Professional Documents
Culture Documents
M im arlık ve F elsefe
Kapı Yayınlan 322
Edebiyat 92
MİMARLIK VE FELSEFE
Döcane Cündioğlu
ISBN: 978-605-4683-57-4
Sertifika No: 10905
K a p ı Y a y ın la n
Ticarethane Sokak No: 53 Cağaloğlu / İstanbul
Tel: (212) 513 34 20-21 Faks: (212) 512 33 76
e-posta: bilgi@kapiyayinlari.com
www.kapiyaylnlari.com
Baskı ve Cilt
M elisa M atbaacılık
Matbaa Sertifika No: 12088
Çiftehavuzlar Yolu Acar Sanayi Sitesi No: 8 Bayrampaşa / İstanbul
Tel: (212) 674 97 23 Faks: (212) 674 97 29
G enel Dağıtım
A lfa Basım Y a y ım D a ğıtım S an . v e T İc . Ltd. Ş ti.
Ticarethane Sokak No: 53 Cağaloğlu / İstanbul
Tel: (212) 511 53 03 Faks: (212) 519 33 00
Dücane Cündioğlu
İçin dek iler
ö n s ö z .......................................................................................................................... İx
Görsel Liste....................................................................
Dizin................................................................................................. 151
önsöz
Ne yapmayı düşünüyorsunuz?
Hem düşünmek, hem yapmak, bir soru içinde tam iki fiil birden! Bu
benim için çok fazla.
ix
Bu ise suçtur: O rgasm os. Eylemsiz düşüncenin, düşüncesiz eylemin
peşinde olmak. Hazzın. H em düşünebilmeli, hem de eyleyebilmelisin.
Biraz ondan, biraz bundan. Vasatı bulmalısın. İnsanlarla vasatta buluş
malısın. Vasat olmalısın.
Bedeli nedir peki?
Ç ok açık. Vasatın dışına düşmek, tutkularından vazgeçm ek, ihlâsını
kaybetmek. Ihlasını, yani kendine sadakatini. Hazzını.
Suçumu biliyorum. Suçum isteneni istem em ek. Daha da kötüsü
istenm eyeni istem ek.
Herkesin istediğini istememek ve/veya herkesin önemsediğini
önem sem em ek kötüdür. Kötü ise suçtur. Peki ya istenmeyeni istemek,
önem senm eyeni önem sem ek? Bu daha da beter bir suçtur.
Sorunlan çözem em ama çözümleyebilirim, dediğim için mi yargı
lanacağım? Eyleyem em ama düşünebilirim, dediğim için? Üstelik sizin
adınıza da düşünmeyi üstlendiğim için?
İstediğinizi istemiyorum, daha da kötüsü, istemediğinizi de istiyo
rum. Böylelikle m ü lk iy eti (çıkarı) vermiş, hürriyeti (hazzı) almış olu
yorum.
Özgürlük kabulümdür. Tutkulanmı koruyabileceğim her türlü özgür
lük! Topluma rağmen ve fakat toplumun içinde. İrade özgürlüğü.
İnsan, ifade özgürlüğü sayesinde değil, irade özgürlüğü sayesinde
insandır. İfade etmenin bir yolunu buluruz, bizim bilmediğimiz, iradenin
yolu. İstemenin, ve dahi tutkunun.
Hayvanlardan daha aşağıya düşebiliriz, lâkin meleklerden daha da
yukanya çıkabiliriz. Şükür ki insanız. Unutmayalım, bizler, tutkularımız
la insanız.
Kafka ne güzel söyler:
xi
ya, akıl ile kalb, kuram ile eylem arasında çırpınmak zorunda olmayı
bir zaaf olarak görm em eli. İkisinden birini tercih etme, tatmin olma,
huzura kavuşma kolaycılığına kapılmak yerine Türkiye bu kendine özgü
çelişkilerin içerisinden dünyaya bakabilme ayrıcalığının hakkını vermeli.
Diyalektiğin hakkını. Karşıtlıktaki birliğin.
Nasıl?
Elbette eğitim ve öğretim in dayatıcı sınırları ile vahşinin, doğalın,
sahiciliğin arasındaki gerilimde kendini gösteren ışığa da, gölgeye de
hürmet edilmesi gerektiğini zaman içinde öğrenerek...
Eğitilmiş ve terbiyeli ya da doğal ve kontrolsüz olanda eksik kalanı
görebilecek bakışı veya çatışmanın özünde saklı uyumu farkedebilecek
o estetik kavrayışı kendi toprağından çıkarmayı başararak...
VE pek tabii ki bazen ışığı gölgeyle terbiye eden doğayla, bazen de
noktayı virgülle devam ettiren kültürle itişe kakışa, dövüşe sevişe, top
rağın altındaki ateşten bulutlann üzerine yükselmenin hazzını tadarak...
A m a her halükârda elindekiyle yetinmeyerek...
K o z m o p o lite s bu bağlamda büyük bir imkân olarak görülmeli. Di
yalektiğin, üstesinden gelm ekle yükümlü olduğu bütün gerilimlerin be
reketli döl yatağı olarak. Dolayısıyla yüksek ölçekli toplumsallık duygu
sunun, örtük meydan okumaların, ve dahi yaratıcı hamlelerin öncelikli
koşulu olarak. Kültürün ve şehrin. K ozm os’un.
Çelişkilerini seni diri tutacak birer lütuf say ey talib, durmadan bas
tırmak yerine bir kez de onlarla yüzleşmeyi dene! N e yapıp et nazarını
bir de kendine çevir. Kendi şehrine. Kendi ışığına. Kendi gölgene.
İkiye yanimışlık. Nedir bilir misin? Bir yanda
aklın, bir yanda kalbin. Geçmişin ve geleceğin
ortasında kalan zavallı bir şimdicik. Mabedden
içeri adım attığında ne hisseder insan, söyle, hiç
bilir misin? Secdeye başını koyduğunda? Derken
büyük bir alışveriş mağazasına girdiğinde? Koca
bir cipin içindeyken meselâ, müziğin sesini açar
ken? Hiç gördün mü onu, hani şu bir yandan sesi
arş-ı a’lâya çıkanı, öte yandan kalbi büzüştükçe
büzüşeni, içine, daha da içine çekileni? Bir elinde
Kur'an, bir elinde ben, tam da ortasından yan-
lanı? Gövdesi bir yanda, başı bir yanda, çarşının
orta yerinde ayaklar altında sürüneni? Bu ülkeyi?
2 Ocak 2011
daha doğarken ölüyorum
3
Bedenim belki şimdi’nin elinde, ve fakat asırlarca ruhumu ondan
uzak tutmayı başardığım için övünmeli miyim? Ruhum geçmişte. Zih
nim, bilincim, kavrayışım. Düşünürken adım adım geriliyorum, yüzlerce
asır öncesine gitmezsem, değil düşünmek, hissedemiyorum bile.
Benim cezam bu işte, şim dinin kırbacıyla terbiye edilmek! Kafamla
gövdem i bitiştirmek zorundayım bu yüzden, bedenimle ruhumu, geç
mişle şimdiyi. Ben’le ötekisini. N e yaman bir çelişki! Çoğunluk nazarın
da, ben geçmiş, o şimdi. O , yani ö tek i. Benim ötekimse şimdi, çarşı,
yaşam, toplum.
Sevimsiz bir zamir: O n la r.
Ben ve on la r. Geçm iş ve şimdi ve gelecek.
Am an yarabbî, benim b ir değil, hiç geleceğim yok! Param parça
yım. Başım bir yanda, gövdem bir yanda.
Geçmiş ile şimdi’yi birbirini ezm eden yanyana getirmek kabil mi?
B en’ i ne yapıp edip şimdinin beni hâline getirmek? Kafasıyla ve g ö v
desiyle. Ruhuyla ve bedeniyle. A m a bir koşulla. Asırlardır kendisini em
ziren anacığını incitmeden, geçmişi tekmelemeden, şımarmadan, usta
lara hürmeti elden bırakmadan, aidiyetlerini inkâr etmeden. Eskilerin
tabiriyle, vâkıf ve nâfiz bir surette.
Düşüncede de, sanatta da bu ikilikten kurtulmak çok güç. Yaşamın
temel gereksinimleri nedense birleşm eyeAavuşm aya ancak yamacılı
ğın kucağında olmak koşuluyla izin verir.
Y a m a cılık. Eklektisizmin Türkçesi. Sahteciliğin, gö z boyamacılığın.
G eçm işle şimdi’nin, geleneksel ile çağdaş olanın gözkamaştmcı bir
likteliğini ne zaman görsel olarak örneklemek istesem hemen zihnime
üç mekân gelir. Ü ç radikal teşebbüs. Ü ç muhteşem yapı. H em de üç
başşehirde.
Paris, Berlin, Viyana.
* * *
1. Paris
1 9 8 9 ’da Louvre'un ana avlusuna (Champs-Elysées ekseninde) Çin
asıllı mimar leoh Ming Pei tarafından yerleştirilen bir prizma, bir çelik-
cam piramid.
4
Bu piramid Paris’in yeni sembolü. Eyfel çoktan g eçm iş oldu.
Paris’ in şim disi Louvre’un ana avlusunda yirmi yıldan beridir ziyaret
çilerini hoşâmedi ediyor. Eyfel bir oldu-bitti idi, gözler ona zorla alıştı.
Gözünüzü kaçıramazsınız, bir zorbadır Eyfel. Oysa piramid mütevazı bir
davettir. Korkmazsınız, seversiniz.
Dünyanın en saygın müzesine mi girmek istiyorsunuz, çaresiz bir
şimdi’nin içinden geçm ek zorundasınız, bir başyapıtın içinden, bir priz
manın içinden.
2. Berlin
1894 tarihli ünlü Reichstags (Parlamento) binasının tepesinde şimdi
bir çelik-cam kubbe yer alıyor. 1 9 9 9 ’da bir İngiliz mimar, Sir Norm an
Foster tarafından tasarlandı.
5
Bir başyapıttır. H er şeyiyle. Şimdi ile geçmişi birbirini ezm eden bi-
raraya getiren en esaslı girişimlerden biri. Şeffaf bir kubbe. Panteon’da
olduğu gibi onun da tepesi açık bırakılmış.
Reichstags sadece Alm an siyasî bilincinin tarihini özetlem ekle kal
maz, kafasıyla gövdesini de bir araya getirir. N e ki zorla. Yenilmiş bir
ulusun mahcub edasıyla.
3 . V iy a n a
Café Landtmann. Viyana’nın en gözde cafe-restaurant'lanndan
biri. Zarif ve nazik. Bir tarafında Burgtheater, bir tarafında Rathaus,
Viyana’nın gözbebeği. Rom y Schneider’ın kafesi. Freud da çok sever
miş.
Hawelka’nm tam karşıtı. Hawelka ne kadar salaş ve doğal ise, Café
Landtmann o kadar asil ve seçkin görünür. Bu yüzden kahvehane de
ğil, café.
6
G örm ek gerek, birkaç yıldır önünde nefis bir kış bahçesi var. Yanı-
sıra yazlığı da. Yapım ı 2 0 0 6 ’da başladı, 2 0 0 7 ’de bitti Mimarı Manfred
W ehdom .
7
camdan mescid
8
ve apliklerle. Eh bir de şu zamanı ölçen saatler. Polyester halıları hiç
sormayın, sunta ayakkabılıklan, ekonom ik spiral ampulleri, vs.
Ezilen ve aşağılanan bir halkın direnişi. Taşra estetiği.
Eskiden binalarda üst üste iki pencere yapılırdı. Altta büyükçe (dik
dörtgen) pencere, üstte nisbeten daha küçük bir pencere. Alttaki hava
için, üstteki ışık için yapılırdı. Zamanla camın büyük ölçekte kullanılma
sıyla birlikte üstteki ışık penceresine gerek kalmadı.
M odem mimari camın kullanımını geliştirip büyük ölçeklere taşıdık
ça artık duvarlara ihtiyaç duyulmaz oldu. Çünkü çelik kolonlar ve ki
rişler sayesinde yapının yükünü duvarlara aktarmanın anlamı kalmadı.
Duvarın taşıyıcı fonksiyonu sona erdi. Beton-kollann da.
Cam duvarlar da p en cere kavramının değişmesine yol açtı. Kolon
ve kirişlerin arası camdan duvar-pencerelerle örülüyor. İstenirse dışa-
ndan içini görebilirsiniz, istenmezse göremezsiniz. (İç dekorasyon da
değişti, daha da değişecek, zorunlu olarak.)
9
Sahip olmadığımız hususiyetler değil bunlar. Bilakis terbiye edilm e
si, geliştirilmesi, güncellenmesi gereken vasıflar. Tarihte, daha önce,
zirvelerin o iç titreten soluğunu içimizde hissetmeyi başarmıştık, yine
başarabiliriz. Görm eyi, sevmeyi, hissetmeyi öğrenebiliriz. Bakışımızı,
duyuşumuzu terbiye etmeyi becerebilirsek dünyayı farklı biçimlerde
kavrayacak bir üst duyarlılığa da pekâlâ sahip olabiliriz.
T e k başına dışımızdaki dünyayı güzelleştirmekten söz etmiyorum;
aksine kendimizi, yani algı kapasitemizi, duyarlılık eşiğimizi artırmak
tan, yüksek düşünce ve sanatın yerel sınırlan da aşan zirvesinde nefes
alıp vermekten söz ediyorum.
Beğendirm eyi düşünmeyen beğenem ez. Gösterm eyi arzu etmeden
görm eyi arzu edemez.
Bencil insanın beğeni duygusu olmaz, der Immanuel Kant. Beğeni
ve estetik, özü gereği toplumsallık duygusunu da gerektirir. Başkaları
nı. Topluluğu değil, ve fakat muhakkak bir toplumu.
* * *
11
kahve çekirdeği koyuluğundaki yalnızlık
Herastratos.
Mabedi yakıp yıkan genç adam. H am ervah numunesi. M abedi,
yani İyon düzeninin en nadide örneğini. Artemis tapınağını.
Secde eden kalplerin o kırılgan zarafet ve nezaketini rem zeden sü
tun koruluğunu ateşe verir Herastratos. Acımasızca. Mermerleri yumu
şatan, hatta eriten tüm alın izlerini yok eder. El izlerini.
Niçin?
Aklısıra şöhret için. Güya tarihe geçm ek adına. Sırf ölümsüzlük uğ
runa. Sade kendi için,. Nefisten gayrı bir kendiliği mi var, elbette bir tek
o ham nefsi için.
Mabedi yakmak, kutsala hürmetsizliğin zirvesi. İnanca. Aşka. Umuda.
Mabed uğruna kendini yakamadığı için mabedi yakar Herastratos.
Kolay olanı seçer. Varlığın(ın) kokusunu almak ister. Suda olsun aksini
görm ek ister. Çağırdığı kadar çağırılmak ister. Tüm istediği, başka bir
şey değil, bir tek şadadır. Duymak ve duyulmak ister. N e garip bir dün
ya değil mi, insanoğlu varolduğunu bilmek için bile kendine hariçten
bir tanık ister. Bir alâmet, bir remz, küçücük, miniminnacık bir işaret.
Mazhar yoksa zuhurunun delili nedir ey talib? Senin zuhurunun de
ğil, onun.
12
Tecelligâhsız tecellî mi olur? Mazharsız zuhur, cemâlsiz aşk, leylâsız
mecnûn? Y a hicransız vuslat? Buraksız miraç?
İkilik olmadan aşk telâffuz edilebilir mi?
Aslâ!
Aşk zaten birliğe, birlemeye aşktır. Vuslata. Ö n ce ikilik. Ö nce hic
ran ve firak. Ö nce zevâl.
İşte hicranın delili, bir ben var burada, bir de sen, sayısız sen'ler, siz.
Bir seslenen, bir de seslenilen. Bir soru soran, bir de cevap bekleyen.
İşte ikiliğin hası. Bir tarafta o, bir tarafta sen!
Hatırlasana ey talib, ağacın orada, ateşin yandığı yerde işittiği neydi
Musa’nın?
Rabbin kim?
Önce ona sorun bakalım, “Kulun kimdir?" deyû. Cevap verirse ben de
sizin sorunuza cevap veririm.
13
Köleye “ Efendin kimdir?” diye soracaklar ama köle efendisine “ K ö
len kimdir?" diye sormayacak, hiç olur mu? Kölesiz efendi, efendisiz
köle, hiç düşünülebilir mi? H er ikisi de birer sıfat. O hâlde düşünmeli,
kim köle, kim efendi? Başka bir deyişle, kölelikle ve efendilikle muttasıf
olan kim? Kimler?
İkilik sıfatlarda. İkilik, yani çokluk, yani kesret. Kesretin özüyse has
ret. Birliğe, tekliğe, çokluğu yok eden ılâc-ı yektâ’ya. Aşka.
Ah hüzün!
A h şu yerinden yurdundan edilmişlik duygusu! Kahve çekirdeği ko
yuluğundaki yalnızlık. Çukura düşmüşlük hissi. Çamur deryasının içi
ne. Ezildikçe, tekmelendikçe, o darbelerde olsun onun iradesinin izini
bulmak. Üşüdükçe, titredikçe o yıkıcı rüzgânn soğukluğundan bile olsa
tannnm nefesini almak. Cemâlinden değil, celâlinden. Olup bitenlerin
hepsinin bir oyun olduğuna inanmak. Eninde sonunda açılmış yaraları
mızın o ılık anne sütüyle yıkanacağını ummak.
Hatırlar mısınız bilmem, Stalk erd e (1979) B ö lge’yi (Zone) uçur
maktan vazgeçen bilimadamını laboratuardaki amiri (telefondaki ses)
şöyle kınıyordu:
14
kirli beyaz
H ü ziin ve um utsuzluk.
Turgut Cansever’ in yukarıda alıntıladığım sözünde karşı karşıya g e
len iki duygu. Biri müslümanca hüzün, diğeri hıristiyanca umutsuzluk.
V e kasvet.
Dünyanın iki ayrı biçimde kavranışı. İnsanın üzerinden çıkmayan
leke, ilk günahın o silinmez yazgısı.
Hıristiyan? umutsuzluk ve suçluluk duygusu. O rta Ç a ğ karanlığı m a
salını büyük ölçüde doğrular. Düşüncesiyle ve sanatıyla.
İsa. Hıristiyanlığın nazarında yarı insan, yarı tann değil. Aslâ! Bilâkis
hem insan, hem tanrı. Eşit derecede.
Çarmıha gerilmiş bir tanrının gölgesinde huzursuz v e ıstıraplı bir
kasvet. Karanlık ve gölge. A z ışık, ama çok gölge. Daima gölge. H ep
gölge. Karanlık ve kasvet.
Rönesans sonrası Barok tenebrism osu bile çok masum kalır işaret
ettiğim Ortaçağ kasvetinin yanında. Ç ok masumdur C aravaggio’ııun
15
(öl. 1610) o koyu, kopkoyu Barok gölgeciliği. Çünkü artık D oğu’ nun
ışığı vardır m odem lerin paletlerinde. V e İspanya’nın. Endülüs’ün.
Grek sanatında ışık daha çok işleniyor, gotik sanatta ise gölge. Yani
Grek sanatı ışığı biçimlendirirken, gotik sanat gölgeye biçim veriyor.
16
renkleriyle temayüz ettiğini söyleyen Turgut Cansever'in şu açıklaması,
gotik mimarinin özündeki söylemi, bakınız nasıl da ustaca deşifre eder:
17
Sorbonne’da verdiği L 'Is la m is m e e t la S cien ce başlıklı konferan
sında, Fransız pozitivist Emest Renan’ın, üstelik baştan aşağıya İslâm’ı
ve müslümanları aşağıladığı o tarihi konuşmada ağzından kaçırdığı söz
şudur:
Je ne suis jamais entré dans une mosquée sans une vive émotion,
le dirai-je, sans un certain regret de n ’être pas musulman! (Hiçbir
zaman bir Cami’ye güçlü bir coşku hissetmeksizin, hatta itiraf edeyim,
müslüman olmadığıma hayıflanmaksızın girmiş değilim.)
18
zoraki tanıklık
Uzun bir süre, pencereden dışan baktığımda yansı yeşile, yansı da çiğ
kırmızıya boyanmış bir meyhaneyi görmek zorunda kalıyordum; bu
renkler gözlerim için dayanılmaz bir ıstırap kaynağıydı.
19
Renk seçimi diye bir şey var yani. Rengin üslûbu, duygusu, hatta
mûsikisi sanatçının tercihinin bir sonucu. İnsanın, ve fakat bir tecrübe
nin, bir iradenin, bir zevk seviyesinin.
Baudeiaire şöyle devam eder:
20
Yineliyorum : Hangi mavi, hangi yeşil, hangi kırmızı sorusu ciddi bir
sorudur; İstanbul’da hâlâ muhatabını bulamamış bir sorudur.
