You are on page 1of 10

Hitler ve Nasyonal Sosyalizmi İdeolojinin Kutsal Kitabı “Mein Kampf”

Üzerinden Çözümlemek

Önsöz

Şüphesiz Nasyonal Sosyalizm dünya ve ülkemizde hala güncel meseleler ve partilerle


ilişkilendirilen ve çoğu zaman bu ilişkilendirmelerin propogantik yanılsamalardan öteye
gidemediği bir ideolojidir. İtalyan Faşizmi ile benzerlikleri olduğu gibi, temelde çok büyük
ayrılıkları ve farklı bir altyapısı olan bu sistemin ise “otoriter devlet” diyalektiğinden ele alarak
Faşist sistem olarak nitelendirilmesi ülkemizde yıkılması gereken bir tabudur. İnanıyorum ki
zamanla Nasyonal Sosyalizmin ekonomik, siyasal, toplumsal, politikaları ile tarihe, sosyolojiye,
halka bakış açısına tek tek yoğunlaşılarak özel, bilimsel ve tarafsız araştırmaların yapılmasıyla
birlikte bu tabu da yıkılacaktır.

16 yaşında bitirdiğim Kavgam kitabını kısa süre önce başka bir makalem için bayağı uzun bir
süre kurcalamak zorunda kalınca, o yıllar da sosyal bilimlerdeki alt yapımın çömezliği yüzünden
kaçırdığım bir çok önemli noktayı yeniden eleştirel bir gözle okur buldum kendimi. Bu vaziyetim
aynı zamanda Alman Nasyonal Sosyalizminin ideolojik olarak tam olarak ne olduğunun ve nasıl
meydana geldiğinin bilinmemesi veyahutta sağlıklı olarak bilinilmemesinden duyduğum sıkıntı
hissini kuvvetlendirdi. Bu ideolojinin bir çok alanda temelini oluşturan, bu temelin deforme
olduğu durumlarda bile ise bunun ancak bozulduğu anların konjonktürünün gerekliliği olarak
deformasyona uğradığı kutsal kitabı “Mein Kampf” yani “Kavgam” kitabının hemen hemen
neredeyse hiç okunmadan bu yorumların yapılmış olması gibi absürd bir vaziyetten veyahutta
artık banal ve gayrı bilimsel komünist diyalektikten daha öte bir durum değildir.

Sözün özü örneğin nasıl Hristiyanlığı, İncil veyahutta temsil ettiği mezhebin büyük
yazarlarının teolojik eserlerini okumadan sadece pratiği üzerinden yapacağımız analiz yarım bir
tez olmaktan öteye gidemeyecekse, teori ve pratiğin sentezini kurarak yapılacak analizler şüphe
getirmez derece de daha sağlıklı olacaktır. St.Augistinus veyahutta St.Thomas Aquinas’ı
okumadan nasıl teolojik rasyonalizmi bütünüyle algılamamız mümkün olmayacaksa, aynı şekilde
beğenilsin veyahutta beğenilmesin “Kavgam”ı okumadan Alman Nasyonal Sosyalizmi üzerine
tam bir analiz getirmek mümkün olmayacaktır. Bir takım kimseler bu kitabı okumadan bu görüş
üzerine kurdukları düşüncenin saldırıya uğramasından yola çıkarak şüphesiz Nasyonal
Sosyalizmin deneysel pratiğine bakmanın onun analizi için yeterli bir dünya görüşü oluşturacağı
şeklinde ağzından tükürükler saçacak, kimileri ise Alman tarihçi George Mosse gibi isimlerden
yola çıkarak Nasyonal Sosyalizmin rasyonel ve sistematik bir temeli olduğunu inkar etmeye
çalışacaktır. Ancak August von Hayek’in “Road to Serfdom” isimli kitabına bir göz atacak
olursak Hayek’in şu sözlerini görürüz;

“Nasyonal sosyalizmi her türlü entellektüel birikimden yoksun, irrasyonel bir hareket olarak
yorumlayan çok yaygın bir görüş vardır. Bu yanlış bir görüştür. Öyle olsaydı, hareket şu
andakinden çok daha az tehlikeli olurdu. Nasyonal sosyalizm doktrini uzun bir düşünce evriminin
doruk noktasını teşkil etmiştir. Bu süreçte, Almanya sınırlarının çok ötesinde de etkili olabilmiş
değişik düşünürler yer almıştır. Şurası gerçektir ki, bu doktrini üretenler, fikirleri tüm Avrupa
düşüncesi üzerinde iz bırakacak kadar güçlü yazarlardır.”

Hayek’in de belirttiği gibi Nasyonal Sosyalizm’i bu şekilde ele almak yanlıştır. Bu


sebepten bu ideolojinin yaratıcısını etkileyen Houston Stewart Chamberlain gibi düşünürlerin de
Nasyonal Sosyalizme etkisinin irdelenmesinin bilimsel bir zorunluluk olarak ülkemizde
geçerliliğini koruyor olmasıyla birlikte düşünceye beden veren kişinin düşüncelerini ve bu
düşünceleri geçmişiyle kendi ağzından anlattığı eserdeki diyalektik determinizm ile incelemek
mutlaka bir gerekliliktir.

