You are on page 1of 127

W. V.

QUINE
J. S. ULLIAN

BİLGİ AĞI
W. V. QUINE, 1908'de Ohio eyaletinin Akron şehrinde doğdu. Oberlin Üniversite­
si Matematik Bölümü'nden mezun oldu ve iki yıl sonra Harvard'da Felsefe dokto-
nı unvanını aldı. Kendisine Oxford, Lille, Chicago, Washington, Ohio Devlet,
Temple, Akron ve Oberlin üniversiteleri tarafından fahri doktora unvanları ve Co­
lombia Üniversitesi tarafından Butler Alım Madalyası verildi. Britanya Akademisi,
Milli Bilimler Akademisi, Amerikan Felsefe Derneği, Amerikan Sanat ve Bilini Aka­
demisinin üyesidir. Harvard'da Edgar Pierce Profesörü olup 1936 yılından beri ay­
nı üniversitede ders vermiştir. Aynı zamanda Oxford, Tokyo, Sâo Pualo üniversi­
telerinde ve Kollej de France'da misafir profesörlük yapmıştır. Yayınlanmış on dört
kitabı arasında, Word and Object (Kelime ve Nesne), Set Theory and Its Logic (Kü­
meler Teorisi ve Mantığı), Mathematical Logic (Matematiksel Mantık), Methods of
Logic (Mantık Metotları) ve The Roots of Reference (Delaletin Kökleri) vardır.
J. S. ULLİAN, 1930 yılında Ann Arbor'da doğdu. Harvard Üniversitesi Matematik
ve Felsefe bölümlerinden mezun oldu ve felsefe doktorasını Harvard'da yaptı. Lil­
lian, Harvard, Standford, Johns Hopkins, Pennsylvania, Chicago ve California üni­
versitelerinde öğretim üyeliği yaptı. Hâlen, 1965 yılından beri Washington Üniver-
sitesi'nde felsefe profesörü olarak öğretim üyeliği yapmaktadır. Felsefe, mantık ve
bilgisayar bilimiyle ilgili konularda yazdığı pek çok eseri vardır.

kitâbiyât
Batı Düşüncesi / Çağdaş

W. V. Quine, J. S. Ullian
Bilgi Ağı

Özgün adı: The Web of Belief

ISBN 975-6666-14-5

1. Baskı: Ekim 2001

© AVRASYA Yay. Rek. Mat. Eğt. ve Tur. Tic. Ltd. Şti.


Editör: Mehmed Said Hatiboğlu
Yayın Yönetmeni: Ömer Özsoy
Yayına Hazırlayan: A. Hadi Adanalı
Çeviren: A. Hadi Adanalı

Son Okuma: Kasım Gezen


Redaksiyon: Veli Aknar
Dizgi: islâmiyât
Sayfa Düzeni: islâmiyât
Kapak: Nurullah Özbay
Baskı: Özkan Matbaacılık 0 (312) 229 59 74

kitâbiyât
Dr. Mediha Eklem Sokak 41/12 06420 Kızılay ANKARA
tel: 0 (312) 433 24 65 tel&faks: 0 (312) 433 66 68
e-posta: kitabiyat@hotmail.com
BİLGİ AĞI

W. V. QUINE
J. S. ULLIAN

Çeviren
A. Hadi Adanalı

ANKARA 2001
İÇİNDEKİLER

ÇEVİRMENİN ÖNSÖZÜ 7
ÖNSÖZ 9
BİRİNCİ BÖLÜM
GİRİŞ 11
İKİNCİ BÖLÜM
İNANÇ VE İNANCIN DEĞİŞİMİ 17
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
GÖZLEM 25
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
KENDİNDEN-DELİLLİ OLMA 37
BEŞİNCİ BÖLÜM
TANIKLIK 49
ALTINCI BÖLÜM
HİPOTEZ 61
YEDİNCİ BÖLÜM
TÜMEVARIM, KIYAS VE SEZGİ 75
SEKİZİNCİ BÖLÜM
TASDİK ETME VE REDDETME 85
DOKUZUNCU BÖLÜM
AÇIKLAMA 95
ONUNCU BÖLÜM
İKNA ETME VE DEĞERLENDİRME 107
ÖNERİLEN KİTAPLAR 119
SÖZLÜKÇE 121
DİZİN 123
ÇEVİRMENİN ÖNSÖZÜ

elsefi düşüncemizin gelişmesinde çevirilerin rolü inkar edile­


F mez. Ülkemizde son zamanlarda sayılan artan felsefe çevirileri
bir yandan düşünce ufkumuzun genişlemesine, diğer yandan da,
dilimizin felsefi terim ve kavramlarla zenginleşmesine yardımcı ol­
maktadır. Yine son zamanlarda ismini daha sık duymaya başladığı­
mız 'analitik felsefe' çağdaş düşünce dünyasında önemli ve etkili
rol oynayan bir akımdır. Bu akımın kaynağı, konuları ve kaderi
hakkında pek çok görüşler ortaya atıldı ve hâlâ atılmakta. Bazı ya­
zarlara göre analitik felsefenin başlangıcı antik dönemlere kadar
gider ve yine bazılarına göre bu felsefe, artık günümüzde enerjisini
tüketmiş durumdadır. Fakat genel kanaat, bu akımın en erken 19.
yüzyılın sonlannda başladığı, daha çok İngilizce konuşulan ülkeler­
de yaygınlaştığı ve halen dinamizminden hiçbir şey yitirmediğidir.
Elinizdeki kitabın yazarları analitik felsefe ekolüne bağlı olup,
eserlerinde felsefi problemlere analitik bakış açısından yaklaş­
maktadır. Yazarlar ülkemizde fazla tanınmamakla birlikte, özel­
likle W. O. Quine 20. yüzyıl felsefesinin "en büyük filozoflanndan
biri" olarak görülür. Gerçekten de Quine, çalışmaları ile geçen
yüzyılın ikinci yarısında 'anlam' ve 'doğruluk' kavramlarını anali­
tik felsefenin merkezine yerleştirmiştir (Bkz. Karel Lambert, "İn
Memoriam: Willard Van Orman Quine (1908-2000)" Erkenntnis
(2001) 54: 273-276).
Quine'nin eserleri günümüzde naturalizmin en vurgulu görüş­
lerini yansıtır. Quine'a göre felsefe ile doğal bilimler arasında bir
fark yoktur; felsefenin amacı, doğayı yine doğal bilimlerin metod-
larına dayanarak incelemektir. Bilimsel teorileri değerlendirmede
geçerli olan ölçütler felsefi tezleri değerlendirmede de geçerlidir.
Bu naturalist yaklaşım, Quine'i felsefede yaygın bazı tezlerin
temelden reddine götürür. Kant'tan beri genel kabul gören anali-
tik-sentetik ayırımı bu tezlerden biridir. Mantıksal pozitivistlerin
8 Bilgi Ağı

son temsilcilerinden Rudolf Carnap'ın eserlerinde de işlenen ana-


litik-sentetik ayırımına Quine derinden kuşku duyar ve bu kuşku­
sunu "Two Dogmas of Empriasm" ("Tecrübeciliğin İki Dogması")
adlı makalesinde net bir dille ortaya koyar. Frege'nın "Sinn und
Bedeutung" ("Anlam ve Delalet"), Russell'ın "On Denoting" ("De­
lalet Üstüne") adlı makaleleri ile birlikte Quine'nin adı geçen ma­
kalesi "20. yüzyılda dil felsefesinin en etkili üç makalesinden biri"
olarak görülmektedir (Lambert 2001, s. 274).
Elinizdeki eser felsefeye giriş kitabı olmasına rağmen, felsefi li­
teratürde atıfta bulunulan bir çalışmadır. Bununla birlikte, özellik­
le Quine'nin dilinin kolay anlaşılır olduğunu söylemek zordur.
Onun kendine has tarzı ve dikkatle seçilmiş ifadeleri, çevirmenin
işini oldukça zorlaştırmaktadır. Bir mantıkçı olarak Quine, bir dü­
şünceyi mümkün olan en az sayıda kelime ile ifade etmede olduk­
ça maharetlidir. Kitabın da adı olan The Web of Belief ifadesi, Qu-
ine'a has bir metafordur ve onun bilgi teorisini başarlı bir şekilde
^yansıtmakta.
Kitabın Türkçe başlığını, orjinaline sadık kalarak, "İnanç Ağı"
şeklinde çevirmeyi düşündük. Fakat gerek kitabın içeriğinin bilgi
teorisi merkezli olması ve gerekse Türkçede 'inanç' kelimesinin
genelde dinî inancı çağrıştırması sebebiyle, Sait Reçber Bey'in
"Bilgi Ağı" şeklindeki teklifi daha uygun bulduk.
Çeviri yaparken birkaç konuda danıştığım Sayın Cem Tezer
ve Greg Hammond'a, Türkçe metni dikkatle okuyarak ifadenin
geliştirilmesine katkıda bulunan Sayın Ömer Özsoy ve Kasım
Gezen'e, ayrıca Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'ndeki çeviri
derslerime katılarak kitabı Türkçeye kazandırmaya beni teşvik
eden tüm öğrencilerime teşekkürlerimi sunuyorum.

A. Hadi Adanalı
Ankara, Eylül 2001
ÖNSÖZ

u küçük kitap akla uygun inancın incelenmesine kısa bir giriş­


B tir. Felsefenin bilgi teorisi, bilim metodolojisi ve dil felsefesi gi­
bi alt dallarına giriş noktaları açarak, felsefi bir alana ait tutarlı bir
görüşü sunmayı amaçlamaktadır.
Bu kitap üniversiteye yeni giren öğrencilere verilen İngilizce
dersleri için planlanan bir seriye dahil edilmek üzere, on bir yıl
önce kaleme alındı. İlk baskısı 1970 yılında çıktı. Kitabın daha
çok felsefeye giriş derslerinde kullanılması, bizim için sürpriz ol­
du. Bu eğilim ışığında onu tekrar gözden geçirerek, zaman za­
man, öncesinden daha belirgin felsefi bir tonda kendimizi ifade
ettik ve felsefi konuları biraz daha geliştirdik. İlk başta varsayma
cesaretinde bulunduğumuzdan daha fazla, okuyucularımızın fel­
sefi zorluklara karşı hoşgörülü olacağını düşündük. Biz yine de
hangi alan olduğuna bakmaksızın ve felsefe eğitimini gerekli gör­
meyerek genelde lisans öğrencilerini hedefledik. Fakat felsefeye
ilgiyi arttırmaya çalıştık.
Kitap ilk şekline göre biraz daha genişletildi ve yaklaşık yarısı
yeniden kaleme alındı. En merkezî bölüm, "Hipotezler", yeniden
düzenlendi ve pekiştirildi. "Açıklama" üzerine olan bölüm, önce­
sinden daha az yüzeysel bir tez sunmak için neredeyse tamamen
yeniden yazıldı. Daha önce hafif biçimde değinilen bir konu olan
"Değerlendirme" üzerine beş sayfa eklendi. Akıl-dışıcıhğın yakın
zamanda yeniden ortaya çıkmasıyla ateşlenen paragraflar yolları­
nı yeni "Giriş"te ve daha sonra gelen değişik bölümlerde buldular.
Çoğu pasajlar daha açık olması için gözden geçirildi. Bir "Sözlük"
ve "Dizin" eklendi.
Kitabın ilk baskısındaki bazı noktalara yönelttikleri yapıcı
eleştirilerinden dolayı Profesör J. J. Smart ve Profesör Edwin Mar­
tin, Jr'e teşekkür ederiz. Özellikle birinci baskının sayfalannın ço­
ğuna teker teker, yapıcı ve ayrıntılı tenkidini sunan Profesör Do-
10 Bilgi Ağı

uglas Stalker'a da teşekkür borçluyuz. Kitabı derste kullanıyordu;


onun nüfuzlu eleştirileri ve önerileri, dikkate değer pedagojik he­
diyeleri, özveriyi olduğu kadar, sağlam felsefeyi ortaya çıkardı.
Onun belirttiği noktalar doğrultusunda çoğu yer gözden geçirildi.
Oldukça yetkin kesimlerin bu küçük kitabımızı bu kadar ciddiyet
ve saygıyla incelemeye tâbi tutmalarını görmemiz bizi yeni çaba­
lara yönlendirmede eşit derecede önemliydi.
BİRİNCİ BÖLÜM

GİRİŞ

I* birngilizcede science (bilim) sözcüğü, bilgi anlamındaki Latince


kelimeden gelmektedir. Bildiklerimizin çoğu, bilim sayılmaz.
Fakat bu genelde onun düzenlenmesinden çok, konusundan kay­
naklanmaktadır. Çünkü herhangi bir bilgi kümesi, birbirini bütün-
leyen iddialar arasında uygun delil ilişkilerini sergileyecek kadar
düzenliyse, bilimsel olarak görülmeye en azından adaydır. Konu
ne olursa olsun bilimi bilim yapan sistemdir. Sistemi geçerli kılan
da mantığın uygulanmasındaki belirleyiciliktir. Dolayısıyla, bilim
akılcı incelemenin bir ürünüdür.
Bilimsel topluluk özel bir kulüp değildir. İlkesel açıdan ve ke­
limenin en iyi ve en geniş anlamıyla, bilimsel araştırma herkes ta­
rafından hemen hemen her konuda gerçekleştirilebilir. Pratik açı­
dan böyle bir araştırma, sofistike araçların yanı sıra, büyük bir art
alan bilgisini ve geniş çapta işbirliği içindeki ekip araştırmasını
gerektirir; bu, insan bilgisinin günümüzde ulaştığı düzey nedeniy­
ledir. Fakat bilimsel araştırmanın köklerini, verileri kabule açık
olma, akıl yürütme yeteneği ve doğruyu arzulama oluşturur. De­
hanın yardımcı olabileceğini de kabul etmek gerekir.
Elbette aydınlanmayı gerektiren tek disiplin bilim değildir; e-
debiyat ve güzel sanatlar da bizi bilgilendirir. Şiirden veya müzik­
ten nasibini alamayan bir kimse acınacak hâldedir. Çoğu insan,
sanki bilgi beyinde bulunurken beğeni kalpten kaynaklanırmış gi­
bi düşünerek, güzel sanatların bilgiyle pek az bir ilgisi olduğunu
varsayar. Fakat Nelson Goodman gibi bazı yakın dönem yazarla­
rı, bu tür bir beğeninin, yaygın biçimde bilindiğinden daha fazla,
özde bilişsel bir unsura sahip olduğunu ikna edici bir biçimde sa-
12 Bilgi Ağı

vunmuştur. 'Bilişsel'in (cognitif) bilgi edinme veya bilgiye varma


anlamında Latince bir kelimeden geldiğini hemen belirtelim.
Fakat aydınlığa karşı karanlığın durduğu gibi, bilim ve aklın
da düşmanları vardır. Bâtıl inançlar ve büyüye inanma, insanın
kendisi kadar eskidir; olguların katılığını ve onları kontrol etme­
deki sınırlarımızı kabul etmek oldukça güçtür. Buna, tüm kurum­
lara veya kurumlaşmış fikir olarak görünen her şeye güvensizli­
ğin yaygın olduğu bir dönemde yaşadığımız fikri de eklenirse, a-
kıl-karşıtı tavırların ve doktrinlerin bu kadar destek görmesine
hayret etmemek gerekir. Yine de akıl-karşıtı dönüşü neyin des­
teklediğini, ona karşı olma arzumuzu yitirmeden anlayabiliriz.
Yakın zamanlarda basılmış Sürekli Eğitim* kataloglarından biri,
"Felsefe" başlığı altında bir ders tarifi sunmaktadır. Bu tarif karan­
lık görüşü zifiri karanlıkta şöyle betimlemekte: "Bilimin çocukları
bizler kültürel kalıplarımızın temelini mantığa, bilişsel ve doğrula­
nabilir olana dayandırdık. Fakat günümüz araştırma ve inceleme­
lerinde şu fikir karşı konulamaz biçimde giderek yerleşmektedir:
Bizim bilişsel yetimizin nüfuz edemediğifc>aşkatür bilgiler, mantı­
ğımızın sınırlarının ötesinde farklı bilme yollan vardır ve bunlar
ciddi dikkate layıktır." Bir kere "bilişsel yetimizin nüfuz edemedi­
ği bilgi" tek kelimeyle tutarsızdır ve ifadeye biraz dikkat, bunu
ortaya çıkarır. Dahası, nüfuz eden her şey altın değildir. Kim bilir
kaç öğrenci bu derse kaydoldu.
Her şey duru bir zihinle öğrenmeyi arzulamaktan ibaret sanıl­
mamak; aynı zamanda eğlence ve oyuna da yer verilmelidir. Fa­
kat sınırların nerede olduğu ortaya konmalıdır. Bir kimse ouija
tablosu" ile oynayarak bir ölçüde eğlenebilir, fakat eğer bu kim­
se tablonun keşifte güvenilir bir yol olduğu inancına kapılırsa, o
zaman hedef saptırılmıştır. Akıl-karşıtı doktrinlerin mümkün top­
lumsal faydalarına değinmeyeceğiz; bizim gözümüzde, ulaşılabilir
gerçeklikten kaybımız daha büyüktür; tabii eğer bu gerçeklik ar­
zulanıyorsa... Önümüzdeki bölümlerde doğru inançları elde etme
ve elde tutmanın yollarıyla ilgileneceğiz, bu inançlar ister hoşa
gitsin ister acı versin.
Akıl-karşıtı doktrinleri doğrudan belirleme oldukça kolaydır;
daha zor olan, hangi doktrinlerin bilim maskaralığından ibaret ol-

* Üniversitelerde özel öğrencilere veya genel halka yönelik verilen dersler (Çev.).
*• Alfabe ve diğer işaretleri içeren, ruhani veya telepatik mesajlara ulaşmak ama­
cıyla kullanılan bir çeşit oyun tahtası (Çev.).
Giriş 13

duğunu görebilmektir. Son dönem maskaralıklarının sayısında bir


artış vardır; fakat en meşhurlarından, yıldız falı ve hurufat (nüme-
rolofi), antik dönemden beri bizimle beraberdir. Fakat şimdi, or-
gon kabinleri* ve sihirli çubuklarla dolup taşan bir dükkanı daha
da zenginleştirmek için getirilen biyoritimler ve engramlar** sah­
tekârlığa verilebilecek örneklerden sadece birkaçıdır. Her bir ay­
rıntılı doktrine gönülden bağlı taraftarlar vardır veya olmuştur.
Eğer doktrinler bu kadar yanlışsa, bu nasıl oluyor?
Ana nedenler oldukça açıktır. İlk olarak, bilimin büyük bir kıs­
mı, onun pratiğine çoğumuzun ulaşamayacağı kadar karmaşık bir
hâle geldi. Katı cisimleri araştıran bir fizikçi veya nükleer biyolog
olmak için yıllarca eğitilmek gerekmektedir; tıp veya deneysel psi­
koloji için gereken zaman daha az değildir. Sanki onlar farklı bir
dil konuşmaktadırlar. Fakat konuyla daha yakından ilgili olarak,
bütün iddia edilen uzmanlığa ve şöhrete nazaran onlann da cevap
veremedikleri bazı temel sorular vardır; doğrudan hayati konular­
dan olan hastalık ve duygusal düzensizlik gibi. Bu konular üzerin­
deki cehalet ürkütücü olabilir. Genellikle korkudan kurtulma ümidi
sunan her yola, doğruluğu incelenmeksizin derhâl başvurulur.
Böylece, bilimin şimdiye kadar cevapsız bıraktığı ihtiyaçları
karşıladığı iddiasıyla tarikatlar ortaya çıkar ve bu tarikatlar safla­
rında yeni adaylara yer açarlar. Bazı tarikatlar bir hayli zararsız
olabilir; fakat yanlış bir doktrinin propagandası yapıldığında bir
zarar söz konusudur. Bu gibi doktrinlerin çoğu, bir bakıma bilim
kisvesine bürünmüştür. Kurumlaşmış bilime güvensizlik duyulsa
da, 'bilim' hâlâ pek çok insanın en üstün kabul ettiği bir kelime­
dir. Dolayısıyla, biz bu teorilerin çoğunu, gerçek bilimden gelişi­
güzel istifade ettiğini görmekteyiz ve daha çoğunu da, acemilerin
kulağına doğru gibi gelen, gerçek bilime ait terimleri kullanır bir
hâlde bulmaktayız. Sahte doktrinlerin çoğu, gerçekte anlaşılabilir
değildir; onlann içerikleri ortaya konup yakından incelendiğinde,
basitçe yok olurlar. Fakat gerçek bilimin büyük bir kısmını çoğu­
muzun anlayamadığı göz önüne alındığında, bu anlaştlamazlık,
yanlışlıkla hakikatin işareti olarak algılanabilir. Maalesef, o hür­
met bile ilham edebilir.

• Özel olarak hazırlanmış bir kahinde oturarak insan vücudu tararından kullanıma
hazır hâle geldiğine inanılan, tabiatta olduğu varsayılan hayat enerjisi (Çev.).
** Hafızanın kalıcılığını açıkladığı varsayılan nöra! dokudaki değişiklik zannı (Çev).
14 Bilgi Ağı

Bilimsel kurumlara karşı hücumlar bu tür doktrinlere sık sık


eşlik eder. Bununla birlikte, gelişmeyi önleyen çıkar çevreleri de
vardır; dolayısıyla, bu tür hücumlar bam teline basabilir. Fakat bu
suçlamaların ne kadar ileri götürüleceği hususunda bir sınır yok
gibidir. Yakınlarda n'nin (pi sayısı) bir kesir olarak ifade edilebi­
lirliğini 'kanıtlayan' bir kitapçık ortalıktaydı. Onun iddiasına göre,
bilimsel aristokrasinin bu sonucu gizlemeye çalışmasının birtakım
amaçları vardı; fakat şimdi, az bir fiyat karşılığı, gerçek ortadaydı.
Saldırıya uğrayan matematiksel bir doğru olduğunda, konuyu
kesin olarak çözüme ulaştırma yolu muhtemeldir; dolayısıyla, ne
mutlu ki, n için de durum böyledir. Fakat, pek çok doktrin için şu
argüman kalkan olarak kullanılır: (Bilimsel kurumların takipçisine
işaret ederek) sen bunun yanlışlığını kanıtlayamazsın! Doğruyu
söylemek gerekirse, inanılırlığın sınırında veya ötesinde bulunan
bu teorilerin çoğunun yanlış oldukları kesin olarak gösterilemez.
Gerçekten de bu teorilerin pek çoğu, onları hangi kanıtın çürüttü­
ğünü bilmeyi zorlaştıracak kadar sisli terimlerle ifade edilmiştir.
Burada inananın saflığı onun bir devi-öldürme içgüdüsüne karışa­
bilir. O kimse bu inancın_jamamen yıkılamayacağı olgusunu,
inancı kucaklamak için ek sebep olarak görür; bütün büyük bilim
adamlarının kendisini alt edemeyeceğini görmekten haz alabilir.
Bu, güç sahiplerine karşı bir çeşit zafer olarak görülür.
İyi veya kötü, çoğu teori, mutlak kanıtlama veya çürütme ka­
bul etmez; bunun niye böyle olduğunun bazı nedenlerini biraz­
dan vurgulayacağız. Maalesef, bundan hiç yoktan kazanç sağla­
yan sadece sahte bilim değildir. Birkaç yıl önce, önde gelen gaze­
telerde, sigara üreticilerinin sayfa boyu reklamları vardı. Üreticiler
bu reklamlarda sigara içmeyle akciğer kanseri arasında hiçbir se-
beplilik bağının olmadığını tarafsız araştırmacıların ispatlayacağı­
nı gururla ilan ediyorlardı. Aslında aradaki bağı destekler mahi­
yette yığınla delil vardı ve bu şekilde kabul edilmeliydi. Fakat, bu
reklamı verenler, sebeplilik bağının varlığının kesinkes gösterile­
meyeceği fikrine sarılarak, yersiz bir şüpheyi, karşıt iddiaya gü­
ven ilanına dönüştürüyorlardı. Dahası, ilanlarıyla doğru bilimin
gerçek tavrını saptırıyorlardı; gerçek bilim nerede olursa olsun,
kâr getiren bir endüstriyi desteklemek yerine, doğruyu hedefler.
Düşünce silsilemiz bizi özgüvenin bazı işaretlerini ortaya çı­
kartmaya sevk eder. Biz sadece bazı çıkar çevrelerine işaret ettik!
Bazen bunun doğru olduğunu itiraf etmek durumundayız. Zaman
Giriş 15
zaman, amaçları ne olursa olsun, önde gelen bilim adamlarının bi­
le baştan sona hatalı oldukları ortaya çıkıyor. Diğer yerlerde oldu­
ğu gibi, bilimde de en sağlam yöntemlerin kullanılması, muhtemel
bir teorinin doğru çıkacağı güvencesini vermez. Fakat bu, ters bir
yöntemin, en bayağı amaçlar taşısa bile, hiçbir zaman doğruya ula­
şamayacağı anlamına da gelmez. Yine de çok az muhtemeldir.
İlerideki bölümlerde akla uygun inancı akıl-karşıtı olanların­
dan ayırt etmede kullanılan ölçütlerin çoğunu sıralayacağız. Fa­
kat ölçütler her zaman hatasız sayılmazlar; hatta çoğu zaman bir­
likte tek bir yöne bile işaret etmezler. Hipotezleri değerlendirme­
de kullanılan erdemleri işlerken, onların, çeşitli hususları göz
önünde bulundurmak için, inanç adaylarına birden fazla açıdan
bakmamızı istediklerini göreceğiz. Hayatta olduğu gibi, bilimde
de kararlar zor olabilir. Sorumluluk gerektiren inanç için, basit
bir mihenk taşı yoktur.
İKİNCİ BÖLÜM
İNANÇ VE İNANCIN DEĞİŞİMİ

ilinci yerinde bir bireyin inanç repertuvarı neredeyse her ân


B değişir. Bir kuşun basit cıvıltısı veya geçmekte olan bir moto­
run patırtısı, öylece algılandıklarında, dolup boşalmakta olan de­
pomuza bir inanç ekler. Bunlar önemsiz inançlardır; çabucak el­
de edilir, aynı çabuklukta terk edilir, kalabalıklaşır ve unutulurlar.
Diğer inançlar kalıcıdır: Hannibal'in Alpler'i geçtiği, Neptün'ün bir
gezegen olduğu inançlan gibi. Bazı inançlar sadece sıkışıklıktan
veya unutulmaktan değil, diğer inançlarla, muhtemelen kolay ina-
nılabilen yeni inançlarla çatıştığından bırakılır. Bizi inancın temel­
lerini değerlendirmeye yönelten, bu çatışmaları çözüme kavuştur­
ma ihtiyacıdır ve bu yüzden önümüzdeki sayfalarda daha çok bu
tür düşüncelere eğileceğiz.
İlk olarak, inandığımızda neler yaptığımızla başlayalım. Tam
olarak ne yapıyoruz? Aslında hiçbir şey. İnançlann artıp eksilme-
sindeki tüm hareketliliğe rağmen, inanma bir davranış değildir.
Vezin bulma veya bölme işlemi gibi değildir. Bir şiirin veznini hız­
lıca veya yavaşça bulabiliriz. Bir bölmeyi hızlıca veya yavaşça ya­
pabiliriz. Bir inanca ulaşmada veya bir inancı terk etmede hızlı
veya yavaş olabiliriz. Fakat inanmanın kendisi hiçbir şekilde hızlı
veya yavaş olamaz; bitirilmesi gereken bir iş değildir. Sevinç, ke­
der veya hayret gibi âni bir his veya ruh hâli de değildir. Var oldu­
ğu müddetçe bizim hissettiğimiz bir şey de değildir. Bütün bunlar­
dan çok, inanma ağır gelişen ve gözlemlenmeyen bir yatkınlıktır.
Uygun ortam belirdiğinde belirli biçimlerde karşılık verebilme yat­
kınlığıdır. Hannibal'in Alpler'i geçtiğine inanmak, diğer hususların
yanı sıra, sorulduğunda 'evet' demeye hazır bulunmadır. Donmuş
yiyeceklerin buzunun masanın üzerinde çözüleceğine inanmak,
diğer hususların yanı sıra, buzlarının çözülmesi istendiğinde bu
tür yiyecekleri masanın üzerine bırakmaya hazır olmaktır.
18 Bilgi Ağı

Bir inancı aşılamak, bir aküyü doldurmak gibidir. O ândan iti­


baren, uygun biçimde yaklaşıldığında, dolu olduğu sürece, akü
bir kıvılcım vermeye veya hafifçe sarsmaya hazırdır; benzer bi­
çimde, inanan kimse, inanç devam ettiği sürece, uygun bir ortam­
da, belirli biçimlerde karşılık vermeye yatkındır. İnanç, aküyü
doldurma gibi, uzun veya kısa sürebilir. İnançlardan bazılarını,
mesela Hannibal hakkındaki inançları, belki de yaşadığımız süre­
ce tutacağız. Mahallemizdeki ayakkabı tamircisinin güvenilirliği
gibi bazı inançları, zıt bir delille karşılaştığımızda, ertesi gün terk
edebiliriz. Yakındaki bir kuşun cıvıltısı gibi inançlar ise, önem­
senmediğinden hemen yok olup giderler. Ayakkabı tamircisine
güvenme ertesi gün zıt bir inanca yerini bırakabilir, kuşla ilgili
inanç ise hemen unutulmuştur. Her iki durumda da yatkınlık orta­
dan farklı biçimlerde kalkmıştır.
Gramer açısından "inanıyor" fiili, 'tekmeliyor' veya 'biniyor' gi­
bi geçişlidir. "O, onu tekmeliyor.", "O, ona biniyor." dediğimiz gi­
bi "O, ona inanıyor." deriz. Bu durum inancın bir faaliyete benze­
diğini düşündürse de, onun böyle olmadığını gördük. Fakat bu yi­
ne de inancın nesnelerinin doğası hakkında felsefi bir soruyu or­
taya çıkarır. Tekmelenen nesne, bir top veya eşek olabilir; binilen
şey, bir araba veya eşek olabilir; fakat ne tür bir nesneye inanılır?
Tabii, hislerle algılanamayan bir şeye; yan cümleye, 'ki' kelimesini
ekleyerek adlandırdığımız şeye. Biz inanıyoruz ki, Hannibal Alp-
ler'i geçti. Biz inanıyoruz ki, Neptün bir gezegendir. Hannibal'in
Alpler'i geçtiğine inanma nasıl bir şeydir? Onun sadece cümle ol­
duğunu söylemek hatalı gibi görünüyor. Yabancı kimselerin, İngi­
lizce cümleleri anlamasalar bile, yine de, Hannibal'in Alpler'i geç­
tiği inancını paylaştıkları söylenebilir. Yatkınlığın derecesine da­
yalı olarak, aptal bir hayvana bir inancı atfetmekten hoşlanırız.
Aynı şekilde garajdaki arabanın çıkardığı sese kuyruğunu sallayan
köpeğe de. Bazen cümle tek olduğunda iki inancı ayırt etmek de
isteriz; mesela, "Ben Napolyon'um" cümlesi farklı hastalar tarafın­
dan söylendiğinde Napolyon hakkında farklı inançlar ifade eder.
Dolayısıyla, şu sonuca varılır: İnanılan şeyler, cümlelerin kendisi
değildir. O hâlde nedir onlar?
Bu konu diğer çeşitli felsefi sorular gibi doğrudan değil de do­
laylı olarak ele alınabilir. Kişilerle inanılan şeylerin biçimi arasın­
da ilgi kurarak, yalın hâldeki "inanıyor" fiili hakkında endişelen­
mek yerine, kişilerle doğrudan cümleler arasında ilgi kurarak,
"doğru olduğuna inanıyor" ifadesine dönebiliriz. İnanılan şeylerin
İnanç ve inancın Değişimi 19

cümleler olduğunu iddia etmeksizin bunu yapabiliriz; bu iddiayı


ve arkasındaki felsefi soruyu öylece bırakırız. Çünkü en sonunda,
İngilizce konuşan birinin neye inandığına dair merakımız, o kim­
senin hangi cümlelerin doğru olduğuna inandığını bulmakla, ta­
mamen tatmin edilecektir.
Bir kimse bir cümlenin doğru olduğuna inanıyor, derken ölçü­
tümüz nedir? Pek çok amaç için ölçüt açıktır: O, sorulduğunda
cümleyi onaylar. O kimsenin dilimizi anlamadığı veya bizi aldat­
mayı tercih ettiği durumlarda, bu ölçüt başarısız kalacaktır. Aynı
şekilde, bu ölçüt anlaşılamayan bir inanç veya inançsızlığı açıkla­
mak isteyen bir psikiyatrın amaçları için yeterli değildir. Fakat bu
bizim için yeterli bir ölçüttür.
Tam olarak söylemek gerekirse, "doğru olduğuna inanıyor"
[açıklaması,] kişileri cümlelere değil; fakat cümlelerin tek tek ifade
edilme eylemine bağladığı düşünülmelidir. Çünkü, "Ben Napol-
yon'um" veya "Kapı açık" örneklerindeki gibi, bir cümlenin söy­
lenmesi doğru, diğerininki yanlış olabilir. Fakat genelde, sadece
alıntı yaparak bir cümleyi belirlemek, tek tek ifade eylemini belir­
lemekten daha kolaydır. O hâlde, karışıklık olmadığı müddetçe,
cümleler hakkında doğru veya doğru olduğuna inanılan diye ko­
nuşmaya devam edebiliriz.
Bu yüzden, karışıklığın olmadığı yerlerde, bireyin neyin doğru
olduğuna inandığı yerine, eski bir yol da olsa, onun neye inandığı
hakkında konuşmaya devam etmek daha uygun ve doğal olacak­
tır. Fakat, inancın nesnelerinin ne olduğuna yönelik felsefi bir so­
ruyla üzerimize gelindiğinde, cümlelerin doğru olduğuna inanma­
yı ve en nihayet, ifade edilenin doğru olduğuna inanmayı belirten
daha açık bir deyime memnuniyetle geri dönebiliriz.
İnanmama ile inançsızlık arasında, yani bir cümlenin yanlış ol­
duğuna inanmakla, sadece doğru olduğuna inanmamak arasında
önemli bir ayırım vardır. İnanmama bir inanma durumudur; bir
cümlenin yanlış olduğuna inanma, o cümlenin değilinin doğru ol­
duğuna inanmaktır. Hayaletlerin olduğuna inanmıyoruz; biz onla­
rın olmadığına inanıyoruz. İnançsızlık, kararı askıya alma durumu­
dur; cümlenin ne doğru ne de yanlış olduğuna inanmaktır. Bos­
ton'da Paul Smith'lerin sayısının çift olmasına yönelik tavrımız böy­
ledir. Bu, yine de cümlenin ne doğru ne de yanlış olduğuna inanma
kadar tartışmalı değildir; tam tersine, sadece bir fikrin yokluğudur.
Bu konuda İngilizcedeki kullanımlar yanıltıcıdır: Daha zayıf
olan "ben öyle olduğuna inanmıyorum"u daha güçlü olan "olma­
dığına inanıyorum" anlamında, kısmen karışıklığa sebep olacak
20 Bilgi Ağı

şekilde kullanırız. Fakat rastgele bir cümleyi ele aldığımızda, ke­


sin olan, inanç ve inanmamanın inançsızlıktan daha az yaygın ol­
duğudur. Boston'da Paul Smith'lerin sayısı çift midir? İşçi Bayra-
mı'nda Pontiac'da yağmur yağacak mıdır? İngilizcenin yapısı yü­
zünden "Bilmiyorum" diye cevap veririz, çünkü "Öyle olduğuna
inanmıyorum" demek yanıltıcı olurdu. Fakat sadece, herhangi bir
inanca sahip olmama durumundayız.
"Bilmiyorum"a kaçış, deyimin yanıltıcılığını arttırmaktadır; çün­
kü bilme bir çeşit özel inanmadır; bilmeden inanabilirsiniz. Bir şe­
ye inanma onu bilme sayılmaz; meğer ki inanılan, gerçekten doğ­
ru olsun. Emily yıllardır sağlam ve çok sayıda delile sahip oldu­
ğundan, isminin 'Emily' olduğunu bilir. Şimdi delilleri hatırlamasa
bile, Emily'yi bunu biliyor olarak kabul etmeliyiz. Belediye başka­
nı yolsuzluk yapmış olsa da, Emily onun yolsuzluk yaptığına sa­
dece inanabilir ve bunu bilmeyebilir; çünkü Emily'nin elinde yal­
nız rakip adayın imaları vardır.
'Bilgi' ve 'doğru' kelimeleri, özellikle derinlik iddiasında olan
bazı aykırı kullanımlarda, mistik bir havaya bürünür. Her ikisini
de gizemli gibi göstermeye gerek yoktur. Doğruluk, cümlelerin
bir özelliğidir; doğru olarak tasdik edilen her şey, eşit olarak bu
özelliği paylaşır. Bilgi ise, en açık anlamıyla, inançlarımızı sağlam
olarak temellendirdiğimizde sahip olduğumuz doğrulardır. Arzu
edilen bir şey olarak bilgi, bazı açılardan iyi bir golf sonucu gibi­
dir: Her biri temelde bir diğerinin meyvesidir ve hiçbirine doğru­
dan sihirli bir yol yoktur. Golfçülüğümüzü geliştirmek için, çeşitli
vuruşları mükemmelleştirmeye çalışırsınız; bilgi için delil topla­
maya, elemeye ve akıl yürütme yeteneklerinizi keskinleştirmeye
çalışırsınız. En çok da, inançlannızın toplamının kapsayıcılığına
ve tutarlılığına önem vermelisiniz. Bu durumda bilgi, puanı eksil­
tilmiş golf sonucundan daha emniyette değildir; fakat daha iyi bir
yol da yoktur. Belki de felsefeciler, bilgi üzerine bu kadar çok ve
inanç üzerine bu kadar az odaklaşarak işimizi zorlaştırdılar.
İngilizcedeki diğer bir düzensizlik, 'bilme'nin, 'inanma'nın vur­
gulu bir şekli olarak abartıyla kullanılmasıdır. Omuz bükerek
"Kasırganın bizi vuracağını biliyorum" demek, sade bir şekilde
"Kasırganın bizi vuracağına inanıyorum" demekten daha az kana­
at taşır. Bilgi takdire şayan bir hedeftir; ne yaptığımızın farkında
olduğumuz sürece de düşünme takdire layıktır. Bu iki uç arasında
tüm inançlarımızın dalgalanan tayfı boydan boya uzanmaktadır.
Kişinin zengin fikirli olabilmesi için, herhangi bir şeyin delilini
değerlendirmiş olmasına ihtiyaç yoktur. Tam tersi. Maalesef, ba-
İnanç ve İnancın Değişimi 21

zen insanlar, birbirleriyle çelişen cümleleri tasdik etmeye bile ko­


yuluyorlar. Bu, tutarsızlığın her zaman açık olarak görünmeme-
sindendir. Birbirleriyle çeliştiğini gördüğümüzde, bir grup cümle­
nin tamamının aynı ânda doğru olduğuna artık inanamayız; çünkü
çelişki, cümlelerden birinin yanlış olmasını gerektirir. İnançlarımız
arasında bir çelişki yakaladığımızda, birbirini yanlışlayan inanç­
lardan birini veya diğerini söküp atmak için delillerimizi toplaya­
rak değerlendirmek bize kalmıştır.
Delillerimizi değerlendirirken inançlarımız arasında bize sık
olarak yol gösteren üst düzey inançlar -inançlar hakkında inanç­
lar- vardır. Mesela, saygın ansiklopedi ve almanaklardan* öğreni­
len bilgilerin, televizyon reklamlarından elde edilenlere göre daha
güvenilir olduğunu hepimiz kabul ederiz. Dahası, gördüğümüzü
zannettiğimiz nesnelerin genellikle görüldükleri yerlerde olduğu
konusunda aynı fikirdeyizdir.
İnancın delili, onun sebeplerinden ayırt edilmelidir; çünkü
inancın bazı sebepleri delil sayılabilir, fakat bazıları sayılamaz.
Bir inancın sebebi, yetkili olmayan herhangi biri tarafından so­
rumsuzca söylenmiş bir söz olabilir. Sebep, başka birinin kelime­
lerini yanlış anlamamız veya fikirlerin bilinçaltında ilişkilendiril-
mesi bile olabilir. İnancın etkinliği, onun doğru olmasına yönelik
arzu nedeniyle, geniş bir alana yayılabilir. Sebep, farkına varılma­
mış veya unutulmuş olabilir; fakat inanç oradadır ve şans eseri
doğru bile olabilir. Daha sonraki bir durumda onu savunmak için
delil toplayabiliriz.
Kendiliğinden oluşan sezgilerimiz belki de farkına varılmamış
uyarılardan kaynaklanabilir. Çoğu durumda bir inancın unutul­
muş veya farkına varılmamış sebebi, kendisi açısından oldukça
iyi bir delil oluşturabilir. Bu sebebi tekrar ortaya çıkarmaya gücü­
müzün yetmemesi nedeniyle, daha sonra aynı inancı savunmak
için taze deliller aramak zorunda kalabiliriz. Gece duyulan sesler,
şuurlu olarak algılanmasa bile, arkadaşımızın eğlenceden geri
döndüğüne inanmamıza sebep olabilir. Sesler sadece bizim inan­
cımıza sebep olmakla kalmaz, aynı zamanda kabul edilebilir bir
delildir; yine de gösterebileceğimiz ilk delil, ancak spor arabasını
garajda gördüğümüzde ortaya çıkabilir.
Sebepleri fark edilmemiş inanç, diğer kimseler tarafından eleşti-
rilmedikçe ve bizi hakkında düşünmeye yönlendirecek bir çelişki
doğurmadıkça, delile ihtiyaç duyulmadan kabul edilir. Zamanın sı-

' Almanak, her yıl çıkarılan ve içinde önemli bilgileri içeren başvuru kitabıdır (Çev).
22 Bilgi Ağı

nırlı olması nedeniyle, bu çoğunlukla mantıklı bir davranıştır. Fakat


sebebin genelde delilden tamamen farklı bir şey olduğunu akılda
tutmak önemlidir. Delili açıkça sınamanın yolu şudur: İnancın doğ­
ru olmasına yönelik bütün arzular bir kenara bırakıldığında, delilin,
inancı hâlâ desteklediği kabul edilebilir mi? Sebebi açıkça sebep
olarak ve delili açıkça delil olarak gördüğümüz sürece, bir inancı­
mızın delilinin araştınlması ve ayıklanması zamanının geldiğini be­
lirten her şeye karşı uyanık dururuz. Aynı zamanda, delille hiçbir il­
gisi olmayan bazı inançların sebeplerine, mesela bir reklam müzi­
ğinin etkileyiciliğine kendimizi daha az kaptırırız.
Bir inancın sebepleri o inancı destekleyen delili her zaman na­
sıl yansıtmazsa, aynı şekilde bir inancın yoğunluğu da onu des­
tekleyen delili her zaman yansıtmaz. Sıkıca sarıldığımız bir inanç
için çok az, fakat zihnimizde henüz belirmemiş bir inanç için pek
çok desteğe sahip olabiliriz. Sevimli yaşlı bir bayan, iyi kalplili­
ğinden dolayı kurnaz aile avukatının güvenilirliğine olan içten
inancını sürdürebilir; fakat bir parça düşünebilse, azıcık mirasının
bile avukatı tarafından merhametsizce çalındığının açık deliline
sahip olabilir. İnançlarımızda akla uyduğumuz sürece, inancın yo­
ğunluğu, mevcut delilin kesinliğine karşılık gelme eğilimindedir.
Akla uyduğumuz sürece, ona bir delil bulma çabamız boşa çıktı­
ğında o inancı bırakırız.
Bir inancı değerlendirirken birkaç inancı birden değerlendir­
mek en iyisidir. Oldukça usta bir tamirci, parçalan tek tek göz
önüne alarak ve her birini diğerlerinden tamamen ayrı bir biçimde
inceleyerek arabanın motoru hakkında bir şeyler söyleyebilir. Fa­
kat motoru tüm parçalarıyla birlikte bir bütün olarak işler hâlde
görmek, ustanın işine daha çok yarayacaktır. Aynı şey inandıkları­
mız için de geçerlidir. İnançlanmız tek bir vücut hâlinde görüldü­
ğünde, aday inançlar kabul veya reddedilir; bir adayın tek başına
liyakati daha az belirleyici olma eğilimindedir. Bunun niye böyle
olması gerektiğini görmek için, inançları sorgulamaya has bir du­
rumu hatırlayalım. Bu, kabul edilmek üzere olan yeni bir inancın
mevcut inançlarımızın bütünüyle bir şekilde çelişmesidir. Bir küme
inanç tutarsız ise, en azından inançlardan biri yanlış kabul edile­
rek reddedilmelidir; fakat hangisinin reddedileceğine dair soru ce­
vaplanmamış olabilir. Çelişen inançlardan en az desteğe sahip ola­
nını reddetme düşüncesiyle delil gözden geçirilmelidir. Fakat ne
kadar zayıf olsa da, bu inanç bile, onu destekleyen bir delile sahip
olacaktır; dolayısıyla, reddederken, onu desteklemeye yardımcı ol­
muş diğer zayıf inançları da reddetmek zorunda kalabiliriz. Böyle­
ce, delil zayıfladıkça, gözden geçirme aşağılara doğru ilerleyebilir.
İnanç ve İnancın Değişimi 23

