Bâkî Dede
hasebiyle Abdülbâki Dede’nin de aynı hassasiyeti Yüz çevirdi nâgehân dâr-ı fenâdan tâ ebed
hayatında tatbik ettiği söylenebilir. Aşağıdaki
rubaisi de her halde bunun bir tezahürüdür. İfadeleri de onun edebî ve nüktedan yönüne
vurgu yapmaktadır.
Allah’a şükür ki müslümanım ben
Bir dîni bütün, sahib-i irfanım ben Yine Remzi Dede’nin, gazellerine de
Kur’an’a muhalif sözü almak gûşa nazirelerde bulunduğu kişiler arasında, yakın
Ser-tâ-be-kadem bende-i Kur’ân’ım ben arkadaşı Bâkî Efendi de vardır. Remzi Dede’nin,

Abdülbâki Baykara’nın yakın dostu Gölpınarlı, Tâhir ü Bâkî’ye pey-revliktedir Remzî bekâ
onun vefatı üzerine kaleme aldığı yazısında nazik, Vakt olur derler cihânda nükte-gûhlar var idi
mısralarıyla biten manzumesi Tahirü’l-
Mevlevî ve Abdülbaki Dede ile olan
yakın ilişkisine işaret etmektedir.

Abdülbâki Baykara, Yenikapı


Mevlevihanesi’nde Ali Nutkî Dede’den
itibaren tutulmaya başlayıp bir gelenek
halinde sonraki postnişinler tarafından
da tarih düşülen ikinci Defter-i
Dervişân’a kendi döneminin dergâh
ve Mevlevilik çerçevesindeki önemli
olaylarını kaydetmiştir. Tuhfetu’s-sâimîn,
Târîh-i Beyhâkî Tercümesi gibi mensur
eserleri de bulunan Dede’nin makaleleri
Mahfel ve Darülfünun İlahiyat Fakültesi
dergilerinde yayımlanmıştır.

Daha ziyade manzum tarzda yazan


Abdülbâki Dede’nin tahmis, taştir,
murabbâ, muhammes, müseddes,
muaşşer, müstezâd, kıt’a, nazm ve
rubaileri yanında Farsça na’tları,
rubaileri ve yüze yakın gazeli olup, klasik
edebiyat alanında varlık göstermiştir.
Ebced hesabı ile manzum tarih
düşürmede önde gelen isimlerdendir.
Ebussuudzâde Mehmed Suud Yavsî
(öl. 1948), Abdülbâki Baykara’nın bu
şiirlerini toplamış, Enfâs-ı Bâkî adıyla
Millet Kütüphanesi’ne hediye etmiştir.

Musîkî yönü de olan Abdülbâki


Dede’nin, babası Celaleddin Dede gibi
bazı manzumeleri bestelenmiştir.
Ahmet Cahit Haksever
53
Mesnevî’den Hikayeler
Haddi Aşmak HADDİNİ AŞMANIN ZARARI
(Hayvanların dilinden anlamalı mı?)
Mehmet Demirci - Prof. Dr.
yeme imkânına sâhip değilim, neden benim rızkımı
kapıyorsun? dedi.

B ir gün adamın biri Mûsa peygambere geldi:


Horoz cevap verdi:

-Haklısın fakat hiç tasalanma, yarın bizim ev


-Ya Mûsa, ne olur duâ et de ben hayvanların sahibinin eşeği ölecek, sen de böylece karnını iyice
dilinden anlayayım ve bundan kendime hisseler doyurursun, dedi.
çıkararak daha iyi bir insan olayım, dedi. Hz. Mûsa:
Bunu duyan adam, hemen eşeği pazara götürerek
-Yürü, işine git, kaldıramayacağın yükün altına sattı. Ertesi sabah da bakalım köpekle horoz ne
girme, bu hâlin senin için daha hayırlıdır” dedi. konuşacaklar diye onları izlemeye başladı.

Adam dinlemedi, ısrar etti: Köpek horoza sitem ediyordu:

-Ya Mûsa, ne olur hiç değilse kapımda yatan köpekle -Yahu horoz kardeş, hani eşek ölecekti, biz de
horozun dilini anlayayım” dedi. karnımızı doyuracaktık, ne oldu? diyordu.

Adamın ısrarı karşısında Mûsa (as) her ne kadar Horoz: “Eşek ölmesine öldü, lâkin başka yerde;
bundan vazgeçmesi için uğraştıysa da, adam ısrar çünkü sahibimiz onu sattı. Fakat sen hiç merak
etti. Bunun üzerine Hz. Mûsa bu konuda onun için etme, yarın at ölecek, o zaman daha büyük ziyafete
duâda bulundu. Adam sevinerek evine döndü. Ertesi konacaksın” dedi.
sabah hizmetçisi evin avlusunda sofrayı kurarken bir
parça ekmek fırlayıp düştü. Horoz koşarak bunu kaptı. Bunu duyan adam ahıra koştu, atı aldığı gibi
Köpek onun davranışına kızdı: pazara götürüp sattı. Sevinerek evine döndü: “Bu
hayvanların dilini öğrenmek çok iyi oldu, böylece
-Be horoz, bu yaptığın doğru mu? Sen buğday da zarardan kurtuldum” diye düşünüyordu.
yiyebilirsin, arpa da. Mısır da yiyebilirsin, başka küçük
taneleri de. Bense bu kapıda ekmekten başka bir şey Ertesi sabah, acaba bugün ne konuşacaklar diye
54
köpekle horozun yanına yaklaştı. Köpek yine horoza Hz. Mevlâna hikâye arasında şöyle der:
kızıyordu:
“Malını kaçırdı ama iyi bil ki kendi kanına
-Yahu horoz, bu sefer de dediğin çıkmadı, yoksa sen girdi”
de mi yalana başladın?” dedi.
Horoz: “Hayır, ben yalan söylemedim, at ölecekti “Bir ziyâna uğramak, bir çok ziyanları def
lâkin sahibimiz onu da sattı. Fakat merak etme, edecekti. Cismimiz, malımız canlarımıza
yarın onun çok değerli hizmetçisi ölecek, o zaman fedâdır; canımıza gelecek belâ, cismimize,
onun hayrına yemekler, helvalar verilecek, hepimiz malımıza gelir.”
doyacağız” dedi.
Bu anlayışın etkisiyle olmalı ki; evlerde tabak,
Bunu duyan adam hiç vakit kaybetmeden bardak gibi şeyler kırılınca: “Kırıldıysa da zararı
hizmetçisini götürüp sattı. . yok, gelecek kazâyı def eder.” derler. Onun
için insan bir musîbete uğrayınca, bağırıp
Adam, “Bu horozla köpeğin dilini öğrenmem iyi çağırma yerine, onun belki de daha büyük bir
oldu. Böylece pek çok zarardan kurtuldum” diye felâketin önleyicisi olduğunu düşünerek tesellî
düşünerek sevindi ve ertesi gün yine köpekle horozun bulmalıdır.”Cana geleceğine mala gelsin” diye
konuşmalarına kulak verdi. Köpek bu defa çok üzüntüsünü azaltmalıdır.
kızgındı:
Mesnevî’de şöyle devam edilir.”Gazaba
-Yalancı horoz! diyordu, hani hizmetçi ölecek bu uğradın mı pâdişahlara malını verir, başını
sayede karnımız doyacaktı, günlerdir beni yalanlarınla kurtarırsın. Bunu bildiğin halde, kazâya
avutup duruyorsun, bu sana yakışır mı?”Horoz: düşünce nasıl olur da Allah’tan malını
kaçırmaya çalışırsın?” (Beyit: 3341-42)
-Ben yalancı değilim ve yalan söylemem. . Köle
gerçekten öldü, lâkin burada değil, başka yerde. Mesnevî şârihleri, bu noktada sadaka
Çünkü sahibimiz onu sattı. Fakat hiç iyi etmedi. Çünkü vermenin de bir tür başını kurtarmaya
bu sefer sıra kendine geldi. Zira ilkin kazâ-belâ eşeğe yarayacağı üzerinde dururlar. Bu konudaki âyet
gelecek, böylece sahibimiz kurtulmuş olacaktı. Eşeği ve hadislere dikkat çekicidir:
satınca, onun yerine ata geldi; atı da satınca köleye
geldi. Köleyi de sattığından belâ ona gelecek. Sıra “Mallarını Allah yolunda harcayanların
kendisinde, yarın sahibimiz ölecek, o sayede hepimiz hâli, yedi başak bitiren, her başakta yüz
doyacağız” dedi. adet tane bulunan bir tek tohumun hâli
gibidir. Allah dilediğine kat kat fazlasını
Bunu duyan adam ah vah etti, başını yerlere vurdu, verir.” (Bakara, 2/261)
ama iş işten geçmişti. (Mesnevî, III, beyit: 3266 vd. )
Şöyle güzel inanışlarımız vardır: “Sadaka,
belâyı def eder ve ömrü uzatır. Sadaka
kötü ölümü önler. Sadaka Allah’ın gazabını
AÇIKLAMA: teskin eder.”

