Professional Documents
Culture Documents
Anadolu toprakları, sahip olduğu yer altı ve yer üstündeki zengin potansiyeli yanında,
Asya ve Avrupa kıtaları arasında bir geçiş güzergâhı olması; Mezopotamya’nın yani,
dünyanın en eski uygarlık merkezinin yanı başında bulunması gibi faktörlere bağlı olarak, çok
eskiden beri insanların yerleştiği, devletler ve uygarlıklar kurduğu bir sahadır. Gerçekten de,
elinizdeki kitabın ilk cildinde de görüldüğü gibi, bu topraklar üzerinde, insanlığın henüz avcı-
toplayıcı olarak yaşamını sürdüğü uzun Paleolitik dönemden itibaren, tarihin her devresinde
insanlar yaşamış, çeşitli uygarlıklar kurup geliştirmişlerdir. Böyle bir gelişim süreci ise, bizce
Türkiye’yi, -aynı veya yakın yüz ölçüme sahip olmak koşuluyla- Dünya’nın herhangi bir
ülkesi ve bölgesine göre, kıyaslanamayacak kadar zengin bir kültürel mirasa sahip olmasını
sağlamıştır. Böyle bir gerçeğe rağmen, bugün, ülkemizin bu anlamda sahip olduğu
potansiyelin, henüz tamamı bilinmemekte, dolayısıyla da bilimsel açıdan çok fazla
araştırmaya konu olmayı beklemektedir.
Bu dersin ilk kitabında başlangıcından İlk Çağ sonuna kadar olan dönem ele alınmış
ve ana hatlarıyla bu zaman içerisinde kurulan ve ortaya çıkan devletler ile uygarlıkları
incelenmişti. Elinizdeki ikinci kitapta ise Orta Çağ’ın başlangıcından Cumhuriyet dönemine
kadar olan süre ve bu zaman zarfında kurulan devletler ile uygarlıkları ele alınmıştır. Yine ana
hatlarıyla incelenen bu dönemin sürece kısa olmasına, kurulan devlet ve medeniyetlerin
sayıca az bulunmasına rağmen, günümüze yakınlığı ve dolayısıyla belge, bilgi ve araştırmanın
fazlalığına bağlı olarak daha geniş ve daha ayrıntılı bir biçimde ele alınma imkânı doğmuştur.
i
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ........................................................................................................................................ i
6.1. Anadolu’nun Türkleşmesi veya Anadolu’da Türk Yerleşmesinin Evrimi ............ 135
ii
8. İKİNCİ BEYLİKLER/TEVAİF-İ MÜLUK ....................................................................... 211
iv
1. GİRİŞ VE KONSTANTİNOPOLİS’İN KURULUŞU
1
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
1.Giriş
2
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1) Doğu Roma İmparatorluğu için “Bizans” adını ilk olarak kim kullanmıştır?
a) Hieronymus Wolf
b) Teodorik
c) J. Herrin
d) II. Philippos
e) Septimus Severus
a) Truva
b) İskenderiye
c) Byzantion
d) Hadrianapolis
e) Chrysoplis
a) Kral
b) Kraliçe
c) Prens
d) Zenginlik
e) İmparatorluk
Cevaplar: 1) a; 2) c; 3) b
3
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Doğu Roma (Bizans) Roma İmparatorluğu ikiye İnternet üzerinden ilgili web
İmparatorluğu bölündükten sonra Doğu yarısının sayfalarından incelemek, G.
Bizans olarak devam ettiğini Ostrogorsky, Bizans Devleti
öğrenmek Tarihi, isimli kitaptan incelemek
4
Anahtar Kavramlar
5
Giriş
Kaderin garip bir cilvesidir ki tarih boyunca kendisini “Bizans İmparatorluğu” olarak
adlandıran bir devlet veya kendisine “Bizanslılar” diyen bir halk hiç olmadığı hâlde, insanlık
tarihinde en uzun süre devam eden ve derin izler bırakan devletlerden biri Bizans adıyla
anılmaktadır. Aslına bakılırsa, bugün Bizans dediğimiz devlet, Roma İmparatorluğunun ikiye
bölünmesinden sonra, doğuda kalan Roma İmparatorluğu parçasının Hristiyanlaşarak varlığını
sürdürmesinden başka bir şey değildir. Zira Bizans kendisini dünyanın merkezi ve
Konstantinopolis’i (İstanbul) ise Roma’nın ardılı sayıyor; Yunanca konuşuluyor olsa da
kendisini Roma uygarlığı, yurttaşlarını ise Romalılar olarak tanımlıyordu.
J. Herrin’e göre, dünya uygarlığı içerisinde önemli bir yeri olmasına rağmen, ilginç bir
şekilde Bizans çağdaş dönemde (Batı dünyası da dâhil olmak üzere) bir “aşağılama” terimi
olarak kullanılmakta ve “ışık geçirmez bir ikiyüzlülük imajını” akla getirmektedir. Başka bir
ifadeyle Bizans, aşırı zenginlik, parıldayan altın ve mücevherlerle bir arada giden bir entrika,
suikast ve fiziksel sakatlama imajı anlamına gelmektedir.
Bizans uygarlığına genel açıdan bakıldığında; Pagan, Hristiyan, Yunan, Roma, Antik
ve özellikle de Orta Çağ uygarlıklarından (bilhassa İslam) beslenmiş olduğu ve bu hâliyle,
Doğu Akdeniz’deki tüm ülkeleri, Balkanları ve Batı Avrupa’yı Orta Çağ lar boyunca, bin yıl
süreyle etkilediği söylenebilir. Bu etkiler 6. yüzyıldan 15. yüzyıla değin kah azalmış kah
çoğalmıştır ama kesintisiz bir şekilde sürekli olmuştur. Yukarıda da belirtildiği gibi, bu
uygarlık hiçbir zaman kendisini Bizans olarak adlandırmamış, ilk imparatoru olan I.
Konstantin’den, son imparatoru XI. Konstantin Palaiologos’a kadar tüm imparatorlar “Roma
İmparatoru” unvanını kullanmış, imparatorluğun halkına da Romalılar denmiştir. Bizans ismi,
19. yüzyılda tarihçiler tarafından bu uygarlığa verilmiş olan bir isimdir. Bizans imparatorları
Roma’nın halefi ve tek varisi olma hakkına imparatorluğun tarihi boyunca hep sahip çıkmış
olup bu, “evrensel egemenlik” iddiasının sürdürülmesi demektir. Geç Antik Çağ’ın bütün
“uygar” dünyası Akdeniz ve çevresindeki topraklardan oluştuğuna göre, bu toprakları yöneten
Roma, bütün dünyanın da hâkimiydi, yani evrensel bir devletti. Onun sınırları dışında kalanlar
ise, ne konuştukları bile anlaşılmayan, Romalıların “Barbar” diye adlandırdıkları kavimlerden
ibaretti. Dolayısıyla Roma İmparatorluğu bütün dünyanın tek bir imparatorluk altında
birleştirilmesinin sembolüydü. Roma İmparatoru da, bütün dünyanın tek hükümdarıydı. Başka
hükümdarların varlığı, ancak Roma İmparatoru’nun bahşettiği unvanla mümkün olabilirdi.
6
Tek meşru imparatorluk olabileceği ve bunun da tüm dünyayı yöneteceği düşüncesi,
Roma’nın olduğu gibi, Bizans’ın da siyasal doktrininin temelini oluşturuyordu. Süreç içinde
Hristiyan bir kimliğe bürünen Bizans İmparatorluğu için bu savın anlamına siyasal istemlerin
yanı sıra, dinsel amaçlar da yüklenmişti: Nasıl ki evrene hükmeden tek Tanrı vardı, bu
dünyaya da onun temsilcisi olarak tek hükümdar hükmetmeliydi ve bu da elbette ki Roma
İmparatoru olmalıydı. Tek meşru imparatorluk olan Roma (artık Bizans) evrensel bir devlet
olarak, tüm Hristiyanları içinde barındırmalıydı; imparator ise Tanrı’nın bu dünyadaki tek
meşru temsilcisi olarak Hristiyanlığın bekçisi ve tüm Hristiyanların koruyucusu olmalıydı.
Tek Tanrı, Tek İmparator, Tek İmparatorluk! Bu ancak Hristiyan Roma İmparatorluğu, yani
Bizans İmparatorluğu ile mümkün olabilirdi.
Bu doktrin bütün bir Geç Antik Çağ ve Orta Çağ boyunca Bizans Devleti’nin temel
doktrini olmasının yanı sıra, Bizanslıların dışında kalan halk ve kavimler tarafından da bir
gerçeklik olarak kabul görmekteydi. Gerek Bizans İmparatorluğunun kendi tebaası, gerekse
bunun dışında kalanlar için, Bizans İmparatorluğu hukuki ve ideolojik algılanış biçimiyle
yeryüzünün tek meşru imparatorluğuydu. Öyle ki, bir zamanlar imparatorluk tebaası olan,
ama sonraki yüzyıllarda ayrılarak kendilerini “imparatorluk” ilan eden, hatta Bizans’ın
varlığını tehdit edecek kadar güçlenen bazı uluslar için bile bu algılama değişmiyordu.
Onların hükümdarları, İstanbul’daki Roma İmparatoru’nun kendilerine gönderdiği
hükümdarlık taçları ile meşruiyet kazanmakta, onun verdiği saray unvanlarını gururla
kullanmaktaydı. Çizmeyi çok aşanlar, 6. yüzyılda Ravenna kenti başta olmak üzere İtalya’nın
bir kısmını ele geçiren Teodorik gibi, kendisini Roma İmparatoru ilan edip bu meşruiyeti
kendisi kullanmaya çalışıyordu. Ama bu prestij, son yüzyılını neredeyse bir ”şehir devleti”
olarak yaşayan Bizans’ın 1453 yılındaki sonuna kadar ona ait oldu. 1453’te ise Bizans
İmparatorluğunun başkentini ele geçiren II. Mehmed, bu unvana sahip çıkarak kendisini
Roma’nın da imparatoru olarak ilan etmiştir. Bizans ile aynı jeopolitiği paylaşan Osmanlı
İmparatorluğu da kendi tebaası olan Bizanslıları, “Rum”, yani Romalı diye adlandırmaya
devam etmiştir.
7
topraklarına katılan kent, 330 yılında Konstantinopolis olana kadar 1000 yıl boyunca
Byzantion olarak anılmıştır.
Coğrafi konumu bakımından İstanbul’un karalar ve denizler arasında bir geçit yerinde
bulunması, şehrin kuruluşu ve varlığı açısından büyük önem taşır. Balkan ve Anadolu
yarımadalarını kat ederek geçen yollar, önemli bir engelle karşılaşmadan burada düğümlenir.
Boğaz ne karşıdan karşıya geçmeyi güçleştirecek kadar geniş, ne de gemilerin gidiş gelişini
güçleştirecek kadar dar, kayalık ve sığdır. İstanbul Boğazı’nın Karadeniz ve Akdeniz kültür
alemlerini birleştiren bir deniz yolu olması, ayrıca Asya ile Avrupa’yı bağlayan kara
yollarının Boğaz’a doğru yaklaşarak burada birbiriyle düğümlenmesi, İstanbul’un bütün tarihi
boyunca gelişmesini etkileyen ve bu şehre özel bir kişilik kazandıran son derece önemli bir
faktördür. Şehrin İstanbul yarımadasının ucunda (günümüzde Sarayburnu adı verilen mevkii)
kurulmasını sağlayan coğrafi şartların en belirgini Haliç’in varlığıdır. Karalar içine 8 km.
kadar sokularak geniş ve derin bir koy meydana getiren Haliç, hem fırtınalardan korunan
8
güvenceli bir liman oluşturmuş hem de Marmara Denizi ile arasındaki tepelik yarımada
sayesinde korunmaya elverişli bir yerleşme yeri hazırlamıştır.
Şehrin ilk kuruluşuna dair yaygın efsane bir Megara (Yunanistan’ın Attika
bölgesindedir) kolonisi olarak MÖ 659 yılında kurulduğu şeklindedir. Efsaneye göre
Megaralıların başındaki kumandanın adı “Byzas” idi ve şehrin adı da buradan geliyordu. Bir
başka efsaneye göre Byzantion’un kurucusu olan Byzas, Tanrı Zeus’un kızı Keroessa ile
Deniz Tanrısı Poseidon’un oğludur. Byzas doğduğu yerde bir şehir kurmuş ve şehre
kurucusuna izafeten “Byzantion” adı verilmiştir. Küçük bir şehir olan Byzantion coğrafi
konumu ve stratejik önemi sebebiyle çevredeki devletlerin ilgisini çekti. Şehir Trakların
saldırılarını göğüslemek zorunda kaldığı gibi Perslarin işgaline de uğradı. MÖ 478’de
Atina’nın zorlamasıyla Perslare karşı kurulan Delos Deniz Birliği’ne girdi. Bununla beraber
MÖ 440’ta Atina’ya isyan etti, fakat kısa bir süre sonra Atina’nın hâkimiyetini yeniden
tanımaya mecbur oldu. Şehir Atina ile Sparta arasındaki savaşlar sırasında Spartalıların eline
geçti. MÖ 340’ta Makedonya Kralı II. Filip (Philippos) tarafından denizden ve karadan
kuşatıldı, fakat müttefiklerinin yardımı sayesinde kurtuldu. Roma’nın Makedonya ve
Yunanistan’da üstünlük sağlamasıyla Byzantion önce Roma’nın hâkimiyetini kabul ederek
serbest şehir (civitas libera) statüsünü sürdürmeyi başardıysa da MS 73 yılında imparator
Vespasianus tarafından kesin olarak Roma topraklarına katıldı. Ancak imparator Septimus
Severus ile rakibi imparator Pescenius Niger arasındaki iktidar mücadelesinde, Niger’i tutan
Byzantion, onun öldürülmesinden sonra Severus tarafından tahrip edildi. Severus şehrin
sınırlarını biraz daha genişleterek yeniden imar etti ve oğlunun şerefine Augusta Antonina
adını verdi.
İlk Çağ’ın son yüzyıllarında Atlas Okyanusu’nun kıyılarından Basra Körfezi’ne kadar
uzanan Roma İmparatorluğu, esas olarak Akdeniz çevresinde ulaşabileceği doğal sınırlarına
dayanmış, MS 3. yüzyıldan başlayarak da bu geniş topraklarda oldukça ciddi sorunlarla
karşılaşmıştı. Zaman içinde imparatorluğun yönetsel, ekonomik ve kültürel ağırlık merkezi
kaçınılmaz olarak Doğu’ya kaymış, bu eğilim daha Diocletianus döneminde (285-305)
başlamışsa da, ilk gerçekçi adımlar Roma İmparatoru I. Konstantin (324-337) (Büyük
Konstantin) tarafından atılmıştı. O, bu zorlukları aşmak için öncelikle Doğu’da yeni bir din
olarak güçlenen Hristiyanlığı, 313 yılında, imparatorluğun “eşit” dinlerinden birisi olarak
tanıdı. Bu bir bakıma, yıpranan Roma yönetimi için yeni, güçlü ve dinamik bir dayanak, bir
toplumsal destek bulma çabasının sonucuydu. Çünkü yeni din, özellikle Doğu topraklarında
görmezden gelinemeyecek denli güçlü bir toplumsal tabanı, daha 3. yüzyılda edinmişti ve bu
diri güç, çökmekte olan Roma İmparatorluğunu tekrar diriltecek toplumsal dinamiği
sağlayabilirdi. Bu gerçeği gören I. Konstantin, daha 312’de, ortak imparator Maxentius’u
yenerek saf dışı bıraktığı Milvian Köprüsü Savaşı’nda, savaştan önce gördüğü bir rüyayı
yorumlayarak askerlerinin kalkanlarına ve labarumun üzerine İsa Mesih’in (Iesus Xristos) baş
harflerinin üst üste getirilmesinden oluşan “khristogram”ı koydurmuş ve zaferini de buna
bağlamıştır. Kendisinin Hristiyan olup olmadığı kuşkuluysa da, imparatorluğun özellikle
Doğu topraklarındaki Hristiyan cemaatler arasında sempati ve destek kazandığı muhakkaktı.
9
Maxentius’u yendiği belirleyici zaferden sonra, askerî fetihler yoluyla kendisini Batı
Roma’nın imparatoru yapan Konstantin için sıra, Doğu Roma’nın imparatoru Licinius’la
pazarlık yapmaya gelmişti. Her iki hükümdar 313’te Milano’da bir araya geldiler ve ortak
egemenliklerini, imparatorluğu birleştiren evlilik bağlaşmalarıyla pekiştirdiler. Ayrıca bir
hoşgörü fermanı yayınladılar ki bu ferman1 ile Roma İmparatorluğunun ve imparatorlarının
mutluluğuna dua edildiği sürece, Hristiyanlık da dâhil bütün dinlerin özgürce yaşanabileceği
ilan ediliyordu. İki imparator arasındaki yoğun rekabet, 11 yıl sonra Konstantin’in Licinius’u
boğazın Asya yakasındaki Chrysoplis’te (Üsküdar) yenmesiyle sona erdi. Rakibini esir aldı,
Selanik’e sürgün olarak yolladı ve haince bir şekilde öldürttü. Böylelikle 324 yılında
Konstantin daha büyük, daha zengin ve daha kalabalık Doğu’nun olduğu kadar Batı’nın da
imparatoru oldu.
1 Milano fermanı, Roma İmparatorluğunda Hristiyanlığa karşı hoşgörüyü kurumlaştıran bildiridir. Roma
imparatorları I. Konstantin ile Licinius arasında Şubat 313’te Milano’da varılan siyasal bir anlaşmanın
sonucuydu. Haziran 313’te Licinius’un Doğu Roma’ya duyurduğu ferman, herkese dilediği tanrıya tapınma
özgürlüğü tanıyordu. Böylece Hıristiyanlar, kilise kurmayı da içeren yasal haklara kavuştular. Fermana göre,
devletçe el konulan mülkler de Hıristiyanlara derhal iade edilecekti. Konstantin’e mal edilen ve Roma
İmparatorluğunda dinsel barışı kurduğu ileri sürülen ferman; gerçekte, hukuksal bir belgeden çok, Milano’da,
Licinius ile Konstantin arasında yapılan görüşmelerin ibadet özgürlüğünün tam olarak sağlanması,
Hıristiyanların uğradıkları zararların tazmini vb. bir dökümü niteliğindedir.
10
surunda, Marmara ve Altın Boynuz (Haliç) boyunca kapılar inşa edildi. 6 yıl süren yoğun bir
inşaattan sonra Konstantin’in şehri, Konstantinopolis’in 11 Mayıs 330’da antik vatandaşlık
gururunu ve şehir festivallerini hatırlatan törenlerle resmî açılışı yapıldı. Küçük bir Roma
kenti olan Byzantion, kısa sürede yoğun bir imar faaliyetinden sonra 330 yılında
imparatorluğun “ikinci başkenti” olarak kutsandı. Zosimus, yazdığı tarih kitabında imar
faaliyetleri için şunları söylemektedir: “Konstantinos, şehri bir imparatora uygun bir yer
hâline getirmeye kararlıydı... Tüm yarımadanın etrafını denizden denize bölen surlarla
çevirdi … Roma’dakinden pek az geri kalan bir saray yaptırdı. Hipodromu, Dioscuri
Tapınağı’nı içine katarak çok güzel bir şekilde süsledi”.
Yeni Roma, sürekli olarak Eski Roma’nın zararına büyüdü ve refahı arttı. İstanbul
öylesine hızlı büyüdü ki, 412’de özgün Konstantin surlarının batısında 1,5 km. uzunluğunda
yeni surlar inşa edildi. Bir yıl sonra üç sıralı, 6 km. uzunluğunda devasa bir tahkimat
tamamlandı. Bu tahkimat, şehri bütün düşmanlarına karşı 1204 yılına kadar koruyacaktır ve
bugün de -kalan kısımları- hâlâ etkileyicidir. Haliç ve Marmara denizinin doğal engebeleri
boyunca deniz surları da inşa ettirildi. Etrafı böylece çevrilmiş olan arazi şehri 5
kilometrekare daha büyüttü. Bu bölgenin pek çok kısmı, surların dışında da devam eden
bağları, meyve ve sebze bahçeleriyle çapa tarımına ayrılmıştı. İmparator Anastasios
döneminde (491-518), şehrin savunmasının dış halkası olarak, Marmara kıyısındaki
Silivri’den Karadeniz’e 45 kilometrelik bir sur, “Anastasios surları” inşa edildi. Bütün
imparatorlar, şeref sütunları dikerek, pazarları ve limanları ıslah ederek ve kiliseler,
manastırlar açarak ve imparatorluk sarayına eklemelerde bulunarak şehre kendi eserlerini
katmak istemişlerdir. Sonuçta şehir öyle büyük ve görkemli bir hâle gelmiştir ki, çağlar
boyunca şöhreti dilden dile dünyanın her tarafına ulaşmıştır. Nitekim 13. yüzyıl başlarında
Niketas Khoniates şehre şu şekilde seslenmektedir: “Ey imparatorluk şehri, müstahkem şehir,
büyük kralların şehri… şehirlerin kraliçesinin kraliçesi, şarkıların şarkısı, görkemliliğin
görkemi”.
Yeni başkentin etrafında, Roma hayatının önemli bir unsuru olan yazlık mahalleler
genelde deniz kıyısında Bakırköy’e kadar uzanan batı sahilinde, Boğaziçi kıyılarında,
Üsküdar ve Kadıköy’de kuruldu. Buralarda birçok yazlık saray, kilise ve manastır inşa edildi.
Prens adaları yazlık olarak değil, gözden düşen hanedan mensupları veya önemli şahıslar için
11
sürgün yeri olarak kullanıldı. Böylece boğazın iki yakasındaki yazlık mahallelerle birlikte
İstanbul Orta Çağ’ın en görkemli ve büyük başşehri hâline geldi. Şehir eyaletlerden alınan
vergiden muaf tutuldu, halka bedava ekmek dağıtıldı. İmtiyazlar tanınmak suretiyle birçok
Roma senatörü ve diğer şehirlerden pek çok seçkin aile başşehre göç etmeye teşvik edildi.
Bunlara inşaat yapmak üzere bedava arsalar verildi. Böylece İstanbul kuruluşundan itibaren
çeşitli insan gruplarının birleştiği bir yer oldu. Büyük oğlu Konstantios (337-361), babasının
başlattığı İstanbul’u imar faaliyetine devam ederken şehir, 24 Ağustos 358’de İzmit’i yerle bir
eden ve etkisi Makedonya’da bile hissedilen bir depremle sallandı. İmparator Valens (364-
378), İstanbul’un su ihtiyacını karşılamak için yapımı devam eden su şebekesine Valens su
kemerini (Bozdoğan Kemeri) ekledi.
Şekil 1: Bizans Döneminde İstanbul. Yeni Roma olarak kurulup Konstantinopolis diye
anılmaya başlayan ve Türklerin İstanbul olarak söylediği bu şehir, tarihi boyunca büyük ve önemli
bir merkez olarak varlığını hep korumuştur
Kaynak:
http://en.wikipedia.org/wiki/Constantinople#mediaviewer/File:Byzantine_Constantinople_eng.png,
(12.09.2014).
12
Megalopolis’in (büyük kent) fiziki ve kurumsal gelişmesi doğuda iletişim ve ulaşım
ağının kısmen yeniden örgütlenmesi sonucunu doğurmuştur. Belli başlı yolların tümü yeni
başkente yönelmiştir: Balkanlarda Via Egnatia isimli yol, Dyrachion limanından başlayarak
Edirne, Philippupolis, Singidunum’dan (Belgrad) Tuna’ya giden yol, başkenti Antakya’ya
bağlanan yol ve Sebasteia (Sivas) aracılığıyla Ermenistan’a giden yol.
İstanbul’un, kurucusundan fazla değil iki nesil sonra, şehrin nüfusu Konstantinos’un
çizdiği sınırları aşarak, surların dışında yeni mahalleler oluştu. Şehrin nüfusu 4. yüzyılın
sonunda bazı tahminlere göre 200.000’e ulaştı, 5. yüzyılın ortalarında 400.000’i aşarken 6.
yüzyıl içinde bu sayı 500.000’e yaklaştı. İstanbul’un alanının hızlı genişlemesi,
imparatorluğun bunalım geçirdiği 7. yüzyılın ortasından 8. yüzyılın sonuna kadar ki dönemde
durakladı. Ama kentte, 9. yüzyılın başından itibaren bir kez daha hem nüfus hem inşaat
faaliyetleri artmaya başladı. Kimi tahminler daha yüksek olsa da, yukarıda da belirtildiği gibi,
toplam nüfus 530’larda 500.000’ni bulmuş olabilir. Nüfus, 540’lardaki büyük bir veba
salgınının ve bütün o dönem boyunca 750’lere kadar süren bir yöresel salgının ve yine bu
tarihlerdeki başka büyük bir veba salgınıyla doruğa çıkan belaların ardından, 8. yüzyılın
ortasında 30-40.000’e kadar düşmüş olabilir (bununla birlikte tüm bu rakamların tartışmalı
tahminler olduğu belirtilmelidir). Ondan sonra, 11. yüzyılın sonunda ve 12. yüzyılda, 6.
yüzyıldaki düzeylerine erişene -hatta biraz geçene- kadar, yeniden yavaş yavaş arttı. Kent,
1204 yılında IV. Haçlı seferi kuvvetlerinin eline geçti ve bunu izleyen yağmalamada, böyle
olaylara eşlik eden bina yakma ve diğer tahrip şekilleri kadar, çok büyük sayıda anıtın
yerinden taşındığına ya da yok edildiğine tanık oldu. 1261 yılında Bizanslılar tarafından
yeniden alınan kent, imparatorluğun kente ve yanıbaşındaki hinterlandına hapis olduğu 1453
yılına kadar Bizanslı kimliğini korudu.
Batıdan gelen pek çok ziyaretçi için İstanbul şehrinin, ipekli giyen ve havyar yiyen
sakinlerinin zenginliği, akla hayale sığmaz görünüyordu. Yukarıda da belirtildiği gibi, Niketas
Khoniates’e göre İstanbul gerçekten de “şehirlerin kraliçesinin kraliçesi”ydi. Tarihçi burada,
imparatorluğa ait, yöneten, imparatoriçe ya da kraliçe anlamlarına gelen Yunanca terim
“basilissa”dan hareket ederek bir söz oyunu yapıyordu. Şehrin büyüklüğü güzelliğinden
geliyordu ve zenginliği kadar sanat eserleri koleksiyonları ve abideleriyle bu güzellik gözler
önüne seriliyordu. Bu durum bir batılı kıskançlığına yol açtı ve IV. Haçlı seferindeki
birliklerce şehrin 1204 Nisanı’nda tamamen yağmalanmasına yol açtı. Fakat bu felaket bile
şehrin güzelliğini tamamen yok edememişti. 13. yüzyılda Arap El-Harawi, “Konstantiniyye
sahip olduğu şöhretten de daha güzel bir şehirdir” diye yazıyordu. “Allah lütuf ve
alicenaplığı ile burasını İslam’ın başkentliğine inayet buyursun” diye ekliyordu. 14. yüzyılda
El-Kazvini, “Onun gibi bir şey ne evvel ne ahir asla kurulmuş değildir” diye niteliyordu.
13
ortaya çıkan güçlere karşı savunmak zorunda kalmıştı. İmparatorluğun batı yarısı, sonradan I.
Iustinianos’un (527-565) bu toprakları yeniden fethetmek için gösterdiği çabalara rağmen,
Germen göçlerinin bir sonucu olarak kaybedildi. Yine de imparatorluk, insan ve kaynak
bakımından Mısır’dan sonra en müreffeh bölgesi olan Anadolu’ya tutunduğu sürece Kuzey
Afrika, Mısır, Suriye ve Filistin’i kaybetmesine rağmen ilkin Perslere, sonra da Araplara
yeniden kafa tutma imkânını bulmuştu.
14
Uygulamalar
Bu bölümde öğrenci ilgili web sayfaları yanı sıra, G. Ostrogorsky’nin “Bizans Devleti
Tarihi” ve Judith Herrin’in, “Bizans Bir Orta Çağ İmparatorluğunun Şaşırtıcı Yaşamı” isimli
kitaplardan inceleme ve okuma yapmalıdır
15
Uygulama Soruları
16
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Aslına bakılırsa tarih boyunca kendisini “Bizans İmparatorluğu” olarak adlandıran bir
devlet veya kendisine “Bizanslılar” diyen bir halk hiç olmadığı hâlde, insanlık tarihinde en
uzun süre devam eden ve derin izler bırakan devletlerden biri “Bizans” adıyla anılmaktadır.
Bu imparatorluk için “Bizans” adını ilk kullanan 16. yüzyılda Hieronymus Wolf (1516-1580)
ise de, akademik alanda bu adın kullanılması, 19. yüzyıl tarihçileriyle başlamıştır. Neden
Bizans isminin seçildiği sorusunun yanıtı ise, Roma İmparatorluğunun kuruluşunun Roma
şehrinin kuruluşu ile özdeşleştirilmesi gibi, Bizans İmparatorluğunun kuruluşu da
Konstantinopolis şehrinin kuruluşu ile özdeşleştirilmesidir. Bu yüzden tarih kitaplarında
Roma İmparatorluğu tarihinin, Roma şehri ile başlaması gibi, Bizans İmparatorluğu tarihi de
Byzantion (kuruluştan sonraki adı Konstantinopolis/İstanbul) şehri ile başlatılmaktadır.
Coğrafi konumu bakımından İstanbul’un karalar ve denizler arasında bir geçit yerinde
bulunması, şehrin kuruluşu ve varlığı açısından büyük önem taşır. Balkan ve Anadolu
yarımadalarını kat ederek geçen yollar, önemli bir engelle karşılaşmadan burada düğümlenir.
Boğaz ne karşıdan karşıya geçmeyi güçleştirecek kadar geniş, ne de gemilerin gidiş gelişini
güçleştirecek kadar dar, kayalık ve sığdır. İstanbul Boğazı’nın Karadeniz ve Akdeniz kültür
âlemlerini birleştiren bir deniz yolu olması, ayrıca Asya ile Avrupa’yı bağlayan kara
yollarının Boğaz’a doğru yaklaşarak burada birbiriyle düğümlenmesi, İstanbul’un bütün tarihi
boyunca gelişmesini etkileyen ve bu şehre özel bir kişilik kazandıran son derece önemli bir
faktördür.
Şehrin ilk kuruluşuna dair yaygın efsane bir Megara kolonisi olarak MÖ 659 yılında
kurulduğu şeklindedir. Efsaneye göre Megaralıların başındaki kumandanın adı “Byzas” idi ve
şehrin adı da buradan geliyordu. Bir başka efsaneye göre Byzantion’un kurucusu olan Byzas,
Tanrı Zeus’un kızı Keroessa ile Deniz Tanrısı Poseidon’un oğludur. Byzas doğduğu yerde bir
şehir kurmuş ve şehre kurucusuna izafeten “Byzantion” adı verilmiştir. Küçük bir şehir olan
Byzantion coğrafi konumu ve stratejik önemi sebebiyle çevredeki devletlerin ilgisini çekti.
17
Bölüm Soruları
a) Sınırlı şehir
b) Serbest ülke
c) Serbest şehir
d) Üstün şehir
e) Üstün ülke
II. Batı ile Asya arasındaki hem deniz hem de kara ticaret yollarının kontrolü için
a) I, III
b) Yalnız III
c) II , III
d) I, II
e) I, II, III
18
4) Doğu topraklarındaki Roma İmparatorluğu varlığını hangi tarihe kadar
sürdürebilmiştir?
a) 395
b) 1250
c) 1453
d) 408
e) 1071
a) Maxentus
b) Arcadius
c) Theodisius
d) I. Konstantin
e) Honorius
a) Körler ülkesi
b) Byzas’ın kenti
c) Bizans
d) Yeni Roma
e) Eski Roma
a) Hristiyanlık
b) Musevilik
c) İslamiyet
d) Budizm
e) Sabiilik
19
8) “Pars Orientalis” teriminin karşılığı aşağıdakilerden hangisidir?
b) Roma İmparatorluğu
e) Eski Roma
a. Konstantin
b. Filip
c. Vespasianus
d. Septimus Severus
e. Byzas
10) Roma İmparatorluğunun resmen doğu ve batı olarak ikiye ayrılması aşağıda
verilen tarihlerden hangisinde gerçekleşmiştir?
a) 395
b) 1204
c) 358
d) 361
e) 408
Cevaplar: 1) c; 2) c; 3) e; 4) c; 5) d; 6) b; 7) a; 8) c; 9) c; 10) a
20
2. BİZANS İMPARATORLUĞUNUN SİYASİ GELİŞİMİ
21
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
2. Giriş
22
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
a) Konstantinos
b) Basileios
c) Theodosios
d) Honorios
e) II. Konstantinos
a) Erken Bizans
b) Geç Bizans
c) Bizans İmparatorluğu
d) Doğu Roma
e) Batı Roma
a) Malazgirt Savaşı
b) İstanbulu’un Fethi
d) Arap İstilaları
e) Haçlı Seferleri
Cevaplar: 1) a ; 2) b ; 3) e
23
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Bizans uygarlığı Bizans uygarlığını Judith Herrin’in Bizans Bir Orta Çağ
öğrenmek İmparatorluğunun Şaşırtıcı Yaşamı,
isimli kitabı ve internet üzerinden ilgili
web sayfalarını incelemek
24
Anahtar Kavramlar
25
Giriş
Her devlet ve uygarlık tarihinde olduğu üzere, uzun Bizans tarihi de öğretim ve
uzmanlaşma kolaylığı sağlamak için dönemlere ayrılarak incelenmektedir. Genelde olduğu
üzere bu tasnif için herkesçe kabul gören bir fikir bulunmamakta, çeşitli tarihler ve olaylar
ileri sürülmektedir. Kronolojik ya da klasik yaklaşıma göre Bizans İmparatorluğu tarihi üç ana
döneme ayrılır. Bunlar 284-717 yılları arasında Erken Bizans dönemi, 717-1204 seneleri
arasında Orta Bizans dönemi ve 1204-1461 yılları arasında Geç Bizans dönemidir.
Orta Bizans dönemi, Arap seferlerinin yanı sıra, Süryani asıllı Leon (717-741)
hanedanının tahta çıkmasıyla başlar. Bu dönemin önemli olayları arasında ikonoklazma
(ikonakırıcılık) hareketi, Anadolu’daki Müslüman ilerleyişinin durdurulması ve 1025 yılında
ölen Makedonya hanedanından II. Basileios’un (976-1025) Bizans otoritesini Anadolu’da ve
Balkanlarda tekrar kurması, II. Basileios’den sonra Bizans devletinin zayıflama sürecine
girmesi, 1071 yılında Selçuklulara karşı Malazgirt’te ağır bir yenilgiye uğraması ile sona erer.
Malazgirt ile başlayan gerileme ve çöküş süreci, 1176 yılında Miryokefalon’da alınan
yenilgiler ile 1204 yılında Haçlıların İstanbul’u işgali devam eder. Dolayısıyla Geç Bizans
döneminin önemli olayları arasında, Malazgirt sonrasındaki yenilgiler, 1204 Latin işgali
sonucunda Bizans’ın devamı olduğunu iddia eden Trabzon, Epir ve İznik’te yeni devletlerin
ortaya çıkması, İstanbul’la birlikte Selanik, Tiva, Atina ve Mora’da Latin dükalıklarının
kurulması, 1261 yılında İstanbul’un son Bizans hanedanı Paleologoslar tarafından yeniden ele
geçirilmesi, Anadolu’da Osmanlılar, Balkanlarda Sırp ve Bulgarlarla mücadele, Bizans
2 Tetrarşi (Tetrarchy), kelime anlamı olarak dörtlü idare demektir. İmparatorluğun idari ve askeri
bakımdan daha iyi yönetilmesini sağlamak için Diokletianos tarafından uygulanan sistemdir. Ne var ki sistem
305-310 yılları arasındaki dönemde çökmüştür.
26
devletinin İstanbul ve çevresiyle sınırlı bir şehir devletine dönüşmesi ile son olarak
İstanbul’un 1453 yılında Türklerce fethi sıralanabilir.
I. Konstantin (324-337) dönemi eski Roma İmparatorluğu ile yeni Roma (Bizans)
İmparatorluğu arasında bir sınır olarak görülmektedir. İmparator I. Konstantin, 4. yüzyılın
başındaki iç savaşların ardından, imparatorluğun bir bütün olarak artık Roma’dan etkili bir
şekilde yönetilemeyeceğini fark etmiştir. Roma İmparatorluğunun ikiye bölünmesiyle, eski ve
küçük bir Yunan kenti olan “Byzantion” 330 yılında, Doğu Roma İmparatorluğunun başkenti
olur ve ismi imparatorun adına izafeten, “Konstantinopolis” olarak değişir. Bu kent cazip bir
stratejik konuma sahipti, çünkü imparator Boğaziçi’nden hem doğu hem de batı meseleleriyle
ilgilenebilirdi. Bu tarihten itibaren İstanbul Doğu’nun yönetim, iktisat, düşünce ve kültür
hayatının odak merkezi hâline gelecek ve bu kentin tarihi ile Bizans imparatorluk tarihi bir
anlamda özdeşleşecektir.
Büyük Konstantin, sadece yeni başkent kurması ile değil, hem askeri, hem sivil
kurumlar içerisinde birçok önemli reformlar başlatmasıyla, yeni bir imparatorluğun da
kurucusu sayılır. Gerçekten de İstanbul’un başkent oluşu ile Roma dünyasının ağırlık noktası
doğuya kaydığı gibi, aslında bir Doğu dini olan Hristiyanlık da Konstantin’in himayesinde
bütün imparatorluğa hâkim olacak duruma kavuşmuştur. Dahası, 325 yılında İznik’te toplanan
I. Genel Konsil Hristiyanlığa yeni bir güç kazandırmış, devlet-kilise arasında güçlü bir bağ
kurmuştur.
Konstantin devlet idare sisteminde de köklü değişiklikler yaparak yeni bir idare düzeni
kurdu. Bu düzenin temelini teşkil eden imparator kudretinin otokrasisi, devletin
merkezileştirilmesi ve bürokratlaştırılması ile devlet-kilise arasındaki sıkı bağlılık Bizans
İmparatorluğu yaşadığı sürece devam etmiştir. İmparator artık sadece ordunun ve devletin
değil aynı zamanda kilisenin de hâkimi idi. Yeni idare düzeninin en önemli özelliği, askerî ve
sivil idarenin ilke bakımından birbirinden ayrılması ve bütün idarenin hiyerarşik bir sisteme
uygun şekilde organize edilerek imparatorun şahsında birleştirilmesiydi. Askeri düzende
yapılan yenilik, eskiden sadece sınır boyunca yerleştirilmiş savaş kuvvetleri yanında devlet
27
arazisi içinde hareketli yaya ve atlı birlikleri kurulmasıydı. Böylece askerî güçler iki temel
grup oluşturdular: Hareketli birlikler ve sınır kuvvetleri. Yaya ve atlı birlikler ayrı
kumandanların emrine verildi. Bütün sınır boyları bölgelere ayrılarak her bölge bir dükün
idaresine bırakıldı. Ayrıca askerî bir yenilik daha yapıldı; eski muhafız gücü yerine
çoğunluğunu Germenlarin teşkil ettiği özel muhafız kıtaları kuruldu. Bu devirde, büyük
ölçüde değerini kaybetmiş olan devlet parası da güçlendirildi. Konstantin yeni ve çok sağlam
bir para sistemi kurdu. Bu sistemin temelini yeni bir altın sikke, “solidus” denen altın para
teşkil ediyordu. Bu altın, imparatorluğun hatta bütün Akdeniz dünyasının yüzyıllar boyunca
standart parası oldu. Dengeli para sistemi faal ticarete yol açtı ve İstanbul’u dünyanın en
zengin şehri hâline getirdi. Ayrıca vergi sisteminde ve sosyal hayatı düzenleyen kanunlarda da
yenilikler yapıldı. Böylece İstanbul’un başşehir oluşu yanında bu dönemde Hristiyanlığın
kabulü ve hemen her alanda yapılan köklü reformlarla imparatorluğun görünüşü tamamen
değişmiş oldu.
28
dogmaları tanımayanlara baskı yaparak, dinsel hoşgörüsüzlüğe yöneldi. Ama işkence ve
aşağılama sapkınları ortadan kaldıramıyordu. Bunlar, din kisvesi altında sömürü rejimine
karşı duygularını sergileyen yeni sapkınlıkların doğuşuna yol açıyorlar; bu rejimin desteği ve
onayı niteliğindeki resmî Ortodoksluğa karşı mücadele ediyorlardı ki, bu türden mücadeleler
yüzyıllar boyunca Bizans tarihinin ayrılmaz birer parçası hâline gelecektir.
Bu fetihlerin yanı sıra bütün sınırlarda geniş bir korunma sistemi kurulmuş ve merkezî
idare kuvvetlendirilmişti. I. Iustinianos’un saltanatı, hukukun yeniden düzenlenmesi (Codex
Iustinianos, 529) ve Nika İsyanı (532) sırasında yanmış olan Ayasofya’nın, muhteşem bir
şekilde yeniden inşası ile (532-537) parlaklık kazanmıştır. Ancak bu parlak devrin yaşanması
için kaynakların büyük ölçüde israfı, devletin de gücünü iyice yitirmesine sebebiyet vermiştir.
Gerçekten de daha oğul Konstantin zamanında hizmete açılan Ayasofya, 20 Haziran 404’te
patrik Ioannes Khyrosostomos’un sürgün edilmesi üzerine meydana gelen bir ayaklanma
sırasında çıkan yangında harap olmuş ve II. Thedosios (408-450) binayı beş nefli olarak
yeniden yaptırıp 10 Ekim 415’te tekrar açmıştı. Fakat bu ikinci kilise, yukarıda da belirtildiği
gibi, Iustinianos (527-565) ve karısı aleyhine 532 yılında 13-14 Ocak gecesi çıkan Nika
ayaklanmasında sarayın bir kısmı ve başka umumi binalarla birlikte yandıktan sonra,
imparator onu evvelki binalardan daha büyük, değişik ve muhteşem bir şekilde yaptırmayı
tercih etmiştir. Batı Anadolulu iki mimar, Trallesli (Aydın) Anthemios ile Miletoslu (Milet-
Balat) Isidoros’a havale edilen inşaat, 537 yılına kadar sürmüştür. Iustinianos geniş
imparatorluğunun her tarafından malzeme istetmiş, bunun için daha eski yapıların işlenmiş
malzemeleri de toplanmıştır. Böylece Mısır’da Heliopolis’ten sekiz büyük kırmızı porfir
sütun, Batı Anadolu’da Efesos’ta (Ayasuluk-Selçuk) Artemis Mabedi’nden, Kyzikos
(Kapıdağ yarımadası) ve Suriye’de Baalebek’ten sütunlar getirildiği gibi başka yerlerden de
değişik cins ve renklerdeki mermerler taşınmıştır. Iustinianos inşaatla bizzat ilgilenerek
yapıda çalışan 10.000 işçiyi gayretlendirmiş, Ayasofya altı yıl içinde tamamlanarak 27 Aralık
537 günü büyük bir törenle açılmıştır. Iustinianos’un yapılarını anlatan Prokopios, eserinde bu
kiliseye geniş bir yer vermektedir. Ayrıca yine bu imparator zamanında toplanan V. Genel
Konsil (553) İstanbul ve Roma kiliselerini barıştırmış görünmekteyse de, bu da sürekli ve
kalıcı bir sonuç doğurmamıştır. Üstelik Roma’ya yakın durmak İstanbul’a Doğu eyaletlerinin
sevgisini kaybettirmişti. Nitekim, kısa bir süre sonra Müslüman fatihler göründüğünde Mısır
29
ve Suriye Hristiyanları bu kırgınlıklarını devlet aleyhine takındıkları tavırla belli edeceklerdir.
Ayasofya mimarisinin esası, Hristiyan dinî yapılarının hâkim planı olan bazilika
biçimine göre yapılmış olmakla beraber, iki mimar bu yapının orta mekânının üstünü
pandantiflerle esas kabuğu, şişmiş bir yelken gibi bütün teşkil eden, çapı yaklaşık 31-33
metreyi bulan basık büyük bir kubbe ile örtme yoluna gitmişlerdir. Bu büyük kütle baskısını
karşılamak üzere batı-doğu ekseni üzerinde kademeler hâlinde inen ve ufalan yarım kubbeler
yapılmış, yanlarda ise baskı, galerilerde yan duvarlardaki payeler ve kemerlerle tonozlar yar-
dımıyla karşılanmıştı. Bu çapta ve tertipte bir yapıyı bu derecede büyük bir-kubbe ile örtmek
aslında büyük bir cesaret idi. Ancak yapının statik bakımından bu ağırlığı çok güç karşıladığı
da bir gerçektir. Gerek Bizans gerekse Türk devrinde duvarlara dışarıdan eklenen büyük
destek payandaları yardımıyla Ayasofya bugüne kadar ayakta tutulabilmiştir. Nitekim 557
yılındaki depremin de tesiriyle 7 Mayıs 558’de kubbenin doğu tarafının çökmesi üzerine,
önceki mimarlardan Isidoros'un yeğeni genç Isidoros tarafından kubbe evvelkinden yirmi ka-
dem (6,25 inç) kadar yükseltilip geçişi pandantiflerle temin edilerek yeniden yapılan kilise, bu
defa 24 Aralık 562’de ibadete açılmıştır. Bu vesileyle saray yüksek memurlarından
30
Silentarios Pavlos’un yazdığı uzun manzum methiyede yapının mimarisi, iç süslemesi ile
eşyası çok ayrıntılı bir şekilde tasvir edilmiştir. 869 depreminde kubbede beliren çatlaklar
ertesi yıl imparator Basileios tarafından tamir ettirilmiş, fakat II. Basileios zamanında 26
Ekim 986’da vuku bulan depremde kubbenin yine bir kısmı çöktüğünden derhal gerekli
tedbirler alınmıştır. Ermeni mimar Tiridat’ın eliyle altı yıl süren tamirden sonra kilise 13
Mayıs 994’te açılmıştır. 1204’te IV. Haçlı Seferi ile İstanbul’u işgal eden Latinler burada
büyük tahribata sebep olmuşlardı. İstanbul tekrar Bizans idaresine geçtikten sonra ufak bir
tamir gören Ayasofya'da II. Andronikos 1317’de büyük ölçüde tamirat yaptırmış, duvarlar
dışardan takviye payandalarıyla desteklenmiştir. Ancak büyük ve yaşlı binada bu tamirler
yetersiz kalmış ve 19 Mayıs 1346'da sebepsiz olarak doğudaki baş kemerle kubbenin bir
parçası çökmüştür. Bu sırada iyice fakirleşmiş olan Bizans, büyük zorluklarla ve halktan
yardım toplamak suretiyle ancak 1354'te bu zararları giderebilmiştir. 1402’de İstanbul’a gelen
İspanyol elçisi Clavijo, Ayasofya’yı harap ve bakımsız bir hâlde görmüştür. Evliya Çelebi
Seyahatname’sinin bir yazmasından öğrenilen, fakat başka kaynaklarda bulunmayan bilgiye
göre, İstanbul’un fethinden birkaç yıl önce yine bir depremde zarar gören Ayasofya’nın kuzey
tarafını tamir etmek üzere Ali Neccar adındaki Türk mimarı Edirne'den İstanbul'a
gönderilmiştir. Gerekli takviyeyi yapan mimar Edirne’ye dönüşünde müstakbel minarenin
kaidesini de hazırladığını açıklamıştır.
I. Iustinianos (527-565) batıdaki fetihleri yapabilmek için doğu sınırında barışı İran’a
haraç ödeyerek sağlamıştı. Devletin onuruna dokunan bu duruma kendisinden sonra tahta
çıkan yeğeni II. Iustinos (565-578) son vermeye çalışınca, İran’la savaş yeniden başladı. Bu
cephede durumu düzeltmek imparator Maurikios (582-602) tarafından başarıldı. 6. yüzyılın
ikinci yansında imparatorluk için en büyük darbe Langobardların İtalya’ya girişi (568) oldu.
Langobardlar kısa zamanda yarımadayı işgal ettiler (580); İtalya kaybedilmişti. Devletin
elinde sadece birkaç kıyı şehri kalmıştı. Aynı sıralarda Tuna’yı aşan Avarlar, Slavlarla birlikte
Balkanlardaki araziyi tahrip ederek Selanik’e kadar ilerlediler. İran ile savaşı bitiren
Maurikios 592’de Avarlara karşı uzun sürecek bir savaşa girişti. Yapılan uzun mücadeleler
sonunda Avarlar Tuna’nın ötesine püskürtüldüler. Fakat 602 yılında orduda çıkan bir isyan,
kazanılan başarıları bir anda yok etti. Maurikios öldürüldü, isyanın elebaşısı Phokas askerler
tarafından imparatorluğa yükseltildi (602-610). Bu imparator devri tedhiş ve anarşi içinde
geçerken devletin düştüğü zaafiyetten faydalanan İran orduları Suriye, Filistin ve Anadolu’yu
işgal ettiler. Balkan yarımadası Avarların istilasına uğradı, devleti bu sıkıntıdan Herakleios
kurtaracaktır.
Bu dönemdeki güç durumdan kurtarmak için o dönem Kartaca valisi olan Herakleios
(610-641), 610 yılında büyük bir donanma ile İstanbul’a gelerek Phokas’un korku rejimine
son vermiş; 5 Ekim’de Aziz Stephen Kilisesi’nde patriğin elinden imparatorluk tacını
giymiştir. Herakleios Bizans tarihinin en güç devresinde görev başına gelmişti. Sivil ve askerî
idare bozulmuş, ekonomi çökmüştü. İran doğu eyaletlerini işgal ediyordu; 611’de Antakya,
613’te Dımaşk (Şam), 614’te Kudüs, 619’da Mısır’ı zapt etmişlerdi. Bu arada Boğaziçi
kıyılarına kadar ilerleyen İran orduları İstanbul’u zapt etmek üzere Avarlarla anlaşıyordu. Bu
durumdan kurtulmak için Herakleios, 619 yılında Avarlara büyük meblağlar ödeyerek barış
31
antlaşması yaparak, batı sınırlarının güvenliğini sağlamıştır. Aynı dönemde güneyde beliren
diğer güçlü bir düşman Müslüman Araplardı. Araplar imparatorun kardeşi Theodorus’u
yenerek 635 yılında Suriye’nin en önemli kenti Şam’ı aldılar. 636 yılında Bizans yönetimi,
savaşabilecek durumdaki tüm birliklerini Suriye’de topladı. Bizans ordusu, Araplarla giriştiği
Yermük savaşında ağır bir yenilgiye uğradı. Bu savaşın sonucu Suriye, Filistin ve Mısır’ın
kaderini belirledi. Yahudilerle Samirilerin yanı sıra, Monofizit 3 Hristiyan halk da Arapları
kurtarıcı olarak karşıladı. Din konusundaki engin hoşgörüleri; İslamiyet’e geçme hâlinde bazı
muafiyetleri de içeren vergi sisteminin basitleştirilmesi, dolayısıyla, yükümlülüklerin
azaltılması, Araplara birçok kentin kapılarını açtı ve kırsal kesim halkının takdirini
kazanmalarına neden oldu. Durumu böylesine çaresiz görünen Bizans devleti, hiç umulmayan
bir şekilde, bazı alanlarda kendini yenileme oluşumunu gerçekleştirebildi. Nitekim bu
dönemde Herakleios’un yaptığı reformların en önemlisi, Anadolu'da “thema”lar (askerî
eyalet) sisteminin kurulmasıdır.
3Monofizitlik, “tek tabiat” doktrini olarak bilinir. Hz. İsa’nın iki tabiatını da, hem insan, hem ilahi olanı
reddeden, bunun yerine ilahi olanın, vücut bulduktan sonra insan olanı içine aldığına inanan Hıristiyan inancıdır.
451’de Kadıköy Konsili’nde sapkın olarak mahkûm edildi ama Suriye ve Mısır’ın büyük bölümünde, ayrıca
günümüz Süryani ve Kıpti kiliselerindebaşlıca inanç olarak kaldı.
32
yıllarında da Müslümanların ilerlemesi devam ederek, 642 yılında İskenderiye, 643 yılında ise
Tripolis (Trablus)’i almışlardır. 647 yılında Suriye valisi Muaviye Kayseri’yi ele geçirmiştir.
Ayrıca Muaviye ilk deniz donanmasını kurarak 649 yılında Kıbrıs Adası’nın fethini
sağlamıştır. 645 yılında Hz. Ömer’in köle Firuz tarafından öldürülmesi, İslam Devleti’nde
yeni halifenin kimin olacağı konusunda bir kargaşaya yol açmıştır. Bu durumu fırsat bilen
Bizans, doğu sınırlarının güvenliği hususunda rahatlama fırsatına kavuşmuştur. Bu arada II.
Konstans, Bizans’ın batı hududundaki sorunları çözmek için buraya yönelmiş ve Slavlara
karşı kazandığı bir zaferle İstanbul’a dönmüştür. II. Konstans’ın öldürülmesi üzerine, yerine
IV. Konstantinos (668-685) tahta geçmiştir. Aynı tarihlerde yeniden toparlanan ve Emevi
Devleti’ni kuran Müslümanlar yeniden Bizans’a karşı harekete geçmişlerdir.
Bu sisteme göre Anadolu topraklan, ilk defa oluşturulan dört büyük thema hâlinde
(Opsikion, Anatolikon, Kbyraioton, Armeniakon) organize ediliyordu. Themalar tamamıyla
askerî idare birlikleri olup sivil idare de onlara bağlıydı ve bunlar “strategos” adı verilen
kumandanlar tarafından yönetilirlerdi. Themalar idaresinin en önemli özelliği askerî
birliklerin Anadolu'ya yerleştirilmesi olmuştu. Buralarda askerî mükellefiyet karşılığında
babadan oğula geçen ve mülk şeklinde taksim edilen askerî dirlikler oluşturuldu. Böylece
askerlere tahsis edilen arazi kuvvetli bir yerli ordunun kurulmasına temel oldu ve devlet pek
33
de güven duyulmayan ücretli asker kullanma mecburiyetinden kurtuldu.
Yukarıda belirtilen ilk themaların sayısı 9. yüzyılda artarak, 2 tanesi Trakya’da olmak
üzere 15’e ulaşmıştır: Var olan dört themaya ilave, Thrakia, Makedonia, Optimaton,
Bukellarion, Paphlagonia, Thrakesion, Seleukeia, Kappadokia, Kharsianon, Khaldia,
Koloneia yeni kurulan themalardır.
İlk defa 7. yüzyılda ortaya çıkan thema örgütlenmesi, gelişimini 10. yüzyılda
tamamladı. Themaların askerî gücü, hizmet süresi ile silahlı sayısı, tahsis edilen toprağın
büyüklüğüne göre değişen ve babadan oğula miras yoluyla aktarılan askerî bir kasttan
oluşmaktaydı. Bir süvarinin (strategos) masrafını karşılamak için beş, en az dört libre altın
değerindeki bir parsel yeterli sayılıyordu. Bir denizciye verilen toprak, üç libre altın olarak
hesaplanıyor ve baba ölünce oğluna kalıyordu. Boş araziler ise, isteyene dağıtılıyor ya da bu
topraklara savaş tutsakları yerleştiriliyordu. Stratogesler, mal ile yerine getirilen
yükümlülüklerden, taşımacılık, yol inşaatı vb. gibi işlerden muaf tutuluyorlardı. İşgüçlerine
gerek duyulduğunda ise bedeli ödeniyordu. Ancak, imparatorluğun diğer uyrukları gibi toprak
vergisi veriyorlardı. Bu durum onları, Bizans mali rejiminin yol açtığı sefaletle karşı karşıya
getiriyordu.
Zamanla ülkenin idari yapılanması hâline dönüşecek bu thema sistemi, en basit izahla,
ülke arazilerinin veya varlıklarının devlet mülkü hâline getirilip, bunların sınırları tayin
edilmiş kesin kurallar dâhilinde askeri, idari, ilmi, vs. personele yöneltilmesi suretiyle devleti
teşkil eden kadroların mali bakımdan finanse edilmesini sağlayan anti-feodal, merkezî bir
sistem olarak tanımlanabilir. Asya ve Bizans’ta, tümen ve temayı teşkil eden sosyal ve iktisadi
içeriğin farklı olması, sistemin fonksiyonel bakımdan aynı olmasına engel teşkil
etmemektedir. Çin’i bir tarafa bırakarak Türk-Moğol-İran-Asya ananesinden hareket
edildiğinde, temel iktisadi ve sosyal kaynağın aşiret-beylik olması nedeniyle, burada devletin
ana kaynağının aşiret ve onun dayandığı iktisadi kaynak olan hayvancılık olduğu görülecektir.
Asya tümeni, aşiret üzerinde kurulmuş idari, askeri, mali bir ünite iken Bizans teması çiftçi
üzerinde aynı fonksiyonlara sahip olmak üzere kurulmuş bir yapıdır. Asya’da kurulan büyük
imparatorluklar, bu tümenlerin merkezi-otoriter bir idare altında toplanmalarının ürünüydü.
Büyük Cengiz İmparatorluğu bu geleneğin meydana getirdiği en meşhur tarihî yapıdır. Ancak,
Asya tümeninin sosyal kaynağı olan aşiret, devletin zıddı olan her türlü niteliğe sahipti.
Aşiret, kendi içinde sosyal, kültürel, askeri, siyasi, mali bir bütünlük taşıyan kurumdu.
Aslında devlet geçici, aşiret daimî bir fenomendi. Bu aşiretler bir fırsat bulduğunda büyük
imparatorluğu yıkmak için harekete geçmekten sakınmamışlardır. Temayı ortaya çıkaran
sosyal ve iktisadi kaynak olan çiftçi ve tarım arazileri ise merkezî bir imparatorluğu ayakta
tutacak en istikrarlı vasıtalar idi. İmparatorluğun kendini yaşatabilmesi için merkezî otoriteye
tehdit oluşturan aristokrasinin ortadan kaldırılması yeterli idi. Bunun için ülke arazilerinin
hukuken devlet hâkimiyetinde olması gerekiyordu.
IV. Konstantinos’un 685 yılında ölmesiyle yerine oğlu II. Iustinianos (685-695 ve
705-711) geçmiştir. Bu imparator, babasının zamanında Araplara verilmiş olan haracı yeni bir
antlaşmayla ödemeye devam etmiştir. Buna antlaşmaya göre; İberya, Kıbrıs ve Ermenistan’ın
gelirlerini Araplar ile bölüşmeyi kabul etmiştir. İmparatora karşı 695 yılında Maviler Partisi
34
desteğinde bir isyan çıkmış, isyanın başarılı olmasıyla Leontios tahta (695-698) geçmiş ve II.
Iustinianos’un burnu kesilerek Khersones’e sürgün edilmiştir. II. Iustinianos Bulgar Hanı
Tervel ve Slavların yardımıyla 705 yılında iktidarı tekrar ele geçirmiştir. II. Iustinianos’un
zalimane hareketlerine karşı 711’de ikinci defa devrilmiştir. Böylece Herakleios hanedanı son
bulmuş ve taht Ermeni asıllı Bardanes’in eline geçmiştir. 13 Haziran 713 yılında Bardanes’i
tahttan indirilerek Anastasios getirilmiştir. Anastasios’dan sonra Theodosios adında sivil bir
memur tahta çıkarılmıştır.
Bu dönemde Bizans, yani 711-717 yılları arasında saray ihtilalleri ve anarşi içinde
çırpınıp dururken bundan faydalanan İslam dünyası olmuştur. Bu devrede bütün Kuzey Afrika
arazisi kaybedildiği gibi, Müslümanlar İspanya’ya da geçmeyi başarmışlardır (711). Aynı
yıllarda Bulgarlar da Tuna’nın güneyindeki bölgeye yerleşmeye çalışıyorlarken Anadolu
toprakları her yıl yaz ve kış mevsiminde yapılan Müslüman akınlarına sahne olmuştur. İslam
orduları 703’te Doğu Anadolu bölgesine, 711’de Kilikya’ya girdikleri gibi 712’de Amasya ve
713’te Yalvaç’ı zapt etmişlerdir. 715 yılında ise bütün güçleriyle bir daha İstanbul’u
kuşatmışlarsa da, iki yıl devam eden kuşatma Ömer b. Abdülaziz’in halife olmasıyla kaldırıl-
mıştır. Kuşatma sırasında ordu kumandanı Mesleme b. Abdülmelik'in isteğiyle bugünkü
Perşembepazarı’nda bir mescid yaptırılmıştır.
III. Leon’un (717-741) kurduğu ve 9. yüzyıl başına kadar hüküm süren Isauria
hanedanı Bizans tarihinde ilginç bir rol oynamıştır. III. Leon’un 726 yılında başlattığı “tasvir
kırıcılık” (ikonoklasm), yani aziz ve Meryem tasvirlerini tahrip etme hareketi, yüzyıldan fazla
sürmüş ve ancak kanlı mücadelelerin ardından sona ermiştir. Sözlük anlamıyla “ikonaların
kırılması/ikonaklazm” demek olan iconaclasm, ikonakırıcılık, Avrupa’da ve İngilizcede hâlâ
kullanılan az sayıdaki Bizans sözcüğünden birisidir. Bunun bizzat kendisi, isim verdiği
tartışmanın, dinsel imgelerin gücü ve tehlikeleri üzerine yapılan kavganın, ne kadar kalıcı
olduğunun bir kanıtıdır. Bizans’ta ikonakırıcılık, “Oyma putlar yapmayacaksın ve onlara
tapınmayacaksın” diyen Musa’nın İkinci Emri’nin ilham ettiği bir şeydir. Bu yasanın Ahd-i
35
Atik’in Beşinci Kitabı’nda özetlenme biçimi daha da katıdır. Ancak Bizans ikonakırıcılığını
öne çıkaran ne Yahudi ne de Hristiyan geleneği idi. Putperestliğe karşı olan bu emrin
İslamiyet tarafından sıkıca benimsenmesi, imparatorluğun Hristiyanlık aleminde, tasvirlerin
rolüne karşı bu meydan okumanın temelini atmıştır. Başlangıcı, III. Leon zamanında yaşanan
ikonakırıcılık, bilinen tarihteki en büyük ideolojik anlaşmazlıklardan birisidir. Bir yüzyıldan
fazla bir zaman boyunca savaşı sürmüş; Bizans’ta ilki 730-787 ile ikinci kez 815-843 arasında
belirgin iki ikonakırma dönemi yaşanmıştır.
36
dünyası birbirine düşman hâle gelecektir.
37
İstanbul patriği Photios ve misyonerlik faaliyetini yürüten Konstantinos Kyril’dir. 5
Müslümanlara karşı Anadolu’da ve Sicilya’da savaşlara devam edildi. 860 yılında Ruslar ilk
defa gemilerle İstanbul önünde görünerek başşehri kuşattılarsa da bir fırtına Rus filosunu
mahvetti. Bu kuşatmadan kurtulduktan sonra Bizans, yeni Rus saldırılarını önlemek üzere
bunları Hristiyanlaştırmaya ve böylece kendi nüfuz alanına sokmaya karar vererek Hazarlar,
Ruslar ve Balkanlardaki Slavlar arasında din propagandasına başladı. İstanbul patriği
Photios’un Roma’nın bütün Hristiyan kilisesi üzerindeki yüksek hâkimiyet iddialarını kabul
etmemesi, iki kilise arasındaki zıtlığı arttırdı. 9. yüzyılın ikinci yansında Bizans İmparatorluğu
din birliğini, askerî gücünü ve fikrî büyüklüğünü yeniden elde etmiş görünüyordu. Bu
yükselme devri, III. Mikhail’i öldürerek (867) Bizans tahtına çıkan ve yeni bir hanedanın
kurucusu olan Basileios (867-886) ve onu takip eden imparatorlar zamanında doruk noktasına
ulaşacaktır.
10 Aralık 969’da İstanbul, Nikephoros’un bir saray suikastına kurban gitmesine tanık
oldu. II. Basileios (976-1025), 988’de asi, Bardas Phokas’ın İstanbul’u ele geçirmek üzere
Üsküdar’a kadar ilerleyişi karşısında çok zor duruma düştü ve Kiev Hükümdarı Vladimir’den
yardım istemek zorunda kaldı. Basileios, Vladimir’in gönderdiği 6000 Rus askeri sayesinde
başarıya ulaştı. Bizans’ın hizmetinde kalan bu Rus birliğine sonraki yıllarda Normanlar,
Franklar ve başka yabancılar da katıldı. 26 Ekim 989’da meydana gelen korkunç deprem
sadece başşehirde değil başta İzmit olmak üzere Orta Anadolu ve Trakya’da da büyük
zararlara sebep oldu. Ayasofya’nın batı kubbesi çöktü. II. Basileios döneminde İstanbul güçlü
ticaret hayatı, iyi idare edilen kurumları ve kültür alanında sürdürdüğü gelişmesiyle Orta
Çağ’ın en büyük ve en pırıltılı şehri hâline geldi. 1010 yılı Ocak ve Mart ayları arasında
yaşanan depremde birçok kilise yıkıldı. II. Basileios’un yeteneksiz halefleri otuz yıl içinde
imparatorluğu çöküşe sürüklediler. Halk 1037, 1038, 1041, 1042 yıllarında arka arkaya vuku
bulan depremlerin acısını ve 6 Ağustos 1040’ta limandaki bütün gemileri yakıp kül eden
yangın felaketini de yaşadı.
5 Kyril ve Metodius, 9. yüzyılda Selanik’te doğmuş olan papaz kardeşler, Moravya ve Panonya’da
Slavlar arasında Hıristiyanlığın yayılmasını sağlayan misyonerlerdir. Bu bölge halkı arasında
Hıristiyanlığı/Ortodoksluğu kabul ettirip yaygınlaştırdıkları gibi, misyonerlik görevleri sayesinde Slav
halklarının kültürel gelişmelerini etkilemiş ve “Slavların önderleri” unvanına layık görülmüşlerdir. Geliştirdikleri
alfabe sayesinde Eski Slav dilinin yazılabilmesini sağlamışlardır. Günümüzde kullanılan Kiril alfabesi bu
alfabeyi temel almıştır ve bugün Slav dillerinde kullanılmaktadır.
6 Pavlusçular, 7-9. yüzyıllarda etkin olan düalist bir tarikattır. 9. yüzyılın ortalarında Doğu Anadolu’nun
büyük bölümünü ele geçirdiler ve Halifeliğin desteğiyle imparatorluğa savaş açtılar. Fakat Pavlusçular, I.
Basileios tarafından büyük oranda ortadan kaldırıldılar.
38
nüfuz ve kültürünü yayan bir çember oluşturmaktaydılar. Ancak II. Basileios’un kudretli eli
ortadan kalkınca onun baskı altında tuttuğu bütün ayrılıkçı güçler yeniden canlandılar. Onun
ölümünü takip eden otuz yıl (1025-1056) içinde devlet, sadece hanedana gösterilen sadakate
dayandı. İmparatoriçe Zoe’nin, evlat edinip tahta çıkardığı V. Mikhail (1041-1042) tarafından
iktidardan uzaklaştırılarak bir manastıra hapsedilmesi üzerine başşehirde meydana gelen
korkunç ayaklanma, Zoe’nin kız kardeşi Theodora ile birlikte tahta çıkarılması ve
Ayasofya’ya sığınan V. Mikhail’in yakalanıp gözlerine mil çekilmesiyle son buldu (20 Nisan
1042). VIII. Konstantinos ve kızları, önce Zoe ile birlikte yeteneksiz kocaları, sonra Theodora
imparatorluğu yükselişinden daha hızlı bir şekilde çöküşe sürüklediler. 1057’deki askerî darbe
Isaakios Komnenos’u tahta çıkardı. Onun tahttan feragatıyla iktidara X. Konstantin Dukas
sahip oldu (1059-1067). Daha sonra tahta IV. Romanos Diogenes (1068-1071) ve arkasından
VII. Mikhail Dukas (1071-1078) geçti. Fakat yeni bir ihtilal, tacı Nikephoros Botaneiates’e
(1078-1081) verdi.
Bu kısa saltanatlar devresinde ülke anarşi içinde çırpınırken batıda Normanlar Güney
İtalya’yı ellerine geçirdiler. Macar ve Peçenekler Tuna’yı aşarak devlet arazisini tahrip ettiler.
Anadolu'da durum daha da tehlikeliydi. Doğu sınırında görünen Selçuklu Türkleri’nin
ilerleyişi devletin varlığı bakımından çok daha ağır sonuçlar doğuracaktı. Selçuklu Türkleri
ilk hükümdarları Tuğrul Bey’in idaresinde İran’ı itaat altına aldıktan sonra hilafet merkezi
Bağdat’a hâkim olmuşlar (1055) ve kısa zaman içinde Bizans İmparatorluğu ile Mısır Fatımi
hilafetinin sınırlarına kadar bütün Yakındoğu’yu ele geçirmişlerdi. Armenia toprakları
Bizans’a katıldığından doğuda dıştan gelen hücumlara karşı Bizans arazisini koruyacak
tampon bir bölge kalmamıştı. Bu sebeple, başlayan Türk taarruzları doğrudan doğruya
imparatorluk topraklarına oldu. Devletin iç kudretsizliği ve savunma gücünün yetersizliği
Türklare kolaylıkla Doğu Anadolu’ya girme ve derinlemesine ilerleme imkânını verdi.
Selçuklu Sultanı Alparslan devrinde Türkler Ani’yi (1065) ve Kayseri’yi zaptettiler (1067).
Bizans Selçuklu Türkleri’nin ilerleyişini durdurmaya çalıştı. 1059’da tahta çıkan X.
Konstantinos Dukas (1059-1067) ile imparatorluğun idaresi sivil partinin, bürokratların eline
geçmişti. Sivil partinin ordunun sayısını azaltmaya, eyalet kumandanlarının gücünü kırmaya
ve böylece askerî partinin kudretini zayıflatmaya yönelik yürüttüğü siyaset, aslında devletin
askerî bakımdan kuvvetini yitirmesi sonucunu doğurmuştu. X. Konstantinos Dukas’ın
ölümünden sonra imparatorluğun idaresini üzerine alan imparatoriçe Eudokia, dıştan gelen
tehlikeleri ancak askerî bir hâkimiyetin durdurabileceğini anlamış ve devrin tanınmış
kumandanı Romanos Diogenes (1068-1071) ile evlenerek onu tahta çıkarmıştı (1068). Yeni
kumandan-imparator IV. Romanos derhal Selçuklu taarruzlarını önlemek ve zapt edilen
toprakları kurtarmak üzere çoğunluğunu Norman, Frank, Oğuz ve Peçenek ücretli askerlerinin
teşkil ettiği bir ordu toplayarak harekete geçti. 1068 ve 1069’da yaptığı ilk seferler oldukça
başarılı oldu. Fakat 1071 seferinde İmparator IV. Romanos tarafından kumanda edilen Bizans
ordusu, sayıca üstünlüğüne rağmen Malazgirt’te Sultan Alparslan’ın Türk kuvvetleri
karşısında büyük bir yenilgiye uğradı (26 Ağustos 1071). Hatta imparator Türk sultanına esir
düştü. Sultan Alparslan kısa süre sonra bir antlaşma yaparak onu serbest bıraktıysa da
imparatorun esaret haberi üzerine İstanbul’da tahta VII. Mikhail (1071-1078) çıkarılmıştı. IV.
Romanos tahtını yeniden kazanmak için mücadeleye atıldı fakat başarılı olamadı.
Yakalanarak gözlerine mil çekildi ve kısa bir süre sonra da öldü (1072).
39
VII. Mikhail’in saltanatı iç kavgalar, Balkanlardaki ayaklanmalar ve ekonomik kriz
içinde çalkanırken Türkler Anadolu’da ilerlemekte ve yerleşmekte idiler. Malazgirt
Zaferi’nden sonra Anadolu’ya yapılan Türk akınları, Bizans’ın iç mücadelelerine karışan ve
sık sık taraflardan birine askerî bakımdan yardımcı olan Türk beylerinin ve kumandanlarının
başarısı sayesinde, kısa zamanda Adalar Denizi ve Marmara kıyılarına kadar ulaştı. Bu
dönemde Bizans’a karşı başarılı olan en önemli kişi, Selçuklu ailesine mensup Kutalmış oğlu
Süleyman Şah’tır. Sultan Alparslan’ın ölümünden sonra Anadolu’daki fetih hareketine katılan
ve Marmara bölgesine gelen Süleyman Şah, bu sırada Anatolikon theması kumandanı
Nikephoros Botaneiates’in iktidarı ele geçirmek üzere giriştiği hareketi destekleyerek onunla
beraber İznik’e kadar gelmiş ve Nikephoros tahta çıkarken o da bu şehrin hâkimiyetini ele
geçirip, İznik başşehir olmak üzere Anadolu’da ilk Türk devletini (Anadolu Selçuklu Devleti)
kurmuştur.
Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in Anadolu’ya yönelik akınlar yapma emrini alan
Selçuklu Emirleri, Türkistan’dan gelerek Horasan Havzası’na yığılan Türkmen gruplar ile
birlikte yurt edinmek ve toprak sahibi olmak düşüncesi ile hiç vakit kaybetmeden Anadolu’ya
doğru harekete geçtiler. Anadolu içlerine doğru ilerleyen Selçuklu Emirleri İbrahim Yinal ve
Kutalmış komutasındaki Türk ordusu ile Bizans, Ermeni ve Gürcü müttefik kuvvetleri
arasında 18 Eylül 1049 tarihinde Basean bölgesindeki (Pasinler) Kaputru Kalesi ve Okomion
(bugün Ügümü) kasabası önünde yapılan meydan savaşında Selçuklu kuvvetleri büyük bir
zafer kazandılar. Ülkemizde ders kitaplarında hiç geçmeyen ve Selçuklu şehzadelerinin
kazandıkları bu savaş, Türklerin artık Doğu Anadolu’da gücünü hissettirmeye başladıklarının
ve kendilerine karşı koyabilecek güç olarak gördükleri Bizans’ın elinde bulundurduğu
psikolojik gücü yavaş yavaş kaybetmeye başladığının bir göstergesidir. Kaputru Savaşı, hem
Malazgirt Savaşı’nın öncüsü olma niteliğini taşıması hem de 11. yüzyılda Bizanslılar ile
yapılan ilk meydan savaşı olması nedeniyle Türk tarihi açısından büyük öneme sahiptir. Bu
savaş sonucunda iki büyük devlet arasında düzenlenen barış antlaşmasının ardından Bizans,
ilk defa bölgede Selçukluların da bir güç olarak var olduklarını tanımak zorunda kalmıştır.
Selçuklular ise siyasi nüfuzlarını, Azerbaycan, Anadolu’nun doğusu ve Fırat’ın batı
kesimlerine kadar yayarak Gürcistan ve Anadolu’da bulunan Bizans’a tabi küçük beylikleri
nüfuzu altına almış ve bölgede kendisine büyük bir harekât sahası kazanmıştır.
Bir süre sonra, 1071 yılında yaşanan gelişmelerin hepsi, Bizans için yaklaşmakta olan
kara günlerin habercisi gibiydi. Batı’da 1071’de, Roberto Guiscardo’nun komutasındaki
Normanlar, üç yıl süren bir kuşatmadan sonra, Calabria ve Longobardia birleşik themasının
40
başkenti Bari’yi ele geçirdiler, bu, Bizans’ın İtalya topraklarındaki varlığının sonu demekti.
Balkanlarda ise, Peçenekler, o “kuzeyin Türkleri”, Tuna’yı geçerek Makedonya ve tüm
Trakya’yı yağma ettikten sonra İstanbul’u kuşattılar: kent haraç vererek kurtuldu. Doğu’da,
Selçuklu Türkleri, Pers ülkesinde ve Mezopotamya’da ağır ağır ilerledikten sonra, Bizans
Ermenistanı’na saldırdılar. O aynı meşum yıl, Romanos Diogenes, Malazgirt savaşında Türk
önder Alparslan’a yenildi ve tutsak düştü. Bu, Türk tehlikesinin birden ortaya çıkışıydı.
İmparatorluk’un sınırları, Antiokheia’dan Van Gölü’ne kadar, ilişilmemiş durumdaydı, ama
bu bozgun bir dağılmanın belirtisi oldu. Bütün imparatorluk güçleri batı yönünde geri çekildi
ve Anadolu yolları Türklarin önünde açıldı.
Pek çok tarihçiye göre Malazgirt savaşı imparatorluğun çözülme evresine girdiğini
gösteren bir dönüm noktasıdır. Hatta J. J. Norwich, bir adım daha ileriye giderek bu savaşın
“yedi yüzyıllık tarihinde Bizans İmparatorluğunun başına gelen en büyük felaket” olduğunu
ileri sürmüştür.
Sebepleri, gelişimi ve sonuçları hakkında çok fazla tartışma ve düşünce bulunan Haçlı
seferleri, öyle ya da böyle hem Bizans tarihinin hem de Anadolu tarihinin önemli bir parçası
hâlindedir. Özellikle 1097-1204 yılları arasında gerçekleştirilen ilkinden dördüncüsüne kadar
olan Haçlı seferleri, bu toprakların geçmişinde, mutlaka bilinmesi gereken bir dönemi
meydana getirmektedir. Dolayısıyla kısa da olsa burada Haçlı seferlerinden bahsetmeden
geçmek doğru olmayacaktır.
7
Şizma, Doğu - Batı Kiliselerinin Ayrılması (Schisma); Yunanca ve Latincede ayrılma anlamında,
özellikle Doğu (Bizans/Ortodoks) ve Batı (Roma/Katolik) kiliselerinin birbirinden ayrılmasını ifade eden
kavramdır. Ortaya çıktığından beri, iyi anlaşamayan ve Ortaçağ boyunca birbirinin amansız rakibi olan, hatta
çekişen İstanbul’daki Doğu Roma-Bizans Patrikliği ve (Batı) Roma’daki Papalık, defalarca birbirlerini karşılıklı
afaroz ettiler ve en son olarak 1054 yılında kesin olarak ayrıldılar. Daha önce kesin ayrım olmamasına karşın bu
tarihten sonra Ortodoks ve Katolik Kiliseleri ayrı örgütlerini oluşturdular ve birbirleriyle ilgileri kalmadı,
ilişkileri giderek daha da kötüleşti.
41
taşıdıkları için bu isim verilmiştir. 1096 yılında başlayan Haçlı seferleri, 1291’de Latin
Hristiyanların Doğu’da son merkezi olan Akka’dan çıkarılmasına kadar süren yaklaşık iki
yüzyıllık bir dönemde gerçekleşmiştir. Bahsedilen dönem içinde dokuz büyük sefer yapılmış,
bu seferler arasında bazı küçük girişimler de olmuştur. Daha sonra Türk-İslam dünyasına
karşı yapılan bütün savaşlar da Haçlı seferi olarak değerlendirilegelmiştir.
Yazılan eserlerde Batı dünyası, Haçlı seferlerinin asıl etkeninin dinî unsurlar olduğu
kanaatindedir. Bir batılı tarihçinin çalışmasında Haçlı seferlerinin nedenleri olarak; Kudüs’e
yapılan hac yolculuğu, zihinlerdeki doğu imgesi, Bizans’ın rolü, Papa’nın çağrısı ve I. Haçlı
seferinin ilanı belirtilir. Fakat gerçekte Avrupa toplumunu bu seferlere zorlayan etkenler
siyasi, sosyal ve ekonomik faktörlerdir. İslam Devleti’nin Hristiyanlar tarafından kutsal kabul
edilen toprakları ele geçirmesi ile Haçlı seferlerinin başlaması arasında 450 yıldan daha uzun
bir süre olduğu gerçeğinden hareketle, görünürde masum dinî sebeplerle başlatılan bu
seferlerin Türkleri Anadolu’dan atarak, aslında “doğunun zenginliklerini ele geçirme planı”
veya “batının doğuya hükmetme projesi”nden başka bir şey olmadığı rahatlıkla görülebilir.
Seferler, Avrupa’daki insanları kölecesine bir itaate zorlayan kilisenin ve kralların ortak
projesiydi. Yıllardan beri süregelen ve tüm Avrupa’yı kasıp kavuran açlığın, yoksulluğun,
toprak gasplarının, önü alınamaz şiddetin yarattığı kargaşayı bastırma arzusundan ibaretti.
Haçlı seferleri ile Avrupa ilk kez kendi sınırlarının dışına açılıyor; yayılma ve
sömürgeleştirme gücünü test ediyordu. Haçlı Seferleri’nin dinî nedenleri de vardı ama “Kutsal
toprakları kurtarma” sloganı sadece görünürde bir perdeydi. Roma, Kudüs’ün değil, tüm
Hristiyanlar üzerinde tek otorite olmanın peşindeydi ve ekarte etmesi gereken rakibi de
İstanbul kilisesi idi.
42
Avrupa’nın her kilisesinde “İsa’nın çilesi” anlatılıp tasvir edildi. Keşişler kıtayı dolaşıp “öç
alma” zamanının geldiğini yaydı. Şimdi herkes, “İncil’e ve İsa’ya bağlılığını kanıtlamak”
zorundaydı. Kafir ve inançsız olarak gördükleri “Müslüman Türklerin” baskısından din
kardeşlerini ve Kudüs’ü kurtarmak “İsa’ya saygı”nın bir gereğiydi. Öyle etkili bir propaganda
yürütüldü ki, bütün Avrupa harekete geçti. Onbinlerce kişi papanın sefer tarihi olarak
belirlediği 15 Ağustos 1096’dan çok önce yollara düşmüş bulunuyordu.
I. Haçlı seferiyle Urfa, Antakya, Kudüs ve Trablus’ta birer devlet kurulduğu gibi, III.
Haçlı seferi sırasında Kıbrıs’ta, IV. Haçlı seferi sonunda da İstanbul’da Latin devletleri
kurulmuşsa da bunlar da çok uzun ömürlü olmamıştır. Fakat IV. Haçlı Seferi sonunda
43
Konstantinopolis Haçlı kafilelerinin eline geçince, Bizans İmparatorluğu resmen tarih
sahnesinden silinmiştir. Böyle bir gelişmeye rağmen, Haçlılara karşı büyük mücadele vermiş
olan Theodoros Laskaris, eski Bizans ordusundan arta kalanları çevresinde toplayarak İznik
merkezli Laskaris Hanedanlığını kurabilmiş; kısa zamanda Konstantinopolis Patrikliği, sivil
ve askerî aristokrasi mensupları, üst düzey din adamaları ve diğer kaçaklar Laskaris Devletine
sığınmışlardır. Böylece fiilen devam eden imparatorluk, 1261 yılında yeniden resmen İstanbul
merkezli varlığına kavuşabilmiştir.
Yukarıda ifade edilen Haçlı saldırılarına, başından sonuna kadar karşı koyan Türkler
olmuş, haçlılarla mücadeleye aralıksız devam etmişlerdir. 1187 yılında Selahaddin Eyyubi’nin
Kudüs’ü Haçlılardan geri alması büyük bir dönüm noktası olmuş, 13. yüzyılın sonlarına
gelindiğinde haçlıların Orta Doğu'daki varlığı sona ermiştir. Son haçlı seferleri döneminde
ise, haçlı saldırılarını, Osmanlı Türkleri göğüslemek zorunda kalmışlardır.
44
Myriokephalon’da (1176) müthiş bir mağlubiyete uğradı. Şüphesiz, Bithynia ve Menderes
vadisindeki başarılı seferler, bu mağlubiyetin felaketli tesirini kısmen (1177) tamir etti.
Manuel devrinin sonunda Türkler, bu devrin başında olduğundan daha ziyade kuvvetli idiler
ve Selçuklu Devleti oldukça güçlü bir konuma gelmişti.
Daha önce üç tane Haçlı seferi gerçekleştiren Avrupa, Papa III. Innocent’in çağrısına
uyarak hedefi Mısır olan yeni bir girişime koyuldu. O sırada Bizans tahtında genç Aleksios
Angelos (1195-1203) vardı. Bu kişi, Haçlılara Doğu imparatorunun bağlılığının kendilerine
sağlayacağı tüm kolaylıkları göstererek, ilkin Aleksios’u yeniden tahta geçirmelerini önerdi.
Venedik dükü Dandolo, bu durumdan Venedik’in sağlayacağı avantajı anlayarak, bu öneriyi
kabul etti; ama yine de, donanma Mısır’a yönelmek yerine, Bizans’ın yolunu tuttu ve Haziran
1203’te İstanbul’a vardı.
Haçlı kronikçisi Villehordouin, “ilk kez gördükleri İstanbul’a nasıl baktıklarını bir
bilseniz” diye yazıyordu. “Çünkü kentin çevresini kuşatan yüksek surları, çok sayıdaki kuleyi
ve sahip olduğu inanılmayacak kadar çok zengin sarayla görkemli kiliseyi görene dek,
yeryüzünde böylesine etkileyici bir kent bulunduğunu düşünemiyorlardı; kentin uzunluğu ve
genişliği bildiklerinin hepsini aşıyordu”.
Haçlılar bir süre mücadele ettikten sonra 13 Nisan 1204 tarihinde bu kenti zapt ettiler.
Bunun ardından İstanbul’da, Orta Çağ yıllıklarında başköşeyi tutan, anısı tüm doğunun
belleğinden uzun süre silinmeyen bir yıkım başladı. Kent üç gün boyunca, açgözlü ve uzun
süren kuşatmanın çılgına çevirdiği başıboş askerlerin talanına bırakıldı. Her Haçlı istediği eve
girdi ve ev halkına canının istediğini yaptı. Haçlıların üç günü savunmasız insanların
öldürülmesi, ırza tecavüz, çocukların köle olarak satılması, içki âlemleri ve soygunlarla geçti.
Özellikle kiliselerle manastırlar, hırstan ve yağmadan paylarını düşeni aldılar; bu mekânlarda
bulunan bütün kutsal eşyalar çalındı. İstanbul’un zengin kütüphaneleri de heykellerle aynı
sonu paylaştı. IV. Haçlı seferi, sadece bir talan olayı olarak değerlendirilse bile (ki, gerçekte
böyledir) batı açısından çok yararlı sonuçlar verdi. Üç günlük bireysel yağmalardan sonra,
kalan değerli eşyalar bölüştürülmek üzere bir araya toplandığında, Haçlılar öyle büyük bir
ganimete sahip olmuşlardır ki, kronikçi Villehardoin’e göre, “Dünya yaratılalı beri, bir
kentten böylesine yüklü bir ganimet elde edilmemişti”.
45
13. yüzyıl, bu devletlerin -komşuları da dâhil- çok çeşitli ittifaklar içinde yürüttükleri
çatışmalarla geçti. Bazen Bizanslılar, Latinler, Bulgarlar, Türkler gibi yabancılarla mücadele
ediyorlar; bazen Latin “imparatorlar” birbirleriyle savaşıyorlar; bazen de Latinler Bulgarlarla
çarpışıyorlardı. Bu sürekli çatışmalara, bozulduğu kadar kolay yapılan dayanıksız barışlar,
ittifaklar ve birlikler eşlik ediyordu.
İznik imparatorları, sıkı ekonomik tedbirler sayesinde, sayıca az, ama iyi eğitilmiş bir
ordu kurmuşlardı. Aynı zamanda Türk sınırına milisler yerleştirmişlerdi; bunlar, eski askerî
malikâne sistemindeki gibi vergiden ve diğer yükümlülüklerden muaf tutuluyorlardı. Sınıra
komşu bölgelerde yaşayan bu çiftçilerin (akritai) tek görevleri, sınırı Türklere karşı
savunmaktı. Belgelerden anlaşıldığına göre, görevlerini bir asır boyunca cesaret ve başarıyla
yerine getirmişlerdi. Ancak, Dukasların yanında yer alan sınır birlikleri, gasıp Palaiologoslara
karşı çıkıyorlardı. Bu durum, Mikhail’e, akritailerden hükümet desteğini kesmek ve topraktan
sağladıkları gelirin önemli bir kısmının devlete verilmesini istemek için iyi bir gerekçe
oluşturdu. Önemli ve deneyimli savunma güçlerinin huzurunu bozan bu tedbirler, 1262’de
Bithynia’daki akritailerle köylülerin ayaklanmasına yol açtı. Artık, Anadolu eyaletlerinin
savunması, yönetimin vasat imkânlarının daha fazlasını beslemesine izin vermediği küçük
düzenli orduya kalıyordu. Bu durum, Türk akınlarını, hatta işgallerini çok kolaylaştırdı.
Selçuklu Türkleri, Mikhail (ö. 1282) döneminde Karia’nın iç kesimlerini, her bakımdan
önemli Tralles kentini aldılar; Güneybatı Anadolu’daki Bizans topraklarını yavaş yavaş dar
bir kıyı şeridine sıkıştırdılar.
1402 yılında Ankara’da Moğol saldırılarından ağır bir darbe alan Bayezid ve ülkesi bu
kadar şanslı olamamıştı. Osmanlı güçleri yenildi, şehzadeler arasında on bir yıl süren bir taht
mücadelesi başladı, fakat Çelebi Mehmed durumu iyi toparlayarak, bir süre sonra 1453
yılında İstanbul’u alarak Bizans varlığını tarih sahnesinden silecek olan II. Mehmed’e yol
açmış oldu. İstanbul’un alınışından sonra, Fatih adını alan II. Mehmed, 1460 yılında Mistra’yı
ve 1461 yılında da Trabzon’u ele geçirerek son Bizans topraklarını da Osmanlı egemenliğine
46
dâhil etmiş, böylece bin yıldır devam eden Bizans tarihini kapatmış oldu.
47
Uygulamalar
Bu bölümde öğrenci, ilgili web sayfaları yanı sıra, Judith Herrin’in “Bizans Bir Orta
Çağ İmparatorluğunun Şaşırtıcı Yaşamı” isimli kitabı incelenmelidir.
48
Uygulama Soruları
49
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Uzun Bizans İmparatorluğu tarihini dönemlendirme ile ilgili çok çeşitli fikirler
bulunmakla birlikte, genellikle kabul edilen tasnifi şu şekilde belirtmek mümkündür: Ana
hatlarıyla Bizans İmparatorluğu tarihi, MS 324 yılında Konstantinopolis’in inşaasının
başlamasından 7. yüzyıldaki Arap seferlerine kadar “Erken dönem”, Arap seferlerinden 11.
yüzyıl sonlarındaki Malazgirt savaşına kadar “Orta dönem” ve Malazgirt’ten 1453 tarihindeki
yıkılışa kadar olan “Geç dönem” olmak üzere üç devire ayrılmaktadır.
Orta Bizans dönemi, Arap seferlerinin yanı sıra, Süryani asıllı Leon (717-741)
hanedanının tahta çıkmasıyla başlar. Bu dönemin önemli olayları arasında ikonoklazma
(tasvir kırıcılık) hareketi, Anadolu’daki Müslüman ilerleyişinin durdurulması ve 1025 yılında
ölen Makedonya hanedanından II. Basileios’un (976-1025) Bizans otoritesini Anadolu’da ve
Balkanlarda tekrar kurması, II. Basileios’den sonra Bizans devletinin zayıflama sürecine
girmesi, 1071 yılında Selçuklulara karşı Malazgirt’te ağır bir yenilgiye uğraması ile sona erer.
Malazgirt ile başlayan gerileme ve çöküş süreci, 1176 yılında Miryokefalon’da alınan
yenilgiler ile 1204 yılında Haçlıların İstanbul’u işgali devam eder. Dolayısıyla Geç Bizans
döneminin önemli olayları arasında, Malazgirt sonrasındaki yenilgiler, 1204 Latin işgali
sonucunda Bizans’ın devamı olduğunu iddia eden Trabzon, Epir ve İznik’te yeni devletlerin
ortaya çıkması, İstanbul’la birlikte Selanik, Tiva, Atina ve Mora’da Latin dükalıklarının
kurulması, 1261 yılında İstanbul’un son Bizans hanedanı Paleologoslar tarafından yeniden ele
geçirilmesi, Anadolu’da Osmanlılar, Balkanlarda Sırp ve Bulgarlarla mücadele, Bizans
devletinin İstanbul ve çevresiyle sınırlı bir şehir devletine dönüşmesi ile son bulur. Nihayet
İstanbul’un 1453 yılında Türklerce fethi ie Bizans’ın tarih sahnesinden silinmesi, kesin
sondur.
50
Bölüm Soruları
a) 5
b) 4
c) 2
d) 3
e) 7
a) İstanbul
b) İskenderiye
c) İznik
d) İzmit
51
e) Edirne
a) Para sistemi
b) Atlı birlikleri
c) Askeri Güç
d) Gümüş Sikke
e) Altın Sikke
a) 12 Şubat 356
b) 15 Eylül 337
c) 18 Ocak 361
d) 15 Şubat 360
e) 29 Mayıs 379
a) Theodosios
b) Arcadius
c) Honorius
d) Anatolius
e) Markianus
a) Batı Avrupa’nın 11. Yüzyılın sonunda bütün Orta Doğu ele geçirmek için
başlattığı askerî girişimlerdir.
b) Bu sefere katılanların giysilerinin üzerinde bir haç işareti taşıdıkları için Haçlı
Seferleri denilmiştir.
52
e) “Kudüs’ü Kurtarma” sloganı ile Müslüman Türkleri Anadolu’dan atmak için
girişilen bir seferdir.
a) 1098
b) 1099
c) 1072
d) 1071
e) 1096
a) 3 Haziran 1098
b) 19 Haziran 1097
c) 15 Temmuz 1099
d) 28 Kasım 1095
e) 29 Mayıs 1187
Cevaplar: 1) d; 2) b; 3) a; 4) c; 5) e; 6) d; 7) a; 8) d; 9) e; 10) c
53
3. BİZANS’IN SOSYAL VE EKONOMİK YAPISI
54
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
3.Giriş
55
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
a) Büyük Yurtluklar
b) Köy
c) Tarım Arazisi
d) Hane
e) Pazar Yeri
a) Likya
b) Arzawa
c) İlliryalılar
d) Frigler
e) Lidyalılar
a) Kartaca
b) Antakya
c) Selanik
d) İskenderiye
e) Hermopolis
Cevaplar: 1) a ; 2) c ; 3) e
56
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Bizans uygarlığı Bizans uygarlığını öğrenmek Judith Herrin, Bizans Bir Orta Çağ
İmparatorluğunun Şaşırtıcı Yaşamı
isimli kitabı incelemek
57
Anahtar Kavramlar
58
Giriş
Bizans uygarlığını oluşturan bazı temel unsurların ele alınacağı bu bölümde, nüfus ve
yerleşmeden sonra, ekonomik yapı ve ulaşım ağı üzerinde durulacaktır. Yerleşme ve nüfus
konusuna öncelik ve ağırlık verilmesinin sebebi ise, hem tüm ekonomik faaliyetlerin hem de
ulaşım ve diğer faaliyetlerin tamamen insana ve onun kurduğu yerleşmelere bağlı olmasıdır.
Bilindiği üzere Anadolu çok eski dönemlerden beri yerleşmeye sahne olmuş, fakat genel
açıdan iktisadi, siyasi, askerî ve bazı bölgesel faktörlere bağlı olarak tarihin her döneminde
farklı miktarda nüfus barındırmış ve farklı yoğunlukta iskâna sahne olmuştur. Dolayısıyla
nüfus miktarının da her dönem aynı olmadığı bazen artış bazen de azalma seyrinde gittiği ve
ona bağlı bir iskân dokusunun ortaya çıktığı bilinen bir gerçektir. Bu süreç sadece tarihöncesi
ve ilk çağlarda değil, Bizans, Osmanlı dönemlerinde ve nihayet günümüzde de pek
değişmemiştir. Zaten geçmiş dönemlerden kalan arkeolojik kalıntılar ile yüzeydeki tarihî
yapıların artması ve azalması gibi hususlar da bu durumu kanıtlayan veriler sunmaktadır.
59
3.1. Yerleşme ve Nüfus
Bizans İmparatorluğunun esas nüfusunu yumuşak bir iklime sahip kıyı sakinleri teşkil
ediyordu. Buna karşılık iç kısımlarda, Balkanların ormanlık yerlerinde güney Slavları, Sırplar
ve Bulgarlar; doğudaki steplerde ve Anadolu platolarında Turani ve Ari kavimler
bulunuyordu. Kuruluş döneminden sonraki devrede, Hristiyanlık bütün ülkeye yayılmış
olmakla beraber, sahil halkı ile iç memleket halkı arasındaki yaşayış farkı belirgindi.
Bizans’ın bütün mevcudiyeti ile sarıldığı Hristiyanlık, tabiiyetinde bulundurduğu kavimler
arasında manevi bir birlik temin edemedi, din ve mezhep ihtilafları asırlarca sürdü. Birlik
yalnız Batı Roma ve barbarlara karşı idi. Hristiyan barışı, Roma barışının yerini tutamadı. Bu
şartlar altında Bizans İmparatorluğu nüfus açısından, bir kabileler ve kavimler mozaiği
sergiliyordu: Yunanlılar, Anadolu’nun çeşitli boyları, Ermeniler, Suriyeliler, Yahudiler,
Koptlar, Trakyalılar ve Latinleşmiş İlliryalılar.