21
cumhuriyet camii
22
“Saydam olması bakımından" kaydına itibar ediliyor, çünkü ışık say
damlığın cismiyetinde veya başka bir şeyde yetkinliği olmayıp bizatihi
saydamlığında yetkinliğidir. Yani saydam olarak saydamlığında.
Seyyid Şerif kısa bir hatırlatma yapmaktan kendini alamaz ve der ki:
23
Heisenberg’ci belirsizlik, gerçekte bir ölçüm belirsizliği idi. Örneğin
elektronlann konumunun ve hızının ölçümü. Ölçem ezseniz bilim yapa
mazsınız. Sayamaz ve ölçemezseniz... D oğa matematiğin diliyle konu
şuyor, kendisini n ite lik le r yumağı arkasında saklıyor ama ölçüldükçe
çözülüyor. Ölçülebildikçe.
24
değil, bilâkis ezan-ı Muhammedi ile âlemi ışıtma mahalli, tenvir ve isti-
nare makamı. Müezzinlerin çağnlarının duyulması için ezanı döne döne
okudukları yükseklik, yani ışığın değil, sesin döndüğü yer. Sesle, seslen
mekle ışıtma. Okumakla.
N e ilginç değil mi Ezan da ok u n u r, Kur’an da. Sesin ışığı okumakla
yayılır. İletmekle. Sözle.
İhmal edilen hakikatimiz.
Minareler şerefelerinden bu sesin ışığını yayarlardı bir zamanlar.
Nisbet ve tenasühleriyle gözlerimizi, müezzinlerin çağnsıyla kulakları
mızı ışıltırlardı. “ Haydi kurtuluşa” derlerdi. Oysa yanm asırdan bu yana
politik birer sim geye dönüştü minareler. Metafizik anlamını kaybetmiş
birer fa llik sembole.
Cumhuriyet minareleri, minare yapım ı halkın ve müteahhitlerin
eline düşünce, bilhassa 196 0’lardan itibaren ö z değerini ve anlamını
kaybetmeye başladı. Daha çok, daha büyük, daha uzun, daha sivri ve
güya daha gösterişli, ama her halükârda daha çirkin.
İkisi de denizden görülen iki caminin siluetini karşılaştırmak, belki
dikkat çekm eye çalıştığım decadance'ı açık kılmaya yarar.
Biri S.üleym aniye C a m ii (1551-58), diğeri (M altepe’deki) C u m h u
riyet C a m ii (1988-2001).
25
Birini Sultan, diğerini Halk yaptırmış. Birini Mimar Sinan inşa et
miş. diğerini Mimar Saim Güner. Biri XVI. yüzyılın yapı tekniğinin ürü
nü, diğeri X X . yüzyılın.
Garip olan şu ki ikisi de XVI. asrın Fizik ve Astronomisinin metafi
zik sembollerini kullanıyor. İlki aslen, İkincisi takliden. İlki sanat, diğeri
kitsch.
İmdi, ey talih, seni biraz üzeceğim, çünkü hakikati söyleyeceğim:
Cumhuriyet dindarlığı da aynen Cumhuriyet Camii gibi, çağının
kimi çirkinlik ve zaaflarını üstlendiği hâlde, çağının kimi zenginliklerin
den mahrum. Öncelikle estetikten. Bir de bellekten. Geçmişten.
Bu yüzden hatırasız. Beton gibi. Sert.
Sağlam, kullanışlı ama çirkin.
27
m abed mimarisinde kibir
28
hacimle. Çünkü her mabed bu dünyanın bir maketi olmak iddiasında
dır, gizli veya açık. İlâhî hükümranlığın tabiî simülasyonu. Meselâ A ya
so/ya. VI. yüzyılda tecessüm eden bu muhteşem yapı, bizzat ismiyle
varoluş sebebini ifade eder: H ik m e t-i İlâhiye.
29
Uzun çabalardan sonra din kavrayışıyla uzlaştırmayı başardığı devrin
fizik, matematik ve astronomi ilkeleri böyle gerektirdiği için.
Dinî yorumlarla bilimsel yorumlar arasındaki uzlaşımın mümkün kıl
dığı ortak dil sayesinde uzun bir süre evrene tutarlı bir dünya-görüşün-
den hareketle bakabildi Osmanlı. Bilincini besleyen üç kaynak da aynı
dili kullanmaya başlamıştı çünkü: H ik m e t (Felsefe), K elâ m (Teoloji),
Tasavvuf (Mistisizm).
Ü ç bakış-noktası da toplumsal yaşamı düzenleyen H u k u k (Fıkıh)
yasalanyla kendi arasındaki özenli mesafeyi korumayı beceriyordu.
V e inanın ki bu hiç de kolay olmamıştı.
Sözgelimi dört unsurdan müteşekkil d o ğa ’nın hareketi doğrusal,
farklı mahiyetteki göğün hareketi ise dairesel idi. Ayüstü âlem ile ayaltı
âlemin yasaları farklıydı; maddeleri farklıydı çünkü.
Bu bakışaçısına göre dünyanın da, kanın da deveran (devr-i daim)
etmesi düşünülemezdi. H ele hele 1 5 4 1 ’de Kopernik’in, 1 6 2 8 ’de
H arvey’in yazdıklannın Batı’da bile karşılık bulması için birer asırdan
fazla süre gerektiği hesaba katılacak olursa.
İzdivaç yara almıştı.
Barok üslûb A vrupa’dan elini kolunu sallaya sallaya geİmiş değildir,
yanısıra Avrupa’dan çağın bilimleri de gelm eye başlamıştır. Evrenin bi
limsel tasavvuru değişince ona uygun olarak Felsefe’nin de, K elâm ’m
da, Tasavvufun da kendini yeniden gözden geçirmesi kaçınılmazdı. Ni
tekim öyle de oldu. (İnkârlar, itirazlar, kısaca dirençler, hesaplaşmalar,
uzlaşmalar.)
Siyaset anlayışı kendiliğinden değişmedi, onunla birlikte zorunlu
olarak bilim anlayışı da değişm eye başladı. Eğer öyle olmasaydı, Fran
sız hocalann yönettiği kara ve deniz mühendishaneleri mevcudiyetle
rini desteklemeseydi, acaba İstanbul’da müslüman mabedi N u rosm a -
niye C a m ii (1755), N u s retiy e C am ii (1826), O rta köy C a m ii (1853)
sûretinde arz-ı endam edebilir miydi?
Aslâ!
Peki klasik camilerin yanında bu yapılar niçin sevimsiz görünürler?
30
Sözümona kilise mimarisinin çizgilerini taşıdıklarından dolayı değil,
(çünkü başından itibaren kilise mimarisinden istifade etmekte hiçbir beis
görülmemişti), bilâkis bu çizgileri mümkün kılan dünya-görüşü, kendisiy
le hesaplaşılmak suretiyle, yeterince içselleştirilemediği için. Başka bir
deyişle, hesaplaşma hâlâ tamamlanamadığı için.
Bugün de büyük ve geniş kubbelerin, yüksek minarelerin sembolik
değeri dinî olmaktan çok sosyal ve siyasîdir.
s a g ıa n i“ " 1 ...... -
Büyük kubbe yapma, yüksek minare dikme arzusunun iki anlamı var:
Birincisi, böylelikle pozitivist-jakoben baskı rejimine karşı “ hâlâ yı
kılmadık ayaktayız” mesajı verilmekte, halk ne yapıp edip kendi kutsal
larına, bu büyüklük gösterisi aracılığıyla, sahip çıkmaktadır. Taşrada ve
varoşlarda minare'nin simgeleşme değerine fa llik îmaların eklenmesi,
kollektif bilinçdışının modernleşmesi sebebiyledir; tıpkı gökdelen mima
risinin, benzer biçimde güç gösterisine/iktidar teşhirine yaraması gibi.
İkinci anlamı ise, Cumhuriyet’in, hem de gayet paradoksal biçimde,
c a h ilim e devri gibi takdim edilen yenileşme (gerileyiş/yıkılış) dönemi
31
mimarisine nisbetle Osmanlı’nın yükseliş döneminin örnek alınarak
emperyal gelecek tasanmının güçlendirilmesinden ibarettir.
Şöyle böyle ibadet tarafının süregelmesine karşın, asırlar içerisinde
oluşan zengin nazariyatı, m odern eğitim sebebiyle, kavranamaz hâle
gelen bir din ile, teknolojisinden istifade edildiği hâlde bir türlü teorisi
hazmedilmemiş bir bilim arasındaki gerginliğin ürettiği dindarlık, iktidar
duygusunu m irıim a lize etmeyi kolay kolay beceremiyor.
Bir yandan gökdelenleri, bir yandan minareleri büyütüyor.
V E ne acıdır ki gün geçtikçe küçük ve zayıf olandan tiksiniyor.
32
tanrısallık eşiği
33
birlikteliğini vurgular. Daire bir küre kesitidir. (En ve boydan müteşek
kil daireye derinlik verilirse meydana küre çıkar.) Daire’yle gösterilen
küreyle gökyüzünün, kareyle de yeryüzünün temsil edilmesi, yeryüzün-
deki olayların gökyüzündeki olaylarca belirlendiğine dair inançtan kay
naklanır; zira önceleri feleklerin hareketinin tabiattaki hayatı doğrudan
etkilediği kabul ediliyordu.
34
Kısaca, kadim Türk siyaset tasavvurunda kare, işbu dört unsuru
(hava, su, toprak, ateş) temsil etmekle kalmaz, beşeriyeti, dolayısıyla
toplumu da sem bolize eder. D a ire (küre) ise göğü, dolayısıyla T a n n ’yı,
Tanrı’nın iktidar ve gücünü, yani devleti de remz eder. Hakan'ın gücü
nün tanrısal olması, Sultan'ın yeryüzünde T a n r ı’nın g ölge si (zıllullah
fi’l-arz) olarak adlandırılması hep aynı âlem tasavvurunun sonucudur.
Böylelikle kare içine yerleştirilmiş daire motifleri sadece toplum-dev-
let birlikteliğini değil, Göğün (ilahî olanın) Y e r ’i (beşerî olanı) yönettiğini,
yönetmesi gerektiğini de vurgular. înanışa göre belki sultan ilah değildi
ve fakat nosyonu gereği ilahî idi, olmak zorundaydı. Bu zorunluluk da
yanaklarını sadece din’den değil, belki de daha çok devrin bilim anlayı
şından üretiyordu. (Bugün de öyle değil mi?)
Osmanlı döneminde, bilhassa İstanbul’un fethinden sonra din-
siyaset, adalet-mülk (egemenlik) tasavvurâtının sembolleri fevkalâde in
celmiş, kadîm siyaset geleneğinin yapıtaşları devrin sadece din anlayışıy
la değil, aynı zamanda âlem (fizik, matematik ve astronomi) anlayışıyla
da örtüşecek şekilde yeniden inşâ edilmiştir. Nitekim Mimar Sinan’ ın
eserleri bu yeni inşâ’nin en derinlikli, en ayrıntılı numûneleridir. Mesela
bu yönüyle Şehzadebaşı, Süleymaniye, Selimiye ve Mihrimah Sultan
camilerinin aslında salt mimarî tahsil eden öğrencilerin değil, siyasetbi-
lim ve felsefe okuyan gençlerin de ilgisini çekmesi gerekir.
Unutulmaması gereken bir nokta da OsmanlIların siyaset anlayışı
nın, kendi dönemlerinin bilim anlayışının bir yansıması olarak okun
madıkça anlaşılm ayacağıdır. Haklı olarak devrin fizik, matematik ve
astronomi öğretilerine, yani yerin ve göğün bilgisine dayandıklarını
düşünen Osmanlı yöneticileri, dinî bilgileriyle doğa bilgilerini birleştir
mişler ve metafiziklerini böylesi bir fizik tasavvuru üzerine yerleştirmiş
lerdi. Adalet değişmemeli ve sarsılmamalıydi; zira Cenab-ı Hakk yeri
de, göğü de hak ile yaratmıştı, ki bütün müfessirler buradaki hak sözcü
ğünün adalet anlamına geldiğinde müttefiktirler.
O halde Hak âlemi nasıl adalet üzre yönetiyorsa, Sultan da tebâsını
adalet üzre yönetmeliydi. (Rahmetli babam “ Bana ‘Allah nedir?’ diye
sorsalar, en azından adalettir derim " derdi.)
35
Mülkün küfrile âbad olur, zu/mile âbad olmaz!
Yani adaletten sapmış bir yönetim veya adalete titizlikle riayet etm e
yen bir siyasetin eninde sonunda yıkılmaktan kurtulamaz. Çünkü tanım
gereği, adalet bir şeyi yerli yerine koymaktır, zulüm ise tam aksi. N i
tekim zulüm sözcüğünün bugün dilimizde haksızlık sözcüğüyle karşı
lanması dahi adaletsizlik ile haksızlık arasındaki bağlantıya delâlet eder.
O halde ey talib sen ustamız Niyazî Mısrî’ye kulak ver:
36
osmanlı mabedinin ikonolojisi
37
ğı. Bu duyarlılık tarihin kendisini değil, işleuini önemli kılıyor. Çünkü
mevcut yorumları siyasî ve toplumsal sonuçlarına göre değerli veya d e
ğersiz hâle getiriyor.
Edebî tarih tasarımının ancak seküler tarih tasarımının bir antitezi
olarak varlık bulması, iki tasarım tipinin ortak ideolojik özü sebebiyledir.
Nedir o ortak ideolojik öz? P ra g m a tizm .
Bir örnek olarak D oğan Kuban'ın şu açıklamasına bir gö z atalım:
38
İntelijansiyamızın Osmanlı'nın dünya-görüşünii serimleyen çalışma
lardan hâlâ mahrum olduğu düşünülür ve o devrin matematik ve doğa
bilimlerine ilişkin bilgi seviyesinin neredeyse hâlâ bir hiç mesabesinde
olduğu gerçeği teslim edilirse, sanırım Kuban’ın kavrayış kusurlanna yö
nelik bu teşbihimle kendisine bir haksızlık yapmadığım kabul edilecektir.
Belirtmem gerekirse, bu tesbitimin tek kusuru skandal düzeyde yalın
ve sade bir ge rçeğ e işaret etmesidir.
Turgut Cansever ile Doğan Kuban arasındaki en önemli fark da
budur. Kuban bilmediğini bilmez, kendi yapı geleneğine karşı zaman
zaman şefkatsiz ve hoyrat davranmasının en önemli nedeni bu irfan ek
sikliğidir. Cansever ise, neyi bilmediğini biliyordu ve öğrenm ek için çır
pmıyordu. H er büyük deha gibi eserlerdeki değişimleri açıkça görüyor,
seziyor ama sebeplerini izah etmekte güçlük çekiyordu. Süleymaniye
ile Selimiye arasındaki farkları izah etm ek için o devirde yaşanan ente
lektüel krizlerin hangi ayrıntılar etrafında gelişmiş olabileceğini merak
ediyordu.
39
Osmanlı mimarlığında simgesel dil oyunlarının değerine işaret et
mek amacıyla küçük bir aynntıya dikkat çekmek isterim; hem de yazılı
olarak ilk kez.
Kubbelerin ve minarelerin üzerindeki alem . Uçları g ö ğ e dönük kü
çük hilâl.
Bu simgenin bugüne değin hakkını veren bir tek yazılı metne rastla
mış değilim. Oysa Mimar Sinan’ın anılannda, eğer ibarenin hakkı veri
lirse, o/emin simgesel anlamına doğrudan işaret edilmiştir.
40
ye olarak, felsefe geleneğim izde ise, Y e n i Eflatunculuğun etkisiyle, İlk
A k ıl (Akl-ı Evvel) olarak yorumlanan ilkeyi temsil ettiği sarahaten dile
getirilmektedir. A rş (-1 A ’Ia), Kürsi, K alem , vs.
Sinan eserlerine bir de bu açıdan bakılsa, acaba o kubbeler düzeneği
artık eskisi gibi karşımızda suskun suskun durabilir mi?
Bu aynntıların üzerine ilk kez şimdi düşünmenin ışığının düşmesi
tuhaf değil mi?
Türkiye muhakkak düşünmeyi öğrenecek, kuşku yok bunda. Yen i
den. Asırlar sonra.
Sözün özü, devrin Fizik, Matematik ve Astronom i öğretisinin felsefî
ve tasavvuf! yorumlanna nüfuz etmedikçe ne büyük usta Mimar Sinan’ın,
ne Davud A ğ a veya Dalgıç Ahm ed A ğ a ’nın, ne de Mimar Sedefkâr
Mehmed A ğ a ’nın âsârı hakikatiyle yorumlanabilir.
Müddeamızı isbat sadedinde C afer Efendi'nin Sedefkâr Mehmed
Ağa hakkında yazdığı Risale-i M i ’m ariyeden de (1 6 1 4 ) kayda değer
bir pasajı dikkatlere sunmak isteriz.
41
Habib-i Huda, yani Tan n ’nın Biricik Sevgilisi, önce n û r olarak tavsif
ediliyor, sonra o nûr tüm evrenin cause finalisi (iliet-i gaiyye) olarak ta
nımlanarak tüm evrenin onun aşkına yaratıldığı bir kez daha vurgulanıyor.
Ol nûr’un nûr -1 peycımberden ibaret olduğunda ise hiçbir kuşku yoktur.
42
Elçisine âşık bir Tann öyküsü. Dolayısıyla kubbe ve alem ve d ö rt
m inare.
Dem ek ki düşünmenin bundan böyle nâz etmesine izin vermeyip
onu ısrarla huzura davet etmek zorundayız. Düşünme bütün heybetiyle
önümüze düşmek zorunda.
Y in e bu vesileyle Sâî Mustafa Ç elebi’nin kalemiyle çizilen Mimar
Sinan’ın şu gökyüzü tasavvuruna dikkatinizi çekmek isterim:
43
huysuz ve hoyrat sözde ş e k ille r tarih tasarım ı, ya da Kuban’ın sığındığı
hâliyle, mimaride simgeselliğinden soyulmuş sözde Türk pragmatizmi.
Önce ik on o gra fi, sonra ik o n o lo ji.
Geçmişi yüceltme ya da kü-çümseme tavırlanndan uzaklaşıp mimar
lık tarihçileri artık adam gibi bu topraklann dilini öğrenmelidirler. Os
manlı biliminin dilini. Medresenin ve tekkenin dilini. Yeter ki aşk olsun,
iradenin tüm edimleri aşka münkalib olsun, o zaman bir de taşlann dilini.
Kuşların d ili olur da taşların d ili olmaz mı?
Y e te r ki soru sormasını bil ey talib, inan, o takdirde taşlar bile se
ninle konuşur.
44
dünya-görüşü
45
farkında olsun ya da olmasın dünyayı bir yerden kavrar, bir biçimde
kavrar; daha kesin olarak söyleyecek olursak dünyayı ancak bir dünya-
görüşü (Weltanschauung) dolayımında kavrarAavrayabilir. Tasavvuru
kadarıyla ancak tasvir eder/edebilir. Dış dünyayı. Eşyayı.
Ressam gördüğünü mü, bildiğini mi resmeder, tartışmalarını hatır
layınız lütfen. Bu çözüm lem eye göre, ressam gördüğünü değil, aslında
bildiğini resmeder. Bildiği kadarıyla resmeder.
Marsilio Ficino ne diyordu:
46
H o ca ’nın evinden ikinci ve son kez ayrılırken, artık yıllarca peşin
den koşacağım bir sorum daha olduğunu biliyordum. O zaman belki
cevabım yoktu am a o görüşmelerden çok ciddî bir soru intikal etmişti
zihnime. Sinan’ ın zihin dünyası. O ustanın dünya-görüşü. Bu dünya-
görüşü’nün kurucu öğeleri.
Yıllarca beyin damarlarımı zonklatan bu sorunun hikâyesini daha
uzatmaya gerek yok sanırım. Ancak şu kadarını söyleyebilirim:
Yıllar sonra o sorunun cevabının nerede olduğunu ve nerede bu
lunabileceğini öğrenmiştim. Cevap, devrin bilim tasavvurunun kayıtlı
olduğu bilimsel metinlerin içindeydi. O dönem in Fizik, Matematik, A st
ronomi, T ıp metinlerinde. Bu bilim tasavvurunun izin verdiği ölçüde
Felsefî/Kelamî/Tasavvufî yorumların arasında.
Kimse farkında bile değildi, ki hâlâ da değil, H oca, Fanofsky’nin yıl
lar önce G o th ic A rc h ite c tu re a n d S cholasticism (1 9 5 1 ) çalışmasında
yaptığını yapm aya çalışıyordu aslında. Sinan'ın eserlerinin ikonoloji’si-
ni inşa etmek. Lâkin bunun için önce ik o n o g ra fik temel ortaya ko
nulmalıydı. ve bu da Sinan devrine hâkim dünya-görüşü’nün köklerini
kavramayı gerektiriyordu. Kısacası dini, dinî bilimleri/yorumları bilmek,
kavramak yetmiyordu, devrin gözde bilimlerine, bilimsel yorumlarına
da vakıf olmak gerekiyordu. İkisini bir araya getirmekse Türkiye’de bir
mucizeydi.