İnsanoğlu merak ve tecessüs sâhibidir. Bilmediğini “Sadaka” kavramı bir anlam kaymasına
öğrenmek ve daha çok şey bilmek ister. Bu isteğini uğramıştır. Sadaka, vereni yüceltip alanı
yeni buluşlar ve keşifler için yönlendirdiği takdirde, aşağılatan bir görünüm taşımamalıdır. Aksine,
şahsı için ve toplum için faydalı sonuçlar elde eder. sağ elin verdiğini sol el bilmeyecek tarzda
olmalıdır.
Biz geleceğimizi ve kaderimizi önceden bilemeyiz.
Bu konudaki merak da bir dereceye kadar normal Tarihimizdeki “sadaka taşları” tam da bu
karşılanabilir. Ama bunun için şartların zorlanması anlayışa uygun örneklerdir. Eski İstanbul'da
doğru değildir. Hele hikâyemizde olduğu gibi, yakın yardımların en göze batmayanı ‘‘sadaka
gelecekte olacak şeyleri sıra dışı yollardan öğrenip, taşları’’ kullanarak yapıldı. Bu taşlar bir
bu bilgiyi tamâmen şahsî çıkarları için, üstelik buçuk-iki metre yüksekliğinde mermerden
başkalarının zararına olacak şekilde kullanmak olurdu. Üst kısımlarının ortasına çanağa
tamâmen ahlâk dışı bir tavırdır. benzer bir oyuk açılır, sadaka verenler parayı
buraya bırakırlardı. İhtiyacı olmasına rağmen
Gayba îman, geleceğimizi bilmemek çok defa dilenmekten çekinenler akşam saatlerinde
daha verimli ve gayretli olmamızı sağlar. İnanan, taşın yanına para almaya gelir ama bırakılan
doğruyu ve güzeli bilen insan, bütün çabasını bu mebláğın tamamını değil, ihtiyaçları olduğu
yönde, doğru ve güzel istikametinde kullanmakla kadarını alırlardı. Bu hâliyle sadaka ve her
yükümlüdür. Sonuçta elde edilecek şey, kendisine türlü yardımlaşma, toplum dayanışması ve
olmasa bile mutlaka birilerine faydalı olacaktır. sağlamlığının sigortalarından biridir.

55
Mevlevilikte Sanat
'O
Musavvir
Allah ki seni yarattı, seni düzgün yapılı kılıp
ölçülü bir biçim verdi. Seni dilediği her hangi bir
Maarif Erdem
aşsa da yaratılan her şeye verilen lütfedilen bu
canlılık günümüzün teknolojisinde daha da net
şekilde parçalardan oluşturdu.' (İnfitâr Suresi 7 ve görülmektedir. Metabolizmalar, tek hücreliler ve
8. ayetler) daha neler neler. Bu lütuftan, ihsandan hisselerini
alarak karşımıza dikilivermişlerdir. (Burada bir şeyi
Geçen sayımızda sanatın Mevlevilikte hatırlatmak isterim Mevlevilikte eşya ile görüşme
yorumlanmasına ve ne türden bir vasıta olduğuna böylesi bir canlılığın selamlaşması olarak da
kendi penceremizden şöyle bir bakıvermiştik. Bu algılanmalıdır. Vücudumuzdaki eşyalık özelliği
ayda yazımızın devamı niteliğinde bir araştırmayla ile eşyadaki vücutluk özelliğinin görüşmesinin
Allah(C.C.) Hazretleri'nin Ulu İsimlerin'den olan zahiri bir ifadesidir.)
Musavvir esmasına şöyle bir bakmaya gayret
edeceğiz. Yaratılan her nesnenin mutlak müessiri
Allah(C.C.)'dır. Ulu bir ruhaniyete sahip olan her
nesne aslında müessirinin yaratma kudretinin
birer numunesidir.

Allah(C.C.)'ın Zatı Şerifleri kavranamaz


'O, yaratan, var eden, varlıklara şekil veren Allah'tır. olduğundan mıdır bilinmez, O'nun eserlerinde
En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar hakikati (gerçeği) arayanlar gerçek sanatkar
O'nun şânını yüceltmektedirler. O, gâlib olan, her şeyi sayılırlar. Nasıl ki bir sanatçı bir yapıtında kendisini
hikmeti uyarınca yapandır.' (Haşr Suresi 24. ayet) seyretmekten veyahut dinlemekten zevk alıyorsa,
hakikati arayan Şeydalar da Allah(C.C.)'ın eserlerini
Ayetten de anlaşıldığı üzere 'Musavvir' isminin tefekkürle sükun bulurlar. Bu sükunet sözün bitip
Türkçe anlamı, şekil verendir. Tasvir eden, her seyrin başladığı bir hal olduğunda, 'Huzurda'
şeye şekil ve suret veren Allah (C.C.) yarattığı her olmanın tadıyla kendilerinden geçerler. Sanat
surete bir de can vermiştir. Eskiler 'Allah (C.C.) eserini inceleyen bir yorumcudan ziyade o eserde
Hazretleri cansız yaratmaz, her yarattığında bir kendisini kaybeden bir izleyici kıvamındadırlar.
can vardır biz anlamayız.'derler. Bizim algımızı
56
Hazreti Mevlana şu beyti ile huzuru nasılda güzel derece önemlidir.
anlatmış.
İnsan içgüdüsel olarak bu tasvirin bir takipçisi
'Burada gizli birisi var. Kendini yalnız sanma, onun ve doğuştan hayranıdır. Zaman içerisinde
kulağı pek hassastır. Her şeyi çok iyi işitir. Sakın kötü dünyevi bir takım dürtüler bu hali sırlamaya
söz söyleme' gayret etse de kendiliğinden o güzelin esiri
(Divan-ı Kebir, 1. cilt.188 numaralı şiir) (Gölpınarlı oluverir. Sanatkar bununla yetinemez. O da
Mesnevi dipnot) içgüdüsel olarak bu eşsiz sanatı taklit etme
çabasına girişir. Kimsenin keyif almadığı sesleri
Huzurda olduğunu bilerek yaşayan kişi o alır besteler yapar ve insanları duygudan
kudretin ağarlığı karşısında zaten çok konuşamaz. duyguya atıverir. Resim,heykel, hat ve benzeri
Seyreder ve dinler. Gönlünde peyda olan bir feyzin sanatla meşgul olan sanatçıların gayesi;
keyfiyeti ile kendinden geçer. Ancak sanatkardan herkesin baktığında göremediği ayrıntıları
ve sanattan bihaber olanlar bu tadı bilemezler. ve güzellikleri, kendi bakışıyla ve sezişiyle
paylaşmaktır.
'Semaı her andıkça gönül deryasında dalgalar
şahlanır. Her gönül samaı seyretmeye layık değildir. Neticede bir sanatkar ne yaparsa yapsın
Gönüller denizine eren mutlulardır ki badeden Hazreti Musavviri taklitten öteye geçemez.
coşar ve semaın hakkını verirler.' (Divan-ı Kebir'den Ancak bu taklitle kendi görgüsünü arttırır.
seçmeler,61 numaralı beyt)(Yakup Şafak) Bu da kul ile Allah arasında bir alış verişe
sebep olur. Bu alışveriş insanın köşelerinin
Bu hal Hazreti Musavvir'in gönül ehli olanlara yumuşaması, naifleşmesi ve eşyaya bakışında
bir ihsanı ve kendi esrarlı güzelliğini sezmek için ki olgunlaşmadır.
bir vasıtadır. Şimdi kendi kendimize sorarsak Allah
neden böyle bir yol terci eder diye. Haddimizi Bu sayımızda da kendi penceremizden bir
aşmayalım ve Ahkamullah deyip dinlemeye gayret nebze sanat ve Mevlevilikteki tecellilerini
edelim! yorumlamaya çalıştık. Bizim çabamız düşünme
ve araştırmaya sevk etmekten başka bir gaye
Mesnevide ve Divanı Kebirde Mevlana Hz. birçok taşımamaktadır. Umut ederiz ki maksadımıza
coşkun beyitlerinde sanatın nasıl bir hal alarak insanı hep birlikte ulaşırız.
benliğinden sıyırdığını anlatmıştır.
Herkesin aynı keyfi alamayacağını
farklı bakış açılarına göre bunun
sezileceğini de belirtmektedir. Güzel
bakan güzeli görür, güzel işiten güzeli
duyar misali.

Hatta musikinin mahiyeti


tartışılırken o:

Hikmet sahibi kişiler,''Biz'' derler


hoşa giden bu musıki nağmelerini
gökyüzü ve gökyüzünde bulunan
yıldızların hareketinden aldık.

Halkın tamburla çaldığı, ağzıyla


söylediği sesler, gökyüzünün
dönüşünden çıkan seslerdir.''