Abbott, Babbitt ve Cabot'un bir cinayet davasındaki zanlılar


olduğunu varsayalım. Abbott'un Albany'de güvenilir bir otelin ka­
yıtlarında olduğuna dair bir delili var. Babbitt'in de delili var; çün­
kü kaynı, cinayet anında Babbitt'in Brooklyn'de kendisini ziyaret
ettiğine tanıklık etmektedir. Cabot da bir delili olduğunu öne sür­
mektedir. O, Catskills'de kayak turnuvasını izlemekte olduğunu
iddia ediyor,, fakat bu konuda elimizde sadece onun sözleri var.
Dolayısıyla, şunlara inanıyoruz:
(1) Abbott cinayeti işlemedi,
(2) Babbitt işlemedi,
(3) Ya Abbott veya Babbitt veya Cabot işledi.
Fakat şimdi de, Cabot durumunu bir delille belgelendirmekte­
dir; o, şans eseri kayak toplantısında seyirciler kısmında bir tele­
vizyon kamerası tarafından görüntülenmiştir. Böylece, yeni bir
inancı kabul etmek zorunda kaldık:
(4) Cabot işlemedi.
(l)'den (4)'e kadar olan inançlarımız tutarsızdır; o hâlde, red­
detmek amacıyla birini seçmeliyiz. Hangisinin delili en zayıftır?
(l)'in otel kayıtlarındaki temeli sağlamdır, çünkü o güvenilir eski
bir oteldir. (2)'nin temeli kısmen zayıftır, çünkü Babbitt'in kaynı
yalan söylüyor olabilir. (3)'ün temelinde iki husus söz konusudur:
Hiçbir hırsızlık belirtisi yoktur ve hırsızlık dışında sadece Abbott,
Babbitt ve Cabot cinayetten yarar sağlayacak durumdadır. Hırsız­
lığın dışta tutulması kesin gözüküyor, fakat diğer durum için aynı
şey söz konusu değil; cinayetten kâr sağlayan dördüncü bir kimse
olabilir. (4)'ün, nihayet, temeli sağlamdır: Televizyon delili. O hâl­
de, (2) ve (3) zayıf noktalardır, (l)'den (4)'e kadar olan tutarsızlı­
ğı çözmek için, ya Babbitt'i suçlu bularak veya ağımızı yeni bir
zanlı için genişleterek (2) ve (3)'ü reddetmeliyiz.
Aynı şekilde, gözden geçirmenin aşağıya doğru nasıl ilerlediğine
de dikkat ediniz. Eğer (2)'yi reddedersek, her ne kadar geçici de ol­
sa, daha önce temel durumundaki inancımızı da yeniliyoruz; onun
kaynı doğruyu söylüyordu ve Babbitt Brooklyn'deydi. Eğer bunun
yerine (3)'ü reddedersek, daha önce temel durumunda olan inancı­
mızı da gözden geçiriyoruz; yani hırsızlık dışında Abbott, Babbitt
ve Cabot'dan başka hiç kimse cinayetten bir yarar sağlamıyor.
Son olarak, bu incelemenin düzenlenmesinin, bir parça, kişiden
kişiye değişebileceği dikkate alınmalıdır, (l)'den (4)'e kadar olan
tutarsız inançlar tek tek ele alındı ve daha sonra diğer farklı inanç­
lar, temellendirici delil olarak bir alt dereceye indirildi: Otel kayıt-
24 Bilgi Ağı

larıyla ilgili inanç, otelin itibarıyla ilgili inanç, televizyon hakkında­


ki inanç, belki de kaynın doğru söylüyor olmasıyla ilgili inanç ve
diğerleri. Bunun yerine, bir düzine inancı eşit derecede listeye aldı­
ğımızda birbirleriyle çeliştiğini fark ederek, onları çeşitli şekillerde
ayıklayarak tutarlığı onarmaya koyulabilirdik. Fakat inançları dü­
zene koyma, görevimizi aydınlattı: Önde gelen dört inanç arasın­
dan hangisini bırakmamız gerektiği üzerine dikkatlerimizi topladı
ve daha sonra diğer inançlan bu dördü altında derecelendirip içle­
rinden hangisinin düşürülmek üzere seçileceğine yardımcı oldu.
Yukarıdaki örnek genelde iyi bir strateji gibi gözükmektedir:
Böl ve yut. Bir küme inanç, çelişki doğuracak kadar çoğaldığında,
çelişkiyi içeren mümkün en küçük boyutta bir kümeyi seç, mese­
la, (l)'den (4)'e kadar; çünkü, başka ne yaparsak yapalım, bu alt
kümedeki inançlardan bazılannı düşürmek zorunda kalacağımız­
dan emin olabiliriz. Alt kümedeki inançların delillerini gözden ge­
çirirken ve karşılaştırırken, bir bakıma kendimizi, kümenin diğer
inançlarına düzenli bir biçimde çekilmiş bulacağız. Sonunda on­
lardan bazılarını düşürmek durumunda kalacağız.
Delili nereye kadar yoklamalıyız? (l)'den (4)'e kadar inançla­
rın delillerini yoklarken, bazı temel durumundaki inançlan ortaya
çıkardık, fakat onların da delillerini araştırarak daha ileri gidebi­
lirdik. Günlük hayatta, tutarlılığı en iyi nasıl onaracağımız konu­
sunda tatmin olduğumuzda -incelediğimiz inançlardan hangilerini
çıkaracağımızı belirlediğimizde- incelemeyi bitiririz.
Kendi içinde tutarsız bir inanç kümesini düzenlememiz kesin
olabilir de, olmayabilir de. Küme içindeki her bir inanç ya korun­
duğu ya da inanmamaya dönüştüğü zaman kesinlik kazanır. Eğer
kesin değilse, inançlardan bir kısmı kolayca yerlerini inançsızlığa
bırakmıştır; onlar hakkındaki karar askıya alınmıştır. Yukarıdaki
örnekteki kesin bir düzenleme (1), (3) ve (4)'ü koruyup (2)'yi in­
kar etmektir ve böylece Babbitt'i suçlu bulmaktır. Diğer bir yol,
(1), (2) ve (4)'ü tutup (3)'ü inkar etmektir. Bu, (l)'den (4)'e kadar
inançlar söz konusu olduğunda yine kesindir, fakat cinayeti çö­
zümsüz bırakır. Kesin olmayan bir düzenleme (1) ve (4)'ü tutup
sadece (2) ve (3)'le ilgili kararı askıya almaktır. Önümüzdeki zayıf
veriler açısından, gelecek bulgular göz önüne alındığında, en man­
tıklı yol, bu kesin olmayan sonucuyla yetinmek gözükmektedir.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

GÖZLEM

srarengiz cinayet hikayemizde görülen yapı, bilimsel ve gün­


E lük düşünmede bir hayli yaygın olarak kullanılan tahmin ve
kontrol etmede de görülebilir. İnanç sistemimiz bir olayın beklen­
tisini destekliyorsa ve bu olay gerçekleşmiyorsa, birbirine kenet­
lenmiş inançlarımızdan bazılarını değiştirmek için bir seçim yap­
ma sorunuyla karşılaşırız. Bilimsel bir teorinin doğruluğunu kont­
rol etmek amacıyla bir deney yapıldığında ve sonuç teorinin tah­
mini doğrultusunda gerçekleşmediğinde de, bu geçerlidir. Bilim
adamı bu durumda teorisini bir şekilde gözden geçirmelidir; yan­
lış tahminleri gerektiren bir grup inançtan en az birini bırakmak
zorundadır. Ve yine beklenen bir olay gerçekleşmediğinde, daha
az şekilsel olarak, bu durum söz konusudur: Topluca kabul edil­
diğinde, yanlış beklentiyi doğuran inançlardan birini veya diğeri­
ni, geri dönüp değiştirmek zorunluluğunu duyarız.
Daha önce gördüğümüz esrarengiz cinayet örneği burada da
geçerlidir. Yanlış beklentimiz, Cabot hakkındaki yanlış zannımız
gibi bir inançtır; onu ortadan kaldıran inanmama, sistemde bir tu­
tarsızlık yaratmaktadır. Hangi inançların terk edileceğini çözüme
ulaştırırken, cinayet davasında olduğu gibi, yanlış tahminin altın­
da başlıca hangi inançların olduğunu ve bunların da alünda hangi
inançların olduğunu (bir sona varıncaya kadar) göz önüne alırız.
Belirttiğimiz gibi, bu şekilde delili incelemekten tatmin olduğu­
muzda dururuz.
Bazımız diğerlerine göre daha kolay tatmin olur. Ayrı ayrı her
birimizi, bazı konular, diğerlerine nazaran daha kolay tatmin
eder: Mesela önemi az olan konulardan daha kolay tatmin olunur.
Fakat bunun bir sınırı vardır: En son kendi gözlemimize ulaştığı-
26 Bilgi Ağı

mızda daha ötesi yoktur. Doğrudan bir gözlem olsa dahi, başka
birinin haberi, bizim için bu kesinliğe sahip değildir. Böyle bir ha­
bere güvenmemiz için iyi sebeplerimiz olabilir; fakat ona güve­
nirken diğer delillerden ve diğer gözlemlerimizden bir çıkarım ya­
parız. Doğrudan gözlemlediğimiz haberin kendisidir, yani sözlü
ya da yazılı kelimeler. Bu kimsenin veya diğerlerinin ifadelerinin
doğruluğu hakkında, geçmişteki dilsel deneyimlere başvurmamız
gerekir. Doğrudan gözlemimizin hatırlanması veya yazılı kaydı
bile ilk gözlemin kendisinden kısmen uzaktır-, ama ancak bu ka-
dannı ümit edebiliriz. Arkadaşımızın haberinde olduğu gibi, kay­
dettiğimiz yazının doğrudan gözlemi, ilk gözlemimize sadece çı-
karımsal olarak bağlıdır; fakat söz konusu olan kendimiz isek, çı­
karımı kabul etmek için en iyi sebeplere sahibizdir.
O hâlde, bir bütün olarak inanç sistemimizin sorumlu olduğu
nihai delil, tamamen doğrudan gözlemlerimizden oluşur; buna
kendi notlarımız ve diğer insanların haberleriyle ilgili gözlemleri­
miz de dahildir. Elbette pek çok noktayı, olduğu gibi bırakıyoruz.
Atalarımızdan bize miras bilgiler ulaşmışür; ama, herhangi birimi­
zin sahip olduğu bu tür deliller, sonunda doğrudan duyulara da­
yanır. Aynı şekilde, muazzam bir bilim kurumunun olduğuna ve­
ya olmuş olduğuna dair ortaklaşa kabul edilen delil, sadece çok
sayıda insanın duyularında doğrudan mevcuttur.
Kuarklarıyla ve kromozomlarıyla, uzak yerleriyle ve sarmal
biçimdeki bulutsularıyla (nebülöz) evren, kara bir kutuda muaz­
zam bir bilgisayar gibidir; sadece girdi ve çıktı kayıtlan hariç son­
suza dek mühürlenmiştir. Bu girdi ve çıktıları doğrudan gözlemle­
riz ve onların ışığında makinanın, yani evrenin yapısı hakkında fi­
kir yürütürüz. Böylece kuarkları ve kromozomları, uzak yerleri
ve bulutsuları düşünce yoluyla buluruz; bunlar gözlemlenebilen
verileri açıklar. Beklenmedik bir gözlem ortaya çıktığında, bu ya­
pıyla ilgili teorimizin bazı kısımlarını değiştirmeye çalışırız.
Gözlem, bir inanç sisteminin baştan sona incelenmesi gerekti­
ğini gösteriyorsa, birbirine kenetlenmiş inançlardan hangisinin
değiştirilmek üzere seçileceğini bize bırakır; bu önemli olgu tek­
rar tekrar önümüze çıkmaktadır. İnançlar, gözlemin gözetimi altı­
na tek tek değil bir bütün olarak gelirler. Fakat yeni gerçekleşmiş
veya gerçekleşmek üzere olan bir gözlemi haber veren veya tah­
min eden gözlem cümlesi de bu açıdan kendine has özelliklere
sahiptir. Gözetim altına çoğunlukla tek başına girer ve haber ver­
diği veya tahmin ettiği gözlemle birlikte ayakta kalır ya da düşer.
Gözlem 27

Ayakta kalırken veya düşerken, gerektirdiği inanç sistemini de


ayakta tutar veya düşürür.
Nedir gözlemler? Bazı felsefeciler onların duyu algılamaları ol­
duğunu kabul etmişlerdir: Kokuların, dokunmaktan doğan hisle­
rin, seslerin, renklerin oluşumu. Bu yol, çabalan boşa çıkarır. Biz
normalde dış dünyadaki nesneleri ve olayları fark ederiz ve onla­
ra tanık oluruz. Dilimiz bunlara bağlıdır; çünkü dil, diğer insanlar­
dan öğrenilen toplumsal bir kurumdur ve bu insanlar, kelimelerin
işaret ettiği sahneyi paylaşırlar. Duyulara ait cümleler, teorik cüm­
leler gibi, çoğunlukla dıştaki nesneler hakkındadır. Bu cümlelerin
bilimsel teoriyi tasdik ederek veya redderek onunla mantıksal
ilişki içine girebilmesi de, bu sebepledir.
Daha önceki bir sayfada, inancın nesnesinin ne tür bir şey ol­
duğunu sorduk. Sonra, bunun yerine cümlelerden ve onların doğ­
ruluğuna inanmaktan bahsedebileceğimizi fark ederek memnuni­
yetle bu soruyu bir kenara bıraktık. Şimdi benzer bir manevra,
gözlem kavramını incelerken bizi aydınlığa çıkarmaktadır; o hâl­
de, artık neyin gözlem sayıldığını sormayalım, fakat dile dönelim
ve neyin bir gözlem cümlesi olduğunu soralım.
Bir cümleyi gözlem cümlesi yapan, onun betimlediği şeyin ne
çeşit bir olay veya durum olduğu değil; onun, onu nasıl betimledi­
ğidir. Ben hukuk fakültesi dekanını Belçika'daki kızına bir doğum
günü çeki postalarken görmüş olabilirim. Fakat onu, bu şekilde ifa­
de etmek, onun bir gözlem cümlesi olması için yeterli değildir. Di­
ğer yandan, eğer ben aynı olayı, geniş yüzlü, kır bıyıklı, çerçevesiz
bir gözlük takan, fötr şapkalı, bastonlu ve tıknaz bir adamı mektup
kutusuna beyaz düz bir nesneyi koyarken gördüm, diyerek betim­
lersem, bu bir gözlem cümlesi olur. Onu gözlem cümlesi yapan
şey, benim dilimi anlayan herhangi bir ikinci tanığın, o zaman ve
orada benimle bütün hususlarda aynı görüşte olmaya mecbur kal­
masıdır. Eğer tanık onu tanımıyorsa, onun dekan olduğu hususun­
da aynı görüşü paylaşmak zorunda değildir; çek veya Belçika'daki
kız çocuğu hakkında herhangi bir şey bilmesi beklenemez.
Kısaca, gözlem cümlesi, bir olay veya durumun betimlenmesi
ânında diğer tanıkların aynı görüşte olmalarına güvenebileceği­
miz bir şeydir. Elbette tanık unutabilir veya daha sonra faklı bir
tanıklıkta bulunabilir veya işaret edilinceye kadar bir hususu fark
edememiş olabilir. Fakat sorulduğunda, tanık, durumu hemen
gözden geçirip kabul edebilir. Bu tür bir kabulün sebebi, gözlem
cümlesinde kullanılan terimleri, o terimlerin nesnelerini gördüğü-
28 Bilgi Ağı

müzde hepimizin kullanabilmesidir: "Posta kutusu", "güçlü


adam", "gri bıyık", "çerçevesiz gözlük", "fötr şapka", "baston".
Bunlar, "hukuk fakültesinin dekanı", "doğum günü", "Belçika'daki
kız" gibi terimlerden farklıdır. Çünkü bu terimleri şu ândaki duru­
ma uygularken, sadece birkaç kişinin paylaşma ayrıcalığına sahip
olduğu geçmiş tecrübelere dayanırız.
"Kedi kilimin üzerindedir." bir gözlem cümlesi olma niteliğine
sahiptir. "Benim kedim kilimin üzerindedir." bizim tanımımıza gö­
re bu niteliğe sahip değildir; çünkü başka bir tanık onun kimin ke­
disi olduğunu bilmeyebilir ve bazı durumlarda gözlem cümlemiz
şu ândaki bir gözlemi haber vermeksizin doğru olarak ifade edil­
miş olabilir; dolayısıyla, "Kedi kilimin üzerindedir." cümlesi bazen
daha önceki bir gözleme bağlı veya tamamen kulaktan duyma bir
inancı ifade edebilir. Onu gözlem cümlesi olarak nitelendirmekten
kastımız şudur: O, şu ândaki bir olayı veya durumu haber vermek
üzere kullanılabilen ve sorulduğunda o ânda diğer tanıkların da
aynı fikirde olacağına güvenilebilen kelimeler dizgesidir.
Dili nasıl öğrendiğimiz üzerinde düşünürsek, cümlelerimizin
bir kısmının niye bu türden olması gerektiğini görmek kolaylaşır.
Bazı terimler ve onları içeren kısa cümleler, terimin betimlediği
duyu ile algılanabilir bir nesne karşısında veya cümlenin bildirdi­
ği durumlarda öğrenilir. İfadelerin bu tür öğrenimine felsefeciler
'gösterimsel' (ostensive) adını verir. Bu, işitilen kelimelerle aynı
ânda gözlemlenen şeyler arasında kolayca bir bağ kurarak öğren­
medir; modern bir psikologun ifadesiyle, bir şartlanma meselesi­
dir. Dolayısıyla, sarı şeyler karşısında, diğer kimselerin öyle ko­
nuştuğunu duyduğumuzda, 'sarı' kelimesini kullanmaya cesaret
edebilir veya onu onaylayabiliriz. Psikologların dediği gibi, bu şe­
kilde karşılık verme, toplum tarafından kabul gördüğünde veya
iletişim başarılı olduğunda güç kazanacaktır. Böylece, dilin ilk öğ­
rendiğimiz kısmı, başka bir dil öğrenimine dayanmaksızın göste­
rimsel olarak öğrenilmiş olmalıdır.
Önceki kazanımlara dayanan bir süreç, ileride, kelime hazne­
sinin gelişmesini mümkün kılacaktır. Gösterimsel öğrenme daha
önceki kazanımlara dayanmaz. Gözlem cümlelerini kullanmayı ve
onlara karşılık vermeyi gösterimle öğreniriz.
Tipik gözlem cümleleri cisimler hakkındadır: "Bu bir masadır."
"Bu masa karedir." "Kedi kilimin üzerindedir." gibi. Gözlem cüm­
lesini doğru yapan, onun bireyler arasında daima gözlemlenebilir
bir durum olmasıdır; bu, hazır bulunduklarında birden fazla kişi-
Gözlem 29

nin tanıklık edebileceği nitelikteki bir durumdur. Dahası, tanıkla­


rın birbirlerinin tanıklığına da tanık olabileceği bir durumdur.
Gösterimin belirgin yapısı, bu önemli özellikleri sağlar. Bir dili öğ­
renen kimse, dili bilen birinin bir durum hakkındaki bir cümleyi
onaylamasını isterken, aynı zamanda ilgili durumu gözlemleyebil­
melidir. Aynı zamanda sözü söyleyen kimsenin aynı durumu göz­
lemleyerek o cümleyi onayladığını gözlemleyebilmelidir. Benzer
şekilde, dili iyi kullanan bir kimse, dili yeni öğrenen birinin per­
formansını değerlendirirken, şunu da gözlemleyebilmelidir: Dili
yeni öğrenen kimse, bir cümleyi onaylarken, o cümleye uygun
düşen durumu gözlemliyordun
Yan yana değerlendirildiğinde, gözlem cümleleri felsefi bir so­
ruyu davet eden iki özelliğe sahiptir. Gözlem cümlelerinin belir­
gin niteliği, ânında kontrol edilebilir olmalandır. Bununla birlikte,
bu cümleler genelde kalıcı cisimler -kediler, kilimler, masalar-
hakkındadır. Bu nasıl mümkün olabilir? Duyuya dayalı geçici gö­
rüntülerin arkasında kalıcı cisimlerin olup olmadığı konusu, fizik
teorisini ilgilendirir. Bu cisimlerin varlığı bir hayli temel bir konu
olmakla birlikte, yine de şu ânda gözlemlenen durumun ötesinde­
dir. Cisimler hakkındaki bir cümle nasıl olur da aynı ânda bir göz­
lem cümlesi olabilir; zira gözlem cümlesinin onayını gerektiren
tek şey, o ânda gözlemlenebilir olmasıdır?
Bu sorun, maddeyi yanlış değerlendirmekten kaynaklanır. İlgi­
li kelimeleri tek tek, var olan cisimlere bağlamayı öğrenmeden
önce bile, onları uygun gözlemlenebilir durumlara uyar bir şekil­
de öğrenebiliriz. "Kedi kilimin üzerindedir." cümlesi, belirli müm­
kün konumlarla bağlantılı ve hecelerden oluşan tek bir dizge hâ­
linde gösterimsel olarak öğrenilebilir. Hepimiz bazı gözlem cüm­
lelerini zorunlu olarak bu şekilde öğrendik. Sonra, cisimlerin sü­
rekliliği teorisine yavaş yavaş ulaşırken, ilgili kelimelerin bazıları­
nı cisimlere karşılık olarak kullanmaya başladık. Eğitilmiş bir hay­
vanın yapabileceği gibi, tüm gözlem cümlelerini uygun uyarımlar­
la ilişkilendirmeyi gösterimle öğrenmek, fiziksel teoriyi öğrenme­
ye doğru atılması kaçınılmaz ilk adımdır. Daha sonra, gözlem
cümlelerini parça parça ayrıştırmayı öğrenirken ve bu cümlelerin
kelimelerini başka yerlerde kullanırken, teoriye nüfuz ederiz. Fi­
ziksel teoriyle duyu delilleri arasındaki bu hassas bağ, sürekliliği­
ni, gözlem cümlelerinin her birinin, ilk olarak gösterimsel bir şe­
kilde öğrenilmesine borçludur.
30 Bilgi Ağı

Aslında, belki de hiçbirimiz "Kedi kilimin üzerindedir") doğru­


dan gösterimsel olarak öğrenmedi; fakat öğrenebilirdi. 'Top' veya
'sarı', daha muhtemel bir örnektir. Dilin önemli bir niteliği şudur:
İnsanlar onu farklı yollardan öğrenirler ve yollar, öğrenilen keli­
melerle kayıtlı değildir. Bir cümleyi gözlem cümlesi yapan, onun
gösterimsel olarak öğrenilmiş olması değil, onun öyle öğrenilebilir
bir cinsten olmasıdır. Bu nasıl bir cinstir? Belirttiğimiz gibi: Onu
tasdik eden tek durum, bireyler arasında, aşağı yukarı gözlemle­
nebilir olmasıdır. Bu, bazı cümlelerde görülen, fakat diğerlerinde
görülmeyen net bir niteliktir. Bu niteliğin toplumsal açıdan izi ta­
kip edilebilir; çünkü sonunda, dili konuşanların hemen hemen
hepsi, benzer uyarımlar karşısında cümleyi onaylayacaktır. "Masa
kare şeklindedir." ve "Kedi kilimin üzerindedir." bu testi geçip
gözlem cümlesi niteliğine sahip olacaktır. "O, bir bekardır." bir
gözlem cümlesi niteliğine sahip olamaz; çünkü konuşanlardan bi­
ri işaret edilen adamın bekar olduğunu bilebilir, fakat diğeri onun
hakkında hiçbir şey bilmeyebilir.
Gösterim, dilin sadece sınırlı bir kısmını öğrenmemizi açıkla­
yabilir. Ayrıntılı ve çoğunlukla bilinçsiz bir soyutlama ve genelle­
me süreci, bu konuda, önemli diğer bir kaynaktır. Bu süreç kıs­
men daha önce gösterimsel olarak öğrenmiş olduğumuz şeyler­
den başlayarak, fakat büyük ölçüde gözlemlenmiş kullanımın tak­
lidine dayanarak gerçekleşir. Bir cümlenin etkisi hakkında diğer
cümlelerle birlikte onun kullanımını dikkate alarak tahminde bu­
lunuruz; bir kelimenin kullanımını, içinde geçtiği cümlelerden so­
yutlayarak kavrarız ve eski cümlelerde gözlemlenmiş yapıyı kop­
yalayarak yeni cümleler kurarız. Bu metodlar hakkında söylene­
cek ve öğrenilebilecek daha çok şey vardır.
Çok sık rastlanmasa bile, bu tür dolaylı öğrenmeye daha az
esrarengiz bir örnek, tanımdır. Tanımın en basit şekli, hâlen akıl­
la kavranabileceği varsayılan bir ifadeye, doğrudan yeni bir ifa­
denin eşitlenmesidir. Dolayısıyla, biz 'baba', 'erkek kardeş', 'evli'
ve 'erkek' kelimelerinin bir şekilde öğrenildiğini varsayıp, 'amca'
ve 'bekar' kelimelerini "babanın erkek kardeşi" ve "evlenmemiş
erkek" kelimeleriyle denkleştirerek açıklayabiliriz. Diğer tanımlar
ise, bağlamsaldır; burada yeni ifade doğrudan herhangi bir şeyle
eşitlenmez; fakat ifadeyi içeren tüm cümleleri tercüme etmek için
sistematik talimatlar verilir. Mesela 'ağabey' kelimesini, doğrudan
bir bedel tayin ederek değil, in ekinden sonra gelen, kelimenin
içinde geçtiği bütün cümleleri sistematik olarak açıklayarak ta-
Gözlem 31
nımlayabiliriz. "X'in erkek kardeşi", "anne ve babası x'in anne ve
babası olan x'ten başka bir erkektir" diye tercüme ederek bunu
yapabiliriz. Aynı şekilde "ancak ve ancak" bağlacını, doğrudan
değil, aralarında "ancak ve ancak" olan bileşik cümleleri sistema­
tik bir biçimde açıklayarak tanımlayabiliriz. Mesela, "p ancak ve
ancak q" cümlesini "p ise q ve q ise p" şeklinde kolayca açıklarız.
Gözlem cümleleri dilin dip köşesinde bulunur ve orada tecrü­
beye dayanılır: Konuşma, uyarımlara şartlanmıştır. Genelde dil,
anlamını ve gerçeklikle olan ilişkisini, nihai olarak onlar aracılı­
ğıyla kazanır. Bu yüzden, gözlem cümleleri, tüm inançların ve bi­
limsel teorilerin temel delillerini sunar. Gözlem cümleleri, sadece
herhangi bir tahminin yanlış çıkmasından sonra, inançlar kontrol
edilirken değil, aynı zamanda bir meslektaş tarafından doğruluğu
sorgulanan bir inanca delil getirilirken de, bu önemli rolü oynar.
Gözlem cümlelerine biraz önce atfedilen toplumsal özellik, bura­
da önem kazanır; aynı uyarımlar karşısında, konuşan herkes,
böyle bir cümleyi tasdik eder. İtirazcı teorisyenler, gözlem cümle­
lerine dönerlerken anlaşmaya yönelirler.
Gözlem, herkes tarafından yapılmış olabilir; fakat daha önce
vurguladığımız gibi, gözlem cümlelerinin doğruluğu bireyler arası
bir özelliktir. Burada, beğeni kazanmış akıl-karşıtı eski bir doktrin,
hem aldatıcılık hem de direnme özelliklerine kavuşur. Yıllanmış
görüş, doğrunun inanan kimseye göre olduğunu savunur; bana
göre doğru vardır ve sana göre doğru vardır ve bunların uzlaştırıl­
ması genelde ne mümkündür ne de arzulanır. Burada gözlemi ya-
panlann farklı olması, bu doktrini desteklemek için öne sürülebilir.
İnanç sistemlerinin temelde, gözleme dayadığını biraz önce söyle­
medik mi? Senin ve benim farklı gözlemler yapmamız beklenemez
mi? Belki de öyle; fakat o zaman, herhangi bir gözlem cümlesinin
doğru olması, ne ikimizden birine ne de başka herhangi bir göz­
lemciye bağlıdır. Verili bir gözlem cümlesini kabul ederken üzerin­
de durduğumuz zeminin sağlamlığı değişebilir, hatta aynı şekilde,
bu cümleyi değerlendirmemiz de; fakat onun doğruluğu değişe­
mez. Ne mutlu ki, kaynaklarını takdir etmek için fikir ayrılığının ni-
hailiğini kabul etmek zorunda değiliz. Şüphesiz, bireyler arası çe­
lişki, önemli bir açıdan bireyin kendi içindeki çelişkisinden ayrılır:
Önceki, sonrakinin aksine, onu terke yöneimeksizin öylece tanı­
nabilir. Fakat, nasıl ben birbiriyle uzlaştırılamaz inançlanmın her
birinde ayrı ayrı haklı olamazsam, aynı şekilde, hem sen hem de
ben tutarsız inançlarımızda birlikte haklı olamayız.
32 Bilgi Ağı

Dolayısıyla, her birimiz, kendisine ait gözlemleriyle ortaklaşa


paylaştığımız bilgiye katkıda bulunur. Burada bilimi zor, fakat ay­
nı ânda mümkün kılan bir hususla karşılaşırız. Zordur; çünkü o,
farklı zaman ve mekanlarda, değişik kültür ve ilgilere sahip in­
sanlar tarafından toplanan ve bildirilen çeşitli delillerden tutarlı
bir sistem kurmak durumundadır; başvurulacak pek çok şey ol­
ması sebebiyle de mümkündür.
Gözlem cümleleri hatasız mıdır? Eğer art niyetle sunulanları ve
dili tam olarak pekiştirememiş kimselerin ifadelerini bir kenara
bırakırsak, hemen hemen hatasızdır. Bu tür cümlelerde, belli öl­
çüde bir yanılabilirlik varsaymak kelimelerin anlamlarının zorlan­
masına yol açacaktır; çünkü kelimeler, gözlem cümleleriyle onla­
rın ifade ettikleri gözlemlenebilir durumlar arasında bağ kurula­
rak kazanılır.
Gerçekte, bir yanılabilirlik payı vardır. Normalde gözlem, teori
gemisini çeken römorkördür; fakat bazı durumlarda teori o kadar
fazla asılır ki, gözlem [teoriyi] bırakmak zorunda kalır. Uzun süre
kendisine karşı çıkılmayan bir teori, her durumda sayısız ilgili
gözlemlere düzenli bir şekilde uyum sağlayarak, kendisiyle çeli­
şen bir gözlem ortaya çıkıncaya kadar varlığını sürdürebilir. Çe­
lişki belirdiğinde, büyük bir olasılıkla, ters düşen gözlemi bir ke­
nara bırakırız. Bu, yine de gözlem cümlesi hakkında yaptığımız
tanıma geri dönmek anlamına gelmez. Gözlem cümlesini, gözlem­
lenen olay ânında, bütün tanıkların kabule mecbur olduğu bir
cümle olarak tanımlamıştık; fakat daha sonra bu kimselerin fikir­
lerini değiştirmeleri mümkündür. Gözlemi bir kenara bıraktığımız
durumlarda -ki onlar oldukça özel olmak zorundadır- fikrimizi
değiştirmekte veya çoğunlukla, başka birinin verdiği haberden
şüphelenmekteyiz.
Bu hiçbir zaman bir gözlem cümlesini gözlem ânında inkar et­
me anlamına gelmez. Gözlem cümlesi, yükleminin zamanı değişti­
rildiğinde, gözlem cümlesi olmaktan çıkar. Biraz önce belirtildiği
gibi, geçmişteki gözlemler hakkında verilen haberler mantıksal
çıkarım içerir. Ters düşen gözlemi bir kenara bıraktığımızda, as­
lında gözlem cümlelerini değil, sadece bu haberleri yeniden de­
ğerlendiriyoruz.
Bu çeşit kuralcılığa rağmen, belleğimizdekiler kolayca bırakıl­
mamalıdır; kayıtlarımız da bundan aşağı kalmamalıdır. Aynı şekil­
de, her ne kadar bu alanda güven derece derece olsa da, güveni­
lir meslektaşlarımızın gözlem haberleri de kolayca terk edilme-
Gözlem 33

melidir. Ancak, güçlü ve uzun süre sırtı yere gelmemiş bir teori,
hatırlanan, kaydedilen veya haber verilen bir gözlemin karşıt ta­
nıklığına bazen direnebilir. Bu gibi özel durumlarda karşıt delili,
açıklanmamış bir etkiye, hatta bir vehme bağlayabiliriz. Eğer id­
dia edilen vehim durumları, vehme eğilimli birkaç kişide toplanı­
yorsa, bu bizim bilimsel vicdanımızı daha da paklar. Bu durum­
da, karşıt gözlemlerin düzensizliklerine başka bir teoride, psiko­
patolojide yer bulabilme umudu vardır. Böylece, kanunun açıkça
ihlalinde bile kanun aranabilir.
Gözlemle ısrarlı bir şekilde çelişen bir teori, zorunlu olarak
hemen terk edilmez. Bu durum, akla uygun bir bedel bulununca­
ya kadar devam edecektir; çelişki arz eden gözlemler, açıklanma­
dan kalacak ve bir kriz hissi kümelenecektir.
Galileo'nin hareketin incelenmesine olan katkılan skolastik ten­
kitçilerin Aristo'nun teorisinde buldukları zorluklarla yakından il­
giliydi. Newton'un yeni ışık ve renk teorisi (...) mevcut hiçbir te­
orinin, spektrumun boyutunu açıklayamayacağının keşfedilmesin­
den kaynaklandı. Newton'unkini değiştiren dalga teorisi, bükülme
ve kutuplaşmanın Newton teorisine olan ilgistndeki istisnalar
hakkında gelişen endişelerin ortasında ilan edildi. Termodinamik
teorisi XIX. yüzyıldaki iki fizik teorisinin çarpışmasından ve kuan-
tum mekaniği kara-cisim radyasyonu, özel ısılar ve foto-elektrik
etkisi etrafındaki çeşitli zorluklardan doğdu. Dahası, Newton'un
teorisi dışındaki bütün bu durumlarda, istisnaların bilinmesi o ka­
dar uzun sürdü ve o kadar derinlere nüfuz etti ki, ondan etkile­
nen alanların gelişmekte olan bir krizin içinde olduğunu söyle­
mek mümkündür. Normal bilimin teknikleri ve problemleri, köklü
değişiklikleri (...) gerektirdiği için, yeni teorilerin doğuşu genelde
ifade edilen profesyonel bir güvensizliği takip eder. Kolayca tah­
min edileceği gibi, normal bilimin sorunlarının uzun süre çözüle-
meyişi güvensizliği doğurur. Mevcut kuralların başansızlığı, yeni­
lerini aramaya bir giriş teşkil eder.1
Bazı durumlarda, teorileri bilinçli bir şekilde değerlendirme­
den, gözlemi ufak değişikliklere tâbi tutmayı doğal karşılarız. Su­
ya kısmen gömülü çubukların, kırık gözükse de aslında düz ol­
duklarını kabul etmek gerektiğini öğreniriz. Ayın ufuk yakınların­
da gökyüzündeki görünümünden daha büyük olduğunu varsay-
mamayı öğreniriz. Renkler önümüzde dönmeye başladığında ışı­
ğın özelliklerinin değişmiş olduğunu hayal etmeyiz. Fakat yine

1
T. S. Kuhn. 77je Structure of Scientific Revolutions. Chicago and London: The
University of Chicago, 1962. s. 671.
34 Bilgi Ağı

bütün bu gözlemlerde, gözlemlerin düzensizliğini sonunda bir te­


oriyle açıklayabilme sıkıntısını yaşarız. Çubuğun batık kısmının
göze kırık gözükmesini fizikteki kırılma teorisi açıklar; ufuktaki
ayın büyük görünümü bazı psikolojik hipotezler tarafından açık­
lanır; genel görmedeki bir düzensizlik, bizi yediğimiz veya içtiği­
miz şey hakkında düşünmeye sevk eder. Görüldüğü gibi, gözlem­
ler inatçı bir şekilde önceliklerini korurlar. İnançlarımızın sınırları­
nı belirleyici şartlar olarak kalırlar.
Fakat bütün gözlemlere veya gözlemlerin haberlerine bu dü­
rüstlükte yer bulunamadığını itiraf etmek gerekir. Mevcut teoriye
uymayan bazı gözlemler, daha az tanındıklarından, vehim olarak
bile değerlendirilmeden geçip giderler. Doğaüstü (occult) tecrü­
beler hakkında süregelen haberler, bu şekilde ele alınır; son za­
manlarda ortaya çıkan tanımlanmamış uçan cisim haberlerinin ço­
ğu da aynı şekilde değerlendirilir. Gözden kaçmamalıdır ki, iyi bir
bilim adamı, kendi deneyinin ortaya çıkardığı ve uygun olmayan
gözlemleri böyle tepeden inme bir biçimde ele almaz; çünkü te­
orisini geliştirmek üzere, daha önce düşünülmüş iki inanç seçene­
ği arasında seçim yapma gayesiyle deneyi planlamıştır. Eğer so­
runlu bir gözleme yer ayırabilmek için, teoride belirli bir değişimi
düşünmüyorsa ve teori hâlen daha önceki veriyle uyum içindey­
se, hissedilir bir samimiyetle kendisine bildirilen veya kendisi ta­
rafından ortaya konan bu gözlemi belki de göz ardı edecektir. Bu
tepeden inmeci tavır, bir noktaya kadar haklı olabilir. Eğer bir bi­
lim adamı, laboratuvarı dışında sorun çıkaran her bir deney için
mantıklı bir hipotez bulmak amacıyla mevcut projesini durdur-
saydı ve her bir garip söze veya dedikoduya sabırlı ve tarafız bir
şekilde kulak verseydi, çok az şey öğrenmiş olurdu.
Günümüzde bilim adamlarına doğruyu bulmada o kadar gü­
venilir ki, onların metodlarını göz ardı etmenin hiçbir değeri yok­
tur ve onları tenkit etmek de saçmadır. Fakat aynı zamanda göz­
lemleri bir kenara bırakmanın hassas bir iş olduğu da ortadadır.
Bir teoriyi elde tutma, sistematik göz ardı etmeyi gerektiriyorsa, o
teori tahminde güvenilir bir araç değildir ve bilimsel metodun iyi
bir örneği sayılmaz.
Gözlemlerin tamamına yer ayırabilmek her zaman mümkün
değildir; bu yüzden, bazı felsefeciler gözlem fikrini hepten küçük
görmek istediler. Göz önüne alınan bazı hususlar onların şüphe­
lerini güçlendirdi: Gözlem fikrini anlaşılamaz biçimde kapalı kı­
lan öznellik havası. Eğitilmemiş bir gözün kablolu metal bir kutu
Gözlem 35
olarak gözlemlediği şeyi, eğitilmiş göz bir kondansatör olarak
gözlemler. Eğitilmemiş bir gözün hiçbir şey görmediği yerde, eği­
tilmiş göz bir geyiğin taze izlerini görür. Fakat yine de bu farklı­
lıklar doğru biçimde görüldüğünde, güvensizlik için zemin oluş­
turmaz; bu, sadece kelimenin dikkatsizce kullanımından kaynak­
lanan bir oyundur.
Felsefi amaçlar açısından gözlem ve gözlem cümlesi fikri, ha­
yalden sıyrılmış bir şekilde, olduğu gibi kabul edilmek ihtiyacın-
dadır. Bu amaca yönelik önümüzde düz bir ölçüt vardır: Soruldu­
ğunda, dili belirli bir yetkinlikle kullanan herkes, duyu yüzeyleri­
ne yapılan aynı uyarımlar altında cümleyi doğrulamaya hazır bu­
lunur. Bu ölçüte göre, eğitilmiş göz için de geçerli olmak üzere,
"Bu bir kondansatördür." basit bir gözlem cümlesi sayılmaz. Do­
ğal olarak uzmanlar, sağduyu sahibi iseler, anlaşabildikleri ândan
itibaren daha fazla delil için ısrar etmeyi bırakacaklardır. Onlar
bunun kondansatör olduğu hususunda anlaşabilir ve orada durur­
lar; tanımladığımız biçimde gerçek gözlem cümlelerine ulaşmak
üzere daha fazla zorlamazlar. Eğer onlar, 'gözlem' terimini ara
durak noktası olarak kullanmak istiyorlarsa, onlarla terim hakkın­
da tartışmaya gerek yoktur. Onlar, "dili mükemmel konuşanlar"
kategorisini sadece kendi özel gruplarıyla sınırlıyor olabilirler.
Bazı felsefecilerin, gözlemleri duyu algılamalarıyla tanımladığı­
nı belirtmiştik. Dolayısıyla, bazı felsefi yazılarda, gözlem cümlele­
ri başlığı, bizim tanımladığımız şekliyle gözlem cümlelerinden çok
farklı anlamlarda kullanılmaktadır; ki, buna şaşmamalıdır. "Acı
içindeyim" ve "Şimdi mavi görüyor gibiyim" şeklindeki cümleler,
iç gözleme dayanan haberlerle sınırlandırılır. Sözü söyleyen kim­
senin kendi özel tecrübesine ulaşmadaki ayrıcalığı sebebiyle, bu
cümlelerin rakipsiz olduklarını kabul etmek gerekir. Fakat tam bu
noktada, tanımladığımız şekliyle onlar, gözlem cümleleriyle taban
tabana zıttır. Onları doğru yapan durumlar pek çok tanığın kabul
edeceği cinsten değildir. Böyle bir durumda dış gözleme açık
olan, iç gözlem haberinin kendisidir. Kedinin kilim üzerinde ol­
masına kıyas edilebilen husus, kişinin acı hissetmesi veya maviyi
görmesi değil, acıyı ve maviyi haber verme eylemidir. Bu eylem
gerçekten de daha ileride gelecek teoriler için bir veri olarak kul­
lanılabilir; o pek çok tanığın kabul edebileceği bir veridir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

KENDİNDEN-DELİLLİ OLMA

aşka inançlara dayanmayan önemli bir grup inancın olduğunu


B belirmiştik. Bu inançlar, gözlem cümleleri tarafından ifade edi­
lir. Şimdi diğer bir grup inanç hakkında da aynı şeyler söylenebi­
lir: Evet, kendinden-delilli olan inançlar. Aşağıdaki hususlar bir a-
çıklama gerektirmez: Su ıslaktır, göz doktoru gözleri tedavi eder,
enikler yavrudur, bekarlar evlenmemiştir, her erkek kardeşin bir
erkek veya kız kardeşi vardır, bir şeyin parçalarının parçaları o
şeyin parçalarıdır. Bu inançları ayrıcalıklı kılan, onların ne başka
inançlara ne de gözleme ihtiyaç duymalarıdır. Onları anlamak on­
lara inanmak demektir. Doğruluklarından hiçbir zaman şüphe
edilmese bile kendinden-delilli olma başlığını hak etmeyen başka
inançlar da vardır; mesela köpeklerin var olması gibi. Kendinden-
delilli olma başlığı burada garip kaçar, çünkü temelde diğer delil
bir hayli kesindir, yani köpekleri gözlemlememiz.
Kendinden-delilli inançlar doğruluklarını neye borçludur? Keli­
melerin anlamlarına olduğu söylenebilir. 'Bekar', "evlenmemiş ye­
tişkin kimse" anlamına gelir; 'enik', "yavru" anlamına gelir; 'okü-
list', "göz doktoru" anlamına gelir. Bu tezi savunmak amacıyla şu
söylenebilir: Eğer bir kimse okülistin gözleri tedavi ettiğini veya
diğer örnekleri samimiyetle inkar etseydi, kelimelere tuhaf anlam­
lar veriyor olurdu. Fakat bu savunma, gerçek olmaktan ziyade
görünürdedir. Soğuk bir havada bir kimse havanın ne kadar ılık
olduğunu samimiyetle söylediğinde, bu onun kelimeyi yanlış anla­
dığını varsaymamız için iyi bir sebep olur. Belki de o "cold = so­
ğuk'^ kendi dilindeki caldo ile; dolayısıyla, "warn = ılık"ı da fred-
do ile bağlandırdı.* Ama yine de bundan, "Hava soğuk" ifadesi-

* İtalyancada caldo ılık ve freddo soğuk anlamlarına gelir (Çev.).


