Professional Documents
Culture Documents
Dizgi - Yayımlayan:
Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.ġ.
Baskı: ÇağdaĢ Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. ġti.
Ekim 1999
ÇANKAYA
http://genclikcephesi.blogspot.com
ÖNSÖZ
1946, hele 1950'den beri Atatürk devri, onun içinde Ģöyle böyle
bulunmuĢ olanların, veya kendilerini olduklarından baĢka türlü sandır-
mak hevesine kapılanların elinde sömürülüp durmuĢtur. Yayınlanan
hatıraların çoğunda ölüler tanık, bir ağızla iki kulak arasında, hiç ki m-
senin duymadığı fısıldaĢmalar belge diye kullanılmaktadır. Tarihçi ise,
gazete okuyucuları kadar kolay avlanmaz. Tarihçi, bu hatıraların do ğ-
ruları ile sahteleri ve zorlanmıĢları arasında yanılmaktan kendisini kur-
tarmasını bilir.
Gariptir ki görev ve sorum baĢında bulunanlardan belli baĢlı hiç
kimse de hatıralarını yazmamıĢtır. Elimizde yalnız Atatürk'ün ''Nutuk''u
var.
Atatürk de, kızıp darılır, barıĢıp gene bozuĢur, bazan huysuzlu-
ğu, bazan keyfi tutar, bir müddet herhangi bir dedikodunun etkisi altın-
da haksızlığa kadar gider, sonra piĢmanlık duyar, üstelik alayı, Ģakayı
sever, fâniliği size bana benzer tabiî bir insandı. ġahıslar için bir
''değiĢmez'', bir de ''geçici'' övgü ve yermeleri vardır. Hemen her a k-
Ģam ve her yerde meclisli ömür sürdüğü için, yanında bir iki defa bulu-
nanlar, çok defa, Ģahıslar veya olaylar üzerine bu ''geçici'' övgü veya
yermelerini duymuĢlardır. Herkes duyduğunu tarih belgesi olarak ve r-
meğe kalkarsa, sanatını bilmeyen bir tarihçi bu aykırılaĢmaların altında
Ģüphesiz pek güçlük çeker. Atatürk'le devamlı birlikte bulunanlar da
sevdikleri bir kimse için onun ''geçici'' övgüsünü, sevmedikleri için
''geçici'' yermesini öne sürmektedirler.
Belli baĢlı adlar söz konusu olduğu zaman, bu Ģahsiyetleri nasıl
görevlendirdiğine bakınız. Gerçek hükümlerini ancak böyle kavrayabi-
lirsiniz. Çünkü devlet ve halk iĢlerinde hiç lâubalîliği yoktu.
Bir zamanlar akrabasından birini Nafia Vekilliğine tavsiye etmiĢ-
ti. Bir müddet sonra bir akĢam:
- Ben de onu su mühendisi sanırdım. Meğer sudan bir mühen-
dis imiĢ, demiĢti.
En yakın münasebette olduklarının bile devlet hizmetlerinden
uzaklaĢtırılmasına hiç ses çıkarmamıĢtır.
Hatıralar okunurken öyle bir duyguya da düĢülüyor ki meselâ
Atatürk iĢlerin sırrını ya sofrasında yalnız kaldığımız zaman zaman
bana, ya bir gezintide baĢ baĢa bulunduğunuz vakit size, yahut arala-
rında bir üçüncüsü bulunmadığını görerek bir baĢkasına anlatmıĢtır.
MAVĠ BONCUK KĠ MDEDĠ R ?
Haber vereyim ki Atatürk ne yaptığını, nasıl yapacağını, kimlere
ne yaptıracağını, kimleri nasıl ve nerede kullanacağını bilir pek hesaplı
bir adamdı. YapmıĢ oldukları üzerinde istediğiniz tenkitlerde bulunabi-
lirsiniz. Fakat kendi varmak istediğine ulaĢmaktan baĢka bir Ģey dü-
Ģünmeyen, dostluklarının, yakınlıklarının, sözde sırdaĢlıklarının üstün-
de bilhassa ''kendi kendine vefalı'' bir lider olduğu söz götürmez.
Tarih boyunca bütün kendi gibi olanlara benzerdi. O da bal ve-
ren bir çiçek değil, her çiçeğin kendine göre balını almasını bilen bir
arı idi. Her çiçeğin kovan peteklerinde Ģüphesiz bir payı vardır. Fakat
çiçeklerden hiçbiri, eğer arı olmasaydı, petekteki balı yapabileceğini
söyleyerek övünemez.
Ama bu balı zehir sayanlar da bulunabilir.
Otuz yıl nice kimselerden:
- Ben olmasaydım... Demeğe benzer sözler duymuĢumdur.
ġu var ki asıl mesele O'nun ''olmasında'' veya ''olmamasında''
idi. 1914'te Osmanlı Devletinin söz sahibi Enver yerine Mustafa Kemal
olduğunu, 1919'da da Samsun'a Mustafa Kemal yerine Enver'in ayak
bastığını bir tasarlayınız. Türk tarihinin gidiĢi baĢka türlü olurdu. Büyük
fırsatlar fâni Ģahıslara bir milletin kaderini iyiye veya kötüye doğru de-
ğiĢtirmek imkânını verebilir.
Geçenlerde bir yazıma Ģöyle baĢlamıĢtım: ''Elli altmıĢ sularında
mısın, uydur uydur anlat! GeçmiĢ dediğimiz Ģey de buna döndü. Bazı
övünmeleri iĢittikçe ve bazı hatıraları okudukça içimi bir Ģüphe basıyor:
- Acaba ben bu devrin içinde mi idim? Yoksa otuz yıl süren bir
rüya hâli mi geçirdim?
''Benim tanıdığımı sandığım Atatürk, bana milletvekillerinden b i-
ri olduğum gibi gelen Meclisler, dinlemiĢ veya okumuĢ olmak sanısına
düĢtüğüm hatipler ve yazarlar, acaba hepsi hayaletler mi idi? Yoksa
hepsi çift idiler de ben sahte ikinciler ile beraber mi düĢüp kalkıyor-
dum? Doğrusu Shakespear'in listeleri arasında ya benden acayibi yok-
tur, yahut, eğer ben gerçekten o geçmiĢte yaĢamıĢsam, eski devirden
kalma olanların yüzlercesini hekimler, ruhçu ve akılc ılar, trajedi, ko-
medi, vodvil ve revü sanatkârları arasında dağıtıp ilme ve sanata hiz-
mette bulunmalıyız."
Bu yazı biraz mizah, biraz yerme kılıklı olmakla beraber tam
içimin sesi idi.
Ya ben kimim?
Ben haddini bilen bir yazı adamıyım. Cumhuriyet devrine
''AkĢam'' gazetesinin dört sahibinden ve iki baĢyazarından biri olarak
girdim.
Cumhuriyet Halk Partisinin iktidar devrinden ''Ulus'' gazetesinin
''eski'' baĢyazarı olarak çıktım. Otuz yıl yazdım, konuĢtum, dinledim ve
gördüm.
Hepsi bu.
Kırk, bir olgunluk yaĢıdır. Daha genç olanları bırakınız, bu yaĢ-
takilere bile geçen devre ait hangi hatıramı anlatsam, ĢaĢtıklarını gö-
rüyorum. Hemen hepsi:
- Ne olur, bunları yazsanız... diyor.
Ben de onları yanıma alıp 1881'den 1938'e doğru geçmiĢi do-
laĢtırmak istiyorum. Bu dolaĢmada benim dinlediklerimi iĢitecekler,
gördüklerimi seyredecekler. Atatürk'ü ve onun devrini ben nasıl anla-
dımsa öyle anlatmak istiyorum. Basit de bir metodum var. Fıkralar ve
hatıralar içinde sindire sindire anlatmak! Gerçi bu bir dağıtmadır. Top-
lamayı okuyanlara bırakıyorum.
Bir okul tarihi değil, kendi hatıralarımı yazdığımı unutmayınız.
Kulağınıza bir Ģey söyleyeyim: Geçen devirde ne ben istedim,
ne de bana vermediler. Hiç kimseden alacaklı değilim. Kendi orta hâlli
köĢemde bir fikir savaĢçısı idim. Sonlarına yaklaĢan ömrümü baĢka
türlü bitirmeğe de niyetim yok.
ġahıslar arasındaki anlaĢmazlıklar ve rakiplikler beni ilgilendir-
mediği gibi, Ģu bunu sevmediği, bu onu çekemediği, o buna gücendiği
için tarih olaylarının değiĢmesi de lâzım gelmez.
Bu hatıralar gördüklerim ve iĢittiklerimdir. Gördüklerimin hepsi
benden. ĠĢittiklerimin çoğu Atatürk'ün ağzından!
***
Birinci Dünya Harbi üzerine yazdığım hatıraların adı
''Zeytindağı'' idi. Bu Kudüs'te bir tepenin adı. Yedek subaylığımı onun
üstündeki Dördüncü Ordu Karargâhında geçirmiĢtim. 1923'ten 1938'e
kadar hayatımın büyük bir kısmı da Çankaya'da, Atatürk'ün yakınlığın-
da geçti. Çocukluk, gençlik, askerlik ve ihtilâlcilik hikâyelerini, eski ve
yeni köĢkünde, kendi ağzından dinledim. ''Hâkimiyet-i Milliye'' ve
''Milliyet'' gazetelerinde çıkan ilk hatıralarını ben yazmıĢımdır. Birçok
günler uzun boylu baĢ baĢa kaldık.
Hindenburg'a ait fıkralar Almanya Büyük Elçiliğinin Ģikâyetlerine
sebep olduğu için bu hatıraları yarıda kestik. Geri kalan notlar bende
idi.
Ölümünden sonra 19 Mayıs'ın ilk yıldönümünde bu notlardan
mütarekede Ġstanbul'da geçirdiği günleri anlatan bölümlerini toplayıp
bir küçük kitapta yayınlamıĢtım.
Kuvay-ı Milliye ve devrim yıllarının birçok Ģöhretlerini, gerçek
veya iğreti Ģahsiyetleri ile, Çankaya meclislerinde tanıdım. Atatürk'ün
devlet sırlarını sofrasının üstüne döktüğü sanılmamalıdır. Resmî iĢler i-
ni sorumlu hükümet adamları ile görüĢürdü. AkĢam meclislerinde dost-
ları ile buluĢmak, olaylar ve Ģahıslar üzerine hatıralarını anlatmak, ta r-
tıĢmalarda bulunmak da eski âdeti idi.
Onun herkesi fikir ve karakter değeri kadar sırlarına yaklaĢtıran,
devamlı bir telkin sanatının inceliklerini pekiyi kavrayan yaman bir poli-
tikacı olduğu unutulmamalıdır. Son büyük Makedonyalı idi. Sofrasında
bulunanlar onu kendi kafalarının iki kulağı ile dinlemiĢler, çok defa ya-
nılmıĢlardır.
Bir ''emir'' ve ''nehiy'' zorbası değil de inandırıcı, bağlayıcı bir li-
der olmayı istediği ve sevdiği için bazan yorucu, pek zeki olmayanları
ĢaĢırtıcı dolaĢık yollar seçmiĢtir.
Atatürk'ün davasına ölesiye bağlı, fakat içini dökmekten hiç çe-
kinmeyen fikir arkadaĢlarından biri Recep Peker'di. Hatıralarım ara-
sında Ģöyle bir not var: Âdeta Ģakalı bir konuĢmadan sonra bahis bil-
mem neden bu korku meselesine geldi. Atatürk, yanında oturan Re-
cep'e:
- Sen benden korkmaz mısın? diye sordu.
Recep güldü. Atatürk:
- KarĢıma geç! dedi.
Geçti:
- Korkar mısın, korkmaz mısın, söyle, dedi.
- Hayır, dedi, ne senin arkadaĢların korkaktırlar, ne de sen kor-
kunçsun. Biz inanarak senin ideallerine bağlıyız. Sen sevilen adamsın,
korkunç olamazsın.
Atatürk:
- Gel gene yanıma otur, dedi.
Atatürk'ün anlatıĢı, ne nutuk söylemesine, ne de yazı yazması-
na benzerdi.
Ara sıra Rumeli ağzına kayan tatlı bir Ģivesi, gönül tellerine d o-
kunan büyülü bir sesi, hiç bezginlik vermeyen renkli bir hikâye üslubu
vardı. Ġnsanlarda beğenecek pek az Ģey bulmayı belki süs edinen nice
titiz tenkitçiler, sohbet cazibesine kolayca kapılmıĢlardır.
Geçen otuz yıllık geçmiĢe doğru ne zaman baĢımı çevirsem, o
tepeyi bir türlü gözden kaybedemem. Öne gelir, geriye gider, yana ka-
çar, öyle olur ki ondan baĢka bir Ģey görünmez, o kadar kaplayıcıdır,
olur ki hiç olmazsa ta uzaktan gölgesi vurur, fakat hatıralarımı o tep e-
nin hükmü veya etkisi altından kurtaramam. Onun için bu kitabın adını
''Çankaya'' koydum.
Büyükleri büyüklükleri, küçükleri küçüklükleri, bayağıları baya-
ğılıkları, zevkleri acıları, hüzünleri tuhaflıkları ile içinden geçip geld iğim
geçmiĢ seyredilmeğe değer.
GörüĢüme, anlayıĢıma güvendiğiniz kadar yazdıklarıma inana-
bilirsiniz. YanılmıĢ olabilirim. Hele, tarih hafızam pek zayıf olduğun-
dan, yıl, ay ve olay sıralarında yanılabilirim. Zorlamak, bozmak veya
değiĢtirmek... Hayır!
***
ġarklılar için ya ''methiye'' ya ''hicviye'' vardır. Ġkbal adamlarını,
ya borçlusunuz, baĢtan ayağa övmeli, ya kinlisiniz, tepeden tırnağa
yermelisiniz. Bu türlü yazılarda Ģairin veya nesircinin hayal ve nüktele-
rini tatmakla kalırsınız. Fakat adamı tanımazsınız. ġark devlet adamla-
rının hatıraları da övünmekten veya savunmaktan öte geçmez.
Atatürk övülmekten hiç Ģüphesiz hoĢlanmakla beraber, meselâ,
Türkiye'de yayınlanmasına izin verilmeyen Armstrong'un ''Bozkurd''u
kendi üzerine yazılmıĢ eserler arasında en beğendiği idi. Bu kitabın
haksız ve yanlıĢ, hatta doğru da olsa yazılmasını hoĢ bulmayacağımız
tarafları olsa bile, Atatürk'ün Ģahsiyet ve karakter sırlarına hayli yakla-
Ģan bir tarafı olmalı idi.
Hikâyeyi birçok kimseler bilir. Atatürk Ġzmir'e bir gidiĢinde Ko r-
don boyundaki evinin salonuna büyük bir sofra kurulur. Davetliler t a-
mam olup oturulacağı vakit, sokakta biriken halkın içerisini seyrettiğini
istemeyen vali, perdelerin indirilmesini emreder. Atatürk der ki:
- Vali bey, dıĢarıdaki halk acaba bizim ne yaptığımızı sanıyor?
Ġçki içtiğimizden Ģüphesi yok. Fakat Ģimdi masa üstünde kadın da o y-
nattığımızı ve kim bilir daha neler yaptığımızı zannedecekler. Ġçki iç-
mekten baĢka bir Ģey yapmadığımızı görmeleri için perdelerinizi açtırı-
nız.
Sözlü, oyunlu ve kadınlı toplantılardan biri idi. Sofranın iki türlü
dağılıĢı vardı. Ya Atatürk'e iyice uyku ve yorgunluk basar, arkad aĢları-
na izin verir ve yatak odasına çıkar, yahut, yabancı ve yarı bildiklerle
vedalaĢıp birkaç yakın arkadaĢını alıkoyardı. Yemek odasında veya
eğer bahar ve yaz günleri ise, köĢkün bahçesinde kalanlarla biraz d a-
ha vakit geçirdikten sonra, hafifler ve ayrılırdı.
O gece bazı aĢırıca sahneler geçti. GülüĢe oynaĢa sabahladık.
Atatürk benimle birkaç kiĢiyi sona bıraktı. Gece üstüne bir hayli ded i-
kodu yaptık. Çıkıp gideceğimiz sıra kendisine dedim ki:
- ġimdiye kadar sizin için yalnız yabancılar yazdı. Biz yan ınız-
dayız. Sizi ve eserinizi daha iyi tanıyoruz. Ġzin verir misiniz? Yakup
Kadri ile sizin için bir kitap hazırlasak...
Ferah ve uyanık bir bakıĢla beni süzdü:
- Dün geceyi yazacak mısınız?
- Canım efendim, bu kadar hususiyetlerinize girmeye ne lüzum
var?
- Ama bunlar yazılmazsa ben anlaĢılmam ki... Siz de baĢkaları-
nın yazdıklarını tekrarlamıĢ olursunuz.
Yaptığını saklamak riyakârlığından, kendi gibi, halkı da kurtar-
maya çalıĢtı. Bir yaz ikindisi Dolmabahçe Sarayı'ndan bir motörle Ka-
lamıĢ Körfezi'ne kadar uzanmıĢtık. Koy sandal dolu idi. Ortalarına so-
kulduk. Herkesin gözü Atatürk'te ve hepsi put. Ses yok, k ımıldanıĢ
yok. Atatürk garsona:
- Bize bira getiriniz, dedi.
Getirdiler. Kadehini kaldırarak:
- ġerefinize vatandaĢlar... deyince kimi yanı baĢında, kimi otur-
duğu yerin altında sakladığı içki kadehlerini:
- ġerefine paĢam... diye kaldırıp içtiler. Bütün koy neĢe içinde
çalkalanıp durdu.
Hatıralarımdan gizleme çabasına düĢmeyiĢim, yalnız Atatürk'ün
o sabahki öğüdünü tutmak için değildir. Atatürk kadar iç ve dıĢ, özel ve
resmî yaĢayıĢı birbirine karıĢan, iç içe giren, hatta birbirinden ayrılma-
yan belki pek az tarih adamı vardır. Ġç yaĢayıĢı üzerine hikâyeler ya-
zılması doğru değildir diye görünebilir. Fakat onu anlamak ve o anla t-
mak için bunlar, devrimlerinden veya eserlerinden herhangi birinin
cansız belgeleri kadar faydalı olsa gerek. Atatürk, toplam hesaplaĢma-
sında, içinde göründüğü bütün olayların üstünden bakar olur. Dikeni
çalısı ayağınızı yalayarak indirdiğiniz bir dağ gibi, geri dönüp baktığı-
nızda onun ancak yüceliği altında ezilirsiniz.
Herkes gibi Atatürk'ün insanlığı iĢtahlardan, hırslardan, heye-
canlardan, gurur ve öfkelerden, zaaf ve kuvvetlerden, iç varlığın düzle-
rinden, iniĢ ve çıkıĢlarından yoğrulmuĢtur. Eseri bu insanlığın derinlik-
lerinden gelme, kaynaklarından doğmadır. Atatürk'ü ayıklayarak değil,
bir tabiat parçası gibi, toplu ve tam ele almalıdır.
***
Büyük adamlar için hayranları, dostları, düĢmanları, hatta uĢak-
ları hatıra yazmıĢlardır.
Napoleon bir akĢam sofrada otururken, yeni oynanan bir piyes-
ten bahsederler. Piyeste bir de imparator rolü varmıĢ. Napoleon, bu
role hangi aktörün çıkmıĢ olduğunu sormuĢ. Sonra da kendisini saraya
çağırtarak:
- Ġmparator rolünü nasıl yaptın, tekrarla da bir göreyim, demiĢ.
Aktörün rolü pek iyi yapmıĢ olduğunu söylemeğe lüzum yok.
Fakat Napoleon'un bizzat kendisi imparator! Bir imparatorun ne gibi
hâllerde nasıl davranacağını onun kadar bilmek kimin haddi?
- Yerinize oturunuz, der ve kalkıp bu rolün nasıl yapılması lâzım
geldiği hakkında kendisi canlı bir ders verir.
Olayı Napoleon'un uĢağı yazmıĢtır. Ġmparatoru daima baĢında
tacı ve altında tahtı ile göstermek isteyen safdil âĢıkları için:
- Anlatılmasa daha iyi olmaz mıydı? denecek bir hikâyedir ama,
bizi Napoleon'un insanlığına yaklaĢtırıcı ve ısındırıcı bir tadı yok mu?
Asıl mesele kötülü iyili, aĢağılı yüksekli hatıralar içinde bir tarih
adamının nasıl kiĢilik bağladığıdır.
Cumhuriyetin ilk zamanlarında memlekette Atatürk düĢmanlığını
yaymak için bilhassa hususî hayatını ele alanlar pek çoktu. Bunlardan
biri, Kocaeli köylerinden birinde Atatürk'ün koynuna her gece bir bakir
kız verildiğini söyler. Ak sakallı bir ihtiyar der ki:
- Haydi be canım, ölünceye kadar her gece bir kız verseler, Yu-
nan askerlerinin bir gecede yaptığını yapmağa ömrü yetmez.
Sıcağı sıcağına zafer günlerinde böyle idi. Daha sonra, Serbest
Fırka denemesinde bizim ak sakallının hafızasından hayli kaybettiğini
de gördük.
F. R. ATAY
MUSTAFA KEMAL
1881 - 1914
ORTAM
PANG ALTI
1914-1918
BĠRĠNCĠ DÜNYA HARBĠ
Ġstanbul'da Pera Palas oteline indi. Artık her Ģeyin bitmek üzere
olduğuna inanan, fakat bir kurtuluĢ yolu bulunacağından da umut kes-
meyen bir adamın ruh hâli içindedir.
Bir gün kendisine Enver PaĢa Ģu haberi gönderir: Almanya im-
paratoru, padiĢahımızı umumî karargâha davet etti. Böyle bir yolculu-
ğa katlanabilecek hâlde değildir. Yerine veliaht gidecek. Onun yanınd a
bulunmayı kabul eder misiniz?
Veliaht ile böyle bir yolculuk yapmayı kendisi için faydalı görür.
Hemen, evet, cevabı verir. Daha önce veliaht ile tanıĢmalı idi. Saraya
baĢvurur. BuluĢma gününde gider. Redingotlu prens bir kanepe köĢe-
sine, Mustafa Kemal de karĢısına oturur.
- Sizinle tanıĢtığıma memnun oldum, der.
Biraz sonra:
- Seyahat edeceğiz, değil mi?
- Evet seyahat edeceğiz.
Her sözden sonra gözlerini kapayıp kendinden geçmiĢ bir hâli
var. Hiçbir Ģey konuĢulmaz.
Asker selâmlama gibi törenlerde ona kılavuzluk eder. Almanca
iyi bilen Mustafa Kemal'in eski hocası Naci PaĢa da beraberdir. Tren
kalkınca veliaht kendisini salonuna çağırır. Yarınki padiĢahı tanıyaca k-
tı. Merakla gider. Sarayda gördüğünden büsbütün baĢka bir adam.
Gözleri açıktır. Mustafa Kemal'e dikkatle bakmaktadır:
- Affedersiniz paĢa hazretleri, birkaç dakika öncesine kadar ki-
minle seyahat etmekte olduğumu bilmiyordum. Bana anlatmamıĢlardı.
Sizi pek iyi bilirim. Anafartalar'da kazandığınız baĢarı herkesin de bi l-
diği Ģeydir. Siz Ġstanbul'u kurtarmıĢsınızdır. Beraber olduğumuzdan
pek memnunum.
Aralarındaki konuĢma ciddî ve samimî geçti. Ġstanbul'da iken
anlaĢılması kolay sebeplerin etkisi altında olmalı idi. ġimdi serbestti.
Her gün kısa veya uzun bir konuĢma oluyordu. Mustafa Kemal'de Ģu
inanç belirdi ki kendisini aydınlatarak, yakından ve içten destekleyerek
bu adamla bir Ģey yapmak imkânı vardır. Eski hocası ve Ģimdi veliaht
yaveri Naci Bey'le onu bu yolda hazırlamak faydalı olacağında anlaĢ-
mıĢlardı.
Küçük bir kasabadaki karargâhında imparatorla buluĢtular. Ve-
liaht yanındakileri tanıttığı sırada, bir eli göğsü üzerindeki düğmeler
arasına sokulmuĢ olan imparator ötekisi ile Mustafa Kemal'in elini tuta-
rak yüksek sesle:
- Onaltıncı kolordu... Anafartalar... dedi.
Mustafa Kemal sıkıldı ve önüne baktı. Ġmparatoru yanılıp
''ekselans'' demekle bir de gaf yaptı.
Sonra Hindenburg'a gittiler. Hindenburg veliahta güven verecek
sözler söylüyor, o da teĢekkür ediyordu. Mustafa Kemal ses çıkarmadı.
Fakat Ludendorf Kuzey - Batı cephesi üzerinde baĢladıkları parlak
saldırı savaĢını anlatırken söze karıĢtı. Bunun ''parsiyel'' bir saldırı
savaĢı olduğunu söyledi ki bundan ciddî sonuçlar elde edilemeyeceğini
anlamıĢ olduğunu gösterir. Ludendorf sözü orada bıraktı. Mustafa K e-
mal'in asker olarak öğrenmek istediği Alman ordusunun ne hâlde oldu-
ğu idi.
Kayzer veliahtı görmeye gelecekti. GörüĢmeler arasında yaver
tercümanlığı ile velilaht adına kayzerden sordular:
- Ġmparatorun söyledikleri bize büyük ferahlık vermiĢtir. Ancak
bir noktayı açık anlamak ihtiyacındayım. Türkiye'ye karĢı düĢman sa l-
dırısı durmadan ilerlemektedir. Eğer bu hücumlar devam ederse Türki-
ye yıkılacaktır. Bunları durdurmak için yeteri kadar teminat alamıyo-
rum. Lütfen bu bakımdan beni aydınlatır mısınız?
Bu soru üzerine imparator hemen ayağa kalktı:
- Türkiye'nin sayın veliahtı, anlıyorum ki zihninizi bulandıranlar
vardır. Ben size gelecekteki baĢarılarınızdan bahsettikten sonra Ģüp-
heniz kalmalı mıdır?
Ġmparator kalktığı yere artık oturmadı. Ayrıldı, gitti.
AkĢam yemeğinde Hindenburg'la Mustafa Kemal arasında Tür-
kiye'nin harp durumu üzerine konuĢmaları da tatsız geçti. Mustafa
Kemal durumu ''aldanmayacak'' ve ''avunmayacak'' kadar iyi bilmekte
idi. Mustafa Kemal, veliahtı da kendi kaygılarına inandırmıĢtı:
- Gerçeği anlıyor musunuz? KonuĢtuğunuz Alman imparatoru-
dur. Benim size arz ettiğim endiĢeleri giderecek bir tek kelime söyledi
mi?
- Hayır.
Sonra Batı cephesine gittiler. Veliaht seyirci, Mustafa Kemal
sanatçı olarak dinlediler ve gördüler. Mustafa Kemal cephedeki komu-
tanın söyledikleri ile yetinmeyerek ateĢ hattına kadar gitti. Ağaçlara
kadar tırmandı. Alman subayları tehlikeli durumda olduğunu kendisin-
den gizleyemediler.
Mustafa Kemal umutlu idi. Veliahta açıldı:
- Henüz padiĢah değilsiniz. Fakat Almanya'da gördünüz ki im-
parator, veliaht, prensler hepsi bir iĢ üzerindedir. Neden siz bütün iĢ-
lerden uzak kalasınız?
- Ne yapabilirim?
- Ġstanbul'a gider gitmez ordu komutanlığı isteyiniz. Ben sizin
Erkân-ı Harbiye Reisiniz (Kurmay BaĢkanınız) olurum.
- Hangi ordunun komutanlığını?
- BeĢinci ordu.
Bu numaradaki ordu Liman Von Sanders'in emrinde bulunan
veya bulunmak gereken ve Boğaz'ı savunacak ordu idi.
Vahidüddin: ''Bu komutanlığı bana vermezler!'' dedi.
Siz isteyiniz.
- Ġstanbul'a gittiğim zaman düĢünürüz.
Bu umutlandırıcı bir cevap değildi.
***
Ġstanbul'a dönüĢlerinde rahatsızlanması üzerine bir ay kadar
yatağından çıkmadı. Hekimler Viyana'ya gitmekliğini istediler. Bir ay
kadar da Viyana yakınlarında bir sanatoryumda kaldı. Sonra
Karlsbad'a gitti.
Rahatsızlığı henüz tam geçmemiĢti ki 1918 Temmuzunun 5 in-
de Ġzmirli tanıdığı biri ile arkadaĢı Karlsbad'da kaldığı yere gelip pad i-
Ģahın öldüğünü haber verdiler. Birkaç gün içinde tamamlayıcı haberler
de aldı. Ġzzet PaĢa yeni padiĢahın yaver-i ekremi (1) olmuĢtur. Bu olay
ilgi çekici idi. Çünkü yaverlik değil, bir çeĢit askerî danıĢmanlık, ku r-
may baĢkanlığı gibi bir Ģeydir, sandı.
Bir müddet sonra yaveri kendisine hemen Ġstanbul'a gelmesi
için bir telgraf çekti. Ciddî bir sebep olmadıkça dönmek istemediğinden
bu yolda cevap yazdı. Ġkinci bir telgrafta ''Ġstanbul'a süratle gelmesi
arzu buyrulduğu'' yazıldığından Temmuz sonlarında Karlsbad'dan h a-
reket etti. Ġstasyonda karĢılayan yaverinden öğrendi ki Ġstanbul'a dö n-
mesini isteyen Ġzzet PaĢa idi. Geldiğini bildirmesi üzerine Pera Palas
otelinde kendisi ile görüĢtü. Ġzzet PaĢa hiçbir sebep olmadığını, ancak
Almanya yolculuğundaki yakınlığı devam ettirmek faydalı olabileceğini
düĢünerek telgrafı yazdırdığını söyledi. Mustafa Kemal:
- Her hâlde umumî durumun fenalığını gidermek için yeni padi-
Ģahı yeni bir yöne çevirmek lâzımdır. Bu yolda kendisi ile
görüĢmekliğimi uygun bulur musunuz? diye sordu.
Ġzzet PaĢa:
- Doğru! dedi.
PadiĢahın yaverliğine geçen hocası Naci PaĢa ile padiĢahtan
bir görüĢme istedi. Saraydan olumlu cevap geldi: ''Yolculuk arkadaĢım
Veliaht Vahidüddin ile birkaç ay ayrılıktan sonra yeni padiĢah
Vahidüddin'in salonuna Naci PaĢa yanımda olarak girdim. O andaki
duygularımı Ģöyle anlatabilirim: Tahta oturmadan önce çok Ģeyleri çok
açık görüĢtüğümüz ve benim bütün fikirlerime katılır gibi görünen bu
zat acaba hükümdar olduktan sonra benim aynı yolda konuĢmaklığıma
izin verecek midir? Bunda duralıyordum. Bu duraksama duygusu ile
karĢı karĢıya geldik. Beni çok nazik kabul etti. Daha fazla iyi yüz gö s-
terdi. Oturdu, bana karĢıda yer gösterdi. Bir de sigara verdi. Kendi si-
garası için yaktığı kibriti bana uzattı. Doğrusu çok umutlandım. Kend i-
sinden serbestçe konuĢmak iznimi aldıktan sonra, hemen baĢkomu-
tanlığı kendiniz üstünüze alınız, bir kurmay baĢkanı seçiniz, her Ģey-
den önce orduya sahip olmak lâzımdır, ancak ondan sonra düĢünüleb i-
lecek kararlar uygulanabilir, dedim.
Vahidüddin bu teklifim üzerine, tıpkı ilk görüĢümde olduğu gibi,
gözlerini kapadı ve az sonra Ģu cevabı verdi:
- Sizin gibi düĢünen baĢka kumandanlar var mı?
- Vardır.
- DüĢünelim.
KonuĢmamız kendiliğinden bitmiĢti. Ġzin aldım.
