Professional Documents
Culture Documents
Üzerinden Çözümlemek
Önsöz
16 yaşında bitirdiğim Kavgam kitabını kısa süre önce başka bir makalem için bayağı uzun bir
süre kurcalamak zorunda kalınca, o yıllar da sosyal bilimlerdeki alt yapımın çömezliği yüzünden
kaçırdığım bir çok önemli noktayı yeniden eleştirel bir gözle okur buldum kendimi. Bu vaziyetim
aynı zamanda Alman Nasyonal Sosyalizminin ideolojik olarak tam olarak ne olduğunun ve nasıl
meydana geldiğinin bilinmemesi veyahutta sağlıklı olarak bilinilmemesinden duyduğum sıkıntı
hissini kuvvetlendirdi. Bu ideolojinin bir çok alanda temelini oluşturan, bu temelin deforme
olduğu durumlarda bile ise bunun ancak bozulduğu anların konjonktürünün gerekliliği olarak
deformasyona uğradığı kutsal kitabı “Mein Kampf” yani “Kavgam” kitabının hemen hemen
neredeyse hiç okunmadan bu yorumların yapılmış olması gibi absürd bir vaziyetten veyahutta
artık banal ve gayrı bilimsel komünist diyalektikten daha öte bir durum değildir.
Sözün özü örneğin nasıl Hristiyanlığı, İncil veyahutta temsil ettiği mezhebin büyük
yazarlarının teolojik eserlerini okumadan sadece pratiği üzerinden yapacağımız analiz yarım bir
tez olmaktan öteye gidemeyecekse, teori ve pratiğin sentezini kurarak yapılacak analizler şüphe
getirmez derece de daha sağlıklı olacaktır. St.Augistinus veyahutta St.Thomas Aquinas’ı
okumadan nasıl teolojik rasyonalizmi bütünüyle algılamamız mümkün olmayacaksa, aynı şekilde
beğenilsin veyahutta beğenilmesin “Kavgam”ı okumadan Alman Nasyonal Sosyalizmi üzerine
tam bir analiz getirmek mümkün olmayacaktır. Bir takım kimseler bu kitabı okumadan bu görüş
üzerine kurdukları düşüncenin saldırıya uğramasından yola çıkarak şüphesiz Nasyonal
Sosyalizmin deneysel pratiğine bakmanın onun analizi için yeterli bir dünya görüşü oluşturacağı
şeklinde ağzından tükürükler saçacak, kimileri ise Alman tarihçi George Mosse gibi isimlerden
yola çıkarak Nasyonal Sosyalizmin rasyonel ve sistematik bir temeli olduğunu inkar etmeye
çalışacaktır. Ancak August von Hayek’in “Road to Serfdom” isimli kitabına bir göz atacak
olursak Hayek’in şu sözlerini görürüz;
“Nasyonal sosyalizmi her türlü entellektüel birikimden yoksun, irrasyonel bir hareket olarak
yorumlayan çok yaygın bir görüş vardır. Bu yanlış bir görüştür. Öyle olsaydı, hareket şu
andakinden çok daha az tehlikeli olurdu. Nasyonal sosyalizm doktrini uzun bir düşünce evriminin
doruk noktasını teşkil etmiştir. Bu süreçte, Almanya sınırlarının çok ötesinde de etkili olabilmiş
değişik düşünürler yer almıştır. Şurası gerçektir ki, bu doktrini üretenler, fikirleri tüm Avrupa
düşüncesi üzerinde iz bırakacak kadar güçlü yazarlardır.”
Selçuk Uygur
I.Bölüm
Baba Ocağı
(Im Elternhaus)
Eserin ilk iki paragrafı ileride Almaya ve Avusturya’nın 1938’e kadar olan ilişkilerini ve
1938’de birleştikleri Anschluss’un ideolojik köklerini anlamak için büyük bir ehemmiyetle göze
çarpar;
“Als glückliche Bestimmung gilt es mir heute, daß das Schicksal mir zum Geburtsort gerade
Braunau am Inn zuwies. Liegt doch dieses Städtchen an der Grenze jener zwei deutschen
Staaten, deren Wiedervereinigung mindestens uns Jüngeren als eine mit allen Mitteln
durchzuführende Lebensaufgabe erscheint!
