You are on page 1of 9

POZİTİVİZMİN ETİK KAVRAYIŞI ÜZERİNE BİR İNCELEME

Aydın GELMEZ *

Özet / Abstract:
Bu çalışmanın amacı, kurdukları bilim tasarımıyla 20. Yüzyıl bilim felsefesi geleneği üzerinde bü-
yük etkilerde bulunan ve Mantıkçı Pozitivistler, Neo-Pozitivistler gibi değişik adlarla anılan Viyana Çev-
resi düşünürlerinin bilime ve bilgiye ilişkin görüşlerini ele alarak, söz konusu görüşlerin etik felsefesine
uygulanımı olan ve değer bildirimlerini anlamsız tümceler olarak kabul eden “duygucu etik kuram”ın
aksayan yanlarını ortaya koymaktır.

Anahtar sözcükler: Değer, Bilgi, Etik, Olgu

In this article it is aimed to treat epistemological views of the Vienna Circle, called Logical
Positivists or Neopositivists, which has been the main stream of philosophy of science at the twentieth
century, and then to show the deficiencies of “emotivist ethical theory” which regards value statements
as meaningless, and which based on positivistic epistemology.

Key words: Value, Knowledge, Ethics, Fact

Çağcıl bilinç bir günde doğmadı. Mevcut bilimsel, toplumsal bilincin ya da bi-
linçlerin oluşması için binlerce yıllık ağır ve sancılı süreçlerden geçti insanoğlu. Bilim-
ler söz konusu olduğunda, en azından bilinenler kümesinin büyümesi ve bilimsel geliş-
melerin teknoloji vasıtasıyla hayatımıza sirayet etmesi bakımından ilerlediğimiz söyle-
nebilir. Yeni toplumsal ilişki formlarının ve bunlara ilişkin kuramların ortaya çıkmasıy-
la toplumsal bilincin geliştiği de gösterilebilir. Ancak, insanın ve insanî eylemlerin için-
de oluştuğu koşulların biricikliği nedeniyle hep yeniden yüzleşmek zorunda kaldığımız
bir soruya, “Ne yapmalıyım?” sorusuna bilgisel bir yanıt verme bakımından ne kadar
ilerde olduğumuz o kadar da açık değil.
Söz konusu soru kapsam bakımından oldukça geniş olup, “Doğru eylem nedir?,”
“Eylemlerde ilke görevini görecek bir ölçüt bulunabilir mi?” gibi pek çok soruyla ya-
kından ilişkilidir; ki bunlar da en genel adıyla 'Etik'tir. Burada erdemlerden, değerler-
den söz etmek kaçınılmazdır, zira kişiyi her tek etik sorunda belirli bir eyleme iten ya da
alıkoyan, değerleridir. Bu çerçevede tekrar dile getirecek olursak, insanlık tarihinin en

*
H.Ü. Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü
SBArD Eylül 2006, Sayı 8, sh. 251 – 259

önemli sorunlarından biri, belki en önemlisi, değer problemidir. Felsefe cephesinde,


“Değerlerin kendileri insanlardan bağımsız olarak var mıdır?,” “Yoksa değerler, insan
aklının 'kanatlı at,' 'altın dağ' türünde kurgusal ürünleri midir?,” “Kişiden kişiye, top-
lumdan topluma, aynı toplumun ya da kişinin farklı uğraklarında değişirler mi?,” “Bilgi-
leri edinilebilir mi?,” gibi sorular çerçevesinde sürdürülmektedir tartışma.
Gerek çağımızın insanlık tarihinin en büyük katliamlarına, hak ihlallerine tanık-
lık etmiş olmasının, gerek “uygar” ülkelerin gelişmekte olan ülkeleri baskı altında tutma
politikalarının bir aracı olarak (insan hakları örneğinde olduğu gibi) etiği kullanmaları-
nın sonucu olarak etiğe ilişkin tartışmalar hayli revaçta. “Tartışım etiği,” “Düşünce ve
ilgi etiği,” gibi çeşitli adlar altında pek çok etik anlayış ortaya çıkıyor; genel olarak bu
etik anlayışların dayandırıldıkları temel ise değerler söz konusu olduğunda bilginin
mümkün olmadığı savı. Zira söz konusu anlayışlar etiğe sırf epistemolojik bir perspek-
tiften bakıyorlar; sonuçta etik bilgi yok sayılarak rafa kaldırılıyor ve etik sorunların çö-
zümleri “konsensus”larda aranıyor.
Bu gün etiği, insanın bilgi dağarının dışına iten, etik tümceleri metafizik sayan yakla-
şımların başında, Mantıkçı Pozitivizm ve onun etikteki uzantısı diyebileceğimiz “duy-
guculuk” (emotivism) gelmektedir.