Bu gerekliliğin yüklediği sorumluluk hissine dayanarak, Kavgam kitabının 15 bölümden


oluşan kısımlarını tek tek çözümleyerek, sonrasında ise genel bir perspektif oluşturma yoluna
gideceğim. Lakin eser dikkatle ele alınıldığında Hitler’in hem psikojik olarak bireysel
tecrübelerinin, ailesinin, Viyana’daki işçilik günlerinin ve sonrasının hem de içinde bulunduğu
tarihin kafa yapısının ve ideolojinin oluşmasında ve bu ideolojinin pratiğe dökülmesinde onu
nasıl körüklediğini göstermek açısından yararlı olacaktır.

Başlamadan altını çizeceğim nokta bölüm bölüm çözümlemelerden oluşacak bu yazı


dizisinin Amerikan filmleri ile komünist ideoloji taraftarlarının Nasyonal Sosyalizm ve Faşizm
üzerine banal diyalektikleri barındırmayacağıdır. Bu sebepten dolayı kimileri Kavgam üzerinden
Nasyonal Sosyalizmin rasyonel ve irrasyonel taraflarını kendimi entelektüel hissetmek veyahutta
bu sözde entelejensiya topluluğuna yaranmak için taraflı bir gözle eleştireceğimi sanıyorlarsa, bu
diziyi takip etme zorunluluğunda değillerdir. Sosyal Bilimler üzerine yüksek lisans yapmakta
olan ve İkinci Dünya Savaşı’nın Alman cephesi ve Alman Nasyonal Sosyalizmiyle olan ilgisi 21
senelik hayatının son 7 senesinin önemli bir zamanını kapsayan şahsımın mesele üzerinde yapılan
ideolojik bir taraflılık ve Alman Nasyonal Sosyalizmi irrasyonel ve çarpıtlamalarla eleştirmenin
entelektüelite olgusuna giden yolda zorunlu bir norm haline getirilmesine karşı “tarafsızlık”
zemininde kin besleyen şahsım saldırılardan korkmamaktadır. İşçi sınıfından yoksul bir ailenin
çocuğu olarak hayatımı idame ettirmem için çok ihtiyacım olan kariyerim pahasına pozitivizmin
kutsallığı adına benimsediği çizgiyi bozmak veyahutta değiştirmeyi aklımın ucundan
geçirmemekteyim.

15 bölümden oluşan bu kitaba yazacağım 15 bölümlük çözümleme ve yorumlama


sosyolojinin babalarından Max Weber’in “Verstehen” yani öteki dillere tam olarak çevrilmese de
en yakın olarak “bilimselliğe dayalı yorum” olarak isimlendirdiği sosyolojik araştırma
metodunun temel çizgisini büyük ölçüde benimseyecektir. Bu yazıların olumlu ya da olumsuz
olarak yaratacağı etkinin ülkemizde zamanla Alman Nasyonal Sosyalizmi ve evrensel Nasyonal
Sosyalizm ile İkinci Dünya savaşı araştırmaları ve çözümlemelerinde yapıcı olacağı ve bu
alanlarla ilgili olan kişilerin tabuları yıkma ve Türkiye’de bu alanlar üzerine ciddi bir araştırma
ortamına yaratmasına katkıda bulunacağını ummaktayım. Komünizmden Nasyonal Sosyalizm’e
kadar her türlü ideoloji ve bunların insanlık hakkında bütünüyle kötü etkileri kadar, ortaya
attıkları yapıcı ve halk ile ülke adına yararlı olabilecek en ufak detayı üzerine atılan tarihsel ve
teorik yalanların kendi ağırlıkları üzerine çökmeleri bu meseleler üzerinde adanmışlık ve
fedakarlık olmadan asla gerçekleşmeyecektir…

Selçuk Uygur

I.Bölüm

Baba Ocağı

(Im Elternhaus)

Kavgam’ın ilk bölümünde Hitler çocukluk yıllarını, ailesini ve bu dönemde doğduğu


Avusturya’nın durumunu ve bunların hayatına etkilerine dair okuyucuya önemli bilgiler verir.
Alman Nasyonal Sosyalist ideolojisinin asıl sert ve keskin hatlarına nazaran daha genel ve gayrı
agresif hatlarının Hitler’in gençlik tecrübeleri ve dönemin konjonktürünün sebep olduğu bir
takım nedenlerden temel almaya başladığını görürüz. Fakat Sosyal Demokrasi, Marxçılık ve
Yahudi düşmanlığı gibi keskin ve agresif hatlar daha çok ikinci ve benzeri bölümlerde konu
alınacaktır. Kısacası ilk bölüm evrensel Nasyonal Sosyalizm ve Hitler’in kişiliğiyle daha
bağlantılıyken, ikinci bölüm gibi bölümlerde ise Alman Nasyonal Sosyalizmi görülecektir.