Deutschösterreich muß wieder zurück zum großen deutschen Mutterlande, und zwar nicht aus
Gründen irgendwelcher wirtschaftlicher Erwägungen heraus. Nein, nein: Auch wenn diese
Vereinigung, wirtschaftlich gedacht, gleichgültig, ja selbst wenn sie schädlich wäre, sie möchte
dennoch stattfinden.Gleiches Blut gehört in ein gemeinsames Reich. Das deutsche Volk besitzt so
lange kein moralisches Recht zu kolonialpolitischer Tätigkeit, solange es nicht einmal seine
eigenen Söhne in einen gemeinsamen Staat zu fassen vermag. Erst wenn des Reiches Grenze
auch den letzten Deutschen umschließt, ohne mehr die Sicherheit seiner Ernährung bieten zu
können, ersteht aus der Not des eigenen Volkes das moralische Recht zur Erwerbung fremden
Grund und Bodens.”
“Mutlu bir kader beni, birbirleriyle yeniden kaynaşmaları için her türlü araca başvurmamızı
yaşamımızın biricik amacı kılan, iki Alman devletinin tam da sınırları üzerinde bir kasaba olan
Branau am Inn’de dünyaya getirdi!
Alman olan Avusturya, yeniden büyük Alman vatanıyla birleşmelidir. Ayrıca bu birtakım iktisadi
nedenlerden ötürü olmamaldıır. Hayır, hayır: bu birleşme, iktisadi bakımdan, önemsiz hatta
zararlı olsa bile yine de olmalıdır. Aynı kan aynı imparatorluğa aittir. Alman ulusu kendi
evlatlarını tek bir devlet halinde bir araya toplamadıkça, yayılmacı bir siyaset hakkına da sahip
olamayacaktır.”
“Mutlu bir kader” cümlesi Hitler genel olarak ele alındığında aslında kaderden çok
“Tanrının isteği” veyahutta ilahi bir kader anlayışına dayanmaktadır. Yazının ilerliyen
bölümlerinde Hitler’in Tanrı kelimesini bir çok defa kullanmasına dayandırarak amaçlarının aynı
zamanda Tanrı yolunda ve Tanrıyı yüceltmek için de olduğundan da bahsedecek olmasıyla bu
tezimle örtüşecektir. Bilindiği üzere tarihte krallar, peygamberler ve liderler her zaman Tanrının
onlara bir misyon yüklediği düşüncesini ya hayatlarındaki çeşitli olaylardan dolayı
mantıksallaştırarak buna inanmış, veyahutta bunu siyasi bir malzeme olarak kullanmışlardır.
Hitler’in de bu noktada bu kişileri takip ettiğini görüyoruz. Gerçi Avusturya’nın Almanya ile olan
sınırı uzun olmasından ötürü Avusturya-Alman sınırında bir çok bölge vardır, lakin Hitler bu
durumu sanki kendine özel bir durum gibi içselleştirmiş ve bir ayağının Büyük Alman
Anavatanı’nda, öteki ayağının da Avusturya Almanyasında olmasından ötürü kendi egosu ve
yeteneklerinin de oluşturduğu inançla bu iki devleti birleştirmeyi “kutsal bir vazife” olarak
benimsemiştir. Aynı zamanda bu kutsal vazife olarak içselleştirme Latince’de “call”
kelimesinden gelerek İngiliz dilinde “religious calling” olarak geçen olgunun Hitler’de
oluşmasına yol açmıştır. Tanrının onu sınır bölgesinde yaratmasını mantıksallaştıran Hitler, bu
ilahi mantıksallaştırmanın üzerine bir de “kutsal çağrı” olgusunu ekleyerek bu ülkeleri
birleştirmek için kendisinin seçildiğine inanmıştır.