20. yüzyılın başında uğraşlarına "gizemli bilimler" adını veren ve piramitlerin


sırları, “Bermuda şeytan üçgeni” gibi konuları nesne edinen bir akımın ortaya çıkması,
ardından Wittgenstein'ın Tractatus'ta “doğru tümcelerin toplamının doğa bilimi”
(Tractatus 4.11) olduğunu ilan etmesi Viyanalı bilim adamı ve felsefecilerden oluşan
bir grup akademisyeni bilim ve metafiziği birbirinden ayıracak bir ölçüt arayışına yönel-
tir. Aralarında Moritz Schlick, Rudolf Carnap, Hans Hahn, Otto Neurath gibi isimler
vardır. 1929 yılında yayınladıkları “Bilimsel Dünya Kavrayışı: Viyana Çevresi” başlıklı
manifestolarında kendilerini ilk kez bir “çevre” olarak ilan ederler. Carnap, Hahn ve
Neurath tarafından kaleme alınan broşür, kısaca, grubun felsefi duruşunu, kendilerince
bilim felsefesi için problem olarak gördüklerinin gözden geçirilmesini ve kendilerini
tarihsel olarak nerede konumlandırdıklarını içerir. Epikuros’tan Wittgenstein’a bir çok
filozof selefler olarak sıralanır. “Temel amaçlar bilimlere sağlam bir zemin sağlamak ve
tüm metafiziğin anlamsızlığını göstermektir. Bu amaçları gerçekleştirmek
için kullanılacak yöntem tüm kavram ve önermelerin mantıksal çözümlemesi-

252
Aydın GELMEZ

dir.” (Weinberg,2002:1). Broşürün en az iki belirgin özelliği vardır. Birincisi deneyci ve


pozitivisttir: Yalnızca doğrudan verilmiş olana dayanan deneyimden çıkan, bilgi olarak
kabul edilir. Meşru bilimin sınırlarını oluşturan budur. İkincisi, belirli bir metodun yani
mantıksal çözümlemenin kullanılması göze çarpar. Bilimsel çalışmanın amacı, mantık-
sal çözümlemeyi empirik içeriğe uygulayarak birleşmiş bilime ulaşmaktır. Viyana Çev-
resi’ni 19. yüzyıl pozitivistlerinden ayıran da bu mantıksal bakış açısıdır.