Çağdaş sekülarizmin maliyeti tamıtamına buydu işte. Bizi hangi ta
bana oturduğunu bilmediğimiz bir sürü dinî yorumla başbaşa bırakmıştı.
V e dilini/üslubunu yorumlamaktan aciz kalacağımız bir yığın (!) sanat
eseriyle.
Kapının anahtannı yıllar sonra ele geçirecek, ve fakat bu sefer ho
camı kaybedecektim.
#* *
47
deveran ettiği (dolaştığı/döndüğü) ancak kanın sirkülasyonu sonrasın
da anlaşılmıştı. Bu yüzdendir ki H arvey’i anlamayan bir zekâ, Adam
Sm ith’i de anlayamaz.
Dairesel hareket (sirkülasyon) ile doğrusal hareket’in mahiyetini,
yani hareket ve sükûn’un geleneksel sanatlardaki başat rolünü öğren e
bilmek için, öncelikle Klasik Fizik metinlerinde hareket’in doğası üze
rine yapılan yorumlarla temas etmek gerekiyor. Sonra, sıra gelirse,
geleneksel mimaride kullanıldığı şekliyle kubbenin, kubbelerin, tam,
yarım, çeyrek kubbelerin ve sayılarının ne anlama geldiğini farketmek.
Geleneksel sanatların anlamı, geleneksel bilimlerde aranabilir an
cak.
M ichelangelo’nun dünya görüşü Y e n i E fla tu n cu yorumlarla şekil
lenmişti. Peki ya Mimar Sinan’ın?
Bu sorun bugüne değin çözümlenmemiştir. Çünkü soru henüz dile
gelmemiştir. İntelijansiyanın diline. Akademinin diline.
İmdi, ey talib, ben de sana bir soru em anet ediyorum: İslâm kelime
sini, bir joker gibi, kullanmaksızın İslâmî sanat ve estetiğin soru(n)larını
tartışmayı becerebilir misin?
Köpü ğe bulaşmadan, baloncuklarla eğleşmeden suya elini değdire
bilir misin?
48
mimaride suret ve m adde
49
olarak İkincisindeki ah en gi işitm eyiz, görürüz. Sağlam lığı, işlevi v e gü
N edir bu?
Birbirinden ayrı ve saf iki geom etrik şeklin aynı zam anda kullanıl
masıyla elde edilen etki, yani genişlik ile derinliğin izdivacından doğan
büyüleyici çarpıcılık.
C ansever H o c a ’ya gö re , bu çarpıcılığa yol açan mukarnasların
konkav şekillerinin ve ışık-gölgelerinin temin ettiği ta h d it e d ilm e m iş
m ekân tesiri önem li bir sonuca yol açar:
51
Panofsky'nin Gotik mimarinin şifrelerini çözm e teşebbüslerini, Tur
gut Cansever H oca, Osmanlı mabed mimarisi üzerinde denemiştir.
Meselâ son eseri M im ar Sinam (200 5) bu konuda tekemmül etmemiş
bir teşebbüs olarak zikredebilirim.
Şimdi şu satırlara dikkat:
52
O devrin siyasî atmosferi ancak ik on o g ra fiy e izin veriyordu; sadece
tanımlamaya ve çözüm lemeye. Genç doktora öğrencisinin meselesi ise
yorumlamaktı, yani ik on o lo jiy e girişmek.
Elmalılı Hamdi Yazır (öl. 1942), belki de genç âlimin ikonolojik yok
lamalarını ileri merhalelere taşıması için kendisinden yardım alabileceği
tek isimdi. (Eski Dışişleri Bakanı) Turan Güneş’le (öl. 1982) birlikte
yanına bile gittiler.
İbn A ra b i’yi veya M evlâna’yı aslından, A ra p ça ’dan ve Farsça’dan
okumak mümkün olamaz mıydı meselâ?
Olamadı.
Yorum haramdı bu toprakların çocuklarına. V E kendilerini keşfet
mek. kendi ustalarının önünde diz çökmek. Elmalıh’nın kendisi dahî
elindeki sermayenin bir işe yarayacağından emin değildi.
Yıllar geçti. İkonografimiz hâlâ eksik. İkonoloji ise bir hayal. Siyase
tin ve ticaretin güç yetirem eyeceği bir hayal.
53
taşlarda gizlenen tan n ’nın dili
Mukarnas.
Selçuklu ve Osmanlı mimarisinin en soyut bezem e tekniğinin adı.
Satıhlarda üç boyutluluğu oluşturan unsur. M odem dönem e kadar, mu
hatabında d e rin lik duygusu uyandırması sebebiyle sıklıkla kullanılan,
geleneksel mimarinin en başat bezemelerinden biri.
S ta la k tit, Batı mimarisindeki karşılığı. Prizmatik öğelerin yan yana
ve üst üste dizilmek suretiyle oluşturdukları geom etrik hareket manzu
mesi. Belirgin vasıfları te k to n ik , kübik, orn em a n ta l.
Açıklamak gerekirse, bir bütün/birlik içinde yer alan parçaların
kendi içlerinde de bir bütün/birlik oluşturmalan anlamında te k to n ik .
Üçgenlerin değil prizmaların, karelerin değil küplerin oluşturduğu plas
tik evren anlamında kübik. Sağlamlık ve işlevsellik gibi yapının aslî ve
mukavvim (oluşturucu) unsurları arasında yer almayan bezeme-süsleme
öğesi anlamında orn em a n ta l.
İlk kez, 1 9 4 9 ’da, sütun başlıkları dolayımında mukarnasları doktora
tezi olarak inceleyen Turgut Cansever’e kulak verelim:
54
M ukam aslar esas itibariyle oyuk şekillerdir. B aro k devirlere has m enfî
şekillerin sim ültane karakteri m ukam aslarda mevcuttur. M ukamaslar
bir taraftan kem erleri andıran hudutlanyla konstrüktif bir unsur , diğer
taraftan ışık ve gölgeleriyle tektonik bir şekli B aro k devirlere has sonsuz
m ekâna bağlayan [tezyinîj bir unsur olarak telâkki edilebilirler.
55
Bu satırlar, hemen farkedileceği üzere, isabet değeri tartışmaya açık
birçok yargı içeriyor.
Öncelikle hocamızın çok severek kullandığı, kitaba da başlık olarak
yakıştırılan, sonsuz m ekân terkibini kendimce tashih etmek isterim.
S o n sözcüğünü zaman’ la, sınır sözcüğünü ise mekân'la alâkalı
olarak kullanmak en doğrusudur. Bilhassa Klasik Fizik tasavvuru bakı
mından. Zaman'ın çizgisel/doğrusal karakteri, kendisine ancak sonun
ve/veya sonsuzluğun yakıştırılmasını mümkün kılıyor. Y üzey in eni ve
boyu; şeklin eni, boyu, derinliği, çizginin/doğrunun ise sadece boyu
olduğunu hatırlarsak, o takdirde, zaman’ın niçin sadece boyundan, do
layısıyla sonundan ve/veya sonsuzluğundan söz edebildiğimizi de anla-
nz. Türkçe’de niçin “ ömür b oy u nca” deriz?
M ekân ise iki boyutla birlikte kavranmaya başlanır. En ve boyla.
Düzlem ve yüzeyle. Sınırla yani. V e pek tabii ki üçüncü boyutla. Derin
likle yani.
Öyle ya, doğal veya matematiksel cisimlerin niçin sınırları vardır?
Elbette üç boyutlu oldukları için. (Asırlar sonra zaman’ın niçin d ö r
düncü boyut olarak adlandırıldığını düşünmekte yarar var.)
Derken sorular sökün ediverin •
Osmanlı’nın dünyayı kavrayış biçimi, acaba sonsuz (veya sınırsız)
bir mekân tasavvuruna izin verir miydi?
Zamanın sonsuzluğu ve mekânın sınırsızlığı tasavvuru bilimsel ola
rak geriye götürülebilir mi? Meselâ klasik fizik ve astronominin ilkele
riyle sonsuz/sınırsız bir evren mümkün müydü?
Değildi, çünkü öyle olsaydı, genç âlim, bu tasavvuru B a rok d e virle
re has olmakla nitelemezdi.
Istılahâtta münakaşa olmaz deyû bu bahsi geçelim. Ancak biraz ta
hammül gösterip, bu sefer, Turgut Cansever H o ca ’nın zihnini yıllarca
meşgul edecek neredeyse tüm sorunlann nüvesini teşkil eden şu pasajı
dikkatle okuyalım-.
56
baklavalı başlıklarda da müşahede edilir. Değişik istikametleri, derin ve
menfi şekilleriyle, kübik. Barok ve simültane tesirli fonnlarıyla, sütün
başlıklannın ışık ve gölgeli satıhlanyla sonsuz mekân fikrinin izlerini
taşıdığı ve maddeyi yok etmek isteyen İslâmî tezyin düşüncesine tercü
man olduğu söylenebilir, (s. 170)
57
CiTC^A*
/ 2 и л ^ ^ Æ Z c v v ^-—^-ь — ^ ıO > s «^ U >
IC J İt A o . ( la y ~ d » - J III*}
g 1иЛ* >•“ v
ljr/ v g>. $ и ^ Ь и .л А
b lt T ) C * ^ % t^ J J L '-rH s K j
Л « * г crv/ ^**-
~çû
1 . ^ I/- '
я л * * - * '* "
** 1Сс**Л^ —
# fc r^ ^<r‘~' ** ^
^«. ** „ r u ^ t
•rT. -д Ра7
I О Зо tfU- Z?^~~ /с ,UroL**- •
Н л Л ы *л ~ 1 - - — /'<-<^3-^'
gücünden aldığını kabul etmek zorundayız. İkonografik süreç tamam
lanmadan ikonolojik yorumlara girişmek sanılandan daha güç ve kabul
etmeli ki çok daha aldatıcıdır.
Yayımlanan iki başyapıtı vesilesiyle, bir kez daha, bizi taşların d ilini
öğrenm em iz için teşvik eden ustamızı şükranla anıyoruz.
Ey talib, o taşlan ustanın eli kadar bilinci de şekillendirir.
Kabul etmeli ki bugünkü taşları da yine bizim ellerimiz şekillendiri
yor, ve ellerimiz kadar da bilincimiz. Peki ya bilincimizi şekillendiren
ilkeler? Eşya tasavvurumuzu, insan tasavvurumuzu, Tanrı tasavvurumu
zu belirleyen etmenler?
Taşlarda saklı hakikati duyabilmek için bir an evvel taşların dilini
öğrenmelisin ey talib! Işığın ve gölgenin dilini. Kendini taşlarda gizleyen
Tan n ’nın dilini.
Sesini duymakla yetinme sakın, bir de cemalini görm eyi iste!
60
yeniden karanlık
Böyle der bir defasında Fransız ressam Eugène Delacroix (öl. 1863).
Özgürlük ve bağımsızlığı Paris’in kasvetli sokaklannda değil. Mağrib’in
tepelerinde tanıyan adam.
İşığın peşinden damlarda koşan çocuk.
Renklerin prensi. Kırmızının ve siyahın, ve hem de özenle hareke
tin, zamanın, ânın. ışığın.
Baudelaire’in deyişiyle: resm in şairi.
Haklı bir serzeniş. Çünkü her yazar çizer anlaşılmak ister; anlaşıl
mak için yazar çizer.
Anlaşılmak ve kabul görmek.
Niçin? Hepsi de bir aks-i sada için. Şimdi veya gelecekte.
***
61
ren adamı. Ancak her şeyden önce bir sanatkârı. Çevresini, çevresinde
tecelli eden güzelliği temâşâ eden bir sanatkârı.
Sadece temâşâ mı? Hayır, Cansever H oca, güzelliği temâşâ etmek
le yetinen bir sanatkâr değildi, aynı zamanda güzelliğe nazar eden bir
düşünürdü de.
Üzüntümüz büyük, zira o, bu topraklarda, sanat ile düşünceyi terkib
teşebbüsünde bulunan ender zekâlardan biriydi. Sanatı, yani temâşâ yi.
Düşünceyi, yani nazan.
H er iki sözcük de esas itibariyle bakmak/seyretmek anlamına gelir.
Lâkin ikisi arasında ince bir fark var:
Temâşâ kökeni itibariyle bakılan nesneyle birlikte hareket etmek
(karşılıklı yürümek) anlamına gelir. Kişinin seyrettiği nesne veya olguyla
arasındaki mesafeyi azaltması, hatta kaldırması temâşâ’nın gereğidir.
Gönül aracılığıyla bakmanın adıdır temâşâ. Tecellî eden hakikatle bir
likte yürümenin, birlikte olmanın, birlik olmanın adı. Bu yönüyle de
amelîdir, fiilîdir. Pratiktir. Pratik olduğu için de sanattır. Kısaca, temâşâ.
nazar’m tam da aksine, sanatkârâne bakmak demektir.
Akıl aracılığıyla bakmanın adı ise nazar. Nazarî/teorik hakış. Anla
manın değil, açıklamanın yolu, ve gücü.
Mimarlık hem uygulamanın, hem düşüncenin mahsulü. Bu nedenle
mimarlık hem bir sanat dalıdır, hem de bir bilim dalı. Aklın ve gönlün
nazar ve temâşâ kabiliyetine ihtiyaç duyan bir alan.
Turgut Cansever’i Cumhuriyet mimarları içerisinde farklı kılan yönü
de bence budur; mimari güzelliği hem femâşânın, hem nazarın konusu
kılması.
İslâm mimarisi, sükûnet içerisindeki harekettir, derdi Cansever Hoca.
Bazıları bu tanımı açıklıyorlar ama anlamıyorlar; bazıları da güya
anlıyorlar ama bir türlü açıklayamıyorlar. Bu tanımı açıklamak için bir
adım öne çıkacak olanların, tabiatıyla, hem hareket ve sükûnu temâşâ
etmiş, hem de hareket ve sükûna nazar etmiş olmaları gerekir. Çünkü
merhumun kendisi, ön e sürdüğü yargıyı iki açıdan da temellendirmek
için uğraştı bir ömür boyunca.
62
Türkiye’nin, 1920 doğumlu Turgut Cansever’ in adını 1 9 9 0 ’lardan
sonra, yani yetmiş yaşından sonra duymaya başlamasının bir anlamı
yok mu?
Elbette var! Merhum yetmiş yaşından sonra konuşmaya ve yazmaya
başladı. Sükûnetle. Tevazûyla. Vukufiyetle. Bu yüzden geç tanıdık. Bu
yüzden hazırlıksız yakalandık. Ressamdı. Neyzendi. Mimardı. Hayret
ki hayret, düşünüyordu. Rengin üzerine. Sesin üzerine. Taşın üzerine.
O hep düşünüyordu.
Bizim neslimiz çokluk k e lim e le r hakkında düşünürdü, nadiren de
m e fh u m la r hakkında. Y a inançlıydık, ya bilgili.
Merhum Cinuçen Tannkorur, bizim neslimize sesler üzerinde de
düşünülebileceğini öğretti. Seslerin de dili olduğunu farkettik. V e musi
kimizi kaybettiğimizi. Tınımızı.
Merhum Turgut Cansever ise, taşlar üzerine düşünebileceğimizi
öğretti bize. Yapıların dili olduğundan söz etti. Taşların ve yapıların
kendine özgü bir dili olduğundan. Kendine özgü, yani bu topraklara, bu
ülkeye, bu insana, bize özgü.
Sadece bilgiyi değil, güzeli de kaybetmiştik. Güya şiirimiz vardı ama
tın ım ız (zaman kavrayışımız) yoktu, sesimiz vardı ama taşım ız (mekân
kavrayışımız) yoktu. Şimdi var mı? Y in e yok! Fakat belki bir daha düş
gerçek olabilir. Umud edebiliriz hiç değilse.
Görm üyor musunuz, anlamıyorlar ama yine de kabullenmek zorun
da kalıyorlar.
Kimler?
Cüceler.
Nasıl?
Suskun kalarak.
63
sanat ve iktidar
Efendim, biz o ayeti okurken Allah lafz-ı celilini telâffuz eder etmez
öyle bir hayrete düştük, öyle bir zevke daldık, öyle kendimizden geçtik
ki rasûlüne bile sıra gelmedi, nerde kaldı yöneticiler!
64
Bir sanatçı sanatına, bir düşünür düşüncelerine, herhangibir siyasî
iradenin müdahalesini hoş görebilir mi?
Asla!
Düşünür veya sanatçı, kendi istiklâlini korumak adına değil sade
ce, bilâkis düşüncenin ve sanatın haysiyetini korumak maksadıyla da
böylesi bir müdahaleyi hoş karşılamaz. Karşılayamaz. Bu nedenledir
ki düşünce veya sanat adamları, politikacıların sadece olum suz değil,
mümkünse o lu m lu desteklerinden de uzak durmayı bilmelidir. Aksi
takdirde bu desteğin bedelinin, düşüncenin ve sanatın kendisinden tah
sil edileceği asla unutulmamalıdır.
Alınan destekler, ister istemez, bir süre sonra düşüncenin ve sanatın
namusu paymâl edilerek ödenir. Ehl-i hikmet ne güzel söylemiş: Kurb-i
sultan âteş-i suzan! (Sultana sakın yaklaşma, yanarsın!)
Sanat aracılığıyla bazıları mesaj verm eye, bazıları telkin ve tebliğ
etm eye çalışıyor. İdeolojik sanatın vasf-ı mümeyyizi bu işte: mesaj ver
mek.
Kim e? Herkese. Dosta ve düşmana. H em de topluca. Bir taşla bir
sürü kuş.
İdeolojik sanat, özel mesajları olan bir etkinlik türü. Daha baştan
tebliğ ve telkin amaçlı. Seçm e hakkı verm ez, yönlendirir. Dile kolay
yapışacağını bildiğinden sloganı sever. Kışkırtır. Baskılar, baskılandım.
Bak, ben böyle düşünüyorum veya hissediyorum, demekle yetinmez,
bilâkis, sen de böyle düşüneceksin veya böyle hissedeceksin, demeyi
marifet sayar.
Mesajı vardır, ve bu mesaj bellidir. Kişisel değil, bireysel hiç de
ğil, toplu bir mesajdır bu! Bir toplumun değil, bir topluluğun mesajı.
Muayyen bir duygu ve düşünceyi muhatablara tebliğ ve telkin. Bir tür
propaganda. Kurumsallaşması için hiçbir çaba harcanmayan sanat da
bu telkin ve tebliğin fiyakalı aracı. Sanat da bu telkin ve tebliğin fiyakalı
aracı. Artık toplum için mi olur, sanat için mi, hiç farketmez.
Siyasetin düşünceye ve sanata ilgisi, düşüncenin ve sanatın kendi
sinden dolayı değildir, aksine düşünce ve sanatın gücünü propagan
daya elverişli bulmasmdandır. Düşünce ve sanatı siyasetin hizmetine
65
sunanların amacı da düşüncenin veya sanatın kendisi değildir, bu güç
aracılığıyla elde edilecek olan çıkar ve menfaatlerdir.
Türkçe’de yayımlanan estetik kitaplarının çoğu, aslında marksist
estetik üzerinedir. Sanatın teorisini sosyal gerçekliğe dayanarak açık
lamaya çalışan bu çizginin ideolojik ısrarcılığı, karşıtlarından çok, bu
ısrarın yandaşlarına zarar vermiştir. Toplumsal diyalektiğin ilerici kutbu
olan işçi sın ıfın ın sanatsal duyarlılığından dem vuran, burjuva sana
tının güya uçuşlarını hafife alan, çoğu derinlikten uzak, naif metinlerdir
bunlar. Gerçekçidir. Toplumcudur. Telkincidir. A m a hepsi bu kadar!
9 0 ’lı yılların o kişiliksiz, omurgasız, bayağı ürünleriyle piyasanın dol
masına neden olan, gerçekte bu ideolojik sanat yorumudur.
3 0 ’lu, 4 0 ’lı yıllardaki devlet baskısı nasıl arabesk curcunasını ortaya
çıkardıysa, işçi sın ıfın ın g e rç e k ç iliğ i lâflarını ağızlarından düşürmeyen
sol intelijensiya da tam karşıtını yarattı: devrimden ümidini kesmiş,
ütopyası kalmamış lümpen sanatını, o Cihan girâne gevşekliği. (Hak
sızlık etm em ek için belirtmeli ki ikibinli yılların yorgun Türk solu, ken
dini gayet iyi toparlıyor. En azından sanatı, hiç değilse sanatın teorisi
alanında daha ciddiye alıyor.) .