Müminler derler ki ''cennetin ruhani


tesiri ile bütün çirkin sesler güzelleşir.''...
(Mesnevi,4. Cilt 733-735.beyt)

diyerek bakış açısının ne denli önemli


olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
O halde sanatı icra eden kadar sanatı
izleyeninde sanatla haşır neşir olması
lüzumludur. Huzurda olduğunun
idraki ile yaşamak, gerçek sanat
sahibinin eserlerinde onun izlerini
aramak ve Allah(C.C.) ile bir irtibat
halinde bulunmak Mevlevi sanatında
olduğu kadar günlük yaşamda da son
57
Kütahya Mevlevîhanesi
K ütahya Börekçiler Mahallesi’nde, Dönenler bulunmamaktadır. Mevlevihane 1812 yılında
Meydanı’nın güneybatısında, Ulu Cami’nin yeniden yapılırcasına onarılmış, 1814 yılında
doğusunda bulunan Mevlevihane, Konya ve yanına harem ve selamlık daireleri eklenmiştir.
Afyonkarahisar Mevlevihanelerinden sonra Mevlevihane 1838-1839 yılında ise yeniden
Mevlevi kültüründe üçüncü önemli merkezdir. yapılmıştır. Sultan Abdülmecit döneminde
Mevlevihane’nin ilk Postnişini Celaleddin Ergun 1841-1842 yılında bir kez daha onarılan
Çelebi’den ötürü Erguniye Dergâhı, Ergun Çelebi Mevlevihane’nin postnişini Hacı Abdullah Efendi
Zaviyesi veya Zaviye-i Erguniye isimleri ile de de 1848’de buradaki çeşmeleri onarmıştır. Sultan
tanınmaktadır. II.Abdülhamid’in isteği ile Mevlevihane 1887-1889
yıllarında yeni bir onarım geçirmiştir. Zamanla bu
Mevlevihane’nin ilk yapısı Emir İmadüddin yapılar da harap olmuş, semahane Vakıflar Genel
Hezar Dinari tarafından 1237-1243 yıllarında Müdürlüğü tarafından 1964 ve 1972 yıllarında
yaptırılan Hezar Dinari Mescidi’dir. Celaleddin onarılmış, yapılan ilavelerle Dönenler Camisi ismi
Ergun Çelebi’nin sonra da diğer postnişinlerin altında ibadete açılmıştır.
buraya gömülmesinden sonra mescit Ergun Çelebi
Türbesi’ne dönüşmüş, kuzeyine de Mevlevihane’nin Başbakanlık arşivindeki 1838 tarihli krokilere
semahanesi eklenmiştir. Mevlevihane’nin ilk göre Mevlevihane’nin kuzey yönünde giriş kapısı,
postnişini olan Celaleddin Ergun Çelebi’den sonra güneyinde de eski giriş kapısı bulunuyordu. Büyük
yerine oğlu Burhaneddin İlyas Çelebi, ardından olasılıkla güneydeki kapının hareme ait olduğu
amcazadesi Zeynüddin Çelebi post makamına sanılmaktadır. Mevlevihane, iki katlı kare planlıdır.
oturmuştur. Timur’un Kütahya’yı işgal etmesi ve Semahane 14.70x14.60 m. ölçüsünde olup, üzeri
II.Yakub Çelebi’nin ölümünden sonra Kütahya on sekiz sütunun taşıdığı bağdadi bir kubbe ile
Osmanlıların yönetimine girmiştir. Bu nedenle de örtülmüştür. Yapının yan ve ön cephelerinde iki
Kütahya Mevlevihanesi 1543 yılına kadar işlevini sıra halinde dikdörtgen pencereler bulunuyordu.
sürdürememiştir. Bu tarihte Kütahyalı İbrahim ve Semahanenin ortasında iki kat yüksekliğindeki
Mehmet dedeler Mevlevihane’yi yeniden faaliyete yuvarlak sema meydanı bulunmaktadır.
geçirmiştir.
Semahanenin mescidi kare planlı, iki katlı üç
Mevlevihane’nin ilk yapısı ile ilgili yeterli bilgi taraftan iki sıralı pencerelerle aydınlatılmıştır.
58
Cephenin ortasındaki semahaneye giriş kapısı "Kütahya'da bir ay kalana ne mutlu,
üzerinde iki çini levha bulunmaktadır. Bunlardan İki ay kalacak olursanız, daha fazla müstefid ve
alttaki büyük çinide kobalt renkli zemine beyaz münfeyiz olursunuz.
talik yazı ile “Ya Hazreti Ergun” hattat Halil Mahir Kütahya kusursuz bir güzeldir.
tarafından yazılmıştır. Büyük olasılıkla bu çini Böyle kusursuz güzele zeval olur mu?
Mevlevihane’nin 1887-1889 onarımında buraya Ya Rab, bu memlekete kaza-bela verme,
konulmuştur. Alttaki küçük çinide lacivert üzerine Cennet Kütahya'nın ya altındadır ya üstünde,
mavi ve kiremit renkli talik yazı ile “Ya Hazreti Feda olsun Lahor, Keşmir, Tebriz Kütahya' ya."
Mevlana” yazılmıştır.
demiştir. Bu sözleri Mehmed Dumlu Hoca,
Semahanenin iki yan cephesinde altlı üstlü on Feridun Nafiz Uzluk beyden,nakletmiştir. Bu
dört dikdörtgen pencere bulunmaktadır. Arka gazel "Divan-ı Sultan Veled" de mevcut olup
cepheden köşedeki merdivenlerle de ikinci kattaki yayınlanmıştır. Semahanenin kütüphanesi
kadınlar mahfiline çıkılmaktadır. sonradan Vahit Paşa Kütüphanesine
devredilmiştir
Mevlevihane’nin türbesi semahaneden daha eski
bir tarihe ait olup, Beylikler ve belki de Selçuklular İçeride türbeye açılan kemerin sağında "Adli"
dönemine kadar inmektedir. Semahane-mescidin mahlası ile sultan II.Mahmud' un tuğrası ve iki
güney batısına bitişik olan türbe, 7.40x4.50 m. tane kitabe vardır. Birinci 1812, ikincisi 1841' deki
ölçüsünde dikdörtgen planlıdır. Üzeri de tromplu bir onarımlara ait kitabelerdir. Son onarım tarihi
kubbe ile örtülmüştür. Türbe 5 m. genişliğinde sivri 1959' dur. Dede hücreleri olan kısım bu gün
bir kemerle semahaneye bağlanmıştır. Burası batı Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından fakirlere
ve güney duvarındaki iki pencere ile aydınlatılmıştır. yemek dağıtımda aşevi olara kullanılmaktadır.
Türbe içerisinde dergâhın ilk postnişini Celaleddin Kütahya mevlevihanesi, Konya ve Afyon' dan
Ergun Çelebi ile oğlu Burhaneddin İlyas, Zeynüddin sonra erken dönem mevlevihaneleri içinde
Çelebi, Sâkıp Mustafa Dede, Kâmile Hatun, Hâce ve mevlevi dergahlarından 76 zaviye ve 14
Fatma Hatun, Havva Hatun, Şeyh Mehmet Muhlis asitaneden birisi olarak bilinirdi.
Çelebi, Ali Şakir Çelebi ve İsmail Hakkı Çelebi
burada gömülüdür. Zamanla harap duruma gelen harem-
selamlık 1970’li yıllarda yıktırılmış ve yeri
Reisül Küttab Galib Efendi 1814’te park haline getirilmiştir. Semahane ile birlikte
Mevlevihane’nin bitişiğindeki evini haremlik olarak Sultan II.Abdülhamid döneminde yeniden
Mevlevihane’ye bağışlamıştır. Bu bölüme eski yapılan matba-ı şerif ve derviş hücreleri
tekke kapısının sağındaki mezarlığın (Hamuşan) zamanla harap olmuş, 1964 yılında onarılmış
yanındaki harem kapısından girilen geniş bahçenin ve bazı değişikliklerle Kızılay Aşevi haline
güneydoğusundadır. Yan yana iki mekândan dönüştürülmüştür.
meydana gelmiştir. Mevlevihane’nin 1838-1839
yılında yapılan yenilenmesi sırasında bu iki mekân
yıkılmış ve yerine iki katlı büyük harem-selamlık
ile, kuzeyine de matbah-ı şerif ve derviş hücreleri
yapılmıştır. Buradaki harem-selamlık bölümü L
şeklinde olup, üst kata hamuşana bitişik kapıdan
girilmektedir.

Bu gün Dönenler Camii adıyla anılan Semahane


bölümü 1959 yılında vakıflar tarafından onarılarak
ibadete açılmıştır Mevlevihane Asitane olarak
bilinirdi.

Hezar Dinari Mescidi çekirdek baz alınarak


etrafına semahane, dede hücreleri, meşruta ve
kütüphane bina edilmiştir. Semahane, sonradan
mescit olarak da kullanılmaya başlanınca Hezar
Dinari Mescidi türbe haline getirilmiştir Türbe
de Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin torunu Ergun
Çelebi ve yakınlarının sandukaları bulunmaktadır.
Kütahya, Konya ve Afyon'dan sonra mevlevilik
tarikatının üçüncü büyük merkezi olarak bilinir.
Mevlana'nın torunu Ergun Çelebi' den başka
oğlu Sultan Veled' de Kütahya' yı şereflendiren ve
Kütahya'yı gerçekten seven beğenen meşhurlar
arasındadır. Sultan Veled Kütahya için:
59
N
Ney ey, Klâsik Müziğimizin tek nefesli sazı
ve Tasavvuf Müziğimizin baş sazıdır. Bu sazın en
Timuçin Çevikoğlu