Birkaç gün sonra beni Ġzzet PaĢa ile birlikte kabul etti. Umumî
konular üstünde kaldık. Vahidüddin çok ihtiyatlı idi. Günler sonra tekrar
kendisi ile yalnız görüĢmek istedim. Beni bu sefer de kabul etti. Ġlk te k-
lifimde direnir yollu konuĢmaya baĢladım. Hemen bana cevap verdi:
- PaĢa, ben her Ģeyden önce Ġstanbul halkını doyurmak zorun-
dayım. Ġstanbul halkı açtır. Bunu temin etmedikçe alınacak her tedbir
yanlıĢ olur.
Gözlerini kapadı. Ben tilki mizaçlı entrikacının yüzlerce örn e-
ğinden biri karĢısında bulunduğumu üzülerek anladım. Bir fikir daha
söylemekten kendimi alamadım:
- Çok doğru buyuruyorsunuz. Ama Ġstanbul halkını doyurmak
için alınması gereken tedbirler zat-ı Ģahanenizi bütün memleketi kur-
tarmak için alınması gereken lüzumlu ve acele tedbirlere baĢvurma k-
tan alıkoyamaz. Bildirmeğe mecburum ki yeni padiĢahın ilk hareketi
kuvvetin sahibi olmak olmalıdır.
Biraz tedbirsizce konuĢmuĢtum. Verdiği cevaba Ģu sözler de
karıĢtı:
- Ben Talât ve Enver PaĢa hazretleri ile görüĢtüm.
Bunu söyleyen adam, daha birkaç ay önce Talât ve Enver paĢa-
lardan tiksindiğini söyleyen ve bunların memleketi yıkılmaktan baĢka
sonuca götürmesi imkânsız hareketlerini tenkit eden Vahidüddin idi.
Benim Vahidüddin karĢısında vicdan görevim sona ermiĢti. Ayağa
kalktım, izin istedim. Gözlerini kapadı ve hiçbir kelime söylemeden
elini uzattı.''
HARBĠN SO NU
ÇÖKME
YIKILI ġ
DAĞIL MA
16 VE 19 MAYIS
DURUM
ERZURUM'A DOĞRU
ERZURUM KONGRESĠ
ĠSTANBUL
BĠR HĠ KÂYE
KURULUġ
ÖNSÖZ
ORTAM
KUġATILMA
MECLĠS
ORDU DEVRĠ
ORDU
PERDE ARKASI
Sakarya zaferi ile ''gazi ve müĢir'' Mustafa Kemal PaĢa tam oto-
ritesini elde etmiĢtir. Biraz sonra Meclis'te ''Müdafaa-i Hukuk'' grubu
adı ile kendi partisini kuracaktır. Artık bir yeni devlet vardır. O nun ba-
Ģında bulunan adam da Mustafa Kemal'dir. Bu olup bittiyi içlerine sin-
diremeyenler çoktur ve durmaksızın bozgunculuk fırsatı arayacaklardır
ama, Mustafa Kemal eskisinden çok daha kolayca bu muhalefe tleri
önleyecektir. Asıl büyük kriz atlatılmıĢtır.
Ordunun kuruluĢu ile Sakarya zaferi arasındaki devir üzerine bir
hayli hatıra yazılmıĢtır. Bu hatıralar birbiri ile ve hepsi Atatürk'ün nutku
ile çatıĢıp durur. Atatürk Ġsmet PaĢa'yı Ali Fuad Cebesoy'a ve Refet
Bele'ye karĢı tutmuĢtur ve kendisine hakkı olmadığı Ģerefleri vermiĢtir,
iddiası ileri sürülmüĢtür. Tenkitçilere göre Ġnönü soyadı Atatürk'ün bir
kayırmasından ibarettir. Bu zaferler onun değildir. Ethem kuvvetlerinin
kaldırılması bile, bazı hatıralarda, ona mal edilmez. Demokrasi devrin-
de Ġnönü zaferi tarih kitaplarından silinecek kadar ileri gidilmiĢtir.
Gerilla devrine son vererek orduyu kurmak Atatürk'le Ġsmet Pa-
Ģa'nın ortaklaĢa eseri olduğuna Ģüphe edilemez. ġurası gerçektir ki
Atatürk, birçok yakınları da Ethem'i tuttukları için son zamanlarda
Kâzım PaĢa (Özalp) komutası altında Kuvay-ı Seyyare'ye bağımsızca
bir durum tanımakta bir sakınca olmadığı fikrine yatmıĢtı. Ethem'in
yanına giden heyet Kütahya'dan dönerken Mustafa Kemal tarafından
Ġsmet Bey'e Ģöyle bir Ģifre gelmiĢ ve yaver ġükrü Bey (Sökmensüer)
tarafından açılmıĢtır:
''Merkezi Kütahya'da olmak üzere Kâzım Özalp komutası altın-
da bir tümeni Ethem kuvvetleri, öteki de 61 inci tümen olmak üzere
Garp Cephesi Komutanlığına bağlı bir grup teşkil ederek Ethem'le olan
anlaşmazlığın ortadan kalkabileceği düşünülmektedir. Bu konuda ne
düşündüğünüzün bildirilmesi.''
Ġsmet Bey kısaca yaveri ġükrü'yü hemen yola çıkardığı cevabını
vermiĢtir. ġükrü Sökmensüer, Mustafa Kemal'le görüĢmesini Ģöyle
anlatmaktadır:
''İstasyonun hemen yanı başındaki küçük binadaki odasında
beni kabul eden Mustafa Kemal Paşa'ya, Ethem ve kardeşi Tevfik'in
isyancı durumlarını, gizli maksatlarını açıkladıktan sonra millî mücad e-
lenin selâmeti bu kuvvetleri ortadan kaldırmakta olduğunu ve garp
cephesinin buna gücü yeteceğini, ayrı grup kurulmasının büyük mah-
zurlara yol açacağını zaten 61 inci tümenin bir alayının Kütahya'da
Ethem tarafından silâhları alındığını, tümen Kütahya'ya gidince aynı
hâle uğraması ihtimali bulunduğunu ve böylece garp cephesinin en
çok güvendiği bir kuvvetten ve komutandan (İzzettin Çalışlar) mahrum
kalacağını söyledim. Mustafa Kemal Paşa bir iki defa şu sualleri sordu:
'Garp cephesi kuvvetleri Ethem kuvvetlerini yenecek güçte midir ve
buna güvenebilir miyiz?' Her defasında müsbet cevap verdim. Tabiî
söylediklerimin hepsi İsmet Bey'den aldığım direktif üzerine idi.''
Ġsmet Ġnönü'nün bir düzen ve kanun rejimi adamı olduğu söz
götürmez. Fakat Ġnönü zaferleri üzerindeki emir ve komuta payı üze-
rinde anlaĢmazlık büyüktür. Kendi Kurmay BaĢkanı Tevfik Bıyıklı'nın
''İnönü zaferlerini İsmet Paşa mı kazanmıştı?'' baĢlıklı uzun bir tenkit
yazısı harp tarihi dosyaları içinde bulunsa gerek. Bir kopyesi bendedir.
Bu tenkitlere göre ''İnönü zaferlerinde İsmet Paşa’nın hiç hissesi yok
gibidir.'' Bu savaĢlar birlikler baĢında bulunan pek kahraman komutan-
lar tarafından kazanılmıĢtır. Ġkinci Ġnönü'nün hikâyesini son geceyi A n-
kara'da ziraat mektebinde Atatürk'ün yanında geçiren eski bir baka n-
dan Ģöyle dinlemiĢtim:
''Odanın ortasında bir masa. Üstünde bir harita. Mustafa Kemal:
- Bir kadeh bir şey içmek istiyorum, dedi.
Oturduk. Biraz sonra bir kurmay subay geldi:
- Haber kötü... Sağ kanadımız çekiliyormuş, efendim, dedi.
'Meğer sözde Yunan süvarileri istasyona girmişler. İsmet Bey
geri çekilme emri vermiş. Kendisi Çukurhisar'a doğru yola çıkmış.
Mustafa Kemal Paşa'nın çektiği telgrafa yerinde kalan komutanın ve r-
diği cevapta şöyle deniyordu: 'Sol kanatta Nazım Bey dayanmaktadır.
Sağ kanat tutundu. Biz de ne yapacağımızı bilmiyoruz.' Mustafa Kemal
hemen İsmet Paşa'yı buldurarak durumu haber verdi. O da yeniden
kuvvetlerinin başına döndü. İşte İsmet Paşa'ya çektiği o tarihî telgraf
bu gecenin sabahında yazılmıştır.''
Tevfik Bıyıklı'nın tenkit yazısına göre daha sonraki Kütahya,
EskiĢehir bozgunu ise Ġsmet PaĢa'nın komuta yetersizliğini bü sbütün
açığa vurmuĢtur. Bıyıklı ''Bu bozgun komutanları Harp Divanı'na
götürür'' diyordu.
Bu bozgunda ordu hemen hemen yok olmuĢ gibi idi. Rahmetli
Cevdet Kerim'den dinlemiĢtim:
"Sakarya yolunda bir köy odası. Ġsmet PaĢa uykuda. Kapının
önünde Tevfik (Bıyıklı). Bizim tümenden de bir Ģey kalmamıĢ ama,
karargâh yerinin neresi olacağını anlamak için gelmiĢtim. Tevfik:
- Her Ģey bitti. Ne umut kalmıĢtır, ne bir Ģey... Bak ben sakal b ı-
raktım. Niyetim birkaç koyunluk bir sürü ile Suriye'ye geçmek. Se n de
baĢının çaresine bak, der.
Mustafa Kemal Ankara'da bozgun haberini aldığı vakit pek öfke-
li idi. Fakat soğukkanlılığını takınarak cepheye geldi. Ġsmet Pa Ģa Mus-
tafa Kemal'e selâm durur:
- Yapamıyorum, der.
Mustafa Kemal daha önce Garp Cephesi Komutanlığına Fevzi
PaĢa'yı getirmeyi düĢünmüĢ, Fevzi PaĢa yanında kalmak isteyerek
özür dilemiĢti.
Mustafa Kemal, Ġsmet PaĢa'ya:
- Yaparsın, yapacaksın, dedi.
Fakat, Tevfik Bıyıklı'nın söylediğine göre, ondan sonra da ne
cephe komutanlığında, ne sivil hizmetlerinde, sonuna kadar, Ġsmet
PaĢa'yı kendi baĢına bırakmamıĢtır.
Bozgun sırasında Ankara'da Meclisin havası pek bozuktu. Kim-
senin ağzını bıçak açmıyordu. Mustafa Kemal görünüĢte soğukkanlı
olmakla beraber geceleri uyuduğu yoktu. Ziraat mektebindeki harita
baĢından ayrılmıyordu. Sabahleyin evine gittiği vakit sadece yıkanıyor,
sonra hemen Meclise gidiyordu. Meclis ateĢ üstünde idi. Mustafa K e-
mal içeri girdiği vakit, eskisi gibi, herkesin gözü onun üstünde değildi.
Homurtu ile karĢılandığı bile olurdu. Birçok milletvekillerine göre uğra-
nılan bozgunun gerçek sorumluluğu onun omuzlarında idi. Odasında
ise birçokları ondan haber almaya gelir: ''Ordu manevra yapıyor...''
cevabını alırdı.
YetmiĢ bin askerden ancak otuz bin kadarı Sakarya'nın doğu-
suna çekilmiĢti. Onlar da bitkin bir hâlde idiler. Bereket Yunanlılar du-
raklamıĢlardı. Vekiller Heyeti ve Genelkurmay BaĢkanı Fevzi PaĢa
(Çakmak) bir gün gizli oturum istedi. Rengi uçmuĢ, tıraĢsız, kim bilir
kaç gündür uykusuz, milletvekillerine:
''ArkadaĢlar," dedi, "tarihi günler yaĢıyoruz. Yunanlıların çok üs-
tün kuvvetler yaptıkları taarruza karĢı askerlerimiz kahramanca dövü Ģ-
tüler. Ağır kayıplara uğradık. Biz Ģehir ve bölge harbi yapmıyoruz. He-
defimiz zaferdir. Ordumuz stratejik bakımdan en elveriĢli yerde harbe
devam edecektir. Hükûmetimiz adına Ankara'yı bu hafta içinde bo-
Ģaltmaya, merkezi Kayseri'ye götürmeye karar verdik. ġimdiden hazır-
lığa baĢlanmasını rica ediyoruz.''
Bir kıyamettir koptu. Kürsüden inen çıkana idi. Milletvekilleri iki
noktada birleĢiyorlardı:
1- Ankara'yı harpsiz bırakmamak,
2- Bozguna sebep olanları Ģiddetle cezalandırmak.
Fevzi PaĢa bozgun sorumluluğunu üstüne almak zorunda kaldı.
Kürsüye gelerek:
- Stratejik komuta hatlarına gelince, Genelkurmay BaĢkanı ola-
rak onlardan ben sorumluyum. Vereceğiniz cezayı Ģimdiden kabul edi-
yorum, dedi ve, ben ölümden korkmam, milletin uğruna seve seve Ģe-
hit olmasını bilirim, diyerek yerine oturdu.
Meclis cepheye bir heyet yollamaya karar verdi. Heyet gitti gel-
di. Ankara'da siperler kazılmak, cepheye asker yetiĢtirmek için her
asker alınma bölgesine olağanüstü yetkilerle milletvekilleri gönderil-
mek gibi tedbirlere baĢvuruldu.
Bu sırada bazı milletvekillerinin hatıralarına Mustafa Kemal'i
baĢkomutan yapmak fikri geldi. Bunlar Meclise tekliflerini verdiler. Te k-
lif üzerine bir gizli oturumda görüĢmeler iki gün sürdü. Vatanın son
tepesine kadar savaĢ kararında olan Mustafa Kemal herhangi bir ça r-
pıĢmanın doğrudan doğruya sorumluluğunu üstüne almak istemiyordu.
Ġki gün süren tartıĢmalardan sonra Mustafa Kemal kürsüye geldi:
- Bu tekliften maksat nedir? dedi. Eğer iĢin baĢında benim
bulunmaklığım ise, esasen iĢin içindeyim. Durumu yakından takip ed i-
yorum. Genelkurmay BaĢkanı ile benim karargâhımız Ankara'dadır.
Lâzım gelen tedbirleri buradan alıyoruz. Bu teklif beni Ankara'dan
uzaklaĢtırmaktan baĢka mana taĢımaz.
Öfkeli idi. Bazı arka niyetli kimselerin maksadı onu yıpratma fır-
satı aramaktı ama, teklif sahipleri Sakarya zaferinin ancak onun cephe
baĢında bulunması ile mümkün olacağı inancında idiler. Bunun üzerine
Mustafa Kemal, Meclisin bütün yetkileri üç ay müddetle kendisine ve-
rilmek Ģartı ile, BaĢkomutanlığı kabul edeceğini bildiren bir takrir verdi.
Yeniden bir kaynaĢma. Söz alan alana. Ġki gün de bu tartıĢma devam
etti. Bunun üzerine Mustafa Kemal Sakarya'da bir bozgun olsa da d u-
rumu elinde tutabilmesine elveriĢli yetki ile 5 Ağustos 1921'de BaĢko-
mutanlığa geldi.
Mustafa Kemal cepheye gider gitmez daha önce alınan tedbirde
değiĢiklikler yaptı. SavaĢ pek güç Ģartlar içinde, pek çetin olmuĢtur. Bu
bir subaylar savaĢı idi. Eski Afyon Milletvekili Ali TaĢkapılı'dan dinle-
miĢtim. Yedek subay olarak umumî karargâhta iken, bir sabah erke n-
den Mustafa Kemal'i köyün sokağında dolaĢırken görür. Mustafa Ke-
mal kendisine:
- Yahu Ali Bey neden kaçağımız çok. Günde ne kadar? diye so-
rar.
- Bin kadar efendim.
- Geriden cepheye gelen ne kadar?
- Sekiz yüz kadar...
Mustafa Kemal Ģöyle bir hesap yaparak:
- On beĢ günde iki bin beĢ yüz... Pek fark etmez, der.
Bir defa Ġsmet PaĢa'yı telefonla arayan Yusuf Ġzzet PaĢa, Mus-
tafa Kemal'le görüĢmek istediğini söyler. Telefonu Mustafa Kemal'e
verirler:
- Beni aramıĢsınız, buyurun.
- Gizli emirlerinizi bildirmediniz. Yani geri çekilme lâzım geldiği
vakit istikametiniz ne olacaktır?
Pek kızan Mustafa Kemal, daha savaĢa girmeden kaçmayı dü-
Ģünen bu komutana:
- PaĢa, paĢa, gizli emrim senin kemiklerinin orada gömülmesi-
dir, der.
''Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır,'' emrini Yusuf
Ġzzet PaĢa'nın kendisi ile bu görüĢmesinden sonra vermiĢtir.
SavaĢ sırasında düĢman, hatlarımızda tehlikeli bir gedik açmıĢ,
geniĢletiyordu. Bu gedik hemen kapatılmalı, düĢman süngü hücumu ile
geri çevrilmeli idi. Ġhtiyat kuvvetlerinin hemen oraya gönderilmesini
istedi. Ġhtiyat kuvvetimiz kalmadığı cevabını verdiler. Yalnız Giresunlu
Osman Ağa'nın çetesi vardı. Onların da süngüleri yoktu. ''Süngüleri
yoksa bellerinde bıçakları vardır, düşman üzerine atılacaklar, onu eski
yerine kovacaklardır'' dedi. Bu kahraman çocuklar eğri bıçakları ile
Yunanlıları eski yerlerine kadar sürmüĢlerdir.
Bir defasında Fevzi PaĢa'nın ne yaptığını sordu:
- Kur'an okuyor, efendim, dediler.
- Çağırın!
Geldiğinde dedi ki:
- Efendim bir komutan ihtiyatları ile harp eder. Bir tek nefer ihti-
yatım yok. Ġhtiyatımız senin itibarından ibaret. Onun korunması için
Kur'an okumaktan baĢka ne yapabilirim?
***
Sakarya'dan dönüĢümde Çankaya'da:
- Ben galiba en iyi gene Ģu askerliği yapabiliyorum, demiĢti. Bu
savaĢta iki Ģey buldum. Daha iyi atılmak için çekilmeler yaptığım sıra-
da, sırt vere vere ta Ankara kapılarına geleceğimizi göz önünde tut a-
rak, bu hat da elden giderse hangi hattı savunacağız, diye benden
üzülerek soran bir komutana, 'Vatanı korumakta hatt-ı müdafaa yoktur,
sath-ı müdafaa vardır. Bu satıh baĢtan baĢa vatanın bütün yüzüdür.
Vatan sathı en son kayasına kadar düĢmanla boğuĢularak müdafaa
edilecektir,' cevabını vermiĢtim. Bu formülü bir gündelik emirle bütün
orduya bildirdim. Ġkincisi de bana Sakarya'da gelen Ģu düĢüncedir:
Hiçbir zafer gaye değildir. Zafer ancak kendisinden daha
büyük bir gayeyi elde etmek için gereken en belli başlı vasıtadır.
Gaye, fikirdir. Zaferin, bir fikri kazandırdığı kadar değeri vardır. Bir fikri
kazandırmaya yaramayan zafer kalamaz. Her büyük meydan savaĢın-
dan sonra yeni bir âlem doğmalıdır. Yoksa baĢlı baĢ ına zafer boĢuna
bir çaba olur.
Kendisine Napolyon'un:
- Programınız nedir? sorusuna:
- Ben yürürüm. Programım kendiliğinden çıkar, dediği hatırla-
tılması üzerine:
- Ama o türlü giden sonunda baĢını Saint-Helen kayalarına çar-
par, cevabını vermiĢtir.
***
Ankara'da Fransız delegeleri ile Çukurova anlaĢmasını yapa-
cak, böylece Ankara hükûmeti büyük devletlerden biri tarafından ta-
nınmıĢ olacaktır.
Sakarya zaferi yeni Türk devletinin belli baĢlı temel taĢıdır.
Mustafa Kemal Mecliste Müdafaa-i Hukuk adı altında kendi partisini
kurarak, Meclis kargaĢalığını önleyecek, rakipsiz liderliği ile bütün yö-
netimi eline almıĢ olacaktır.
SAKARYA'DAN SONRA
ZAFER
ZAFER SONRASI
-1-
-2-
-3-
-4-
KEMALĠZM
DEVRĠMLER
-1-
DĠN VE DEVRĠ ML ER
ĠÇ DĠDĠ ġME
ġAPKA
YAZI
LAYĠ SĠZM
Tanzimatçı sadrazam:
- Hristiyanlarla Müslümanlar arasındaki hukuk farklarını kaldır-
dık. Artık hepsi Osmanlı ve eĢittirler, demesi üzerine Ġngiliz büyükelçi-
si:
- Demek ki, bundan sonra Müslüman kadınlar Hristiyanlarla da
evlenebilecekler, demiĢ ve sadrazam:
- Yoo... ĠĢte bu olmaz, diye yerinden sıçramıĢtı.
Tanzimat'ta büyük iĢler görüldüğü inkâr edilemez. Saray, Bab -ı
âli ve uyanık Osmanlılar anlaĢmıĢlardı ki, ya Avrupalı olacaktık, ya
Düvel-i Muazzama denen yedi pençeli emperyalist dev bizi parçalayıp
Asya sürülerine döndürecekti. Tanzimatçılar Osmanlı Türklüğünü bu
kara kaderden kurtarabilmek için büyük cesaret göstermiĢlerdir.
19'uncu asrın baĢlangıcında Hristiyanlarla Müslümanlar hukuk-
ça eĢittirler, diyebilmek, 1928'de Arap yazısını Lâtin yazısına çevir-
mekten daha güç bir Ģeydi.
Fakat mektebin yanında medrese, yeni kanunların yanında Ģe-
riat, sivil mahkemelerin yanında Ģer'iye mahkemeleri, hâkimin yanında
kadı, valinin yanında müftü, sadrazamın yanında Ģeyhülislâm, 1920'de
dahi, olduğu gibi durmakta idi. Bizzat padiĢah aynı zamanda halife idi.
Tanzimat'ın yüzüncü yıldönümüne doğru Bab-ı âli'de (1) yirminci, Sü-
leymaniye'de (2) yedinci asırda idik. Yalnız bütün hakları ile aile değil,
üniversitede tefekkür dahi Ģeriatin kontrolü altında idi. Edebiyat Fakül-
tesinde felsefeyi bir mutaassıp medreseliden okurduk.
Bir Ortaçağ teokrasisinin bütün baskısı memleketin dörtte
üçünde hissedilmekte idi. Büyük Millet Meclisinin koyacağı kanunların
Ģeriat hükümlerine aykırı olmayacağı hakkındaki madde TeĢkilât-ı
Esasiye'nin esas hükümleri arasından çıkmamıĢtı.
Cumhuriyetin kuruluĢ devrinde bir asırdan beri devam eden
medeniyet mücadelesinin kesin zaferi, medenî kanun ve layisizmle
kazanılmıĢtır. Büyük Millet Meclisinden Medenî Kanunu geçirmek ve
Anayasayı, devletin dini din-i Ġslâmdır, maddesini çıkararak layisizm
prensiplerine göre tasfiye etmek, devrim davamızın taç giyme tören i-
dir. Türk milletinin bir yirminci asır topluluğuna doğru tekâmül etmesi
için artık hiçbir engel kalmamıĢtı. Bundan ötesi eğitim meselesi idi.
Gericiler, bir asırdan beri, GarplılaĢmanın dinden ve milliyetten
çıkmak demek olduğu fikrini yaymıĢlardı. Kemalizm, bu masala nihayet
veriyordu. Devrimler içinde, ilk defa, Türklüğümüze de kavuĢuyord uk.
Avrupa ve Asya sınırlarımız arasındaki bu koca ülkede Millî Birlik d e-
nen Ģey, ilk defa Ġnkılâp Türkiye’sinde gerçekleĢti. Tanzimat edebiya-
tında "Ben Türküm," diyen bir iki aydının nerede ise heykelini dikec e-
ğiz. Ġnkılâp Türkiye’sinde "Ben Türküm," demeyen aydın kalmamıĢtır.
Batı medeniyet dünyasında Ġtalyan nasıl Ġtalyansa, Alman nasıl
Almansa, Türk de öyle Türk olacaktı. Ġslâm ġarkında Arap Arap, Fars
Fars, hatta Arnavut Arnavut, fakat Türk Türk değildi. Felsefeci Naim
Hoca, daha 1915'te üniversite profesörü iken, Türklük için bulduğu tek
kurtuluĢ yolu onun AraplaĢması idi. Dili de Arapça olmalı idi. Bir Eski-
Ģehir milletvekili hocanın, Ġkinci Millet Meclisinde "Ve"yi daima Arap
Ģivesi ile söylemeğe dikkat ettiğini hatırlıyorum. Medrese ve tekke b ü-
yüklerinin vizita kartlarından çoğunda soy sonu bir sahabeye, bilhassa
Ebubekir'e dayanırdı.
GarplılaĢmak, aynı zamanda AraplaĢmaktan kurtulmak, Türk-
leĢmek demekti. Din, bir vicdan iĢidir. Müslümanlık, Türklük Ģuurunda,
milliyet mayasıdır. Ama vicdan iĢi olan din baĢka, topluluk ve dünya
iĢlerini yedinci asır Ģartları içinde tutmak ve dondurmak isteyen Ģeriat
baĢkadır. Atatürk devrimlerine vurulmak istenen din düĢmanlığı da m-
gası, medeniyet düĢmanlarının iftirasından ibarettir.
Yeni Türkiye'nin kuruluĢ devri bu devrimlerle nihayet bulmuĢtur.
Fakat yaptığımız devrimler bir "zincir kırma" ameliyesi idi. Eski zaman
ve eski nizam, âdetleri ile, görenekleri ile, batıl itikatları ile cemiyetin
içinde yaĢamakta idi. GeniĢ ölçüde bir eğitim seferberliği ile halk yığın-
larına ve halk çocuklarına yeni zaman ve yeni nizam hakikatlerini b e-
nimsetmek lâzımdı. Rejimin kaderi nihayet "kayıtsız Ģartsız millî hâk i-
miyet" gayesine, yani çoğunluk iradesine dayanan demokrasiye ula Ģ-
mak olduğuna göre, bu iradeyi Ģuurlandırmak, "eski"den hür kılmak
zaruretinde idik. Daha "Yeni Rusya" röportajlarında bu tezi savunuyor-
dum.
Geçen devrin büyük kusuru bu olmuĢtur. Ġlk eğitim iĢlerinde çok
geciktik ve Türk köyünün ancak ucuna iliĢebildik.
Roma'da rahmetli Recep Peker'le bir tartıĢmamı hatırlıyorum.
BaĢvekil Ġsmet PaĢa ile birlikte gitmiĢtik. Recep partinin umumî kâtibi
idi. Rejimin parlak baĢarılarından bahsettiği sırada:
- Mademki bu rejimin mektepleri ve hocaları bütün köyleri kap-
lamamıĢtır, hiçbir Ģey yapmamıĢızdır, demiĢtim.
Mübalâğama öfkelenmiĢti. Bir hayli tartıĢtık. Rahmetli çok efen-
di huylu bir arkadaĢtı. Kalbi toz tutmazdı. Bir müddet sonra bana: "Bil-
sen Falih, seni ne kadar severim. "Zeytindağı'n yok mu, o kitaptaki
görüĢlerine hayran kalmıĢımdır," dedi.
- Aziz dostum, Zeytindağı'ndaki görüĢleri topladığım vakit yirmi
iki yirmi üç yaĢında bir gençtim, Ģimdi otuz beĢ yaĢındayım, cevabını
vermiĢtim.
Kanunla iĢleri bitirdiğimizi sanmak ve meseleyi, cemiyetin üst
katı meselesi saymak bizim eski hastalığımızdır. Tanzimat'tan beri bir
asır, sadece bu üst katı havalandırarak geçmiĢtir. Milletin yüzde sek-
sen beĢi için Tanzimat'tan beri bir gün bile geçmiĢ olmadığını düĢün-
müyorduk.
Daha devrimin ikinci yılında Atatürk'e ve eserlerine inananla r-
dan çoğu, bir fırsatını bulup memleketten çıkmak, veya mem lekette
rahat ve kazanç mevkilerini elde etmek için sabırsızlanmakta idiler. Bu
harap vatandan uzakta, bu yoksul halktan ırakta, Avrupa Ģehirlerinde
bir devlet konağına yerleĢerek, devlet arabası ve devlet dövizi ile
ömürlerini hoĢça geçirmek veya Çankaya'daki nüfuzlarını iĢ piyasasına
satarak bir iki vurgunda nesillik servetler edinmek hırsı, Çankaya'daki
ihtilâlci yuvasını saray havası ile zehirliyordu. Üçüncü Selim devrinin
Cevdet tarihindeki etabekân-ı saltanat hikâyesini sık sık hatırlardım.
Atatürk, devrimci lider olarak, ordusuz bir komutana benziyordu.
Bütün taĢra gurbetleri 1923'ten sonra onun piyoniyeleri ile doldurmalı
idi. Kendisine gelip de bir iç hizmet isteyen görmezdik, devrim inanıcı-
larının pek dar kadrosu, ikbal sinekürlerini bir türlü paylaĢamazdı.
1923 neslinin vazifesi, Atatürk devrimlerini halka sindirmekti. Bu
güç, zahmetli ve belki ilk zamanları nankör bir vazife idi. Devrimlere,
bu kanunları koyan ve onlara karĢı isyanları cezalandırmak için ma h-
kemeler kuran Meclis, hatta bu mahkemeler bile samimî inanmıyordu.
Yeni nizamın hayatı, Atatürk'ün ömrü ile ölçülüyordu. ArkadaĢlarından
biri Çankaya akĢamlarından birinde Atatürk'e:
- Sıhhatinizi düĢününüz, uzun yaĢamaya bakınız, öldüğünüzün
ertesi günü heykellerinizi bile kırarlar, demiĢti.
Onun partisine, tek parti adını verenler yanılmaktadırlar.
Halk Partisi en koyu gericilikten en ileri fikre kadar bütün eğili m-
leri, itiraz edilemez bir prensipler disiplini içinde dizginlemeye
çalışan bir karma parti idi. Bu karma-parti içinde bizler yabancı idik
ve yadırganırdık. Atatürk'e:
- Davaya inanmayanları tasfiye ediniz, inananları etrafınızda
toplayınız, gibi telkinlerde bulunduğumuz çok olmuĢtur.
Umudunu Cumhuriyet devrinde yetişecek gençliklere bağ-
lamıştı. Halkı da bunlar yetiĢtireceklerdi. Ben Rusya'ya gidip geldikçe
daha kestirme, daha çabuk vardırıcı halk ve gençlik eğitimi metotları
olduğunu yetkili arkadaĢlarıma anlatamıyordum. Biz asrımızın teknik
ve metot mucizelerini kavrayamıyorduk.
Hakikat odur ki, Atatürk, bu milletin tarihinde, bir milletin tari-
hinde bir ıslahatçı liderden beklenebilecek her Ģeyi yapmıĢtır. Ġnkılâp
devri aydınları, Atatürk'ün bütün ileri hareketler emrine verdiği itibar,
kudret ve nüfuzunu "iĢletmekte" ıslahat tarihleri nesillerinin hepsinden
daha az kabiliyet göstermiĢlerdir.
En güç olan sanatı yanında, Atatürk'ün, yetiĢme tarzından
doğma eksikleri vardı. Bu eksikleri tamamlayamadık.
EKONO MĠ
Bu devir hikâyesini kapamazdan önce, bazı iç krizleri üzerinde
durmak istiyorum. Aradan yirmi beĢ yıl geçti. "Ġlk zamanlar"ın acı hatı-
raları unutulmuĢ gibidir. Durumu iyi toparlayabilmek için bazı lüzumlu
tekrarları mazur göstermelisiniz.