Eserin ilk iki paragrafı ileride Almaya ve Avusturya’nın 1938’e kadar olan ilişkilerini ve
1938’de birleştikleri Anschluss’un ideolojik köklerini anlamak için büyük bir ehemmiyetle göze
çarpar;
“Als glückliche Bestimmung gilt es mir heute, daß das Schicksal mir zum Geburtsort gerade
Braunau am Inn zuwies. Liegt doch dieses Städtchen an der Grenze jener zwei deutschen
Staaten, deren Wiedervereinigung mindestens uns Jüngeren als eine mit allen Mitteln
durchzuführende Lebensaufgabe erscheint!

Deutschösterreich muß wieder zurück zum großen deutschen Mutterlande, und zwar nicht aus
Gründen irgendwelcher wirtschaftlicher Erwägungen heraus. Nein, nein: Auch wenn diese
Vereinigung, wirtschaftlich gedacht, gleichgültig, ja selbst wenn sie schädlich wäre, sie möchte
dennoch stattfinden.Gleiches Blut gehört in ein gemeinsames Reich. Das deutsche Volk besitzt so
lange kein moralisches Recht zu kolonialpolitischer Tätigkeit, solange es nicht einmal seine
eigenen Söhne in einen gemeinsamen Staat zu fassen vermag. Erst wenn des Reiches Grenze
auch den letzten Deutschen umschließt, ohne mehr die Sicherheit seiner Ernährung bieten zu
können, ersteht aus der Not des eigenen Volkes das moralische Recht zur Erwerbung fremden
Grund und Bodens.”

“Mutlu bir kader beni, birbirleriyle yeniden kaynaşmaları için her türlü araca başvurmamızı
yaşamımızın biricik amacı kılan, iki Alman devletinin tam da sınırları üzerinde bir kasaba olan
Branau am Inn’de dünyaya getirdi!

Alman olan Avusturya, yeniden büyük Alman vatanıyla birleşmelidir. Ayrıca bu birtakım iktisadi
nedenlerden ötürü olmamaldıır. Hayır, hayır: bu birleşme, iktisadi bakımdan, önemsiz hatta
zararlı olsa bile yine de olmalıdır. Aynı kan aynı imparatorluğa aittir. Alman ulusu kendi
evlatlarını tek bir devlet halinde bir araya toplamadıkça, yayılmacı bir siyaset hakkına da sahip
olamayacaktır.”

“Mutlu bir kader” cümlesi Hitler genel olarak ele alındığında aslında kaderden çok
“Tanrının isteği” veyahutta ilahi bir kader anlayışına dayanmaktadır. Yazının ilerliyen
bölümlerinde Hitler’in Tanrı kelimesini bir çok defa kullanmasına dayandırarak amaçlarının aynı
zamanda Tanrı yolunda ve Tanrıyı yüceltmek için de olduğundan da bahsedecek olmasıyla bu
tezimle örtüşecektir. Bilindiği üzere tarihte krallar, peygamberler ve liderler her zaman Tanrının
onlara bir misyon yüklediği düşüncesini ya hayatlarındaki çeşitli olaylardan dolayı
mantıksallaştırarak buna inanmış, veyahutta bunu siyasi bir malzeme olarak kullanmışlardır.
Hitler’in de bu noktada bu kişileri takip ettiğini görüyoruz. Gerçi Avusturya’nın Almanya ile olan
sınırı uzun olmasından ötürü Avusturya-Alman sınırında bir çok bölge vardır, lakin Hitler bu
durumu sanki kendine özel bir durum gibi içselleştirmiş ve bir ayağının Büyük Alman
Anavatanı’nda, öteki ayağının da Avusturya Almanyasında olmasından ötürü kendi egosu ve
yeteneklerinin de oluşturduğu inançla bu iki devleti birleştirmeyi “kutsal bir vazife” olarak
benimsemiştir. Aynı zamanda bu kutsal vazife olarak içselleştirme Latince’de “call”
kelimesinden gelerek İngiliz dilinde “religious calling” olarak geçen olgunun Hitler’de
oluşmasına yol açmıştır. Tanrının onu sınır bölgesinde yaratmasını mantıksallaştıran Hitler, bu
ilahi mantıksallaştırmanın üzerine bir de “kutsal çağrı” olgusunu ekleyerek bu ülkeleri
birleştirmek için kendisinin seçildiğine inanmıştır.