38 Bilgi Ağı

nin, havanın durumundan bağımsız olarak, sadece kelimelerinin


anlamı sebebiyle doğru olduğu sonucu çıkmaz. Aslında bir kimse
genel olarak veya belirli durumlarda apaçık doğru olan bir cüm­
leyi inkar ediyorsa, o kimsenin bir anlamı gözden kaçırdığına da­
ir elimizde bir delil vardır. O hâlde, özellikle, "Su ıslaktır." "Okü-
list gözleri tedavi eder." vb. cümlelerin anlam sebebiyle doğru ol­
duğunu göstermek için aslında hiçbir şey söylenmemiştir; onların
delilinin kendinden olduğunu söylemenin ötesinde; ki, bu zaten
bizim başlangıç noktamızdı.
Bütün doğrular elbette en azından kısmen anlamlara dayanır;
çünkü anlam açısından farklı bir kelimeyi, başka bir kelimenin
yerine koyarak herhangi doğru bir cümleyi yanlış yapabiliriz. O
hâlde, apaçık doğru olan ve bilinen hiçbir gözleme veya daha ön­
ceki inançlara dayanmayan bir cümle hakkında, onun doğruluğu­
nun tamamen anlamlara dayalı olduğu söylenebilir; çünkü göste­
rilecek başka hiçbir temel yoktur. Eğer tez bu ise, onun hiçbir şey
ispatlamadığını kabul ettiğimiz sürece söylenecek bir şey yoktur.
Kendinden-delilli olan inançlar arasında bazıları mantıksal
doğru olarak bilinir: "Beyaz olan her bir at, attır." bunlardandır.
Bu özel doğru, genel mantıksal bir ilkeyi örneklendirir: "B olan
her bir A, bir A'dır." Örneğimiz, değiştirmeye dayalı genel bir il­
keden çıkmaktadır: 'A' için 'at' ve 'B için 'beyaz'. Bu durumda ge­
nel ilkenin özel örneğe delil olması boşunadır; çünkü, örneğinden
daha açık bir biçimde doğru olamaz ve örneğinden daha da az
şeyi olumlar. Neyse, "Beyaz olan her bir at, attır"a destek getir­
mek, denize su taşımak gibidir.
Bazı felsefeciler mantıksal doğruların, temel, küçük mantıksal
kelimelerin anlamı nedeniyle doğru olduğunu iddia eder. 'Her',
'olan', 'dır' ve 'bir' bunlara örnek verilebilir. Aynı şekilde bu açık­
lamanın da aslında bir şey eklediği pek söylenemez.
Şu âna kadar sadece mantıksal doğrunun bir örneğini gördük.
Hangi doğrular, topyekün, mantıksal doğru sayılır? "Her B olan A,
bir A'dır"da kullanılan şematik yaklaşımın onları diğer doğrular­
dan ayırdığı ileri sürülmektedir. Bu verilen şekil, mantıksal edatlar
olarak adlandırabileceğimiz, 'her', 'olan', 'dır' ve 'bir' gibi edatlar­
dan ve boşlukların yerini alan harflerden oluşur ve harflerin deği­
şimi şeklin örneklerini verir. Tüm örnekleri doğru olan cümleler,
gerçekten de mantıksal doğruların şekli veya formülüdür. Öneri­
len şudur: Genelde bir cümle, sadece mantıksal edatlardan ve
boşluklardan kurulu herhangi bir şeklin örneği olduğunda ve bu
Kendinden-Delilli Olma 39

şeklin bütün örnekleri doğru olduğunda, o cümleye mantıksal


doğru denir.
Şekil, boşlukların yanı sıra, sadece mantıksal edatları içeriyor
anlamında, mantıksal şekü olarak adlandırılabilir. Dahası, bütün
örnekleri doğru anlamında geçerli olarak da adlandırılabilir. O
hâlde, şu önerilmektedir: Geçerli mantıksal bir şeklin örneği olan
bir cümle, mantıksal doğru olarak adlandırılır. Dolayısıyla, "Her
beyaz at, bir attır" mantıksal doğru sayılır; çünkü o, geçerli man­
tıksal bir şekil olan "Her B olan A, bir A'dır"ın örneğidir.
Böylece, mantıksal doğru tanımımız, yani doğrular arasında
mantıksal olarak sayacaklarımızın tanımı, mantıksal şekil fikrine
dayanır ki, onlar da sırasıyla bazı mantıksal edatların sayımına
bağlıdır. 'Her', 'olan', 'dır' ve 'bir'i belirtmiştik; diğerleri arasında,
've', 'veya', 'değil', 'eğer', 'ama' ve 'bazı' sayılabilir. Mantıksal şe­
killeri kötüye kullanmamaya özen gösterilmelidir. "Her B olan A,
bir A'dır." bir sorun çıkarmayabilir; fakat onun biraz değişik bir
şekli, "Her BA, bir A'dır." "Her beyaz at, bir attır"da olduğu gibi,
tuzağın kenarında dolaşmaktadır. "Her çocuk bekleyen anne, bir
annedir"e* veya "Yarım akıllılar, akılhdır"a ne diyeceğiz? Bu gibi
örnekler açısından ve genelde sadeleştirilmiş bir teori ve etkin bir
teknik için, mantıksal şekilleri özde matematiksel olan düzenli ve
ekonomik bir sistemle yeniden yazmak mantıkta âdettir. Fakat
burada o araçlara değinmemize gerek yok.
Sebebi ne olursa olsun, kendinden-delilli olma, "Her beyaz at,
bir attır"ın açık bir özelliğidir. Onun bütün mantıksal doğruların
bir özelliği olduğu söylenemez, ama türetilmiş bir özellik vardır
ki, onun için geçerlidir. Bir mantıksal doğru hemen anlaşılamaya-
cak kadar karmaşık ise, o her biri kendinden-delilli olan bir dizi
adımla kendinden-delilli doğrulardan çıkarılarak ispatlanabilir;
tek kelimeyle, onlardan tümdengelimle çıkarımlanabilir. Bu özel­
lik ispatlanabilirliktir. Bunu diğer bazı göreli durumlardan ayır­
mak için, mesela daha önce o haliyle tespit edilmiş veya kabul
edilmiş inançlardan veya kendinden-delilli olarak ortaya atılma­
mış hipotezlerden yapılan çıkarımlardan ayırmak için, kesin is-
patlanabilirlik de denebilir. Kesin ispatlanabilir doğrular bile
mantıksal olanların sayısını aşacaktır; çünkü kendinden-delilli ol­
ma, mantıksal doğrulara has değildir.

* İngilizcedeki expectant mother deyimi daha önce çocuk sahibi olmuş olmayı ge­
rektirmez (Çev).
40 Bilgi Ağı

Kendinden-delilli olma özelliği apaçık da değildir. Bazı doğru­


lar bir kimse için kendinden-delilli, başka bir kimse için ise, ispa­
ta muhtaç olabilir. Mantıksal doğru, buna bir örnek olarak verile­
bilir:
Eğer kendine yardım eden hiç kimseye yardım etmezsen, kendine
yardım etmezsin.
Bu kendinden-delilli cümlenin doğruluğunu bulamayan bir ar­
kadaşımız varsa, bu cümleyi onun için kendinden-delilli olan
adımlarla, yine kendinden-delilli olan bir veya daha fazla cümle­
den çıkararak ispatlamaya çalışabiliriz. Mesela, arkadaşımızın be­
cerisine pek güvenmeyerek kendinden-delilli şu doğruyla başla­
yabiliriz:
Kendine yardım ederken, en azından bir kendine-yardım edene
yardım ediyorsun (yani kendine).
Bunu, kendinden-delilli olarak şu takip eder:
Eğer kendine-yardım eden en az bir kimseye yardım etmiyorsan,
kendine yardım etmiyorsun.
dolayısıyla da:
Kendine yardım eden hiç kimseye yardım etmiyorsan, kendine
yardım etmiyorsun.
zaten ispatlanacak olan da buydu.
Bu örnek, bize, kısa mantıksal bir doğrunun bile nasıl kendin­
den-delilli olmayı başaramayacağını, fakat yine de kesin olarak is­
patlanabileceğim göstermektedir. Diğer önemli bir gerçek de şu­
dur: Kesin ispatlanabilir doğrular, anlaşılamayacak kadar olağan
dışı zorluklar içerebilirler. Hatta sezgi-karşıtı olması sebebiyle,
kendinden-delilli olmanın çok gerisinde bile kalabilir. Bilgisayar
yardımıyla, çok sayıda önemsiz küçük adımları birbirine bağlaya­
rak, ne önemsiz ne de açık denebilecek bilgilere ulaşıldığını göz­
lemliyoruz.
Mantıksal doğrular kategorisi önemini temelde türetilmiş man­
tıksal 'gerektirme' kavramına borçludur. Bu kavram, mantıksal
doğru açısından şu şekilde tanımlanabilir: Eğer "p ise q" şeklinde
iki cümleyi bir araya getirerek oluşturduğumuz bileşik cümle,
mantıksal doğru ise, bir cümle diğerini mantıksal olarak gerektirir.
Mesela, "Evren şekilsiz ve boştu" cümlesi, "Evren boştu" cümlesini
mantıksal olarak gerektirir. Onun gerektirdiğini söylemek, "Eğer
evren şekilsiz ve boş ise, evren boştur." cümlesine mantıksal doğ­
ru özelliğini atfetmekten ibarettir. Benzer şekilde, kendine yardım
Kendinden-Delilli Olma 41

etme hakkındaki mantıksal doğrumuz için de mantıksal bir içerme


söz konusudur: "Kendine yardım eden kimseye yardım etmiyor­
sun" mantıksal olarak "kendine yardım etmiyorsun"u gerektirir.
Mantıksal gerektirme, tersinden bakıldığında, mantıksal sonuç ve­
ya çıkarımlanabilirlik olarak da adlandırılır: "Kendine yardım etmi­
yorsun" cümlesi "Kendine yardım eden kimseye yardım etmiyor-
sun"un mantıksal bir sonucudur veya ondan mantıksal olarak çı-
karımlanabilir. Mantıksal gerektirme, herhangi bir teori veya hipo­
tezi onun mantıksal sonucuna bağlayan bir ilişkidir.
'Gerektirme' terimi ve onun alternatifleri olan 'sonuç' ve 'çıka­
rımlanabilirlik', 'mantıksal' sıfatını kullanmaksızın daha geniş ve
belirsiz bir uygulamaya sahiptir. Bir cümleden başlayarak, -ki bu
kendinden-delilli doğru olabilir-, diğer cümleye kendinden-delilli
adımlarla ulaşılabilen her durumda, bir cümle diğerini gerektiri­
yor, denilebilir. Bu kapsamlı gerektirme, (sonuç veya çıkarımla­
nabilirlik kavramı) faydalıdır ve yaygın olarak kullanılmaktadır;
fakat bununla birlikte, neyin tam olarak kendinden-delilli sayıldı­
ğını bir çözüme ulaştırmadığımız sürece belirsizdir. Mantıksal ge­
rektirme, gerektirmenin iyice-tanımlanmış özünü oluşturur ve onu
yöneten teknikler mantığın merkezî görevini belirler.
Gerektirmenin önemi, onun doğruyu aktarmasıdır. Bir yanlış,
hem doğruları hem de yanlışları gerektirir; fakat bir doğru sadece
doğruları gerektirir.
Bir cümlenin diğerini gerektirdiği bu basit durumun yanı sıra,
birkaç cümlenin gerektirmeyi gerçekleştirmek üzere güçlerini bir­
leştirdiği ortak bir gerektirme de vardır. Bunun bir örneğini, I. Bö­
lümdeki esrarengiz cinayette gördük; orada (1), (2) ve (3) birlikte
Cabot'un cinayeti işlediğini gerektirmekteydi. Eğer bir cümle, di­
ğer birkaç doğru cümle tarafından gerektirilirse, doğru olmak zo­
rundadır. Ortak durum kolaylıkla tek bir duruma döndürülebilir;
çünkü mantıksal edat 've'nin yardımıyla, gerektiren cümleleri sa­
dece birbirine bağlayarak tek bir cümle yapabiliriz.
Gerektirme, bizim inanç sistemimizi tutarlı yapan şeydir. Bir
cümlenin, doğruluğuna inandığımız cümleler tarafından gerektiril-
diğini görürsek, onun da doğru olduğuna inanmak zorundayız ve­
ya onu ortaklaşa gerektiren cümlelerden biri ya da diğeri hakkın­
daki fikrimizi değiştirmek zorundayız. Eğer doğru olarak bildiği­
miz cümlelerin diğer bir cümlenin değilini gerektirdiğini görüyor­
sak, o cümleye inanmamak zorundayız veya diğer cümlelerden
biri hakkındaki fikrimizi değiştirmek zorundayız. O hâlde, gerek-
42 Bilgi Ağı

tirme, bizim inanç ağımızın asıl örgüsüdür ve mantık da onu işle­


yen teoridir.
Mantıksal gerektirmenin, şartlı önermelerin (yani "p ise q" şek­
lindeki bir cümlenin) mantıksal doğruluğundan oluştuğunu gördük.
Bu yüzden mantıksal doğrunun önemine işaret ettik. Mantıksal
doğruların tamamı kendinden-delilli doğrulardan kendinden-delilli
adımlarla ispatlanabilir. Fakat mantıksal teori, mantıksal şekillerin
örnekleri olan mantıksal açıdan doğru cümlelere değil, bu cümlele­
rin şekillerine hitap ederse, daha etkin biçimde ilerler. Esasen man­
tıksal şekiller burada faydalıdır; çünkü alâkasızlıkları bastırarak,
mantıksal doğruyla ilgili yönleri ortaya koyar. "B olan her A, A'dn"
ve "Kendini flleyen hiç kimseyi Rlemeyen kimse kendini ele­
mez."' şekilleri, bu şekillere uyan cümlelerin hepsini bir adımda
kapsar. Dolayısıyla, beyaz atlar veya kendilerine yardım eden kim­
seler üzerinde, özellikle durmak için herhangi bir sebep yoktur.
Mantıkçının, başlangıçtaki önermeleri kendinden-delilli olarak
öylece belirlemek yerine, bazı geçerli mantıksal şekilleri kesin
hareket noktası olarak kabul etmesi daha uygundur. O, bunlara
aksiyom adını verir. Benzer biçimde, daha başka geçerli mantık­
sal şekilleri kendinden-delilli adımlarla aksiyomlardan çıkarımla-
maktansa, bazı müsaade edilebilir adımları veya çıkarım kuralla­
rını belirler. Mesela mantıkçı, diğer yarım düzine aksiyomun yanı
sıra, geçerli bir mantıksal şekil olan "p veya değil p"yi içeren ak­
siyomlarla başlayabilir (burada 'p' cümlelere karşılık olarak kulla­
nılır). Bu çıkanm kurallanndan biri şu olabilir: "p veya q"dan "q
veya p"yi çıkarımla. Mantıkçı bu kuralı "p veya değil p" aksiyo­
muna uygulayarak, geçerli yeni mantıksal şekil "değil p veya p"yi
bir teorem olarak elde eder. Bundan da, sırasıyla, bazı kurallar
aracılığıyla, ikinci bir teorem elde eder. Az sayıda fakat ihtiyatla
seçilen aksiyomlardan ve çıkarım kurallarından (genelde şu ânda­
ki örneklerden daha önemsiz), geçerli her mantıksal şekil, bir te­
orem olarak elde edilebilir. Bu önemli gerçek, ancak 1928-30'da
Skolem ve Gödel'in çalışmalarıyla tespit edildi.

1
Veya mantıksal edatlarla ilgili malumatfuruşluğu tercih edersek, 'herkim', 'kim' ve
'o'nun saf mantıksal edatlar olmadığını söyleyebiliriz, çünkü onlar mantıktan ziya­
de antropolojiye ait olan şahıs fikrini içerir. Bu durumda örneğimizdeki 'herkim'i
'her kimse' olarak, 'hiç kimse'yi 'hiçbir kimse' olarak ve 'kim'i 'hangi' ve 'kendi-
si'ni 'kendi' olarak yeniden ifade etmeliyiz. Böylece, geçerli mantıksal şekle, "Her
ne hiçbir kendini Rleyen Ayı Rlemezse, kendini i?lemez"e ulaşırız. Burada A'nın
yerini 'kişi' gibi herhangi bir cins ad alabilir ve R'in yerini 'yardım' gibi herhangi
geçişli bir fiil alabilir ve diğer kelimeler rakipsiz mantıksal edatlardır.
Kendinden-Delilli Olma 43

Pek çok alternatif aksiyom ve çıkarım kuralları kümesinden


her biri, eşit şekilde mantıksal doğrulan tam olarak kapsayabilir.
Aksiyom ve çıkarım kurallarından farklı şemaları takip eden şekil­
sel ispat süreçleri de vardır. Burada çeşitli alternatifler üzerinde
durmayacağız; sadece tüm şekilsel ispat süreçlerinin ortak nokta­
sını belirteceğiz. Buradaki esas husus, şekillerin düzenli aralıklar­
la incelenmeye elverişli oluşudur. Öne sürülen bir cümlenin, aksi­
yomlardan birinin altına düşüp düşmediğini inceleyerek bunu ya­
pabiliriz. Aynı şekilde, öne sürülen bir adımın çıkarım kuralların­
dan birinin altına düşüp düşmediğini, inceleyerek görebiliriz. Eğer
bir ispat süreci, aksiyomlardan ve kural şemasından ayrılırsa,
onun uygulamaları benzer şekilde incelemeye elverişlidir. Yoksa
ona ispat süreci demek doğru olmazdı.
Mantığın derinliklerine nüfuz edebilmek için, şekilsel ispat sü­
reçlerinin gelişmesi zorunludur. Bu anlayış, diğerlerinin yanı sıra,
Skolem ve Gödel teoreminde ortaya çıkmıştır. Fakat bu gelişme,
daha önce olduğu gibi, şimdi de, kendinden-delilli olmanın oyna­
dığı rolü belirsizleştirmemelidir. Bir ispat süreci ne kadar şekilsel
olursa olsun, onun ortaya çıkardığı teoremlerin güvenilirliği nihai
olarak yine şu kanaatlerimize dayanır: Her bir aksiyom, mantıksal
olarak geçerlidir ve çıkarım kurallarından hiçbiri, geçerli bir şekil­
den geçersiz bir şekle götüremez.
İspattan söz etmek, ispatın kesin hüküm sürdüğü bir alan olan
matematiği bize hatırlatıyor. Mantıksal doğrular için söyledikleri­
mizi, yani onların kesin olarak ispatlanabilirliği hususunu, genel­
de matematiksel doğrular için söyleyemez miyiz? Bu, matematiğin
her bir doğrusunun, ya kendinden-delilli olduğu ya da kendinden-
delilli adımlarla kendinden-delilli doğrulardan çıkarılabileceği an­
lamına gelir; ki, bir zamanlar genel kanaat de böyleydi. Fakat ba­
zı zorluklar ortaya çıkmaktadır. Bu zorluklar, kümeler teorisi ola­
rak bilinen alanda en iyi biçimde gösterilebilir.
Setler veya kümeler, matematiğin temelini oluşturur; matema­
tiğin temel kısımlarının büyük bir bölümünü sistematik bir şekilde
geliştirebilmek, küme fikrini zorunlu kılar. O merak uyandırır bi­
çimde çok yönlü ve bunaltır derecede üretkendir. Kümeler, mate­
matiğin çeşitli dallarına yan hizmet vermekten daha büyük işler
yaparlar; onların sayıları, fonksiyonları ve kuramsal matematiğin
diğer bütün nesnelerini harekete geçirmeye bile güçleri yeter. Do­
layısıyla, sadece kümelere has bir alan olarak matematiğin tama­
mının sistematik şekilde yeniden yorumlanmasına imkan sağlar.
44 Bilgi Ağı

Bu kümeler evreni, küçük bir evren değildir; o sadece tikellerin


kümelerini değil, kümelerin kümelerini, kümelerin kümelerinin
kümelerini... sonsuza dek içine alır.
Kümeler veya sınıflar, üyeleri tarafından, yani kendilerine ait
olan nesneler tarafından belirlenir. Dolayısıyla, bir kümenin tam
olarak hangi elemanlannın olduğunu belirtmek, o kümeyi belirle­
mektir. Ama elemanlann belirlenmesi, onların basitçe sıralanması
anlamına gelmemelidir; sonsuz sayıda elemanı olan kümeler için,
böyle bir sıralamanın gerçekleşmesinin imkansız olduğu herkesçe
bilinir. O hâlde, çoğu zaman bir kümeye üye olma, dolayısıyla
kümenin tanımı, o kümeye üyelik için hem zorunlu hem de yeter­
li şartlar söylenerek belirtilir. Böylece, çift tam sayıların kümesini,
bir tam sayının iki katı olma şartıyla belirleyebiliriz; bu şart, yal­
nız o kümenin elemanlarının tamamı tarafından karşılanır. Böyle
bir şartı her ortaya koyduğumuzda bir kümeyi başarıyla belirle-
yebilmemiz doğaldır; bu, elemanları tam olarak şartı yerine geti­
ren nesnelerden oluşan bir kümedir. Kümeler hakkında bu şekil­
de konuşulmaya başlanınca, şu varsayımın kendinden-delilli ol­
duğu düşünülebilir: İfade edilen her şart için bir kümenin olduğu
kendinden-delillidir. Oldukça zeki matematikçiler, zamanında bu­
nu varsaydılar. Fakat bu doğru olamaz.
Mesela, kendisinin üyesi olan bir küme olmama şartını ele ala­
lım: Bu, kısaca, kendine-üye-olmama şartıdır. Akla gelen hemen
hemen her nesne, bu şartı yerine getirir; çift sayıların kümesi, ken­
disinin bir tam sayının çifti olmaması sebebiyle bu şartı tam olarak
yerine getirir. Fakat üyeleri kendinin-üyesi-olamama şartını tam
olarak yerine getiren nesnelerin kümesi yoktur. Çünkü, üyeleri ta­
mamen bu nesnelerden oluşan bir küme düşünün. Varsayılan bu
kümeye x diyelim. Hiçbir şekilde kendilerinin üyesi olmayan şey­
ler x'in üyeleridir. Fakat bu durumda, özellikle, eğer x kendisinin
üyesi değilse, x'in -yani kendisinin- bir üyesi olmaya hak kazanır
ve bizi bir çelişkinin içine sokar. Diğer yandan, eğer x kendisinin
bir üyesi ise, o zaman üyelik şartından dolayı, x"e ait değildir ve
bu durumda da biz çelişki içinde oluruz. Sonuç olarak, x gibi bir
kümenin olmadığını söylemek zorundayız. Sadece kendisine üye
olmayan üyelere sahip hiçbir şey yoktur. Bu aynı zamanda man­
tıksal bir doğrudur. Onun mantıksal şekli olan "Hiçbir şey, sadece
kendini islemeyenleri iîlemez." geçerli mantıksal bir şekildir.
Yukarıda italik olarak yazılan cümle, oldukça öz, mantıksal
bir doğrunun, yalnızca kapalı olmakla kalmayıp, aynı zamanda
Kendinden-DeliIH Olma 45

gerçekten de sezgi-karşıtı olabileceğini gösterir. Bulanın adını al­


dığından Russell Paradoksu olarak bilinir. Bu kümeler teorisinin
pek çok paradoksları arasında en basitidir. O, kümeler teorisinin
paradoksu olsa da, mantıksal bir doğrudur. Onu paradoksal ya­
pan, kümeler teorisinin bir beklentisini boşa çıkarmasıdır: İfade
edilebilir her üyeliğe karşılık gelen bir kümenin olması beklentisi.
Bu paradokslardan alınacak bir ders, kendinden-delilli olma­
nın gelişigüzel kullanılmaması gerektiğidir. Bir diğeri ise şudur:
Kümeler teorisinin doğruları veya kümeler teorisinin doğru olarak
kabul edilmesi gereken cümleleri, (mantıksal doğrularda olduğu
gibi) kesin bir biçimde ispatlanamaz; diğer bir ifadeyle, kendin­
den-delilli doğrulardan, kendinden-delilli adımlarla çıkarımlana-
maz. Artık kümeler teorisinde, kümelerin varlığıyla ilgili özel aksi­
yomlar, kendinden-delilli doğrular olarak değil, teorik fizikteki hi­
potezlere kıyaslanabilir hipotezler olarak kabul edilmelidir. Elbet­
te bu durumda, hâlen kendinden-delilli çıkanm adımlarını izleye­
rek tümdengelim yoluyla sonuçlara ulaşılabilir. Sonuçlar incelenir
ve fizikteki hipotezlerde olduğu gibi, aynı pratik amaçlara yöne­
lik daha düzenli bir sistemin kurulup kurulamayacağını görmek
için aksiyomlar düzeltilebilir.
Matematikçiler tarafından uzun süre kendinden-delilli olarak
kabul edilmiş diğer bir ilke, Öklidçi paraleller postulatıdır. Bu
postulatlar, bir çizgiye o çizginin herhangi bir noktasından sadece
bir paralel çizilebileceğini bildirir. Paraleller postulatının diğer
Öklidçi postulatlardan çıkarımlanamadığı gösterilmiştir. Tam ter­
sine, sistematik tutarlılığı kaybetmeksizin, o çeşitli karşıt postulat­
lardan biriyle değiştirilebilir. Paraleller postulatı, günümüz fiziği
için gerekli bir şart olmaktan çok uzaktır ve yakın benzerlerinden
biriyle yer değiştirmiştir.
Matematiğin tamamı kendinden-delilli olmakla alâkasını bu
derecede kesmez. Kabaca pozitif sayıların aritmetiği ve cebiri
olan asal sayılar teorisi pek sorun çıkarmayan bir alandır. Burada,
bilinen paradokslar, yani kendinden-delilli olarak gözüken fakat
yanlış olduğu ispatlanmış önermeler yoktur. Pek sorun oluşturma-
sa da, asal sayılar teorisi asırlardır kesin cevaplara karşı koyan
kısmen kolayca formüle edilebilir birtakım sorulan ortaya çıkarır.
Buradaki durum mantıksal doğrularda karşılaşılandan oldukça
farklıdır. Gödel, asal sayılar teorisine ait hiçbir şekilsel ispat süre­
cinin tamam olamayacağını gösterdi. Asal sayılar teorisinin bütün
doğrularını içererek (ve tüm yanlışları da dışlayarak) ispatlayanı-
46 Bilgi Ağı

lecek kadar güçlü hiçbir ispat süreci olamaz. Her bir ispat süreci
asal sayılar teorisinin bazı doğrularını dışta bırakmak veya bazı
yanlışlıklara izin vermek durumundadır. Gödel'in neticesinin ışığı
altında, asal sayılar teorisinin bütün doğallarının, mantıksal doğ­
rular gibi kesin ispatlanabilirliği, bizim kullandığımız anlamda,
pek makul gözükmemektedir: Kendinden-delilli adımlarla, ken-
dinden-delilli doğrulardan çıkarımlanamaz. Sayılar teorisi, küme­
ler teorisinin içinde olduğundan, Gödel'in neticesi, kümeler teorisi
için, bu sonucu baştan zorunlu kılar.
O hâlde, genel olarak matematik, (kümeler teorisiyle birlikte
geometri ve sayılar teorisi de dahil olmak üzere) delil açısından,
önceden sanıldığından daha çok fiziğe ve daha az mantığa benzer.
Genelde, matematiğin doğruları, kendinden-delilli aksiyomlardan
değil, doğal bilimlerde olduğu gibi, sadece sonuçların akla uygun­
luğu hakkında karar verilebilen hipotezlerden çıkarımlanabilir.
Diğer bazı iddiaların da kendinden-delilli olduğu kabul edil­
mektedir. Bu iddialar yaygın olmamakla birlikte, sınırlayıcı ilkeler
olarak bilinir: Büyük oranda felsefi olan bu ilkeler, çeşitli genel
bilimsel hipotezlerden biri veya diğerini dışlar. Bunlardan biri,
Latince saygın karşılığıyla Ex nihilo nihil fit, ya da daha iyi bilinen
şekliyle, hiçten hiçin çıkabileceği ilkesidir. Bu ilke, bize evrende
ne olduğunu değil; olan her bir şeyin, ya daima orada olduğunu
ya da başka bir şeyden kaynaklandığını söyleme iddiasındadır.
Şimdi bu ilkenin dikkate değer yönü, onun yakın zamanlarda
terk edilmekten kıl payı kurtulmasıdır; bu kendinden-delilli olma
iddiasında bir ilke için oldukça ilgi çekici, fakat onur kırıcı bir tec­
rübedir. Çünkü son zamanlarda, kararlı-durum teorisi adındaki
kozmolojik teori, tuhaf olmakla birlikte, ısrarla desteklenmekte­
dir. O, hidrojen atomlarının herhangi bir şeyden gelmeksizin sü­
rekli olarak ortaya çıktığını kabul etmektedir. Bu teoriye göre, ev­
renin gözlemlenen yoğunluğunu, ancak bu şekilde açıklayabiliriz.
Her bir gökadanın (galaksinin) diğerlerinden hızla uzaklaşmakta
olduğunu tecrübeden biliyoruz. Eğer "mükemmel kozmolojik il­
ke" olarak bilinen -evrenin genel konumunun zaman ve mekan
içinde kabaca tekdüze olması ilkesini- doğru kabul edersek ve
"sürekli yaratma" yok ise, evrenin şu andakinden çok daha az yo­
ğun olması gerekirdi. "Kararlı-durum teorisi" akla uygun görün­
memekle birlikte, bir paradoksa çözüm olarak meşhur gök bilim­
ciler tarafından savunulmuştur.
Kendinden-Delilli Olma 47

Kararlı-durum teorisi, başka bir kozmolojik teoriye rakip ola­


rak öne sürülmüştür. Bu teoriye göre, başlangıçta kozmik bir pat­
lama vardı ve bununla gökadaların birbirinden uzaklaşması baş­
ladı. Biz bu rekabeti iki sınırlayıcı ilkenin çatışması olarak sunabi­
liriz; kararlı-durum teorisi Ex nihilo nihil'i kurban etme pahasına
mükemmel kozmolojik ilkeyi ayakta tutmakta ve patlama teorisi
de bunun tersini yapmaktadır. Sonuçta, gökadaların yaşıyla ilgili
buluşlar sebebiyle, kararlı-durum teorisi, patlama teorisine yenik
düşer durumdadır. O hâlde, sınırlayıcı ilkelerin genelde kendin-
den-delilli olmadığını ve diğerleriyle çelişebileceğim böylece öğ­
renmiş bulunuyoruz. Dolayısıyla, bir ayağı fizikte bile olsa, ilkele­
rin deneysel bulgulara açık olduğunu görmüş oluyoruz.
İhtiyatla ele alınması gereken diğer sınırlayıcı bir ilke de şu­
dur-. Her olayın bir sebebi vardır. Felsefeciler bu ilkeye direnen
olgular etrafında yol göstermeyi üstlendiği sürece felsefi bir düs­
tur olarak emniyette gözüküyor. Fakat bu ilke kuantum teorisi
karşısında bir hayli rehberliğe muhtaçtır. Fizikçiler elektronların
ve diğer basit parçacıkların davranışlarının sıkıca belirlenmiş ka­
nunlara uymadıklarını bize söylemektedir. Radyoaktif maddeler,
parçacıklarını rastgele yaymaktadır; sadece uygulamada değil, il­
kede de tam olarak hangi parçacıkların ayrılacağını veya tam ola­
rak ne zaman ayrılacağını söyleyebilmek imkansızdır. Eğer yeteri
derecede özveri göze alınabilirse, diğer sınırlayıcı ilkeler gibi, her
olayın bir sebebinin olduğu ilkesi de elde tutulabilir. Ama eğer
bu, fiziğin bir ilkesi olma iddiasındaysa, modern kuantum teorisi­
ni aşsa bile, kendinden-delilli olarak kabul edilemez.
Bilim adamı beklenmedik bir gözleme yer ayırabilmek için te­
orisinin yapısında bazı değişiklikleri düşünmek zorunda kaldığın­
da, sınırlayıcı ilkeler yardımcı bir rehber olarak hizmet edebilir. Sı­
nırlayıcı ilkeler, bunu, bilim adamının seçeneklerini daraltarak ve
gelenekle olan bağlantının devamını teşvik ederek yapar. Bütün
sınırlayıcı ilkelere uyma pahasına, teorinin haddinden fazla yapay
ve karmaşık bir hâle geldiği istisnai durumlar da ortaya çıkabilir;
böyle bir krizde, daha önce gördüğümüz gibi, sınırlayıcı ilkelerden
biri veya diğerine yol gözükebilir. Genelde, bu tür ilkeler kendin­
den-delilli olmanın ölçütlerine ayak uydurmada zayıf kalırlar. Ken­
dinden-delilli olmanın önem kazandığı alanlar, sadece mantık ve
matematik gibi gözüküyor; bu alanlarda, kendinden-delilli olmanın
önemi, ispat olarak bilinen zincirleme reaksiyondaki kendinden-
delilli olmakla bağlantısından kaynaklanır. Matematik dahi, bu tür
48 Bilgi Ağı

bir muameleye kendisini sadece kısmen bırakır. Bu durum, Russell


Paradoksuyla, Öklid'in paraleller postulatıyla ve Gödel'in 'eksikli-
lik' teoremiyle kesin bir şekilde açıklanmıştır.
Kendinden-delilli olma, bazen ahlaki değerlerin hükümlerine
atfedilir. Bu tür atıflar, Bağımsızlık İlanındaki* örnekleri akla geti­
rir; fakat takdire layık bu duygular, her şeyden önce, kendinden-
delilli olmanın gerektirdiğinden daha az evrensel bir kabul gör­
müştür. Kendinden-delilli olma iddiasına belki de daha layık ahla­
ki kural şudur: Kimse gereksiz yere acı vermemelidir. Fakat ço­
ğunlukla, ahlaki bir kuralın kendinden-delilli olduğunun söylenme­
si, o kuralın temel olarak alınması ve dolayısıyla tartışma dışı gö­
rülmesi gerektiği hususunda tam bir kararlılığı yansıtır. Böyle bir
kural, kendi desteğe muhtaç bir kural olarak değil, bir başlangıç
noktası olarak ele alınabilir. Fakat burada bile, birkaç ilke birden
öne sürüldüğünde, onların tutarlıhğıyla ilgili sorular pekala ortaya
çıkabilir. Çünkü, "Kimse yalan söylememelidir"i "Kimse gereksiz
yere acı vermemelidir"e ekleyin; bu iki emir bir araya geldiklerin­
de, tahmin edilebilir pratik bazı durumlarda ikilemler yaratabilir.

* 1776 yılında Amerika'nın İngiltere'den bağımsızlığını ilan eden belge (çev).


BEŞİNCİ BÖLÜM

TANIKLIK

il bize iki temel biçimde hizmet eder: Başkalarından istedikle­


D rimizi yerine getirtme aracı olarak ve başkalarından öğren­
mek istediklerimizi öğrenme aracı olarak. Bir bakıma o bizim adı­
mıza çalışacak bir el, görecek bir göz gibidir. Neyin olacağını ve
bir şey yerine diğerini yapsaydık neyin olmuş olacağını tahmin et­
mek bizim yararımızadır. Bütün bu tahminlerde gözlem hayati bir
katkıdır ve tahmin şansımız gözlemimizin artmasıyla büyük oran­
da yükselir. Dolayısıyla, başkalarının tanıklığı aracılığıyla onların
gözlemlerini sunmada, dil önemli bir yarar sağlar.
Dil, bu tanıklık ve bilgi toplama işlevinde temel araç olarak
gözlem cümlelerini kullanır. II. Bölümde gördüğümüz gibi bu, di­
lin herkes tarafından gösterimle elde edilen veya edilebilen bir
parçasıdır; diğer bir ifadeyle, bu, cümlelerin ilgili uyarımlarla doğ­
rudan şartlandırılmasıyla yapılır. Dolayısıyla, kendi tecrübemizin
ötesinde bir şeyi haber veren bir gözlem cümlesi duyduğumuzda,
uyarım bize ulaşmasa dahi, konuşan kimsenin o cümleyi söyle­
mek için uygun uyarımlara sahip olduğu konusunda delil elde
ederiz. Bu, temelde duyularımızın bir uzantısı olan tanıklık meka­
nizmasıdır. Dil, gözleme dayalı verileri çoğaltmadaki ilk ve en bü­
yük insani araçtır. Teleskop, mikroskop, radar ve radyo-astrono-
mi aynı amaca yönelik daha sonra ortaya çıkmış diğer araçlardır.
Genişletilmiş gözlemlerden veya bir kimsenin gözlemlerinden
bahsederken, mecazi ifadeler kullanırız. Aslında geçmişteki göz­
lemlerimizin kaydı bile, şu ândaki gözlemin bir nesnesidir ve kay­
dedilen gözlemlere sadece sebeplilik bağıyla bağlıdır. Benzer şe­
kilde, araçlar söz konusu olduğunda, sadece lens imgeleri veya
mikrofotoğraflar veya radar işaretleri gözlemin gerçek nesneleri-
50 Bilgi Ağı

dir. Ortaya çıkarılan nesne, karanlık yıldız veya protein molekülü


veya herhangi bir şey, gözlemlerimizin sadece sebeplilik ilişkisiy­
le bağlı olduğu, ama aslında gözlemlenmemiş nesnelerdir. Benzer
şekilde, diğer bir kimsenin gözlem haberi söz konusu olduğunda,
gözlemimiz aslında o kimsenin konuşurken çıkardığı sesle sınırlı­
dır; onun bildirdiği gözlemler de, bu seslere sebeplilik bağıyla
bağlantılıdır. Özellikle bu son örnekte, çoğunlukla sebeplilik ba­
ğını bir saniye bile düşünmeksizin kurarız. Bunun nedeni gözle­
me ait temel kelime dağarcığının toplumsal bir-ortamda öğrenil-
mesidir. Bu kelime dağarcığını ilk olarak, başka bir kimsenin söz­
lerini, ortaklaşa tecrübe edilen gözlemlere bağlayarak öğrendik.
Dar anlamda, gözlem cümleleri nispeten güvenilirdir. Onları
bilim hakkında belirleyici yapan da budur. Diğer cümlelere geçti­
ğimizde hatalı tanıklık tehlikesi artar. Diğer bir yandan, ne göz-
lem cümleleri ne de diğerleri hilelerden tamamen korunur. Yalan­
lara ne demeli?
Hemcinslerimize genelde güvenemeseydik acınacak bir dünya­
da yaşıyor olurduk. Eğer tanıklıkla doğru arasında makul oranda
yüksek bir bağlantı olmasaydı, duyularımızın bir uzantısı olarak
tanıklığın geçmişe giden büyük değeri ortadan kalkardı. Burada,
olumsuz güçlü bir bağlantı yardımcı olabilir. Eğer insanların çoğu
zaman yalan söyleyeceklerine emin olabilseydik, şu ândaki sis­
temde edindiğimiz bilgilerin tamamını, onların sözlerinden çıkarta­
bilirdik. Böylece, onların tüm ifadelerinin anlaşılan, fakat söylen­
memiş bir 'değil' içerdiğini varsayar; dolayısıyla, çoğunlukla onları
doğru olarak kurabilirdik. Ama rastgele yanlışlıkla iç içe olan, hep­
ten rastgele doğruluk, bilgi toplamada dili faydasız kılacaktır.
Hoşlanılmaması sebebiyle, yalan söylemenin kimsenin yararına
olmadığı açığa çıkabilir. Fakat bu şekilde akıl yürütme, maalesef
hepimiz için hatalıdır. Burada yalan söylemenin dışındaki hususlar
için de geçerli olan ahlak felsefesinin keyfe keder bir doğrusu söz
konusudur. Keyfe keder genel konu şudur: Bir kimsenin hemcinsle­
rinin kurallara uyan davranışlarından elde ettiği kazanç, kendisinin
o kuralları çiğnemesiyle daha da arttırılabilir. Yanmakta olan bir si­
nema örneğini ele alalım. Bir kimsenin kurtulma şansı, kendisi yıl­
dırım gibi kapıya koştuğunda ve diğerleri düzenli bir şekilde sıraya
geçtiklerinde en yüksektir. Herkesin yıldırım gibi kapıya hücum et­
tiğinde ise, onun şansı oldukça zayıflar. Fakat, onun hücumu diğer­
lerinin hücumuna sebep olmayacaktır; en azından onun çıkar üs­
tünlüğünü zedeleyecek bir süre içinde veya sayıda diğer kimselerin
Tanıklık 51

hücumuna sebep olmayacaktır. Benzer hususlar her çeşit aldatma


için geçerlidir. Bu tehlikeli bir bilgidir ve okuyucuyla bunu paylaş­
maya cesaret etmemiz bir hediye nevinden kabul edilebilir. Her
neyse, yağ zaten ateşin içindeydi. Toplumun hırsızlığa ve diğer al­
datma çeşitlerine karşı hukuki cezaları koyması bu yüzdendir. Ce­
zalar özel çıkar üstünlüğünü boşa çıkarır.
Yalan söylemeyi yasaklayan genel bir kanun yoktur. Ama in­
sanların ellerinden geldiğince doğruyu söylemeye gözle görülür
bir eğilimleri vardır; en azından yalan söyleyerek kazanacakları
bir şey olmadığında. Belki bu sevinç veren eğilimi dili öğrenmeyi
mümkün kılan mekanizmalar açısından açıklayabiliriz. Gözlem
cümlelerine ait ilkel kelime dağarcığını öğrenmenin yolu, sonuçta,
onu, uygun duyu uyarımlarıyla bağlamayı öğrenmekten geçer.
Eğer aynı uyarımlar sayesinde, daha sonraki benzeri gözlem cüm­
lelerini tasdik ediyorsak, buna şaşmamak gerekir. Yalan söyle­
mek, şartlandırılmış cevaptan çaba sarf ederek ayrılmayı gerekti­
rir. Burada bu noktayı sadece gözlem cümleleri için belirttik; fakat
benzer bir şey, dilin üst düzeylerinin öğrenilmesi için gerekli daha
karanlık ve karmaşık süreçlere de uygulanabilir gözükmektedir.
Dil öğrenme mekanizmasında doğruluk için bir güç varsa, aynı
güç benzer şekilde inanma için de kolayca bulunabilir. Başkaları­
nın kullandığı ifadeleri benzer durumlarda biz de kullanmayı öğre­
niriz. O hâlde, sonuç olarak, insanların bu ifadeleri yalan yere de­
ğil, uygun biçimde kullandıklarını üstü kapalı olarak varsaymakta­
yız. Başkalarının cümlelerinin yanlış olduğunu görme cesaretini
nasıl elde ettiğimiz de, ilginç bir sorudur. Niye sürekli olarak dili
öğrenmeye devam etmiyoruz? Yani her cümleyi içinde söylendiği
durumlarla birlikte, kelimelerin nasıl kullanıldığının ek delili olarak
kabul etmiyoruz? Bu felsefi soruya cevap olarak, dönüm noktası­
nın kısmen ne kadar karmaşık bir dili kabul edeceğimize bağlı ol­
duğunu söyleyebiliriz. Bir kimsenin cümlesini doğru saymak için,
belirli kelimelerin özel kullanımlarını özel biçimlerde kurmak yeri­
ne, bir noktadan sonra onu yanlış saymanın daha kolay olduğunu
görürüz. Bunu yaparken, ne kadar bilinçsiz de olsa, aynı zamanda
akla uygun süreçlerle ilgili hipotezler tarafından yönlendirilmeye
hazırız. Farkına varmadan kendimize şu soruyu sorabiliriz: Bu ko­
nuşan kimsenin kendisi belirli açılardan karmaşık olan bir dili,
hangi süreçlerle öğrenmiş olabilirdi? Akla daha yatkın hangi süreç­
ler, onun bu durumda kasıtlı veya kasıtsız bir yanlışlığı söylemesi­
ne sebep olmuş olabilirdi?
52 Bilgi Ağı