Birinci Dünya Harbinden önceki kilise nüfus kayıtlarına göre
(çünkü doğrusu bunlardır) Anadolu'da Türk ve Müslüman olmayanların
nisbeti yüzde kırka yaklaĢmakta idi. Ortaçağ Hristiyanlığı içinde Müs-
lüman azlıkların yaĢamasına imkân yoktu. Fakat Osmanlı saltanatının
sınırları içindeki Hristiyanlar dilleri, dinleri ve kiliseleri ile korunmuĢla r-
dı. Eğer Fâtih, Kanunî ve Selim:
- Ya Hristiyanların hepsi Müslüman olacaklardır, yahut hiçbirine
bu ülkede yaĢama hakkı vermeyeceğiz, demiĢ olsalardı, onları bu ka-
rarlarından alıkoyabilecek hiçbir dünya kuvveti karĢılarına çıkamazdı.
Müslüman olmayanlara karĢı müsamaha gösterilmesinin bir değil, türlü
sebepleri vardı. Bu sebepleri uzun boylu tahlil etmek, tarihçilerin göre-
vidir. Bununla beraber iki kardeĢten birinin Sokollu Mehmet PaĢa adı
ile saltanatın sadrazamı, Müslüman olmayan ikincisinin de ilk Sırp Pa t-
riği olması gibi bir hâdiseye Hristiyan milletleri tarihinde misal gösteri-
lemez. Çöküş devrinde Osmanlı İmparatorluğundan beş Hristiyan
devlet çıktı. Endülüs topraklarında bir tek Müslüman mahalle kalmıĢ
mıdır?
Yeni Türkiye'nin kuruluĢ yıllarındaki Hristiyansız Türkiye, bir ta-
assup trajedisi değildi. Dinleri, dilleri ve kiliseleri ile Ortaçağdan yir-
minci asra kadar Türklerle beraber yaĢayarak gelen Hristiyanlığı tasf i-
ye etmek, Düvel-i Muazzama vasîliği altında kapitülâsyonlu Türkiye'nin
haddi mi idi?
Avrupa Türkiye’si elden gidip bütün fetih toprakları yeni
Hristiyan devletlerin vatanı olduktan sonra, 1914'te, Ruslar Ermenistan
saydıkları Doğu Anadolu'ya bir ecnebi vali tayin ettirmiĢlerdi. Karad e-
niz kıyıları, Trakya ve Batı Anadolu üstünde Yunan iddialarının mille t-
lerarası canlı bir edebiyatı vardı. Milliyetçilik devri, ayrılma hırsını Müs-
lüman kavimlere de bulaĢtırdığı için, büsbütün vatansız kalmak korku-
su içinde idik. Zavallı Osmanlı saltanatının Arnavut ve Arap sadraza m-
ları, Hristiyan nazırları ve büyükelçileri olmasının, hatta bir vakitler DıĢ
Bakanlığın âdeta Hristiyanlar eline verilmesinin hiçbir faydası olmu-
yordu. Yirminci asır Türk'ün ölümü asrı idi.
Birinci Dünya Harbinde, kendi isyanları ve Çar orduları ile iĢbi r-
liği etmeleri yüzünden, Ermeni faciası olmuĢtur. Ne acıklı Ģeydir ki, bu
facia olmasaydı, Kuvay-ı Milliye hareketi tutunamazdı. Muzaffer devlet-
ler mütarekenin daha ilk günlerinde Kafkas sınırlarından Kilikya'ya
doğru uzanan Ermenistan devletini kuracaklardı. 1918 mütarekesi ile
beraber Anadolu Yunan egemenliği tehlikesi altına girmiĢti. Bu eg e-
menlik, Batı Anadolu ile Karadeniz kıyılarında bulunan Rum nüfusa
dayanmakta idi. Atatürk kurtuluĢ zaferini kazanınca, Trakya ve Anad o-
lu'yu her fırsatta kendini gösteren bu tehlikeden tasfiye etti. Ġstanbul
surları dıĢında bütün Türkiye, som bir Müslüman Türklük vatanı hâline
geldi. Böyle bir millî birlik taslağı Küçük Asya tarihinde ilk defa görülü-
yordu.
Eski Ankara vilâyetinin geniĢliğini bilir misiniz? Bolu, Zonguldak,
Yozgat galiba Kayseri vilâyetleri, onun birer sancağı idi. Bir gün ge l-
miĢtir ki, bu vilâyetin bütün çift toprakları birkaç Ermeni bankerin rehni
altına girmiĢtir. Küçük esnaflıktan ve zanaatlardan ithalât ihracat tü c-
carlığına, verimli ziraate kadar bütün millî ekonomi Hristiyanların inh i-
sarı altında idi. Türkler rençber, asker, memur vakıfçı veya derebeyi
idiler. 1914 Ġstanbul telefon defteri adreslerinin yeni kuĢak delikanlıları
tarafından gözden geçirilmesini ne kadar isterdim.
Rumeli'den Türkler devletle beraber göçmüĢlerdir. Osmanlı
sancağı inen yerde Türk tutunmasının imkânı yoktu.
Biz Trakya ve Anadolu'dan Hristiyan halkı tasfiye etmekle,
memleket ekonomisini köklerinden sökmüĢtük. Her yerde bağlar b o-
zulmakta, zeytinlikler yabanîleĢmekte veya kesilmekte, balık avcılığı
ölmekte, çarĢılar kapalı durmakta idi. 1924 Türkiye’sinin gerçeklerini
bilmeyen, yeni Türk tarihi hakkında hiçbir Ģey öğrenemez.
Ermeni tehciri sırasında Anadolu Ģehir ve kasabalarının bütün
oturulabilir mahallelerini yakmıĢlardı. Benim 1911'de gördüğüm Anka-
ra, 1923'te bulduğum Ankara'nın yanında bir ''mâmure'' idi. Yunan or-
dusu bozgun çekiliĢi sırasında, Anadolu'nun bir memlekete benzeyen
batısındaki Ģehirleri yakmıĢtı. Ġzmir'e gittiğim vakit bu Ģehrin de Akde-
niz Avrupası Ģehirlerini andıran mahalleleri yanmağa baĢlamıĢtı. Ġz-
mir'den UĢak'a doğru yalnız tüten harabeler ve enkaz arasından geç-
miĢtik.
BaĢtan baĢa, ziraati ile, ticareti ile, zanaatleri ile, Ģehirleri, k a-
sabaları ve köyleri ile, yeniden ''inĢa'' edilecek, maddî ve manevî inĢa
edilecek bir vatan ve on iki milyon Ġngiliz lirası, yani iyice bir anonim
Ģirket sermayesi kadar bir bütçe! Osmanlı bütçesinin baĢlıca kaynağı
olan aĢarı da, halkı yeni devre ısındırmak için kaldırıyorduk. Batı An a-
dolu'nun yanmamıĢ büyükçe kasabalarında sinemaya para yerine yu-
murta verilerek giriliyordu.
Lausanne'da Ġngiliz BaĢdelegesi Lord Curzon, Türk BaĢdelegesi
Ġsmet PaĢa'nın yabancı imtiyazlarına dair reddettiği her teklifini:
- Bir bende, bir de (Fransız BaĢdelegesini göstererek) bunda
para var, nasıl olsa bizden para istemeğe geleceksin. Bu reddettiğin
tekliflerimi o zaman birer birer geri vereceğim, demiĢti.
Kısa ve uzun vadeli hiçbir ödünç alma imkânı yoktu. Her Ģey
yapılacak ve 1911'den 1922'ye kadar dört harp geçiren, yanan, yıkılan,
milyonlarca evlâdını kaybeden, üstelik bütün gelir kaynakları sıfıra
inen vatan yoksullarının parası ile yapılacaktı.
Hitler Atatürk'ü övdüğü sırada:
-Bir millet bütün vasıtalarından mahrum edilmiĢ olsa dahi, kendi
kendini kurtarma vasıtalarını yaratabileceğini ispat eden adamdır, de-
miĢti.
1923-1924 Türklüğü düĢünülürse, Hitler'e ikin ci defa hak ver-
mek lâzım gelir.
Bir de sömürgesizleĢme davamız vardı. Demir yolları, tramvay-
lar, Ģehir ıĢıkları, suları, gaz, rıhtımlar, fenerler, hepsi imtiyazlı yabancı
Ģirketler elinde idi. Bunları satın alarak millîleĢtirecektik.
Anadolu yaylasında, rayları Ankara'ya kadar döĢenen demir yol-
ları bizim değildi ve Düyun-u Umumiye'den kurtulamamıĢtık. Bu borcu
ödeyemezdik. Bu demir yollarını yalnız millîleĢtirmek değil, kısa za-
manda sınır boylarına ulaĢtırmak zorunda idik. Birinci Dünya Harbinde
demir yolsuzluktan neler çektiğimizi bilen iki askerden biri Devlet Reisi,
öteki BaĢvekildi.
Bilmiyorduk. Bir bilen ve öğreten de yoktu. Herkes ĢaĢırtıcı ve
umut kırıcı idi. Mekteplerde okudukları veya okuttukları on dokuzuncu
asır iktisat teorileri ile yeni devlete nasihat verenleri dinlesek, kolları-
mızı kavuĢturup bir asır beklemeli idik. BaĢvekil, demir yollarını ke n-
dimiz yapacağımızdan bahsettiği vakit, her taraftan:
-Devlet, demir yolu yapamaz, kitapta yeri yok... sesi geliyordu.
Demir yolunu imtiyazlı yabancı Ģirketler yapmalı idi. Hâlbuki
Türk bağımsızlığının bize sağlayacağı ilk menfaat, imtiyazlı yabancı
Ģirketlerin sömürüĢünden, yani yarı-sömürgelik Ģartlarından kurtulmak-
tı. Memlekette sermaye yoktu. Sermaye simsarları vardı. Bu simsarlar,
Türkiye'ye ekonomik bağımsızlık tadı tattırmak istemeyen politikacı
sermayenin avukatları idiler.
BaĢvekil:
- Ben o teori, bu teori bilmem. Bir Ģeyi bilirim, o da her gün bir
karıĢ ray döĢemek... diyordu.
Yeni Türkiye'de devletçilik, bir ekonomik meslek olarak doğma-
mıĢtır: Bir tarihî zaruret olarak doğmuĢtur. Yapılacak Ģeyleri devletten
baĢka yapabilecek olan yoktu. Mesele bundan ibaret. Yani Türkiye,
kendi yapmak veya hiçbir Ģey yapılmamasına boyun eğmek arasında
seçmeli idi.
Partinin bir iki yüz bin lirasını bir yabancı bankaya yatırarak his-
sedar olmak teklifinde bulunduğumuz vakit:
- Türkler bankacılık edemezler. Paranızı bize bırakırsanız, fai-
zini veririz, diyorlardı.
Bir vatan kurtarmak, fakat bir banka kuramamak. Bir fabrika iĢ-
letememek... Zaferin verdiği üstünlük duygusu ile bu iddiaların d oğur-
duğu aĢağılık duygusu çarpıĢıyordu. 1923'ün Ģevkli iradesi on doku-
zuncu asır iktisat öğrencilerinin Ģüpheci ve bozguncu telkinlerini nih a-
yet yendi. Bilmediğimiz Ģeyleri yapmaya koyulduk. Ankara köy mü idi?
ġehir olacaktı. Demir yolu Erzurum'a kadar ulaĢmalı mı idi? UlaĢacak-
tı.
Aldanmak, avlanmak, yaptığımızı bozmak veya kullanmamak
hepsi hesapta idi.
Her Ģey yapılmalı ve yapanların sahibi bu millet olmalı idi. Türk-
'ün parası varsa Türk, Türk'ün parası yoksa devlet yapacaktı. GeçmiĢ-
ten korkuyorduk. Kapitülâsyonlar kâbusu henüz dün akĢamki uykula-
rımızda idi.
Devletçilik yeni Türkiye'de milliyetçilik demekti.
Birkaç kondüktörle ateĢçilerden ve yaban yerlerde istasyon
memurlarından baĢka içine Türk sokmayan Alman, Ġngiliz, Fransız
demir yollarını hem satın almak, hem tamamlamak, hem de yüzde yüz
Türk kadro ile iĢletmek... Ġmtiyazlı yabancı Ģirketleri tasfiye etmek ve
hepsini yüzde yüz Türk kadro ile iĢletmek... Ve bu geri Asya memleke-
tini ileri Avrupa memleketi hâline getirecek her Ģeyi, her Ģeyi temelin-
den kurmak...
Meclis kürsüsünde bir de ''üç beyaz'' parolası revaç bulmuĢtu:
Ekmeğimizi kendi unumuzdan yoğurmak, Ģekerimizi kendi pan-
carımızdan almak, bezimizi kendi pamuğumuzdan dokumak... Ah bir
buna muvaffak olsaydık...
1923 kafası ve iradesi imkânsızlığa meydan okumuĢtur. Doğru
eğri, eksik tamam, fakat ''Türkün yapamayacağı'' sabit fikrini yenmiĢtir.
1923 iradesinin ve kafasının eline geçmiĢten yalnız tarihî anıtlar
miras kalmıĢtı. Tarihî anıtlar dıĢında ne varsa, iktisat, teknik, ticaret,
ziraat teĢebbüslerinden doğma ne görünürse, hemen hiç biri Türk de-
ğildi. ġimdi tarihî anıtlar dıĢında olan ve görünen Ģeyler nesillerce a rt-
mıĢtır ve hepsi ''millî''dir.
Türk tarihi 1923 iradesinin ve kafasının mucizesini unutamaz.
Teferruat istenildiği kadar tartıĢılabilir. 1923 kafasının ve irade-
sinin bir büyük eseri de, bugün bütün bu iĢleri tenkit etmek, daha iyi
tedbirler arayıp bulmak kabiliyetlerini kazanmıĢ olmamızdır. MeĢrut i-
yet'te Direklerarası'nda bir pabuççu dükkânının açılmasını Türklerde
iktisadî teĢebbüsçülüğün müjdesi gibi sayan bizler, bugün, 1923 kaf a-
sının ve iradesinin kurmuĢ olduğu demir ve çelik endüstrisini Ġsveçliler
kadar verimleĢtirmek imkânlarını arayabilen bir seviyeye çıkmıĢızdır.
***
Milletvekilliğimin ilk yılında, bir öğle üstü, Yakup Kadri ile bera-
ber Meclise gelmiĢtik. DıĢ bahçe kapısı ile iç kapı merdiveni arasında
birkaç milletvekili bize bir kanun teklifi imzalatmak istediler. Okuduk.
Teklif aĢağı yukarı Ģu idi: ''Hidemat-ı vataniyesine mükâfeten Gazi
Mustafa Kemal PaĢa Hazretlerine 1 milyon lira ibda edilmiĢtir.''
Ġmzalayanlardan bazıları belki de iyi niyetliydiler. Muzaffer ko-
mutanlarını para ile mükâfatlandırmak Ġngilizlerin de âdeti değil miydi?
Sonra Mustafa Kemal devrimler yapacak ve devrimler düzenini me m-
lekette kökleĢtirmek ve korumak için büyük bir partiyi teĢkilâtlandıra-
caktı. Bunun için para lâzımdı.
Beynimizden vurulmuĢa döndük. Sanki zafer ve onun bütün
Ģanları ve Ģerefleri satılığa çıkarılmıĢtı. Kuvay-ı Milliye devrinin Ġngiliz
entelijansı adına -hareketin baĢından ayrılmak Ģartiyle- Mustafa Ke-
mal'e büyük bir para ve Ġtalya'da bir villa vadedilmiĢti. Bu da öyle bir
Ģeydi. Gazi Mustafa Kemal'i devrim tarihinin ilk günlerinde suikastların
en alçakçası ile öldürmek demekti.
Gazi'nin haberi olup olmadığını düĢünmeden reislik odasında
kendisini bulduk. Hamdullah Suphi heyecanlı sözleri ile hepimizin ıst ı-
raplarını anlatmaya çalıĢtı. Gazi:
- Hiç haberim yok... Küstahlık etmiĢler, teklifi bana buldurunuz,
dedi. Getirtti ve yırttı.
Derin bir gönül rahatı duyduk.
Fakat Ġttihat ve Terakki devrindeki nüfuz kazançlarına hasret
çeken veya Kuvay-ı Milliyenin çetecilik günlerinde vurgun ve yağma
zevki tatmıĢ olanlar, Gazi'nin yanında ve Mecliste idi. Birçoklarının
devrim umurlarında bile olmadığını biliyorduk. Milletvekilliği de, boğaz
tokluğu geçime yeter yetmez maaĢlı bir görevdi. ĠĢleri yalnız idealist
tarafından görenler yeni bir Batı Türkiye’sinin ve bu Türkiye içinde yeni
bir topluluğun kuruluĢ savaĢlarına katılmanın Ģevki yanında her Ģeyi
unutuyorlardı. Bu heyecanı duymayanların hatırladıkları tek Ģey nüfuz-
larını satmaktan ibaretti. Para kazanmak için tek sermayeleri de nüfuz-
ları idi.
Gazi, varlıksız her aile çocuğu gibi, hayli sıkıntılı bir öğrenci ve
subay hayatı geçirmiĢti. Aylığı hiçbir zaman masrafına yetmezdi. Biraz
rahat bir hayatta büyük komuta rütbelerinde kavuĢabilmiĢtir. Bununla
beraber fikirlerini ve politikasını ne satmıĢ, ne de kiralamıĢtı. Acaba
etrafındakilerin kendi itibarını sarsacağına Ģüphe olmayan nüfuz tica-
retlerini önleyebilecek miydi?
Yeni devrin ilk skandallarından biri, Ermeni kaçırma hâdisesidir.
Ġstanbul gazeteleri, mallarını yeniden ele geçirmek için iki Ermeni ze n-
gininin gizlice Ġstanbul'a sokulduğunu yazmıĢlar ve bu kaçakçılığı ya-
pan ''ĠĢ Komitesi''nde Gazi'nin arkadaĢlarından birkaçını ortak göste r-
miĢlerdi. Bu iki Ermeninin Ġstanbul'a gelmiĢ olduğu, fakat mesele orta-
ya çıkınca tekrar savuĢturuldukları doğru idi. Kimlerin suçlu olduğu ise
anlaĢılamamıĢtı.
Bir gün ''AkĢam'' gazetesinde otururken, bana bir yeni çıgara
kâğıdı kuĢağı getirdiler. Çıgara kâğıdının adı: Gazi Mustafa Kemal
PaĢa! Ġmtiyaz sahibinin adı: Recep Zühdü... Recep Zühdü, Gazi'nin en
yakınlarından idi. KuĢağı aldım, Çankaya'ya götürdüm. Rahmetli lider,
önledi idi.
Bir aralık vaktiyle orduda politikacılık eden ve Gazi'nin hiç se v-
mediği bir eski subay Ankara sokaklarında görünmüĢtü. Gazi:
- Ne iĢi var bu adamın Ankara'da? diye Ģüpheye düĢmüĢtü.
Komisyonculuk için dolaĢtığı söylenmesi üzerine, bazıları:
- Davanın bütün zahmetlerini biz çekeceğiz, parasını onlar mı
kazanacaklar? diye söylenmiĢlerdi.
Eğer devlette bir iĢ görülecekse ve bu iĢten bir komisyon alına-
caksa, Gazi'nin yakınları ve tanıdıkları dururken, bu kazanç neden
kendisinin de rejimin de düĢmanı olanlara kaptırılmalı idi?
Ġlk aferizm fesadı Ankara'da iĢ takip etmeğe gelenleri haraca
kesmekle baĢlamıĢtır. Adam ya zayıf bakanlara sözlerini geçiren nü-
fuzlularla ortak olacaktı, yahut kazancından olacaktı. Türk olmayanlar
bir Ankaralı maske edinmek zorunda idiler. Birkaç misal süratle Ģu fik-
rin yayılmasına sebep olmuĢtur: Ankara'da ancak nüfuzlu milletvekilleri
vasıtası ile iĢ çıkarılabilir.
Bir gün Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde oturuyordum. Çankaya'-
daki evimi kiralayan Çek Sefiri beni görmeğe geldi. Biraz hoĢbeĢten
sonra dedi ki:
- Bizim Ġskoda firmasını biliyorsunuz. Bu firmanın Türkiye mü-
messili Sabur Sami Bey'dir. Bize söylediklerine göre, kendisinin siyasî
nüfuzu olmadığı için firmanın iĢlerini yürütemeyecektir. Onun yerine
siyasî nüfuz sahibi bir kimsenin bulunmasını bana yazdılar. Aklıma siz
geldiniz. Gazi'nin arkadaĢısınız. Gazetesinin baĢındasınız. Lütfen bu
mümessilliği kabul etmez misiniz?
Hepsinin asılsız olduğunu ve Türkiye'de bu firmanın iĢlerini d a-
ha iyi görecek bir temsilci bulunamayacağını dilim döndüğü kadar an-
latmağa çalıĢmıĢtım.
Bir gün Millî Savunmanın bir eksiltmesine katılan iki rakip fir-
madan ikisinin de temsilcisi aynı milletvekili olduğu görülmüĢtü.
ĠĢ Bankasının bir nevi politikacılar bankası olarak kurulmuĢ ol-
ması, Cumhuriyet tarihi için pek acıklı bir aferizm salgının baĢlangıcı
olmuĢtur.
ĠĢ Bankasını kuranlar ve bilhassa onun umum müdürü, dürüst
kimselerdi. Fakat bankayı yürütebilmek, tutabilmek ve iĢletebilmek,
uzun müddet devlet otoritesini kullanmağa bağlı kalmıĢtır. Kolay k a-
zanç elde etmeğe çalıĢanlar, yerli yabancı, Ankara'da nüfuz tüccarla-
rını bulmakta ve onlar vasıtası ile bankayı kendi teĢebbüsleri içine sü-
rüklemekte idi. Birkaç defa bankayı pek ağır ziyanlardan kurtarmak
için, onu çıkmaz iĢlere sokmuĢ olanları kazandırarak kurtarmak lâzım
gelmiĢtir.
Bu kurtarılanlardan biri, ki on parasız bir subay emeklisi olarak
ilk Meclise katılmıĢtı, bir demir yolu mukavelesinden tam 1 milyon yi r-
mi sekiz bin lira komisyon almıĢtı. Bu komisyonun ehemmiyetli bir
kısmı ĠĢ Bankasındaki hesaplarını kapatmağa ancak yetebilmiĢti.
Devlet bu uzun mühletli sözleĢme yüzünden milyonlarca lira zi-
yana gireceğini anlamıĢ ve onu sonradan feshedebilmek için bin bir
sıkıntıya uğramıĢtı.
Ortaya bir teĢebbüs atarak ĠĢ Bankasının sermayesini tehlikeye
koyabilmek, para kazanmanın en kestirme yollarından biri sayılıyordu.
Rejimden hava parası vurmak hırsı nüfuz satıcılarını o kadar bürümüĢ-
tü ki, bir gün, Atatürk'ün kızıp yanına sokmadığı bir Ģahısla nüfuzlu
dostlarından biri arasında Ģöyle bir pazarlık yapılmıĢtı: Dostu bir kola-
yını bulup o Ģahsı sofraya davet ettirecek ve sofrada bir kolayına get i-
rip Atatürk'ün elini öptürerek affettirecekti. Busenin ücreti on bin lira
idi. Meseleyi duyan bir arkadaĢım tarizli müdahalesiyle bu kârlı iĢi son
dakikasında akim kalmıĢtı.
ġöyle bir sistem kurulmak isteniyordu: Devletin yapacağını ba n-
ka yapmalı idi. ġüphesiz arada bankanın yabancı iĢ ve yerli nüfuz ko-
misyoncuları asıl hisseyi paylaĢacaklardı. Reassürans hikâyesi bunun
tipik bir misalidir.
Galiba dünyanın hiçbir yerinde reassürans iĢi imtiyaz altında
değildir. Bu fikri Ġstanbul sigorta kumpanyalarından birinin Levanten
müdürü icat etti. Atatürk'ün kalp rahatsızlığından Ģüphe edilerek perh i-
ze girdiği zamanlarda idi. ArkadaĢları iki cepheye bölünmüĢlerdi. Böyle
bir inhisarcılığa mâni olmak isteyenler, bütün delillerini kullanmakta
idiler. Hükûmette de banka nüfuzculuğuna karĢı mukavemet belirmiĢti.
Ġmtiyaz davası bütün bir mevsim geri kaldı. Fakat nihayet teĢebbüse
önayak olanlar muvaffak oldular. Hiç unutmam, Hâkimiyet-i Milliye ga-
zetesindeki odamda oturuyordum. BaĢyazarlardan ve banka idare
meclisi reisi Siirt Milletvekili Mahmut, yanımdaki odada çalıĢırdı. Arada
kapı yoktu. Beraber konuĢurken Ġstanbullu sigorta müdürünün geldiğini
haber verdiler. Pek neĢeli müdür, Mahmut'un masası üstüne üç zarf
bıraktı:
-Bu zat-i âlinizin. Bu ... Beyefendinin, bu da ... Beyefendinin,
dedi.
Bu zarflar hisse senedi dolu idi. Bahsettiğim sigorta müdürü, e l-
de ettiği baĢarıdan sonra, servet ve sâmanını toplayarak Fransa'ya
gitti. ''Cote d'Azure''de yerleĢti.
Geçen gün Ġstanbullu bir tüccardan duydum. Reassürans imti-
yazı yüzünden yalnız bu tüccar Ģimdiye kadar 50.000 lira fazla sigorta
parası ödemiĢtir.
ĠĢ Bankasının ilk sermayesi de Hindistan'dan Mustafa Kemal'e
gönderilen paranın geri kalanı idi. Bu para, millete ve devlete gönde-
rilmiĢti. Mustafa Kemal el sürmemeli idi. Gerçi o sermaye hesabı dai-
ma aynı tutulmuĢ, parti iĢleri için kullanılmıĢ ve partiye bırakılmıĢtır.
Ama Mustafa Kemal yanındakilere bir örnek olmalı idi.
BaĢvekil ve arkadaĢları aferizme karĢı mücadele ediyorlardı.
BaĢvekil:
- Bir iĢ ki, kimse yapmaz, devlet yapar, bunu anlıyorum. Bir iĢ
ki, hususî bir teĢebbüs yapar, bunu da anlıyorum. Fakat devletin nüf u-
zunu kullanarak Ģahıslar veya bankalar yapar, bunu anlamıyorum. Ben
devletçilik denen Ģeyi anlarım, fakat dolapçılığı anlamam, diyordu.
BaĢvekil Millî Savunmaya bir tezkere yazarak ve tezkerede Atatürk'ün
pek yakın bir arkadaĢının ismini zikrederek, bu zatın karıĢtığı eksiltme
ve arttırmaların bozulmasını emretmiĢti. Bir gün de Meclis koridorunda
yüksek sesle:
- Hazineyi soydurmayacağım, hazineyi soydurmayacağım... di-
ye haykırdığını görmüĢ, sinirlerini iyice oynattığından Ģüphe etmiĢtik.
Hava paracıları hükûmetin bu dayatıĢına, iktisat politikasının nazarî
sakatlığı mahiyetini vermek için Çankaya'yı telkin altında bırakmağa
uğraĢıyorlardı. Bir akĢam, biraz yukarıda bir milyon lira komisyon aldı-
ğından bahsettiğim Milletvekili tenkitler yürütmeğe koyulmuĢtu. Atatürk
iĢi alaya alarak:
- Fransızca söylersen dinlerim, demiĢti.
Hatibin dıĢ seyahatlerinde kulaktan kapma birkaç kelimesinden
baĢka Fransızcası yoktu. Biraz içmiĢ olduğundan cesaretle ayağa
kalktı ve: "Mon économie autre économie Ġsmet PaĢa..." diye tutturdu
idi.
Bir gün, daha sonra Yavuz - havuz skandalında hüküm giyen-
lerden bir milletvekili ile trende konuĢuyordum. O da 1923 fıkarasından
idi:
- Seni bir açık otomobilde gördüm. Kapalısını sattın mı? diye
sordum.
- Hayır... dedi, bir de açık aldım. Biliyor musun, iki otomobil al-
mak daha ekonomik...
Bu sözle ne demek istediğini hâlâ anlamamıĢımdır.
Bir gün de, mütarekede küçük bir alacağı için tanıdığını denize
atmakla tehdit eden bir küçük maaĢlının Florya'daki evi önünde oto-
mobili, denizde de kotrası duruyordu. ArkadaĢımla:
- Bunun torunu da olmuĢ... diye eğlenmiĢtik.
Millet Meclisi, CumhurbaĢkanlığı için Çankaya'daki yeni evi ya p-
tırmakta idi. Ben kestördüm. Yazları Ankara'da üç arkadaĢ nöbet tu-
tardık. Ġhaleler de kestörlükten yapılırdı. Sıra bende idi. KöĢkün en
devamlı adamlarından biri geldi:
- Sıhhî tesisleri...'e ihale et. Bizim ortağımızdır, dedi.
- Nasıl yapabilirim bunu? Ġhaleye katılanların zarfları kapalı...
Hangisinde ucuz teklif çıkarsa ona vermeğe mecburuz.
- Sana yolunu öğretirler, dedi.
Öğretecek olan da daire müdürü imiĢ. Ġhale en ucuz teklife ya-
pılmıĢtır. Fakat aynı zatın bu eve dair Atatürk'e telkinleri yüzünden
kestörler hayli ıstırap çekmiĢlerdi.
ĠĢ bahsinde bu kadar titiz görünen BaĢvekilin de yakın etrafı n ü-
fuz ticaretinden zengin olmuĢlardır. AyazpaĢa mezarlığını birinin mülkü
hâline sokup bizzat Ġnönü'ye bu mezarlıktan arsa hissesi sağlamıĢla r-
dı.
***
Size burada Cevdet tarihinin, Üçüncü Selim'in tahttan indirilme-
sini hikâye eden 8 inci cildinden birkaç fıkra okumak istiyorum:
''...Ricalden ve kibardan niceleri gücenip birer tarafa çekildiler.
Bu sırada bazı eyyam adamları dahi Ģahsî menfaatlerine bakarak mü-
dahale yollarına döküldüler. Ġstanbul'ca görülmedik tarz ve surette bü-
yük ve müzeyyen konak ve yalılar inĢası ile ziyade sefahet ve iht iĢama
düĢtüler. Geceleri mukataat mültezimleri ve memleketeynin kapı ke t-
hüdaları gibi rüĢvet vasıtası olan kimselerle yahut aĢağı takımdan
kâselislerle hembezm olup kâh evlerinde, kâh kayıklarla mehtaba çıkıp
deniz üzerinde bazende (oynayıcı) ve hanende ve sazendelerle ıyĢ ve
iĢret meclisleri kurdular. Nizam-ı Cedid iĢini mal toplamağa vesile edip
pek çok israfa düĢtüler. Hatta Ġbrahim kethüda bir gün birine bir at ve-
rip:
''Tavlada altmıĢ atım kaldı, bundan sonra babam mezardan ç ı-
kıp da bir at istese vermem, dediği Asım tarihinde zikredilmiĢtir.
ĠĢte Nizam-ı Cedidi terviç eden ricalin hâli bu veçhile olup, ken-
dileri servet toplamakla meĢgul olup her birinin etrafı dahi aynı yolda
olmakla Nizam-ı Cedid iĢi güya halktan birçok paralar toplayıp da za-
manın nüfuzlularına bol bol harcayarak sefahet etmek için imiĢ gibi bir
surete girdi. Halkın alıĢmadığı Nizamat-ı Cedidenin icrasında ise
fedakârane hareket etmek ve Ģahsî menfaatleri terk edip, saire hüsn-i
misal göstermek lâzım gelip yoksa baĢta bulunanlar ihtiĢam ve
sefahete daldıkları hâlde Ocaklı dahi mekel edinmiĢ oldukları ulûfelerin
ellerinden gitmemesi için Nizam-ı Cedid aleyhinde bulunmaları tabiî
idi.''