Sağ estetik olmaz. İşin bu tarafını geçelim,. Dinî estetik’e gelince,
ülkemizde bu terkibin sadece lafzı değil, kavramı da yok ne yazık ki.
Olamaz mıydı? Olabilirdi. O zaman bizler de dinî estetik yorumla-
nnı gönül rahatlığıyla hem temaşa, hem tahlil edebilirdik; yani hem
yapabilir, hem de üzerine düşünebilirdik. N e var ki siyaset bir türlü izin
vermiyor: hem lâ-dinî siyaset, hem dindar siyaset. Y a köstekliyorlar, ya
destekliyorlar. İki hâlde de düşüncenin ve sanatın kendine has eserler
sunmasını engelliyorlar. Neticede, ortaya çıkan olumlu veya olumsuz
bir tebliğ ve telkin edebiyatından başka bir şey değil.
Bir kompleks edebiyatı. Bu yüzden de bir tebliğ ve telkin edebiyatı.
Sözün özü, bu ülkede düşünce ve sanatın devlet adamlarına ihtiyacı
var, devletin adamlarına değil!
Eh tabii ki biraz da haysiyet sahibi düşünür ve sanatçıya.
V E fakat kesinlikle tac ile hırkaya değil.
66
mimarlık ve iktidar
67
Yapılması gereken, aslında çağdaş mimarlık tarihinin M illî M im a rî
D ö n e m i ve Ulusal M im a rî D ö n e m i şeklinde ikiye ayrılmasıdır. Nite
kim bu iki adlandırma arasındaki fark, m illî ve ulusal sözcükleri ara
sındaki fark kadardır. Millî Mimarî Dönem i en geç 1930'larda sona
ermiş ve ardından kelimenin tam anlamıyla Çağdaş ve Ulusal Mimarî
Dönem i'nin ilk adımları atılmaya başlamıştır.
Ünlü Mimar Ernst Egli'nin (189 3-1974 ) bu süreçte yüklendiği
büyük ve önemli rol malumdur. Kendisinin iki ciltlik ve 4 7 2 sayfalık
E rin n eru n ge n im D ie n st zw ischen H eim a t und Frem d e, einst und
d ereinst (196 9) adlı hatıratı, bilebildiğim kadarıyla hâlâ daktilo edilmiş
sayfalarda (yazma hâlinde) metrukatı arasındaki birçok eseri gibi öy
lece yayımlanmayı beklemektedir. Ancak Dr. Marcel W eber in, Emst
Egli'nin ölümünün yirminci yıldönümü münasebetiyle Mayıs 1994 te
kaleme aldığı tebliğ metninin bizim tarihimiz adına da önem li sayılabi
lecek bir teşebbüs olduğunu belirtelim. (E rnest E g li, E TH Kütüphanesi
N o: 34, Zürich. 1994)
İmdi, Millî Mimarî döneminden Ulusal Mimarî dönem ine geçişin
mimarlarından Ernst Egli’nin ilk kez burada yayımlanmakta olan anı
larından kısa bir pasajla sizi başbaşa bırakıyor ve çağdaş mimarlık tari
himizi yeniden yazmak teşebbüsünde bulunacaklara basiret ve feraset
diliyorum:
69
Bu kararla birlikte nazikçe müsaadelerini almış ve fırtınalı düşüncele
rimle başbaşa kalmıştım. Salonu baştan başa arşınlıyor ve sad ece Ke-
malettin B ey ile olanlan düşünüyordum. D em ek ki bir gün evvel beni
istasyonda karşılayan o nazik ve babacan adamın elinden inşaat yetkisi
alınacaktı. Ayağımın tozuyla geldiğim A nkara’da nah oş bir olayın tam
da ortasında bulunuyordum. Ne yapmalıydım?
Bu arada büfenin yanına da gelmiştim . Ş arap rica ettim ve bir kad eh...
iki kad eh... üç kad eh... Bu hâl içinde büfenin önünde duruyorken bir
den arkam da bir hareket hissettim . Omuzuma dokunulduğunu farkedip
arkam ı döndüğümde M. Kem al P a şa ’nın karşımda durduğunu gördüm.
B an a, kendisine eşlik eden S am e t P aşa'y a, N ecati B e y ’e ve henüz ken
dileriyle tanışmadığım diğer zevata şam panya doldurulmasını em retti.
S o n ra da kadehini, Türkiye’deki ikam etim in verimli olması dileğiyle ha
vaya kaldırdı ve içti.
Türkiye serüvenim işte böyle başlamıştı, (s. 7 9 - 8 0 )
70
her bir NE bir N A SIL tarafından taşınır
71
Bu üzücü durumun gerisindeki neden, kişisel çıkar ve kazanç sağlama
amacını taşıyan özel girişimin üstünlük kazanmasıdır.
Kentler insanlık dışıdır ve birkaç kişinin özel çıkarı uğruna çok sayıda
insan acı çekmektedir.
Özel çıkarların acımasız şiddeti, bir yanda ekonomik güçlerin itici gücü
ile diğer yanda idaıî denetimin zayıflığı ve toplumsal dayanışmanın güç
süzlüğü arasındaki dengeyi büyük bir oranda bozmaktadır.
72
Modernleşme tarihimiz şehirleşme tarihimizle koşuttur. Malzeme ne
olursa olsun, her çağ kendi formunu getiriyor, kendi biçimini. Derken o
malzemeyi de dönüştürüp yeni terkibler yaratıyor.
Ü ç şehrin tarihini izleyin: Bursa, E dirne, İstanbul.
Bursa’nın bütün günahı İstanbul’a yakın olmasıydı. Edirne'nin bütün
günahı ise düşmana yakın olmasıydı. Edirne ihm al. Bursa im ha, İstan
bul ise istilâ edildi.
İstanbul obezleşen bir şehir. Sağlıksız büyüme, sağlıksız nüfus artışı
ve akıl almaz derecede göçm enlere peşkeş çekilen bir toprak hâzinesi.
Şehir sanki kendisini yutanlan yutarak mütegallibeden intikamını aldı.
Hareket etmekte zorlanan bir obeze dönüştü. Büyük şehirleri yıkan
özel çıkarlardan çok genel çıkarların acımasız şiddeti oldu.
Türkiye bu bağlamda birkaç kişinin ö z e l çı/carını tanımadı bile; sa
dece devlet, geniş yığınları denetlenebilir modern bir to p lu m haline
getirmek için toplulukların, yani göçm en akınlarınm toprak yağmasına
gö z yummak zorunda kaldı.
Ülke koca bir beton (a rm e) m eza rlık hâline geldi. Betondan kol
lar her yanı sardı; geçmişimizi, evlerimizi, simgelerimizi, hepsinden de
önemlisi hayallerimizi.
73
H üviyeti, yani kimlik ve kişiliği. Üslûb ve tarzı.
M ahiyeti, yani asi u esası, zâtı, özü. N e ki hakikatte değil, sadece
zihinde.
Ülkenin temel sorunu ne sorunu'ydu, nasıl sorunu değil. Artık nası
lı taşıyacak bir ne bilgisinden mahrumuz bugün. Biçim değiştikçe ö z de
değişti. “ Birkaç kişinin özel çıkan” nın mahiyetini artık iyi biliyoruz ve
doğal olarak, dindar veya dinsiz, o birkaç kişiden biri olmak için yanıp
tutuşuyoruz.
Ö zel çıkarların acımasız şiddeti, Türkiye’de bu nedenle itiraz konusu
olmuyor.
Açıkça söylemek zorundayım: Türkiye’de nasıl o kadar güçlü, ne
ise o kadar güçsüz ki gerçekte neyi taşıyan nasılın kendisi.
Türklerin uzun bir aradan sonra tarihe yeniden dahil olmalarının
sim da işte burada.
İmdi, istediğiniz kadar sevinebilirsiniz, İslâm artık terakkiye mâni
değil. Terakkiye, yani ileriye doğru murakabesiz, müşahedesiz, müca-
delesiz, içi boş, ruhsuz atılımlara.
74
şehrin kalbi ve aklı
Genellikle a rtel diye telâffuz edilip yazılan bir kelime vardır Türkçe-
mizde. Çoğul kullanımı daha yaygın, hem de önünde bir sıfatla birlikte:
ana-arteller. Doğrusu ana-arterler.
Ulaşım terminolojisi içerisinde yer alan bu kelime, geniş ana caddeler
karşılığında kullanılıyor. İlginç olanı şu ki a rter (en azından m odem tıp
açısından) atardam ar anlamına gelir; toplardam arın (ven) tam karşıtı.
Kan, vücuda arterler aracılığıyla dağılıyor. Peki o hâlde arterlerin
anası da ne ki? İlk akla gelen a o rt, yani atardamarların en büyüğü.
Öyleyse, ana-arterlerin belli bölgelerde a o rt işlevi gördüğüne ve ta
şıtların da şehrin bedenine, tıpkı arterler gibi, ana caddelerden dağıldı
ğına inanılıyor demektir.
Bu kullanımın Türkçe’nin yaratıcılığıyla bir alâkası yok elbette. Türk
çe, artık şehri tanımıyor. H ele hele modern şehri. Bu yüzden düpedüz
ithal bir sözcük.
Osmanlı döneminde şiryan (arter) ve verid (ven) şeklinde ikiye ayı-
rılan damarları, Erzurumlu İbrahim Hakkı şu şekilde Türkçeleştirmişti:
can dam arları ve kan dam arları.
Can sözcüğünün seçilmesi gayet yerindedir, çünkü Hipokrat'tan
itibaren arterlerin içinde hava, venlerin içindeyse besin bulunduğuna
75
inanılırdı. Nabzın attığının hissedildiği damarlara can d a m a rla rı, buna
mukabil yeşil görünen damarlara ise kan dam arları deniliyordu. Nite
kim arterin kökü de aire (hava) varır.
Canın ten in karşıtı olduğu ve Arapça olan ruh kelimesi mukabilin
de kullanıldığı hatırlanacak olursa, Erzurumlu İbrahim Hakkı’mn seçimi
gayet isabetlidir.
Bu durumda a rte r sözcüğünün karayollarından çok havayollan ter
minolojisi içerisinde yer alması beklenirdi, değil mi? Öyle olmadı, a rter
veya ana-arter sözcükleri karayollarıyla sınırlı kaldı.
Şöyle düşünmek gerekm ez mi: Eğer bir şehirde yollar arter, ana-
a rter (aort) şeklinde adlandırılıyorsa, bu durumda o şehrin bir de kalbi
olmalı. Hatta ak ciğerleri de. Mezarlıkları.
Düşünmeli değil mi, acaba İstanbul’un kalbi nerede atıyor?
Daha geçenlerde, metrobüs’le birlikte şehrin nefes almaya başlaya
cağı söylenmiyor muydu? O halde bundan böyle şehrin kalbine stent
takmak da, by-pass yapmak da. arteriosklerozu nu (damar sertliğini)
tedavi etmek de gayet makul.
Beden ile şehir arasında kurulan bu ilişkinin derin anlamları var
hiç kuşkusuz. Tıpkı kadîm siyaset dili’nin yine aynı şekilde terimlerini
insan bedeninden ödünç alması gibi, modern şehircilik de insan bedeni
üzerinden kendini tanımlıyor.
Cevap vermekle değil, soru sormakla yükümlüyüz: Niçin?
Evet, niçin şehir insan bedeni üzerinden tanımlanıyor? Niçin taşıtla
rın arterlerin içinde hareket ettikleri veya şehirlerin nefes alıp verdikleri
varsayılıyor?
Edebiyat olsun diye mi?
Şehrin kolları da, karakolları da var, ayakları da, bağırsakları da.
N e dersiniz, sizce şehirlerimizin beyni var mı? Türk şehirleri bir bey
ne ihtiyaç duyuyorlar mı?
Başı var ya, diyebilirsiniz. Başkanlar var çünkü. Eskiden reis (A rap
ça r e ’s) idi, yani baş. Riyaset ise başkanlık demekti. (Hepsi de kamu
idaresinin terimleri, siyasetin.)
76
Benim sorum basitti oysa: Şehirlerimizin beyni var mı? V e zorunlu
olarak bir aklı?
Baş vardır, o başın bir başkanı vardır, ama belki o başın içinde bir
beyin yoktur, olam az mı?
Lâtife yapmanın sırası değil! Benim nazarımda, Türk şehirleri, g e
nellikle beyinlerden çok beyinciklerle yönetiliyorlar: yani teorik zekâyla
değil, pratik zekâyla. Hikmet-i kadimenin terimleriyle söyleyecek olur
sam: akl-ı meadla değil, akl-ı meaşia.
Felsefesi olmayan bir şehircilik bu. Estetiği yok. Güzeli tanımayan,
bilmeyen, önem sem eyen bir şehircilik. H er şey halk için ve halka göre.
Çoğunluk için ve çoğunluğa göre. Midesiyle ve bağırsaklarıyla alâkalı
obur bir kütlenin ihtiyaçtan için her şey. V e her şey onlara göre, kalaba
lığın seviyesine göre. Ellerinde oy pusulalarıyla şehri ve şehrin gelece
ğini tehdit eden kitlelerin beklentilerine göre. Oysa bir şehrin seçkinleri
de olur, olmalı. Beyni ve kalbi. Pek tabii ki bir de ruhu.
Şehirlerimizin artık ruhu yok. Hastalanmıyorlar bu yüzden, sadece
bozuluyorlar. Bir makine gibi. Cansız bir makine. Ruhsuz.
Makinelerin kalbi olur mu?
V E dahî ruhu?
K ö y kelimesi Farsça. Ş e h ir de öyle. K e n t ise, ruhumuza Kent çik
letleri kadar yabancı.
Şehre vurulan her kazma darbesinin bedenimizde ve ruhumuzda
izler bırakması, rahneler açması gerekir. H er darbede kalbimiz sızlama-
lı. H er seçimde. H er seçim döneminde şehirlerimizin yüzü biraz daha
soluyor, solgunlaşıyor, hiç hissetmiyor musunuz?
Hiç mi?
Kendinizde, bedeninizde, ruhunuzda?
Bir türlü A h İstanbul, canım benim , mi diyemiyorsunuz?
77
bir şeyin devamı olmak
78
Bizler nedense hep aynı olan, hep aynı kalan şeylerden hoşlan
mıyoruz. Hangi damara mensup olursa olsun, ideolojik pozisyonunu
değiştiren uyanıkların, daha ilk adımda arkadaşlarına, siz hâlâ orada
mısınız, yollu sitemler göndermesi yakın siyasi tarihimizin en bildik tu
tumları arasındadır. H ep aynı yerde durmak aptallıktır çünkü. İnsan
değişmeli, evrilmeii, gelişmeli ve geçmişini hatırlatacak şeylerden hızla
uzaklaşmalıdır.
İtiraf etm ek zorundayız: İstanbul bir şeyin devamı değil.
Doğan Kuban şöyle demiş bir defasında-.
79
acısı. Mimarlarımıza gelince, belli ki biraz daha gayretliler. N e de olsa
ev sahibi onlar. Mimarlıktan çok felsefe üzerine döktürmüşler. Kelim e
oyunu yapmayı fe ls e fe sanmakta, hatta saymakta mazurlar, ama haklı
değiller.
Ortak noktalan, her iki meslek grubunun da ciddi aidiyet sorunları
yaşıyor olmaları. Çünkü İstanbul’da mimarlık veya felsefe yapıldığına
dair en küçük bir hassasiyet yok koca kitapta. Sözleri, kendi kimlikle
rine ait hiçbir şeyin devamı değil. Süreklilik veya kalıcılık endişesinden
uzak bir sürü boş söz. Derrida, H eidegger, Wittgenstein, hatta Platon,
Aristo, vb.
Konuşanların atıf yapabilecekleri muhkem bir geçmiş yok, bu yüz
den süreklilikleri yok. kalıcılıklan da olmayacak. İstanbul’da m im a rlık
ve felsefe konuşulmuş, belki şimdi de konuşuluyor. Lâkin İstanbulsuz
konuşulmuş, ve hâlâ İstanbulsuz konuşuluyor.
Siyasetin nâdanlığı hem de her açıdan aydınlara da bulaşmış, bu
bir gerçek! Cumhuriyetin ilk psikanalisti Dr. İzzeddin Şadan, derin se
beplere istinad eden teessürî hâller muhakemenin sapıtmasını mucib
olurlar, demiş ya, bizim hâlimiz de aynen öyle. Bir şeyin devamı olmayı
beceremiyoruz. Hiçbir meselemizi geçmişiyle irtibatlı bir biçimde konu
şamıyoruz. .
Sakinleri bile sakin ve m eskûn kalmayı becerememişken, mesken
ler n’eylesin?
Bir binayı ayakta tutan insan nefesidir, demiş ya bir usta, söyle bana
ey talih, hani nerede insan, nefes nerede?
Bir tek geçmiş mi, gelecek nerede?
80
merak değil, ıstırap
Millî şuur garp terbiyesiyle başlar. Bizi şarklı olmaktan uzaklaştıran şey
Türk olmaya, millî olmaya yaklaştırdı.
Aralık 1 9 4 1 ’de Falih Rıfkı A tay aynen böyle yazıyordu. Şarklı ol
mak, onun gözünde müslüman olmakla eşti. Müslüman olmaksa köylü
olmakla.
O garp terbiyesi, o menhus virüs ne güçlüymüş ki hâlâ başımızla
gövdem izi birleştiremiyoruz. Aklımızla kalbimizi. Geçmişimizle bugünü
müzü.
Zavallı Falih Rıfkı, işlevinden başka bir hususiyeti yoktu. Ömrü kul
lanım süresi kadardı. Sadakatle vazifesini yerine getirdi; hem de kilidi
bozuk bir pranga kadar, dişleri birbirine geçmiş, paslı ve belleksiz bir
kelepçe kadar.
Abdullah Cevdet (öl. 1932), Hüseyin Cahit Yalçın (öl. 1957), Falih
Rıfkı A tay (öl. 1971). Polem ik isteyen hemen güncelleyip sayılarını ar
tırsın bu isimlerin. Bugünkü karşılıklannı bulsun.
81
Kaç kişi hatırlar o isimleri, o simaları? Ö z değerleriyle kullanım de
ğerleri birbirine eş bu ser-muharrirleri? Çok az kimse! Vazifeleri bir
değer üretmek değil, varolanı tüketmekti sadece. Varlık nedenleriydi
con s om m a tio n . Fonksiyon-adamlar. Yüzyıl boyunca bir c o n s o m m a t
rice kadar işlevsel, bir bodyguard kadar vazifeşinas idiler. Sayelerinde
yaşıyoruz hâlâ. Gölgelerinde. İzleri ayak bileklerimizde duruyor.
Kollektif bilinçdışımız bir gayyâ kuyusu kadar derin ve karanlıksa, ih
tiyacımız hâline gelen işbu co n s o m m a tio n yüzünden. Şimdi de manevî
tüketim. H em m illî, hem de m anevî.
Çözümlenemez bir hâldeyiz.
Soru(n) ŞU:
Dindar halkımız konut mimarisinde hiçbir millî değeri, m anevî ihti
yacı gözetm ediği, hatta geleneksel formlara saygı bile duymadığı hâlde,
acaba neden, iş mabed mimarisine gelince herhangibir değişikliğe nza
göstermiyor da meselâ camilerin çatısında muhakkak bir kubbenin ol
masını istiyor? Oysa m odem şehirlerde ev ve iş yerlerinin geleceği artık
toprağı değil havayı yaran gökdelenlerin omuzlarında.
Yaşam apartmanlardan gökdelenlere taşmıyor. H ane şurada dur
sun, ev sözcüğü bile çayevi, kitabevi nailliğinde! Yurdum insanı bir c ite
içinde d u b lex veya trip le x ölçeğinde h o m e ve house yaşantısından
da bıktı, artık résidencelara koşuyor: üstelik villaya veya apartm en-
ta değil, aksine o ffic e ve bureaularından çıkıp doğrudan sfud/olanna,
g a rçon n iè re kıvamında odacıklara.
İtiraf etmek zorundayız: Türkiye’nin Batılılaşma süreci çoktan sona
erdi, şimdi küreselleşiyoruz.
Hızlıca.
*•*
82
Böylelikle bir değil iki tabloyu yorumlamak zorunda kaldım.
Magritte’ in yaraşıra Jacques Louis David’in M ad am e R écam iersini de.
La da m e au sofayı (1800).
83
Hanım efendi’nin üzerinde oturduğu şeyin adını sordum salondakile-
re: sedir, koltuk, divan. yatak? Adını, mümkünse türünü.
Bilen dem eyeyim ama en azından söyleyen bir kişi bile çıkmadı.