Bu noktada öne çıkan durumlardan bir tanesi Nasyonal Sosyalizm’in en temel


hedeflerinden biri olan öncelikli olarak Almanya-Avusturya birleşimi, sonrasında ise bütün yakın
bölgelerdeki Almanlar’ın büyük Alman Reich’ına dahil edilmesi sadece ırksal bir diyalektik
taşımamaktadır. Adolf Hitler, hiçbir zaman dini önplana koymamış olmasına rağmen Alman
askerlerinin giydikleri kemerlerde ki “Gott Mit uns” yani “Tanrı bizimle” yazısını sildirmeyip,
hatta bir takım din karşıtı partililer tarafından bunun silinmesi gereken bir Kaiser ve II.Reich batıl
inancı olduğu teklif edilince bu plana karşı çıkması gibi olaylar ve kendi söylemleri ve eserindeki
satır aralarından anladığımız kadarıyla kuvvetli bir tek Tanrı inancı taşımaktadır. Velhasıl
Almanların birleşmesindeki diyalektik sadece ırksal olmamakla birlikte, Hitler’in bu noktada
gizli bir “Caesaropapism” örneği sergileyerek kendini sadece milli değil, aynı zamanda dini bir
lider olarak gördüğünü söylemek gerekir. Elbette Hitler’in bunu ailesinin mensup olduğu
katolikliğin bir getirisi olarak görmemekle birlikte daha sonra irdeleyeceğimiz Pan-Cermanist
inanışlarıyla bir çelişki içermemektedir. Zaten kendisi de bu içselleştirmeleri kendi ağzıyla kabul
edecektir;

“So scheint mir dieses kleine Grenzstädtchen das Symbol einer großen Aufgabe zu sein.”

“İşte doğduğum bu küçük sınır kasabası bana böyle büyük bir görevin semboli gibi görünür.”

Hitler, bu birleşmenin ekonomik olarak zararlı olsa bile gerçekleşmesi gerektiğini


söyleyerek aynı zamanda daha sonra irdeleyeceğimiz anti-materyalist tavrının bir örneğini
vermiş, ve ırkın yanında ruh-şeref-kutsaliyet gibi metafizik olguların materyal objelerden daha
önemli olduğunu düşündüğünü göstermiştir. Daha sonra da göreceğimiz gibi aslında bu iki
mesele Hitler için bir döngü içindedir. Eğer bu metafizik unsurlar yeterince güçlü ve stratejik
tutulamazlarsa ırk güçten düşerek yokolacak, fakat bu başarılabilirse bu materyal objelere ve
güce hükmedecektir. Velhasıl, iki durum birbirini bütünlemek ve bir tekerlek döngüsü içinde
bulunmakla birlikte bu döngüyü başlatmak için Hitler’in metafizik unsurları tetikleyici ve
öncelikli unsur olarak gösterdiği göze çarpmaktadır.

Daha sonra Hitler Almanya’nın biri Hitler’in doğum bölgesine çok yakın ve Alman
Avusturya sınırında ki Württemberg’in Schönau im Schwarzwald kasabasında doğan Albert Leo
Schlageter ve öteki de Schorndorf’da doğan Johannes Palm olmak üzere iki Alman kahramanının
isimlerini vererek ülkenin bu parçasının büyük badireler atlatmış olduğundan bahseder. Bu
örneklerin irdelenmesi iki anlam açısından ehemmiyet taşımaktadır. Birincisi verilen örneklerin
ülkenin güney bölgesi ve Avusturya’nın kuzey bölgesine yakın olması dolayısıyla Hitler bu
bölgeden büyük kahramanlar çıktığını ifade etmek istemektedir. Bunu yapmasının sebebi ise;
Hitler’in Kavgam eserini yazdığı 1924 tarihinde tutuklu olmasından ötürü Hitler’e siyasi
saldırılar artmış, ve bu saldırıların büyük bir kısmı Almanya’lı değil Avusturyalı olan bu kişinin
ülkeden atılması gerektiği diyalektiği üzerinden kurulmaya başlanmıştı. Dolayısıyla Adolf Hitler
bir taş ile iki kuş vurmak isteyerek bu bölgeden hem Alman tarihi adına büyük kahramanlar
çıktığını hem de kendisinin bu bölgeden çıkan kahramanlardan biri olduğunun altını çizmek
istemiştir. İkinci olarak ise bu verilen isimlerin Fransızlara karşı mücadelede idam edilen
Almanlar olması ileride göreceğimiz Fransız nefretinin ilk örnekleridir. Napolyon döneminde
yaşayan Johannes Palm isimli kitap baskıcısı, basım evinde Napolyon’u ağır bir şekilde eleştiren
Deutschland in seiner tiefen Emiedrigung yani Ağır Bir Şekilde Aşağılanan Almanya eserinin
basılmasına izin vermesiyle Napolyon’un hışmına uğramış ve o zaman Fransa’nın uydu evleti
konumunda olan Avusturya-Bavyera cephesince 1806 yılında Hitler’in doğduğu bölge olan
Branau da idam edilmişti (Palm, Napolyon’un yenilgisinden sonra özellikle Almanya’dan
fışkıracak olarak 19. Yüzyıl Romantik-Konservatif akımın doğuşunda ve sembolizmindeki
önemli unsurlardan biridir). Leo Schlageter ise 1923 yılında Freikorps üyesi olarak aynı yıl
Versay’a göre Almanya’nın yeterince ödeme yapmadığı bahanesiyle işgal edilen Ruhr sanayi
bölgesindeki Fransızların ikmal araçlarına sabotaj yaptığı gerekçesiyle idam edilmişti.
(Schlageter’in ölümünden bir gün sonra Martin Bormann tarafından desteklenen Rudolf Höss
Schlageter’i ihbar eden Walther Kadow’u öldürdü. Oyun yazarı ve şair Hanns Johst daha sonra
1933 yılında Schlageter isimli bir oyun yazacaktır. Schlageter daha sonra NSDAP’nin milli
kahramanlarından biri haline getirilecekti (Schlageter için yazılan oyundaki “Wenn ich Kultur
höre … entsichere ich meinen Browning” yani “Kültür adını duyduğumda silahımın emniyetini
gevşetirim” kısımı ise İkinci Dünya Savaşı sonrasında “Kültür adını duyduğumda elimi silahıma
atarım” şeklinde değiştirilerek NSDAP’lileri kültür düşmanı olarak gösterme propogandasına
hizmet edecekti).