Comte’un Pozitif felsefesinin üç belirgin özelliği vardır ve bunlardan yalnızca


biri Viyana Çevresi’nin öğretisinde korunur. Comte için gerçekten bilimsel olanın temel
ölçütü bilginin insan ilgileri bakımından değeridir. Düşünce sorunlarına tarihsel olarak
yaklaşıma önem verir. Ve son olarak empirik yöntemin kuşatıcılığını öne sürer ve şid-
detle savunur. Yalnızca bu sonuncu özellik Viyana Çevresi’yle ilişkilidir. Kabul edilme-
lidir ki bu bağ çok da büyük değildir. Comte’un metafiziği reddinin temelinde de meta-
fiziğin yararsız oluşu ve çözülemez problemlere yol açması yatar. Oysa Viyana Çevre-
si’nin metafiziği reddi bambaşka bir temeldedir. Metafizik savların özelliği yarasız ya
da kanıtlanamaz oluşları değil, anlamsız oluşlarıdır. (Weinberg,2002:6) Dolayısıyla
metafizik insan aklının çözemeyeceği sorunlarla uğraştığı için değil böyle bir iş hiç ol-
madığı için terk edilir.(Schlick, 1959:56)
Viyana Çevresi’ne göre mantık ve matematik öz-yeterli disiplinlerdir. Geçerlik-
leri deneyime dayanmaz, bu anlamda a priori'dirler ve gerçeklik hakkında bir şey ileri
sürmezler. Saf mantık yalnızca sembolik sistem içindeki yasaları oluşturur, empirik
dünyanın yasalarını değil. Matematiğin önermeleri sintetik değil, analitiktir. Doğruluk-
ları ve yanlışlıkları, onları oluşturan kavramlar temelinde bilinebilir. Açıktır ki mantığın
ve matematiğin bağımsız geçerliği fikri Viyana Çevresi’nden çok önce düşünülmüştür.
Ancak bu bakış empirizmden değil rasyonalizmden gelmiştir. Viyana çevresi bu bakım-
dan bir ilktir. Önceki empirizmin tüm bilgi ve bilimi geçerliğin tek zemini ola-
rak deneyden türetme çabası böylece terk edilir.(Kraft,1953:20-23)
Matematiğin kuramsal inşası için bir araç olarak geliştirilen yeni mantık, Viyana
Çevresi’nde bilim dilinin mantıksal çözümlemesinin aracına dönüşür. Bilimsel bilginin
mantıksal yapısını araştırmak demek, bilim önermelerinin ve kavramlarının mantıksal
bağıntılarını araştırmaktır. Yani bazı kavramların başka kavramları nasıl içerdiğini ve
bazı önermelerin diğerlerinden nasıl türetilebilir olduğunu araştırmaktır. Bu tür bir araş-
tırma kavramların, önermelerin, hipotezlerin, bilimsel tezlerin mantıksal çözümlemesi-
dir. Bu araştırma türünde, “tanımları farklı B1 ve B2 gibi iki kavram eş anlamlı olabilir

253
SBArD Eylül 2006, Sayı 8, sh. 251 – 259

mi?”, S2 gibi bir önerme S1 gibi bir önermenin mantıksal sonucu olabilir mi?” gibi so-
rular sorulur. Bu sorular epistemolojiyi ve aslında genel olarak felsefeyi oluşturur.
(Kraft,1953:26)
Bilgi ancak bir dil içinde formüle edilebileceği içindir ki bilimsel bilginin man-
tıksal çözümlemesi dilsel ifadelere uygulanmalıdır. Dolayısıyla dilsel çözümleme bili-
min mantığının asıl alanını oluşturur.
Dil bir işaretler sistemidir. Bu işaretler sesler, yazılar ve hatta mimiklerdir. Öte
yandan bu işaretlerin kendileri ötesinde anlamları vardır. Temsil ettikleri kavramsal ve
önerme anlamlarına göndermede bulunurlar. Bu çerçevede dile iki perspektiften bakıla-
bilir: Dilin temsil etme işlevine yoğunlaşılabilir ya da dilin temsil etme formuna
yoğunlaşılabilir. Birinci bakış işaretlerin anlamları ile yani semantik işlevleri ile ilgile-
nir. İkinci bakış ise işaretlerin kombinasyonu ile yani sözdizim kuralları ile , dolayısıyla,
gramerle ilgilenir.
Viyana Çevresi düşünürleri de Wittgenstein gibi dilin ve dünyanın ortaklaşa sa-
hip olması gerekeninin mantıksal form olduğunu düşünürler. Ancak Wittgenstein bir dil
hakkında bir sav ileri sürmenin bir üst dil gerektireceğini , bu üst dil hakkında bir sav
ileri sürmenin de başka bir üst dil gerektireceğini söyleyerek bu mantıksal form hakkın-
da konuşmanın olanaksız olduğunu onun kendisini “gösterdiğini” ileri sürmüştür. Öte
yandan Carnap’a göre “dil hakkında bir teori ileri sürmek mümkündür (Ural,1993:62).”
Çünkü bu teori ortaya konurken kullanılan dil üst-dil değil o dilin bir parçasıdır. Böyle-
ce üst dil alt dile dönüşür ve dilin mantıksal yapısının araştırılmasının önü açılır.
(Kraft,1953:30)
Bir sözcüğün anlamı tanımla belirtilebilir, yani onu anlamları zaten verili başka
sözcüklerle betimleyerek. Fakat bu sözcüklerle tanımlamanın dayanması gereken bir
son nokta vardır. Bu nokta, anlamları başka sözcüklerle tanımlanamaz olan pirimitif
kavramlardır. Anlamları sadece gösterme yoluyla belirlenir. Bu durum “kırmızı”, “so-
ğuk” gibi sözcüklerde bir güçlük çıkarmaz ama “çünkü”, “hemen”, “şans” gibi sözcük-
leri anlaşılır kılmak için bu sözcüklerin kullanıldığı karmaşık durumları, kullanılma
tarzlarının gösterilmesi gerekir.
Bu “kullanılma tarzı” ifadesi bir önermeye uygulandığında, onun doğru yada
yanlış olduğu koşullara eş değer olan, onunla işaret edilen olgu durumu anlamına gelir.
Viyana Çevresi’nin sloganlaşmış “bir önermenin anlamı onun doğrulama yöntemidir”
ifadesi bu perspektife dayanır.