Kayığa benzetenler bile oldu. Ben de çaresiz, uzun uzun, M adam e
R éca m ier ile J osé p h in e arasındaki farkları anlatmak zorunda kaldım,
yani Latin /ectusunun serüvenini, bugünkü tabiriyle d in in g c o u c h un
kısa tarihini. (Türkçesini siz bulun, çünkü ne istirahat k o ltu ğ u nu beğe
neceksiniz, ne de d in le n m e oturağını.)
L ok a n ta İtalyanca’dan, R estaurant Fransızca’dan. Masa bile
Latince’den, sofra ise Arapça'dan. Bambaşka dünyalar, hem de keli
meleriyle değil, ürünleriyle. Bazıları yapışmış üzerimize öylece kalmış,
bazıları erimiş, bizim olmuş. Kötü mü olmuş? A rapça’dan, Farsça’dan
aldıysak kötü olmuş, Fransızca’dan, İngilizce’den aklıysak iyi. .
Öyle ya, güce tapınmak tab’ımızda var. (H er iki anlamıyla da g ö ç
m ek diye ben buna derim işte!)
Evlerimizde kullandığımız eşya adlarını biraz hatırlamaya çalışalım
mı?
T ek tek m eubles adları, ama önce en tré, sonra salon. Karşımızda
p ortem a n tea u , biraz ilerlesek belki bir canapé, belki bir bergère, muh
temelen bir con s ole, bir c o m o d in e , bir étagère, belki de bir c h iffo n iè re ,
ama muhakkak bir ga rd erob e, bir to ile tte , masası da yanında, hatta
ışıktan koruması gerekirken ışık verm eye başlamış bir aba t-jo u r, anlamı
değişmiş bir aspirateur, arabayı garagea çekmeli, ampou/eleri yakma-
lı, uaseya çiçek koymalı, belki de balcon a çıkıp a n ten n e i düzeltmeli,
sa/onda radio yu açmalı, bu sırada da bagnoya gidip bir d o u ch e almalı.
Bu sözcüklerin birkaçı İtalyanca, ama çoğunluğu Fransızca.
İşte biz. işte ev eşyalarımız!
Bilincimizin mekânı ve eşyayı biçimlendirme sorununun kökleri çok
derinlerde. Adlandırma sorunu da buradan kaynaklanıyor.
Lâtife kabilinden iki örnek daha vereyim:
Y ü z Num ara
Eskiden A rapça’dan alınma k e n e f veya helâ sözcükleri kullanılırdı,
terkedildi. Bu sözcüklerin yerini tuvalet aldı, şimdi o da ayıp, artık la
vaboya gidiliyor.
84
Peki niçin yüz num ara denmiş, üstelik 0 0 ile gösterilirken?
00m Fransızcasi: sans n u m é ro (numarasız).
Bizim bilmişlerimiz, telâffuzundan hareketle terkibi ce n t n u m é ro
(yüz numara) okumuşlar. Hepsi bu!
Su basmanı
Türkçe bir terkib zannedilir. Su malum, basman da basmak’tan gel
diğine gö re sorun yok. Hâl böyleyken, bu inşaat teriminin eski binalann
suyun erişem eyeceği yükselti kısmına atfen kullanılmasında ne mahzur
olabilir?
Hiçbir mahzur yok, ama ne yapalım ki ibarenin aslı Fransızca: sous
bassem ent (alt zemin).
Ciddiye alınabilecek düzeyde bir kültür tarihimiz, hatta kültür tarih
çilerimiz bile yok henüz ve fakat okumasını bilirsek dilimizde sözcükler
den oluşmuş koca bir arşiv var.
Bu arşivin anahtarı alelade m erak değil, beyni zonklatacak bir ıstı
rap.
Silinip gitmenin ıstırabı.
85
betona göm ülen bir ülke
Eee?
Ne için?
86
Teleolojik nedensellik insanın peşini bırakmaz. Bir şey varsa, onun
varolma nedeni de vardır. T elo s’u. Am acı. Gayesi. Maksadı. Maksûdu.
Bu telos’a meşrûiyetini sağlayan şey iradedir. îstem. İstem yoksa,
amaç da yok demektir. İstemin niteliği üçüncü ilkeyi belirler. Güzeli.
Güzelliği.
İradenin ve bu iradeyi yöneten bir aklın tasavvur edilemediği yerde
güzelden ve/veya güzellikten söz edilemez. Güzellik yapılarda aranıp
bulunan bir nitelik olduğu kadar, o yapılara konulan bir niteliktir de.
Üslûb ve ifadenin güzelliğinin idrak edilebilmesi için, önce o güzelliğin
irade edilmesi gerekir. İrade yoksa, idrak de yok demektir. Başka bir
deyişle, güzellik, tıpkı iyilik gibi ancak diyalektik bir salınım içinde ken
dini gösterir. Hitabdaki güzellik nasıl bir muhatabı gerektiriyorsa, aynı
şekilde bir de hatibi gerektirir. Bir müridi ve bir müdriki.
Seyr u temaşa, sırf bu nedenle bir idrak meselesi olduğu kadar da
bir irade meselesidir. O irade ki aslında güzelliğe yazılmış bir dibace.
B a’nın altındaki nokta ölçüsünde. İrade salt hakikatin ifadesinde değil,
o hakikati taleb eden müridin iradesindedir de.
Şendeki güzellik kadar güzelliği idrak edebilirsin. Burası kesin. Fa
kat unutmamalısın ki şendeki güzellik kadar güzelliği ifade edebilirsin.
Burası da kesin.
Semra Ö gel A n a d olu S elçu k lu Sanatı Ü ze rin e G örü ş le r (1986)
adlı kitabında şöyle der:
87
Peki bu durum, yaratıcı serbestliğe yol açıyor mu? Bırakalım ser
bestlik tarafını, herhangi bir düzeyde yaratıcılığı ortaya çıkarıyor mu?
Hayır!
Niçin?
Bizde yapılar mimarların bile elinde değildir de onun için. Y apıp
eden, alan satan müteahhitlerdir. Mimar-müteahhitler. Mühendis-mü-
teahhitler. Müteahhitler. S a ğla m lık da umurlarında değil, k u lla nışlılık
da, g ü zellik de. Varsa yoksa para! Bütün amaçları para. Maksat para
olduktan sonra dindarla dinsiz arasında ne kadar fark var? A h şu para,
hakikaten tann kadar somut, tann kadar soyut!
Türkiye’yi bir bina çöplüğü, bir yapı mezbeleliği hâline getirenler
kimler? Sağlamlığın, faydanın ve güzelliğin umurlannda bile olmadığı
bu paracı zümre kim?
İnşaat sektörünün faaliyetleri Türkiye’de hâlâ İktisadî bir faaliyet ol
maktan öteye geçememiştir.
Mabed mimarisi de doğal olarak kendine düşen payı almaktadır.
Restorasyon çalışmalannı belirleyen dürtü, sağlamlığı ve güzelliği ara
maktan çok bir kazanç dürtüsüdür. Çünkü bu sahada çok güçlü ve ka
zançlı bir sektör oluşmuştur. (Restorasyon işlerinin mâli değeriyle işçilik
değerini bir zahmet karşılaştırsın ilgililer, bakalım ne sonuç çıkacak?)
Ecdad yadigârlanna sahip çıkıldığı iddiası bu nedenle kazanç-örtücü
bir slogan olarak iş görmektedir.
Kapitalizm kazançtan gayrı hiçbir şeye kutsallık atfetmez. Esas olan
kârdır. Kârın maksimizasyonu. H er ne pahasına olursa olsun, kâr! İyi,
güzel, doğru, hepsi de masaldır kapitalisün gözünde. Kârlı mı, diye sorar
tüccar, yanıt olumluysa, yoluna devam eder. Ayaklanyla neyin üzerinde
tepindiğini aklına bile getirmez. Telâfi edilemez ne hatalar yaptığının
farkında bile değildir. Kâr, tıpkı kar gibi, hepsinin üzerini örter.
Siyasetçi tüccarın gözüne bakıyor, tüccar ise siyasetçinin sözüne
kulak kesiliyor, buraya kadar normal. Peki ama şu kâr lekesiyle kir
lenmemiş hiç mi vicdan yok bu ülkede ki her geçen gün insanımız/
insanlığımız iğrenç beton kütleler arasında eridikçe eriyor?
Kapitalizm seni betona göm üyor ey talib, farkında bile değilsin!
H em de bu sefer sarığıyla, cübbesiyle, seccadesiyle.
88
secdesi olmayan kıyamlar
Hüzün verici iki öykü. Bir sondan bile mahrumlar. Bir sınırdan. Bir
anlamdan. Bir bakıştan. Yeni camilerimizin hâli h ep böyle. Bilen bili
yor. Beton gibi. Ruhumuz gibi. Floresanlı. Klimalı. Saatli. Bir de kubbe
li. işçi sınıfının estetik duyarlılığına sahip estetlerin bile farkedebileceği
kadar kitsch.
Esprim yok çünkü.
Kınalıada Cam ii, zamanına göre, çok cesur ve gayet cüretkâr bir
teşebbüstü. Keşke takipçileri olabilseydi, keşke ortada kendisine karşı
çıkılabilecek ya da yanında yer alınabilecek denli güçlü iddialar bulun
saydı.
89
Olmadı, olamadı.
Cami mimarisi bir an evvel çağdaşlaşmalı, ve bu mimari hem çağın,
hem de çağdaş dindarın ruhunu yansıtmalı. Bütün güzelliğiyle, ve dahî
bütün çirkinliğiyle.
Evvela içinde bir espri olmalı. Söylem ek istediği bir şey. Hareket ve
sükûnuyla. Tasvir ve tasavvuruyla. Sadeliğiyle de, süsleriyle de. Büyük
lüğüyle değil sadece, küçüklüğüyle de. H em maddesiyle, hem mânâ ve
suretiyle. Hiç değilse ihtiva ettiği espri iddiasıyla.
Kmalıada Camii ile Şakirin Camii, birlikte ele alınmalı ve öyle değer
lendirmeli, aralannda yaklaşık yarım asırlık bir fark olsa da. İlk bakışta
ikisi de dıştan orta sınıf misafir odası düzgünlüğünde, ikisi de içten
kolonya kokusu çiğliğinde görünüyorlar.
Görünüşleri kadar, hakikatleri de. Hususî bir telkinleri yok, sadece
şimdi’yi, m odem olanı, yeni ve güçlü olanı temsil ediyorlar. H ız ve sü
rati. Plastik olanı. Parlak olanı.
Burun kıvırmanın, dudak bükmenin en son tahlilde yorum zaafından,
yani ne diyeceğini bilememekten kaynaklandığı çok açık. Oysa Nuros-
maniye (1748-55), Nusretiye (1823-26), Ortaköy (1853-54), Dolma
bahçe (1853-55) ve Yıldız (1885) camileri hakkında yorum yapm ak ko
lay. Bu camilerin Osmanlı gerçeğinin ta kendisi olduğunu, bu yüzden de
bütün özellikleriyle kendi dönemlerinin ruhunu yansıttıklarını kim inkâr
edebilir? Sözdeki değil, özdeki Osmanlı Ortaköy Cam ii'nde tecessüm
etti. Daha önce Nusretiye Camii'nde. H em tecessüm, hem temessül.
Bütün zavallılığıyla ve bütün haşmetiyle. Zamanın ruhu ete kem iğe bü
ründü, ve meselâ Üsküdar’da Ayazm a Camii (1761) suretinde göründü.
Sinan camiilerine öykünmenin bir anlamı yok. Cumhuriyet müslü
manlığının kökü ve kökeni, Sinan camileri değil, Tanzimat camiileridir.
Bir esprisi yok dememeli, esprisi. Garb esprisi!
E sp ri, ilginçtir, Türkçe’de mizah, şaka, nükteli söz anlamıyla yay
gınlaştı. Oysa asıl anlamı ruh ve akıl/fikir (spritus) demek. Bir şeyin
esprisi yoksa, o şeyin içinde ruh, düşünce, akıl, fikir de yok demektir.
Bu nedenle her mimari yapı ya da her sanatsal yapıt kendi döneminin
esprisini temsil ve temessül eder, etmelidir de. Bundan ne kaçabilir, ne
de kaçınabilir.
90
Kocatepe Camii (1962-87) gibi. Ankara’nın ortasında, Ankara’yı
ayakta tutan esprinin üriinü. Bir şaka gibi.
Yıldız Cam ii de öyledir. Hakikaten bir şaka gibi. II. Abdülhamid dö
nemi gibi. İmparatorluğu son iki yüzyıl boyunca o espri ayakta tuttu.
Garplı bir espri. Esprisi işlevinden ibaretti. Ayakta tutuyormuş gibi ya
parken aniden çöküverdi. Bütün gövdesiyle. Sanki bir espri gibiydi.
Tatsız bir espri.
91
Her bir NASIL bir NE tarafından taşınır.
Biçimlenmemiş olan, fazla biçimlenmişten daha kötü değildir.
Bunların ilki hiçtir, İkincisi ise yalnız görünüş.
Gerçek biçim için, gerçek yaşam gerekir. Fakat ne zaten var olmuş, ne
de düşünülmüş olan değil.
Ölçüt işte burada yatıyor.
Ludwig Mies van der R oh e’ nm (öl. 1969) isabetle işaret ettiği gibi,
yaşayan bir dış’m mevcudiyeti yaşayan bir içi gerektirir. Aksi düşünü
lemez.
Önceleri zuhurunu heyecanla alkışladığım Şakirin C am ii’nin dışı,
gayet tabii olarak yaşayan bir içten mahrum, tıpkı dışını kapatan m o
dem dindar kadmlann yavaş yavaş yaşayan bir içten mahrum olmaya
başlamalan gibi.
Şakirin C am ii’nin nasılını taşıyan ne konuşulmak zorunda. Mahiye
ti. Tanrısallığı. Grameri. Sözcükleri. Tam lam a ve tümceleri.
İsa'nın bedenini temsil ettiğine inandıklan Ayasofya’da hıristiyan din
darlar onun Ruhu’nu anyorlar, öncelikle T an n ’nın mekânında Tan n ’yla
olmak istiyorlardı. Asırlarca müslüman dindarlar da aynı mekânda
Tann'nın kelimesini yücelttiler. Kelimesini ve Kelamını. Alemlerin Rab-
binin adını zikrettiler. İlk seçimleriydi dünyevi olanın mekânından uhrevi
olanın mekânına adım atmak. Tannsallığın eşiğine yüz sürmek.
M odem camilerde dünyevi olandan uhrevi olana geçilmiyor, aksi
ne bugünden geçm işe gidilmek isteniyor. İhtişam yıllanna. Bütün bun
lar iki-üç yüzyılda oluşan aşağılık kompleksini telafi hamleleri. Fakat
taş yerine beton, ahşap yerine plastik, nedense hepsi de öykünmeler
üzerinden. Çocukça. Hiçbir derinlik taşımıyor. N e bir hesaplaşma, ne
esaslı bir murakabe.
Keşfedilecek bir derinlikten mahrum bugünün dindan. Aşkın olanı,
yani anımsanabilecek olanı bilmiyor, bilmek istemiyor da. Hatırlamıyor
çünkü.
Dindarlığın politik tezahürü, tıpkı ekonom ik tezahürü gibi. Ö n e m li
olan ile d eğerli ola n arasında seçim yapmak durumunda kaldığında
önemli olanı seçiyor, değerli olanı değil.
92
Dindarlığın bir zamanlar inanmaya ihtiyacı vardı, çünkü umuda ihti
yacı vardı. Toplumsal yaşamdan dışlanmıştı ve aşağılanıyordu. Şimdiy
se yapm aya etm eye ihtiyacı var, yapıp ettiklerini gösterm eye. İktidar
olmanın gereklerini yerine getirmeye. Çünkü kendi varlığını duyumsa
maya ihtiyacı var, hem de en kaba biçimde. Zahiren.
İniltinin yerine nâra (challenge) almış durumda. Bundan böyle ma-
bedler iniltiyi değil, nârâyı temsil edecekler ve siyasi kudret azmanlaşıp
iktidar alanını genişlettikçe mabedler de ister istemez bu büyümeden
paylannı alacaklardır. Görünüşe çıkan rıza ve teslimiyet değil, her daim
iddia olacaktır. İddia ve dava.
Naralar demir ve betona bürününce m odem mabedler ortaya çıktı.
A deta gökdelenlerle yanşan minareler.
V e secdesi olmayan kıyamlar.
Meydanlar.
93
avludan balkona çıkan dindarlık
94
Dindarlık, bedenin doyumsuz arzuiannın (şehvet ve iştihanın) peşin
den koşmayı düşkünlük, bu arzulan kontrol altında tutmayı da o lg u n
luk olarak tanımlar. (Dindarlık yerine asalet kelimesini seçecek olsay
dım, düşkünlük yerine görgüsüzlü k, olgunluk yerine görgü kelimelerini
kullanabilirdim.)
Dindarlık bu açıdan masrafa değil, israfa karşıydı. Lux ve gösterişe,
teşhir ve pornografiye, bakış israfına.
İslâm mimarisinde balkon yoktu, avlu vardı. Medeniyetimizin temel
taşlarından biri de m ahrem iy etti çünkü. H aram , hü rm et, m ahrem .
Bakışın kendisine riayet etmesi gereken sınırlar vardı. Bakışla rahat
sız etmek de yasaktı, bakışlan rahatsız etmek de. Avlunun içini yasak
bakışlarla taciz de haramdı, balkona çıkıp gözleri taciz de.
Dindarlık lu x ve israfı yoksul gözlere, yoksulların gözlerine tecavüz
olarak tanımladığı için, iştah ve şehvetin her halükârda tecessüm etm e
sinden (bedenlenmesinden) rahatsız olmak zorundadır. Öyle ki zengin
liğin değil sadece, yoksulluğun bile aşikâr kılınmasına razı değildir.
Dindarlar, şimdilerde, sanki matah bir şeymiş gibi, burjuva sınıfı
nı asıl kendilerinin teşkil ettiklerini iddia etm eye başladılar. N e komik!
Hangi sıfatı üstlendiklerini bile bilmiyorlar. Sanıyorlar ki burjuvazi, ki
bizde b urjuvalar vardır ama burjuvazi yoktur, zenginler kulübü gibi
bir şey. Kart çıkaranların girebileceği bir club. İçine atlanabilecek özel
bir havuz. Oysa burjuva terimine iki sınıfa gö re anlam verilebilir: İlki
aristokrasi ye (yukarıya) göre, diğeri işçi sınıfına (aşağıya) göre.
Aristokrasiye göre, burjuva sonradan-görmeydi, çalışarak, üreterek,
alıp satarak kazanılan servetin sahibiydi. En nihayet soysuzdu. Asaleti
yoktu. İşçi sınıfına göreyse, burjuva, ki artık aristokratın yerini almıştı,
bu sefer yukandan aşağıya doğru değil, aşağıdan yukanya olumsuzl.anı-
yordu. Zengin hödüklerin bir diğer adıydı burjuva. Nitekim marksistler,
aristokrasiye göre burjuvaziyi ilerici, proieteryaya gö re g e ric i sınıf ola
rak tanımlıyorlardı.
Kısaca, cebi para gören dindarlarımızın dahil olmak istedikleri burju
vazinin gerçek anlamı, en azından gündelik dilin sınırları içinde, itib a r
dan başka bir şey değil. Dindarlar devlet ve toplum nezdinde itibar gör-
95
mek istiyorlar, adam idadına konulmayı arzu ediyorlar. Bu bağlamda,
jet-ski’ye binen Cübbeli A hm et fotoğraflarındaki görüntü ile başı örtülü
Ayşe Arm an fotoğraflanndaki görüntü, birbirlerini nasıl da tamamlıyor.
Aynı insan malzemesi, aynı dokuma, aynı kumaş. İlki dindarlığın zorla
burjuva yaşamının üzerine çökm e hırsını resmediyor, İkincisi sektiler
şımanklığm, bedeni örterken bile ruhun mahremiyetini tekm elem e ihti
rasını. Cübbeli'ninki dişil, A rm an ’ınki eril.
Bu konuyu kapatmadan Alm an iktisatçı Som bart’a kulak verelim:
Her türlü kişisel lüks, öncelikle salt nefse dayalı bir haz duygusundan
kaynaklanır: görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma duyulannı
uyaran şey, her türden kullanım eşyası üzerinde günbegün daha da mü
kemmel bir tarzda nesneleştirilir. İşte bu kullanım eşyalan da lüksün
seyrini belirler.
96
cumhuriyet dindarlığının sesi
97
hay senin ağzına sağlık, denilsin! Bilenler bilir, dilin artık bereketi yok.
Gazetecilik diliyle konuşan ve düşünenlerin ellerinde çölleşen sözde bir
ilim ve irfan dünyasında soluk alıp veriyoruz. Şeyh Efendiler bile gaze
tecilik diliyle konuşup yazıyorlar. Gazetecilik diliyle, yani derinliksiz, plaj
suyu gibi, ılık ve tuzlu, san, sapsarı, yürüyerek girilir, yaygındır, vaaz
gibi. Oysa bir zamanlar boğazın (İstanbul’un) serin ve derin sularına,
dalmayı göze almadıkça giremezdiniz. Yürüyemezdiniz. Atlamalıydınız.