İleride daha detaylı örnekler ile açıklanacağı gibi, şehit kahramanların Fransa’ya karşı olan
mücadele tarihinden verilmesi, eserin sonrasındaki en elle tutulur dış düşmanın da Fransızlar
olarak gösterilmesi, Nasyonal Sosyalizmin tarihsel olarak mücadele edilmesi gereken iki
bölgeden biri olarak Fransız topraklarını seçtiğini göstermektedir. Eseri incelemeye devam
ettikçe Hitler’in bu düşmanlığı nasıl kimi yerlerde rasyonel kimi yerlerde ise irrasyonel olarak
mantıksallaştırdığını onun örnekleri üzerinden inceleyeceğiz.

Bu kısımdan sonra Hitler aile yaşantısına gelerek babasından bahseder. Hitler babasının 13
yaşında köyünü cebinde beş parasız nasıl terkettiğini fakat büyük adam olma gayesini devletin
gümrük memuru olarak başardığını anlatır. Hitler’in anlatım tarzından babası ile büyük gurur
duyduğu anlaşılmaktadır, lakin bu babasının memur olmasından ötürü değildir. Babasının beş
parasız bir şekilde maceraya atılabilmesindeki cesareti örnek alacak, daha sonra kendi Viyana
seyahatinde babanın bu sembolünü içselleştirecektir. Küçük Hitler aynı zamanda okula giderken
babasının kütüphanesini karıştırmaktadır. Kütüphane macerası üzerine Hitler şöyle yazar;

“Beim Durchstöbern der väterlichen Bibliothek war ich über verschiedene Bücher militärischen
Inhalts gekommenen, darunter eine Volksausgabe des Deutsch-Französischen Krieges 1870/71.
Es waren zwei Bande einer illustrierten Zeitschrift aus diesen Jahren, die nun meine
Lieblingslektüre wurden. Nicht lange dauerte es, und der grobe Heldenkampf war mir zum
größten inneren Erlebnis geworden. Von nun an schwärmte ich mehr und mehr für alles, was
irgendwie mit Krieg oder doch mit Soldatentum zusammenhing.”

“Babamın arşivini karıştırırken, çeşitli askeri kitaplar elime geçiyordu. Bunların arasında, 1870-
71 Fransız – Alman Savaşı’nın halk için yazılmış bir baskısı vardı. O yılların resimli bir
gazetesinin iki cildi de vardı. Bunlar seve seve okuduğum kitaplar oldu. Çok geçmeden bu
kahramanlıklarla dolu savaş, ahlaki düşüncelerimin tümünü kapsadı. Bu dönemden sonra
askerlik ve savaş üzerine olan herşeyi topluyordum.”

Bu paragrafın ehemmiyeti az once bahsettiğimiz Fransız düşmanlığının çocukluk yıllarına


dayanan kısmıdır. Siebziger Krieg olarak bilinen ve Alman birliğinin yani II.Reich’ın
kurulmasıyla sonuçlanan bu savaşta Almanlar bağımsızlıklarını Fransızlara karşı savaşarak elde
etmişlerdir. Alman İmparatorunun, Versailles sarayında taç giymesi gibi sembolük örnekler ve bu
zamana kadar dağınık bir Almanya’nın süregelmesini devlet politikası olarak benimsemiş
Fransa’nın Bismarck’ın önderliğindeki Prusya tarafından ezilerek III.Napoleon’un esir
alınmasıyla sona ermesi din olgusunu yokeden aydınlanmanın sonrasında gelen modernitenin
devleti bir arada tutmak için inşa ettiği ulus devletin temeli olan “milliyetçilik” olgusunun Alman
ayağının Fransız düşmanlığı üzerine kutulmasına sebep olmuştur. Lakin Osmanlı ve öteki
İmparatorlukların dağılışından tecrübe ettiğimiz üzere, dağılan imparatorlukların yerini alan
küçük ulus devletlerin milli kimliklerinin temelini genelde bağımsızlığını savaşarak kazandıkları
devlet ve millete duydukları organize bir devlet politikası şeklinde tezahür eden nefret
oluşturmaktadır. Adolf Hitler’in ve dolayısıyla Nasyonal Sosyalizmin milliyetçiliğinin
barındırdığı “dış düşmanlar” ayağının, yani Francophobia’nın II.Reich’ın temelinden gelen bir
oluşum olduğunu görüyoruz. Velhasıl Adolf Hitler her ne kadar sonraki söylemlerinde
III.Reich’ın II.Reich’tan arınmış bir iç ve dış politika izleyeceğini ve izlediğini belirtese de, kendi
Francophobia’sı tamamen II.Reich’ın çocukluğunda oluşturduğu temelleri yansıtmaktadır. 70-71
savaşındaki kitapların ise militarizme olan ilgisini körüklediğini itiraf etmesi, hem o zamanın
militarist ruhunun hem de 70-71’in onun ve Nasyonal Sosyalizmin temelinde önemli bir yeri
olduğunun tezahürüdür.