“Kamışların üzerinden geçerken, kuşları


uyandırmaya korkan tatlı bir meltemin kanat
çırpınışları…”
eski adı olan nâ veya nay, Sümerceden Farsçaya
geçen bir sözcük olup, kamış, kargı anlamına Sadâsından gelen bu özellik, neyi ilişkide
gelir. Arap toplumunda üflemeli çalgıların hemen bulunduğu her toplumda önemli hâle getirmiştir.
tümü için kullanılan, nefes borusu veya ses organı Türklerin İslâmiyeti kabûl ile birlikte kullanmaya
anlamındaki mizmâr sözcüğü, bazen ney için de başladıkları ney, bu yüzyılda yaşamış büyük
kullanılmıştır. Türkçede ise hemen her zaman bu mutasavvıf ve velî Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin
saza ney denmiştir. Ney, çeşitli Avrupa ülkelerinde etkisiyle Xlll. yüzyıldan itibaren tasavvufun da
ise benzer adlarla (örneğin Romanyada naiu sembolü hâline gelmiştir.
adıyla) anılmıştır. Farsça, çalan, icrâ eden anlamına
gelen -zeden sözcük eki ile takılanarak oluşturulan XV. yüzyılda yaşamış bir gezgin olan Hoca
neyzeden, zamanla bozularak, ney icrâcısı anlamında Gıyaseddin Nakkaş’ın seyahatnâmesinde
günümüzde de kullanılan neyzene dönüşmüştür. kendilerine mahsus bir nota yazısı geliştirip
Arapça kurallarına göre oluşturulan nâyî sözcüğü kullandıklarını da bildiğimiz Hıtay Türkleri’nin
de neyzen yerine kullanılmıştır. hâkanlık sarayından naklettikleri oldukça ilginçtir:

Sümer toplumunda MÖ 5000 yıllarından itibaren “Sadinfu şehrindeki hâkanlık sarayının önünde
kullanıldığı sanılan bu saza ait elimizdeki en eski üçyüzbin kadar kadın ve erkek toplanmıştı. İkibin
bulgu, MÖ 2800-3000 yıllarından kalan, bugün kadar sâzende sazlarını aynı sese düzenleyip (akord
Amerikada Phledelphia Üniversitesi Müzesi’nde edip), hep bir ağızdan hâkana duâ ettiler. Köslerin iki
sergilenen neydir. Neyin o dönemlerde de dinsel yanlarında kemençe, ney, mûsikâr ve diğer sazlarla
törenlerde kullanıldığı sanılmaktadır. Assomption hânendeler oturmuşlardı. Neyzenlerin bazıları neyi
rahiplerinden Thibaut’un “esrârengiz, cezbedici, bilindiği üzere çalıp, bazıları ortasındaki deliklerden
tatlı ve âhenkli bir ses” diye tanımladığı ve şu şekilde üflüyorlardı.”
şiirleştirdiği ney sadâsı, her dönemde insanları
derinden etkilemiş ve özellikle dinsel duyguları Bu anlatılanlardan mûsikîde çok ileri gittikleri
çağrıştırmıştır: bilinen Hıtay Türkleri’nin neyi, Orta Asya’da
60
eskiden beri kullandıkları ve hatta onu tıpkı bir rûh yükselemez, aksine yerdeki bayağı
yan flüt gibi de üfledikleri anlaşılmaktadır. ihtiraslara bulaşarak kirlenir ve körelir. Gerçek
mûsikî insana hayvânî hisleri hatırlatmak şöyle
Tarihte Nây-ı Türkî, Hoş Nây (veya Koş Ney), dursun, ona “sonsuz varlık”ı hissettirir, sezdirir.
Kurre Nây gibi adlarla anılan bugün yapısını ve Bu sezgiyle onu O’na yaklaştırır ve nihâyet
özelliklerini tam olarak bilemediğimiz ney adından ulaştırır. Bunda en etkili ses ise ney sadâsıdır.
türemiş pek çok saz bulunmaktadır. Ancak birer
meydan sazı olarak kullanılan bu sazların bugünkü Hz. Mevlânâ’nın düşüncesinde ney, “insan-ı
ney formundan çok farklı olduğunu sanıyoruz. kâmil” in (yani bir takım aşamalardan geçerek
olgunlaşmış insanın) sembolüdür ve aşk
Türklerin İslâmlaşma süreci X. yüzyılda başlamıştır. derdini anlatmadadır. Benzi sararmış, içi
İslâmiyet ile birlikte, toplumda var olan mistik boşalmış, bağrı dağlanarak delikler açılmış,
düşünce ve anlayış İslâmî bir kimliğe bürünerek, ancak, Yüce Yaratıcı’ nın üflediği nefesle hayat
Türk tasavvuf anlayışının temellerini oluşturmuştur. bulan, tıpkı insan gibi geldiği yere özlem duyan
Hoca Ahmed Yesevî, Hacı Bektâş-ı Velî, Yunus Emre ve delik deşik olmuş sînesinden çıkan feryâd ve
ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî bu anlayışın Türk iniltileri ile insanlığa sırlar fısıldayan bir dosttur.
toplum hayatına yerleşmesini sağlamışlardır. Bu sebeple ney, Mevlevîlerce kutsal sayılarak
“nây-ı şerîf” diye anılmıştır.
Türklerin İslâmiyetten önceki dinleri olan
Şamanizm, Animizm ve Totemizmde de mûsikînin “Ney hadîs-i râh-ı pür hûn mîküned
çok önemli rolü vardır. Bu dinlerin tümünde Kıssahâ-yı ışk-ı Mecnûn mîküned”
törenler müzik eşliğinde yapılmıştır. Örneğin
çoğunlukla hâkim olan Şamanizmde kam, baksı “Ney, kanla dolu bir yoldan bahsetmede,
veya şaman denilen din adamları dînî mesajlarını Mecnûn’ un aşkından hikâyeler anlatmadadır”
mûsikî yardımıyla iletmişlerdir.
“Âteş-i ışkest ke’ender ney fütâd
Türklerin dînî hayatlarında, özellikle tekke Cûşiş-i ışkest ke’ender mey fütâd”
hayatında, âyin ve diğer dînî törenlerde (cem, zikir,
deverân vs.) mûsikînin rolü büyükse de birçok “Aşk âteşi ki neyin içine düşmüştür,
tarîkatin törenlerinde telli çalgıların yer almasına Aşk coşkunluğu ki meyin içine düşmüştür.”
izin verilmemiştir. Ancak törenlerinde saz kullanan
hemen bütün tarîkatlerde ney, bendir ile birlikte baş “Hem çü ney zehrî vü tiryâkî ki dîd
saz olarak yer almıştır. Bilhassa Mevlevîlikte neyin Hem çü ney demsâz ü müştâkî ki dîd”
önemi çok büyüktür. Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’si şu
dizelerle başlar: “Ney gibi hem zehir, hem panzehir,
Ney gibi hem hemdem, hem müştâkı kim
“Bişnev ez ney çün hikâyet mî küned gördü?”
Ez cüdâyîhâ şikâyet mî küned
Gez neyistân tâ merâ bübrîde end
Ez nefîrem merd ü zen nâlîde end
Sîne hâhem şerha şerha ez firâk
Tâ begûyem şerh-i derd-i iştiyâk ”

“Dinle neyden, zirâ o bir şeyler anlatmada


Ayrılıklardan şikâyet etmededir.
Ney der ki: Beni kamışlıktan kopardıklarından beri,
İniltim kadın - erkek herkesi ağlattı.
Ayrılık bağrımı delik deşik eylesin,
Tâ ki aşk derdini anlatabileyim.”

Hz. Mevlânâ’ya göre mûsikî Allah’ın lisânıdır.