254
Aydın GELMEZ

Burada söz konusu olan edimsel doğrulama değil olası doğrulamadır. Edimsel
doğrulama bir önermenin doğruluğunu belirler, ama mantıksal olarak olanaklı doğrula-
ma anlamı belirlemek için yeterlidir. Bir önermenin hangi koşullar altında doğrulanabi-
leceğini biliyorsak onun anlamın biliyoruz demektir. “Ayın öteki yüzünde bin metre
yüksekliğinde bir dağ vardır” önermesini doğrulayamayız ama bu onun anlamsız oldu-
ğunu göstermez. Onun doğrulanmasını olanaksız kılan geçici empirik koşullardır, man-
tıksal olanaksızlıklar değil. Öte yandan “kendinde bir dünya vardır ve bilinmesi olanak-
sızdır,” tümcesi gerçek bir içerikten yoksundur. İçindeki sözcükler anlamlı olsa da söz
konusu dünyanın bilinebilirliğini reddetmek böyle bir dünyanın varolup olmadığını
araştırmayı olanaksız kılar.(Kraft,1953:31-32)
Viyana Çevresine göre bir bilgi sistemi içinde anlam iki basamaklıdır; önermele-
rin dilin mantığına uygun olması şartı, diğeri ise önermelerin deneyle saptanabilir öğele-
re karşılık gelmesi şartı . Doğrulanabilme olanağına sahip ifadeler, empirik ifadeler ol-
duğu için sadece bunlar anlamlıdır. Dolayısıyla deneyime indirgenemeyenin anlamı da
yoktur. Bu düşünce Viyana Çevresi için merkezi bir öneme sahiptir. Viyana Çevresinin
bilimsel bilgiyi metafizikten ayırmak için öne sürdüğü ölçüt böylece ortaya çıkar: Duyu
deneyiyle doğrulanabilirlik.
Hatırlanması gereken bir nokta daha var: Viyana Çevresi’nin bilim tasarımına
göre, bilimsel etkinlik iki düzeyde gerçekleşir. Bunlar gözlemsel ve kuramsal düzeyler-
dir. Bilim deney ve gözlem yoluyla olguların ortaya konmasıyla başlar. Gözlemsel dü-
zeyde dağınık halde bulunan olgular toplanırken kuramsal düzeyde olgular arkasında
yatan işleyiş verilir. Bilimin yöntemi tümevarımdır. Tekrarlanan olaylar arasında, bilim-
sel yasa ve kuramlarda ifadesini bulan bağlar kurulur.
Söz konusu ölçüt ve bilimsel işleyiş tasarımının ışığında diyebiliriz ki, nesnesi
doğa bilimlerinden farklı olan tarih, toplumbilim, ekonomi, siyaset gibi insan bilimleri-
nin işleyişi bu bilim tasarımıyla uyuşmaz. Zira doğanın yinelenen oluş-bitişlerine baka-
rak ulaşılan kesinlik insan bilimleri alanında görülmez. Keza Mantıkçı Pozitivistlerin
duyular aracılığıyla deneyimlenebilir bir şey olarak kabul ettikleri “olgu”ile insan bilim-
lerinin olguları nitelikçe benzer değildir. İnsan bilimlerinin olguları yapıca farklı olma-
larının yanında öyle bir çırpıda da göstermezler kendilerini; kaldı ki doğa bilimlerinde
de, Viyana Çevresi düşünürlerinin savladığının aksine olgulardan kurama doğrudan bir
geçiş yoktur. Canlılığın yapıtaşlarına ilişkin hiçbir kurama sahip olmayan bir gözlemci
için mikroskop altında görünen şey bir hücre, dolayısıyla henüz bir olgu değildir.