Eğer yabancı bir şehirde bize yanlış yönler verildiyse, ya bizi


bilgilendirenin yönünü kaybettiğine inanırız ya da orada 'batı' için
kullanılan kelimeyi yanlış bildiğimiz sonucuna varırız. Eğer o ân­
da dili biraz rahat konuşabiliyorsak, o kimsenin yönünü kaybetti­
ğini tahmin etmemiz akla uygundur; çünkü bu yeterince yaygın
bir hatadır. Diğer yandan, önde gelen bir bilim adamının başın­
dan geçen bir olay, tam tersi bir örnek oluşturur. İhtiyacına yete­
cek kadar Polonyaca, fakat daha az Çekçe öğrenmiş olarak
Prag'a gelmiş. Bir toplantıda, söz diğer bazı bilim adamlarının ve­
ya aynı şekilde ihtilalden kaçmış olabilecek tanışların kaderi veya
nerede olduklarıyla ilgili sorulara gelmiş. O, Lehçe 'batı' anlamına
gelen zachodun Çek dilindeki şeklini kullanarak, Çekçe, "O şimdi
Batıda" demiş. Çekçe kelime 'tuvalet' anlamına geldiği için, yanın­
dakiler büsbütün hayrete düşmüşler. Sonra hayret eğlenceye dö­
nüşmüş. Arkadaşımızın doğruyu söylediğini, fakat dolambaçlı bir
dil konuştuğunu hissetmişler. O kimsenin, bir şekilde Çekçe keli­
meyi yanlış öğrenmiş olması, bütün sığınmacıların tuvalette oldu­
ğu inancına bir şekilde ulaşmasından veya diğerlerini buna inan­
dırabileceğini ümit etmesinden daha akla uygundur.
Biraz önceki düşüncelerimiz, konuşanlar açısından doğruluğa
ve dinleyenler açısından da kolay inanırlığa yönelik bir iç eğilimi
beklememize neden oldu. Bu tür eğilimler gerçekten de kuraldır
ve onlar uyumlu bir çift oluşturur. Fakat bizdeki ikinci eğilimi
eleştirel biçimde izlemek zorundayız. Her zaman tedbirli bir dav­
ranış olmasa bile, doğruluğa genelde hayran kalınır; fakat kolay
inanırlık, sadeliğin ötesinde bir ölçütle, ne hayran kalınacak ne de
tedbiri içeren bir özelliktir. Genelde, kolay inanır olmamızı uygun
sınırlar içinde tutmanın yolu, akla yatkın süreçler üzerinde bilinçli
olarak düşünmeyi sürdürmekten geçer. Gözlem cümlelerinin ol­
dukça güvenilir şekilde ortaya çıkmalan da, bu nedenledir; onlara
inanıp inanmama, konuşan kimsenin ahlakına ve amaçlarına
menteşelenmiştir. Fakat geçmişteki bir gözlemin hatırlanmasının
bile başlı başına bir gözlem olmadığını belirtmiştik; çoğu cümlele­
rin gözlem cümleleriyle bağlantısı oldukça zayıftır. Bu zayıflık çok
yakından tanıdığımız tüm hata imkanlarını beraberinde getirir.
Böylece, yalın gözlem haberlerinin dışında kalan tanıklığı değer­
lendirirken, bu artan tehlikeyi akılda tutmalıyız. Konuşan kimse­
nin iddiasına delil bulmada akla uygun hangi imkanlara sahip ol­
duğu hususunu dikkate almalıyız. Bu gibi durumlarda, sözü söyle­
nenin ahlakına ve amaçlarına ek olarak, akla uygun süreçler de
Tanıklık 53

aynı şekilde dikkate alınmalıdır. Bu ve benzeri hususlar, müracaat


kitaplarını komşumuzun kulaktan duyma bilgilerine ve her ikisini
reklam sahiplerinin iddialarına tercih etme nedenini bize verir.
Mahkemelerde tanıkların tanıklığı hakkında, genelde söyledik­
lerinin kısmen ne kadar kendi menfaatleri icabı olduğuna bakıla­
rak karar verilir. Gizli kalmasını tercih edebileceği bir hususu bi­
ze söyleyen bir kimseye inanmak, kendi mükemmelliğini veya
suçsuzluğunu iddia eden bir kimseye inanmaktan daha kolaydır.
Mahkeme tanıklığının değerlendirilmesi, insan psikolojisiyle ve
stres altındaki davranış hakkında bilinenlerle sıkı biçimde bağlan­
tılıdır. Karşı tarafı sorgulayan avukat, tanıklığın hangi kısımlarının
zayıf olabileceğini hissetmek zorundadır. Dava ve tanık hakkın­
daki tüm inançlarını, karşı tarafın incelenmesinden kaynaklanan
bilgileri, tecrübe ve araştırmalarından öğrendiği her şeyi bir araya
getirmeli, daha sonra ne yapması gerektiğine karar vermelidir.
Mahkeme, kendilerine söylenenin çoğunu olduğu gibi kabul etme
eğilimindeki kimselere karşı dikkatli olmalıdır; çünkü burada katı
bir ders vardır. İnsanlar bazı durumlarda, kötü niyet, kendini al­
datma, cehalet veya korku sebebiyle doğruyu gizlerler. Aynı za­
manda, doğal olarak, yanlış hatırlar, yanlış hükümde bulunur ve­
ya hatalı düşünürler.
Sanki bilginin kaynağıymış gibi hafızada dosyalama âdetini
edinmek bir hayli faydalı olabilir. Çünkü daha önce güvenilen
kaynaklar bizim için taşıdıkları otoritelerini kaybedebilir ve kişi
hangi inançların tekrar ele alınması gerektiğini bilmek isteyebilir.
İçinde özel menfaat ve yolsuzluk belirtileri bulduğumuz bir kay­
nağa ahlaki nedenlerden dolayı güvenmeyebiliriz. Aynı şekilde,
aceleci düşünme ve verilere sınırlı ulaşır gözüken bir kaynak
hakkında metodolojik nedenlerden dolayı kuşku duyabiliriz.
Diyelim ki, Birleşik Devletler'in on üçüncü Başkanı Millard Fill-
more'un 7 Ocak 1800'de doğduğuna inanıyorsunuz. Bunu bir ko­
nuşmada duyup hatırladığınızı veya bir ansiklopedide okuduğunu­
zu veya bir örnek olarak bu paragrafa yazılmasını delil olarak ka­
bul ettiğinizi söyleyebilirsiniz. Fakat sonuncusunda tedbirli olmalı­
sınız. Yanlış bir inancın örneğini veriyor olabiliriz. Aslında vermi­
yoruz; eğer arzu ederseniz, bahsedilen tarihin doğru olup olmadı­
ğının sağlamasını yapmak için, şu ânda bir ara verebilirsiniz.
Şimdi bu sizi ikna etti mi? Eğer ettiyse, en azından bu konuda,
bize otorite olarak güveniyorsunuz. Onu bizzat açıp bakmaya
davet edilmeniz, iddiaya olan güveninizi arttırmış olabilir. Bu tür
54 Bilgi Ağı

araçlara karşı dikkatli olmalısınız; bir yazar veya konuşmacı böy­


le bir davetten dolayı kendisinden şüphelenilmeyeceğini ümit
edebilir; çünkü o görünürdeki samimiyetinden dolayı kazançlı çı­
kar ve çok az şeyi tehlikeye atar. Eğer bir konuşmacı, "Buna
inan, çünkü ben inanmanı istiyorum." diye emretseydi, onun ken­
dini beğenmişliğine şüpheyle karşılık verirdiniz. Önemli olan şu­
dur: Başkası tarafından ileri sürülen bir iddiayı kabul edip etme­
meniz, konu üzerinde o kimseye ne kadar güvendiğinize bağlıdır.
Bu kitabın yazarlarından biri Monako Prensliği'ni dolaştıktan
sonra şöyle dedi: "Bir düşün, sadece sekiz mil kare!" Kardeşi,
"tam sekiz mili ondan nasıl çıkardığını anlamıyorum," diye karşı­
lık verdi. Harita kesindi: çıkaramazdı. Encyclopedia Britannica,
World Almanac, Scott'm pul albümü, çeşitli Amerikan atlasları ve
coğrafya sözlükleri onun sekiz mil kare olduğu hususunda birleşi­
yordu. Hachette ve Larousse 150 hektar veya bir mil karenin beş­
te üçünden daha az olduğu konusunda birleşiyordu. Daha sonra
Britannica'nın (on birinci edisyonuna) müracaat dikkat çekici ay­
rıntıları ortaya çıkardı: "Bölge yaklaşık 8 mil kare, boyu 2 mil ve
eni 165 ila 1100 yard* arasında değişmekte." Bu aritmetik saçma­
lık bile, diğer bütün müracaat kitaplarının yayıncılarını sekiz mil
kare rakamını kopyalamaktan alıkoymamış; tabii eğer Britannica
onların kaynağı idiyse. En sonunda efsanenin doğru olmadığını
haber vermekten memnunuz ve daha sonra müracaat edilen
'kaynaklar' bölgenin 0.59 mil kare olduğu üzerinde birleştiler.
Hatta yeni bir nokta bile söz konusu: Şimdi 76 (İngiliz) dönümü­
nün denizden karaya dönüştürülmesi nedeniyle bu rakam 0.71
olarak verilmekte. Fakat hâlen kabul ettiğimiz veya yeni öğrendi­
ğimiz diğer bir konu hakkında doğrulanmamış bir rakam olması
oldukça muhtemeldir.
Çok sayıda kaynaklan inceleyerek rakamlarda güven arama
yöntemi, mükemmel bir tedbirdir; yukarıdaki örneğin gösterdiği
gibi, kaynakların bağımsız olmadığı durumlarda başarısızlığa uğ­
ranabilir. Hiç kimse bir gazete haberini aynı gazetenin başka
nüshalarını incelerek doğrulamaz. 4xl0 7 Fransız'ın hatalı olama-
yacağıyla ilgili bir deyim vardır; fakat eğer onların hepsi hatalı bir
Fransız'ın kendilerine söylediklerine inanıyorsa, durum tam tersi­
dir. İtiraf etmek gerekir ki, önceki örnekte Fransızlar haklıydılar.
Pek çok iddiaya tipik destek, onların 'ortak bilgi' olmasından
gelir. Bu husus çok sayıda insanın doğru kabul ettiği ve hemen

* Yard: bir metreye yakın (0.9144) İngiliz ölçü birimi (Çev.).


Tanıklık 55

hemen hiç kimsenin yanlış kabul etmediği durumlar için geçerli­


dir. Önemli olan, inananların, inanç sahibi olmayanlardan ziyade
inanmayanlara üstünlüğüdür; çünkü bilgisizlik, inanmamayı değil
inançsızlığı doğurur. Hemen her konuda bilgisiz kalmayı başara­
bilen pek çok kimse vardır. Şimdi şunu sormalıyı?: Bir iddiayı ço­
ğunlukla doğru kabul edilir ve yanlış olarak hemen hemen hiç
reddedilmez bulduğumuzda, elimizde yeterli destek var mıdır?
Hangi desteğin yeterli olduğu, ne için yeterli olduğuna bağlıdır.
Günlük ilişkilerde ortak bilgi olarak gördüklerimizi, daha fazla so­
run çıkarmadan kabul etme eğilimindeyiz. Gerçekten de biz onu
bu şekilde tanımlarken kabulümüzü ilan ediyoruz; çünkü bir şey­
den biliniyor olarak bahsetmek, onun doğru olduğunu varsay­
maktır. Fakat konu bizim önem verdiğimiz bir şeyse, bu inancı
kabul eden kesimin kimlerden oluştuğunu belirlemek, bilgilendiri­
ci olsa gerektir. Onların nasıl bu inanca ulaştıklarını bilmek fayda­
lıdır. Aynı şekilde, onların iyi bildiklerini sandığımız konularla bu
inancın ilgili olup olmadığını bilmek de faydalıdır. Hangi çeşit de­
liller onun için uygun olurdu? Ve onu desteklemek üzere, baştan,
bu tür delillere ulaşılabilir miydi? Neptün'ün gezegen olduğuyla il­
gili gök bilimcilerinin araştırmaları vardır; Pasifik'in derinliği için
de okyanus bilimcilerinin araştırmaları; Hannibal'in Alpler seferi
için kendi döneminde yazılanlar ve bunların tarihçiler tarafından
doğrulanması; Pythagoras (Fisagor) teoremi için matematikçilerin
tümdengelimleri; bir marka konserve açacağının diğerine olan üs­
tünlüğü için ev hanımlarının uzun ve sıkıntılı tecrübeleri. Son iki
örnekte olduğu gibi, ortak bilginin bazı kısımlarım bir yandan az
bir matematik bilgisine, diğer yandan birkaç alete ihtiyaç duyarak
tekrar doğrulayabiliriz. Diğerlerini doğrulayamasak bile, otoritele­
re başvurabiliriz. Yeniden doğrulamaya açık bilgiler, özel güvene
layık olabilir; çünkü bu tür inançlar daha büyük bir yanhşlanma
tehlikesine karşı durmaktadır. Dolayısıyla, doğrulamak için zayıf
bir konumda olduğumuz durumları bizden daha iyi konumda
olanların kabule devam etmeleri mihenğimiz olabilir.
Fakat otorite mihenk olarak da yanılabilir. Güneşi dünya etra­
fında döndüren teorilerin uzun ve dikkate değer tarihi kulağımıza
küpe olabilir. Eğer ortak bilgi olarak kabul edilecek bir şey var
idiyse, o da zamanında kesinlikle yer merkezli görüştü. Uzun bir
süre, hatta asırlarca tamir edile edile geldi; fakat katiyetle bir ke­
nara bırakılmadı. Burada, dengeli haliyle yararlı olan, inanılan ko­
nudaki tutucu tavır, doğruyu gizlemeye yardımcı olmuştur. Bu
56 Bilgi Ağı

yanlış inancı, yetersiz incelemeye dayalı olduğunu ileri sürerek bir


yana atamayız: Zamanında hem tecrübe hem de felsefi kutuplann
yeterli desteğine sahip görünüyordu. Uzayı dolduran esîr adlı bir
cevher, geçen yüzyıl fiziğinin yapı taşlarındandi; yine o da terk
edildi. İnsan gibi havada uçmak için oldukça kötü biçimde donatıl­
mış varlıklann, ancak hayallerinde uçabileceğinin bir zamanlar
yaygın bir kanaat olduğundan kim şüphe edebilir?
Bu tür yaygın yanlış inançların başarısının sebebi, çoğu za­
man, söz konusu doğruların bilinmemesidir. O hâlde, kesin ola­
rak kabul etmeliyiz ki, günümüzde kısmen bilimden kısmen baş­
ka yerlerden kaynaklanan sözde ortak bilgilerin bir bölümü, gele­
cek yüzyıl ders kitaplarında, çağımızın aptallıklarına örnek olarak
verilecektir. Ortak olarak kabul ettiğimiz şeylerin çoğunun sağ­
lam şekilde kurulduğuna ve ona inanan insanlar var olduğu müd­
detçe ayakta kalacağına inanmak isteriz. Bu güvenimizde belki
de haklıyız. Fakat şu da kesin gözükmektedir: Eğer türümüzün
entelektüel tarihinin rehberliği söz konusuysa, bugün ortak kabul
ettiklerimizin çoğu gelecekte reddedilecektir. Alınması gereken
ders, ümitsizlik değil tevazudur.
Bazen güçlü karşıt bir delile rağmen, kişiler tanıklığa inanma­
ya davet edilir; özellikle de dinlerde. Danimarkalı felsefeci Kier­
kegaard, bunu yapabilmenin, kişinin imanının sınanması olduğu­
nu belirtmiştir. Onun eski çağdaki öncüsü Tertullian, "Saçma ol­
duğu için inanıyorum." diyerek akıldan tamamen tövbe etmiştir.
Bir saçmaya inanma, alarm için yeterli bir sebeptir; fakat saçma
olduğu için inanma tutarsızdır. Bir yoruma göre, o bazı inançları­
nın imana dayandığını, çünkü saçma oldukları için sağduyunun
onları desteklemediğini kastetti. Böyle hoşgörüyle yorumlandığın­
da dahi, Tertullian'ın ifadesi hâlâ saçmaya imanın bir itirafıdır.
Bu düşünce Lewis Carroll'da yine ortaya çıkmaktadır.
"Buna inanamam" dedi Alis.
"İnanamaz mısın?" dedi Kraliçe ona acır bir şekilde. "Tekrar dene:
geniş bir nefes al ve gözlerini kapa."
Alis güldü. "Uğraşmak boşuna," dedi: "kimse imkansız şeylere
inanamaz."
"Sana yeterince uygulama yapmadığını korkmadan söyleyebili­
rim." dedi Kraliçe. "Ben senin yaşındayken günde yarım saat sü­
rekli onu yaptım. Hatta, bazen kahvaltıdan önce inandığım im­
kansız şeylerin sayısı altıya kadar çıktı."
Tanıklık 57

Alis'in söyledikleri, Beyaz Kraliçe için de geçerli olmak şartıy­


la, Tertullian ve Kierkegaard'a yönelik iyi bir felsefi karşı çıkıştı.
"Kimse imkansız şeylere inanamaz." Daha iyisi: Kimse, eğer bir
şeyin imkansız olduğunu görüyorsa, ona inanamaz. Bu konu, da­
ha önceki sayfalarda vurgulandı; biz onu, dikkat etmenin, delille­
ri ayıklamanın ve bireyin inanç sistemini gözden geçirmesinin ana
sebebi olarak gördük. Çelişkiler, imkansız birliktelikler yaratarak
ortaya çıktığında, onları olduğu gibi bırakamayız; onlara bir çö­
züm getirmeliyiz.
Bir kimse apaçık bir saçma söz veya kendisiyle-çelişen bir şey
söyleyebilir. Hatta samimiyetle ve aldatma niyeti olmaksızın,
"Ben, ona inanıyorum." cümlesini de ekleyebilir. Fakat kuşkusuz
ne kadar samimi olursa olsun, inanç, dil ucuyla söylenenden çok
daha başkadır.
Lewis Carroll'un pasajı, aynı zamanda bir şeye inanmaya ça­
lışma fikrini ortaya çıkarıyor. İmkansıza inanmak bir yana, bu yi­
ne de tuhaf bir fikirdir; ama yeni de değildir. Genelde Pascal'ın
bahsi olarak bilinen, belki de haksız yere XVII. yüzyıl matematik­
çisine izafe edilen şeyin altında bu yatar. Eğer Tanrı yoksa, hâlâ
bize bir zarar gelmeden O'na inanabiliriz; fakat eğer O varsa, an­
cak kendimizi tehlikeye atarak O'ndan şüphe ederiz; dolayısıyla,
Tanrı'ya inanmak tedbirin tavsiyesidir.
Bir şeye inanmak istemenin sebepleri vardır. Bahsedilen ko­
nu, bunun geçerli bir örneğidir. Fakat inanmaya nasıl çalışırsınız?
Derin bir nefes alarak ve gözlerinizi kapayarak değil. Daha etkin
bir yol, tercih edilen delile bakmaktır. Eğer o tercih edilmeyen de­
lile baskın geliyorsa veya hevesiniz tercih edilmeyen delili görme­
nize engel oluyorsa, bu durumda inanma iradeniz başarı tacını gi­
yer. Fakat tercih edilmeyen delilin göz ardı edilmesi bilinçli olma­
malıdır; yoksa gerçek inanç değil, yine dil ucuyla söyleme söz ko­
nusudur. Eğer inancın saçma olduğunu görüyorsanız, bu çaba
açıkça başarısızlığa mahkumdur.
Yine de karşıt güçlü bir delil önünde, bazı iddialara inanmamı­
zın akla uygun olduğu söylenebilir ve bu gerçekten de Kierkega-
ard'ın dediği gibi, imanımızın sınanmasıdır. İddia sahibine olan
inancımızın bir sınanmasıdır ve eğer inancın dayandığı delil, kar­
şıt delilden daha güçlüyse ve daha baskınsa, inanç akla uygun­
dur. Bunun örnekleri bilimde boldur.
Einstein, iki ışık arasındaki mesafenin ışıkların görüldüğü nok­
tanın hızına bağlı olduğunu iddia etti. O, iki ışık arasındaki geçen
58 Bilgi Ağı

zamanın da benzer şekilde bağımlı olduğunu ileri sürdü. Bakılan


bir noktadan diğerine nispetle ışınlar arasında daha fazla zaman
ve daha az mesafe olacaktır. Bu mekan ve zaman arasındaki de­
ğişim sağduyuya ters düşmektedir; fakat biz, bunu, uzmanlara
olan inancımız sebebiyle kabul ediyoruz.
Einstein, bir ışınının hızının, o ışına bakılan noktalara göre de­
ğişmediğini de iddia etti; ışını takip eden hareket hâlindeki bir nok­
tadan bakıldığında, bu göreli hızı azaltamaz. Yine bunu da, bilinen
tüm saçmalığına rağmen inanca dayalı olarak kabul ediyoruz. Ben­
zer diğer bir durum, büyük patlama ve evrenin genişlemesi hak­
kındaki şatafatlı teoriye olan açık fikirliliğimizdir: Bu teori, evrenin
bir noktadan patladığını ve o ândan itibaren ışık hızıyla kenarları
dışa doğru fırlayarak genişlemekte olduğunu ileri sürer.
Saçmalık derece derecedir; bazı ifadeler diğerlerinden daha
saçmadır. Daha önemlisi, bir ifadenin saçmalığının derecesi, onun­
la ilgili inançların baskısı ve gerginliği altında değişebilir. Bir kim­
senin, saçma olarak kabul ettiği bir şeye gerçek anlamda inandığı­
nı söylemesi uygun olmasa da, daha önce saçma olarak kabul etti­
ği bir şeye, daha sonra inanabilmesi mümkündür. Yukarıda bahsi
geçen fizik bilimindeki örnekler bunu göstermektedir. Daha önce
saçma gözüken, inanılır bir hâle geldi ve uzmanların güçlü tanıklı­
ğı sayesinde artık saçma olmaktan çıktı.
Beyaz Kraliçe'yi olmasa da, Kierkegaard ve Tertullian'ı bu şe­
kilde değerlendirmemiz gerekir: Onlar daha önce saçma gözü­
ken, fakat yüce bir otoritenin gücü sayesinde inanılır hâle gelen
bir şeye inanıyorlar. Eğer onlar gerçekten inanıyorlarsa ve sadece
dil ucuyla söyleyerek kendilerini aldatmıyorlarsa, onlan bu şekil­
de değerlendirmemiz gerekir. Fakat yine de onlann kaynaklarına
olan inançlarını destelemek için hangi delili getirebileceklerini
merak ederiz.
Bilim uzmanlarına olan inancımız, her durumda delille iyice
temellendirilmiştir. Eğitimli herhangi bir kimse, bilimsel deney ve
hipotezlerde ve teorileri birbirine bağlayan matematikte ne çeşit
bir düşüncenin kullanıldığını kısmen bilir. Eğitim görmemiş sıra­
dan bir kimse bile, atsız arabadan hidrojen bombasına ve Mars'­
tan gönderilen resimlere kadar, bilimsel bilginin teknolojik mey­
veleri karşısında etkilenmek zorundadır. Uzmanın kavraması, ha­
tasıyla savabıyla, görülür biçimde sağlamdır. Bilim adamlarının
iddialarına olan inancımızın gücü, onların kendi aralarındaki fikir
birliğinin dereceleriyle tahmin edebilebilir ölçüde orantılanabilir;
Tanıklık 59
dolayısıyla, Einstein'ın teorisine nispetle büyük patlama teorisi
hakkında daha geçici bir fikre sahip olabiliriz. Tanımlanmamış
uçan nesneler (Ufolar) hakkında ciddi şüphelerimizi hâlâ sürdü­
rebilir ve yıldız falına inanmamaya devam edebiliriz; çünkü bura­
da tanıkların kaynaklarının güveniliriiğiyle ilgili elimizde hiçbir
delil yoktur. İddiaların aksine, yıldız falıyla ilgili elimizde güçlü
deliller vardır: Tahminde zayıf bir kayıt çizelgesi (tabii yıldız fa­
lında anlaşılabilir tahmin diğerlerinden ne ölçüde ayrılabilirse),
açıklamanın değerinin su götürür olması ve diğer bilgilerimizin
ışığında onun temelini oluşturan teorinin büsbütün inanılmaz olu­
şu. Her zaman olduğu gibi, kabul edilebilirlik, bütün delillerin de­
ğerlendirilmesine bağlıdır.
ALTINCI BÖLÜM

HİPOTEZ

ir zamanlar felsefeciler doğru olan her şeyin ilkede kendin-


B den-delilli başlangıçlardan, kendinden-delilli adımlarla ispatla-
nabileceğine inandılar. Biz kesin ispatlanabilirlik özelliğini dar bir
anlamda mantıksal doğrulara ve görece olarak da başka çok az
şeye atfetmekteyiz; fakat bu felsefeciler, onun her doğruya nüfuz
ettiğine inandılar. Onlar, zihinsel sınırlarımız hesaba katılmadığın­
da, her bir doğrunun ispatının yapılabileceğini, özellikle, arzu edi­
len derecede geleceğin tahmin edebileceğini düşündüler. Bu felse­
feciler, akılcılar olarak bilinir. Daha az umutlu olan diğer felsefeci-
lerse, doğru olanın kendinden-delilH adımlarla iki kaynaktan ispat
edilebileceğine inandılar: Kendinden-delilli doğrular ve gözlem.
Her iki ekolün felsefecileri, akılcılar ve daha az umutlular, kendin­
den-delilli olmayı vicdanlarının elverdiği ölçüde veya belki de da­
ha fazla geniş tutarak, ideallerine doğru, imkanlarını zorladılar.
Aslında asal sayılar teorisinin doğruları dahi, daha önce belirt­
tiğimiz gibi, genelde kendinden-delilli doğrulardan kendinden-de­
lilli adımlarla çıkarılamaz görünmektedir. Eski felsefecilere kapalı
olan bu sezgiyi, Gödel'e borçluyuz.
O hâlde, tabiatın doğrulan hakkında ne denebilir? Bunlar göz­
lemlerle birlikte kendinden-delilli doğrulardan kendinden-delilli
adımlarla hâlâ çıkarılabilir mi? Elbette hayır. Oldukça sıradan bir
gözlemden yapılan genellemeyi ele alalım: Zürafalar konuşmazlar
ve deniz suyu tuzludur. Zürafaları ve deniz suyunu gözlemleye­
rek bu genellemeye ulaşırız; çünkü içgüdüsel olarak, gözlemle­
nen örnekler için doğru olanın geri kalanlar için de doğru olduğu
beklentisi içindeyizdir. Buradaki ilke, kendinden-delilli olmak
şöyle dursun, bizi her zaman doğru genellemelere bile götürmez.
62 Bilgi Ağı

Bu ilke, zürafalar ve deniz suyu için bir sorun çıkartmadı; ama


eğer yüzlerce gözlemlenmiş kuğudan bütün kuğuların beyaz ol­
duğu sonucunu çıkarmış olsaydık, ilke bizi yan yolda bırakırdı.
Bu tür genellemeler, gözlemlerle ve kendinden-delilli doğru­
lardan kendinden-delilli adımlarla ispatlanamaz. Fakat bu tür ge­
nellemeler yine de doğal bilimlerin sadece küçük bir kısmını oluş­
turur. Zürafalar ve deniz suyu hakkındaki genellemeler, konuş­
mayan zürafaların ve tuzlu deniz suyunun gözlemlenmesiyle doğ­
rudan ilgilidir; fakat moleküller ve atomlar hakkındaki teoriler
herhangi bir gözlemle doğrudan ilgili değildir.
Şimdi gözlemin ve kendinden-delilli doğrulardan çıkarımlama-
nın, doğruya giden, hatta makul inanca götüren tek yol olmadığı
anlaşılmış bulunuyor. Günlük hayatta olduğu kadar, sağlam bilim­
de de baskın diğer bir etken, hipotezdir. Tek kelimeyle hipotez
bir tahmin işidir; fakat o aydınlatılmış bir tahmin işi olabilir.
Hipotezi hipotez olarak tanıma ve daha sonra onu en iyi şe­
kilde kullanma, bilimsel titizliğin bir gereğidir. Gözlemlerimizin
kendinden-delilli doğrularla birlikte geleceği tahmin etmeye ye­
terli olmadığını kabul ettikten sonra, eksiği gidermek için hipotez­
ler kurarız.
Bir inanca hipotez ismini vermek, o inancın ne hakkında oldu­
ğu, ne derece kabul edildiği veya ne kadar sağlam bir zemine
oturduğu hakkında hiçbir şey söylemez. Ona hipotez ismini ver­
mek, onu kabul ederken veya değerlendirmeye alırken, ne tür se­
beplerimizin olduğunu belirtmek anlamına gelir. İnsanların bir hi­
potezi kabul etmelerinin veya değerlendirmeye almalarının nede­
ni, hipotezin doğru olması durumunda, inandıkları bazı şeyleri
açıklamasıdır. Onun delili, sonuçlarında görülür. Mesela, II. Bö­
lümdeki detektif macerasını tekrar hatırlayalım. Biz o sayfalarda
yeni delilin gücü karşısında inancın değişmesi üzerinde durduk.
Peki ya yeni delilin bize bıraktırdığı inancı nasıl değerlendirmeliy­
dik. O bir hipotezdi. Cinayeti Cabot'un işlediği inancıydı ve bu i-
nanç bir süre için cinayeti, maktulün eşyalarına dokunulmamış ol­
masını, Abbott'un otel kayıtlarında geçmesini ve Babbitt'in kayın
biraderinin tanıklığını açıklamak üzere kurabileceğimiz en iyi hi­
potezdi. Fakat daha sonra, Cabot televizyonda görüldüğünde, ar­
tan bir dizi durumu açıklayacak, yeni, akla uygun bir hipotez kur­
maya çalıştık.
Başarılı olduklarında hipotezler, geriye dönerek geçmişi açık­
layan ve ileriye açılarak geleceği tahmin eden iki yönlü bir cadde-
Hipotez 63
dir. Hipotez kurarken, başka şekilde açıklanmayan olayları, akla
uygun bir anlatımla, betimlemeyle veya dünyanın ilgili kısımları­
nın tarihini icat ederek açıklamaya çalışırız. Bir hipotezi neyin
desteklediği kolayca bilinebilir bir konu değildir. Bir hipotez için
farklı derecelerde arzulanabilecek beş erdemden bahsedebiliriz.
I. Erdem, muhafazakârlıktır. Olayları açıklamak üzere bu er­
demi icat ediyoruz; hipotez daha önceki inançlarımızdan bazıla­
rıyla çelişmek zorunda kalabilir; fakat bu çelişme ne kadar az
olursa, o kadar iyidir. Bir hipotezi kabul etme, doğal olarak her­
hangi bir inancı kabul etmeye şu yönden benzer: Kendisiyle çeli­
şen her şeyin reddini ister. Diğer hususlar aynı kalmak şartıyla,
daha önceki inançlardan ne kadar azının reddi gerekirse, hipotez
o kadar akla uygundur.
Daha önceki inançlarla çoğu zaman çelişmeyen bazı hipotez­
ler vardır. Mesela, kapıdaki bir tık sesini, aralıktan mektubun bı­
rakıldığına bağlayabiliriz. Genelde böyle bir durumda muhafaza­
kârlık etkindir; ihtiyaç yokken mevcut inançları rahatsız edecek
bir hipoteze kimse önem vermez. Ancak, mevcut inançlarımızla
açık biçimde bağdaştırılamayan bir durum söz konusu olduğun­
da, muhafazakârlık erdemi göz önüne alınmaya hak kazanır.
Amatör bir sihirbaz arkadaş çektiğimiz kağıdın ne olduğunu
bize söylediğinde böyle bir durum söz konusudur. Onu nasıl yap­
tı? Belki şans eseri, elli ikide bir şans; fakat hiçbir şey söylenme-
diyse, bu onun şansa dayalı böyle bir işe girişmeye gönüllü olma­
yacağına dair makul inancımızla çelişir. Belki de kağıtlar işaretliy­
di; fakat kağıtların bizim olması sebebiyle, bu onun kağıtlara ula­
şamayacağına dair inancımızla çelişir. Belki de gizlice baktı veya
el çabukluğuyla onu itti; fakat bu bizim dikkatle baktığımıza dair
inancımızla çelişir. Belki o telepatiye veya medyumluğa başvur­
du; fakat bu, bizim bütün inanç ağımızı darmadağın edecektir.
Muhafazakârlığın önerisi, el çabukluğudur.
Hareketsizliği arkasına alan muhafazakârlık, genelde pek ça­
ba gerektirmez. Fakat bu aynı zamanda sağlam bir yöntemdir;
çünkü inanç sistemimiz, her bir adımda, delille desteklenen
inançlardan mümkün olan en az oranda özveride bulunur. İnanç
sistemimiz o âna kadar nereden yararlanmış olursa olsun, bu de­
ğişmez. Doğru, mevcut inanç sistemimizden gerçekten köklü bi­
çimde uzak olabilir; dolayısıyla, biz âni bir sıçramada kazanabil­
diklerimizi elde tutmak için uzun bir dizi muhafazakâr adıma ge­
reksinim duyabiliriz. Sıçrama ne kadar uzunsa, aynı yönde açısal
64 Bilgi Ağı

bir hata o kadar ciddidir. Çünkü karanlıktaki bir sıçrama, mutlu


bir iniş ihtimalini oldukça sınırlar. Muhafazakârlık, sınırlı sorumlu­
luğun üstün yönlerini sunar ve bir sonraki her bir hamle için çok
sayıda geçerli seçenek sağlar.
II. Erdem, muhafazakârlığın yakın akrabası olan sadeliktir. Bir
hipotez diğerinden mantıksal anlamda daha zayıfsa, o diğerinden
daha sadedir; diğerleri onu gerektirir, fakat o diğerlerini gerektir­
mez. Bir A hipotezi, A ve B'nin birlikte oluşturdukları bir hipotez­
den daha sadedir. Yine bir hipotez diğerinden daha tekdüzeyse,
yani olduğunu varsaydığı olaylar daha olağan ve bilinir, dolayısıy­
la daha beklenir cinstense, daha sadedir.
Telefonumuzu çalan ve yanlış numara çevirdiği için özür dile­
yerek kapatan bir adam varsayalım. Onun evde kimse bulunup
bulunmadığını yoklamak için arayan bir hırsız olmasından ziyade,
hata yaptığını tahmin ederiz. Dalgınlar yaygın olduğundan, iki hi­
potezden daha sade olanı budur. Fakat aynı zamanda, dalgınlar
hırsızlardan daha yaygın olduğu için, dalgınlar hipotezi, hırsızlar
hipotezinden sadelikte daha üstündür.
Sık karşılaştığımız nesneleri belirlerken âdet olarak ve farkına
varmadan sadeliği uyguluyoruz. Arabamızın çekilmiş ve yerine ay­
nı modelden başka bir arabanın park edilmiş olma ihtimali varsa
da, park ettiğimiz yerde onu tereddüt etmeden tanırız. Bizimki da­
ha sade bir hipotezdir, çünkü olduğu gibi kalma, diğer seçenekle­
rin bir araya gelmesinden daha yaygın ve bilinen bir olgudur.
Sadelik, dünyadaki tembelliğin daha muhtemel olduğunu
önerme eğilimindedir. Biz görünürdekileri açıklamaya yetecek en
az sayıda etkinlik varsaymak durumundayız. Sadelik, sadece
bundan ibaret değildir. Sadelik, telefon örneğinde tercih edilen hi­
potez için geçerli değildir; çünkü Bay Dalgının, hırsızlığı planladı­
ğı düşünülen kimseden daha az etkin olduğu varsayılmaz. Aslında
o durumda sadelik, etkinliği varsaymaktan ziyade, sadece varsa­
yımları az sayıda tutma vazifesi gördü. Park edilen araba örneğin­
de ise, sadelik hipotezi, daha az etkinlik olduğunu açıkça varsa­
yar. Bu, sağduyuya olduğu kadar bilime de rehberlik eden bir si­
yasettir. Sadelik, 'en az hareket kanunu' adıyla mekaniğin bir il­
kesi hâline bile getirilmiştir.
Sadelikle muhafazakârlık arasında keskin bir hat çizmeye ge­
rek yoktur. Fakat I. Erdem olan muhafazakârlığı sadece kelime
anlamıyla, geçmişteki inançların muhafazası şeklinde kullanıyo­
ruz. Dolayısıyla, daha önceki inançlarla uyumluluğu belirten I. Er-
Hipotez 65
dem, mükemmelliğe eriştiğinde bile, sadeliğin dereceleri arasında
seçim yapılabilir; çünkü sade bir hipotez kadar, görkemli bir hi­
potez de daha önceki tüm inançlanmızla uyum içinde olabilir.
Sadeliğin dereceleri, III. Erdem olan basitliğe dönüşür. Basit­
likle ilgili hususlar özellikle bir şekil üzerine yerleştirilmiş nokta­
lar aracılığıyla eğriler çizmede canlılık kazanır. Bilinen şekliyle öl­
çülerin çizimini ele alalım. Mesela, sayfadaki dikey çizgi deniz se­
viyesinden yüksekliği ve yatay çizgi kaynamakta olan suyun de­
recesini göstersin. Ölçülerimizi her bir çift rakam için bir nokta
koyarak şekle yerleştirelim. Ne kadar çok sayıda nokta yerleştirir­
sek yerleştirelim aralannda çizilebilecek sonsuz sayıda eğri kalır.
Çizdiğimiz her eğri, verilerden yaptığımız genellemeyi temsil
eder; denenmemiş seviyelerde hangi kaynama derecelerinin bulu­
nabileceğine dair tahminimiz de bu genellemeyi oluşturur. Çizimi
tercih edilen eğri, işaretlenmiş noktaların aralarından geçen ve
hepsine uygun şekilde yakın olan en basit eğridir.
Her bir hipotezde basitliğe verilen bir ödül vardır; fakat en bü­
yük ödül, hipotezlerin dev birliği olan bir bütün olarak bilim veya
bilim dallarındaki basitliğe aittir. Eğer bir yolunu bulursak, bir par­
çanın basitliğini, bütünün daha büyük basitliği için seve seve feda
ederiz. Yer çekimi buna bir örnektir. Ağır nesneler aşağı doğru yö­
nelirler: Bu oldukça basit bir hipotez, hatta bir tanımdır. Fakat et­
rafımızdaki ağır nesnelerin, civardaki dağlann ve ayın birbirini ha­
fifçe çekmekte olduğunu ve bütün bu rakip güçlerin, yeryüzünün
çekim gücünü hafifçe azalttığını söyleyen hipotezi kabul ederek iş­
leri karmaşık hâle getiririz. Newton, ayın gelgit etkisinden başka
bu rakip güçleri belirleyecek hiçbir araca sahip değilken, daha
karmaşık olan bu hipotezi ileri sürdü; çünkü bu hipotez bir bütün
olarak fiziğin basitliği açısından büyük bir kazanç anlamına geli­
yordu. Her bir cismin diğerini kütlesi nispetinde ve uzaklığının ka­
resiyle ters orantılı olarak çektiğini belirten evrensel çekim hipote­
zi, Newton'a, yeryüzü ve gökyüzü mekaniğinin tek bir düzene da­
yanan sistemini gerçekleştirme imkanını verdi.
Hem teorik hem de gözlemsel açıdan uzun süre desteklenmiş
sade bir hipotez şudur: Atılan bir şeyin çizdiği yol parabok ir.
Buna ters bir hipoteze göre ise, bu çizilen yol, diğer ucu yer mer­
kezinin ötesi olan bir elipsin sadece bir ucunu oluşturarak, para­
bolden farkına varılamayacak derecede sapar. Bu hipotez daha
az sadedir; fakat yine de daha yüksek bir basitliğe götürür: New-
ton'un hareket kanunlarına ve yine çekim kanunlarına. Bununla
66 Bilgi Ağı

çizilen yollar, Kepler'in, gezegenlerin eliptik yörüngeleri kanu­


nuyla uyumlu hâle getirilmiştir.
Buna benzer diğer ünlü bir zafer, Count Rumford ve daha
sonra gelen fizikçiler tarafından kazanılmıştır. Onlar, hareket hâ­
lindeki parçacıkların etkisiyle gaz basıncı ve ısı arasında nasıl bir
ilişki olduğunu açıkladılar ve bu şekilde gazlar teorisini, genel ha­
reket kanunlarına indirgediler. Bu, gazların kinetik teorisidir. Bu­
na ulaşmak için, hiçbir açıdan sade olmayan, gazın, hareket hâ­
lindeki parçacıklardan ve moleküllerden oluştuğu hipotezini ekle­
mek zorundaydılar; fakat bir bütün olarak fiziğe getirilen basitlik­
ten doğan kazanç, eklemenin götürdüklerine ve daha pek çoğuna
değmiştir.
Nedir basitlik? Eğrilere geometrik açıdan bir anlam verebiliriz.
Basit bir eğri süreklidir ve sürekli eğriler arasında en basitleri bel­
ki de eğimleri bir noktadan diğerine en tedricî şekilde değişendir.
Bilimsel kanunlar, denklemlerle ifade edildiklerinde, ki çoğu za­
man öyledir, basitliği matematikte bir denklemin derecesi veya
bir diferansiyel denklemin sırası şeklinde pekala anlayabiliriz. Sir
Harold Jeffreys, bu yolu izlemiştir. Derece ne kadar düşük olursa,
sıra da o kadar düşüktür ve terimler ne kadar azsa, denklem o
kadar basittir. Denklemler kurulduğunda, analitik geometride ol­
duğu gibi, bu denklemlerin basitlik derecesi eğrilerin basitlik de­
recesiyle uyum halindedir.
Basitliği tanımlamak, eğrilerden ve denklemlerden uzaklaştığı­
mızda daha zordur. Bu gibi durumlarda basitlik bazen sadelikten
ayrı tutulmamalıdır. Genel olarak, bir A hipotezi, A ve B"nin birlikte
oluşturdukları bir hipotezden daha basit sayılır; buraya kadar ba­
sitlik ve sadelik örtüşür. Fakat diğer yandan, Newton'un evrensel
çekim hipoteziyle kazanılan basitlik, terime yüklediğimiz anlam iti­
barıyla, sadelik değildir; çünkü hipotez, ne öncülleri tarafından
mantıksal olarak gerektirilir, ne de varsaydığı durumlar açısından
daha tekdüzedir. Newton'un hipotezi, öncekilerinden şu anlamda
daha basittir: Daha önce birbiriyle ilgisiz iki açıklama tarafından
kapsanan şey, şimdi ortak kısa bir açıklama tarafından kapsan-
maktadır. Benzer hususlar kinetik gazlar teorisi için de geçerlidir.
Basitlik fikrinde rahatsız edici bir öznellik vardır. Sonuçta ne­
yin derli toplu öz bir açıklama olduğu, doğayı aynen yansıtmak
zorunda kalmayan dilimizin yapısına ve ulaşılabilir kelime hazne­
mize bağlıdır. Eğer hipotezlerdeki basitlik akla uygunluğu sağlı­
yorsa, basitliğin bu öznelliği şaşırtıcıdır. Neden iki hipotez arasın-
Hipotez 67
da öznel açıdan daha basit olan, nesnel olayları daha iyi tahmin
etme şansına sahiptir? Doğanın öznel basitlik ölçütlerimize teslim
olmasını neden bekleyelim?
Bu, çok fazla şey beklemek olurdu. Fizikçiler ve diğer bilim
adamları yeni verilere yer ayırabilmek için, sürekli olarak teorile­
rini karmaşık hâle getirmek zorunda kalırlar. Her bir aşamada,
ileride düzeltmelere tâbi olacak bir hipotez seçerken, mevcutlar
arasında en basitini tercih etmek yine de en iyisidir. Bu yöntem,
muhafazakârlık ve sadelik yöntemleriyle aynı zeminde kendini
sunar. Sıçrama ne kadar uzunsa, o kadar çok sayıda ve çılgınca
hata yapmak mümkündür; bu hususu daha önce görmüştük. Fa­
kat benzer şekilde, hipotez ne kadar karmaşıksa, o kadar çok sa­
yıda ve çılgınca hata yapma yolları vardır; başka türlü, karmaşık­
lıklardan hangisini seçeceğimizi nasıl bilebiliriz? Basitlik; muhafa­
zakârlık ve sadelik gibi, sorumluluğu sınırlandırır. Eldeki teori,
doğrudan bir hayli uzak olsa bile, muhafazakârlık iyi bir yöntem
olabilir. Aynı şekilde, dünya bir hayli karmaşık olsa bile, sadelik
iyi bir yöntem olabilir. Karmaşık doğruya yönelik adımlarımızın
her birinde, o âna kadar geçerli en basit hipotezi seçersek, ço­
ğunlukla en güvenilir biçimde ilerleyebiliriz. Bu yöntemin, tam ol­
masa da en azından kademeli bir şekilde, doğru bir teoriye bizi
götüreceği savunulmuştur.
Basitlik için söylenilebilecekler daha bitmedi: İhtiyatlı bir yön­
temin çıkardığı sorunlardan çok farklı olarak, görünürde, en basit
hipotez çoğunlukla en muhtemel olandır. Bu neden böyle olsun?
Tahminlerin sonuçlarını kaydetme biçimi, bu konuda kısmen bir
açıklama getirir. Daha basit hipotezlere dayalı tahminlerin kaydı
daha kolay tutulur. Mesela basitlik karşılaştırmalarının bir hayli
net olduğu eğrileri ele alalım. Eğer eğri, kıvrımlı ve karmaşıksa ve
eğrinin kıvrımlarından hareketle tahmin edilen bazı ölçümler bu
kıvrımların bazıları kadar doğru noktadan sapıyorsa, bize göre
bu tahmin başarısızdır. Bu kadar kıvrımlı bir eğrinin, doğru oldu­
ğunda, sapma noktasını yakalayacak bir kıvrımı belirtmesi gere­
kirdi, diye düşünürüz. Diğer yandan, eğri kıvrımsız ve basitse, ay­
nı boyutta bir sapma, ölçümlerin hatalı olması veya açıklanmamış
bölgesel bir müdahale sebebiyle göz ardı edilebilir. Seçmeci bir
kolaylık sağlayan bu kinik doktrin, eğriler söz konusu olduğunda
akla bir hayli uygundur. Eğrileri içermeyen basit hipotezlerde ise,
kısmen benzer, fakat daha zor tanımlanabilen bir seçiciliğin yar­
dımcı olacağı beklentisi, yerindedir.
68 Bilgi Ağı

Basitlik ölçütlerimizin ne kadar öznel olduğu göz önüne alın­


dığında, neden doğanın onlara teslim olması gerektiğini düşünme­
den edemezdik. İlk akla gelen, bunun gerekmediğidir; her bir
aşamada sade olanı seçme yöntemi yeterlidir. Dahası, doğanın
görünürdeki sadeliğinin bir kısmı bizim defter tutmamızın bir so­
nucudur. Buradan sadeliğin tercihinin tamamen bize ait olduğu
ve bu konuda doğanın tarafsız kaldığı sonucunu mu çıkaracağız?
Tam değil. Darwin'in doğal ayıklanma teorisi, öznel basitlikle nes­
nel doğru arasında şu şekilde bir sebeplilik bağı sunar: Sadeliğin
doğuştan gelen öznel ölçütleri sayesinde insanlar bazı hipotezleri
diğerlerine tercih eder; bu ölçütler, başarılı tahminler yaptığı
müddetçe, hayatta kalma değeri taşır. Doğal bir ortamda, hayatta
kalabilmesi ve benzerlerini üretebilmesi en muhtemel olanlar, en
iyiyi tahmin edenlerdir ve bu yüzden onların doğuştan gelen ba­
sitlik ölçütleri aktarılır. Aynı zamanda, bu tür ölçütler, birey yaşa­
dığı sürece, bilimin gelişmekte olan alanlanna daha iyi uyum sağ­
layarak, tecrübenin ışığında değişecektir. (Fakat bu değişmeler
genetik olarak aktarılmazlar.)
IV. Erdem, genelliktir. Bir hipotezin uygulama alanı ne kadar
genişse, o hipotez o kadar geneldir. Bakır bir tel parçasının elekt­
riği ilettiğini gördüğümüzde, sadece bu ince bakır telin değil, tüm
bakırlann elektriği ilettiği hipotezine atlarız.
Bir hipotezin akla uygunluğu, onun dünyanın değişik yerlerin­
deki gözlemlerle ne kadar uyumlu olduğuna bağlıdır. Tuhaf rast­
lantılar sık olarak gerçekleşir; fakat onlar, akla uygun hipotezlerin
yapı taşlarını oluşturmaz. Şu ândaki gözlemimizi açıklayan bir hi­
potez ne kadar genel olursa, gözlemimizin onun kapsamına gir­
mesi o kadar az rastlantısaldır. Dolayısıyla, IV. Erdem, gücünü
kısmen akla uygun olmasından alır.
Bir hipotezi tekrarlanabilen deneylerle sınamanın mümkün ol­
ması, o hipotezin en azından IV. Erdemden kısmen nasibini aldığı
anlamına gelir. Çünkü bir deneyin tekrarında, deney şartlarının
daha önceki deneyin şartlarıyla tamı tamına aynı olabilmesi müm­
kün değildir; o hâlde, eğer her iki deney de hipotezle ilgiliyse, hi­
potezin en azından her iki deneyin şartları için geçerli sayılacak
kadar genel olması gerekir.1 Doğal olarak, hipotezin çok daha ge­
nel olması arzulanır.
I., II. ve III. Erdemler akla uygunluğu hedefler-, görüldüğü gibi,
bir ölçüde IV. Erdem de; fakat bu onun asıl iddiası değildir; aslın-

' Bu noktaya dikkatimizi Neif E. Scroggins çekmiştir.