Aynı şekilde bu alanda, nüfus açısından Orta Çağ’dan modernçağlara kadar ulaşan
hatırı sayılır bir sürekliliğin varlığı dikkati çeker. Ama Bizans dönemi içinde hem kentsel hem
de kırsal bölgelerin nüfusları arasındaki ilişki ve bunların yoğunlukları bakımından büyük
dalgalanmalar vardır. Genel bir deyişle nüfus, Roma İmparatorluğunun son dönemi sırasında
uzun süre aşağıya doğru inen bir eğri izlemiş görünüyor. Bu iniş eğrisi 7. yüzyılın sonu ile 8.
60
yüzyılda en alt noktaya ulaştı, bunu 9. yüzyıl sonu ile 10. yüzyılda yavaş bir artış izledi. 12.
yüzyılda ise epeyce dramatik bir düşüş oldu.
J. Haldon’a göre Roma kenti (polis ya da civitas), imparatorluk ile idaresinin sosyal ve
iktisadi yapısında merkezî bir rol oynuyordu. Kentler, pazarların değiş tokuş merkezi
olabildiği gibi yerel tarımsal faaliyetlerin, zaman zaman küçük çaplı mal üretiminin de
merkezi ya da limanların söz konusu olduğu yerde uzun mesafeli ticaretin başlıca odak
noktası olabiliyordu. Bazıları bütün bu rolleri yerine getirebiliyordu. Diğerleri yalnızca devlet
tarafından kendi mali amaçları için yaratılan idari merkezler olarak kaldı. Kentler aynı
zamanda kendi arazileri olan özerk bölgelerdi ve vergilerin devlete aktarımından sorumluydu.
Roma devleti, böyle kentlerin var olmadığı yerlerde, onları bazen ab initio (sıfırdan), bazen de
önceden var olan yerleşmeleri dönüştürerek ve onlara bir civitas’ın kurumsal yapısını ve tüzel
kimliğini bağışlayarak yarattı. Kasaba ve kentlerin büyük çoğunluğu, yerel pazarları ve sınai
işlevleri yanında kentsel halkın beslendiği yiyecek maddeleri için de zirai hinterlandlarına
bağımlıydı.
61
Savaşın ve düşman istilalarının getirdiği yıkıma, doğal afetler de eklendi. Akdeniz’de
2. yüzyıldan sonra kaybolmuş olan veba geri gelip 542’de, aniden İstanbul’u vurmuştur. Bu
tarihte imparatorluk yüzyıllardan beri görülmemiş şiddette bir veba salgınıyla karşılaştı.
Özellikle nüfusun yoğun olduğu büyük kentlerde ortalığı kasıp kavurdu. İmparator Iustinianos
da vebaya yakalandı. Prokopios’a göre İstanbul’da, bu salgın hastalığın en azgın olduğu
dönemde her gün binlerce insan ölmüştür. Bazı çalışmalarda kentte vebadan ölenlerin
sayısının, günde 5000 kişiye ulaştığı belirtilmektedir.
62
959 9,000,000 1,550,000
Kaynak: http://worldheritage.org/articles/Population_of_the_Byzantine_Empire
(11.08.2014)
63
malzeme ile dolmasına rağmen önemli bir liman ve Meryem Ana ve Aziz Yuhanna’nın
Afrodit’in yerini aldığı önemli bir hac yeri olmaya devam eder. Patara için de bu geçerlidir.
Nicomedia hem önemli bir liman ve hem de doğu yolunda vazgeçilmez bir duraktır.
Batı’nın, sözgelimi Orta İtalya’nın aksine, Pannonia veya Dacia dışında pek az villae
(büyük yurtluklar) bulunuyordu zira 5. yüzyılda güvenlik zaafı nedeniyle yok olmuş, sadece
Makedonya’da kalmıştı. Köy ve çiftlikler veya bölgeye göre ikisinin birleşimi, kırsal insan
yerleşiminin doğal biçimleriydi. İzole çiftlikler Judea’da hâkimdi ve Kilikya’da köylerle yan
yanaydı. Erken Bizans köyleri özellikle yakın döneme kadar yeniden işgal edilmemiş Yakın
Doğu bölgelerinde, Kuzey Suriye, Toros etekleri, Havran, Golan, Necef'te iyi teşhis edilip
araştırılmıştır. Villae, 4. yüzyılda İllyricum veya Trakya’nın düzlüklerinde özellikle gelişmiş
ve 5. yüzyılda tamamen terk edilmiştir, ancak Güney İtalya’da var olmaya ve gelişmeye
devam etmiştir.
Ekonomik ve siyasi açıdan Bizans Devleti de, Roma gibi birinci derecede, toprağa ve
deniz hâkimiyetine dayanmakta idi. Doğu Akdeniz’in birliğini korumak ancak denizden
mümkün oluyordu. Bizanslılar 11. yüzyıla kadar deniz hâkimiyetini ellerinde tuttular, bundan
sonra üstünlük İtalyan şehir devletlerine, Venedik ve Cenevizlilere geçti. Genellikle kara
sınırları büyük nehirler, çöller ve yüksek dağlarla çevrili olduğundan, istilaları durdurmak pek
güç olmuyordu. Fakat denizlerde kuvvetli düşmanların peyda olması ve onların yaptığı
hücumlar, daha etkili olmuştur. Bizans donanmasına, önce Vandal ve Gotların, sonra da 7.
yüzyılda Arapların donanması karşı çıktı. Fakat 11. yüzyıla kadar Bizanslılar dengeyi korudu.
Bundan sonra İtalyan şehir devletlerinin Akdeniz’de üstünlüğü sağlamasıyla durum tamamen
değişti. İmparatorluğun deniz hâkimiyetini kaybetmesi, devletin çökmesiyle neticelendi.
Bin yıldan daha uzun süre yaşayan Bizans İmparatorluğunun, ekonomisinin genellikle
karmaşık bir yapıya sahip olduğu bilinmektedir. Devlet, para basma tekelini elinde tutarak,
ekonominin diğer önemli sektörlerine müdahale gücüne sahipti. Oysa bu hak Orta Çağ batı
64
Avrupa’sında irili ufaklı feodal beylere özgüdür. Bu durum devletin krediler ve belirli yatırım
biçimleri için kurumsal koşullar sağlayarak, faiz oranları üzerinde de her zaman ciddi bir
kontrol uygulanmasına neden olmuştur. Devletin müdahalesi diğer bazı alanlarda da açıkça
görülmektedir. Örneğin imparatorun yetkilileri, kriz esnasında sermayenin sağlanmasını temin
etmek ve tahılların fiyatlarını düşük tutmak için devreye giriyordu. Bundan dolayı,
imparatorluk malların iç sirkulasyonunu ve uluslararası ticareti kesinlikle kontrol altında
tutuyordu. Buna ek olarak, devlet, çoğu kez fazlalıkların bir kısmını vergi olarak topluyor ve
bunlar ordu yetkililerinin maaşları olarak dağıtıldığı gibi kamu işleri, binalar veya sanat
eserleri olarak tekrar topluma geri döndürüyordu. Bunun yanında devlete kısmi olarak bağlı
veya ondan tamamıyla bağımsız ekonomik ilişkiler de vardır. Örneğin tarımsal üretim, büyük
toprak sahipleri ve çiftçiler arasındaki ilişkiler, yurt içi ve uluslararası ticaret, kentsel
ekonomi, kentsel nüfusun ekonomik aktiviteleri ve üretimi, tüketim ve alışverişin merkezleri
olarak şehirlerin rolünü sayabiliriz.
Devlet, çeşitli alanlardan vergi geliri elde etmesine rağmen, her zaman için en önemli
vergi kaynağı tarımsal alanlar ve bunları işleyen küçük köylüler olmuştur. Bu yüzden
özellikle orta Bizans döneminde devlet, temel vergi ödeyici grubu olan küçük arazili özgür
köylülerin büyük toprak sahiplerince ele geçirilmesini engellemek için önlemler almaya ve
sürekli bir şekilde bunun mücadelesini vermeye çalışmıştır.
Bizans ekonomisinin esas yapısını teşkil eden en önemli unsurlar, bütün sanayi öncesi
toplumlarında olduğu gibi tarım ve hayvancılıktır. Bu anlamda ilk sırayı zirai üretim
almaktadır. Gerçekten de Bizans İmparatorluğu bir ziraat memleketiydi. Erken Bizans
döneminde görülen tarımsal işgücü kıtlığı 7. yüzyılın sonlarına doğru ortadan kalkmış ve
yavaş da olsa 8. yüzyıldan 14. yüzyılın başlarına kadar sürecek olan kırsal ekonominin
gelişmesini beraberinde getirmiştir. İşgücü kıtlığının ortadan kalkması artan nüfus ile paralel
bir gelişme göstermektedir. Söz konusu nüfus artışında Balkanlardan Anadolu’ya aktarılan ve
genellikle Bitinya’ya yerleştirilen Slav kitleleri etkin bir rol oynamıştır. Özellikle 9. yüzyıldan
itibaren gelişen daha iyi iklim koşulları, güvenlik ve yeni yerleşmelerin artışı ile de tarımsal
üretim artmıştır. İmparatorlukta nüfusun çoğunluğunu oluşturan ve devletin tahıl üretimini
sağlayan kesim kırsal alanlarda yaşayan köylülerdir.
65
Konstantinopolis dâhilinde de, aşırı fiyat dalgalanmalarını engellemek için hükümet gerekli
tedbirleri almıştır.
Seramik, sadece Orta Çağ ekonomisinin önemli bir ürünü değil, aynı zamanda sikkeler
gibi çok önemli bir arkeolojik kanıt olarak karşımıza çıkmaktadır. Nüfusun çok büyük kısmı
tarafından kullanılan seramikler için büyük bir kitlesi ve pazarı olduğunu düşünmek yanlış
olmaz. Sırsız seramikler tahıl ve yağ gibi ürünleri depolamada, peynirin tuzlu suda
bekletildiği ya da balık ve etlerin tuza yatırıldığı kaplar olarak, ürünlerin nakliyesinde
(özellikle yağ ve şarap ticaretinde) ve mutfak gereçlerinde artan talep ile birlikte gelişmiştir.
Sırlı seramikler ise daha çok ticari bir mal olarak değerlendirilmiştir. Orta Çağ boyunca
66
Konstantinopolis, seramik üretiminin en büyük merkezidir. İkinci büyük merkez ise
Korintos’tur. Arkeolojik veriler bu iki büyük merkez dışında da imparatorluğun çeşitli
bölgelerinde yerel üretimin yapıldığını kanıtlamaktadır. Örneğin Atina, Sparta, Selanik,
Makedonya, Anadolu’da Amorion, İznik, Foça ve Sard gibi merkezlerde de seramikler
üretilmiştir.
Tekstil şüphesiz şehir ve kırsal kesimin en önemli üretim faaliyetidir. Elde dokunmuş
sepet, urgan ve döşemelikler kırsal üretimin elemanlarıdır. Keten, pamuk, yünlü kumaşlar,
halılar ve ipek de tekstil ürünleri içinde yer almaktadır. Ancak İtalya, Yunanistan ve
Anadolu’da üretildiği bilinen keten, pamuk ve yünlü kumaşlar ile halıların üretim
organizasyonu ve dağıtımı hakkında çok az şey bilinmektedir.
Lüks objeler (cam, fildişi, ipek, altın ve gümüş eserler), seramikten farklı olarak
imparator, saray ve yüksek rütbeli memurlar gibi daha küçük bir pazara hizmet etmiştir. Lüks
objelerin üretimi ve ticareti imparatorluğun ilk yıllarından itibaren devlet tekeline alınmış ve
sıkı bir denetim altında tutulmuştur. Bu objelerden cam eserlerin üretimi, imparatorluk
sınırları içinde birçok merkezde birden görülmektedir. Arkeolojik kanıtlar Konstantinopolis
dışında cam üretiminin Sard, Afrodisias, Anemorium (Anamur), Amorium (Afyon-Emirdağ-
Hisarköy), Korintos ve Suriye’de Gerasa gibi şehirlerde de yapıldığım göstermektedir. Cam
eserler; çukur kaplar, küçük şişeler, lambalar, boncuk, bilezik, pencere camları (kamu
yapılarında, elit tabakanın evlerinde ve kiliselerde kullanılmak üzere üretilmiş) ve cam
mozaik gibi ürünlerden oluşmaktadır.
Roma’dan devraldığı zengin madenlerden elde ettiği ham madde ile maden endüstrisi
gelişen Bizans İmparatorluğunun başlıca üretim merkezi, başkent Konstantinopolis’tir.
Başkentte üretilen diğer lüks objeler gibi maden eserler de (altın ve gümüş) öncelikle
imparatorluk ailesi için üretilmiştir. Ancak Bizans kuyumculuk endüstrisinin ürünleri olan
mücevherler, diğer bazı lüks objelerin aksine ihraç da edilmiştir. Balkanlar, Rusya ve
Avrupa’nın değişik yerlerinde Bizans mücevherlerinin bulunması ve bir Çin kralının
mezarında 7. yüzyıla ait bir Bizans kolyesinin ele geçmesi bu ihracatı gösteren kanıtlardır.
67
İpek endüstrisinde de olduğu gibi bu objeler de yabancılara hediye ve haraç olarak verildiği
için dış siyasetin önemli bir öğesi olarak karşımıza çıkar. İmparatorluk ailesi için üretilen
objelerin dışında lüks maden üretiminin bir diğer önemli kısmını litürjik (Hristiyanlık’ta dinî
ayinle ilgili) objeler oluşturmaktadır.
Bizans Roma’dan, ticari faaliyetlerin özgür insanlar için uygun bir iş olmadığı yolunda
bir küçümseyici algılamayı devralmıştı. Ticaretle, hatta uluslararası ticaretle uğraşanlar
sıradan ve bu faaliyetleri nedeniyle kirlenmiş kişiler olarak görülüyordu. Buna rağmen ticaret,
Bizans ekonomisin temel alanlarından birisiydi. Devlet, ithalat ve ihracatı % 10 olarak
vergilendirmiştir. İmparatorluğun en önemli ticari metaları tahıl ve ipektir. 7. yüzyıldaki Arap
yayılması Bizans ticaretinin tahıldan sağladığı sermayeyi olumsuz olarak etkilemiştir. 9. ve
10. yüzyıldaki nüfus artışı da, tahıla duyulan ihtiyacı arttırdığından devlet tahıl tedarikinde ve
ücretlendirmesinde önemli rol oynamıştır.
Sikkeler Bizans parasının temel biçimidir. Üretimin, gelişmiş finansal ve mali yapının
aracı olması nedeniyle ekonomik kalkınmaya kattı sağlamışlardır. Ticarette ve günlük alış
verişlerde ödeme aracı olarak kullanılan sikke, ağırlığı ve içindeki değerli maden miktarı
ayarlanmış, üzerinde kendisini basıp piyasaya çıkaran ve istendiğinde, tekrar geri almayı
garanti eden devletin arma veya işaretini taşıyan, küçük ve ana maddesi metal olan bir ödeme
aracıdır. Doğal olarak sikkeler üzerinde yer alan tip ve yazıların basit olarak iki işlevi vardır.
Birincisi, kullanıcının sikkeyi tanıması, ikincisi, propagandayı yaymaktır. Sikkeler devlet
68
otoritesi tarafından basıldığı için, otorite metalin saflık ve ağırlığının belirlenmesinde tek
başına yetkilidir. Sikkeler geniş alanda dolaşıma başladığında, üzerinde devlet politikasının
kesinliğinin itibarı olarak hükümdarın bir imajı da yer almaya başlamıştır. Bu yüzden sikke
tipleri gereğinden fazla çeşitlidir. Bizans sikkelerinde üç temel tipte sikkeye rastlanır. Bunlar
imparator tipleri, dinsel ve çeşitli tiplerdir.
11. yüzyıl sonlarında Selanik darphanesi yeniden faaliyete başlamış ve 14. yüzyılın
sonuna kadar sikke basımını sürdürmüştür. Komninoslar ve Angeloslar dönemi boyunca
Konstantinopolis ve Selanik imparatorluğun en önemli iki darphanesi konumundadır.
1204’teki Latin istilasından sonra Bizans sikkeleri önce İznik ve sonrasında Manisa’da
basılmıştır. Paleologoslar döneminde emisyon hacmi küçük bazı darphaneler faaliyet
göstermiştir. Fakat sikke üretimi esas ve yoğun olarak Konstantinopolis’te yapılmıştır.
Bizans Devleti’nin gelirini oluşturan vergiler dolaylı ve dolaysız vergi olmak üzere iki
başlık altında incelenebilir. Dolaylı vergiler, ithalat ve ihracattan alınan % 10 oranındaki
gümrük vergisi, pazar ve liman vergileri, üretim, satış ve tüketim vergileri, devlet izinleri için
gerekli vergiler ve kayıt ücretleri olarak sınıflandırılabilir. Ayrıca devlet, şehir surlarının
onarımı ve bakımı için de vergi toplayabilirdi. Bunların yanında kırsal nüfus iş gücü olarak
devletin bir başka gelir kaynağıdır. Örneğin köylüler kale, yol, köprü, gemi yapımı, askerî
malzeme ve yiyecek taşımacılığı gibi angarya işlerde kullanılabiliyordu.
Bizans Devleti yukarıda sıralanan vergiler dışında üç ana kaynaktan daha gelir
sağlamaktaydı. Bu gelirlerin ilki devlet tarafından memurlarına maaşlarının bir parçası olarak
69
verilen artizanal ürünlerdir. Bunların arasında askerlere dağıtılan çeşitli silahlar ve yüksek
rütbeli memurlara maaş olarak verilen ipekli kumaşları gösterebiliriz. Devlet, sözü edilen
malları satın almak zorunda olmadığı için dolaylı gelir sağlıyordu. İkincisi tarımsal
mülkiyettir. Bu mülkiyeti imparatorun akrabalarına, yüksek rütbeli memurlarına, kiliseye,
manastırlara, hayır kuramlarına ya da asker arazisi olarak köylülere tahsis edilen çok geniş
topraklar oluşturmaktaydı. Üçüncüsü şehirlerdeki mülkiyettir. Panayır ve pazarlardan alınan
tüketim vergisi, gümrük vergisi, kervansaray ve hanlardan alman vergiler bu grubun içinde
değerlendirilir.
Kuruluşundan itibaren büyük bir ticaret ve üretim merkezi olan İstanbul, bütün
savaşlar ve çalkantılara rağmen hemen her dönemde önemini korumuştur. Örneğin ticari
alanda İstanbul, 9. yüzyılda tüm yabancı tüccarların yerleştiği bir dünya merkezi
görünümündeydi. Bizans, geçmişteki gibi, bir yandan doğu ve Asya, öte yandan da batı ve
kuzey Avrupa ticareti arasındaki tek aracı ülke olma özelliğini sürdürüyordu. Orta Asya’nın
baharatı, güzel kokuları, değerli taşları, ülkeye Karadeniz ve Hazar denizi yoluyla geliyordu.
Trabzon, doğu mallarının İstanbul’a gönderildiği bir transit merkeziydi. Doğudan gelen ve
ülkede üretilen malların ticaretinin büyük kısmı, Bizanslı tüccarların elindeydi.
İstanbul, son derece kalabalık nüfusuyla, her dönemin ticaret merkeziydi. Bizans’ın
tekel konumunu yitirmek üzere olduğu 12. yüzyılda İstanbul’u ziyaret eden Yahudi tüccar
Todelolu Benjamin, kenti şöyle betimlemektedir. “Buraya Babil’den, İran’dan, Hindistan’dan,
Mısır’dan, Kenan ülkesinden, Rusya’dan, Macaristan’dan, Peçenek ve Hazar ülkelerinden,
Lombardiya ve İspanya’dan her ırktan tüccar geliyor. Dünyanın her ülkesinden kara ve deniz
yoluyla tüccarların geldiği büyük bir ticaret kenti; İslam’ın büyük kenti Bağdat dışında,
dünyada karşılaştırılabileceği başka bir kent yoktur. Bu kentte her devletten, her yerden ve her
kentten akan olağanüstü zenginlikler hayal gücünü tümüyle aşar ve tüm dünyanın
zenginliklerini bastırır”.
İstanbul’un rolü dünya ticaret merkezi olmakla sınırlı kalmıyordu; aynı zamanda çok
önemli bir sanayi kentiydi. Darphane, silah fabrikası, tersaneler, en değerli purpura ve ipekli
kumaşlar üreten harem daireleri İstanbul’da toplanmıştı. İşletmelerin büyük çoğunluğu küçük
zanaat atölyeleri, önde gelen dal ise, lüks eşya üretimiydi. Çeşitli malların üretilip satıldığı
dükkânlarda çarpıcı renklerde sim işlemeli kumaşlar, en güzel kuyumculuk parçaları, değerli
taşlar ve inciler kakılmış mücevherler, gümüş ve fildişi eşyalar, Bizans mineleri, mozaikten
ikonalar, kısacası; Orta Çağ’da değerli ve ince lüks eşya olarak bilinen her şey…
70
Yolun esas önemi hangi standartlara uygun olduğu değil, bir ülke içindeki farklı
nokta/bölgeler arasında içtimai ve iktisadi temaslara imkân hazırlamasından ileri gelmektedir.
Yollarla diğer toplum bölümlerine bağlayamadığımız “hücreler” başka bir hayatı yaşamaya
mahkûmdurlar. Bu nedenle yollar hangi bakımdan ele alınırsa alınsın, beşeri sistemlerdeki
önemleri açısından insan vücudundaki “kan damarlarına” benzetile gelmiştir. Dolayısıyla
yollar, tıpkı damarlarda dolaşan kanın, içindeki oksijen ve gıdayı ihtiyacın bulunduğu yerlere
götürmesi gibi, yerleşme alanları arasında canlılığın devamını sağlayıcı işlev görmektedirler.
Yolların, insanlar tarafından kurulan sistemler için hayati önem taşıması ve tıpkı
yerleşmeler gibi doğal özellikler ile doğrudan etkileşim içinde olması söz konusudur. Doğada
bulunan ve yolların geçirilmesini zorlaştıran saha engellerini yatay ve dikey olmak üzere iki
gruba ayırmak mümkündür. Tekniğin bugünkü durumunda yatay engelleri aşmak, dikey
engelleri aşmaktan daha kolaydır. Örneğin bataklık ve su engelleri birinci gruptan, dağlar ise
ikinci gruptan zorluklardır. Memleketimizde eski ana yollarla bugünkü ana yolların çok kere
aynı genel istikameti takip ettiği, ancak teferruatta birbirilerinden ayrıldığı görülür. O hâlde
yeryüzünde tabii olarak yolların geçmesine müsait sahaların bulunduğu söylenebilir. Buna
göre ortaya bir “tabii yol” kavramı çıkmaktadır. Depresyon veya çukur sahaların kenarları,
dağ sıralarının fazla arızalı olmayan doruk çizgileri, dağ geçitleri, plato yüzeyleri, daha
alçaktaki düz sahaların su tehdidi altında olmayan kısımları, nehir geçitleri vb. yerler tabii yol
sahaları gibi kabul edilebilir. Fakat bunun yanında iklim şartları ile diğer fiziki etmenler de
(zemin özelliği, flora, fauna vb.) göz önünde tutulmalıdır. Yazın geçmeye müsait olan yerler,
kışın geçilemez hâlde bulunabilir. Üstelik yolların geçiş güzergâhlarını sadece doğal ortam
şartları belirlemez. Şüphesiz beşeri etkenlere bağlı olarak da (askeri, ekonomik, siyasi vb.) yol
güzergâhları ortaya çıkar ya da değişebilir. Bugünkü teknik imkânlarla doğal engellerin çoğu
ortadan kaldırılabilir ama yine de insan tabiat şartlarına uymak zorundadır. Hatta teknik
seviye ne kadar yüksek olursa olsun, tabiat şartlarının müsaade etmediği yerlerden yol
geçirmek yel değirmenleriyle savaşmak kadar beyhude bir çabadır. Örneğin, insan iradesiyle
çok sarp yerlerden yol geçirilse dahi, rantabl (yerine verimli) olmaz. İnsanoğlu rasyonel
hareket ederek, ancak tabiat şartları ve kendi faaliyetleri arasında dengeli bir politika izlemek
suretiyle yolları geçirebilir. İşte bu düşünce bizi tabii yol mefhumuna götürmektedir. O hâlde
tabii yollar çok eski zamanlardan bugüne kadar ana ulaşım şebekesinde beliren istikametler
gibi telakki edilebilir.
71
güzergâhlar bir hayli kesinlikle tespit edilebilir. Doğudaki dağlık yerlerden kış mevsiminde
geçebilmek özellikle zorken Anadolu merkezi platosunda susuz araziler, yolculuğu benzer
şekilde tehlikeli kılıyordu. Toroslarda dar dağ geçitleri bu sıradağları doğal bir engel hâline
getiriyordu ve imparatorluk yönetimince 7, 8, 9 ve 10. yüzyılların büyük bölümünde başarıyla
bu şekilde kullanıldı. Dolayısıyla, yukarıda da belirtildiği gibi Bizans memleketindeki ulaşım
ağı ve yol sistemi neredeyse fiziki coğrafya şartlarına bağlı olarak şekillenmiştir. Doğal olarak
aşağıda incelenecek olan yol sisteminin Roma döneminde de Anadolu için benzer önem
taşıdığını varsaymak gerekmektedir. Fakat Diokletianos’un (284-305) Nikomedia’yı (İzmit)
Roma İmparatorluğunun doğu topraklarının başkenti yapması ve Konstantin’in (324-337)
Konstantinopolis’i kurması gibi doğuyu öne çıkaran gelişmeler sonucu, Anadolu’nun kuzey
bölümü güney bölümüne göre önem kazanmıştır. Çünkü başkente yakın olmak başkentte
kolayca haberleşebilmek önemli bir ayrıcalık sağlamaktaydı.
Yol sisteminin bir eyaleti merkezle sıkı ilişkiler içerisinde tutma, eyaletleri yöneten
bürokratların yönetim etkinliğini sağlama, Bizans ordusunun hareketini ve eyalet-şehirlerarası
mal ve yolcu akışını kolaylaştırma gibi işlevleri vardı. Orta Bizans dönemine ve bu dönemin
askerî başarılarına damgasını vurmuş olan thema sistemi etkin bir ulaşım ağı gerektirmiştir. 7.
yüzyılda Anadolu topraklarında oluşturulmuş olan üçlü thema sistemi 10. yüzyılda
Avrupa’dakiler ile birlikte yirmiyi geçmiştir. Özellikle başkentten doğuya doğru yapılan
seferlerde ön plana çıkan yollar thema’lardaki ordu birliklerinin yürüyüş hâlindeki asıl orduya
katılmaları açısından önem taşımıştır.
Bizans tarihinde önemli askerî ve ticari rolü olan bu yol başkent Konstantinoplis’ten
başlıyordu. İmparator İstanbul Boğazı’nı geçtikten sonra, Khalkedon (Kadıköy) üzerinden
Astakos’a (İzmit Körfezi) ulaşıyor ve körfezin güneyindeki Hellenopolis ve Kibotos gibi kıyı
merkezlerinden Nikaea (İznik) geçiyordu. Bundan sonra yol Malagina (Yenişehir), Leukai
(Lefke), Doryleion (Eskişehir), Pessinus (Sivrihisar yakınında), Troknada (Kaymaz),
Kaborkion (Çifteler), Palia (Sivrihisar), Gorbaeos (Beynam), Sakarya Irmağı üzerindeki
Zampos Köprüsü, Gordion yakınlarında Eudokias, Ara (Ankara Bala-Kırşehir Kaman
arasında) üzerinden Sanaiana’ya (Köprüköy) ulaşıyor ve buradan Halys’i (Kızılırmak)
geçtikten sonra birkaç kola ayrılıyordu. Biri Mokissos (Kırşehir) üzerinden Kaesareia’ya,
diğeri Zorupassos (Gülşehir), Soanda (Nevşehir), Tyana (Kemerhisar) ve Tarsus’a giderken
72
bir diğeri Agriane (Beçlik), Sialos (Yıldızeli) üzerinden Sebastia’ya (Sivas) gidiyordu.
Sivas’ta tekrar ayrılan yollar kuzeyde Nikopolis (Suşehri) ve Kolonia (Şebinkarahisar),
doğuda Tephrike (Divriği) ve Diokdosipolis’e, güneyde Melitene’ye ulaşıyordu. Bu yol
üzerinde yer alan Malagina, Doryleion, Kabokion ve Sanaiana aynı zamanda birer “aplekton”8
idi.
Diğer bir önemli yolun ise Doryleion (Eskişehir), Polubotos (Bolvadin), Philomelion
(Akşehir) ve Ikonion üzerinden Kilikia’ya geçtiğine inanılmaktadır. Bu yolun Konya’ya
ulaşan birkaç değişik şekilde izlenmesi mümkündür: Kotuaeon (Kütahya), Akrocnos (Afyon),
Philomelion (Akşehir), Konya ya da Doryleion (Eskişehir), Laodikeia (Denizli), Konya.
Ayrıca Eskişehir-Pessinos-Arkhelais (Aksaray) üzerinden de Konya’ya uğramadan Toroslara
ulaşmak mümkündü. Ancak 11. yüzyıldaki Türk akınları ve 1071-81 yılları arasında hızlı
Türk ilerleyişi ile birlikte Türklarin hâkimiyetindeki bölge Eskişehir’e kadar genişleyince
İznik-Kütahya-Afyonkarahisar-Konya yolu önceki dönemlere göre Bizanslılar için alternatif
bir yol hâline gelmiştir.
Bizans’ın dış ticarete ve uzak askerî seferlerde kullandığı önemli yol şebekesine
gelince Konstantinopolis şehrinin kuruluşundan 7. yüzyıla kadar geçen sürede başta Mısır ve
Suriye olmak üzere bütün doğu eyaletleri, Bizans İmparatorluğundaki uzun mesafe ticaretinde
büyük öneme sahip olmuştur. Sıvı yağ ve tahıl, nakledildikleri çanak çömlekle birlikte Kuzey
Afrika’dan Akdeniz dünyasının her yerine ulaştırılıyordu. En önemli ticaret yolları ise doğu
eyaletlerinden geçmekteydi. Gerçekten Güney Arabistan malları, Arabistan ve Filistin
üzerinden ya da Ürdün, Şam, Antakya yoluyla Akdeniz’e ulaşırken Çin, Çinhindi ve
Hindistan gibi Uzakdoğu ülkelerinin malları ise Hint Okyanusu, Kızıldeniz, İskenderiye’ye ya
da Basra Körfezi, Irak, Suriye yolunu takip etmekteydi. İpek yolu ise Orta Asya ve Çin
mallarını Anadolu ve Suriye’ye getiriyordu. Yolda Afganistan ve İran malları da bu ticarete
ekleniyordu. İran’dan geçen İpek Yolu, Irak ve Antakya üzerinden Akdeniz’e ya da Tebriz ve
Trabzon üzerinden Karadeniz’e ulaşıyordu.
73
Uygulamalar
Bu bölümde öğrenci, internet üzerinde ilgili web sayfalarını incelemenin yanı sıra, G.
Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi ve Judith Herrin, Bizans Bir Orta Çağ İmparatorluğunun
Şaşırtıcı Yaşamı, isimli kitapları okumalıdır.
74
Uygulama Soruları
75
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
76
Bölüm Soruları
a) Ermeniler
b) Suriyeliler
c) Lidyalılar
d) Koptlar
e) İlliryalılar
a) Oda
b) Köy
c) Vilayet
77
d) Nüfus
e) Hane
a) Sanayi
b) Tarım ve Hayvancılık
c) Madencilik
d) Seramik
e) Tekstil
a) İç Anadolu
b) Marmara
c) Batı Anadolu
d) Doğu Anadolu
e) Güneydoğu Anadolu
a) Konstantinopolis
b) Korintos
c) Selanik
d) İznik
e) Foça
a) 8. yüzyıl
b) 7. yüzyıl
78
c) 6. yüzyıl başları
d) 4. yüzyıl sonları
e) 9. yüzyıl
9) Çin’den ithal edilen ham ipek aşağıda verilen hangi yoldan getirilmekteydi?
a) Tebriz- Trabzon-Karadeniz
d) Hint Okyanusu-Kızıldeniz-İskenderiye
a) Çin
b) Hindistan
c) Rusya
d) Venedik
e) İran
79
4. İSLAM’IN DOĞUŞU VE ANADOLU’DA YAYILIŞI
80
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
4. Giriş
81
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
a) Malatya
b) Antalya
c) İzmit
d) Gaziantep
e) Elâzığ
a) Afşin
b) Boğa Vasıf
c) Mengücur
d) Ferganeli Ömer
e) Mutasım
a) Emevi devleti
d) Abbasi Devleti
e) Bizans Devleti
Cevaplar: 1) a; 2) e; 3) c
82
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
İslam’ın Anadolu’ya girişi İslam dininin Anadolu’ya ilk İnternet üzerinden ilgili web
girişi ve gelişimini sayfalarını incelemek, Diyanet
öğrenmek Vakfı İslam Ansiklopedisi’nden
ilgili maddeleri incelemek
83
Anahtar Kavramlar
İslam, Hz. Muhammed (s.a.v.), Peygamber, Hicret, Mekke, Medine, Uhud, Hz.
Ebubekir, Hz. Öer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hulefa-i Raşidin, Emeviler, Abbasiler, Kudüs,
Endülüs, Şam, Bağdat, Maveraünnehir, Sind, Selçuklular, Anadolu, Rum, Konstantinopolis,
İstanbul, irtidat, Herakleios, sınır, geçit, sugur, avasım, Toros Dağları, Antakya, Tarsus,
Filistin, Şam, Suriye, Bedir, Uhud, Hendek, Hayber, Ecnadeyn, Yermük, el-Cezire, Kuzey
Afrika, Mısır, Kilikya, Akroinon, Afyonkarahisar, imparator, halife, sultan, Harunürreşid, el-
Mutasım, Memun, Malazgirt, Oğuzlar, Türkmenler, Emevi Devleti, Endülüs Emevi Devleti,
Kuzey Afrika, Avrupa, Çin, Akdeniz, Karadeniz, Marmara Denizi, Adalar Denizi, Mutasım-
Billah, Kadıköy, klisura, klisures, derbent,
84
Giriş
Miladın ilk yıllarından sonra, Anadolu kültürel mirasında son derece etkili olan ve
sonraki asırlar boyunca birçok konuyu etkileyen Hristiyanlık dininden sonra, Arabistan’da
ortaya çıkan yeni bir din aynı etkiyi ama daha güçlü ve uzun süreli olarak yapacaktır.
Gerçekten de İslam dini daha ilk ortaya çıktığı yıllarda bu topraklar üzerinde görülmesine
rağmen, tıpkı Hristiyanlık dini gibi etkisinin güçlenip yaygınlaşması uzun yüzyıllar alacaktır.
Diğer birçok sahada olduğu gibi özellikle kültürel mirasta etkili olan bu din, Hristiyanlıkta
olduğu gibi bir bölümde kısaca incelenerek ele alınacaktır.
Dört Halife döneminden sonra, Emevi Devleti (661-750), Endülüs Emevi Devleti
(756-1031) ve Abbasi Devleti (750-1258) tarafından yürütülen fetih hareketleriyle, İslam
Devleti’nin yayıldığı saha sürekli genişlemiştir. Emeviler döneminin ilk yılları, iç
karışıklıkların bastırılarak devlet otoritesinin sağlanmasıyla geçti. Bilhassa I. Velid devrinde
(705-715) Maveraünnehir, Sind ve Endülüs’ün İslam topraklarına katılmasıyla, ülke
85
sınırlarının Türkistan’dan Fransa’nın içlerine, Kafkaslardan Hindistan’a kadar genişlediği
görülür. Müslümanların Batı Avrupa’daki ilerleyişi, Fransa’nın güneyinde Tours ve Poitiers
şehirleri arasındaki ovada Franklara yenilmeleriyle son bulmuştur.
750 yılında Emevi Devleti’ne son veren Abbasiler, büyük bir sahada tek merkezden
hükmetmenin zorluğuyla karşılaştılar. Bu dönemde devlet yeni fetihler yerine, içeride düzeni
sağlamaya yöneldi. Kuzey Afrika’nın İslam hâkimiyetine geçmesi 7. yüzyılın son çeyreğinde
tamamlanmışken Batı ve Orta Afrika’da İslamiyet’in yayılışı önce Müslüman tüccarlar ve
özellikle 11. yüzyılda Faslı halk Murabıtların iç bölgelere nüfuzu, tarikatlar ve din âlimlerinin
tebliğleriyle uzun bir süreç içinde gerçekleşti. Doğu Afrika’da da bir taraftan kıtanın
Kızıldeniz ve Hint Okyanusu sahilleri boyunca kurulan ticari münasebetler ve bu yörelere
çeşitli zamanlarda yapılan göçler, diğer taraftan Mısır’ın fethini (642) müteakip Nil vadisi
boyunca girişilen fetih hareketleri, ticari faaliyetler ve yine göçlerle İslamiyet yayıldı. Bu böl-
gede de tüccarlar, din âlimleri ve tasavvuf ehlinin tebliğ ve irşadları, yerli hanımlarla evlenip
halkla kaynaşmaları Müslümanlığın benimsenmesinde önemli rol oynadı. Fakat Anadolu’nun
fethi ve İslamiyet’in burada yayılışı, 11. yüzyıldan itibaren bilhassa 1071’deki Malazgirt
Savaşı’ndan sonra Türklerin yoğun bir şekilde göçüyle yeni bir aşama kaydetti.
İslam dini, Arap toplumunun o döneme kadar süren ayrıksı faktörlerini birleştirdi,
motive etti ve daha önce hiçbir yerde rastlanmayan bir devlet oluşturdu. İslam dini, bu sahada
sadece çok geniş topraklara sahip bir devletin kurulması ve devamını sağlamadı. Hayatın
hemen her alanına getirdiği yeni anlayış ile sosyal, ekonomik, askeri, mimari, sağlık, bilim ve
eğitim gibi birçok sahada çok kısa bir sürede öyle bir uygarlığın doğmasını sağladı ki, etkileri
bütün dünyada günümüzde de devam etmektedir.
İslam, Doğu ve Batı medeniyetleri arasında eşsiz bir köprü kurmuştur. Müslüman
âlimler, bilgiyi sonsuza kadar olmasa bile, en azından yüzyıllar boyunca unutulup gitmekten
kurtardılar. Dolayısıyla Müslüman bilim yapısı, mevcut bilgi üzerine bina edilmiş büyük bir
sentez oluşturarak, her seferinde yeni bir şeyler ortaya koydu. Müslümanlar, yaratıcılıktaki bu
atılımlarıyla yüzyıllar boyunca dünyaya katkı sundular. Bu başarılar, dinin insanlık için birçok
açıdan yepyeni olan eşsiz özelliklerinden kaynaklanıyordu. O dönemde dünyanın pek çok
yerinde insanlığın içinde bulunduğu olumsuz görüntünün aksine İslam, insanoğluna onur
kazandırdı. İslam insanlar arasındaki ırk ve sınıf ayrımını ortadan kaldırırken coğrafi olarak
bir insanın Avrupa’dan Kuzey Afrika’ya, Arap ülkelerinden Çin’e kadar güvenle seyahat
edebileceği bir medeniyet kurmuştur.
86
4.1. İslam’ın Anadolu’ya Girişi
Hz. Ebubekir (632-634), halifeliğin ilk yılında irtidat 9 edenlerin işini bitirince, Şam
bölgesine sefer yapmayı kararlaştırdı. Toplanan İslam ordusu Ebu Ubeyde b. Cerrah
komutasında Şam’a hareket ederek Şam bölgesindeki ilk İslam fetihlerini başlatmış oldu. Ebu
Ubeyde b. Cerrah komutasında İslam ordusu, 634 yılında yapılan Yermük savaşında Bizans
ordusunu hezimete uğrattıktan sonra Şam’ın kuzeyine doğru ilerledi. İslam ordusu, Kuzey
Suriye’yi fethettikten sonra Antakya’yı alarak ilk defa Anadolu topraklarına girdi. Böylece,
Hz. Ömer (634-644) devrinde Şam (635) ve Antakya (636)’ın alınmasıyla 10. yüzyıla kadar
sürecek olan Bizans-İslam mücadelesi başlamış oldu.
9 İrtidat ya da ridde, İslam dinini bırakarak başka bir dini kabul etmek veya İslam’ı terk etmek anlamına
gelmektedir. İrtidadda bulunan kişiye “mürted” denir. İrtidat klasik kelam kitaplarında “elfaz-ı küfür” başlığı
altında ele alınır.
87
hâkimiyetindeki Anadolu’nun dağ geçitlerine yönelik ilk seferleri hakkında herhangi bir
bilgimiz yoktur. Hiçbir coğrafyacı ya da tarihçi bu seferlerin düzenlendikleri zamanı,
nitelikleri ve yönleri konusunda açıklayıcı bilgiye sahip değildir.
İslam orduları 703’te Doğu Anadolu bölgesine, 711’de Kilikya’ya girdikleri gibi
712’de Amasya ve 713’te Yalvaç’ı zapt ettiler. 715 yılında ise bütün güçleriyle
Konstantinopolis’u kuşattılar. İki yıl devam eden kuşatma Ömer b. Abdülaziz’in halife
olmasıyla kaldırıldı. Doğu cephesinde yıllarca süren savaşlar ancak III. Leon’un Akroinon’da
(Afyonkarahisar yakınları) bir Müslüman ordusunu bozguna uğratarak (740) kazandığı başarı
ile durdurulabilmiştir. Bu savaşı takip eden yıllarda İslam dünyasında çıkan iç karışıklıklar hiç
şüphesiz Bizans’ın yararına oldu. Emevi Devleti’nin yıkılışı ve Abbasi hâkimiyetinin
kuruluşu ile (750) son bulan iç mücadele devresi, İslam fetihlerinin hızını kesmişti. Bu
sebeple babasının yerine tahta çıkan V. Konstantin devri (741-775) doğu sınırında
Müslümanlara karşı oldukça başarılı geçmiştir.
88
bölgesini işgal ederek birçok sınır kalesini de eline geçirdi. Halife Memun, 830’dan itibaren
833 yılına kadar her yıl Bizans arazisine giren ordularının, Orta Anadolu’da ele geçirdiği
kalelerde Müslüman halkı yerleştirmeye çalıştı. Memun’un ölümünden sonra halife olan
kardeşi Mutasım-Billah Bizans’a karşı savaşları sürdürdü. 837 yılından sonra bu savaşlar artık
sınır bölgesinde yapılan çarpışmalardan Anadolu’nun içlerine yönelen büyük bir sefer hâlini
aldı. Balkanlarda barış sağlayan I. Romanos, kuvvetlerini Anadolu’ya geçirmek ve doğu
cephesinde Müslümanlara karşı savaşmak imkânını elde etmişti. 10. yüzyıl ortalarında askerî
açıdan iyice kuvvetlenmiş olan Bizans artık taarruza geçebilirdi. Doğu domestikosu Ioannes
Kurkuas kumandasındaki Bizans ordusu Fırat’a kadar ilerledi; 934’te Malatya’yı, 943’te
Meyyafarikin (Silvan), Amid (Diyarbakır), Dara ve Nusaybin’i zaptetti. İmparator
Nikephoros, 965’te Kıbrıs’ı Müslümanlardan geri aldığı gibi, aynı yıl Tarsus’un zaptıyla
Kilikya bölgesini de Bizans hâkimiyetine tekrar kavuşturdu ki, bu sayede Bizans için Suriye
yolu açılmış oldu. İmparatorluk orduları Kuzey Suriye’de birçok kale ve şehri ele geçirdikten
sonra 969’da Antakya’yı geri aldı.
89
Yine Kaegi’ye göre İslam güçlerinin Bizans karşısında kesin üstünlük sağlayamaması,
Anadolu’nun coğrafi özellikleri ve bilhassa dağlarının varlığı ile izah edilemez. Bu husus tek
başına hiçbir şey açıklamaz, çünkü aynı dağların devamı İran’da da vardır ve orada bir sıkıntı
yaratmamıştır. Dolayısıyla Anadolu’nun fethi sürecinde Müslümanların duraklaması sadece
coğrafi gerçeklerle açıklanamaz. Geçitlerin ele geçirilmesi istek, zaman ve savunmaya
hazırlık kadar coğrafi gerçekleri de içeriyordu. Müslümanlar, Anadolu’nun güneydoğu
sınırındaki Toros ve Antitoros dağ silsilesi üzerinde bulunan geçitlerin savunulmasına yönelik
Bizans’ın geniş ölçekli savunmasına karşılık geliştirilmiş etkili bir askerî harekâtta başarılı
olamadılar. Aynı zamanda Anadolu platosunda askerî bir operasyon için etkili bir strateji
geliştiremediler. Kendilerine politik sadakat göstermelerini bekledikleri Bizans’ın önemli
liderlerini etkilemeye yönelik bir strateji ümidinin kurbanı oldular. Bu süreç asla başarıya
ulaşmadı. Sonuç tamamen askerî çözümlere bağlı kalmalarına yol açtı. Kendileriyle özel
anlaşmalar yapabilmeyi ümit ettikleri ve kendilerinden Bizans’a karşı özel bir işbirliği ve
rehberlik yapabilecek herhangi bir Arap topluluğunun bulunmadığı bölgelere nüfuz ettiler.
Coğrafi konum ve lojistik durum görevlerini sürekli bir şekilde yerine getirmeyi daha da
zorlaştırmaya neden oldu.
Bizans İmparatorluğunun İslam Devleti ile olan coğrafi sınırları Toros dağlık
bölgesinde sona ermekteydi. İmparator Herakleios, Araplara karşı yaygın savunma anlayışının
bir parçası olarak yıkıma uğramış ve insan yerleşiminin olmadığı boş tampon bölgeler
oluşturmak için büyük çaba harcadığından, 637-641 tarihlerinde Toros Dağları’na yakın
güney bölümü boyunca sınır bölgelerini bilinçli olarak yerle bir etti. Her iki taraf da sınır
bölgelerini tamamıyla nüfuz edilemeyecek bir hâle getirmediler. Ömer ve Herakleios, en
azından geçici bir süre Toros ve Antitoros dağlarındaki geçitler boyunca bir sınır bölgesi
yaratmaya çalıştılar. Yukarıda da belirtilen ve Arapça tarihî kaynaklarda “Sugur ve Avasım”
olarak adlandırılan ve Bizans-İslam Devleti mücadelesinin bir sonucu olarak ortaya çıkan bu
konu üzerinde biraz ayrıntıya girilmesinde fayda bulunmaktadır.
Sözlükte “geçit, düşman saldırısına açık yer, sınır” gibi anlamlara gelen “sagr”
kelimesinin çoğulu olan “sugur”, darülislam adı verilen İslam ülkesiyle, darülharp denilen
90
gayrimüslim ülkeleri birbirinden ayıran sınır bölgelerine ve geçiş noktalarına verilen addır.
Sugur, daha ziyade Anadolu’nun güneyindeki Arap-Bizans sınır bölgesini ve Endülüs’te
İslam devletiyle kuzeydeki Hristiyan krallıklar arasındaki bölgeyi ifade etmek için
kullanılmıştır. Avasım ise sözlükte “korumak, engel olmak; sığınmak” anlamındaki “asm”
kökünden türeyen “asıme”nin çoğulu olup “koruyanlar, müstahkem mevkiler” demektir. Bu
müstahkem mevkiler, İslam ordularının cihad maksadıyla sınırdan uzaklaştıkları zaman veya
gazadan dönerken ülkeye girmeden önce düşman saldırılarına karşı sığınıp korundukları
bölgeler olduğu için bu adla anılmıştır.
Hz. Ömer zamanında Suriye ve el-Cezire’nin fethinden sonra İslam devletinin sınırları
Toroslara dayanmış, bu dağlar İslam devletiyle Bizans arasında tabii bir engel teşkil etmişti.
Bizans İmparatoru Herakleios, sınır bölgelerinde yaşayan halkı İslam ordularının tehdit ve
saldırılarından korumak amacıyla iç kısımlara çekerek geniş bir sahayı boş bırakmıştır. Bizans
kaynaklarında “Ta Stomia” adıyla kaydedilen, Müslümanların “davahî” (dış bölge) veya
“davahir-Rum” adını verdikleri bu saha, ancak Emeviler zamanında iskân edilmeye ve
müstahkem yerler kurulmaya başlanmıştır. Askeri maksatlarla özel olarak tahkim edilen bu
bölgeye “Sugur” denilmekteydi. Tarsus’tan başlayarak Adana-Misis (Massisa)-Maraş-
Malatya hattını takip ederek doğuya doğru Fırat’a kadar uzanan bölge iki kısma ayrılıyordu:
Merkezi Maraş olan Sugurüşşam ve merkezi Malatya olan Sugurülcezire. İslam-Bizans
mücadelesinde önemli rol oynayan bu bölgede kurulan şehirler askerî yolların birleştiği
noktalarda, geçitlerin girişlerinde yer alıyordu ve idari bakımdan Suriye’deki
Cündikınnesrin’e bağlanmıştı. Cündikınnesrin, özellikle Abbasi Halifesi Ebu Cafer el-Mansur
döneminden itibaren çok büyümüştü. Bu sebeple Sugur şehirleri yeniden tamir ve tahkim
edilmeye başlanmıştı. 756-57 yılında Sugur ve el-Cezire Valisi Abdülvehhab b. İbrahim,
Mansur’un emri üzerine Hasan b. Kahtabe et-Tai ile birlikte Malatya’ya gitmiş, şehri tahkim
ederek buraya Horasanlı askerler yerleştirmiştir. 758-759 yıllarında Adana tahkim edilmiş ve
Salih b. Ali b. Abdullah idaresinde şehre Horasanlı birlikler yerleştirilmiştir. Harunürreşid,
tahta çıktığı 786-87 yılından itibaren sınır şehirlerini tahkim ettirdiği gibi Menbic, Düluk,
Raban, Kurus, Antakya ve Tizin’i Kınnesrin’den ayırıp Cündilavasım veya kısaca Avasım
adıyla müstakil bir bölge hâline getirmiş, burayı tamamen askerî teşkilata bağlayarak
müstahkem noktalarına savaş birlikleri yerleştirmiştir.
Bu bilgilerden Sugur’un Bizans sınırına en yakın bölgede yer alan müstahkem kale ve
şehirleri, Avasım’ın ise bu hattın güneyindeki müstahkem kale ve şehirler kuşağını ifade ettiği
91
anlaşılmaktadır. Bununla birlikte İslam kaynaklarında Sugur idari açıdan bazen müstakil bir
bölge, bazen de Avasım’a bağlı idari bir bölge olarak kaydedilmektedir. İslam
coğrafyacılarından İstahri, Sugur şehirlerini Malatya, Hades, Maraş, Haruniye,
Kenisetüssevda, Aynizerbe, Misis, Adana ve Tarsus şeklinde sıralayarak, Sugurüşşam ile
Sugurülcezire’yi birbirinden Lükam (Amanos) dağının ayırdığını söyler. Malatya ile Maraş
arasına Sugurülcezire denildiğini, fakat bu adlandırmanın coğrafî açıdan değil el-Cezire’den
çok sayıda insanın buralara gelip ribatlarda kalması ve gazalara iştirak etmesi sebebiyle
verildiğini belirtir ve Sugur’un idari açıdan Suriye bölgesine bağlı olduğunu ilave eder. İbn
Havkal de aynı bilgileri verir. Şeyhürrabve ed-Dımaşkı, Sugurülcezire’nin Malatya, Kemah,
Samsat, el-Bire, Hısnımansur, Kalatürrum, Hades ve Maraş’ı; Sugurüşşam’ın Tarsus, Adana,
Misis, Haruniye, Sis ve Ayas’ı içine aldığını kaydeder.
92
yol açmıştır. Dolayısıyla daha 1071’deki Malazgirt Savaşı’ndan çok önce, Türkler Doğu ve
Güneydoğu Anadolu’da “din uğrunda muharebe eden gaziler” olarak göründüler. Bizans’ın
çeşitli sebeplerle zayıf olan bu doğu eyaletleri, Türk akınlarına fazla mukavemet edememekle
beraber yine de karşı koymaya çalışıyordu.
Abbasi Devleti’nin ilk halifeleri zamanında İslam orduları ile Müslüman Türk boyları
Anadolu’nun doğusunun fethine iştirak ettiler. Abbasi yönetimi, devletin merkezinin 762
yılında Bağdat’a taşınmasından itibaren Anadolu’yu da Marmara, Adalar Denizi ve
Karadeniz’e kadar açmak ve Müslümanlaştırmak istedi. Fakat her yıl yapılan kışlık ve yazlık
gazalar, bir türlü “akın” mahiyetini geçemediği gibi, İstanbul kuşatmaları da hiç bir netice
vermedi. Anadolu’nun güneydoğu ve doğu kesimlerinde bazı başarılar sağlandıysa da orta ve
batı tarafı Bizans’ta kaldı.
Abbasi Halifesi Harunürreşid (786-809) dönemi, birçok açıdan Abbasi hilafetinin altın
çağıdır. Bu dönemde Abbasi Devleti’nin komşularına özellikle Bizans’a karşı tartışılmaz
üstünlüğü vardı. Halife Harunürreşid, Abbasi Devleti’nin sınır komşusu Bizans Devleti’ne
karşı devam etmekte olan seferlere ehemmiyet verdi ve Anadolu’da bulunan Bizans-Abbasi
sınırının yeniden tanzim ve tahkimine çok gayret sarf etti. Halife, Bizans sınırını yeniden
düzenleyerek sınırı iki bölüme ayırdı. Sugur eş-Şamiye’yi, Sugur el-Cezire’den ayırarak
buradaki Sugur şehirlerini (Adan, Ceyhan, Tarsus, Antakya) Avasım adıyla yeni bir askerî
valilik hâline getirdi. Sugur el-Cezirede bulunan sugur şehirlerini (Maraş, Hades, Malatya)
aynı şekilde Avasım şehirlerine dönüştürdü. Halife Harunürreşid, Avasım’a dâhil olan hudut
şehirlerini tahkim ettirerek buralarda devamlı oturan ve Bizans’a karşı sefer yapan askerî
birlikler meydana getirdi. Bu yeni Avasım şehirlerindeki askerî birlikler başta Horasan olmak
üzere ülkenin hemen her eyaletinden gelen askerlerden oluşuyordu.
Abbasi Halifeliğinin, Şam Sugur ve Avasım şehirlerinden elde ettiği gelir, söz konusu
illerin savunması için harcanan miktarın yanında oldukça önemsiz kalıyordu. Tarsus, Adana,
Misis, Anazarba, Maraş, diğer birkaç şehrin de dâhil olduğu Şam sınırından elde edilen gelir,
Abbasi Devleti’nin resmî istihbaratına göre 100.000 dinarı buluyordu. Bu gelir kamu işlerinde
casusların, kuryelerin dağ, ırmak ve kalelerdeki geçitlerde bulunan muhafız noktalarının
korunması ve bakımında kullanılıyordu. Sugur-Avasım şehirlerinin garnizonları için özel
askerî kuvvetler gerekiyordu. Diğer yandan ise Şam Sugurundan elde edilen yıllık gelir
100.000 dinar iken gerek kara gerekse deniz yoluyla yapılan yaz ve kış seferleri için 200.000,
hatta kimi zaman 300.000 dinarlık harcama miktarı belirlenmişti. Maraş, Hadat, Malatya ve
diğer birkaç şehirden oluşan Cezire Sugurundan elde edilen gelir 70.000 dinarı bulurken bu
sınırın genel bakımı için 40.000 dinar harcanıyordu. Kalan 30.000 dinar paralı askerler için
93
ayrılırken askerî seferlerden doğan ve her bir seferin taşıdığı öneme göre belirlenen olağandışı
harcamalar bir yana, her yıl bu giderlere en az 120.000, bazı zamanlarda ise 170.000 dinara
kadar çıkabilen bir miktar daha ekleniyordu. Tüm bu masraflar Memun döneminde Abbasi
Devleti’nin elde ettiği gelirlerin toplamı ile karşılaştırıldığında fazlasıyla önemsiz kalıyordu.
Halife Memun, 814 yılında Yezid b. Muhalled komutasında 10 bin askerden oluşan
Abbasi ordusunu Tarsus’a gönderdi. Abbasi ordusu ve Bizans ordusu Tarsus yakınlarında
karşılaştı ve yapılan savaşta Abbasi ordusu galip geldi. Böylece Bizans ordusunun
Anadolu’daki ilerlemesi durduruldu. Halife Memun hilafetinin son devresinde Anadolu’yu
fethetmek gayesini ön plana alınca, bilhassa 830 yılından sonra Abbasi Devleti’nin askerî
gücünü büyük ölçüde Anadolu’ya yöneltti. Halife komutasında Abbasi ordusu Anadolu’da
94
hızla ilerledi ve Luluve’yi (Ulukışla) ele geçirdi. Bunun üzerine Bizans İmparatoru
Theophilos, Abbasi halifesine mektup yazarak barış teklif etti. Halife Memun, Bizans elçisine
barış teklifini kabul etmediğini söyledi ve Şam Sugurunun önemli şehri Tarsus’a doğru
hareket etti. Tarsus’a gelen Halife Memun burada ateşli bir hastalıktan 9 Temmuz 833
tarihinde öldü. Böylece Halife Memun, Anadolu’da Sugur-Avasım şehirlerine çok sayıda
asker yerleştirmesine rağmen ölümü, Arapların bu şehirlere iskân gayesinin gerçekleşmesine
mani oldu.
Buraya kadar olan süreci kısaca özetlemek gerekirse, şunları söylemek mümkündür:
yukarıdaki bölümlerde de görüldüğü üzere Anadolu, tarih boyunca birçok milletin ilgisini
çekmiş ve bu sebeple de çok sayıda istilaya sahne olmuştur. Fakat bu istila ve kültür
95
değişikliklerinden hiç biri İslam ordularının Anadolu’ya girmesiyle başlayan ve Anadolu’da
İslam medeniyetinin oluşmasına ek olarak 11. yüzyılda Anadolu’nun Türkleşmesi ve
İslamlaşması ile sonuçlanan Oğuz (Türkmen) fetihleri kadar derin izler bırakamamıştır.
Çünkü medeniyeti yüksek İslam ülkelerine mukabil Bizans Anadolu’su içtimai, iktisadi ve
medeni bir sükût hâlinde bulunuyordu. Müslüman Arapların hem Emeviler hem de Abbasiler
devrinde birçok defa bizzat halifelerin kumandasında muazzam ordular hâlinde gelip de bir
türlü alamadıkları Anadolu, 1071 yılındaki Malazgirt savaşını takip eden 8-10 yıl içinde
baştanbaşa açılmıştı. Hâlbuki fetih tek bir kumanda altında ve muntazaman bir plan dâhilinde
de yapılmamıştı. Fethi müteakip ülkenin her tarafı Oğuz kümeleri ile doldu. Bunlar Türkistan
ve İran’da yaşayan Türkler tarafından daima besleniyor ve yeni gelenler ile sayıları daima
artıyordu. Fetihten sonra Anadolu ile Türkistan arasında bir göç kanalı oluşmuştu. Bu kanal
ile 13. yüzyılın birinci yarısının ortalarına doğru Türkistan, Horasan ve Azerbaycan’dan
Anadolu’ya birbiri arkasından kalabalık Türkmen kümeleri gelmeye başladı. Böylece
Oğuzların ezici çoğunluğu Anadolu’da toplandı. Yüzyıllarca devam eden harpler sebebiyle
nüfusu oldukça azalan Anadolu’ya Selçuklu fetihleri ile birlikte kalabalık Türkmen grupları
gelmiş ve bu konar-göçerler hemen açılan topraklara yerleşerek, başta Doğu ve İç Anadolu
sahası olmak üzere kısa zamanda Bizans Küçük Asya’sını hâkimiyetleri altına almışlardı.
96
Uygulamalar
Bu bölümde öğrenci internet üzerinden ilgili web sayfalarını incelemenin yanı sıra,
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nden ilgili maddeleri okumalıdır.
97
Uygulama Soruları
98
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Dört halife devri yönetiminde uygulanan politikalar ile her yönde olduğu gibi, kuzey
yönünde de fetihler yapılmış ve dolayısıyla kısa zaman içerisinde Bizans ile karşı karşıya
gelinmiştir. Hz. Ebubekir (632-634), halifeliğin ilk yılında Şam bölgesine sefer yapmayı
kararlaştırdı ve böylece Şam bölgesindeki ilk İslam fetihlerini başlatmış oldu. 634 yılında
yapılan Yermük savaşında Bizans ordusu hezimete uğratıldıktan sonra kuzey Suriye’ye doğru
fetihler yapıldı. Böylece, Hz. Ömer (634-644) devrinde Şam (635) ve Antakya (636)’ın
alınmasıyla 10. yüzyıla kadar sürecek olan Bizans-İslam mücadelesi başlamış oldu.
Özellikle İstanbul’un fethi amacına yönelik bir şekilde, Arapların sürekli olarak
Anadolu’ya seferler yapmasına rağmen, Anadolu topraklarında kalıcı başarılar kazanılamadı.
Belki Anadolu’nun yer şekilleri, belki Bizans’ın aldığı tedbirler, belki Arap komutanları ve
savaşçılarının bu iklime uyum sağlayamaması, belki Arap ordularının peşinden Arap
yerleşimcilerin bu sahaya gelmemesi nedeniyle, her defasında Bizans kaybettiğini bir süre
sonra geri aldı.
99
uyarak gönüllü olarak gelen Türklerin de bulunması önemlidir. Bu şekilde Anadolu’ya asker
ve sivil olarak gelen Türkler, Tarsus, Misis, Anazarba, Adana, Maraş, Malatya, Diyarbakır,
Silvan, Ahlat, Malazgirt ve Erzurum şehirlerine yerleştirildiler. Böylece Anadolu’da oluşmuş
olan Bizans-Abbasi sınırının doğusu kısmen Maveraünnehir Türkleri tarafından iskân olundu.
Özellikle Türklerin kahramanlık ve askerlik kabiliyetleri bilindiği için, bu birliklerin ardı
arkası kesilmiyordu.
Böylece Anadolu, daha 7. yüzyılda Araplar vesilesiyle İslam ile tanışmış ve Malazgirt
zaferinden çok önce de Türkler ile karşılaşmıştı. Özellikle Türklerin Anadolu topraklarında
görünmesi, bu dönemde değil ama 11. yüzyılda son derece etkili bir hâle gelecekti. Her ne
kadar bu dönemde Anadolu’ya yerleşen Türklerin sayısal ve oransal açıdan fazla olmadığı bir
gerçekse de, yine de böyle bir sürecin yaşandığı da unutulmamalıdır.
100
Bölüm Soruları
a) Arabistan
b) Anadolu
c) Konstantinopolis
d) Mısır
e) İran
a) Bizans-Emevi
b) Abbasi-Sasani
c) Pers-Endülüs
d) Sasani-Pers
e) Bizans-Sasani
a) İstanbul
b) Konya
c) Antakya
d) Erzurum
e) Maraş
a) 8. yy
b) 10. yy
c) 12. yy
d) 11. yy
101
e) 6. yy
a) Hulefa-i Raşidin
b) Sugur-Avasım
c) Nihavend
d) Hudud Çizgisi
e) Kale
a) 639
b) 634
c) 636
d) 640
e) 610
7) Bizans İmparatorluğunun İslam Devleti ile olan coğrafi sınırı nerede sona
bulmaktaydı?
b) Antakya
c) Erzurum
d) Damavand Dağı
e) Ağrı Dağı
a) Sagr
b) Sugur
c) Cihad
102
d) Avasım
e) Asm
a) Davahi
b) Ceracime
c) Asime
d) Massisa
e) Ta Stomia
a) Erzurum
b) Antakya
c) Hatay
d) Amid
e) İznik
Cevaplar: 1) a; 2) e; 3) c; 4) b; 5) b; 6) d; 7) a; 8) d; 9) b; 10) e
103
5. BİZANS’IN İDARİ YAPISI İLE MANASTIR VE KİLİSELERİ
104
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
5. Giriş
105
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
a) Sancak
b) İl
c) Eyalet
d) İlçe
e) Köy
a) Thema
b) Diocesis
c) Praesidialis
d) Provinciae
e) Eyalet
a) Anatolikon
b) Opsikon
c) Khaldia
d) Thrakia
e) Nasıra
Cevaplar: 1) c; 2) a; 3) e
106
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Bizans idari yapısı Bizans idari sistemi, themaları J. Haldon. 2007. Bizans Tarih Atlası,
öğrenmek isimli eseri incelemek
Bizans kilise ve Hristiyan Ortodoksluğu kilise İnternet üzerinden Hristiyanlık tarihi ile
manastırları ve manastırları ile yapılarını ilgili web sayfalarını incelemek, Diyanet
öğrenmek Vakfı İslam Ansiklopedisi’nden ilgili
maddeleri incelemek
107
Anahtar Kavramlar
Bizans, İstanbul, imparator, patrik, kilise, manastır, thema, eparhia, iperhia, diikisi,
Sasani, Arap, Hristiyanlık, İslam, Abbasiler, Orta Çağ , Diokletianos, Konstantin,
Konstantinopolis, Anatoli, Anatolikon, arhont, igemon, iparhos, diocesis, praefectura, Doğu,
illyricum, provincia, thema, Küçük Asya, Armeniakon, Opsikion, strategos, Peri Tematon,
Konstantinos Porfirogenitos, Mesih, Filistin, Galile, Petrus, Katolik, Ortodoks, Eski Ahit,
Yeni Ahit, İncil, episkopi, metropolit, piskopos, keşiş, teslis, öz, phusis, monofizit, diyofizit,
Roma, Antakya, İskenderiye, iznik, Kadıköy, Efes, konsil, sinod, manastırcılık, Büyük
Basileios, Athos, Aynaroz, Uludağ, Akdeniz, Karadeniz, Marmara Denizi, Vukellarii,
Optimati, Antakya, Saint Pierre Kilisesi, Pavlus, Petrus, Anatolikon, Opsikion, Bukellarion,
Optimaton, Paphlagonia, Armeniakon, Khaldia, Koloneia, Kharsianon, Tharkesion,
Kappadokia, Mesopotamia, Sebastia, Lykoandos, Leontokomis, Seleukeia, Kibyraioton,
Adalar Denizi, Samos, Aigaion, Pelagos, Avrupa, Thrakia, Makedonia, Strymon,
Thessalonike, Hellas, Peloponnesos, Kephallenia, Nikopolis, Dyrrhakhion, Dalmatia, Sicilia,
Langobardia, Khersones
108
Giriş
109
5.1. İdari Yapı
Merkezî otorite kurmuş olan bütün devletler gibi, Bizans’ta da ülke toprakları,
yönetimi iyi organize etmek ve mali-idari sorunları en aza indirmek amacıyla küçük idari
birimlere/ünitelere ayrılmıştı. Anadolu topraklarının, yer şekillerinin doğal sınırlar ile
birbirinden ayrılmış küçük bölümlerden meydana gelmiş olması, merkezî otoritelerin sahip
olduğu geniş toprakları küçük birimlere ayırma sürecini hızlandırmış ve kuvvetlendirmiştir.
Bu sebepten Hititlarden beri bu topraklarda hâkimiyet kurmuş olan devletler, aynı amaçlar
için aynı uygulamayı yapmışlardır. İlk Çağ’da Anadolu’da işleyişi ve sınırları en iyi bilinen
idari birimler, Pers satraplıkları olup arkasından Roma yönetimi vilayet/eyaletler oluşturmuş
ve bu sistem bazı değişikliklerle sonraki devletlere miras kalmıştır. Bizans İmparatorluğu da
bu mirasçılardan biri olup ülke toprakları başından beri bir takım idari ünitelere ayrılmıştır.
Her bir iparhia’nın başına doğrudan imparatora bağlı, onu temsil eden ve çok güçlü
bir konuma sahip olan “iparhos” (praefectus praetori) adını taşıyan genel valiler getirildi.
Diikisi denilen idari bölgelerin başına sancaktan sorumlu vikarios (vicarius) adlı idareciler ve
eparhia’ların başına ise “arhont” ya da “igemon” adını taşıyan valiler, yönetici olarak
atandılar. Yukarıda belirtildiği gibi, imparatorluğun 4 geniş idari bölgeye ayrılması şeklindeki
idari yapı erken Bizans döneminde korundu. Doğu (Anatoli) iparhos’unun İstanbul’a
yerleşmesi, onun imparatora daha yakın bir konumda olması sonucunu doğurdu ve dolayısıyla
onun devlet hiyerarşisinde birinci sıraya yükselmesini sağladı.
110
Orta Bizans döneminin taşra teşkilat yapısını ifade eden kavram “thema”dır. Thema
sistemi eyalet yönetimi bakımından bir yeniliktir ve genel bir reformun sonucu olarak değil
imparatorluğun savunma ihtiyaçlarının bir sonucu olarak doğmuştur. Thema sözcüğü ilk
başlarda askerî birlik mensuplarının kayıtlarının tutulduğu defteri ifade ediyordu. Zamanla
askerî birliğin kendisini, sonra da askerî birliğin bulunduğu bölgeyi ifade eder hâle geldi.
Nihayetinde, bir idari yönetim birimini ifade eden bir kavrama dönüştü. İmparator Heraklios
döneminde (610-641) Anadolu topraklarında üç thema kuruldu. Bu thema’lar; Anatolikon
Thema’sı (Batı Anadolu’dan başlayarak Orta Anadolu’yu da içine alıyordu), Armeniakon
Thema’sı (Doğu Anadolu’da) bu thema’lar Küçük Asya’yı Arap tehlikesinden korumak için
kurulmuşlardır. Daha sonra ise yine Arap donanmasına karşı Konstantinopolis’i korumak için
Opsikion Thema’sı (Kuzeybatı Anadolu’da oluşturulmuş olup Latince askerî izleyiciler
anlamına gelen obsequium teriminden türetme) kurulmuştur. Thema sistemi ilk başlarda
Anadolu toprakları ile sınırlıyken yeni toprak kazançlarıyla, imparatorluğun Avrupa’daki
topraklarında da yayıldı. Themaların sayısı, toprak genişlemesi dışında büyük themaların
siyasi gerekçelerle birkaç küçük themaya bölünmesiyle arttı. Bu sistem 7. yüzyılın ikinci
yarısından 11. yüzyıl ortalarına kadar sağlıklı bir şekilde devam etti.
Bizans İmparatorluğu 7-11. yüzyıllar arasında, büyük ölçüde askerî nitelikli bir
yönetim yapısına sahipti. Eyalet yönetim teşkilatı ile ordu kurumu iç içe geçmiş durumdaydı.
Eyalet yönetiminin başında olan kişi aynı eyalete yerleştirilmiş bulunan askerî birliklerin de
komutanıydı. Askerlerin yönetimde önemli rollere sahip olduğu bu topraklar, 6-7. yüzyıllarda
önce Sasani ve sonra Arap akınlarına maruz kaldı. 6-7. yüzyıllardaki Bizans-Sasani savaşları
sırasında, 7. yüzyıl ortalarından itibaren yükselen Müslüman Araplar, önce Sasani Devleti’ni
çok kısa bir sürede ele geçirdi, sonra da Bizans’ı ve Anadolu’yu tehdit etmeye başladı.
Sasanilarden sonra bu defa da Araplar Anadolu içlerine kadar rahatça girebiliyorlardı. 661-
680 yılları arasında Bizans hâkimiyetindeki Anadolu’ya yönelik Müslüman saldırıları kış
aylarında yapıldı ve kimi zaman bütün kışı Anadolu’da geçirdiler. Bütün bu saldırılar
sonucunda Bizans’ın çöken savunma hattı yerine bu kez yukarıda izah edilen themalar ile
birlikte bir bölge savunma sistemi getirildi.
111
düşman orduları tarafından işgal edilmişti. Thema kelimesi ordu birliği anlamına gelmekteydi
ve bu düzen Diokletianos-I. Konstantin nizamına son verip, eksarkhos’lukların organize
edilmesi ile başlayan gelişmenin devamı olmuştur. Ravenna ve Kartaca eksarkhos’lukları gibi
Anadolu thema’ları da tamamıyla askerî mahiyette idare birlikleridir. Thema’ların başında,
bölgelerinde en yüksek askerî ve sivil kudretleri uygulayan strategos’lar bulunmaktaydı.
Miladi yılların başlarında yeni ortaya çıkan bu din, Filistin’de doğmuşsa da,
Hristiyanlığın büyük taraftar kazandığı ve bütün kurumlarıyla hayata geçtiği yerlerden birisi,
belki de en önemlisi Anadolu topraklarıdır. Anadolu insanı, bu topraklarda bin yıllar
öncesinde başlayan “ana tanrıça kültü”nün ve onu izleyen öteki pagan inançların olağanüstü
zenginliğinden süzülen birikimlerin de buluşma noktasında bulunmaktadır. Tarihi kökenleri
çok eskilere dayanan pagan tapınımı Hristiyanlık inancının yaygınlaştığı zamanlarda dahi,
farklı gruplar tarafından uzun süre devam etmiştir. Hatta bu tür bir inanç, 4. yüzyılın
sonlarında Bizans İmparatoru Theodosios tarafından tamamen yasaklanmasına rağmen, onun
bazı unsurları “tüm insanların ortak eğlencesi için” yaşamaya devam etmiştir.
112
Bölgesi’nde yer alan Nasıra Kasabası’nda doğmuştur. Aslında kaynağını Yahudi inanç ve
şeriatından alan bu yeni din, Museviliğin tersine, belirli bir milletin dini olarak kalmamıştır.
Hz. İsa MS 29 yılında Galile’de vaaz etmeye başlamış ve bu tarihten sonra, bu yeni
din insanlar arasında yavaş yavaş yayılmıştır. Hz. İsa’nın Mesihliğini tanıyan ilk kişi, 12
havariden biri olan Simon (İbranice Şimeon)’dur. Onun bu tanıklığı üzerine, Hz. İsa da ona
“kaya” anlamına gelen Petrus adını vermiş ve şöyle demiştir: “… ben kilisemi bu kayanın
üzerine kuracağım; ve ölüler diyarının kapıları onu yenmeyecektir. Göklerin utu (krallığı)
anahtarını sana vereceğim (Matta İncili 16/16-20)”. Hz. İsa’nın bu sözlerinden hareketle
Katolik Kilisesi, havari Simon Petrus’u ilk Papa kabul etmiş, ilk kilise de Antakya’da bir
kayaya oyulmuştur.
Bilindiği gibi, Hz. İsa, Romalı yetkililer tarafından MS 30’da, Kudüs’te isyana teşvik
gibi sahte bir suçlamayla çarmıha gerildi. Bu, yeni bir din için umut verici bir başlangıç
değildi. Ancak, ölümünden üç gün sonra dirildiği ve yaşadığı söylentileri bütün şehre
yayılmaya başladı. Ona çok yakın olan bazı yandaşları, onu gerçekten gördüklerini iddia
113
ettiler. Yedi hafta sonra öldürüldüğü şehirde dirildiği halka açıkça ilan edildi. Bu haber
inanılmaz bir etki yaptı: Roma İmparatorluğunun diğer bölgelerinden Kudüs’te yaşamak veya
orayı ziyaret etmek için gelenler, İsa’nın dirildiğine ve çarmıhta ölmesinin aslında Tanrı’nın
insanlığı kurtarma planının bir parçası olduğuna inanmaya başladı. Bunu izleyen haftalarda ve
aylarda aralarına daha çok sayıda insan katıldı. Elçilerin İşleri kitabında da belirtildiği gibi bu,
Hristiyan Kilisesi’nin doğuşudur.
İlk Hristiyanlar, özel binaları olmadığından, İncil’in birkaç yerinde de belirtildiği gibi,
evlerde toplanıyorlardı. Bilinen ilk kilise binasının Fırat nehri üzerindeki Salahiye’de (eski
Doura -Europos- bugünkü Suriye-Irak sınırına yakın), olduğu genel kabul gören bir kanıdır.
İsa’nın ölümünü izleyen iki yüz yıl içerisinde Hristiyanlar, ibadetlerini evlerde toplanarak
yapmışlardır. Çünkü Roma İmparatorluğunun tabiiyetinde yaşayan ilk Hristiyanlar -bütün
semavi dinlerin başlangıcında olduğu üzere- çeşitli zorluklarla mücadele etmek
mecburiyetinde kalmışlardır.
Konstantin 312 yılında iman ettiğinde, zulüm gören bir azınlık inancı olan
Hristiyanlık, yüzyılın sonunda imparatorluğun resmî dini hâline geldi. Bunun devamında,
Haziran 313 yılında Konstantin ve Licinius Milano’da eski meslektaşları Galerius’un çıkarmış
olduğu Milano Ferman’ı denilen kararı kabul etmişlerdir. Böylece Hristiyanlara yapılan kötü
muameleler son bulmuştur. Bundan böyle ibadet özgürlüğü Hristiyanlığın gelişmesine yeni
bir ivme kazandırmıştır. Ayrıca bu karar ve imparatorun din değiştirmesi kilise ve
imparatorluk ilişkilerinin yeniden tanımlanması gerekliliğini doğurmuştur. Bunun sonucunda
kilise, devletin örgütlenmesine göre biçimlenmiştir. Konstantinopolis Patriği, Hristiyan
Kilisesi’nin Roma dünyası içerisinde teşkilatlandığı beş büyük idari birimden birisi olmuştur.
Diğerleri ise Roma, Kudüs, Antakya ve İskenderiye’de idiler. Roma İmparatorluğunun doğu
eyaleti olan Anadolu’nun başkenti Ephesos’tur. Hz. İsa’nın havarilerinden Yuhanna belli bir
süre bu şehirde yaşamıştır. Yuhanna’nın vahiy kitabı “Apokalypsis” adıyla bilinir. Bu Yeni
Ahit’in (İncil) sonuncu kitabı olup, burada yedi kiliseden söz edilmektedir. Bunlar Ephesos,
Symrna (İzmir), Bergama, Thyatire (Akhisar), Sardeis (Sard), Philedelphia (Alaşehir) ve
Laodikeia’da yer almaktaydı.
Hristiyanlığın Bizans Devleti tarafından resmî din ilan edilmesinden (MS 4. yüzyılın
sonları) itibaren, Hristiyanlık hızla yayılarak Bizans tarihi boyunca devletin sınırları
içerisindeki şehir ve köylerde inşa edilen kilise, manastır gibi yapılar zengin mimari
114
özellikleriyle dikkat çekmektedir. İnsanlar, eski çağların terk edilmiş putperest tapınakların
inşaat malzemesini sık sık kilise ya da ilgili Hristiyan yapıların inşası için kullanmışlardır.
Kilise ve manastır yapılarının bir kısmı, zaman içerisinde büyük oranda tahrip edilmesine
rağmen birçoğu günümüze kadar ulaşabilmiştir.
Daha sonraki zamanlarda özellikle 6. yüzyıla kadar geçen dönemde Anadolu’da kilise
inancı ve teşkilatı büyük yaygınlık kazanmakla birlikte, İskenderiye, Antakya, Kudüs ve
Roma Piskoposlukları da kuşkusuz varlıklarını devam ettirmişlerdir. Ayrıca keşişlerin önemi
büyük ölçüde artmıştır. Fakat Orta Bizans döneminde bireylerden ziyade manastır toplulukları
Hristiyanlık inancının odak noktasında yer almışlardır. 8. yüzyıldan itibaren İstanbul, Batı
Anadolu, Kuzeybatı Anadolu, Kappadokya, Pontos ve Balkanların bazı kısımlarında önemli
kilise merkezleri oluşmuştur.
115
Anadolu topraklarında olmak üzere Akdeniz çevresinde toplam 42 kilise bulunuyordu. 2.
yüzyıl haritasında kiliselerin arttığı görülmekle birlikte, artışın yavaş olduğu dikkati
çekmektedir. Bu dönemde Anadolu topraklarındaki kilise sayısı, 46’ya ulaşırken Anadolu
dışındaki kilise sayısı Kuzey Afrika’da 10, Avrupa’da 27 ve Suriye’de 18’dir. 3. yüzyıl artık
kilise sayısının geçmişle kıyaslanamayacak kadar fazla olduğu bir dönemdir. Bu döneme ait
haritada sadece Anadolu’da 120 kilise sayılmakta olup Kuzey Afrika’da 93, Avrupa’da 187
ve Suriye’de 46 kilise ile birlikte toplamda 446’ya ulaşılmıştır.
Erken dönemde oluşan kilise idari yapısındaki hiyerarşik sıraya göre ilk sırada
başkentte bulunan patrik yer almaktaydı. İkinci sırada büyük bir idari bölgeyi içine alan eyalet
(iparhia) merkezindeki metropolit bulunuyordu. Metropolit aynı zamanda idari bölgenin yani
iparhia’nın sınırları içindeki kentlerde görev yapan piskoposların oluşturduğu bölge konsiline
(eparhiaki sinodos) de başkanlık ediyordu. Metropolitler önceleri üç aday arasından patrik
tarafından seçilirken sonraları başkentte toplanan dinî bir kurul (sinod) tarafından seçilmeye
başlandı. Metropolitler görev bölgelerinde dinî konularda genel nezareti sağlıyor ve suç
işleyen piskoposları cezalandırabiliyordu. 11. yüzyılda Anadolu toprakları Konstantinopolis
patrikliğinin en önemli yönetim alanı niteliğindeydi ve önemli şehirlerde kurulmuş 45
metropolitlik ve çok sayıda piskoposluğa sahipti.
116
Mahalli kiliselerin tüzel kişiliği vardı, bu da onlara çalıştırdıkları papazların ücretlerini
ödeyebilmek için bir nevi mali özerklik olanağı tanıyordu. Piskoposların seçimi, bölge konsili
ve metropolit tarafından yapılıyordu. Piskoposlar görev yaptıkları bölgede din adamlarının
müdahil olduğu suçlarda piskoposluk mahkemelerine başkanlık ederek yargısal yetkiler de
kullanmaktaydılar.
Roma İmparatorluğunun 4. yüzyıldan itibaren sıkı bir ittifaka girdiği kilise, devletin
ideolojik desteği konumunu aldı. Başlarda, kölelerin ve azatlıların dini olarak doğduğundan,
ezilenlerin hareketi olan Hristiyanlık, artık egemen sınıfların güçlü desteği hâline geldi.
Kilise, tüm imparatorluğa yayılan, kendi yerleşik düzenine ve devlet yönetimi kadar karmaşık
ve ağır hiyerarşisine sahip sağlam bir kurum oldu. Üst ruhban sınıfı, kendisini müminler
kitlesinden tümünden ayırdı ve halkın üstünde bir konuma yerleşti.
Manastırlar
Hristiyanlık tarihinde önemli bir yeri bulunan, manastır hareketi 3. yüzyıl sonu ve 4.
yüzyılın başlarında Suriye ve Mısır’da başlamıştır. Manastır yaşamının özünde, manevi hayatı
kazanabilmek için bu dünyadan el çekme anlayışı bulunmaktadır. Burada insanlar, ruhlarını
kurtarmak için sıradan günlük hayatlarını bir kenara bırakarak, çölün yalnızlığı içinde tecrit
edilmiş bir yaşama çekilmişlerdir. Amaçları ise Hz. İsa’yı örnek almak, onun bilgisine sahip
olmak, aklın ve vücudun getirdiği günahlara karşı durmaktı. Manastırcılık ilk başlarda
kilisenin dışında gelişmiş bir hareketti, fakat günlük hayatın yükümlülüklerinden kaçmak
isteyen insanların çokluğunun da etkisiyle kısa sürede arttı. Bu şekilde ortaya çıkan
manastırlar, zamanla yaygınlaşıp güçlenerek 8. yüzyılın sonuyla 9. yüzyılın başlarından
itibaren kilise siyasetinde -dolayısıyla imparatorluk siyasetinde- gittikçe önem kazanmışlardır.
117
bir paydaşlık yaşamayı amaçlıyorlar ve bunu hâli hazırdaki kiliselerle başaramayacaklarını
düşünüyorlardı. Manastır sisteminin nerede başladığına dair birçok tartışma vardır. İlk
keşişler Mısır veya Suriye çölüne çekilen kişilerdi. Bu çilecilerden biri Kapadokyalı Büyük
Basileios (330-379) olup 370 yılında Kaisareia piskoposu olarak atanmıştır.
Manastırlar hızla zenginleştiler; toprak, köle ve kolon edindiler. Kilise ileri gelenleri
için eğitilmiş bir araç, örgütlü bir güç oluşturdular. 536’da İstanbul’da kadın manastırları
hariç, en az 67 erkek manastırının bulunması, kurumun ne denli ilerleme kaydettiğini kanıtlar.
İstanbul’un dışında, her yerde manastırlar kurulmuştu; özellikle Filistin’de, Suriye’de,
Mezopotamya’da, Isaura’da ve Ermenistan’da çok sayıda manastır vardı. İskenderiye ve Mısır
çölü de manastırlarla kaplanmıştı. Diyarbakır, Urfa, Kudüs gibi bazı büyük doğu kentlerinin
bir manastır tacıyla donatıldığı söylenebilir.
Manastır hareketi başlangıcından kısa bir süre sonra, çok büyük bir hızla Filistin,
Suriye ve Mezopotamya üzerinden Anadolu topraklarına geçti. Bu hareket, zaman içinde
kilisenin çatısı altına sokuldu. Manastırların, yerel piskoposun otoritesine tabi tutulmasıyla
bütün manastırlar resmî Bizans kilisesinin kontrolü altına alındı. Ancak 8. yüzyılda ortaya
çıkan ikonoklazm olarak adlandırılan tasvirkırıcılık hareketi, süreç içinde manastırlara ve
keşişlere yönelik bir harekete dönüştü. Keşişleri ve manastır hareketini hedef alan baskıda,
dinî dogmaların yanı sıra, Bizans devletinin gittikçe daha geniş alanlara yayılan manastır
mülklerini denetim altına almak ve manastırlara sığınarak devlete olan yükümlülüklerinden
kaçmaya çalışan insanların sayısını sınırlama ihtiyacı da etkili olmuştur. Bu mücadele
sürecinde bazı manastırlar kapatıldı. Kışla, hamam gibi kamusal nitelikli kurumlara
dönüştürüldü ve manastır arazileri imparator V. Konstantin (741-775) tarafından müsadere
edildi. Ancak bu önlemler manastır hareketini güçlenmesine engel olamadı ve manastır
hareketi, devlet için giderek daha çok sorun yaratır hâle geldi. Manastırların mülk
edinmesinin önüne geçmek için imparator I. Romanos Lekapinos 935 yılında manastırların
bağış yoluyla bile olsa köylülerden toprak almasını yasakladı. İmparator II. Nikiforos Phokas,
964 yılında yeni manastırlar kurulmasını ve mevcut olanlara arazi bağışı yapılmasını
yasakladı. Ancak manastırlar bir tür vakıf niteliğinde olduğundan, mülkleri imparatorluk
amaçları için dahi olsa müsadere edilemezdi. Bu durum karşısında manastır mülkleri zaman
içinde daha da büyüdü. Manastırların başında “igumenos” olarak adlandırılan bir başrahip
bulunuyordu. Manastır başrahibi, manastırın kurucusu tarafından belirleniyor ya da
manastırdaki keşişler, başrahibi seçiyorlardı. Her durumda patrik ya da piskoposun seçimi
onaylaması gerekiyordu. Seçilen başrahip ömür boyu o görevde kalıyordu.
118
Manastırlar Bizans toplumunun değişik kesimlerinden insanlar için bir sığınma
yeriydi. Örneğin görevden alınan politikacılar, tahttan indirilen imparatorlar, yetimler, akıl
hastaları, dullar ve yaşlılar için manastırlar güvenli bir sığınaktı. Siyaset adamları ya da devrik
imparatorlar manastıra sığınıp keşiş elbisesinin giydikten sonra siyasete geri dönmeleri ve
dünyevi görevler almaları olanaksızdı. Bazı durumlarda imparatorlar, yaşlandıklarında ya da
bir isyan sırasında isyancıların eline düşmektense bir manastıra çekilip keşiş olarak yaşamayı
tercih ediyorlardı. Bizans İmparatorluğunun en önemli manastır merkezi Selanik
yakınlarındaki dağlık Athos (Aynaroz) yarımadasıydı. Anadolu’da da pek çok manastır
merkezi vardı. Türklerin Malazgirt (1071) savaşından sonra yoğun olarak Anadolu’ya
yerleşmeye başlaması sonucu bazı bölgelerde din adamları kiliselerini, keşişler de
manastırlarını terk etmişlerdir.
119
piskoposların tedbirli politikaları sonucu manastırlar kilisenin çatısı altına sokulmuşlardır. Bu
politikalar genel konsiller tarafından verilen ve bölgesel kilise konsilleri ve patriklik yönetimi
tarafından desteklenen kararlar aracılığıyla sürdürülmüştür. Nitekim daha önce yani 451
yılında Kadıköy Konsili’nin almış olduğu kararlar arasında bulunan “her manastırın yerel
piskoposun yerel otoritesine tabii olması hükmü”, bütün manastırları ilke olarak resmî Bizans
Kilisesi’nin kontrolü altına almıştır. Manastır hareketinin kilisenin kontrolünde olması
manastırlarda bazı sapkın cemaatlerin oluşmasının önlenmesi için oldukça önemliydi. Ancak
Kadıköy Konsili’nin aldığı kararların doğrudan ortaya çıkardığı sonuç, Bizans merkezi ile
devletin doğu eyaletleri arasındaki uçurumu derinleştirmesi olmuştur. Burada sadece Mısır ve
Mezopotamya değil, Nasturi sapıklığının bir zamanki yuvası olan Suriye de, Monofizitliğe
katılarak Kadıköy dogmasını reddetmiştir.
120
Bizans Kilisesi’nin başında Konstantinopolis Patriği yer almaktaydı. Onun altında dinî
eyalet örgütlenmesinin yöneticileri olan Metropolitler, onların altında ise piskoposlukların
yöneticileri olan Piskoposlar görev yapmaktaydı. Böylece kilisenin eyalet yönetim yapısı
Metropolit ve Başpiskoposluklar aracılığıyla başkentteki imparator ve patriğe bağlanıyordu.
11. yüzyılda Anadolu, Konstantinopolis Patrikliği’nin en önemli yönetim alanı idi. Yaklaşık
45 metropolitlik, 10 Başpiskoposluk ve çok sayıda Piskoposluğa sahipti. Buna bağlı
Metropolit, Özerk Başpiskoposluk ve Piskoposlukların merkezleri aşağıdaki şekildedir:
121
Uygulamalar
Bu bölümde öğrenci internet üzerinde ilgili web sayfalarını incelemenin yanı sıra, G.
Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi ve J. Haldon’un Bizans Tarih Atlası isimli eserleri
okumalıdır.
122
Uygulama Soruları
123
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Merkezî otorite kurmuş olan bütün devletler gibi, Bizans İmparatorluğu da ülke
topraklarını, yönetimi iyi organize etmek ve mali-idari sorunları en aza indirmek amacıyla
küçük idari birimlere/ünitelere ayrılmıştı. Anadolu topraklarının, yer şekillerinin doğal sınırlar
ile birbirinden ayrılmış küçük bölümlerden meydana gelmiş olması, merkezî otoritelerin sahip
olduğu geniş toprakları küçük birimlere ayırma sürecini hızlandırmış ve kuvvetlendirmiştir.
Hristiyanlığın Bizans Devleti tarafından resmî din ilan edilmesinden (MS 4. yüzyılın
sonları) itibaren, Hristiyanlık hızla yayılarak Bizans tarihi boyunca devletin sınırları
içerisindeki şehir ve köylerde inşa edilen kilise, manastır gibi yapılar zengin mimari
özellikleriyle dikkat çekmektedir. Daha sonraki zamanlarda özellikle 6. yüzyıla kadar geçen
dönemde Anadolu’da kilise inancı ve teşkilatı büyük yaygınlık kazanmakla birlikte,
İskenderiye, Antakya, Kudüs ve Roma Piskoposlukları da kuşkusuz varlıklarını devam
124
ettirmişlerdir. Ayrıca keşişlerin önemi büyük ölçüde artmıştır. Fakat Orta Bizans döneminde
bireylerden ziyade manastır toplulukları Hristiyanlık inancının odak noktasında yer
almışlardır. 8. yüzyıldan itibaren İstanbul, Batı Anadolu, Kuzeybatı Anadolu, Kappadokya,
Pontos ve Balkanların bazı kısımlarında önemli kilise merkezleri oluşmuştur.
Hristiyanlık tarihinde önemli bir yeri bulunan, manastır hareketi 3. yüzyıl sonu ve 4.
yüzyılın başlarında Suriye ve Mısır’da başlamıştır. Manastır yaşamının özünde, manevi hayatı
kazanabilmek için bu dünyadan el çekme anlayışı bulunmaktadır. Burada insanlar, ruhlarını
kurtarmak için sıradan günlük hayatlarını bir kenara bırakarak, çölün yalnızlığı içinde tecrit
edilmiş bir yaşama çekilmişlerdir. Amaçları ise Hz. İsa’yı örnek almak, onun bilgisine sahip
olmak, aklın ve vücudun getirdiği günahlara karşı durmaktı. Manastırcılık ilk başlarda
kilisenin dışında gelişmiş bir hareketti, fakat günlük hayatın yükümlülüklerinden kaçmak
isteyen insanların çokluğunun da etkisiyle kısa sürede arttı. Bu şekilde ortaya çıkan
manastırlar, zamanla yaygınlaşıp güçlenerek 8. yüzyılın sonuyla 9. yüzyılın başlarından
itibaren kilise siyasetinde -dolayısıyla imparatorluk siyasetinde- gittikçe önem kazanmışlardır.
125
Bölüm Soruları
a) İl
b) İlçe
c) İdari Yapı
d) Sancak
e) Köy
a) Vicarius
b) İgemon
c) Arhont
d) İparhos
e) Dükisi
3) “Peri Tematon” adlı eserin yazarı hangi şıkta doğru olarak verilmiştir?
a) I. Konstantin
b) Herakleios
c) VI. Konstantin
d) Dioklitianos
a) Filipus
b) Yuhanna
c) Simon Petrus
d) Tomas
e) Yehuda
126
5) İlk Katolik Kilisesi nerede açılmıştır?
a) Malatya
b) Kapadokya
c) Hatay
d) Antakya
e) İznik
a) Salahiye
b) Kudüs
c) İskenderiye
d) Pontos
e) Antakya
a) Diikisi
b) Episkopi
c) Metropolit
d) Eparhia
e) İgemon
a) Filistin
b) Ermenistan
c) Mısır ve Filistin
d) İskenderiye
e) Suriye ve Mısır
127
9) Manastırların başında bulunan başrahibe verilen isim aşağıdakilerden
hangisidir?
a) İgumenos
b) Keşiş
c) Patrik
d) Psidia
e) Vicarius
a) Rizeon
b) Sozopolis
c) Larion
d) Fasiani Dortras
e) Sakavos
Cevaplar: 1) a; 2) d; 3) e; 4) c; 5) d; 6) a; 7) b; 8) e; 9) a; 10) b
128
6. ANADOLU’NUN TÜRKLEŞMESİ VE BİRİNCİ BEYLİKLER
129
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
130
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
a) Küçük Asya
b) Thema Anatolika
c) Memalik-i Rum
d) Bilad-ı Rum
e) Türkiye
a) MS 395-398
b) 515-516
c) 390-392
d) 1071
e) 630-635
a) Asya
b) Osmanlı
c) Bilad-ı Rum
d) Turchia
e) Küçük Asya
Cevaplar: 1) e; 2) a; 3) d
131
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
132
Anahtar Kavramlar
133
Giriş
Anadolu sahip olduğu konumu, yerüstü ve yer altı kaynakları, iklim özellikleri, verimli
tarım alanları, ulaşıma elverişli şartları yani kısaca “coğrafi potansiyeli” sayesinde geçmişten
günümüze her zaman önemli bir cazibe merkezi olmuştur. Sahip olduğu bu potansiyel
sayesinde uğruna çetin savaşların verildiği, çeşitli medeniyetlerin egemenlik kurduğu bir
merkez, âdeta dünyanın gözbebeği olagelmiştir.
Şu durumda 11. yüzyıl ortaları, 7. yüzyıl sonlarından itibaren Orta Doğu’da tarihin en
parlak medeniyetlerinden biri olarak ortaya çıkna İslam Dünyası için büyük bir değişime
tanıklık etmiştir. Bu değişim, B. Lewis’in “Bozkır halklarının gelişi” olarak isimlendirdiği,
yaklaşık bir yüzyıldan beri Asya’da İslamiyeti kabul etmiş Türklerin, İslam dünyasının tam
ortasına gelip yerleşerek, kadim Fars medeniyetinin anavatanı olan İran topraklarında, konar-
göçer Oğuzlar tarafından yepyeni Müslüman devletin Büyük Selçuklular/İran Selçukluları
Devleti’nin kurulmasıydı.