“So scheint mir dieses kleine Grenzstädtchen das Symbol einer großen Aufgabe zu sein.”
“İşte doğduğum bu küçük sınır kasabası bana böyle büyük bir görevin semboli gibi görünür.”
Daha sonra Hitler Almanya’nın biri Hitler’in doğum bölgesine çok yakın ve Alman
Avusturya sınırında ki Württemberg’in Schönau im Schwarzwald kasabasında doğan Albert Leo
Schlageter ve öteki de Schorndorf’da doğan Johannes Palm olmak üzere iki Alman kahramanının
isimlerini vererek ülkenin bu parçasının büyük badireler atlatmış olduğundan bahseder. Bu
örneklerin irdelenmesi iki anlam açısından ehemmiyet taşımaktadır. Birincisi verilen örneklerin
ülkenin güney bölgesi ve Avusturya’nın kuzey bölgesine yakın olması dolayısıyla Hitler bu
bölgeden büyük kahramanlar çıktığını ifade etmek istemektedir. Bunu yapmasının sebebi ise;
Hitler’in Kavgam eserini yazdığı 1924 tarihinde tutuklu olmasından ötürü Hitler’e siyasi
saldırılar artmış, ve bu saldırıların büyük bir kısmı Almanya’lı değil Avusturyalı olan bu kişinin
ülkeden atılması gerektiği diyalektiği üzerinden kurulmaya başlanmıştı. Dolayısıyla Adolf Hitler
bir taş ile iki kuş vurmak isteyerek bu bölgeden hem Alman tarihi adına büyük kahramanlar
çıktığını hem de kendisinin bu bölgeden çıkan kahramanlardan biri olduğunun altını çizmek
istemiştir. İkinci olarak ise bu verilen isimlerin Fransızlara karşı mücadelede idam edilen
Almanlar olması ileride göreceğimiz Fransız nefretinin ilk örnekleridir. Napolyon döneminde
yaşayan Johannes Palm isimli kitap baskıcısı, basım evinde Napolyon’u ağır bir şekilde eleştiren
Deutschland in seiner tiefen Emiedrigung yani Ağır Bir Şekilde Aşağılanan Almanya eserinin
basılmasına izin vermesiyle Napolyon’un hışmına uğramış ve o zaman Fransa’nın uydu evleti
konumunda olan Avusturya-Bavyera cephesince 1806 yılında Hitler’in doğduğu bölge olan
Branau da idam edilmişti (Palm, Napolyon’un yenilgisinden sonra özellikle Almanya’dan
fışkıracak olarak 19. Yüzyıl Romantik-Konservatif akımın doğuşunda ve sembolizmindeki
önemli unsurlardan biridir). Leo Schlageter ise 1923 yılında Freikorps üyesi olarak aynı yıl
Versay’a göre Almanya’nın yeterince ödeme yapmadığı bahanesiyle işgal edilen Ruhr sanayi
bölgesindeki Fransızların ikmal araçlarına sabotaj yaptığı gerekçesiyle idam edilmişti.
(Schlageter’in ölümünden bir gün sonra Martin Bormann tarafından desteklenen Rudolf Höss
Schlageter’i ihbar eden Walther Kadow’u öldürdü. Oyun yazarı ve şair Hanns Johst daha sonra
1933 yılında Schlageter isimli bir oyun yazacaktır. Schlageter daha sonra NSDAP’nin milli
kahramanlarından biri haline getirilecekti (Schlageter için yazılan oyundaki “Wenn ich Kultur
höre … entsichere ich meinen Browning” yani “Kültür adını duyduğumda silahımın emniyetini
gevşetirim” kısımı ise İkinci Dünya Savaşı sonrasında “Kültür adını duyduğumda elimi silahıma
atarım” şeklinde değiştirilerek NSDAP’lileri kültür düşmanı olarak gösterme propogandasına
hizmet edecekti).