KuruluĢ devrinin nüfuz ticareti halk efkârı üzerinde süratle aynı
tepkiyi yaptı. Hükûmette ve partide tehlikeyi görenler, ellerinden geld i-
ği kadar mukavemet göstermekte idiler. Türkiye'yi kalkındırmak için
durmadan vergileri arttırıyorduk. Biraz geçim temin etmeğe baĢlayan
aylıkları yeniden kesiyorduk. Bütün millî kalkınma yükü, milletin sırtın-
da idi. Böyle zamanlarda politikayı iĢ ve kazançtan, tıpkı dünyayı din-
den, orduyu siyasetten ayırır gibi, o kadar katî ayırmak lâzımdı. Ata-
türk, realist bir politikacı olduğu için yanında bulundurmayı faydalı
saydıklarını feda etmemekle beraber, hükûmette ve partide fazilet mü-
cadelesi verenlerin gayretlerini hoĢ görüyordu. Fakat kazanççılar bu
mücadeleye kızıyorlar, kimini, meselâ ''Kadro'' gazetesinde Ģeker me-
selesini tenkit edenleri BolĢeviklikle, hükûmeti de serbest teĢebbüse
nefes aldırmamakla suçluyorlardı.
Kazanççılığın bir tepkisi de hükûmeti, her iĢte bir nüfuz ticareti
görmek vehmine sürüklemek olmuĢtur.
Serbest Fırka hareketinin uyanıĢında aferistler takımının büyük
rolü olmuĢtur. Fethi Okyar namuskâr bir efendi idi. O, liberal iktisat ve
politika anlayıĢı ile hem Atatürk, hem de Ġsmet PaĢa'dan ayrılıyordu.
Fakat aferistler için liberalizm demek, devletin yapacaklarını kendileri
yapmak demekti. Bunlar iktisat devletçisi olduğu için değil, kendi ka-
zançlarını önlemeğe uğraĢtığı için Ġsmet PaĢa ve arkadaĢlarının aley-
hinde idiler.
Mukavemetçilerin çok olması ve hükûmete aferistlerden müm-
kün olduğu kadar az adam sokulması, kuruluĢ devrinin büyük bir
taliidir. Hükûmeti de bulaĢtırmak isteyen aferizm salgını, Yavuz-havuz
davası ile tasfiye edilmiĢtir. Bu dava, aferistler için pek ağır bir darbe
idi. Fakat onları perde arkasında fesat yürütmekten men etmemiĢtir.
Bu hatıralara dedikodu ve Ģahsiyet bulaĢtırmamak için elimden
geldiği kadar dikkat ediyorum. Bütün isimler ortaya atılsa ve bunlara
benzer birçok vakalar daha sayılıp dökülse ne çıkar? Bir mahkeme
savcısına gerekçe edebiyatı hazırlamıyorum.
Doğrusunu isterseniz, bugünkü demokrasiyi uyarmak ve uyanık
tutmak için bu bahse dokundum. 1950'den sonra aynı aferizm salgını
daha büyük bir hırs ile tepmiĢtir. Otuz yıldan beri kurulan milyarlık
sermayeli bankalar, iktisadî teĢekküller, iĢletmelerde partizan bir kon t-
rol inhisarı kurulmuĢtur. 1923 ve sonrasında on binler ve yüz binlerle
oynanmakta idi. Bugün on milyonlarla oynanmaktadır.
Ne eski rejimde, ne de bugün gizli nüfuz ticaretlerinin ve Ģahsî
yolsuzlukların tamamiyle önlenebileceği gibi bir hayale kapılmıyorum.
Hiçbir demokrasi bunda muvaffak olamamıĢtır. Asıl mesele nüfuz tica-
retinin bir sistem hâline gelmesinde, âdeta imtiyazlı politikacıların me Ģ-
ru bir hakkı gibi tanınmasındadır.
Eski rejim on beĢ yıl mücadele etti. En sonunda nüfuz ticareti
önlenmiĢti. Milletvekilleri en basit serbest meslek haklarını bile kulla n-
mayacakları kadar kazanç ve politika birbirinden ayrılmıĢtı. Milletveki l-
leri ve parti politikacıları idare meclislerinden uzaklaĢtırılmıĢtı. ĠĢ Ba n-
kası tam ticarî bir mahiyet almıĢtı.
1950'den sonra hepsinin tersi yüzüne dönmüĢtür. Benim fikrim-
ce eğer 1923'ten sonraki mukavemetçiler cephesi kurulmasaydı, inkı-
lâp rejimi on yılı bulmaz batardı. Bugün belirdiğini gördüğümüz gidiĢ
daha da kötüdür: Büyük nimetler paylaĢması, partizanları bir iktidar
inhisarcılığının bütün Ģiddetlerine doğru sürüklemektedir.
GeçmiĢi, bugüne bunun için hatırlattım.
BĠR D ENEME
DĠL VE T ARĠH
Devrimler içinde size dil ve tarih hareketine dair kısaca bazı bil-
diklerimi anlatmak isterim.
Mustafa Kemal de, kendinden önceki ve sonraki kuĢaklar gibi,
Türklüğün geçmiĢ medeniyetlerde yeri olmadığını ileri sürmekte Frenk
edebiyatı ile birleĢen tarih kitaplarını okuyarak ve Türkçenin bir ilim ve
edebiyat dili olamayacağına inandırılarak yetiĢmiĢtir. Osmanlı tarihi,
Osmanlı hanedanından önceki Türklüğe barbar gözü ile bakar.
Türklüğe, ancak, Arap-Ġslâm dünyası içinde Ģahsiyetini kaybettiği ka-
dar değer verir. Osmanlı edebiyatı, Türkçenin Arap ve Fars dillerinin
kelime ve kaide egemenliği altında yaĢayabileceği davasını tutar.
Türkler medeniyet bakımından tarihsiz, ilim ve edebiyat bakımından
dilsizdirler.
On dokuzuncu ve yirminci asır Türkçüleri, Osmanlı inkârcılığına
karĢı isyan etmiĢlerdi. Eski Türklüğün ilme ve medeniyete hizmetleri
üzerine yine bazı Batı bilginlerinin kılavuzluğu ile, yazılar yazmıĢlar ve
Türkçenin bağımsız bir dil olacağı davasını ortaya atmıĢlardı. Ġlk za-
manları Osmanlı fikir adamları âleminde büyük bir akis bırakmayan bu
iddialar, 1908 MeĢrutiyetinden sonra, Türkçülerle beraber tam bir ha-
reket karakteri almıĢtı. Atatürk'ün hareketi takip etmeye vakti olduğunu
sanmıyorum. Hiç ardı arası kesilmeyen politika krizleri ve harpler yü-
zünden, bu vakit bulamamayı kendisine bağıĢlamak da lâzım gelir.
Alfabe iĢi, Atatürk için, baĢlangıçta sadece bir yazı iĢi idi. Fakat
yeni yazının bizim kuĢak edebiyatçılarında daha ilk dünya harbi önce-
sinden beri geliĢen Türkçecilik akımını uyandırmamasına imkân yoktu.
Osmanlıca, yeni yazı içinde yaĢayamazdı. Osmanlıcanın temeli, ilim
dilinde Arap iĢtikaklarıdır. Edebiyatta bilhassa Farsça Ģekillerdir. Yeni
yazıda Arap kelimesi bütün Ģahsiyetini kaybetmekte ve kolaylığı Türk-
çe ve TürkçeleĢmiĢ kelimelerde duyulmakta idi.
Yeni yazı 1928 Kasımında kabul edildikten sonra Alfabe Komis-
yonu Dil Komisyonuna çevrilmiĢtir. Ben de komisyonda idim. Bu ko-
misyon kurulduktan sonra, rahmetli Celâl Sahir, Ahmet Rasim ve Ġbra-
him Necmi bir imlâ lügati hazırladılar.
Dil meselesi ilk önce BaĢvekil Ġsmet PaĢa'nın bir parolası ile
doğmuĢtur. Ġsmet PaĢa:
- Larousse'un bir Türkçesini yapınız, diyordu.
BaĢvekilin iddiası sade idi: Ġki ciltlik Larousse lügatinin kelimele-
ri Türkçede karĢılanmalıdır.
Eski Fransızca-Türkçe lügatlerdeki karĢılıklardan haylısı kelime
değil, tariflerdir. O kadar zengin sandığımız Osmanlıca, Batı ilim v e
kültür dilleri arasında değildi. Batı dilleri ile tam bir karĢılaĢtırılma tec-
rübesi geçirmemiĢti.
Larousse tercümesine baĢlanınca, Osmanlıcanın fakirliği he-
men meydana çıktı. Birçok kelimeye ihtiyaç vardı: Bunlar ya eski me-
tinlerde bulunacak, yahut yeniden yapılacaktı. Kelime arayıĢlarında ve
yapıĢlarında Arapçaya bağlı kalmak kimsenin hatırına gelmediği için
''yeni''yi Türkçede arıyorduk. Komisyon üyelerinin bir kısmı Türkçe ke-
limeleri toplamak vazifesini üzerlerine aldılar.
Larousse tercümesi pek yavaĢ yürümekte idi. Komisyon üç dört
yıl içinde bir alfabe kitabı ile, yeni imlâyı öğretmek için bir küçük gr a-
mer, bir de imlâ lügatinden baĢka eser vermemiĢtir.
Atatürk Türkçülerin bu münasebetle öz dil zenginlikleri hakkın-
daki iddialarına, bulunan yeni kelimelere ilgileniyordu. Wells'in tarihi de
onu Türkçülerin tarih anlayıĢına ısındırmıĢtı.
Türklerin bize öğrettiklerinden baĢka türlü bir tarihi olduğu ve
Türkçenin bağımsız bir ilim ve edebiyat dili olabileceği kanısı, Türklük
gururu ile göğsü durmadan kabarıp inen Atatürk'e büyük bir Ģevk verdi.
Biraz zorlama da olsa, Türkler onulmaz aĢağılık duygusundan, yani bir
medeniyet tarihleri ve bir ilim ve edebiyat dilleri olmadığı tevekkülü n-
den kurtulmalı, hatta bu aĢağılık duygusunu, medeniyete ve ilme hiz-
met eden baĢlıca milletlerden olmak üstünlüğü duygusu ile değiĢtirmeli
idiler. Böyle bir duygu değiĢtirmede Arapça kadar zengin ve sağlam
temelli bir dilleri olduğuna inanmaları da Ģart idi.
Atatürk, eski yazılarında ve büyük ''Nutuk''unda görüleceği üze-
re, Osmanlıcı inĢa terbiyesi görmüĢtür. Yazı dili, Edebiyat-ı Cedide'den
daha geri, Namık Kemal mektebine yakındır. 1912'den beri Türkçecil i-
ğe doğru değiĢmekte olanların zevki ile, Atatürk'ün 1930'daki dil zevki
arasında büyük bir fark olması tabiî idi.
Biz Türkçüler eski sadeleĢtirmecilerden bir hayli ileride idik. Sa-
deleĢtirmeciler Osmanlıcayı reddetmemiĢlerdir. ''Câlib -i nazar-ı dikkat''
yerine ''nazar-ı dikkati celbeden'' sözü bir sadeleĢme örneği idi. Sade-
leĢme, eski koyu inĢayı mümkün olduğu kadar aydınlatmaktan ibaretti.
Muallim Naci Osmanlıca yazmakla beraber, bazan, bir sadeleĢtirme
devri eserlerinin muvaffak olmuĢları arasındadır.
SadeleĢme hareketi pek eskidir. Ġkinci Murad meĢhur
''Kâbusname''yi pek sevmiĢ. Fakat okuduğu tercümelerden hiçbirinin
açık olmadığından Mercümek Ahmed'e Ģikâyet etmiĢ:
- Bir kimse olsa ki kitabı açık tercüme etse. Tâki mefhumundan
gönüller hazzalsa, demiĢ.
Mercümek Ahmed eseri yeniden Türkçeye çevirmiĢ. Bu 400
sayfalık tercüme, Türkçenin baĢlıca anıtlarından biridir. Bugün bir Türk
çocuğu, üstünden asırlar geçen bu kitabı, daha dünkü Fecr-i âti nes-
rinden bir kat daha kolaylıkla okur. Sizinle kitabın sonundaki parçala r-
dan birkaç satır okuyalım. Halife, bir gün, Cafer adında bir âlimle birli k-
te ġat Irmağında gezmeğe çıkar; ''Vakti hoĢ ve gönlü açıktır.'' ġimdi Ģu
Türkçeye bakınız: ''...Halifenin diline yürüdü ki Allahü-vâhidün-ve-ene-
vâhid, yani niteki Tanrı birdir, ben dahi hilâfette birim. Cafer eyitti, y a-
nıldın ey müminler beyi. Sen ikisin: Can ve ten. Ġkidensin: Ata, ana.
Ġkidesin: Gece, gündüz. Ġkiye varacaksın: Uçmak, tamu.'' (1)
Bir de 1908 mekteplerinde okunan bir tarih kitabından aldığım
Ģu parçaya bakınız: Ol Ģeb-i hayır - ki bir sabah-ı felâhın miftah-ı za-
fer-küĢası idi. ġehriyar-ı Gazi Hazretleri cebîn taarru-u iftikarı zemin-i
teĢeffu-u istinsardan kaldırmayıp...'' Bu nesir rahmetli Ata Bey'in
''Ġktitaf'' kitabına da seçilmiĢtir.
ġimdi Yunus'un üzerinden gene asırlar geçen iki Ģiir parçasını
okuyalım:
- 1 -
- 2 -
- 3 -
SAC SOBA
MECLĠSL ERĠ
- 1 -
- 2 -
- 3 -
KURTULUġÇU
PARA
BĠR YASAK
Dilâver pek sevimli bir Rumeli delikanlısı idi: Ankara'ya ilk gitt i-
ğimizde kendisini Polis Müdürü olarak bulmuĢtuk.
Bir hikâyesi vardır: Kuvay-ı Milliye devrinde Ģehirde bir kerpiç
delik edinebilmek bile pek zor ele geçer nimetlerdendi. Polis Müdürlü-
ğünün tevkifhanesi de alt katta bir odadan ibaret. Ġçki yasak olduğu
için, kaçak. Kaçak olduğu için de yarı-zehir. Bir iki azılı sarhoĢ gelse
Dilâver'in yeri var. Fakat daha fazlasını kendi odalarına alması lâz ım.
Bir çare bulmuĢ: Bir gün yakalayıp getirdikleri bir deliyi alt kattaki tek
odaya koymuĢ. "Deli sarhoĢtan yılar," demiĢler ama, doğru olmadığı
orada meydana çıkmıĢ. Ġlk tutulan sarhoĢ sırıta sırıta saldırma alâmeti
gösteren delinin karĢısında sinmiĢ ve bir köĢeye büzülerek sabahı güç
etmiĢ. Haber, Ģehre yayılınca bu yaygaracı sarhoĢluk vak'alarından
eser kalmamıĢ.
Ġçki yasağı kanunu, bir fıkramda anlattığım gibi, ilk Meclisten bir
sağlık değil, bir Ģeriat kanunu olarak çıkmıĢtı. Ġçki yasağı yürüyor, içki
de içiliyordu. Rakının bir adı "Dilâver suyu" idi. Çünkü yobaz diktası
olduğu için herkesi kızdıran bu yasak zamanlarında en iyi içkiyi Polis
Müdürü çıkarıyordu.
Lokantaların bir köĢesi vardı: Ġçenler oraya sokulur, dıĢarıdaki-
ler de farkına varmaz görünürlerdi. Çok kimse rakısını bağında çeki-
yordu.
Zaferden sonra yasak Ġstanbul'a da geldi. Orada da, Amerika '-
daki içki yasağı devrinde olduğu gibi, elaltı ve kaçak ticareti aldı, yürü-
dü. Ġkinci Mecliste yobaz kalabalığı hayli olduğundan durumu
tabiîleĢtirmek için teklif getirmeye kimse cesaret edemiyordu. Hocalar
kıyameti koparmaya hazırlanmıĢlardı. Hatta polisin ihmaller gösterdiği
rivayetleri üzerine ve tam büyük devrim günlerinden bir hoca kürsü-
den:
- Medreseleri kapıyorsunuz, meyhaneleri açıyorsunuz, diye ba-
ğırıyordu.
Nihayet yine yobaz fetvacılığı imdada yetiĢti: "Ġçki satın alınab i-
lir, çünkü dinlerinde bu yasak olmayan tebaamız da vardır, fakat me y-
hane açılamaz, çünkü burası Müslüman memleketidir."
Bir müddet de böyle gittikten sonra iĢler tabiî yoluna girdi idi.
Son defa Libya'ya gittiğimizde gördüm. Üçü de ayrı hükûmet
olan üç eyaletten ikisinde, Fizan ve Bingazi'de içki yasak. Henüz yirmi
otuz bin Ġtalyanın oturduğu Trablus'ta ise içki de serbest, meyhaneler
de. Yasak söz: Fizan ve Bingazi'de, Kuvay-ı Milliye Ankarasında oldu-
ğu gibi; Trablus'ta ise bugünkü Ankara'da olduğu gibi içilmekte.
Tuhaf tesadüftür ki, o yaban, boz ve silme boĢluk olan Ankara'-
da ilk sinir hastalarımızı hiç içki kullanmayanlar arasından vermiĢtik.
Bu münasebetle Ģu hatıram da tekrarlanmaya değer: Rahmetli
Ahmet Rasim'in hikâyesi idi bu... YeĢilay Derneği'nin bir toplantısında
konferansçı sorar:
- Sevgili dinleyicilerim, bir eĢeğin önüne bir kova su, bir kova
rakı koysanız hangisini içer?
Hemen biri cevap verir:
- Tabiî suyu...
- Neden?
Bir keyif ehli de orada imiĢ. Ġkinci cevabı o verir:
- EĢekliğinden!
Atatürk hikâyeye bayıldı idi. Sık sık tekrar ederdi. Bir akĢam
çiftlikte eski küçük köĢkün önünde oturuyorduk. Uzakça duran bir iĢçi
çocuğu bizi seyrediyordu. Atatürk:
- Gel çocuğum buraya... dedi.
Çocuk sofraya yanaĢtı. Atatürk sordu:
- Bir eĢeğin önüne bir kova su, bir kova da rakı koysalar hangi-
sini içer?
Çocuk önümüzdeki kadehlere bakarak:
- Rakıyı efendim, demesin mi?
Atatürk gülerek:
- Aman neden olduğunu sormayalım, demiĢti.
GÜÇLÜKL ER
Mustafa Kemal Kuvay-ı Milliye'nin ilk zamanlarında çetelerle,
daha sonra Ġstanbul'un emrinden çıkmak istemeyen bazı komutanlarla,
fakat en çetini Birinci Meclisteki irtica ve muhalefetle pek sıkıntılı gü n-
ler geçirmiĢtir. Bu güçlüklere nasıl göğüs gerdi, nasıl baĢa çıktı, Ata-
türk'ün liderlik dehasını iyice kavramak için bilhassa Kuvay-ı Milliye
tarihi ve hatıraları üzerinde durmak lâzım.
Sakarya zaferinden sonra bile ondan BaĢkomutanlık yetkilerini
geri almak isteyenler yalnız ikinci grup denen muhalefet değildi. Kendi
grubundan bazı kimseler de onlara katılmıĢlardı: "BaĢkomutanlık Ka-
nunu Meclis'in hakkını gasp etmiĢtir!" diyorlardı.
Onun için bu kanunun yenilenmesi Mecliste yirmi dört saatten
fazla süren tartıĢmalara yol açtı. Bu sırada en çok alkıĢlanan sözler-
den biri de Ģu idi:
- Hani zafer? ĠĢte hâlâ kımıldayamadık ve kımıldayamıyoruz!"
Mustafa Kemal kürsüye çıktı:
- Efendiler, ordu yirmi dört saattir komutansızdır. Bunu böyle
kabul ettiğimi ve komutayı bıraktığımı mı sanıyorsunuz? Bırakmadım
ve bırakmayacağım.
Bu diktatörce bir sözdür. Fakat aynı adam:
- Canım neden bu Meclis'in dertlerini çekiyorsunuz? Dağıtalım,
rahat ediniz! diyen Ģiddetçileri de aynı kuvvetle reddediyordu:
- Meclis olmazsa biz neyiz? Hiçbir Ģey... Biz Meclissiz olamayız,
diyor. Türk milletinin o ana-baba, ölüm-kalım günlerinde irticaın çoğun-
lukta olduğu bir muhalefetli Meclisi dahi Meclissizliğe tercih ediyordu.
Büyük taarruzdan önce Paris'teki görevinden Ankara'ya gelen
bir tanıdığım geçenlerde bana:
- Hükûmeti de Meclisi de umutsuz bulmuĢtum. Para yoktu ve
maliyecilere göre orduyu bir adım ileri yürütecek kadar para bulmak
ihtimali de kalmamıĢtı, demiĢti.
Gene büyük taarruzdan on-on beĢ gün kadar önce ikinci grup
milletvekillerinden eski ve itibarlı bir kurmay subayı kürsüye çıkarak
ordunun durumunu tenkit ettikten sonra:
- Yapamıyorsunuz, yapamayacaksınız. Ġleri gidemiyorsunuz,
geri gelmenizden korkarım, demiĢtir.
Gariptir ki Mustafa Kemal bu hücum ve tenkitlere silâhsızlıktan,
cephanesizlikten ve çaresizliklerden bahsederek pek tevazu ile cevap
vermiĢti. O günlerde hiç istemediği Ģey, bir taarruz yapacağının sezil-
mesi idi.
Birinci Meclisin Ģerefli bir hatırası olarak Ģunu belirtmelidir ki
Sakarya'dan sonra zafersiz bir anlaĢma fikri pek az taraftar bulmuĢtur.
Vatanı kurtarmak davası ile, Mustafa Kemal'in BaĢkomutanlık yetkileri
davasını birbirine karıĢtırmamak lâzım gelir.
Ġrtica, ki gene o devirde bütün kanunların bir defada Ģer'iyye
encümeninden geçmesini kanunlaĢtırmak isteyecek kadar taassup
içinde idi, Mustafa Kemal'de kendi liderini bulmuyor ve zaferden sonra
onun Ģimdi içinde sakladıklarını birer birer ortaya atacağını biliyordu.
Mürteci olmayan muhalifler ise, Dünya Harbi sırasındaki Enver
diktatoryasını unutamıyorlar, Mustafa Kemal'in ikinci bir asker dik tatör
olmasından korkuyorlardı.
Büyük taarruzdan önce ordu komutanlıklarından biri boĢaldı idi.
Bu komutanlığı teklif ettiği arkadaĢlarından biri, Refet Bele:
- Önemsiz bir Ģey olacağı zaman vazife alırım, diyerek cephe
komutanı Ġsmet PaĢa'nın emrine girmeyi istemiĢti. Nureddin PaĢa'nın
Ġzmir'e giren ordu komutanı olması bu yüzdendir.
Nureddin PaĢa sonradan irtica takımına katıldığı için bu tayin
tehlikeli de olmuĢtur.
DĠKTATÖR
Atatürk diktatör mü idi? Rejimine bakarsanız evet. Fakat ne mi-
zacı, ne de ideali bakımından diktatörlük inançlısı değildi. Millî kurtuluĢ
için Ģart saydığı inkılâplarının hürriyet içinde yaĢayabileceğine güven-
seydi, demokratik savaĢçılığın zevklerini feda etmeyeceğine Ģüphe
yoktu.
Nitekim zamanının diktatörlerinden hiçbirini sevmemiĢtir. Ne
Hitler'in, ne de Mussolini'nin lehine konuĢtuğunu hatırlamıyorum. Hit-
ler, Mussolini ve Ġstalin, üçü de sivil iken üniformalarını bir gün bile
bırakmamıĢlardır. Atatürk mareĢal iken, üniformasını bir iki de fa ancak
manevralarda giymiĢti.
Atatürk, Serbest Fırka'nın kuruluĢ meselesinde samimî idi. Plâ-
nı sandığıma göre Ģudur: Ġsmet PaĢa ve Fethi Bey fikir ve ideal ark a-
daĢlarıdır. Ġkisi de inkılâpçıdırlar. Kendisini lider olarak tanıyacaklar,
inkılâp müesseselerini koruyacaklar, bunlar dıĢındaki meseleler üze-
rinde diledikleri gibi çarpıĢacaklar, ayrı ayrı seçime gidecekler, böylece
Türkiye'de demokrasi geleneği kökleĢmiĢ olacaktı. Fethi Okyar'ın ke n-
disi Atatürk'ü hayal kırıklığına uğratmamıĢtır. Fakat bilhassa iktidarı
nüfuz ticareti için ele geçirmek ve Ġsmet PaĢa'nın bu bakımdan çıkar-
dığı güçlüklerden kurtulmak isteyenler, kolay yolu aradılar. Ġrticaın ta h-
riklerini benimsediler. Bu tahrikler bir ara o kadar tehlikeli Ģekiller aldı
ki olgunluk imtihanını henüz veremeyeceğimiz meydana çıktı. BaĢkala-
rının daha derin sırlar keĢfedip etmediklerini bilmiyorum. Fakat benim
perde önünde ve arkasında gördüklerimden edindiğim kanaat bu.
Atatürk, Hitler ve Mussolini gibi, demokrasiler aleyhine hicivler
ve diktatörlük lehine methiyeler söylemiĢ değildir. Hususî meclislerinde
dahi millî hâkimiyet davasına gönülden bağlı olduğu sezilirdi. Onun
düĢmanlığı, yobazlığa idi. Geriliğe idi. Türk Ģerefini düĢüren ve Türklü-
ğü geliĢmeden alıkoyan kara ve karanlık gelenek ve göreneklere karĢı
idi.
Devrinin liderleri arasında tek samimî dostluk hissettiği adam,
Amerikan demokrasisinin baĢındaki Roosevelt olmuĢtur. Roosevelt de,
bir filmde Atatürk'ün küçük yavrulara sevgisini gösteren sahneyi se y-
rederken pek duygulanmıĢ ve kendisine bir sevgi mektubu yollamıĢtı.
Herriot'yu nasıl zevkle karĢılayıp konuĢtuğunu da hatırlarım.
Atatürk BolĢevik liderlerinden yalnız Lenin'i, Rus ihtilâli millî ku r-
tuluĢ davalarını tuttuğu, her türlü emperyalizmi reddettiği ve Rusya
içindeki milletlere hürriyet verdiği mühlet içinde sevmiĢtir. Unutmama-
lıdır ki o zaman Ankara'da Azerbaycan elçisi de vardı.
Ġstalin'i hiç sevmemiĢ, fakat küçümsememiĢtir. Mussolini'yi kü-
çümserdi:
- O sadece iyi bir bayındırlık bakanıdır, derdi.
Gerçekten de Mussolini onun ölçüsü içinde kalmıĢtır:
- Kendi kendini sandığı gibi olsa baĢında kral bırakır mıydı?
derdi.
Nitekim Mussolini'yi baĢında alıkoyduğu kral hapse atmıĢtır.
ALAFRANGA
Ankara yerlilerine göre biz hepimiz, kendi aralarına sonradan
katılmıĢ olanlar ''yaban'' sayılırdık. 1923 sularında bu yabanları görme-
li idiniz: Milletvekillerinden bile birçoğu poturlu veya cüppeli idi. Kravat
ve düzgün Ģehir kılığı henüz bid'at gibi bir Ģeydi. Her gün tıraĢ olmak,
sık sık esvap değiĢtirmek, ütü ve kalıp, kerçip evlerin rahatsızlığından
Ģikâyet etmek züppelik görünürdü. Göze batmamak yalnız Mustafa
Kemal'in ve Mudanya'dan beri sivil giyen Ġsmet PaĢa'nın imtiyazları idi.
Hele biz Ġstanbul'un edebiyatçı gençleri pek yadırganırdık. Yü-
zümüze değilse de arkamızdan:
- Nereden çıktı bu dalkavuklar! dendiğini iĢitiyor gibi olurduk.
Akıllarınca Ankara bizim yüzümüzden bozulacaktı. Ankara'nın
Kuvay-ı Millîyeliği uçup gidecekti.
Bir de bize sormalı idiler. Belediye bahçesinin cılız akasyaları
altında caddenin tozunu dumanını teneffüs ederek bunaldığımız gün-
lerde:
- Mustafa Kemal de devlet merkezi yapacak baĢka yer bulama-
dı mı? diye içlenirdik. ''Yaban'' nüfus o kadar azdı ki her yerde birbiri-
mizi bulurduk.
Ankara'nın rakiplerinden biri Konya, biri EskiĢehir'di. Doğrusu
EskiĢehir'i o günlerin Ankarasından cennet gibi görürdük. Ġstanbul'a
yakındı. Fakat Mustafa Kemal bu tartıĢmaların altından kalkmak ne
kadar güç olduğunu düĢünerek:
- Buraya gelmiĢiz, burada oturmuĢuz, burada kalacağız, deyip
kesmeği daha doğru bulmuĢtu.
ĠĢin tuhaf tarafı Ġstanbul'un Tanzimatçı kibarları arasında da
''yaban'' sayılıĢımızdı. Kalpaklı idik. Ġstanbul fesi bize yan bakardı. Ara
sıra girdiğimiz meclislerde konuĢmanın kesilmesinden bize duyurul-
mayacak Ģeyler görüĢüldüğünü hissederdik. Mustafa Kemal'i hiç sev-
meyen Merkez-i Umumîci Ġttihatçılar bu alafrangalarla birlik olmuĢlardı.
Gariptir: Onlar da 1908 MeĢrutiyetinden sonra Ġstanbul'a göre Selânik
yabanları idiler. Rumeli keçekülâhı unutulmuĢ, artık Ankara kalpağı
alaya alınıyordu. Devrimler bizim MeĢrutiyet Türkçülüğünden beri gü t-
tüğümüz dava idi. Tabiî Mustafa Kemal'in cesaret ettiği kadar ilerisine
gitmiyorduk ama, radikal Türkçülerden idik. Yat Kulüp'te de bize: "Dal-
kavuklar!'' diyorlardı.
Yahya Kemal bir gün bir Ġstanbul meclisinde fırka kavgaları
olurken, kızmıĢ:
- Ben ne o fırkadanım, ne bu fırkadanım, Mustafa Kemal'in dal-
kavuklarındanım, demiĢti.
Ankara'ya git, yaban, Ġstanbul'a gel yaban... Doğrusu bir tuhaf
olmuĢtuk.
Yapılanlar ve yapılacak olanlar da bu alafrangaların sözde rü-
yada bilme görmeğe hasret çektikleri idi. Fakat padiĢahın Ġstanbulunda
yapılmıyor, sadrazam paĢa hazretleri yapmıyor ve Yat Kulüp kibarları
Fındıklı Sarayı'nda oy vermiyordu. Bunlar sırmalı Tanzimat
islâhatçılarının hayranlığı ile yetiĢmiĢlerdi. Ankara yabanların giydirdiği
Ģapkayı bile baĢlarına koymaktan utanmıĢlardı. Ġçlerinden biri vardı ki
Avrupa'da iken bir gazetede çıkan Ģapkalı resmi yüzünden parti buh-
ranı olmuĢtu. Hocaların ve muhafazakârların gözünde mason ve zındık
diye anılırdı. O bile, daha mecburi olmamakla beraber, gözleri alıĢtı r-
mak için giydirilmeğe baĢlanan Ģapka ile alay ediyordu. Hattâ Atatü rk
bir gün acı acı gülmüĢ:
- Sorunuz beyefendiden, dinine mi dokundu acaba? demiĢti.
Bu yabanlık devrimiz Ankara Ģehri biraz medenîleĢinceye kadar
sürdü.
Doğrusu Atatürk de, Kemalizm de ne alaturka, ne alafranga,
doğrudan doğruya Türktü.