134
6.1. Anadolu’nun Türkleşmesi veya Anadolu’da Türk Yerleşmesinin
Evrimi
Bizans hâkimiyetindeki Anadolu, en parlak dönemini belki de 10. yüzyılın sonları ile
11. yüzyılın başlarında yaşamıştır. Daha önce özellikle 6. yüzyılda yoğunlaşan Sasani-Bizans
mücadeleleri, iki yüzyıl sonra da Müslüman Arap saldırıları esnasında, Anadolu’nun uzun
süren savaş ortamları sebebiyle, bir taraftan sınırların sürekli değişmesine, diğer yandan da
yönetim şekli, kent ağı ve kırsal yapıda önemli farklılaşmalara sebep olmuştur. Bu şartlar
altında Anadolu’daki tabloyu şu şekilde özetlemek mümkündür: Mezhep ve dinî ayrılıklar,
yönetimdeki aksaklıklar gibi iç faktörler ile savaş ve istilalar gibi dış faktörlerin etkisi ile
Anadolu, kırsal nüfusunu kaybetmiş, kalanlar ya daha batı ve kıyı bölgelere ya da Doğu
Anadolu gibi dağlık sahalarda toplanmıştır. Dış savaşlar, istilalar, iç mücadeleler, idari
aksaklıklar, ağır vergiler, toprakların aristokrat ve askerî sınıf mensupları ile Kilise’nin
mülkiyetine geçmesi, köylünün topraksızlaşmasına sebep olmuştur. Bazı dönemlerde baş
gösteren kuraklık, kıtlık ve salgınlar sebebiyle de Anadolu’daki nüfus kaybı hızlanmış, kalan
nüfus da Ankara, Sivas, Erzurum, Erzincan, Konya, Kayseri, Tokat, Amasya, Eskişehir,
Malatya, Maraş, Trabzon, Karahisar-ı Şarki, Niğde, Divriği, Kars gibi surlarla çevrili askerî
garnizon niteliğindeki kentler ve bunların civarındaki kasaba ve köylerde varlığını devam
ettirebilmiştir. İşte 11. yüzyıl başlarına gelindiğinde ve özellikle de 1025’lerden sonra
Anadolu’nun iskân ve nüfus tablosu böyleydi. Tüm bu karmaşıklık ve belirsizlik ortamı,
güçlü bir askerî organizasyonun eksikliği -var olanın da Türklere karşı koyabilecek güç ve
dirayete sahip olmaması- Türk akınlarını hem teşvik eden hem de kolaylaştıran faktörler
olmuştur.
Oğuzların, Malazgirt’ten itibaren Anadolu’yu yurt tutmaları daha ilk yıllarda o kadar
kuvvetli olmuştu ki, daha 1085 tarihlerinde Avrupa’da Anadolu’ya “Turquie” denildiği
görülmektedir. Gerçek böyle olmakla beraber, Oğuz Türklerinin Anadolu’ya gelişleri kısa bir
zamanda olmayıp bu geliş uzun bir süreci kapsamaktadır (yaklaşık üç asır kadar). Anadolu’ya
gelen Türklerin büyük kısmı konar-göçer olmakla beraber, önemli sayılabilecek miktarda
135
yerleşik unsurların da yer aldığı bilinmektedir. Yine bu ülkeye, Oğuzlara nispetle daha az
olmakla beraber, diğer Türk ellerinden de gelenler olmuştur. Anadolu’ya gelen Türklerin
büyük bir bölümü Oğuzlara mensup olup 24 Oğuz boyunun tamamı da buraya göç etmiştir.
Bunların dışında Türklerin diğer kabilelerinden Kıpçaklar (Kumanlar), Peçenekler (Oğuzların
24 boyundaki Peçeneklerden farklıdır) ve Akhunlar (Eftalitler) ile Bulgarlar da Anadolu’ya
gelmiştir. Bu arada 13. yüzyıldaki Moğol istilası sonucunda Anadolu’ya Türkistan ve İran’dan
yeni ve kalabalık Türkmen kümeleri geldi. Böylece Anadolu kesin ve esaslı bir surette
Türklük karakterini kazandı. Esasen Anadolu’nun fethi ve bu ülkedeki Türk yerleşmesi de
buna uygun bir şekilde cereyan etmiştir. Yani göçler ile fetihler arasında sıkı bir münasebet
mevcut bulunup, birinci olay ikinci olayın yapılmasında önemli bir amil olmuştur.
Malazgirt’ten sonra Türklerin akın akın Anadolu’ya gelip yerleşmesi sonucu Avrupa’da
burası “Türkiye” diye anılmaya başlandı. Öyle ki, Friedrich Barbarossa’nın Haçlı seferinden
itibaren batılı yazarlar Anadolu’dan, Türk hâkimiyetine giren hiçbir ülkeye vermedikleri bir
adla “Turchia/Turquie” diye söz etmeye başladılar. Bu haçlı seferinden yarım yüzyıl sonra
Simon de Saint-Quentin ise bu isimlendirmeyi sistematik hâle getirdi.
Türklerin Anadolu’da yerleşmeleri bir anda olmamış, hatta adım adım ilerlemiş, çeşitli
aşamalardan geçerek yani, “evrimleşerek” gerçekleşmiştir. Belge ve bilgi eksikliğinden dolayı
bu süreci ayrıntılarıyla ele almak şimdilik mümkün değildir, fakat yine de Anadolu’nun
Türkleşmesi süreci, “askerî ve siyasi” açıdan yeterince incelendiği hâlde, ne yazık ki sosyo-
ekonomik açıdan pek araştırmanın bulunduğu söylenemez. Dolayısıyla, burada Anadolu’nun
Türkleşmesi sürecinin önemli bir cephesini oluşturan nüfus ve iskân açısından kısa bir
değerlendirme yapılarak, daha sonraki dönemde bu konudaki araştırmaların artması
beklenecektir. Bilindiği üzere, 11. yüzyıla kadar bütünüyle Bizans İmparatorluğu toprakları
olan Anadolu’nun Türkleşmesi, doğudan gelen Türk göçmenlerin zaman içerisinde bu
topraklarda egemen nüfus hâline gelmeleri neticesinde gerçekleşmiştir. Bu sürecin nasıl
işlediği hususunda net bilgiler olmasa da, Malazgirt savaşından sonra, çok da büyük
mücadelelerin ve büyük sorunların yaşanmadığı kesin olarak ortadadır.
1071 yılından sonra akın akın Anadolu’ya gelen Türkler, öncelikle bir defada gelip bu
topraklara yerleşmediler. Türklerin geliş süreçleri, ne zaman ve nasıl geldikleri ve
nüfuslarının ne kadar olduğu gibi sorular hâlen tartışmalı ve kesin cevap verilemeyen
konulardır. Hatta detaya inildiğinde, nüfusun ne kadarının yerleşik, ne kadarının konar-göçer
136
olduğu veya yerleşik nüfus içinde de ne kadarının kentlere ne kadarının köylere yerleştikleri
gibi daha zor sorular cevaplanmayı beklemektedir. Bu süreç böylesine çetrefilli ve
cevaplaması zor olsa da, bazı dolaylı bilgiler ve sonraki dönemlere ait manzaradan -ki bu
manzara önceki dönemlerde yaşanan sürecin doğurduğu bir sonuçtur- birtakım çıkarımlar
yapılabilir.
Bilindiği üzere, yerleşmelerin doğuşu, birden fazla sayıda aile bireyinin bir araya
gelmesi ve yerleşilecek yerin/mekânın seçimi ile başlar. Yerleşme yerinin seçilmesindeki esas
prensip, tabiatı/doğayı/mekânı iyi tanımak ve doğadan gelecek karşı etkileri en aşağı düzeye
indirmektir. Yaşanılan sahada mevcut ortam koşullarının değerlendirilip
değerlendirilememesi, her şeyden önce yerleşenlerin kültürel düzeyine bağlıdır. Paleolitik
dönemde ağaçlar üzerinde yaşayan insan, zamanla mağara ve inlere çekilmiş, daha sonra
özellikle Neolitik dönemde sosyo-ekonomik yapının gelişmesi oranında yerleşmenin yerinin
seçiminde etkili faktörler artmıştır. Korunmanın yanı sıra, yaşanan sahadaki iklim şartlarına
uyacak konut malzemesinin seçimi, ekonomik faaliyete ve savunmaya göre yer seçimi,
yapılan faaliyetlere uygun konut ve eklentilerinin yapımı gibi faktörler ön plana çıkmıştır.
137
bunlardan bazıları, mesela güvenlik şartları geçmişteki önemini tamamen kaybetmiş olsa da
geçmişteki durumu oldukça önceliklidir. Ülkemizde ve dünyada müsait noktalarda ve
mekânlarda, bu şartların bulunduğu her bir noktada yerleşme merkezi kurulmuş, bu şartlardan
birinin veya bir kaçının ortadan kalktığı veya fonksiyonunu yitirdiği andan itibaren yerleşme
merkezi ortadan kalkmıştır. Aksi hâlde dünyada ve özellikle ülkemizde bugün terk edilmiş
yerleşme izleri olan; höyük, ören-viran, harabe gibi eski yerleşme merkezlerinin varlığını
açıklamak mümkün değildir.
Bu nedenledir ki, zaman içinde yerleşmeler, yeniden doğan ve sönen yıldızlar örneği,
devamlı bir değişim sürecinde kalmışlardır. Hatta şehirler ve diğer yerleşmeler üzerinde
araştırma yapan bazı bilim adamları şehirleri, dolayısıyla bütün yerleşmeleri bir organizma
gibi kabul ederek; onların doğduğunu, geliştiğini ve daha sonra öldüğünü ileri sürmektedirler.
Gerçekten de Anadolu’da, bu fikrî kanıtlar nitelikte geçmişte kurulup gelişmiş ama şimdi
harabe, ören, viran veya höyük hâline gelen yüzlerce, binlerce yerleşme merkezi vardır.
Hangi tür ve tipte olursa olsun, tüm yerleşme merkezlerinin ortaya çıkması bireylerin,
ailelerin ve nihayet toplumların yaşamaları, geçimlerini sağlamaları ve varlıklarını
sürdürebilmeleri amacıyla bir iskân merkezinde -sürekli veya geçici olarak- yerleşerek
ekonomik faaliyetlerde bulunması ile mümkün olabilmektedir. İnsanlığın ortaya çıktığından
beri değişmeyen bu gerçek, tarihte devletlerin kurulmasından sonra yeni bir boyut kazanmış
ve devlet yönetimleri bu işin içerisine girerek doğrudan kendi politikaları doğrultusunda nüfus
miktarı ile dağılışını, yani dolayısıyla iskânı şekillendirme çabalarına girmiştir. Bu çabalara
giren ve uygulayan yönetimler arasında Türkiye Selçukluları, beylikler ve nihayet Osmanlı
Devleti de bulunmaktadır. Döneminde ait birçok belge ve kaynağın kanıtladığı bu gerçek,
özellikle Osmanlı döneminde çok daha net ve detaylı bir şekilde takip edilebilmektedir.
138
başında doğal ortamın uygunluğu gelmektedir. Sadece, doğal ortamın uygunluğu devam ettiği
sürece varlığını koruyan yerleşmeler, sırf bu yüzden insan ile doğal ortam arasındaki
“etkileşimin” en iyi göstergesidirler. Dolayısıyla yerleşme bahsi incelendiğinde, yürütülen
ekonomik faaliyetlerle birlikte ele alınırsa o sahanın “coğrafya”sı, günümüzdeki durumu değil
de geçmişteki hâli ele alınırsa “tarihi coğrafya”sı incelenmiş olacaktır.
Bütünü ile coğrafyanın, özellikle beşeri coğrafyanın bir dalı olan yerleşme coğrafyası,
yerleşmelerin konumlarını (sit ve situasyon) yoğunluklarını, fizyonomi (büyüklüklerini, plan
ve sky -line’larını), fonksiyon ve kökenlerini araştırır. Yerleşme coğrafyası bu özellikleri ile
kültürel görünümün (cultural landscape) esasını meydana getirmektedir. Gerçekte yerleşme
coğrafyası çok sayıda yerleşmenin araştırılmasında, onları fizyonomik ve fonksiyonel olarak
tiplere ayırıp açıklamak zorunluluğundadır. Bu arada çoğu kez yerleşmelerin yaşları ve
kökenleri ayırıcı unsurlar olarak ortaya çıkarlar.
Ülkemiz arazisine genel olarak bakıldığında, yüz ölçüme nazaran az yer tutan 3.000
metrenin üzerindeki yüksek kısımlar dışında Türkiye’nin büyük kısmı en azından otlak
ekonomisi için yararlanılabilir ve dolayısıyla yerleşilebilir durumdadır. Orta iklim kuşağında
bulunan Türkiye, bu hâliyle yer şekilleri yanında iklim açısından da hemen hemen her yerinde
yerleşmeye imkân veren topraklar üzerindedir. Bilindiği üzere, konumu ve jeolojik
zamanlarda geçirdiği gelişim süreci nedeniyle çok zengin ve renkli coğrafî özelliklere sahip
olan Anadolu, eskiden beri çok farklı kültürler, ekonomik faaliyetler ve uygarlıklara mekân
olmuştur. Kısa mesafelerde fazlaca değişen çok değişik coğrafî özelliklere ve tarihî çeşitliliğe
bağlı olarak, başta ekonomik faaliyetler olmak üzere, yerleşmeler, nüfus, meskenler ve
kültürel özellikler çok farklı karakterler kazanmıştır. Yerleşmeler, bu farklılıktan en fazla
payını alan öğelerden biri olmuş, dolayısıyla Türkiye topraklarında her bakımdan birbirinden
çok farklı olan yerleşme şekil ve türleri ortaya çıkmıştır.
Aslına bakılırsa ister yerleşik, isterse yarı yerleşik (konar-göçer) veya göçebe olsunlar,
Dünya üzerindeki bütün insanlar mutlaka yerleşirler ve yerleştikleri sahada geçimlerini
sağlayabildikleri sürece yaşamlarını sürdürürler. Fakat yaptıkları ekonomik faaliyet ve sahip
oldukları sosyo-kültürel özellikler gereği, kurdukları yerleşmeler daimî veya geçicidir ve
yerleşme merkezlerine bu yüzden de farklı isimler verilir. Dolayısıyla burada, konuyu daha
iyi anlatabilmek adına bu yerleşme türlerinden bahsetmek faydalı olacaktır.
139
ilkelinden en gelişmişine doğru bir sıralamaya sokulabilir. O hâlde bütün yerleşmelerin
ilkelinden mütekâmiline/gelişmişine doğru “ilki göçebe, sonuncusu yerleşik ve ikisi arasında
geçiş tipi olan yarı göçebe veya yarı yerleşik” olmak üzere üç sınıfta ele almanın mümkün
olduğu söylenebilir:
3-Yerleşik yaşam ile göçebe yaşam tarzı arasında geçiş karakterinde ve ara
formu oluşturan (semi sedanter/semi nomadik) yarı göçebe/yarı yerleşik yaşam ise;
göçebe yaşamdan yerleşik yaşama geçişin basamağı olup çoğunlukla birbiriyle
karıştırılmaktadır. Bu yüzden bir hataya düşmemek için, yukarıda açıklanan göçebe
kavramının ifade ettikleri ile yarı göçebe/yarı yerleşik ve bunun Türk kültüründeki karşılığı
“konar-göçer”liğin ifade ettiklerinin farklı olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Bazı
araştırmacıların belirttiği üzere, birçoğunun bilmediği veya karıştırdığı “konar-göçerlik” ile
“göçebelik” kesinlikle aynı şeyi ifade etmezler. Göçebelik, mevsimlere veya ekonomik
şartlara bağlı olarak sürekli şekilde yurt değiştiren toplulukların yaşam tarzıdır. Konar-göçer
yaşam tarzı, “göçebe toplulukların” sürdürdükleri ve hayvanlarının peşinde veya diğer
ekonomik faaliyetleri için sürekli olarak yer değiştiren ve dolayısıyla konakladıkları yerleri
sabit/belirli olmayan bir yaşamdan farklıdır. Yani konar-göçerlik, belirli bir mekân dairesinde
gerçekleşen gidiş-gelişlerle hayvancılık yapan ve ürünlerini daha çok yerleşik toplumlara pa-
zarlayan iktisadi faaliyet biçimi ve bunun doğurduğu bir yaşam tarzıdır. Bundan dolayı konar-
göçer hayat tarzı, göçebelik ile yerleşik hayat arasında bir ara formdur. Başka bir ifade ile
“yarı göçebe” adı da verilen bu topluluklar, az-çok çiftçilikle uğraşır ve ürünlerini mevsim
göçleri arasında hasat ederler. Bunların devamlı barınakları olup otlaklara göçmeden önce
buralarda ekip-biçerler. Şu hâlde Anadolu’daki konar-göçerlerin hayat tarzlarını “göçebe”
140
olarak tanımlamak doğru ve yeterli bir ifade olmamaktadır. Çünkü basit göçebe toplulukları,
devamlı yer değiştiren, ziraati ve yerleşik hayatı bilmeyen, sosyal organizasyonları
gelişmemiş sürüler hâlinde yaşayan topluluklardır. Konar-göçerler ise ekonomik açıdan
hayvancılıkla uğraşan, hayat tarzı bakımından da yaylak ve kışlak alanları arasında hareket
hâlinde olan gruplardır. Göçebeler ve konar-göçerler arasında böyle farkların olmasına
rağmen, modern çalışmalarda konar-göçer hayat tarzını ifade etmek için yaygın olarak göçebe
kelimesi hâlâ kullanılmaya devam edilmektedir.
Aslına bakılırsa, Türklerin Anadolu’ya ilk gelişi, Malazgirt’ten çok daha önceki
dönemlere uzanır. Zira MS 395-398 arasında Avrupa Hunları hem Trakya hem de Doğu
Anadolu üzerinden bu topraklara girmişler, ama uzun süre kalmayıp tekrar yurtlarına
dönmüşlerdir. Sonra, 515-516 yıllarında bu defa Sabar/Sibir Türkleri Anadolu’ya akınlar
yaparken; 8. yüzyıldan itibaren Abbasiler döneminde yine Türklarin Anadolu’ya geldikleri
bilinmektedir. Şu durumda Selçuklular zamanında Bizans sınırlarına gelen Oğuzlar,
Suriye’de, Irak’ta, Doğu Anadolu hudutlarında kendilerinden asırlarca evvel gelmiş çeşitli
Türk kitlelerine rastladıkları gibi, Hazarlar, Kıpçaklar, Harezmliler, Akkoyunlu ve
141
Karakoyunlu Türkmenleri ve İlhaniler devrinde Moğol-Tatar zümreleri gelerek, asıl kitleyi
teşkil eden Oğuz fatihleriyle karışmak suretiyle Anadolu’nun etnik yapısını belirlediler.
Kökleri Orta Asya’da, Baykal Gölü çevresindeki bölgede olan Türk kavimlerinin, ana
yurtlarından kalkan göç dalgası, yaklaşık MS 1000 civarında Orta Doğu’ya girmeye başladı.
Orta Asya’daki anayurtta Türkmen yaşam tarzının belirgin özellikleri, dinde Şamanist
inançlar, ekonomide hayvancılığa bağımlılık ve toplumsal değerlerde yiğitliğe gösterilen
büyük saygı ve soylu kadınların geniş bir özgürlük ve hareketliliğe sahip olmasıydı.
Türkmenler, Orta Doğu’ya gelmeden hemen önce yazılan kahraman erkek ve kadınların
öykülerini aktaran, Homeros destanları tarzındaki Dede Korkut Kitabı, sadece komutaya
değil, oybirliğine dayalı bir önderlik sistemine sahip Türkmen siyasetinin çok parçalı yapısını
da ortaya koyar.
Oğuzların Kınık boyuna mensup olan hanedan, adını Oğuz Devleti’nin ordu
kumandanı Selçuk Bey’den alır. Selçuk Bey muhtemelen 961 yılında Yenikent’ten Cend
şehrine gelmiş ve burayı beyliğin merkezi yapmıştı. Selçuk Bey’in ardından yönetime gelen
Arslan Yabgu’nun ölümünden (1032) sonra Selçuklu ailesinin başına Musa (İnanç) Yabgu
geçse de idare fiilen Tuğrul ve Çağrı beylerde idi. Bu aileye mensup halkın yaşadığı
topraklarda komşu ve çevredeki topluluklar ile sürekli mücadelelerin yaşanması,
Selçukluların Gazneli hâkimiyetinde olan Horasan’a göç (1035) etmelerine yol açtı. Böylece,
1035’te bir Oğuz oymak beyi olan Selçuk’un torunlarından Tuğrul ve Çağrı Bey, Amu-
Derya’yı kendilerine katılan diğer Oğuzlarla birlikte geçerek Horasan’a yerleştiler. Böylece
Selçukluların nüfusları artmış bir şekilde Merv ve Nesa’ya doğru ilerlemesi, yani Tuğrul ve
Çağrı beylerin Horasan’a geçmesiyle Büyük Selçuklu Devleti’nin temelleri atılmış oldu.
142
Fars kültürünü sarsmaması ve zayıflatmaması onların erdemi olarak kaydedilmektedir.
Selçuklular bidayette İslam’a yabancı oldukları hâlde az sonra onun hamisi sıfatını
taşımışlardır. Bilhassa Melikşah’ın sadrazamı Nizamül-Mülk’ün çevresinde hararetli bir
kültür hayatı oluşmuş ve Selçuklular, Pamir’den Mısır’a kadar birliği sağlamak suretiyle de
İslam’a büyük hizmet ifa etmişlerdir.
Dünya tarihinin belli başlı olaylarından biri olan bu göçler, Küçük Asya’dan Çin’in
batı sınırlarına kadar uzanan, Türkçe konuşan bir nüfus kuşağı yarattı. Konar-göçer ve çok
parçalı siyasal yapısıyla Türkmen yaşam tarzı, ilk göçlerin/fetihlerin asıl yükünü taşıyan İran
platosundaki yerleşik ahalinin yaşamının alt üst olmasına yol açtı. Konar-göçerler, yerleşik
yaşam tarzının hâkim olduğu Orta Doğu’ya doğru ilerlerken ya da bu topraklara girdikten
sonra İslamiyet’i kabul ettiler. Türkmenler ve sürüleri göç sırasında yerleşik bölgelerde
ekonomiyi sekteye uğrattılar, köylülerden sultanlara vergi akışını engellediler. Bu Türk
göçerleri arasında Selçuk ailesi de vardı. Batıya doğru sürüklenen irili ufaklı göçebe
topluluklarının pek çok önderinden biri olan Selçuk ailesi, İran’ı ve tarımla uğraşan bölge
ahalisini denetimi altına soktu, bölgenin hâkim Fars-İslam uygarlığına hızla asimile oldu.
Sonra da kurduğu yeni devletindeki yerleşik tarımsal yaşam tarzını alt üst eden göçer
yandaşlarını ne yapacağı sorunuyla karşı karşıya kaldı. Selçukluların bu sorununa çözüm
batıda Bizans hâkimiyetindeki Anadolu’da bulunacaktı.
12. yüzyılda,
a- Haçlılar ile Bizans’a karşı meydana gelen savunma savaşları sırasında büyük
sultanların Horasan ve Irak-ı Acem’den Anadolu’ya göndermiş olduğu yardımlar.
13. yüzyılda,
143
c- Moğolların Kıpçak diyarını istila etmeleri üzerine Kıpçak Türklerinden bir kısmının
Anadolu’ya gelmeleri.
144
yerleşik hayat sürdürenler bulunmakla beraber ekseriyet göçebe veya yarı göçebe idi.
Aralarında az da olsa henüz Müslüman olmamış Türkler de bulunmaktaydı.
İşte gerek bu iki büyük göç dalgası gerekse diğer göçler sebebiyle Anadolu Müslüman
Türklarle doldu. Bu göçmen kitlenin gerçek miktarının ne kadar olduğunu kesin bir şekilde
belirleyecek hiçbir istatistiki bilgi bulunmamaktadır. Bununla beraber bu miktarın
Anadolu’nun yerli sakinlerinin epeyce üstünde bir sayıya ulaştığı muhakkaktır. Bu göçlerin,
bilhassa yukarıda zikredilen ikisinin konu itibarıyla önemi, İslamlaşmada rol oynayacak pek
çok âlim, mutasavvıf vb. tarikat erbabı ve bunlarla birlikte tabii olarak çeşitli dinî ve fikrî
cereyanların taşıyıcıları olmalarından ileri gelmektedir.
Anadolu’ya yapılan göçler hakkında bilgiler veren Y. Koç ise, “nüfus” başlığı altında
konuya değinir ve bazı tahmini rakamlar bile ileri sürer: “10. yüzyılın ortalarından itibaren
Anadolu kapılarına gelen Türklerin Anadolu’yu fetih ve iskân süreci yaklaşık iki yüzyıllık bir
zaman diliminde tamamlanır. Kastron adı verilen ve önceleri Bizans savunma merkezi olan
kale-şehirler Türk süvarilerinin doğrudan hedefi olmuş, ele geçirilen bu ilk bölgelerin kırsal
kesimi de arkadan gelen yoğun bir konar-göçer Türk nüfusu için hayat alanı hâline gelmiştir.
Kırsal nüfusu zaten azalmış olan Bizans ise bu göçlere karşı koyamamıştır. Fetihler ve
ardından gelen göçler iki ana hat üzerinden gerçekleşti: Azerbaycan üzerinden kuzey hattı ile
Halep/Suriye bölgesindeki güney hattı. Malazgirt’in ardından 14. yüzyıl sonlarına kadar süren
bu göç hareketiyle, Anadolu’nun yerleşik nüfus kompozisyonu tamamen değişti. Konya
şehrinin nüfusu 12. yüzyıl sonlarında 30.000, 13. yüzyıl ortalarında 50.000 civarında tahmin
edilmektedir. Anadolu’nun sayısı yirmi kadar olan diğer büyük şehirlerinin her birinde
ortalama 15-20.000 nüfus bulunduğu hesaba katılırsa toplam şehirli nüfusun 400.000’e
ulaştığı görülür. 13. yüzyılın ikinci yarısında köyler de sayıca artış gösterdi. Tahminen,
toplam nüfusun % 10’u şehir ve kasabalarda, % 90’ı köylerde ve geçici yerleşmelerde (konar-
göçer) yaşamaktaydı. Buna göre Anadolu’da 13. yüzyıl ortalarında şehirli nüfusun yaklaşık
500.000 olduğunu öne sürmek mümkündür. Toplam nüfusun % 20’sinin şehirli ve köylü, %
80’inin de konar-göçerlerden meydana geldiği düşünülürse Anadolu’da 13. yüzyılın sonlarına
doğru toplam nüfusun 5 milyon civarında olduğu söylenebilir. Bu nüfusa gayrimüslim yerli
ahali ile Haçlı bakiyesi ve Moğol unsurlar da dâhildir. Gayri Müslimler özellikle Batı
Anadolu’nun kıyı ve kıyıya yakın kesimleri, Doğu Karadeniz sahilleriyle Doğu Anadolu’nun
iç ve güneyi, Orta Anadolu’nun güney ve güneydoğusunda daha yoğundu. Bu bölgeler için
genel bir tahmin yapmak gerekirse şehirli ve köylü nüfus da dâhil gayrimüslim nüfusun % 30,
hatta bazı yerlerde % 40’lara ulaştığı ileri sürülebilir. Sivas ve Erzincan Türklarin azınlık
olarak yaşadığı istisnai şehirlerdendi. Anadolu’nun kıyı, doğu ve güney kesimleri hariç geri
kalan yerlerde gayrimüslim nüfus oranı % 10’u geçmemekteydi. 1272 tarihli Cacaoğlu
vakfiyesinde yer alan köylerden isimleri yabancı ve nüfusu gayrimüslim olanların oranı % 10
civarındadır. Ancak Anadolu’nun tamamı için 13. yüzyılın sonlarında yerli nüfusun kır-kent
dâhil % 20-30’unu oluşturduğu ifade edilebilir. Konar-göçerlerin yerleşikliğe geçmesi, göçler
ve İslamlaşma ile gayrimüslim nüfus oranı gittikçe azaldı. 13. yüzyılın sonlarında Orta
Anadolu ve yakın çevresindeki Ankara, Kırşehir, Konya, Niğde, Aksaray, Amasya, Tokat,
Sivas ve Kayseri şehirlerine yakın bölgelerde yerleşik hayata geçen Türkmenler köy nüfusuna
dâhil oldular. Bunların toplam nüfus içerisindeki yeri, şehirler hariç % 35 civarına yükseldi.
145
Nüfus kompozisyonları ise farklıydı ve ayrı dinlere mensup insanlar bir arada yaşıyordu.
Şehirli nüfus idari, mesleki, dinî alt gruplar hâlinde katmanlaşmıştı. Beyler ve emirler, ulema
ve tarikat ehli, ticaret erbabı, zanaatkarlar, askerler bu katmanlaşmanın unsurlar idi. Esnaf
teşkilatları, fütüvvet ve ahilik kurumları şehir nüfusunun sivil karakterdeki örgütlenme
biçimiydi”.
Malazgirt’ten Osmanlıya
Bu bilgileri takiben, 11. yüzyıldan 14. yüzyıl sonlarına kadar gerçekleşen Türkleşme-
İslamlaşmanın işleyişi ile ilgili biraz daha fazla bilgi vermek gerekirse kısaca aşağıdakiler
söylenebilir: Öncelikle adı geçen dönemden çok önce, yukarıda da belirtildiği gibi daha
Abbasiler zamanında, Bizans’a karşı sefere çıkan Abbasi ordusunda bulunan Horasanlı
Türklerden bahsedilmelidir. Çünkü çoğunluğu Türk olan bu gruplar, her ne kadar savaş
amaçlı bu topraklara getirilse de, savaş sonrası gelişmelere göre, bazılarının özellikle
Anadolu’nun doğu ve güneydoğusunda kalarak yerleştikleri bilinmektedir. Bu ilk Türk
göçmen dalgasının arkasından, Malazgirt öncesinde, bir anlamda Malazgirt’in hazırlayıcısı
niteliğindeki bazı gelişmelerin meydana getirdiği ikinci dalga gelmektedir.
146
Türkmenler Anadolu’nun doğu ve orta kısımlarına yayılmışlarsa da, burası henüz onlar için
emin bir yurt olmaktan uzaktı. Çünkü Türkmenlerin düzenli Bizans ordularına karşı mücadele
edecek güçleri yoktu. Bu yüzden Bizans orduları üzerlerine geldiği zaman Türkmenler,
geriye, yani Kafkaslara çekilmek zorunda kalıyordu. Ayrıca Anadolu’nun fethedilmemiş pek
çok müstahkem mevki ve kaleleri vardı. Selçuklu orduları da Türkmenleri himaye için her
zaman Anadolu’ya gelemiyordu. Nihayet Malazgirt zaferi Bizans ordusunu ve mukavemetini
çökertti ve Anadolu’nun kapılarını sonuna kadar Türkmenlere açmıştır.
Yukarıda da belirtildiği gibi Türkler, daha Malazgirt zaferinden çok önce Anadolu’ya
gelmişler ve karşılarında gerilemiş, harabe olmuş iskân merkezleri ile dolu bir ülke
bulmuşlardı. Bizans Anadolu’sunun bu dönemde nüfus ve yerleşme açısından geçmişteki
parlak devreye göre oldukça gerilemiş olduğu genellikle kabul edilmektedir. Dolayısıyla
Türkler Malazgirt sonrası akın akın Anadolu’ya geldiğinde surlar içerisinde, Anadolu sathına
seyrek dağılmış küçük şehirler dışında, bazı bölgeler (Bizans etkisinin hissedildiği Batı
Anadolu) hariç genellikle ıssız bir kırsal manzara ile karşılaşmış olmalıdır. Doğal olarak 1071
sonrası Anadolu’ya gelen Türkler, batıya doğru ilerleme ve uygun buldukları sahalarda
yerleşmeye başlama süreçlerinde çok önemli zorluk ve sıkıntılarla karşılaşmadılar. Bazı
bölgelerde yerli halk Türkler gelmeden çok önce yerini yurdunu terk ettiği için, onların
bıraktıkları yerleşmeler harabe, ören, viran hâline gelmiş, böylece Anadolu iskân tarihinde
varlığı tespit edilebilen en önemli kesinti/kopukluk Bizans döneminden Türk dönemine geçiş
döneminde yaşanan iskân kayıplarını ortaya çıkarmıştır. Sonraki dönemlere ait kayıtlardan
tespit edilebilen ve bu süreci destekleyen, en önemli husus, Anadolu sathında bugün bile
isminde “ören-viran” ön veya son eki bulunan yerleşmelerin çokluğu ve dağılışıdır. Bunların
büyük bir kesimi Türklerin ilk geldikleri sırada Bizanslıların çok önce terk ettikleri ve
zamanla harabe, ören ve viran hâline gelen yerleşme merkezleridir. Elbette bu süreç, bütün
Anadolu’da aynı zaman diliminde ve bütün yüzeyde aynı yoğunlukta yaşanmamıştır.
147
hâline geldiği veya terk edildiği kabul edilen bir gerçektir. Bu nedenle Türklerin
Anadolu’daki ilerleme hızının, özellikle Müslüman Araplara göre son derece fazla olduğu, her
kesimce kabul edilen bir gerçektir. M. H. Yinanç bahsedilen gerçeği vurgularken şu ifadeleri
kullanır: “Bizans’ın Makedonya hanedanı zamanında Bardas Sclerus (isyanı 976-979) ile
Bardas Phokas tarafından çıkarılan ihtilaller ve bu yüzden husule gelen dâhili harpler, İslam
akınlarının durmasından beri sulh ve sükûna kavuşmuş, yeniden tanzim ve imar edilmeye
başlanmış olan Anadolu’da, haraplığı ve sefaleti bir kat daha arttırmıştı. Askeri ve mülki geniş
bir kadroya sahip olan Bizans İmparatorluğu, zaten harap bir hâle gelmiş ve nüfusu çok
azalmış olan bu ülke halkına ağır vergiler yükletiyor ve temsil edememiş olduğu bu ülke
ahalisini kendisinden soğutuyordu. İşte bu sebepledir ki yerli halkı, Türk istilasına karşı
mukavemet göstermemiş veya pek az direnmiş ve gelen fatihlere kapılarını açmıştır. Birçok
yerde ise gelen fatihler âdeta bir kurtarıcı gibi karşılanmışlardır. Anadolu’da Türk devletinin
kuruluşundan itibaren pek az zaman içinde yerli halkın gelen fatihlere ve yeni devlete çok
ısınmış olmasının ve hiç isyan etmeyerek bağlılık göstermesinin sebeplerinden biri olarak
Bizans’ın baskıcı idaresi göz önünde tutulmalıdır”.
Ana hatlarıyla yukarıda anlatılan bir süreç içerisinde, Türklerin dalga dalga bu
topraklara gelerek kısa sürede çok sayıda iskân merkezi kurdukları ortadadır. Gelenlerin
büyük kısmı konar-göçer olsa da F. Sümer’in ifade ettiği üzere yerleşik yaşama geçmiş
olanlar da vardı ve bunlar, Anadolu’da doğrudan şehir, kasaba ve köylere yerleşmişlerdi. Bu
şekilde yerleşik yaşamı bilenler dışında, konar-göçerlerin yerleşmesi sürecinde de köylere
yerleşilmesi hakkında D. Kuban şu bilgileri vermektedir: “konar-göçerlerin yerleşme
süreçlerinin nitelikleri Anadolu şehrinin karakterinin meydana gelmesinde önemli rol
oynamıştır. Konar-göçerlikten yerleşmeye geçişte ilk durak şehirden çok köy olmuştur.
Anadolu’nun köylü çehresini zamanımıza kadar koruması bir tesadüf hatta sadece ekonomik
zorunlulukların bir ifadesi olmayabilir. Türklerin ilk defa, insan eliyle yapılandan çok doğal
bir çevreyi tercih etmiş olmaları muhtemeldir”. Burada belirtilen husus, bize göre de akla
daha yatkın gelmekte olup öncesinde yerleşik yaşam tecrübesi olmayanların, şehirlerden
ziyade köyler ve küçük kasabaları tercih etmeleri kuvvetle muhtemeldir.
148
bulunurken gayrimüslim köylerde ortak yaşamı tercih edenler istisnai olmalıydı. Zira geç
tarihli olmakla beraber 15-16. yüzyıl tahrir defterlerinde müslim-gayrimüslim nüfusun birlikte
yaşadığı köy sayısı fazla değildir. Kırsal kesimde yerleşen Türkler bu şekilde, daha önce
yerleşilmemiş olan boş ve uygun bölgelerde tamamen yeni, isimleri de öz Türkçe olan
yerleşmeler kurmuşlardır.
Bazı bölgelerde yerli halk ile karışarak, sonraki dönem tahrirlerinde “gebran” adı ile
kaydedilecek olan Hristiyanlar ile beraber aynı yerleşmede ya da hemen yanında yaşamayı
tercih edenler de olmuştur. Bu şekilde varlığını devam ettiren yerleşmeler, hâliyle önceki
isimlerini muhafaza etmişler, sadece yerleşmelerin isimleri çoğunluk nüfusu oluşturan
Türklerin diline uygun gelecek şekilde bazı küçük değişikliklere maruz kalmıştır. Başka bir
ifadeyle, eğer Bizans dönemindeki isim, Türkler geldiği dönemde yaşıyorsa veya hâlen
yaşayan gayrimüslimler bulunuyorsa bu durumda, iskân merkezlerinin isimleri gayri
Türkçedir (Konya, Sivas, Ankara, Larende, Gürün, Samsat gibi şehir ve kasaba isimleri
yanında, Canason, Mandason, Istanos gibi çok sayıda köy ismi böyledir). Bu gibi durumlarda
Türkler gelip de içerisinde gayrimüslimlerin yaşadığı merkeze veya yakınına yerleşmişse,
böyle hâllerde iskân merkezinin adı Bizans dönemindeki isminin aynısı veya Türkçe söylenişe
uydurulmuş hâli olarak kullanılmıştır. Bu şekilde isim verilen binlerce köy ve çok sayıda
kasaba ve şehir ismi, tahrir defterlerinde kaydedildiği gibi bugün bile yaşamaya devam
etmektedir. Özellikle bugün ismi Türkçede bir anlam ifade etmeyen kasaba ve şehir
isimlerinin tamamı böyle Türk öncesi dönemden kalma bir mirastır. Bu kısmın sonucu olarak,
köyler ile diğer yerleşme merkezlerinin isimleri, bölgenin şartlarına ve gelenlerin tavırlarına
göre değişiyordu. Şehir ve kasabaların çoğu ile köylerin bazılarının isimleri, -yerleşmenin ve
kültürel sürekliliğe bağlı olarak- belki yüzlerce yıl değişmeden veya çok az değişerek o
149
günlere kadar gelmiş; yeni kurulanlar ise tamamen kurucularının tarihî ve kültürel
özelliklerine göre yeni isimler almışlardır.
Burada ele alınan iskân süreci, yerleşik yaşam için, yani hem kent hem de köyler için
geçerli olmuş, konar-göçer yaşamın evrim süreci -çoğunlukla- farklı işlemiştir. Çünkü henüz
yerleşik yaşama geçmemiş ve nüfusun çoğunluğunu meydana getiren konar-göçer aşiretlerin
yerleşmesi için hem yaylak hem de kışlak olmak üzere iki farklı mekân gerekmektedir.
Üstelik bu yaşam tarzında ekonomi hayvancılığa dayandığı ve otlakların bulunduğu yerler
mevsimlere göre de değiştiği için, daha önce Bizans döneminde hiç olmayan veya çok az
yerde olan bir yaşam biçimi ve dolayısıyla buna uygun yerlere iskân olunmuştur. Belirtilen
şartlar gereğince, konar-göçerlerin iskânı yerleşik nüfusa göre oldukça farklı olduğu ve
Anadolu’ya gelen Türklerin büyük kısmını meydana getirdiği için aşağıda ayrıca üzerinde
durulacaktır.
Eski Türk kültüründe yer alan hükümdarlık anlayışına göre bir devlet başkanının
yerine getirmek zorunda olduğu bazı görevleri vardı ve bu görevler arasında yeni alınan
yerlere “kondurmak” yani iskân politikasını yürütmek dikkati çekiyordu. Dolayısıyla
“kondurma” yani “iskân” anlayış ve uygulamaları en eski devirlerden başlayarak Türk devlet
ve hükümdarlarının önemli görevleri arasında yer almıştır. Yeni fetihlerle ülke topraklarını
büyütmek Türkler için ne kadar büyük bir şeref sayılıyor idiyse, alınan bu topraklara Türk
halkının iskân edilmesi de o ölçüde önemli bir hükümdarlık görevi olarak telakki ediliyordu.
Bu nedenle Türk hükümdarı fetihten sonra o ülkeye “kondurma” işine başlıyorlardı. Bunun
için de yeni göçebe Türk kitleleri fethedilen topraklara getiriliyor ve oraya yerleşmeleri
sağlanıyordu. Bunun belli usul ve kaideleri vardı.
Selçuklu Türkleri fetih şartlarına göre mevcut bir şehre veya şehrin dışına yerleşiyor
ya da yeni bir şehir kuruyordu. Şehirler iç kale, sur içi ve sur dışı yerleşimden oluşmaktaydı.
Kale camisi, ulucami, gayrimüslimlerin ayrı oturduğu mahalleler ve sur dışındaki gökmeydan
Selçuklu şehrinin özellikleriydi. Yerleşilen veya yeni kurulan bir şehirde yapılan ilk işler
güvenliği sağlamak, idari, mali ve adli yöneticileri belirlemek, vergi tahsili için tahrir
yapmaktı.
1- Şehirler ve kasabalar
Şehir veya kent, küçük bir sahada, büyük nüfus kütlelerinin birlikte bulunduğu,
geçimini temin ettiği yerleşmedir. Şehirleri, bulunduğu çevre içinde yalnız olarak ele
almamak gerekir. Çünkü şehirler çevrelerinde tecrit edilmiş hâlde bulunan yerleşme noktaları
değil, yakın çevreleri ve hinterlantları ile sıkı kültürel ve iktisadi ilişkileri bulunan insan
topluluklarının yoğunlaştığı sahalardır. Bu bakımdan denilebilir ki, bir şehrin büyüklüğü ve
150
önemi; genellikle onun tesir sahasının, bilhassa iktisadi etki sahasının genişliği ve önemi ile
orantılıdır. Şehirler, aynı zamanda çevresindeki kırsal alanlardaki halkın çeşitli ihtiyaçlarını
karşılayan hizmetlere sahip bulunmaktadır. Hiçbir şehir kendi kendine yeterli değildir. Şehir,
çevresindeki sahaların çeşitli hizmetlerinin odağı durumundadır. Çeşitli hizmetleri ile şehir,
çevresindeki sahayı dolaylı ve dolaysız olarak etkilemektedir. Bu hizmetler şehir dışında ne
kadar uzaklara yayılır ise, şehrin önemi o derece büyüktür. Kısaca belirtmek gerekirse sınai,
ticari faaliyetlerin yoğunluk kazandığı, siyasi, idari, askerî ve dinî işlerin görüldüğü ve bütün
bu işler için gerekli alt yapının gerçekleştirildiği ve halkın buna göre teşkilatlandığı yerleşim
alanlarına şehir/kent, buralarda yaşayanlara da şehirli denir.
Bir yerleşmenin kent olarak görülmesi için, yalnızca onun fiziksel yapısını ve
dokusunu oluşturan yapılarıyla yolları göz önüne alınmaz. Yerleşmenin belli bir büyüklüğe
ulaşmış, içinde yaşayanlara başta eğitim ve sağlık olmak üzere çeşitli hizmetleri sunuyor
olması gerekir. Yerleşmenin yönetim işlevleri olup olmadığı da önem taşır. Kentlerin bir
özelliği de oturanların önemli bir bölümünün tarımsal üretim dışında kalan alanlarda
çalışmasıdır. Ekonomik olarak da kentler, kırsal yerleşmelerin tersine, kendi yiyeceğini
üretemeyen, bunu dışarıdan sağlamak durumundaki yerleşmelerdir. Kentlerde yaşayanlar
arasında uzmanlaşma ve işbölümü oldukça ayrıntılı bir düzeydedir. Yerleşmede bilim, kültür
ve sanat etkinliklerinin olması, içinde yaşayanlara eğlence ve spor olanakları sağlaması onu
kent yapan özelliklere katılır.
Şehirler, her dönemde hangi kültür çevresinde olurlarsa olsunlar bütün toplumların
uygarlık düzeyinin göstergesidir. Şehir, sakinlerinin işbölümüne bağlı olarak, pazarlamak için
tarım dışı üretimde bulunan, çevresine mal ve hizmet sunan bir yerleşme merkezidir. Buna
karşılık, tarımsal ürün ihtiyacı yönünden çevresindeki kırsal alana bağlıdır. Eğer bir bölgede,
bu iki yerleşme biçimi arasında bir denge varsa, yani ülkedeki tarım üretimi tarım dışı nüfusu
besleyebilecek seviyede ise, orada büyük ve gelişmiş şehirler görülür.
151
Her kent kendine özgü bir ekonominin içindedir. Bu durum, dar bir çap içinde kentin
kendi kırıyla; egemen olduğu veya tabi olduğu komşu kentlerle ilişki içinde olmasını
gerektirmektedir. Eğer kentsel hayat aşamalar hâlinde gelişip, oluşuyorsa, yine aşamalar
hâlinde gerilemektedir. Kentler, ekonomik hayatın kalp atışlarına göre doğmakta, gelişmekte,
gerilemektedirler. Ve gerilerlerken de, birbirini izleyen parçalar hâlinde, kudretlerini meydana
getiren şeyleri terk etmektedirler. Yol bağlantıları engellenen kentler ölmekte veya can
çekişmektedirler.
Şehirler ile köyler arasında bir geçiş formu olan kasaba ise, arada kalmasından da
anlaşılacağı üzere, şehir kadar büyük ve gelişkin değil ama köy kadar da küçük ve geride
değildir. Dolayısıyla ilk kurulduğu dönemden itibaren bir organizma gibi büyüyerek gelişen
ve belli şartlara bağlı olarak evrim geçiren iskân merkezlerinin bir basamağını da kasabalar
meydana getirmektedir.
Kasaba, günümüzde coğrafyacı veya sosyologlar arasında ortak bir tanımı bulunmayan
kavramlardan biridir. Genel olarak köyden büyük, şehirden küçük yerleşmeler için kullanılır.
Arap kaynaklarında şehrin veya bölgenin ana parçasını, merkezini, surla çevrili kısmını ifade
etmek üzere kullanılan ve askerî garnizonun bulunduğu müstahkem kalenin, daha sonra da
buna benzer bir kalesi olan yerleşme yerinin adı olan kasaba tabiri, Hindistan’dan Kuzey
Afrika’ya kadar yaygınlık kazanmıştır. Selçuklu ve Osmanlılarda kasaba belirli bir iskân
yerini niteler. Ahmed Vefik Paşa “çarşısı ve suru olan büyük köy ve kent” olarak tarif eder.
Ancak tarihi süreç içinde bu tarifler tam olarak kasabanın ifade ettiği yerleşme karakterine
uygunluk sağlamaz.
13. ve 14. yüzyıllara ait Arapça, Farsça ve Türkçe kaynaklarda geçen kasaba
kelimesinin başlıca özelliği bir iskân yerinin adı olmasıdır. Bu kavramın, iskân yeri oluş
bakımından köylerin gelişmiş bir şekli olabileceği ve şehirle arasında belirli bir benzerlik
bulunduğu tahmin edilmektedir. Kesin olan husus, kasabanın hukuken en küçük iskân birimi
olan köy/karye/avuldan daha büyük olduğudur. Bu açıdan kasabanın insan unsuru bakımından
kalabalık bir iskân yeri vasfı taşıdığı açıktır. İnsan topluluklarının ikameti bakımından
benzerlik gösteren kasaba ile şehir kavramları nitelik yönünden farklı özelliklere sahiptiler.
Başka bir ifade ile kasabalar şehrin sahip olduğu özelliklerden bir kısmını ihtiva
etmemektedir.
Türkistan, Maveraünnehir gibi bölgelerde yaşayan Türk boyları, bir İran boyu olan
Soğdlar ile yakınlık kurmuşlar, onları Türkleştirirlerken kendileri de kentlileşmişlerdir. Başta
“kent” ve “şehir” sözcükleri olmak üzere yerleşik yaşama ilişkin kimi kavramların Türkçeye
Farsçadan girmiş olmasının nedeni bu yakınlıktır. Kentin Arapçası “medine”dir, Türkler ise
ona “balık” demişlerdir. Bu sözcüğün çamur anlamına gelen balçıkla yakınlığı vardır. Bir
yerleşmeyle ilk kez karşılaşan ve buradaki evlerin, savunma yapılarının kerpiçten yapılmış
olduğunu gören konar-göçer Türkler, yerleşik yaşamı bu yapı gereciyle özdeşleştirmiş,
dolayısıyla da onu çağrıştıran bir adı benimsemiş olmalıdırlar.
Türkler Anadolu’ya geldikleri zaman burada kuruluşları eski çağlara kadara giden
kentleri hazır olarak bulmuşlardır. Bugün de kullanılan pek çok kent adının Türkçe kökenli
152
olmayışı bunu göstermektedir. Bu kentler kendilerini iklim ve yer şekli özelliklerine en iyi
biçimde uydurmuş, kırsal yerleşmelerle iyi ilişkiler kurabilmiş, bu nedenle de yaşamlarını
sürdürebilmiş yerleşmelerdir. Kendilerine tarımsal üretime, el sanatlarına, bölge ya da ülkeler
arası alışverişe göre ayarlamışlardır. Doğal olarak Anadolu’da kurulmuş antik kentlerin hepsi
aynı ölçüde başarılı olamamış, pek çoğu Türklerin gelmesinden çok önce, bir bölümü de sonra
ortadan kalkmıştır. Bununla birlikte Anadolu kentlerinin 11. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar
süren dönemindeki en önemli olay, onların Türkleşmesi olmuştur. Uzun bir süredir bakımsız
olan, Türklerin Anadolu’ya gelmeye başlamalarından beri de nüfus yitiren Bizans kentleri bir
süre sonra Türkleşerek yeni bir kimlik ve canlılık kazanmaya başlamışlardır.
Anadolu’nun Türkler tarafından fetih edilişini takip eden yıllarda Doğu ve Orta
Anadolu’da ilk Türk Beylikleri kurulurken Batı ve Orta Anadolu’da da Türkiye Selçukluları
Devleti kuruldu. Doğu Roma İmparatorluğu toprakları üzerinde kurulan bu devletler, köklü
Roma Medeniyeti’nin enkazları üzerinde yeni bir medeniyetin (Anadolu Türk-İslam
Medeniyeti) temelini atıyorlardı. Bizans’ın askerî garnizonları yeniden şekillendirilirken
Roma şehirleri ve yerleşim alanları yeni bir anlayışla dizayn ediliyor, yapılandırılıyordu. Yani
Anadolu İslam Medeniyeti’nin bir uzantısı konumuna geliyordu. Bizans’tan alınan birçok
şehirde yerli halkların arasına giren ve yönetici konumunda bulunan Müslümanlar evvel
emirde o beldede bir ulu cami inşa ediyorlardı. Anadolu’da ulu cami inşa etme uygulaması
Danişmendoğulları’nın başlattıkları bir gelenektir. Bu ulu cami ve küçük ölçekli mescidlerin
yakın çevresine Müslümanlar yerleşiyor ve bu şekilde Bizans şehirlerinde Müslüman
mahalleler teşekkül ediyordu. Bunu tekke, zaviye, hanikah, imaret, türbe, vakıflar gibi yapılar
takip etmekteydi. Bu yapıların Selçuklular zamanında şehirlerin yeniden yapılanmasında
önemli rol oynadığı iyi bilenen bir konudur. Ayrıca Anadolu’ya gelen yerleşimcilerin farklı
dinî ve siyasi eğilimde olmalarından ötürü yöreler arasında birbirinden farklı kültürel çevre ve
dinî yapılanmaların gerçekleştiği de bilinmektedir. Bu farklı kültürel yapılanmalar dinî ve
fikrî zümreler arasında mücadele ve rekabetin, siyasi görüş ayrılıklarının yaşanmasına sebep
olmaktaydı.
153
kalmışlardır. 2- Açılış esnasında akınlara uğrayan veya harple zapt olunan ya da askerî bir
sebeple kasten tahrip edilen şehirlerin üzerine veya civarında yeniden yapılan şehirler. 3-
Askeri maksatlarla tesis edilen veya iktisadi zaruret dolayısıyla yeniden vücuda gelmiş olan
şehirler”.
O dönem şehirlerinin sur dışına genişlemesi yanında, yerli Hristiyan şehrin hemen
yakınında yeni bir Türk şehri kurma örnekleri de bulunmaktadır. Bu açıdan Samsun güzel bir
misal olup ilgili yazısında B. Darkot aynen şunları ifade etmiştir: “Samsun bir Türk beldesi
olduktan sonra, Hristiyan Amisos önce Bizans, 14. yüzyılın ilk yıllarından itibaren de,
Ceneviz müstahkem beldesi olarak, onun yanında 230 seneden fazla yaşayabilmiştir. Türkler
bu beldeye (bir zamanlar İzmir’de olduğu gibi) “kafir Samsun” veya “kara Samsun”
diyorlardı ki, bu son ad, Amisos harap olduktan sonra, zamanımıza kadar baki kaldı. Amisos,
Kalyon burnu gerisindeki sırt üzerinde kurulmuş; Selçuklu şehri ise, burnun önünde, deniz
kıyısından itibaren, yamaçlara doğru (şimdiki Samsun’un batı ve orta kısımlarında) yerleşmiş
idi. Her iki şehrin de surları var idi ve iki şehir arasında “ancak bir sapan atımı” yahut “bir
yarım ok menzili” mesafe var idi. Selçukluların kontrolü altında bulunan liman, Kalyon
burnundan itibaren doğuya doğru uzanan, iri kaya parçalarından meydana gelmiş bir
dalgakıran ile korunuyordu ki, sözü geçen kayalar, suya batık durumda, zamanımıza kadar
gelmişlerdir. Küçük bir Hristiyan beldesinin bu kadar uzun bir müddet boyunca bağımsız
yaşayabilmesi, müşterek menfaat temeline dayanan bir durum ile izah edilebilir. Tersane ve
gemicilik faaliyetlerini daha ziyade Akdeniz kıyısında toplamış olan Selçuklular
Karadeniz’deki ticaretinde Amisos Hristiyanlarının tecrübe ve tavassutlarından faydalanmayı
tercih etmişlerdi”.
Eski Roma-Bizans kentlerinin ihya edilmesi dışında Türkler ya yerinin arazi olarak
müsait olması, ticaret yollarına yakınlığı veya stratejik önemi sebebiyle yeni kentler de
kurdular. Ayrıca bu yeni kentler, daha Bizans devrinde terk edilip kaybolmuş olan kentlerin
yerine veya hemen yakınına da inşa edilebiliyordu. Mesela kaybolan Laodikeia’nın hemen
güneyinde 13. yüzyılın ikinci çeyreğinde inşa edilen Donuzlu (Denizli) bu tip yeni bir kenttir.
154
Şu durumda farklı şekillerde ele geçirilip farklı yöntemler çerçevesinde Türklerin
iskân ettiği şehir ve kasabalar bulunmaktadır ve bu konuda yapılacak araştırmaların sayısı ve
niteliği yükseldikçe başka türden örnekler de çıkabilecektir. Ne yazık ki bu konuda derli toplu
bilgi toplayabileceğimiz kaynaklar az ve dağınık olsa da, farklı türden kaynaklara girilerek az
ve dağınık bilgileri arttırmak ve hatta bunları genel bir çerçeveye oturtabilecek bilgilere
ulaşmak mümkündür.
Bu konuda, biraz daha geç tarihli olsa da, İdrisi tarafından çizilen bir harita, çok daha
kesin bilgiler vermeye imkân sağlamaktadır. Gerçekten de İdrisi’nin 1154 yılında çizdiği
haritadan, yaklaşık bugünkü Türkiye sınırları içinde toplam 265 isim tespit edilmiştir. Bu
sayıdan deniz, dağ, nehir ve sınır ismi olduğunu bildiğimiz toplam 41 ismi çıkardığımızda
geriye 224 kalmaktadır ki, bu hâliyle oldukça yüksek bir sayı kabul edilmelidir. Çünkü her ne
kadar İlk Çağ kaynağı Batlamyus’taki sayı daha yüksek olsa da, Orta Çağ Türkiye’sini
gösteren başka hiçbir haritada bu kadar fazla yerleşme merkezi gösterilmemiştir. Batlamyus’a
göre daha büyük bir Dünya tasvir eden İdrisi, belki bu sebeple ayrıntıya fazla girememiş
olabilir. Hatta Batlamyus’a göre daha az yerleşme isminin geçmesi, Bizans döneminde
yaşanan ekonomik sıkıntı ve yerleşmelerin terk edilmesi gerçeğinin bir yansıması olarak ta
düşünülebilir.
2- Köyler
Köy, Farsçadaki “mahalle, semt, civar, etraf, sokak, yol” tabirleri anlamına gelen
“kūy” ve “kū” kelimesinden gelmekte olup Türkçede daimî iskân yerlerinin en küçüğüne
verilmiş bir isimdir. Orta Asya’daki Türkler arasında köy manasına gelen ve birlikte
bulunduğu kelimeye göre, kalın veya ince telaffuz edilen kent (kend ve kand, Skr. kanthā,
Sogd. kand “şehir”) tabiri kullanılmaktadır. Bu tabire, “şehir, kale” vb. manalarda kullanılan
“balık ve toy” kelimeleri yanında, eski Türkçe metinlerde de rastlanmaktadır. Bugünkü şekli
ile Orta Asya’da, köy sayılabilecek bir iskân şeklinin varlığı, kesin olarak bilinmemekle
beraber, Divan-ü Lügat-it-Türk gibi bazı eski kaynaklarda geçen “kend” tabirinin hem şehir
hem de köy anlamına geldiği anlaşılmaktadır.
155
Köy tabiri, bu anlamıyla daha çok Türkçenin güney şivesinde kullanılmakta olup
bilhassa Farsça etkisi altında bulunan Orta Asya şivelerinde, Farsçadaki manası ile
kullanılmaktadır. Diğer Türk şivelerinde ise, bunun karşılığındaki yaygın tabir “ağıl” ve
bunun değişik şekilleridir. 11. yüzyıl sonlarında “ağıl” kelimesi “ağıl, koyun yatağı” ve Oğuz
Türklerinde ise, “koyun pisliği” anlamlarında kullanılmıştır ki, bunun ilk manasından gelmek
üzere “çit, hayvanların bir arada kalması için etrafı çit ile çevrilen mahal” (koyun ağılı, deve
ağılı, bir de ağul, ağıl, ağıllan ve ağullan “etrafı çevrilmek, halelenmek) burada
belirtilmelidir. Sonraları bir kaç evi ve ağılları içine almak suretiyle bir arada bulunan evlerin
tamamını ifade eder şekle gelerek köy manasını almıştır. Son zamanlara kadar konar-göçer
hayat tarzını muhafaza etmiş olan Türk kavimlerinde sadece ev, keçeden yapılmış ev (bk. ayl,
Alt.; ayıldın törü “evin başköşesi”) ve bu gibi evlerin bir arada toplanması (bk. aul, avl,
Kazak.) manasına gelmiş ve nihayet yerleşik hayatta en küçük meskun mahal, köy anlamını
(Kazan, Kırım, Kom., Kazak, Kırg., Tel.) kazanmıştır. Türk şivelerinin güneybatı bölümünde
bu Türkçe tabirin yerleşmeyip, yerine Farsça bir kelimenin geçmesinin asıl sebebi, ağıl
kelimesinin Kaşgarlı Mahmud’un tespit ettiği gibi, Oğuz boylarında aldığı ikinci manası ile
ilgilidir. Gerçekten de, Maveraünnehir civarında, İranlılarla iç içe yaşamaları sebebiyle,
Türkçe tabirler yerine, onların Acemce karşılıklarını kullanan atalarımızın, Farsça “köy”
demek olan “dih” sözcüğü dururken semt ve sokak karşılığı olan “kūy” kelimesine itibar
etmeleri buradan kaynaklanıyor olmalıdır. Aynı şekilde Arapça, köy anlamındaki “karye”
yerine Farsça bir kelimenin kabulü de ilginç olup bu konuda, İslami terimler için A. Y. Ocak
tarafından yapılan şu izah, dinî konular dışında da Farsi etkileri açıklamaya yeterlidir:
“Türklerin henüz Orta Asya’da iken Araplardan çok, İranlı tüccarlar ve sufiler aracılığıyla
İslam’ı öğrendiklerini vurgulamak gerekir ki, bunun en iyi göstergelerinden biri, bugünkü
Türkiye Türkçesi’nde bile hâlâ kullanılmakta olan namaz, abdest, oruç vb. Farsça dinî
terimlerdir”.
Bir iskân terimi olarak köy, iktisadi faaliyetleri çoğunlukla tarım, hayvancılık ve el
sanatları olan; mekânik iş bölümü, cemaat ruhu ve gelenekçi bir hayat anlayışının egemen
olduğu; aile içinde geleneksel ilişkilerin yaygın olduğu; nüfusu en fazla binlerle ifade
edilebilen, coğrafi bir sınırı, kendine ait bir adı ve kendine özgü bir toplumsal örgütlenmesi
bulunan; toplumsal değişme sürecinin göreli olarak yavaş işlediği; kırsal bir mekânda
156
varlığını sürdüren sosyal ve fiziki çevrelerin oluşturduğu, bütün bu yönleriyle de kentlerden
farklılık gösteren yerleşmelerdir. Bu hâliyle köy, diğer yerleşim yerlerinden uzak, yalıtılmış,
etrafı köye ait otlak, yaylak, mera, baltalık gibi boş ve geniş bir coğrafi alanı kapsayan
yerleşim birimidir.
1071 Yılında vuku bulan Malazgirt zaferini takip eden yıllarda fetihlerin devam ettiği
günlerden itibaren Anadolu’ya göç edip gelen Türkmenler yerli Hristiyan halklar arasına
yayılıyorlardı. Bu Türkmen göçleri ardı arası kesilmeksizin asırlarca devam etmiştir.
Anadolu’nun yerli Hristiyan halkları, çoğu Türk olan Müslüman halkla bir arada yaşamak
zorunda kalmışlar ve yoğun bir kültürel etkileşme yaşanmaya başlanmıştır. Bunun sonucu
olarak Anadolu’da kırsal bölgelerde yeni yeni köyler, kasabalar kuruluyordu. Bu köy ve
kasabalar genel olarak tarikat pirleri veya din büyükleri adına inşa edilen hanikah, tekke,
medrese, imaret ve vakıf gibi hizmet ve hayır kurum ve kuruluşları türündeki yapıların
etrafında oluşuyordu. Bu şekilde kurulan köy ve beldelerin sayısı binlerle ifade edilecek kadar
çoktur. Danişmend ilinde bu tür yapılanmaların daha yaygın olduğu fark edilmektedir.
Nitekim Uzun Firdevsi, “Menakıb-i Haci Bektaş-i Veli” adlı esrinin mukaddemesinde Ahmed
Yesevi Ocağına mensup dervişlerin büyük kalabalıklar hâlinde Anadolu’ya geldiklerini ve
burada kolonileştiklerini ve böylece kültürel bakımdan Anadolu’yu fethettiklerini hikâye
etmektedir.
Konar-göçer olarak Anadolu’ya gelen Türkmenler daha çok kırsal bölgelerde ya-
şamayı tercih ediyorlardı. Bunlar ovalarla dağlık bölgeler arasında konar-göçer hâlde
bulunuyorlardı. Zaman zaman bu konar-göçer aşiretlerin yerleşik hayata geçtikleri oluyordu.
Bu yerleşimler neticesinde yeni köyler meydana gelmekteydi. Sultanlar bazen bir yöreyi bir
aşirete veya bir dinî cemaate yurt olarak vermekteydiler. Mesela Sultan I. Alaeddin
Keykubad, berat yazarak Suluca Karaöyük’ü (Bugünkü Hacıbektaş) Şeyh Yunus-i Mukrî’ye
yurt olarak vermişti.
157
“Mirsâdü'l-ibâd”, adlı eserinde “Köy sahipleri, köy ağaları ve çiftçi ve işçilerin uymaları
gereken kurallar” başlığı altında orijinal bilgiler vermektedir.
İlk yerleşme kurulduktan sonra, köylüler burada bir arada yaşıyor ve yakın mesafedeki
tarlalarına yürüyerek gidiyorlardı. Şimdiki gibi bir tapu veya bir harita üzerinde köyün
sınırları belirtilmese de, sınırlar vardı, biliniyordu ve bunu da köylünün ekip-biçtiği tarlaların
en dışta kalanları belirliyordu. Yürürlükte olan toprak sistemi gereğince -Selçuklu’da ikta ve
Osmanlıda timar- olması zorunlu olan köy sınırları, köyün gelirini tasarruf eden sahiplerce
bilinmesi ve başkasının hakkına tecavüz edilmemesi için de, farklı dönemlerde değişik
isimlerle bilinen “sınırname”lerde kayıtlı bulunuyordu.
158
Köyler genellikle nüfusça az olmakla birlikte, köylerin ortalama nüfusu için bütün
dönemleri kapsayan bir rakam vermek zordur. Malazgirt sonrası dönemde, toprağın fazla ve
nüfusun az olduğu, köyden ziyade geçici yerleşmeler tercih edildiği için köylerde ortalama
20-30 hanenin varlığı tahmin edilebilir. Belki 12. yüzyıl sonlarında 15-20 hane olan bu sayı,
13. yüzyılda 20-30 ve 14. yüzyılda ise 30-40 haneye yükselmişti. 15. yüzyıl ve 16. yüzyıl
başlarında 40-50 hane kabul edilebilirse de, 16. yüzyıl sonlarına doğru 100 haneyi bulduğu
söylenebilir. Sonraki dönemlerde detaylı bilgi vermek zor olsa da, 20. yüzyıla kadar 16.
yüzyıl sonlarındaki miktarı aştığını görmek tamamen istisnaiydi. Zira 17. yüzyıldan itibaren
devletin içine girdiği çeşitli buhranlar ve sıkıntılar nedeniyle kırsal nüfusun da etkilendiği ve
köylerdeki nüfus ve hane sayılarının dramatik bir biçimde düştüğü kesindir. 16. yüzyıldan
sonra büyümeye devam edenler ise hemen tamamen kasaba ve sonra da şehir fonksiyonu
kazanan iskân merkezleriydi. Geçici yerleşmelerden yayla, kışla ve mezralar ise, her zaman
köylerden daha az sayıda ailenin, yılın belirli mevsimlerinde yaşadığı yerlerdi.
Yerleşik nüfusun tercih ettiği köy, kasaba ve şehirlerden sonra, büyük kısmı konar-
göçer olan nüfusun yerleştiği kırsal kesime bakılırsa, şunlar söylenebilir: Anadolu’ya konar-
göçer yaşam kültürü içerisinde gelen nüfusun küçük bir kısmı belki daha baştan yukarıda
belirtilen üç durumdan birine göre yerleşik yaşama geçmiş olabilir. Yani, konar-göçer de olsa
belki ilk dönemlerde köy ve kasabalara yerleşenler olsa da, büyük bir kesimin oldukça uzun
bir süre daha konar-göçerliği bırakmadıkları anlaşılmaktadır. Gerçekten de C. Orhonlu
tarafından yapılan araştırmaya göre konar-göçerler, Osmanlı devirlerinde 1691-1699’lara
kadar, yani Osmanlı öncesiyle birlikte, altı asırdan uzun bir süre yönetim tarafından yerleşik
yaşama geçmeye zorlanmamışlardır. Fakat bu süre içerisinde kimi zaman birey ve
toplulukların istekleri kimi zaman da tabiat şartları ve dışarıdan gelen etkilerle
“kendiliklerinden” yerleşik yaşama geçen çok sayıda konar-göçer olduğu bilinmektedir.
3- Geçici Yerleşmeler
Geçici yerleşmeler, belirli bir mekânda bütün bir yıl kalmayıp belirli mevsimlerde
yaşanılan iskân merkezleridir. Genellikle konar-göçer yaşam tarzına sahip grupların
kurdukları iskân merkezleri olsalar da, bazı durumlarda yerleşik yaşam tarzında da geçici
yerleşmeler kurulabilir. Konar-göçer yaşam tarzında ister iklim, isterse sürdürülen yaşamın
kültürel bir sonucu olsun, kurulan iskân merkezlerinde yıl boyu oturulmaz, yani yılın belirli
mevsimleri belirli yerlerde geçirilir. Bölgeye göre bazı değişiklikler olmak üzere, farklı türde
geçici yerleşmelerin bulunduğu Anadolu’da, en yaygın görülenleri mezralar ile yaylak ve
kışlaklardır.
Yaylak ve kışlaklar
Orhun abidelerinden başlayarak eski Türkçe metinlerde geçen kışlak (veya kışla), kış
mevsiminin geçirildiği yer/mekân; yaylak (veya yayla) ise yaz mevsiminin geçirildiği
yer/mekân anlamına gelmektedir. Kışla kelimesi, eski Türkçedeki dört mevsimden biri olan
“kış” sözünün arkasına; yayla ise yaz mevsimi anlamındaki “yay” sözünün arkasına, yani kök
isimlerin sonuna yer ismi yapan “lağ” ekinin gelmesiyle oluşturulmuş tabirlerdir. Kaşgarlı
Mahmud eserinde, “kış ve yay” köklerine mekân anlamını, sonlarına eklenen “ ( ”ﻍgayın)
159
harfinin kazandırdığını belirtmişse de, bu eseri yayımlayan B. Atalay bir açıklama dipnotu ile
Kaşgarlı’nın küçük bir hata yaptığını ifade ederek, kök isimlerin arkasına “ ( ” ﻻﻍlam elif-
gayın) harfleri yani “lağ” ekinin gelmesi gerektiği düzeltmesini yapmıştır.
Günümüze kadar bin yılı aşkın süredir aynı anlamda kullanılan bu tabirler, Şemseddin
Sami tarafından şu şekilde ifade edilmiştir: “Kışlak: Yahud kışla. 1-Vaktiyle mevsim-i şitada
harbin tatil-i mutad olmağla o mevsimde asker ve ordunun çekildiği mahal. 2- Koyun gibi
hayvanat-ı ehliyenin kışın çekildikleri mutedil havalı ve kar yağmaz yer ve böyle yerlerdeki
mera, yaylak (yayla) mukabili. Yaylak: (Türk-i kadimde “yaz” demek olan “yay”dan). 1-
Yazın çıkulub ikamet olunan yüksek ve serin yer, dağların ortasındaki yazlık ikametgâh. 2-
Yazlık mera, yazın sürülerin yayıldıkları meralık dağ üstleri”. Bu tanımlardan açıkça
anlaşıldığı üzere, yaylak ve kışlak konar-göçer yaşam içerisinde bir bütünün tamamlayıcı iki
parçası durumundadır ve biri olmadığında, diğerinin de olamayacağı bilinmelidir. Dolayısıyla
bu kavramları daha iyi anlamak için, barınma, yerleşme ve buna bağlı ortaya çıkan konar-
göçer yaşam tarzları üzerinde durmak faydalı olacaktır.
Yukarıda da belirtildiği gibi konar-göçer ile göçebelik aynı şeyi ifade etmezler.
Göçebelik, mevsimlere veya ekonomik şartlara bağlı olarak sürekli şekilde yurt değiştiren
toplulukların yaşam tarzıdır. Konar-göçer yaşam tarzı, “göçebe toplulukların” sürdürdükleri
ve hayvanlarının peşinde sürekli olarak yer değiştiren ve dolayısıyla konakladıkları yerleri
sabit/belirli olmayan bir yaşamdan farklıdır. Başka bir ifade ile konar-göçerlik, beslenme
ihtiyacını karşılamak amacıyla büyük hayvan sürülerini takip eden göçebelerden ya da belli
160
bir mekâna bağlı olmaksızın hayvanlarına otlak ve kışlak bölgeleri arayan göçebe çobanlıktan
farklı olarak belli bir mekân dairesinde hayvancılık yapan ve ürünlerini daha çok yerleşik
toplumlara pazarlayan iktisadi faaliyet biçimi ve bunun doğurduğu bir yaşam tarzıdır. Bundan
dolayı konar-göçer hayat tarzı göçebelik ile yerleşik hayat arasında bir ara formdur. Başka bir
ifade ile “yarı göçebe” adı da verilen bu topluluklar, az-çok çiftçilikle uğraşır ve ürünlerini
mevsim göçleri arasında biçerler. Bunların devamlı barınakları olup otlaklara göçmeden önce
buralarda ekip-biçerler.
Bu tarz hayat yaşayanlar, bilhassa kışlak bölgelerinde küçük yerleşim yerleri meydana
getirmeleri sebebiyle yerleşik düzene daha yakındır. 16. yüzyıla ait Osmanlı tahrir
kayıtlarında, bunların artan nüfuslarının bir kısmının hızlı bir şekilde yerleşik hayata geçtiği
ve yeni köyler meydana getirdiğine dair bilgilere ulaşılmaktadır. Osmanlı arşiv kayıtlarında
konar-göçer kavramı yerine “göçer, haymane taifesi, göçebe taifesi, yörük, yörükan, Türkmen
taifesi” gibi tabirler de geçer. Öte yandan modern çalışmalarda konar-göçer hayat tarzını ifade
etmek için -yanlış ama- yaygın olarak göçebe kelimesi kullanılmaktadır.
Bilindiği üzere, Asya Türklerinde geniş sahalarda yaygın bir şekilde sürdürülen ve
uzun süre varlığını koruyan “konar-göçer” yaşam tarzında temel geçim kaynağı
hayvancılıktır. Dolayısıyla hayvanlarına dört mevsim boyunca yeşil ve taze ot temin etmek
gayesinde olan bu topluluklar, kış mevsimini alçak veya güney enlemlerde, kar görmeyen
veya az gören nispeten sıcak ovalar ile vadilerde geçirirken; yaz mevsimini de yüksek veya
kuzey enlemlerde nispeten serin kesimlerde geçirirlerdi. Kış mevsiminin geçirildiği mekânlar
“kışlak” adını alırken yaz mevsiminin geçirildiği mekâna da “yaylak” ismi verilmişti.
Temelde, konaklama yerleri belirli olan ve bu iki farklı mekân arasında sürekli bir gidiş-geliş
suretiyle devam ettirilen bu yaşam tarzında, yaz ve kış mevsimleri arasındaki geçiş
mevsimlerinde, yine belirli olan uygun mekânlarda da konaklanabilirdi. Yaylak ve kışlak
arasındaki yükseklik farkının veya mesafenin fazla olduğu durumlarda konaklanan bu
yerlerden, bahar aylarında konaklanan yere “barla”, güz aylarında konaklanan yerlere de
“güzle” adı verilirdi.
Asya’da yaşarken Türkler esas itibarıyla atlı göçebe idiler. Türklerin rahat, yerleşik bir
hayat dururken böyle bir hayat tarzını seçmiş olmalarının elbette bir sebebi vardı. Orta Asya o
zamanlar için tarla ziraatine geniş ölçüde elverişli değildi. Aral gölü çevresi ile Ural-Altay
dağları arasındaki bozkırlarda uzun süre göçebe olarak yaşayan Türkler, ilk devirlerde basit
anlamda avcılık ve tarımla geçimlerini sağlıyorlardı. Vadileri takip ederek göçen Türkler,
sonbahardan önce kışlık yiyeceklerini depo ediyorlardı. Orta Asya’daki büyük dağlarla çevrili
geniş yaylalar böyle bir yaşayışa elverişliydi. Yani, Orta Asya Türklerinde hayvancılığa bağlı
ekonomik bir düzen hâkimdi. Bunun sonucu olarak da, yarı göçebe/konar-göçer hayat tarzı
benimsenmişti. Yarı göçebe hayat tarzını Türkçede “yaylak-kışlak” yani “yayla ve kışla”
deyişi ile çok daha iyi anlatmak mümkündür. Türk tarihindeki yayla deyiş ve anlayışı şimdi
de pek fazla değişmemiştir. Yaylak/yayla deyince, yaz aylarında hayvanların otladığı yüksek
yerler ve dağlar anlaşılır. Hayvancılık için yaz mevsimi bahardan başlar ve sonbahar sonuna
kadar devam ederdi. Yaylanın önem kazanmasının sebebi “hayvan otlağı” olmasındandır.
Kışlak/kışla deyişi ise zaman içinde değişikliğe uğramıştır. Kışlak bazen bir vadi bazen köy
161
veya şehir olmuştur. Esas itibarıyla geniş bölgelere yayılmış Türk kavimleri arasında, bölge
ve iklim özellikleri bu çeşit hayat tarzında önemli ayrıntılar meydana getirmiştir. Büyük
hayvan sürülerine sahip Türkler “çadır köy” veya “çadır şehir” hâlinde otları bol, karı az olan,
güneş gören yerleri seçer ve orada konarlardı. Yani kışın kışlanacak yere genellikle “kışlag”
veya “kışlak” derlerdi.
Ülkemizde yayla için yaylak, yazla, yazlak ve oba gibi isimler de kullanılmakta ve
burada yürütülen faaliyetlerin, geçiş tipleriyle birlikte birçok çeşidi bulunmaktadır.
Türkiye’de kışlak için kışla ve cenik gibi isimler de verilmekte olup Alagöz’ün eserinde
kışlak şöyle tanımlanmaktadır: “Yaylağın mukabili olup hayvanatın kış mevsiminde engin ve
kuytu mahallerde barınıp otladığı yerdir. En az kar tutan, soğuğa maruz kalmayan ve otu
mebzul olan mahallerdir. Kışlaklar baltalık ormanlarında, meralarda olduğu gibi ahali
tarafından korunmuş ormanlar civarında ve hâli ovalarda da olabilir. Kışlak sürünün kışın
barındığı yer olduğuna göre, her şeyden önce kışın içinde oturulan meskenler anlamına da
gelmektedir”.
162
belli yerlerde kurulan pazarlara taşıyarak satıyor ve karşılığında ihtiyaçları olan mamul
maddeleri (silah, kap-kacak, giyecek, koşum takımları, dokuma ürünleri vb.) satın alıyorlardı.
1071’den itibaren Selçuklular, akıncı ve muhafız kuvveti olarak vazife yapmaları için
çoğu konar-göçer yaşayan Türkmenleri uç bölgelere yerleştirdiler. Uç Türkmenleri, burada
hem kendilerine verilen vazifeleri yaptılar hem de düşman topraklarında yurt tutarak fetihler
yaptılar. 1243 Kösedağ savaşından sonra artan Moğol baskısı nedeniyle Türkmenler,
Kastamonu’dan Teke’ye kadar uzanan dağlık bölgedeki yüksek yaylalara, gittikçe daha yoğun
bir şekilde yerleştiler. 15. yüzyıla ait Osmanlı tahrir ve evkaf defterleri, garba Türkmen
göçünün ve yerleşmesinin genişliğini kesinlikle tespit etmektedir.
163
ya da yayladıkları topraklara yerleşmişlerdir. Böyle bir sürecin yaşandığını da yine, 16.
yüzyıldaki Oğuz boy adlı yerleşmelerin dağılışı açıklar durumdadır.
Yine tarafımızdan yapılan çalışmada, daha önce bazı araştırmacıların ileri sürdükleri
bir noktayı da teyit etme imkânı bulunmuştur. Bu da çeşitli Oğuz boylarının birbirlerine yakın
sahalarda bulundukları konusudur. Bu konuda H. Nihal ve A. Naci yıllar önce aynen, “çeşitli
Oğuz boyları birbirlerine yakın yerlerde köyler kurmuşlardır” ifadesini kullanmıştır. Bundan
39 yıl sonra F. Sümer, adı geçen araştırmayı görmeden aynı konuda şu cümleleri sarf etmiştir:
“Oğuz boyları aileden (soy?) obalar, obalardan boylar ve boylardan da Oğuz eli meydana
gelmiştir. Oğuz elinde asıl kabilevi birlik boylardır. Oğuz boylarının Arab, Kürd ve diğer bazı
kavimlerde olduğu gibi, münferiden bir hayat yaşadıkları veya tek başına siyasi bir harekette
bulundukları nadir bir vakıadır. Onlar daima “el” hâlinde yaşamayı severler ki, bu husus
siyasi başarılarında mühim bir amil olmuştur”.
Mezralar
Anadolu’da eskiden beri en yaygın bulunan geçici yerleşme merkezlerinden biri olan
mezra, kelime anlamı itibarıyla “ekilecek, ziraat yapılacak yer” demektir. Konar-göçer
yaşamın sürekli yerleşmeye dönüşmesinde bir basamak görevi yapmış olmasına rağmen,
varlığını bugüne kadar korumuş geçici bir yerleşme türüdür. Türkiye’nin doğal ortamı ve
Türk kültürü gereği bugün dahi mezralar yaygın olup buralarda sürdürülen faaliyetler ile bu
faaliyetlerin dönemi ve süreleri birbirinden farklılıklar göstermektedir. Bu farklara rağmen,
bugün genellikle bilinen anlamıyla mezra “ziraatin hâkim fonksiyon olduğu, geçici bir
yerleşme” tipidir.
Arapçada “zer” (ziraat) kökünden türeyen ve “ekilen yer, tarla” anlamına gelen
kelime, Osmanlılarda sürekli bir yerleşim yeri olmayan, ekinlik olarak kullanılan küçük
toprak parçalarını niteleyen mali bir terim özelliği kazanmıştır. Osmanlı döneminde bu tür
ziraat alanları zamanın şartlarına ve bölgelerin coğrafi yapısına göre farklı hususiyetler
göstermiştir. İnalcık’a göre, Osmanlıda mezra, etrafındaki tarlalarla çok defa terk edilmiş
(hâlî) köy yerleri niteliğindedir. Osmanlı kanunnameleri ise bir yerin müstakil mezra
olduğunun belirlenmesinde o yerin harabesi, suyu ve mezarlığının olması gibi şartları öne
çıkarır. Bu şartlara bazı kayıtlarda içinde değirmen bulunması da eklenir. Ancak bir mezra
için belirtilen bu özellikler genel bir durumu yansıtır, bu tarife uymayan yerler de görülür.
Nitekim pek çok mezrada herhangi bir yerleşim izine rastlanmaz. Bazıları ise içinde az sayıda
nüfus barındırabilir. Bütün bu hususlar mezraların farklı özellikler taşıdığını gösterir.
164
Her mezra kır kesimindeki köyler gibi hususi bir isme sahiptir. Mezra adlarında
dikkati çeken en önemli özellik bazılarının “bey tarlası, eğri pınar, karaca kuyu, ulu dere,
yalnız ağaç” örneklerinde olduğu gibi birleşik bir isimle belirtilmiş olmasıdır. Birleşik isimler
içinde yer alan “hisar”, “viran” ve “ören” gibi kelimeler bu mezraların daha çok terk edilmiş
bir kale veya köy yeri olduğuna işaret eder. Ancak burada mezra olarak geçen yerin terk
edilmiş kale yahut köyün asıl yeri değil oranın etrafında ziraat yapılan topraklar olduğu
açıktır. Bunun dışında pek çok mezra, doğrudan doğruya o mezranın ilk sahiplerinin veya o
bölgeyi ilk ziraata açan kimselerin adlarıyla bilinirdi. Bazıları da bulunduğu yerin tabii
özelliğini yansıtan adlar taşırdı. Bir kısmı ise artık yarı göçebe yahut yarı yerleşik bir hayat
yaşayan ve az da olsa kışlak mahallerine yakın yerlerde tarımla uğraşan konar-göçer grupların
adlarıyla anılırdı.
Mezralar bir tarım alanı olduğu için genelde çevrede yer alan köyler tarafından
ekilmekteydi. Dolayısıyla bunların önemli bir kısmı bir köye bağlı olarak kaydedilirdi.
Bundan başka bazı mezralar yakın bulundukları köy veya köyler dikkate alınarak (der-kurb-i
karye, der-nezd-i karye, der-mabeyn-i karye gibi) zikredilirdi. Bir kısım mezralar ise hangi
köye bağlı olduğu belirtilmeksizin sadece adlarıyla kaydedilebilirdi. Bazı mezralar birkaç kö-
yün ahalisi tarafından kullanılabilirdi. Buna karşılık bir köy halkının birden fazla mezrada
ziraat yaptığı da vaki idi. Herhangi bir köye bağlı olduğu belirtilmeyen mezranın ise daha
ziyade çevre köylerin uzağında yer aldığı ve dışarıdan gelenler yahut konar-göçerler
tarafından ekildiği anlaşılmaktadır.
Köy adı verilen yerleşim yerlerinin oluşmasında mezraların kısmi bir alt yapı sağladığı
tespit edilmektedir. Nitekim daha çok yakın çevredeki köylerden birkaç ailenin gelmesiyle
yerleşime açılan bu durumdaki mezraların genellikle coğrafi bakımdan gelişmeye uygun
yerlerde olduğu anlaşılmaktadır. Harput’un bir mezrası (Agavat mezrası) iken bugün büyük
bir şehir hâline gelen Elazığ’ın bu tür bir gelişime sahne olduğu bilinmektedir.
Bilindiği gibi mezraların ilk defa ortaya çıkışı, ya konar-göçerlikten yerleşik yaşama
doğru geçen grupların bir iskân basamağı olarak, ya da zaten yerleşik yaşama geçmiş köy,
kasaba veya şehirde yaşayıp da besin temini sıkıntısı yaşayanların ziraat yapmak amacıyla
yaşadıkları iskân merkezlerinden uzakta yeni ziraat alanları açmaları sonucunda
gerçekleşmiştir. Öncelikle bunlardan ilkine değinmek gerekirse kısaca şunları söylemek
mümkündür.
165
olmuşlardır. Ağıl ve sığınakların yanına kurulan küçük yerleşmeler zamanla köylere
dönüşerek konar-göçer faaliyetin sona ermesine yol açmış olmalıdır”. Dolayısıyla konar-
göçerlerin yaylak ve kışlaklarından birisi zaman içerisinde mezra hâline gelebilmekteydi.
Anadolu’daki mezraların önemli bir kısmı bu şekilde ortaya çıkmış olup tamamen Türkler
tarafından kurulduğu için de isimleri Türkçeydi.
Mezraların ortaya çıktığı ikinci yol ise, buradakinden tamamen farklıydı. Köylerde
hatta kasaba veya şehirlerde yaşamını sürdüren ve zamanla nüfusu arttığı için kalabalıklaşan
aileler, geçim sıkıntısı baş gösterdiği zaman, köy (veya kasaba ve şehir) yakınında ama
günübirlik ulaşım mesafesi dışında tarım yapılabilecek topraklar olduğu durumlarda, köyün
ekilen arazileri dışında, yeni iskân merkezleri kurabiliyordu. Böylece günlük ulaşım mesafesi
dışında kalan köy toprakları ya mezralar açılarak değerlendiriliyor ya da hayvancılığa
bırakılıyordu. Bu mezralardan bir kısmı zamanla daimî yerleşilerek köy hâline de gelebiliyor,
bunlar da gelişerek önce kasaba ve sonra da şehir hâline gelebiliyordu. Bu konuda B. Darkot
aynen şu ifadeleri kullanmaktadır: “Mezra kelimesi, şahıslara veya köy ve kasabalara ait,
bunların meskenlerinden az çok uzakta tesis edilen ziraat sahalarına delalet etmekle beraber,
bazen bir mezranın zamanla bir kasaba ve hatta şehir yerine kaim olabildiği görülmektedir”.
Mezraların başlangıçta geçici iskân türü iken sonraları sürekli iskâna dönüştüğü
şeklindeki gelişim sürecine, mezra hakkındaki yazısında H. Tunçel de değinmiştir. Tunçel bu
fikri, iskân konusunda çeşitli araştırmalar yapan C. A. Alagöz, S. Erinç, A. Tanoğlu, H.
İnandık, N. Tunçdilek ve T. Yücel gibi coğrafyacılara atıflar yaparak ifade etmiştir. Hatta bu
konuda herkesin bildiği Elazığ örneğini de vermek mümkündür. Bilindiği üzere Harput’un
güneyindeki “mezre veya mezra” adı verilen yerleşme merkezi zamanla gelişmiş, Abdülaziz
döneminde yapılan eklemeler ile iyice büyüyen şehir günümüze Elazığ şehri olarak ulaşmıştır.
Elaziz (Mamüratül Aziz’den kısaltma), mevkiinin eski ismi Mezra ve bugünkü adı
Elazığ’dır. Elaziz, bu havalinin en maruf ve kadim beldesi olan Harput yerine kaim olmuş
yeni bir şehirdir. II. Mahmud devri sonlarına doğru, 1834 yılında şark vilayetlerinde ıslahata
ve devlet otoritesini yeniden tesise memur edilerek, büyük salahiyetler ile Sivas, Diyarbekir,
Harput ve Maden eyaletleri valiliğine tayin olunan Reşid Mehmed Paşa, Harput’ta bir kaç ay
ikamet ettikten sonra, ovada bulunan ve esasen o sırada yerli beylerin tercihan makarlarını
teşkil eden Mezra’ya inip, burayı vilayet ve ordu müşirliği merkezi ittihaz eylemiştir. Yine bu
arada hastane, kışla, cephane binaları yaptırmış ve her ne kadar sonraları, ordu merkezi
Erzurum’a ve müteakiben Erzincan’a geçmiş ise de, o tarihten itibaren Mezra mülki idare
merkezi olarak kalmıştır. Sultan Abdülaziz devrinde 1862 yılında buraya tayin edilen vali
İsmail Paşa’nın teklifi ile adı Mamüratül-Aziz’e çevrilmiş, bununla beraber vilayet merkezine
halk arasında yakın vakte kadar Mezre (Mezra) ve daha sonra Elaziz denilmiştir, Mamüratül-
Aziz vilayeti salnamelerinin muhtelif baskılarında, adı geçen mezranın, evvelce ağalara
merkez olduğu için “Agavat Mezrası” tesmiye edildiği kaydolunur.
166
memleketlerindeki içtimai nizamı sağlamak için gayrimüslim tabanlarını kollamak ve
korumakla kendilerini mükellef sayıyorlardı. Zira henüz büyük çoğunluğu göçebe ve yarı
göçebe olan Türk nüfusun, bu yeni topraklarda yerleşik hayatlarına alışabilmesi ve üretici
duruma geçebilmesi için mevcut nizamın bozulmaması şarttı. Bilhassa iktisadi yapının
sarsılmaması buna bağlıydı. Bu sebeple, mesela Anadolu Selçuklu sultanlarından I.
Gıyaseddin Keyhusrev, 1106’da Menderes vadisine yaptığı seferden sonra oradan getirdiği
Rum köylülerini Akşehir yöresine yerleştirip arazi, araç-gereç vb. verdikten başka uzunca bir
süre de vergiden muaf tutmuştu. Artuklulardan Belek Gazi, kendisine isyan eden Gerger
Ermenileri’ni Hanazit bölgesine sürmüş, fakat iskânları sırasında onlara çok iyi davranmış ve
kesinlikle dinî faaliyetlerine bir sınırlama koymamıştı. Yine Artuklu hükümdarlarından
Necmeddin Alpı devri (1152-1176), bölge Hristiyanlarının en müreffeh devri olmuştu.
Bunlardan başka Emir Saltuk (1147-1176), Ahlat Hükümdarı II. Sökmen (1128-1183)
devirleri, Doğu Anadolu Hristiyanlarının dinî hürriyet içinde yaşadıkları dönemlerdir. Ayrıca
cihad ve gaza ruhuna sıkı sıkıya bağlı oldukları, meşhur Danişmendname adlı destani eserde
açıkça görülen Danişmendliler de Hristiyanlara çok iyi davranmışlardı. O kadar ki, çağdaş
tarihçi Süryani Mihail’in anlattığına göre, 1104’te Gümüştegin Ahmed Gazi’nin vefatı onları
mateme boğmuştu.
Böylece bir taraftan sürekli devam eden Türk göçleri diğer taraftan Anadolu’nun yerli
Hristiyan halkına karşı izlediği politikalar, Anadolu’yu barış ve huzur ortamı hâline getirmişti.
Bütün bunlar ise Türkmen göçünü hızlandırmış olmalıdır. Zira Oğuzların, Malazgirt’ten
itibaren Anadolu’yu yurt tutmaları daha ilk yıllarda o kadar kuvvetli olmuştu ki, daha 1085
tarihlerinde Avrupa’da Anadolu’ya “Turquie” denildiği görülmektedir.
Anadolu bütününe böyle bir isim verilmesine rağmen, o dönemin coğrafya ve tarih
kitaplarına inanılırsa, müelliflerin bu ülke toponimisinde yaşanan hızlı değişimi fark
edemedikleri anlaşılmaktadır. Bu konuda Taeschner aynen şu ifadeleri kullanır: “Kısmen hâlâ
yorumlanması gereken birçok yeni malzeme sunan İdrisi’de, İbn Hurdazbih (9. yüzyıl)
tarafından toplanan malzemeler neredeyse hiç değiştirilmemiş hâliyle bulunmaktadır. Bu
arada o dönemlerde Anadolu’da büyük bir değişiklik baş göstermişti. Bu topraklar,
Anadolu’nun karakterini tamamen değiştiren Türklarin akınına uğradı. Bu değişiklik harici
olarak coğrafi isimlerde kendini gösteriyordu. O zamana kadar kullanılan antik Bizans
isimleri çoğunlukla kullanımdan kalktılar ve bu yerlere Türk isimleri verildi. Ancak, birçoğu
Anadolu’yu bizzat gezen coğrafya yazarları, bu değişikliği başlangıçta fark etmediler.
Anadolu’nun İdrisi’nin yaşadığı zamanlara ait tasvirlerinde göründüğü kadar Bizans’a
benzediği varsayılamaz. Ne zaman ki Anadolu Selçuklu Devleti çöktü ve birçok küçük
beyliğe bölündü, Anadolu’nun değişen yüzü işte o zaman İslam âlimlerinin dikkatini çekmeye
başladı. Türk Anadolu’sunun ilk edebi belgesini Ebu’l-Fida (ö. 1133) vermektedir”.
Yukarıda da belirtildiği gibi, İdrisi’nin haritasından Türkiye topraklarına ait kısmı ele
alıp incelediğimizde, bu harita içerisinde bölge, şehir, dağlar ve nehir adlarından oluşan
250’den fazla isim bulunmaktadır. Hazırlandığı tarih itibarıyla, 1071 Malazgirt zaferinden
yaklaşık 100 yıl sonrasına ait olması, Anadolu’nun Türkleşme sürecinin açıklanması
açısından oldukça önemli olabilir. Fakat bu eser, Türkiye’de şimdiye kadar haritacılık
167
açısından ele alınmadığı gibi, Anadolu’nun Türkleşmesi açısından da hiç çalışılmamıştır.
Oysa yıllar önceki bir yazısında bir Amerikalı Langer-Blake, tam da bu konuya şöyle dikkat
çekmiştir: “Anadolu’ya 1117 yılında uğrayan İdrisi hâlen eski adları kullanırken 1330’larda
buradan geçen İbn Batuta saf Türkçe adlar verir. Bu durum yaşanan dönüşümü çarpıcı
biçimde ortaya koymaktadır”.
Çaka Bey, Adalar Denizi’nde denizcilik faaliyetlerine başlayan ilk Türk beylerinden
biri olup 1081 yılında İzmir merkezli olmak üzere bu çevrede küçük ve kısa ömürlü bir beylik
kurmuştur. Çaka Bey, Malazgirt Savaşı’nı takip eden yıllarda Alparslan’ın Anadolu’nun
fethiyle görevlendirdiği beylerden biri olup Danişmendname’ye göre Sultan Turasan’ın
maiyetinde bulunuyordu. Sultan Turasan 20.000 kişilik kuvvetiyle Danişmend Gazi’den
ayrılıp yanında Çaka, Kara Tona ve Hasan Hoşavendi olduğu hâlde Kayseri’den İstanbul'a
kadar akınlar yaptı. Bu akınlardan birinde Bizans’a esir düştü ve burada kaldığı sırada, Bizans
dilini ve Bizans savaş metotlarını öğrendi. Hatta Bizans tahtına göz diktiği belirtilen Çaka’nın
denizciliğe önem vermesinin sebebi, İstanbul’u ele geçirme planlarına dayandırılmaktadır.
İstanbul’dan ayrılıp 1081 yılında İzmir’i ele geçirerek burada bağımsız hareket ettiği
bilinmektedir. Bu tarihten sonra yaptığı seferler ile İzmir çevresindeki hâkimiyetini
genişletmeye çalıştı. İlk olarak sahil şehirlerinden Urla ve Foçayı aldı. Daha sonra Midilli ve
Sakız’ı zapt edip Sisam ve Rodos’a kadar uzandı. I. Kılıçaraslan’a kızını vererek akrabalık
kurmaya çalıştıysa da, onun Çanakkale Boğazı, Trakya ve Edremit çevresine yaptığı seferler,
hem Bizans’ı hem de damadı I. Kılıçarslan’ı endişelendirdi. Bizans kaynaklarına göre Çaka
Bey bizzat damadı tarafından bir ziyafette öldürüldü. Ölüm tarihi ile ilgili farklı bilgiler
olmakla beraber, 1093-1095 arasında olduğu tarihî gerçeklere uygun düşmektedir.