Atlamanın şiddetiyle dalmalıydınız. Derinlerde seyretmeliydiniz. İlim
gibi. İrfan gibi.
Düşünen/düşünebilecek zekâlar üzerindeki görünmez ama hissedi
lir siyasî tasallut da cabası.
Zaten üstümüze geliyorlar, sırası mı bunların? N e gereği var, durup
dururken kendi ayağına ateş etmenin? vs.
Keşke ateş edilebilseydi, belki ayağımız kangren olmazdı. Konuş
kanlar taraf değil, çoğu taraftar. Taraf olmanın bedeli var, taraftar ol-
manınsa hiçbir bedeli yok, izleme ücretinden gayrı.
Modern camiler ve bilhassa minareler; gözü rahatsız eden o katır
kutur minareler! Çocukça ama yetişkinliğin kunt hevesleriyle kirlenmiş.
Primitif ama teknolojinin kötü kullanımıyla şirazesinden çıkmış.
Bir minare bir müslümanın gözünü rahatsız eder mi?
Şayet kişi, minareyi ideolojik bir sembolden ibaretmiş gibi telâkki
ediyorsa, elbette rahatsız etmez. Böyleleri minarenin uzunluğunu ve
kalınlığını bir gövde gösterisi, bir meydan okuma gibi algılar; gözleri
minare ile kubbe arasında veya cami ile çevresi arasında nisbet ve hat
ta münasebet aramaz. Nisbet ve münasebet arayan, eğitimli/terbiyeli
gözlerse şayet, elbette rahatsız olurlar.
Dört bir yanımız münasebetsiz ve nisbetsiz camilerle dolu ne ya
zık ki. Niçin hep Sinan dehasının betonarme taklidleri? Niçin sadece
Osmanlı dönem i mimarisi? Niçin hep kubbe? Hakiki kubbe de değil,
iğreti, yapmacık kubbeler! N erede o güzelim küçük, etlice minareleri
olan mescid mimarisi, çatı mimarisi?
Kudret ve iktidar yoksunu Cumhuriyet dindarlığı, Sultan Süleyman
dönemini taklid ediyor. Minare sayısının çokluğu ve büyüklüğü siyasî ve
İktisadî kudreti temsil eder; yani hanedanı.
98
Cumhuriyetin dindan, ihtişamı hacim itibariyle büyüklükte ve g e
nişlikte anyor. Siyasî ve İktisadî ihtişamı. Oysa Osmanh’ nın dindarlan
ihtişamı küçüklükte ararlardı. Siyasî ve İktisadî ihtişamı değil, ruhî ve
m anevî (estetik) ihtişamı da gözetirlerdi.
M escid, Cam i, U lu Cam i.
Sıralama böyle olmalıydı değil mi?
Bugün m escid dedikleri dar odalardan ibaret. C a m i dedikleri küçük
kubbeli, ince ve fakat olabildiğince uzun minareli, apartman kılıklı de
vasa beton öbekleri. U lu C a m i de büyük işhanlan. Bahçesiz, ağaçsız ve
çiçeksiz. Meselâ K ocatepe Camii (1962-87). Bu yapı gerçekte Cumhu
riyet dindarlığının sembolüdür; yani doğa karşıtlığının. Bahçesiz, ağaç
sız, çiçeksiz bir cami. İstanbul Şişli Camii (1945-49) gibi. Doğasız. Spor
salonu gibi. Konferans salonu gibi.
Cumhuriyet dindarlığı mescidi ve cami’yi pek tanımıyor, gözü hep
kocamanlıkta. Kocatepevari camilerde. Gökdelenler gibi.
Peki mabedin içi? Şimdilik içini hiç konuşmayalım. Mabedin içini,
yani kalbini, özünü, aslını, bâtınını. Hakikat ve ruhaniyetini yani.
Bu arada ezan meselesini de ihmal etmeyelim. Tartalım. Tartışalım.
100
fetihten sonra hicret olmaz
101
si, o meftunu olduğumuz İslâm’ ın nezahet, nezaket ve zarafetiyle hiç
bağdaşmıyor. Üstelik müslüman irfanının kendini ifade etm e (görünür
kılma) tarzıyla da çatışıyor.
Gerçekte bu kutlamaların hiçbir dinî niteliği yok. Burası tartışılma
yacak denli açık. Kültürel ve İnsanî bir mesaj ve kaygı taşımadığı da
etkinlik biçiminden anlaşılıyor. Kutlamalann konusu da, üslûb ve tarzı
da, amaçları da siyasî niteliklidir. Bu da tabii. Çünkü fetih en nihayet
siyasî ve askerî bir başarının adı. Hatta dinî çerçevesi ve ilhamı olan bir
başarının markası.
İyi, güzel, hoş da niçin Feth'in sonuçları üzerinde durulmaz? Yani en
son tahlilde, fethettik de n ’oldu, sorusunun hakkı verilmez? İstanbul’u
ne hâldeyken aldığımızı, nasıl ve ne surette yaşattığımızı ve son yetmiş-
seksen sene içinde şu canım beldeyi ne hâle getirdiğimizi niçin adam
gibi müzakereye açmayız da bu şehri nasıl ve ne zaman fethettiğimizi
davul zurnayla kutlamayı marifet sayarız?
Suçu üzerlerine attıklarımızdan farklı olan hangi tarafımız var?
Ben şahsen memleket insanının zihninde İstanbul algısının bu denli
siyasallaşmasını, bu denli siyasî ve askerî renklere boyanmasını tasvib
etmiyorum. Bu aculluğun bir dünya başkentine yakışmadığına inanıyo
rum.
Gökkafes rezaletinin altında İstanbul’un siluetini bozan o hilkat ga
ribesini tel’in etmeden, hem de 2 0 0 0 ’li yıllarda, İstanbul’un fethinin
davul-zurnayla kutlanılmasına bir mânâ verilemez!
Kaynağını herkesin bildiği bu üslûb ve tarzın belki bir taktik değeri
vardır, hiç değilse bir zamanlar vardı, ve fakat artık eski tüfeklerden
kalma ajitaüf tekniklerden vazgeçilmeli. Böylesi ucuz taktiklerin ardında
hiçbir stratejik derinlik izinin bulunmadığı görülmeli.
İslâm irfanı, sadece canlılara değil, taşa toprağa da hürmet etmeyi
emreder. Oysa biz İstanbul’u diri diri betona gömdük. H em de başa-
şağı. Hâlimiz ortada, İstanbul’u bizden sonrakilere, bize bırakıldığı gibi
bırakmıyoruz. İstanbul’a özgü bir irfanı ifade ve temsil etmeyi başa
ramadık, hakkıyla tecrübe bile etmedik. Şehrin her tarafına bayrak
lar dikmeyi vatan sevgisinin, minare hoparlörlerini sonuna kadar açıp
102
sokak ortasında T a n rfy a kurban sunmayı din sevgisinin tezahürü gibi
görüyoruz am a İslâm irfanının bize öğrettiği nezahet ve zarafetin ne
denli uzağına düştüğümüzü farketmiyoruz bile.
Fetih açm ak demektir, bir şehri S on Din’in irfanına açmak. Şehri
ve şehrin ahalisini o irfanın alâmeti olan adalet v e merhamet kanatla-
nyla kucaklamak demektir. Sessizce ve tevazuyla, şamata yapmadan,
tantana çıkarmadan, vâveylâya iltifat etm eden, sükûnetle, hürmetle,
şefkat ve rikkatle. M ü lk kökünden türeyen m e m le k e t sözcüğündeki sü
rekliliğin idrakiyle. Sürekliliğin, yani devam ve idamenin, bekanın değil.
İstenirse, istenildiği kadar örnek verebilirim. Lâkin sadece bir örnek
vermekle yetineceğim . Doğup büyüdüğüm beldeden. Üsküdar’dan.
Fethi, yani o Ulu Rüya yi seyredenlerin beldesinden.
Sinan camileri içinde en şirini Üsküdar’dadır: Ş em si Paşa C am ii.
Nâm-ı diğer K uşkon m a z Cam ii.
Benim camiim. Sanki.
Çevresi tam bir mezbelelik. Berbat bir hâlde. O cânım cami ve kü
tüphanenin çevresini önce birkaç masa ve sandalye ile yavaş yavaş çe
virdiler, en sonunda el koyup işgal ettiler. Ö yle ki sonuna kadar açılmış
hoparlörlerden yayılan arabesk gürültü hem boğazı, hem de o küçücük
cami ve kütüphanenin duvarlannı sürekli kirletir de kirletir. H er g ö
rüşümde içim sızlar. Görmekten, zoraki tanık olmaktan bile utanırım.
Yıllarca bu manzara hiç değişmedi. Daha da çirkinleşerek azmanlaştı.
Şimdi karşısındaki kocaman çayırlığa el atmışlar, hemen etrafını çe
virmişler. Yakında oranın üzeri de diğeri gibi kapanır. Böylelikle Şemsi
Paşa sahili iyiden iyiye gezilem ez hâle gelir.
Nerede? Üsküdar’ ın ortasında. İstanbul’un göbeğinde.
İstanbul’un fethini kutlayanlar arasında böyleleri de var. Kutlamasın
lar da ne yapsınlar? Mübarek bir fetih, mülevves bir işgale dönüşmüş
durumda.
Çaresizim, fetihten sonra hicret etmenin yasaklanmış olduğunu bi
liyorum.
103
şehre saplanan hançer
104
tısıyla ezerek. Şimdiyse ferman Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin. İlk
saldırı Emir Sultan’ ın kalbine saplanan hançer: alt geçit. Hakikaten
tam da çağın ruhu. Hoyrat, küstah ve acımasız.
H em en yanıbaşında zavallı Emir Sultan. O irkiltici yapay floresan
beyazı, sanki sigara dumanından kararmış akciğer membranlan kıva
mındaki kokuşmuş sarıyla izdivaca zorlanmış gibi. Üstelik her pencere
nin, her köşenin, her çıkıntının altında, kesme taşların üstüne üstüne
çakarak, çatıdaki canım kurşun tabakaları hınçla ezerek, biçerek, taşla-
nn üstünde tepinerek.
Daha mı kârlı oluyor böylesi, bilemem. Bildiğim ve gördüğüm, pet
rol mavisiyle kirletilen o güzelim yeşil türbe silueti. Rahmetmemişler
ve hiç acımadan Yeşil Türbe’nin üzerine katran renkli bir manto geçir
mişler. Güya teknolojinin yardımıyla. Zorla. Eze eze. Mecbur tutarak.
Hiçbir doğal ışık-gölge oyununa izin vermemişler. Çinilerini koruyama
dıkları ama dış görünüşünü ışık patlamalarıyla boğmayı tercih ettikleri
Türbe’nin o kendine özgü renk derinliğiyle oynamışlar. Kısaca derinliği
yok etmişler.
Renk kirliliği bir yana, mabedlerimizin kudsiyetine kasteden asıl o
iğrenç ışık kirliliği. Nur ve ziyanın yurdunda sadece ışığı değil gölgeyi de
incitiyorlar. Sabahın sakin loşluğundan artık eser yok, insan ruhunun
en ihtiyaç duyduğu o loşluk duygusu, o ürpertici loş atmosfer, ve bir de
eşlik eden boşluğun sayesinde hacim duygusu.
Emir Sultan Camii, Ulu Camii, Yeşil Türbe biraz zevk-i selim sahibi
olan her vicdanın isyan edeceği türden neon ışıklan altında inliyorlar.
Emir Suitan’ın o asırlık minberini eskidiği bahanesiyle yok edip ye
rine sıradan bir minber koyan zihniyetin ortaklan, şimdi seher vaktinde
Emir Sultan’ın taşlarına kastediyor. Sükûnetine, asaletine, itidaline.
Emir Sultan’ı bir Pazar günü, sabah vakti ziyaret ettim.
Sabahın o muhteşem heybet ve asaleti pavyon ışıklarının altında
yokluğa itilmişti. Işıkların saldmsı altında ne veda etmekte olan gecenin
hüzünlü karanlığına el sallayabildim, ne de mağrur ve mütebessim fecr
aydınlığının haşmetine şahitlik edebildim.
105
Camiin içi ise onlarca ampul vesatetiyle âdeta ışık kusuyordu. H ey
betinden eser yoktu. Belli ki Emir Sultan’ı ziyaret edenlere sabah mah
murluğu haram! Dışarısı hissedilmiyordu. Gecenin tabii uzantısı olan
sevimli karanlığın da, günün neşeli ve taze aydınlığının da farkedilmesi-
ne bir türlü izin vermiyordu zalim ve cebbar teknoloji.
Ne yazık ki X V . yüzyılın en meşhur külliyelerinden birinin avlusuna
tabiatın ışıklarının girmesi yasak. Fecrin aydınlığı minarelerin gövdesine
sarılamıyor. Hepsi de dev aydınlatma aparatlarınca kuşatılmış, nefes
bile alamıyorlar.
Kesm e taşların kendine özgü bir tevazûu vardır. Bir sadeliği. Işığın
da, gölgenin de o mahalle özgü oyunları olur. Sabah başka, öğlen baş
ka, akşam daha başka. Mabedi inşa edenler bilirler de yaparlar.
Osmanlı mabedinin dış yüzeyinde renk kullanımından mümkün
mertebe kaçınılmasının bir nedeni de budur. Taşlann kendi ışığıyla,
kendi gölgesiyle raksetmesine izin verip aradan çekilmek. Mukarnasla-
rın, stalaktiklerin girinti ve çıkıntılarıyla biteviye üçüncü boyutun vurgu
lanması dahî bu sebepledir.
Beklenen sadece dördüncü boyuttur: zam an.
V e pek tabii ki zamanın a ’raz-ı zatiyesinden muhtelif vakitler. Muh
telif ışıklar ve muhtelif renkler. Oysa şimdi tarihî yapıları metalik aydın
latma kutularıyla beziyorlar, neredeyse her metrekaresine bir aparat
koymaya çalışıyorlar. Camilerin içi ayrı bir felâket zaten. Kocam an saat
kutuları, klima gövdeleri, sarkan kablolar, artık yerlerine ampullerin dol
durulduğu o koca mumluklu avize gövdeleri, yetmiyormuş gibi diskotek
projektörleri ve en nihayet ibretlik renk ve desenleriyle yer halıları.
İnsan kendi evini bile böyle döşem ez. Peki ya Tan rfn ın evini?
Hakkın asıl mabedi insanın kalbidir. Tecelligâh-ı hakikî insanın gö n
lüdür. O mabedi ne kadar tezyin edebiliyorsak, taştan, ahşaptan, de
mirden mabedleri de ancak o kadar tezyin edebiliyoruz.
Kalp Hak’tan gaynsından boşaltıldığı kadarıyla sahibi gelip oraya
yerleşir. Mabedler de öyle. Hakkın tecelli etmesi gereken elbette mabe
din duvarları değil, o mabedde ibadet eden müminlerin kalbi. N e var ki
kalpler de lüzumsuz edevatla dolu, mabedler de.
106
Bir zamanlar sadelik şiârımızdı. Dolayısıyla şimdilerde moda olan o
sonradan görm e gösterişçiliğinden uzak durmak gerek.
Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin yetkilileri ne Emir Sultan’ın kalbine
saplanan hançerin (alt geçit) açtığı yarayı kolay kolay sarabilirler, ne
de restorasyon adı altında işlenen cinayetlerin keffaretini ödeyebilirler.
Lâkin mabedlerin üzerindeki o ışık katranından hâleleri, eğer isterlerse,
bir çırpıda kaldırabilirler.
Bursa’da irfanın alâmeti mabedlerinin sadeliğiyle ölçülür. Çünkü bu
şehrin tarihen riyaset ve firaset itibariyle evveliyeti vardır. Evveliyeti,
yani önceliği.
Yöneticilerden beklenen de bu önceliğin hakkını vermektir.
Güzelliğin.
107
ecel beşiği
108
Bir minarenin göudesinin üstü de tekrar kendi içinde onbeş kısma
bölünür. Aşağıdan yukarıya, sırasıyla:
1. Stalaktit, 2 . Şebeke, 3 . Farisî, 4 . Petek, 5 . Petek silmesi, 6 .
Kara çivi, 7 . İskaça, 8 . Tabla, 9 . Payanda. 1 0 . Gergi, 1 1 . Göndel,
1 2 . Çiğdene kaplama, 1 3 . Seren, 1 4 . Bayrak, 1 5 . Alem .
Bir minarenin o küçücük görünen alem i bile sekize, bazı unsurla-
nnın tekrarıyla da on bölüme ayrılır. Y in e aşağıdan yukarıya doğru,
sırasıyla:
1. Kaide, 2 . Küp (simit, karpuz), 3 . Kaide, 4 . Boyun (alt bilezik), 5.
Küp, 6 . Boyun (orta bilezik), 7 . Armudî, 8 . Küp, 9 . Boyun (üst bilezik),
1 0 . Hilâl (Boynuz).
Minare yapımı kolay değildir. En azından taş işçiliği, ahşap işçiliği,
bakır işçiliği ve sıcak demir işçiliği gerekir. Ancak bir minarenin yapı
mından daha zor olanı, o minarenin külahını tamir etmektir. Çünkü bu
iş genellikle iskele kurulmadan yapılır, ki zor olanı da budur.
109
Peki bir minare külahı nasıl tamir edilir?
Şöyle:
Minare külahının tamiri bile bu kadar zorken, koca bir düşünce ge
leneğinin sorunlannı çözm ek kolay mıdır sanıyorsunuz? Yani düşünsel
bir bütünü, bir yapıyı biçimiyle, içeriğiyle anlamak ve açıklamak için
onu tüm öğelerine vanncaya değin parçalanna ayırmak ve sorunlu kı
sımlarını mümkün olduğunca tamir ettikten sonra tekrar o bütünü yeni
den kurup işlevini yerine getirmesini sağlamak.
Usta'nın çalışırken oturduğu beşiğin adı da çok ilginçtir: ece l beşiği.
Tepelerde çalışmak zordur çünkü.
110
Yaşamdan uzakta, g ö ğ e yükselmek, nefes almaktan çok nefes ver
mek, bir ileri bir geri gidip gelmek, biteviye, burçları onarmak, haysi
yeti, izzeti, kendini.
Yaşamdan ve insanlardan uzakta. Siyasetten ve ticaretten. Makam,
mansıb ve rütbeden. Evden ve aileden.
Bir dağın tepesinde, bir mağarada göğsünü yumruklamak. Nefsim,
nefsim diye inlemek.
Sırf dünyayı güzelleştirmek uğruna. Dünyayı, yani bizi, yani beni.
Kimbilir belki de burçlarda asılı kimsesiz bir beni.
Hâl böyleyken söyle ey talib, düşünmenin ecel beşiğinde sallanmayı
g ö ze almaksızın iki denizin birleştiği yerde senin işin ne?
111
hiçten hiç çıkar
112
rasçısı oldukları geçmiş dönem ve âdetlerle irtibat kurmakta isteksizlik
gösterirler. (Bizans mozaiklerine âşinâ dindar bir nakkaş tanıyanınız var
mı?)
Sözün özü, her yeni hamle, kendi cahiliyye dönemini yaratır, ve
ister istemez varlığını bir h içlik zemininde yeniden inşa etm eye çalışır.
Niçin?
Yıkılıp gidene borçlu görünmek istenilmediği ve tabii ki geçmişten
kopmaktaki ısrarın şiddetini vurgulamak için!
V e dahî, gelecek nesillere, kendisiyle mukayese edilebilecek esaslı
bir numune bırakmamak için!
Aksi takdirde taraftarâna bu köksüzlük başka nasıl izah edilebilir ki?
İnsanların masallara ihtiyacı vardır. Hurafelere. Efsanelere. Gerçek
likle araya m esafe koymaya. Hiçbir yeni hamle, bu nedenledir ki kendi
hurafesini üretmekten kaçınamaz.
Umutsuz yaşanmaz. Hayâlsiz. Hurafesiz. Beklentisiz. Gerçeklik kat
lanılmaz hâle geldiğinde muhayyile devreye girer, ve insanı, gerçekliğin
o boğucu, o daraltıcı pençesinden bir çırpıda kurtanverir. İnsanı kanat
landım. Yükseltir. Muhayyile ve hayal, yani inanç ve sanat.
VE edebiyat.
Bu trajik hayatın ayakları yere basmayan iki hakikî mümini vardır:
derviş ve sanatkâr yani sû/i ve şâir.
Diri bilinçler ister istemez evden kaçmak zorundadırlar. Statükodan.