YEġĠL
Büyük Batı Ģehirlerinin hepsinde bahçeli ev semtleri ayrılmıĢtır.
Bu sistem her yuvaya havasını ve gölgesini olduğu yerde verir. Her
pencereden güneĢ girer.
Ankara plânında da YeniĢehir'in ana cadde arkaları bahçeli ev-
ler semti, Çankaya ve Kavaklıdere daha geniĢ bahçeli villalar semti idi.
Ġmar komisyonu reisi iken plân disiplininin korunmasına çalıĢıyordum.
Doğrudan doğruya Atatürk ve Ġnönü ile temas edebildiğim için, bir sürü
menfaat çarpıĢmalarına rağmen, pek zorluk çekmiyorduk.
Bir gün Avusturyalı mütehassıs Örley bana geldi. Atatürk'ün
YeniĢehir'de Bayan Rukiye için yaptıracağı evin plânını tasdik ettiğini
söyledikten sonra:
- Biliyorsunuz ki bu mahallelerde dükkân olmayacaktır. Hâlbuki
evin projesinde bir dükkân var. Müracaat köĢkten olduğu için dokun-
madık. Size söylüyorum, dedi.
AkĢam Atatürk'e gittiğimde durumu olduğu gibi anlattım:
- Ne demek bu? Bizim keyfimiz için plânı mı bozacaksınız? Ya-
rın mütehassısa söyle, projeyi geri alınız ve dükkânı siliniz, dedi.
Öyle de oldu idi.
Fakat kimse durulamıyordu. Arsayı veya evi kaç kat ve nasıl bir
bina yaptırabileceğini bilerek almıĢ olanlar, mülklerini gelirlendirmek
için plân disiplinini bozmağa uğraĢıyorlardı. Bir milletvekili evinin ba h-
çesi önündeki garajı bakkal dükkânına çevirmiĢti. UğraĢtık, kanunların
böyle olup bittileri gidermeğe elveriĢli olmadığını gördük. Ondan sonra
garajların bahçe gerilerine yaptırılmasına karar verdikti.
Ankara, Yansen plânına göre, boĢ bir toprakta kurulduğu için
dünyanın en modern Ģehri olacaktı. Gerek trafik, gerek oturma bakı-
mından Doğu'ya değil, Batı'ya da örnek olmak Ģerefini kazanacaktı. Bir
müddet sonra menfaatler birleĢerek imar komisyonu meselesini ''kuĢ''a
döndürdüler. Yabancı mütehassısı, maaĢını azaltarak, gitmek zorunda
bıraktılar. Müdürleri emirlerine aldılar. Çırpındık, çırpındık, plânın te-
mellerinden kaymasını önlemeğe muvaffak olamadık. Fakat umumî
hatlar yine yürürlükte idi.
Hatıra defterimden bu fıkrayı çıkardığım günlerde Ankara'ya
gitmiĢtim. Ġki yıldan beri görmediğim Ģehrin hâli beni ümitsizliğe düĢü r-
dü. Plân temellerinden yıkılmıĢtı. YeniĢehir mahalleleri, gecekondu
semtleri anarĢisi içinde idi. Ġki katlıdan fazla bina yapılmayacak yerler-
de sekiz katlı çirkin çirkin kaleler yükseliyordu. Bahçeler silinmiĢ, irili
ufaklı arka sokak dükkânları ile tıkanmıĢtı.
Ankara'da göz, su arar, yeĢillik arar. Bozkırın bu parçasına bi-
raz yeĢillik verebilmek için neler çektikti. Bayan Afet'in bir hatırasında
vardır: Atatürk çiftliğin yemiĢ bahçesi yapılan bir kısmında eski iğde
ağacını aramıĢ, sökülüp atıldığını görünce bir yavrusu ölmüĢ gibi iç-
lenmiĢti. Bir vatan savaĢını ateĢ içinde nasıl candan gönülden takip
ederse, Ankara'nın yeĢillenmesini öyle gözlüyordu.
YeniĢehir'den Cebeci'ye doğru giden yolun sağında büyük bir
fidanlık vardı. Büyüye büyüye o çorak yerde tabiî bir park hâlini almıĢ-
tı. Bu defa köklerine kadar kazınarak boz bir yapı arsasına çevrildiğini
gördüm. Sandım ki, Ankara'dan göçe hazırlanıyoruz. Sonra eski Ġngiliz
Büyükelçisi Sir George Clarck'ın bir sözü hatırıma geldi. Memleketten
ayrıldıktan uzun yıllar sonra bir ziyaret için gelmiĢti. Abdullah Efendi
lokantasında yemek yiyorduk:
- Ankara'da idim, dedi, bilir misiniz neye ĢaĢtım? Birçok binalar
yapmıĢsınız, yollar açmıĢsınız. Para ile, çimento ile, taĢla ve demirle
hepsi olur. Daha kısa zamanda da olur. Fakat Çankaya'daki eski evi-
min yerinden bakınca, o yeĢilliğe hayran oldum. Nasıl yaptınız bu mu-
cizeyi? ġaĢtığım bu...
Öldü zavallı! Sağ olup Ģimdi gelerek aynı yerden aynı yerlere
baksaydı:
- Gördüğüm mucize değil, bir serapmıĢ! derdi.
Atatürk çiftlik dağlarının ormanlaĢması ile bizzat uğraĢtı idi.
Hemen hemen her ağaçta hakkı vardır.
Nerede birkaç söğüt görse, pikniğe giderdi. Söğütözü pek sev-
diği köĢelerden biri olmuĢtur.
ġu küçük fıkra da hatırlanmağa değer. Kendi ağzından dinle-
miĢtim: Bir gün Kurmay BaĢkanı Ġsmet Bey'le Diyarbakır çöllerinde atla
gidiyorlarmıĢ. Mustafa Kemal demiĢ ki:
- Çabuk bana bir yeni din bul!
- Ağaç dini. Bir din ki ibareti ağaç dikmek olsa!
UMUT
Fırsat düĢtükçe yazdığım gibi hasis denemez, çünkü ikramları
pek yerinde idi. Fakat elinin bir hayli sıkıca da olduğunu söylemekten
geçemem. Çünkü içimde pek lâtif bir acısı vardır.
Ara sıra kravat gibi ufak tefek Ģeyler alırdık. Bunun için meclisi
iyice tenha olmalı, pek sevmedikleri aramızda bulunmamalı idi.
Bir akĢam üç kiĢi kalmıĢtık: ġükrü Kaya, RuĢen EĢref ve ben.
Aramızda bir tertip yaptık. Atatürk'e hediye gelmiĢ olan saatle r-
den birer tane almak istiyorduk. Eski köĢkte idi.
KonuĢtuk, neĢelendik. Ve meseleyi açtık. Pek ciddî:
- Ha bu akĢam baĢka... dedi, üç arkadaĢımsınız. Ne çıkar birer
saatten. Fakat insaf ediniz, kalabalık olduğumuz zamanlar herkese
nasıl saat bulabilirim?
Müjde üçümüzün de ilhamlarımızı açtı. Atatürk'ü keyiflendirmek
için elimizden geleni yapıyorduk. Bir müddet geçti, saatleri hatırlattık.
Zili çaldı, Nesip Efendiyi çağırdı, bu Nesip Efendi simsiyah, yaĢlı ve
güler yüzlü bir Sudanlı idi. Aklı ve nutku birbirinden kıttı. Dört beĢ k e-
limelik bir cümlesini bile hatırlamıyorum. Bir gün evdekilere:
- Çocuklar aklınızı baĢınıza alınız, der.
Pek ehemmiyet verdiği bir mesele üzerine olduğu için, uzun
müddet düĢündükten sonra, nutkuna devam eder:
- Çocuklar baĢınızı aklınıza alınız.
ĠĢte bu Nesip Efendi geldi, Atatürk:
- Yukarıda camekânda saatler var ya... Al getir, dedi.
Nesip Efendi gitti gelmez. Ġdareye bakanlar tarafından böyle
Ģeylere pek dikkat etmesi için tembihli idi. Biz ha geliyor, coĢtuk, ha
gelecek, kaynaĢtık. Zaman hayli geçince de yine hatırlattık. Atatürk zili
kuvvetle vurdu. Nesip Efendi görününce bir hayli payladı:
- Ben sana söyleneni biliyorum. Beyler onlardan değil. Ne di-
yorsam yap.
Nesip efendi gitti gelmez. Biz nükteler savurup birimiz bir Ģiir,
birimiz bir Ģarkı tutturup Atatürk'ü keyifli tutmağa çalıĢıyoruz. Nihayet
bir zil daha, bu defa Nesip Efendi elinde birkaç saatle geldi. Atatürk:
- Getir bakayım, dedi.
Ġnadına gözüne kötü görünenleri seçmiĢ olmakla beraber pek
de fena Ģeyler değildi:
- Bu arkadaĢlarıma bunları mı lâyık görüyorsun? Götür, çabuk
daha iyileri vardır, onları getir emrini verdi.
Nesip Efendi yine gitti gelmez. Biz hep aynı Ģevk içindeyiz. Ata-
türk çok defa gülmekten gözleri yaĢarıyordu. Ismarlama böyle bir me c-
lis eğlencesi bulamazdı. Zamanlar geçti, hafifçe hatırlattık. Tekrar zile
bastı. Nesip Efendi bu defa iki üç baĢka saatle geldi. Atatürk bunları
da beğenmedi. Biz kendimize pek lâyık bulmakla beraber, daha iyisin-
den mahrum olmamak için, onun fikrine katılmıĢ görünüyorduk.
Nesip Efendi gitti gelmez. Gelir gider. Böylece saatler geçti.
Çankaya sabahı ağarmak üzere idi. Pek güzel bir gece geçiren Ata-
türk:
- Vakit geç, sizin de benim de yarın iĢlerimiz var, saat mesele-
sini baĢka zamana bırakalım, demesin mi?
Biz onu eğlendirdiğimiz kadar o da bizi oyalamıĢtı.
***
Atatürk Çankaya'da kalmak kararını vermiĢti. Küçük köĢkün ar-
kası bir bozkır parçası idi. Kendisine:
- Satın almağa lüzum yok, bir iki yıl ektirirsiniz, sizin olur, de-
miĢlerdi.
Ankaralı köylüler asırlardan beri dokunulmamıĢ toprağı sürüp
duruyorlardı. Bir sabah Atatürk dolaĢmağa çıkar. Gazinin tarlalarını
sürdüklerini bilen, fakat kendisini tanımayan köylülerden birinin baĢu-
cunda durur:
- Kolay gele. Ne ekeceksin bu toprağa?
- Hiç, sür dediler de sürüyoruz.
- Ne biter dersin burada?
Dik dik yüzüne bakar:
- Akıl yok mu sende? Burada ekin olsaydı Ankaralılar bırakırlar
mıydı?
AkĢam üstü gülüyor:
- Ġyi bir ders aldık bugün, diyordu.
O boĢ topraklar Ģimdi koruluktur. Anadolu da bunun değerini
bilmez.
HOġGÖRÜRLÜK
''Genç'' keĢfetmek, yeni adam yetiĢtirmek Atatürk'ün merakları
arasında idi. Sicil ve bürokrasi baskı ve sıkısına pek gelmezdi. Çünkü
kendisi bütün gençliğinde ''üst''ten çektiklerini unutmazdı.
Ġkinci Meclise hayli genç katılmıĢtı. Bazıları çabuk vekillik p e-
Ģinde idiler. Vekiller Mecliste henüz ayrı ayrı seçildikleri için koridor
oyunları pek revaçta idi. Bir vekiller heyeti kuruluĢunda yer bulamayan
rahmetli Necati, Rumeli göçmenlerinin acı kaderlerini tutturarak bir
''imar ve iskân bakanlığı'' peĢinde alabildiğine propaganda yapıyor ve
nutuk çekiyordu. Bir gün yine kürsüde iken, iki eli arkasında -o zaman
âdeti olduğu üzere- doksan dokuzlu tespihini çeken Atatürk birden kız-
dı:
- Bütün bunları vekil olmak için yapıyorsun. Seçmeyeceğiz seni!
diye söylendiğini duymuĢtum.
Henüz Cumhuriyet ilân edilmemiĢti. Atatürk hemen her gün
Meclise gelir, çok defa toplantı salonuna da girerdi.
Fakat birkaç gün sonra Necati'yi aramızda bakan olarak gördük.
Atatürk politikada hırsı fazla kötülemez, ahlâk ve fikir temelleri sağlam
olmak Ģartiyle, tabiî de bulurdu. Eski Ģeyhülislâmlardan Mustafa Sabri
Hoca, bir gün kendisine:
- Sana Ģeyhülislâmlık vermediğimiz için bize muhalefet ediyor-
sun, diye tariz eden Osmanlı Dahiliye Nazırı Talât Bey'e:
- Eğer hizmette makam istemek bir suç ise, siz suçüstü hâlinde
bulunuyorsunuz, demiĢti.
Mustafa Kemal de davalarını yürütebilmek için, bütün ömrünce
yükselmeği aramıĢtı. Ġttihatçıların ona vurdukları baĢlıca damga haris
olması idi.
Necati ile Vâsıf erken yetiĢmiĢ olanlardandır. Kültür zaafı bakı-
mından birbirlerinden pek farklı değildi. Karakter bakımından Necati
daha uysal, Vâsıf daha sert ve civanmertti. Necati bir defa bakan o l-
duktan sonra Atatürk'e bütün varlığı ile hizmet ediyor, o sırada sık sık
bulunan politika havası içinde ĢaĢırmaktan kendini koruyordu. Lâtin
yazısı meselesinde hemen harekete geçti. Millî eğitimin nesi var nesi
yoksa seferber etti. Vâsıf elçilikte yabancı dil bilmemek zaafını efend i-
liği, cömertliği ve kibarlığı ile örtebiliyordu. Kanaatlerini söylemekte
cesur ve serbestti. Meselâ Türkiye'deki Ġtalyan korkusunun bir hayal
olduğunu iddia eder, Mussolini'nin Türkiye'ye tecavüz etmeği aklından
bile geçirmediğini ileri sürerdi. Roma'dan Ankara'ya geliĢlerinde n bi-
rinde aynı fikirleri, Mussolini aleyhine nedense durmadan kıĢkırtılan
Atatürk'e söylediği vakit, Atatürk:
- Siz Mussolini yanında benim elçim misiniz, yoksa benim ya-
nımda Mussolini'nin mi elçisisiniz? diye sormuĢtu.
Vasıf:
- Hayır paĢam, ben Roma'da Türk milletinin temsilcisiyim, ce-
vabını vermiĢti.
Burada Vasıf'ın cesaretini değil, Atatürk'ün toleransını övmek
lâzım gelir. Eğer onunla aynı Ģeylere inanmıĢsanız, Atatürk'e hiç be-
ğenmeyeceği fikirlerinizi de söylemek bir cesaret meselesi değildi. Bi-
lâkis sadece onun hoĢuna gitmeği düĢünerek sözleri ayarlamak pek
lüzumsuz bir dalkavukluktu. Bu türlü dalkavuklar sofra oyuncağı o l-
maktan baĢka bir mükâfat da görmemiĢlerdir.
Atatürk'ün bazı törenlerdeki hâlini beğenmeyen Hakkı Kılıçoğlu
Hür Fikir adlı gazetesinde sertçe sözlerle tenkit etmiĢ ve yazısını Ģöyle
bitirmiĢti: ''Bu yol saltanat yoludur, saraya gider, biz artık saraya gid e-
ceklerden değiliz!''
Kılıçoğlu'nu Mustafa Kemal'e iyice curnal etmiĢlerdi. Hâlbuki
MeĢrutiyetten beri en ileri fikirleri pervasızca savunan Hakkı'yı Atatürk
tanırdı, davaya bağlılığını bilirdi. Mustafa Kemal Ģöyle demiĢti: "Hakkı
Bey haklı! Ben de saraya gideceklerden değilim. PadiĢahlarınkine
benzeyen merasime lüzum yok...''
ĠYĠ KALPLĠ
Atatürk hatıralarına bağlı, dostlarına arkadaĢlarına vefalı idi. O
insanları ikiye ayırmıĢtı: Faydalılar ve ''lezzet''liler. Sevmediklerinden
ordu, politika ve devlet iĢlerinde pek sayarak kullandıkları vardır. Se v-
dikleri arasında hiçbir mevki edinememiĢ olanlar da çok görülür. At a-
türk soğukkanlı, pek ciddî ve tartılı bir vazife adamı olduğu kadar, he-
yecanlı bir Ģevk adamı idi.
Doğrusunu isterseniz tanıdıklarından bazılarında ne tat buldu-
ğunu merak ederdik. Her biri ile eski hatıraları vardı. Onun feda ed e-
mediği daha fazla bu hatıralar olduğunu sanıyorum.
Kürt Mustafa beni hapsedeceği, zaman Merkez Komutanlığına
götürülmüĢtüm. Kapıdan girince yüksekçe rütbeli bir subay yanıma
sokuldu:
- Ah haber aldım ama, pek geçti. Sana bildiremedim. ġu alçak-
lar, Ģu alçaklar... diyordu.
Kendisini Türkocaklarında görmüĢ olduğumu hatırlamıyorum.
Mustafa Kemal Anadolu'da idi. Onun bir çıkar yolda olmadığı fikrinde
bulunanlardan çoğu gibi, o da Ġstanbul'u bırakmamıĢtı. Derin derin a h-
larına ve kulak fısıltılarına rağmen Merkez Komutanının emrinde pek
iyi de çalıĢıyordu.
Zamanlar geçti. Ordu Ġzmir'e girdi. Biz Yakup Kadri ile beraber
ertesi gün bir Fransız vapuruna binerek Ġstanbul'dan ayrıldık. Ġzmir'de
Mustafa Kemal'i bulduk. Önce rıhtım boyunca bir konakta idi. ġehir
yanınca Lâtife Hanım'ın köĢküne taĢındı. Sık sık gidiyorduk. Bir gün
kapının önünde o subayı gördüm. Bir iskemleye oturmuĢ, biraz dalgın-
ca. Mustafa Kemal'in inmesini bekliyordu. Meğer Anadolu ordusu S a-
karya zaferini kazandıktan sonra BaĢkomutanla eski ahbaplığı hatırına
gelerek Anadolu'ya geçmiĢ, orduya katılmıĢtı.
Mustafa Kemal PaĢa holde göründü. Hepimizle selâmlaĢtıktan
sonra eski arkadaĢına dönerek:
- KoğmuĢlar seni ha.. Sakın yağmacılık etmiĢ olmayasın?
- Hayır efendim kıtadan ayrılanlar olmuĢ da ben men edememi-
Ģim...
- Vah vah, Ģimdi bir Ģey yapamayız. Ankara'ya dönüĢte görüĢü-
rüz.
Sonra aynı subay askerlikten çıkarak milletvekili adayları arası-
na girdi. Uzun yıllar Mecliste idi. Atatürk insan zaaflarını bilir ve çok,
pek çok defa affetmesini de bilirdi. Kendisi Anadolu'da iken o arkad a-
Ģının Ġstanbul Merkez Komutanlığında nasıl çalıĢtığı hatırlatıldığı za-
man:
- Öyledir.. Pek sıkıĢmağa gelmez. Fakat doğrusu ya, ben Ana-
dolu'da iken yanıma gelmek de pek kolay değildi. Ġnanılır Ģey değild i ki
bizim yaptığımız! demiĢti.
Pek samimî idi. ''Kuvay-ı Milliye devrinde nerede idin, ne vazife
görürdün?'' diye sormayan yalnız o idi. BaĢkaları ise Anadolu'ya bir
gün önce ve bir gün sonra gelmiĢ olmağı, pek ehemmiyetli bir kıdem
davası gibi güderlerdi.
Yüzellilikleri bile affetmesi insan zaaflarına karĢı feylesofça
davranıĢının bir eseri değil midir? Bir gün barıĢmayacağı hasmı, bir
gün bağıĢlamayacağı suç yoktu, diyebilirim. Ġnsanların kendi kendileri-
ni ''yeniden yapmalarına'' fırsat vermekten zevk alırdı. Her Ģeyi görür,
birçok Ģeyleri görmezlikten gelirdi. Not defterime aldığım en güzel söz-
lerinden biri Ģudur: ''Ben onları affederim, çünkü kalbim vardır. Onlar
beni affetmezler, çünkü kalpsizdirler!'' Gerçekten de düĢmanları onu
ölümünden sonra bile affetmemiĢlerdir.
ĠDEALĠ ST
Birinci Dünya Harbi sırasında bir gün Petit Parisien gazetesi
sahibi, edip Anatole France'i görmeğe gelir. Harp idaresi aleyhine sö y-
lemediğini bırakmaz. Anatole France der ki:
- Fakat dostum bu söylediklerinizi gazetenize yazsanız Fransa'-
yı uyandırsanız. Hakikatlerden yalnız sizin ve benim haberimiz olma-
sından ne çıkar?
Gazete sahibi hiç tınmadan cevap verir:
- Bu söylediklerimi yazınca gazetemi süremem ki...
ġimdi bir Türk gazetesinin baĢında genç bir cumhuriyetçi old u-
ğunu farzediniz. Yazı iĢleri müdürü yanındadır:
- Gerçi taassup duygularını okĢar ama, bu tefrikayı koyarsak on
bin fazla satarız.
On bin.. Satıcı payı çıktıktan sonra günde yedi yüz lira! Bu ca-
zibeye kapılarak tefrikayı koyan gazete sahibi, eğer isterse, bir Must a-
fa Kemal ile kendi arasındaki farkın ne kadar baĢ döndürücü, Atatürk
prensiplerine bağlılığının da sadece bıyık tıraĢ ettirmek, Ģapka ile d o-
laĢmak, karısını çarĢafsız gezdirmekten, bir sahtekârlıktan ibaret oldu-
ğunu görür.
Ġzmir zaferi sıralarında gericilik alabildiğine itibarda idi. Ġzmir'e
giren ordunun, tesadüf eseri baĢında bulunan komutan vizita kartına
hemen ''Ġzmir fatihi'' sözünü yazdırdıktan sonra müfti ile, Meclisteki
gerici takımı ile elbirliğine kalktı idi. Ġstenen Ģey gâvurdan temizlenen
memlekette Tanzimat'tan da geri bir taassup rejimi kurmaktı.
Mustafa Kemal'e o zamanlar her Ģey teklif edilmiĢti: PadiĢahlık
da halifelik de! Fanî ömür değil midir bu? Umumî temayüllere uyarsa
belki de baĢına taç giyecek ve taht üzerinde oturacaktı. Enderunları
ile, haremleri ile ġark padiĢahının bütün zevklerine kavuĢacaktı.
Bu temayülleri tersine gitmek, devamlı suikastlara uğramak,
ġeyh Sait isyanları, Dersim isyanları ve Menemen faciaları yolunu a ç-
maktı. ''Gazi'' sözünü fethettiği Ġzmir'in sokaklarında ''gazoz''a ç evirip
onunla alay edeceklerdi.
Kendisini ilk gördüğümüzde:
- ĠĢimiz bitmemiĢtir, yeni baĢlıyoruz, demiĢtir.
Milyonlarca satan gazetesinin sıfıra doğru yuvarlanacağını bili-
yordu. Daha birkaç ay sonra:
- Sanki ne yaptın? diye soracaklar.
Yine kendileri:
- Yaptı ise millet yaptı! cevabını vereceklerdi.
Gerici onu halk arasında lânetleme edecek, gençlerden bile:
- Biz zafere kadar olan Mustafa Kemal'i tanıyoruz. Ondan son-
rakini tanımıyoruz, diyenler bulunacaktı.
Mustafa Kemal zaferden sonra ikinci büyük yalnızlığının içine
düĢmüĢtü: Bu yalnızlığı da, tek millî kuvvet olan çetelere komutanlık
edenlerin kendisini öldürmeğe kalkıĢtıkları, yer yer altmıĢ kadar bölg e-
de halifeci isyanlar çıktığı, pek güvendiği kolordulara komuta edenlerin
Ġstanbul hükûmetine bağlılık sözü verdikleri, Meclis gericilerinin onu
millet hakkını ''gasp etmekle'' suçladıkları günlerin yalnızlığı kadar kor-
kulu idi.
Elindeki zafer ise, ġark pazarında, her türlü Ģanlar ve Ģerefler
ticareti için değer biçilmez bir sermaye idi. O bu sermayeyi sokağa
atıyor, 19 Mayısta nasıl Samsun'a ayak basmıĢsa Ģimdi de yepyeni bir
savaĢ vermek için Ġzmir'e ayak basıyordu. Samsun'dan kalkarak Erzu-
rum, Sivas, Ankara, Sakarya ve Dumlupınar üzerinden Ġzmir'e gelen
asker, Ġzmir'den kalkarak bütün memleketi ve milleti Batı medeniyetçi-
liği davası uğruna fethedecek devrimciye değiĢiyordu.
Bugün bin bir güçlükten bahseden, bin bir özür ileri süren gözde
aydınlarımızın hangisi onun bu iki yalnızlığında olduğu kadar teh like
ihtimalleri karĢısındadır?
Bütün itibarını, Ģereflerini ve Ģanlarını Arap yazısı yerine Lâtin
yazısı koymak için ortaya atmıĢ olan Mustafa Kemal ile, milletvekilliği
ödeneğini feda etmemek için seçim çevresinde medresecikler türeme-
sine göz yuman politikacıyı mukayese ederseniz, bir idealist ile bir
oportünist arasındaki bütün farkları görürsünüz.
Ara sıra:
- Atatürk sağ olsa ne yapardı? gibi bir sual duyulur.
Ben cevap vereyim mi? Topumuza birden lânet okurdu.
BĠR MANEVRA
Atatürk askerliğin âĢığı idi: Geçen harp sonrası millî liderler
arasında tek asker o iken, hiç üniformalı dolaĢmayan da o olduğunu
yazmıĢtım.
Devlet reisi olduktan sonra yalnız bir defa, nihayet belki iki defa
mareĢallik üniformasını giymiĢtir. Ġstiklâl madalyasına kadar, Çanakk a-
le savaĢlarında kazandığı Osmanlı madalyasına bağlı idi. Bu madalya
kendisine verilmiĢ bir Ģey değil de, onun Ģerefli göğsünde sanki kend i-
liğinden doğan bir Ģeydi. Birinci Dünya Harbinde âdeta zorla vazife
almıĢtı. Rütbelerini kıskançlıkların pençesinden çekerek ve sökerek
kurtarmıĢtı. Osmanlı altın madalyası yalnız siper savaĢlarının değil,
karakter ve irade çatıĢmalarının da sembolü idi.
Ankara'nın toz kasırgaları içinde nefes kesilen ilk yıllarında idi.
Rahmetli Doktor Fikret anlatırdı. Viyana'da röntgenli bir he kim muaye-
nesinden geçmiĢ. Profesör sormuĢ:
- Fırıncı mısınız?
Ömrü Ankara'da geçen eski bir milletvekili idi.
Bir gün, henüz Gazi ve MüĢir Mustafa Kemal PaĢa olan Atatürk
arkadaĢları arasında beni de manevraya götürmüĢtü. Bizim kuvvetle-
rimizle Kocaeli taraflarından gelen kıtalar Dikmen sırtlarında son çar-
pıĢmalarını yapacaklardı. Atatürk'ü adım adım takip ediyordum. Ola n-
ca varlığını, nihayet bir oyun olan manevraya vermiĢti. Siperlere girip
çıkıyor, soruyor, meraklanıyor, anlatıyordu. Hiç unutmam. Küçük bi r
kıta komutanına durumu izah ettirmiĢ ve ne karar vermiĢ olduğunu
anlamak istemiĢti. Komutan canlı canlı cevap veriyordu:
- Pek doğru çocuğum, fakat acaba Ģöyle de olamaz mı? Böyle
de düĢünülemez mi? gibi uyarıĢlarla subayın görüĢ ve teĢhis yanlıĢla-
rını düzeltmeğe çalıĢıyor, subay hemen onun dediğini benimsiyordu.
Bu kıta komutanı manevra sonunda takdir kazananlardan biri
idi. Atatürk baĢkalarına bile:
- Ne mükemmel hareket etmiĢtir, diye genç komutanı övüyordu.
Bir aralık, tabiî alâkalıların olmadığı bir zamanda, ''PaĢam, ben yanı-
nızda idim, hepsini siz kendiniz yapmıĢtınız'' dedim.
Güldü:
- Bilir misin, dedi, ben harplerde de böyle idim. O kadar az im-
zalı emrim vardır ki eğer tarih yazılı vesikalara göre hüküm verecek
olsa, bana atfolunan zaferlerin harplerinde benim bulunmuĢ olduğumu
bile güç isbat eder.
ArkadaĢlarından ve emri altındaki kimselerden bizzat kendi ver-
diği Ģerefleri bile kıskanmazdı. "Muvaffak komutanım!'', ''Muvaffak b a-
kanım!'' sözlerini ağzından sık sık duyardık. Muvaffakiyetin de onun
malı olduğunu bilirdik.
Manevra bitmiĢti. Ankara kıtaları Kocaeli kıtalarının bıraktığı si-
perlere girince ĢaĢtık. Ben bu hissi bir defa da çöllerde Ġngilizlerin terk
ettiği siperlerden hatırlıyorum. Kocaeli kıtaları bir sürü konserve kut u-
ları, içleri boĢalmıĢ güzel paketler bırakmıĢlardı. Ġstanbul kenarları bile
o günkü Ankara'ya göre o kadar medenî idi. Bizimkiler boĢ kutuları
topluyorlardı.
Bu devlet ne kadar hiçten ve sıfırdan baĢlamıĢtı. Ankara dük-
kânları henüz eski Osmanlı taĢrası iptidaîliğinde ve boĢlu ğunda idi.
Hani Belediye Reisinin:
- Ankara yolları tozdan ne zaman kurtulacak? sualine:
- Sübhanallah bu yabanlar da hem yol isterler, hem toz istemez-
ler, cevabını verdiği günler!
Hani Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde ''Kiralık elektrikli odalar''
ilânı çıktığı günler!
KORKU
Yakup Kadri ile beraber Hamamönü semtinde üç katlı eski bir
hımıĢ ev tutmuĢtuk. Ġptidaî bir taĢra evi idi. Önce tahta kurusundan
temizlenmek için zamanın bütün ilâçlarını kullanmıĢtık. Misafirsiz
yaĢıyamıyacağımızı da düĢündüğümüzden iki üç misafir odası döĢe-
miĢtik. DöĢeme söz: Kuru karyoladan ibaret.
Sanatkâr dostlarımızdan Çallı, rahmetli Namık Ġsmail, udî
Nevres evimizde kalmıĢlardı. Daha bir hayli gelen gidenimiz de vardı.
Ankara'da otel olmayan ve han bozması kerpiçlerin bizim evden daha
rahatsız olduğu günlerden bahsediyorum.
AkĢamları ya çıkar, ya toplanırdık. Bizim gençlik, Ankara'nın
cesaret ve iman devri idi. Abdullah isminde bir uĢağımız vardı ki ka r-
deĢi rahmetli Ġsmail Canbolat'ın hizmetçisi idi. Bir gün bir facia du y-
muĢtuk: Canbolat'ın hanımı Çankaya'daki evlerinin penceresinden tu-
tuĢmuĢ bir kedinin kırlara doğru kaçtığını görmüĢ ve bayılmıĢ. Meğer
bizim Abdullah ve kardeĢi et çalan bir kediyi cezalandırmak istemiĢler.
TutmuĢlar, baĢkalarına ibret olması için komĢu kedileri de evin altına
toplamıĢlar. Onların gözü önünde hırsız kedinin üstüne gaz dökmüĢler
ve ateĢ vermiĢler. Abdullah'ı çağırıp sormuĢtuk. Hiç tınmadan:
- Ders olsun diye yaptık, demiĢti.