Yüce Yaratıcı Bezm-i Elest’te ruhlara mûsikî ile
seslenmiştir. Bu sebepten hangi ırktan, hangi
renkten, hangi milletten, hangi dilden veya hangi
dinden olurlarsa olsunlar, tüm insanlar mûsikî ile
aynı duyguları paylaşabilirler. Hiçbir sanat insan
rûhuna mûsikî kadar doğrudan doğruya ve içinden
kavrayacak şekilde nüfûz edemez. Mûsikî, son
derece değerli bir mânevî temizlenme, ferahlama
ve yücelme vâsıtasıdır. Rûhu kir ve paslardan
temizlediği gibi, ona batmış olan dikenleri de
ayıklayarak tedâvi eder. Mûsikî ile temizlenmeyen
61
Ney, sarı renkli, sert ve sık lifli kamıştan yapılır. Mustafa İzzet Efendi, Said Dede, Neyzen Yusuf
Sıcak iklim bölgelerinde ve taban suyu yüksek, Paşa, Dede Sâlih Efendi, Azîz Dede, Neyzen
sulak yerde yetişen bu kamışın birbirinden az ya Tevfik, Neyzen Emin Dede, Rauf Yektâ Bey,
da çok farklı cinsleri bulunur. En çok tercih edilen Hüseyin Fahreddin Dede, İhsan Azîz Bey, Halil
Nil, Âsi ve Ceyhan nehirlerinin kıyılarında yetişen Dikmen, Halil Can, Süleyman Erguner (dede),
kamışlardır. Hayri Tümer, Gavsî Baykara, Ulvi Erguner,
Burhanettin Ökte, Aka Gündüz Kutbay,
Neylerin üst ve alt ucuna çatlamayı önlemek için Ahmet Polatöz, Fuat Türkelman, Doğan Ergin,
çeşitli metâllerden yapılmış, kamışa sıkıca giren ve Selâmi Bertuğ ve ebedî âleme göçen diğer
adına parazvâne denilen birer bilezik takılır. Neylerin neyzenlerimiz bu sazı ihyâ etmiş, ney sadâsı
boğum çizgilerine çatlamalara karşı dayanıklılığını ile gönüllere nur saçmışlardır.
arttırmak ve süslemek amacıyla gümüş veya başka
madenlerden teller sarılabilmektedir. Başta Kutbü’n-nâyî Niyâzî Sayın olmak
üzere bugün yaşayan neyzenlerimiz de
Neylerin üst ucuna (üflenen yerine) sesin daha net yüksek medeniyetimizin bu seçkin geleneğini
çıkması ve dudakların yaralanmaması için başpâre yaşatarak, geleceğe taşımaktadırlar.
denilen bir parça takılır. Başpâre genellikle manda
boynuzundan yapılmakla beraber, fildişinden, Kaynaklar :
abanoz veya şimşir gibi sert ağaçlardan yahut Akıncı, Laika Karabey, Garplı Gözüyle Türk
benzer malzemelerden yapılabilir. Musikisi, İstanbul 1963.
Çelebioğlu, Amil, Mesnevi-i Şerif Manzum
Geleneksel Sistemimizin her bir âhenk düzeni Nahifi Tercümesi, İstanbul 1967.
için îmâl edilmiş neyler o âhengin adıyla anılır: Çevikoğlu, Timuçin, Türk Mûsikîsi Sazları Ney,
www.turkmusikisi.com, Konya 1997.
1- Bolâhenk Ergun, Sadeddin Nüzhet, Türk Musikisi
2- Bolâhenk-Sipürde Mâbeyni Antolojisi, İstanbul 1942.
3- Sipürde Erguner, Süleyman, Ney-Metod, İstanbul
4- Sipürde-Yıldız Mâbeyni (Müstahsen) 1986.
5- Yıldız Öztuna, Yılmaz, Büyük Türk Musikisi
6- Kız Ansiklopedisi, Ankara 1990.
7- Kız-Mansur Mâbeyni Polatöz, Ahmet, Sazlarımız Ney adlı
8- Mansur makalesinden Adana 1985.
9- Mansur-Şah Mâbeyni Rauf Yekta Bey, Türk Musikisi, İstanbul 1986.
10- Şâh Tura, Yalçın, Türk Musikisinin Mes’eleleri,
11- Dâvud İstanbul 1988.
12- Dâvud-Bolâhenk Mâbeyni Yöndemli, Fuat, Mevlevilikte Sema Eğitimi,
Ankara 1997.
Zaman içinde Kutbü’n-nâyî Hamza Dede’den Yücel, Mehmet, Ney, www.neyzen.com, İzmir
başlayarak, Kutbü’n-nâyî Osman Dede, Kazasker 1998.

62
Ey Hakkın âşiğı gel olma sen hercai
Kalma surette talep kıl güher manâyı
Bab-ı teslimde bulunan lâ deme bil illayı
Ger ayânen göreyim dersen eğer Mevlâyı

Mahv edüp varını gel dinle kudüm ve nâyi


Dest-i ihlas ile dut damen-i Mevlâna yi

Cehd edüp meclis-i irfâne gir ol hâki kadem


Etme evkatı heba sen seni bil ol âdem
Sensin ol deraha nemâye-ideryay-ı hikem
Olayım derse eğer sırrı Ali’ye mahrem

Mahv edüp varını gel dinle kudüm ve nâyi


Dest-i ihlas ile dut damen-i Mevlâna yi

Hidmet-i hazret-imuallâya olanlar mazhar


Hırka pûş oldu bilir sikkeyi serefser
Çile-i aşkı çekip arif olup açtı basar
Ey olan teşne leb cam-u vasıl-ı dilber

Mahv edüp varını gel dinle kudüm ve nâyi


Dest-i ihlas ile dut damen-i Mevlâna yi

Kıl semâ’ aşkile sermest olub mahv-ü vücüd


Bilesin tâ ki nedir bank-i rubab u ney u ûd
Hep eder aşkı lebigâm u zeban zikr-i vedûd
Ger sana vuslat-ı Mevlâ ise ey dil maksud

Mahv edüp varını gel dinle kudüm ve nâyi


Dest-i ihlas ile dut damen-i Mevlâna yi

Hami yâ dergeh-i hünkârı idüp câv-ı penah


Sürme et çeşme-i dile hâk-i (der)inden her gâh
Kesme ümidini kim kân-i keremdir ol şâh
Lutf -eder menzil-i maksuda erersin billâh

Mahv edüp varını gel dinle kudüm ve nâyi


Dest-i ihlas ile dut damen-i Mevlâna yi

Gaffar Baba

63
64
Zekai Dede-zade Ahmet Irsoy
K lasik Türk mûsikîsinin en büyük mûsikîşinas
ve en üstat bestekarlarından Hafız Mehmed Zekâî
Birçok okullarda mûsikî öğretmenliği yapmış
olan Hafız Ahmed Efendi, Sultan Abdülaziz'in
Dede ile eşi Fatma Hanım'ın iki evladından ikincisi oğlu Şehzâde Seyfeddin Efendi'nin imamlığını
olan Ahmed Efendi, 1869 yılında İstanbul'da yapar, ramazanda Şehzâdenin malikanesinde
Eyüp'de Cedîd Ali Paşa mahallesinde doğmuştur, teravih namazı kıldırırdı. Sultan Vahideddin'in
(îlk evlat 1866 yılında doğmuş ve 37 yaşında iken de baş mevlidhanı idi. Alh hafıza icazet vermiştir.
1903 yılında ölmüş olan Ayşe Sıdıka Hanım'dır.) Bunlardan Eyüp Camii baş imamı Hafız Ahmed
Asıl adı Ahmed/ mahlası İlhâmi'dir. Eyüp'de 1978 yılında iken halen hayatta bulunuyordu. 25
La'lîzâde Abdülkadir Efendi iptidaî mektebim (ilk Temmuz 1941'de Reisü'l-Kurra olan Zekâîzâde
okul) bitir" di. Aynı zamanda babasından hıfza Ahmed Efendi, ölümüne kadar bu unvanın sahibi
çalışarak (Hafız) oldu. Bu sırada 12 yaşlarında idi. olmuştur.
Daha sonraları Kumbarhâne baş imamı Reisîü'l-
Kurra Süleyman Efendi'den Kur'an'ın kıraat ilmi Naciye hanımla evli idi. Bu evlilikten ikisi kız,
olan Seb'a-Aşere-Takrîb'den icazet almıştır, îcazeti biri erkek üç evlatları olmuştur. tik evlat küçük
aldığı zaman 17 yaşında olduğuna göre hocasına yaşlarında iken ölmüştür, ikinci evlat Fatma
uzun zaman devam ettiği ortaya çıkar. Babasından Misbah Hanım' dır. Erkek evlat ise, Abdülhalim
Sülüs ve Nesih yazı şekillerim de öğrenmiş olan Irsoy'dur. Hafız Ahmed Efendi, doğduğu
Ahmed Efendi, bir süre askerî rüşdiyeye de devam mahallede, Cedîd Ali Paşa mahallesinde,
etmiş, sonra bu öğrenimim yarım bırakmıştır.1892 mescidin yanındaki evde otururdu. Son derece
yıllarında Eyüp ders-i âmlarından (evvelce talebeye, zarif, haysiyetli, halis bir İstanbul beyefendisiydi.
medreseliye, herkese ders vermeye yetkili bulunan Ömrünün sonlarında kalbinden rahatsızdı. 13
kimse, cami hocası) Hoca Raik Efendi den Îslam Ağustos 1943 tarihinde Allah'ına kavuşmuş ve 14
dininin ilimlerim ve bu arada da Arab dilini en iyi Ağustos 1943'de Eyüp camiinde namazı kılınan
şekilde öğrenerek icazet almıştır. cenazesi Eyüp-Gümüşsuyu'nda Kaşgarî tekkesi
65
yakınında bulunan babasının mezarı yanma "Bu eseri pederim, Dellâlzâde İsmail Efendi'den
gömülmüştür. Ce- nazesi kalkacağı gün Belediye meşketmiştir. Ben de pederimden meşkettim.
konservatuarında prova olması sebebiyle hocaya Peder merhum, besteyi meşkederken (Aman
son görevlerim yapmak üzere sadece iki kişi, Sadi Hafız dikkat et! Vehleten Eviç gibi geliyorsa da
Işılay ve Artaki Candan, cenazeye katılmışlardır. Acem perdesidir) diye ikazda bulunmuştu. Ben
bu perdeyi eviç okursam Dellâlzâde ile Zekâî
Mûsikîmizde önce babasının adı söylenerek Dene'n in rühlan muazzeb olur."
Zekâîzâde Hafız Ahmed Efendi, diye anılan
bu kudretli ve büyük mûsikîşinas daha küçük Bu olay Hafız Ahmed Efendi'nin mûsikîdeki
yaşlarında iken sesi gayet güzel ve fevkalade titizliğine, şahsiyetine ve haysiyetine
kabiliyetli olduğundan babası Zekâî Dede'den dinî düşkünlüğüne en güzel delildir. Bir süre sonra
ve din dışı klasik mûsikîmizin eserlerim meşketmeye Ziya Paşa reislikten ayrılınca hoca yeniden
başladı. Daha sonra Bahariye Mevlevîhânesi şeyhi görevine dönmüştür. Darü'l-Elhan'ın İstanbul
Hüseyin Fahreddin Dede'den de ney meşketmiş Belediye Konservatuarı'na dönüşmesiyle
ve Farsça dersleri almıştır. 24.11.1897 tarihinde (Konservatuar Eski Eserleri Derleme Heyeti
babasının ölümü üzerine Bahariye Mevlevîhânesi Üyesi) olarak görev almış ve bu görevi de
kudümzenbaşılığı makamına getirildi. Aynı tarihte l Mart 1937 tarihinde konservatuarın Türk
Darüşşafaka okulunda babasının yerine mûsikî mûsikîsi kısminin kapatılmasına kadar devam
öğretmenliği görevini üstlendi. Hafız Ahmed etmiştir. Konservatuardaki çalışma arkadaşları:
Efendi, kendisinden meşketmeye gelen neyzen Rauf Yekta Bey, Ali Rifat Çağatay, Ali Rifat Bey
Emin Efendi'den Hamparsum notasını öğrenmiş, ölünce yerine Dr. Suphi Ezgi, Rauf Bey ölünce de
bununla yetinmeyerek babasının öğrencisi ve yerine Mesut Cemil Bey olmuştur. Bugün klasik
kendisinin yakın arkadaşı olan Rauf Yekta Bey'den eserler konusunda başvuracağımız en önemli
de batı notasını öğrenmiştir. kaynaklardan biri olan ve önceleri Darü'l-Elhan
Külliyatı diye yayınlanmaya başlayan, daha
1914 yılında, İstanbul şehremanetine bağlı olan sonraları ise Konservatuar Klasikleri adı ile
Darü'l-Bedayî mûsikî kısmına muallim-i evvel (baş yayınlanmasına devam edilen 180 parça klasik
muallim) olmuş, iki yıl sonra Darü'l-Bedayî'nin mûsikî eserini Hafız Ahmed Efendi okumuş/
mûsikî bölümü kaldırılmış ve 1916'da Darü'l- Rauf Yekta Bey ise notalarım yazmıştır. Aynı
Elhan kurularak buranın baş öğretmeni
olarak görevlendirilmiştir. Bu kuruluş da,
pek çok eserin orijinalitesi bozulmadan
yaşatılmasına Ahmed Efendi'nin üstün
gayretleri sebep olmuştur. Babasının
Hammamîzâde İsmail Dede Efendi
ve Dellâlzâde İsmail Efendi'den kendi
eserlerim ve diğer birçok klasik eseri
bizzat meşketmiş olması ve Hafız Ahmed
Efendi'nin de bu eserleri hiçbir değişikliğe
uğramadan babasından geçmiş olması
sebebiyle eserler orijinal niteliklerim
kaybetmemiştir. Dede, Dellâlzâde ve
Zekâî Dede ile kendisinden sonra gelen
jenerasyon arasında bu yönden çok önemli
bir bağ olmuş ve hatta birçok eserin
günümüze kadar bozulmadan gelmesini
sağlamıştır. Darü'l-Elhan'dan bir süre sonra
istifa eden Ahmed Efendi'nin istifasının
ilginç bir hikayesi vardır:

Darü'l-Elhan'da Yegah faslı geçilir ve


Dellâlzâde'nin: "Gönül ki aşk ile pür-
sinede hazîne bulur" güfteli Zencir
usulündeki bestesi meşkedilirken (Aşk ile)
kelimelerinin melodi ile ifadesindeki (Fa)
notası için reis Ziya Paşa (Eviç perdesidir),
Hafız Ahmed Efendi ise (Acem perdecidir)
diye ısrar etmişler; ancak Ziya Paşa'mn (Eviç
perdesidir) diye diretmesi üzerine hoca,
reise karşı gelmeyip 10 altın olan maaşını
terk ederek istifa etmiştir. Kendisine
soranlara istifa sebebini şöyle açıklamıştır:

66
kuruluşun yayınladığı ilahîler - Bektaşî Nefesleri arasında: Tanburî Hafız Kemal Batanay, Dr.
- Mevlevi Ayinleri (41 adet) - Zekâî Dede Külliyatı Osman şevki Uludağ, Dr. Rasim Ferid Bey,
(bu eser de üç cilttir) - başta Hafız Ahmed Efendi Tanburî Dürrü Turan, Mehmed Münir Kökten
olmak üzere yukarıda isimlerim saydığımız değerli (ablası Ayşe Sıdıka hanımın oğludur), Münir
mûsikîşinaslarımızın eserleridir. Nureddin Selçuk, Sadeddin Heper, seçkin
Resmî görevleri dışında özel dersler de vermiştir. olanlarıdır.
Sadrazam Said Halim Paşa'nın yalısına haftada
iki gün giderek paşanın müezzini Hafız Kamil'e Kaynak : Aksüt, Sadun. Türk Musikisinin 100 Bestekârı,
meşketmiştir. Ayrıca yetiştirdiği öğrencileri İstanbul, 1993

Zekai Dedezade Ahmet Efendi olarakta bilinen Ahmet Irsoy, Hattat S. Hikmeti’nin torunu ve bestekâr
Zekâi Dede Efendi’nin oğludur. Eyüpsultan’da Piyer Loti yolu üzerinde , babasının mezarı yanında
medfundurlar. İlgi ve bakıma muhtaç durumda olan her iki mezardan, Zekâi Dede Efendi’nin kabir
taşlarında şu ifade yer almaktadır:

“Bahâriye Mevlevîhânesi kudümzenbaşısı, mahzen-i esrâr-ı mûsıkî, üstâd-ı şehir Hâfız Mehmed Zekâi el
Mevlevî Dede Efendi’nin rûhu içün...”
67
Mevlevî Mektupları -II
2- 8 Mart 1957 Tarihli Mektup
a:
Ali Işık

Bismihi
Esselamü Aleyküm
İstanbul-Galata
8/ Mart / 1957
Merhaba Ya Sultan;

Bütün ihvana ve fakire feyz ihsan eyleyen kıymetli mektubunun tesekküründen acizim. Huzur-ı
şahane-i Cenab-ı Hüdavendigâr’dan şeref-mevrut olan yazın, bugüne kadar elden ele dolastı. Herkes
nasip aldı. Allah senden razı olsun.

2/ Mart / 957 Cumartesi günü Ekrem Beyefendi’nin saadethanelerinde iken ve nese-i ruhaninin tam
kıvamında iken gelen telgraf, hepimizi müstağrak-ı sürur eyledi ve derhâl “ ”*
mısraıyla ibtidar eden Suzinak Ayin-i Şerifinin kıraatine başlandı. O anda bütün gönüller, Huzur’a mer-
but olarak tarife sığmayan bir hâletle neşeye devam olundu. Bu hâl saat 16’dan nısfülleylin bir buçuğu-
na kadar devam etmis. Bizler denizaşırı semtte oturduğumuzdan bilmecbure yatsıdan sonra isteme-
ye istemeye saat dokuzda ayrıldık; fakat ayağı karada olanlar arz ettiğim saate kadar füyuzat-ı Cenab-ı
Mevlâna’dan müstefit olmuslar. Buna vesile olan sizlere cümleten sükran ve dualar edildi. Elhamdülil-
lah sümme elhamdülillah Şeb-i Arus vesilesiyle asman-ı Mesnevi’nin hava-yı ruhanisini istismama maz-
har olduğumuz tarihte, kütüphane binasında icra edilen ayin-i şerifte hazır bulunan Fransız cemaati-
ne mensup delikanlı ile Kavkanas hâlen buradalar. Paris Konservatuarı hesabına, kendi arşivleri için
yeniden bir ayin-i behin-i Mevlevi’yi şeride tespit etmek istiyorlarmıs. Bu maksatla Galata-Kulekapısı
Dergâh-ı şerifinde icra edilecek mukabele-i şerif için hükümetten müsaade istihsal eylemişler hâlen
harap olan Galata Dergâh-ı şerifinin bu vesile ile bir nebze dahi olsa tamirine bugünlerde başlanacak
imiş. Mukabele-i şerif için ramazan arifesine müsadif olan 31/ Mart/ Pazar gününü söylüyorlar. Bakalım
nasıl olacak. Bilmem ki o günlerde burada bulunmak sizler için kabil olabilecek mi?

* Türkçesi: “Ya saki, kurtuluşumuz için şarap (getir)…”


68
b:

Yine bu ayın 16’sına tesadüf eden mübarek Berat Kandil-i şerifinde İstanbul Vakıflar Müdürlüğü
tarafından büyük bir mevlüd-i şerif kıraati takarrur etmiştir. Süleymaniye Cami-i şerifinde icra edilecek
Bu cemiyet de radyolar vasıtasıyla nesredilecek. Yine bu ayın yirminci Çarsamba günü İzmir’de Türk-
Amerikan Derneği tarafından bir toplantı tertip edilmis ve Cenab-ı Pir Efendi’miz hakkında konferans
verilecekmis. İste sultanım bu ay içinde cereyan edecek olan manevi hadisat bunlar.

Kurban için Ziraat Bankası vasıtasıyla (50) lira gönderdim kâfi gelmez ise bildir yine takdim ederim.
Evvelki ziyaretlerimde bir adet yazma evrad-ı şerif ele geçtiği takdirde fakiri haberdar etmenizi niyaz
eylemistim. İnsaallah bir zuhurat olur. Allah nasip ederse biradere de mektup yazacağım. Mehmet Önder
canımıza da yazacağım. Gönül hırsızı bizim Marangoz İsmail, 2 Mart toplantısı hakkında tafsilat-ı kâfiye
vermiştir. Onun da ellerinden, yanaklarından öperim. Raşit’imin de gözlerinden öperim.