255
SBArD Eylül 2006, Sayı 8, sh. 251 – 259

II

İkinci kuşak Viyana düşünürleri arasında sayılan Alfred J. Ayer ve C. L.


Stevenson'un duygucu etik teorisi böyle bir indirgemeci epistemoloji üzerinde yükselir.
Dil, Doğruluk ve Mantık adlı kitabında Ayer, değer bildirimlerinin anlamlı oldukları
sürece, olağan “bilimsel” bildirimler olduğunu, bilimsel olmadıkça da, gerçek anlamda
anlamlı değil, ne doğru ne de yanlış olan duyguların anlatımı olduklarını savlar
(Ayer,1998:79). Değer bildiriminde bulunan bir önermenin anlamlı, dolayısıyla “bilim-
sel” olması ne demektir? Etik değer bildirimlerinin, deneysel olgu bildirimlerine çevri-
lip çevrilemeyeceğini soruşturan Ayer, bir sentetik önermenin ancak deneysel olarak
doğrulanabilir olduğu zaman anlamlı olduğu ilkesinden hareketle, etik bildirimlerin
köktenci deneycilikle bağdaşabilecek bir incelemesinin mümkün olduğunu söyler. Buna
göre, “Etik kavramlar, içinde geçtikleri yargıların geçerliğini sınamayı sağlayacak bir
ölçüt bulunmadıkça çözümlenemez. Bu çözümleyemeyişin sebebi, söz konusu kavram-
ların sahte kavramlar (pseudo-concept) oluşlarıdır (Ayer,1998:83).”
Ayer yargılara daima pozitivist olgu tasarımı açısından bakar. Ona göre bir
önermede etik bir simge bulunuşu, önermenin olgusal içeriğine hiçbir şey katmaz. Böy-
lece birisine, “Bu parayı çalmakla yanlış davrandınız,” dediğimde, “Bu parayı çaldınız,”
demenin ötesinde bir şey söylemiş olmam. Tümceye, eylemin doğruluğuna ya da yanlış-
lığına ilişkin bir ifade eklemekle yeni bir şey söylemiş olmamakla birlikte, yalnızca ey-
lemi ahlâki açıdan onaylamadığımı dile getirmiş olurum. Ses tonu ya da ünlem imleri de
tümcenin gerçek anlamına bir şey katmaz. Bu , sadece, bunun anlatımına konuşanın
belli duygularının eşlik ettiğini gösterir (Ayer,1998:84)
Dolayısıyla Ayer açısından, etik bir tümcenin anlamlı olmasının koşulu, öner-
mede olgusal içeriğin bulunmasıdır. “Para çalmak yanlıştır,” gibi ahlâki bir bildirim
Ayer için anlamlı değildir. “Bu parayı çalmakla yanlış davrandınız,” gibi bir tümce ise
ancak ahlâki içeriğinden arındırıldığında anlamlıdır. Etik bağlamda doğru, yanlış, iyi,
kötü gibi sözcüklerin yegane işlevleri “duygusal”dır. Bu sözcükler nesneler üzerinde bir
savda bulunmak için değil, o nesnelere ilişkin duygu anlatımı için kullanılırlar.
Etik terimlerin duygu anlatımı ötesinde bir işlevi daha vardır. Etik bir önerme di-
le getirdiğimde yalnızca kendi duygularımı dile getirmekle kalmam, dinleyicide de ben-
dekine benzer duygular uyandırmaya ve bu doğrultuda eyleme yöneltmeye çalışırım.
Böylece “Yalan söyleyerek yanlış davrandın,” dediğimde yalan söylemeye ilişkin etik
duygumun yanında, “Yalan söyleme!” buyruğunu da dile getirmiş olurum.