Bilmem kaç ay kalmıĢtık. Nihayet biz de sık sık gidip gelmekten
usanarak Çankaya'da bir ev tuttuk. TaĢınmağa hazırlandık. Ġyi hatırl ı-
yorsam Yakup Kadri'nin akrabalarından Suad Karaosman da son gece
misafirimizdi. Sabahleyin henüz sofada çayımızı içerken aĢağı kattan
bir silâh sesi ve bir feryat duyduk. Biraz ihtiyatlıca merdivend en indik.
Bizim hizmetçi kız göğsünden kanlar akarak yerde yatıyor, baĢucunda
da iĢte o Abdullah duruyordu. Katilin kızı vurup kaçtığını düĢündüm:
- Abdullah çabuk bir polis getir, dedim.
- BaĢüstüne... dedi ve gitti.
Hikâye Ģu imiĢ. Meğer Abdullah kızla evlenmek istemiĢ. Kız
reddedince Ģakadan mı, sahiden mi, her ne ise, benim yatak odamdan
aldığı tabancayı ona doğrultmuĢ. Tetiği de çekmiĢ. KurĢun kızın gö ğ-
sünden girip sırtından çıkmıĢ. Ben yalnız yatak odamda tabanca bu-
lundururum. Ceplerinde taĢıyanlardan değildim. Fakat düĢününüz: Ka-
til âleti benimdi. Katile de evden gitmek fırsatını ben vermiĢtim.
Gazetelerin alabildiğine muhalefet yaptıkları, kulaklarına geleni,
kalemlerine düĢeni pervasızca yazdıkları zamanlardı. Ġstanbul gazet e-
leri pek az olan milletvekili gazetecilerin fisebilûllah aleyhinde idiler.
DüĢtüğüm güç durumu düĢününüz. Bereket Abdullah yanında polisle
geldi.
Bir müddet sonra kızı hastaneye, Abdullah'ı da hapse götürdü-
ler. Gazeteci tedhiĢinden bahsederler. Gerçekten Ģahsî Ģereflerin iyice
korunmadığı rejimlerde bu tedhiĢ vardır ve basın hürriyetinin amansız
düĢmanı da iĢte bu tedhiĢtir. Çünkü bu tedhiĢ tehlikesi altında bulunan
herkes, basının elinden haklı hürriyetler de alındığı zaman sevinç
duymasa bile hiç olmazsa mücadele etmez.
- Yarın biri gider, Abdullah'a akıl öğreterek, efendim ben efen-
dimin tabancası ile kızı vurdum! dedirtirse?
Yatarım aklımda bu, kalkarım hatırımda bu. Tanrının sabahı bir
paket yiyecek, bir kutu Ģeker, veya buna benzer hediyeler alıp, erke n-
den hapishaneye gider, Abdullah'ı görür:
- Korkma sana iyi bir avukat tuttum, kurtulacaksın, der, teminat
veririm.
Arkadan hastaneye uğrardım. Kız iyileĢti, Abdullah'ın mahkûm
olduğunu biliyorum ama müddetini unuttum.
Yıllar sonra bir gün Meclis'e giderken üniformalı biri karĢımda
selâm durdu, elime sarıldı. Baktım, bizim Abdullah! Demir yollarında
imiĢ.
Bütün ürküntülerim üstüme geldi, elimi verdim vermedim, uzak-
laĢtım.
Asıl hoĢ tarafı, bizim kulağımız o kadar delik basın dedikoducu-
larının böyle bir vak'ayı 33 yıl sonra ancak bu yazımdan haber almıĢ
olmalarıdır. Kendilerini ummadıkları kadar iyi ''atlatmıĢ'' sayılmaz mı-
yım?
ġAKACI
Atatürk, kendini alaya alabilecek kadar ince görüĢlü ve tatlı d ü-
ĢünüĢlü idi. Yakup Kadri gibi pek ''güç beğenici'' sanat adamlarımız
onun hikâyelerini ve nüktelerini, bitmesinden korkarak dinlemiĢlerdir.
Eskiden anlatmıĢtım. Orman çiftliği henüz çıplak bir bozkır parçası
iken aĢağıdaki küçük köĢklü bahçesinde oturuyorduk. O gün yılılk h e-
sapları getirmiĢlerdi. Çiftlik iĢleri iyi gitmiyordu. Atatürk ömrün ü pek kıt
kanaat geçirmiĢ olduğundan, para kaybetmesini sevmezdi. Alaca ka-
ranlıkta bir aralık köĢkün önündeki havuzun fıskıyesini açmıĢlardı. Hiç
de zevkli olmayan müdür havuzun içinde renkli ampuller koydurmuĢ
olduğundan, mavili kırmızılı yeĢilli bir su yelpazesi açılmağa baĢladı.
Gözlerini kaldırıp Ģöyle bir baktıktan sonra kendi kendine:
- A Mustafa Kemal, sen çiftçi misin? Hayır. Ziraat mı okudun?
Hayır. Babandan mı gördün? Hayır. ĠĢte böyle bilmediği Ģeylere kar ı-
Ģanlara sular bile güler, demiĢti.
AkĢamları eğer baĢbakan veya bakanlardan biri ciddî bir mese-
le getirmiĢse ve gizli bir iĢse:
- Lütfen bana biraz müsaade ediniz, der, bir odaya çekilip ko-
nuĢur, sonra gelir, yahut gizli bir Ģey yoksa baĢbakan veya bakanı ya-
nındaki iskemleye oturtarak görüĢür, sonra arkadaĢlarına dönerdi. O
akĢam baĢbakan Londra Büyükelçimizin bir raporunu getirmiĢti. Ara-
mızda, Ģimdi hatırımdan çıkmıĢ olan, bir mesele vardı: Devlet reisi ve
baĢbakan rapor üzerine bir müddet konuĢtular, nasıl cevap yazacakla-
rını kararlaĢtırdılar. Sofraya çevrildiler.
Tam o sırada sofranın hayli altında oturan dalgınca bir Ģairimiz,
Celâl Sahir Mecliste söz ister gibi, elini kaldırdı. Atatürk:
- Bir Ģey mi söyleyecektiniz? Buyurunuz, dedi.
- Efendim, meseleyi yanımızda açık görüĢtüğünüze göre bize
de söz hakkı veriyorsunuz demektir. ġunu arzetmek isterim ki Ġngilizler
baĢka memleketlerle münasebetlerinde bilhassa, hatta yalnız kendi
menfaatlerini düĢündükleri meĢhurdur.
Sustu:
- Bu kadar mı efendim?
- Evet!
- Yüksek irĢadınızdan dolayı gerek kendi namıma, gerek cum-
huriyet hükûmeti namına zât-ı âlinize teĢekkür ederim.
ġairimiz hiç aldırmadan:
- Estağfurullah efendim, dedi.
KENDĠNĠ TENKĠT
Yabancılara karĢı gururlu, fakat kendi kendimizi tenkitte
''heccav'' denecek kadar sert ve yermeci idi. Türkiye'nin, memleketçe
ve toplulukça, ileri Batı dünyasına karıĢması için de ağır harp fedakâ r-
lıklarından fazla cesaret, sabır ve enerjiye ihtiyacımız olduğunu düĢ ü-
nen ve bilenlerin baĢında gelirdi. Bu milletin baĢlıca hasmı yobazlar ve
yobazlık gelenekleri olduğuna inanmıĢtı. Mizaçça demokrat, fakat millî
varlığı kurtarmak için inkılâpları gerçekleĢtirme bakımından amansız,
eğilip bükülmez bir savaĢçı idi. Bir fert olarak kalsa ne yapacaksa, millî
lider olarak yaptığı da o idi. Bir gün kapalı bir parti grubu oturumunda
inkılâp meseleleri konuĢulurken:
- ArkadaĢlar, demiĢti, umur-ı cariye'de halkın temayüllerini dik-
katte tutmalıyız. Halka karĢı gitmemeliyiz. Fakat prensiplerimiz dav a-
sında bir kiĢi kalsak, baĢımızı verir, taviz vermeyiz!
Umumî iĢlere ait kanunların tartıĢmasında onun meclisleri
tamamiyle serbest kalmıĢlardır. Bazı kanunları geçirmek için BaĢvekil
Ġsmet PaĢa'nın bile günlerce komisyonlarda uğraĢtığı görülmüĢtür.
Metodu halka daima iyimser görünmek, Ģevk vermek, onu her
Ģeyin iyi gittiğine inandırmak, hükûmet arkadaĢlarına karĢı ise en acı
tenkitlerle kusurlarımızı ve zaaflarımızı sayıp dökmekti. Onun için her
Ģeyi bilmek ister, meclisine gelenleri, söylediklerinden hoĢlanmasa
bile, eğer açıkça bir kötü niyet görmezse, dilediği gibi konuĢturmak
isterdi, dedikodu hapsine girmemek için bir usul de bulmuĢtu. Meselâ
hususî olarak kulağına ben sizin, veya siz benim hakkımda Ģüphe
uyandırıcı bir Ģey söylemiĢiz. Bir akĢam ikimizi sanki tesadüf olarak
buluĢturur, meselâ size:
- Böyle duydum, diye benim anlattıklarımı tekrar eder, sonra
bana dönerek:
- Galiba siz söylemiĢtiniz, derdi.
Meclislerine devam edenlerin hepsi kendisine yanlıĢ haberler
vermenin tehlikesini anlamıĢlardı.
ġahsî iĢlerinde bile aksaklık olduğu zaman:
- Berbat etmiĢizdir, demekten çekinmezdi.
Bir gün hep beraber olan bitenleri tenkit ediyorduk. O hepimiz-
den ileri idi. Bir aralık dıĢarıdan Fethi Bey'in öksürüğü duyuldu. Kaba-
hatli gibi:
- Çocuklar susalım, hükûmet geliyor, dedi.
Bir defa güney vilâyetleri seyahatinden dönmüĢtü. Bilhassa
Dörtyol taraflarını dolaĢmıĢtı. O sevimli toprakların boĢluğu gönlüne
dokunmuĢtu. Yanında bulunanlar bize Ģu sözünü tekrarlıyorlardı:
- Bizim bir kanunumuz vardır, bilirsiniz. Sahipsiz boĢ bir toprağı
ekerseniz sizin olur. ġu ıssız topraklara haberimiz olmadan düĢman
çıksa, bellese ve ekse, sonra da: ''Sizin kanunuza göre buraları
benimdir'' dese ne cevap veririz?
Yabancı mütehassısları sayar, onları över, çalıĢmalarına do-
kundurmaz, fakat:
- Biz yapamayız! sözüne olanca varlığı ile isyan ederdi.
Ġlk yerli mimarlar yetiĢtiği zaman bunların en ehliyetsizlerini bile gökle-
re çıkarmıĢtı.
Yeni devleti kurduğu vakit, bu memleketin yeni çağ tarihinde, en
az ve kalitesiz kadro onun elinde idi. Zekâ takımından olanlar da Ank a-
ra'ya uğramazlardı. Pek çoğu yeni rejime karĢı cephe tutmuĢlardı. Kur-
tuluĢ devrinde bugünkü bilgi ve ihtisas kadrosunun dörtte birini bu l-
saydık, Türkiye Ģimdiye kadar tanınmaz hâle gelmiĢ olurdu. Hiç unu t-
mam, bir gün henüz bir fidan bile dikilmeyen çiftliği dolaĢırken yanına
rastlayan bir ziraatçimize sorar:
- Buğdayla arpadan baĢka ne biter bu topraklarda?
Ziraatçi sayar:
- Yulaf, pancar, zerzevat, tütün...
Biraz geride kaldığı vakit arkadaĢlardan biri der ki:
- Yahu, bu toprakta tütün olur mu?
- Neme lâzım! Ben hepsini söyleyeyim de, bazıları olur, bazıları
olmaz. Ya bir iki Ģey söylesem, onlar da olmazsa?
Rahmetli Ziraat Bakanı Sabri, Ziraat Fakültesini kapatarak o
bütçe ile Avrupa'ya talebe yollamayı daha amelî bulmuĢ, sonra da ya-
bancı mütehassıslar eli ile Ankara Ziraat Enstitüsünün temellerini at-
mıĢtı.
KĠLYO S
Bir zamanlar Genelkurmayın yasak bölge anlayıĢı hatıra hayale
gelmez bir darlıkta idi. Anadolu Ajansı idare meclisinde iken birkaç
arkadaĢ radyo imtiyazı ile ajans bütçesini kuvvetlendirmek istedikti. Bu
ilk Ģirket, Ġstanbul'da Türk olmayanlar da oturduğu için, bu Ģehir halkı-
na anten hakkı verilememek yüzünden iflâs etmiĢtir. O devir radyoları
Ģehir içinde bile yayınları antensiz alamayacak kadar zayıftı. Birkaç
defa rahmetli mareĢela gitmiĢtim:
- Olmaz. Anten olursa verici istasyonları da kurulabilir, casusluk
olur, diyordu.
Kendisine verici istasyonları bularak casusları yakalatan kontrol
aletleri de olduğunu söylemiĢtim. Hepsi boĢuna idi.
Ġkinci Mecliste milletvekili olan ordu komutanları günün birinde
kıtalarını bırakıp vazifelerini görmeğe gelip de Atatürk'e orduyu politi-
kadan kat'î olarak ayırmak kararını verdiklerinden, rahmetli mareĢal de
hemen Meclisten çekilerek bu meselede kendisine yardım ettiğinden, o
baĢında oldukça ordunun sadece asker kalacağına inandığından beri
Atatürk rahmetli mareĢali el üstünde tutar, ona karĢı hiçbir baskı kul-
lanmazdı. MareĢali hükûmete ve devlet reisine Ģikâyet etmekten hiçbir
Ģey çıkmazdı.
Bu yasak bölge anlayıĢı memleketin pek verimli köĢelerini yol-
suz, nüfussuz ve kör bırakmıĢtır. Bir gün Ġzmir'in yasak bölge içinde
nefes alamadığını söylediğimde mareĢal zihniyetindeki bir komutan:
- Bence Ġzmir Ģehrini liman dıĢına çıkarmak lâzımdır, demiĢti.
Bir defa da Ġzmit'ten tersaneyi kaldırmak meselesinde mareĢal:
- Siz tersaneyi bırakınız da, kâğıt fabrikasını nereye götürecek-
siniz, ona yer hazırlayınız, diyordu.
HâĢim ĠĢcan Antalya valisi iken Finike'ye yol yapmaktan men
edilmiĢti. Bir seyahatimde çalıĢkan valinin bu yola kaçak olarak devam
ettiğini hatırlarım. Çünkü Antalya vilâyeti kıyıda idi. Ġtalyanların karaya
çıkarak Anadolu içinde ilerlemelerine kolaylık göstermemeli idi.
Ġstanbul Fransızlarından birinin kotrası, rüzgâr kesildiği için, bir
gün Fenerbahçe ile Anadolu yazlıkları arasındaki çıkıntıya düĢer. Nö-
betçiler zavallıyı üstünde mayosu ile tutarlar ve subayları gelinceye
kadar bekletirler. Hikâyeyi Yalova'da bulunan baĢvekili anlatmıĢtım:
- Nasıl olur bu? diye kızdı.
Ġstanbul'a gelince de komutanla görüĢtüğünü biliyorum. Gariptir
ki burası hâlâ yasak bölgedir.
Yalova Ġstanbul vilâyetine bağlanıp da turistik tesisler yapılma-
sına baĢlandığı vakit, Ġzmit Körfezi'nde kuĢ uçurmayan Genelkurmay
BaĢkanı:
- Pekâlâ pekâlâ. Bir gün Yalova'nın beĢ kilometre berisine bir
top koyarım, meseleyi hallederim, demiĢti.
Bir top kondu mu, bilmem kaç kilometre etrafı yasak bölge olu r-
du. O tarihlerde Almanya'nın Fransız sınırlarındaki istihkâm kasabala-
rında Fransız artistlerine rastlamıĢtım ve yanlıĢlıkla beni arabası ile
gezdiren konsolosumuz bilmediğinden, en ileri hatta tel örgülere kadar
girmiĢtik. Geri dönmek ihtarından baĢka da ceza görmemiĢtik.
Montreux konferansında Boğazlar iĢi görüĢüldüğü sırada Anka-
ra'daki Fransız elçisi:
- Bir Ģeye yanmıyorum. Bu anlaĢma imzalanır imzalanmaz
Kilyos'ta denize girmemizi yasak edecekler, demiĢti.
Gerçekten de Karadeniz kıyılarında daha bir top yeri kazılma-
dan ilk iĢ, Kilyos'ta denize girmeyi değil, dolaĢmayı bile yasak etmek
olmuĢtu.
Geçen yaz Kilyos'un yeni güzel otelini gördükten sonra eğer
yaĢıyorsa o Fransız büyükelçisini bir iki banyo almak üzere davet e t-
tirmeyi düĢündümdü!
BĠR DELĠ
Bir gün kendisine, vaktiyle tanımıĢ olduğu pek güzel sesli bir
hafızın Ġstanbul gazinolarının birinde Ģarkı ve gazel okuduğunu haber
vermiĢlerdi:
- Demek iyileĢmiĢ, dedi.
Hikâye Ģu idi: Bu, aynı zamanda pehlivanlık eden bir hafız. Gür
ve dokunaklı bir sesi var. Sakarya harbi günlerindeyiz. Mustafa Kemal-
'e:
- Hafızı cepheye getirtsek. Ezan ve Kur'an okusa. Askerin ma-
neviyatını kuvvetlendirir, demiĢler.
Haber yollamıĢlar. Biraz meczupça olan hafız Ankara'dan yola
çıkıp cepheye doğrulmuĢ. O sırada casus çok. Büyük kısmı da hoca
cinsinden halifeci. Cephe gerisi büyük titizlikle gelen gideni soruĢtu r-
makta. Bir yerde hafızı tutarlar ve nereye gittiğini sorarlar:
- Beni Mustafa Kemal PaĢa çağırttı, tanıdığımdır, ona gidiyo-
rum, deyince:
- Tamam! derler casusluğu itiraf ettirmek için sıkıĢtırırlar. Hap-
sederler, döverler. Cezbeli hafız karakoldan karakola büsbütün aklını
ĢaĢırır. Nihayet bir yerde minareye fırlayıp avaz avaz bir ezan tutturur.
Cepheden haber alıp bırakılması için emir giderse de iĢ iĢten geçmiĢ-
tir. Bizim hafızın zaten sallanan aklı büsbütün uçmuĢtur. Mustafa Ke-
mal PaĢa buna pek esef eder. Çünkü birkaç defa dinlediği sesine ger-
çekten hayran olmuĢtu.
Ġstanbul'da olduğu haberinden pek sevindi:
- Bir akĢam getiriniz, dedi.
Hafız Dolmabahçe Sarayı'nın yemek salonu gibi kullanılan üst
kat sofrasında pek neĢeli, biraz oynakça olmakla beraber, sözü fikri
yerinde idi. Bir hayli gazel ve Ģarkı okudu. Ġçe iĢleyen bir sesi vardı. Bir
ara yanında bulunan bir hanımla biraz fazla ilgilenmiĢ. Biraz heyecanlı
da görünmüĢ. Hanım ürkerek dıĢarı çıkmıĢ. Yanına dönüp de göreme-
yince, birden ayağa fırladı, sofradan bir bıçak kaparak:
- ġimdi sizi bitirdim, dedi.
ġaĢıran Atatürk:
- Otur hafız, diyordu.
Sesini duyunca onun üstüne doğru yürüdü. Sofrada Atatürk'ün
pek kuvvetli ve çevik birkaç arkadaĢı vardı. KoĢtular. O ân'ı hiç unuta-
mam. Hemen hemen çıldırmıĢ olan hafızın pençesi bereket Atatürk'ün
ceketini yakalamıĢtı. Bütün sofra halkı, dıĢarıdan gelen neferler, uğra-
Ģa uğraĢa bu pençeyi esvaptan güç ayırdılar. ''Ya boğazına sarılmıĢ
olsaydı?..'' diye hep sararmıĢtık. Hep o an meselesi idi.
Hafızı aĢağı götürdüler. Hizmet katında bir karyolaya yatırmıĢ-
lar. Gövdesini, ellerini ve ayaklarını bağlamıĢlar. Yine de zorla tutabil-
miĢler. Krizin ne kadar sürdüğünü bilmiyorum. Atatürk tedavisi ve aile-
si için ciddî yardımda bulundu, fakat bir daha adını bile anmadı idi.
Atatürk'ün deli ve sarhoĢla arası hoĢ değildi. Meclislerinde biraz de n-
gesini kaybedenler oldu mu, hemen dağılınırdı.
ġEREF
Atatürk Ģahsî Ģerefinin olduğu kadar, Türk Ģerefinin ihtiraslı
düĢkünü idi. Kibirli değildi: Neferleri ve hizmetçileri ile arkadaĢça k o-
nuĢtuğunu hatırlarım. Fakat gururlu idi.
Bu gurur, Türk Ģerefini yabancılar karĢısında korumak bahis
konusu olduğu zaman eskiden ''ecnebi -girizlik'' dediğimiz Xénophobie
derecesine varırdı. Garpçı idi. Ama, Tanzimatçılar gibi ''mukadder'' bir
Batılı üstünlüğünü kabul etmezdi. AĢağılık duygusu altında ezilmezdi.
Onun Türk tarihi ile uğraĢması, bilâkis, aydınları ve halkı bu
aĢağılık duygusundan kurtarmak için olmuĢtur.
Yabancı memleketlere veya milletlerarası konferanslara giden
arkadaĢlarına:
- Sesiniz benim sesimdir, unutmayınız, derdi.
Herkes de ona hesap vereceğini bilerek protokol ve itibar eĢitli-
ği üzerinde titiz davranırdı.
ġu hikâyeyi anlatmıĢtım: Rahmetli Fevzi Çakmak Yugoslavya
manevralarına gitmiĢti. Fransız Genelkurmay BaĢkanı Gamlin de d a-
vetliler arasında idi. Yemekte sıra meselesi çıkınca MareĢal olduğu
için Fevzi Çakmak'ın general olan Gamlin'den önce oturması lâzım
geliyordu. Gamlin razı olmadı:
- O MareĢal ise de ben Fransız ordusunun Genelkurmay BaĢ-
kanıyım, demiĢti.
Fevzi Çakmak eğer yeri verilmezse yemeğe gelmeyeceğini söy-
lemesi üzerine güç durumda kalan Yugoslavlar ayakta bir ziyafet te r-
tiplemiĢlerdi.
Fevzi Çakmak dönüĢte vak'ayı Atatürk'e anlattı. Atatürk dedi ki:
- Biliyorsunuz, Alman ordusu Renani'yi iĢgal edeceği zaman
Hitler kıt'a komutanlarına, eğer Fransızlar mukavemet ederlerse geri
dönmeleri emrini vermiĢti. Fransa hükûmeti Gamlin'e mukavemet e t-
mesini söyledi. Fakat Gamlin bunun için umumi seferberlik ist edi. Ġç
politika durumu umumî seferberliğe elveriĢli olmadığı için Fransa olu p-
bittiye boyun eğmek zorunda kaldı. Gamlin biraz cesaret gösterseydi,
Fransa Renani'yi kaybetmezdi. Sanat ve mesleğinde ve asıl vazifesin-
de bu kadar zaaf gösteren bu adam, sofra sırası meselesinde bakınız
ne yapmıĢ! Dikkat ediniz, bu adam Fransa'nın baĢına bir felâket geti-
recektir.
Nitekim Gamlin Hitler ordularının bir iki hafta içinde yıkıverdiği
Fransız ordularının baĢında bulunuyordu.
Ġnönü Ġtalya'ya resmî bir seyahat yapacağı vakit Atatürk:
- Sen Türkiye'nin BaĢvekilisin. Mussolini de resmen Ġtalya'nın
BaĢvekilidir. Arada hiçbir fark tanımayacaksınız, demiĢti.
Yolda idik. Ġlk verilen programda Mussolini istasyona gelmiyor-
du. Ġnönü Roma'da yerleĢince karĢılıklı ziyaretler yapılacaktı. Türk he-
yeti eğer program değiĢmezse yarı yoldan memlekete dönüleceğini
Ġtalyan protokolcülerine haber verdi. Trende bir telâĢtır, gitti.
Roma'ya vardığımız zaman Ġtalyan BaĢvekili Mussolini, sırtında
jaket atayı ve baĢında silindir Ģapkası ile Türkiye BaĢvekilini bekliyor-
du.
NUTUK
Atatürk, kürsüde ve yazıda, hayli sert polemikçi idi. Mütarekede
bir defa Fethi Bey'in (Okyar) çıkardığı Minber gazetesine hisseder ola-
rak katıldığını kendisinden duymuĢtum. Kumandanlık sıfatı üstünde
olduğu için imzası ile yazmamıĢtır. Fakat gazeteye bir hayli yazı telkin
etmiĢ olsa gerektir.
Meclis ve sonra Devlet Reisliği sıfatı gündelik tartıĢmalara e n-
gel olduğunu için meĢhur ''Nutuk'unu yazmıĢtır. Benim samimî düĢü n-
cem, hiç yazmaması idi. Bütün o vesikalar, tutanaklar dosyalarla kala-
cağı için tarihçiyi hükümlerinde daha serbest bırakmalı idi.
Ama "Nutuk" Atatürk'teki çalıĢma gücünün insan takatini bazan
ne kadar aĢtığını gösterir. Yüzlerce, binlerce vesikayı eski köĢkün üst
katındaki küçük çalıĢma odasında kendisi ayırmıĢ. Nutku çoğunca
ayak üstü dolaĢarak dikte etmiĢti.
Uzun saatler süren diktelerden sonra yazanlar sekiz -on saatlik
bir uykuya gittikleri zaman Atatürk bir banyo alır, giyinir, akĢam davetl i-
lerine o gün yazdıklarını okutmak üzere sofraya inerdi. Okuma ve o
günkü yazılar üzerine konuĢmalar da saatler sürerdi. Bu defa dinleme
ve konuĢmalardan yorulanlar uzun bir rahatlama için evlerine dönerler,
Atatürk çok defa kısa bir uykudan sonra bir gün önceki çalıĢmalarına
koyulurdu. Bu kadar sıkı çalıĢma haftalarca sürmüĢtür. Cümleler, keli-
meler ve noktalar üzerinde titizce durduğunu unutmayınız.
"Nutuk"u dil inkılâbından önce yazıldığı için, Namık Kemal mek-
tebi üslûbundadır. Atatürk'ü besleyen edebiyat o idi. Harbiye Okulu
hapishanesinde bir gazel bile yazmıĢtır. Dilin TürkçeleĢmesine inan-
dıktan sonra bütün zevklerini ve âdetlerini fikirlerine feda ettiği gibi, o
kadar sevdiği üslûbunu da içilmiĢ bir cigara gibi atıvermiĢti.
Yeni harfler alındıktan sonra eski yazı ile bir tek kelime bile
yazmayan iki kiĢi görmüĢümdür: Atatürk ve Ġnönü! ĠnanıĢlarına öylesi-
ne bağlı idi.
Atatürk, bizim Harbiye'de yetiĢmiĢ olanlar gibi, ister istemez h a-
fifçe kültürlü idi. Fakat ölünceye kadar okuyarak kendi kendini tama m-
lamıĢtır. Kitap okuyuĢu da, "Nutuk"unu yazıĢı gibiydi: BaĢladı mı, ese r
kaç cilt olsa bitirirdi. ''EriĢmek'' ihtirası ile yanar, bu yanıĢ onda bütün
tabiî insanlık zaaflarını silip süpürürdü. Metin kenarını iĢaretlemek
âdeti olduğu gibi, kitapları nasıl dikkatle okumuĢ olduğunu b u renkli
iĢaretlerden anlardık.
Yine bu iĢaretler Atatürk'ün pek iyi konuĢamadığı Fransızcayı
iyi anladığını gösterirdi. Karlsbat kaplıcalarında Fransızca olarak tutt u-
ğu bir hatıra defteri vardı. Büyük bir ihtimâl ile bu defter onun
Karlsbad'da hususî Fransızca dersi aldığını gösterir. Çoğu hissî notlar
olmakla beraber, hoca düzeltmesinden geçmiĢ Fransızca romanları
olduğu göze çarpıyordu.
Yabancılarla, fikirlerini pek iyi anlatmağa meraklı olduğundan,
tercüme ettirerek görüĢürdü. Kurmay subaylarımızın aksine Almanca-
ya pek merak etmemiĢti. En toy gençliğinde bile bir yabancı eğitim
kuklası olmaktan büyük gururla uzak kalmıĢtır. Yüzde yüz Türk subayı
idi. Bununla beraber, büyük bir asker olduğundan, seçme yabancı ko-
mutanları hafife almazdı. Tarih dehâlarının hayranı idi. Peygamber
Muhammed ve PadiĢah Fatih, kumanda vasıflarına hayran oldukları
arasında idi.
SÖYL ENMEYEN
Sonradan Türkiye'de memuriyet de veren bir Ġngiliz, pek kibar
hanımı ile Anadolu'da seyahate çıktı idi. Ġlk defa Konya'da bir otele
inmiĢler. Hanım yıkanmak üzere tuvalete gitmiĢ. Ve içi b ulanarak, âde-
ta sancılar içinde geri dönmüĢ. Adamcağız galiba ĠçiĢleri Bakanı ġükrü
Kaya'ya bir mektup yazarak: ''Aman Anadolu'nun tuvalet yerleri mese-
lesini hallediniz!'' diyordu.
Atatürk'ün en küçük ev içi teferruatı ile uğraĢmasının sebebi,
yıllarca taĢra hayatı iptidaîliğinin çilesini çekmekten, çok temiz olma-
sından ve milletinin Ģerefini kendisinin ki ile bir tuttuğu için, Tanzimat
züppeliği aksine, vatandaĢlarını kendine yetiĢtirmek ve ''onlardan
utanmak'' yerine ''onlarla övünebilmek'' içindi. Anadolu'da en güç Ģey-
lerden biri sıhhî tesisler dediğimiz ev kısmını düzenleyebilmekti. Her
yuva herkes için rahat olmalı idi.
Bir gün beraberce bir yolculuğa çıkmıĢtık. Vilâyet merkezlerin-
den birinde bir iki gün kalacaktık. Atatürk ve arkadaĢlarını ağırlamak
için idarî ve askerî makamlar ve ileri gelenler seferber olmuĢlardı. B e-
lediye binasında bir akĢam ziyafeti, ondan sonra da orduevinde bir
balo hazırlanmıĢtı. Belediye binasında kalabalığın büyük kısmı fraklı
idi. Sofrada hiçbir eksik yoktu. Bir aralık ellerimi yıkamak için dıĢarı
çıktım. Sıkılarak:
- Binada yıkanma yeri yoktur, dediler.
- Ya ne yapabilirim? diye sordum.
Bahçenin yolunu gösterdiler. Bahçe de seyirci halk ile doluydu.
Daha da tuhafı bina cumhuriyet devrinde yapılmıĢtı. D ıĢ ve iç Ģatafatı
yerinde idi.:
- Ya Atatürk'ün bir ihtiyacı olursa? diye sordum.
- Onun için yer hazırladık, efendim, dediler. Ve bana bir para-
vana arkasında bir iskemle ile üstüne konmuĢ bir leğen gösterdiler.
- Ne yapayım, orduevine gideceğiz, gelirim, dedim.
Bir öğretmen geldi:
- Maatteessüf orada da yoktur, dedi.
Ama fraklar, son moda esvaplar, parlak pabuçlar, hepsi hepsi
yerinde idi.
Yine bir vilâyet merkezindeki halkevinde Atatürk'ü misafir etmek
için bir banyolu daire yapmıĢlardı. Ġstanbul'a doğru yol üstünde uğra-
mıĢtık. Atatürk hiç olmazsa bir iki gece kalmağa niyetli idi. Hava sıcak
olduğu için öğle yemeğinden önce bir duĢ yapmağa karar verdi. Ba n-
yoya gitmiĢ. DuĢun altına girmiĢ. Musluğu açınca ne olsa beğenirsiniz,
baĢından aĢağı kurtlar böcekler dökülmeğe baĢlamıĢ. DuĢun altından
çıkması ile odasına fırlaması bir olmuĢ.