Alışılagelenden. Sonlu ve sınırlı olandan. Sadece büyümek için değil,
aynı zamanda kendilerini uar hissedebilmek için.
Şayet döndüklerinde kapısını çalabilecekleri bir evleri varsa ne mut
lu onlara!
Yoksa yok olacaklardır.
Burası kesin.
insan insanı ken dinde ve başkasında tanır. îster istemez başkasına
muhtaçtır bu yüzden. Karşı çıkmak için bile olsa, muhakkak temasa
geçebileceği bir başkası bulunmalıdır çevresinde.
Kevin Robins, Batılı kimliği biçimlendiren ve tanımlayan iki ilkenin
bulunduğunu söyler:
113
1. Bilimsel ve teknolojik rasyonalite.
2 . Diğer kültürlerle yoğun biçimde karşı karşıya gelm ek, yani im parator
luk dönem inde ve sonrasında Batılı olm ayan toplumlarla karşılaşmak.
114
sanatın tozunu attırmak
115
Sanki bin sayfalık bir kitaptı bu!
H er katm anda kiracılar kendi kartvizitlerini bırakmışlardı: kem ik parça
ları, dişler, silex taşından araçlar...
Bir bakışla binlerce yıllık bir tarih görülebiliyordu... Ç ok heyecan verici
bir şeydi bu.
P İC A S S O : H em de n e sayesinde? T oz sayesinde!
G eçm işten bize ulaşan h er şeyi, toz, bizim için saklayıp korur. Burada
bile şu yığınlara bir bakın, birkaç haftada kalın bir toz tabakası üzerlerine
yığılıveriyor...
La B o étie sokağında odalarımın bazılannda -anım sıyorsunuz değil mi
o n ları?- eşyalarım tozlann altında kalıp çoktan gözden kaybolm aya baş
lamışlardı...
Size bir şey söyleyeyim m i? Eğer atölyemin tem izlenm esini, tozunun
alınmasını hep yasakladıysam ben, bunun sebebi, sad ece eşyalarımın
116
yerlerinin değiştirilmesiyle kanştırılması değildi; her şeyden ö n ce, tozun
koruyuculuğuna benim her zam an güvenmiş olm am dır...
T oz benim miittefikimdir... Eşyalarımın Çizerinde istediği gibi birikme
sinde onu h er zam an serbest bırakmışımdır. Çünkü bir koruyucu tabaka
gibi bir şeydir o!
B R A S S A I: B ir m etrelik bir katm an yaratabilm ek için bin yıllık toza g e
rek vardır. R om a imparatorluğu ancak iki üç m etre gömülmüştür yerin
altına... T arih-öncesi katm anlar daha da kalın oluyor. İlk insanlardan
bir şeyler biliyorsak -hakkınız v a r- tozun ’koruyuculuğu’ sayesinde bi
liyoruz.
Bir metrelik bir katman yaratabilmek için bin yıllık toz gerekiyor
muş. K ü ltü r hâzinesi dediğimiz, ilim -irfo n m irası diye adlandırdığımız
şey, her ne ise, işte o, bu bir metrelik katmanın ta kendisi.
Bin yıllık toz sayesinde en nihayet bir metrelik katman.
Bin yıldır üzerinde oturduğumuz halıyı bir yüzyıl içinde öyle bir sil
keledik ki ne tozu kaldı, ne de ancak o tozun koruyacağını umduğumuz
geleneksel motifler.
Bakınız, p eygam ber hırkasını bile korumayı beceremedik. İnsafsız
ca tozlarını silkeledik, sonra da hiç acımadan üzerine ütüyü bastık. Ç ev
remizi toz topraktan arındırdık, her şeyimizi gıcıl gıcıl yaptık, pırıl pırıl.
Şimdi kültür dünyamız cascavlak, parıltılar içinde. Boğaziçi Köprüsü
gibi rengârenk. Işıltılar içinde.
Görgüsüzleşen dindarlık hiçbir değerin tozlanmasına izin vermiyor.
Eldekilerin de tozunu attırıyor, sözümona gelen eğe hürmet bahanesiyle
tarihî mirası yenileyip hepsini gıcıl gıcıl yapıyor, tıpkı peygam ber h ır
kası gibi.
Ört ki ölem!
Sen önce muhafazakârlık tafralarından uzak dur da ey talib, gele
neği sahiplenmek iddiasındaki zümreye dikkatlice bir bak, hissiyat ve
hamaset dışında neleri var? Hani ehliyetleri? N erede liyakatları? Rikkat
ve nezaketleri?
V E hani şu bin yıllık toz?
117
N erede bir metrelik katman?
Sakın derviş iniltilerini duymak için tepelere tırmanma ey talib, de
niz kenarına in, sahile. Şemsipaşa’ya. Kuşkonmaz Cam ii’nin yanıbaşı-
na. Ustamız Sinan’ın.
Bir eser kaldıysa yüz sür tozlarının üzerine!
Küçüklükteki büyüklüğü seyret!
Alçakgönüllülüğü.
Onsiyeti.
118
anlam yoksunluğu
119
Bir tek insan!
Erdemli toplum, her şeyden önce vicdanı olan toplumdur; vicdanına
karşı sorumlu olan, vicdanının sesini bastırmayan, dahası, sızlayabilen
bir vicdana mâlik olmayı bir lütuf, bir fazilet addeden toplum.
Kitlesi/kütlesi kadar cânı da, cananı da olabilen bir toplum, yani
kendine özgü bir ideâli, bir ütopyası, aklı kadar gönlü, bedeni kadar
ruhu, hesabı kadar hayâli de olan bir toplum. Kısacası, vicdanı olan bir
toplum.
Modern entelektüel, artık toplumun vicdanını temsil etmiyor. Üste
lik o vicdandan hissesine düşecek mütevazı payı da elinin tersiyle itip
reddediyor. Gerçekte biricik ödülü olarak algılaması gereken o sızlama
yetisini, o inleme hassasını, düşünce ve sanatın yegâne sermayesi o
canım hüznü basit bir ücret karşılığında satmakla kalmıyor, bu ücreti
sınıfsal duruşunun mükâfatı hâline getirecek sözde ittifaklar inşâ ediyor.
Aklın yanında yer alarak. H er daim gücün ve kârın.
Halkın zaaflarına hitab eden tiraj ve rayting avcılarının tüm marifeti
bu!
Abarttığımı düşünenler, bir anlığına olsun, bütün o malum şımarık
lıklarıyla gazeteciler taifesini gözlerinin önüne getirebilirler; toplumsal
vicdanın belirtilerini EKG testleriyle anlam ayaAavram aya çalışan ha
bercileri ve yorumcuları.
Seyredenler hatırlayacaklardır, Stalk erm (1979) sonunda, entelek
tüellerin, ruhlarındaki en küçük kıpırtı için dahi bir karşılık görm eyi um
duklarına ilişkin nefis bir eleştiriye yer verir Tarkovski.
198 0’de bir gazeteci kendisine bu ifadeyi hatırlattığında ise şöyle
der:
120
Dindarlığın en büyük trajedisi de bu değil mi, maneviyat yoksunlu
ğu? Çevrenize baksanıza, herkes yaptıklarının karşılığını hemen almak
istiyor. H em en, yani bu dünyada. İlk fırsatta.
Maneviyata, en çok dindarların ihtiyacı var. Çünkü çektikleri meşak
katleri telâfi etmekte sadece mahir değil, aynı zamanda çok süratliler
de. Ahlâklı görünmek ihtiyacında olanlar şimdilik bir tek onlar.
O lm a n ın karşılığı g örü n m ek . Oysa bilenler bilirler, görüntünün
olduğu yerde ihlâs olmaz!
Genç şairlerin daha ilk dörtlüklerini yazar yazmaz basılmasını iste
diklerine işaret eden Tarkovski’nin Picasso ile Kafka arasında kurduğu
karşıtlık hakikaten ürkütücüdür.
P icasso bir çizim yapar, imzasını atar, o işi yüklü bir paraya satar, sonra
bu parayı Fransız Komünist P a rtisin e verirdi. M uhteşem! Ama bana
öyle geliyor ki bunun sanatla ilgisi yok!
Peki Kafka?
Tesbit fevkalade yerindedir:
D aha önceleriyse, sanatçı, Kafka gibi, rom anlannı yazar ve ölür; dos
tuna ve vasiyetini yerine getirecek olan kişiye de bütün çalışm alannı
. yakması için bir not bırakırdı. Kafka kendi devrine hazır olmayan bir
insandı.
121
sanatın kökeni
122
Üslûb-t beyan aynıyla insan.
123
Soru ne yapıp edip kendisini gözönünde tutmaya devam ediyor.
Bu kaçınılmaz. Çünkü eser ile m üessir arasında olduğu gibi, ö rü m
cek ile ağ arasında da diyalektik bir ilişki var. Eser sahibi eserinin ma
hiyetini nasıl etkiliyorsa, eser de aynı şekilde sahibini etkiliyor ve hatta
belirliyor. N e var ki akıl burada kendi yasasını dayatabilir:
B ir şeyin nedeni olan şeye, neden olduğu o şeyin kendisi neden olamaz.
124
Der K ü n stle r ist der Ursprung des Werkes. D a s Werk ist der U rs
prung des Künstlers. Keines ist ohne das andere. (Sanatçı eserin
nedenidir. Eser de sanatçının nedenidir. Biri olmaksızın diğeri olmaz.)
125
hayalin bilgisi
İslam, bugün İslam’ı bir inanç olarak benim sem iş olanlar tarafından da
hayatın tam am ını kuşatan bir felsefe ve ideoloji (daha doğrusu Marksist
anlamda “dünya görüşü") olmadığından on a uygun ve bugünün koşulla
rına cevap veren, onunla örttişen bir estetik de üretem iyor. Karşımızda
eklektik (karma karışık) bir estetik duruyor. (H aşan Bülent K ahram an.
Sabah, 1 1 Aralık 2 0 0 8 )
126
Hangi ideolojinin? Yazann dünya-görüşü (ideolojisi) acısından elbet
te adına İslâm denen ideolojinin.
Yazar İslâm’ın ne olduğunu söylem emekle birlikte ne olmadığını
güya kendince adlandırmaya çalışıyor. Onun bir dünya-görüşü olma
dığını söylüyor.
Hangi anlamda? Marksist anlamda.
Peki İslâm başka ne değilmiş? Hayatın tamamını kuşatan bir felsefe
ve ideoloji de değilmiş.
Peki bu sefer hangi anlamda? Herhalde g en e l anlamda. Çünkü
dünya-görüşü terimini Marksist jargona göre kullandığını belirten ya
zar, fe ls e fe ve id e o lo ji sözcükleri için aynı titizliği göstermiyor.
Bu estetik yazılarının başlığı şöyle: E stetiği kurban etm ek ve E ste
tiği İs la m ’a boğdu rm a k.
Basit kelime oyunlan. Ben de am iyane tabirle mukabele etmek
isterim: Dilin estetiği nerede o halde? Üslubun, nezaketin, derinliğin
zorunlu kıldığı o canım dil estetiği?
E stetiği İs lâ m ’a boğdurm ak. E stetiği kurban e tm ek gibi vulger
başlıkları, kusura bakılmasın ama, en nihayet ucuz gazeteci numerola-
nna akademik düzeyde uyum sağlama çabası olarak değerlendiriyorum
ve yazann irfanının, hiç değilse kendisine bu yazılanyla sınırlı olarak
yönelttiğim özensizlik eleştirisini dürüstçe üstlenecek kıratta olduğuna
inanmak istiyorum.
İslâm’ ın bir felsefe, bir id e oloji, bir dünya-görüşü olduğunu ve/
veya olmadığını söylemek yanlıştır demiyorum. Bilâkis söylediğim şu:
Bu beylik adlandırmaların tümü de anlamsızdır. Elbette hesabı verilm e
dikçe. Adam gibi tanımı yapılmadıkça.
Marksistlerin id e oloji ile dünya-görüşü terimlerini eşanlamlı kullan
maları, sonra da gündelik konuşmalarda, aldıktan o pozitivist terbiyenin
de etkisiyle, din ve fe ls e fe terimlerinin bazen yanına, bazen altına veya
üstüne, çoklukla da bu terimlerin yerine yerleştirmekten hoşlandıklarını
bilmez değilsem de meseleler ciddiyet kazanınca terminolojinin vuzuha
kavuşturulmasını, yani taraflardan öğrencilik yıllanndan kalma naif kul-
127
lanımlan bir kenara bırakmalannı beklemenin en azından okur hakkı
olduğuna inanıyorum.
Eskiler, ıstılahatta münakaşa olmaz, derler. Term inolojik farklılıklar
gayet doğal karşılanmalı ve dileyenin dilediği terimi dilediği anlamda
kullanma hakkına sahip olduğu taraflarca kabul edilmelidir.
Bu ilke, kullanılan terimlerin hesabını vermeyi gerekli kılar. Hesabı
nı vermeyi ve pek tabii ki hesabını sormayı.
Bir düşünce, ancak kullandığı kavramların analiziyle hesaba çekile
bilir. Binaenaleyh eleştirinin, muhatabından söylediği (elfazı) ile söy le
m ek istediği (muradı) arasındaki mesafeyi kapatmasını talep etmesi,
onun öncelikli hakkıdır.
Mesafe kapanmıyorsa/kapatılamıyorsa, eleştirinin görevi bitmiş de
mektir. Bu bir üslûb sorunu değil, bir ilke sorunu. Yani sadece dilin
değil, düşüncenin de estetiği ile ilgili bir sorun.
128
Düşte, düşe dışarıdan getirdiklerimizi görürüz aslında. Gördükleri
mizi görürüz. Bildiklerimizi biliriz. A m a farklı bir biçimde. Dolayımlı bir
biçimde.
Estetik üzerine konuşmamız gerekiyor. Güzel’e dair. Güzelliğe. H a
kikaten yoksunu ve yoksulu olduğumuz bu gü zele . Hakikate dair. H a
kikatine.
Hak güzeldir güzeli sever fehvasınca. Annm ak için. Güzelce.
129
sanat ve deha
130
M odem sanatın ikonolojik analizi tam da bu noktada başlamalı.
Çünkü üçyüz yıldır sanat ve sanatsal olan, kutsal’ın, kutsal olanın saha
sına dahil olmuş, kısa sürede de kutsalın yerini almıştır. Müzeler ve ga
leriler birer m abed , sanat eserleri birer âbide, sanatçılar ise bu sektiler
dinin azizleri hâline gelmiş ve/veya getirilmiştir; kendilerinden mucize
ve keramet beklenen azizler, velîler ve peygam berler olarak.
Modern sanatın felsefesiyle uğraşanların kaçınılmaz bir biçimde
kendilerini bir tür seküler te o lo ji yaparken bulmaları, yani sanatı ve
sanatçıyı kutsamalarıAutsallaştırmaları nedensiz değildir. Sanat eseri
bir mucize, sanatçı da bu mucizenin sahibidir.
M odem insan, dinî terimler kullanmaksızın sanat, sanatçı, sanat
eseri üzerine konuşmayı başaramaz. Dileyen denesin, ve meselâ olağa
nüstü, harikulâde, fevkalâde, m ucize sözcüklerini telâffuz etmeksizin
bir sanat eserini yorumlasın, hem de kutsalın alanına girmeden, ayağını
yerden kesmeden, kanatlanmaya ihtiyaç duymadan.
Hiç kuşkusuz beceremeyecektir!
Sorunu biraz basitleştirmeye çalışayım, ve bu sefer hepinizi sanat
çının tanımında kullanılan dehâ ve dâhi kelimelerinin ikamet ettiği bir
çıkmaz sokağa davet edeyim:
Kolayca tahmin edileceği üzere dâhi ve dehâ Arapça kökenli keli
meler.
Kütüphanenizde bulunması gereken en iyi Türkçe sözlüklerden bi
rinde, Kubbealtı Sözlüğü’nde dehâ şöyle açıklanıyor:
131
Dâhi ise:
Bazıları için şaşırtıcı gibi görülebilir ama hiç değilse büyük yorum
hataları yapmamak için ilim-irfan geleneğim izce dehâ-dâhi kelimele
rinin hiçbir terim d e ğ e rinin olmadığı hatırlanmalıdır. Pek olumlu bir
sıfat olarak da geçm ez. Sözcük siyaseten uyanık, kurnaz, becerikli.
132
ze k i, cin fik ir li kimseler hakkında kullanılır. Kökeninde nimet değil
musibet, takdir değil tekdir anlamı vardır. Mesela Muaviye A rab’ın dört
dâhisinden biri olarak zikredilir. Dört kurnazından biri. Diğerleri ise
A m r b. el-As, Muğire b. Şube, Ziyad b. Ebihi. Bu isimlerin hepsi de
fethedilen bölgelerde valilik yapmış, siyasi entrikalarıyla ünlü askeri y ö
neticiler olup Muaviye’nin ekibi içinde yer alırlar. Bu yüzden olmalı ki
Abbasi döneminin tarihçisi Yakubi, IX. yüzyılda, Muaviye için h ilm ve
deha sözcüklerini kullanırken, politik olarak tarihe karışmış bir haneda
nının (Emevilerin) kurucusundan, yani bir arslandan ziyade bir tilkiden
bahsettiğinin farkındadır. (V e kane li-M uauiye h ilm ue deha.)
Tam da bu bağlamda İbn Haldun’u (öl. 1406) hatırlamanın tam
sırası.
Bu değerli âlim, yöneticilerin gereğinden fazla zekî ve uyanık olma
larının (şedid’uz-zekâ /m ü frit’uz-zekâ/yakîz) halkın aleyhine olduğunu,
çünkü böylelerinin insanları nfk u mülayemetle yönetm ek yerine onları
taşıyamayacakları yüklerle mükellef tutacaklarını, bu yüzden de halkın
türlü türlü eziyetler altında mahvolup gideceğini söyler. Çünkü siyasette
zekânın fazlalığı merhametin azlığına yol açar.
Bu yüzden de din-koyucu (şâri), yöneticilikte aşırı zeki olm a m a
(kıllet’ui-ifrat fi’z-zekâ) şartı koşmuştur. İbn Haldun, bu ilkeyle ilgili ola
rak Hz. Ö m e r’in Ziyad b. Ebi Süfyan'ı Irak Valiliğinden azletmesini delil
sadedinde zikreder.
Azledilmiş olan vali. H alife Ö m er’e sorar:
133
En n e'l-keyes ue’z-zekâ ay bun f i sahib'is-siyaset, li-ennehu ifratun
f i ’l-fikr.
Zekâ’nm ileriliği de, tıpkı geriliği gibi bir aşırılıktır ve aşırı olan her
şey zararlıdır.
Sadede gelecek olursak, dehâ ye dâhinin bizim geleneğim izde, ilim
le, irfanla, sanatla hiçbir alâkası bulunmaz. Sekliler teolojinin ikamele
rinden biridir. Y en i dinimizdir. İthaldir. Vergisi bile ödenmiştir. Lâkin
yine de bir âlime, bir ârife hiçbir zaman dâhi denilmemiştir. Denilem ez
di de. O zamanlar böyle dem ek hakaret sayılırdı çünkü.
Sözcüklerin tarih boyunca geçirdikleri anlam değişikliklerini takip
etmekte titizlik göstermeyenlerin çağımızda neler olup bittiğini sağlıklı
olarak yorumlayabilmeleri mümkün müdür?
Deha sözcüğünün modern anlamını dikkate alarak şu soruya cevap
verebilir misin ey talib?
Dervişler niçin başkalarının değil de şairlerin kardeşleridir?
134
eşyaya güzelce bakm ak
Bir adım daha atalım: hüsn-i idrak, yani eşyaya güzelce bakmak.
Peki ya kendisi?
Artık sorunun konusu estetik’in am acı değil, kendisi.
Nedir estetik?
Baumgarten bu soruyu 175 0’de şöyle cevaplıyor: scientia c o g n iti
on is sensitiuae (idrak-ı hissinin bilgisi).
Estetik Bilimi’nin kurucusuna göre, estetik, du yular düzeyinin bilgi
si. İç ve dış duyuların, ama her halükârda duyular düzeyinin.
Am acı da bu düzeyde kemâlin, yani güzelliğin bilgisine ulaşmak.
Ancak duyular aracılığıyla kavranılabilen hazzı (lezzet-i hissiye’yi) bilme
nin konusu hâline getirmek.
135
Baumgarten, Estetik Bilimi’nin tanımları arasında -açıklanmadık
ça sorunlu kalacak- ilginç bir tanım zikrediyor: ars ana logi raitonis
(teşbih-i aklî sanatı). Elimdeki Alm anca tercümede de K unst des A n a
logons der V ern u rıft karşılığı verilmiş.