Hipotez 69
da genellik, sadelikle çatışır. Fakat genellik, doğru olan bir hipo­
tezi ilginç ve önemli yaptığından arzulanır.
Biraz önce, meşhur bir genellik örneğini, Newton'un evrensel
çekim hipotezinde, diğerini ise gazların kinetik teorisinde belirt­
tik. Aynı örneklerin hem basitliğe hem de genelliğe hizmet etmesi
bir rastlantı değildir. Basitlik olmaksızın genellik, geçici bir rahat­
lama sağlar. Mesela eliptik yörüngeleriyle gökyüzü mekaniğini ve
parabolik yörüngeleriyle yeryüzü mekaniğini ele alalım ve bunla­
rı hareketin art arda iki kısımlı bir teorisi olarak kabul edelim.
Eğer her ikisi birlikte, Newton'un hareketin birleşik kanunları ta­
rafından kapsanan her şeyi kapsıyorsa, bu durumda genellik, di­
ğer iki teoriyi birlikte kabul etmek yerine, Newton'un teorisini
tercih etmemiz için bir neden oluşturmaz. Fakat III. Erdem, basit­
lik, bu nedeni sağlar. Çok az bir basitlik kaybıyla büyük genellik
veya genellikten hiçbir şey kaybetmeksizin büyük basitlik sağla­
manın bir yolu bulunduğunda, o zaman muhafazakârlık ve sade­
lik, bilimsel devrime yol açar.
1887'deki meşhur Michelson-Morley deneyinin sonucu bu ko­
nuya örnek verilebilir. Bu dakik ve dahice deneyin amacı, yeryü­
zünün esîr içindeki hareketinin hızını ölçmekti. Newton'dan itiba­
ren iki yüzyıldır, esîr adında bir şeyin, boş mekan olarak düşün­
düğümüz tüm alana nüfuz ettiği hususu oldukça yerleşik bir
inançtı. Büyük fizikçi Lorentz (1853-1928) esîrin hareketsiz oldu­
ğu hipotezini ortaya atmıştı. Deney şunu açığa çıkardı: Esîr içinde
yeryüzünün hareket hızını ölçmesi beklenen metod bu göreve hiç
de uygun değildi. Başansızlığı açıklamak amacıyla, mevcut fiziği
ciddi olarak etkilemeyecek biçimde, ek hipotezlerin sayısı arttırıl­
dı. Lorentz, hareketsiz esîr hipotezini kurtarmak için, matematik­
sel fizikte bir grup yeni ve daha karmaşık formüllere döndü. Eins­
tein, özel görelilik adıyla bilinen teorisini öne sürerek, bütün bun­
lara bir son verdi.
Bu, fizik teorisinin basitleştirilmesiydi. Einstein'ın teorisi New-
ton'unki kadar basit de değildi; fakat Michelson-Morley deneyi,
Newton fiziğinin savunulamaz olduğunu göstermişti. Burada vur­
gulanan nokta şudur: Einstein'ın teorisi, Lorentz ve diğerleri tara­
fından düzeltilip, ekler yapılarak karmaşık bir hâle getirilen New­
ton'un teorisinden daha basittir. Einstein'ın teorisi, muhafazakârlı­
ğı feda etme pahasına basitliği kazanmanın başarılı bir örneğiydi;
asırlarca kendisine saygı duyulan esîr sadece bırakılmadı, aynı
zamanda ondan çok daha eski ve köklü doktrinler de terk edildi.
70 Bilgi Ağı

V. Bölümde belirtildiği gibi, mekan ve zamanın yapısıyla ilgili


kavramlarımızda ciddi değişiklikler oldu.
Bu başarı, bizi I. Erdeme karşı kör hâle getirmemeli. Geçmişe
yabancılaşmamız aşırı bir hâl alırsa, hayal gücümüz zayıflar; yeni
teoriyi kurmak için dehaya ihtiyaç vardır ve o teoride kişinin yo­
lunu bulabilmesi için üstün yetenek gereklidir. Ayrıca, Einstein
devriminin muhafazakâr bir yönü de vardı; I. Erdem tamamen fe­
da edilmedi. Newtoncu klasik mekaniğe dayanan eski fizik, bir /
bakıma, korundu. Çünkü eski ve yeni teorilerin tahmin ettiği bir­
birine ters gözlemleri, sofistike deneyler olmaksızın değerlendire­
nleyiz. Bunun nedeni de, gözlemlerin aşırı hızlara ve olağan dışı
mesafelere dayanmasıdır. Klasik mekaniğin bu kadar uzun süre
sahayı elinde tutmasının nedeni de budur. Einstein'ın görelilik te­
orisine geçtikten sonra bile, günlük bir problem sebebiyle olağan
dışı hız ve mesafeleri her göz ardı edişimizde, Einstein ve New-
ton'un teorileri arasındaki fark, derhâl, önemsenmeyecek kadar
küçülür. Bu açıdan bakıldığında, Einstein'ın teorisi basitleştirme­
nin değil, genellemenin işlevini üstlenir. Denebilir ki, Michelson-
Morley deneyi ve ilgili sonuçlar sayesinde, Newtoncu mekaniğin
basit özgün haliyle uygulama alanının tamamen evrensel olmadı­
ğı ispatlandı: Daha sonra Einstein'ın teorisi bir genelleme olarak
geldi ve evrensel olarak geçerli varsayıldı. Newtoncu mekanik,
yeniden sınırlanmış alanında, eski yararlılığını korumaktadır. Da­
hası, geçmiş yüzyıllarda Newtoncu mekaniği destekleyen deliller
bile, bu sınırlar dahilinde, Einstein fiziğine delil olarak aktarılabi­
lir; çünkü, olabildiğince her ikisine de uyar.
Einstein'ın göreliliğiyle burada anlatılan husus diğer yerlerde
daha sade bir biçimde örneklenmekte ve genel olarak arzulan-
maktadır: Bir anlamda, eski teorileri yenilerinde muhafaza etme.
Eğer yeni bir teori, en olağan durumlarda bile fark edilmeyecek
şekilde eski teoriden ayrılarak biçimlenebilirse, o zaman eski te­
orinin delilini aşmak yerine, onu miras alır. Muhafazakârlık, gücü­
nü devrim bağlamında bile gösterir.
I'den IV'e kadar olan Erdemler, Neptün örneğinde daha iyi
açıklanabilir. Neptün'ün gezegenlerden biri olduğunu herkes ko­
laylıkla müracaat kaynaklarından kontrol edebilir; bu durum ger­
çekten de ortak bilgi kabul edilir ve çoğumuz onu kontrol etme
ihtiyacı bile duymayız. Fakat, Neptün adını verdiğimiz cismin var
olduğunu ve güneş etrafında döndüğünü ilk defa belirlemek, an­
cak optiğin ve geometrinin yoğun uygulamaları sonucunda müm-
Hipotez 71

kün oldu. Bu, yalnız hatırı sayılır ölçüde bilim ve matematik biri­
kimini değil, aynı zamanda güçlü teleskopları ve bilim adamları
arasında işbirliğini gerektirdi.
Aslında Neptün'ün var olduğu ve gezegen olduğu, gözlemlen­
meden önce bile güvenilir bir şekilde tahmin edilmişti. Fiziksel te­
ori sayesinde Uranüs gezegeninin yörüngesini hesaplamak müm­
kün oldu, ama Uranüs'ün takip ettiği yol, onun hesaplanmış rota­
sından ölçülebilir biçimde ayrılıyordu. Hesaplamaların üzerine
dayandığı teori, diğer teoriler gibi, gözden geçirilmeye ve redde­
dilmeye açıktır. Fakat burada muhafazakârlık işlemektedir: Tama­
men yerleşmiş bir grup inancı baştan sona gözden geçirmekten
herkes nefret eder; özellikle, bu inançlar, fiziğin temel bir bölümü
hâlinde bir hayli derinlere yerleşmişse. Ciddi bilim adamları tara­
fından bildirilen çok sayıda gözlem haberlerini yanlış diye terk et­
mek, daha büyük nefret uyandırır. Uranüs'ün hesaplanmış yörün­
gesinden iki dakikalık bir kavis çizdiği gözlemi kabul edildiğinde,
geçerli teori çerçevesinde bu sapmayı açıklayabilecek bir buluşa
ihtiyaç vardır. Bu durumda teorinin kendisi ve genel olma özelliği
zedelenmiş olmaz ve yeni karmaşıklık en alt düzeye indirgenir.
Özel bir durumunun Uranüs'ü diğer gezegenlerin tâbi olduğu
fizik kanunlarının dışında tuttuğunu düşünmek, teorik olarak
mümkündü. Eğer böyle bir hipoteze başvurulsaydı, Neptün bulu­
namazdı; en azından o zaman bulunamazdı. Fakat böyle bir hi­
poteze başvurmamak için gerekçemiz vardır. O duruma has hi­
potez şeklinde bilinen bir hipotez olurdu ve duruma has hipotez­
lerin kokusu nahoştur; çünkü onlar, III. ve IV. Erdemlerden yok­
sundur. Duruma has hipotezler bazı özel gözlemleri, bazı olduk­
ça özel güçlerin, mevcut özel durumlar üzerinde etkin olduğunu
varsayarak açıklamaya çalışırlar ve bu durumların ötesine geçen
genellemeler yapmazlar. Özel hipotezlerin kusurları derece dere­
cedir. Bunun aşın durumu, hipotezin sadece açıklamak üzere icat
edildiği gözlemleri kapsar; dolayısıyla, tahminde hiçbir işe yara­
maz. Bu durumda, onun tahminlerini tasdik etmemiz sonucunda
ortaya çıkacak olan doğrulamaya da kapalıdır.
Duruma has hipotezin akıl-dışılığına kısmen benzer diğer bir
örnek, su-kahininin, toprağın üzerinde tutulan söğüt dalının yer
altındaki su tarafından çekilebileceğine inanmasıdır. İddia edilen
güç, haddinden fazla özeldir. Çekimi açıklayacak akla uygun bir
mekanizmanın yokluğu kesin olarak hissedilir. O zaman, akla uy­
gun bir mekanizma nedir? Bir hipotez; bilinme, genelleme ve ba-
72 Bilgi Ağı

sitlik açılanndan iyi dereceler almışsa, o hipotez bize akla uygun


bir mekanizma sağlar görünümündedir. Şüphesiz, bir şeyin fizik­
sel etkiler açısından veya hareketin bilinen genel kanunları açı­
sından nasıl açıklandığını gördüğümüzde, o mekanizmanın en üst
düzeyde akla uygun olduğunu hemen biliriz.
Duruma has şeklinde sınıflandırılması uygun olsun veya olma­
sın, doğrulamaya kapalılık ve tahminde işe yaramama nitelikleri­
ne sahip, adı özellikle kötüye çıkmış bir hipotez çeşidi vardır. O
da, başka bir hipotezin tahminlerinin başarısızlığını düzenli bir
şekilde göz ardı ederek, onu reddedilmekten kurtarmaya çalışan
hipotezdir. Medyumun büyülü sözlerine rağmen, Gaibden Gelen
Ses duyulmadığında, "odada birinin iletişime engel olduğuna"
inanmamız istenir. Belirli büyülü sözlerin Sesi çağıracağı hipotezi­
ni korumak amacıyla, duyulabilir sinyalleri uygun olmayan dü­
şüncelerin engellediğini belirten yardımcı bir hipotez öne sürülür.
Bu yardımcı hipotez kurtarmak için eklendiği hipotezden daha
çılgın değildir ve dolayısıyla, eleştirel olmayan bir kimsenin yeni
icat edilen teoriyi kabul etmesi diğerinden daha kolaydır. Öbür
yandan, eleştirel bir gözlemci delilin tamamen ortadan kalktığını
görür. Çünkü deneysel başarısızlık teoriyi tüketerek yok etmiştir.
Bu düşünceler başka bir erdemi öne çıkarır: V. Erdem, redde-
dilebilirlik. Bir hipotezin reddedilebilir olarak adlandırılması, sö­
nük bir övgü gibi gözükebilir. Fakat önemli olan, biraz önce gör­
düğümüz gibi, aşağı yukarı şudur: Akla gelebilecek, gerçekleşti­
ğinde tanınabilir bir olay, hipotezi reddetmeye yeterli olmalıdır.
Yoksa hipotez hiçbir şeyi tahmin etmez, hiçbir şey tarafından
doğrulanamaz ve belki de yanlış bir zihin dinginliğinin ötesinde
bize dünyevi hiçbir kazanç sağlamaz.
Bu, konuyu basite indirgeyen bir ifadedir. Hemen hemen her
hipotez, diğer inançlarda yeterli değişiklikler yapıldığında, asla
reddedilemez hâle getirilebilir -bazen bu değişikliler deliliği gerek-
tirebilse bile. Eğer 'gerektirme' hipotezle birlikte kabaca belirlen­
miş art alan inançlannın destekleyici korosuyla birlikte gerçekleşi-
yorsa, bu durumda bir hipotezin tahminleri gerektirmesi meziyet
sayılmaz. Gerektirme, ilgili teorinin tamamıyla birlikte gerçekleşir.
Sonuç olarak, hakkıyla incelendiğinde, daha önceki diğer dört
erdem gibi, V. Erdemin de derece derece olduğu görülür. Bir hi­
potezin V. Erdeme ortaklık derecesi, akla gelebilen olaylar karşı­
sında hipotezi elde tutmanın maliyetiyle ölçülür. Yani hipotezi
kurtarmak için feda edilmesi gereken inançlan ne kadar istekle
Hipotez 73

kabul ettiğimize bağlıdır. Fedakârlık ne kadar büyükse, hipotez o


kadar reddedilebilirdir.
V. Erdem açısından eksikliğin baş örneklerinden biri astroloji­
dir. Astrologlar, tahminlerini gerçek bir içerikten yoksun olacak
kadar kaypak hâle getirebilirler. Bize bir kimsenin, "yaratıcı olma
eğiliminde" veya "dışa açılma eğiliminde" olacağı söylenebilir, bu
durumda yüklemin kaypaklığı ve sıfatların belirsizliği, iddiayı red­
de karşı yalıtmaya hizmet etmektedir. Fakat bir tahmin, başarısız­
lık olarak değerlendirilse bile, kendisini astrolojiye adayanlar, yıl­
dızların kaderimizi yönettiğine inanmaya devam edebilirler; çün­
kü şimdi gezegenin yerinin belki de çoktan değişmiş olduğuyla il­
gili göz ardı edilen bazı bilgiler öne sürülmek üzere hazırdır. Böy­
lece, diğer inançlarla çatışmaya gerek kalmaz.
Konunun özünü gözlem oluşturmaktadır ve bu gerçeği hipo­
tezlerin özel erdemleri hakkındaki bütün bu fikirlerimizin sislen­
dirmeyeceğinden eminiz. Fden V e kadar olan Erdemler, hipotez­
lerin çerçevelendirilmesine rehberlik edebilir. Onların geçmiş
gözlemlere uygunluklarının yanı sıra, gelecektekilere uyması da
beklenebilir. En sonunda başansızlığa uğradıklarında sorular tek­
rar gündeme gelir. Ne kadar kaba olursa olsun, Michelson-Morley
deneyi, Newton fiziğinin Lorentz'in elinde yeniden uyarlanmasına
götürdü. Einstein, geçmiş gözlemleri içinde barındıran daha basit
bir yol bulduğunda, artık onun teorisi Newton-Lorentz sisteminin
sadece yeni bir şekli değildi; birtakım farklı gözlemlerin tahminini
yapan ve onlan cevaplamaya açık yeni üçüncü bir teoriydi. Onun
diğerlerinden üstün basitliği sayesinde farklı sonuçlanna inanmak
mümkün oldu.
Hipotezler iki amaca hizmet eder: Geçmişi açıklamak ve gele­
ceği tahmin etmek. Kabaca ve bazı noktaları atlayarak söylemek
gerekirse, hipotez, açıklanması beklenen geçmiş ve gelecekteki
olayları gerektirerek bu amaçlara ulaşır. Daha doğru bir ifadeyle,
gördüğümüz gibi, gerektirmeyi yapan şey, söz konusu hipotez
kabul edildiğinde, yeniden gözden geçirilmiş şekliyle bir bütün
olarak ilgili teorinin tamamıdır. Dahası, gerektirilen tahminler ço­
ğunlukla gelecekteki gözlemlerin basit tahminleri değildir; onlar
daha çok şartlı tahminlerdir. Hipotez, eğer falan ve falan yerlere
bakılırsa veya başka atılabilecek adımlar atılırsa, gelecekte diğer
gözlemleri yapacağımızı söyler. Eğer tahminler doğru çıkarsa, ba­
hisleri kazanırız veya uygulamaya yönelik başka çıkarlar sağlarız.
Aynı zamanda, doğru çıktıklarında hipotezimizi doğrulayan delil-
74 Bilgi Ağı

ler elde etmiş oluruz. Yanlış çıktığında geri gider, hipotezimizi dü­
zeltir ve onu daha iyi bir hâle getirmeye çalışırız.
IV. Bölümde sınırlayıcı ilkeler adını verdiğimiz hususlar, akla
uygun olduklarında hipotezler şeklinde görülmelidir; bu hipotez­
lerin bazıları iyi, bazıları kötü olabilir. Genel olarak, bilimsel ka­
nunlar da benzer şekildedir. Yine benzer şekilde geometrinin, kü­
meler teorisinin ve matematiğin diğer alanlarının kanunları da.
Bütün bu kanunlar, -fiziğin ve matematiğin kanunlarıyla birlikte-
evren hakkındaki kapsamlı bilimsel teorimizi oluşturmak üzere
bütünleşen ilgili parça hipotezler arasındadır. En genel hipotez­
ler, herhangi bir gözleme en az cevap verme eğilimindedir; çün­
kü sonra gelen hipotezler, çatışmaları yatıştıracak biçimde yeni­
den yerleştirilebilir; bu konuda teorik fizikle matematik arasında
kesin bir sınır yoktur. Farklı araştırma alanlarındaki hipotezler,
değişik inceleme yöntemleri aracılığıyla tasdik edilme eğiliminde
olabilirler; fakat bu onlann tamamını hipotezler hâlinde görmemi­
ze hiçbir şekilde engel olmamalıdır.
Hipotezleri kurmaktan bahsederiz. Aslında birtakım temel hi­
potezleri, içinde yetiştiğimiz canlı bir kültürden miras alırız. İnan­
cın devamlılığı, her seferinde, inançların çoğunun elde tutulması
nedeniyledir. I. Erdem, cüssesiyle göz alıcıdır. Aklı başında bir
kimse, sahip olduğu inançların bir kısmını, kendinden-delilli ola­
rak diğerlerini kendinden-delilli olmamasına rağmen ortak bilgi;
bazılarını otorite tarafından farklı derecelerde onaylanmış ve di­
ğer bazılarını da şimdiye kadar bir sorun çıkarmadan iş görmüş
hipotezler olarak kabul edecektir.
Fakat yaşayan kültürler yollarına devam eder ve her birimiz
hipotezleri ekleme ve terk etme işine katılırız. Süreklilik sayesin­
de değişiklikle baş edilebilir. Süreklilikteki önemli kesintiler bilim
adamlarının işidir; fakat hepimiz dolaylı bir delile dayanarak,
okulların kapatılacağı ve uçuşların iptal edileceği veya bir kimse­
nin unuttuğunu sandığımız bir şemsiyenin aslında diğer bir kimse
tarafından unutulduğu sonuçlarına vardığımızda, bu yapıyı küçük
çapta şekillendirmekteyiz.
YEDİNCİ BÖLÜM

TÜMEVARIM, KIYAS VE SEZGİ

iş macununun tüpünü sıktığımızda niye diş macunu çıkmasını


D bekliyoruz? Sıvılara veya yarı sıvılara basınç altında ne oldu­
ğuyla ilgili genel ilkelerden bahsedebiliriz; fakat beklentimizi geç­
mişteki tüpler ve onların sıkılmalarıyla ilgili tecrübelerimiz çerçe­
vesinde desteklememiz daha olasıdır. Bu tür basit faaliyetlerde
gerçekleşen hususların genel ilkelerle ilgisi, çoğumuz açısından
sadece geri alanda kalır niteliktedir. Oldukça geride; çünkü diş
macunu, rastgele bir sıkmada dışa çıkamasaydı, elbette fiziğimizi
yeniden yazmak istemezdik. Diş macunuyla ilgili olarak şu hipo­
tezleri düşünürdük: Tüpteki diş macunu bitti, tüpün ağzını yaban­
cı bir madde tıkadı veya içindeki macun katılaştı. Bir beklentimi­
zin başarısızlığa uğramasını, inançlarımızda mümkün olduğunca
en az değişiklik yaparak, mevcut en dar bir alana sınırlayarak
açıklardık. IV. Bölümdeki I. ve II. Erdemleri, muhafazakârlık ve
sadeliği, en üst düzeye çıkarırdık.
Diş macununu beklememizin ana nedeni, önceki sıkmaların
diş macunu çıkarmış olmasıdır. Beklentilerimiz genelde böyle bir
yol takip eder. Beklentilerimizi -gelecek hakkındaki inançlarımı­
zı- geçmişe başvurarak destekleriz. Eğer Batı destanlarını konu
alan dizilerin aşılmaz gözüken problemleri, her zaman, planlan­
mış yayın süresinin bitiminden biraz önce çözülüyor gibiyse, izle­
yeceğimiz bir sonraki Batı destanı için de aynı beklenti içinde
oluruz. Eğer Bullwhip Fudgies şirketi, reklamlarını tekrar tekrar,
ara vermeksizin, haftalık Lionel Flemm Saati'nin ortasında yayım­
lıyorsa, bir sonraki programda da aynı şeyi yapacağı beklentisi
içinde oluruz. "Bullwhip, Flemn'den Ayrılıyor" şeklindeki bir ga­
zete başlığı gerçekten de bu beklentinin önünü kesebilir. Veya
bir keresinde de beklentimiz boşa çıkabilir. Depolanmış tecrübe-
76 Bilgi Ağı

miz ne kadar geniş olursa olsun, normalde gelecekte neler olaca­


ğını tam kestiremeyiz. Destekten nasibini aian beklentiler arasın­
da, sürprizlere hazır olmaya davet edenler de vardır.
Geçmiş örnekleri saymanın yanı sıra, beklentilerimize, pek
çok şey katkıda bulunur. Çözümün, programın yayın süresinin
sonlanna doğru gelmesinin altında yatan sebebi belki görebiliriz.
Program yapımcılarının amacının ne olduğuyla ilgili varsayımımız
kabul edildiğinde, gözlemlerimiz planlanan hususlar dahilindedir.
Aynı şey, inançlarımıza rahatlıkla genelleştirilebilir: Onlar, her bi­
ri diğerini kısmen açıklayarak, birbirlerini destekler. Fakat yine
de, inancımız desteğinin çoğunu sadece geçmişteki olayların top­
lamından alır. Bu basit ve hayal gücü gerektirmeyen inanç kayna­
ğı, tecrübeden öğrenme sürecinde önemli bir etkendir ve ayrıca
incelenmesi gerekir.
Bu merkezî etken, gelecekteki durumların geçmiştekiler gibi
gerçekleşeceği beklentisidir. Benzer şeylere benzer davranışların
atfedilmesidir. Gözlemlenmiş durumlardan aynı tür durumların ta­
mamına genelleme yaparak bir hipotez kurma metoduna tümeva­
rım adı verilir. IV. Erdem, genelliğe açılan doğal bir ana yoldur.
Tümevarımın rehber ilkesi, gelecekteki durumların geçmişte­
kiler gibi olacağını bildirir. Bu ilke hakkında bir parça daha açık
ve net olmaya çalıştığımızda şaşkınlığımız birden artar. Problem
en çarpıcı şekliyle çağdaş felsefeci Nelson Goodman tarafından
ortaya konmuştur. Çoğu zümrüt renginin incelenip, yeşil oldukla­
rının tespit edildiğini varsayalım. Yeşil olma özelliğini taşımayan
nesnelerin, zümrüt olup olmadıklarının nasıl bilineceğini merak
edebilirsiniz; fakat bu örneğin vurgulamak istediği nokta, bu de­
ğildir. Goodman'ın örneği üzerinde duracak olursak, zümrütlerin
karanlıkta kimyasal bir deneyle tespit edildiğini ve daha sonra
renklerinin kontrol edildiğini düşünelim. Pekala, o hâlde, şimdiye
kadarki zümrütlerin hepsinin yeşil olduğu ispatlandığı için, bir
sonraki incelenmiş zümrüdün de yeşil olmasını bekleriz. Fakat,
aşağıdaki örneğin bunun tam tersi için bir sebep olup olmadığını
ve eğer değilse neden olmadığını bir düşünün. Yevi* diye yeni bir
sıfat kabul edelim ve onu şu şekilde açıklayalım: Bu gece yarısın­
dan önce incelenen ve yeşil olan veya o âna kadar incelenmeyen
ve mavi olan her şey yevidir. Böylece, yevi zümrütler, bu gece
yansına kadar incelenmiş ve yeşil olanlardan ve eğer varsa, o

* Grue İngilizce green (yeşil) ve blue (mavi) kelimelerinden Goodman tarafından


türetilmiş bir kelimedir. Türkçede bunu 'yeşil' ve 'mavi' kelimelerinden türettiği­
miz yevi kelimesiyle karşılamayı uygun bulduk (Çev.).
Tümevarım, Kıyas ve Sezgi 77

âna kadar incelenmemiş mavilerden oluşur. Şimdi, bütün zümrüt­


ler bu gece yarısına kadar incelendiği ve yeşil olarak bulunduğu
için, onların tamamının yevi olduğu doğrudur. Onların yeşilliğini,
incelenecek bir sonraki zümrüdün yeşil olacağına dair beklenti­
mize ruhsat olarak aldık; bu durumda, simetrik olarak, onların
yeviliği bir sonrakinin de yeviliğini yakından desteklemektedir.
Farz edelim, incelenecek bir sonraki zümrüt, bu gece yarısından
sonra incelenmiş olsun. O zaman yevi olabilmesi için mavi olma­
sı gerekirdi. Bu durumda bir paradoksla karşı karşıyayız: Bir son­
raki zümrüdün yeşil olması beklenir, çünkü incelenmiş bütün
zümrütler yeşildir; fakat yevi olması ve dolayısıyla mavi olması da
beklenir, çünkü incelenmemiş bütün zümrütler yevidir.
Bizi bir sonraki zümrüdün mavi olması beklentisine yönlendi­
ren herhangi bir şey yoktur. Fakat, niye bu çıkarımın geçersiz ve
yeşile olan çıkarımın geçerli olduğunu açıklayabilmek, sıkıntı ve­
rici bir şekilde zordur. Daha açık biçimde ortaya çıkan şudur: Ge­
lecek durumların geçmiştekiler gibi olmasını bekliyoruz demek,
aslında, hiçbir şey dememektir.
Tümevarımın ikinci paradoksu bu noktayı tekrar ortaya çıka­
rır. Eğer tümevarım yoluyla, gelecekteki durumların geçmiştekile-
rin her bir özelliğini taşıyacağını elden geldiğince çıkarımlayabil-
seydik, o zaman, son ânımızı yaşadığımıza dair her birimizin elin­
de karşı konamaz tümevarıma bir delil olurdu. Mesela diyelim ki,
2002 yılı başlamak üzere olsun. Bir kimsenin hayatının şimdiye
kadarki her ânı, 2002'den önce olma özelliğine sahiptir. O hâlde,
tümevarımla, bir kimsenin hayatının tüm ânlarının bu özelliği taşı­
yacağı sonucu çıkarılabilir mi? Bu sonuç, eğer doğruysa, o kimse­
nin son ânı olurdu.
Ancak, mantığa ters düşünen bir kimse, bu hazin tümevarım­
ları çıkarımlamayı âdet edinseydi, tümevarımın, her defasında ba­
şarısız olduğunu görürdü; çünkü o hayatta kalmaya devam etmiş
olurdu. İkinci dereceden bir tümevarım, yani bu tümevarımlar
hakkında bir tümevarım, bu tümevarımların daima yanlış olduğu­
nu ona söylemektedir. Peki o kimse rahat bir nefes almalı ve
ölümsüz olduğu sonucuna mı varmalı? Eğer iyimser bir bakışla
başlamış olsaydı, bu sevindirici sonuca daha doğrudan ulaşabilir­
di. Çünkü hayatının geçmişteki her ânından sonra, yaşamın de­
vam ettiğini kolaylıkla gözlemleyebilirdi. Tümevarımla, hayatının
her ânından sonra yaşamın devam edeceği ve dolayısıyla sonsuza
kadar yaşayacağı sonucunu çıkarmış olabilirdi.
78 Bilgi Ağı

Geçmiş durumlar tarafından paylaşılan bütün özelliklerin gele­


cek durumlara taşınmasını beklemek, doğru olmaz. Bazı özellik­
ler güvenilir bir süreklilik beklentisini gerektirir ve bazıları gerek­
tirmez. Yeşilliğin daha başka zümrütlere taşınacağını ümit ederiz;
yeviliğin etmeyiz. 2002'den önce olma özelliğinin sonsuza dek ge­
lecekteki durumlarda devam edeceğini beklemeyiz; aynı şekilde,
yaşamın devam etme özelliğinin sonsuza dek sürmesini de bekle­
meyiz. Goodman'ın dediği gibi, yeşil atfedilebilir, fakat yevi ve di­
ğer özellikler atfedilemez. Tümevarım, atfedilebilecek özellikleri
geleceğe atfeder, diğerlerini atfetmez.
Bir özelliğin atfedilebilir olduğunu söylemek, onun nedenini
açıklamak değil, sadece tümevarıma uygun olduğunu belirtmek­
tir. Niye bazı özelliklerin buna uygun olduğunu ve onları nasıl
tespit edebileceğimizi hâlâ sorabiliriz. Bu tür özellikleri tespit et­
medeki doğal kabiliyetimizin başarısı rastgele olmanın ötesinde­
dir; onlar, gözümüze çarpan özelliklerdir. Yeşil, doğal olarak ve
duraklamadan geçmiş gözlemlerden gelecekteki beklentilere at­
fettiğimiz bir özelliktir; diğer yandan, 2002'den önce olma özelliği
ve aynı şekilde yevi olma özelliği veya yaşamın devam etme
özelliği böyle bir durum değildir. Yevi için bir kelimemizin olma­
ması önemlidir; o fark ettiğimiz bir özellik değildir.
Tümevarım, benzer şeylerin benzer biçimde davranacağı bek­
lentisidir; daha doğrusu, dikkate değer ölçüde benzer görülen şey­
ler daha başka yönlerden de benzer olacaklardır. O hâlde, hangi
özelliklerin atfedilebilir olduğu sorusu basitçe şu şekilde ortaya ko­
nabilir: Neyi benzerlik sayacağız? Her şey, her şeye bir yönden
benzer. Eğer özellik dediğimiz şey hakkında ayrımcılık yapmaya-
caksak, herhangi iki şey, diğer herhangi iki şeyde olduğu gibi, çok
sayıda özelliği paylaşabilir; nesneler sonsuz sayıda keyfî yönlerden
sınıflara ayrılabilir. Biz bir şey için, diğer bir şeye başkasından da­
ha çok benziyor dediğimizde, bir ayırım yaparak paylaşılan özel­
likleri göz önüne alıyoruz, atfedilebilir özellikleri hesaba katıyoruz.
Yeşilliği paylaşma, benzerlik için geçerlidir; fakat yeviyi paylaşma
geçerli değildir. Bizim atfedilebilirliği görmemiz, benzerliği görme­
mizdir. Bunlar aynı problemin iki adıdır. Aynı şekilde, VI. Bölümde
basitlik, öznelliğe hafifçe bulandırılmış bir hâlde karşımıza çıktı; o,
atfedilebilirlik ve benzerlikle tamamen aynı cinstendir. Atfedilebilir
özelliklerin diğerlerinden daha basit olduğu hissedilir; aynı zaman­
da, benzerliği gerçekleştiren de onlardır.
Tümevarım, sadece entelektüel bir konu değildir Temelde
tecrübeden neyin beklenileceğim öğrenmekten ibareitir ve bu
Tümevarım, Kıyas ve Sezgi 79

herkesin her zaman yaptığı bir şeydir. Diğer hayvanlar da, neler­
den uzak durulması veya yiyecek ve su için nereye gidilmesi ge­
rektiğini öğrenirken bunu yaparlar. Bu tür öğrenmelerin tamamı
benzerlik sayesinde veya özelliklerin atfedilmesiyle gerçekleşir.
Bütün mesele, bazı özellikleri fark etmeye ve böylece diğerlerin­
den çok onları atfedilebilir olarak belirlemeye önceden olan yat­
kınlık üzerinde toplanır. Benzerliği ve atfedilebilirliği ayırt edebil­
memiz, en basit haliyle, hayvansal mirasımızın bir parçasıdır. Pe­
ki, o niye bu kadar başarılı olsun? Bizim ayırt etmeye ve dolayı­
sıyla atfetmeye doğuştan yatkın olduğumuz yeşil gibi özellikler,
niye aynı zamanda doğru ve tahminde başarılı olma eğiliminde­
dir? VI. Bölümdeki basitlik sorusuna olduğu gibi, bu soruya da
verilecek en iyi cevap, doğal ayıklanmada aranmalıdır. Tercih
edilen özellikler tahminde işe yaradıkları sürece, bazı özelliklere
doğuştan duyarlılık ve diğerlerine duyarsızlık, hayatta kalım de­
ğerine sahip olacaklardır.
Goodman'ın belirttiği gibi, yevinin atfedilmesi, yeşilin atfedil­
mesi kadar hayatta kalma değerine sahipti. Eğer atalarımızdaki
genetik bir mutasyon yeşilden çok yeviyi beklememizi teşvik
eden bir çeşit sinirsel düzenlemeyi bizde oluşturmuş olsaydı, şim­
diye kadar bu konudaki beklentilerimiz en az diğerleri kadar
doğrulanırdı. Ne kadar az anlaşılmış olursa olsun, genetik mutas-
yonlar tarafından kalıtımsal hâle gelen çeşitli sinirsel düzenleme­
lerin de sınırları vardır. Yeşili atfetme eğilimi kalıtıma dayalı sinir­
sel bir yapı tarafından beslenebilir; yeviyi atfetme eğilimi büyük
bir olasılıkla beslenemez. Bu esef verici bir gerçek olabilir ve ge­
ce yansı yaşanan bir kriz bunu ispatlayabilir. Fakat kitabın yazar­
ları, kalıtımlarının böyle olması sebebiyle, bunu beklememekte­
dir. Yoksa bilim bir gecede çökerdi.
Fakat bu Goodman'ın bilmecesine kolay bir cevabın olduğu
anlamına gelmemelidir. Ne atfedilebilen özellikler ne de doğal
ayıklanmanın tercih ettiği özellikler kolaylıkla belirlenebilir; arala­
rındaki ilişki daha da zayıftır. Ayrıca, biyolojiye ve sinirsel organi­
zasyon teorilerine başvurduğumuzda, büyük oranda tümevarımsal
biçimde temellendirilmiş bilime başvuruyoruz. Ayrıca, temel akıl
yürütme yollarımızı incelerken, kendimizi irdelenenden tamamen
ayn tutmayı ümit edemeyiz. Görülüyor ki, doğuştan gelen duyarlı­
lıklarımız, tamamen rastgele seçilen özelliklerin sunacağı muhte­
mel hizmete kıyasla, çok daha iyi hizmet vermektedir. Hayvansal
inancımız şanslı talihimizin devamını beklememizi istemektedir.
80 Bilgi Ağı