Mehmet Dede Efendi’mizin hak-i pa-yi âlîlerine yüz sürer dualarını niyaz eylerim. Romatizmaları nasıl.
Takdim ettiğim ilaçlar bitti ise irade buyursunlar tekrar göndereyim.

Gel hazretim seninle de şöyle bir kucaklaşalım, öpüşelim. Huzur-ı Cenab-ı Pir’de bütün ümmet-i
Muhammed’le birlikte bu abd-i hakire de dua buyurmanı, adam olmaklığım için niyazlarının ibzalını
rica ile hatm-i kelam eylerim sultanım. Hep beraber Allah’a emanet ve saye-i Pir’de sıhhat ve afiyette
olalım canım.

el-Fakir
İmza
(Halil Can)

69
Mevlevî Evrâd-ı Şerifesi
ÖNSÖZ'den En mükemmelinin yapılması hususundaki
titizliğim bu kitabın basılmasını bugüne kadar
Muhterem Okurlar, geciktirdi.
Bir Mevlevi Tekke'sinde doğmuş, 67 seneyi aşan Birgün, bir eserini okurken Hz.Mevlânâ'nın:
ömrü boyunca Hz. Mevlânâ potasında kaynamış "Hafız olan Canlı Kur'ân'dır." ifadesi ile karşılaştım.
ama hâlâ pişmemiş, ham kalmış, Allah'a (C.C.) ve Bunu ma'nevî bir işaret kabul ederek kitabın
O'nun Rasûlü'ne âşık bir kulum. Kendisini Dini hazırlanmasını Hz.Mevlânâ bendelerinden olan
Mübiyn-i İslâm'a, Hz. Mevlânâ'ya ve O'nun yoluna Hacı Hafız Hüseyin Top'tan rica ettim. O' da dikkat
adamış bir kul olarak kat'iyyetle ifâde edebilirim ki ve itinâ ile bu eseri gönlümce hazırladı ve bu
Allah'ı (C.C.) O'nun Rasûlü'nü ve Kitabını tanımayan, kitap istediğim tarzda meydâna gelmiş oldu.
kesinlikle Hz. Mevlânâ'yı tanıyamaz. Çünkü Hz. Kendisine ve bu eserin meydana gelmesinde
Mevlânâ'nın sözleri Kur'ân-ı Kerîm'in tefsiridir; emeği geçen herkese teşekkür eder, inananlara
Peygamberimizin ehâdîs-i şerîfesidir. Hepsi de faydalı ve hayırlı olmasını Cenâb-ı Hakk'dan niyaz
insanların birbirini sevmesini, birlik, beraberlik, sulh ederim.
ve selâmet içerisinde yaşamalarını emir ve tavsiye Allah'ın rızâsına, Rasülü'nün Şefaatine, Hz.
etmektedir. Mevlânâ'nvn yüce himmetlerine iltica ederim.
Hz. Mevlânâ'nın yolu Hz. Muhammed'in (S.A.V.) Allah Teâlâ dua hakkında şöyle buyurur:
ve Kur'an-ı Kerîm'in yoludur. Cenâb-ı Mevlânâ'nın "Üd'uuniy estecib leküm." "Bana dua edin, kabul
Kur'ân-ı Kerîm'den naklettiği bir âyet-i Kerime'de edeyim. " (Mü'min Sûresi 40 / âyet 60)
şöyle buyurulur: Not. Bu eser Çelebi Ailesi'nin isteği ile
"Bismillâhirrahmânirrahıym; Kul hâzihi sebiyliy gerçekleşmiş olup, Mevlevi âdâb ve erkânının
ed'û ilallâhi âlâ basıyratin ene ve mennittebeaniy başlangıcını teşkil etmektedir.
ve subhânallâhi ve mâ ene minelmüşrikiyn."
Onlara de ki: İşte benim yolum budur, ben basiret Hz. Mevlânâ'nın 21 nci kuşaktan torunu
üzere Allah'a da'vet ediyorum, bana tâbi' olanlar Celâleddin M. Bakır Çelebi
da basiret ile da'vet ederler. Allah her şeyden
tamamiyle münezzehtir, ben şerik koşanlardan Temin: Uluslararası Mevlâna Vakfı
değilim. (Süre-i YÛSUF 12 / âyet; 108)
Hz. Mevlânâ, Kur'ân-ı Kerîm'den aldığı bu neş'eyle
devam ediyor; Divân'ı Kebîr 'den :

"Başımı koyduğum her yerde, altı yönde ve ötesinde


ibâdet edilen O'dur.
Bağ, bahçe, gül, bülbül, semâ, sevgili hep birer bahanedir,
Maksûd olan hep O'dur. "
"Can tende var oldukça, kulum Kurân’a.
Yol toprağıyım, Peygamber-i Zişân'a.
Hakkımda bunun zıddına söz etse bin,
Vay bu söze, vay böyle diyen insâna...
Hz. Mevlânâ, inanmış, inancını yaşamış Hakk'da
fâni olmuş bir büyük velîdir. O'nun her hâli dua
ve niyaz hâlidir. Hz. Mevlânâ'yı sevenler, O'nun
yolunda ve neş'esinde olanlar da O'nun mübarek
dualarını asırlardır okuyagelmişler ve dillerine vird
edinmişlerdir.
Hz. Mevlânâ'nın mübarek dualarına MEVLEVİ
EVRAD-I ŞERÎFE'si denilmektedir.
Aslı, Kur'ân-ı Kerim harfleri ile yazılan ve Arapça
olan bu duaların, Kuran harfleri, günümüz harfleri
ve tercümesi ile birlikte bir kitap hâline getirilmesi
en büyük gayem ve dileğim idi.
70
Mevlevî Tarihinde Şubat
1 Şubat 1849/ 8 Rebiü’l-evvel 1265 - Yenikapı Mevlevîhânesi’nde asâleten Şeyhlik yapan Mehmed
Celâleddin Dede Yenikapı Mevlevîhanesi’nde cihan’a teşrif etmişlerdir.

3 Şubat 1945/ 19 Safer 1364- Galata Mevlevîhânesi son neyzenbaşı Hacı Emin Dede (Yazıcı) Hakk’a
yürümüştür. Eyüpsultan’da ağabeyinin yanına defnedilmiştir.

4 Şubat 1320 - Sultan Veled Hazretlerinin oğlu ve halîfesi Emir Celâleddin Feridun Ârif Çelebi Hakk’a
yürümüştür. Kabirleri Mevlâna Türbesindedir.

7 Şubat 1598 - 1597 yılında Yeniçeri Katibi Malkoç Mehmed Efendi tarafından yaptırılmaya başlanmış
olan Yenikapı Mevlevîhanesi dergâhın aşçıbaşılığında (aşçı Dedeliğinde) bulunmuş Seyid Ahmed
Dede’nin Mesnevî okumasıyla açılışı yapılmıştır.

7 Şubat 1746/ 15 Muharrem 1159- Mesnevîhân Neccâr-zâde Mustafa Rıza b. İbrahim Hakk’a
yürümüştür. Beşiktaş’taki tekkesinin haziresine defnedilmiştir. Kabri, bugün Sinan Paşa Camii’nin
hemen yanında türbe şeklinde muhafaza edilmektedir.

7 Şubat 1342 Ulu Ârif Çelebi oğlu, Mevlâna Hazretlerinin 5. Halîfesi Hüsâmeddin Vâcid Çelebi Hakk’a
yürümüştür. Kabirleri Mevlâna Türbesindedir.

Şubat 1819 / Cemâziye’l-evvel 1235 - Osman Salâhaddîn Dede İstanbul’da Yenikapı Mevlevîhânesine
yakın baba evinde cihana teşrif etmişlerdir.

12 Şubat 1887 - Yenikapı Mevlevîhanesi Şeyhlerinden Abdülbâkî Nasır Dede'nin oğlu Şeyh Osman
Salâhaddîn Dede Hakk’a yürümüştür. Mevlevîhane’nin yakınına defnedilmiştir.

20 Şubat 1938- Ûdî bestekâr, yazar Cinuçen Tanrıkorur veladet.

22 Şubat 1873 – Pakistan millî şairi Muhammed İkbal, Pencaş eyaletinin Siyalkut şehrinde bu cihan’a
teşrif ettiler.

24 Subat 1231/ 18 Rebîulâhir 628 Sultânu’l-Ulemâ Bahâeddin Veled Hazretleri Hakk’a yürümüştür.
Kabirleri Mevlâna Türbesindedir. (Bazı kaynaklar’da Bahâeddin Veled Hazretlerinin irtihalleri Ocak
olarak gösterilmekte, Prof. B. Fürûzanfer’in ‘Mevlâna Celâleddin’ adlı eserlerinde ise 18 Rebi II. 628-/
24 Şubat’a tekabül ettiği belirtilmektedir. )

24 Şubat 1821/ 20 Cemâziye’l-evvel 1236- Yenikapı Mevlevîhanesi Şeyhlerinden Abdülbâkî Nâsır


Dede Hakk’a yürümüştür. Yenikapı Mevlevîhanesi Hamuşânında Şeyh Ali Nutkî Dede’nin yanında
medfundur.