256
Aydın GELMEZ

Böylece Ayer, etik yargıların geçerliğini belirleyecek bir ölçüt bulunamamasının


nedeni olarak, bu yargıların herhangi bir türden nesnel geçerlikleri olmayışı gösterir.
“Eğer bir tümce hiçbir bildirim yapmazsa, doğal olarak, söylediği şeyin doğru mu yoksa
yanlış mı olduğunu sormanın da hiçbir anlamı yoktur (Ayer,1998:85).” Etik yargılar bu
perspektiften bakıldığında bir şey söylemez. Çeşitli duyguların anlatımı olarak görülür-
ler. Bu görüş nihayetinde değer sorunları üzerinde tartışılamayacağı düşüncesine bağla-
nır.
Bunun yanında Ayer her toplumun bir değerler takımına sahip olduğunu ve bi-
zimkine benzer bir ahlâkî koşullanma sürecinden geçenlerle, belirli bir eylemin ahlâki
niteliği konusunda hemfikir olabiliriz. Fakat farklı bir değerler takımına mensup biriyle
tartışırken eylemin etik değeri üzerine anlaşamayınca onu ikna etme girişimlerinden
vazgeçer, onda gelişmemiş bir ahlâk duygusu olduğunu söyleriz. Kendi değer dizgemi-
zin üstünlüğü duygusuna kapılırız, fakat kendi dizgemizin üstünlüğüne dair hiçbir kanıt
sunamayız (Ayer,1998:88).
(Ayer burada iki şeyi birbirine karıştırmaktadır; değer yargılarını ve değerlerin
kendilerini. Her toplumun sırf kendi içinde işlevli bir “değer yargıları” dizgesi vardır.
Örneğin bizim toplumumuzda çocukların büyükleri karşısında ayak ayak üstüne atması
saygısızlık olarak görülürken, ya da tabaktaki son lokmanın yenilmesi doymamışlığı
gösterirken, başka bir toplumda tabakta yiyecek bırakmak saygısızlık olarak görülebilir.
Söz konusu bu değer yargıları olduğunda, iki farklı morale mensup bireyin uzlaşması
gerçekten olanaksız görünmektedir.)
Ayer'in etiğe ilişin görüşleri pozitivist perspektifiyle tam bir uyum içinde gö-
rünmektedir. Aynı olgucu tutum değer sorunlarının metafizikle aynı rafa kaldırılmasına
yol açar. Ayer'den bağımsız olarak ve onunla aynı dönemde benzer düşünceler dile geti-
ren bir başka düşünürde Charles Stevenson'dur. Ayer etik tümcelerin daha çok “benim”
duygularımı temsile etme işlevi üzerinde yoğunlaşmıştı, Stevenson için ağırlık noktası
artık “ben”den dinleyiciye kayar. Ona göre, ahlâkî sözcüklerin birincil işlevi, başkaları-
nın tutumlarını, kendimizin tutumlarıyla daha tam uyuşacakları biçimde yönlendirmek-
tir. Bu sözcükler bu güçlerini, belirli bir tarihsel ardalandan, belirli bir kullanım sıklı-
ğından alırlar (MacIntyre,2001:292).
Bunun ötesinde Stevenson da Ayer'le kimi detaylar dışında aynı görüşleri payla-
şır; etik terimler olgusal içerime sahip olmadıkları için doğrulanmaz ve anlamsız olarak
kabul görür, yegane işlevleri insanlarda kimi duyguları uyandırmaktır.