Bizim atfedilebilir özelliklere olan doğal yatkınlığımız, evrimin


bıraktığı gibi kalmamaktadır; tecrübelerimizin ışığında daha da
gelişmektedir. Geçmişteki tümevarımların başarıları ve başarısız­
lıkları hakkında tümevarıma genellemeler yapabilir ve aslında
bazı özelliklerin, düşündüğümüz gibi atfedilebilir olmadığı sonu­
cuna varabiliriz. Bazı sınıflamalarımızı tekrar gözden geçiririz.
Balinaları balık cinsinden çıkarırız. Gelişmekte olan bilimsel bir
teorinin ışığında yeni özellikler üzerinde yoğunlaşırız ve bu özel­
liklere dayalı tümevafimlann daha başarılı olduğunu görürüz. Bi­
lim, tümevarımı ilerletirken, tümevarım da bilimi ilerletmektedir.
Tümevarım, hipoteze alternatif bir süreç değildir; o bir hipo­
tez örneğidir. Biz ona, IV. Erdem, genelliğe götüren doğal bir cad­
de adını verdik. III. Erdem, basitlik de, tümevarımın olduğu her
yerde vardır; çünkü atfedilebilir özellikler diğerlerinden daha ba­
sit olarak görülür. Tümevarım apar topar yapılan genellemelere
veya sadece IV. Erdeme götürmez; fakat IV. ve III. Erdemlere bir­
likte götürür.
Geleneksel açıklamalara göre, çıkarım iki türlüdür: Tümdenge­
lim ve tümevanm. Tümdengelimin aksine, tümevarım daha az ge­
nelden daha çok genele ilerler; o, size başladığınızdakinden daha
fazlasını verir. Bunlar, birbirini tamamlayan ve bilgiyi tasdik eden
simetrik yollar olarak görülürler. Bununla birlikte, onları bu şekil­
de yan yana koymak ve simetrik olarak göstermek, ciddi ayrılık­
ları gözden kaçırmak olur. IV. Bölümde, tümdengelimci çıkarımın
bir seri kendinden-delilli adımlarla yapılabilen bir çıkarım olduğu­
nu söylemiştik. Onun en önemli tekniği, mantıkta incelenir ve iyi­
ce anlaşılmıştır. Diğ£r yandan, tümevarımcı çıkarım yöntemleri
genel olarak hipotezleri kurma yöntemlerinden kesin hatlarla ay­
rılamaz ve mantıktaki tümdengelim teorisine kıyasla, bu yöntem­
lerin kesin ve tatmin edici bir teorisi bulunamaz. Tümevanmcı çı­
karımın değerlendirilmesiyle ilgili söyleyeceğimiz birkaç hususu,
hipotezlerin tasdikini ve reddedilmesini incelediğimiz bir sonraki
bölüme bırakıyoruz.
Tümevanmın genellemeyle bir hipotez ürettiğini söyledik. Bu
tarif, tümevarımcı sonucun açık, genel bir kanun olarak belirtildi­
ğini veya düşünüldüğünü varsayar. Aslında tümevarımın sadece
neyin beklenmesi gerektiğini öğrenme meselesi olduğunu da söy­
ledik. Fakat aynı şekilde, bu tarif, genel bir cümlenin araya girme­
sine gerek kalmaksızın, geçmiş gözlemlerden hareketle bir tahmin
veya beklentiye doğrudan ulaşıldığı durumları da kapsar. Geçmiş-
Tümevarım, Kıyas ve Sezgi 81

te ıstakozları haşlarken edinilen tecrübe, gelecek ıstakozun da kır­


mızıya dönmesini beklememize bizi doğrudan sevk eder. Yemek
ziliyle edinilen geçmişteki tecrübe, araya giren genel bir cümleye
gerek kalmaksızın, gongun çalmasıyla köpeği hemen salya akıt­
maya sevk eder. 'Tümevarım' terimini, sonucun genel ve açık ol­
duğu çıkarımlarla sınırlayabiliriz; çünkü durumlar arası bir sıçra­
mada kullanılan başka terimlerimiz de vardır. Biz sıçramanın dü­
şünülerek yapıldığı yerler için kıyas (analoji) terimini ve düşünül­
meden yapıldığı yerler içinde şartlı refleks terimini kullanırız.
Böylece, geçmişte, haşlanmış ıstakozların kırmızılığını gözlem­
lememizle bir sonraki kurbanın kırmızılaşacağını beklememiz ara­
sında doğrudan bir kıyas ilişkisi vardır. Tümevarım terimi bizim
bütün kaynamış ıstakozların kırmızı olduğu şeklindeki genelleme­
miz için kullanılabilir. Yine televizyondaki bireysel beklentilerimiz
ve sıkılan tüpten diş macununun çıkmasını beklememiz, kıyasla
elde edilir. Bu hususlara karşılık gelen tümevarımlar veya genel
hipotezler, normal durumlarda hiçbir zaman ortaya konmazlar.
Bir inanca kıyas yoluyla ulaşan bir kimse, onu desteklemek
için herhangi tümevarıma bir delil sunma ihtiyacını hissetmez,
hatta inancın kıyasa dayalı olduğunu fark etmesi bile gerekmez.
Her birimiz, çoğu zaman desteklemek amacıyla getirilebilecek
deliller üzerinde hiç düşünmeksizin, geçmiş inançlardan yeni
inançlar oluşturmak üzere .bu yolu takip ederiz. Bu inançlar yete­
rince akla uygun olabilir. Biz diğer âdetlerimizi edindiğimiz gibi,
inanç oluşturma âdetini de ediniriz; sadece inanç oluşturma âde­
tinde özel durumlara daha az yer vardır.
Kullandığımız bazı kıyasların zayıflığı herkesçe bilinir. Mesela
bir kimse, yeni bir ses duyduğunda ve sesin eski bir arkadaşının
sesine benzediğinin farkına vardığında, sesin sahibinin diğer
önemli yönlerden de eski arkadaşı gibi olacağını düşünür. Böyle
bir kıyasın doğruluğuna gölge düşmüş olsa da, zaman zaman
yaptığımız kıyasların bundan daha iyi olduğu söylenemez. Yeni
karşılaşılan bir kimsenin veya nesnenin bir özelliği, bilinen bir
hissi veya düşünceyi çağrıştırdığında, tecrübeden hareketle bu
özellik hakkında kurulan bağlantıları, o kimse veya nesneye at­
fetmek, çoğu zaman oldukça içgüdüseldir. Bir kimse tecrübe ka­
zanırken, bu tür beklentileri dengelemesini öğrenir veya öğren­
melidir. O kişi yeni inançları hangi bağlantılar üzerine kurmanın
uygun olduğunu ve hangileri üzerine kurmanın uygun olmadığını
ayırt etmeyi öğrenir. Bir kimsenin sesine hangi beklentileri dayan-
82 Bilgi Ağı

dıracağına, ne kadar çok kimseyle karşılaşırsa, o kadar iyi karar


verir. Onun atfetmeye olan doğuştan kabiliyeti, tecrübenin ışığın­
da gelişmektedir ve bu durumda bile kazandığı ayırım yetisini
herhangi bir ilkeyle ifade etmede oldukça zorlanması muhtemel­
dir. İnançları ve hipotezleri kurmak, onların kurulmasının ardında
yatan sebepleri açıklamaktan çok daha kolaydır. Bu bilim alanın­
daki hipotezler için de böyledir.
Bazen bir inancın doğru olduğundan tam emin olsak da, o
inancı sürdürmemiz için hiçbir sebep aklımıza gelmeyebilir. Bu
gibi durumlarda sezgiye kredi verme eğilimindeyizdir. Bazı insan­
lar, sezginin, bilginin mistik bir kaynağı olduğunu düşünürler
-normal yollardan sonuçlara ulaşmaktan farklı bir kaynak. Bazı­
larına göre bir kadının sezgisi sanki altıncı bir histir. Sezgisi güçlü
insanlardan sanki özel bir yetiye sahip kimselermiş gibi bahsedi­
lir. Ne mutlu ki, sezgi bu şekilde görülmek zorunda değildir. Bir
kimsenin bir durum hakkında samimi olmadığını sezdiğimizi var­
sayalım. Bu inanç için bilinen hiçbir delil olmayabilir; fakat bu, il­
gili hiçbir gözlemin yapılmamış olduğu anlamına gelmemelidir.
Belki de o kimse, sorulan bir soruya cevap vermeden önce, çok
kısa bir ân tereddüt etti veya belirli bir yüz ifadesini geçici olarak
açığa çıkardı. Bu hususlar bir veri olarak kaydedilmemiş olsa bile,
benzeri şeyler bizim o kimse hakkında şüphelenmemize yol aça­
bilir. Sürecin farkına varmasak bile, bu yapılmakta olan bir kıyas­
tır. Samimiyetsizliği duyulara dayalı bir ipucundan kaynaklanabi­
lir; mesela daha önce samimi olmadığına inanılan bir kimseyle
arada kurulmuş bağlantı. Sadece ipucunun farkına varmamış ol­
makla kalmayıp, aynı zamanda daha önce o kimsenin samimiyet­
siz görülmesini unutmuş bile olabiliriz.
Sezgiye yönelim, tahmin edileceği gibi, akılsal desteği az olan
doktrinlerin taraftarları arasında yaygın olarak görülür. Aslında
sezgiye açıktan bir yönelim yersizdir. Sezgi hakkında söylenecek
tek şey, içinde sezgi bahsinin geçmediği şeylerdir: Duyulara daya­
nan, fakat o şekilde kaydedilmemiş ipuçları, çoktan unutulmuş i-
nançlar, pek belirgin olmayan kıyaslar. Bu tür bir inancın temelini
ortaya çıkarmak, inancı değerlendirmemize yardımcı olur; fakat
akla uygun her bir inancın temelinin bu şekilde ortaya konmasını
istemek, imkansızı talep etmektir.
Bununla birlikte, maalesef, mekanizmanın net olmadığı yerler­
de eksikliği gidermek için, yetersiz bir açıklamayı ekleme eğilimi
Tümevarım, Kıyas ve Sezgi 83

vardır. Bu ilk dönemlerden beri gelişmiş bir eğilimdir: Bilgisizlikle


yüzleşmektense, isteğe göre icat etme eğilimi. Bu eğilim, maddi
faydalar temin etmiştir; bize pek çok efsane tanrılar getirmiştir.
Bugünlerde, ciddi şekilde sunulmak üzere uydurulan hikayeler,
otorite olma iddialannı güçlendirmek için, büyük bir olasılıkla bi­
limsel terimlere sarılı olarak gelir. Kullandığımız anlamdaki sade­
lik, rüzgara bırakılmıştır. Böylece duyulara dayalı ipuçlartmızı da­
ha açık bir şekilde belirleyemediğimiz durumları izah etmek ama­
cıyla tamamen uydurulmuş 'hâle' teorisine -insanları çevreleyen
elektro-manyetik alanların ağızdan duyma hikayesine- ulaşırız.
Tabii böyle bir teori bile, bir mekanizmayı açıklamak için sadece
sezgiye başvurmanın yeterli olmadığını kabul eder. Aynı nedenle,
içerikten daha çok, tercihe yönelik bir terim olsa da, halk arasın­
da dolaşan 'etki dalgaları' da böyledir.
Sadece simaen tanıdığımız insanları, gördüğümüzde çıkartabil­
me kabiliyetini bir düşünün. Yakından tanıdığımız bir kimseyi,
başkaları onu gördüğünde çıkarabileceği şekilde tarif etmekten
tamamen aciz kalabiliriz. Bu, bizim esrarengiz bir kabiliyetimiz-
dir. Bununla birlikte, kimse arkadaşlarımızı sezgi yoluyla tanıdığı­
mızı söyleme eğiliminde değildir; o açık olmayan bir biçimde tec­
rübeye dayanır. Biz görsel etkilere karşılık verir, onları bir ânda
düzenler ve sonucu hafızada depolananla karşılaştırırız.
Sonuncusu, bilgisayar dilinde yaygın olarak kullanılır. Gerçek­
ten de, makinalar, tanımanın bazı işlevlerini yerine getirebilirler.
Mesela, makinalar elle yazılmış alfabe harflerini, yani matbaa
harflerini olduğu kadar, el yazısını da okuyabilecek biçimde prog­
ramlanabilir. Onların bunu nasıl gerçekleştirdiğini biliyoruz; onlar
kendilerine verileni, programlama yoluyla içselleştirilmiş olanla
karşılaştırıyorlar. Bu tür araçları, yapay zeka olarak bilinen alan
inceler. Yapay zeka normalde akıllı davranışı gerektiren görevle­
rin makinalar tarafından nasıl yerine getirilebileceğini araştırır. Bu
alanın gelişmesi, psikolojide önemli ilerlemeler sağlayacak gibi
gözükmektedir. Onun, özelde, insanların karmaşık nesneleri nasıl
tanıdıklanna yüksek düzeyde bir açıklama getirmelidir.
Kıyas sadece tikel tecrübelerden tikel beklentilere değil, aynı
zamanda, genel hipotezlerden diğer genel hipotezlere de götüre­
bilir. Diyelim ki, belli bakteryel bir kültürden hazırlanan bir seru­
mun, bu bakterilerin sebep olduğu hastalığa karşı bağışıklık ka­
zandırdığına dair elimizde delil var. Eğer ilk hastalığa yol açan
bakterilere çok benzeyen, başka bakterilerin yol açtığı yakından
ilgili bir hastalık varsa, birincisine yönelik hazırlanan serumun
84 Bilgi Ağı

ikinci hastalığa da bağışıklık kazandıracağını düşünmemiz, akla


uygundur. İlk serum hakkındaki inancımız, IV. Erdeme, yani ge­
nelliğe sahip olma iddiasındadır ve benzer bir serum hakkındaki
inanca genişletilebilirse güçlenmiş olur. Dolayısıyla, herhangi bir
deneyden önce bile, ikinci serum hakkındaki hipotezi olumlu de­
ğerlendirmemiz için elimizde neden vardır. Burada söz konusu
olan hâlâ kıyastır; fakat o, iki tikelden daha çok, iki paralel kanun
arasındaki bir kıyastır.
Biz kıyası, tümevarıma genellemelerin yanından geçer biçimde
gösterdik: Benzerlerden benzerlere doğrudan geçer olarak. Genel
kanunlar arasındaki kıyasta yine yanından geçilen tümevarımcı bir
genelleme vardır; fakat o, genellemenin bir üst derecesidir ve da­
ha sonra elde edilmeye çalışılabilir. Yukarıdaki örnekte, genelleme
şu anlamda kapsamlı bir kanun olur: Belirli bir grup hastalığın her
birine karşı bağışıklık, onlara yol açan bakterilerden hazırlanmış
bir serum sayesinde sağlanır. Yukarıdaki ilk kıyasta iki hastalığı
birbiriyle ilgili yapan benzerlikler açığa çıkarılarak küme betimle­
nir; dolayısıyla, o küme, ilgili tüm hastalıkları içerir.
Şu âna kadar anlatıldığı şekliyle kıyas, öne doğru bir çıkanm
sıçramasıdır. Bu sıçramanın takip ettiği yolun en üst noktası tüme­
varıma ulaşır. Kıyas, bir genelleme örneğinden diğerine, tümeva­
rımcı açık bir genelleme için durmaksızın geçer. Araya giren ge­
nellemeye hafifçe değinilmiştir; çünkü ilgi, çıkarımlanacak özel bir
örneğin üzerine odaklanmış durumdadır. İlginin bu şekilde hasre-
dilmesinin diğer bir etkisi şudur: Biz çıkanmlanacak bir örneğin
farklı özelliklerine, genellemeyi hedeflediğimiz zamankinden daha
fazla dikkat ederiz. Dolayısıyla, kendilerine kıyas edilen önceki ör­
nekler veya önermeler, çıkanmlanacak durumla çeşitli özellikleri
paylaşacak şekilde seçilmelidir. Bu açıdan, serum örneğinde oldu­
ğu gibi, düz tümevarımdan farklı olarak, genellikle var olan tek
örnekle idare etmek zorundayız; birden fazla benzerlik sebebiyle,
tek örnek yeterli kanaati oluşturamayacak yapıdadır. Böylece, kı­
yas, çoğunlukla hafifçe değinilen bir tümevarım olarak görünmez
ve kayıp genellemeyi yapabilmek her zaman kolay olmayabilir.
'Kıyas' kelimesi, çıkarımdan başka hususlar hakkında çoğun­
lukla doğru olarak kullanılır. O, yeni terimleri öğrenmenin ortak
bir yolu için kullanılır. Örneğin, sınıf veya küme kavramları bir yı­
ğının bazı yönlerine kıyasla öğrenildiği gibi, atom veya elektron
kavramları görülebilir bir parçacığın bazı yönlerine kıyasla öğre­
nilebilir. 'Kıyas' kelimesinin diğer kullanımları burada bizi ilgilen­
dirmiyor. Bütün bu kullanımların ortak özünü benzerlik' veya
'paralellik' yeterince içermektedir.
SEKİZİNCİ BÖLÜM

TASDİK ETME VE REDDETME

u kitabın yazarlarından biri, görme bulanıklığıyla beraber baş


B ağrılarına tutuldu. Onları önlemenin bir yolunu bulmaya doğ­
ru atılacak ilk adım, bir açıklama getirmekti. Hatırlama ve dikka­
tin ışığında, baş ağrılarının tatlı turşu yemeyle bağlantılı olmasın­
dan şüphelendi ve tatlı turşuların baş ağrılarına yol açtığı hipote­
zini kurdu. Bu hipotezi düşündükten sonra tatlı turşuları bilerek
bol bol yemeye başladı ve bir baş ağrısı kesin olarak belirdi. Tat­
lı turşu yememe baş ağrılarının yokluğuyla çakıştı. O ândan itiba­
ren hipotezi kabul etti, tatlı turşulardan uzak durdu ve bu tür baş
ağrılarından kurtuldu.
Bir hipotezi denemenin en belirgin yolu, onun sonuçlarını test
etmektir. Tatlı turşuları yemenin baş ağrısına yol açıp açmadığı,
eğer hiçbir baş ağrısı ortaya çıkmıyorsa, hipotez bir kenara atıla­
rak veya kısmen değiştirilerek bulunur. Eğer baş ağrısı beliriyor-
sa, hipotez tasdik edilmiş olur. Fakat hipotezin doğruluğu kesin­
leşmiş olmaktan çok uzaktır. Sadece bir engel aşılmıştır. VI. Bö­
lümde, konan noktalardan çeşitli eğriler çizilebileceğini belirtmiş­
tik. Bu şu anlama gelir: Ne kadar verimiz olursa olsun, birbiriyle
uyuşmayan, fakat her biri bu verileri gerektiren pek çok hipotez
olabilir. Bir hipotezi tasdik eden, diğer pek çok hipotezi de tasdik
eder; veri sadece bir değil bir dizi hipotez için geçerlidir. Hipo­
tezler için, VI. Bölümdekilere benzer ölçütlere sahip olmamızı zo­
runlu kılan da budur; elbette bunun yanı sıra, onların gözlemimi­
zi gerektirmelerini zorunlu kılan şartlar da vardır. Erdemler açı­
sından bir hipotez, rakiplerinden kesin olarak üstün görülebilir.
Turşu hipotezinin tasdik edilmesi daha ayrıntılı incelenebilir.
Tek deney, hipotezi bir açıdan oldukça sınırlı bir şekilde tasdik
86 Bilgi Ağı

etmişti; farklı durumlarda, ek tasdik getirecek veya hipotezin yan­


lış olduğunu gösterecek bir şekilde başka deneyler gerçekleştiri­
lebilir. Diğer bir açıdan üzerinde karar kılınan hipotez, IV. Erdem
(genellik) bakımından kısmen eksik gözükebilir; çünkü bu hipo­
tez, bir kimse tepki gösterirken diğer birinin tepkisiz kalmasının
sebebi hakkında hiçbir imada bulunmamaktadır. Bu yüzden, sı­
kıntı çeken bir kimse, hipotezin düzeltilmesini isteyebilir; bu dü­
zeltme belki de bazı fizyolojik özellikleri belirli alerjik reaksiyon­
lara bağlayarak, o kişiye has bu yönü açıklayabilir. Bu tür ilişkiler
hakkında tıbbi bilginin azlığı göz önünde bulundurulduğunda, ko­
nunun zorluğu ortaya çıkar. Dahası, sıradan art alan bilgisi açısın­
dan hipotezin belirli ölçüde akla uygun olduğu iddia edilebilir;
bu, yenilen şeylerin beklenmedik fiziksel tepkilere sık olarak yol
açtığı bilgisidir. Daha fazla öğrenebilmek için bildiklerimizin üze­
rine yeni bilgiler inşâ ederiz. Bunu gerçekleştirme, kabul ettiğimiz
diğer hususlara uygun geçerli bir hipotezi bulma şansını en üst
düzeye çıkarır ve böylece I. Erdeme, muhafazakârlığa hizmet
eder. Bildiklerimizi kullanmak, aranan hipotezin üzerindeki yükü
hafifletebilir ve onun daha sade olmasına izin verir; aynı zaman­
da II. Erdem de karşılanmış olur.
Turşu hipotezi, günlük amaçlarımıza uyan pek çok hipotez gi­
bi eksiktir. Bu hipotez, ne kadar tatlı turşunun gerektiğini belirt­
mediği ve fazla yeme ile reaksiyon arasındaki sürenin ne olduğu­
nu bildirmediği için eksiktir. Onu ifade eden terimler açısından da
kapalıdır; çünkü neyin tatlı turşu veya baş ağnsı olduğu hakkında
şüpheler belirebilir.
Genelde, bilimde kullanılan hipotezler günlük işlerde kullanı­
lanlardan daha kesin ve daha az kapalıdır. Mesela, suyun kayna­
ma noktası hakkında, saf suyun 760 milimetre basınç altında 100
derecede (santigrat) kaynadığını söyleyen bilimsel bir hipotez ve­
ya kanun vardır. Elbette ölçüm hiçbir zaman tam olarak kesin de­
ğildir; fakat bu hipotezden beklenen, basıncı 760 milimetreye ya­
kınlaştırarak ve aynı zamanda suyu gitgide arıtarak, kaynama
noktasını arzu ettiğiniz oranda 100 dereceye yaklaştırabilmenizdir.
Kesinlik, VI. Erdem olarak VI. Bölümdeki beş erdem listesine
eklenebilir. O erdemler gibi, kesinlik de bir hipotezin akla uygun­
luğuna katkıda bulunur ve bunu dolaylı biçimde gerçekleştirir.
Bir hipotez ne kadar kesinse, ürettiği her başarılı tahmin tarafın­
dan o kadar kuvvetlice tasdik edilir. Bu, rastlantıların nispeten
muhtemel olmamaları sebebiyledir. Eğer hipoteze dayalı bir tah-
Tasdik Etme ve Reddetme 87

min, ilgisiz nedenlerden dolayı doğru çıkarsa, bu bir rastlantıdır


ve bir hipotez ne kadar kesinse, bu tür bir rastlantıya o kadar az
yer vardır. Eğer hipotez, turşunun on iki ila on üç dakika içinde
bir baş ağrısı doğuracağını kesin olarak söylüyorsa, onu tasdik
eden baş ağrısı, bir rastlantı olarak kolayca bir kenara bırakıla­
maz. Diğer yandan, eğer hipotez, turşunun zaman içinde baş ağ­
rısı doğuracağını kesin olmayan bir dille söylüyorsa, bir sonraki
baş ağnsı muhtemelen rastlantıdır.
Bu iki örneğin gösterdiği gibi, kesinlik temelde niceliğin ölçül­
mesiyle gerçekleşir. Hipotezlere niceliği şırıngalamanın önemli bir
faydası birlikte değişim veya işlevsel bağlantıdır. Basıncı 760 mili­
metreden daha aşağı veya yukarı bir rakama çevirdiğinizde, su­
yun kaynama noktasını 100 dereceden, basınca karşılık gelen da­
ha aşağı veya yukarı bir rakama değiştirmiş olursunuz. Bir niceli­
ğin dalgalanmasının açık bir şekilde diğer bir niceliğin dalgalan­
ması olduğunu belirten bir hipotez kurulduğunda, başarılı tah­
minlerin tasdik edici gücü bir hayli yükselir.
Kesinlik, genelliği bazen engeller bazen engellemez. Saf su­
yun kaynama noktası, basıncın aritmetik bir fonksiyonu şeklinde
ifade edildiğinde, suyun kaynama noktası hakkındaki hipotez ke­
sinliğinden bir şey kaybetmeksizin, 760 milimetreden başka ba­
sınçlara genellenebilir. Diğer yandan, saf olmayan suları içeren
bir genelleme yapmak istiyorsak, kesinliği terk etmeliyiz; çünkü
katkıların kaynama noktası üzerindeki etkileri, sadece onların
miktarına değil, aynı zamanda yapılarına da bağlıdır.
Ölçme, kesinliğin tek kaynağı değildir. Kesinliği arttırmanın di­
ğer bir yolu, terimleri yeniden tanımlamadır. Biz, net ve kesin ol­
mayan bir terimi alıp işe yararlılığına bir zarar vermeden onun an­
lamını keskinleştirmeye çalışırız. Onu bu şekilde keskinleştirirken
terimin kullanımında bazı değişikliklere neden olabiliriz; yeni bir
tanım, terimin daha önce kullanılmadığı bazı şeyler için kullanılma­
sını sağlayabilir ve daha önce kullanıldığı bazı şeyler için kullanıl­
masına engel olabilir. Önemli olan değişmelerin zararsız durumlar­
da ortaya çıkması ve bu yüzden kesinliğin herhangi bir kayba uğ­
ramadan kazanılmasıdır. Günlük terimlerle kısaca ifade edilebilen
ve geniş uygulama alanı olduğu iddia edilen hipotezler, nadiren is­
tisnasızdırlar. Bu da zaten beklenir; çünkü günlük terimler genelde
serbest konuşmanın yaygın olduğu günlük işlere uygundur.
Felsefeciler daha önce net olmayan bir terime veya kavrama
kesin bir anlam verdiklerinde, bu, o terimin veya kavramın izahı
88 Bilgi Ağı

olur. Örneğin, diğerlerinin yanı sıra, tümdengelim, olasılık ve he-


saplanabilirlik kavramlarının başarılı izahları bulunmuştur; izah­
lar açıklığa doğru atılan adımlardır. Fakat bunda felsefeciler yal­
nız değildir.
Biyologlar halk arasında kullanılan 'balık' teriminden balinala­
rı çıkararak, ona net bir tanım verdiklerinde, kesinliği ve daha
pek çok şeyi kazandılar; çünkü yeni ayırım, teoriye başka yerden
dahil olan biyolojik özellikleri ortaya çıkardı. Fizikçiler de 'mo­
mentum' ve 'enerji' gibi terimleri yeniden tanımladıklarında ben­
zer kazançlar elde ettiler. Başka bir alana bakacak olursak, mah­
keme kararları, açık tanımlara başvurmaksızın hukuki kavramla­
rın keskinleşmesine katkıda bulunurlar. Örneğin sözleşmeler, do­
landırıcılık ve komplo hakkındaki kararlar, bu kavramların alan­
larını belirlemede yeni ölçütler verebilir. İngiliz hukukunda, eski
kararlar mümkün olduğu kadarıyla pratikte ölçüt olarak kullanılır
ve daha sonra, eski hatlar başarısız kaldığında, yeni kararlar ara­
cılığıyla daha ince hatlar çizilir.
Şimdi tasdik etmeyi yakından incelemek üzere geri dönelim.
I'den Vl'ya kadar olan Erdemler, bir hipoteze inanmak için gerek­
çeler ortaya koysa da, tasdik olarak anılmazlar; bu terim daha
dar bir biçimde, deneylerdeki tasdik için kullanılır. Tasdik söz ko­
nusu olduğunda, bir hipotezi tasdik eden onun tahminlerinin doğ­
ru çıkmasıdır. Daha özelde, hipotez, kendisine tümevarımla ulaşı­
lan bir genellemeyse, bu tahminler sadece genellemenin örnekle­
ridir. Dolayısıyla, bir tümevarımı, örnekleri tasdik eder. Her bir
yeşil zümrüt, kendi çapında, bütün zümrütlerin yeşil olduğunu
tasdik eder.
Fakat bütün genellemeler, örnekleri tarafından tasdik edilmez­
ler. Goodman'ın kurduğu yevi zümrüt örneğinden alınan ders buy­
du. Dönüm noktası olan gece yansından önce incelenen bir veya
bin yevi zümrüt, bütün zümrütlerin yevi olduğu şeklindeki genel­
lemenin tasdik edilmesine hiçbir katkıda bulunmaz. Yevi atfedile­
mez. "Bütün zümrütler yevidir." tümevanm kuralına göre oynanan
bir oyun değildir. Tek kelimeyle, "Bütün zümrütler yevidir." kanu-
numsu değildir. Kanunumsu genel bir cümlenin örnekleri, kendisi­
nin tasdik edilmesine katkıda bulunur; dolayısıyla, o cümle atfedi-
lebilen yüklemleri taşır. Bu tür cümleler kanun yerine kanunumsu
adını alırlar; çünkü bu terim, onlann doğru olmalarını gerektirmez.
"Bütün zümrütler yeşildir." ve "Bütün zümrütler mavidir." denk bi­
çimde kanunumsudur, fakat sadece birincisi doğrudur.
Tasdik Etme ve Reddetme 89

Bu noktada, teknik bir inceltme gerekmektedir. Dikkat edil­


mesi gereken şudur: Yeşil olmayan her şey, ancak ve ancak züm­
rüt olmadığında, bütün zümrütler yeşildir. İki cümle mantıken bir­
birini gerektirir (IV. Bölüm); bunlar mantıken denktirier. O hâlde,
birini tasdik eden her şeyin, diğerini de tasdik etmesi kesindir. Fa­
kat, "Bütün zümrütler yeşildir"i, onun örnekleri olan yeşil zümrüt­
ler tasdik eder ve bunlar "Bütün yeşil olmayan şeyler zümrüt de-
ğildir"in örnekleri sayılmaz. Sonuncusunun örnekleri yeşil-olma-
yan zümrüt-olmayanlardır; mesela tavuklar. Tavuklar, "Bütün
zümrütler yeşildir"! tasdik etmez; bu yüzden onların, "Bütün yeşil
olmayan şeyler zümrüt değildir"i tasdik ettiği de söylenemez.
Eğer kanunumsu cümleler basitçe, örnekleri tarafından tasdik edi­
len genel cümleler olarak tanımlanırsa, "Bütün yeşil olmayan şey­
ler zümrüt değildir." cümlesi, kanunumsu olma özelliğine sahip
olmaz. Fakat bu sonuç yine de kabul edilemez; çünkü cümle,
"Bütün zümrütler yeşildir." kanununa denktir. Bu sorun çağdaş
felsefeci Carl G. Hempel tarafından ele alındı. Sorunu aşmanın bir
yolu, kanunumsu cümlelerin sadece örnekleri tarafından tasdik
edilen cümlelerden değil, aynı zamanda bu tür cümlelere mantı­
ken denk cümlelerden de oluştuğunu belirterek, kanunumsu olma
tanımını genişletmektir.
Çoğu zaman pratikte, bizi tatmin edecek derecede atfedilebilir-
liği tanıyabilmekte bir sorun çıkmamaktadır. Açık örnekleri arasın­
da, "Bütün lisans derslerinin final imtihanları vardır." "Her bir hid­
rojen molekülünde iki atom vardır." ve "Işığın yoğunluğu kaynağı­
nın uzaklığının karesiyle ters orantılıdır." verilebilir (Bir cümlenin
kanunumsu olabilmesi için, doğru olmasının gerekmediğini hatırla­
yın). Sınıra yakın bir çift cümleye örnek olarak da, "Pazartesi günü
cebimdeki madeni paraların tümü on sentlerden oluşuyordu." ve
"Önümüzdeki sene elime geçecek her bir madeni para 1929'dan
sonra basılmış olacaktır." gösterilebilir. Bu cümlelerden ilki, sınırın
dışında kalıyor gözükmektedir; çünkü örneklerden birinin doğru­
lanmasının diğerini daha muhtemel yapacağı şüphelidir; ikincisi
kanunumsu olarak kabul edilebilir. Çoğu zaman pratikte bu ayırı­
mı yapmaya hazır oluşumuz, atfedilebilir özelliklere olan yatkınlı­
ğımızın basit bir belirtisidir. VII. Bölümde bu yatkınlığın kısmen
evrimden miras kalan bir sonuç olduğunu varsaymıştık.
Yine de tipik olarak, kanunumsu bir genelleme, örneklerinin
her biri tarafından tasdik edilir. Tabii örnek, genellemeyi sağlam-
laştırmaz; fakat onun akla uygun olmasına katkıda bulunur. Di-
90 Bilgi Ağı

ğer yandan, tek bir yanlış örneği bile olsa, o düzeltilemez bir
hâlde yanlıştır. Bu yanlışlığı gerektiren herhangi bir hipotez, hat­
ta herhangi bir ifade, bizatihi yanlıştır. Bu asimetri saf mantıktır:
Doğruyu gerektiren, doğru veya yanlış olabilir; fakat yanlışı ge­
rektiren, yanlıştır.
Bu yüzden, doğru bir hipotezi tespit etmekten yanlış bir hipo­
tezi reddetmek daha kolay gibi gözükebilir. Eğer bir hipotez, ba­
zı gözlemleri gerektiriyorsa, tahmin ettiği bir gözlem gerçekleş­
mediğinde, hipotezi hemen yanlış diye terk etmeye hazır oluruz.
Fakat aslında hipotezlerin reddedilmesi bu kadar basit değildir.
VI. Bölümde V. Erdem, reddedilebilirlikle ilgili olarak söyledikleri­
mizden bunu zaten biliyoruz; bir de destekleyici koro meselesi
vardır. Gerektirmeyi yapan tek başına düşünülmüş hipotez değil,
daha ziyade, hipotezle birlikte destekleyici art alan inançlarının
korosudur. Genelde gerektirilen sadece basit bir gözlem değil,
daha ziyade, şartlı bir tahmindir; eğer belirli bir adım atılırsa göz­
lem takip edecektir. Herhangi bir hipotezi bir kenara bırakma, zıt
gözlem karşısında tutarlılığı elde tutmanın pek çok yolundan sa­
dece biridir; inançlarımızı düzene koymanın ilkede pek çok alter­
natif yolu vardır.
Saf suyun 760 milimetre basınç altında 100 derecede kaynadı­
ğı hipotezini ele alalım. Bizim oldukça saf sandığımız bir miktar
suyun hemen hemen 760 (milimetre) basınçta 92 derecede kay­
namış olduğunu varsayalım. Burada çelişen sadece (a) hipotez ve
(b) 92 derecede kaynama değildir. Hemen çelişkiye iki ortak da­
ha katılır: (c) suyun saf olduğu ve (d) basıncın 7ö0'a yeterince ya­
kın olduğu inançları. Hipotezi bir kenara atmak, tutarlılığı elde
tutmanın bir yoludur; fakat bunun başka yolları da vardır. Tabii
ki, hiçbir bilim adamı bu durumda hipotezi inkar etmez; çünkü o,
kimyanın oldukça saygın bir kısmını oluşturur. Bunun yerine o,
her biri sorgulamaya açık olan (b), (c) veya (d)'yi yeniden göz­
den geçirecektir. Gerçekte (b), (c) veya (d)'nin her biri, sırayla fi­
ziğin veya kimyanın bazı bölümlerine dayanır. Bu, mevcut bir sı­
vının basıncının ve ısısının ne olduğunu ve ne zaman kaynamaya
başladığını ve saf su olup olmadığını belirlemede kullandığımız
yöntemler aracılığıyla gerçekleşir. O hâlde, gözlemden daha baş­
ka hususlar, (b), (c) veya (d)'yi kabul etmemizde etkendir, (b),
(c) veya (d)'nin temelinde yatan genel hiçbir inancı sorgulamasak
bile, saatleri ve aletleri yanlış okuma da mümkündür. Örneğimiz­
de tehlikeye giren, inanç kümesinin tamamıdır. Bazen, bu durum
Tasdik Etme ve Reddetme 91

söz konusu olduğunda kümenin hangi elemanlarının reddedilme­


sinin en uygun olacağı nispeten açıktır, bazen II. Bölümdeki Bab­
bitt ve Cabot durumunda ortaya çıktığı gibi açık değildir.
Bazı gözlemlerden, çoğunlukla bir hipotezin sonuçları olarak
bahsederiz. Ancak, daha dikkatli bir incelemeyle, onların sadece
o hipotezin sonuçlan değil, yaptığımız diğer varsayımlarla birlikte
hipotezin sonuçlan olduğunu görürüz. Hipotez ne kadar kesinse,
bu o kadar muhtemeldir; çünkü onun şartları ne kadar ayrıntılı
olursa, bu şartların karşılandığını görmek için o kadar çok tekniğe
ve önceden kabul edilmiş inançlara ihtiyaç duyarız. Biraz önce
dikkate alınan hipotezde, diğerlerinin yanı sıra, suyun saf ve ba­
sıncın 760 milimetreye yeterince yakın olduğunu belirlemek için
bazı tekniklere gereksinim duyduk. Bir hipotezin yanlış olduğunu
belirlerken uyguladığımız tek yöntem, kullandığımız şeyin yanlış
olduğunu göstermektir; bu yanlış, belki denenen hipotez ve belki
başka bir inançtır.
Görüldüğü gibi, kesin hipotezleri tek başına denemek zordur.
Onlar beraberinde diğer inançlan taşıma eğilimindedir. Diğer
yandan, nelerin kesin olmayan hipotezleri gerektirdiğini tam ola­
rak belirlemedeki zorluklar nedeniyle, o hipotezleri denemek de
zor olabilir. Turşu hipotezi bunun bir örneği olarak görülebilir.
Yine "Su 100 derecede kaynar." hipotezi, şartları kesin olarak be­
lirlenmediğinde, tamamen yanlış değilse bile, değerlendirilme yö­
nünden bir hayli eksiktir.
Hipotezler; diğer hipotezler ve en nihayet gözlem tarafından,
farklı derecelerde desteklenir. Bazı bilim felsefecileri, sayısal ihti­
mal hesaplarını, desteğin sıkılığının ölçüsü olarak uygulamaya ça­
lıştılar. Talih oyunlannda hipotezlerin ihtimal hesaplan anlamlıdır;
gerçekten de bu, ihtimal hesabının başladığı yerdir. Pokerde, bir
sonraki elin floş olacağı hipotezine 505'te l'den az bir ihtimal ver­
mek için görünür bir neden vardır. Bu hesaplamada hangi bilginin
kullanılması gerektiği açıktır; çünkü biz, destede hangi kağıtların
olduğunu ve her bir oyuncunun beşer tane kağıt alacağını biliyo­
ruz; fakat ne kağıtların sırasını ne de diğer etkilerden herhangi bi­
rini bilmekteyiz. Sonuç olarak, eldeki bu bilgi, sorunu, bir araya
gelen kağıtların hesaplanmasına indirger. Daha büyük bir dünya­
da, bir hipotezin -diyelim ki, evrenin bir patlamayla başladığı veya
Babbitt'in katil olduğu hipotezinin- ihtimalini hesaplamaya nasıl
başlayabiliriz? Bütün ilgili bilgilerin kataloglanması sorunu da söz
konusudur. Aynı zamanda, ilk bakıldığında ümitsiz gibi gözüken
92 Bilgi Ağı

daha büyük bir problem ortaya çıkacaktır; o da, bütün alternatif


ihtimalleri eşit parçalar hâlinde görülebilen bölümlere ayırmadır;
ki, birliktelikleri hesaplamaya hazırlık mahiyetindedir. Hipotezleri­
mizin tasdik edilme derecesini göz önüne alırken, bazılarını diğer­
lerinden daha çok tasdik edilmiş ve bazılarını bu açılardan hiç de­
ğerlendirilemez olarak kabul etmekten başka çaremiz, en azından
şimdilik, yoktur. Bunu pratik bir durum olarak görmeliyiz; hatta
bazı felsefeciler bunu ilke açısından zorunlu görür. C. S. Peirce, tü­
mevarım hakkında yazarken, bu noktayı şöyle ifade etmiştir:
Tümevarımın, sonucuna bir ihtimal kazandırdığı düşünülebilir ve
çoğunlukla düşünülmüştür. Fakat tümevarım bu yoldan doğruya
götürmez. O sonucuna kesin hiçbir ihtimal kazandırmaz. Evrenle­
ri kese kağıdından seçip âdeta onlardan kaçında kanunun geçerli
olduğunu tespit edebilirmişiz gibi, bir kanunun ihtimal hesapla­
rından bahsetmek saçmalıktır. (...) Tümevarımın yaptığı (kısaca,
uzun vadede doğruya yakınlaşan bir süreç başlatması) (...) ama­
ca çok daha uygundur.1
Kumar cehenneminin dışında bile, bir hipotezin ihtimalini an­
lamlı bir biçimde hesaplayabileceğimiz duaımlar vardır. Farz
edelim, şimdiye kadarki istatistikler belirli bir hastalığa karşı aşı­
lamanın % 93 oranında etkili olduğunu göstersin. Yakın zamanda
aşılanmış ve daha sonra mikrobu kapmış bir kimsenin (mesela
Zee'nin) hastalığa yakalanmayacağı hipotezine % 93'lük ihtimal
vermek mantıklıdır. Fakat bu, kabul edilen sınırlı bilgiye bağlı
olarak mantıklıdır; bu açıdan o, bir sonraki elin floş olacağı hipo­
tezi gibidir.
Bir hipoteze ihtimal tanımanın en anlamlı örneği şudur: O hi­
potez oldukça iyi bir şekilde belirlenmiş ve gözlemlenebilir bir
olayın, oldukça iyi bir şekilde belirlenmiş gelecek bir zamanda
gerçekleşeceğini söyler. Zee'nin örneği böyledir; aynı şekilde, bir
sonraki elin floş olacağı örneği de. Biri tahmin olarak nitelenir, di­
ğeri zayıf bir şans; fakat sadece ilkinin ihtimalinin yüksek, diğeri­
nin düşük olması sebebiyle.
Ne tür bir art alan bilgisinin göz önüne alınacağına karar ver­
me ihtiyacı daima ortadadır. Bu sınırlamayı değişik yollardan be­
lirleme, farklı ihtimal hesaplarını ortaya çıkarır. Wolfwhistle Ma­
hallesindeki kayıtlı seçmenlerin % 60'ının Demokrat Partiye üye
olduğu göz önüne alındığında, o mahallede kayıtlı Mr. Ledging-

1
Collected Papers, cilt 2 (Cambridge, Mass.- Harvard, 1932), s. 499-500.
Tasdik Etme ve Reddetme 93

ton'ın bir demokrat olma ihtimalinin % 60 olduğunu çıkarabiliriz.