Malum a, akıl ya tümdengelim, ya tümevarım, ya da benzetm e (teş
bih/analoji) yoluyla düşünür, yani ya bütünden parçaya, ya parçadan
bütüne, ya da parçadan parçaya doğru yürür. D em ek oluyor ki Estetik,
parçadan parçaya hareket eden bilincin bilgisi. Teşbihin, benzetmenin
bilgisi. Parçalar arasındaki ilginin bilgisi.
Estetik, hemen bir kenara kaydet ey tâlib, eşyaya güzelce bakmanın
bilgisi.
Hüsn-i idrak.
♦* *
136
Varlığa hep birlikte güzelce baktığımız kardeşlerimin çığlıkları. K a
dınlarımızın. Çocuklanmızm.
Yahudi estet A d o m o , Auschvvitz’ten sonra şiir yazmaya kalkışma
nın barbarlık olduğunu söylemişti. Yahudilerin katledildikleri o kampı, o
kamptaki katliamı gördükten sonra nasıl şiir yazılabilirdi?
Haksız mıydı? Elbette hayır!
İnsanlıktan her çıkışında, insanlıkdışı cürümlere her tanıklık edişin
de, insanoğlu, güzeli/güzelliği terennüm etm eyi beceremiyor. Güzeli,
kan revan içindeyken bir türlü düşünmenin önüne getiremiyor. Güzelce
bakamıyor.
Nasıl baksın?
İslâm dünyası, eğer artık eskisi gibi eşyaya güzelce bakamıyorsa,
bakmayı beceremiyorsa, sadece göbeğini kaşıdığından değil, her yanı
kan içinde kaldığından. Kadınlannın ve çocuklarının çığlıklarına kulak-
lannı tıkayamadığından.
Bu, M ehm ed A k if’in Safahat'm da niçin şiir yok, dem eye benziyor.
Kendine ağlayanın çığlığı şiire dönüşür; milletine/memleketine ağla
yanın çığlığı ise destana. Zavallı Akif, önce vatan, dedi, bu yüzden
de memleketin hâline ağlamaktan kendi hâline ağlayacak fırsatı pek
bulamadı.
** *
137
hayalat
Bir zam anlar insanlar gü zellik denen bir şeye ya da onları güzel kılan
bazı özelliklerin varlığına inanıyorlardı. Bu insanlar, günbatımı gü
zeldir, derken bir şeye gönderm e yapm aya çalışmaktaydılar. A ncak
duygulannı dile getirm ekten başka bir şey ellerinden gelmiyordu. Bir
kez hata yapıldığında artık bunu sürdürmek pek akıllıca bir davranış gibi
görünmüyor.
Eskiden insanlar hayaletlere inanır, bunlara gönderm e yaparlardı.
Ama hayalet diye bir şey yok ve bu insanlar da aslında bazı durumlar
karşısında korkularını dışavuruyorlardı. H ayalet inancı ortadan kalkınca,
inanır göründüğümüz kurm acalar dışında artık onlardan söz etmeyiz.
138
Peki Şeytan? Şeytan da kimi duygulann/duygulanımlann adından
mı ibaret? Y a Ta n rı? Tann da sadece zihinde mi var? Bir kurmaca
mı? Büyüyünce, ilerleyince başka adlarla değiştirebileceğimiz türden bir
gerçekliğin adı mı?
Sathilîk böyle buyuruyor. En ve boy. Genişlik yani. Genişlik derinliği
tanımıyor, tanımak istemiyor. Ona yok muamelesi yapıyor. Hayaletin
bile, Hakkın insana verdiği en muhteşem yeteneğin, hayalin bir eseri
olduğunu bilmiyor.
Öcü üzerine, hayalet üzerine dilediğiniz gibi konuşabilirsiniz; öcüle
rin, hayaletlerin var olup olmadıklarını istediğiniz düzeyde tartışabilirsi
niz. Yoktur dersiniz, onlar da yok olurlar.
Siz büyümüşsünüz ya, herkes de sizinle büyümüş olmalıdır. Muhak
kak büyümelidir.
140
Tanrı yoksa her şey mubahtır, der Dostoyevski. Tann yoksa, yani iyi
lik. İyilik yoksa, iyi de yok demektir. Güzellik yoksa, hiçbir akıl güzel'in
varlığından söz edemez. Çünkü güzel’in teminatı güzellik’tir. Güzellik
olduğu için g ü zel üzerine konuşabiliyoruz. Güzellik olmasaydı, güzeli
görürdük sadece, üzerine konuşamazdık. Asla.
Güzellik güzelde, tek tek bütün güzellerde tecelli edenin adı. Bu yüz
den şey değil. Bu sebeple ele geçirilemez, kuşatılamaz. Güzellik güzel’ in
özü. Güzelin güzelliğinden sözedebilmemizi mümkün kılan.
İnsanoğlu çokluk yabancısı olduğu ve/veya kendilerine yabancılaştı
ğı şeylerin kusurunu görür. Bir bakışta hem de. İlk bakışta. Peki sevdiği
ve arzuladığı varlıkların?
Asla!
Muhabbet kusuru örter. Merhametse muhabbetin mahsulüdür.
Sevm eyen acıyamaz. Muhabbet duymayan merhamet edem ez. Lâkin
g ü zellik (hüsn) olmasaydı, m uhabbet de olmazdı. Olmayacaktı. Meyi
edemeyecektik, temayül gösterem eyecek, arzu dahi duyamayacaktık.
Mirasçısı olduğumuz irfan geleneğinin ustaları, güzelliğin olmadığı yer
de aşk'tan söz etmeyi yasaklarlar. Aşk güzelliğin peşinden koşar çünkü.
Kusurları görm ek ise acımasızlıktır. Uyumsuzluğu. Merhamet ve
mehabbet yoksunluğudur. Dış duyular mehabbeti de, merhameti de
tanımaz, tanımlayamaz. Pek tabii ki güzelliği de.
Güzelliği gönülde ara ey talib, ette değil. Maddede değil, surette.
Dışarıda değil, içeride. Gözde değil, gözün içinde. Yani kendinde.
Bak daire nasıl da tamamlandı! Dem ek ki güzelliği özünde araya
caksın ey tâlib! Güzelliği bulursan aşkı da bulacaksın! Muhabbet nedir,
merhamet nedir, işte o zaman bileceksin!
Ararsan, bulursan, bilirsen, artık hakkın demektir, hayalât içinde
yaşayacaksın!
141
bulam azsan aram az mısın?
Bizim ustalarımız cem âl’i kem âl’de bulmuşlar; yani mükemmel ola
na, kendi amacına ulaşmış olana g ü zel demişler.
İnsanın fiilleri sözkonusu olduğunda işbu g üzel sözcüğünün yerine
hiç çekinmeden iyi sözcüğünü koyabilirsiniz. Nitekim Osmanlı Türk-
çesinde bu kavramlar hayr u hasenat (iyilik-güzellik) şeklinde yanyana
kullanılırdı. .
Dillerin çoğunda bu durum değişmiyor ve iyi ile g ü zel sözcükleri
eşanlamlı olarak kullanılıyor. Yunanca’da (xö ıca^öv), Latince’de (b el-
lus) ve daha birçok dilde.
/yi/i/c yapm ak tabiri bugün Türkçe’de hiç tereddüt etmeden kullanı
labilir, fakat sıra g ü zellik yapm ak tabirine gelince, dil birdenbire argo
düzeyinde seyretm eye başlar: Baba, bir güzellik yapsana!
İyi ile güzel, bir zamanlar bir diğeri olmadan düşünülemezdi. İyiyse
güzeldi, güzelse mutlaka iyiydi. E tik ile estetik arasında kopm az bir bağ
vardı. Şimdi böyle düşünmüyoruz. Kötünün güzel olabileceğini tasavvur
edebildiğimiz gibi, iyinin de çirkin olabileceğine inanıyoruz. Güzellik ve
iyilik artık iki ayn kategori, iki ayn bilgi türünün konusu. Üstelik iyilik
kavramında faydalı olanı, g ü ze llik kavramındaysa hoş olanı aramadan
edemiyoruz.
142
Aranızda, hoş olmayan bir güzelliği, faydalı olmayan bir iyiliği tasav
vur edebileniniz var mı?
Sanırım böyleleri çok azdır. Çünkü bizler bir şeyi faydalıysa iyi, hoş
sa gü zel olarak adlandırmaktan çekinmeyiz. Çünkü bir nesnenin veya
olgunun kavramına, genellikle o nesnenin veya olgunun kendisinden
hareketle ulaşmaya çalışırız; yani önce beğeniriz veya beğenmeyiz,
sonra beğendiklerimize gü zel, beğenmediklerim ize ise çirk in deriz. N e
ki bu sırada güzel olanı beğendiğimizi, çirkin olanıysa beğenmediğimizi
farketmeyiz. Başka bir deyişle nesneyi veya olguyu bizim güzel veya çir
kin görm em izden çok, güzelliği veya çirkinliği farketmek bahtiyarlığına
erdiğimizi itiraf etmeyiz.
Güzel, kendisini güzel bulduğumuz için mi güzeldir? Belki de şey
güzel değildir de onu güzel bulan bizizdir, kimbilir. Çem işevski’nin de
diği gibi, güzel bir yüz çizmek başka, bir yüzü güzel çizmek çok daha
başkadır.
O halde, bir şeyi g üzel bulm ak ile gü zeli bulm ak arasındaki fark
üzerinde yeniden ve dikkatle düşünmeli!
“ Bence güzel!” veya "B ence çirkin!"
Muhatabımıza, sen kimsin, dem eyi tercih etm eyiz de bu tür beğeni
ifadelerinin kişiden kişiye değişebileceğine inanırız. Zevkler (ve hatta
renkler) tartışılamazmış da ondan böyle inanırız.
Latinlerin dediğine bakmayın siz, zevkler de, renkler de tartılabilir.
Üstelik tek başına değil, karşılıklı olarak da tartılabilir. (Tartmanın karşı
lıklı olanına tartışma adını veriyorum.)
Kimin tarttığına ve nasıl tarttığına bakarak pekâlâ zevkleri de tarta
biliriz.
Tartmak, malum olduğu üzere, bir ölçm e işlemi. Ölçm e ise nicelik
seldir. Yani bir kemmiyet işlemidir. Oysa zevk’ in bir diğer adı da keyif.
“ Zevk almak” ile “ keyif almak” çok kere birbirleri yerine kullanılır.
K e y if kelimesi keyfeden gelir. K eyfe, A rapça’da ‘Nasıl?’ sorusu
nun karşılığıdır. ‘ K eyfiyet’ kelimesi bu edat'tan türer, tıpkı kem miyet’in
kem den (‘K aç?’ sorusundan) türediği gibi.
143
Bugün Türkçe’de k em m iy et kelimesini nicelik’le, keyfiyet kelimesi
ni ise nitelik’le karşılıyoruz. Dem ek ki dil bilincimiz zevki nicelikle değil,
nitelikle eş tutuyor.
Sözün özü, zevk aldığımız, keyif aldığımız nesne ve olgulann nitelik
lerini beğeniyoruz, ama bu beğeninin niceliksel (tartılabilir/tartışılabilir)
bir yönü olduğunu kabul etmekten kaçınıyoruz. Zira beğeni yargımızın (!)
güya bize özgü koşullan olduğuna inanıyoruz. Beğenilerimiz öznel ise,
hoş ve g üzel yargılan da özneldir diye düşünüyoruz.
Öznel olan ölçülebilir veya tartılabilir mi?
Karşılaştırma yapmak, beğenileri sınıflandırmak insanın (beğeni) öz
gürlüğüne bir müdahale gibi algılanmakta. G ü zel artık bu yüzden tama-
miyle “ sana göre-bana g ö re ” nin alanı. Tıpkı iyi gibi. Günümüzde iyi de
“ sana göre-bana g ö re ” nin alanına girmiş durumda. Nitekim özgürlüğün
bir diğer adı da izafiyet değil mi?
N ’olacak, demokrasinin nimetleri işte! Herkesin bir oyu var. O oyla
güzeli bulur mu bulmaz mı bilinmez ama o tek kişilik o y ’un herhanbir
şeyi güzel bulmaya yeteceği kesin. Çünkü beğeni oylarının en azından
istatistik değeri var. En çok oyu alana güzel denebiliyor günümüzde.
Mesela biri güzel seçiliyor. G enel beğeni düzeyi de işte böyle oluşuyor
İnsan göreceli düşündükçe, yani kendisinden hareket ettiği bir mer
kez noktasının varlığını yadsıdıkça özgür olacağını zanneder. Şayet bu
zan doğru olsaydı, abes (saçma) özgürlüğün zirvesi sayılmak icab eder
di. Çünkü abes’in, saçma’ nm kendisine istinad edebileceği hiçbir nokta
yoktur. Ölçüsüzlüğün ta kendisidir abes. Ölçüsüzlüğün ve dahî özgürlü
ğün. Bu nedenle abes ne tartılabilir, ne tartışılabilir.
O hâlde ey talib, bir kenara yaz: Bir şeyi güzel bulduğunda, bulduğu
nun güzelliğinden asla emin olamazsın, ve fakat güzeli bulursan, sadece
senin güzeli bulduğunu değil, güzelin de seni bulduğunu hissedersin.
Çünkü arayan gerçekte aranandır.
Dilersen bir daha düşün:
Bulam azsan aram az m ısın?
144
gözlerinde görüyorsan gözlerini
145
arkasındakini. Bu nedenle hikmet uğraşısının bir başka tanımı da keşf-i
mahcub. Mahcub olanın, yani üzeri hicabla (perdeyle) örtülmüş olanın
örtüsünü açmak.
Mânâsı sathileşmekle birlikte bu terimin bir benzeri İngilizce’de de
var: discovery, yani co v e n (örtüyü) kaldırmak.
Immanuel Kant n om eni değil, ancak ph enom eni bilebileceğimizi
söylemişti. Bizim Kelâmcılarımız da bu kanaattedir. Cevherin/özün de
ğil, ancak niteliklerinin bilinebileceğini savunmuşlardır.
Burada o ünlü zat ve sıfa t(la r) ayrımı hatırlanmalı. Malum, zât
basîttir, birdir, yalındır, o nedenle bölünem ez, bölünem ediği için de
bilinemez. Kavramsallaştırılamaz çünkü. Tanım lanam az. Bilinen, g ö
rünen ve görülen sade çokluktur. İlim veya b ilim dedikleri, en niha
yet işbu çokluğun bilgisidir; her halükârda görünenin, kabuğun, dışın.
Başkaları üzerinde güç ve iktidar talebi olanlar, ister istemez kabu
ğun bilgisini elde etmek ve o kadarla da yetinmek zorundadırlar.
Öz onların nesine?
Aslâ hatırdan çıkarmamalı, ö z gösterilemez, ancak görülebilir. Baş-
kalanna öğretilem ez, ancak öğrenilebilir. Bilimin, siyasetin ve ticaretin
öze, özü bilmeye ihtiyacı olmaz. Özün bilgisine, hakikatin bilgisine gi
den yol. esasen yenilgiye nza verm ekle başlar.
Rıza ise, yani yenilgiden razı olmak, kabaca, yenilgiyi kabullenmek
anlamına gelm ez, bilâkis rıza y en ilgid en hoşlanm ak demektir. Yenilgi
den, yani bu dünyada hakikatin yanında yer almanın bedelinden.
2. M ythos.
Aristoteles, inanma’yı bilm e’nin, inancı bilgi’nin önüne koyar ve
philo-m ythosun (hurafe-sevgisinin) her halükârda philo-sophostan
(hikrnet-sevgisinden) ön ce geldiğini söyler. Bilmek hayretle başlar, der.
Bilmekle, yani şaşmakla, şaşakalmakla.
İnsanın şaşma yetisi, onun dikkatini perdenin arkasında kalana y ö
neltebilmek. Onu öze, içe, derine, daha derine, bilinmeyene değil, bili
nemeyene doğru itikleyebilmeli.
Burada akla ihtiyaç da yoktur, lüzum da. İnsan bir kez şaşırmaya
görsün hemen sezgilerinden yardım alır, ve suretlerin içine doğru sü
146
zülmeye başlar. Sezgileriyle. Bilmeden, farketmeden, ama kolayca, bir
denbire.
Sanatın hükümfermâ olduğu alan burasıdır. Evet, bu ara, tamıtamı-
na sanatçının ikamet ettiği bölgedir. Sezgilerin uçuştuğu bu topraklar
sanatçılara aittir. Aklın girmesine izin verilmeyen topraklar.
Abartının, daha büyük, her defasında daha büyük göstermenin ala
nı. Şaşırmanın ve şaşırtmanın.
Sanatçı inanan adamdır. G örünm eyene inanan, bilinmeyene. Per
denin arkasında olanı merak eden, ona işaret eden, lütfen izin veriniz
de ilk dilime geleni söyleyeyim: hakikate m eclu b olan adam!
M e c lu b ne muhteşem bir kelime değil mi? Hakikatin kendisine celb
ettiği, çektiği, sürüklediği adamdır sanatçı!
3. R itus.
Ritüel’in kökeni, ibadetin, ayinin, simanın, tören'in. Yani hakikatin
bilmenin (sop h os) ve/veya hakikatin sezmenin (m ythos) en sahici eseri
nedir, sorusuna verilecek tek cevap ritus, yani dua, yani çağn.
Hakikati bilme çabası içindeki nefsin, acziyetini derûnunda bilme
sinin ve sezmesinin bütün semeresi, bütün mahsulü yürekten kopan
bir çığlıktan ibaret, tıpkı Samtî D ed e’nin (öl. 1630), gerçekte Sultan
V eled ’den tercüme olduğu da söylenen, şu kıt’asında itiraf ettiği gibi:
147
G ö r s e l L is te
4, 7. 11, 12, 27. fotoğraflar Klasik Yayınlan’nın izniyle Turgut Cansever Mimar
Sinan (İstanbul, 2010) adlı eserinden alınmıştır.
14, 15, 16. 17. fotoğraflar Klasik Yayınlan'nın izniyle Turgut Cansever Sonsuz
Mekânın Peşinde (İstanbul. 2010) adlı eserinden alınmıştır.
149
Dizin
151
E Kanunî Sultan Süleyman 28, 9 8
Konuk. Ahmed Avni 124
Egli, Ernst 68, 69, 149 Kopemik 30
Elmalıh Hamdi Yazır 5 3 Kuban, Doğan 38. 39. 44, 79
Erzurumlu İbrahim Hakkı 7 5 . 76 Kubrick. Stanley 96
Eugène Delacroix 61
L
F
Leclerc. Georges-Louis 122
Fıcino, Marsilio 4 5 , 46
M
Foster, Norman 5
Freud, Sigmund 6 Magritte, Rene 82
Matisse, Henri 115
G Mehmed Akif 123, 137
Mevlâna Celâleddin-i Rumi 5 3
Gauguin. Paul 123
Michelangelo 4 5 . 4 8
Giacometti. Alberto 115
Michelet. Jules 112
Goethe, Johann Wolfgang von 4 9
Mimar Kemaleddin Bey 67, 68
Güler, Ara 115
Mimar Sedefkâr Mehmed Ağa 4 1 , 4 2
Giiner, Saim 2 7
Mimar Sinan 8. 27, 28, 3 5 . 4 0 , 4 1 . 4 2 .
Güneş. Turan 5 3
43. 4 6 , 4 7 , 4 8 , 90, 9 8 . 103,
118, 149
H
Mirbach. Dagmar 136
Ftarvey, William 30, 4 8 Mondrian, Piet 11
Fleidegger, Martin ix, 8 0 , 124 Mustafa Kemal 69
Fleisenberg. Werner 22, 24 Mütercim Asım Efendi 132
Flenri de Touluse-Lautrec 123
N
Herastratos 12, 14
Hugo. Victor 123 Nardini, Bruno 4 5
Huygens. Christiaan 2 2 Nedim 145
Hz. İsa 15, 33, 92 Newton. Isaac 22
Hz. Musa x, 13 Niyazi Mısrî 36
Hz. Ömer 133
Ö
I-İ Ögel. Semra 87
Ingres, Jean Auguste Dominique 123
P
İbn Arabi 53
İbn Haldun 133 Panofsky. Erwin 47, 5 1 , 5 2
Pei, Ieoh Ming 4
K Picasso, Pablo 115, 121, 149
Platon 45. 80
Kafka, Franz x, 121
Plotinus 45
Kahraman. Hasan Bülent 126
Kant, Immanuel 11, 146
152
Q T
Quignard. Pascal 122 Taner. Haldun 132
Tannkorur, Cinuçen 6 3
R Tarkovski, Andrey 1 2 0 , 1 2 1
Tek, Vedat 67
Renan. Ernest 18
Tevfik Fikret 123
Rilke. Rainer Maria 128
Robins, Kevin 113
V
Rodin, August 16, 17. 128
Rohe, Ludwig Mies van der 73, 92 Van Gogh, Vincent 123
Verones. Paolo 20
S-Ş Vitrivius 86
153