Ölümünden sonra kuvvetleri dağılan, kurduğu sahil beyliği ortadan kalkan Çaka Bey, iyi bir
teşkilatçı ve denizci olup Adalar Denizi sahillerinde ilk Türk tersanesiyle, donanmasını
meydana getirmiştir. İzmir ve civarında ilk Türk yerleşmesini sağladığı gibi, bu bölgelerin
daha sonra Türkmen beylikleri tarafından fethine de zemin hazırlamıştır. Ayrıca Anadolu
Selçukluları ile Balkanlardaki Peçeneklari bir araya getirip Bizans’ın yerinde büyük bir Türk
devleti kurma ideali peşinde koştuğu da söylenebilir.
168
Anadolu’nun 1071 Malazgirt zaferinin ardından kısa sürede fethi, aynı zamanda
dalgalar hâlinde ve çok sayıda Türkmen nüfusun bu topraklara göç etmesi sayesinde
gerçekleşmiştir. Bu şartlar altında Anadolu’da kurulan Türk beylikleri, kısa sürede
Anadolu’nun Türkleşmesini sağlamış, hatta 1075 yılında İznik başkentli kurulan Anadolu
Selçuklu Devleti, Türk iskânının Anadolu’nun batı kesiminde ilerlemesine zemin
hazırlamıştır. Ama kısa süre sonra beliren Haçlı seferleri, Batı Anadolu’daki Türk ilerlemesini
durdurduğu gibi, 1261 yılında İznik Bizans Devleti’nin yeniden İstanbul’u merkez yaptığı
tarihe kadar geciktirmiştir.
Bu dönemde, yani 1071’den sonraki yaklaşık 200 yıl içerisinde, Batı Anadolu hariç
olmak üzere, bütün Anadolu’da Türk iskânı gerçekleşmiş, hem kentsel hem de kırsal kesimde
büyük oranda Türk yerleşmesi tamamlanmıştır. Başlangıçta Anadolu’ya gelen nüfusun büyük
bir kesimi konar-göçer Türkmenlerden oluştuğu için özellikle kırsal yerleşmeler ağırlıkta
kalmışsa da, Anadolu’ya gelen yerleşik nüfusun şehir ve kasabalarda yerleşmesi, kentsel ve
kırsal yerleşme dokusunun büyük çoğunluğunun Türkleşmesine yol açmıştır.
169
Osmanoğulları, 1302 yılında Aydınoğulları, 1304 yılında Karesioğulları, 1313 yılında
Saruhanoğulları bağımsız beyliklerini kurmuşlardır. Böylece aşiret beyleri tarafından
yürütülen iskâna açma süreci, beylikler vasıtasıyla yürütülmeye başlanmış ve ailesine,
aşiretine yerleşecek yer ve geçimini sağlayacak saha mücadelesi ile başlayan süreç, İslam dinî
yanında bir devletin de kurulmasıyla “cihada” dönüşmüştür. Ve yine tıpkı 1071 yılında
Anadolu’nun doğu ve ortasında yaşananlar, bu defa da batısında yaşanmıştır.
Bağımsız bir bey olarak ortaya çıkılan tarihler, yukarıda ifade edilenler olsa da,
bunların bulundukları sahada fetih veya mücadelelerinin daha önceki yıllarda başladığı
kesindir. Gerçekten de Osmanlı kroniklerinde Ertuğrul Gazi’nin Söğüt ve Domaniç çevresine
gelmesi, 1230 yıllarına kadar geriye götürülürken Saruhanoğulları Beyliğinin kurucusu
Saruhan’ın Batı Anadolu uç kesiminde 1290’lardan beri faaliyet yaptığını biliyoruz. Yine aynı
şekilde, Menteşeoğulları’nın gelişleri hakkında net bir tarih bilinmese de, daha 1282 yılında
Bizans kaynaklarında Menteşe Bey’in adı, -sonradan Aydınoğulları beyliği olacak sahadaki-
Tralles (Aydın) ve Nyssa’yı (Sultanhisar) ele geçirmesi dolayısıyla zikredilir. Menteşe Bey’in
ölüm tarihi de yine net olmayıp 1293’ten sonra olduğu tahmin edilmektedir. Burada verilen
örneklerde görüldüğü üzere, bu ve diğer beyliklerin tamamı da bağımsızlıklarını kazandıkları
tarihten çok daha önce bu bölgelere gelip yoğun bir şekilde yerleşmişlerdi. Aksi durumda,
daha ilk geldikleri yılda bağımsız bir bey olmaları, tarihî gerçeklere uygun düşmeyecektir. Bu
konuda hem hakkında daha fazla bilginin olması hem de Osmanlı soyunun başlangıcı olması
bakımından Ertuğrul Gazi örneğine biraz daha ayrıntıda bakmak faydalı olacaktır.
Osman Bey’in babası Ertuğrul Gazi, savaşlarda Selçuklular yanında yer alması
karşılığı yurt olarak 1230’da Ankara yakınlarındaki Karacadağ’a yerleşmişse de, bir süre
sonra Sultan Alaeddin’den izin alarak batıya Bizans sınırındaki Söğüt çevresine yerleşti.
Burada Bizans’a akınlar düzenleyen Ertuğrul Gazi ve beraberindeki Türkmen beyleri, uzun
süren bir mücadele sonucunda Karacahisar’ı ele geçirdiler (1231-32). Şehrin tekfurunu
yakalayarak elde edilen ganimetin beşte biriyle birlikte Sultan Alâeddin Keykubad’a
gönderdiler. Ganimetin geri kalanını da gaziler arasında paylaştırdılar. Ertuğrul Gazi,
Karacahisar Kalesi’ni ele geçirdikten sonra Söğüt üzerine yürüyerek Osmanlı Beyliğinin ilk
başşehri olan bu yere de hâkim oldu. Onun bu başarıları sonucunda Selçuklu sultanı Söğüt ve
çevresini kendisine yurt olarak verdi. Ertuğrul Gazi Söğüt ve çevresine yerleştikten sonra
Bizans sınırı boylarında bulunan diğer uç beyleriyle birlikte mücadeleyi sürdürdüğü gibi,
komşu Rum beyleriyle (tekfurlar) dostluk kurmaya da çalıştı. Onun Bizans’a karşı yaptığı
akınlar sırasında çevrede bulunan Akçakoca, Samsa Çavuş, Kara Tegin, Aykut Alp ve Konur
Alp gibi tecrübeli uç beyleri de etrafında toplanmışlardı. Böylece Söğüt’e yerleşmiş olan Kayı
aşireti her geçen gün biraz daha büyüyerek kuvvetlendi. Osmanlı kaynaklarındaki rivayetlere
göre Batı Anadolu’da Türkiye Selçukluları’na bağlı bir uç beyi olarak faaliyetlerini sürdüren
Ertuğrul Gazi, Cimri olayından sonra Bizans sınırlarına gelen Selçuklu Sultanı III. Gıyaseddin
Keyhüsrev’i karşılamış ve ona bağlılık bildirip hediyeler takdim etmişti (1279). Bu tarihten
sonra Ertuğrul Gazi’nin oldukça yaşlandığı ve Kayı aşiretinin idaresini oğlu Osman Bey’e
bıraktığı anlaşılmaktadır. Muhtemelen bu son tarihten kısa bir süre sonra da doksan yaşını
aşmış olduğu hâlde vefat etmiştir (1281-82). Ölüm tarihi olarak 1288 veya 1289 yılları da
verilmektedir.
170
Bütün gelişmelerden sonra, kentsel merkezlerde yerleşen Türk nüfus, hem doğudan
gelen göçlerle hem de konar-göçerlerin zamanla yerleşik hayat geçmesiyle kısa sürede
artmışsa da, kırsal kesimdeki artışın gerisinde kalmış olmalıdır. Çünkü göçmenlerin büyük
kesiminin konar-göçerlerden oluşması nedeniyle, yayla-kışla, güzle, barla, mezra ve nihayet
köylerden meydana gelen kırsal iskân merkezlerinin kısa sürede artarak, Anadolu sathında
yaygınlaştığı tahmin edilebilir. Ama bu husus, yanlış anlaşılmamalıdır. Çünkü sadece
Selçuklular değil, Anadolu’da kurulan beyliklerden kalan mimari yapılar, yapılardaki teknik
ve kullanılan motifler, bugüne ulaşan az sayıdaki yazmalar, vakfiyeler, beyliklerin yönetim
yapısı, organizasyonları vb. bile, kırsal ve konar-göçer bir uygarlık değil, kesinlikle yerleşik
ve kentli bir uygarlığın kanıtlarıdır.
171
madenleri (şap-tuz), dokumaları ve zirai mahsulleri Foça, Ayasuluk, Balat, İzmir gibi
iskelelere ulaşıyor ve buradan Avrupa’ya sevk ediliyordu. 15. yüzyıla doğru bu iskelelerden
Foça, Ayasuluk ve Balat’ın önemi azalmaya başladı. Buna karşılık güneydeki Antalya ve
Alanya Mısır’dan ve Suriye’den gelen malların girdiği, ayrıca Anadolu mallarının satıldığı
önemli limanlar hâline geldi. Pamuklu dokumalar, ipekliler, ham pamuk, halı, kilim, deri
mamulleri, zamk, bakır, gümüş, mazı, kereste, susam, balmumu ve tahıllar Anadolu’nun ticari
değere sahip mahsullerini teşkil ediyordu. Kütahya, Alaşehir ve Denizli’nin kumaşları ve
tülbentlerinin yanı sıra Diyarbekir, Alaşehir ve Balıkesir’in ipekleri Bizans sarayına
gidiyordu. İç Anadolu ve Doğu Anadolu’nun sofları Arap ülkelerinde çok beğeniliyordu.
Anadolu’da özellikle Foça, Şebinkarahisar, Ulubat ve Kütahya’da çıkarılan şap, Ceneviz ve
Floransalılar tarafından işleniyordu. En önemli dış satım mallarından biri de pamuktu. Mazı,
zamk ve reçine gibi maddelerin ihraç limanları ise Balat, Alanya ve Antalya idi. Avrupa
ticaretinde özellikle Venedikliler büyük rol oynuyordu ve bunlar daha ziyade Batı
bölgelerinde faaliyet gösteriyordu. Cenevizliler ise öteden beri kolonilerinin bulunduğu kuzey
sahillerinde ticaret yapıyorlardı. Buna karşılık Batı’da sahile açık bulunan ve denizcilikle
uğraşan Türkmen beylikleri de deniz ticareti yaparak, Avrupalı denizci devletlere zaman
zaman rakip oluyorlardı.
Önceki dönemlerden ve özellikle Bizans devrinden kalan köylerin belki büyük bir
kesimi, harabe ve viran şeklinde de olsa Türklerin gelişini gördüğü için, Türkler tarafından
kurulan yerleşme merkezlerinden özellikle köyler sayı bakımından en büyük oranı teşkil
etmiştir. İşin içerisine bir de konar-göçerlerin kurduğu yaylak ve kışlakları da dâhil
ettiğimizde ve bunların büyük kısmının zaman içerisinde mezra, köy ve hatta kasaba ve
şehirlere dönüştüğünü dikkate aldığımızda, Türkler tarafından kurulan iskân merkezlerinin
çok daha fazla sayılara ulaştığı görülebilir. Kasaba ve şehirler ise, bilhassa güvenlik açısından
taşıdıkları üstünlükleri nedeniyle, Türkler geldiklerinde iskân hâlen devam ettiği için, Türkler
tarafından sıfırdan kurulan kasaba ve şehir sayısının fazla olduğu söylenemez. Böylece,
Malazgirt’ten Osmanlının kuruluşuna kadar geçen sürede, Trakya’nın bütünü ve Marmara
kıyılarında bazı kısımlar ile Trabzon Rum Devleti toprakları dışarıda kalmak üzere, Anadolu
bütününe tamamen Türklerce yerleşilmiş, köyler, kasaba ve şehirler tamamen Türk-İslam
kültürünün birer parçası hâline gelmiştir.
172
6.2. Anadolu’da Birinci Türk Beylikleri
Anadolu’ya geldikleri zamanlarda önce ovaları, vadileri ve yaylaları işgal eden Türk
oymakları tedricen kaleleri almışlar ve surlar ile çevrili şehirlere, askerî ve iktisadi
bakımlardan ehemmiyetli merkezlere de nüfuz ederek, oralarda müstakil beylikler
kurmuşlardır. Malazgird zaferini takip eden yıllarda şarki Anadolu’da kurulup da, yeni
vatanda Türk siyasi birliğini tesise çalışan Anadolu Selçuklularını uzun müddet uğraştıran da
yine bazı Türkmen devletleri, yani birinci Türk beylikleri olmuştur.
Anadolu’da kurulan Türk Beylikleri denildiği zaman, ilki 1071 zaferinden sonra
Anadolu’da yerleşerek kısa sürede mahalli birer güç hâline gelen bazı reis-kumandanların
kurdukları siyasi teşekküller ve ikincisi ise Anadolu Selçuklu Devleti’nin zayıflama
sürecinde, yine önce mahalli güç hâline gelerek daha sonra bağımsız hareket eden reislerin
kurdukları siyasi teşekküller akla gelmektedir. Her iki süreç de benzer koşullar altında
başlayarak devam etmiş ve yine benzer şekilde sonuçlanmıştır. Tarihin her devrinde her
medeniyette görülen bir gelişme ile Anadolu’da var olan siyasi otorite boşluğundan
faydalanan liderler, önce kendi başlarına harekete geçmiş ve zamanla bağımsızlıklarını ilan
etmişlerdir.
1071 Malazgirt zaferinin ardından hızla harekete geçen Büyük Selçuklu komutanları,
çok kısa bir süre içerisinde Anadolu’nun batısına, Marmara kıyılarına dayanmışlardı. 1075’te
173
İznik’in alınması ve burasının merkez yapılmasıyla birlikte, Anadolu Selçukluları fiilen
kurulmuş oldu. Ancak, Anadolu’nun batısında ortaya çıkan ve önceleri hukuken Büyük
Selçuklulara tabii olan bu devlet, doğudan batıya Anadolu’nun tamamının hâkimi değildi.
Doğu Anadolu’dan başlamak üzere, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde, buraları fethetmiş olan
komutanlar, kısa süre içerisinde, tıpkı İznik’i ele geçirenler gibi, kendi devletlerini kurmaya
başladılar.
Böyle bir sürecin yaşandığı Anadolu’da kurulan ilk Türk devletleri, kurucuları ve
kuruldukları sahalar şu şekilde sıralanabilir: Danişmend Gazi önderliğinde Sivas merkez
olmak üzere Tokat, Niksar, Amasya ve Kayseri civarında Danişmendliler (1072/1080-1178);
Saltuk Bey önderliğinde merkezleri Erzurum olmak üzere Bayburt, Kars, Oltu, İspir, Tercan
ve Trabzon havalisinde Saltuklular (1072-1202); Mengücek Gazi önderliğinde Erzincan,
Kemah, Divriği çevresinde Mengücekler (1080-1228); Artuk Bey’in oğulları önderliğinde
Hasankeyf, Diyarbekir, Mardin ve Harput çevresinde Artuklular (1102-1409) kurulmuştur.
Van Gölü havzasında Sökmenliler (1110-1207); Bitlis, Erzen dolaylarında Togan-
Arslanoğulları-Dilmaçoğulları (1084-1192); Diyarbekir ve çevresinde İnaloğulları (1098-
1183); Harput merkez olmak üzere Palu, Arapkir ve Çemişgezek’te Çubukoğulları (1085-
1213); İzmir ve çevresinde Çaka Bey (1081-1093); Efes ve çevresinde Tanrıvermişoğulları
(1081-1093) hâkimiyet sağlamışlardır. Söz konusu beylikler, bu bölgelerin Türkleşmesinde
önemli katkılar yapmışlarsa da bunlardan hiçbirisi uzun süreli olmamış, fazla genişleyip
büyüyememiş ve zamanla Türkiye Selçukluları egemenliğine girmiştir. Bu beylikler arasında
en önemlileri, dolayısıyla burada bahsedilecek olanlar Danışmendliler, Saltuklular,
Mengücekler ve Artuklulardır.
174
altına almışlardır. Bizans ve Haçlılarla savaşan Danişmend Gazi, Gümüştegin Gazi, Emir
Gazi ve Melik Muhammed’in adları asırlarca halk arasında saygıyla anılmış ve destanlara
konu olmuştur. Ancak Yağıbasan’dan sonra iş başına gelen ve birbirleriyle mücadele eden
Danişmendli beyleri Bizans’a ve Atabeg Nureddin Mahmud Zengi’nin politikalarına alet ol-
muş ve Anadolu Selçuklularına karşı bir koz olarak kullanılmışlardır. Danişmendlilarin
yıkılışından sonra bu hanedana bağlı çeşitli boylar Anadolu’ya dağılmışlar, bazıları da
Rumeli’de yerleştirilmişlerdir. Yukarıda da belirtildiği gibi, 1296-1360 yılları arasında
Balıkesir ve Çanakkale yöresinde hüküm sürmüş olan Karesioğulları da muhtemelen
Danişmend Gazi’nin ahfadı tarafından kurulmuştur.
Artuklular, Hısn-ı keyfa (Hasankeyf), Mardin ve Harput kolu olmak üzere üç kol
hâlinde hüküm sürmüşlerdir. Artukluların içtimai ve iktisadi hayatı hakkında bilgiler çok
azdır. Ancak komşu ülkelere göre en az verginin bu ülkede alındığı bilinmektedir. Hatta bu
yüzden civar bölgelerden bu ülkeye göç edenlerin sayısı oldukça fazladır. Ağır savaş
masraflarına karşılık vergilerin azlığı ve maliyenin zenginliği, halkın hayat seviyesinin yüksek
olduğunu göstermektedir. Artuklu hükümdarları ticari ve içtimai hayatı canlı tutmak için
çarşılar, kervansaraylar, köprüler, camiler ve medreseler yaptırmışlardır. Artuklu
hükümdarları fikir ve ilim adamlarını da korumuşlardır. Artukluların kurmuş olduğu
medreselerde İslami ilimlerin yanı sıra tıp, riyaziye ve felsefe derslerinin de okutulduğu
bilinmektedir.
175
Şekil 5: Artuklular döneminde yapılan Malabadi Köprüsü (1147). Malabadi
Köprüsü, Silvan şehrine 20 km mesafede yer almaktadır. Silvan-Batman yolunda ve Batman
Çayı üzerinde olan bu köprü, 7 m eninde ve 150 m uzunluğunda bir taş köprüdür.
Yüksekliği, su seviyesinden kilit taşına değin 19 m olan köprü, dünyada taş köprüler
içerisinde kemeri en geniş olandır. Köprü, kemerinin her iki yanında, iç tarafta kervan ve
yolcular tarafından, özellikle kışın zorlu günlerinde barınak olarak kullanılan iki oda
bulunmaktadır. Köprü nöbetçileri tarafından da kullanılan bu odaları daha önceleri
dehlizlerle yolun dipleri ile bağlantılı olduğu, gelen kervanların ayak seslerinin bu dehlizler
vasıtası ile daha uzaklarda iken duyulduğu söylenir.
176
Saltuk Bey’in Malazgirt zaferinden önceki hayatı hakkında bilgi yoktur. Anadolu’nun
fethinde büyük hizmetlerde bulunduğu için Kars, Pasinler, Oltu, Erzurum, Tortum, Tercan,
İspir, Bayburt, Şebinkarahisar ve yöreleri veraset yoluyla çocuklarına intikal etmek üzere
kendisine ikta edilmiştir. Beyliğin 1080 yılında kurulduğu da ileri sürülür. Erzurum ve
çevresinin Emir Saltuk Bey’e ikta edilmesi onun diğer beylerden daha önemli konumda
olduğunu göstermektedir. Saltuklular zamanında Erzurum ve çevresi iktisadi ve ticari
bakımdan oldukça gelişmişti. Önemli ticaret yolları sayesinde yüksek gelirler elde ediliyor,
geniş otlaklara bağlı olarak zengin bir hayvancılık faaliyeti yürütülüyordu.
177
karşı vermiş oldukları mücadelelerle Anadolu’nun “Türk yurdu” hâline gelmesine çok büyük
katkılar sağlamışlardır.
178
Uygulamalar
179
Uygulama Soruları
180
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Önceki dönemlerden ve özellikle Bizans devrinden kalan köylerin belki büyük bir
kesimi, harabe ve viran şeklinde de olsa Türklerin gelişini gördüğü için, Türkler tarafından
kurulan yerleşme merkezlerinden, özellikle köyler sayı bakımından en büyük oranı teşkil
etmiştir. İşin içerisine bir de konar-göçerlerin kurduğu yaylak ve kışlakları da dâhil
ettiğimizde ve bunların büyük kısmının zaman içerisinde mezra, köy ve hatta kasaba ve
şehirlere dönüştüğünü dikkate aldığımızda, Türkler tarafından kurulan iskân merkezlerinin
çok daha fazla sayılara ulaştığı görülebilir. Kasaba ve şehirler ise, bilhassa güvenlik açısından
taşıdıkları üstünlükleri nedeniyle, Türkler geldiklerinde iskân hâlen devam ettiği için, Türkler
tarafından sıfırdan kurulan kasaba ve şehir sayısının fazla olduğu söylenemez. Böylece,
Malazgirt’ten Osmanlının kuruluşuna kadar geçen sürede, Trakya’nın bütünü ve Marmara
kıyılarında bazı kısımlar ile Trabzon Rum Devleti toprakları dışarıda kalmak üzere, Anadolu
bütününe tamamen Türklerce yerleşilmiş, köyler, kasaba ve şehirler tamamen Türk-İslam
kültürünün birer parçası hâline gelmiştir.
181
Bölüm Soruları
b) 6.yy
c) 7.yy sonları
c) Savaş ve istilalar
a) Oğuzlar
b) Peçenekler
c) Kıpçaklar
182
d) Akhunlar
e) Avarlar
a) Mekân
b) Ortam
c) Doğal Ortam
d) Yerleşme
e) Kır Yeleşmeleri
a) Yerleşmeler
b) Mekân
c) Fiziki Şartlar
d) Doğal Ortam
e) Beşeri Faaliyetler
a) Coğrafya
b) Tarihi Coğrafya
d) Arkeoloji
e) Coğrafya Tarihi
a) Nomadic Yaşam
b) İptidai Yaşam
183
c) Semi Sedanter Yaşam
d) Sedanter Yaşam
a) Çubukoğulları-Çaka Bey
b) Danişmendliler-Danişmend Gazi
c) Saltuklular-Saltuk Bey
d) Mengücekler-Mengücek Gazi
e) Artuklular-Artuk Bey
10) Sivas, Tokat, Malatya civarlarnda hüküm sürmüş olan beylik aşağıdakilerden
hangisidir?
a) Mengücekler
b) Danişmendliler
c) Çubukoğulları
d) Saltuklular
e) Tanrıvermişoğulları
Cevaplar: 1) e; 2) a; 3) d; 4) e; 5) d; 6) a; 7) b; 8) d; 9) a; 10) b
184
7. TÜRKİYE SELÇUKLULARI
185
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
7. Giriş
186
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
a) İstanbul
b) Trabzon
c) Konya
d) İznik
e) İzmit
b) Süleymanşah Dönemi
a) 1071
b) 1075
c) 1250
d) 1170
e) 1296
Cevaplar:1) d; 2) a; 3) b
187
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
188
Anahtar Kavramlar
189
Giriş
190
Anadolu’nun sonraki yüzyıllardaki sosyo-politik yapısını şekillendiren unsurlar oldular.
Dolayısıyla, Türkiye Selçukluları’nın hem bizatihi kendi siyasi varlıkları hem de
kendilerinden sonra oluşan kaotik boşluğu dolduran sair siyasal yapılara alan açmaları
bakımından belirli bir dönemin mimarları olarak değerlendirmek gerekir.
191
7.1. Türkiye Selçukluları
Türklarin başarılarının hemen ardından Haçlıların Anadolu’ya ilk defa girip kısa
sürede İznik’i almaları ve Komnenos sülalesi zamanında Bizans’ın canlanması ile Selçuklular,
Anadolu’nun batısından ve kıyı bölgelerden geri çekilmek zorunda kaldılar. Merkezlerini
Konya’ya taşıyıp, Haçlılara karşı büyük mücadeleler verdiler. II. Kılıç Arslan Malazgirt’ten
105 yıl sonra, 1176 yılında imparator Manuel’i Miryokefalon’da hezimete uğrattı. Bu savaş
sonucunda Bizanslıların Türkleri Anadolu’dan geri atma ümitleri tamamen kırıldı. Ancak
Haçlıların 1190’da Konya’da kazandıkları savaş ve taht etrafındaki kavgalar sonucunda
devletin II. Kılıç Arslan’ın (ö. 1192) 12 oğlu arasında bölünüşü Selçuklu Devleti’ni bir süre
zayıflattı.
Şekil 6: Divriği Ulucami. Mengücekoğulları’ndan Ahmet Şah ile eşi Melike Turan
tarafından 1228 tarihinde tamamlanan Divriği Ulucami ve Şifahanesi, çevresindeki taş
ocaklarından çıkarılmış bir cins tüften inşaa edilmiştir. Ulucami Iğımbat Dağının eteğinde
olup Ulucamiye geniş bir görüntü kazandırmıştır. Caminin en güzel tarafı kapılarda ve
sütunlarda işlenmiş olan motiflerdir. Birçok araştırmacının dikkatini çekmiş ve görenler
hayran kalmıştır. İçe bakışı hitap eden bu motifler caminin yapımında çalışan mimarların
kendi geleneklerine, sanatsal anlayışlarına göre, karışık motiflerle özgün ve harika bir şaheser
ve ibadethane ortaya çıkarmışlardır. Sanat tarihçisi Doğan Kuban, Divriği Mucizesi adlı
eserinde, mimari bakımdan caminin bir mucize olduğunu yazmaktadır. Eseri yapan mimarın
başka bir eserine rastlanmaması ilginçtir. Son yıllarda UNESCO tarafından Dünya Mirasını
Koruma kapsamına alınmıştır. Kaynak: O. Gümüşçü arşivi.
193
Türkiye Selçuklu Devleti’nin en geniş sınırlarına ulaştığı ve en zengin dönemini
yaşadığı, fakat II. Gıyaseddin Keyhusrev gibi zayıf bir hükümdarın elinde bulunduğu 1240
yılında, Baba İlyas tarafından yönetilen Babailer isyanının büyük bir zorlukla bastırılması,
Anadolu’ya saldıramayan Azerbaycan’daki Moğollara devletin dışarıdan göründüğü kadar
güçlü olmadığını gösterdi. Bu durumun farkına varan Moğolların batı ordusu kumandanı
Curmagun Noyan’ın görevlendirdiği Baycu Noyan, 1242 yılının sonlarında Erzurum’u ele
geçirerek halkını kılıçtan geçirdi ve baharda Anadolu’ya tekrar saldırmak üzere
Azerbaycan’daki Mugan’a döndü. Bahar gelince Selçuklu ordusu Kayseri’de toplandı.
Tecrübeli devlet adamları ısrarla, ordunun erzak ve silah dolu olan Sivas’a arkasını vererek
mevzilenmesi ve bazı birliklerin de ileriye gönderilerek düşmanın gelişine zorluk çıkarmak
için geçitleri tutması görüşünü ileri sürdüler. Fakat sultan, çevresindeki genç kumandanların
görüşünü tercih ederek ileri gidilmesi emrini verdi ve ordu Sivas’ın 80 km kuzey doğusundaki
Kösedağ düzlüğüne ulaştı. Burası, Erzincan yönünden gelecek bir orduyu durdurmak için en
uygun yerdi ve burada yapılacak cesur bir savunma ile Moğol güçleri perişan edilebilirdi.
Fakat 1243 yılı temmuz ayı başlarındaki savaşta Selçuklu ordusu felakete uğradı. Yenilgi
gecesi Amasya’ya kaçan Vezir Mühezzebüddin Ali, Baycu Noyan’ın geri dönüşünün hemen
ardından bir barış antlaşması yapmak amacıyla yanına değerli armağanlar da alarak Mugan’a
gitti. Baycu Noyan, Curmagun Noyan’ın da muvvafakatıyla barış teklifini kabul etti;
imzalanan antlaşmaya göre kıymetli armağanların yanında Selçuklular Moğollara her yıl
3.600.000 dirhem, 10.000 koyun, 1000 sığır, 1000 deve vereceklerdi. Daha sonra Moğollarla
tabilik antlaşması imzalandı ve Batu Han, Sultan II. Gıyaseddin Keyhusrev’e tabiliğinin
işareti olarak ok, yay, kılıç ve börk gönderdi. Böylece Orta Doğu’nun en kuvvetli devleti olan
Türkiye Selçukluları Kösedağ bozgunuyla tabi devlet durumuna düşmüş, devlet gelirlerinin
önemli bir kısmı her yıl Moğollara gönderilmeye başlanmış, bu vergi gittikçe artarak devleti
de halkı da daha da yoksullaştırmıştır. Yalnız siyasi değil içtimai bakımdan da 13. yüzyıl
Anadolu tarihinin en önemli olayı, Moğol istilasıdır. 1243 yılındaki bu hadise, Anadolu’ya
doğudan yaklaşmakta olan Moğol tehlikesinin ne kadar ciddi bir problem olduğunu kanıtladı.
1243 yılında Moğollarla yapılan Kösedağ Savaşı Türkiye Selçuklu Devleti’nin talihini
tersine çevirdi ve üç yıl sonra Moğollar Anadolu topraklarına ayakbastılar. Bu, yakıp
yıkmalar, yağmalar, Selçuklu şehzadeleri arasında taht kavgaları ve halk isyanlarıyla dolu bir
yarım asrın başlangıcıydı. Moğol hâkimiyeti dönemi Anadolu’nun İslamlaşma sürecinde
herhangi bir duraklamaya yol açmadı. Zira 1250’lerden itibaren yirmi yıl kadar Şamanist
Moğollar İslamiyet ve Hristiyanlık karşısında kayıtsız davrandılar. Bununla birlikte hasımları
Müslüman Selçuklulara karşı, sırf siyaset icabı yerli Hristiyan ahaliye dayanmayı da tercih
ettiler. Böylece Hristiyan zümreler istilacılardan bazı yeni dinî imtiyazlar koparmayı ve onları
Türklare karşı kullanmayı bir ölçüde başardılar. Ancak bu durum Moğolların İslamiyet'i
kabullerine kadar, yani elli yıla yakın bir süre devam edebildi. Moğolların sırf Selçukluların
nüfuzunu kırabilmek için başlangıçta Hristiyanlara karşı böyle iyi davranmaları, Batı
Hristiyanlık âleminin dikkatini çekti. Nitekim Katolik mezhebine mensup bazı misyoner
tarikatlar Moğolları Hristiyan yapabilmek amacıyla harekete geçtiler. Ancak bu faaliyetler bir
sonuç vermedi ve Moğollar İslamiyet’i seçtiler. Özellikle İlhanlı hükümdarı Gazan Han’ın
1296 yılında resmen Sünni mezhebini kabul ederek İslamiyet’e girişi, Anadolu’da İslamlaşma
olgusunu yeniden hızlandırdı. Geldiklerinden bu yana Anadolu bozkırlarında Şamanist dinî
194
hayatlarını sürdüren göçebe Moğol oymakları, Türkmen babaları vasıtasıyla yavaş yavaş
Müslüman olmaya ve toprağa yerleşmeye başladılar. Ayrıca 1250’lerden beri süren kargaşa
dönemi de böylelikle ağır bir şekilde son bulmuş oldu.
1075 yılında İznik merkez olmak üzere Türkiye Selçuklu Devleti’ni kuran
Kutalmışoğulları, aynı hanedandan gelmekle birlikte, Büyük Selçuklulara tabi olmayarak,
onlarla rekabet hâlinde yeni bir devlet kurdular. Binlerce yıllık tarihi boyunca üzerinde
yaşayan hiçbir milletin adıyla anılmayı hak edecek bir değişim yaşamamış olan Anadolu,
Selçuklular zamanında Türkiye adını aldı. Türkiye sadece bir ülkenin adı olmakla kalmadı;
yüz yıla yakın bir zamandır yurt arayışı içerisinde olan Türklarin ikinci yurdu oldu. Yaklaşık
üç buçuk asır hüküm süren Türkiye Selçuklu hanedanı, Bizans İmparatorluğu, Ermeniler,
haçlılar, Büyük Selçuklular ve onların halefleri ve son olarak da Moğollarla yaptıkları sürekli
mücadelelere rağmen vatan kıldıkları Anadolu’yu, mamur ve müreffeh bir ülke hâline
getirdiler. Anadolu, Selçukluların son döneminde ortaya çıkan siyasi parçalanmaya rağmen
Türkmen Beyliklerinin kuruluşu, kıyıların fethinin tamamlanması suretiyle Anadolu’daki
demografik değişime, kültürel ve medeni gelişmeye de katkı sağladı. Selçuklular bu birikimi,
kendisinden sonra devleti yeniden birleştiren Osmanlı hanedanına miras bıraktılar. Selçuklu
döneminde kurulan bu sağlam zemin üzerinde yükselen ve üç kıtada, Akdeniz havzasında
cihanşumul bir imparatorluğa dönüşen Osmanlı İmparatorluğu Selçukluların sadece halefi
değil; devamı ve hatta bizatihi kendisidir.
Yukarıda da belirtilmiş olduğu gibi, merkezî otorite kurmuş olan bütün devletler sahip
oldukları toprakları, yönetimi iyi organize etmek ve idari sorunları en aza indirmek amacıyla
küçük idari birimlere/ünitelere ayırmıştı. Dolayısıyla en eski devirlerde olduğu gibi Türkiye
Selçukluları döneminde de ülke bir takım idari birimlere ayrılmış olup bu ayrımda geçmiş
195
dönemlerden izler ve alıntılar bulunuyorsa da, Anadolu röliyefinin baskın koşullarının idari
birimlerin sınırları ve etki alanları üzerinde belirleyici olduğu açıkça görülebiliyordu.
Ülkenin bölündüğü idari birimler, özel bir statüsü olan başkent dışında kalan bütün
toprakları, yani taşrayı kapsıyordu. Taşra bilindiği gibi devletin vergi kaynağı, toplumun da
tahıl ambarıdır. Köylünün ekip biçtiği, hububat üretilen bu topraklardan hem ikta vergisi
tahsil ediliyor hem de ülkenin tahıl ihtiyacı karşılanıyordu. Orta Çağ İslam dünyasında
mevcut olan ikta sistemi, Selçuklu veziri Nizamül-Mülk tarafından “askerî ikta” şeklinde
geliştirilip yaygınlaştırılmış; böylece toprağa bağlı ve sadece sefer zamanlarında orduya
katılan bir askerlik sistemi ortaya çıkmıştı. Aslında ikta uygulaması, daha sonra Osmanlı
Devleti’nde de ülke toprakları üzerinde devletin mülkiyetinin esas olduğu miri arazi
sisteminin bir parçası olarak devam etmiştir.
Bu açıklamadan sonra Osmanlı dönemi idari bölünüşü gibi net ve detaylı bilgi sahibi
olamadığımız Selçuklu dönemi idari bölünüşü ile ilgili bazı görüşleri belirtmek faydalı
olacaktır. Bu konuda, müellifin kaleme aldığı tarih eskimiş olsa da, Türk Tarih Kurumu
tarafından yeni basılan M. H. Yinanç’ın eserinden faydalanmak mümkündür. Bu dönemin
idari bölünüşü ile ilgili olarak Yinanç bize şu bilgileri vermektedir: Anadolu Selçuklu
sultanlığında, sultandan aşağıda bulunan emirlerin ve saltanatı teşkil eden emirliklerin sayısı,
farklı kaynaklarda bazı değişiklikler olsa da aşağıdaki gibi sıralanabilir:
196
8- Sinop, Kastamonu ve Çankırı’yı içine alan Emir Kara Tekin tarafından kurulan
emirlik.
9- Yukarı Ceyhan, yani Elbistan, Maraş çevresini içine alan Emir Buldacı
tarafından kurulan emirlik.
10- Merkezi Tarsus şehri olmak üzere bütün Çukurova bölgesini kapsayan emirlik.
12- İzmir merkez olmak üzere Batı Anadolu’nun orta kısmında diğer bir emirlik.
13- Efes merkez olmak üzere eski Karya bölgesini içine alan bir emirlik.
14- Orta Anadolu’da doğrudan doğruya Anadolu sultanına ait olan Konya emirliği.
19- Antalya’nın merkez bulunduğu eski Pamfilya ve Likya bölgelerine hâkim olan
bir emirlik.
20- Eski Pisidya, yani bugünkü Burdur-Isparta havalisini içine alan diğer bir
emirlik.
21- Harput, Genç havalisi ile Pötürge sahasını içine alan ve Emir Çubuk tarafından
kurulan Harput emirliği.
22- Eski Misya, yani Balıkesir ve Çanakkale havalisini içine alan diğer bir emirlik.
23- İznik şehrinin merkez olduğu eski Bitinya, yani Bolu ve Kocaeli ile Bursa
havalisini içine alan ve bizzat sultanın idaresinde bulunan İznik emirliği.
197
Bu dönem idari bölünüşü hakkında K. Özcan tarafından yapılan çalışmada ise şu
birimler tespit edilmiştir: Anadolu ya da Rum Eyaleti, Danişmendiye Eyaleti ya da
Danişmend İli, Kamerüddin Eyaleti ya da Kamerüddin İli, Canik ya da Canit Eyaleti, Ahlat
Eyaleti, Güney ya da Sol Kol ve Kuzey ya da Sağ Kol Uc Eyaletleri, Güney ya da Kuzey
Sahilleri Komutanlıkları ya da Eyaletleri, Saltuk İli ya da Erzincan Melikliği veya Eyaleti,
Maraş Uc Eyaleti, Uluborlu Melikliği ya da Tunguzlu-Honaz Uc Eyaleti.
1- Doğrudan merkezî idareye ya da Sultana bağlı subaşı ya da şahne adı verilen askerî
veya sivil valiler yönetimindeki idari birimler,
Yukarıda da belirtildiği gibi yol, insanlar arasında çeşitli mekân münasebetlerini temin
eden, insanların ve ihtiyaçlarının taşınmasına olanak sağlayan hayvanlar ile nakil vasıtalarının
hareketine müsait arazi şeritleridir. Yer şekilleri, iklim, yükselti, su, yiyecek ve konaklama
temini ile güvenlik gibi faktörlere bağlı olan ulaşım; bilimsel ve teknolojik açıdan 20. yüzyıl
başlarına gelinceye kadar çok az gelişip değişmiştir. Başlangıcından, motorlu kara taşıtlarının
198
keşfedildiği 19. yüzyıl sonlarına kadar, karayollarının durumu ile ulaşım araçlarının binlerce
yıl boyunca fazlaca değişmediği bilinen bir gerçektir.
D. Matthew’e (1988) göre, Orta Çağ ticaretinin ana sürükleyicisi Akdeniz bölgesi
olmuştur ve bu trafikten en büyük karı İtalyan kentleri sağlamışlardır. Haçlı seferleri sırasında
Hristiyanlar Müslümanlara meydan okuyarak bölgedeki ticaretten büyük bir pay almışlardır.
Doğu Akdeniz’de egemen olan iki İtalyan kenti Venedik ve Cenova, 1204’te Latinlerin
İstanbul’daki imparatorluğu gayrimeşru olarak ele geçirmesinden özellikle karlı çıkmışlardır.
Her iki kent için de İstanbul ticaretinin denetimini elde etmek ve Karadeniz’e çıkış sağlamak,
refahlarının ve Batı Avrupa ticaretindeki önder konumlarının temelini meydana getirmiştir.
13. yüzyılda Karadeniz ticaretinin değeri, Moğol İmparatorluğunun siyasal gücü tarafından
sunulan ticaret güvenliği sayesinde daha da artmıştır. Bu durum tüccarları olduğu kadar, yolcu
ve misyonerleri de, Kırım’dan Çin’e gitme konusunda cesaretlendirmiştir. Bu yolculuklar 14.
yüzyılın ortalarında Moğol hanedanının yerini Mingler alana kadar (1368) sürdürülmüştür.
Türk fütuhatına kadar Bizanslılar döneminde daha çok deniz yollarının kullanılması
dolayısıyla, ticari yönden büyük önem taşımayan Anadolu, Akdeniz’in batı, güney ve
doğusunun Müslümanların eline geçmesiyle tamamen ticari faaliyet dışında kalmıştır.
Müslümanların hâkimiyetinde iken Akdeniz ticareti Orta Asya’dan Bağdat’a, oradan da
Suriye limanları vasıtasıyla Afrika ve Endülüs’e yapılıyordu. Ayrıca Anadolu’nun İslam ve
Hristiyan âleminin mücadele sahası içinde kalmış olması, ticari faaliyetleri durdururken
savaşların getirdiği tahribat da iktisadi hayatın gelişmesine engel olmuştur. Bu karmaşaya son
veren Selçuklu fütuhatı Anadolu'nun Müslümanlar ve Hristiyanlar arasında bir köprü vazifesi
görmesine ve dünya ticareti bakımından önemli bir yer kazanmasına yol açmıştır. Özellikle
Bizans ve Haçlı saldırılarının durdurulmasından sonra, 12. yüzyıla girerken ticari faaliyetler
artmış, Anadolu'da bu dönemde yollar doğu-batı ve kuzey-güney istikametinde iki ana
güzergâh hâlinde öne çıkmıştır. Bunlardan doğu-batı yönünde olanı Antalya ve Alanya'dan
başlayarak daha sonra Yumurtalık’a; Konya, Aksaray, Kayseri, Sivas, Erzincan ve Erzurum
üzerinden İran ve Türkistan’a ulaşırdı. Kuzey-güney yönünde olanı da yine Antalya, Alanya
veya Yumurtalık’tan Kayseri yoluyla Sivas’a gelir ve birinci yolla birleşir, buradan Tokat-
Sinop veya Tokat-Samsun güzergâhından deniz yoluyla Kırım’da Suğdak limanına ulaşırdı.
199
Bu yol Elbistan-Malatya-Diyarbakır üzerinden Irak'a bir kol verirdi. Selçuklular bu yollar
üzerinde kervansaray adı verilen bir kale hüviyetinde konaklama noktaları inşa etmiştir. Bir
menzillik mesafede yaptırılan kervansaraylar ıssız yollarda, dağ ve geçit mahallerinde ticaret
ve seyahat emniyetini sağlamak, misafir yolcu ve kervanların istirahatini temin etmek gibi
önemli gayelerle kurulmuştur. Osmanlılarda ise aynı işi “han” adı verilen tesisler yerine
getirmiştir.
Sultan Hanı açık ve kapalı kısımları avlunun ortasında bulunan köşk mescidi ile “Sultan
Hanı” tipindeki kervansarayların en büyüklerinden biridir. Yapının köşelerinde ve bütün
duvarlarının dışında, büyük sık istinat kuleleri inşa edilmiş yirmi dört adet payanda
bulunmaktadır. Kervansarayın taç kapısının da bulunduğu kuzey-doğu cephesinde çapraz
tonozla örtülü giriş eyvanının iki yanında birer kapı ile avluya açılan ve avluya paralel
tonozlarla örtülü üç mekân daha mevcuttur. Avlunun kuzey batı cephesi avluya dik tonozlarla
örtülü birbirine kemerlerle bağlı iki sıra ayağın meydana getirdiği bir revak şeklindedir. Açık
kısım ortasında dört kalın ayağa oturan kemerler üzerine inşa edilmiş bir köşk mescit bulunan
avlu ile etrafına dizilmiş çeşitli mekânlardan meydana gelmektedir. Açık bölümün kıble
cephesinde her biri avluya dik beşik tonoz ile örtülü ve üç tanesi dışında diğerleri birer kapı ile
avluya açılan dikdörtgen mekânlar sıralanmaktadır Kapalı kısım, giriş yönünde uzanan tonoz
örtülü bir orta sahın ile buna dik olarak örülmüş tonozlarla örtülü dokuz adet enine sahından
meydana gelmektedir. Bu sahınlardan ortadaki diğerlerinden daha geniş olup, orta sahınla
kesiştiği yerde ışıklık yer almaktadır. Kaynak: O. Gümüşçü arşivi.
200
Kervansaraylar, kervanların güvenliği ve konaklaması için anayol kenarında tesis
edilen yapılardır. Kervansaraylar kitabelerinde ve kaynaklarda han veya ribat olarak da
anılmaktadır. Hanlar mal yapımı ve ticaret işlerinin birlikte görüldüğü yerlerdi ve isimlerini
de burada üretilen mallardan alıyordu. Şehirler arasındaki yollarda yaptırılan ve kuruluşları
bakımından çeşitli ihtiyaçları karşılayacak şekilde olanlara ise kervansaray denilmektedir.
Ulaşım araç ve teknolojisine dayalı olarak belirli mesafelerle yapılan kervansaray ve ribatların
konaklama işlevinin ötesinde sosyal, kültürel ve ekonomik çekim merkezleri olarak
gelecekteki potansiyel yerleşmelerin çekirdeğini oluşturdukları da söylenebilir. Uzaktan
bakılınca bir kale gibi görünen, içlerine girildiği zaman kervan kafilelerinin her türlü
ihtiyaçlarını karşılayacak bir teşkilata sahip olan bu binalar, Selçuklu sultanları ve yüksek
devlet görevlileri tarafından büyük ticaret yolları üzerinde her menzil için, yani 30-40
kilometrelik mesafede bir yaptırılmışlardı. İki menzil arasındaki uzaklık, yüklü bir hayvanın
ve yanında yürüyen yayanın şafaktan sehere kadar kat edebileceği mesafedir. Bu, yolun
meyline ve yüzeyin durumuna göre biraz değişse de ortalam 30 km civarındadır. Anadolu,
Selçuklu hâkimiyetine girmesinin ardından 12. yüzyılın sonlarında milletlerarası ticaretin
merkezi olmuştur. Ekonomi politikalarını ve fetihlerini milletlerarası ticaretin konumuna göre
düzenleyen Selçuklu sultanları, Anadolu’nun bir ucundan diğer ucuna, ana ticaret yollarından
ara yollara kadar her yerde kervansaray yaptırmışlardır.
201
Şekil 8: Konya surlarında ve Divriği Ulucamii’de yer alan Seçuklu çift başlı kartalı.
Çift başlı kartala, Eski çağlarda Sümerler ve Hititlilarde rastlanır. Sümerlarde Lagaş kentinin
simgesi çift başlı kartaldır. Onlardan, Akadlara, Asurlulara, Sasanilere, Bizanslara ve Türklere
geçmiştir. Şu hâlde Hititlarden, Bizans'a ve Selçuklu’ya kadar Orta Doğu’da yaşamış birçok
medeniyetin kullandığı simgelerden biri olmuştur. Bu motif, Bizans’ta devlet ve kilisenin, tek
bedende, bir arada tutulup yönetildiğini simgelemekteydi. Orta Asya’da yaşayan Türkler, çift
başlı kartalı iki dünya arasındaki köprü ve şehirlerin koruyucusu olarak görmüşler ve
yenilmez, fethedilemez gibi anlamlar vermişlerdir. Bu yüzden Selçukluların yaptığı surlarda
çift başlı kartal koruyucu olarak betimlenmiştir. Selçukluların bayraklarında bulunan çift başlı
kartal günümüzde de logo ve simgelerde yaşamaktadır.
Kaynak: O. Gümüşçü ve diğ. 2013. Türkiye’nin Beş Bin Yılı, s. 196 ve O. Gümüşçü
arşivi.
Selçuklu sultanları, Konya merkez olmak üzere Anadolu’nun doğu ve batı yönü
yanında kuzey ile güney limanları arasında ulaşım bağlantısını kurarak ekonomi için çok
önemli yatırımlar yaptılar. Kırım-Rusya-Suriye-Mezopotamya arasındaki kuzey-güney yolu
ile doğudan gelerek İstanbul, Ayasuluk, Foça limanlarında son bulan ve Orta Asya-Hindistan-
İran-Avrupa yönünde uzanan doğu-batı milletlerarası ticaret potansiyelini Anadolu’ya
kazandırdılar. Bu topraklardaki ticaretin iyi yönetilmesi için, tüccar kervanlarının konaklama-
güvenlik-sağlık gibi ihtiyaçlarının sağlanması yanında berid ya da yam adı verilen haberleşme
ve istihbarat faaliyetlerinin gerçekleştirilmesine de hizmet eden kervansaray, ribat ya da
menzil-derbend gibi sosyal-ekonomik ve askerî işlevli yapılar ve köprülerle desteklenen bir
ulaşım-dağıtım sistemi tesis ettiler.
202
alamamıştır” dese de, Selçukluların kurduğu sistemin bundan daha geri olduğu söylemek
mümkün değildir. Hatta çağdaş müelliflerden Zekeriya Kazvini kitabında, “Diyar-i Rum’un
(Anadolu’nun) ağır kış şartlarına rağmen kış mevsimlerinde de bu kervan yolları
çalışmaktadır” diyerek sistemin her mevsim kesintisiz işlediğini belirtmektedir. Tarafımızdan
yürütülen bir araştırmada, Selçuklu dönemine ait ve bugüne dek varlığı belirlenen 232
kervansarayın Anadolu topraklarındaki dağılışı ele alındığında, Selçuklu üretim-dağıtım
sisteminin, doğu-batı ve kuzey-güney milletlerarası ticaret yolları olmak üzere genel anlamda
iki eksende odaklandığı ortaya çıkar. Bu eksenlerden birincisi, Ayasuluk, Foça veya
İstanbul’dan gelen ve Konya’da odaklanarak Aksaray-Kayseri-Sivas-Erzincan-Erzurum-Iğdır
yoluyla Tebriz’e uzanan doğu-batı ticaret yoludur. Bu dönemin anıtsal yapılarının ve ulaşım
sisteminin temel bileşenlerinden köprülerin özellikle orta Anadolu bölgesinden geçen kervan
yolları üzerinde yoğunlaşması, doğu-batı ticaret yolunun Selçuklu hâkimiyet sahasının
merkezi ve üretim-dağıtım sisteminin en önemli damarı olduğuna işaret etmektedir. İkinci
eksen ise Antalya veya Alaiyye ya da Ayas (Yumurtalık) başlangıç olmak üzere Konya’dan
Ankara-Çankırı-Kastamonu-Sinop veya Konya-Aksaray-Kayseri üzerinden Sivas’ta
düğümlenerek Tokat-Amasya yoluyla Sinop ya da Samsun limanlarına ulaşan kuzey-güney
ticaret yoludur.
203
Uygulamalar
Bu bölümde öğrenci ilgili web sayfalarını incelemenin yanı sıra, O. Turan, Selçuklular
Zamanında Türkiye, C. Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, V. Gordlevski,
Anadolu Selçuklu Devleti isimli kitaplardan inceleme ve okuma yapmalıdır.
204
Uygulama Soruları
205
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Bu devletlerden biri olan ve Büyük Selçuklu ile aynı hanedana mensup olduğu hâlde
kendi adına hareket eden bir devlet de Anadolu/Türkiye Selçukluları adı ile anılır. 1075
yılında İznik merkez olmak üzere Türkiye Selçuklu Devleti’ni kuran Kutalmışoğulları, aynı
hanedandan gelmekle birlikte, Büyük Selçuklulara tabi olmayarak, onlarla rekabet hâlinde
yeni bir devlet kurdular. Binlerce yıllık tarihi boyunca üzerinde yaşayan hiçbir milletin adıyla
anılmayı hak edecek bir değişim yaşamamış olan Anadolu, Selçuklular zamanında Türkiye
adını aldı. Türkiye sadece bir ülkenin adı olmakla kalmadı; yüz yıla yakın bir zamandır yurt
arayışı içerisinde olan Türklarin ikinci yurdu oldu. Yaklaşık üç buçuk asır hüküm süren
Türkiye Selçuklu hanedanı, Bizans İmparatorluğu, Ermeniler, haçlılar, Büyük Selçuklular ve
onların halefleri ve son olarak da Moğollarla yaptıkları sürekli mücadelelere rağmen vatan
kıldıkları Anadolu’yu, mamur ve müreffeh bir ülke hâline getirdiler. Anadolu, Selçukluların
son döneminde ortaya çıkan siyasi parçalanmaya rağmen Türkmen Beyliklerinin kuruluşu,
kıyıların fethinin tamamlanması suretiyle Anadolu’daki demografik değişime, kültürel ve
medeni gelişmeye de katkı sağladı. Selçuklular bu birikimi, kendisinden sonra devleti yeniden
birleştiren Osmanlı hanedanına miras bıraktılar.
Selçuklu sultanları, Konya merkez olmak üzere Anadolu’nun doğu ve batı yönü
yanında kuzey ile güney limanları arasında ulaşım bağlantısını kurarak ekonomi için çok
önemli yatırımlar yaptılar. Kırım-Rusya-Suriye-Mezopotamya arasındaki kuzey-güney yolu
ile doğudan gelerek İstanbul, Ayasuluk, Foça limanlarında son bulan ve Orta Asya-Hindistan-
İran-Avrupa yönünde uzanan doğu-batı milletlerarası ticaret potansiyelini Anadolu’ya
kazandırdılar. Bu topraklardaki ticaretin iyi yönetilmesi için, tüccar kervanlarının konaklama-
güvenlik-sağlık gibi ihtiyaçlarının sağlanması yanında berid ya da yam adı verilen haberleşme
ve istihbarat faaliyetlerinin gerçekleştirilmesine de hizmet eden kervansaray, ribat ya da
206
menzil-derbend gibi sosyal-ekonomik ve askerî işlevli yapılar ve köprülerle desteklenen bir
ulaşım-dağıtım sistemi tesis ettiler.
207
Bölüm Soruları
a) Kılıç Arslan
b) Alaaddin Keykubat
c) Süleymanşah
d) Gıyaseddin Keyhusrev
e) Kılıç Arslan
a) Sivas
b) İzmir
c) Sinop
d) Konya
e) İznik
a) Sivas
b) Malatya
c) Kırıkkale
d) Konya
e) Yumurtalık
a) Babailer İsyanı
b) Moğol İstilası
c) Halk İsyanları
d) Miryekefalon Savaşı
208
e) Din Savaşları
a) Erzurum Emirliği
b) Tarsus Emirliği
c) Erzincan Emirliği
d) Sivas Emirliği
e) Ladik Emirliği
a) Konya Emirliği
b) Kayseri Emirliği
c) Ankara Emirliği
e) Sivas Emirliği
7) Selçuklu Dönemindeki kuzey güney yönlü ticaret yolu nerede başlayıp nerede
son bulmaktadır?
a) Ayasuluk- Tebriz
b) Konya-Samsun
c) Kayseri Tebriz
e) Yumurtalık-Kastamonu
a) Kervansaray
b) Berid
c) Yatakhane
209
d) Yam
e) Köy Odası
a) Kars
b) Ardahan
c) Sivas
d) Bayburt
e) Erzurum
a) Melik
b) Bey
c) Şehzade
d) Mukta
e) Naib
Cevaplar: 1) c; 2) e; 3) c; 4) b; 5) d; 6) a; 7) d; 8) a; 9) c; 10) b
210
8. İKİNCİ BEYLİKLER/TEVAİF-İ MÜLUK
211
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
8. Giriş
8.2. Karamanoğulları
8.3. Germiyanoğulları
8.4. Aydınoğulları
8.5. Karesioğulları
8.6. Eretnaoğulları
212
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1- Anadolu’da kurulan ikinci beyliklerin toplam sayıları hangi şıkta doğru verilmiştir?
a) 18
b) 22
c) 13
d) 24
e) 28
a) Germiyanoğulları
b) Karamanoğulları
c) Karesioğulları
d) Eşrefoğulları
e) Saruhanoğulları
a) Çobanoğulları
b) Akkoyunlular
c) Karesioğulları
d) Karakoyunlular
e) Dulkadiroğulları
Cevaplar: 1) d; 2) a; 3) c
213
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
214
Anahtar Kavramlar
Anadolu, Selçuklu, beylikler, tevaif-i müluk, ikinci beylikler, Türk beylikleri, Anadolu
beylikleri, Karamanoğulları, Karesioğulları, Germiyanoğulları, Osmanoğulları,
Saruhanoğulları, Aydınoğulları, Menteşeoğulları, Eratnaoğulları, İsfendiyaroğulları,
Çobanoğulları, Canik beyliği, Pervaneoğulları, Hamidoğulları, Dulkadiroğulları,
Ramazanoğulları, Sahip Ataoğulları, Eşrefoğulları, Alaiye beyliği, Moğollar, İlhanlılar,
Kösedağ, İznik, Konya, Söğüt, Bursa, Aydın, Manisa, Kastamonu, Sinop, Kütahya,
Afyonkarahisar, Maraş, Adana, Samsun, İznik Devleti, Trabzon Rum Devleti, Haçlı seferleri,
İstanbul, Batı Anadolu, Adalar denizi, Efes, Balat, Ayasuluk, İzmir, tarım, ticaret,
kervansaray, medrese, han, Suriye, Mısır, Levant, köylü, kent, şehir, çiftçilik, tarım,
hayvancılık, İslam, Sünni İslam, Kıbrıs, Akkoyunlular, Karakoyunlular, Kadı Burhanettin
Devleti, Larende, İçil, Ermenek, Gülnar, Şikari, Yazıcıoğlu Ali, Kamerüddin Bey, Nure Sofi,
Karaman, Marco Polo, Ermeni Krallığı, el-Umari, atçeken Türkçe, gaza, cihad, diyar-ı küfr,
Germiyan, Baba İlyas, Harezm, Muzaferüddin, Celaleddin Mengüberti, ulubey, Süleyman
Pervane, Denizli, Mehmed Bey, Sasa Bey, Sakız, Umur Bey, Cenova, Naksos, Andronikos,
Kantekuzenos, Papa Clement, Ankara, Timur, Karesi, Balıkesir, Tokat, Mysia, Kalem Bey,
Süleyman Paşa, Mevlana, Hacı Bektaş, Ahi Evran, Nasreddin Hoca, Eretnaoğulları, Sivas,
Kayseri, Alaeddin Eretna, Kadı Burhaneddin, Darende, Noyan
215
Giriş
216
8.1. İkinci Türk Beylikleri veya Tevaif-i Müluk
13. yüzyıl, siyasi değişiklikler bakımından Orta Çağ Anadolu tarihinin en dikkat çeken
en hareketli dönemidir. Türkiye Selçuklu Devleti’nin siyasi ve kültürel bakımlardan en
yüksek devresine ulaşması, IV. Haçlı Seferi’nden sonra Bizans İmparatorluğunun
Anadolu’daki enkazı üstünde İznik ve Trabzon devletlerinin kurulması, Moğolların
Anadolu’ya fiilen hâkim olup Selçuk hâkimiyetinin bir gölge hâline gelmesi, Anadolu
Türkleri’nin İlhanlı İmparatorluğu içine girmeleri, İlhanlılara rakip olan Mısır-Suriye Memlük
İmparatorluğu ile dost ve müttefiki Altınordu İmparatorluğunun Anadolu’da siyasi bir rol
oynamaya kalkışmaları, İstanbul’da Bizans İmparatorluğunun tekrar canlanması, hep bu
dönemdedir.
13. yüzyılda Anadolu’nun içtimai, iktisadi, kültürel ve özellikle dinî hayatını geniş
ölçüde etkileyen başlıca iki büyük göç dalgası meydana gelmiştir. Bunlardan birincisi, asrın
başlarında Karahıtaylarla Harezmşahlar arasındaki mücadeleler dolayısıyla, Fergana
yöresindeki nüfusun önemli bir kısmının batıya göç etmesidir. Bu gruptan Harezmli ve öteki
Türklarden meydana gelenlerden bir kısmı Anadolu’ya yerleşmiştir. Bunlar daha ziyade
yerleşik bir yaşam tarzı sürmekteydiler. İkincisi ise 1220’lerden itibaren Moğol istilasının
meydana geldiği tarihlerde ortaya çıkan göç hareketleridir. Bu göç ile Maveraünnehir’den
Arran’a kadar olan bütün bölgelerde mevcut Türk nüfusunun büyük bir kısmı Anadolu’ya
girdi ve yerleşti. Bunlar arasında hayli miktarda yerleşik hayat sürdürenlerin yanı sıra
çoğunluğu göçebe veya yarı göçebe idi. Aralarında az da olsa henüz Müslüman olmamış
Türkler de mevcuttu. İşte gerek bu iki büyük göç dalgası gerekse diğer göçler sebebiyle
Anadolu Müslüman Türklarle doldu.
13. yüzyıl Anadolu Türk cemiyeti, içtimai işbölümü derecesi ve iktisadi gelişim
itibarıyla, Orta Çağ cemiyetlerinin en ilerlemiş olanlarından biridir. Bu bağlamda Selçuklu
217
Anadolusu, manevi kültür bakımından da oldukça yüksek dereceye ulaşmıştır. Çocuklara
okuma yazma öğretmek maksadıyla her mescid yanında tesis edilen ilk mekteplerden başka,
her tarafta medreseler yapılmıştı. Bilhassa Moğol istilası üzerine şark sahalarından birçok
âlim, şair, mutasavvıfların Anadolu’ya gelip yerleşmeleri, buradaki fikrî faaliyetleri
çoğaltmış, Selçuk medreselerine haklı bir ün kazandırmıştı.
13. yüzyıl sonunda İlhanilarin Anadolu’daki askerî idaresi, günden güne tazyikini
artırmış ve arasıra yapılan şiddetli tedip hareketlerine rağmen, sağlam bir düzen kuramamıştı.
Doğu ve Orta Anadolu’da, bilhassa ticari ve askerî yollar üzerinde bulunan başlıca
merkezlerde, İlhanilarin hâkimiyeti mutlaktı; fakat icabında müdafaaya müsait dağlık
sahalarda ya da, büyük yollardan uzak ve ulaşım imkânları zor olan uç bölgelerde, bu
hâkimiyet nadiren hissediliyordu. Bu şekilde, bir taraftan Anadolu Selçuklu Devleti’nin
çöküşü devam ederken diğer taraftan bazı müsait sahalarda yeni bazı Türk kuvvetlerinin
gelişmeye başladığı görülmektedir. Bunların en eskisi ve en kuvvetlisi olarak Ermenek
merkez olmak üzere bu çevrede teşekkül eden Karamanlıları görüyoruz. 13. yüzyıl sonlarında
kurulan bu beylik, Anadolu’da İlhanilarin hâkimiyetinin zayıflamasından sonra, Konya
merkez olmak üzere, kuvvetli bir devlet hâlinde ortaya çıkmıştır. 13. yüzyılın ikinci yarısında
Anadolu’nun batısında ortaya çıkan diğer bir kuvvet de Germiyan Beyliğidir. Bu ve diğer
beyliklerin kuruluşları, Selçuklu Devleti’nin 14. yüzyıl başında yıkılmasından sonra birden
bire onun enkazı üzerinde vücuda gelmiş yeni siyasi oluşumlar değildir. Bunlar, 13. yüzyılın
ikinci yarısında, İlhani idaresinin gevşekliğinden ve müsamahasından yararlanarak yavaş
yavaş belirmiş mahalli güçlerdir ki, coğrafi sahalarına ve başlarındaki şahsiyetlerin
kabiliyetlerine göre, uzun veya kısa, önemli veya önemsiz bir tarihî gelişme göstermişlerdir.
Bunlardan bir kısmı, mesela Germiyan, Menteşe, Aydın, Saruhan, Karasi ve Osmanlı
beylikleri, esasen iç ve dış birçok sebeplerle çöküşe sürüklenen Bizans’tan yaptıkları fetihler
üzerine kurulmuş ve genişlemişlerdi.
218
meyve yetişiyordu. Davar, sığır ve binek hayvanlarına gelince, bunlar da buralarda bol
miktarda yetiştirilmekteydiler. Atlar, koyunlar ve inekler daha çok yetiştirilmekte olup aynı
zamanda Irak, İran ve Suriye taraflarına koyun Anadolu’dan gönderilmekteydi. Ayrıca
buğday, arpa gibi hububatın değeri de Suriye ve Mısır’a göre çok daha ucuzdu. Kısacası bu
dönemde Anadolu’da ürünler bol, fiyatlar ucuz ve bunlara bağlı olarak yaşam seviyesi
yüksekti. Anadolu beylikleri döneminde timar sistemi devam etmiş ve toprağa bağlı pek çok
köy ortaya çıkmıştı. Çiftçilikle meşgul olan köylüler, toprağı işleyerek elde ettiği ürünün öşür
vergisini devlete veya arazi sahibine vermekteydi. Vergilerin makul bir seviyede olması
ülkede bolluğa neden olmuştu.
Orta Çağ Latin kaynaklarına göre de 14. yüzyılın ilk yarısında Anadolu’nun batı
sahillerinde çok canlı bir ticaret vardı. Bu dönemde Batı Levant tüccarları Efes ve Balat
Limanları yoluyla Anadolu’da Menderes havzasından ve İzmir çevresinden, Aydın ve
Menteşe Beyliğine bağlı bölgelerden, bu sahada yetiştirilen hububat, kurutulmuş sebze,
balmumu ve ilave olarak at satın alıp bunun karşılığında ise tekstil, silah ve kimyasal ürünler
satmaktaydılar.
1243 yılında Kösedağ’da meydana gelen büyük bozgun ile Moğolların egemenliğini
kabul etmek zorunda kalan Türkiye Selçukluları’nın hâkimiyet sahası, bu tarihten sonra
Moğolların siyasi nüfuz sahasına girmiş, âdeta onlar tarafından bütün sosyal, siyasal ve
ekonomik kaynakları sömürülmeye başlanan bir müstemleke hâline getirilmişti. Bu durum,
Anadolu’nun özellikle Moğol baskısının çok daha güçlü şekilde hissedilmediği kesimlerinde
meskûn bulunan Türk topluluklarının bağımsızlık yönündeki eğilimlerini de tetiklemişti.
Merkezî Selçuklu hükümetinin siyasi gücünü yitirmesine bağlı bir şekilde ve doğal olarak
kamçılanan söz konusu eğilimler, mutlak manada Moğol tahakkümü altına girmek
istemedikleri ya da Moğol istilasını kendileri açısından belirli bir siyasallaşma fırsatına
dönüştürmek istedikleri anlaşılan Türk topluluklarının meskûn oldukları sahalarda küçük
iktidar birimleri olarak temayüz etmelerinin yolunu açtı. Bir yandan Anadolu’daki Selçuklu
egemenliği hızla çözülürken diğer yandan da Türk toplulukları, boylarını idare eden
karizmatik liderleri durumundaki beylerinin öncülüğünde kendilerine özgü yeni bir siyasi
birim olan beylikleri kurmaya başladılar. Esasen bağımsızlık alanlarını genişletmek için fırsat
kollamakla birlikte, zaman zaman Anadolu’ya gönderilen Moğol valilerine tabiiyet sunmak
zorunda kalan beylikler, Selçuklu sonrası dönemde Anadolu’nun siyasi haritası üzerinde
belirleyici roller üstlendiler ve bu şekilde, Selçukluların en önemli mirası olan Sünni İslam’a
dayalı siyasi iktidar anlayışının Osmanlı çağına aktarılması sürecini idare ettiler.
219
Germiyanlılar, Aydınoğulları, Saruhanoğulları gibi) kurulurken; bazıları da Selçuklu ya da
Moğol bürokrasisi içerisinde icra ettikleri vazifelerin veya yaptıkları hizmetlerin karşılığı
olarak kendilerine arazi verilen devlet adamlarınca (Eretna Bey, Kadı Burhaneddin Ahmed,
Sahibataoğulları, Pervaneoğulları gibi) inşa edilmişti.
Beylikler döneminden kalan miras, bu dönemin kısa ve uzun vadeli sonuçlarını kısaca
birkaç başlık altında ele almak mümkündür. Öncelikle şu noktanın altını çizmek gerekir ki,
Beylikler Dönemi, Anadolu topraklarının tam anlamıyla Türk yurdu hâline gelerek
Türkleşmesi ve Türk hâkimiyetinin yarımadanın en ücra köşelerine kadar ulaştırılarak köklü
hâle getirilmesi noktasında daha önceki başka hiçbir dönemde kıyaslanamayacak kadar önem
arz etmektedir. Öte yandan hem Büyük Selçuklular hem de Türkiye Selçukluları’nda gerek
siyasi gerek sosyo-kültürel anlamda öne çıkan İranlılık etkisinin sona erdirilmesine yönelik ilk
bilinçli çabalar da Beylikler Dönemi’nin ürünüdür.
220
No Devlet adı Hâkimiyet Başkentler
tarihi
221
23. Akkoyunlular 1350-1502 Diyarbekir, Tebriz
8.2. Karamanoğulları
1256-1474 yılları arasında Orta Anadolu’da Larende (bugün Karaman), Konya, Niğde,
İçil, Taşili ve Alanya yörelerinde hüküm sürmüşlerdir. Tarihçi Yazıcıoğlu Ali’ye göre
Karamanoğulları Oğuzların Afşar boyuna mensuptur. Hanedanın dayandığı başlıca oymaklar
Turgutlu, Bayburtlu, Oğuzhanlı, Hoca Yunuslu, Hocantılı, Bozkırlı, Bozdoğan, Bulgarlı,
İğdir, Beydili ve Yuvalılar idi. Orta Anadolu’da bu ismi taşıyan çok sayıda köy ve mezra,
hem 16. yüzyıl tahrir defterlerinde hem de bugünkü köy listelerinde bulunmaktadır.
Bunlardan özellikle Turgutlular Karaman Beyliğinin tarihinde önemli bir rol oynamıştır, zira
devletin beylerbeyilik mevkii genellikle bu oymağın elinde olmuştur.
Karaman Bey’in dedesi Oğuz beylerinden Sadeddin Bey, babası da Nure Sufi diye
anılan Nureddin Bey’dir. Siyasetten hoşlanmayan Nureddin Bey, Baba İlyas’a biat ederek
onun müridi olmuş ve başında bulunduğu topluluğun idaresini oğlu Karaman’a bırakarak,
kendisi inzivaya çekilmiştir. Türbesi, bugün Mut’un Sinanlı bucağındaki Değirmenlik adı
verilen yayladadır. Anadolu Selçuklu Sultanı IV. Kılıçarslan 1261’de tek başına tahta geçince
Karaman’a beylik vermiş, kardeşi Bunsuz’u da “emir-i candar” tayin etmiştir. Sultan önemli
mevkiler vererek onları devlet hizmetine almış, böylece Karaman Bey’in hadise
çıkarmayacağını ve Selçuklu sınırlarını Ermenilare karşı koruyacağını düşünmüştür. İbn
Bibi’ye göre, böyle bir düşünceye rağmen, onlar yol keserek soygunculuk yapınca, sultan
onun bu hareketine çok kızmış, ancak etrafındakilerin çokluğundan dolayı, isyan
çıkarmasından endişe ederek onu cezalandırmamıştır. Ehliyet ve dirayeti sayesinde etrafına
toplanan boy ve oymaklar tarafından sultan ilan edilen Karaman Bey, Gülnar ve Silifke
yöresine hücumlar düzenlemiş, birçok kaleyi muhasara etmiş, bunların bazısını almıştır. Bir
rivayete göre de Ermeni Krallığı ile yaptığı bir savaşta aldığı yaralar yüzünden ölmüştür
(1263).
222
Dönemine ait kaynak yetersizliği yüzünden fazla bilgi bulunmayan Karaman
Beyliğinin teşkilatı Selçuklu Devleti'nin bir uzantısı gibidir. Hükümdarlar daima “bey”
unvanıyla anılmışlardır. Ancak kitabelerde, paralarda ve resmî belgelerde “es-sultanü'l-a'zam,
emir-i a'zam” gibi Selçuklu hükümdarlık unvanlarının kullanıldığı da görülmektedir. Kökü
Hunlara uzanan Türk geleneğine göre, ülke hanedanın ortak malı sayıldığından devletin
başında bulunan “ulu bey” kadınlar da dâhil akrabalarına derecelerine göre dirlikler verirdi.
Böylece kendisi merkezde (Larende) otururken oğul, kardeş, amca, yeğenler beyliğin
Ermenek, Mut, Silifke, Kayseri, Beyşehir ve Konya gibi, diğer şehirlerini idare ederlerdi. Bu
gelenek Karamanoğulları’nda beyliğin sonuna kadar sürmüştür.
Siyasi bir yapı olarak Türkiye Selçukluları’nın çözülme sürecinde tarih sahnesine
çıkan Karamanoğulları, Anadolu ikinci Türk Beylikleri döneminin önemli bir Türk beyliği
olmaları ve kendilerini Selçuklu iktidarının siyasal varisi olarak konumlandırmaları
bakımından dikkate değerdir. Nitekim Karamanoğulları beylerinin sürekli bir biçimde
Selçuklu payiyahtı olan Konya’da hâkimiyeti tesis etme çabası içerisinde olmaları da bu
durumun bir göstergesi olarak okunabilir.
Öte yandan, başta Türkçenin resmî dil olarak kullanımı yönünde alınan meşhur karar
olmak üzere, Karamanoğulları’nın Konya’da topladıkları Selçuklu divanında ortaya
koydukları siyasi tutumların da bu çerçevede değerlendirmek yerinde bir yaklaşım olacaktır.
Fakat Karamanoğulları’nın kendilerine biçtikleri siyasi misyonun sonuç olarak başarılı
olamadığı görülmektedir. Bunun temel nedeni, Karamanoğulları Beyliğinin Selçuklu iktidar
alanını kontrol altında tutan Moğol kudretinin en güçlü bir biçimde hissedildiği sahada varlık
gösterme çabası içinde olmasıdır. Karamanoğulları’nın, Anadolu’nun uzun süreden beri
Moğol baskısının bütün sertliğiyle hissedildiği kesiminde varlık göstermeleri, en başından
beri bu beyliğin yükselişinin önündeki belirleyici engel olmuştur.
Nitekim Osmanlıların özellikle gaza fikri ile beslenen ve “diyar-ı küfr”e yönelerek
beyliğin sosyal, siyasal ve ekonomik anlamda kalıcı beslenme kaynakları elde etmesini temin
223
eden sürekli büyüme imkânına sahip olmamaları, Karamanoğulları Beyliğinin temel
sorunlarının varlık mücadelesi ve siyasi istikrar alanı oluşturma çabası ile iştigal etmelerine
neden olmuş ve bu durum, beyliğin üstlenmek istediği misyonun fiziksel ve psikolojik
imkânlarından mahrum kalmasına yol açmıştır.
8.3. Germiyanoğulları
13. yüzyıl sonlarında Kütahya merkez olmak üzere bu çevrede hüküm sürmüş olan bu
beyliğin adı, önceleri bir aşiret iken sonradan hanedanı niteleyen Germiyan’a nispet edilir.
Germiyan kelimesi kaynaklarda harekesiz olarak yazıldığından, başta yer alan “kef” harfinin
hangi sesle okunması gerektiği tartışma konusu olmakla birlikte “Germiyan” şekli genellikle
kabul görmüştür. 1239’da Baba İlyas isyanı sırasında Selçuklu Devleti hizmetinde Malatya
civarında bulunan Germiyanlılar, Harezm Hükümdarı Celaleddin Mengüberti ile bu bölgeye
gelmiş olmalıdırlar.
Malatya civarında Germiyan adlı bir yerin bulunması aşiretin ismi hususunda dikkat
çekici bir delildir. Menşei konusunda da ispatlanamayan birtakım görüşler ileri sürülen
aşiretin ilk tarihî şahsiyeti olarak Baba İlyas isyanı sırasında Malatya’da faaliyet gösteren
Alişir oğlu Muzafferüddin’in adına rastlanır. Selçuklu saltanat mücadelelerinde de Germiyanlı
Kerimüddin Alişir’in 1264 yıllarında Selçuklu Veziri Muinüddin Süleyman Pervane’nin
şikâyetiyle, Konya’da diğer Selçuklu emirleriyle beraber Moğollar tarafından öldürüldüğü
bilinmektedir.
Germiyanlıların hangi tarihte Batı Anadolu’ya geldiklerine dair kesin bilgiler yoktur.
Ancak, özellikle 1261 yılında İstanbul’u Latinlarden geri alan Bizans’ın Batı Anadolu’dan
çekilmesinden sonra ortaya çıkan iktidar boşluğunun, buraya gelişte etkili olduğu kesindir.
Üstelik, Kerimüddin Alişir’in 1264’te öldürülmesi ve 1277’de meydana gelen Cimri olayına
karışmaları, bu tarihler arasında batıya geldiklerini gösteren diğer kanıtlardır. Nitekim
Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Mesud’a karşı koyan Germiyanlılardan, Alişir’in kızının oğlu
Bedreddin Murad, 1288’de Denizli civarında Moğol ve Selçuklu kuvvetleriyle giriştiği
çarpışmada hayatını kaybetmişti. Dolayısıyla 1276’dan hemen önce Kütahya ve Denizli
civarında faaliyet gösterdikleri anlaşılmaktadır. Hatta Germiyanlılar, Denizli için Selçuklu
Veziri Sahib Ata ile mücadeleye girişerek burayı ellerinde tutmayı başarmışlardır. 1289 yılına
kadar devam eden mücadeleler sırasında Germiyan aşiretinin reisi Alişir oğlu Hüsameddin
idi. Ankara’da Kızılbey Camii minberinin 1299 tarihli tamir kitabesinden, Germiyanlıların
hâkimiyetlerini Ankara’ya kadar uzattıkları ve Selçuklu hâkimiyetini tanıdıkları
anlaşılmaktadır. Bu kitabede adı geçen Yakub, Kerimüddin Alişir’in oğludur. Beyliğin ilk
müstakil idarecisi olan Yakub Bey devri (1300-1340) Germiyanoğulları’nın en güçlü
dönemini oluşturur.
224
Şah bulunuyordu. Kitabelerden anlaşıldığına göre Germiyan beyleri “el-emirü'l-kebir,
sultanü'l-Germiyaniyye, melikü'l-ümera ve'l-kübera, sultanü'l-muazzam” gibi unvanlarla
anılmaktaydılar. Toprak sistemi yanında iktisadi hayatta ticaretin ve sanayinin de nisbeten
gelişmiş olduğu anlaşılmaktadır. Özellikle çeşitli pamuklu dokumaların imal edildiği ve
bunların çok tutulduğu, döneme ait kaynaklardaki bilgilerden çıkarılabilmektedir. Mesela
1381’deki düğün sırasında Osmanlılara giden hediyeler arasında Denizli bezi gönderilmiştir.
Ayrıca Germiyan askerlerinin süslü, kırmızı atlastan elbiseleri bulunduğunu, el-Umari
zikretmektedir. Menderes yolu ile Kütahya şapları ve çeşitli mallar, özellikle atlar ve pirinç
sevki yapılmaktaydı. Gümüş madeni de bol olarak çıkarılıyordu. Bursa-Kütahya arasında
ticari bakımdan yoğun bir ilişki vardı. İç bölgelerden ve Adalar Denizi’nden gelen yabancı
menşeli mallar Kütahya yolu ile Bursa’ya giriyordu. Kütahya bölgesinde bulunan konar-göçer
teşekküller de çeşitli hayvan ürünleri elde ediyorlardı.
8.4. Aydınoğulları
14. yüzyıl başlarında Batı Anadolu kıyısında, Büyük Menderes’ten itibaren Tire,
Ayasuluk ve Birgi ve çevresinde kurulmuştur. Kurucusu, Germiyanoğulları ordusunda subaşı
olan Mübarizeddin Gazi Mehmed Bey’dir. Mehmed Bey önce, Aydınili topraklarında fethe
girişen Menteşe beyinin damadı Sasa Bey’e yardım etti, ancak daha sonra bu bölgeleri ondan
alarak Aydınili’ne hâkim oldu (1308). Bundan sonra fetihlere girişen Mehmed Bey İzmir’in
Müslüman kesimi ile Ayasuluk (Selçuk), Tire, Sultanhisarı ve Bodemya’yı (Ödemiş) da ele
geçirdi. Bu şekilde geniş topraklara sahip olan Mehmed Bey idaresi altındaki yerleri beş oğlu
arasında paylaştırdı ve kendisi en küçük oğlu ile birlikte Birgi’ye yerleşti.
Mübarizeddin Mehmed Bey ölünce (1334) yerine kardeşlerinin ısrarlarıyla Umur Bey
geçti. Umur Bey, Saruhanoğlu Süleyman Bey ile birlikte Yunanistan ve Mora’ya sefer
yaparak sayısız esir ve ganimetlerle İzmir’e döndü (1335). Umur Bey aynı yıl içinde
Alaşehir’i de hâkimiyeti altına aldı. Bu sırada Bizans İmparatoru III. Andronikos, isyan
ederek Midilli’yi ele geçiren Foça Valisi Dominique’e karşı Saruhan ve Aydınoğulları’ndan
yardım istemiş ve bu beylerin sayesinde Midilli ve Foçayı geri almaya muvaffak olmuştur
(1336). Umur Bey bundan sonra da Bizans ile olan dostluğunu sürdürdü. Hatta Umur Bey
onun seferlerine de katılarak Karadeniz’e çıkmış, Kili ve Eflak ülkelerini yağmalamıştır
(1339-40). İmparator III. Andronikos’un ölümünden (1341) sonraki devirde Umur Bey
idaresindeki Aydınoğulları, Türk beyliklerinin en güçlülerinden biri olmuştu.
Andronikos’un ölümünden sonra yerine on yaşındaki oğlu Yuannis geçmiş, ona vasi
olan Kantakuzenos da muhaliflerine karşı Dimetoka’da imparatorluğunu ilan etmiş (1341) ve
Umur Bey’den yardım istemişti. Umur Bey ona yardım için 1342 ve 1343 yıllarında
Rumeli’ye gitti. Onun bu hareketi, Papa VI. Clement’in teşvikiyle toplanan Haçlı
donanmasının İzmir Limanı’nı Aydınoğulları’nın elinden almasıyla (28 Ekim 1344)
sonuçlandı. Fakat Haçlılar Umur Bey’in mukavemeti sebebiyle fazla ilerleyemediler.
Aydınoğulları öteki Türk beylikleriyle birleşerek Haçlı donanmasını mağlup ettiler (17 Ocak
1345). Bundan sonra Umur Bey’in Saruhanoğlu Süleyman Bey ile birleşerek Kantakuzenos’a
yardım etmek için tekrar Rumeli’ye geçtiği görülmektedir. Daha sonra Umur Bey İzmir’i geri
almak için harekete geçtiyse de şehre yapılan hücum sırasında şehid düştü (1348).
226
Türkiye Selçukluları’nın tarih sahnesinden çekilmesinden sonra Batı Anadolu’da
ortaya çıkan Türk beyliklerinden biri olan Aydınoğulları, özellikle denizcilik faaliyetleriyle
öne çıkmış ve Adalar Denizi’nde ortaya koydukları faaliyetler ile Müslüman Türklerin
denizcilik tarihindeki öncülerinden olmuşlardır. Gerek sistematik olarak tertip ettikleri deniz
gazaları gerek Bizanslılarla olan ilişkileri ile Batı Anadolu, Adalar ve Rumeli’deki Türk
etkisini ve ağırlığını artırdıklarını söylemekte bir sakınca bulunmayan bu beyliğin mensupları,
aynı zamanda özelde İzmir çevresi, genelde de Batı Anadolu’nun Türkleşmesinde belirleyici
bir rol icra etmişlerdir. Yine Osmanlıların yükselişi ve Avrupa içlerine ilerleyişi sürecinde
Aydınoğlu tecrübesinin de etkili olduğunu vurgulamak gerekir. Neticede onlar, Selçukluların
ardından oluşan sosyal ve siyasal ortamda üzerlerine düşen vazifeyi yerine getirmiş, hâkim
oldukları bölgenin adım adım Türk yurdu hâline getirilmesini temin ederek tarih sahnesinden
çekilmişlerdir.
8.5. Karesioğulları
13. yüzyılın sonu ile 14. yüzyılın ilk yarısında Kuzeybatı Anadolu’da, bugünkü
Balıkesir, Çanakkale ve çevresinde hüküm sürmüşlerdir. Türkiye Selçuklu Devleti’nin
çökmesinden sonra uç beyleri tarafından kurulan küçük devletlerden biri olup adını kurucusu
Karesi Bey’den alır. Karesi adı Osmanlılar zamanında da yaşamaya devam etmiş ve beyliğin
merkezi olan Balıkesir’e Cumhuriyet dönemine kadar Karesi sancağı denilmiştir.
Karesioğulları’nın menşei hakkında kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlanmamakta, ancak
Tokat’taki Hamzalar Mezarlığı’nda bulunan hanedana mensup Kutlu Melek Hatun ile oğlu
Mustafa Çelebi’nin mezar taşlarından şecerelerinin Danişmendlilare dayandığı
anlaşılmaktadır.
Kısa süren hâkimiyetine rağmen Karesi Beyliği, bulunduğu mevki açısından hem kara
hem de deniz devleti olma özelliğinden dolayı önem taşımaktaydı. Beylik, 40.000 atlı
askerden oluşan bir kara ordusuna ve etkili bir donanmaya sahipti. Karesi Beyliğinin
denizcilikteki ileri seviyesi Osmanlı bahriye teşkilatı için bir kaynak ve örnek teşkil etmiştir
denilebilir. Bu bölge tarım ve hayvancılık açısından önemli bir potansiyele sahipti.
227
Balıkesir’de bol miktarda ipek ve ladin reçinesi üretilmekte ve Avrupa pazarlarına
gönderilmekteydi. İstanbul kumaşları da çoğunlukla Balıkesir ipeğinden dokunuyordu.
Karesi soyunun hemen hemen 18. yüzyıla kadar devam ettiği ve mensuplarından
bazılarının kendilerine Osmanlı sultanları tarafından verilen vakıfları yönettikleri, bazılarının
da timar sahibi ve yaya müsellem sıfatıyla Osmanlı devlet teşkilatında görev aldıkları
bilinmektedir. Karesi Beyliğinin tarih sahnesinden çekilmesi ve yerini Osmanlı Beyliğine bı-
rakması, Osmanlılar için askerî ve siyasi genişleme açısından önemli bir merhale teşkil eder.
Süleyman Paşa, Rumeli’ye geçişinin gerek hazırlık döneminde gerekse gerçekleşmesi
sırasında Karesi ümerasının büyük yardım ve desteğini görmüştür. Yeni fethedilen Rumeli
topraklarını Türkleştirmek maksadıyla Anadolu’dan getirilen Türk nüfusu arasında Karesi
ilinden gelenler Süleyman Paşa zamanında Gelibolu yarımadası ile kuzeyine yerleştirildiler.
228
Görüldüğü üzere, Anadolu’nun büyük bir kısmını tek idare altında toplayarak siyasi
birliği sağlamış olan Türkiye Selçukluları’nın yıkılmasından sonra, bir kısmı uçlarda görev
yapan komutan veya aşiret beyleri, bir kısmı da Selçuklu yönetimine bağlı komutanların
kurduğu bu beylikler, hemen her açıdan Selçuklu devlet teşkilatının devamı gibidirler. Bu
dönemde Anadolu siyasi açıdan büyük bir parçalanmışlık manzarası sergilese de, bu
toprakların Türkleşmesi, İslamlaşması kesintisiz devam ettirilmiş, Türkiye’nin sahip olduğu
zengin potansiyel nedeniyle Selçuklular döneminde ulaşılan sosyo-ekonomik zenginlik
seviyesi çok fazla gerilemeden muhafaza edilmiş hatta yükseltilmiştir. Bu sonucu,
kaynaklarda verilen bilgiler yanında, beylikler döneminde inşa edilmiş anıtsal yapıların
çokluğu ile düşünce hayatının seviyesi için de Mevlana Celaleddin Rumi, Hacı Bektaş-ı Veli,
Ahi Evran ve Nasreddin Hoca gibi ölümsüz şahsiyetlerin hep bu dönemde yetişmesinden
çıkarmak mümkündür.
Buraya kadar ele alınan beylikler döneminin bütünü ele alındığında sonuç olarak
denilebilir ki, Anadolu’da kurulan Türk beyliklerinin hâkimiyet dönemi, Selçuklular ile
Osmanlılar arasındaki bağlantıyı kuran bir tarih halkasıdır. Bir başka ifadeyle, beyliklerin
Selçukluların sonucu ve Osmanlıların da sebebi olduğu söylenebilir. Bu durumda, Anadolu
Türk beyliklerini, Selçuklular ile Osmanlılar arasında sosyal, siyasal ve dinî anlamda bir
devamlılık olduğunu açık olarak ortaya koyan ve bu devamlılığın en güçlü, yalanlanamaz
kanıtlarını sunan bir tarih kesiti olarak değerlendirmek mümkündür.
Başka bir açıdan beylikler dönemi, Türkiye topraklarının işgali sonucunda Milli
Mücadele yıllarında kurulan “bölgesel müdafa” cemiyetlerine benzetilebilir. Gerçekten de
Beylikler döneminde bu toprakların her kesiminde, o bölgede yaşayanların liderleri etrafında
toplanarak -Moğol hâkimiyetine girmemek için- kendi bölgelerinde bir beylik kurmaları ne
idiyse; bize göre, Milli Mücadele döneminde düşman işgaline karşı direnmek için her bölgede
yaşayanların, bu sahanın ileri gelenleri etrafında toplanarak mücadele etmesi de aynıdır.
229
8.6. Eretnaoğulları
Batı ve orta Anadolu bölgesinde kurulan beyliklerden sonra, bir tane de Doğu Anadolu
bölgesinde kurulan örnek olarak Eretnaoğulları üzerinde durulacaktır. Bu beylik, 1335-1381
yıllan arasında Sivas ve Kayseri merkez olmak üzere Anadolu’da hüküm süren bir Türk
beyliğidir.
Aslen Uygur Türkleri’nden olan beyliğin kurucusu Alaeddin Eretna, İlhanlı ordusuyla
birlikte Anadolu’ya gelen ve “Noyan” unvanını taşıyan emirlerden biriydi. İlhanlı hükümdarı
Olcaytu Han’ın 1316’da ölümü üzerine yerine geçen oğlu Ebu Said Bahadır Han, Emir
Çoban’ın oğlu Timurtaş’ı Anadolu valiliğine getirdi. Timurtaş, İlhanlıların nüfuzlu devlet
adamlarından olan babası Emir Çoban’ın 1327’de öldürülmesi üzerine Ebu Said Bahadır
Han’dan korkup Memluk sultanına sığınmak için Mısır’a giderken yerine kayınbiraderi
Alaeddin Eretna’yı bıraktı. İbn Batuta bu yıllarda Eretna'nın Aksaray, Niğde, Kayseri ve
Sivas’ı Şeyh Hasan adına idare ettiğini, kendisiyle Sivas’ta, eşi Toğa Hatun ile Kayseri'de
görüştüğünü bildirir. Alaeddin Eretna, Ebû Said Bahadır Han’a ve onun Anadolu valisi
Celayirli Büyük Şeyh Hasan’a itaat arzederek mevkiini sağlamlaştırdı.
Ebu Said Bahadır Han’ın ölümü üzerine (1335), Büyük Şeyh Hasan'ın iyi bir mevki
elde etmek amacıyla İran’a dönerken Alaeddin Eretna'yı yerine vekil bırakması siyasî
nüfuzunu kuvvetlendirmek isteyen Eretna için iyi bir fırsat oldu ve beyliğin temellerini attı.
Aladağ’da Büyük Şeyh Hasan’ı yenen (1337) Demirtaşoğlu Çobanlı Şeyh Hasan’ın kendisine
tabi olması için yaptığı teklifi reddederek (1337-38) Anadolu’da idareyi eline aldı. Küçük
Şeyh Hasan’ın tehditleri karşısında Kayseri Kadısı Sirâceddin Süleyman'ı Memlûk Sultanı el-
Melikün-Nasır Muhammed’e gönderip Anadolu’yu onun naibi sıfatıyla idare etmek istediğini
bildirdi. Bunun üzerine Memluk sultanı, Alaeddin Eretna’ya memalik-i Rum naibi olduğuna
dair bir belge gönderdi. Bir süre sonra, 1340 yılında Memluk sultanı adına hutbe okunmasına
son verdi. Ancak kendisine karşı Türkmen akınları devam edince sultana elçi gönderip tekrar
anlaşma yoluna gitti. Ertesi yıl Memlüklarle ilgisini kesip bağımsızlığını ilan etti. Önce Sivas,
daha sonra Kayseri merkez olmak üzere kendi adına hutbe okutup sikke kestirdi. İlhanlıların
görevlendirdikleri kumandan ve valilerin kötü idareleri yüzünden Anadolu’da uzun zamandan
beri devam eden anarşiyi kısa sürede önleyerek otoritesini kurdu. Anadolu Selçuklu
topraklarının büyük kısmını ele geçirdi. Çobanlı Şeyh Hasan ve onun müttefiki Süleyman
Han’a karşı 1343’te kazandığı Karanbük zaferiyle hâkimiyetini sağlamlaştırdı. 1350 yılında
Kahire’ye elçi gönderip Sultan el-Meliküs-Salih'ten Anadolu naibi olduğuna dair yeni bir
ferman almayı başardı. el-Melikün-Nasır’dan sonra iş başına geçen Memluk sultanlarının
zayıf oluşundan ve iç çekişmelerden faydalanıp Memluk hâkimiyetindeki Darende’yi de
kendi topraklarına kattı. Eretna’nın, Karamanoğlu Ahmed Bey’in ölümünden sonra 1350’de
Konya’yı da ele geçirdiği anlaşılmaktadır. Mart 1352’de Kayseri’de vefat eden Alaeddin
Eretna Köşk Medresesi avlusundaki kümbete gömüldü. Öldüğünde Sivas, Kayseri, Amasya,
Tokat, Çorum, Develi, Karahisar, Ankara, Zile, Canik, Ürgüp, Niğde, Aksaray, Erzincan,
Doğu Karahisar ve Darende onun hâkimiyeti altındaydı.
Alaeddin Ali Bey’in yerine 7 yaşındaki oğlu II. Mehmed tahta çıkarıldı. Vezir Kadı
Burhaneddin’in de tasvibiyle Selçuklu hanedanından Kılıçarslan kendisine naib tayin edildi.
Ancak bir süre sonra Kılıçarslan ile Kadı Burhaneddin arasında iktidar mücadelesi başladı. Bu
mücadele Kılıçarslan ve taraftarlarının ortadan kaldırılmasıyla sona erdi (1381). İktidarı ele
geçiren Kadı Burhaneddin aynı yıl Mehmed Bey'in naibi oldu. Bir müddet sonra da diğer
büyük rakibi Amasya Emiri Hacı Şadgeldi’yi ortadan kaldırdı. Böylece iktidarda rakipsiz
kalan Kadı Burhaneddin 1381 sonbaharında sultanlığını ilan ederek Eretnaoğulları
hâkimiyetine son verdi ve kendi adıyla anılan bir devlet kurdu.
231
Anadolu’da hüküm süren diğer Türk beylikleri gibi Eretnaoğulları da siyasi, askerî ve
idari teşkilatta Selçuklu ve İlhanlıları taklit etmişlerdir. Konya ve Ankara yöresinden
Erzurum’a ve Samsun’dan Malatya’nın kuzeyine kadar uzanan topraklarda yarım yüzyılı
aşkın bir süre hüküm süren Eretnaoğulları Anadolu Türk kültür ve medeniyetine önemli
hizmetlerde bulunmuşlardır.
232
Uygulamalar
Bu bölümde öğrenci, internet üzerinden ilgili web sayfalarını incelemenşn yanı sıra, İ.
H. Uzunçarşılı’nın Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri ile Mehmet
Ersan-Mustafa Alican’ın Türklerin Kayıp Yüzyılı Beylikler Devri Türkiye Tarihi, isimli
kitapları incelemeli ve okumalıdır. Ayrıca Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nden ilgili
maddeleri okumalıdır.
233
Uygulama Soruları
234
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Malazgirt sonrası başlayan ve bazı fasılalara rağmen Anadolu’ya akmaya devam eden
Türk göçleri, 13. yüzyılda Anadolu’nun içtimai, iktisadi, kültürel ve özellikle dinî hayatını
geniş ölçüde etkilemiştir. Bu dönemde gerçekleşen iki büyük göç dalgası vardır; bunlardan
birincisi, asrın başlarında Karahıtaylarla Harezmşahlar arasındaki mücadeleler dolayısıyla,
Fergana yöresindeki nüfusun önemli bir kısmının batıya göç etmesidir. İkincisi ise
1220’lerden itibaren Moğol istilasının meydana geldiği tarihlerde ortaya çıkan göç
hareketleridir. Bu göç ile Maveraünnehir’den Arran’a kadar olan bütün bölgelerde mevcut
Türk nüfusunun büyük bir kısmı Anadolu’ya girdi ve yerleşti. İşte gerek bu iki büyük göç
dalgası gerekse diğer göçler sebebiyle Anadolu Müslüman Türklarle dolmuş ve böylece,
öncelikle Bizans, arkasından Haçlılar ile mücadele ederek İslam’ın bayrağını yüceltmişlerdir.
Beylikler döneminden kalan miras, bu dönemin kısa ve uzun vadeli sonuçlarını kısaca
birkaç başlık altında ele almak mümkündür. Öncelikle şu noktanın altını çizmek gerekir ki,
Beylikler Dönemi, Anadolu topraklarının tam anlamıyla Türk yurdu hâline gelerek
Türkleşmesi ve Türk hâkimiyetinin yarımadanın en ücra köşelerine kadar ulaştırılarak köklü
hâle getirilmesi noktasında daha önceki başka hiçbir dönemde kıyaslanamayacak kadar önem
arz etmektedir. Öte yandan hem Büyük Selçuklular hem de Türkiye Selçukluları’nda gerek
siyasi gerek sosyo-kültürel anlamda öne çıkan İranlılık etkisinin sona erdirilmesine yönelik ilk
bilinçli çabalar da Beylikler Dönemi’nin ürünüdür.