Devam eden satırlarda Hitler babasıyla gelecekteki kariyeri bazında çatışmasını anlatır.
Babası Alois sağlamcıdır. Kendisi gibi oğlunun da memur olmasını istemektedir. Hayatın
zorluklarını ve tehlikelerini bilmekte, oğlunun saçma sapan maceralarla ömrünü çarçur etmesine
karşıdır. Fakat küçük Hitler’in çizim alanında ilgisi ve yeteneği vardır. Ayrıca bütün gün bir
ofiste makine gibi resmi belgeleri imzalama düşüncesi uykularını kaçırmaktadır. Sonunda
cesaretini toplar ve babasına açılır. Baba şok geçirmiştir;

"Maler? Kunstmaler?"

“Ressam mı?”

Hitler babasının tepkisini anlatmaya devam eder;

Kunstmaler, nein, solange ich lebe, "niemals." Da nun aber sein Sohn eben mit verschiedenen
sonstigen Eigen schaften wohl auch die einer ähnlichen Starrheit geerbt haben mochte, so kam
auch eine ähnliche Antwort zurück. Nur natürlich umgekehrt dem Sinne nach. Auf beiden Seiten
blieb es dabei bestehen. Der Vater verließ nicht sein "Niemals" und ich verstärkte mein
"Trotzdem".

“Ressam mı? Hayır. Asla”. Fakat oğlu onun digger meziyetleri ile beraber inatçılığını da almış
olduğu için, cevabım da aynı derecede keskindi. İki taraf da bu halde kaldı. Baba “asla”sından
vazgeçmedi. Ben de “herşeye ragmen”demekten vazgeçmedim.”

Mücadele bir sonuca ulaşmadı. Baba otoritesini uygulama yoluna gidince Hitler okul ile
ilişiğini keserek derslerini çalışmamaya başladı. Ya da bize söylediği bu. Hitler’in o zamanki
notları kendi açıkladığı şekilde Tarih ve Coğrafya hususunda “Pekiyi” iken, ötekiler ise “orta” ve
“zayıf” olarak kalmış. Hitler babasıyla olan münakaşı kendisi gibi mükemmeliyetçi bir kişinin
okulda yeterince başarılı olamadığı değil olmadığına bağlamış olmak isteyebilir. Çünkü kendisini
hapse sokan darbe teşebbüsünün ardından herkes Hitler’in geçmişini didik didik etmiş ve
muhalifleri küçük ya da büyük ellerine geçen herşeyi silah olarak ona çevirmişlerdi. Okul
notlarıda bunlardan biriydi. Lakin maalesef Hitler’in bunu bir bahane olarak mı sunduğu yoksa
gerçekten babasını bu şekilde veto mu ettiğini tam olarak bilemeyiz. Kendisinin” genel
karakterini incelediğimizde kişilik yapısının “uç” noktalarda olduğunu görüyoruz. Dolayısı ile
bağlandığı şeylere tam olarak kendini adar iken, hoşuna gitmeyen şeylerden ise tam olarak uzak
durduğunu hayatında bir çok örnek ile göstermek mümkündür. Bu tarz bir diyalektikten yola
çıkarak Hitler’in her zaman çok sevdiğini itiraf ettiği tarih ve coğrafya gibi derslere kendini
adamışken, ötekilerden pek bir ilgiyle bahsetmediği öteki alanları savsaklamış olması psikolojik
durumuyla temellendirilerek söylemek mümkündür.