İleride daha detaylı örnekler ile açıklanacağı gibi, şehit kahramanların Fransa’ya karşı olan
mücadele tarihinden verilmesi, eserin sonrasındaki en elle tutulur dış düşmanın da Fransızlar
olarak gösterilmesi, Nasyonal Sosyalizmin tarihsel olarak mücadele edilmesi gereken iki
bölgeden biri olarak Fransız topraklarını seçtiğini göstermektedir. Eseri incelemeye devam
ettikçe Hitler’in bu düşmanlığı nasıl kimi yerlerde rasyonel kimi yerlerde ise irrasyonel olarak
mantıksallaştırdığını onun örnekleri üzerinden inceleyeceğiz.
Bu kısımdan sonra Hitler aile yaşantısına gelerek babasından bahseder. Hitler babasının 13
yaşında köyünü cebinde beş parasız nasıl terkettiğini fakat büyük adam olma gayesini devletin
gümrük memuru olarak başardığını anlatır. Hitler’in anlatım tarzından babası ile büyük gurur
duyduğu anlaşılmaktadır, lakin bu babasının memur olmasından ötürü değildir. Babasının beş
parasız bir şekilde maceraya atılabilmesindeki cesareti örnek alacak, daha sonra kendi Viyana
seyahatinde babanın bu sembolünü içselleştirecektir. Küçük Hitler aynı zamanda okula giderken
babasının kütüphanesini karıştırmaktadır. Kütüphane macerası üzerine Hitler şöyle yazar;
“Beim Durchstöbern der väterlichen Bibliothek war ich über verschiedene Bücher militärischen
Inhalts gekommenen, darunter eine Volksausgabe des Deutsch-Französischen Krieges 1870/71.
Es waren zwei Bande einer illustrierten Zeitschrift aus diesen Jahren, die nun meine
Lieblingslektüre wurden. Nicht lange dauerte es, und der grobe Heldenkampf war mir zum
größten inneren Erlebnis geworden. Von nun an schwärmte ich mehr und mehr für alles, was
irgendwie mit Krieg oder doch mit Soldatentum zusammenhing.”
“Babamın arşivini karıştırırken, çeşitli askeri kitaplar elime geçiyordu. Bunların arasında, 1870-
71 Fransız – Alman Savaşı’nın halk için yazılmış bir baskısı vardı. O yılların resimli bir
gazetesinin iki cildi de vardı. Bunlar seve seve okuduğum kitaplar oldu. Çok geçmeden bu
kahramanlıklarla dolu savaş, ahlaki düşüncelerimin tümünü kapsadı. Bu dönemden sonra
askerlik ve savaş üzerine olan herşeyi topluyordum.”
Devam eden satırlarda Hitler babasıyla gelecekteki kariyeri bazında çatışmasını anlatır.
Babası Alois sağlamcıdır. Kendisi gibi oğlunun da memur olmasını istemektedir. Hayatın
zorluklarını ve tehlikelerini bilmekte, oğlunun saçma sapan maceralarla ömrünü çarçur etmesine
karşıdır. Fakat küçük Hitler’in çizim alanında ilgisi ve yeteneği vardır. Ayrıca bütün gün bir
ofiste makine gibi resmi belgeleri imzalama düşüncesi uykularını kaçırmaktadır. Sonunda
cesaretini toplar ve babasına açılır. Baba şok geçirmiştir;
"Maler? Kunstmaler?"
“Ressam mı?”
Kunstmaler, nein, solange ich lebe, "niemals." Da nun aber sein Sohn eben mit verschiedenen
sonstigen Eigen schaften wohl auch die einer ähnlichen Starrheit geerbt haben mochte, so kam
auch eine ähnliche Antwort zurück. Nur natürlich umgekehrt dem Sinne nach. Auf beiden Seiten
blieb es dabei bestehen. Der Vater verließ nicht sein "Niemals" und ich verstärkte mein
"Trotzdem".