235
Önemleri kısaca bu şekilde ifade edilebilecek olan ve Türkiye Selçuklu Devleti’nin
yıkılmasının ardından Anadolu topraklarında kurulan -farklı tarihleri dikkate almadan- toplam
22 tane Türk beyliği hüküm sürmüştür. Bunlara Akkoyunlular ve Karakoyuluları da
eklediğimizde rakam 24’e ulaşır ki, bu Anadolu’daki siyasi parçalanmışlığın şiddetini oldukça
iyi bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu siyasi parçalanmışlığa rağmen, temelde aynı kültürün
parçası olan halkı sayesinde, bazıları kısa bazıları daha uzun bir süre sonra, bunlar bir araya
gelebilmiş ve başta bu beyliklerden biri durumundaki Osmanlılar bayrağı altında
toplanabilmişlerdir.
236
Bölüm Soruları
a) Selçukluların zayıflamasıyla
a) Tevaif-i Müluk
b) Anadolu Beylikleri
c) Altınordu Beylikleri
d) Murabıtlar
e) Cemiyet-i Akvam
a) Germiyanoğulları
b) Karesioğulları
c) Aydınoğulları
237
d) Akkoyunlular
e) Menteşoğulları
a) Germiyanoğulları-Kütahya
b) Saruhanoğulları-Manisa
c) Çobanoğulları-Sinop
d) Tekeoğulları-Antalya
e) Ramazanoğulları-Adana
a) 1350-1502
b) 1256-1474
c) 1256-1483
d) 1337-1515
e) 1299-1429
a) Danişmendliler
b) Saltuklular
c) Mengücekler
d) Artuklular
e) Eşrefoğulları
c) Beylikler Dönemi Selçuklu ile Osmanlı arasında oluşan bir kopuş dönemidir.
238
e) Anadolu Türk Beylikleri Sünni İslan eksenli siyaset anlayışını Osmanlıya da
taşımışlardır.
a) Karesioğulları
b) Karamanoğulları
c) Karakoyunlular
d) Germiyanoğulları
e) Saltuklar
a) Sultan
b) Bey
c) Padişah
d) Atabey
e) Beylerbeyi
Cevaplar: 1) c; 2) a; 3) b; 4) c; 5) c; 6) b; 7) a; 8) c; 9) d; 10) b
239
9. OSMANLININ KURULUŞU VE SİYASİ GELİŞİMİ
240
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
9. Giriş
241
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
a) Orhan Bey
b) Ertuğrul Bey
c) Osman Bey
d) I. Murad
e) Yıldırım Bayezid
a) Osman Bey
b) II. Bayezid
c) I. Murad
d) Orhan Bey
e) I. Bayezid
b) Yıldırım Bayezid
e) IV. Murad
Cevaplar: 1) c; 2) d; 3) a
242
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
243
Anahtar Kavramlar
244
Giriş
Bu bölümde öğrenci, Anadolu’da oluşan Türk kültür mirasının en önemli mimarı olan
Osmanlı İmparatorluğu hakkında ana hatlarıyla bazı bilgiler edinecektir. Elbette kültürel
mirası meydana getiren tüm unsurlar değil, burada yer verebildiğimiz kadarıyla ele alınanlar
görülecektir. Bu amaçla öncelikle Osmanlı Beyliğinin kuruluşundan başlamak üzere, ana
hatlarıyla son dönemlere kadar olan Osmanlının siyasi gelişimi üzerinde durulacaktır.
Bilindiği üzere, Oğuzların 24 boyundan biri olan, Kayıların aşiret reisi durumundaki
Ertuğrul Bey’in kurduğu temeller üzerine, oğlu Osman Bey’in karizması sebebiyle izlediği
akıllıca politikalar, Osmanlı beyliğini tarih sahnesine çıkarmıştır. Aşiret yapılanması içinde
örfe dayalı idare geleneği, önde gelenler/eşitler arasında giderek Osman Bey’in seçkinleşmesi
ve liderliği üstlenmesi bu siyasi dönüşüm için etkileyici olmuştur. Bununla birlikte salt aşiret
yapılanması yanında Selçuklu devlet teşkilatından da etkilenilmiş olması tabiidir. Bu
merhalede Osman Bey ve çevresindeki arkadaşları arasındaki bağlar önem kazanmış ve ilk
siyasi teşekkülün çerçevesi şekillendirilmiştir. Osman Bey’den sonra yerine geçen oğlu Orhan
Bey zamanında ilk defa Rumeli topraklarına geçilerek burada kalıcı bir siyaset izlenmeye
başlandığı gibi devlet oluşumunun ilk adımları da atılmıştır. Bu sürecin kuvvetlenerek devlet
pozisyonunu kazandığı I. Murad devrinde ve özellikle Yıldırım Bayezid döneminde
gerçekleştirilen askeri, idari organizasyon, merkezî sistemi güçlendirme ve hızlı fütuhat,
bunun için gerekli insan gücü kaynaklarını teşkilatlandırma gibi amillerle yerleşik devlet
vasfı, görünüşü ve düzeni sağlanmıştır. Fatih Sultan Mehmed’in faaliyetlerinin sonucunda
tekamül etmiş hâliyle klasik Türk-İslam devlet modeli ortaya çıkmış ve bu durum tek
hanedana dayalı güçlü bir merkezî idare tarzının yerleşmesiyle diğer benzeri devlet
yapılanmasından farklılaşmış, bu sayede kalıcılık temin edilmiştir. Böylece Fatih Sultan
Mehmed dönemiyle Osmanlı Devleti “imparatorluk” sürecine girmiş, II. Bayezid, Yavuz
Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman devirlerinde bu gelişme pekişmiş ve yerleşmiş, 17.
yüzyıldan itibaren bir iki istisna dışında padişah otoritesi, saray halkı ve merkezî bürokrasiye
kayma eğilimi göstermiştir. Osmanlı Beyliğinden imparatorluk hâline gelinceye kadar kısaca
verilen bu bilgilerden sonra, özetlenen sürecin biraz daha ayrıntısına girmekte fayda vardır.
245
9.1. Osmanlı Beyliğinin Kuruluşu
Osmanlı Beyliğinin kuruluşu ile ilgili bu zamana kadar yapılmış belli başlı
araştırmalar çerçevesinde yoğunlaşan çeşitli tezler bulunmaktadır. Bunlar A. Gibbons, F.
Köprülü, P. Wittek, F. Giese, M. Akdağ, H. İnalcık, C. Kafadar, P. Lindner, C. Imber, H.
Lowry, S. Divitçioğlu, R. Kaplanoğlu tarafından yapılan çalışmalardır. Bütün bunlara ilave
13-14. yüzyıllar Anadolu’su ve bu arada Osmanlı Beyliğinin teşekkülü konularına zaman
zaman değinen I. Melikoff, N. Beldiceanu, G. Arnakis, E. Zachariadou, A. Y. Ocak, F.
Emecen, M. Öz, O. Özel, Y. Koç, M. Öztürk, H. B. Karadeniz ve Ö. Ergenç gibi
araştırmacılar da burada zikredilmelidir. Bitmek bilmeyen bu tartışmaya daha sonra katılanlar
da olmuş ve henüz genel geçer bir fikir kabul edilmediği için, olmaya da devam edecek
gibidir. Bu bağlamda tartışmaya biz de dâhil olup burada araştırma sonuçlarımızı ifade
etmeye çalışacağız.
Osmanlı Beyliğinin kuruluşu üzerine şimdiye kadar yapılan farklı açıklama ve yorum
denemelerinin esas olarak, yoğun nüfus hareketleri (veya batıya göçler), aşiret yapısı (Türk,
Kayı veya karışık Bitinya aşiretleri, Moğol kökenliler dâhil), gaza (veya kutsal savaş), uç
toplumu/kültürü (veya açık, geçirgen ve kozmopolit bir toplum/kültür) ve bu bağlamda
yepyeni bir ırk (Osmanlı, Hristiyanlar dâhil) husus ve kavramlaştırmaları etrafında döndüğü
görülmektedir. Son yıllarda da, bu problem üzerinde durmaya devam eden H. İnalcık diğerleri
246
yanı sıra özellikle uç kültürü, alplar, gaza, istimalet politikası üzerine yoğunlaşmış ve
meseleyi bu pencereden çözmeye çalışmıştır. Yani İnalcık da, tıpkı Köprülü gibi o dönem
Anadolu’sunun sosyal, iktisadi ve siyasi yapısının kompleks olduğu ve dolayısıyla bahsi
geçen sorunun cevabının da ancak kompleks olacağını belirtmiştir. Bu bağlamda başta İnalcık
olmak üzere, birçok araştırmacı tarafından vurgulanan hususlar, özellikle uç, aşiret yapısı,
gaza ve istimalet etrafında toplanmış görünmektedir.
Bize göre, Osmanlı Beyliğinin kuruluş probleminin cevabı, dönemin genel şartlarını
ve diğer beyliklerin de içinde olduğu ortamı incelemek yerine, sadece Osmanlı Beyliğinin
sahip olduğu -ama diğerlerinin sahip olmadığı- özellikleri araştırmaktan geçmektedir. Çünkü
başka türlü, bütün koşulları aynı olan birkaç tane beylikten, diğerlerini geride bırakarak öne
çıkan beyliğin durumunu anlamak ve açıklamak mümkün değildir. Ve yine bize göre bu
sorunun cevabı, önce Osmanlı Beyliğinin kurulduğu mekânın coğrafi özelliklerinin daha
sonra da Osmanlı Beyliği yöneticileri ile etrafındakilerin kişisel özelliklerinin/karizmatik
kişiliklerinin diğer beyliklerde olmayışında gizlidir.
Osmanlı Beyliğinin kurulduğu saha oldukça dar bir mekân olsa da, genel hatlarıyla
Marmara coğrafi bölgesinin özelliklerine çok benzerlik göstermektedir. Bu sahanın başlıca
özelliği, her bakımdan bir “geçit/geçiş” bölgesi olmasıdır. Önce, bu iki bölge iki ayrı kara
kütlesi ve dolayısıyla iki kıta arasında olduğu kadar, iki deniz arasında da bir geçit alanı
oluşturur. Bölge ortalama yüksekliği fazla olan Türkiye’de (1.131 m), en az yükseltiye sahip
(180 m) sahalardan biri durumundadır. Bölgenin Anadolu topraklarının yükseltisi
Trakya’nınkini aşarsa da, aradaki fark çok fazla değildir. Bölgede, Akdeniz iklimi karakterleri
güneyden kuzeye doğru tedrici bir şekilde değiştiği gibi, iç kısımlara doğru da karasal/step
ikliminin özellikleri ortaya çıkar. Başka bir ifadeyle Akdeniz ikliminin geniş sahalarda hâkim
olduğu görülür ve bu iklime bağlı şartların karalar içine ve Karadeniz’e doğru tedrici bir
şekilde azaldığı gözlenir. Bu sahanın, Marmara kıyılarından bozkıra doğru bir geçiş sahası
olması yanında, Sakarya vadisi ve kenarındaki alçak topraklardan Domaniç dağlarının yüksek
yaylalarına kadar birçok açıdan çeşitlilik arz ettiği görülebilir. Bu çeşitliliğin ekonomik açıdan
anlamı ise, tarımsal ve hayvansal ürünlerdeki çeşitliliktir. İklim, toprak ve diğer şartlardaki
247
uygunlukları düşündüğümüzde, bu aynı zamanda verim ve üretim fazlalığı, yani ekonomik
zenginlik anlamına gelmektedir.
Bölgenin geçim kaynakları arasında önemli bir yer tutan tarım ekonomisinin
özellikleri içinde “çeşitlilik karakteri” hemen dikkat çeker. Her ne kadar, mesela Akdeniz
kıyılarındaki yarı tropikal şartları arayan bitkiler, burada yetişemezse de, kışların genellikle
fazla soğuk olmaması, orta iklim meyve ağaçlarının çoğunun tutunabilmesini sağlar. Ovalarda
yazların sıcak geçmesi ve yetecek kadar uzun sürmesi de, pamuk, susam vb. bitkilerin
yetiştirilmesini mümkün kılar. Nadas topraklarının düşük bir oran göstermesi, bu bölgede
topraktan daha rasyonel bir şekilde faydalanıldığını ortaya koyar.
Beyliğin coğrafi konumu ve sonuçlarını takiben Osman Bey ve ona bağlı olarak
çevresindekilerin karizmatik kişilikleri de ele alınmalıdır. Bu konuda bilinenler oldukça sınırlı
da olsa, Osmanlı sultanları arasında özellikle ilk 8-10 sultanın diğerlerinden daha üstün
nitelikli oldukları söylenegelmiştir. Osman Bey gibi karizmatik bir kişiliğin varlığına ilave
Osmanlı dinamik yapısının ilk 200 yıllık süreçte güçlü liderler üretmesi diğer hiçbir beylikte
yaşanmamış bir realitedir. Özellikle kurucu Osman Bey’in karizmatik kişiliğinin bir sonucu
olarak problemleri çözüm yöntemi, Türk-İslam kültürüne uygun hareketleri, kriz yönetimi,
ileri görüşlülüğü, yeniliklere açıklığı, birlikte çalıştığı ekibi seçimi, kendisine yapılan iyiliği
unutmaması vb. hususlarda son derece isabetli kararlar alıp tercihler yaptığını söylemek yanlış
olmayacaktır.
Beyliğin kuruluşunda birinci dereceden etkili olan unsur, Osman Bey’in karizmatik
kişiliği olup bu hususu, Osman Bey’in çağdaşı olan ve kişiliğini ele alan belge ve bilgiler
olmadığından onun yaptıklarından çıkarmak durumundayız. Osman Bey’in karizmatik kişiliği
ile yaptıkları, yüzlerce yıl sonra Atatürk’ün karizmatik kişiliği sayesinde yaptıkları ile
karşılaştırılabilecek seviyede ve nitelikte olup bazıları sadece Osman Bey’in izlediği
politikalar iken bazılarını da çevredeki diğer beylere göre Osman Bey’in sahip olduğu
karizmatik kişiliği ve bunun sonucunda daha iyi yürüttüğü politikalar olarak sıralamak
olasıdır. Bu hususların hepsini başlıca 5 grup altında toplamak mümkündür: 1-Kişiliği
hakkında yazılanlar, 2-Devlet hâkimiyetinin taksim edilmemesi, 3-Beyliğin çekim merkezi
hâline getirilmesi, 4-Gaza politikası, 5-İstimalet politikası.
248
1-Kişiliği hakkında yazılanlar: 13. yüzyıl sonları ile 14. yüzyıl başlarında kaleme
alınan ve doğrudan Osman Bey’in kişiliği hakkında bilgi veren bir kaynağımız olmadığı için,
sonraki dönemlerde yazılmış ve Osman Bey ile çevresindekilerin yaptıklarından bahseden
kaynakları kullanmak zorundayız. Bunu yaparken de, Osman Bey’in kişiliği hakkında çıkarım
yapabileceğimiz olaylar ve anlatımlardan faydalanıp yazıyı bu yöntem ile şekillendireceğiz.
Bu bağlamda ele alınabilecek bilgi ve anekdotlardan bazıları aşağıdadır.
İtalyan müellifi Spandugnino erken 16. yüzyılda yazdığı ve “Origin of the Ottoman
Emperor” ismiyle İngilizceye çevrilen eserinde bu konuda şu bilgileri verir: “Bizans
imparatoru Mikhail Paleologos (1261-1282) zamanında, civarda Türklarden dört bey vardı.
Birinin adı Michauli, ikincisininki Turachan, üçüncününki Evrenes, dördüncüsününki
Ottomano. Hiçbiri ufak çete reisinden fazlası değildi. Hristiyanların gücünün bir başlarına
direnebilmek için fazla olduğunu görmüşler ve hemen bireysel çıkarlarını değil ortak
iyiliklerini göz önünde bulundurmaya karar vermişlerdi. Ve müthiş ve unutulmaz bir şey
yaptılar. Bir gün içlerinden bir bey seçmek için bir araya geldiler. Oradakilerden her birinin
kendi diyeceği vardı ama hepsi de yetke, cesaret ve karakter gücü konusunda kimsenin
Ottomano’yu geçemeyeceğine karar verdi. Karar vermekte zorlandılar zira ortak onayla
onlara egemen bir bey değil ağabey olacaktı. Fakat bu şekilde Ottomano’yu seçtiler ve
Türklerin ilk imparatoru oldu”.
Burada anlatılan olayın ve olaydaki kişilerin ne kadar doğru olduğunu kestirmek güçse
de, bizim için önemli olan, Osman Bey olduğu apaçık olan Ottomano’nun “yetke, cesaret ve
karakter gücü açısından diğerlerine göre daha üstün olması” nedeniyle liderliğe seçilmesidir.
249
kendine ait olan sahada müstakil olarak hüküm sürüyordu. Hâlbuki Osmanlıda bütün kuvvet
bir tek hükümdarın elindedir. Osmanlı Beyliğinin 14. yüzyılda dâhili mühim bir sarsıntıya
uğramamasında “hâkimiyetin taksim edilmemesi” usulü büyük bir amil olmuştur. Beyliğin
büyümesine paralel olarak, isabetli kurumsal düzenlemeler yaparak merkezî bir devlet kurma
hedefine yönelmeleri ve bu amaç için hâkimiyetin bölünmezliği ilkesini benimseyip Türk-
Moğol devlet geleneğinden bir ayrılış olarak niteleyebileceğimiz “kardeş katli” ilkesini
getirerek ülke topraklarının hanedan üyeleri arasında bölüşülmesine ya da ortaklaşa
yönetilmesine izin vermemeleri, Osmanlı Beyliğinin kuruluş ve gelişiminde son derece etkili
bir unsurdur. Bu konuyla ilgili diğer bir husus da Osmanlıların kılıç hakkına riayet
etmemesidir.
3-Beyliğin çekim merkezi hâline getirilmesi: Aynı hususu destekleyen diğer bir
nokta, Osman Bey’in gazalarda üstün olması ve gelenlere kapısı açık bulunması nedeniyle
sürekli olarak “her yerden savaşçıların ve göçmenlerin gelerek” Osman Bey’e katılmalarıdır.
Aynı dönemde Karasioğulları, Çobanoğulları ve diğer uç beylerine katılım var mıydı, varsa ne
orandaydı bilmek çok ilginç olurdu? Ama Osman Bey’in başarıları üzerine doğudan ve
batıdan sürekli katılımların olduğunu çağdaş kaynaklar açık bir şekilde belirtmektedirler.
Gerçekten de, Anadolu’nun her yerinden gelen Türkmenlerin yanı sıra, Hristiyan yerliler ve
Bizans topraklarından katılanların da olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla, diğer beyliklere de
göçmenlerin katılımı olduysa bile, bu süreci en iyi yöneten ve en fazla göçmen kabul eden
beylik Osman yönetimindeki idare olmuştur.
Beyliğin kısa sürede çekim merkezi hâline gelmesi, tarım topraklarının ve otlakların
daha fazla kullanılarak zenginliğin artmasına yol açmıştır. Bu sahadan geçen ticari yolun
kazançlarına ilave, gaza ve istimalet ile zanaatçıların da katılımıyla ekonomik açıdan çeşitlilik
ve zenginliğin arttığı ve artmaya devam ettiği bir ülke ortaya çıkmıştır. Bu sahada yer alan ve
hızla büyüyen, kalabalıklaşan kır ve şehirlerde yöneticilik yapacak, kadılık yapacak, imamlık,
müderrislik ve diğer şekillerde dinî öğreticilik yapacak, askerî birliklere katılacak vb. kişilerin
gelmiş olduğu ilgili kaynaklarda açıkça bazılarında ise satır aralarında kayıtlıdır. Bu şekilde
istihdamın arttığı ve kazancın iyi olduğu bir ortam ise, sürekli olarak yeni katılımların artarak
devam etmesi anlamına gelmiştir.
4-Gaza politikası: Diğer bütün beyliklerde var olan bu husus, Osmanlı Beyliğinin
diğerlerine göre daha iyi yürüttüğü politikalardandır. Gaza, burada cihat ile farklı anlamda ve
tamamen “akın” karşılığı kullanılmış bir kavramdır. W. Barthold, gazileri “nerede bir kutsal
savaş sürüyor ve nerede ganimet ümidi var ise oraya hizmetlerini sunan, yerinde duramayan
unsurlar” olarak tarif etmektedir. Bu bağlamda Osmanlı döneminde Anadolu gaziliğinin de
aynı nitelikte olduğunu, Pachymeres sayesinde öğrenmekteyiz. Osman Bey’in 1301 yılındaki
Bizans karşılaşmasında (Bafeus savaşı), Osman’ın kuvvetlerine yakın bir saha olan
Kastamonu bölgesi yanında, daha uzaktaki Menderes yöresinden gelen savaşçıların da
katıldığı bilinmektedir. Hatta Gazi Mihal ve Gazi Evrenos örneklerindeki gibi, gazilerin
Hristiyan kökenli olması da sorun edilmiyordu. Aslına bakılırsa öncelikle gaza (yağma amaçlı
akın) ile cihat kavramlarının aynı anlama gelmediği ve hatta gaza’nın Anadolu’da 13-15.
yüzyıllarda “akın” ile eş anlamlı olduğu meselesi iyi anlaşılmalıdır. Gerçi, bu kavramların iyi
250
anlaşılması bizim tezimizi çürütmediği gibi aksine kuvvetlendirmektedir. Çünkü 1337 yılında
Osmanlı kuvvetleri yanı sıra Karesi akıncıları da birbirlerinden ayrı olarak Trakya’da akınlar
yapmışlardır. Hatta takip eden yıllarda Bizans içerisindeki hiziplerin Osmanlı yanında Karesi
ve hatta Aydınoğlu beyliklerinden yardım istemesi hususu da yine bizi destekler niteliktedir.
Uç toplumundaki geçirgenlik, ittifakların yapısı vb. açılardan Osmanlı Beyliğinin
diğerlerinden farklı olmadığını, Orhan Bey’in John Kantakuzenos’un kızı ile evlenirken
Karesioğlu Süleyman’ın da Batatzes’in kızıyla evlenmesi olayı da destekler.
Daha önceki dönemde Selçukluların gayrimüslimlere dinî baskı yaptıklarına dair hiç
bir iz olmadığı gibi, bu anlamda Osmanlı Beyliği yönetimi de yumuşak ve hoşgörülüdür. Bu
konuda Sir William “ön yargılı Bizans tarihçileri bile Hristiyanların birçok durumda
sultanların yönetimini imparatorlara tercih ettiklerinin ipuçlarını vermektedirler” diyor.
Anlaşıldığı kadarıyla yerli halk direniş göstermeden teslim olmuştur. Savunmadan bahis
yoktur. “Her şehir Türkler onu alacak gücü toplayana kadar beklemiştir”.
251
taraftan ordu ve devlet adamlarının kahramanlığının yanı sıra Osmanlıların bakışını çevirdiği
topraklardaki durum da etkili olmuştur.
Sonuç olarak kısaca burada açıklamaya çalıştığımız gibi, Osmanlı Beyliğinin kuruluşu
yıllardan beri tartışılmış ve çok çeşitli fikirler ileri sürülmüştür. Bu döneme ait belge ve bilgi
eksikliği, Osmanlıların kısa sürede beylikten güçlü bir devlete dönüşmesini fazlasıyla sisli bir
atmosfer içerisine sokmuş, bu da araştırmacıları kendisine çekmesine yol açan bir faktör
olmuştur. Dolayısıyla yukarıda verilen bilgileri de bu bağlamda düşünmek ve kesin bir sonuç
için o dönemden bugüne ulaşmış kaynakların bulunmasını beklemek ve daha fazla araştırma
yapmak gerekmektedir.
Yukarıda kısaca belirtilen faktörlere bağlı olarak, Osman Bey yönetiminde uçta
kurulan bir tabiilikten bağımsız bir beyliğe dönüşüm gerçekleşmiş ve altı asırı geçecek bir
siyasi örgütlenme böylece kurulmuştur. Ne yazık ki, beyliğin ilk dönemlerinde kaleme alınan
kaynaklar bulunmadığından, Osmanlı Beyliğinin ilk yıllarındaki faaliyetleri bizler ancak, 15.
yüzyıla tarihlenen Osmanlı kroniklerinden öğrenmekteyiz (1290’larda Karacahisar, İnegöl,
Yarhisar, Yenişehir, Bilecik’in vb. fethi, Selçuklu sultanından hâkimiyet sembolleri olarak,
tabl u alem [davul ve sancak] gelmesi gibi). Bu döneme ait Osmanlı kaynakları ve diğer
dönem kaynakları göstermektedir ki, beyliğin kuruluş yılları boyunca, Osman Bey ve
arkadaşları yörenin yerli sakinleri ile uyum ve işbirliği içinde hareket etmişlerdir. Dolayısıyla
kısa sürede kalabalık ve güçlü bir ordu toplanabilmiş ve gaza için komşu Bizans’a kafa
tutabilmiştir. Zira Osman ve beyliğinin tarih sahnesinde yerini alışında Bizans’a karşı
kazandığı Bafeus (Koyunhisar’ı) Savaşı’nın (1302) büyük önemi vardır. Osman Bey
zamanında, önce vesayet altındaki Selçuklular vasıtasıyla sonra da valiler aracılığıyla
İlhanlılara tabi bir beylik konumunda olan Osmanlılar, Bursa gibi önemli bir şehrin fethinin
(1326) ardından Anadolu’da İlhanlı hâkimiyetinin önce fiilen iyice gevşemesi (1328) ve
ardından son hükümdar Ebu Said Bahadır Han’ın ölümüyle (1335) tamamen ortadan kalkması
sayesinde bağımsızlıklarını sağlamlaştırmışlardır.
Osman Bey, vefat ettiğinde oğluna hatırı sayılır bir güç ile oldukça geniş sayılabilecek
bir beylik miras bırakmıştı. Doğum tarihi tartışmalı olan Orhan Bey’in 1299 yılında Nilüfer
ile evlendiğinde “yiğit” (genç) diye anılmış olmasından hareketle bu tarihte on sekiz yaş
civarında olduğu ve yine bu sebepten Orhan’ın 1280’lerde doğduğu kabul edilebilir. Orhan
(1324-1362) 1324 yılı martında beyliğin başına geçince, Bizans Bitinyası’nın iki büyük
merkezi Bursa ve İznik üzerindeki kuşatmayı sıkılaştırdı. Bursa’nın düşmesi ve İznik’in
kuşatma altında olması, İstanbul’da Bitinya bölgesinin tamamen kaybedilmek üzere olduğu
kaygısını uyandırdı. Bunun üzerine Bizans imparatoru III. Andronikos Paleiologos, Gebze
önünde Pelekanon’dan (Eskihisar) denizi geçip abluka altındaki İznik ve mümkün olursa
Bursa’yı kurtarmaya karar verdi. Haziran 1329’da gerçekleşen savaşta Bizans ordusu
hezimete uğrayınca, Orhan bütün Kocaeli’ni ele geçirdi; zaferden sonra İznik ablukası
güçlendirilerek 2 Mart 1331 tarihinde bu şehri teslim aldı.
252
1337 yılında Bizans imparatoru Arnavutluk’ta seferde iken Orhan İzmit şehrini,
sahibesi olan hatundan bir ahidname ile teslim almıştır. İzmit’in fethinden sonra Orhan Bey,
ülkesini yeni baştan teşkilatlandırdı; büyük oğlu Süleyman’a İzmit’in yönetimini verdi. Bursa
sancağına ikinci oğlu Murad’ı idareci gönderdi, bölgeye “Bey sancağı” adı verildi. Eskişehir
yakınındaki ilk payitaht Karacahisar’a amcasının oğlu Gündüz Alp’i görevlendirdi. Orhan
Gazi kendi vilayetlerinin “ulubey”i oldu. Selçuklulardaki gibi Anadolu beyliklerinde de
ülkenin oğullar arasında bölüştürülmesi adetti ve hükümdar ulubey unvanı ile bütün beyliğin
yüksek sahibi sayılırdı. Bu gelişmelerden sonra, komşu beyliklerden Karesioğulları 1345-
1346’da Osmanlı idaresi altına girmiştir. Orhan Bey’in oğlu Süleyman Paşa tarafından
Dimetoka’da Sırp ve Bulgarlara karşı Bizans İmparatoru Kantakuzenos’a (VI. Ioannes)
yapılan yardıma karşılık 1352 yılında Gelibolu’ya geçildi. Çimbi veya Çimpi gibi değişik
şekillerde yazılan kale Osmanlıların Gelibolu yarımadasında yani Avrupa kıtasındaki ilk
topraklarıdır. Böylece Süleyman Paşa tarafından ele geçirilen Çimpi Kalesi Rumeli’nde Türk
fütuhatının kapısı ve Avrupa toprakları üzerinde yerleşecek Osmanlı Türkleri için ilk askerî üs
olmuştur. Bu suretle Gelibolu yarımadası tamamıyla alındıktan başka Trakya’ya yayılma
fırsatı da ele geçmişti. Daha da ileri gidilerek Orhan Bey henüz hayatta iken Şehzade Murad
tarafından 1361 yılında Edirne’nin fethi, Osmanlılar’ı daha da güçlendirmişti.
Murad Hüdavendigar (1362-1389) 1326 yılında doğdu. Babası Orhan Bey, annesi
Yarhisar tekfurunun kızı Nilüfer Hatun’dur. Orhan Bey, İzmit fethine hareket etmeden önce
1337 yılında ona Bursa ile Bey sancağını verdi. Rumeli fatihi olarak anılan kardeşi Süleyman
Paşa’nın ölümü üzerine 1357 yılında önemli bir kuvvetle birlikte Rumeli’ye gönderildi ve
orada, 1362 yılına kadar şehzade sıfatıyla fetihlerde bulundu. Babasının 1362’de ölümünden
sonra tahta geçti. Osmanlı Beyliği özellikle I. Murad devrinden itibaren Anadolu ve
Balkanlarda girişilen faaliyetler neticesinde, beylik görünümünden çıkarak devlet olma
yoluna girmiştir. Anadolu ve Balkanlar’da giriştiği faaliyetlerle Osmanlı beyliğini bir devlet
hâline getiren I. Murad döneminde, Osmanlılar Trakya’da adım adım ilerliyorlardı. Daha
şehzadeliği sırasında gerçekleştirdiği Edirne’nin fethinden sonra ikinci büyük merkez olan
Dimetoka ve ardından Filibe 1363 yılında Osmanlı egemenliği altına girdi. Balkanlarda
önemli fetihler ve kazançlar yanında I. Murad, Anadolu tarafını da dikkatle takip ediyordu.
1354’te Ankara’nın ele geçirilmesinin ardından Orta Anadolu’ya doğru açılan koridor, I.
Murad döneminde işlerlik kazandı. Sivas’ta Eretnaoğulları’nın yerine geçen Kadı
Burhaneddin’e karşı Tokat-Amasya bölgesindeki küçük beylikler Osmanlı himayesine
girdiler. I. Murad oğlu Bayezid’i Germiyanoğlu Süleyman Bey’in kızı ile evlendirmiş,
karşılığında çeyiz olarak Kütahya, Emet, Simav ve Tavşanlı Osmanlılara verilmişti. 1380’e
kadar bu yörelerin Osmanlı idaresine geçtiği açıktır. I. Murad 1387’de Konya üzerine
yürümüş ve burada Frenkyazısı adlı yerde yapılan savaşta Karamanlıları bozguna uğratmıştır.
Bu durum aynı zamanda Karamanoğulları’nın beylikler üzerindeki iddialarının sonunu
oluşturdu. Böylece 1367’den 1387’ye kadarki dönemde Osmanlılar en büyük rakipleri olan
Karamanlıların nüfuzlarını iyice kırmış oldular. I. Murad’ın Kosova’da şehadetinden sonra
yerine geçen Yıldırım Bayezid dönemiyle, Osmanlı Devleti’nde güçlü ve etkili bir merkezî
yapılaşma görülecektir.
253
Yıldırım Bayezid (1389-1403) 1354 yılında doğdu. I. Murad’ın büyük oğlu olup
annesi Gülçiçek Hatun’dur. 1381 yılı dolaylarında Germiyanoğlu Süleyman Çelebi’nin kızı
Sultan Hatun ile evlendi ve hanımının çeyizi olarak Osmanlılara bırakılan topraklara sancak
beyi tayin edildi. Frenkyazısı savaşında gösterdiği cesaret ve atılganlık dolayısıyla “Yıldırım”
lakabını aldı. Kosova savaşının ardından I. Murad harp sahasını dolaşırken yanına sinsice
sokulan bir Sırp tarafından hançerlenerek şehit edilmesi üzerine, babasının vasiyeti gereği
tahta Yıldırım Bayezid çıkarıldı. Yıldırım Bayezid, 1389-1390 kışında Batı Anadolu’daki
Saruhan, Aydın, Menteşe, Hamid, Germiyan beyliklerini doğrudan Osmanlı hükümranlığı
altına aldı. 1390 sonbaharında yanında Bizans imparatorunun oğlu Manuel ve Candarlı
Süleyman Bey olduğu hâlde Batı Anadolu’da Türk toprakları içinde âdeta bir ada gibi kalmış
olan tek Bizans şehri Alaşehir’i ele geçirdi. 1390 Mayısında Karahisar-ı Sahip’te bulunan
Yıldırım Bayezid, Karamanoğulları’na karşı hazırlık yapmaya başladı. Harekete geçerek
Beyşehir’i aldı, Konya üzerine yürüyüp şehri kuşattı. Fakat Candaroğlu Süleyman Bey ile
Kadı Burhaneddin müşterek bir harekât düzenleyerek Osmanlı topraklarına girince, kuşatmayı
kaldırıp Karamanoğulları ile anlaşma yaptı. Çarşamba Suyu her iki devlet arasında sınır oldu,
ayrıca Beyşehir ve civarı Osmanlı sınırları içinde kaldı. Dolayısıyla Yıldırım Bayezid’in
bundan sonraki hedefi Candaroğulları oldu. Bu sefer sırasında Osmanlılar Kastamonu-Sinop
hattına kadar ilerledilerse de Candarlı ve Kadı Burhaneddin’in kuvvetleri karşısında başarılı
olamadılar. Ardından Osmancık’a kadar gelindi, fakat Çorumlu mevkiinde Kadı Burhaneddin
karşısında tutunmak mümkün olmadı. Kadı Burhaneddin Sivrihisar ve Ankara’ya kadar
uzandı, tahribatta bulundu. Ancak Burhaneddin’in kuşatması altındaki Amasya Emiri 1392’de
Amasya’yı Osmanlılara teslim etti. Bu yörede bulunan Yeşilırmak vadisindeki
Taceddinoğulları, Merzifon bölgesinde Taşanoğulları, Bafra hâkimi gibi bazı mahalli beyler
Osmanlı hâkimiyetini tanımışlardı. Bu şekilde Osmanlılara karşı koyabilecek başlıca iki güç
odağı kalmıştı. Kadı Burhaneddin ve Karamanoğulları. Onların bertaraf edilmesi ancak 1397-
98 yıllarındaki mücadeleler sırasında, Avrupa’daki durumun sağlamlaştırılmasının ardından
gerçekleşecekti.
254
Bu fetihler sonrasında yeniden İstanbul’a yönelerek şehri kuşattı. Kuşatmanın iyice
kuvvetlendirildiği ve şehrin düşmesinin an meselesi olduğu bir sırada, doğuda Timur tehlikesi
belirmeye başladı. Nitekim 1399 sonbaharında Timur Doğu Anadolu’da bulunmaktaydı ve
1394’te Anadolu’nun doğu kesimindeki ilk işgalinin ardından batı taraflarını da ele geçirmeyi
hedefliyordu. İran’a hâkim olan Timur, Büyük Selçukluların ve İlhanlıların varisi olmak iddi-
asıyla Anadolu üzerinde hâkimiyet kurmak niyetindeydi. Bayezid ise Selçukluların mirasçısı
sıfatıyla Anadolu'da birliği sağlamak düşüncesindeydi. Bayezid Anadolu ve Rumeli’de tabi
hanedanları ortadan kaldırmak ve Yakındoğu İslam devlet anlayışı çerçevesinde merkezî bir
devlet kurmak gayesini benimsemişti. Bu gayesinde kısmen başarılı olmuş, ilk merkezî
idareyi kurarak kul sistemini düzenleyip yerleştirmiş, yeni örfi hukuk uygulamaları getirmiş,
kanunnameler çıkartmıştır. Onun zamanında Tuna’dan Fırat’a kadar, padişahın kulları
tarafından idare edilen merkezî bir devlet sistemi başarıyla uygulanmış, böylece Osmanlı
Devleti Batı Avrupa’dan Orta Asya’ya, Mısır’dan Altın Orda sahasına kadar uzanan bölgede
milletlerarası siyasetin başlıca odak noktasını oluşturmuştur.
Orta Asya ve İran’da büyük bir devlet kurmuş olan Timur’un faaliyetleri, gazi olarak
şöhreti artık her tarafa yayılan Yıldırım Bayezid’in devleti için büyük bir tehlike ve tehdit arz
ediyordu. Anadolu’dan Hindistan’a kadar uzanan bir imparatorluk kurmuş olan Timur’un
fütuhat sahasına Anadolu’yu da dâhil etmesi, aynı yer üzerinde hak iddia eden Osmanlılarla
arasının açılmasına neden olmuştur. Diğer taraftan Memlük Sultanı Berkuk’un ölümü,
Timur’un kendisine rakip olarak gördüğü Mısır ve Anadolu’daki bu iki devleti ortadan
kaldırmak için uygun bir zemin hazırlamıştır. Memlüklarle Osmanlıların arasının açılması da
Timur’un işini kolaylaştıran diğer bir etkendir. Timur bu fırsattan faydalanarak 1399’da
Bağdat’ı ele geçirince, Celayirli Hükümdarı Sultan Ahmed ve Karakoyunlu Türkmen reisi
Kara Yusuf’un Osmanlılara sığınmasına neden oldu. Bu durum Timur’un Osmanlı Devleti’ne
müdahale etmesine fırsat verdi.
Kösedağ (1243) savaşından yaklaşık 160 yıl sonra, doğudan yeni bir Moğol tehlikesi
baş göstermiş olup tehlike öncekinde olduğu gibi yine yeterince ciddiye alınmamıştı. Doğal
olarak sonuç yine aynı olmuş, Anadolu’yu yurt tutmuş olan Türkler, bir kez daha istilacılara
boyun eğmek zorunda kalmıştı. Aslında mağlubiyetin ilki, Anadolu’da yeni kurulan bir
düzenin, henüz yeterince oturmamasından kaynaklanmış gibi görünüyorduysa da, ikincisi için
aynı şey söylenemezdi. Savaş sırasında ortaya çıkan gelişmeler durumu açık bir şekilde ortaya
koymaktadır. 28 Temmuz 1402’de karşılaşan iki ordunun sayıları birbirinden oldukça
farklıydı. Osmanlı ordusu 70 ile 90 bin kişiden oluşurken Timur’un ordusu 160 bin kişiydi.
Timur’un ordusunun çoğu süvariydi ve önemli sayıda zırhlı birlikleri vardı. Ayrıca Anadolu
askerinin o zamana kadar görmediği 30’dan fazla fil de bu orduda yer alıyordu. Osmanlı
ordusuna baktığımızda ise ordunun önemli bir kısmı piyadeydi. Savaşın başlangıcında
Osmanlı kuvvetlerinin yaptığı şiddetli saldırı, filler ve zırhlı birlikler tarafından durduruldu.
Osmanlı hâkimiyetinin henüz yerleşmediği Saruhan, Aydın ve Karesi sancaklarının askerleri
ile Kara Tatarların savaşın daha başında taraf değiştirmeleri yüzünden Osmanlı ordusunun bir
kanadı bozulmuştu. Tatarlar, Timur ordusunun sağ kanadında yer alan Erzincan hâkimi Emir
Mutahharten’in yanına geçmişlerdi. Osmanlı Devleti için savaş daha başlangıçta kaybedilmiş
gibi görünüyordu. Süleyman Çelebi’nin zaferden ümidini kesip savaş alanını ilk önce terk
255
etmesine yol açacak olan bu olay herhalde ona bir “bozgun” şeklinde yansımıştı. Şehzadenin
emrindeki Rumeli ordusunun arkasından saldırıya geçen Tatarların bu ihanetine Saruhan,
Aydın ve Karesi askerlerinin de taraf değiştirmeleri eklenince öyle anlaşılıyor ki Timur’un
askerlerine yapacak pek iş kalmamıştı. Hezimetin kaçınılmaz olduğu sonucuna varan Şehzade
Süleyman Çelebi başta Vezir-i Azam Çandarlı Ali Paşa olmak üzere emrindeki beyler ve
paşalarla Bursa’ya gitmek için savaş alanını terk etmişti.
Ankara Savaşı sırasında Yıldırım Bayezid’in, Süleyman, Mustafa, İsa, Musa, Mehmed
ve Kasım Çelebi olmak üzere altı oğlu hayatta bulunuyordu. Kasım, henüz küçük yaşta
olduğundan Bursa’da kalmış, diğerleri savaşa katılmışlardı. Savaşın, Osmanlılar aleyhine
biteceğini gören Süleyman, İsa ve Mehmed Çelebiler savaş alanından ayrılarak Timur’a esir
düşmekten kurtuldular. Savaşı ilk terk eden, büyük kardeş Süleyman Çelebi oldu. O,
babasının yönetim kadrosunu oluşturan Veziriazam Çandarlızade Ali Paşa, Subaşı Eyne Bey
ve Yeniçeri Ağası Hasan Ağa ile birlikte Bursa’ya gitmiş, ancak Timur’un kendisini takip
edeceğini düşünerek burada fazla kalmamıştır. Küçük kardeşi Kasım ile kız kardeşi Fatıma
Sultan’ı ve alabildiği devlet hazinesini de yanına alarak Gemlik’e, oradan da Güzelcehisar’a
geçmiştir. Süleyman Çelebi, Bizans’ın yardımıyla Boğaz’ı geçerek zaman geçirmeden
Edirne’ye hareket etmiştir.
Ortak kültürel değerlere ve ortak siyasi geçmişe rağmen, Orta Asya ile Anadolu’nun
tek bir siyasi çatı altında birleştirilmesinin zorluğu ortadadır. Buna rağmen Ankara savaşını
kaçınılmaz kılan gelişmelerin önüne geçilememişti. Osmanlı padişahının Timur tehdidine
karşı topraklarının doğu ucunda bir güvenlik çemberi oluşturma siyaseti, savaşı tetikleyen
olaylar silsilesini beraberinde getirmişti. Sivas ve Erzincan merkezli nüfuz mücadelesinde
Bayezid’in Timur’un tabiiyetindeki Erzincan’dan vergi talebi, Timur’un Sivas’ı işgaline
gerekçe olmuştu. Bunun üzerine doğrudan Erzincan’a yürüyen Bayezid, Mutahharten’in
ülkesini hâkimiyet sahasına katmıştı. Nüfuz mücadelesinin bu şekilde açık bir çatışmaya
dönüşmesi ise tarafları savaş alanına çekmişti. Bu süreçte Bayezid ve Timur’un savaşmaktaki
kararlılığı diplomatik yolları da çözümsüz bırakmıştı. Savaş öyle bir yerde ve havada cereyan
etmişti ki mücadeleden yenik çıkacak olan tarafın yok olması kaçınılmazdı. Savaşın mağlubu
Osmanlı için bu derece kötü bir sonuç alınmıştı. Aynı şekilde Timur ordusunun bozguna
uğraması durumunda Semerkand’a ulaşamayacağı muhakkaktı. Bu yönüyle savaş bir düelloyu
andırmaktadır. Savaşı bu havaya sokan ise her iki hükümdarın tehdit ve meydan okumaya
taviz vermeyecek kadar gururlu, savaştan çekinmeyecek kadar muzaffer olmalarıdır. Osmanlı
padişahı Niğbolu’da birleşik Haçlı ordusuna karşı zafer kazanmış bir komutan olarak
Timur’un taleplerini karşılamak bir yana, onun tehditlerine tehditle cevap verecek kadar
kendisine ve ordusuna güveniyordu. Timur da öyleydi. Hâkimiyeti boyunca istediği sonucu
elde etme becerisini göstermiş, ordusu Deşt-i Kıpçak, Hindistan ve Suriye’de mağlubiyet
yüzü görmemişti. Durum böyle olunca siyasi veya askerî kaygıların ön plana çıkmasına fırsat
tanımamışlardı.
Dağılan Osmanlı kuvvetlerinin ardından Bayezid esir düştü ve bütün Anadolu Timur’a
mensup emirler tarafından istila edildi. Savaş sonrasında Timur, Fransa Kralı VII. Şarl ile
İngiltere Kralı IV. Henry’e zafername göndermiş ve kendilerinin yenemedikleri Osmanlı
256
hükümdarına karşı başarısını bildirmişti. Ankara savaşı, Türk tarihinde iki Müslüman devlet
arasında yapılan en büyük savaşlardan biridir. Osmanlıların, Anadolu ve Balkanlar’da etkili
bir güç hâline gelme çabaları, 1402 Ankara yenilgisi ile geçici bir süre kesintiye uğradı.
Timur, Osmanlıların Anadolu’daki gücünü yok etmeye yönelik bir politika izledi. Fakat bu
düşüncesini bütünüyle gerçekleştirmeye ömrü yetmedi. Timur’un, Anadolu’da bulunduğu
kısa sürede yaptığı çok yönlü tahribat, Anadolu’nun ve Osmanlının geleceğini doğrudan
etkiledi; devlet ve toplum hayatında, onarılması uzun yıllar alacak derin yaralar açtı. Osmanlı
Devleti bir süre padişahsız kaldığı gibi, ülkenin siyasi birliği yanında toprak bütünlüğü de
parçalandı. Bu yenilgiden sonra, Anadolu’da uzun mücadeleler sonunda kurulmuş olan Türk
birliği bozulmuş, ayrıca devletin fütuhat hareketi ve bu arada İstanbul’un fethi yarım yüzyıla
yakın bir süre gecikmiştir. Savaşı takiben Bizans bir süre daha ayakta kalırken bazı Anadolu
beylikleri yeniden canlanmıştır. Ayrıca Osmanlı şehzadeleri arasında başlayan taht
mücadeleleri pek çok yerin elden çıkmasına ve kardeşler arasında kan dökülmesine yol
açmıştır. Fetret devri, devleti âdeta uçurumun eşiğine getirmiş, bu korku ortamı Fatih’in
kanunnamesindeki kardeş katli maddesinin ana sebebini oluşturmuştu. Bu sıkıntılı dönemde
Yıldırım’ın şehzadeleri bir bir ortaya çıkarak saltanat davasına kalkışınca, bütün Osmanlı
topraklarında, tam bir belirsizlik ve karışıklık hüküm sürmeye başlamıştı.
Çelebi Mehmed (1413-1421) 1386 veya 1387 yılında dünyaya geldi. Bayezid’in
Devlet Hatun adlı bir cariyesinden doğma dördüncü oğludur. Mehmed, 1399 yılı haziranında
Amasya, Tokat, Sivas ve Ankara’yı da içine alan, daha önce Eretna hanedanının toprakları
olan Rum vilayetine vali olarak gönderildi. Mehmed’in altı kardeşi vardı. Bunlardan Ertuğrul
(ö. 1400) savaştan önce vefat etmiş, Mustafa 1402 yılında Timur tarafından yakalanıp
Semerkant’a götürülmüştü. 1402’de Musa, babasıyla birlikte Timur tarafından yakalandığında
Kasım Bursa’daki sarayda bulunuyordu. Süleyman, İsa, Mehmed ve Musa ise “darüssaltana”
olarak kabul edilen Bursa’yı ve Rumeli’nin merkezi Edirne’yi ele geçirmek için birbirleriyle
mücadeleye giriştiler.
257
Mehmed, sonuçta bunları itaat altına almayı başardı. Böylece Çelebi Mehmed kısa zaman
içerisinde Sivas, Tokat ve Amasya taraflarına tamamen hâkim oldu. Daha 1403 yılında Çelebi
Mehmed Rumiye-i Suğra denilen savaş ile Tokat ve Amasya bölgesine tamamen hâkim oldu.
Ankara savaşından sonra Yıldırım Bayezid’in saltanat davasına kalkışan dört şehzadesinden
İsa, Süleyman ve Musa Çelebiler sırasıyla ortadan kaldırıldı. Bunlardan sonuncusu Musa
Çelebi’nin Çamurluova Savaşı’nı kaybetmesi ve ölümü ile Çelebi Mehmed’in karşısında
saltanat ortağı kalmadığından, fetret devri ya da fasıla-i saltanat diye bilinen karışıklık dönemi
kapanmış oldu. Böylece Mehmed Çelebi, yönetimde hak iddia eden bütün kardeşlerini bir
şekilde saf dışı bıraktıktan sonra Edirne’de kendisini Osmanlı Devleti’nin yegane hükümdarı
olarak ilan etti. Bu suretle Mehmed Çelebi, 1413 yılına kadar Batı Anadolu ve Bursa’yı
hâkimiyeti altına almış, kendi hükümdarlığı döneminde Osmanlı Devleti’nin iki parçasını
birleştirmeyi başarmıştır. Bu suretle, 1243 Kösedağ Savaşı’ndan sonra, Anadolu’nun içine
sürüklendiği ve uzun yıllar devam eden bunalımın benzeri bir durumun yaşanması, kısa
sürede önlenmiş oldu.
Osmanlının tek sultanı olduktan sonra Çelebi Mehmed, öncelikle bazı isyanlar ile
uğraştı. Bunlardan biri İzmiroğlu Cüneyd Bey (ö. 1426) isyanıdır. Cüneyd Bey, Fetret
Dönemi’nde Emir Süleyman tarafından Ohri valiliğine tayin edilmişti. Cüneyd, şehzadeler
arasındaki kavgalardan yararlanarak Ohri’den İzmir’e geçip Ayasuluğ/Selçuk’u ele geçirmişti
(1413). Çelebi Mehmed, İzmir’e gelerek şehri karadan kuşattı. Rodos şövalyeleri ile Midilli,
Sakız ve Menteşe donanmaları da denizden destek verdiler. Cüneyd Bey, ailesini geride
bırakarak İzmir’den kaçmak zorunda kaldı. Bundan daha farklı ve büyük tehlike oluşturan
diğer bir isyan Şeyh Bedreddin isyanıdır. Bizans ve Eflak prensinin desteği ile Dobruca ve
Deliorman çevresinde tehlikeli bir isyan çıkartan Şeyh Bedreddin, müridleri olan ve
Karaburun’da bulunan Börklüce Mustafa ve Manisa’da bulunan Torlak Kemal ile de isyanın
Anadolu’da İzmir, Manisa çevrelerinde yayılmasını sağlamıştır. 1416 yılı sonbaharında
güçlükle bastırılabilen bu isyandan sonra Mehmed, henüz merkezî bir devlet kurmak için
erken olduğuna karar vererek bir süre uzlaşmacı bir siyaset izlemeyi tercih etti. Zamanla
uzlaşmacılığı terk eden Çelebi Mehmed döneminde, rakipleri arasında yer alan
Karamanoğulları yenilgiye uğratılarak bertaraf edilmiş, Canik bölgesinde İsfendiyaroğulları
yenilerek Samsun ve çevresindeki bazı yerler ele geçirilmiştir. Batı Anadolu beyliklerinden
Aydınoğlu ve Saruhanoğulları tamamen Osmanlı topraklarına katılırken Karamanoğulları
tarafından el konulan topraklar yeniden Osmanlı egemenlik sahasına katılmıştır. Bu
mücadeleler ile Çelebi Mehmed, babasının sahip olduğu toprakların tamamında hâkimiyet
kuramadıysa da, büyük kısmını yeniden ele geçirmiş, Osmanlının gücünü, hem Anadolu’da
hem de dışarıdaki dost ve düşmanlarına gösterebilmiştir.
Fetret devrinden önce Osmanlı Devleti kuruluş sürecini tamamlamıştı. Ancak Ankara
savaşı mağlubiyeti ve ardından 11 yıl süren mücadeleler, devletin gelişimini engelledi.
Yıldırım zamanında Anadolu’nun büyük bir kısmı fethedilmişti. Bu toprakların çoğu elden
çıktı ve ortadan kaldırılmış beylikler tekrar kuruldu. Ayrıca Rumeli’de de, başta Selanik
olmak üzere bir kısım Osmanlı toprakları kaybedildi. Yıldırım’ın fethettiği yerlerin tamamının
Osmanlı tarafından tekrar ele geçirilmesi, Yavuz Sultan Selim zamanına kadar sürdü.
Yıldırım’ın Osmanlı İmparatorluğunun ilk yıllarında Timur’dan yediği darbe imparatorluğun
258
daha sonraki tarihî gelişimini derinden etkiledi. Timur’un Anadolu seferi Osmanlılar
tarafından endişe ile hatırlandı. Ankara savaşında uğranılan mağlubiyetin izleri, ancak
İstanbul’un fethiyle kapatılabildi. Ankara savaşı ağır bir darbe olmasına karşın Osmanlı
İmparatorluğunu yıkamamıştı. P. Wittek yıkılan şeyin “imparatorluk hülyası değil, idealinin”
olduğunu belirtir. Osmanlı İmparatorluğunun ana siyasi organizasyonunu sağladığı bölge
Rumeli’ydi. Osmanlı İmparatorluğu Rumeli’de öylesine sağlam bir yapı kurmuştu ki, Fetret
Devri’nde Anadolu toprakları çok kısa sürede elinden çıkarken burasının büyük bir bölümü
elinde kalmış ve burası sayesinde varlığını sürdürebilmişti. Timur istilasından sonra
Osmanlılar Rumeli’yi gerçek yurtları olarak görmüşler ve Edirne bu gelişmeler sonucunda
başkent olmuştu.
Çelebi Mehmed’in vefatını takiben tahta oğlu II. Murad geçmiştir. Murad (1421-
1444, 1446-1451) sultan olduktan sonra önce amcası Mustafa’nın isyanı ile karşılaşmış,
Rumeli’ye hâkim olan amcasını güçlükle bertaraf edebilmiş, fakat ardından da küçük kardeşi
Mustafa’nın isyanını bastırmak zorunda kalmıştı. İsyanların bastırılmasından sonra bahsedilen
iki isyanı da destekleyen Karamanoğulları üzerine giden II. Murad, düşman tehlikesini
ortadan kaldırdığı gibi Hamidili topraklarını Osmanlı hâkimiyetine kattı. Venedik ve Bizans
ile ittifak kuran İzmir beyinin öldürülmesinin ardından (1425) İzmir çevresi ve Aydınili
topraklarını da ele geçirmiştir. Karamanoğlu İbrahim Bey’in, 1428 yılında Macar
seferindeyken Hamidili ve Beyşehir’i işgali üzerine, 1437 yılında müttefiki Dulkadirliler ile
karşı sefere çıkmıştır. Mücadeleyi kaybeden İbrahim Bey’in kaçması üzerine II. Murad, eski
topraklarını geri almış, Akşehir, Seydişehir ve Beyşehir bölgesi Osmanlıda kalması şartıyla
barış yapılmıştır. II. Murad devri, Osmanlıların Balkanlarda yayılması ve yerleşmesi
açısından son derece önemli olmuştur. II. Murad’ın, ülkenin Anadolu yakasındaki en büyük
başarısı, 1425’te Batı Anadolu’daki eski beylikleri tamamıyla Osmanlı topraklarına katması
olmuştur.
259
emperyalizm temelli, toprak bütünlüğü göstermeyen sömürgeci/koloni tipi imparatorluk
kavramıyla bir ilgisi yoktur. İçinde barındırdığı muhtelif din ve dilleri, etnik grupları bir arada
yaşatmaya çalışan, bu şekilde büyüyen, ayrıca cihanşümul hâkimiyet kavramından esinlenen
bir siyasi yapıyı ortaya koyma amaçlı bir terminolojiye dayanır. Bu sıralarda oluşan Osmanlı
imparatorluk düşüncesi, köklerini bir taraftan eski Türk hâkimiyet telakkisinden alıyor, İslami
kaynaktan besleniyor ve Doğu Roma mirasına sahip çıkarak şekilleniyordu. Nitekim Fatih
Sultan Mehmed bunu kendi şahsında “han, sultan, kayser” unvanlarıyla sembolize etmiştir.
II. Mehmed (1444-1446 ile 1451-1481) 30 Mart 1432 tarihinde Edirne’de doğdu. II.
Murad’ın dördüncü oğludur. 1443 baharında iki lalası Kassabzade Mahmud ve Nişancı
İbrahim b. Abdullah Bey ile Edirne’den Manisa’ya vali olarak gönderildiği bilinmektedir.
Aynı yılın sonlarında ağabeyi Amasya valisi şehzade Alaeddin Ali Çelebi’nin vefatı üzerine
tahtın tek varisi durumuna gelmiştir. II. Mehmed tahta geçtikten sonra ilk iş olarak
İstanbul’un fethini görüyordu. Nitekim uzun hazırlıklar ve gerekli tedbirlerin alınmasının
ardından şehir kuşatılarak 6 Nisan-29 Mayıs arasında 54 gün süren ve oldukça şiddetli
çarpışmalardan sonra, İstanbul Osmanlının egemenliğine geçti. İstanbul’un fethinden sonra
Fatih ilk önce, aşağıdaki bölümde görüleceği üzere, eski önemini kaybederek harabe hâline
gelen bu şehrin imar ve iskânı ile uğraştı. İstanbul’un fethi Fatih’e, sonsuz bir kudret ve
otorite sağlamıştı. Bu fetih sayesinde Osmanlı İmparatorluğu hem İslam dünyasının en parlak
devleti hâline gelmiş hem de düşmanları üzerinde psikolojik yılgınlık yaratmıştır.
Boğazlara hâkim olan Fatih, Karadeniz’in bir Türk gölü olması için önünde engel
olarak Cenevizliler ile Trabzon Rumlarını görüyordu. Bu amaca yönelik olarak çıktığı seferde
önce Ceneviz kolonileri Amasra (1459) ve Candaroğulları Beyliği toprakları olan Kastamonu
ve Sinop (1461) ile arkasından Trabzon Rum Devleti topraklarını alarak (1461) Anadolu’nun
Karadeniz kıyılarını tamamen hâkimiyeti altına almıştır. Daha sonra sürekli sorun çıkaran
Karamanoğulları üzerine yürüyerek 1465 tarihinde Silifke kalesi hariç bütün Karamanili
topraklarını ele geçirdi. Fakat Karamanoğulları’nın Memlük desteğiyle tekrar karşı atağa
geçmesi üzerine, 1474 yılında Gedik Ahmed Paşa’nın komutasıyla yeniden bir sefer yapılarak
Karamanoğulları Beyliği tarih sahnesinden tamamen ortadan kaldırılmıştır. Fatih’in doğuya
ilerleyip, Akkoyunlu nüfuzu altındaki Koyulhisar ve Trabzon’u alması Uzun Hasan’ın
imparatorluğunu tehdit ediyordu. Üstelik Osmanlılar 1471 yılında Karaman seferine çıkınca,
Karamanoğulları Uzun Hasan’dan yardım istediler. Bu sıkıntılı durumu bitirmek isteyen
Fatih, büyük bir ordu ile Uzun Hasan üzerine yürüdü. İki ordu Erzincan-Tercan arasındaki
Otlukbeli düzlüğünde karşılaştı (1473). Büyük bir zafer kazanan Fatih, savaştan sonra
Şebinkarahisar’ı aldıktan sonra Torul’u ele geçirmiş (1478) ve Trabzon ile Gürcistan
sınırındaki bazı yerleri de alarak Trabzon fethini tamamlamıştır. Bu zaferden sonraki
gelişmeler ile Fatih, Fırat nehrinin batısındaki Anadolu topraklarının tamamını ele geçirerek
tam bir hâkimiyet kurmuştur.
260
Ahmed Paşa kumandasında 1480’de İtalya’nın Pulya sahillerine ulaşan Osmanlı donanması
Napoli Krallığı’na bağlı Otranto’ya asker çıkartarak bölgeyi ele geçirdi. Böylece Osmanlı ilk
defa Adriyatik Denizi ötesinde ve İtalya topraklarında bir yeri ele geçiriyordu. Fakat Fatih
Sultan Mehmed’in ölümü ve Gedik Ahmed Paşa’nın geri çağrılması üzerine Otranto yeniden
Napoli Krallığı’na bağlandı. 1480’de bir başka Osmanlı donanması Sadrazam Mesih Paşa
kumandasında Rodos üzerine gönderildiyse de kuşatma başarılı olmadı. Bütün bu faaliyetler
dolayısıyla Fatih Sultan Mehmed “sultan-ı berr ü bahr” unvanını aldı, fakat bu gelişmelerden
kısa bir süre sonra Fatih, gerçekleştirmeyi düşündüğü birçok fetih hareketini
tamamlayamadan 1481 yılında vefat etti. Başka bir ifadeyle, Fatih’in İstanbul’dan sonraki en
önemli hedefi olan Roma “kızıl elması” ise 1480’de İtalya’ya asker çıkarılıp Otranto’da bir
köprübaşı tutulmasına rağmen, padişahın 1481’de ani ölümü yüzünden sonuçsuz kaldı.
II. Bayezid (1481-1512), tahta geçtikten sonra öncelikle kardeşi Cem olayı ile
uğraşmak zorunda kalmıştır. Cem’in yenilerek Rodos şövalyelerine sığınmasının (29 Temmuz
1482) ardından Cem olayı, bu tarihten itibaren iç sorun olmaktan çıkarak uluslararası bir
sorun hâline gelmiş ve bu olay ancak Cem’in Fransa’da ölümüyle (24 Şubat 1495) son
bulmuştur. II. Bayezid devrinde Karadeniz’in en önemli ticaret limanlarından olan Kili ve
Akkirman’ın alınması üzerine güney-kuzey ticaretinin bütün çıkış noktaları Osmanlı
hâkimiyeti altına girdi (1484). Kısa sürede yeniden Akdeniz’e dönen Osmanlılar Mora’daki
İnebahtı, Modon, Koron ve Navarin’i fethedip (1499-1500), Orta Akdeniz’e çıktı.
Denizlerdeki bütün bu gelişmeler sonucunda, 15. yüzyılda Osmanlı denizciliğine damgasını
vuran en önemli özellik Osmanlı korsanlığının ön plana çıkmasıdır.
Yavuz Selim (1512-1520) muhtemelen 1470 yılında babası II. Bayezid’in sancak beyi
olarak bulunduğu Amasya’da doğdu. Annesi Dulkadiroğlu Alaüddevle Bozkurt Bey’in kızı
Ayşe Hatun’dur. Bilinen ilk görev yeri Trabzon sancağıdır. Annesi yanında olduğu hâlde
1487 yılında geldiği Trabzon’da, 1510 yılına kadar yaklaşık 24 yıl boyunca sancak beyliği
yapmıştır. Osmanlının doğu ucunda olması ona, doğu komşuları ve faaliyetlerini yakından
takip etme imkânı verdi ve hatta saltanatı boyunca yüzünü hep doğuya çevirmesine yol açtı.
Doğuda Safevi tehlikesinin bilincinde olan Selim, tehlike daha da büyümeden İslam âlemini
ikiliğe mahkûm eden Şah İsmail üzerine sefere çıktı. Şah İsmail, Selim karşısına Çaldıran’da
çıktı, 23 Ağustos 1514 tarihinde yapılan savaşta Osmanlı kuvvetleri galip gelerek zafer
sonunda Selim, Dulkadirli toprağını ilhak ettiği gibi Harput, Bitlis, Hasankeyf, Diyarbakır,
Urfa, Mardin ve Cezire’yi ele geçirerek hâkimiyet sahasını Musul’a kadar genişletmiştir.
Osmanlının doğuya doğru genişlemesi, bu bölgedeki beyleri ve Dulkadirlileri himaye eden
261
Mısır sultanını rahatsız etmiş ve bu gelişmeler neticesinde Osmanlı-Mısır rekabeti başlarken
Selim’in ne tarafa doğru gideceği de belirlenmiş oluyordu. Selim 2 Haziran 1516 tarihinde
İstanbul’dan büyük bir kuvvetle yola çıktı. Osmanlı ordusu hızla yolu üzerindeki şehirleri ve
bu arada Malatya’yı alarak güneye doğru ilerlerken Mısır kuvvetleri de kuzeye doğru
yönelince, iki ordu Halep kuzeyindeki Mercidabık’ta karşılaştı. 24 Ağustos 1516 tarihinde
olan bu savaşta Mısır Memlüklüleri büyük bir yenilgiye uğradılar. Bu zafer ile Halep, Hama,
Humus ve Şam gibi şehirlerin bazıları kendiliğinden teslim olmuş, bu sayede Suriye Osmanlı
toprağı hâline gelmiştir. Selim kendisinin hâkimiyetini tanıması için Mısır’a gönderdiği
elçilerin öldürülmesi üzerine daha güneye devam ederek Mısır’a gitti. Kahire yakınlarındaki
Ridaniye’de 22 Ocak 1517 tarihinde, Osmanlı ordusu ile savaşan Mısır ordusu yine bozguna
uğrayınca, bütün Mısır toprakları Osmanlı hâkimiyetine geçmiştir. Böylece girişilen seferler
sonucu önce Mercidabık’ta, ardından Ridaniye’de yapılan iki savaşla Memlükler tarih
sahnesinden silindi. Mısır ve Suriye bölgesinin fethi, Osmanlı siyasi gücünü İslam dünyasında
üstün konuma getirdiği gibi iktisadi gücünü de arttırdı.
Kanuni, uzun saltanat döneminde çoğunlukla Avrupa sahasında meşgul olmuş, burada
çok büyük kazanımlar elde etmiştir. Fakat Anadolu’da bazı idari tedbirsizliklerin de tesiriyle,
yoğun Safevi propagandasından etkilenen grupların isyanı tehlikeli bir boyut kazanmıştır
(1527). Adeta birbirini takip edercesine patlak veren bu isyanlar, idarecilerin etkili
tedbirleriyle kısa sürede bastırıldı. Osmanlıların Irakeyn seferi (1534-35) sonucunda -kalıcı
262
olmasa da- Tebriz ile Bağdad ve çevreleri gibi önemli sahalar alındığı gibi Basra-Bağdad-
Halep baharat yoluna da hâkim olundu. İran’a karşı girişilen ikinci sefer, 1548’de Tebriz’in
yeniden fethi ile sonuçlandı. Bu seferin açılmasında Şah Tahmasb’ın kardeşi Elkas Mirza’nın
Osmanlılara sığınması da rol oynamıştı. Tebriz’de tutunmak yine mümkün olmadıysa da,
Osmanlılar nüfuzlarını Gürcistan’a doğru yaymayı başardılar. Tortum, Ağcakale bölgesinde
dört sancak kurarak bu nüfuzu sağlamlaştırmaya çalıştılar. Safevi saldırılarına set çekebilmek
için onları belirli bir hudut bölgesinde tutmayı amaçlayarak Hakkâri’yi de içine alan Van
Beylerbeyiliği’ni teşkil ettiler. Böylece bu İran seferleri neticesinde, daha önce Yavuz
tarafından alınmayan Anadolu’nun güneydoğusundaki Erciş, Vüstan, Van ve Hakkâri çevresi
kesin olarak Osmanlı topraklarına dâhil edildiği gibi, kuzeydoğudaki bölgede de Tortum ve
çevresinde daha sağlam tutunarak, ileride yapılacak olan Gürcistan seferine iyi bir zemin
hazırladılar.
263
Şekil 9: 1569-1575 yılları arasında inşa edilen Selimiye Camii. Mimar Sinan’ın 80
yaşında yaptığı ve "ustalık eserim" dediği anıtsal yapı Osmanlı-Türk sanatının ve dünya
mimarlık tarihinin başyapıtlarındandır. Edirne'nin ve Osmanlı İmparatorluğu'nun simgesi
olan cami, kentin merkezinde, eskiden Sarıbayır ve Kavak Meydanı denilen yerdedir.
Burada daha önce Yıldırım Bayezid'in bir saray yaptırdığı bilinmektedir. 1569-1575'te
Sultan II. Selim'in emriyle yaptırılmıştır. Çok uzaklardan dört minaresi ile göze çarpan
yapı, kurulduğu yerin seçimiyle, Mimar Sinan'ın aynı zamanda usta bir şehircilik uzmanı
olduğunu da göstermektedir. Kesme taştan yapılan cami iç bölümüyle 1.620 m2'lik,
tümüyle 2.475 m2'lik bir alanı kaplar. Mimarlık tarihinde en geniş mekâna kurulmuş yapı
olarak nitelenen Selimiye Camisi, yerden yüksekliği 43.28 m. Olan, 31.30 m. çapındaki
kubbesiyle ilgi çeker. Ayasofya'nınkinden daha büyük olan kubbe, 6 m. genişliğindeki
kemerlerle birbirine bağlanan 8 büyük payeye oturur. Köşelerde dört, mihrap yerinde bir
yarım kubbe merkezi kubbeyi destekler. Yapıyı, kubbe kasnağında 32 küçük pencereyle,
yüzlerdeki üst üste 6 dizide çok sayıdaki pencere aydınlatmaktadır. Mimar Sinan'ın
yarattığı 8 dayanaklı cami planının en başarılı örneğidir. Önünde 18 kubbe ve 16 sütunla
çevrili revak bulunmaktadır. Ortada, mermerden zarif bir şadırvan vardır. Son cemaat yeri,
kalın yuvarlak 6 sütun üzerine 5 kubbelidir. Mermer işlemeli giriş kapısının üzerindeki
kubbe yivli, diğerleri düzdür. Caminin 3.80 m. çapında, 70.89 m. yüksekliğindeki üçer
şerefeli dört zarif minaresi vardır. Giriş yönündekilerle şerefelere tek yolla, diğer ikisinde
ise üç şerefeye ayrı ayrı yollardan çıkılmaktadır. Cami, mimari özelliklerinin erişilmezliği
yanında taş, mermer, çini, ahşap sedef gibi süsleme özellikleriyle de son derece önemlidir.
Mihrap ve minberi mermer işçiliğinin başyapıtlarındandır.
264
III. Murad (1574-1595), 4 Temmuz 1546’da babası II. Selim’in Saruhan sancak
beyliğiyle Manisa’da bulunduğu sırada Bozdağ yaylağında doğdu. İlk eğitimini Manisa
sarayında aldı ve küçük yaşta iken Aydınili sancak beyliğine tayin edildi. Babasının 1558’e
Karaman eyaletine nakli üzerine onunla birlikte gitti ve kendisine Akşehir sancak beyliği
verildi. Büyük babası Kanuni Sultan Süleyman’ın kendisini görmek istemesi üzerine bir ara
İstanbul’a gitti. Onun merkeze çağrılması, muhtemelen oğulları arasındaki taht veraseti
mücadelesinin sonucunu bekleyen Kanuni’nin tahtın tek varisi olarak kalan Selim’e yönelik
bir manevrası idi. Nitekim ortalık yatışınca Selim’in Kütahya valisi olmasının ardından
Murad da 1562 yılı mart ayında Saruhan sancak beyliğine gönderildi, padişah oluncaya kadar
burada idarecilik yaptı. Uzun süre bağlı kalacağı hasekisi olan Arnavut asıllı Safiye Sultan ile
burada iken tanıştırıldı ve ondan olan oğlu III. Mehmed 1566’da dünyaya geldi. Şehzadelik
yıllarında idari işlere pek karışmadı, tahtın tek varisi olarak rahat bir hayat sürdü. Yavuz
Selim zamanında başlayan Osmanlı-Safevi mücadelesi, bu dönemde de hızını kesmedi. Safevi
ve Osmanlı arasındaki çekişme Gürcistan toprakları üzerinde yaşanınca, padişahın devreye
girmesiyle Lala Mustafa Paşa, Gürcistan üzerinden Şirvan'ın fethiyle görevlendirildi. 1578’de
yeniden başlayan Osmanlı-Safevi mücadelesi, Çıldır ve yöresinin tamamen Osmanlıların eline
geçmesiyle sonuçlandı.
Yukarıda da belirtildiği gibi, Kanuni devrinde 1548 yılında başlayan ikinci İran savaşı,
bazı aralıklarla 1555’te Amasya’da yapılan barış anlaşmasına kadar sürdü. Fakat doğudaki
sıkıntılar bitecek gibi görünmüyordu, nitekim Safevilarle savaş, 1578’de yeniden başlayarak
bazı kesintilerle 1639 yılına kadar devam etti. Avusturya savaşı (1593-1606) ve Anadolu’da
Celali ayaklanmaları (1595-1610) ile karışan bu uzun ve yıpratıcı şark muharebeleri, Osmanlı
devletinin çöküş devresine girmesinde başlıca amil olmuştur.
Bu dönemde batıda Habsburglar ile 1593’te başlayan ve 14 yıl süren uzun savaş,
sınırlarda çok önemli değişiklikler yapmamak ve 1596’da Haçova’da önemli bir zafer
kazanılmış olmakla birlikte, Osmanlı askerî teşkilatının teknik yetersizliklerini açık olarak
gözler önüne serdi. Osmanlıların karşısında artık daha organize ve güçlü müttefik orduları
vardı. Yeni harp taktikleri, ateşli silahların yaygın olarak kullanımı beraberinde yeni askerî
grupların istihdamı problemini de getiriyordu. Sisteme uymayan timarlı sipahilerin
önemsizleştirilmesi, bunların yerine sekban adı verilen ve tüfek kullanmakta mahir Anadolulu
gençleri ile yerli kulların istihdamı ordunun yapısında radikal bir değişime yol açmıştı. Bu,
ayrıca zincirleme olarak bürokrasiyi, mali yapıyı da çeşitlendirip değiştirdi. Osmanlılar bu
geçişi muhtelif sıkıntılara rağmen pratik çözümlemelerle gerçekleştirebildiler. Bu sayede karşı
karşıya kaldıkları ciddi problemleri, gerek uzun savaşlar gerekse Doğu’da ve içeride Celali
ayaklanmalarıyla yüz yüze gelmiş olmalarına rağmen çok büyük hasara uğramadan
atlatabildiler. Yine de Anadolu’daki sosyal patlamanın önemli bir kargaşaya ve değişime yol
açtığı açıktır. Doğuda ve batıda iki cepheli bir savaş yapmak zorunda kalan Osmanlılar,
Habsburglarla 1606’da Zitvatorok Antlaşması’nı imzaladılar. Bu antlaşma Osmanlı diplomasi
tarihi bakımından bir dönüm noktası oluşturdu. Safeviler ve Habsburglarla yapılan iki cepheli
savaş diğer ekonomik ve sosyal sebeplerle Osmanlı sisteminde derin yaralar açtı. Celaliler,
Anadolu’nun her tarafını altüst ettiler, Suriye ve Lübnan bölgelerinde Canbolatoğlu ve
Manoğulları isyanları patlak verdi. Her iki isyan kuvvet yoluyla bastırıldıysa da (1607) Ana-
265
dolu’daki bazı isyanlar, ancak asi liderlere tavizkar davranıp hükümete bağlılığını temin için
kendilerine idari görevler verilmek yoluyla yatıştırılabildi. Fakat yine de 1595-1610 yılları
arasında büyük bir karışıklık yaşanmış ve Osmanlı kaynaklarında bu döneme “büyük
kaçgunluk” adı verilmiştir.
Kanuni’den sonra, artık “güçlü sultan” imajı taşıyan Osmanlı padişahları devri
kapanmış, 16. yüzyılın sonları ve 17. yüzyılın başlarında oldukça uzun sürecek ve büyük
iktisadi ve siyasi sıkıntılara yol açacak Avusturya ve İran savaşları başlamıştır. Bu sıkıntılı
ortamda başa geçen I. Ahmed’ten itibaren ise valide sultanların yönetimde etkili oldukları,
sonuçta ciddi sıkıntıların baş gösterdiği ve dönemin kaynaklarında adına “tagayyür ve
fesad/bozuluş ve kargaşa” denilen dönemi (1603-1656) ortaya çıkmıştır. H. İnalcık bu
dönemde yaşanan ve Osmanlı tarihinde yapısal gelişmelere damga vuran iki büyük değişikliği
şu şekilde ifade etmiştir: İlki, klasik Osmanlı padişahlık otoritesi eski anlamını kaybetmiş ve
yüksek otorite Harem’in (hanım sultanların) kontrolü altına girmiştir. İkinci unsur, Osmanlı
parası akçede yapılan tağşişler, yani akçede gümüş nispetinin düşürülmesi ve büyük bütçe
açıklarıdır. Otorite boşluğu ve mali bunalım, siyasi-sosyal bunalımları körüklemiş; dört kez
sultanların tahttan indirilmesi ve ikisinin katli (II. Osman ve I. İbrahim) ile sonuçlanmıştır.
Osmanlı egemenliği boyunca, ülkenin siyasi, askeri, sosyal, ekonomik ve dinî yapısını
büyük ölçüde etkileyen ve kamuoyu düşüncelerinin şekillenmesinde önemli bir yer tutan
konulardan biri isyanlardır. İsyan sözlüklerde itaatsizlik, başkaldırı, emre boyun eğmeme,
ayaklanma, tuğyan kelimeleri ile açıklanmakta, bu son kelime ise taşma, taşkınlık, azgınlık ve
coşkunluk anlamlarına da gelmektedir. 14. yüzyıl başlarında kurulan Osmanlı Devleti kısa bir
süre zarfında sınırlarını genişletmiş, İstanbul’un fethi ile imparatorluk düzeyine ulaşmıştır.
266
Osmanlı Devleti’nin bu genişleme evresinde batıda da dünyanın geleceğine yön verecek
birçok gelişmeler vuku bulmaktaydı. Avrupa’da meydana gelen Rönesans, Reform ve Coğrafi
Keşifler, Batı toplumlarının kısa zaman içerinde ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel yönden
gelişmesine sebep olmuştur. Bütün bu gelişmeler Osmanlı Devleti ve toplumu için olumsuz
sonuçların başlangıcını meydana getirmiştir. Osmanlı Devleti’nde yaşanan isyan ya da
ayaklanmaları çıktıkları sahalara göre “merkez, taşra ve suhte” ayaklanmaları; niteliklerine
göre “ekonomik, dinî ve siyasi” ayaklanmalar; çıkaran kişilere göre ise “askeri, idareci ve
sivil” ayaklanmalar şeklinde sınıflandırmak mümkündür. İstanbul merkezli olanlar yeniçeri,
kapıkulu ve esnaf isyanları; taşradakiler Celaliler ve devlet ricalinin isyanları; Suhte ise
medrese öğrencilerinin çıkardığı isyanlardır. Ekonomik isyanlar, Suhte ve Celali isyanları
başta olmak üzere temelde ekonomik sıkıntılara dayananlar bu gruba girer. Osmanlı-İran
çekişmelerinin yol açtığı alevi-kızılbaş isyanları, Bedreddin isyanı gibi dinî sebeplere
dayanırken Kavalalı Mehmed Ali ayaklanması gibi siyasi amaçlarla gerçekleşen ve geç
dönemlerde ortaya çıkan siyasi ayaklanmalar da vardır. Yeniçeri ve diğer askerlerin çıkardığı
askerî isyanlar yanında, ümera adı verilen devlet idarecilerinin çıkardığı isyanlar ve Suhte ve
bazı Celali isyanlarındaki gibi sivil isyanlar da bulunmaktadır.
Bu isyanlar arasında sayıca en fazla olan ve oldukça geniş bir sahada etki yapanı
“Celali” olarak isimlendirilen isyanlardır. Celali isyanları sürecinde, 16. yüzyılın son
yıllarında bazı paralı asker şefleri (sekban bölük başıları), bütün Anadolu’da boydan boya at
koşturup belli başlı muhkem kentleri kuşatmayı, hatta Bursa ve Urfa gibi bunların en
önemlilerinden bazılarını ele geçirmeyi başardılar. Fakat daha Celali isyanlarından bile önce
gerçekleşen, Şeyh Bedreddin’inki gibi isyanların, merkezi Anadolu dışında olmakla birlikte
etkisi Anadolu’ya da yayılanları da vardır. Şeyh Bedreddin isyanı, Çelebi Mehmed zamanında
1416-1420 arasında gerçekleşen ve müridleri Börklüce ve Torlak sayesinde İzmir, Aydın ve
Manisa çevrelerinde de etkili olan bir isyandır. 1420 yılında şeyhin idamı ile son bulan isyan
dini-siyasi nitelikli ilk isyanlardan biri olarak tarihe geçmiştir.
Osmanlıların değişim yaşadığı sıralarda 1618’de başlayıp 1648’e kadar süren ve bütün
Avrupa’yı etkileyen Otuzyıl savaşları döneminde kendilerine yönelik bir Osmanlı
harekâtından çok endişelenen Avusturyalılar, 1645’te Osmanlıların Girit bataklığına
saplanmaları yüzünden oldukça rahat bir nefes aldılar. Osmanlılar Girit’i tam olarak ancak
1669’da Kandiye'nin düşüşüyle hâkimiyet altına alabileceklerdi. Bu sırada içeride iktidar
çekişmesiyle boğuşan Osmanlılar, Köprülü Mehmed Paşa’nın sadarete getirilmesiyle batıda
yeni bir atılım içerisine girdiler. Onun sert politikası içeride sükûneti sağladı, Venediklilarin
Boğaz ablukası kaldırıldı, Dalmaçya sahillerinde ilerleme sağlandı (1657), Erdel politikasına
ağırlık verildi. 1658’de batı sınırında Varad eyaletini kuran Osmanlılar 1662’de ciddi şekilde
Erdel meselesinin üzerine gittiler. Habsburglarla yeni bir savaş başladı. 1663’te Slovakya’da
Uyvar fethedildi, böylece batıda en geniş sınırlara ulaşılmış oldu. Yeni alınan yerlerde Uyvar
eyaleti teşkil edildi. 1672’de Kamaniçe alındı, Podolya ve Ukrayna 1676 Zoravna barışı ile
Osmanlı nüfuzu altına girdi. Ardından 1678’de Osmanlı orduları Ukrayna içlerinde Kiev
yakınlarındaki Çehrin’e ulaşıp burayı yıktı. 1681’de ilk Osmanlı-Rus antlaşması Batı
Ukrayna’daki Osmanlı nüfuzunu tasdik etti. Bu ilerlemeler 1656’dan sonra Osmanlı gaza
gücünü yeniden hızlandırmış, 1683’teki Viyana kuşatması ile de doruk noktasına ulaşmıştı.
267
Ancak başarısızlıkla sonuçlanan bu kuşatma ve sonrası Osmanlılar için tam bir felaket oldu.
Uyvar (1685) ve Budin (1686) elden çıktı. 1691’de Salankamen ve 1697’deki Zenta
bozgunları her şeyin sonunu oluşturdu. 1699 Karlofça Antlaşması, Osmanlıların 1526’dan bu
yana mücadele verip genişlettikleri sınır bölgelerinin elden çıkması ile sonuçlandı. Osmanlılar
bu uzun mücadeleler sırasında ilk defa karşılarında geniş bir cephe buldular. Venedik,
Habsburg ve Ruslarla topyekün olarak batı sınırlarında cereyan eden savaşlarda önemli ölçüde
sarsıldılar. Orta Avrupa’dan geri çekiliş Osmanlıların asli dayanağı olan Balkanlardaki
durumlarını da yavaş yavaş etkileyeceği bir devri aralamakta gecikmedi. Osmanlılar, bu
bölgeleri ile Eflak-Boğdan’ı korumaya yönelik hareketlere daha çok önem vermeye baş-
layacaklardı.
18. yüzyılın sonlarına doğru başlayan dönemde, Osmanlı Devleti kaçınılmaz olarak
yapısal değişimler içine girdi. Müteakip yüzyılın başından itibaren de Avrupa kıyaslamasına
göre özellikle askerî alanda gerilemiş olduğunun farkına varıp, kendini köklü bir şekilde
yenilemenin yaşam meselesi arz eden bir zorunluluk olduğunu açıkça gördü ve nihayet bu
zarureti reddedilemez bir şekilde kabullendi. Yeni döneme, imparatorluğun sonuna kadar
etkilerini sürdürecek olan Rus savaşlarının yol açtığı ağır yaraların sarılması ve büyük toprak
kayıplarının sineye çekilmesi damgasını vurdu. Zira giderek eski vilayetlerden yeni bağımsız
devletlerin oluşması, Müslüman halkın kaybedilen yerlerdeki feci akıbeti, vahşi bir kırıma ve
etnik temizliğe tabi tutulmaları hep bu dönemde gerçekleşmiştir. Hatta Müslüman olmayan
milletlerin millî akımların tesiriyle başlattıkları isyanlarla dış destekli olarak yürütülen, dünya
paylaşımı kavgası veren büyük devletlerin sömürgeci/emperyalist politikalarının kıskacı
altında gelişen imparatorluğun çözülmesi ve dağılması süreci de yine aynı döneme rast
gelmektedir.
1774 Küçük Kaynarca Antlaşması, Kırım’ı bağımsız bir hanlık durumuna getirmiş
olmakla beraber, bunun Rus ilhakına giden dolaylı bir yol olduğu açıktı. Zira 1770’ten beri
çeşitli aralıklarla sürdürülen barış görüşmelerinin uzamasına ve nihayet kesilmesine yol açan
tek önemli husus Rusların Kırım’ı ele geçirmek istemelerindeki ısrarları olmuştu. İlhak
1783’te gerçekleştiğinde, aslında savaş ilanı dışında yapılacak pek fazla bir şey yoktu, ancak
devletin zayıflığı buna imkân vermemekteydi. Ortodoks Osmanlı uyrukları üzerindeki Rus
korumacılığı, yanlış ve kasıtlı bir yorumla bu iddiasını Küçük Kaynarcaya dayandırmış olarak
geçerliliğini korurken Rus denetimi ve müdahalesi altında geçen bağımsız Kırım Hanlığı’nın
kısa süren siyasi hayatı, devletin kendisini buradaki Müslümanların dinî önderi olarak kabul
ettirmiş olmasından ötürü kullanmakta olduğu halifelik sıfatıyla beraber sona erdi.
Karadeniz’in bir Türk denizi olmaktan çıkışı ve Rusya ile birlikte kullanılır hâle gelişi
Boğazlar meselesini gündeme getirdi. Eflak ve Boğdan’da (memleketeyn) Rus nüfuzunun
resmileşmesi bu prensliklerin geleceğiyle ilgili kaygıları attırdı ve 1775’te Boğdan’ın bir
parçası olarak Bukovina bölgesini ilhak eden Avusturya’yı da ilgilendiren önemli bir konu
hâlinde Viyana ve Petersburg hükümetlerini karşı karşıya getirdi. Osmanlı Devleti’ni 1783’te
etraflı bir ticaret antlaşması yapmaya zorlayan Rusya, böylece diğer devletlerin uzun zaman
içinde elde etmiş oldukları hak ve imtiyazları bir kalemde kazanmış oldu.
268
1800’e gelindiğinde, Osmanlı İmparatorluğunun düşmanları güç diplomasisinde, iki
yüz yıl öncesinde hayal bile edilemeyecek bir etkiye sahip olmalarını sağlayan yeni kaynaklar
elde etmişti. İngiltere, sanayileşme yolunda önemli ilerlemeler kaydetmiş ve savunması için
Akdeniz bölgesinde aktif olmasını gerektiren Hindistan’da büyük bir sömürge gücü hâline
gelmişti. Napolyon, Mısır’ı bir Fransız sömürgesi hâline getirememişti ancak 1830’da Cezayir
işgal edildi ve 1881’de de Tunus, Fransa’ya bağlandı. Bunlara ek olarak, geç 17. yüzyılda ve
erken 18. yüzyılda, Habsburg monarşisi Balkanlarda önemli ilerlemeler kaydetmişti. Ancak
Osmanlı İmparatorluğu için en tehlikeli düşman, hiç şüphe yok ki Çarlık Rusya’sıydı.
Öncelikle çarlar, Balkanlardaki Ortodoks Hristiyanların hamisi olduğu iddiasındaydı; ayrıca
Rus hükümdarlar erken 18. yüzyıldan itibaren askerî güçlerini önemli ölçüde geliştirmişlerdi.
Yukarıda belirtildiği üzere, geçmiş yıllarda öncelikle askerî alanda bazı yenileşme
çabaları başlatılmışsa da, bu sahadaki yenilgi ve geri çekilmelerin önüne bir türlü
geçilememişti. Dolayısıyla Osmanlı yöneticileri, geçmişteki ıslahat hareketlerinden daha
geniş, kapsamlı ve farklı uygulamalara ihtiyacın olduğunu fark ettiler ve büyük bir “tanzim”
hareketine giriştiler. Bu açıdan bakıldığında tanzimat, 19. yüzyıl ortalarında, her zamankinden
daha gelişmiş teknolojilerin Avrupalı hükümetler tarafından kullanılmakta olduğu ve bunlara
sahip olunmadan artık savaşların kazanılamadığı -hızla değişen- dünyada, imparatorluğu
başkalarıyla rekabet edilebilir hâle getirebileceği düşünülen büyük bir idari yapılanmadır.
Japonya, Rusya ve Çin’de “modernleşme” adı verilebilecek çok önemli gelişmeler yaşanırken
Osmanlı İmparatorluğu da kendi farklı yöntemine başvurdu ve ilk olarak askerî sistem
yeniden yapılandırıldı. Sultanlar ve vezirler daha sonra, idari mekânizmanın işleyişini
sağlayacak olan bürokrasiyi ve hukuki çerçeveyi ve son olarak da en az diğerleri kadar önemli
olan eğitim sistemini yeniden yapılandırdılar.
269
sırf siyasi bir eserdir. Başlangıcından itibaren husule gelen fikir hareketleri ile o devirden
günümüze kadar cereyan eden tarihî hadiselerin neticelerine bakılarak, tanzimat, kısaca
Türkiye’de meşruti bir idarenin kurulmasına, İslam-Hristiyan âlemlerinin birbirine
yaklaşmasına ve barışmasına zemin hazırlayan bir kültür ve ıslahat hareketi olarak tarif
edilebilir.
Bilindiği üzere, 19. yüzyıl Osmanlı tarihi, mağrur, büyük ve geleneksel bir
imparatorluğun sancılı ve zorunlu değişim ve dönüşümünün tarihidir. Osmanlı
İmparatorluğunun geçirdiği bu büyük metamorfoz, 3 Kasım 1839 tarihinde içerisine girdiği,
geri dönülmez bir tarihsel dönemeçle ivme kazanır. Bu tarihte ilan edilen Tanzimat Fermanı
ile artık, Lale Devri’nin (1718-1730) veya III. Selim Dönemi’nin (1789-1807) disipline dayalı
ya da reformcuların kişilikleri ve ömürleriyle sınırlı kalmış reformlarının yerini köklü, derin
ve yapısal bir değişim almıştır. Gerek yıkılışı durdurmaya çalışan reformcuların zihinlerindeki
“modernizm” ve gerekse kaçınılmaz değişimi zorunlu kılan iç ve dış dinamikler,
imparatorluğu merkezi, hızlı işleyen, modern bir devlet ve yönetim aygıtı kurmaya
yönlendirmiş görünmektedir. Öte yandan “model” alınan Avrupa ve Avrupalı kurumlar,
aynen adapte edilmek yerine, yüzyılların birikiminin getirdiği bilgece derinlik içerisinde
Osmanlıya özgü bir sentez, bir bileşkeye ulaşmıştır.
Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa tarafından Gülhane meydanında okunan Tanzimat
Fermanı, kurulduğundan itibaren “Kur’an” hükümlerine ve şeriata uyulduğu için devletin
güçlü, ülkenin mamur ve halkın refah içinde olduğu; ancak 150 yıldan beri bunlara riayet
edilmediğinden bu durumun zaaf ve fakirliğe dönüştüğünü; coğrafi konumu, arazilerinin
verimliliği ve halkının çalışkanlığı göz önünde tutulduğunda gerekli tedbirlerin alınması
hâlinde devletin beş on yıl içerisinde eski durumuna kavuşacağı tespitiyle başlar. Bunun için
hazırlanması gereken yeni kanunların esası can güvenliği, mal, ırz ve namusun korunması,
vergilerin düzenlenmesi, asker alımının ıslahı şeklinde belirlenir. Bu arada halkı ve hazineyi
zarara uğratan iltizam usulünün sakıncalarından söz edilerek kaldırılacağına dair işaret verilir.
Verginin herkesin gücü nispetinde tahsil edilmesi ve kimseden fazladan bir şey
istenmemesine vurgu yapılır. Askerlik süresinin belirsizliğinden ve askerlerin bir nispet
dâhilinde değil gelişigüzel alınmasından şikâyet edilir.
Bu yeni ferman, tüm tebaanın yaşama ve mülk edinme hakkını, ırz ve namus
dokunulmazlığını güvence altına aldı ve dolayısıyla hükümdarla, devleti temsil eden kişiler
arasındaki ilişkiyi yeniden tanımladı. Bu imparatorluk fermanı 1839’dan 1876’ya kadar
devam eden ve “Tanzimat” (düzenlemeler) adı verilen geniş kapsamlı bir reform döneminin
başlangıcı oldu. Din ve hukuk âlimlerinin dışında kalan, Osmanlı ileri gelenlerinin sultan
karşısındaki, 15. yüzyıldan beri süregelen köle benzeri statüleri, artık ortadan kalktı. Bu
ferman, 1856’da, İslam’ı devlet dinî olarak muhafaza eden ama tüm erkek tebaanın kanun
karşısında eşit olduğunu belirten ve böylelikle Avrupalı büyük güçlerin sunduğu modelin
benimsenmesi yolunda, bir adım daha atılmasını sağlayan yeni bir fermanla geliştirildi.
Değiştirilen arazi kanunnamesi 1858’de kabul edildi. Devletin çayırlar ve tarlalar üzerindeki
resmî mülkiyet hakkı korundu. Arazilerini kullanmayan mal sahipleri, o arazinin müsadereye
tabi tutulduğunu görebilirdi. Ancak bunun dışında kalan tüm durumlarda devlet arazileri
270
(miri) üzerindeki mülkiyet hakları, özel mülkiyete benzer şekilde düzenlendi. Bu değişikliğin
amacı, aynı arazi üzerindeki kanuni hak iddialarını azaltmak, böylece gayrimenkûl piyasasını
canlandırmaktı. Arazinin devredilebilir olmasının daha iyi kullanıma yol açacağı da
düşünülüyordu. Bu bağlamda, yalnızca bireylerin mülk sahibi olabileceği de buyruldu.
271
Uygulamalar
Bu bölümde öğrenci, ilgili web sayfalarını incelediği gibi, Gibbons, Köprülü, Wittek,
Giese, İnalcık ve Kafadar’ın ilgili kitaplarından okuma yapmalıdır. Ayrıca Zinkeisen, Jorga,
Uzunçarşılı, Danişmend ve İnalcık tarafından yayınlanan ilgili eserleri incelemeli ve
okumalıdır.
272
Uygulama Soruları
273
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Bu hızlı gelişmeler ise hem batıda Avrupalı Haçlıların hem de doğuda Moğolların ve
diğerlerinin dikkatlerini çekmiş ve Osmanlı düşmanlığı yapmalarına yol açmıştır. Çeşitli
tarihlerde saldıran Haçlılar her defasında yenildiyse de, Moğollara karşı Ankara’da ciddi bir
mağlubiyet alınmıştır. Fakat bütün bu darbeler, Osmanlının hem Anadolu hem de Rumeli’de
kurduğu sağlam sistem sayesinde atlatılabilmiş ve hatta İstanbul’un fethi ile de her zaman
Osmanlı için bir problem durumundaki Bizans, ebediyen tarih sahnesinden silinmiştir.
274
Avrupalıların coğrafi keşifler yapması, arkasından sosyo-ekonomik alanda gelişmeleri,
bilim ve teknolojideki yeniliklere yönelmeleri ile artık yeni bir Avrupa ve bir Dünya’nın
habercisi olmuştur. Batıdaki bu gelişmelerin Osmanlı tarafından yeterince, zamanında ve
ciddi bir biçimde takip edilmemesi, bir süre sonra Osmanlının bu yeni Dünya’da geride
kalmasına sebebiyet vermiştir. Çünkü Osmanlının artık yeni fetihler yapamaması, timar sahibi
olmak için savaşanları azalttığı gibi, ateşli silahların Avrupa’daki yaygınlaşması, Osmanlı
ordusunu hep bozguna uğratmıştır. Amerikan altın ve gümüşlerinin Avrupa ekonomisindeki
tesirleri, 16. yüzyıl sonlarından itibaren, Osmanlı ekonomik yapısını bozmaya, akçedeki
tağşişler ise yeniçerileri isyana sürüklemeye başlamıştır.