Sorduk soruĢturduk: Tabiî bir müteahhit bularak banyoyu mü-
kemmel yaptırmıĢlar. ĠĢ su meselesine gelince:
- Orası kolay, demiĢler, yangın tulumbasını kasabanın içinden
akan suyun baĢına getirmiĢler. Depoya oradan su basmıĢlar.
Bunlar ''en yüksek misafir'' için onun bilhassa meraklı olduğu
hazırlıklardı. Artık geri kalanları düĢününüz.
Bir çamlı tepede belediye bir gazino yapmıĢtı. Tuhafı bahçesi-
ne, sanki hoĢ bir ĢeymiĢ gibi, tıpkı Marmara Çiftliği köĢkünde ki havu-
zun eĢini kazmıĢlardı. Tepede akar su vardı. ''Eeh... Yıkanma yerini
elbette düĢünmüĢlerdir!'' dedik, sorduk, pis, murdar, susuz, yarı açık
bir baraka gösterdiler. Söylendik. ''- Efendim belediye reisinin evinde
de yoktur ki...'' cevabını verdiler.
Sıkılırız da ondan mıdır, düĢünmek ayıp sayarız da bundan mı-
dır, her nedense memleket dertleri derken bunun baĢına o ağıza a l-
mak istemediğimiz ''Ģey''le Sakarya savaĢı verir kadar uğraĢtı idi.
EĞĠTĠM
Ġlk Rusya'ya gittiğim zaman halk eğitim metodlarını yak ından
incelemiĢtim. Benim için inkılâp davamızın tek teminatı kız oğlan bütün
Türk çocukları sivil ve lâyik ilkokul eğitiminden geçirmiĢti. ''Yeni
Rusya'' kitabında bilhassa bu mesele üzerinde ısrar etmiĢtim. Kız ılbaĢ-
Sünnî ayrılığı mı? Ġlkokul meselesi. Doğu illerinde KürtleĢme tehlikesi
mi? Ġlkokul meselesi. Yobazlık o, taassup o, hepsi o mesele idi. Bizim,
bize benzemeyenlerden tek farkımız sivil eğitim görmekten ibaretti. Bu
iĢi halledeceğimiz için de Tanzimat'tan beri yeni nesiller büyük kalaba-
lığın üzerinde köpükler gibi görünüp sönüyorduk. Ġnkılâbın kaçıncı yılı
idi. Hâlâ ilkokul seferberliğini ele almamıĢtık.
Recep Peker partinin umumî kâtibi olarak, baĢbakanın Roma
seyahatinde bizimle beraberdi. O, ben ve Saffet Arıkan otelin holünde
oturuyorduk. Recep Peker, bugünkü demokratların yaptığı üzere pek
kısa zamanda rejimin neler yaptığını sayıp döküyordu:
- Bence hiçbir Ģey yapmamıĢızdır. Mademki halk o halk, buldu-
ğu yerinde duran halk... dedim.
Pek iyi, fakat inatçı bir arkadaĢtı Peker! ''Senden beklemezdim
bu inkârcılığı...'' diye tutturarak ray kilometrelerini, fabrika bacalarını,
Ģehir süslerini yine saydı, döktü.
- Hepsi de Tanzimat'tan beri az çok yapılmıĢtır. Sultan Hamid
Hicaz demir yolunu bir millî eser olarak baĢarmadı mı? Hereke ve Ze y-
tinburnu fabrikaları onun değil midir? Ama onun devrinde isyanlar, Ġtti-
hatçılar devrinde de olmuĢtur. Bizim devrimizde de olmaktadır. Halk
yığınlarındaki mukavemeti bir türlü sökemiyoruz.
Recep bütün belâgati ile birbirine giren terkipleri ve izafetleri ile
bana hücum etti. Sonra, âdeti olduğu üzere, "Falihçiğim gel barda bir
Ģey içelim," dedi.
Gönlümü alacaktı. Barın uzun iskemlesine çıktı. Birer kadeh bir
Ģey ısmarladık. NeĢ'e ile bana dönerek:
- Bilmezsin seni ne kadar severim. Zeytindağı'n yok mu, bayıl-
mıĢımdır o eserdeki görüĢlerine ve buluĢlarına... diye iltifat etti.
Hiç bozmadan:
- Recep Bey ben Zeytindağı'nda o kadar beğendiğin görüĢlerimi
ve buluĢlarımı 21 yaĢında not etmiĢtim. On beĢ yıl daha olgunlaĢtıktan
sonra gördüklerimi demin nasıl karĢıladığını düĢün.. dedim. Mustafa
Kemal.. Mustafa Kemal... diyoruz. Yahut sen, Recep Bey... çocuklukta
hiç okumasaydınız, yahut bir softa ocağına gitseydiniz, Ģimdi birer yo-
baz olmaz mıydınız? Memleket ne çekmezdi sizlerden?
Recep tahammüllü adamdı. Ġdealist ve Ģevkli idi. Fakat bizler
bugün dahi inkılâplarımızın hemen arkasında bütün köylerde ilkokul
temellerini atmamaklığımızın çilesi içinde değil miyiz?
31 Mart, yahut Menemen veya ġeyh Sait, veya 6-7 Eylül.. Hepsi
bir! Aynı ruh!
BOZKURT
Fransa ile aramızda bir Bozkurt hâdisesi çıktı idi. Bin türlü tar-
tıĢmadan sonra iĢi Lâhey mahkemesi kararı ile halletmekte mutabık
kalmıĢtık. Adalet Bakanı rahmetli Mahmut Esat ve bir arkadaĢı Ġsviç-
re'ye gittiler. Orada meĢhur Fransız hukukçusu Fromageot ile buluĢ a-
caklar ve bir tahkimname hazırlayacaklardı. Meselenin en nazik tarafı
da bu tahkimname idi. Fromageot öyle Ģartlar ileri sürmüĢtü ki eğer
tahkimname bu Ģartlar üzerinden yapılırsa, davayı kaybedeceğimize
asla Ģüphe yoktu. Bizimkiler bir uzlaĢma çaresi bulamamıĢlar. DıĢ B a-
kanlığı vasıtası ile Atatürk'e durumu anlatmıĢlardı. Geldikten sonra
bize hikâye ettiğine göre Mahmut Esat tamamiyle ümitsiz, yatak od a-
sına çekilmiĢ bekliyordu.
Bir tesadüf olarak Hâkimiyet-i Milliye gazetesine ait bir iĢ için
Siirt Milletvekili Mahmut'la beraber Çankaya'ya gitmiĢtik. Rahmetli lider
yemek salonundaki ocağın baĢında kitap okuyordu. Bizi dinlemeğe
baĢladıktan biraz sonra DıĢ Bakanlığından geldiler. Mahmut Esat'ın
Ģifresini kendisine verdiler. Sabırla, uzun uzun dinledi. DüĢündü, ta-
Ģındı. Fromageot'nun Ģartlarını âdeta tersine çeviren bir telgraf dikte
etti. Sonuna da, eğer Fransızlar buna razı olmazlarsa Türk hey'etinin
hemen geri dönmesine dair bir cümle ilâve etti.
KonuĢmamızı bitirmiĢ, Mahmut'la beraber yola çıkmıĢtık:
- Canım, dedim, PaĢamızın dehasına Ģüphe yok ama, hukukçu
da değil a...
Atatürk'ü benden daha önce tanımıĢ olan Mahmut:
- Öyledir o... dedi.
Ertesi gün tahkimnamenin Atatürk'ün diktesine göre yapılmas ı-
na Fromageot'nın razı olduğu haberi geldi. Meclis pek neĢeli idi. Da-
yanamadım: Bir gün önce kendisinden ayrıldıktan sonra Mahmut'la
aramızda geçen konuĢmayı olduğu gibi anlattım. Güldü:
- Doğrudur, dedi, ben hukuk pek bilmezsem de, Bozkurt için
Fransa'nın Türkiye ile bir mesele çıkarmayacağını bilirim.
Tevekkeli politikayı imkânlar sanatı olarak tarif etmemiĢler. Ata-
türk vermeği de, almağı da bilirdi. Fakat daha çok ve daha iyi bildiği
Ģey neyin alınabileceği ve neyin alınamayacağını, etrafındakilerden ve
bugünkülerden hiçbirine nasip olmayan bir görüĢle kestirebilmesi idi.
Milleti ne boĢuna hayale düĢürür ve yorar, ne de yine boĢuna onun
menfaatlerinden en küçük fedakârlıkta bulunurdu.
Her ne ise, bir hayli zaman sonra soyadları kabul edildiği vakit
Mahmut Esat adının sonunda kelimeyi görmüĢtük: Bozkurt
Soyadını kendisine Atatürk vermiĢti. ArkadaĢlarını Ģereflendir-
mekte, cephe veya cephe gerisinde, kendi yaptıklarını sevdiklerine mal
etmekte hiç hasis değildi.
GAF
Rahmetli Nuri Conker davudî sesli, kelli felli, çok defa efendice
zarifti. Atatürk'ün çocukluk ve asker ocağı arkadaĢı olduğu için meclis-
lerinde, hava elveriĢli olduğu zaman, lâubalîlik ve Atatürk'le Ģaka e t-
mek de yalnız onun imtiyazı idi. Selânik gazinolarındaki masa sohbe t-
lerinden beri hatıraları birbirlerini tamamlıyordu. Mustafa Kema l daha
kolağası iken bir akĢam:
- Fethi'yi büyükelçi, seni baĢvekil yapacağım, demiĢ.
Nuri Conker sormuĢ:
- A birader ya sen ne olacaksın?
- Fethi'yi büyükelçi ve seni baĢbakan yapabilecek makam sahi-
bi!
Atatürk o makam sahibi olmuĢtu, hatta Fethi'yi büyükelçi de
yapmıĢtı ama, Nuri Conker sadece sohbet arkadaĢı olarak kalmıĢtı.
Sinirli zamanlarda bir hikâyesi, nüktesi veya Ģakası ile meclisin zehrini
giderir. Atatürk'ün pek çok hatıralarını tazeler, rahmetliyi avuturdu.
Eski köĢkünde iken bir akĢam yine toplanmıĢtık. Birkaç hanım
da vardı. Biri Atatürk'ün yakınlarından idi. Misafirlerine birer birer ne
içmek istediklerini soruyor, garsona emir veriyordu. Sıra Saracoğlu
ġükrü'ye geldi. Saracoğlu içkici değildi. Bazen uzun saatler bir kadehle
avunur, fakat herkesle beraber onun da neĢesi artardı. Nuri Conker'in
aksine de hiç zarif değildi. Lâtife etmek istediği zaman biraz kabaya
bile kaçardı:
- Ben Ģampanya isterim, dedi.
Misafirlerinin hoĢnutluğunu pek kibarca her Ģeyin üstünde tutan
Atatürk garsona:
- Beyefendiye Ģampanya getiriniz, dedi.
Nedense ev sahipliğini fazlaca üstüne alan hanım:
- Getirme, hatır için söylemiĢtir, kabilinden iĢaret etmiĢ. Ġçkiler
geliyor, Saracoğlu:
- ġampanyamı isterim, diye tekrarlıyordu. Tatlı sohbetlerine
baĢlamak için acele eden Atatürk:
- Canım beyefendinin Ģampanyasını getirseniz a... diye garsona
biraz sertçe bağırdı.
Hanım yanında oturduğu Saracoğlu'ya, kimseye iĢittirmeyecek
bir sesle,
- Eskiden beri hep Ģampanya mı içerdiniz? demesin mi?..
Demesi bir Ģey değil, pek hassas olan Atatürk bunu duymasın
mı?
ġükrü bir saracın oğlu idi. Atatürk de nihayet bir gümrükçünün!
Kıpkırmızı kesildi:
- Hanımefendi siz bu centilmenlerle bir mecliste bulunmağa lâ-
yık değilsiniz, dedi.
Bu sözden haklı olarak fazla alınan hanım kalktı ve çekildi.
Meclis buz gibi donmuĢtu. Atatürk yüzünü asmıĢ, kimse ses çı-
karmıyordu. Ölüm sessizliği denen Ģeydi bu. ĠĢte o sırada, Nuri
Conker'in Ģarkı okumak için boğazını hazırlıyormuĢ gibi, öksürdüğü
iĢitildi. Hepimiz ona baktık. Pek ciddî:
- Lâ hayre fi hinne ve lâ büdde min hünne... dedi.
Atatürk baĢını kaldırdı:
- Nedir o? dedi.
- Yani efendim onlardan hayır yoktur, fakat lüzumludurlar. Ha-
nımefendilerimiz için söylenmiĢtir de...
Hanımlar bile güldüler. Bulut dağılmıĢtı.
FOX
Foks Atatürk'ün son köpeğinin adıdır. Birkaç yıl eski ve yeni
köĢkte rahmetli lideri eğlendir idi. Ġnce ruhlu insanlar gibi Atatürk de
hayvanları severdi. Kurban kestirmezdi. ''Ömrümde bir tavuğun boğa z-
landığını görmemiĢimdir,'' derdi.
Foks'u kendisine hediye etmiĢlerdi. Daha önce de pek sevdiği
bir köpeği varmıĢ ama, ona ben yetiĢemedim. Atatürk bu yenisine o
kadar yüz verdi ki, bir müddet sonra hemen hemen terbiyesini kaybetti
idi. Bilârdo oynarken masanın üstüne çıkar, bilyeleri yere yuvarlayıp
oynar, Atatürk de bu Ģımarıklığa gülerdi. Bereket yalnız misafirleri
ısırmazdı. Pek sert bir köpekti de!
Törenlerde Foks Atatürk'ün ayağı dibinde dururdu. Galiba Ülkü
kadar onun da çıkmıĢ resimleri vardır.
Ġki fıkrası hatırımdadır: Eski köĢkte vilâyetlerimizden birine tayin
olunan bir zat bir gün kendisini resmî ziyarete gelir. ÇalıĢma odasın-
dan girer. Foks bir köĢede yatmakta. Atatürk masasının baĢında, vali
Bab-ı âli protokolünden gelme olduğu için, oda içinde bir müddet yürü-
dükten sonra, birdenbire yarı beline kadar eğilip ''yerden'' dedikleri
Osmanlı selâmını verir. Cumhuriyet devri görenekleri içinde yetiĢen
Foks bu anî hareketi görünce Atatürk'e bir fenalık yaptığını sanarak
fırlayıp adamcağızı tam kaba etinden ısırır. Ne olduğunu ne yapacağ ı-
nı ĢaĢıran vali de tam tersine yere düĢer ve ayakları hava ya kalkar.
Biz gülüyorduk ama Atatürk pek sıkılıyordu.
Benim bulunmadığım bir gece de mecliste konuĢmalar olurken
Foks, çok defa yaptığı gibi, masanın altına girer. Isırmadığını bildiğ i-
mizden ayaklarımız altında dolaĢmasından huylanmazdık. O gece
rahmetli ReĢit Galip'in iskemlesi yanına gelir ve oynarken pantolonu-
nun paçasını yırtar. Atatürk bundan da üzülerek, dostu ReĢit Galip'e
hemen kendi terzisinde Ģahsî hesabına bir esvap ısmarlamasını rica
eder.
Bu vak'adan sonra eskice esvaplarını giyerek davete gelenler
ve Foks masanın altına girdikçe paçalarını ona uzatanlar çok olmuĢtu.
Fakat Foks ondan sonra bir türlü efendisini masrafa sokmadı idi.
Foks gitgide Ģımarıklığı artırdı. Doğrusu biz de sinirlenmeğe
baĢlamıĢtık. Nihayet bir akĢam geldiğimizde Atatürk'ün elini sarılı bu l-
duk: Efendisini ısırmıĢtı. Köpeği alıp çiftliğe götürmüĢler, kontrol altına
almıĢlardı. Yakınları bir olarak ve sahibini ısıran köpekten artık hayır
kalmadığına inandırarak öldürülmesi için müsaade alabilmiĢlerdi.
Çiftlik müdürü Foks'un derisini doldurtup müze camekânına koymuĢtu.
Bir gün Atatürk gezmeğe gittikte müdür kendisini davet eder, derisi ot
dolu, donuk cam gözlü köpeğini gösterir. Atatürk büyük bir gönül acısı
ile baĢını çevirerek:
- Onu ben severdim. Böyle görmek istemem, kaldırınız onu...
der.
Yanılmıyorsam, ertesi günü Foks'u çiftliğin bir köĢesine
gömmüĢlerdi.
METOD
Atatürk'ün askerlikte ve inkılâpçılıkta baĢarı sırlarından birincisi
tam zamanını beklemek, ikincisi fırsat kaçırmamaktı. Ġlk defa Erzuru m-
'a gittiği vakit halka mukaddes saltanat ve hilâfet makamlarını yabancı-
ların baskısı altından kurtarmağı baĢlıca hedefleri arasında göstermiĢ-
ti. Ġnkılâpçılık davalarından hiçbirini zafere kadar kimseye sezdirme-
miĢtir.
Fakat Vahidettin bir düĢman zırhlısı ile Ġstanbul'dan kaçınca
padiĢahlığı kaldırmak için eline geçen bu fırsatı bir gün bile kaçırmadı.
Ġzmir'de gazetecilerle görüĢtüğü sırada Hüseyin Cahit (Yalçın) neden
Lâtin yazısını kabul ettirmeğe karar vermediğini sorunca, bu suali hiç
de iyi karĢılamadı idi. Lâtin yazısı aleyhtarlığı memlekette o kadar ku v-
vetli idi ki MeĢrutiyet devrinde Kılıçoğlu Hakkı ile rahmetli Celâl Nuri'-
nin çıkardıkları ''Serbest Fikir'' dergisi bu yazı lehine bir makale yayın-
ladığı için kapatılmıĢtı.
Günü gelince de hepimizi ĢaĢırttı. Biz komisyonda beĢ yıl ile on
beĢ yıl arasında bir mühlet düĢünen iki gruba ayrılmıĢtık. Ġlk yıllarda
her iki yazı birlikte öğretilecekti. Gazeteler yarım sütundan baĢlayarak
yeni yazı kısmını yavaĢ yavaĢ artıracaklardı. Bu fikirleri anlatt ığı za-
man:
- Bu iĢ ya üç ayda olur, ya hiç olmaz, dedi.
Sonra ilâve etti:
- Gazetelerde yarım sütun eski yazı kalsa bile herkes onu okur.
Hele iç ve dıĢ bir de buhran çıkarsa bizim teĢebbüs de Enver'inkine
döner.
Enver PaĢa eski yazıda bir imlâ inkılâbı düĢünmüĢtü. Harbiye
Nezareti tezkerelerinde yeni imlâyı kullanıyor, ''Tanin'' gazetesinin bir
köĢesinde her gün örnekler çıkıyordu. Bu inkılâp bitiĢik harf sistemini
kaldırmaktan ibarettir. Pek iptidaî bir ıslâhat teĢebbüsü idi. Dünya Ha r-
bi çıkınca yüzüstü kaldı. Atatürk'ün ima ettiği bu idi.
ġapka meselesinde de en ileri düĢünenler uzunca bir ''intibak''
mühleti düĢünmüĢlerdi. Önce serbest vatandaĢlardan isteyenler giye-
cekler, eğer tecavüze uğrarlarsa polis bunları cezalandıracaktı. Gözler
alıĢtıktan sonra memurlara sıra gelecekti. Atatürk Kastamonu ve Ġn e-
bolu seyahatine çıktığı zaman biz böyle olacağını sanıyorduk: O seya-
hatten Ankara'ya Ģapkalı dönmüĢtü.
Zaman gelmiĢ midir, gelmemiĢ midir, bu hiçbir teĢhis hatasına
gelmez. BaĢarmıĢ devrimcilerin deha sırrı bu teĢhisi iyi koymaktır.
Sonra da hemen yapmak, yolu dönülmez kılmaktır.
Atatürk'ün ne kadar beklediğini düĢünmeyip de ne kadar çabuk
yaptığını gören eski Afgan Kralı Amanullah Han Ankara'dan memleke-
te dönüĢünde hemen harekete geçti ve bu yüzden tacını da tahtını da
kaybetti idi. Bu memlekette daha önce baĢlık inkılâpları olmu Ģtur:
Rahmetli sadrazamlardan Tevfik PaĢa sarık yerine fesin giyilmesi Ģa p-
ka giyilmesinden daha güç ve hâdiseli olduğunu söylemiĢti. Enver P a-
Ģa'nın asker baĢlığı güneĢlikli idi. Atatürk, inkılâpçılıkta, Tanzimat'tan
beri süregelen ilerleme savaĢının miraslarından pek iyi faydalanmayı
bilmiĢti.
Gerçekte Birinci Meclisin hâkim olduğu Anadolu devleti, Ġstan-
bul'daki Osmanlı devletinden çok daha geri idi. Okullarda resim dersl e-
rine bile tahammül etmiyor, sivil okul yerine medreseler açıyordu. Biz
zaferden sonra Mustafa Kemal devam ettiği için bir Batı devleti olduk:
Bir Asya devleti de olabilirdik.
Bir metodu da devrimlerini halk adına yapmak ve bilhassa ona
benimsetmekti. Sanki halk istiyor da o halkın iradesine boyun eğiyo r-
du. Yobazlar bu iradeyi baltalamak isteyen halk düĢmanları idi. Saray-
burnu'nda yeni yazı nutkunu halk kalabalığı arasında söylemiĢ, sanki
halkın ''emirber''i olmuĢtu. Nitekim o zaman Büyükada Kulübüne gitt i-
ğimizde dans salonundan kendisini karĢılamağa çıkan fraklı smokinli
ve tuvaletli balo kalabalığına bakmıĢ, bana dönerek:
- Çocuk, o iĢi burada yapamazdık, demiĢti.
RESĠ M
Rahmetli Yunus Nadi nazına katlandıklarından, kızdığı zaman
da sevdiklerinden idi. Bunun sebebi vardır: Kuvay-ı Milliye'nin daha ilk
zamanlarında Nadi Ġstanbul'daki gazetesini ve rahatını bırakarak, bir-
kaç düzine harfle Ankara'ya gelmiĢti. Baca isi ile mürekkep yapma
usullerinin keĢfedilmeğe uğraĢıldığı o yokluk günlerinde gazete çıka r-
mak ne demek olduğu kolay tahmin olunabilir. Nadi'nin ''Yeni Gün''ü
bağımsız olmakla beraber tam Mustafa Kemalci idi. Sakarya ve BaĢ-
komutanlık meselesi günlerinde pek iyi bir mücadele yapmıĢtı. Atatürk
değerleri ve hizmetleri unutmaz, pek çok kusurları bu değerler ve h iz-
metler hatırasına bağıĢlardı.
Nadi neĢeli Ģevkli, coĢkun mizaçlı idi. Atatürk meclislerinde faz-
la keyiflenmiĢliğe vurarak içini dökerdi. Gözlerinin birini yummasından
söze koyulmak üzere olduğunu hissederdik. ġarkı bile söylemeğe me-
raklı ise de sesi benimkini aratacak kadar fena idi. Bir akĢam, eski
köĢkte, pek devrimci bir nutuk çekiyordu. Kendisince baĢkasının iĢit-
mesini istemediği tehlikeli Ģeyler söylüyordu. Bir aralık arkasına doğru
bakıp döndü ve durdu: Dinleyen birini görmüĢtü. Atatürk gülerek:
- Çekinme... Ben'im o... dedi.
Nadi'nin arkasında Atatürk'ün cama dayalı bütün bir boy fotoğ-
rafı duruyordu.
Ġlk zamanları, sabah trenine yetiĢtirmek için o saatlerden sonra
otel odasında yazıya oturmasına ĢaĢardım. Semizliğinin ve çoğunca
durgun hâlinin hiç umdurmayacağı kadar tetik ve çalıĢkandı.
Ġstanbul'da ''Cumhuriyet'' gazetesini çıkarıyordu. Bu gazete
uzun müddet Atatürkçü tek gazete olarak kalmıĢtı. Ġstanbul'u muhale-
fet havası sardığı zamanlarda da hayli sürüm sarsıntıları geçirmiĢse
de davaya bağlılığından hiç ayrılmamıĢtır.
Nadi samimî devrimci idi. Eski ''Malûmat'' mektebinden, hemen
hemen Muallim Naci edebiyatından olmakla beraber, MeĢrutiyet Türk-
çülüğünün dil prensiplerini benimsemiĢ, Osmanlıcasını Türkçeye doğru
çözmüĢtü. Bu yalnız Ģekil bakımından Türkçe, üslûp ve lehçe bakı-
mından Osmanlıca idi. Sonra ikinci fedakârlığa sıra geldi: Atatürk ken-
dini seven yazarları, bir müddet, tamamıyla öz Türkçe denemelerine
davet etmiĢti. Bu benim yazı ömrümün en sıkıntılı günleridir: Türkçe-
den baĢka hiçbir kelime kullanmamak, sonra da zevklerimden ayrıl-
mamak!
Ben kolay ve çabuk yazarım. O zamanları dörtte bir sütunluk bir
Ģey yazabilmek için bir iki saat uğraĢırdım. Yemek masasını yazı ma-
sasına çevirmiĢtim: Etrafında döner, dururdum. Hem Atatürk'ün mecli-
sinden, hem onun gazetesini emanet ettiği adam olmak gibi iki Ģerefli
mesuliyetle sanat kaygılarım arasında ne yapacağımı ĢaĢırırdım. Ken-
disi ise bizden fazlasını yapıyordu.
Nadi kolayını Ģöyle bulur: Yazılarını kendi üslubu ile yazar, so n-
ra içeriye vererek Tarama dergisine göre öz Türkçeye çevirtirmiĢ. Bu
yazıları hatırlarım. Asılları kendinin olmasına rağmen, üzerlerinden iki
gün geçince, Nadi'nin de onları anlayamaz olduğuna Ģüphe bile et-
mem.
SOYADI
Soyadı Kanunu üzerine Atatürk'e bir merak geldi idi. Daha doğ-
rusu onu bu meraka meclisine gelmiĢ olanlar düĢürmüĢtür: Herkes
soyadını ondan almak hevesinde idi. O da tutar, karĢısındakinin hal
tercümesini sorar, baĢından geçen vak'alardan birer harf veya hece
seçer, sonra bunları karıĢtırıp soyadı olarak takardı. Böylece hayli g a-
rip isimler meydana gelmiĢtir. Ben bir sabah Tarama dergisini açmıĢ ,
ilk sayfalarda en sevimli kelimeyi soyadı almaya karar vermiĢtim.
"Atay" o sabahki seçmenin eseridir. Hemen gazetedeki yazılarıma da
yeni imzamı koymağa baĢladım. Atatürk bir akĢam serzeniĢ dahi etti:
- Sen kendine soyadı bulmayı bana bırakmadın, dedi.
- Her gün yazıyorum. Sizin bu iĢe ne kadar değer verdiğinizi
bildiğimden bir gün bile geç kalmak istemedim, yollu cevap vermiĢtim.
Ġsmet PaĢa'ya Ġnönü adını o vermiĢtir. Fevzi PaĢa, aile geleneği
olduğu için, "Çakmak" isminde ısrar etti. Atatürk hiç hoĢlanmadı ama,
rahmetliyi kırmadı:
- Tuhaf Ģey, soyadı üstünde "çakar almaz" gibi alaylar yapıl-
masından da çekinmiyor. Çakmak.. Çakmak... Bir komutan için hiç de
hoĢ değil... demiĢti.
Kendi soyadı ona, biraz yardımla rahmetli Safvet Arıkan'ın a r-
mağanıdır. Safvet'in bulduğu "Türkata" idi. Meclis'te hayli tartıĢıldıktan
sonra daha ahenkli ve manalı olan "Atatürk" Ģeklinde girdi.
Soyadı günlerinin lâtifçe bir hatırası vardır. Dil davası ile uğra-
Ģanlardan ve dıĢ bakanlığı yüksekçe memurlarından Osman Grandi
safça bir adamdı. Ġçi dıĢı bir, fakat içi de dıĢı da birbiri kadar düzdü.
Grandi, Mussolini'nin dıĢ bakanının adı idi. Bir akĢam:
- Ne taĢıyorsunuz beyefendi bu soyadını? diye sordu.
- Çok eskidir, tarihîdir, efendim... cevabını verdi.
- Ne imiĢ tarihi bakalım?
Yanında bulunan bir arkadaĢı, gaf yapacağını bildiği için, eteğ i-
ni çekmiĢti. Önce ona dönüp ve hiçbir târiz maksadiyle değil de, acaba
söyleyecek bir Ģey mi var, gibilerden:
- Siz mi çektiniz eteğimi? diye zavallıyı iyice sıktıktan sonra
izah etti!
- Efendim, dedi, cedlerimizden biri gemi ile Mısır'dan geliyor-
muĢ. Teknenin kaptanı imiĢ. Yolda büyük bir fırtına çıkmıĢ: Ġmdat g e-
linceye kadar içindekiler hepsi boğulmuĢlar, fakat ceddim grandi dire-
ğine çıktığı için kurtulmuĢ. Soyadımızın hikâyesi bu.
Atatürk:
- Ne? Ne? dedi, bütün gemisindekiler boğulduktan sonra yalnız
kendi canını kurtaran kaptanın hatırası mı? Beyefendi yalnız bu se-
beple onu bırakınız da bir Türkçe ad takınız, dedi.
DeğiĢtirildi ve böylece dil toplantılarından Ġtalyan DıĢ Bakanın ın
gölgesi silindi idi.
SARAYLI
Anatole France'ın hususî hayatına dair okumuĢ olduğum kitapta
hoĢuma giden fıkralardan biri Ģu idi: "Ünlü Fransız edebiyatçısının
sosyalist olduğunu iĢiten Rus ihtilâlcisi bir kız Paris'e gelir. Proleterya
tanrılarını birer birer tanımak merakında olduğu için onun da adresini
arar ve bulur. Bir sabah ziyaretine gider. Belki de bir çatı arasında b u-
lacağını sanırken adresteki numarayı bir konak kapısının kenarında
okuyunca ĢaĢar. Bir defa geldiğinden kapıyı çalıp girer. Zengin bir hol,
süslü ve yaldızlı eĢya, antikalar ve biblolar ortasında üstadın yanına
alınmasını bekleyerek bir müddet durur. Fakat hayalleri kırıla kırıla
öyle bir ruh sıkıntısına uğrar ki konuĢmak bile istemeyerek geri döner."
Çok yıllar geçtiği için iyi hatırlayıp hatırlamadığımı kestiremem. Fakat
hikâye aĢağı yukarı böyle idi.
Ben de ilk Rusya'ya gidiĢimde ihtilâlcileri, Lenin'e ait fotoğraf-
larda gördüğümüz kırık dökük eĢyalı 3x4 veya 4x4 hücrelerde yatıp
kalkar biliyordum. Kremlin'in çalıĢma yeri olarak kullanıldığını sanır-
dım.
O vakit Türkiye'den gelen ziyaretçilere pek itibar ederlerdi. Bu
gidiĢte DıĢ Bakanı Tevfik RüĢtü Aras'la beraberdim. Davetlerin zengin-
liği, ziyafet salonlarındaki sofra ile iĢçi ve zekâ takımının giyiniĢ, yiyiĢ
ve alıĢveriĢ kooperatifleri arasındaki baĢ döndürücü tezat hayallerimi
hayli kırmakla beraber:
- Bunlar yabancılar içindir belki... diye düĢünürdüm.
Bu seyahatte Ġstalin müstesna, öteki BolĢevik büyüklerini tan ı-
mıĢtım. Çoğunun içkiciliği dikkate çarpıyordu. BaĢbakan Rikof'un bizim
elçilik davetinde ocak baĢında hastalandığını görmüĢtüm. Bir büyük
komutanı da yaverleri koltuğuna girerek salondan çıkarmıĢlardı. Benim
eski Rus romanlarından hatırımda kalan "soyucu" sınıf âlemleri, Ģimdi
gördüğüm bu proleterya âlemlerinden pek farklı değildi.