“Ressam mı? Hayır. Asla”. Fakat oğlu onun digger meziyetleri ile beraber inatçılığını da almış
olduğu için, cevabım da aynı derecede keskindi. İki taraf da bu halde kaldı. Baba “asla”sından
vazgeçmedi. Ben de “herşeye ragmen”demekten vazgeçmedim.”
Mücadele bir sonuca ulaşmadı. Baba otoritesini uygulama yoluna gidince Hitler okul ile
ilişiğini keserek derslerini çalışmamaya başladı. Ya da bize söylediği bu. Hitler’in o zamanki
notları kendi açıkladığı şekilde Tarih ve Coğrafya hususunda “Pekiyi” iken, ötekiler ise “orta” ve
“zayıf” olarak kalmış. Hitler babasıyla olan münakaşı kendisi gibi mükemmeliyetçi bir kişinin
okulda yeterince başarılı olamadığı değil olmadığına bağlamış olmak isteyebilir. Çünkü kendisini
hapse sokan darbe teşebbüsünün ardından herkes Hitler’in geçmişini didik didik etmiş ve
muhalifleri küçük ya da büyük ellerine geçen herşeyi silah olarak ona çevirmişlerdi. Okul
notlarıda bunlardan biriydi. Lakin maalesef Hitler’in bunu bir bahane olarak mı sunduğu yoksa
gerçekten babasını bu şekilde veto mu ettiğini tam olarak bilemeyiz. Kendisinin” genel
karakterini incelediğimizde kişilik yapısının “uç” noktalarda olduğunu görüyoruz. Dolayısı ile
bağlandığı şeylere tam olarak kendini adar iken, hoşuna gitmeyen şeylerden ise tam olarak uzak
durduğunu hayatında bir çok örnek ile göstermek mümkündür. Bu tarz bir diyalektikten yola
çıkarak Hitler’in her zaman çok sevdiğini itiraf ettiği tarih ve coğrafya gibi derslere kendini
adamışken, ötekilerden pek bir ilgiyle bahsetmediği öteki alanları savsaklamış olması psikolojik
durumuyla temellendirilerek söylemek mümkündür.
Babasıyla girdiği münakaşaya girersek, hem Freudyen hem de realistik bir anlamda
“babanın ölümü” ile sonuçlanmış olması ironiktir. Psikoloji bilim dalının babası Sigmund
Freud’un “Das Unbehagen in Der Kultur” (Türkçe’ye “Uygarlığın Huzursuzluğu” olarak
çevrilmiştir) ve kimi öteki çalışmalarında da irdelemiş olduğu mesele, bireylerin kişilik
bağımsızlıklarını kazanmak için nasıl tarih öncesi ilkel çağlarda çocuklar bir diktatör rolündeki
babalarını öldürüyorlar ise, modern çağlarda ise gelecekleri veyahutta bu tarz kritik bir durumda
babalarının yolundan saparak babalarını sembolik olarak öldürdükleridir. Freud bunu
yapabilenlerin hayatlarına daha özgün ve güçlü bir karakter olarak yollarına devam ettiklerini
söyler iken, yapamayanların ise babalarının karakterlerinin gölgesinde bir yaşam sürdüklerini
ifade eder. Hitler çocukluk yıllarında geleceği konusundaki son derece önemli çatışma ile
babasını öldürmüştür. Lakin işin ironik kısmı, bu tartışmadan bir süre sonra Alois Hitler’in
gerçekten ölmesidir. Hitler’in kendini sorumlu hissedip hissetmediğini tam olarak söylemek zor.