275
Bölüm Soruları
a) Tire ve çevresinde
b) Trabzon
d) İstanbul
b) Kuruluş dönemi
c) Beyliklerin birincisi
b) Karizmatik Kişilikler
c) Kuruluş Mekânı
d) Gaza Politikası
276
e) İstimalet Politikası
a) F. Giese
b) Spandugnino
c) P. Lindner
d) C. Imber
e) H. Lowry
a) Cihat
b) Yağma
c) Savaş
d) Kuruluş
e) Akın
a) Orhan Bey
b) Ertuğrul Bey
c) Gündüz Alp
d) I. Murad
e) II. Osman
a) II. Murad
b) II. Mehmed
c) Yıldırım Bayezid
d) Çelebi Mehmed
277
e) Yavuz Selim
a) Ankara Savaşı
b) Kırım’ın Fethi
c) İstanbul’un Fethi
d) Viyana Kuşatması
e) Zitvatorok Antlaşması
a) Bedreddin İsyanı
c) Yeniçeri İsyanları
e) Kapıkulu İsyanları
Cevaplar: 1) c; 2) d; 3) e; 4) a; 5) b; 6) e; 7) a; 8) b; 9) c;10) d
278
10. İSTANBUL’UN FETHİ VE İMARI
279
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
10. Giriş
280
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
a) 1453
b) 1451
c) 1071
d) 1396
e) 1450
a) MÖ 194
b) MÖ 340
c) MS 616
d) MÖ 353
e) MS 626
a) Yıldırım Bayezid
b) II. Murad
c) I. Mehmed
d) II. Selim
e) II. Mehmed
281
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
İstanbul’un imar ve Fetihten sonra İstanbul’un nasıl Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
iskânı imar edildiğini öğrenmek MEB. İslam Ansiklopedisi’nde
İstanbul maddelerini incelemek, Tarih
Vakfı İstanbul Ansiklopedisi’nde ilgili
maddeleri incelemek
282
Anahtar Kavramlar
283
Giriş
1451 yılında II. Mehmed tahta kesin olarak çıktığında, Osmanlı Devleti’nin doğu
sınırları Anadolu’nun tamamını kapsayacak genişliğe henüz ulaşmamıştı. Bu sebeple,
İstanbul’un fethi öncesi doğu sınırlarının emniyeti gerekli görülmekte olup Osmanlı idaresi
altında Anadolu’nun orta ve kuzey taraflarına, ayrıca bu bölgelerde meydana gelen
problemleri destekleyici nitelikteki tavırlarıyla öne çıkan sınır devletlere karşı, yeni bir
politikaya ihtiyaç duyulmaktaydı. Tahta yeni çıkan ve İstanbul gibi siyasi ve manevi önem arz
eden bir şehrin fethini saltanatının devamı ve devletinin gelişmesi için büyük bir adım olarak
gören II. Mehmed, bu büyük planda aksaklıklar yaşanmaması için ve Anadolu’da yeni
problemlerin ortaya çıkmaması amacıyla Anadolu’daki beyliklere karşı yeni stratejiler
benimsemiştir. Yani kuşatmanın başarısız sonlanmaması için öncelikle Osmanlının iç
sorunlarına odaklanmıştır. İstanbul’un fetih hazırlıkları bir yıl öncesinden başlatılmış olup
kuşatma için gerekli önlemler alınarak hem askerî anlamda ham de idari anlamda fetih için
hazır hâle gelinmiştir. Doğu Roma’nın başşehri İstanbul, 1453 yılı Mayıs ayında Osmanlı
Türklerinin eline geçmiş ve bu fetihle birlikte II. Mehmed hem batıdaki hem de doğudaki
devletlerin idarecileri nezdinde hayranlık uyandırarak, ismini geniş kitlelere duyurmayı
başarmıştır. Bütün bu sebeplerden dolayı İstanbul’un fethi Türk ve Dünya tarihinin en önemli
olaylarından biri olarak kabul edilmektedir.
284
10.1. İstanbul’un Fethi
Tarih boyunca sürekli ele geçirilmek istenen İstanbul, Fatih’in fethi gerçekleşinceye
kadar defalarca kuşatılmıştır. Bunlardan ilki MÖ 340’da Makedonya Kralı Filip’in
kuşatmasıdır. Daha sonra MÖ 194’te Roma imparatoru Septim Severus, şehri kuşatıp teslim
alarak Roma İmparatorluğunun bir parçası yaptı. MS 616’da İran hükümdarı Keyhüsrev,
626’da ise İranlılar, Avar Türkleriyle birlikte bir kuşatma yaptılarsa da hüsrana uğradılar.
İslam’ın ortaya çıkışından sonra ilk defa Emevi halifesi Muaviye 665, 667 (Eyüp de bu sefere
katılmış, ama vefat etmişti) ve 672 yıllarında üç defa kuşattıysa da sonuç alınamadı. 712
yılında Emevi halifesi I. Velid tarafından yapılan kuşatmada da bir sonuç çıkmadı ama 772
yılında yapılan beşinci kuşatmada Galata fethedilerek burada Arap Camii inşa edildi. 782
yılındaki kuşatma Abbasiler tarafından yapıldı, 854 yılında Mütevekkil tarafından yapılan
kuşatma ile 869 yılındaki sekizinci kuşatmada yine sonuç değişmedi. Dokuzuncu ve son Arap
kuşatması 970 yılında oldu ve sonuç değişmemekle birlikte, yeni olan sadece İstanbul’un
haraca bağlanmasıydı. Ruslar 864 ve 936 yıllarında şehri iki defa kuşattılarsa da sonuç
alamadılar. 959 yılında bu defa Macarlar şehir surlarının önlerindeydi. IV. Haçlı seferi
sırasında 1204 yılında şehre saldıran Latinler, Bizans hanedanını buradan kaçırarak 1261
yılına kadar İstanbul’da kaldılar. Daha sonra 1302 yılında Venedik, 1348 yılında Ceneviz ve
1437 yılında tekrar Ceneviz kuşatmasında kalan şehir Fatih’e kadar dayanabilmiştir.
Osmanlıların bu şehri kuşatma açılışını, 1391 yılında şehri ablukaya alarak 1396 yılına kadar
sürdüren Yıldırım Bayezid yapmıştır. 1412 yılında Çelebi Musa tarafından kuşatılan şehir,
fetihten önceki son hamlesi olan 1422 yılında II. Murad tarafından yapılan kuşatmadan da
kurtulmuştur.
19 yaşında ikimci defa başa geçen II. Mehmed’in, ilk hükümdarlığında devletin içine
düştüğü perişan hâli hatırlayanlar, Osmanlı iktidarına esaslı bir darbe indirmek için müsait
zamanın geldiğine inanıyorlardı. Karamanoğlu İbrahim Bey, Hamidili’nde bazı kaleleri ele
geçirdi. Karamanoğulları’nın desteğini alan yerel hanedanlar, Germiyan, Aydın ve Menteşe
arazilerinde yeniden egemenliklerini ilan etme teşebbüsünde bulundular. II. Mehmed,
yeniçerilerle dayanışma hâlindeki Çandarlı Halil Paşa’yı bu nazik durumda azletmeye cesaret
edemedi. Bununla birlikte İshak Paşa’yı Anadolu beylerbeyliğine getirdi; Şehabeddin Paşa’yı
ikinci vezirliğe yükseltti; Sarıca Paşa ve Zağanos Paşa’yı divan üyeleri arasına aldı. Böylece
devlet yönetiminde Çandarlı Halil’e karşı kendine bağlı bir denge unsuru yaratmış oluyordu.
Bizanslılar, ellerinde rehin olarak bulunan şehzade Orhan Çelebi’yi serbest bırakmakla tehdit
ederek Osmanlı idaresinden yıllık 300.000 akçe ve Çorlu’ya kadar olan toprakların idaresini
koparmayı başardılar. II. Mehmed, 1451’de Karamanoğulları üzerine sefere çıksa da, Bizans
tehditlerinin iyice artmasıyla Alaiye kalesini Anadolu’daki en büyük rakibine bırakarak geri
dönmek mecburiyetinde kaldı. Yeniçeriler, Edirne’ye dönüş yolunda bahşiş bahanesiyle
ayaklandılar. Osmanlı sultanı, isyanı geçiştirmekle beraber başkentte kapıkulu ocakları
mensupları arasında kanlı bir temizlik harekâtı başlattı.
II. Mehmed ve devlet adamları, İstanbul’un fethini öncelikte ilk hedef olarak masaya
yatırdılar. II. Mehmed’in tahta geçer geçmez, Osmanlı memleketinin neredeyse tam da
merkezinde kalmış olan Bizans’ın ortadan kaldırılmasının bir gaza vazifesi olduğunu
285
söylediği rivayet ediliyordu. Yeni Osmanlı hükümdarına göre, İstanbul, taht iddiacısı Osmanlı
şehzadeleri ve Osmanlılara karşı Haçlı seferi çağrısında bulunanlara ev sahipliği yaptığı
sürece devletin güvenliğini tam manasıyla temin etmek mümkün olamazdı. Üstelik Bizans
sarayının vaktiyle Selanik’i Venediklilere terk etmesinde olduğu gibi, İstanbul’un bir batı
gücüne bırakılması durumunda, II. Mehmed’in hayallerini süsleyen “Osmanlı İmparatorluğu”
bir merkezden yoksun kalacağı için daha doğmadan ölme tehlikesiyle karşı karşıya kalırdı. Bu
amaçla Zağanos Paşa, 1452 başlarında Anadoluhisarı’nı güçlendirdi. Aynı yılın Ağustos’unda
tamamlanan Rumeli (Boğazkesen) Hisarı, Karadeniz’le Bizans’ın iaşe ve ikmal bağlantısını
kesip şehre dışarıdan gelen askerî yardımları engelleyecekti. II. Mehmed, Avrupa yakasında
inşa edilen hisarın tamamlanmasından sonra Bizans imparatoru XI. Konstantin’den kenti
teslim etmesini talep ederek savaş ilan etti.
Bu şartlar altında girişilen İstanbul kuşatması, 6 Nisan 1453 tarihinde Macar top üstadı
Urban tarafından dökülen devasa toptan yapılan atışla başladı. Bu top, kuşatma esnasında
yaptığı fiili yıkımdan çok kent içindeki Rum ahalinin maneviyatını bozmada etkili bir araç
olmuştu. II. Mehmed, 11 Nisan’da çeşitli kalibrelerde toplardan oluşturduğu bataryaları
İstanbul surlarına yaklaştırarak etkili bir bombardımana başladı. Ertesi gün çoğunluğu
Gelibolu ve Boğaz’ın gizli koylarında inşa edilmiş 145 teknelik Osmanlı donanması, Haliç’in
ağzını koruyan zincire başarısız bir saldırı düzenledi. İlk toplu taarruz, 18 Nisan günü
gerçekleşti.
286
II. Mehmed, şehrin fethedildiğini görmek için en fazla çaba harcayan isimlerden
biriydi. 29 Mayıs’ta yapılmasına karar verilen son hücum öncesinde dolaştığı kuşatma
hattında karşılaştığı askerler ve komutanlarla konuşup onları yüreklendiren ve şevke getiren
sözler söyledi. Askerlerin savaşma azmini artırmak için kentin İslam hukuku gereğince üç gün
yağma edilebileceği duyuruldu. Bütün yapılanlar ve şimdiye kadar verilen mücadeleler etkili
olmuş, sonuçta meyvesini vermişti. 29 Mayıs tarihi, II. Mehmed’in azmi ve cesareti sayesinde
Bizans’ın düşüş günü olmuştu.
Fatih unvanını alan II. Mehmed, muzaffer bir edayla Ayasofya kilisesinin kubbesine
tırmanarak şehirde olan bitenlere göz gezdirdi. Şehir halkına can ve mal güvenliği temin eden
Fatih Sultan Mehmed, kentin mümkün olduğunca zarar görmeden Osmanlı hâkimiyetine
geçmesine özen gösterdi. Hatta bu amaçla, şehri alan askerlerine üç günlük yağma izni vermiş
olmasına rağmen yağma faaliyetlerini zabitler aracılığıyla ikinci günde durdurdu. Çünkü
İstanbul’u kuracağı imparatorluğun merkezi yapmak istiyordu
287
Şekil 10: Fatih’in gemileri karadan yürüterek Haliç’e indirdiğini temsil eden resim.
Saray ressamı Fausto Zonaro’ya ait olduğu düşünülen, fetih konulu dört tablodan biri olan
Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’un fethinde gemilerin karadan yürütülmesini tasvir eden
resmin (1908) Balkan Savaşları’nda şehit olan ressam Hasan Rıza’ya ait olduğu iddiası,
ressam Hüsnü Tengüz’ün “Sanat Hayatım” adlı hatıratının ortaya çıkması ile kesinleşti.
Aslına bakılırsa fetihten önceki durumda bile, bu şehrin doğal sahibi, İstanbul’un
bütün çevresine hâkim olan Osmanlılar idi. Çünkü nüfusu 40 bini geçmeyen, ticareti
tamamıyla Venedik ve Cenevizliler eline geçmiş bulunan bu şehrin dört bir yanı, Osmanlı
toprakları ile kuşatılmış idi. Bu sürecin doğal sonuçlarına Fatih’in dehası da eklenince, şehir
yaklaşık iki ay süren bir kuşatma ile fethedilmiş, Türk ve Dünya tarihinde yeni bir dönemin
başlangıcı olmuştur.
Fetihten sonra, Fatih’in en büyük kaygısı -uzak geçmişte olduğu gibi- İstanbul’u
dünyanın siyasi ve iktisadi merkezlerinden biri, gerçek bir metropolis hâline getirmek,
nüfuslandırmak, imar etmek ve kalkındırmak olmuştur. Zira İstanbul, yukarıda da belirtildiği
üzere küçülmüş vaziyette, fetihten hemen önceki dönemde “vücutsuz bir baş” gibi idi. Çünkü
yapılan araştırmalarda, fetih öncesinde şehrin nüfusunun 30 bine kadar düştüğü iddia
edilmiştir. Patrik Gennadius’a göre İstanbul, Bizans’ın son günlerinde “fakir ve büyük kısmı
gayrimeskûn bir harabeler şehri” idi. Aslına bakılırsa Fatih, şehri yağmasız almaya çalışmış,
fakat başaramamıştı. Fetihten sonra dağılan ahaliyi toplamaya çalıştı, Silivri ve Galata’dan
nüfus getirip yerleştirdi. Osmanlı topraklarının hemen her bölgesinden sürgün usulüyle şehre
nüfus getirip yerleştirme işini saltanatının sonuna kadar uyguladı.
288
Şekil 11: Kız Kulesi. Kız Kulesi’nin yapımı MÖ 411 yılına kadar uzanır. O
dönemlerde boğazın çıkıntısı olan bu burun, (daha önce yarımada olduğu ile ilgili
söylenceler vardır) “vus” adı ile anılır. Athenalı General Alkibiades, buraya bir kale inşa
eder ve geçen gemilerin gümrük kontrolleri ve güvenlik amaçlı kullanılır. MÖ 341 tarihinde
komutan Chares’in eşi için, mermer sütunlar üzerine bir anıt mezar yaptırmıştır. MS
1110’lara geldiğimizde ise ilk belirgin yapı (kule), İmparator Manuel Komnenos tarafından
inşa ettirilir. Savunma kulesi olarak inşa ettirilen bu yapı “Küçük Kale” anlamına gelen
“Arcla” adını alır. Bu yapı ile ilgili net bilgiler olmamakla birlikte bugünkü boyutlarına
yakın olduğu düşünülmektedir. İstanbul'un fethi sırasında savunma amaçlı olarak kullanılan
kule, 1453 yılından sonra çok farklı amaçlarla kullanılmıştır. Osmanlı döneminde savunma
kalesi olmaktan çok bir gösteri platformu olarak kullanılmış ve mehterler burada adaya
yerleştirilen topların atışları ile birlikte nevbet okumuşlardır.
İstanbul’un Bizans devrindeki ismi olan Konstantinopolis, halk arasında çok defa
kısaltılarak “polis” şeklinde söylenmekteydi. Daha sonra yaygınlık kazanan bu tabir
Mesudi’ye göre 10. yüzyılda “Bulin”, “Stanbulin” tarzında ifade edilmekteydi. Anadolu
Selçukluları ve Osmanlıların ilk devirlerine ait bazı kaynaklarda şehrin adı “İstinbol, İstanbol
veya İstanbul” imlasıyla yazılırken 12. yüzyıla ait bir Ermeni kaynağında “Stambol” tabiri
geçer. J. Schiltberger, “İstimboli” telaffuzunun 14. asrın sonlarında kullanıldığını iddia
etmektedir. 16. yüzyılda şehirdeki Rumlar burayı Stimboli, Türkler ise Stambol şeklinde
anmaktaydılar. Osmanlı şairleri ise çok defa vezin icabı olarak “Stinbol, Stanbol” imlasını
kullanmışlardır. Stinbol/Stanbol-İsti(m)bol/Ista(m)bol gibi Türkçe şekillerin Rumca İstin
Bolin’den türediği kesindir.
“İslam’ın bol olduğu yer” anlamındaki İslambol şeklindeki benzetme bir Ermeni
kaynağına göre, şehri fetheden II. Mehmed tarafından yapılmış ve buranın adı olarak
kullanılmıştır. Buna 15. yüzyıl resmî kayıtlarında da rastlanır. 17. yüzyıl Osmanlı
münevverleri bunun şehrin Osmanlı Türkçesi’ndeki adı olduğunu kabul ederler. 1760 tarihli
289
bir fermana göre paraların üzerindeki “Kostantiniyye”nin yerine bu adın kullanılması uygun
görülmüştü. Fakat halk arasında İstanbul veya İstambul tarzı kullanılagelmiş ve resmî ad
olmuştur.
İslami resmî geleneğe uygun olarak şahıslar gibi şehirler de kendilerine mahsus unvan
ve dualarla anıldıkları için İstanbul’a bu durumu simgeleyen birtakım unvanlar verilmiştir.
Her şeyden önce bir merkez oluşu dolayısıyla “pâyitaht-ı saltanat, tahtgâh-ı saltanat, makarr-ı
saltanat, dârüssaltana, dârülhilâfe” gibi unvanlar yanında “dârünnasr” ve “medînetü'l-
muvahhidîn” gibi nitelemeler de kullanılmıştır. Geleneksel olarak hükümdarın otoritesinin ve
iktidarının (kut ve kutluğ) gücü olduğu, adaletin de buradan yani sarayın eşiğinden dağıtıldığı
inancı “Dersaâdet, Âsitâne” gibi adların ortaya çıkışına yol açmıştır. İstanbul için kullanılan
genel dua formülü, “felâketlere ve adaletsizliğe karşı Allah tarafından korunmuş” anlamına
gelen “el-mahmiyye, el-mahrûse” tabirleridir. Resmi olarak İstanbul’a “Dârü'l-hiIâfetil-aliyye
ve makarr-ı saltanat-ı seniyyem olan mahmiyye-i Konstantiniyye” şeklinde göndermeler de
yapılırdı.
Böylece burada görüldüğü üzere, fetihle beraber ilk değişen şeylerden biri, şehrin
adının Konstantinopolis’ten İstanbul’a dönüşmesidir. Türklerin Anadolu’ya ilk geldikleri
dönemden itibaren, doğrudan kendi kurdukları yerleşmelere Türkçe isim verdikleri gibi;
Bizans yer ve yerleşme adlarının bazılarını tamamen değiştirdiklerini (Alaşehir, Aksaray,
Akşehir, Beyşehir vb.), Türkçe söylenişe yakın olan bazılarını da kısmen değiştirerek (Bursa,
Ankara, Malatya, Larende vb.) kullandıklarını biliyoruz. Dolayısıyla, daha fetihten çok önceki
dönemlerde, bu şehri, Türklerin İstanbul diye isimlendirdiklerini söylemek yanlış
olmayacaktır. Çünkü Anadolu’da Bizans dönemi yerleşme isimlerinde bulunan ve şehir
anlamına gelen “polis”in, Türkçe isimlerdeki “-bol, -bul, -bolu vb.” şekline dönüştüğü ve bu
hâliyle günümüze kadar gelen çok sayıda yerleşme isminin bulunduğu bilinmektedir.
Gelibolu, Tirebolu, İnebolu, Bolu gibi adlar bunlardan sadece bazılarıdır. İşte Bizans
döneminde adı Konstantinopolis olan şehrin adı, böyle bir süreci takiben zaman içerisinde
İstanbul’a dönüşmüştür.
Şehrin ilk idari birimini Ayasofya nahiyesi oluşturur. Öbür nahiyeler padişah veya
vezirler tarafından inşa ettirilen külliyelerin, nahiyeleri oluşturan daha küçük yerleşim
290
birimleri olan mahalleler ise küçük yerel mescidlerin etrafında gelişecektir. Genellikle
mahalle mescidleri ileri gelen bir mahalle sakini tarafından yaptırılmıştır. İnalcık tarafından
yayınlanan ve 1455 yılında yapılan İstanbul tahririne göre, Galata’da 23 mahalle ve
İstanbul’da 33 mahalle vardı. Bu mahalle ve yaşayan nüfus sayısı (7130 hane) son derece
düşük görünmektedir. Çünkü öncelikle defterde kayıp sayfalar vardır ama yine de çok düşük
bir nüfus söz konusu. Belki de gidenlerin de etkisiyle böyle bir düşüş olmuş, nitekim bu
tarihten sonra Fatih, zoraki tedbirlerle şehrin nüfusunu arttırmaya çalışmıştır. Bu tedbirler
başarılı olmuştur ki, 1477 tahririnde İstanbul ve Galata’daki toplam hane sayısı, 16324’e
ulaşmıştır. Gerçekten de Ayverdi’nin çalışmasına göre, Fatih devrinin sonlarına doğru (1477);
İstanbul’da 181, Galata’da 61, Eyüp’te 8, Kasımpaşa’da 2, Boğaziçi’nde 7, Üsküdar’da 3
mahalle olmak üzere toplam 262 mahalle kaydedilmiştir. 1477 yılında sadece suriçindeki
İstanbul’da 181 olan mahalle sayısı, 1600 yılında 226’ya yükselmiştir. Mahalle ve nüfus
sayıları sürekli artarken mescid, camiler ve diğer tamamlayıcı yapılarla, baştan beri İstanbul’a
“mübarek bir İslam şehri” statüsü verilmeye çalışılmıştır. Fetihten hemen sonra şehrin kutsal
bölgesi olan Eyüp, sahabeden Ebu Eyyub el-Ensari’nin türbesi etrafında bir cami ve imaretin
yapılması ile bu özelliğine tam anlamıyla kavuşmuş oldu. Zamanla Eyüp bütün İslam
dünyasında Mekke, Medine ve Kudüs’ten sonra en mübarek bir ziyaretgâh hâlini alacaktır.
291
Fethi ile yeniden inşası, bakımı, geliştirilmesi ve ihtiyaçlarının temini ile Türkiye
tarihinde farklı bir yer ve öneme sahip durumdaki İstanbul şehri, bu açıdan az sayıdaki
örneklerden biridir. Fetihten itibaren büyüyüp gelişmesi için planlı bir şekilde sürgün getirilen
İstanbul şehri, sürgünlerle birlikte ondan çok daha fazla sayıda gönüllü göçlere de sahne
olmuştur. Aksi durumda sadece sürgünlerle şehrin bu kadar büyüdüğünü açıklamak pek
mümkün görünmemektedir. İster sürgün isterse gönüllü gelsin, buraya gelen yeni sakinler;
bazen özlemlerinden bazen geldikleri yere benzerliğinden bazen de farklı sebeplerden
geldikleri mahallerin isimlerini İstanbul’da yerleştikleri mahallere vermişlerdir. Barkan-
Ayverdi’nin yayınladığı, 16. yüzyılda hazırlanan İstanbul vakıf defterine göre, bu şekilde
Anadolu ve Rumeli’nden gelenlerin verdikleri isimlerden bazıları şöyledir: Üsküblü mescidi
mahallesi, Mevlana Mağnisavi Çelebi mescidi mahallesi, Akseki Mescidi mahallesi, Arab
Taceddin mahallesi, Suk-ı Balat Mescidi mahallesi, Ereglü Mescidi mahallesi.
Şekil 12: Fetih sırası ve sonrasında İstanbul şehri. Fatih tarafından fethedildiği tarihte
İstanbul şehri ve arkasından imar faaliyetleri kapsamında yapılan bazı uygulama ve yapılar.
Kaynak: O. Gümüşçü ve diğ. 2011. Açıklamalı Türkiye Tarih Atlası Projesi, ATTAP,
harita 37A.
292
Nahiye Mahalle 1546 vakıf 1596 vakıf
sayısı sayısı sayısı
8- Sultan Selim 7 33 90
293
İstanbul’da Hristiyanlara düşmanlık duygularının ortaya çıkışında etkili olmuşlardır. Osmanlı
yöneticileri, sürgüne tabi tutulan şehirlerin olumsuz yönde etkilenmeleri konusuna, İstanbul
ön planda ve öncelikli olduğundan pek önem vermemiş; merkeziyetçi yapıyı oluşturma
çabaları ve dolayısıyla İstanbul’u sadece Osmanlı Devleti’nin değil, dünyanın önemli
şehirlerinden biri ve dünya ticaretinin merkezi yapma yolundaki kararlılıkları öbür
düşüncelerin önüne geçmiştir.
Bir yandan sürgünler diğer yandan gönüllü göçlerin kesilmeden devam etmesi
sonucunda, İstanbul nüfusunun kısa sürede ne denli arttığını gösterebilmek için, yukarıdaki
tabloya şehirde kurulan vakıf sayıları eklenmiştir. Bilindiği üzere Osmanlıda vakıflar sadece
bugünkü belediyelerin yaptığı beledi hizmetleri yapmakla kalmıyor, sosyal, kültürel, dinî ve
hayatın her alanına yönelik olarak birçok hizmeti ücretsiz olarak yürütüyordu. Dolayısıyla, bu
kadar büyük bir şehirde bu kadar fazla sayıda vakfın bulunması, nüfus artışında önemli bir
faktör ve göçmenler için iyi bir cazibe unsuru olsa gerektir. Zira 1546 yılından 1596 yılına
kadar, -sadece 50 yılda- vakıf sayısı 1594’ten 3180’e ulaşmıştır.
Bu şartlar altında, İstanbul’da yaşayanlar için hayat hem daha güvenli hem de açlık
tehlikesi daha azdı. Vakıflar tabii olarak göçmenlerin hayatını kolaylaştırmaktaydı; binlerce
kişi vakıf imaretlerinde verilen yemekle hayatını sürdürüyordu. Mesela sadece Fatih
İmareti’nden günde 1000 kişi yararlanmaktaydı. Öte yandan medrese öğrencisi olarak bir
türbe veya caminin dua okuyucusu (duâgû) yazılıp cüzi bir gelir elde edenlerin sayısı da pek
fazlaydı. Bir yabancı seyyahın gözlemine göre imaret/misafirhaneler olmasaydı İstanbul’da
insanlar birbirini yerdi.
İstanbul nüfusunu 1530’a doğru Ö. L. Barkan 400-500 bin, F. Braudel ise 16. yüzyıl
sonuna doğru 700 bin tahmin etmektedirler. Fatih’ten bir yüzyıl sonra İstanbul, onun
tasarladığı gibi gerçekten bir dünya metropolü hâline gelmiştir. Fetihten önce şehir nüfusunun
40.000 olduğu düşünülür ve aradan yüz yıl geçmeden 1530 yılında 400.000 nüfusa ulaştığı
kabul edilirse, İstanbul’un bu sürede tam 10 kat büyüdüğü ortaya çıkmaktadır ki, bu artış
Cumhuriyet dönemindeki artışla kıyaslanabilecek seviyededir.
16. yüzyılda surların içindeki İstanbul nüfusu hızla arttı, bunun sonucunda eski
mahallelerde yerleşim sıklaştı, mescidler, bazı kilise ve sinagoglar camiye çevrildi, yeni
mescidler inşa edildi, yeni külliyeler açıldı ve özellikle Bayrampaşa deresi boyunca surlara
doğru daha önce iskân edilmemiş bölgelerde, hatta surların dışında Eyüp’e doğru genişledi,
surların ana giriş kapılarının dışında inşa edilen cami ve zaviyelerin etrafında yeni mahalleler
kuruldu. Bu arada Galata civarındaki yerleşim alanı Haliç ve Tophane sırtlarına doğru
genişledi; Fındıklı, Cihangir ile Kasımpaşa bölgeleri oluştu.
Osmanlı Devleti’nde yaşanan sosyal ve ekonomik sıkıntılar, örneğin 16. yüzyılın son
çeyreğinde iyice artan suhte ve Celali isyanları, özellikle 1596’dan sonra Anadolu’daki halkın
yerini yurdunu bırakıp büyük şehirlere, bu arada İstanbul’a hatta Rumeli’ye kaçmalarına yol
açmıştı. Özellikle Anadolu’dan 1603-1608 arası gerçekleşen bu hareketlilik, “büyük kaçgun”
olarak adlandırılır. Alınan tedbirler sonucu İstanbul’un içine girmek oldukça zor olduğundan,
Anadolu’dan kaçan halk, Galata, Eyüp ve Üsküdar mıntıkalarına yerleşiyordu. Ancak devlet
294
“eşkıya” olarak tanımladığı bu grupları buralarda da barındırmak niyetinde değildi. 1608
yılında her üç kadıya gönderilen fermanlarda, mahallelerde, hanlarda, odalarda kalan kişilerin
birbirlerine kefil yapılmasını, kefili olmayanların başka yerlere sürülmesini bildirmektedir.
Anadolu’dan göçen ve İstanbul’a alınmayan unsurlar, muhtemelen barınma endişesi ve bir
yolunu bulup sur içine girebilme ümidiyle, İstanbul’a oldukça uzak mevkilere dahi yerleşmeyi
göze alıyorlardı. Ancak merkezî yönetim bu niyeti sezmiş olmalı ki, Haslar kadısının yetki
alanı içinde kalan Midye, Terkos, Büyükçekmece, Küçükcekmece, Silivri ve Ereğli
bölgelerinde de teftiş yapılmasını ve Anadolu’nun muhtelif yerlerinden 20 yıl içinde gelip
yerleşenlerin geldikleri yerlere gönderilmesini istemiştir. Bu göçmenlerin bir kısmı, “ekabir
çiftliklerinde” hizmetkar olarak yerleşmişlerdir.
17. yüzyılın ikinci çeyreği için İstanbul civarındaki yerleşimlerin durumuyla ilgili
olarak Evliya Çelebi’nin tespit ve gözlemleri bu anlamda önemlidir. İç kesimlerde kalan
köylerle ilgili çok fazla bilgi olmamasına karşın, bilhassa Haliç ve Boğaziçi’ndeki
yerleşimleri önceki ve sonraki dönemlerle kıyaslayabilme açısından verdiği bilgiler kayda
değerdir. Evliya Çelebi, Haliç ve Boğaziçi’nin Rumeli kıyısı boyunca 22 “şehir ve kasaba”
bulunduğunu kaydetmektedir. Evliya Çelebi’nin bazı yerleşim birimleri için verdiği hane
sayıları muhtemelen itibari olmakla birlikte, bazıları özellikle küsuratlı gösterilmiştir. Bu
rakamlar herhalde, IV. Murad döneminde İstanbul ve civarı için yapılan sayım sonuçlarından
çıkarılmış olmalıdır.
Evliya Çelebi’den sonraki yıllar, İstanbul’un göçmen kabul ederek büyümesinde çok
daha etkili olmuşa benzemektedir. Bu dönemde de nüfus sayımını kesin olarak bildirecek
belgeler bulunmamakla birlikte, dolaylı da olsa tahminden daha doğru rakamlar elimizde
mevcuttur. Örneğin aşağıdaki tabloda verilen ekmek fırını sayılarındaki keskin artışlar,
İstanbul nüfusundaki hızlı büyümeyi net bir biçimde göstermektedir.
295
Mekân/Yıl 1672 1755 1768
Galata 25 61 116
Üsküdar 14 22 65
Eyüp 11 7 28
Buraya kadar görüldüğü üzere, İstanbul’un fethinin ardından, Fatih’in izlediği başlıca
politika, savaştan dolayı zarar gören sur içi ve sur dışı kesiminin imar ve ihya edilmesi
olmuştur. 15. yüzyılın ikinci yarısı ile 16. yüzyılın ilk yarısında devletin uyguladığı sistemli
sürgün ve iskân faaliyetleri sonucu şehir ve civarında nüfus oldukça arttı. Hatta bu durum, 16.
yüzyılın ikinci yarısından itibaren devlet görevlilerini düşündüren sorun olarak ortaya
çıkmaya başladı. Bu tarihlerden sonra devlet merkezi, eski politikasını değiştirdi ve göçleri
engellemeye çalıştı. Ancak bunda çoğunlukla başarılı olamadı ve hem Anadolu’dan hem de
Rumeli’den gelen göçmen kitleleri sur içi ve sur dışında yerleşmeye başladı.
Fatih’e büyük prestij kazandıran İstanbul’un fethinin hemen akabinde başlayan sur içi
ve sur dışındaki imar ve ihya girişimleri, bu şehri devletin merkezi yapma fikrinden
kaynaklanıyordu. Ülkenin çeşitli bölgelerinden sürgün olarak getirilen halk da bu amaçla
şehir civarına yerleştirildi. 15. yüzyıl ile 16. yüzyılın ilk yarısında İstanbul’un hâlâ nüfusa
ihtiyacı olduğundan, hem sürgün politikası sürdürüldü hem de kendiliğinden gelenlere
karışılmadı. Ancak 16. yüzyılın ikinci yarısında aşırı artan nüfus, devletin göç olayına bakışını
değiştirdi. Sonraki dönemlerde devlet merkezi İstanbul’a yönelik göçleri engelleme politikası
izledi. Özellikle 17. ve 18. yüzyıllarda bu politika bazen çok sert uygulandı. Ancak bu
dönemlerde, genelde aşayişin temini gayesiyle İstanbul’un etrafında bizzat devlet tarafından
nüfus iskân edilip yeni derbend köyleri kurulduğu da oldu. Göç konusunda devlet merkezinin
dikkate aldığı temelde iki husus vardı: Birincisi mali idi. Yani göç eden reaya geldiği, ya da
yerleştiği yerin görevlisine vergisini ödediği müddetçe bunlara devletin bakışı çoğunlukla
olumlu idi. Geriye göndermede göz önünde bulundurulan başlıca etken bıraktıkları ziraat
alanlarının boş kalıp verginin azalması idi. İkinci husus ise, hem taşrada hem merkezde
düzenin bozulmaması idi. İstanbul merkezine ve civarına gelen işsiz güçsüz kalabalıklar
güvenlikle ilgili soruna neden olduklarından devlet bunları istemiyordu. Çünkü İstanbul’daki
asayiş sorunları saltanatın akibetini de yakından ilgilendirmekteydi. 1730’da patlak veren
Patrona İsyanı bunu açık bir şekilde gözler önüne sermişti.
Aslında göçlerin İstanbul civarı için -görevlilerce de bilinen- olumlu bir tarafı vardı.
Taşradan gelip İstanbul’a sokulmayan nüfus, genelde civardaki köy ve çiftliklere yerleşip
üretime ucuz iş gücü olarak katkıda bulunuyordu. Bu ise İstanbul’un iaşesinin temini
296
açısından olumlu bir gelişmeydi. Bu bakımdan, bazı dönemlerde, devletin asayişi temin
edebildiği ölçüde göçmenler üzerindeki baskısını azalttığı hissedilebilmektedir. Yani devlet
önleyemediği girişimleri kendi açısından rantabl hâle dönüştürme taktiğini uygulamaktaydı.
Bu göçlerden en fazla nasibini alan Haliç ve Boğaziçi bölgesi ise kısa sürede şenlenerek
günümüze ulaşan büyük semtler hâline dönüştüler.
Buraya kadar verilen bilgilerden çıkan sonuca göre, fetihten sonra imar hareketleriyle
çehresi değişen ve yavaş yavaş bir Türk-İslam şehri hüviyetini kazanan İstanbul, tarihî
yarımadanın dışına doğru taşmaya başlayarak zaman içerisinde bir imparatorluk merkezinin
kozmopolit ve renkli hayatının hâkim olduğu, Avrupa ile Asya arasında Karadeniz’in kuzeyi
ile Akdeniz’e açılan deniz ve karayollarının birleştiği, aynı zamanda farklı kültürlerin
kaynaştığı bir büyük metropol hâline geldi. Bütün bir imparatorluk zamanla İstanbul merkezli
bir kültür ve sosyal yapının etkisi altına girdi. Özellikle 16. yüzyıldan itibaren taşradaki şehir
hayatında payitahtın manevi ve kültürel baskısı sürekli hissedildi. Bu durum İstanbul’u bir
cazibe merkezi hâline getirdiği gibi ekonomik bakımdan da bütün dikkatler buraya yöneldi.
16. yüzyıldan itibaren imparatorluğun yayılmış olduğu üç kıtanın bütün özelliklerini taşıyan
İstanbul, kalabalık sivil nüfusu yanında saray ve görevlilerinin de sivil hayatı doğrudan
297
etkilediği ve belki de bütünüyle saray ve çevresiyle özdeşleştirilen bir şehir olarak anıldı.
Hatta adı bile çok defa sadece bu hususiyeti aksettirecek şekilde değişti ve yaygınlaştı.
Sarayda bulunan resmî tarihçilerin eserlerinde imparatorluk ile payitahtın bu şekilde birbiriyle
bütünleştirildiği dikkati çeker.
298
Uygulamalar
Bu bölümde öğrenci internet üzerinden ilgili web sayfalarını incelemenin yanı sıra,
Uzunçarşılı, İnalcık, Faroqhi tarafından yayınlanan ilgili eserleri ve Tarih Vakfı Yurt
Yayınları’nın İstanbul Ansiklopedisi’ni incelemeli ve okumalıdır.
299
Uygulama Soruları
2- İstanbul’un fethinden sonra şehrin imar ve iskânı için yapılan ilk şey nedir?
300
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
1451 yılında II. Mehmed tahta kesin olarak çıktığında, Osmanlı Devleti’nin doğu
sınırları Anadolu’nun tamamını kapsayacak genişliğe henüz ulaşmamıştı. Bu sebeple,
İstanbul’un fethi öncesi doğu sınırlarının emniyeti gerekli görülmekte olup Osmanlı idaresi
altında Anadolu’nun orta ve kuzey taraflarına, ayrıca bu bölgelerde meydana gelen
problemleri destekleyici nitelikteki tavırlarıyla öne çıkan sınır devletlere karşı, yeni bir
politikaya ihtiyaç duyulmaktaydı. Tahta yeni çıkan ve İstanbul gibi siyasi ve manevi önem arz
eden bir şehrin fethini saltanatının devamı ve devletinin gelişmesi için büyük bir adım olarak
gören II. Mehmed, bu büyük planda aksaklıklar yaşanmaması için ve Anadolu’da yeni
problemlerin ortaya çıkmaması amacıyla Anadolu’daki beyliklere karşı yeni stratejiler
benimsemiştir. Yani kuşatmanın başarısız sonlanmaması için öncelikle Osmanlının iç
sorunlarına odaklanmıştır. İstanbul’un fetih hazırlıkları bir yıl öncesinden başlatılmış olup
kuşatma için gerekli önlemler alınarak hem askerî anlamda ham de idari anlamda fetih için
hazır hâle gelinmiştir. Doğu Roma’nın başşehri İstanbul, 1453 yılı Mayıs ayında Osmanlı
Türklerinin eline geçmiş ve bu fetihle birlikte II. Mehmed hem batıdaki hem de doğudaki
devletlerin idarecileri nezdinde hayranlık uyandırarak, ismini geniş kitlelere duyurmayı
başarmıştır. Bütün bu sebeplerden dolayı İstanbul’un fethi Türk ve Dünya tarihinin en önemli
olaylarından biri olarak kabul edilmektedir.
Tarihi boyunca defalarca kuşatılan ama her seferinde bir şekilde kurtulmayı başaran
İstanbul şehri, daha önce 1204 yılında Haçlılar tarafından ele geçirilmişti. Bu olay, şehrin
geçmişinde öyle kötü bir izlenim bırakmış ve öyle acılar yaşanmıştı ki, Mihail Ducas,
eserinde İstanbul’un en büyük komutanı Megaduks Notoras’ın ağzından şu ifadelerin çıktığını
“Megaduks Notoras o kadar ileri gitti ki Latinlerin aleyhine olduğundan daha ziyade kendi
şehri aleyhine konuştu ve şehirde Latin külahı görmektense Türk sarığını yeğlediğini”
belirtmektedir. Ama yine de sonradan yazılan bazı kaynaklarda “Dünya’nın ziyneti ve
şehirlerin kraliçesi tutsak edildi” denilecekti. Kaybedenler açısından böyle olmakla birlikte,
Osmanlı açısından, artık Bizans tarih sahnesinden silinmiş ve bu şehir kısa zamanda Türk-
İslam karakterine bürünmüştü.
Bu amaçla Fatih’in, tetihten sonraki en büyük kaygısı -uzak geçmişte olduğu gibi-
İstanbul’u dünyanın siyasi ve iktisadi merkezlerinden biri, gerçek bir metropolis hâline
getirmek, nüfuslandırmak, imar etmek ve kalkındırmak olmuştur. Zira İstanbul, son derece
küçülmüş ve fetihten hemen önceki dönemde “vücutsuz bir baş” durumuna gelmişti. Çünkü
yapılan araştırmalarda, fetih öncesinde şehrin nüfusunun 30 bine kadar düştüğü iddia
edilmiştir. Patrik Gennadius’a göre İstanbul, Bizans’ın son günlerinde “fakir ve büyük kısmı
gayrimeskûn bir harabeler şehri” idi. Aslına bakılırsa Fatih, şehri yağmasız almaya çalışmış,
fakat başaramamıştı. Fetihten sonra dağılan ahaliyi toplamaya çalıştı, Silivri ve Galata’dan
nüfus getirip yerleştirdi. Osmanlı topraklarının hemen her bölgesinden sürgün usulüyle şehre
nüfus getirip yerleştirme işini saltanatının sonuna kadar uyguladı.
301
Bölüm Soruları
a) II. Mehmed
b) Yıldırım Bayezid
c) II. Murad
d) Çelebi Musa
a) 29 Mayıs 1453
b) 6 Nisan 1453
c) 28 Nisan 1454
d) 6 Mayıs1451
e) 29 Mayıs 1451
a) Galata
b) Eyüp
c) Sarayburnu
d) Boğaziçi
302
e) Ayasofya nahiyesi
a) 23
b) 18
c) 13
d) 12
e) 22
a) Büyük Kaçgun
b) Celali İsyanları
c) Suhte
d) Göçmen Hareketi
e) Ermeni Ayaklanması
303
d) 17. Yüzyılın son yarısı
a) 3
b) 8
c) 6
d) 2
e) 4
a) Eyyub Sultan
b) Büyük Galata
c) Vefa
d) Tophane
e) Tahtakale
Cevaplar: 1) b; 2) a; 3) d; 4) e; 5) c; 6) d; 7) a; 8) b; 9) e; 10) c
304
11. OSMANLININ SOSYAL VE EKONOMİK YAPISI
305
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
11. Giriş
306
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
a) Necdet Tunçdilek
b) Besim Darkot
c) İlber Ortaylı
e) Oğuz Erol
a) Organize İskân
d) Doğal İskân
e) Tarımsal İskân
a) Mekan
b) Saygı
c) Hoşgörü
d) Sürgün
e) Fetih
Cevaplar: 1) a; 2) d; 3) c
307
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
308
Anahtar Kavramlar
309
Giriş
Osmanlı topraklarında yaşayan nüfusun yapısı, yani toplumun yapısı ve düzeni altı
yüzyıllık tarihi boyunca çeşitli görünümler arz etmiştir. Kuruluş dönemiyle devletleşme
aşaması, Fatih Sultan Mehmed devriyle merkezî İslam dünyasının Osmanlı egemenliğine
girdiği 16. yüzyıl, toplum ve devlet düzeninde önemli değişikliklerin yaşandığı 17. yüzyıl ile
modernleşme çabalarının farklı derecelerde etkiler yarattığı 19. yüzyıl arasında devamlılıklar
gibi farklılaşmalar da vardır. Sınırların genişlemesiyle birlikte, Osmanlı hâkimiyetine giren
dinî ve etnik grupların çeşitliliği artmış, buna karşılık 18. yüzyılın sonlarından itibaren
sınırlardaki gerilemenin neticesi olarak bir yandan bu çeşitlilik azalırken öte yandan
kaybedilen ülkelerdeki Müslüman nüfusun büyük çoğunluğu, elde kalan topraklara
çekilmiştir. 19. yüzyılda toplum hayatını ve yapısını derinden etkileyen bir başka amil de
kökleri bir önceki yüzyıla uzanan modernleşme çabalarıdır.
310
11.1. Yerleşme ve Nüfus
Yukarıdaki ilgili bölümde ele alınan Türk yerleşme sürecinde de görüldüğü gibi, 14.
yüzyıl sonlarına kadar Anadolu’nun Türkleşmesi süreciyle birlikte, kırsal ve kentsel iskân
merkezlerinin kuruluşu da büyük oranlarda tamamlanmıştı. Fakat bu duruma rağmen nüfus
hareketlerinin devam etmesine bağlı olarak, Anadolu üzerindeki iskân merkezlerinin yeni
kuruluşu, kurulanların gelişimi ve hatta bazı dönemler ve sahalarda terk edilerek kaybolması
sürecinin devam ettiği görülür. Çünkü bilindiği gibi yerleşme merkezleri canlı bir organizma
gibidir ve bunu sağlayan faktör de, üzerinde yaşayan nüfusun sürekli bir hareketlilik
içerisinde bulunmasıdır.
Osmanlı Beyliğinin kurulduğu yıllara gelene dek, Anadolu’nun Marmara Denizi doğu
ve güney kıyılarında bazı kısımlar ile Trabzon Rum devleti toprakları hariç, çoktan Türk
iskânına açılmış ve bu topraklar artık bir Türk yurdu hâline gelmişti. Dolayısıyla, Osmanlı
dönemindeki iskân ile ilgili olarak -Trakya ve Balkanlar hariç- Anadolu’da gerçekleşen yeni
iskânlar sayı ve oran itibarıyla fazla olmamalıdır. Başka bir ifade ile geleneksel bilgilere göre
1299 yılında Osmanlı Beyliği kurulduğunda, Anadolu’nun çok büyük bir kesimi çoktan Türk
hâkimiyetine girmiş ve uzun süreden beri Türkler tarafından iskân edilmişti. Anadolu
üzerinde bu kapsam dışında kalan sahalar; Trabzon Rum Devleti toprakları (Ordu-Rize
arasındaki kıyı Karadeniz sahası), Marmara kıyılarındaki Bizans toprağı olan Bursa, İznik,
İzmit ve çevreleri, Batı Anadolu içlerindeki Alaşehir çevresi ve Ceneviz kontrolündeki
Amasra, Sinop ve Samsun’dan ibaretti. Sayılan bu şehir ve çevrelerindeki kırsal yerleşmeler
henüz gayrimüslimlerin elindeydi ve bunlardan bir kısmının Osmanlı eline geçerek
Türkleşmesi daha uzun bir süreyi alacaktı. Yine bu dönemde Trakya ise tamamen Bizans
hâkimiyeti altındaydı.
311
idare etmesi, ekonomik kaynaklardan her kesimin yeterince faydalanabilmesi, iskân
mahallerinin korunması ve zamanın ihtiyaçlarına göre geliştirilmesi, nüfusun yurt çapında
dağılımının dengeli olması gibi, bir devletin gücüne doğrudan etki eden, problemlerin ortaya
çıkışını engelleyen veya problemlerin kolayca çözümüne imkân tanıyan sistemlerin
oluşturulması, takip edilen iskân politikası ile yakından ilgilidir.
Osmanlı ve Bizans kronikleri, Osman ve Orhan Gazi dönemlerinde Bursa, İznik, İzmit
ve Edirne gibi eski Bizans şehirleri ele geçirilirken daha kuşatma başlamadan kırsal kesimin
Türkler tarafından doldurulduğundan ve bu şehirlerin Bizans merkeziyle alakalarının
kesildiğinden bahseder. Sürekli hareket eden Türk nüfusun, terk edilmiş ya da nüfusu azalmış
Bizans köylerinin yanı sıra önemli ölçüde tarıma ve hayvancılığa elverişli kırsal bölgeleri
kontrol altına aldığı anlaşılmaktadır. Hisarların düşmesiyle de buralara diğer Anadolu şehir ve
köylerinden gelenlerin yerleşmesi sonucu şehirlerdeki nüfus kompozisyonu da değişmişti.
Dolayısıyla daha ilk devirlerden itibaren, beyliğin bir taraftan toprak açısından büyürken diğer
taraftan da nüfusu artırmaya yönelik çabalar sarf ettiği anlaşılmaktadır. Zira sanayi öncesi
toplum ve devletlerde en büyük güç ve zenginlik kaynağı toprak ve nüfustu.
312
vekili olan imparatora ait bulunuyordu. Toprağın büyük bölümü, üzerindeki insanları ile
beraber imtiyazlı kişilerin elinde idi; dolayısıyla Hititlarin timar sistemi, ad değiştirerek aynen
devam ediyordu. Ancak bir kısım toprak, köylerde yaşayan bağımsız çiftçilere verilebiliyordu.
Çiftçiler vergi ödemek yükümlülüğü içinde idiler. Kır uğraşısında tarla kültürleri Hititler
zamanında olduğu gibi gene tahıl üretimine dayanmakta idi. Bunu kenar bölgelerde
meyvecilik ve bahçe bitkileri üretimi izliyordu. Hayvancılık sahasında ise koyun, keçi,
domuz, sığır ve at yetiştirilmekte idi. Madencilik ileri bir seviyede idi ve başta gıda ve
dokuma olmak üzere birçok konuda sınai üretim yapılmaktaydı”. Şu durumda Hititler
döneminde Anadolu’da yürütülen iktisadi sistem ne idiyse, Bizans ve arkasından Beylikler,
Selçuklu ve nihayet Osmanlı dönemlerinde de oydu.
Buraya kadar verilen bilgilerden ve daha önceki iskân sürecindeki yaşananlardan yola
çıkarak, Anadolu’daki iskân ve nüfus hakkında bazı sonuçlara varmak olasıdır. Fakat
öncelikle, Osmanlı dönemi iskân özellikleri ve politikası ile ilgili olarak, şimdiye kadar,
coğrafyacı N. Tunçdilek (1987) tarafından hazırlanan “Türkiye’de Yerleşmenin Evrimi” isimli
kitap ile tarihçi N. İpek ve M. Taştemir editörlüğünde, 2013 yılında AÖF ders kitabı olarak
hazırlanan “Osmanlıda İskân ve Göç” kitabına kadar hiçbir müstakil araştırmanın
bulunmadığını söyleyerek başlamak gerekir. Birçok konunun tarihi araştırılırken neden
Türkiye iskân tarihinin ihmal edildiği ayrı bir bahis olmakla birlikte, yine de makale ve kitap
bölümü olarak bazı çalışmaların yapıldığı burada belirtilmelidir. Aşağıda bunlardan
bazılarından yapılan alıntılar çerçevesinde temel bazı hususlar ele alınmış ve kendi
araştırmalarımız da dâhil edilerek ulaştığımız bazı düşüncelerimiz açıklanmaya çalışılmıştır.
Bu amaçla öncelikle şimdiye kadar iskânla ilgili çalışma yapanlardan bazı alıntılar ile
iskân konusuna bakışı görmekte fayda vardır. Bu konuda ilk yayınlardan birinde Y. Halaçoğlu
şu bilgileri vermektedir: “Osmanlı İmparatorluğu, kuruluş, genişleme, duraklama ve gerileme
devirlerinde, siyasi, iktisadi ve içtimai vaziyetin değişmesine bağlı olarak, iskân politikasında
da farklı şekillerde hareket etmiştir. Bilhassa ilk devirlerde yeni toprakların elde edilmesiyle,
konar-göçer aşiretlerin bu yeni topraklara yerleştirilmesi tarzında bir iskân politikası takip
(dışa dönük iskân siyaseti) edilmiştir. 17. yüzyılla birlikte imparatorluğun dinamizmini ve
etrafa yayılma pozisyonunu kaybetmesinden sonra, bir iç iskân unsuru olarak ortaya çıkan
konar-göçerlerin ve çeşitli sebeplerle yerlerini terk eden ahalinin boş ve harap sahalara iskân
edilerek buraların ziraate açılması düşüncesi hâkim olmuştur. Başka bir ifadeyle, 16. yüzyılın
sonlarından itibaren başlayan, 17 ve 18. yüzyıllarda devlet için büyük bir problem hâlini alan
iç karışıklıklar ve yapılan uzun savaşların ortaya çıkardığı iktisadi buhranın çeşitli halk
kütleleri üzerinde meydana getirdiği baskı, onların yerlerini terk ederek kendileri için daha
uygun alanlara göç etmelerine ve birçok meskûn yerin harap olmasına sebep olmuştur. Bu ise,
ekonomisi ziraate dayanan devletin zirai gelirlerinin azalması demekti. Osmanlı
İmparatorluğunda 17. yüzyılda başlayan ve 18. yüzyılda da iskân siyaseti olarak yürütülen
“harap ve sahipsiz yerlere oymakların yerleştirilerek yeniden ziraate açılması” şekli, bu
siyasetin esasını teşkil eder. Ana toprak olarak kabul edilen Anadolu’daki bu iskânın yanı sıra,
sınırların gerilemesi sebebiyle göçmen kafilelerinin de yerleştirilmeye başlanması, bu
siyasetin ikinci safhasını oluşturmaktadır. Bu gelişmelerin yanı sıra 18. yüzyılın sonlarına
doğru kaybedilen topraklardan kaçan ahalinin iskânı meselesi de (içe dönük iskân siyaseti)
313
ayrı bir gaile olarak devleti meşgul etmiştir. Yerleşik ahaliyi korumak maksadıyla konar-
göçerler üzerindeki devlet baskısı da bu grupların kendiliğinden yerleşmesini sağlamıştır.
Şekavet hareketlerine karşı yolların emniyetini sağlamak amacıyla, derbend tesisleri yeniden
imar edilerek çevreleri bir kasaba veya köy şeklide bir iskân merkezi olarak kullanılmıştır. 19.
yüzyıldan itibaren ise, bir derebeyi şeklindeki aile grupları ve aşiretlerin iskânı meselesi için
çalışmalar yapılırken diğer taraftan, artık tamamen içe doğru başlayan muhacir akını ile
meşgul olmak durumu ortaya çıkmıştır”.
Y. Koç ta yine benzer bir düşünce ile şu bilgileri aktarmaktadır: “Osmanlı Beyliğinin
kuruluşu ve genişleme döneminde hem Anadolu’da hem Rumeli’de nüfus hareketi ve artışı iki
yönlü olarak gerçekleşti. Bunlardan ilki ele geçirilen yeni bölgelerle birlikte buralarda
yaşayan nüfusun bütün bir kısmının beyliğe katılması şeklindeki süreçtir. İkincisi de
Anadolu’nun diğer bölgelerindeki şehir ve kırsal alanlardan çekilen göçmen nüfustur. Başta
Balkanlarda fethedilen bölgelere olmak üzere sürekli batı istikametinde bir hareketlilik
314
yaşanmış ve bunun neticesi olarak bölgelere aktarılan nüfus buralardaki etnik ve dinî
kompozisyonu değiştirmiştir”.
Elbette Osmanlı iskân özellikleri üzerinde duran araştırmalar sayıca biraz daha
çoğaltılabilir ve küçük bazı farklı fikirler de bulunabilir. Fakat konuyu uzatmamak adına
hareket edilir ve yukarıda zikredilen çalışmalarda ileri sürülen fikirler ile bizim
araştırmalarımız neticesinde ulaştığımız sonuçlar bir sentez yapılırsa şunlar söylenebilir: Uzun
Osmanlı tarihi, bütün olarak ele alınır ve kuruluştan itibaren iskân -ve onunla ayrılmaz
nitelikteki nüfus- bahsi incelenirse, başlıca üç iskân döneminin bulunduğu söylenebilir:
Bunlardan ilki, “dışa dönük iskân” denilen ve sürekli fetihlerin yapıldığı yüzyıllarda, toprak
kazanımlarıyla birlikte, nüfus ve iskânın arttığı, Anadolu’dan dışarıya doğru Türk nüfusunun
iskân edildiği ve 16. yüzyıl sonuna kadar devam eden dönemdir. İkincisi, 17. yüzyıl başından
başlayarak 18. yüzyıl sonlarına kadar devam eden ve “geçiş süreci iskânı” diyebileceğimiz
dönemdir. Bu dönemde artık dışa dönük iskân yapılmamış fakat üçüncü dönemin
karakteristiğini oluşturan dışarıdan gelen nüfus da olmadığından geçiş dönemi iskânı adı
verilmiştir. Zira bu dönemdeki iskân, neredeyse tamamen ülke toprakları içerisinde meydana
gelen değişimleri kapsayan bir iç iskân niteliğindedir. Son ayrım, yani üçüncüsü ise, “içe
dönük iskân” adı verilen ve Osmanlının toprak kaybetmeye başlamasıyla birlikte ortaya
çıkarak, kaybedilen topraklardaki nüfusun Anadolu’ya göç etmesi tarzında olan ve
Cumhuriyetin ilanından sonra da devam ederek bugüne kadar ulaşan dönemdir. Aslında
burada belirtilen iskân tasnifi, zaman içerisinde meydana gelen değişmeler ve kronolojiye
bağlı olarak yapılsa da, bu aynı zamanda iskânın hareket yönünü de ifade ettiğinden, bu
gruplamayı, hareketin yönüne göre iskân tasnifi olarak da kabul etmek mümkündür.
Osmanlı tarihi bütünü dikkate alınarak yapılan ve daha önce tarihçiler tarafından
kaleme alınan bütün çalışmalarda da benzer şekilde yapılan bu tasnif yanında, iskânın
niteliğine de bakılması zorunludur. Çünkü iskân zaman içerisinde bazı değişikliklere uğrasa
da, değişikliğin tek şartı ve etkileyicisi zaman değildir. Bu yüzden daha önceki araştırmaların
hiçbirisinde, en azından bir iskân tasnifi olarak ele alınmayan “nitelik” bahsine değinmek
315
zorunlu görünmektedir. Osmanlı döneminde iskân, nitelik açısından bir tasnife tabi tutulursa,
bu defa iki gruptan söz etmek mümkündür: İlki, doğrudan devlet yönetimi tarafından planlı-
programlı yürütülen ve “organize iskân” adı verebileceğimiz iskân; ikincisi ise, zaman ve
mekâna göre farklı şartlar altında işleyen ve devlet müdahalesinin olmadığı, doğrudan bireyler
ve gruplar tarafından yürütülen “doğal iskân”dır. Aslına bakılırsa, bu gruptaki iskân türlerini
şu tarihten bu tarihe kadar sürmüştür gibi bir sınırlamaya tabi tutmak mümkün olmadığından,
bunların Osmanlı döneminin başından bugüne kadar devam ettiği, hatta Osmanlı öncesindeki
iskânın da aynen bu iki şekilde işlediği unutulmamalıdır. Dolayısıyla aşağıdaki bölümde konu
detayına girilirken zamana göre ve niteliğine göre farklı şekilde tasnif ettiğimiz iskân süreci,
başlıkları zaman göre yapılsa da karmaşık bir şekilde, bütün hususlar birlikte ele alınarak
incelenecektir.
316
imkânlar sağlanırdı. Bu durum bir çeşit sürgün olarak düşünülebilir. Ama “nefy” adı verilen
ceza amaçlı sürgünler ile iskân için yerleştirilen sürgünleri birbirine karıştırmamak gerekir.
Beyliğin kuruluşundan itibaren -tıpkı diğer beylikler gibi- yeni fetihler ile genişlemeye
ve elindeki toprak ve insan zenginliğini artırmaya çalıştığı bilinen bir gerçektir. Bu bağlamda
beyliğin kurulduğu yıllarda hâlen Hristiyanların elinde bulunan Bursa 1326, İznik 1331 ile
1337 yılında da İzmit ve çevresi ele geçirilmeye çalışılmıştır. Yapılan mücadele ve alınan
tedbirler sayesinde bu merkezler, kısa sürede Osmanlılar eline geçiyor ve böylece kalesiyle
birlikte alınan bu şehirlere bağlı olan çevredeki kırsal kesim de Türk iskânına açılmış
oluyordu.
Marmara kıyıları tamamen ele geçirildikten sonra, geriye Batı Anadolu’da sadece bir
şehir ve çevresinin Hristiyanların elinde olduğu görülür: Alaşehir. 1389/1391 yılında Türkler
tarafından fethine kadar “Philadelphia” adını taşıyan Alaşehir ve çevresi bu tarihe kadar
Bizans’ın elinde bulunuyordu. Dört bir tarafı Türk toprağı olsa da, burası bir ada gibi ve
gayrimüslim yerleşmesi durumundaydı. Aslında bu saha da, 1075 veya 1076’da, Anadolu’ya
giren Kutalmışoğlu Süleyman Şah tarafından bölgedeki diğer şehirlerle birlikte fethedildi ama
birkaç defa el değiştirdikten sonra 1098’de I. Haçlı Seferi sırasında Bizans hâkimiyetine geçti.
Ardından beyliklerin eline geçen şehir, çeşitli mücadelelerden sonra Osmanlı hâkimiyetine
girmiştir. Böylece Batı Anadolu’da Türklerin eline geçmeyen tek Bizans şehri olarak 1391’de
Yıldırım Bayezid tarafından fethedilinceye kadar varlığını korudu. 1402’de Timur’un
istilasına uğradı; onun çekilmesinden sonra da İzmir beyi Aydınoğlu Cüneyd Bey’in eline
geçtiyse de II. Murad tarafından kesin olarak Osmanlı hâkimiyetine alındı.
317
çok rastlandığı gibi, kurucusunu ve köyün atasını işaret eden isimler taşırdı. Buna karşın,
henüz Bizans yönetimi altındaki İstanbul’un çevresi Rum kalmıştı. Rumeli’de Rum ve Slav
yerleşmelerin arasında Türk köyleri kurulmuştu. İsimleri, Anadolu’da olduğu gibi burada da
“Derviştepe” gibi coğrafi özelliklere; “Bulgarköy” ya da “Türkmenili” gibi eski sakinlerine;
“Paşaköy, Mahmudköy, Kadıköy” gibi isim veya unvanlara göre belirleniyordu. Ayrıca
küçültme ekleri olan –cik ve –çik eklerine de çok rastlanıyordu.
Anadolu topraklarında, Osmanlı kuruluş yıllarında ele geçirilerek Türk iskânına açılan
ve yukarıda ele alınan sahalardan sonra, kronolojik olarak gidilirse öncelikle, Fatih tarafından
İstanbul’un alınışından sonraki iskân süreci zikredilmelidir. Çünkü bütün Osmanlı tarihi
boyunca gerçekleştirilen en büyük ve en kapsamlı organize iskân, İstanbul için yapılanıdır.
Fakat bu konu önceki bir bölümde etraflıca ele alındığından burada tekrar edilmeyecek birkaç
cümle ile konu özetlenecektir: İstanbul’un fethini takiben Fatih, İstanbul’un iskânı ve
kalkınmasını sağlamak ve şehre eski önemini yeniden kazandırmak için Anadolu ve
Rumeli’den çok miktarda sürgün yapmış ve böylece iskânı sürgün yoluyla başlatmıştır. Fatih,
fethettiği önemli kentlerden tüccar, zanaatkâr ve zengin kişiler seçip İstanbul’a getirtti ve bu
şekilde Amasra (1459), Yeni Foça (1460), Trabzon (1461), Mora’da Korintos ve Argos
(1458-1463), Karaman (1470’ler), Eğriboz (1473) ve Kefe (1475) Hristiyanlarını sürerek
İstanbul’un çeşitli semtlerine yerleştirdi. Bu sürgünler yanında, aynı zamanda gönüllü göçler
ile şehre gelenler, geldikleri yerlerin adlarını yeni yerleştikleri mahallelere vermişlerdir.
Mesela Ruemeli’den Üsküp’ten gelenler Üsküplü mahallesine, Yenişehir’den gelenler
Yenimahalle’ye; Anadolu’dan Aksaraylıları Aksaray mahallesine, Balat şehrinden gelen
Kıptiler Balat mahallesine, Manisalılar Macuncu mahallesine, Larendeliler (1468-1471 arası)
Büyük Karaman’a, Konyalılar Küçük Karaman’a, Çarşanba ovası halkı Çarşanba semtine
yerleştirilmiştir ki, geldikleri yerin adını vermeyenlerin daha fazla sayıda olduğu dikkate
alınırsa iskânın boyutları daha iyi anlaşılacaktır.
318
Trakya ve Balkanların Türkleşmesi
Buraya kadar verilen sahaların, Türk iskânına açılarak kısa sürede Türk yerleşimcilere
yurt olmasının ardından, 1352 yılında Hristiyan toprağı olan Gelibolu’nun fethi ile Trakya’ya
geçilmesi üzerinde durulacaktır. Buradaki Çimpe kalesinin fethiyle, Trakya ve Balkanlar artık
Türklere açılmış ve burada yeni bir iskân süreci başlamıştır. Yukarıda da belirtildiği gibi
Osmanlının kurulduğu sahaya bakıldığında, Trakya ve Balkan topraklarının Hristiyanlar
elinde olduğu, dolayısıyla buralarda Türkleşme sürecinin henüz başlamadığı hemen dikkati
çeker. Türkleşmesini büyük oranda tamamlamış Anadolu topraklarında, bu sebepten yeni
iskân merkezlerinin kuruluşunun çok az olduğu ve Osmanlı topraklarına yeni gelen
göçmenlerin, fetihleri takiben Trakya ve Balkanlara aktarıldığı tarihî bir realitedir. Batıya
doğru yayılma politikası kapsamında, yeni fethedilen memleketlerin Türkleştirilmesine
çalışıldığı ve bu amaçla da yerleşik halka nazaran daha disiplinli ve daha savaşçı bir yapıya
sahip olan konar-göçerlerin kullanıldığı bilinmektedir.
319
birçoğu ve onlara tabi olanlar Rumeli’nin muhtelif yerlerine sevk edilirken yerlerine Tokat,
Samsun, Bafra, Çorum ve Amasya gibi bölgelerden getirilen ahali yerleştirildi. İki yönlü ve
bazen de birbirine zıt bölgelerden yapılan bu nakiller sayesinde, değişik menşelerden gelen
halkın birbirleriyle kaynaşması ve merkezî idarenin kuvvetlenmesi gayesi güdüldü.
Özellikle Rumeli’nin fethi ile Osmanlı toprağı olan bu bölgelerin iskânı konusunda,
gönüllü olarak bu faaliyete katılan kişilerin de olması bu yöndeki politikayı kolaylaştırmıştır.
Aşiretlerin göçe uygun yapıları, dervişlerin kolonizatör yaklaşımları gönüllü göçlere imkân
vermiştir. Göçler ağırlıklı olarak sürgünler şeklinde yapılmış olsalar da, Türkmen aşiretlerinin
yapıları bu göçlere uygun bir durumdadır. Ayrıca “sürgün” tabiri mutlaka bir cezalandırma
anlamına da gelmemektedir. Bu tabir devlet kararı ile gönderilen bütün muhacirler için
kullanılan bir tabirdir. Rumeli’ye ilk iskânlar 1356-57 yıllarında olmuştur. Rumeli’yi fethe
başlayan Süleyman Paşa’nın talebi ile gerçekleşen bu ilk göçler, Karesi bölgesine göç eden
Arap aşiretlerinin iskânı ile olmuştur. Bu ilk iskânların sonrasında Karesi vilayeti ahalisi de
göç etmiştir. Rumeli’ye geçirilen bu ilk aşiretler önce Gelibolu’ya daha sonra da
Hayrabolu’ya yerleştirilmişlerdir. Karesi’den gelenlerin yanında aynı dönemde Aydıncık
bölgesinden gelenler de elde mevcut olan bölgede iskân olundular. Bu konuda malumat veren
İbn-i Kemal’e göre söz konusu göçmenler evlerini, sapanlarını satıp bölgeye gönüllü akıncı
olarak gelip sonradan buralara yerleşen, ziraat yapan kimselerdir. Bütün bu göçlere rağmen
kitleler hâlinde Rumeli’ye ilk geçiş 1400-1401 yıllarında olmuştur. Menemen ovasını kışlak
olarak kullanan Yörükler, Saruhan vilayetinden Filibe civarına sürülmüşlerdir. Söz konusu
kitlelere Biga bölgesi ahalisinin de iltihakı ile kısa zamanda on binden fazla Müslüman
bölgeye yerleşmiştir. Göçler o kadar büyük bir hızla gerçekleştirilmiştir ki daha Yıldırım
Bayezid devrinde Tuna sahillerine ulaşılmıştır. Balkanlardaki yönetimleri endişelendiren bu
hızlı nüfus aktarımı antlaşmalara konu olmuştur. Yıldırım Bayezid’in esir ettiği ve bedel
karşılığı özgürlüğünü geri alan Eflak voyvodası, Macarlara karşı Osmanlıya yardım etmeyi
Tuna’nın kuzeyine Müslüman göçünün yapılmayacağı vaadi ile kabul etmiştir. Kitleler
hâlindeki yerleşmeler Timur’un Anadolu’yu istilası ile hızlanmıştır.
Rumeli’ye yapılan bu ilk iskânların hemen ardından bu bölgede bulunan Rumların bir
kısmı da Karesi bölgesine iskân olundular. Düzen ve intizama uyumun kolaylaşması amacına
dönük olarak güvenlik gerekçesi ile yapılan bu iskânlar, sonraki dönemlerde de uygulanmıştır.
Fethedilen bölge insanını bölgede veya başka bölgelerdeki kasaba ve köylere veya boş ve
iskânı gerekli görülen alanlara yerleştirmek uygulaması hem siyasal nüfuzun kurulması
açısından açısından hem de üretimin gereği bakımından lüzumlu görülmüştür. Nitekim daha
sonraları Kırım’daki Akkerman’ın fethi ile bölge halkı eski Biga’ya, Süleyman Çelebi
tarafından alınan Tırnova ahalisi de Anadolu’ya sürülmüştür. Rumeli’ye iskânlar daha sonraki
yıllarda da sürmüştür. Yıldırım Bayezid, Menemen Türkmenlerini Filibe’ye, Terme
civarından da Sofya ve Zağra’ya iskânlar yapmıştır. 1397 yılında Mora’nın eski başkenti
Argos’un fethi sonrasında bölgedeki otuz binden fazla kimse Anadolu’ya yerleştirilmiştir.
Mora’da benzer uygulama Fatih Sultan Mehmed’in yarımadayı fethi sonrasında da yaşanmış,
Avarin ve Arkadya liman kentlerinden 12.000 kişi Dersaadet’in civarındaki köyleri
şenlendirmek üzere İstanbul’a getirilmiştir.
320
Osmanlıların Rumeli’ye geçtikleri ilk zamanlardan itibaren, fethedilen yerlere sevk
edilen Müslüman-Türk aşiretlerine verimli topraklar verildi. Bütün akrabalarıyla hareket
edecek olanlar; yurtluk, timar gibi imtiyazlar da tanınmak suretiyle, göçe teşvik edildi. Bu
durum fetihleri teşvik gayesi taşıdığı gibi, memleketin şenlendirilmesi ve iskânı gayesini de
desteklemekteydi. Netice olarak Osmanlı Devleti iskân siyasetini asıl olarak, Türk ve
Hristiyan toplumlarını bir araya getirmek ve böylece gayrimüslimleri İslamiyet’in sağlam
hukuk nizamı, adalet ve din hürriyetinin yanı sıra Müslümanlığın temizlik, misafirperverlik,
cömertlik ve her türlü iyi ahlak umdeleri ile bezenmiş halkının yaşayışını göstermek suretiyle
İslam’ın yayılmasını sağlamayı hedef almıştı. Gerçekten de bu sayededir ki, Fatih Sultan
Mehmed 1463’te Bosna’ya girince burada bulunan ve devamlı olarak ezilmekte olan
Bogomiller 10 zümresi, toptan Müslüman olmuştu. Bosna Müslümanları, Türk idaresine ve
İslamiyet’e kavuşurken kendi ellerinden alınmış olan topraklara da Türk idaresi sayesinde
sahip oluyorlardı. Müslüman olan Boşnaklar (Bosnalılar) bu bölgede Osmanlı hâkimiyetinin
de dayanağı olmuşlar ve birçok devlet adamı yetiştirmişlerdir.
10 Bogomilcilik, Bogomil adlı bir rahibin öncülüğünde, 10. yüzyılın ortasında Bulgaristan’da gelişen,
muhtemelen kökleri Doğu Anadolu’da yatan düalist yeni Pavlusçu/yeni Manici dini akımdır. 11. yüzyılın sonuna
gelindiğinde Balkanlar ve Anadolu’ya sıçramıştı ve Batı’da, daha sonraki inançları da etkiledi.
321
Buraya kadar görüldüğü üzere Osmanlılar İstanbul, Trabzon, Trakya, Balkanlar ve
Kıbrıs gibi Hristiyanlardan alınan topraklarda organize bir iskân politikası izlemişler ve
dolayısıyla buralarda kısa sürede güçlü bir Türk iskânı gerçekleştirmişlerdi. Fakat bunu
yaparken -15. yüzyıl sonlarında İspanyolların Endülüs’te Yahudi ve Müslümanlara yaptıkları
gibi- adı geçen bölgelerde yaşayan gayrimüslimleri toptan kazımamışlar, hatta kaldıkları
yerlerde huzur içerisinde yaşamaları için gereken her tedbiri de almışlardır. Bu konuda D. M.
Nicol tarafından kaydedilen şu ifadeler durumun dışarıdan görüntüsünün de aynı olduğunu
kanıtlar niteliktedir: “Osmanlılar, Balkanlarda bilinçli bir politika güderek Türk göçmenleri ve
akıncılarıyla nüfuslandırdılar. Ayrıca yeni kazanılmış topraklar, zeamet, timar ve has olarak
Osmanlı görevlilerine verildi. I. Murad’ın fetih ve asimilasyon yöntemleri o kadar eksiksiz ve
o kadar etkiliydi ki, dünyadaki en güçlü irade ile dahi Balkanlardaki Hristiyan halkların ona
karşı birleşmesi son derece zor olurdu”.
Yukarıda da belirtildiği üzere, Osmanlı yönetimince takip edilen organize iskân devam
ederken diğer taraftan doğal iskân da sürmeye ve yeni yeni köyler, mezralar, kasabalar
kurulmaya devam ediyordu. Doğal iskânın varlığından şüphe olmamakla beraber, bunların
hepsi münferit olaylar şeklindeydi ve Osmanlı belgelerine yansımaları da ancak yerel ölçekli
araştırmalarda tespit edilebilecek niteliktedir. Dolayısıyla doğal iskân kapsamında bireyleri,
ailelerin ve toplulukların kurduğu iskân merkezleri hakkında şimdilik sadece bir örnek,
Budaközü verilecek, arkasından devletin merkezî belgelerine yansıdığından daha çok örneğin
bulunduğu organize iskân örneklerinden verilerek bu dönem iskânı anlatılacaktır.
Burada verilecek doğal iskânın tek örneği, bugün Çorum iline bağlı olan Sungurlu
ilçesi topraklarında yaşanan doğal iskân sürecidir. Türkiye toprakları üzerinde, bu şekilde,
geniş bir sahada konar-göçerlerin kendiliğinden yerleşik yaşama geçtiği en geç tarihli örnek,
15-16. yüzyıllar Budaközü kazası için verilebilir. Budaközü kazası, kabaca Budaközü Çayı
havzasının sınırlandırdığı idari bir ünite olup o dönemde Çorum/lu sancağına bağlıdır. Çorum
sancağı da merkezi Sivas olan Rum Eyaletine bağlı sancaklardan bir tanesidir. Budaközü
kazası çevresiyle birlikte Osmanlı hâkimiyetine 1398 civarında geçmiştir. Budaközü ve
çevresi, Osmanlı yönetimine geçtiği dönemde çok büyük çoğunlukla Uluyörük taifesini
meydana getiren konar-göçerlerin kışlık yaşam sahası (kışlak) durumundaydı. Sadece
Budaközü kazasında değil geniş bir sahada bu dönemde önemli bir şehir, bir nefs
bulunmamaktaydı. Dolayısıyla bu sahada yerleşik yaşam biraz zayıftı; az sayıdaki köy dışında
nüfusun büyük kısmı konar-göçer hâldeydi. Bu sahaya muhtemelen 13. yüzyılda gelmiş olan
Moğol aşiretlerin, Ankara savaşı sonrasında Timur tarafından götürülmesi sebebiyle bir
boşalma yaşanmış ve boşluklar daha sonra güneyden gelen Dulkadir aşiretleri tarafından
doldurulmuştu. Şu hâlde 15. yüzyılın ilk yarısında, belirtilen gelişmeler nedeniyle Budaközü
kazasında yaşayanların çoğu konar-göçer yaşıyordu ki, 1530 yılına ait tahrir defteri bu
durumu açıkça göstermektedir. Tahrirden önceki yıllarda birer “kışlak” olan yerleşmeler,
zamanla ziraatin biraz ağır basmasıyla “mezra” olarak kaydedilmiş, fakat kayıt sırasında
isimlerdeki “kışla” eki olduğu gibi korunmuştur. Bu defterde Budaközü kazasındaki 35 adet
mezra, adında kışla ekiyle birlikte kaydedilmiştir ki, zaten Uluyörük taifesine ait çok sayıda
322
aşiretin kaydedilmesi de konar-göçer nüfusun çoğunluğu oluşturduğu hususunu
desteklemektedir. Bu tahrirde adında kışla bulunan bazı yerleşmeler karye hâline gelmiştir ki,
muhtemelen bunlar daha önce mezra ve ilk hâli de kışlak fonksiyonluydu. Bu gelişim hiç
kesintiye uğramadan devam etmiş olup durum sonraki 1559 ve 1574 yılına ait tahrirlerde
görülmektedir.
Doğal olarak gelişen iskândan sonra, organize iskân bağlamında verilecek ilk örnek,
Osmanlı öncesi dönemde de devam ettiğini bildiğimiz, genellikle dervişler tarafından kurulan
zaviye temelli yerleşmelerdir. Sadece kendi tarikatına mensup kişilerin eğitimi ile meşgul
olmayıp, “ayendeye ve revendeye hizmet” amacı ile kurulan bu zaviyeler, çoğunlukla bir
iskânın ilk çekirdeği olmuş, zamanla büyüyerek köyler, kasabalar ve şehirleri meydan
getirmiştir.
323
Bu hususta Ö. L. Barkan şu bilgileri vermektedir: “Dervişler ve zaviyelerle
ilgilenmememiz, Osmanlının kuruluşunda etkili olan batıya doğru akın işinde mümessil ve
öncü olmalarından kaynaklanmaktadır. Birçok köylere ismini veren, elinin emeği ve alnının
teri ile dağ başlarında yer açıp yerleşen, bağ ve bahçe yetiştiren dervişler ve daima garba
doğru Türk akını ile beraber ilerleyen benzerlerini doğuran zaviyeler ve bu zaviyelerin harbe
giden, siyasi nüfuzlarını padişahların hizmetinde kullanan, zaviyelerinde padişahları kabul
eden ve onlara nasihat veren şeyhler, bizim alakamızı celb etmek için bir çok vasıflara
haizdirler.
Yine bir derbend vazifesi görmekle beraber, bu görev yanında cami, imaret, han ve
hamam gibi diğer yapıların inşasıyla kurulan yerleşmelere örnek olacak bir yer de bugünkü
Karapınar ilçe merkezidir. Konya’da Eskil kazası içinde vaktiyle Karapınar diye anılan
korkulu, tenha ve muhafazası lazım bir derbend köyü üzerinde II. Selim (1566-1574),
Kıbrıs’ın fethinden sonra bu yolların iktisab etmiş olduğu ehemmiyet dolayısıyla, büyük bir
şehir manzarasını arz eden bir mamure vücuda getirmiştir: Cami, imaret, han, hamam ile 39
324
dükkân ve 2 değirmen yaptırılmış ve bu tesislerin masrafı için civardan 84 köy ve mezranın
senevi 11.000 akçe tutan geliri vakf ve tahsis edilmiştir. Bu suretle hiç yoktan meydana
çıkarılan ve zamanına göre; yolculuk ve nakliyatın temini için lüzumlu her türlü medeni
tesisatı ihtiva eden bu yeni şehir, sultanın kurduğu şehir anlamında “Sultaniye” ismini
almıştır. Barkan, buradan geçen yolun öneminin artmasını Kıbrıs’ın fethine bağlasa da, Sultan
Selim külliyesinin 1560-1563 yıllarında tamamlanarak şehre iskânın başladığı tespit
edildiğine göre, yolun önem kazanmasında Kıbrıs’ın fethinin etkisi yoktur. Zaten Konya’dan
gelip Ulukışla üzerinden Torosları geçen bu yolun Kıbrıs ile herhangi bir ilgisi de yoktur.
Dolayısıyla, yolun öneminin artışı hususu, daha önceki bir çalışmamızda belirttiğimiz gibi,
eskiden Larende üzerinden geçen bu yolun, Karapınar’ın imarından sonra otomatik olarak
kısa güzergâha geçmesi ile olmuştur.
Başka bir örnek köprü, han vesairenin, yine yollar üzerine inşa edilen yeni bir yapının
iskân çekirdeği olarak hizmet görmesi ve burada zamanla bir iskân merkezinin gelişmesidir.
Köprü inşaasıyla başlayan böyle bir iskân örneği bugün Uzunköprü adıyla bilinen Edirne’nin
ilçe merkezidir. Bu konuda Edirne il kültür ve turizm müdürlüğü web sayfasında şu bilgiler
mevcuttur: “Uzunköprü’nün kuruluşu Osmanlı dönemine rastlar. Adını eşsiz köprüsünden
alan Uzunköprü, Sultan II. Murad tarafından “Ergene” kenti adı ile kuruldu. Sultan II.
Murad’ın kurdurduğu bu yeni Ergene kenti, Rumeli yakasında kurulan ilk Türk kentidir. II.
Murad, Varna seferinden dönerken su taşkınları nedeniyle Ergene Nehri’ni geçememiş ve
buraya bir köprü yapılmasını emretmiştir. Bu emir üzerine 1425 senesinde inşaata başlanmış
ve inşaat 1444 senesinde sona ermiştir. 18 senede tamamlanan bu eser, 1293 metre
uzunluğunda, 5.5 metre genişliğinde ve 174 kemerli olarak yapılmıştır (Ö. L. Barkan,
yayınladığı bir yazıda köprünün inşası için belgelerden aldığı şu bilgiyi verir: “Hikâye-i bina-i
Ergene ve köprüsü şöyle rivayet olunur ki, bu Ergene köprüsünün yeri evvel ormanlık ve
balçık ve çöküklük idi haramiler durağı idi. Ve hiç vakit olmazdı ki anda haramiler durağı idi.
Andan Sultan Murad hazain harc idüb ol ağaçları kırdırub pak itdirüb ol arada 174 kantarlu
bir köprü yapdırdı. Ve ol köprünün iki başın mamur itdürüb bir tarafına Ergene nam bir latif
şehir idüb bir ali imaret yapdırdı… H. 831”). Köprü “Cisr-i Ergene” adı ile bugünkü şehrin
kurulmasına başlangıç teşkil etmiş ve aynı zamanda adını da vermiştir. II. Murad, Ergene
Köprüsü’nü ve onun yanına bir külliye (çok işlevli yapı topluluğu) yaptırdı. Anadolu’dan
getirttiği Türk göçmenleri yerleştirdi. Kasabanın adı Cisr-i Ergene olduğu hâlde, 1873 yılında
yeni istasyon binasına “Uzunköprü” levhası asılmış ve tren tarifelerinde de Uzunköprü
yazılmıştır. Sonuçta 1917 yılında çıkan Devlet Salnamesinde, ilçenin resmî adı Cisr-i Ergene
bırakılmış ve halkın benimsediği Uzunköprü adı kabul edilmiş oldu.
İster yönetim tarafından organize edilen iskân olsun isterse doğal iskân olsun,
Osmanlının kuruluşundan 1600 yıllarına kadar geçen sürede, her ikisi birlikte devam
edegelmiştir. Bu dönemde bir taraftan Balkanlarda yeni fetihlerin devam etmesine bağlı o
sahalara göçmen gönderilmesi, diğer taraftan da Anadolu’da yeni iskân merkezlerinin
kurulması, sadece nüfusun doğal artışı ile açıklanamaz. Bu süreçte doğudan, Asya
taraflarından Anadolu’ya gelen göçlerin devam etmesi ile bu nüfus temin edilebilmiş ve
böylece Anadolu’da bir boşalma gerçekleşmeden Balkanlar Türkleştirilebilmiştir. Bu göçlerin
325
hangi tarihe kadar devam ettiği meselesi henüz çözülememiş olmakla beraber 15. yüzyıl
başlarına kadar sürdüğü ileri sürülebilir.
Başka bir ifade ile Doğu’dan, Asya taraflarından gelen göç dalgalarının azalmakla
beraber Ankara savaşına kadar devam ettiğini, ama bu bozgundan sonra artık Anadolu’ya
gelen Türkmen göçünün bittiğini söylemek akla yatkın gelmektedir. Timur seferi öncesinde
artık son göçmenlerin geldiği bu topraklar, Ankara bozgunundan sonra, belki de bozgunun
menfi propagandaya yol açmasından dolayı artık göçmenlerin rağbet ettiği bir saha olmaktan
çıkmıştır. Bu durumu dolaylı da olsa destekleyen bir olay, 1453 yılında İstanbul’u
fethetmesinin ardından Fatih’in her bölgeden sürgün yolu ile İstanbul’u nüfuslandırırken
kaynaklarda artık Asya’dan, Horasan taraflarından gelen Türkmenlerle ilgili herhangi bir bilgi
verilmemesi sayılabilir.
Bu son gelen göçmenlerle birlikte, 15. yüzyıl başlarından itibaren artık yeterli bir
nüfus yoğunluğuna sahip olan Anadolu, Ankara savaşından sonraki iki yüzyıl içerisinde
nüfusu hızla artan, dolayısıyla da kırsal kesimde sık dokulu bir yerleşme ağının kurulduğu bir
mekân hâline gelmiştir. Gerçekten de, Ankara savaşı bir tarafa, Fetret döneminden 16. yüzyıl
sonlarına kadarki süreçte, bazı isyanlar, Anadolu dışına yapılan bazı seferler ve bazı doğal
afetler dışında Anadolu’da nüfus artışını olumsuz etkileyecek çok ciddi bir sıkıntı
yaşanmamıştır. Dolayısıyla bu olumlu atmosfer nedeniyle, Anadolu nüfusu hızla artarak, bu
yüzyıl içerisinde iki katına çıkmıştır. Braudel tarafından belirtilen Akdeniz Dünyası’nda 16.
yüzyılda nüfusun artışına da uygun olan bu durum, Anadolu’da sık dokulu ve yoğun nüfuslu
bir iskân yapısı ortaya çıkarmıştır. Anadolu, bu döneme kadar konar-göçerlerin büyük
kısmının kendiliğinden yerleşik yaşama geçmesi nedeniyle nüfusun büyük kısmının artık
köylerde, kasaba ve şehirlerde yaşadığı bir saha hâline gelmiştir. Dolayısıyla Osmanlı
düzeninin kurulduğu ve kısa sürede Anadolu’nun büyük kısmını etkisi altına aldığı Osmanlı
Klasik döneminde (1300-1600) yeni bir yerleşme doku ve sisteminin ortaya çıktığı kabul
edilebilir.
Bu sisteme göre; Anadolu’nun tamamında nüfusu az ama çok sayıda köy kurulmuş,
bunların hukuki, idari ve iktisadi merkezleri kasaba ve şehirler hâline gelmiştir. Nüfusun %
80-90’ının kırsal kesimde yaşadığı bu dönemde, nüfusun yine büyük kısmı, 16. yüzyıl
sonlarında belki sayıları 70.000 civarında olan çok sayıdaki küçük köyde yaşarken; geriye
kalan konar-göçer nüfus belki sayıları 30.000 civarında olan yaylak ve kışlaklar arasında
sürekli olarak gelip gidiyordu. Bu dönemde var olan köyler, bugün olduğu gibi tarım ve
hayvancılıkla geçimini sağlayan bir yapıdaydı. Şartların uygun olduğu yerlerde bazen tarım
bazen de hayvancılık daha önemli hâle geliyor ve yine şartlara göre, ormancılık, balıkçılık,
avcılık ve madencilik gibi diğer birincil faaliyetler de köylülerin uğraştıkları ekonomik
faaliyetler arasında yer alıyordu. Konar-göçer nüfus tamamen hayvancılık yapıyor ve temelde
davar beslemelerine rağmen, at, katır ve deve gibi nakliyat hayvanlarının büyük kısmı da bu
gruplar tarafından üretiliyordu. Bu kadar çok ve dağınık bir şekilde Anadolu sathını kuşatmış
olan kırsal iskân merkezleri, idari açıdan sayıca kıyaslanamayacak kadar az olan kasaba ve
şehir tarafından yönetiliyordu. Zira köylerin oluşturduğu bir grubun idari fonksiyonları
yanında, sınai ve hizmet faaliyetleri kasaba veya şehirler tarafından karşılanıyordu.
326
16. yüzyıldaki Osmanlı kırsal nüfusu yapısı, tıpkı 20. yüzyılın ortalarına kadarki
Türkiye nüfusunun durumunu yansıtır bir özellik gösterir ve Osmanlı nüfusunun büyük
çoğunluğunun kırsal kesimde yaşamakta olduğu dikkati çeker. Yapılan araştırmalara göre
Osmanlı topraklarındaki toplam nüfusun % 90’ı kırsal alanda yaşamaktadır. Diğer taraftan
kırsal nüfusun iki büyük cephesi bulunmaktadır. Bunlardan ilki köylerde ya da köyleşen
kışlaklarda yaşayan, tarımla uğraşan yerleşik nüfus, ikincisi de hemen hemen her bölgede az
çok varlığı tespit edilen, henüz tam yerleşik hayata geçmemiş, yaylak ve kışlak arasında gidip
gelen, önemli bir bölümü yarı göçebe durumundaki konar-göçerlerdir.
Yerleşik kırsal nüfus 16. yüzyılın başlarına göre, sonlarında hızlı bir artış göstermiştir.
Mesela Bursa kazasında köy sayısı 1521’de 404’ten 1573-1574’te 666’ya çıkarken Manisa
kazasında 1531’de 192’den 1575’te 225’e yükselmiştir. Nüfus olarak genel artış % 50-80
dolayında olmuştur. Özellikle köy başına düşen hane sayısındaki artış yeni köylerin
teşekkülüne yol açmıştır. Bu nüfus artışı 15. yüzyılın sonları ile 16. yüzyılın başlarında
görülen ekonomik gelişme, fetihlerin getirdiği kısmi zenginlik, yerleşik hayata yöneliş,
tarımsal alanda yoğunlaşan etkinlik ve siyasal düzenin oturmuş olması gibi faktörlerin
tesiriyle oluşan ekonomik büyüme ve sosyal gelişme ile alakalı olmalıdır. Nüfustaki bu
büyümenin en çarpıcı yanı yetişkin bekar erkek sayısındaki olağanüstü artıştır. Mesela 1558-
1559 yıllarından 1575-1576 yıllarına kadar geçen 17 yıllık süre zarfında Bozok sancağında
vergi mükellefi hane sayısında % 23,7’lik bir artış görülürken yetişkin bekar erkek nüfus
sayısında aynı dönemdeki artış oranı % 100 civarındadır. Üzerinde çalışma yapılmış
sancakların tamamı için benzer bir durum söz konusudur. Dolayısıyla nüfusun Orta Çağ
şartlarında bu şekilde olağanüstü artışı bir krizin habercisi olarak mütalaa edilir. Artışın
getireceği sorunlar da ikinci bir kriz dönemine yol açacak ve sistemin bu yoğunluğu
hazmedememesi, değişen dünya şartları karşısında gerekli reflekslerin gösterilememesi
neticesinde bir toplumsal kargaşa ortamı olan Celali isyanları dönemi başlayacaktır.
Bu bilgiler, 15. yüzyılın sonlarına doğru fetihler ve doğal nüfus artışı ile Osmanlı
topraklarında yaşayan insan sayısının 10 milyon civarında iken 1520-1535’lerde 12-13
milyona çıktığını, bu yıllardan itibaren nüfus artış hızının da yükselmeye başladığını ve %
60’lara çıktığını söylemek mümkündür. Bu artış hızı ve imparatorluğa yeni eklenen önemli
bölgelerin de eklenmesiyle 1580’li yıllarda toplam nüfusun 22 milyon civarına ulaştığı
belirtilebilir. Celali isyanları döneminin başında 1590’larda imparatorluk nüfusunun yaklaşık
25 milyon olduğu tahmin edilebilir. Braudel’e göre aynı dönemde Akdeniz dünyasında da
yüksek bir artış hızıyla nüfus ikiye katlanmıştır. Meydana gelen bu nüfus artışı neticesinde
327
bölgeler arası büyük farklılıkları dikkate almak şartıyla kilometrekareye düşen insan sayısı
Avrupa’da ortalama 17’dir. Osmanlı devletindeki nüfus yoğunluğuna bakıldığında 1573-1574
yıllarında Bursa kazasında şehir nüfusu dâhil kilometrekareye ortalama 20 kişinin düştüğü
görülür. Şehir nüfusu hariç tutulduğunda ise Bursa kazası için bu sayı 14’e düşer. İncelemeye
alınan diğer sekiz kaza ile birlikte şehirler hariç kilometrekareye düşen insan sayısı 10
civarındadır.
Osmanlı klasik döneminin sona erdiği, 16. yüzyıl sonlarından Osmanlının toprak
kayıpları sonucu, oradaki Türk ve Müslüman nüfusun Anadolu’ya göç etmeye başladığı 18.
yüzyıl sonlarına kadar devam eden bu sürede, ilk döneme göre radikal değişimler yaşanmıştır.
Gerçekten de, artık fetihlerle toprak kazanımlarının yapılamadığı ve hatta bir süre sonra
Karlofça ile toprak kayıplarının başladığı bu yıllarda, önceki dönemde yaşan dışarıya iskân ve
sonraki dönemde yaşanacak içeriye dönük iskân azalmış ve hatta durmuştur. Ama bu,
dönemin iskân açısından tamamen durgun olduğu bir zaman dilimi anlamına gelmemelidir.
Çünkü başta ekonomik ve sosyal sıkıntılar olmak üzere, doğal iskân grubunda hızlı bir
gerileme, yerleşme merkezlerini terk etme süreci başlarken diğer taraftan da organize iskân
grubunda, yönetim tarafından iskâna tabi tutulan konar-göçer aşiretler görünmektedir.
Genel olarak sistemin kurulması ile kaybedilen topraklardan gelen yoğun muhacir
akınları dönemine kadarki zaman dilimini kapsayan bu dönem, aslında hem dışa dönük iskân
dönemi hem de içe dönük iskân dönemlerinin nüfus ve iskân politikalarının bir arada
görülebildiği bir dönemdir. Ancak bu dönem bütün bunlara rağmen sistemin kendi iç
işleyişinin yön verdiği politikaların da uygulandığı dönemdir. Dönem, merkezî siyasal
otoritenin gücünün aşındığı, görevlilerinin merkezle bağlarının zayıfladığı ve taşranın devreye
girdiği, siyasal coğrafyada ve dolayısıyla iktisadi coğrafyada, ulaşım yollarında, askerî
teşkilatlanmada, mali gereklerde ciddi değişimin yaşandığı bir dönemdir. Toplumsal sistemin
önemli kurumlarında değişime neden olan gelişmeler, sonuçta uygulanan nüfus ve iskân
politikalarında da önceki döneme göre ciddi bazı farklılıkları ortaya çıkarmıştır.
328
Bu farklılıklar, yukarıda da belirtildiği gibi radikal değişimlerin yaşanması sonucu
ortaya çıkmış olup başlıca iki başlık altında ele alınabilir. İlki, şartların zorlaması nedeniyle
artık konar-göçer yaşamın bitirilerek bu şekilde yaşayan aşiretlerin iskân edilmesi için
gösterilen çabalar olup bu aynı zamanda organize iskân konusuna örnektir. İkincisi ise doğal
iskân grubuna örnek olup yine şartların zorlamasına bağlı olarak insanların yaşadıkları köyleri
terk ederek başka sahalara, kasaba ve şehirlere göç etmesi sonucu yerleşmelerin terkediliş
sürecidir.
Kendiliğinden yerleşenler dışında zorla iskâna tabi tutulan aşiretler hakkında yaptığı
araştırmada C. Orhonlu şu sonuca varmıştır: “1691-1696 yılları arasında oymakların hükümet
tarafından iskân vesilesi ile 17. yüzyılda Osmanlı iskânı siyaseti ortaya konmuştur. Bu siyaset,
asrın başlarında mevcut değildi. Uzun harp yıllarının ve bunun sonucunda meydana gelen
iktisadi darlığın çeşitli halk kitleleri üzerine yaptığı baskı, içtimai dengesizliği doğurmuştur.