257
SBArD Eylül 2006, Sayı 8, sh. 251 – 259

III

Görüldüğü gibi, pozitivizmin etiği, etik değerleri mahkûm edişinin temelinde ya-
tan iddia söz konusu değerlerin bilgisine ulaşılamaz oluşu, özneye göreli oluşu değildir.
Pozitivizm değerleri toptan yok sayar. Değer bildirimleri, duygu bildirimleri olarak ve
başkalarına bizimle aynı biçimde “hissetmeyi” buyuran ve bu nedenle doğruluk değeri
alamayacak imperatifler olarak görünür. Ortaya çıkan manzara, herkesin birbirini kendi
safına çekmeye çalıştığı kaotik bir dünyadır. Ancak bu tartışmalar basit bir “zevkler ve
renkler” mihverinden dışarıya çıkmaz. Sözgelimi Amerika'nın Japonya'ya attığı atom
bombalarıyla yüz binlerce insanı öldürmesi, Avustralya'yı işgal edenlerce yapılan
Aborjin kıyımı, Ku Klux Klan'ın yüzlerce siyahı katletmesi... Bunlar ve benzeri olgular,
üzerlerinde ancak duygu bildirebileceğimiz ve karşıt duygulardan hiçbirinin mantıksal
olarak temellendirilemeyeceği sorunlar olarak kabul edilir.
Pozitivizmi değerleri yok saymaya, etiği bilinebilirler alanının dışına çıkarmaya
iten, öncelikle, altta yatan epistemolojinin varlık tarzları arasında ayrım yapamaması,
her alanda aynı varlık türünü ve aynı kesinlik derecesini beklemesidir. “Varlık”tan, ol-
gudan sırf duyulara verili varolanları anlayan indirgemeci perspektifiyle pozitivizm,
insan dünyasının kendine has olgularını erdemleri, değerleri ve bu arada kavramları ve
düşünceleri de, bunlar taşlarla ve ağaçlarla aynı varlıksal yapıda olmadığı için, biline-
mez ilan eder -daha doğrusu mevcut öncüllerin onları götüreceği yegane sonuç budur;
görüşlerinin insan bilimlerindeki geçerliliğine dayanak olarak da, davranışçı psikoloji-
nin gözlemlenebilir olanlar dışında hiçbir zihinsel olguyu varsaymama yaklaşımını gös-
terirler. İnsan koşulsuz uyarıcılara koşulsuz, koşullu uyarıcılara koşullu tepki veren bir
automaton olarak görülür: bu nokta pozitivizmin eksik kaldığı ikinci noktadır; zira etiği,
değerleri ele alabilmek için epistemolojik ve ontolojik bakışın yanında, antropolojik bir
bakış da gerekir. İnsanın varlıktaki özel yerine, taşıdığı olanaklara bakılmadan değerle-
rin neler olduğu, bu değerlerin bilinip bilinemeyeceği gibi sorulara yanıt verilemez.

Sevgi, saygı, dürüstlük, adalet vb. içi boş birer kavram değil, sırf insana özgü
olanaklar ve değerlerdir. Bilgileri kuşkusuz kimyasal bir gazın formülünün verildiği gibi
verilemez -o kesinlikte de değildir- tek tek iradî eylemlerimizin, değerlendirmelerimizin
içinden çıkarılır. 'İnsan olma'nın özüne sıkı sıkıya bağlıdırlar. Salt birer bilgi nesnesi
olarak bakıldıklarında, insan yaşamıyla olan bağları gözden kaçırıldığında, pozitivizm
örneğinde olduğu gibi, yok sayılmaları kaçınılmazdır.

258
Aydın GELMEZ

KAYNAKÇA

AYER, Alfred J., 1998, Dil, Doğruluk ve Mantık, Metis Yayınları, İstanbul
KRAFT, Viktor, 1953, The Vienna Circle: On Logical Neopositivism, Greenwood, Wesport
MACINTYRE, Alasdair, 2001, Ethik'in Kısa Tarihi, Paradigma, İstanbul
SCHLICK, Moritz, 1959, The Turning Point in Philosophy, Ayer, Alfred J., ed, Logical Positivism,
Wesport Conn., Greenwood
URAL, Şafak, 1993, Pozitivist Felsefe, Remzi Kitabevi, İstanbul
WEINBERG, Julius R., 2002, An Examination of Logical Positivism, Routhledge, London

259

You might also like