"Yeni Rusya" kitabını yazmak üzere dıĢ bakanından sonra bir
müddet daha Moskova'da kalmıĢtım. DönüĢüme yakın kılavuzum gel-
di:
- Eğer kabul ederseniz bu akĢam BaĢbakan Yardımcısı Bay
ġmit'e davetliyiz, dedi.
- Uzak mıdır oturduğu yer?
- Hayır, onun Kremlin'de bir yeri vardır.
Kremlin... Daha o zamanlar bile, çünkü henüz büyük
öldürüĢmeler ve Viçinski mahkemeleri devrinden hayli öncedeyiz,
Kremlin'in etrafında dolaĢmak dahi tehlikeli idi. Ancak Ortaçağlarda
kral ve derebeyi sarayları bu kadar sıkı ve sert ve sıra sıra emniyet
kuĢakları altına alınmıĢ olabilirdi.
AkĢam üstü resmi bir araba geldi, bizi oturduğumuz yerden aldı.
Önce Kızıl Meydan kapısı karakolundan vesikamızı gösterip vize aldık.
Ġki kızıl asker veya polis otomobilin iki kenarına sıçradılar. Bir baĢka
kapıda bizi daha iç halka polisine devrettiler. Nihayet saraya gelebil-
dik.
Meğer sarayın birçok kısımlarını pek konforlu apartmanlara
bölmüĢlerdi. ġimdi bekâr olduğu için ufaklarından birinde oturuyormuĢ:
Bu ufak tip, Ģimdi AyaspaĢa veya Sürpagop'ta bin beĢ yüz, iki bin lira-
ya kiralananlar çapında idi. Bundan baĢka parkerleri, sıhhî tesisleri,
eĢyası, hepsi lüks standartta idi. Benim hayallerimin hiçbir kanadı ka l-
madı ama, Anatole France'ı görmeğe giden saf ihtilâlci kız gibi tanrımı
bulmaya gelmemiĢ olduğumdan bilâkis sevindim. Bir müddet sonra bir
kadın ve erkek geldi. Ġkisi de opera sanatkârı imiĢ. Sonra bir genç ba-
lerin geldi. Ellerinde Rus folklor çalgıları ile bir iki kiĢ i birkaç misafir
daha geldiler.
Eski Çarlık Rusyası ziyafetlerinin hikâyesini okumuĢsunuzdur.
Önce bol bir meze sofrası, sonra yemek, sonra yine meze sofrası, yani
sonu gelmeyen bir içki ve yemek sefahati! Bu da tıpkı öyle idi. Votka
içiyor, tereyağı has ekmekle hayvar yiyor, sonra Ģarkılar dinlemek ve
danslar görmek için salona dönüyorduk. Genç balerinle ben de bir iki
defa dans etmiĢtim. Ömrümde bu kadar zengin bir hususî gece geçir-
diğimi hatırlamıyorum. Rusça bilmediğim için aralarındaki pek Ģevk
uyandırıcı konuĢmalar hakkında bir fikir edinemedim.
ġmit sevimli bir adamdı. Bir aralık dövme demirden iki atletin
boğuĢmasını gösteren bir statüet getirdi: "Bu gecenin hatırası olarak
hediyemi kabul ediniz," dedi.
Sabah vakti ayrıldık. Ben koltuğumda ağırca statüet, artistler
sarhoĢ ve baĢ açık, hep beraber o in görünse hesap veren, cin geçse
sıyğaya çekilen, yasak eski mabetlerden yasaklı sarayın muhafızları
arasından güle oynaĢa ayrılmıĢtık. ġurasını da unutmadan söylemeli-
yim ki apartmandan son çıkan bendim. Vestiyerde bir kadın Ģapkası
unutulmuĢ olduğunu görmüĢtüm.
Bugün bunları yazarken kimseye bir fenalık etmeyeceğimi bili-
yorum. Ertesi gidiĢimde Rikof öldürülmüĢtü. ġmit'i sormakla kabalık
ettiğimi hissettim. Çünkü Rusya'da adres sorulmaz. Belli baĢlılardan
ise ya yine bir davette karĢılaĢırsınız, yahut tasfiye ölümünün sillesine
uğramıĢtır.
SERBEST FIRKA
Atatürk Serbest Fırkayı niçin kurdu? Bu baĢka bir hikâyedir.
Ben o zaman memleket dıĢında idim. Döndüğümde Atatürk'ü, Ġsme t
Ġnönü'yü Yalova'da bulmuĢtum.
Atatürk hükûmet tenkitçilerine yeni partiye katılmalarını tavsiye
ediyordu. Gerçi Ģair Mehmet Emin Bey hükûmeti ne yerer, ne de över-
di. Ġlk akĢam sofrada onu da görmüĢtüm. Atatürk:
- Beyefendi, biliyorsunuz, bir muhalefet partisi kurduk. Bu da bir
vatan vazifesidir. ArkadaĢları takviye buyurmak istemez misiniz? dedi.
Emin bey pek saf, yüreği temiz bir efendi idi. Hemen:
- Emredersiniz, dedi.
Atatürk'ün yeni partiden olan hemĢiresi yan yan baktı:
- Bize hep böyle beyleri veriyorsunuz, (beni göstererek) Ģu ar-
kadaĢınızı verseniz a... dedi.
Atatürk:
- Bütün gazeteciler sizden. Bir tane de bana bırakınız, cevabını
verdi.
Ben bir muhalefet partisinin hiç sırası olmadığı fikrinde idim.
KonuĢmalarım Atatürk'ün hoĢuna gitmemiĢ olmalı ki bana ertesi
günü yakınlarından biri ile haber yollayarak ihtiyatlı olmamı tavsiye
etti:
- Doğrusu iki partili meclislere pek alıĢacağa benzemiyordum.
Bugünden tezi yok. Ankara'ya gideceğim, dedim.
Giderken Ġsmet Ġnönü'yü gördüm. O da muhalefet gazeteleri ile
mücadeleye girmemekliğimi söyledi.
Muhalefet partisi daha o zaman Yalova köylerine din tahrikleri-
ne baĢlamıĢtı. Devrimler ''terütâze'' idi. Sonunda Atatürk'ün bir çare
bulacağından Ģüphe etmemekle beraber, serde gençlik de var, kendimi
nasıl tutacağımı düĢünüyordum.
Ankara'da ilk defa Bayındırlık Bakanı olan Recep Peker'i gör-
düm. Bana ilk suali Ģu idi:
- Mustafa Kemal, Ġsmet PaĢa'yı mı tutacak, Fethi Bey'i mi?
Bütün Meclis de aynı tereddüt içinde idi. Ama hepsi Recep gibi
değildi. Büyük çoğunluk, eğer ikinci ihtimali kuvvetli bulsa, hemen yeni
partiye kayacak hâlde idi. Ġçin için bir kaynaĢmadır, gidiyordu.
O vakit Yalova nasihatlerini unutarak Hâkimiyet-i Milliye'de
''Politika'' sütununu açtım ve devrinde hayli akisler bırakan polemiklere
baĢladım.
Yeni parti ileri gelenleri Atatürk'ten beni susturmasını istemi Ģ-
lerdi. Yalnız bu yüzdendir ki yazılarıma devam edebildim. Atatürk Ģarta
gelmezdi.
Bundan baĢka o sıra Atatürk'ün kulağına gelen en acı haber, en
yakınlarından birinin Yalova köylerinde, kendi aleyhinde, din prop a-
gandası yapmıĢ olması idi. (1) Yeni muhalefet ilk ocaklarını tekkelerde
ve medresecilerle kuruyor, irticaın her türlüsüne serbestçe yaslanıyor-
du.
MERAKI
Atatürk giyime, ev ve eĢya düzen ve temizliğine pek meraklı idi.
Askerler arasında sivil kıyafete iyi alıĢanların baĢında geldiğini sanıy o-
rum. Evi de hiçbir zaman ''bekâr kokmamıĢtır.''
ArkadaĢlarının, hatta uzaktan tanıdıklarının yeni yaptırdıkları
evleri gezer, banyo ve sıhhî tesislere bilhassa dikkat ederdi. Bir dost u-
na misafir gittiği zaman da, eğer nazı geçerse, tenkitlerini esirgemezdi.
Duvara asılı Ģeylerde en küçük iğriliği görür, kalkıp düzeltirdi.
Ġstasyon binalarına bile gittiği zaman:
- Banyosu nerede? diye soruĢları, her gün yıkanma âdetini en
mütevazı Türk yuvalarına kadar sokmak içindi. Banyo, evlerimizde
Atatürk devrinden sonra ''harcıâlem'' olmuĢtur. Kendisi harpte ve siper
hayatında bile evinde olduğu gibiydi.
Misafir gittiği evlerde ev sahibi ile konuĢarak eĢyanın yerlerini
değiĢtirdiği olurdu. Yemek odası dar ve sıkıntılı bir odada ise, ve y e-
meğe kalacaksa, sofrayı salona taĢımaktan üĢenmezdi. Atatürk'ün
misafirlikleri tesadüfî olmakla beraber ev sahiplerini rahatsız etmezdi:
Kendi mutvağı, çok defa, gittiği evlere yardım ederdi.
Bir gün Ģimdiki Atatürk Bulvarında taĢralı bir zenginin yaptırdığı
bir buçuk katlı büyük köĢkü geziyorduk. Tesadüf ev sahibini de orada
bulmuĢtuk. Adamcağız bir gün Atatürk'ün kendisine de uğrayacağına
ihtimal verdiği için mimarı hem yapının, hem döĢemenin hoĢa gider
olmasında serbest bırakmıĢ, hiçbir fedakârlığı esirgememiĢti. Salonu,
yemek odasını, yatak odalarını dolaĢtık. Sonra aĢağı kata indik. Bir
odada muĢamba örtülü kötü bir masa, aynı kötülükte bir iki dolap, du-
var kenarlarında da yer minderleri vardı. Ev sahibi büyük bir saflıkla:
- PaĢam efendim, biz çoluk çocuk burada yemek yer, otururuz,
diyordu.
Fakat ne de olsa Cumhuriyet okullarında yetiĢen çocuğunun
Ģimdi üst kata çıkmıĢ olduğuna Ģüphe eder misiniz?
DÖNEMEÇ
Moskova'ya son gidiĢim 1932'dedir. Milletlerarası yazarlar
kongresine katılmıĢtık.
Bu seyahatte, Komünist Partisinin ve hükûmetinin haberi var
yok bilmiyorum, çünkü o zamanki Millî Savunma Bakanı VoroĢilof ne
yaptığını bilmez bir serseri olduğunu beni davet ederek söylemiĢti.
Lehli aslından olduğunu iddia eden biri bana lüzumundan fazla soku l-
du idi. Hâkimiyet-i Milliye BaĢyazarı ve Atatürk'ün yakınlarından oldu-
ğumu bildiği için bu sokuluĢu manalı idi. Henüz pek açılmamakla bera-
ber dilinin altında bir Ģeyler dönüp durmakta olduğunu seziyordum. O
zamanki büyükelçimiz Hüseyin Ragıp'a bahsettim:
- Aman, dedi, bu sırada hâlleri bir tuhaf... Biraz daha deĢmeğe
bak, belki faydalı Ģeyler öğreniriz.
Beni komünist davasına çekmek, yahut herhangi bir iĢbirliği te k-
lifinde bulunmak gibi hemen kat'î tavır takınılmak gereken bir konuĢma
olmadığı için temaslarına güçlük göstermedim. Nihayet bir gün:
- Büyük haber, dedi. Ġstalin'in pek yakınlarından iki arkadaĢ si-
zinle görüĢecekler. Ġki memleket arası münasebetler için bu fırsatı ni-
met bilmelisiniz.
Sovyetler Birliği - Türkiye münasebetlerinde tam dönüm noktası
tarihine rastladığı için teferrüatı ile aklımda tutmuĢumdur. Otele benzer
bir büyük binanın bir yatak dairesi salonuna benzer hususî bir odasın-
da idik. Öğle yemeği vakti idi. Biri kısa sakallı, biri tıraĢlı iki Rusça k o-
nuĢan, sonra göğsünde büyük ihtilâl niĢanlarından birinin rozeti bulu-
nan ve Türkçe konuĢan üçüncü adam... Hepsi birbirinden dikkatli ve
beyaz ceketli dört garson da hizmet ediyordu. Bir garson bile çok o l-
duğuna göre bunların kontrol polisleri olduğunu tahmin etmiĢtim. Sözü
Ģöyle açtılar:
- Sizin partinizde sollar ve sağlar vardır. Biz bir gün sağların
hâkim olmayacağını bilemeyiz. Bunlara güvenemeyiz de!
- Bizim partide yalnız Mustafa Kemal vardır ve onunla beraber
olanlar... yollu söze baĢlayarak. Mustafa Kemal'in Rusya ile Türkiye
emniyetlerini bir tuttuğunu, hatta bir gün Ġsmet PaĢa ile beraberken:
- Politikamız bir daha bu iki milleti karĢı karĢıya getirmemekte-
dir! dediğini, pek samimî anlatmağa koyuldum. Anlattıklarımın hepsi
doğru idi. Sovyetler Birliği bizden yüz çevirmedikçe, bizim Sovyetler
Birliği'ni Ģüpheye düĢürecek herhangi bir harekette bulunmamız veya
harekete katılmamız ihtimali olmadığını bilirdim. Maksadım, eğer bun-
lar Ġstalin'in adamları ise onun kulağına en doğru haberlerin gitmesi idi.
ġurası da var ki o zamana kadar Moskova'dan henüz dostluktan baĢka
bir Ģey de görmemiĢtik.
Sözcü:
- Hayır, dedi meselâ MüĢir Fevzi PaĢa'ya Bakü'yü vaadetseler,
ve bu taviz üzerinden aleyhimize bir ittifak arasalar Fevzi PaĢa bunu
reddetmez.
Bizde böyle bir ayrılıĢma olamayacağına dair uzun boylu ve bo-
Ģuna dil döktüm. Nihayet tarihi söz ağzından çıktı:
- Türkiye bir emperyalist harbinde bizim için ya sed ya sıçrama
yeri vazifesi görür. Onu mu görür, bunu mu görür, sözler, Ģahıslar ve
antlaĢmalar bizi inandırmaz. Ancak rejim beraberliği ile emin olabiliriz.
Bu söze dikkat edin. O zamanlar peyk kuruluĢları yoktu.
Derin bir iç kırıklığı ile Ġstanbul'a döndüm. Dil Kurultayı günle-
rinde idi. Dolmabahçe Sarayı'nda Atatürk'ü gördüm. BaĢtan baĢa hikâ-
yeyi anlattım. Pek dikkatle dinledi. Sonra:
- Ġsmet PaĢa rahatsız yatıyor, git kendisine de anlat, dedi.
Ġsmet PaĢa aynı büyük dikkatle dinledikten sonra:
- Karahan bize elçi geliyor. Seni elçiliğe davet ettikleri zaman
bütün bunlar olmamıĢ gibi davranacaksın. Yazılarında eski dostluk
edebiyatını değiĢtirmeyeceksin, dedi.
Doğrusu bizimkiler Sovyetler Birliği ile Türkiye'nin arası bozul-
mamak için, en çetin güçlüklere katlanmıĢlar, Moskova'nın kafasından
Türkiye'yi peykleĢtirmeyi geçirmeksizin dost olarak tutmasına çalıĢm ıĢ-
lardır.
Fakat dönüĢ de 1932 Dil Kurultayı günlerine rastlayan esrarlı
toplantıdaki dönüĢtür. Ġç tehlikelerinden kurtulduğuna ve büyük kuvve t-
ler arasına yeniden katıldığına inanan Sovyetler Birliği, artık yeni poli-
tikasına sarılmıĢtı.
SAVARO NA
Hele o ilk yıllar Ankarasında deniz onulmaz bir sıla nöbeti gibi
sık sık teperdi. Ne kadar da gençmiĢiz: Ġkide bir Ġstanbul'a gelirdik.
Yataklı ve yemekli vagon yoktu. Köprüler ve yol bozuk olduğundan
seyahat yirmi dört saat sürerdi. Polatlı'da trenden iner, istasyon loka n-
tasında öğle yemeğini yer, EskiĢehir'de yine iner, akĢam yemeğini
yerdik. Kompartımanlar tahtakurulu idi. AlıĢık olmayanlar uyuyamaz-
dık. Ve sabaha doğru Ġzmit'te deniz havası alınca hepsini unuturduk.
Atatürk neden sonra yazları Ġstanbul'a gelmeğe karar vermiĢti.
BaĢlıca zevklerinden biri çatana ile Boğaz gezileri yapmaktı. Yalıları
sıyırarak geçerdik. Atatürk halk ile, kalabalık içinde yaĢamak meraklısı
idi. Halkın eğlendiğini görmekten zevklenirdi. Bazan, meselâ KalamıĢ
koyunda, motörü kayıklar arasında durdurur, deniz seyrancıları ile h a-
Ģır neĢir olurdu. Henüz denize girmiyordu. Biraz yüzmeği sonra dan
öğrendi. Bir gün sormuĢtum:
- PaĢam Selânik'te doğup büyüdünüz. Hiç denize girmez miydi-
niz?
- Aman çocuğum, o zaman soyunup denize girmek ne demekti,
nasıl bakarlardı insana... demiĢti.
Atatürk'ün Ġstanbul bahtiyarlıklarından biri Florya'yı keĢfetmesi
olmuĢtur. Birkaç gidip gelmeden sonra plâjı canlandırmağa karar verdi.
Deniz köĢkü, alaturka deniz hamamı gibi bir Ģeydir. Atatürk denize o
kadar ihtiraslı bağlanmıĢtır ki yıllarca yaz aylarını âdeta su içinde geç i-
rirdi. Yüzme ve kürek idmanları yapardı. Burada da halktan ayrılmazdı.
Ġlk projeye göre Atatürk köĢkü kumsalın sonundaki bir tepecik üstüne
yapılacak, aĢağıda da bir banyo yeri hazırlanacaktı. Kalabalıktan uza k-
laĢmağı istemedi. Yine ilk projeye göre demir yolu geri alınacaktı:
- Canım, dedi Ankara'da dağ baĢında yaĢıyorum. Ġstanbul'da
saraya hapsoluyorum. Bırakın burada gelenleri gidenleri göreyim. Hiç
olmazsa tren gürültüsü duyayım.
Son zamanlarında ġile'yi görmüĢ, pek sevmiĢti. YaĢasaydı ora-
sını da canlandıracaktı.
Büyükçe tekne olarak emrinde Ertuğrul yatı vardı. Marmara için
yapılmıĢ olan bu yatla bir defa Karadeniz'e çıkmıĢtı. Sert bir havada
yat az daha batıyordu. Memleket kıyılarını dolaĢmak üzere Ġstanbul'-
dan uzaklaĢınca denizyollarının bir yolcu gemisini seferden alıkoymak
lâzım geliyordu. Atatürk sık sık halkı ve memleketi görmedikçe rahat
edemezdi. Karayollarımız yoktu. Ya tren, ya gemi ile dolaĢmak gereki-
yordu. ĠĢte Atatürk'e yeni bir yat alınmak fikri bu ihtiyaçtan doğmuĢtur.
Amerikalı bir milyoner kadının yaptırmıĢ olduğu Savarona, gali-
ba Amerika'ya sokulamadığı için pek ucuz alınmıĢtır. Bu yatı Hitler de
kendisi için istemiĢti. Fakat ilk görüĢmeye giden biz olduğumuz için
Atatürk'e bıraktı.
Plânlarını görmüĢ ve yatı pek beğenmiĢti. Ne kadar yazık ki yat
geldiği zaman Atatürk ölüm hastası idi. Pek sevdiği bu yatta çok za-
manını yatakta geçirdi. Bir hazin sözü vardır: ''Bir çocuk oyuncağını
bekler gibi bu yatı beklemiĢtim. Mezarım mı olacak bu tekne benim?''
Atatürk'ü ölüm yatağına Savarona'daki kamarasından bir koltu-
ğun içinde ancak götürebildiler. Yat Dolmabahçe Sarayı önünde boy-
nunu bükerek Atatürk'ü boĢuna bekledi.
SAFLIK
- Dil iĢine dair yazınızı okudum, tebrik ederim, dedi.
Birkaç defa söylediğim üzere Atatürk mübalâğalı sayılabilecek
kadar teĢvikçi idi. Verdiğinin kendinden bir Ģey eksilttiği vehimine veya
gururuna düĢen hasis ruhlulardan değildi. DıĢ Bakanlığından olan ya-
zar:
- Estağfurullah! dedikten sonra ilâve etti:
- Efendimiz daha iyi çalıĢacağım, daha çok yazacağım ama, ra-
hat değilim. Ankara'da kiralar pahalı olduğundan iyi bir ev tutamıy o-
rum. Hizmetçi kıt. Tabiî arabam yok. Bunlar olsa dil meselesinde daha
ciddî hizmetlerimi görürdünüz.
Atatürk bize doğru gözlerini kırparak, ona:
- Ne yapmalı acaba? Bir çare düĢünüyor musunuz? diye sordu.
- Var efendim, bir çaresi var. Beni Ģöyle iĢi gücü pek olmayan
bir yere elçi gönderseniz... Bina devletindir. Hizmetçi aylıklarını
hükûmet verir. Resmî araba vardır. Artık kendimi dil meselesine ver-
mekten baĢka kaygım kalmaz.
Hiç bozmadı:
- Pek isabetli düĢünmüĢsünüz. Hatırımıza gelmediğine esef
ederim. (Garsona) Lütfen beyefendiye bir kalem kâğıt getirir misiniz?
- Kalemim vardır, efendim.
- O hâlde yalnız kâğıt!
Kâğıt geldi, Atatürk:
- Yazar mısınız? dedi ve dikte etti. ġöyle bir Ģey: ''Sayın Tevfik
RüĢtü Aras, sür'atle beyefendiyi bir elçiliğe tayin buyurunuz!''
- Çok teĢekkür ederim. Fakat inanmaz ki...
- Niçin?
- Yazı benim. Ġmza da yok.
- Getiriniz imzalayım, dedi ve imzaladı.
ĠĢin tuhafı, ertesi gün DıĢ Bakanı daha odasına girer girmez ilk
ziyaretçisi bizim elçi adayı olması idi. ĠĢ geciktikçe Çankaya'da yave r-
lerin telefonunu açıyor ve Atatürk'ün o kadar kat'î emrinin hâlâ yerine
getirilmediğinden Ģikâyet ediyordu.
O kıtlıkta eski yazarlarımızdan birini de Tirana'ya elçi yollamıĢ-
lardı. Bir yaz tatilinde Ġstanbul'a gelmiĢ, saraya uğramıĢ. Atatürk'e h a-
ber verdiklerinden, Arnavutluk ve Zogo hakkında bilgi edinmek için,
akĢam yemeğine davet etmiĢti. Atatürk'ün büyük derdi Zogo'nun
cumhurreisi değil de kral olmak isteyiĢi idi. Fena halde kızıyordu.
Elçiye sordu:
- Sizin düĢündüğünüz nedir? Cumhurreisi mi kalacaktır, yoksa
kral mı olacaktır?
Biraz düĢündü:
- Kral olamaz efendim, dedi.
- Niçin?
- Henüz krallığa liyakat kesbedememiĢtir efendim, cevabını
vermesin mi?
Bu cevap bizim alaturka eski yazarın henüz liyakat
kesbedemediği bir makama nasılsa çıkabilmiĢ olduğunu isbat etti.
Bir akĢam dalgınca bakanlarından biri ile Ģu konuĢmayı dinle-
miĢtik:
- PaĢa hazretleri...
- Ne demek paĢa hazretleri? PaĢa hazretleri yok. PaĢalık yok.
Bundan sonra bana paĢa demeyiniz.
- BaĢüstüne PaĢa Hazretleri!
KARA HABERCĠ
Zekâsı kadar hafızasına ĢaĢardık. Hiç dikkat etmez göründüğü
konuĢmalardan bile hiçbir Ģey unutmazdı. Aramızda on altı-on yedi yaĢ
fark varken ve ben henüz otuz yaĢlarında iken, bir akĢam önce söyle-
diklerimi ertesi akĢam onun ağzından duymakla hatıramı tazelemiĢ
olmazdım: Neler söylemiĢ olduğumu da öğrenirdim.
1922'deyiz. Bir konuĢma sırasında:
- PaĢam izin verir misiniz, sizi ilk defa nerede ve nasıl tanıdığı-
mı anlatayım, dedim.
Tanımam da uzaktan uzağa idi.
- Evet efendim, dedi, (alaylı) müsaade buyurunuz da ben anla-
tayım: Hacı Adil Bey'le beraber Edirne'den Dimetoka'ya gelmiĢtiniz.
Biz de valiyi karĢılamağa çıkmıĢtık. Siz bir gazeteci idiniz. Arabasın-
dan beraber indiniz. Tekrar binileceği sırada hiç olmazsa Fethi'yi yan ı-
na alacağını ummuĢtuk. Enver'in korkusundan arabasına tekrar sizi
çağırmıĢtı.
1936'dayız. Parlâmentolar arası konferanslardan birine gittim.
Ġki buçuk ay kadar memleketten uzakta kaldım. Döndüğümde Atatürk
Florya'da idi. Gündüz yaverler dairesine gittim ve rahmetli baĢyaver
Celâl'e akĢam kadar arkadaĢlarla konuĢacağımı, beni mümkün olduğu
kadar geç haber vermesini rica ettim.
Bir aralık nöbetçi geldi, Atatürk'ün kendisini çağırdığını söyle di.
Celâl gitti ve döndü, bana:
- Gider gitmez, bekleyenlerden kimse olup olmadığını sordu.
Senin adını söyledim, hemen gelsin diye emretti, dedi.
Kalkıp gittim. Deniz köĢkünün açık bir köĢesinde Ġsmet Ġnönü ile
beraber oturuyorlardı. Hemen sezindiğime göre ikisi de sinirli idi. S e-
bebini sonradan öğrendim: Ġnönü, Türk parası ile oynamaktan çekinirdi
ve bazı maliyecilerin enflâsyoncu telkinlerine karĢı iyice dayatırdı: Me-
sele yine bu idi.
Beni görünce:
- Yahu aylardan beri yoksun, gidip gördüklerini anlat, bakayım.
Rastgele konudan konuya sıçradık. Bir hayli zaman geçti. Davet
listesinde bulunanlar gelmeye baĢladılar. Kalabalık artınca:
- Yemek salonuna geçelim, dedi.
Artık pek az da içmiyordu. Henüz ikinci veya üçüncü yudumda
idik. Sonradan anlattıklarına göre üç akĢam önce iki arkadaĢı arasında
hiç de hoĢ olmayan bir hâdise geçmiĢti. Bahis tazelendi, Atatürk bir
aralık bana dönerek:
- O akĢam sen de burada idin. Nedir intibaın? diye sordu.
Damarlarımın içinde kan donması gibi bir Ģey hissettim. Atatürk
hasta idi. En kuvvetli, en sağlam, en sarsılmaz melekelerinden biri
olan hafızası çökmüĢtü. Henüz o gün geldiğimi hatırlattım. Elini alnın-
dan geçirdi, bir müddet düĢündü:
- Evet öyle! dedi.
Maddî takati de gittikçe azalıyordu. Biz hiçbir yorgunluğa Ata-
türk kadar dayanamazdık. Hiçbirimiz onun kadar devamlı çalıĢamaz,
onun kadar uykusuz kalamazdık.
Yemeklerden önce bir müddet bilârdo oynardı. Bu onun bir çeĢit
sporu idi. Holde kendisini seyrederdik. Ġyi oynardı. Rakiplerinin baĢın-
da Ġsmet Ġnönü gelirdi. Kâzım Özalp, Safvet Arıkan, Nuri Conker gibi
bir hayli oyuncusu da vardı. Bu spor bazan bir saatten fazla sürerdi. O
yıl Ankara'ya döndükten sonra, akĢamları yine yukarı kattan inince
bilârdo odasına geçiyor, istakayı tebeĢirliyor, bilyaları sıralıyor, fakat
bir iki vuruĢtan sonra bırakarak sinirli olduğu ancak sezilen bir sesle:
- Sofraya geçelim, diyordu.
Sık sık asabiliğe kapıldığı görülüyordu. Hekimlerinin
hâtıralarında sonradan okuduğumuza göre bütün bunlar vakitsiz ölü-
münün kara habercileri idi.
GAZĠ
Atatürk henüz ''Gazi Mustafa Kemal PaĢa'' idi. Benden ona dair
bir kitap için önsöz istemiĢlerdi. Kitap çıkmadığı için önsöz de bende
kalmıĢtır. Onu bugün bu fıkraların son sözü olarak sizlere sunuyorum:
''Gazi'nin hal tercümesi, yeni Türk devletinin tarihi demektir. Tarihimizi
bilmek için, Gazi'yi öğrenmeliyiz.
''Gazi, yaratıcı bir enerji kaynağı... Yeryüzünde kara topraktan,
yeĢil ottan, taĢtan ve tuzlu sudan baĢka ne varsa, hepsi böyle yaratıcı-
ların eseri değil midir? Hava, su ve toprağın içindeki büyük kuvvet e s-
rarlarını onlar sezip buldukları ve maddeleĢtirdikleri gibi, insanın kanı,
kemiği ve siniri içindeki kuvvet esrarlarını yine onların gözleri görür,
kafaları bulur, karar ve fiilleri hakikatleĢtirir. Onlarsız aradığımızı b u-
lamazdık. Ġstediğimize ulaĢamazdık. Yaptığımızı yapamazdık. Gazi'yi
bilmek insanın insanlığına vücut veren yaratıcılardan birinin hayat ve
eserini öğrenmek demektir.
''Ġnsanlık ağacı bir Gazi yemiĢini vermek için, nesillerce, sayısız
yaprak çürütür. Pek azımız Gazi gibi doğarız. Herkes buharı, mikrobu
ve elektriği keĢfetmez: Fakat keĢfetmiĢ olanların metotlarını öğrenmek,
büyük buluĢları ve yaradılıĢları tamamlamak ve faydalandırmak için
lâzımdır. Gazi'nin eserlerini devam ettirecek olanlar, Gazi'nin baĢarma
metotlarının neler olduğunu öğrenmelidirler.
''Bir hakikat nasıl karıĢık değilse, Gazi de sadedir. Uzaktan a n-
laĢılması kolay görünür. Cazibe kanununun kendilerinden önce bulun-
muĢ olmasına esef edenler az değildirler. Fakat ilk hayvanın yürüme-
sinden de önce baĢlayan düĢmek, o kadar basit sırrını söylemek için
asırlarca değil, devirlerce ve çağlarca Newton'un aklını beklemiĢtir.
''Büyük eserlerde tesadüfün rolü pek az olduğu gibi, artık büyük
eser yapılması imkânsızlaĢacak bir zaman da olmayacaktır. Bizden
sonra gelecek yaratıcılar henüz doğmadılar: Onların bütün Ģerefleri,
Ģanları ve eserleri, her ne olacaksa, doğmuĢ ve doğacak olanlar için
büyüklük fırsatları değil midir?
"Gazi yeni Türkiye'yi çocukluğundan beri kendi benliğinin dibin-
de yaratmağa baĢlamıĢtı. Öyle bir zekâ gibi, öyle bir düĢünüĢ ve duyuĢ
kabiliyeti gibi, onun sabrı ve enerjisi olmadıkça ona benzeyemeyiz.
''Bir fıkrasından, bir hikâyesinden, bir yazı veya nutkundan he-
men anladığımızı sandığımız Gazi, aradıkça yeni bir sır verir. YaklaĢ ı-
lan bir dağ gibi büyür. Asıl onu elimizle tuttuğumuz zamandır ki artık
tamamını hiç göremeyiz.''
***