Babasıyla girdiği münakaşaya girersek, hem Freudyen hem de realistik bir anlamda
“babanın ölümü” ile sonuçlanmış olması ironiktir. Psikoloji bilim dalının babası Sigmund
Freud’un “Das Unbehagen in Der Kultur” (Türkçe’ye “Uygarlığın Huzursuzluğu” olarak
çevrilmiştir) ve kimi öteki çalışmalarında da irdelemiş olduğu mesele, bireylerin kişilik
bağımsızlıklarını kazanmak için nasıl tarih öncesi ilkel çağlarda çocuklar bir diktatör rolündeki
babalarını öldürüyorlar ise, modern çağlarda ise gelecekleri veyahutta bu tarz kritik bir durumda
babalarının yolundan saparak babalarını sembolik olarak öldürdükleridir. Freud bunu
yapabilenlerin hayatlarına daha özgün ve güçlü bir karakter olarak yollarına devam ettiklerini
söyler iken, yapamayanların ise babalarının karakterlerinin gölgesinde bir yaşam sürdüklerini
ifade eder. Hitler çocukluk yıllarında geleceği konusundaki son derece önemli çatışma ile
babasını öldürmüştür. Lakin işin ironik kısmı, bu tartışmadan bir süre sonra Alois Hitler’in
gerçekten ölmesidir. Hitler’in kendini sorumlu hissedip hissetmediğini tam olarak söylemek zor.
Lakin çok üzgün olmadığını söylemek mümkündür. Engelleri büyük bir nefret ve hırs ile
yıkacağı hayatında babası onun için ilk engel olmuştur. Tanrı’nın onu devirmesiyle bir defa daha
önü açılmıştır ve bunu da talihe bağlayarak 1924 yılında geldiği noktanın ve ileride geleceği
noktanın teolojik bir determinasyonda temellendiğine inanmaktadır. Hitler’in babasına karşı
sevgisi muhtemelen babasının onun için engel teşkil etmesiyle bitmiştir. Lakin o zaman daha
çocuk olmasından ötürü bu işin nefrete vardığını ne ilerideki konuşmalarından ne de Kavgam da
babasından bahsettiği bölümlerde hissedilmez. Ancak şu sözler babasına karşı olan durumunu
keskin bir şekilde ifade etmektedir;

“Es war der Abschluß einer langen, schmerzhaften Krankheit, die von Anfang an wenig Aussicht
auf Genesung ließ. Dennoch traf besonders mich der Schlag entsetzlich. Ich hatte den Vater
verehrt, die Mutter jedoch geliebt.”

“Annem uzun ve acılı bir hastalığa yakalanmıştı. Hastalığının başlangıcından beri iyileşme
umudu yoktu. Annemin ölümü benim için ağır bir darbe oldu. Babama saygı besliyordum; ama
annemi sevmiştim.”

İlerleyen satırlarda Hitler Almanya’da Avusturya’nın bir Alman devleti olduğunun


sanıldığını ve bunun bir hata olduğunu söylüyordu. Hitler haklıdır. Avusturya 52 milyonluk çok
uluslu bir devletti, ve Almanlar bu devletin 4 te 1’in den azını oluşturuyordu. Avusturya-
Macaristan İmparatorluğunun demografik yapısı yapılan çeşitli araştırmalara göre aşağı yukarı şu
şekildedir; Avusturya Almanı: %24, Macar: %20, Çek: %13, Polonyalı: %10, Rutheryan: %8,
Romanyalı: %6, Hırvat: %5, Slovak :%4, Sırp: %4, Slovak: %3, İtalyan: %3. Yani Hitler mensup
olduğu milletin bu çok uluslu yapıda %24’ü oluşturduğunun farkında idi. Fakat daha büyük
problem Avusturya’lı bürokratik-askeri-politik yönetici elitin imparatorlukta ipleri elinden
kaçırmakta olmasıydı. Avusturya’nın bir Alman devleti olduğunun sanılmasının yanlış olduğuna
ifade ederken de kendisi bu noktaya parmak basmıştır. Hitler nüfusa aldırmaksızın eğer yönetici
güç olarak kalsalardı Almanların hala Avusturya’yı “Alman” yaptığına inanabilir ve
düşünebilirdi. Fakat 1867 yılındaki Avusturya-Macaristan Uzlaşması ile Macaristan’ın yarı
bağımsız bir hale gelmesi ve 1880 yılına gelindiğinde imparatorluktaki bütün etnik grupların
dillerinin resmi dil olarak kabul edilmesiyle işler değişmişti. Ayrıca yine 1867 yılında Avusturya
kısmında “İmparatorluktaki bütün ırkların eşit olduğu” Staatsgrundgesetz yani temel devlet
kanunlarından biri olunca Avusturyalı yönetici elitin çöküşü başlamıştı. Hitler bu durumda
Büyük Almanya’nın Avusturya’yı Alman devleti sanmasının Avusturya’daki Almanlara yardım
babında onu müdalehe ettirmeyeceğinden son derece tehlikeli bir hata olarak görmekteydi;

“Ein Unsinn von schwersten Folgen, aber ein doch glänzendes Zeugnis für die zehn Millionen
Deutschen der Ostmark. Von dem ewigen unerbittlichen Kampfe um die deutsche Sprache, um
deutsche Schule und deutsches Wesen hatten nur ganz wenige Deutsche aus dem Reiche eine
Ahnung.”

“Çok tehlikeli sonuçları olacak bir hata; ama aynı zamanda doğu sınır şehirlerindeki on milyon
Alman için muhteşem bir şehadet unsuruydu. Reich’a mensup Almanlardan pek azı Avusturya’da
Alman dilinin, Alman okullarının zaferi için, daha açıkçası, Avsuturya’da Alman olabilmek için
devamlı çalışmak gerektiğini akıllarına getiriyordu.”