Fakat Milli Tycoon Derneğinin üyelerinin % 80'inin Cumhuriyetçi
Partiye üye olduğu ve Mr. Ledgington'nın oraya üye olduğu bili­
nirse, en iyi durumda % 20'lik bir ihtimal söz konusudur. Her iki
veri bir araya getirildiğinde ve başka hiçbir veri olmadığında, ihti­
mal hesabını yapmakta oldukça zorlanırız.
Genelde ümitsiz bir vaka olan bir hipotezin ihtimal hesabı,
anlamakta zorlandığımız, ihtimal hesabı hipotezi ile karıştırılma­
malıdır; sonuncusu istatistiksel bir hipotezdir. Sonuncuya örnek
olarak, doğan çocukların % 51'inin erkek olduğu veya gelecek yıl
aşıların % 93 oranında başarılı olacağı verilebilir. Bu istatistikler,
aslında sadece rakamsal hipotezlerdir. Gerçekten de, ikinci ör­
nek, özde sadece bir tahmindir ve birkaç yıl içinde doğruluğu ta­
mamen kontrol edilebilir. Aynı cinsten hipotezler genellikle gün­
lük dilde 'genellikle', 'pek çok' ve 'çoğunlukla' gibi kelimelerin
yardımıyla daha belirsiz bir biçimde ifade edilir. Fakat modern fi­
zikte daha inatçı ve önemli oranda istatistiksel olan hipotezler
vardır. Kuantum mekaniğine göre, elementer parçacıkların davra­
nışları prensipte belirli açılardan rastlantısaldır. Fakat önemine
rağmen, okuyucuyu teorinin bu alanına çekmeye çalışmayacağız.
DOKUZUNCU BÖLÜM
AÇIKLAMA

* yi bir hipotezin ilk faydası tahmine yardımcı olmasıdır. Çünkü


Isonuçlarını
davranışlarımızın sonuçlarını veya diğer gözlemlenen olayların
tahmin sayesinde, çevremizi bizim için en yararlı bir
şekle döndürmeye gücümüz yeter. Aynı zamanda, tersinden ba­
kıldığında, iyi bir hipotez şimdiye kadar gözlemlenmiş olayları
açıklayarak, zihinsel merakımızı tatmin etme hizmetinde bulunur.
İlk bakışta boş görünen bu tür bir merak yerinden oynatıldığında
hâlâ faydadan hâli değildir; çünkü geçmiş olayların açıklanmasın­
da ihtiyaç duyduğumuz hipotezler, gelecekteki olayların tahmini­
ne de yararlar. Merak böylece, kediyi öldürmüş olsa da, hayatta
kalabilme değerine sahiptir.* O, çabucak yatıştırılacak bir iştah
değildir. Açıklama, aşağı yukarı benzer şeyler açısından bir arzu­
yu tatmin eder. Açıklayıcı bir kanuna, bu kanunu açıklayacak da­
ha geniş veya derin bir kanun (ve onu da açıkalayacak başka bir
kanun...) bulma arzusuyla karşılık verebiliriz.
Bilim tarihi dediğimiz şeyden etkilenmeyecek kadar iletişim­
den uzak, iç bölgeden deniz kenarına göç eden bir kabile düşü­
nün. Bu kabiledekilerin, kısa süreli gelgitleri (denizin kabarması
ve çekilmesini) görebileceklerini tahmin edebiliriz; bu kimseler
dikkatlice bakarlarsa, gelgitle ayın konumunun bağlantılı olduğu­
nu hemen fark edeceklerdir. Özellikle, çoğu sahil kenanndaki
yerler için doğru olanın kendi yerleri için de doğru olduğunu bu­
labilirler: Ay, tam tepeyi biraz aşınca kabarma yüksek düzeyde­
dir. Bu haliyle, bizim standartlarımıza göre zayıf olsa da, bu bir
kanundur. Az bir gözlemle kolayca bulabilecekleri bir kanundur
ve hemen tasdik edilmesi beklenir. Kabilenin, ölçüme uygun bir

* "Merak kediyi öldürür" {Curiocity kills the car) İngilizcede bir deyimdir (Çev.).
96 Bilgi Ağı

limanın kıyısında yerleşmiş olduğunu varsayıyoruz, yani ay en te­


pedeyken kabarmanın üst düzeyde gerçekleştiği bir liman.
Eğer kabilemizdekiler meraklı ve gözlemleyici iseler, bu kü­
çük kanunlarını geliştireceklerdir. Ayın konumlarıyla suyun çekil­
mesinin zamanları arasında bağlantı kuracaklar ve ayın gözük­
mediği zamanlarda suyun kabarmasını bekleyeceklerdir. Ay ol­
madığı zamanlardaki kabarmanın, ayın tam tepedeyken gerçekle­
şen kabarmaya göre daha fazla olduğunu fark edeceklerdir. Gitgi­
de, ayın yeni ve dolunay olduğu zaman, gelgitin en üst seviyede
olduğunu görmeleri de gerekir.
Kabilemizdekilerden bazıları buluşlannı formül hâline koymada
pek becerikli olmasalar bile, onlar ayın konumlan ve evreleriyle su
seviyesi arasında akla uygun yaklaşık bir çıkanm yapmayı, kısa bir
sürede veya birkaç ay içinde öğreneceklerdir. Bu durumda, bir
sonraki dolunayda ve ayın en tepede olduğu zaman, suyun ne ka­
dar kabaracağıyla ilgili tahminler yapabilirler. Planlarında bazı sap-
malann olduğunu görmeleri zaman alabilir; ki, biz bu sapmaları
ayın uzaklığı ve eğimindeki değişikliklerle açıklamaktayız. Fakat
kabaca olsa da, elde ettikleri, kesinlikle bir kanun olarak görülebi­
lir ve onlar bununla gözlemlenen gelgitleri açıklamış olurlar.
Onlann açıklamaları, bulunabilecek en iyi açıklamadan daha
eksik görülebilir. Bunun nedeni, en azından dıştan bakıldığında,
sadece eksik hipotezler üzerine kurulu olması değildir. Açıklama,
ayın gelgitlerle olan ilişkisinin sebebini cevapsız bırakmaktadır;
sistemle ilgili hiçbir izah getirmemektedir. (Ne de güneşin konu­
muyla gelgitler arasındaki ilişkiden bahsetmektedir; fakat bunun
büyük bir kısmı, ayın evrelerine dikkat edilerek kapsanmış olur).
Niye ayın gelgitlerle ilişkili olduğunu sormak, daha derin bir açık­
lamayı -kabiledekilerin buldukları kanunun açıklanmasını- gerek­
tirir. Bu tür ileri bir açıklama şu âna kadar elde edilmiş olan açık­
lamayı genişletecektir. Eğer kabiledekiler arasından Newton deha­
sına sahip bir kimse çıkarsa, yer çekimi kanununun bir benzerini
düşünebilir. O zaman böyle bir kanun daha alt düzeydeki kanunu
açıklayacak ve gelgitlerin daha derinden ve daha güçlü bir açıkla­
masını yapacaktır. Gerçekten de ayın, güneşin, yeryüzünün ve de­
nizin belirli zamanlardaki görece konumlarıyla birlikte, kütleleri
hakkında yeterli veri elde edildiğinde, gelgit olayı çıkarımlanabilir
bir hâle gelecektir. Aslında gelgitleri bu şekilde hesaplamada orta­
ya çıkan bazı sorunlar vardır; teorik olarak çıkarımlanan sayısal
değerler, okyanus yataklarının derinliği ve sahillerin kıvrımlarıyla,
hatta yeryüzünün esnekliğiyle çelişebilir. Ama eğer kabiledekiler
Açıklama 97

arasından bir Newton çıkabileceğini düşünebilirsek, gerekli yan


etkenlerin hesaplanmasına yardım edebilecek yetkin yer bilimcile­
rinin veya okyanus bilimcilerinin olabileceğini de hayal edebiliriz.
Hatta bu derecede basan bile, açıklama açısından son söz ol­
mayabilir. Günümüz fizikçilerinin yaptığı gibi, kabiledekiler çe­
kim kanununu da sırasıyla kapsayabilecek daha güçlü bir kanunu
veya kanunlar kümesini, mesela bir birleşik alan teorisini, araya­
bilirler. Her anne babanın yakından bildiği gibi, bir hikaye ne ka­
dar anlatılırsa anlatılsın 'neden' sorusu hâlâ sorulabilir.
Çekim kanununun, başta gezegenlerin hareketlerini, ayın gel­
git üzerindeki etkisini ve düşen cisimlerin kanununu açıkladığı
ilan edildi. Sonraları daha geniş uygulama alanları ortaya çıktı. Bir
örnek vermek gerekirse, bu, fizik biliminin alt dalına doğru atılan
bir adjmdı ve neticede füze fırlatımını doğurdu. O hâlde, daha net
bir açıklama fikri, bilgimizin nasıl geliştiğine dair düşüncelerimizi
derinleştirebilir.
Açıklayıcı bir hipotezle açıkladığı şey arasındaki ilişki, mantık­
sal gerektirme gibi gözükmektedir; en azından, bunun böyle ol­
ması akla uygundur. Yani, eğer bir insan başından bir hipoteze
inanıyorsa, onun açıklama iddiasında bulunduğu şeye inanmaya
meyledecektir. Fakat gerektirmeyle arasındaki benzerlik zayıftır.
Hipotezler doğrudan gerektirdikleri şeyleri bile açıklamaya her
zaman yetkili değildir. Moliere'in komedisinde afyonun niye uyku
getirdiğine dair doktorun iddia ettiği açıklamayı hatırlayalım:
Onun virtus dormitivası (uyutucu bir gücü) vardır. Biz açıklanma­
sı gerekenin yeniden ifadesini bir açıklama olarak kabul edeme­
yiz. O zaman daha fazlasını gerektiren bir açıklamayı şart mı ko­
şalım? Fakat bu şart da hâlâ yeterli değildir. "Afyon, haşhaştan el­
de edilir ve uyku getiricidir." ifadesi afyonun niye uyku getirici ol­
duğunun bir açıklaması değildir; daha fazlasını, yani afyonun haş­
haştan elde edildiğini gerektirse bile.
Genel bir ifadeye ve onun tekil bir örneğine ne demeli: Biri di­
ğerini açıklar mı? Her zaman değil. Açıklanacak olan, bir olay veya
olaylardan oluşan bir sistemse, açıklama, sebeplilikle ilgilidir. Bir
kimse hastalandığında ve hastalığının sebebinin katıldığı ziyafet
olup olmadığını düşündüğünde, bütün misafirlerin hastalandığı ha­
beri gerçekten de açıklayıcıdır. Diğer bir yandan, hastalığın aniden
belirmesinden, sebebin ziyafet olduğunu zaten biliyorsa, o zaman
diğer misafirlerle ilgili haber açıklayıcı değildir; bu duaımda keklik
veya istiridyeler hakkındaki özel bir hipotez açıklayıcı olacaktır.
Hipotez, bir olayı, onun sebeplerini aramamızda bize yardımcı ol-
98 Bilgi Ağ,

duğu sürece açıklar. Verilen örneğin vurguladığı gibi, bize ne kadar


yardımcı olacağı, kısmen başlangıçta ne kadar bildiğimize bağlıdır.
Bullwhip Fudgies'in hisselerinin pazartesi günü iki puan yük­
selmesinin açıklaması ne olabilir? Salı gününün gazetesi buna bir
açıklama olarak değil, bir delil olarak gösterilebilir. Bir grevin so­
na ermesi veya bir birleşme dedikodusu, bu yükselmenin açıkla­
ması olarak alınabilir; gazete ise, başka bir şeyin açılaması ola­
rak, bu yükselme hakkındaki bilgimizin açıklaması.
Afyon örneğinde ve yine ziyafet örneğinde, gerektirmenin açık­
lama yerine geçemeyeceğini gördük. Bir hipotezin bir şeyi izah et­
mesi için, onu gerektirmesi yeterli değildir. Dahası, zorunlu da de­
ğildir; çünkü gerektirmeden açıklayan istatistiksel hipotezler var­
dır. Bir kimsenin herhangi bir durumda bulaşıcı bir hastalığa ma­
ruz kalmış olması, o hastalığa yakalanmasının bir açıklaması ola­
rak kabul edilebilir, fakat kesin bir gerektirmenin içerilmemiş ol­
ması sevindiricidir; maruz kalanlardan bazıları, sonuçları taşıma­
yabilir. Hipotezi açıklayıcı yapan tek şey, onun bir sebeplilik bağı­
nı öne sürmesidir. Böyle bir öne sürüş bizim için hiç de tatmin edi­
ci olmayabilir. Biz arkadaşlarının değil de niye bu kimsenin hasta­
lığın neticelerini gösterdiğini öğrenme ümidiyle araştırmayı sürdü­
rebiliriz. Bunu yapmak, tam bir açıklama aramak olacaktır.
Sebep hakkında ne diyebiliriz? Fizikçiler çekme ve itmenin
bazı temel güçlerini ayırmaya çalışıyorlar. Birleşmeleriyle tüm
olup bitenleri gerçekleştiren bu güçler, ne kadar az olursa o ka­
dar iyidir. Bilardo toplarının etkisi iyi bilinen bir örnektir; daha
sonra çekim ve manyetik alan gelir. Parçacıkların itmesi veya
çekmesinden oluşan çoğu küçük olay zinciri büyük bir olaydan
diğerine götürür: Bayan O'Leary'nin ineğinin tekmesiyle devrilen
bir lambanın Chicago yangınına yol açması gibi. Sebebin sonuca
olan ilişkisi, bu türdendir. Bayan O'Leary'nin ahırındaki olay ger­
çekte yangının sadece kısmi bir sebebini oluşturur; ona diğer
olayları, mesela güneybatıdaki yüksek hava basıncını ve buna
bağlı diğer sebepler zincirini ekleyerek Chicago yangınına ulaştı­
ğımızda, yangının tam bir sebebine doğru ilerlemiş oluruz.
Sendika işçilerinin anlaşmasının Bullwhip'in hisselerinin değeri
üzerindeki etkisi, benzer biçimde temel fiziksel güçler zincirine
dayanıyor görülebilir. Sendikayla pazarlık masasında oturan bir
adamın kulak zarları üzerindeki etkiler, onun kalkıp telefona git­
mesine sebep olacak şekilde sinir sistemini harekete geçirebilir.
Tel üzerindeki güçler diğer kimselerdeki hareketlenmeleri ortaya
çıkarır. Bu, birbiri üstüne, panolarda ve telgraf şeritlerinde Bullw-
Açıklama 99

hip hisseleri için daha yüksek değerlerin ortaya çıkmasına sebep


oluncaya kadar devam eder. Tabii, pazarlık masasındaki adamın
duyduklarına, o şekilde karşılık vermesini ve bu arada diğerleri­
nin de uygun biçimde karşılık vermelerini sağlamak için pek çok
şey olmuştur; epey yardımcı sebeplilik lifleri söz konusudur. Yine
de, eğer fizikçiler haklıysa, bütün bunların tamamı son noktada
temel fiziksel güçlerden oluşur.
Çoğunlukla davranışları, niyet ve amaçlar açısından açıklarız.
Psikoloji bir bilim olarak fiziğe göre çok daha az gelişmiş olsa da,
bu tür açıklamalar işimize yarar. Bu yüzden, onlara saldırmaya
gerek yoktur. Onları fiziksel açıklamalarla çelişir görmeye de ge­
rek yoktur; aslında bu tür açıklamalar onları bir bakıma tamamlar
ve genişletir; basit gelgit olayının çekim kanunuyla genişletildiği
gibi. Çünkü bir niyet veya amaca yönelik sinirsel uyarımların baş­
latmadığı hiçbir hareket yoktur. Bu uyarılar kasları gerer ve birey
harekete geçer. Bir kimsenin şiddete dayalı davranışını açıklamak
üzere onun sadakatini veya içerlemesini, şehvetini veya açgözlü­
lüğünü belirtsek bile, temel fiziksel güçlerin oluşturduğu sebepli­
lik zincirini öne sürebiliriz; bu tür bir zincirin ufak halkalarını iz­
lemeye hazır olmasak veya meyletmesek bile.
Bir fizikçi, birleşmeleriyle olup biten her şeyi içeren birkaç te­
mel kuvvetten bahsederken güçlü bir hipotez öne sürmektedir.
Diğer hipotezler gibi, o da hatalı olabilir. Sebeplilik kavramı açık­
lama kavramıyla birlikte uygun bir şekilde evrim geçirir. Bir asır
önce, fizikçi Lord Kevin, bir süreci etkileri açısından tamamen
açıklayıncaya kadar, kendisini onu açıklamış hissetmediğini söy­
lemişti. Çoğumuz en iyi açıklamanın bu olduğunu düşünürüz. Fa­
kat yer çekimine veya manyetik alana ait başka şeylere indirge-
nemeyen çekimler ve bazı daha kapalı güçler, ortaya çıkan etki­
leri desteklemelidir ki, sebeplilik kalıbımızı takım elbiseye uydu­
ralım. O hâlde, ideal bir açıklama, açıklanan şeye sebepler zinci­
riyle bağlı olan geçmişteki olayları ortaya çıkarır ve bu zincir hak­
kında bize bazı şeyler söyler. Önceki olayları aramak için ne ka­
dar geriye gideceğimiz, hangi konulara ilgi duyduğumuza ve ne
kadar meraklı olduğumuza bağlıdır. Açıklama ince ayrıntıların ta­
mamını farklı derecelerde içerebilir. Fakat genelde hedef, sebepli­
lik zincirini, onu oluşturan temel güçlere indirgeyerek incelemek
değildir. Bu en uçta bir açıklama olacaktır.
Sebeplilik zinciri, faklı alanlardan tek ve aynı olaya götürür.
Açıklamaya yönelik özel ilgimiz bu alanlardan herhangi birini, di­
ğerlerini dışlayacak şekilde tercih ettirebilir. Eğer bir kimse kü-
100 Bilgi Ağı

tüphaneye taksiyle gelirse, onun kütüphaneyi ziyareti veya lüks


bir ulaşımı tercihi için bir açıklama gerekebilir. İlk durumda, yaz­
dığını postaya vermeden önce son bir alıntıyı gözden geçirme ih­
tiyacı hissettiğiyle açıklanır. Diğer durumda, kütüphanenin kapan­
mak üzere olduğuyla açıklanır. Her iki durumdaki olay aynıdır,
kütüphaneye taksiyle gitmek; her iki durumu birbirinden ayıra­
rak, açıklanan şeyin gerçekteki olay olmadığını belki de söyleye­
biliriz. İnancın nesneleri sorunuyla karşılaştığımız II. Bölümde bir
ipucu bulabiliriz. Orada, inanılan şeylerin değil, cümlelerin doğru­
luğundan bahsettik. Benzer bir dönüşüm burada da mümkündür:
Biz açıklamaları cümlelerin doğruluklarından ziyade, sadece açık­
lamalar olarak ele alabiliriz. "Taksiyle gitti." cümlesinin doğrulu­
ğunun açıklanması, zamanın kısa olduğudur ve "Kütüphaneyi zi­
yaret etti." cümlesinin doğruluğunun açıklanması, onun alıntıya
ihtiyaç duyduğudur. Fakat bunlara açıklama özelliğini veren se­
beplilik zincirine işaret etmeleri, ne kadar mümkün gözükmese
de, taksiyle gitme olayına götürmeleridir. Yine zincir fiziksel açı­
dan görülebilir. Yazdığı eserde içinde eksiği olan bir sayfadan
adamın yüzüne ışık huzmeleri yansımış ve onun sinir sisteminde
bir rahatsızlığa yol açmıştır. Kol saatinden yüzüne diğer ışık huz­
meleri yansımış ve rahatsızlığını arttırmıştır. Daha önceki diğer et­
kiler, o kimsenin sinir sistemini bu uyarılara tamamen özel biçim­
lerde karşılık vermeye yatkın hâle getirmiştir. Kaslar kasılır ve
adam, ânında baş ve orta parmağı ağzında olarak kaldırımdadır.
Keskin bir ses çiKarılmış, ses dalgaları bir taksi şoförünün kulak
zarında sempatik titreşimler oluşturmuş ve sebeplilik zinciri, bu
şekilde bir süreç takip etmiştir.
Aslında bir açıklama, açıklanana sebeplilik zinciriyle bağlı bir
olayı belirtmek zorunda değildir. "Zaman kısaydı." cümlesi, "Taksiyle
gitti"yle, bu şekilde bağlantılı değildir. Onu açıklayıcı yapan, ilgili se­
beplilik zincirinin yapısı hakkındaki bir çıkanma yardımcı olmasıdır.
Sebeplilik zincirleri dallara ayrılarak oldukça geriye gider.
Taksiye binmeye kadar uzanan sebeplilik zinciri, bitirilmiş bir
sayfadan yansıyan ışıklardan kaynaklandı; diğeri kol saatinden
gelen ışıktan. Önceden var olan dallar, amaçlar şeklinde anlaşıla­
bilecek bazı karmaşık yatkınlıklara adamın sinir sistemini şartlan-
dırmışti: Adam alıntıyı yazmak istedi ve yazdığını hava kararma­
dan önce göndermek istedi. Bu şekilde amaçlara veya sebeplere
başvuran davranış açıklamalarına teleofojik adı verilir.
Amaç ve sebep birbirinin tam karşıtı bir durumda gözüküyor;
çünkü biri geleceğe diğeri geçmişe bakıyor. Aristocu gelenekte
Açıklama 101

her ikisi de sebep olarak adlandırıldı, fakat birlik sadece sözdey­


di; sebep, çağdaş anlamıyla etken sebep ve ereksel (gaî) sebepti.
Fakat biz daha özde bir birlik bulabiliriz: Mevcut bir amaç ne ka­
dar ileriye bakarsa baksın, o bir insanın organizmasının şu ânda­
ki konumudur. O kimsenin kalıtımı, eğitimi ve daha önce veya
yakın zamanlarda karşılaştığı belirlenmemiş bazı şeyler buna se­
bep olmuştur. Olan her şey gibi, temel fiziksel güçlerin değişik
şekillerde bir araya gelmelerinin nihai bir hikayesi olarak görüle­
bilir ve o kimsenin amacını yerine getirmedeki davranışıyla aynı
şeydir. Genetik, sinirsel ve psikolojik açılardan ilgili mekanizma­
ların tamamen açıklanamamasına rağmen, bunu kabul ederiz. Bu,
teorik fiziği kabul etme meselesidir; ki, teorik fizik, gerçekleşen
her şeyi bir araya gelerek oluşturan temel güçleri keşfetmeyi he­
defler. Eğer fizikçi deposundaki bu tür güçlerin eksik olduğunu
düşünüyorsa, bunu gidermeye çalışacaktır; onun işinin bittiğini
varsaymak zorunda değiliz. Ama eğer çabasını geçerli olarak ta-
nımlayacaksak, teleolojik açıklama için etken sebep başlığı altın­
da bir yer bulmaya hazırlanmamız gerekir. Nedenleri sebeplerin
altına, para gue'yü por gue"nün altına, wozu'yu warum'un altına
ve ne için'i nasıhn altına koymalıyız.
Görüldüğü gibi, insanlann söz konusu olduğu yerde bu etkiyi
en azından kabaca açıklamamız oldukça kolaydır. Bir kimsenin
bir amacı edinmesi ve ona ulaşması sebeplilik zinciri boyunca si­
nirlere ve kaslara bağlı bir olaydır. Teleolojik açıklamayı göz önü­
ne aldığımızda, aşağıdaki soru ve cevaplar faklı bir görünüm ka­
zanır. "Niye gözlerimiz var?" "Onlarla görmek için." "Söğütler niye
suyun yüzeyine yaslanır?" "Tohumlarının su yüzeyinde daha uzak­
lara taşınması için." Burada, insan amaçsallığınm mikrofizyolojik
karmaşıklığı problemiyle karşılaşmıyoruz. Sıkıntının kaynağı, hiç
kimsenin amacının sebeplilik zincirinde bir işlev görmemesidir.
Çözüm olarak, tüm sebeplilik zincirlerinin başında bir kimse­
nin amacının işler durumda olduğunu varsaymamız önerilmiştir.
Bu, kişiye bağlı olmayan teleolojik açıklamaları kişiselleştirmek
ve dolayısıyla onlara etken sebep başlığı altında bir yer vermek
düşüncesiyle kurulmuş büyük bir hipotezdir. O düzen delili ola­
rak bilinen Tanrı'nın varlığı için öne sürülen klasik delillerden bi­
ridir. Fakat yaratmanın işleyiş biçimi ve nihai gayesiyle ilgili orta­
ya çıkardığı ve cevapsız bıraktığı sorunlar sebebiyle, genelde do­
yurucu görülmemiştir. Tanrı'nın yollannın muammalı olduğunu
savunmak, açıklamaya olan iştahımızı yatıştırmamıştır.
Charles Darwin, geniş bir şekilde belgelenmiş doğal ayıklanma
hipoteziyle yardıma koştu. Omurgalılarda gören göz veya batak-
102 Bilgi Ağı

lıklarda yaşayan canlılarda suya yönelim, insani veya ilahi bir ama­
cın müdahalesini gerektirmeksizin evrim geçirebilir. Canlılar, gene­
tik bir 'mutasyon' süreci sebebiyle (ki Darwin için bu açıklanma­
mış bir olguydu) nesiller boyunca rastlantısal değişikliklere uğrar.
Bu yeni özellikler, eğer hayatta kalmaya yönlendiriyorsa, daha
sonraki nesillere aktarılma eğilimindedir; yoksa taşıyıcıları üretme­
den ölmeye yatkın olduklanndan, kendileri de yok olmaya meyle­
der. Dolayısıyla, söğüt ağacı örneğinde olduğu gibi, hayatta kalma­
ya yönlendiren özellikleri, hayatta kalan türlerin sergilemesi bekle­
nir. Darwin'in hipotezi, akla uygun ve ayrı ayrı bulunabilir süreçle­
re başvuran örnek bir açıklamadır. O, doğal olarak çağdaş biyolo­
jinin teleolojik açıklamalarını uygun sebeplilik açıklamalarına indir­
ger. "Onlarla görmek için" ve "tohumlarının su üstünde daha uza­
ğa gitmesi için" şeklindeki kolay cevaplar, Darwin sayesinde, do­
ğal ayıklanmanın uzun sebepler zincirine kısa yoldan yapılan ima­
lar olarak yorumlanabilir. Bu şekilde yoaımlandığında, onlar bu
sayfalarda öne sürülen genel sebeplilik kavramıyla uyum içindedir.
Darwin'in teorisinin ortaya çıkardığı düşmanlığın nedeni, kuş­
kusuz kısmen insanı diğer hayvanlardan gelen bir canlı olarak su­
nuşunun aşağılayıcı olması, ama daha çok onun düzen delilini en­
gellemesidir.
Bazı durumlarda açıklama, istekleri doğrulama arzusudur:
"Kendini açıkla!" Burada bile, aranan belli bir davranışın nasıl
gerçekleştirildiğinin açıklaması olduğu ölçüde, bizim planımıza
uyar. Doğrulayıcı yön, sadece ek olarak gelmiştir. Açıklamayla il­
gili diğer istekler, aslında olayların açıklanmasına yönelik istekler
olmayıp, daha çok, izah etmek içindir: "Teorini açıkla"; "Şu söyle­
diğini açıkla", "Onun kim olduğunu açıkla", "İplerin makaralara
nasıl bağlandığını açıkla" ('açıkla'dan önce gelen kelimelerdeki
değişkenliğe dikkat edin.) Aynı şekilde sinüs ve kosinüsün karele­
rinin toplamının niye 1 'e denk olması gerektiğini açıklarken, ma­
tematikteki açıklamadan bahsediyoruz. Bu, fiziksel anlamda her­
hangi bir olayın açıklanması değildir; açıklama başarılı olduğun­
da, öğrenciler teoremin teorem olduğunu görebilirler. Aslında bu
durumda, bir inancın niye kabul edilmesi gerektiği açıklanmakta­
dır. O, ikna edici nedenleri sıralamadan ibarettir.
Matematikteki açıklamalar, tümdengelimci bağlantıları takip et­
mede söz konusudur; açıklananın hâlen kabul edilen doğrular ta­
rafından gerektirildiği görülür. Benzer şekilde çekim kanunu sebe­
biyle, Kepler'in, gezegenlerin hareketi kanunlarını açıklaması, en
azından gezegenler hakkında biraz bilgi edinildiğinde, bir gerek-
Açıklama 103

tirme içerir. Kepler'in kanunlan, olayların kendisi değildir; olaylara


olan bağlantısı yeterince açıktır. Bu olaylar, yani gezegenlerin ha­
reketleri, daha geniş bir kanun devreye girdiğinde, vurgulamakta
olduğumuz türden geliştirilmiş bir açıklamaya erişirler. Gelgitler
için de durum aynıydı. Daha önce açıklamaların açıkladıklannı ge-
rektirmeyebileceklerini ileri sürdük; buna rağmen, gerektirirlerse,
inançlanmızın tutarlılığı açısından çok daha iyidir.
Bazı yazarlara göre, açıklamanın gerektirmeyi zorunlu kılacak
şekilde incelenmesi, daha uygundur. Bu durumda bir olayı açıkla­
yan şey, eğer daha önceden biliniyorsa, o olayın tahminine daima
imkan tanıyacaktır. Bu görüşün en sakıncalı yanı, istatistiksel hi­
potezleri, açıklama olarak görmemesidir; onlar, gerektirici değil­
dir ve normalde tahmine yeterli de değildirler. Yine de, açıkladık­
larını gerektiren açıklamalar, içlerinde en iyileridir.
Açıklama, bir hipotezi destekleyen en önemli araç olabilir. Bir
hipotezin tasdik edilmesi, sonuçlarının doğrulanmasıyla olur; fa­
kat aynı zamanda diğer bir yöne bakarak hipotezi neyin gerektir­
diğini göz önüne almak yararımızadır. Çünkü hipotez kendisini
gerektiren herhangi bir inancın tüm desteğini miras alır. Bu yüz­
den, sadece, hâlen doğru olduğuna inandıklarımızın değil, aynı
zamanda, ispatlanmamış hipotezlerin açıklamasını istemek uygun
ve akıllıcadır. Açıklama getirilemeyen inançlardan haklı olarak ra­
hatsızlık duyarız. Yukanda geçen, bir amaca yönelik yaratma hi­
potezi buna bir örnektir.
Genelde, sadece açıklamalann olduğuna değil, aynı zamanda
bizi aydınlatacak açıklamaların var olduğuna inanma eğiliminde-
yiz. Mesela, suçlann çözümü olduğuna inanınz. Suçların çözümü
onları açıklar ve onlar belirli şartları yerine getiren açıklamalardır:
İlgili kimseleri, suçta kullanılan yöntemleri ve çoğunlukla amaçla­
rı ortaya çıkarırlar. Bazı çözülmemiş suçlann sadece az sayıda
olası zanlılan vardır. Aynı şekilde, çoğu kez bir açıklama aradığı­
mızda, onun belirli dar sınırlar içinde bulunacağına olan inancı­
mız mantıklıdır. Biz, küçük sayıdaki akla uygun açıklamalardan
birinin doğru olması gerektiğine inanırız. Bu durumda, bazı ihti­
mallerin elenmesi geriye kalanları daha olası yapar. Bazen baş­
langıçta mümkün görülmeyen bir açıklama bile, aklen başka türlü
açıklanamayacak bir şeyi açıkladığı için kabul edilir. Akla daha
uygun alternatifleri istedikleri için insanlar idam bile edildiler.
O hâlde, açıklayanla açıklanan arasında karşılıklı destek olabi­
leceğini görüyoruz. Doğru olarak varsayılan bir hususu açıklaya­
cak bir şey düşündüğümüzde bu sadece ona inanılabilirlik kazan-
104 Bilgi Ağı

dırmaz, aynı zamanda tersi de olur: Doğru olduğunu varsaydığı­


mız bir şeyin hesabını verdiğinde açıklama da inanılabilirlik kaza­
nır. Bazı durumlarda doğru olan bir açıklamayı destekleyen tek
delil, açıklanmasını istediğimiz şeyi açıklamış olmasıdır; sadece
bu kaynak bile ona yüksek derecede inanılabilirlik sağlayabilir.
Eğer Harry Houdini'nin* şaşkınlık yaratan kurtulmalarından biri­
nin -dahice planlanmış kayan paneller veya kesilmiş bağlantılar
aracılığıyla- açıklanacağını düşünebilirsek, bunu öylece kabul
ederiz; çünkü akla uygun diğer herhangi bir planın bunu becere­
bileceğinden kuşku duyanz. Dışlamaya dayalı veya net alternatif­
lerin yokluğundan kaynaklanan bu tür deliller, çoğu zaman layık
olduklarından daha fazla güven telkin ederler; fakat yine de onla­
rın bir yeri vardır. Şunu söylemek mümkündür: Başka hiçbir şe­
kilde açıklayamadığımız bir şeyi açıklayabilen bir ifade, eğer doğ­
ruysa, en azından bir miktar daha inanılabilirlik kazanır. Bu, özel­
likle fizyolojik veya zihinsel süreçlerin mekanik benzerlerine olan
ilgiyi açıklar. Bir makinenin benzer neticeler üretmesi olgusu, be­
yindeki veya vücuttaki gizli mekanizmaların aynntılannın büyük
oranda makinaya benzer olacağı varsayımına yol açar.
Bununla birlikte, alternatiflerin yokluğundan hareketle bir delil
getirme, bir hayli kötüye kullanılan delillendirme şekillerinden bi­
ridir. Çoğunlukla "sonuçlara atladığımızda" delillendirmeyi kötüye
kullanıyoruz; alanı hakkıyla gözden geçirmeden, akla gelen ilk a-
çıklayıcı hipoteze sarılıyoruz. Fakat bazen kötüye kullanma bi­
linçlidir. Aslında bu tür deliller, şarlatanlara has olmasa da, onla­
rın en çok tercih ettiği bir araçtır. İleri sürülen bir olay diğer i-
nançlarımızla kolayca bağdaşmayan bir biçimde bize anlatılabilir:
Mesela ortaçağda Çin'de füzeye benzer araçların keşfedilmesi.
Normal açıklamasını göz ardı eder bir biçimde olayı görmeye zor­
lanırız (mesela ortaçağda Çinlilerin füze yapımıyla meşgul olduk­
larını kabul etmek gibi; ki, gerçekten de meşgul olmuşlardır). Bu­
nu öğrenmeden önce, tamamen ona has ve alçakgönüllü olmayan
çılgınca bir hipotez, mesela uzaylıların ziyareti teorisi, üzerimize
atılır. Bunun, bulunan şeyi nasıl açıkladığını bir görün. Benzer bir
örnek için, bir kadının hiç öğrenmediği bir dili kolaylıkla konuştu­
ğu iddiası, ruh göçü inancını davet eder bir şekilde ileri sürülür.
Pek çok kimse bu tür uçuk teorileri en ufak bir bahaneyle kucak­
lamaya can atar; bu kimseleri tuzağa düşürmek için yalancı pey­
gamberler hilelerini iyice hesaplarlar. Böylece, çarpıtılmış açıkla-

* Harry Houdini, düğümlerden kendini kolayca sıyıran Amerikalı bir sihirbazdır (Çev.)
Açıklama 105

ma kırıntıları, aklı çelen imalar ve planlanmış hipotezler etrafında


geniş tarikatlar ortaya çıkar; buna, yanlış inancın dikkatlice örül­
müş ağları diyebiliriz.
Belki baş üstünde dolaşan tuhaf hayaletlerin veya Londra so-
kaklarındaki deniz salyangozu sürülerinin art arda gelen haberle­
ri, akla uygun şekilde izah edilemedikleri için, düzmece açıklama­
ları davet eder. Müzmin hastalıklar veya sosyal felaketler, güveni­
lir önlemlerin yokluğunda âni veya hurafelere dayanan önlemleri
davet ederler. Sorumluluk duygusuna sahip bilim adamları doğal
olarak hayrete düşerler; akabinde, inanmayı arzu eden sabırsız
halk, dakik olsa bile, eleştirel olmayan zihinler tarafından kolay­
lıkla üretilen sorumsuz hipotezlere kulak verir. Bilim adamlarının
bıktıran ihtarları ve hayal kırıcı ciddiyetleri, eski kafalılık diye ve­
ya çıkarları olan bir kurum adına korumacı davranışlar olarak bir
kenara atılmaya bile layık görülür.
Bu tür aldatmalara karşı iki çeşit koruyucu önlem vardır. Bi­
rincisi, görünürde muhtemel olmayan olayları ve buluşları ispatla­
ma iddiasında bulunan haberler hakkında sağlıklı bir şüphecilik­
tir. Birincisini güçlendiren ve genişleten diğer önlem ise, hipotez­
lerin akla uygunluğunu sağayan erdemlere sıkı bir bağlılıktır.
Moliere'in bize öğrettiği gibi, yaldızlı bir dile sanlı açıklamala­
ra karşı dikkatli olmalıyız. Söylenebilecek her şeyin, kararlılıkla,
açıkça söylenebileceği hususu, ciddi düşünce için temel bir ilke­
dir. Açık ifadeye ısrarla direnen bir şey, derinden bir saygı yerine,
şüphelenilmeye layıktır. "Bu gerçekten ne diyor?" sorusunu dayat­
mak, yaldızlı bir dilin, şekilsiz bir yüzü maskelediğini açığa çıka­
rabilir. Aynı zamanda çok iyi iş görür gözüken açıklamalara karşı
da tedbirli olmalıyız. "Tanrı'nın dediği olur"u sınayacak hiçbir yol
göremiyorsak, o zaman bir şeyi Tanrı'nın iradesi olarak adlandır­
dığımızda bir açıklama getirmiyoruzdur. Bir kimsenin hangi dav­
ranışlarının bilinçaltı arzularından kaynaklandığını sınayacak bir
yol göremiyorsak, o zaman o kimsenin davranışını bilinçaltındaki
arzularına bağlarken de hiçbir açıklama yapmıyoruzdur. Eğer bir
hipotez sınanamıyorsa, o bize hiçbir şey söyleyemez.
Güdülere ve kişilik özelliklerine başvuran açıklamalara karşı
da ihtiyatlı olmalıyız. Mesela, başkalarının ihtiyaçlarına hizmet
eden bir mesleğe, bir kimsenin kendini adaması nasıl açıklanabilir?
Belki de, diğer kimselere olan ilgisi o kadar ağır basmışür ki, böy­
le bir meslek, düşünebileceği tek şeydir; dolayısıyla, onun tercihi­
ni, hemcinsine olan sevgisiyle açıklayabiliriz. Fakat onun bir sinir
hastalığı geçirmiş olması mümkündür; bu yüzden, pek çok insan
106 Bilgi Ağı

için doğal olan kendini düşünme, belki de onda korku doğurmak­


tadır; dolayısıyla, tercihini sinirsel bir rahatsızlıkla da açıklayabili­
riz. Benzer durumlar, her iki açıklama kadar birbirlerinden farklı
gözükebilir. Fakat her ikisinin de doğru olması muhtemeldir veya
her iki açıklama arasında nesnel bir kararın ümit edilebilmesinden
önce, kullanılan psikolojik terimler açısından daha sağlam ölçütle­
re ihtiyaç duyulması bile mümkündür. İlk açıklama ya sempatiyle
yaklaşılırken diğeri için durum böyle değildir. Bu gibi durumlarda
üzücü olan, diğerleri hakkındaki (ve belki de kendi hakkımızdaki)
görüşlerimizde sadece uygun açıklamaya yönelmemizdir. Bu üzü­
cüdür; çünkü önyargımız bununla güçlenir ve görüşümüz daralır;
buna rağmen yanlış bir şeyi kabul etmiş olmayız ve dolayısıyla hi­
kayemizin reddedilmesi söz konusu değildir.
İnsanların davranışlarını açıklamada güdüleri ve kişilik özel­
liklerini yardımcı olarak kullanmak, bunların daha fazla bilgi ışı­
ğında, sorgulanmaya açık hipotezler şeklinde değerlendirilmesiyle
mümkündür. Çoğunlukla güdüler ve kişilik özellikleri hakkındaki
konuşmalar bir hayli serbest olduğundan, birine yapılan bir atıf
hakkında kolayca zıtlaşabiliriz. Bir kimsenin bencil bir alçak ol­
duğu inancı kabul edildiğinde, o kimse ne yaparsa yapsın bu i-
nanç savunulabilir. VI. Bölümden hatırladığımız gibi, eğer diğer i-
nançlarımızda yeterince düzenleme yapmayı göze alıyorsak, bu
bir yere kadar tüm hipotezler için geçerlidir; fakat bir noktadan
sonra bunu yapmak aptallıktır. Öbür seçenek, bir kimsenin diğer
inançlarının çoğunu çöpe atmasıysa, I. Erdem muhafazakârlık bi­
le o inancı bir kenara bırakma taraftarıdır. Güdüleri ve kişilik
özelliklerini atfetmedeki özel bir tehlike, diğer inançlarımıza pek
zarar vermeden, hemen tüm durumlarda onları savunmanın
mümkün olması; kısaca, V. Erdem reddedilebilirliğin olmaması
tehlikesidir. Bu erdemin kayıp olduğu yerlerde, atıfların içeriğinin
ne kadar dolu olduğu şüphelidir. Kişilik biliminde bireylere oldu­
ğu kadar, bireylerden oluşan topluluklara yapılan atıflar, boş ol­
duklarında bile, tavırları ve davranışları açıklayan derin gerçek­
likler ve onaylamalar olarak sunulabilir.
Bu düşüncelerden çıkarılacak ders, güdülerin ve kişilik özel­
liklerinin hiçbir zaman atfedilmemesi gerektiği değildir. Güdüleri
ve kişilik özelliklerini inceleyen psikoloji dalı, çocukluk dönemin­
dedir; fakat onun gelişimini durdurmak için planlar kurmaya da
gerek yoktur. Alınacak ders, özellikle güdüleri ve kişilik özellikle­
rini atfederken "Bunun gerçek anlamı nedir?" sorusunu sormanın
yerinde olduğudur.
ONUNCU BÖLÜM

İKNA ETME VE DEĞERLENDİRME

ilin iki temel amacının olduğunu belirtmiştik: Başkalarına iste­


D diklerimizi yaptırmak ve başkalarından istediklerimizi öğren­
mek. Bu amaçlardan ilki, çoğunlukla, kısaca emir veya istekle ye­
rine getirilir; eğer bir kesim diğer bir kesimi seviyorsa veya on­
dan korkuyorsa veya toplumsal baskıları hafifletmek için veya
nezaketen küçük yardımlar yapıyorsa bu genelde yeterlidir. Daha
zor durumlarda, insanlara istediklerimizi yaptırmak dilin daha ay­
rıntılı kullanımını gerektirir. İstenileni yaptıklarında kazançlı çıka­
caklarına onları ikna etmeye çalışırız. Bu konuda onları tekliflerle
veya tehditlerle ikna edebiliriz. Aynı şekilde, ödüllendirmemizden
veya kınamamızdan tamamen ayrı olarak, sonuçta kendilerine
gelecek yararlar konusunda onları ikna edebiliriz. Bu durumda
sorunumuz bir inancı onlara aşılamaktır. O hâlde, burada, dilin
ikinci temel amacı olarak gördüğümüz, başkalarından bir şey öğ­
renmenin tam tersi bir amaç söz konusudur. Buradaki amaç di­
ğerlerine bir şey öğretmektir.
Diş ve pençelerle kurulan
Orman kanunları
İlk insan devrinde
Hâlâ etkiliydi
Bunun geçerli olduğu dönemlerde belki diğer insanları ikna et­
menin asıl amacı, onlara istenileni yaptırmaktı. Öğretme bu şekil­
de yönlendirildiğinde, bir kimsenin inançlarını başkalarına aşıla­
ma çabasından keskin biçimde ayrılır; çünkü inançlarımızı başka­
larına aşılayarak onlara bazı işler yaptırabiliriz. Yalan söylemenin
faydası da budur.
108 Bilgi Ağı

Ne mutlu ki, bu aldatıcı araçlar çoğu zaman diğer eski bir güç­
le, V. Bölümde işlediğimiz doğruluk gücüyle bastırılır. Bu güç, ba­
zı alanlarda diğerlerinden daha baskjrıdır; memnuniyetle ifade
edebiliriz ki, bu küçük kitabın hitap ettiği alanda tamamen bas­
kındır. Çünkü bu samimi alanda, başkalarını ikna etme işi, onları
kişinin kendi inançlarına ikna etmesine indirgenir.
İnsanlara bir şeyler yaptırtma amacı, aldatma bir yana bırakıl­
sa bile, inançlanmızı yaymak için hiçbir genel çabayı haklı çıkar­
maz. Çoğumuz, paylaşmaktan başka hiçbir kazancımız olmadığı
zaman bile inançlarımızı yaymaya devam etmekten memnun olu­
ruz. Chaucer'in memuru gibi memnuniyetle öğretiriz. O hâlde, bi­
reyin başkalarını kendi inançlarına ikna etmesi, başka bir niyet
taşısa da taşımasa da, basitçe genel bir hedef olarak ortaya çıkar.
Delil getirmenin asıl görevi de budur.
İnançlarımızı sadece kendimiz için kullansak bile, onları dü­
zenli bir biçimde elde tutabilmek için nasıl desteklendiklerine ya­
kından dikkat etmeliyiz. Sağlıklı bir inanç bahçesi için, kökleri iyi
beslemek ve yorulup usanmadan bakıp budamak gerekir. İnanç­
larımızdan birinin başka bir kimsenin bahçesinde açmasını istedi­
ğimizde, destek sorunu ikiye katlanır: İlk olarak kendi bahçemiz­
de ona ne kadar desteğin yettiğini belirlemeli ve daha sonra yeni
konumda bu desteğin ne kadarının hazır olduğunu görmeliyiz.
Başka bir benzetmeyle, genelde inançlar, diğer inançların üze­
rinde durur. Destek veren bu inançların bir kısmı gözlem haberle­
rini kaydedebilir; fakat çoğu zaman bir inancı bir kimseye kabul et­
tirmek için gözlemlerin belirtilmesine gerek yoktur. Bu kimse zaten
diğer destekleyici inançların yeteri kadarını paylaşıyor olabilir. Bu
yüzden sadece ilgili bağlantılann bazılarına dikkati çekmek yeterli
olacaktır. Mesela İngiliz kelime bilimcilerinin üstadı W. W. Skeat,
sözlüğünde, İngilizce heaven (cennet) ile Almanca tercümesi Him-
mel arasında hiçbir akla uygun köken bağlantısı göremediğini yaz­
mıştır. İngilizce ever (hiç) ile Almanca tercümesi immer arasında
bir bağlantı olduğunu da söylemeye cesaret edememiştir. Fakat o,
Germen tarafında olmasa da Kelt tarafında, rr/nin bazı durumlarda
düzenli bir şekilde v^ye çevrildiğini pekala bilmekteydi. Acaba bu
üç ayn, fakat birbirine benzer meseleye aynı ânda sadece bir göz
atsaydı, bu onun heaven ve Himmel'm kök itibarıyla birbirine bağ­
lı olduğuna inanması için yeterli olur muydu?1

1
Burada bu üç örneği bizim için bir araya getiren Conrad M. Arensberg'e borçluyuz.
ikna Etme ve Değerlendirme 109

Biz bir kimsenin kabul ettiği inançlara başvurup, bunları o


kimsede başka inançları ortaya çıkarmak üzere birleştirerek,
adım adım, kabul etmesini istediğimiz inancı aşıladığımızda onu
ikna etmiş oluruz. Şüphesiz bu tür delillerin en çarpıcı örnekleri
matematikseldir. Böyle bir delilin başında öne sürdüğümüz inanç­
lar, kendinden-delilli doğrular olabilin Bu, Oklid'in yoluydu. Fakat
bunlar arkadaşımızın kabul ettiği inançlar olduğu sürece, böyle
olmak zorunda değildir.
Mesela arkadaşımız, Gilbert ve Sullivan'nın modern çavuş ge­
nerali gibi, Pythagoras teoremini biliyor ve ona hayranlık duyuyor
olabilir.2 Bu teorem, dik açılı bir üçgenin hipotenüsü üzerine kuru­
lan karenin alanı, üçgenin diğer iki kenarı üzerine kurulan karele­
rin alanlarının toplamına eşit olduğunu söyler. Bu küçük teoreme
olan hayranlığını görerek, büyük bir arzuyla aynı kanaldan ona
başka müjdeler vermeye devam ederiz. Ona, teoremin sadece ka­
reler için değil, bütün geometrik şekiller için aynı biçimde geçerli
olduğunu söyleriz. Bir dik üçgende dik kenarlar üzerine kurulan
kare alanının toplamı, hipotenüs üzerine kurulan karenin alanına
eşittir. Pythagoras teoreminin genelleştirilmesinden açıkça mem­
nuniyet duymasına rağmen, arkadaşımız delili görmek isteyecek
kadar matematikçidir. Antik ayak izlerini takip ederek, benzer şe­
killerin alanları arasındaki oranları ilgilendiren diğer bir teoremi
gösteririz. Bu teoreme göre, bir şekildeki herhangi iki nokta ara­
sındaki uzaklığı ve daha sonra benzer diğer bir şekildeki karşılık
gelen noktalar arasındaki uzaklığı ölçerseniz, iki şeklin, ölçülen iki
uzaklığın kareleriyle bağlantılı olduğunu görürsünüz. Belki bu te­
orem tam olarak kendinden-delilli değildir. Dahası, belki biz de
kendinden-delilli başlangıçlarla onu nasıl ispatlayacağımızı göre­
miyor olabiliriz. Aynı şekilde, bilindiği gibi, arkadaşımız Pythago­
ras teoremine inanmaktadır ve ne mutlu ki, bu iki teoremi zihinde
tutarak -belki tam olarak kendinden-delilli sayılmayan- Pythago­
ras teoremini genelleştirmenin, bu iki teoremden çıkarılabileceğini
görür. Arkadaşımızı ikna etme görevi şimdi tamamlanmıştır ve ko­
nuyu değiştirip işimize bakmak üzere serbestiz.
Burada ikna etmeyle eğitim arasında bir fark görüyoruz. Eğer
amacımız sadece arkadaşımızı eğlendirmek değil de, bir öğrenci­
ye Pythagoras teoreminin genelleştirilmesini öğretmek olsaydı,
benzer şekillerin alanları arasındaki oranlarla ilgili temel teoriyi o

Gilber ve Sullivan Amerikalı müzikal oyun yazarlarıdır.