26 Subat 1915 – Sultan V. Mehmed Reşad, I. Dünya Savaşı sırasında Mevlevîlerden oluşan bir alay teşkil
etmeyi arzulamıştır. Bunun sonucunda, Veled Çelebi’nin kumandasında bir Mücâhidîn-i Mevleviyye
Alayı vücuda getirilmiştir. Bu alay İstanbul’dan trenle Afyon üzerinden Konya’ya 8 Şubat 1915 gecesinde
gelmiş, 26 Subat Cuma gününe kadar hazırlıklar tamamlanmış ve diğer Mevlevîhânelerin şeyhleri
ve maiyetlerindeki dervişlerde alay’a katılmışlardır. Halep yolu ile Şam’a ulaşan alay, Cemal Paşa
komutasındaki Dördüncü Ordu emrinde üç sene Şam’da kalmıştır.

28 Şubat 1935 (24 Zilkade 1353) - Abdülbâki Baykara Efendi Hakk’a yürümüştür. Yenikapı
Mevlevihane’sinin bitişiğindeki Hamuşânda, Mevlevîhane’nin ilk postnişini Kemal Ahmed Dede’nin
yanına defnedilmiştir.

28 Şubat 1859 / 25 Receb 1275 - Mehmed Said Hemdem Çelebi Hakk’a yürümüştür. Kabirleri Mevlâna
Türbesindedir.
71
Geçen Ay Ne Oldu?
Şefik Can Dede anıldı...
23 Ocak 2010

Sertarik, Mesnevihan Şefik Can vefatının beşinci


yılında Üçler Mezarlığı’ndaki kabri başında dualarla
anıldı.

Şefik Can’ın dostları ve sevenlerinin toplandığı kabri


başında Kuran-ı Kerim’den ayetler okundu, dualar
edildi ve ruhuna fatihalar gönderildi.

Uluslararası Mevlana Vakfı’ndan Mevlevi Bestekârlar Konseri


22 Ocak 2010
Uluslararası Mevlâna Vakfı Türk Müziği Topluluğu, 22 Ocak’ta, CRR’de verdikleri konserde, Türk
müziğine adını altın harflerle yazdıran Mevlevi bestekârların eserlerinden oluşan bir repertuarla
İstanbullularla buluştu.
İki bölüm halinde icra edilen konser seçkin bir topluluk tarafından ilgi ile izlendi.

“2009 Yılı Kültür Ve Sanat Büyük Ödülü” Neyzen Niyazi Sayın Ve Tanburi Necdet Yaşar’a
Verildi
29 Ocak 2010

2009 yılı Kültür ve Sanat büyük ödülü Cemal Reşit Rey konser salonunda düzenlenen törenle sahiplerini
buldu. Türk müzik dalında verilen ödülün sahipleri Neyzen Niyazi Sayın ve Tamburi Necdet Yaşar oldu.

Tayip Erdoğan, ”Hayatını musikiye vakfetmiş, tanbur ve neyi deyim yerindeyse aşk ile dile getirmiş
böyle iki üstada sahip olmanın ülke ve millet olarak haklı gururu içindeyiz” dedi. Musikimizi taçlandırdılar.
Musikimizi dünya genelinde en iyi şekilde tanıttılar.
Asli değerlerimizi zenginliğimizi geleceğe taşımak için
büyük gayret sarf ettiler. Ortaya koyduğunuz eserler
milletimiz tarafından daima hayırla yâd edilecek,
hatırlanacaktır.

Erdoğan, konuşmasını şöyle sürdürdü:

”Bizim medeniyetimiz sevgi medeniyetidir. İşte


buradan geliyor. Bizim medeniyetimizin temelinde
her şeyden önce aşk vardır, aşk olduğu için meşk vardır.
Özellikler buradan geliyor. Çok geniş bir coğrafyayı köprülerle kervansaraylarla imaretlerle camilerle
süsleyen bu medeniyet aynı şekilde bu coğrafyanın gök kubbesini de eşsiz sedalarla benzersiz beste ve
güftelerle süslemiştir. Yüzyıllar boyunca ayakta kalacak depreme, kara, fırtınaya, azgın sulara dayanacak
mimari eserler yapmakla yetinmemişler, yüzyıllar boyunca bu kubbede baki kalacak eserleri de bize
miras bırakmışlar. Yani, sultan-üş şuara (şairlerin sultanı) Baki diyor ya; ‘Avazi bu aleme Davud gibi sal/
Baki kalan şu kubbede hoş bir sada imiş’. Mesele bu. Onun için zenginiz, onun için güçlüyüz. İşte bu
hoş sadaya sahip çıkmak, o mirasa sahip çıkmak ve gelecek nesillere bunu taşımak gerekir. Bizim asli
vazifemiz arasında bunlar yer alıyor.”

Törenin sonunda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ”2009 yılı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü”nü Neyzen
Niyazi Sayın ve Tamburi Necdet Yaşar’a takdim etti. 

Tanburî Necdet Yaşar, "Bir atasözü vardır; İnsan ektiğini biçer diye. Bizde ektiğimizi biçiyoruz. Uyulması
gereken disipline uyduğumuz için genç kuşakların da gönlünde yer edinmiş durumdayız" dedi.

Niyazi Sayın ise "Biz kendi kasamızı açmaya çalışır da bu vatana faydalı olursak o zaman ney’in
sadası tambur’un sadası göklere çıkar. Biz elimizden gelen zahiriliği yapmış bulunduk. İnşallah duanız
berekatıyla bu semalara yükselir." diye konuştu.
72
Mevlevîlikle İlgili Sorulanlar
Mevlevî Sema'ının kökeni nedir ve ilk kez ne zaman uygulanmıştır?

İlk semâın Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v) huzurunda olduğuna dâir bazı bilgilere rastlıyoruz. Allah’ın
en sevdiği huylardan biri sadâkattir. Ashâb-ı Kirâm’ın hemen hepsi büyük ahlâk sâhibi idiler. Ancak,
Sıddık-ı Ekber’deki sadâkat güçlüdür. Hepsi hayâ sahibi idiler, ancak Osman Zinnûrey’in hayâsı başka.
Hepsi ilim sahibi idiler ancak Ali el-Murtazâ’nın ilmî başka. Hepsi âdildiler ama Ömerü-l Farûk’un adli
başka. İşte bunun gibi Hz. Ebû Bekir’in de cömertliği başka idi.

Bir gazâ hazırlığı sırasında Efendimiz (s.a.v) münâdî çıkarttı. “Filânca iş için hazırlık yapılacak, maddi
imkânı olanlar versinler.” Toplandı bağışlar. Fakat bir iki gün Hz. Ebû Bekir ortada görünmedi. Yok
meydanda. O sırada Cebrâil (as) Huzûr-i Peygamberî’ye geldi, insan sûretinde göründü Efendimiz’e.
Belinden aşağıya bir yarım peştemal örtmüştü. Belinin aşağısında, sağ tarafında da hurma dalı vardı.
Efendimiz, Hz. Cebrâil’e “Kardeşim!” diye hitâb ederlerdi. Hz. Cebrâil de O’na “Yâ Resûlallah!” diye
hitâb ederlerdi.

“Kardeşim, bu ne hâl, şimdiye kadar ben seni hiç bu kıyâfette görmemiştim.” Cebrâ (as) cevab arz
etti Efendimiz’e: “Allah Teâlâ Hazretleri semâda emretti, bütün melekler bu kıyâfete büründüler. Yarısı
peştemal yarısı hurma dalı.”

“Pekiyi sen sebebini biliyor musun kardeşim?” diye sordu Efendimiz (s.a.v). “Biliyorum.” Dedi Cebrâil
(as) “Allah bana ayân etti.”

“Siz ya Resûllah, dün bir yardım toplamıştınız. Ebû Bekir arkadaşınız o kadar çok verdi ki, üstüne
örtecek ancak bir peştemal ve kenarında da o örtüyü tamamlayacak bir hurma dalı kaldı. Allah (c.c)
Ebû Bekir kulunun hâlinden öyle memnun oldu ki, meleklere böyle giyinmelerini emretti.”

Efendimiz (s.a.v) “Ebû Bekir’i çağırın!” buyurdu. Hz. Ebû Bekir dâvete biraz geç icâbet etti. Ama tabii
emr-i peygamberî olunca geldi Huzûr-i Peygamberî’ye. Cebrâil (as) aynı kıyâfetle bir daha geldi ve
“Allah (c.c) buyurdu ki: ‘Ebû Bekir kuluma benden selâm götür. Ben ondan râzıyım. O benden râzı
mı?’ diye soruyor.” dedi ve Efendimiz bu hâli Hz. Ebû Bekir’e anlatınca, Hz. Ebû Bekir yerinden kalktı,
ellerini havaya açtı “Ene râzî, ene râzî…” (Râzıyım ben, râzıyım ben) diye dönmeye başladı. İşte ilk
sema budur. Hz. Mevlâna, Hz. Ebû Bekir sülâlesindendir. Belh’li Hüseyin Hatîbîoğlu sülâlesinin evveli
Cenâb-ı Ebû Bekir’dir.
Kaynak: Ömer Tuğrul İnançer Sohbetler sahife 147-148

73
74
736. Vuslat Yıldönümü
Albümü
Fotograflar:
Osman Özel
Bilge Beştan Bahçıvan

75
76
77
78
79
80
81
82
83
84
85
86
87
88
89
90
91
92
93
94
95
96
97
98
99
100
101
102
103
104
105
106
107
108

You might also like