Bu dengesizlik dolayısıyla topraklarını terk etmiş başıboş insanlarla, kanunen kendilerine
ayrılmış olan yaylak ve kışlak bölgelerinin yetersizliği yüzünden bırakarak batıya göç eden
oymaklar, Anadolu ve kuzey Suriye’de binlerce meskûn yerin harap olmasında büyük rol
oynamışlardı. İmparatorluğun toprakları üzerinde kontrolünün kuvvetli olduğu ferah
zamanlarda göze çarpmayan bu oymakların yer değiştirmesi durumu, içtimai buhranlar
sonucunda ortaya çıkan halk hareketlerine inzimam edince ana topraklarda ziraat gelirinin
azalmasına sebep oldu. Bu durumda zirai ekonomi üzerine dayanan Osmanlı
İmparatorluğunun, boş yerleri şenlendirmeye ve yeniden ziraate açmaya gayret edeceği tabii
idi. 17. yüzyıl sonlarında, acı tecrübelerden dolayı imparatorluk içinde harap ve sahipsiz
yerlere oymakların yerleştirilerek oraları yeniden ziraate açmaları şeklinde ortaya çıkan iskân
siyaseti bu bakımdan bir dönüm noktası olarak kabul edilmelidir. Zira artık imparatorluk
idaresi ana topraklar olarak kabul edilen bugünkü Türkiye sahasını iskân ve boş yerlerin
yeniden ziraate açılması ile ilgilenmeye başlamıştır. Bu bir bakıma, genişleme devirlerinin
aksine “içe dönmüş bir iskân siyasetini” göstermektedir. Osmanlı İmparatorluğu sınırlarının
gerilemesi zamanında etraftan göçmen kafilelerinin gelmeye başlaması bu iskân hareketini
329
müteakip olmuştur ki, bu da içe dönmüş iskân siyasetinin başka bir belirtisidir. Bundan
sonraki iskânlar artık zorla değil, göçmenlerin arzularına ve hayat şartlarına uygun şekilde
yapılmıştır”.
Dönem içinde uygulanan nüfus ve iskân politikası, kırsal nüfusun yerinde kalmasını
sağlamak ve boşalmış köylerin tekrar meskûn yerler hâline getirilmesidir. Celali isyanları ile
başlayan şehirlere yöneliş, 18. yüzyıl boyunca ve 19. yüzyılın başlarında bile azalarak da olsa
devam etmektedir. Payitahta yakın bazı bölgelerde bile etkisini sürdüren eşkıya, güvenlik
problemi nedeniyle reayanın meskûn mahallerini terk etmesine veya bazı kırsal bölgelere
girmesine engel olmaktadır. Bu dönemde siyasal otorite, farklı etnik gruplara ve dinlere
mensup olan reayanın kent hayatında birlikte var olan düzeni bozmayacak şekilde bir denge
oluşturmaları politikasını gütmüştür. Kendi varlıklarını koruyabilme, kültürlerini
yaşayabilmelerine imkân verecek, ancak özellikle başkentin İslam görünümlü yapısını
bozmamalarını sağlayacak bir iskân politikası takip etmiştir. Bu doğrultuda kent ve
kasabalarda Müslim ve gayrımüslimler ayrı mahallelerde ikamet ettirilmiştir. Örneğin
Dersaadet’te bulunan Müslümanlar ile gayrimüslimlerin birbirlerinin mahallelerine iskân
olmalarını engellemiştir.
Geçiş süreci iskân dönemi içerisinde, önceki dönemde yürütülen uygulamanın devamı
ve belki de tek istisnası Girit adasının fethinden sonra buraya yapılan Türk iskânıdır. Bu
uygulama, önceki devam niteliklerini hatırlatsa da, tek örnek olduğu, sayı ve oran açısından
da küçük kaldığı için geçiş sürecinin karakterini bozacak nitelikte değildir. 17. Yüzyıl
ortalarında Avusturya ve Erdel meselelerini istedikleri şekilde halleden Osmanlılar, çok
uzayan ve büyük maddi ve manevi kayıplara yol açan Girit savaşına kesin bir çözüm getirmek
amacıyla Sadrazam Fazıl Ahmed Paşa idaresinde büyük bir kuvveti adaya gönderdiler (1666).
Fazıl Ahmed Paşa'nın kumandası altında Osmanlı kuvvetlerinin iki buçuk yıl süren sıkı
kuşatması, 6 Eylül 1669 tarihinde imzalanan on sekiz maddelik bir teslim anlaşmasıyla sona
330
erdi. Fetihten sonra adaya Anadolu’dan nüfus nakilleri yapılarak bir dengeleme siyaseti de
takip edilmiş, zamanla adada Müslüman nüfus hızlı bir gelişme göstermiştir. Buna paralel
olarak Girit’teki belli başlı şehir ve kasabalarda birçok cami, mescid, tekke vb. hayır eseri
yaptırılmıştır. 1667’de Girit’e gidip Kandiye kuşatmasına şahit olan ve 1670'e kadar burada
kalan Evliya Çelebi, Osmanlı hâkimiyetinin ilk yıllarındaki imar faaliyetlerinden etraflı
şekilde söz eder. Osmanlı idaresi Girit’te daima dürüst ve adil bir siyaset gütmüş olup bunu,
adanın Hristiyan nüfusunun 2/3 nisbetinde artmış olması da ispat etmektedir.
16. yüzyıl sonlarında başlayan, 17. ve 18. yüzyıllarda devlet için büyük problem hâlini
alan iç karışıklıkların ve yapılan uzun savaşların ortaya çıkardığı iktisadi buhranın çeşitli halk
kitleleri üzerinde meydana getirdiği baskı, onların yerlerini terk ederek kendileri için daha
uygun alanlara göç etmelerine ve birçok meskûn yerin harap olmasına sebep olmuştu. Bu ise
ekonomisi ziraate dayanan devletin, zirai gelirinin azalması demekti. Aynı kargaşa
ortamından aşiretler de faydalanarak asayişi bozmaktaydılar. Bundan dolayı her fırsatta harap
hâle gelmiş alanların tekrar imarına yönelik çabalar daima mevcuttu. Osmanlı Devleti’nde 17.
yüzyılda başlayan ve 19. yüzyılda da iskân siyaseti olarak yürütülen harap ve sahipsiz yerlere
oymakların yerleştirilmesiyle yeniden ziraate açılması şekli tercih olundu. Böylelikle hem
konar-göçerlerin zararları önlendi hem de boş, harap hâle gelmiş alanlar şenlendirildi.
Osmanlı devletini doğuda ve batıda yaptığı uzun savaşlar, idari, mali, iktisadi, adli ve
içtimai nizamın bozulmasına yol açmıştır. Bu sebeple ortaya çıkan ve Osmanlı tarih
terminolojisinde “celalilik” şeklinde ifade edilen hareketler, halkın yerlerini terk etmelerine ve
büyük bir göç hareketinin doğması ile neticelendi. Bu şekilde birçok meskûn yer boşalmış,
memleket harap bir durumu düşmüştür. Halkın yerlerini terk etmesi ile geliri azalan devletin
yeni vergiler ihdas etmesi de bu göçe hız vermiştir. Kaldı ki, idari mekânizması bozulan
devletin, görevlendirdikleri memurların para ile tayini, halk üzerine konan vergilerin daha da
artmasına vesile olmuştur. Vergilerini ödeyemeyecek duruma gelen halk da başka kasaba ve
köylere, bilhassa büyük şehirlere göç etmek durumunda kalmıştır. Bu kabil hareketler sonucu
İstanbul ve çevresi Anadolu’dan ve hatta Rumeli köylerinden gelen, çiftini çubuğunu
bırakmış insanlarla dolmuştur. Devlet, bu kişileri tekrar eski yerlerine yerleştirmek için bazı
teşebbüslerde bulunmuştur. Ancak meselenin ana sebepleri araştırılmadığı ve bu yüzden
yapılan iskân çalışmalarının da başarılı olmadığı görülmektedir.
331
hanesine yazılırlarsa, bulundukları yerlerden kaldırılamazlardı. Buna karşılık terk ettikleri
arazileri için çiftbozan resmî alınırdı. Ebussuud kanunnamelerinde yerlerini terk edenlerle
ilgili madde aynen şöyledir: “Defterde yazılu raiyyet kadimi karyelerinden kalkup ahar
karyede varup tavattun eyleseler 10 yıldan berüde ise kaldırulup kadim karyelerine gönderilüp
amma 10 yıldan ziyade müruru eyliyen reaya kaldırılmak olmaz. Oturdukları yerde ahara
raiyyet yaılmış değiller ise resm-i raiyyetlerin defter mucebince sipahileri alur, amma derbend
reayasından ve evkaf reayasından bu kanun icra olunmaz. Derbend hâli kalmağın kaldırılup
karyelerine iletdirilüp, derbend hıfz u hiraset etdirilüp ve kıptiyanı tutup kendi cemaatlerine
katmak kanundur”. Buna rağmen, devletin iskân politikasını gerçekleştirmek için zaman
zaman bu kanunu tatbik etmediği ve 40 yıllık bir zaman içindeki tüm ahaliyi eski yerlerine
nakletmek üzere harekete geçtiği görülmektedir. Nitekim Naima tarihinde kayıtlı şu ifade
durumu kanıtlayacak niteliktedir: “1634-35 yıllarında 40 yıldan beri yerlerini terk etmiş olan
ahalinin eski yerlerine nakledilmeleri için Sadrazam Bayram Paşa’ya emir verilmişti”.
Bu geçiş süreci iskân döneminde başlayarak Cumhuriyet dönemine kadar devam eden
yerleşmelerin terk edilip zamanla kaybolması, ne yazık ki şimdiye kadar hiçbir müstakil
araştırmaya konu olmamıştır. Zaten bu bahsin önemi ve araştırılmaması noktasından hareketle
hazırladığımız bir projemiz vardır ve henüz ilk bulguların elde edilmesine rağmen, bu
aşamada yeterince aydınlatıcı olacaktır. Adı geçen proje için yaptığımız araştırmalar
sonucunda bahsedilen problemin bütün Türkiye topraklarında (ve belki de Balkanlar ve diğer
Osmanlı topraklarında) yaşandığı ileri sürülebilir. Yerleşmelerdeki kayıpların durumu, oran
itibarıyla kimi bölgelerde yüksek ve kimi bölgelerde biraz düşük kalmış olsa da, genel olarak
% 50 civarında olduğu söylenebilir. Avrupa’da bu oran çok daha düşük seviyelerde kaldığı
hâlde, konuya ilişkin geniş bir külliyatın hazırlanmasına karşın ülkemizde bu konuda müstakil
hiçbir araştırmanın yapılmaması, bahsedilen problemin görülemediği veya en iyi ihtimalle
önemsenmediği veya dikkate alınmadığını kanıtlamaktadır.
Yapılacak olan arşiv, arazi ve kütüphane çalışmaları ile aşağıda sıralanan bu hipotezler
test edilecek ve literatürde eksik ya da yanlış olan bilgilerin yerine, doğru ve tarihî belgeler ve
arazi çalışmalarıyla elde edilen bilgi ve bulgularla temellendirilmiş bilimsel değerlendirmeler
yapılacaktır. Böylelikle şimdiye kadar ihmal edilmiş ya da üzerinde derinlemesine araştırma
yapılmamış bir konu olan “kayıp/terk edilmiş köyler sorununun” seçilen alanlarda tamamıyla
çözülebilecektir. Problemin çözümüyle birlikte gerek Türkiye ve gerekse Dünya iskân tarihi
açısından bu karanlık dönemi aydınlatan ve bilimsel temellere dayanan, özgün bir araştırma
ortaya konulmuş olacaktır.
Yerleşme merkezlerinin terk edilmesiyle ilgili olarak, şimdiye kadar yüzeysel ifadeler
ile bu konuya temas eden araştırmacılar tarafından Celali isyanları, timar sisteminin
332
bozulması, 17. yüzyıldaki nüfus azalması ve krizler vb. bir takım iddialar ileri sürülmüştür.
Ancak tarafımızdan yürütülmekte olan araştırmada aşağıda belirtilen hususların bu süreçte
etkili olduğu yönünde bazı sonuçlara ulaşılmıştır. Yapılan arşiv, arazi ve kütüphane
çalışmaları ile ilk bulgulardan varılan sonuçlara göre yerleşmeler şu sebeplerden dolayı önce
terk edilmiş ve sonra da kaybolmuştur:
333
önemlisi, devlet otoritesinin zayıflaması ile konar-göçerler rahat ve pervasız hareketler
yapmaya başlamışlardır. Yerleşik nüfusun ekim alanlarına zarar verdikleri gibi canlarına kast
etme ve hatta eşkıyalık yapma gibi kanun dışı işlere de başlamışlardır. Dolayısıyla yerleşik
köylü bu sıkıntılar ile mücadele etmektense, kolay olanı tercih ederek yerini yurdunu terk
etmişlerdir.
8-Mülkiyet özellikleri: Bu konuyla ilgili olarak, burada ilk defa belirtilen ve yukarıda
sayılan bütün unsurları ilgilendiren, hatta hepsinden daha hassas ve önemli olan mülkiyet
konusu son derece mühimdir. Çünkü devletin toprağında kiracı pozisyonunda olan köylü,
sistemin düzgün işlediğinde bile (bazı kıyı bölgeleri hariç) bolluk ve refah içinde yaşamazken
düzenin bozulduğu dönemlerde, yerini yurdunu ve toprağını bırakmak için en ufak bir fırsatı
dahi kullanmaktan geri durmamıştır. Çünkü toprak köylünün mülkü değildir ve bu yüzden
herhangi bir sıkıntı ile karşılaşınca, sıkıntıyla mücadele yolunu değil, daha kolay olan kaçış
yolunu tercih etmiştir. Sonuç olarak kiracısı olduğu toprağı, en küçük bir sıkıntıda terk
ederek, şehirlere göç etmiş, en azından kendi seçimi ve mülkü olan bir iş kurmaya çalışmıştır.
Burada belirtilen sekiz madde, zaten normal şartlarda bir organizma gibi doğup,
büyüyen ve sonuçta ölen yerleşme merkezlerinin, Osmanlı dönemi dinamiklerine göre daha
hızlı bir şekilde terk edilerek kaybolmasına, yani yerleşmenin ölmesine yol açmış
görünmektedir. Başka bir ifadeyle yukarıda sayılan sebepler yüzünden Anadolu kırsalında
ciddi bir “köylerin terk edilmesi ve bu terk edilen yerleşmelerin bir süre sonra tamamen
ortadan kaybolması” süreci yaşanmıştır. Şu ana kadar yaptığımız araştırmalar sonucunda,
Anadolu’nun farklı bölgelerinde farklı oranlarda yerleşmenin kaybolduğu tespit edilse de, bu
rakamların ortalamasının % 50 civarında seyrettiği dikkatimizi çekmiştir. Son derece ciddi ve
büyük olan bu rakam bizlere, 16. yüzyıl sonlarında Anadolu’da bulunan her iki köyden bir
334
tanesinin 20. yüzyıla ulaşmadığını, aradan geçen zaman zarfında önce terkedildiği ve sonra da
kaybolup gittiğini göstermektedir.
Anadolu’da yaşanan böyle bir süreç, bu topraklar üzerindeki iskân merkezi sayısının
sürekli azalarak bugüne kadar devam ettiği şeklinde algılanmamalıdır. Zira aradan geçen
zaman zarfında, kurulan yeni iskân merkezleri de vardır. Başka bir ifadeyle, sonraki
dönemlerde yeni kurulan kırsal yerleşme merkezleri de Anadolu kırsalında yaşanmış bir
gerçektir. Hele bir de 18. yüzyıldan sonra, Osmanlının kaybettiği topraklardaki Türk ve
Müslümanların Anadolu’ya göç etmeleri sebebiyle yeni yerleşme merkezleri kurma sürecinin
biraz daha arttığı görülmektedir. Bu süreçte kurulan yerleşme merkezlerinin bir kısmı,
muhtemelen yukarıda belirtilen köyünü terk edenler tarafından -sonradan- kurulan köyler
niteliğinde olmalıdır. Bunlar yanında köylerin belki büyük bir kısmı kendiliğinden yerleşen
veya özellikle 17. yüzyıl sonlarından itibaren merkezî hükümet tarafından zorla yerleştirilen
konar-göçerlerin kurduğu köyler durumundadır. Son olarak geriye kalanlar da 18. yüzyıldan
sonra kaybedilen Balkanlar, Kırım ve Kafkaslardan gelen göçmenler tarafından kurulan
köylerdir.
16. yüzyıldaki nüfus artışı, değişen dünya ve ekonomik şartlar, Osmanlı toplumunu
şiddetli bir buhran dönemine sürükledi. 1590’lardan 1610’lara kadar yer yer devam eden
isyan ve toplumsal kargaşanın etkisi en çok Osmanlı nüfusu üzerinde oldu. Bu yüzden klasik
dönemde görülen yoğun arazi ve nüfus tahrirleri artık yapılamaz hâldeydi. 1620’lerden
itibaren yavaş yavaş durulmaya başlayan çalkantıdan sonra devlet, kalan tebaasından
alabileceği verginin hesabı ve dökümü için bir başka vergi sayım sistemi üzerinden yeni
defterler (Avarız defterleri) tutmaya başladı.
335
nüfusundaki büyük düşüşe rağmen varlığını koruyabildi. Diğer taraftan özellikle eşkıyalıktan
korunma düşüncesiyle dağ etek ve koyaklarına yeni köyler kuruldu. Şehirlerde de benzer bir
nüfus azalmasının yaşandığına dair ciddi tespitler bulunmaktadır. Mesela Bursa şehrinde
vergiye tabi hane sayısı, 1547’te 12.832 iken 1640’ta 4.644’e düştü. Bozok sancağında
1640’taki toplam nüfus, 1575’teki verilere göre 1/3, ¼ oranında idi. Canik sancağı köylerinde
toplam hane sayısındaki düşüş oranı % 75 civarındadır. Aynı dönem için Amasya bölgesi
nüfusundaki düşüş oranı yaklaşık % 78’dir. Buna karşılık Ordu gibi, 1576-1613 yılları
arasında nüfusunda herhangi bir düşüş olmadığı gibi biraz da artmış görünen bölgeler de
vardır. Dikkati çeken bir nokta, nüfus verilerinde görülen bu azalmaya karşılık köy sayısında
1570-1580’le 1640 arasında görülen azalmanın nüfusla orantılı olmamasıdır. Yapılan
araştırmalarda köy sayısındaki azalma yönündeki değişikliğin 1/6 veya 1/5 oranında olduğu,
hatta nüfusu azalırken köy sayısının attığı durumların da bulunduğu görülmektedir.
336
Bu süreçte kaybedilen topraklar, Osmanlı Devleti’nin sadece siyasi coğrafyasını
etkilemekle kalmamıştır. Aynı zamanda elde kalan bölgedeki, siyasi, ekonomik ve kültürel
yapıda da büyük tesirler yapmıştır. Savaş sırasında ve sonrasında yaşanan göçler, bu etkinin
başka bölgelere de taşınmasında ve etki boyutunun artmasında önemli bir faktör olmuştur.
Dönem, Osmanlı Devleti’nin daha önce asli unsur olarak kabul ettiği bazı gayrimüslim
toplulukları kaybettiği dönemdir. Ayrıca “Batı dünyası”nın elde kalan gayrimüslim unsurları
dinî ve etnik yönden etkilemeye başladığı dönemdir. Bu gelişmeler karşısında nüfus ve iskân
politikasında da bazı değişiklikler ortaya çıkmıştır. Yeni politika eldeki topraklarda
Müslüman nüfusunun fazlalığını, elden çıkan topraklarda da Müslüman nüfusun oluşturduğu
bir tampon bölge kurmak hedefine dönüktür. 19. yüzyıl ikinci yarısında iç ve dış gelişmeler
çerçevesinde, gayrimüslim nüfusun Batı Anadolu’nun bazı yerlerinde ve İstanbul’daki
yoğunlaşması dikkat çekici bir nitelik kazanmıştır. Dönem sonlarında, örneğin İstanbul’daki
gayrimüslim nüfus fazlalığının önlenmesi için bazı tedbirler alınması istenmektedir.
337
Bu dönemde yaşananlar, Osmanlı Devleti’nin 17. yüzyıldan itibaren uzun süren
savaşların içine girmesi ve çoğundan da başarısız ayrılması neticesinde ortaya çıkan yeni
iskân sürecidir. Bu iskân kapsamına ülke içinde çıkan karışıklıkların neticesinde terk edilen
alanlara yapılan yerleştirmeler de girer. Devlet özellikle bu gibi durumlarda yerlerini terk
eden grupları on yıl içerisinde ocaklarına iade edebiliyordu. Karışıklık sırasında yerleşik
yaşama zarar verenler ve isyan etme özelliği olan zümreler boş olan alanlara iskân edilmiştir.
Bu dönemdeki iç iskânı gerektiren sebepler ise şu başlıklar altında toplanabilir: Uzun savaşlar
sebebiyle meydana gelen iktisadi buhranlar (vergilerin arttırılması, yeni verginin ihdası),
çeşitli iç karışıkların (isyanlar, eşkıyalık) ortaya çıkardığı durum, devlete yeni gelir kaynakları
elde etmek gayesi ile harap ve boş alanların ziraata açılması ve yapılan savaşlar sebebiyle
özellikle hudut bölgelerinden içe doğru olan insan akını (muhaceret).
Bu dönemde, merkezî otoritenin zayıf olduğu sıralarda yaşanan çeşitli isyanlar, mesela
1727-1728 İzmir İsyanı, 1764-1766 Kıbrıs isyanı ile Mısır, Akka ve Mora’daki isyanlar
neticesinde de göç hareketleri yaşanmıştır. Devletin girdiği savaşlardan ardı ardına
başarısızlıkla ayrılması da iç hareketlenmelere sebep oluşturur. Mesela 1683’te başlayıp
1699’a kadar devam eden ve neticede büyük bir yenilginin yaşandığı savaştan sonra bu
bölgelerde meskûn Türk ve Müslüman halk da iç kısımlara gelmiştir. Yine 1723 İran savaşları
neticesinde ülke içine göçler yaşanmıştır. 1768-1800 yılları arasında Türk askerinin terk ettiği
sahalardan yaklaşık 500.000 aile göç etmiştir. Devlet göç eden zümreleri genelde tampon
bölgelere iskân etmekle beraber, boş ve harap olmuş arazilere sahiplerini tekrar iskân etme
imkânı yoksa muhacir aileler iskân edilirdi.
Özellikle 1768-1774 Rus savaşından sonra yaşanan süreçte birçok göçmen Osmanlıya
sığınmıştı. Bununla birlikte Balkanlarda yaşanan milliyetçilik hareketleri neticesinde de yine
birçok muhacir ülkeye girmişti. Osmanlı Devleti dışarıdan içe gelen bu zümreleri genelde
sınır bölgelere iskân etmekteydi. Hem bu alanda bir tampon bölge oluşturuluyor hem de
kaybedilen yerler tekrar alınırsa iskân edilen gruplar hızlı bir biçimde yerlerine dönme imkânı
buluyorlardı. 19. yüzyılın ikinci yarısında, Balkanlarda Müslüman nüfusun hızlı bir biçimde
arttığı görülmektedir. 1860’lardan itibaren Rusya’nın menfi tutumu sonrasında Kırım ve
Kafkaslardan gelen nüfus % 35 olan Müslüman nüfusunu % 43’e kadar yükseltmiştir.
Muhacirler yukarıda da anlatıldığı gibi tampon bölgelere yerleştirilmişlerdir. Yerleştirilen
alanlarda Müslüman nüfusla birlikte sosyal sorunlar da yaşanmıştır. Malını mülkünü bırakıp
Osmanlı Devleti’ne sığınanlar mümkün olduğunca boş alanlara yerleştirilmiştir. Genel olarak
da işsiz olduklarından bu alanlardaki halk nazarında olumlu bir intiba uyandırmamışlardır.
1768 tarihinde başlayıp 1774’te Küçük Kaynarca antlaşması ile sonuçlanan Rus savaşı
geriye göçün başlangıcı olarak kabul edilebilir. Bu tarihten itibaren kendilerini güvenlikte
hissetmeyen özellikle Balkanlardaki Müslüman halk Osmanlı Devleti’nin o dönemde elinde
bulunan yerlere göç etme çabasında olmuştur. 1768 yenilgisinin intikamını almak gayesine
yönelik olarak başlatılan 1783 savaşı göçü hızlandırmış ve l800 yılına kadar 300.000 -
500.000 kişinin Osmanlı Avrupa’sına ve Anadolu’ya göç etmesine sebep olmuştur. Geriye
göçlerin önemli miktarı, bu aşamada Osmanlı Avrupa’sına yapılmıştır. Önceleri sınır
bölgelerine yakın yerlere yapılan göçler, buralarının da elden çıkması üzerine yeni insanların
338
da katılmaları ile tekrar tekrar yaşanarak Anadolu içlerine kadar uzanmıştır. Avrupa’da
milliyetçi akımlarının da yayılması ile Osmanlı tebaasından olarak ilk defa 1804’te ayaklanan
Sırplar, bir kısım Müslümanın yaşadıkları yerleri terk etmelerine neden olmuşlardır. Sırp
ihtilalcilerin katliamlarından kurtulabilen bu insanlar, Bosna-Hersek’e ve Rumeli’nin güvenli
kesimlerine göç etmişlerdir. 1806-1812 Osmanlı-Rus savaşları göç hareketlerinin daha geniş
bir coğrafi alana yayılmasına neden olmuş, Akkerman, Bender, İsmail vs. kaleler ve Dobruca,
Eflak, Boğdan’da yaşayan Türkler daha güneye göç etmişlerdir. l806-1812 tarihleri arasında
yerlerinden ayrılmak durumunda kalanların sayısı 200.000’i bulmuştur. 1826’da Ruslarla
imzalanan Akkerman antlaşması ile Türklerin Sırbistan, Eflak ve Boğdan’dan ayrılmaları
kabul edilmiştir. Bu tarihten hemen sonra 1828’de başlayan yeni bir Osmanlı-Rus savaşında
Osmanlı toprakları Rumeli’de Edirne’ye kadar, Kafkaslarda da Erzurum’a kadar işgal altında
kalınca tekrar bir göç olayı yaşanmıştır.
Bütün bu yaşananlardan dolayı, 19. yüzyıl Osmanlı siyasi yapısının en hızlı değiştiği
yüzyıldır. Bunun sonucu olarak nüfus yoğunluğunda, etnik ve dinî yapıda büyük kaymalar
yaşanmış, sosyal yapı da bu ölçüde değişmiştir. Bütün imparatorluk nüfusunu etkileyen
hareketlerin ve dağılımdaki kaymaların en önemli sebebi yoğun iç ve dış göçtür. Buna göre
1876-1896 yılları arasında Osmanlı Devleti’ne kaybedilen topraklardan gelen göçmen aile
339
sayısı 198.544, toplam göçmen sayısı 845.681 kişidir ve bunlar sadece kayıtlara yansıyan
rakamlardır. Öte yandan kayıtlara yansımayan göçlerin de bulunduğu bilinmektedir. Genel
nüfus miktarı ile değişim sonrası rakamlar karşılaştırıldığında 1859-1865 arası göçle
gelenlerin sayısı 600.000 ile 1 milyon arasında tahmin edilir. Kemal Karpat, 1862-1870 yılları
arasında Rusya’nın tehdidi altındaki bölgelerden Osmanlı ülkesine göç edenlerin sayısının 2
milyon civarında olduğunu tahmin eder. Gelenlerin bir kısmı Karadeniz sahilleri kanalıyla
Rumeli’ye nakledilirken önemli bir kısmı Anadolu’ya dağıtılmış, hatta Lübnan ve Suriye’ye
dahi yerleştirilenler olmuştur. Bu dönemde Osmanlı ülkesine sadece Müslümanların
gelmediği, Çarlık Rusyası’nın baskısından kaçan çok sayıda Yahudi’nin de Balkanlara,
Lübnan ve Filistin bölgelerine yerleştiği görülmekledir.
Bilindiği üzere, sınırları belirli bir alanda belirli bir tarihteki insan sayısına nüfus
denilmektedir. Nüfus konusu çok eski tarihlerden beri insanların ilgisini çekmiş, özellikle ülke
yöneticileri ve ordu komutanları yönetimleri altında ne kadar insan bulunduğunu her zaman
merak edip belirlemeye çalışmışlardır. Çünkü eskiden beri nüfus, askeri-siyasi bir güç
kaynağı olarak kabul edilmiş ve fazla nüfus ile güçlü devlet/ordu eşdeğer sayılmıştır.
Türkler Anadolu’ya geldikleri zaman burada kuruluşları eski çağlara kadara giden
kentleri hazır olarak bulmuşlardır. Bugün de kullanılan pek çok kent adının Türkçe kökenli
olmayışı bunu göstermektedir. Bu kentler, kendilerini iklim ve yer şekli özelliklerine en iyi
biçimde uydurmuş, kırsal yerleşmelerle iyi ilişkiler kurabilmiş, bu nedenle de yaşamlarını
sürdürebilmiş yerleşmelerdir. Kendilerini tarımsal üretime, el sanatlarına, bölge ya da ülkeler
340
arası alışverişe göre ayarlamışlardır. Doğal olarak Anadolu’da kurulmuş antik kentlerin hepsi
aynı ölçüde başarılı olamamış, pek çoğu Türklerin gelmesinden çok önce, bir bölümü de sonra
ortadan kalkmıştır.
Osmanlı şehir nüfusuyla ilgili bilgiler, nüfusun 16. yüzyılda İstanbul, Bursa, Şam,
Halep, Kahire gibi şehirler hariç 6.000-30.000 aralığında yer aldığını göstermektedir. Edirne,
Kayseri, Ankara, Tokat, Konya, Sivas, Kastamonu, Saraybosna, Selanik, Atina, Maraş
10.000’i aşan nüfuslara sahipti. Osmanlı şehir nüfusunun 16. yüzyıldaki iç dokusu zenaat ve
ticaret erbabı, küçük esnaf, tüccar grupları ile vakıf ya da devlet kapısından geçimini sağlayan
görevlilerin oluşturduğu zümrelerden ibaretti. 16. yüzyıl boyunca Anadolu’daki şehir sayıları
ve şehir nüfusları sürekli artış göstermiştir. Örneğin, orta büyüklükteki şehirler sayısı 20’den
60’a yükseldi. Şehirli nüfusun 16. yüzyıldaki artışına bağlı olarak 1520’de 3.000’in üzerinde
vergi mükellefi (hane) bulunan sadece iki şehir, Bursa ve Ankara bulunurken yüzyılın
sonlarına doğru bu şehirlerin sayısı sekize çıktı. Bu arada yüzyılın başında köy durumundaki
birçok yer yüzyılın sonlarına doğru 400 vergi mükellefinin üstüne çıkarak küçük şehir
konumuna geçti. Bu ise 16. yüzyılda dikkat çekici bir kentleşmenin yaşandığı anlamına gelir.
Bu bağlamda yıllık nüfus artış hızlarına bakılırsa, 1530-1580 arası dönemde 36 Anadolu
şehrinde yıllık nüfus artış hızı %0 1,8 ile %0 29,9 arasında değişir; Anadolu genelinde ise
ortalama artış %0 1,26 civarındadır.
341
yüzyılın başına nisbetle son yarısında nüfusta büyük artışlar meydana gelmişti. Bu durum aynı
zamanda ziraate ayrılan toprakların fazlalaşmasına yol açmakla birlikte birtakım
huzursuzlukların sebeplerinden birini teşkil etti. Kır kesiminde % 40 nisbetine ulaşan nüfus
artışı asıl tesirini şehirlerde gösterdi. Nitekim 16. yüzyılın ikinci yarısında genel olarak
Anadolu’da şehir nüfusundaki artış nispeti % 80 dolayında idi. İstanbul’un 16. yüzyıl
başlarında 400.000’e varan nüfusu yüzyılın sonuna doğru 700.000’e yaklaşmış ve diğer
Anadolu şehirleri nüfusunun % 40’ına yakınını teşkil etmişti. 16. yüzyıl başlarında İstanbul
kendinden sonraki en büyük Anadolu şehri olan Bursa’dan yedi kat daha fazla nüfusa
sahipken bu oran asır sonunda on kata ulaşmıştır. Bursa’nın nüfusu 1575’e doğru 65.000
dolayındaydı. Bu arada Anadolu şehirlerinden Tokat’ın 1521-1530’da 7-8000, 1571-1580’de
13.000; Diyarbekir’in 1518’de 12.000, 1540’ta 18.000; Mardin’in 1518’de 8000, 1564’te
19.000; Ayıntab’ın 1536’da 11.000, 1575’te 16.000; Ankara’nın 1521-1530’da 13.000, 1571-
1580’de 25.000; Sivas’ın 1521-1530’da 5000, 1571-1580’de 15.000; Kırşehir’in 1526’da
1500-1600. 1584’te 5000 civarında bir nüfusa sahip olması, nüfus artış hızını açıkça
göstermektedir. Ayrıca 1571’de Kayseri’nin 30.000, 1584’te Konya’nın 15.000, 1565’te
Maraş’ın 14.000, 1584’te Niğde’nin 10-12.000, 158’te Trabzon’un 11.000, 1574’te
Manisa’nın 8000, Kütahya’nın 9000 dolayında nüfusu bulunuyordu. Anadolu şehirlerindeki
bu nüfus artışları, bilhassa iç karışıklık yıllarında yoğunluk kazanmış, 17. yüzyıl başındaki
büyük isyanlar, ziraatle uğraşan çiftçi-köylünün daha güvenilir olan şehir ve kasabalara
göçmesine yol açmıştır. 17. yüzyılda tahminen 7 milyonu bulan Anadolu nüfusu giderek artış
göstermiş, 18. yüzyılda 8 milyona ulaşmıştır.
Osmanlı tarihini siyasi, askerî ve idari alanlardaki değişmelere göre birçok döneme
ayırmak mümkündür. Ancak iktisadi ve ticari yapı bakımından değişmeler çok daha yavaş ve
uzun vadeli olduğu için Osmanlı tarihini kronolojik bakımdan hiç de simetrik görünmeyen
başlıca iki ana döneme ayırarak incelemek gerçeğe daha uygun görünür. Temel kurumlar,
değerleri, hedefleri ve dayandığı ilkelerle önemli sayılabilecek bir değişmeye sahne
olmadığından klasik veya tipik olarak nitelendirilebilecek Osmanlı iktisadi yapısının birinci
dönemi başlangıçtan 18. yüzyılın sonlarına kadar çok uzun bir süreyi kapsar. 19. yüzyılın
başlarından itibaren yavaş yavaş temelleri atılan, fakat yüzyılın ortalarından sonra netlik
kazanan değişmelerin çerçevelediği ve modernleşmeye yöneldiği açıkça belli olan ikinci
dönem ise yüzyıldan daha kısa bir süreyi teşkil eder. Klasik veya tipik Osmanlı iktisadi ve
ticari yapısı kapsadığı bu çok uzun süre boyunca üretilen malların türü, hacmi, kullanılan
teknoloji, mübadelenin muhtevası, ticari rejim, ulaşım araçları ve örgütlenmesi, tüketim
alışkanlıkları, devletin ekonomideki rolü ve dış ticaretin şartları bakımından uluslararası
konjonktürün de etkisiyle zamana ve bölgelere göre çok büyük çeşitlilikler göstermiştir.
Ancak bütün bu çeşitliliklere rağmen iktisadi ve ticari yapının temel kurumları, değerleri,
hedefleri ve dayandığı ilkelerde önemli bir değişmenin olmadığı, hatta ünlü deyimiyle
“değiştikçe aynı kaldığı” görülür.
İnsanlar yeryüzüne ayak bastıkları günden itibaren hayatlarını devam ettirmek için,
geliştirdikleri kültür ve uygarlık düzeylerine bağlı kalarak çeşitli ekonomik faaliyetlerde
342
bulunmuşlardır. Zaman değişmiş, bilim ve teknolojideki bilinenler değişmiş ama en eski
devirlerden bugüne dünya üzerinde yürütülen ekonomik faaliyetlerin işleyiş süreci hiç
değişmemiştir. Buna göre ekonomik faaliyetler tamamı üç kısma ayrılmaktadır: “üretim-
tüketim ve mübadele”. Bu şekilde üç aşamalı bir yapısı bulunan ekonomik faaliyetler,
yürütülen çalışmalarda “geleneksel” olarak, başlıca üç grup altında incelenmiştir. Primer-
Birincil faaliyetler/sektör; tarım, hayvancılık, ormancılık, balıkçılık, avcılık ve madencilik.
Sekonder-İkincil faaliyetler/sektör; bütün sanayi etkinlikleri ve son olarak Tersiyer-
Üçüncül faaliyetler/sektör; bütün hizmet etkinlikleri. Birincil faaliyetler; doğrudan veya
dolaylı olarak doğal ortamda yürütülen, yoğun emek gerektiren, sonuçta çoğunlukla ham ya
da yarı işlenmiş malların üretildiği aşamadır. Ekonomik üretim sürecinde sonraki aşamalarda
hep burada üretilen ham maddelerin kullanılması nedeniyle bu faaliyetler, birincil veya ham
madde üretimi adını almıştır. İkinci aşamada, ham veya yarı işlenmiş şekilde alınan bu mallar,
basit aletler veya modern tesislerde işlenerek mamul maddeler hâline dönüştürülmektedir ki
bu aşama sanayi, mamul madde üretimi veya ikincil faaliyetler adını almaktadır. Son aşamada
ise, artık önceki aşamalarda ham veya işlenmiş hâle gelen mal veya işlerin üretimi, dağıtımı,
pazarlanması, taşınması vb. işlerin yapıldığı ve bütün üretilenlerin artık tüketiciye ulaştırıldığı
üçüncül faaliyetler veya hizmet üretimi aşaması gelmektedir.
343
bağladığı gibi, köylülerin toprağı terk ederek başka yerlere gitmelerine veya işlemeden
bırakmalarına da müsaade etmezdi.
2- Fiskalizm: İktisadi kararlarda dikkate alınan ikinci ilke olan fiskalizmde, esas hedef
hazineye ait gelirleri mümkün olduğu ölçüde yüksek düzeye çıkarmaktır. Hazine gelirlerinin
yükseltilebilmesi, ekonomide üretim kapasitesinin ve parasal mübadele hacminin genişleme
hızına bağlı idi. Verimlilikte ve dolayısıyla üretimde artışın zor, ulaştırmanın çok pahalı
olduğu Osmanlı ekonomisinde parasal mübadele dar sınırlar içinde kalıyordu. Provizyonizmin
bir ilke olarak benimsenmesi de bu şartlar içinde topluma azami refahı başka türlü sağlamanın
mümkün olamayacağı düşüncesinden doğuyordu. Ancak provizyonizme bağlılık sürdükçe bu
şartları değiştirmenin riski ve maliyeti de çok yüksek kalıyordu. Neticede provizyonizm ile
344
kaynağındaki şartlar karşılıklı destekle birbirlerini süreklileştirme eğilimindeydiler. Bu
paradoksal durumda hazine gelirlerinin yükseltilmesi son derece güçtü. Osmanlı bütçelerinin
1580’lerden 1780’lere kadar iki yüzyıl boyunca altın veya gümüş değeri olarak hacminde pek
az artış olmasının sebepleri arasında bu güçlüğün de payı olduğu muhakkaktır. Hemen daima
açık veren bu bütçelerin durgun görüntüsünün arkasında Osmanlı fıskalizminin gelirleri
arttırmaktan çok azalmasını önlemeye ve masrafları kısmaya yönelik çabaları yer alır. Bütçe
açıklarındaki artış eğilimiyle, paralel seyreden bu çabalar zamanla o derece yoğunlaşır ki
dönemin sonlarına doğru iktisadi kararların pek çoğunda birinci derecede getireceği vergi
gelirini dikkate alan fıskosantrizme dönüşür. Bununla birlikte genel refahın vazgeçilmez ilkesi
sayılan provizyonizm ile çatıştığı durumlarda genellikle fıskalizmin feda edildiği görülür.
3- Gelenekçilik: Âdeta bir makasın iki kolu gibi işleyen bu iki ilkeye dayanarak
şekillendirilen Osmanlı iktisadi kurumları, uzun süren deneme ve iyileştirmelerle 16. yüzyılın
ortalarında esas profiline bir kere ulaştıktan sonra üçüncü bir ilkeyi de yanlarına alıp süreklilik
kazanmıştır. O tarihlerden itibaren değişmeleri giderek asgariye indiren bu ilke
gelenekçiliktir. Bunu, sosyal ve ekonomik ilişkilerde yavaş yavaş oluşan dengeleri mümkün
olduğu ölçüde muhafaza ederek değişme eğilimlerini engelleme ve herhangi bir değişme
ortaya çıktığı zaman tekrar eski dengeye dönmek üzere değişmeyi ortadan kaldırma iradesinin
hâkim olması şeklinde tanımlayabiliriz. İktisadi hayatın türlü alanlarında doğan çatışma ve
ihtilafların çözülmesiyle ilgili olarak verilen kararlarda 16-17. yüzyıllar boyunca kullanılan
deyim hep aynı formülde olmak üzere “kadimden olagelene aykırı iş yapılmaması”
şeklindedir. Burada anahtar kelime olan “kadim” 17. yüzyılda derlenmiş bir kanunnamede,
“Kadim odur ki onun öncesini kimse hatırlamaz” şeklinde tanımlanır, bu ise gelenekçiliğin
ilke olarak ne ölçüde ve nitelikte yerleşmiş olduğunu gösteren veciz bir ifadedir.
Osmanlılar, bir ülkeyi ele geçirdikleri zaman, idari-siyasi otoriteyi temsil eden bir
sancak beyi ve Osmanlı kanunlarını ve adalet mekânizmasını temsil eden bir kadı tayin
ederlerdi. Osmanlı idaresi, Kanun-ı Osmani denilen belli bir rejimin uygulanmasını temsil
etmektedir. Bu rejim, kesin ifadesini sancak kanunnamelerinde almıştır. Osmanlı rejimi; tarım
345
topraklarının miri arazi rejimine tabi olması, tarım üretiminin ve vergilemenin “çift-hane”
sistemi denilen bir sistem altına alınması ve nihayet timar sisteminin uygulanması demektir.
Çift-hane sistemi, bütün Osmanlı sosyal-siyasi sisteminin temelidir. Kısaca çift-hane sistemi,
köylü aile emeğine dayanan küçük aile çiftliklerinin tarım ekonomisinin temel kurumu
hâlinde uygulanması anlamındadır. Bütün Osmanlı kanunnameleri ve bürokratik önlemler, bu
temel tarımsal-sosyal sistemin sürdürülmesi amacına yönelmiştir. Osmanlı tahrir sistemi bu
rejimin gerçekleştirilmesi için uygulanan bir yöntemden ibarettir. Başka deyimle, bu rejim
köylü üretim birliklerini yani haneyi ve tarım üretimi ile aile çiftliğini miri arazi rejimi altında
doğrudan doğruya devlet kontrolü altına sokan, böylece merkezî mutlak imparatorluk idealini
gerçekleştirmeye yönelen bir rejimdir. Kayda değer ki, Osmanlının varis olduğu Bizans
İmparatorluğunun parlak dönemlerinde de tamamıyla buna benzer bir rejim hâkimdi.
Merkeziyetçi bir bürokrasi, köylü aile ünitelerini sürdürmeyi bir esas politika olarak
uygulamaktaydı. Bir kelimeyle biz, Bizans ve Osmanlı imparatorluklarını birer “köylü
imparatorluğu” olarak vasıflandırabiliriz.
İlk Çağlardan beri Orta Doğu ülkelerinde hâkim olan ve binlerce yıldır uygulanan bu
toprak sistemi, önceki medeniyetlerden Osmanlıya miras kalmıştı. En iyi ve ileri düzeyine
Osmanlı döneminde ulaşılan bu tarım sisteminde “küçük ve müstakil işletme tipi” esastır. Her
biri bir bütün olan bu işletmelerin alım satımları, mirasçılara taksimi, parçalanması ve kiraya
verilmesi -optimum büyüklüğün değişmemesi için- hukuk dışı bırakılmıştı. Merkezî otoritenin
zayıfladığı ve mahalli güçlerin tarım kesimi üzerinde etkili olduğu 17. yüzyıldan itibaren
büyük çiftlikler ve büyük üreticiler ortaya çıkmakla birlikte hâkim üretim tipi küçük zirai
işletmecilikti. Klasik timar sistemi içerisinde Osmanlı toprakları ülke ihtiyacını karşılayacak
346
bir tarım kapasitesine sahipti. Genellikle hububat üretimi önemliydi; Mısır, Teselya,
Makedonya, Bulgaristan, Trakya ile Eflak ve Boğdan başlıca buğday üretim merkezleriydi;
yine pirinç ve pamuk ziraati de önemliydi. Bunlar dışında Selçuklulardan beri şehirlerin
etrafında yürütülen bağcılık, bahçecilik ve sebzecilik söz konusuydu. Klasik dönemde
tarımsal faaliyetin ağırlığını tahıl üretimi teşkil etmekteydi. Bununla birlikte genel üretim
içinde, özellikle konar-göçer hayat tarzının hâkim olduğu yörelerde hayvansal üretimin payı
dikkat çekici oranlara yükselmekteydi. Yine çeltik, pamuk, kendir, bağcılık gibi ürünler
bakımından öne çıkmış bölgelerde belirgin bir çeşitlilik ve bazı durumlarda dengeli bir yapı
ortaya çıkıyordu. Osmanlı belgelerine bakıldığında Anadolu’nun büyük kısmında toplam
üretimin % 90 veya daha fazlasını oluşturan tahılların -tıpkı günümüzdeki gibi- monokültür
hâlinde bulunduğu ve bunun hayvancılıkla tamamlandığı açıkça görülmektedir.
Zirai ürünlerin arz ve talep esnekliklerinin düşük oluşu, üretimin azalması hâlinde
fiyatların çok yükselmesine, aksi durumda ise çok düşmesine yol açıyordu. Bunun
dengelenmesi için devletin 18. yüzyıldan itibaren gevşemekle birlikte temel ihtiyaç maddesi
olan tarım ürünlerinin ihracatına yasaklar koyduğu bilinmektedir. Ancak devlet buğday ve
zeytinyağı gibi maddelere ihraç yasakları koymasına rağmen, Batı Akdeniz, buğday açığını
kaçak yoldan Osmanlı ülkesinden kapatıyordu.
347
Türkiye topraklarının çeşitli madenler yönünden zengin olmasının başlıca nedeni, Alp
orojenik kuşağı dâhilinde bulunmasıdır. Bu kuşağın maden zenginliğinin sebebi ise, tektonik
veya yer hareketlerinden aşırı derecede etkilenmesi ve bahsi geçen yer hareketleri sonucunda
volkanizma ve başkalaşım (metamorfizma) hareketlerine uğramış olmasıdır. Hareketler
sonucunda ise cevherleşme olayı, yani belli minerallerin bir araya toplanması ile maden
yataklarının bir bölümü teşekkül etmiştir. Başka bir ifade ile çeşitli kaya grupları yer
hareketlerinin bir sonucu olarak özellikle dağ oluşumu olayları esnasında magmadan
kaynaklanan sıcaklık ve sıkışmaların oluşturduğu basınçlarla kısmen ergimiş ve bu suretle de
demir, krom, bakır, kurşun, çinko vb. maden yatakları oluşmuştur.
Madenler, tarihin her evresinde çok geniş bir kullanım alanına sahip olmuştur.
Tedavüldeki madeni paraların basımı, askerî ve sivil alanlarda çeşitli araç ve gereçlerin
yapımı, ticari hayatın içinde mübadele aracı olma gibi kullanım alanları, madenlerin toplum
içindeki değerini artırmıştır. Bütün toplumlarda olduğu gibi Osmanlı toplumunda da madenler
ve maden işletmeciliği önem bakımından hep ön sıralarda yer almıştır. Nitekim Osmanlı
Devleti daha ilk dönemlerinden itibaren altın ve gümüş gibi kıymetli madenlerin üretimi ile
ilgilenmiş; hemen her maden ocağının yanında bir darphane açılmış ve buralarda devletin
ihtiyacı olan madeni paralar basılmıştır. Hatta Osmanlı Devleti’nin 17. yüzyılın sonlarında
uygulamaya koyduğu yeni para politikasının bir sonucu olarak Rumeli ve özellikle
Anadolu’da kapanmış maden ocakları yeniden işletmeye açılmış ya da buralarda yeni maden
ocakları faaliyete geçirilmiştir.
İkincil faaliyetleri oluşturan sanayi, kısaca ham maddenin işlenerek mamul madde
hâline getirilmesi anlamına gelmektedir. Bu hâliyle sanayi, insanlığın ortaya çıkışından beri
var olan bir faaliyettir. Çünkü en basit hâliyle deriden giyecek bir ayakkabı yapmak da
sanayidir, değirmende buğdayı un hâline getirmek de sanayidir. Dolayısıyla her yerde olduğu
gibi, Osmanlı toplumu da her türlü sınai üretim yapıyor, ihtiyaç fazlasını pazarlıyor ve
üretemediği veya ihtiyaca yetmediği durumlarda da dışarıdan ithal ediyordu.
348
Bütün kapitalizm öncesi toplumlarda olduğu gibi, Osmanlı toplumu üretimi, “lonca”
müessesesi içinde örgütlenmiş ustalar, kalfalar ve çıraklarıyla birlikte yürütürdü. Loncanın
başında şeyh bulunurdu ve loncanın en üst idarecisi olan bu kişinin kim olacağına devlet karar
verirdi. Şeyh, işlerini nakib, kethüda ve çavuş gibi yardımcılarla birlikte yürütürdü. Loncanın
yapısı ve mantığı rekabeti, lonca üyeleri arasında başta kazanç olmak üzere, her türlü
farklılaşmayı önlemeye yöneliktir. Bu eşitlikçilik, her loncanın hem genel dinî ideolojisi hem
de bağlı olduğu “pir”in temsil ettiği ahlaki değerler gereği, bir tür “anayasa” gibi işlerdi.
Kendi içinde muhafazakâr bir yapıyla var olan lonca aynı zamanda “tekelci”dir. Belirli bir işi
yapmak üzere kurulmuş bir lonca, bulunduğu bölgede, kendinden başka herhangi bir birey ya
da kurulun aynı işi yapmamasını dikkatle gözetir. Devletle temel sözleşmesi bunu içerdiği
için, bu tür bir rekabeti hemen yasaklatma hakkına ve gücüne sahiptir.
Osmanlıdaki sınai üretimi piyasaya dönük olan ve olmayan olarak ikiye ayırmak
mümkündür. Klasik dönemde kırsal alanda yaşayan nüfus giyim eşyaları, tarım aletleri gibi
ihtiyaçlarını büyük ölçüde kendi üretimleriyle karşılamaktaydı. Özellikle yün ve pamuk,
köylü kadınlar tarafından önce iplik ve daha sonra hemen her köy evinde bulunan el
tezgâhlarında kumaş hâline getiriliyordu. Ülke nüfusunun büyük kısmının kırsal alanlarda
yaşadığı kabul edilirse, mesela dokuma üretiminin çok büyük bir bölümünün kırsal alanlarda
gerçekleştirildiği buna karşılık şehirlerde esnaf tarafından yapılan üretimin çok düşük hacimli
olduğu söylenebilir.
Osmanlı ülkesinde öncelikle gıda ve dokuma sanayi olmak üzere hemen her yerde
üretim yapılıyordu. Dokuma sanayinin önemli bir kısmı kırsal kesimdeydi ve daha fazla
uzmanlık ve işbölümü isteyen diğer sanayi kolları şehir ve kasabalarda toplanmıştı. Şehirlerde
dokuma yanında deri sanayi de oldukça yaygın olup günümüzde bile, hemen her şehirde
bulunan “tabakhane mahallesi veya tabakhane deresi” gibi isimlerin varlığı bu duruma işaret
etmektedir. Temel sanayi ürünleri her yerde üretilmesine rağmen, silah ve savaş sanayi ve
gemi üretimi gibi daha fazla uzmanlık ve teknoloji isteyen sanayi dalları İstanbul başta olmak
üzere belli yerlerde toplanmıştı. Ayrıca, yöresel şartlar gereği ham maddenin daha fazla ve
ucuz olduğu yerlerde buna bağlı sanayi kolları gelişmişti. Örneğin, batı Anadolu’da kuvvetli
bir pamuklu sanayi, Ankara, Çankırı ve Tosya’da sof sanayi, Bursa ve İstanbul’da ipekli
sanayi, İstanbul yanı sıra Selanik’te çuha sanayi, Edirne’de deri işleri ve ayakkabı sanayi de
önemliydi ve bu sektörler Avrupa ile kuzey memleketlerine önemli miktarda ihracat
yapabilmekteydi. Osmanlı sanayi yapısı ile ilgili bu bilgilerden sonra üretilen mal ve
hizmetlerin tüketiciye ulaştırılması ve pazarlanmasını aşamalarını içeren ticarete bakmakta
fayda vardır.
Üretici ile tüketici arasındaki bağlantıyı kuran ve böylece sadece bağlantı kurduğu bu
iki tarafın değil faaliyeti yürütenin kendi ekonomisini de şekillendirmesi bakımından ticaret
insanlık kadar eski ve yaygındır. Osmanlı sisteminde pek çok biçime bürünen ticaret, genel
olarak uluslararası ve iç ticaret olarak iki gruba ayrılabilir. Osmanlı siyasi düzeni birbirinden
uzak bölgeleri, güvenlik altında birbirine yaklaştırmış, dolayısıyla buraların bir diğerini
tamamlayan ürünleri ile iktisadi bütünlük oluşturmalarını sağlamıştır. Fatih devrinde süratle
349
büyüyen İstanbul, daha Fatih’ten evvel uluslararası ticaret merkezleri hâline gelen ve gittikçe
büyüyen Bursa, Edirne, Gelibolu gibi merkezler bu ticari canlanmanın tanıklarıdır.
Osmanlı Devleti ticaretle, öncelikle iç pazarı tok tutmak ve ticari etkinlikten elde ettiği
vergi gelirini artırmak açısından ilgileniyordu. İç pazarı tok tutmak için ithalat tamamen
serbest olmakla birlikte, ihracat çok zaman kısıtlanıyordu. Ticari faaliyetten sürekli gelir elde
etmek için ticaretin belirli bir güven ortamı içinde yapılması gerekiyordu. Çok geniş bir
sahada yayılan Osmanlı Devleti, bu güvenliği sağladı ve ticaretin en iyi koşullarda yürümesi
için gerekli zemini yarattı. İyi yollar, kullanışlı limanlar, karada eşkıya, denizde korsanlara
karşı etkili bir güvenlik sistemi ve alınan vergilerin makul ölçüleri geçmemesi, bu gelirlerin
garantisiydi ve devlet bunları başarıyla yerine getiriyordu.
Osmanlıda uygulanan vergi sistemi gereği sadece dış ticaretten değil, iç ticaretten de
gümrük vergisi alınırdı. O zamanların dünyasında “ulus devlet” mantığı olmadığı için, yalnız
“ulusal” sınırlarda gümrük işlemi yapmak gibi bir yöntem yoktu. Röliyef şartlarının
belirleyiciliği nedeniyle, Osmanlıların başlıca gümrük noktaları Roma ve Bizans zamanından
çok farklı değildi. Çanakkale Boğazı’nda Abydos (Çanakkale) Bizans’ın gümrük kestiği
yerdi. İstanbul’da “Hrissopolis/Altınkent, yani Üsküdar” ve boğazın ucundaki Yoros kalesi
(Anadolukavağı) de böyleydi. Anadolu’da Bursa ve Ankara da önemli gümrük mevkileriydi.
Erzurum, Tokat, Şam gibi karayolu üstündeki kentler veya Antalya, Sinop, Kefe gibi liman
kentleri de gümrük alınan merkezlerdi. Gümrükler devlet için vergi toplama yerleri olsalar da,
yerli sanayi ve ticareti olumsuz yönde etkileyen faktörlerden biriydi. Yabancı tüccarın ürünü
için söz konusu olmayan iç gümrükler, yerli ürünlerin fiyatlarını % 12-50 arasında
arttırıyordu. Liman veya iç merkezlerde ödenen gümrükten başka, pazarlarda satılan
mallardan da “bac” denilen vergi alınırdı.
350
Dış ticarete gelince, devletin dış ticaret ve transit ticaretten geliri oldukça fazla
olduğundan, bu faaliyetlere verilen geleneksel önem kesintisiz sürdürülmüştür. Anadolu’nun
ötedenberi transit ticaret bölgesi olmasına büyük önem verilmiş, bunun için gümrük vergileri
% 3-5 gibi düşük oranlarda tutulmuştu. Ticaret güvenliğini tehlikeye düşüren ve gümrük
gelirlerinde düşmeye yol açan, başka devletler arasındaki savaşlar için de arabuluculuk
teşebbüslerinden geri kalınmıyordu. Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve genişleme dönemlerinde
Dünya ticareti Akdeniz ve çevresinde yoğunlaşmıştı. 14. yüzyıl sonlarına doğru Bursa ve
Edirne gibi şehirler ticari yönden önem kazanmaya başlamışlardı. I. Bayezid’in (1389-1402)
Erzincan, Amasya ve Tokat’ı almasıyla İpek Yolu Bursa’ya bağlanmış ve Trabzon deniz
yolunun önemi azalmıştı. Antalya ve Alanya’nın da Osmanlı topraklarına katılmasıyla
Batı’nın Hindistan ve Arap ülkeleriyle olan baharat vb. ticareti Osmanlı denetimi altına
girmişti. 18. yüzyıl ortalarına kadar ihracat ithalattan fazladır. Dış ticarette dört tür malın
ihracı genellikle yasaktı. Bunlar kıymetli madenler, temel gıda maddeleri, savunma araçları ve
sanayi ham maddeleriydi. Ülkeye mal getiren yabancı tüccarın ülkelerine yine mal ile
dönmeleri isteniyordu. Ekonomideki bu manzaraya rağmen, 16. yüzyılın ikinci yarısında
iktisadi daralmadan söz etmek mümkündür. Başta hububat olmak üzere tarım ürünlerine ihraç
yasağı konmak zorunda kalınmıştır. Bu yasak deri, yün, ipek gibi ham maddeler yanında
zeytinyağı, sabun, işlenmiş deri, ipekli ve pamuklu kumaş gibi mamul maddelere de
uygulanmaya başlanmıştı. Amerika’nın keşfinden sonra Avrupa’ya gelen gümüşlerin para
arzını çoğaltması sebebiyle Batı’daki fiyatların genel seviyesi Osmanlı ülkesinden yüksekti.
Bu farklılık ihracı yasak olan maddelerin Batı’ya kaçma eğilimine girmesine yol açmıştı. Bu
yüzden devlet, ülke için büyük bir önem taşıyan buğday, zeytinyağı gibi gıda maddeleri; deri,
pamuk ve pamuk ipliği gibi sanayi ham ve yarı mamul maddeleri ile silah, top, gülle, barut
gibi savunma araçlarının ihracını yasaklıyordu. Buna rağmen Batılılar fiyat farkından
yararlanarak ihtiyaç duydukları emtiayı kaçak olarak Osmanlı ülkesinden edinmeye
çalışıyorlardı.
351
güvenli ve rahat olması için hem de yolun yapım ve bakım masraflarının en az olması adına
daima yer şekillerinin en uygun olduğu güzergâhları takip etmişlerdir. Dolayısıyla tarih
içinde, yer şekillerinin tümüyle uygun olduğu yerlerde şehirleri birleştiren yollar, bu şehirlerin
önemini kaybetmesi ya da ortadan kalkması ile kaybolmuş iken yer şekillerinin ancak belirli
yerlerde ulaşıma imkân verdiği mekânlarda, her şey değişirken yolların güzergâhları tarihe
meydan okurcasına hiç değişmeden kalmıştır.
Türkiye yer şekillerinin arz ettiği karakter, yolların eski çağlardan beri seyri üzerine
etki yapmış ve muayyen güzergâhlar belirmesine neden olmuştur. Bunlar genellikle doğu-batı
istikametli depresyonları takip ederler. Ayrıca her dönem Mezopotamya-Balkanlar
bağlantısını sağlayan Gülek geçidinden İstanbul’a uzanan diyagonal yol, büyük çoğunlukla
yine tabi yolları takip etmektedir. Trakya’dan Anadolu’ya boğazları aşılarak geçildiği gibi,
deniz yolu ile de ulaşılabilir. Bunun için ya müsait limanların daha çok bulunduğu batı
kıyılarından veya ancak belirli yerlerde deniz ile karanın bağlanmasına izin veren kuzey ve
güney kıyılarındaki az sayıdaki limandan yararlanılmıştır. Tarihi devirlerde önemli yollar,
bugün olduğu gibi, sözü geçen bu giriş kapılarından faydalanmışlardır. İlk Çağ’da batıda
Adalar Denizi limanlarından doğuya doğru uzanan en önemli yolun Kral yolu olmasından da
anlaşılacağı gibi, Anadolu batı-doğu arasında bir köprü durumundadır. Orta Çağ’dan itibaren
İstanbul’un Bizans’ın merkezi olması nedeniyle, yine Türkiye’nin köprü rolünü belirten, fakat
genel olarak kuzeybatıdan-güneydoğuya doğru uzanan, Gülek ve Belen geçitlerinden Suriye
yönüne giden, diyagonal yol istikameti önem kazanmıştır.
Anadolu’nun yolları tarihî bağlamında üzerinde durulması gereken bir diğer konu da,
“askerî yol” ve “ticari yol” ayrımı meselesidir. Şimdiye kadar bazı çalışmalarda, çeşitli
şekillerde geçmişteki yollardan bahsedilirken askerî yol ve ticari yol ayrımının yapılması
dikkat çekicidir. Aslına bakılırsa, yola çıkan bir tüccarın veya bir ordunun hedefi, -eğer
strateji gereği başka bir planı yoksa- en kısa sürede hedefine ulaşmaktır. Burada sadece
belirtilmesi gereken husus ordunun geçeceği yol, eğer kalabalık grupların geçişine uygun
değilse mecburen uygun olan güzergâhı takip etmek zorunluluğunun ortaya çıkmasıdır. Bu
352
konuda Osmanlı yolları hakkında F. Taeschner tarafından yapılan bir araştırmada, “ilki ordu
yolları ve ikincisi kervan yolları olmak üzere Anadolu’da yan yana iki farklı sistemin var
olduğu” ileri sürülmüş, fakat bu söylenirken de ihtiyatla yaklaşılması gerektiği vurgusu
yapılmıştır. Gerekçe olarak da aynen, “kaynaklarda güzergâh dendiğinde genel olarak
yalnızca, ne yazık ki sadece son noktaları belli olan, onun dışında ise birçok değişik biçime
izin veren tek bir yürüyüş yönünden bahsedilmektedir. Çoğunlukla rastladığımız değişik
biçimleri de belki buna borçluyuz” ifadeleri kullanılmıştır. Gerçekten de yaptığımız araştırma
sırasında bizim de gördüğümüz kaynaklarda bazı farklı bilgiler olsa da, “ordunun kervan
yolundan, kervanın da ordu yolundan gitmeyip farklı yolları kullanmalarının” hiçbir mantıklı
izahı yapılmamıştır. Kaldı ki, yukarıda belirtildiği gibi, Anadolu’da yollar dünyanın başka
bölgelerine nazaran röliyefin çok daha derin etkisi altındadır ve buna bağlı olarak ordu ve
kervan yolları güzergâhlarının değişmesi -en azından belirli yerlerde- imkânsızdır.
353
Selçuklulardan devir alınan kervansaray, köprü gibi bayındırlık tesisleri korunup geliştirilmiş
bazı durumlarda yeni hanlar ve köprüler yapılmıştır.
Osmanlı ulaşım ağında önemli bir yer tutan derbend, Türkçeye Farsçadan geçmiş
bileşik bir kelime olup “der-geçit, bend-tutmak” kısımlarından meydana gelmiştir. Lügatlarda
engel, geçit, boğaz, set, hudut bölgelerinde, dağlar arasında güçlükle geçilen boğaz
manalarına gelmekte olup aynı zamanda istihkâm olarak kullanılan bu gibi yerlere de aynı
isim verilmektedir. Derbend, geçit manasında kullanılan diğer bir kelime de “belen”dir. Esas
manası yüksek ve dik bayır üzerinden yolgeçen tepedir. Kelimenin aslı bel’dir; Çağatay
Türkçesi’nde bir şeyin ortası ince ve dar yer manalarını ihtiva eder.
Derbendler daha ziyade iskân noktalarının az olduğu ıssız yerlerde, etrafı kontrol
edebilecek şekilde tesis ediliyordu. Bu, bir köyün yakınında bulunduğu gibi, köyden uzak
yerlerde de olabiliyordu. Önemli ticaret ve askerî yolların kavşak noktaları ve dağların geçit
verdiği yerler yine derbend mahalleri arasındadır. Hanlar ıssız yerlerde inşa edilmiş olmaları
nedeniyle birer derbend mahalli idiler. Müstahkem derbend tesisleri, dört tarafı duvar ile
çevrili küçük bir kale şeklindeydi. Yanında bir han, cami, mektep ve dükkânlar bulunmakta
ve adeta, içinde bulunanların her türlü ihtiyacını temin eden küçük bir şehir mahiyetindeydi.
354
Menzil, Osmanlı Devleti’nde resmî haberleşmeyi sağlayan posta teşkilatı ve ordunun
konaklama noktaları için kullanılan bir terimdir. Sözlükte “inmek, konaklamak, misafir
olmak” anlamındaki “nüzul” kökünden türemiş bir mekân ismi olan menzil, “ev, konak; iki
konak arası, bir konak yol; posta ve posta tatarları beygirlerinin bulunduğu mahal” manalarına
gelir. Orta Çağ İslam devletlerinde “berid”, Moğollar ve İlhanlılarda “yam” adı altında
görülen haberleşme teşkilatı, Osmanlı Devleti’nde her ikisinden de faydalanılmak suretiyle
tesis edilmiş olan menzil teşkilatı ile yürütülmüştür. Menziller, başlangıçta eyaletlerin durumu
ile serhadlerde elde edilen bilgileri devlet merkezine bildirmek ve hükümetin emirlerini
gereken yerlere ulaştırmak için kurulmuştu. Daha sonraları ordunun sefer esnasında iaşesinin
temini, özel haberleşmeler, şehirlerarasında irtibatın ve nakliyenin sağlanması gibi amaçlara
da yönelmiştir. Menzil teşkilatı uzun süre işlevini sürdürdü.
355
Anadolu
Sağ kol Üsküdar - Gebze - Dil İskelesi - İznik - Lefke - Söğüt - Eskişehir - Seyit Gazi -
Hüsrev Paşa - Bayat - Bolvadin - Akşehir - Ilgın - Ladik - Konya - İsmil -
Karapınar - Ereğli - Ulukışla - Yayla - (Gülek) - Adana - Payas - İskenderun -
Belen - Antakya yolu ile Halep ve Hama - Şam’a.
Orta kol Üsküdar - Gebze - İzmit - Sapanca - Hendek - Düzce - Bolu - Gerede - Çerkeş -
Karacalar - Koçhisar - Tosya - Hacı Hamza - Osmancık - Gümüşhacıköy -
Merzifon - Amasya - Zile - Turhal - Tokat - Sivas - Ulaş - Kangal - Deliklitaş -
Hasan Çelebi - Hasan Patrik - Malatya - İzoli - Harput - Ergani - Diyarbekir -
Mardin - Nusaybin - Musul - Kerkük güzergâhını takiben Bağdad - Basra’ya.
Sol kol Suluova-Merzifon’a kadar orta kol ile aynı güzergâhı takip edip, buradan Ladik -
Sonisa - Niksar - Koyulhisar - Karahisar-ı Şarki - Şiran - Kelkit - Karakulak -
Aşkale - Erzurum - Hasankale - Velibaba - Molla Süleyman - Yoncalı - Diyadin -
Bayezit yoluyla Tebriz’e ve Velibaba - Hasankale - Karahamza - Kars yoluyla
Tiflis’e.
Rumeli
Sağ kol İstanbul - Çatalca - Vize - Kırkkilise - Fakih - Prevadi - Karasu - Babadağı -
İsakcı - Akkirman yolu ile Özi ve Kırım’a.
Orta kol İstanbul - Silivri - Çorlu - Burgos - Kuleli - Edirne - Habibce - Filibe - Sofya -
Niş -Yagodina üzerinden Belgrad’a.
Sol kol İstanbul - Silivri - Tekirdağ - Keşan - Malkara - Firecik - Dimetoka - Gümülcine -
Pravişte - Lankaza - Yenişehir (Larissa) - İzdin yolu ile Tebai/İstefe’ye.
Tablo 7: Osmanlı klasik döneminde kara ulaşımında kullanılan güzergâhlar ile menzil
ve derbendler.
356
Şekil 13: 1726 yılına ait bir Osmanlı haritasına göre yollar. III. Ahmed döneminde,
1726 yılında çizildiği anlaşılan bir Orta Doğu haritasından Türkiye ile ilgili kısmın ayrıntısı.
Harita, o dönem Osmanlı toprakları yanında çerçeve içinde kalan yerlerin tamamı
gösterilmiştir. Osmanlı idari üniteleri, şehirler ve yolların gösterildiği bu haritanın aslı Topkapı
Sarayı’ndadır.
Kaynak: F. R. UNAT. 1941. “Ahmed III Devrinde Yapılmış Bir Önasya Haritası”,
Tarih Vesikaları’ndan ayrıbasım.
Anadolu’nun ilkçağlardan beri transit ticaret bölgesi olması deniz ulaşımını da gerekli
kılıyordu. Anadolu’nun transit ticaret bölgesi olmasından ziyade, denizlerle çevrili kıyılarının
357
olması ve Akdeniz havzası içinde yer alması, dolayısıyla transit ticarette liman bağlantılı
ulaşımının, kara ulaşımı kadar eski olması mutlaka belirtilmelidir. Zira Selçuklulardan beri
Kırım, Avrupa, Mısır ve Suriye limanlarıyla Kuzey ve Güney Anadolu limanları arasında
yoğun mal alış-verişi vardı. Osmanlı yönetimi Karesi, Saruhan, Aydın, Menteşe ve
Candaroğulları beyliklerinin topraklarıyla birlikte, donanmaları ve tersaneleri de ele geçirildi.
Bunların deniz kuvvetleri, Osmanlı deniz kuvvetine dönüşerek zamanla işlevsiz kalan Bizans
donanması elemanları da Osmanlılar tarafına geçmişti. Bundan dolayı daha Orhan Gazi
zamanında küçük çaplı bir donanma örgütü vardı. Sonrasında Yıldırım Bayezid Gelibolu’yu
Türk donanma üssü olarak geliştirdi. Osmanlılar, bütün bu imkânları kullanarak 1345 yılında
Rumeli’ye geçtiler ve 1359’dan itibaren de bu bölgenin iskânına başladılar. 14. yüzyıl
sonlarında Batı Anadolu beyliklerinin Osmanlı Devleti’ne tamamen katılmasıyla Adalar
Denizi ve Akdeniz kıyılarına sahip olundu.
Kara yollarından sonra, deniz ulaşımına bakılırsa, kısaca şunlar söylenebilir: Osmanlı
Devleti’nde deniz yolları dört ana kol üzerinde teşkilatlandırılmıştır. Bunlar; Karadeniz ve
Akdeniz’de soldan ve sağdan olmak üzere: 1- İstanbul’dan, İsakçı ve Tuna iskelelerine, 2-
Üsküdar’dan Anadolu’nun Karadeniz kıyılarını takiben Faş’a, 3- Akdeniz yönünde sağ
kıyıları takiben İstanbul - Mora - Ortona’ya, 4- Akdeniz yönünde sol kıyıları takiben Üsküdar
- İzmir - İskenderun - İskenderiye - Cezayir - Sebde Boğazı (Cebel-i Tarık Boğaz)’ına ulaşan
güzergâhlardır.
358
İnceburun, Sinop, Çobanlar, Biga, Gerze, Kurzuvat, Alaçam,
Küplüağzı, Çayağzı, Fındıkağzı, Ağaçbaşı, Kızılırmak, Kurçıkra?,
Kalyonburnu, Kuzupelid, Samsun, Küplüağzı, Çarşanba, Çaltı (-
burnu), Terme, Havza, Ünye, Medrepoli, Fatsa, Yason (-burnu),
Mersin, Vona, Perşembe, Bucak (nd Ordu), Turnasuyu, Bulancak,
Ayvasıl, Giresun, Boğacık, Aksu, Dönetut?, Keşab, Tirebolu,
Karaburun, Alago, Çavuşlar, Göçele (nd Görele), Büyük Liman,
Akçakale, Bolatına (nd Polathane), Trabzon, Kavata?, Sürmene,
Manor, Of, Kocataşı, Rize, Kemer, Atina (nd Pazar), Vanca,
Arhava, Eski Trabzon, Gönye, Magril, Batum. Bu güzergâhtaki 126
iskele bulunmaktadır.
359
iskelelerin ve gemi hizmetinin ilki, Orhan Gazi tarafından vakıf olarak Gebze ile Dil iskelesi
arasındaki Gemiciler Köyü’nde tesis edilmiştir.
Sonuç itibarıyla, Türkiye’nin coğrafi konumu ile sahip olduğu doğal ve kültürel
özelliklerinin bir sonucu olarak, eski çağlardan beri önemli (küresel ve bölgesel önemi olan)
yollar hep bu topraklar üzerinden geçmiştir. Yolların ana hatları, Asya ve Avrupa arasındaki
pozisyonu gereği ve ülkemiz yer şekillerinin doğal bir sonucu olarak doğu-batı yönlü olsa da,
dağlar üzerindeki geçitler sayesinde, kuzey-güney yönlü ulaşıma da imkân vermiştir. Yol
güzergâhlarını büyük oranda etkileyen bu tabii şartlar, önemli şehirler ve siyasi başkentlerin
değişimine göre, bazen ana yol hatlarında küçük değişiklikler yapsa da, genel manzarayı çok
da fazla değiştirmemiştir.
Kendisinden önceki dönemlerden, bu şartlara bağlı bir yol ağı devralan Osmanlılar,
eski yolları korudukları gibi yeni yollar da açarak ulaşım ağını zenginleştirmişlerdir. Özellikle
klasik dönemde en iyi şekilde işlemiş olan ulaşım sistemine göre, başkent İstanbul’dan
çıkarak Anadolu ve Rumeli tarafında ilerleyen üç ana yol bulunmaktaydı. Çıkış yönüne göre
sağ kol, orta kol ve sol kol adı verilen bu yollar, genellikle doğal şartlara bağlı olarak
depresyonlar, plato ve ova düzlüklerini takip etmiştir. Yollar tarih boyunca doğu ile batı
arasındaki bağlantıyı oluşturdukları için önemlerini hiç kaybetmeden günümüze kadar
gelmişlerdir. Bahsi geçen bu ana yollar arasında kılcal damarlara benzeyen, ara yollar da
bulunuyor ve gerekli noktalarda derbend adı verilen ve yolların açık kalmasını sağlayan
bakım-onarımdan sorumlu bir teşkilat bulunuyordu.
360
Uygulamalar
361
Uygulama Soruları
1- Amacı ülke içinde mal ve hizmet arzının mümkün olduğu kadar bol, kaliteli ve ucuz
olmasını sağlamak olan temel ilke nedir?
2- Osmanlı Dönemi iskân özellikleri ve politikası ile ilgili olarak hazırlanan kitaplar
nelerdir?
362
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Osmanlı topraklarında yaşayan nüfusun ve iskânın yapısı ve düzeni altı yüzyıllık tarihi
boyunca çeşitli görünümler arz etmiştir. Kuruluş dönemiyle devletleşme aşaması, Fatih Sultan
Mehmed devriyle merkezî İslam dünyasının Osmanlı egemenliğine girdiği 16. yüzyıl, toplum
ve devlet düzeninde önemli değişikliklerin yaşandığı 17. yüzyıl ile modernleşme çabalarının
farklı derecelerde etkiler yarattığı 19. yüzyıl arasında devamlılıklar gibi farklılaşmalar da
vardır. Sınırların genişlemesiyle birlikte, Osmanlı hâkimiyetine giren dinî ve etnik grupların
çeşitliliği artmış, buna karşılık 18. yüzyılın sonlarından itibaren sınırlardaki gerilemenin ne-
ticesi olarak bir yandan bu çeşitlilik azalırken öte yandan kaybedilen ülkelerdeki Müslüman
nüfusun büyük çoğunluğu, elde kalan topraklara çekilmiştir. 19. yüzyılda toplum hayatını ve
yapısını derinden etkileyen bir başka amil de kökleri bir önceki yüzyıla uzanan modernleşme
çabalarıdır.
Osmanlı Beyliği kuruluş yıllarına kadar Anadolu’nun büyük kısmı zaten uzun
zamandır Türklerin hâkimiyetinde ve yoğun bir biçimde Türk iskânı ile doldurulmuştu. Fakat
Osmanlı yönetimi kendi nizamını kurmak ve güçlendirmek adına, daha önce Türk iskânına
açılmış olan beyliklerin topraklarını ele geçirdiğinde bile zaviyeler, derbendler, köprüler,
hanlar gibi yol boyları ile belirli stratejik noktalarda kırsal kesime köyler, kasabalar inşa etme,
en azından bu iskân merkezlerinin çekirdeklerini oluşturacak örgütlenmeler kurma yoluna
gitmiştir. Daha önce Hristiyan toprağı olan sahalar ele geçirildiğinde ise, burada belirtilenler
çok daha yoğun bir şekilde ve daha hızlı uygulanarak, önceden gayrimüslimlerin çoğunlukta
olduğu kesimleri kısa sürede Türkleştirme ve İslamlaştırma politikası takip edilmiştir.
Böylece hem Anadolu hem de Balkanlarda var olan iskânlara ilave yeni iskân merkezleri
eklendiğinden, her anlamda merkezden dışarı doğru bir nüfus ve iskân ihracı yapıldığından bu
dönem “dışa dönük iskân” şeklinde isimlendirilmiştir.
Özellikle 16. yüzyıl sonlarından itibaren devletin içerisine düştüğü sosyal, siyasi,
iktisadi ve askerî sorunlar ve açmazlar nedeniyle artık yeni toprak kazanımları
yapılamamıştır. Dolayısıyla merkezden buralara doğru, dışa dönük bir nüfus ve iskân ihracı
gerçekleştirilemez olmuştur. Fakat bu sorunlar, ülke içerisinde yaşayan her kesimi, özellikle
de kırsal kesimde yaşayanları ciddi sıkıntılar içerisine sokmuş, iktisadi ve güvenlik
problemleri nedeniyle kırsal kesimdeki iskânlarda büyük bir çözülme ve terk edilme süreci
başlamıştır. 16. yüzyıl sonlarından itibaren başlayan bu süreç, kırsal iskânların önce terk
edilmesine ve bir süre sonra da tamamen ortadan kaybolmasına sebebiyet vermiştir. Bütün
bunlara konar-göçerlerin yerleşik kesime verdiği zararların büyüyerek artması eklenince,
yönetim tarafından konar-göçerlerin yerleşik hayata geçmesi için önce teşvikler ardından da,
17. yüzyıl sonlarına doğru aşiretlerin zorla iskân edilmesi süreci başlamıştır. Yine bu
dönemde Osmanlının ciddi toprak kayıpları yaşaması büyük boyutlara ulaşmış, bu ise bir süre
sonraki içe dönük iskân sürecini başlatmıştır.
Önceki dönemde başlayarak artan toprak kayıpları, özellikle 18. yüzyıl sonlarına
doğru, Osmanlı tarihinde yepyeni bir sikan sürecini başlatmıştır. İlk iskân döneminde kimi
sürgün kimi gönüllü olarak yeni fethedilen topraklara yerleşen Türkler ile Müslümanlar,
kayıplardan sonra yerlerini ve yurtlarını terk etmek zorunda kalmışlardır. Avrupa’da siyasi
363
hayatta meydana gelen gelişmeler neticesinde ulusal devletlerin kurulması hareketleri,
Osmanlı tebaası gayrimüslim ulusların birer birer isyan etmeleri de bu süreci hızlandırmış, bu
topraklarda yaşayan Türkler ve Müslümanlar da yaşadıkları yeri terk ederek Anadolu’ya göç
etmek zorunda kalmışlardır. Böylece bir taraftan Anadolu’daki nüfusun kendi iç dinamikleri
ile işleyen iskân süreci, dışarıdan gelen çok sayıdaki göçmenin de katılmasıyla yeni bir boyut
kazanmıştır. Dışarıdan gelenlerin sayıca fazlalığı ve geldikleri yerlerin fazla olmasına bağlı
getirdikleri kültürel farklılık, Anadolu’da yeni bir iskân dönemini başlatırken yine gelenlerin
hep dışarıdan içeriye doğru olması nedeniyle, bu sürece “içe dönük iskân” dönemi adı
verilmiştir.
Bütün sanayi öncesi toplumlarda olduğu gibi Osmanlı ekonomisi de tarım ve toprağa
dayalıydı. Temel zenginliğin toprak ve zirai ekonomi olduğu, Osmanlı dünyasında üretim,
istihdam, gelir ve tüketimde doğrudan ve dolaylı katkıları ile en büyük paya sahip bulunan
sektör topraktı, yani tarımdı. Yukarıda da belirtildiği gibi, Osmanlıda tarımsal alanda/toprak
üzerinde temel üretim birimi, “çift-hane” sistemi olarak isimlendirilmişti. Sadece tarım değil,
diğer tüm sektörler “provizyonizm, fiskalizm ve gelenekçilik” adı verilen üç temel prensibe
göre şekillendirilmiş ve neredeyse son döneme kadar da bunlar uygulanmıştı. Başka bir ifade
ile Osmanlı iktisadi ve ticari hayatı bu üç ilkenin zamana, bölgelere ve sektörlere göre değişen
dozlarda birleşmesini temsil eden, matematik ifade ile bir nevi üçlü koordinat sistemi içinde
vücut bulmuştu.
Kendisinden önceki dönemlerde oluşan bir yol ağı devralan Osmanlılar, eski yolları
korudukları gibi yeni yollar da açarak ulaşım ağını zenginleştirmişlerdir. Özellikle klasik
dönemde en iyi şekilde işlemiş olan ulaşım sistemine göre, başkent İstanbul’dan çıkarak
Anadolu ve Rumeli tarafında ilerleyen üç ana yol bulunmaktaydı. Çıkış yönüne göre sağ kol,
orta kol ve sol kol adı verilen bu yollar, genellikle doğal şartlara bağlı olarak depresyonlar,
plato ve ova düzlüklerini takip etmiştir. Yollar tarih boyunca doğu ile batı arasındaki
bağlantıyı oluşturdukları için önemlerini hiç kaybetmeden günümüze kadar gelmişlerdir.
Bahsi geçen bu ana yollar arasında kılcal damarlara benzeyen, ara yollar da bulunuyor ve
gerekli noktalarda derbend adı verilen ve yolların açık kalmasını sağlayan bakım-onarımdan
sorumlu bir teşkilat bulunuyordu.
364
Bölüm Soruları
a) Besim Darkot
b) Necdet Tunçdilek
c) Erol Tümertekin
e) Yusuf Halaçoğlu
365
4) I- Dışa Dönük İskân
a) I, II
b) II, III
c) I, III
d) Yalnız II
e) I, II, III
5) Aşağıdakilerden hangisi nitelik açısından iskân tasnifi içinde yer alan bir iskân
biçimidir?
a) Geçici İskân
b) Kalıcı İskân
c) Dış İskân
d) İç İskân
e) Organize İskân
6) “Osmanlının, ele geçen ama daha önce Türkleşmiş ve büyük oranda iskân
süreci de tamamlanmış sahalarda kendiliğinden işleyen iskân faaliyetlerine” verilen ad
aşağıdakilerden hangisidir?
a) Organize İskân
c) Tarımsal İskân
d) Doğal İskân
366
7) Ceza Amaçlı yapılan sürgünlere verilen ad aşağıdakilerden hangisidir?
a) Gaza
b) Neyf
c) İstimalet
d) Berid
e) Nüzul
a) Çiftbozan resmi
b) Cizye
c) Avarız
d) Resm-i Ganem
e) Bac
367
10) Osmanlı ekonomisinde “esas hedefin hazineye ait gelirleri mümkün olduğu
ölçüde yüksek düzeye çıkarmak” olan temel ilke aşağıdakilerden hangisidir?
a) Fiskalizm
b) Provizyonizm
c) Gelenekçilik
d) Positivizm
e) Neoprovizyonizm
368
12. OSMANLININ TİMAR SİSTEMİ VE İDARİ YAPISI
369
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
12. Giriş
370
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
a) 4
b) 2
c) 6
d) 3
e) 8
a) Miri Arazi
b) Öşri Arazi
c) Haraci Arazi
d) Askeri Arazi
e) Arazi Tapusu
a) 2
b) 4
c) 5
d) 3
e) 6
Cevaplar: 1) d; 2) a; 3) c
371
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
372
Anahtar Kavramlar
Anadolu, Bizans, Rum, İstanbul, Rumeli, timar, çift, hane, sancak, eyalet, vilayet,
kaza, şehir, kasaba, köy, karye, tarım toplumu, köylü, konar-göçer, miri, öşri, çift-hane
sistemi, haraci topraklar, arz-ı memleket, miri arazi, rakabe, çıplak mülkiyet, tapu, muaccele,
mueccele, çift akçesi, bedel-i öşür, mukataa, pronoia, Hititler, Bizanslılar, Selçuklular,
Memlükler, Sasaniler, Eyyubiler, İslamiyet, Hristiyanlık, Nizamül-Mülk, Orta Çağ , İslam,
ikta, maktu, varis, miras, Büveyhiler, Melikşah, Siyasetname, İmadüddin el-İsfahani, reaya,
tasarruf hakkı, sultan, bağış, Moğol, İbn Bibi, İzzeddin Keykavus, divan, emir-i meclis,
Alaeddin Keykubad, Yassı Çimen, gulam, emirler, menşur, Kastamonu, Hüsameddin Çoban,
Sivas, Zara, dirlik, dirilik, Klasik Çağ, Osman Bey, Orhan Gazi, yurtluk, apanaj, İran, Mısır,
Hititler, kalıtsal yurtluk, süvari, sipahi, tüfek, Avusturyalılar, İlhanlı, Akkoyunlu, Safevi,
cebe, Moğolca, Yunanca, Murad, icmal defteri, kadı, beylerbeyi, beylerbeyilik, Ordu-yı
Hümayun, eşkinci, İdris-i Bitlisi, Heşt Bihişt, Anadolu, Adana, Karaman, Erzurum, Kars,
Diyarbekir, Maraş, Zülkadriye, Rum, Sivas, Van, Adana, Rumeli, Rakka, Halep, Çıldır,
Cezair-i Bahr-i Sefid, Kıbrıs, Bosna, Kırım, Girit, Ali Çavuş Kanunnamesi, has, zırh, ceket,
zeamet, kılıç, havass-ı hümayun, havass-ı vüzera, Arnavid defteri, ferağ, feodal, nahiye, naib,
Paşa, Paşa sancağı, Haremeyn, Eflak, Boğdan, Arabsitan, Mısır, Kuzey Afrika, hükümet, Ayn
Ali Risalesi, mir-i miran, arpalık, ocaklık, alaybeyilik, kethüda, muhtar, voyvoda, müdür,
muhassıl, kaimmakam, Habsburg, İran, vergi, kapı halkı, kapısız levent, Celali, iltizam,
mültezim, malikane, yeniçeri, kapıkulu, eşraf, ayan, taşra, suhte, Gökçe, Evliya Çelebi,
Hezarfen Hüseyin Efendi, Turan, Mahmud, Tuna Vilayeti, Vilayet Nizamnamesi
373
Giriş
Biraz daha açmak gerekirse miri arazi, Osmanlı Devleti'nde mülkiyeti devlete ait olup
tasarruf hakkı kullananlara devredilmiş arazi anlamına gelmektedir. Sözlükte “devlete-
hazineye ait, hükümet malı” anlamına gelen miri kelimesi, Osmanlı döneminde devlet
hazinesi yanında devlete ait toprakları ve bu topraklardan alınan vergileri ifade eden bir
kavram hâline gelmiştir. Tarihi belgelerde devlete ait topraklar için “arazi-i memleket” tabiri
de geçmektedir. Miri kelimesi Eyyubi ve Memlüklerde askerî görevliler için de kullanılmıştır.
Osmanlılarda miri arazi kapsamına, fetih sırasında ele geçirilip miri olarak reayaya devredilen
topraklarla, mirasçı bırakmadan vefat eden kimselere ait olup devlet hazinesine intikal eden,
fetih esnasında hangi statüye bağlandığı bilinmeyen, sahibi belli olmayan araziler ve tarıma
elverişli değilken devlet başkanının izniyle işlenerek tarıma kazandırılan topraklar girer. Bu
tür arazinin çıplak mülkiyeti devlete aittir, reayaya belirli esaslarla tasarruf/kullanım hakkı
devredilmiştir. Devlet tahsis yaparken “tapu” veya “muaccele” denen peşin bir para alır.
Bundan başka “mueccele” adı verilen, “hasılat hissesi, icare-i zemin, bedel-i öşür, mukataa”
adlarıyla belli bir meblağın ödenmesi de söz konusudur. Harac-ı mukaseme tabiri öşür
vergisine tabi ürünlerden alınan değişken harac-ı muvazzaf ise “çift akçesi” adıyla devlete her
yıl ödenen maktu ödemeyi ifade eder.
374
benzer uygulamalara rastlanır. Hz. Peygamber de kendi döneminde ikta sistemini
uygulamıştır. Miri arazi sisteminin İslam ikta veya Bizans “pronoia” sistemleriyle bir ilgisinin
olup olmadığı tartışma konusudur. Bazı araştırmacılar, timar sisteminin Orta Çağ İslam
dünyasında yaygın bulunan ikta sisteminden kaynaklandığı ve Selçuklulardaki askerî ikta
sisteminin timar adı altında Osmanlılara intikal ettiğini söyler. Bizans “pronoia” sistemiyle
Osmanlı miri arazi sistemi arasında paralellik kuranlar da vardır. Miras yoluyla varislere
geçmeyen, satılamayan, belli bir dönem için verilmiş yararlanma hakkını ifade eden “pronoia”
ile benzerlik göstermekle birlikte Osmanlıların miri arazi sistemini Bizanslılar yerine
Selçuklulardan aldıkları görüşü genellikle kabul edilmiştir. Öte yandan Osmanlı Devleti’nde
miri arazi uygulamalarının dönemlere göre farklılık arz ettiği de belirtilmelidir.
Bazı kaynaklar, askerî iktayı Selçuklu tarihindeki birçok idari ve askerî yenilik gibi ilk
defa Vezir Nizamül-Mülk’ün kurduğunu yazarsa da gerçekte onun yaptığı, eskiden beri
bilinen ve özellikle Büveyhiler tarafından geliştirilen bu usulü daha sistemli bir yapıya
kavuşturmaktan ibarettir. Büyük Selçuklularda askerî ikta sisteminin Sultan Melikşah’ın
saltanatının ikinci yılından (1073) itibaren uygulamaya konulduğu ve on beşinci yılından
itibaren de ülkenin her tarafında yaygınlaştığı anlaşılmaktadır. İmadüddin el-İsfahani’ye göre
daha önceleri kargaşanın hüküm sürdüğü beldelerde üretimler belirsizdi ve tahsilat
yapılamıyordu. Bu sebeple Nizamül-Mülk tarım topraklarını ikta bölgelerine ayırarak
gelirlerini askerlere tahsis etti; böylece kısa zamanda buraların refah seviyesinde büyük bir
yükselme oldu. Bu uygulamayı bir gelir tahsisi sayan Nizamül-Mülk, Siyasetname’sinde
muktaın (ikta sahibi), arazisinde yaşayanlar (reaya) üzerinde hiçbir tasarruf hakkının
bulunmadığını, bunun aksine hareket edenlerin ellerinden ibret için toprakların geri alınması
gerektiğini belirtir. Çünkü aslında mülk ve raiyyetin sultana ait olduğunu söyler ve
mukta’larla amillerin devlet arazilerine temelli yerleşmemeleri ve halka sıkıntı vermemeleri
amacıyla bir iki yılda bir değiştirilmelerini, vilayetin iman açısından mukta’ların reayaya karşı
iyi davranmalarını, tasarruflarındaki araziyi kesinlikle bir başkasına devretmemelerini ve
askerlerinden ölenleri veya herhangi bir sebeple ayrılanları gizlemeyip hemen bildirmelerini
öngörür. Selçuklu devri kaynakları ikta tabirini bağış arazi türleri için kullanır. Bu türler
birbirinden kesin hatlarla ayrılmamıştır ve hepsi aynı özellikleri taşımamaktadır; çünkü aynı
kişi farklı türdeki iktaları elinde bulundurabilmektedir. İktaların çoğu vergi toplama veya bir
idari yetki vermeyle ilgilidir. Bunlar aslında belli bir süre içindir ve düzensiz aralıklarla
yenilenmektedir. Bağışlanan arazinin, bir gelir ödemesi veya belli bir bölgedeki muafiyet
bağışı şeklinde bir bölgeye bağlanması sebebiyle uygulamada bölgeler ikta adıyla tahsis
edilmekte, böylece iktanın kendisi bölgeyle özdeşleşmektedir. Bağışlar küçük bir bölgeden
ibaret olabileceği gibi köy ve kasabaları içine alan bütün bir bölge de olabilir.
375
süvarilere verildiğini, I. Alaeddin Keykubad’ın 623’te (1226) Eyyubiler üzerine yaptığı
seferde yararlık gösteren gulam ve emirlere ihsanlarda bulunup ikatalarını arttırdığını, Yassı
Çimen Savaşı’ndan sonra Selçukluların hizmetine giren Harizmli kumandanlarına Erzincan,
Amasya, Larende ve Niğde’nin ikta edildiğini bildirmektedir. Mukta, tasarrufuna verilen
topraklarda yaşayan insanların menşurda belirlenmiş olan vergi, hak ve yükümlülüklerinde
herhangi bir değişiklik yapamaz, çiftçiden “bir kuş kanadı kadar” fazla talepte bulunamazdı.
Yeni ele geçirilen topraklar divan defterlerine kaydedilir ve sultanın uygun gördüğü kişilere
verilirdi. Tahta çıkan her sultan iktâlar dağıtır ve eski menşurları yenilerdi. Sultan I. Alaeddin
Keykubad da böyle yaparak Kastamonu Beyi Hüsameddin Çoban’a o yöreyi bağışlamış ve
bölge daha sonra onun oğullarına intikal ederek Çobanoğulları Beyliğinin arazisini
oluşturmuştu. Yine Alaeddin Keykubad, isyancılardan Kemaleddin Kamyar’ın perişanlığını
görünce onu bağışlamış ve ayrıca kendisine o zamana kadar 100.000 akçe geliri ve altmış
sipahisi bulunan Sivas’a bağlı Zara’yı ikta etmişti. Bu kayıt, bir iktanın maddi değeri ve askerî
gücü hakkında önemli bir bilgi kaynağıdır.
376
12.1. Timar Sistemi
Timar kısaca, Osmanlılarda devlete ait toprakların askerî ve idari gayelerle tahsisine
dayalı sistemin adıdır. Türkçede dirlik (dirilik) ile eş anlamlı kullanılan timar (tımar)
kelimesi sözlükte “bakım, ilgi” anlamına gelir. Terim olarak, Osmanlı merkez vilayetlerinde
bir süvari birliğini ve askeri-idari hiyerarşiyi desteklemek amacıyla yapılan ve miras yoluyla
geçmeyen tahsisatı ifade eder. Timar sistemi, imparatorluğun sadece askerî idari
teşkilatlanmasının temel direği olmakla kalmamış, aynı zamanda miri arazi sisteminin
işleyişinde, köylü-çiftçilerin statüleri ve ödeyecekleri verginin belirlenmesinde ve
imparatorluğun klasik çağında (1300-1600) tarımsal ekonominin yönetiminde esas belirleyici
faktör olmuştur.
Timar, en kısa biçimiyle, muayyen bir bölgeye ait vergi gelirlerinin belirli
mükellefiyetler mukabilinde padişah tarafından bir şahsa tahsis ve tevcih edilmesi olarak tarif
edilebilir. Burada muayyen bir arazinin tevcihi veya araziye ait bazı hakların verilmesinden
ziyade bir takım vergilerin belirli mükellefiyetler karşılığında havale edilmesi söz konusudur
ve bu sistem Osmanlı maliyesinin temeli teşkil etmektedir.
Timar sistemiyle ilgili, belgeye dayalı ilk atıf Sultan Orhan Bey dönemine kadar
gitmektedir. Osman Gazi tarafından kumandanlarına dağıtılan timarların daha çok yurtluk
(apanaj) kabilinden veya Doğu Anadolu Türkmen devletlerindeki “tiyûl” ya da “ülke”
şeklindeki yurt tarzında olduğu anlaşılmaktadır. Ülke veya yurt terimleri, Osmanlıların
yönetimine geçtikten sonra aynı bölgelerde kalıtsal yurtluklar için kullanılmaya devam
etmiştir. Bununla birlikte Selçuklu yönetimindeki İran’da ve Memlük yönetimindeki Mısır’da
bile Osmanlı timar sisteminin belirli temel özellikleri görülebilmektedir. İkta sahibi tarafından
savaş meydanına getirilecek yardımcı kuvvetlerin sayısı iktanın miktarıyla orantılıydı; bu,
Osmanlı timar sisteminde ve daha öncesinde Bizans İmparatorluğunda da bulunan (pronoia)
bir uygulamadır. Öyle anlaşılıyor ki Selçuklu yönetimindeki Anadolu’da apanaj tarzı timar ve
aynı şekilde Osmanlı timarına benzer askerî tahsisat mevcuttu.