Lakin çok üzgün olmadığını söylemek mümkündür. Engelleri büyük bir nefret ve hırs ile
yıkacağı hayatında babası onun için ilk engel olmuştur. Tanrı’nın onu devirmesiyle bir defa daha
önü açılmıştır ve bunu da talihe bağlayarak 1924 yılında geldiği noktanın ve ileride geleceği
noktanın teolojik bir determinasyonda temellendiğine inanmaktadır. Hitler’in babasına karşı
sevgisi muhtemelen babasının onun için engel teşkil etmesiyle bitmiştir. Lakin o zaman daha
çocuk olmasından ötürü bu işin nefrete vardığını ne ilerideki konuşmalarından ne de Kavgam da
babasından bahsettiği bölümlerde hissedilmez. Ancak şu sözler babasına karşı olan durumunu
keskin bir şekilde ifade etmektedir;
“Es war der Abschluß einer langen, schmerzhaften Krankheit, die von Anfang an wenig Aussicht
auf Genesung ließ. Dennoch traf besonders mich der Schlag entsetzlich. Ich hatte den Vater
verehrt, die Mutter jedoch geliebt.”
“Annem uzun ve acılı bir hastalığa yakalanmıştı. Hastalığının başlangıcından beri iyileşme
umudu yoktu. Annemin ölümü benim için ağır bir darbe oldu. Babama saygı besliyordum; ama
annemi sevmiştim.”
“Ein Unsinn von schwersten Folgen, aber ein doch glänzendes Zeugnis für die zehn Millionen
Deutschen der Ostmark. Von dem ewigen unerbittlichen Kampfe um die deutsche Sprache, um
deutsche Schule und deutsches Wesen hatten nur ganz wenige Deutsche aus dem Reiche eine
Ahnung.”
“Çok tehlikeli sonuçları olacak bir hata; ama aynı zamanda doğu sınır şehirlerindeki on milyon
Alman için muhteşem bir şehadet unsuruydu. Reich’a mensup Almanlardan pek azı Avusturya’da
Alman dilinin, Alman okullarının zaferi için, daha açıkçası, Avsuturya’da Alman olabilmek için
devamlı çalışmak gerektiğini akıllarına getiriyordu.”
Günümüzde ülkemizin yaşadığı sıkıntıyı ve Türkler olarak aynı yol ayrımında olduğumuz
ulus devletin sıkıntısını Hitler’de anlamıştı. Ulus devlet içinde azınlıkları barındırıyorsa en güçlü
ırk tarafından ya o azınlıkları demir bir yumruk altında tutarak asimile etmek veyahutta
yoketmek gerekmektedir. Eğer böyle yapmıyorsanız, o halde ulus devleti tasfiye ederek
azınlıkları özgür bırakmak veyahutta federatif bir hale gelmek zorundasınızdır. Ancak ülkemizin
yaptığı gibi hem ulus devlet iddiasında bulunup hep bir ırkın yöneticiliğini ve hükümranlığını dil
ve kültür olarak dominant kılmamak siyasi bir aptallıktır. Böyle yaptığınız takdirde ulus devletin
içindeki öteki azınlıklar “madem ki üstün olduğunuz iddiasında veyahutta eyleminde değilsiniz, o
halde bizim sizin sahip olduğunuz her türlü hakka sahip olmamızı hiçbir şey engelleyemez”
dedikleri noktada zaten ulus devlet çökecektir. Ancak gayrı organik bir şekilde bu çelişkili ve
anlamsız diyalektikle ulus devlet yaşatılmaya çalışılır ise sonunda o devlet tarihte bir çok örnekte
olduğu gibi yokolacaktır. Bu sebepten Türklerde mantık çerçevesi içinde ya ulus devletteki
yönetici ulus olduklarını gerekirse zorla kabul ettirmek veyahutta ulus devleti tasfiye edip
parçalanmayı kabul etmek zorundadırlar. Hitler’in izahını vermiş olduğu yönetici milletin hayat
alanının tehlikeye girmesi meselesinin bütün tezahürleri ülkemizde görülmektedir.
Selçuk Uygur