110 Bilgi Ağı

öğrenciye gösterirdik. Ayrıca, onun bunu kabul etmesiyle yetin­


mezdik. Öğrencimizi eleştirel ve dakik düşünmede eğitmek, so­
rumluluğumuzun bir kısmını oluşturur. Biz ondan başlangıç te­
oremini ispatlamasını isterdik. Eğer başaramazsa, bizim açımız­
dan bir ara ödev anlamında bile olsa, bu teoremi ona ispatlardık.
Diğer bir açıdan, bir kimseyi bir şeye ikna etmeye çalışırken,
o kimsenin hâlen sahip olduğu bir ön kabule delil getirmek, aşırı­
ya gitmek olurdu. Böyle bir durumda, sadece, bizim kabul ettir­
meye çalıştığımız inancı destekleyecek kadar geniş ortak bir i-
nanç temelini aramak yerindedir. Anlaşma için, sadece gerektiği
kadar özel ve detaylı inançların ortak bir zeminine başvurmamız
iyi olur. Sığ inceleme kuralı bunu gerektirir. Fakat gördüğümüz
gibi, bu kural, öğretmenlere rehber olamaz ve aynı zamanda
kendi inançlarımızı değerlendirmede de zayıf bir kuraldır.
Matematiksel delillerde ve Skeat örneğinde olduğu gibi, müra­
caat edilen destekleyici inançlar, gözlem haberlerini içermez. Di­
ğer yandan, bazı deliller bizi gözlemden elde edilen bilgiye geri
götürür. Dikkat edilmesi gerekir ki, gözlemlerimize müracaat,
başkalarını delillere dayanarak ikna etmeyi amaçladığımız du­
rumlarda, sadece kendi inançlarımızla ilgili durumlarda olduğun­
dan daha zayıf bir araçtır. Aradaki fark şudur: Bir gözlemi bildir­
diğimizde ona sahibiz, diğerleri sadece bizim tanıklığımıza sahip­
tir. Bizim gözlemimiz başkalarına dolaylı olarak ulaşır ve bu do-
laylılık, gözlemin taşıyabileceği garantiyi aşındırır. Dolayısıyla, bir
inanç için sağlam temelimiz olsa bile, diğerlerini ikna etmeye çalı­
şırken bu aşınma vardır. Gözlemin bu belirgin özelliği, daha önce
belirttiğimiz gibi, bütün tanıkların kabul ettiği bir husustur. Bizim
gözlemimizle onu bildirmemiz arasında kesinlik açısından beliren
farkı kapamanın bir yolu, şüphelenen kimsenin gözlemi kendi
gözleriyle yapmasını sağlamaktır. Fakat bazen şüphelenen kimse­
nin buna yanaşmaması can sıkıcıdır, bazen de cinayet ve kazalar­
da olduğu gibi, gözlem ilgili tekrarı içermez.
Bu yüzden, tanıklığımızın inandırıcılığına, çok şey bağlıdır. V.
Bölümde, diğer kimselerin tanıklığına olan güvenimizi nelerin ak­
la uygun bir biçimde idare edeceğini belirtmiştik ve şimdi bunlar
tersinden geçerlidir. En azından gizli amaçlar veya çıkar çatışma­
ları sorunu olabilir. Bize inanıldığında kazanacağımız önemli hiç­
bir şey ve belki de kaybedeceğimiz pek çok şey olduğu ölçüde,
tanıklığımız inanılabiliıiik kazanır. Aynı zamanda geçmiş durum­
larda kendimizi heyecanlanmadan doğru karar veren ve aşırıya
İkna Etme ve Değerlendirme 111

kaçmayan bir şüpheci olarak göstermeyi başardığımız oranda ta­


nıklığımız güven elde eder. Başkalannın inançlarını aşılamaya
hiçbir zaman yeltenmediğimizi geçmiş davranışlarımızla açık bir
biçimde ortaya koyduğumuzda, tanıklığımıza duyulan güven da­
ha da artar. Başkalarının inanılabilirliği ve güvenilebilirliği hak­
kında her birimiz nasıl hipotezler kuruyorsa, başkaları da bizim
hakkımızda bu tür hipotezler kurar; beğenilen hipotezleri güven
altına almanın en iyi yolu, onları hak etmektir.
Üzerinde durduğumuz nokta, özellikle gözlem haberleri ala­
nındaki tanıklığımızın inanılabilirliğidir. Çoğu zaman gözlemlerin
tekrarlanamaması sebebiyle, bu alanda tanıklıktan vazgeçilemez
veya tanıklık başka bir şeye indirgenemez. Fakat güvenilebilirlik
sadece zahmetten kurtarmakla kalmayıp, başka yerde de oldukça
işe yarar; sığ inceleme kuralını yerine getirir. Ne kadar samimi ve
zeki olarak tanınırsak, bir kimseyi bir şeye ikna ederken o kadar
az delil getirmek zorunda kalırız. Aşırıya kaçtığında bu tür bir
şöhret, delillerde dikkatsizliğe teşvik ettiği için, sahibine ve baş­
kalarına gerçekten zararlı olabilir.
Şimdi sıra argümanın doğası hakkında bazı şeyleri özetlemeye
geldi. Bir kimseyi bir teze ikna edebilmek için, hâlen kabul ettiği
inançlara dönüp onları öncüller şeklinde kullanırız. Eğer gerekir­
se, bazı destekleyici inançları da ekleyebiliriz. Destekleyici bir
inancı sadece belirtmemiz yeterli olabilir veya karşılığında ona
destek sunmamız bizden istenebilir. Doğal olarak, sonunda karşı-
mızdakini ikna etmeye çalıştığımız şeyden ziyade, onun kabule
daha hazır olduğu destek inançları hedefleriz. O kimsenin sundu­
ğumuz inancı kabule hazır oluşu, kısmen sunulanın özde akla uy­
gunluğuna ve kısmen onun bize güvenine dayanır. Eğer sunulan
inanç, özellikle gözlemimizin basit bir bildirimiyse, onu hemen
kabul edebilir; çünkü kabul ederken kararımıza değil, sadece bi­
zim anağımıza (hafızamıza) ve ahlaki kişiliğimize güvenmek du­
rumundadır. Diğer yandan, eğer gözleme dayalı haberimize bile
direniyorsa, gözlemi kendisine yaptırmaya çalışırız.
Çoğu zaman bizi uğraştıran olumsuz bir husus vardır: İhtiyaç
duyulan öncüllerin bir kısmına gerçekten inanılmaması. Bu tür bir
direnmeyle başa çıkmanın iki yolu vardır ve bunlar bir ortaçağ
şehrinin surlarını delmede kullanılan yollarla aynıdır: Baskın çık­
ma ve temelinden yıkma. Baskın çıkmak için tezimizin lehine
olan hususları bolca öne sürerek, zıt inancına rağmen o kimseyi
ikna edebiliriz. Diğer yandan, temelinden yıkmak için onun zıt
112 Bilgi Ağı

inancına doğrudan saldınnz. Eğer saldırımıza inancını savunmak


üzere bir argüman getirerek karşı koyarsa, o argümanın üzerine
dayandığı destekleyici inançların en zayıfına hücum ederiz. Elbet­
te çoğunlukla baskın çıkma ve temelinden yıkma yollarını ortak­
laşa kullanmak en iyisidir.
Farz edelim, kendi siyasi adayımızı onu eleştirenlerden birine
karşı savunuyoruz. Vergileri düşüreceği, sokakta işlenen suçlan
azaltacağı ve şehir yenileşme programlannı bozan rüşvete bir son
vereceği için onu destekliyoruz. Fakat onu eleştiren kimse, adayın
rüşvet skandallarına adı kanşmış bir emlakçıyla olan uzun süreli
ilişkisini öne sürerek, üçüncü öncülü sorgulamaktadır. Eğer baskın
çıkma yolunu seçersek, öne sürülen ilişkiyi yalanlamayız. Belki şe­
hir yenileşmesinde işlenecek yolsuzluklara karşı adayımızın bir
güç olduğunu gösteren belediye meclisindeki faaliyetlerinden delil­
ler getiririz. Aynı zamanda diğer iki öncüle daha canlı bir şekilde
yöneliriz. Adayın bütçe sorunlarıyla ilgili kanun tekliflerinin ve
kullandığı oy kayıtlarının etkileyici delillerini ve adayın Vatandaş­
lar Komisyonu başkanıyken suç oranlanndaki düşmeyi belgeleyen
çarpıcı rakamları gösteririz. Belki iyi bir önlem olarak, onun okul-
lan geliştireceğine dair yeni bir öncül ortaya atar ve savunuruz.
Diğer yandan, eğer temelinden yıkma yolunu seçersek, adayın
yolsuzluk yapan komisyoncuyla ilişkisinin ne samimi ne de kârlı
olduğuna, hatta aksine, dedikodulann emlakçının kendisi tarafın­
dan çıkarılmış olabileceğine inandırmak için sebepler öne süreriz.
Son olarak, eğer her iki yolu birleştirip her bir noktada delili gü­
zelce sergilersek, adayımız kendisini daha önce eleştiren bu kim­
seyi şimdi koyu taraftarları arasında sayabilir.
Temelinden yıkma yolunu kullanırken, zaman zaman beklen­
medik bir sonuçla karşılaşabileceğimizi de belirtmek gerekir. Ba­
zen zıt inanca hücumumuz o kadar güçlü bir savunmayla karşıla­
şır ki, kendimizi ikna edilmiş buluruz. Bu durumda, başlangıçta
yaymaya çalıştığımız inancı bırakmaya yöneliriz. Eğer sürprizler­
den hoşlanıyorsak ve öğrenmeye yatkınsak, bu, sonuçların en iyi­
sidir. Bu daha önce belirtilen dilin temel hedeflerinden ikincisinin,
başkalarından öğrenme hedefinin, umulmadık bir şekilde gerçek­
leştiği bir ândır.
Haklı olma arzusu ve haklı olmuş olma arzusu iki faklı arzu­
dur ve onları ne kadar erken ayırırsak, o kadar iyi olur. Haklı ol­
ma arzusu, doğruya karşı duyulan susamadır. Hem pratik hem te­
orik, her açıdan, onun hakkında iyilikten başka söylenecek söz
ikna Etme ve Değerlendirme 113

yoktur. Diğer yandan, haklı olmuş olma arzusu düşüşten önce ge­
len bir gururdur. Bu, hatalı olduğumuzu görmemizi engeller ve
böylece bilgimizin gelişmesine ket vurur. Dolaylı olarak, inanıla-
bilirlik derecemizde sorun çıkarır.
Bu ikiliden kusursuz olanı haklı olma arzusudur, fakat burada
bile ihtiyatlı olmak yerindedir: Haklı olma, her zaman haklı sebe­
bin veya akla uygun olmanın işareti değildir. Bir kimse iki çekişte
flöşü bulabilir; fakat yine de, o kötü bir pokercidir. En iyi yol, her
zaman kazanmaz; onu iyi yapan, uzun vadede çoğu zaman ka­
zanmayı vaat etmesidir.
Akla uygun olmaktansa haklı olmayı tercih ederiz. Flöşü bul­
mak isteriz. Fakat her zaman haklı olmaya güvence veren bir yo­
lu bulmak nasıl ümit edilebilir? En iyi strateji akla uygunluğu sağ­
layan, alternatiflerinden daha fazla, inançlarımızı doğrulayarak bi­
zi haklı çıkarandır. Eğer eldeki delil yanlış yola, doğrudan başka­
sına işaret ediyorsa, sahibi akıllı da olsa onunla birlikte hatalıdır.
Akla uygun olanı olmayandan ayırmayı öğrenme, hikmetin bir
bölümünü geliştirmektir; en az diğerleri kadar o da doğru inanca
götürebilir. Fakat hikmetin daha iyi bölümü, en iyi anladığımız
konular hakkında bile, doğrunun tamamına değil sadece bir kıs­
mına sahip olduğumuzu devamlı akılda tutmamızı ister. Bu bilinç,
hiçbir zaman yabana atılamaz; çünkü tek bir konuda bile 'doğru­
nun tamamı' ideali, boş bir hevestir.
Daha önce belirttiğimiz gibi, insanları bazı şeylere ikna etme­
ye çalışmanın ilk amacı, istediklerimizi onlara yaptırmaktır. Bu
katı amacın dünyanın gelişmesi sayesinde yumuşamış olduğunu
öne sürdük; samimiyet çiçek açtı ve onunla birlikte, inançları sırf
paylaşmak için paylaşma isteği de çiçeklendi. Fakat pratik ama­
cın, yani davranışın etkilenmesinin, neredeyse başlangıçtaki tüm
sadeliğiyle öne çıkmayı sürdürdüğü bir alan vardır. O da, değer­
ler alanıdır.
Geçmişteki bir davranışı övmek, duyan kimseyi durum elver­
diğinde benzer biçimde davranmaya teşvik etmektir. Gelecekteki
bir davranışı övmek, bir kimseyi onu yapmaya yönlendirmektir.
Bir ürünü övmek veya önermek, hemen hemen, onun şiddetle ar­
zulanmasına teşvik etmektir. 'Emretmek' ve 'övmek' kelimelerinin
kaynaklarının bir olması şaşırtıcı değildir.* Olgulann ilanının tersi­
ne, takdirler, emirlere doğru imada bulunuyor gözükmektedir.

* İngilizce command (emretmek) ve commend (övmek) fıiieri kökenleri itibarıyla


birbirleriyle ilgilidir (Çev.).
114 Bilgi Ağı

Fakat bir davranış veya nesneyi övgümüze destek getirmeye


çalışırken, bir inancı savunuruz: Belki seçilen lezzetli parça mu­
hatabımızın damağını tatlandırabilir veya bir resim, gözüne, bir
müzik parçası kulağına hoş gelebilir veya bir davranış hoşlanaca­
ğı neticeleri doğurabilir. Değerlendirmeyle inanç arasındaki kar­
şıtlık böylece azalıp gider.
Değerlendirme ve inanç şu şekilde bir bütün oluşturur: Söz
konusu değer, başka bir amaca araç olan bir şeyin değeridir; ki,
bu amaç da sırasıyla bir değer hâline gelir. Mayhoş veya baharat­
lı yiyeceklerden veya Pisarro veya Beethoven'dan hoşlanma veya
yetimlerin refahını düşünme söz konusu olduğunda, eldeki şeyin
veya söz konusu davranışın değerlendirilmesini desteklemek, se-
beplilik bağlantısındaki bir inancı desteklemektir. Olumsuz de­
ğerler için de durum aynıdır: Sadece kötü sonuçlarından korkma
nedeniyle bir şeyden sakındığımız müddetçe, önümüzde duran
tek şey, sebeplilik bağlantısındaki inancın aşılanmasıdır.
Değerlendirmeyi amaca yönelik bir araçla ilgili görmek onun
hakkında bir ölçüt sahibi olmaktır. Ölçüt ne kadar net olursa, de­
ğerlendirme genelde inançları ölçme şekillerine o kadar boyun
eğer. Solak'ın takımda shortstop* olup olmaması, solak olmak bir
yana, ne çeşit bir düzenlemenin takımı en güçlü yapacağı soru­
suyla yakından ilgilidir. Tezgahtaki kavunların iyi olup olmadığını
sertliklerine, renklerine ve boylarına bakarak veya yiyerek tespit
edebiliriz. Şehir yakınında bir hava alanının yapılıp yapılmaması
sorusu ses dalgaları hakkındaki olgulara kısmen dönüşür görüle­
bilir. Değişik öğretim süreçlerinin değerlendirilmesi, öğrenim psi­
kolojisinde geçerli teorilere bağlanabilir.
VI. Bölümde hipotezlerin seçilmesinde ve elenmesinde neleri
erdem ve neleri kusur olarak görebileceğimizi ilan ettiğimizde bir
değerlendirme yaptığımız açıktı. Orada, hipotezlerin bazı özellik­
lerini erdem olarak saydıran ölçüt, tahmindeki etkinlikti. Erdem­
ler, genelde doğrulanabilir tahminler açısından en zengin oldukla­
rını kanıtlayan hipotezleri ayırmaktaydı.
Ne değerlendirmeyle inanç arasında, ne de araçlarla amaçlar
arasında ince bir hat vardır. Yine de her iki ayırımı yapmak yerin­
de olabilir. Bir değerlendirme, ne derece bir amacın değerlendiril­
mesi olarak görülürse, onun inançla olan karşıtlığı o derece bü­
yük olur. Estetik konulan bir düşünün. Zevkler tartışılmaz: Bir

* Beyzbolda ikinci ve üçüncü noktalar arasındaki alanı koruyan oyuncu (Çev.).


İkna Etme ve Değerlendirme 115

kimsenin inançlarını tartışabileceğimiz anlamda tartışılmaz. Sade­


ce zevklerin eğitimi vardır. Bu, kısmen bir nesnenin seçilmiş öğe­
lerinin vurgulanmasiyla olur. Bu, onlara işaret edilerek veya bir
tablonun fotoğrafında veya müziğin çalınmasında abartılı şekilde
vurgulanarak yapılır. İşte burada eleştirmenlerin yeteneği yat­
maktadır. Bir edebiyat eleştirmeni, aldatıcı biçimde birbirine ke­
netlenen farklı yapıları şekilsel bir açıklığa kavuşturabilir ve ede­
bî bir eserde geçen hususlara yeni sezgiler sunarak farklı sembo­
lik bağlantılara ve imgelere dikkat çekebilir. Dolayısıyla güzel bir
nesnenin yapısını daha yakından tanımak, beğeniyi doğurabilir;
elbette başlangıçta uygun bir nesnenin seçildiğini varsayarsak. Bu
tür bir eğitim, bir inancı savunurken başvurulan tümdengelimler­
den, gözlemleri düzene koymaktan, hipotezlerin erdemlerini de­
ğerlendirmekten çok farklıdır.
Şu ânda seıgiliyoı olduğumuz eğitimin oldukça abartılı şekli,
zevkleri ayırmanın kesinlikle tek yolu değildir. Potansiyel olarak
ödüllendirici estetik bir nesneyle sık karşılaşmak başlı başına ye­
terlidir; önemli iç yapılar ve bağlantılar zamanla takdir edilebile­
cek bir derecede, hatta eleştirmenin dışarıdan yardımına gerek
kalmaksızın öne çıkabilir. İlgi ve isteklilik de burada etkendir:
Yani bir kimse bazı resim, müzik veya edebiyat türlerini moda
olarak görür ve bunları takip eder ve onlardan hoşlandığını hayal
eder veya hoşlandığı görünümünü verirse, uzun vadede, bu kar­
şılaşma onun hoşlanmasını gerçek hâle dönüştürür.
Nihayet, ahlaki amaçlar hakkında ne denebilir? Yetimlerin re­
fahı başlı başına arzu edilen bir şey midir? Burada da eğitime yer
vardır; fakat bu durumda ilk olarak akla gelen eğitim türü, estetik
beğenideki eğitimden temelde farklıdır; o, ödüllendirme veya ce­
zalandırmadır: Köpeklerin eğitimi gibi. Bu sadece doğruluk ve
şefkat gibi özellikleri değil, aynı zamanda, âdet hâlini almış dav­
ranışları, yani uygun tavırları aşılamada da bilinen bir yaklaşım­
dır. Eğitimin başarılı olduğu yerde bir değişim gerçekleşir: İyi
davranış, onu destekleyen ödülden bağımsız olarak kendiliğinden
memnuniyet verir ve kötü davranış, ondan sakındıran cezadan
bağımsız olarak kendiliğinden itici bir hâle gelir. Eğitim bu şekil­
de başarılı olmadığı takdirde, başkalarını korumak için cezalar
uygulanır; ceza hukuku bu yüzden vardır.
Aynı zamanda, estetik beğenideki eğitime benzer bir eğitim,
ahlak için de geçerlidir. Bu da, estetik bir nesnenin bazı önemli
özelliklerinin seçilerek vurgulanması tekniğidir. Şimdi benzer bi-
116 Bilgi Ağı

çimde, bencil olmayan bir davranışın dindirebileceği acı veya ka­


zandırabileceği sevinç belirgin biçimde betimlenerek fedakârlık
teşvik edilebilir. Bu çeşit bir eğitimin başanlı olabilmesi için fayda­
lanılacak sempati kaynaklarının var olması gerekir ve genelde bu
kaynaklar vardır; bunun nedeni, tek başına ödüllendirme veya ce­
zalandırma yoluyla verilen daha önceki ahlaki eğitim değil, -Hu-
me'un da fark ettiği gibi- tamamen miras alınan güdülerdir.
Bu bizi doğal ayıklanmaya geri götürmektedir. VI. ve VII. Bö­
lümlerde doğal ayıklanmanın, hipotezlerin başarılarına katkıdaki
rolüyle ilgili düşüncelerimizi belirttik. Sadelik ve atfedilebilirlik
standartlarımız, hayatta kalabilmeye, yani genetik havuzun deva­
mına katkısından dolayı, tahmin edilebilir çizgiler doğrultusunda
evrimleşmiştir. Bunun aynısı hemcins olma duygusu ve başkaları­
nı düşünme eğilimleri için de doğrudur. İnsanlar bu şekilde ahlaki
bir avansla doğmuştur. Belki de birbirine hiç benzemeyen kimse­
ler arasında bile, temel ahlaki konular üzerinde yaygın bir fikir
birliğinin olmasının sebebi, eğitim değil, budur.
Bencil çıkarlar bazen ahlaki kararları etkileyebilir: Hayvan ha­
yatına insan eğlencesinden daha az değer veren avcı veya günü­
müz neslinin refahına, gelecek nesillerinkinden çok daha fazla
değer veren talana örneklerinde olduğu gibi. Fakat çocuk aldır­
ma, ötenazi, zorunlu doğum kontrolü, ıslah amacıyla kısırlaştırma,
idam cezası gibi konularda herhangi bir çıkara dayanmayan ahla­
ki fikir aynlıkları olabilir: Ne kadar uzak bir toplumdaki bir bire­
yinin, hatta başka türlerdeki bir canlının veya ne kadar uzak ge­
lecekteki bir neslin, ne kadar refahı için, şimdi ve burada, ne ka­
dar zorluğa katlanmaya değer? Bu tür fikir ayrılıklan inatçı olabi­
lir, fakat üstesinden gelebilmek mümkündür. Bazen konuyu, bir
ölçüde, amaçlardan ziyade araçlarla ilgili düzeye indirgeyebiliriz;
bu şekilde idam cezasının caydırıcı etkinliği hakkında lehte ve
aleyhte deliller toplayabiliriz. Bazen, ilgili olgular bilindiği hâlde,
canlı bir biçimde sergileme sebebiyle bir taraf diğerini etkileyebi­
lir; korku verici bir betimleme, bir kimsenin ötenaziye karşı di­
renmesini kırabilir.
Bazen ustaca yapılan bir inceleme birbirini destekleyen iki hu­
susu ayırarak onlardan birinin konumunu zayıflatabilir. Bir kimse­
nin doğmamış nesiller adına çevreyi koruma hususunda bizimle
aynı kanaatte olduğunu varsayalım; fakat daha sonra o kimsenin
doğum sınırlamasına karşı çıkmak için aynı konuya, yani doğma­
mış kimsenin çıkarlarına dayandığını düşünelim. Karşılık olarak
İkna Etme ve Değerlendirme 117

biz genelde, gelecekteki mümkün insanlann çıkarlarını değil, var


olacak insanların çıkarlarını tanıdığımızı söyleyebiliriz.
Neyin ahlaken iyi veya doğru olduğunu nihai temellere oturt­
maya çalışan pek çok teori ortaya atılmıştır. Bazılan dinî teoriler­
dir: saf ve sade. Diğerleri temellerine insani arzulan veya çıkarla­
rı yerleştirmiştir. Yine bazıları soyut bir tarza sahiptir; mesela Im-
manuel Kant'ın teorisi bütün insanlar için her zaman evrensel ge­
nellemeye elverişli ilkeler şeklinde karşımıza çıkar. Şimdi bazı
modern karar teorisyenleri (.decivion theoristc), hem çıkar teorile­
rine hem de soyut teorilere dayanan bir temeli savunmaktadır;
onlar teorilerini sofistike matematiksel bir tercih teorisi üzerine
kurmaktadır. Genelde ahlaki değerlendirmeler için nihai temeller
sunma iddiasındaki bu teoriler, sıkıntı içindedir; hiçbirinin evren­
sel kabule yaklaşan bir şeyi ileri süremediği kesindir.
Nihai ahlaki değerler hakkında karar vermeye çalışırken çok
tehlikeli bir durumla karşı karşıyayız; fakat elimizden geleni yap­
maktayız. Daha önceki mutlu düşüncemizden bir teselli bulabili­
riz: Çok şükür, doğal ayıklanma sebebiyle, temel ahlaki konular
üzerindeki fikir birliği yaygındır. Mutlak yoksunluk, kuraldan zi­
yade istisnadır.
ÖNERİLEN KİTAPLAR

Oldukça Temel
A. J. Ayer, The Problem of Knowledge. Baltimore: Penguin, 1956.
P. W. Bridgman, The Logic of Modern Physics. New York: Macmillan, 1927.
J. Bronowski, The Common Sense of Science. Cambridge: Harvard, 1953-
N. R. Campbell, What is Science? New York: Dover, 1952.
J. B. Conant, Science and Common Sense. New Haven: Yale, 1951.
Pierre Duhem, The Aim and Structure of Physical Theory. New York: Atheneum,
1962.
Philip Frank, Modern Science and Its Philosophy. Cambridge: Harvard, 1950.
Martin Gardner, Fads and Fallacies. New York: Dover, 1957.
P. T. Geach, Reason and Argument. Oxford: Basil Blackwell, 1976.
C. C. Gillispie, The Edge of Objectivity. Princeton: Princeton University Press,
I960.
T. S. Kuhn. The Structure of Scientific Revolutions. Chicago: Chicago University
Press, 1962.
P. B. Medawar. Induction and Intuition in Scientific Thought. Philadelphia: Ameri­
can Philosophical Society, 1969.
M. K. Munitz (ed.). Theories of the Universe. Glencoe, 111.: Free Press, 1957.
C. S. Peirce. Essays in the Philosophy of Science (V. Thomas, ed.). New York: Li­
beral Arts, 1957.
W. V. Quine. Methods of Logic. New York: Holt, 1972.
W.V. Quine. The Ways of Paradox and Other Essays. Cambridge: Harvard, 1976.
Hans Reichenbach, The Ris of Scientific Philosophy. Berkeley: University of Cali­
fornia Press, 1951.
Bertrand Russell. Mysticism and Logic. New York: Doubleday, 1957.
Bertrand Russell. Human Knowledge. New York: Simon and Schuster, 1948.
Gilbert Ryle. Dilemmas. Cambridge: Cambridge University Press, 1954.
Israel Scheffler. Conditions of Knowledge. Chicago: Scott Foresman, 1965.
Israel Scheffler. Science and Subjectivity. New York: Bobbs-Merrill, 1967.
J.J. C. Smart. Philosophy and Scientific Realism. London: Routledge and Kegan Pa­
ul, 1963.
J. J. C. Smart and Bernard Williams. Utilitarianism. Cambridge: Cambridge Univer­
sity Press, 1973.
P. P. Winer and A. Noland (eds.). Roots of Scientific Thought. New York: Basic
Books, 1957.
120 Bilgi Ağı

Kısmen Daha Teknik


H. Feigl and M. Brodbeck (eds.). Readings in Philosophy of Science. New York:
Appleton-Century-Crofts, 1953.
Nelson Goodman. Fact, Ficton, and Forecast. New York: Bobbs-Merrill, 1973.
N. R. Hanson. Patterns of Discovery. Cambridge: Cambridge University Press,
1958.
C. G. Hempel. Aspects of Scientific Explanation. New York: Free Press, 1965.
David Hume. Treatise of Human Nature. Oxford: Clarendon Press, 1896
Leonard Linsky (ed.). Semantics and the Philosophy of Language. Urbana: Univer­
sity of Illinois, 1952.
K. R. Popper. The Logic of Scientific Discovery. New York: Basic Books, 1959.
W. V. Quine. Word and Object. Cambridge: MIT, I960.
Howard Raiffa. Decision Analysis. Reading, Mass.: Addison-Wesley, 1968.
Israel Scheffler. The Anatomy of Inquiry. New York: Knopf, 1963.
W. Sellars and J. Hospers. Readings in Ethical Theory. New York: Appleton-Cen­
tury-Crofts, 1952.
M. Weitz (ed.). Twentieth-Century Philosophy: The Analytic Tradition. New York:
Free Press, 1966.
SÖZLÜKÇE

Ereksel sebep: Bir fiilin, olayın veya nesnenin amacı, onun ereksel sebebi
olarak adlandırılır. Bu sebep kavramı Aristo'dan kaynaklanır.
Geçerlilik: Mantıksal bir şekil, bütün örnekleri doğru olduğunda geçerlidir.
Gerektirme: Gerektirmenin iyice tanımlanmış özünü mantıksal gerektirme
oluşturur. İki ayu cümleyi "p ise q" şeklinde birleştirerek elde ettiği­
miz şartlı cümle, mantıken doğru olduğunda, bir cümle diğerini man­
tıken gerektirir. Daha kapsamlı, fakat biraz kapalı bir biçimde, bir
cümleden veya kendinden-delilli bazı doğrulardan başlayarak, bir di­
zi kendinden-delilli adımlarla diğer bir cümleye ulaşıldığında, o cümle
diğerini gerektiriyor denir.
Gösterim: Gösterimle öğrenme, işitilen kelimeleri aynı ânda gözlemlenen nes­
neler veya durumlarla bağlantılandırmadır; böyle bir öğrenme, dilin
daha önceden bilinmiş olmasını gerektirmez.
Gözlem cümlesi: Eğer bir cümlenin tasdik edilmesinin tek sebebi onun diğer
özneler tarafından hâlen gözlemlenebilir olması ise, o gözlem cümlesi­
dir. Dolayısıyla, işaretle öğrenilebilen ve benzer uyarımlar karşısında
dili konuşanların tümü tarafından da kabul edilebilecek bir cümledir.
Hipotez: Doğru olduğunda, hâlen inanılan bazı şeyleri açıklayacağı için değer­
lendirilmeye alınan veya kabul edilen bir tahmin. Bir hipotezin delili,
sonuçlannda görülür. Kelime aynca 'öncül' anlamında da kullanılır.
İspat süreci: Geçerliliği belirlemenin şekilsel bir metodudur. En yaygın ispat
süreçleri, aksiyomları ve çıkarım kurallarını içerir. Tüm ispat süreçle­
rinin en önemli noktası, formüllerin incelenmesi yoluyla iddia edilen
ispatlann devamlı kontrole açık olmasıdır.
İspatlanabilirlik: Bir cümle eğer kabul edilmiş inançlardan veya belirtilmiş hi­
potezlerden hareketle çıkarımlanabilirse, o cümle ispatlanabilirdir.
Kanunumsu cümle: Örneklerinin kendisini tasdik ettiği düşünülen genel bir
cümle veya böyle bir cümlenin mantıksal denkliği. Doğru olan kanu­
numsu bir cümle, kanundur.
Kıyas: Tümevarıma genellemeyi aşarak çıkanmsal bir sıçramada bulunma.
Bununla bir kimse bazı önemli açılardan benzer iki şeyin diğer açılar­
dan da benzer olduğu sonucuna vanr. Kelimenin aynı zamanda diğer
kullanımlan da vardır; örneğin yeni terimleri öğrenmede izlenen or­
tak bir yol için kullanılmıştır.
Mantıksal denklik: Birbirini mantıken gerektiren iki cümle mantıksal açıdan
denktir.
122 Bilgi Ağı

Mantıksal doğru: Bir cümle geçerli, yani bütün örnekleri doğru olan, mantık­
sal bir şeklin örneği ise mantıksal bir doğrudur.
Mantıksal edat: Mantıksal şekillerde yer alan; 'her', 'bir', 'ki', 'dir', 'veya', 'de­
ğil', 'eğer', 'fakat', 've', 'bazı' gibi kelimeler. Bunlar mantıksal şekille­
rin oluşturulmasında ihtiyacı fazlasıyla karşılar.
Mantıksal şekil: Sadece mantıksal edatları ve boşlukları içeren, boşlukları uy­
gun kelime ve ifadelerle değiştirildiğinde kendi örnekleri olan cümle­
leri veren bir şekil veya şema.
Öncül: Öncüller, kendileri aracılığıyla bir tümdengelimin yapıldığı varsayılar-
dır: Bu öncüller ister inanılmış isterse sadece farz edilmiş olsun.
Şanlı Önenne-, "p ise q" şekli şartlı bir cümleye örnektir. Şartlı bir cümlenin
mantıksal doğruluğu, mantıksal gerektirmenin bir örneğini doğrular.
Şartlı refleks: Belirli bir uyanma otomatik olarak verilen Öğrenilmiş karşılık.
Sınırlayıcı ilkeler. Kapsamlı bir biçimde herhangi bir bilimsel hipotezi dışla­
yan genelde felsefi ilkeler.
Tarif: Daha önce net olmayan bir terim veya kavram için felsefi açıdan ve­
rimli olması amacıyla yapılan tam bir tanım.
Teleoloji (GayebiUmX Özellikle doğal olgular açısından aınacm, düzenin veya
nihai sebeplerin incelenmesi.
Tümdengelim: Bir cümleyi diğerlerinden kendinden-delilli adımlarla ispatla­
yan akıl yürütme çeşidi.
Tümevarım: Bilinen durumlardan benzer bütün durumlara genelleyerek, ge­
nel bir hipotez kurma metodu. Tümevarım, bu rrıetodun bir uygula­
masıdır.
Tutarsızlık: Eğer bir grup cümle mantıken uyumlu değilse ve dolayısıyla bir­
birleriyle çelişiyorsa, bu cümleler tutarsızdır.
DIZIN

açıklama 37, 66, 82, 85, 95-106 Boston 19


açıklık 88, 115 Brooklyn 23
ahlak 52, 115; ~ felsefesi 50 büyük patlama 58, 59
ahlaki değerler 48, 116, 117 büyüye inanma 12
akıl 12, 30, 39, 56; - yürütme 11, 20, 50,
79; --dışıcılık 9, 71; —karşıtı 12, 15, Carroll, Lewis 56, 57
31; -cılar 61; -a uygun açıklama 103; Chaucer 108
-a uygun hipotez 62, 68; -a uygun Chicago 98
inanç 9, 15, 82; -a uygun mekanizma cisimlerin sürekliliği teorisi 29
71; ~a uygunluk 22, 66, 68
aksiyom 42, 43, 45 çekim kanunu 65, 97, 99, 102
analoji 81 çelişki 21, 24, 31-33, 44, 57, 90
argüman 14, 111, 112 çıkarım kuralları 42, 43
Aristo 33; ~cu gelenek 100 Çin 104
asal sayılar teorisi 45, 46, 61
astroloji 73 dalga teorisi 33
atfedilebilirlik 78-80, 89, 116 Darwin, Charles 68, 101, 102; ~'in hipo­
tezi 102; ~'in teorisi 102
basitlik 65-69, 71, 73, 78-80 delil 11, 20-22, 24-26, 31, 35, 38, 49, 53,
Beethoven 114 55, 57-59, 62, 63,70, 72,74,81-83, 98,
Belçika 27 104, 109-113, 116; - bulma 22, 52; -
benzerlik 78, 79, 84, 97 getirme 104, 108, 110; - toplama 20;
beş erdem 63, 86 -in gücü 62; -in kesinliği 22; -ieri
beyin 11, 104 ayıklama 57
bilgi 11, 12, 20, 32, 40, 50, 59, 80, 82, deney 25, 34, 68, 70, 84, 85, 88; -sel
106, 113; - teorisi 9; - toplama 49, 50 psikoloji 13
bilim 11-13, 15, 32, 33, 50, 56, 57, 62, dil 13, 27-32, 35, 49-52, 66, 104, 105,
64, 65, 68, 71, 79, 80, 86, 95; ~ adamı 107; - felsefesi 9; - öğrenimi 28; - öğ­
14, 15, 25, 34, 47, 52, 67, 71, 74, 90, renme 51
105; - kurumu 26 doğal ayıklanma 68, 79, 101, 102, 116,
bilimsel: - aristokrasi 14; - bilgi 58; - 117
bir teori 25, 80; - deney 58; - devrim doğaüstü (occult) tecrübeler 34
69; - düşünme 25; - hipotez 46, 58, duyu 26-29, 35, 49-51, 82, 83
86; ~ kanunlar 66, 74; - kurumlar 14; düzen delili 101, 102
- metod 34; - teori 27, 31, 74; - te­
rimler 83; - titizlik 62; - topluluk 11; Einstein 57-59, 69, 70, 73; - fiziği 70
- vicdan 33 erdem 72, 85, 105, 106, 114, 115
bilişsel 12 ereksel (gaî) sebep 101
biyoloji 79, 102 esîr 56, 69
124 Çağdaş Arap-İslam Düşüncesinde Yeniden Yapılanma

estetik 114, 115 Hume 116


etken sebep 101 hurafe 105
evren 26, 40, 44, 46, 58, 74, 91; -sel çe­
kim hipotezi 65, 66, 69 iç gözlem 35
evrim 80, 89, 102 ikna etme 108-111, 113
iman 56
felsefe 9, 10; -çiler 20, 27, 28, 34, 35, imanın sınanması 56, 57
38, 47, 61, 87, 88, 92 imkansıza inanma 57
fizik 34, 45-47, 58, 65, 66, 69-71, 74, 75, inanç dar) 17-25, 31, 34, 37, 39, 53, 55-
90, 97, 99; - kanunları 71; - teorisi 29, 58, 62, 71, 72, 74-76, 81, 82, 90, 91,
33, 69; -sel açıklamalar 99 103, 104, 106-111, 113, 114; - ağı 42,
63; - sistemi 26, 27, 31, 41, 57, 63; -
Galileo 33 hakkında - 7, 9, 15, 21, 25, 37, 49, 61,
gelgit 65, 95-97, 99, 103 75, 85, 95, 107; -lan düzene koyma
genelleme 30, 61, 62, 65, 70, 71, 76, 80, 24, 90; -ların sebepleri 7, 9, 12, 22,
81,84,87-89, 117 25, 37, 49, 61, 75, 85, 95, 107; -a ulaş­
genellik 68, 69, 76, 80, 84, 86, 87 ma 17; ~ı değerlendirme 22; -ı terk et­
genetik 101; - mutasyon 79, 102 me 17; -in değişmesi 62; ~ın delili 21;
-in devamlılığı 74; ~ın nesnesi 18, 19,
geometri 46, 70, 74
27, 100; -in sebepleri 22; -in temelle­
gerektirme 41, 72, 73, 85, 90, 97, 98,
rini değerlendirme 17; -in yoğunluğu
102, 103
22; geçmiş -1ar 64, 81; bâtıl - 12, ger­
Gilbert 109
çek - 57; makul - 62, 63; önceki - 38,
Goodman, Nelson 11, 76, 78, 79, 88
63,64
Gödel 42, 45, 46, 61; ~'in 'eksiklilik' te­
inançsızlık 19, 20, 24, 55
oremi 48
inanılabilirlik 103, 104, 110, 111, 113
görelilik: - teorisi 70; özel - 69
ispatlanabilirlik 39, 43
gösterim 28-30, 49
gözlem 26-28, 31-35, 37, 38, 49, 50, 52, Jeffreys, Sir Harold 66
61, 62, 68, 71, 73, 74, 76, 78, 82, 90,
91, 108, 110, 115; - cümlesi 26-32, 35, Kant, Immanuel 117
37, 49-52; - haberi 32, 50, 71, 108, kanunumsu 88, 89
110, 111; - e dayalı haber 111; -in kararlı-durum teorisi 46, 47
nesnesi 49; -lenebilen veriler 26; -le- kare 109
nen 28, 29, 32, 61, 95; -lerin düzen­ Kelt 108
sizliği 7, 9, 12, 24, 34, 37, 49, 61, 75, kendinden-delilli: - adım 39, 40, 42, 43,
85, 95, 107 45, 46, 61, 62, 80; - doğru 39-43, 45,
46, 61, 62, 109; - inançlar 37, 38
Hannibal 17, 18, 55 kendine-üye-olmama 44
Hempel, Carl G. 89 Kepler 66, 102, 103; ~'in kanunları 7, 9,
hikmet 113 11, 23, 31, 45, 58, 73, 82, 90, 103, 107
hipotez 34, 39, 41, 45, 46, 51, 62, 65, 67, kesin ispatlanabilirlik 7, 9, 12, 24, 34,
74, 80, 82, 85-88, 90-93, 95, 97-99, 101, 39, 40, 46, 49, 61, 75, 85, 95, 107
103, 105, 106, 111, 114, 115; -in doğ­ Kevin, Lord 99
ruluğu 7, 9, 11, 24, 31, 46, 59, 74, 84, kıyas 81-84
85, 95, 107; eksik - 96; genel - 74, 81, Kierkegaard 56-58
83; duruma has - 71; istatistiksel - 93, kinetik gazlar teorisi 66
98, 103; kesin - 91; psikolojik - 34; ra­ kozmolojik teori 46
kamsal - 93 kuantum: - mekaniği 33, 93; ~ teorisi 47
Houdini, Harry 104 kümeler teorisi 43, 45, 46, 74
Dizin 125

Lionel Flemm Saati 75 reddedilebilirlik 72, 90, 106


Londra 105 Rumford, Count 66
Lorentz 69, 73 Russell Paradoksu 45, 48

mantık 12, 39, 42, 43, 46, 47, 77,80, 90; saçma 56-58; -ya inanma 56
-sal doğru 38-40, 42-45, 46, 61; -sal sadelik 64, 66-69, 75, 83, 116
edatlar 38, 39, 41; -sal gerektirme 40- sebeplilik 50,97,99,102; - bağı 14, 49,
42, 97; -sal içerme 41; -sal sonuç 41; 50, 68, 98; - zinciri 99-101
-sal şekil 39, 42, 44; -sal teori 42 sezgi 61, 82, 83, 115; —karşıtı 40, 45
Martin, Edwin 9 sığ inceleme kuralı 110, 111
matematik 43, 45-47, 55, 58, 66, 71, 74, Skeat, W. W. 108, 110
102; -sel deliller 110; -sel doğrular Skolem 42
43; -sel fizik 69; -sel tercih teorisi 117 Skolem ve Gödel teoremi 43
Michelson-Morley deneyi 69, 70, 73 Smart, J. J. 9 *
Moliere 97, 105 Stalker, Douglas 9
Monako Prensliği 54 Sullivan 109
muhafazakârlık erdemi 63, 64, 67, 69,
70, 71, 75, 86, 106 şekilsel ispat süreci 43, 45

Napolyon 18 tahmin 67, 68, 71-73, 79, 80, 86, 88, 92,
nebülöz 26 93, 95, 96, 103, 114, 116
Neptün 17, 18, 55, 70, 71 tanıklık 49
nesne 28, 44, 50 tanım 30, 65, 87
nesnel doğru 68 Tanrı 57, 101, 105
Newton 33, 65, 66, 69, 70, 96, 97; - fi­ tasdik etme 88
ziği 69, 70, 73; -'un teorisi 33, 69; — teleolojik açıklama 7, 9, 11, 24, 31, 46,
Lorentz sistemi 73 58, 73, 83, 91, 100-102, 107
nümeroloji 13 teorik fizik 45, 74
termodinamik 33
Öklid 109; -'in paraleller postulatı 45, Tertullian 56, 57, 58
48 tümdengelim 39, 45, 55, 80, 88, 102, 115
ötenazi 116 tümevarım 76-78, 80, 81, 84, 88, 92
öznellik 34, 66, 78
Uranüs 71
Pascal 57
Peirce, C. S. 92 yalan söyleme 50, 51, 107
Pisarro 114 yapay zeka 83
psikoloji 83, 99, 106
Pythagoras (Fisagor) teoremi 55, 109

You might also like