II. Murad döneminde hazırlanan timar icmal defterleri, Osmanlı timar sisteminin bütün
temel ilkelerinin ve 16. yüzyıl kanunlarındaki tasvirlerde görülen özelliklerinin daha o
dönemde tamamen şekillendiğini gösterir. Tipik Osmanlı vilayeti, timar sisteminin yürürlükte
olduğu bir yerdir. Gelirleri timar şeklinde dağıtılmayan vilayetler (Mısır, Bağdat, Yemen,
Habeş, Basra, Lahsa, Cezayir, Trablusgarp ve Tunus) salyaneliydi. Beylerbeyi yönetimindeki
bir vilayet/eyalet, sancak beyi yönetimindeki sancaklara ve her bir sancak subaşı yahut zaim
kontrolündeki subaşılıklara veya zeametlere bölünmekteydi. Zaimlerden biri seçilerek
kendisine alaybeyi unvanı verilir ve bu kişi sancak içindeki sipahilerle ilgili bütün işlerden
sorumlu tutulurdu. Bunların hepsi bey unvanı taşıyan kumanda kademesinden görevlilerdi.
Aslında sancak temel idari veya askerî birimdi, fakat beylerbeyilik bölgesi sancakların
eklenmesiyle yahut çıkarılmasıyla değişebilmekteydi.
Bir sipahinin başlangıçtaki sancağında kalması temel bir kuraldı ve onun timarındaki
değişiklikler sadece bu sancak içinde uygulanmak zorundaydı. Bir sancaktan diğerine nakil
istisnai bir durumdu. Genellikle mart veya nisan aylarında sefer mevsimi başladığında
çeribaşılar zeametteki sipahileri toplayarak subaşıya katılırlardı. Ardından subaşılar sancak
beyi ile buluşurdu. Sipahileri sancaklardan derleyip kumandası altında birleştiren beylerbeyi
Ordu-yı Hümayun’la buluşma yerine varmadan önce birliklerini teftiş ederdi.
Güvenilir bir kaynak olan İdris-i Bitlisi’nin Heşt Bihişt’i 1473’te timarlı Anadolu
ordusunu 20.000, Rumeli ordusunu 24.000 civarında tahmin etmektedir. Bu rakamlara
yardımcı kuvvetler durumundaki cebeliler dâhil olmalıdır. 1527-1528 tarihli resmî kayıtlarda
timarlı ordu 37.521 kişi olarak verilmektedir. 37.521 timar sahibi içinden 9563’ü hisar eriydi
(kale muhafızı), geri kalanlar seferlere katılan süvarilerdi (eşkinci). Timar sistemi
uygulanmayan Mısır, gelirleri dışarıda bırakıldığında kamu gelirlerinin hemen hemen
yarısının timarlara tahsis edildiği ortaya çıkar.
378
Her bir timar, zeamet ve has sahibi, sefer için timarıyla orantılı sayıda cebeli veya tam
teçhizatlı yardımcı atlı asker getirmek zorundaydı. Bir özet veren Ali Çavuş Kanunnamesi
1653 tarihli ise de kaynakları 1560-1580 dönemine ait olmalıdır. Buradaki rakamlar genelde
cebelilerin sayısının timar sahiplerinin iki katına ulaştığını ima etmektedir. Timar sahiplerinin
teçhiz edip toplanma yerine getirmek zorunda bulundukları cebelilerin tam sayısını belirlemek
zordur. Kanunlara uygun şekilde 730 akçe gibi küçük timar sahibi bir cebeli sipahi bir cebe
giymek zorundaydı; cebe genellikle metal plakalardan oluşan basit bir zırhtır. Ancak 3000
akçeyi geçtikten sonra cebeli bir bürüme, yani birbirine tutturulmuş çelik halkalardan oluşan
ve anlaşıldığı kadarıyla daha pahalı ve işe yarar olan bir zırh-ceket giyebilirdi.
Bizans-Balkan bağlamında olduğu gibi Osmanlı timarı bir mali birimdi. İcmal
defterinde her timarın sonuna konulan hasıl (timar gelirinin ana toplamı) bizzat timara işaret
etmekteydi. Genelde timar sahibiyle köylüler arasındaki ilişki her an bozulmaya müsaitti.
Çünkü her iki taraf kendi çıkarını gözetiyor veya yükümlülüklerinden kaçmak için çaba
harcıyordu. Sipahi karşısında reayanın hakları kanunnamelerde ayrıntılı biçimde
belirlenmiştir. Osmanlı kanun koyucuları, sipahilerin sayısında istikrar sağlamak amacıyla
timarların bölgesel ve mali birliğini koruyacak çeşitli önlemler almıştır. Her timar birimi
(kılıç) icmal defterlerinde ayrı bir madde hâlinde kaydedilmiş ve bu birimler değiştirilmemeye
çalışılmıştır. İcmal defterlerinde kabul gördüğü şekliyle timar teşkilatının ve kılıç birimlerinin
sayısını kontrol etmek için devlet belirli kurallar koymuştur.
379
bütününe hak sahibi olduklarını kabul etmekteydi; bu uygulamaya genellikle erken dönem
kayıtlarında rastlanmaktadır.
Timar sisteminin 16. yüzyılın sonlarına doğru soysuzlaşarak devlet idaresinde büyük
bir buhrana sebep olduğu, bu devirdeki askeri, siyasi ve içtimai bozuklukların mahiyeti ve
ıslahı çareleri hakkında yazılmış olan risalelerde açıkça ortaya konmuştur. 16. yüzyılın sonu
ve 17. yüzyılın ilk yarısında yazılmış olan mezkûr risalelerde bu mevzu büyük bir salahiyetle
işlenmiştir. Devlet düzeninin bozulmasının farkında olan Osmanlı müellifleri, zeamet ve timar
hususuna külli ihtilal gelmiş olduğunu görerek durumu ıslah için alınacak tedbirleri belirtmek
lüzumunu hissetmişlerdir. Onlara göre timar rejimini ayakta tutan belli başlı nizam ve
kaideleri uzun zamandan beri tatbik edilmeyerek unutulmuş ve onların yerine birtakım
yolsuzluklar adet ve usul hâline gelmiştir.
Bilindiği üzere merkezî otorite kurabilmiş bütün devlet yönetimleri, ilk dönemlerden
itibaren otoriteyi elinde tutabilmesi, merkezin emir ve direktiflerinin daha kolay iletilebilmesi
ve uygulanabilmesi, merkeze karşı herhangi bir olumsuzlukta daha seri müdahale
edilebilmesi, vergi ve asker toplamada daha kolay işlerin yürümesi gibi gerekçelerden dolayı,
ülkelerini/egemenliği altında ki toprakları, bir takım idari birimlere bölmüşlerdir. Osmanlılar
da bu bağlamda bir yeri ele geçirdiklerinde ilk önce orayı kendi idari sistemlerine uygun hâle
getirmişler ve idari teşkilatlanmayı kurmuşlardır.
380
birkaç kazanın sancağı ve diğer belgelerden de birkaç sancağın eyaleti oluşturduğu
bilinmektedir.
Genel idari ve askerî birim olan sancakların dışında, Doğu Anadolu’da irsi olarak
mahalli aileler tarafından “hükümet” adıyla idare edilen mir-i miranlık ve yurtluk-ocaklık adı
verilen birimler bulunmakta idi. Bunların hâkimleri doğrudan doğruya merkeze karşı sorumlu
idiler. Her yıl belirli bir vergi öderler ve gerektiğinde askerleriyle, bağlı bulundukları eyaletin
beylerbeyinin idaresinde savaşa katılırlardı. Ayn Ali Risalesi’ne göre bunların sayısı dokuz
kadardı. Eyaletlerin idaresinden beylerbeyiler (mir-i miran), sancakların idaresinden de
sancak beyleri sorumlu idi. Ancak bazı sancakların arpalık, ocaklık, alaybeyilik tarzında farklı
statülerle verilip idare edildiği görülmektedir.
381
hükümlerinde bağımsızdı ve doğrudan padişahtan emir alır, ona arzda bulunabilirdi.
Osmanlılar, taşra yönetiminde bu kuvvet ayrılığını, adil bir yönetimin temeli olarak
görmüşlerdir. Bu anlayışa uygun olarak geniş Osmanlı ülkesi, bir yandan beylerbeyilik ve
sancak diye askeri-idari birimlere ayrılırken aynı zamanda bu ayrıma tabi topraklar üzerinde
kaza denilen şeri-idari birimler yer almıştır.
Beylerbeyilik/Eyalet/Vilayet Beylerbeyi/Mirmiran/Vali
Sancak/Liva Sancakbeyi/Mirliva/Mütesellim/Kaimmakam
Kaza/Kadılık Kadı/Voyvoda/Müdür
Nahiye Naib
Karye/Köy Kethüda/Muhtar
Tablo 9: Osmanlıda erken dönemlerden 20. yüzyıla kadar idari birimler ve yöneticileri
382
Eyalet ve sancakların tasarrufunda has sisteminden vazgeçilmesi, buraların askerî yönünün
azaldığını, iktisadi yönünün ise öne çıktığını ortaya koymaktadır. İdari-mali gerekçelerle
uygulamaya konulan bu yeni yöntemler, 18. yüzyılda en üst seviyeye çıkmıştır. 18. yüzyılda
bazı sancaklar, hem buranın has olarak gelirini toplayan hem de yönetimini üstlenen
muhassıllar tarafından yönetilmeye başlayınca, buralara muhassıllık denilmiştir. Aydın ve
mülhakatı olan Saruhan ve Menteşe ile Canik ve Mora sancakları muhassıllık suretiyle
yönetilmiştir. 17. yüzyılda sancakların yönetiminde çok az mütesellime rastlanırken 18.
yüzyılda bu görev yaygınlık kazanmış, muhassıllık ve voyvodalıkla yönetilen sancakların
dışında bütün sancaklar mütesellimler tarafından yönetilmiştir. Bu mütesellimler de genellikle
memleket ayanından ve ileri gelenlerden seçilmiştir.
Devlet 17. yüzyıldan itibaren çeşitli miri gelirlerini, bu arada boşalan timarları
sipahilere dağıtmak yerine iltizama vermeye başladı. Bu durum sipahiler arasında
hoşnutsuzluk meydana getirdi. Bir süreden beri taşrada asli görevi olan askerliği bırakarak
ticari-iktisadi faaliyetlerde bulunan kapıkulları (yeniçeri ve sipahiler) nüfuzlarını kullanarak
bu nevi iltizamları elde etmeye başladılar. Bu durum şehrin ileri gelen eşraf ve ayanı ile
kapıkulu arasında bir menfaat çatışmasına yol açtı. Böylece merkez-taşra dengesi bozuldu.
Eyalet ve sancak idaresinde de önemli bir değişim yaşandı. Genel olarak Osmanlı taşrasında
en küçük idari birim nahiye olup daha çok askerî gerekçelerle ortaya çıkan bir özellik
göstermekteydi. Başında bir kadının bulunduğu kaza birimi ise hukuki bir birimdi, askerî
otoritenin dışında doğrudan merkeze bağlı kadının yetki alanını belirliyordu. Zamanla kaza ve
nahiye birbirine bağlı alt ve üst birimler hâline geldi. Bunların bağlı olduğu sancak birimi ise
çeşitli kaza ve nahiyeleri bünyesinde barındıran temel idari ünite niteliği taşıyordu. Bu
geleneksel yapı 19. yüzyılda taşra teşkilatındaki yeni arayışların ortaya çıkışına kadar sürdü,
ancak birim adı olma özellikleri kaybolmadı. Osmanlı taşrasının temel unsuru olarak köylere
inen bir teşkilatlanma şeklinde timar sistemi de 17. yüzyılda önemini kaybettikten sonra
küçük idari birimlerin asayişinde önemli sarsılmalar vuku buldu. Bu durum yerel idari
birimlerin teşkiline yol açacak adımların atılmasına zemin hazırladı.
Osmanlı fetihlerinin artık yavaşladığı ve bir süre sonra durduğu, nüfus artışının biraz
daha belirginleşip, ekonomik kaynakların aynı oranda artmadığı, 1584 devalüasyonundan
sonra, enflasyon ve işsizliğin baş gösterdiği ve sonuçta Suhte ve ardından Celali isyanlarının
patlak verdiği dönemlerden itibaren, sorunlara karşı yönetim tarafından üretilen çözümlerden
383
biri de kaza sayılarının arttırılmasıdır. Bu sayede sürekli artan medrese mezunlarının
istihdamı yoluna gidilmiştir ki, bu dönemde ortalama yüz yıl içerisinde kaza sayılarının iki
katından daha fazla arttığı tespit edilmiştir. Gerçekten de T. Gökçe tarafından yapılan bir
araştırmaya göre, 16. yüzyıl başları ile 17. yüzyıl başlarında kaza sayısında dikkat çekici
artışlar olmuştur. Örneğin, 1513 tarihinde Kütahya sancağında, merkez kaza dâhil toplam 10
tane kaza bulunurken bu sayı 1520’de 11, 1530’da 9, 1571’de 12, 1588’de 21, 1621 yılında
29, 1671 yılında Evliya Çelebi’ye göre 24, 1672’de 27 ve son olarak 1700 yılında da 26 tane
kaza vardır. 1584 yılında 10 kazadan oluşan Menteşe sancağı, 1621 yılında 31, 1668’de 38 ve
1699 yılında 31 kazadan oluşuyordu. Bolu sancağında da durum farklı değildi: 1568 yılında
16 kazadan ibaret olan sancak, 1588’de 26, 1621’de 35 ve 1699 yılında ise 37 sancaktan
meydana geliyordu.
Hezarfen Hüseyin Efendi 17. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı eyaletlerindeki sancak
sayılarını şu şekilde vermiştir: Rumeli 24, Anadolu 14, Karaman 7, Diyarbekir 19, Şam 10,
Sivas 7, Erzurum 9, Van 13, Budin (Eğri ve Kanije ile birlikte) 16, Cezair-i Bahr-i Sefid
(Kapudanpaşa) 11, Haleb 7, Maraş 5, Kıbrıs 7, Girid 3, Bosna 8, Temeşvar 6, Trablusşam 5,
Trabzon 2, Rakka 7, Şehr-i Zul (Şehrizor) 20, Çıldır 13, Kars 5, Musul 5, Mısır 24, Bağdad
10, Basra 19, Yemen 21 (toplam 307 ) sancaktan oluşmaktadır.
Eyalet sayılarındaki artışa rağmen, sancak sayıları 17. yüzyılda azalmaktadır. Ayn
Ali’nin verdiği listede has usulüyle idare olunan 23 eyaletteki sancakların sayısı, hükümetler
dışında 234 olduğu hâlde, Sofyalı’nın verdiği 25 eyalette, hükümetler dışında 228’e
düşmüştür. 17. yüzyılın ortalarında, sayıları değişmeyen 9 salyaneli eyaletle birlikte, 34
eyaletteki sancak sayısı 36, hükümet sayısı da 9’dur. Ş. Turan’ın incelediği, 1631-32 tarihli
defterde has usulüyle idare olunan eyaletlerin sayısı, eksik olduğu anlaşılan listede 22 olarak
verilirken Ayn Ali’de bulunmayan Adana, Eğri, Kanije ve Özü eyaletleri bu listede yer
almaktadır. Eğri ve Kanije daha sonraki listede eyalet olarak kaydedilirken Adana ve Özü
eyaletleri 1636’da lağvedilmiştir. Burada yer alan 22 eyaletteki sancakların toplamı 1’i
aşiretlik olmak üzere 174 olup paşa sancaklarıyla beraber 196’yı bulmaktadır. Eğer, eksik
olduğu anlaşılan bu defterdeki Cezair-i Bahr-i Sefid, Kıbrıs, Musul, Şehrizor ve Kefe
eyaletlerindeki sancaklar ilave edilirse, bu yıllardaki sancak sayısının diğer listelere göre fazla
olduğu görülmektedir.
17. yüzyılda eyaletlere bağlı hükümet sayıları ise, Ayn Ali’ye göre 5’i Diyarbekir’de,
1’i Şehrizor’da, 2’si Bağdad’da olmak üzere 9; 1653’te Sofyalı Ali Çavuş’ta 9; 1631-32’de de
6’sı Diyarbekir’de, 4’ü Van’da ve 1’i de Bağdad’da olmak üzere 11’dir. Bunlar Diyarbekir’e
bağlı Hazzo, Cizre, Egil, Tercil, Palu, Kih ve Genç; Van’a bağlı Bitlis, Hizan, Hakkâri ve
Mahmudi (Hoşab) hükümetleridir. Yurtluk-ocaklık sancaklar bu dönemde genelde
Diyarbekir, Van, Çıldır ve Rakka eyaletlerinde uygulamaya konulmuştur. 1631-32’de Bosna,
Anadolu, Erzurum, Kars ve Bağdad’da 1’er, Şam’da 2, Rakka’da 4, Çıldır’da 7, Van’da 9,
Diyarbekir’de de 13 sancak yurtluk-ocaklık statüde kayıt altına alınmıştır.
Osmanlı eyaletlerinin sayısı, 18. yüzyılın sonlarında 28’dir. Bunlar: Mısır, Şam,
Bağdat, Basra, Şehrizor, Halep, Karaman, Rakka, Diyarbekir, Adana, Sayda, Musul, Anadolu,
Trabzon, Erzurum, Çıldır, Van, Kars, Maraş, Sivas, Cidde, Trablusşam, Girit, Rumeli,
384
Silistre, Bosna, Mora ve Cezayir eyaletleridir. Osmanlı ülkesinde oluşturulan bu idari düzen
19. yüzyıla kadar ana hatlarıyla devam etmiş, 19. yüzyılda özellikle Tanzimat’tan sonra taşra
idaresinde köklü değişikliklere gidilmiştir. Önce, II. Mahmud’un eyaletleri 1826’da müşiriyet
olarak yeniden teşkilatlandırmasıyla, eyaletlerin yönetimi askerî ve mali yetkilere haiz
müşirlere bırakılmıştır. 1864’te de eyalet sistemi yerine vilayetler oluşturulmuş ve bu durum
Osmanlı idari teşkilatında yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur.
19. yüzyılla birlikte Osmanlı taşra idaresindeki düzensizliklerin giderilmesi için ciddi
çabalar sarf edilmiş, ancak sorunlar tümüyle giderilememiştir. Bu nedenle Osmanlı taşra
teşkilatında daha köklü bir yapılanma ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Osmanlı devlet adamları taşra
yönetiminde reformun kaçınılmaz bir hâl aldığını görerek 1863 yılı sonlarında yeni bir
nizamname hazırlamak üzere harekete geçtiler. Bunun için Fuad Paşa’nın nezaretinde Midhat
Paşa ve Ahmet Cevdet Paşa’nın da katıldıkları bir komisyon teşkil edildi. Komisyonun
çalışmaları neticesinde ortaya çıkan nizamname, yeni teşkil edilmiş olan Tuna Vilayeti’ne
münhasıran 8 Kasım 1864’te resmî gazetede yayınlanarak yürürlüğe sokuldu. Tarihe “Tuna
Vilayeti Nizamnamesi” olarak geçen bu nizamname aslında bütün imparatorlukta uygulanmak
amacıyla hazırlanmıştı. 1864 (Tuna) Vilayet Nizamnamesi’yle eyaletler kaldırılarak, yerine
livalardan oluşan vilayet üniteleri kuruluyordu. Nizamname, büyük ölçüde Fransa taşra
yönetim sisteminden yararlanılarak hazırlanmıştı. Tuna Vilayeti’nde uygulanan
nizamnamenin olumlu ve başarılı sonuçlar vermesi, yeni teşkilatlanmanın imparatorluğun
diğer bölgelerine de teşmil edilmesine vesile olmuştur.
385
Uygulamalar
Bu bölümde öğrenci internet üzerinden ilgili web sayfalarını incelemenin yanı sıra,
İnalcık, Barkan, Uzunçarşılı, Beldicianu, Faroqhi, Halaçoğlu, Ünal tarafından hazırlanan ilgili
eserleri incelemeli ve okumalıdır.
386
Uygulama Soruları
387
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Orta Doğu sahasında daha ilk çağlardan itibaren varlığı bilinen bu sisteme göre, toprak
devletin malıydı ve köylü bu topraklardan üretim yapan işgücü durumundaydı. Köylünün bu
toprakları işletme düzenini sağlayan idareciler, köylünün üretiminden vergi alıyor ve devlete
asker yetiştiriyordu. Osmanlıda timar adını alan bu sistem, en kısa biçimiyle, muayyen bir
bölgeye ait vergi gelirlerinin belirli mükellefiyetler mukabilinde padişah tarafından bir şahsa
tahsis ve tevcih edilmesi olarak tarif edilebilir. Burada muayyen bir arazinin tevcihi veya
araziye ait bazı hakların verilmesinden ziyade bir takım vergilerin belirli mükellefiyetler
karşılığında havale edilmesi söz konusudur ve bu sistem Osmanlı maliyesinin temeli teşkil
etmektedir.
Timar sistemiyle ilgili, belgeye dayalı ilk atıf Sultan Orhan Bey dönemine kadar
gitmektedir. Bununla birlikte Selçuklu yönetimindeki İran’da ve Memlük yönetimindeki
Mısır’da bile Osmanlı timar sisteminin belirli temel özellikleri görülebilmektedir. İkta sahibi
tarafından savaş meydanına getirilecek yardımcı kuvvetlerin sayısı iktanın miktarıyla
orantılıydı; bu, Osmanlı timar sisteminde ve daha öncesinde Bizans İmparatorluğunda da
bulunan (pronoia) bir uygulamadır. Bu sistem, basit bir toprak idare tarzı değil, tüm devletin
sosyal, askeri, idari ve ekonomik hayatının temeli olan kompleks bir uygulamaydı.
Osmanlı topraklarında timar sistemi üzerine oturan taşra örgütlenmesi veya idari
bölünüşün; eyalet/beylerbeyilik, sancak/liva, kaza/kadılık, nahiye ve sonuncusu köy/karye
olmak üzere beş basamaktan oluştuğu görülür. Bu bölünüş, taşrasında yanyana-birlikte
bulunan ikili bir örgütlenme tarzındaydı. Birincisi askeri-idari örgütlenmedir ki eyalet, sancak,
timar nahiyeleri ve dirlik olmak üzere sıralanan birimlerden meydana gelirdi. İkinci olarak bu
örgütlenme dışında bir de idari ve adli birim olarak kaza/kadılıklar mevcuttu. Dolayısıyla
Osmanlı padişahları, ilk zamanlardan itibaren bir bölgeye başlıca iki yönetici göndermişlerdir.
Bunlardan biri, yürütme kuvvetini temsil eden bey, ötekisi de yargı kuvvetini temsil eden
kadıdır. Bey, kadının hükmü olmadan hiç kimseyi cezalandırmadığı gibi, kadı da beyin
kuvvetine dayanmadan hükmünü uygulayamazdı. Kadı, hükümlerinde bağımsızdı ve
doğrudan padişahtan emir alır, ona arzda bulunabilirdi. Osmanlılar, taşra yönetiminde bu
kuvvet ayrılığını, adil bir yönetimin temeli olarak görmüşlerdir. Bu anlayışa uygun olarak
geniş Osmanlı ülkesi, bir yandan beylerbeyilik ve sancak diye askeri-idari birimlere ayrılırken
aynı zamanda bu ayrıma tabi topraklar üzerinde kaza denilen şeri-idari birimler yer almıştır.
Yeni toprak fetihleri veya kayıpları, nüfus artışı veya azalması, siyasi ve askerî
tedbirlere bağlı olarak değişen Osmanlı idari yapısı, sürekli değişerek farklı nitelikler
kazanmışsa da, yine de belli bir istikrarın sürdürüldüğü görülmektedir. Yukarıda belirtilen
sistem çerçevesinde devam eden idari yapı, Tanzimat ile ciddi değişim ve dönüşüm geçirmiş
ve zamanla yapılan düzenlemeler ile bugünkü idari yapımızın temellerini meydana getirmiştir.
388
Bölüm Soruları
a) Sanayi Toplumu
b) Bilgi Toplumu
c) Kitle Toplumu
d) Tarım Toplumu
e) İşçi Toplumu
a) Haracî Topraklar
b) Muaccele Topraklar
c) Askerî Arazi
d) Haricî Topraklar
e) Şahsi Topraklar
a) Roma İmparatorluğu
b) Selçuklu Devleti
c) Abbasiler
d) Moğollar
e) Beylikler
4) Timar sistemiyle ilgili belgeye dayalı ilk atıf hangi döneme kadar gitmektedir?
a) Osman Bey
b) Ertuğrul Bey
c) Yıldırım Bayezid
389
d) Sultan Orhan Bey
a) Tiyul
b) Pronoia
c) Cebe
d) Hasıl
e) Zeamet
a) Liva-Kaza- Nahiye
b) Eyalet-Sancak-Kaza-Nahiye-Köy
d) Sancak-Kadılık-Nahiye-Karye
e) Beylerbeylik-Liva-Kadılık-Nahiye
a) Askerî ve adli
b) İdari ve mali
c) İdari ve adli
d) Askerî ve mali
a) 17. yüzyıl
b) 19. yüzyıl
390
c) 16. yüzyıl
d) 14. yüzyıl
e) 15. yüzyıl
a) 11
b) 23
c) 37
d) 35
e) 28
a) Vilayet-sancak-karye
b) Liva-kaza-karye
c) Vilayet-liva-kaza-karye
d) Liva-kaza-köy
e) Vilayet- kaza-karye
391
13. OSMANLININ TASAVVUF DÜNYASI (TARİKATLAR,
TEKKE VE ZAVİYELER)
392
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
13. Giriş
13.1. Tarikatlar
393
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
a) Tekke
b) Zaviye
c) Tasavvuf
d) Dergâh
e) Sofu
a) Sufiler
b) Mürid
c) Mutasavvıf
d) Mümin
e) Münir
a) Rufaiyye
b) Nakşibendiyye
c) Şazeliyye
d) Desukiyye
e) Bedeviyye
Cevaplar: 1) c; 2) a; 3) d
394
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
395
Anahtar Kavramlar
Osmanlı, Anadolu, Rumeli, Rum, Konya, İstanbul, tasavvuf, sufi, ehl-i tasavvuf,
mutasavvuf, tarik, tarikat, tekke, zaviye, hangah, dergah, zahir, batın, yün, kitap, farz, sünnet,
İbrahim, cömertlik, İshak, rıza, Eyyub, sabır, Zekeriyya, işaret, Yahya, gariplik, Musa, yün
giymek, İsa, seyahat, Hz. Muhammed’in (s.a.v.), mümin, dünya hayatı, ahiret, ibadet, dünyevi
arzu, takva, beden, amel, ruh, tasdik, ihlas, yakın, marifet, muhabbet, kurb, takva, murakabe,
tevekkül, sabır, rıza, havf, reca, vecd, hüzün, haya, heybet, hulûl, Allah (c.c.), ittihad, hakikat,
şeriat, evliya, peygamber, tenasüh, haram, helal, mubah, ibaha, Kadiriyye, Abdülkadir-i
Gilani, Yeseviyye, Hoca Ahmed-i Yesevi, Rufaiyye, Ahmed-i Rifai, Medyeniyye, Ebu
Medyen Şuayb el-Hüseyin, Kübreviyye, Necmeddin-i Kübra, Sühreverdiyye, Şehabeddin-i
Sühreverdi, Ekberiyye, Muhyiddin İbnül-Arabi, Şazeliyye, Ebul-Hasan eş-Şazeli, Desukiyye,
Seyyid İbrahim Burhaneddin-i Desuki, Mevleviyye, Mevlana Celaleddin-i Rumi, Bedeviyye
(Ahmediyye), Ebul-Abbas Ahmed el-Bedevi, Sadiyye, Sadeddin b. Musa el. Cilbavi es-
Şeybani, Nakşibendiyye, Bahaeddin Muhammed b. Muhammed el-Buhari, Halvetiyye, Ebu
Abdillah Siraceddin el-Halveti, Bayramiyye, Hacı Bayram-ı Veli, Çiştiyye, Kazeruniyye,
Haceganiyye, Ekberiyye, Kübreviyye, Kalenderiyye, Bektaşiyye, Safeviyye, Celvetiyye,
Medyeniyye, Şattariyye, Sadiyye, Ticaniyye, Derkave, Senusiyye, Baha İlyas-ı Horasani,
Baba İshak, Maruf-i Kerhi, Kuşeyri, Hücrivi, Gazzali, İbn Haldun, Teflüsi İblis, ehl-i beyt,
Şii, on iki imam, Haydar el-Amuli, mürid, Kelabazi, Hasan-ı Basri, gureba, seyyahin,
mağaralılar, Horasanlılar, şikeftiyye, Şamlılar, cuiyye, fukara, nuriyye, Türkçe, Yunus Emre,
cahil, ham derviş, iskân, rah, yol, adet, kanun, Arapça, ba-şer, bi-şer, Orta Asya, Azerbaycan,
Tokat, Amasya, Çorum, Sivas, Kutbeddin Haydar, Bektaşilik, Haydarilik, Mevlevilik, Hacı
Bektaş-ı Veli, Sulucakaraöyük, Evliya Çelebi, Halvetilik, Nakşibendilik, tekye, Rifailik,
Farsça, asitane, harabat, humhane, meyhane, dergah, post, açı, köşe, bucak, Melamilik,
Kübrevilik, Sühreverdilik, Sadreddin-i Konevi, Muiniddin-i Pervane, Oruç Bey, Aşık
Paşazade, Neşri, Osmanlı kronikleri, Murad, vakıf arazi, Şeyh Edebali, Osman Bey, temlik,
Orhan Bey, Rum abdalları
396
Giriş
Bu bölümde, Osmanlının tasavvuf dünyası kısaca ele alınarak, hem somut olmayan
kültürel miras içerisinde kalan bazı dinî hususlar incelenecek hem de, mutasavvıfların
faaliyetlerini yürüttükleri mekânlar, yani yapı olarak kullandığı tekke ve zaviyeler gibi maddi
kültürel unsurlar öğrenilecektir. Bu konunun devamı olan son bölüm de dâhil edildiğinde,
Osmanlı kültürel mirasında son derece önemli bir yer işgal eden ve vakıflar sayesinde
günümüze kadar ulaşan külliyeler, camiler, mescitler ve diğerleri de ele alınarak tasavvuf
dünyasındaki bütün unsurlar tamamlanmış olacaktır. Böylece bir yandan Osmanlı uygarlığı
içerisinde önemli bir yer tutan dinî ve sosyo-ekonomik bazı konular işlenmiş hem de, bu
konuyla ilgili olan ve günümüze kadar ulaşan çok sayıda kültürel miras değerimiz ele alınmış
olacaktır. Bu amaçla öncelikle, tarikatlar ile tekke ve zaviyeler konusunun hepsinin çatısını
meydana getiren tasavvuf bahsi üzerinde durulacaktır.
Farklı düşünceler olmakla birlikte, tasavvuf kelimesinin kaynağı sufilerin giydiği yün
elbiseye dayandırılmaktadır. Bir tevazu sembolü olan yün elbise giymeleri sebebiyle abid ve
zahidlerin “sufi” diye anılmaya başlandığı ve onların bu hayat tarzını ifade için “suf”
kelimesinden “tasavvefe” (yün giydi) fiilinin türetildiği, tasavvuf tabirinin bu fiilin masdarı
olarak kullanıldığı ileri sürülmüş ve bu görüş hem anlam hem dil bilgisi açısından uygun
bulunduğu için genel kabul görmüş; kendisine tasavvuf yolunu benimseyenlere “sufi, ehl-i
tasavvuf veya mutasavvıf” adı verilmiştir.
Tasavvufu ilk tarif edenlerden olan Muhammed b. Vâsi‘a (ö. 741) göre tasavvuf huşu,
nefsi hor görme, kanaatkarlık ve alçak gönüllülüktür. Cüneyd-i Bağdadi tasavvufun dünya ile
ilgili şeylerde azla yetinme, kalbiyle Allah’a (c.c.) dayanma, taat ve ibadete yönelme, dünyevi
arzulara karşı sabretme, eline geçebilecek şeylerin yararlısını seçme, masivadan uzaklaşıp
Allah’a dönme, Allah’ı içten zikretme, vesveseye karşı ihlası gerçekleştirme, şüpheye karşı
yakın elde etme, uzaklaşma ve yabancılaşmadan kurtulup Allah (c.c.) ile huzur bulma gibi
konuları içerdiğini ve Hz. İbrahim’in cömertliği, İshak’ın rızası, Eyyub’un sabrı,
Zekeriyya’nın işareti, Yahya’nın garipliği, Musa’nın yün giymesi, İsa’nın seyahati ve Hz.
Muhammed’in (s.a.v.) fakrı gibi hasletler üzerine kurulduğunu belirtmiştir.
397
Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde müminlerin dünya hayatına ve maddi zevklere
dalmamaları, ahirete ve manevi değerlere öncelik vermeleri hususundaki kuvvetli vurgu,
sufilerin ahiret hayatına dünya hayatından daha fazla önem vermelerine yol açmış, Allah’ı
görüyormuş gibi ibadet eden takva sahibi bir mümin olabilmek tasavvufun gayesi hâline
gelmiştir. Dini ve ahlaki açıdan kalbin temizlenmesi üzerinde yoğunlaşan ilk zahid ve sufiler
insanların fiillerini bedenin ve kalbin fiilleri olarak ikiye ayırmışlar, bedenin fiillerine zahiri
amel, kalbin fiillerine batıni amel demişlerdir.
Zahiri ameller ve onlara ait hükümler İslam dininin şekli yönünü ve dış görünüşünü;
iman, tasdik, ihlas, yakın, marifet, muhabbet, kurb, takva, murakabe, tevekkül, sabır, rıza,
havf, reca, vecd, hüzün, hayâ, heybet gibi kalbi ameller ve bunların hükümleri ise manevi
yönünü oluşturur. Maruf-i Kerhi’nin, “tasavvuf hakikatleri almak, sırlar hakkında konuşmak
ve halkın elindeki şeylere ümit bağlamamaktır” şeklindeki tarifiyle dinin sadece şekil ve
merasimden ibaret olmadığını, bunların yanı sıra, özüne değer vermek gerektiğini anlatmak
istemiştir. Bu ise dinî hükümlerin maksat ve hikmetine uygun biçimde yorumlanması,
eksiksiz uygulanması ve yaşanması anlamına gelmektedir.
Tasavvufi hayatta ilk dönemden itibaren zaman zaman sapmalar söz konusu olmuş,
ancak ileri gelen sufilerin bu husustaki hassas tavırları ve sapkın zümreleri eleştirip
reddetmeleri ana çizginin istikamet üzere devamını sağlamıştır. Allah’ın (c.c.) insan bedenine
girmesi (hulûl), kulun Allah (c.c.) ile birleşmesi (ittihad), yakın elde edilince ibadetin
düşmesi, hakikat karşısında şeriatın değerini yitirmesi, evliyanın peygamberlerden üstün
görülmesi, ruhun bir bedenden diğerine geçmesi (tenasüh), haram diye bir şey kabul
edilmeyip her şeyin mubah sayılması (ibaha), insanın cebir altında bulunduğu iddiası, riyadan
kurtulmak için dinin temel kurallarına aykırı davranılması gibi Kitap ve Sünnet’e aykırı
inançlar, bu bağlamda sayılabilecek bazı hususlardandır.
398
Şii mutlaka sufi, her hakiki sufi de Şii’dir. Bu kısa bilgilerden de anlaşılacağı üzere, bu
görüşlerin önemli bir kısmının zorlama yorumlara dayandığı söylenebilir.
Buraya kadar görüldüğü üzere, tasavvuf dünyasında en ön planda duran kişiler sufiler
olup haklarında kısaca bazı bilgilerin verilmesi faydalıdır. Aslına bakılırsa, Kuran’da ve
hadislerde geçmeyen sufi, zamanla tasavvufî hayat tarzını benimseyerek Hakk’ın yakınlığını
kazanmaya çalışan kimse anlamını kazanmıştır. Tasavvuf yolunda nefis mücahedesini
sürdürmekte olanlara “mürid ve mutasavvıf”, bu mücahedeyi tamamlayıp kemale ermiş
olanlara “sufi” denilmektedir. Sufiyye “tasavvuf; tasavvuf ehli kimseler, sufiler”
anlamındadır. Yukarıda da ifade edildiği gibi, sufi kelimesine Hz. Peygamber zamanında ve
ondan hemen sonraki dönemde rastlanmamaktadır. Ancak Hasan-ı Basri’nin (ö. 728) Kabe’yi
tavaf sırasında bir sûfî gördüğünü ve ona bir şeyler vermek istediğini söylemesi kelimenin 7.
yüzyılda bir unvan olarak kullanıldığını göstermektedir.
Sufi ile ilgili çok çeşitli tarifler yapılmıştır. Bunların önemli bir kısmı tarifi yapanın o
anki manevi hâlini ya da muhatabının içinde bulunduğu manevi durum çerçevesinde ona
vermek istediği mesajın özelliklerini yansıtmaktadır. Sufinin sadece bazı yönlerini yansıtan bu
tariflerin çeşitliliği tasavvuf yolunda yaşanan hâl ve makamların çeşitliliğinden
kaynaklanmaktadır. Bu çerçevede bir yandan sufinin sürekli daha iyiye ve güzele sahip olma
gayreti içinde bulunması, yoklukta sabretmesi, varlıkta karşılıksız dağıtması, ayırım
yapmadan herkese iyilikte bulunması, kötülüklere bile iyilikle karşılık vermesi, mal mülk,
makam, şöhret gibi dünyevi unsurlara değer vermemesi gibi insani ve ahlaki özelliklerine
vurgu yapılırken diğer yandan dış görünüşünden çok iç dünyasının düzgün olması, nefsini
terbiye edip kalbini saflaştırarak Hakk’a ermesi ve onun dostluğunu kazanması gibi manevi
özellikleri dile getirilmiştir.
Kelabazi sufi ile ilgili bazı tariflere yer verdikten sonra sufilere ayrıca vatanlarını terk
ettikleri için “gureba”, diyar diyar dolaştıkları için “seyyahin”, seyahat ederken ihtiyaç
hâlinde mağaralara sığındıkları için Horasanlılarca “mağaralılar” anlamına gelen “şikeftiyye”,
zaruret miktarı yiyip genellikle aç oldukları için Şamlılar tarafından “cuiyye”, sahip oldukları
şeyleri dağıttıkları için ellerinde bir şey bulunmamakla “fukara”, kalplerini nurlandırmaya
çalıştıkları için de “nuriyye” gibi adlar verildiğini belirtir. Türkçede “sufi” anlamına gelen
“sofu” kelimesi aynı zamanda “cahil ve ham derviş” anlamında da kullanılır. Nitekim Yunus
Emre “Divan”ında, “Ârifler ortasında sofuluk satmayalar” mısrasında bu tür sofulara işaret
etmektedir. Sufi olmadıkları hâlde mizaç ve tabiat itibarıyla onlara benzeyenlere de
“sufimeşrep” denmektedir.
399
desteklenmiş, imar ettikleri topraklara resmen yerleşmeleri hususunda kendilerine beratlar
verilmiş, bazıları için yeni zaviyeler oluşturulup vakıflar tahsis edilmiştir. Anadolu’da kurulan
birçok köyün, adını bu dervişlerden aldığı bilinmektedir.
400
13.1. Tarikatlar
Tarikat, kısaca tasavvufta Hakk’a ulaşmak için benimsenen usul, tutulan yol anlamına
gelmektedir. Sözlükte “gidilecek yol, izlenecek usul, hâl ve gidiş” anlamındaki “tarikat”
(çoğulu taraik) terim olarak “Allah’a (c.c.) ulaşmak isteyenlere mahsus adet, hâl ve davranış”
demektir. Kelime Kur’ân-ı Kerîm’de özellikle Tâhâ suresinin iki ayetinde ve bazı hadislerde
sözlük manasında geçer. Sözlükte yine “yol” anlamına gelen ve Allah’ın (c.c.) farz kıldığı,
ruhsata yer olmayan hükümleri ve merasimleri ifade eden “tarik” de (çoğulu turuk) tasavvuf
kaynaklarında genellikle tarikatla aynı anlamda kullanılmakta, ayrıca Allah’a (c.c.) varan
yolların “yıldızların sayısınca” ya da “yaratıkların nefesleri adedince” olduğu belirtilmektedir.
Tarikat karşılığında “taife” kelimesi de kullanılmıştır. Farsçada “yol, adet, kanun, din”
manalarına gelen “rah” da Osmanlı Türkçesi metinlerinde “yol, usul”, manaları yanında
“tarikat” anlamında da geçmektedir.
Tarih boyunca şeriat kurallarına tam anlamıyla uyan (bâ-şer), çoğu Sünni, bir kısmı Şii
bölgelerde ortaya çıkan yüzlerce tarikatın yanı sıra, bu kurallara riayet etmeyen (bî-şer‘) bazı
tarikatlar da mevcuttur. Hurufiyye, Kalenderiyye, Haydariyye, Babaiyye gibi gayri Sünni
olmamakla birlikte tam anlamıyla Şii de sayılmayan batıni nitelikli tarikatlar da vardır. Öte
yandan Sünni esaslara uygun biçimde teşekkül eden tarikatlardan Safeviyye ile
Nimetullahiyye’nin zamanla tamamen, Kübreviyye’nin Zehebiyye ve Nurbahşiyye kollarının
kısmen Şiileştiği görülmektedir. Bektaşilik de sonraları içine Hurufi-Şii unsurlar karıştığı için
Sünnilik dışında mütalaa edilmiştir.
İslam dünyasındaki yaygın görüşe göre, ana tarikatların sayısı onikidir ama bazı
kaynaklarda sayı onbeşe kadar çıkarılır. Zamanla ortaya çıkan diğer tüm tarikatların bu
tarikatlardan doğduğu kabul edilmektedir ki, hepsi birlikte düşünüldüğünde sayı yüzü
geçmektedir. Şimdi İslam âleminde ortaya çıkmış bulunan en büyük, ana tarikatları kurucuları
ve tarihlerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
401
1- Kadiriyye, kurucusu: Abdülkadir-i Gilani (ö. 1166),
12- Sadiyye, kurucusu: Sadeddin b. Musa el. Cilbavi es-Şeybani (ö. 1301),
Bu tarikatlar dışında İslam dünyasında yaygın olan başka tarikatlar da vardır. Bunlar
arasında Çiştiyye, Kazeruniyye, Haceganiyye, Ekberiyye, Kübreviyye, Kalenderiyye,
Bektaşiyye, Safeviyye, Celvetiyye, Medyeniyye, Şattariyye, Sadiyye, Ticaniyye, Derkave ve
Senusiyye sayılabilir.
İslam tarihi ve medeniyetinde çok önemli bir yer tutan tasavvuf hareketi, zamanla pek
çok tarikatın kuruluşunu beraberinde getirmiştir. 12. yüzyıldan fiilen kurulmaya başlayan ve
asırlar geçtikçe sayıları alabildiğine çoğalan sufi tarikatların önemli bir kısmı Osmanlı Devleti
topraklarında az veya çok varlığını sürdürürken bir kısmı da Osmanlı toprakları dâhilinde
temsil imkânı elde edememiştir. Ancak şu rahatlıkla söylenebilir: Uzun yıllar İslam
dünyasının liderliğini yapmış, dört asır kadar da hilafet görevini elinde bulundurmuş bir
devlet olarak, Osmanlı ülkesi pek çok tarikat mensubu için daima bir cazibe merkezi olmuş,
bu yüzden Orta Asya, Horasan ve Orta Doğu başta olmak üzere İslam dünyasının çeşitli
bölgelerinden pek çok sufi Anadolu’ya gelerek tarikatını orada yaymaya çalışmıştır. Ayrıca
bazı tarikatlar da bizzat Anadolu’da kurulmuştur. Böylece zamanla Anadolu, tarikat
faaliyetleri açısından İslam dünyasının en önemli merkezlerinden biri hâline gelmiştir.
402
12. yüzyılın son çeyreğinde Anadolu’nun büyük kısmının fethi tamamlanıp Anadolu
Selçukluları ve öteki Anadolu Türk devletleri kuruluşlarını sağlam bir siyasi ve içtimai
ortamla takviye ettikten sonra, yani 13. yüzyıl başlarından itibaren Anadolu’ya muhtelif
tasavvufi cereyanlara ve tarikatlara mensup şeyhler ve dervişler gelmeye başladı. Anadolu’da
yayılmaya başlayan bu tarikatlar, teşkilat ve dış görünüş itibarıyla bazı benzerliklerine
karşılık, temelde Sünni ve gayri Sünni eğilimli olmak üzere iki ana grupta toplanmıştır.
Dolayısıyla 13 ve 14. yüzyıllar Anadolu’da tasavvufi düşüncenin temellerinin atıldığı ve dini-
tasavvufi düşüncenin canlı olduğu bir dönemdir. Bu yüzyıllarda Anadolu’da faaliyet gösteren
sufi gruplar arasında Horasan melametiliğinden türeyen ve Kalenderi özellikleri taşıyan
Yeseviyye, Haydariyye ve Vefaiyye tarikatlarına bağlı dervişler öne çıkmaktadır. Hace
Ahmed-i Yesevi (ö. 1166) tarafından Maveraünnehir’de kurulan Kalenderi özellikleri taşıyan
Yeseviyye tarikatı da Anadolu’ya, 13. yüzyılın başlarında Horasan, Harezm, Maveraünnehr
ve Azerbaycan taraflarından gelmiştir. Yesevi dervişleri daha çok Tokat, Amasya, Sivas,
Çankırı ve Çorum çevresindeki zaviyelerde faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Kutbeddin
Haydar’ın (ö. 1221) kurduğu Haydarilik de, Anadolu’da aynı dönemde yayılma imkânı bulan
bir başka tarikattır. Bektaşiliğin teşekkülünde de önemli rol oynayan bu tarikata, Anadolu
dışında, Orta Doğu’da da yaygın bir şekilde rastlanıyordu.
Tarikatların bir kısmı Türklerin Orta Doğu’yu fetihleri sırasında doğmuş ve 14.
yüzyılda da Osmanlıların güç kazanmasında yardımcı olmuşlardı. Bu nedenle, pek çoğu
Anadolu ve Balkanların bazı bölgeleri gibi, Türklarin yerleştiği bölgelerde bulunmaktaydı.
Anadolu’da ilk temsil edilen Sünni tarikatlar arasında Kazeruniyye, Kübreviyye,
Sühreverdiyye ve Rifaiyye yer almaktadır. Ebu İshak Kazeruni (ö. 1034) dervişlerinin 13.
yüzyıldan itibaren Anadolu’ya geldikleri ve Osmanlı döneminde de Yıldırım Bayezid’in
Bursa’da onlara bir zaviye yaptırdığı bilinmektedir. Harezmli sufi Necmeddin-i Kübra (ö.
1221) tarafından kurulan Kübrevilik, Anadolu’ya, muhtemelen Moğol istilasının etkisiyle
girmiştir. Bu tarikatın Anadolu’daki temsilcileri arasında Necmüddin Razi ve Mevlana’nın
babası Bahaüddin Veled gibi âlim ve sufiler vardır. Kübreviler Anadolu’da ilk olarak Sivas,
Kayseri ve Konya çevresine yerleşmişlerdir. İki nesil sonra Osmanlı topraklarındaki etkisini
kaybeden bu tarikatın merkezi Bursa’dır. Kübrevilerin Anadolu’da yaygın olduğu şehirler
içinde Balıkesir, Uşak, Gelibolu, Aydın, Manisa ve Karaman yer almaktadır. Şihabeddin
Sühreverdi (ö. 1234) tarafından kurulan Sühreverdilik tarikatı, Anadolu’ya fütüvvet teşkilatını
yayma çalışmalarıyla girmiştir. 14. yüzyıldan sonra Anadolu’da pek tutunamayan bu tarikat,
muhtemelen Halvetilik ve Nakşibendilik içinde erimiştir.
403
Anadolu’da kurulan tarikatlardan biri de Hacı Bektaş-ı Veli (ö. 1270) adına kurulan
Bektaşilik’tir. Bektaşilik, 15. yüzyılın sonlarında, Hacı Bektaş-ı Veli’nin ananeleri etrafında
teşkilatlanmaya başlayan gayri Sünni, yani heteredoks bir tarikattır. Merkezi Hacıbektaş’taki
(Sulucakaraöyük) tekkedir. 15. yüzyıldan itibaren de Konya, Eskişehir, Antalya, Uşak, Aydın
gibi şehirlerde kurulan zaviyelerle Anadolu’nun batı bölgelerinde yayılma imkânı bulmuştur.
Rumeli’nde ise Bulgaristan, Macaristan, Arnavutluk, Makedonya, Eski Yugoslavya ve Bosna-
Hersek bölgelerinde faaliyet göstermiştir. Bektaşilik İstanbul’da Balım Sultan’la yaygınlık
kazanmıştır. Faroqhi, Evliya Çelebi’den elde ettiği verilere göre 44; 17. yüzyıldan 19. yüzyıla
uzanan döneme ait vakıf kayıtlarından 65; II. Mahmud zamanında da 150 adet Bektaşi tekke
ve zaviyesinin adını vermektedir. Tarafımızdan yapılan bir çalışmada ise çeşitli zamanlarda
Türkiye sınırlarında kurulan Bektaşi tekke ve zaviyelerinin sayısı 374 olarak tespit edilmiştir.
Bir tarikat mensubu sufilerin bir araya gelerek sohbet etmeleri ve zikir yapmaları,
zaman zaman inzivaya çekilmeleri için 8. yüzyıldan itibaren “hankah”lar kurulmuştur.
Sonraki dönemlerde “dergâh, tekke, zaviye” gibi isimlerle de anılan ve oldukça farklı
fonksiyonlar icra eden bu merkezlerin vakıflar yoluyla varlığını sürdürmesi sağlanmış,
zamanla yanına kütüphane, dershane, revak, hastaların tedavi edildiği bir bölüm, misafirhane,
404
ambar, bağ bahçe gibi birimler eklenmiştir. Zaman zaman hankahlar medresenin işlevlerini de
üstlenmiş, tarikat eğitiminin yanı sıra başta tefsir, hadis, fıkıh, akaid, Arapça olmak üzere
çeşitli konularda dersler verilmiş ve kitaplar yazılmıştır. Osmanlılar döneminde tarikat
şeyhleri kendilerini tıp, astronomi, musiki, bestekârlık, hattatlık, nakkaşlık, çiçekçilik gibi
ilim, sanat ve meslek dallarında da geliştirdikleri için meşihatını üstlendikleri dergâhlar bir tür
güzel sanatlar mektebi ve şifahane işlevi görmüş, buralarda yabancılara, yolculara ve hastalara
hizmet verilmiştir. Öte yandan 19. yüzyılda bazı tekke şeyhlerinin şikâyetleri üzerine sapkın
inanışlara sahip tarikat mensuplarının durumlarının devlete bildirilmesi ve bu tür inanışlara
sahip kimselere tekke açtırılmaması için bazı şeyhler görevlendirilmiş, tekkelerin denetim
altına alınması için 1866 yılında Şeyhülislamlığa bağlı Meclis-i Meşayih kurulmuştur.
Çağlar boyunca tarikatlar, Müslüman halkın dinî inanç ve duygularını canlı tutmanın
yanı sıra gayrimüslimlerin ihtidasına vesile olmak, işgalci ve sömürgecilere karşı İslam
ülkelerinde direniş cepheleri teşkil etmek, ihtiyaç durumunda İslam ordularıyla birlikte
seferlere katılmak, fethedilen bölgelere yerleşip İslamiyet’i yaymak gibi fonksiyonlar icra
etmiştir. Mesela Türklarin İslamiyet’i kabul etmesinde tarikat ehlinin irşad faaliyetlerinin
büyük rol oynadığı bilinmektedir. Orta Asya’da, Hindistan ve bazı Uzakdoğu ülkelerinde,
Afrika’da İslamiyet’in yayılması, İran’da binlerce Mecusi’nin İslamiyet’i seçmesi, Anadolu
ve Balkanlarda gayrimüslim ahalinin ihtidası, büyük oranda tarikatlar vasıtasıyla
gerçekleşmiştir.
Tekke ve zaviyeler, temelde aynı amaçla kurulmuş, aynı fonksiyonlara sahip mekânlar
olmakla beraber, bazı küçük farkları ve fonksiyonları da yok değildir. Bu yüzden burada yeri
geldikçe ayrılırken yeri geldikçe de birlikte ele alınacaklardır.
Tekke kısaca, bir şeyhin yönetiminde tasavvuf eğitiminin verildiği mekân olarak
tanımlanmaktadır. Farsçada “dayanacak yer” anlamına gelen tekke, tasavvuf erbabının oturup
kalkmalarına, süluk çıkarmalarına, ayin yapmalarına mahsus yer demektir. Ama taşradan
gelecek dervişlerin kalabileceği özel odaları ve mutfağı da bulunur. Osmanlı Devleti’nin
405
kuruluş döneminde, tekkeler sosyal, ekonomik, moral, ilmi, hatta siyasi fonksiyonlar icra
ediyorlardı. Küçük tekkelere “zaviye”, büyüklerine “hankah”, “dergâh”, merkezî pozisyonda
olanlara da “asitane” denirdi. İlk tekke, Remle’de Ebu Haşim el-Kufî (ö. 765) tarafından
kurulmuştur. Erken dönem tekkelerine “Savma'a” adı da verilmiştir. Mecazi olarak tekkeye
“harabat”, “humhane”, “ateş-gede”, “meyhane” gibi isimler verilirdi.
Yukarıda da belirtildiği gibi, aslında tekkenin küçüğüne verilen isim olan zaviye
Arapça, “açı, köşe, evin küçük bir köşesi veya odası” gibi manaları ihtiva eden bir kelimedir.
Tekkeler genelde şehir ve kasaba içlerinde olurken zaviyeler, şehir ve kasabaların dışında
(kırsal kesimde), bazen uzakça yerlerde kurulur ve mecaz olarak dünyaya da zaviye denirdi.
Küçük tekke karakterindeki zaviyelerin şehir ve kasaba içlerinde kurulanı da olmakla birlikte,
önemli kısmı kırsal kesimde yer alırdı. Arapçada aslında “toplamak; men etmek” manasına
“zvy” kökünden türeyen zaviye (çoğulu Zavaya), “köşe, bucak, evin bir odası”, geometride
“açı” manasına gelmektedir. Istılah olarak, her hangi bir tarikata mensup dervişlerin, bir
şeyhin idaresinde topluca yaşadıkları ve gelip geçen yolculara bedava yiyecek, içecek ve
yatacak yer sağlayan, yerleşme merkezlerinde veya yol üzerindeki bina yahut bina
topluluğunu ifade etmektedir.
İslam dünyası bir taraftan Bağdat’tan Buhara’ya, diğer taraftan Kahire’den Kurtuba’ya
doğru genişlerken ilmi, fikrî ve siyasi yapılanmasını da ihtiyaçlara göre şekillendirmiştir.
Tefsirden felsefeye kadar bütün ilimler medreselerde okutulmuş, tekke ve zaviyeler daha
ziyade toplumun manevi ve ahlaki açıdan eğitilmesine yönelik esaslar üzerinde
yoğunlaşmıştır. Zaviye kelimesine 10. yüzyıldan beri böyle dinî mahiyette bir müessesenin
adı olarak, aşağıdaki muhtelif tabirlerin belki en eskilerinden biri sıfatıyla rastlanmaktadır. İlk
tekkeler basit bir oda ve küçük bir mekândan ibaretti. Zamanla değişik mimari özellikler
kazanan ve çok farklı birimleri içine alan tekke yapıları ortaya çıkmıştır. Tekkeler değişik
zamanlarda ve değişik bölgelerde “zaviye, hankah, dergâh, ribat, asitane, buka, imaret,
düveyre, savmaa, mihrap, tevhidhane, harabat” gibi isimlerle anılmıştır. Hatta mescid ve
medrese kelimeleri de bu anlamda kullanılmıştır. Bazan tarikatın merkez tekkesi için asitane
terimi tercih edilirken bazan da Mevlevilik’te olduğu gibi büyük mevlevihanelere asitane,
küçüklerine zaviye adı verilmiştir. Kadirihane, Gülşenihane, Kalenderhane, Mevlevihane gibi
bağlı bulunduğu tarikatın ismini alan tekkeler de vardır. Büyük şehirlerde ve kervan yolları
üzerinde inşa edilen tekkelerde, tasavvufî eğitimin yanında han, imaret ve kervansarayların
406
gördüğü hizmet de yürütülmekteydi. Dolayısıyla tekke mensupları sosyal yardımlaşma ve
dayanışmayı güçlendirirken devlet yöneticileriyle yakın ilişkiler kurmuşlardır.
13. asrın ilk çeyreği içinde Anadolu, Moğol istilası yüzünden muhtelif tasavvuf
cereyanlarına mensup bir takım şeyh ve dervişlerin sığınağı olmuştu. Melamilik, Kübrevilik
ve Sühreverdilik gibi münevver çevre tarikatlarına mensup şeyhler, Konya, Kayseri, Sivas,
Tokat gibi büyük kültür merkezlerine yerleşerek devletten yardım alıp, tekke ve zaviyeler
açıyorlardı. Ayrıca Selçuklu sultanları ve devlet adamlarının yaptırdıkları zengin vakıflarla
donatılmış tekke ve zaviyeler şehirleri dolduruyordu. Buralarda devletin tayin ettiği maaşla
yaşayan şeyh ve dervişlerin görevleri, yolcu ve dervişlere ihtimam göstermek ve devletin
bekası için dua etmekti. Konya’da Sadreddin-i Konevi’nin (ö. 1274) saraya benzer, muhteşem
bir zaviyesi vardı. Vezir Muiniddin-i Pervane, “Lama'ât” müellifi Fahreddin-i Iraki (ö. 1289)
için Tokat’ta büyük bir zaviye yaptırmıştı. Bir müddet I. Alaeddin Keykubad’ın I. (1220-
1237) valisi olan Nusreddin Hasan’ın Elbistan’da 1215’te yaptırdığı büyük ribat, muhteşem
bir bina olup çeşitli tarikatların zaviyelerini ihtiva etmekte idi.
407
Anadolu Selçuklu Devleti’nin dağılmasıyla, uç mıntıkalarında istiklallerini ilan eden
Türkmen beyliklerinin, şeyhlerin manevi nüfuzlarından faydalanmak maksadıyla zengin
vakıflara dayalı tekke ve zaviyeler açtıkları, bu arada Osmanlı Beyliğinin de aynı siyaseti
güttüğü bilinmektedir. Nitekim Oruç Bey, Âşık Paşazade ve Neşri gibi ilk dönemlerden
bahseden Osmanlı kronikleri, Osman, Orhan ve I. Murad’ın açtıkları zaviyelerle bunlara
tahsis edilen vakıf arazilerine dair bilgilerle doludur. Mesela sık sık Şeyh Edebali’nin
zaviyesine giden Osman Bey, ona bazı köyleri temlik etmişti. Yine Orhan Bey’in ve I.
Murad’ın birçok yerde tarikat mensupları için tekke ve zaviyeler yaptırdıkları bilinmektedir.
Tekke ve zaviyeler daha çok kurucu şeyhlerin istediği mekânlarda inşa edilmiştir. Bazı
tekke ve zaviyeler devletin iskân politikasına uygun yerlerde kurulmuş ve dolayısıyla devletçe
desteklenmiştir. Böyle bir görevle tesis edilen tekke ve zaviyeler, tasavvuf eğitiminin yanı sıra
güvenlik ve ticaret gibi konularda da hizmet vermiştir. Gerçekten de Anadolu ve Balkanlarda
Erenköy, Karaşeyh, Veliköy, Zaviyeköy, Zeyve, Tekkeköy, Dedeköy, Tekkekızıllar,
Tekkeyenicesi, Tekkekaya gibi köy isimleri buraların dervişler tarafından kurulduğuna işaret
etmektedir. Konya Seydişehir’de görüldüğü üzere çok uzak diyarlardan gelip bir şehri
kurmakla görevlendirilen Seyyid Harun gibi mürşidler de vardır. Tasavvuf erbabı, fethedilen
yerlerde tekke ve zaviyeler inşa edip bölgedeki toprakları insanların gönülleriyle birlikte ihya
etmiştir. Elde edilen ürünleri konuklara ikram eden tekkeleri devlet vergi muafiyeti tanıyarak
desteklemiştir. Gayri Müslim topraklarda verilen bu hizmetler, ihtida olaylarının en önemli
sebeplerindendir. Sakin yerlerde kurulan, tevekkül ve teslimiyetle manevi cihadın, gönül
yolculuğunun yapıldığı tekke ve zaviyelerde, gerektiğinde fiili savaşa katılan dervişler de
yetişmiştir.
408
14. yüzyıl boyunca görülmeye başlayan Rifailik, Kadirilik, Nakşibendilik ve Halvetilik gibi
Sünni tarikatların zaviyeleri, daha çok Sünni çevrelerde faaliyet göstermiştir. Buna mukabil,
Kalenderlere, Haydarilere Rum Abdalları ve Bektaşilere ait zaviyeler, 13-15. yüzyıllarda
görülen batıni tasavvuf zümrelerine mensup olup daha çok sınır boylarında, göçebe
muhitlerde ve gayrimüslimlerle meskûn yerlerde faaliyette bulunmuşlardır. Bu zaviye
şeyhleri, dindeki müsamahalı tutumlarından dolayı Hristiyanların daha kolayca ihtida
etmelerini sağladıkları gibi, fetih hareketlerine de katılmışlardır.
Tekke ve zaviyeler her şeyden evvel bir dinî ve tasavvufi terbiye yeridir. Var
olmalarının asıl sebebi de budur. Bununla beraber, bu müesseseler, kendi içlerine kapanık
birer inziva yeri de değildir; bu asli faaliyetleri yanında, civar halkla da ilişki kurmuş ve
karşılıklı kültür alışverişinde bulunmuşlardır.
409
Uygulamalar
410
Uygulama Soruları
411
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Tekke kısaca, bir şeyhin yönetiminde tasavvuf eğitiminin verildiği mekân olarak
tanımlanmaktadır. Aslında tekkenin küçüğüne verilen isim olan zaviye Arapça, “açı, köşe,
evin küçük bir köşesi veya odası” gibi manaları ihtiva eden bir kelimedir. Tekkeler genelde
şehir ve kasaba içlerinde olurken zaviyeler, şehir ve kasabaların dışında (kırsal kesimde),
bazen uzakça yerlerde kurulur ve mecaz olarak dünyaya da zaviye denirdi. Küçük tekke
karakterindeki zaviyelerin şehir ve kasaba içlerinde kurulanı da olmakla birlikte, önemli kısmı
kırsal kesimde yer alırdı. Istılah olarak, her hangi bir tarikata mensup dervişlerin, bir şeyhin
idaresinde topluca yaşadıkları ve gelip geçen yolculara bedava yiyecek, içecek ve yatacak yer
sağlayan, yerleşme merkezlerinde veya yol üzerindeki bina yahut bina topluluğunu ifade
etmektedir.
Tekke ve zaviyeler, temelde tarikat mensuplarının eğitimi için ortaya çıkmışlarsa da,
zaman içerisinde kuruldukları mekân ve devlet siyaseti içerisinde farklı görevleri ve işlevleri
de yapar duruma gelmişlerdir. Kimi zaman tamamen tarikat şeyhlerinin istekleri
doğrultusunda bunlar yapılırken kimi zamanlar devlet yönetiminin yanında veya karşısında
olmak durumuna da düşmüşlerdir.
412
Bölüm Soruları
a) Batıni amel
b) Zahiri amel
c) İman
d) Tevekkül
e) İnsani amel
a) Mürid
b) Mutasavvıf
c) Sufi
d) Mümin
e) Zahir
a) Sofu
b) Seyyahin
c) Şikeftiyye
d) Gureba
e) Sufimeşrep
a) Necmeddin-i Kübra
c) Abdülkadir-i Gilani
413
d) Ahmed-i Rifai
e) Ebul-Hasan eş-Şazeli
c) Rufaiyye-Ahmed-i Rifai
a) Konya
b) Eskişehir
c) Uşak
d) Aydın
e) Antalya
a) Eşrefiyye
b) Ekberiyye
c) Kübreviyye
d) Kadiriyye
e) Halvetiyye
a) Hankah
b) Dergâh
c) Zaviye
d) Asitane
414
e) Harabat
a) Tekye
b) Savma
c) Haraba
d) Asitane
e) Hankahe
a) Zaviye
b) Dergâh
c) Buka
d) Kurtuba
e) Düveyre
415
14. OSMANLININ VAKIFLARI
416
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
14. Giriş
417
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
a) %17
b) %8
c) %22
d) %15
e) %18
a) Birincil sektör
b) Sosyal sektör
c) Üçüncü sektör
d) Özel sektör
e) Dinî sektör
e) Adaleti sağlamak
Cevaplar:1) a; 2) c; 3) e
418
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
419
Anahtar Kavramlar
Vakıf, Anadolu, Rumeli, İstanbul, iskân, eğitim, kültür, şehircilik, habs, hubus, hayrat,
mezhep, vâkıf, Hanefi, Şafi, İslam, ayet, hadis, Ebu Hanife, Farabi, Medinet-ül Fazıla,
toplumsal, Osman Bey, Osmanlı, müessese, sosyal, kültürel, iktisadi, mülkiyet, müsadere,
sosyal hizmet, yardımlaşma, belediye hizmetleri, para vakfı, vakıf medeniyet, mal, kutsal
sektör, üçüncü sektör, servet, sosyal dayanışma, toplum, kamu yararı, Arapça, durmak, malik,
Berki, şeri hukuk, fıkıh, fakih, Ebu Yusuf, İmam Muhammed, mülk, temellük, Hanefi, Şafii,
Hanbeli, İmameyn, Fransızca, habous, Semavi, Jıristiyanlık, Musevilik, Müslümanlık, Budist,
Brahmanlar, Vahhabilik, Selefiye, el-Bakara, sadaka, infak, Mekke, Medine, Şam, Bağdat,
Kahire, Tebriz, Konya, Bursa, Malazgirt, tekke, zaviye, imaret, sebil, çeşme, hamam, han,
camii, mescit, mektep, medrese, darüşşifa, yapı, külliye, tesis, sivil inisiyatif, mektep,
medrese, dergah, kütüphane, eğitim, ilim, müessese, cami, mescit, namazgah, hastahane,
eramilhane, tabhane, misafirhane, imaret, kabristan, sosyal, beledi, yol, su, köprü, kaldırım,
bayındırlık, kültürel müessese, vakfiye, Vakıflar Genel Müdürlüğü, Ergene, Uzunköprü,
Ereğli, Karapınar, Muşkara, Nevşehir, Damat İbrahim Paşa, Selim, Beşir Ağa, Romanya,
Sokullu, Öküz Mehmet Paşa, Kuşadası, Ulukışla, Barkan, Anadolu Eyaleti, Rum Vilayeti,
Halep, Şam, Nizamiye medreseleri, Kılıçbay, gelir kalemleri.
420
Giriş
Osmanlı beyliğinin kurucusu Osman Bey döneminden beri varlığını bildiğimiz vakıf
sistemini kavramadan, Osmanlı Devleti’nin ne iktisadi, ne sosyal, ne siyasi ne de kültür
hayatını tam olarak anlamak ve anlatmak mümkün değildir. Çünkü vakıf müessesesinin
Osmanlı toplum hayatında; iskân, istikrar, şehircilik, eğitim, kültür, sosyal hizmet ve
ekonomik açılardan derin izleri bulunmaktadır. Vakıf sisteminden yararlanılarak ülke
zenginliklerinin paylaşılması, adil devlet yönetiminin tesisi ve erdemli şehirlerin kurulması
konularında, kendinden önceki hiçbir İslam devletinde, Osmanlı döneminde olduğu kadar
başarı sağlanamamıştır. Bu dönemde vakıflar, serbest ekonomi kurallarına ve yerinden
yönetim esaslarına göre faaliyet gösteren, her biri ayrı hükmi şahsiyeti haiz; devletin
yükselme ve duraklama hareketlerine paralel olarak hizmet alanları genişleyip daralan, toplum
ve devlet hayatımızda belirgin bir potansiyele sahip bir sektör hâline gelmiştir. Osmanlı
yönetiminde ülke ekonomisinin % 17’si vakıfların elinde bulunuyordu ve vakıfların
istihdamdaki payı % 8’lerin üzerindeydi. Şu hâlde kısaca özetlemek gerekirse, Osmanlı
İmparatorluğu bir vakıf medeniyetiydi ve Osmanlıyı Osmanlı yapan temel taşlardan birisi
vakıf sistemiydi.
421
14.1. Vakfın Kökeni
Vakıflar din, kültür, sanat, edebiyat ve felsefe hususlarını da gözeterek, sosyal bağları
güçlendiren hayır ve hasenatı esas alan bir gaye içinde olmuştur. Zira vakıflar, iki temel değer
üzerinde yükselmiştir. Birincisi yapılan hayırlarla Allah’a (c.c.) yaklaşmak, diğeri ise bu hayır
işleriyle insanlığa, daha genel anlamıyla bütün canlılara faydalı olmak ve sevgilerini
kazanmaktır. Yeryüzündeki bütün canlıları gözeten vakıflar, sevgi ve merhamet üzerinde
yükselmiş, yerdeki karıncadan, gökteki kuşa kadar bütün canlıları koruyup kollamıştır. Yine
bu fikir ve gaye ile yerleşme merkezlerini güzelleştiren çevre ve mimari faaliyetlere önem
verilmiş, yeryüzündeki bütün canlıların yaşayabileceği dingin ve dengeli bir dünya inşa
edilmeye çalışılmıştır. Bu anlamda vakıflar, hayatın bütün cephesini kuşatan bir medeniyettir
denilebilir.
Vakıf müessesesinin kökeni, ortaya çıkış süreci ve gelişmesi hakkında farklı fikirler
mevcuttur. Bu kurumun İslam’dan önce de bulunduğu, dolayısıyla bir İslam medeniyeti
unsuru olmadığını ileri sürenler vardır. Her ne olursa olsun, İslam vakfının kendisinden
önceki bütün kültürlerden bazı unsurlar almış olması muhtemeldir. Şurası bir gerçektir ki,
kökeni ve içeriği ne olursa olsun vakıf, yeni bir terkip hâlinde ortaya çıkışından itibaren, bir
İslam müessesesi hüviyetini almış ve İslam ülkelerinde meydana gelen içtimai değişmelerde
müspet olduğu kadar bazı devrelerde de menfî izler bırakmıştır.
İslam dininde vakıf sisteminin itici gücü, kutsal kitabımızdaki “Herkesin yöneldiği bir
yönü ve yöntemi vardır. Siz hayrat yapmaya koşun, bu hususta birbirinizle yarış edin”
ayetiydi (el-Bakara 2/148). Dolayısıyla İslam inancındaki iyilik yapma, hayır yapma
anlamındaki “hayrat” vakıf müessesesinin temelini oluşturuyordu. Vakıfların Anadolu’da
hızla yaygınlaşıp önemli hâle gelmesinde ayrıca, “sadaka, infak ve hayırda yarışma” ya teşvik
edici mahiyetteki diğer ayetlerin yanı sıra şu hadis-i şerifler de etkili olmuştur: “Âdemoğlu
vefat edince ameli kesilir, ancak üç hususta müstesna: Sadaka-i cariye, faydalı ilim ve
kendine dua eden hayırlı evlat”, “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır. Malın en
hayırlısı Allah (c.c.) yolunda harcanandır. Vakfın en hayırlısı da insanların en çok duydukları
ihtiyacı karşılayandır”.
423
toplulukları mutluluğa eriştirmek üzere sahip olunan imkânları birbirleriyle paylaşmaya
hazır bireyleri yetiştiren ve uygulamaya koyan devlettir”. Bu kapsamda hayat bulmaya
başlayan hayrat külliyeleri zaman içinde birbirine eklenerek Mekke, Medine, Şam, Bağdat,
Kahire, Kayrevan, Kurtuba, Tebriz, Semerkant, Buhara, Konya, Bursa ve İstanbul gibi büyük
şehirlere dönüşmüştür.
Osmanlı yönetim anlayışına göre devletin görevi, adaleti sağlamak, tebaanın can ve
mal emniyetini temin etmek ve insanlara dilediği gibi inanma ve kendini geliştirme fırsatı
vermekten ibaretti. Bunların dışında kalan ve bir ülkenin gelişmişlik ve refah düzeyini
gösteren eğitim, kültür, bayındırlık, sağlık ve sosyal yardım hizmetlerini yerine getirmek
görevi, sivil toplum kuruluşlarına bırakılmıştı. Sivil inisiyatifler tarafından gerçekleştirilen,
mektep, medrese, dergâh ve kütüphane gibi eğitim ve ilim müesseseleri; cami, mescit,
namazgah gibi dinî müesseseler; hastahane, eramilhane, tabhane, misafirhane, imaret ve
kabristan gibi sosyal ve beledi müesseseler; yol, su, köprü, kaldırım, çeşme ve sebil gibi
bayındırlık ve kültürel müesseseler, tarih boyunca hep vakıflar tarafından kurulmuşlar ve
idare edilmişlerdir.
Gerçekten de, Osmanlı döneminde hayata geçirilen vakıflar, sadece dinî değil sosyal
ve iktisadi hayatın her cephesini kuşatan bir yapıdadır. Nitekim sadece Vakıflar Genel
Müdürlüğü tarafından yayınlanan “Tarihte İlginç Vakıflar” isimli kitaba bakmak bile,
vakıfların hayatın her tarafında olduğunu kanıtlamaktadır. Gerçekten de geçmişte “Güzel yazı
öğreten vakıftan, israfı önleyen vakıfa; sokak hayvanlarına ekmek veren vakıftan, tohum
saklayan vakıfa; sıcakta sebillere kar koyan vakıftan, savaşa giden gazilere at veren vakıfa; su
kuyusu açtıran vakıftan, köye gelen misafirleri ağırlayan vakıfa kadar çok çeşitli alanlarda
vakıflar kurulmuştur.
424
Uzunköprü; II. Selim’in (1566-1574) Konya, Ereğli yol güzergâhında bulunan Karapınar’da
yaptırdığı Selimiye Külliyesi sayesinde Karapınar; Damat İbrahim Paşa’nın doğum yeri olan
Muşkara köyüne yaptırdığı Külliye sayesinde Nevşehir; Darussaade Ağası Beşir Ağa’nın
vakıfları sayesinde, bugün Romanya sınırları içerisinde bulunan Sulina, Sokullu Külliyesi ile
Payas, Kanuni Külliyesi ile Belen, Öküz Mehmet Paşa Külliyeleri ile Kuşadası ve Ulukışla
yerleşme merkezleri kurulmuştur.
Diğer taraftan vakıf kayıtları üzerinde yapılan fihrist çalışmaları ve yayımlanan üç ayrı
doktora tezine göre, Osmanlı topraklarında 16. yüzyılda 776; 17. yüzyılda 1663; 18. yüzyılda
6000; 19 yüzyılda 9000 vakıf kurulduğu anlaşılmaktadır. Fakat hemen belirtelim ki gerek
Vakıflar İdaresi Arşivi’nde bulunan vakfiyeler hakkında ve gerekse asırlar itibarıyla kurulan
vakıflar hakkında verilen rakamlar kesin değildir. Bizim tahminlerimize göre, Osmanlı
döneminde kurulan vakıfların sayısı 35.000’in üzerindedir.
Yukarıda belirtildiği gibi vakıf sistemi, Osmanlı Devleti’nin keşfedip ortaya çıkardığı
bir kurum değildir. Kendinden önceki toplulukların ve İslam devletlerinin tatbikatında yer
alan ve yaşanan tecrübelerle Osmanlıya intikal etmiştir. Fakat Osmanlı döneminde olduğu
kadar, hiçbir İslam devletinde, vakıf sisteminden yararlanarak ülke zenginliklerinin
paylaşılması, adil devlet yönetiminin tesisi ve erdemli şehirlerin kurulması konularında aynı
başarı gösterilememiştir. Diğer bir ifade ile Osmanlıya kadar hiçbir devlet, dil, din, ırk ayırımı
yapmadan bütün tebaanın huzur ve mutluluğunu sağlayacak adil devlet adamı prototipini
ortaya koymak; ülke kaynaklarının toplumun bütün kesimleri arasında makul ölçülerde
paylaşılmasına imkân sağlayan bir sistemi kurarak, geleceğinden emin, birbirinin hukukuna
saygılı erdemli bir millet tipini ortaya çıkarmak; meydana getirilen imaret siteleri ile
medeniyet seviyesini yakalayan, bünyesinde mutlu insanların yaşadığı faziletli şehirlerin
kurulmasını sağlamak üzere vakıf sistemini geliştirememiş, yaygınlaştıramamış ve onun
insanı büyüleyen maddi-manevi kudretinden yararlanamamıştır.
Vakıf, insanla beraber mevcut olan karşılıklı dayanışma ve başkasına iyilik yapma
duygusunu, hukuki statüye kavuşturan ve ona süreklilik kavramı sağlayan, milletlerin sahip
bulunduğu manevi güç ve değerlerin tanımlanmasına yardımcı tüzel kişiliğe sahip
demokratik, sivil bir toplum kuruluşudur. Hizmet anlayışında evrensel bir yaklaşım hâkimdir.
Vakıfların bu özelliğine vurgu yapmak için, eski hukukçular vakfı tarif ederken “menafi'ı
'İbadullaha ait olmak üzere” tabirini kullanmışlardır. İbadullah’ın çoğul olarak telaffuz
edilmesi, vakıftan bir kişi yerine birden fazla kimsenin yararlanması gerektiğini
göstermektedir. Bu bilgilerden anlaşılıyor ki, yalnız bir şahsın gözetilmesi için vakıf
kurulması caiz olmadığı gibi, insanlara faydalı olmayan amaçlar için vakıf kurulması da caiz
değildir. Bir kimse kabir veya türbede mum yakılması için malını vakfetse, o mumun
425
ışığından insanlar yararlanmadıkça vakıf sahih olmaz. Bu durum vakıfların toplumsal bir
kuruluş olduğunu ve ancak insanlığın yararına faaliyet göstermek amacıyla kurulabileceğini
açıkça göstermektedir.
Vakıf hayratı arasında bütün İslam ülkelerinde dinî nitelikli ve eğitimle alakalı
kuruluşlar (cami, mescid, medrese, darülkur’an, darülhadis), sufiler için barınma ve toplanma
yerleri (zaviye, hankah, ribat, tekke), fakirlere yemek dağıtan mutfaklar (imaret), sosyal
nitelikli toplantı yerleri olarak da kullanılan kabirler (türbe), sağlık kuruluşları (bimaristan,
darüşşifa), şehirlerde ve kırsal kesimlerde yollar, köprüler, kervansaraylar, sulama şebekeleri,
kaleler, deniz fenerleri, kanalizasyonlar, su yolları, çeşmeler vb. vardı. Bunların sürekliliği
vakıf mallarından elde edilen gelirlerle sağlanıyordu. Her şeyden önce Müslümanların namaz
kılmaları için bütün İslam dünyasında dini, içtimai, hatta siyasi merkezler durumunda olan
sayısız cami ve mescid vakıf hâlinde inşa edilmiş, donatılmış ve bütün görevlilerine maaş
verilmişti. Bazı camilerde iftar vakti şerbet dağıtılıyor, fakirlere ve talebelere iftar yemeği
veriliyordu. İbadet işlevi dışında camiler aynı zamanda manevi etkileşim ve dinî bilginin
öğretildiği merkezler, halka açılan toplantı yerleriydi. İnsanların davranışlarına yön veren
değerler herkese burada öğretiliyordu. Kaynağını Kur’an ve Sünnet’ten alan bu değer ve
bilgilerin yaygınlık kazanması, camilerin etrafından başlayarak ihtiyaç duyulan her yerde
vakıf olarak teşkil edilen çeşitli eğitim öğretim kurumları vasıtasıyla gerçekleşiyordu. Sıbyan
mektepleri, medreseler, darülkurra ve darülhadislerde örgün öğretim yapılıyordu. Yaygın
eğitim ise dergah vb. kurumlarda söz konusuydu. Sıbyan mektepleri ilk öğretim, darülhadis,
darülkurra ve medreseler orta ve yüksek öğretim kurumlarıydı. Vakıflar sayesinde medreseler
ilmi, idari ve mali muhtariyete sahip birer müessese hâline gelmiştir. Selçuklulardan itibaren
başta Nizamiye medreseleri olmak üzere bütün İslam dünyasında ve bilhassa Osmanlı
Devleti’nde pek çok medrese vakıf şeklinde kurulmuş, öğretim kadrolarının ve diğer
çalışanlarının maaşlarından talebelerin ihtiyaçlarına kadar bütün masrafları vakıflar tarafından
karşılanmıştır. Bu kurumlardaki eğitim öğretim üzerinde vakfı kuranın (vâkıf) hayat görüşü
ve eğilimleri etkiliydi. Öncelikli hedef ise toplumun ve devletin ihtiyaç duyduğu insan gücünü
yetiştirmekti. Bu sebeple daha çok din, hukuk, tıp ve astronomi gibi ilimlerin öğretildiği
medreseler teşkil edilmiştir. Zaman içinde vakıf müessesesinin, medreselerdeki müderrislik ve
diğer hizmetlerin babadan oğula geçen birer meslek hâline getirilmesine vasıta gibi
kullanıldığı da görülmektedir.
426
Zamanımızda belediyelerin yaptığı hizmetler eski İslam şehirlerinde daha çok vakıflar
yoluyla gerçekleştirilmekteydi. Bunların başında şehirlerin su ihtiyacının temini gelmekteydi.
Bunun için su bendleri ve şebekeleri, su kuyuları, çeşmeler ve yazın bedava soğuk su
dağıtılması amacıyla sebiller inşa edilmiştir. Bu kuruluşlar içinde hamamlar başta geliyordu.
Hamamlar umumiyetle vakıfların gelir kaynakları arasında bulunmakla beraber fakirlerin
bedava yıkanabildikleri hamamların varlığı da bilinmektedir. Bu tesislerin bakımı ve
işletilmesi için görevliler tayin edilmiş ve gerekli diğer masraflar karşılanmıştır. Sokakların
aydınlatılması, temizlenmesi, bazı şehirlerin çeşitli yerlerinde bahçeler açılması veya
“Allah’ın (c.c.) bütün kullarının dinlenmesi amacıyla” güzel köşelerin (kulluk mahalli)
tanzimi suretiyle şehirlerin güzelleştirilmesini amaç edinen vakıflar da vardır. Bu bağlamda
İstanbul başlı başına vakıflarla kurulmuş bir hayrat şehridir.
Vakıf sistemi ile ilgili bazı tartışmalı hususlar ve bu konuda yöneltilen bazı sorular
olup en mühimlerden biri, “temlik suretiyle tasarruf hakkı elde edilen miri arazilerin, malları
“müsadere”den korumak ve aile fertlerine ilave birtakım haklar tanımak amacıyla
vakfedilmesi” hususudur. Kısaca devlet arazisini özel mülkiyete dönüştürme işlemi olan bu
uygulama oldukça tartışmalı olsa da zamanla yaygınlaşan bir husustur. Gerçekten de devletin
ilk kuruluş yıllarında miri arazinin temliki ve bu taşınmazların vakıflaştırılması konusunda
çok titiz davranıldığı hâlde, daha sonraları aynı titizliğin gösterilmediği anlaşılmaktadır. Bu
taşınmazlar çoğu zaman dinî ve hayri gayelerle vakfedilmekle birlikte, zaman zaman zahiri
bir hayır perdesi altında aile fertlerine yönelik olarak tesis edildikleri de görülmektedir.
Bu ve diğer tüm hususlarda, vakıf konusunda lehte ve aleyhte ortaya atılan görüşler ne
olursa olsun, Osmanlı toplum hayatında vakıf müessesesinin derin izleri bulunmaktadır. Hatta
konu kısaca özetlenirse; yukarıda da vurgulandığı üzere, vakıf müessesesini kavramadan,
427
Osmanlı Devleti’nin ne iktisadi, ne sosyal ne de kültür hayatını tam olarak anlamak ve
anlatmak mümkün değildir.
Sonuç olarak vakıflar, tarih boyunca hangi amaçlarla kurulmuş olurlarsa olsunlar,
İslam ve Türk dünyasında birbirinden önemli çok çeşitli hizmetleri üstlenerek, günümüzde
modern devletin yapmakta olduğu çok sayıda kamusal görevi yüzyıllarca başarıyla yerine
getirmişlerdir. Vakıflar, aynı zamanda, servetin zengin kesimlerden toplumun daha fakir
kesimlerine doğru akışını önemli ölçüde gerçekleştirerek sosyal dengelerin kurulmasında ve
sosyal bütünleşmenin sağlanmasında, içtimai barışın sürekliliğinde, sınıf çatışmalarının
önlenmesinde, kamunun hizmet taleplerinin yerinde karşılanmasında, siyasi ve ekonomik
istikrarın sağlanmasında da merkezî yönetimlerin en büyük yardımcıları olmuşlardır.
Osmanlı insanının günlük hayatında hemen her gün karşılaştığı ve yararlandığı cami,
medrese, hastane, han, hamam, köprü, çeşme, su tesisi, imarethane gibi kamusal nitelikli
kurumların neredeyse tamamı, padişahlar ve diğer yönetici zümreler ile bunların yakınlarınca
hayrat olarak yaptırılmış, bunların hizmetlerinde sürekliliği sağlamak üzere gelirlerini temin
eden kervansaray, bedesten, dükkan, bağ, bahçe gibi diğer mal ve mülkler de akar olarak
vakfedilmiştir. Böylece yalnızca “Allah (c.c.) rızası” için kurulan vakıflar ve vakıfların
topluma sunduğu hizmetler yıllar hatta yüzyıllar boyunca yaşatılabilmiştir.
428
hanlar, hamamlar, medreseler vb. yerli ve yabancı turistin ilgisini çeken turizme önemli
gelirler sağlayan geçmişin vakıf eserleridir.
429
Uygulamalar
Bu bölümde öğrenci Vakıflar Genel Müdürlüğü web sayfasından ve vakıfla ilgili diğer
web sitelerinden konuyu incelemeli, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nden ilgili maddeleri
okumalıdır.
430
Uygulama Soruları
431
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Vakıf müessesesinin kökeni, ortaya çıkış süreci ve gelişmesi hakkında farklı fikirler
mevcuttur. Bu kurumun İslam’dan önce de bulunduğu, dolayısıyla bir İslam medeniyeti
unsuru olmadığını ileri sürenler vardır. Her ne olursa olsun, İslam vakfının kendisinden
önceki bütün kültürlerden bazı unsurlar almış olması muhtemeldir. Şurası bir gerçektir ki,
kökeni ve içeriği ne olursa olsun vakıf, yeni bir terkip hâlinde ortaya çıkışından itibaren, bir
İslam müessesesi hüviyetini almış ve İslam ülkelerinde meydana gelen içtimai değişmelerde
müspet olduğu kadar bazı devrelerde de menfî izler bırakmıştır.
Vakıf sistemi, Osmanlı Devleti'nin keşfedip ortaya çıkardığı bir kurum değildir.
Kendinden önceki toplulukların ve İslam devletlerinin tatbikatında yer alan ve yaşanan
tecrübelerle Osmanlıya intikal etmiştir. Fakat Osmanlı döneminde olduğu kadar, hiçbir İslam
devletinde, vakıf sisteminden yararlanarak ülke zenginliklerinin paylaşılması, adil devlet
yönetiminin tesisi ve erdemli şehirlerin kurulması konularında aynı başarı gösterilememiştir.
Diğer bir ifade ile Osmanlıya kadar hiçbir devlet, dil, din, ırk ayırımı yapmadan bütün
tebaanın huzur ve mutluluğunu sağlayacak adil devlet adamı prototipini ortaya koymak; ülke
kaynaklarının toplumun bütün kesimleri arasında makul ölçülerde paylaşılmasına imkân
sağlayan bir sistemi kurarak, geleceğinden emin, birbirinin hukukuna saygılı erdemli bir
millet tipini ortaya çıkarmak; meydana getirilen imaret siteleri ile medeniyet seviyesini
yakalayan, bünyesinde mutlu insanların yaşadığı faziletli şehirlerin kurulmasını sağlamak
üzere vakıf sistemini geliştirememiş, yaygınlaştıramamış ve onun insanı büyüleyen maddi-
manevi kudretinden yararlanamamıştır.
432
Bölüm Soruları
a) Adaleti sağlamak
a) 9000
b) 1663
c) 776
d) 6000
e) 930
a) %14
b) %5
c) %15,6
433
d) %16
e) %21
b) Vakıflar, sadece dinî değil sosyal ve iktisadi hayatın her cephesini kuşatan bir
yapıdadır
a) Zaviye
b) İmaret
c) Türbe
d) Ribat
e) Tekke
a) Yemek
b) İbadet
c) Sağlık
d) Sosyal ve kültürel
e) Barınma
434
c) Vakıflar ilk başta kişisel ihtiyaçların karşılanması için ortaya çıkmıştır
a) Darüşşifa
b) Zaviye
c) Tekke
d) Hankah
e) Ribat
Cevaplar: 1) d; 2) c; 3) a; 4) d; 5) e; 6) b; 7) c; 8) e; 9) a; 10) d
435
KAYNAKÇA
Akdağ, Mustafa. 1974. Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi I-II, Cem Yayınevi,
İstanbul.
Alsaç, Üstün. 1993. Türk Kent Düzenlemesi ve Konut Mimarlığı, İletişim Yayınları,
İstanbul.
Avcı, Casim. 2009. “Sugur”, DİA. c. 37, s. 473-474. TDV. Yayınları, İstanbul.
Başar, Fehameddin. 1995. “Ertuğrul Gazi”, DİA. C. 11, s. 314-315. TDV. Yayınları,
İstanbul.
Baykara, Tuncer. 2001. “Kasaba”, DİA. C. 24, s. 524-526. TDV. Yayınları, İstanbul.
Braudel, F. 1993. II. Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası I-II, (Çev. M. A.
Kılıçbay), İmge Kitabevi, Ankara.
Canatar, M. 2014. “1009/1600 Tarihli İstanbul Vakıfları Tahrir Defterine Göre Nefs-i
İstanbul’da Bulunan Mahalleler ve Özelliklerine Dair Gözlemler”, Osmanlı İstanbulu,
Osmanlı İstanbulu, I. Uluslararası Osmanlı İstanbulu Sempozyumu, Bildiriler, s. 283-310. İst.
Büyükşehir Belediyesi Yayınları, İstanbul.
436
Cheynet Jean-Claude, 2008. Bizans Tarihi, Çev: İ. Yerguz, Dost Kitabevi, Ankara.
Darkot, Besim. 1986. “Elaziz”, İA. C. 44, s. 221-222. MEB. Yayınları. İstanbul.
Demirkent, Işın. 1996. “Haçlılar”, DİA. C. 14, s. 525-546. TDV. Yayınları, İstanbul.
Diehl Charles, 2014, Bizans İmparatorluğunun Tarihi, Çev: A. G. Bozkurt, İlgi Kültür
Yayınları, İstanbul.
437
Göde, Kemal. 1995. “Eretnaoğulları”, DİA, C. 11, s. 294-296. TDV. Yayınları,
İstanbul.
Göney, Süha. 1977. Şehir Coğrafyası, İÜ. Edeb. Fak. Yayınları, İstanbul.
Gümüşçü, O-Y. Kılıç, H. Çınar ve A. Uğur. 2011. Açıklamalı Türkiye Tarih Atlası
Projesi, TÜBİTAK/SOBAG.
Gümüşçü, O-İ. Yiğit ve S. Top. 2013. Türkiye’nin Beş Bin Yılı, Yeditepe Yayınevi,
İstanbul.
Gümüşçü, Osman. 2002. “XVI. Yüzyıl Anadolu’sunda Oğuz Boy Adlı Yerleşmeler”,
Edt. H. C. Güzel-K. Çiçek, S. Koca, Türkler, C: 6, s. 358-364 ve Genel Türk Tarihi, C: 4, s.
65-76, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara.
Haldon, John. 2007. Bizans Tarih Atlası, Çev: A. Özdamar, Kitap Yayınevi, İstanbul.
Herrin Judith, 2013. Bizans Bir Orta Çağ İmparatorluğunun Şaşırtıcı Yaşamı, Çev: U.
Kocabaşoğlu, İletişim Yayınları, İstanbul.
İlgürel, Mücteba. 1993. “Çaka Bey”, DİA. C. 8, s. 186-188. TDV. Yayınları, İstanbul.
İnalcık, Halil. 2012. “Timar”, DİA. C. 41, s. 168-173. TDV. Yayınları, İstanbul.
İnalcık, Halil. 2001. “İstanbul/Türk Devri”, DİA. C. 23, s. 220-239. TDV. Yayınları,
İstanbul.
438
İpşirli, M. 2007. “Osmanlılar/Siyasi ve İdari Teşkilat/Klasik Dönem”, DİA. C. 33, s.
502-505. TDV. Yayınları, İstanbul.
Kara, Mustafa. 2011. “Tekke”, DİA. C. 40, s. 368-370. TDV. Yayınları, İstanbul.
Komisyon, 2012. Tarihte İlginç Vakıflar, Vakıflar Gen, Müd. Yay. Ankara.
Kuban, Doğan, 1968. “Anadolu-Türk Şehri Tarihi Gelişmesi, Sosyal ve Fiziki Özellikleri Üzerinde Bazı
Gelişmeler”, Vakıflar Dergisi, S. VII, s. 53-73.
Lemerle Paul, 2011. Bizans Tarihi, Çev: G. Üstün, İletişim Yayınları, İstanbul.
Mazoyer, M.-L. Roudar, 2009. Dünya Tarım Tarihi Neolitik Çağ’dan Günümüzdeki
Krize, Çev: Ş. Ünsaldı, Epos Yayınları, İstanbul.
Mete, Zekai, 2011. “Sur Dışı İstanbulu’nda İskânın Tarihi Seyri”, Trakya Üniversitesi,
Edebiyat Fakültesi Dergisi, C. 1, Sayı 2, Edirne.
Morgan Giles, 2010. Yeni Roma ya da Konstantin Şehri, Bizans’ın Kısa Tarihi, Çev:
E. Ç. Babaoğlu, Kalkedon Yayınları, İstanbul.
439
Nicol, D. M. 2003. Bizans’ın Son Yüzyılları (1261-1453), Çev: B. Umar, Tarih Vakfı
Yurt Yayınları, İstanbul.
Ocak, Ahmet Yaşar. 2012. “Toplum, Kültür ve Entelektüel Hayat (1071-1453)”, Edt:
K. Fleet, Türkiye Tarihi, Kitap Yayınevi, İstanbul.
Ocak, Ahmet Yaşar-S. Faroqhi. 1986. “Zaviye”, İA. C. 13, s. 468-476. MEB.
Yayınları. İstanbul.
Öngören Reşat. 2009. “Sufi”, DİA, C. 37, s. 471-472. TDV. Yayınları, İstanbul.
Öngören Reşat. 2011. “Tarikat”, DİA, C. 40, s. 95. TDV. Yayınları, İstanbul.
Öngören, Reşat. 2011. “Tasavvuf”, DİA, C. 40, s. 119-126. TDV. Yayınları, İstanbul.
Öz, Mehmet. 2014. “1455 Tahriri ve İstanbul’un İskânı Bakımından Önemi”, Osmanlı
İstanbulu, I. Uluslararası Osmanlı İstanbulu Sempozyumu, Bildiriler, s. 107-125. İst.
Büyükşehir Belediyesi Yayınları, İstanbul.
Selen, H. S. 1977. “16 ıncı ve 17 inci Yüzyıllarda Anadolu’nun Köy ve Küçük Şehir
Hayatı”, III. Türk Tarih Kongresi, Kongreye Sunulan Bildiriler, TTK. Yayınları, Ankara.
Subaşı, Ömer, 2010. “Tarihi Kaynaklar Işığında Kaputru Savaşı”, AÜ. Türkiyat
Araştırmaları Dergisi, 44, s. 247-270.
440
Teber, Ö. F. 2002. “Osmanlı Toplumunda Bir Sosyal Kurum Olarak Vakıf Çeşitleri ve
İşleyişi”, Dini Araştırmalar, C. 4, S. 12, s. 197-205.
Tolun-Denker, Bedriye. 1977. Yerleşme Coğrafyası, Kır Yerleşmeleri, İÜ. Edeb. Fak.
Yayınları, İstanbul.
Tukin, Cemal. 1996. “Girit”, DİA. C. 14, s. 85-93. TDV. Yayınları, İstanbul.
Tunçdilek, Necdet, 1987. Türkiye’de Yerleşmenin Evrimi, İÜ. Edeb. Fak. Yayınları,
İstanbul.
Vryonis, Speros. 1971. The Decline of Medieval Hellenism in Asia Minor and the
Process of Islamization from the Eleventh through the Fifteenth Century, University of
California Press, Los Angeles.
http://www.vgm.gov.tr/sayfa.aspx?
http://worldheritage.org/articles/Population_of_the_Byzantine_Empire (11.08.2014)
441