Günümüzde ülkemizin yaşadığı sıkıntıyı ve Türkler olarak aynı yol ayrımında olduğumuz
ulus devletin sıkıntısını Hitler’de anlamıştı. Ulus devlet içinde azınlıkları barındırıyorsa en güçlü
ırk tarafından ya o azınlıkları demir bir yumruk altında tutarak asimile etmek veyahutta
yoketmek gerekmektedir. Eğer böyle yapmıyorsanız, o halde ulus devleti tasfiye ederek
azınlıkları özgür bırakmak veyahutta federatif bir hale gelmek zorundasınızdır. Ancak ülkemizin
yaptığı gibi hem ulus devlet iddiasında bulunup hep bir ırkın yöneticiliğini ve hükümranlığını dil
ve kültür olarak dominant kılmamak siyasi bir aptallıktır. Böyle yaptığınız takdirde ulus devletin
içindeki öteki azınlıklar “madem ki üstün olduğunuz iddiasında veyahutta eyleminde değilsiniz, o
halde bizim sizin sahip olduğunuz her türlü hakka sahip olmamızı hiçbir şey engelleyemez”
dedikleri noktada zaten ulus devlet çökecektir. Ancak gayrı organik bir şekilde bu çelişkili ve
anlamsız diyalektikle ulus devlet yaşatılmaya çalışılır ise sonunda o devlet tarihte bir çok örnekte
olduğu gibi yokolacaktır. Bu sebepten Türklerde mantık çerçevesi içinde ya ulus devletteki
yönetici ulus olduklarını gerekirse zorla kabul ettirmek veyahutta ulus devleti tasfiye edip
parçalanmayı kabul etmek zorundadırlar. Hitler’in izahını vermiş olduğu yönetici milletin hayat
alanının tehlikeye girmesi meselesinin bütün tezahürleri ülkemizde görülmektedir.

Hitler Türkiye’nin bugün içinde olduğu sorunun benzerini ve sonuçlarını önceden


kestirdiğini bu kısımda yazmıştır. Lakin tarih kendisini haksız çıkarmayacak Avusturya-
Macaristan ve bu konjonktürde olan bütün devletler ulus devleti, ulus devletin temel hiyerarşik
yapısından vazgeçerek sürdürmeye çalıştıkları için kendi çelişkilerinin üzerine yıkılacaktır
(şahsımın Türkiye Cumhuriyeti’nin yıkılması veyahutta bütün kalması şeklinde bir tavsiyeye
veyahutta sonuca varmadığını, sadece ülkemizin benimsediği çelişkili politik söylemin tarihte her
zaman benzer konjonktürdeki ülkelerde parçalanmaya yol açtığını örneklendirdiğimin altını
çizmek isterim).

İlerleyen satırlarda kendisi daha çocukken bu gerçeği farkettiğinden ötürü Habsburg’lara


karşı büyük bir nefret beslemeye başladıklarını ve imparatorluk kimliği yerine Alman etnik
kimliğini benimseyerek yaşatma savaşı verdiğini izah etmektedir. Hitler Habsburg monarşisine
karşı olan nefretini milli bir temelden içselleştirmiştir. Ona göre Habsburg’ların milli kimlikten
vazgeçerek imparatorluğu bir arada tutmaya çalıştıkları bu söylem imparatorluğu parçalayan
söylemdir. Avusturya’nın bu durumu Hitler için iki önemli sonuca sebebiyet vermiştir. Hitler
imparatorluk içindeki ulusların kanlı bıçaklı olduğu bir dönemde ve pozisyonunu kaybetmekte
olan bir millete ait olarak gençlik ve çocukluğunu geçirdiğinden dolayı öfkeli bir milliyetçilik
içinde biçimlenmiştir. İkinci olarak Hitler’in analizini yaptığı parçalanma gerçekleşince, ulus
devlet ve eşit haklar üzerine olan politik inançları kuvvetlenmiş daha sonra bu inançları ırk ve
işgal altındaki Avrupa’da dış politika bazında uygulamaya sokmuştur.

Birinci bölüm bu noktada sona ermektedir. Özetlememiz gerekirse bu bölüm verdiğimiz


örnekler üzerinden Hitler’in Avusturya ile birleşme takıntısı, kutsal görev ve çağrı, Fransız
nefreti ile hükümran ırkın ulus devlette kendi üstünlüğünü hiçbir zaman elden bırakmaması gibi
Nasyonal Sosyalist ideolojinin pratiğe dökeceği düşüncelerin temellerini çocukluk yıllarına
dayanarak açıklamış olduk. Hitler annesinin ölümünden sonra babası gibi beş parasız Viyana’ya
gidecektir. Viyana yıllarında geçecek ikinci bölüm ise başta ifade ettiğimiz üzere Alman
Nasyonal Sosyalizminin Sosyal Demokrasi, Yahudilik ve Marxçılık nefretinin Hitler tarafından
nasıl temellendiği gibi ideolojik anlamda çok mühim noktalar irdelenecektir.

Selçuk Uygur

You might also like